Print Friendly and PDF

Dinler Tarihi: Kavramlar, İnançlar ve Kutsal Metinler

Bunlarada Bakarsınız


248 kaynak yardımı ile

Bu kaynaklar, Bülent Şahin Erdeğer kanalından yüklenmiş çok sayıda videonun transkriptlerinden oluşmaktadır ve Dinler Tarihi ile Kur'an Çalışmaları etrafında yoğunlaşmaktadır. Dinler tarihi kapsamında HristiyanlıkYahudilikHinduizmŞintoizmBudizm ve Kuzey Amerika yerlileri inançları gibi farklı inanç sistemleri incelenirken, bu dinlerin temel inançları, tarihsel süreçleri ve birbirleriyle olan etkileşimleri ele alınmıştır. Kur'an çalışmalarında ise, özellikle Bakara ve Âl-i İmrân sureleri üzerinde durularak, tevhitadaletözgürlükvahyin bağlamsallığı ve Resul'ün Kur'an'daki konumu gibi kavramlar bağlam merkezli bir yaklaşımla açıklanmıştır. Ayrıca, Aydınlanma ÇağıLiberalizmMarksizm ve küresel göç gibi modern düşünce ve toplumsal meseleler üzerine de değerlendirmeler yapılarak, Kur'ani dünya görüşünün bu konulara nasıl yaklaştığı tartışılmıştır.

 

Tevhid'in Tarihsel Serüveni: Vahyin Evrenselliği, Tahrifi ve Kur'an'ın Şahitliği

Giriş: Evrensel Mesaj Arayışı ve Tarihsel Gerçeklik

İnsanlık tarihi, farklı coğrafya ve zaman dilimlerinde sayısız dinin doğuşuna tanıklık etmiştir. Bu inanç sistemleri, yüzeydeki ritüel ve mitolojik farklılıklarına rağmen, derinlerde ortak bir arayışın izlerini taşır: varoluşun anlamı, ahlaki düzen ve aşkın bir varlıkla kurulan ilişki. Bu makalenin temel tezi, bu farklı tezahürlerin özünde, tek bir Yaratıcı'ya teslimiyeti (Tevhid) ve insanlar arası ilişkilerde hakkaniyeti (Adalet) merkeze alan evrensel bir ilahi mesajın yansımaları olduğudur. Ancak bu mesaj, tarihsel süreç içerisinde siyasi otoritelerin tahakkümü, kültürel etkileşimlerin yol açtığı sentezler ve felsefi yorumların getirdiği anlam kaymalarıyla tahrifata uğramış, özünden uzaklaşmıştır. İşte bu karmaşık tarihsel tablonun sonunda Kur'an, kendisini önceki vahiylerin aslını tasdik eden, onlara eklenen beşerî unsurları tashih ederek düzelten ve nihai hakikat üzerine bir şahit, yani müheymin, olarak konumlandırır.

Dinler Tarihi disiplini, özellikle Batı merkezli ve 19. yüzyıl evrimci paradigmasının etkisiyle, dinlerin kökenini çoktanrıcılıktan (politeizm) tektanrıcılığa (monoteizm) doğru ilerleyen çizgisel bir şemayla açıklamaya çalışmıştır. Bu yaklaşıma göre "ilkel" toplumlar animist ve politeist inançlara sahipken, medeniyetin ilerlemesiyle monoteizm "keşfedilmiştir". Ne var ki, kadim metinler ve arkeolojik bulgular incelendiğinde, bu teorinin sorgulanmaya muhtaç olduğu görülür. Birçok "ilkel" olarak nitelendirilen kabilenin inanç sisteminde dahi, diğer ruhani varlıkların üzerinde konumlanan yüce bir Yaratıcı fikrinin varlığı, Tevhid inancının insanlığın en başından beri var olduğuna işaret etmektedir.¹ Bu çalışma, evrimci teorileri bir kenara bırakarak, kutsal metinlerin kendi anlatılarını ve tarihsel verileri merkeze alarak Tevhid inancının tarih içindeki izlerini sürmeyi amaçlamaktadır.

Makalenin ilerleyen bölümlerinde, Tevhid mesajının en belirgin taşıyıcısı olma iddiasındaki İbrahimî geleneklerin (Yahudilik, Sâbiîlik, Hristiyanlık) bu mesajı nasıl yorumladığı ve zamanla ondan nasıl uzaklaştığı incelenecektir. Ardından, Doğu'nun kadim inanç sistemlerinde (Zerdüştilik, Hinduizm, Budizm) aşkın varlık ve ahlak arayışlarının nasıl formüle edildiği ele alınacaktır. Son olarak, vahyin tahrifine yol açan siyasi, kültürel ve modern meydan okumalar analiz edilecek ve Kur'an'ın bu tarihsel serüvenin nihai tanığı olarak Tevhid, Adalet ve Özgürlük ilkelerini nasıl yeniden inşa ettiği ortaya konulacaktır.

--------------------------------------------------------------------------------

1. İbrahimî Gelenekte Tevhid ve Şeriat Arayışları

İbrahimî gelenek olarak adlandırılan Yahudilik, Sâbiîlik ve Hristiyanlık, kökenlerini Hz. İbrahim'e dayandırarak tek bir Tanrı'ya iman etme (Tevhid) iddiasını en net şekilde ortaya koyan inanç sistemleridir. Bu dinlerin kutsal metinleri, Allah'ın birliği, peyamberlik ve ahiret gibi temel akide konularında çarpıcı benzerlikler taşır. Ancak bu ortak kökene rağmen, her bir gelenek kendi tarihsel yolculuğu içinde bu merkezi ilkeden çeşitli düzeylerde sapmış, ilahi yasayı (şeriat) farklı teolojik ve kültürel süzgeçlerden geçirerek yeniden yorumlamıştır. Bu bölüm, İbrahimî dinlerin Tevhid ve şeriat anlayışlarının özgün hallerini ve zamanla geçirdikleri dönüşümleri analiz ederek, Kur'an'ın "tashih edici" ve "şahit" rolünün tarihsel zeminini anlamak açısından stratejik bir önem taşımaktadır.

1.1. Yahudilik: Seçilmişlik Anlayışı ve Tora'nın Tarihsel Yolculuğu

Yahudiliğin teolojik temelinde, İslam'daki Tevhid akidesiyle büyük paralellikler gösteren güçlü bir monoteizm anlayışı yatar. Bu anlayışın en sistematik ifadelerinden birini, İslam medeniyeti içinde yetişmiş büyük Yahudi âlimi Musa İbn Meymun'un (Maimonides) on üç maddelik iman esaslarında görmek mümkündür. Bu esaslar arasında yer alan "Yaradan'ın tek olduğu ve O'ndan başka ilah olmadığı", "O'nun Ezeli ve Ebedi olduğu" ve "sadece O'na dua edilmesi gerektiği" gibi ilkeler, lâ ilâhe illallah'ın ve "iyyâke na'budu ve iyyâke nesteîn" ayetinin açık birer yansımasıdır.² Bu sağlam Tevhid temeli, Yahudiliğin Kur'an tarafından Ehl-i Kitap olarak tanınmasının da ana sebebidir.

Ancak Yahudilik, bu evrensel Tevhid mesajını zamanla etnik bir kimliğe indirgeyen iki temel kavram etrafında şekillenmiştir: "seçilmiş kavim" ve "vadedilmiş topraklar" (Arz-ı Mev'ud). Kutsal metinlerde (Tanah) bu seçilmişlik, aslında bir ırksal üstünlüğe değil, Allah'ın ahdine sadakat gösterme sorumluluğuna bağlanmıştır. Ahde sadık kalındığı sürece vaat geçerli olacak, ahit bozulduğunda ise bu ayrıcalık ortadan kalkacaktır. Ne var ki tarihsel süreçte bu şartlı sorumluluk ahdi, teolojik bir tahrifata uğrayarak ırksal bir ayrıcalığa dönüştürülmüş ve Tevhid'in evrensel mesajı, belirli bir kavme hasredilmiştir.³ Bu anlayış, modern dönemde Yahudiliği dini bir inanç olmaktan çıkarıp siyasi bir ideolojiye dönüştüren Siyonizm'e teolojik bir zemin hazırlamıştır.

Tevrat'ın (Tora) tarihsel yolculuğu da tahrifat sürecinin önemli bir boyutunu oluşturur. Yahudi geleneğinde Tora, "yazılı" metinler ve hahamların nesiller boyu aktardığı yorumlardan oluşan "sözlü" gelenek (Mişna) olarak ikiye ayrılmıştır. Zamanla bu sözlü gelenek yazıya geçirilmiş ve metinler üzerine sayısız yorum ve ekleme yapılarak din, beşerî yorumların gölgesinde kalmıştır.⁴ Nitekim Kur'an, kendisinden önceki kutsal metinlerin aslını (örneğin On Emir gibi muhkem ilkeleri) tasdik ederken, insan eliyle yapılan bu eklemeleri ve çarpıtmaları tashih ederek hakikate şahitlik eder.

1.2. Sâbiîlik: Vaftizci Yahya'nın Cemaati ve Gnostik Etkiler

Kur'an'da Yahudiler ve Hristiyanlarla birlikte Ehl-i Kitap arasında zikredilen Sâbiîler, genellikle göz ardı edilen ancak İbrahimî geleneklerin anlaşılması için kilit öneme sahip bir topluluktur. Sâbiîlik, gnostik etkileriyle, Tevhid mesajının düalizm gibi harici felsefi sistemlerle nasıl senkretik bir tahrifata uğrayabildiğinin ve özgün peygamberi anlatıların nasıl ezoterik yorumlarla perdelenebildiğinin bir örneğini sunar. Bu inancın merkezinde, hem Hristiyanlık hem de İslam için peygamber kabul edilen Hz. Yahya (Vaftizci Yahya) yer alır. Sâbiîlik bilinmediğinde, Hz. Yahya tarihsel bağlamından kopuk, tek başına bir figür olarak yanlış anlaşılma riski taşır. Oysa o, Sâbiîler olarak bilinen ve tevhid inancını sürdüren bir cemaatin lideriydi.⁵

Sâbiî inancı, Zerdüştilik ve eski Mısır hermetik kültüründen derin izler taşıyan gnostik, yani ezoterik bir yapıya sahiptir. Teolojilerinin merkezinde, "ışık" ve "karanlık" dünyaları arasındaki çatışma yer alır. Bu düalistik yapı, insanın ışık aleminden karanlık olan madde dünyasına düştüğü ve ancak ilahi bilgi (gnosis) ve ritüeller (özellikle suya dalarak arınma) aracılığıyla asli vatanına dönebileceği inancını temel alır. Bu yönüyle Sâbiîlik, Kur'an'ın, Hz. Yahya'yı yeniden saf bir tevhidi çerçeveye oturtarak zımnen tashih ettiği bir tahrif biçiminin tarihsel bir kanıtıdır.

1.3. Hristiyanlık: İsa Mesih'in Mesajından Pavlus'un Kilisesine

Hz. İsa'nın mesajı, Yahudi şeriatı içinde bir tashih ve tecdid, yani düzeltme ve yenilenme hareketi olarak başlamıştır.⁶ O, İsrailoğullarının zamanla katılaştırdığı ve ruhundan uzaklaştırdığı dini hükümleri, sevgi ve merhamet ekseninde yeniden yorumlamayı hedefliyordu. Ancak onun tebliğ hareketi, tarihsel süreç içerisinde Pavlus'un yorumlarıyla evrensel bir dine dönüşmüştür.

Hristiyanlığın vahiy anlayışı, Yahudilik ve İslam'dan köklü bir şekilde ayrılır. Bu iki dinde vahiy, bir melek aracılığıyla peygambere indirilen "metin" olarak anlaşılırken, Hristiyanlıkta vahiy, Tanrı'nın kelamının Hz. İsa'nın şahsında "bedenlenmesi" olarak kabul edilir. Bu inanç, yani "Tanrı'nın insan bedeninde dünyaya gelmesi" fikri, zamanla Teslis (Baba-Oğul-Kutsal Ruh'tan oluşan üçlü birlik) akidesine evrilmiştir. Bu akideye göre İsa, sadece bir peygamber değil, aynı zamanda Tanrı'nın bedenlenmiş halidir.⁷

Bu teolojik dönüşümün mimarı olarak kabul edilen kişi ise Tarsuslu Pavlus'tur. Pavlus, Hz. İsa ile hiç görüşmemiş, hatta başlangıçta onun takipçilerine zulmeden bir Romalı görevli olmasına rağmen, geçirdiği bir dönüşüm tecrübesi sonrası Hristiyanlığın en ateşli savunucusu olmuştur. Pavlus, Hz. İsa'nın mesajını Yahudi şeriatının sınırlamalarından kopararak Roma dünyasının kültürel kodlarına uyarlamış ve böylece yeni bir din inşa etmiştir. Bu nedenle birçok dinler tarihçisi, Hristiyanlığın asıl kurucusunun Pavlus olduğunu kabul eder.⁸

Ancak Hristiyanlık tarihi, aynı zamanda Tevhid arayışlarına da sahne olmuştur. Özellikle Protestan reformu sonrası ortaya çıkan Üniteryanizm (Birlikçilik), Teslis akidesini reddederek Tanrı'nın mutlak birliğine vurgu yapan önemli bir akımdır. Amerika'nın kurucu babalarından Thomas Jefferson ve büyük Rus düşünür Tolstoy gibi isimler, Üniteryan bir teolojiyi benimseyerek tek tanrıcılığa ve tüm dinlerin özünde birleştiği fikrine inanmışlardır.⁹

Sonuç olarak, ele alınan üç İbrahimî geleneğin de kökeninde güçlü bir Tevhid mesajı barındırdığı, ancak tarihsel, siyasi ve teolojik gelişmelerle bu özden zamanla uzaklaştıkları görülmektedir. Bu sapmalar, Kur'an'ın son bir vahiy olarak neden gerekli olduğuna dair önemli ipuçları sunmaktadır.

--------------------------------------------------------------------------------

2. Doğu İnanç Sistemlerinde Aşkın Varlık ve Ahlak Anlayışları

Vahyin evrenselliği tezi, yalnızca Ortadoğu merkezli İbrahimî geleneklerle sınırlı bir bakış açısıyla anlaşılamaz. Batı merkezli din anlayışının dışında, Asya'nın kadim topraklarında filizlenen Zerdüştilik, Hinduizm ve Budizm gibi inanç sistemleri de insanın aşkın bir varlıkla kurduğu ilişkiyi, ahlaki sorumluluğunu ve nihai kurtuluş arayışını kendilerine özgü kavramlarla temellendirmiştir. Bu bölümde, Doğu'nun büyük inanç sistemlerinin Tevhid ve adalet gibi evrensel temaları nasıl işlediği ve bu mesajların zamanla nasıl tahrifata uğradığı incelenerek, ilahi mesajın farklı kültürel formlarda da olsa insanlığa ulaştığı tezi desteklenecektir.

2.1. Zerdüştilik: Monoteizm ve Düalizm Arasında

Hz. Zerdüşt'ün M.Ö. 6. yüzyılda İran coğrafyasında tebliğ ettiği orijinal mesaj, tek ve bilge Tanrı olan Ahura Mazda'ya imanı merkeze alan güçlü bir monoteizm, yani Tevhid karakteri taşıyordu. Zerdüşt, kendi dönemindeki çoktanrıcı inançları ve karmaşık ritüelleri reddederek, insanı doğrudan Ahura Mazda'ya karşı sorumlu kılan ahlaki bir öğreti sunmuştur. Ancak Zerdüşt'ün vefatından sonra, bu Tevhidî mesaj zamanla "iyilik tanrısı" Ahura Mazda ile "kötülük tanrısı" Ehrimen'in ezelî çatışmasına dayanan bir düalizme, yani ikiciliğe dönüşmüştür. Ateşin kutsallaştırılması gibi eski ritüeller yeniden canlanmış ve din, özgün sadeliğinden uzaklaşmıştır.¹⁰ Bu dönüşüm, evrensel Tevhid mesajının yerel mitolojilerle harmanlanarak nasıl tahrif edilebildiğinin bir başka tarihsel örneğidir.

İlginç bir şekilde, Zerdüştilik tarihi içinde de bir "öze dönüş" arayışı görülmektedir. Özellikle Hindistan'a göç eden Parsîler arasında ortaya çıkan "Gatalara dönme" çağrısı, dinin en eski ve otantik metinleri kabul edilen Gatalar'a (Zerdüşt'ün ilahileri) dönerek sonraki dönemlerde dine eklenen hurafelerden arınma çabasını ifade eder. Bu hareket, İslam tarihindeki "Kur'an'a ve Sünnete dönme" iddiasındaki Selefilik veya Hristiyanlıktaki Protestan reformu gibi, dinin asli kaynaklarına dönerek onu saflaştırma arayışlarının evrensel bir örneğidir.¹⁰

2.2. Hinduizm: Kast Sistemi ve Karma Döngüsü

Hinduizm, dünyanın en eski ve en karmaşık inanç sistemlerinden biridir. Merkezinde, ruhun sürekli olarak farklı bedenlerde yeniden doğduğu inancı (reenkarnasyon) ve bu döngüyü belirleyen eylemlerin sonuçları (karma) yasası yer alır. Bu sistem, ilahi adaletin bir yansıması olarak sunulsa da, toplumsal adaletsizliği meşrulaştıran katı bir kast sistemine teolojik bir zemin hazırlayarak tahrif edilmiştir. Bu sisteme göre insanlar, doğuştan gelen ve değiştirilemez sınıflara ayrılmıştır. Bir kişinin mevcut toplumsal statüsü ve yaşadığı zorluklar, "önceki hayatında yaptığı kötülüklerin bir sonucu" olarak açıklanır. Bu durum, bireye "mevcut durumuna itaat et, bir sonraki hayatta daha üst bir kasta doğarak kurtul" mesajını telkin ederek, adalet arayışını köreltir ve toplumsal düzeni sorgulanamaz kılar.¹¹

Bu katı ve adaletsiz yapı, Hinduizm içinden reformist arayışların doğmasına yol açmıştır. Mevcut dini ve toplumsal düzende bir "hata" olduğunu fark eden aydınlanmış ruhlar, yeni yollar önermişlerdir. Bu arayışların en bilinen iki örneği, kast sistemini ve Brahmanların ruhani otoritesini reddeden Budizm ve Caynizm'dir. Bu hareketler, Hinduizm'in adalet anlayışına yönelik köklü birer eleştiri niteliği taşır.¹¹

2.3. Budizm: Acıdan Kurtuluş ve Orta Yol Felsefesi

Prens Siddhartha Gautama'nın (Buda) öğretisi, Hinduizm'in iki aşırı ucuna bir tepki olarak doğmuştur: bir yanda dünyanın zevklerine dalan materyalist yaşam, diğer yanda bedene eziyet etmeyi esas alan aşırı çilecilik. Buda, bu iki aşırılığı da reddederek insanı acıdan ve arzulardan kurtaracak "Orta Yol"u önermiştir. Bu yol, sekiz temel ilkeye dayanan "Sekiz Aşamalı Asil Yol" olarak bilinir ve doğru anlayış, doğru niyet, doğru söz gibi ahlaki ve zihinsel disiplinleri içerir.¹² Bu arayış, Tevhid mesajının ahlaki boyutunun farklı bir kültürel formda ifadesi olarak görülebilir.

Yaygın kanının aksine, Buda'nın mesajı özünde tanrısız bir ahlak felsefesi değildir. O, Tanrı'nın varlığı veya yokluğu üzerine spekülasyon yapmaktan kaçınmış olsa da, öğretisinin temelinde Tevhidî bir ilke yatar. Budist kutsal metinlerinden Udana'da Buda'ya atfedilen şu sözler bu durumu açıkça ortaya koyar: "Öyle bir şey vardır ki, o doğmamış, yaratılmamış, koşulsuz ve birleşmemiş olandır. Eğer bu doğmamış, yaratılmamış, koşulsuz varlık olmasaydı, o zaman doğmuş, yaratılmış ve koşullu olandan bir kurtuluş mümkün olmazdı."¹³ Bu ifade, yaratılmış olanın (mahluk) acı ve ıstırap döngüsünden kurtulmasının, ancak yaratılmamış mutlak bir varlığın (Hâlik/Allah) mevcudiyetiyle mümkün olabileceğini belirterek, kurtuluşun ontolojik temelini Tevhid inancına dayandırmaktadır.

Sonuç olarak Doğu gelenekleri, farklı kültürel ve felsefi dillerle de olsa, insanın nihai hakikat, ahlaki düzen ve kurtuluş arayışını yansıtan derin tecrübeler barındırır. Ancak bu arayışlar da zamanla kurumsallaşarak, siyasi ve kültürel etkilerle asli mesajlarından uzaklaşabilmiş ve tahrifata uğramıştır.

--------------------------------------------------------------------------------

3. Vahyin Tahrifi: Siyaset, Kültür ve Modernitenin Meydan Okuması

İlahi mesajların özünden uzaklaşması, yalnızca kutsal metinlere yapılan ekleme ve çıkarmalarla sınırlı bir "metinsel tahrifat" süreci değildir. Tahrif, aynı zamanda siyasi otoritelerin dini kendi çıkarları için araçsallaştırması, dinin yayıldığı coğrafyalardaki yerel kültürlerle etkileşime girerek özgünlüğünü yitirmesi ve modern felsefi akımların dine meydan okuyarak anlam dünyasını dönüştürmesi gibi çok katmanlı bir olgudur. Bu bölümde, vahyin aslını bozan bu üç temel etken –siyaset, kültür ve modernite– analiz edilerek, dinin tarihsel yolculuğundaki anlam kaymalarının dinamikleri ortaya konulacaktır.

3.1. Siyasal Otoritenin Gölgesinde Din

Din ve siyaset arasındaki ilişki, tarih boyunca vahyin saflığını tehdit eden en önemli unsurlardan biri olmuştur. Bir inancın, devletin resmi ideolojisi haline gelmesi, genellikle onun siyasallaşarak tektipleştirilmesine ve muhalif yorumların "sapkınlık" olarak damgalanmasına yol açmıştır. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Hristiyanlık'tır. Dördüncü yüzyılda Roma İmparatoru Theodosius'un kararıyla devletin resmi dini haline gelen Hristiyanlık, bu tarihten itibaren imparatorluğun siyasi birliğini sağlayan bir çimentoya dönüşmüştür. İznik Konsili gibi imparator destekli toplantılarda "kazanan tarafın" teolojisi, "doğru ve ortodoks Hristiyanlık" olarak dayatılmış, Ariusçuluk gibi Tevhid'e daha yakın görüşler ise sapkınlık ilan edilerek ezilmiştir.¹⁴ Böylece din, siyasi iktidarın gölgesinde özgür ve çoğulcu yapısını yitirmiştir.

Bu tehlike, yalnızca geçmişe özgü değildir. Modern dönemde de devletin dini kontrol etme ve kendi ideolojisi doğrultusunda yorumlama eğilimi devam etmektedir. Örneğin Türkiye bağlamında, özellikle son yıllarda "güvenlik" gerekçesiyle hukukun askıya alınması ve devletçi-otoriter bir yapının güçlenmesi, İslam'ın "herkes için adalet" gibi evrensel talepleriyle açıkça çelişmektedir. Kuvvetler ayrılığının reddedilip "kuvvetler birliği" savunularak tek adam rejimine doğru gidilmesi, Menderes döneminde de görülen tarihsel bir sapmanın tekrarı niteliğindedir. Bu durum, siyasi iktidarın, dini söylemleri kendi otoritesini meşrulaştırmak için nasıl kullanabildiğini göstermektedir.¹⁵

3.2. Kültürel Etkileşim ve Senkretik İnançlar

Dinler, yayıldıkları coğrafyalarda kaçınılmaz olarak yerel kültürlerle etkileşime girer. Bu süreç, dinin mesajının yerel halk tarafından daha kolay benimsenmesini sağlasa da, aynı zamanda vahyin asli unsurlarının yerel inanç ve mitolojilerle karışarak "sentezlenmesine" (senkretizm) yol açabilir. Örneğin, Hristiyanlık Afrika'da yayıldığında, yerel Animizm inançlarıyla iç içe geçmiş; Budizm, Çin ve Japonya'ya ulaştığında Taoizm ve Şintoizm gibi yerel geleneklerle sentezlenmiştir.¹⁶ Bu durum, Tevhid mesajının evrensel özünün, yerel kültürel formlar içinde nasıl yeniden yorumlandığını ve bazen de bozulduğunu gösteren bir tarihsel gerçekliktir.

Bu senkretik yapıya somut bir örnek, Malcolm X'in hayatını anlatan filmde de tasvir edilen "Nation of Islam" (İslam Milleti) hareketidir. Amerika'daki siyahilerin kölelik nedeniyle Afrika'daki kültürel ve dini köklerinden koparılmış olmaları zemininde ortaya çıkan bu hareket, İslam'ın temel kavramlarını Hristiyanlık ve Amerikan siyahi milliyetçiliği unsurlarıyla birleştirerek "bambaşka bir İslam versiyonu" yaratmıştır. Pazar günü kilise sıralarında yapılan ibadetler gibi Hristiyanlıktan alınma ritüeller, bu grubun ne denli senkretik bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir.¹⁴

3.3. Modernite, Akıl ve Yeni Arayışlar

  1. yüzyılda Avrupa'da başlayan Aydınlanma Çağı, aklı ve insanı evrenin merkezine yerleştirerek geleneksel otoritelere, yani kiliseye ve krallığa köklü bir meydan okuma yöneltmiştir. Bu süreç, hukukun kaynağını ilahi metinlerden insan aklına kaydırarak laik devlet anlayışını doğurmuştur. Artık toplumsal düzenin temeli, vahiy değil, insan aklının ürünü olan yasalar ve toplumsal sözleşme olarak görülmeye başlanmıştır.¹⁷

Aydınlanma'nın ardından gelen Marksizm ve Anarşizm gibi modern ideolojiler ise mevcut toplumsal, ekonomik ve dini düzenlere yönelik daha radikal eleştiriler getirmiştir. Özellikle Anarşizm, her türlü hiyerarşik yapıyı (devlet, kilise, sermaye) reddederek "kral olmadan bir toplumsallığın nasıl oluşturulabileceği" sorusuna odaklanır. Devletsiz, sınıfsız ve tahakkümsüz bir toplum idealiyle Anarşizm, seküler bir zeminden hareket etse de, Kur'an'ın "kula kulluğu" reddeden ve insan egemenliğini ortadan kaldırmayı hedefleyen Tevhid ilkesinin siyasi boyutunu yankılar. Bu, ilahi mesajın özündeki özgürleştirici ruhun, modern çağda farklı felsefi dillerle de olsa yankı bulabildiğini gösterir.¹⁸

Sonuç olarak, tarihsel süreçte ilahi mesajlar, bir yandan siyasi iktidarların baskısı ve kültürel adaptasyonlar yoluyla tahrifata uğrarken, diğer yandan modern dönemde aklın ve seküler ideolojilerin temelden sarsan meydan okumasıyla karşılaşmıştır. Bu karmaşık tablo, Kur'an'ın kendisini bu tarihsel birikim karşısında nasıl konumlandırdığını anlamayı daha da önemli kılmaktadır.

--------------------------------------------------------------------------------

4. Son Şahit Olarak Kur'an: Tevhid, Adalet ve Evrensel Mesaj

Önceki bölümlerde ele alınan tarihsel sapmalar, teolojik tahrifatlar ve modern meydan okumalar karşısında Kur'an, kendisini insanlık tarihinin nihai tanığı olarak konumlandırır. Bu bölüm, makalenin zirve noktasını oluşturarak, Kur'an'ın kendisinden önceki vahiylerin tahrif edilmiş mesajını nasıl tashih ettiğini ve "Tevhid", "Adalet" ve "Özgürlük" gibi evrensel ilkeler üzerinden insanlığa nasıl yeni bir kurtuluş reçetesi sunduğunu analiz etmektedir. Kur'an, geçmişin mirasını reddetmez; aksine, o mirasın aslını ortaya çıkarır, üzerine eklenen tortuları temizler ve hakikate son bir kez şahitlik eder.

4.1. Kur'an'ın Diğer Kutsal Metinlere Şahitliği (Müheymin)

Kur'an, kendisinden önceki kutsal kitapları (Tevrat, Zebur, İncil) toptan reddetmez. Aksine, onların Allah'tan gelen asli mesajlarını tasdik ettiğini, ancak zamanla insan eliyle tahrifata uğramış kısımlarını düzelten bir gözetici ve hakem, yani müheymin, olduğunu beyan eder.¹⁹ Bu, Kur'an'ın kendisini tarihsel bir sürekliliğin son halkası olarak gördüğünü, ancak bu süreklilik içinde bir "düzeltme" ve "tamamlama" misyonu taşıdığını gösterir.

Kur'an, bu şahitlik rolünü muhkem ve müteşabih ayrımı üzerinden derinleştirir. Muhkem ayetler, dinin temel direklerini oluşturan, anlamı açık ve yoruma kapalı olan Tevhid, adalet, ahlak gibi ana ilkelerdir. Bunlar "kitabın anasıdır". Müteşabih ayetler ise, önceki kutsal metinlerdeki kıssalarla veya gaybî anlatımlarla benzeşen, sembolik ve mecazi ifadelere sahip olan ayetlerdir. Kur'an'a göre, kalplerinde eğrilik ve art niyet bulunanlar, dinin muhkem olan ana eksenini terk edip, sırf fitne çıkarmak ve kendi hevalarına göre yorum yapmak için önceki kitaplarla benzeşen müteşabih anlatımlara takılıp kalırlar.²⁰ Böylece Kur'an, kendisinden önceki metinlerle nasıl sağlıklı bir ilişki kurulacağının metodolojisini de ortaya koyar: Aslolan, evrensel ve muhkem ilkelerdir.

4.2. Tevhid: Kula Kulluktan Kurtuluş

Kur'an'ın sunduğu Tevhid, sadece Allah'ın matematiksel birliğine indirgenebilecek teolojik bir ilke değildir. Tevhid, aynı zamanda "kula kulluğu" reddeden devrimci bir sosyal ve siyasi manifestodur. "Lâ ilâhe illallah" (Allah'tan başka ilah yoktur) demek, sadece putlara tapmayı reddetmek değil, aynı zamanda insanlar arasında kurulmuş olan tüm sahte hiyerarşileri –ruhban sınıfını, kendini tanrılaştıran siyasi otoriteleri, ekonomik tahakküm sistemlerini– reddetmektir. Bu yapıları meşrulaştırmak ve onlara kayıtsız şartsız itaat etmek, Kur'an'a göre Allah'a ortak koşmak, yani şirk anlamına gelir.²¹

Bu ilkenin kaçınılmaz siyasi ve toplumsal sonucu ise "özgürlük"tür. Tevhid, insanı hem kendi hevasının kölesi olmaktan hem de başka insanların tahakkümünden kurtarır. Kur'an, insanın özgür iradesine ve seçimlerine yaptığı güçlü vurguyla ve "Lâ ikrâhe fi'd-dîn" (Dinde zorlama yoktur) ilkesini ilan ederek, inanç ve düşünce özgürlüğünü en temel insani hak olarak teminat altına alır.²² Bu ilke, imanın ancak ve ancak özgür bir iradeyle yapıldığında anlamlı olacağını, baskı ve zorlamayla elde edilen itaatin ise Allah katında hiçbir değerinin olmadığını ortaya koyar.

4.3. Adalet: Evrensel Ahlakın Temeli

Kur'an'ın dünya görüşünün ikinci temel direği adalettir. Adalet (adl) ve hakkaniyet (kıst) kavramları, Kur'an'da imandan sonra en çok vurgulanan ilkelerdendir. Kur'an'a göre adalet, sadece mahkemelerde uygulanması gereken hukuki bir ilke değil, tüm insani ilişkileri ve tanıklıkları belirlemesi gereken ahlaki bir zorunluluktur. Müminlere, adaleti titizlikle ayakta tutmaları, hatta bu tanıklık kişinin kendi aleyhine, anne-babasının veya akrabalarının aleyhine bile olsa bu emredilir.²³

Kur'an'ın adalet anlayışı, modern insan hakları beyannamelerinin dahi ötesine geçen bir ahlaki standart belirler. "Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adil olun, bu, Allah'a karşı sorumluluk bilincine (takva) daha yakındır" ayeti, en zor koşullarda, hatta düşman olarak görülen bir topluluğa karşı bile adaletten sapılmaması gerektiğini emreder.²³ Bu, kişisel veya kolektif duyguların, öfkelerin ve çıkarların evrensel adalet ilkesini çiğnemesine asla izin verilemeyeceği anlamına gelir.

Sonuç olarak Kur'an, tarih boyunca tahrifata uğrayan ve farklı kültürlerde farklı biçimlerde tezahür eden evrensel ilahi mesajı; Tevhid, Adalet ve Özgürlük ilkeleriyle yeniden, en saf ve en kâmil haliyle insanlığa sunan son bir şahittir.

--------------------------------------------------------------------------------

Sonuç: Tarihin Işığında Geleceğe Bakmak

Bu makale, Tevhid inancının insanlık tarihi boyunca farklı dinler ve kültürlerdeki serüvenini, bu evrensel mesajın karşılaştığı siyasi, kültürel ve felsefi tahrifatları ve nihayetinde Kur'an'ın bu tarihsel sürece son bir tanık olarak getirdiği tashih ve teyitleri analiz etmiştir. Gördüğümüz üzere, İbrahimî geleneklerden Doğu'nun kadim inanç sistemlerine kadar pek çok öğreti, özünde tek bir Yaratıcı'ya ve ahlaki bir düzene yapılan çağrının izlerini taşımaktadır. Ancak bu öz, zamanla etnik milliyetçilik, siyasi otoritelerin manipülasyonu, kültürel senkretizm ve felsefi spekülasyonlar gibi etkenlerle perdelenmiştir.

Dinler tarihi bize iki temel gerçeği aynı anda göstermektedir: Bir yanda, farklı inançların kabuklarının ötesinde "aşkın bir birlik" arayışının (tradisyonalizm) varlığı, diğer yanda ise dinlerin kurumsallaşmasıyla ortaya çıkan ve çoğu zaman "uzlaştırılamaz düzeyde farklılıklar" ve çatışmalar doğuran tarihsel bir gerçeklik.¹⁶ Bu iki gerçeği aynı anda görmek, hem dinler arası diyaloğun imkânını hem de zorluklarını anlamak için elzemdir.

Günümüz dünyası, yükselen ırkçılık, derinleşen adaletsizlikler, siyasi kutuplaşmalar ve manevi bir anlamsızlık kriziyle karşı karşıyadır. Bu küresel buhranlar karşısında Kur'an'ın sunduğu Tevhid, Adalet ve Özgürlük eksenli dünya görüşü, sadece Müslümanlar için değil, "başka bir dünyanın mümkün olduğuna" inanan tüm vicdan sahibi insanlar için bir kurtuluş reçetesi sunmaktadır. Kula kulluğu reddeden, adaleti kendisinin ve sevdiklerinin aleyhine bile olsa ayakta tutan ve her ne pahasına olursa olsun özgürlüğü savunan bir ahlak, parçalanmış dünyamızı yeniden bir araya getirecek yegâne harçtır.

--------------------------------------------------------------------------------

Dipnotlar [1] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "Dinlerin Kökenine Dair Teoriler I Giriş I Bülent Şahin ERDEĞER". [2] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "#DinlerTarihi -15- #Yahudilik 4. Kısım I Bülent Şahin ERDEĞER". [3] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "2. Sezon | Yahudiler Lanetlendi Mi? | Prof. Dr. Zafer DUYGU". [4] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "Yahudi Kutsal Metinleri -2- Kaynaklar". [5] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "2. Sezon | Mandeizm / Sâbiîlik I Bülent Şahin ERDEĞER". [6] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "#DinlerTarihi #Hristiyanlık 2. Kısım: İsa ve Cemaati (20) I Prof. Dr. Zafer DUYGU". [7] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "#DinlerTarihi -18/19- #Hristiyanlık Giriş I Bülent Şahin ERDEĞER". [8] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "#DinlerTarihi -18/19- #Hristiyanlık Giriş I Bülent Şahin ERDEĞER". [9] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "#DinlerTarihi -23- #Hristiyanlık 5. Kısım: Monoteist Arayışlar: Unitaryanizm I Bülent Şahin ERDEĞER". [10] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "#DinlerTarihi -10- #Zerdüşt ve #Zerdüştilik I Bülent Şahin ERDEĞER". [11] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "#DinlerTarihi -2- #Hinduizm'e Giriş 1. Kısım I Bülent Şahin ERDEĞER". [12] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "Gerçek Buda | Budizm'in Saklanan Yüzü". [13] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "Gerçek Buda | Budizm'in Saklanan Yüzü". [14] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "#DinlerTarihi #Hristiyanlık 2. Kısım: İsa ve Cemaati (20) I Prof. Dr. Zafer DUYGU". [15] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "'İslam ve İnsan Hakları'nı Yeniden Düşünmek I Bahadır KURBANOĞLU". [16] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "#DinlerTarihi -27 Sonuç-Genel Değerlendirme I Bülent Şahin ERDEĞER". [17] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "Aydınlanma Çağı | BDTS #1 I Bülent Şahin ERDEĞER". [18] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "Batı Düşüncesi-11, İslam ve Anarşizm I Sedat DOĞAN". [19] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "Benzer Kıssalar, Farklı Paradigmalar: Eski Ahit ve Kur'an'da Hz. İbrahim I George BRISTOW". [20] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "2 - Âl-i İmrân Suresi I Bülent Şahin ERDEĞER". [21] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "Kula Kulluk Etmek Üzerine". [22] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "Kur'an Çalışması #27 - Bakara Suresi 2/254-257 I Bülent Şahin ERDEĞER". [23] Bülent Şahin Erdeğer, YouTube, "Adalet Ahlâkı Üzerine I Bülent Şahin ERDEĞER".

Bülent Şahin Erdeğer, fikirleri ile aşkın bir din ve diyalogcu bir çizgide olduğunu düşünüyorum...Doğru mu

Kuşkusuz, Sayın Bülent Şahin Erdeğer'in entelektüel söylemi, köken itibarıyla tevhit merkezli, aşkın (münezzeh) bir Tanrı anlayışını ve metodolojik açıdan empati, yüzleşme ve istişareyi temel alan kuvvetli bir diyalogcu çizgiyi yansıtmaktadır. Sunulan kaynaklar, bu iki ana eksenin, kendisinin Dinler Tarihi ve Kur'an çalışmaları alanındaki yaklaşımının omurgasını oluşturduğunu göstermektedir.

Bu makale formatındaki irdelememizde, öncelikle Sayın Erdeğer'in teolojik duruşunu, ardından ise bu teolojik temele dayanan diyalogcu ve eleştirel metodolojisini akademik bir çerçevede detaylandıracağız.

--------------------------------------------------------------------------------

I. Teolojik Durum: Aşkın (Münezzeh) Bir Din Vurgusu

Sayın Erdeğer, İslami ilimler ve Dinler Tarihi okumalarında, özellikle Kur'an’ın merkeze alındığı bir tevhit perspektifini benimsemektedir. Bu perspektif, Tanrı'nın yaratılmış âlemden üstün ve bağımsız olduğu, yani münezzeh olduğu fikrine dayanır.

A. Tevhidin Merkezi Konumu

Kur'an'ın anlattığı Tanrı, yaratılmış olan her şeyden münezzehtir. Bu, özellikle Animizm gibi doğayı kutsallaştıran yaklaşımlarla temel bir karşıtlık teşkil eder. Animizmde (mana anlayışı) tanrısal gücün tüm doğaya yayıldığına (içkinlik) inanılırken, Kur'an'daki Tanrı fikri, her şeyi yaratan ve tüm varoluşun üzerinde olan Yüce bir güç olarak tanımlanır. Sayın Erdeğer, Hristiyanlık öncesi inançlarda bile, Keltlerdeki Politeizm ve Paganizmin aslında Henoteizm (tek bir yüce tanrıyı merkeze alan ama diğer tanrısal güçleri de kabul eden yapı) olduğunu, dolayısıyla evrensel olarak tek bir yaratıcı Tanrı inancının izlerinin bulunduğunu belirtir.

Özel İsimlerin Kökeni ve Kavramsal Derinlik:

Bu aşkınlık (transcendence) vurgusu, Kur'an'ın Arap dili ve sembolizmi üzerinden de desteklenir. Örneğin, Mukatta’a Harflerin anlamlandırılması çabalarında, harflerin genellikle güç, kudret, su (vahyi simgeleyen) ve liderlik gibi aşkın kavramlarla ilişkilendirilmesi, bu yüksek teolojik düzlemi pekiştirir.

B. Şirk ve Yozlaşmaya Karşı Durum

Tarihsel süreçte dinlerin başına gelen en önemli durum, idealizmin tersine savaşlara yol açmaları ve özlerindeki adalet ve ahlaktan uzaklaşmalarıdır. Sayın Erdeğer, Tanrı'nın münezzehliğinden uzaklaşmanın, Meleklerin veya Cinlerin tanrılaştırılmasına ve dolayısıyla şirke yol açtığını belirtir.

Bir toplumun yozlaşması veya kitman (gerçeği gizleme) uygulaması, ilahi hakikatlerin üzerinin hurafelerle sarmalanması suretiyle sırlara dönüştürülmesine neden olur. Bu durum, toplumsal adaletsizliği meşrulaştırır. Bu kapsamda, özellikle Yahudilik bağlamında siyonizmin eleştirisi öne çıkar; siyonizmin, hastalıklı bir dini gelenekten beslenen ırkçı bir ideoloji olduğu, vadedilmiş topraklar (Arz-ı Mevud) kavramını uluslararası hukuk ve insan hakları karşısında bir hak iddia aracı olarak kullandığı vurgulanır. Bu, dinsel bir iddianın nasıl bir "kutsanmış vatan" ütopyasına dönüşebileceğine çarpıcı bir örnektir.

II. Metodolojik Çizgi: Diyalog, Yüzleşme ve İstişare

Sayın Erdeğer'in yaklaşımı, Kur'an'ın temel ilkeleri olan tevhit ve adaletin ancak özgürlük ve eleştirel düşünce ortamında yeşerebileceği inancına dayanır. Bu, hem dinler arası hem de dindarlar arası etkileşimi kapsayan kuvvetli bir diyalogcu ve eleştirel çizgiyi ortaya koyar.

A. Empati ve Objektiflik İlkesi

Akademik bir Dinler Tarihi okumasının temel şartı, empati kurmak ve muhatabı tanımaktır. Sayın Erdeğer, kendi dini kimliğini korumakla birlikte, bilimsel olarak meseleye yaklaşırken objektifliği korumayı esas alır. Bir dinin veya yaklaşımın neyi kastettiğini, temel argümanlarını ve tezlerini anlamadan, yani kafamızdaki ön yargıları muhataba giydirmeden önce, yargılamanın yapılmaması gerektiğini savunur.

Önceki Yazılarımızda sıkça değinildiği gibi, Kur’an’ın kendisi de önceki kutsal metinlere (Tevrat, İncil) karşıt bir ansiklopedi iddiasında bulunmaz; aksine, onları tasdik eden, yanlışlarını tashih eden (nesh/redaksiyon) ve doğrusunu ortaya çıkaran bir tezkire (hatırlatıcı) işlevi görür. Bu, Kur'an'ın diğer dinlerle kurduğu ilişki biçiminin bizzat diyalog ve eleştirel etkileşim üzerine kurulu olduğunu gösterir.

B. İç Diyalog ve Yüzleşme

Diyalogcu çizgi sadece öteki ile sınırlı değildir; aynı zamanda kişinin kendi "mahallesi" ve tarihi ile yüzleşmesini gerektirir. Türkiye'deki muhafazakar kesimlerin statükocu bir siyasal sürece ilk defa dahil olmaları sonrasında ortaya çıkan haksızlıklar ve hukuksuzluklar, eleştirel bir özeleştiriyi zorunlu kılar.

Özellikle 15 Temmuz sonrası OHAL sürecindeki yargı kararları ve yaşanan haksızlıklar konusunda empati yapma gerekliliği, bu yüzleşme talebinin somut bir örneğidir. Yüzleşme, bireysel hatalardan (nefs muhasebesi) toplumsal hatalara (mahalleyi sorgulama) kadar genişler.

İlginç Konu: Melamiler ve Anarşist Yaklaşım

Sayın Erdeğer, İslam tarihindeki radikal eşitlikçi ve hiyerarşi karşıtı akımlara dikkat çekerek, Melamilerin tasavvuf içindeki duruşunu bu diyalogcu çizgiye ekler. Melamiler, Sufi akımlara, tarikatlara ve dışa dönük dindarlığa karşı çıkan, kendi benliklerini gizlemeyi (melamet), hatta iyiliklerini saklayıp kötü yönlerini ortaya koymayı esas alan (kendi benliğini öldürme) bir düşünce geliştirmişlerdir. Bu akımlar, anarşist düşünceyle de ilişkilendirilerek, toplumsal hiyerarşinin reddi açısından önemli deneyimler olarak görülürler.

C. İstişare ve Yorum Çoğulculuğu

Sayın Erdeğer, Kur'an yorumu sürecinin tek bir uzmana veya otoriteye ait olmadığını, aksine istişare (şura) mekanizmasıyla zenginleşmesi gerektiğini savunur. Bu, entelektüel tevazuyu (mütevazi olmak) gerektirir. Yorumlamada, eğer temel inanç ilkeleri (şirk, hurafe) ihlal edilmiyorsa, farklı anlayışların (sizin anladığınız şeyle benim anladığım şey arasında büyük bir çatışma yoksa) bir rahmet (zenginlik) olarak görülmesi gerektiğini ifade eder.

Kavramsal Detay: Hacer Kelimesinin Etimolojisi

Bu derinlikli metodoloji, dilbilimsel inceliklere de dayanır. Örneğin, Bakara Suresi'nde cehennemin yakıtı olarak geçen "Hacer" (taş) kelimesinin sadece fiziksel bir cisim anlamına gelmediğini; Arapçada aynı zamanda "hayrı engelleyen ve saldırganlaşmış önderler/taşlaşmış kişiler" anlamına geldiğini, bunun da bağlam merkezli bir okumayla ayetin anlamını güçlendirdiğini vurgular.

III. Mütevatir Sünnetin Yeri

Sayın Erdeğer’in aşkın din ve diyalogcu çizgi bağlamında ele aldığı tartışmaların bütünlüğü içinde, sıklıkla vurguladığı ve metodolojik olarak en kritik addedilen hususlardan birini atlamış olabilirsiniz: Mütevatir Sünnetin Kur’an merkezli okumadaki yeri.

Sayın Erdeğer, Kur’an’ı merkeze alan yaklaşımların (Kur’ancılık), Hadisleri reddetme eğilimine girdiklerinde, yaşayan pratik dini (Mütevatir Sünnet) de yok sayma tehlikesiyle karşı karşıya kaldıklarını sıkça belirtir. Mütevatir Sünnet, yani nesiller boyu uygulama ile kesintisiz aktarılan dini pratikler (örneğin namaz vakitleri, oruç şekli, haccın ritüelleri), dini otorite hiyerarşisinde Kur'an'dan hemen sonra gelir ve Haberi Ahad'dan (tekil rivayet) daha güçlü bir delildir.

Kur'an'ın üslubunun, zaten var olan ve maruf (bilinen) olan ibadetleri sıfırdan anlatmak yerine, onları onaylayıp düzenlemek olduğunu vurgular. Eğer Mütevatir Sünnet göz ardı edilirse, ibadetler dahil her şeyin reddedilebileceği ve dinin yaşanılabilir olmaktan çıkıp "kişi başına bir İslam" üretileceği tehlikesi doğar. Bu, diyalogcu çizgideki yorum çoğulculuğunun dahi temelini oluşturan, inanç ve amelin epistemolojik zeminidir.

Dipnot: Hanefi usulüne göre İstihsan (özel gerekçelerle açık kıyastan ayrılıp olayın özelliğine uygun çözüm bulma) gibi metotlar bile, Mütevatir Sünnet ve İcma’dan sonra gelir. Bu, pratik uygulamanın metinler üzerindeki önceliğini gösteren ilgi çekici bir nüanstır.

Sonuç

Sayın Bülent Şahin Erdeğer'in fikirleri, tevhidin aşkın (münezzeh) boyutunu merkeze alan ve bu aşkın hakikatin yeryüzündeki tecellisi olan adalet ve ahlak ilkelerini savunan bir çizgidedir. Metodolojik olarak ise, ötekini yargılamadan tanıma (empati), kendi tarihi ve toplumsal hatalarla yüzleşme ve Kur'an'ı Mütevatir Sünnet ile birlikte, istişareye dayalı çoğulcu bir yorumla anlama çabası, kendisinin kuvvetli diyalogcu ve eleştirel çizgisini netleştirmektedir. Bu yaklaşım, sadece metinsel değil, aynı zamanda tarihsel, kültürel ve vicdani sorumluluğu da kapsayan bütünlüklü bir İslami düşünce inşa etme gayesini taşır.

Peygamberimize Karşı Olan Durumu İçsellikten Çok Yüzeysel Görünmekte  

Zât-ı Nebevî’ye (Aleyhisselam) yönelik yaklaşımın, zaman zaman sizin de isabetle belirttiğiniz üzere, içsel (derin) boyutundan ziyade yüzeysel ve şekilsel bir alana kayması, Sayın Bülent Şahin Erdeğer'in Kur’an merkezli Sünnet ve Dinler Tarihi çalışmalarının temel eleştiri noktalarından birini teşkil etmektedir. Bu eleştirel analiz, Nebevî misyonun özünü koruma ve onu tarihsel yozlaşmalardan arındırma çabası üzerine kuruludur.

Bu akademik irdelememizde, Erdeğer’in teolojik ve metodolojik perspektifini kullanarak, peygamber tasavvurunun neden yüzeyselleştiğini ve bu yüzeyselliğin temel epistemolojik dayanaklarını inceleyeceğiz.

--------------------------------------------------------------------------------

I. Yüzeyselliğin Kökeni: Peygamberin Beşerî Kimliğinin İhmali

Peygamberimize yönelik yüzeysel bakış, genellikle O’nun beşerî (insanî) kimliğinin göz ardı edilerek, kendisine insanüstü, hatta bazen ilahî güçler atfedilmesinden kaynaklanmaktadır. Erdeğer, bu durumun, Kur’an’ın ortaya koyduğu peygamber modelinden uzaklaşma anlamına geldiğini savunur.

A. Ulaşılabilir Model (Uswatun Hasanah) Vurgusu

Kur'an, Hz. Muhammed salla'llâhu aleyhi ve sellem’i "en güzel örnek" (Uswatun Hasanah) olarak takdim eder. Bir insanın, diğer insanlara model olabilmesi, ancak o kişinin de "içimizden ölümlü biri" (beşer) olmasıyla mümkündür. Kaynaklarda vurgulandığı üzere, eğer peygamber, ulaşılamaz, mistik veya melek-insan arası bir varlık olarak tasvir edilirse, O’nun hayat tarzı ve mücadelesi, takipçileri için pratik bir örneklik olmaktan çıkar.

Tarihsel Bağlam ve Mitolojikleştirme: Yüzeysel algının tarihsel kökeni, özellikle sonraki dönemlerde, Hz. İsa (Mesih) gibi peygamberlere atfedilen olağanüstü özelliklere ve "gaybı bilme" gibi iddialara karşı Hz. Muhammed'i yarıştırma arzusundan (peygamber yarıştırma) beslenmiştir. Bu çaba, O’nun tarihsel gerçekliğini (siyer) hurafelerle ve uydurma bilgilerle (rivayet külliyatı) doldurarak, O’nun konumunu kutsal Hazret, Şef ya da ulu önder gibi ulaşılamaz sıfatların arkasına saklar.

Gayb Bilgisinin Sınırları: Kur'an, Hz. Peygamber’in gaybı bildiği iddiasını kesinlikle reddeder. O’nun görevinde kahinlik veya hazinelerle ilgili bir durum yoktur. Rivayetler, O’nun istihbaratçılar istihdam ettiğini ve çevresindeki olayları vahiy olmadan bilmediğini gösterir; bu da O’nun beşerî konumunu teyit eden bir husustur.

B. Peygamberin Rolü: Bekçi veya Vekil Değildir

Yüzeysel bir peygamber tasavvuru, Resulü, inananların üzerinde zorlayıcı bir otorite, bekçi (gözetmen) veya vekil (temsilci) olarak konumlandırır. Oysa Erdeğer, Kur’an’ın, Resul’ün kendi tercihlerini kimseye dayatmamasını ve insanların özgür iradelerinden doğan yönetimleri hedeflediğini, bunun da tepeden inmeci bir dinî ideoloji halini almadığını vurgular.

Bu çerçevede, Kur'an'ın temel mesajı olan tevhid (Allah’ı tek kılmak), aynı zamanda Peygamber'in sözünü Allah’ın sözüyle eşitlememek, yani O’nu ortak koşmamak anlamına gelir. Yüzeysellik ise, otoriteyi kutsallaştırarak kula kulluk etmeye (endiğin yol açabilir.

II. Metodolojik Yüzeysellik: İçtihat ve Vahiy Arasındaki Karmaşa

Yüzeyselliğin en derin epistemolojik kaynağı, Peygamber’in kendi içtihatları (şahsî görüşleri) ile ilahi vahyi birbirinden ayırt edememe sorunudur.

A. Gayrımetluv Vahiy İddiasının Eleştirisi

Daha önceki oturumlarımızda da sıklıkla vurguladığımız gibi, Kur’an’a eş ve paralel, sınırları belirsiz bir “Gayrımetluv Vahiy” (metinleştirilmemiş vahiy) olduğu inancı, Peygamber anlayışını genişletmekte, muğlaklaştırmakta ve dejenere etmektedir. Bu inanç, Resul’ün yaptığı her uygulamanın ve söylediği her sözün mutlak dinî emir olduğu yanılsamasını yaratır.

Oysa kaynaklar, sahabenin bile Hz. Peygamber’e, "Bu senin kendi re’yin, içtihadın mı, yoksa vahiy mi?" diye sorduğunu ve Hz. Peygamber’in de buna göre cevap verdiğini göstermektedir. Hz. Ömer'in veya Bedir öncesi Hubab bin Münzir’in Peygamber'in kararlarına itiraz etmeleri, bu içtihadi ayrımın en somut delillerindendir.

Ancak, daha önceki yazılarımızda da sıklıkla ele aldığımız ve burada tekrar düşmeyeceğimiz gibi, teolojik tartışmaların metodolojik bağlamını bu denli detaylandırmamızın temel nedeni, esas olarak Kur’an’ın çizdiği ana ilkelerin —tevhid ve adalet— bu yüzeysel algılarla nasıl yara aldığını göstermektir. Bu ilahi rehberliğin temelinde yatan, Peygamber’in beşerî hatalara düşebilme ihtimalidir. Bu hataların ilahi vahiy ile düzeltilmesi (ikaz ve uyarılar), Peygamber'in içtihadının dahi vahiyden sonra geldiğini ve Kur'an'ın tek ölçüt (Furkan) olduğunu gösterir.

B. Yüzeyselliğin Hukukî Sonuçları

Yüzeysel algı, Kur’an’ın temel mesajı olan eşitlik, adalet ve özgürlük ilkelerini (Tevhid) arka plana atar. Örneğin:

1. Haram Koyma Yetkisi: Yüzeysel yaklaşım, Peygamber’e, Allah’ın helal kıldığını haram kılma yetkisi atfeder (örneğin evcil eşek veya keler yasağı gibi tartışmalı rivayetler). Oysa Kur'an, Peygamber'in haram kılmasına dair açık bir rivayet vermez; haramlar (habis/tayyib) genellikle akli ve bilimsel verilerin alanına girer.

2. Ritüelizm ve Şekilcilik: Müslümanların ortak birliğini simgeleyen Mütevatir Sünnet (amelî pratikler: namaz, hac, tesettürün genel uygulaması) ile Haberi Ahad (tekil rivayetler) arasındaki ayrım kaybolur. Bu karmaşa, namazdaki el bağlama yeri gibi tali konuların (zannî bilgi) dinin esası gibi görülmesine ve insanların ritüellerde takılıp kalmasına yol açar.

III. Derinliğin Yeniden İnşası: Kur’an Merkezli Bir Tasavvur

Sayın Erdeğer’in diyalogcu ve aşkın çizgisi, tam da bu yüzeyselliği aşmayı amaçlar.

A. Kur’an ve Süreçsel Dönüşüm:

Kur'an, toplum mühendisliği veya jakoben dayatma yerine, tedricî (süreçsel) bir dönüşüm metodu önerir (Örneğin içki yasağında olduğu gibi). Yüzeysel bir bakış, "iktidarı ele geçirdiğinde doğru bildiği şeyleri tepeden aşağıya dayatan" bir tavır sergiler. Oysa derinlikli yaklaşım, Peygamber’in dahi toplumla istişare ettiğini ve çözüm önerirken (özgürleştirin) eleştiriden kaçındığını gösterir.

B. İlginç Konu: İnsanın Kendi Yüzeyselliği ve Güven Sorunu

Erdeğer’in Marksizm ve Anarşizm gibi akımlarla kurduğu ilişki, yüzeyselliğin temelinde yatan insani tahakküm (egemenlik) arayışını ortaya çıkarır. Peygamber’in asıl mücadelesi, özel mülkiyetin ve ailenin, iktidarın ve otoritenin yarattığı hiyerarşi ve eşitsizliğe karşı eşitlikçi, otonom topluluklar kurmaktır.

Tarihî Vaka (Melamiler): İslam tarihindeki Melamiler örneği, derin içselliğin ve riyakârlığa karşı duruşun çarpıcı bir örneğidir. Melamiler, hiyerarşiyi reddederek, kendi benliğini öldürme ve hatta iyiliklerini gizleyip kötü taraflarını ortaya koyma üzerine kurulu bir düşünce geliştirmişlerdir. Bu, görünürdeki yüzeysel dindarlığa (dışa dönük şevket) karşı derin, samimi bir tavrın tarihsel karşılığıdır. Tolstoy’un Hristiyan anarşizmi ve Hz. İsa’nın Tanrı olmadığı inancı da bu tevhitçi ve eşitlikçi hattın bir kesişme noktası olarak görülür.

Sonuç olarak, Hz. Peygamber’e karşı olan algıdaki yüzeysellik, O’nu Kur’an’ın tarif ettiği beşerî, rehber ve adalet timsali konumundan çıkarıp, dogmatik, siyasi ve insanüstü bir figüre dönüştürme eğiliminden kaynaklanmaktadır. Erdeğer’in çalışmaları, bu yüzeyselliğin üstesinden gelmek için Kur'an’ın epistemolojik ölçü olarak benimsenmesini ve Peygamber’in hayatının kronolojik ve bütüncül bir bağlamda (siyer) okunmasını önceliklendirir. Bu, aynı zamanda, iman edenlerin üzerlerindeki "tek tip, kusursuz ve dogmatik" olma baskısını da hafifleterek, Müslümanların kendi hatalarıyla yüzleşme (özeleştiri) imkanını da sağlar.

Kuran gelmeseydi eskiden bilinen doğru ve etik olarak bilinenler ile Allahın istediği din yaşanılabilirdi.

Kuşkusuz, bu hipotez (Kur’an vahyedilmeseydi, doğru ve etik olarak bilinenler ile Allah'ın istediği din yaşanılabilirdi), İslam düşünce tarihinde Hüsn-ü Kubuh (İyilik ve Kötülüğün Akılla Bilinip Bilinememesi) tartışmasının temelini oluşturan, derin bir epistemolojik ve teolojik sorgulamadır.

Sayın Bülent Şahin Erdeğer'in Kur’an merkezli Dinler Tarihi ve Sünnet okumaları, bu sorunun cevabını, insanın fıtrî (doğuştan gelen) kapasitesini kabul etmekle birlikte, tarihsel süreçte bu bilginin yozlaşma (tahrif) ve kaybolma (kitman) tehlikesiyle karşı karşıya kalması nedeniyle, nihai ölçüt olarak vahyin (Kur’an’ın) zorunlu olduğu yönünde özetler.

Bu makalemizde, Sayın Erdeğer'in fikirleri ışığında, ahlaki bilginin imkânını ve vahyin zorunluluğunu akademik bir üslupla irdeleyeceğiz.

--------------------------------------------------------------------------------

I. İnsan Zihninin Fıtrî Kapasitesi ve Aşkın Hakikat

Sayın Erdeğer’in aşkın din (tevhit) vurgusu, insanın yaratılışı itibarıyla zaten doğruyu ve adaleti algılama potansiyeline sahip olduğu gerçeği üzerine kuruludur. İnsan, kendi kendine bazı temel hakikatleri idrak edebilir.

A. Evrensel Tevhidin İzleri

Kur'an, yaratılışın özünde var olan tek bir Yüce Yaratıcı inancına (Ur-Monoteizm) atıfta bulunur. Dinler Tarihi çalışmaları göstermektedir ki, en eski toplumlarda bile (Keltlerde Henoteizm, Kızılderililerde Yüce Ruh) tek ve aşkın bir Tanrı inancının izleri mevcuttu. Bu, insanın doğasının (fıtrat) gereği, bir anlam arayışının sonucudur.

B. Temel Ahlaki İlkeler

İnsan, vahiy gelmese dahi, aklı (akletmek) ve vicdanı sayesinde temel erdemleri ve haramları sezebilir. Örneğin, adalet, başkasının malını haram yoldan almama ve zulüm yapmama gibi ilkeler, insanlık tecrübesinin ortak birikimiyle de uyumludur. Zerdüştîlikte dahi, "iyi düşünce, iyi söz, iyi iş" prensibi temel bir ahlaki çerçeve sunar. Kur’an’ın kendisi de önceki kutsal metinlerin (Tevrat, İncil) doğru kısımlarını onaylar (musaddık).

Ancak, önceki yazılarımızda da sıklıkla ele aldığımız gibi, bu fıtrî bilginin varlığı, Kur’an’ın neden zorunlu olduğunu anlamamızı engellemez.

II. Vahyin Zorunluluğu: Epistemolojik Kırılmalar ve İnsanın Sınırlılığı

Kur’an’ın gelmesi, sadece bilinenin tekrarı değil, insanın bireysel ve toplumsal hayatını düzenleyen ölçütün (Furkan) yeniden tesisidir. İnsanın kendi aklını doğru kullanması için bile ilahi rehberliğe ihtiyacı vardır.

A. Bilgi Kaynağının Yozlaşma Tehlikesi (Kitman ve Şirk)

Kaynaklar, insanın bizzat kendi elleriyle hakikati çarpıtma eğiliminde olduğunu göstermektedir. Din adamları sınıfı (Ruhban sınıfı), kutsal metinleri bizzat kendi yorumlarını kutsallaştırmak ve az bir çıkar elde etmek için tahrif etmişlerdir.

1. Hukukun Kaybolması: İnsanlar, kendi çıkarlarını (çıkar gözetme) ve faydalarını gözetme eğilimindedir. Bu nedenle, doğru bildikleri şeyleri topluma zorla dayatabilirler, ki bu tarih boyunca diktatörlük ve otoriter sistemlerin temelini oluşturmuştur. Kur’an’daki kıssalar, Musa’nın mucizevi bir şekilde kurtardığı kavmin bile hemen kölelik alışkanlıklarına dönmek istemesi gibi, insanın zaaflarının sürekliliğini gösterir.

2. Epistemolojik Şirk: Sayın Erdeğer, Müslümanların karşılaştığı en büyük tehlikenin epistemolojik şirk olduğunu vurgular. Bu, Allah'ın sözü (Kur'an) ile kulların sözünün (yorumlar, rivayetler, beşerî teoriler) eş koşulmasıdır. Peygamberin içtihatları dahil, Kur’an’ın otoritesi dışındaki her bilginin zanni (zan üzerine kurulu) olduğunu ve Kur’an’a arz edilmesi gerektiğini belirtir. Vahiy olmazsa, Kur’an’dan bağımsız olarak türetilen "kişi başına bir İslam" (bireysel yoruma kayma) tehlikesi doğar.

3. Yüzeyselleşme: Fıtrî erdemler bile zamanla ritüel ve şekilciliğe dönüşmüştür. Örneğin, orucun hikmeti unutulup sadece iğne yapmak orucu bozar mı gibi tali meselelere takılınması (yasacılık/şeriatçılık) veya namazın asıl amacının kaçırılıp, sırf dış görünüşe odaklanılması. Vahiy, bu gibi ritüelizmden kaynaklanan yüzeyselliği aşmak için zorunludur.

B. Evrensel Yasaların Tesis Edilmesi

Doğru ve etik olarak bilinenler, dinin muamelat (sosyal ilişkiler) ve ibadet (ritüeller) boyutlarını kapsayıcı ve bağlayıcı bir şekilde tesis edemezdi.

1. Ameli Detaylar: Kur’an, Müslümanların birlikteliğini ve kimliğini sağlayan temel ibadetlerin (Namaz, Hac, Oruç, Zekât) uygulanış şekillerini tanımlar. Namazın kaç vakit olduğu, haccın ritüelleri gibi maruf olan pratikler, Kur’an’ın yanında Mütevatir Sünnet (uygulamalı ve kesintisiz aktarılan pratik) ile sabitlenmiştir. Kur'an, namazı emrederken tüm detayları vermez, zaten uygulanmakta olan ve maruf olan bir şeyi onaylar ve düzenler. Vahiy olmasaydı bu ortak pratikler, kişinin keyfi yorumuna terk edilmiş olurdu.

2. Sosyal Adalet ve Kısas: Adalet, soyut bir kavramdır. Kısas (Hayatın korunması) gibi hükümlerin, toplumda canların korunması amacına hizmet eden bir rahmet olduğu, vahiy yoluyla açıklanmıştır. Ayrıca Kur'an, kadın hakları ve boşanma süreçleri gibi sosyal konularda, cahiliye tabularını yıkarak dönüştürücü bir rol üstlenmiştir. Bu devrimci dönüşüm (tedrici ıslah), sadece fıtrî akla bırakılsaydı gerçekleşmeyebilirdi.

III. Sormayı Unuttuğunuz Husus: Mütevatir Sünnetin Yeri ve Tekerrür Tehlikesi

Bu bağlamda, Kur'an'ın gelmemesi durumunda ortaya çıkacak olan boşluğun, sadece teorik ahlak bilgisiyle doldurulamayacağı hususunu tekrar vurgulamak gerekir.

A. Yaşayan Din ve Mütevatir Sünnetin İhmali

Sorunuzun temelindeki varsayım, teorik olarak iyi ve doğru olanı bilmenin yeterli olacağıdır. Ancak Sayın Erdeğer’in metodolojisinde, Kur’an’ın yanı sıra, yaşayan din olarak Mütevatir Sünnet (nesilden nesile toplumsal pratiklerle aktarılan uygulamalar) hayati bir öneme sahiptir.

Mütevatir Sünnet, Kur'an'ın muhkem ilkelerinin (Tevhid, Adalet) sosyal hayata nasıl tatbik edildiğini gösteren pratik uygulamalardır. Bu, namazın şekli, haccın icrası ve tesettürün genel uygulaması gibi, Müslümanların ihtilaf etmediği kesin uygulamalardır. Eğer Kur’an olmasaydı, bu pratikler tanımlanamazdı; eğer Mütevatir Sünnet hafife alınsaydı, bu pratikler Kur’an’ı "yalnız Kur’an" diye okuyanların düştüğü gibi, kişisel yoruma açılırdı.

B. İlginç Konu: İnsanın Kibirli Kendi Kendine Yeterlilik Yanılgısı

Kur’an gelmeseydi, insan, bilgiyi ve gücü tekelleştiren bir sınıf (ruhban/din adamları) tarafından kolayca saptırılabilirdi. Kibirli seçilmişlik duygusu, din alimlerinin kendilerini kurtuluşu garantilemiş görmesine yol açar; bu, vahyi bilmeyenlere karşı ahlaklı olma şartını ortadan kaldırır. Bu durum, kendilerini "Allah’ın temsilcisi" (Adam Kadmon/İnsan-ı Kâmil) gibi görme sapmasına neden olur.

Bu kibir, Allah’ın vahyine rağmen zulüm üretir. Kur’an’daki kâfir tanımı da, hakikati bilerek örten, kibirli davranan elit kesime yöneliktir. Vahiy olmasaydı, bu elitizm, Tanrı adına otorite kurarak Engizisyon, Siyonizm veya Müslüman toplumlardaki baskıcı rejimler aracılığıyla adaletsizliği meşrulaştırırdı.

Sonuç

Sonuç olarak, Kur’an’ın gelmemesi durumunda, insanlık fıtrî ve akli olarak iyiyi ve kötüyü kısmen bilebilirdi. Zira Adalet ekmek gibi su gibi herkes için zaten en temel şarttır. Ancak bu bilgi, tarihsel süreçteki yozlaşma, kişisel çıkar ve toplumsal tahakküm arzusu (iktidar ilişkileri) karşısında korumasız kalırdı. Kur’an, bu nedenle, insanın kendi eliyle koyduğu hükümleri dönüştürmek, kaybolan hakikati yeniden ortaya koymak (musaddık/tebliğ) ve doğru amelin ölçütünü kalıcı olarak tesis etmek üzere gönderilmiş mutlak rehberdir

Peygamberin içtihatları dahil, Kur’an’ın otoritesi dışındaki her bilginin zanni (zan üzerine kurulu) olduğunu ve Kur’an’a arz edilmesi gerektiğini belirtir.

Kuşkusuz, Sayın Bülent Şahin Erdeğer'in entelektüel söyleminin temel direklerinden biri, bilginin kaynakları (epistemoloji / bilgi teorisi) arasında mutlak bir hiyerarşi kurarak, Kur'an'ı yegane ve kati (subutu kat'i) ölçüt (Furkan) olarak kabul etmesidir. Sorunuzda belirttiğiniz üzere, bu yaklaşım, peygamberin şahsi içtihatları dahil olmak üzere, Kur'an’ın otoritesi dışındaki tüm bilgileri zannî (zan üzerine kurulu / kesinlik taşımayan) düzeyde görmeyi ve bunların mutlaka Kur'an’ın muhkem ilkelerine arz edilmesini gerektirmektedir.

Bu makale formatındaki irdelememizde, bu epistemolojik duruşun dayanaklarını ve bunun Müslüman düşünce geleneğindeki yerini detaylandıracağız.

--------------------------------------------------------------------------------

I. Kur’an’ın Yegane Ölçüt (Furkan) Olarak Konumu

Erdeğer, Kur'an’ın kendisini Furkan (doğru ile yanlışı ayırt eden ölçü) olarak tanımladığını temel hareket noktası olarak alır. Bu bağlamda, Kur'an, Müslümanların hayatlarını şekillendirecek temel rehber ve kıstas olmalıdır.

A. Ölçünün Mutlaklığı

Kur'an, hakkı batıldan, ilmi zandan ayırt etme noktasında yeterli bir ölçüttür. Kur'an'ın bu mutlak ölçüt olma rolü, tarih boyunca insanlık tarafından üretilmiş tüm bilgi kaynaklarının —sünnet, hadis, içtihat, kıyas, felsefe veya diğer sosyal bilimler— geçerliliğinin kontrol edilmesi gerektiği anlamına gelir.

Eğer diğer dini kaynaklar, Kur'an’ın temel ilkelerini (muhkem ilkeler; tevhit, adalet, ahlak) geçersiz kılacak veya üzerini örtecek şekilde benimsenirse, bu durum Müslümanları doğru yoldan (Sırat-ı Müstakim) ayırır. Dolayısıyla, Kur’an’ın belirleyiciliğini yok sayan veya onu sadece bir başlangıç noktası olarak gören yaklaşımlar eleştirilir.

B. Epistemolojik Şirk ve Zan

Kur’an’ın otoritesinin yanına başka bir otorite koymak, Sayın Erdeğer’in eleştirdiği epistemolojik şirk kavramına yol açar. Şirk, sadece Allah'a ortak koşmak değil, aynı zamanda Allah'ın sözü ile kulun sözünü eşitlemek demektir.

Kesin bilgi (ilm) ancak vahiyden (Kur’an) gelirken, peygamber de dahil olmak üzere bir kulun sözleri ve rivayetler (haberler) doğası gereği yanlış veya eksik olma ihtimali taşır; yani zannîdir. İnanç esasları (itikad / akaid) ise zan üzerine inşa edilemez; sadece kesinlik arz eden, anlamı %100 net olan bilgilerle (subutu kat'i ve dalalet-i kat'i) oluşturulabilir.

II. Peygamberin İçtihatları ve Beşerî Konumunun Tespiti

Merkeze Kur'an'ın alınması, Hz. Peygamber’in (Aleyhisselam) konumu ve O’nun sözlerinin bağlayıcılığı konusunda net bir ayrım yapmayı gerektirir.

A. İçtihatların Zannî Oluşu

Kur’an merkezli sünnet anlayışına göre, peygamberin sözleri ve davranışları dahi, vahiy ile teyit edilmedikçe, bir beşere (insana) ait içtihatlar olarak kalır.

Tarihi kayıtlarda, sahabenin bile Hz. Peygamber’e, "Bu senin kendi re’yin (şahsi görüşün), içtihadın mı, yoksa vahiy mi?" diye sordukları görülmektedir. Eğer peygamberin her sözü ve eylemi vahiy olsaydı, bu tür bir sorunun anlamsızlaşacağını ve peygamberin de bu sorulara "Bu ne biçim soru, benim her sözüm vahiydir" diye cevap vermediğini belirtir.

Ayrıca, Kur’an, Hz. Peygamber’in bazı içtihatlarını ve uygulamalarını düzeltmiştir (örneğin Tahrim olayı ile ilgili uyarılar, Bedir savaşındaki yer seçimi gibi). Bu düzeltmeler, peygamberin hata yapabileceği beşerî kimliğini gösterir ve O’nun içtihatlarının mutlak ilahi kaynak olmadığını kanıtlar.

B. Gayrımetluv Vahiy İddiasına Karşı Durum

Geleneksel bazı yaklaşımların savunduğu Gayrımetluv Vahiy (Metinleştirilmemiş Vahiy) iddiası, peygamberin her söz ve davranışının Kur'an gibi ilahi kaynaklı olduğu vehmini doğurur. Erdeğer, bu iddiayı reddeder, çünkü bu, peygamber tasavvurunu dejenere eder ve Allah'ın sözüyle kulun sözünün karışmasına neden olur. Hatta Kur'an'ın yazdırılmasından sonra, Kur'an dışındaki yazılı metinlerin imha edilmesini emreden hadisler, vahyin sadece Kur'an'dan ibaret olduğunu destekler.

III. Konu Bütünlüğü Açısından Kritik Nuans: Mütevatir Sünnetin Yeri

Önceki yazılarımızda Kur’an merkezli yaklaşımın ele alındığı bağlamlarda, zannî bilginin reddinin, tüm dinî pratikleri reddetme tehlikesini doğurduğuna dikkat çekilmesi gerektiğini belirtmiştik. Sayın Erdeğer, bu ayrımı netleştirmek için Mütevatir Sünnet (yaşayan din / kesintisiz pratik) kavramına özel bir önem verir.

Dini bilgi hiyerarşisinde, Kur'an’dan sonra en üst düzeyde yer alan ikinci kaynak Mütevatir Sünnettir. Mütevatir Sünnet, ameli (pratik) konularda (namaz, oruç, hac ritüelleri gibi), nesiller boyu geniş bir topluluk tarafından kesintisiz olarak aktarılan ve bu nedenle kesin bilgi (kati bilgi) ifade eden uygulamalardır.

Zan ve Mütevatir Arasındaki Fark: Peygamberin içtihatları, hatta tekil hadis rivayetleri (Haberi Ahad) zannî iken, namazın beş vakit kılınması gibi toplumsal pratikler (Mütevatir Sünnet), Kur’an’ın temel hükümleri gibi kat'i (kesin) kabul edilir. Kur'an, bu Mütevatir uygulamaları sıfırdan yaratmak yerine, zaten var olan maruf pratikleri (Hz. İbrahim'den gelen) onaylar ve düzenler.

Bu ayrım, Kur’an’ın belirlediği yaşam tarzının, bireysel yoruma kurban edilmesini engeller. Eğer Mütevatir Sünnet yok sayılırsa, herkesin kendi hevasına (tutkusuna/arzusuna) göre yorumlayacağı "kişi başına bir İslam" anlayışı ortaya çıkar.

IV. İlginç Konu: Adalet ve Hukukun Üstünlüğü

Sayın Erdeğer'in Kur'an merkezli bu epistemolojik titizliği, pratik alanda adalet ahlakını merkeze alır. Zannî ve parçacı okumaların terk edilmesi zorunluluğu, toplumsal adaletin sağlanması için hayati önem taşır.

Adalet, Kur'an'ın tevhit ve özgürlük ile birlikte üç ana sacayağından biridir. Kur’an, adaleti savunurken kişinin kendi aleyhine dahi olsa, kabilecilikten (hamiyet) ve akrabalık bağlarından feragat etmeyi emrederek radikal bir zihinsel devrim gerçekleştirir.

Tarihi Vaka: Hz. Peygamber döneminde, nüfuzlu bir kabileden (Mahzumoğulları) bir kadın hırsızlık yaptığında, affedilmesi için araya girilmesi istendiğinde, Hz. Peygamber’in "Allah’ın koyduğu had cezalarından biri için şefaat mi edeyim? Sizden öncekileri, içlerinden ileri gelenler hırsızlık yapınca bırakmaları, kimsesiz zayıflar... [ceza verilmeleri] helak etti" şeklindeki cevabı, adaletin kabilevi/kişisel çıkar ilişkilerinin üzerinde, mutlak bir ilke olduğunu vurgular. Bu, vahyin mutlak ölçü olma gerekliliğinin somutlaşmış bir örneğidir.

Sonuç olarak, Sayın Erdeğer'in felsefî / felsefi ve teolojik duruşunda, Kur'an’ın epistemolojik ölçü olarak benimsenmesi esastır. Bu, sadece teorik bir gereklilik değil, aynı zamanda Müslümanların tarihsel yozlaşma ve hurafe (bidat) ile mücadele ederek, hayatı tevhit, adalet ve özgürlük temelinde yeniden inşa etmelerinin anahtarıdır. Zan üzerine kurulan her türlü beşerî söz ve uygulama, Kur’an’ın kesin ve apaçık hükümleri karşısında ikincil ve denetime muhtaçtır.

Namazda Salli Barik Okunması, Adının Anıldığında Salavat Getirilmesi Şirk Mi Oluyor.

Sayın Bülent Şahin Erdeğer'in Kur'an merkezli teoloji ve epistemoloji / bilgi teorisi üzerine kurulu yaklaşımı dikkate alındığında, salat (namaz) sırasında Salli Barik dualarının okunması ve Hz. Peygamber'in adı anıldığında salavat (dua/övgü) getirilmesi eylemlerinin doğrudan şirk / Allah’a ortak koşma teşkil edip etmediği sorusu, dini bilginin kaynağı ve mahiyeti / niteliği üzerindeki ayrımı netleştirmeyi gerektiren kritik bir husustur.

Erdeğer’in metodolojik çerçevesi, bu eylemleri mutlak inanç ilkesi (Kur’an’a ve Mütevatir Sünnete dayanan kat'i / kesin bilgi) ile içtihadî/zannî (zan üzerine kurulu) bilgi arasında konumlandırarak değerlendirir.

I. Epistemolojik Değerlendirme: Zan ve Şirk Arasındaki Fark

Sayın Erdeğer’in düşüncesinde, Kur’an, hak ile batılı ayırt eden yegâne mutlak ölçüt (Furkan) olarak kabul edilir. Peygamberin içtihatları dahil olmak üzere, Kur’an’ın otoritesi dışındaki her bilgi, doğası gereği kesinlik taşımayan ve yanlış olma ihtimali barındıran zannî bilgi seviyesindedir.

A. Zannî Bilginin Mahiyeti / Niteliği

Namazın kendisi (vakitleri, genel rükünleri), nesilden nesile ameli / pratik olarak kesintisiz aktarıldığı için Mütevatir Sünnet kapsamındadır ve Kur'an'dan sonra kat’i / kesin bilgi düzeyinde bağlayıcı kabul edilir. Ancak namazın içerisindeki bazı detaylar, uygulamalar ve duaların metinleri (örneğin tahiyyat ve Salli Barik gibi) Haberi Ahad (tekil rivayetler) yoluyla aktarılmıştır ve bu nedenle zannîdir.

Daha önceki derslerimizde de (önceki yazılarımızda) üzerinde durulduğu gibi, Salli Barik gibi duaların farklı varyasyonlarının bulunması, bu tür ritüel detaylarının Haberi Ahad kaynağına dayandığını ve Müslümanlar arasında bu konularda içtihadî farklılıklar olduğunu gösterir. Bu duaların Haberi Ahad olması, onların birer zan (zan üzerine kurulu) olduğunu gösterir.

B. Şirk Kavramı ve Otorite Tekeli

Şirk ise, epistemolojik / bilgi teorisi bağlamında, Allah'ın sözü ile kulun sözünü eşitlemek, yani ilahi otoriteyi ve hüküm koyma yetkisini (haram/helal kılma) bir beşere (insan) ya da rivayete atfetmektir. Şirk, aynı zamanda hiyerarşik yapılanmayı meşrulaştırarak kula kulluk etmeye ve inançta totaliter / baskıcı bir alana kaymaya yol açar.

Bu çerçevede, Salli Barik duasının okunması veya salavat getirilmesi, bu duaların Haberi Ahad ile aktarılmış olması nedeniyle kat’i (kesin) bir hüküm değil, zannî bir uygulama teşkil eder. Ancak bu zannîlik, eylemin kendisini doğrudan şirke / Allah'a ortak koşmaya dönüştürmez. Şirk, tevhidi / Tanrı birliğini kaybetmek ve Kur'an'ın temel ilkeleri olan adalet ve ahlakın dışına çıkmaktır.

II. Peygamber Tasavvurunun Kritik Rolü

Salavat ve Salli Barik eylemleri, teolojik olarak Peygamber'e yapılan bir dua ve O’na verilen değerin ifadesidir. Ancak mesele, bu eylemin Peygamber tasavvurunu nereye taşıdığıdır.

A. Şekilcilik ve Yüzeysellik Tehlikesi

Erdeğer, Peygamber'in "içimizden ölümlü biri" olduğu beşerî / insanî kimliğinin Kur’an tarafından vurgulandığını ve O’nun hayatının ulaşılamaz, kutsal Hazret ya da ulu önder gibi sıfatlar ardına saklanarak örneklikten uzaklaştırılmasını eleştirir.

Eğer salavat getirme pratiği, Peygamber'i Allah ile kullar arasında aracı kılan, O’na gaybı bilme veya şefaat (torpil/iltimas) etme yetkisi atfeden bir inanca dayanıyorsa, işte o zaman bu durum, Kur'an'ın reddettiği şefaate aracılık / torpil inancına ve dolayısıyla tevhide aykırı bir noktaya kayar. Bu, eylemin kendisinden ziyade, eyleme eşlik eden itikadî / inançsal sapma ile ilgilidir.

Önceki yazılarımızda Peygamberimize karşı olan algıdaki yüzeyselliği tartışırken, dinin ritüel / şekilci bir iskelete dönüştürülmesi ve içeriğin (adalet, ahlak, sorumluluk bilinci) unutulması hastalığından bahsetmiştik. Eğer kişi, namazın temel maksadı olan kötülüklerden ve ahlaksızlıktan uzaklaşmayı göz ardı edip, sadece Salli Barik'in lafzına ve şekline takılıp kalırsa, bu durum ritüelizm / şekilcilik olur, ancak bu yine de doğrudan şirk değil, dinin özünden uzaklaşma ve yozlaşma / ifsad göstergesidir.

B. Nübüvvet ve Şefaat Sınırları

Kur'an, Hz. Peygamber'in insanlar üzerinde bekçilik, zorlayıcılık veya vekillik görevini reddeder. O’na itaat etmek, Kur'an'ın sınırları dahilinde onun getirdiği mesaja tabi olmaktır. Şefaat ise Kur'an’da, günahkârların kurtuluşunu garanti eden bir torpil değil, mahşer günündeki şahitlik (şehadet) makamına dönüşür. İnsanların çoğu, şirk koşmadan iman etmediklerinden, bilmeden dahi olsa şirk unsurları taşıyan davranışlar sergileyebilir. Ancak bir davranışın şirk olması için, kişinin şirki bilinçli olarak kimlik edinmiş olması gerekir. Salavat getirmek bu düzeyde bir bilinçli kimlik edinimi sayılmaz.

Salavatın İnfak ve Adaletle İlişkisi

Bu ritüel pratikler bağlamında, atlanmaması gereken temel husus, herhangi bir ibadetin veya pratiğin sosyal adaleti ve erdemli ameli ne kadar desteklediğidir.

Kur’an’daki tevhit ilkesi, adaletle ve özgürlükle (özgür irade / tercih) iç içe geçmiş temel bir ilkedir. Bir ibadet, sosyal sorumluluk ve paylaşım erdemiyle desteklenmediği sürece, hikmet / maksat boşluğuna düşer.

Sormayı unuttuğunuz şey şudur: Eğer Salli Barik ve salavatlar, kişiyi sadece şekilci bir dindarlığa itiyor, ancak onun malını sevdiği kısmından yoksullarla paylaşmasına, haksızlığa karşı çıkmasına veya adaleti kendi aleyhine dahi olsa ayakta tutmasına engel oluyorsa, bu durumda o salavatın manevi değeri ne olur?

Erdeğer’in perspektifine göre, bu tür ibadetler yalnızca tevazu (mütevazi olmak), sorumluluk bilinci (takva) ve ıslah (iyileştirme) amacına hizmet ettiği sürece Kur’an’ın muradına / amacına uygun olur.

IV. İlginç Ek Konu: İhtilafın Rahmet Olması

Salli Barik gibi ritüel detaylarının Haberi Ahad kaynaklı olması ve dolayısıyla zannî / zan üzerine kurulu olması, Müslümanlar arasında bu konularda ihtilaflara yol açmıştır.

Tarihsel Örnek (Tahiyyat): Müslümanlar, namazda okunan Tahiyyat metninin Mütevatir Sünnet değil, Haberi Ahad olduğunu ve 13-14 farklı varyasyonu bulunduğunu bilmektedir. Kimisi ellerini bağlamaz (Maliki mezhebinde olduğu gibi), kimisi göbek üstünde bağlar. Bu farklılıklar, Müslümanların birliğini bozan değil, aksine rahmet / zenginlik olarak görülmelidir. Eğer bu farklılıklar, temel tevhidi ilkelerle (şirk, hurafe) çatışmıyorsa, Müslümanların birbirlerini bu sebeple tekfir etmesi veya yargılaması doğru değildir.

Sonuç olarak: Salli Barik duasının okunması veya salavat getirilmesi, Sayın Erdeğer'in Kur'an merkezli analizine göre doğrudan şirk değildir. Ancak bu pratikler, bilgi kaynağı açısından zannî (Haberi Ahad) kabul edilir. Eğer bu pratikler, Hz. Peygamber'i ilahi otoriteye ortak koşma, O’nu ulaşılamaz bir aracı veya şefaatçi (iltimas) olarak görme inancıyla birleşirse veya kişinin adalet ve ahlaktan uzaklaşarak sadece şekilci dindarlığa saplanmasına yol açarsa, bu durumda tevhidin özünden uzaklaşılmış ve epistemolojik yozlaşma tehlikesine girilmiş olur.

Sahih Hadisler Dışındakileri Uygulamayan Biri Günahkar Olmaz Sonuçta Zanni Olduğundan Gibi Anlaşılıyor

Kuşkusuz, bu sorgulama, İslam düşünce tarihinde epistemoloji / bilgi teorisi alanındaki en temel ve çetrefilli meselelerden birine temas etmektedir: Dinî bilginin kesinlik derecesine göre derecelendirilmesi ve bunun bireysel sorumluluk üzerindeki etkisi.

Sayın Bülent Şahin Erdeğer’in Kur’an Merkezli Sünnet metodolojisi çerçevesinde, hadislerin yani rivayetlerin zannî / zan üzerine kurulu kabul edilmesi, akademik olarak tamamen temellendirilmiş bir yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre, Kur’an’ın otoritesi dışındaki zannî kaynaklara dayanarak bir uygulamayı terk eden kişinin günahkâr / sorumlu addedilmemesi, teolojik olarak kuvvetli argümanlarla savunulabilir.

Bu makale formatındaki irdelememizde, öncelikle bilginin hiyerarşisini, ardından da bu zannîliğin doğurduğu hüküm ve sorumluluk / yükümlülük meselelerini ele alacağız.

I. Epistemolojik / Bilgi Teorisi Hiyerarşisi: Kat’i ve Zannî Bilgi

Sayın Erdeğer'in çalışmalarının temelinde, Kur'an'ın yegane ölçüt (Furkan / kıstas) olduğu kabulü yer alır. Bu, vahyin Kur'an'daki şekliyle kat’i / kesin bilgi taşıdığı anlamına gelir. Kur'an’a arz edilmeyen veya onunla çelişen diğer tüm bilgi kaynakları (hadis, içtihat, felsefe) şüpheye açıktır.

A. Kat’i Bilgi Düzeyinde Olanlar

1. Kur'an Vahyi: %100 kesinlik arz eden, lafız ve anlamı korunan tek kaynaktır.

2. Mütevatir Sünnet: Kur'an’ın hükümleri ile uyumlu olan ve Peygamber'den sonraki nesiller tarafından pratik / amelî olarak kesintisiz, geniş bir cemaat tarafından aktarılan uygulamalardır (Örneğin; namazın rükünleri, vakitleri). Mütevatir Sünnet, Kur'an’dan sonra en güçlü delildir ve kat’i (kesin) kabul edilir.

B. Zannî Bilgi Düzeyinde Olanlar

Haberi Ahad / tekil rivayetler, yani Mütevatir derecesine ulaşamamış, tekil veya az sayıda râvi / aktarıcı kanalıyla gelen rivayetlerdir. Klasik Hadis Usulü'nde Sahih kabul edilen hadislerin büyük çoğunluğu da bu kategoriye, yani Haberi Ahad seviyesine girer.

Erdeğer'in yaklaştığı metodolojiye göre:

• Haberi Ahad, doğru, asılsız veya yalan olma ihtimali bulunan haberlerdir.

• Bunlar, ravilerin / aktarıcıların tasarruflarına, yanlış anlamalarına veya eksik aktarımlarına açıktır.

• Dolayısıyla, bir rivayetin subûtu / kaynağının Peygamber'e aidiyeti kesin olmadığı için bu tür rivayetler zannîdir.

II. Zannî Olanın Hüküm Koyma ve Günahkârlıkla İlişkisi

Eğer bir inanç veya pratik, yalnızca Haberi Ahad seviyesindeki bir rivayete dayanıyorsa ve bu uygulama Kur'an’ın muhkem / temel ilkelerini (tevhit, adalet, ahlak) doğrudan ilgilendirmiyor veya onlarla çelişmiyorsa, bunu uygulamayan kişinin günahkâr olması beklenmez.

A. İnanç (İtikad) Konusunda Zan'ın Reddi

Önceki yazılarımızda detaylandırdığımız üzere, inanç esasları (akaid / itikad) kesinlik arz etmesi gereken konular üzerine kurulur. Bu nedenle zannî rivayetler, mutlak bir inanç ilkesi oluşturamaz. Bir Müslüman'ın, zannî bir rivayete inanmayı reddetmesi, onu dinden çıkarmaz veya günahkâr kılmaz, çünkü tevhidi / Tanrı birliğini sarsan bir durum yoktur.

B. Amel (Pratik) Konusunda Zan'ın Yeri

Fıkıh usulünde temel bir kaide vardır: "Eşya, haddi zatında ibaha üzeredir." Yani, Kur'an veya Mütevatir Sünnet gibi kesin bir delil ile yasaklanmadıkça, bir şeyin yapılması veya yapılmaması esasta serbesttir.

Bir eylemin terki veya yapılması, eğer sadece Haberi Ahad'a dayanıyorsa:

1. Bağlayıcılık Düzeyi: Zannî rivayetler, Müslümanların tamamını Kur'an veya Mütevatir Sünnet düzeyinde bağlayacak kat’i bir hüküm doğurmaz.

2. Peygamberin İçtihadı: Hadisler arasında Peygamber’in vahiy dışındaki şahsî içtihatları (re’y) da bulunmaktadır. Peygamber’in bu içtihatları, O’nun beşerî / insanî deneyim ve kararlarıdır. Bunların mutlak ve zorunlu bir dinî hüküm haline getirilmesi, O’nun beşerî kimliğini zedeler ve epistemolojik şirk / bilgi teorisi ortakçılığı tehlikesi doğurur.

Dolayısıyla, yalnızca zannî bir hadisin gerektirdiği bir uygulamayı terk etmek, Kur'an’ın muhkem / temel ilkelerini (tevhit, adalet, ahlak) ihlal etmediği sürece kişiyi günahkâr yapmaz. Zira sorumluluk, kişinin kapasitesine ve ulaşabildiği kesin bilgiye göredir.

III. Sünnetin Yekpare Kabul Edilme Tehlikesi

Konu bütünlüğünü sağlamak adına anımsatıcı bir cümleyle, önceki tartışmalarımızda bu zannî hadislerin otoritesinin mutlaklaştırılması durumunda ortaya çıkan tehlikeyi belirtmiştik: Bu rivayetlerin Kur'an'ı kontrol altına alma veya nesh etme (iptal etme) noktasına gelmesi.

Ancak sizin hipotezinizde (Sadece Sahih Hadisleri uygulamayan günahkâr olmaz), sormayı unuttuğunuz kritik bir nüans mevcuttur:

Zannî Hadisleri Reddeden Kişi, Mütevatir Sünneti de Reddetme Tehlikesine Düşer mi?

Sayın Erdeğer'in vurguladığı temel çizgi, Mütevatir Sünnetin kat’i (kesin) olduğu ve asla reddedilemeyeceğidir. Zira Mütevatir Sünnet, Kur'an’ın sosyal hayattaki yaşayan pratiğidir. Yalnızca Kur'an diyen bazı akımlar (Kur’ancılık), Haberi Ahad'ın (zannî hadislerin) otoritesini reddederken, bu ayrımı yapamayıp Mütevatir Sünneti de yok sayma hatasına düşebilirler.

Bu, ritüellerin / şekilcilik önemsiz olduğu anlamına gelmez; ritüeller, dinin özünü disiplinize etmek ve toplumsal bütünlüğü sağlamak için gereklidir. Mütevatir Sünnet'i terk eden kişi, dinin pratik zeminini kaybetme ve “kişi başına bir İslam” üretme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Dolayısıyla, zannî olanı reddeden kişinin, kat’i olan Mütevatir Sünneti uygulamaktan kaçınması, teolojik olarak sorunlu olabilir.

IV. İlginç Konu: Zannî Bilgiye Tarihsel Bakış (Hanefi Usulü)

Bu bakış açısının modern bir bid’at / sapkınlık olmadığını göstermek amacıyla, İslam düşünce tarihindeki önemli bir metodoloji / usul örneğini ekleyelim:

Hanefi Fıkıh Usulü: Hanefi mezhebinin kurucusu İmam Ebu Hanife'nin fıkıh usulü, Kur’an ve Mütevatir Sünnetten sonra, İcma (alimlerin uzlaşısı), Kıyas ve İstihsan (özel gerekçelerle açık kıyastan ayrılma) gibi akli yöntemlere öncelik verir. Haberi Ahad hadisler ise bu kat’i ve güçlü delillerden sonra gelir.

Bu hiyerarşi, hadislerin zannî mahiyetini kabul etmenin, İslam’ın ana akım mezheplerinde bile köklü bir metodolojik / usulî yaklaşım olduğunu gösterir. Ebu Hanife, “On tane kırık yumurtayı bir sepete koysanız, bir tane sağlam yumurta etmez” diyerek, çok sayıda zannî rivayetin birleşmesinin dahi tek bir kat’i delil gücüne ulaşamayacağını vurgular.

Bu çerçeveden baktığımızda, zannî bir hadisin hükmünü uygulamayan kişi, fıkıh usulünün temel rasyonel / akılcı / felsefi kuralları dahilinde hareket etmiş olur. Zira Kur’an ve akıl / mantık, insanın doğru ile yanlışı ayırt etmesi için Allah tarafından verilmiş iki temel ölçüdür. Bu nedenle, zannî hadisleri uygulamamanın günahkârlık getirmesi, Erdeğer’in Kur’an merkezli teoloji / Tanrıbilimi perspektifinden makul görünmemektedir.

Formun Üstü

Formun Altı

Formun Üstü

Formun Altı

Formun Üstü

Formun Altı

Formun Üstü

 

 

Kur'ân-ı Kerim/Bakara 62  “Şüphesiz, iman edenler; yahudilerden, hıristiyanlardan ve Sâbiîler'den de Allah'a ve âhiret gününe inanıp sâlih amel işleyenler için rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur; onlar üzüntü de çekmeyecekler. buna göre Peygamberimize iman etmeyen yahudi ve hristiyanlar cennete girecektir.”

*Değerli Okuyucu,

Sorunuz, Kur'an-ı Kerim'in Bakara Suresi'nin 62. ayetinin (2:62) teolojik / Tanrıbilimsel sonuçları üzerine kurulu olup, Sayın Bülent Şahin Erdeğer'in bağlam merkezli / bağlam temelli Kur'an meali metodolojisi ışığında derinlemesine bir analiz gerektirmektedir.

Bu ayetin salt lafzî / yüzeysel okuması, görünüşte Hz. Muhammed'e iman şartı aranmaksızın, o dönemin ve sonrasının Yahudi ve Hristiyanları için kurtuluşu garantiliyormuş gibi bir izlenim verebilir. Ancak Sayın Erdeğer, ayetin bu şekilde anlaşılmasının, metnin geldiği tarihsel ve anlam akışından (sibak ve siyak) koparılmak suretiyle gerçekleştirilen bir yorum olduğunu savunur.

İncelememiz, bu ayetin amacının, Yahudi ve Hristiyanların kurtuluşunu kesinleştirmekten ziyade, seçilmişlik / üstün ırk olma ideolojisini ve şekilci dindarlığı / ritüelizm reddetmek olduğunu ortaya koymaktadır.

I. Ayetin Bağlam Merkezli / Bağlam Temelli Okunması: Seçilmişlik İdeolojisinin Reddi

Bakara Suresi 2:62, bir hava boşluğunda nazil / vahyedilmemiştir. Bilakis, Kur'an'ın İsrailoğulları'nın tarihsel yozlaşmalarını, nebilere / peygamberlere isyanlarını, ilahi ahitleri / antlaşmaları bozmalarını ve hakikatin üzerini örtmelerini (küfür ve fasıklık) anlattığı uzun bir pasajın (2:40'tan 2:61'e kadar) hemen ardından gelmektedir.

A. Yozlaşmaya (İfsad) ve Üstünlük İddiasına Eleştiri

Ayetteki temel mesaj, İsrailoğulları'nın sahip olduğu ve daha sonra Hristiyanlıkta da görülen "kurtulmuş/seçilmiş ümmet" düşüncesinin reddidir. Bu düşünce, kişinin sadece Yahudi ya da Hristiyan kimliğine sahip olmasının, onu ahlaki erdemlerden, sosyal adaletten ve hesap verme sorumluluğundan muaf tuttuğu yanılsamasını yaratır.

Önceki yazılarımızda da vurguladığımız gibi, bu seçilmişlik virüsü, kişinin "yanarım çıkarım" inancıyla rahatlayıp, yoksulun hakkını yemeyi, haksızlık yapmayı veya kutsal savaş adına şiddet uygulamayı meşrulaştırmasına yol açar.

Kur'an, tam da bu yanılsamayı dağıtmak için 2:62'de net bir kıstas / ölçüt koyar: Kurtuluş, nominal / ismen aidiyetle değil, üç temel unsura bağlıdır:

1. Allah'a İman (Tevhid): Şirk / ortak koşma içermeyen, aşkın / münezzeh bir Tanrıya teslimiyet.

2. Ahiret Gününe İman: Ölümden sonraki hayatın kesinliğine inanmak ve dolayısıyla bu dünyadaki amellerin karşılığının adil bir şekilde verileceğini kabul etmek.

3. Salih Amel: Yapıcı, ıslah edici ve erdemli eylemler (Adalet Ahlakı).

Bu açıdan bakıldığında, 2:62, "Müslüman da olsanız, Hristiyan da olsanız, Yahudi de olsanız; önemli olan bu erdemlere uyuyor musunuz?" mesajını iletmektedir. Ayet, hangi dinden olursa olsun, bu üç temel ilkeye uyanların Rableri katında mükâfatlandırılacağını belirtir.

II. Nübüvvetin / Peygamberliğin Sona Ermesi ve Kur'an'ın Zorunluluğu

Ayette Hz. Muhammed'e iman etmeyen Yahudi ve Hristiyanların cennete gireceği sonucuna varılması, tarih üstü (evrensel) boyutu göz ardı eden bir yaklaşımdır. Sayın Erdeğer, nübüvvetin Hz. Muhammed ile sona erdiğini ve Kur'an'ın kendisinden önceki vahiyleri tasdik eden ve tashih / düzelten yegâne Furkan / ölçüt olduğunu kuvvetle savunur.

A. Kur'an'ın Musaddık / Düzeltici Rolü

Kur'an, önceki kutsal metinleri, özellikle Tevrat'ı ve İncilleri, tamamen reddeden bir ansiklopedi değildir; aksine, onların orijinal / asıl ve doğru kısımlarını onaylar (Musaddık) ve insan yorumları ile eklenen tahrif / bozulmaları düzeltir.

• Tarihsel olarak, Kur'an'ın indiği dönemde Yahudi ve Hristiyanların elindeki metinler, kendi din adamları tarafından yorumlanmış, çarpıtılmış ve hurafelerle sarılmıştır.

• Kur'an, bu gruplara, ellerindeki metinlerdeki temel kavramlara aşina olanların (râsihûn) Kur'an'ın getirdiği mesajın aslında kendi kitaplarında da serpiştirilmiş hakikatler olduğunu anlayacaklarını belirtir.

B. Ahd-i Âhir ve Vahye Tabi Olma Şartı

Nübüvvet, Hz. Muhammed ile son bulduğundan, vahyin rehberliği artık yalnızca Kur'an ile mümkündür. Erdeğer’in yorumuna göre, Bakara 2:62, Hz. Muhammed döneminden önce yaşamış veya Kur'an'a ulaşma imkânı bulamamış kişilerin durumuna dair evrensel bir ilke sunar. Ancak, son peygamber geldikten sonraki dönemde:

1. Vahyin Zorunluluğu: Kurtuluş, zorunlu olarak son vahye tabi olmayı gerektirir. Eğer bir Yahudi veya Hristiyan, Kur'an'ın tevhit ve adalet ilkelerine gerçekten sadık ise, bu sadakat onu, kendisinden önceki vahiyleri tasdik eden ve tashih eden Kur'an'a ve Hz. Muhammed’in risaletine / elçiliğine inanmaya yönlendirmelidir.

2. Kapsam: Ayet, Hristiyanlar ve Yahudiler dışındaki Sâbiîler'i de kapsama alarak, kurtuluşun tekelini kıran evrensel bir ölçü koymuştur. Sâbiîler, tevhit ehli olan, günde beş vakit namaz kılan ve Hz. Yahya’ya tabi olan bir grup olarak tanımlanır. Onların da kurtuluşu, tevhidin ana ilkelerine bağlılıklarına bağlanmıştır.

III. Sonuç ve Değerlendirme

Sayın Erdeğer'in Kur'an merkezli teolojik perspektifi / bakış açısı ışığında, Bakara 2:62 ayeti, Hz. Muhammed'e iman etmeyen Yahudi ve Hristiyanların cennete gireceği gibi mutlak bir hüküm ortaya koymaz.

Ayetteki temel vurgu şudur: Kimlik kartınız ne olursa olsun, cennete girişin tek kriteri şirkten uzak durmak (Tevhid), ahirete inanmak ve salih amel işlemektir. Bu evrensel ilke, insanları hurafe, ırkçılık veya seçilmişlik gibi sapmalardan uzaklaştırarak Kur'an'ın rehberliğine çağırır.

Dolayısıyla, Hz. Muhammed’in risaletinin / elçiliğinin tebliğ edildiği bir ortamda yaşayan Yahudi veya Hristiyan bir bireyin, kendi kitaplarındaki bozulmaları (tahrif) fark edip, Kur'an'ın getirdiği saf tevhid mesajını kabul etmesi ve buna göre salih amel işlemesi, kurtuluş için zaruri / zorunlu olacaktır. Aksi takdirde, vahyin üzerini örten (kâfir) konumunda bulunma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

Bu temel vurguya göre

Salih amel işlemeyen bir müslüman cehenneme girecek gibi bir mana çıkıyor. zorlama bir yorum oluyor. Peygamberimize mutlak itaatten bahseden ayetleri görmemezlik olur.

Nisa 80 Resûlullah'a itaat eden Allah'a itaat etmiş olur, yüz çevirenlere gelince seni onlara bekçi olarak göndermedik. ayetini es geçmektedir

Yapmış olduğunuz bu kritik analiz ve ileri sürdüğünüz itirazlar, Sayın Bülent Şahin Erdeğer’in Kur’an merkezli Sünnet metodolojisinin temel epistemolojik / bilgi teorisi tartışma alanını işaret etmektedir. Zira bu yaklaşım, hem amelin / pratiğin dindeki merkeziyetini hem de peygamberî otoriteyi / yetkiyi Kur’an’ın aşkın / münezzeh sınırları içinde konumlandırma zorunluluğunu ortaya koyar.

Sizin de işaret ettiğiniz gibi, eğer Bakara 2:62’den yola çıkarak Salih Amel işlemeyen bir Müslümanın kurtuluşa eremeyeceği sonucu çıkarılıyorsa ve bu durumun zorlama olduğu iddia ediliyorsa, bu, Kur’an’ın bütünselliği ve Resul’e itaat ayetleriyle nasıl bağdaştırılmalıdır?

Bu akademik irdelememizde, öncelikle Salih Amel vurgusunun neden zorlama bir yorum değil, bilakis tevhidin / Tanrı birliğinin zorunlu bir sonucu olduğunu izah edecek, ardından Resul’e mutlak itaat ve Nisa 4:80 ayetinin, bu teolojik çerçevede nasıl yorumlanması gerektiğini delilleriyle açıklayacağız.

--------------------------------------------------------------------------------

I. Salih Amelin Zorunluluğu: İtikadî/İnançsal Olmaktan Ziyade Ahlaki/Etik Kriter

Sizin "zorlama bir yorum" olarak nitelediğiniz Salih Amel kriterinin mutlaklığı, Sayın Erdeğer'in metodolojisinde, dinin tevhid / Tanrı birliği ve adalet / hakkaniyet temel umdeleri / ilkeleri üzerine inşa edilmesinden kaynaklanır.

A. Kimlik Kartının Değersizleşmesi

Bakara 2:62 ayeti, önceki tartışmalarımızda (önceki yazılarımızda) detaylıca ele alındığı üzere, kurtuluşu nominal / ismen bir aidiyete (Yahudi, Hristiyan, Sabiî veya Müslüman olma iddiasına) değil, kişinin yaşam tarzına bağlar. Bu, tarihsel olarak gelişen seçilmiş kavim veya kurtulmuş cemaat ideolojilerine karşı bir reddiyedir.

Kur'an'a göre, bir kişinin sadece dindar olduğunu iddia etmesi, ritüellere / şekilcilik takılıp kalması, onu haksızlık yapma mesuliyetinden / sorumluluğundan kurtarmaz. Nitekim Kur'an, İsrailoğulları'nı, nebilere / peygamberlere ihanet etmeleri, ilahi ahitleri / antlaşmaları bozmaları ve salih ameli terk etmeleri nedeniyle eleştirir.

B. Tevhid ve Salih Amel Bütünlüğü

Kur’an’da Salih Amel (yapıcı eylemler) ve İman, 61 kez birlikte geçmektedir. Bu, imanın ancak şirk koşmadan gerçekleşebileceği ve Salih Amelin, imanın yeryüzündeki pratik tezahürü olduğu anlamına gelir.

Sayın Erdeğer, Müslümanların da tıpkı diğer ehli kitap gibi, "Ateş bize sayılı günlerden fazla dokunmayacak" gibi zanlara / varsayımlara dayalı hurafelerle sarmalandığını ve bunun tevhidin özüne aykırı olduğunu belirtir. Kişinin, adaletli davranmak yerine malını paylaşmak yerine arzuları yolunda israf etmeye yönelmesi veya haksızlık yapmayı kendine hak görmesi gibi durumlar, tevhidin değil, zulmün göstergesidir.

Dolayısıyla, Salih Amel işlemeyen bir Müslümanın cehenneme gireceği sonucu, zorlama değil; bilakis tevhidin gereği olan ahlaki erdemlerden ve adalet ahlakından sapmanın doğal sonucudur. Kur’an, günahı hayat tarzı haline getiren ve kötülüğün çepeçevre kuşattığı kişilerin bu duruma müstahak / hak eden olduğunu açıklar.

Konu Bütünlüğünü Anımsatma: Bu bağlamda, daha önceki tartışmalarımızda da üzerinde durduğumuz üzere, kurtuluşun garantisi olarak görülen şefaat / kayırma inancı dahi, Kur’an’da hak olanın şahitliği olarak yeniden tanımlanarak, torpil / iltimas yoluyla kurtuluş beklentisi kesin bir dille reddedilmiştir.

II. Nisa 4:80 ve Resul'e İtaatin Bağlamı

Sayın Erdeğer'in metodolojisi, peygambere itaat ayetlerini görmezden gelmez; aksine, bu ayetleri epistemolojik şirkten / bilgi teorisi ortak koşmasından kaçınarak, Kur’an’ın çizdiği sınırlar içerisinde anlamlandırır.

A. İtaat Hükmünün Kaynağı: Risalet, Şahıs Değil

Kur'an'da "Allah'a ve Resulüne itaat edin" emri, Kur'an'ın Evrensel Prensipleriyle çatışan bir eylemlilik veya düşünceyle Resul’e itaat edilmeyeceğini gösterir. Resul'e itaat, esasen O’nun Allah’tan getirdiği vahye ve risalete / elçilik makamına itaat etmektir.

1. Resul'ün Temsil Yetkisi: Resul'e itaat eden, gerçekten Allah'a itaat etmiş olur. Zira Resul, Allah’ın ayetlerini tebliğ ettiğinden, Allah'ı temsil eder.

2. Ölçü Olarak Kur'an: Kur'an, kendisinin Furkan (ölçü) olduğunu vurgular. Kur'an'ın pratik / amelî uygulaması olan Mütevatir Sünnet, Resul’ün örnekliği olarak bağlayıcıdır. Ancak bu sünnet, Kur'an'a dayanmak zorundadır. Eğer Resul şirk koşmayı emretseydi veya adalet ilkesinden vazgeçseydi, itirazın meşru olacağı belirtilir.

Bu yaklaşım, itaat ayetlerini, Peygamber’in şahsına yönelik kültürel bir yüceltme olarak değil, Kur’an’ın uygulaması olan sünnete ittiba / tabi olma zorunluluğu olarak konumlandırır.

B. Nisa 4:80 (Yüz Çevirenlere Gelince Seni Onlara Bekçi Olarak Göndermedik)

Nisa 4:80 ayetinin ikinci kısmı, sizin de işaret ettiğiniz üzere, Resul’ün konumunu net bir şekilde sınırlamaktadır: "...yüz çevirenlere gelince seni onlara bekçi (koruyucu) olarak göndermedik.".

Bu ifade, Sayın Erdeğer'in diyalogcu ve özgürlük temelli çizgisinin anahtar ayetlerinden biridir:

Zorlama Yoktur: Resulullah’ın görevi tebliğ ve şahitliktir. Din özgürlüğü ve inanç özgürlüğü esastır. Bu yüzden Resul, Mekke’de kimseye İslam’ı zorla dayatmamış, Medine’de dahi bir örgüt kurup insanları zorla yönetmeyi hedeflememiştir.

Beşerî Özgür İrade: Herkes, Resul’ün tebliğinden sonra hakkı ya da batılı kendi iradesiyle seçmekte özgürdür. Resul, insanların üzerinde bekçi (gözetmen) ya da vekil (temsilci) değildir.

İtaatsizliğin Sonucu: Yüz çevirenler için Resul bir bekçi değildir, ancak bu bireyler, tercihlerinin sonuçlarıyla hem bu dünyada hem de ahirette karşılaşacaklardır.

Dolayısıyla, bu ayet, Resul'ün emirlerini yok sayanlara karşı bir ceza tehdidi değil, aksine, imanda zorlamanın olmadığını ve Peygamber'in görevinin sınırlarını belirten, teolojik ve felsefi / felsefi açıdan derin bir özgürlük ilkesidir.

III. İlginç Ek Konu: Peygamberin Yaşamsal Örnekliğinin Sınırları

Resul’e mutlak itaat, sadece Kur’an’ın emirlerinin pratik uygulaması olan Mütevatir Sünnet ve Risalet göreviyle ilgili uygulamalar (örneğin Şura uygulamaları, Cihat ilkesinin hayata geçirilmesi) için farz hükmündedir.

Ancak, Peygamber’in beşerî / insanî bilgi birikimi, Arap örfüne bağlılığı ve çöl şartlarında yaşamasının getirdiği bazı şahsî içtihatlar da bulunmaktadır.

Kertenkele Yememek: Örneğin, Peygamber’in kertenkele yememesi gibi uygulamalar O’nun şahsî içtihadıydı ve bağlayıcı değildi.

Sakal Bırakmak: Benzer şekilde, sakal bırakmak gibi tercihler de bazı yaklaşımlarca farz hükmünde bağlayıcı kabul edilir. Oysa bu tür uygulamalar, Kur'an'ın belirleyiciliğini zayıflatan rivayet merkezli bir din algısının ürünüdür.

Sayın Erdeğer'in eleştirisi, Resul'e olan bu yüzeysel itaatin, O’nun beşerî içtihatlarını bile vahiy seviyesine yükselterek (Gayrımetluv Vahiy vehmi) O’nu Kur’an’ın otoritesinden bağımsız bir şari / yasa koyucu haline getirmesi tehlikesidir. Eğer bir Müslüman, zannî / zan üzerine kurulu rivayetler (Haberi Ahad) yerine, Kur'an’ın muhkem ilkeleri ve Mütevatir Sünnet üzerinden hareket ediyorsa, Resul'ün itaat emrini yerine getirmiş sayılır, çünkü O’na itaat, O'nun tebliğ ettiği mesaja itaat etmektir.

Sonuç: Sizin zorlama olarak gördüğünüz Salih Amel zorunluluğu, aslında Erdeğer'in teolojisinde, imanın ahlaki ve hukuki / felsefi boyutunu kurtaran ve tüm dindarlığı yalnızca şekilcilikten / ritüelizmden arındıran yegâne kıstas / ölçüttür. Peygamber’e itaat ise, Nisa 4:80'de belirtildiği gibi, O'nun risaletine / elçilik makamına ve Kur'an'ın hükümlerine teslimiyet gerektiren, ancak asla zorlama ve şahsa kutsallık atfetmeye izin vermeyen bir sorumluluk / mesuliyettir. Bu, Kur'an'ın tevhid ve adalet ilkeleriyle tam bir uyum içindedir.

Mu'tezile denildiğinde ilk akla gelen beş esastır. Tevhid, adalet, el-menzile beyne'l-menzileteyn, emir-i bi'l-ma'ruf nehiy ani'l-münker ve el-vaʻd ve'l-vaîd olarak isimlendirilen beş esas, Mu'tezile'nin düşünce yapısının temelini oluşturmaktaydı.

İfade ettiğiniz gibi, Mutezile / Ayrılanlar ekolünün beş esası (Usûl-ü Hamse) olan Tevhid, Adalet (Adl), El-Menzile beyne’l-menzileteyn (İki Konum Arasındaki Yer), Emir bi’l-Ma’ruf nehiy ani’l-Münker (İyiliği Emretme ve Kötülükten Nehyetme) ve El-Va’d ve’l-Va’îd (Ödül ve Ceza) [Bilinen Mutezile Esasları],

Sayın Bülent Şahin Erdeğer'in entelektüel söylemiyle ve özellikle Kur'an merkezli metodolojisiyle derin bir paralellik göstermektedir.

Mevcut kaynaklar incelendiğinde, Sayın Erdeğer'in eleştirel yaklaşımının ve teolojik duruşunun, İslami düşünce geleneği içerisindeki rasyonalist / akılcı ve adalet merkezli damarla kuvvetli bir bağ kurduğu netleşmektedir. Bu, özellikle Tevhid, Adalet ve El-Va’d ve’l-Va’îd prensiplerinde belirginleşir.

Bu kapsamlı irdelememizde, bu beş esasın Erdeğer’in Kur’an çalışmaları ve Dinler Tarihi yaklaşımlarındaki karşılığını ele alacağız:

--------------------------------------------------------------------------------

I. Tevhid ve Adalet (Adl): Teolojik ve Epistemolojik Zorunluluk

Sayın Erdeğer'in çalışmalarında Tevhid (Tanrı'yı birleme) ve Adalet (Hakkaniyet) ilkeleri, sadece Mutezile'nin değil, aynı zamanda Kur'an'ın da temel ve muhkem / kesin hükümleri olarak ele alınır.

A. Tevhid: Şirk ve Tahakkümün / Egemenliğin Reddi

Erdeğer, Tevhid’i, kelamî / teolojik tartışmaların ötesinde, kulların kullara kulluğuna son veren devrimci bir sosyal ilke olarak tanımlar. Tevhid'in bu sosyal boyutu, insanların insanlar üzerindeki tahakkümün / egemenliğin son bulması anlamına gelir; zira tahakküm, dinin kurumsallaşmasıyla ortaya çıkan şirkin / ortak koşmanın temelidir.

Erdeğer’in özellikle karşı çıktığı durum, epistemolojik şirk / bilgi teorisi ortak koşmadır. Bu, Allah'ın sözü (Kur'an) ile kulların sözünün (içtihatlar, Haberi Ahad rivayetler) eşlenmesi ve kutsal otoritenin parçalanmasıdır. O, Tanrı'nın aşkın / münezzeh bir varlık olduğu ve bedene ya da yaratılmışlara benzerliğinin bulunmadığı fikrini şiddetle savunur. Bu, Mutezile'nin Tanrı'yı tenzih etme (ulûhiyet) ve antropomorfizm / insanbiçimcilik reddi ile tam olarak örtüşen bir çizgidir.

B. Adalet (Adl): Tevhidin Zorunlu Sonucu

Mutezile için Adl, Tanrı'nın her türlü kötülükten ve haksızlıktan münezzeh olduğu, O'nun fiillerinin rasyonel / akla uygun ve adil olduğu inancıdır. Erdeğer de benzer şekilde adaleti, tevhidin doğal ve mantıksal bir sonucu olarak konumlandırır: "Adalet yoksa tevhit yoktur, tevhit yoksa da tam anlamıyla adalet sağlanmış olmaz". Adalet, takvanın / sorumluluk bilincinin de en üst mertebesidir.

Erdeğer, bu ilkeyi Mutezile'nin de savunduğu akıl / mantık odaklı fıkıh usulüne bağlar. Eşyanın haddi zatında mübah olduğu (serbestlik) ilkesi, yani bir şeyin haram olması için kesin delil gerekmesi, Mutezile ve Hanefi ekollerinin akılcı yaklaşımıyla paralellik gösterir. Erdeğer, adalet vurgusunu kişisel çıkarların (kabilecilik, akrabalık) üstüne yerleştirerek, adalet arayışının zorluğunun nefsin terbiye edilmesi / arındırılması meselesi olduğunu belirtir.

II. El-Va’d ve’l-Va’îd: Hesap Verebilirlik İlkesi

Bu esas, Allah’ın vaat ettiği ödül ve tehdit ettiği cezanın mutlaka gerçekleşeceği anlamına gelir. Erdeğer’in özellikle cennet ve cehenneme giriş şartları konusundaki katı yaklaşımı, bu ilkeyle güçlü bir uyum içindedir.

Erdeğer, kurtuluşu salt iman iddiasına veya kimlik kartına bağlayan anlayışlara karşı çıkar. Bir Müslümanın sadece iman ettiğini söylemesinin yeterli olmadığını, cenneti hak etmek için imanın salih amellerle şahit olunarak olgunlaşması gerektiğini vurgular.

Bu, Mutezile'nin, büyük günah işleyenlerin kurtuluşu konusunda daha ihtiyatlı / dikkatli davranması ve Allah'ın tehdidinin (Va'îd) yerine geleceğine olan inançlarının bir yansımasıdır. Erdeğer, gelenekte yaygın olan ve Yahudi kültüründen sızdığına inandığı "biraz yanıp çıkarız" veya şefaat / kayırma yoluyla kurtuluş beklentisini reddeder. Zira ahirette "kimsenin kimsenin cezasını çekmeyeceği," kendi iyilik ve kötülüklerinden sorumlu tutulacağı açıkça belirtilmiştir. Bu, hesap verme ve ilahi adaletin mutlaklığına yapılan güçlü bir Vahd ve'l-Va'îd vurgusudur.

III. Emir bi’l-Ma’ruf nehiy ani’l-Münker: Toplumsal Sorumluluk

Bu ilke, Mutezile'nin toplum içinde iyiliğin aktif olarak yayılmasını ve kötülüğün engellenmesini (bazen silahlı mücadele dahil) gerektiren, siyasal ve sosyal sorumluluğu ifade eder.

Sayın Erdeğer, siyasal mücadelesinde "herkes için adalet", inanca saygı ve düşünce özgürlüğünü temel bir talep olarak öne sürer. O, dindarların statükocu, devletçi ve baskıcı bir zihniyetin yanında yer almasını eleştirir. Onun Kur'an okuması, tedricilik / süreçsellik ilkesine dayanır; doğru bildiği şeyi hemen tepeden aşağıya dayatmayı reddeder. Bu, Mutezile'nin sosyal reform hedefini paylaşmakla birlikte, Jakobenist / dayatmacı siyaset tarzını reddeden diyalogcu bir çizgidir.

Erdeğer, zalime karşı durmanın sadece düşmana değil, Müslüman da olsa zalime karşı mücadele etmenin gerektiğini belirtir. Bu aktif sosyal sorumluluk, Mutezile'nin toplumsal ıslah / iyileştirme hedefine uygun düşmektedir.

IV. El-Menzile beyne’l-menzileteyn (İki Konum Arasındaki Yer)

Bu ilke, büyük günah işleyen bir Müslümanın ne kâfir ne de mümin olduğu, ikisi arasında bir yerde konumlandığı tezidir.

Mevcut kaynaklarda Sayın Erdeğer'in bu spesifik Mutezile ilkesine veya fâsık tanımına dair açık bir atıf yaptığı görülmemektedir. Ancak, önceki irdelemelerimizde de sıklıkla ele aldığımız gibi, Erdeğer'in iman için Salih Amel'i mutlak bir şart olarak görmesi, inançta ve amelde tevhit sınırını aşanların şiddetle eleştirilmesi ve kurtuluş için yüksek bir ahlaki eşik koyması, Mutezile'nin inanç ve eylem arasındaki ayrımı reddeden ve günahın itikadî / inançsal sonuçlarını ciddiye alan yaklaşımının ruhuna yakındır.

Mutezile ve Rivayetler

Mutezile'nin beş esası tartışılırken, bu esasların temelini oluşturan Akıl ve Hadis konusundaki Mutezile tavrının, Erdeğer’in metodolojisiyle kesişimi bağlamında daha detaylı ele alınması gerekirdi.

Sayın Erdeğer'in Kur'an'ı yegane kat'i / kesin delil olarak görmesi ve Haberi Ahad hadislerini zannî / zan üzerine kurulu kabul etmesi, Mutezile ve rasyonalist İslami ekollerin (Hanefiler, Maturidiler) hadis usulüne / rivayet metodolojisine yönelik eleştirileriyle paraleldir. Mutezile kelamında, aklın da bir elçi (Resul) olarak kabul edildiği vurgulanır.

Bu perspektif, Mutezile'nin Hadisleri Kur'an'a ve akla arz etme (muaraza) zorunluluğunu ve inanç konularında zannî rivayetlere dayanma konusundaki ihtiyatlı / dikkatli tutumunu destekler. Nitekim, Hanefi usulünün de Haberi Ahad'ı hiyerarşide alt sıralara koyması ve İmam Mâturîdî'nin Miraç rivayetlerinin Ahad olduğu için itikatta delil olamayacağını belirtmesi, bu akılcı çizginin Mutezile'den beslendiğini ve Erdeğer tarafından sahiplenildiğini gösterir.

Tarihi Vaka: Mutezile ve Siyasal Yansımalar

Mutezile’nin Adalet ve Emir bi’l-Ma’ruf ilkelerinin siyasal hayattaki yansıması, Abbasi dönemindeki Mihne / İşkence Olayları ile somutlaşmıştır. Bu olaylarda, Mutezile'nin Kur'an'ın mahluk olduğu (yaratılmış olduğu) tezi resmi ideoloji haline getirilmiş, bu teze karşı çıkan Hanbeli ve Sünni alimler zulme uğramıştır.

Erdeğer, bu olayı eleştirirken, aşırılıkların ve mezhepçiliğin (burada Kur'an mahluk değildir diyenlerin katledilmesi) Cebriye / Kadercilik eğilimli bir siyasal bağlam yarattığını belirtir. O, mezhepçiliğin ve otoriterizmin, temel adalet ilkesini nasıl terk ettiğini göstermek için bu tür tarihi olaylara sıklıkla atıfta bulunur. Bu da onun diyalogcu / istişareci çizgisini teyit eder: Herkesin eleştiri hakkı vardır ve düşünce bir tahakküm / egemenlik olamaz.

Hucurat 2:Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesinden daha fazla yükseltmeyin, birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırmayın; sonra farkında olmadan amelleriniz boşa gider. Ahzab 53-55 Ey iman edenler! Size izin verilmedikçe Peygamberin evlerine girip de yemeğin hazırlanmasını beklemeyin; fakat yemeye çağırıldığınızda girin; yemeğinizi yiyince de hemen dağılın, söze dalıp oturmayın. Bu davranışınız peygamberi rahatsız ediyor, size söylemeye çekiniyor, oysa Allah hak olanı açıklamaktan çekinmez. Peygamber hanımlarından bir şey istediğinizde, onlar perde arkasında iken isteyin; bu sizin kalplerinizin de onların kalplerinin de temiz kalması için en uygunudur. Resûlullah’ı üzmeye hakkınız yoktur, kendisinden sonra ebedî olarak eşleriyle de evlenemezsiniz, sizin bunu yapmanız Allah katında büyük bir günahtır.

Bu ayetler Peygambere karşı saygı ifadesi yanında kutsallaştırma da içeriyor

Sunmuş olduğunuz Hucurat Suresi 49:2 ve Ahzab Suresi 33:53-55 ayetleri, Sayın Bülent Şahin Erdeğer'in Kur'an Merkezli Sünnet metodolojisinin ve Tevhid / Tanrı birliği odaklı peygamber tasavvurunun en hassas tartışma noktalarını teşkil etmektedir. Söz konusu ayetler, Hz. Peygamber’e karşı gösterilmesi gereken derin hürmeti / saygıyı emrederken, bu emirlerin "kutsallaştırma" / tanrısallaştırma içerip içermediği sorusu, ilahi otorite ile beşerî otorite arasındaki sınırı netleştirmeyi zorunlu kılmaktadır.

Erdeğer’in yaklaşımına göre, bu ayetler, Hz. Peygamber’in şahsını ilahlaştırmak veya aşırı yüceltmek amacını taşımaz; aksine, O’nun beşerî kimliğini koruyarak, tebliğ ettiği vahyin otoritesini ve kurmaya çalıştığı adil sosyal düzenin bütünlüğünü teminat altına alır. Aşırı övme (ifrat), aksine, şirke / ortak koşmaya giden cahilce bir eğilimdir.

Bu makalemizde, zikredilen ayetlerin anlamlarını Erdeğer’in metodolojisi çerçevesinde detaylıca inceleyeceğiz:

--------------------------------------------------------------------------------

I. Hucurat Suresi 49:2: Amellerin Kurtuluş İçin Zaruriliği ve Saygının Hukuki Boyutu

Hucurat 49:2'de, müminlerin seslerini Peygamber'in sesinden daha fazla yükseltmemesi ve ona diğer insanlara bağırır gibi bağırmaması emredilir; aksi takdirde amellerin farkında olmadan boşa gideceği belirtilir.

A. Risalet Otoritesine Hürmet

Bu ayet, öncelikle Hz. Peygamber’in sadece bir şahıs değil, aynı zamanda vahyi tebliğ eden elçi (Resul) ve yeni kurulan toplumun lideri olması hasebiyle, Risalet makamına duyulması gereken saygıyı tesis etmektedir.

Erdeğer’in perspektifinde, peygambere itaat, esasen O’nun getirdiği mesaja, yani Kur'an’ın hükümlerine tabi olmaktır. O’nun sözünün, Kur’an’ın sözüyle karıştırılması (epistemolojik şirk) tehlikesi varken, O’nun şahsına karşı sergilenen hürmet eksikliği ise, tebliğ ettiği mesajın toplumsal kabulünü zedeleyebilir. Peygamber'e karşı kaba davranmanın reddi, O’nun en önemli sünneti olan yumuşak huyluluğu ve kibarlığı desteklerken, sosyal etkileşimde adalet ahlakını sağlamayı hedefler.

B. Amellerin Boşa Gitmesi: Tevhidin Pratik Kaybı

Ayetteki "sonra farkında olmadan amelleriniz boşa gider" ifadesi, yüzeysel bir tehditten öte, derin bir teolojik sonuç / akibet taşır. Erdeğer, kurtuluşun garantisi olarak görülen Salih Amellerin (erdemli eylemler), kişinin tevhid ve adalet ilkelerinden sapmasıyla nasıl değersizleşeceğini gösterir.

Mümin, eğer Kur'an’ın ölçütüne (Furkan) uymayan bir kibirle ya da aşırı otorite arayışıyla hareket ederse, bu durum onun tevhid bilincini zedeler. Amellerin kabulü, niyetin (takva) ve adalet ahlakının korunmasına bağlıdır. Peygambere karşı saygısızlık, kişinin Kur'an'ın rehberliğine ve Resul'ün örneklik sunduğu sosyal düzenine olan teslimiyetini kaybetmesi anlamına gelir; bu da onun tüm iyi niyetli eylemlerini dahi hükümsüz kılabilir.

II. Ahzab Suresi 33:53-55: Beşeriyetin Sınırları ve Hukuki Koruma

Ahzab 33:53-55, Hz. Peygamber’in ev hayatına ve eşlerinin konumuna dair çok spesifik sosyal ve hukuki düzenlemeler getirir. Bu kurallar, Resulullah'ın bir beşer (mortal human) olarak ihtiyaç duyduğu özel alanı ve kurduğu sosyal yapının istikrarını korur.

A. Peygamberin Beşerî İhtiyaçlarının Tespiti

Ayette, Müslümanların izinsiz ve zamansız evlere girmesi, yemeğin hazırlanmasını beklemesi ve uzun süre oturup Resul’ü rahatsız etmesi eleştirilir. Bu, Hz. Muhammed’in de diğer insanlar gibi rahatsızlık hissedebilen, kişisel alana ve saygıya ihtiyacı olan bir insan olduğunu gösterir.

Erdeğer’in eleştirdiği "kutsallaştırma" / tanrısallaştırma eğilimi, Peygamber'in yemek yiyen, çarşıda gezen beşerî kimliğini görmezden gelerek O’nu ulaşılamaz bir meleğe dönüştürür. Ahzab ayetleri ise tam tersini yapar: O'nun günlük hayatındaki insanî zaaflarını ve ihtiyaçlarını hukuki bir dille koruma altına alır.

B. Perde Arkası ve Eşlerle Evlilik Yasağı

1. Mahremiyet (Perde): "Perde arkasından isteyin; bu sizin kalplerinizin de onların kalplerinin de temiz kalması için en uygunudur" ifadesi, iffet ve mahremiyet ilkelerini vurgular. Erdeğer, örtünme gibi uygulamaların temel sebebinin iffet ve mahremiyet olduğunu, bu kuralın da gösterişçi dindarlıktan ve yozlaşmış düşüncelerden (ifrat) korunmayı hedeflediğini belirtir.

2. Evlilik Yasağı (Hukuki Statü): "Resûlullah’ı üzmeye hakkınız yoktur, kendisinden sonra ebedî olarak eşleriyle de evlenemezsiniz..." yasağı, Ayşeler'in ve diğer Ümmetin Anneleri'nin hukuki statüsünü belirler. Bu kural, Hz. Peygamber’in vefatından sonra eşlerinin, toplumdaki özel konumlarını korumayı amaçlayan sosyal ve siyasal bir hükümdür. Bu, kabilevi çekişmelerin veya siyasi fraksiyonların oluşmasının önüne geçmek için getirilen, Risalet makamına bağlı, olağanüstü bir hukuki önlem olup, kişinin şahsının ilahlaştırılmasıyla ilgili değildir.

III. Kutsallaştırma İddiasına Karşı Teolojik Savunma

Peygamber'e gösterilen bu yüksek seviyedeki hürmet ve kurulan hukuki duvarlar, Erdeğer’in perspektifinden bakıldığında, kutsallaştırma şirkine / ortak koşma eğilimine karşı bizzat bir önlemdir.

A. Şirk Kırmızı Çizgisinin Korunması

Erdeğer, kutsallaştırmanın (aşırı tazim/ululama) en bariz örneğinin Hz. İsa’nın takipçilerinin düştüğü durum olduğunu belirtir. Bu tür bir sapma, Peygamber’in kendisine gaybı bilme, şefaat etme veya haram koyma yetkisi atfedilmesiyle başlar.

Verilen ayetlerde ise Resul’ün:

1. Bekçi Olmadığı: Allah'ın kulları üzerinde zorlayıcı bir otorite (bekçi) olmadığı.

2. İnsan Olduğu: Rahatsızlık duyabileceği, uyuyabildiği ve kendi beşerî içtihatlarında hata yapabildiği vurgulanır.

Bu hukuki ve sosyal sınırlar, Peygamber’in konumunu, Allah’ın vekili veya ortağı olmaktan, vahyin şahidi ve uygulayıcısı olma seviyesine çekerek, tevhidin saf kalmasını sağlar.

 Bülent Şahin Erdeğer’in metodolojisine göre, Hucurat 49:2 ve Ahzab 33:53-55 ayetleri, Hz. Peygamber’e yönelik mutlak itaat emrini, O’nun vahiy ve adalet makamına karşı bir yükümlülük olarak tanımlar. Bu talep edilen saygı ve özel hukuki düzenlemeler, kutsallaştırma eğiliminin aksine, Resul’ün beşerî/insanî varlığını teyit ederken, sosyal düzenin ve salih amelin korunması için elzem olan adil ve hür bir cemaat yapısının oluşumunu sağlamaktadır. Aşırı yüceltme, Resul’ün hayatının gayesi olan tevhide ve adalet ahlakına ihanet anlamına gelecektir.

Kuranda evlenilecekler açıkça izah edilmiş, şirk bağlamında peygamber eşlerine özel statü verilmesi kaynaklara göre kutsallaştırma nasıl olamaz. Özel statü verilmeyecek deniyor, sonra burası özel mantıken hatalı çıkarım, oluyor.

Bu kıymetli sorunuz, Sayın Bülent Şahin Erdeğer’in Kur’an merkezli metodolojisiyle (Kur'an Merkezli Sünnet) ele alınan risalet / elçilik makamının konumu ve epistemolojik şirk / bilgi teorisi ortak koşma tehlikesi arasındaki hassas sınırı anlamamız açısından temel bir zorluk içermektedir.

Sizin de belirttiğiniz gibi, genel teolojik çerçeve, Hz. Peygamber’e ve diğer insanlara ilahî / tanrısal özellikler atfederek onları kutsallaştırmayı yasaklar (Tevhid). Ancak Kur’an, peygamber eşlerine neden hukuki/sosyal statü açısından özel ve kısıtlayıcı hükümler koymaktadır? Bu durum, mantıken hatalı bir çıkarım değil midir?

Sayın Erdeğer'in düşünce sistematiğinde, bu ayetler ilahlaştırma değil, bilakis toplumsal düzenin ve vahyin bütünlüğünün korunması amacını taşıyan, o döneme özgü hukuki / yasal düzenlemelerdir. Bu, kutsal ile hukuki özel arasındaki ayrımı gerektirir.

--------------------------------------------------------------------------------

I. Nübüvvetin / Peygamberliğin Beşerî ve Hukukî Otoritesi

Erdeğer’in yaklaşımı, Resulullah’ı mutlak olarak beşer / insan olarak konumlandırır. Bu konumlandırma, O’nun gaybı bilmediğini, haram koyma yetkisinin olmadığını (Çöl kertenkelesi örneği) ve içtihatlarında hata yapabileceğini gösterir. Ancak bu beşerî konum, O’nun Risalet Makamına duyulması gereken hukuki ve ahlaki saygıyı ortadan kaldırmaz.

A. Hucurat 49:2: Mesajın İtibarı

Hucurat Suresi 49:2’de, müminlerin seslerini Peygamber’in sesinden daha fazla yükseltmemesi emri, O’nun şahsının kutsallığından çok, tebliğ ettiği vahyin otoritesine ve kurmaya çalıştığı adil sosyal düzene karşı saygısızlığın reddidir. Bu, amellerin boşa gitmesi tehdidiyle desteklenir, çünkü O’nun getirdiği düzene isyan etmek, kişinin tevhid bilincini ve salih amel / erdemli eylem gayesini zedeleyebilir.

B. Nisa 4:80: Otorite Sınırları

Önceki irdelemelerimizde ele alındığı gibi, Nisa 4:80’deki itaat emri, Kur'an’ın temel ilkeleriyle uyumlu bir itaatken, aynı ayetin devamı Peygamber’in bekçi veya zorlayıcı bir otorite olmadığını belirtir. Bu, O’nun beşerî özgür iradeye saygı duyan bir lider olduğunu gösterir.

II. Ahzab Suresi 33:53-55: Hukuki İstisna ve Kutsallaştırma Arasındaki Fark

Peygamber eşlerine getirilen "ölümünden sonra ebedî olarak eşleriyle de evlenemezsiniz" yasağı, eleştirel bir bakışla kutsallaştırma gibi algılansa da, Erdeğer’in metodolojisi bu kuralı teolojik değil, sosyal ve siyasal bir hüküm olarak açıklar.

A. Hukuki ve Siyasi Koruma

Kaynaklar, bu yasağın amacının, büyük bir günah olarak nitelenmesinin temel nedenini, bu kadınların statülerinin istismar edilmesini engellemek olduğunu belirtir. Peygamber’in vefatından sonra eşlerinin, kabilelerarası veya siyasi gruplar arasında nüfuz aracı haline gelmesini önlemek için bu kurallar konmuştur.

Bu kadınlar, Ümmetin Anneleri olarak özel bir sosyal statüye sahiptir ve bu statü, Kur'an'ın kurulmasını hedeflediği toplumun istikrarını ve Risalet makamının itibarını korumak zorundadır. Bu, ilahi bir ilahlaştırma değil, tıpkı kadınlara yönelik boşanma hukukunda getirilen kısıtlamalar gibi, toplumsal yapıyı güvence altına alan bir hukuki sınırlamadır.

B. Kutsallaştırma (Şirk) Değildir

Kutsallaştırma, bir kişiye mutlak, yanılmazlık (ismet kavramının aşırı yorumu), gayb bilgisi, veya şefaat / aracılık etme yetkisi atfetmektir. Bu durum, tevhidin yozlaşmasıdır.

Ahzab ayetleri ise Peygamber’in eşlerini bu tür bir tanrısal özellikten uzak tutar; aksine, onların dahi temiz kalması için (iffet/mahremiyet) kurallar getirir. Ayetlerin muhatabı olan Peygamber dahi, izinsiz girilmesi durumunda rahatsız olabilen, basit, beşerî bir insandır. Hukuki bir istisna getirmek, ilahi hüküm koyma yetkisini (haram/helal) kullara devretmek anlamına gelmez.

III. Zorlama Yorumun Reddi: Adalet İlkesi

Sizin işaret ettiğiniz zorlama yorum, "Özel statü verilmeyecek deniyor, sonra burası özel" şeklindeki mantıksal çıkmaz, Erdeğer’in Adalet ilkesinin mutlaklığıyla çözülür.

Daha önceki yazılarımızda tartıştığımız gibi, Kur’an’ın temel mesajı, bireyin Salih Amel ve Tevhid ile kurtuluşa ereceğidir. Eğer Peygamber’in eşleri ilahî olarak kutsallaştırılsaydı, onların amelleri önemsiz kalır ve kurtuluşları garanti altına alınırdı. Oysa Kur'an, bu tür kalıtımsal kurtulmuşluk inancını reddeder.

Hukuk önündeki mutlak eşitlik, adaletin özüdür. Kur'an, cinayet suçunda dahi kısas uygularken, maktulün ve katilin statüsünün önemli olmadığını, herkese eşit karşılık verilmesi gerektiğini vurgular. Ancak bu mutlak eşitlik, dezavantajlı gruplar (yetimler, yoksullar) veya kritik sosyal roller (Peygamber eşleri) için kıst / hakkaniyet gereği özel düzenlemeler getirilmesini engellemez.

Bu nedenle, Peygamber eşlerine verilen özel statü:

Tevhid’e Aykırı Değildir: Onlara ilahi güç veya günahsızlık atfetmez.

Adalet’e Uygundur: Toplumsal istikrarı, iffeti ve mahremiyeti koruyan hukuki bir tedbirdir.

Bu kısıtlamalar, Peygamber’in şahsına duyulan hürmetin, şirkten arındırılmış bir ahlaki sorumluluğa dönüşmesini sağlayan Kur'an’ın hikmetli / felsefi derinlikli ve rasyonel / akılcı üslubunun bir örneğidir.

Nübüvvet çalışma sonucu kazanılamıyorsa, eşleri, çocukları için özel saygı kullanılması, Ahzab 56 ile salatın emredilmesi, dar bir kapsama alanı ile gözden uzak tutulması, Nisa 65 ile "senin verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen teslim olmadıkça" ayetleri adına kutsallaştırma demek olmasın sonsuz bir itaat isteniyor. Erdeğer hadislere karşı kabul tutumu zayıf olmasa yığınla rivayet Peygamberimize kutsaldan öte canını feda edecek babında (Hz. Ömer) tekliflere haizdir. Kaynaklar biraz taraflı duruş gösteriyor. Çünkü koydukları usulde bunlara cevaz verecek durum yok. Sistemleri çöker.

İfade ettiğiniz derinlemesine ve eleştirel sorgulama, Sayın Bülent Şahin Erdeğer’in Kur’an merkezli teolojisinin / Tanrıbilimi ile Geleneksel İslami Otorite arasındaki temel epistemolojik / bilgi teorisi gerilimi üzerine odaklanmaktadır. Zira Nisa 4:65 gibi ayetlerde talep edilen koşulsuz teslimiyet ve Peygamber eşlerine atfedilen özel konumlar, yüzeysel bir okumada "kutsallaştırma" / tanrısallaştırma izlenimi uyandırabilir.

Ancak, Erdeğer’in aşkın din (Tevhid) ve diyalogcu / istişareci çizgisini temel alan metodolojisi, bu ayetleri Risalet Makamının Hukuki ve Ahlaki Otoritesini koruma amaçlı hukuki istisnalar ve vahye mutlak teslimiyet olarak yorumlayarak, kutsallaştırma riskini bertaraf etmeyi hedefler. Sizin "kaynaklar biraz taraflı duruş gösteriyor, çünkü koydukları usulde bunlara cevaz verecek durum yok, sistemleri çöker" şeklindeki yerinde itirazınız, bu metodun en zorlu sınavı olan hadisler ve Peygamber'e mutlak itaat konusunun incelenmesini gerektirmektedir.

--------------------------------------------------------------------------------

I. Nisa 4:65 ve Hucurat 49:2: Teslimiyetin Kaynağı Şahsiyet Değil, Vahiy Otoritesidir

Erdeğer’in perspektifinde, Kur'an'ın Hz. Peygamber'e yönelik emrettiği saygı ve teslimiyet, O’nun beşerî / insanî kimliğini aşan bir ilahlaştırma değil, tebliğ ettiği vahiy otoritesinin korunmasına yönelik hukuki zorunluluklardır.

A. Nisa 4:65: Hükümde İnkâr Edilemez Teslimiyet

Nisa 4:65'te geçen, "senin verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen teslim olmadıkça" ifadesi, Resul'ün hükmünün mutlaklığını vurgular. Erdeğer, bu mutlak itaatin hedefinin, O’nun şahsî keyfî kararları (re’y) değil, O’nun ilahi vahye ve sabit hakikatlere göre verdiği kararlar ve O'nun getirdiği adalet ilkesine teslimiyet olduğunu savunur.

Bu ayet, bir yandan adaleti tesis etmeyi amaçlar. Çünkü Hz. Peygamber, yargıda kabilecilikten, kişisel ilgiden veya zenginlikten etkilenmezdi. O’nun verdiği hüküm, zaten Tevhidin ve Adaletin zorunlu kıldığı hükümdür. Dolayısıyla bu teslimiyet, insanın kendi nefsinden, heva ve hevesinden kaynaklanan haksızlıklara karşı gösterdiği bir mücadele, yani ahlaki / etik bir zorunluluktur.

B. Hucurat 49:2 ve Saygı Ahlakı

Hucurat 49:2’deki Peygamber’in sesinden daha fazla ses yükseltmeme ve amellerin boşa gitmesi tehdidi, O’nun kutsallaştırılmasını değil, Risalet Makamının itibarını korumayı amaçlar. Erdeğer, amellerin boşa gitmesi riskini, kişinin tevhid bilincinden ve salih amel / erdemli eylem gayesinden sapması olarak açıklar. Kibirle ya da saygısızlıkla vahyin otoritesine karşı çıkmak, kişinin tüm iyi eylemlerini dahi hükümsüz kılacak bir ahlaki çöküş anlamına gelir.

Bu, Peygamber’in kendi başına bir şâri / yasa koyucu olduğu anlamına gelmez, aksine O’nun görevinde sabır, merhamet ve metanet ahlakını göstererek kaba saba bir insan olmadığının (Beşer-i kimliğinin) altını çizer.

II. Ahzab 33:53-55 ve Özel Statünün Hukuki Boyutu

Sizin de işaret ettiğiniz gibi, Kur'an’ın evlilikler konusunda getirdiği genel hükümlere rağmen (Bakara, Nisa), Ahzab 33:53-55’te Peygamber eşlerine (Ümmetin Anneleri) kısıtlayıcı bir özel statü getirilmesi, Erdeğer tarafından teolojik kutsallaştırma olarak değil, toplumsal ve siyasal bütünlüğü koruma amaçlı bir hukuki istisna olarak yorumlanır.

Beşerî İhtiyaçların Korunması: Ayetin ilk kısmı, Peygamber’in evine zamansız girilmemesi ve O’nun rahatsız edilmemesi gerektiğini belirterek, O’nun beşerî / insanî ihtiyaçlara sahip olduğunu ve özel alana ihtiyacı olduğunu teyit eder. Bu, O’nu melek/tanrısal figür statüsünden uzaklaştırır.

Sosyal ve Siyasi Yasa: Ölümünden sonra eşleriyle evlenilemeyeceğine dair kural, o dönemin toplumsal yapısı içinde, bu kadınların statülerinin istismar edilmesini ve kabilelerarası veya siyasi çekişmelerde nüfuz aracı hâline gelmesini engellemeyi amaçlayan hukuki bir tedbirdir. Bu istisnai hukuki durum, ne Peygamber’i ne de eşlerini ilahlaştırmaz; aksine, Kur’an’ın kurulmasını hedeflediği toplumun istikrarını ve Risalet makamının itibarını korur. Aksi takdirde, bu kadınların kurtuluşu statüleriyle garanti edilirdi ki, Kur'an kalıtsal kurtulmuşluk inancını reddeder.

III. Hadis Külliyatı, İtaat ve Sistem Çözülme İddianıza Cevap

Sizin haklı olarak vurguladığınız gibi, eğer Erdeğer, Hadis külliyatında bulunan, sahabenin Peygamber’e yönelik canını feda etmeye hazır olduğu yönündeki yığınla rivayeti (Haberi Ahad) kabul etseydi, bu durum, O’nun zannî bilgiye dayanmama ve kutsallaştırmayı reddetme usulünü zorlayabilirdi. Bu durum, ele alınan kaynakların taraflı duruş sergilediği şüphesini güçlendirir.

A. Kaynakların Taraflı Duruşu ve Metodolojik Sınırlama

Kaynaklarımız, Erdeğer’in kasıtlı olarak bir mezhebi veya rivayeti reddetmek yerine, Kur'an'ın vahyi / mesajı doğru anlama çabası içinde olduğunu göstermektedir. Bu çaba, metodolojik bir zorunluluktur:

1. Zan ve Katiyyet Ayrımı: Erdeğer, Hadislerin büyük çoğunluğunun Haberi Ahad olduğunu ve bu nedenle zannî (zan üzerine kurulu) olduğunu ve itikadi / inanç konularında kesin delil teşkil edemeyeceğini belirtir. Hz. Ömer'in aşırı bağlılığı gibi duygusal ve itaatkâr tavırlar içeren rivayetler, Peygamber’e yönelik şahsî hürmeti gösterse de, o rivayetin içeriğini kat’i (kesin) ve yanılmaz bir hüküm haline getirmez.

2. Mütevatir Sünnetin Korunması: Erdeğer’in sistemini çökertmeyeceği iddia edilen nokta şudur: O, Haberi Ahad’ı (zannî hadisleri) reddetse dahi, Mütevatir Sünneti (yaşayan dini pratikler: namaz, hac, tesettürün ana ilkesi) kat’i (kesin) bilgi kaynağı olarak Kur'an’ın hemen yanına koyar. Bu, sistemin pratikteki çöküşünü engeller. Mütevatir Sünnet, Müslümanların birliğini simgeleyen amelî uygulamalardır.

3. İçtihat ve Hata Yapma İhtimali: Peygamber’in vahiy dışında içtihat yapma hakkı vardı ve bu içtihatlar hatalı olabilir ve ilahi vahiy tarafından düzeltilebilirdi. Kutsallaştırma, bu beşerî / insanî hata payını ortadan kaldırır. Sahabenin Peygamber'e, "Bu vahiy mi, yoksa senin görüşün mü?" diye sorması, bu ayrımın o dönemde dahi bilindiğini gösterir.

B. Tevhidin Önceliği ve Hadislere Karşı Tavır

Erdeğer, hadislere karşı "zayıf" bir kabul tutumu sergilemez; o, rivayetleri tevhidin Furkan (ölçü) filtresinden geçirme zorunluluğunu savunur. Eğer bir rivayet, doğrudan Kur’an’ın muhkem / temel hükümlerine (tevhid, adalet, ahlak) aykırı ise (örneğin gaybı bilme iddiası, aracılık etme iddiası), bu rivayet, ne kadar sahih zincirle gelirse gelsin, Tevhid ilkesini zedelediği için reddedilmelidir.

IV. İlginç Konu: Kutsallaştırmanın Kaynağı Olarak Kibir ve Statüko

Sormayı Unuttuklarımızla birlikte, bu tartışmanın altında yatan derin felsefi / felsefi ve sosyolojik / toplumbilimsel bir neden de bulunmaktadır: Kutsallaştırma ve aşırı otorite arayışı, insanın kendi nefsini ve kibirini tatmin etme çabasıdır.

Erdeğer, dindarlık kibrinin (batıl bir dindarlık), vahyi bilmeyenlere veya daha az dindar görülenlere karşı haksızlık yapmayı mübah sayan hastalıklı bir tavır olduğunu belirtir. Kutsallaştırılmış otoriteler (Ruhban sınıfı, Mehdilik iddiaları, tarikat liderleri, siyasi önderler), bireyin vicdani sorumluluğunu üstlenir ve onlara kula kulluk etme imkânı sunar. İnsanlar da bu karmaşık dünyada sorumluluktan kaçmak için ritüellere / şekilcilik ve kolay yoldan kurtuluşa (şefaat/kayırma) sığınırlar.

Dolayısıyla, Erdeğer'in eleştirisi, Peygamber'in mezarının ziyaretten men edilmesi gibi Vahhabi yaklaşımlarla (ki bunlara doğrudan atıf yapmaz) aynı sonuca ulaşsa bile, bu, tevhidin korunması ve tahakküm / egemenlik reddi amacından kaynaklanır; yani meselenin kökeni metodolojiktir, sekter / mezhepçi değil.

Sayın Bülent Şahin Erdeğer’in metodolojisi, Kur'an'ın yegâne ölçüt olduğu ve Tevhidin mutlak korunması gerektiği prensibi üzerine kuruludur. Nisa 4:65 gibi ayetlerde emredilen teslimiyet ve Ahzab 33:53-55’te belirtilen özel statü, O’nun şahsının kutsallaştırılması değil, Risalet makamının hukuki dokunulmazlığını ve Kur'an'ın mesajının otoritesini koruma amacı güder.

Hadis külliyatına yönelik ihtiyatlı / dikkatli yaklaşım, kaynakların zannî mahiyetinden kaynaklanır ve Mütevatir Sünnetin kat’i (kesin) otoritesiyle dengelenir; bu ayrım, sizin de işaret ettiğiniz gibi, sistemin epistemolojik olarak çökmesini önleyen anahtar mekanizmadır. Bu metodoloji, Hadis rivayetlerinin Kur'an'ın muhkem / temel ilkeleri olan adalet ve tevhid karşısında her zaman denetime açık olmasını gerektirir. Bu yaklaşım, zorlama bir kutsallaştırmayı reddederek, inancın rasyonel / akılcı ve ahlaki / etik temelini yeniden güçlendirme çabasıdır.

Erdeğer Kutsal kavramını zayıflatıyor. İnsanın en değerli olan şeyi candır. “Sizden biriniz beni annesinden-babasından, çoluk-çocuğunuzdan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.” [Buhari, Sahih, İman, 2/8 (I;9)]

"Ey Allah'ın Rasûlü! Ben sizi canımdan başka her şeyden daha çok severim." dedi Peygamberimiz:

"Ey Ömer, canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, beni canından daha çok sevmedikçe olgun mü'min olamazsın."

buyurdu. Peygamberimizi dikkatle dinleyen Hz. Ömer:

"Ey Allah'ın Resûlü, vallahi ben şimdi sizi canımdan da daha çok seviyorum." deyince Peygamberimiz:

"İşte Ya Ömer, şimdi olgun mü'min oldun." buyurdular. (Aynî, Umdetü'l-Kârî,1/144)

Bu örnekleri kabul etmesi lazım. Erdeğer’in özel statüko ve toplumsal ve siyasal bütünlüğü koruma amaçlı bir hukuki istisna ile geçiştirmesi Peygamber ve makamının basite indirgenemeyeceğini gösteriyor  

 

Bu son derece mühim itirazınız, Sayın Bülent Şahin Erdeğer’in Kur’an merkezli Sünnet metodolojisinin, dinî bilgi kaynakları ve peygamber tasavvuru arasında kurduğu hassas dengeye dair teolojik/Tanrıbilimsel ve epistemolojik/bilgi teorisi gerilimi netleştirmektedir. Zira öne sürdüğünüz hadisler, Hz. Peygamber’e yönelik mutlak sevgi ve koşulsuz teslimiyetin, yani kutsal addedilebilecek bir makama itaatin, imanın temel şartı olduğunu vurgulamaktadır.

Söz konusu kaynaklar ve önceki tartışmalarımız ışığında, Erdeğer’in tevhid (Allah’ı birleme) ve adalet / hakkaniyet ilkelerini mutlaklaştıran usulünün, bu rivayetleri şirk / ortak koşma tehlikesinden arındırarak nasıl yorumladığını ve metodolojisini neden "sistemi çökerten" bir risk olarak görmediğini detaylıca irdeleyeceğiz.

--------------------------------------------------------------------------------

I. Kutsallaştırma ve Tevhidin Epistemolojik Sınırı

Sayın Erdeğer’in yaklaşımı, kutsal kavramını zayıflatmaktan ziyade, kutsallığı sadece Kur’an’a ve ilahi otoriteye has kılmayı amaçlar. Zira kutsallığın beşerî / insanî alana kayması, kaçınılmaz olarak şirke ve kula kulluğa yol açar.

A. Peygamberin Beşerî Kimliği ve Kutsallaştırmaya Karşı Uyarı

Erdeğer, Hz. Peygamber’in (Aleyhisselam) Kur’an tarafından defalarca beşer (insan) olarak tanımlandığını vurgular. O, çarşıda gezen, yemek yiyen, hatalar yapabilen bir insandır. Kur’an, mucize isteyen müşriklere karşı, O'nun sadece bir elçi olduğunu ve gaybı bilmediğini net bir şekilde ifade eder.

Peygamberin Uyarısı: Erdeğer, bizzat Hz. Peygamber’in, Hristiyanların Hz. İsa’yı aşırı övdükleri gibi, ümmetinin kendisini aşırı methetmesine karşı uyardığını belirtir. "Beni meth ederken aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki ben sadece bir kulum. Onun için bana sadece Allah'ın kulu ve elçisi deyiniz".

İlahlaştırmanın Kaynağı: O’nu ilahlaştırma veya aşırı yüceltme, aslında Resullere ihanet eden bir yaklaşım olup, Hazreti İsa’ya atfedilen ilahlık gibi Hristiyanî etkilere ve hurafelere dayanır.

Bu bağlamda, Erdeğer’in niyeti kutsal olanı zayıflatmak değil; kutsal olanın (Allah ve O'nun Vahyi) otoritesini, kulların ürettiği zannî ve yüceltici rivayetlerin gölgesinden çıkarmaktır.

B. Özel Statüko: Kutsallık Değil, Hukukî İstisna

Sizin, Peygamber eşlerine özel statü verilmesinin (Ahzab 53-55) [Kullanıcı Sorusu] "kutsallaştırma" olduğu ve Erdeğer’in bunun hukuki istisna ile geçiştirdiği yönündeki itirazınız, Erdeğer'in ayrımının amacını netleştirmektedir.

Erdeğer, bu hükümlerin (Resûlullah’ı üzmeye hakkınız yoktur, kendisinden sonra ebedî olarak eşleriyle de evlenemezsiniz) [Kullanıcı Sorusu] ilahi bir kutsallık atfetmediğini, ancak Risalet makamının sosyal ve siyasi bütünlüğünü koruduğunu savunur. Bu kadınlar, toplumda "Ümmetin Anneleri" olarak özel bir konuma sahiptir. Onların vefat sonrası evlenmelerinin yasaklanması, bu statünün kabilevi çekişmelerde veya siyasi fraksiyonlar tarafından nüfuz aracı olarak kullanılmasını önleyen olağanüstü bir hukuki tedbirdir [konuşma geçmişi]. Bu, teolojik kutsallaştırmadan ziyade, sosyolojik ve idari bir korumadır.

II. Mutlak İtaat ve Sevgi Hadislerinin Epistemolojik Sınırı

Cana / hayata tercih edilecek mutlak sevgi ve Nisa 4:65'te talep edilen hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen teslimiyet, Erdeğer'in metodolojisinde iki temel süzgeçten geçer: Zannîlik ve Tevhid Uyumluğu.

A. Zannîlik ve Metinlerin Değeri

Sizin de Aynî'den alıntı yaparak belirttiğiniz bu rivayetler, hadis külliyatı içerisinde Haberi Ahad (tekil rivayetler) kategorisine girer. Erdeğer’in usulüne göre, Haberi Ahad rivayetler zannîdir; yani doğruluk payı olmakla birlikte, %100 kesinlik taşımazlar. İnanç esasları (Akaid) ise sadece subutu kat'i ve dalalet-i kat'i olan, yani kesinliği ve anlamı net olan Kur'an ayetleri ile Mütevatir Sünnet (pratik uygulamalar) üzerine inşa edilebilir.

Bu bağlamda, Hz. Ömer kıssası gibi rivayetler, Müslümanlar arasında Peygamber’e yönelik gösterilmesi gereken yüksek ahlaki ve manevi bağlılığı gösteren erdemli örnekler (usve-i hasene) olarak görülebilir. Ancak bu rivayetler, bir kişinin Peygamber’i mutlak anlamda ilahî otorite seviyesinde sevmesini emreden kat’i bir inanç ilkesi haline getirilemez.

B. Mutlak Teslimiyetin Anlamı: Şahsa Değil, Vahye İttiba

Erdeğer, Peygamber'e itaati reddetmez; aksine, itaatin kaynağını Kur’an’a bağlar. "Sizden biriniz beni annesinden... daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz" hadisinin teolojik anlamı, Erdeğer'e göre şöyledir:

1. Vahyin Egemenliği: Hz. Peygamber’e duyulan sevgi ve teslimiyet, aslında O’nun tebliğ ettiği vahyin hükümlerine ve adalet ahlakına teslimiyettir. Adalet, Kur'an'ın en uygun gördüğü takva / sorumluluk bilincinin zirvesidir.

2. Öz çıkarın Reddi: Mutlak sevgi, kişinin kendi canının ve en yakınlarının (anne, baba, çoluk çocuk) çıkarlarının bile, ilahi emirler ve adalet karşısında geri plana atılması gerektiğini gösterir. Zira kurtuluş, bireysel fedakârlık ve salih amel ile mümkündür.

3. Hükümde Teslimiyet (Nisa 4:65): "Senin verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen teslim olmadıkça" [Kullanıcı Sorusu] ayeti de aynı şekilde, Peygamber’in kendi nefsinden kaynaklanan değil, ilahi vahye dayalı ve adil olan hükümlerine boyun eğmeyi zorunlu kılar. Bu teslimiyet, adalet ve tevhid dışına çıkan beşerî bir otoriteye değil, Risalet makamının hukuki ve ahlaki kararlarınadır.

III. Taraflı Duruş ve Sistemin Çökmesi İddiasına Yanıt (Metodolojik Zorunluluk)

Sizin "kaynaklar biraz taraflı duruş gösteriyor, çünkü koydukları usulde bunlara cevaz verecek durum yok, sistemleri çöker" şeklindeki eleştiriniz, Erdeğer’in metodolojik saikleri / güdülerini anlamlandırmak açısından anahtardır.

Erdeğer’in hadisler konusunda gösterdiği titizlik, sistemi (Kur’an merkezli tevhit) koruma çabasından kaynaklanır. Sistem, hadisleri reddettiği için değil, şirk ve zulüm üreten hadis ve yorumları ayıklamak için bu kat’i filtreyi kullanır.

A. Kutsallaştırmanın Getirdiği Risk (Can Meselesi)

Eğer canını feda edecek boyutta sevgi (Hz. Ömer'in teklifi gibi rivayetler) [Kullanıcı Sorusu] mutlaklaştırılırsa, bu, Peygamber’in veya O’nu temsil eden Ruhban sınıfının sözünün, Kur’an’ın önüne geçmesine neden olur. Bu durum, Müslümanları şeriatçılık ve gösterişçi dindarlık hastalığına sevk ederek, adil olmama ve yoksulu ihmal etme gibi temel Kur’an ilkelerini göz ardı etmeye itebilir.

B. Kur’an ve Mütevatir Sünnetin Yeterliliği

Erdeğer, hadisleri toptan reddetmez; Haberi Ahad rivayetlerin zannîliğini kabul ederken, Mütevatir Sünnetin kat’i otoritesini korur. Bu, dinin yaşanabilir pratiklerini (namaz, oruç vb.) güvence altına alır. Bu usul, Kur’an’ın ve Mütevatir Sünnetin otoritesini kaybetmeden, tevhidi bozma potansiyeli olan zannî kutsallaştırma hikayelerini eleme imkanı verir. Aksi takdirde, din, Kur’an’ın dışındaki rivayetperestliğin esiri olur.

Sonuç

Erdeğer’in bakış açısına göre, Hucurat, Ahzab ve Nisa ayetleriyle hadislerdeki Peygamber’e yönelik mutlak teslimiyet talebi, O’nun şahsının kutsallaştırılmasıyla ilgili değildir; bu, Risalet Makamının hukukî ve ahlaki otoritesine gösterilen, Tevhid ve Adalet ilkelerine uygun bir itaattir. Mutlak sevgi ve teslimiyet, kişinin kendi canının ve çıkarlarının bile, ilahi vahiy karşısında anlamsız kalması gerektiğini gösteren ahlaki bir zorunluluktur.

Erdeğer'in metodolojik tercihi, sistemi çökertme korkusundan ziyade, aksine, Müslümanları Kur’an’a arz edilmemiş zannî bilgiler ve aşırı tazimden / ululamadan kaynaklanan şirk tehlikesinden koruma gayesindedir. Bu, onun rasyonalist ve diyalogcu çizgisinin temel ve zorunlu bir sonucudur.

Formun Üstü

Formun Altı

 

Sonuçta anlaşılan sorgusuz bir itaat Nisa 65 yadsınamaz. Kuran bunu kesinlikle istiyor. Bunun diğer dolaylı argumanlarla eritilmesi Ahad Haber gibi katagoriler ile zayıflatılma imkanı yok. Koydukları usul ile, bu ve benzeri ayetler ile Peygamberimizin konumu zayıflatmaktan başka bir şeye yarayacağını düşünemeyiz. Sonra "Kuran bize yeter" katmanına geçişin ön basamağı oluyor. Formun Üstü

Formun Altı

 

Zât-ı âlinizin bu kuvvetli itirazı, Sayın Bülent Şahin Erdeğer’in metodolojisinin kalbinde yer alan ve İslam düşünce tarihi boyunca süregelen en çetin tartışmayı, yani vahyin mutlak otoritesi ile peygamberî otoritenin sınırlarını gündeme taşımaktadır. Nisa Suresi 4:65 gibi ayetlerin emrettiği sorgusuz teslimiyetin, Hadis külliyatındaki canından aziz bilme şeklindeki yüce sevgiyi yansıtan rivayetlerle birlikte ele alındığında, Erdeğer’in zannîlik ve hukuki istisna gibi argümanlarının Peygamber’in makamını basite indirgediği ve nihayetinde Kur’ancılık / Yalnız Kur’an çizgisine kaymaya zemin hazırladığı tespiti, akademik bir ciddiyetle ele alınmalıdır.

Bu makale formatındaki yanıtımızda, Erdeğer’in bu teslimiyeti nasıl Kur’an’ın aşkın (münezzeh) ilkeleri çerçevesinde yorumladığını, Hadislerin zannîliğinin epistemolojik zorunluluğunu ve bu metodolojinin neden Kur’ancılık olmadığını detaylandıracağız.

--------------------------------------------------------------------------------

I. Koşulsuz Teslimiyetin Kaynağı: Şahsiyet Değil, Vahyin Otoritesi

Nisa Suresi 4:65'te ifade edilen, Peygamber’in hükmüne karşı "içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen teslim olmadıkça" iman etmiş olunamayacağı hükmü, Kur'an'ın talep ettiği en üst düzey iman ve itaat ahlakını temsil eder. Erdeğer, bu mutlak teslimiyetin, Resul’ün şahsiyetine yönelik ilahlaştırma / kutsallaştırma değil, O’nun Risalet makamının ve getirdiği vahyin otoritesine yönelik bir teslimiyet olduğunu savunur.

A. Hükümde Adalet ve Vahiy Bağlamı

Peygamber'e itaat, esasen O'nun Allah'tan getirdiği vahye ve adalet ahlakına itaattir. Nisa 4:65'teki teslimiyet, Peygamber'in keyfi (re'y) kararlarına değil, ilahi yasalar ve adalet çerçevesinde verdiği hükümlere karşı gösterilen bir zorunluluktur. Zira, Kur'an'ın temel ilkesi olan adalet, kişinin kendi aleyhine dahi olsa (anne, baba, akraba) hukukun üstünlüğünü kabul etmeyi gerektirir.

Erdeğer’e göre, Peygamber’in verdiği hükümlere karşı çıkmak, o dönemde kurulan adil sosyal düzeni ve tevhid bilincini bozma tehlikesi taşıyordu. Dolayısıyla teslimiyet, Kur'an’ın tevhid / Tanrı birliği ve adalet gibi muhkem / kesin ilkelerine olan bağlılığın pratik göstergesidir.

B. Nübüvvetin / Peygamberliğin Sınırları

Eğer bu teslimiyet sonsuz bir itaat anlamına gelseydi ve Peygamber'i şari / yasa koyucu konumuna yükseltseydi, Kur'an'ın bizzat kendisiyle çelişirdi. Zira:

1. Beşerî Kimlik: Peygamber, rahatsızlık duyan [Ahzab 33:53], istişare eden, vahiy dışında içtihatlarında hata yapabilen bir beşerdir.

2. Bekçi Değil: O, iman etmeyenler üzerinde zorlayıcı bir bekçi değildir (Nisa 4:80).

Bu sınırlamalar, teslimiyetin şahsa kutsallık atfetmesini engellemek için bizzat ilahi metin tarafından konulmuştur. Peygamber’e yönelik mutlak teslimiyet, bu sınırların ihlal edildiği bir şirk / ortak koşma eğilimi taşımamalıdır.

II. Mutlak Sevgi Rivayetleri ve Hadislerin Zannîlik Filtresi

Sizin canı feda edecek boyutta sevgi ve teslimiyeti anlatan hadisler (Buhari ve Aynî rivayetleri) hakkındaki itirazınız, Erdeğer'in hadis metodolojisini tam olarak kritik etmektedir: Zannî kategorisi, bu rivayetleri basite indirgemek için mi kullanılıyor?

A. Zannîlik Metodolojik Zorunluluktur (Epistemolojik Şirkten Korunma)

Erdeğer’in hadislerin büyük çoğunluğunu Haberi Ahad / tekil rivayet zinciri üzerinden geldiği için zannî / zan üzerine kurulu kabul etmesi, sistemi korumak için bir metodolojik zorunluluktur.

İtikadın Katiyyeti: İnanç konuları (Akaid) kesinlik (katiyyet) gerektirir. Haberi Ahad ise doğası gereği yanılma payı taşır. Peygamber’e duyulan sevgi bir erdem olmakla birlikte, bu sevginin mutlak inanç ilkesi (Allah’ın sıfatları gibi) haline getirilmesi, epistemolojik şirki doğurur.

Rivayet Külliyatı: Eğer canı feda edecek derecede sevgi veya itaat talep eden bu ve benzeri zannî rivayetler koşulsuz kabul edilirse, yığınla rivayet, Kur’an’ın otoritesiyle eşdeğer, hatta Kur’an’ı neshedecek (iptal edecek) bir güç kazanır. Bu durum, dinin temelinin Kur'an'dan kaymasına yol açar ve zulme neden olan rivayetlerin de ayıklanamamasını beraberinde getirir.

Bu metodoloji, kutsal olanı (vahyi) zannî olandan (rivayetten) ayırarak, Tevhidi korumayı hedefler. Dolayısıyla, rivayetlerin basite indirgenmesi değil, aksine Tevhidin mutlak otoritesini korumak için rivayetlere makamının verilmesi söz konusudur.

B. Kutsallaştırmanın Can Feda Etme Bağlamı

Sizin de vurguladığınız, Hz. Ömer’in "sizi canımdan da daha çok seviyorum" [Kullanıcı Sorusu] şeklindeki beyanı, bir Müslümanın Peygamber’e duyduğu derin manevi bağlılığı gösterir. Erdeğer, bu bağlılığı ahlaki bir erdem olarak görür, ancak bunun, Peygamber’i kutsallaştırarak O’nu ilahî aracı veya gaybı bilen bir varlık konumuna yükseltme eğiliminden arındırılması gerektiğini savunur.

Canı feda etme, aynı zamanda, kişinin kendi canından, malından ve hevasından (arzusundan) vazgeçerek Kur’an’ın adalet ilkesine teslim olması (Salih Amel) anlamını da taşır.

III. Kur’ancılık Eleştirisi ve Mütevatir Sünnetin Yeri

Sizin, bu metodolojinin "Kur’an bize yeter" (Kur’ancılık) katmanına geçişin ön basamağı olduğu yönündeki kuvvetli endişeniz, Erdeğer’in sıkça eleştirdiği bir noktadır ve kendisi bu ayrımı netleştirmek için özel çaba sarf etmektedir.

A. Erdeğer'in Kur'ancılık Reddi

Erdeğer, sadece Kur'an diyen akımların (Kur’ancılık):

1. Dini Tekelleştirdiğini: Kişinin kendi Kur'an yorumunu din diye dayatmasına, yani hevâsını Tanrı edinmesine yol açtığını.

2. Yaşayan Dini Yok Saydığını: Mütevatir Sünneti (namaz, hac, zekatın pratik uygulamaları) görmezden geldiğini belirtir.

B. Sistemin Çökmesini Engelleyen Mekanizma: Mütevatir Sünnet

Erdeğer’in metodolojisinin Kur’ancılık olmamasının temel sebebi, dini bilginin ikinci kat’i / kesin kaynağı olarak Mütevatir Sünneti kabul etmesidir.

Korunan Yapı: Mütevatir Sünnet, Kur'an'ın genel emirlerinin (Salat, Zekat) nesilden nesile, büyük cemaatler tarafından pratik olarak aktarılan ve bu nedenle kat'i / kesinlik taşıyan uygulamalarıdır.

Basite İndirgeme İddiasına Karşı Cevap: Peygamber’in makamının "basite indirgenmemesi" gerekliliği, tam da Mütevatir Sünnetin korunmasıyla mümkündür. Hadislerin zannî (Haberi Ahad) olması nedeniyle bu rivayetleri terk eden bir kişinin, Mütevatir Sünneti uygulamaktan kaçınmaması gerekir. Aksi takdirde, dinin ortak pratik zemini kaybolur ve sistem çöker.

Erdeğer, Kur'an'ın Mübin / apaçık bir kitap olduğunu ve parçacı okumaların önüne geçilerek, vahyin bütünlüğü içinde anlaşılması gerektiğini savunur. Bu, Mutezile'nin rasyonalist / akılcı damarıyla uyum içinde, tevhid ve adalet ekseninde bir kimlik inşasıdır.

Sonuç

Sayın Bülent Şahin Erdeğer’in kullandığı usûl / metodoloji, Nisa 4:65'in emrettiği koşulsuz teslimiyeti yadsımamaktadır; ancak bu teslimiyetin hedefinin Peygamber’in şahsı değil, O’nun vahye dayalı Risalet makamı olduğunu vurgular. Mutlak sevgi ve itaati içeren zannî rivayetler, sistemin çökmesine yol açacak bir kutsallaştırma aracı değil, Tevhidin mutlaklığını korumak adına epistemolojik bir filtre ile ele alınmalıdır.

Erdeğer’in bu çizgisi, Hadisleri toptan reddeden Kur’ancılık değildir; aksine Mütevatir Sünneti koruyarak yaşayan dini muhafaza ederken, şirk ve zulüm üretebilecek rivayetleri ayıklamayı amaçlayan, adalet ahlakını merkeze alan bir metottur. Bu, onun sistemini çökertmekten ziyade, Tevhidin safiyetini koruma gayesiyle, tarihsel mirasla yüzleşme çabasıdır.

Formun Üstü

Formun Altı

 

Bülent Şahin Erdeğer mutezile mezhebinden olduğunu söylemesede o  argumanları dolaylı olarak kullanıyor

Sayın Bülent Şahin Erdeğer'in entelektüel üretimini incelediğimizde, kendisinin İslam düşünce tarihi içerisindeki belirli bir mezhepsel kimliği açıkça benimsememesine rağmen, ortaya koyduğu teolojik ve epistemolojik / bilgi teorisi argümanlarının, bilhassa Mutezile ekolünün temel prensipleriyle (Usûl-ü Hamse) örtüştüğü yönündeki tespitiniz, metodolojik açıdan son derece yerindedir.

Erdeğer'in yaklaşımı, Kur'an'ı mutlak ölçüt (Furkan) olarak alıp, vahiy dışındaki tüm kaynakları bu ölçüye arz etme esasına dayanır. Bu, İslami rasyonalist / akılcı geleneğin, özellikle de Mutezile’nin Akıl ve Adalet vurgusuyla kesiştiği alanları kuvvetle açığa çıkarmaktadır.

Aşağıda, Sayın Erdeğer'in temel argümanlarını, Mutezile'nin ana ilkeleriyle ilişkilendirerek akademik bir çerçevede incelemekteyiz:

--------------------------------------------------------------------------------

I. Tevhid ve Adalet (Adl): Epistemolojik Tenzih / Aşkınlaştırma

Mutezile'nin ilk iki temel esası olan Tevhid ve Adalet, Erdeğer’in tüm analizlerinin merkezini oluşturmaktadır.

A. Tevhid: Şirk ve Otorite Kutsallaştırmasının Reddi

Erdeğer, tevhidin sadece ontolojik / varoluşsal bir inançtan ibaret olmadığını, aynı zamanda sosyal ve epistemolojik / bilgi teorisi bir ilke olduğunu vurgular. Tevhid, kula kulluk etmenin ve baskıcı dindarlığın reddi anlamına gelir.

1. Aşkın Tanrı (Tenzih): Erdeğer, Tanrı’nın yaratılmış âlemden üstün ve bağımsız olduğu fikri olan münezzeh / aşkın Tanrı anlayışını savunur. Hristiyanlıkta Tanrı-insan sembolizmini geliştiren inançlara veya tasavvuftaki İnsan-ı Kâmil (Âdem Kadmon) figürünün mistisizmle kopyalanmasına yönelik eleştiriler, Tanrı’nın benzersizliğini (tenzih) koruma çabasının bir sonucudur. Bu, Mutezile'nin de Tanrı’yı insan tasavvurunun sınırlarının üstüne çıkarma (tenzih) ilkesiyle birebir örtüşmektedir.

2. Epistemolojik Şirk: Erdeğer, önceki yazılarımızda detaylıca ele alındığı gibi, hadisler, rivayetler veya şahsî içtihatlar gibi beşerî kaynakların, Kur'an'ın kat’i / kesin otoritesiyle eş tutulmasını "epistemolojik şirk" / bilgi teorisi ortak koşma olarak niteler. Bu eleştiri, Mutezile’nin, akla ve Kur’an’a arz edilmemiş zannî / zan üzerine kurulu bilgiyi itikad / inanç temelinde reddetme tavrıyla paraleldir.

B. Adalet (Adl): Akıl ve Özgür İrade Vurgusu

Erdeğer’e göre adalet, tevhidin zorunlu bir sonucu olup, bireyin kendi menfaatine, ailesine ya da kavmine karşı dahi olsa hakkı savunmasını gerektirir.

1. Aklın Merkezi Konumu: Erdeğer, aklın doğru verilerle doğru çalıştığında, Kur’an’ın yanında doğruyu yanlışı ayırt etmeye yarayan ilahi bir ölçü olduğunu kabul eder. Bu, Mutezile’nin temel meselesi olan Hüsn-ü Kubuh (İyilik ve Kötülüğün Akılla Bilinip Bilinememesi) tartışmasındaki akılcı / rasyonalist cepheyi destekler.

2. Hukuk ve Akıl: Haram ve helalin tespitinde Tıp ilminin bilimsel verilerinden ve aklın zararı tespit etme yeteneğinden yararlanılmasını savunması, Mutezile ve Hanefi Fıkıh usulünde yer alan "eşya ibaha üzeredir" (yasaklanmayan her şey mübahtır) prensibiyle uyumludur. Bu, fıtrata / doğal insan doğasına uygun olanın korunmasını hedefler.

II. El-Va’d ve’l-Va’îd (Ödül ve Ceza) ve El-Menzile beyne’l-menzileteyn

Erdeğer’in kurtuluş kriterlerine getirdiği sınırlama ve Salih Amel / Erdemli Eylemin mutlak şart koşulması, Mutezile'nin El-Va’d ve’l-Va’îd (Tanrı'nın ödül ve ceza vaadinin kesinliği) ilkesini yansıtmaktadır.

1. Amel Zorunluluğu: Erdeğer, kurtuluşu sadece soy ve kimliğe (Müslümanlık, Yahudilik vb.) bağlayan inancı reddeder. Cennete girişin tek kriterinin Tevhid, Ahiret İnancı ve Salih Amel olduğunu vurgular. Bu, büyük günah işleyenlerin kurtuluşu konusunda daha katı olan Mutezile’nin, sadece imanın yeterli olduğu yönündeki Mürciî görüşe karşı çıkışıyla paralellik arz eder.

2. Mutlak Hesap Verebilirlik: Ahirette kimsenin kimsenin cezasını çekmeyeceği, torpilin / kayırmanın ve şefaatin / aracılığın söz konusu olamayacağı yönündeki net vurgular, Allah’ın adil yargılamasının kesinliğini (Va’îd) destekler. Bu, insanların eylemlerinin sonuçlarıyla karşılaşacağına dair Mutezile görüşünü teyit eder.

C. Peygamberin Rolü ve 'Postacı' Kavramı

Mutezile'nin dolaylı bir sonucu olan bu teolojik görüş, Peygamber’in görevinin sınırlarını da belirler. Erdeğer’in Peygamber'i kutsallaştırmaya karşı çıkışı, O'nu sadece tebliğ edici / postacı konumunda görme eğilimine dayanmaz; aksine, O’nun beşerî / insanî kimliğini ve örnekliğini vurgular. Postacı algısı, aslında O’nun, tebliğ ettiği vahiyle karışması tehlikesine karşı bir önlem niteliğindedir.

III. Epistemolojik Kesişim: Zan ve Rivayet Eleştirisi

Mutezile'nin Adalet ilkesi, fıkıh / hukuk ve kelamda zannî bilginin eleştirilmesi gereğini doğurmuştur. Erdeğer’in Haberi Ahad rivayetlere yönelik metodolojik tavrı, bu rasyonalist çizgiyi modern dönemde yeniden tesis etmektedir.

1. Hadislerin Zannîliği: Erdeğer, Hadislerin büyük çoğunluğunun Haberi Ahad olduğunu ve doğru, asılsız veya yalan olma ihtimali bulunan haberler olduğunu kabul eder. Bu zannîlikten dolayı, bunlar inanç ve mutlak hüküm tesisinde Kur'an veya Mütevatir Sünnet kadar kesin delil olamazlar.

2. Mütevatir Sünnetin Yeri: Erdeğer, Kur'ancılık akımının zaafına düşmemek adına Mütevatir Sünnet'i (yaşayan dinin kesintisiz uygulamaları) Kur'an'dan sonra kat'i / kesin bilgi kaynağı olarak kabul ederken, bunun dışındaki zannî rivayetlere dayanarak dini pratiklerin reddedilmesini veya Müslümanların arasına ihtilaf sokulmasını eleştirir.

IV. Emir bi’l-Ma’ruf nehiy ani’l-Münker: Toplumsal Sorumluluk ve Yüzleşme

Erdeğer’in özellikle siyasete, toplumsal adalete ve insan haklarına yaptığı vurgu, Mutezile'nin sosyal sorumluluk ilkesini yansıtır.

1. Haksızlığa Karşı Tavır: Erdeğer, zulmün ve haksızlığın karşısında durmanın gerekliliğini, hatta kendi cemaatinin (mahallenin) yaptığı haksızlıklarla yüzleşilmesi gerektiğini vurgular. Bu, Mutezile'nin iyiliği emretme ilkesinin aktif bir tatbikidir.

2. Diyalog ve Özgürlük: Erdeğer, Nisa 4:80 ayetinin ikinci kısmı olan "seni onlara bekçi olarak göndermedik" ifadesini merkeze alarak, zorlama, dayatma ve diktatörlüğe karşı çıkar. İyiliği emretme, diyalog / istişare ve bilimsel argümantasyon yoluyla yapılmalıdır.

Sayın Bülent Şahin Erdeğer'in Kur'an merkezli metodolojisi, kendisini bilinçli olarak İslam düşünce tarihindeki rasyonalist / akılcı geleneğin içine konumlandırmaktadır. Adalet, Tevhid (Tenzih), Salih Amel ve Aklın Vahyi Anlamadaki Merkezi Rolü gibi ana argümanları, Mutezile'nin Usûl-ü Hamsesine ve klasik Hanefi/Maturidi ekollerinin rasyonel yaklaşımına dayanak bulmaktadır.

Dolayısıyla, kaynak sahibi kendisini doğrudan Mutezile mezhebiyle özdeşleştirmese de, adaleti mutlaklaştıran, zannî bilgiyi inançtan uzak tutan ve aklı vahyin anlamlandırılmasında temel bir araç olarak gören bu çizgisiyle, Mutezile'nin savunduğu argümanları kuvvetli bir şekilde dolaylı olarak kullanmaktadır. Bu, modern eleştirel İslami düşüncenin, klasik kelam / teoloji ve fıkıh / hukuk mirasından yararlanarak statükocu rivayetçiliğe karşı verdiği metodolojik mücadelenin bir örneğidir.

Son Söz: Bülent Şahin Erdeğer’in Kur’an Merkezli Metodolojisi ve Tevhidi Kimlik İnşası

Daha önceki kapsamlı irdelemelerimizde, Sayın Bülent Şahin Erdeğer’in entelektüel duruşunun, İslami düşünce geleneğinin rasyonalist / akılcı, aşkın / münezzeh ve diyalogcu / istişareci çizgisini benimsediğini tespit etmiştik. Özellikle Adalet kavramının merkeziliği ve bu vurgunun Mutezile’nin Usûl-ü Hamsesiyle olan derin paralelliği bu metodolojinin temelini oluşturmaktadır.

Nihai Değerlendirme ve Son Söz

 

 

 

 

 

Değerli Katılımcı, önceki irdelemelerimizde kapsamlı bir şekilde tartıştığımız Sayın Bülent Şahin Erdeğer'in entelektüel projesinin, aşkın / münezzeh bir din anlayışına ve diyalogcu / istişareci bir metodolojiye sahip olduğu sabittir. Bu yaklaşım, sadece metinsel bir okuma değil, aynı zamanda İslam düşünce tarihinde rasyonalist / akılcı (Mutezile ve Hanefi/Maturidi ekollerinin tesiriyle) bir damarı yeniden canlandırma gayesindedir.

Nihai sonucunuzda özetlediğiniz temel gerilimler (koşulsuz itaat, kutsallaştırma iddiası ve Kur’ancılığa kayma riski) bu metodolojinin epistemolojik / bilgi teorisi sınırlarını belirlemesi açısından hayati öneme sahiptir.

I. Metodolojik Savunma: Kutsallaştırma ve Zannîliğin Sınırlandırılması

Sizin de vurguladığınız gibi, Nisa 4:65’in talep ettiği mutlak teslimiyet ve hadislerdeki canı aşan sevgi ifadeleri, yüzeysel bir okumada Peygamber’i kutsallaştırma ve otoritesini tartışılmaz kılma eğilimine yol açabilir. Ancak Erdeğer, bu durumu şu iki temel ayrım üzerinden ele alarak tevhidin / Tanrı birliğinin safiyetini korur:

A. Teslimiyet Şahsa Değil, Vahyin Hükmünedir

Nisa 4:65'te talep edilen teslimiyet, Peygamber’in şahsi keyfi kararlarına değil, Risalet makamının tebliğ ettiği vahye ve bu vahiy ile tesis edilen adalet / hakkaniyet ahlakına teslimiyettir. Peygamber’e mutlak itaat emri, O’nun beşerî / insanî içtihatlarını (re'y) veya rivayet yoluyla gelen zannî / zan üzerine kurulu bilgiyi kutsallaştırmaz. Aksi takdirde, bu, epistemolojik şirk / bilgi teorisi ortak koşmaya yol açar.

B. Haberi Ahad'ın Zannîliği ve Kutsalın Korunması

Erdeğer’in, Hz. Ömer'in canını feda edecek seviyede sevgi beyanlarını içeren [Kullanıcı Sorusu] Haberi Ahad rivayetlerini dahi zannî kabul etmesi, bu rivayetleri basite indirgemek değil, aksine inanç esaslarını (Akaid) yanılmaz ve mutlak kaynağa (Kur’an ve Mütevatir Sünnet) dayandırma metodolojik zorunluluğudur. Eğer bu tür zannî rivayetler kutsallaştırılsaydı, bunlar Kur’an’ın önüne geçerek, zulüm ve şirk üreten rivayetlerin ayıklanmasını imkansız kılardı.

II. Erdeğer Metodolojisinin Bir Sonraki Evresine Dair Tahmin / Öngörü

Sizin de yerinde bir endişeyle dile getirdiğiniz üzere, Erdeğer’in hadisleri eleme ve Kur’an’ı merkeze alma çabası, sistemi, geleneksel bağlardan tamamen kopuk bir "Kur’ancılık" (Yalnız Kur’an) tuzağına düşürebilir. Zira Kur’ancılık, tüm ibadet ve hukuki pratiklerin (muamelat) yok sayılmasına, dolayısıyla yaşayan dinin (Mütevatir Sünnet) çözülmesine yol açar.

Erdeğer’in sisteminin çökmemesi ve Kur’ancılık aşamasına geçmemesi için, mevcut kaynaklarda da izleri görülen şu yörüngede ilerlemesi beklenmektedir:

A. Mütevatir Sünnetin Kavramsal Stabilizasyonu

Metodolojinin en kritik sonraki adımı, Mütevatir Sünnet (kesintisiz toplumsal uygulamalar) kavramını, Hadis (rivayet) ve Kur’an arasında üçüncü ve kat’i / kesin bir bilgi kaynağı olarak tamamen stabilize etmektir. Erdeğer, namaz, hac ve örtünmenin ana ilkesi gibi pratiklerin Haberi Ahad’a değil, ümmetin tevatürle / süreklilikle gelen ameliyatına dayandığını savunmaktadır. Bu, dinin pratik / ameli yönünü koruyarak, Hadis toptan reddedilse bile sistemin ayakta kalmasını sağlayacak ana sigortadır.

B. Tevhidi Yorumun Ahlaki Uygulamalara Genişletilmesi

Erdeğer, Kur’an’ın adalet ve özgürlük ilkelerinin siyasal ve sosyal hayata tatbikine yönelik daha pratik çözümler sunmaya odaklanacaktır. Zira Kur’an, teorik bir rehber değil, yaşanması gereken bir ahlak kılavuzudur.

1. Sosyal Islah / İyileştirme: Tartışmalar, teorik kelamdan (hadislerin sahihliği) uzaklaşıp, Müslüman toplumların karşılaştığı zulüm, haksızlık, yolsuzluk ve torpil / kayırma gibi sorunlara yönelecektir.

2. Kimlikten Sorumluluğa Geçiş: Yahudi ve Hristiyan toplulukları eleştirirken ortaya konan seçilmiş kavim kibir ve narsisizm eleştirisi, Müslüman kimliğini de üstünlük vesilesi değil, sorumluluk vesilesi olarak tanımlamaya devam edecektir. Kurtuluşun salih amel şartına bağlı olduğu vurgusu (El-Va’d ve’l-Va’îd) bu aşamada daha da merkeziyet kazanacaktır.

C. Hermenötik / Yorum Biliminin Derinleşmesi (Rasyonel Okuma)

Erdeğer, Kur’an’ı, Mübin (apaçık) bir metin olarak görür. Ancak bu apaçıklık, safsatadan ve hevadan (arzu) arınmış bir akıl / mantık gerektirir.

Gelecek evre, hadisleri değil, Kur’an’ı anlama çabasını rasyonel yöntemlerle destekleyecektir:

Bağlamsal Okuma: Ayetlerin indiği tarihsel ve sosyal bağlamın (nüzul ortamı) dikkate alınması, lafzî / literal okumanın tehlikelerinden kaçınılması.

İstişare ve Şura: Yorum çoğulculuğunu bir rahmet / zenginlik olarak görme ve Şura (istişare) mekanizmasıyla doğru sonuçlara ulaşma çabası.

Bu akım, Mutezile’den aldığı akılcılığı ve Adalet vurgusunu, klasik Hanefi usulünün zannî bilgiye temkinli yaklaşımını harmanlayarak, Geleneksel/Statükocu rivayetçiliğe karşı Tevhid ve Sosyal Adalet temelinde bir alternatif sunmayı hedefleyecektir. Bu bir sonraki aşama, eleştiri ve yüzleşme ile başlayıp, yapıcı ıslah / iyileştirme ile sonuçlanmayı amaçlayan, zorlu bir aydınlanma / Akli olgunluğa erme süreci olacaktır.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar