Print Friendly and PDF

Zekat ve Vergide Yeni Dönem Nasıl olmalı Konusuna Cevap

Bunlarada Bakarsınız

 


Yapay Zekâ ile paylaştığım 36 adet YÖK izinli tezi ile Ulaştığım Sonuç

Merhaba, sorduğunuz sorular, İslam iktisat ve hukuk tarihinde önemli tartışmaları içeren konuları kapsamaktadır. Kaynaklara dayanarak bu soruları ayrıntılı bir şekilde yanıtlayalım.

Zekât ile Vergi Aynı Mıdır?

Hayır, zekât ile vergi aynı değildir, ancak aralarında benzerlikler bulunur. Her ikisi de toplumsal yaşamın gereği olarak zorunlu (cebrî) ödemelerdir ve genellikle kamu otoritesi (devlet) tarafından toplanır. Mükellefler, her iki ödeme karşılığında doğrudan kendilerine özel bir menfaat beklemezler. Ancak bu benzerliklere rağmen, aralarında önemli temel farklar vardır:

Temel Farklılıklar:

  1. Kaynağı ve Meşruiyeti:
    • Zekât, kaynağını Kur'an ve Sünnet'ten alan, Allah tarafından emredilmiş ilahi kökenli bir ibadettir. Bu nedenle hükümleri kalıcı ve değişmezdir. Zekâtın farz olduğunu inkâr etmek kişiyi dinden çıkarabilir.
    • Vergi ise, devletin egemenlik gücüne dayanarak kanunlarla koyduğu veya kaldırdığı beşerî bir yükümlülüktür.
  2. Oranları ve Matrahı (Nisap):
    • Zekâtın hangi mallardan (zekât konusu), ne kadar asgari miktara (nisap) ulaşıldığında ve hangi oranda (%2,5, %5, %10, %20 gibi) verileceği Hz. Peygamber tarafından belirlenmiştir ve bu oranlar tarih boyunca değiştirilmemiştir. Bu oranların değiştirilmesi, onun mali bir ibadet olma özelliğini ortadan kaldırır.
    • Verginin konusu, matrahı ve oranları ise kanunlarla düzenlenir ve devletin ihtiyaçlarına göre zamanla artırılıp eksiltilebilir.
  3. Harcama Alanları (Sarf Yerleri):
    • Zekâtın kimlere ve nerelere harcanacağı Tevbe Suresi'nin 60. ayetiyle sekiz sınıf olarak açıkça belirlenmiştir. Devlet, topladığı zekâtı bu sınıflar dışında dilediği kamu hizmetlerine (yol, köprü, genel savunma harcamaları vb.) harcayamaz. Bu yönüyle zekât, harcama yeri önceden belirlenmiş tahsisî bir vergi niteliğindedir.
    • Vergilerde ise genellikle adem-i tahsis ilkesi geçerlidir; yani toplanan vergiler devletin genel bütçesine girer ve kamu yararına uygun görülen her türlü hizmet için harcanabilir.
  4. Mükellefiyet ve Niyet:
    • Zekât, sadece Müslüman ve dinen zengin sayılan kişilere farzdır. Bir ibadet olduğu için yerine getirilirken niyet edilmesi sıhhat şartıdır. Devletin zekâtı zorla alması durumunda dahi niyetin geçerliliği tartışılmıştır.
    • Vergi ise, vatandaşlık bağıyla devlete bağlı olan tüm gerçek ve tüzel kişileri (Müslüman veya gayrimüslim) kapsar ve ödenmesi için dinî bir niyet aranmaz.

Bu temel farklardan dolayı İslam alimlerinin çoğunluğu, zekât ile verginin ayrı mükellefiyetler olduğu görüşündedir. Buna göre, devlete ödenen vergi, kişinin zekât borcunu düşürmez.

Peygamberimiz ve İlk İki Halife Dönemindeki Uygulama Sonradan Neden Değişti?

Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) ve ilk iki halife olan Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde zekât, bir kurum olarak tamamen devlet tarafından toplanıp dağıtılıyordu. Hz. Peygamber, zekâtın düzenli toplanması için görevliler (âmiller) atamış, toplanma zamanını belirlemiş, kayıtlar tutturmuş ve belirlenen yerlere dağıtımını organize etmiştir. Hz. Ebû Bekir, zekât vermek istemeyen kabilelerle savaşarak bu kurumsal yapının devlet otoritesi için ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. Hz. Ömer döneminde ise fetihlerle gelirler artmış, divanlar kurularak zekât ve diğer gelirlerin dağıtımı daha sistematik hale gelmiştir.

Bu merkezi ve kurumsal uygulama, Hz. Osman döneminde bir değişikliğe uğramıştır. Hz. Osman, zekâta tâbi malları zâhirî (görünen) ve bâtınî (gizli) mallar olarak ikiye ayırmıştır.

  • Zâhirî Mallar: Tarım ürünleri, madenler ve meralarda otlayan hayvanlar gibi devlet görevlileri tarafından kolayca tespit edilebilen mallardır. Bu malların zekâtı eskiden olduğu gibi devlet tarafından toplanmaya devam etmiştir.
  • Bâtınî Mallar: Altın, gümüş, nakit paralar ve ticaret malları gibi kişilerin evlerinde veya kasalarında sakladıkları, tespiti zor olan mallardır. Hz. Osman, bu malların zekâtının ödenmesini kişilerin kendi vicdanlarına ve dindarlıklarına bırakmıştır.

Bu değişikliğin sebepleri arasında şunlar zikredilmektedir:

  1. İslam coğrafyasının genişlemesi ve devlet gelirlerinin artmasıyla bâtınî malların tespit ve kontrolünün zorlaşması.
  2. Bazı zekât memurlarının yetkilerini aşarak haksızlık yapmaları ve bu yöndeki şikayetlerin artması.
  3. İnsanların kendi fakir akrabalarına zekâtlarını doğrudan vererek yardım etme isteklerine imkân tanıma düşüncesi.

Hz. Osman'ın bu uygulaması, ondan sonraki dönemlerde de devam etmiş ve zamanla zekâtın devletle olan ilişkisi zayıflamıştır. Emevîler döneminden itibaren zekât, büyük ölçüde bireysel ve vicdani bir yükümlülük olarak algılanmaya başlanmıştır.

Devletin Günümüzdeki Aldığı Vergi Hakkında Zekât Görüşünü Savunanlar Neden Azaldı?

Tarihsel süreçte, özellikle Osmanlı Devleti'nde, devletin aldığı bazı vergilerin (tekâlif-i örfiyye) zekât niyetiyle ödendiği takdirde kişinin zekât borcunu düşüreceğine dair fetvalar verilmiştir. Hatta Ebussuud Efendi'nin, donanmanın güçlendirilmesi için vergi adı altında toplanan paraların zekâta sayılabileceğine dair fetvası bulunmaktadır. Bu görüşü savunanlar, devletin topladığı vergilerle zekâtın hedeflediği kamu hizmetlerini (güvenlik, fakirlerin gözetilmesi vb.) yerine getirdiğini ileri sürmüşlerdir.

Söylediğiniz gibi, Osmanlı Devleti döneminde devletin topladığı bazı vergilerin (özellikle örfî vergilerin), zekât niyetiyle ödendiğinde kişinin zekât borcunu düşüreceğine dair fetvalar verilmiştir. Bu uygulama, devletin mali yapısı, toplumun ihtiyaçları ve fıkhî yorumların bir araya geldiği karmaşık bir durumu yansıtmaktadır.

Osmanlı'da Verginin Zekâta Sayılması Uygulaması

Osmanlı Devleti, şer'i vergilerin (zekât, öşür, haraç, cizye) yanı sıra, savaş gibi olağanüstü durumlar veya bazı idari ihtiyaçlar için "tekâlif-i örfiyye" adı altında örfî vergiler de toplamıştır. Şeyhülislam Ebussuûd Efendi, Minkârîzâde Yahyâ Efendi ve Abdürrahim Efendi gibi birçok şeyhülislamın fetvalarında, Müslüman bir tüccarın devlete ödediği gümrük vergisi veya koyun vergisi (âdet-i ağnâm) gibi vergileri zekâta niyet ederek ödemesi durumunda zekât borcunun yerine geleceği belirtilmiştir.

Bu fetvaların temel mantığı şudur:

• Zekât ibadetinde temlik, yani zekâtın doğrudan hak sahibinin mülkiyetine geçirilmesi, Hanefî mezhebinde önemli bir şarttır.

• Ancak devlet, zekâtı toplama ve dağıtma yetkisine sahiptir. Devlet başkanı veya görevlendirdiği memur (âmil), fakirlerin vekili olarak zekâtı alabilir. Zekâtın devlet başkanına teslim edilmesiyle de temlik şartının gerçekleştiği kabul edilmiştir.

• Bu fetvalarda, devlet hazinesi (beytülmâl) fakirlerin de hak sahibi olduğu bir kurum olarak görülmüştür. Devletin topladığı örfî vergiler, kamu hizmetleri ve özellikle savaş giderleri (cihad) için harcandığından, bu harcamaların dolaylı olarak zekâtın amaçlarına hizmet ettiği düşünülmüştür.

Bu doğrultuda, kişi devlete vergi öderken zekâta niyet ettiğinde, bu ödemenin devlet aracılığıyla (fakirlerin vekili olarak) hak sahiplerine ulaştırıldığı varsayılarak zekât borcunun düştüğü kabul edilmiştir.

Donanma İânesi Tartışmaları ve Ebussuûd Fetvası

Bu uygulamanın en çarpıcı örneklerinden biri, 20. yüzyılın başlarında Osmanlı donanmasının modernizasyonu için zekât gelirlerinin kullanılması tartışmalarında görülmüştür.

Osmanlı Devleti'nin son döneminde, donanma teknolojik olarak geri kalmış ve devlet hazinesi de donanmayı modernize edecek güce sahip değildi. Bu nedenle, donanmanın güçlendirilmesi için halktan yardım (iâne) toplanması gündeme geldi ve bu yardımların zekât gelirlerinden karşılanıp karşılanamayacağı büyük bir fıkhî tartışma başlattı.

 

Karşı Çıkanlar: Küçük Hamdi (Elmalılı Hamdi Yazır) gibi alimler, donanmanın bir tüzel kişilik olduğunu ve zekâtta aranan şahsa temlik şartının gerçekleşmediğini savundular. Zekâtın harcama yerlerinin Tevbe Suresi 60. ayette sekiz sınıf olarak kesin bir şekilde belirlendiğini ve donanmanın bu sınıflardan birine girmediğini ileri sürdüler. Bu görüşe göre, donanmaya doğrudan zekât verilemezdi. Çözüm olarak ise, bir fakire zekât verip ondan bu parayı donanmaya bağışlamasını istemek gibi dolaylı yollar (hîle-i şer'iyye) önerildi.

 

Destekleyenler: Müftü Fahreddin ve Alay Müftüsü gibi isimler ise, devletin ve vatanın güvenliğinin her şeyden önce geldiğini savundular. Onlara göre, vatan tehlikedeyken donanmayı güçlendirmek, diğer farz ibadetlerden bile daha öncelikli (ehem) hale geliyordu. Bu görüşü savunanlar, argümanlarını güçlendirmek için tarihsel uygulamalara, özellikle de Ebussuûd Efendi'nin meşhur donanma fetvasına atıfta bulundular.

 

Bu tartışmalar sırasında Alay Müftüsü, Ebussuûd Efendi'nin donanmanın büyük bir yenilgiye uğraması sonrası yeniden güçlendirilmesi için zenginlerin "gerek geçmiş, gerek mevcut, gerekse gelecek yıllardaki zekâtlarına niyet ederek" yaptıkları harcamaların zekât yerine geçeceğine dair fetvasını hatırlatmıştır. Bu fetva, devletin aldığı vergilerin veya devlet öncülüğünde toplanan yardımların zekâta sayılabileceğine dair en güçlü tarihsel kanıtlardan biri olarak sunulmuştur. Ayrıca Alay Müftüsü, donanma harcamalarının zaten büyük çoğunluğu zekât olan devlet hazinesinden karşılandığını belirterek, mevcut tartışmanın yersiz olduğunu ima etmiştir.

 

Sonuç olarak, Osmanlı Devleti'nde devletin aldığı bazı vergilerin zekâta sayılabileceği yönündeki fetvalar, devletin kamu yararını ve özellikle cihad gibi savunma ihtiyaçlarını zekâtın harcama alanlarından biri olan "fî sebîlillâh" (Allah yolunda) kapsamında geniş bir şekilde yorumlamasına dayanmaktadır. Özellikle donanmanın güçlendirilmesi gibi hayati konularda bu görüşe başvurulmuş ve Ebussuûd Efendi'nin fetvası, bu uygulamanın tarihsel meşruiyetinin en önemli dayanaklarından biri olmuştur.

 

Ancak günümüzde bu görüşü savunanların sayısı azalmıştır. Bunun başlıca nedenleri şunlardır:

  1. Modern Devletin Laik ve Seküler Yapısı: Günümüzdeki devletlerin çoğu laik bir yapıya sahiptir. Zekât ise temelde dinî bir ibadettir. Laik bir devletin dinî bir mükellefiyet olan zekâtı toplaması veya topladığı vergilerin zekât yerine geçtiğini kabul etmesi, laiklik ilkesiyle çelişkili görülmektedir.
  2. Vergi ve Zekât Arasındaki Temel Farklılıkların Belirginleşmesi: Yukarıda belirtilen kaynak, oran, harcama yeri ve niyet gibi temel farklılıklar, iki kurumun birbiri yerine geçemeyeceği görüşünü güçlendirmiştir. Özellikle devletin topladığı vergileri faizli işlemlerde kullanması veya İslam'a uygun olmayan alanlara harcaması, bu vergilerin zekât sayılamayacağının en önemli gerekçelerindendir.
  3. Harcama Yerlerinin Farklılığı: Zekâtın harcama yerleri Kur'an'da açıkça belirtilmişken, vergiler devletin genel bütçesine dâhil edilerek çok çeşitli kamu hizmetleri için kullanılır. Modern devletin savunma, altyapı, eğitim gibi devasa harcamalarının tamamını zekât gelirleriyle karşılamak mümkün değildir. Bu harcamalar zekât bütçesine yüklendiğinde, asıl hak sahibi olan fakir ve yoksullar mağdur olabilir.
  4. Uluslararası Tartışmalar ve Kurumsallaşma Çabaları: Günümüz İslam dünyasında zekâtın yeniden kurumsallaştırılması yönünde ciddi çalışmalar yapılmaktadır. Bu çalışmalarda genel eğilim, zekâtın vergiden ayrı, kendine özgü bütçesi ve yönetim yapısı olan özerk veya bağımsız bir kurum tarafından yönetilmesi yönündedir. Bu yaklaşım, zekâtın vergiden ayrı bir müessese olduğu fikrini pekiştirmektedir.

Bu nedenlerle, devletin aldığı vergilerin zekât yerine geçebileceği yönündeki tarihsel görüş, modern devlet yapısı ve güncel fıkhi tartışmalar ışığında zayıflamış ve günümüzde daha az savunulur hale gelmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti İslam Devleti olsaydı aldığı vergiler zekat yerine geçer miydi?

Sorduğunuz soru, kaynaklarda ve önceki sohbetlerimizde ele alınan zekât ve vergi arasındaki ilişki, bu iki kurumun tarihsel uygulamaları ve fıkhî dayanakları gibi konuların kesişim noktasında yer alan önemli bir varsayımsal meseledir. Kaynaklardaki bilgiler ışığında, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir İslam devleti olması durumunda toplanan vergilerin zekât yerine geçip geçmeyeceği konusunu çeşitli boyutlarıyla ele alalım.

Bu sorunun net bir "evet" veya "hayır" cevabı yoktur; çünkü cevap, devletin benimseyeceği fıkhî yoruma, kurumsal yapıya ve toplanan vergilerin niteliğine bağlı olarak değişecektir. Farklı senaryolar üzerinden konuyu değerlendirmek daha aydınlatıcı olacaktır.

 

Görüş 1: Vergilerin Zekât Yerine Geçmeyeceği Görüşünün Benimsenmesi

Bu senaryoda, modern devlet anlayışında olduğu gibi, devletin zekâtı vergiden tamamen ayrı iki malî yükümlülük olarak kabul etmesi durumu ele alınır. Kaynaklara göre, bu görüşü destekleyen güçlü fıkhî gerekçeler bulunmaktadır ve günümüzde de en yaygın kabul gören yaklaşımdır.

Bu görüşün temel dayanakları şunlardır:

1. Kaynak ve Niyet Farklılığı: Zekât, ibadet niyetiyle yerine getirilen ve kaynağını Kur'an ve Sünnet'ten alan ilahî bir emirdir. Vergi ise, devletin egemenlik gücüne dayanarak kanunla koyduğu dünyevî bir yükümlülüktür. Türkiye bir İslam devleti olsa bile, topladığı vergileri (gelir vergisi, KDV, ÖTV vb.) vatandaşlık görevi olarak toplayacak, mükelleflerden ibadet niyeti beklemeyecektir. Bu durumda, bir Müslüman vergisini ödese bile, niyet şartı gerçekleşmediği için zekât borcundan kurtulmuş sayılmaz.

2. Harcama Alanlarının (Sarf Yerleri) Farklılığı: Zekâtın harcanacağı yerler Tevbe Suresi 60. ayette sekiz sınıf olarak kesin bir şekilde belirlenmiştir. Devlet, topladığı zekâtı bu sınıflar dışındaki genel kamu hizmetlerine (yol, köprü, genel savunma, memur maaşları vb.) harcayamaz. Modern bir devletin ise, topladığı vergileri "adem-i tahsis" ilkesi gereği genel bütçeye aktararak her türlü kamu hizmeti için kullanması esastır. Dolayısıyla, Türkiye İslam devleti de olsa, günümüzdeki gibi karmaşık ve devasa kamu harcamalarını finanse etmek için topladığı vergilerin tamamını zekâtın dar ve özel harcama alanlarına tahsis etmesi beklenemez. Bu temel fark, vergilerin zekât yerine geçmesine en büyük engeldir.

3. Oran ve Matrah Farklılığı: Zekâtın hangi mallardan (matrah) ve hangi oranlarda (%2.5, %5, %10 gibi) alınacağı naslarla belirlenmiştir ve bu oranlar sabittir. Vergi oranları ve matrahları ise devletin ihtiyaçlarına göre kanunlarla sürekli değiştirilebilir. Bir İslam devleti de bu esnekliğe sahip olmak zorundadır. Bu nedenle, devletin aldığı değişken oranlı vergilerin, sabit oranlı zekâta denk sayılması mümkün değildir.

Bu gerekçelerle, Türkiye bir İslam devleti olsaydı bile, büyük olasılıkla zekât ve vergiyi iki ayrı kurum olarak ele alacak; vatandaşlar vergilerini devlete ödedikten sonra, ayrıca zekâtlarını bireysel olarak veya devletin kuracağı özel bir zekât kurumu aracılığıyla ödemeye devam edeceklerdi.

 

Görüş 2: Vergilerin Belirli Şartlarda Zekât Yerine Geçebileceği Görüşünün Benimsenmesi

Bu senaryo, tarihsel uygulamalara, özellikle de Osmanlı Devleti'ndeki fetvalara dayanır. Bu yaklaşıma göre, bir İslam devletinin aldığı bazı vergiler, belirli şartlar altında zekât borcunu düşürebilir.

Bu görüşün dayanakları şunlardır:

1. Niyet ve Devletin Vekaleti: Zekâtın devlet başkanı veya görevlendirdiği memura (âmil) teslim edilmesiyle, fakirlerin vekili olan devlete ödeme yapıldığı için "temlik" (mülkiyetin devri) şartının gerçekleştiği kabul edilir. Buna göre, bir Müslüman devlete vergisini öderken "zekâta niyet ederse", bu ödemenin zekât borcunu düşüreceği kabul edilebilir. Alay Müftüsü Harun Hilmi ve birçok Osmanlı Şeyhülislamı, gümrük vergisi (uşûr), koyun vergisi (âdet-i ağnâm) ve savaş için toplanan örfî vergilerin (tekâlif-i örfiyye) zekât niyetiyle ödenmesi halinde geçerli olacağına dair fetvalar vermiştir.

2. Harcama Alanlarının Geniş Yorumlanması: Bu görüşü savunanlar, devletin topladığı vergilerle yerine getirdiği bazı kamu hizmetlerinin, zekâtın harcama alanlarından olan "fî sebîlillâh" (Allah yolunda) kapsamında değerlendirilebileceğini ileri sürerler. Özellikle ülkenin savunması, ordunun ve donanmanın teçhiz edilmesi gibi konular bu kapsama dâhil edilmiştir. Nitekim Şeyhülislam Ebussuûd Efendi'nin, donanmanın güçlendirilmesi için vergi adı altında toplanan paraların geçmiş, mevcut ve gelecek yılların zekâtına sayılabileceğine dair meşhur fetvası, bu uygulamanın en önemli tarihsel dayanağıdır.

Bu senaryonun gerçekleşmesi durumunda, Türkiye Cumhuriyeti İslam devleti olsaydı, çıkacağı bir kanunla veya vereceği bir fetva ile vatandaşların ödedikleri bazı vergileri (örneğin gelir vergisinin belirli bir kısmını) zekâta niyet etmeleri halinde kabul edebilirdi. Ancak bu durumda bile, toplanan vergilerin tamamının değil, sadece zekâtın harcama alanlarıyla (sosyal yardımlar, savunma vb.) örtüşen kısmının zekâta sayılabileceği bir düzenleme yapılması daha muhtemeldir.

Sonuç ve Değerlendirme

Her iki senaryoyu da değerlendirdiğimizde, birinci senaryonun günümüz şartlarında daha uygulanabilir ve fıkhî açıdan daha tutarlı olduğu görülmektedir. Modern devletin yapısı, harcamalarının çeşitliliği ve laik hukuk sistemlerinin etkisi, zekât ve vergiyi birbirinden ayrı tutmayı daha pratik kılmaktadır. Zaten günümüzde zekâtın kurumsallaştırılması yönündeki çalışmalarda da, vergiden ayrı ve özerk bir "Zekât Kurumu" modelinin benimsendiği görülmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin varsayımsal olarak bir İslam devletine dönüşmesi durumunda, vergilerin zekât yerine geçip geçmeyeceği tamamen devletin benimseyeceği hukukî ve iktisadî modele bağlı olurdu. Ancak kaynaklardaki fıkhî tartışmalar ve tarihsel tecrübeler, bu iki kurumun temel farklılıkları nedeniyle tamamen birleştirilmesinin zorluklarına işaret etmektedir. En olası senaryo, vergilerin genel kamu hizmetleri için toplanmaya devam edilmesi, zekâtın ise sosyal adalet ve yoksullukla mücadele odaklı, ibadet boyutu korunarak ayrı bir kurum veya sistem aracılığıyla yönetilmesi olurdu.


Türkiye Devleti vatandaşlarına vergi kaçırmamayı engelleyecek telkinlerde ve uyarılarda yahut cezaları artırsa  gereken yerlere de harcanacağını vadetse ve zekatın laiklik bağlamında sorun olmayacağına ikna etse ve vatandaşlar buna ikna olsa dini yükümlülük bir şekilde düşer mi?

Sorduğunuz varsayımsal soru, kaynaklarda ve önceki sohbetlerimizde ele aldığımız zekât ve verginin niteliği, tarihsel uygulamaları ve fıkhî dayanakları gibi konuların kesişim noktasında yer almaktadır. Kaynaklardaki bilgiler ışığında, tarif ettiğiniz senaryo gerçekleşse dahi dinî yükümlülüğün (zekât borcunun) düşüp düşmeyeceğini fıkhî ve tarihsel boyutlarıyla değerlendirelim.

Sizin ortaya koyduğunuz senaryo, aslında zekât ile verginin aynı amaca hizmet ettiği ve birbirinin yerine geçebileceği görüşünün temel şartlarını oluşturmaya yöneliktir. Ancak İslam hukukçularının çoğunluğuna ve kaynaklardaki bilgilere göre, bu şartlar sağlansa bile, devlete ödenen vergilerin zekât borcunu düşürmesi oldukça zordur. Bunun temel nedenleri şunlardır:

1. Niyet ve İbadet Boyutu

Zekâtın en temel özelliklerinden biri, onun bir ibadet olması ve bu ibadetin geçerliliği için niyet şartının bulunmasıdır. Kişinin, malından ayırdığı payı "Allah rızası için zekât olarak" vermeye niyet etmesi, bu ibadetin sıhhat şartıdır.

  • Sizin Senaryonuzda Niyet: Devletin vatandaşlarını vergi ödemeye ikna etmesi, vergilerin adil toplanıp doğru yerlere harcanacağını vadetmesi ve laiklik endişelerini gidermesi, vatandaşın vergisini daha gönüllü ödemesini sağlayabilir. Ancak bu durum, ödemeyi "vatandaşlık görevi" olmaktan çıkarıp "ibadet" haline getirmez. Kişi, devletin telkinleriyle vergisini öderken bunu bir kanunî yükümlülük olarak yerine getirir; Allah'a kulluk ve O'nun emrini yerine getirme niyeti genellikle ikinci plandadır veya hiç yoktur.
  • Hanefî Mezhebi Yaklaşımı: Özellikle Hanefî mezhebinde niyetin, zekâtın rüknü veya sıhhat şartı olduğu vurgulanır. Bir malı zekât olarak ayırırken veya fakire verirken bu niyetin kalben mevcut olması gerekir. Devletin kanun zoruyla aldığı bir ödemede, her bir mükellefin ibadet niyeti taşıdığını varsaymak mümkün değildir.

2. Harcama Alanlarının (Sarf Yerleri) Farklılığı

Zekât ile verginin birbirinin yerine geçmesine en büyük engel, harcanacakları yerlerin farklılığıdır.

  • Zekâtın Belirli Sarf Yerleri: Zekâtın kimlere verileceği, Tevbe Suresi'nin 60. ayetinde sekiz sınıf olarak kesin bir şekilde tahsis edilmiştir (fakirler, miskinler, borçlular vb.). Devlet dahi topladığı zekâtı bu sınıflar dışında genel kamu hizmetlerine (yol, köprü, baraj, genel savunma, memur maaşları vb.) harcayamaz.
  • Vergilerin Genel Bütçeye Girmesi: Modern devletlerde toplanan vergiler ise "adem-i tahsis" (belirli bir amaca özgülenmeme) ilkesi gereği genel bütçeye girer. Devlet, bu bütçeyi anayasa ve kanunlar çerçevesinde her türlü kamu hizmeti için kullanır. Devletin, vatandaşlara "vergileri gereken yerlere harcayacağını" vadetmesi, bu paranın sadece Tevbe Suresi'ndeki sekiz sınıfa harcanacağı anlamına gelmez. Yol da, okul da, hastane de, ordu da "gereken yerlerdir".
  • "Fî Sebîlillah" Yorumu: Tarihsel olarak bazı alimler, özellikle Osmanlı döneminde, devletin savunma (donanma vb.) harcamalarını zekâtın "fî sebîlillah" (Allah yolunda) kalemine dâhil ederek vergilerin zekâta sayılabileceğine dair fetvalar vermişlerdir. Ebussuud Efendi'nin donanma fetvası bunun en meşhur örneğidir. Ancak günümüz alimlerinin genel kanaati, bu yorumun çok geniş tutulduğu ve modern devlet harcamalarının tamamını bu kapsama almanın mümkün olmadığı yönündedir.

3. Laik Devlet Yapısı ve İbadetin Niteliği

Sizin senaryonuzda devletin vatandaşları "laiklik bağlamında sorun olmayacağına" ikna etmesi durumu ele alınıyor. Ancak sorun sadece vatandaşın ikna olması değil, sistemin kendi doğasıdır:

  • Zekât Dinî Bir Kurumdur: Zekât, kaynağını ve meşruiyetini ilahi vahiyden alan dinî bir kurumdur. Peygamberimiz (salla’llâhu aleyhi ve sellem) ve ilk halifeler döneminde devlet tarafından toplanması, o devletin "İslam devleti" niteliği taşımasından kaynaklanıyordu.
  • Laik Devletin Tarafsızlığı: Türkiye Cumhuriyeti gibi laik bir devletin temel ilkesi, dine karşı tarafsız olmasıdır. Devletin, vatandaşlarından topladığı vergiyi "zekât" olarak nitelemesi veya zekât borcuna sayması, laiklik ilkesiyle temelden çelişir. Devlet bunu bir kanunla düzenlese bile, toplanan meblağın hukuki niteliği "vergi" olmaya devam eder, "ibadet" olmaz. Bu durum, devletin dinî bir yükümlülüğü yerine getirme veya getirtme pozisyonuna girmesi anlamına gelir.

Osmanlı Uygulaması Neden Günümüz İçin Doğrudan Örnek Olamaz?

Önceki sohbetimizde belirttiğimiz gibi, Osmanlı döneminde bazı şeyhülislamlar, Müslüman bir tüccarın devlete ödediği gümrük vergisi gibi örfî vergileri zekâta niyet etmesi halinde zekât borcunun düşeceğine dair fetvalar vermişlerdir. Alay Müftüsü de, donanma harcamalarının zaten büyük çoğunluğu zekât olan devlet hazinesinden karşılandığını belirtmiştir.

Ancak bu uygulamanın günümüz Türkiye'si için doğrudan emsal alınması zordur. Çünkü:

  1. Osmanlı Devleti, şer'i hükümlerle yönetilen bir İslam devletiydi. Devlet başkanı (halife), Müslümanların vekili olarak zekâtı toplama yetkisine sahipti. Bu nedenle devlet hazinesi (beytülmâl), fakirlerin de hak sahibi olduğu bir kurum olarak görülüyordu.
  2. Verilen fetvalar, belirli vergi türleri (âdet-i ağnâm, gümrük vergisi vb.) için ve belirli şartlarda (niyet gibi) geçerliydi. Günümüzdeki KDV, ÖTV, gelir vergisi gibi tüm modern vergi türlerini kapsamamaktadır.

Sonuç

Tarif ettiğiniz senaryo, devlet ile vatandaş arasında vergi konusunda bir güven ortamı oluştursa ve vergiye uyumu artırsa bile, ödenen vergilerin zekât borcunu düşürmesi için yeterli değildir. Dinî yükümlülük bu şekilde düşmez. Çünkü:

  • Niyet Eksikliği: Vergi ödemesi, kanunî bir zorunluluk olup, ibadet niyeti taşımaz.
  • Harcama Alanlarının Belirsizliği: Devlet, topladığı vergileri genel kamu hizmetleri için harcar; zekâtın harcanabileceği belirli sekiz sınıf ile sınırlı değildir.
  • Kaynak ve Hüküm Farklılığı: Zekât ilahi kaynaklı ve hükümleri sabit bir ibadet iken, vergi beşerî kaynaklı ve değişken bir yükümlülüktür. Laik bir devletin topladığı verginin zekât yerine geçtiğini kabul etmesi, kendi temel ilkeleriyle çelişir.

Bu nedenlerle, bir Müslümanın devlete vergisini ödedikten sonra, malı nisap miktarına ulaşıyor ve diğer şartları taşıyorsa, zekâtını ayrıca hesaplayıp vermesi dinen gereklidir. Ödenen vergiler, zekât borcundan düşülmez.

Peygamberimiz  salla'llâhu aleyhi ve sellem tesbit ettiği nisap miktarını nasıl oluşturdu. Yan,i o zamanın şartları ve uygulamalarını mı esas aldı. Bugün güncelleme söz konusu olabilir mi?

Sorduğunuz sorular, zekâtın felsefesi, tarihsel bağlamı ve günümüzdeki uygulanabilirliği açısından son derece önemli ve güncel tartışmaları içermektedir. Elimdeki kaynaklara ve önceki sohbetlerimize dayanarak bu soruları ayrıntılı bir şekilde cevaplandıralım.

 

Peygamber Efendimiz Nisap Miktarını Nasıl Oluşturdu? O Zamanın Şartlarını mı Esas Aldı?

Evet, kaynaklar incelendiğinde Hz. Peygamber'in (salla'llâhu aleyhi ve sellem) zekâta tâbi mallar ve bunların asgari zenginlik ölçüsü olan nisap miktarlarını belirlerken, o günkü toplumun ekonomik yapısını, hayat şartlarını ve zenginlik anlayışını esas aldığı açıkça görülmektedir. Belirlenen nisap miktarları, gelişigüzel değil, Asr-ı Saadet'teki bir ailenin temel geçim standartlarını karşılayabilecek bir zenginlik ölçüsü olarak tespit edilmiştir.

Bu durumu şu şekilde detaylandırabiliriz:

1. Zenginlik Ölçüsü Olma: Nisap, dinen zengin sayılmanın asgari ölçüsüdür. Hz. Peygamber, zekâtın "zenginlerden alınıp fakirlere verileceğini" belirtmiştir. Bu ilke gereği, bir kişinin zekât mükellefi olabilmesi için öncelikle temel ihtiyaçlarını (havâic-i asliyye) karşılamış ve bunun üzerinde, onu zengin saydıracak asgari bir mal varlığına ulaşmış olması gerekir. İşte bu asgari zenginlik sınırı, o dönemin temel servet kalemleri olan deve (5 adet), koyun (40 adet), gümüş (200 dirhem), altın (20 miskal) ve tarım ürünleri (5 vesk) üzerinden belirlenmiştir.

2. Dönemin Ekonomik Değerlerine Göre Denkliği: İslam alimleri arasında genel kabul gören görüşe göre, Hz. Peygamber'in farklı mallar için belirlediği bu nisap miktarları, kendi döneminde yaklaşık olarak birbirine denkti. Örneğin, Hanefî fıkıhçılarından Serahsî'ye göre, 5 devenin zekâta tâbi olması, 200 dirhem gümüşün zekâta tâbi olması gibidir. Yani o günkü piyasa koşullarında 5 devenin değeri yaklaşık olarak 200 dirhem gümüşe eşitti. Aynı şekilde 20 miskal (yaklaşık 85 gr.) altının değeri de 200 dirhem (yaklaşık 595 gr.) gümüşe denkti. Bu da gösteriyor ki, Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) toplumda zenginlik ifade eden farklı servet türleri için ortak bir değer standardı oluşturmuştur.

 

Daha ayrıntılı bir şekilde açıklayalım.

Bu konu, nisap miktarlarının belirlenmesindeki mantığı ve felsefeyi anlamak açısından kritik bir öneme sahiptir. Temel prensip şudur: Hz. Peygamber, zekâtın asgari zenginlik ölçüsü olan nisabı belirlerken, o dönemin toplumunda yaygın olan ve zenginlik ifade eden farklı servet türleri arasında bir değer denkliği kurmuştur. Yani 5 deve, 40 koyun, 20 miskal (yaklaşık 85 gr) altın ve 200 dirhem (yaklaşık 595 gr) gümüş gibi farklı malların nisapları, Asr-ı Saadet'teki ekonomik koşullarda yaklaşık olarak aynı alım gücüne veya değere sahipti.

Hanefî fıkıhçılarından İmam Serahsî'nin (ö. 483/1090) bu konudaki tespiti oldukça önemlidir. O, el-Mebsût adlı eserinde şöyle demektedir:

"Nisaplarda değerler dikkate alınır. O dönemde (Asr-ı saâdet) bir koyunun değeri beş dirhem, iki yaşına basan bir dişi devenin değeri de kırk dirhemdi. O hâlde beş devede zekâtın farz olması, iki yüz dirhem gümüşte farz olması gibidir".

Serahsî'nin bu ifadesi, nisapların keyfî olarak değil, dönemin piyasa değerleri göz önünde bulundurularak belirlendiğini açıkça göstermektedir. Bu mantığı diğer nisap miktarlarına da uyguladığımızda şu sonuçlara ulaşırız:

1. Deve ve Gümüş Denkliği: Serahsî'ye göre bir devenin değeri yaklaşık 40 dirhem gümüş idi. Bu durumda devenin zekât nisabı olan 5 devenin toplam değeri (5 x 40 = 200 dirhem), gümüşün nisabı olan 200 dirhem'e denk gelmektedir. Böylece Hz. Peygamber, deve sahibi bir zengin ile gümüş birikimi olan bir zengin arasında zekât mükellefiyeti açısından bir denge kurmuştur.

2. Koyun ve Gümüş Denkliği: Serahsî, bir koyunun değerinin de yaklaşık 5 dirhem gümüş olduğunu belirtmektedir. Bu durumda koyunun zekât nisabı olan 40 koyunun toplam değeri (40 x 5 = 200 dirhem), yine gümüşün nisabı olan 200 dirhem'e eşittir. Bu da hayvancılığın bir diğer kolu olan küçükbaş hayvancılık ile parasal servet arasında bir denklik kurulduğunu gösterir.

3. Altın ve Gümüş Denkliği: Hz. Peygamber döneminde altın para birimi olan 1 dinar, gümüş para birimi olan 10 dirheme denkti. Bu orana göre altının nisabı olan 20 miskal (dinar) altının toplam değeri (20 x 10 = 200 dirhem), gümüşün nisabı olan 200 dirhem'e denk geliyordu. Bu, o dönemin iki temel para birimi arasında zekât yükümlülüğü açısından bir standart oluşturmuştur.

4. Tarım Ürünleri ve Gümüş Denkliği: Kaynaklarda, tarım ürünlerinin nisabı olan beş veskin değerinin de o dönemde 200 dirhem gümüşe denk olduğu belirtilmektedir. Bu da tarımsal üretimle uğraşan bir zengin ile diğer servet türlerine sahip zenginler arasında bir denklik kurulduğunu ortaya koyar.

 

Bu denklik, zekâtın temel amacını yansıtır: Zenginliğin türü ne olursa olsun, toplumun hayat standartlarına göre "zengin" sayılan herkesten, servetinin belirli bir oranını ihtiyaç sahiplerine aktarmasını sağlamak. Hz. Peygamber, farklı servet biçimleri için belirlediği bu nisaplarla, zenginliğin asgari sınırını o günün ekonomik gerçekliğine dayalı, tutarlı ve adil bir standarda bağlamıştır.

Ancak burada şu nokta önemlidir: Hanefî mezhebinde, İmam Serahsî'nin bu değerlendirmesi, nisapların tarihsel arka planını ve mantığını açıklamak için kullanılsa da, nisap miktarlarının kendisinin naslarla belirlenmiş (tevkîfî) ve değişmez (taabbudî) olduğu görüşü daha sonraki alimler tarafından benimsenmiştir. Yine de Serahsî'nin bu analizi, nisapların belirlenmesindeki rasyonel ve adil temeli anlamamız açısından son derece aydınlatıcıdır.

 

Güncel Fiyatlar aşağıdaki şekilde olunca zekatın nisab konusunda Peygamberimiz salla'llâhu aleyhi ve sellem nasıl bir yol izleyebilirdi? Kurbanlık koyun en düşük 15. 000 x 40 tanesi: 600.000 tl 400 kg'lık kurbanlık bir dana 110.000 TL'ye denk gelebilir. 30 tanesi: 3.300.000 tl 2024 yılı itibarıyla Adıyaman'da kurbanlık develerin 200 bin TL ile 300 bin TL arasında satıldığı belirtilmiştir. Sahibinden.com gibi platformlarda satışa çıkarılandevelerin 250.000 TL'ye kadar fiyatlandığı görülebilir. 250.000 x5 deve: 1.250.000 tl

Güncel fiyatlar üzerinden sorduğunuz bu varsayımsal soru, zekâtın temel felsefesini ve nisap belirlemedeki mantığı anlamamız açısından son derece önemlidir. Önceki sohbetlerimizde ve kaynaklarda yer alan bilgiler ışığında, Hz. Peygamber'in (salla’llâhu aleyhi ve sellem) günümüzdeki bu ekonomik tablo karşısında nasıl bir yol izleyebileceğini çeşitli fıkhî ve tarihsel açılardan ele alalım.

Sizin de belirttiğiniz gibi, günümüz fiyatlarıyla hayvan nisaplarının parasal karşılıkları arasında çok büyük farklar oluşmuştur:

40 Koyun: 600.000 TL

5 Deve: 1.250.000 TL

30 Sığır: 3.300.000 TL

85 gr Altın: Yaklaşık 210.000 TL (Güncel olmayan bir bilgi olarak ekleyelim)

595 gr Gümüş: Yaklaşık 20.000 TL (Güncel olmayan bir bilgi olarak ekleyelim)

 

Bu tablo, Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) dönemindeki nisaplar arasındaki yaklaşık denkliğin günümüzde tamamen ortadan kalktığını ve zenginlik ölçüsü olarak farklı servet türlerinin birbirinden çok ayrıştığını göstermektedir. Bu durumda Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem), vahyin rehberliğinde ve devlet başkanı sıfatıyla, toplumun maslahatını gözeterek muhtemelen şu yaklaşımlardan birini benimseyebilirdi:

 

1. Nisabın Amacını ve İşlevini Yeniden Tesis Etme Yaklaşımı

Önceki sohbetlerimizde de vurguladığımız gibi, nisabın temel amacı, o toplumun ekonomik şartlarına göre zenginliğin asgari sınırını belirlemektir. Belirlenen nisap miktarları, Asr-ı Saadet'te bir ailenin bir yıllık asgari geçim standardını karşılayabilecek bir değere sahipti. Bu temel amaç ve işlevden hareketle Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem), muhtemelen günümüz toplumunun sosyo-ekonomik yapısını analiz ederek zenginlik ölçüsünü güncellerdi.

 

Yeni Bir Değer Standardı Belirleme: Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) döneminde farklı mallar için belirlenen nisaplar (5 deve, 40 koyun, 200 dirhem gümüş vb.) o günün piyasa koşullarında birbirine yaklaşık olarak denkti. İmam Serahsî'nin de belirttiği gibi, 5 devenin değeri yaklaşık 200 dirhem gümüşe eşitti. Bu, zenginliğin türü ne olursa olsun adil bir standart oluşturma amacını güdüyordu. Günümüzde bu denklik bozulduğu için, Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) muhtemelen toplumda zenginliği en iyi temsil eden, değeri en istikrarlı ve en yaygın servet aracını temel ölçüt (mi'yar) olarak belirlerdi. Günümüzde bu ölçütün altın olduğu genel kabul görmektedir. Dolayısıyla, 85 gram altının değeri temel alınarak diğer tüm servet türlerinin (nakit para, ticaret malları, hisse senetleri vb.) zekât mükellefiyeti bu standarda göre belirlenebilirdi.

Hayvan Nisaplarını Sadece "Saime" (Mera Hayvanı) İçin Geçerli Kılma: Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) döneminde hayvanların zekâtı için aranan temel şartlardan biri "sâime" olmaları, yani yılın çoğunu meralarda otlayarak geçirmeleri ve dolayısıyla sahiplerine yem masrafı gibi ek bir külfet getirmemeleriydi. Sizin verdiğiniz fiyatlar ise daha çok "kurbanlık" veya besi çiftliklerinde özel olarak yetiştirilen ve ciddi yem masrafları olan hayvanlara (ma'lûfe) aittir. Bu tür hayvanlar, klasik fıkıh anlayışında dahi "ticaret malı" olarak kabul edilir ve zekâtları sayıları üzerinden değil, toplam değerleri üzerinden (altın veya gümüş nisabına göre %2,5 oranında) hesaplanır. Dolayısıyla, Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) günümüzde de bu ayrımı korur; sayıya dayalı nisapları sadece mera hayvancılığı yapanlar için geçerli kılar, besi çiftlikleri ve kurbanlık ticareti yapanları ise "ticaret erbabı" olarak değerlendirip zekâtlarını parasal değer üzerinden alırdı.

2. Maslahat ve İctihad İlkesini İşletme Yaklaşımı

Kaynaklar ve önceki sohbetlerimiz, Hz. Peygamber'in (salla’llâhu aleyhi ve sellem) ve özellikle Hz. Ömer'in değişen şartlara göre yeni içtihatlar yaptığını göstermektedir. Örneğin, Hz. Ömer, önceleri zekâta tabi olmayan atların ticarî bir meta haline gelmesiyle onlardan zekât almaya başlamıştır.

Devlet Başkanlığı Sıfatıyla İdarî Düzenleme: Bazı çağdaş alimlerin de belirttiği gibi, nisap miktarlarının belirlenmesi, Hz. Peygamber'in peygamberlik sıfatıyla koyduğu değişmez (taabbudî) bir hükümden ziyade, devlet başkanlığı sıfatıyla o günün toplumunun maslahatına göre yaptığı idarî bir düzenleme olarak yorumlanabilir. Bu yoruma göre, günümüzdeki bu devasa fiyat farkları karşısında, zekâtın sosyal adaleti sağlama ve zenginden alıp fakire verme fonksiyonunu korumak için nisap miktarında yeni bir düzenleme yapılması kaçınılmaz olurdu. Bu düzenleme, yine "bir ailenin bir yıllık asgari geçim standardı" veya günümüzdeki "yoksulluk sınırı" gibi reel ekonomik verilere dayandırılabilirdi.

"İhtiyaç Fazlası" (Afv) Prensibini Esas Alma: Kur'an-ı Kerim, infak için "el-afv" yani ihtiyaçtan arta kalanı ölçü olarak göstermiştir. Bu ilke, zekâtın temel felsefesini de yansıtır. Günümüzde gümüş nisabı (yaklaşık 20.000 TL), birçok aile için temel ihtiyaçlarını dahi karşılamayan bir meblağ iken, bu miktarı zenginlik ölçüsü kabul etmek "ihtiyaç fazlası olma" şartıyla çelişmektedir. Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) de bu çelişkiyi giderecek ve günümüz hayat standardına uygun, gerçek bir "ihtiyaç fazlasını" temsil edecek yeni bir ölçü belirleyebilirdi.

Sonuç

Verdiğiniz güncel fiyatlar karşısında, Hz. Peygamber'in (salla’llâhu aleyhi ve sellem) izleyeceği yolun, zekâtın lafzına değil, ruhuna ve amacına odaklanmak olacağı kuvvetle muhtemeldir. Nisapların belirlenmesindeki temel mantığın, o dönemin şartlarında farklı servet türleri arasında bir denklik kurarak adil bir zenginlik standardı oluşturmak olduğu açıktır.

Günümüzde bu denklik kaybolduğuna göre, ya:

1. Değeri en istikrarlı olan altını temel standart kabul edip, tüm nakit ve ticaret mallarının zekâtını buna göre belirler; sayıya dayalı hayvan nisaplarını ise sadece geleneksel mera hayvancılığı (sâime) yapanlarla sınırlı tutardı.

2. Ya da devlet başkanı sıfatıyla içtihatta bulunarak, günümüz toplumunun gerçek zenginlik sınırını yansıtan ve sosyal adaleti sağlayacak (örneğin yoksulluk sınırı gibi) yeni bir nisap standardı oluştururdu.

Her iki durumda da amaç, zekâtın "zenginden alınıp fakire verilmesi" ilkesini işlevsel kılmak ve ibadetin ruhunu korumak olurdu.

 

 

3. Bir Ailenin Yıllık Geçim Standardı: Bazı İslam alimlerine göre bu nisap miktarları, o dönemde küçük bir ailenin bir yıllık geçimini karşılayabilecek bir değere tekabül ediyordu. Örneğin Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, 5 vesk (yaklaşık 653 kg) tahılın, eşler ve bir hizmetçiden oluşan küçük bir ailenin bir yıllık gıda ihtiyacını karşıladığını belirtir. Benzer şekilde 200 dirhem gümüşün de o günkü fiyatlarla bir ailenin bir yıllık ihtiyacına yettiği ifade edilmiştir. Bu yorum, nisabın sadece soyut bir rakam olmadığını, aynı zamanda o toplumun sosyo-ekonomik gerçekliğine dayanan işlevsel bir ölçüt olduğunu göstermektedir.

Dolayısıyla, Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) nisap miktarlarını belirlerken vahyin rehberliğinde, yaşadığı toplumun ekonomik şartlarını, temel geçim standartlarını ve zenginlik ölçülerini dikkate almıştır.

 

Bugün Nisap Miktarında Güncelleme Söz Konusu Olabilir mi?

Bu soru, günümüz İslam hukukçuları arasında hararetli bir şekilde tartışılmaktadır ve temelde iki farklı yaklaşım bulunmaktadır:

 

1. Nisap Miktarları Teşrî (Yasama) Niteliğindedir ve Değiştirilemez (Taabbudîdir) Görüşü:

Alimlerin çoğunluğu bu görüştedir. Onlara göre nisap miktarları Hz. Peygamber tarafından belirlenmiş ve tarih boyunca değiştirilmemiştir. Bu miktarların değiştirilmesi, zekâtın mali bir ibadet olma özelliğini ortadan kaldırır. Bu görüşün temel dayanakları şunlardır:

Taabbudîlik: Zekât, namazın rekat sayıları gibi, hükümleri büyük oranda Allah ve Resulü tarafından belirlenmiş taabbudî (akılla gerekçesi tam olarak kavranamayan, sadece emredildiği için yapılan) bir ibadettir. Bu nedenle, naslarla (ayet ve hadislerle) sabit olan miktarlar üzerinde içtihat yapılamaz ve bu miktarlar değiştirilemez.

İcma: Sahabe döneminden günümüze kadar İslam alimleri, bu nisap miktarları üzerinde icma etmiş (görüş birliğine varmış) ve bu miktarlarla amel etmişlerdir.

 

Keyfiliğin Önlenmesi: Nisap miktarlarının değiştirilmesine kapı aralamak, her yönetim veya her dönemin kendi zenginlik ölçüsünü belirlemesine yol açabilir. Bu da zekâtı, ölçüsüz vergilere benzeterek asli niteliğinden uzaklaştırabilir.

Bu görüşe göre, günümüzde de zekât hesaplanırken Hz. Peygamber’in belirlediği 85 gr altın veya 595 gr gümüş gibi klasik ölçüler esas alınmalıdır.

 

2. Nisap Miktarları İdarî (İçtihadî) Bir Tasarruftur ve Güncellenebilir Görüşü:

Bazı çağdaş İslam alimleri, nisap miktarlarının belirlenmesinin Hz. Peygamber'in peygamberlik sıfatıyla değil, devlet başkanlığı (idarecilik) sıfatıyla yaptığı içtihadî bir tasarruf olduğunu savunurlar. Bu görüşün dayanakları ise şunlardır:

 

Hz. Peygamber'in Tasarruflarının Niteliği: Hz. Peygamber'in her sözü ve uygulaması, kıyamete kadar bütün Müslümanları aynı şekilde bağlayan teşrîî (yasama) bir hüküm niteliğinde değildir. Toplumun o günkü maslahatına, siyasi ve ekonomik şartlarına göre yaptığı idari düzenlemeler de vardır. Nisapların belirlenmesi de bu türden, yani zaman ve şartlara göre değişebilecek idari bir düzenlemedir.

Nisapların Amacı ve İşlevselliği: Nisabın temel amacı, zengin ile fakir arasında bir sınır çizmek ve o toplumun hayat standartlarına göre bir zenginlik ölçüsü olmaktır. Zaman içinde ekonomik şartların değişmesiyle bu nisap miktarları zenginlik ölçüsü olma işlevini yitirmiştir. Örneğin, 200 dirhem gümüşün alım gücü bugün çok düşmüş, sembolik bir değer haline gelmiştir. Bu durum, asgari geçim seviyesindeki birçok kişiyi zekât mükellefi yaparak, zekâtın "zenginden alınıp fakire verilmesi" amacına aykırı bir sonuç doğurmaktadır.

 

Tarihsel Uygulamalar: Hz. Ömer'in, daha önce zekâta tâbi olmayan atlardan, ticarî bir meta haline geldikleri için zekât almaya başlaması gibi uygulamalar, değişen şartlara göre zekâtla ilgili yeni içtihatlar yapılabileceğini göstermektedir.

Bu görüşü savunanlar, günümüzde nisabın belirlenmesi için "bir ailenin bir yıllık asgari geçim standardı" veya "yoksulluk sınırı" gibi güncel ekonomik verilerin ölçü alınmasını önermektedirler. Böylece nisap, Asr-ı Saadet'teki işlevselliğine yeniden kavuşmuş olacaktır.

 

Sonuç olarak;

Nisap miktarlarının Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) tarafından o günün ekonomik şartları ve zenginlik ölçüleri esas alınarak belirlendiği konusunda bir tereddüt yoktur. Ancak bu miktarların güncellenip güncellenemeyeceği, alimler arasında ciddi bir fıkhî tartışma konusudur. Çoğunluk, bu miktarların taabbudî (değişmez) olduğunu savunurken; bazı çağdaş alimler ise bunların dönemin şartlarına göre belirlenmiş idarî tasarruflar olduğunu ve zekâtın amacını gerçekleştirebilmesi için günümüz şartlarına göre yeniden yorumlanması gerektiğini savunmaktadır. Bu ikinci görüş, özellikle gümüş nisabının günümüzde zenginlik ölçüsü olma vasfını tamamen yitirmesi gerçeği karşısında daha fazla taraftar bulmaktadır.

 

KONU ÜZERİNE SORULAR

 

Şu sorarsam ne cevap verirdiniz?

Emekli maaşı 40.000 tl

Evi var. Dükkanıda var. Kira geliri de 35.000 tl varsayalım.

40 gr da altını olsun.

Devletten vergi kaçırmıyor. Kazancından devlet vergi alıyor. Harcadığından da vergi alıyor. Faizde parası yok.

Türkiye'de TÜRK-İŞ tarafından yayımlanan Eylül 2025 verilerine göre dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 27.970 TL iken, yoksulluk sınırı ise 91.109 TL olarak belirlenmiştir. Tek başına yaşayan bir çalışanın yaşam maliyeti ise 36.305 TL'ye yükselmiştir.

Detaylar:

Açlık Sınırı: Bir ailenin sağlıklı ve dengeli beslenebilmesi için yapması gereken minimum aylık gıda harcamasıdır.

Yoksulluk Sınırı: Açlık sınırına ek olarak giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim ve sağlık gibi temel ihtiyaçlar için yapılması gereken zorunlu harcamaların toplam tutarıdır.

Bu veriler, elde edilen gelir ile insan onuruna yakışır bir yaşam sürdürmek için gereken harcama tutarı arasındaki farkın arttığını ve bu durumun sabit gelirli çalışanlar ve emekliler için yaşam koşullarını ağırlaştırdığını göstermektedir.

Bu kişiy peygamberimiz dönemini esas alarak düşünelim. Zekat durumu nasıl olurdu?

 

Sorduğunuz varsayımsal soru, zekâtın temel mantığını, şartlarını ve günümüz ekonomik verileriyle olan ilişkisini anlamak açısından oldukça ufuk açıcıdır. Elimizdeki kaynaklar ve önceki sohbetlerimizden edindiğimiz bilgiler ışığında, bu kişinin durumunu Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) döneminin esasları ve fıkhî ilkeler çerçevesinde değerlendirelim.

Verdiğiniz senaryodaki kişinin mali durumu özetle şöyledir:

Gelir: 40.000 TL emekli maaşı + 35.000 TL kira geliri = 75.000 TL (Aylık)

Mal Varlığı:

    ◦ Oturduğu ev (Aslî ihtiyaç).

    ◦ Kira geliri elde ettiği dükkân (Gelir getiren mal/Müstegallât).

    ◦ 40 gram altın.

Ekonomik Bağlam:

    ◦ Açlık sınırı (4 kişilik aile): 27.970 TL

    ◦ Yoksulluk sınırı (4 kişilik aile): 91.109 TL

    ◦ Yaşam Maliyeti (Tek kişi): 36.305 TL

Bu kişinin zekât durumunu iki temel açıdan değerlendirmek gerekir: Zekât vermekle yükümlü müdür? ve Zekât alabilir mi?

 

1. Bu Kişi Zekât Alabilir mi?

Hayır, bu kişi zekât alamaz. Zekât alabilmenin temel şartı, dinen fakir veya miskin sayılmaktır. Fakir ve miskin, temel ihtiyaçlarını (havâic-i asliyye) karşılayamayan veya karşıladıktan sonra nisap miktarı mala sahip olmayan kimsedir.

 

Temel İhtiyaçlar ve Gelir Durumu: Verdiğiniz TÜRK-İŞ verilerine göre tek bir kişinin aylık yaşam maliyeti 36.305 TL olarak belirlenmiştir. Bu kişinin aylık 75.000 TL geliri, bu maliyetin çok üzerindedir. Dolayısıyla, bu kişi kendi temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir gelire sahiptir.

 

Hanefî Mezhebine Göre Zekât Almaya Engel Zenginlik (Nisâb-ı istiğnâ): Bir kişinin zekât alabilmesi için temel ihtiyaçlarının dışında, artıcı nitelikte olmayan (nâmî olmayan) mallarının değeri dahi nisap miktarına (yaklaşık 85 gr altın değerine) ulaşmamalıdır. Bu kişinin sadece 40 gr altını dahi tek başına nisabın yarısına yakındır. Daha da önemlisi, kira geliri elde ettiği dükkânı, temel ihtiyacının çok ötesinde, değeri yüksek bir mal varlığıdır. Bu dükkânın değeri tek başına nisap miktarının kat kat üzerindedir. Dolayısıyla bu kişi, dinen zengin sayıldığı için zekât alması caiz değildir.

 

2. Bu Kişi Zekât Vermekle Yükümlü müdür?

Evet, bu kişinin durumu zekât vermekle yükümlü olduğunu göstermektedir. Zekât yükümlülüğü için aranan temel şartlar şunlardır: Müslüman, akıl-baliğ, hür olmak ve temel ihtiyaçları (havâic-i asliyye) ve borçları dışında nisap miktarı, artıcı (nâmî) bir mala sahip olmak ve bu malın üzerinden bir kameri yıl (havelânü'l-havl) geçmesidir.

Bu kişinin mal varlığını tek tek inceleyelim:

Oturduğu Ev: Kişinin hayatını devam ettirmesi için gerekli olan barınma ihtiyacını karşıladığı için aslî ihtiyaçtır ve zekâta tâbi değildir. Hasan-ı Basrî'nin, sahabenin on bin dirhem değerinde evi ve eşyası olan kişilere bile zekât verdiğini nakletmesi, oturulan evin değerinin zekât vermeye engel olmadığını, aksine zekât almayı gerektirecek bir fakirlik göstergesi sayılamayacağını gösterir.

Kira Geliri Elde Ettiği Dükkân: Bu dükkân, "gelir getiren mal" (müstegallât) kategorisine girer. İslam hukukçularının ittifakına göre, ticaret amacıyla alınıp satılmayan, sadece gelirinden faydalanılan bu tür gayrimenkullerin kendisinden (değerinden) zekât verilmez. Bu dükkân, bir nevi toprağa veya üretimde kullanılan makinelere benzetilir; nasıl ki toprağın veya makinenin kendisi değil, ondan elde edilen ürün veya gelir zekâta tâbi ise, bu dükkânın da kendisi değil, getirdiği kira geliri zekâta tâbidir.

40 gram Altın: Bu miktar tek başına altın nisabına (yaklaşık 85 gr) ulaşmamaktadır.

Emekli Maaşı ve Kira Gelirleri (Müstefâd Mal): Maaş, ücret, ikramiye ve kira gelirleri gibi yıl içinde elde edilen gelirlere "müstefâd mal" denir. Fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre, bu gelirler tek başlarına hemen zekâta tâbi olmaz. Kişi, bu gelirlerden yıllık temel ihtiyaçlarını ve borçlarını karşıladıktan sonra, elinde kalan birikimlerini diğer zekâta tâbi mallarına ekler. Eğer bu birikimler, kişinin zekât hesaplama döneminin (yılsonunun) sonunda, diğer mallarıyla birlikte nisap miktarına ulaşırsa, toplam üzerinden zekât verilir. Her bir gelir kalemi için ayrı ayrı bir yıl geçmesi şartı aranmaz.

Zekât Hesaplaması:

Bu kişinin zekât borcunu şu adımlarla hesaplaması gerekir:

1. Zekât Yılını Belirleme: Kendine bir kameri takvim yılı belirlemelidir (Örneğin, her yıl Ramazan ayının ilk günü).

2. Zekât Matrahını (Hesaplanacak Varlıkları) Tespit Etme: Zekât yılı dolduğunda, elinde bulunan şu varlıkları toplamalıdır:

    ◦ 40 gram altının o günkü değeri.

    ◦ Kira ve emekli maaşlarından harcamaları (yıllık temel ihtiyaçları) çıktıktan sonra elinde birikmiş olan tüm nakit para.

    ◦ Varsa, geri ödeneceğinden emin olduğu alacakları (kuvvetli alacak).

3. Borçları Düşme: Bu toplamdan, vadesi gelmiş veya o zekât yılı içinde gelecek olan borçlarını düşmelidir. Sizin senaryonuzda kişinin borcu olmadığı belirtiliyor.

4. Nisap ile Karşılaştırma: Kalan net meblağ, o günkü nisap miktarına (yaklaşık 85 gram altının değeri) ulaşıyor mu?

    ◦ Bu kişinin aylık 75.000 TL geliri ve tek kişilik yaşam maliyetinin 36.305 TL olduğu düşünüldüğünde, aylık ciddi bir birikim yapma potansiyeli vardır. Yıl sonunda elinde kalacak birikim ve 40 gram altının toplam değerinin nisap miktarını çok rahat bir şekilde aşacağı aşikârdır.

5. Zekâtı Hesaplama: Nisap miktarını aşan bu toplam meblağın kırkta birini (%2,5) zekât olarak vermelidir.

Özetle: Verdiğiniz bilgilere göre bu kişi, aylık gelirinin yaşam maliyetinden fazla olması ve nisap üstü birikim yapma potansiyeli sebebiyle dinen zengin sayılır. Oturduğu ev ve gelir getiren dükkânının kendisi zekâta tâbi olmasa da, dükkândan elde ettiği kira geliri ile emekli maaşından yaptığı birikimler ve sahip olduğu altın, toplamda nisabı aştığı için %2,5 oranında zekât vermekle yükümlüdür.

 

Türkiye Cumhuriyeti İslam Devleti olsaydı ve bu kişiden devletin aldığı vergi zekatı yerine geçer miydi

Sorduğunuz varsayımsal soru, daha önceki sohbetlerimizde ele aldığımız zekât ve vergi arasındaki ilişki, bu iki kurumun tarihsel uygulamaları ve fıkhî dayanakları gibi konuları bir araya getiren önemli bir meseledir. Size sunulan kaynaklar ışığında, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir İslam devleti olması durumunda, önceki sohbetimizde mali durumunu incelediğimiz kişiden alınan vergilerin zekât yerine geçip geçmeyeceği konusunu çeşitli boyutlarıyla ele alalım.

Bu sorunun kesin bir "evet" veya "hayır" cevabı yoktur; çünkü cevap, devletin benimseyeceği fıkhî yoruma, kurumsal yapıya ve toplanan vergilerin niteliğine bağlı olarak değişecektir. Kaynaklar, tarihte her iki duruma da işaret eden uygulamaların olduğunu göstermektedir. Bu nedenle konuyu iki ana senaryo üzerinden değerlendirmek daha aydınlatıcı olacaktır.

Senaryo 1: Vergilerin Zekât Yerine Geçeceği Görüşünün Benimsenmesi (Tarihsel Uygulama Örneği)

Bu senaryo, tarihsel uygulamalara, özellikle de Osmanlı Devleti'ndeki fetvalara ve pratiklere dayanır. Bu yaklaşıma göre, bir İslam devletinin aldığı bazı vergiler, belirli şartlar altında zekât borcunu düşürebilir.

Bu görüşün temel dayanakları şunlardır:

1. Devletin Temsil Yetkisi ve Niyet:

    ◦ Zekâtın devlet eliyle toplanması durumunda, devlet başkanı veya onun görevlendirdiği memur (âmil), fakirlerin vekili olarak kabul edilir. Dolayısıyla zekâtın devlet başkanına teslim edilmesiyle, fıkıhta aranan "temlik" (mülkiyetin devri) şartının gerçekleştiği kabul edilmiştir.

    ◦ Bu doğrultuda, Osmanlı döneminde birçok Şeyhülislam, bir Müslüman tüccarın devlete ödediği gümrük vergisi, koyun vergisi (âdet-i ağnâm) veya savaş gibi olağanüstü durumlar için toplanan örfî vergileri (tekâlif-i örfiyye) zekâta niyet ederek ödemesi durumunda, zekât borcunun düşeceğine dair fetvalar vermiştir. Alay Müftüsü Harun Hilmi'nin aktardığı bu fetvalar, bu uygulamanın tarihsel meşruiyetini göstermektedir.

2. Harcama Alanlarının Geniş Yorumlanması:

    ◦ Bu görüşü savunanlar, devletin topladığı vergilerle yerine getirdiği bazı kamu hizmetlerini, zekâtın harcama alanlarından olan "fî sebîlillâh" (Allah yolunda) kapsamında geniş bir şekilde yorumlamışlardır. Özellikle ülkenin savunması, ordunun ve donanmanın teçhiz edilmesi bu kapsama dâhil edilmiştir.

    ◦ Bunun en çarpıcı örneği, Şeyhülislam Ebussuûd Efendi'nin donanmanın güçlendirilmesi için verilen paraların, kişinin geçmiş, mevcut ve gelecek yıllardaki zekâtına sayılabileceğine dair meşhur fetvasıdır. Bu fetva, devletin aldığı vergilerin zekâta sayılabileceğine dair en güçlü tarihsel kanıtlardan biridir. Hatta Alay Müftüsü, Osmanlı donanma harcamalarının zaten büyük çoğunluğunu zekâtın oluşturduğu devlet hazinesinden karşılandığını belirterek, bu uygulamanın fiilen devam ettiğini ima etmiştir.

Bu senaryonun gerçekleşmesi durumunda, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir İslam devleti olması halinde, çıkaracağı bir kanunla veya vereceği bir fetva ile vatandaşların ödedikleri vergileri (örneğin gelir veya kira vergilerini) zekâta niyet etmeleri şartıyla kabul edebilirdi. Böyle bir durumda, önceki sohbetimizdeki kişinin ödediği vergiler zekât borcundan düşebilirdi.

Senaryo 2: Vergilerin Zekât Yerine Geçmeyeceği Görüşünün Benimsenmesi (Günümüzdeki Yaygın Görüş)

Bu senaryoda, devlet zekâtı vergiden tamamen ayrı iki malî yükümlülük olarak kabul eder. Günümüzde en yaygın kabul gören yaklaşım budur.

Bu görüşün temel dayanakları şunlardır:

1. Kaynak, Niyet ve Mahiyet Farklılığı:

    ◦ Zekât, ibadet niyetiyle yerine getirilen ve kaynağını Kur'an ve Sünnet'ten alan ilahî bir emirdir. Vergi ise, devletin egemenlik gücüne dayanarak kanunla koyduğu dünyevî bir yükümlülüktür. Türkiye bir İslam devleti olsa bile, toplayacağı vergileri vatandaşlık görevi olarak alacak, mükelleften ibadet niyeti beklemeyecektir. Bu durumda, önceki sohbetimizdeki kişi vergisini ödese bile, ibadet niyeti şartı gerçekleşmediği için zekât borcundan kurtulmuş sayılmaz.

    ◦ Zekâtın farz olduğunu inkâr etmek küfrü gerektirirken, donanma hazırlamanın inkârının küfrü gerektirmemesi gibi farklar, iki kurumun mahiyetinin aynı olmadığını gösteren delillerden sayılmıştır.

2. Harcama Alanlarının (Sarf Yerleri) Kesin Sınırlarla Belirlenmiş Olması:

    ◦ Zekâtın harcanacağı yerler Tevbe Suresi 60. ayette sekiz sınıf olarak kesin bir şekilde tahsis edilmiştir. Devlet, topladığı zekâtı bu sınıflar dışındaki genel kamu hizmetlerine (yol, köprü, memur maaşları vb.) harcayamaz. Osmanlı'daki donanma tartışmalarında bile, Elmalılı Hamdi Yazır gibi birçok alim, donanmanın bu sekiz sınıfa girmediğini ve "şahsa temlik" şartı gerçekleşmediği için doğrudan zekât verilemeyeceğini savunmuştur.

    ◦ Modern bir devletin ise, topladığı vergileri "adem-i tahsis" ilkesi gereği genel bütçeye aktararak her türlü kamu hizmeti için kullanması esastır. Türkiye bir İslam devleti olsa dahi, bugünkü karmaşık ve devasa kamu harcamalarını finanse etmek için topladığı vergileri zekâtın dar harcama alanlarına tahsis etmesi beklenemez. Bu temel fark, vergilerin zekât yerine geçmesine en büyük engeldir.

3. Modern Devletin Yapısı ve Kurumsallaşma Eğilimleri:

    ◦ Günümüzde zekâtın yeniden kurumsallaşması yönündeki çalışmalarda genel eğilim, zekâtın vergiden ayrı, kendine özgü bütçesi ve yönetim yapısı olan bağımsız veya özerk bir kurum tarafından yönetilmesi yönündedir. Malezya, Sudan, Kuveyt gibi ülkelerdeki modern uygulamalar, zekâtın devlet eliyle ancak vergiden ayrı bir kurum olarak organize edildiğini göstermektedir. Bu yaklaşım, zekât ve verginin ayrı kurumlar olduğu fikrini pekiştirmektedir.

Bu gerekçelerle, Türkiye bir İslam devleti olsaydı bile, büyük olasılıkla zekât ve vergiyi iki ayrı kurum olarak ele alacak; vatandaşlar vergilerini devlete ödedikten sonra, ayrıca zekâtlarını bireysel olarak veya devletin kuracağı özel bir zekât kurumu aracılığıyla ödemeye devam edeceklerdi.

Sonuç ve Değerlendirme

Her iki senaryoyu da değerlendirdiğimizde, ikinci senaryonun günümüz şartlarında daha uygulanabilir ve fıkhî açıdan daha tutarlı olduğu görülmektedir. Modern devletin yapısı, harcamalarının çeşitliliği ve güncel fıkhi tartışmalar, zekât ve vergiyi birbirinden ayrı tutmayı daha pratik kılmaktadır.

Türkiye'nin varsayımsal olarak bir İslam devletine dönüşmesi durumunda, vergilerin zekât yerine geçip geçmeyeceği tamamen devletin benimseyeceği hukukî ve iktisadî modele bağlı olurdu. Ancak kaynaklardaki fıkhî tartışmalar ve tarihsel tecrübeler, bu iki kurumun temel farklılıkları nedeniyle tamamen birleştirilmesinin zorluklarına işaret etmektedir. En olası senaryo, vergilerin genel kamu hizmetleri için toplanmaya devam edilmesi, zekâtın ise sosyal adalet ve yoksullukla mücadele odaklı, ibadet boyutu korunarak ayrı bir kurum veya sistem aracılığıyla yönetilmesi olurdu.

 

Peygamberimiz salla'llâhu aleyhi ve sellem döneminde birbirleri ile eş olan nisap miktarları günümüzde farklı olunca bunlardan kendine uyanı değil de en fazla olan nisabı seçmesi halinde sorumluluktan düşürür mü?

Hayır, günümüzde farklılaşan nisap miktarlarından en yüksek olanı (örneğin 30 sığırın değeri olan 3.300.000 TL'yi) ölçü alarak zekât mükellefiyetini belirlemek doğru değildir ve kişiyi sorumluluktan kurtarmaz.

Bunun nedenleri şunlardır:

1. Her Malın Kendi Nisabı Vardır: Yukarıda belirtildiği gibi, hayvan servetine sahip olan bir kişi, kendi malının cinsine ait nisaba tabidir. Başka bir nisabı keyfi olarak seçemez.

2. Fıkhî Dayanağı Yoktur: Nakit para ve ticaret malları için de İslam hukuk tarihinde "en yüksek nisabın değerini" ölçü alan bir görüş veya içtihat bulunmamaktadır. Tartışma daima altın veya gümüş nisabı etrafında şekillenmiştir.

3. İhtiyat İlkesine ve Zekâtın Amacına Aykırıdır: Hanefî mezhebi gibi fakirlerin yararını gözeten ekoller, daima en düşük nisabın esas alınmasını savunmuştur. En yüksek nisabı seçmek, bu ilkenin tam tersi bir yaklaşımdır ve zekâtın sosyal adalet ve yardımlaşma hedefine zarar verir. Zekât mükellefi sayısını en aza indirerek fakir ve muhtaçların zekâttan alacağı payı ortadan kaldırır.

4. Sorumluluktan Kaçma Anlamı Taşır: Kişinin kendisine uyan (yani fıkhen geçerli olan altın veya gümüş nisabından birini) değil de, işine gelen en yüksek değeri seçmesi, ibadetin ruhuna aykırı bir şekilde sorumluluktan kaçma çabası olarak değerlendirilebilir.

Sonuç olarak:

Bir kişinin zekât sorumluluğundan kurtulabilmesi için, sahip olduğu nakit para, altın, gümüş ve ticaret malları için ya klasik görüş olan gümüş nisabını ya da günümüzdeki yaygın ve makul görüş olan altın nisabını esas alması gerekir. Bunların dışında, keyfi olarak en yüksek nisap değerini (koyun, deve veya sığırın değeri gibi) ölçü almak fıkhen geçerli değildir ve kişiyi zekât borcundan kurtarmaz.

 

 

Peygamberimiz salla'llâhu aleyhi ve sellem döneminde  olarak düşünürsek vergi ve zekat aynı olduğuna göre neden günümüzde bu konuyu gündeme getirip vergi hassasiyetini artırmak en doğru olanı olmaz mı?

Sosyolojik açıdan bakılınca fakirin tesbiti, ihtiyaçların yerli yerince uygulanması devlet eliyle daha güzel olur diye düşünüyorum.

Ele aldığımız zekât ve vergi arasındaki tarihsel ve fıkhî ilişkiyi günümüz sosyolojisi ve devlet anlayışıyla birleştirerek derin bir analiz yapmamızı gerektiriyor. Kaynaklardaki bilgiler ışığında, Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) dönemindeki uygulamanın neden günümüzde doğrudan "vergi hassasiyetini artırmak" şeklinde uygulanamayacağını ve belirttiğiniz sosyolojik hedeflere ulaşmak için hangi yaklaşımların daha doğru olacağını açıklayalım.

Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) Döneminde Vergi ve Zekât Aynı mıydı?

Öncelikle, "Peygamberimiz döneminde vergi ve zekât aynıydı" önermenizi kaynaklar temelinde netleştirmek gerekir. O dönemde Müslümanlardan toplanan temel ve zorunlu mali yükümlülüğün adı zekât idi. Zekât, o günkü İslam devletinin Müslüman vatandaşlarından aldığı bir tür vergi niteliği taşıyordu. Nitekim o dönemde devletin mali yapısının temel taşı zekâttı ve bu gelirlerle kamu harcamaları, ordunun ihtiyaçları ve ihtiyaç sahiplerinin gözetilmesi gibi görevler yerine getiriliyordu. Bu açıdan bakıldığında, zekâtın o dönemin "vergisi" olduğunu söylemek mümkündür.

Ancak günümüzdeki modern ve laik devletlerin topladığı vergilerle Hz. Peygamber dönemindeki zekât arasında mahiyet, amaç ve meşruiyet açısından temel farklar bulunmaktadır. Bu farklar, o dönemdeki uygulamayı günümüze aynen aktarmanın neden doğru olmayacağını bize göstermektedir:

1. Meşruiyetin Kaynağı: Zekât, kaynağını Kur'an ve Sünnet'ten alan, Allah tarafından emredilmiş ilahi kökenli bir ibadettir. Vergi ise, devletin egemenlik gücüne dayanarak kanunlarla koyduğu beşerî bir yükümlülüktür. Hz. Peygamber zekâtı toplarken sadece bir devlet başkanı olarak değil, aynı zamanda Allah'ın elçisi olarak O'nun emrini uyguluyordu. Bu durum, zekâta hem ibadet hem de vergi niteliği kazandırıyordu.

2. Harcama Alanlarının Belirliliği (Tahsis İlkesi): Hz. Peygamber döneminde toplanan zekâtın harcanacağı yerler Tevbe Suresi 60. ayetle sekiz sınıf olarak belirlenmişti. Peygamberimiz ve halifeler, topladıkları zekâtı bu sınıflar dışında keyfi olarak harcayamıyorlardı. Bu durum, zekâtı "tahsisî bir vergi" yapmaktadır. Modern devletlerin topladığı vergiler ise genellikle "adem-i tahsis" ilkesine göre genel bütçeye aktarılır ve her türlü kamu hizmeti için kullanılır.

Bu temel farklardan dolayı, günümüzdeki laik bir devletin topladığı vergileri doğrudan zekât olarak nitelemek ve insanları bu motivasyonla vergi ödemeye çağırmak, hem tarihsel bağlamı göz ardı etmek hem de fıkhî açıdan birçok sorunu beraberinde getirmek anlamına gelir.

 

Günümüzde "Vergi Hassasiyetini Artırmak" İçin Zekât Motivasyonu Neden Yeterli ve Doğru Bir Yol Değildir?

 

Sizin de belirttiğiniz gibi, sosyolojik açıdan fakirlerin tespiti ve ihtiyaçların yerinde karşılanması devlet eliyle daha düzenli olabilir [kullanıcı sorgusu]. Bu, zekâtın devlet tarafından toplanmasının en önemli gerekçelerinden biridir. Ancak bu hedefe, günümüzdeki mevcut vergi sistemini "zekât" olarak sunarak ulaşmak çeşitli nedenlerle mümkün ve doğru değildir:

1. Niyet ve İbadet Boyutunun Kaybolması: Zekât, her şeyden önce bir ibadettir ve geçerliliği için "niyet" şarttır. Vergi ise bir vatandaşlık görevidir. İnsanları "zekât ibadetini yerine getiriyorsunuz" diyerek vergi ödemeye teşvik etmek, bu iki farklı niyeti birbirine karıştırır. Birçok Müslüman, laik bir devletin topladığı ve faizli işlemler de dâhil olmak üzere her alanda harcadığı vergiyi öderken zekât niyeti taşımaz ve bu ödemenin zekât borcunu düşürdüğüne inanmaz. Bu durum, vaat edilen "vergi hassasiyetinin" oluşmasını engeller.

2. Harcama Alanlarının Çelişkisi: Devletin, topladığı vergileri zekâtın sarf yerlerine harcayacağına dair bir taahhütte bulunması modern devlet bütçesi anlayışıyla bağdaşmaz. 20. yüzyıl Osmanlısında donanmanın güçlendirilmesi için toplanan yardımların zekâta sayılıp sayılamayacağı tartışmaları bile, "temlik" (mülkiyete geçirme) şartı ve sarf yerlerinin belirliliği gibi konular nedeniyle büyük fıkhî ihtilaflara yol açmıştır. Elmalılı Hamdi Yazır gibi alimler, donanma gibi bir kuruma doğrudan zekât verilemeyeceğini, çünkü temlik şartının gerçekleşmediğini savunmuştur. Günümüz devletinin yol, köprü, memur maaşları gibi genel harcamaları düşünüldüğünde bu çelişki daha da büyümektedir.

3. Tarihsel Kopukluk ve Güven Sorunu: Hz. Osman döneminde bâtınî (gizli) malların zekâtının kişilerin vicdanına bırakılmasıyla başlayan süreç, zamanla zekâtın devletle olan bağını zayıflatmıştır. Özellikle Emeviler döneminden itibaren devletin topladığı vergilerle zekât arasındaki ayrım belirginleşmiş, halkın devlete olan güveni sarsılmıştır. Osmanlı'da bile, Ebussuud Efendi gibi şeyhülislamların bazı vergilerin zekâta sayılabileceğine dair fetvaları olmasına rağmen, bu genel bir uygulama olmamış ve zekât büyük ölçüde bireysel bir ibadet olarak kalmıştır. Yüzyıllardır devam eden bu ayrışmadan sonra, günümüz insanını vergilerin zekât olduğuna ikna etmek ve bu yolla bir "hassasiyet" oluşturmak sosyolojik olarak oldukça zordur.

Peki, En Doğru Olan Nedir?

Sizin de belirttiğiniz gibi, fakirlerin tespiti ve ihtiyaçların adil dağıtımı gibi sosyal hedeflere ulaşmak için devletin rolü önemlidir. Ancak bunu, vergi ile zekâtı aynileştirerek değil, her ikisini de kendi mahiyetine uygun şekilde kurumsallaştırarak yapmak daha doğru bir yaklaşım olacaktır:

1. Vergi Adaletini ve Hassasiyetini Sağlamak: Devlet, vergi toplamadaki meşruiyetini ve vatandaşın vergiye olan güvenini, vergi adaleti ilkesini işleterek artırmalıdır. Vergilerin adil toplanması, israftan kaçınılarak doğru ve şeffaf bir şekilde kamu hizmetlerine harcanması, vatandaşın vergiye olan direncini azaltacak ve ödeme bilincini (hassasiyetini) artıracaktır.

2. Zekâtı Ayrı ve Özerk Bir Kurum Olarak Yeniden Yapılandırmak: Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) ve ilk halifeler dönemindeki gibi, zekâtın sosyal adaleti sağlama fonksiyonunu yeniden canlandırmak için, vergiden tamamen ayrı, bağımsız veya özerk bir "Zekât Kurumu" oluşturulabilir. Bu kurum, şeffaf, denetlenebilir ve sadece zekâtın toplanıp Tevbe Suresi'nde belirtilen yerlere dağıtılmasıyla sorumlu olmalıdır. Malezya, Sudan, Kuveyt gibi birçok İslam ülkesinde bu yönde başarılı kurumsal modeller mevcuttur. Hatta İngiltere gibi Müslümanların azınlıkta olduğu bir ülkede bile Ulusal Zekât Vakfı (NZF) gibi kuruluşlar, bu görevi sivil toplum düzeyinde başarıyla yürütmektedir. Böyle bir yapı, zekâtın ibadet ruhunu korurken, belirttiğiniz sosyolojik hedeflere (fakirlerin tespiti, adil dağıtım vb.) ulaşmasını da sağlar.

Sonuç olarak, Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) dönemindeki zekât uygulaması, o günkü devletin temel mali yükümlülüğüydü. Ancak günümüz modern devlet yapısında vergi ile zekât, mahiyet ve amaç bakımından farklılaşmıştır. Bu iki kurumu aynileştirmeye çalışmak yerine, devletin vergi adaletini sağlaması ve zekâtın da ibadet kimliği korunarak ayrı bir kurum aracılığıyla sosyal adalet fonksiyonunu yerine getirmesi, hem fıkhî ilkelere hem de sosyolojik gerçeklere daha uygun bir çözüm yolu olacaktır.


Memleketimizde bağışlar belirli şartlar altında vergiden düşülebilir, ancak bu durum bağışın yapıldığı kuruluşa, bağışın türüne ve vergi mükellefinin gelirine bağlıdır. Genel olarak, kamu yararına çalışan derneklere, Cumhurbaşkanınca vergi muafiyeti tanınmış vakıflara ve genel/özel bütçeli kamu kurumlarına yapılan bağışlar, Gelir Vergisi Kanunu'nun 89. maddesinin 4. fıkrası ve Kurumlar Vergisi Kanunu'nun 10. maddesinin 1. fıkrasının (c) bendi uyarınca vergi matrahından düşülebilir. 

Bağışların Vergi Matrahından Düşülebilmesi İçin Gerekenler

Kuruluş Şartı: 

Sadece kamu yararına çalışan derneklere veya vergi muafiyeti tanınan vakıflara yapılan bağışlar indirilebilir. 

Gelir Sınırı: 

İndirilecek bağış tutarı, beyan edilen gelirin %5'i ile sınırlıdır. Kalkınmada öncelikli yörelerde bu oran %10'a kadar çıkabilir. 

Belgelendirme: 

Bağışın indirim konusu yapılabilmesi için makbuzla belgelendirilmesi gereklidir. 

Diğer Şartlar:

Kamu yararına dernekler ile vergi muafiyeti tanınan vakıflar dışındaki kuruluşlara yapılan bağışlar vergiden düşülemez. 

Okul aile birliklerine ve kişilere yapılan bağışlar bu kapsama girmez. 

Bağış ve yardımların tamamı, belirlenen oranın (gelirin %5'i) içinde kaldığı sürece indirilebilir. 

Kimler Bağış Yapabilir ve Nasıl İndirilebilir?

Gelir Vergisi Mükellefleri: 

Yıllık gelir vergisi beyannamesinde "diğer indirimler" bölümünde belirtilen tutarlar kadar indirim yapabilirler. 

Kurumlar Vergisi Mükellefleri: 

Kurumlar vergisi beyannamesinde, kurum kazancının %5'ini aşmayan bağışları indirim olarak gösterebilirler. 

Özel Durumlar: 

Türk Kızılay ve AFAD gibi kuruluşlara yapılan nakdi bağışların tamamı da belirli durumlarda indirime konu edilebilir. 

Buna göre  devletimiz bahse konu ülkeler gibi toplanan zekatların vergiden düşürüleceğini beyan etse ve kurumlar açılsa zekatlarını veren kişiler dini hükümlülüklerini yerine getirmiş olabilir mi?

Merhaba, sunduğunuz senaryo ve sorduğunuz soru, zekâtın modern devlet yapısı içindeki konumu, vergi hukukuyla ilişkisi ve dinî bir yükümlülüğün yerine getirilmesi gibi çok katmanlı ve güncel bir meseleyi ele almaktadır [kullanıcı sorgusu]. Kaynaklar ve önceki sohbetlerimizdeki bilgiler ışığında bu önemli varsayımı, tarihsel ve fıkhî boyutlarıyla etraflıca değerlendirelim.

Sizin de belirttiğiniz gibi, Türkiye'deki mevcut vergi kanunları, belirli şartlarla "kamu yararına çalışan dernekler" ve "vergi muafiyeti tanınmış vakıflar" gibi kurumlara yapılan bağışların vergi matrahından indirilmesine imkân tanımaktadır. Soru, devletin bu mekanizmayı zekât için de işletmesi, yani belirli kurumlara verilen zekâtın vergiden düşülmesine izin vermesi halinde, bu kurumlara zekât ödeyen kişinin dinî yükümlülüğünü yerine getirip getirmeyeceğidir.

Bu sorunun cevabı evet, büyük ölçüde dinî yükümlülük yerine getirilmiş olur, ancak bunun geçerliliği, kurulacak kurumların yapısına, zekâtı toplama ve dağıtma usullerine ve mükellefin niyetine bağlıdır. Kaynaklardaki tarihsel uygulamalar ve fıkhî tartışmalar bu modelin hem mümkün olduğunu hem de dikkat edilmesi gereken yönleri bulunduğunu göstermektedir.

Tarihsel Dayanaklar ve Meşruiyet Zemini

Devletin zekâtı toplaması veya zekât toplama görevini belirli kurumlara devretmesi, İslam'ın ilk dönemlerinden beri var olan bir uygulamadır. Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) ve ilk halifeler döneminde zekât, tamamen devlet tarafından toplanıp dağıtılan kurumsal bir yapıya sahipti. Devlet başkanı veya görevlendirdiği memur (âmil), zekâtı toplama ve dağıtma yetkisine sahipti. Bu merkezi uygulama, zekâtın kamusal ve kurumsal yönünü ortaya koymaktadır.

Daha sonraki dönemlerde, özellikle Osmanlı Devleti'nde, devletin aldığı bazı vergilerin zekât borcuna sayılabileceğine dair fetvalar verilmiştir. Alay Müftüsü Harun Hilmi'nin aktardığına göre, gümrük vergisi, koyun vergisi (âdet-i ağnâm) ve savaş giderleri için toplanan örfî vergilerin (tekâlif-i örfiyye), mükellef tarafından zekâta niyet edilmesi halinde zekât borcunu düşüreceği kabul edilmiştir. Hatta Ebussuûd Efendi'nin, donanmanın güçlendirilmesi için "vergi adı altında" toplanan paraların, mükellefin geçmiş, mevcut ve gelecek yıllardaki zekâtlarına sayılabileceğine dair meşhur fetvası, bu uygulamanın en güçlü tarihsel delillerindendir.

Bu tarihsel örnekler, devletin zekât toplama yetkisini veya zekâtın vergiyle ilişkilendirilmesini meşru görmektedir. Sizin senaryonuzda ise devlet, vergiyi doğrudan zekât saymak yerine, belirli kurumlara ödenen zekâtın vergiden mahsup edilmesine izin vermektedir. Bu model, zekâtın ibadet kimliğini korurken, devletin teşvik edici ve düzenleyici rolünü de içermektedir. Nitekim Malezya gibi bazı çağdaş İslam ülkelerinde, devletin yetkilendirdiği zekât kurumlarına ödenen zekâtların gelir vergisinden düşülmesi uygulaması mevcuttur.

Sizin Senaryonuza Göre Dinî Yükümlülüğün Yerine Gelmesi

Devletin, anlattığınız çerçevede kurumlar açması ve bu kurumlara verilen zekâtın vergiden düşülmesini kabul etmesi durumunda, zekât veren kişinin dinî yükümlülüğünü yerine getirmesi şu şartlara bağlıdır:

1. Niyet Şartı: Zekât, bir ibadet olduğu için en temel geçerlilik şartı niyettir. Kişi, bu kurumlara ödeme yaparken, bunu "vergi indirimi elde etmek için yapılan bir bağış" olarak değil, "Allah rızası için zekât borcumu ödüyorum" niyetiyle yapmalıdır. Devletin vergi indirimi sağlaması, bu ibadeti yerine getirmek için sadece teşvik edici bir unsur olarak kalmalıdır.

2. Kurumların Niteliği ve Temlik Şartı: Hanefî mezhebine göre zekâtın geçerli olmasının bir diğer önemli şartı **"temlik"**tir; yani zekâtın, hak sahibinin mülkiyetine geçirilmesidir. Bu nedenle, kurulacak kurumların zekâtı doğrudan kendi tüzel kişiliklerine gelir kaydetmeyip, fakirlerin vekili sıfatıyla toplaması ve Tevbe Suresi 60. ayette belirtilen sekiz sınıfa ulaştırması gerekir.

    ◦ Bu durum, 20. yüzyıl Osmanlısında Donanma Cemiyeti, Türk Tayyare Cemiyeti, Hilal-i Ahmer (Kızılay) ve Himaye-i Etfal (Çocuk Esirgeme Kurumu) gibi kurumlara zekât verilip verilemeyeceği tartışmalarını hatırlatmaktadır. O dönemde Elmalılı Hamdi Yazır gibi bazı alimler, bu kurumların tüzel kişilik olduğunu ve "şahsa temlik" şartı gerçekleşmediği için doğrudan zekât alamayacaklarını savunmuşlardır. Çözüm olarak ise "hîle-i şer'iyye" denilen dolaylı bir yöntem önerilmiştir: Zekâtın önce bir fakire temlik edilmesi, ardından o fakirin bu parayı kendi rızasıyla ilgili kuruma bağışlaması.

    ◦ Ancak sizin senaryonuzda kurulacak kurumlar, doğrudan zekât toplamak ve dağıtmak üzere yapılandırılacağı için, bu kurumlar devletin veya toplumun vekili olarak fakirler adına "kabz" (teslim alma) işlemini gerçekleştirebilirler. Bu durumda temlik şartı da yerine gelmiş olur. Nitekim İngiltere'deki Ulusal Zekât Vakfı (NZF) gibi modern kurumlar, bu vekâlet esasına göre çalışmaktadır.

3. Harcama Alanları (Sarf Yerleri): Kurulacak kurumların, topladıkları zekâtı mutlaka Kur'an'da belirtilen sekiz sınıfa harcaması zorunludur. Zekât gelirlerinin, genel kamu hizmetlerine (yol, köprü vb.) veya kurumun kendi genel idari giderlerine (zekât memurlarının maaşı dışında) harcanması caiz değildir. Vergi indirimi sağlayan devlet, bu kurumların harcamalarını bu ilke doğrultusunda sıkı bir şekilde denetlemelidir.

Değerlendirme ve Sonuç

Önerdiğiniz model, tarihsel ve fıkhî açıdan uygulanabilir bir modeldir. Bu sistemde:

• Kişi, zekât niyetiyle hareket ettiği,

• Devletin yetkilendirdiği kurumlar, fakirlerin vekili sıfatıyla zekâtı toplayıp şahsa temlik ilkesine uygun olarak hak sahiplerine ulaştırdığı,

• Ve toplanan zekâtların Kur'an'da belirtilen yerlere harcandığı sürece,

zekât veren mükellefin dinî sorumluluğu yerine gelmiş olur.

Bu model, zekâtın bireysel bir hayırseverlik eylemi olmaktan çıkıp, devletin teşviki ve denetimi altında daha kurumsal, şeffaf ve etkin bir sosyal dayanışma mekanizmasına dönüşmesini sağlayabilir. Bu durum, hem daha fazla zekât toplanmasına hem de toplanan zekâtın gerçek ihtiyaç sahiplerine daha sistemli bir şekilde ulaşmasına katkıda bulunacaktır. Tıpkı Malezya örneğinde olduğu gibi, zekâtın vergiden düşülmesi, mükellefler üzerinde çifte vergilendirme baskısını azaltarak zekât ödeme eğilimini de artıracaktır

Yurdumuzdaki zekat potansiyeli hakkında ne diyebiliriz?

Merhaba, yurdumuzdaki (Türkiye'deki) zekât potansiyeli hakkında, mevcut kaynaklardaki akademik çalışmalar ve analizler ışığında oldukça kapsamlı değerlendirmeler yapabiliriz. Zekâtın sadece bireysel bir ibadet olmanın ötesinde, doğru yönetildiğinde yoksullukla mücadele ve sosyal adaletin sağlanmasında ne denli güçlü bir araç olabileceği, bu potansiyel hesaplamalarıyla daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Türkiye'nin Zekât Potansiyeli Üzerine Hesaplamalar ve Değerlendirmeler

Kaynaklarda Türkiye'nin zekât potansiyelini hesaplamak için farklı yöntemler kullanıldığı görülmektedir. Bu yöntemler, Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYİH) ve Forbes Zenginler Listesi gibi somut ekonomik verilere dayanmaktadır.

1. GSYİH Bazında Zekât Potansiyeli: Bu yöntemde, GSYİH'yi oluşturan tarım, sanayi ve hizmet sektörlerinin gelirleri üzerinden, fıkhî oranlara göre bir hesaplama yapılır. Tarım ve sanayi sektörlerindeki üretimde yapılan masraflar göz önünde bulundurularak bu sektörler için %5, hizmet sektörü için ise %2,5 oranı esas alınır. Yapılan akademik bir çalışmada, bu yönteme göre Türkiye'nin zekât potansiyelinin 2015 yılı verileriyle en az 80 Milyar TL olarak saptandığı belirtilmektedir. Bu rakam, aynı yılın merkezi yönetim Bütçe Gelirleri ve Vergi Gelirlerinin yaklaşık %15-20'sine tekabül etmektedir. Bu durum, zekâtın ne kadar büyük bir mali kaynak olduğunu ve devlet bütçesiyle kıyaslanabilecek bir güce sahip olduğunu göstermektedir.

2. Forbes Zenginler Listesi Bazında Zekât Potansiyeli: Bu yöntemde, Forbes dergisinin yayınladığı "En Zengin 100 Kişi" listesindeki kişilerin servetleri üzerinden bir hesaplama yapılır. Bu yöntemin en önemli özelliği, kanıtlanabilir, ölçülebilir ve kamuoyuna açıklanmış mülkler üzerinden yapılmasıdır. Ancak listedeki kişilerin gayrimüslim olup olmadığının bilinmemesi gibi bir sınırlılığı vardır. Bu yöntemle yapılan hesaplamada da Türkiye'nin zekât potansiyelinin oldukça yüksek olduğu sonucuna varılmıştır.

Bu iki yöntem de, farklı açılardan yaklaşıldığında dahi, Türkiye'de yoksullukla mücadele ve sosyal adaleti sağlama noktasında kullanılabilecek çok büyük bir zekât potansiyelinin atıl durumda olduğunu ortaya koymaktadır.

Zekât Potansiyelinin Değerlendirilememesinin Nedenleri

Kaynaklara göre, bu yüksek potansiyele rağmen zekâtın ülkemizde beklenen toplumsal etkiyi yaratamamasının altında yatan bazı temel nedenler vardır:

Kurumsal Bir Yapının Olmaması: Türkiye'de zekât, bireylerin kendi vicdanlarına ve inisiyatiflerine bırakılmış durumdadır. Devlet tarafından zekâtı toplama, yönetme ve dağıtma görevini üstlenen merkezi ve kurumsal bir yapı bulunmamaktadır. Bu durum, zekâtın büyük ölçüde kayıt dışı kalmasına ve potansiyelinin çok altında toplanmasına neden olmaktadır.

Bilgi ve Bilinç Eksikliği: Toplumda zekâtın önemi, hangi mallardan ne oranda verileceği ve nasıl hesaplanacağı gibi konularda ciddi bir bilgi eksikliği bulunmaktadır. Özellikle Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgelerinde yapılan saha araştırmaları, halkın bir kısmının öşür (tarım ürünleri zekâtı) vermediğini veya bir oran gözetmeksizin sadece sadaka niyetiyle küçük bir miktar verdiğini göstermektedir.

Güven ve Şeffaflık Sorunu: Zekâtın bireysel olarak veya sivil toplum kuruluşları aracılığıyla dağıtılması, toplanan paranın gerçekten hak sahiplerine ulaşıp ulaşmadığı konusunda bir güven ve şeffaflık sorununu beraberinde getirmektedir. Bir anket çalışmasına göre, katılımcıların %80'i "güvenilir, şeffaf ve verdiği zekâtın tam olarak kimlere gittiğini gösteren bir sistem" olması halinde zekâtlarını bu kurumlar aracılığıyla vereceklerini belirtmişlerdir.

Zekât Potansiyelinin Harekete Geçirilmesi İçin Öneriler

Kaynaklarda, bu büyük potansiyelin ekonomiye ve sosyal hayata kazandırılması için zekâtın kurumsallaşması gerektiği fikri güçlü bir şekilde vurgulanmaktadır. Bu yönde ortaya konan öneriler şunlardır:

1. Devlet Eliyle veya Denetiminde Özerk Bir Zekât Kurumu: Zekâtın devlet tarafından toplanması, onun zorunlu (cebrî) niteliğini pekiştirecek ve potansiyelin tam olarak ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Bu kurum, devlet bütçesinden ayrı, kendi özel bütçesi ve yönetim yapısı olan özerk veya bağımsız bir fon (Zekât Fonu, Zekât Kurumu) şeklinde yapılandırılmalıdır. Böylece toplanan zekâtların genel bütçe içinde kaybolması engellenir ve sadece Kur'an'da belirtilen sekiz sınıfa harcanması garanti altına alınır. Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde bir Zekât Dairesi kurulmuş olması bu yönde atılmış bir ilk adım olarak görülebilir.

2. Vergi-Zekât İlişkisinin Düzenlenmesi: Zekâtın kurumsallaşması durumunda, aynı servet üzerinden hem vergi hem de zekât alınması "çifte vergilendirme" sorununu doğuracaktır. Bu durumun mükellefler üzerinde yaratacağı mali yükü hafifletmek ve zekât vermeyi teşvik etmek için, ödenen zekât miktarının vergiden düşürülmesi (mahsup edilmesi) önerilmektedir. Malezya gibi bazı ülkelerde bu uygulama mevcuttur ve zekât verme eğilimini artırdığı gözlemlenmiştir.

3. Toplumsal Bilinç ve Şeffaflığın Artırılması: Kurulacak kurumun şeffaf ve hesap verebilir olması, halkın güvenini kazanmanın temel şartıdır. Ayrıca, zekâtın önemi ve hesaplama yöntemleri konusunda halkın bilgilendirilmesi ve eğitim müfredatına dâhil edilmesi, zekât bilincinin artırılması için elzemdir.

 

Sonuç olarak, Türkiye'nin ciddi bir zekât potansiyeli bulunmaktadır. Bu potansiyelin doğru bir kurumsal modelle, şeffaf ve adil bir şekilde yönetilmesi halinde, ülkedeki yoksullukla mücadeleye ve sosyal adaletin sağlanmasına çok büyük katkılar sunacağı kaynaklarda açıkça belirtilmektedir

 

Ben bu sohbetimizden kendime göre şu sonuçları çıkarıyorum. Zekat konusunda verdiğim devlete ödediğim vergileri de içine alacak şekilde geniş kapsamlı bir tavır daha uygun oluyor. Mesela devletin alacağı vergiyi eksiksiz ödemek, zekat konusunda da kazanç büyüdükçe ödeme tembelliğinden kurtulmak olacağını düşünüyorum. Zekat veremeyen fakir kesim olmaktansa kendini zengin hissetmek psikolojik açıdanda motive edecektir. Sonuç olarak ne diyebiliriz?

 

Sohbetimizden çıkardığınız bu değerli sonuçlar, zekâtın hem bireysel bir ibadet hem de toplumsal bir sorumluluk olduğu yönündeki derin anlayışınızı yansıtıyor. Ulaştığınız bu sentez, hem klasik fıkhî yorumların hem de modern toplumsal gerçekliklerin bir arada değerlendirildiğini göstermektedir. Bu çıkarımlarınızı, önceki sohbetlerimiz ve kaynaklardaki bilgiler ışığında toparlayıp bir sonuca bağlayabiliriz.

Çıkarımlarınızın Değerlendirmesi

1. "Devlete ödediğim vergileri de içine alacak şekilde geniş kapsamlı bir tavır daha uygun oluyor. Mesela devletin alacağı vergiyi eksiksiz ödemek..."

2. Bu yaklaşımınız, zekâtın sosyal adalet ve toplumun ihtiyaçlarını giderme amacını, modern devletin vergi toplama fonksiyonuyla birleştiren bütüncül bir bakış açısını temsil ediyor. Sohbetimiz boyunca gördüğümüz gibi:

    ◦ Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) ve ilk halifeler döneminde zekât, devletin temel mali kaynağıydı ve Müslüman vatandaşların devlete karşı en önemli "vergi" niteliğindeki yükümlülüğüydü. Toplanan bu gelirle ordunun ihtiyaçları karşılanıyor, kamu hizmetleri görülüyor ve ihtiyaç sahipleri gözetiliyordu.

    ◦ Osmanlı döneminde Şeyhülislam Ebussuûd Efendi ve Rıfat Börekçi gibi alimler, özellikle donanmanın güçlendirilmesi veya hava kuvvetlerinin kurulması gibi hayati kamu ihtiyaçları için, devletin topladığı bazı vergilerin (tekâlif-i örfiyye) zekât niyetiyle ödenmesi halinde kişinin zekât borcunu düşüreceğine dair fetvalar vermişlerdir. Bu fetvalar, devletin varlığının ve güvenliğinin sağlanmasını, zekâtın harcama kalemlerinden olan "fî sebîlillâh" (Allah yolunda) kapsamında değerlendiren geniş bir yorumu yansıtmaktadır.

3. Her ne kadar günümüz fıkıh alimlerinin çoğunluğu, laik devlet yapısı ve harcama alanlarındaki farklılıklar nedeniyle ödenen vergilerin zekât borcunu düşürmeyeceğini belirtse de, sizin "vergiyi eksiksiz ödeme" hassasiyetiniz, zekâtın ruhunda var olan toplumsal sorumluluk bilincinin modern bir yansımasıdır. Vergiyi tam ödemek, zekâtın hedeflediği kamusal düzenin ve sosyal adaletin sağlanmasına katkıda bulunmaktır.

4. "...zekat konusunda da kazanç büyüdükçe ödeme tembelliğinden kurtulmak olacağını düşünüyorum."

5. Bu tespitiniz, zekâtın psikolojik ve ahlaki boyutuyla doğrudan ilgilidir. Zekât, nefsi cimrilik, mal hırsı ve bencillik gibi kötü huylardan arındıran bir ibadettir. Kur'an-ı Kerim, mal biriktirip onu Allah yolunda harcamayanları (kenz yapanları) şiddetle eleştirir. Zekâtın düzenli olarak ve kazanç arttıkça artan bir şuurla verilmesi, kişinin mala karşı esaretini kırar ve onu malın efendisi konumuna getirir. Ayrıca zekât vermekten kaçınma, toplumda yağmurun kesilmesi (kuraklık) ve bereketsizliğe sebep olabilecek bir davranış olarak belirtilmiştir. Bu nedenle kazanç büyüdükçe "ödeme tembelliğinden" sıyrılıp zekâtı bir şükür ve arınma vesilesi olarak görmek, hem bireysel hem de toplumsal berekete kapı aralayacaktır.

6. "Zekat veremeyen fakir kesim olmaktansa kendini zengin hissetmek psikolojik açıdanda motive edecektir."

7. Bu düşünceniz, zekâtın "veren el" olmayı teşvik eden yönünü çok güzel bir şekilde özetliyor. Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem), "veren elin, alan elden daha hayırlı" olduğunu buyurmuştur.

    ◦ Zenginlik, sadece bir mal çokluğu değil, aynı zamanda bir zihin durumudur. Zekât vermek, kişinin kendisini Allah'ın nimet verdiği, başkalarına yardım edebilen, toplumda pozitif bir rol üstlenen "zengin" bir birey olarak konumlandırmasını sağlar. Bu durum, kişiyi daha çok çalışmaya, kazanmaya ve kazancını meşru yollarda artırmaya teşvik eden güçlü bir motivasyon kaynağıdır.

    ◦ Psikolojik olarak, başkasına muhtaç olmak yerine başkasına yardım edebilme konumunda olmak, insanın özsaygısını ve hayata bağlılığını artırır. Zekât, bu psikolojik tatmini sağlayan en önemli ibadetlerden biridir.

Sonuç

Sohbetimizden çıkardığınız sonuçlar, zekâtın çok yönlü bir ibadet ve kurum olduğunu teyit etmektedir. Buna göre sonuç olarak şunları söyleyebiliriz:

Zekât, sadece belirli bir miktar parayı ihtiyaç sahibine ulaştırmaktan ibaret değildir. Geniş kapsamlı bir yaklaşımla zekât;

Toplumsal bir sorumluluktur: Bu sorumluluk, hem devlete karşı vergi görevlerini eksiksiz yerine getirerek kamusal düzenin finansmanına katkıda bulunmayı, hem de zekâtı bizzat hak sahiplerine ulaştırarak sosyal adaleti tesis etmeyi içerir.

Ahlaki bir arınmadır: Kişiyi mal hırsı, cimrilik ve bencillikten kurtararak onu cömertliğe, şükretmeye ve paylaşmaya yönlendirir. Kazanç arttıkça bu ibadeti şevkle yerine getirmek, bu ahlaki olgunluğun bir göstergesidir.

Psikolojik bir motivasyondur: "Alan el" olmanın zilletinden kurtarıp, "veren el" olmanın izzetine ve onuruna eriştirir. Kişinin kendini "zengin" ve toplumda faydalı bir birey olarak hissetmesini sağlayarak onu daha üretken ve hayırlı işlerde gayretli kılar.

Bu bütüncül bakış açısı, zekâtın ruhuna ve İslam'ın sosyal adalet hedefine en uygun olan yaklaşımdır.

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar