FÜTUHÂT-I MEKKİ YYE'NİN ON İKİNCİ KISMI
Rahman ve Rahîm Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
DOKUZUNCU BÖLÜM
Ateşten Yaratılmış Ruhların Varlığının Bilinmesi
Ateşi ve bitkileri birbirine kattı, o bilfiil varlık kazandı Cin sureti,
iki şey arasında ara varlık olarak.
(O iki şey) Düşüklükte mekân sahibi cisimsel ruh ile
Neredesi olmayan ruhtur. ,
Onlardan cisimleşmenin karşısında bulunan
Yalan olmaksızın, beslenmek için yiyecek istemiştir.
Meleklerin
karşısında bulunan ise
Dış dünyada şekilden
şekle girme özelliğine sahiptir.
Bu nedenle bir vakit itaat eder, bir vakit
isyan Onlarm muhalifleri de iki ateş ile cezalandırılır
(Cinlerin, Meleklerin ve insanın
Yaratılışı)
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Cinleri havayla karışık ateşten
yarattı.’43* Sahih bir hadiste
ise şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ melekleri nurdan, cinleri atqten, insanı ise
size söylenen şeyden yaram.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in insanın
yaratılışı hakkında ‘size söylenen’ deyip meleklerin ve cinlerin yaratılışı
hakkmda belirttiğine benzer bir şey söylemeyişi, özedeme amacı taşır. Çünkü ona
hakikatleri toplama özelliği verilmişti ve bu da ondandır. Çünkü melekler veya
cinlerin yaratılış esasında bir farklılık yoktu. Hâlbuki insanın yaratılışı
dört farklı türde gerçekleşmiştir: Bu meyanda Âdem’in yaratılışı Havva’nın
yaratılışına, Havva’nın yaratılışı Âdemoğullarının yaratılışına, İsa’nın
yaratılışı ise zikredilenlerin yaratılışına benzemez. Binaenaleyh Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem özedemek istemiş ve insanın yaratılışının
ayrıntısını bize ulaşan haberlere bırakmıştır. Bu bağlamda Âdem topraktan,
Havva (Âdem’den alınmış) kaburgadan, İsa, Ruhu’l-Kuds’un (Cebrail)
üflemesinden, Âdemoğulları ise ‘kokuşmuş
bir sudan™39 yaratılmıştır.
Allah Teâlâ dört unsuru yaratmış,
duman, sabit-gezegenler feleğinin içbükeyine doğru yükselip bu dumanda yedi
gök ortaya çıktığında,440 hepsi birbirinden ayrışmıştır. Her gökte
‘besinler takdir edildikten’ sonra Allah Teâlâ ‘emrini göğe vahyetmiştir.’
Bütün bunlar, ‘dört günde’ gerçekleşmiştir. Sonra Allah Teâlâ göklere ve yere
‘isteyerek veya zorla’ geliniz demiş, başka bir ifadeyle, ‘görevlendirdiğim
işte sizden beklenen göreve çağırdığımda çağrıma icabet ediniz’ demiş. Onlar da
‘gönüllü geldik’ diye cevap vermiştir.
Allah Teâlâ gök ve yer arasına bir manevî
kaynaşma ve Hakkın bu yeryüzünde var etmek istediği maden, bitki ve hayvan
gibi türeyenlere yöneliş yaratmış, yeryüzünü âdeta bir eş, göğü ise bir koca
gibi yaratmıştır. Nasıl ki erkek cinsel ilişkiyle kadına (erlik) suyunu
ulaştırır, aynı şekilde gök de Allah Teâlâ’nın kendisine vahyettiği emrini
yeryüzüne bildirir. Yeryüzü de, aktarma esnasında, farklı türlere göre Hakkın
kendisinde sakladığı şeyleri ortaya çıkartır.
Bunlardan
birisi şudur: Hava tutuşup ısındığında, tıpkı bir kandil gibi tutuşur. Bu alev,
ateşin tutuşmasıdır ve tutuşma havanın yanmasından meydana gelir. Buna mâric
denilir. Bu ateşin mâric diye isimlendirilmesinin nedeni, onun hava ile karışık
bir ateş olmasıdır. Başka bir ifadeyle o tutuşmuş havadır. Çünkü merc karışım
demektir. Bitkiler karışık olarak bulunduğu için merc (mera, otlak) merc diye
isimlendirilmiştir. .
Şu halde, Âdem iki unsurdan -su ve
toprakoluştuğu gibi cin de iki unsurdan oluşûr: Hava ve ateş. Âdem söz konusu
olduğunda, su ve toprak yoğrulup ona tîn adı verildiği gibi ateşin hava ile
karışımına da mâric ismi verilmiştir. Ardından Allah Teâlâ söz konusu karışımda
cinlerin suretini açmıştır. Binaenaleyh içerdikleri hava nedeniyle cinler
diledikleri her surete girebilirken, kendilerindeki ateş unsuru sayesinde de incelmiş
ve lâtiflikleri artmıştır. Cinlerde ezme, büyüklenme ve üstün olma duygusu
vardır. Çünkü kendisinden meydana geldikleri ateş unsuru, konumu itibarıyla
unsurların en üstünüdür. Ateş, doğanın gerektirdiği tarzda eşyayı dönüştürmede
büyük bir etkinliğe sahiptir. Allah Teâlâ kendilerine emrettiğinde cinlerin
Adem’e secde etmek hususunda büyüklük taslamalarının nedeni budur. Cinler
kendilerini ‘ben ondan daha iyiyim’ demeye sevk eden bir yorum yapmıştır. Başka
bir anlatımla, Allah Teâlâ’nın diğer dört unsur arasında (cinin aslı olan)
ateşe verdiği üstünlük nedeniyle ‘ben ondan daha iyiyim’ demişlerdir.
Cinler, Adem’in kendisinden
yaratılmış olduğu suyun otoritesinin ateşten daha güçlü olduğunu anlamadı.
Çünkü su ateşi yok eder. Toprak ise (basit unsurları olan) soğukluk ve kuruluk
nedeniyle, ateşten daha sabittir. Binaenaleyh Âdem, Allah Teâlâ’nın onu var
ettiği iki unsurun başlan gelmesiyle, güç ve direnç sahibi olmuştur. Gerçi
Âdem’de diğer iki unsur bulunsa bile, onlarda bu otorite yoktur. Diğer
unsurlar, cinlerde de bulunan hava ve ateş unsurlarıdır. Bu nedenle cinlerin
kendisinden yaratıldığı unsur, mâric (dumanlı ateş) diye isimlendirilmiş, fakat
onun doğasmda bu otorite bulunmamıştır.
Topraktan olması nedeniyle Adem’e
doğası gereği tevazu verilmiştir. Büyüklenirse kendisine ilişen ve Âdem’in de
içerdiği ateş unsuru sayesinde kabul ettiği bir durum nedeniyle büyüklenir.
Nitekim Âdem, kendisindeki hava unsuru sayesinde de hayal ve hallerindeki
suretlerin farklılaşmasını kabul etmiştir. Cinlere ise ateşten var edilmeleri
nedeniyle, doğaları gereği büyüklenme (duygusu) verilmiştir. Tevazu gösterirlerse
bu durum içerdikleri toprak unsuru nedeniyle kabul ettikleri arızî bir halden
kaynaklanır. Nitekim şeytan iseler saptırmaya, şeytan değillerse itaat
hususunda direnç göstermeyi kabul etmeleri de aynı özellikten kaynaklanır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem Rahman suresini sahabesine okuduğunda şöyle demiş: ‘Ben bu sureyi
cinlere de okudum. Onlar sizden daha iyi dinledi. Onlar ‘Rabbinizin
rahmetinden hangisini yalanlarsınız’ ayetini okuduğumda, ‘Rabbimizin
rahmetinden hiçbir şeyi yalanlamayız’ diyorlardı.’
Böylece cinler, bu ifadede sabit idi.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendilerine ‘Rabbinizin
hangi nimetini yalanlarsınız’ ayetini okuduğunda,
depreşmiyorlardı. Bu sabitliğin nedeni, kendilerindeki toprak ve ateşin
sıcaklığını yok eden su unsurudur. Bu bağlamda onların bir kısmı tıpkı bizim
gibi itaatkâr, bir kısmı ise isyankârdır. Cinler, tıpkı melekler gibi,
suretlerde şekillenme özelliğine sahiptir.
(Ruhanîlerin Nispet Edildiği Aslî Suret)
Allah Teâlâ gözlerimizi onları
görmekten engellemiş, dolayısıyla onları göremeyiz. Şu var ki Allah Teâlâ, bazı
kullarına göstermek ister ve onlar da cinleri görebilir. Cinler incelik ve
lâtiflik âleminden olduğu için, istedikleri duyusal suretlerin şeklini alma
özelliğine sahiptir. Yine de, bir ruhanînin kendisine nispet edildiği aslî
suret, Allah Teâlâ’nın onu var ettiği ilk anda kabul ettiği surettir. Ardından,
Allah Teâlâ’nın kendisine girmesini dilediği suretlere girebilir. Allah Teâlâ
gözlerimizi açıp musavvire (tasvir eden) gücünün -ki musavvire gücü Allah Teâlâ
tarafından insanın hayalinde tasvir işiyle görevlendirilmiştirtahayyül ettiği
şeyleri görebilseydik, kuşkusuz, insanı her an birbirine benzemeyen farklı suretlerde
görebilirdin.
Ruh aleve üflendiğinde -ki alev
zayıflığı, havanın baskınlığı ve tek bir halde kalamayışı nedeniyle titremiş ve
üfleme titreşimini artırmıştırcinler âlemi bu surette ortaya çıktı. Beşer
türünde erlik suyunun kadının rahmine atılmasıyla üreme ve çoğalma meydana
gelirken cinlerde üreme havanın dişinin rahmine üflenmesiyle gerçekleşir.
Böylece cinler sınıfında çoğalma ve üreme meydana gelmiştir. Onların
varlıkları, yaydadır (burcu) ve yay, ateş unsurundandır.
Vârid böyle
demiştir -Allah Teâlâ onu yanılmaktan korusun! ,
(İnsanın ve Cinlerin Yaratılışı Arasındaki
Süre)
Cinlerin yaratılışıyla Âdem’in
yaratılışı arasında altmış bin sene vardır. Bazı insanların zannına göre, dört
bin sene geçtikten sonra cinlerin üremesinin kesilmesi gerektiği gibi yedi bin
sene geçtikten sonra da insanların üremesinin kesilmesi gerekiyordu. Hâlbuki iş
böyle olmamıştır. Aksine iş, Allah Teâlâ’nın dilediği duruma döner.
Dolayısıyla beşer türünde olduğu gibi cinlerde de üreme bugüne kadar sürmüştür.
A ' •
Adem’in başlangıcı ve ne kadar süre
önce yaratılmış olduğu tam olarak bilinmez. Ya da, dünyanın süresinin
tamamlanıp insanların yok olması ve ahiret hayatına göçmeye ne kadar süre
kaldığı da bilinemez. Söz konusu iddia, bilgide derinleşenlerin görüşü
değildir. Onu görüşleri muteber olmayan bir güruh iddia etmiştir.
Melekler nurlara, cinler rüzgârlara,
insanlar ise bedenlere üflenmiş ruhlardır. Şöyle denilmiştir: Havva’nın
Âdem’den ayrışması gibi (kaburga kemiğinden var olması) ilk var olan cinden
bir dişi ayrışmış (meydana gelmiş) değildir. Bazı kimseler şöyle iddia
etmiştir: Allah Teâlâ cinlerden ilk yaratığı kimsede bir fere yaratmış, onun
bir parçası diğeriyle cinsel ilişkiye girmiş ve Böylelikle Âdem’in zürriyeti
gibi dişi ve erkek doğurmuş, sonra doğanlar .birbirleriyle cinsel ilişkiye
girmiştir. Dolayısıyla cinlerin yaratılışı hünsa idi. Bu nedenle cinler ara
âlemdendir: Hünsa dişiye ve erkeğe benzediği gibi cinler de insana ve meleklere
benzer.
Din önderlerinden birisinden
aktarıldığına göre bir din büyüğü yanında iki çocuk bulunan bir adam görmüş
-adam hünsa idi-. Çocuklardan birisi belinden (baba), diğeri karnından idi
(anne). Başka bir ifadeyle, cinsel ilişkiye girmiş oğlu olmuş, tekrar ilişkiye
girmiş diğerini doğurmuş. Hünsa, rehavet, gevşemek, güç ve şiddetten yoksunluk
anlamındaki inhmas’tan türetilerek hünsa diye isimlendirilmiştir. Hünsa,
kendisinde erkeklik gücü güçlenip erkek olamadığı gibi dişilik gücü güçlenip de
kadın da olamayan kimse demektir. Bu nedenle bu iki güçten yoksun kalmış ve
hünsa diye isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ en iyisini bilendir.
(Cinlerin
Beslenmesi ve Evlenmesi) .
Cinlere hava ve ateş unsuru baskın
geldiği için onların gıdaları havanın taşıdığı kemiklerdeki yağdır. Kuşkusuz Allah
Teâlâ, cinler için onlarda rızk yaratmıştır. Biz, kemiğin maddesinin ve
taşıdığı ederden hiçbir şeyin eksilmediğini gözleriz. Böylece Allah Teâlâ’nın
cinler için kemiklerde rızık yarattığını kesin olarak öğrendik. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kemikler hakkında şöyle buyurur: ‘Kemikler cin
kardeşlerinizin gıdasıdır.’ Başka bir hadiste ise ‘Allah Teâlâ cinler için
kemiklerde rızık yaratmıştır’ buyrulmuştur. Bir keşif sahibi, kemiklere gidip
yırtıcı hayvanlar gibi onu koklayıp sonra rızkını almış bir halde geri dönen
cinler gördüğünü bana bildirmiştir. Onlarm gıdaları, bu koklamadadır.
Lütufkâr ve haberdar Allah Teâlâ
münezzehtir!
Cinsel ilişkide cinlerin bir araya
gelmelerine gelince, bu bir kıvrılmadır. Bu durum, körükten veya tandırdan
birbirine karışmış halde çıkan dumana benzer. Onlar da birbirlerinin içine
girer, iki şahıstan her birisi bu girişildikten bir haz alır. Hurmanın salt
rüzgârla döllenmesine benzer olarak (bu birleşmede) aktardıkları şey
beslenmeleriyle aynıdır.
(Kabile ve Aşiretleri)
Cinler kabile ve aşireder halindedir.
Esasta on iki kabile oldukları, ardından alt kabilelere ayrıldıkları anlatılır.
Aralarında büyük savaşlar meydana gelir. Bazı fırtınalar onların savaşları
olabilir. Çünkü fırtına, birisi diğerinin kendisini yarıp geçmesine engel olan
iki rüzgârın karşı karşıya gelmesidir. Bu engelleme, iki zıt rüzgârın
karşılaşmasının meydana getirdiği ve gözlemlediğimiz hortuma yol açar. İşte
cinlerin savaşması böyle bir şeydir, ancak her fırtına onların savaşı değildir.
Amr el-Cinnî’nin hikâyesi meşhurdur
ve anlatılır: Onun öldürülmesi, kendisine gösterilip ortadan kalkan bir
fırtınadaydı. Bu esnada ölüm döşeğindeydi ve çok geçmeden de ölmüştü. Söz
konusu kişi cinlerden sâlih bir kuldu.
Burada hikâye ve haberleri anlatmamız
uygun olsaydı, onun hikâyesini de kısmen zikrederdik. Fakat bu kitap manalar
bilgisi kitabıdır. Binaenaleyh onların öyküleri hakkında edebiyat ve şiir
tarihlerine bakılmalıdır.
(Ruhanî Alemin Şekle Girmesi)
Sonta konumuza dönüp deriz ki: Bu
ruhsal âlem şekillenip duyusal bir surette ortaya çıktığında göz onu hapseder.
Öyle ki, ruhanî göz fakat insanın gözükendisine baktığı sürece oradan çıkamaz.
İnsanın gözü onu hapsedip kendisine bakmayı sürdürür ve kaçacağı bir yer
kalmadığında ruhanî, âdeta kendisine bir örtü yaptığı bir sureti insana
gösterir. Sonra insana bu suretin belirli bir yöne doğru yürüdüğü zannını
verir, insan gözüyle o sureti takip eder. Gözü onu takip ettiğinde ise ruhanî
gözün hapsinden kurtulur ve gizlenir. Onun gizlenmesiyle de insanın gözünün
takip ettiği ve gerçekte ruhanîye ait bu suret, bakan kişinin gözünden
kaybolur. Suret ile ruhanînin ilişkisine örnek olarak
ışığı duvarlara yayılan kandil ve
onun ışığını verebiliriz. Kandilin cismi gizlendiğinde ışık da kaybolur. İşte
bu suret de böyledir.
Bunu bilip gözüyle ruhanîyi hapsetmek
isteyen kimse, gözüne sureti takip ettirmez. Bu durum, ancak Allah Teâlâ’nın
bildirmesiyle öğrenilen ilâhı sırlardandır. Söz konusu suret, ruhanîden başka
bir şey değildir, hatta bin mekânda ya da şekilleri farklı her mekânda
ruhanînin aynıdır.
Bu
suretlerden her hangi birisinin öldürülmesi tesadüf etse ve o su-..
ret görünüşte ölse suretin sahibi
olan ruhanî dünya hayatından berzaha göçer. Dünya hayatında artık onun bir sözü
kalmaz. Nitekim biz de ölümle berzaha göçeriz ve her ikimizin durumu aynıdır.
Ruhanîlerin göründüğü bu duyulur suretler ceseder diye isimlendirilmiştir. Bu
isimlendirmenin kaynağı şu ayettir: ‘O’nun (Hz.
Süleyman’ın) Kürsü’süne bir ceset attık.1441 ‘Onları yemek yemeyen cesetler yapmadık.M42
Ruhanîlikte ortak olsalar bile cin ve
melekler arasında fark vardır: Cinlerin gıdaları doğal cisimlerin taşıdığı
yemeklerdir. Melekler ise böyle değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ, Hz. Halil
İbrahim’in konuğu hikâyesinde şöyle buyurur: ‘Ellerinin
ona ulaşmadığını gördüğünde onlardan çekinmiştir.’443 Yani kızartılmış koyuna
ulaşmadığında. Başka bir ifadeyle, konuklar o yemekten yememiş ve bunun
üzerine İbrahim de onlardan korkmuştur.
(Cinler Aleminin Yaratılışı)
Cinler âleminin yaratılış vakti geldiğinde,
birinci felekte bulunan meleklerden üç güvenilir melek yönelir; Sonra ikinci
gökte bulunan vekillerinden cinlerin yaratılışında gereken şeyleri alıp
göklere iner ve iki gökteki vekillerden, yani ikinci ve altıncı göktekilerden
gereken şeyleri alır. Ardından unsurlara iner ve orada mahalli hazır Hakk
getirirler. Bu üç güvenilir meleğe üç melek daha katılır. Onlar da ikinci
gökten gereken şeyleri o göğün vekillerinden alır. Sonra üçüncü göğe ve oradan
beşinci göğe inerler ve iki melek daha kendilerine katılır. Altıncı göğe uğrar
ve meleklerden başka bir vekil daha alırlar. Sonra, düzenleme işini tamamlamak
için unsurlara inerler. Böylelikle kalan altı melek onlarla iner ve ikinci ve
diğer göklerdeki vekillerden diğer şeyleri alırlar. Bunların hepsi, el-Alîm ve
el-Hakîm’in izniyle bu âlemi yaratmak için topla-
Cinler âleminin yaratılışı tamamlanıp
yapısı yetkinleştiğinde, Ruh emir âleminden kendisine yönelir ve bu surete ruh
üfler. Onun varlığıyla da bu surete hayat yayılır. Böylece bu varlık, üzerinde
yaratıldığı bu yaratılışa göre kendisini var edenin hamdini ve övgüsünü dile
getirici olarak bilfiil var olur. Bu esnada, onda sebebini ve kime karşı
olduğunu bilmediği bir büyüklük ve izzet duygusu vardır. Kime karşı olduğunu
bilmiyordur, çünkü doğalar âleminde kendisinden başka yaratılmış bir kimse
yokturrBöylece cin âlemi, üstünlüğü konusunda ısrarcı, kendisini var edenin
Rabliği karşısında ise mütevazı bir kul olarak kalır. Rabbine karşı tevazu
içinde kul olması, yaratılışındaki özellikten dolayıdır ve bu durum, Adem’in
yaratılışına kadar sürmüştür. Cinler Adem’in suretini gördüklerinde, içlerinden
birisine -ki adı Hâris’tirdoğasından kaynaklanan nefret baskın gelmiş, bu Adem
suretini gördüğü için yüzü öfkeden kızarmıştır. Onun öfkesi hemcinslerince
görülmüş, onlar da Hâ-
• A
ris’te gördükleri tasa ve üzüntü
nedeniyle kendisini kınamıştır. Adem’in bilinen durumu gerçekleştiğinde ise
Hâris, içinde Adem’e karşı duyduğu şeyi ortaya çıkartmış, yaratıcısının Adem’e
secde etmekle ilgili emrine uymamış, kendi yaratılışıyla Adem’e karşı
büyüklenmiş, aslıyla iftihar etmiş ve Allah Teâlâ’nın her şeyi kendisinden
yarattığı suyun gücünün sırrını anlayamamıştır. Üstelik cinlerin hayatı da
farkında olmasalar bile sudandır.
Anlayış sahibi isen Allah Teâlâ’nın şu
emrini düşün: ‘Arş’ı su üzerindeydi.’444 Binaenaleyh
Arş ve ihtiva ettiği bütün yaratıklar, su ile hayat bulmuştur. Başka bir
ayette ise ‘her şey O’nun övgüsünü tespih eder’441 buyurur:
Ayette şey kelimesi belirsiz gelmiştir ve sadece diri olan tespih edebilir.
Hasen bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu
bildirilmiştir: ‘Melekler ‘Rabbimiz! Ateşten daha güçlü bir şey yarattın mı?’
diye sormuş, Allah Teâlâ ‘Evet! Suyu yarattım’ demiş. Böylece Allah Teâlâ suyu
ateşten daha güçlü yapmıştır. Cinlerin yaratılışında bulunan hava unsuru
ateşle tutuşmasaydı, hiç kuşkusuz cinler Ademoğullarından daha güçlü olurdu.
Çünkü hava unsuru sudan daha güçlüdür. Melekler bu hadisin devamında şöyle
demiş: ‘Ya Rabbi! Havadan daha güçlü bir şey yarattın mı? Allah Teâlâ, ‘Evet
Âdemoğlunu yarattım’ demiştir. Böylece Allah Teâlâ insanın yaratılışını
havadan, suyu ateşten daha güçlü yaratmıştır. Ateş cinlerdeki en büyük unsur
olduğu gibi su da insandaki en büyük unsurdur. Allah Teâlâ şeytan hakkında
şöyle demiştir: ‘Şeytanın hilesi pek zayıftır.’446 Böylece Allah
Teâlâ şeytana hiçbir güç nispet etmemiş, Mısır soylusunun kadınlar hakkında
söylediği ‘sizin hileniz pek büyüktür’447 ifadesini
ise ne yalanlamış ne de reddetmiştir. Bununla beraber kadının aklı erkeğin
aklından daha zayıftır. Çünkü kadınlar ‘akıl ve din bakımından eksiktir.’
Kadınlar hakkında böyle denilirken erkeğin gücü hakkında ne düşünürsün?
Bunun nedeni şudur: iki unsur, yani
su ve toprak mizacına baskın olduğu için insanın yaratılışı, işleri araştırma,
düşünme, soğukkanlılıkla hareket etme ve başmı sonunu hesaba katma özelliğine
sahiptir. Böylece insan akü bol bir varlık olmuştur. Çünkü toprak, onu sabit
tutar ve direnç kazandırır, su ise yumuşatır ve akışkan yapar. Cinler ise böyle
değildir. Çünkü onun aklını insanın durumunda olduğu gibi bu şekilde tutacak
bir unsur yoktur. Bu nedenle, bir kişi zayıf düşünceli ve ahmak olduğunda şöyle
denilir: Falan kıt akıllı ve görüşlerinde isabetsizdir. Kıt akıllı olmak,
cinlerin özelliğidir; akıllarının kıtlığı ve düşüncelerindeki istikrarsızlık
nedeniyle onlar, hidayet yolundan sapmışlardır. Bu nedenle şeytan şöyle
demiştir: ‘Ben ondan daha hayırlıyım.’448 Kıt akıllı
olması nedeniyle o, bilgisizliği ve edepsizliği birleştirmiştir.
(İlk Şeytan)
Cinlerden isyankâr olanlar şeytan
olmuştur. Şeytan, Allah Teâlâ’nın rahmetinden uzaklaştırılmış kimse demektir. Allah
Teâlâ’nın huzurundan kovulup ‘şeytan’ diye isimlendirilen ilk cin, Hâris’tir. Allah
Teâlâ onu iblis yapmış, başka bir ifadeyle onu rahmetinden, rahmeti ondan
uzaklaştırmıştır. Bütün şeytanlar, ondan ayrışmıştır. Aralarından Hâme b. Elham
b. Lakîs b. İblis gibi iman edenler, mümin cinlere katılır, inançsızlığı üzerinde
kalanlar ise şeytan olur. Bu husus, din bilginleri arasında görüş ayrılığının
bulunduğu bir konudur. Onların bir kısmı ‘şeytan asla Müslüman olamaz’ diye
iddia ederek Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeytanı -ki onunla
beraberdi ve kendisiyle görevlendirilmiş şeytandırhakkındaki ‘Allah Teâlâ bana ona karşı yardım etmiş ve
Müslüman olmuştur’ hadisini tevil etmiştir. Burada kelime esleme-eslemu
şeklinde okunmuştur. Söz konusu bilginler, ikinci okunuşu ‘ben ondan
kurtuldum’, yani o bana ulaşamaz diye tevil etmiştir. Farklı düşünen bilgin
grubu da bunu tevil etmiş ve esleme ifadesini boyun eğmek anlamında
yorumlamıştır. Buna göre anlam, düşman olmakla beraber şeytanın Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e boyun eğdiğidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ‘Şeytanım bana ancak iyiyi emreder’ demiştir. Bu
durum, Allah Teâlâ’nın zorlaması ve
peygamberini korumasından kaynaklanır. Başka bir görüş sahibi ise şöyle
demiştir: ‘Burada esleme, Allah Teâlâ’ya iman etti demektir.’ Nitekim bize göre
kâfir de Müslüman ve mümin olur. Kuşkusuz doğru ve en uygun yorum budur.
İnsanların çoğu Hâris’in ilk cin
olduğunu iddia edip, insanlar için Âdem mesabesinde bulunduğunu zanneder.
Hâlbuki bize göre gerçek böyle değildir. Aksine Hâris cinlerden birisidir ve
onlarm içinde insan türünde Âdem mesabesinde olan ilk cin başka birisidir. Bu
nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İblis secde etmedi; o cinlerdendi.1449 Yani
yaratılmışların bu smıfmdandı. Nitekim Kabil de insan türündendi ve Allah Teâlâ
onun yazgısmı bedbaht yazmıştır. Dolayısıyla Kabil insanlar arasmda ilk bedbaht
olduğu gibi İblis de cinlerden ilk bedbahttır. Cinlerden olan şeytanların
Cehennemdeki azabı, genellikle sıcakla değil şiddetli soğukla olacaktır. Bazen
şeytan ateşle de azap görürken ÂdemoğuUarının azabmm çoğu ateşle olacaktır.
Bir gün velilerden bir meczupla karşılaştım.
Gözlerinden yaş akarken insanlara şöyle diyordu: ‘Cehennemi şenle dolduracağım’450 ayetini sadece
İblis ile sınırlı saymayınız. Bunun yerine, Hakkın İblis’e yönelik ‘senden’
ifadesinde size dönük işaretini düşününüz. Çünkü İblis ateşten yaratılmıştır,
böylece -Allah Teâlâ’nın lâneti ona olsunkendi aslma döner. İblis ateşle azap
görse bile, (insan için) ateşle pişirilmek daha ağır bir azaptır. Sakınınız!’
Bu veli, cehennemin sadece ateşten
olduğunu düşünmüş ve cehennemin sıcaklık ve soğukluğa verilmiş bir isim
olduğunu unutmuştu. 1 Cehennem adı sıcaklık ve soğukluğundan gelir. Ayrıca
cehâme nedeniyle cehennem diye isimlendirilmiştir, çünkü cehennemin görüntüsü
çirkindir. Cehâme yağmurunu bırakmış bulut demektir. Yağmur ise Allah Teâlâ’nın
rahmetidir. Allah Teâlâ buluttan yağmurunu giderdiğinde, ona cehâm ismi
verilmiştir, çünkü rahmet -ki yağmurdurondan ayrılmıştır. Aynı şekilde Allah
Teâlâ rahmetini Cehennem’den de uzaklaştırmış, böylelikle cehennem kötü
görünümlü olmuştur. Cehennem diye isimlendirilmesinin başka bir nedeni de
dibinin derinliğidir. Bir kuyunun dibi çok derin ise ona rukyetü cühnâm (dipsiz kuyu) denilir.
Kendi adımıza ve bütün müminler için
cehennemden emniyet içinde olmayı büyük Allah Teâlâ’dan istiyoruz. Bu bölümden
bu kadarı kâfidir.
***
ONUNCU
BÖLÜM
Mülk Devri ve Onda İlk Acılanın Bilinmesi
Onda İlk
Meydana Gelen ve Ondan Ayrılan İlk Şey Ondan Ayrılan İlk
Şeyin Yeri Neyle Dolmuştur? Hükümdarı Gelene Kadar Allah Teâlâ’nın Bu Memleketi
Hazırlaması. Fetret Dönemi olan Hz. İsa ile Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem Arasındaki Âlemin Mertebesi nedir?
Mülkün varlığı olmasaydı, Melik (hükümdar)
bilinmezdi Kendisiyle nitelendiği nitelik de olmazdı
Mülk devri ona kesin
kanıttır; bunun için
Uçları kesişmiş ve
böylece ortaya çıkmış
Sonu başlangıcı gibi
olmuş
Başlangıcı ise
geçmiş bir öncüdendi
Mühür ile
yetkinleşince, onunla var oldu
Hükümdarları; Allah
Teâlâ adına hüküm süren bir efendi olarak
Yaratariı bir lütuf
olarak ona verdi bilgisini:
Olacağın ve olmuş da
bitmiş olanın bilgisini
(Bütün Peygamberler Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’in Elçileridir)
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ seni
desteklesin: Bir rivayette Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle
söylediği bildirilmiştir: ‘Ben Âdemoğullannın efendisiyim, yine de bununla
iftihar etmem.’ Başka bir rivayette ise fahr yerine fahz zikredilmiştir. Fahz
yanlış bir şey ile böbürlenmek demektir. Sahih-i Müslim’de ‘Ben kıyamet günü
insanların efendisiyim’ hadisi aktarılır. Böylelikle Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem adına efendilik ve beşer cinsinden bütün peygamberlere karşı
üstünlük sabittir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Adem
su ve toprak arasında iken ben peygamberdim.’ Böylece Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem bu konuda bir bilgiye sahip olduğuna işaret etmektedir. Allah
Teâlâ beşerî bedenleri yaratmazdan önce -ruh ikenkendisine mertebesini
bildirmiştir. Nitekim Allah Teâlâ bedenlerini yaratmazdan önce Âdemoğullarından
söz almıştı. Her ümmete kendi cinsinden bir tanık gönderdiğinde -ki, söz
konusu tanıklar peygamberlerdirAllah Teâlâ bizleri de onlarla beraber
ümmederine tanık yapmakla o tanık olan peygamberlere katmışa '
tır. Böylelikle Adem’den son
peygambere kadar âlemdeki bütün peygamberler Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’in vekilleri olmuştur.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu makamı
çeşidi tarzlarda açıklamıştır. Bunlardan birisi ‘Musa yaşasaydı bana uymaktan
başka yapacak bir şey bulamazdı’ anlamındaki hadistir. Âhir zamanda Meryem oğlu
İsa’nın inişine dair ise şöyle buyurur: ‘İsa bize bizden imamlık eder.’ Başka
bir anlatımla, bizim içimizde Peygamberimizin sünnetiyle hüküm verir. ‘Haçı
kırar ve domuzu öldürür.’ Muhammed (a.s) Âdem zamanında peygamber olarak
gönderilmiş olsaydı, bütün peygamberler ve insanlar görünüşte de onun
şeriatının hükmü altında olurdu. Bu nedenle hiçbir peygamber umumî
gönderilmemiştir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem hükümdar ve
efendidir. Ondan başka her peygamber, belirli bir topluma gönderilmiş,
dolayısıyla kendisinden başka peygamberlerden hiç birisinin risâleti genel olmamış.
Hz. Âdem’in devrinden Muhammed’in devrine, oradan kıyamet vaktine kadar her
dönem, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in mülküdür. O ahirette bütün
peygamberlerden üstün olduğu gibi sahih bir rivayette efendiliği de hükme
bağlanmıştır.
(Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem Manevî Olarak Bütün Peygamberler ve Elçilerle
Beraberdir)
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’in ruhaniyeti, bütün nebi ve peygamberlerin ruhaniyetiyle beraberdir.
Böylece, peygamber olarak var oldukları dönemde getirdikleri ya da hüküm
olarak ortaya koydukları şeriat ve ilimlerde onlara yardım bu pak ruhtan
gelir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ruhaniyetini diğer
peygamberlere eşlik etmesine örnek olarak (sahabeden) Hz. Ali
veya Muaz’ın devrinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in de var olması
ya da İlyas, Hızır ve âhir zamanda Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in
yerleşik şeriatıyla hüküm vermek üzere Ümmet-i Muhammed içinde ortaya çıkışında
Hz. İsa’yı verebiliriz. Fakat Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem duyu
âleminde (diğer peygamberlerden) daha önce var olmadığı için, her şeriat
kendisini getiren peygambere nispet edilmiştir. Hâlbuki her şeriat ;. Şimdi de
Muhammed’in dış varhğı olmadığı gibi Hz. İsa’nın inip dış varhğı olmasa bile
farkında olunmayan yönden gerçekte Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in
şeriatıdır. Nitekim
de onun şeriatıyla hüküm vereceği
vakitte de olmayacaktır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in şeriatı ile Allah Teâlâ’nın bütün şeriadarı geçersizleşmesine (nesh)
gelince, bu geçersizleştirme önceki şeriadarı onun şeriatı olmaktan çıkartmaz.
Çünkü nesh edilenin de bize getirdiği şeriatı olduğu konusunda hemfikir
olmamızla birlikte, Allah Teâlâ Kur’an ve Sünnette kendisine indirilen
şeriatında bize neshi, (hükmü yürürlükten kaldırma) göstermiştir. Böylece sonra
gelenle öncekini nesh etmiş, bu sayede Kur’an ve Sünnetteki nesh, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatının önceki şeriatları nesh etmesinin
onları onun şeriatı olmaktan çıkartmayacağına dikkatimizi çekmiştir. Bu
meyanda, Hz. İsa’nın âhir zamanda gelişi ve kendi şeriatına ya da döneminde
yerleşik şeriata göre değil de, o gün yerleşik olan Muhammedi şeriata göre
hüküm vermesi, günümüzde artık hiçbir peygamberin hükmünün kalmadığına
kanıttır. Bununla beraber Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in geçmiş
şeriadardan onayladıkları, kendi şeriatında mevcuttur. Buna, küçülerek
elleriyle cizye verdikleri sürece ehl-i kitabın hali de dâhildir. Çünkü
şeriatın hükmü, hallere göredir.
(Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in Âdemoğullanndan Üstünlüğü)
Bütün bunlar, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in bütün Âdemoğullarının hükümdarı ve efendisi, önceki
peygamberlerin ise onun mülkü ve kendisine uyanlar, söz konusu mülkte hükümran
olanların ise Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in vekili ve naibi
olduğunu gösterir.
Şöyle bir itiraz yöneltilebilir: ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem beni peygamberlerden üstün tutmayınız’ buyurur.
Buna şöyle yanıt veririz: Biz onu üstün tutmuyoruz, bilakis Allah Teâlâ onu
üstün tutmuştur. Çünkü bu bizimle ilgili değildir. Kur’an, peygamberleri
zikrederken ‘Onlar Allah Teâlâ’nın hidayet verdiği
kimselerdir, sen de onların hidayetlerine uy/5451
buyurur: Bu doğrudur, çünkü Allah Teâlâ onların hidayederi demiştir. Onların
hidayederi, Al
lah’tandır ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatıdır. Başka bir
ifadeyle, vekilin mesabesindeki önceki peygamberlerin kendisiyle geldikleri
dini uygulama hususunda kendi şeriatına uy. ‘Onda ayrıma gitmeyiniz.’ Allah
Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e yönelik olarak ‘onlara uy5
dememiştir. ‘Onda ayrıma gitmeyiniz’ ayetinde ise şeriadarın birliğine dikkat
çekilir. Başka bir ayette ‘İbrahim’in milletine (dinine) uyunuz*52 buyurur
ki, millet din demektir. Şu halde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem dine
uymakla memurdur. Din ise Allah Teâlâ kalındandır, başkasının katından
değildir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in şu ifadesine bakınız! ‘Musa yaşamış olsaydı bana uymaktan başka
yapacak bir şey bulamazdı.’ Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
uymayı kendisine izafe etmiş, ona ise peygamberlere değil dine Ve peygamberlerin
hidayetine uymak emredilmiştir. Çünkü en büyük imam hazır iken her hangi bir
vekilin hükmü olamaz. Artık hüküm, imamındır. Büyük imam bulunmadığında
vekiller onun yasalarına göre hüküm verir. Şu halde (Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem), görünür ve görünmez olarak hüküm sahibi en büyük imamdır.
(Allah Teâlâ Ehlinin Kanıtlan)
Biz bu bilgi ve uyanları kendi keşfinden
bu mertebeyi bilmeyen ve Allah Teâlâ’nın kendi nefsinden bunu öğretmediği
kimseyi meseleye ısındırmak için ortaya koyuyoruz. Allah Teâlâ ehline gelince,
onlar bizim ifade ettiğimiz görüştedir. Kuşkusuz bu konuda nefislerinde Allah
Teâlâ katından kesin kanıtlar ortaya çıkmıştır. Ortaya koyduğumuz hususlarda
pek çok ihtimal tasavvur edilebilir. Fakat Hızır vb. gibi bilgiyi Allah
Teâlâ’dan alan kimselerin tecrübesinde bu durum, işin kendinde bulunduğu Hakk
göre değil, lâfızların ilk konuluşundaki gücüne döner. Çünkü insan bir söz
söyler ve meselâ o sözün içermiş olduğu anlamlardan tek birisini kastedebilir.
Bu söz konuşanın kastetmediği bir şekilde yorumlandığında ise hiç kuşkusuz
yorumcu, konuşanın maksadına isabet etmemiş olsa bile lâfzın gücünün verdiği
bir anlamı yorumlamıştır.
Bakınız! Sahabe ‘İman edip imanlarına zulüm karıştırmayanlar’453 ayetinde
nasıl güçlükle karşılaşmış? Kur’an zulüm kelimesini belirsiz zikretmiş, bu
nedenle sahabe şöyle demiştir: Hangimiz imanına zulüm karıştırmamış? İşte bu
sahabe -ki onlar Kur’an’ın kendi dillerinde indirilmiş olduğu AraplardırHakkın
ayetten neyi kastettiğini anlayamamıştır. Onların yorumu dilde mümkündür ve
yadırganamaz. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiş:
‘İş sizin zannettiğiniz gibi değildir. Allah Teâlâ burada zulüm ile öğüt
verirken Hz. Lokman’ın oğluna söylediğini kastetmiştir. ‘Allah Teâlâ’ya şirk koşma, kuşkusuz şirk en büyük zulümdür. HS*
O halde bu örnekte kelimenin gücü, her çeşit zulmü içerdiği
halde söyleyenin maksadı sadece belirli ve özel bir zulümdür. Aynı şekilde,
burada Âdemoğullannın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in mülkü ve
topluluğu olduğuna dair ortaya koyduğumuz bilgi, keşif bakımından kast edilen
anlamdadır. Bu durum, ayette geçen zulmün onu söyleyenin maksadına göre özel
anlamda şirk olmasına benzer. Bu nedenle bir söz hakkındaki yorumlar hallerin
karinesiyle güçlenir. Çünkü karineler, konuşanın amaçladığı sınırlı anlamı
(diğerlerinden) ayırt eder. Peki, kendi katında İlâhî keşf ve ledünni bilgi (Allah
Teâlâ’nın katında olan bilgi) bulunan kişinin durumunu kim tasavvur edebilir
ki?
İnsaflı-akıllı kişinin bu grubun
verdiği bilgiyi kabul etmesi gerekir. Onlar, bu konuda doğru söylemişse akıllı
insanın onlarm sözlerini kabul etmesi, hüsn-ü zan yerine geçer. Ayrıca söz
konusu kişi, işin kendiliğindeki durumunu reddetmediği için, onlara karşı
insaflı davranmış olur. Doğru söylememişlerse bu durum, kabul edene bir zarar
vermez. Bilakis kesin bilgileri olmadığı bir konuya dalmayıp, öyle bir meselenin
bilgisini Allah Teâlâ’ya havale ederek rubûbiyete hakkını verdikleri için,
kabul edenler bundan yine yararlanır. Çünkü Allah Teâlâ’nın velilerine söylemiş
olduğu şey ihtimal dahilinde bir şey ise onu kabul etmek, her bakımdan daha
doğrudur.
İşte bu, mülk devri hakkmda
vardığımız görüştür. Bizden başka söz gelişi İmam Ebu’l-Kasım b. el-Kasî, Hal’u’n-na'leyri’indc aynı görüşü dile getirmiştir. Biz
bu düşünceyi onun oğlundan aktardık ve o sûfılerin büyüklerindendi. Onun feyiz
aldığı şeyhi, Mağribin en büyük pirlerinden Lübleli İbn Halil idi. Biz ise
zikrettiğimiz her konuda lâfızların taşıdığı yorumlara değil, Allah Teâlâ’nın
o konuda bize ulaştırdığı bilgilere dayanıyoruz. Bazı ifadelerde bütün
ihtimaller konuşan tarafından kastedilmiş olabilir ki biz de onları dile
getiriyoruz.
Mülk devresi, Âdem’den Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem zamanına kadar Allah Teâlâ’nın insanın
yaratılışında ortaya çıkan bu İlâhî hükümlerle hazırlamış olduğu tertiplerdir.
Böylece onlar, efendi halifenin halifeleri olmuştur. Beşerî bedenlerden ilk
ortaya çıkan, Âdem idi. Âdem, bu cinsin ilk babasıdır.
İnsan türünün diğer babaları ise bu
bölümden sonra zikredilecektir Allah Teâlâ’nın izniyle.
Âdem bu cinsten Allah Teâlâ’nın hükmü
ile ortaya çıkan ilk varlıktır. Fakat onun ortaya çıkışı, daha önce de ifade
ettiğimiz gibi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e vekil olması
yönündendir. Sonra Allah Teâlâ ondan ikinci babamızı çıkartmış ve onu anne
diye isimlendirmiştir. Bu birinci baba, ondan bir derece üstün olmuştur, çünkü
onun aslıdır. Allah Teâlâ, ihsanın kendi elinde olduğuna ve bu işi birinci
babanın özü gereği gerektirmediğine dikkat çekmek için mülk devrindeki
vekilleri başladığıyla bitirdi. Allah Teâlâ İsa’yı Meryem’den yaratmış, böylece
Meryem Âdem, İsa ise Havva mesabesine inmiştir. Dişi erkekten meydana geldiği
gibi erkek de dişiden meydana gelmiştir. Böylece Allah Teâlâ, Havva annesiz
var olduğu gibi çocuğu da babasız yaratarak başladığıyla bitirmiştir. Bu
nedenle İsa ve Havva iki kardeş olduğu gibi Âdem ve Meryem de onların iki
babası olmuştur.
• A
‘Allah Teâlâ katında Isa’nın durumu
Adem’in durumu gibidir.’ Burada benzetme, annesinin masumiyetinde İsa için bir
kanıt yapması nedeniyle erkek babanın yoksunluğunda gerçekleşmiştir. Havva’nın
İsa’ya benzetilmesi söz konusu olmamıştır. Çünkü kadın çocuğun taşınma mahalli
olduğu için, suçlamaya konu olabilir. Çünkü o doğum için yaratılmış mahaldir.
Hâlbuki erkek doğum için bir mahal değildir. Burada kanıtlardan kastedilen
şey, kuşkuların ortadan kaldırılmasıdır. Havva’nın Âdem’den yaratılışında
herhangi bir karışıklık meydana gelmez. Çünkü Âdem kendisinden meydana gelen
doğum için bir mahal değildi. Bu durum, ancak kendisinde Âdem’in varlığı,
yaratılışı ve kendisinden bir şeyin yaratılışının sabit olduğu kimse için bir
delil olabilir. Babasız çocuk bilinen bir şey olmadığı gibi anasız çocuk da
bilinen bir şey değildir. O halde benzerlik, anlam bakımından, İsa’nın Havva
gibi olmasıdır. Fakat inkârcı bu meseleye itiraz yöneltebilir. Çünkü kadın,
daha önce söylediğimiz gibi kendisinden doğan şey için bir mahaldir ve bu
nedenle suçlanabilir. Bu nedenle genellikle mümkün olabilecek bir şeyden
Meryem’in masumluğunu kanıtlamak için benzetme Âdem’e yapılmıştır. O halde
İsa’nın bir baba olmaksızın Meryem’den doğması, Havva’nın bir ana olmaksızın
Âdem’den meydana gelmesi gibidir ki İsa ikinci babadır.
Havva Adem’den ayrıldığında Allah
Teâlâ Âdem’deki boşluğu Havva’ya karşı cinsel arzu duygusuyla doldurdu (tamir
etti, onardı); Üreme ve çoğalmanın gerçekleşmesi için bu arzuyla Havva ile
birleşmiştir. Çıkan hava, çıkışı esnasmda Havva’nm bedeni oldu. Çünkü âlemde
boşluk yoktur. Bu havaî parça, Havva’nm şahsiyetiyle aldığı yerini talep etmiş,
Allah Teâlâ da Âdem’i o yeri talep için hareket ettirmiş, onun Havva ile mamur
olduğunu görmüş ve ona yaklaşmıştır. Âdem Havva’yı kucakladığında Havva hamile
kalmış, böylece nesilleri meydana getirmiştir. Bu dürüm insanlık ve diğer
canlılarda doğal bir alışkanlık olarak kalmıştır.
Fakat (gerçek) insan, toplayıcı
kelime ve âlemin suretidir ve âlemde bulunan her şey onun parçasıdır. Gerçek
insan tek başma âlemin parçası değildir. Bu ayrılmanın ve bu ilk ayrılanm
yaratılış sebebi, özel tür olan cinste türdeş ile ünsiyet isteğidir. Böylece
cisimler âleminde bu doğal kaynaşma ile Yüce Kalem ve Korunmuş Levha arasındaki
ilişkiye benzeyen bir ilişki meydana gelir. Bu ikisi, İlk Akıl ve Tümel Nefs
olarak ifade edilmiştir. Yüce Kalem dediğinde, yazara ve yazma maksadına
yüklediğin işareti düşünürsen, Allah Teâlâ’nın şu ifadesinin anlamını kavrarsın:
‘Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretine göre yarattı.’
Ayrıca, Şarî Teâlâ’nın eşyanın var
edilmesinde kün (ol) hakkmdaki ifadesini de anlayabilirsin. Kur’an, iki öncül
mesabesindeki iki harfi getirmiştir. Kün vesilesi ile meydana gelen şey ise
sonuçtur. Bu iki harf, gözüken harflerdir. İki öncül arasmda bağ olan üçüncü
harf ise kün kelimesinde gizlidir. Bu gizli harf, iki sakin harf bir araya
geldiği için düşen Vav harfidir. Buna benzer şekilde, kadın ve erkek de
birleştiğinde (erkekliği temsil eden) kalemin görünen bir varlığı kalmaz.
Böylece Âdem’in meni aktarması görünmez, çünkü o, bir sırdır. Bu nedenle cinsel
ilişki dilde sır kelimesiyle ifade edilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Fakat
onlarla sır olarak sözleşmeyin.’ Aynı şekilde, erkek kadına suyunu boşaltırken,
her ikisi de hareketten düşer. Böylece kalemin gizlenmesi mümkün olduğu gibi,
kün kelimesinden üçüncü harf de iki sakin harf nedeniyle düşmüştür. Bu üçüncü
harf Vav’dır. Çünkü ötre -ki ötre zammenin yetkinliğidirharekesinden meydana
geldiği için yücelik ona aittir. Vav, illet harflerinden birisidir.
Zikrettiğimiz bu husus, mülk
özellikle insanlardan ibaret ise geçerlidir. Kutsî bir hadiste ‘Ey Muhammed!
Sen olmasaydın göğü, yeri, cenneti ve cehennemi yaratmazdım’ -ki buna Allah Teâlâ’nın
dışındaki her şey eklenmiştirbuyrulmuş olması nedeniyle, bazı bilginlerin iddia
ettiği gibi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Hakkın dışındaki her şeye
efendi olmasına baktığımızda, ilk var olandan-ki o ilk akıldırbu devir ilk
ayrılan şey tümel nefs olmuş iken son varlıktan -ki o Adem’dirayrılan son kişi
Havva olmuştur. Çünkü insan âlemdeki son varlık cinsidir. Şöyle ki, âlemde altı
cins, her cinsin altında tüıler ve türlerin altında da türler vardır. Birinci
cins melek, ikinci cins cin, üçüncüsü maden, dördüncüsü bitki, beşincisi
hayvandır. Böylece mülk tamamlanmış, düzenlenmiş ve dengeye kavuşmuştur.
Altıncısı ise insan cinsi olmuştur, insan bu memleket üzerinde halifedir. .
insan, uygunluk ve bilkuvve olarak
değil, gerçek anlamda bilfiil imam olması nedeniyle sonunda var olmuştur. (Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in) hakikati var olduğunda, yönetici, sultan ve
kendisine bakılan varlık olarak var olmuştur. Allah Teâlâ bedeninin yaratılışı
geciktiğinde onun adına vekiller yarattı. İlk vekili ve halifesi ise Âdem idi.
Sonra, insan cinsinde üreme ve çoğalma meydana gelmiş, Allah Teâlâ Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’in temiz bedenine ulaşıncaya kadar her zamanda ve
her devirde halifeler yaratmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
bedeni ise güçlü bir güneş gibi ortaya çıkmıştır. Artık bütün ışıklar onun
keskin nuruna dâhil olmuş, bütün hükümler onun hükmünde gizlenmiş ve bütün
şeriatlar ona boyun eğmiş, daha önce gizli olan efendiliği ortaya çıkmıştır.
Binaenaleyh Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘ilk, son, zâhir, bâtın ve
her şeyi bilendir.’ Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
‘Bana cevâmiu’l-kelim verilmiştir.’ Rabbinin ise şöyle buyurduğunu
bildirmiştir: ‘Rabbim iki eliyle omuzlarımın arasına vurdu ve parmaklarının
serinliğini göğsümde hissettim. Böylece öncekilerin ve sonrakilerin ilmini
öğrendim.’ Bu sayede Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Hakkın şu ayette
bildirmiş olduğu ilâhî nispederle ahlaklanabilmiştir. ‘O ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır ve her şeyi bilendir.*15
Söz konusu ayet, içinde ‘insanlar
için menfaader bulunan ve güçlü’ el-Hadîd (demir) suresinde gelmiştir. Bu
nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kılıçla ve âlemlere rahmet
olarak gönderilmiştir.
Her ne ki bir şeyden ayrılır, o şey,
aynı zamanda ayrıldığı şeyi imar edendir. Daha önce âlemde boşluk olmadığını
belirtmiştik. Böylece ayrılan şey ayrıldığı yeri gölgesiyle doldurur. Çünkü
onun ayrılışı ışığa doğrudur. Işık ise gözükmek demektir. Ayrılan kendi zatı
ile ışığın karşısında, durduğunda gölgesi çıkar ve ayrılma yerini doldurur,
dolayısıyla ayrıldığı şeyden yoksun kalmaz. Böylelikle o, bir yandan kendisine
doğru aslından ayrıldığı şeyce görülürken, öte yandan ayrıldığı şey tarafından
görülür.
Bu durum
şairin su mısraıyla dile getirdiği âlemdir: '
Her mekânda seni mevcut gördüm.
Alemin sırlarından birisi şudur: Her
durumda Rabbine ibadeti yerine getirsin diye, sonradan var olmuş her şeyin Allah
Teâlâ’ya secde eden bir gölgesi vardır. Söz konusu şey, Hakka itaatkâr
olabileceği gibi O’nun emrine isyankâr da olabilir. Hakkın emrine uyanlardan
ise böyle birinin varlığı ve gölgesi eşit; Hakkın emrine uymayanlar söz konusu
olduğunda ise gölgesi Allah Teâlâ’ya itaat etmede onun vekilidir. Allah Teâlâ
şöyle buyurar: ‘Gölgeleri de sabah akşam (uzanıp
kısalarak O’na secde etmektedirler*56
Hükümdar yeryüzünde Allah Teâlâ’nın
gölgesidir. Çünkü dünya âleminde etkisi olan bütün İlâhî isimlerin suretleriyle
zuhur eder. Arş ise ahirette Allah Teâlâ’nın gölgesidir. Gölgeler ise madde ve
manada, kendisinden ortaya çıktıkları surete tabidir. Duyusal gölge eksiktir; o
manevî bir surete ait manevî gölge gücüne sahip değildir. Çünkü duyusal gölge
sınırlı bir ışık çağrıştırır. Bunun nedeni, duyudaki sınırlılık, darlık ve genişlikten
yoksunluktur. Bu nedenle manevî gölgeye şeriatta yer almış olan ‘Hükümdar Allah
Teâlâ’nın yeryüzündeki halifesidir’ ifadesiyle dikkat çektik. Böylelikle
gölgelerin mekânları imar ettiği anlaşılmıştır. İşte konu ile ilgili
meselelerin bir kısmım zikrettik. Söz uzamasın diye, bu konuya dalmadik.
Zikrettiklerimiz selim anlayış sahibi ise düşünen kimseler için yeterlidir.
Müşahede sahibi, bilen ve daha üstünüyle ilgilenen veya düşük olandan uzak
duran kimseler için anlattıklarımız bir hatırlatmadır. Böylece o, bu bölümü
incelerken zikrettiğimiz şeylere başvurur.
(Fetret
Ehlinin Mertebeleri)
Hz. İsa ile
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem arasındaki döneme
gelince, bu dönemde yaşayanlar, fetret ehli’dir. Onlar bilgileri olsa da
olmasa da kendilerine tecelli eden ilâhî isimlere göre farklı mertebelerde
bulunur.
Bu meyanda fetret ehlinin bir kısmı,
düşüncesi vesilesiyle kalbine tecelli ettiğinde Hakkı birlemiştir. Bu kişi,
delil sahibidir ve dolayısıyla düşüncesinin katılması nedeniyle oluşla karışmış
bir bilgiye dayanır. Bu kısım Kuss b. Saîde vb. gibi tek başına bir ümmet
olarak diriltilecek kimselerden oluşur. Kuss b. Saîde bir konuşmasında
belirttiğimiz hususa delâlet eden şeyler söylemiş, yaratılmışlar ve onlar
üzerinde düşündüğünü zikretmiştir ki fikir derken kastettiğimiz budur.
Fetret ehlinin bir kısmı, Allah Teâlâ’yı
kalbinde bulduğu bir nur sayesinde birleyenlerdir. Bu grup söz konusu nuru
kendisinden uzaklaştırmadığı gibi o nur düşünme, akıl yürütme, inceleme ve
tümevarım olmaksızın kalbine gelmiştir. Dolayısıyla onlar, her hangi bir oluş
ile karışmaksızın duru bir nura sahiptir.
Fetret ehlinin bir kısmı, nefsine
ilham edilip feraset nurunun gücü ve saf inancı nedeniyle sırrı’nın duruluğu
sayesinde keşfinden Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in mertebesini,
onun efendiliğini ve risâletinin Hz. Âdem zamanından kendi zamanına kadar
bâtınî olarak sürdüğünü öğrenir. Böylece görmeden ‘kendi tanıklığı ve Râbbinden bir delile sahip olarak*57 ona iman
eder. Bu duruma şu ayette işaret edilmiştir: ‘Râbbinden bir delil üzerine olan
kimse.’ Söz konusu kişi, kendisine gösterilen şeyin doğruluğu sayesinde
kalbinden ona tanıklık eder. Bu gruptaki insanlar kıyamet günü Allah Teâlâ’nın
sakındığı kimseler arasmda ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in
bâtınî (peygamberliğinde) diriltilir.
Fetret ehlinin bir kısmı, Yahudileşen
ya da Hıristiyanlaşan ya da İbrahim’in dinine uyan kimseler gibi, önceki gerçek
bir dine uyanlardır. Ya da, kendisi nebilerden (kendisine özgü şeriatı olan
peygamber) olduğu halde, Allah Teâlâ’nın elçilerinin belirli bir grubu Allah
Teâlâ’ya davet ettiklerini öğrenmiş ya da bu durum kendisine bildirilmiş, o da
söz konusu elçile-
re uymıış, iman etmiş, yollarından
gitmiş, peygamberin yasakladığını kendisine haram saymış ve onun şeriatına göre
Allah Teâlâ’ya kulluk etmiştir. Bununla beraber, o peygamber kendisine
gönderilmemiş olduğu için bütün bunları yapması bir yükümlülük değildir. Bu
gruptaki kişi, kıyamet günü kendisine uyduğu kimseyle beraber diriltilecek,
görünüşte onun zümresine katılacaktır. Çünkü onun inandığı peygamberin şeriatı
görünürde ortaya çıkmıştır.
Onlardan bir kısmı ise peygamberlerin
kitaplarında Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in üstünlüğünü, dinini ve
ona uyanların ödülünü öğrenmiş, ona inanmış, önceki bir peygamberin dinine
girmese de ilim yoluyla Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i tasdik etmiş
ve güzel ahlâka uymuştur. İşte bu kişi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e
inananlar içinde diriltilecektir; ancak amel sahiplerinin içinde değil ona
zahirî peygamberliğinde inananlar içinde.
Fetret ehlinin bir kısmı, kendi
peygamberine inanmış, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in
peygamberliğine de yetişmiş ve ona da inanmıştır. Dolayısıyla bu gruptakilerin
iki ödülü vardır.
İşte bu grupların hepsi Allah Teâlâ
katında Mutlu insanlardır.
Bir kısmı ise ta’til458
fikrini benimsemiş, eksik akimdan hareketle herhangi bir varlığı kabul
etmemiştir. Bu eksiklik, onun zarmına göre, gücünün zirvesidir. Çünkü mizacında
başkasına göre zayıflık vardır.
Bir kısmı ise kendi düşüncesinden
değil, (başkasını) taklit ederek ta’til’i benimsemiştir. Böyle bir insan her
bakımdan bedbahttır.
Bir kısmı, doğru yoldan saptığı
teorik düşüncesinden hareketle şirk koşmuş, bununla beraber gücü ölçüsünde gayretini
sarf etmiştir. Bir kısmı ise teorik düşüncesinin imkânlarını tüketmeden Allah
Teâlâ’ya şirk koşmuştur. Bu kişi de, bedbahttır.
Bir kısmı, başkasını taklit ederek Allah
Teâlâ’ya şirk koşmuştur ki, o da bedbahttır. Bir kısmı, gücünün sonuna kadar
kullandığı teorik düşüncesiyle ispat ettikten sonra ta’til fikrini benimsemiş,
bir kısmı düşüncesini veya taklidi tam tüketmeden, ispat etmeden ta’til
fikrini benimsemiştir. İşte o da bedbahttır.
Bütün bunlar, bu bölümde
zikrettiğimiz fetret ehlinin sınıflarıdır.
Etkin Babalarımızın ve Edilgen Analarımızın Bilinmesi
Ben tertemiz ruhların babalarının
oğluyum Ve unsurlara ait nefislerin analarının oğlu Ruh ve cisim arasmda olan
bizim mazharımızdı Kucaklama ve kazlarla birleşme esnasında Ben bir’den değilim
ki onu birleyeyim
Bilakis bir babalar ve analar
topluluğundanım (onlar'dan meyda. na geldim)
Onlar ilâh’a aittir; durumlarım
incelendiğinde Tıpkı araçlar vasıtasıyla eşya yapan bir sanatkâr gibi Fiil
marangoza nispet edilir, araçlara değil Yaratıkların Rabbi de bizi işte böyle
yarattı Var edenin birliğini söylerken şahıs haklıdır . Nedenleri ispat
edişte de kişi haklıdır Araçlara baktığında, uzar gider Zat’a varıncaya kadar
‘ondan, ondan’ kalıbı Yaratan’a
baktığında ise -ki o bizi var etmiş Onun birliğini ifade ederiz, topluluğu
değil:
Ben tek hakikat olarak doğmuşum, yalnız
başıma Bütün insanlar ise nedenlerin çocuklarıdır
(Babalık, Analık,
Peygamberlik)
Allah Teâlâ
sana yardım etsin, bilmelisin ki: Bu âlemden maksat, insanm -ki
o imamdırvarlığı olunca, baba ve anneleri ona tamlama yapıp ulvî babalarımız ve
süflî analarımız dedik. Her etkin baba, her edilgen anadır. İşte bu, bu
konudaki ilkedir.
Bu etkilenmeden ana ve baba arasında
meydana gelen şey, oğul ve ürün diye isimlendirilir. Aynı şekilde, bilgileri
ortaya çıkartmada anlamlar da böyledir. Bilgileri ortaya çıkartmak, ancak iki
öncül sayesinde gerçekleşebilir. Bu öncüllerin birisi, her ikisinde tekrarlanan
tek terim vasıtasıyla diğer öncülle birleşir. Bu tek terim iki öncül arasındaki
bağdır. İşte bu da manevî nikâh, aralarında meydana gelen netice ise elde
edilmek istenilen şeydir. Bu meyanda bütün ruhlar baba, doğa ise başkalaşma ve
değişmelerin mahalli olduğu için anadır. Bu ruhların unsurlara yönelmesiyle de
-ki onlar başkalaşma ve dönüşmeye konu olan unsurlardır* onlarda ürünler
ortaya çıkar. Söz konusu ürünler, madenler, bitkiler, hayvan ve cindir. İnsan
ise onlarm en yetkinidir.
İşte bizim şeriatımız da bütün tümel
hakikatlere459 göre cereyan ettiği için en yetkin şeriat olarak
gelmiştir. (Onu getirene), cevâmiu’lkelim verilmiş, evlenmeyi dört ile
sınırlamış, anlaşmaya dayanan nikâh tarzıyla dörtten fazlasını yasaklamıştır.
Bu yasağa cariye dâhil değildir, onu, bazı bilim adamlarının ileri sürdüğü
beşinci unsurun karşılığında mubah saymıştır.
Doğa âlemindeki unsurlar da dörttür.
Ulvî âlemin bu dört unsurla birleşmesiyle Allah Teâlâ onlarda meydana gelen
şeyleri yaratır.
İnsanlar, bu konuda altı görüş ileri
sürmüştür: Bir grup bu dört unsurdan her birisinin kendi başına asıl olduğunu
iddia etmiş, başka bir grup, ateş unsurunun asıl olduğunu iddia etmiştir. Ondan
yoğunlaşan şey, hava olmuş, havadan yoğunlaşan, şey, su, sudan yoğunlaşan ise
toprak olmuştur. Başka bir grup ise hava unsurunun asıl olduğunu iddia
etmiştir. Buna göre, havadan ısınan kısım ateş, yoğunlaşan taraf su olmuştur.
Bir grup ise su unsurunun asıl olduğunu iddia etmiş, başka bir grup, toprak
unsurunun asıl olduğunu iddia etmiştir. Bir grup ise aslın bu dört unsurdan
birisi olmayan beşinci bir şey olduğunu iddia etmiştir. Söz konusu şey, bizim
cariye mesabesinde kabul ettiğimizdir. Böylelikle şeriatımız, bütün görüşleri
kendisine katmak için evlilikte en yetkin görüşleri içermiştir.
Beşinci
aslı kabul eden görüş bizce doğru olandır ve o doğa diye isimlendirilir. Çünkü
doğa tek bir manadır; ateş unsuru ve bütün diğer unsurlar ondan meydana
gelmiştir. Bu bağlamda şöyle denilir. Ateş unsuru doğadandır ve onunla aynı
değildir. .
Doğanın dört unsurun aynı olan bir
toplam sayılması mümkün değildir. Çünkü bazı unsurlar, diğerini bütünüyle
ittiği gibi bir kısmı belirli bir durumla diğerini iter. Örneğin ateş ve su her
yönden birbirlerini iter. Hava ve toprak da böyledir. Bu nedenle Allah Teâlâ,
onları varlıkta bir hikmete göre sıralamıştır. Böylece değişmeler meydana gelir.
Birbirini iten iki unsur, yan yana gelseydi, dönüşmek mümkün olmaz ve Hakkın
ortaya koyduğu hikmet geçersizleşirdi. Allah Teâlâ havayı ateş unsurunun
ardına yerleştirmiştir; bu ikisini birleştiren ise sıcaklıktır. Su ise havayı
takip eder, o ikisini birleştiren yaşlıktır. Toprak ise suyu takip eder, onları
birleştiren soğukluktur.
Şu halde dönüştüren baba, dönüşen
ana, dönüşme birleşme, dönüşmenin kendisine olduğu şey ise çocuktur. Konuşan
baba, duyan anne ve konuşma birleşmedir. Konuşanın söylediğini duyanın
anlayışından meydana gelen şey ise çocuktur.
Her baba ulvîdir, çünkü o etkindir;
her anne süflidir, çünkü o edilgendir. Aralarındaki belirli her bağıntı,
birleşme ve yöneliş, her netice çocuktur. İşte, buradan konuşan kişinin
kalkmasını istediğine söylediği ‘kalk’ sözü anlaşılır. Böylece kalkması
istenilen kişi ‘kalk’ sözünün etkisiyle ayağa kalkar. Duyan kalkmaz ise -ki
duyan annedirsöz sonuçsuz kalmıştır. Sonuçsuz kaldığında ise sözü duyan bu
halde anne değildir.
(Birinci Baba, Birinci Ana, Birinci
Nikâh)
Bu bölüm analara tahsis edilmiştir.
Bu bağlamda ulvî babaların ilki malumdur; süflî anaların ilki ise mümkünün
dışta bulunmayan şeyliğidir. İlk nikâh, (var olmayı) emretme sözüyle mümkünün
hakikatine yönelmektir. İlk oğul, belirttiğimiz söz konusu şeyliğin var
olmasıdır.
İşte bu babadır ve babalık sirayet
etmiştir. Bu ilk ana da anneliğe sirayet etmiş, bu birleşme ise her şeye
sirayet etmiştir. Sonuç ise hakikati ortaya çıkan her şeyde kesintisiz
süreklidir. İşte bu, tarafımızdan bütün zerrelere yayılan nikâh diye
isimlendirilmiştir. Söylediğimiz konuya kanıt olarak Allah Teâlâ şöyle buyurur:
‘Bir şeyin olmasını istediğimizde ona sözümüz
‘ol’dur, o da olur.’460
Bizim bu konuda kıymetli, kolay
ulaşılmayan bir kitabımız vardır. Basiretli insan onu anlayamayacağı gibi zaten
kör olan hiç anlayamaz. Bu meselenin ayrıntılarını ve ilâhî isimlerin
yönelişlerini görmüş olsaydın, hiç kuşkusuz büyük bir iş görmüş, hayrete
düşüren yüce bir makam müşahede etmiş olurdun. Allah Teâlâ’yı ve O’nun güzel
yaratmasını bilenler, soyutlanmış kimselerdir.
(Tümel Akıl, Tümel Nefs)
Ey dost! Seiıin parlak anlayışına,
doğru bakışına birinci-sirayet eden baba’yı-ki o merfulukta, mansup ve
mecriırlukta bütün isimlerin tabi olduğu en büyük toplayıcı ve hükmü sirayet
eden isimdirardından bütün oğullarda dişilik bağıntısına sirayet eden son
anayı gösterdikten sonra, şimdi de Allah Teâlâ tarafından konulmuş sebepler
olan baba ve annelerin onlarm duyusal ve manevî -meşruj nikâh üe -ki
böylece oğullar helâl oğul olurilişküerini zikredeceğiz. Ardından, yaratılışı
amaçlanmış ilk varlık olan insanın çoğalışına ulaşacağım.
ilk Akü -ki o yaratılmış ilk
varlıktırYüce Kalem’dir ve onunla birlikte başka bir yaratılmış yoktur. İlk
Akıl Hakkın Korunmuş Levha’yı ondan yaratması itibarıyla edilgendir. Bu durum
cisimler âleminde Havva’nın Âdem’den meydana gelişine benzer. Böylece Levha bu
üâhî Yüce Kalem’in kendisinde yazacaklarına ve Hakkın kendisine delü yaptığı
şeyleri göstermek üzere konulmuş harflerin çizgileri için bir mevzi ve yer
olmuştur. Böylece Korunmuş Levha, başka bir şeyden çıkan ilk varlıktır.
Şeriatta şöyle bildirilmiştir: ‘Allah
Teâlâ’nın yarattığı ilk şey Kalemdir, sonra Levhayı yaratmıştır. Allah Teâlâ
Kaleme ‘yaz’ demiş, Kalem şöyle demiş: Ne yazayım? Allah Teâlâ ona ‘Sen yaz,
ben sana yazdıracağım’ demiştir. Bunun üzerine Kalem Hakkın yazdırdığı şeyleri
Levha’ya yazmıştır. Hakkın yazdırdıkları ise kıyamet gününe kadar yaratacağı
varlıklarına dair bilgisidir.’
Kalem üe Levha arasında manevî ve
akledüir bir birleşme, duyusal ve görülür bir eser vardır. Bize göre harflerle
amel etmek, buradan kaynaklanır. Levhaya bırakılmış eser, dişinin rahminde
meydana gelen fışkıran su gibidir. Yazıdan ortaya çıkan harflere bırakılmış
anlamlar ise cisimlerine bırakılmış çocukların ruhlarına benzer. Anla! Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğruya ulaştırır.
Allah Teâlâ, (bilgiyi) kendisinden
alan ve O’nu tespih eden bu Levha’ya her ne vahyedecek ise vahyetmiştir. Onun Allah
Teâlâ’yı tespihini, Allah Teâlâ’nın bildirdiği ve kendisine gelen şeylere
kulağını açtığı kimse anlayabilir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in ve yanındaki sahabesinin kulağını, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in temiz ve pak avucundaki taşların tespihini algüamak için açmıştır.
Burada kulağını açtığı dedik, çünkü taşlar Allah Teâlâ’nın onları yaratağı
günden beri Yaratıcılarının övgüsünü tespih etmekteydi. O halde âdetin
aşılması, taşın tespihinde değil, onun kulakla algılanmasındadır.
Ardından, Allah Teâlâ korunmuş
Levha’da iki nitelik yarattı: Bilgi ve eylem. Sandığın sureti marangozun fiili
vesilesiyle göze göründüğü gibi eylem niteliğiyle âlemin suretleri Levha’dan
meydana gelir. O halde, marangoz yapıcılık özelliğiyle suretleri verir. Suretler
de iki kısımdır. Birinci kısım, duyusal-görülen suretlerdir. Bunlar cisimler,
şekiller, renkler ve oluşlar gibi duyusal düzlemde onlara bitişen şeylerdir.
Diğer kısım ise duyusal olmayan manevî-görünmeyen suretlerdir. Bunlar, onlardaki
bilgi, marifet ve iradelerdir. Bu iki nitelik sayesinde zuhur eden suretler
zuhur etmiştir. O halde bilme/öğretme niteliği babadır, çünkü o etkindir.
Yapıcılık ise anadır, çünkü o edilgendir. Zikrettiğimiz suretler ondan meydana
gelmiştir.
Çünkü
mühendis-marangoz, işini bilen, fakat iyi yapamayan insan ise bilgisini
marangozluğu iyi yapan birisine aktarır. Bu durumda aktarım nikâh, mühendisin
sözü baba, dinleyenin algılaması anadır. Ardından dinleyenin bilgisi ikinci
baba, uzuvları ana haline gelir. Şöyle de diyebilirsin: Mühendis baba, yapıcı
-ki o marangozdurmühendisin kendisine aktardiğı şeye kulak vermesi bakımından
anadır. Mühendis onda etkin olduğunda, kuşkusuz kendi gücünde bulunan şeyi
marangozun nefsine indirir. Mühendisin aktarımından marangozun derununda ortaya
çıkan ve hayalinde bilfiil olarak meydana gelen suret ise mühendisin
söylediğini anlamasının doğurduğu çocuktur. Sonra marangoz işini yapar. Bu
durumda o, marangozluğun anası mesabesindeki ahşapta âleder maharetiyle
babadır. Söz konusu âlederle nikâh ve suyun indirilmesi (burada mühendisten öğrendiği
bilgilerin uygulanması kastedilmektedir) gerçekleşir. Suyun indirilmesi,
keserle vurmanın ya da testereyle kesmenin ya da amaçlanan sureti inşa etmek
için biçilmiş parçadaki her kesme, ayırma, birleştirme işleminin eseridir.
Böylelikle, yapılan şey söz gelimi sandık ise -ki o doğrulan çocukturdışta
duyuya görünür Hakk gelir. .
Babalar, analar, oğullar ve üremenin
aşamalarında bulunan hakikatleri de bu şekilde anlayabilirsiniz! Amel
niteliğine sahip olmayan her baba, bu yönden baba değildir. Hatta bilgili olup
söz ve işarede anlamanın gerçekleşmesi için aktarma aracından yoksun ise -ki
böyle bir in-
t '
san amel sahibi değildirbütün
yönlerden baba değildir. Öyle birisi, zihninde meydana gelen bilgiler için bir
anadır. Şu var ki (gerçekte baba olan söz konusu anada) ceninde ruh
yaratılmamış ya da ana karnında ölmüş, böylece ananın doğası onu atmış ve
varlığı ortaya çıkmamıştır.
(Tümel Doğa ve Hebâ)
Mümkünlerden ikinci baba’nın (tümel
nefs) mâhiyetini ve onun Yüce Kalem karşısmda ikinci ana olduğunu öğrendin. En
yüce ruhsal aktarımdan ona aktarılan şey doğa ve hebâdır. Böylece Tümel Nefs
ikiz doğuran ilk ana idi. Önce Doğa, ardından Hebâ doğmuştur. Böylece Doğa ve
Hebâ, ana-babaları bir kardeş ve kız kardeştir. Doğa Hebâ’yı nikâhlanmış, bu
ilişkiden tümel cismin sureti doğmuştur. Tümel Cisim, ortaya çıkan ilk cisimdi.
Böylece, bir ürünü olduğu için Doğa baba, Hebâ ana oldu. Çünkü ürün onda ortaya
çıkmıştır. Netice ise cisim oldu. Sonra, âlemde doğurganlık, el-Ukletü’l-Müstevfiz’dc zikrettiğimiz belirli bir düzen
içinde toprağa indirildi. O kitapta bu bölüme sığmayacak -çünkü bu kitaptaki
amacımız özetlemedirgeniş açıklamalar vardır.
Biz merkez’i benimsiyor değiliz,
sadece unsurların sonluluğunu ve en büyük olanın en küçüğü çekeceğini dile
getiriyoruz. Bu nedenle buhar ve ateşin yükseğe çıkmak, taş ve benzeri
şeylerin ise aşağı inmek istediğini gözlemleriz. Böylece yönler
farklılaşmıştır. Bu durum, her ikisinden doğrusal olarak meydana gelir. Başka
bir ifadeyle, yükseği ve aşağıyı istemek, iki unsurdan ortaya çıkar.
Merkez fikrini benimseyen şöyle der:
Merkez, unsurların kendisini talep ettiği akledilir-gizli bir durumdur. Toprak
olmasaydı onun işlevini su yerine getirir, su olmasaydı onun yerini toprak
alır, toprak olmasaydı hava alır, hava olmasaydı ateş onun yerini alırdı.
Gerçek bu kişinin iddia ettiği gibi olsaydı, buharın aşağıya doğru gittiğini
gözlemlerdik. Hâlbuki duyu bunun tersini söylüyor. Biz bu meseleyi el-Merkez isimli kitabımızda açıkladık -ki o ince bir kitaptır.
Merkezi kimi kitaplarımızda
zikrettiğimize göre, burada onu çevrenin kendisinden meydana geldiği
dairelerdeki nokta tarzında ortaya koyacağız. Bizim bu bahisteki maksadımız,
İlâhî bilgi ve nispederle ilgili şeylerdir. Çünkü noktadan çevreye çıkan
çizgiler nispederin eşitliği nedeniyle eşittir. Dolayısıyla burada bir
derecelenme söz konusu değildir. Derecelenme söz konusu olsaydı, üstün olanın
eksikliğine yol açardı, Hâlbuki gerçek öyle değildir. Biz, en güçlü olanın en
zayıf olana hükmettiğine dikkat çekmek için, merkezi en büyük unsurun mahalli
yaptık ve kendisine işaret ederek onu el-Ukletü’l-Müstevfiz isimli kitabımızda zikrettik.
Allah Teâlâ bu yüce felekleri yaratıp
birinci felek vasıtasıyla günleri var etmiş, onu sabit yıldızların bulunduğu
ikinci felek ile gözlere göstermiştir. Sonra, unsurları toprak, su, hava ve
ateş olarak yaratmış, gökleri yedi tabaka olarak düzenlemiş, onları ayırmış,
başka bir ifadeyle duman halindeyken dürülmüş olan her bir göğü ayrıştırmıştır.
Ardından yeryüzünü yedi yere bölmüş. Birinci gök birinci yere, ikinci gök
ikinci yere aittir vs. Allah Teâlâ akan yıldızları beş olarak yarattı. Her
gökte bir gezegen, ardından ayı ve güneşi yarattı.
Güneşin yaratılmasıyla, günde gece ve
gündüz meydana geldi. Gerçi daha önce gün mevcut idi. Allah Teâlâ bu günün
yarışım yeryüzü ahalisi için gündüz -ki o güneşin doğumundan batışına kadar
olan süredir-, diğer yarısını ise gece yaptı. Gece güneşin batınımdan doğumuna
kadar olan süredir. Gün ise her ikisinin toplamıdır. Bu nedenle ‘Allah Teâlâ,
gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki şeyleri altı günde yarattı.’ Çünkü gün,
burçlar feleğinin var olmasıyla mevcut olmuştu. Günler bizce bilinen günlerdir.
Allah Teâlâ ayette ‘Arş’ı ve Kürsü’yü yarattı’ dememiş, ‘Gökleri ve yeri altı günde yarattı5461
buyurmuştur. Burçlar feleği bir kez döndüğünde, işte o, Allah Teâlâ’nın
gökleri ve yeri kendisinde yarattığı gündür. Ardından Allah Teâlâ, günlerin
değil güneşin varhğı nezdinde gece ve gündüzü yarattı.
Burçlar feleğine ilişen eksilme ve
artışa, başka bir ifadeyle saaderde değil gece ve gündüzde meydana gelen
eksilme ve artmaya gelince, çünkü saader her zaman yirmi dört saattirbunun
nedeni, güneşin burçların mıntıkasına girmesidir. Burçlar, bize nispede
eğimlidir. Güneş herhangi bir yerde yüksek menzilde bulunursa gün uzar, aşağı
menzillere girdiğinde ise gün kısalır. Burada ‘herhangi bir yerde’ dedik, çünkü
bize göre gece uzadığında başkaları için gün uzar. Böylece güneş onlara göre
yüce menzillerde, bize göre ise aşağı menzillerdedir. Bize göre gündüz
kısaldığında, belirttiğimiz nedenle onlara göre gece uzar.
Gün ise aynı gündür ve artmadan ve
eksilmeden yirmi dört saattir. Güneş, itidal noktasında ise gece ve gündüz
uzamaz ve eksilmez.
İşte günün hakikati budur. Bununla
birlikte sadece gündüzü terim olarak gün diye isimlendirebiliriz. Anla!
(Zaman ve Hakkın İşleri)
Allah Teâlâ gece ve gündüzden ibaret
olan bu zamanı bir gün yaptı. Şu halde zaman gündür ve gece ve gündüz zamanda
mevcuttur. Allah Teâlâ o ikisini kendilerinde meydana getirdiği şeylerin baba
ve annesi yapmıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Gece gündüzü örter.*62 Bu ifade,
Âdem için buyurduğu ‘Adem Havva’yı kucakladığında, Havva hamile kaldı 5463
ifadesine benzer. O halde, gece gündüzü örtündüğünde, gece baba, gündüz
anadır. Allah Teâlâ’nın gündüzde meydana getirdiği her şey, kadının doğurduğu
çocuklar mesabesindedir. Gündüz geceyi örttüğünde, gündüz baba, gece ise
annedir. Böylece Allah Teâlâ’nın gecede meydana getirdiği işler, annenin
doğurduğu çocuklar mesabesindedir.
Bu konuyu ‘0 her gün bir iştedir*464 ayetinden
söz ederken Kitabu’şşe’n adlı
kitabımızın bir bölümünde açıkladık. -Allah Teâlâ unutturmazsabu kitapta da
günlerin bilinmesi hakkında yararlı bir bölüm gelecektir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Geceyi gündüze katar, gündüzü geceye.’ Böylece
gece ve gündüz arasındaki evlilik ilişkisini daha fazla açıklamıştır.cOnlar için bir delil gecedir. Ondan gündüzü çıkartırızM6S ayeti ile
de, gecenin gündüzün annesi olduğunu ve çocuğun annesinden doğmasını ya da yılanın
derisinden sıyrılması gibi kendisinden çıktığında gündüzün geceden meydana
geldiğini açıklamıştır. Böylece gündüz gecenin içerdiği başka bir âlemde doğdu.
Baba ise zikrettiğimiz gündür. Bu meseleyi, ez-Zaman ve Mârijetü’d-dehr adlı (Zaman ve Dehr’in bilinmesi)
kitabımızda açıkladık. O halde bu gece ve gündüz, bir açıdan baba bir açıdan
annedir. Allah Teâlâ’nın unsurlar âleminde onlarm etkisiyle meydana getirdiği
türeyenler ise daha önce belirttiğimiz gibi gece ve gündüzün oğulları diye
adlandırılır.
Allah Teâlâ oluşu kabul eden âlemin
bütün cisimlerini inşa ettiğinde, dünya göğünün başından yerin içine kadar olan
yeri doğa, başkalaşma ve başkalaşmalar vesilesiyle meydana gelen varlıkların
ortaya çıkış âlemi yapmış, onu ana mesabesine yerleştirmiştir. Dünya göğünün
feleğinin başından son feleğe kadar olan kısmı ise baba yapmış, onlarda
menziller belirlemiş, sabit ve gezegen yıldızlarla onları süslemiştir. Gezegen
olanlar, sabiderde dolaşır. Sabit ve gezegen ise Azız Allah Teâlâ’nın
takdirine göre kuşatıcı felekte dolaşır. Bunun delili, Mısır bölgesindeki bazı
piramiderin yapım tarihinin zikredildiği bir yazıtta ‘Nesre yıldızı aslanda
iken inşa edildi’ ifadesinin görülmesidir. Şimdi ise onun oğlakta bulunduğu
kesindir ve biz onu böyle algılarız. Ayrıca bu durum, sabit feleklerin burçlar
feleğinde dolaştığına da delildir. Allah Teâlâ ay hakkında şöyle der:
‘Aya menziller takdir ettik.’466 Gezegenler
hakkında ise ‘Her birisi bir felekte yüzer5467 buyurur:
Başka bir ayette ise ‘Güneş kendisi için belirlenen yere
akar5468 buyurur: Burada kelime ‘la-müstekar
leha (onun durduğu yer yoktur)’ şeklinde de okunmuştur ve her iki okunuş
arasında gerçekte bir zıtlık yoktur. Sonra şöyle buyurur: ‘Bu azız ve her şeyi
bilenin takdiridir.’ Ay hakkındaki ‘Ona menziller takdir etmiştir’ ayetine bakılır. Başka bir ayette
ise şöyle buyrulur: ‘Güneş aya yetişemez, gece de .gündüzü
geçmez, her birisi bir felekte yüzer.’469 Yani
dairesel bir şeyde dönerler.
Allah Teâlâ gezegenler diye
isimlendirilen bu nurlar için unsurlara ulaşan ışınlar yarattı. Onların
unsurlara ulaşması, babaların analarla birleşmesinin yerini tutar. Allah Teâlâ,
bu aydınlık ışınların dört unsura ulaşması vesilesiyle, doğa âleminden duyuda
gördüğümüz oluşanları yaratır. Bu unsurlar, o ışınlar için şeriatımızdaki dört
kadın mesabesindedir. Bize göre ancak şerî bir sözleşme varsa nikâh geçerli
olabildiği gibi aynı şekilde Allah Teâlâ her göğe emrini vahyetmiştir (emir
akit yerini alır). Emrin göklere inmesi de bu vahiydendir. Nitekim Allah Teâlâ
şöyle buyurur: cEmir aralarina iner ’470 Burada
kast edilen ilâhî emirdir.
Bu ayetin yorumunda pek çok sır
vardır ki, onlar bu bölümde işaret ettiğimiz meselelere yakındır. İbn Abbas’ın
ayetin yorumu hakkında şöyle söylediği rivayet edilir: ‘Onu yorumlasaydım,
kâfir olduğumu söylerdiniz.’ Başka bir rivayette ise ‘beni taşlardınız’
denilir. Çünkü onlar Kur’an ayetlerinin sırlarındandır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘O yedi göğü yaratmış, yeri de onlar gibi
yaratmıştır.’ (Ardından şöyle demiş: ‘Emir aralarına iner.’47' Sonra
tamamlamış, açıklamış ve şöyle demiştir: ‘Böylece Allah Teâlâ’nın her şeye kadir olduğunu öğrenirsiniz.’472 Bu, daha
önce zikrettiğimiz eylem niteliğiyle Allah Teâlâ’nın ikinci babada amel ve
bilgi özelliğini yaratmış olmasıdır. Çünkü yaratmaya güç yetirebilmek eylemdir.
Sonra, Allah Teâlâ ifadesini
tamamlamış ve şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ her şeyi bilgice kuşatmıştır.’473 Biz ona
bilgi özelliği diye işaret ettik. Allah Teâlâ onu (ilk akıldan) çıkan-Tümel
Nefs olan ikinci babaya vermiştir. Şu halde Allah Teâlâ yarattığım bilen,
yaratmak istediğine güç yetirendir ve yaratmasına bir engel yoktur. Böylece
‘emir, gök ve yer arasına iner.’ Bu durum anne ve baba arasında ortaya çıkan
çocuğa benzer.
(Gezegenlerin Işıklan ve Dört Unsura
Bitişmeleri)
Göksel feleğin hareketinden meydana
gelen gezegenlerin ışıklarının unsurlara bitişmesine gelince -ki unsurlar
türeyen bütün şeylerin anasıdır-, Hakk onu cennet ehlinin cennette aynı anda
bütün eş ve cariyeleriyle duyusal bir tarzda cinsel ilişkiye girebilmelerinin
örneği yapmıştır. Nitekim bu birleşmeler de duyusaldır. Bu bağlamda bir
geciktirme ve öne alma olmaksızın, erkek arzuladığı zaman bir anda bütün
eşleriyle bedensel ve duyusal bir tarzda cinsel ilişki kurabilir. Bu ilişki,
(cinsel uzvun) girmesi ve bundan kaynaklanan özel hazm bulunmasıyla gerçekleşir.
İşte bu daimi nimet ve İlâhî iktidar(ın kamtı)dır.
Akıl, düşünme (fikir) yeteneği
yönünden bu hakikati algılayamaz, lâkin Hakkın dilediği kullarının kalbindeki
başka bir güç vasıtasıyla algılayabilir. Nitekim cennette suretler çarşısı
vardır: Kul bir sureti arzuladığında, ona girer. Nitekim dünyada da ruh, bize
göre şekilden şekle girer. Cisim olsa bile, Allah Teâlâ burada ona bu gücü
vermiştir: ‘Allah Teâlâ her şeye kadirdir.’
Cennet çarşısı hadisini Ebû İsa
Tirmizî el-Musannef in de zikretmiştir, oraya bakılabilir.
Bu nuranî
ışıklar dört unsura bitiştiğinde, bu cinsel birleşmeden Allah Teâlâ’nın
belirlediği türeyenler meydana gelir. Böylelikle türeyen şeyler, babalar ile
-ki onlar felekler ve yüce nurlardıranalar arasında meydana gelir. Analar ise
doğanın süflî unsurlarıdır. Bunlardan unsurlara ulaşan ışıklar cinsel birleşme,
feleklerin hareketleri ve nurların dönmesi ise birleştirici hareket haline
gelmiştir. Unsurların hareketleri ise doğumla ortaya çıkan çocuğu meydana getirmek
için kadının doğum vaktine benzer.; Çocuk, bu unsurlarda gözle görülen maden,
bitki, hayvan, cin ve insan gibi türeyenlerin suretleridir. ,
Dilediğine güç yetiren Allah Teâlâ
münezzehtir. Ondan başka ilâh yoktur. Her şeyin Rabbi ve hükümdarıdır.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: cBana ve ana babana şükret.*74 Dostum! En
yakın baba ve en yakın anne ve bunların arasındaki anne-babalara varıncaya
kadar, anne ve babalarının kim olduğu sana bildirildi: En yakın baban, somut
varlığının ortaya çıkmasını sağlayan kimse olduğu gibi sana en yakın anne de
böyledir. Ebeveyninin mutlu olacağı ve sevineceği teşekkür ve övgün, onları
sahiplerine ve Yaratıcılarına nispet edip fiili kendilerinden düşürmen ve onu
(seni meydana getirme fiilini) her şeyin yaranası olan sahibine ait görmendir.
Böyle yaptığında, bü fiilinle ebeveynini mutlu etmiş olursun. Bu mutluluğu
onlara sağlamak anne babalara teşekkürün ta kendisidir. Buriu yapmaz ve Allah Teâlâ’yı
unutursan, kendilerine şükretmemiş ve onlara şükretmekle ilgili Allah Teâlâ’nın
emrini tutmamışsın demektir.
Çünkü Allah Teâlâ ‘bana şükret5
demiş ve O’nun ilk ve öncelikli sebep olduğunu öğrenmen için kendisini önce
zikretmiştir. Ardından kendisine anf yaparak Ve anne babana’ demiştir. Anne
baba, vesileleriyle Hakkın seni yarattığı sebeplerdir. Böylece sebepleri Allah
Teâlâ’ya nispet edersin ve sebeplerin senin üzerindeki iyiliği tesir değil,
özellikle varlık önceliği olur. Çünkü gerçekte (kendilerinden) ortaya çıkan
eserlerin varlığının sebepleri olsalar bile, onların etkileri yoktur. Bu
kadarı ile anne ve babanın iyiliği gerçekleşmiş, buna karşın senden onlara
şükretmen istenmiş, Hakk onları kendin ve sahip olduğun şeyler için tesirde
değil, senden önce gelmede kendi yerine koymuştur. Fakat şu şartla ki, ‘Rabbinin
ibadetine hiç kimseyi ortak koşma.’
Allah Teâlâ’ya hamd edip ‘Rabbimiz ve
yüce babalarımızın ve süflî analarımızın Rabbi dediğimde’, benim bunu söylemem
ile bütün Ademoğullarının bunu söylemesi arasında hiçbir fark yoktur.
Dolayısıyla ana ve babalarını ortaya koymak için Adem ve Havva’dan kendi
zamanına kadar bizzat belirli bir şahsa hitap etmiyoruz. Bizim amacımız,
insanın yapısıdır. Böylece, bu övgü ile unsurlar âleminden, doğa ve insan âleminden
meydana gelmiş her şeyin mütercimi oldum. Ardından etken ve edilgin arasında
meydana gelmiş her şeye vekil olma derecesine yükselirim ve bütün dillerle Allah
Teâlâ’yı överim, bütün yüzlerle ona yönelirim. Böylece ödülümüz, Allah Teâlâ
katından bu tümel makamdandır.
Bir şeyhim ‘Bize ve Allah Teâlâ’nın
iyi kullarına selâm olsun’ veya ‘Size selâm olsun’ dediğimde şöyle demişti:
‘Bir yoldaşına selâm verdiğinde, Allah Teâlâ’nın yeryüzünde ve gökteki ölü ve
diri bütün iyi kullarını aklına getir. Çünkü selâmın bu makamdan sana iade
edilir. Selâmının ulaştığı Hakka yakın her melek veya temiz ruh, mutlaka
selâmını alır. Selâm bir duadır. Böylece duan kabul edilir ve kurtuluşa
erersin. Allah Teâlâ’nın heybetinde kendisini kaybetmiş, O’nunla ilgilenip
kendinden geçmiş kullarından birisine selâmın ulaşmadığında -Hâlbuki bu genel
ifadenle onlara da selâm verdin, -onlar adına selâmını Allah Teâlâ ahr. Hakkın
selâmını alması, sana şeref olarak yeter. Keşke kimse verdiğin selâmı
duymasaydı da, Hakk onlarm yerine selâmını alsaydı. Böyle bir şey senin adına
daha büyük şeref olurdu!’
Allah Teâlâ Yahya’yı şereflendirmek
için şöyle demiştir: ‘Doğduğu, öldüğü ve diri olarak
diriltileceği gün ona selâm olsun.’475 Bu bir
ihsan ve bildirim selâmıdır. Peki, Hakkın emrini yerine getiren kimsenin adına
aldığı zorunlu selâm hakkında ne söylenebilir? Farzların ödülü, hakkında ‘doğduğu
gün ona selâm olsun’ denilen kimse için faziletlerin ödülünden daha büyüktür.
Böylece Allah Teâlâ onun için iki iyiliği birleştirmiştir.
Allah Teâlâ’nın bize salâtı (rahmet, Allah
Teâlâ size salât eder) kendiliğinden gerçekleşmiştir. Selâmının ise salâtı
gibi, kendiliğinden gerçekleşip gerçekleşmediği hakkında bir rivayet bana
ulaşmadı. Bu konuda kendisine bir şey aktarılıp onu öğrenen kimsenin, bildiği o
rivayeti Allah Teâlâ’nın bize salât etmesinin yanma katması boynunun borcudur.
Böyle yaparsa bu bilgi, müminler için bir müjde, benim bu kitabım için de bir
şeref olur. Allah Teâlâ yardımcı ve başarıya ulaştırandır. Ondan başka Rab
yoktur.
(Doğal Babalar ve Doğal Analar)
Doğal baba ve annelere gelince, biz
onları zikretmedik. Onlar hakkında genel bir husus zikredelim:
Onlar iki anne ve babadır. İki baba
iki fail, iki ana ise iki edilgen dir. Onlardan meydana gelen şey ise o
ikisinin ürünüdür. Şu halde sıcaklık ve soğukluk fail, ıslaklık ve kuruluk
edilgendir. Sıcaklık kurulukla birleşmiş, ateş unsurunu ortaya çıkartmışlardır.
Sıcaklık ıslaklıkla birleşmiş, hava unsurunu meydana getirmişlerdir. Sonra
soğukluk yaşlıkla birleşmiş, su unsurunu meydana getirmişlerdir. Soğukluk
kurulukla birleşmiş, toprak unsurunu meydana getirmişlerdir. Böylelikle
ürünlerde baba ve annelerin hakikatleri meydana geldi.
Bu bağlamda ateş, sıcak-kuru
olmuştur. Sıcaklığı baba, kuruluğu ise ana yönündendir. Hava sıcak ve yaştır;
sıcaklığı baba yönünden, yaşlığı ana yönündendir. Su, soğuk ve yaş olmuş;
soğukluğu baba, yaşlığı ise ana yönündendir.
Sıcaklık ve soğukluk bilgiden, yaşlık
ve kuruluk ise iradedendir. Bu, unsurların var oluşta ilâhî ilimle
ilişkileridir. Onlardan meydana gelen şey ise kudrettendir. Ardından bu
unsurlarda üreme meydana gelmiştir. Çünkü onlar, ulvî nurların babaları için
annedir; yoksa bu durum onların baba olmaları yönünden gerçekleşmez. Bununla
beraber babalık onlarda mevcuttur.
Kuşkusuz babalık ve oğulluğun görelik
ve bağıntılardan olduğunu bildirmiştik. Baba, oğlu olduğu bir babanın oğludur.
Çocuk ise babası olduğu bir çocuğun babasıdır. Aynı şey nispetlerin
hükümlerinde de böyledir. Oraya bakınız!
Allah Teâlâ başarıya erdirendir,
O’ndan başka Rab yoktur.
Kuruluk sıcaklıktan, yaşlık
soğukluktan meydana geldiği için, yaşlık ve kuruluk hakkında ‘onlar
edilgendir’ dedik ve bu nedenle her ikisini unsurlar için ana saydık. Sıcaklık
ve soğukluk iki fail olduğu için, onları unsurlar için baba saydık. Sanat bir
sanatçının var olmasını gerektirir ve bu zorunludur. Edilgen, özü gereği etkin
olanı talep eder, çünkü onun nedeniyle edilgen olmuştur. O’ndan dolayı edilgen
olmasaydı, edilgenliği ve etkiyi kabul etmez ve failin aksine müteessir
(etkilenen, edilgen) olmazdı. Çünkü fail, iradesiyle iş yapar. Dilerse yapar, bu
durumda fail diye isimlendirilir, dilerse yapmaz. Edilgen ise bu özelliğe
sahip değildir.
Bu nedenle Allah Teâlâ Kur’an’da
şöyle buyurur -ki o Kur’an’ın fasihliği ve vecizliğini gösteren bir ayettir-: ‘Kuru yaş her şey apaçık kitaptadır.*76 Burada Allah
Teâlâ, edilgeni zikretmiş ve sıcak ve soğuk dememiştir. Bunun nedeni şudur:
Doğa bilimcilere göre yaşlık ve kuruluk, bir iş sanatkârım gerektirdiği gibi,
kendilerinden meydana geldikleri sıcaklık ve soğukluğu talep eder. Bu nedenle
Kur’an asıllarını zikretmeden o ikisini zikretti. Bununla beraber ‘Her şey
apaçık kitapta bulunur.’
Allah Teâlâ, efendimiz Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’e kendisinden başka hiç kimsenin ulaşamadığı
bilgileri ihsan etmiştir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle
demiştir: ‘Bana öncekilerin ve sonrakilerin bilgisi öğretildi.’ Bu bağlamda
İlâhî ilim, bütün ilimlerin aslıdır ve bütün ilimler ona döner.
Bu bölümün gerektirdiği konulan son
derece Özet ve veciz bir şekilde ifade ettik. Çünkü bu konudaki uzunluk,
niteliklerin zikri batisindedir. Asılları ise zikrettik ve ortaya koyduk. Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola Ulaştırır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar