Print Friendly and PDF

Amerika Sayesinde Halifelik Geri Geliyor

Bunlarada Bakarsınız

 

Heybeliada Ruhban Okulunun Açılması Fener Rum Patrikhanesine Meşruiyet Kazandıracak ve Dolayısıyla Halifeliğin Gelmesinin Önü Açılacaktır.

Grace Ellison’un,  “Ankara'da Bir İngiliz Kadını” Kitabının bize gösterdiği işaretler. Okuyunca Anlayacaksınız.

Grace Ellison To Angora: Impressions of Nationalist Turkey

3 kaynak

Bu kaynaklar, Grace Ellison'ın Türkiye'deki deneyimlerini konu alan iki ayrı kitaptan alıntılardır. İlk kaynak olan "AN ENGLISHWOMAN IN ANGORA", yazarın Angora'daki Milliyetçi hareket ve lideri Mustafa Kemal Paşa hakkındaki izlenimlerini ve gözlemlerini aktarmaktadır. Bu kitapta Türk kadınının ilerlemesiYunan mezalimi ve Batı'nın Türkiye'ye karşı tutumu gibi konular ele alınmaktadır. İkinci kaynak olan "AN ENGLISHWOMAN IN A TURKISH HAREM", yazarın haremlerdeki yaşamıTürk ailesi geleneklerini ve kadınların özgürlük mücadelesi konusundaki düşüncelerini içermektedir. Her iki eser de Türk kültürüne ve insanlarına duyulan derin bir sempatiyi yansıtmaktadır; aynı zamanda İngiliz ve Batı diplomasisinin hatalarını ve Türkiye'ye yönelik önyargıları eleştirmektedir.

Mustafa Kemal Paşa İle Görüşmeleri

Mustafa Kemal Paşa ile gerçekleştirdiğim görüşmeler, Angora'daki ulusal hareketin ruhunu ve kurucu liderinin derinliğini anlamam açısından kaynaklarda en kapsamlı şekilde sunulan bölümlerden birini teşkil etmektedir. Özellikle Bölüm XIX, Gazi Mustafa Kemal Paşa ile bir röportaj başlığı altında yer alan bu görüşme, Lozan Konferansı'nın hemen başlangıcında gerçekleşmesi nedeniyle büyük önem taşımaktaydı.

Mustafa Kemal Paşa ile ilk görüşmelerimden biri, benim Angora'daki misafirim Fethi Bey tarafından ayarlanmıştı; bu sayede kendisiyle Büyük Millet Meclisi'nde tanışma fırsatı buldum. Kaynaklarda anlatıldığı üzere, Paşa'nın meclise yalnızca bir yaver eşliğinde gelmesi, onun halkı tarafından sevildiği ve güvenildiği için aşırı bir korumaya ihtiyacı olmadığı yönündeki hikayeleri teyit etmekteydi.

Görüşmelerin Ana Gündemi: Ulusal Bağımsızlık ve Lozan

Paşa, bana verdiği mülakatın hemen başında, meclisin tutumunun kamuoyunu Türklere karşı çevirip çevirmediğini sorgulayan sorumu yanıtlamıştır. Kendisinin uluslararası topluma iletmek istediği temel mesaj, Türkiye'nin tam bağımsızlık konusundaki kararlılığı ve tavizsiz tutumuydu:

1. Ulusal Sınırlar ve Azınlıklar: Mustafa Kemal Paşa, yalnızca Türklerin yaşadığı tüm topraklarda ulusal sınırlara sahip olunması gerektiğini kesin bir dille ifade etmiştir. Sınırlar için Mütareke imzalandığında düşman hatlarının esas alınmasını talep etmiştir. Azınlıklar konusunda ise Ulusal Misak (National Pact) ve Fransa ile imzalanan antlaşma çerçevesinde hareket edileceğini belirtmiştir. Savaş sonrası antlaşmalarla diğer devletlere tanınan hakların tümünü azınlıklara tanımaya istekli olunduğunu, ancak mutlak bağımsızlıkla bağdaşmayan herhangi bir dış kontrolün imkânsız olduğunu vurgulamıştır.

2. Kapitülasyonlar ve Yabancı İmtiyazları: Daha önce bahsettiğimiz gibi, Paşa yabancılara herhangi bir özel imtiyaz (Kapitülasyon) tanınmayacağını açıkça dile getirmiştir. Türkiye'de yaşamak isteyen yabancıların kendi vatandaşlarımızın sahip olduğu hakların aynısına sahip olabileceğini, ancak Fransa, İngiltere veya Amerika'da bilinmeyen ayrıcalıkların tanınmayacağını belirtmiştir. Bu taleplere karşı çıkanların tüm Türkleri yok etmesi gerekeceğini, fakat medeni dünyanın böyle bir katliama izin vermeyeceğinden emin olduğunu söylemiştir. Kendisi, Türkiye'nin gelecekte medeniyete engel değil, destek olacağına inanmıştır.

Bu görüşmenin yayımlanmasının ardından (22 Aralık), Morning Post gazetesi, Paşa'nın İngiltere ile geleneksel dostluğu yeniden kurma konusundaki kesinliğine dikkat çekmiş ve Kemalist Türkiye'nin Bolşevik Rusya'nın oyuncağı olmadığını kabul etmiştir.

Dinî Hoşgörü ve Modernleşme Üzerine Görüşleri

Paşa'nın kişiliği ve siyasi başarıları hakkında daha fazla bilgi edinmek amacıyla yaptığım diğer görüşmeler ve sohbetler de kaynaklarda geniş yer bulmuştur. Kendisinin modernleşme ve din konusundaki düşünceleri özellikle dikkat çekicidir:

1. Fener Rum Patrikhanesi Sorunu: M. Kemal, daha önce söylediğimiz gibi, Patrikhanenin Bizans'ın diğer kalıntılarıyla birlikte ortadan kaldırılması gerektiği görüşündeydi. Patrikhanenin, İstanbul'a dayatılan bir "baş entrikacı" olması nedeniyle, Fransa ve İtalya'nın devlet kiliselerini kaldırmasına benzer şekilde, dini tamamen ortadan kaldırma isteği duyduğunu bile dile getirmiştir. Paşa, kilisenin Khalifat'ı Meclis'ten ayırarak ve hoca (hodja) gücünü sınırlayarak benzer bir tehlikeyi baştan bertaraf etmiştir.

2. Ayasofya (S. Sophia) Konusu: Kendisine Hristiyanlığa karşı bir beau geste (güzel jest) olarak Ayasofya'yı Papa'ya iade etmesi yönünde bir öneri sunduğumda, Paşa, Hristiyan kilisesinin Ruslar, Yunanlar ve Anglikanlar arasında bölünmüş olması nedeniyle bunun imkânsız olduğunu belirtmiştir. Böyle bir jestin barış yerine sonsuz çatışmaya yol açacağını ifade etmiş ve Ayasofya'yı bir cami olarak tutmanın Katolik Kilisesi'ni gücendirmesi durumunda, binayı müze yapmayı ya da sonsuza dek kapatmayı bile düşüneceklerini söylemiştir. Bu, Hristiyan Kilisesi'ne kasten zarar verilmediği mesajını iletme arzusunu göstermiştir.

3. Dinlere Karşı Geleneksel Hoşgörü: M. Kemal, bu tutumunun tamamen doğal olduğunu ve tüm dinlere karşı geleneksel hoşgörüyü sürdürdüğünü belirtmiştir. Ülkesinde Roma Katoliklerine, tüm Hristiyanlara ve Yahudilere daima tam dini özgürlük ve Müslümanlarla eşit haklar tanındığını vurgulamıştır. Kendisi, Yunanlıların ülkelerine geri dönmelerini ve dostça yaşayacaklarını umduğunu da eklemiştir.

Mustafa Kemal Paşa'nın Liderlik Özellikleri

M. Kemal'in kişiliğine dair gözlemlerim, kendisinin sadece bir asker değil, aynı zamanda derin bir düşünür ve kararlı bir reformcu olduğunu göstermektedir.

Asker, Devlet Adamı ve Hatip: Paşa, bu üç alanda da usta olarak görülmekteydi. Yalnızca savaşın önüne geçen bir devlet adamı olarak değil, aynı zamanda bir komutan olarak da hayranlık uyandırmaktaydı.

Demokrasiye Bağlılık: Her ne kadar diktatörlüğünü ilan edebilecek güce sahip olsa da, sorumluluğu halkın temsilcilerinden çalmamıştır. "Meclis tek bir adam değildir; ben sadece onun Başkanıyım," diyerek "Kemalist" kelimesinden duyduğu rahatsızlığı belirtmiştir. Ona göre Ulusal Misak, kimsenin inkâr edemeyeceği bir "on emir" haline gelmiş, milliyetçilik ise derin bir dini anlam kazanmıştır.

Sadelik ve Aydın Görünüm: Çankaya'daki villasında (ki burayı orduya hediye etmiş ve bir misafir olarak yaşamaktaydı) kendisini görme fırsatım oldu. Astrakhan kalpak giymiş olmasına rağmen, Batı tarzı mobilyalı çalışma odasında bir Batı salonuna kolayca uyum sağlayabilecek, sarışın, traşlı, iyi giyimli biri olarak görünüyordu. Fransızcası iyi seçilmiş, sesi güzel modüle edilmişti.

Halkla İlişkiler: Paşa, herkesin kendisini görmeye hakkı olduğunu ve köylülerle konuşmaktan keyif aldığını belirtmiştir. Türklerdeki doğuştan gelen nezaket sayesinde kültürsüz insanların bile saygıyla yaklaştığını gözlemledim.

Evlilik ve Geleneksel Reform: Benimle yaptığı sohbetlerde, kadınların özgürleşmesi konusundaki kararlılığını yinelemiştir. Harem hayatına son verilmesini, kadınların yüzlerini açmasını ve erkeklere "eşlik" etmelerini istemiştir. Enver Paşa'nın çöküşünü bir prensesle evlenmesine bağladığı için, kendisinin bir prensesle ya da yabancıyla evlenmesi korkusunu dile getirdiğimde, "kendi halkından, karakteri güçlü, eğitimli bir kadın" seçtiğini ve bunun bir ulusal felaket olmayacağını belirterek demokrasiye olan inancını vurgulamıştır.

Özetle, Mustafa Kemal Paşa ile yaptığım görüşmeler, onun yalnızca bir askeri deha değil, aynı zamanda halkından yüzlerce yıl ileride olan, Türkiye'nin çağdaşlaşma yolunda attığı adımların mimarı, kararlı ve ilkeli bir devlet adamı olduğunu teyit etmektedir.

Paşa’nın Dine Karşı Tutumu

Paşa’nın dinin siyasi hayattan tamamen çıkarılması yönündeki radikal eğilimini en güçlü şekilde ortaya koyan ve bu tür bir yorumu tetikleyen pasaj, özellikle Fener Rum Patrikhanesi'nin ülkenin iç işlerine karışma potansiyeli bağlamında sunulmuştur. Bu, daha çok siyasi bir tehdide karşı geliştirilen bir tepki olarak görülmektedir:

"No wonder, again, M. Kemal has been more than tempted to wish (what, for no other reason, he could desire) to abolish religion altogether, after the imposition upon Constantinople of that arch-intriguer the Greek Patriarch!"

Bu pasaj, Mustafa Kemal’in, yalnızca Patrikhanenin neden olduğu "baş entrikacı" tehlikesi yüzünden bile, dini tamamen ortadan kaldırmayı dilemeye fazlasıyla meyilli olduğunu belirtmektedir.

Paşa, bu tehlikeyle karşılaştığında, Fransa ve İtalya'nın Devlet Kilisesini bir parazit olarak görüp onu bir kenara atmasına benzer şekilde tepki göstermiştir. Nitekim, Mustafa Kemal bu tehlikeyi daha başlangıçta görerek Halifeliği Meclis’ten derhal ayırmış ve hocaların (Hodjas) gücünü hatırı sayılır ölçüde sınırlandırmıştır.

Bu durum, onun kişisel inancından ziyade, ulusal bağımsızlığın ve modernleşmenin önündeki en büyük engellerden biri olarak gördüğü dini kurumların siyasi gücünü ortadan kaldırma konusundaki kesin kararlılığını göstermektedir. O, ulusal hedefler ve modern koşullar için Kuran'ı yorumlayabilen, hatta tamamlayabilen keskin ve uyanık bir zihne sahipti.

Paşanın İslamı Eleştiren İfadeleri Nelerdir?

Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın İslam’a yönelik eleştirileri, doğrudan bir dinden çıkma beyanından ziyade, dinin siyaset, modernleşme ve ulusal bağımsızlık üzerindeki yozlaştırıcı ve geriletici etkilerine odaklanmaktadır. Paşa, İslam'ın özüne saygı duyduğunu ifade ederken, asıl eleştirilerini kurumsallaşmış din adamı sınıfına ve Bizans etkisinden kaynaklanan gerici geleneklere yöneltmiştir.

İşte kaynaklarda geçen ve Paşa'nın dinî yapıyı eleştiren temel ifadeleri ve tutumları:

1. Dini Tamamen Ortadan Kaldırma Eğilimi (Siyasi Tepki)

Paşa'nın dini kurumlara karşı en radikal tutumu, siyasi entrikalarla mücadele bağlamında ortaya çıkmıştır. Kendisi, Yunan Patriği'nin siyasi faaliyetleri nedeniyle dini tamamen ortadan kaldırma arzusuna kapıldığını ima eden çarpıcı bir gözlemle anlatılmıştır:

"Yunan Patriği denilen o baş entrikacının İstanbul'a dayatılması ardından, M. Kemal'in (başka hiçbir sebep olmasa bile) dini tamamen ortadan kaldırmayı dileme isteğine fazlasıyla kapılması şaşırtıcı değildir!".

Bu ifade, Paşa'nın dini inancının kişisel sorgulamasından ziyade, bir devlet adamı olarak, dinin siyasi bir "parazit" gibi devletin yaşam gücünü emmesine karşı ne kadar radikal bir tepki vermeye meyilli olduğunu göstermektedir. O, Fransa ve İtalya'nın Devlet Kilisesi'ni bu nedenle bir kenara atmış olmasına benzetme yapmıştır.

2. Kurumları ve Clerical Sınıfı Eleştirisi

Paşa'nın en güçlü eleştirisi, dini kendi çıkarları için kullanan din adamı sınıfına (Hodjas) ve siyasi güce sahip dinî yapılara yöneliktir:

Halifeliğin Kaldırılması ve Hocaların Gücünün Sınırlandırılması: Mustafa Kemal, siyasi tehlikenin önüne geçmek için Halifeliği Meclis'ten derhal ayırmış ve Hocaların (Hodjas) gücünü hatırı sayılır ölçüde sınırlandırmıştır.

Fener Rum Patrikhanesi'nin Sökülüp Atılması: Mustafa Kemal, Patrikhane’nin "Bizans'ın diğer kalıntılarıyla birlikte ortadan kaldırılması gerektiği" görüşündeydi. Patrik'in "baş entrikacı" olması nedeniyle, bu kurumun Türkiye'nin bağımsızlığı için bir tehdit teşkil ettiğini düşünüyordu.

Gerici Hocalar: Paşa, Türkiye'nin düşüşünü, "Peygamber tarafından yasaklanan güçlü bir ruhban sınıfına dönüşen, ilerlemeye kapalı hocaların (hodjas) güçlü etkisine" bağlayan meclisteki arkadaşlarıyla aynı görüşü paylaşıyordu. Kendisi, Türkiye'yi ve Hristiyan azınlıkları "ilerlemeye karşı çıkan Hocalardan" ve "Bizans'ın çökmüş kalıntılarından" kurtarmaya kararlıydı.

3. Byzantium'dan Kaynaklanan Gerici Geleneklerin Reddi

Mustafa Kemal, eleştirilerini saf İslam'a değil, zamanla dine eklenmiş ve ilerlemeyi engelleyen "gerici sapkınlıklara" yöneltmiştir. Kaynaklarda bu sapkınlıkların kaynağı olarak Bizans (Byzantium) gösterilir:

Retrograd Sapkınlıklar: Paşa, "İslam yolundan, Bizans'ın İnanç'a aşıladığı gerici sapkınlıkları süpürüp atmıştır". Amacı, bu sapkınlıkları bir kenara bırakacak gücü bulmak ve Kuran'ın yirminci yüzyılın gereklilikleri için uygun olmadığı söylemini anlamsız kılmaktır.

Kadınların Özgürlüğü ve Haremin Eleştirisi: Paşa, kadınların özgürleşmesini kesin bir şekilde desteklemiştir. Haremin (seclusion) ve peçenin İslam'dan değil, Bizans'tan geldiğini net bir şekilde belirtmiştir: "Tecrit (seclusion) Bizans'tan geliyor. M. Kemal, eğer kendi de aptalca bir evlilik yapmazsa, bunu değiştirecektir.". Amacı kadınların yüzlerini açmaları ve erkeklere "eşlik etmeyi" öğrenmeleriydi.

Körü Körüne Geleneklere Bağlılığın Reddi: Kendisi, modern koşullar ve ulusal beklentiler için Kuran'ı "yorumlayabilen, hatta tamamlayabilen" keskin bir zihne sahipti ve "ilerlemeyi engelleyen zorba dini veya tarihi geleneklere körü körüne saygı duymayan" biriydi.

Özetle, Mustafa Kemal Paşa'nın İslam'ı hedef alan ifadeleri, özellikle dini kurumların siyasi entrikalara alet edilmesi, din adamı sınıfının gerici etkisi ve Bizans'tan miras kalan, modernleşmeyi engelleyen geleneksel yorumlar üzerine yoğunlaşmıştır. Bu, onun laik ve ulusal bağımsızlığa dayalı bir Türkiye vizyonunun temelini oluşturmuştur.

Heybeliada

Paşa'nın liderliğini yaptığı ulusal hareketin genel olarak İstanbul ve çevresindeki ortamın, Mütareke döneminde İtilaf Devletleri kontrolü altında olması sebebiyle, önde gelen Türk liderler için yüksek derecede tehlike arz ettiği açıkça belirtilmiştir.

Daha önce de ele aldığımız gibi, Paşa'nın vizyonunu gerçekleştirdiği yıllar, "sürgün, isyan ve yüz kızartıcı durumlar" ile çevriliydi. Mustafa Kemal Paşa'nın Angora'daki Milliyetçi hareketin kurulmasıyla ülkesini kurtarmasının temel sebeplerinden biri, İstanbul'daki otoritenin işgal güçlerinin emrinde olmasıydı.

Milliyetçi liderlerin ve Paşa'nın yakın arkadaşlarının Malta’ya sürgün edilmesi, İtilaf Devletlerinin Milli Mücadele yanlılarına karşı uyguladığı baskının en somut örneğini oluşturmaktadır:

1. Malta Sürgünü ve Paşa'nın Arkadaşları: Angora'daki ulusal harekette kilit rol oynayan ve Paşa’nın en güvendiği isimlerin birçoğu ("Malta adamları") Malta'da esir tutulmuştur. Örneğin Rauf Bey, Fethi Bey, Hüseyin Djahid ve Zia Gueuk Alp gibi isimler, Milliyetçi hareketin doğuşuna katkıda bulunmadan önce tutuklanıp Malta'ya gönderilmişlerdir. Hatta Fethi Bey, Malta'da geçirdiği zamanı, düşmanını anlamak için İngilizce öğrenme fırsatı olarak değerlendirmiştir. Bu durum, o dönemde İstanbul ve çevresinde Milliyetçi faaliyet yürüten herkesin ne kadar büyük bir risk altında olduğunu göstermektedir.

2. Ankara'nın Siyasi Önemi: Paşa’nın Angora'yı merkez seçmesinde, İstanbul'un ve çevresinin işgalci güçlerin entrikalarına ve tutuklamalarına açık olması önemli bir faktördü. Milliyetçilik fikrinin bir din haline gelmesinin nedenlerinden biri de, "tüm en iyi adamların sürgün edildiği, zulme uğradığı ve hapsedildiği" bir dönemden geçmiş olmasıdır.

3. Patrikhane Tehlikesi: İstanbul'daki siyasi entrikaların ne kadar ciddi olduğu, Yunan Patriği'nin faaliyetleri üzerinden de görülmektedir. Mustafa Kemal Paşa, Patrikhanenin yarattığı siyasi tehlike nedeniyle, (başka hiçbir sebep olmasa bile) dini tamamen ortadan kaldırmayı bile dileme isteğine kapıldığını ifade etmiştir. Patrik, Kemalistler tarafından Bizans'ın kalıntılarından biri ve bir "baş entrikacı" olarak görülmekteydi.

Sonuç olarak, Heybeliada özel olarak anılmasa da, İtilaf Devletlerinin Milliyetçi önderleri topluca tutukladığı ve sürgüne yolladığı bir coğrafyanın parçası olarak İstanbul bölgesi, Mustafa Kemal Paşa için son derece tehlikeli bir yaşam alanı teşkil etmekteydi. Paşa, bu tehlikeyi bertaraf etmek için Ankara'ya geçmiş ve sorumluluğu halkın temsilcilerinden (Meclis'ten) çalmayarak ülkeyi bağımsızlığa taşımıştır.

Paşa İle Yakınlaşma Seviyeleri

Yazar: Bu, benim Mustafa Kemal Paşa'ya olan hayranlığımı ve Angora'daki ulusal ruhu anlama yeteneğimi doğrudan etkileyen çok önemli bir konudur. Kaynaklar, aramızdaki ilişkinin salt bir gazeteci-politikacı röportajının çok ötesine geçtiğini göstermektedir. Kendisiyle kurduğum ilişki, hem resmi erişimi hem de şaşırtıcı derecede samimi kişisel yakınlaşmayı içermiştir; bu durum, Paşa'nın benim samimiyetime ve Türkiye'ye olan sempatime güvendiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Aşağıda, kaynaklarda detaylıca anlatılan Paşa ile yakınlaşma seviyelerimiz yer almaktadır:

1. Özel Yaşama ve Samimi Ortama Erişim: Çankaya Ziyaretleri

Mustafa Kemal Paşa'nın Angora'daki resmi konutunun ötesinde, Çankaya'daki villasına yaptığım ziyaretler, ilişkinin ne kadar kişisel bir düzeye ulaştığının en güçlü kanıtıdır.

Özel Misafirlik: Paşa, Smyrna halkının kendisine hediye ettiği Çankaya'daki villasına gitmem için kendi arabasını (ki o bölgedeki en iyi yola sahip olduğu belirtilmiştir) göndermiştir. Kendisinin mülkü orduya devredip, orada misafir olarak yaşamasını bile "kardeşçe sevginin alışılmadık ama büyüleyici bir örneği" olarak görmekteydim.

Sosyal Etkinliklere Katılım: Paşa, sadece benimle resmi görüşmeler yapmakla kalmamış, aynı zamanda özel sosyal aktivitelere de beni dahil etmiştir. Bir öğleden sonra Paşa, yaveri, ben ve "büyük beyaz bir koçtan" oluşan "garip bir parti" ile köşkü çevresindeki evleri ziyaret etmiştir. Ayrıca, Paşa’nın evinde Anatolia şarkılarından oluşan bir konser dinlemiş ve "poulet à la Circassienne" (Çerkez tavuğu) gibi lezzetli Türk yemeklerini tatma fırsatı bulmuştum.

Aile Mahremiyeti: En samimi anlardan biri, Paşa'nın masasının üzerinde duran annesinin portresini fark etmem ve annesinin sağlık durumu hakkında bilgi almamdır. Hatta Paşa’nın isteği üzerine, çok hasta olan annesini (Paşa'nın büyük bir sevgi ve saygı duyduğu kişi) divanda otururken, son günlerinde ziyaret ettim. Bir Türk'ün bu denli derin bir kişisel acısını paylaşması, aramızdaki güvenin göstergesidir.

2. Düşünsel ve İdeolojik Paylaşım Düzeyi

Mustafa Kemal Paşa, yalnızca bir komutan ya da politikacı değil, aynı zamanda ulusal hareketin felsefesini açıklayan bir "profesör" gibiydi. Kendisi, yaratmakta olduğu Yeni Türkiye'nin ideallerini, korkularını ve hedeflerini bana samimiyetle açmıştır.

Demokrasi ve Sorumluluk: Paşa, diktatör olma gücüne sahip olmasına rağmen sorumluluğu "halkın temsilcilerinden çalmayacağını" belirtmiştir. "Meclis tek bir adam değildir; ben sadece onun Başkanıyım" şeklindeki sözleri, benim Milliyetçilik ruhunu derinlemesine anlamamı sağlamıştır.

Seküler Reformlar ve Din Konusu: Daha önce (Paşa'nın dini eleştirileri bağlamında) ele aldığımız üzere, Paşa, İslam'ın Bizans'tan miras kalan "gerici sapkınlıklarından" arındırılması konusundaki kesin kararlılığını ifade etmiştir. Kendisi, reformları "zorba dini veya tarihi geleneklere körü körüne saygı duymayan" keskin ve uyanık zihniyle (Kuran'ı yorumlayabilen, hatta tamamlayabilen) yürüttüğünü göstererek, en hassas konularda bile bana güvenmiştir.

Evlilik Kararı: Enver Paşa'nın düşüşünü bir prensesle evlenmesine bağladığı yönündeki yaygın korkular üzerine, Paşa, bir prensesle veya yabancıyla evlenmeyeceğini, ulusal demokratik ideale uygun, "kendi halkından, güçlü karaktere sahip, eğitimli bir kadın" seçtiğini bana bizzat açıklamıştır. Bu, Paşa'nın kişisel hayatıyla ilgili stratejik ve felsefi bir kararı yabancı bir gazeteciyle paylaşması açısından yüksek düzeyde bir güvendi.

3. Resmiyetten Uzak, Rahat İletişim

Görüşmeler, geleneksel diplomasi nezaketinin dışına çıkan bir rahatlık içermiştir.

Samimiyet ve Mizah: Paşa, işine ne kadar bağlı ve enerjik olsa da, sesi "kültürlü bir dünya adamının sesiydi" ve keskin bir mizah anlayışına sahipti. Kendisiyle sohbet ederken, özellikle Fethi Bey'in Londra'daki izlenimlerini dinlerken, samimi bir kahkaha ile karşılaştım. Bu rahat ortam, gergin bir diplomatik görüşme atmosferinden çok uzaktı.

Aşırı Korumaya Gerek Duymaması: Görüşmeye sadece bir yaver eşliğinde gelmesi, etrafındaki insanların ona güvendiği ve sevdiği için aşırı bir korumaya ihtiyacı olmadığı yönündeki gözlemimi teyit etmiştir. Bu durum, Paşa'nın benimle kurduğu ilişkinin doğal ve güvenceye dayalı olduğunu hissettirmiştir.

İngiliz Dostluğuna İnanç: En önemlisi, Lausanne Konferansı'nın hemen başında verdiği röportajda Paşa, İngiltere ile geleneksel dostluğa kesinlikle geri dönüleceğine "düşünmekten ziyade emin olduğunu" açıkça belirtmiştir. Bu siyasi güven beyanı, Paşa'nın beni yalnızca bir gazeteci olarak değil, aynı zamanda Batı'ya mesajını iletebileceği güvenilir bir aracı olarak gördüğünü kanıtlamaktadır.

Sonuç olarak, Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın bana gösterdiği yakınlık seviyesi, bir yabancıya nadiren tanınan ayrıcalık ve güven düzeyindeydi. Bu yakınlaşma, benim "Yeni Türkiye'nin doğuşunun harika atmosferini" ve liderinin kararlı, demokratik ruhunu derinlemesine anlamamı sağlamıştır.

 

Paşanın İngiltere Hakkındaki Düşünceleri

Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın İngilizlere karşı duyduğu hayranlık, politik ve kişisel düzeyde karmaşık bir yapıya sahiptir; bu, geleneksel Türk-İngiliz dostluğunun idealize edilmiş bir vizyonu ile İngiliz kurumlarının ve ulusal karakterinin üstünlüğüne olan inancın birleşimi olarak kaynaklarda detaylandırılmıştır.

Paşa’nın bu hayranlığı, özellikle Milliyetçi hareketin dış dünyaya kendini ispatlamaya çalıştığı kritik bir dönemde (Lozan Konferansı’nın başlangıcında) verdiği mesajlarda açıkça görülmektedir.

1. Stratejik ve Geleneksel Dostluğa Olan İnanç

Paşa, İngiltere ile dostluğun gelecekte yeniden kurulacağına dair sarsılmaz bir inanç taşımıştır. Bu, onun Batı dünyası ile kalıcı bir ilişki kurma arzusunun temelini oluşturur.

Dostluğun Yeniden Tesisi Kesindir: Gazi Mustafa Kemal Paşa, Angora'da yapılan röportajda, Türkiye ve İngiltere arasındaki geleneksel dostluğa kesinlikle geri döneceklerinden emin olduğunu ifade etmiştir. Bu konuda bir çıkarımda bulunmaktan ziyade, bunun bir güvence olduğunu belirtmiştir: "Buna engel olabilecek hiçbir engel görmüyorum".

İngiltere En İyi Dosttur: Paşa, ülkesini ekonomik çöküntüden kurtarma mücadelesinde İngiltere'nin kendisinin en iyi dostu olacağını ve Türkiye’nin geleceğinde medeniyete destek olacağını düşünmüştür.

Siyasi Mesajın Önemi: Kaynaklar, Paşa’nın bu röportajının, Kemalist Türkiye'nin Bolşevik Rusya'nın maşası olmadığı ve Batı ile anlaşma yapmaya istekli olduğu yönünde bir iyi niyet göstergesi olarak kabul edildiğini belirtmektedir.

2. İngiliz Karakteri ve Kurumlarına Yönelik Saygı

Paşa’nın hayranlığı sadece geleceğe yönelik stratejik bir temenni değil, aynı zamanda İngiliz ulusal karakterinin belirli özelliklerine duyulan derin bir saygıdan da kaynaklanmaktaydı.

Ulusal Karakterin Üstünlüğü: İngiliz ulusal karakterinde, ülkesinin (İngiltere'nin) "vahim ve kötü niyetli politikasına" rağmen hala saygı ve hayranlık uyandıran bir şeyler olduğu düşünülmüştür.

Propaganda ve Güç Algısı: Fethi Bey’in (Başbakanın) görüşleri aktarılırken, "İngilizlerin tek bir propaganda biçimini anladığı: kılıç" olduğu belirtilmiş; bu, Paşa’nın da bir asker olarak askeri güce ve kararlılığa duyduğu saygının bir yansıması olarak görülebilir.

Kurumlara ve Kültüre Hayranlık: Yazar, Fethi Bey’in (Paşa’nın yakın arkadaşı) İngiliz kurumlarına, Parlamentoya, kulüplere ve Sybil Thorndike'ın "Jane Clegg"deki oyunculuğuna büyük övgü ve hayranlık duyduğunu Angora'da dile getirdiğini belirtmektedir.

"Gentleman" İdeali: Eskiden, İngiliz kültürünün Türkiye’de ne kadar önemli olduğu vurgulanmıştır. En yüksek Türk hedefinin "centilmen" (İngilizce kelime kullanılarak) olmak olduğu, hatta İngiliz kumaşlarının sırf İngiliz olduğu için tercih edildiği belirtilmiştir. Bu durum, Paşa'nın kuşağındaki Batılılaşmış Türklerde köklü bir İngiliz ideali yansıtmaktadır.

3. Kişisel Hayranlık ve Batı İmajı

Daha önce (Paşa’nın yakınlaşma seviyeleri ve kendisine ait sırlar konularında) konuştuğumuz gibi, Paşa’nın kişisel tavırları da bu hayranlık temasını destekler nitelikteydi:

"Batılı" Görünüm: Yazar, Paşa’nın fiziki görünümüne ve tavrına hayrandı. Paşa’nın sarı saçları arkaya taranmış, düzgün kesimli bıyığı ve iyi giyimli kıyafetleriyle, kalpak giymediği takdirde, bir Londra salonuna girdiğinde İngiliz olmadığı tahmin bile edilemeyecek kadar "Batılı" göründüğü gözlemlenmiştir.

Entelektüel Sentez Yeteneği: Paşa’nın "keskin ve uyanık zihninin" modern koşullar ve ulusal hedefler için Kur'an'ı yorumlayabildiği, hatta tamamlayabildiği ve zorba tarihi/dini geleneklere karşı körü körüne saygı duymadığı yönündeki gözlem, yazarın gözünde onu Batı’nın en büyük düşünürleriyle eşit bir konuma yükseltmiştir.

Yazar, bu hayranlığı o kadar güçlü bir şekilde yansıtmaktadır ki, Paşa’nın "yakutlardan daha üstün" değere sahip olduğunu ve tüm İslam dünyasının onun kişiliğinin damgasını taşıdığını belirtmiştir. Bu, bir yabancı tarafından Paşa’ya duyulan hayranlığın, Paşa’nın İngiliz kültürü ve karakterine duyduğu saygıyla örtüştüğünü göstermektedir.

Formun Üstü

Formun Altı

 

Paşanın Hz. Muhammed Ve Kuran Hakkındaki Düşünceleri

Mustafa Kemal Paşa’nın Hz. Muhammed ve Kur’an hakkındaki düşünceleri, onun Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken izlediği radikal laikleşme ve modernleşme politikasının felsefi temelini oluşturmaktadır. Kendisi, dinin siyasi ve sosyal hayattan tamamen ayrılması gerektiğini savunmakla birlikte, eleştirilerini saf İslam inancına değil, dinin zamanla siyasi çıkarlar uğruna yozlaşmasına ve ilerlemeyi engelleyen kurumsal yapılara yöneltmiştir.

Daha önceki konuşmalarımızda da (özellikle dinsizlik iddialarını ve reformist tutumunu analiz ettiğimizde) belirttiğimiz gibi, Paşa’nın temel amacı, dinin özünü Bizans’tan miras kalan “gerici sapkınlıklardan” temizleyerek ulusal amaçlara uygun, çağdaş bir yoruma kavuşturmaktı.

İşte kaynaklarda yer alan bu konudaki temel bulgular:

1. Kur’an’ın Yorumlanması ve Çağdaşlığa Uygunluğu

Mustafa Kemal Paşa’nın en önemli tezlerinden biri, Kur’an’ın özünün 20. yüzyılın gereklilikleriyle çatışmadığı, asıl sorunun din adamlarının yanlış yorumunda yattığıdır.

Modern Koşullara Uygunluk: Paşa’nın keskin ve uyanık zihninin, Kur’an’ı modern koşullar ve ulusal amaçlar için yorumlayabildiği, hatta tamamlayabildiği (interpret, if not supplement) belirtilmiştir. Kaynaklarda yer alan bu ifade, Paşa’nın dini metinleri dogmatik bir kural seti olarak değil, çağdaş bir ulus inşası için yeniden yorumlanabilir bir rehber olarak gördüğünü göstermektedir.

Bizans Hurafelerinden Arınma: Kendisi, Kur’an’ın yirminci yüzyılın gereklilikleri için elverişsiz olduğu yönündeki söylemlerin “saçmalık” (nonsense) olduğunu ifade etmiştir. Paşa, “Bizans’ın İnanç’a aşıladığı gerici sapkınlıkları” İslam yolundan süpürüp atma gücüne sahip olduğunu belirtmiştir. Bu, Harem’in ve kadınların tecrit edilmesinin Kur’an’dan değil, Bizans fethinden sonra koruma amacıyla edinilmiş gelenekler olduğu fikriyle desteklenmiştir.

Maneviyat ve Ahlak Gereksinimleri: Din adamlarının (Hocaların) aksine, Paşa Kur’an’ın dogmalarının “tüm modern gereklilikleri, ahlaki veya manevi açıdan” karşılayabileceğini savunmuştur. Ayrıca, Moslem ‘Emirlerinin’ (Commandments) gizemden uzak olduğunu ve örneğin sadaka vermenin bile Kur’an’da gelirin tam yüzdesi olarak belirlendiğini söyleyerek yasaların dünyevi ve pratik yönünü vurgulamıştır.

2. Hz. Muhammed salla'llâhu aleyhi ve sellem ve Dinin Özü

Paşa, dinin kurumsal baskısından kurtulmuş bir İslam vizyonu sunarken, Hz. Muhammed’in rolüne ve mesajına saygı duymuştur; ancak bu saygı, geleneksel din adamı sınıfının rolünü sorgulamasını engellememiştir.

Hizmet İbadettir (Service is Worship): Paşa’nın, İslam’ın özüne dair önemli bir görüşü, “Hizmet ibadettir” (service is worship) prensibinde somutlaşmıştır. Kaynaklarda, Hz. Muhammed salla'llâhu aleyhi ve sellem’in bir işçi grubunun kendisini selamlama eylemini kesmemesi üzerine, müritlerine “Çalışmak ve hizmet, iman edenlerin Peygamberlerine gösterebilecekleri en büyük hürmettir” dediği bir hikâyeye atıfta bulunulmuştur. Bu anlatı, Paşa'nın Milliyetçiliği bir "din" (Nationalism is a religion) olarak görmesiyle ve ulusal çalışmayı manevi bir görev olarak yüceltmesiyle örtüşmektedir.

Ruhban Sınıfının Reddi: Paşa, Türkiye’nin düşüşünün temel sebeplerinden birini, “Peygamber tarafından yasaklanan, ilerlemeye kapalı Hocaların güçlü etkisine” bağlamıştır. Kendisi ve çevresi, din adamlarının kendilerini Peygamber’in yasağına rağmen güçlü bir ruhban sınıfına dönüştürdüğünü düşünmüştür. Hz. Muhammed’in, din adamlarının (holy men) Quaker’ların kaydedicilerinden daha fazla güce sahip olmasını istemediği yorumu yapılmıştır.

Hoşgörü ve Peygamberlere Saygı: Yazarın kendisi, İslam’ın büyük Peygamberine derin bir hayranlık duyduğunu ve Kur’an’ın “kendi İsa’mız hakkındaki soylu çalışmasıyla” (noble study of our own Christ) hayranlık uyandırdığını belirtmiştir. Paşa, geleneksel hoşgörüyü sürdürdüğünü ve Hristiyanların, Müslümanlarla “tam dini özgürlüğe ve eşit haklara” sahip olduğunu söylemiştir. Dahası, Hz. İsa’nın Kur’an’a göre mucizevi bir doğumla dünyaya geldiği ve İslam’ın en saygı duyulan peygamberlerinden biri olduğu gerçeğini Katolik yetkililere hatırlattığı belirtilmiştir.

3. Din Kurumlarına Yönelik Eleştirinin Kaynağı

Paşa’nın reformlarının temelinde, dinin kendisi değil, onun siyasi amaçlarla kullanılması yatmaktaydı.

Dini Tamamen Kaldırma Eğilimi (Radikal Siyasi Tepki): Daha önce de tartıştığımız üzere, Paşa’nın din konusundaki en sert ifadesi, Fener Rum Patriği’nin siyasi entrikaları karşısında duyduğu isteğe dairdir: Yunan Patriği gibi “baş entrikacının” dayatılması sonrasında, M. Kemal’in (başka hiçbir sebep olmasa bile) “dini tamamen ortadan kaldırmayı dileme isteğine fazlasıyla kapıldığı” yönündeki gözlem, kaynaklarda yer alan en çarpıcı bulgudur. Bu, Paşa'nın kişisel inancından çok, siyasi pragmatizmini yansıtmaktadır.

Din ve Devletin Ayrılması: Paşa, siyasi tehlikenin önüne geçmek için Halifeliği Meclis'ten derhal ayırmış ve hocaların gücünü sınırlamıştır. Paşa, din adamlarının siyasi nüfuzunu bir "parazit" gibi devletin yaşam gücünü emen bir tehdit olarak görmüştür.

Özetle, Paşa’nın Kur’an ve Hz. Muhammed salla'llâhu aleyhi ve sellem hakkındaki görüşleri, modern Türkiye’nin ideolojisiyle uyumlu, rasyonel ve ilerlemeci bir İslam yorumunu desteklemiştir. O, ne Kur’an’ın ne de Peygamber’in özünün Türklerin ilerlemesine engel olduğuna inanmış; aksine, sorunun yozlaşmış din adamlarında ve dışarıdan (Bizans’tan) ithal edilmiş gerici geleneklerde olduğunu savunmuştur

Tekke Ve Zaviyelerin Kaldırılması

Bu sorgulama, ulusal hareketin modernleşme sürecindeki en hassas ve derinlikli reformlarından birine, yani tekkeler ve zaviyeler gibi geleneksel dini kurumların kaldırılması meselesine odaklanmaktadır.Kkaynaklarda bu konunun çevresindeki bileşenler ve Paşa’nın genel dini kurumlara bakış açısı mevcuttur:

1. Derviş ve Tarikat Yapılarına Dair Kaynaklardaki İfadeler

Kaynaklarda, tarikatlarla ilişkilendirilen figürlere ve kurumlara genel olarak yer verilmiştir:

Dervişler (Dervishes): "Dönen dervişlerin" (dancing dervishes) ritüelleri ve bu ritüellere eşlik eden "garip, boru sesi çıkaran solo" (weird, piping solo) ve bunların "kutsal gizem, duygu ve melankolinin birleşimi" olduğu belirtilmiştir. Konia’nın Dönen Dervişlerin başkenti olduğu ve Paşa'nın görüşmelerini dinleyenler arasında "Dancing Dervishes’in ilerici temsilcisi" olan Grand Tchelebi’nin bulunduğu da kaydedilmiştir.

Tekkeler (Lodges): İstanbul’daki eski bir Tekke’ye (lodge) yapılan ziyaretler ve buradan bahseden anılar bulunmaktadır. Yazar, bu tekkenin yeşil kafesli penceresinden gülümseyen nazik yüzlü yaşlı adamı özlediğini, bu "kutsal adamdan" (holy man) ilginç hatıralar aldığını ve onun, oğlunun "Vive la Grèce" demeyi reddettiği için vurulmasından sonra kalbinin kırılarak öldüğünü öğrenince ne kadar üzüldüğünü anlatır. Bu durum, tekkelerin ulusal mücadele sırasında baskı altında kaldığına dair dolaylı bir kanıt sunar.

Bu yapılar, Paşa’nın Hocalar’ın (din adamlarının) gücünü kısıtlama ve Bizans’tan miras kalan gerici sapkınlıkları İslam yolundan süpürüp atma hedefleri doğrultusunda, modernleşmenin önündeki engeller olarak görülme potansiyeline sahipti.

2. Aleviler ve Diğer Gruplara İlişkin Bilgiler

Alevilere yönelik spesifik bir eleştiri veya tedbir alındığına dair bir pasaj olmasa da, bu konuyu çağrıştırabilecek birkaç referans mevcuttur:

Alewites (Aleviler): Dini ve etnik grupların listelendiği bağlamda "Alewites" (Aleviler) topluluğunun varlığı kaynaklarda not edilmiştir.

Kürtler: Ulusal Meclis'te Dersim Milletvekili Diab adında yaşlı bir Kürt’ün varlığı belirtilmiştir. Ayrıca Musul nüfusunun Kürt ve Türk olduğu kaydedilmiştir. Lausanne delegelerinin Kürtlere yönelik "cahil" (illiterate) imalarıyla Türkiye'yi nasıl rencide ettiği de vurgulanmıştır.

Mustafa Kemal Paşa’nın, Türkiye’yi “Bizans’ın çürümüş kalıntıları, ilerlemeye karşı çıkan Hocalar ve İstanbul’a dayatılan Bizans Patriği” gibi unsurlardan kurtarma kararlılığı, dini kurumların siyasi ve toplumsal gücünün tamamen kaldırılmasını gerektiriyordu. Tarikatlar ve tekkeler, geleneksel dinî otoritenin bir parçası olarak, bu sekülerleşme hamlesinin kapsamına doğal olarak girmiştir.

Sonuç olarak, mevcut kaynaklarda yasaklama eylemi açıkça anlatılmamış; ancak Paşa’nın reformlarının doğası gereği, siyasi entrikalara alet olan veya ulusal birliğe ve ilerlemeye engel teşkil eden tüm dini yapıların (Patrikhane dahil) kökten temizlenmesi yönünde güçlü bir eğilimi olduğu kesinlikle vurgulanmıştır.

Formun Üstü

Formun Altı

 

Patrikhaneyi Kapatmak İçin Halifeliği De Kaldırmaya Mecbur Kaldı

Bu, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundaki laikleşme hareketinin felsefi temelini ve Paşa’nın reformlarının kaçınılmaz doğasını anlamak açısından oldukça yerinde ve kritik bir sorudur. Kaynaklar, Patrikhanenin ve Halifeliğin ortadan kaldırılmasını, ulusal bağımsızlığa yönelik kurumsal dinî tehditlere karşı alınan eş zamanlı ve ideolojik olarak paralel önlemler olarak sunmaktadır. Bu durum, bir eylemin diğerini kapatmak için zorunlu kılınmasından ziyade, her iki kurumun da aynı ulusal güvenlik ve modernleşme ilkesine aykırı görülmesinden kaynaklanmıştır.

İncelediğimiz kaynaklara göre, Mustafa Kemal Paşa’nın her iki kurumu da kaldırma veya işlevsizleştirme kararlılığı, siyasi entrikaların devletin yaşam gücünü emmesine izin vermemek temeline dayanıyordu:

1. Patrikhanenin Temsil Ettiği Tehlike

Patrikhane, Paşa ve Milliyetçi çevreler için ulusal bağımsızlığa yönelik somut ve sürekli bir siyasi tehdit kaynağıydı. Paşa, Fener Rum Patrikhanesi'nin Bizans'ın diğer kalıntılarıyla birlikte ortadan kaldırılması gerektiğini açıkça belirtmiştir.

Patrikhane, özellikle Lozan süreci öncesinde, Hristiyan azınlıklar adına dış müdahaleyi kışkırtan bir “baş entrikacı” (arch-intriguer) olarak görülüyordu. Patrik, Türkiye’de Yunan ordusu için bağış toplamaya cüret etmiş ve açıkça ihanet ve isyan vaaz etmiştir. Bu durum, Türklerin geleneksel dinî hoşgörüsünün nasıl siyasi bir zayıflığa dönüştüğünün en belirgin göstergesiydi.

2. Halifelik ve Hocalar: Benzer Bir Tehlike

Mustafa Kemal Paşa, Patrikhanenin yarattığı tehlikeyi (dinin bir devlet paraziti olarak siyasi gücü emmesi) gördüğünde, ulusal bağımsızlık için benzer bir riski kendi içinde barındıran İslamî kurumları da bertaraf etme yoluna gitmiştir:

“İstanbul’a o baş entrikacı Yunan Patriği’nin dayatılması ardından, M. Kemal’in dini tamamen ortadan kaldırmayı dileme isteğine fazlasıyla kapılması (başka hiçbir sebep olmasa bile) şaşırtıcı değildir!”.

Kaynak, bu durum karşısında Paşa’nın aldığı önlemi hemen devamında açıklamaktadır:

"Kesinlikle benzer bir tehlikeyle [dinin devletin yaşam gücünü emen bir parazit olması tehlikesi] karşı karşıya kalan Mustafa Kemal, derhal Halifeliği Meclis'ten kesti (cut off the Khalifat from the Assembly) ve Hocaların (Hodjas) gücünü hatırı sayılır ölçüde sınırlandırdı.

Bu, kaynakta, Fransız ruhban sınıfının devletten ayrılmasından (French disestablishment) bile çok daha zor bir operasyon olarak tanımlanmaktadır.

Dolayısıyla, Paşa’nın Halifeliği kaldırması, Patrikhaneyi kapatma zorunluluğundan doğan bir denge mekanizması olmaktan ziyade, ulusal egemenliği tehlikeye atan ve siyasi olarak istismar edilen her türlü dini otoriteyi tasfiye etme yönündeki kendi reformist ve seküler felsefesinin uygulanmasıydı. Patrikhanenin varlığı, Halifelik ve hocaların gücünün de aynı oranda bertaraf edilmesi gerektiğini gösteren bir katalizör işlevi görmüştür. Paşa, ülkeyi sadece dış siyasi entrikalardan (Patrikhane) değil, aynı zamanda ilerlemeye kapalı hocaların güçlü etkisinden ve Bizans’tan aşılanan gerici sapkınlıklardan da temizlemekte kararlıydı.

Özetle, Paşa bu iki kurum arasında bir tercih veya takas yapmamış, ulusal bağımsızlık ve sekülerizm idealini tehdit eden her iki yapıyı da aynı anda hedef almıştır. Her iki eylem de, Yeni Türkiye’nin ve Milliyetçiliğin bir din haline gelmesi ve kesin bağımsızlık talebinin bir gereğiydi.

Formun Üstü

Formun Altı

Formun Üstü

Formun Altı

Formun Üstü

Formun Altı

 

Yazarın Patrikhane açılırsa Türkiyeye Halifeliğin gelme yolu açılacak demektir? diyebilir miyiz?

Bu, Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın gerçekleştirdiği radikal seküler reformların ideolojik tutarlılığını ve ulusal egemenliğe yönelik tehdit algısını mükemmel bir şekilde analiz eden bir sorudur. Kaynaklar ve daha önce yaptığımız detaylı değerlendirmeler ışığında, Patrikhanenin kaldırılması talebi ile Halifeliğin ilgası arasındaki ilişki, nedensellikten ziyade ideolojik zorunluluk ilkesine dayanmaktadır.

Cevabımız, bu iki kurumun ortadan kaldırılmasının, Paşa'nın seküler, bağımsız ve modern devlet vizyonu için aynı anda atılması gereken paralel adımlar olduğunu gösteren güçlü kanıtlara dayanmaktadır.

İdeolojik Bağlantı: Aynı Tehdit, İki Cephe

Mustafa Kemal Paşa’nın Patrikhaneye karşı takındığı tavizsiz tutum ve Halifeliği kaldırma eylemi, kaynaklarda birbirine çok benzeyen iki siyasi tehdide verilen eşzamanlı bir yanıt olarak sunulmuştur:

1. Dışarıdan Gelen Tehdit (Patrikhane): Patrik, Milliyetçi hareket için siyasi entrikaların ve yabancı müdahalesinin bir aracıydı. Patrikhane, Türk topraklarında Yunan ordusu için bağış toplamış ve açıkça ihanet ve isyan vaaz etmiştir. Mustafa Kemal Paşa, bu durumu, Patrikhanenin "Bizans'ın diğer kalıntılarıyla birlikte ortadan kaldırılması gerektiği" yönündeki kesin talebiyle yanıtlamıştır. Paşa, dinin siyasi bir "parazit" gibi devletin yaşam gücünü emmesine izin verilmesine karşıydı.

2. İçeriden Gelen Tehdit (Halifelik ve Hocalar): Paşa, Patrikhanenin bu tehlikesini gördüğünde, benzer bir tehdidin kendi İslamî kurumlarından da gelebileceğini anlamıştır. Kaynak bu durumu açıkça şöyle ifade eder: Patrikhanenin dayatılması sonrasında, M. Kemal "dini tamamen ortadan kaldırmayı dileme isteğine fazlasıyla kapılmıştır," ve bu tehlikeyle karşı karşıya kalınca, derhal "Halifeliği Meclis'ten kesti (cut off the Khalifat from the Assembly) ve Hocaların (Hodjas) gücünü hatırı sayılır ölçüde sınırlandırdı". Bu operasyon, Fransızların Kilise'yi devletten ayırmasından bile zor olarak nitelendirilmiştir.

Sonuç: Egemenlik İlkesinin Koruması

Dolayısıyla, Patrikhanenin kaldırılması talebinin temel gerekçesi, Türkiye’nin talep ettiği mutlak bağımsızlıkla bağdaşmayan herhangi bir dış kontrol veya imtiyazın imkânsızlığıydı.

Eğer Patrikhanenin siyasi entrikalarına son verilmez ve kurum Türkiye sınırları içinde muhafaza edilirse, bu durum:

1. Sekülerizm İlkesinin Zedelenmesi: İçeride Halifeliği ve din adamlarının siyasi gücünü tasfiye ederek kurulan seküler egemenlik ilkesinin, dışarıdan gelen bir dinî otorite tarafından çiğnenmesine izin verilmesi anlamına gelirdi. Bu, aynı anda ortadan kaldırılması gereken iki kurumsal tehlikeden birinin (Patrikhane) baki kalması, Milli Mücadele’nin ideolojik temellerini sarsardı.

2. Halifelik Yolunun Dolaylı Olarak Açılması: Her ne kadar kaynaklar Patrikhanenin kalmasının doğrudan Halifeliğin geri dönüşünü tetikleyeceğini söylemese de, Patrikhanenin kalıcı olarak korunması, dinî bir kurumun siyasi ve uluslararası imtiyazlarla devletten bağımsız bir otorite olarak varlığını sürdürmesine meşruiyet kazandırırdı. Bu meşruiyet, "ilerlemeye kapalı Hocaların güçlü etkisine" ve diğer gerici unsurlara, Halifelik gibi bir kurumun yeniden Meclis'e dönmesi için ideolojik zemin sağlayabilirdi.

Yazarın, Patrikhanenin Lozan'da (Lord Curzon'un baskısıyla) Türkiyede'da kalmasına izin verilmesinin "ciddi bir risk" olduğunu belirtmesi, Paşa’nın bu kurumun temsil ettiği tehdide dair haklı kaygılarını teyit etmektedir. Patrikhanenin varlığına izin verilmesi, Paşa’nın tüm dinî yapıları siyasi alandan temizleme hedefine karşı verilmiş tehlikeli bir taviz olarak görülmüştür.

Sonuç olarak, diyebiliriz ki, Patrikhane açılırsa Halifelik geri gelir gibi doğrudan bir siyasi kehanet olmamakla birlikte, Patrikhanenin dış müdahale aracı olarak kalmasına izin verilmesi, Halifeliği kaldıran Kemalist seküler egemenlik ilkesini zedeleyerek, dinî otoritenin siyasi alana geri dönme ihtimalini güçlendirecek ideolojik bir çatlak yaratırdı.

LOZAN VE PATRİKHANE

Lozan Konferansı’nda, 22 Aralık 1922 tarihli alt komisyon toplantısında Türk heyeti, Türkiye’nin dinle devleti ayırdığını, laik devlette, azınlıklara tanınmış ayrıcalıklara ve bu ayrıcalıkları uygulayacak bir kurumun varlığına ihtiyaç kalmadığını belirterek, Patrikhane’nin Türkiye’den çıkarılmasını istedi. Ancak tüm Müttefik devletler, Patrikhane’nin İstanbul’dan çıkarılmasına karşı çıktılar. Lozan’daki Türk heyetinin başkanı İsmet (İnönü), siyasi ve hukuki yetkilere sahip Patrikhane’yi Türkiye için bir tehlike olarak gördüklerini anlattı. Patrikhane’nin Türkiye’den çıkarılmasında ısrar etti. Bunun üzerine İngiltere’nin de kabul etmesiyle Fransa, Patrikhane’nin, sadece dini yetkilere sahip olması koşuluyla İstanbul’da kalmasını önerdi. Türkiye, 10 Ocak 1923 tarihli oturumda, Patrikhane’nin siyasi ve hukuki yetkilerine son verilmesi koşuluyla eski teklifini geri çekti. İsmet Paşa (İnönü), bu konuda verilen garantileri “senet” saydığını belirtti. (Sinan Meydan, Lozan: Onurlu Barış, İstanbul, 2024, s. 269-270)

Lozan Barış Antlaşması’nda ve eklerinde İstanbul Fener (Rum Ortodoks) Patrikhanesi ve Heybeliada Ruhban Okulu hakkında bir madde yoktur. Ancak Lozan Konferansı’nda Müttefik devletlerden ve Yunanistan’dan alınan sözler (görüşme tutanaklarına geçen bu sözler de yazılı metin gibi geçerlidir) nedeniyle Patrikhane’nin yüzlerce yıllık eski ayrıcalıklı statüsü sona erdi. Yeni statüyü belirleme hakkı Türkiye’ye bırakıldı. Türkiye, Lozan Antlaşması sonrasında Patrikhane’nin siyasi ve hukuki yetkilerine son verdi. Türkiye’nin istemediği Patrik Meletios Metaksakis ve kadrosu istifa ederek Türkiye’den ayrıldı. Yeni Patriği de Türkiye belirledi. Patrikhane, idari açıdan Fatih Kaymakamlığına ve İstanbul Valiliğine bağlandı. İstanbul Valiliği, 6 Aralık 1923 günü Patrikhane Dini Meclisine gönderdiği yazıda, Patrik adayının Türk vatandaşı olması ve seçim sırasında Türkiye’de görev yapması gerektiğini bildirdi.

LOZAN’DA AZINLIK VE YABANCI OKULLARI

Lozan Barış Antlaşması’nın 37-45. maddeleriyle Türkiye’deki azınlıklara (gayrimüslimlere) uluslararası hukuktaki azınlık hakları tanındı. Lozan’ın 39.maddesine göre Türkiye’de Müslüman olmayan Türk uyruklu halk, Müslüman olan Türk uyruklu halkla “eşit”, medeni ve siyasi haklara sahip olacaktı. Antlaşmanın 40. maddesine göre azınlıklar, giderlerini kendileri karşılamak üzere, her türlü dinsel ve sosyal kurumlar ile her türlü okullar ve çeşitli eğitim-öğretim kurumları kurup yönetmek ve denetlemek, buralarda kendi dillerini özgürce kullanmak, dinsel çalışmalarını özgürce yapmak konularında “eşit hakka” sahip olacaklardı.

Lozan Antlaşması’nda, Türkiye’deki azınlık okulları, dinsel kurumlar ve sosyal kurumlar yanında, Türkiye’deki yabancı (İngiliz, Fransız ve İtalyan) din, öğretim, sağlık ve sosyal yardım kurumlarının varlığı da –yasalara uymaları koşuluyla- tanındı ve “bu kurumlar, benzeri Türk kurumları ile tam, eşit bir işlem görecek ve onlara uygulanan kamu düzeni hükümleri ile yasalara ve yönetmeliklere bağlı tutulacaktır…” denildi. (Lozan’a ek; 24 Temmuz 1923 tarihli “Oturma ve Yargı Yetkisi Hakkında Sözleşme”ye bağlı “Oturma Sözleşmesine İlişkin Mektuplar”)

Çok açıkça görüldüğü gibi Lozan Antlaşması’nda, Türkiye’deki azınlık okullarının ve dinsel kurumlarının “eşit hakka” sahip olacağı; Türkiye’deki, (İngiltere, Fransa ve İtalya’ya bağlı) yabancı okulların ve dinsel kurumların da Türk kurumlarıyla “eşit işlem” göreceği ve “Türk kurumlarının bağlı oldukları yasalara ve yönetmeliklere bağlı tutulacağı” belirtiliyordu.

PATRİKHANE, RUHBAN OKULU VE ABD ETKİSİ

3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile okullar Milli Eğitim bakanlığına bağlandı. Türkiye Cumhuriyeti, Heybeliada Ruhban Okulu’nu da devlet gözetimine aldı. 1930’larda yapılan yasal düzenlemelerle Heybeliada Ruhban Okulu’nda görevli yabancı uyruklu öğretim görevlilerine kısıtlamalar getirildi. Türk vatandaşı hocaların istihdamı teşvik edildi. Okula sadece Türk vatandaşları alındı. Laiklik ilkesi gereği okul daha sıkı biçimde izlendi. Lozan’da, Patrikhane’nin siyasi ve hukuki çalışmaları yasaklanmıştı. Dolayısıyla bu tür çalışmalar, Patrikhane’ye bağlı Ruhban Okulunda da yasaktı.

Patrikhane, 1947’de, sadece 16 yerli öğrencisi olan Ruhban Okulu’nun bir yüksekokula dönüşmesine izin verilmesi için MEB’e başvurdu. Bu istek, İçişleri, Dışişleri ve MEB temsilcilerinden oluşan bir komisyon tarafından incelenerek reddedildi. Gerekçeli karada “Bu talep her şeyden önce 16 yerli talebesi bulunan bir okul hakkında vaki olduğuna göre evvela hakiki bir ihtiyaç mahsulü değildir” denilerek eğer ileride gerekirse devlet tarafından İlahiyat Fakültesine bir Ortodoks Kürsüsü eklenebileceği belirtilmişti. (Bkz. Elçin Macar, Cumhuriyet Döneminde İstanbul Rum Patrikhanesi, İstanbul, 2003)

II. Dünya Savaşı sonunda ABD Başkanı Truman, Patrikhaneye ilgi göstermeye başladı. 1949 yılında yeni patrik seçilecekti. ABD, Metropolit Athenagoras’ın Patrik seçilmesini istiyordu. Amerikan yardımını yeni almaya başlayan Türkiye, Athenagoras’ı Türk vatandaşlığına geçirip Patrik seçilmesini sağladı. Papaz Athenagoras, 1949 yılı sonlarında ABD Başkanı Truman’ın özel uçağı ile Türkiye’ye getirilip Fener Patriği yapıldı. Ancak Athenagoras patrik olur olmaz ruhban okulunun bir “ortodoks üniversitesi” haline getirtileceğini ve İstanbul’un, Ortodoks dünyasının merkezi yapılması gerektiğini ileri sürdü. Ayrıca yasaları çiğneyerek Ruhban Okulunun mütevelli heyetlerine kadar müdahale etti. (Münir Yıldırım, “Dünden Bugüne Heybeliada Okulu Sorunu ve Etrafındaki Tartışmalar”, Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 15, Sayı 2, 2006, s.388)

A Nazmi Çora’nın yazdığına göre 1950 seçimleri öncesinde Fener Patriği Athenagoras, Demokrat Parti ileri gelenleri ile konuşarak İstanbul’da 100 bin civarındaki Rum oyuna karşılık Heybeliada Ruhban Okulu’nun “yüksekokul” yapılması sözünü aldı. 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti, iktidara geldikten sonra sözünü tuttu. (Ali Nazmi Çora, Fener Rum Patrikhanesi, Ankara, 2020, s.96) 25 Eylül 1951’de, Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Dairesi tarafından “Rum Rahipler Okulu Yönetmeliği” onaylandı ve bu tarihe kadar sadece Türk vatandaşlarının kabul edildiği okula yabancılar da alınmaya başlandı. Zamanla okuldaki yabancı öğrencilerin sayısı Türk öğrencilerin sayısını geçti. Milli Eğitim Bakanlığının 8 Aralık 1950 gün ve 9127/7 ve 2601 sayılı emriyle Heybeliada Ruhban Okulu “teoloji yüksekokulu” haline getirildi. (Yıldırım, s. 389)

OKULUN KAPATILMA SÜRECİ

Heybeliada Ruhban Okulu’ndaki yabancı öğrenci ağırlığı Lozan Antlaşması’ndaki “azınlık okulları”, “yabancı okullar” ayrımına ve “eşitlik” ilkesine aykırı düşmeye başladı. Yabancı öğrenci sayısının Türk vatandaşı öğrenci sayısının çok üzerine çıkması, okulun, azınlık okulu değil de adeta yabancı okulu durumuna gelmesine yol açtı. Ayrıca Fener Patrikhanesi, okulda MEB’in dışında bazı kararlar da aldı. Böylece okul, Eğitim Öğretim Birliği Yasasına ve Lozan’ın “eşitlik” ilkesine aykırı hareket eden bir kurum haline geldi.

Heybeliada Ruhban Okulundaki yabancı öğrenci sayısının giderek artması üzerine 1963 yılında bir genelge yayınlandı. Bu genelge ile bu okula kayıt yaptıracak öğrencilere vize verilmesi sonlandırıldı. (Yıldırım, s.389-390)

Anayasa Mahkemesi’nin 12 Ocak 1971 tarih ve 1971–3 sayılı kararıyla, 1965 tarihli ve 625 sayılı “Özel Öğretim Kurumları Kanunu”nun bazı maddeleri değiştirildi. Buna göre özel yüksekokulların, devlet üniversiteleri bünyesine geçmesine karar verildi. Heybeliada Ruhban Okulu’nun özel yüksekokul olarak eğitim öğretim faaliyetlerine devam etmesini isteyen Fener Patrikhanesi, bir devlet üniversitesi bünyesine girmeyi kabul etmeyerek okulu kapattı. (1971)

NEDEN KARŞI ÇIKILIYOR?

Bugün, Heybeliada Ruhban Okulu’nun, genellikle “azınlık hakları”, “din özgürlüğü”, “insan hakları” çerçevesinde “uluslararası teoloji üniversitesi” biçiminde ve doğrudan Patrikhane’ye bağlı olarak yeniden açılması gerektiği iddia edilmektedir. Fakat Türk Kurtuluş Savaşı’nda düşmana destek veren Fener Patrikhane’sine bağlı Heybeliada Ruhban Okulu, eğitim verdiği yaklaşık 130 yıllık dönemde, yalnızca ruhban yetiştirmekle kalmamış, Yunan “Megali İdea”sına da hizmet etmişti. (Çora, s.123)

Bu nedenlerledir ki, Cumhuriyeti kuranlar, “bağımsız devlet” anlayışına uygun olarak hem Patrikhane’yi hem de Patrikhane’ye bağlı Heybeliada Ruhban Okulu’nu kontrol etmişlerdi.

Bugün Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmamasını isteyenlerin belli başlı yasal gerekçeleri şunlardır:

1. 1923 Lozan Antlaşması azınlıklara “ayrıcalık” değil, “eşitlik” sağlamıştır. Okul, bu eşitliğe aykırı hareket emiştir.

2. 1924 Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 403 Sayılı kararına göre Türkiye’de dini eğitim MEB’in görevleri arasındadır. MEB denetimi dışında eğitim öğretim faaliyeti yürütmek “devletin bağımsızlığı” ilkesine aykırıdır.

3. Türkiye Cumhuriyeti, anayasasına göre “laik” bir devlettir. Buna göre dini eğitim veren özel okul açmak ve yönetmek yasaktır.

4. 625 sayılı kanunun 3. maddesinde askeri okullar, dini eğitim ve öğretim yapan özel kurumlar ile emniyet teşkilatına bağlı okulların aynı ve benzeri özel öğretim kurumları açılamaz.

5. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, vakıflar tarafından devletin gözetimi ve denetiminde yükseköğretim kurumları açılmasına izin vermiştir. Patrikhane bir vakıf olmadığından yükseköğretim yapması anayasaya aykırıdır.

6. Anayasanın 24. maddesine göre din ve ahlak eğitimi ve öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. (Emre Özyılmaz, Heybeli Ada Ruhban Okulu, Ankara 2000, s.133-135; Yıldırım, s.394)

Fener Patrikhanesi’nin “Ekümeniklik” iddiasının ise hiçbir yasal dayanağı yoktur. Ekümenikliği kabul etmek, bir anlamda Türkiye’de “Ortodoks Halifeliği”nin kuruluşunu kabul etmektir. Böyle bir kabul, Lozan Antlaşması’na, laik Cumhuriyet’in devrim kanunlarına ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na aykırıdır.  [https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/sinan-meydan/patrikhane-ve-ruhban-okulu-2439678]

 

Son söz olarak Fener Rum Patrikhanesi, halifelik birbirleri ile sıkı bir bağlantı içinde, buna göre ne yapılmalı

Bu, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ulusal egemenlik ve modernleşme vizyonunu en net şekilde ortaya koyan, reform hareketinin ideolojik düğüm noktasıdır. Daha önce (Patrikhane ve dinsizlik eleştirileri gibi konularda) detaylıca tartıştığımız gibi, Patrikhanenin ve Halifeliğin varlığı, Paşa için birbirini tetikleyen, fakat kökenleri aynı olan bir siyasi tehlikeyi temsil ediyordu.

Bu sıkı bağlantı zemininde, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin mutlak bağımsızlığını ve ilerlemesini korumak için atılması gereken adımlar, her iki kurumun da siyasi alandan tamamen çıkarılması ve denetim altına alınmasıydı.

İşte kaynaklarımızın sunduğu bu bağlantı ve zorunlu eylem planı üzerine son sözlerimiz:

1. Ortak Tehdit: Siyasi Parazitizm ve Bizans Mirası

Paşa'nın gözünde, Patrikhanenin ve Halifeliğin taşıdığı riskler, aynı temel ilkeye karşı geliyordu: Ulusal Egemenlik Üzerinde Dış ve İç Kontrol Kabul Edilemez.

Patrikhane (Dış Tehdit): Kaynaklarda, Patrikhanenin İstanbul'a dayatılan bir "baş entrikacı" olduğu ve açıkça ihanet ile isyan vaaz ettiği belirtilmiştir. Paşa, Patrikhanenin varlığını, Türkiye'nin talep ettiği mutlak bağımsızlıkla bağdaşmayan bir dış kontrolün sürdürülme çabası olarak görüyordu. Bu kurumun, "Bizans'ın diğer kalıntılarıyla birlikte ortadan kaldırılması gerektiği" yönündeki kesin görüşü vardı.

Halifelik/Hocalar (İç Tehdit): Paşa, Patrikhanenin neden olduğu tehlikeyi—yani dinin bir parazit gibi devletin yaşam gücünü emmesi—gördüğünde, kendi İslami kurumlarında da benzer bir riski bertaraf etme yoluna gitmiştir. Kendisi, bu benzer tehlike karşısında derhal "Halifeliği Meclis’ten kesmiş (cut off the Khalifat from the Assembly) ve Hocaların (Hodjas) gücünü hatırı sayılır ölçüde sınırlandırmıştır". Bu, geleneksel din adamı sınıfının ilerlemeye kapalı, güçlü etkisine karşı alınmış radikal bir tedbirdi.

2. Yapılması Gereken: İdeolojik Tutarlılık ve Seküler Egemenlik

Halifeliğin kaldırılması, Patrikhaneyi kapatma zorunluluğunu hafifletmek için yapılmış bir taktik değil, Patrikhanenin siyasi gücünü gördükten sonra, Paşa’nın ulusal egemenliği her iki cephede de güvence altına alma kararlılığının bir sonucuydu.

Buna göre, Paşa'nın vizyonu temelinde yapılması gereken şuydu:

Patrikhane Kaldırılmalıydı: Patrikhanenin devam etmesine izin verilmesi, Türkiye’nin tüm tarihi hoşgörüsünü hiçe sayarak, mutlak bağımsızlık talebine aykırı düşen dış müdahalenin bir kanıtı olarak görülmüştür. Kaynaklar, Patrikhanenin kalmasına izin verilmesini "ciddi bir risk" olarak değerlendirmiş, çünkü bu durum dış müdahaleye açık bir kapı bırakıyordu. Paşa’nın nihai talebi, dinî bir kurumun siyasi otoritesinin kalıcı olarak ortadan kaldırılmasıydı.

Halifelik Kurumu ve Din Adamı Sınıfı Güçsüz Bırakılmalıydı: Halifeliğin siyasi rolünün Meclis'ten ayrılması ve Hocaların gücünün kısıtlanması kesinlikle geri alınmamalıydı. Çünkü, din adamları sınıfı Peygamber tarafından yasaklanmasına rağmen güçlü bir ruhban sınıfına dönüşmüş ve ülkenin uzun süreli durgunluğunun sorumlusu olarak görülmüştü.

Sonuç: Yazarın perspektifinden bakıldığında, Patrikhanenin açılmasına izin verilmesi, Halifeliği kaldıran ve dinî kurumların siyasi alana karışmasını önleyen Kemalist seküler ilkenin altını oymaktaydı. Zira, dinî bir kurumun siyasi imtiyazlarla varlığını sürdürmesine izin vermek, içeride de aynı dinî otoritenin (Halifelik) siyasi alana geri dönmesi için ideolojik bir meşruiyet zemini hazırlayabilirdi. Paşa'nın reformlarının tutarlılığı gereği, ulusun birliği ve ilerlemesi için her iki siyasi otoritenin de varlığına son verilmeliydi.

Paşa’nın bu konudaki netliği, onun reformlarının ne kadar ileri görüşlü ve tavizsiz olduğunu göstermektedir:

"M. Kemal’in değişmez alışkanlığı kendi muhakemesini kullanmak ve kendi kararını vermektir.".

Türkiye'nin kaderi, dinin siyaset üzerindeki otoritesini reddeden bu keskin muhakeme ile çizilmiştir.

Formun Üstü

Formun Altı

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar