Dinler Tarihi: Kavramlar, İnançlar ve Kutsal Metinler
248 kaynak yardımı ile
Bu
kaynaklar, Bülent Şahin Erdeğer kanalından yüklenmiş çok
sayıda videonun transkriptlerinden oluşmaktadır ve Dinler Tarihi ile Kur'an
Çalışmaları etrafında yoğunlaşmaktadır. Dinler tarihi kapsamında Hristiyanlık, Yahudilik, Hinduizm, Şintoizm, Budizm ve Kuzey
Amerika yerlileri inançları gibi farklı inanç sistemleri incelenirken,
bu dinlerin temel inançları, tarihsel süreçleri ve birbirleriyle olan
etkileşimleri ele alınmıştır. Kur'an çalışmalarında ise, özellikle Bakara ve Âl-i
İmrân sureleri üzerinde durularak, tevhit, adalet, özgürlük, vahyin
bağlamsallığı ve Resul'ün Kur'an'daki konumu gibi
kavramlar bağlam merkezli bir yaklaşımla açıklanmıştır. Ayrıca, Aydınlanma
Çağı, Liberalizm, Marksizm ve küresel
göç gibi modern düşünce ve toplumsal meseleler üzerine de
değerlendirmeler yapılarak, Kur'ani dünya görüşünün bu konulara nasıl
yaklaştığı tartışılmıştır.
Tevhid'in
Tarihsel Serüveni: Vahyin Evrenselliği, Tahrifi ve Kur'an'ın Şahitliği
Giriş:
Evrensel Mesaj Arayışı ve Tarihsel Gerçeklik
İnsanlık
tarihi, farklı coğrafya ve zaman dilimlerinde sayısız dinin doğuşuna tanıklık
etmiştir. Bu inanç sistemleri, yüzeydeki ritüel ve mitolojik farklılıklarına
rağmen, derinlerde ortak bir arayışın izlerini taşır: varoluşun anlamı, ahlaki
düzen ve aşkın bir varlıkla kurulan ilişki. Bu makalenin temel tezi, bu farklı
tezahürlerin özünde, tek bir Yaratıcı'ya teslimiyeti (Tevhid) ve insanlar arası
ilişkilerde hakkaniyeti (Adalet) merkeze alan evrensel bir ilahi mesajın
yansımaları olduğudur. Ancak bu mesaj, tarihsel süreç içerisinde siyasi
otoritelerin tahakkümü, kültürel etkileşimlerin yol açtığı sentezler ve felsefi
yorumların getirdiği anlam kaymalarıyla tahrifata uğramış, özünden
uzaklaşmıştır. İşte bu karmaşık tarihsel tablonun sonunda Kur'an, kendisini
önceki vahiylerin aslını tasdik eden, onlara eklenen beşerî unsurları tashih
ederek düzelten ve nihai hakikat üzerine bir şahit, yani müheymin,
olarak konumlandırır.
Dinler Tarihi
disiplini, özellikle Batı merkezli ve 19. yüzyıl evrimci paradigmasının
etkisiyle, dinlerin kökenini çoktanrıcılıktan (politeizm) tektanrıcılığa
(monoteizm) doğru ilerleyen çizgisel bir şemayla açıklamaya çalışmıştır. Bu
yaklaşıma göre "ilkel" toplumlar animist ve politeist inançlara
sahipken, medeniyetin ilerlemesiyle monoteizm "keşfedilmiştir". Ne
var ki, kadim metinler ve arkeolojik bulgular incelendiğinde, bu teorinin
sorgulanmaya muhtaç olduğu görülür. Birçok "ilkel" olarak
nitelendirilen kabilenin inanç sisteminde dahi, diğer ruhani varlıkların
üzerinde konumlanan yüce bir Yaratıcı fikrinin varlığı, Tevhid inancının
insanlığın en başından beri var olduğuna işaret etmektedir.¹ Bu çalışma,
evrimci teorileri bir kenara bırakarak, kutsal metinlerin kendi anlatılarını ve
tarihsel verileri merkeze alarak Tevhid inancının tarih içindeki izlerini
sürmeyi amaçlamaktadır.
Makalenin
ilerleyen bölümlerinde, Tevhid mesajının en belirgin taşıyıcısı olma
iddiasındaki İbrahimî geleneklerin (Yahudilik, Sâbiîlik, Hristiyanlık) bu
mesajı nasıl yorumladığı ve zamanla ondan nasıl uzaklaştığı incelenecektir.
Ardından, Doğu'nun kadim inanç sistemlerinde (Zerdüştilik, Hinduizm, Budizm)
aşkın varlık ve ahlak arayışlarının nasıl formüle edildiği ele alınacaktır. Son
olarak, vahyin tahrifine yol açan siyasi, kültürel ve modern meydan okumalar
analiz edilecek ve Kur'an'ın bu tarihsel serüvenin nihai tanığı olarak Tevhid,
Adalet ve Özgürlük ilkelerini nasıl yeniden inşa ettiği ortaya konulacaktır.
--------------------------------------------------------------------------------
1. İbrahimî
Gelenekte Tevhid ve Şeriat Arayışları
İbrahimî
gelenek olarak adlandırılan Yahudilik, Sâbiîlik ve Hristiyanlık, kökenlerini
Hz. İbrahim'e dayandırarak tek bir Tanrı'ya iman etme (Tevhid) iddiasını en net
şekilde ortaya koyan inanç sistemleridir. Bu dinlerin kutsal metinleri,
Allah'ın birliği, peyamberlik ve ahiret gibi temel akide konularında çarpıcı
benzerlikler taşır. Ancak bu ortak kökene rağmen, her bir gelenek kendi
tarihsel yolculuğu içinde bu merkezi ilkeden çeşitli düzeylerde sapmış, ilahi
yasayı (şeriat) farklı teolojik ve kültürel süzgeçlerden geçirerek yeniden
yorumlamıştır. Bu bölüm, İbrahimî dinlerin Tevhid ve şeriat anlayışlarının
özgün hallerini ve zamanla geçirdikleri dönüşümleri analiz ederek, Kur'an'ın
"tashih edici" ve "şahit" rolünün tarihsel zeminini anlamak
açısından stratejik bir önem taşımaktadır.
1.1.
Yahudilik: Seçilmişlik Anlayışı ve Tora'nın Tarihsel Yolculuğu
Yahudiliğin
teolojik temelinde, İslam'daki Tevhid akidesiyle büyük paralellikler gösteren
güçlü bir monoteizm anlayışı yatar. Bu anlayışın en sistematik ifadelerinden
birini, İslam medeniyeti içinde yetişmiş büyük Yahudi âlimi Musa İbn Meymun'un
(Maimonides) on üç maddelik iman esaslarında görmek mümkündür. Bu esaslar
arasında yer alan "Yaradan'ın tek olduğu ve O'ndan başka ilah
olmadığı", "O'nun Ezeli ve Ebedi olduğu" ve "sadece O'na
dua edilmesi gerektiği" gibi ilkeler, lâ ilâhe illallah'ın ve
"iyyâke na'budu ve iyyâke nesteîn" ayetinin açık birer
yansımasıdır.² Bu sağlam Tevhid temeli, Yahudiliğin Kur'an tarafından Ehl-i
Kitap olarak tanınmasının da ana sebebidir.
Ancak
Yahudilik, bu evrensel Tevhid mesajını zamanla etnik bir kimliğe indirgeyen iki
temel kavram etrafında şekillenmiştir: "seçilmiş kavim" ve
"vadedilmiş topraklar" (Arz-ı Mev'ud). Kutsal metinlerde
(Tanah) bu seçilmişlik, aslında bir ırksal üstünlüğe değil, Allah'ın ahdine
sadakat gösterme sorumluluğuna bağlanmıştır. Ahde sadık kalındığı sürece vaat
geçerli olacak, ahit bozulduğunda ise bu ayrıcalık ortadan kalkacaktır. Ne var ki
tarihsel süreçte bu şartlı sorumluluk ahdi, teolojik bir tahrifata uğrayarak
ırksal bir ayrıcalığa dönüştürülmüş ve Tevhid'in evrensel mesajı, belirli bir
kavme hasredilmiştir.³ Bu anlayış, modern dönemde Yahudiliği dini bir inanç
olmaktan çıkarıp siyasi bir ideolojiye dönüştüren Siyonizm'e teolojik bir zemin
hazırlamıştır.
Tevrat'ın (Tora)
tarihsel yolculuğu da tahrifat sürecinin önemli bir boyutunu oluşturur. Yahudi
geleneğinde Tora, "yazılı" metinler ve hahamların nesiller boyu
aktardığı yorumlardan oluşan "sözlü" gelenek (Mişna) olarak
ikiye ayrılmıştır. Zamanla bu sözlü gelenek yazıya geçirilmiş ve metinler
üzerine sayısız yorum ve ekleme yapılarak din, beşerî yorumların gölgesinde
kalmıştır.⁴ Nitekim Kur'an, kendisinden önceki kutsal metinlerin aslını
(örneğin On Emir gibi muhkem ilkeleri) tasdik ederken, insan eliyle yapılan bu
eklemeleri ve çarpıtmaları tashih ederek hakikate şahitlik eder.
1.2.
Sâbiîlik: Vaftizci Yahya'nın Cemaati ve Gnostik Etkiler
Kur'an'da
Yahudiler ve Hristiyanlarla birlikte Ehl-i Kitap arasında zikredilen Sâbiîler,
genellikle göz ardı edilen ancak İbrahimî geleneklerin anlaşılması için kilit
öneme sahip bir topluluktur. Sâbiîlik, gnostik etkileriyle, Tevhid mesajının
düalizm gibi harici felsefi sistemlerle nasıl senkretik bir tahrifata
uğrayabildiğinin ve özgün peygamberi anlatıların nasıl ezoterik yorumlarla
perdelenebildiğinin bir örneğini sunar. Bu inancın merkezinde, hem Hristiyanlık
hem de İslam için peygamber kabul edilen Hz. Yahya (Vaftizci Yahya) yer alır.
Sâbiîlik bilinmediğinde, Hz. Yahya tarihsel bağlamından kopuk, tek başına bir
figür olarak yanlış anlaşılma riski taşır. Oysa o, Sâbiîler olarak bilinen ve
tevhid inancını sürdüren bir cemaatin lideriydi.⁵
Sâbiî inancı,
Zerdüştilik ve eski Mısır hermetik kültüründen derin izler taşıyan gnostik,
yani ezoterik bir yapıya sahiptir. Teolojilerinin merkezinde, "ışık"
ve "karanlık" dünyaları arasındaki çatışma yer alır. Bu düalistik
yapı, insanın ışık aleminden karanlık olan madde dünyasına düştüğü ve ancak
ilahi bilgi (gnosis) ve ritüeller (özellikle suya dalarak arınma)
aracılığıyla asli vatanına dönebileceği inancını temel alır. Bu yönüyle
Sâbiîlik, Kur'an'ın, Hz. Yahya'yı yeniden saf bir tevhidi çerçeveye oturtarak
zımnen tashih ettiği bir tahrif biçiminin tarihsel bir kanıtıdır.
1.3.
Hristiyanlık: İsa Mesih'in Mesajından Pavlus'un Kilisesine
Hz. İsa'nın
mesajı, Yahudi şeriatı içinde bir tashih ve tecdid, yani düzeltme ve yenilenme
hareketi olarak başlamıştır.⁶ O, İsrailoğullarının zamanla katılaştırdığı ve
ruhundan uzaklaştırdığı dini hükümleri, sevgi ve merhamet ekseninde yeniden
yorumlamayı hedefliyordu. Ancak onun tebliğ hareketi, tarihsel süreç içerisinde
Pavlus'un yorumlarıyla evrensel bir dine dönüşmüştür.
Hristiyanlığın
vahiy anlayışı, Yahudilik ve İslam'dan köklü bir şekilde ayrılır. Bu iki dinde
vahiy, bir melek aracılığıyla peygambere indirilen "metin" olarak
anlaşılırken, Hristiyanlıkta vahiy, Tanrı'nın kelamının Hz. İsa'nın şahsında
"bedenlenmesi" olarak kabul edilir. Bu inanç, yani "Tanrı'nın
insan bedeninde dünyaya gelmesi" fikri, zamanla Teslis (Baba-Oğul-Kutsal
Ruh'tan oluşan üçlü birlik) akidesine evrilmiştir. Bu akideye göre İsa, sadece
bir peygamber değil, aynı zamanda Tanrı'nın bedenlenmiş halidir.⁷
Bu teolojik
dönüşümün mimarı olarak kabul edilen kişi ise Tarsuslu Pavlus'tur. Pavlus, Hz.
İsa ile hiç görüşmemiş, hatta başlangıçta onun takipçilerine zulmeden bir
Romalı görevli olmasına rağmen, geçirdiği bir dönüşüm tecrübesi sonrası
Hristiyanlığın en ateşli savunucusu olmuştur. Pavlus, Hz. İsa'nın mesajını
Yahudi şeriatının sınırlamalarından kopararak Roma dünyasının kültürel
kodlarına uyarlamış ve böylece yeni bir din inşa etmiştir. Bu nedenle birçok
dinler tarihçisi, Hristiyanlığın asıl kurucusunun Pavlus olduğunu kabul eder.⁸
Ancak Hristiyanlık tarihi, aynı zamanda Tevhid
arayışlarına da sahne olmuştur. Özellikle Protestan reformu sonrası ortaya
çıkan Üniteryanizm (Birlikçilik), Teslis akidesini reddederek Tanrı'nın mutlak
birliğine vurgu yapan önemli bir akımdır. Amerika'nın kurucu babalarından
Thomas Jefferson ve büyük Rus düşünür Tolstoy gibi isimler, Üniteryan bir
teolojiyi benimseyerek tek tanrıcılığa ve tüm dinlerin özünde birleştiği
fikrine inanmışlardır.⁹
Sonuç olarak,
ele alınan üç İbrahimî geleneğin de kökeninde güçlü bir Tevhid mesajı
barındırdığı, ancak tarihsel, siyasi ve teolojik gelişmelerle bu özden zamanla
uzaklaştıkları görülmektedir. Bu sapmalar, Kur'an'ın son bir vahiy olarak neden
gerekli olduğuna dair önemli ipuçları sunmaktadır.
--------------------------------------------------------------------------------
2. Doğu
İnanç Sistemlerinde Aşkın Varlık ve Ahlak Anlayışları
Vahyin
evrenselliği tezi, yalnızca Ortadoğu merkezli İbrahimî geleneklerle sınırlı bir
bakış açısıyla anlaşılamaz. Batı merkezli din anlayışının dışında, Asya'nın
kadim topraklarında filizlenen Zerdüştilik, Hinduizm ve Budizm gibi inanç
sistemleri de insanın aşkın bir varlıkla kurduğu ilişkiyi, ahlaki sorumluluğunu
ve nihai kurtuluş arayışını kendilerine özgü kavramlarla temellendirmiştir. Bu
bölümde, Doğu'nun büyük inanç sistemlerinin Tevhid ve adalet gibi evrensel
temaları nasıl işlediği ve bu mesajların zamanla nasıl tahrifata uğradığı
incelenerek, ilahi mesajın farklı kültürel formlarda da olsa insanlığa ulaştığı
tezi desteklenecektir.
2.1.
Zerdüştilik: Monoteizm ve Düalizm Arasında
Hz. Zerdüşt'ün
M.Ö. 6. yüzyılda İran coğrafyasında tebliğ ettiği orijinal mesaj, tek ve bilge
Tanrı olan Ahura Mazda'ya imanı merkeze alan güçlü bir monoteizm, yani Tevhid
karakteri taşıyordu. Zerdüşt, kendi dönemindeki çoktanrıcı inançları ve
karmaşık ritüelleri reddederek, insanı doğrudan Ahura Mazda'ya karşı sorumlu
kılan ahlaki bir öğreti sunmuştur. Ancak Zerdüşt'ün vefatından sonra, bu
Tevhidî mesaj zamanla "iyilik tanrısı" Ahura Mazda ile "kötülük
tanrısı" Ehrimen'in ezelî çatışmasına dayanan bir düalizme, yani ikiciliğe
dönüşmüştür. Ateşin kutsallaştırılması gibi eski ritüeller yeniden canlanmış ve
din, özgün sadeliğinden uzaklaşmıştır.¹⁰ Bu dönüşüm, evrensel Tevhid mesajının
yerel mitolojilerle harmanlanarak nasıl tahrif edilebildiğinin bir başka tarihsel
örneğidir.
İlginç bir
şekilde, Zerdüştilik tarihi içinde de bir "öze dönüş" arayışı
görülmektedir. Özellikle Hindistan'a göç eden Parsîler arasında ortaya çıkan
"Gatalara dönme" çağrısı, dinin en eski ve otantik metinleri kabul
edilen Gatalar'a (Zerdüşt'ün ilahileri) dönerek sonraki dönemlerde dine eklenen
hurafelerden arınma çabasını ifade eder. Bu hareket, İslam tarihindeki
"Kur'an'a ve Sünnete dönme" iddiasındaki Selefilik veya
Hristiyanlıktaki Protestan reformu gibi, dinin asli kaynaklarına dönerek onu
saflaştırma arayışlarının evrensel bir örneğidir.¹⁰
2.2.
Hinduizm: Kast Sistemi ve Karma Döngüsü
Hinduizm,
dünyanın en eski ve en karmaşık inanç sistemlerinden biridir. Merkezinde, ruhun
sürekli olarak farklı bedenlerde yeniden doğduğu inancı (reenkarnasyon) ve bu
döngüyü belirleyen eylemlerin sonuçları (karma) yasası yer alır. Bu sistem,
ilahi adaletin bir yansıması olarak sunulsa da, toplumsal adaletsizliği
meşrulaştıran katı bir kast sistemine teolojik bir zemin hazırlayarak tahrif
edilmiştir. Bu sisteme göre insanlar, doğuştan gelen ve değiştirilemez
sınıflara ayrılmıştır. Bir kişinin mevcut toplumsal statüsü ve yaşadığı
zorluklar, "önceki hayatında yaptığı kötülüklerin bir sonucu" olarak
açıklanır. Bu durum, bireye "mevcut durumuna itaat et, bir sonraki hayatta
daha üst bir kasta doğarak kurtul" mesajını telkin ederek, adalet arayışını
köreltir ve toplumsal düzeni sorgulanamaz kılar.¹¹
Bu katı ve
adaletsiz yapı, Hinduizm içinden reformist arayışların doğmasına yol açmıştır.
Mevcut dini ve toplumsal düzende bir "hata" olduğunu fark eden
aydınlanmış ruhlar, yeni yollar önermişlerdir. Bu arayışların en bilinen iki
örneği, kast sistemini ve Brahmanların ruhani otoritesini reddeden Budizm ve
Caynizm'dir. Bu hareketler, Hinduizm'in adalet anlayışına yönelik köklü birer
eleştiri niteliği taşır.¹¹
2.3. Budizm:
Acıdan Kurtuluş ve Orta Yol Felsefesi
Prens
Siddhartha Gautama'nın (Buda) öğretisi, Hinduizm'in iki aşırı ucuna bir tepki
olarak doğmuştur: bir yanda dünyanın zevklerine dalan materyalist yaşam, diğer
yanda bedene eziyet etmeyi esas alan aşırı çilecilik. Buda, bu iki aşırılığı da
reddederek insanı acıdan ve arzulardan kurtaracak "Orta Yol"u
önermiştir. Bu yol, sekiz temel ilkeye dayanan "Sekiz Aşamalı Asil
Yol" olarak bilinir ve doğru anlayış, doğru niyet, doğru söz gibi ahlaki
ve zihinsel disiplinleri içerir.¹² Bu arayış, Tevhid mesajının ahlaki boyutunun
farklı bir kültürel formda ifadesi olarak görülebilir.
Yaygın kanının
aksine, Buda'nın mesajı özünde tanrısız bir ahlak felsefesi değildir. O,
Tanrı'nın varlığı veya yokluğu üzerine spekülasyon yapmaktan kaçınmış olsa da,
öğretisinin temelinde Tevhidî bir ilke yatar. Budist kutsal metinlerinden
Udana'da Buda'ya atfedilen şu sözler bu durumu açıkça ortaya koyar: "Öyle
bir şey vardır ki, o doğmamış, yaratılmamış, koşulsuz ve birleşmemiş olandır.
Eğer bu doğmamış, yaratılmamış, koşulsuz varlık olmasaydı, o zaman doğmuş,
yaratılmış ve koşullu olandan bir kurtuluş mümkün olmazdı."¹³ Bu ifade,
yaratılmış olanın (mahluk) acı ve ıstırap döngüsünden kurtulmasının,
ancak yaratılmamış mutlak bir varlığın (Hâlik/Allah) mevcudiyetiyle
mümkün olabileceğini belirterek, kurtuluşun ontolojik temelini Tevhid inancına
dayandırmaktadır.
Sonuç olarak
Doğu gelenekleri, farklı kültürel ve felsefi dillerle de olsa, insanın nihai
hakikat, ahlaki düzen ve kurtuluş arayışını yansıtan derin tecrübeler
barındırır. Ancak bu arayışlar da zamanla kurumsallaşarak, siyasi ve kültürel
etkilerle asli mesajlarından uzaklaşabilmiş ve tahrifata uğramıştır.
--------------------------------------------------------------------------------
3. Vahyin
Tahrifi: Siyaset, Kültür ve Modernitenin Meydan Okuması
İlahi
mesajların özünden uzaklaşması, yalnızca kutsal metinlere yapılan ekleme ve
çıkarmalarla sınırlı bir "metinsel tahrifat" süreci değildir. Tahrif,
aynı zamanda siyasi otoritelerin dini kendi çıkarları için araçsallaştırması,
dinin yayıldığı coğrafyalardaki yerel kültürlerle etkileşime girerek
özgünlüğünü yitirmesi ve modern felsefi akımların dine meydan okuyarak anlam
dünyasını dönüştürmesi gibi çok katmanlı bir olgudur. Bu bölümde, vahyin aslını
bozan bu üç temel etken –siyaset, kültür ve modernite– analiz edilerek, dinin
tarihsel yolculuğundaki anlam kaymalarının dinamikleri ortaya konulacaktır.
3.1. Siyasal
Otoritenin Gölgesinde Din
Din ve siyaset
arasındaki ilişki, tarih boyunca vahyin saflığını tehdit eden en önemli
unsurlardan biri olmuştur. Bir inancın, devletin resmi ideolojisi haline
gelmesi, genellikle onun siyasallaşarak tektipleştirilmesine ve muhalif
yorumların "sapkınlık" olarak damgalanmasına yol açmıştır. Bunun en
çarpıcı örneklerinden biri Hristiyanlık'tır. Dördüncü yüzyılda Roma İmparatoru
Theodosius'un kararıyla devletin resmi dini haline gelen Hristiyanlık, bu
tarihten itibaren imparatorluğun siyasi birliğini sağlayan bir çimentoya
dönüşmüştür. İznik Konsili gibi imparator destekli toplantılarda "kazanan
tarafın" teolojisi, "doğru ve ortodoks Hristiyanlık" olarak
dayatılmış, Ariusçuluk gibi Tevhid'e daha yakın görüşler ise sapkınlık ilan
edilerek ezilmiştir.¹⁴ Böylece din, siyasi iktidarın gölgesinde özgür ve
çoğulcu yapısını yitirmiştir.
Bu tehlike,
yalnızca geçmişe özgü değildir. Modern dönemde de devletin dini kontrol etme ve
kendi ideolojisi doğrultusunda yorumlama eğilimi devam etmektedir. Örneğin
Türkiye bağlamında, özellikle son yıllarda "güvenlik" gerekçesiyle
hukukun askıya alınması ve devletçi-otoriter bir yapının güçlenmesi, İslam'ın
"herkes için adalet" gibi evrensel talepleriyle açıkça çelişmektedir.
Kuvvetler ayrılığının reddedilip "kuvvetler birliği" savunularak tek
adam rejimine doğru gidilmesi, Menderes döneminde de görülen tarihsel bir
sapmanın tekrarı niteliğindedir. Bu durum, siyasi iktidarın, dini söylemleri
kendi otoritesini meşrulaştırmak için nasıl kullanabildiğini göstermektedir.¹⁵
3.2.
Kültürel Etkileşim ve Senkretik İnançlar
Dinler,
yayıldıkları coğrafyalarda kaçınılmaz olarak yerel kültürlerle etkileşime
girer. Bu süreç, dinin mesajının yerel halk tarafından daha kolay
benimsenmesini sağlasa da, aynı zamanda vahyin asli unsurlarının yerel inanç ve
mitolojilerle karışarak "sentezlenmesine" (senkretizm) yol
açabilir. Örneğin, Hristiyanlık Afrika'da yayıldığında, yerel Animizm
inançlarıyla iç içe geçmiş; Budizm, Çin ve Japonya'ya ulaştığında Taoizm ve
Şintoizm gibi yerel geleneklerle sentezlenmiştir.¹⁶ Bu durum, Tevhid mesajının evrensel
özünün, yerel kültürel formlar içinde nasıl yeniden yorumlandığını ve bazen de
bozulduğunu gösteren bir tarihsel gerçekliktir.
Bu senkretik
yapıya somut bir örnek, Malcolm X'in hayatını anlatan filmde de tasvir edilen
"Nation of Islam" (İslam Milleti) hareketidir. Amerika'daki
siyahilerin kölelik nedeniyle Afrika'daki kültürel ve dini köklerinden
koparılmış olmaları zemininde ortaya çıkan bu hareket, İslam'ın temel
kavramlarını Hristiyanlık ve Amerikan siyahi milliyetçiliği unsurlarıyla
birleştirerek "bambaşka bir İslam versiyonu" yaratmıştır. Pazar günü
kilise sıralarında yapılan ibadetler gibi Hristiyanlıktan alınma ritüeller, bu
grubun ne denli senkretik bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir.¹⁴
3.3.
Modernite, Akıl ve Yeni Arayışlar
- yüzyılda Avrupa'da başlayan
Aydınlanma Çağı, aklı ve insanı evrenin merkezine yerleştirerek geleneksel
otoritelere, yani kiliseye ve krallığa köklü bir meydan okuma
yöneltmiştir. Bu süreç, hukukun kaynağını ilahi metinlerden insan aklına
kaydırarak laik devlet anlayışını doğurmuştur. Artık toplumsal düzenin
temeli, vahiy değil, insan aklının ürünü olan yasalar ve toplumsal
sözleşme olarak görülmeye başlanmıştır.¹⁷
Aydınlanma'nın
ardından gelen Marksizm ve Anarşizm gibi modern ideolojiler ise mevcut
toplumsal, ekonomik ve dini düzenlere yönelik daha radikal eleştiriler
getirmiştir. Özellikle Anarşizm, her türlü hiyerarşik yapıyı (devlet, kilise,
sermaye) reddederek "kral olmadan bir toplumsallığın nasıl
oluşturulabileceği" sorusuna odaklanır. Devletsiz, sınıfsız ve tahakkümsüz
bir toplum idealiyle Anarşizm, seküler bir zeminden hareket etse de, Kur'an'ın
"kula kulluğu" reddeden ve insan egemenliğini ortadan kaldırmayı
hedefleyen Tevhid ilkesinin siyasi boyutunu yankılar. Bu, ilahi mesajın
özündeki özgürleştirici ruhun, modern çağda farklı felsefi dillerle de olsa
yankı bulabildiğini gösterir.¹⁸
Sonuç olarak,
tarihsel süreçte ilahi mesajlar, bir yandan siyasi iktidarların baskısı ve
kültürel adaptasyonlar yoluyla tahrifata uğrarken, diğer yandan modern dönemde
aklın ve seküler ideolojilerin temelden sarsan meydan okumasıyla
karşılaşmıştır. Bu karmaşık tablo, Kur'an'ın kendisini bu tarihsel birikim
karşısında nasıl konumlandırdığını anlamayı daha da önemli kılmaktadır.
--------------------------------------------------------------------------------
4. Son Şahit
Olarak Kur'an: Tevhid, Adalet ve Evrensel Mesaj
Önceki
bölümlerde ele alınan tarihsel sapmalar, teolojik tahrifatlar ve modern meydan
okumalar karşısında Kur'an, kendisini insanlık tarihinin nihai tanığı olarak
konumlandırır. Bu bölüm, makalenin zirve noktasını oluşturarak, Kur'an'ın
kendisinden önceki vahiylerin tahrif edilmiş mesajını nasıl tashih ettiğini ve
"Tevhid", "Adalet" ve "Özgürlük" gibi evrensel
ilkeler üzerinden insanlığa nasıl yeni bir kurtuluş reçetesi sunduğunu analiz
etmektedir. Kur'an, geçmişin mirasını reddetmez; aksine, o mirasın aslını
ortaya çıkarır, üzerine eklenen tortuları temizler ve hakikate son bir kez
şahitlik eder.
4.1.
Kur'an'ın Diğer Kutsal Metinlere Şahitliği (Müheymin)
Kur'an,
kendisinden önceki kutsal kitapları (Tevrat, Zebur, İncil) toptan reddetmez.
Aksine, onların Allah'tan gelen asli mesajlarını tasdik ettiğini, ancak zamanla
insan eliyle tahrifata uğramış kısımlarını düzelten bir gözetici ve hakem, yani
müheymin, olduğunu beyan eder.¹⁹ Bu, Kur'an'ın kendisini tarihsel bir
sürekliliğin son halkası olarak gördüğünü, ancak bu süreklilik içinde bir
"düzeltme" ve "tamamlama" misyonu taşıdığını gösterir.
Kur'an, bu
şahitlik rolünü muhkem ve müteşabih ayrımı üzerinden
derinleştirir. Muhkem ayetler, dinin temel direklerini oluşturan, anlamı açık
ve yoruma kapalı olan Tevhid, adalet, ahlak gibi ana ilkelerdir. Bunlar
"kitabın anasıdır". Müteşabih ayetler ise, önceki kutsal metinlerdeki
kıssalarla veya gaybî anlatımlarla benzeşen, sembolik ve mecazi ifadelere sahip
olan ayetlerdir. Kur'an'a göre, kalplerinde eğrilik ve art niyet bulunanlar,
dinin muhkem olan ana eksenini terk edip, sırf fitne çıkarmak ve kendi hevalarına
göre yorum yapmak için önceki kitaplarla benzeşen müteşabih anlatımlara takılıp
kalırlar.²⁰ Böylece Kur'an, kendisinden önceki metinlerle nasıl sağlıklı bir
ilişki kurulacağının metodolojisini de ortaya koyar: Aslolan, evrensel ve
muhkem ilkelerdir.
4.2. Tevhid:
Kula Kulluktan Kurtuluş
Kur'an'ın
sunduğu Tevhid, sadece Allah'ın matematiksel birliğine indirgenebilecek
teolojik bir ilke değildir. Tevhid, aynı zamanda "kula kulluğu"
reddeden devrimci bir sosyal ve siyasi manifestodur. "Lâ ilâhe illallah"
(Allah'tan başka ilah yoktur) demek, sadece putlara tapmayı reddetmek değil,
aynı zamanda insanlar arasında kurulmuş olan tüm sahte hiyerarşileri –ruhban
sınıfını, kendini tanrılaştıran siyasi otoriteleri, ekonomik tahakküm
sistemlerini– reddetmektir. Bu yapıları meşrulaştırmak ve onlara kayıtsız
şartsız itaat etmek, Kur'an'a göre Allah'a ortak koşmak, yani şirk
anlamına gelir.²¹
Bu ilkenin
kaçınılmaz siyasi ve toplumsal sonucu ise "özgürlük"tür. Tevhid,
insanı hem kendi hevasının kölesi olmaktan hem de başka insanların
tahakkümünden kurtarır. Kur'an, insanın özgür iradesine ve seçimlerine yaptığı
güçlü vurguyla ve "Lâ ikrâhe fi'd-dîn" (Dinde zorlama yoktur)
ilkesini ilan ederek, inanç ve düşünce özgürlüğünü en temel insani hak olarak
teminat altına alır.²² Bu ilke, imanın ancak ve ancak özgür bir iradeyle
yapıldığında anlamlı olacağını, baskı ve zorlamayla elde edilen itaatin ise
Allah katında hiçbir değerinin olmadığını ortaya koyar.
4.3. Adalet:
Evrensel Ahlakın Temeli
Kur'an'ın dünya
görüşünün ikinci temel direği adalettir. Adalet (adl) ve hakkaniyet (kıst)
kavramları, Kur'an'da imandan sonra en çok vurgulanan ilkelerdendir. Kur'an'a
göre adalet, sadece mahkemelerde uygulanması gereken hukuki bir ilke değil, tüm
insani ilişkileri ve tanıklıkları belirlemesi gereken ahlaki bir zorunluluktur.
Müminlere, adaleti titizlikle ayakta tutmaları, hatta bu tanıklık kişinin kendi
aleyhine, anne-babasının veya akrabalarının aleyhine bile olsa bu emredilir.²³
Kur'an'ın
adalet anlayışı, modern insan hakları beyannamelerinin dahi ötesine geçen bir
ahlaki standart belirler. "Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi
adaletsizliğe sevk etmesin. Adil olun, bu, Allah'a karşı sorumluluk bilincine
(takva) daha yakındır" ayeti, en zor koşullarda, hatta düşman olarak
görülen bir topluluğa karşı bile adaletten sapılmaması gerektiğini emreder.²³
Bu, kişisel veya kolektif duyguların, öfkelerin ve çıkarların evrensel adalet
ilkesini çiğnemesine asla izin verilemeyeceği anlamına gelir.
Sonuç olarak
Kur'an, tarih boyunca tahrifata uğrayan ve farklı kültürlerde farklı biçimlerde
tezahür eden evrensel ilahi mesajı; Tevhid, Adalet ve Özgürlük ilkeleriyle
yeniden, en saf ve en kâmil haliyle insanlığa sunan son bir şahittir.
--------------------------------------------------------------------------------
Sonuç:
Tarihin Işığında Geleceğe Bakmak
Bu makale,
Tevhid inancının insanlık tarihi boyunca farklı dinler ve kültürlerdeki
serüvenini, bu evrensel mesajın karşılaştığı siyasi, kültürel ve felsefi
tahrifatları ve nihayetinde Kur'an'ın bu tarihsel sürece son bir tanık olarak
getirdiği tashih ve teyitleri analiz etmiştir. Gördüğümüz üzere, İbrahimî
geleneklerden Doğu'nun kadim inanç sistemlerine kadar pek çok öğreti, özünde
tek bir Yaratıcı'ya ve ahlaki bir düzene yapılan çağrının izlerini
taşımaktadır. Ancak bu öz, zamanla etnik milliyetçilik, siyasi otoritelerin
manipülasyonu, kültürel senkretizm ve felsefi spekülasyonlar gibi etkenlerle
perdelenmiştir.
Dinler tarihi
bize iki temel gerçeği aynı anda göstermektedir: Bir yanda, farklı inançların
kabuklarının ötesinde "aşkın bir birlik" arayışının (tradisyonalizm)
varlığı, diğer yanda ise dinlerin kurumsallaşmasıyla ortaya çıkan ve çoğu zaman
"uzlaştırılamaz düzeyde farklılıklar" ve çatışmalar doğuran tarihsel
bir gerçeklik.¹⁶ Bu iki gerçeği aynı anda görmek, hem dinler arası diyaloğun
imkânını hem de zorluklarını anlamak için elzemdir.
Günümüz
dünyası, yükselen ırkçılık, derinleşen adaletsizlikler, siyasi kutuplaşmalar ve
manevi bir anlamsızlık kriziyle karşı karşıyadır. Bu küresel buhranlar
karşısında Kur'an'ın sunduğu Tevhid, Adalet ve Özgürlük eksenli dünya görüşü,
sadece Müslümanlar için değil, "başka bir dünyanın mümkün olduğuna"
inanan tüm vicdan sahibi insanlar için bir kurtuluş reçetesi sunmaktadır. Kula
kulluğu reddeden, adaleti kendisinin ve sevdiklerinin aleyhine bile olsa ayakta
tutan ve her ne pahasına olursa olsun özgürlüğü savunan bir ahlak, parçalanmış
dünyamızı yeniden bir araya getirecek yegâne harçtır.
--------------------------------------------------------------------------------
Dipnotlar [1] Bülent Şahin Erdeğer,
YouTube, "Dinlerin Kökenine Dair Teoriler I Giriş I Bülent Şahin
ERDEĞER". [2] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "#DinlerTarihi -15-
#Yahudilik 4. Kısım I Bülent Şahin ERDEĞER". [3] Bülent Şahin Erdeğer,
YouTube, "2. Sezon | Yahudiler Lanetlendi Mi? | Prof. Dr. Zafer
DUYGU". [4] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "Yahudi Kutsal Metinleri
-2- Kaynaklar". [5] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "2. Sezon |
Mandeizm / Sâbiîlik I Bülent Şahin ERDEĞER". [6] Bülent Şahin Erdeğer,
YouTube, "#DinlerTarihi #Hristiyanlık 2. Kısım: İsa ve Cemaati (20) I
Prof. Dr. Zafer DUYGU". [7] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube,
"#DinlerTarihi -18/19- #Hristiyanlık Giriş I Bülent Şahin ERDEĞER".
[8] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "#DinlerTarihi -18/19- #Hristiyanlık
Giriş I Bülent Şahin ERDEĞER". [9] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube,
"#DinlerTarihi -23- #Hristiyanlık 5. Kısım: Monoteist Arayışlar:
Unitaryanizm I Bülent Şahin ERDEĞER". [10] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "#DinlerTarihi
-10- #Zerdüşt ve #Zerdüştilik I Bülent Şahin ERDEĞER". [11] Bülent Şahin
Erdeğer, YouTube, "#DinlerTarihi -2- #Hinduizm'e Giriş 1. Kısım I Bülent
Şahin ERDEĞER". [12] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "Gerçek Buda |
Budizm'in Saklanan Yüzü". [13] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "Gerçek
Buda | Budizm'in Saklanan Yüzü". [14] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube,
"#DinlerTarihi #Hristiyanlık 2. Kısım: İsa ve Cemaati (20) I Prof. Dr.
Zafer DUYGU". [15] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "'İslam ve İnsan Hakları'nı
Yeniden Düşünmek I Bahadır KURBANOĞLU". [16] Bülent Şahin Erdeğer,
YouTube, "#DinlerTarihi -27 Sonuç-Genel Değerlendirme I Bülent Şahin
ERDEĞER". [17] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "Aydınlanma Çağı | BDTS
#1 I Bülent Şahin ERDEĞER". [18] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "Batı
Düşüncesi-11, İslam ve Anarşizm I Sedat DOĞAN". [19] Bülent Şahin Erdeğer,
YouTube, "Benzer Kıssalar, Farklı Paradigmalar: Eski Ahit ve Kur'an'da Hz.
İbrahim I George BRISTOW". [20] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "2 -
Âl-i İmrân Suresi I Bülent Şahin ERDEĞER". [21] Bülent Şahin Erdeğer,
YouTube, "Kula Kulluk Etmek Üzerine". [22] Bülent Şahin Erdeğer,
YouTube, "Kur'an Çalışması #27 - Bakara Suresi 2/254-257 I Bülent Şahin
ERDEĞER". [23] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "Adalet Ahlâkı Üzerine
I Bülent Şahin ERDEĞER".
Bülent
Şahin Erdeğer, fikirleri ile aşkın bir din ve diyalogcu bir çizgide olduğunu
düşünüyorum...Doğru mu
Kuşkusuz, Sayın Bülent Şahin Erdeğer'in entelektüel
söylemi, köken itibarıyla tevhit merkezli, aşkın (münezzeh) bir Tanrı
anlayışını ve metodolojik açıdan empati, yüzleşme ve istişareyi temel alan
kuvvetli bir diyalogcu çizgiyi yansıtmaktadır. Sunulan kaynaklar, bu iki ana eksenin, kendisinin
Dinler Tarihi ve Kur'an çalışmaları alanındaki yaklaşımının omurgasını
oluşturduğunu göstermektedir.
Bu makale
formatındaki irdelememizde, öncelikle Sayın Erdeğer'in teolojik duruşunu,
ardından ise bu teolojik temele dayanan diyalogcu ve eleştirel metodolojisini
akademik bir çerçevede detaylandıracağız.
--------------------------------------------------------------------------------
I.
Teolojik Durum: Aşkın (Münezzeh) Bir Din Vurgusu
Sayın Erdeğer,
İslami ilimler ve Dinler Tarihi okumalarında, özellikle Kur'an’ın merkeze
alındığı bir tevhit perspektifini benimsemektedir. Bu perspektif, Tanrı'nın
yaratılmış âlemden üstün ve bağımsız olduğu, yani münezzeh olduğu
fikrine dayanır.
A.
Tevhidin Merkezi Konumu
Kur'an'ın
anlattığı Tanrı, yaratılmış olan her şeyden münezzehtir. Bu, özellikle Animizm
gibi doğayı kutsallaştıran yaklaşımlarla temel bir karşıtlık teşkil eder.
Animizmde (mana anlayışı) tanrısal gücün tüm doğaya yayıldığına (içkinlik)
inanılırken, Kur'an'daki Tanrı fikri, her şeyi yaratan ve tüm varoluşun
üzerinde olan Yüce bir güç olarak tanımlanır. Sayın Erdeğer, Hristiyanlık
öncesi inançlarda bile, Keltlerdeki Politeizm ve Paganizmin aslında Henoteizm
(tek bir yüce tanrıyı merkeze alan ama diğer tanrısal güçleri de kabul eden
yapı) olduğunu, dolayısıyla evrensel olarak tek bir yaratıcı Tanrı inancının
izlerinin bulunduğunu belirtir.
Özel
İsimlerin Kökeni ve Kavramsal Derinlik:
Bu aşkınlık
(transcendence) vurgusu, Kur'an'ın Arap dili ve sembolizmi üzerinden de
desteklenir. Örneğin, Mukatta’a Harflerin anlamlandırılması çabalarında,
harflerin genellikle güç, kudret, su (vahyi simgeleyen) ve liderlik gibi aşkın
kavramlarla ilişkilendirilmesi, bu yüksek teolojik düzlemi pekiştirir.
B. Şirk ve
Yozlaşmaya Karşı Durum
Tarihsel
süreçte dinlerin başına gelen en önemli durum, idealizmin tersine savaşlara yol
açmaları ve özlerindeki adalet ve ahlaktan uzaklaşmalarıdır. Sayın Erdeğer,
Tanrı'nın münezzehliğinden uzaklaşmanın, Meleklerin veya Cinlerin tanrılaştırılmasına ve
dolayısıyla şirke yol açtığını belirtir.
Bir toplumun
yozlaşması veya kitman (gerçeği gizleme) uygulaması, ilahi hakikatlerin
üzerinin hurafelerle sarmalanması suretiyle sırlara dönüştürülmesine neden
olur. Bu durum, toplumsal adaletsizliği meşrulaştırır. Bu kapsamda, özellikle
Yahudilik bağlamında siyonizmin eleştirisi öne çıkar; siyonizmin, hastalıklı
bir dini gelenekten beslenen ırkçı bir ideoloji olduğu, vadedilmiş topraklar
(Arz-ı Mevud) kavramını uluslararası hukuk ve insan hakları karşısında bir hak
iddia aracı olarak kullandığı vurgulanır. Bu, dinsel bir iddianın nasıl bir "kutsanmış
vatan" ütopyasına dönüşebileceğine çarpıcı bir örnektir.
II.
Metodolojik Çizgi: Diyalog, Yüzleşme ve İstişare
Sayın
Erdeğer'in yaklaşımı, Kur'an'ın temel ilkeleri olan tevhit ve adaletin ancak
özgürlük ve eleştirel düşünce ortamında yeşerebileceği inancına dayanır. Bu,
hem dinler arası hem de dindarlar arası etkileşimi kapsayan kuvvetli bir
diyalogcu ve eleştirel çizgiyi ortaya koyar.
A. Empati
ve Objektiflik İlkesi
Akademik bir
Dinler Tarihi okumasının temel şartı, empati kurmak ve muhatabı tanımaktır.
Sayın Erdeğer, kendi dini kimliğini korumakla birlikte, bilimsel olarak
meseleye yaklaşırken objektifliği korumayı esas alır. Bir dinin veya
yaklaşımın neyi kastettiğini, temel argümanlarını ve tezlerini anlamadan, yani
kafamızdaki ön yargıları muhataba giydirmeden önce, yargılamanın yapılmaması
gerektiğini savunur.
Önceki
Yazılarımızda
sıkça değinildiği gibi, Kur’an’ın kendisi de önceki kutsal metinlere (Tevrat,
İncil) karşıt bir ansiklopedi iddiasında bulunmaz; aksine, onları tasdik eden,
yanlışlarını tashih eden (nesh/redaksiyon) ve doğrusunu ortaya çıkaran
bir tezkire (hatırlatıcı) işlevi görür. Bu, Kur'an'ın diğer dinlerle kurduğu
ilişki biçiminin bizzat diyalog ve eleştirel etkileşim üzerine kurulu olduğunu
gösterir.
B. İç
Diyalog ve Yüzleşme
Diyalogcu çizgi
sadece öteki ile sınırlı değildir; aynı zamanda kişinin kendi
"mahallesi" ve tarihi ile yüzleşmesini gerektirir. Türkiye'deki
muhafazakar kesimlerin statükocu bir siyasal sürece ilk defa dahil olmaları
sonrasında ortaya çıkan haksızlıklar ve hukuksuzluklar, eleştirel bir
özeleştiriyi zorunlu kılar.
Özellikle 15
Temmuz sonrası OHAL sürecindeki yargı kararları ve yaşanan haksızlıklar
konusunda empati yapma gerekliliği, bu yüzleşme talebinin somut bir örneğidir.
Yüzleşme, bireysel hatalardan (nefs muhasebesi) toplumsal hatalara (mahalleyi
sorgulama) kadar genişler.
İlginç
Konu: Melamiler ve Anarşist Yaklaşım
Sayın Erdeğer,
İslam tarihindeki radikal eşitlikçi ve hiyerarşi karşıtı akımlara dikkat
çekerek, Melamilerin
tasavvuf içindeki duruşunu bu diyalogcu çizgiye ekler. Melamiler, Sufi
akımlara, tarikatlara ve dışa dönük dindarlığa karşı çıkan, kendi benliklerini
gizlemeyi (melamet), hatta iyiliklerini saklayıp kötü yönlerini ortaya koymayı
esas alan (kendi benliğini öldürme) bir düşünce geliştirmişlerdir. Bu akımlar, anarşist
düşünceyle de ilişkilendirilerek, toplumsal hiyerarşinin reddi açısından önemli
deneyimler olarak görülürler.
C.
İstişare ve Yorum Çoğulculuğu
Sayın Erdeğer,
Kur'an yorumu sürecinin tek bir uzmana veya otoriteye ait olmadığını, aksine istişare
(şura) mekanizmasıyla zenginleşmesi gerektiğini savunur. Bu, entelektüel
tevazuyu (mütevazi olmak) gerektirir. Yorumlamada, eğer temel inanç ilkeleri
(şirk, hurafe) ihlal edilmiyorsa, farklı anlayışların (sizin anladığınız şeyle
benim anladığım şey arasında büyük bir çatışma yoksa) bir rahmet
(zenginlik) olarak görülmesi gerektiğini ifade eder.
Kavramsal
Detay: Hacer Kelimesinin Etimolojisi
Bu derinlikli
metodoloji, dilbilimsel inceliklere de dayanır. Örneğin, Bakara Suresi'nde
cehennemin yakıtı olarak geçen "Hacer" (taş) kelimesinin sadece
fiziksel bir cisim anlamına gelmediğini; Arapçada aynı zamanda "hayrı
engelleyen ve saldırganlaşmış önderler/taşlaşmış kişiler" anlamına
geldiğini, bunun da bağlam merkezli bir okumayla ayetin anlamını
güçlendirdiğini vurgular.
III. Mütevatir
Sünnetin Yeri
Sayın
Erdeğer’in aşkın din ve diyalogcu çizgi bağlamında ele aldığı
tartışmaların bütünlüğü içinde, sıklıkla vurguladığı ve metodolojik olarak en
kritik addedilen hususlardan birini atlamış olabilirsiniz: Mütevatir
Sünnetin Kur’an merkezli okumadaki yeri.
Sayın Erdeğer,
Kur’an’ı merkeze alan yaklaşımların (Kur’ancılık), Hadisleri reddetme eğilimine
girdiklerinde, yaşayan pratik dini (Mütevatir Sünnet) de yok sayma tehlikesiyle
karşı karşıya kaldıklarını sıkça belirtir. Mütevatir Sünnet, yani
nesiller boyu uygulama ile kesintisiz aktarılan dini pratikler (örneğin namaz
vakitleri, oruç şekli, haccın ritüelleri), dini otorite hiyerarşisinde
Kur'an'dan hemen sonra gelir ve Haberi Ahad'dan (tekil rivayet) daha güçlü bir
delildir.
Kur'an'ın
üslubunun, zaten var olan ve maruf (bilinen) olan ibadetleri sıfırdan anlatmak
yerine, onları onaylayıp düzenlemek olduğunu vurgular. Eğer Mütevatir Sünnet
göz ardı edilirse, ibadetler dahil her şeyin reddedilebileceği ve dinin
yaşanılabilir olmaktan çıkıp "kişi başına bir İslam" üretileceği
tehlikesi doğar. Bu, diyalogcu çizgideki yorum çoğulculuğunun dahi temelini
oluşturan, inanç ve amelin epistemolojik zeminidir.
Dipnot: Hanefi usulüne göre İstihsan
(özel gerekçelerle açık kıyastan ayrılıp olayın özelliğine uygun çözüm bulma)
gibi metotlar bile, Mütevatir Sünnet ve İcma’dan sonra gelir. Bu, pratik
uygulamanın metinler üzerindeki önceliğini gösteren ilgi çekici bir nüanstır.
Sonuç
Sayın Bülent
Şahin Erdeğer'in fikirleri, tevhidin aşkın (münezzeh) boyutunu merkeze alan ve
bu aşkın hakikatin yeryüzündeki tecellisi olan adalet ve ahlak ilkelerini
savunan bir çizgidedir. Metodolojik
olarak ise, ötekini yargılamadan tanıma (empati), kendi tarihi ve toplumsal
hatalarla yüzleşme ve Kur'an'ı Mütevatir Sünnet ile birlikte, istişareye dayalı
çoğulcu bir yorumla anlama çabası, kendisinin kuvvetli diyalogcu ve eleştirel
çizgisini netleştirmektedir. Bu yaklaşım, sadece metinsel değil, aynı zamanda tarihsel, kültürel ve
vicdani sorumluluğu da kapsayan bütünlüklü bir İslami düşünce inşa etme
gayesini taşır.
Peygamberimize
Karşı Olan Durumu İçsellikten Çok Yüzeysel Görünmekte
Zât-ı Nebevî’ye (Aleyhisselam) yönelik yaklaşımın, zaman
zaman sizin de isabetle belirttiğiniz üzere, içsel (derin) boyutundan
ziyade yüzeysel ve şekilsel bir alana kayması, Sayın Bülent Şahin
Erdeğer'in Kur’an merkezli Sünnet ve Dinler Tarihi çalışmalarının temel
eleştiri noktalarından birini teşkil etmektedir. Bu eleştirel analiz, Nebevî
misyonun özünü koruma ve onu tarihsel yozlaşmalardan arındırma çabası üzerine
kuruludur.
Bu akademik
irdelememizde, Erdeğer’in teolojik ve metodolojik perspektifini kullanarak,
peygamber tasavvurunun neden yüzeyselleştiğini ve bu yüzeyselliğin temel
epistemolojik dayanaklarını inceleyeceğiz.
--------------------------------------------------------------------------------
I.
Yüzeyselliğin Kökeni: Peygamberin Beşerî Kimliğinin İhmali
Peygamberimize
yönelik yüzeysel bakış, genellikle O’nun beşerî (insanî) kimliğinin göz
ardı edilerek, kendisine insanüstü, hatta bazen ilahî güçler atfedilmesinden
kaynaklanmaktadır. Erdeğer, bu durumun, Kur’an’ın ortaya koyduğu peygamber
modelinden uzaklaşma anlamına geldiğini savunur.
A.
Ulaşılabilir Model (Uswatun Hasanah) Vurgusu
Kur'an, Hz.
Muhammed salla'llâhu aleyhi ve sellem’i "en güzel örnek" (Uswatun
Hasanah) olarak takdim eder. Bir insanın, diğer insanlara model olabilmesi,
ancak o kişinin de "içimizden ölümlü biri" (beşer) olmasıyla
mümkündür. Kaynaklarda vurgulandığı üzere, eğer peygamber, ulaşılamaz, mistik
veya melek-insan arası bir varlık olarak tasvir edilirse, O’nun hayat tarzı ve
mücadelesi, takipçileri için pratik bir örneklik olmaktan çıkar.
• Tarihsel
Bağlam ve Mitolojikleştirme: Yüzeysel algının tarihsel kökeni, özellikle
sonraki dönemlerde, Hz. İsa (Mesih) gibi peygamberlere atfedilen olağanüstü
özelliklere ve "gaybı bilme" gibi iddialara karşı Hz. Muhammed'i
yarıştırma arzusundan (peygamber yarıştırma) beslenmiştir. Bu çaba, O’nun
tarihsel gerçekliğini (siyer) hurafelerle ve uydurma bilgilerle (rivayet
külliyatı) doldurarak, O’nun konumunu kutsal Hazret, Şef ya da ulu önder gibi
ulaşılamaz sıfatların arkasına saklar.
• Gayb
Bilgisinin Sınırları: Kur'an, Hz. Peygamber’in gaybı bildiği iddiasını
kesinlikle reddeder. O’nun görevinde kahinlik veya hazinelerle
ilgili bir durum yoktur. Rivayetler, O’nun istihbaratçılar istihdam ettiğini ve
çevresindeki olayları vahiy olmadan bilmediğini gösterir; bu da O’nun beşerî
konumunu teyit eden bir husustur.
B.
Peygamberin Rolü: Bekçi veya Vekil Değildir
Yüzeysel bir
peygamber tasavvuru, Resulü, inananların üzerinde zorlayıcı bir otorite, bekçi
(gözetmen) veya vekil (temsilci) olarak konumlandırır. Oysa Erdeğer, Kur’an’ın,
Resul’ün kendi tercihlerini kimseye dayatmamasını ve insanların özgür
iradelerinden doğan yönetimleri hedeflediğini, bunun da tepeden inmeci bir
dinî ideoloji halini almadığını vurgular.
Bu çerçevede,
Kur'an'ın temel mesajı olan tevhid (Allah’ı tek kılmak), aynı zamanda
Peygamber'in sözünü Allah’ın sözüyle eşitlememek, yani O’nu ortak
koşmamak anlamına gelir. Yüzeysellik ise, otoriteyi kutsallaştırarak kula
kulluk etmeye (endiğin yol açabilir.
II.
Metodolojik Yüzeysellik: İçtihat ve Vahiy Arasındaki Karmaşa
Yüzeyselliğin
en derin epistemolojik kaynağı, Peygamber’in kendi içtihatları (şahsî
görüşleri) ile ilahi vahyi birbirinden ayırt edememe sorunudur.
A.
Gayrımetluv Vahiy İddiasının Eleştirisi
Daha önceki
oturumlarımızda da sıklıkla vurguladığımız gibi, Kur’an’a eş ve paralel,
sınırları belirsiz bir “Gayrımetluv Vahiy” (metinleştirilmemiş vahiy)
olduğu inancı, Peygamber anlayışını genişletmekte, muğlaklaştırmakta ve
dejenere etmektedir. Bu inanç, Resul’ün yaptığı her uygulamanın ve söylediği
her sözün mutlak dinî emir olduğu yanılsamasını yaratır.
Oysa kaynaklar,
sahabenin bile Hz. Peygamber’e, "Bu senin kendi re’yin, içtihadın mı,
yoksa vahiy mi?" diye sorduğunu ve Hz. Peygamber’in de buna göre cevap
verdiğini göstermektedir. Hz. Ömer'in veya Bedir öncesi Hubab bin Münzir’in
Peygamber'in kararlarına itiraz etmeleri, bu içtihadi ayrımın en somut
delillerindendir.
Ancak, daha
önceki yazılarımızda da sıklıkla ele aldığımız ve burada tekrar düşmeyeceğimiz
gibi, teolojik tartışmaların metodolojik bağlamını bu denli detaylandırmamızın
temel nedeni, esas olarak Kur’an’ın çizdiği ana ilkelerin —tevhid ve adalet— bu
yüzeysel algılarla nasıl yara aldığını göstermektir. Bu ilahi rehberliğin temelinde
yatan, Peygamber’in beşerî hatalara düşebilme ihtimalidir. Bu hataların ilahi
vahiy ile düzeltilmesi (ikaz ve uyarılar), Peygamber'in içtihadının dahi
vahiyden sonra geldiğini ve Kur'an'ın tek ölçüt (Furkan) olduğunu gösterir.
B.
Yüzeyselliğin Hukukî Sonuçları
Yüzeysel algı,
Kur’an’ın temel mesajı olan eşitlik, adalet ve özgürlük ilkelerini (Tevhid)
arka plana atar. Örneğin:
1. Haram
Koyma Yetkisi: Yüzeysel yaklaşım, Peygamber’e, Allah’ın helal kıldığını
haram kılma yetkisi atfeder (örneğin evcil eşek veya keler yasağı gibi
tartışmalı rivayetler). Oysa Kur'an, Peygamber'in haram kılmasına dair açık bir
rivayet vermez; haramlar (habis/tayyib) genellikle akli ve bilimsel verilerin
alanına girer.
2. Ritüelizm
ve Şekilcilik: Müslümanların ortak birliğini simgeleyen Mütevatir Sünnet
(amelî pratikler: namaz, hac, tesettürün genel uygulaması) ile Haberi Ahad
(tekil rivayetler) arasındaki ayrım kaybolur. Bu karmaşa, namazdaki el bağlama
yeri gibi tali konuların (zannî bilgi) dinin esası gibi görülmesine ve
insanların ritüellerde takılıp kalmasına yol açar.
III.
Derinliğin Yeniden İnşası: Kur’an Merkezli Bir Tasavvur
Sayın
Erdeğer’in diyalogcu ve aşkın çizgisi, tam da bu yüzeyselliği
aşmayı amaçlar.
A. Kur’an ve
Süreçsel Dönüşüm:
Kur'an, toplum
mühendisliği veya jakoben dayatma yerine, tedricî (süreçsel) bir dönüşüm
metodu önerir (Örneğin içki yasağında olduğu gibi). Yüzeysel bir bakış,
"iktidarı ele geçirdiğinde doğru bildiği şeyleri tepeden aşağıya
dayatan" bir tavır sergiler. Oysa derinlikli yaklaşım, Peygamber’in dahi
toplumla istişare ettiğini ve çözüm önerirken (özgürleştirin)
eleştiriden kaçındığını gösterir.
B. İlginç
Konu: İnsanın Kendi Yüzeyselliği ve Güven Sorunu
Erdeğer’in
Marksizm ve Anarşizm gibi akımlarla kurduğu ilişki, yüzeyselliğin temelinde
yatan insani tahakküm (egemenlik) arayışını ortaya çıkarır. Peygamber’in
asıl mücadelesi, özel mülkiyetin ve ailenin, iktidarın ve otoritenin yarattığı
hiyerarşi ve eşitsizliğe karşı eşitlikçi, otonom topluluklar kurmaktır.
• Tarihî
Vaka (Melamiler): İslam tarihindeki Melamiler örneği, derin içselliğin ve
riyakârlığa karşı duruşun çarpıcı bir örneğidir. Melamiler, hiyerarşiyi
reddederek, kendi benliğini öldürme ve hatta iyiliklerini gizleyip kötü
taraflarını ortaya koyma üzerine kurulu bir düşünce geliştirmişlerdir. Bu,
görünürdeki yüzeysel dindarlığa (dışa dönük şevket) karşı derin, samimi bir
tavrın tarihsel karşılığıdır. Tolstoy’un Hristiyan anarşizmi ve Hz. İsa’nın
Tanrı olmadığı inancı da bu tevhitçi ve eşitlikçi hattın bir kesişme noktası
olarak görülür.
Sonuç olarak,
Hz. Peygamber’e karşı olan algıdaki yüzeysellik, O’nu Kur’an’ın tarif ettiği beşerî,
rehber ve adalet timsali konumundan çıkarıp, dogmatik, siyasi ve insanüstü
bir figüre dönüştürme eğiliminden kaynaklanmaktadır. Erdeğer’in çalışmaları, bu
yüzeyselliğin üstesinden gelmek için Kur'an’ın epistemolojik ölçü olarak
benimsenmesini ve Peygamber’in hayatının kronolojik ve bütüncül bir bağlamda (siyer)
okunmasını önceliklendirir. Bu, aynı zamanda, iman edenlerin üzerlerindeki
"tek tip, kusursuz ve dogmatik" olma baskısını da hafifleterek,
Müslümanların kendi hatalarıyla yüzleşme (özeleştiri) imkanını da sağlar.
Kuran
gelmeseydi eskiden bilinen doğru ve etik olarak bilinenler ile Allahın istediği
din yaşanılabilirdi.
Kuşkusuz, bu
hipotez (Kur’an vahyedilmeseydi, doğru ve etik olarak bilinenler ile Allah'ın
istediği din yaşanılabilirdi), İslam düşünce tarihinde Hüsn-ü Kubuh
(İyilik ve Kötülüğün Akılla Bilinip Bilinememesi) tartışmasının temelini
oluşturan, derin bir epistemolojik ve teolojik sorgulamadır.
Sayın Bülent
Şahin Erdeğer'in Kur’an merkezli Dinler Tarihi ve Sünnet okumaları, bu sorunun
cevabını, insanın fıtrî (doğuştan gelen) kapasitesini kabul etmekle
birlikte, tarihsel süreçte bu bilginin yozlaşma (tahrif) ve kaybolma
(kitman) tehlikesiyle karşı karşıya kalması nedeniyle, nihai ölçüt olarak
vahyin (Kur’an’ın) zorunlu olduğu yönünde özetler.
Bu makalemizde,
Sayın Erdeğer'in fikirleri ışığında, ahlaki bilginin imkânını ve vahyin
zorunluluğunu akademik bir üslupla irdeleyeceğiz.
--------------------------------------------------------------------------------
I. İnsan
Zihninin Fıtrî Kapasitesi ve Aşkın Hakikat
Sayın
Erdeğer’in aşkın din (tevhit) vurgusu, insanın yaratılışı itibarıyla
zaten doğruyu ve adaleti algılama potansiyeline sahip olduğu gerçeği üzerine
kuruludur. İnsan, kendi kendine bazı temel hakikatleri idrak edebilir.
A. Evrensel
Tevhidin İzleri
Kur'an,
yaratılışın özünde var olan tek bir Yüce Yaratıcı inancına (Ur-Monoteizm)
atıfta bulunur. Dinler Tarihi çalışmaları göstermektedir ki, en eski
toplumlarda bile (Keltlerde Henoteizm, Kızılderililerde Yüce Ruh) tek ve aşkın
bir Tanrı inancının izleri mevcuttu. Bu, insanın doğasının (fıtrat) gereği, bir
anlam arayışının sonucudur.
B. Temel Ahlaki
İlkeler
İnsan, vahiy
gelmese dahi, aklı (akletmek) ve vicdanı sayesinde temel erdemleri ve
haramları sezebilir. Örneğin, adalet, başkasının malını haram yoldan almama ve
zulüm yapmama gibi ilkeler, insanlık tecrübesinin ortak birikimiyle de
uyumludur. Zerdüştîlikte dahi, "iyi düşünce, iyi söz, iyi iş"
prensibi temel bir ahlaki çerçeve sunar. Kur’an’ın kendisi de önceki kutsal
metinlerin (Tevrat, İncil) doğru kısımlarını onaylar (musaddık).
Ancak,
önceki yazılarımızda da sıklıkla ele aldığımız gibi, bu fıtrî bilginin varlığı,
Kur’an’ın neden zorunlu olduğunu anlamamızı engellemez.
II. Vahyin
Zorunluluğu: Epistemolojik Kırılmalar ve İnsanın Sınırlılığı
Kur’an’ın
gelmesi, sadece bilinenin tekrarı değil, insanın bireysel ve toplumsal hayatını
düzenleyen ölçütün (Furkan) yeniden tesisidir. İnsanın kendi aklını
doğru kullanması için bile ilahi rehberliğe ihtiyacı vardır.
A. Bilgi
Kaynağının Yozlaşma Tehlikesi (Kitman ve Şirk)
Kaynaklar,
insanın bizzat kendi elleriyle hakikati çarpıtma eğiliminde olduğunu
göstermektedir. Din adamları sınıfı (Ruhban sınıfı), kutsal metinleri bizzat
kendi yorumlarını kutsallaştırmak ve az bir çıkar elde etmek için tahrif
etmişlerdir.
1. Hukukun
Kaybolması: İnsanlar, kendi çıkarlarını (çıkar gözetme) ve
faydalarını gözetme eğilimindedir. Bu nedenle, doğru bildikleri şeyleri topluma
zorla dayatabilirler, ki bu tarih boyunca diktatörlük ve otoriter sistemlerin
temelini oluşturmuştur. Kur’an’daki kıssalar, Musa’nın mucizevi bir şekilde
kurtardığı kavmin bile hemen kölelik alışkanlıklarına dönmek istemesi gibi,
insanın zaaflarının sürekliliğini gösterir.
2. Epistemolojik
Şirk: Sayın Erdeğer, Müslümanların karşılaştığı en büyük tehlikenin epistemolojik
şirk olduğunu vurgular. Bu, Allah'ın sözü (Kur'an) ile kulların sözünün
(yorumlar, rivayetler, beşerî teoriler) eş koşulmasıdır. Peygamberin
içtihatları dahil, Kur’an’ın otoritesi dışındaki her bilginin zanni (zan
üzerine kurulu) olduğunu ve Kur’an’a arz edilmesi gerektiğini belirtir. Vahiy
olmazsa, Kur’an’dan bağımsız olarak türetilen "kişi başına bir İslam"
(bireysel yoruma kayma) tehlikesi doğar.
3. Yüzeyselleşme:
Fıtrî erdemler bile zamanla ritüel ve şekilciliğe dönüşmüştür. Örneğin, orucun
hikmeti unutulup sadece iğne yapmak orucu bozar mı gibi tali meselelere
takılınması (yasacılık/şeriatçılık) veya namazın asıl amacının kaçırılıp, sırf
dış görünüşe odaklanılması. Vahiy, bu gibi ritüelizmden kaynaklanan
yüzeyselliği aşmak için zorunludur.
B. Evrensel
Yasaların Tesis Edilmesi
Doğru ve etik
olarak bilinenler, dinin muamelat (sosyal ilişkiler) ve ibadet
(ritüeller) boyutlarını kapsayıcı ve bağlayıcı bir şekilde tesis edemezdi.
1. Ameli
Detaylar: Kur’an, Müslümanların birlikteliğini ve kimliğini sağlayan temel
ibadetlerin (Namaz, Hac, Oruç, Zekât) uygulanış şekillerini tanımlar. Namazın
kaç vakit olduğu, haccın ritüelleri gibi maruf olan pratikler, Kur’an’ın
yanında Mütevatir Sünnet (uygulamalı ve kesintisiz aktarılan pratik) ile
sabitlenmiştir. Kur'an, namazı emrederken tüm detayları vermez, zaten
uygulanmakta olan ve maruf olan bir şeyi onaylar ve düzenler. Vahiy olmasaydı
bu ortak pratikler, kişinin keyfi yorumuna terk edilmiş olurdu.
2. Sosyal
Adalet ve Kısas: Adalet, soyut bir kavramdır. Kısas (Hayatın korunması)
gibi hükümlerin, toplumda canların korunması amacına hizmet eden bir
rahmet olduğu, vahiy yoluyla açıklanmıştır. Ayrıca Kur'an, kadın hakları ve
boşanma süreçleri gibi sosyal konularda, cahiliye tabularını yıkarak
dönüştürücü bir rol üstlenmiştir. Bu devrimci dönüşüm (tedrici ıslah), sadece
fıtrî akla bırakılsaydı gerçekleşmeyebilirdi.
III. Sormayı
Unuttuğunuz Husus: Mütevatir Sünnetin Yeri ve Tekerrür Tehlikesi
Bu bağlamda,
Kur'an'ın gelmemesi durumunda ortaya çıkacak olan boşluğun, sadece teorik ahlak
bilgisiyle doldurulamayacağı hususunu tekrar vurgulamak gerekir.
A. Yaşayan Din
ve Mütevatir Sünnetin İhmali
Sorunuzun
temelindeki varsayım, teorik olarak iyi ve doğru olanı bilmenin yeterli
olacağıdır. Ancak Sayın Erdeğer’in metodolojisinde, Kur’an’ın yanı sıra, yaşayan
din olarak Mütevatir Sünnet (nesilden nesile toplumsal pratiklerle
aktarılan uygulamalar) hayati bir öneme sahiptir.
Mütevatir
Sünnet, Kur'an'ın muhkem ilkelerinin (Tevhid, Adalet) sosyal hayata nasıl
tatbik edildiğini gösteren pratik uygulamalardır. Bu, namazın şekli, haccın
icrası ve tesettürün genel uygulaması gibi, Müslümanların ihtilaf etmediği
kesin uygulamalardır. Eğer Kur’an olmasaydı, bu pratikler tanımlanamazdı; eğer
Mütevatir Sünnet hafife alınsaydı, bu pratikler Kur’an’ı "yalnız
Kur’an" diye okuyanların düştüğü gibi, kişisel yoruma açılırdı.
B. İlginç Konu:
İnsanın Kibirli Kendi Kendine Yeterlilik Yanılgısı
Kur’an
gelmeseydi, insan, bilgiyi ve gücü tekelleştiren bir sınıf (ruhban/din
adamları) tarafından kolayca saptırılabilirdi. Kibirli seçilmişlik duygusu, din
alimlerinin kendilerini kurtuluşu garantilemiş görmesine yol açar; bu, vahyi
bilmeyenlere karşı ahlaklı olma şartını ortadan kaldırır. Bu durum, kendilerini
"Allah’ın temsilcisi" (Adam Kadmon/İnsan-ı Kâmil) gibi görme
sapmasına neden olur.
Bu kibir,
Allah’ın vahyine rağmen zulüm üretir. Kur’an’daki kâfir tanımı da,
hakikati bilerek örten, kibirli davranan elit kesime yöneliktir. Vahiy
olmasaydı, bu elitizm, Tanrı adına otorite kurarak Engizisyon, Siyonizm veya
Müslüman toplumlardaki baskıcı rejimler aracılığıyla adaletsizliği meşrulaştırırdı.
Sonuç
Sonuç olarak,
Kur’an’ın gelmemesi durumunda, insanlık fıtrî ve akli olarak iyiyi ve kötüyü
kısmen bilebilirdi. Zira Adalet ekmek gibi su gibi herkes için zaten en
temel şarttır. Ancak bu bilgi, tarihsel süreçteki yozlaşma, kişisel çıkar ve
toplumsal tahakküm arzusu (iktidar ilişkileri) karşısında korumasız kalırdı.
Kur’an, bu nedenle, insanın kendi eliyle koyduğu hükümleri dönüştürmek,
kaybolan hakikati yeniden ortaya koymak (musaddık/tebliğ) ve doğru
amelin ölçütünü kalıcı olarak tesis etmek üzere gönderilmiş mutlak rehberdir
Peygamberin
içtihatları dahil, Kur’an’ın otoritesi dışındaki her bilginin zanni (zan
üzerine kurulu) olduğunu ve Kur’an’a arz edilmesi gerektiğini belirtir.
Kuşkusuz, Sayın
Bülent Şahin Erdeğer'in entelektüel söyleminin temel direklerinden biri,
bilginin kaynakları (epistemoloji / bilgi teorisi) arasında mutlak bir
hiyerarşi kurarak, Kur'an'ı yegane ve kati (subutu kat'i) ölçüt (Furkan)
olarak kabul etmesidir. Sorunuzda belirttiğiniz üzere, bu yaklaşım, peygamberin
şahsi içtihatları dahil olmak üzere, Kur'an’ın otoritesi dışındaki tüm
bilgileri zannî (zan üzerine kurulu / kesinlik taşımayan) düzeyde
görmeyi ve bunların mutlaka Kur'an’ın muhkem ilkelerine arz edilmesini
gerektirmektedir.
Bu makale
formatındaki irdelememizde, bu epistemolojik duruşun dayanaklarını ve bunun
Müslüman düşünce geleneğindeki yerini detaylandıracağız.
--------------------------------------------------------------------------------
I.
Kur’an’ın Yegane Ölçüt (Furkan) Olarak Konumu
Erdeğer,
Kur'an’ın kendisini Furkan (doğru ile yanlışı ayırt eden ölçü) olarak
tanımladığını temel hareket noktası olarak alır. Bu bağlamda, Kur'an,
Müslümanların hayatlarını şekillendirecek temel rehber ve kıstas olmalıdır.
A. Ölçünün
Mutlaklığı
Kur'an, hakkı
batıldan, ilmi zandan ayırt etme noktasında yeterli bir ölçüttür. Kur'an'ın bu
mutlak ölçüt olma rolü, tarih boyunca insanlık tarafından üretilmiş tüm bilgi
kaynaklarının —sünnet, hadis, içtihat, kıyas, felsefe veya diğer sosyal
bilimler— geçerliliğinin kontrol edilmesi gerektiği anlamına gelir.
Eğer diğer dini
kaynaklar, Kur'an’ın temel ilkelerini (muhkem ilkeler; tevhit, adalet,
ahlak) geçersiz kılacak veya üzerini örtecek şekilde benimsenirse, bu durum
Müslümanları doğru yoldan (Sırat-ı Müstakim) ayırır. Dolayısıyla, Kur’an’ın
belirleyiciliğini yok sayan veya onu sadece bir başlangıç noktası olarak gören
yaklaşımlar eleştirilir.
B.
Epistemolojik Şirk ve Zan
Kur’an’ın
otoritesinin yanına başka bir otorite koymak, Sayın Erdeğer’in eleştirdiği epistemolojik
şirk kavramına yol açar. Şirk, sadece Allah'a ortak koşmak değil, aynı
zamanda Allah'ın sözü ile kulun sözünü eşitlemek demektir.
Kesin bilgi (ilm)
ancak vahiyden (Kur’an) gelirken, peygamber de dahil olmak üzere bir kulun
sözleri ve rivayetler (haberler) doğası gereği yanlış veya eksik olma
ihtimali taşır; yani zannîdir. İnanç esasları (itikad / akaid)
ise zan üzerine inşa edilemez; sadece kesinlik arz eden, anlamı %100 net olan
bilgilerle (subutu kat'i ve dalalet-i kat'i) oluşturulabilir.
II.
Peygamberin İçtihatları ve Beşerî Konumunun Tespiti
Merkeze
Kur'an'ın alınması, Hz. Peygamber’in (Aleyhisselam) konumu ve O’nun
sözlerinin bağlayıcılığı konusunda net bir ayrım yapmayı gerektirir.
A.
İçtihatların Zannî Oluşu
Kur’an merkezli
sünnet anlayışına göre, peygamberin sözleri ve davranışları dahi, vahiy ile
teyit edilmedikçe, bir beşere (insana) ait içtihatlar olarak kalır.
Tarihi
kayıtlarda, sahabenin bile Hz. Peygamber’e, "Bu senin kendi re’yin
(şahsi görüşün), içtihadın mı, yoksa vahiy mi?" diye
sordukları görülmektedir. Eğer peygamberin her sözü ve eylemi vahiy olsaydı, bu
tür bir sorunun anlamsızlaşacağını ve peygamberin de bu sorulara "Bu ne
biçim soru, benim her sözüm vahiydir" diye cevap vermediğini belirtir.
Ayrıca, Kur’an,
Hz. Peygamber’in bazı içtihatlarını ve uygulamalarını düzeltmiştir (örneğin
Tahrim olayı ile ilgili uyarılar, Bedir savaşındaki yer seçimi gibi). Bu
düzeltmeler, peygamberin hata yapabileceği beşerî kimliğini gösterir ve O’nun
içtihatlarının mutlak ilahi kaynak olmadığını kanıtlar.
B.
Gayrımetluv Vahiy İddiasına Karşı Durum
Geleneksel bazı
yaklaşımların savunduğu Gayrımetluv Vahiy (Metinleştirilmemiş Vahiy)
iddiası, peygamberin her söz ve davranışının Kur'an gibi ilahi kaynaklı olduğu
vehmini doğurur. Erdeğer, bu iddiayı reddeder, çünkü bu, peygamber tasavvurunu
dejenere eder ve Allah'ın sözüyle kulun sözünün karışmasına neden olur. Hatta
Kur'an'ın yazdırılmasından sonra, Kur'an dışındaki yazılı metinlerin imha
edilmesini emreden hadisler, vahyin sadece Kur'an'dan ibaret olduğunu
destekler.
III. Konu
Bütünlüğü Açısından Kritik Nuans: Mütevatir Sünnetin Yeri
Önceki
yazılarımızda
Kur’an merkezli yaklaşımın ele alındığı bağlamlarda, zannî bilginin reddinin,
tüm dinî pratikleri reddetme tehlikesini doğurduğuna dikkat çekilmesi
gerektiğini belirtmiştik. Sayın Erdeğer, bu ayrımı netleştirmek için Mütevatir
Sünnet (yaşayan din / kesintisiz pratik) kavramına özel bir önem verir.
Dini bilgi
hiyerarşisinde, Kur'an’dan sonra en üst düzeyde yer alan ikinci kaynak
Mütevatir Sünnettir. Mütevatir Sünnet, ameli (pratik) konularda (namaz, oruç,
hac ritüelleri gibi), nesiller boyu geniş bir topluluk tarafından kesintisiz
olarak aktarılan ve bu nedenle kesin bilgi (kati bilgi) ifade eden
uygulamalardır.
• Zan ve
Mütevatir Arasındaki Fark: Peygamberin içtihatları, hatta tekil hadis
rivayetleri (Haberi Ahad) zannî iken, namazın beş vakit kılınması
gibi toplumsal pratikler (Mütevatir Sünnet), Kur’an’ın temel hükümleri
gibi kat'i (kesin) kabul edilir. Kur'an, bu Mütevatir uygulamaları
sıfırdan yaratmak yerine, zaten var olan maruf pratikleri (Hz. İbrahim'den
gelen) onaylar ve düzenler.
Bu ayrım,
Kur’an’ın belirlediği yaşam tarzının, bireysel yoruma kurban edilmesini
engeller. Eğer Mütevatir Sünnet yok sayılırsa, herkesin kendi hevasına
(tutkusuna/arzusuna) göre yorumlayacağı "kişi başına bir İslam"
anlayışı ortaya çıkar.
IV. İlginç
Konu: Adalet ve Hukukun Üstünlüğü
Sayın
Erdeğer'in Kur'an merkezli bu epistemolojik titizliği, pratik alanda adalet
ahlakını merkeze alır. Zannî ve parçacı okumaların terk edilmesi
zorunluluğu, toplumsal adaletin sağlanması için hayati önem taşır.
Adalet,
Kur'an'ın tevhit ve özgürlük ile birlikte üç ana sacayağından biridir. Kur’an,
adaleti savunurken kişinin kendi aleyhine dahi olsa, kabilecilikten (hamiyet)
ve akrabalık bağlarından feragat etmeyi emrederek radikal bir zihinsel
devrim gerçekleştirir.
Tarihi Vaka: Hz. Peygamber döneminde, nüfuzlu
bir kabileden (Mahzumoğulları) bir kadın hırsızlık yaptığında, affedilmesi için
araya girilmesi istendiğinde, Hz. Peygamber’in "Allah’ın koyduğu had
cezalarından biri için şefaat mi edeyim? Sizden öncekileri, içlerinden ileri
gelenler hırsızlık yapınca bırakmaları, kimsesiz zayıflar... [ceza verilmeleri]
helak etti" şeklindeki cevabı, adaletin kabilevi/kişisel çıkar
ilişkilerinin üzerinde, mutlak bir ilke olduğunu vurgular. Bu, vahyin mutlak
ölçü olma gerekliliğinin somutlaşmış bir örneğidir.
Sonuç olarak,
Sayın Erdeğer'in felsefî / felsefi ve teolojik duruşunda, Kur'an’ın
epistemolojik ölçü olarak benimsenmesi esastır. Bu, sadece teorik bir
gereklilik değil, aynı zamanda Müslümanların tarihsel yozlaşma ve hurafe
(bidat) ile mücadele ederek, hayatı tevhit, adalet ve özgürlük temelinde
yeniden inşa etmelerinin anahtarıdır. Zan üzerine kurulan her türlü beşerî söz
ve uygulama, Kur’an’ın kesin ve apaçık hükümleri karşısında ikincil ve denetime
muhtaçtır.
Namazda
Salli Barik Okunması, Adının Anıldığında Salavat Getirilmesi Şirk Mi Oluyor.
Sayın Bülent
Şahin Erdeğer'in Kur'an merkezli teoloji ve epistemoloji / bilgi teorisi
üzerine kurulu yaklaşımı dikkate alındığında, salat (namaz) sırasında Salli
Barik dualarının okunması ve Hz. Peygamber'in adı anıldığında salavat
(dua/övgü) getirilmesi eylemlerinin doğrudan şirk / Allah’a ortak koşma
teşkil edip etmediği sorusu, dini bilginin kaynağı ve mahiyeti / niteliği
üzerindeki ayrımı netleştirmeyi gerektiren kritik bir husustur.
Erdeğer’in
metodolojik çerçevesi, bu eylemleri mutlak inanç ilkesi (Kur’an’a ve
Mütevatir Sünnete dayanan kat'i / kesin bilgi) ile içtihadî/zannî
(zan üzerine kurulu) bilgi arasında konumlandırarak değerlendirir.
I.
Epistemolojik Değerlendirme: Zan ve Şirk Arasındaki Fark
Sayın
Erdeğer’in düşüncesinde, Kur’an, hak ile batılı ayırt eden yegâne mutlak ölçüt
(Furkan) olarak kabul edilir. Peygamberin içtihatları dahil olmak üzere,
Kur’an’ın otoritesi dışındaki her bilgi, doğası gereği kesinlik taşımayan ve
yanlış olma ihtimali barındıran zannî bilgi seviyesindedir.
A. Zannî
Bilginin Mahiyeti / Niteliği
Namazın kendisi
(vakitleri, genel rükünleri), nesilden nesile ameli / pratik olarak kesintisiz
aktarıldığı için Mütevatir Sünnet kapsamındadır ve Kur'an'dan sonra kat’i
/ kesin bilgi düzeyinde bağlayıcı kabul edilir. Ancak namazın içerisindeki bazı
detaylar, uygulamalar ve duaların metinleri (örneğin tahiyyat ve Salli
Barik gibi) Haberi Ahad (tekil rivayetler) yoluyla aktarılmıştır ve
bu nedenle zannîdir.
Daha önceki
derslerimizde de (önceki yazılarımızda) üzerinde durulduğu gibi, Salli Barik
gibi duaların farklı varyasyonlarının bulunması, bu tür ritüel detaylarının
Haberi Ahad kaynağına dayandığını ve Müslümanlar arasında bu konularda içtihadî
farklılıklar olduğunu gösterir. Bu duaların Haberi Ahad olması,
onların birer zan (zan üzerine kurulu) olduğunu gösterir.
B. Şirk
Kavramı ve Otorite Tekeli
Şirk ise, epistemolojik / bilgi
teorisi bağlamında, Allah'ın sözü ile kulun sözünü eşitlemek, yani ilahi
otoriteyi ve hüküm koyma yetkisini (haram/helal kılma) bir beşere (insan)
ya da rivayete atfetmektir. Şirk, aynı zamanda hiyerarşik yapılanmayı
meşrulaştırarak kula kulluk etmeye ve inançta totaliter / baskıcı bir alana
kaymaya yol açar.
Bu çerçevede, Salli
Barik duasının okunması veya salavat getirilmesi, bu duaların Haberi Ahad
ile aktarılmış olması nedeniyle kat’i (kesin) bir hüküm değil, zannî
bir uygulama teşkil eder. Ancak bu zannîlik, eylemin kendisini doğrudan şirke /
Allah'a ortak koşmaya dönüştürmez. Şirk, tevhidi / Tanrı birliğini kaybetmek ve
Kur'an'ın temel ilkeleri olan adalet ve ahlakın dışına çıkmaktır.
II.
Peygamber Tasavvurunun Kritik Rolü
Salavat ve
Salli Barik eylemleri, teolojik olarak Peygamber'e yapılan bir dua ve O’na
verilen değerin ifadesidir. Ancak mesele, bu eylemin Peygamber tasavvurunu
nereye taşıdığıdır.
A. Şekilcilik
ve Yüzeysellik Tehlikesi
Erdeğer,
Peygamber'in "içimizden ölümlü biri" olduğu beşerî / insanî
kimliğinin Kur’an tarafından vurgulandığını ve O’nun hayatının ulaşılamaz,
kutsal Hazret ya da ulu önder gibi sıfatlar ardına saklanarak örneklikten
uzaklaştırılmasını eleştirir.
Eğer salavat
getirme pratiği, Peygamber'i Allah ile kullar arasında aracı kılan, O’na
gaybı bilme veya şefaat (torpil/iltimas) etme yetkisi atfeden bir inanca
dayanıyorsa, işte o zaman bu durum, Kur'an'ın reddettiği şefaate aracılık
/ torpil inancına ve dolayısıyla tevhide aykırı bir noktaya kayar. Bu, eylemin
kendisinden ziyade, eyleme eşlik eden itikadî / inançsal sapma ile
ilgilidir.
Önceki
yazılarımızda
Peygamberimize karşı olan algıdaki yüzeyselliği tartışırken, dinin ritüel /
şekilci bir iskelete dönüştürülmesi ve içeriğin (adalet, ahlak, sorumluluk
bilinci) unutulması hastalığından bahsetmiştik. Eğer kişi, namazın temel maksadı olan kötülüklerden ve
ahlaksızlıktan uzaklaşmayı göz ardı edip, sadece Salli Barik'in lafzına
ve şekline takılıp kalırsa, bu durum ritüelizm / şekilcilik olur,
ancak bu yine de doğrudan şirk değil, dinin özünden uzaklaşma ve
yozlaşma / ifsad göstergesidir.
B.
Nübüvvet ve Şefaat Sınırları
Kur'an, Hz.
Peygamber'in insanlar üzerinde bekçilik, zorlayıcılık veya vekillik görevini
reddeder. O’na itaat etmek, Kur'an'ın sınırları dahilinde onun getirdiği mesaja
tabi olmaktır. Şefaat ise Kur'an’da, günahkârların kurtuluşunu garanti eden bir
torpil değil, mahşer günündeki şahitlik (şehadet) makamına
dönüşür. İnsanların çoğu, şirk koşmadan iman etmediklerinden, bilmeden dahi
olsa şirk unsurları taşıyan davranışlar sergileyebilir. Ancak bir davranışın
şirk olması için, kişinin şirki bilinçli olarak kimlik edinmiş olması
gerekir. Salavat getirmek bu düzeyde bir bilinçli kimlik edinimi sayılmaz.
Salavatın İnfak
ve Adaletle İlişkisi
Bu ritüel
pratikler bağlamında, atlanmaması gereken temel husus, herhangi bir ibadetin
veya pratiğin sosyal adaleti ve erdemli ameli ne kadar
desteklediğidir.
Kur’an’daki
tevhit ilkesi, adaletle ve özgürlükle (özgür irade / tercih) iç içe geçmiş
temel bir ilkedir. Bir ibadet, sosyal sorumluluk ve paylaşım erdemiyle
desteklenmediği sürece, hikmet / maksat boşluğuna düşer.
Sormayı
unuttuğunuz şey
şudur: Eğer Salli Barik ve salavatlar, kişiyi sadece şekilci bir dindarlığa
itiyor, ancak onun malını sevdiği kısmından yoksullarla paylaşmasına,
haksızlığa karşı çıkmasına veya adaleti kendi aleyhine dahi olsa ayakta
tutmasına engel oluyorsa, bu durumda o salavatın manevi değeri ne olur?
Erdeğer’in
perspektifine göre, bu tür ibadetler yalnızca tevazu (mütevazi olmak), sorumluluk
bilinci (takva) ve ıslah (iyileştirme) amacına hizmet ettiği
sürece Kur’an’ın muradına / amacına uygun olur.
IV. İlginç
Ek Konu: İhtilafın Rahmet Olması
Salli Barik
gibi ritüel detaylarının Haberi Ahad kaynaklı olması ve dolayısıyla zannî / zan
üzerine kurulu olması, Müslümanlar arasında bu konularda ihtilaflara yol
açmıştır.
• Tarihsel
Örnek (Tahiyyat): Müslümanlar, namazda okunan Tahiyyat metninin Mütevatir
Sünnet değil, Haberi Ahad olduğunu ve 13-14 farklı varyasyonu
bulunduğunu bilmektedir. Kimisi ellerini bağlamaz (Maliki mezhebinde olduğu
gibi), kimisi göbek üstünde bağlar. Bu farklılıklar, Müslümanların birliğini
bozan değil, aksine rahmet / zenginlik olarak görülmelidir. Eğer bu
farklılıklar, temel tevhidi ilkelerle (şirk, hurafe) çatışmıyorsa,
Müslümanların birbirlerini bu sebeple tekfir etmesi veya yargılaması doğru
değildir.
Sonuç
olarak: Salli
Barik duasının okunması veya salavat getirilmesi, Sayın Erdeğer'in
Kur'an merkezli analizine göre doğrudan şirk değildir. Ancak bu
pratikler, bilgi kaynağı açısından zannî (Haberi Ahad) kabul edilir.
Eğer bu pratikler, Hz. Peygamber'i ilahi otoriteye ortak koşma, O’nu ulaşılamaz
bir aracı veya şefaatçi (iltimas) olarak görme inancıyla birleşirse veya
kişinin adalet ve ahlaktan uzaklaşarak sadece şekilci dindarlığa saplanmasına
yol açarsa, bu durumda tevhidin özünden uzaklaşılmış ve epistemolojik
yozlaşma tehlikesine girilmiş olur.
Sahih Hadisler
Dışındakileri Uygulamayan Biri Günahkar Olmaz Sonuçta Zanni Olduğundan Gibi
Anlaşılıyor
Kuşkusuz, bu
sorgulama, İslam düşünce tarihinde epistemoloji / bilgi teorisi
alanındaki en temel ve çetrefilli meselelerden birine temas etmektedir: Dinî
bilginin kesinlik derecesine göre derecelendirilmesi ve bunun bireysel
sorumluluk üzerindeki etkisi.
Sayın Bülent
Şahin Erdeğer’in Kur’an Merkezli Sünnet metodolojisi çerçevesinde,
hadislerin yani rivayetlerin zannî / zan üzerine kurulu kabul edilmesi,
akademik olarak tamamen temellendirilmiş bir yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre,
Kur’an’ın otoritesi dışındaki zannî kaynaklara dayanarak bir uygulamayı
terk eden kişinin günahkâr / sorumlu addedilmemesi, teolojik olarak
kuvvetli argümanlarla savunulabilir.
Bu makale
formatındaki irdelememizde, öncelikle bilginin hiyerarşisini, ardından da bu
zannîliğin doğurduğu hüküm ve sorumluluk / yükümlülük meselelerini ele
alacağız.
I.
Epistemolojik / Bilgi Teorisi Hiyerarşisi: Kat’i ve Zannî Bilgi
Sayın
Erdeğer'in çalışmalarının temelinde, Kur'an'ın yegane ölçüt (Furkan /
kıstas) olduğu kabulü yer alır. Bu, vahyin Kur'an'daki şekliyle kat’i /
kesin bilgi taşıdığı anlamına gelir. Kur'an’a arz edilmeyen veya onunla çelişen
diğer tüm bilgi kaynakları (hadis, içtihat, felsefe) şüpheye açıktır.
A. Kat’i
Bilgi Düzeyinde Olanlar
1. Kur'an
Vahyi: %100 kesinlik arz eden, lafız ve anlamı korunan tek kaynaktır.
2. Mütevatir
Sünnet: Kur'an’ın hükümleri ile uyumlu olan ve Peygamber'den sonraki
nesiller tarafından pratik / amelî olarak kesintisiz, geniş bir cemaat
tarafından aktarılan uygulamalardır (Örneğin; namazın rükünleri, vakitleri).
Mütevatir Sünnet, Kur'an’dan sonra en güçlü delildir ve kat’i (kesin)
kabul edilir.
B. Zannî
Bilgi Düzeyinde Olanlar
Haberi Ahad / tekil rivayetler, yani Mütevatir
derecesine ulaşamamış, tekil veya az sayıda râvi / aktarıcı kanalıyla gelen
rivayetlerdir. Klasik Hadis Usulü'nde Sahih kabul edilen hadislerin
büyük çoğunluğu da bu kategoriye, yani Haberi Ahad seviyesine girer.
Erdeğer'in
yaklaştığı metodolojiye göre:
• Haberi Ahad, doğru,
asılsız veya yalan olma ihtimali bulunan haberlerdir.
• Bunlar,
ravilerin / aktarıcıların tasarruflarına, yanlış anlamalarına veya eksik
aktarımlarına açıktır.
• Dolayısıyla,
bir rivayetin subûtu / kaynağının Peygamber'e aidiyeti kesin olmadığı
için bu tür rivayetler zannîdir.
II. Zannî
Olanın Hüküm Koyma ve Günahkârlıkla İlişkisi
Eğer bir inanç
veya pratik, yalnızca Haberi Ahad seviyesindeki bir rivayete dayanıyorsa
ve bu uygulama Kur'an’ın muhkem / temel ilkelerini (tevhit, adalet,
ahlak) doğrudan ilgilendirmiyor veya onlarla çelişmiyorsa, bunu uygulamayan
kişinin günahkâr olması beklenmez.
A. İnanç
(İtikad) Konusunda Zan'ın Reddi
Önceki
yazılarımızda
detaylandırdığımız üzere, inanç esasları (akaid / itikad) kesinlik arz
etmesi gereken konular üzerine kurulur. Bu nedenle zannî rivayetler,
mutlak bir inanç ilkesi oluşturamaz. Bir Müslüman'ın, zannî bir rivayete
inanmayı reddetmesi, onu dinden çıkarmaz veya günahkâr kılmaz, çünkü tevhidi /
Tanrı birliğini sarsan bir durum yoktur.
B. Amel
(Pratik) Konusunda Zan'ın Yeri
Fıkıh usulünde
temel bir kaide vardır: "Eşya, haddi zatında ibaha üzeredir."
Yani, Kur'an veya Mütevatir Sünnet gibi kesin bir delil ile yasaklanmadıkça,
bir şeyin yapılması veya yapılmaması esasta serbesttir.
Bir eylemin
terki veya yapılması, eğer sadece Haberi Ahad'a dayanıyorsa:
1. Bağlayıcılık
Düzeyi: Zannî rivayetler, Müslümanların tamamını Kur'an veya Mütevatir
Sünnet düzeyinde bağlayacak kat’i bir hüküm doğurmaz.
2. Peygamberin
İçtihadı: Hadisler arasında Peygamber’in vahiy dışındaki şahsî içtihatları
(re’y) da bulunmaktadır. Peygamber’in bu içtihatları, O’nun beşerî /
insanî deneyim ve kararlarıdır. Bunların mutlak ve zorunlu bir dinî hüküm
haline getirilmesi, O’nun beşerî kimliğini zedeler ve epistemolojik şirk
/ bilgi teorisi ortakçılığı tehlikesi doğurur.
Dolayısıyla,
yalnızca zannî bir hadisin gerektirdiği bir uygulamayı terk etmek,
Kur'an’ın muhkem / temel ilkelerini (tevhit, adalet, ahlak) ihlal
etmediği sürece kişiyi günahkâr yapmaz. Zira sorumluluk, kişinin kapasitesine
ve ulaşabildiği kesin bilgiye göredir.
III. Sünnetin
Yekpare Kabul Edilme Tehlikesi
Konu
bütünlüğünü
sağlamak adına anımsatıcı bir cümleyle, önceki tartışmalarımızda bu zannî
hadislerin otoritesinin mutlaklaştırılması durumunda ortaya çıkan tehlikeyi
belirtmiştik: Bu rivayetlerin Kur'an'ı kontrol altına alma veya nesh etme (iptal
etme) noktasına gelmesi.
Ancak sizin
hipotezinizde (Sadece Sahih Hadisleri uygulamayan günahkâr olmaz), sormayı
unuttuğunuz kritik bir nüans mevcuttur:
Zannî
Hadisleri Reddeden Kişi, Mütevatir Sünneti de Reddetme Tehlikesine Düşer mi?
Sayın
Erdeğer'in vurguladığı temel çizgi, Mütevatir Sünnetin kat’i
(kesin) olduğu ve asla reddedilemeyeceğidir. Zira Mütevatir Sünnet, Kur'an’ın
sosyal hayattaki yaşayan pratiğidir. Yalnızca Kur'an diyen bazı akımlar
(Kur’ancılık), Haberi Ahad'ın (zannî hadislerin) otoritesini
reddederken, bu ayrımı yapamayıp Mütevatir Sünneti de yok sayma hatasına
düşebilirler.
Bu, ritüellerin
/ şekilcilik önemsiz olduğu anlamına gelmez; ritüeller, dinin özünü disiplinize
etmek ve toplumsal bütünlüğü sağlamak için gereklidir. Mütevatir Sünnet'i terk
eden kişi, dinin pratik zeminini kaybetme ve “kişi başına bir İslam”
üretme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Dolayısıyla, zannî olanı
reddeden kişinin, kat’i olan Mütevatir Sünneti uygulamaktan kaçınması,
teolojik olarak sorunlu olabilir.
IV. İlginç
Konu: Zannî Bilgiye Tarihsel Bakış (Hanefi Usulü)
Bu bakış
açısının modern bir bid’at / sapkınlık olmadığını göstermek amacıyla,
İslam düşünce tarihindeki önemli bir metodoloji / usul örneğini ekleyelim:
Hanefi Fıkıh
Usulü: Hanefi
mezhebinin kurucusu İmam Ebu Hanife'nin fıkıh usulü, Kur’an ve Mütevatir
Sünnetten sonra, İcma (alimlerin uzlaşısı), Kıyas ve İstihsan
(özel gerekçelerle açık kıyastan ayrılma) gibi akli yöntemlere öncelik verir. Haberi
Ahad hadisler ise bu kat’i ve güçlü delillerden sonra gelir.
Bu hiyerarşi,
hadislerin zannî mahiyetini kabul etmenin, İslam’ın ana akım
mezheplerinde bile köklü bir metodolojik / usulî yaklaşım olduğunu gösterir. Ebu Hanife, “On tane kırık
yumurtayı bir sepete koysanız, bir tane sağlam yumurta etmez” diyerek, çok
sayıda zannî rivayetin birleşmesinin dahi tek bir kat’i delil gücüne
ulaşamayacağını vurgular.
Bu çerçeveden
baktığımızda, zannî bir hadisin hükmünü uygulamayan kişi, fıkıh usulünün
temel rasyonel / akılcı / felsefi kuralları dahilinde hareket etmiş olur. Zira
Kur’an ve akıl / mantık, insanın doğru ile yanlışı ayırt etmesi için
Allah tarafından verilmiş iki temel ölçüdür. Bu nedenle, zannî hadisleri
uygulamamanın günahkârlık getirmesi, Erdeğer’in Kur’an merkezli teoloji /
Tanrıbilimi perspektifinden makul görünmemektedir.
Kur'ân-ı
Kerim/Bakara 62 “Şüphesiz, iman edenler;
yahudilerden, hıristiyanlardan ve Sâbiîler'den de Allah'a ve âhiret gününe
inanıp sâlih amel işleyenler için rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için
herhangi bir korku yoktur; onlar üzüntü de çekmeyecekler. buna göre Peygamberimize
iman etmeyen yahudi ve hristiyanlar cennete girecektir.”
*Değerli
Okuyucu,
Sorunuz,
Kur'an-ı Kerim'in Bakara Suresi'nin 62. ayetinin (2:62) teolojik /
Tanrıbilimsel sonuçları üzerine kurulu olup, Sayın Bülent Şahin Erdeğer'in bağlam
merkezli / bağlam temelli Kur'an meali metodolojisi ışığında derinlemesine
bir analiz gerektirmektedir.
Bu ayetin salt
lafzî / yüzeysel okuması, görünüşte Hz. Muhammed'e iman şartı aranmaksızın, o
dönemin ve sonrasının Yahudi ve Hristiyanları için kurtuluşu garantiliyormuş
gibi bir izlenim verebilir. Ancak Sayın Erdeğer, ayetin bu şekilde
anlaşılmasının, metnin geldiği tarihsel ve anlam akışından (sibak ve siyak)
koparılmak suretiyle gerçekleştirilen bir yorum olduğunu savunur.
İncelememiz, bu
ayetin amacının, Yahudi ve Hristiyanların kurtuluşunu kesinleştirmekten ziyade,
seçilmişlik / üstün ırk olma ideolojisini ve şekilci dindarlığı /
ritüelizm reddetmek olduğunu ortaya koymaktadır.
I. Ayetin
Bağlam Merkezli / Bağlam Temelli Okunması: Seçilmişlik İdeolojisinin Reddi
Bakara Suresi
2:62, bir hava boşluğunda nazil / vahyedilmemiştir. Bilakis, Kur'an'ın
İsrailoğulları'nın tarihsel yozlaşmalarını, nebilere / peygamberlere
isyanlarını, ilahi ahitleri / antlaşmaları bozmalarını ve hakikatin üzerini
örtmelerini (küfür ve fasıklık) anlattığı uzun bir pasajın (2:40'tan 2:61'e
kadar) hemen ardından gelmektedir.
A.
Yozlaşmaya (İfsad) ve Üstünlük İddiasına Eleştiri
Ayetteki temel
mesaj, İsrailoğulları'nın sahip olduğu ve daha sonra Hristiyanlıkta da görülen "kurtulmuş/seçilmiş
ümmet" düşüncesinin reddidir. Bu düşünce, kişinin sadece Yahudi ya da
Hristiyan kimliğine sahip olmasının, onu ahlaki erdemlerden, sosyal adaletten
ve hesap verme sorumluluğundan muaf tuttuğu yanılsamasını yaratır.
Önceki
yazılarımızda da
vurguladığımız gibi, bu seçilmişlik virüsü, kişinin "yanarım çıkarım"
inancıyla rahatlayıp, yoksulun hakkını yemeyi, haksızlık yapmayı veya kutsal
savaş adına şiddet uygulamayı meşrulaştırmasına yol açar.
Kur'an, tam da
bu yanılsamayı dağıtmak için 2:62'de net bir kıstas / ölçüt koyar: Kurtuluş,
nominal / ismen aidiyetle değil, üç temel unsura bağlıdır:
1. Allah'a
İman (Tevhid): Şirk / ortak koşma içermeyen, aşkın / münezzeh bir Tanrıya
teslimiyet.
2. Ahiret
Gününe İman: Ölümden sonraki hayatın kesinliğine inanmak ve dolayısıyla bu
dünyadaki amellerin karşılığının adil bir şekilde verileceğini kabul etmek.
3. Salih
Amel: Yapıcı, ıslah edici ve erdemli eylemler (Adalet Ahlakı).
Bu açıdan
bakıldığında, 2:62, "Müslüman da olsanız, Hristiyan da olsanız, Yahudi de
olsanız; önemli olan bu erdemlere uyuyor musunuz?" mesajını iletmektedir.
Ayet, hangi dinden olursa olsun, bu üç temel ilkeye uyanların Rableri katında
mükâfatlandırılacağını belirtir.
II.
Nübüvvetin / Peygamberliğin Sona Ermesi ve Kur'an'ın Zorunluluğu
Ayette Hz.
Muhammed'e iman etmeyen Yahudi ve Hristiyanların cennete gireceği sonucuna
varılması, tarih üstü (evrensel) boyutu göz ardı eden bir yaklaşımdır.
Sayın Erdeğer, nübüvvetin Hz. Muhammed ile sona erdiğini ve Kur'an'ın
kendisinden önceki vahiyleri tasdik eden ve tashih / düzelten yegâne Furkan /
ölçüt olduğunu kuvvetle savunur.
A.
Kur'an'ın Musaddık / Düzeltici Rolü
Kur'an, önceki
kutsal metinleri, özellikle Tevrat'ı ve İncilleri, tamamen reddeden bir
ansiklopedi değildir; aksine, onların orijinal / asıl ve doğru kısımlarını
onaylar (Musaddık) ve insan yorumları ile eklenen tahrif / bozulmaları
düzeltir.
• Tarihsel
olarak, Kur'an'ın indiği dönemde Yahudi ve Hristiyanların elindeki metinler,
kendi din adamları tarafından yorumlanmış, çarpıtılmış ve hurafelerle
sarılmıştır.
• Kur'an, bu
gruplara, ellerindeki metinlerdeki temel kavramlara aşina olanların (râsihûn)
Kur'an'ın getirdiği mesajın aslında kendi kitaplarında da serpiştirilmiş
hakikatler olduğunu anlayacaklarını belirtir.
B. Ahd-i
Âhir ve Vahye Tabi Olma Şartı
Nübüvvet, Hz.
Muhammed ile son bulduğundan, vahyin rehberliği artık yalnızca Kur'an ile
mümkündür. Erdeğer’in yorumuna göre, Bakara 2:62, Hz. Muhammed döneminden önce
yaşamış veya Kur'an'a ulaşma imkânı bulamamış kişilerin durumuna dair evrensel
bir ilke sunar. Ancak, son peygamber geldikten sonraki dönemde:
1. Vahyin
Zorunluluğu: Kurtuluş, zorunlu olarak son vahye tabi olmayı
gerektirir. Eğer bir Yahudi veya Hristiyan, Kur'an'ın tevhit ve adalet
ilkelerine gerçekten sadık ise, bu sadakat onu, kendisinden önceki vahiyleri
tasdik eden ve tashih eden Kur'an'a ve Hz. Muhammed’in risaletine / elçiliğine
inanmaya yönlendirmelidir.
2. Kapsam:
Ayet, Hristiyanlar ve Yahudiler dışındaki Sâbiîler'i de kapsama alarak,
kurtuluşun tekelini kıran evrensel bir ölçü koymuştur. Sâbiîler, tevhit ehli
olan, günde beş vakit namaz kılan ve Hz. Yahya’ya tabi olan bir grup olarak
tanımlanır. Onların da kurtuluşu, tevhidin ana ilkelerine bağlılıklarına
bağlanmıştır.
III. Sonuç
ve Değerlendirme
Sayın
Erdeğer'in Kur'an merkezli teolojik perspektifi / bakış açısı ışığında, Bakara
2:62 ayeti, Hz. Muhammed'e iman etmeyen Yahudi ve Hristiyanların cennete
gireceği gibi mutlak bir hüküm ortaya koymaz.
Ayetteki temel vurgu şudur: Kimlik kartınız ne olursa
olsun, cennete girişin tek kriteri şirkten uzak durmak (Tevhid), ahirete
inanmak ve salih amel işlemektir. Bu evrensel ilke, insanları hurafe,
ırkçılık veya seçilmişlik gibi sapmalardan uzaklaştırarak Kur'an'ın
rehberliğine çağırır.
Dolayısıyla,
Hz. Muhammed’in risaletinin / elçiliğinin tebliğ edildiği bir ortamda yaşayan
Yahudi veya Hristiyan bir bireyin, kendi kitaplarındaki bozulmaları (tahrif)
fark edip, Kur'an'ın getirdiği saf tevhid mesajını kabul etmesi ve buna
göre salih amel işlemesi, kurtuluş için zaruri / zorunlu olacaktır. Aksi
takdirde, vahyin üzerini örten (kâfir) konumunda bulunma tehlikesiyle karşı
karşıya kalır.
Bu temel
vurguya göre
Salih amel
işlemeyen bir müslüman cehenneme girecek gibi bir mana çıkıyor. zorlama bir
yorum oluyor. Peygamberimize mutlak itaatten bahseden ayetleri görmemezlik
olur.
Nisa 80 Resûlullah'a
itaat eden Allah'a itaat etmiş olur, yüz çevirenlere gelince seni onlara bekçi
olarak göndermedik. ayetini es geçmektedir
Yapmış
olduğunuz bu kritik analiz ve ileri sürdüğünüz itirazlar, Sayın Bülent Şahin
Erdeğer’in Kur’an merkezli Sünnet metodolojisinin temel epistemolojik /
bilgi teorisi tartışma alanını işaret etmektedir. Zira bu yaklaşım, hem amelin
/ pratiğin dindeki merkeziyetini hem de peygamberî otoriteyi / yetkiyi
Kur’an’ın aşkın / münezzeh sınırları içinde konumlandırma zorunluluğunu ortaya
koyar.
Sizin de işaret
ettiğiniz gibi, eğer Bakara 2:62’den yola çıkarak Salih Amel işlemeyen
bir Müslümanın kurtuluşa eremeyeceği sonucu çıkarılıyorsa ve bu durumun zorlama
olduğu iddia ediliyorsa, bu, Kur’an’ın bütünselliği ve Resul’e itaat
ayetleriyle nasıl bağdaştırılmalıdır?
Bu akademik
irdelememizde, öncelikle Salih Amel vurgusunun neden zorlama bir yorum
değil, bilakis tevhidin / Tanrı birliğinin zorunlu bir sonucu olduğunu
izah edecek, ardından Resul’e mutlak itaat ve Nisa 4:80 ayetinin, bu
teolojik çerçevede nasıl yorumlanması gerektiğini delilleriyle açıklayacağız.
--------------------------------------------------------------------------------
I. Salih
Amelin Zorunluluğu: İtikadî/İnançsal Olmaktan Ziyade Ahlaki/Etik Kriter
Sizin
"zorlama bir yorum" olarak nitelediğiniz Salih Amel kriterinin
mutlaklığı, Sayın Erdeğer'in metodolojisinde, dinin tevhid / Tanrı
birliği ve adalet / hakkaniyet temel umdeleri / ilkeleri üzerine inşa
edilmesinden kaynaklanır.
A. Kimlik
Kartının Değersizleşmesi
Bakara 2:62
ayeti, önceki tartışmalarımızda (önceki yazılarımızda) detaylıca ele
alındığı üzere, kurtuluşu nominal / ismen bir aidiyete (Yahudi,
Hristiyan, Sabiî veya Müslüman olma iddiasına) değil, kişinin yaşam tarzına
bağlar. Bu, tarihsel olarak gelişen seçilmiş kavim veya kurtulmuş
cemaat ideolojilerine karşı bir reddiyedir.
Kur'an'a göre,
bir kişinin sadece dindar olduğunu iddia etmesi, ritüellere / şekilcilik
takılıp kalması, onu haksızlık yapma mesuliyetinden / sorumluluğundan
kurtarmaz. Nitekim Kur'an, İsrailoğulları'nı, nebilere / peygamberlere ihanet
etmeleri, ilahi ahitleri / antlaşmaları bozmaları ve salih ameli terk
etmeleri nedeniyle eleştirir.
B. Tevhid
ve Salih Amel Bütünlüğü
Kur’an’da Salih
Amel (yapıcı eylemler) ve İman, 61 kez birlikte geçmektedir. Bu, imanın
ancak şirk koşmadan gerçekleşebileceği ve Salih Amelin, imanın yeryüzündeki
pratik tezahürü olduğu anlamına gelir.
Sayın Erdeğer,
Müslümanların da tıpkı diğer ehli kitap gibi, "Ateş bize sayılı günlerden
fazla dokunmayacak" gibi zanlara / varsayımlara dayalı hurafelerle
sarmalandığını ve bunun tevhidin özüne aykırı olduğunu belirtir.
Kişinin, adaletli davranmak yerine malını paylaşmak yerine arzuları yolunda
israf etmeye yönelmesi veya haksızlık yapmayı kendine hak görmesi gibi
durumlar, tevhidin değil, zulmün göstergesidir.
Dolayısıyla, Salih
Amel işlemeyen bir Müslümanın cehenneme gireceği sonucu, zorlama değil;
bilakis tevhidin gereği olan ahlaki erdemlerden ve adalet ahlakından
sapmanın doğal sonucudur. Kur’an, günahı hayat tarzı haline getiren ve
kötülüğün çepeçevre kuşattığı kişilerin bu duruma müstahak / hak eden olduğunu
açıklar.
Konu
Bütünlüğünü Anımsatma:
Bu bağlamda, daha önceki tartışmalarımızda da üzerinde durduğumuz üzere,
kurtuluşun garantisi olarak görülen şefaat / kayırma inancı dahi,
Kur’an’da hak olanın şahitliği olarak yeniden tanımlanarak, torpil /
iltimas yoluyla kurtuluş beklentisi kesin bir dille reddedilmiştir.
II. Nisa
4:80 ve Resul'e İtaatin Bağlamı
Sayın
Erdeğer'in metodolojisi, peygambere itaat ayetlerini görmezden gelmez; aksine,
bu ayetleri epistemolojik şirkten / bilgi teorisi ortak koşmasından
kaçınarak, Kur’an’ın çizdiği sınırlar içerisinde anlamlandırır.
A. İtaat
Hükmünün Kaynağı: Risalet, Şahıs Değil
Kur'an'da
"Allah'a ve Resulüne itaat edin" emri, Kur'an'ın Evrensel
Prensipleriyle çatışan bir eylemlilik veya düşünceyle Resul’e itaat
edilmeyeceğini gösterir. Resul'e itaat, esasen O’nun Allah’tan getirdiği vahye
ve risalete / elçilik makamına itaat etmektir.
1. Resul'ün
Temsil Yetkisi: Resul'e itaat eden, gerçekten Allah'a itaat etmiş olur.
Zira Resul, Allah’ın ayetlerini tebliğ ettiğinden, Allah'ı temsil eder.
2. Ölçü
Olarak Kur'an: Kur'an, kendisinin Furkan (ölçü) olduğunu vurgular.
Kur'an'ın pratik / amelî uygulaması olan Mütevatir Sünnet, Resul’ün
örnekliği olarak bağlayıcıdır. Ancak bu sünnet, Kur'an'a dayanmak zorundadır.
Eğer Resul şirk koşmayı emretseydi veya adalet ilkesinden vazgeçseydi, itirazın
meşru olacağı belirtilir.
Bu yaklaşım,
itaat ayetlerini, Peygamber’in şahsına yönelik kültürel bir yüceltme olarak
değil, Kur’an’ın uygulaması olan sünnete ittiba / tabi olma zorunluluğu
olarak konumlandırır.
B. Nisa
4:80 (Yüz Çevirenlere Gelince Seni Onlara Bekçi Olarak Göndermedik)
Nisa 4:80
ayetinin ikinci kısmı, sizin de işaret ettiğiniz üzere, Resul’ün konumunu net
bir şekilde sınırlamaktadır: "...yüz çevirenlere gelince seni onlara
bekçi (koruyucu) olarak göndermedik.".
Bu ifade, Sayın
Erdeğer'in diyalogcu ve özgürlük temelli çizgisinin anahtar
ayetlerinden biridir:
• Zorlama
Yoktur: Resulullah’ın görevi tebliğ ve şahitliktir. Din özgürlüğü ve inanç
özgürlüğü esastır. Bu yüzden Resul, Mekke’de kimseye İslam’ı zorla dayatmamış,
Medine’de dahi bir örgüt kurup insanları zorla yönetmeyi hedeflememiştir.
• Beşerî
Özgür İrade: Herkes, Resul’ün tebliğinden sonra hakkı ya da batılı kendi
iradesiyle seçmekte özgürdür. Resul, insanların üzerinde bekçi (gözetmen)
ya da vekil (temsilci) değildir.
• İtaatsizliğin
Sonucu: Yüz çevirenler için Resul bir bekçi değildir, ancak bu bireyler,
tercihlerinin sonuçlarıyla hem bu dünyada hem de ahirette karşılaşacaklardır.
Dolayısıyla, bu
ayet, Resul'ün emirlerini yok sayanlara karşı bir ceza tehdidi değil, aksine, imanda
zorlamanın olmadığını ve Peygamber'in görevinin sınırlarını belirten,
teolojik ve felsefi / felsefi açıdan derin bir özgürlük ilkesidir.
III.
İlginç Ek Konu: Peygamberin Yaşamsal Örnekliğinin Sınırları
Resul’e mutlak
itaat, sadece Kur’an’ın emirlerinin pratik uygulaması olan Mütevatir Sünnet
ve Risalet göreviyle ilgili uygulamalar (örneğin Şura uygulamaları, Cihat
ilkesinin hayata geçirilmesi) için farz hükmündedir.
Ancak,
Peygamber’in beşerî / insanî bilgi birikimi, Arap örfüne bağlılığı ve çöl
şartlarında yaşamasının getirdiği bazı şahsî içtihatlar da
bulunmaktadır.
• Kertenkele
Yememek: Örneğin, Peygamber’in kertenkele yememesi gibi uygulamalar O’nun
şahsî içtihadıydı ve bağlayıcı değildi.
• Sakal
Bırakmak: Benzer şekilde, sakal bırakmak gibi tercihler de bazı
yaklaşımlarca farz hükmünde bağlayıcı kabul edilir. Oysa bu tür uygulamalar,
Kur'an'ın belirleyiciliğini zayıflatan rivayet merkezli bir din
algısının ürünüdür.
Sayın
Erdeğer'in eleştirisi, Resul'e olan bu yüzeysel itaatin, O’nun beşerî
içtihatlarını bile vahiy seviyesine yükselterek (Gayrımetluv Vahiy
vehmi) O’nu Kur’an’ın otoritesinden bağımsız bir şari / yasa koyucu haline
getirmesi tehlikesidir. Eğer bir Müslüman, zannî / zan üzerine kurulu
rivayetler (Haberi Ahad) yerine, Kur'an’ın muhkem ilkeleri ve Mütevatir
Sünnet üzerinden hareket ediyorsa, Resul'ün itaat emrini yerine getirmiş
sayılır, çünkü O’na itaat, O'nun tebliğ ettiği mesaja itaat etmektir.
Sonuç: Sizin zorlama olarak gördüğünüz Salih
Amel zorunluluğu, aslında Erdeğer'in teolojisinde, imanın ahlaki ve hukuki
/ felsefi boyutunu kurtaran ve tüm dindarlığı yalnızca şekilcilikten /
ritüelizmden arındıran yegâne kıstas / ölçüttür. Peygamber’e itaat ise,
Nisa 4:80'de belirtildiği gibi, O'nun risaletine / elçilik makamına ve
Kur'an'ın hükümlerine teslimiyet gerektiren, ancak asla zorlama ve şahsa
kutsallık atfetmeye izin vermeyen bir sorumluluk / mesuliyettir. Bu,
Kur'an'ın tevhid ve adalet ilkeleriyle tam bir uyum içindedir.
Mu'tezile denildiğinde ilk akla gelen beş esastır. Tevhid, adalet,
el-menzile beyne'l-menzileteyn, emir-i bi'l-ma'ruf nehiy ani'l-münker ve el-vaʻd ve'l-vaîd olarak isimlendirilen beş esas, Mu'tezile'nin düşünce yapısının
temelini oluşturmaktaydı.
İfade ettiğiniz
gibi, Mutezile / Ayrılanlar ekolünün beş esası (Usûl-ü Hamse)
olan Tevhid, Adalet (Adl), El-Menzile beyne’l-menzileteyn (İki Konum Arasındaki
Yer), Emir bi’l-Ma’ruf nehiy ani’l-Münker (İyiliği Emretme ve Kötülükten
Nehyetme) ve El-Va’d ve’l-Va’îd (Ödül ve Ceza) [Bilinen Mutezile Esasları],
Sayın Bülent Şahin Erdeğer'in entelektüel söylemiyle ve
özellikle Kur'an merkezli metodolojisiyle derin bir paralellik göstermektedir.
Mevcut
kaynaklar incelendiğinde, Sayın Erdeğer'in eleştirel yaklaşımının ve teolojik
duruşunun, İslami düşünce geleneği içerisindeki rasyonalist / akılcı ve adalet
merkezli damarla kuvvetli bir bağ kurduğu netleşmektedir. Bu, özellikle Tevhid, Adalet ve
El-Va’d ve’l-Va’îd prensiplerinde belirginleşir.
Bu kapsamlı
irdelememizde, bu beş esasın Erdeğer’in Kur’an çalışmaları ve Dinler Tarihi
yaklaşımlarındaki karşılığını ele alacağız:
--------------------------------------------------------------------------------
I. Tevhid
ve Adalet (Adl): Teolojik ve Epistemolojik Zorunluluk
Sayın
Erdeğer'in çalışmalarında Tevhid (Tanrı'yı birleme) ve Adalet
(Hakkaniyet) ilkeleri, sadece Mutezile'nin değil, aynı zamanda Kur'an'ın da
temel ve muhkem / kesin hükümleri olarak ele alınır.
A.
Tevhid: Şirk ve Tahakkümün / Egemenliğin Reddi
Erdeğer,
Tevhid’i, kelamî / teolojik tartışmaların ötesinde, kulların kullara
kulluğuna son veren devrimci bir sosyal ilke olarak tanımlar. Tevhid'in bu
sosyal boyutu, insanların insanlar üzerindeki tahakkümün / egemenliğin
son bulması anlamına gelir; zira tahakküm, dinin kurumsallaşmasıyla ortaya
çıkan şirkin / ortak koşmanın temelidir.
Erdeğer’in
özellikle karşı çıktığı durum, epistemolojik şirk / bilgi teorisi ortak
koşmadır. Bu, Allah'ın sözü (Kur'an) ile kulların sözünün (içtihatlar, Haberi
Ahad rivayetler) eşlenmesi ve kutsal otoritenin parçalanmasıdır. O, Tanrı'nın aşkın
/ münezzeh bir varlık olduğu ve bedene ya da yaratılmışlara benzerliğinin
bulunmadığı fikrini şiddetle savunur. Bu, Mutezile'nin Tanrı'yı tenzih etme (ulûhiyet) ve
antropomorfizm / insanbiçimcilik reddi ile tam olarak örtüşen bir çizgidir.
B.
Adalet (Adl): Tevhidin Zorunlu Sonucu
Mutezile için Adl,
Tanrı'nın her türlü kötülükten ve haksızlıktan münezzeh olduğu, O'nun
fiillerinin rasyonel / akla uygun ve adil olduğu inancıdır. Erdeğer de benzer
şekilde adaleti, tevhidin doğal ve mantıksal bir sonucu olarak
konumlandırır: "Adalet yoksa tevhit yoktur, tevhit yoksa da tam anlamıyla
adalet sağlanmış olmaz". Adalet, takvanın / sorumluluk bilincinin
de en üst mertebesidir.
Erdeğer, bu
ilkeyi Mutezile'nin de savunduğu akıl / mantık odaklı fıkıh usulüne bağlar. Eşyanın
haddi zatında mübah olduğu (serbestlik) ilkesi, yani bir şeyin haram olması
için kesin delil gerekmesi, Mutezile ve Hanefi ekollerinin akılcı yaklaşımıyla
paralellik gösterir. Erdeğer, adalet vurgusunu kişisel çıkarların (kabilecilik,
akrabalık) üstüne yerleştirerek, adalet arayışının zorluğunun nefsin terbiye
edilmesi / arındırılması meselesi olduğunu belirtir.
II.
El-Va’d ve’l-Va’îd: Hesap Verebilirlik İlkesi
Bu esas,
Allah’ın vaat ettiği ödül ve tehdit ettiği cezanın mutlaka gerçekleşeceği
anlamına gelir. Erdeğer’in özellikle cennet ve cehenneme giriş şartları
konusundaki katı yaklaşımı, bu ilkeyle güçlü bir uyum içindedir.
Erdeğer,
kurtuluşu salt iman iddiasına veya kimlik kartına bağlayan
anlayışlara karşı çıkar. Bir Müslümanın sadece iman ettiğini söylemesinin
yeterli olmadığını, cenneti hak etmek için imanın salih amellerle şahit
olunarak olgunlaşması gerektiğini vurgular.
Bu,
Mutezile'nin, büyük günah işleyenlerin kurtuluşu konusunda daha ihtiyatlı /
dikkatli davranması ve Allah'ın tehdidinin (Va'îd) yerine geleceğine olan
inançlarının bir yansımasıdır. Erdeğer, gelenekte yaygın olan ve Yahudi
kültüründen sızdığına inandığı "biraz yanıp çıkarız" veya şefaat
/ kayırma yoluyla kurtuluş beklentisini reddeder. Zira ahirette "kimsenin
kimsenin cezasını çekmeyeceği," kendi iyilik ve kötülüklerinden sorumlu
tutulacağı açıkça belirtilmiştir. Bu, hesap verme ve ilahi adaletin
mutlaklığına yapılan güçlü bir Vahd ve'l-Va'îd vurgusudur.
III. Emir
bi’l-Ma’ruf nehiy ani’l-Münker: Toplumsal Sorumluluk
Bu ilke,
Mutezile'nin toplum içinde iyiliğin aktif olarak yayılmasını ve kötülüğün
engellenmesini (bazen silahlı mücadele dahil) gerektiren, siyasal ve sosyal
sorumluluğu ifade eder.
Sayın Erdeğer,
siyasal mücadelesinde "herkes için adalet", inanca saygı ve düşünce
özgürlüğünü temel bir talep olarak öne sürer. O, dindarların statükocu,
devletçi ve baskıcı bir zihniyetin yanında yer almasını eleştirir. Onun
Kur'an okuması, tedricilik / süreçsellik ilkesine dayanır; doğru bildiği
şeyi hemen tepeden aşağıya dayatmayı reddeder. Bu, Mutezile'nin sosyal reform
hedefini paylaşmakla birlikte, Jakobenist / dayatmacı siyaset tarzını reddeden
diyalogcu bir çizgidir.
Erdeğer, zalime
karşı durmanın sadece düşmana değil, Müslüman da olsa zalime karşı mücadele
etmenin gerektiğini belirtir. Bu aktif sosyal sorumluluk, Mutezile'nin
toplumsal ıslah / iyileştirme hedefine uygun düşmektedir.
IV.
El-Menzile beyne’l-menzileteyn (İki Konum Arasındaki Yer)
Bu ilke, büyük
günah işleyen bir Müslümanın ne kâfir ne de mümin olduğu, ikisi arasında bir
yerde konumlandığı tezidir.
Mevcut
kaynaklarda Sayın Erdeğer'in bu spesifik Mutezile ilkesine veya fâsık
tanımına dair açık bir atıf yaptığı görülmemektedir. Ancak, önceki
irdelemelerimizde de sıklıkla ele aldığımız gibi, Erdeğer'in iman için
Salih Amel'i mutlak bir şart olarak görmesi, inançta ve amelde tevhit
sınırını aşanların şiddetle eleştirilmesi ve kurtuluş için yüksek bir
ahlaki eşik koyması, Mutezile'nin inanç ve eylem arasındaki ayrımı reddeden ve
günahın itikadî / inançsal sonuçlarını ciddiye alan yaklaşımının ruhuna
yakındır.
Mutezile
ve Rivayetler
Mutezile'nin
beş esası tartışılırken, bu esasların temelini oluşturan Akıl ve Hadis
konusundaki Mutezile tavrının, Erdeğer’in metodolojisiyle kesişimi bağlamında
daha detaylı ele alınması gerekirdi.
Sayın
Erdeğer'in Kur'an'ı yegane kat'i / kesin delil olarak görmesi ve Haberi
Ahad hadislerini zannî / zan üzerine kurulu kabul etmesi, Mutezile
ve rasyonalist İslami ekollerin (Hanefiler, Maturidiler) hadis usulüne /
rivayet metodolojisine yönelik eleştirileriyle paraleldir. Mutezile kelamında,
aklın da bir elçi (Resul) olarak kabul edildiği vurgulanır.
Bu perspektif,
Mutezile'nin Hadisleri Kur'an'a ve akla arz etme (muaraza) zorunluluğunu ve
inanç konularında zannî rivayetlere dayanma konusundaki ihtiyatlı / dikkatli
tutumunu destekler. Nitekim, Hanefi usulünün de Haberi Ahad'ı hiyerarşide alt
sıralara koyması ve İmam Mâturîdî'nin Miraç rivayetlerinin Ahad olduğu
için itikatta delil olamayacağını belirtmesi, bu akılcı çizginin Mutezile'den
beslendiğini ve Erdeğer tarafından sahiplenildiğini gösterir.
Tarihi
Vaka: Mutezile ve Siyasal Yansımalar
Mutezile’nin
Adalet ve Emir bi’l-Ma’ruf ilkelerinin siyasal hayattaki yansıması, Abbasi
dönemindeki Mihne / İşkence Olayları ile somutlaşmıştır. Bu olaylarda,
Mutezile'nin Kur'an'ın mahluk olduğu (yaratılmış olduğu) tezi resmi
ideoloji haline getirilmiş, bu teze karşı çıkan Hanbeli ve Sünni alimler zulme
uğramıştır.
Erdeğer, bu
olayı eleştirirken, aşırılıkların ve mezhepçiliğin (burada Kur'an mahluk
değildir diyenlerin katledilmesi) Cebriye / Kadercilik eğilimli bir
siyasal bağlam yarattığını belirtir. O, mezhepçiliğin ve otoriterizmin, temel
adalet ilkesini nasıl terk ettiğini göstermek için bu tür tarihi olaylara
sıklıkla atıfta bulunur. Bu da onun diyalogcu / istişareci çizgisini teyit eder:
Herkesin eleştiri hakkı vardır ve düşünce bir tahakküm / egemenlik olamaz.
Hucurat 2:Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesinden
daha fazla yükseltmeyin, birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırmayın; sonra
farkında olmadan amelleriniz boşa gider. Ahzab 53-55 Ey iman edenler! Size izin
verilmedikçe Peygamberin evlerine girip de yemeğin hazırlanmasını beklemeyin;
fakat yemeye çağırıldığınızda girin; yemeğinizi yiyince de hemen dağılın, söze
dalıp oturmayın. Bu davranışınız peygamberi rahatsız ediyor, size söylemeye
çekiniyor, oysa Allah hak olanı açıklamaktan çekinmez. Peygamber hanımlarından
bir şey istediğinizde, onlar perde arkasında iken isteyin; bu sizin
kalplerinizin de onların kalplerinin de temiz kalması için en uygunudur.
Resûlullah’ı üzmeye hakkınız yoktur, kendisinden sonra ebedî olarak eşleriyle
de evlenemezsiniz, sizin bunu yapmanız Allah katında büyük bir günahtır.
Bu ayetler Peygambere karşı saygı ifadesi yanında
kutsallaştırma da içeriyor
Sunmuş
olduğunuz Hucurat Suresi 49:2 ve Ahzab Suresi 33:53-55 ayetleri, Sayın Bülent
Şahin Erdeğer'in Kur'an Merkezli Sünnet metodolojisinin ve Tevhid
/ Tanrı birliği odaklı peygamber tasavvurunun en hassas tartışma noktalarını
teşkil etmektedir. Söz konusu ayetler, Hz. Peygamber’e karşı gösterilmesi
gereken derin hürmeti / saygıyı emrederken, bu emirlerin
"kutsallaştırma" / tanrısallaştırma içerip içermediği sorusu, ilahi
otorite ile beşerî otorite arasındaki sınırı netleştirmeyi zorunlu
kılmaktadır.
Erdeğer’in
yaklaşımına göre, bu ayetler, Hz. Peygamber’in şahsını ilahlaştırmak
veya aşırı yüceltmek amacını taşımaz; aksine, O’nun beşerî kimliğini
koruyarak, tebliğ ettiği vahyin otoritesini ve kurmaya çalıştığı adil
sosyal düzenin bütünlüğünü teminat altına alır. Aşırı övme (ifrat),
aksine, şirke / ortak koşmaya giden cahilce bir eğilimdir.
Bu makalemizde,
zikredilen ayetlerin anlamlarını Erdeğer’in metodolojisi çerçevesinde detaylıca
inceleyeceğiz:
--------------------------------------------------------------------------------
I. Hucurat
Suresi 49:2: Amellerin Kurtuluş İçin Zaruriliği ve Saygının Hukuki Boyutu
Hucurat
49:2'de, müminlerin seslerini Peygamber'in sesinden daha fazla yükseltmemesi ve
ona diğer insanlara bağırır gibi bağırmaması emredilir; aksi takdirde amellerin
farkında olmadan boşa gideceği belirtilir.
A.
Risalet Otoritesine Hürmet
Bu ayet,
öncelikle Hz. Peygamber’in sadece bir şahıs değil, aynı zamanda vahyi tebliğ
eden elçi (Resul) ve yeni kurulan toplumun lideri olması hasebiyle, Risalet
makamına duyulması gereken saygıyı tesis etmektedir.
Erdeğer’in
perspektifinde, peygambere itaat, esasen O’nun getirdiği mesaja, yani Kur'an’ın
hükümlerine tabi olmaktır. O’nun sözünün, Kur’an’ın sözüyle karıştırılması
(epistemolojik şirk) tehlikesi varken, O’nun şahsına karşı sergilenen
hürmet eksikliği ise, tebliğ ettiği mesajın toplumsal kabulünü zedeleyebilir.
Peygamber'e karşı kaba davranmanın reddi, O’nun en önemli sünneti olan yumuşak
huyluluğu ve kibarlığı desteklerken, sosyal etkileşimde adalet
ahlakını sağlamayı hedefler.
B.
Amellerin Boşa Gitmesi: Tevhidin Pratik Kaybı
Ayetteki
"sonra farkında olmadan amelleriniz boşa gider" ifadesi, yüzeysel bir
tehditten öte, derin bir teolojik sonuç / akibet taşır. Erdeğer,
kurtuluşun garantisi olarak görülen Salih Amellerin (erdemli eylemler),
kişinin tevhid ve adalet ilkelerinden sapmasıyla nasıl
değersizleşeceğini gösterir.
Mümin, eğer
Kur'an’ın ölçütüne (Furkan) uymayan bir kibirle ya da aşırı otorite arayışıyla
hareket ederse, bu durum onun tevhid bilincini zedeler. Amellerin
kabulü, niyetin (takva) ve adalet ahlakının korunmasına bağlıdır.
Peygambere karşı saygısızlık, kişinin Kur'an'ın rehberliğine ve Resul'ün
örneklik sunduğu sosyal düzenine olan teslimiyetini kaybetmesi anlamına
gelir; bu da onun tüm iyi niyetli eylemlerini dahi hükümsüz kılabilir.
II. Ahzab
Suresi 33:53-55: Beşeriyetin Sınırları ve Hukuki Koruma
Ahzab 33:53-55,
Hz. Peygamber’in ev hayatına ve eşlerinin konumuna dair çok spesifik sosyal
ve hukuki düzenlemeler getirir. Bu kurallar, Resulullah'ın bir beşer (mortal
human) olarak ihtiyaç duyduğu özel alanı ve kurduğu sosyal yapının
istikrarını korur.
A.
Peygamberin Beşerî İhtiyaçlarının Tespiti
Ayette,
Müslümanların izinsiz ve zamansız evlere girmesi, yemeğin hazırlanmasını
beklemesi ve uzun süre oturup Resul’ü rahatsız etmesi eleştirilir. Bu,
Hz. Muhammed’in de diğer insanlar gibi rahatsızlık hissedebilen, kişisel alana
ve saygıya ihtiyacı olan bir insan olduğunu gösterir.
Erdeğer’in
eleştirdiği "kutsallaştırma" / tanrısallaştırma eğilimi, Peygamber'in
yemek yiyen, çarşıda gezen beşerî kimliğini görmezden gelerek O’nu
ulaşılamaz bir meleğe dönüştürür. Ahzab ayetleri ise tam tersini yapar: O'nun
günlük hayatındaki insanî zaaflarını ve ihtiyaçlarını hukuki bir dille koruma
altına alır.
B.
Perde Arkası ve Eşlerle Evlilik Yasağı
1. Mahremiyet
(Perde): "Perde arkasından isteyin; bu sizin kalplerinizin de onların
kalplerinin de temiz kalması için en uygunudur" ifadesi, iffet ve mahremiyet
ilkelerini vurgular. Erdeğer, örtünme gibi uygulamaların temel sebebinin iffet
ve mahremiyet olduğunu, bu kuralın da gösterişçi dindarlıktan ve
yozlaşmış düşüncelerden (ifrat) korunmayı hedeflediğini belirtir.
2. Evlilik
Yasağı (Hukuki Statü): "Resûlullah’ı üzmeye hakkınız yoktur,
kendisinden sonra ebedî olarak eşleriyle de evlenemezsiniz..." yasağı,
Ayşeler'in ve diğer Ümmetin Anneleri'nin hukuki statüsünü belirler. Bu
kural, Hz. Peygamber’in vefatından sonra eşlerinin, toplumdaki özel konumlarını
korumayı amaçlayan sosyal ve siyasal bir hükümdür. Bu, kabilevi
çekişmelerin veya siyasi fraksiyonların oluşmasının önüne geçmek için
getirilen, Risalet makamına bağlı, olağanüstü bir hukuki önlem
olup, kişinin şahsının ilahlaştırılmasıyla ilgili değildir.
III.
Kutsallaştırma İddiasına Karşı Teolojik Savunma
Peygamber'e
gösterilen bu yüksek seviyedeki hürmet ve kurulan hukuki duvarlar, Erdeğer’in
perspektifinden bakıldığında, kutsallaştırma şirkine / ortak koşma
eğilimine karşı bizzat bir önlemdir.
A.
Şirk Kırmızı Çizgisinin Korunması
Erdeğer,
kutsallaştırmanın (aşırı tazim/ululama) en bariz örneğinin Hz. İsa’nın
takipçilerinin düştüğü durum olduğunu belirtir. Bu tür bir sapma, Peygamber’in
kendisine gaybı bilme, şefaat etme veya haram koyma
yetkisi atfedilmesiyle başlar.
Verilen
ayetlerde ise Resul’ün:
1. Bekçi
Olmadığı: Allah'ın kulları üzerinde zorlayıcı bir otorite (bekçi)
olmadığı.
2. İnsan
Olduğu: Rahatsızlık duyabileceği, uyuyabildiği ve kendi beşerî
içtihatlarında hata yapabildiği vurgulanır.
Bu hukuki ve
sosyal sınırlar, Peygamber’in konumunu, Allah’ın vekili veya ortağı olmaktan, vahyin
şahidi ve uygulayıcısı olma seviyesine çekerek, tevhidin saf
kalmasını sağlar.
Bülent Şahin Erdeğer’in metodolojisine göre, Hucurat
49:2 ve Ahzab 33:53-55 ayetleri, Hz. Peygamber’e yönelik mutlak itaat
emrini, O’nun vahiy ve adalet makamına karşı bir yükümlülük
olarak tanımlar. Bu talep edilen saygı ve özel hukuki düzenlemeler, kutsallaştırma
eğiliminin aksine, Resul’ün beşerî/insanî varlığını teyit ederken,
sosyal düzenin ve salih amelin korunması için elzem olan adil ve hür
bir cemaat yapısının oluşumunu sağlamaktadır. Aşırı yüceltme, Resul’ün
hayatının gayesi olan tevhide ve adalet ahlakına ihanet anlamına
gelecektir.
Kuranda
evlenilecekler açıkça izah edilmiş, şirk bağlamında peygamber eşlerine özel
statü verilmesi kaynaklara göre kutsallaştırma nasıl olamaz. Özel statü
verilmeyecek deniyor, sonra burası özel mantıken hatalı çıkarım, oluyor.
Bu
kıymetli sorunuz, Sayın Bülent Şahin Erdeğer’in Kur’an merkezli metodolojisiyle
(Kur'an Merkezli Sünnet) ele alınan risalet / elçilik makamının konumu
ve epistemolojik şirk / bilgi teorisi ortak koşma tehlikesi arasındaki
hassas sınırı anlamamız açısından temel bir zorluk içermektedir.
Sizin de belirttiğiniz gibi, genel teolojik çerçeve, Hz.
Peygamber’e ve diğer insanlara ilahî / tanrısal özellikler atfederek onları
kutsallaştırmayı yasaklar (Tevhid). Ancak Kur’an, peygamber eşlerine
neden hukuki/sosyal statü açısından özel ve kısıtlayıcı hükümler koymaktadır?
Bu durum, mantıken hatalı bir çıkarım değil midir?
Sayın Erdeğer'in düşünce sistematiğinde, bu ayetler ilahlaştırma
değil, bilakis toplumsal düzenin ve vahyin bütünlüğünün korunması
amacını taşıyan, o döneme özgü hukuki / yasal düzenlemelerdir. Bu, kutsal
ile hukuki özel arasındaki ayrımı gerektirir.
--------------------------------------------------------------------------------
I.
Nübüvvetin / Peygamberliğin Beşerî ve Hukukî Otoritesi
Erdeğer’in yaklaşımı, Resulullah’ı mutlak olarak beşer
/ insan olarak konumlandırır. Bu konumlandırma, O’nun gaybı bilmediğini, haram
koyma yetkisinin olmadığını (Çöl kertenkelesi örneği) ve içtihatlarında hata
yapabileceğini gösterir. Ancak bu beşerî konum, O’nun Risalet Makamına
duyulması gereken hukuki ve ahlaki saygıyı ortadan kaldırmaz.
A.
Hucurat 49:2: Mesajın İtibarı
Hucurat Suresi 49:2’de, müminlerin seslerini Peygamber’in
sesinden daha fazla yükseltmemesi emri, O’nun şahsının kutsallığından çok,
tebliğ ettiği vahyin otoritesine ve kurmaya çalıştığı adil sosyal
düzene karşı saygısızlığın reddidir. Bu, amellerin boşa gitmesi tehdidiyle
desteklenir, çünkü O’nun getirdiği düzene isyan etmek, kişinin tevhid
bilincini ve salih amel / erdemli eylem gayesini zedeleyebilir.
B.
Nisa 4:80: Otorite Sınırları
Önceki irdelemelerimizde ele alındığı gibi, Nisa
4:80’deki itaat emri, Kur'an’ın temel ilkeleriyle uyumlu bir itaatken, aynı
ayetin devamı Peygamber’in bekçi veya zorlayıcı bir otorite
olmadığını belirtir. Bu, O’nun beşerî özgür iradeye saygı duyan bir
lider olduğunu gösterir.
II. Ahzab
Suresi 33:53-55: Hukuki İstisna ve Kutsallaştırma Arasındaki Fark
Peygamber eşlerine getirilen "ölümünden sonra ebedî
olarak eşleriyle de evlenemezsiniz" yasağı, eleştirel bir bakışla
kutsallaştırma gibi algılansa da, Erdeğer’in metodolojisi bu kuralı teolojik
değil, sosyal ve siyasal bir hüküm olarak açıklar.
A.
Hukuki ve Siyasi Koruma
Kaynaklar, bu yasağın amacının, büyük bir günah olarak
nitelenmesinin temel nedenini, bu kadınların statülerinin istismar edilmesini
engellemek olduğunu belirtir. Peygamber’in vefatından sonra eşlerinin,
kabilelerarası veya siyasi gruplar arasında nüfuz aracı haline gelmesini
önlemek için bu kurallar konmuştur.
Bu kadınlar, Ümmetin Anneleri olarak özel bir sosyal
statüye sahiptir ve bu statü, Kur'an'ın kurulmasını hedeflediği toplumun istikrarını
ve Risalet makamının itibarını korumak zorundadır. Bu, ilahi bir ilahlaştırma
değil, tıpkı kadınlara yönelik boşanma hukukunda getirilen kısıtlamalar gibi,
toplumsal yapıyı güvence altına alan bir hukuki sınırlamadır.
B.
Kutsallaştırma (Şirk) Değildir
Kutsallaştırma, bir kişiye mutlak, yanılmazlık (ismet
kavramının aşırı yorumu), gayb bilgisi, veya şefaat / aracılık
etme yetkisi atfetmektir. Bu durum, tevhidin yozlaşmasıdır.
Ahzab ayetleri ise Peygamber’in eşlerini bu tür bir tanrısal
özellikten uzak tutar; aksine, onların dahi temiz kalması için
(iffet/mahremiyet) kurallar getirir. Ayetlerin muhatabı olan Peygamber dahi,
izinsiz girilmesi durumunda rahatsız olabilen, basit, beşerî bir
insandır. Hukuki bir istisna getirmek, ilahi hüküm koyma yetkisini
(haram/helal) kullara devretmek anlamına gelmez.
III.
Zorlama Yorumun Reddi: Adalet İlkesi
Sizin işaret ettiğiniz zorlama yorum, "Özel statü
verilmeyecek deniyor, sonra burası özel" şeklindeki mantıksal çıkmaz,
Erdeğer’in Adalet ilkesinin mutlaklığıyla çözülür.
Daha önceki yazılarımızda tartıştığımız gibi,
Kur’an’ın temel mesajı, bireyin Salih Amel ve Tevhid ile
kurtuluşa ereceğidir. Eğer Peygamber’in eşleri ilahî olarak
kutsallaştırılsaydı, onların amelleri önemsiz kalır ve kurtuluşları garanti
altına alınırdı. Oysa Kur'an, bu tür kalıtımsal kurtulmuşluk inancını
reddeder.
Hukuk önündeki mutlak eşitlik, adaletin özüdür. Kur'an,
cinayet suçunda dahi kısas uygularken, maktulün ve katilin statüsünün önemli
olmadığını, herkese eşit karşılık verilmesi gerektiğini vurgular. Ancak bu
mutlak eşitlik, dezavantajlı gruplar (yetimler, yoksullar) veya kritik sosyal
roller (Peygamber eşleri) için kıst / hakkaniyet gereği özel
düzenlemeler getirilmesini engellemez.
Bu nedenle, Peygamber eşlerine verilen özel statü:
• Tevhid’e Aykırı Değildir: Onlara ilahi güç veya
günahsızlık atfetmez.
• Adalet’e Uygundur: Toplumsal istikrarı, iffeti ve
mahremiyeti koruyan hukuki bir tedbirdir.
Bu kısıtlamalar, Peygamber’in şahsına duyulan hürmetin, şirkten
arındırılmış bir ahlaki sorumluluğa dönüşmesini sağlayan Kur'an’ın hikmetli
/ felsefi derinlikli ve rasyonel / akılcı üslubunun bir örneğidir.
Nübüvvet
çalışma sonucu kazanılamıyorsa, eşleri, çocukları için özel saygı kullanılması,
Ahzab 56 ile salatın emredilmesi, dar bir kapsama alanı ile gözden uzak
tutulması, Nisa 65 ile "senin
verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen teslim olmadıkça"
ayetleri adına kutsallaştırma demek olmasın sonsuz bir itaat isteniyor. Erdeğer
hadislere karşı kabul tutumu zayıf olmasa yığınla rivayet Peygamberimize
kutsaldan öte canını feda edecek babında (Hz. Ömer) tekliflere haizdir.
Kaynaklar biraz taraflı duruş gösteriyor. Çünkü koydukları usulde bunlara cevaz
verecek durum yok. Sistemleri çöker.
İfade
ettiğiniz derinlemesine ve eleştirel sorgulama, Sayın Bülent Şahin Erdeğer’in
Kur’an merkezli teolojisinin / Tanrıbilimi ile Geleneksel İslami Otorite
arasındaki temel epistemolojik / bilgi teorisi gerilimi üzerine
odaklanmaktadır. Zira
Nisa 4:65 gibi ayetlerde talep edilen koşulsuz teslimiyet ve Peygamber eşlerine
atfedilen özel konumlar, yüzeysel bir okumada "kutsallaştırma" /
tanrısallaştırma izlenimi uyandırabilir.
Ancak, Erdeğer’in aşkın din (Tevhid) ve diyalogcu
/ istişareci çizgisini temel alan metodolojisi, bu ayetleri Risalet
Makamının Hukuki ve Ahlaki Otoritesini koruma amaçlı hukuki istisnalar
ve vahye mutlak teslimiyet olarak yorumlayarak, kutsallaştırma riskini
bertaraf etmeyi hedefler. Sizin "kaynaklar biraz taraflı duruş gösteriyor,
çünkü koydukları usulde bunlara cevaz verecek durum yok, sistemleri çöker"
şeklindeki yerinde itirazınız, bu metodun en zorlu sınavı olan hadisler
ve Peygamber'e mutlak itaat konusunun incelenmesini gerektirmektedir.
--------------------------------------------------------------------------------
I. Nisa
4:65 ve Hucurat 49:2: Teslimiyetin Kaynağı Şahsiyet Değil, Vahiy Otoritesidir
Erdeğer’in perspektifinde, Kur'an'ın Hz. Peygamber'e yönelik
emrettiği saygı ve teslimiyet, O’nun beşerî / insanî kimliğini aşan bir
ilahlaştırma değil, tebliğ ettiği vahiy otoritesinin korunmasına yönelik
hukuki zorunluluklardır.
A.
Nisa 4:65: Hükümde İnkâr Edilemez Teslimiyet
Nisa 4:65'te geçen, "senin verdiğin hükme içlerinde bir
sıkıntı duymadan tamamen teslim olmadıkça" ifadesi, Resul'ün hükmünün mutlaklığını
vurgular. Erdeğer, bu mutlak itaatin hedefinin, O’nun şahsî keyfî kararları (re’y)
değil, O’nun ilahi vahye ve sabit hakikatlere göre verdiği kararlar ve
O'nun getirdiği adalet ilkesine teslimiyet olduğunu savunur.
Bu ayet, bir yandan adaleti tesis etmeyi amaçlar. Çünkü Hz.
Peygamber, yargıda kabilecilikten, kişisel ilgiden veya zenginlikten
etkilenmezdi. O’nun verdiği hüküm, zaten Tevhidin ve Adaletin
zorunlu kıldığı hükümdür. Dolayısıyla bu teslimiyet, insanın kendi nefsinden,
heva ve hevesinden kaynaklanan haksızlıklara karşı gösterdiği bir mücadele,
yani ahlaki / etik bir zorunluluktur.
B.
Hucurat 49:2 ve Saygı Ahlakı
Hucurat 49:2’deki Peygamber’in sesinden daha fazla ses
yükseltmeme ve amellerin boşa gitmesi tehdidi, O’nun kutsallaştırılmasını
değil, Risalet Makamının itibarını korumayı amaçlar. Erdeğer, amellerin
boşa gitmesi riskini, kişinin tevhid bilincinden ve salih amel /
erdemli eylem gayesinden sapması olarak açıklar. Kibirle ya da saygısızlıkla
vahyin otoritesine karşı çıkmak, kişinin tüm iyi eylemlerini dahi hükümsüz
kılacak bir ahlaki çöküş anlamına gelir.
Bu, Peygamber’in kendi başına bir şâri / yasa koyucu
olduğu anlamına gelmez, aksine O’nun görevinde sabır, merhamet ve
metanet ahlakını göstererek kaba saba bir insan olmadığının (Beşer-i
kimliğinin) altını çizer.
II. Ahzab
33:53-55 ve Özel Statünün Hukuki Boyutu
Sizin de işaret ettiğiniz gibi, Kur'an’ın evlilikler
konusunda getirdiği genel hükümlere rağmen (Bakara, Nisa), Ahzab 33:53-55’te
Peygamber eşlerine (Ümmetin Anneleri) kısıtlayıcı bir özel statü
getirilmesi, Erdeğer tarafından teolojik kutsallaştırma olarak değil, toplumsal
ve siyasal bütünlüğü koruma amaçlı bir hukuki istisna olarak yorumlanır.
• Beşerî İhtiyaçların Korunması: Ayetin ilk kısmı,
Peygamber’in evine zamansız girilmemesi ve O’nun rahatsız edilmemesi
gerektiğini belirterek, O’nun beşerî / insanî ihtiyaçlara sahip olduğunu
ve özel alana ihtiyacı olduğunu teyit eder. Bu, O’nu melek/tanrısal figür
statüsünden uzaklaştırır.
• Sosyal ve Siyasi Yasa: Ölümünden sonra eşleriyle
evlenilemeyeceğine dair kural, o dönemin toplumsal yapısı içinde, bu kadınların
statülerinin istismar edilmesini ve kabilelerarası veya siyasi çekişmelerde nüfuz
aracı hâline gelmesini engellemeyi amaçlayan hukuki bir tedbirdir.
Bu istisnai hukuki durum, ne Peygamber’i ne de eşlerini ilahlaştırmaz;
aksine, Kur’an’ın kurulmasını hedeflediği toplumun istikrarını ve
Risalet makamının itibarını korur. Aksi takdirde, bu kadınların
kurtuluşu statüleriyle garanti edilirdi ki, Kur'an kalıtsal kurtulmuşluk
inancını reddeder.
III. Hadis
Külliyatı, İtaat ve Sistem Çözülme İddianıza Cevap
Sizin haklı olarak vurguladığınız gibi, eğer Erdeğer, Hadis
külliyatında bulunan, sahabenin Peygamber’e yönelik canını feda etmeye hazır
olduğu yönündeki yığınla rivayeti (Haberi Ahad) kabul etseydi, bu durum,
O’nun zannî bilgiye dayanmama ve kutsallaştırmayı reddetme
usulünü zorlayabilirdi. Bu durum, ele alınan kaynakların taraflı duruş
sergilediği şüphesini güçlendirir.
A.
Kaynakların Taraflı Duruşu ve Metodolojik Sınırlama
Kaynaklarımız, Erdeğer’in kasıtlı olarak bir mezhebi veya
rivayeti reddetmek yerine, Kur'an'ın vahyi / mesajı doğru anlama çabası
içinde olduğunu göstermektedir. Bu çaba, metodolojik bir zorunluluktur:
1. Zan ve Katiyyet Ayrımı: Erdeğer, Hadislerin büyük
çoğunluğunun Haberi Ahad olduğunu ve bu nedenle zannî (zan
üzerine kurulu) olduğunu ve itikadi / inanç konularında kesin delil
teşkil edemeyeceğini belirtir. Hz. Ömer'in aşırı bağlılığı gibi duygusal ve
itaatkâr tavırlar içeren rivayetler, Peygamber’e yönelik şahsî hürmeti
gösterse de, o rivayetin içeriğini kat’i (kesin) ve yanılmaz bir hüküm
haline getirmez.
2. Mütevatir Sünnetin Korunması: Erdeğer’in sistemini
çökertmeyeceği iddia edilen nokta şudur: O, Haberi Ahad’ı (zannî
hadisleri) reddetse dahi, Mütevatir Sünneti (yaşayan dini pratikler:
namaz, hac, tesettürün ana ilkesi) kat’i (kesin) bilgi kaynağı olarak
Kur'an’ın hemen yanına koyar. Bu, sistemin pratikteki çöküşünü engeller.
Mütevatir Sünnet, Müslümanların birliğini simgeleyen amelî
uygulamalardır.
3. İçtihat ve Hata Yapma İhtimali: Peygamber’in vahiy
dışında içtihat yapma hakkı vardı ve bu içtihatlar hatalı olabilir ve ilahi
vahiy tarafından düzeltilebilirdi. Kutsallaştırma, bu beşerî / insanî hata
payını ortadan kaldırır. Sahabenin Peygamber'e, "Bu vahiy mi, yoksa senin
görüşün mü?" diye sorması, bu ayrımın o dönemde dahi bilindiğini gösterir.
B.
Tevhidin Önceliği ve Hadislere Karşı Tavır
Erdeğer, hadislere karşı "zayıf" bir kabul tutumu
sergilemez; o, rivayetleri tevhidin Furkan (ölçü) filtresinden geçirme
zorunluluğunu savunur. Eğer bir rivayet, doğrudan Kur’an’ın muhkem /
temel hükümlerine (tevhid, adalet, ahlak) aykırı ise (örneğin gaybı bilme
iddiası, aracılık etme iddiası), bu rivayet, ne kadar sahih
zincirle gelirse gelsin, Tevhid ilkesini zedelediği için
reddedilmelidir.
IV. İlginç
Konu: Kutsallaştırmanın Kaynağı Olarak Kibir ve Statüko
Sormayı Unuttuklarımızla birlikte, bu tartışmanın
altında yatan derin felsefi / felsefi ve sosyolojik /
toplumbilimsel bir neden de bulunmaktadır: Kutsallaştırma ve aşırı otorite
arayışı, insanın kendi nefsini ve kibirini tatmin etme çabasıdır.
Erdeğer, dindarlık kibrinin (batıl bir dindarlık),
vahyi bilmeyenlere veya daha az dindar görülenlere karşı haksızlık yapmayı
mübah sayan hastalıklı bir tavır olduğunu belirtir. Kutsallaştırılmış
otoriteler (Ruhban sınıfı, Mehdilik iddiaları, tarikat liderleri, siyasi
önderler), bireyin vicdani sorumluluğunu üstlenir ve onlara kula kulluk etme
imkânı sunar. İnsanlar da bu karmaşık dünyada sorumluluktan kaçmak için
ritüellere / şekilcilik ve kolay yoldan kurtuluşa (şefaat/kayırma) sığınırlar.
Dolayısıyla, Erdeğer'in eleştirisi, Peygamber'in mezarının
ziyaretten men edilmesi gibi Vahhabi yaklaşımlarla (ki bunlara doğrudan atıf
yapmaz) aynı sonuca ulaşsa bile, bu, tevhidin korunması ve tahakküm
/ egemenlik reddi amacından kaynaklanır; yani meselenin kökeni metodolojiktir,
sekter / mezhepçi değil.
Sayın Bülent Şahin Erdeğer’in metodolojisi, Kur'an'ın yegâne
ölçüt olduğu ve Tevhidin mutlak korunması gerektiği prensibi üzerine kuruludur.
Nisa 4:65 gibi ayetlerde emredilen teslimiyet ve Ahzab 33:53-55’te belirtilen
özel statü, O’nun şahsının kutsallaştırılması değil, Risalet makamının
hukuki dokunulmazlığını ve Kur'an'ın mesajının otoritesini koruma amacı
güder.
Hadis külliyatına yönelik ihtiyatlı / dikkatli yaklaşım,
kaynakların zannî mahiyetinden kaynaklanır ve Mütevatir Sünnetin kat’i
(kesin) otoritesiyle dengelenir; bu ayrım, sizin de işaret ettiğiniz gibi,
sistemin epistemolojik olarak çökmesini önleyen anahtar mekanizmadır. Bu
metodoloji, Hadis rivayetlerinin Kur'an'ın muhkem / temel ilkeleri olan adalet
ve tevhid karşısında her zaman denetime açık olmasını gerektirir. Bu
yaklaşım, zorlama bir kutsallaştırmayı reddederek, inancın rasyonel /
akılcı ve ahlaki / etik temelini yeniden güçlendirme çabasıdır.
Erdeğer
Kutsal kavramını zayıflatıyor. İnsanın en değerli olan şeyi candır. “Sizden
biriniz beni annesinden-babasından, çoluk-çocuğunuzdan ve bütün insanlardan
daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.” [Buhari, Sahih, İman, 2/8 (I;9)]
"Ey
Allah'ın Rasûlü! Ben sizi canımdan başka her şeyden daha çok severim."
dedi Peygamberimiz:
"Ey
Ömer, canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, beni canından daha
çok sevmedikçe olgun mü'min olamazsın."
buyurdu.
Peygamberimizi dikkatle dinleyen Hz. Ömer:
"Ey
Allah'ın Resûlü, vallahi ben şimdi sizi canımdan da daha çok seviyorum."
deyince Peygamberimiz:
"İşte
Ya Ömer, şimdi olgun mü'min oldun." buyurdular. (Aynî,
Umdetü'l-Kârî,1/144)
Bu
örnekleri kabul etmesi lazım. Erdeğer’in özel statüko ve toplumsal ve siyasal
bütünlüğü koruma amaçlı bir hukuki istisna ile geçiştirmesi Peygamber ve
makamının basite indirgenemeyeceğini gösteriyor
Bu son derece mühim itirazınız, Sayın Bülent Şahin Erdeğer’in
Kur’an merkezli Sünnet metodolojisinin, dinî bilgi kaynakları ve
peygamber tasavvuru arasında kurduğu hassas dengeye dair teolojik/Tanrıbilimsel
ve epistemolojik/bilgi teorisi gerilimi netleştirmektedir. Zira öne sürdüğünüz hadisler, Hz.
Peygamber’e yönelik mutlak sevgi ve koşulsuz teslimiyetin, yani kutsal
addedilebilecek bir makama itaatin, imanın temel şartı olduğunu
vurgulamaktadır.
Söz konusu kaynaklar ve önceki tartışmalarımız ışığında,
Erdeğer’in tevhid (Allah’ı birleme) ve adalet / hakkaniyet
ilkelerini mutlaklaştıran usulünün, bu rivayetleri şirk / ortak koşma
tehlikesinden arındırarak nasıl yorumladığını ve metodolojisini neden
"sistemi çökerten" bir risk olarak görmediğini detaylıca
irdeleyeceğiz.
--------------------------------------------------------------------------------
I.
Kutsallaştırma ve Tevhidin Epistemolojik Sınırı
Sayın Erdeğer’in yaklaşımı, kutsal kavramını zayıflatmaktan
ziyade, kutsallığı sadece Kur’an’a ve ilahi otoriteye has kılmayı
amaçlar. Zira kutsallığın beşerî / insanî alana kayması, kaçınılmaz olarak şirke
ve kula kulluğa yol açar.
A.
Peygamberin Beşerî Kimliği ve Kutsallaştırmaya Karşı Uyarı
Erdeğer, Hz. Peygamber’in (Aleyhisselam) Kur’an tarafından
defalarca beşer (insan) olarak tanımlandığını vurgular. O, çarşıda
gezen, yemek yiyen, hatalar yapabilen bir insandır. Kur’an, mucize isteyen
müşriklere karşı, O'nun sadece bir elçi olduğunu ve gaybı bilmediğini net bir
şekilde ifade eder.
• Peygamberin Uyarısı: Erdeğer, bizzat Hz.
Peygamber’in, Hristiyanların Hz. İsa’yı aşırı övdükleri gibi, ümmetinin
kendisini aşırı methetmesine karşı uyardığını belirtir. "Beni meth
ederken aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki ben sadece bir kulum. Onun için bana sadece
Allah'ın kulu ve elçisi deyiniz".
• İlahlaştırmanın Kaynağı: O’nu ilahlaştırma veya
aşırı yüceltme, aslında Resullere ihanet eden bir yaklaşım olup, Hazreti İsa’ya
atfedilen ilahlık gibi Hristiyanî etkilere ve hurafelere dayanır.
Bu bağlamda, Erdeğer’in niyeti kutsal olanı zayıflatmak
değil; kutsal olanın (Allah ve O'nun Vahyi) otoritesini, kulların ürettiği zannî
ve yüceltici rivayetlerin gölgesinden çıkarmaktır.
B. Özel
Statüko: Kutsallık Değil, Hukukî İstisna
Sizin, Peygamber eşlerine özel statü verilmesinin (Ahzab
53-55) [Kullanıcı Sorusu] "kutsallaştırma" olduğu ve Erdeğer’in bunun
hukuki istisna ile geçiştirdiği yönündeki itirazınız, Erdeğer'in
ayrımının amacını netleştirmektedir.
Erdeğer, bu hükümlerin (Resûlullah’ı üzmeye hakkınız
yoktur, kendisinden sonra ebedî olarak eşleriyle de evlenemezsiniz)
[Kullanıcı Sorusu] ilahi bir kutsallık atfetmediğini, ancak Risalet
makamının sosyal ve siyasi bütünlüğünü koruduğunu savunur. Bu
kadınlar, toplumda "Ümmetin Anneleri" olarak özel bir konuma
sahiptir. Onların vefat sonrası evlenmelerinin yasaklanması, bu statünün
kabilevi çekişmelerde veya siyasi fraksiyonlar tarafından nüfuz aracı
olarak kullanılmasını önleyen olağanüstü bir hukuki tedbirdir [konuşma
geçmişi]. Bu, teolojik kutsallaştırmadan ziyade, sosyolojik ve idari
bir korumadır.
II. Mutlak
İtaat ve Sevgi Hadislerinin Epistemolojik Sınırı
Cana / hayata tercih edilecek mutlak sevgi ve Nisa 4:65'te
talep edilen hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen teslimiyet,
Erdeğer'in metodolojisinde iki temel süzgeçten geçer: Zannîlik ve Tevhid
Uyumluğu.
A.
Zannîlik ve Metinlerin Değeri
Sizin de Aynî'den alıntı yaparak belirttiğiniz bu rivayetler,
hadis külliyatı içerisinde Haberi Ahad (tekil rivayetler) kategorisine
girer. Erdeğer’in usulüne göre, Haberi Ahad rivayetler zannîdir;
yani doğruluk payı olmakla birlikte, %100 kesinlik taşımazlar. İnanç
esasları (Akaid) ise sadece subutu kat'i ve dalalet-i kat'i
olan, yani kesinliği ve anlamı net olan Kur'an ayetleri ile Mütevatir Sünnet
(pratik uygulamalar) üzerine inşa edilebilir.
Bu bağlamda, Hz. Ömer kıssası gibi rivayetler, Müslümanlar
arasında Peygamber’e yönelik gösterilmesi gereken yüksek ahlaki ve manevi
bağlılığı gösteren erdemli örnekler (usve-i hasene) olarak
görülebilir. Ancak bu rivayetler, bir kişinin Peygamber’i mutlak anlamda ilahî
otorite seviyesinde sevmesini emreden kat’i bir inanç ilkesi haline
getirilemez.
B. Mutlak
Teslimiyetin Anlamı: Şahsa Değil, Vahye İttiba
Erdeğer, Peygamber'e itaati reddetmez; aksine, itaatin
kaynağını Kur’an’a bağlar. "Sizden biriniz beni annesinden... daha çok
sevmedikçe iman etmiş olamaz" hadisinin teolojik anlamı, Erdeğer'e göre
şöyledir:
1. Vahyin Egemenliği: Hz. Peygamber’e duyulan sevgi ve
teslimiyet, aslında O’nun tebliğ ettiği vahyin hükümlerine ve adalet
ahlakına teslimiyettir. Adalet, Kur'an'ın en uygun gördüğü takva /
sorumluluk bilincinin zirvesidir.
2. Öz çıkarın Reddi: Mutlak sevgi, kişinin kendi
canının ve en yakınlarının (anne, baba, çoluk çocuk) çıkarlarının bile, ilahi
emirler ve adalet karşısında geri plana atılması gerektiğini gösterir. Zira
kurtuluş, bireysel fedakârlık ve salih amel ile mümkündür.
3. Hükümde Teslimiyet (Nisa 4:65): "Senin
verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen teslim olmadıkça"
[Kullanıcı Sorusu] ayeti de aynı şekilde, Peygamber’in kendi nefsinden
kaynaklanan değil, ilahi vahye dayalı ve adil olan hükümlerine
boyun eğmeyi zorunlu kılar. Bu teslimiyet, adalet ve tevhid dışına çıkan beşerî
bir otoriteye değil, Risalet makamının hukuki ve ahlaki kararlarınadır.
III.
Taraflı Duruş ve Sistemin Çökmesi İddiasına Yanıt (Metodolojik Zorunluluk)
Sizin
"kaynaklar biraz taraflı duruş gösteriyor, çünkü koydukları usulde bunlara
cevaz verecek durum yok, sistemleri çöker" şeklindeki eleştiriniz,
Erdeğer’in metodolojik saikleri / güdülerini anlamlandırmak açısından
anahtardır.
Erdeğer’in hadisler konusunda gösterdiği titizlik, sistemi
(Kur’an merkezli tevhit) koruma çabasından kaynaklanır. Sistem, hadisleri
reddettiği için değil, şirk ve zulüm üreten hadis ve yorumları ayıklamak
için bu kat’i filtreyi kullanır.
A.
Kutsallaştırmanın Getirdiği Risk (Can Meselesi)
Eğer canını feda edecek boyutta sevgi (Hz. Ömer'in teklifi
gibi rivayetler) [Kullanıcı Sorusu] mutlaklaştırılırsa, bu, Peygamber’in veya
O’nu temsil eden Ruhban sınıfının sözünün, Kur’an’ın önüne geçmesine
neden olur. Bu durum, Müslümanları şeriatçılık ve gösterişçi
dindarlık hastalığına sevk ederek, adil olmama ve yoksulu ihmal
etme gibi temel Kur’an ilkelerini göz ardı etmeye itebilir.
B. Kur’an
ve Mütevatir Sünnetin Yeterliliği
Erdeğer, hadisleri toptan reddetmez; Haberi Ahad
rivayetlerin zannîliğini kabul ederken, Mütevatir Sünnetin kat’i
otoritesini korur. Bu, dinin yaşanabilir pratiklerini (namaz, oruç vb.) güvence
altına alır. Bu usul, Kur’an’ın ve Mütevatir Sünnetin otoritesini
kaybetmeden, tevhidi bozma potansiyeli olan zannî kutsallaştırma
hikayelerini eleme imkanı verir. Aksi takdirde, din, Kur’an’ın dışındaki rivayetperestliğin
esiri olur.
Sonuç
Erdeğer’in bakış açısına göre, Hucurat, Ahzab ve Nisa
ayetleriyle hadislerdeki Peygamber’e yönelik mutlak teslimiyet talebi, O’nun
şahsının kutsallaştırılmasıyla ilgili değildir; bu, Risalet Makamının hukukî
ve ahlaki otoritesine gösterilen, Tevhid ve Adalet ilkelerine
uygun bir itaattir. Mutlak sevgi ve teslimiyet, kişinin kendi canının ve
çıkarlarının bile, ilahi vahiy karşısında anlamsız kalması gerektiğini gösteren
ahlaki bir zorunluluktur.
Erdeğer'in
metodolojik tercihi, sistemi çökertme korkusundan ziyade, aksine, Müslümanları Kur’an’a
arz edilmemiş zannî bilgiler ve aşırı tazimden / ululamadan
kaynaklanan şirk tehlikesinden koruma gayesindedir. Bu, onun rasyonalist
ve diyalogcu çizgisinin temel ve zorunlu bir sonucudur.
Sonuçta anlaşılan sorgusuz bir itaat Nisa 65 yadsınamaz. Kuran bunu kesinlikle istiyor. Bunun diğer dolaylı argumanlarla eritilmesi Ahad Haber gibi katagoriler ile zayıflatılma imkanı yok. Koydukları usul ile, bu ve benzeri ayetler ile Peygamberimizin konumu zayıflatmaktan başka bir şeye yarayacağını düşünemeyiz. Sonra "Kuran bize yeter" katmanına geçişin ön basamağı oluyor.
Zât-ı
âlinizin bu kuvvetli itirazı, Sayın Bülent Şahin Erdeğer’in metodolojisinin
kalbinde yer alan ve İslam düşünce tarihi boyunca süregelen en çetin
tartışmayı, yani vahyin mutlak otoritesi ile peygamberî otoritenin
sınırlarını gündeme taşımaktadır. Nisa Suresi 4:65 gibi ayetlerin
emrettiği sorgusuz teslimiyetin, Hadis külliyatındaki canından aziz bilme
şeklindeki yüce sevgiyi yansıtan rivayetlerle birlikte ele alındığında,
Erdeğer’in zannîlik ve hukuki istisna gibi argümanlarının
Peygamber’in makamını basite indirgediği ve nihayetinde Kur’ancılık
/ Yalnız Kur’an çizgisine kaymaya zemin hazırladığı tespiti, akademik bir
ciddiyetle ele alınmalıdır.
Bu makale formatındaki yanıtımızda, Erdeğer’in bu teslimiyeti
nasıl Kur’an’ın aşkın (münezzeh) ilkeleri çerçevesinde yorumladığını,
Hadislerin zannîliğinin epistemolojik zorunluluğunu ve bu metodolojinin neden Kur’ancılık
olmadığını detaylandıracağız.
--------------------------------------------------------------------------------
I.
Koşulsuz Teslimiyetin Kaynağı: Şahsiyet Değil, Vahyin Otoritesi
Nisa Suresi 4:65'te ifade edilen, Peygamber’in hükmüne karşı
"içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen teslim olmadıkça" iman etmiş
olunamayacağı hükmü, Kur'an'ın talep ettiği en üst düzey iman ve itaat
ahlakını temsil eder. Erdeğer, bu mutlak teslimiyetin, Resul’ün şahsiyetine
yönelik ilahlaştırma / kutsallaştırma değil, O’nun Risalet makamının
ve getirdiği vahyin otoritesine yönelik bir teslimiyet olduğunu savunur.
A. Hükümde
Adalet ve Vahiy Bağlamı
Peygamber'e itaat, esasen O'nun Allah'tan getirdiği vahye
ve adalet ahlakına itaattir. Nisa 4:65'teki teslimiyet, Peygamber'in
keyfi (re'y) kararlarına değil, ilahi yasalar ve adalet
çerçevesinde verdiği hükümlere karşı gösterilen bir zorunluluktur. Zira,
Kur'an'ın temel ilkesi olan adalet, kişinin kendi aleyhine dahi olsa
(anne, baba, akraba) hukukun üstünlüğünü kabul etmeyi gerektirir.
Erdeğer’e göre, Peygamber’in verdiği hükümlere karşı çıkmak,
o dönemde kurulan adil sosyal düzeni ve tevhid bilincini bozma
tehlikesi taşıyordu. Dolayısıyla teslimiyet, Kur'an’ın tevhid / Tanrı
birliği ve adalet gibi muhkem / kesin ilkelerine olan bağlılığın
pratik göstergesidir.
B.
Nübüvvetin / Peygamberliğin Sınırları
Eğer bu teslimiyet sonsuz bir itaat anlamına gelseydi
ve Peygamber'i şari / yasa koyucu konumuna yükseltseydi, Kur'an'ın bizzat
kendisiyle çelişirdi. Zira:
1. Beşerî Kimlik: Peygamber, rahatsızlık duyan [Ahzab
33:53], istişare eden, vahiy dışında içtihatlarında hata yapabilen bir beşerdir.
2. Bekçi Değil: O, iman etmeyenler üzerinde zorlayıcı
bir bekçi değildir (Nisa 4:80).
Bu sınırlamalar, teslimiyetin şahsa kutsallık
atfetmesini engellemek için bizzat ilahi metin tarafından konulmuştur.
Peygamber’e yönelik mutlak teslimiyet, bu sınırların ihlal edildiği bir şirk
/ ortak koşma eğilimi taşımamalıdır.
II. Mutlak
Sevgi Rivayetleri ve Hadislerin Zannîlik Filtresi
Sizin canı feda edecek boyutta sevgi ve teslimiyeti anlatan
hadisler (Buhari ve Aynî rivayetleri) hakkındaki itirazınız, Erdeğer'in hadis
metodolojisini tam olarak kritik etmektedir: Zannî kategorisi, bu
rivayetleri basite indirgemek için mi kullanılıyor?
A.
Zannîlik Metodolojik Zorunluluktur (Epistemolojik Şirkten Korunma)
Erdeğer’in hadislerin büyük çoğunluğunu Haberi Ahad /
tekil rivayet zinciri üzerinden geldiği için zannî / zan üzerine kurulu
kabul etmesi, sistemi korumak için bir metodolojik zorunluluktur.
• İtikadın Katiyyeti: İnanç konuları (Akaid)
kesinlik (katiyyet) gerektirir. Haberi Ahad ise doğası gereği yanılma
payı taşır. Peygamber’e duyulan sevgi bir erdem olmakla birlikte, bu sevginin mutlak
inanç ilkesi (Allah’ın sıfatları gibi) haline getirilmesi, epistemolojik
şirki doğurur.
• Rivayet Külliyatı: Eğer canı feda edecek derecede
sevgi veya itaat talep eden bu ve benzeri zannî rivayetler koşulsuz
kabul edilirse, yığınla rivayet, Kur’an’ın otoritesiyle eşdeğer, hatta
Kur’an’ı neshedecek (iptal edecek) bir güç kazanır. Bu durum, dinin
temelinin Kur'an'dan kaymasına yol açar ve zulme neden olan rivayetlerin
de ayıklanamamasını beraberinde getirir.
Bu metodoloji, kutsal olanı (vahyi) zannî olandan
(rivayetten) ayırarak, Tevhidi korumayı hedefler. Dolayısıyla,
rivayetlerin basite indirgenmesi değil, aksine Tevhidin mutlak
otoritesini korumak için rivayetlere makamının verilmesi söz konusudur.
B.
Kutsallaştırmanın Can Feda Etme Bağlamı
Sizin de vurguladığınız, Hz. Ömer’in "sizi canımdan da
daha çok seviyorum" [Kullanıcı Sorusu] şeklindeki beyanı, bir Müslümanın
Peygamber’e duyduğu derin manevi bağlılığı gösterir. Erdeğer, bu
bağlılığı ahlaki bir erdem olarak görür, ancak bunun, Peygamber’i
kutsallaştırarak O’nu ilahî aracı veya gaybı bilen bir varlık
konumuna yükseltme eğiliminden arındırılması gerektiğini savunur.
Canı feda etme, aynı zamanda, kişinin kendi canından,
malından ve hevasından (arzusundan) vazgeçerek Kur’an’ın adalet
ilkesine teslim olması (Salih Amel) anlamını da taşır.
III.
Kur’ancılık Eleştirisi ve Mütevatir Sünnetin Yeri
Sizin, bu metodolojinin "Kur’an bize yeter"
(Kur’ancılık) katmanına geçişin ön basamağı olduğu yönündeki kuvvetli
endişeniz, Erdeğer’in sıkça eleştirdiği bir noktadır ve kendisi bu ayrımı
netleştirmek için özel çaba sarf etmektedir.
A.
Erdeğer'in Kur'ancılık Reddi
Erdeğer, sadece Kur'an diyen akımların (Kur’ancılık):
1. Dini Tekelleştirdiğini: Kişinin kendi Kur'an
yorumunu din diye dayatmasına, yani hevâsını Tanrı edinmesine yol
açtığını.
2. Yaşayan Dini Yok Saydığını: Mütevatir Sünneti
(namaz, hac, zekatın pratik uygulamaları) görmezden geldiğini belirtir.
B.
Sistemin Çökmesini Engelleyen Mekanizma: Mütevatir Sünnet
Erdeğer’in metodolojisinin Kur’ancılık olmamasının
temel sebebi, dini bilginin ikinci kat’i / kesin kaynağı olarak Mütevatir
Sünneti kabul etmesidir.
• Korunan Yapı: Mütevatir Sünnet, Kur'an'ın genel
emirlerinin (Salat, Zekat) nesilden nesile, büyük cemaatler tarafından pratik
olarak aktarılan ve bu nedenle kat'i / kesinlik taşıyan uygulamalarıdır.
• Basite İndirgeme İddiasına Karşı Cevap: Peygamber’in
makamının "basite indirgenmemesi" gerekliliği, tam da Mütevatir
Sünnetin korunmasıyla mümkündür. Hadislerin zannî (Haberi Ahad)
olması nedeniyle bu rivayetleri terk eden bir kişinin, Mütevatir Sünneti
uygulamaktan kaçınmaması gerekir. Aksi takdirde, dinin ortak pratik zemini
kaybolur ve sistem çöker.
Erdeğer,
Kur'an'ın Mübin / apaçık bir kitap olduğunu ve parçacı okumaların
önüne geçilerek, vahyin bütünlüğü içinde anlaşılması gerektiğini savunur. Bu,
Mutezile'nin rasyonalist / akılcı damarıyla uyum içinde, tevhid ve adalet
ekseninde bir kimlik inşasıdır.
Sonuç
Sayın Bülent Şahin Erdeğer’in kullandığı usûl /
metodoloji, Nisa 4:65'in emrettiği koşulsuz teslimiyeti yadsımamaktadır; ancak
bu teslimiyetin hedefinin Peygamber’in şahsı değil, O’nun vahye dayalı
Risalet makamı olduğunu vurgular. Mutlak sevgi ve itaati içeren zannî
rivayetler, sistemin çökmesine yol açacak bir kutsallaştırma aracı değil, Tevhidin
mutlaklığını korumak adına epistemolojik bir filtre ile ele
alınmalıdır.
Erdeğer’in bu çizgisi, Hadisleri toptan reddeden Kur’ancılık
değildir; aksine Mütevatir Sünneti koruyarak yaşayan dini
muhafaza ederken, şirk ve zulüm üretebilecek rivayetleri
ayıklamayı amaçlayan, adalet ahlakını merkeze alan bir metottur. Bu,
onun sistemini çökertmekten ziyade, Tevhidin safiyetini koruma
gayesiyle, tarihsel mirasla yüzleşme çabasıdır.
Bülent Şahin Erdeğer mutezile mezhebinden olduğunu
söylemesede o argumanları dolaylı olarak
kullanıyor
Sayın Bülent Şahin Erdeğer'in entelektüel üretimini
incelediğimizde, kendisinin İslam düşünce tarihi içerisindeki belirli bir
mezhepsel kimliği açıkça benimsememesine rağmen, ortaya koyduğu teolojik
ve epistemolojik / bilgi teorisi argümanlarının, bilhassa Mutezile
ekolünün temel prensipleriyle (Usûl-ü Hamse) örtüştüğü yönündeki
tespitiniz, metodolojik açıdan son derece yerindedir.
Erdeğer'in
yaklaşımı, Kur'an'ı mutlak ölçüt (Furkan) olarak alıp, vahiy dışındaki
tüm kaynakları bu ölçüye arz etme esasına dayanır. Bu, İslami rasyonalist /
akılcı geleneğin, özellikle de Mutezile’nin Akıl ve Adalet
vurgusuyla kesiştiği alanları kuvvetle açığa çıkarmaktadır.
Aşağıda, Sayın
Erdeğer'in temel argümanlarını, Mutezile'nin ana ilkeleriyle ilişkilendirerek
akademik bir çerçevede incelemekteyiz:
--------------------------------------------------------------------------------
I. Tevhid
ve Adalet (Adl): Epistemolojik Tenzih / Aşkınlaştırma
Mutezile'nin
ilk iki temel esası olan Tevhid ve Adalet, Erdeğer’in tüm
analizlerinin merkezini oluşturmaktadır.
A.
Tevhid: Şirk ve Otorite Kutsallaştırmasının Reddi
Erdeğer,
tevhidin sadece ontolojik / varoluşsal bir inançtan ibaret olmadığını, aynı
zamanda sosyal ve epistemolojik / bilgi teorisi bir ilke olduğunu
vurgular. Tevhid, kula kulluk etmenin ve baskıcı dindarlığın reddi anlamına
gelir.
1. Aşkın
Tanrı (Tenzih): Erdeğer, Tanrı’nın yaratılmış âlemden üstün ve bağımsız
olduğu fikri olan münezzeh / aşkın Tanrı anlayışını savunur.
Hristiyanlıkta Tanrı-insan sembolizmini geliştiren inançlara veya tasavvuftaki İnsan-ı
Kâmil (Âdem Kadmon) figürünün mistisizmle kopyalanmasına yönelik
eleştiriler, Tanrı’nın benzersizliğini (tenzih) koruma çabasının bir sonucudur.
Bu, Mutezile'nin de Tanrı’yı insan tasavvurunun sınırlarının üstüne çıkarma (tenzih)
ilkesiyle birebir örtüşmektedir.
2. Epistemolojik
Şirk: Erdeğer, önceki yazılarımızda detaylıca ele alındığı gibi,
hadisler, rivayetler veya şahsî içtihatlar gibi beşerî kaynakların, Kur'an'ın kat’i
/ kesin otoritesiyle eş tutulmasını "epistemolojik şirk" / bilgi
teorisi ortak koşma olarak niteler. Bu eleştiri, Mutezile’nin, akla ve Kur’an’a
arz edilmemiş zannî / zan üzerine kurulu bilgiyi itikad / inanç temelinde
reddetme tavrıyla paraleldir.
B.
Adalet (Adl): Akıl ve Özgür İrade Vurgusu
Erdeğer’e göre
adalet, tevhidin zorunlu bir sonucu olup, bireyin kendi menfaatine, ailesine ya
da kavmine karşı dahi olsa hakkı savunmasını gerektirir.
1. Aklın
Merkezi Konumu: Erdeğer, aklın doğru verilerle doğru çalıştığında,
Kur’an’ın yanında doğruyu yanlışı ayırt etmeye yarayan ilahi bir ölçü olduğunu
kabul eder. Bu, Mutezile’nin temel meselesi olan Hüsn-ü Kubuh (İyilik ve
Kötülüğün Akılla Bilinip Bilinememesi) tartışmasındaki akılcı / rasyonalist
cepheyi destekler.
2. Hukuk ve
Akıl: Haram ve helalin tespitinde Tıp ilminin bilimsel verilerinden
ve aklın zararı tespit etme yeteneğinden yararlanılmasını savunması, Mutezile
ve Hanefi Fıkıh usulünde yer alan "eşya ibaha üzeredir"
(yasaklanmayan her şey mübahtır) prensibiyle uyumludur. Bu, fıtrata / doğal
insan doğasına uygun olanın korunmasını hedefler.
II.
El-Va’d ve’l-Va’îd (Ödül ve Ceza) ve El-Menzile beyne’l-menzileteyn
Erdeğer’in
kurtuluş kriterlerine getirdiği sınırlama ve Salih Amel / Erdemli
Eylemin mutlak şart koşulması, Mutezile'nin El-Va’d ve’l-Va’îd
(Tanrı'nın ödül ve ceza vaadinin kesinliği) ilkesini yansıtmaktadır.
1. Amel
Zorunluluğu: Erdeğer, kurtuluşu sadece soy ve kimliğe (Müslümanlık,
Yahudilik vb.) bağlayan inancı reddeder. Cennete girişin tek kriterinin Tevhid,
Ahiret İnancı ve Salih Amel olduğunu vurgular. Bu, büyük günah
işleyenlerin kurtuluşu konusunda daha katı olan Mutezile’nin, sadece imanın
yeterli olduğu yönündeki Mürciî görüşe karşı çıkışıyla paralellik arz
eder.
2. Mutlak
Hesap Verebilirlik: Ahirette kimsenin kimsenin cezasını çekmeyeceği, torpilin
/ kayırmanın ve şefaatin / aracılığın söz konusu olamayacağı yönündeki
net vurgular, Allah’ın adil yargılamasının kesinliğini (Va’îd) destekler. Bu,
insanların eylemlerinin sonuçlarıyla karşılaşacağına dair Mutezile görüşünü
teyit eder.
C.
Peygamberin Rolü ve 'Postacı' Kavramı
Mutezile'nin
dolaylı bir sonucu olan bu teolojik görüş, Peygamber’in görevinin sınırlarını
da belirler. Erdeğer’in Peygamber'i kutsallaştırmaya karşı çıkışı, O'nu sadece tebliğ
edici / postacı konumunda görme eğilimine dayanmaz; aksine, O’nun beşerî
/ insanî kimliğini ve örnekliğini vurgular. Postacı algısı, aslında
O’nun, tebliğ ettiği vahiyle karışması tehlikesine karşı bir önlem
niteliğindedir.
III.
Epistemolojik Kesişim: Zan ve Rivayet Eleştirisi
Mutezile'nin Adalet
ilkesi, fıkıh / hukuk ve kelamda zannî bilginin eleştirilmesi gereğini
doğurmuştur. Erdeğer’in Haberi Ahad rivayetlere yönelik metodolojik tavrı, bu
rasyonalist çizgiyi modern dönemde yeniden tesis etmektedir.
1. Hadislerin
Zannîliği: Erdeğer, Hadislerin büyük çoğunluğunun Haberi Ahad
olduğunu ve doğru, asılsız veya yalan olma ihtimali bulunan haberler
olduğunu kabul eder. Bu zannîlikten dolayı, bunlar inanç ve mutlak hüküm
tesisinde Kur'an veya Mütevatir Sünnet kadar kesin delil olamazlar.
2. Mütevatir
Sünnetin Yeri: Erdeğer, Kur'ancılık akımının zaafına düşmemek adına
Mütevatir Sünnet'i (yaşayan dinin kesintisiz uygulamaları) Kur'an'dan sonra kat'i
/ kesin bilgi kaynağı olarak kabul ederken, bunun dışındaki zannî rivayetlere
dayanarak dini pratiklerin reddedilmesini veya Müslümanların arasına ihtilaf
sokulmasını eleştirir.
IV. Emir
bi’l-Ma’ruf nehiy ani’l-Münker: Toplumsal Sorumluluk ve Yüzleşme
Erdeğer’in
özellikle siyasete, toplumsal adalete ve insan haklarına yaptığı vurgu,
Mutezile'nin sosyal sorumluluk ilkesini yansıtır.
1. Haksızlığa
Karşı Tavır: Erdeğer, zulmün ve haksızlığın karşısında durmanın
gerekliliğini, hatta kendi cemaatinin (mahallenin) yaptığı
haksızlıklarla yüzleşilmesi gerektiğini vurgular. Bu, Mutezile'nin iyiliği
emretme ilkesinin aktif bir tatbikidir.
2. Diyalog
ve Özgürlük: Erdeğer, Nisa 4:80 ayetinin ikinci kısmı olan
"seni onlara bekçi olarak göndermedik" ifadesini merkeze alarak,
zorlama, dayatma ve diktatörlüğe karşı çıkar. İyiliği emretme, diyalog /
istişare ve bilimsel argümantasyon yoluyla yapılmalıdır.
Sayın Bülent Şahin Erdeğer'in Kur'an merkezli metodolojisi,
kendisini bilinçli olarak İslam düşünce tarihindeki rasyonalist / akılcı
geleneğin içine konumlandırmaktadır. Adalet, Tevhid (Tenzih), Salih
Amel ve Aklın Vahyi Anlamadaki Merkezi Rolü gibi ana argümanları,
Mutezile'nin Usûl-ü Hamsesine ve klasik Hanefi/Maturidi ekollerinin
rasyonel yaklaşımına dayanak bulmaktadır.
Dolayısıyla, kaynak sahibi kendisini doğrudan Mutezile
mezhebiyle özdeşleştirmese de, adaleti mutlaklaştıran, zannî bilgiyi inançtan
uzak tutan ve aklı vahyin anlamlandırılmasında temel bir araç olarak gören bu
çizgisiyle, Mutezile'nin savunduğu argümanları kuvvetli bir şekilde dolaylı
olarak kullanmaktadır. Bu, modern eleştirel İslami düşüncenin, klasik kelam /
teoloji ve fıkıh / hukuk mirasından yararlanarak statükocu rivayetçiliğe karşı
verdiği metodolojik mücadelenin bir örneğidir.
Son Söz:
Bülent Şahin Erdeğer’in Kur’an Merkezli Metodolojisi ve Tevhidi Kimlik İnşası
Daha önceki
kapsamlı irdelemelerimizde, Sayın Bülent Şahin Erdeğer’in entelektüel
duruşunun, İslami düşünce geleneğinin rasyonalist / akılcı, aşkın
/ münezzeh ve diyalogcu / istişareci çizgisini benimsediğini tespit
etmiştik. Özellikle Adalet
kavramının merkeziliği ve bu vurgunun Mutezile’nin Usûl-ü Hamsesiyle
olan derin paralelliği bu metodolojinin temelini oluşturmaktadır.
Nihai
Değerlendirme ve Son Söz
Değerli Katılımcı, önceki irdelemelerimizde kapsamlı bir
şekilde tartıştığımız Sayın Bülent Şahin Erdeğer'in entelektüel projesinin, aşkın
/ münezzeh bir din anlayışına ve diyalogcu / istişareci bir
metodolojiye sahip olduğu sabittir. Bu yaklaşım,
sadece metinsel bir okuma değil, aynı zamanda İslam düşünce tarihinde rasyonalist
/ akılcı (Mutezile ve Hanefi/Maturidi ekollerinin tesiriyle) bir damarı yeniden
canlandırma gayesindedir.
Nihai
sonucunuzda özetlediğiniz temel gerilimler (koşulsuz itaat, kutsallaştırma
iddiası ve Kur’ancılığa kayma riski) bu metodolojinin epistemolojik /
bilgi teorisi sınırlarını belirlemesi açısından hayati öneme sahiptir.
I.
Metodolojik Savunma: Kutsallaştırma ve Zannîliğin Sınırlandırılması
Sizin de
vurguladığınız gibi, Nisa 4:65’in talep ettiği mutlak teslimiyet ve
hadislerdeki canı aşan sevgi ifadeleri, yüzeysel bir okumada Peygamber’i
kutsallaştırma ve otoritesini tartışılmaz kılma eğilimine yol açabilir. Ancak
Erdeğer, bu durumu şu iki temel ayrım üzerinden ele alarak tevhidin /
Tanrı birliğinin safiyetini korur:
A.
Teslimiyet Şahsa Değil, Vahyin Hükmünedir
Nisa 4:65'te
talep edilen teslimiyet, Peygamber’in şahsi keyfi kararlarına değil, Risalet
makamının tebliğ ettiği vahye ve bu vahiy ile tesis edilen adalet
/ hakkaniyet ahlakına teslimiyettir. Peygamber’e mutlak itaat emri, O’nun
beşerî / insanî içtihatlarını (re'y) veya rivayet yoluyla gelen zannî / zan
üzerine kurulu bilgiyi kutsallaştırmaz. Aksi takdirde, bu, epistemolojik
şirk / bilgi teorisi ortak koşmaya yol açar.
B. Haberi
Ahad'ın Zannîliği ve Kutsalın Korunması
Erdeğer’in, Hz.
Ömer'in canını feda edecek seviyede sevgi beyanlarını içeren [Kullanıcı Sorusu]
Haberi Ahad rivayetlerini dahi zannî kabul etmesi, bu rivayetleri basite
indirgemek değil, aksine inanç esaslarını (Akaid) yanılmaz ve mutlak
kaynağa (Kur’an ve Mütevatir Sünnet) dayandırma metodolojik zorunluluğudur.
Eğer bu tür zannî rivayetler kutsallaştırılsaydı, bunlar Kur’an’ın önüne
geçerek, zulüm ve şirk üreten rivayetlerin ayıklanmasını imkansız
kılardı.
II.
Erdeğer Metodolojisinin Bir Sonraki Evresine Dair Tahmin / Öngörü
Sizin de
yerinde bir endişeyle dile getirdiğiniz üzere, Erdeğer’in hadisleri eleme ve
Kur’an’ı merkeze alma çabası, sistemi, geleneksel bağlardan tamamen kopuk bir "Kur’ancılık"
(Yalnız Kur’an) tuzağına düşürebilir. Zira Kur’ancılık, tüm ibadet ve
hukuki pratiklerin (muamelat) yok sayılmasına, dolayısıyla yaşayan dinin
(Mütevatir Sünnet) çözülmesine yol açar.
Erdeğer’in
sisteminin çökmemesi ve Kur’ancılık aşamasına geçmemesi için, mevcut
kaynaklarda da izleri görülen şu yörüngede ilerlemesi beklenmektedir:
A.
Mütevatir Sünnetin Kavramsal Stabilizasyonu
Metodolojinin
en kritik sonraki adımı, Mütevatir Sünnet (kesintisiz toplumsal
uygulamalar) kavramını, Hadis (rivayet) ve Kur’an arasında üçüncü ve kat’i
/ kesin bir bilgi kaynağı olarak tamamen stabilize etmektir. Erdeğer,
namaz, hac ve örtünmenin ana ilkesi gibi pratiklerin Haberi Ahad’a
değil, ümmetin tevatürle / süreklilikle gelen ameliyatına dayandığını
savunmaktadır. Bu, dinin pratik / ameli yönünü koruyarak, Hadis toptan
reddedilse bile sistemin ayakta kalmasını sağlayacak ana sigortadır.
B. Tevhidi
Yorumun Ahlaki Uygulamalara Genişletilmesi
Erdeğer,
Kur’an’ın adalet ve özgürlük ilkelerinin siyasal ve sosyal hayata
tatbikine yönelik daha pratik çözümler sunmaya odaklanacaktır. Zira Kur’an,
teorik bir rehber değil, yaşanması gereken bir ahlak kılavuzudur.
1. Sosyal
Islah / İyileştirme: Tartışmalar, teorik kelamdan (hadislerin
sahihliği) uzaklaşıp, Müslüman toplumların karşılaştığı zulüm, haksızlık,
yolsuzluk ve torpil / kayırma gibi sorunlara yönelecektir.
2. Kimlikten
Sorumluluğa Geçiş: Yahudi ve Hristiyan toplulukları eleştirirken ortaya
konan seçilmiş kavim kibir ve narsisizm eleştirisi, Müslüman kimliğini
de üstünlük vesilesi değil, sorumluluk vesilesi olarak
tanımlamaya devam edecektir. Kurtuluşun salih amel şartına bağlı olduğu
vurgusu (El-Va’d ve’l-Va’îd) bu aşamada daha da merkeziyet kazanacaktır.
C.
Hermenötik / Yorum Biliminin Derinleşmesi (Rasyonel Okuma)
Erdeğer,
Kur’an’ı, Mübin (apaçık) bir metin olarak görür. Ancak bu apaçıklık, safsatadan
ve hevadan (arzu) arınmış bir akıl / mantık gerektirir.
Gelecek evre,
hadisleri değil, Kur’an’ı anlama çabasını rasyonel yöntemlerle
destekleyecektir:
• Bağlamsal
Okuma: Ayetlerin indiği tarihsel ve sosyal bağlamın (nüzul ortamı) dikkate
alınması, lafzî / literal okumanın tehlikelerinden kaçınılması.
• İstişare
ve Şura: Yorum çoğulculuğunu bir rahmet / zenginlik olarak görme ve Şura
(istişare) mekanizmasıyla doğru sonuçlara ulaşma çabası.
Bu akım, Mutezile’den aldığı akılcılığı ve Adalet
vurgusunu, klasik Hanefi usulünün zannî bilgiye temkinli yaklaşımını
harmanlayarak, Geleneksel/Statükocu rivayetçiliğe karşı Tevhid ve Sosyal
Adalet temelinde bir alternatif sunmayı hedefleyecektir. Bu bir sonraki
aşama, eleştiri ve yüzleşme ile başlayıp, yapıcı ıslah / iyileştirme ile
sonuçlanmayı amaçlayan, zorlu bir aydınlanma / Akli olgunluğa erme
süreci olacaktır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder