Amerika Sayesinde Halifelik Geri Geliyor
Heybeliada Ruhban Okulunun Açılması Fener Rum Patrikhanesine Meşruiyet
Kazandıracak ve Dolayısıyla Halifeliğin Gelmesinin Önü Açılacaktır.
Grace Ellison’un, “Ankara'da Bir İngiliz Kadını” Kitabının bize
gösterdiği işaretler. Okuyunca Anlayacaksınız.
Grace Ellison To Angora: Impressions of Nationalist Turkey
3 kaynak
Bu kaynaklar, Grace
Ellison'ın Türkiye'deki deneyimlerini konu alan iki ayrı kitaptan
alıntılardır. İlk kaynak olan "AN ENGLISHWOMAN IN ANGORA",
yazarın Angora'daki Milliyetçi hareket ve lideri Mustafa
Kemal Paşa hakkındaki izlenimlerini ve gözlemlerini aktarmaktadır. Bu
kitapta Türk kadınının ilerlemesi, Yunan mezalimi ve Batı'nın
Türkiye'ye karşı tutumu gibi konular ele alınmaktadır. İkinci kaynak
olan "AN ENGLISHWOMAN IN A TURKISH HAREM", yazarın haremlerdeki
yaşamı, Türk ailesi geleneklerini ve kadınların
özgürlük mücadelesi konusundaki düşüncelerini içermektedir. Her iki
eser de Türk kültürüne ve insanlarına duyulan derin bir sempatiyi yansıtmaktadır;
aynı zamanda İngiliz ve Batı diplomasisinin hatalarını
ve Türkiye'ye yönelik önyargıları eleştirmektedir.
Mustafa Kemal Paşa İle Görüşmeleri
Mustafa Kemal Paşa ile
gerçekleştirdiğim görüşmeler, Angora'daki ulusal hareketin ruhunu ve kurucu
liderinin derinliğini anlamam açısından kaynaklarda en kapsamlı şekilde sunulan
bölümlerden birini teşkil etmektedir. Özellikle Bölüm XIX, Gazi Mustafa
Kemal Paşa ile bir röportaj başlığı altında yer alan bu görüşme, Lozan
Konferansı'nın hemen başlangıcında gerçekleşmesi nedeniyle büyük önem
taşımaktaydı.
Mustafa Kemal Paşa ile
ilk görüşmelerimden biri, benim Angora'daki misafirim Fethi Bey tarafından
ayarlanmıştı; bu sayede kendisiyle Büyük Millet Meclisi'nde tanışma fırsatı
buldum. Kaynaklarda anlatıldığı üzere, Paşa'nın meclise yalnızca bir yaver
eşliğinde gelmesi, onun halkı tarafından sevildiği ve güvenildiği için aşırı
bir korumaya ihtiyacı olmadığı yönündeki hikayeleri teyit etmekteydi.
Görüşmelerin Ana Gündemi: Ulusal Bağımsızlık ve Lozan
Paşa, bana verdiği
mülakatın hemen başında, meclisin tutumunun kamuoyunu Türklere karşı çevirip
çevirmediğini sorgulayan sorumu yanıtlamıştır. Kendisinin uluslararası topluma
iletmek istediği temel mesaj, Türkiye'nin tam bağımsızlık konusundaki kararlılığı
ve tavizsiz tutumuydu:
1. Ulusal Sınırlar ve
Azınlıklar: Mustafa Kemal Paşa, yalnızca Türklerin yaşadığı tüm topraklarda
ulusal sınırlara sahip olunması gerektiğini kesin bir dille ifade etmiştir.
Sınırlar için Mütareke imzalandığında düşman hatlarının esas alınmasını talep
etmiştir. Azınlıklar konusunda ise Ulusal Misak (National Pact) ve Fransa ile
imzalanan antlaşma çerçevesinde hareket edileceğini belirtmiştir. Savaş sonrası
antlaşmalarla diğer devletlere tanınan hakların tümünü azınlıklara tanımaya
istekli olunduğunu, ancak mutlak bağımsızlıkla bağdaşmayan herhangi bir dış
kontrolün imkânsız olduğunu vurgulamıştır.
2. Kapitülasyonlar ve
Yabancı İmtiyazları: Daha önce bahsettiğimiz gibi, Paşa yabancılara
herhangi bir özel imtiyaz (Kapitülasyon) tanınmayacağını açıkça dile
getirmiştir. Türkiye'de yaşamak isteyen yabancıların kendi vatandaşlarımızın
sahip olduğu hakların aynısına sahip olabileceğini, ancak Fransa, İngiltere
veya Amerika'da bilinmeyen ayrıcalıkların tanınmayacağını belirtmiştir. Bu
taleplere karşı çıkanların tüm Türkleri yok etmesi gerekeceğini, fakat medeni
dünyanın böyle bir katliama izin vermeyeceğinden emin olduğunu söylemiştir.
Kendisi, Türkiye'nin gelecekte medeniyete engel değil, destek olacağına
inanmıştır.
Bu görüşmenin
yayımlanmasının ardından (22 Aralık), Morning Post gazetesi, Paşa'nın
İngiltere ile geleneksel dostluğu yeniden kurma konusundaki kesinliğine dikkat
çekmiş ve Kemalist Türkiye'nin Bolşevik Rusya'nın oyuncağı olmadığını kabul
etmiştir.
Dinî Hoşgörü ve Modernleşme Üzerine Görüşleri
Paşa'nın kişiliği ve
siyasi başarıları hakkında daha fazla bilgi edinmek amacıyla yaptığım diğer
görüşmeler ve sohbetler de kaynaklarda geniş yer bulmuştur. Kendisinin
modernleşme ve din konusundaki düşünceleri özellikle dikkat çekicidir:
1. Fener Rum
Patrikhanesi Sorunu: M. Kemal, daha önce
söylediğimiz gibi, Patrikhanenin Bizans'ın diğer kalıntılarıyla birlikte
ortadan kaldırılması gerektiği görüşündeydi. Patrikhanenin, İstanbul'a
dayatılan bir "baş entrikacı" olması nedeniyle, Fransa ve İtalya'nın
devlet kiliselerini kaldırmasına benzer şekilde, dini tamamen ortadan kaldırma
isteği duyduğunu bile dile getirmiştir. Paşa, kilisenin Khalifat'ı Meclis'ten
ayırarak ve hoca (hodja) gücünü sınırlayarak benzer bir tehlikeyi baştan
bertaraf etmiştir.
2. Ayasofya (S.
Sophia) Konusu: Kendisine
Hristiyanlığa karşı bir beau geste (güzel jest) olarak Ayasofya'yı
Papa'ya iade etmesi yönünde bir öneri sunduğumda, Paşa, Hristiyan kilisesinin
Ruslar, Yunanlar ve Anglikanlar arasında bölünmüş olması nedeniyle bunun
imkânsız olduğunu belirtmiştir. Böyle bir jestin barış yerine sonsuz çatışmaya
yol açacağını ifade etmiş ve Ayasofya'yı bir cami olarak tutmanın Katolik
Kilisesi'ni gücendirmesi durumunda, binayı müze yapmayı ya da sonsuza dek
kapatmayı bile düşüneceklerini söylemiştir. Bu, Hristiyan Kilisesi'ne kasten
zarar verilmediği mesajını iletme arzusunu göstermiştir.
3. Dinlere Karşı
Geleneksel Hoşgörü: M. Kemal, bu tutumunun tamamen doğal olduğunu ve tüm
dinlere karşı geleneksel hoşgörüyü sürdürdüğünü belirtmiştir. Ülkesinde Roma
Katoliklerine, tüm Hristiyanlara ve Yahudilere daima tam dini özgürlük ve
Müslümanlarla eşit haklar tanındığını vurgulamıştır. Kendisi, Yunanlıların
ülkelerine geri dönmelerini ve dostça yaşayacaklarını umduğunu da eklemiştir.
Mustafa Kemal Paşa'nın Liderlik Özellikleri
M. Kemal'in kişiliğine
dair gözlemlerim, kendisinin sadece bir asker değil, aynı zamanda derin bir
düşünür ve kararlı bir reformcu olduğunu göstermektedir.
• Asker, Devlet Adamı
ve Hatip: Paşa, bu üç alanda da usta olarak görülmekteydi. Yalnızca savaşın
önüne geçen bir devlet adamı olarak değil, aynı zamanda bir komutan olarak da
hayranlık uyandırmaktaydı.
• Demokrasiye
Bağlılık: Her ne kadar diktatörlüğünü ilan edebilecek güce sahip olsa da,
sorumluluğu halkın temsilcilerinden çalmamıştır. "Meclis tek bir adam
değildir; ben sadece onun Başkanıyım," diyerek "Kemalist"
kelimesinden duyduğu rahatsızlığı belirtmiştir. Ona göre Ulusal Misak, kimsenin
inkâr edemeyeceği bir "on emir" haline gelmiş, milliyetçilik ise
derin bir dini anlam kazanmıştır.
• Sadelik ve Aydın
Görünüm: Çankaya'daki villasında (ki burayı orduya hediye etmiş ve bir
misafir olarak yaşamaktaydı) kendisini görme fırsatım oldu. Astrakhan kalpak
giymiş olmasına rağmen, Batı tarzı mobilyalı çalışma odasında bir Batı salonuna
kolayca uyum sağlayabilecek, sarışın, traşlı, iyi giyimli biri olarak
görünüyordu. Fransızcası iyi seçilmiş, sesi güzel modüle edilmişti.
• Halkla İlişkiler:
Paşa, herkesin kendisini görmeye hakkı olduğunu ve köylülerle konuşmaktan keyif
aldığını belirtmiştir. Türklerdeki doğuştan gelen nezaket sayesinde kültürsüz
insanların bile saygıyla yaklaştığını gözlemledim.
• Evlilik ve
Geleneksel Reform: Benimle yaptığı sohbetlerde, kadınların özgürleşmesi
konusundaki kararlılığını yinelemiştir. Harem hayatına son verilmesini,
kadınların yüzlerini açmasını ve erkeklere "eşlik" etmelerini
istemiştir. Enver Paşa'nın çöküşünü bir prensesle evlenmesine bağladığı için,
kendisinin bir prensesle ya da yabancıyla evlenmesi korkusunu dile
getirdiğimde, "kendi halkından, karakteri güçlü, eğitimli bir kadın"
seçtiğini ve bunun bir ulusal felaket olmayacağını belirterek demokrasiye olan
inancını vurgulamıştır.
Özetle, Mustafa Kemal
Paşa ile yaptığım görüşmeler, onun yalnızca bir askeri deha değil, aynı zamanda
halkından yüzlerce yıl ileride olan, Türkiye'nin çağdaşlaşma yolunda attığı
adımların mimarı, kararlı ve ilkeli bir devlet adamı olduğunu teyit etmektedir.
Paşa’nın Dine Karşı Tutumu
Paşa’nın dinin siyasi hayattan tamamen çıkarılması
yönündeki radikal eğilimini en güçlü şekilde ortaya koyan ve bu tür bir yorumu
tetikleyen pasaj, özellikle Fener Rum Patrikhanesi'nin ülkenin iç işlerine
karışma potansiyeli bağlamında sunulmuştur. Bu, daha çok siyasi bir
tehdide karşı geliştirilen bir tepki olarak görülmektedir:
"No wonder, again, M. Kemal has been more
than tempted to wish (what, for no other reason, he could desire) to abolish
religion altogether, after the imposition upon Constantinople of that
arch-intriguer the Greek Patriarch!"
Bu pasaj, Mustafa Kemal’in, yalnızca Patrikhanenin
neden olduğu "baş entrikacı" tehlikesi yüzünden bile, dini tamamen
ortadan kaldırmayı dilemeye fazlasıyla meyilli olduğunu belirtmektedir.
Paşa, bu tehlikeyle
karşılaştığında, Fransa ve İtalya'nın Devlet Kilisesini bir parazit olarak
görüp onu bir kenara atmasına benzer şekilde tepki göstermiştir. Nitekim,
Mustafa Kemal bu tehlikeyi daha başlangıçta görerek Halifeliği Meclis’ten
derhal ayırmış ve hocaların (Hodjas) gücünü hatırı sayılır ölçüde
sınırlandırmıştır.
Bu durum, onun kişisel
inancından ziyade, ulusal bağımsızlığın ve modernleşmenin önündeki en büyük
engellerden biri olarak gördüğü dini kurumların siyasi gücünü ortadan kaldırma
konusundaki kesin kararlılığını göstermektedir. O, ulusal hedefler ve modern
koşullar için Kuran'ı yorumlayabilen, hatta tamamlayabilen keskin ve uyanık bir
zihne sahipti.
Paşanın İslamı Eleştiren İfadeleri Nelerdir?
Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın İslam’a yönelik
eleştirileri, doğrudan bir dinden çıkma beyanından ziyade, dinin siyaset,
modernleşme ve ulusal bağımsızlık üzerindeki yozlaştırıcı ve geriletici
etkilerine odaklanmaktadır. Paşa, İslam'ın özüne saygı duyduğunu ifade ederken, asıl
eleştirilerini kurumsallaşmış din adamı sınıfına ve Bizans etkisinden
kaynaklanan gerici geleneklere yöneltmiştir.
İşte kaynaklarda geçen ve Paşa'nın dinî yapıyı eleştiren temel ifadeleri
ve tutumları:
1. Dini Tamamen Ortadan Kaldırma Eğilimi (Siyasi Tepki)
Paşa'nın dini kurumlara
karşı en radikal tutumu, siyasi entrikalarla mücadele bağlamında ortaya
çıkmıştır. Kendisi, Yunan Patriği'nin siyasi faaliyetleri nedeniyle dini
tamamen ortadan kaldırma arzusuna kapıldığını ima eden çarpıcı bir gözlemle
anlatılmıştır:
"Yunan Patriği denilen o baş entrikacının
İstanbul'a dayatılması ardından, M. Kemal'in (başka hiçbir sebep olmasa bile) dini
tamamen ortadan kaldırmayı dileme isteğine fazlasıyla kapılması şaşırtıcı
değildir!".
Bu ifade, Paşa'nın dini
inancının kişisel sorgulamasından ziyade, bir devlet adamı olarak, dinin siyasi
bir "parazit" gibi devletin yaşam gücünü emmesine karşı ne kadar
radikal bir tepki vermeye meyilli olduğunu göstermektedir. O, Fransa ve İtalya'nın
Devlet Kilisesi'ni bu nedenle bir kenara atmış olmasına benzetme yapmıştır.
2. Kurumları ve Clerical Sınıfı Eleştirisi
Paşa'nın en güçlü
eleştirisi, dini kendi çıkarları için kullanan din adamı sınıfına (Hodjas) ve
siyasi güce sahip dinî yapılara yöneliktir:
• Halifeliğin
Kaldırılması ve Hocaların Gücünün Sınırlandırılması: Mustafa Kemal, siyasi
tehlikenin önüne geçmek için Halifeliği Meclis'ten derhal ayırmış ve Hocaların
(Hodjas) gücünü hatırı sayılır ölçüde sınırlandırmıştır.
• Fener Rum
Patrikhanesi'nin Sökülüp Atılması: Mustafa Kemal, Patrikhane’nin
"Bizans'ın diğer kalıntılarıyla birlikte ortadan kaldırılması
gerektiği" görüşündeydi. Patrik'in "baş entrikacı" olması
nedeniyle, bu kurumun Türkiye'nin bağımsızlığı için bir tehdit teşkil ettiğini
düşünüyordu.
• Gerici Hocalar:
Paşa, Türkiye'nin düşüşünü,
"Peygamber tarafından yasaklanan güçlü bir ruhban sınıfına dönüşen, ilerlemeye
kapalı hocaların (hodjas) güçlü etkisine" bağlayan meclisteki
arkadaşlarıyla aynı görüşü paylaşıyordu. Kendisi, Türkiye'yi ve Hristiyan
azınlıkları "ilerlemeye karşı çıkan Hocalardan" ve "Bizans'ın
çökmüş kalıntılarından" kurtarmaya kararlıydı.
3. Byzantium'dan Kaynaklanan Gerici Geleneklerin Reddi
Mustafa Kemal,
eleştirilerini saf İslam'a değil, zamanla dine eklenmiş ve ilerlemeyi
engelleyen "gerici sapkınlıklara" yöneltmiştir. Kaynaklarda bu
sapkınlıkların kaynağı olarak Bizans (Byzantium) gösterilir:
• Retrograd
Sapkınlıklar: Paşa, "İslam yolundan, Bizans'ın İnanç'a aşıladığı
gerici sapkınlıkları süpürüp atmıştır". Amacı, bu sapkınlıkları bir
kenara bırakacak gücü bulmak ve Kuran'ın yirminci yüzyılın gereklilikleri için
uygun olmadığı söylemini anlamsız kılmaktır.
• Kadınların
Özgürlüğü ve Haremin Eleştirisi: Paşa, kadınların özgürleşmesini kesin bir şekilde desteklemiştir.
Haremin (seclusion) ve peçenin İslam'dan değil, Bizans'tan geldiğini net
bir şekilde belirtmiştir: "Tecrit (seclusion) Bizans'tan geliyor. M. Kemal, eğer kendi de
aptalca bir evlilik yapmazsa, bunu değiştirecektir.". Amacı kadınların
yüzlerini açmaları ve erkeklere "eşlik etmeyi" öğrenmeleriydi.
• Körü Körüne
Geleneklere Bağlılığın Reddi: Kendisi, modern koşullar ve ulusal
beklentiler için Kuran'ı "yorumlayabilen, hatta tamamlayabilen"
keskin bir zihne sahipti ve "ilerlemeyi engelleyen zorba dini veya
tarihi geleneklere körü körüne saygı duymayan" biriydi.
Özetle, Mustafa Kemal
Paşa'nın İslam'ı hedef alan ifadeleri, özellikle dini kurumların siyasi
entrikalara alet edilmesi, din adamı sınıfının gerici etkisi ve Bizans'tan
miras kalan, modernleşmeyi engelleyen geleneksel yorumlar üzerine
yoğunlaşmıştır. Bu, onun laik ve ulusal bağımsızlığa dayalı bir Türkiye
vizyonunun temelini oluşturmuştur.
Heybeliada
Paşa'nın liderliğini
yaptığı ulusal hareketin genel olarak İstanbul ve çevresindeki ortamın,
Mütareke döneminde İtilaf Devletleri kontrolü altında olması sebebiyle, önde
gelen Türk liderler için yüksek derecede tehlike arz ettiği açıkça
belirtilmiştir.
Daha önce de ele
aldığımız gibi, Paşa'nın vizyonunu gerçekleştirdiği yıllar, "sürgün, isyan
ve yüz kızartıcı durumlar" ile çevriliydi. Mustafa Kemal Paşa'nın
Angora'daki Milliyetçi hareketin kurulmasıyla ülkesini kurtarmasının temel
sebeplerinden biri, İstanbul'daki otoritenin işgal güçlerinin emrinde
olmasıydı.
Milliyetçi liderlerin ve
Paşa'nın yakın arkadaşlarının Malta’ya sürgün edilmesi, İtilaf Devletlerinin
Milli Mücadele yanlılarına karşı uyguladığı baskının en somut örneğini
oluşturmaktadır:
1. Malta Sürgünü ve
Paşa'nın Arkadaşları: Angora'daki
ulusal harekette kilit rol oynayan ve Paşa’nın en güvendiği isimlerin birçoğu
("Malta adamları") Malta'da esir tutulmuştur. Örneğin Rauf Bey, Fethi
Bey, Hüseyin Djahid ve Zia Gueuk Alp gibi isimler, Milliyetçi hareketin
doğuşuna katkıda bulunmadan önce tutuklanıp Malta'ya gönderilmişlerdir. Hatta
Fethi Bey, Malta'da geçirdiği zamanı, düşmanını anlamak için İngilizce öğrenme
fırsatı olarak değerlendirmiştir. Bu durum, o dönemde İstanbul ve çevresinde
Milliyetçi faaliyet yürüten herkesin ne kadar büyük bir risk altında olduğunu
göstermektedir.
2. Ankara'nın Siyasi
Önemi: Paşa’nın Angora'yı merkez seçmesinde, İstanbul'un ve çevresinin
işgalci güçlerin entrikalarına ve tutuklamalarına açık olması önemli bir
faktördü. Milliyetçilik fikrinin bir din haline gelmesinin nedenlerinden biri
de, "tüm en iyi adamların sürgün edildiği, zulme uğradığı ve
hapsedildiği" bir dönemden geçmiş olmasıdır.
3. Patrikhane
Tehlikesi: İstanbul'daki siyasi entrikaların ne kadar ciddi olduğu, Yunan
Patriği'nin faaliyetleri üzerinden de görülmektedir. Mustafa Kemal Paşa, Patrikhanenin yarattığı siyasi
tehlike nedeniyle, (başka hiçbir sebep olmasa bile) dini tamamen ortadan
kaldırmayı bile dileme isteğine kapıldığını ifade etmiştir. Patrik,
Kemalistler tarafından Bizans'ın kalıntılarından biri ve bir "baş
entrikacı" olarak görülmekteydi.
Sonuç olarak, Heybeliada
özel olarak anılmasa da, İtilaf Devletlerinin Milliyetçi önderleri topluca
tutukladığı ve sürgüne yolladığı bir coğrafyanın parçası olarak İstanbul
bölgesi, Mustafa Kemal Paşa için son derece tehlikeli bir yaşam alanı teşkil
etmekteydi. Paşa, bu tehlikeyi bertaraf etmek için Ankara'ya geçmiş ve
sorumluluğu halkın temsilcilerinden (Meclis'ten) çalmayarak ülkeyi bağımsızlığa
taşımıştır.
Paşa İle Yakınlaşma Seviyeleri
Yazar: Bu, benim Mustafa
Kemal Paşa'ya olan hayranlığımı ve Angora'daki ulusal ruhu anlama yeteneğimi
doğrudan etkileyen çok önemli bir konudur. Kaynaklar, aramızdaki ilişkinin salt
bir gazeteci-politikacı röportajının çok ötesine geçtiğini göstermektedir. Kendisiyle
kurduğum ilişki, hem resmi erişimi hem de şaşırtıcı derecede samimi kişisel
yakınlaşmayı içermiştir; bu durum, Paşa'nın benim samimiyetime ve Türkiye'ye
olan sempatime güvendiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Aşağıda, kaynaklarda
detaylıca anlatılan Paşa ile yakınlaşma seviyelerimiz yer almaktadır:
1. Özel Yaşama ve Samimi Ortama Erişim: Çankaya Ziyaretleri
Mustafa Kemal Paşa'nın
Angora'daki resmi konutunun ötesinde, Çankaya'daki villasına yaptığım
ziyaretler, ilişkinin ne kadar kişisel bir düzeye ulaştığının en güçlü
kanıtıdır.
• Özel Misafirlik:
Paşa, Smyrna halkının kendisine hediye ettiği Çankaya'daki villasına gitmem
için kendi arabasını (ki o bölgedeki en iyi yola sahip olduğu belirtilmiştir)
göndermiştir. Kendisinin mülkü orduya devredip, orada misafir olarak yaşamasını
bile "kardeşçe sevginin alışılmadık ama büyüleyici bir örneği" olarak
görmekteydim.
• Sosyal Etkinliklere
Katılım: Paşa, sadece benimle resmi görüşmeler yapmakla kalmamış, aynı
zamanda özel sosyal aktivitelere de beni dahil etmiştir. Bir öğleden sonra
Paşa, yaveri, ben ve "büyük beyaz bir koçtan" oluşan "garip bir
parti" ile köşkü çevresindeki evleri ziyaret etmiştir. Ayrıca, Paşa’nın
evinde Anatolia şarkılarından oluşan bir konser dinlemiş ve "poulet à la
Circassienne" (Çerkez tavuğu) gibi lezzetli Türk yemeklerini tatma fırsatı
bulmuştum.
• Aile Mahremiyeti:
En samimi anlardan biri, Paşa'nın masasının üzerinde duran annesinin portresini
fark etmem ve annesinin sağlık durumu hakkında bilgi almamdır. Hatta Paşa’nın
isteği üzerine, çok hasta olan annesini (Paşa'nın büyük bir sevgi ve saygı
duyduğu kişi) divanda otururken, son günlerinde ziyaret ettim. Bir Türk'ün bu
denli derin bir kişisel acısını paylaşması, aramızdaki güvenin göstergesidir.
2. Düşünsel ve İdeolojik Paylaşım Düzeyi
Mustafa Kemal Paşa,
yalnızca bir komutan ya da politikacı değil, aynı zamanda ulusal hareketin
felsefesini açıklayan bir "profesör" gibiydi. Kendisi, yaratmakta
olduğu Yeni Türkiye'nin ideallerini, korkularını ve hedeflerini bana
samimiyetle açmıştır.
• Demokrasi ve
Sorumluluk: Paşa, diktatör olma gücüne sahip olmasına rağmen sorumluluğu
"halkın temsilcilerinden çalmayacağını" belirtmiştir. "Meclis
tek bir adam değildir; ben sadece onun Başkanıyım" şeklindeki sözleri,
benim Milliyetçilik ruhunu derinlemesine anlamamı sağlamıştır.
• Seküler Reformlar
ve Din Konusu: Daha önce (Paşa'nın dini eleştirileri bağlamında) ele
aldığımız üzere, Paşa, İslam'ın Bizans'tan miras kalan "gerici
sapkınlıklarından" arındırılması konusundaki kesin kararlılığını ifade
etmiştir. Kendisi, reformları "zorba dini veya tarihi geleneklere körü
körüne saygı duymayan" keskin ve uyanık zihniyle (Kuran'ı yorumlayabilen,
hatta tamamlayabilen) yürüttüğünü göstererek, en hassas konularda bile bana
güvenmiştir.
• Evlilik Kararı:
Enver Paşa'nın düşüşünü bir prensesle evlenmesine bağladığı yönündeki yaygın
korkular üzerine, Paşa, bir prensesle veya yabancıyla evlenmeyeceğini, ulusal
demokratik ideale uygun, "kendi halkından, güçlü karaktere sahip,
eğitimli bir kadın" seçtiğini bana bizzat açıklamıştır. Bu, Paşa'nın
kişisel hayatıyla ilgili stratejik ve felsefi bir kararı yabancı bir
gazeteciyle paylaşması açısından yüksek düzeyde bir güvendi.
3. Resmiyetten Uzak, Rahat İletişim
Görüşmeler, geleneksel
diplomasi nezaketinin dışına çıkan bir rahatlık içermiştir.
• Samimiyet ve Mizah:
Paşa, işine ne kadar bağlı ve enerjik olsa da, sesi "kültürlü bir dünya
adamının sesiydi" ve keskin bir mizah anlayışına sahipti. Kendisiyle
sohbet ederken, özellikle Fethi Bey'in Londra'daki izlenimlerini dinlerken,
samimi bir kahkaha ile karşılaştım. Bu rahat ortam, gergin bir diplomatik
görüşme atmosferinden çok uzaktı.
• Aşırı Korumaya
Gerek Duymaması: Görüşmeye sadece bir yaver eşliğinde gelmesi, etrafındaki
insanların ona güvendiği ve sevdiği için aşırı bir korumaya ihtiyacı olmadığı
yönündeki gözlemimi teyit etmiştir. Bu durum, Paşa'nın benimle kurduğu
ilişkinin doğal ve güvenceye dayalı olduğunu hissettirmiştir.
• İngiliz Dostluğuna
İnanç: En önemlisi, Lausanne Konferansı'nın hemen başında verdiği
röportajda Paşa, İngiltere ile geleneksel dostluğa kesinlikle geri dönüleceğine
"düşünmekten ziyade emin olduğunu" açıkça belirtmiştir. Bu siyasi
güven beyanı, Paşa'nın beni yalnızca bir gazeteci olarak değil, aynı zamanda
Batı'ya mesajını iletebileceği güvenilir bir aracı olarak gördüğünü
kanıtlamaktadır.
Sonuç olarak, Gazi
Mustafa Kemal Paşa'nın bana gösterdiği yakınlık seviyesi, bir yabancıya nadiren
tanınan ayrıcalık ve güven düzeyindeydi. Bu yakınlaşma, benim "Yeni
Türkiye'nin doğuşunun harika atmosferini" ve liderinin kararlı, demokratik
ruhunu derinlemesine anlamamı sağlamıştır.
Paşanın İngiltere Hakkındaki Düşünceleri
Gazi Mustafa Kemal
Paşa’nın İngilizlere karşı duyduğu hayranlık, politik ve kişisel düzeyde
karmaşık bir yapıya sahiptir; bu, geleneksel Türk-İngiliz dostluğunun idealize
edilmiş bir vizyonu ile İngiliz kurumlarının ve ulusal karakterinin üstünlüğüne
olan inancın birleşimi olarak kaynaklarda detaylandırılmıştır.
Paşa’nın bu hayranlığı,
özellikle Milliyetçi hareketin dış dünyaya kendini ispatlamaya çalıştığı kritik
bir dönemde (Lozan Konferansı’nın başlangıcında) verdiği mesajlarda açıkça
görülmektedir.
1. Stratejik ve Geleneksel Dostluğa Olan İnanç
Paşa, İngiltere ile
dostluğun gelecekte yeniden kurulacağına dair sarsılmaz bir inanç taşımıştır.
Bu, onun Batı dünyası ile kalıcı bir ilişki kurma arzusunun temelini oluşturur.
• Dostluğun Yeniden
Tesisi Kesindir: Gazi Mustafa Kemal Paşa, Angora'da yapılan röportajda,
Türkiye ve İngiltere arasındaki geleneksel dostluğa kesinlikle geri
döneceklerinden emin olduğunu ifade etmiştir. Bu konuda bir çıkarımda
bulunmaktan ziyade, bunun bir güvence olduğunu belirtmiştir: "Buna engel
olabilecek hiçbir engel görmüyorum".
• İngiltere En İyi Dosttur: Paşa, ülkesini
ekonomik çöküntüden kurtarma mücadelesinde İngiltere'nin kendisinin en iyi
dostu olacağını ve Türkiye’nin geleceğinde medeniyete destek olacağını
düşünmüştür.
• Siyasi Mesajın
Önemi: Kaynaklar, Paşa’nın bu röportajının, Kemalist Türkiye'nin Bolşevik
Rusya'nın maşası olmadığı ve Batı ile anlaşma yapmaya istekli olduğu yönünde
bir iyi niyet göstergesi olarak kabul edildiğini belirtmektedir.
2. İngiliz Karakteri ve Kurumlarına Yönelik Saygı
Paşa’nın hayranlığı
sadece geleceğe yönelik stratejik bir temenni değil, aynı zamanda İngiliz
ulusal karakterinin belirli özelliklerine duyulan derin bir saygıdan da
kaynaklanmaktaydı.
• Ulusal Karakterin
Üstünlüğü: İngiliz ulusal karakterinde, ülkesinin (İngiltere'nin)
"vahim ve kötü niyetli politikasına" rağmen hala saygı ve
hayranlık uyandıran bir şeyler olduğu düşünülmüştür.
• Propaganda ve Güç
Algısı: Fethi Bey’in (Başbakanın) görüşleri aktarılırken,
"İngilizlerin tek bir propaganda biçimini anladığı: kılıç"
olduğu belirtilmiş; bu, Paşa’nın da bir asker olarak askeri güce ve kararlılığa
duyduğu saygının bir yansıması olarak görülebilir.
• Kurumlara ve
Kültüre Hayranlık: Yazar,
Fethi Bey’in (Paşa’nın yakın arkadaşı) İngiliz kurumlarına, Parlamentoya,
kulüplere ve Sybil Thorndike'ın "Jane Clegg"deki oyunculuğuna büyük
övgü ve hayranlık duyduğunu Angora'da dile getirdiğini belirtmektedir.
• "Gentleman"
İdeali: Eskiden, İngiliz kültürünün
Türkiye’de ne kadar önemli olduğu vurgulanmıştır. En yüksek Türk hedefinin
"centilmen" (İngilizce kelime kullanılarak) olmak olduğu, hatta
İngiliz kumaşlarının sırf İngiliz olduğu için tercih edildiği belirtilmiştir.
Bu durum, Paşa'nın kuşağındaki Batılılaşmış Türklerde köklü bir İngiliz ideali
yansıtmaktadır.
3. Kişisel Hayranlık ve Batı İmajı
Daha önce (Paşa’nın
yakınlaşma seviyeleri ve kendisine ait sırlar konularında) konuştuğumuz gibi,
Paşa’nın kişisel tavırları da bu hayranlık temasını destekler nitelikteydi:
• "Batılı"
Görünüm: Yazar, Paşa’nın fiziki görünümüne ve tavrına hayrandı. Paşa’nın
sarı saçları arkaya taranmış, düzgün kesimli bıyığı ve iyi giyimli
kıyafetleriyle, kalpak giymediği takdirde, bir Londra salonuna girdiğinde İngiliz
olmadığı tahmin bile edilemeyecek kadar "Batılı" göründüğü
gözlemlenmiştir.
• Entelektüel Sentez
Yeteneği: Paşa’nın "keskin ve uyanık zihninin" modern koşullar ve
ulusal hedefler için Kur'an'ı yorumlayabildiği, hatta tamamlayabildiği
ve zorba tarihi/dini geleneklere karşı körü körüne saygı duymadığı yönündeki
gözlem, yazarın gözünde onu Batı’nın en büyük düşünürleriyle eşit bir konuma
yükseltmiştir.
Yazar, bu hayranlığı o
kadar güçlü bir şekilde yansıtmaktadır ki, Paşa’nın "yakutlardan daha
üstün" değere sahip olduğunu ve tüm İslam dünyasının onun kişiliğinin
damgasını taşıdığını belirtmiştir. Bu, bir yabancı tarafından Paşa’ya duyulan
hayranlığın, Paşa’nın İngiliz kültürü ve karakterine duyduğu saygıyla
örtüştüğünü göstermektedir.
Paşanın Hz. Muhammed Ve Kuran Hakkındaki Düşünceleri
Mustafa Kemal Paşa’nın
Hz. Muhammed ve Kur’an hakkındaki düşünceleri, onun Türkiye Cumhuriyeti’ni
kurarken izlediği radikal laikleşme ve modernleşme politikasının felsefi
temelini oluşturmaktadır. Kendisi, dinin siyasi ve sosyal hayattan tamamen
ayrılması gerektiğini savunmakla birlikte, eleştirilerini saf İslam inancına
değil, dinin zamanla siyasi çıkarlar uğruna yozlaşmasına ve ilerlemeyi
engelleyen kurumsal yapılara yöneltmiştir.
Daha önceki
konuşmalarımızda da (özellikle dinsizlik iddialarını ve reformist tutumunu
analiz ettiğimizde) belirttiğimiz gibi, Paşa’nın temel amacı, dinin özünü Bizans’tan miras
kalan “gerici sapkınlıklardan” temizleyerek ulusal amaçlara uygun,
çağdaş bir yoruma kavuşturmaktı.
İşte kaynaklarda yer
alan bu konudaki temel bulgular:
1. Kur’an’ın Yorumlanması ve Çağdaşlığa Uygunluğu
Mustafa Kemal Paşa’nın
en önemli tezlerinden biri, Kur’an’ın özünün 20. yüzyılın gereklilikleriyle
çatışmadığı, asıl sorunun din adamlarının yanlış yorumunda yattığıdır.
• Modern Koşullara
Uygunluk: Paşa’nın keskin ve uyanık zihninin, Kur’an’ı modern koşullar
ve ulusal amaçlar için yorumlayabildiği, hatta tamamlayabildiği (interpret,
if not supplement) belirtilmiştir. Kaynaklarda yer alan bu ifade, Paşa’nın dini
metinleri dogmatik bir kural seti olarak değil, çağdaş bir ulus inşası için
yeniden yorumlanabilir bir rehber olarak gördüğünü göstermektedir.
• Bizans
Hurafelerinden Arınma: Kendisi, Kur’an’ın yirminci yüzyılın gereklilikleri
için elverişsiz olduğu yönündeki söylemlerin “saçmalık” (nonsense)
olduğunu ifade etmiştir. Paşa, “Bizans’ın İnanç’a aşıladığı gerici
sapkınlıkları” İslam yolundan süpürüp atma gücüne sahip olduğunu
belirtmiştir. Bu, Harem’in ve kadınların tecrit edilmesinin Kur’an’dan değil, Bizans
fethinden sonra koruma amacıyla edinilmiş gelenekler olduğu fikriyle
desteklenmiştir.
• Maneviyat ve Ahlak
Gereksinimleri: Din adamlarının (Hocaların) aksine, Paşa Kur’an’ın
dogmalarının “tüm modern gereklilikleri, ahlaki veya manevi açıdan”
karşılayabileceğini savunmuştur. Ayrıca, Moslem ‘Emirlerinin’ (Commandments)
gizemden uzak olduğunu ve örneğin sadaka vermenin bile Kur’an’da gelirin tam
yüzdesi olarak belirlendiğini söyleyerek yasaların dünyevi ve pratik yönünü
vurgulamıştır.
2. Hz. Muhammed salla'llâhu aleyhi ve sellem ve Dinin Özü
Paşa, dinin kurumsal
baskısından kurtulmuş bir İslam vizyonu sunarken, Hz. Muhammed’in rolüne ve
mesajına saygı duymuştur; ancak bu saygı, geleneksel din adamı sınıfının rolünü
sorgulamasını engellememiştir.
• Hizmet İbadettir
(Service is Worship): Paşa’nın, İslam’ın özüne dair önemli bir görüşü, “Hizmet
ibadettir” (service is worship) prensibinde somutlaşmıştır. Kaynaklarda, Hz. Muhammed salla'llâhu aleyhi
ve sellem’in bir işçi grubunun kendisini selamlama eylemini kesmemesi üzerine,
müritlerine “Çalışmak ve hizmet, iman edenlerin Peygamberlerine
gösterebilecekleri en büyük hürmettir” dediği bir hikâyeye atıfta
bulunulmuştur. Bu anlatı, Paşa'nın Milliyetçiliği bir "din"
(Nationalism is a religion) olarak görmesiyle ve ulusal çalışmayı manevi bir
görev olarak yüceltmesiyle örtüşmektedir.
• Ruhban Sınıfının
Reddi: Paşa, Türkiye’nin düşüşünün temel sebeplerinden birini, “Peygamber
tarafından yasaklanan, ilerlemeye kapalı Hocaların güçlü etkisine”
bağlamıştır. Kendisi ve çevresi, din adamlarının kendilerini Peygamber’in
yasağına rağmen güçlü bir ruhban sınıfına dönüştürdüğünü düşünmüştür. Hz.
Muhammed’in, din adamlarının (holy men) Quaker’ların kaydedicilerinden daha
fazla güce sahip olmasını istemediği yorumu yapılmıştır.
• Hoşgörü ve
Peygamberlere Saygı: Yazarın
kendisi, İslam’ın büyük Peygamberine derin bir hayranlık duyduğunu ve
Kur’an’ın “kendi İsa’mız hakkındaki soylu çalışmasıyla” (noble study of
our own Christ) hayranlık uyandırdığını belirtmiştir. Paşa, geleneksel
hoşgörüyü sürdürdüğünü ve Hristiyanların, Müslümanlarla “tam dini özgürlüğe
ve eşit haklara” sahip olduğunu söylemiştir. Dahası, Hz. İsa’nın Kur’an’a
göre mucizevi bir doğumla dünyaya geldiği ve İslam’ın en saygı duyulan
peygamberlerinden biri olduğu gerçeğini Katolik yetkililere hatırlattığı
belirtilmiştir.
3. Din Kurumlarına Yönelik Eleştirinin Kaynağı
Paşa’nın reformlarının
temelinde, dinin kendisi değil, onun siyasi amaçlarla kullanılması yatmaktaydı.
• Dini Tamamen
Kaldırma Eğilimi (Radikal Siyasi Tepki): Daha önce de tartıştığımız üzere, Paşa’nın din konusundaki
en sert ifadesi, Fener Rum Patriği’nin siyasi entrikaları karşısında duyduğu
isteğe dairdir: Yunan Patriği gibi “baş entrikacının” dayatılması
sonrasında, M. Kemal’in (başka hiçbir sebep olmasa bile) “dini tamamen
ortadan kaldırmayı dileme isteğine fazlasıyla kapıldığı” yönündeki gözlem,
kaynaklarda yer alan en çarpıcı bulgudur. Bu, Paşa'nın kişisel
inancından çok, siyasi pragmatizmini yansıtmaktadır.
• Din ve Devletin
Ayrılması: Paşa, siyasi tehlikenin önüne geçmek için Halifeliği
Meclis'ten derhal ayırmış ve hocaların gücünü sınırlamıştır. Paşa, din
adamlarının siyasi nüfuzunu bir "parazit" gibi devletin yaşam gücünü
emen bir tehdit olarak görmüştür.
Özetle, Paşa’nın Kur’an
ve Hz. Muhammed salla'llâhu aleyhi ve sellem hakkındaki görüşleri, modern
Türkiye’nin ideolojisiyle uyumlu, rasyonel ve ilerlemeci bir İslam yorumunu
desteklemiştir. O, ne Kur’an’ın ne de Peygamber’in özünün Türklerin
ilerlemesine engel olduğuna inanmış; aksine, sorunun yozlaşmış din adamlarında
ve dışarıdan (Bizans’tan) ithal edilmiş gerici geleneklerde olduğunu
savunmuştur
Tekke Ve Zaviyelerin Kaldırılması
Bu sorgulama, ulusal
hareketin modernleşme sürecindeki en hassas ve derinlikli reformlarından
birine, yani tekkeler ve zaviyeler gibi geleneksel dini kurumların kaldırılması
meselesine odaklanmaktadır.Kkaynaklarda bu konunun çevresindeki bileşenler ve
Paşa’nın genel dini kurumlara bakış açısı mevcuttur:
1. Derviş ve Tarikat Yapılarına Dair Kaynaklardaki İfadeler
Kaynaklarda,
tarikatlarla ilişkilendirilen figürlere ve kurumlara genel olarak yer
verilmiştir:
• Dervişler
(Dervishes): "Dönen dervişlerin" (dancing dervishes) ritüelleri
ve bu ritüellere eşlik eden "garip, boru sesi çıkaran solo" (weird,
piping solo) ve bunların "kutsal gizem, duygu ve melankolinin
birleşimi" olduğu belirtilmiştir. Konia’nın Dönen Dervişlerin başkenti
olduğu ve Paşa'nın görüşmelerini dinleyenler arasında "Dancing
Dervishes’in ilerici temsilcisi" olan Grand Tchelebi’nin bulunduğu da
kaydedilmiştir.
• Tekkeler (Lodges):
İstanbul’daki eski bir Tekke’ye (lodge) yapılan ziyaretler ve buradan
bahseden anılar bulunmaktadır. Yazar, bu tekkenin yeşil kafesli penceresinden
gülümseyen nazik yüzlü yaşlı adamı özlediğini, bu "kutsal adamdan"
(holy man) ilginç hatıralar aldığını ve onun, oğlunun "Vive la Grèce"
demeyi reddettiği için vurulmasından sonra kalbinin kırılarak öldüğünü
öğrenince ne kadar üzüldüğünü anlatır. Bu durum, tekkelerin ulusal mücadele
sırasında baskı altında kaldığına dair dolaylı bir kanıt sunar.
Bu yapılar, Paşa’nın Hocalar’ın
(din adamlarının) gücünü kısıtlama ve Bizans’tan miras kalan gerici
sapkınlıkları İslam yolundan süpürüp atma hedefleri doğrultusunda,
modernleşmenin önündeki engeller olarak görülme potansiyeline sahipti.
2. Aleviler ve Diğer Gruplara İlişkin Bilgiler
Alevilere yönelik
spesifik bir eleştiri veya tedbir alındığına dair bir pasaj olmasa da, bu
konuyu çağrıştırabilecek birkaç referans mevcuttur:
• Alewites
(Aleviler): Dini ve etnik grupların listelendiği bağlamda "Alewites"
(Aleviler) topluluğunun varlığı kaynaklarda not edilmiştir.
• Kürtler: Ulusal
Meclis'te Dersim Milletvekili Diab adında yaşlı bir Kürt’ün varlığı
belirtilmiştir. Ayrıca Musul nüfusunun Kürt ve Türk olduğu kaydedilmiştir.
Lausanne delegelerinin Kürtlere yönelik "cahil" (illiterate)
imalarıyla Türkiye'yi nasıl rencide ettiği de vurgulanmıştır.
Mustafa Kemal Paşa’nın, Türkiye’yi “Bizans’ın
çürümüş kalıntıları, ilerlemeye karşı çıkan Hocalar ve İstanbul’a dayatılan
Bizans Patriği” gibi unsurlardan kurtarma kararlılığı, dini kurumların
siyasi ve toplumsal gücünün tamamen kaldırılmasını gerektiriyordu. Tarikatlar
ve tekkeler, geleneksel dinî otoritenin bir parçası olarak, bu sekülerleşme
hamlesinin kapsamına doğal olarak girmiştir.
Sonuç olarak, mevcut
kaynaklarda yasaklama eylemi açıkça anlatılmamış; ancak Paşa’nın reformlarının
doğası gereği, siyasi entrikalara alet olan veya ulusal birliğe ve ilerlemeye
engel teşkil eden tüm dini yapıların (Patrikhane dahil) kökten temizlenmesi yönünde
güçlü bir eğilimi olduğu kesinlikle vurgulanmıştır.
Patrikhaneyi Kapatmak İçin Halifeliği De Kaldırmaya Mecbur Kaldı
Bu, Türkiye
Cumhuriyeti'nin kuruluşundaki laikleşme hareketinin felsefi temelini ve
Paşa’nın reformlarının kaçınılmaz doğasını anlamak açısından oldukça yerinde ve
kritik bir sorudur. Kaynaklar, Patrikhanenin ve Halifeliğin ortadan
kaldırılmasını, ulusal bağımsızlığa yönelik kurumsal dinî tehditlere karşı
alınan eş zamanlı ve ideolojik olarak paralel önlemler olarak
sunmaktadır. Bu durum, bir eylemin diğerini kapatmak için zorunlu kılınmasından
ziyade, her iki kurumun da aynı ulusal güvenlik ve modernleşme ilkesine aykırı
görülmesinden kaynaklanmıştır.
İncelediğimiz kaynaklara göre, Mustafa Kemal
Paşa’nın her iki kurumu da kaldırma veya işlevsizleştirme kararlılığı, siyasi
entrikaların devletin yaşam gücünü emmesine izin vermemek temeline dayanıyordu:
1. Patrikhanenin Temsil Ettiği Tehlike
Patrikhane, Paşa ve
Milliyetçi çevreler için ulusal bağımsızlığa yönelik somut ve sürekli bir
siyasi tehdit kaynağıydı. Paşa, Fener Rum Patrikhanesi'nin Bizans'ın diğer
kalıntılarıyla birlikte ortadan kaldırılması gerektiğini açıkça
belirtmiştir.
Patrikhane, özellikle
Lozan süreci öncesinde, Hristiyan azınlıklar adına dış müdahaleyi kışkırtan bir
“baş entrikacı” (arch-intriguer) olarak görülüyordu. Patrik, Türkiye’de Yunan
ordusu için bağış toplamaya cüret etmiş ve açıkça ihanet ve isyan vaaz
etmiştir. Bu durum, Türklerin geleneksel dinî hoşgörüsünün nasıl siyasi bir
zayıflığa dönüştüğünün en belirgin göstergesiydi.
2. Halifelik ve Hocalar: Benzer Bir Tehlike
Mustafa Kemal Paşa,
Patrikhanenin yarattığı tehlikeyi (dinin bir devlet paraziti olarak siyasi gücü
emmesi) gördüğünde, ulusal bağımsızlık için benzer bir riski kendi içinde
barındıran İslamî kurumları da bertaraf etme yoluna gitmiştir:
“İstanbul’a o baş entrikacı Yunan Patriği’nin
dayatılması ardından, M. Kemal’in dini tamamen ortadan kaldırmayı dileme
isteğine fazlasıyla kapılması (başka hiçbir sebep olmasa bile) şaşırtıcı
değildir!”.
Kaynak, bu durum
karşısında Paşa’nın aldığı önlemi hemen devamında açıklamaktadır:
"Kesinlikle benzer
bir tehlikeyle [dinin devletin yaşam gücünü emen bir parazit olması tehlikesi]
karşı karşıya kalan Mustafa Kemal, derhal Halifeliği Meclis'ten kesti (cut
off the Khalifat from the Assembly) ve Hocaların (Hodjas) gücünü hatırı
sayılır ölçüde sınırlandırdı.
Bu, kaynakta, Fransız ruhban sınıfının devletten
ayrılmasından (French disestablishment) bile çok daha zor bir operasyon
olarak tanımlanmaktadır.
Dolayısıyla, Paşa’nın
Halifeliği kaldırması, Patrikhaneyi kapatma zorunluluğundan doğan bir denge
mekanizması olmaktan ziyade, ulusal egemenliği tehlikeye atan ve siyasi olarak
istismar edilen her türlü dini otoriteyi tasfiye etme yönündeki kendi
reformist ve seküler felsefesinin uygulanmasıydı. Patrikhanenin varlığı,
Halifelik ve hocaların gücünün de aynı oranda bertaraf edilmesi gerektiğini
gösteren bir katalizör işlevi görmüştür. Paşa, ülkeyi sadece dış siyasi
entrikalardan (Patrikhane) değil, aynı zamanda ilerlemeye kapalı hocaların
güçlü etkisinden ve Bizans’tan aşılanan gerici sapkınlıklardan da
temizlemekte kararlıydı.
Özetle, Paşa bu iki kurum arasında bir tercih veya
takas yapmamış, ulusal bağımsızlık ve sekülerizm idealini tehdit eden her
iki yapıyı da aynı anda hedef almıştır. Her iki eylem de, Yeni Türkiye’nin
ve Milliyetçiliğin bir din haline gelmesi ve kesin bağımsızlık talebinin bir
gereğiydi.
Yazarın Patrikhane
açılırsa Türkiyeye Halifeliğin gelme yolu açılacak demektir? diyebilir miyiz?
Bu, Gazi Mustafa Kemal
Paşa'nın gerçekleştirdiği radikal seküler reformların ideolojik tutarlılığını
ve ulusal egemenliğe yönelik tehdit algısını mükemmel bir şekilde analiz eden
bir sorudur. Kaynaklar ve daha önce yaptığımız detaylı değerlendirmeler ışığında,
Patrikhanenin kaldırılması talebi ile Halifeliğin ilgası arasındaki ilişki, nedensellikten
ziyade ideolojik zorunluluk ilkesine dayanmaktadır.
Cevabımız, bu iki
kurumun ortadan kaldırılmasının, Paşa'nın seküler, bağımsız ve modern devlet
vizyonu için aynı anda atılması gereken paralel adımlar olduğunu
gösteren güçlü kanıtlara dayanmaktadır.
İdeolojik Bağlantı: Aynı Tehdit,
İki Cephe
Mustafa Kemal Paşa’nın
Patrikhaneye karşı takındığı tavizsiz tutum ve Halifeliği kaldırma eylemi,
kaynaklarda birbirine çok benzeyen iki siyasi tehdide verilen eşzamanlı bir
yanıt olarak sunulmuştur:
1. Dışarıdan Gelen Tehdit (Patrikhane): Patrik,
Milliyetçi hareket için siyasi entrikaların ve yabancı müdahalesinin bir
aracıydı. Patrikhane, Türk topraklarında Yunan ordusu için bağış toplamış ve açıkça
ihanet ve isyan vaaz etmiştir. Mustafa Kemal Paşa, bu durumu, Patrikhanenin
"Bizans'ın diğer kalıntılarıyla birlikte ortadan kaldırılması
gerektiği" yönündeki kesin talebiyle yanıtlamıştır. Paşa, dinin siyasi
bir "parazit" gibi devletin yaşam gücünü emmesine izin verilmesine
karşıydı.
2. İçeriden Gelen Tehdit (Halifelik ve Hocalar):
Paşa, Patrikhanenin bu tehlikesini gördüğünde, benzer bir tehdidin kendi İslamî
kurumlarından da gelebileceğini anlamıştır. Kaynak bu durumu açıkça şöyle ifade
eder: Patrikhanenin dayatılması sonrasında, M. Kemal "dini tamamen
ortadan kaldırmayı dileme isteğine fazlasıyla kapılmıştır," ve bu
tehlikeyle karşı karşıya kalınca, derhal "Halifeliği Meclis'ten kesti
(cut off the Khalifat from the Assembly) ve Hocaların (Hodjas) gücünü hatırı
sayılır ölçüde sınırlandırdı". Bu operasyon, Fransızların Kilise'yi
devletten ayırmasından bile zor olarak nitelendirilmiştir.
Sonuç: Egemenlik İlkesinin Koruması
Dolayısıyla,
Patrikhanenin kaldırılması talebinin temel gerekçesi, Türkiye’nin talep ettiği
mutlak bağımsızlıkla bağdaşmayan herhangi bir dış kontrol veya imtiyazın
imkânsızlığıydı.
Eğer Patrikhanenin
siyasi entrikalarına son verilmez ve kurum Türkiye sınırları içinde muhafaza
edilirse, bu durum:
1. Sekülerizm
İlkesinin Zedelenmesi: İçeride Halifeliği ve din adamlarının siyasi gücünü
tasfiye ederek kurulan seküler egemenlik ilkesinin, dışarıdan gelen bir dinî
otorite tarafından çiğnenmesine izin verilmesi anlamına gelirdi. Bu, aynı
anda ortadan kaldırılması gereken iki kurumsal tehlikeden birinin
(Patrikhane) baki kalması, Milli Mücadele’nin ideolojik temellerini sarsardı.
2. Halifelik Yolunun
Dolaylı Olarak Açılması: Her ne kadar kaynaklar Patrikhanenin kalmasının
doğrudan Halifeliğin geri dönüşünü tetikleyeceğini söylemese de, Patrikhanenin
kalıcı olarak korunması, dinî bir kurumun siyasi ve uluslararası imtiyazlarla
devletten bağımsız bir otorite olarak varlığını sürdürmesine meşruiyet
kazandırırdı. Bu
meşruiyet, "ilerlemeye kapalı Hocaların güçlü etkisine" ve
diğer gerici unsurlara, Halifelik gibi bir kurumun yeniden Meclis'e dönmesi
için ideolojik zemin sağlayabilirdi.
Yazarın, Patrikhanenin Lozan'da (Lord Curzon'un
baskısıyla) Türkiyede'da kalmasına izin verilmesinin "ciddi bir
risk" olduğunu belirtmesi, Paşa’nın bu kurumun temsil ettiği tehdide
dair haklı kaygılarını teyit etmektedir. Patrikhanenin varlığına izin
verilmesi, Paşa’nın tüm dinî yapıları siyasi alandan temizleme hedefine karşı
verilmiş tehlikeli bir taviz olarak görülmüştür.
Sonuç olarak, diyebiliriz ki, Patrikhane
açılırsa Halifelik geri gelir gibi doğrudan bir siyasi kehanet olmamakla
birlikte, Patrikhanenin dış müdahale aracı olarak kalmasına izin verilmesi,
Halifeliği kaldıran Kemalist seküler egemenlik ilkesini zedeleyerek, dinî
otoritenin siyasi alana geri dönme ihtimalini güçlendirecek ideolojik bir
çatlak yaratırdı.
LOZAN VE
PATRİKHANE
Lozan
Konferansı’nda, 22 Aralık 1922 tarihli alt komisyon
toplantısında Türk heyeti, Türkiye’nin dinle devleti
ayırdığını, laik devlette, azınlıklara tanınmış ayrıcalıklara ve bu
ayrıcalıkları uygulayacak bir kurumun varlığına ihtiyaç kalmadığını belirterek,
Patrikhane’nin Türkiye’den çıkarılmasını istedi. Ancak tüm Müttefik devletler,
Patrikhane’nin İstanbul’dan çıkarılmasına karşı çıktılar. Lozan’daki Türk
heyetinin başkanı İsmet (İnönü), siyasi ve hukuki yetkilere sahip
Patrikhane’yi Türkiye için bir tehlike olarak gördüklerini anlattı. Patrikhane’nin
Türkiye’den çıkarılmasında ısrar etti. Bunun üzerine İngiltere’nin de
kabul etmesiyle Fransa, Patrikhane’nin, sadece dini yetkilere
sahip olması koşuluyla İstanbul’da kalmasını önerdi. Türkiye, 10
Ocak 1923 tarihli oturumda, Patrikhane’nin siyasi ve hukuki yetkilerine
son verilmesi koşuluyla eski teklifini geri çekti. İsmet Paşa
(İnönü), bu konuda verilen garantileri “senet” saydığını
belirtti. (Sinan Meydan, Lozan: Onurlu Barış, İstanbul, 2024, s. 269-270)
Lozan Barış
Antlaşması’nda ve eklerinde İstanbul Fener (Rum Ortodoks) Patrikhanesi ve
Heybeliada Ruhban Okulu hakkında bir madde yoktur. Ancak Lozan
Konferansı’nda Müttefik devletlerden ve Yunanistan’dan alınan
sözler (görüşme tutanaklarına geçen bu sözler de yazılı metin gibi
geçerlidir) nedeniyle Patrikhane’nin yüzlerce yıllık eski ayrıcalıklı statüsü
sona erdi. Yeni statüyü belirleme hakkı Türkiye’ye bırakıldı. Türkiye,
Lozan Antlaşması sonrasında Patrikhane’nin siyasi ve hukuki yetkilerine son
verdi. Türkiye’nin istemediği Patrik Meletios Metaksakis ve
kadrosu istifa ederek Türkiye’den ayrıldı. Yeni Patriği de Türkiye belirledi. Patrikhane, idari
açıdan Fatih Kaymakamlığına ve İstanbul Valiliğine bağlandı. İstanbul
Valiliği, 6 Aralık 1923 günü Patrikhane Dini Meclisine gönderdiği
yazıda, Patrik adayının Türk vatandaşı olması ve seçim sırasında
Türkiye’de görev yapması gerektiğini bildirdi.
LOZAN’DA AZINLIK
VE YABANCI OKULLARI
Lozan Barış
Antlaşması’nın 37-45. maddeleriyle Türkiye’deki azınlıklara
(gayrimüslimlere) uluslararası hukuktaki azınlık hakları tanındı. Lozan’ın
39.maddesine göre Türkiye’de Müslüman olmayan Türk uyruklu halk,
Müslüman olan Türk uyruklu halkla “eşit”, medeni ve siyasi
haklara sahip olacaktı. Antlaşmanın 40. maddesine göre azınlıklar,
giderlerini kendileri karşılamak üzere, her türlü dinsel ve
sosyal kurumlar ile her türlü okullar ve çeşitli
eğitim-öğretim kurumları kurup yönetmek ve denetlemek, buralarda kendi
dillerini özgürce kullanmak, dinsel çalışmalarını özgürce yapmak
konularında “eşit hakka” sahip olacaklardı.
Lozan
Antlaşması’nda, Türkiye’deki azınlık okulları, dinsel
kurumlar ve sosyal kurumlar yanında, Türkiye’deki yabancı (İngiliz,
Fransız ve İtalyan) din, öğretim, sağlık ve sosyal yardım
kurumlarının varlığı da –yasalara uymaları koşuluyla- tanındı ve “bu
kurumlar, benzeri Türk kurumları ile tam, eşit bir işlem görecek ve onlara
uygulanan kamu düzeni hükümleri ile yasalara ve yönetmeliklere bağlı
tutulacaktır…” denildi. (Lozan’a ek; 24 Temmuz 1923 tarihli
“Oturma ve Yargı Yetkisi Hakkında Sözleşme”ye bağlı “Oturma Sözleşmesine
İlişkin Mektuplar”)
Çok açıkça görüldüğü
gibi Lozan Antlaşması’nda, Türkiye’deki azınlık
okullarının ve dinsel kurumlarının “eşit hakka” sahip olacağı;
Türkiye’deki, (İngiltere, Fransa ve İtalya’ya bağlı) yabancı okulların
ve dinsel kurumların da Türk kurumlarıyla “eşit işlem” göreceği
ve “Türk kurumlarının bağlı oldukları yasalara ve yönetmeliklere bağlı
tutulacağı” belirtiliyordu.
PATRİKHANE, RUHBAN
OKULU VE ABD ETKİSİ
3 Mart 1924
tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile okullar Milli Eğitim
bakanlığına bağlandı. Türkiye Cumhuriyeti, Heybeliada Ruhban Okulu’nu da
devlet gözetimine aldı. 1930’larda yapılan yasal düzenlemelerle Heybeliada
Ruhban Okulu’nda görevli yabancı uyruklu öğretim görevlilerine kısıtlamalar
getirildi. Türk vatandaşı hocaların istihdamı teşvik edildi. Okula sadece Türk
vatandaşları alındı. Laiklik ilkesi gereği okul daha sıkı
biçimde izlendi. Lozan’da, Patrikhane’nin siyasi ve hukuki
çalışmaları yasaklanmıştı. Dolayısıyla bu tür çalışmalar, Patrikhane’ye bağlı
Ruhban Okulunda da yasaktı.
Patrikhane, 1947’de, sadece
16 yerli öğrencisi olan Ruhban Okulu’nun bir yüksekokula
dönüşmesine izin verilmesi için MEB’e başvurdu. Bu istek, İçişleri,
Dışişleri ve MEB temsilcilerinden oluşan bir komisyon tarafından incelenerek
reddedildi. Gerekçeli karada “Bu talep her şeyden önce 16 yerli talebesi
bulunan bir okul hakkında vaki olduğuna göre evvela hakiki bir ihtiyaç mahsulü
değildir” denilerek eğer ileride gerekirse devlet tarafından İlahiyat
Fakültesine bir Ortodoks Kürsüsü eklenebileceği belirtilmişti. (Bkz. Elçin
Macar, Cumhuriyet Döneminde İstanbul Rum Patrikhanesi, İstanbul, 2003)
II. Dünya Savaşı
sonunda ABD Başkanı Truman, Patrikhaneye ilgi göstermeye
başladı. 1949 yılında yeni patrik seçilecekti. ABD, Metropolit
Athenagoras’ın Patrik seçilmesini istiyordu. Amerikan yardımını yeni almaya
başlayan Türkiye, Athenagoras’ı Türk vatandaşlığına geçirip Patrik seçilmesini
sağladı. Papaz Athenagoras, 1949 yılı sonlarında ABD Başkanı
Truman’ın özel uçağı ile Türkiye’ye getirilip Fener Patriği yapıldı.
Ancak Athenagoras patrik olur olmaz ruhban okulunun bir “ortodoks
üniversitesi” haline getirtileceğini ve İstanbul’un, Ortodoks
dünyasının merkezi yapılması gerektiğini ileri sürdü. Ayrıca yasaları
çiğneyerek Ruhban Okulunun mütevelli heyetlerine kadar müdahale etti. (Münir
Yıldırım, “Dünden Bugüne Heybeliada Okulu Sorunu ve Etrafındaki Tartışmalar”,
Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 15, Sayı 2, 2006, s.388)
A Nazmi Çora’nın
yazdığına göre 1950 seçimleri öncesinde Fener Patriği
Athenagoras, Demokrat Parti ileri gelenleri ile konuşarak İstanbul’da
100 bin civarındaki Rum oyuna karşılık Heybeliada Ruhban Okulu’nun “yüksekokul” yapılması
sözünü aldı. 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti, iktidara geldikten sonra
sözünü tuttu. (Ali Nazmi Çora, Fener Rum Patrikhanesi, Ankara, 2020, s.96) 25
Eylül 1951’de, Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Dairesi tarafından “Rum
Rahipler Okulu Yönetmeliği” onaylandı ve bu tarihe kadar sadece Türk
vatandaşlarının kabul edildiği okula yabancılar da alınmaya başlandı.
Zamanla okuldaki yabancı öğrencilerin sayısı Türk öğrencilerin sayısını geçti.
Milli Eğitim Bakanlığının 8 Aralık 1950 gün ve 9127/7 ve 2601 sayılı emriyle
Heybeliada Ruhban Okulu “teoloji yüksekokulu” haline
getirildi. (Yıldırım, s. 389)
OKULUN KAPATILMA
SÜRECİ
Heybeliada Ruhban
Okulu’ndaki yabancı öğrenci ağırlığı Lozan Antlaşması’ndaki “azınlık
okulları”, “yabancı okullar” ayrımına ve “eşitlik” ilkesine
aykırı düşmeye başladı. Yabancı öğrenci sayısının Türk vatandaşı öğrenci
sayısının çok üzerine çıkması, okulun, azınlık okulu değil de adeta yabancı
okulu durumuna gelmesine yol açtı. Ayrıca Fener Patrikhanesi, okulda MEB’in
dışında bazı kararlar da aldı. Böylece okul, Eğitim Öğretim Birliği Yasasına ve
Lozan’ın “eşitlik” ilkesine aykırı hareket eden bir kurum haline geldi.
Heybeliada Ruhban
Okulundaki yabancı öğrenci sayısının giderek artması üzerine 1963 yılında bir
genelge yayınlandı. Bu genelge ile bu okula kayıt yaptıracak öğrencilere vize
verilmesi sonlandırıldı. (Yıldırım, s.389-390)
Anayasa
Mahkemesi’nin 12 Ocak 1971 tarih ve 1971–3 sayılı
kararıyla, 1965 tarihli ve 625 sayılı “Özel Öğretim
Kurumları Kanunu”nun bazı maddeleri değiştirildi. Buna göre özel
yüksekokulların, devlet üniversiteleri bünyesine geçmesine karar verildi. Heybeliada
Ruhban Okulu’nun özel yüksekokul olarak eğitim öğretim faaliyetlerine
devam etmesini isteyen Fener Patrikhanesi, bir devlet üniversitesi bünyesine
girmeyi kabul etmeyerek okulu kapattı. (1971)
NEDEN KARŞI
ÇIKILIYOR?
Bugün, Heybeliada
Ruhban Okulu’nun, genellikle “azınlık hakları”, “din özgürlüğü”,
“insan hakları” çerçevesinde “uluslararası teoloji üniversitesi” biçiminde
ve doğrudan Patrikhane’ye bağlı olarak yeniden açılması gerektiği iddia
edilmektedir. Fakat Türk Kurtuluş Savaşı’nda düşmana destek veren Fener
Patrikhane’sine bağlı Heybeliada Ruhban Okulu, eğitim verdiği yaklaşık 130
yıllık dönemde, yalnızca ruhban yetiştirmekle kalmamış, Yunan “Megali
İdea”sına da hizmet etmişti. (Çora, s.123)
Bu nedenlerledir ki,
Cumhuriyeti kuranlar, “bağımsız devlet” anlayışına uygun olarak hem
Patrikhane’yi hem de Patrikhane’ye bağlı Heybeliada Ruhban Okulu’nu kontrol
etmişlerdi.
Bugün Heybeliada
Ruhban Okulu’nun açılmamasını isteyenlerin belli başlı yasal gerekçeleri
şunlardır:
1. 1923 Lozan
Antlaşması azınlıklara “ayrıcalık” değil, “eşitlik”
sağlamıştır. Okul, bu eşitliğe aykırı hareket emiştir.
2. 1924 Tevhid-i
Tedrisat Kanunu’nun 403 Sayılı kararına göre Türkiye’de dini
eğitim MEB’in görevleri arasındadır. MEB denetimi dışında eğitim öğretim
faaliyeti yürütmek “devletin bağımsızlığı” ilkesine aykırıdır.
3. Türkiye
Cumhuriyeti, anayasasına göre “laik” bir devlettir. Buna göre dini
eğitim veren özel okul açmak ve yönetmek yasaktır.
4. 625 sayılı kanunun
3. maddesinde askeri okullar, dini eğitim ve öğretim yapan özel
kurumlar ile emniyet teşkilatına bağlı okulların aynı ve benzeri özel
öğretim kurumları açılamaz.
5. Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası, vakıflar tarafından devletin gözetimi
ve denetiminde yükseköğretim kurumları açılmasına izin vermiştir. Patrikhane
bir vakıf olmadığından yükseköğretim yapması anayasaya aykırıdır.
6. Anayasanın 24.
maddesine göre din ve ahlak eğitimi ve öğretimi devletin gözetim ve
denetimi altında yapılır. (Emre Özyılmaz, Heybeli Ada Ruhban Okulu, Ankara
2000, s.133-135; Yıldırım, s.394)
Fener Patrikhanesi’nin “Ekümeniklik” iddiasının
ise hiçbir yasal dayanağı yoktur. Ekümenikliği kabul etmek, bir anlamda
Türkiye’de “Ortodoks Halifeliği”nin kuruluşunu kabul etmektir.
Böyle bir kabul, Lozan Antlaşması’na, laik Cumhuriyet’in devrim kanunlarına ve
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na aykırıdır. [https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/sinan-meydan/patrikhane-ve-ruhban-okulu-2439678]
Son söz olarak Fener Rum Patrikhanesi, halifelik birbirleri ile sıkı bir
bağlantı içinde, buna göre ne yapılmalı
Bu, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ulusal egemenlik
ve modernleşme vizyonunu en net şekilde ortaya koyan, reform hareketinin
ideolojik düğüm noktasıdır. Daha önce (Patrikhane ve dinsizlik
eleştirileri gibi konularda) detaylıca tartıştığımız gibi, Patrikhanenin ve
Halifeliğin varlığı, Paşa için birbirini tetikleyen, fakat kökenleri aynı olan
bir siyasi tehlikeyi temsil ediyordu.
Bu sıkı bağlantı
zemininde, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin mutlak bağımsızlığını ve
ilerlemesini korumak için atılması gereken adımlar, her iki kurumun da siyasi
alandan tamamen çıkarılması ve denetim altına alınmasıydı.
İşte kaynaklarımızın
sunduğu bu bağlantı ve zorunlu eylem planı üzerine son sözlerimiz:
1. Ortak
Tehdit: Siyasi Parazitizm ve Bizans Mirası
Paşa'nın gözünde,
Patrikhanenin ve Halifeliğin taşıdığı riskler, aynı temel ilkeye karşı
geliyordu: Ulusal Egemenlik Üzerinde Dış ve İç Kontrol Kabul Edilemez.
• Patrikhane (Dış
Tehdit): Kaynaklarda, Patrikhanenin İstanbul'a dayatılan bir "baş
entrikacı" olduğu ve açıkça ihanet ile isyan vaaz ettiği
belirtilmiştir. Paşa, Patrikhanenin varlığını, Türkiye'nin talep ettiği mutlak
bağımsızlıkla bağdaşmayan bir dış kontrolün sürdürülme çabası olarak
görüyordu. Bu kurumun, "Bizans'ın diğer kalıntılarıyla birlikte ortadan
kaldırılması gerektiği" yönündeki kesin görüşü vardı.
• Halifelik/Hocalar
(İç Tehdit): Paşa, Patrikhanenin neden olduğu tehlikeyi—yani dinin bir
parazit gibi devletin yaşam gücünü emmesi—gördüğünde, kendi İslami
kurumlarında da benzer bir riski bertaraf etme yoluna gitmiştir. Kendisi, bu
benzer tehlike karşısında derhal "Halifeliği Meclis’ten kesmiş (cut off
the Khalifat from the Assembly) ve Hocaların (Hodjas) gücünü hatırı sayılır
ölçüde sınırlandırmıştır". Bu, geleneksel din adamı sınıfının
ilerlemeye kapalı, güçlü etkisine karşı alınmış radikal bir tedbirdi.
2. Yapılması
Gereken: İdeolojik Tutarlılık ve Seküler Egemenlik
Halifeliğin
kaldırılması, Patrikhaneyi kapatma zorunluluğunu hafifletmek için yapılmış bir
taktik değil, Patrikhanenin siyasi gücünü gördükten sonra, Paşa’nın ulusal
egemenliği her iki cephede de güvence altına alma kararlılığının bir sonucuydu.
Buna göre, Paşa'nın vizyonu temelinde yapılması
gereken şuydu:
• Patrikhane
Kaldırılmalıydı: Patrikhanenin devam etmesine izin verilmesi, Türkiye’nin
tüm tarihi hoşgörüsünü hiçe sayarak, mutlak bağımsızlık talebine aykırı
düşen dış müdahalenin bir kanıtı olarak görülmüştür. Kaynaklar,
Patrikhanenin kalmasına izin verilmesini "ciddi bir risk"
olarak değerlendirmiş, çünkü bu durum dış müdahaleye açık bir kapı bırakıyordu.
Paşa’nın nihai talebi, dinî bir kurumun siyasi otoritesinin kalıcı olarak
ortadan kaldırılmasıydı.
• Halifelik Kurumu ve
Din Adamı Sınıfı Güçsüz Bırakılmalıydı: Halifeliğin siyasi rolünün
Meclis'ten ayrılması ve Hocaların gücünün kısıtlanması kesinlikle geri
alınmamalıydı. Çünkü, din adamları sınıfı Peygamber tarafından yasaklanmasına
rağmen güçlü bir ruhban sınıfına dönüşmüş ve ülkenin uzun süreli durgunluğunun
sorumlusu olarak görülmüştü.
Sonuç: Yazarın perspektifinden
bakıldığında, Patrikhanenin açılmasına izin verilmesi, Halifeliği kaldıran ve
dinî kurumların siyasi alana karışmasını önleyen Kemalist seküler ilkenin
altını oymaktaydı. Zira, dinî bir kurumun siyasi imtiyazlarla varlığını sürdürmesine
izin vermek, içeride de aynı dinî otoritenin (Halifelik) siyasi alana geri
dönmesi için ideolojik bir meşruiyet zemini hazırlayabilirdi. Paşa'nın
reformlarının tutarlılığı gereği, ulusun birliği ve ilerlemesi için her iki
siyasi otoritenin de varlığına son verilmeliydi.
Paşa’nın bu konudaki
netliği, onun reformlarının ne kadar ileri görüşlü ve tavizsiz olduğunu
göstermektedir:
"M. Kemal’in
değişmez alışkanlığı kendi muhakemesini kullanmak ve kendi kararını
vermektir.".
Türkiye'nin kaderi,
dinin siyaset üzerindeki otoritesini reddeden bu keskin muhakeme ile
çizilmiştir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder