Bütün Yönleriyle OSMANLI
ÖNSÖZ
GİRİŞ
BÖLÜM I DEVLET
A.
PADİŞAH, HANEDAN ve SARAY
1.
PADİŞALIK KURUMU
2.
OSMANLI HANEDANI
3. SARAY
B. YASAMA
1. ŞER’Î
HUKUK
2. ÖRFÎ
HUKUK
C.
YÜRÜTME
1. MERKEZ
TEŞKİLÂTI
2. TAŞRA
TEŞKİLÂTI
D. YARGI
1. KADI
2.
MAHKEME
3. TEMYİZ
HAKKI
4.
YARGI’NIN DENETLENMESİ
5.
GAYRİMÜSLİM’LERİN YARGILANMASI
6. İNFAZ
BÖLÜM II ORDU ve DONANMA
A.
ORDU-Yİ HÜMÂYÛN
1.
KAPIKULU OCAKLARI
2. EYÂLET
ASKERİ
3.
ORDU-Yİ HÜMÂYÛN’UN SEFERE ÇIKIŞI
B.
DONANMÂ-Yİ HÜMÂYÛN
1.
TERSÂNE-İ ÂMİRE
2.
DONANMA
3.
BAHRİYE ASKERİ
4.
DONANMÂ-Yİ HÜMÂYÛN’UN SEFER’E ÇIKMASI
BÖLÜM III KURUMLAR
A.
ÖĞRETİM ve EĞİTİM
1. YAYGIN
ÖĞRENİM
2.
DÜZENLİ ÖĞRENİM
B. ULAŞIM
ve HABERLEŞME
1. DENİZ
ve NEHİR YOLLARI
2. KARA
YOLLARI
3.
ÖRGÜTLENME
C.
VAKIFLAR
1. AMAÇ
2.
YÖNETİM
3.
KURUMLAR
4.
GAYRİMÜSLİM VAKIFLARI
D.
LONCALAR
1. “İLK
USTA” KÜLTÜ
2.
HİYERARŞİ
3.
DİSİPLİN CEZALARI
BÖLÜM IV TOPLUM
A. NÜFUS
1. İSKÂN
(YERLEŞTİRME) SİYÂSETİ
2. GÖÇ
HAREKETLERİ
3.
YERLEŞİK NÜFUS
B.
ŞEHİRLEŞME
1. KONUM
2.
YERLEŞİM
3. ŞEHİRCİLİK
4.
BELEDİYECİLİK
5. ASAYİŞ
C. HALK
1.
“MİLLET” AYIRIMI
2.
“BERÂY” ve “REÂY” AYIRIMI
3.
TOPLUMSAL STATÜLER
4.
SOYLULUK
5.
KÖLELER
D. ŞEHİR
HAYATI
1. AİLE
2.
MAHALLE HALKI
3.
MAHALLE’NİN KURUMLARI
4. SOSYAL
YAŞAYIŞ
E. TÖREN
VE ŞENLİKLER
1.
SALTANAT TÖRENLERİ
2. DİNÎ
TÖRENLER
3.
GELENEKSEL TÖRENLER
4.
ŞENLİKLER
BÖLÜM V KÜLTÜR
A. DİN
1. DİN VE
DEVLET İLİŞKİSİ
2. İLMİYE
ÖĞRETİSİ
3.
TARİKAT ÖĞRETİSİ
4.
FÜTÜVVET ve AHÎLİK ÖĞRETİSİ
5. HALK
ANLAYIŞI
B. GÜZEL
SANATLAR
1.
EDEBİYAT
2. MUSİKÎ
3. YAZI
SANATLARI
4.
MİMARLIK
5. DİĞER
SANATLAR
6. “EHL-İ
HİREF” BÖLÜKLERİ
C.
İLİMLER
1.
KUR’AN’DA “İLİM”
2.
İLİMLER DİZİNİ
3. ULÛM
ve FÜNÛN
4. DOĞAL
İLİMLER
5.
DENEYSEL İLİMLER
6. DURUM
DEĞERLENDİRMESİ
D. BATI
KÜLTÜRÜ İLE KARŞILAŞMA
1. İLK
OSMANLI ELÇİLERİ
2.
KÜLTÜRLERİN ÇATIŞMASI
3. DOĞAL
ETKİLENME
BÖLÜM VI EKONOMİ
A. GÜNCEL
ZAMAN’IN BOYUTLANDIRILMASI
1. İŞ
BİRİMİ OLARAK “ZAMAN”
2. İSLAMÎ
ZAMAN BİRİMLERİ
3. TAKVİM
DÜZENLEMELERİ
B. MÂLİYE
1.
BAŞDEFTERDAR
2. MÂLİYE
HÂCEGÂNI
3.
DEFTERHÂNE
4. HAZİNE
5. BÜTÇE
6. VERGİ
GELİRLERİ
7. VERGİ
KAYNAKLARI
8. TAHSİL
YÖNTEMLERİ
C. SANAYİ
1.
BİRİNCİL SANAYİ
2.
İKİNCİL SANAYİ
3.
ÜÇÜNCÜL SANAYİ
4. SONUÇ
D.
TEKNOLOJİ
1.
TEKNOLOJİ - BİLİM İLİŞKİSİ
2.
UYGULAMA SÜRECİ
3.
DURAKLAMA SEBEPLERİ
4.
TEKNOLOJİ TRANSFERLERİ
E.
TİCARET
1. İÇ
TİCARET
2. DIŞ
TİCARET
SONSÖZ
BİBLİYOGRAFYA I
BİBLİYOGRAFYA II
BİBLİYOGRAFYA III
Bütün
Yönleriyle
OSMANLI
Âdâb-ı Osmâniyye
Devlet, Kurumlar, Toplum
Şehir, Aile, Birey
Bilim, Sanat, Kültür
Ticaret, Sanayi, Teknoloji
Dr. EROL ÖZBİLGEN
İZ YAYINCILIK
İz Yayıncılık Limited Şirketi, 2009
ÖNSÖZ
“Âdâb” sözcüğü Osmanlı
kültürünün anahtar kavramlarından biridir. Gerçekten de “usûller, kanunlar
kurallar, terbiye, yöntem, saygı, sıra, töre, erkân, intizam, inzibat, itaat,
zabt-ü rabt, ...” gibi hükmedici anlamların geniş bir spektrumuna sahip olması
onu gerek devlet örgütü ve gerekse toplum içinde her tür ilişkiyi kolayca
tanzim edebilen, yarı kutsal bir simge yapmıştı. Bununla beraber temelde dinî
ve siyasî biçimciliğe dayanan, örneğin tradisyonalizmi anımsatan, bir baskı
sistemi değildir. Âdâb denilen kavram kapsamındaki ögeler yüzyıllar içinde
doğal evrim ile birlikte değişmişler ya da terk edilmişlerdir. Nitekim günümüz
Türkçesindeki “adap” artık “töre, yol-yordam, yol-yöntem” anlamlarından ibaret
kalmıştır.[1]
Diğer taraftan Osmanlı
ülkesinde Tanzimat Fermanı ile yepyeni bir “âdâb” uygulanacağı ilan edildi.
Başka bir deyişle âdâb’ın ülkemizdeki yüzlerce yıllık doğal evrimine böylece
müdahele edilmiş oluyordu. Dolayısıyla incelememizin zaman boyutunu da
kitabımıza isim olarak seçtiğimiz “Âdâb”ın resmen karakter değiştirdiği
Tanzimat Fermanı ile sınırladık.
Kitabın kurgusunda hem önemli
ayrıntılar ve hem de aralarındaki ilişkiler vurgulanarak yapısal dokunun
belirlenmesine çalışıldı. Bu bağlamda konulara mümkün olduğunca alışılmıştan
farklı ufuk çizgilerinden bakılarak (örneğin Padişah’ın tüzel kişiliğinin ve
yetkilerinin irdelenmesi, Osmanlı Sanayisi, teknolojisi, deniz taşımacılığı,
zaman kavramının iş birimi olarak değerlendirilmesi... gibi) değişik
perspektifler içinde görüntülenmek istenmiştir. Bu bağlamda örneğin Saray,
Ordu-yi Hümâyûn, Donanmâ-yi Hümâyûn gibi süreğen konular zaman açısından
yeterince geniş periyodlar içinde incelenerek aslında değişim süreçleri göreceli
olarak kısaltılmış, oysa “İlmiye, Seyfiye, Kalemiye” tarikleri, “Merkez ve
Taşra” örgütlenmeleri, Mâliye ...gibi temel sistemler ayrıntılı olarak büyüteç
altına alınmıştır.
Bu arada anlatımı tekil
olaylar ve kişilerden bağımsız kılmak için gerekli yerlerde kronografi ve
açıklamalar dipnot olarak verilmiştir.
Diğer taraftan Osmanlı dünya
görüşünü ve varoluş mantığını yansıtacak ya da en azından ona aykırı olmayacak
bir üslup kullanılmıştır. Örneğin “kapudan paşa” yerine “oramiral” gibi özdeş
ya da eşdeğerli çağdaş karşılıklar aranmamış, dipnotlarda açıklamalar yapılarak
döneminde kullanılan terimler özgün halleriyle bırakılmışlardır.
Kitabın içeriği “Devlet-Ordu
ve Donanma-Kurumlar-Toplum-Kültür-Ekonomi” başlıkları altında 6 ana bölüm
halinde düzenlenmiştir.
Birinci Bölüm’de önce
”Padişah, Hânedan ve Saray” incelenmiştir. Padişah’ın tüzel kişiliğinin oluşum
sürecinin “olmazsa olmaz” unsurları, kamuoyunda sınırsız sayılan (veya sanılan)
görev ve yetkilerinin yakın çevresi ve toplum tarafından yönlendirilmesi ve
denetlenmesi; Saray ve Saray hayatının Hanedan’a, şehzâdelere, içinde
yaşayanlara (Saray halkı), hükümet ve devlet ricâli’ne (Birûn halkı) dair
özellikler, Padişah’ın gündelik yaşayışı, Enderûn halkı ve Harem-i Hümâyun,
valide sultanlar, padişah kadınları” gibi genellikle okuyucunun serbest hayal
gücüne bırakılan konular irdelenmiştir.
Devamında gelen “Yasama”da
örfî ve şer’î Osmanlı Hukuku’nun nitelikleri; “Yürütme”de sadrazamdan itibaren
vezirler ve devletin hiyerarşik gücünü oluşturan “Üç Tarik”in mensuplarıyla
Merkez ve Taşra örgütlenmeleri; “Yargı” da sistemle birlikte (genelde pek
ilgilenilmeyen) “İnfaz” konuları ele alınmıştır.
İkinci Bölüm “Ordu ve
Donanma”ya ayrılmıştır. Burada Kapıkulu Ocakları incelenirken Yeniçeri
Kanunnâmesi ile birlikte “Ocak Töresi” de ihmal edilmemiş, “Kazan, Kara Sandık”
gibi sosyal kavramlara da yer verilmiştir. Ordu-yi Hümâyun “Acemi Oğlanlar,
Teknik Sınıflar, Destek Sınıflar, Orducu Esnafı, Eyâlet Askeri” başlıkları
altında bütünüyle tanıtılmak istenmiştir.
Yine bu bölümde Donanmâ-yi
Hümâyun ile birlikte onun ayrılmaz bir rüknü olan Tersâne-i Âmire de
incelenmiştir. Diğer taraftan askerî terminolojinin, hatta konuşma dilimize
bile girmiş “Bahriye askeri, Kalyoncu Kulluğu, Korsanlar, Azablar, Aylakçılar”
gibi ögeleri de kendi kategorileri içinde ele alınmıştır.
“Kurumlar”a ayrılan Üçüncü
Bölüm’de önce ülkedeki öğretim kurumları “Yaygın Öğrenim” ve “Düzenli Öğretim”
olarak sınıflandırılmış, devamında “Ulaşım ve Haberleşme”de “askerî yollar,
kervan yolları, menzilhane teşkilatı, stratejik ve lojistik ulaşı, yönetsel
ulaşım, derbent teşkilatı ve konaklama tesisleri gibi kara yolları ile nehir ve
deniz yollarının işleyiş ve kullanım yöntemleri, daha sonra da Osmanlı
toplumunun en köklü kurumları Vakıflar ve Loncalar ele alınmıştır.
Osmanlı Toplumu’na ayrılan
Dördüncü Bölüm’de “Nüfus konusu” önce İskân (Yerleştirme) siyaseti bağlamında
bireysel ve genel göçler, tehcir hareketleri; yerleşik nüfus gibi ayırımları
ile alınmış, devamında “Şehirleşme” başlığıyla konum, yerleşim, şehircilik,
belediyecilik ve şehir asayişi anlatılmıştır.
Bu bağlamda “Halk” konusu,
bir yandan “millet kavramı” olarak ve diğer taraftan “berâyâ-reâyâ” ayırımı
yapılarak ele alınmış, “Soyluluk” ve “Kölelik” kavramları gibi toplumsal
statüler ise özgün konular olarak ayrıca incelenmiştir.
“Şehir Hayatı” başlığı
altında “çocuk hakları, falaka, külhanbeyiler, dilenciler, mühür kullanımı,
halk eğlenceleri, halk takvimleri, hayvan ve çevre sevgisi” gibi çok çeşitli
ilginç ayrıntılar öne çıkarılmış, “Tören ve Şenlikler” başlıklı son kısım da
toplum yaşayışının coşkulu anları olan alaylar, düğünler, dinî ve geleneksel
törenler ve Padişah şenlikleri, halk etkinlikleri ele alınmıştır. Bu arada
örneğin yeniçerilerin savaş esiri arkadaşlarına fidye toplamak için “Düğün”
adıyla yaptıkları şenliklere ya da Evliyâ Çelebi’nin ilginç anlatımlarına da
yer verilmiştir.
“Kültür” başlıklı Beşinci
Bölüm’de, “İlmiye öğretisi, Tarikat öğretisi, Ahîlik öğretisi ve Halk anlayışı;
Divan, Tekke ve Halk Edebiyatları; Divan, Mehter, Tasavvuf, Cami ve Halk
musikileri; Ebrû, Tezhip, minyatür ve Hat sanatları; Mimarlık ile diğer
sanatlar ve yine bi bağlamda Batı ile kültürel ilişkiler incelenmiştir.
“Mâliye, Sanayi ve Ticaret”
konularının irdelendiği “Ekonomi” başlıklı Altıncı Bölüm’de önce Osmanlı
ülkesinde “Zaman” kavramının ekonomik iş birimi olarak kullanımına
değinilmiştir.
Devamında Mâliye ile ilgili
olarak örneğin “Hazine gelir ve giderleri, vergi kaynakları, arazı tahrirleri,
devalüasyon, enflasyon, kalpazanlık, savaş yılları, müsadere” gibi temel
konular üzerinde durulmuştur.
Osmanlı Sanayisi de öteden
beri “Ağır Sanayi” ve “El tezgahları” biçiminde klasikleşmiş ayırımlarla değil,
“emek, sermaye, örgütlenme, değer üretme” gibi çağdaş ekonomik kriterlere göre
“ham madde, mamul madde ve hizmet” üreten üç ayrı özgün sanayi sektörü
biçiminde sınıflandırılmıştır. Osmanlı Teknolojisi de yine bu bağlamda bağımsız
bir alt başlık olarak irdelenmiştir.
“Ticaret” başlıklı bölümde
ise Osmanlı deniz taşımacılığı ve kapitülasyonların Osmanlı Devleti’nin siyasî
ömrü üzerindeki etkileri vurgulanmaya çalışılmıştır.
Çok geniş bir spektrumu
görece kısıtlı bir hacime sıkıştıran bu çalışmayı hata ve sevaplarıyla
okuyucuların hoşgörüsüne sunuyorum.
Erol Özbilgen
Teşvikiye, Eylül 2002
GİRİŞ
Milâdî On üçüncü yüzyılın
ortalarından itibaren Anadolu giderek artan biçimde Moğol hâkimiyetine girmeğe
başlamıştı. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde Anadolu Selçuklu Devleti tarih
sahnesinden silinmiş ve Selçukluların Bizans sınırındaki Türkmen uçbeyleri de
biçimsel olarak Moğol İlhanlı İmparatorluğu’na bağlanmakla beraber aslında
bağımsız çok sayıda beylikler kurmuşlardı. On dördüncü yüzyıl başında bu
Türkmen beylikleri içinde en küçüğü Eskişehir-Sakarya-Söğüt havâlisindeki
“Osmanlı Beyliği” idi.
Karamanoğulları, Germiyanoğulları,
Candaroğulları gibi güçlü olanlar dururken Eşrefoğulları, Hamidoğulları,
Menteşeoğulları, Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Karasi Beyliği,
Pervâneoğulları, Sahiboğulları, İnançoğulları beyliklerinin tümünü Osmanlı
Beyliği’nin kendi egemenliği altına alabilmesi aslında onun geleceği hakkında
sağlam ipuçları vermiş oluyordu.
Selçuklu Sultanı II. Mesud,
Osman Bey’e “tuğ, alem, kılıç ve gümüş takımlı at ve berat” göndererek Söğüt
ile Eskişehir’in bulunduğu bölgeyi kendisine verdi. Osman Bey bu beratı gereken
törenle okuttu. Artık bir uç beyliği kurulmuş oluyordu.
Sonraki on yıl içinde
Anadolu’yu yakıp yıkan ve ağır vergiler koyan Moğollar’ın önünden kaçanlarla,
onlara bağlanmak istemeyen Türkmen boy ve ulusları da beyleriyle beraber Osman
Bey’e bağlandılar. Herkes Oğuz Han töresine göre yapılan bir törenle birer
birer Osman Bey’in önünde diz çökerek onun verdiği kımızı içtiler ve sadakat
yemini ettiler. Kayı boyu bu yeni katılmalarla iyice büyüdü. 1299 yılında Osman
Bey bağımsızlığını ilân ederek fiilen ve hukuken Osmanlı Devleti’ni kurdu.
Altı yüzyıl sürecek olan
Osmanlı kültürünün de mayası böylece bir yandan şeriat’a, diğer yandan örfe
uygun törenlerle atılmış oluyordu. Daha sonra şeriat’ın zarfı içinde tutulan
örf’e dayanan bu anlayış devletin düzenini sağlayacak, toplumun kültürünü
yönlendirecek ve hukuk sisteminin de esasını meydana getirecekti.
Bu devlet fermanlarda,
hükümlerde diğer resmi belgelerde ve halk arasında ya kurucusuna izafeten
“Devlet-i Âl-i Osman” (“Devlet-i Âliyye-i Osmâniye”,) ya da bizzat tüzel
kişiliğinin yüceltilmesini amacını yansıtan “Devlet-i Âliyye” veya “Devlet-i
Ebed Müddet” (Devlet-i Ebed) gibi isimlerle anılmıştır.
Bununla beraber devletin adı
çağdaşı Avrupa haritalarında ve kitaplarında “Empire Ottomane” olarak gözükür.[2]
Oysa Batı dillerinde ünvanı “imparator” olan bir hükümdarın hükümranlık
sahasını tanımlamak için kullanılan[3] “İmparatorluk” bizim dilimize has bir
terim değildir. Batı’lıların Osmanlı Devleti’ne “İmparatorluk” ünvânı vermesi
aslında üç kıt’aya yayılmış topraklarının olması yanında, bu kadar geniş
hükümranlık sahalarını merkezî otoriteye bağlamasındaki başarısından dolayıdır.[4]
Ancak her ne kadar Batı
kaynaklarında Osmanlı Devleti, “İmparatorluk” olarak anılmış ise de, onun
koloniyal devlet anlamında bir hükümranlık olmadığını belirtmek gerekir. Tam
aksine Osmanlı Devleti’nin eski eyâletleri olan Cezâyir, Tunus, Mısır,
Trablusgarp gibi İslam ülkeleri Fransa, İngiltere ve İtalya gibi gerçek anlamda
“sömürgeci emperyalist” devletlerin boyunduruğuna girmemek için sonuçta
teknolojiye karşı yenilgileriyle sonuçlanmış savaşlar vermişlerdir.
Osmanlı Devleti’ni
“İmparatorluk” olarak isimlendirmek, “devlet” kavramını kutsal bir nitelikte
algılayan ve yüzyıllar boyu Batı kültürü ile hemen her konuda zıtlaşmış “Adâb-ı
Osmâniye”ye yakışmaz. Gerçekten de Osmanlılar’ın “Devlet-i Âliye (Yüce Devlet)”
ya da “Devlet-i Ebed Müddet” ideali, Avrupa devletlerinin dünyanın her
tarafında kurmağa çalıştıkları “satelit sömürgeler birliği” türünde
genişlemelerinden farklıdır. Osmanlı hâkimiyetinde kalmış bölgelerde evrensel
adıyla “Pax Ottomana” olarak bilinen süreçte (klasik sömürgecilik olgusunun
aksine) assimilasyon yoluna gidilmemiş, halkların etnik ve kültürel
kimliklerine dokunulmamıştır.
Osmanlı devletinin
Rumeli’deki fütûhatını “i’lâ-yi Kelime’t-ullah” gayreti, Anadolu’dan Afrika’ya
doğru genişlemesini de ortak bir temel kültürde bulunan “İslâm ülkelerini tek
bayrak altında birleştirmek” biçiminde yorumlayabiliriz. Nitekim Yavuz Sultan
Selim’in Hilâfeti İstanbul’a getirmesiyle de, İslâm ülkelerinin Osmanlı bayrağı
altında birleştirilmesine milletlerarası hukuk açısından âdeta doğal bir statü
hazırlanmış olmaktadır.
BÖLÜM I
DEVLET
Bütün monarşik idâreler gibi,
Osmanlı Devleti’nde de yasama, yürütme ve yargı erklerinin mutlak sahibi teorik
olarak padişah’tır. Ancak uygulamada Osmanlı Padişahı’nın sahip olduğu güçlerin
sanıldığı kadar sınırsız olmadığı görülüyor. Yavuz Sultan Selim’den sonra
“Halife-i Müslimîn” makamına da sahip olan Osmanlı Padişahları eylemlerinde ve
kararlarında herşeyden önce Kur’an hukuku ile sınırlandırılmışlardır. Önemli
konularda önce “müfti ül- en’am”dan fetva alırlar. Yine aynı sebepten ötürü
Yargı’ya müdahale etmezler. Ya da başka bir deyişle Yargı bağımsızdır.
Diğer taraftan Şer’î hukuk
dışında kalan örfî hukuk alanında da padişahların Fatih Sultan Mehmed ve Kanunî
Sultan Süleyman kanunnâmeleri gibi cedlerinin temel yasalarına da, âdeta
vasiyet hükmünde saygılı ve riayetkâr oldukları görüyoruz. Bu bağlamda
Padişah’ın kişisel istekleri dışında kanun metinleri Divan-ı Hümâyun tarafından
görüşülerek hazırlanmaktadır. Çıkarılacak fermanların aynı konuda önce
yayımlanmışlara ters düşmediği hususu da “Müfti ül- Kanun” olarak bilinen
Nışancı tarafından incelenir.
İstanbul dışındaki “taşra”
örgütleri kendi sancak ya da eyâlet kanunnâmelerindeki hükümleri ve Merkez’den
gönderilen emirleri uygulamakla yükümlüdürler. İlke olarak merkezî hükümet’ten
gelen “evâmir-i devlet”e uymaları zorunlu olmakla beraber, eyâletlerin yönetimi
günümüzdeki terminoloji ile “vesâyet” biçiminde yürütülmemektedir.
Beylerbeyleri ve vâliler kendi eyâlet divan’larında kararlar alıp daha sonra
bunları Divân-ı Hümâyun’a onaylatıp mahkeme siciline işleterek yürütülen hemen
hemen yarı bağımsız anlamda bir yönetim erkine sahiptirler.
A. PADİŞAH, HANEDAN ve SARAY
“Devlet-i Âl-i Osman”
isminden de anlaşılacağı gibi devlet kurucusu olan Osmanlı ailesinin ortak malı
sayılmaktaydı.[5] Dolayısıyla yönetim “ülkenin Padişah’a kendi ceddinden verâsetle
intikal etmiş bir mülkiyet olduğu” kavramına dayanan mantık düzeni içinde
yürütülmektedir. Nitekim “Osmanlı Ülkesi” anlamında kullanılan “Memâlik-i
Osmâniyye” deyimi ülkenin Osmanoğulları’nın mülkiyetinden gelmekle beraber,
aslında Hanedan’ın reisi ve görevde olduğu süre içinde devletin tüzel
kişiliğinin simgesi olan Padişah’a ait olduğunu da belirliyor.
Osmanlı Beyliği’nin kuruluşu
sırasında Osman Bey, idaresi altındaki yerleri kardeşi, oğul ve silah arkadaşı
olan aşiret beylerine vermişti.[6] Arkasından gelen Orhan Bey de
idaresindeki yerlere oğullarını ve sonra beylerini tayin etmişti.[7]
Bununla beraber Orhan Bey’den sonra Murad Bey’in culûsuna kardeşleri Halil ile
İbrahim’in karşı koymalarıyla, kuruluşundan üç nesil ya da 60 yıl sonra Devlet,
âdeta zorunlu olarak “ailenin ortak mülkü” genellemesinden çıkmış “hükümdar ve
oğullarının malı”na dönüşmüştür.[8] “Osmanlı Devleti”nin tüzel kişiliğini
siyasî ve hukukî tüm yetkileri tek başına elinde bulunduran Padişah simgeler.
Başka bir deyişle yasama, yürütme erklerinin tek sahibidir. Ancak çoğu kez
zannedildiği gibi, bütün bu yetkileri sınırsız değildir. Zira ileride
görüleceği gibi Osmanlı yönetiminin bir “hukuk devleti” biçiminde yürütüldüğü[9]
ispat gerektirmeyecek biçimde açıktır.
Bu bağlamda “Kur’an”, yalnız
dinî meseleler için değil, şahsî ve toplumsal hukukun düzenlenmesinde de
ilkelerine, yasaklarına karşı gelinemez mutlak hukukî kudrettir. Örfî hukuk
normlarının ve yaptırımlarının uymak zorunda olduğu ilahî bir “anayasa”
durumundadır. Padişahın (bugünkü anlamıyla “özel kanun” hükmündeki) emirleri,
fermanları, irâdeleri, buyrulduları da yine şerîat hükümlerine, yani Kur’an’a
aykırı olamaz.
Bu özelliği irdeleyen çok
önemli bir husus da, Şeyhülislam’ın[10] buhranlı dönemlerde devlet erkânını
Divân’ın üstünde kararlar alabilen “Meclis-i Meşveret”te kendi başkanlığında
toplayabilmesidir. Nitekim Sultan I. Mustafa ve Sultan İbrahim de bu meclisin
kararıyla tahttan indirilmişlerdi.
Diğer taraftan Padişah
sadrazamı yönetim konusunda kendine vekil olarak seçer ve mühürünü teslim eder.
Dolayısıyla Padişah’ın bütün yetkilerine haiz ve yalnızca ona karşı sorumlu
olarak hükûmeti temsil eder. Padişah ise gerekirse sadrazamı azleder ve hatta
idam ettirebilir. Ama vekili olan sadrazam’ın “Arz”ını geri çevirmezdi.
Böylece Osmanlı Devleti’nde
yönetim erki, Fatih ve Kanunî Kanunnâmeleri gibi her zaman geçerli temel
kanunlara, eyâlet ve sancak kanunnâmelerine, geçmiş padişahların hâlen
yürürlükteki fermanları ile yönlendirilmiş olarak işlemekteydi. Başta olan
Padişah’ın bir emrinin (ya da isteğinin) kanunlaşması için onun “ferman”
sürecinden geçmesi gerekmektedir. Bu bağlamda değerlendirilirse, Osman
Devletinin, bir hukuk devleti olduğu ortaya çıkıyor.
Devlet’in yönetildiği Saray
ise içinde Bâbü’s-saade ve Enderun’un da bulunması sebebiyle genelde
“Padişah’ın Evi” gibi algılanır. Oysa Topkapı Sarayı, yüzyıllar boyu devam
etmiş çok uzun bir zaman süreci içinde işlevsel evrimle gerekli görülen
modüller eklenerek bir külliye gibi oluşmuştur. Bu bağlamda Saray bir yandan
devletin en yüksek karar organları ve hizmet birimlerini; üst düzey yönetici
yetiştiren “Enderun Mektebi” ni; Tıp, Eczacılık, Astronomi gibi ilim adamlarını
ve en yetkin sanatkârların çalıştığı “Ehl-i Hıref bölükleri”ni bünyesinde bir
araya getiren, barındıran çok önemli bir kurumdur.
1. PADİŞALIK KURUMU
Osmanlı Devleti’nde her yeni
padişah’ın saltanata gelişine genel olarak “tahta çıkmak” anlamında “cülûs
etmek” denilirdi.
Halife’lerin güçlü olduğu
dönemlerde İslam ülkelerinde cülûs edecek adayı önce halife’nin uygun görmesi
gerekiyor ve böylece İslam âlemindeki ülkelerle halife arasında ubudiyet
bağlantısı sağlanmış oluyordu. Bunun sonucu olarak da halife ile hükümdar’ın
adı hutbelerde birlikte okunuyor ve birlikte biat etmek edilmesi gerekliliği
uygulanıyordu.
Bu bağlamda ferman, hüküm,
berat ve mektup gibi yazılı ya da hutbeler, vâaz’lar, münâdiler gibi sözlü
iletişim araçları kullanılmaktadır. Örneğin hatipler, vaiz’ler ve münâdiler
halk topluluklarına karşı önce Padişah’ın unvanlarını sayarak onu kudretini
kutsarlar ve yüceltirler sonra hükümetin emirlerini anlatırlar ya da okurlardı.
Ancak devletin hükümdarlık
için ön gördüğü cülûs sistemi henüz oluşmamış ise veya hükümdarlıkta hak iddia
eden başka adaylar varsa, cülûs (ve biat’ın) gerçekleşmesi için siyasal ortamın
doğurduğu ayrı ayrı gereklilikler olarak ortaya çıkıyordu.[11]
Osmanlı Devleti’nde de
başlangıçtan itibaren Fatih Sultan Mehmed’in saltanatına kadar geçen kuruluş
döneminde “cülûs” olgusu bir sisteme bağlı olarak devam etmemiştir.[12]
Bu tarihten sonra On yedinci
yüzyılın ilk çeyreğine, Sultan I. Ahmed’e kadar Batı’da “primo genitur” olarak
adlandırılan, bizde “ekber evlâd” (en büyük erkek evlâd)’ın tahta çıkarılması
sistemi geçerli oldu.
Sultan I. Ahmed’in ölümünde
Kubbealtı’nda toplanan Meşveret Meclisi’nde Sadaret Kaymakamı, Şeyhülislâm ve
diğer ileri gelenler kardeşi Şehzâde Mustafa’yı tahta geçirdiler.[13] Ve bu toplantıda o tarihe kadar uygulanan “Ekber Evlâd” sistemi
bırakılarak, Batı’da “Seniorat Sistemi”nde olduğu gibi, “ekber ü erşed”
(hanedanın en yaşlı erkek üyesi) yeni padişah olarak tahta geçirildi.
Dolayısıyla bu Meşveret Meclisi’nde saltanat’ın kime ve nasıl geçeceği hususu
da bir kurala bağlanarak yeniden düzenlenmiştir. Meşveret Meclisi’nden çıkan bu
kararın daha sonra değiştirilmemiş olması da Osmanlı Devleti’nin hukuka olan
saygısını kanıtlıyor.
a. “Biat ül-Hassa”
“Biat”, kabul ve tasdik
muamelesine verilen addır. “Biat etmek” ise birinin hâkimiyetini kabul
etmektir. Osmanlı Devlet’inde her Padişah cülûsunda bu maksatla “biat
törenleri” yapılması gelenek olmuştur. Cülûs eden Padişahın hükümran olabilmesi
devlet erkânının kendisine usûlüne uygun olarak “biat etmeleri”nden sonra
mümkündür. Dolayısıyla bu iş için yapılan törene “Biat Merâsimi” denirdi. Biat
merasimi devletin siyâsî sonuçlar veren en önemli törenidir. Bu nedenle
kargaşalığa, saltanat mücadelelerine, dış düşmanların kötülüğüne meydan
verilmeden çok çabuk yapılmalıdır.
Eğer cülûs edecek olan
şehzâde silahlı bir siyasî mücadele sonu belli olmamışsa, Padişahın ölümü
Darüssade Ağası tarafından hemen sadrazam’a duyurulur, o da hemen Divan’ı
toplantıya çağırırdı. Divan şehzadeler arasından (irs ve yaş açısından)
Kanunnâme’ye göre kimin Padişah olacağını tesbit ederek Darüssaade ağasına
bildirilirdi.
Eğer Padişah, şeyhülislam’ın
riyâset ettiği “Meşveret Meclisi”nin kararıyla tahttan uzaklaştırılmışsa, yeni
Padişah yine aynı meclis kararıyla seçilirdi.
Darüssaade ağası silahdar ağa
ile seçilen şehzadeye giderek onu babasından, (daha sonraları amcasından veya
büyük kardeşinden) boşalan makama davet ederdi. Padişah namzedi şehzâde “arz
ağaları” ile birlikte Taht Odası’na geçer, “Hırka-i Saadet” yanında iki rek’at
şükür namazı kılardı. Sonra başına “yusûfî” denilen sorguçlu şâhâne bir sarık,
sırtına “âlâ kaplı kapaniçe” denilen ve göğsü mücevher şemseli ve büyük yakalı
kürk giyer, Bab üs-saade önünde bayram törenleri gibi hazırlanan taht’a
otururdu.
Bütün devlet adamları
“Divanî” denilen tören ve bayramlaşma elbiseleriyle, Şeyhülislam örfî sarık ve
beyaz kürk, sadrazam, Yeniçeri ağası ve kapudan paşa kallâvî kavuk ve üst kürk,
kazaskerler ve kadılar, müderrisler örfî kavuk ve üst kürk, diğerleri adî
destar ve erkân kürkleriyle hazır olurlardı. Önce nakibül-eşrâf, sonra Kırım
Hanzâdesi, arkadan Saray ağaları, hemen sonra şeyhülislâm huzura gelir kısa bir
dua’dan sonra biat eder, onu vezirler, kazaskerler, Yeniçeri ağası, kapudan
paşa, Tevkî’i Efendi ve diğer devlet erkânı izlerdi. Bu sırada “alkış
çavuşları” alkış çağırırlar, törelere göre Padişah hangi devlet adamına ayağa
kalkacağını usûlünce işaret verirlerdi. Tören teşrifatçıların etek öpmesiyle
son bulurdu.
Padişah huzurdakileri
selâmlayarak “Has Oda”ya geçer, biraz dinlendikten sonra ölen Padişahın cenaze
törenine gidilirdi. Biat töreninden sonra yeni Padişahın cülûsunu ilân etmek
için Sarayburnu’ndan, Yedikule’den, Kızkulesi’nden, Hisarlardan, Tophane’den ve
Tersâne’den toplar atılması için topçubaşı ağa’ya, münâdîler bağırtması
tellâlbaşı ağa’ya ve Ayasofya, Fatih, Süleymaniye ve Sultanahmed camilerinde
müezzinbaşıların salâ vermeleri için ‘buyruldu’lar gönderilirdi.
Padişah cülûs’undan
genellikle 2 ilâ 7 gün sonra uygun göreceği bir gün sabah namazı sonrasında
Eyüb’e giderek Eyüp Sultan’ın türbesinde kılıç kuşanırdı.
Cülûs (ve biat) merasimi
tamamlandıktan sonra durum bütün Osmanlı teba’asına da fermanlarla duyurulur,
hutbelerin yeni Padişah adına okunması sağlanır. Yeni Padişahın cülûsu hakkında
İstanbul’daki dâimi yabancı elçilere de “nâme”ler gönderilir, Erdel kralına,
Eflâk ve Boğdan voyvodaları ile diğer devletlere de özel elçiler gönderilerek
“cülûs tebliği” iletilir, Kırım Hanı’na bir kapıcıbaşı yollanarak durum
bildirilirdi.
b. “Biat ül-Amme”
“Biat” olgusu toplumsal, daha
doğrusu İslamî bağlantıları olan sosyopolitik bir akittir. Osmanlı Devleti’nde
padişah adayı olan şehzâde ancak biat alırsa “Memâlik-i Osmâniye”nin sahibi ve
ülkenin en kudretli insanı olacaktır.
İslam hukuku açısından
biat’ın dayanağı Kur’an-ı Kerim’in Fetih sûresindedir.[14] Buradan hareketle
ulema, belirli sayıda kimselerden alınan “biat ül-hassa” ve çok fazla sayıda
kimsenin katıldığı “biat ül-amme” olarak iki türlü biat tanımı yapmışlardır.[15]
Yeni seçilen Osmanlı
Padişah’ı aslında daha cülûs töreni sırasında iken erkân ve ricâl’den “biat
ül-hassa” almış olmaktadır. Cülûs bahşişi dağıtılması, terakkî ve çıkmalar
yapılması, eyâletlere fermanlar gönderilerek yeni padişah adına “hutbe
okutulması” ve bütün darbhanelerde “para bastırılması” da “biat ül-amme”yi
sağlamak amacına yönelik eylemlerdir.
(1) Cülûs Bahşişi
Osmanlılar’dan önceki İslam
devletlerinde de cülûs bahşişi âdeti bulunmaktadır.[16] Bu bahşişler
herhangi bir sebeple verilemezse askerler ayaklanmakta ve karışıklık
çıkmaktadır.
Osmanlılarda da ilk cülûs
bahşişi Yıldırım Bayezid tarafından verilmiş ve Fatih Sultan Mehmed sonrasında
da gelenek haline gelmiştir.[17] Nitekim oğlu Sultan II. Bayezid’in
de, Amasya’dan İstanbul’a gelmekte iken yeniçerilerin isteği üzerine hem cülûs
bahşişi vermesi, hem de ulûfelerine zam yapmış olması, kapıkulu askerlerinin
maaşlarına da zam yapılmasını derhal âdet durumuna getirmişti.[18] Böylece cülûslarda bahşiş ve terakkî olarak Hazine’den çıkan meblağ
devleti sıkıntıya düşürecek düzeylere ulaşmıştı.[19]
Ölüm, hal gibi sebeplerle
bazan bir yıl içinde ya da ortalama olarak heryıl ard arda gelen cülûslarda bu
malî sıkıntı Hazine’yi altından kalkamayacağı kadar zor durumda bırakmaktadır.[20]
Bu bahşiş’in verilmesi ancak
yeni padişahın, “Kullarımın bahşiş ve terakkîleri makbulümdür, verilsin”
biçiminde “hatt-ı dest”i (kendi yazısı emri) ile mümkündür. Cülûs bahşişinin
dağıtılması için de, ulufe’de olduğu gibi yine Divan toplanırdı. Ancak bu kez
Arz’a girilmesi gerekmez, önceden hazırlanmış olan para keseleri ulufe tertibi
gibi hemen dağıtılırdı. Bununla beraber bahşişin verilmesi sırasında Başçavuşun
ölen padişaha ve yeniçerilere dua edip, çavuşların “amin” dediklerini
yeniçerilerin işitmesi gerekmekteydi.
Bu bağlamda bakılırsa “biat
ül-hassa” sonrasında “cülûs in’amı” adıyla dağıtılan bahşiş’in (ve
terakkîler’in) aslında “biat ül-amme”nin özellikle Seyfiye tarikinden ve
ricâl’den alınacak bölümüne yönelik maksadı olduğu görülüyor. Bununla beraber
bazan yeniçeri emeklilerine de cülûs bahşişi verilmiştir.[21]
n Cülûs Terakkîsi
Cülûs münasebetiyle Seyfiye
ve İlmiye (Kalemiye ile birlikte) tarikleri mensuplarının yevmiyelerine bir
miktar zam yapılır, Timarlı sipahilerin timarlarına yeni gelir kaynaklarının
eklenirdi. Aslında bu tür zamlar savaşlarda gösterilen başarıların ardından da
yapılmaktadır. Terakkîler zaman içinde değişmiş olmakla birlikte genellikle
yevmiye 2 akçe veya 3-4 akçe kadar olurdu. Ancak bazan sadece cülûs bahşişi
dağıtılmış, terakki verilmemiştir.[22]
n Cülûs Çıkması
“Çıkma” ya da “kapıya çıkma”
tabiri genellikle Enderun halkından birinin örneğin Enderun ağalarından çeşitli
gereklilikler sebebiyle Birûn’a geçmesi ya da Birûn’dan taşra’ya gönderilmesi,
Acemi Oğlanlar okullarından Enderun Mektebi’ne geliş ya da Acemi Oğlanlar
Kışlasından Yeniçeri Ocağı’na geçiş gibi durumları anlatmak için kullanılır.
Ancak cülûs münasebetiyle de
devlet örgütünde terfih anlamında “çıkma”lar yapılmaktaydı. Bu anlamdaki
terfılere “büyük çıkma”, “umum çıkması” veya “cülûs çıkması” denilmektedir.
Terakkî ederek “kapıya çıkan”
Acemi Oğlanları, tanzim edilen defterler ile beraber Yeniçeri kışlalarına
getirilerek isimleri Ocağın kütüğüne yazılırdı. Kapıya çıkan Saray hizmetlileri
de genellikle taşra hizmetlerine gönderilir, bazan da saray içinde derecesi
daha yüksek bir hizmete verilirlerdi.
Diğer taraftan cülûs dışında
sünnet, nikah gibi olaylar sırasında da “terakkî” verilebilirdi. Bunlara “küçük
çıkma” denilmekteydi.
Kapıkulu süvarileri en seçkin
sınıflar olduklarından neferâtının bir kısmı Galata Sarayı ve İbrahim Paşa
Sarayı koğuşlarından, Edirne Sarayı’ndaki Enderun’dan ve savaşlarda yararlık
gösterenler arasından seçilir veya kapıkulu süvarilerinin yetişkin oğulları ve
yaya kapıkulu Ocaklarından alınırdı. Buna da “Bölüğe çıkma” denirdi.
Cülûs münasebetiyle en çok
Kapıkulu süvarileri arasına efrad alınır ve özel “Bölüğe çıkma” törenleri
yapılırdı.[23]
(2) Hutbe Okutmak
İslam ülkelerinin devlet
geleneğinde hükümdarların halife tarafından tanınması gerekmekteydi. Bu da
hutbelerin halife adına okutulmasına izin verilmesiyle belirlenmekteydi. Ancak
zamanla hutbelerde halife’nin adı ile birlikte hükümdarın adı da birlikte
okunmağa başlandı.[24] Nitekim Anadolu Beylikler döneminde bağımsız bey’ler hutbeyi
halife’nin adı ile kendi adlarını birlikte söyleterek okuturlardı.
Bununla beraber Dursun Fakih
1291 tarihinde Osman Bey’in Karacahisar’ı fethedip camiye dönüştürdüğü
kilisesinde hutbeyi onun adına okudu. Oysa bu sırada Osmanlı Beyliği henüz
bağımsız olmayıp Selçuklu Devleti’ne bağlı idi.
Dolayısıyla Osmanlı
Devleti’nde de hutbelerin padişah adına okunması hem geleneksel ve hem de
sosyo-politik bir olgu olarak devam etti. Cemaatle kılınamayan bir cuma
namazının kazası ancak vakit namazı niteliğinde mümkün olduğundan ve üç cuma
namazının arka arkaya terk edilmemesi gerektiği hususu da hadis’le
bilindiğinden Müslüman teba’a bu konuda son derecede duyarlıdır. Dolayısıyla
Devlet’in teba’asına duyurmak, iletmek istediği emir, düşünce, duyuru ve tavır
bu hutbe sırasında cemaate tebliğ edilir. Cuma namazının daha kalabalık bir
cemaatle kılınmasının mümkün olduğu kasabalardaki büyük camiler, çevrelerindeki
köylerin ahalisine hükümet emirlerinin tebligi açısından da ayrı bir önem
taşırlar.[25]
Kasabalarda ve şehirlerde
“Ulucami” veya “Cuma Cami’i” denilen büyük camilerin en önemli yapı olmalarının
bir sebebi de bu olgudur[26] “Ulü-1-emr” adına gönderilmiş mesajlar en önce bu camilerde okunan
hutbelerde duyurulur. Dolayısıyla bu camiler halk arasında devletin yarı resmi
bir iletişim kurumu gibi algılanır ve kasabanın merkezi sayılırdı. Bu nedenle
etrafında çeşme, şadırvan, sebil, muvakkithâne, medrese, kütüphaneler ve hatta
imâret bulunurdu.
Her yeni padişah’ın cülûsunda
vâlilere, beylerbeylerine hükümler yazılarak yeni padişah’ın adı ve unvanı
bildirilir ve bundan böyle camilerde hutbelerin onun adına okutturulması
istenirdi. Bu emir bir anlamda yöneticilerden ve bulundukları bölge ahalisinden
“biat alma” uygulamasıydı.
Eğer eyâletlerde veya yarı
özerk ülkelerin birinde hutbe’de padişahın adı okutulmazsa, devlete isyan etmiş
sayılır ve yapanın “hakkından gelinirdi.”[27] Nitekim yeni
fethedilen ülkelerde de ilk iş olarak Padişah adına hutbe okutulurdu.[28] Diğer taraftan hutbede yeni padişahın adının okunmasına cemaatin tepki
göstermemesi ise biat olarak kabul edilirdi.
Hilafet’in Osmanlı Devleti’ne
geçişiyle bu durum devletlerarası hukuk açısından da ayrı bir önem kazandı.
Nitekim Osmanlı Devleti’nin himayesini isteyen Hint Okyanusu gibi çok uzak
ülkelerdeki Açe, Cava, Seylan, Batavya, Sumatra gibi küçük müslüman devletlerde
Osmanlı Sultanı adına hutbe okundu. Hatta Devletin elinden çıkmış eski Osmanlı
ülkelerinde de hutbe Osmanlı hükümdarı adına okunmağa devam etti.[29]
(3) Para Bastırmak
Henüz banknot’lar, kaimeler
ve kağıt paralar ortaya çıkmadan önce geçerli olan madenî para sisteminde
“sikke”lerin üzerlerine ülke hükümdarın adı, unvanı ile bazı simgeler ve
bilgiler basılmıştır. Siyasî sınırları içinde devletin ekonomisinin değer
birimi olması yanında hükümranlığının da sembolüdür. Dolayısıyla cülûs eden her
Osmanlı padişahı derhal kendi adına para bastırır.
Özellikle devletin sınırları
iyice büyüyüp üç kıt’aya yayıldıktan sonra Merkez’den uzak, örneğin Mısır gibi
eyâletlerinde yeni padişah adına para bastırılması ve tedavüle girmesi hem
iletişim ve hem de otoritenin sağlanması açısından gerekli ve önemlidir.
Nitekim bu bağlamda ülkenin her tarafında darphaneler açılmıştır.[30] Her yeni padişahın cülûsunda derhal vâlilere, beylerbeylerine hükümler
yazdırılarak bu darbhanelerde yeni padişahın adına para bastırılırdı.[31]
(4) Hazine Ziyâreti
Yeni Padişah, cülûsun on
beşinci günü Hazine’yi teftiş ve Hırka-i Saadet Dairesi’ni de ziyaret ederdi.
Hazine’nin Sultan Selim ‘in mühürü ile mühürlenmiş kapısı özel bir törenle
açılıp içeri girilir, Hazine baş yazıcısının getirdiği “müfredatlı defter” yeni
Padişah tarafından gözden geçirilirdi.
Padişah Hazine’nin her
tarafını gezdikten sonra Sultan Selim’in Mısır’dan getirdiği altın kaplı tahta
oturur, defterde dikkatini çeken şeyleri getirterek inceler, gerekli izahatı
alırdı. Padişah ayrıldıktan sonra Hazine’nin kapısı yine mutad törenle ve yine Sultan
Selim’in mühürüyle mühürlenirdi.
Herhangi bir sebeple
Hazine’nin açılması lâzım geldiği zaman, Hazine kethüdası Sultan Selim’in
mühürünü, baş yazıcı da anahtarı alarak gelirler, kapının iki tarafına Hazine
ve Seferli koğuşları hademesi dizilir, önce kapı üzerindeki mühür muayene
edilir, sonra kapı açılırdı. Yirmi, otuz kişi olarak içeri girenler, ne kadar
gerekli olsa da ellerini ceblerine ya da kuşaklarının arasına sokamazlar.[32]
Padişah Hazine’ye geldiği
zaman, sadrazam ve erkân kıymetli mücevheratın bulunduğu odaya girebilirler,
ancak “İç Hazine”ye giremezler. Padişah ve maiyeti İç Hazine’den çıkıncaya
kadar dördüncü odada beklerler.[33]
c. Padişahlık Alâmetleri
Selçuklu Sultanı Söğüt ile
Eskişehir’in bulunduğu bölgeyi Osmanlı Beyliği’ne tahsis ederken Osman Bey’e de
“tuğ, alem, kılıç ve gümüş takımlı at ve berat” göndermişti. Dolayısıyla
hükümdarın (ve gerekse çevresindeki erkân’ın) bazı özel “alamet”lere (simge ve
işâretlere) sahip olmaları hem gelenekler, hem de hükümranlık kudret ve
ihtişamını iletmek açısından gereklidir. Örneğin “Mehterhâne-i Hümâyun” günün
belirli saatlerinde “nevbet” vurmaları veya külliyelerin, selâtin camilerinin
kapılarına, çeşmelerin kitabelerine kazınmış tuğra’lar topluma Padişah’ın
gücünü ve varlığını hatırlatmaktadır.
(1) Tuğrâ-yi Hümâyûn
Tuğra Osmanlı devlet tüzel
kişiliğinin ve dolayısıyla bizzat Padişah’ın kudret simgesidir. Dolayısıyla her
Padişah cülûsunda, çoğu defa aynı gün, kendisine gösterilen tuğra örneklerinden
birisini seçer ve çeşitli kimselerin ellerinden çıkmış olmalarından ötürü
birbirinden oldukça farklı görünüşe sahip olsalar bile saltanatı müddetince
tuğrasının metni ile harflerin o metin içerisindeki yerleri demek olan istifini
bir daha değiştirmezdi[34] Ferman, buyruldu, hüküm ve beratlar üzerindeki tuğralar, kim
tarafından çekilmiş olurlarsa olsunlar, biçimleri ancak Padişah tarafından
kabul edilmiş olan bu metin ve istifle yapılır.
Şehzadeler, sancağa
çıktıkları devirlerde kendi isimleri ile tuğra çekmek hakkına sahip
olduklarından, şehzadelikleri sırasında tuğraları tesbit ediliyor, şayet o
şehzade tahta çıkarsa, genellikle tuğrasında değişiklik yapılmadan saltanatı
süresince kullanılıyordu. Şehzadelerin tuğra şeklinde hakkedilmiş mühürleri
vardı.
Vezir-i azamlar’ın “umûr-i
âleme” dair hükümleri “Padişah namına” tuğra ile yazmağa yetkileri vardı. Keza
defterdarlar da mâliye’ye ait buyruldu’ları Padişah adına tuğra çekerek
çıkabilirlerdi. Kazaskerlerin Şer-i şerif üzere Padişah adına karar verdikleri
dâva hükümleri de tuğralı “buyuruldu” ile çıkarılırdı.
Sefer sırasında serhadlere
gönderilen seraskerlere, ya da Merkez’den uzak eyâletlere vâli olarak tayin
edilen vezirlere, her bahar Akdeniz Seferi’ne çıkan kapudanpaşa’ya lüzumu
halinde tuğra çekme ve tevcihat yapma yetkileri verilirdi.[35]
(2) Mühr-i Hümâyûn
Padişahın mühürüne “Hatem-i
şerif” denilirdi. “Hatem”, sözlük anlamında üstü mühürlü yüzük demektir. Aynı
zamanda “işi bitiren, sonunu getiren” anlamına da gelir.
Mühür, ilk çağlardan beri
kişi varlığının, rızâsının mülkiyet ya da diğer haklarının cansız fakat yetkili
bir temsilcisi olarak kabul edilir. Osmanlı tahtına geçen her yeni Padişahın
ilk işi kendi adına dört değişik “Mühr-i Hümâyûn” kazdırtmak olurdu.
Tesbit edilen tuğra aynı gün
«hatem-i şerif» denilen dört adet mühür üzerine kazdırılır. Padişah köşeleri
kesik dörtgen biçiminde zümrüt taşlı “Hatem-i şerif” denilen yüzük tablası
üstündeki mühürünü parmağına takardı. Padişah dışında itibarlı kimselerin mühür
yüzüğü takmaları veya mühür kesesi taşımaları âdet değildi.
Altından olan diğer üç
mühürün birini kendine vekil olarak tayin ettiği sadrazam’a Padişah adına onun
yetkilerinin bütününü kullanma hakkına sahip olduğunun kanıtı olarak verirdi. Diğeri
Hasodabaşı’na ve üçüncüsü de “Harem-i Hümâyun hazinedarı kadın”a verilirdi.
Ölen ya da hal’ edilen eski Padişahın kendinde, sadrazamında, hasodabaşında ve
hazinedar usta’daki mühürleri de alınarak Saray Hazinesi’ne konurdu.
Mühr-i Şerif’in nasıl kullanılacağı
“Fatih Kanunnâmesi”nde “Mühr-i şerif’im veziriazâmda dursun. Hazinem,
defterhanem mühürlenmek lazım gelse ve açılmak lazım gelse defterdarlarım
emriyle huzurlarında açılub kapansın” açıklamasıyla belirtilmiştir:
Bununla beraber Hazine bir
anâne olarak Yavuz Sultan Selim’in mühürü ile mühürlenmiştir.[36]
(3) Fermân-ı Hümâyûn
Padişahın herhangi bir
konudaki emirleri, istekleri “kanun” sayıldığından ferman’ların büyük bir
bölümü “kanunnâme” özelliğini taşırlar.
Fermanlar “ferman-ı şerif,
emr-i şerif, ferman-ı hümâyûn, ferman-ı âlişan, emr-i âli-şan, ferman-ı refî)
gibi sıfatlarla birlikte anılır.
Fermanların biçimsel
özellikleri muhatap üzerinde psikolojik bakımdan etkili olacak biçimde
düzenlenmiştir. Ferman’ın üst orta kısmına oturtulmuş metin harflerine göre
Padişah’ın çok iri ve görmeli tuğrası ile, metin içinde kınından çekilmiş birer
Osmanlı kılıcı gibi hafifçe eğri ve uçlara doğru sivrileşerek yükselen divânî
hat satırları, ifadenin yalın ve fakat kesin üslubu ile birleşerek muhataplar
üzerinde haşyet hissi doğuran estetik bir kompozisyon oluştururlar.
Ferman’ların yazılışı biçim
ve metin olarak “berat”lar ve Padişah mektupları olan “nâme-i hümâyûn”lardan
farklıdır.
Ferman metninde mutlaka
“ferman” kelimesi kullanılmalı, muhatabın isim ve unvan’ına uygun elkab, duâ ve
senâ ile birlikte yazılmalı; “sebeb-i tahrir” (yazılış sebebi) ve yeri
belirtilmeli, emredilen konu açıklanmalı, istenilen sonuca ulaşılması için dua
veya emre uymayanlar tehdit edilerek son bulmalıdır.
Diğer taraftan başında
tuğra’nın bulunması, Padişah’ın azamet ve kudretine yakışan ifade ile yazılmış
olması, muhatabın rütbesine riayet edilmesi de uslûp açısından kesinlikle
gereklidir.
n “Hümâyûn” Tâbiri
Göçebe Türk topluluklarının
örgütlenmesi sırasında aileler birleşerek obaları (aşiretleri), obalar
birleşerek boyları oluştururlar. Temel birim olan boy’lar da “han”ların
çevresinde toplanırlar, hanlar ise kendi aralarından seçtikleri bir “hakan”
etrafında birleşirlerdi. Bütün bu topluluklar birbirlerinden ayırt edilebilmek
için “ongun” denilen ve kutlu, uğurlu sayılan simgeler, işaretler, armalar
kullanırlardı. “Han”ların ongunları da genellikle şahin, kartal, sungur, çakır
gibi avcı kuşlar arasından seçilirdi.
Han’ların üstünde olan
hakanın ongunu ise «tugru kuşu»dur. Ongun değişebilir fakat hakan’ın ongunu
olan tugru kuşu hiç değişmez. Nitekim «tuğra» dan bahsolunurken «tuğrâ-yi
hümâyûn» denilmesi de Türk an’anesiyle ilgili bir deyim olarak bu değişmezliği
ve ebediliği vurgulamak içindir.
“Hümâyûn”, Osmanlı
Padişahlarından bahsedilirken onları ululamak, kutlulamak amacıyla kullanılan,
aslı Farsça olan bileşik bir sözcüktür. İnanışa göre efsânelerde adı «hümâ»[37] olarak geçen kuş kimin başına konarsa şeref ve ikbale kavuşurdu. Eski
metinlerde «umay» biçiminde isimlendirilen ve Hakan’ın ongunu oldukları için
halk arasında “devlet kuşu” denilen «hüma»lar kutsal ve uğurlu sayıldıklarından
avlanmaz, etleri yenmezdi.
(4) Unvan
Osmanlı Padişahları
unvanlarını devlet maslahatının gerektirdiği siyasî veya ticarî ahidnâmelerde
ya da İslam ve gayrimüslim devlet başkanlarına gönderdikleri “Nâme-i Hümâyun”
denilen mektuplarında kullanırlardı. Unvanlar bir yandan devletin haşmetini,
kudretini, diğer taraftan Padişahın hem atalarını ve hem de kendisini yücelten
etkili bir üslupla kaleme alınmışlardır.
Unvan, Padişah’ın tuğrasının
hemen altında “Ben ki...” girişiyle başlar. Örneğin Kanunî Sultan Süleyman
Fransa Kralı I. François’ya gönderdiği “nâme”sinde kendisini şöyle tanımlar:
“Ben ki, Sultanlar Sultanı,
Hakanların en seçkini, yeryüzünün hükümdarlarına tac bağışlayan, iki dünyada
Allah’ın gölgesi, Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve
Rum ve Karaman vilâyetlerinin ve vilâyet-i Zülkadriyye’nin ve Kürdistan ve
Diyâr-ı Bekr’in ve Azerbaycan’ın ve vilâyet-i Tatar’ın ve Şam’ın ve Haleb’in ve
Mısr’ın ve Kuds-i Şerifin ve Mekke-i mükerreme ve Medîne-i mu’azzama’nın ve
Cidde’nin ve sair diyâr-ı Arab’ın ve Yemen’in ve Acem diyarının ve selamet
ülkesi Bağdad’ın ve Basra’nın ve Müşa’şa vilâyetinin ve Lûristan’ın ve Tunus’un
ve Cerbe’nin ve maşrık (doğu) vilayetlerinin ve mağrıb (batı) diyarının, ki
şerefli atalarım ve ulu ceddim -Allah delillerini aydınlatsın- -enâra’llahu
berâhinehüm- kahir güçleriyle feth eylediği nice memleketlerin ve iklimlerin,
yüce cenâbım(ın) ateş yağdıran ve zaferler resmeden kılıcı ile feth eylediğim
nice memleketin Padişahı ve Sultanı, Sultan Bâyezid Hân oğlu Sultan Selim Hân
oğlu Sultan Süleyman Hân’ım”[38]
Oysa Sultan IV. Mehmed
1084/1673 tarihli ticaret ahidnâmedesinde kendini özel kişiliği ile değil,
devleti temsilen tanıtmaktadır:
“Mekke ve Medine hizmetkârı
ve Kudüs-i Mübarek’in Hâmi ve Hâkimi, Rumeli ve Tamışvar, Bosna Vilâyeti,
Sigetvar ve İgreistvar kaleleri, Anadolu Vilâyeti, Karaman ve Arabistan diyârı,
bütün Kürdistan tarafları, Kırım ve Deşt-i Kıpçak iklimlerinin, Girid, Rodos ve
Kıbrıs adalarının; Zülkadriye, Şehr-i Zor, Diyarbekir, Haleb, Raka, Kars, Van,
Çıldır, gönülleri toplayan Erzurum, İslam ve hilafet ülkesi Şam, cennet çayırlı
Bağdad, Kûfe, Basra, Lahsa, Habeş ahalisi ve çağın bulunmazı Mısır
vilâyetlerinin, Cihad ülkesi Cezâyir, Tunus, Halkülvad Trablusgarb ve diğer
memleketler ve beldeler, hele sığınılma ve hükümdarların keder bağışlanma yeri
(olan) İstanbul; savaş meydanlarında[39] hükümdarlığımızın kahredici kuvveti
ve üstün kudreti ile, “yardım edenler Meliki”nin (Allah’ın) yardımıyla fetih
edilip ele geçirilen şehirler, beldeler, memleketlerin ve (tüm bu) diyarın
Padişahı ve taht’ların en izzetlisinin tac sahibi, Akdeniz, Karadeniz ve nice
memleketler, adalar, iskeleler, ticaret yerleri, köprüler ve geçitler,
kabileler, aşiretler ve bundan başka nice ünlü müstahkem mevkilerin adaletli
korunağı (olan) Padişah ve şahların en yüce şahı (Sultan Mehmed Han bin Sultan
İbrahim Han bin Sultan Ahmed Han bin Sultan ibni Sultan Mehmed Han ibni Sultan
Murad Han bin Sultan Selim Han bin Sultan Süleyman Han bin Sultan Selim Han bin
Sultan Bayezid Han bin Sultan Mehmed) Han’ım.”[40]
(5) Taht
Aslında “taht” kelimesi
mecazî anlamıyla da “hükümdarlık yetkisi”ni simgeler. Nitekim “taht’a çıkmak,
taht’a geçmek, taht’a oturmak, taht’a iclâs etmek” deyimleri hükümdar olmak,
“taht’ına göz dikmek”, “taht’tan indirmek” ise hükümdarlığını elinden almak
anlamlarında kullanılır.
Osmanlı devletinde “payitaht”
(başkent) olmuş Bursa, Edirne ve İstanbul şehirlerinin kadılarına da “Taht
kadısı” unvanı verilirdi.
Müslüman Türk devletlerinde
hükümdarların önemli günlerde resmî törenler düzenlenen “taht odaları”nın
başköşesine konulmuş görkemli tahtları ve diğer durumlarda kullandıkları daha
basit görünümlü iki tahtı olurdu. Osmanlılarda da bu geleneğin devam ettiği
görülüyor.
Cülûs törenlerinde padişahlar
Babü’s-Saade eyvanı altına kurulan “Cülûs Tahtı” (“Taht-ı Âl-i Saltanat” ya da
“Taht-ı Hümâyûn” da denir) üzerinde biatları kabul etmişlerdir. Bayram öncesi
“Arife Tahtı”, bayram günü “Muayede Tahtı” adıyla yine Bâbüssaade önünde
tahtlar[41] kurulur. Padişah’ın bayram tebrikatı için “Fatih Kanunnâmesi”nde
belirtildiği üzere[42] “muayede-i umumî” merâsimi yapılır.
Oysa Padişah’ın resmî makamı
sayılan “Arz Odası”ndaki “Arz Odası Tahtı”, üstü güneşlik biçiminde sayvanla
örtülü bulunan geniş bir sedir’den ibarettir. Sadrazam, vezirler ve elçiler
Padişah bu sedirde oturur iken Arz’a alınmışlardır. Aslında Osmanlı Devleti’nin
kuruluşunu tasvir eden minyatürlerde de Osman Bey taştan bir sedir üzerinde
otururken, çevresinde bulunanlar ise ayakta olarak gösterilir.
(6) Kavuk
Avrupa ülkelerinde imparator
ve kıralların “taç” , “hükümdarlık âsâsı” ve “taht” gibi devletlerarası hukuk
ve siyasette[43] anlamları olan simgeleri vardır.[44] Osmanlı devlet
geleneğinde padişahların giydikleri “kavuk” ise benzer anlamda olmasa da
Padişah’ın kıyafetini tamamlayıcı ve tanımlayıcı alâmetler arasında yer alır.
Bununla beraber kavuklar,
üzerilerine murassa sorguçlar, süsler konularak daha gösterişli olmaları
sağlanmış olsa bile, Batı hükümdarlarının som altından yapılarak üzerine
kıymetli taşlar, mücevherler çakılmış taç’ları ile maddî değer olarak boy
ölçüşemez. Nitekim kelimenin etimolojisi de içi boş şey anlamında olan “kav”
kökünden gelmektedir. Giyenlere heybetli bir görünüm vermelerine rağmen
kavuklar bir buçuk ile üç karış (33 - 65 cm) arasında yüksekliği olan, dışları
çuha veya keçe kaplı, dik durmaları için astarları arasına mukavva kalıplar
yahut pamuk sıkıştırılarak dilimli, kafesli, baklavalı biçimler verilmiş kumaş
başlıklardır. Biçimleri tepelerine ya da başa geçen kısımlarına doğru hafifçe
genişleyen “ucu kesik koni”yi andırır. Orta bölümleri hafif şişkin olanları
vardır. Üzerlerine sarık da sarılabilir.
Padişahların özel olarak
törenlerde kullandıkları kavuklar vardır. Örneğin Yıldırım Bayezid döneminden
gelen, yüksekliği bir buçuk karış kadar (33 cm.), kırmızı çuha’dan tepe tablası
kabarıkça tutulmuş ve ortasında düğme bulunan “mücevveze”; Yavuz Sultan
Selim’den gelen yüksekliği üç karış, tepe tablası düz olan “selimî” yahut
Kanunî Sultan Süleyman’ın giydiği dilimli “yusûfî”[45] ; tepelik
etrafında paralel dilimler gurup halinde çapraz sarılarak hafifçe küresel biçim
verilmiş “örf” bunlardandır.
Törenler dışında “horasanî,
paşalı, destâr-ı hümâyun, dardağan” gibi değişik kavuk ve sarıklar
kullanırlardı. Üzerlerine altın ve gümüş süsler konulduğundan Padişah kavukları
ve sarıkları İç Hazine defterine kayıt edilirlerdi.
n Sorguçlar
Padişahların tören
kavuklarına beyaz ya da siyah balıkçıl tüyü değerli taşlarla süslü “murassa
sorguç”lar takarlardı. Aslında sorguç Padişah kavuklarına olduğu gibi makam ve
rütbe alameti olarak devlet adamları ile komutanların[46] serpuşlarına da
takılırdı. Hatta özellikle Saray kadınlarının da “baş süsü” olarak
kullandıkları bir takıydı. Diğer taraftan başarısı görülenleri taltif etmek
için de verilirdi.
Padişahlar Saray içinde
sorguçsuz serpuşlar, törenlerde ise sorguçlu kavuklar giyerlerdi. Cülûslarda
giyilen yusûfî kavukların ön kısımlarında iki veya üç sorguç bulunurdu. Oysa
törenlerde giyilen örf ve mücevveze’ler ise tek sorguçludur. Örneğin Sultan
III. Mustafa ve Sultan I. Abdülhamid Arz Odası’ndaki kabullerinde giydikleri kavuklarına
normalinden daha uzun bir beyaz tüy’den yapılmış ve pırlantalarla süslü tek
sorguç takmışlardır. Sorguçların uçları yukarı ya da aşağı doğru olabilirdi.
n Kavuk Alayı
Her Cuma Selamlığı’ndan önce
Padişah’ın Hasoda odabaşısına teslim edilen biri sorguçlu, diğeri sorguçsuz iki
sarığı Hasoda ağaları eşliğinde cuma namazı kılınacak camiye doğru önceden yola
çıkarılırdı. Bu hasodalılar şimşir değneklerin ucundaki kalıplara oturtulmuş
olarak taşıdıkları Padişah sarıklarını yanlara doğru hafifçe eğerek yol boyunca
dizilmiş halkı padişah adına selamlarlardı.
Deniz gezintisine çıkan
Padişah’ın “saltanat kayığı’’nın önünde bostancı hasekilerinin bindiği 7 adet
yol açan “pişdar” sandalı bulunurdu. Bunlar arasında en öndeki Padişah’ın
kavuğunu taşıyan “Sarık sandalı”dır. Bu sandalda bulunan “bostancı kethüdası”
Padişahın şala sarılı kavuğunu elinde tutarak sahildeki halkı ve çevre
sandallardaki kalabalığı itibarî olarak selamlamış olurdu.
Dolayısıyla Padişah’ın kavuk
ve sarıklarının Padişahlık alâmetlerinden olduğu anlaşılıyor. Nitekim Saray’da
sarıkçıbaşı denilen özel bir görevli ve yardımcıları Padişah’ın kavuk ve
sarıklarını “Revan Odası”(ya da Sarık Odası)’nda hazırlarlardı. Hünkârın
kullandığı sarıklar da bu odada altın ve gümüş kaplama şimşir sarıklıklara
geçirilerek saklanırdı.
(7) Kılıç Kuşanmak
Kılıç çok eski çağlardan beri
kudret’in sembolü olarak kabul edilir. İlk dönem Osmanlı padişahlarının günlük
yaşantıları çoğu zaman sürdükleri askerlik hayatının gereği at üstünde ve
çadırda geçmekteydi. Ülkenin sınırları genişleyip padişahın yönetimi merkezden
idare etmesi gerekince belindeki kılıcın da fiilî gücü değil, sembolik kudreti
önem kazanmağa başladı. Bu bağlamda Fatih Sultan Mehmed sonrasında Osmanlı
Padişahlarının Eyüpsultan Türbesi’nde kılıç kuşanma geleneği devam etti.[47]
Osmanlı Padişahları
genellikle tahta çıkmayı izleyen ilk cuma günü kılıç kuşanmışlardır. Hz.
Muhammed, Hz. Ömer, Hz. Osman, Halid bin Velid, Osman Gazi, Yavuz Sultan
Selim’in kılıçlarından birini; bazen de Hz. Muhammed’in kılıcıyla birlikte bir
başka kılıç da kuşanırlardı.[48]
Padişahlara genellikle
şeyhülislamlar kılıç kuşatırlar. Ancak nakibüleşraf’ın ya da bir şeyhin de
kılıç kuşattıkları olmuştur.
(8) Saltanat Sancakları
Osmanlı Padişahlarına mahsus
olan sancaklar “Saltanat Sancağı, Elviye-i Sultâni, Alemhâ-yi Osmâni, Alem-i
Padişâhi, Livâ-yi Saadet” gibi isimlerle anılırdı. On altıncı yüzyılda Kanuni
Sultan Süleyman dönemine gelindiğinde o zamana kadar dört ayrı renkte olan saltanat
sancaklarının sayısı artırıldı. Saltanat sancakları bu dönemden sonra artık
“bir beyaz, bir yeşil, iki kırmızı ve iki alaca yeşilli kırmızılı ve biri de
Yeniçerilere ait olarak yarı kırmızı ve yarı sarı renklerde” olmak üzere yedi
tanedir.[49]
Her Padişah da cülûsundan
sonra kanun üzere kendisine ismi yazılı saltanat sancakları yaptırırdı. Ancak
Osmanlılar’ın On dördüncü yüzyılda kuruluştan beri kullandıkları değişmez asıl
Saltanat Sancağı “Akalem” (ya da “Ak Sancak”) denilen beyaz renkli sancaktır.
Saltanat sancaklarının gönder
başları altın alemli olup, üzerlerinde Mushaf-ı Şerif takılı ve sancakların
üzerinde “İnnâ Fetahnâ leke Fethan Mübinâ” âyet-i kerimesi yazılıdır.[50]
Padişahlar sefere çıkarken yapılan
“resm-i geçit”de, Hükümdar’ın arkasında silahdar, çuhadar ve rikabdar ağalar;
onların arkasında da, sağında “Ak Sancak”ı bizzat taşıyan “Mehterân-ı Alem”
bölüğünün ağası “mîr-i alem” ve solunda kapıcılar kethüdası ile birlikte kapı
ağası yürür; hemen arkalarından 30-40 kişilik “Mehterân-ı Alem”(ya da
“Alemdârân-ı Hassa”) denilen “Sancaktar Bölüğü”[51] ile birlikte geri
kalan altı sancağı taşıyan “emîr-i alem”in maiyetinden altı alemdar gelirlerdi.
Ak Sancağın sağında “Kırmızı Sancak”lı
sipah bölükleri ve sol tarafında “Sarı Sancak”lı silahtar bölükleri yer alırdı.
Eğer iki yerde sefer varsa Padişah veya sefere gitmediği zamanlar Serdar-ı
Ekrem tayin olunan Sadrazam’a Ak Sancak, diğer cepheye serdar tayin edilen
vezire de Yeşil Sancak verilirdi.[52]
Bununla beraber savaş
sırasında “Sancağ-ı Şerif” ileride ve saltanat sancakları ise Padişah’ın ya da
Serdar-ı Ekrem tayin olunan Sadrazam’ın arka tarafında bulunurdu.[53] Bununla beraber Osmanlı eyâlet ve sancaklarına özgü sancakların da
yığınaklar yapılırken ve savaş sırasında eyâlet askerlerinin sevk ve yönetimine
katkısı vardır.
Diğer taraftan Donanmâ-yi
Hümâyun’da yeşil ve genellikle kırmızı renklerdeki sancaklar kullanılırdı.
Üzerinde iki, bazan üç beyaz hilâl bulunurdu.
(9) Tuğ-i Hümâyûn’lar
Ucunda ay ya da güneş motifli
alem bulunan mızraklara bağlı, kırmızı renge boyandıktan sonra tepesine beyaz
ve siyah ince kıllardan yapılmış saçaklı bir başlık konulmuş at kuyruğu
kıllarından yapılma tuğlar, Osmanlılardan önce Anadolu Selçukluları ve Anadolu
beyliklerinde bağımsızlık simgesi [54] olarak algılanıyordu.
Nitekim Osman Gazi’ye de
Anadolu Selçuklu Sultanı III. Keykubad tuğ ve sancak göndermişti. Ancak On beşinci
yüzyıla gelindiğinde bağımsızlığını artık çevresine kanıtlamış olan Osmanlı
devletinde, tuğlar üst düzey yöneticilerinin rütbe ve yetkilerini simgelemek
için kullanılmaya başladı. Hatta cebecilerin ve topçuların da “Ocak tuğları”
vardı.
Padişah sefere çıkacaksa, iki
ay önceden sadrazam, şeyhülislam, kazaskerler, Yeniçeri ağası ve diğer erkânın
katılımı ile Sûre-i Feth, Fâtihâ Suresi ve dualarla “Tuğ ihrâcı merâsimi”
yapılarak iki Tuğ-i Hümâyûn (ya da “tuğ-ı şahî”) çıkartılırdı. Bu tuğlar
Cebehane kapısının iki tarafına, diğerleri de Babü’s-Saade önüne dikilirdi.
Sefere katılacak vezirler, Yeniçeri ağası gibi diğer erkân da konaklarının kapı
önüne kendi tuğlarını dikmeleri gerekliydi.
Sefer sırasında dâr ül-harb
sınırına gelinceye kadar iki tuğ-i şâhî, konakçı tayin edilen bir mîr-i miran
(Beylerbeyi) veya sancakbeyi ile tuğcular tarafından bir konak ileri götürülür,
Padişah gelmeden önce kurulan Otağ-ı Hümâyun’un kapısı önüne dikilirdi.
Padişahın tuğlarını Kapıkulu
Süvarileri Silahtar Bölüğü’nden seçilmiş “tuğcular” veya “tuğcuyân-ı Hassa” (ya
da tuğkeşan) olarak isimlendirilen muhafız askerleri korurdu. Bunlar sefer
sırasında “tuğcubaşı” ya da “ser tuğcıyan” denilen komutanlarının emrinde Tuğ-i
Hümâyûn’u taşırlardı.
(10) Mehterhâne-i Hümâyun
Tam bir mehter takımında
“kös, davul, nakkare, halile, çevgan, nefir, zurna, boru, zil” gibi nefesli ve
vurmalı çalgılar yer alırdı. Mehter takımının büyüklüğü tam takım hâlindeki
sazların tekrarlayan sayısına göre ölçülür, “altı kat”, “yedi kat”, “dokuz kat”
olarak isimlendirilirdi. Fatih Sultan Mehmed döneminde Mehterhane-i Hâkâni ya
da Mehterhane-i Hümâyûn dokuz kat olarak düzenlenmişti. Daha sonraları Hünkâr
Mehteri herbir sazdan 12’şer aded bulunan “on iki katlı” olmuştur. Hatta Evliya
Çelebi’ye göre 22 deve’nin taşıdığı 80 adet kös denilen yarım kubbe biçiminde,
gök gürültüsünü andırır ses çıkartan çift taraflı davullar vardı.
“Mehterân-ı Tabl u Alem”
adıyla anılan “Mehterhane-i Hümâyûn”un personel kadrosunu “Mehterân-ı Alem” (ya
da “Alemdârân-ı Hassa”) denilen “Sancaktar Bölüğü” ile “Mehterân-ı Tabıl”
denilen “Çalıcı Mehteran Takımı” oluşturmaktadır.
“Mehterân-ı Tabl”
(“Mehteran-ı Fasıl” da) denilen 16 kişilik Zurnacılar Bölüğü, 8 kişilik
Nakkareciler Bölüğü, 16 kişilik Tabbal Bölüğü, 7 kişilik Zilciler Bölüğü, 12 kişilik
Borucular Bölüğü, 5 kişilik Kös Bölüğü olmak üzere 6 bölüğe ayrılmıştı. Her iki
sınıfın toplam personel sayısı On yedinci yüzyılda da 250’ye ulaşmıştı. Topkapı
Sarayı’nın Demirkapısı’nda her gece üç fasıl çalarak Hünkâr’a dua ederler,
sabah’a üç saat kala üç fasıl daha çalarak Divan erkânını namaza kaldırırlardı.
d. Padişah’ın Görev ve Yetkileri
Osmanlı Padişahlarının aslî
görevleri “Halife-i Müslimîn” olarak Dar ül-İslam’ı Dar ül-Harb’a karşı
savunmak, diyâr-ı küfr’de “ilâ-yi Kelime-t -Ullah”[55] yapmakdır. Bu da
fetihler yaparak da İslamlığın yayılmasını gerektirir.
Kayıtlarda “mirî arazî”
olarak anılan ülke toprakları devlete aittir. Ancak devletin tüzel kişiliğini
Padişah temsil ettiği için kuramsal olarak onun şahsî mülküdür. Tatbikatta ise
devletin tüzel kişiliğine vekâleten vesâyet eder. Dolayısıyla bu dolaylı
tasarrufu sırasında arazî üzerinde yaşayan, onu ekip, biçen reaya’ya İslam’ın
hakkaniyet ilkelerine de uygun olarak davranmak zorundadır. Adaletli davranmayı
ise Şer’î ve örfî hukuku uygulayan kadılar aracığıyla sağlayacaktır.
Diğer taraftan Padişah
Osmanlı ülkesini mirî toprak rejimine uyarak ve vakıf arazîleri kollayarak
yönetmeli, devlet mülkünü koruyabilmek için özel mülkiyet hakkını kişilere son
derece kısıtlı olarak vermelidir.
Halife olarak elden
geldiğince İslam birliğini koruması gerekir. Mekke ve Medine’ye özel ihtimam
göstermeli, müslümanların Hac farizalarını rahat ve korkusuzca ifa
edebilmelerini sağlamalıdır.
Ehl-i İslam’ın, eshab-ı küfr
karşısında iktisadî ve askerî bakımlardan dûn (aşağı) vaziyete düşmesini
önlemelidir.
Padişah’ın irâdesi kanundur.
Dolayısıyla herhangi bir uygulamayı kendi istediği biçimde çözümletecek bir
hukuk kuralıdır. Kamu düzenini ve yönetimi “Padişahî hukuk” (ya da örfî Osmanlı
hukuku) sağlar, ancak bu hukukun hükümleri şer’î hukukun kriterleri dışına
çıkamaz ve onun kurallarına karşı olamaz. Başka bir deyişle Padişah’ın kanun
sayılan emirleri de şer’î hukukun bir tür vesâyeti altındadır. Üstelik
uygulamada, Padişah yalnız şer’î hükümlere uymakla yükümlü değil, ecdadının
çıkardığı kanunlarla, örneğin Teşrifat-ı Kadîme gibi bazı geleneksel kurallar
ile de sınırlanmıştır.
(1) Yasama
Padişahın yasama irâdesi iki
biçimde sonuçlanır: Şer’î hukukun ulûlemr’e tanıdığı yetkiyle ehl-i İslam
yararına ve şeriat’a aykırı olmayan yeni bir hukuk kuralı doğurur ya da mevcut
kuralların uygulanmasını gerekli kılar.
Diğer taraftan Fatih
Kanunnâmesi’ne göre yönetimle ilgili işlerde Padişah vekili olması sıfatıyla
sadrazam; mâlî işlerde (sadrazam’la görüşmek şartı ile) defterdar; şeriatla
ilgili işler için kazaskerler Padişah’ın tuğrasıyla; sancakbeyliği’ne
gönderilmiş veliaht şehzadeler de kendi alametleriyle ferman çıkarmaya
yetkiliydiler.
Sadrazam, Padişah’ın sefere
çıkmadığı durumlarda Ordu-yi Hümâyun’un başına Serdâr-ı Ekrem olarak atanırsa
Padişah adına ferman çıkarma yetkisi verilirdi.
Padişah ile birlikte sefere
çıkan sadrazam’a İstanbul’da vekalet eden sadaret kaymakamlarına ve her bahar
Donanma-yi Hümâyun’la Akdeniz’e açılan kapudanpaşa’ya da tuğralı beyaz kağıtlar
verilirdi.[56]
(2) Yürütme
Osmanlı Padişahı yürütme
erkinin tamamının sahibidir. Nitekim Devlet’in ilk kuruluş dönemlerinde
padişahlar Devlet’in başında bulunup ülkeyi kendi yetenekleriyle yönetmeye çalışmışlardır.
Ne var ki ülkenin sınırlarının üç kıt’a üzerine yayılacak biçimde genişlemesi
yönetim sorunlarını da hem çeşitlilik olarak ve hem de sayıca çok fazla
arttırmıştır. Sonuçta devlet işlerinin fiilen bizzat uygulayıcısı olmak
durumundan çekilerek yetkilerinin büyük bölümünü kendilerine vekil olarak tayin
ettikleri sadrazam’a devretmişlerdir.
Fakat denetimi ellerinde
tuttuklarından, gerektiğinde bütün sistemi sarsacak biçimde yönetime el
koyabilirlerdi. Nitekim bütün genel yasaları çıkarmak, savaş ve barış yapmak,
dirlikleri dağıtmak, en küçük atamalara kadar “tevcihat-ı umûmiye”yi yönetmek
gibi en önemli işler Padişah’a aittir.
Diğer taraftan yönetim
kadrolarını oluşturan Seyfiye (kapıkulları), İlmiye ve Kalemiye tariklerinin
tek ve yücelikte ulaşılmaz olan başı Padişah’tır.
(3) Yargı
Yargılama işi, Padişah adına
olmak üzere medresede Fıkıh ve Tefsir ilimlerini tahsil etmiş ulema’ya ya da
tam ismiyle “kadı”lara yüklenmiştir. Dolayısıyla şeriatın temsilcisi durumunda
olan ve ilke olarak şer’î hükümleri uygulayan kadılar bağımsızdırlar. İslam
hukukuna göre kadı’nın verdiği hüküm yalnız kendisi tarafından
değiştirilebilir. Üstelik değiştirdiği hüküm eskisinden daha güçlü olarak
kesinlik kazanır.
Örfî hukukun kaynağı olan
Padişah yargı sistemini çalıştırma gücü ve yetkisi elinde bulunmakla beraber,
kendisi de kararlarında şer’i hukuk kurallarıyla bağımlı olduğu için kadı’lar
üzerinde etkisi yoktur.[57]
e. Padişah’ın Denetlenmesi
Osmanlı Padişahı Yasama,
Yargı ve Yürütme erklerini tek başında elinde tutar. Devlet’in tüzel kişiliğini
de tek başına temsil eder. Diğer taraftan Halife sıfatıyla da İslam Âlemi
üzerinde etkin bir mevkii vardır. Dolayısıyla Padişah’ın bu bağlamda
denetlenmesi imkânsız gibi görünürse de, kuramsal düzeyde kalmakla beraber
uygulamada sonuçlar alınmış hukuksal bir denetim biçimi vardır.
Gerçekten de Osmanlı
Padişahlarının eylemlerinin ve Osmanlı hukukunun Şeriate uygun olması ilkesi
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve yapısında bulunmaktadır. Başka bir deyişle “Şer’î
Hukuk” Örfî Osmanlı Hukuku’nun bir parçası olarak onunla birlikte doğmuş ve
onunla birlikte yaşamaktadır. Buna bir anlamda Padişah’ın örfî hukukun kaynağı
olan iradesinin, yetki ve sorumluluklarının kısıtlanması diyebiliriz. Nitekim
monarşik anayasalarda da monarkların kendi yetkilerini bu tür kısıtlamalarına
raslanılmaktadır.[58] Ancak bu tür kısıtlamaları monarkların istedikleri zaman geri almaları
mümkündür. Ne var ki Osmanlı Padişah’ının (özellikle Halife olduktan sonra) gerek
kişisel davranışlarında ve gerekse yönetsel kararlarında kendisini İslam’ın
esası olan şeriatle kısıtlamaktan vazgeçmesi artık mümkün değildir.
O halde devlet örgütü içinde
Şeriatı temsil eden Şeyhülislam’ın devletin işleyişini ve dolayısıyla devletin
simgesi olan Padişah’ı (kuramsal düzeyde kalabileceği söylenebilirse de)
verdiği fetvalarla eleştirme hakkı vardır. Kaldı ki siyasî şartların
gerçekleştirdiği pek çok ortamda Şeyhülislam’ların Padişah’lar aleyhinde fetva
verdikleri ve amaçlanan sonuca ulaştıkları, hatta padişahları tahtlarından
indirdikleri görülmüştür.
f. Padişah’ın Yönlendirilmesi
Edebiyatımızda toplumsal bir
içgüdü olarak “nasihatnâme”geleneği vardır. Dinî, ahlakî ve sosyal konularda
“nasihatnâme” genel adıyla, bazıları yalnızca ayet ve hadislere[59] ; diğer bir kısmı da âyet’ler ve hadislerle birlikte “kelâm-ı
kibar”lar, atasözleri, deyimler gibi diğer ahlakî ilkelere de dayanarak[60] öğüt veren, yol gösteren öğretici manzum veya mensur pek çok eser
yapılmıştır. Pek çok Osmanlı aydını ve devlet adamları bazı önemli gördükleri
aksaklıkları Padişah’a duyurmak için güya rical’e nasihat eder görünen bir
üslup kullanmışlardır.
Nasihatnâme’lerin yazılması
bazan bizzat Padişah emriyle münasip birine ya da bir heyete yaptırılmaktadır[61] Bazı müellifler de kendilerini vicdanen borçlu bilerek âhiret
sorumluluğundan çekinmişler [62] ; bazısı ise kendi tecrübelerini ve
başkalarından dinlediklerini birlikte aktarmışlardır [63] Bununla beraber
itibar kazanmak ve mevki edinmek için yazanlar da vardır[64] Fakat yazarların
tümü eserlerini içlerine doğan manevî bir kuvvetle eski müelliflerin
anlattıklarını gerekse görüp işittiklerini bir araya getirdiklerini söylerler.[65] Anlattıklarını teyit için ayetler, hadisler ve diğer İslamî bilgilerle
güçlendirerek vurgulamaya çalışmışlardır. Nasihatnâmeler Arapça, Farsça ya da
Türkçe olarak yazılmışlardır. Türkçe’ler kısa cümleli ve kolay anlaşılır
olmalarından ya da zor terkipler, edebî sanatlar yüklü üslubuna bakılarak
yazarın ilmiye, mülkiye[66] ya da seyfiye tarikinden olup olmadığı anlaşılmaktadır.[67]
Bu tür nasihatnâme’lerin
yazarlarını kişilikleri açısından da üç genel kategoriye ayırmak mümkündür.
a) İlmiye ve kalemiye
mensupları olayları teorik yönleriyle ele aldıklarından, yapılmasını
istedikleri hususların uygulanmalarının ne ölçüde mümkün olabileceğini pek
fazla dikkate almadan tavsiye ederler. Örneğin Maverdî ve Gazalî gibi ehl-i
sünnet âlimlerinden, Sasanî kırallarından örneğin Nuşirevan, Türk beylerinden
rivayete dayanan örnekler sunarlar, Büyük İskender’den hikayeler anlatırlar. Bu
tür nasihatnâmelerin “adalet ve ihsanı, işi ehline verme”yi emreden âyetlerle,
hadislerle güçlendirilmiş ahlakî nasihatlerle dolu yönü daha ağırdır.
b) “Sadrazamlar, vezirler,
defterdarlar” gibi yüksek görevli devlet adamlarının önerileri uygulanması
mümkün olabilecek önlemlerdir. Söyledikleri ya kendileri ya da geçmiş
padişahlar tarafından bizzat uygulanmışlardır. Dolayısıyla eserlerinde sık sık
“geçmişte... sultan ... böyle ederlerdi”, “... itdüği mervîdür”. “Ben itdüm
...., olması lâzım gelir”,. “ ....Seferi’nin defterinde mesturdur” biçiminde
kanıtlayıcı deyimler kullanırlar.[68] Verilen örneklerin sahipleri ise
bizzat kendileri veya Fatih, Yavuz, Kanunî gibi büyük Osmanlı padişahları ya da
ünlü devlet adamları olduklarından yapılan tavsiyeler de “nasihat” olmaktan
çok, yönetimin iyileştirilmesi önerileridir.
c) “Sultanlar”ın kendi
şehzade ve ahfadlarına yaptığı ahlâkî “nasihatnâme”ler ya da yönetim kuralları
öneren “siyasetnâme”ler biçimindedir.
Diğer taraftan
nasihatnâmeleri içerikleri açısından da örneğin “Nasihatü’s-Selâtîn,
Düstûrü’l-Amel li-Islâhi’l-Halel, Kavanîn-i Al-i Osman der Hulasa-i Mezâmin-i
Defter-i Dîvan“ gibi teorik olanlar; “Asafnâme, Nasâyih’ül Vüzerâ v’el Ümera
(Kitab-ı Güldeste)” gibi tecrübe edilmiş örnekleri esas alanlar; yahut “Koçi
Bey Risâleleri” gibi kanun ve Şeriat’ın üstünlüğü ilkesini savunanlar ve
“Nasihat-ı Sultan Murad”, “Selimnâme” gibi Padişahların kendi şehzadeler için
bizzat kaleme aldıkları nasihatnâmeler olarak da düzenleyebiliriz.
n Nasihatü’s-Selâtîn
Gelibolu Mustafa Âlî’nin
“Nasîhatü’s-Salatin” (ya da Nushatü’s-Selâtin)[69] isimli eseri bir
mukaddime, dört bab ve bir hatimeden ibarettir. Mukaddime’de memurların
davranışları hakkında padişahların sorumlulukları, Allahü-teâlâ’nın Osmanlı
soyuna olan özel ihsanı; «Lâzime» adı altında yan bölümlere ayrılan ilk bölümde
“Sultanlara yapmaları gerekli olan işler”; ikinci bölümde “kanunlara uyulmaması
yüzünden doğan bozukluklar; üçüncü bölümde “halkı güçsüz kılan kötü haller”;
dördüncü bölümde bizzat Âli’nin karşılaştığı vefasızlıklar; “Hatîme”de 10 fasıl
olarak tavsiyeler verilmektedir.Dili ağırdır. Metin içinde «hikâyet» başlığı
altında tarihlerden alıntılar yapılmakta, konuyla ilgili manzum parçalar
konulmakta, delil olarak da âyet ve hadisleri kullanmaktadır.
n Düstûrü’l-Amel li-Islâhi’l-Halel
Katib Çelebi’nin eseri olan
“Düstûrü’l-Amel li-Islâhi’l-Halel” [70] bir mukaddime ve üç fasıl ve
sonuç’dan ibarettir. Mukaddime’(Giriş)de “Etvâr-ı devlet”(Devlet’in işleri),
Birinci fasılda “Reayâ”; İkinci fasılda “Asker”; Üçüncü fasılda “Hazine”,
Netice’de çözüm yollarını belirler.
Toplumu ulemâ, asker, tüccar
ve halk olarak dörde ayırır. Ve bunları “erkân-ı erbea” adıyla insan vücuduna
benzetir. “Nefs-i natıka” Sultan’ı, “kuvve-i âkile” onun vezirini, “müdrike” de
şeyhülislam’ı temsil eder.
Masrafların fazlalığı ve
rüşvet üzerinde durur.
n Kavânin-i Âl-i Osman der Hulâsa-i Mezâmin-i Defter-i Dîvan
“Kavanîn-i Âl-i Osman der
Hulâsa-i Mezâmin-i Defter-i Dîvan”[71] , eyâletler ve sancakların
yönetiminde uyulması esas olan kanunların yorumları; timar, zeamet ve hasların
tevcihinde vaz olunan kanunlar karşılığında çıkarılacak timarlı sipahi
miktarını açıklayan bir başvuru kitabıdır. (Müezzinzâde) Aynî Ali Efendi bu
eserinde bozuklukların giderilmesi için kendi görüş ve önerilerini de belirtir.
Defter Emini olan yazar görevi dolayısıyla çok iyi vakıf olduğu meslekî ve
hukukî tâbir ve istilahları açıklar. Yaptığı yorumlarda kayıtlara geçmiş resmi
rakamları kullanır. Eser genel anlamıyla bir Nasihatnâme değil, doküman ve
kanunlar içeren bir başvuru kitabıdır.
n Risâle-i Vazife-Hârân ve Merâtib-i Bendegân-ı Âl-i Osman
Yine Defter Emini
(Müezzinzâde) Aynî Ali Efendi tarafından ilk eserini tamamlayan bir “Zeyl”
olarak kaleme alınmıştır. Bu eserinde yazar, Kapıkulu ve İlmiye sınıfı
mensuplarının ve Saray Halkı’nın sayıları, maaşları ya da yevmiyelerine dair
bilgiler verir.
Her iki kitap da, nasihat
vermekten çok, yönetimdeki aksaklıkları düzenlemek isteyenlere doküman sağlamak
için hazırlanmıştır.
n Âsafnâme
Kanunî Sultan Süleyman’ın
deneyimli sadrazamı Lütfi Paşa[72] , “Âsafnâme” (Sadrazam Nasihatleri)
adını verdiği Sadrazamın yetki ve sorumluluklarını anlatan eserini görevinden
azledildikten sonra kaleme aldı.
Kitabına “Devlet çarkının
eskisi gibi iyi işlemediğini” belirterek başlayan Lütfi Paşa, “devlet
yönetimindeki tecrübelerini; görevin kötüye kullanılmaması, halka fazla vergi
salınmaması, narh konusuna özen gösterilmesi, yeniçeri sayısının fazla
arttırılmaması[73] , önemli her konunun Padişaha iletilmesi ” gibi sadrazamın yönetimde
nasıl davranması gerektiğini anlatan görüşleri arasına “devlet görevlilerinin
tek kabahatten dolayı hemen atılmaması gerektiği”ni de ekleyerek, başarılarına
rağmen azledilmiş olmasındaki haksızlığı da duyurmaktadır.
Kitap “Etvar ve Ahlâk-ı
Vezir-i Âzam”[74] , “Tedbîr-i Sefer” , “Tedbîr-i Hazine” ve “Tedbîr-i Reaya” adlı üç
bölümden oluşur. İlk bölümde Sadrazam’ın âdil ve iyi niyetli olması, suçlar
örtbas etmemesi, rüşvet önlemesi gerektiği; ikinci bölümde barış dönemlerinde
iken savaşa hazırlanmak, savaş dönemlerinde ise avârız vergisi koymaktan
kaçınılması gerektiği; üçüncü bölümde devletin geliri giderine denk olması,
açık vermemesi gerektiği vurgulanır.
Hazine, “zulüm ve işkence”
ile değil, halkın kudretine göre belirlenen vergi gelirleri ile dolar. Narh
uygulamasına dikkat edilmeli, çarşı, pazar sık sık denetlenmeli ve fiyat
artışları önlenmelidir. Son olarak da 30 yılda bir arazî tahriri yapılıp
defterlerin yenilenmesini gerektiği belirtir. Nüfus göçüne karşı çıkar.
n Nesâyih’ül Vüzerâ v’el Ümerâ (Kitâb-ı Güldeste)
Defterdar Sarı Mehmed Paşa [75] bu eserinde örneklemelerde Kanunî dönemi esas alınmış ve Lütfî
Paşa’nın Âsafnâme’sinden yararlanılmıştır. Benzerlerinde olduğu gibi, temel
referansları yine “âyetler ve hadisler”dir. İlke olarak vergi ödeyen reâyânın
zulümden korunması ve adâletli davranmanın gerektiği üzerinde durulur. Eser,
mukaddime, dokuz bölüm ve hatimeden oluşmuştur.
“Vezirazam hazretleri adalet
ve insafdan ayırılmayup Hakkı yerine getirmek ve eli altındakileri hoş
tutmaktan geri kalmayı uygun görmeyeler ki reâyâ buyruk sahiplerinin emirlerine
uymaktan yüz çevirmeyip durumları bozulmaya ve harap olmaya. Zira “Sultanlık
ancak devlet adamlariyle (rical), devlet adamları ancak mal ile, mal bayındırlıkla,
bayındırlık da ancak adalet ve iyi yönetme ile olur”. Yani “Devlet düzeni ricâl
iledir ve askerin ayakta durması Hazine parası iledir ve Hazine toplamak
ülkenin bayındırlığı iledir ve iyi hâl iledir ve ülkenin bayındırlığı da adalet
, iyilik ve zâlimlere karşı koyma siyâseti iledir. Başka türlü olmaz”.[76]
Yukarıda sıraladığımız türden
daha pek çok nasihatnâme ve siyasetnâmeler yazılmıştır.[77]
n Koçi Bey Risâleleri
Koçi Bey Enderûnlu’dur. Hem
Sultan IV. Murad’a ve hem de arkasından gelen Sultan İbrahim’e musahib’lik
yapmıştır. Sultan IV. Murad’la beraber Bağdad Seferi’ne katıldı.
1630’da Sultan IV. Murad’a
sunduğu “Telhisât-ı der Ahval-i Âlem-i Sultan Murad Han” isimli risâlesinde
Devlet’te görülen gerilemenin sebepleri ve alınması gereken önlemler örnekler
verilerek ve sayısal verilerle anlatılır. Ana tema “Şer’iatın ve Kanûn-i
Kadîm’in tam manasiyle uygulanması gerektiği”dir.[78]
1640 yılında Sultan İbrahim’e
sunulmuş olan ikinci risâle Teşrifat-ı Kadîme ve kurumların işleyişi
üzerinedir.
n Nasihat-ı Sultan Murad
Sultan II.Murad ile oğlu
Sultan II. Mehmed’in karşılıklı konuşmaları üçüncü şahıs ağzıyla anlatılan bir
diyalog şeklinde yazılmış küçük bir risâledir. İnsan ömrünü 0-9 yaş: “âlem-i
tufûliyet (çocukluk çağı); 9-15 yaş: âlem-i sabâvet (gençlik çağı) ; 15-30 yaş:
mertebe-i şebâbet (erginlik çağı) ; 30-45 yaş: âlem-i rücüliyet (olgunluk
çağı)” olarak ayırır. Olgun insanın kararlarında daha isabetli olduğunu söyler.
İskender-i Zülkarneyn (Büyük İskender), Hüsrev ve Nuşirevan’ı örnek gösterir.
Efdal olan akıl ile kılıcın birleşmesidir. İskender’in Acem padişahını ve
Timur’un da kendi ecdadı Yıldırım’ı bu yolla yendiğini söyler. Kadere sıkı
sıkıya bağlıdır ve oğluna adaleti önerir.[79]
n Selimnâme
1512 yıllarında Manisa
sancakbeyi Şehzâde Süleyman’ın isteği üzerine Yavuz Sultan Selim bir ceza
kanunnâmesi mahiyetinde olan ünlü Siyasetnâme’sini göndermiştir. Yavuz Sultan
Selim suçları “zina, katil, hırsızlık, yankesicilik ve cerh (yaralama) ile
kundakçılık” olarak beş bölüme ayırmıştır. Nitekim daha sonra şehzâdeyi Kanunî
Sultan Süleyman yapacak olan kanunnâmesinde de babasının nasihatlerinden
esinlenecektir.
g. Havass-ı Hümâyun
İstanbul’un fethinden sonra
İslâm dünyasının en büyük siyasî güç kaynağı olarak bakılan Osmanlı
Padişahlarının çevresini erkân ve ricâl’in seçkinleri sayılan “havas”
oluşturur.
“Havas”, has sözcüğünün
çoğuludur. “İleri gelenler, muhterem kişiler” anlamındadır.[80] Her ne kadar
İslâm-Osmanlı kültüründe geleneksel biçimde bir aristokrasi yoksa da, “havass”
hakkında “aristokratlar kulübü” benzetmesi yapabiliriz.
Aslında “has” 100 bin
akçe’den fazla hâsılat temin eden tımar’a verilen isimdir. Has’lar bizzat
Padişah ve kadınları, sadrazam ve vezirler, beylerbeyleri ve sancakbeyleri’ne,
ya da başka bir deyişle Padişahın yakın çevresine ve yüksek görevlilere
verilirdi. Göreve bağlı olanlar geçicidir.
Padişah öldüğü zaman sadrazam
ve onun tayin ettiği bütün memurlarla birlikte “müstâfi” (istifa etmiş)
sayılırlardı. Bu bağlamda Osmanlı “erkân-ı devlet”i, Batı ülkelerinde kralın
çevresinde kan bağıyla devam ederek aristokrasi oluşturan dük, düşes, kont,
kontes, baron, barones ve şövalyelerinin sosyal ve hukukî statüleriyle ile
karşılaştırılırsa çok farklı yapıları olduğu görülür.
Erkân-ı devlet ve ricâl
Padişah’ın başta mühürünü teslim ettiği sadrazam olmak üzere, şeyhülislâm,
kazaskerler, Yeniçeri ağası, beylerbeyleri gibi Divan-ı Hümâyûn’u ve devlet
mekanizmasını, hükûmeti oluşturan, yürüten yüksek görevlilerdir.
(1) Mâiyyet-i Seniyye
Mâiyyet-i seniyye’yi
Padişah’ın günlük hayatında en yakınında ve özel hizmetindeki “kurenây-i
şehriyârî” denilen sadâkatinden şüphe edilmeyecek kimseler oluşturur.
n Silahdar Ağa
Silahdar’lık Teşrifât-ı
Kadîmede önemli bir görevdir. Divan-ı Hümâyûn ile Padişah arasında vasıtalık
eder.[81] Silahdar ağalar, Padişah bir yere gittiği zaman yanında bulunur, alay
ve törenlerde Padişahın kılıcını kabzasının alt tarafı sağ omuzuna dayanmış
olduğu halde elinde tutar, zülüflü kırmızı kadifeden üsküfünü giyinmiş olarak
sağ tarafında yürürdü. On altıncı yüzyılın üçüncü çeyreğinde “Silahdarlar
cemaati” iki bin kişiden fazladır.[82]
Teşrifat’ta hasodabaşı’ndan
sonra gelir ise de bulunduğu görev ve saygınlığı ondan daha yüksekti. Padişah’a
onun sır kâtibi durumunda olacak kadar yakınlığı vardır. Bu bağlamda önceleri
“telhisatın mühürlerini Huzur-i Hümâyûn’da açmak; Padişah’ın kendi el yazısı
ile yazdığı görüşlerini ve emirlerini muhafazalarına koyup üzerlerini Padişahın
mühürü ile mühürledikten sonra telhis nakli nöbeti olan haseki ağa veya
baltacılar kethüdası’na teslim ederek gideceği yere gönderilmesini sağlamak;
gerektiğinde “muvakkaten ve müebbeden hıfzı emr ü ferman buyrulan evrakı”
saklamak üzere torbalarına koymak ve zamanı gelince arz ederek hatırlatmak;
Cuma Selamlıkları’nda ve saltanat binişlerinde halktan gelen arzuhalleri
toplamak” gibi yalnızca Padişahın özel hizmetlerinde bulunmakla yükümlü
silahdar ağa’ların vazifeleri zamanla daha da genişletilmiş ve Enderûn’da
önemli görevler almışlardır.
On sekizinci yüzyılda Saray
âmirliğini de üslenmişlerdi. Saray dışına vezir, beylerbeyi, kaptanpaşa ve
Yeniçeri ağası payeleri ile çıkarılmışlardır. Aralarında pek çokları ise
sonradan Sadrazamlığa kadar yükselmişlerdir.[83] Enderûn’dan
cezalı olarak dışarı çıkarılırsa kapıcıbaşılıkla görevlendirilirdi.
Silahdar Ağa ünvanı yalnız
Saray mensupları tarafından kullanılırdı. Aslında her sadrazam’ın ve vezirin
bir silahdarı mevcuttur. Ancak bunlar arasında yalnızca hünkâr silahdarlarına
“silahdar-ı Hazret-i Şehriyârî” unvanı verilmiştir.
n Çuhadar Ağa
Saray’da Padişah’a yakınlık
itibariyle “silahdar-ı Şehriyâri”den sonra gelen memuriyet çuhadar (ya da
çukadar) Ağa’dır. Saray’da mevcut bütün çuhadarların başı ve âmiridir.
Enderûn’da Hasoda ağalarının
önde gelenlerindendi. Fatih Sultan Mehmed döneminde teşrifatta hasodabaşı ve
silahdardan sonra üçüncü sırada yer aldı. Padişah Saray dışında bir yere
gittiği zaman süvarilerin sağ tarafında atlı olarak eşlik etmek, yağmurluğunu,
kılıcını, özel pabuçlarını taşımak, Saray’da kürklerini ve kaftanlarını
saklamak, selâmlık ve alaylarda halka gümüş para saçmak, dilekçeleri toplayıp
“sır kâtibi silahdar ağa”ya vermek, bulunmadığı zamanlarda ona vekalet etmek,
savaşlarda düşman topraklarına girildiğinde Padişahın hemen arkasında durarak
koruyuculuğunu yapmak, ulûfe dağıtımında, Birinci Ağa Bölüğü’nün bir numaralı
neferi sayılan Padişaha ayrılan ulûfeyi alıp Padişahın bahşişiyle birlikte
yeniçerilere dağıtmak başlıca görevleriydi.
Saray’ın yeniden
teşkilâtlanmasından önce “mabeyinci”lik demek olan “külle yevmin hizmet-i
Hümâyûn”[84] da bulunurlardı. Çuhadar Ağa’nın emrinde başçuhadar, ikinci, üçüncü ve
dördüncü çuhadarlarla 40 kadar çuhadar ve ayrıca lala, kullukçu, zülüflü
baltacı, sofalı, heybeli, yedekçi denen hizmet personeli olurdu.
Çuhadar ağa Saray’da terfi
ederlerse “çuhadar-ı hassa” olurdu. On yedinci yüzyılda rikabdarlar taşra
hizmetine çıktıkları zaman kendilerine beylerbeyliği verilmiştir. Ayrıca vezir
olanlar da vardır. Tülbenddarların On sekizinci yüzyıldan önceki teşkilâtta
yeri rikabdardan sonradır. Tülbent gulâmı dışarı hizmetine çıktığı zaman Yeniçeri
ağası ve vezir olurdu.
Saray teşkilâtı dışında da
teşrifat ve güvenlik işlerine bakan, resmî daireler arasında irtibatı sağlayan
“maiyet memuru” anlamında “çuhadarlık” görevi vardı. Örneğin sadrazamın
konağında bu işleri yapan görevliye “iç çuhadar” denirdi. “Kapı çuhadarları”
vezir ve yüksek memurların işlerini yürütürlerdi. Özel hizmetlerde
kullanılanlara “tebdil çuhadarları” denilirdi.
n Müteferrika’lar
Müteferrika “çeşitli işler
gören kimse” demektir. Dolayısıyla hem Padişahın ve hem de Sadrazamla diğer
vezirlerin de müteferrikaları vardı. Müteferrikaların bir kısmı timar ya da
zeametli idi. Saray hizmetlerinde olanlar ulûfeli maaşlı yani yevmiyeli
müteferrikalardır. Ancak müteferrikalar hiçbir zaman diğer sıradan hizmetliler
düzeyinde görülmemelidir. Fatih’in Kanunnâmesi’nde bunlara “vâcib ür-riâye
ağalar” denilmiş ve sadrazam’ın huzuruna çıkarlarsa ayakta karşılanmaları
gerektiği belirtilmiştir.
Müteferrikalar kapıkulu
silâhşörü olarak da itibarlı bir sınıftır. Padişahlar sefere gittikleri zaman
rikâb-ı Hümâyûndaki Padişah tuğlarının, saltanat sancaklarının ve daha da
mühimmi «Enderûn Hazinesi» nin muhafazası müteferrikalara aittir.
Müteferrikalar seferde diğer yeniçeriler gibi zırh, tolga, sorguç ve kolçak da
kullanırlar.
Merasim ve alaylarda başlarına
mücevveze, arkalarına atlas üst veya erkân kürkü giyerler, Hükümdar Cuma
Selamlığı’na gittiği veya dışarı çıktığı zaman müteferrikalar önünde giderler.
Padişaha bayram tebriki yapılırken müteferrikalar etek öperlerdi. Terfi edenler
timar defterdarı olurlardı. Bunlar vezir-i âzam’ın ziyaretine gittikleri zaman,
emektarlıklarına riayeten ayağa kalkar ve tâzim ederdi. Senelik mevacibleri 66
yük ve 10 bin akça tutuyordu.
Nitekim On yedinci yüzyılın
ilk çeyreği biterken müteferrikalar arasında 9 vezir evlâdı , 5 beylerbeyi
çocuğu , 22 ümera evlâdı , 4 defterdarzâde ve 20 rikâb ağası evlâdı vardı.
On altıncı asrın ilk
yarısında Saray hizmetinde bulunan müteferrikaların sayıları 40 kadar iken asır
sonlarında 11 misli artarak 433, Onyedinci asır sonlarında ise 631’e ulaşmıştı.[85]
n Haseki’ler
Haseki’lik bir anlamda hizmet
ve sadakatleriyle Padişah’ın itimadını kazanmış “havas” denilen itibarlılar
zümresini andırır.[86] Osmanlı Sarayı’nda Bostancı hasekileri ve Yeniçeri hasekileri olmak
üzere asker kökenli iki haseki sınıfı vardı.
Bostancı hasekiler özellikle
Arnavut kökenli bostancılar arasından seçilirlerdi. 100 kişi olan bostancı
hasekileri Padişahın her gittiği yerde en az 60 kişilik bölük olarak bulunurlardı.
Padişahın Saray dışında korunması ve asayişin sağlanmasını Haseki ağası
düzenlerdi. “Tebdil hasekisi” adıyla anılan 12 bostancı hasekisi Padişahın en
yakınında yer alırlar ve gizli istihbarat işlerinde kullanılırlardı.
Yeniçeri hasekileri, Yeniçeri
Ocağı’nın 14., 49., 66. ve 67. ortalarının adıdır. Atlı ve yaya olmak üzere
ikiye ayrılırdı. Yayalara “Hasekiyan-ı Piyâde” denirdi. Dört haseki ortasının
nefer sayısı yaklaşık 1 000 kişiydi. Bu ortaların yayabaşıları Padişah’ın
katıldığı Saray dışındaki tören ve alaylarda ikisi solunda, ikisi sağında
yürürlerdi.
Dört ortanın en kıdemli
yayabaşısına “başhaseki ağa” denirdi. Yeniçeri hasekilerini diğerlerinden
ayırmak ve itibarlı olduklarını belirlemek için kendilerine “haseki ağa”
denilirdi. Diğer yeniçeriler sorguç yerine kaşıklarını koydukları halde bunlar
tüylü sorguç takarlardı. Yeniçeri ağası sefere katılmazsa savaşa gitmezlerdi.
n Darü’s-Saade Ağası
Darü’s-Saade ağası Osmanlı
Saray’ında haremağalarının başı, Harem ve Hassü’1-Has denen Padişah’ın yaşadığı
“Darü’s-Saade“ bölümünün hizmetlilerinden sorumlu en büyük âmirdir. Saray
baltacıları da Darü’s-Saade ağasının emrindedir.
“Kızlar ağası”[87] olarak bilinirse de bulunduğu göreve gelebilmesi için “acemi ağası, nöbet kalfası, ortanca, hasırlı, yaylabaşı oğlanı, başkapı
gulamı, hazine kethüdası, müsahib ağa, oda lalası, hazine vekili, hazinedar,
Eski Saray ağası” gibi çok uzun ve önemli aşamalar dizininden geçmesi
gerekirdi.
Padişah Darü’s-saade ağası’na
takip edilmek üzere beyaz üzerine yazılmış emirler verdiğinden Darü’s-saade
ağası günün herhangi bir saatinde kendisiyle görüşebilirdi. Dolayısıyla devlet
erkânı da Darü’s-saade ağası’na yazı gönderebilirlerdi. Bu yönleri çağdaş
tabirlerle değerlendirilirse Padişah’ın özel kâtibi anlamında bir hizmeti
yürüttüğü söylenebilir. Bâbüs’saade ağası teşrifatta sadrazam ve
şeyhülislâm’dan sonra gelirdi.
Diğer taraftan Darü’s-saade
ağası Haremeyn (Mekke ve Medine) vakıflarını yönetmek ve her yıl Hicaz’a Surre
Alayı göndermek, “Dolab” denilen Haremeyn Hazinesi hesaplarını tutmak, Evkaf-ı
Selâtin (Padişah vakıfları)’den gelen “Ceb-i Hümâyûn” akçelerini Hazine
kethüdası’na teslim etmek, çarşamba günleri vakıf mukataa ihâlelerinin, ferağ,
intikal ve mahlûlat işlemlerinin ve vakıf kurumlarındaki görevlilerin
atamalarının görüşüldüğü “Ağa Divanı”na başkanlık yapmak ve “taşra çıkarılan
sultanlar”a aylıklarının dağıtılması ile de görevlidir.
Tören ve teşrifat açısından
şehzadelerin doğum müjdesini sadrazama duyurmak, “beşik alayı” düzenlemek,
Padişahın ölüm haberini duyurmak, cülûs ve cenaze törenlerini düzenlemek, ölen
Padişahın terekesini deftere geçirtip “İç Hazine”ye teslim etmek, hanım sultan
nikahlarında “vekillik etmek” gibi görevleri de vardır. Savaş sırasında “İç
Hazine”den sorumludur. Padişah adına bahşiş ve çelenk (sorguç) verirdi.
Saray’da özel bir mutfağı,
Ahırkapı’da bir ahırı ve atları vardı. Selimî kavuk, kışın dört yenli samur,
yaz aylarında ise varsak, sincap kürk giyer, belinde mücevher kakmalı ve
köstekli bıçakla törenlere katılırdı. Bu görevden uzaklaştırılanlar Mısır,
Mekke ya da Medine’ye sürgüne gönderilirdi.[88]
n Çavuş Ağalar
Saray çavuşları Enderûn’da
müezzinlik, mehterlik gibi çeşitli özel hizmetleri üstlenmişlerdi. Çavuş
ağalar, Padişah’a doğrudan hizmet verirler, savaşta yaverlik yaparlardı. Selâm
çavuşu, küçük çavuş, orta çavuşu, çavuş vekili, Divan çavuşu, çavuş gediklisi,
başçavuş, çavuşlar emini, çavuşlar kâtibi gibi rütbeleri vardır. Saray
çavuşları ellerinde iki ucu kıvrık, “çevgan” denilen gümüş asa taşırlar,
“yelken külah” denilen başlık giyerlerdi. Cuma ve bayram selamlıklarında
alkışçılık ederlerdi. Bu tür protokol görevleri dışında savaş zamanlarında
Yedikule’ye götürülen veya konutlarında oturtulan elçileri göz altında
tutarlardı.
Diğer taraftan madenlerin
işletilmesi gibi özel denetim işleriyle de görevlendirilirlerdi. Vezirlerin ve
defterdarların emrine ayrıca “selam çavuşu” verilirdi.
(2) Bendegân-ı Şâhâne
Padişahın özel hizmetlerini
gören “kahvecibaşı, berberbaşı, esvabcıbaşı, seccâdecibaşı” gibi görevlileri
ifade edenlere “bendegân-ı şâhâne” denirdi.
Bunlardan çok daha ileri
konumda Saray’da Padişah’la yiyip içme, eğlenme ayrıcalığı bulunan bir de
“havass-ı bendegân” sınıfı vardır. Nitekim bunların içinden bir kısmı
Padişah’ın şehzadeliği sırasında ona arkadaşlık ya da hizmet etmişlerdir.
Genel olarak “musahiban”
denilen bu kimseler sohbetlerinden istifade edilen, ilim, irfan sahibi,
özellikle nüktedân ve hazırcevap kimselerdir. Padişah’a bu denli
yakınlıklıklarından ötürü Saray’da göreceli olarak Sadarazam’dan bile daha
itibarlı durumları vardı.[89]
(3) Rikâb-ı Hümâyûn ağaları
Padişah Enderûn dışında iken
maiyyetinde bulunanlar için “Rikâb-ı Hümâyûn” deyimi kullanılırdı. Rikâb
kelimesinin yalın anlamı “üzengi” demektir. Kavram olarak da “huzur, büyük bir
kimsenin önü, katı” anlamına gelir.
Maiyyet’de yer alan devlet
erkânı dışında Padişah’ın atının yanında yürüyerek koruma görevi üslenen
“Rikâb-ı Hümâyûn ağaları” (“rikâb ağaları” veya “üzengi ağaları” da denir) bulunurdu..
Bu ağalar “yeniçeri ağası,
mîr-i alem, kapıcılar kethüdası, kapıcıbaşılar, çavuşbaşı, şikâr ağaları
denilen çakırcıbaşı, şahincibaşı ve atmacacıbaşı’lar, mîrahur, çaşnigirbaşı,
Altı Bölük ağaları denilen sipah, silâhdar, gurebâ-yı yemîn, gurebâ-yı yesâr,
ulûfeciyân-ı yemîn, ulûfeciyân-ı yesâr ve Cebeci, Topçu ve Arabacıbaşı”lardır.
h. Teşrifât-ı Kadîme
“Teşrifat-ı kadime” devlet
protokolünün Osmanlı belgelerinde kullanılan adıdır. “Teşrifat”, resmî
terminolojide “törenlerde devlet erkân ve ricâli arasında makam ve rütbelere
göre öne geçmek ve arkada kalmak düzeninin kurallarını koymak ve uygulamak”
anlamına gelir. Padişahların cülûs, muayede, Cum’a selâmlığı, cenâze törenleri,
Donanmâ-yi Hümâyun’un sefere çıkışı, seferden dönüşü, hacıların uğurlanışı,
Surre Alayı, Hacıların Dönüşü, Ulûfe Tevzi’i ve diğer törenlerin bu kadar
ayrıntılı olarak teşrifat defterlerinde kaydedilmiş olması ve yine aynı ölçüde
duyarlılıkla uygulanması, Osmanlı devlet teşkilâtının geleneksel ve güçlü bir
bürokrasiye sahip olduğunu göstermektedir.[90]
Diğer taraftan devletler
hukukuna göre ele alınırsa “Teşrifat” “bazı tören ve durumlarda hükümdarlara ve
devlet başkanlarına verilen “hükümranlık şerefleri”ni esas alarak düzenlenmiş
uyulması zorunlu olan kurallar” bütünüdür. [91]
Bu bağlamda Osmanlı
Devleti’nde Kanunî Sultan Süleyman tarafından ihdas edilen “teşrifatçılık”
Divan-ı Hümâyûn’da da en önemli görevlerden biri olmuştur.[92]
“Teşrifâtî efendi” bütün
törenlerin nasıl yapıldıklarını bilir. Saray’da, Makam-ı Muallâ[93] ve Paşa Kapısı’nda yapılan bütün merâsimler düzenlenirken, elindeki
defterde yazılı ananeleşmiş kuralları uygulardı.
Divan’da mevâcib (maaş)
verilmesi, ziyafetler, elçilerin kabulü, Mısır Hazinesi’nin gelmesi, yeni
padişahın cülûsu, Saray’da yapılan muayede ve tebrikler, Donanma’nın sefere
çıkması ve dönüşü, gemilerin denize indirilmesi, Hükümdar’a pişkeş çekilmesi,
tevcihat-ı mûtâde, taltif, terfih veya tayin sebebiyle huzurda hil’at
giydirilmesi, giydirilen hil’atler sırasında yapılan merasimleri düzenlemek
teşrifatçı’ya aitti. Bundan başka vezir, beylerbeyi ve erkân-ı devlete ait olan
rüsûm ve harçların da defterini tutardı.
Bu işlerin yürütülebilmesi
için Divan’da teşrifatçı’ya bağlı teşrifat kesedarı, teşrifat halifesi,
kaftancıbaşı ve teşrifat kesedarı yamağı’ndan oluşan bir “teşrifat kalemi”
vardı.
Daha sonraki uygulamalara
örnek olmak üzere Saray ve devlet merasimlerinin bütün sicillerini saklamak
teşrifat halifesi (veya teşrifatçı kalfası) ve kesedar’ın göreviydi.
Kaftancıbaşı Padişah veya sadrazamın huzurlarına kabul edilecek olanlara
giydirilecek “beylik” protokol hil’atlerini muhafaza eder ve icab ettikçe
kullanırlardı.
(1) Arz’a Giriş
Divan-ı Hümâyûn
toplantılarından sonra Padişah’ın huzuruna Arz’a girilmek için yazılan telhisi
“kapıcılar kethüdâsı”; Arz’a girilmesi gerekmeyen, yalnız “onay”lanmak üzere
gönderilenleri de “telhisci ağa” götürürdü. Bu takdirde Padişah telhisin
üzerine eliyle genellikle bir kelime veya kısa bir cümleden ibaret olan emrini
yazar ve “hatt-ı şerif” Divan’a iade edilirdi. Telhisler gönderilirken ve geri
gelişlerinde Divan’da bulunanların hepsi ayağa kalkarlardı.
n Sadrazam ve Divan Üyeleri
Sadrazam, vezir veya kim
olursa olsun Arz’a girerken kürkünü ve hil’atini Babüssaade’de denilen Üçüncü
Kapı’da giyerdi. Dönüşte, sadrazam dışında herkes yine aynı yerde hil’atini
çıkarırdı. Sadrazam ise Kubbealtı’na kadar hil’atı giyinik olarak gelir ve
orada çıkarırdı.
Vezirler Arz’a ancak
sadrazamla birlikte girebilirler. Kubbe veziri olmayan, taşrada görevli “hâriç
vezirler”in Arz’a girmeleri gelenek değildir. Kubbe vezirleri ancak ilk kez
Arz’a giriyorlarsa “serâsere kürk” giyerlerdi. Ulûfe tevzi’i (veya “Galebe
Divanı”) dışındaki arzlarda kürk giydirilmez.
Sadrazam’a her ulûfe
dağıtımında serâsere kürk verilirdi. Defterdar, her ulûfe verilişinde hil’at
giyip Arz’a girerdi. Ancak defterdar vezir rütbesinde ise hil’at yerine kürk
giyer. Defterdarın ilk girdiği Arz yeniçeri aylıklarının dağıtımına rastlarsa,
biri ilk kez Arz’a girdiği, diğeri ulûfe tevzi’i için verilen iki hil’ati
birbirinin üstüne giyerek Arz’a girerdi.
Yeniçeri ağası her Arz günü
önce yalnız olarak Arz’a girer. Eğer Vezir rütbesinde ise daha sonra bir kez de
sadrazam’la birlikte Arz’a girer. Kazaskerler sadrazam’dan önce Arz’a girerler.
Ancak bunlara diğer devlet ricâli gibi hil’at ve kürk giydirilmez.
Sadrazam Arz Odası’na girince
Padişahı selâmlayıp eteğini öper, sağ yanında durur. Bu tören sırasında başka
kimse Padişahın eteğini öpemez. Sadrazam’dan sonra Kubbe vezirleri de içeri
girip Padişahı selâmlarlar. Bu sırada Defterdar ulûfe tevzi’ine ait telhisi
okur. Bir süre bekler ve çıkar. Arkasından vezirler de çıkarlar. Eğer içerde
yabancı elçi varsa, vezirlerden önce o çıkarılır.
Sadrazam Arz’dan çıkınca
topluca Kubbealtı’na gidilir. Sadrazam yerinde ayakta durur. Önce Kubbe
vezirleri etek öpüp kendilerine ayrılan yerlerini alırlar. Sonra diğer Divan
üyeleri rütbe sırasıyla etek öperler ve dağılınır. Vezirler birbirlerinden
ayrılırken, sadrazam’a selâm durdukları gibi, her vezir kendisinden üst
rütbedeki vezire de selâm dururdu.
n Yeni Ta’yin Olunan Erkân
Her yıl yapılan “Tevcihât-ı
Umûmiye”de memuriyetleri ibka ya da yeniden tayin edilen vezir, vali ve
beylerbeyilerden İstanbul’da bulunanların bizzat kendilerine, taşrada olanların
da İstanbul’da bulunan kapı kethüdalarına Paşakapısı’nda sadrazamın huzurunda
hil’atleri giydirilerek memuriyetleri ilân olunurdu. Tevcihat’da bulunulan
vezirler ve askerî ve mülkî büyük memurlar İstanbul’da iseler Huzur’a kabul
edilmeleri adetdi.
n Elçilerin “Nâme” Arzı
Müslüman ve Hıristiyan devlet
hükümdarlarından mektup getiren elçiler Arz’a girmeden önce sadrazam ve
vezirler Arz’a alınırlardı. Sonra Rikâb-ı Hümâyûn ağaları elçi’yi Arz Odası’na
getirir, yer öptürürlerdi. Elçi konuşmasını bitirince “mîr-i alem ağa” elçinin
elindeki mektubu alıp ayakta duran Kubbe vezirleri’ne verir. Onlar da
birbirlerine devrederek sadrazam’a ulaştırırlar. Sadrazam Nâme’yi Taht-ı
Hümâyûn’un kenarına bırakırdı. Elçi Padişah’ın sorularını yanıtladıktan ve
Padişah’ın arzusu Divan tercümanı aracılığıyla elçiye anlatıldıktan sonra
Rikâb-ı Hümâyûn ağaları tarafından dışarı çıkarılırdı. Sonra Kubbe vezirleri ve
en sonra sadrazam dışarı çıkardı. Bıraktığı nâme tercüme ettirilerek Padişah’a
arz ve takdim edilirdi.
n Elçilerin Çağrılması
Müslüman veya Hıristiyan
devlet elçilerinden birine Padişah’ın bir nâmesi teslim edilecekse, elçi Arz
Odası’nda Padişah huzuruna alınır. Burada Padişah’ın yaptığı konuşmadan sonra, Sadrazam
Padişah’ın sağ tarafındaki yastık üzerine konulmuş mektubu alır, öpüp başına
koyduktan sonra yanında duran vezire verir. Vezirlerin herbiri öpüp başlarına
koymak suretiyle mektubu elden ele geçirerek en sonda duran “mîr-i alem ağa”ya
ulaştırırlar. O da öpüp başına koyduktan sonra elçi’ye verirdi. Elçi mektubu
öper ve elinde tutarak Babüssaade’den çıkar, ancak Ortakapı’ya geldiğinde
yanındaki sefâret başkatibine teslim edebilirdi.
(2) Taltif’ler
Tanzimat öncesi dönemde
devlet erkânı ve ricâli ödüllendirmek ya da şereflendirmek için nişan ve
madalya verilmesi yöntemi kullanılmamıştır. Gerekli görülen kişiler Fatih
Sultan Mehmed ve Kanunî Sultan Süleyman kanunnâmelerinde belirtilen kurallara
ve teşrifât-ı kadîme usûllerine göre “kılıç, hançer, sorguç, tuğ, tabıl, çelenk
ve kaftan” gibi “nişan ve alâmet”ler ya da “eğer, at ve para” gibi ihsanlarla
taltif edilmişlerdir. “Avrupa icâdı” takılar olarak bilinen madalya veya nişan
verilmesi yerine örneğin yararlık gösterenlere “çelenk”ler verilir, hil’atler giydirilirdi.Osmanlılar
tarafından taltif maksadıyla nişan ve madalya dağıtılması On dokuzuncu yüzyıl
başlarından sonradır.[94]
Ancak Osmanlı Teşrifatı’nda
vurgulanması gereken özellik “önceden ödüllendirme” yönteminin kullanılmasıdır.
Önemli görevler verilen devlet ricâline (ve bazan tüm maiyetlerine) hil’at’ler
giydirilmek suretiyle hem gayrete getirilmekte hem de kendilerinden
muvaffakiyetler beklenildiği ve de aynı oranda ağır sorumlulukları olduğu
peşinen hatırlatılmaktadır. Örneğin her bahar Donanmâ-yi Hümâyun’la Akdeniz’de
sefere çıkan kapudan-ı derya ve maiyeti, ya da Ordu-yi Hümâyun’la sefere çıkan
seraskerpaşa ve mâiyeti hil’atler giydirilerek önceden taltif edilirlerdi.
n Hil’at Giydirmek
Osmanlı Devleti’nin
Teşrifat-ı Kadîme kanununda her görev için giydirilmesi gereken hil’at türleri
belirtilmiştir. Görevlendirme, ödüllendirme ya da teşrifat gereği olarak
“hil’at iksası” denilen giydirme yetkisi Padişaha, sadrazama ve vezirlere
aitti. Hil’atlar veriliş sebebinin önemine göre değerlendirilen hassü’1-has,
has, âlâ, bâlâ, elvan, sevb ve zerrin gibi çeşitli türlerde olur. Örneğin
vezirlere samur kürk, diğer erkâna “sade” kaftan giydirilirdi. Padişah
tarafından hil’at giydirilenlere sadrazam da ikinci bir hil’at giydirmesi de kanundu.[95] Diğer taraftan Padişah iradesi ile rütbe ve görev verilenlere Sadrazam
tarafından “tevcih hil’atı” giydirilirdi.
Hil’at (ya da kaftan)
Padişahlar tarafından devlet erkânına giydirildiği gibi sadrazamlarla vezirler
de aynı suretle gerekli diğer kişilere hil’at giydirirlerdi.
Vezirlere serâser kaplı ,
diğer erkân-ı devlete ise sade hil’at giydirilirdi. Büyük hizmetIeri görülen
beylerbeyilere de iki kat hil’at giydirilirdi.
Diğer taraftan davetli ricale
törenlerde giydirilen ve törenden sonra yeniden kullanılmak üzere Hil’at
Hazinesi’ne konan hil’atlere de “mirî hil’at” denilirdi.
Ulufe dağıtımı ardından,
Padişahın Sadrazam’a “âlâ samur kürk” ve “devir kürkü” giydirmesi kanundu.
Vezirlik verilenlere “hil’at-ı vezâret” denen, ferace kürk giydirilirdi. Takdir
edilen vezirlere “hil’at-ı fâhire-i şâhâne” ile birlikte sorguç, kılıç, hançer
ve atiye gönderilirdi. Donanma Bahar Seferi’ne çıkarken Kaptanıderya’ya ve
donanmayı hazırlayan Tersane-i Âmire erkânına Yalıköşkü’nde padişahça hil’at
giydirilirdi. Defterdara da yılda bir kez hil’at-ı fâhire verilirdi. Mevlid
Alayı dolayısıyla Birûn ve Enderûn görevlilerine de hil’at dağıtılırdı. Şehzade
doğumlarında müjdecilere ve davetlilere, Surre Alayı çıkarılmasında
Darü’s-Saade ağasına, Saray’dan dış göreve gidenlere hil’at verilirdi. Saray’da
ağırlanan devlet konuklarına ayrılırken “hil’at-i vedâ” denilen bir kaftan
giydirilirdi.
Osmanlı teşrifatı (protokolü)
için vazgeçilmez bir simge olan hil’atleri hazırlamak için Saray’da,
hazinedarbaşı ve kaftancıbaşı’nın yönetiminde ayrı bir örgüt biçiminde çalışan
Hassa Kârhanesi’nde “hayyâtin-i hil’at” ve “hayyâtin-i hassa” denen, yedişer
kişilik üç bölükten oluşan terziler her türden hil’at üretirlerdi.
(3) “Muayede”ler
Padişah’la Saray’da bayramlaşmaya
“Muayede Alayı” (veya Resm-i Muayede) denilirdi. Osmanlı Sarayı’nda Ramazan ve
Kurban bayramlarında Has Oda’da Enderûn ağalarıyla “muayede-i havas”, devlet
erkânı ile de Bâbüssaade önünde “muayede-i umumî” denilen törenler yapılırdı.
n Ramazan’ın 26. Günü
Sadrazamın bayram tebrikatı
için şeyhülislama gelmesi gelenektir. O gün fetvâ emini efendi iftara gelip
sadrazam’ın huzuruna girer. Hep birlikte alayla şeyhülislam’ın evine gidilir.
Fetva emini alayda reisülküttab ve çavuşbaşının önünde gider. Sadrazam kallâvî
kavuk, mevsime göre erkân samur kürk veya sof ferace giyerdi. Diğer kapı halkı
mücevveze sarık ve erkân kürk veya mevsime göre sof ferâce giyerek alaya
katılırlardı. Her iki taraf arasında etek öpme töreni yapılır, diğerlerine izin
verilirdi. Sadrazam kavuğunu değiştirir, iftar vakti beklenir, sonra Sadrazamın
istediği bir camide teravih namazı kılınırdı.
n Ramazan’ın 27. Günü
Şeyhülislam Sadrazam’ın
bayramını Sarayında (Bâbıali’de) tebrik eder. Kethüda bey, reisülküttab efendi,
mektubî ve teşrifâtî efendiler ve diğer kapı halkı mücevveze sarık ve divanî
elbiseleriyle kapıda karşılarlar. Merdiven sahanlığına sadrazam ağaları sırayla
dizilir. Sadrazam kallavî kavuk ve erkân samur kürk giymiş olarak binek taşına
kadar karşılamaya gelir. Kethüda bey ve kapıcılar kethüdası şeyhülislamın
koluna girerek Arz Odası’na gelinir. Şeyhülislam ve sadrazam kavuklarını
çıkarıp sarık giyerek bir süre sohbet ederler ve gülsuyu ikram edilir. Sonra
şeyhülislam dönüşünde sadrazam ve kapı halkı tarafından teşyi edilir.
Şeyhülislam’ın gidişinden
sonra İstanbul’da bulunan vezirler mevsim gereği erkân samur kürk veya sof
ferâce giymiş divan bisatlı eyerlenmiş atlarına binerek sadrazamın sarayına
gelirler. Kapı halkı tarafından kapıda karşılanırlar. Sadrazam kendilerini Arz
Odasında karşılar. Bir süre sohbette bulunulur, gülsuyu ve buhur ikram edilir.
Dönüşte karşılandıkları yere kadar uğurlanırlar. Vezirler buradan
şeyhülislam’a, oradan da eski vezirlere giderlerdi.
Ulemâ, kapıcıbaşılar,
hâcegân, Yeniçeri ağası, Ocak ağaları sadrazamın bayramını tebrik ettikten
sonra şeyhülislam’a, oradan da diğer vezirlere giderlerdi.
Rumeli ve Anadolu
kazaskerleri ise önce şeyhülislam’ın evine gidip onun sadrazam’dan dönüşünü
beklerler. Şeyhülislam evine gelince kazaskerlerle bayramlaşır, oradan
sadrazamın sarayına giderler, buradan çıktıktan sonra vezirlerin ziyaretlerine
gidilirdi.
n Ramazan’ın 28. Günü
Bayramlaşacak olan kişiler
belirli saat ve yerlerde toplanırlar. Selâtin şeyhleri Arz Odası dışındaki
sofada, mazul İstanbul kadıları, mahrec eyâlet kadıları “misafir odası’nda,
ocaklılar “divanhâne”de toplanırlar. Sadrazam selâtin şeyhlerini divanî
elbisesini giymiş ve ayakta olarak âdi destar sarıkla karşılar. Bayramlaşma
ayakta yapılır, dualar edilir. Bunların armağanlarını teşrifatçı koyunlarına
koyar. Kadıları kallâvî kavukla ayakta karşılar. Gelenler etek öptükten sonra
herkes oturur, buhur ve gülsuyu ikram edilir. Sohbet yapılır. Yeniden etek
öperek giderler. Ocaklılar için Sadrazam kallâvî kavuk, beyaz üstlük ve
çizmelerini giyerek Divanhane’ye gelir. Burada askerî rütbelere ve geleneklere
uygun özel bir tören yapılır. Tören bitince sadrazam kalkar, alkış tutulup Arz
Odasına döner.
n Ramazan’ın 29. Günü
Sadrazam Arz Odası’nın
dehlizi kenarına konulan iskemleye oturur. Kallavî kavuk ve beyaz üstlük giyer.
Bayramlaşacak olanlar Arz Odasının büyük kapısından girip diğer kapısından
çıkarlar. Önce azledilmiş paşalar, mir-i alem ağa, kapıcıbaşı ağalar etek öpüp
giderler. Sadrazam bunlar için ayağa kalkar. Gedikli müteferrikalara, selâtin
cami kâtiplerine ayağa kalkmaz. Müderrislerin bayramlaşması Divanhane’de
yapılır. Kazaskerler etek öpen müderrislerin isimlerini önceden kaydettikleri
defterden okuyarak sadrazam’a takdim ederler. Tören bitince Sadrazam ayağa
kalkar. Alkış tutulur. Arz Odasına geri döner.
Ramazan’ın 30. günü
sadrazam’ın sarayında bayramlaşma yoktur. Ancak bayram gecesi sadrazam Padişah
Sarayında bayramlaşma yapar.
n Bayram Günü Merâsimleri
Bayramın birinci günü
Bâbüssaade önünde taht kurulur. “Fatih Kanunnâmesi”nde Bayramlarda yapılacak
merâsim “Bayramlarda Meydân-ı Divan’a taht kurulup çıkmak emrim olmuştur. El
öpüldükde vüzerâm ve kazaskerlerim ve defterdarlarım kafadarım olub duralar”
biçiminde belirtilmiştir. Yine teşrifatta Padişahın erkâna ayağa kalkacağı
“Vüzerâma ve kazaskerlerime ve Başdefterdarıma ve Nişancıya kendim kalkmak
kanunumdur” denilerek gösterilmiştir.
Önce Padişahın hocası el
öper, bu sırada Padişah saygı ifâdesi olarak ayağa kalkardı. Sonra Kırım
hanzâdeleri etek öperlerdi. Sonra “nakibüleşraf, şehzâde hocaları, özengi
ağaları, kapıcıbaşılar, mirahurlar, çaşnigir ağaları, müteferrikalar,
hekimbaşı, mehterbaşı, hazinedarbaşı” gibi Sarayla ilgili görevliler huzura
girerlerdi. Sonra “sadrazam, vezirler, kazaskerler, kapudan paşa, rumeli ve
Anadolu beylerbeyleri, başdefterdar, Anadolu defterdarı, reisülküttab, defter
emini, Tersâne emini, ruznamçeciler, mimarağa” el ve etek öperek Padişahın
bayramını tebrik ederlerdi. Padişah devlet erkânına ayağa kalkardı.
Onlardan sonra Şeyhülislam
ilmiyye sınıfı ile birlikte huzura alınır ve Padişahın bayramını tebrik ederdi.
Bu sırada şeyhülislam el öpmez, eğilmekle yetinirdi. İlmiyyeden sonra Yeniçeri
ağası, sekbanbaşı ve Seyfiyye ricali tebriklerde bulunurdu.
(4) Vefat’lar
Gerek padişahların ve gerekse
Hanedan üyelerinin vefatlarında, ya da sadrazam ve şeyhülislamların
vefatlarında yapılacak merâsimlerin kuralları ve biçimleri Teşrifat-ı Kadîme
defterlerinde belirlenmiştir.
(a) Padişah Cenâzeleri
Devlet adamlarına cenâze
namazı kılınması ve dinî tören yapılması Padişahın iznine bağlıdır. Bu nedenle
ölen Padişahın cenâzesinin yıkanmasından önce Teşrifatî efendi Babüssaade Ağası
vasıtasıyla Padişahtan “Merâsim-i lâzime ne ise yapılsın” iznini alır.
Eski Padişah öldüğü zamandaki
elbisesiyle Harem kapısı dışında kurulan gölgelik içinde şeyhülislam, sadrazam,
vüzerâ, Yeniçeri ağası, kaptan paşa, kazaskerler, defterdar, reisülküttab, Ocak
ağaları ve diğer devlet adamları tarafından görülüp dua edildikten sonra cenâze
Darüssaade Ağası’nın nezâretinde Saray imamı, Padişah imamı ve selâtin şeyhleri
tarafından yıkanır. Bu sırada Sadrazam, Ayasofya, Sultanahmed, Fâtih ve
Süleymaniye camilerinde salâ verilmek üzere İstanbul Kadısı’na bir buyruldu
gönderir. Şehremini ağa ve mimar ağayı mezarı hazırlamakla görevlendirir.
Cenâze yıkandıktan sonra
devlet adamları tarafından dua edilip, tabut eller üzerinde götürülerek
Babüssaade önünde hazırlanmış musallaya konulur. Şeyhülislam tarafından namazı
kıldırılır. Ancak imamlık yapmasına engel olacak bir mazereti varsa ulemânın en
kıdemli olanı veya Rumeli Kazaskeri bu işi yapar.
Bu sırada yeni padişah da Arz
Odası’nın kapısı önünde namaza iştirak eder. Tabut yine devlet ricâlinin elleri
üzerinde Ortakapı’ya kadar getirilir. Cenâze alayında şeyhülislam örfî kavuk ve
(mevsime göre ferâce veyâ) beyaz kürk giyer. Diğer erkân kallâvî veyâ örfî
kavuk, mücevveze, “Divanî” elbise giyerler.
Devlet erkânı, Kapı halkı,
Ocak ağaları, Saray ağaları, başçavuş ve çavuşlar, Arabacı, Topçu, Cebeci,
Yeniçeri Ocakları, kadılardan oluşan alay cenâzenin önünde olmak üzere
türbesine kadar gidilir.
Definden sonra ta’ziye ve
duayı hâvi bir telhis Darüssaade Ağası aracılığıyla arz edilir. Sonra
Bâbıali’ye dönülüp “hil’at-i umûmî” töreni yapılır.
(b) Validesultanlar, Şehzâdeler ve
Padişah Kızları
Şehzâdelerin cenâze
törenlerinde kimlerin bulunacağı “Fatih Kannunnâmesi”nde belirtilmiştir:
“Evlâdımdan vefat edenlerin meyyitine vüzerâm ve kazaskerlerim ve
defterdarlarım hazır olalar.”
Valide sultanın (veya şehzâde
yahut kızının) gömüleceği yer hakkında Padişahın izni alınır. Sadrazamın
emriyle çavuşbaşı yukarıda ismi geçen erkâna davetiyeler yazar, çavuşlarla
gönderilerek çağrılırlar. Tekfin ve dinî merasim ve diğer işler yine yukarıdaki
gibi icra edilir. Şeyhülislam, vezirler, kazaskerler, nakibüleşraf ve büyük
kadılar örfî sarık ve ferâce kürkler giyerler. Yeniçeri ağası selimî sarık,
erkân kürk giyer, divan bisatlı ata binerek ocak ağalarıyla, Sadrazam kallâvî
kavuk, erkân kürk ve divan rahtlı at ile, devlet ricâli selimî kavuk ve
mücevveze sarıklar, erkân kürk ve bisatlı atlarla törene katılırlar. Alay
cenazenin önünde olmak üzere cenaze türbesine kadar götürülür. Cenaze töreninin
ikinci günü yalnız şeyhülislam ve sadrazam başsağlığı dilemek üzere Arz’a
çıkarlar.
Hanımsultanlar Teşrifat
defterinde kayıtlı olmadığından tören yapılmaz.
(c) Sadrazam ve Şeyhülislam’lar
Eğer vefat edenler halen
görev yapıyorlarsa, Kubbe vezirleri, kazaskerler, büyük kadılar, şeyhler, ocak
ağaları Fatih Camii’nde hazır olurlar. Ancak cenaze namazından sonra cenazenin
önünden gidilmez ve alay düzenlenmez.
Vüzerâ, kazasker gibi devlet
erkânı ve Babüssaade ağası gibi kapı halkından vefat edenler teşrifatta kayıtlı
olmadıkları için tören yapılmaz.
2. OSMANLI HANEDANI
Osman Gazi’den Yavuz Sultan
Selim’e kadar saltanatın babadan oğula geçmesi (Evlâdiye) yöntemi On altıncı
yüzyıl sonlarına kadar bazı şehzadelerin babalarına ya da kardeşlerine karşı
ayaklanarak taht kavgasına girişmelerine yol açtı. Yavuz Sultan Selim’den sonra
Sultan I. Ahmed’e (1617) kadar Osmanlı tahtının verâsetinde “ekber evlâd” (en
büyük erkek evlâd) yöntemi ve daha sonra ise hanedanın en yaşlı erkek üyesi
(ekber ü erşed) kuralı uygulandı.
Böylece On yedinci yüzyıl
ortalarından itibaren[96] şehzadelerin katledilmeleri önlenmiş, ancak şehzadeler Topkapı
Sarayında “Kafes” tabir edilen “Şimşirlik Kasrı”nda oturtulmuşlardır.
Padişahların toplam sayısı 36
‘dır.[97] Ancak, Sultan II. Murad , Fatih Sultan Mehmed ve Sultan I. Mustafa
ikişer kez tahta çıkmışlardır. Padişahlardan 15’i birbirinin kardeşi ve
amcaoğlu’dur. Dolayısıyla (1299) Osman Gazi’den saltanatın kaldırılması (1922)
tarihine kadar geçen 623 yıllık süre içinde Padişahların batın sayısı 21’dir.
Hanedan şeceresinde toplam 13
farklı padişah adı bulunur: “Orhan, İbrahim, Abdülmecid ve Abdülaziz” isimleri
“1’er”, “Bayezid, Süleyman, Mahmud” 2’şer ; “Osman, Selim, Ahmed” 3’er;
“Mustafa” 4 ; “Murad” 5 ; “Mehmed” 6 kere kullanılmıştır.[98]
Diğer taraftan padişahlar
arasında isimleri kadar lâkab’ları da ünlü olanlar şunlardır: I.Osman ile Orhan
(Gazi); I. Murad (Hüdavendigar); I. Bayezid (Yıldırım); I. Mehmed (Çelebi); II.
Mehmed (Fâtih); II. Bayezid (Velî); Selim (Yavuz); I. Süleyman (Kanunî); II.
Selim (Sarı), III. Mehmed (Eğri Fâtihi); I. Mustafa (Divâne), II. Osman (Genç);
III. Osman (Nurî), IV. Murad (Bağdad Fâtihi ); İbrahim (Deli), IV.Mehmed
(Avcı); III. Selim (Halim); II. Mahmud (Adlî);
Osmanlı padişahları şiir’le
de uğraşmışlardır. Padişahların şiirlerinde kullandıkları mahlaslar da
şöyledir: Murad II (Muradî), Fatih (Avnî), Bayezid II (Adlî), Yavuz (Selimî),
Kanunî (Muhibbî), Selim II (Selimî), Murad III (Muradî), Mehmed III (Adlî),
Ahmed l (Bahtî), Genç Osman (Farisî), Murad IV (Muradî), Mustafa II (İkbalî),
Ahmed III (Necibî), Mahmud l (Sebkatî), Mustafa III (Cihangir), Selim III
(İlhamî) ve Mahmud II (Adlî).
Aralarında Fatih Sultan
Mehmed, Yavuz Sultan Selim (Farsça), Kanunî Sultan Süleyman, Sultan III. Murad
(2 Türkçe, 1 Arapça, 1 Farsça olmak üzere 4 adet), Sultan III. Selim de “divan”
sahibi olan padişahlardır.
İlk altı hükümdar Bursa’ da,
daha sonrakiler de İstanbul’da gömülüdür[99]
Cülûs yaşı açısından en genci
7 yaşında Padişah olan Sultan IV. Mehmed’dir. Osmanlı padişahlarının ortalama
“Cülûs yaşı” 32, “saltanat süresi sonundaki” yaş ortalaması 50, ortalama
saltanat süresi 17 ve vefat ettikleri yaş ortalaması da 51’dir.[100]
Hanedan’da 15 taht’tan
indirme olayı yaşanmış,[101] Sultan I. Mustafa ise iki kez tahttan indirilmiştir. İki padişah da
kendi istekleriyle saltanattan feragat etmişlerdir.[102] En uzun saltanat
süresi 45 yıl, 11 ay, 7 gün ile (1520-1566) Kanunî dönemi’dir.[103]
Osman Gazi’den Kanunî Sultan
Süleyman’a kadar gelen 10 padişah bütün seferlere katılmışlardır.[104] Kanunî’nin oğlu Sultan II. (Sarı) Selim sonra gelen 21 padişah içinden
de yalnızca 5’i seferlere katıldılar.[105] Ancak savaş stratejilerinin
değişmiş olmasının da bunda katkısı olduğu düşünülmelidir. Nitekim fiilen
savaşa katılmamış olmalarına rağmen 5 Padişah da fetvayla itibarî olarak “Gazi”
unvanı almışlardır.[106]
a. Şehzadeler
Şehzade’lerin doğumları Dar üs-Saade
ağası ve hanım sultanların da rütbeli bir Saray ağası ile hatt-ı hümâyûn
gönderilerek Paşakapısı’na yani sadrazam’a bildirilirdi. Gönderilen hatt-ı
hümâyûn üzerine sadrazam ve şeyh-ül-İslam, vezirler, kazaskerler, Yeniçeri
ağası ve diğer devlet ricâli Saray’a giderler ve Huzur’a kabul olunurlardı.
Sadrazam’ın kethüdası vasıtasıyle gönderdiği mücevherli beşik Dar üs-Saade
ağa’sına teslim olunurdu. Sadrazam’a ve ricâle lohusa şerbetleri gönderilir ve
haremleri (eşleri) de Harem’e davet edilirdi.
Diğer taraftan bu durum
İstanbul’da ve memleketin her tarafında toplar atılarak, ilân edilir, şenlikler
yapılır[107] , fermanlar gönderilerek şer’i mahkeme sicillerine kaydolunurdu.
Atılan topların ve yapılan şenlik günlerinin sayısı yenidoğanın şehzade veya
sultan oluşuna, kardeşleri bulunmasına göre hatta mevsimlere bağlı olarak
değişirdi.[108]
Şehzadeler padişahların
haseki, ikbal ve odalıklardan da doğarlardı. Başka bir deyişle anasının
sıfatına bakılmaksızın Padişah’ın erkek çocuklarına şehzade denilir.
Padişahların kız evlatlarına da sultan unvanı verilir.
(1) Eğitim
Şehzadenin bakımına annesi ve
has odalılardan üç ağa nezaret ederlerdi. Ağalar içinden en yaşlısı “başlala”
denilen şehzadenin baş mürebbisi idi. Bunun emri altındaki diğer ağalara “lala”
denirdi. Lala’lar şehzadelerin yetiştirilmelerinden ve özellikle Padişaha
bağlılıklarından sorumluydular. Dolayısıyla Enderûn ağaları arasından Padişahın
yakını ve bildiği birisi lala olurdu.
Şehzade 5-6 yaşlarına
gelince, “bed-i besmele” denilen özel bir törenle[109] derslere
başlardı. Bu merasimde ve davetlilerin huzurunda şeyhülislam şehzadeyi elif’ten
ye’ye kadar okutur ve sonra dua ederdi. Bu sırada şehzade, şeyhülislam’ın elini
öpmek ister, ama o elini öptürmeyerek şehzadenin omuzunu öperdi. Sadrazam
tarafından şehzade’ye müzehhep cüz kesesi içinde elifba hediye edilirdi.
Şehzade hocasından Darüssaade ağası’nın dairesinde ders görmeye başlardı.
Şehzadelerin sünnet düğünleri[110] de günlerce, haftalarca süren düğünler, şenlikler yapılırdı. Sünnet
olan ve 13-14 yaşına gelen şehzadeye ayrı bir daire verilir, buraya annesiyle
kız kardeşlerinin dışında hiç bir kadın giremezdi.
Osmanlı şehzadeleri, devlet
yönetiminde sancakbeyi olarak eğitilmeleri amacıyla Anadolu’nun eski beylik
merkezleri olan Konya, Manisa, Trabzon, Kastamonu, Kütahya, Çankırı, Aydın,
Amasya ve Teke[111] sancaklarına gönderilmektedirler. Anadolu dışındaki tek şehzade
sancağı Kefe[112] idi.
Ancak On altıncı yüzyıl
sonlarına kadar bazı şehzadelerin babalarına ya da kardeşlerine karşı
ayaklanarak taht kavgasına girişmeleri sebebiyle, İkinci Selim devrinden
itibaren yalnız veliahd olan (en büyük) şehzade Sancak’a gönderilmiş ve Manisa
Sancağı veliahd şehzade sancağı olmuştur.[113]
Yalnız en büyük şehzadenin
sancağa çıkarılmasıyla başlayan dönemde Padişah ölünce, vezir-i âzam’ca
“vâli-şehzade”ye bir haber gönderilmesi tahta geçmek için yeterli sayılmıştır.[114] Bazan da şehzadenin bizzat annesi vâlide sultan haber göndermektedir.[115]
(2) Kardeş Katli Meselesi
Aslında bütün monarşilerde
hükümdarlık kavgaları görülmüştür. Ve kardeşler arasında çoğu kez gizlice veya
açıkça, ya gerçek anlamda hayatına son verilerek ya da sembolik olarak, örneğin
kör etmek gibi yöntemlerle işe yaramaz hâle getirilerek, ya da ömür boyu
hapsedilerek saltanat rakiplerini sembolik anlamda yok eden mücadeleler
yürütülür. Batı monarşilerinde kral karşısında doğal olarak meydana gelmiş
aristokratik bir ortam bulunduğundan bu mücadelenin müstakbel muhatapları
değişmez . Ve rakiplerini öldürenler çoğu kez “fratricide” (kardeş katli)
olarak isimlendirilir.
Osmanlı Hanedanı içindeki
saltanat kavgalarında taraflar arasında devletin tüzel kişiliğine yönelik
tasarruf istekleri görülmez.[116] Ancak Padişah soyundan gelen
herkes, hatta Padişah kadınları[117] bile çocuklarını kayırmak, kollamak
uğruna bu mücadelenin içinde yer almışlardır. Dolayısıyla babaların, amcaların,
kardeşlerin, kardeş çocuklarının, yeğenlerin, oğulların ve erkek torunların da
katledildiği görülmüştür.
Gerçekten de Osmanlı öncesi
Türk devletlerinin akıbetleri hep bölünmek olmuştu. Bununla beraber kuramsal
olarak her ne kadar bu mücadelede yer alan hanedan üyelerini “siyaseten katl
etmek” yöntemi Osmanlı Devleti’ni parçalanmaktan korumak amacına yönelik ise
de, zaman zaman bir tür “nefis savunması” biçimine dönüştüğü de görülüyor.[118]
Diğer taraftan devletin
kuruluş dönemlerinden itibaren padişahlar kendilerinden sonra saltanatın
hanedan üyeleri arasında nasıl devam edeceği hakkında kesin bir kural
koymamışlardır. Hatta bu işi kurallarla sınırlamanın devlet için bazı
sakıncaları olabileceği bile düşünülmüş olabilir.[119] Osmanlı örfî
hukukunda âdeta bir anayasa gibi önemli olan Fatih Kanunnâmeleri’nde de Osmanlı
Devleti’nin saltanat hukuku bağlamında kesin bir sistem konulmamıştır. Bununla
beraber “Her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı
âlem içün katletmek münâsibdir. Ekser ulemâ dahi tecviz itmişdir, anınla âmil
olalar” olarak bilinen ünlü hüküm de bulunmaktadır.
Böylece Fatih Sultan Mehmed
döneminden sonraki saltanat mücadelelerinde bu kanunda “öldürmek” yolu açıkça
ifade edilmemekle[120] beraber artık onu tecviz eden yasal bir kuralı vardı. Ancak Şer’î
Hukuk açısından “katletmek” için yine de fetvâ almak kesinlikle gerekliydi. Ne
var ki olaylar uygulamada bu yolun ya kullanılmadığı ya da hemen hemen açık
olduğunu gösteriyor.[121]
Diğer taraftan saltanat
uğruna kardeşlerin siyaseten katledilmelerinin sosyal sonucu ise Osmanlı
Hanedanı’nda hükümdar silsilesi dışında aile fertlerine bağlı “soy
aristokrasi”sinin engellenmiş olmasıdır.[122]
Osmanlı Hanedanı’nda
katledilen babaların, amcaların, kardeşlerin, kardeş çocuklarının, yeğenlerin,
oğulların ve erkek torunların sayısı 83’tür.[123] Bu sosyal olguya
(tüm öznel duygular ve değerlendirmeler saklı kalmak kaydıyla) nesnel bir gözle
bakılırsa, devletin uzun ömrü içinde saltanat kargaşalarıyla kesintiye
uğrayarak dirlik ve düzeninin bozulmadığı, oysa Avrupa’da bu uğurda yapılmış
savaşlarda toplumlarının yüz yıllarca verdikleri kayıplar karşılaştırılırsa bu
rakkamın nesnel anlamda “ehven-i şer”i ifade ettiği görülür.
(3) Kafes
On yedinci yüzyıl başında
şehzadeler arasında savaşlara ve padişah olan dışında diğerlerinin
öldürülmelerine sebep olan bu uygulama kaldırıIdı. Yerine “en yaşlı hanedan
üyesi” ilkesi getirildi. Şehzadeler, On sekizinci yüzyılın sonlarına kadar,
Saray’ın etrafı şimşir ağaçlarıyla çevrili olduğu için Şimşirlik denilen
bölümünde, sıkı bir gözaltında yaşamaya başladılar.[124] Çevre ile
görüşmeleri, çocuk sahibi olmaları yasaklandı. Doğacak çocuk olursa kız erkek
ayırımı yapılmaksızın öldürülecekti. Şehzade, şimşirliğe kapatılınca hocasının
da görevi son bulurdu. Taht’a geçen şehzadenin hocası ise Padişah hocası
olurdu.
- EK TABLO: Padişah Olan Şehzadelerin
“Kafes”te Kaldıkları Süreler:
b. Padişah Anneleri, Kadınları ve Kızları
Padişah’ın annesi olan valide
sultanlar’ın resmi unvanları “Mehd-i Ulyâ-i Saltanat”[125] dır. Oğullarına
“Arslanım” diye hitap etmeleri gelenek olmuştur. Kendilerine tahsisat bağlanır
ve has derecesinde dirlik verilirdi. Ölen ya da Taht’tan indirilen padişahın
annesi Topkapı Sarayı’ndan Eski Saray’a taşınır, yeni Padişahın annesi de, Eski
Saray’dan Topkapı Sarayı’na vâlide Alayı denilen özel bir törenle gelirdi.
“Vâlide sultan kethüdası” başkanlığında kalabalık maiyetleri ile birlikte
Harem’de kendilerine ayrılmış özel daireye yerleşirlerdi. Valide Sultan
gelişinden bir gün sonra da Sadrazam’a mücevherli bir hançer, kürk ve bir
“hükümnâme” yollardı.
Osmanlı Saray ıstılahatında
“Kadın” tâbiri, cinsiyet belirtmenin ötesinde, Padişah’ın hayat arkadaşı
anlamına gelen çok önemli bir pâyedir. Kadın’lar aynı zamanda “Hünkâr hasekisi”
de olurlardı.
“Haseki”lik aslında bağımsız
bir unvan belirtir. Osmanlı Saraylarında hükümdarın koruma görevlisine “Haseki
ağa” denirdi. Kadın “haseki”lerden ayrılmaları için “ağa” sıfatı eklenmişti.
Mertebe olarak Bostancıbaşı’dan sonra gelir ve daha yüksek makamlara yükselerek
beylerbeyi, vezir hatta sadrazam olabilirdi.
Hasekiler içinde Padişah’a en
yakını olana “Başhaseki Sultan” denilirdi. Diğer hasekiler kıdem sırasıyla
“Başkadın, İkinci Kadın, Üçüncü Kadın” olarak bilinirler, her birinin özel
dairesi olurdu.
Kadın unvanını alanlar
Harem’de özel bir törenle samur kürk giyer, Padişahın eteğini öptükten sonra
kendilerine ayrılan daireye yerleşirlerdi. “Kadın”lar, herkesten farklı olarak
kopçaları elmastan ve yenleri kürk kaplı elbiseler giyerlerdi. Oysa diğerlerine
yalnız kış aylarında kürklü giysiler verilirdi.
Çocuk doğurup “Şehzâde
Vâlidesi” olan Haseki Sultan’lar törenlerde taç giyerler, kendilerine
“paşmaklık” denilen has geliri tahsis olunurdu.
“Vâlide Sultan” unvanı
Padişahın annesine mahsustur. İlk erkek çocuğun, yani veliahd şehzâdenin annesi
“Başhaseki Sultan”dır. Erkek çocuk anneleri “Haseki Sultan” ve kız çocuk
doğuranlar da “Haseki Kadın” unvanlarını alırlardı. Padişah kızına da “Hanım
Sultan” denilirdi.
Kadın’lar her zaman
Padişah’ın nikâhlı eşi değillerdir. Başka bir deyişle, verilen unvanlara rağmen
üzerlerinden “câriye” statüsü kaldırılmaz. Bu durum bizzat Padişahın annesi
için de geçerlidir.
Osmanlı Padişahları içinden
çok azı câriyelerle “nikâhlı evlilik” yapmışlardır. Diğer taraftan
dönemlerindeki diğer hükümdarları kendileriyle hemayar bulmadıklarından devleti
akrabalık bağlantılarıyla luzumsuz sıkıntılar altına sokabilmesi ihtimâli olan
“siyasî ittifak evlilikleri” yapmağa gerek görmemişlerdir.
Padişahlar (Sıra no ile) |
Gözaltına
Giriş Yaşı |
Gözaltı
Süresi (Yıl) |
15
/ I. Mustafa |
12 |
14 |
16
/ II. Osman |
14 |
- |
17
/ IV. Murad |
5 |
6 |
18
/ İbrahim |
2 |
22 |
19
/ IV. Mehmed |
46 |
- |
20/
II. Süleyman |
6 |
19 |
2I/
III. Ahmed |
5 |
43 |
22/
II. Mustafa |
23 |
7 |
23/
II. Ahmed |
14 |
16 |
24/
I. Mahmud |
7 |
27 |
25/
III. Osman |
5 |
51 |
26/
III. Mustafa |
14 |
27 |
27/
I. Abdülhamid |
5 |
43 |
28/
III. Selim |
12 |
15 |
29/
IV. Mustafa |
10 |
18 |
30/
II. Mahmud |
4 |
19 |
Bu sebeple Padişah
kadınlarının sayısı bazan dördü aşarak yediye kadar ulaşır.[126] Bununla beraber
doğacak çocukların neseb ve verâset meselelerinin tayini açısından câriyelerle
nikâh akdi yapılması hususunda İslâm Hukuku açısından bir zorunluluk yoktur.
Nikâh yapılmamasına siyaset
dışında hissî başka sebepler de atfedilmiştir. Bunlardan biri Osmanlı
padişahlarının Hanedân-ı Âli Osman’da göreneklerin ecdâd saygısı olarak âdeta
kıdeme bağlı hiyerarşik bir otorite gibi devam etmesidir.[127]
Diğer taraftan Ankara
Savaşı’nda Timur’a esir düşen Yıldırım Bayezid, nikâhlı karısı Sırp Prensesi
Despina’ya kendi gözleri önünde sâkilik yaptırılmasını kaldıramamış ve bir süre
sonra ölmüştü. Timur’un Yıldırım’a revâ gördüğü muamele Osmanlı Padişahlarını
hiçbir zaman unutamayacakları bir utanç ve nefret hissiyle damgalamıştır.
Aslında Padişah kadınlarının
“câriye” olmaları, Osmanlı kültürü açısından bir mahzur hatta küçültücü bir
sebep değildir. Diğer taraftan İslam dininde birleşmeleri onların etnolojik
farklılıklarını da hükümsüz kılmaktadır[128] Nitekim onlar da hayatlarını
inanışlarına uygun olarak geçirmişler, birçok vakıflar, hayır eserleri
yapmışlar, Hac’ca gitmişler ve sonuçta bir büyük caminin bahçesinde kocalarının
türbesinde, onların yanı başına gömülmüşlerdir.
Bu bağlamda birkaç valde
sultan, Padişah kadını ve kızının yaptıkları hayratı belirten kısa hayat
hikâyelerine gözatalım.
Hürrem Sultan
Kanunî Sultan Süleyman’ın
zevcesi olarak hayatını tamamlayan Hürrem Sultan’ın bir Rus papazının kızı ya
da İtalyan ve Fransız olduğunu iddia tarihçiler vardır[129] Hürrem Sultan,
Aksaray’da Kubbeli bir cami ile şadırvan, yanında imaret, medrese, darüşşifa [130] ve mektep, Mekke ve Medine’de birer imaret yaptırdı. Edirne’ye su
getirterek sokak çeşmelerinden akıttı. Meriç üzerinde Cisr-i Mustafapaşa’da
kervansaray, cami ve imâreti vardır. Bütün mal varlığını bunlara vakfetti.
Hatice Turhan Vâlide Sultan
Hatice Turhan Sultan[131] , Sultan IV. Mehmed’in annesi’dir. Çanakkale’de “Kale-i Sultaniye” ve
“Seddü’l-Bahr” adlarıyla anılan ve içerisinde cami, mektep, muhafızlar için
evler, sığınaklar, dükkanlar bulunan iki kaleyi, İstanbul’da (Eminönü) Yeni
Cami’yi, mektep, sebilhane, kütüphane ve türbeyi vakfetmiştir.
Vakıflarında çalışanlara [132] vakıf gelirinden günlük ücret ödenmesini, mektep talebelerinin kışın
odun ve kömür ihtiyaçlarının giderilmesi, öğrencilerin yazın gezilere
götürülmesi, yazın sebilhaneye kar alınması, Ramazan ‘da yoksullara pirinç,
soğan ve odun alınması, Hac’ca gidecek olanların yollarda susuzluk çekmemeleri
için 65 adet deve kiralanması, camilerin aydınlatılması için mum, kandil,
zeytinyağı sağlanması, mübarek gecelerde kandil yakılması için adam tutulması
ve vakfedilen mahallerin gerektiği gibi tefrişi masraflarının vakıf gelirinden
ödenmesini şart etmiştir.[133]
Nurbânu Sultan
Nurbânu Sultan, Sultan II.
Selim’in başkadınıdır. Kökeninin Yahudi veya İtalyan olduğu hakkında değişik
görüşler vardır. Selim’in Manisa’da şehzadeliği sırasında haremine dahil olmuş
ve III. Murad’ı Manisa’da doğurmuştur (1546). Ve yine oğlu III. Murad’ın
hükümdarlığı sırasında (1583) ölmüş ve Sultan II. Selim’in Ayasofya’daki
türbesine gömülmüştür.
Cami, medrese, darülhadîs,
darülkurra, imâret, darüşşifâ, mektep yaptırmış veDivanyolu’ndaki çifte hamam,
Üsküdar’daki yeşil direkli hamam ve Langa’daki hamam’ı bu yapıların ihtiyaçları
için vakfetmiştir. [134]
Şah Sultan
Şah Sultan Sultan II. Selim
Manisa’da sancakbeyi iken 1544’de Nurbânu Sultan’dan doğan kızıdır. Zal Mahmut
Paşa ile evlendi. Eyüp’te bir cami, yanına da türbesini yaptırdı. Karı koca
1580 yılında öldüler ve Eyüp’teki türbelerine gömüldüler. Şehid Köse Hüsrev
Paşa da Şah Sultan’ın bu evlenmeden olan oğludur. Öldüğünde 36 yaşındaydı.[135]
Ayşe Sultan
Sultan III. Murad’ın Safiye
Sultan’dan doğan kızıdır. Kocası Kanijeli İbrahim Paşa üç defa Sadrazam oldu.
Babası III. Murad’ın türbesine gömüldü . Kocası İbrahim Paşa için Şehzade
Camii’nin avlu kapısına bitişik bir çeşme yaptırdı. Vasiyetnâmesinde
paralarının iki cariyenin azad edilmesine; 10.000 akçenin, İstanbul
hapisanesinde 500 veya daha az akçe borçtan dolayı tutuklu olanların
borçlarının ödenip serbest bırakılmalarına; 2000 akçenin tımarhanedeki fakir
hastalara, fakir halka, âmâlara, sakatlara, yetimlere, geri kalan paranın da
Mekke, Medine ve Kudüs’ün fakirlerine, ilk önce kadınlar olmak şartiyle esir
düşen Müslümanların kurtarılmasına verilmesini istiyor. Son dileği şudur:
“Gerek ağalarımdan ve gerek cariyelerimden küçüğü ve büyüğü ve taşrada erkek
kısmından mülk kullarım olanlar kırk günden evvel cümlesi malımdan ve mülkümden
azad olalar...” [136]
Sultan I. Abdülhamid’in baş
kadın efendisi “Ruhşah Hadice Kadın” kocasının ölümünden sonra Hac’ca giderek
hâcce olmuş ve Hamidiye Türbesinin avlusuna gömülmüştür. Mezar kitâbesinde
“Başkadın elhâce Hadice Kadın” yazılıdır.
3.
SARAY
Devletin ilk payitahtı olan
Bursa’daki Saray hakkında bilgimiz yoktur. Bununla beraber ikinci başkent
Edirne’deki Saray’lar, İstanbul’un fethinden sonra yapılan seferler sırasında
zaman zaman Padişahların ikametgahı oldular.
İstanbul’da “Saray-ı Atik-i
Mâmure” (Eski Saray) adıyla Süleymaniye Cami’i ile Bayezid Cami’i arasındaki
alanda kurulmuş olan ilk Saray, Padişah Evi’nin “Saray-ı Cedîd -i Âmire” (Yeni
Saray) denilen Topkapı Sarayı’na alınmasından sonra ölen ya da indirilen
Padişah ailelerinin ikametgahı olarak hizmet gördü.
Bununla beraber kamuoyu
tarafından çoğu kez yanlış algılandığı gibi saray’ların Tarih içindeki işlevi
yalnızca “başta yöneticiler olmak üzere toplumun üst kesimlerinin zevk u safa
yuvası”[137] olmak değildir.
Nitekim Topkapı Sarayı da,
devletle beraber süren ömrü boyunca külliyelerin oluşumuna benzer biçimde
mevcut çekirdeğe çeşitli hizmet modülleri eklenerek gelişmiştir. Nitekim
Padişah’ın evi olan Harem ve Enderûn, Kütüphâne, İç Hazine, Mukaddes Emânetler
Dairesi, ülkenin yönetildiği en yüksek merci olan “Divân-ı Hümayun”, yöneticilerin
eğitildiği, yetiştirildiği “Enderun Mektebi”, sanatkarların tüm becerilerinin
en üst düzeyde gerçekleştiği “Ehl-i Hiref” bölükleri hep sırası geldikçe
birbirlerine eklenerek günümüzdeki “Saray” bütününü oluşturmuşlardır.
Dolayısıyla bir ülkede “Sarayı tanımak, kültürü en yüksek şekliyle tanımaktır.”[138]
a. Kapılar
Saray, gündüzleri devlet
işlerinin, kamu görevlerinin yürütüldüğü Birûn denilen dış kısım, Padişah’a
daha yakın hizmetlerin görüldüğü ve Padişahlık makamının yer aldığı Enderûn ve
Padişahın evinin ya da Harem’in bulunduğu peş peşe sıralanmış üç avlu
halindedir. Bu bağlamda düşünülürse, gerek avluların ve gerekse kapıların
işlev, mekân ve simge olarak özel değer ve anlamları vardır. Nitekim kapıların
da değişik hizmetlerin yürütülmesine uygun yapı kompleksleri biçiminde inşa
edilmiş olduklarını görüyoruz.
Topkapı Sarayı’na girişin ilk
kapısı olan “Bâb -ı Hümâyûn”dur. “Bâbü’s-Selâm” (ya da “Ortakapı” denilen
“İkinci Kapı”) ile “Divan-ı Hümâyûn”un toplandığı “Kubbealtı” ve bazı diğer
daire ve tesisler bulunduğu “İkinci Avlu”ya girilir. Bâb üs-saade ile Padişahın
özel hayatını geçirdiği Dar üs-Saade’ye geçilir. Darüssaade “Harem-i Hümâyûn”
ve “Enderûn-i Hümâyûn” kısımlarından oluşur. Bâbüssaade ile Harem arasında kalan
bölüm “Enderûn”dur.
(1) Bâb-ı Hümâyûn
Bâb-ı Hümâyûn, geçit-kapı
görünümünde olup, her iki yanında birer mahzen, taş merdivenlerle çıkılan
nöbetçi odalarını içeren kuleleri, muhafız koğuşları ve hizmet odaları bulunan
Saray’ın dış kapısıdır. Dış kapının “Bâb-ı Hümâyûn Hazinesi” denilen
mahzenlerinde varissiz ölenlerin devlete kalan mal ve paralarından oluşturulan
“Dış Saray Hazinesi” ile “Defâtir-i Hâkânî” denen tapu kütükleri ve tahrir
defterleri korunurdu. Saray’da ve eyaletlerde idam edilenlerin kesik başları da
Bâb-ı Hümâyûn önünde teşhir edilirdi.
Sarayı kuşatan “Sur-ı
Sultanî” (dış duvarların) bekçiliğini, Kapı’yı açıp kapamayı Bâb-ı Hümâyûn’da
kapı ağası’nın buyruğu altında nöbet tutan çok sayıdaki bevvaban (kapıcı) ile
Kapıcı Ocağı askerleri yaparlardı. Bâb-ı Hümâyûn sabah ezanında açılır, yatsı
ezanıyla kapanırdı. Bu kapıdan yalnızca Padişah, vezirler, ulema ve elçiler at
üstünde geçebilirlerdi. Törenlerde Saray’a gelen devlet ileri gelenleri ile
elçileri kapıcılar kethüdasının Bâb-ı Hümâyûn’da karşılayıp içeriye götürmesi
teşrifat-ı kadime kuralları gereğiydi.
(2) Bâbü’s-Selâm
Bâbü’s-Selâm, Osmanlı
Saraylarında “Birinci Avlu”dan “İkinci Avlu”ya geçişte yer alan “Orta Kapı”ya
verilen addır. Dergâh-ı Âli, Dergâh-ı Muallâ olarak da bilinir.
Bâb-ı Hümâyûn’u at üstünde
geçebilen sadrazam, vezirler, ulema ve elçilerin Bâbü’s-Selâm’a at üstünde
fazla yaklaşmaları dahi yasaktır. Padişahtan başka kimse, buradan at üstünde
geçemez. İçeri girişlerin nasıl olacağı kanunnamelerde belirtilmiştir.
Bir ortaçağ kalesi
görünümündeki mazgalları, yüksek iki gözetleme ve savunma kulesi ve çift kapısı
bulunan Bâbü’s-Selâm’ın güvenliğinden, Bâbü’s-Saade ağasının emrinki
başkapıcıbaşı ile çok sayıdaki kapıcıbaşı (serbevvâbin-i Dergâh-ı Âli)
sorumluydu. İsyanlar sırasında ayaklanmacılar isteklerini Padişaha kabul
ettirmek için bu kapıyı aşabilmeğe çalışırlardı. İç içe iki kapılı girişe “Kapı
arası” denirdi. Osmanlı tarihinde bu kapı arasının önemli bir yeri vardı.
Cezalandırılacak sadrazam ve vezirler burada tutuklanırlar, haklarında
verilecek kararı beklerlerdi. Haklarında idam kararı verilmiş olanlara
“kızılcık şerbeti” sunularak bu hüküm tebliğ edilmiş olurdu.
Bâbü’s-Selâm, iç tarafında,
Bâbü’s-Selâm ile Bâbü’s-Saade arasında Divan’ın da bulunduğu ve Saray
törenlerinin yapıldığı Alay Meydanı’na açılırdı. Cülûs ve bayramlaşma
törenleri, Sancak-ı Şerif’in Padişah tarafından Serdar-ı Ekrem olarak sefere
çıkacak Sadrazam’a teslim edilmesi töreni, olağanüstü durumlarda “Ayak
Divanı”nın toplanması bu kapı önünde yapılırdı.
İkinci Avlu’nun en mühim
yapısı Divan-ı Hümâyûn’un toplandığı Kubbealtı binasıdır. İç Hazine binası da
Kubbealtı’nın yanında bulunmaktadır. Üstü iki sıra üzerine sekiz kubbeyle
örtülmüş dikdörtgen şeklinde bir binadır.
(3) Bâbü’s-Saade
Bâbü’s-Saade, “Arz Kapısı”,
“Taht Kapısı” ya da “Akağalar Kapısı” olarak da bilinir. “Birûn” denilen ve
resmî hizmet birimlerinin, idarî binaların bulunduğu “İkinci Avlu”yu,
Padişah’ın özel hayatının başladığı “Enderûn” denilen bölümün bulunduğu “Üçüncü
Avlu”ya bağlayan kapıdır.
Sadrazam dahil hiç kimse
Bâbü’s-Saade ötesine geçtiğinde resmî yetkilerini kullanamaz. Bu kapının
ötesinde ancak Bâbü’s-Saade ağası’nın yetkileri geçerlidir.
Padişah’ın “Arz”a girecek
devlet adamlarını ve yabancı elçileri kabul ettiği Arz Odası’na buradan
geçilirdi. Bâbü’s-Saade’yi koruyan akağaların amiri Bâbü’s-Saade ağasının
dâiresi de bu kapıya bitişiktir. Saray görevlileri ve hizmetlileri için ayrı
koltuk kapıları vardı.
Çok önemli olaylarda
Bâbü’s-Saaade önüne “Sancak-ı Şerif” dikilirdi.
b. Mekânlar
Saray, teşkilat açısından
Bâbü’s-Selâm’dan içeriye doğru başlayarak Birûn (Dış Kısım), Enderûn (İç Kısım)
isimleriyle anılan iki ayrı bölüm olarak düzenlenmiştir. Bu bölümlerin her biri
ile devletin merkez ve taşra teşkilatının işleyişi arasında fonksiyonel
bağlantılar vardır.
Saray bütünüyle üç mimarî
mekâna yerleştirilmiştir.
Bâb-ı Hümâyûn (Dışkapı)’dan
Bâbü’s-Selâm (Ortakapı)’a kadar olan Saray’ın en dış kısmında ama dış bahçe
içindeki alana Birinci Avlu (Birinci Yer) denir. “Sarayiçi” de denilen bu meydanda
Saray’ı dışarıdan çerçeveliyen köşkler, bahçeler ve diğer binalarla müştemilat
bulunur.
Bâbü’s-Selâm(Ortakapı)’dan
Bâbü’s-Saade’ye (Akağalar Kapısı)’na kadar olan kısım İkinci Avlu (İkinci
Yer)’dir.
Bâbü’s-Saade (Akağalar
Kapısı)’den sonra gelen alan Üçüncü Avlu (Üçüncü Yer) Enderûn’dur. “Dâr
üs-Saade” (Padişah Selamlığı), Padişah’ın Evi olan Harem-i Hümâyun, Enderûn
içindedir.
Devamı nda “Dördüncü Yer”
bulunmaktadır.
(1) Birûn
Birûn’ un sözlük anlamı “dış”
demektir. Saray’ın “Birinci Yer” ve “İkinci Yer” denilen bölgelerini kapsar.
(a) Birinci Yer
Divan günleri görevli bir
vezirin şikâyet dilekçelerini alarak ilk incelemeyi yapıp sıraladığı “Deâvi
Kasrı” “Birinci Kapı” (Bâb-ı Hümâyûn) ile “Orta Kapı” (Bâbü’s-selâm) arasındaki
alanda bulunan Birinci Yer’dedir. Bu bölümde “Mâliye Hazinesi”, “Saray
Hastanesi”, bakaya kalan vergilerin toplanmasına memur “Başbâki Kulu Dairesi”,
“Şehremini Dairesi”, “Darbhane”, Divan’da verilen idam kararlarının infaz
edildiği “Siyaset Çeşmesi” (ya da “Cellat Çeşmesi”) bulunur. Yine burada
bulunan Bizans’tan kalma Aya İrini Kilisesi de silah deposu ve cebehane olarak
kullanılıyordu.
Saray için iş yapan 1000’e
yakın ulûfeli sanatkâr ve zeneatkâr “Ehl-i Hiref Bölükleri” adıyla
hazinedarbaşı’na bağlıdırlar. Bunların çoğunun iş yerleri Saray dışında
bulunduğundan ustalar bölükbaşı’ları veya bölük kethüdaları aracılığıyla
gerektiğinde sipariş verilmek üzere Saray’a çağrılmakta, maaşları da üç ayda
bir Saray’ın ikinci avlusunda Divân-ı Hümâyun önünde dağıtılmaktadır. Bununla
beraber aralarında yer alan kuyumcular, hakkâklar ve altın iplikle işleme yapan
zerduzan’ın iş yerleri Sarayın birinci avlusunda bulunmaktadır.
En usta sanatkârların bir
araya getirildiği Ehl-i hiref bölükleri Saray için çalıştıklarından eserlerini
üretirken emsalleri gibi malzeme sıkıntısı, geçim kaygısı çekmezlerdi.
Dolayısıyla her sanat kolunda Osmanlı sanatının en üst düzeyde örneklerini
meydana getirmişlerdir.
(b) İkinci Yer
İkinci Yer, “Orta Kapı”
(Bâbü’s-selâm) ile Arz Kapısı (Bâbü’s-Saade) arasında kalan “Alay Meydanı”nı
kapsayan mekândır. Genel anlamdaki kanunların hazırlandığı “Divân-ı Hümâyûn” da
buradadır. Yabancı elçilere de devletin kudretini gösteren, yeniçerilere
ulûfelerinin dağıtıldığı “Galebe Divânı” burada yapılırdı. Saray Mutfağı,
Hasahır gibi tesisler de yine bu bölümde yer alırlar.
n Divân-ı Hümâyûn
Divân-ı Hümâyûn, Ortakapı’dan
“Darü’s-Selâm” denilen meydana girilip Bâbüssaade’ye doğru giderken sol tarafta
kalan yan yana üç odadan oluşmuş “Kubbealtı”[139] isimli mekânda
toplanırdı. Toplantıların yapıldığı yer sol baştaki en geniş odadır.
Toplantı mekânının
bitişiğinde “Hacegân-ı Divân-ı Hümâyûn” denilen görevlilerin bulunduğu ikinci
oda Divân kararlarının kayda geçirildiği “Divân-ı Hümâyûn Kalemi”dir.
Kubbealtı’nın diğer mekânları ise sadrazamın “Divit Odası”, istirahatine mahsus
oda ve kahve ocağı’dır.
Oturumlarda incelenmek üzere
istenilen evrakların çok çabuk temin edilebilmesi için günümüz terminolojisinde
Devlet Arşivi diyebileceğimiz Defterhâne de Divân’ın yakınında yer almaktadır.
n Saray Mutfağı
Saray Mutfağı yedi kısımdan
oluşur. Padişaha mahsus olan mutfağa “Has Mutbak” denir. Sultanlara, yani
Padişahın annesine, baş haremine, hemşirelerine ve kızlarına ait ikinci mutbak
“Vâlide Sultan Mutbağı” denilir. “Kızlarağası Mutbağı” adını taşıyan üçüncü
mutfak, Harem’e ve orada hizmet gören harem ağalarına mahsustur. Dördüncüsü
padişahın en yakınlarından biri olan kapıağası’na aittir. Divan memurları da bu
mutfaktan yer. Beşinci mutbak hazinedarbaşıya ve maiyeti efradına mahsustur.
Altıncısı kilercibaşı ile maiyetine, yedincisi de sarayağasına ve maiyetine
aittir. Bahçelerde çalışan bostancılar yemeklerini kendileri pişirirler.
On altıncı yüzyılın ikinci
yarısında sırf mutfakta görev yapanların sayısı 260’a ulaşıyordu. Bunların
200’ü hizmetkâr, 60’ı ise aşçı idi. On altıncı yüzyılda 4 -5 bin iken On
sekizinci yüzyılda 12 bin civarına çıkan Saray halkına yemek hazırlama işini
üslenen mutfak adamları kilercibaşı yahut tatlıcıbaşı’na bağlı olup on iki
sınıfa bölünmüşlerdi. Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusunda geniş bir sahayı
kaplayan mutfak dairesi (kiler odası) , hariçten ve bilhassa deniz tarafından
bakıldığı zaman, bir dizi bacaları ile en çok göze çarpan kısmıdır. Mutbağın
meydana açılan üç kapısı vardır. Kapılardan girince sıra ile ikişer ikişer,
yirmi bacalı büyük mutbak görülür. Bu mutbaklarda eski zamanlarda 4-5 bin
kişiyi doyuracak yemek hazırlanırdı. Ulûfe dağıtıldığı günlerde ise 10-15 bin
kadar askere çorba, pilav, zerde pişirilirdi. Ramazanın l5. gecesi de 10 bin
kadar yeniçeriye baklava yapılırdı.
Saray’da kullanılan
zeytinyağı, Yunanistan’ın Koron ve Modon şehirlerinden, Padişahın şahsına
mahsus olan yağ ise Kandiye’den temin edilirdi. Tereyağ, Boğdan ve civarından
Karadeniz yolu ile getirilen bu yağ tuzlanmıştır. Diğer yiyecek maddeleri, en
çok ve en nefis cinsleri yetiştiren eyâletlerden getirilir. Kalyonlar,
Mısır’dan sebze, şeker ve baharat getirmek üzere senede iki defa İskenderiye’ye
sefer yaparlar. Sarfedilen meyvelerdan hurma ve nefis erikler, Mısır’dan temin
edilir. Gerek Saray’da gerekse bütün Türkiye’de en çok sarfedilen elma Eflak,
Erdel ve Boğdan’dan, Padişahın sofrasına mahsus olan kokulu elmalar Kandiye’den
satın alınır. Saray’ın örneğin peynir gibi bazı iâşe maddeleri de İtalya’dan
gelir. Saray’da yalnız padişaha ve sultanlara mahsus olmak üzere limon suyu,
şeker, ak anber ve su ile ve yazın buz konulan bir şerbet hazırlanır. Sarayın
her tarafında su içilecek çeşmeler vardır. Saray’a kesinlikle şarab sokulmaz.
n Hasahır
Topkapı Sarayı’nda, Ortakapı’dan
girince sol tarafta kalan Padişah ve Saray erkânına ait 200 seçme atın
barındığı bir ahır ve yine aynı avluda 50 kadar cins atın bakım gördüğü bir
başka ahır daha bulunmaktadır.
Ayrıca, Sarayburnu yönünde,
Romalılardan kalma “Zafer Sütunu”nun önünde de bir Hasahır dairesi bulunurdu.
Enderûnlular, Hasodalılar ve Harem ağalarına mahsus atların ahırlarıysa
Ahırkapı tarafındaydı. Vefa semtinde, Kadırga Limanı’nda bulunan ahırlar, Saray
dışında yer alan Hasahırlar’dı.
Ancak bunlar dışında Edirne,
Bursa, Selanik başta olmak üzere Rumeli ve Anadolu’nun birçok yerinde Saray
için atlar beslenir ve yetiştirilirdi. Hasahırlarda bulunan atların ortalama
sayısı 5 000 ile 6 000 arasında değişirdi. On altıncı yüzyılda Hasahır
hademelerinin sayısı 300’den fazladır. On sekizinci yüzyılda bu sayı 2.000’ini
geçmiştir. Sayıları 60 – 300 arasında değişen saraçlar ve 300 kadar da nalbant
çalışmaktaydı. Diğer taraftan 2000’den fazla katırcı ve 1000 develik katar
vardır.
Hasahır’da bu sıradan
görevliler dışında “Hasahır erkânı” denilen imrahor, “imrahor-i sâni”, Hasahır
kethüdası, Hasahır hazinedarı, kaşıkçı ve rahtvanlar bulunmaktadır. Bu
görevliler “Hasahır kûlahı” denilen özel başlıklarıyla tanınmaktaydı.
Hasahırın en üst düzeydeki
yöneticisi “büyük imrahor” ya da “imrahor-i evvel”in Saray görevlileri arasında
önemli bir mevki’i vardır. Nitekim İstanbul’da “İmrahor” adıyla Eminönü, Fatih
ve Üsküdar’da birer mahalle ve semt; mescid, tekke, köşkler ya da Ahırkapı gibi
tarihî semtler hâlâ bu olguyu belgelemektedir. İmrahor’un yardımcısına da
“küçük imrahor” ya da “imrahor-i sâni” denilirdi.
Hasahır hazinedarı, “Hasahır
Murassa’at Hazinesi” denilen çok değerli eyer ve koşum takımlarının
kaybolmasından ve korunmasından sorumludur. Hasahır kaşıkçıları Saray
ahırlarında hayvan tımarıyla görevlidirler.
Saray ahırlarının sözü geçen
kıdemli görevlisi Hasahır kethüdası (has kethüda)’dır. “Hasahır rahtvanları”,
Saray ahırlarındaki değerli eşyanın bakım, yapım ve temizliğinden sorumlu
idiler.
(2) Enderûn
“Enderûn” iç taraf anlamına
gelmektedir. Saray’ın “Üçüncü ve Dördüncü Yer” denilen mekânlarını kapsar.
Enderun, Babüssaade (Akağalar Kapısı)’den başlayarak Üçüncü ve Dördüncü yer
olarak isimlendirilen iki büyük alanda yer alır.
(a) Üçüncü Yer (Enderûn-i Hümayun)
Yaklaşık 4 dönümlük Üçüncü
Yer’de Arz odası, Hırka-i Saadet ile Emânat-ı Mukaddese’nin bulunduğu Hasoda,
Enderûn Mektebi (altı oda veya koğuş), Hazine-i Hassa (İç Hazine), Üçüncü Ahmed
Kitaplığı, Kiler-i Hassa, Enderun Ağaları Mescidi, Akağalar koğuşu, Kethüda
dairesi, Kuşhane (Padişah Mutfağı) ve Harem Dairesi’ne açılan kapı yer alırdı.
n Arz Odası
Bilindiği gibi, Osmanlı
devlet ricâlinin Tanzimat’a yakın zamanlara kadar “Paşa Kapısı” olarak
isimlendirilen resmî makamları, aslında kendi ikametgâhlarıdır.
Arz Odası da, Padişahların
sadrazamı, devlet erkânını ve ecnebi elçileri huzuruna resmen kabul ettiği yer
olan “Dergâh-ı Muallâ” içindeki resmî makamıdır.
Bâbü’s-Saade’nin iç tarafta
tam karşısına gelen, dikdörtgen biçiminde, çini panolar kaplı ön cephesinde bir
de çeşme bulunan, klasik Türk mimarisi zevkiyle geniş saçaklı ve etrafı çepe
çevre revaklarla çevrilmiş bağımsız bir odadır.
“Ayak Divanı” sırasında,
“Muayede” denilen bayramlaşmalarda Padişahın tahtı burada kurulur. Bâb
üs-saade’den tarafından gelirken Arz Odasına düzayak girildiği halde arka
kapısından Üçüncü Avlu’ya bir çift merdivenle inilir.
Arz Odasının içi ufak bir
salondan ibarettir. Ancak Memâlik-i Osmâniye’nin sanki bütün yüceliği ve
görkemi bu odada yoğunlaştırılmıştır. Girişe göre karşı sol köşede, üzeri
kubbeli taht biçiminde geniş bir sedir vardır. Tahtın döşemesi ve odanın
perdeleri inciler ve zümrütlerle işlenmiş seraser denilen gayet ağır
ipeklidendir. Arz odasının içinde bir de çeşme vardır. Hükümdarın kabul ettiği
devlet adamlariyle mahrem konuştuğu zaman dışardan dinlenilmemesi için bu çeşme
açılmakta ve Kubbe içindeki yankılanmalarıyla içerideki konuşmalar dışarıdan
anlaşılmamaktadır.
n Hazine-i Hassa
Hazine-i Hassa (ya da İç
Hazine veya Enderun Hazinesi) da padişahın kişisel serveti sayılan “geçmiş padişahların
mühürlü sandıklarda korunan gümüş ve altın sikkeleri, altın ve gümüş murassâ
evâni, cevâhir, her türlü takıları; kürkler, şallar, değerli kumaşlar, halılar,
mücevher işlemeli eyerler, serâsere kaplı ve altın düğmeli kapaniçeler gibi
maddî ve manevî değerli eşya saklanırdı. Aslında başlangıçta yalnızca Saray
harcamalarını karşılamak için kurulan İç Hazine, Enderun’un Hazine Koğuşu ile
birlikte üç bölümden oluşan birimdir. Bu bölümleri “serhazîn-i Enderun”
(hazinedarbaşı), Hazine kethüdası ile hasodabaşı yönetmektedir. Ancak
aralarında Hazine kethüdası hepsinin âmiridir.
Hazine, eski bir ananeye
uyularak son zamanlara kadar Yavuz Sultan Selim’in mühürü ile mühürlenmiştir.
Rivayete göre, Sultan Selim: “Benim altınla doldurduğum Hazine’yi haleflerimden,
her kim, mangırla doldurursa Hazine onun Mühürü ile mühürlensin ve illâ benim
mühürümle mühürlenmekde devam olunsun” vasiyetinde bulunmuştur.
Birinci Hazine, nakid ve
nadir eşyalarla dolu dört odadan ibârettir. Birinci Oda pek çok miktarda
yaylar, oklar, zenberekli yaylar, türlü türlü tüfenkler, kılınçlar ve aynı
neviden diğer silahlarla doludur. Birer şaheser olan bu silahlar, muhtelif
zamanlarda Padişahlara hediye edilmiştir.
İkinci Oda’da her birinde “on
iki ayak uzunluğunda, altı ayak genişliğinde altı ayak derinliğinde” altı büyük
sandık vardır. Anbar denilen bu sandıklar, Padişahın şahsına ait esvaplar,
kıymetli kürkler, muhteşem sarıklar ve inci işlemeli yastıklar gibi türlü eşya
ile doludur. Mücevheratla doldurulmuş dizgin ve eyerler ise, duvara tesbit
edilmiş sırıklar üzerine konulmuştur.
Üçüncü Oda da göze çarpan şey
büyük bir sandıktır. Sandığın alt kısmında Padişah tahtının muhteşem örtüleri
konulmuştur. Orta kısmında, güzel işlemeli biniş takımları saklanmıştır.
Bunların bazıları inci ve kıymetli taşlarla tezyin edilmiş olup büyük merâsim
günlerinde kullanılır. Üst bölümde elmas, yakut, zümrüt, inci ile müzeyyen
dizginler, göğüslükler, kolanlar ve özengiler muhafaza edilirler.
n Has Oda
Osmanlı Saraylarında
hükümdarların oturduğu bütün odalara Has Oda veya “Oda-i Has” ve bazan da
“Hane-i Hassa” da denilmekteydi.
“Has Oda Teşkilâtı” ise Fatih
Sultan Mehmed tarafından 32 içoğlan verilerek başlatılmıştır. Yavuz Sultan
Selim Has Oda yaptırdığı zaman buranın hizmetine Hazine, Kiler görevlileri ve
emektar Çuhadarların naklini emretmiş ve sayılarını 40’a çıkarmıştır. Bu
bağlamda Has Oda, Hırka-i Saadet ve Emânet-i Mukaddese’nin İstanbula
getirildiği tarihten sonra yapılan bir örgütlenmeyle tam bir nizam altına
alınmıştır. Hırka-i Şerif dairesinin altında iken Sultan IV. Murad zamanında
terk edilerek Hırka-i Saadet’in karşısına yeni bir “Has Oda” bina
ettirilmiştir.
Daha sonra Mukaddes
Emanetler, Taht Odası ile Emânet-i Mukaddese Hazinesi’ne konulmuşlardır.
n Mukaddes Emânetler
Mübarek emanetlerin saklandığı
“Hırka-i Saadet Dairesi”nin taşlıkları “sim sakaların” her gün gümüş kaplar
içinde getirdikleri temiz sularla yıkanırdı. Çeşitli işler için kırk kişi
çalıştırılır, bunlardan dördü sıra ile her gece dairede kalarak sabaha kadar
Kur’an okurlardı.
Mukaddes Emânetler şunlardır:
1- Hırka-i Saadet: Eshab’dan
Hz. Kâab bin Zübeyr’ in takdim ettiği (Kaside-i Bürde) den gayet mahzuz olan
Hz. Peygamber sırtından çıkarıp Kâab’a giydirdiği Hırka-i Şerif’dir. Hırka-i
Saadet sonra Ümeyye halifelerine daha sonra Mısır Hazinesine geçmiş ve Yavuz
Sultan Selim tarafından İstanbul’a getirilmiştir.
2- Sancak-ı Şerif ; 3-
Miftah-ı Şerif (Kabe- i Muazzama anahtarı), 4-Hz. Peygamber’in Uhud savaşında
düşman tarafından atılan taşla kırılmış dişi, 4- Kadem-i Saadet nişânesini
hâmil taş (Hacer-i Şerif) , 5-İki adet Nalın-i Saadet, 6- Hz. Peygamber’in
seccâdesi, 7- Halife-i Peygamber’in (Ebubekir-i Sıddık)’ın seccâdesi, 8- Hz.
Peygamber’in Kılıcı’nın kabzesi, 9- Kavs-i Peygamberî (Ok ve yay), 10-Birisi
Şuayb Peygambere ait iki adet “Âsâ-yi Şerif, 11-Hz. Peygamber’in Tenceresi,
12-Hz. İbrahim’in Tenceresi, 13- Hazret-i Peygamber’e ait olan mukaddes
eşyalardan başka halife ve diğer peygamberlere ait eşyalar Topkapı Sarayı’nın
Taht Odası’nda yer almaktadır.
(b) Dördüncü Yer (Harem-i Hümâyun)
En iç bölüm olan “Dördüncü
Yer”de Padişah’ın hayatının geçtiği “Dâr üs-Saade” bulunur. Cülûs ve
bayramlaşma törenleri, Ayak Divanları burada Akağalar Kapısı önünde yapılır.
Sefer’lerde de Sancak-ı Şerif burada ihrac edilip kapı önüne dikilirdi.
Boğaziçi’ne bakan bu bölümde
Bağdad ve Revan Köşkleri, (Sultan İbrahim’ in) Sünnet Odası, diğer müştemilat
ve Sarayburnu’ na geçit veren Üçüncü Kapı yer alır.
n Padişah’ın Evi: “Dâr üs-Saade”
“Saray-i Hümâyûn” denilince
bütün “Saray” anlaşılırdı. “Dâr üs-Saade” ise bu bütün içinde Padişah’ın
devamlı oturduğu mekândır. Bu mekân “Harem-i Hümâyun” ve “Selâmlık” kısmı olan
“Enderûn-i Hümâyun”dan ibarettir.
“Harem-i Hümâyun”
mescid’leri, has odaları, husûsi daireleri, yatakhâneleri, yemekhâneleri,
okulu, meşkhânesi, hamamları ile yaklaşık 400 odadan oluşan bir kollektif
mekânda, acemi câriye’den Vâlide Sultan’a, Harem ağası’ndan Dârüssaade
ağası’na, başhazinedara, başmusahibe kadar sıralanan mevki ve mertebelerde
görev yapan yüzlerce insanın “Teşrifât-ı Kadîme” ve özel yasalarla yönetilerek
birlikte yaşadığı büyük bir kurumdur.
Harem Topkapı Sarayı’nın
Üçüncü Yer’inde ve Ayasofya cihetinde çok kalın, yüksek duvarlarla , deniz
tarafından ise bir sürü has bahçe ile çevrilidir. Üstelik bostancıların sıkı
kontrolu altındadır. Hünkâr dairesinin etrafında Harem’in başı sayılan valde
sultan ve kadınların daireleri yer alır. Valde sultan dairesi ise şehzadelerin
daireleri, ikballer, ustalar, kalfalar ve câriyelerin sofalarıyla
kuşatılmıştır.
Hanım sultanlar, kısa bir süre
içinde Harem’den ayrılacaklarından, eski Padişahların evlenmemiş kızları da
Eski Saray’da yaşadıklarından bunlar için Harem çatısı altında özel bir daire
bulunmaz.
Diğer taraftan şehzadelerin
sancakbeyliği yapmaları, çoğunlukla annelerinin de onların yanında oturması,
daireleri halkının da onlarla beraber gitmesi sebebiyle, On beş ve On altıncı
yüzyıllarda Harem’in nüfusu daha az olduğu görülmektedir. Ancak On yedinci
yüzyılda veraset sisteminin değiştirilmesi, şehzadelerin Harem’de hapis hayatı
yaşamaları, Harem’e bir Şehzadeler Dairesi’nin ilâvesini gerektirmiş, böylece
kadın efendiler ve şehzadelerin Harem’e bütün maiyetleriyle yerleşmeleri, Harem
nüfusunu arttırmıştır.
Harem’in içinde harem
ağalarının bile dolaşmaları kısıtlanmıştır. Harem halkıyla ya perde arkasından
ya da yüzlerine bakmadan başlarını yere eğerek konuşmak zorundadırlar. Bir
zuhurat meydana geldiğinde devlet erkânın kadınları, Padişahlara yüzleri açık
olarak takdim olunur. Oysa Padişah kadınlarını erkekler göremezler. Nitekim
Harem ağaları bile Harem’e girerken “destur” diye bağırırlar, oralarda
bulunanları uyarırlardı. Halvet sırasında ise her taraf perdelerle sıkı surette
kapatılırdı. Diğer taraftan Harem içinde kadınların örtülü dolaşmaları ve
sessiz olmaları gerekliydi. Padişah’la karşılaşmaları ise saygısızlık
sayılırdı.
Harem binasını oluşturan
kompleksin biri Üçüncü Avlu’da “Kuşhane Kapısı”, diğeri de İkinci Avlu’da
Kubbealtı’nın arkasına düşen “Araba Kapısı” olmak üzere iki kapısı vardır. Asıl
girişi Araba Kapısı’ndandır.
Plan olarak yüzyıllar boyunca
çeşitli padişahların devirlerinde yapılmış birbirlerine labirent oluşturacak
biçimde çok karışık biçimde eklenmiş dairelerden, bir çok görkemli salonlardan
ve bunların arasında kalmış avlulardan oluşur.
Harem’i oluşturan bağımsız
binalar birbirlerine kapılarla bağlanmış ve hepsinin çatıları da birbirine
eklenmiş olduğundan, bunları inşası yüzyıllar sürmüş muazzam bir yapı olarak
kabul etmek mümkündür.
En önemli bölüm olan “Valde
Sultan Dairesi”ne, Valide Taşlığı (Harem Taşlığı da) denilen taş döşeli dört
köşe bir avluya açılan kapısından küçük bir dehlizle girilir.
Yine Valide Taşlığı’na açılan
“Aş Kapısı” adını verilmiş bir başka kapının önünde, üzerine bütün Harem için
gelen yemek tepsilerinin konulmasına mahsus taş tezgah bulunur.
Valide Sultan dairesi bir
oturma odası, bir koridor, bir yemek odası, bir yatak odası ve arkada da bir
hamamdan ibarettir. Buradan Mimar Sinan yapısı bir şaheser olan üzeri büyük bir
kubbe ile örtülü mekâna geçilir. Buradan da Haremin en büyük ve en ünlü salonu
Hünkar sofası (yemek odası)’na ulaşılır.
Diğer taraftan Harem’in
gözetimiyle görevli Harem ağaları ve musahiplerin bulundukları daireleri de
“Harem” kapsamında düşünmelidir.
Harem’in cümle kapısından
girilince karşılaşılan “Nöbet Yeri”nde haremağaları hizmete hazır olarak
beklerler.
Harem ile Enderûn arasında
zenci harem ağalarının ve kızlarağası (Darüs’saade ağası)’nın dairesi yer alır.
n Padişah’ın Sofrası
Padişah yazın günde dört defa
sofraya oturur, fakat kışın daha az yer. Kendisi sofrada bağdaş kurarak oturur.
Sofra, etrafı çok defa iki parmak yüksek, som gümüş büyük bir siniden
ibarettir. Som altından mamul ve mücevherle müzeyyen diğer sofrası daha vardır
ki bu, senede ancak üç dört defa kullanılır. Yemek esnasında, Padişahın dizleri
üzerine geniş bir peşgir konur, diğer bir peşgir de sol kolu üzerindedir. Bir
yanında, nefis cinsten üç aded ekmek bulunur ki bunlar yalnız Padişah’ın
şahsına mahsus olmak üzere Bursa’da yetiştirilen buğdaydan yapılır. Bu ekmek,
Saray korularında özel olarak beslenen çok sayıda keçinin sütü ile
yoğrulmuştur.
Padişahın şahsına mahsus
Mutfak, şafak vaktinden evvel çalışmağa başlar. Zira Padişah sabah erken kalmak
itiyatında olduğu ıçin yiyeceklerini daima hazır bulundurmak lâzımdır.
Yemek kapıağası’nın huzurunda
hazırlandıktan sonra kapaklı altın sahanlara konur. Ağalar, yemeği, mutfağın
dışında duran diğer bir kapıağasının elinden alırlar, sofraya diz çökmüş
vaziyette hizmet eden adamlara teslim ederler. Otuz sahan içinde çok çeşitli et
yemeği getirilir. Sofra vidalı olup Padişahın istediği tarafa döndürülebilir,
çünkü o, eti kendisi bizzat parçalar. Sofrada asla bıçak kullanılmaz. Et gayet
yumuşak pişirilmiş olduğundan, Padişah onu parmaklarıyla kolayca parça haline
getirir. Sofrada tuz bulundurulmaz ve yemeklerde baharat konulmaz, zira
hekimler mutbakta onların kullanılmasını men’etmiştir.
Osmanlı Sarayı’nda konuk
yabancı elçilere, protokolde önde gelenlere Has Sofra adıyla yemek verilirdi.
Ikinci derecede görevlilerle onlara bağlı kişilerin yemek yedikleri sofraya da Harc-ı
Sofra denirdi. Has Sofra’ya on beş, Harc-ı Sofra’ya ise yedi türlü yemek
çıkarılırdı.
n Padişah’ın Namaz İbadeti
Padişah sabah namazlarını
Saray Cami’inde cemaatle birlikte kılar. Ayasofya Cami’inde okunan ezanla
birlikte Saray müezzini de ezana başlar. Zaten ezanı bekleyenler koğuşlarından
çıkarak ve Padişah da Darüssaade ağası ve Enderun ağaları maiyetinde olarak
camiye gelirler. Cami önünde silahdar, çuhadar, anahtar ve peşkir ağaları
tarafından karşılanırlar. Padişah hünkar mahfeline çıkar, diğerleri etrafında
yerlerini alırlar. Sabah namazı böylece kılındıktan sonra padişah mabeyne
geçer. Padişahın camiye gelemediği özel durumlarda Darüssaade ağası ve silahdar
ağa camide bulunurdu. Hilafetin Yavuz Sultan Selim’le Osmanoğullarına
geçişinden sonra, Padişah, cuma namazını selâmlık merasimi düzenlenerek selâtin
camilerden birinde kılması adet oldu.
c. Saray Halkı
Bâb-ı Hümâyûn’da Kapı
Ağası’nın buyruğu altında nöbet tutan çok sayıdaki bevvaban (kapıcı) ve Kapıcı
Ocağı askerleri ile “Mâliye Hazinesi”, “Saray Hastanesi”, “Başbaki Kulu
Dairesi”, “Şehremini Dairesi”, “Darbhane”, “Cebehane” dairelerinde bulunan
görevlilerle başlayan Saray halkı, Birun, Enderun ve Harem-i Hümâyun halkından
oluşmaktadır. Özellikle Birun’da devlet dairelerinin ve “Ehl-i Hiref
bölükleri”nin bulunması ve burada bulunan görevliler, Saray halkının gündüzleri
çok daha fazla olmasına sebep olmaktadır. Bununla beraber Saray halkının
değişmez sayısı binleri bulur.
(1) Birûn Halkı
Osmanlı Devletinde sadrazam
başta olmak üzere bütün devlet memurları Saray’ın Birûn bölümüne bağlı kabul
edildiklerinden “Birûn halkı” ya da “Birûn ricâli” olarak anılırlardı.
Birûn halkı içinde “Padişah
hocası, hekimbaşı, kehhâlbaşı (göz hekimlerinin başı), cerrâhbaşı, müneccimbaşı
ve hünkâr imamı gibi ulemâ sınıfını oluştururdu.
“Rikâb-ı Hümâyûn ağaları”
Birûn halkının ağalar sınıfıdır. Bu ağalar “mîr-i âlem, kapıcılar kethüdası,
kapıcıbaşılar, çavuşbaşı, şikar ağaları denilen çakırcıbaşı, şahincibaşı ve
atmacacıbaşı’lar, mîrahur, çaşnigirbaşı”lardan ibarettir.
Ancak Seyfiye tarikine mensup
olmakla beraber “Yeniçeri ağası, Altı Bölük ağaları denilen sipah, silâhdar,
gurebâ-yı yemîn, gurebâ-yı yesâr, ulûfeciyân-ı yemîn, ulûfeciyân-ı yesâr ve
Cebeci, Topçu ve arabacıbaşı” da “Bîrun ağaları” olarak anılırlardı.
Saray emini, Matbah-ı Âmire
emini , Darbhâne emini, imrahor ve arpa emini ise “ümenâ” (eminler) sınıfını
oluştururlar.
Diğer taraftan
müteferrikalar, teberdârân, “peyk” denilen haberciler, ile ülkenin en usta
“hattat, nakkaş, kuyumcu, hakkâk, gibi sanatkârları ve çamaşırcılar, terziler,
mücellid, mürekkepci, saatçi, okçu, yaycı, silahçı, bıçakçı, dülger, çilingir,
kandilci, demirci, dökümcü ” zenaatkârlarının bağlı oldukları “Ehl-i Hiref
bölükleri” vardı.
Saray’ın her bakımdan
güvenliğini sağlayan sayıları 600’e kadar ulaşmış Saray kapıcıları, baltacılar
ve toplam 650 kişiyi bulan 20 Bostancı bölüğü de Birûn halkındandır.
n Saray Kapıcıları
Sarayın en dış kapısı olan
Bab-ı Hümâyûn’u koruyan Saray kapıcılarına “bevvâbin-i Bab-ı Hümâyûn” ve
Babü’s-Selâm’ı (Ortakapı) korumakla görevli olanlara da “bevvâbin-i Dergâh-ı
Âli” deniliyordu. Saray’daki haremağalarına hizmet eden “bevvabin-i Sufiyan-ı
Kule” denen ayrı bir kapıcılar sınıfı daha vardı.
Kapıcılar asıl görevleri olan
Saray kapılarının güvenliğini sağlamak dışında, Divan’a gelenlere kılavuzluk
eder, Divan’da verilen dayak cezalarını mahallinde uygularlardı. Kapıcı
bölüklerine, Birûn halkının Aşçı, Helvacı, Ekmekçi cemaatlerinden ve Bostancı
Ocağı’ndan terfi edenler geçerlerdi. Bab-ı Hümâyûn kapıcıları yükselirlerse
Dergâh-ı Âli kapıcısı olurlardı. Kapıcılara da kapıkulları gibi üç ayda bir
ulufe ödenir, her yıl elbise bedeli ve bayram harçlığı verilirdi.
Babüsselam’ı bekleyen
Dergâh-ı Âli kapıcıları görevleri gereği kimseyi silahlı olarak içeri
bırakmazlar, Divan-ı Hümâyûn toplantılarına gelen dava ve dilekçe sahiplerine
de refakat ederlerdi. Divan’ da verilen dayak cezasını da hemen uygularlardı
Birûn ahalisinin bir bölümü
de, ilerde görüleceği gibi, “kapıya çıkarılan” Enderûnlu’lardır. Nitekim
Enderun gibi, Birûn’dan da on beş kadar Sadrazam ve pek çok devlet erkânı
çıkmıştır.
n Kapıcıbaşılık
“Serbevvâbin-i Dergâh-ı Âli”
ya da “serbevvâbîn-i Dergâh-ı Muallâ” olarak da bilinir. Fatih Kanunnamesi
uyarınca en kıdemli kapıcı olan kapıcıbaşının asıl görevi, her gün,
Babü’s-Selâm’da (Ortakapı’da) çok sayıda kapıcıyla birlikte gece-gündüz nöbet
tutmak, gümüş asalarıyla Divan’ın kapısında beklemek, elçilerin kollarına
girerek Padişah’ın huzuruna çıkarmaktı. Divan-ı Hümâyun toplantısından sonra
verilen yemekte de Sadrazam’a hizmet ederlerdi. Toplantı günlerinde Kubbealtı
erkânını karşılayıp gerekli merasim yapıldıktan sonra refakat ederlerdi.
Ancak beylerbeyi ve vezirlere
verilen gizli emirleri, önemli fermanları iletmek, siyasî idam kararlarını
yerine getirmek, Eflak, Boğdan ve Erdel beyliği ya da voyvodalığına yeni
atananlara görev yerlerine kadar eşlik etmekle de görevlendirilirlerdi.
Zamanla Saray Mabeynciliği
görevlerini de üstlenen kapıcıbaşı, Rikâb ağaları arasında yer alır. Divan
toplantılarına da katılırdı. Başlangıçta yalnız bir kapıcıbaşı, On altıncı
yüzyılın ortasında dört kapıcıbaşı varken On sekizinci yüzyılda yüz elli’ye
kadar yükseldi. Kapıcı bölüklerinin artmasıyla kapıcıbaşılar da çoğaldı ve
aralarında en kıdemli ikisine “başkapıcıbaşı” denildi. Başkapıcıbaşı,
kapıcıbaşıların ve tüm kapıcıların amiriydi, Padişahın atının dizginini
tutardı.
Kapıcıların kıdemli ve eski
olanlarıyla, eminlik, nazırlık, mütesellimlik, voyvodalık yapan taşra ileri
gelenlerine ve vezirlerin yetişkin oğullarına da rütbe olarak kapıcıbaşılık
verilirdi.
Gündelikleri 100 akçe (On
yedinci yüzyılda’da 150 akçe) olup kendilerine 19 bin akçelik tımar tahsis
edilmekteydi. Kapıcıbaşılar dört yüz bin akçe tımar ile sancak beyliği alarak
ya da vezirlik rütbesi ile beylerbeyi olarak Saray’dan çıkarlar, dış göreve
gönderilirlerdi. Bunların üstünde de “kapıcılar kethüdası” bulunmaktadır.
On sekizinci yüzyıldan
başlayarak kapıcıbaşı görevi, bir makam olduğu kadar bir rütbe olarak,
özellikle âyânlara verilmeye başlandı.
(2) Enderun Halkı
Enderun halkı, Üçüncü Yer’de
bulunan Kiler-i Hassa, Has Oda, Hazine-i Hassa, Üçüncü Ahmed Kitaplığı,
Akağalar Koğuşu, Kethüda Dairesi ve Kuşhane’ de çalışan görevliler ile Harem
halkı, Enderun ağaları ve Enderûn Mektebi gılmânânı’ndan oluşurdu.
(a) Enderun Ağaları
Enderun ağaları, kimi zaman
Enderun ricali ya da Enderun erkânı unvanlarıyla anılırlardı. Babüssaade ağası
(Kapı ağası) Enderun ağalarının başıdır. Kapı ağası Padişah’ın yazılı
emirlerini takip ettiğinden günün herhangi bir saatinde kendisiyle görüşebilirdi.
Başka bir deyişle Padişah’ın özel kâtibi durumundadır. Dolayısıyla devlet
erkânı da Bâbü’s-Saade ağası’na yazı gönderir ve devamında aralarında doğrudan
yazışmalar olurdu.
Teşrifat’ta Bâbü’s-Saade
ağası sadrazam ve şeyhülislâm’dan sonra gelirdi. Padişah’ın emirlerinin takibi
ve koordinasyonlarını sağlamak için maiyetinde “Kapı oğlanı” adıyla 30-40 kişi
bulunurdu. Bu arada Padişah’ın şahsi hizmetinde bulunan miftah ağası, peşkir
ağası, şerbet ağası, ibrik ağası da kapı ağası’nın emrindedirler.
Enderun’un ikinci sırada
gelen önemli ağası sembolik anlamda onursal görevi “padişahın destarını
hazırlamak, namaz seccadesini yaymak olan” ama aslında Hazine-i Hassa’dan
sorumlu olan hazinedarbaşı ağa’dır. Üçüncü önem sırasında yine onursal görevi
padişah’ın sofra hizmetinde bulunmak, aslî görevi ise Saray kilerini ve
kilercileri denetlemek, sofra takımlarını korumak olan “kilercibaşı”
bulunmaktadır. Dördüncü sırada gelen “Saray ağası”nın görevi ise maiyetinde
ağalardan 40 kişi ile Saray’ın korunmasına nezaret etmekti.
Enderun ağalarının diğer
büyükleri “hasodabaşı”, “silahtar”, “çuhadar”, “rikabdar”, “kapıcıbaşı”,
“bostancıbaşı” ağalardır.
n Enderun Mektebi
Enderun Mektebi devletin
asker ve mülkî yüksek kademe yöneticilerini yetiştirmek için özel eğitim veren
bir öğrenim, eğitim ve uygulama yüksek okuludur. Bu bağlamda öğrenciler
eğitimleri başlar başlamaz belirli düzeylerde uygulama sorumluluğu üslenirler.
Hizmet başarıları, kişilik nitelikleri, görev anlayışları için de özel bir
defter tutulur ve çalışma kapasiteleri belirtilirdi. Hem öğrenci ve hem de
hizmet eden içoğlanlarına “Enderun ağaları” (veya Gılmânân-ı Enderun yahut Yeni
Saray içoğlanları), kısaca “enderunlular” denilirdi.
Saray hizmetlerinde çalışacak
içoğlanlarının yetiştirilmesi için Enderun Mektebinde meslek ve protokol
dersleri yanında Kuran, Arapça, Farsça, hüsn-i hat (Hat sanatı) ve musikî
öğretilir, ayrıca güreş, koşu, yay çekme çalışmalarına ve silah eğitimlerine de
katılırlardı. Başarı gösteremeyenler 18-20 akçeyle silahtar ve sipahi bölüklerine
dağıtılırlardı.
Enderun’da ilk sınıflardan
olan Büyük Oda’nın ustası olan Saray kethüdası’nın emrinde odabaşı, imam,
külhancı gibi görevliler vardı. Diğer taraftan “halife” denilen 12 kalfa,
içoğlanlarının inzibatını temin ederdi. Altı sınıftan ibaret bu okulda,
başarılı olanlar bir üst odalara geçerlerdi. Bunlar eğitimin herhangi bir
yerinde yeterli görülmezlerse, ya da bir kusurları olursa o sırada bulundukları
seviyenin gerektirdiği bir görevle “taşra” çıkarılırlardı.
Başlangıçta Enderun ağaları
ve içoğlanlar evlenemezlerdi. Ancak, Onsekizinci yüzyılda evleri Saray dışında
olmak ve evlilere haftada bir gün ev izini verilmek üzere evlenmelerine izin
verildi.
Bu mektepden yetişenler
müezzinbaşılık, berberbaşılık, tüfekçibaşılık, başlalalık gibi görevlerle işe
başlayarak üzengi ağalıklanna kadar ilerler, daha sonra “kapıya çıkarılıp” ya
taşraya yönetici olarak, ya da Birûn hizmetlerine geçirilerek fırsat bulursa
sadrazamlığa kadar yükselirlerdi. Enderun’dan 56 adet sadrazam çıkmıştır.
(b) Harem Halkı
Harem-i Hümâyûn’a getirilen
acemi câriyeler önce Enderûn Mektebi usûlünde iki odalı bir mektebin
“şâkirde”ler sınıfında İslamî bilgiler ve görgü eğitimine tâbi tutulurlardı. Bu
kısımda yeterince eğitilirler ve sonra “gedikliler” sınıfına alınırlardı. Artık
kendilerine derecat’tan geçerek “Gözde, İkbâl, Başikbâl, Haseki ve Başhaseki”
unvanlarına giden yol açılmış olurdu.
Acemi câriyeler Padişahın
husûsi hizmetlerine bakan gedikli, kalfa, usta, hazinedar gibi câriyelerin
denetim ve gözetiminde yetişirler. Aralarından seçilen “gözde”ler daha sonra
“ikbal”ler içine alınırdı. Padişah kadınlarından biri ölür ya da gözden düşerse
ikbal’lerin en kıdemlisi “başikbal” onun yerine geçer ve “kadın” pâyesini
alırdı. Bununla beraber Padişah’dan çocuğu olan ikballer sıra beklemeksizin
“kadın”lar arasına katılırdı.
n Haremağaları
Mısır valileri Kızıldeniz
kıyılarında Arap köle tüccarlarınca hadımlaştırılmış köleleri Padişah’a armağan
olarak gönderilirdi. Harem-i Hümâyûn’a gelen hadım edilmiş köleye “en aşağı”
denilirdi. Daha sonra “Acemi Ağalar Koğuşu”nda eğitildikten sonra “nöbet
kalfası, ortanca ve hâsıllı” unvanlarını alırlardı. En kıdemli “hâsıllı”
yükselince, “yaylabaşı gulamı”, “Eski Saray Başkapı gulamı” ve “Yeni Saray
ağalığı” unvanını alırdı. Yetenekli olanlar son aşama sayılan “kızlarağası”
olurdu. Bunlar dışında vâlide sultan ağaları, şehzade koruma ağaları, Harem-i
Hümâyun Mescidi imamı ve müezzini olan ağalar, hazinedar ağa, oda lalası,
Hazine kethüdası da saygın haremağalarıdır.
Zenci haremağaları dışında “akağalar”
da vardı.
n Akağalar
Akağaların aslî görevleri
Sarayın iç kapıcılık yapmaktı. Akağaların özelliği Enderûn’a alınıp
yetiştirilmeleridir. Böylece Saray adâbını en ileri derecede öğrenmekte ve Has
Oda eğitimi aldıklarından dolayı Padişah’ın yakın hizmetlerini de
üslenmektedirler. Bu bakımdan akağalar Padişahın günlük hayatı içinde yer
alırlardı. Yine bu sebepten ötürü Enderûn Mektebi’nde eğitim gören
içoğlanlarına Padişaha hizmet etmenin kurallarını öğretirlerdi.
Akağalar “peşkir, ibrik ve
şerbet gulamı, Başkapı, İkincikapı, Üzengi ağası” hizmetleri yaparlar, başeski
ağa olurlardı. İçlerinden hasodabaşı, hazinedarbaşı, kilercibaşı, Saray ağası
ve Saray kethüdası olanlar da çıkardı.
Bununla beraber akağaların
klasik görevleri Akağalar Kapısı olarak da bilinen Enderûn’a giriş veren
Bâbü’s-Saade’yi ve Hazine, Kiler ve Mutfak bölümlerini beklemektir. Amirlerine,
kapıağası ya da Bâbü’s-Saade ağası denirdi. Kapıağası, (daha önce açıklanan
özelliklerinden ötürü) Padişaha doğrudan arz’da bulunabilirdi. Bu da ona Saray
içinde sadrazama eşit bir saygınlık vermekteydi. Taşra (dış göreve) çıkan
kapıağalarına vezirlik rütbesi verilir ve eyâlet valiliklerine gönderilirlerdi.
Hatta aralarından sadrazamlar da çıkmıştır.
B. YASAMA
Osmanlı toplumunda devlet ile
reâyâ arasındaki ilişkileri düzenleyen temel kavram “adalet”tir. Ve adalet’in
dağıtımı da şer’î hukukun kriterlerine göre düzenlenmektedir.
Osmanlı hukukunun yapısı özel
bir “hukuklar hiyerarşisi”ne dayanır. Bu bağlamda şer’î hukuk, hâkim üst
hukuktur. Bizzat Osmanlı Padişahı ile birlikte, müslim ya da gayri müslim bütün
teba’ası ayrıcalıksız biçimde şer’î hukuk’un kesin hükümlerine ve ilkelerine
uymakla yükümlüdürler. Diğer taraftan bu hükümlerin kaynağı olan “haramlar,
farzlar ve vâcibler” aslında örfî Osmanlı hukukunun da değiştirilemez ana
ilkeleridir. Oysa diğer hükümler bazı şartların oluşmasıyla değişebilir.[140]
Şahıs ve cezâ hukukuna dair
davalarda tarafların husûmetleri İslâm Hukuku’nun ilkelerine göre “hâl ve fasl”
edilirdi. Şartlar yerine geldiğinde kadı ilk verdiği karardan rüc’û edebileceği
gibi[141] , kadıların bazı ictihadlarını da müctehid olan İslâm hukukçuları
kısmen ya da tamamen kaldırabilir.
Osmanlı hukuk sisteminde
birlik ve istikrar sağlamak için şer’î hukukun Hanefî mezhebine ait ictihadları
esas alınmaktadır. Kesin bir hüküm bulunmadığı takdirde Şafi’î, Mâlikî ve
Hanbelî ictihadleri de yol gösterici olarak kabul edilmiştir. Diğer taraftan
kendi toplulukları içinde kalmak üzere Şafi’î, Mâlikî ve Hanbelî fıkıhlarının
da geçerliliği süreklidir. Ne var ki kişilerin devletle olan hukuksal
ilişkilerinde ya da kadı önünde Hanefî fıkhına rücû esastır.[142]
Bununla beraber “ulü’l-emr”
olan padişahın Hanefî Mezhebi dışında görüş belirtmesi ve uygulamaları
yönlendirmesi mümkündür. Nitekim bu bağlamda padişahlara ictihâdî açıdan
danışmanlık yapan, yol gösteren şeyhülislamların bazan onlara karşı çıktıkları
görülmüştür.
Osmanlı ülkesinde yürürlükte
olan hukukî normlar hiyerarşisi’nin sırasıyla “Kur’an, Hadis, icma, kıyas,
Padişah’ın Şer’e aykırı olmayan emir ve kararları, İslam hükümetlerinin
talimatları, yeni fetholunan ülkelerde İslam’a aykırı olmayan yerli kanunlar,
İslam’a aykırı olmayan örf ve adetler, yabancılarla yapılmış antlaşmalar,
milletlerarası hukuk’ta karşıtlık (mütekabiliyet) ilkesi, istihsan ve istishab,
eski Şeriat’ler” olduğu görülüyor.[143]
Osmanlı Hukuku, ancak Şer’i
Hukuk’un şemsiyesi altında hükümran olduğundan, Fıkıh konusunun genel
karakterine de kısaca göz atmak gerekecektir.
1.
ŞER’Î HUKUK
Şer’î Hukuk’ta kamu ve özel
hukuk ayrımı yapılmaz. İslam Hukuku “haklar esası”na göre kuruludur. Konular
“Allah’a ait haklar (Hukuk’ullah), insana ait haklar (hukuk-i ibâd), insana ait
haklarla Allah’a ait hakların birleştiği fakat Hukuk’ullah’ın galip olduğu
haller veya tam tersi “hukuk-i ibâd”ın galip olduğu işler” olmak üzere dört
kategoride ele alınır.
“Hukuk’ullah” günümüzdeki
“kamu hukuku”nun genişletilmiş hâli anlamında düşünülmelidir. Salt “kul
hakları” da bir anlamda günümüzdeki “medenî hukuk”u düzenler. Karma nitelikteki
haklar ise duruma göre kamu hukuku ile özel hukuk arasında gelişen
ilişkilerdir.
Osmanlı hukuku şer’î hukukun
hükümranlık şemsiyesi altındadır. Bununla beraber hükümdarlık hukuku klasik
fıkıh sistemi içinde ele alınmaz. İslam ülkelerinde idare hukuku, hükümdarın
şer’î hukukla sınırlandırılmış yetkileri genel olarak “siyaset üş-şer’iye”
denilen eserlerde yer alır.[144]
İslam hukukunun asıl kaynakları
Kuran ve açıklamaları olan Hz. Muhammed’in hadisleri (söyledikleri) ve
sünnetleri (yaptıkları)’dir. Diğer kaynaklar bu iki ana kaynağa aykırı olmamak
üzere ile icma-i ümmet, kıyas-ı fukaha, devletlerarası mukaveleler, örf, adet,
istihsan, istislah’lardır.[145] Ulemâ İcm’a ve Kıyas’ın (tali)
kaynaklar içinde temel (esas) olduğu üzerinde birleşmişlerdir: Gerçekten de
«Kıyas» mezheb imamı müctehidlerce çeşitli açılardan ele alınıp bir hukuk
metodu olarak değerlendirilmiştir.
Kur’an içinde çeşitli
sûrelere dağılmış ibadet ve cihada bağlı sayısı 140 civarında ve muamelat (
uygulama), ahvâl-i şahsîyye (özlük halleri ), cinayet, kaza ve şahadete (
tanıklık) dair de 200 dolayında ahkâm ayetleri vardır.[146] Ukûbat’a
(cezalara) dair olan 10 âyet «Bakara, Maide ve Nûr» sûrelerindedir. Çeşitli
konularda Ahkâm Hadis’leri de mücmel (kapalı) olan hükümleri açıklarlar,
«sükut» geçilen hususları aydınlatırlar. Bu hadisler, ulema tarafından Fıkıh
İlmi gereklerine göre bölümlere ayrılmışlardır.[147]
a. Fıkıh Terminolojisi
Şer’î Osmanlı Hukuku’nun
dili, önceki yüzyıllarda İslâm hukukçularının kazüistik[148] hukuk alanındaki
çalışmaları sonucunda oluşturdukları sağlam hukuk mantığı ve ıstılahâtını
(terminoloji’sini) yansıtmaktadır.
Kuramsal ve uygulamalı İslâm
hukuku (yâni “İlmu’ Usûli’1-Fıkh” ve “İlmu’ Fürû’il-Fıkh”) Osmanlı hukukunun
doğmasından önce gelişimlerinin doruk noktalarına ulaşmışlardı. Dolayısıyla ilk
Osmanlı hukukçuları kadılar, müftiler ve diğer Osmanlı alimleri belirli bir
hukuk mantığı, felsefesi ve ıstılahatını hazır buldular. Bu birikimi Osmanlı
kültürü içinde geliştirerek onu klâsik üslûbuna (biçimine) ulaştırdılar.
Şer’î Hukuk, ibâdetler,
işlemler, evlenme ve cezalar (İbâdât, Muamelât, Münakehât ve Ukûbat)
bölümlerine ayrılmaktadır. Bu bölümlerin özelliklerine göre mahkemelerin hüküm
ilâmları (belgeleri) düzenlenmektedir. Böyle olunca da zaman içinde hukukî
kavramların alanlarını gereken kesinlikle sınırlandırmaya muktedir bir Osmanlı
şer’î hukuk dili gelişmiştir.
Aslında Türk dili Osmanlı
ülkesinde «Lisân-ı İslâm» olarak kabul görmüştür.[149] Nitekim Osmanlı
ulemâsı fetvâlarını genel olarak Türkçe yazmışlardır. Hattâ Müslümanlar için
gerek duyulmadığı zamanlarda bir «kefere lisânı»nı dilini konuşmak yasaktır ve
cezalandırılmayı gerektirir.[150] Bu bağlamda Girid ve benzeri yerler
gibi çoğunluğun anadili Rumca olan yerlerde bile Türkçe konuşma zorunluluğu
vardır.[151] Hatta sonradan İslam’a geçmiş “mühtedi”lerin bile anadillerini alenen
konuşmaları hâlinde kendilerine «ta’zîr» cezası verilip mahkeme huzurunda yemin
ettirilerek «tathîr-i lisan» etmeleri gerekmektedir.[152]
b. Fıkıh Sistematiği
Hanbelî ve Mâlikîler
ictihad’larını hemen bütünüyle metne dayandırmakta, Hanefî ve Şâfiî’ler de
metnin ruh ve mânâsından ayrılmamakla beraber akla, örf ve âdetler’e
göndermeler yapmaktadırlar. Başka bir deyişle Hanbelîlik ve Mâlikîlik
mezhebleri, Hanefîlik ve Şâfiîlik’e göre daha muhafazakâr sayılabilirler.
Türkler İslâm dinini kabul
ettikten sonra genellikle Hanefîliği seçtiler. Özellikle Selçuklular ve Osmanlılar
kendi örf ve âdetlerini, geleneklerini İslâm hukukiyle en fazla uzlaştıran bu
mezhebi resmen himaye ettiler. Başka bir deyişle Hanefîlik başta Türkler olmak
üzere Arab olmayan milletlerin[153] , diğer üç mezheb ise Arablar ve
Arablaşmış toplumların arasında yayılmıştır. Dolayısıyla «Fıkh-ı Hanefî» terimi
bir anlamda Arap olmıyan milletlerin İslâm kültürü içinde vücuda getirdikleri
hukuk sistemi demektir. Bu geniş sistemin içinde en mühim bölüm Türklere
aittir.
Kıyas’a ve diger esaslara
dayanıp ictihâdlar vererek Fıkıh ilminin «usûl» denilen esaslarını kuran dört
mezheb’in imamlarına «müctehid-i mutlak» denilir.
Bu ilk esasları koyanların
ardından gelen ve «fürû’» (ayrıtılar) ile meşgul olmuş âlimlere de sadece
«müctehid» ismi verilir. Daha sonraki yüzyıllardaki İslâm hukukçuları ise
“mutlak müctehid”ler ve “müctehid”lerin ictihad’larına dayanan fetvâlar
vermekle yetinmişlerdir.[154]
Diğer taraftan «fetvâ»’lar da
aslında İslâm hukuku’nda kuram ve uygulama açısından önemi büyüktür. Çünkü
Kuran ve Hadîs; ictihadlar; örf ve adetler gibi üç önemli unsuru bünyesinde
birleştiren açıklamalardır. Üstelik «müfti»lik görevindekilerin «istiftâ»
denilen suâle belirli üslup ve biçimde yazılı cevap olarak düzenlenmiş
fetvâlarının kanun hükmünde geçerliliği vardır.
Dört büyük sünnî mezhebin
ictihad usulleri arasındaki farklar, esas itibariyle İslâm fıkhını tedvin etmiş
dört büyük imamın «bid’at» meselesini yorumlamalarından kaynaklanır.
«Bid’at» İslâmiyetin başlangıcında
mevcut olmayıp sonradan ortaya çıkan şey anlamındadır. Başka bir deyişle Arab
olmıyan milletlerin örf ve âdetlerinden intikal edecek her şey «bid’at» olacak
demektir. Nitekim bazı araştırmacılar[155] dört büyük sünni mezhebin içtihad
sistemlerini «bid’at»e karşı dört farklı derecede sıralarlar. Hanefîlik’le
Hanbelî’lik «bid’at» konusunda birbirlerinin tam karşısındadır. Bu bağlamda
Şâfiîlik Hanefîliğe, Malikîlik de Hanbelîliğe yakındır. Bununla beraber dört
mezheb için de «metin» (yâni Kur’an ve Hadis metni) esas olduğunu vurgulamağa
gerek yoktur.
Dört mezheb içinde İslâm
hukukunda “akılcılık” yolunu açan en liberal sistem olarak «Fıkh-ı Hanefî»ye
nisbetle Şâfiîlik ikinci, Mâlikîlik üçüncü ve Hanbelîlik de dördüncü derecede olduğu
kabul edilmiştir.
Fıkıh ilmi konularını “ibâdat
(ibadetler), muamelât (işlemler) ve ukubat (cezalar)” olarak üç ana bölüme
ayırmıştır.
İbâdetlerin İslam hukukunun
bir bölümü olarak alınması, bir anlamda “hukuk sosyolojisi” anlamında
algılanabilir. Zira müslüman’ın gâyesi dünya ve âhiret âlemleri arasındaki
ilişkiyi tesis ederek yaşamak olduğundan İslam toplumlarında ibadet, ahlak, örf
ve adet, hukuk kuralları birbirleriyle kaynaşmış durumdadır.
Muameleler bölümünü akitler
(evlenme, ticaret), yargılama, vakıf, vasiyet, miras, devletler hukuku konuları
oluşturur.
2.
ÖRFÎ HUKUK
Başlangıçta Padişahın
emirlerinden ve Anadolu Beyliklerinden, Selçuklu Devleti’nden örneklenmiş
yönetsel gelenekler, göreneklerden oluşmuş “örfî hukuk” zamanla gelişerek
devlet teşkilâtının temel düzenlemelerine, ceza hukukuna esas olacak düzeye
gelmiştir. Böylece başlangıçtaki basit yasaklar devlet teşkilâtının
gelişmesiyle Divan-ı Hümâyûn’da hazırlanan kanunlara dönüşmüştür.
Hatta Padişah’ın çevresindeki
devlet adamlarının ulemadan olmaları Osmanlı hukukunun iki temel direği Fatih
ve Kanunî Sultan Süleyman kanunnâmelerinde şer’î hukukun ceza hadleri yanında
örfî hukuk ölçüleri uygulanır olmuştur.[156]
Bu kurallar bazan bir
bölgedeki «eski adetler»in, örneğin şahıs ve vergi hukuku ile ilgili bir
kısmını yasallaştırmak ya da daha önce var olan kanunların geçerliliğini devam
ettirmek biçiminde olurdu. Bu tür uygulama başka ülkelerde de (örneğin
Fransa’da «örf ve adet hukuku» olarak) «eskiden beri yaşayan kuralların hukukça
tanınması» biçiminde orta ve hatta yakınçağlarda vardı.
Yavuz Sultan Selim’den
itibaren Osmanlı Padişahları “halife” sıfatına hâiz oldukları halde ve kendi
ictihadlarını (şeyhülislam’ların fetvâlarına yaptıkları gibi) şer’î delil
göstermeden belirtmeleri mümkün iken bu yola girmemişlerdir. Bu nedenle
padişahî ya da örfî Osmanlı hukuku dünyevî karakterdedir. Ancak örfî kanunlar
ilke olarak şer’î hukuka karşı olamazlar ve onun hükümleriyle
sınırlandırılmışlardır.
Padişah’ın iradesi kanun sayıldığından,
herhangi bir uygulamayı kendi istediği biçimde çözümletecek yeni bir hukuk
kuralı sayılır. Ancak uygulamada, Padişah yetkilerinin yalnız şer’î hükümlere
uymakla değil, Örfî Hukuk’un bazı geleneksel kuralları ile de sınırlandığı
görülmektedir.
Örneğin genel kanunlar
devletin araştırma ve istihbaratına dayanan ve teknik bilgilere göre “Divân-ı
Hümâyun”da tartışmalı olarak hazırlanır, nışancılar tarafından usûlüne uygun
olarak kaleme alınır. Divan kaleminde son şeklini aldıktan sonra sadrazam başkanlığında
vezirler, kazaskerler ve diğer Divan üyelerinden oluşan heyet tarafından
padişaha arz edilir. Padişah’ın işaretlediği bazı bölümleri üzerinde çalışılıp
düzeltildikten sonra yeniden Arz’a çıkılır. Son biçimini aldıktan sonra
onaylanan ferman taslağının önce tuğrası çekilir[157] , sonra
“mühimme” defterlerine kaydolunup yürürlüğe girer ve bir “ferman, hüküm,
buyruldu, kanunnâme, adâletnâme, yasaknâme” olarak uygulanmak üzere ait olduğu
beylerbeyi[158] , sancakbeyi veya kadılara gönderilir.
Örfî Osmanlı Hukuku’nun
yazılı kaynakları olarak “kanunnâmeler, hatt-ı hümayun’lar (hatt-ı şerifler),
fermanlar, adaletnameler, siyasetnameler, nizamnameler, Divan-ı Hümayun
kararları, buyruldu’lar, mirî ahkam’lar, mahkeme ilâmları (kazüistik oldukları
için), resmî fetvalar (doktriner ve kazüistik oldukları için), teşrîfat-ı
kadîme, devletler arası antlaşma ve anlaşma metinleri sayılabilir.
Kamu düzenini ve yönetimi
“Padişahî hukuk” (ya da örfî Osmanlı hukuku) sağlar, ancak hükümleri şer’î
hukukun kriterleri dışına çıkamaz ve kurallarına karşı olamaz. Osmanlı hukuk
sisteminin aslî yöneticisi ve denetleyicisi şer’î hukuktur. Kısaca söylenirse
örfî Osmanlı hukuku şer’î hukukun bir tür vesâyeti altındadır.
Osmanlı Padişahı’nın bu
yetkiye dayanarak bütün ülke için[159] veya toplumun bir kesimi ya da
belli bir bölge için de geçerli olmak üzere yayınlanan kanun ve kararnamelere
Osmanlı hukukunda “kanunnâme” adı verilmiştir.
Diğer taraftan Osmanlı Devleti’nde
hukukun şahsîliği ile birlikte (özellikle vergilerde) kanunlar da bölgesel ve
sınıfsal niteliklidir.
Osmanlı kanunnâmelerinin
büyük bölümünü yönetim sorunlarına ve bazı özel konulara çözüm getiren Padişah
fermanları ve beratları meydana getirir.[160] Kadılar bunları
mahkeme siciline tescil etmek ve derhal uygulamak zorundaydılar.
Örfî hukuk kuralları örneğin
belirli bölgelerin vergi ve tımar düzenlemeleri yapan eyâlet ya da sancak
kanunnâmeleri gibi daha çok bölgesel olup çoğunlukla genel nitelik
taşımadıklarından bölgeler arasında uygulama farklılıkları vardı. Dolayısıyla
yerleşim yerini değiştiren vergi yükümlüleri Divan-ı Hümâyun’a başvurarak yeni
yerleştiği bölgenin kanunlarına uyar, eski yükümlülüklerinden kurtulurdu.
Bununla beraber Fatih Sultan
Mehmed ve Kanunî Sultan Süleyman kanunnâmeleri gibi genel nitelikte ve birer
anayasa gibi ( jeneratris) olanları yanında, malî bunalım dönemlerinde yahut
yeni bir padişahın cülûsunda, yöneticilere hitaben halka adaletli davranılması,
ya da bazı vergilerin affı gibi konularda yayımlanan «adaletnâmeler de örfî
hukukun genel kanunnâmeleri sayılabilir.
Çıkarılan fermanların belli
konularla ilgili olanları «Kanunnâme» denilen bir bütün içinde toplanırdı. Bu
derlemelerin resmî niteliği yoktur. Başka bir deyişle bütün hâlinde şeriye
siciline tescil edilip yayımlanmamışlardır. Bazı mevali (yüksek mertebede
kadılar)’nin kendilerine kolaylık olmak üzere için şeriye sicillerinden
topladıkları metinlerdir.
a. Hukuk Dili
Tanzimat dönemi öncesi örfî
kanunlarındaki hükümler genellikle gelenekler ve görenekler halinde
bulunduğundan hukuk edebiyâtı ve anlatım üslûbu yönünden yalın ( naif) ve
doğaldırlar. Genellikle ait oldukları devir Anadolu Türkçesini yansıtırlar.
Bugün kullandığımız ve hatta çok daha eski devirlerin Türkçesine ait
kelimelerle beraber Arapça ve Farsça sözcükler yer yer karışmıştır. Fakat metin
hiçbir dilin etkısinde olmayıp, herkesin anladığı ve konuştuğu gibi
yazılmıştır.
Nitekim Fâtih Sultan
Mehmed’in ağzından Tevki’î Leyszâde Mehmed bin Mustafa tarafından kaleme
alınmış olan ünlü «Kanunnâme»nin giriş (mukaddime) niteliğindeki ilk bölümü
sonunda bu husus özellikle vurgulanmış [161] ve şer’î hukuk dili ve üslûbu
arasındaki fark belirtilmiştir.
Kanunnâme’nin metin
kısmındaki hükümlerin dili örneğin «... eğer yançak ya destar oğurlasa elin
kesmelu olmıya kadı tazîr ura, ağaç başına bir akça cürüm alına», ya da «...
eğer yabanda sığır veya yund veya koyun bulsalar kıgırmasalar bay olursa cürüm
otuz akça, evsat ül-hâl olursa yirmi akça, fakir olursa on akça alına...» [162] biçimindedir. Burada «yancak» Çağatay lehçesinde «at zırhı»[163] , «at takımı»[164] ; «Kıgırmak» Kazan lehçesinde «bağırmak, çağırmak»[165] ; «oğurlamak»
yine Kazan lehçesinde «çalmak»[166] ; «bay» ise «bey, büyük, zengin»
anlamındadırlar [167]
Daha sonraki devirlere ait
Kanunî Sultan Süleymanın Kanunnâmesi’nde örneğin «... baş yarılub kan çıksa
otuz akça cerime alına ve eger kemik çıksa otacilu olsa...»[168] denilmektedir.
Burada «otacı» Moğolca «şifa verici, tabib»[169] ; «ot» şifa, deva,
ilaç anlamında olduğundan Uygur lehçesi «Otaçı=Tabib, doktor»demektir[170] «Otçı» (ot toplayıcı), Moğolca «otacı» ile eş anlamlıdır.[171]
Klasik dönemde örfî hukukun
dili yalın ve ilkel (naîf)dir. Bu dönemde Osmanlıca’nın Anadolu Türkçesi,
Moğolca, Uygurca, Çağatayca, Arapça ve Farsça’dan oluşan bir anlatım dili
olduğu ve yalnızca günlük konuşmada değil, edebiyat ve ilim konularında da
kullanıldığı görülüyor.
Yeni katılmış ülkelerin eski
hukuklarına ait olup geçerliliklerine izin verilmiş kanunnâmelerde yabancı
kelime, terim ve hatta cümle ve paragraflara raslamak mümkündür.[172] Ancak bu kanunnâmelerin Osmanlı kanunları dizgesi içine, «resepsiyon»
denilen biçimde aynen kabul edildikleri unutmamalıdır.[173]
b. Kanunlar
Tanzimat öncesinde “kanun”
kelimesi “usûl, resm, kaide, âdet, nizam, nizamat, üslûb, şer, hüküm, töre,
düstûr, emir ve âyin”[174] anlamlarında kullanılmaktadır.
Osmanlılar’ın ilk
dönemlerinde örfî hukuk kurallarını “Yasağ-i Padişâhî” belirler. Buradaki
“yasak” kavramı Osmanlı hukuk sistemi ve devlet teşkilatı ile birlikte
gelişerek örfî hukuku ve “kanun” kavramını oluşturmuştur. Aslında “kanun” ile
Padişahın “ferman, hüküm, irâde-i seniyye, berat-ı âli, hatt-ı şerif, ...” gibi
irâdeleri arasında hiyerarşik kudret açısından değil, ancak biçim bakımından
farklar vardır. Ama yine de bu biçim farkları Padişahın irâdesinin yapılması
istenen herhangi bir işin önemine uygun olarak düzenlenmiş olduğunu belirler.
“Kanun”lar genellikle tek “hüküm” biçiminde çıkmakta ve gerekirse bunlar bir
araya getirilerek “kanunnâme”ler oluşturulmaktadır.
Bu nedenle Tanzimat Fermanı
sonrasında kanun kavramı alışılmış eski anlamlarından uzunca bir süre
soyutlanamamış ve nizam, nizamnâme gibi yakın kavramların tümü yerine
kullanılmıştır.
Tanzimat Fermanı öncesindeki
anlamıyla Osmanlılar’da kanun kavramını:
-Tabiaten “kanun” olan
hükümler: Farz’lar ve vâcibler,
-İlke olarak kanun sayılan
hükümler: Padişahın emirleri, Divân-ı hümâyûn’dan genel kanun olarak Padişaha
arz edilmiş ve onaylanmış telhisler,
-Kanunluğu önceden onaylanmış
hükümler: Genel olarak Hanefî fıkhı hükümleri, şahıs hukuku’nda sünnî
mezheplerin fıkıh hükümleri, Divân-ı Hümâyûn kararları, şer’î mahkemelerin
ilâmları,
-Kanunluğu korunan hükümler:
gayrimüslim tebaanın dinî hukuku, yeni fethedilmiş ülkelerde uygulanmalarına
izin verilmiş bazı eski kanunlar, şer’î hükümlere karşı olmayan yazısız örf ve
âdet hukuku” oluşturur.
İslam hukukunda ulü’l-emr[175] (devlet başkanı) şeriata aykırı olmamak üzere, “kamu hukuku, yönetimin
düzenlenmesi, vergi ve ceza hukuku”na ilişkin konularda kanun koyma yetkisine
sahiptir.
(1) Ferman Türü Kanun’lar
Padişahın örfî hukuka ve malî
hayata ait ferman biçimindeki emirleri, istekleri “kanun” sayılmaktadır. Bu tür
kanunlar “berat, yasaknâme, ferman, tevkî ve kanunnâme” biçimlerindedirler.
Ferman’ların büyük bir bölümü “kanunnâme” özelliğini taşırlar. Kısaca
söylenirse ferman-kanunlar, genellikle belirli bir kişiyle ya da bir gurupla
veya bir konuyla ilgilidirler.Bunlar uygulanmak üzere doğrudan doğruya bir
topluluğa, cemaate, sınıfa ya da sorumlu bir görevliye gönderilen ve üçüncü
şahısları da bağlayan yaptırımlı emirlerdir. Örneğin “tevki’”ler özel bazı
kanunları kadı, subaşı gibi onları uygulayacak olan makamlara tebliğ eden
hükümlerdir. Diğer taraftan “cerâim-i ma’rûfe” veya “siyâsetnâme” adıyla ilân
olunan Osmanlı cezâ kanunnâmeleri de ferman biçimindedirler.
Ferman türündeki kanunlar
Sadrazamın telhisleri[176] kenarına Padişah’ın “hatt-ı dest”iyle (el yazısıyla) yazılmış bir
kelime, bir cümle gibi çok kısa “hatt-ı şerif”den de ibaret olabilirler. Bunlar
eğer çağdaş terminoloji ile söylenmek istenirse ya “özel yasa” ya da “kanun
kuvvetinde kararnâme” hükmündedirler.
(a) Fermanlar
Fermanların kendilerine özgü
değişmez biçimleri ve anlatım olarak muhataplarını etkileyecek otoriter yazılış
üslupları vardır. Fermanların metni bu biçim ve üsluba uygun olarak bir münşi
kalem hocası tarafından Divân-ı Hümâyun kaleminde hazırlanır. Daha sonra kalem
mümeyyizi, beylikçi ve reisülküttab’ın tetkikinden geçerdi. Mâliye ile ilgili
fermanlar Defterhane’de düzenlenirdi.
Bundan sonra hazırlanan
taslak “müfti-i en’am”a mecazi anlamda benzetme yapılarak “müftî-i kanun”
denilen nişancı’ya gönderilirdi. Nişancı yeni çıkan örfî (ya da Padişahî)
kanunların önceden çıkarılmışlarla arasında çelişki bulunmamasından sorumludur.
Kendisine gönderilen belgenin yürürlükte olan kanunname (ve gerekli hallerde
uluslararası ahidnamelere kadar) uygunluğunu kontrol ederdi.
Bu aşamalardan sonra taslak
Divân-ı Hümayun’da gerektiği gibi görüşülüp son şeklini aldıktan sonra
yönetimle ilgili ise Padişah’a vekâleten sadrazam tarafından çıkarılabilirdi.
Ancak belirli ve önemli konular mutlaka Padişah’ın görüşüne arz edilirdi.
Bundan sonra ferman (berat ve
diğer tuğralı evrak), defterdar ve reis-ül-küttab tarafından kontrol edildikten
ve sadrâzam tarafından bir daha incelendikten sonra ya sadrâzamın kendi eliyle
veya tezkirecisi tarafından üzerine («sahihtir» kelimesinin kısaltılmış şekli
olan) «sahh» işareti konarak tuğrası tamamlanmak üzere nişancıya gönderilirdi.
Nişancı tarafından vesikanın
üst tarafına, ortaya, kâğıt ve yazının nisbetine uygun büyüklükte tuğra
çekilirdi. Sıra bekleyen fazla sayıda ferman var ise Divan vezirlerinden biri
veya birkaçı, hatta bazı durumlarda sadrazam tarafından da tuğraları çekilirdi.
Tevki’î efendi Divan siciline kaydını yapar ve böylece bir örfî hukuk kuralı
olarak kesinleşen ferman yürürlüğe girerdi.
n Biçimsel Bütünlük
Bir ferman, emir veya
hüküm’ün yasal yürürlüğü olabilmesi için bu belgenin belirli biçimsel bütünlüğünün
olması gereklidir. Bütünlük genel olarak şöyle tamamlanır:
(1) Alâmet: Buna «Alâmet-i
Şerife», «Nişân-ı Hümâyun» da denir. Tuğrakeş tarafından konulur.[177]
(2) Hitab bölümü: Karşı tarafın (muhatabın) isim, lâkab, unvan, künye, ism-i
nisbet, mansab ve mertebesi, göndereninkilerden sonra, zikrolunur. Bu kısımlar
«Ben ki...» ve «Sen ki...», «Hâlâ...» hitabları ile başlar ve hayır nitelikleri
içeren bir «son»la biter.
(3) Sebeb-i tahrir (konu); Bu
bölüme «nakl-i -iblağ» veya «tasrih» denilir
(4) Hüküm bölümü: Yazının
amacı, burada açıklanmakta ve ilgililere uygulanmak üzere bir talimat
bildirilmektedir.
(5) Yasallık (Meşrûiyyet) ve
yürürlük (mer’îyyet) güvencesi: Gönderilen emrin doğru olduğu belirlenip gereği
yapılması kesin bir dille istenir: «Biti-i tahkik bilüb alâmet-i şerif üzre
itimad kılasız», «Mektubı mütalea kılanlar tahkik bilüb itimad kılalar» gibi.
(6) Yazıldığı tarih:
«tahriren fî» gibi bir terkipden (bileşimden ) sonra yazılır.
(7) Yazıldığı yer:
«be-makam-ı...» terkibinden sonra yazılır. Sefer durumunda «be-yurt» terkibi
kullanılır.
(8) Mühür veya hatem:
Belgenin tasdiki (onaylanması) niteliğindedir. Belge eğer padişah tarafından
çıkmamışsa (sâdır olmamışsa), sol tarafında veya altında «pençe» vardır.
«Taraf-ı Padişâhî’den şeref-sâdır olmuşsa» (padişah emri ise) vesikanın baş
tarafında «Tuğra» bulunur.[178]
(b) Adaletnâmeler
Adaletnâmeler Padişahların
yolsuzluk ve aksaklıklarla mücadele etmek, halkın vergi yüküyle ya da zulüm
altında ezilmesini önlemek, düzenin iyi işlemesini sağlamak ve topluma adil bir
yönetim vaat etmek yolunda çıkardıkları fermanlardır. Böylece taşra
yöneticileri de bizzat Padişah’ın nefesini enselerinde duymuş oluyorlar ve
Merkez denetimi altına alınmış oluyorlardı.
Bazı Padişahlar cülûs
ettiklerinde genellikle haksızlık ve yolsuzluk şikâyetlerinin fazlalılığı
bilinen eyâletlere dirlik ve düzeni sağlamak, hak arayanlara yol göstermek
amacıyla adaletnâmeler göndermişlerdir. Adaletnâmeler eyâlet kadısına teslim
edilirdi. Adaletnâmelerin içeriği münâdilerle ve Cuma hutbeleriyle de halka
duyurulur, anlatılırdı. Kadı adaletnâmeleri şer’iyye siciline geçirmekle ve her
isteyene bir suretini vermekle de yükümlüdür.
Bununla beraber vergilerin
toplanmasında haksızlık yapılmasını, dirlik sahiplerinin ve yöneticilerin
reaya’yı ezmeleri, eşkıyalığın artmasını ve halkın göç etmesini önlemek
amacıyla da sık sık adaletnameler çıkarılırdı. Bunlarda, kanunnâmelerin
hükümlerine rağmen yapılan uygunsuzluklar sıralanır, alınacak karşı önlemler birer
buyruk olarak yazılırdı. Diğer taraftan doğal âfetler sebebiyle de
adaletnâmeler gönderilerek bazan birkaç yıl için vergi affı çıkarılır, bu
sırada tohumluk tahıl dağıtılması ve uygulanacak yöntemi de yine bu fermanlarda
belirtilirdi.
(c) Yasaknâmeler
Yasaknâmelerin esası bir
kuralın geçerliliği için bazı şeylerin yaptırım uygulanarak engellenmesidir.
Bazı işlerde amil ve emin olarak görevlendirilenler zor kullanma yetkisine
sahip olmadıklarından kamu düzeninin sağlanması için beraberlerinde bir de “yasakçı-kulu”nun
atanması da zorunlu görülmüştür.
Dolayısıyla yasaknâmeler bir
işe ait belirlenmiş kanun ve kaideleri, bunları ihlal edenlere verilecek
cezaları, bu cezaları uygulatmakla yükümlü olan yasakçı kulu’nun kimliğini,
kendisine verilen yetkileri belirler. Sancakbeyi, subaşı ve kadı gibi
görevliler de bu yasaknâme’nin uygulanmasında yasakçıkulu’na yardım etmekle
görevlendirilmişlerdir.
Yasaknameler konuları
genellikle maden işletmeleri; tuz çıkarılması ve tekel’i; para basımı ve
tedavülü; gümrük ve kapanlar; sabun, hububat, mum, pirinç, susam gibi zorunlu
ihtiyaç maddeleri inhisar ve iltizamlarına dair kanun ve nizamlardan
oluşmaktadır.
n Yasakçıkulu
Herhangi bir konuda berat
alan âmiller kendilerine tanınan yetkilerin sınırını daha ayrıntılı olarak
bildiren kanunname veya yasakname ile birlikte bu kanunları zor kullanarak
uygulatacak “yasakçıkulu” verilmesini de isteyebilirler.
Yasakçıkulu yasaknamede
belirtilen bazı teşhir ve tahkir cezalarını da res’en uygulatmağa yetkilidir.
Bu konuda gerekirse kendisine verilen ayrı bir hükümde de bu yetkileri
gösterilir. Ancak genellikle yöntem olarak doğrudan doğruya ilgilisine havale
edilmiş bazı işlerin beratında kanun ve nizamlar bütün ayrıntılarıyla
belirtilerek onun “olub-gelmiş kanun üzere” hareket etmesi emr olunmaktadır.
Oysa Kanunnameler de bir işe
ait kanun ve nizamların uygulanmasını sağlamak üzere âmillerin isteği üzerine
de verilirler. Ancak yasaknamelerde olduğu gibi yasakçıkulu tayin edilmez.
(d) Beratlar
Bir göreve atama, maaş
bağlanması, rütbe, unvan, dirlik verilmesi, vergi bağışıklığı ya da herhangi
başka bir ayrıcalık tanınması, maden işletmek, tuz çıkarılması ve tekel’i; para
basımı ve tedavülü; gümrük ve kapanlar; sabun, hububat, mum, pirinç, susam gibi
zorunlu ihtiyaç maddeleri inhisar ve iltizamları verilmesi padişahın genel
olarak berat-ı hümayun (ya da berat-ı şerife, biti, nişan, nişan-ı şerif,
hüküm) denilen tuğralı ruhsat belgesi ile mümkün olurdu.
Valilere, vezirlere,
beylerbeyilere, kapudanpaşa’lara, serdâr-ı ekrem’lere özel durumlarda ve taşra
yönetiminde kendi yetkilerine dayanarak atama yapabilmeleri için “beyaz”a
(metin kısmı boş bırakılıp) tuğraları çekili beratlar da verilirdi.
Gerektiğinde yazılıp kullanılabilen bu beratlara “Nişan-ı Hümayun’la muanven
beyaz ahkâm-ı şerife” ya da bazan kısaca “nişanlû” denirdi.
Sadrazam berat’ı incelenmek
üzere reisülküttab’a havale eder, Tahvil Kalemi’nde yetkililerce incelendikten
sonra müsveddesi hazırlanarak Sadrazam’a arz edilirdi. Önemli konularda
gerekirse Arz’a da çıkarılıp Padişah’ın onayı alındıktan sonra tuğrası çekilmiş
özel berat kağıdına divanî hat’la “beyaz”a geçirilirdi. Tahvil kaleminde
yetkililer belgenin arkasına gerekli “sah” (görüldü) işaretleri koyarlar ve
evrak kayda geçirilirdi. Berat’ın yürürlüğe girmesi “Beratlar tarihçisi”
denilen Divan-ı Hümayun hocasının resmi deftere kayıt etmesinden ve sahibinden
niteliğine göre belirlenen “berat resmi” tahsil edildikten sonra başlardı.
Her yıl “tevcihat-ı umumi”
adı verilen genel görev yenilemelerinde, ya da beratların geçerlik süreleri
doldukça gene “tecdit-i berat” denilen kayıt ve yenileme işlemleri yapılırdı.
Yenileme işleminde ilk verginin yarısı alınırdı.
Saltanat değişikliklerinde
önceki padişahın tuğrasını ve iznini içeren beratlar geçersiz sayıldığından,
yeni padişahın adına düzenlenen tecdid (yenileme) beratları verilirdi.
Aslında yönetimle ilgili
“tımar, ulûfe, tevliyet, cihet, ferâset, imâmet, hitâbet beratları, iltizam,
mukataa, malikâne, imtiyaz, muafiyet beratları, meşihat, tercümanlık”” gibi her
konuda örneğin Hazine ya da bir vakf’a ait nakit gelirleri toplamakla görevli
“câbi” denilen memura “Berat-ı cibâyet”, imamlara “İmâmet”, hatiplere “hitâbet”
beratları, şeyhlere “Meşihat beratı”, hekimlere “Tabâbet beratı”, tımar
sahiplerine “Tımar beratı”, bir arazinin yaşam boyu mülk olarak verildiğini
gösteren “Mâlikâne” beratı, devletin bir gelir kaynağını bedel karşılığında
özel kişiye verildiğini gösteren “İltizam beratı”, bazı vergilerden muaf
tutulan kişi veya topluluklara “Muafiyet beratı” verilmekteydi.
Beratlarda belgenin verilme
nedeni, sahibinin adı, görevin ya da imtiyazın niteliği, yeri, ya da geliri
yazılırdı. Diğer taraftan vezirlik, beylerbeyilik, valilik, serdarlık, Kırım
hanlığı, Eflak ve Boğdan voyvodalığı gibi yüksek ve önemli görevlere tayin
edilenlere verilen beratlara “menşur” denilirdi.
Atama belgesi olarak verilen
beratlar bir taraftan da bu görevlerin uygulanma özelliklerine dair birer kanun
ve nizam olmaktadır. Nitekim asayişi sağlama yetkisi verilen büyük dirliklerde
alınacak para cezaları dirlik sahibine mühim bir gelir kaynağı olduğundan,
beratlarda bunların düzenlenmesi ve uygulanması hakkında gerekli ayrıntılar
belirlenmiştir.
(2) Özel “Kanunâme”ler
Bazı özel “Kanunnâme”ler bir
işe ait kanun ve nizamların uygulanmasını sağlamak üzere, o işle ilgili
âmillerin isteği üzerine de verilirler. Ancak bu kanunların uygulanması için
doğal olarak sancakbeyi, subaşı ve kadı’lar görevlidir.
Bununla beraber “Kavânin-i
Yeniçeriyan” gibi yeniçerilerle ilgili ya da tımar sahipleri, mukataalar,
kapıkulları ve ulema gibi geniş bir topluluğa, bir toplum kesimine ait bazı
kanunnâmelerin içerik farklılığı bakımından bir kaç kategori oluşturmaları
bunların Padişah’ın emriyle zaman zaman nişancıların düzenledikleri resmî
kanunnâmeler oldukları kanısını vermektedir.[179]
Bu arada belirtmek gerekir
ki, kadı’ların hizmet sırasında kendilerine kolaylık sağlamak ve yanlışlıkları
önlemek amacıyla başvuru kaynakları olarak yararlanmak için şer’iye
sicillerinden bizzat kendilerinin derledikleri kodeks’lere (kanun
mecmuaları’na) de yine doğal olarak “Kanunnâme” denilmektedir.
(3) Sancak ve Eyâlet Kanunnâmeleri
Anadolu Eyâleti’nin sancak
kanunnâmeleri,[180] Orta Anadolu da “Karaman, İçel ve Ankara”, Batı Anadolu’da “Malatya,
Diyarbakır, Erzurum, Musul, Harput ve Mardin’le Suriye” olmak üzere iki ayrı
bölümdür.
Rumeli eyâletlerinin
kanunnâmeleri, bu bölgelerde tımar yöntemi diğer bölgelere göre daha yoğun
uygulandığından ötürü, Beylerbeyilerle kadıların, reâyâ ile sipahilerin
arasında çıkabilecek anlaşmazlıkları önlemeleri ve ilişkilerini düzene
sokmaları hususları dikkate alınarak yapılmışlardır. Bu kanunnâmelerde
Rumeli’deki reâyâyı oluşturan Yörükler, Voynuklar, Valahlar, Tatarlar ve diğer
topluluklar arasındaki ilişkileri, vergileri düzenleyici hükümler
bulunmaktadır.
Yeni fethedilen ülkelerde
daha önce yürürlükte olan yasalarda gerekli bazı değişiklikler yapılıp [181] , baş taraflarına bir ferman eklenerek [182] hemen hemen
“resepsiyon” biçiminde aynen geçerlilikleri devam ettirilmiştir.[183]
Sancak (ve eyâlet)
kanunnâmelerinin Padişah’ın tuğrasını taşıyan asılları ait olduğu eyâlet
kadastro defterlerinin başına konulmuş olarak Defterhane’de saklanmaktadır.
Yönetimden izin alarak
yerleşim yerlerini değiştiren, başka bölgelere göç eden mükellefler Divan-ı
Hümayun’a başvurarak yeni yerleşim yerlerinde geçerli olan kanunlara uyarlar.
(4) Temel kanunnâmeler
Fatih Sultan Mehmed
Kanunnâmelerinden başlayarak Sultan Bayezid, Sultan Selim ve Sultan Süleyman
Kanunnâmeleri’nin birbirlerini tamamlayıcı biçimde gelişerek devam etmeleri
Osmanlı Devletinin örgütlenmesi ve sosyo-ekonomik düzenin başlıca hukukî
temellerinin daha başlangıçta atıldığını ve hukuksal yapının bu temeller
üzerine geliştiğini göstermektedir.
Fatih Mehmed’in
Kanunnamesinde kısaca ve parça parça işlenmiş konular Sultan Selim Kanunnamesi
paragraf lar ve özel bölümler biçimini almıştır. Kanuni Sultan Süleyman
Kanunnâmesi’nde de bir çok sorun Sultan Selim Kanunnamesi’ne göre daha eksiksiz
ve daha detaylı olarak ele alınmış ve Osmanlı toprak hukukunda takip edilecek
uygulamaları daha boyutlu yansıtmaktadır.
Bütün bu yasalarda aynı biçim
ve yapı korunmuş, tanımlar, hükümler, kurallar, yükümlülükler ise gelenekler ve
görenekler halinde anlatılmış bulunmaktadır. Yine bu kanunnâmelerin ceza
hükümlerinde Şer’î hukukta yer alan suç unsurları (öğeleri ) aynen korunmuş
olmakla beraber hükümdara tanınan bazı yetkilere dayanarak had cezalarında
farklı bazı değerlendirmeler yapılmıştır.[184]
Devlet-i Aliyye-i
Osmâniye’nin temel kanunnâmeleri olan “Fatih ve Sultan Süleyman
Kanunnâmeleri”nin tensih edilmiş birçok nüshaları bulunmakla beraber onaylı
nüshaları ortada yoktur. Bununla beraber H. 1005 tarihli bir adaletnamede
açıkça “Ecdâd-i ‘izam’ımdan Sultan Süleyman Han... zaman-i iktidarlarında
kanunname yazılub beher şehirde olan kadılar mahkemesinde kanunname-i hümayun
vaz’ olunmağla..” hususunun belirtilmiş olması tasdikli kanunnâmenin hem varlığını
ve hem de yaygınlaştırılmış olduğunu kanıtlıyor.[185]
1- Fatih Sultan Mehmed
Kanunnâmeleri “Saray ve yönetimin protokol kuralları, devlet görevlilerinin
padişahla olan ilişkileri, rütbe almaları, ödenekleri, tekaüdiyeleri,
cezalandırılmaları gibi konular, köylü kesimi’nden vergi ve harçların toplanış
biçimi, miktarları, mirî toprak statüsü ve reaya’nın mirî topraklar üzerindeki
tasarruf hukuku, timarlı sipahî’ler gibi askerî ve idarî zorunluluklarla
yükümlü değişik tabakaların durumu, serbest tımarları ilgilendiren kurallar,
şehirlerde zanaatkar ve ticarî faaliyetin uygulanışı” ile ilgili kurallar,
yükümlülükler, hükümler ve cezaları belirtmektedir. Bu özellikleri daha sonra
yapılan yasaların da çekirdeğini oluşturmuştur.
2- Sultan II. Bayezid
döneminde yapılan düzenlemeler “Kitab-ı Kavânîn-i Urfiyye-i Osmaniye” ismiyle
yazıya geçirilmiştir. Bu kanunnâmenin ilk bölümünde Fatih Kanunnâmeleri’ndeki
ceza kanunu genişletilmiştir. İkinci bölümde sipahilerin reâyâ’dan alacakları vergiler;
has ve tımar arazilerinden alınan harçlar, yayalarla müsellemlere dair
kanunlar; üçüncü bölümünde de reâyânın hakları, toprakların kullanımına dair
yeni hükümler getirilmiş bulunmaktadır.
3. Sultan Selim Kanunnamesi,
Fatih Sultan Mehmed ile Kanuni Sultan Süleyman’ın kanunnameleri arasında bir
bağlantı ve geçiş sayılabilir. Yavuz Sultan Selim’in hükümdarlık dönemi Anadolu
vilayetlerinde hukukî düzenin sağlanması, birçok vilâyet kanunnâmelerinin
çıkarılması açısından çok yoğun bir faaliyete sahne olmuştu.[186] Aslında bu tür özel kanunnâmelerin her biri daha sonra yapılacak geniş
bir hukuksal düzenlemenin ilkeleri olarak mevcut gelenek hukuku ile ekonomik,
sosyal ve politik değişimler içeren yeni kuralların hukukî düzen içinde
bağdaştırılmaları demektir.
Kanunname başlıca dört
kısımdır. Birinci kısımda ceza hukukuna ait “zarar-ziyan, kusur, kabahat ve
suçlar için ceza ve yükümlülükler”i düzenleyen hükümler; ikinci kısımda “köylü
kesimin ödeyeceği vergi, narh ve harçların miktar ve ödemeleri” hakkında
kurallar; üçüncü olarak narh ve pazardaki alışveriş üzerine harçların
toplanmasını ayarlayan kurallar; dördüncü olarak da “şehirlerde zanaat ve
ticarî faaliyeti düzenleyen kurallar ve bunların ihlâli halinde ödenmesi
gereken cezalar” anlatılmaktadır.
4. Kanunî Sultan Süleyman
Kanunnâmesi, kendisinden öncekilerin, özellikle Fatih Kanunnâmeleri ve
Selimname’[187] nin genişletilip sistemleştirilmiş, “tımarların sahip oluş biçimleri,
sahib-i arz tımarlı sipahîlerin askerî mecburiyetleri, hak ve hukukları,
badihava vergileri, azab ve valak’ların durumları” gibi köylü reayanın sosyal
ve askerî örgütlenmesi üzerine birçok yeni kısımlar eklenmiş şeklidir.
Kanunî Sultan Süleyman
Kanunnâmesi, Sultan Selim Kanunnamesi’nin bazı bölümlerini aynen almakta, bazen
de biçim ve yapısını korumakla beraber daha da geliştirip açıklamaktadır.
Bununla beraber reaya kesiminin tarım üretiminden alınan şer’î vergiler ve
“rüsûm-i raiyyet” denilen örfî vergilerin, koyun vergisi (âdet-i ağnam), kışlık
otlakların (resm-i kışlak), otlakların (resm-i otlak), kovanların (resm-i
kovan), Anadolu Eyâleti’nde değirmenlerden alınan vergilerin, konar-göçer,
yörük, yaya ve müsellemlerin statüleri, ceza hukukunda suçlar ve müeyyidelerini
ilgilendiren bölümlerin içerikleri ve yasanın bütününü oluşturan hukuksal yapı
korunmuş bulunmaktadır.
c. Gayrimüslim Cemaatler Hukuku
Osmanlı teba’ası olan
gayrimüslim cemaatlerin devletin şer’î ve örfî hukukları dışında, ama onlara
karşı olmamak üzere geçerliliği tanınmış olan kendi dinî, şahsî hukukları ve
ayrıca etnik gruplar olarak da kendi yazısız teamül hukukları vardır. Başka bir
deyişle Osmanlı Devleti azınlıklara kültürel baskı yaparak assimilasyon
siyaseti uygulamamıştır.
Papa ile hükümdarlar arasında
yapılan konkordatum’lar, kilise ile başka bir devletin karşılıklı ilişkilerini
düzenleyen anlaşmalar oldukları ve Osmanlı Devleti ile Vatican arasında, On
dokuzuncu yüzyıl ortalarına kadar resmî ilişki kurulmadığı halde, Katoliklerin
(ve diğer mezheplerin ruhanî) liderlerine Osmanlı hukuku içinde verilen
hürriyetler, yukarda anılan «konkordatum»lar ile saptanmış olanlara çok
benzerdir.[188] Devletin uyruğu olan veya olmayan gayrimüslimlerin dinî ve örfî
hukuklarını Osmanlı hukuk düzeni içinde kalarak uygulayabilme özgürlükleri
vardır.
Bu uygulamalar dinî alt
gruplar hukukunun Tevrat (Ahd-i Atîk) Hukuku, Vatican’a bağlı Kanonik Hukuk,
dinî konsil kararları, ruhanî kurulların karar ve akitleri (bağıtları), nikâh,
doğum ve vefeyât (ölümler) ile ilgili formalitelerin yürütülmesi için gerekli
kayıt ve tescil işleri veya hususî hukuka ait ya da siyasal nitelikli genel
akitler olabilmektedir.[189] Dinî gurup liderlerinin yasaklayıcı karar verme yetkileri de vardır.[190] Gayrimüslim vakıf şartnameleri (vakıfnameleri, biens de mainmorte)
taşınmaz malların yönetimi, bağış ve vergilerin düzenlenmesi için karar
alabilecek kurullar mevcuttur.[191] Anılan kurullar topluluğun taşınmaz
mallarının yönetimi, sadakalar, kiliselere yapılan bağışlar ve vergileri salma
ve düzenleme işlerini yürütüyordu. Bunların kilise yararları hakkında karar
verme yetkileri vardı.[192] Diğer taraftan gayrimüslim uyruğa tanınan haklar ve korumalar
(himâyeler) çeşitli fermanlar, irâdeler, buyruldular, nizamnameler, beratlar
(lettres-patentes), emirlerle sağlanmıştır.[193]
Diğer taraftan da dinî cemaat
liderlerinin (özellikle Rum patrikliğinin) “kendi cemaatine bağlı gayrimüslim
Osmanlı uyruğu üzerinde nefy (sürgün), hapis, vergileri kaldırmak,
piskoposları, din adamlarını görevden almak, afaroz etmek ve sansür koymak,
gerekli görürse okul programlarını tatil etmek, sivil ve politik hayata etki
eden bazı yükümlülükler koymak gibi” müeyyideli (yaptırımlı) yetkileri vardır.[194] Başka bir deyişle Osmanlı hukuk sisteminde, Kilise ruhânîlerine dinî
hukuklarında belirli cezaları uygulatma yetkisi tanındığı gibi[195] ayrıca Devlet tarafından da başka haklar ve imtiyazlar tanınarak
cemaat üzerindeki otoriteleri güçlendirilmiştir.[196]
Gayrimüslim cemaatlerin
belirli günlerdeki dinî kutlamalarında tekrarlanan büyük törenler kuşkusuz belirli
kurallar ile kilise tarafından zabt-ü rabt (denetim) altına alınmaktadır. Ancak
«şehrin sokaklarında, kutsal günlerde dinî şarkılar, ilahîler söylenerek,
kalabalık yürüyüşler, yağlı paçavralar ve sayısız mumlarla düzenlenen fener
alayları» ile ve «bu insan kervanlarının onlara katılmış ruhban toplulukları
eşliğinde, hristiyan aleminde bile daha fazlası istenemiyecek bir özgürlük
içinde» [197] yapılabilmektedir.
Tavır olarak Müslümanlar
gayrimüslimlere yeğ tutulmakla beraber, örneğin vergi tahsili gibi kamu hak ve
yükümlülüklerinde[198] eşitlik sağlanmaya çalışılmıştır.[199]
d. Kapitülasyonlar Hukuku
Kapitülasyonlar hukukuna da
genel uygulamanın milletlerarası hukuka yansıyan devamı gibi bakılabilir. Zira
günümüzün hukuk terminolojisiyle söylersek, kapitülasyonlar “Türkiye’de oturan,
iş yapan yabancı uyruklulara devletin tanıdığı ticarî ve idârî imtiyazların
milletlerarası hukuk alanına taşınması”dır.
Bununla beraber Yavuz Sultan
Selim’le gelen Hilâfet Makamı dolayısıyla İslâmı temsil eden Osmanlı devleti,
küffar’la “eşitlik” ilkesine dayanan ikili veya çok taraflı antlaşmaları yapmak
yerine, hakimiyetin kendisinde kaldığı müstagnî kişiliğini devam ettirecek tek
taraflı “ahitnâme”ler vermeyi tercih etmiştir. Nitekim Kanuni Sultan Süleyman,
Sadrazam Makbul İbrahim Paşa’nın Fransa elçisiyle yaptığı kapitülasyon
antlaşması taslağını “iki eşit taraf arasında yapılmış” olduğu için kabul
etmemişti.
Kapitülasyonlarda tanınan
ayrıcalıklar içinde örneğin “tüccarların can ve mal güvenliği sağlanacak;
ölümleri halinde mirasları ülkelerindeki varislerine intikal edecek;
tüccarların diğer yabancılarla olan anlaşmazlıkları kendi hukuklarına göre
çözümlenecek, mahkeme edilmeleri durumunda kendi konsolosluklarından bir
görevli; taraflardan biri Osmanlı uyruğu olursa dava Osmanlı mahkemelerinde
görülecek fakat yabancı konsolosluğun bir tercümanı dava’da hazır bulunacak,
başkalarının borçlarından dolayı takibata uğramayacaklar; mallarını istedikleri
yerde satacaklar” gibi bir kısmı aslında ticaret ve şahıs hukukunun da temel
hükümleridir. Daha önce de söylendiği gibi kapitülasyon hukuku, Osmanlılarla
Batılılar arasında, günümüzdeki adıyla Devletler Umumî Hukuku bağlamında
oluşturulmuş zarûrî bir uygulama olmaktaydı.
Bununla beraber Maliye
mevzuatıyla ilgili olanlar içinde “ mal getirip götürdüklerinde % 2-5
hudutlarında gümrük vergisi ödeyecekler” gibi ülke ekonomisi açısından
bağlayıcı olan hüküm dışında, “ayrıcalıklı ülke tüccarlarının Osmanlı ülkelerine
serbestçe gelip gitmelerine ve ticaret yapmalarına izin verilecek; iç
gümrüklerde vergisiz geçecekler; yanlarındaki paradan vergi alınmayacak” gibi
hükümler de vergi hukuku bakımından abartılı ayrıcalıklar sayılamazlar.
C. YÜRÜTME
1. MERKEZ TEŞKİLÂTI
Osmanlı Devleti’nde hep güçlü
bir merkezî yönetim egemen olmuştur. Önceleri egemenlik sahası küçük bir beylik
iken de, üç kıt’a üzerine yayıldığında ya da dağılma dönemlerinde siyasî ve
ekonomik dış baskılara karşı koyabilmek için “merkezî yönetim” gerekli idi.
Merkezî yönetimin esası kamu
hizmetlerinin tek bir otoriteye bağlanacak biçimde örgütlenmesidir. Kamu
yararına yönelik hizmetleri, gelirleri arttırmak, toplamak ve gider yerlerini
saptamak merkezî yönetim tarafından yapılır. Böyle bir sistemin işlerliği için
yönetsel hiyerarşi’nin kudretli olması gereklidir. Sistemin yapısı gereği ağır
işleyişini önlemek için yine merkez hiyerarşisi içinde kalmak üzere taşra
yönetim organlarına da bazı yetkiler verilmiştir.
Kısaca tanımlanacak olursa
merkezî yönetim, ordusuyla, donanmasıyla, yargı teşkilatıyla, malî denetimiyle,
idarî hiyerarşisinin kudretiyle Osmanlı Devleti’nin varlığını ve hükümranlığını
ülkenin bütününde hissettirecek, kabul ettirecek yaptırım gücünü sağlayan
sistemli bir uygulama mekanizmasıdır.
Ancak Osmanlı ülkesinin
eyâletleri, günümüzde “Taşra Yönetimi” olarak isimlendirilen, bir kısım
yöneticileri yine Merkezden gönderilen, üstelik Merkez’in küçük bir benzeri
sayılabilecek biçimde yönetilmekteydi.
Bütün bu yönetim
mekanizmalarının sahibi Padişah, onun adına vekâleten yöneten ise sadrazam’dır.
a. Sadrazam
Devlet örgütlenmesine ve
teşrifatına her zaman esas olan Fatih Kanunnâmesi’nde vezir-i azam’ın
«vezirlerin ve âmirlerin (ümera) başı, hepsinin en büyüğü, tüm işlerin mutlak
vekili, devlet malının gözeticisi» olduğu ve «oturmada, durmada ve mertebede »
herkesin önünde geldiği belirtilmektedir.[200] Başka bir
deyişle örgütlenmenin başı sadrazam’dır. Sadrazamlar başlangıçta “Kubbenişîn”
denilen Kubbealtı vezirleri arasından belirli bir düzen içinde seçilmişler ise
de sonraları hizmetleri ve liyâkatleri görülen beylerbeyleri, defterdarlar,
nişancılar ve yeniçeri ağalarından da sadrazam yapılmıştır.
Sadrazam Padişah’ın mühürünü
taşıdığı ve kullanma yetkisine sahip olduğu için onun mutlak vekili ve
kendisinden sonra Devletin en kudretli adamıdır.
Sadrazam haftanın belli
günlerinde kendi başkanlığında öğleye kadar toplanan Divan-ı Hümâyûn’da diğer
devlet erkânı ile yönetim konularını görüşerek «Padişah adına» karara bağlardı.
Bu kararlar gene belli günlerde, hep birlikte Padişah’ın huzuruna çıkılarak
onun onayına sunulurdu.
Malî işler ve şer’î hukukla
ilgili kararlar dışında kalan[201] “umûr-i âlem”e dâir hükümler ve
bütün işler ise Sadrazam “buyruldu”siyle yürütüldüğünden, öğleden sonraları
kendi konağında divanını kurar, Padişah onayını gerektirmeyen konuları,
şikayetleri görüşür ve sonuçlandırırdı.[202]
Sadrazam’ın Divan-ı
Hümâyûn’un dışında kendi konağı (ya da Saray’a yakın büyük bir konağın)
selâmlık bölümündeki resmî makamına Paşa Kapısı denilmektedir.[203] Konak’ta bulunan hizmetlilere de “kapı halkı“ denirdi. Dolayısıyla
sadrazamlar değiştikçe Paşa Kapısı da değişirdi. [204] Sadrazam burada
“İkindi” ve “Çarşamba” divanlarını toplar, yabancı elçileri ve ulakları kabul
ederdi.[205] Paşakapısı’ndaki görülecek işleri sadrazam kahyası düzenleyip sıraya
koymaktadır.[206]
Vezir-i Âzam yetki ve
sorumlulukları kullanırken diğer vezirlerle ve defterdarlarla müşâvere eder.[207] Bununla beraber defterdarların Mâliye’ye ait buyruldu’ları,
kazaskerlerin Şer-i şerif üzere görülmüş dâva hükümlerinin buyruldu’larını
Padişah adına tuğra çekerek yazmağa yetkileri vardı. Ancak başdefterdar mâli
işlerin yürütülmesinde bağımsız olsa bile Padişahın mutlak vekili olan vezir-i
âzam’la görüşmeye mecburdur. Kanun ve fermanların tescilinden sonra
muhafazasından sorumlu olan Nişancı’ya gönderilen düzeltmelere yalnızca
Sadrazam tuğra çekebilir,[208] 6000 akçeden küçük bazı tımarları Padişah’a arz etmeden verebilirdi.
Divân’ın toplandığı günlerde
topluca yenen yemeğin devamınca Enderun erkânı sadrazam’ın karşısında el pençe
divan dururlardı. Bu gösteri sadrazam açısından çok anlamlıdır. Zira Devletin
yönetiminde Padişah’a vekâleti sebebiyle kendisine tanınan yetkinin Topkapı
Sarayı Ortakapısı’nın ötesinde, yani “Enderûn”a ayak basınca hükmü kalmazdı.
Enderun’a girilince bütün hüküm ve nüfuz doğrudan doğruya Padişah’a ve kendi
“bendegân-ı hassa”sına aittir.
Elçi kabulleri sırasında
Rikâb-ı Hümâyûn ağalarının koltuklayarak Arz Odasına getirdikleri elçiye yer
öptürülür, getirdiği nâme o sırada vezirlerle birlikte Huzur’da hazır bulunan
sadrazam tarafından elinden alınarak tahtın yanına bırakılırdı. Daha sonra
sadrazam mektubu alır ve çevrilmiş sureti ile birlikte Padişah’a arz ederdi.
Sadrazam Payitaht’ın asayiş
ve ticaretinden de sorumludur. Belirli günlerde kol ile, ya da tebdil-i
kıyafetle denetime çıkar, narhları, Tersane’nin gelir ve harcamalarını
denetlerdi.
Fatih Sultan Mehmed
döneminden sonra vakıfların gözetimi de sadrazam’lara bırakılmıştır.[209] Sadrazam bu görevini reisülküttab aracılığıyla yürütürdü.
(1) Sadrazam’lık Alâmetleri
Sadrazamlık makamına mahsus
“mühr-i hümâyun, hıl’at-i vezâret, sarık, kılıç, tuğ” gbi bazı alâmetler
vardır.
n Mühr-i Hümâyûn
Yeni Padişahın cülûsu ile
birlikte eski sadrazamın görevi usulen sona ermiştir. Yeni sadrazam ise ancak
yeni Padişahın mühürüyle onun vekili olur ve görevine başlayabilirdi.
Padişah’ın sadrazam’da bulunan mühürünün eşine “hatem-i vekâlet” ya da “hatem-i
sadâret” denirdi.
Sadrazam, Padişahın mühürünü
ince zincire bağlı ve kese içinde boynuna asılı olarak koynunda taşırdı.
Böylece mühürün gece ve gündüz sadrazamın muhafazasında olduğu varsayılırdı.
Sadrazama saltanat mühürü
verilmesi onun “sahib-i mühür” lakabıyla anılmasına sebep olmuş, hatta sadrazamlık
isteyenler hakkında da “mühür arzusu” tabiri kullanılmıştır.
Mühr-i Hümâyûn’un ne şekilde
kullanılacağı Fatih Kanunnâmesi’nde belirtilmiştir.[210]
n Unvan
Önceleri sadrazam tek başına
ve “vezir” unvanını kullanmaktadır. Vezir sayısı artınca içlerinde Padişahın
vekili olana “veziriazam” denildi. Kanunî Sultan Süleyman döneminden itibaren
de Sadrazam olarak anıldılar. Sadrazamların unvanları Fatih Kanunnâmesi’nde
“sadr-ı âli”, “sâhib-i devlet”, “vekil-i mutlak”, “düstur-i ekrem”, “nizâm
ül-âlem”, “celis üs-saltanat”, “zât-ı asâfi” olarak geçer.
Her ne kadar vezirler ve
yüksek görevlilerin bulunduğu bir meclise başkanlık ediyorsa da vezir-i âzam’ı
meşrutî yönetimlerde hükûmeti temsil eden bir başbakan gibi de görmemek
gerekir. Sadrazam monarşik devlet reisinin yetkilerinin hemen hepsine sahip
olmasından ötürü meşrutî bir hükumetin başbakanından daha yetkili ve güçlüdür.
Kısacası sadrazam, Padişah’ın
devlet işlerini yürütmede kendine vekil olarak seçtiği ve resmen atadığı bir
görevlidir.
Buradaki “resmen” sözcüğü,
sadrazamın idarî ve hukukî tasarruflarında “vekâlet” kavramından doğacak bütün
vecibe ve sorumlulukları üslendiğini belirtmektedir. Aslında sadrazam’ın
yetkilerinin sınırı örfî hukuk ve saltanat geleneklerile belirlidir.
n Hil’at
Yeni seçilen sadrazama
Padişah’ın mühr-i hümâyûn’u teslim edilir, bu sırada omuzuna hil’at-ı fâhire
konulurdu. Sadrazam’ın Padişah’a ilk Arz’ında da biri “sâde”, öteki “ağır” iki
“sadâret kürkü” giydirilirdi. Galebe Divanı denilen yeniçerilere ulûfe dağıtımı
töreninin ardından, Padişahın sadrazam’a “âlâ samur kürk” ve “devir kürkü”
giydirmesi de kanundu.
Sadrazam serasker unvanıyla
sefere çıkacaksa İstanbul’dan hareketinden 40 gün evvel Huzur-i Hümâyûn’a kabul
olunurak biri sâde diğeri kürklü iki hil’at giydirilirdi.
n Kavuk
Sadrazamlar resmî başlık
olarak kallavî kavuk kullanırlardı. Bir buçuk karış yüksekliğinde piramit
biçiminde köşeli ve dilimli yapılarak alt bölümün ortasında baş girecek bir
yuva bırakılarak dış yüzey yumuşak keçe kaplanırdı. Ön kısmında soldan sağa ve
aşağıdan yukarı sırmalı şerit çekildiğinden “telli kavuk” da denirdi.
Bununla beraber sadrazamlar
ve vezirler, Padişahın giydiği mücevveze, selimî ve yusufî kavukları ve
sarıkları kullanabilirlerdi. Ancak döneminde yapılmış gravürlerde elçi
kabullerinde sadrazamların kallavî kavuk kullandıkları görülüyor.
Sadrazamlar “Serdar-ı Ekrem”
olarak sefere giderken, Dîvân’a başkanlık ederken, Başkent içinde teftişe
çıktıklarında, huzura girdiklerinde ve bayramların üçüncü günü Eyüp Sultan
ziyareti yaparken (Padişahların da giydikleri) “selimî kavuk” giyerlerdi.
n Pençe
Vezir-i âzamlarla vezirler,
eyaletlerdeki beylerbeyi ve sancakbeyleri resmî kâğıtlarda imza yerine “pençe”
denilen özel istifli bir işaret kullanılırlar. Ancak tuğra ile pençe’yi
karıştırmamak gerekir. Pençe, tuğra dışındaki çok özel formu olan bir yazılı
alâmete verilen isimdir. Pençelerin çok değişik biçimleri vardır. Aslında
bunlardan üç tuğ’lu ve beyze’li olanlar, tuğralara çok benzerler. Tuğralarla
aralarındaki en belirgin ayrılık, pençelerin tek beyze’li olmasıdır. Diğer
taraftan pençeler ferman, berat türü belgelerde olduğu gibi evrakın üst
ortasına değil, genellikle son kısmında yan tarafa ve yan olarak çekilirlerdi
n Sancak ve Tuğ
Osmanlı Devleti’nde yeniçeri
ortalarının ve topçu, humbaracı, süvari gibi askerî birliklerin, hatta
loncaların, esnaf kuruluşlarının günümüzde flama, bayrak gibi isimlerle anılan
alametleri vardı. Vezir ve beylerbeyilerine de rütbe alametleri olarak sancak
ve tuğ’lar verilmektedir. Örneğin sadrazamlara “Sancağ-ı Sebz” denilen yeşil
bayrak verilirdi. Ancak dört renkteki “Saltanat Sancakları” arasında da yeşil
sancak bulunmaktaydı. Böylece Sadrazam’a verilen yeşil renkli bayrak da bir
anlamda devletin temel rüknü arasında olduğunu belirliyordu.
Sefer öncesi Tuğ-i Hümâyûn
ihracı ile beraber, sadrazam da “Paşa Kapısı” denilen kendi konağının kapısı
önüne tuğlarından birini dikerdi. Bu tuğ dikildikten sonra Kubbealtında Divan
toplantıları yapılmaz, yalnızca sadrazam konağındaki İkindi Divanları toplanırdı.
Bununla beraber Sadrazam’ın tuğu Davutpaşa Sahrasına dikildikten sonra sadaret
kaymakamı başkanlığında Divan toplantıları başlardı.
Sadrazam eğer “Serdâr-ı
Ekrem” unvanı ile sefere çıkarsa yanına Saltanat Sancakları içinden en önemlisi
olan “Ak Sancak” ve yine Padişah tuğlarından altı tanesi verilirdi. Ordugâh
yerlerinde bu tuğlar Serdâr-ı Ekrem’in çadırının etrafına dizilirdi.
Kanunnâme’de[211] “Yaldızlı topaklar ile müzeyyen üç tuğ ve üç direkli çergi ve sâyeban
ve kandilli sokak istimâl etmek vüzerâ-yi izâm’a mahsustur” denilerek
seferlerde üç tuğ ve üç direkli çadır ve kandilli sokak yapılmasının
sadrazam’lara özel bir uygulama olduğu belirtilmiştir.
On yedinci asrın sonlarından
itibaren Padişah bizzat sefere gitmediği zamanlar, Serdar-ı Ekrem olan
sadrazam’ın tuğları savaş yerinde yeniçerilerin arkasında bulunur ve tuğ’un
dibinde de mehterhane ile beraber gedikli müteferrikalar ve onların arkasında
ise Sancak-ı Şerif ve daha sonra da Serdar-ı Ekrem dururdu.
n Mehterhâne
Sadrazam’ın dokuz, vezirlerin
de “yedi katlı mehter”leri vardı. Ancak Padişah mehterlerinde bulunan kösler,
sadrazam ve diğer vezirlerin mehterhanelerinde bulunmaz.
Kös, davul, nakkare, halile,
çevgan, nefir, zurna, boru, zil” gibi nefesli ve vurmalı çalgılar yer aldığı
tam bir mehter mehter takımının büyüklüğü takım hâlindeki sazların tekrarlayan
sayısına göre ölçülür. Örneğin herbir sazdan 12’şer aded bulunan Hünkâr Mehteri
“on iki katlı”dır. Bununla beraber Fatih Sultan Mehmed döneminde Mehterhane-i Hümâyûn
sonraki dönemlerin sadrazam mehterleri gibi dokuz kat olarak düzenlenmişti.
(2) “Serdâr-ı Ekrem”lik Pâyesi
Sefere Padişah gitmeyip de
Sadrazam giderse “Serdar-ı Ekrem” unvanını alır, askerî harekat sırasında vakit
kaybedilmesini önlemek amacıyla kendisine “icâzet-i küllî” denilen savaş açma,
savaşı bitirme dahil, bütün konularda Padişah adına re’sen karar vermesini
sağlayacak yetki verilirdi.
Sadrazam sefere Merkez
kalemlerini ve defterleri beraberinde götürürdü. Ordu-yi Hümâyûn’un geçtiği
yerlerde yanındaki vezirlerle divan kurup, kararlar alarak her türlü yönetim
sorunlarını düzenler, yönetimi denetler, gerekli gördüğü hallerde Padişah adına
tuğrası çekilmiş fermanlar da çıkarabilirdi.
Sadrazam İstanbul’dan
hareketinden 40 gün evvel Huzur-i Hümâyûn’a kabul olunur ve bir tören
yapılırdı. Bu törende Sadrazam’ın selîmi kavuğu üzerine iki kıt’a murassa’[212] toplu sorguç takılır, biri sâde diğeri kürklü iki hil’at
giydirildikten sonra Sancağ-ı Şerif’i hayır duaları ederek bizzat Padişah kendi
elleriyle teslim ederdi. Sadrazam da Sancağ-ı Şerifi omuzuna alıp
Babüssaade’den çıkarır sancakdar’a verirdi.
O günden itibaren Ordugâh
kurulur, bütün asker sınıflarının çadırları Sadrazam’ın otağının etrafına ve
tuğları da otağın önüne dikilirdi. Bundan 30 gün sonra sadrazam “âlây-i vâlâ”
ile Ordugâh’a çıkar, dua okunarak kurbanlar kesilirdi.
Sefer sırasında her menzilde
“Sancağ-ı Şerif” sadrazam’ın otağı önünde dikilirdi. Hududa gelindikte uygun
bir yerde ordugah kurulur, henüz orduya katılamamış olanların da gelmeleri
beklenir ve bu sırada askerî harekât planı hazırlanırdı. Ordugâh’a her yeni
katılan Sadrazam’ın onünde geçit resmi yaparak ”alay” gösterilirdi.
Osmanlılarda sefer sırasında
ve savaşların yönetiminde ordugâhların önemli bir yeri vardır. Sadrazam’ın
maiyyetindeki askerî erkân bir harb kurulu oluştururlar, gereğinde sadrazam’ın
otağında toplanarak müzakere ve savaş işleri hakkında karar alırlardı. Bu kurul
gerek görüldükçe “at üstünde” bile toplanır, tecrübeli komutanlar da
çağırılarak reyleri alınırdı.
Serdar-ı Ekrem’le beraber
Divân-ı Hümâyûn üyeleri olan kubbealtı vezirleri diğer görevliler de sefere
katıldığından, özellikle askeri ağırlıklı kararlar ve atama işlemleri Ordu-yı
Hümâyûn karargâhında yapılır, bu sırada “ordu”, “ordu rüus” ve “ordu şikâyet”
defterleri tutulur, ordugâh’ta da toplantı ve divanlar düzenlenirdi. Ancak
Divân-ı Hümâyûn Padişah nerede ise orada kurulduğundan İstanbul’da Sadaret
Kaymakamı başkanlığında toplanırdı.
Bütün bu geniş yetkilerine
rağmen Serdar-ı Ekrem “Davet Hattı” denilen Padişah fermanı olmadan , örneğin
“kışlamak” için bile olsa seferden kendi kararıyla geri dönemezdi.
(3) Sadâret Kaymakamlığı
Padişahın mühürü Sadrazamı
kendine vekil seçtiğini gösterdiği gibi, sadrazamın mühürü de bir kubbe
vezirinin sadrazamın vekili olarak görevlendirildiğini gösterirdi.
Sadrazamın devlet işlerinde
kullanılmak üzere iki mühürü daha vardı. Bunlardan biri resmi, öteki şahsi
mührüdür. Sadrazam resmi mührünü, serdar-ı ekrem sıfatiyle sefere gittiği zaman
kendisine vekâleten “Rikâb-ı Hümâyûn kaymakamı” olarak bıraktığı “vezir-i
sânî”ye teslim ederdi. Böylece Sadrazam kendi yerine vekil olarak bıraktığı
“sadâret kaim-i makamı”na bizzat Padişah “Olur”unu gerektirmeyen pek çok
maslahat hakkında kısmî yetki devri yapmış olurdu.
Sadrazam’ın tuğu Davutpaşa
sahrasına dikildikten sonra sadaret kaymakamı tayin edilen vezir, Divân-i
Hümâyûn’u toplar, ancak ikinci derecede işlerin çözümü ile uğraşırdı.
Sadrazamla birlikte sefere
çıkan bütün devlet erkânı da kendilerini temsilen İstanbul’da birer vekil ve
yanında yeterince kâtipler bırakırlardı. Örneğin defterdar’ın İstanbul’da
bulunan vekiline “Rikâb-ı Hümâyûn defterdarı” ya da kısaca “Rikâb defterdarı”,
reisülküttab’ın vekiline de “Rikâb reisi” denilirdi.
(4) Sadrazam’ın Gelir ve Giderleri
Sadrazam’lara yıllık 7 ,5
milyon akçe getiren 15 adet has verildiği gibi[213] , Rikâb-ı
Hümâyûn’a gelen haraç ve pişkeşlerden de hisse verilirdi.[214] Sadrazamlar
yalnızca haslar’ından yılda dört, beş yüz kese[215] gelmektedir.
Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman vakıflarının
idareleri de sadrazamlar uhdesinde olduğundan masraf çıktıktan sonra bunlardan
da 100 veya 200 kese gelirdi. Vüzera tevcihatı ve özellikle Eflak ve Buğdan
Voyvodalıklarının değiştirilmesi münasebetiyle ve Mısır, Halep ve Şam valileri
tarafından gönderilen pişkeş ve hediyelerle 20 bin keseye ulaşırdı.
Sadrazam’lara yıllık 150 bin
akça tekaüdiye maaşı tahsis olunması ve sadrazam oğullarının yevmiye 60 akça
ile müteferrika olmaları da kanun gereği idi. [216]
Bununla beraber sadrazamların
masrafları da pek fazladır. Örneğin serdar-ı ekrem pâyesiyle savaşa gönderilen
sadrazam’a yaptığı masraftan dolayı hesap sorulmazdı. Bununla beraber seferin
uzaması hâlinde, Ordu-yi Hümâyûn’un masraflarını sadrazamlar kendi keselerinden
karşılamışlardır.[217]
Diğer taraftan bayramlarda ve
Nevruz’da Padişah’a hediye vermeleri kanundur. Kalabalık mâiyetleriyle Bâb-ı
Fetva’ya, Tersane’ye ve yangınlara gittiklerinde veyahut tebdîl olarak denetime
çıktıkça avuç avuç altın dağıtmaları da âdetti. 300-500 kişi tutan kapı
halkına; âmedî, mektubî, teşrifatî ve kethüda kalemleri hülefasına da kendi
kilerinden tayinat vermektedirler. Dolasıyla şehid, katl, azil gibi bir olay
sebebiyle ya da tekâüden (emekli olarak) görevlerinden ayrıldıklarında
aralarında borçlu kalanları bile olurdu.
b. Vezir’ler
Vezirler atanırken, sadrazam
ve Padişah huzuruna girişlerinde Teşrifat-ı Kadime kuralları uygulanırdı.
Vezirliğe ilk atananlar Padişahın yanına Arz’a girdiğinde “hassü’l-has” denilen
sâde, gösterişsiz bir hil’at giydirilir, kürk giydirilmezdi.
Bir vezir hakkında “halka
zulüm” yaptığından dolayı şikayet olmuşsa ya da başarısız iseler kendisinden
önce unvanı kaldırılır, vezaret alameti olan tuğ ve sancağı ile beraber
görevden alınırdı.
Ancak vezirler halka
yaptıkları zulüm sebebiyle gerekli görülüyorsa bir hey’et huzurunda yargılanır
ve ceza da görürlerdi. Bu bağlamda bazan rütbeleri tenzil edilip, taşrada
hizmetin (kapıya çıkma) ilk rütbesi olan “kapıcıbaşılık” ile belli bir yere
sürgün edilirlerdi. Eğer haklarında idam cezası verilirse kendilerine saygı
gösterilir, hakaret edilemezdi.
n “Vezir”lik Alâmetleri
On beşinci yüzyıl sonrasında
Osmanlı devletinde, tuğlar üst düzey yöneticilerinin rütbe ve yetkilerinin
simgelemek için kullanılmaktadır. Bu bağlamda Osmanlı Devleti’nde Yeniçeri
Ortalarının ve topçu, humbaracı, süvari gibi askerî birliklerin, hatta
loncaların, esnaf kuruluşlarının günümüzde flama, bayrak gibi isimlerle anılan
alametleri vardı. Vezir ve beylerbeyilerine de rütbe alametleri olarak tuğ ve
sancak verilmektedir.
Sancakbeyleri’ne,
sekbanbaşı’na, Kapıkulu Süvâri Bölük ağaları’na, Cebeci ve Topçu Ocakları’na,
kazasker’lere 1’er; beylerbeyleri’ne, şeyhülislâm’lara, Erdel Kıralı’na, Eflâk
ve Buğdan voyvodaları’na 2’şer; vezir’lere 3’er, serasker’lere 4’er,
vezirazam’lara 5’er tuğ verilirdi. Vezirlerin sancakları kırmızı ve
beylerbeyilerin kızıl renkli olurdu.
Sefer öncesi Tuğ-i Hümâyûn
ihracı ile beraber, sefere katılacak vezirler kendi konaklarının kapısı önüne
tuğlarından birini dikerdi.
Diğer taraftan rütbe ve görev
alâmeti (simgesi) sayılan tuğlar “Mîr-i Alem” denilen görevli tarafından tuğ
sayısı ve görev gelirine göre “tuğ câizesi” adıyla Hazine’ye alınan harç
karşılığında verilirdi. Bunlar arasında azil edilenler ve vefat edenlerin tuğ
ve sancakları geri alınırdı. Görev’lerini kaybedenler eğer rütbeleri de
ellerinden alınmamışsa tuğlar da geriye alınmazdı.
Vezirlerin de yedi katlı
mehterleri vardı. Ancak Padişah mehterlerinde bulunan kösler, vezirlerin
mehterhanelerinde bulunmazdı.
Böylece sadrazam’lara verilen
“tuğ, sancak, hil’at, mehter” gibi alâmetlerin daha küçük ölçüde ya da daha az
sayıda da olsa vezirlerde de bulunduğu görülüyor.
(1) Kubbe Vezirleri
Devletin ilk dönemlerinde en
üst düzey görevlisi olarak tek bir vezir vardı. Zamanla Vezir sayısı arttı.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde Divan-ı Hümâyûn’ da vezir-i âzamdan başka
ikinci vezir, üçüncü vezir olarak sıralanan yedi vezir görevli bulunuyordu.[218]
Vezir-i âzam Padişahla
beraber, ya da serasker olarak onun yerine sefere çıktığı zamanlarda vezir-i
sâni “sadaret kaymakamı” sıfatiyle Kubbealtı’nda kalıyor, diğer vezirler
genellikle harbe katılıyorlardı. Sonraları sadrazam’ın “serdâr-ı ekrem” olarak
çıkmadığı seferlere vezir-i sâni (ya da bir başka Kubbe veziri) “serdar” (ya da
serasker) unvaniyle yönetiyordu.
Divan-ı Hümayun’da gerekli
görülen hâllerde, sadrazam’ın izniyle Kubbe vezirleri tuğra çekerek Nişancı’ya
yardım ederlerdi. Dolayısıyla Kubbe veziri olarak fermanı çıkanların “tuğra”
meşk eylemeleri de gerekiyordu.
Bununla beraber On sekizinci
yüzyılın başlarında Divan-ı Hümâyun’un hemen bütün işleri Paşakapısı’nda
görülmeğe başlanmış olduğundan Kubbe vezirleri’nin sayıları başlangıçtaki gibi
sembolik olarak bire inmiş ve yüzyılın ikinci çeyreği başladıktan sonra [219] Kubbe veziri atanmamıştır.
n Serdârlık Pâyesi
Bazı seferlere “serdar” (veya
serasker) pâyesiyle vezir-i sâni ya da Kubbe vezirleri arasından bir diğeri,
beraberine saltanat sancaklarından biri katılarak ve emrine yeterince Kapıkulu
askeri yeniçeri, cebeci, topçu ve süvari verilerek gönderilirdi.
“Serdar” lık pâyesi verilen
vezir sefere çıkmadan önce Padişah tarafından kabul edilerek kendisine
“Serdarlık Fermanı” verilirdi. Bu merasim sırasında (sadrazama, “serdar-ı
ekrem” pâyesi verilirken yapıldığı gibi) vezir’in sarığına sorguç takılmaz.
Ancak kendisine “sefer hil’atı” denilen serasere kaplı samur kürk giydirilir ve
Has Ahır’lardan at verilir. Şevk ve gayretini artırmak için daha sonra da kürk,
sorguç, kılıç (veya hançer) gönderilirdi.
Diğer taraftan serdar olan
vezir sefer sırasında menzillerde kurulan Ordugâh’ta kendi çadırında Divan
kurar, dava dinler. Bu Divan’da karar vermek üzere, maiyyetinde getirdiği
defterdar (veya mâliye hâcegânından bir kâtib) malî konulara bakar, kendi
tezkireci’si de reis-ül-küttab vazifesini üslenirdi.
Serdar yapılan vezir’in gerek
kendi maiyyetindeki görevlilerin azil ve tayini hususunda, gerekse geçtiği
mıntakalardaki devlet görevlileri hakkında “tevcihat” yetkisi vardır. Bu
bağlamda serdarlara da “beyaz” (yani baş tarafına Padişah tuğrası çekilmiş boş
ve yazısız) ahkâm kağıtları ya da beyaz’a “tuğra çekme” izni verilirdi.
Buradan da anlaşılıyor ki,
(sefer dönüşü sadrazam’a gerekçelerini kabul ettirmek şartıyla) serdarların
“idam cezası” vermek ya da önemli konularda hatta gerekirse devlet adına
kararlar almak yetkisi vardı. Böylece sefer durumundaki Ordu karargâhında
Merkez Teşkilâtı’nın küçük bir örneği kurulmuş olmakta ve geçilen güzergâh
üzerinde ve fethedilen yerlerde bir anlamda devletin varlığı
hissettirilmektedir. Sefer’den döndükten sonra “Serdar-Vezir”in uygulama ve
atamaları sadrazam tarafından onaylanırsa kabul olunurdu.
Eğer aynı zamanda iki yerde
sefer varsa Padişah’a (veya kendi bizzat sefere gitmediği zamanlar serdar-ı
ekrem tayin olunan sadrazam’a) “Ak Sancak”, diğer cepheye serdar tayin edilen
vezire de “Yeşil Sancak” verilirdi.
Diğer taraftan “Serdar”
pâyesi verilen vezirin tuğ sayısı da arttırılarak dörde yükseltilirdi.
(2) “Haric” Vezirler
Vezirlik başlangıçta
eyâletleri yöneten beylerbeyi’ler arasında çok başarılı olanlara verilmekteydi.
Bu da zamanla kubbenişin vezirlerin sayılarını arttırdı[220] Dolayısıyla
sayıyı azaltmak için (önceleri Mısır, Budin, Yemen, Bağdad gibi mühim
eyâletlere) yönetici olarak Merkez’den Kubbe veziri gönderilmeye başlandı.[221]
Hudud eyâletlerine gönderilen
vezirlere bazan tuğrası çekilmiş boş “ahkâm” kağıtları veya vezirlerin
kendisine fermanla tuğra çekme yetkisi verilerek işlerin gecikmeden çözülmesi
istenirdi. Ancak vezirler Payitaht’a dönüşlerinde kullandıkları bu yetkinin
hesabını sadrazam’a vermek zorundaydılar. Bununla beraber özellikle dış
vezirlerin sayıları çoğaldığından bu uygulamanın denetimi de iyice zorlaştı.
Bundan dolayı da vezirlerin Padişah adına ferman yazmak yetkileri kaldırıldı.[222]
Ancak daha sonra Divan-ı
Hümayun dışından da “vezir pâyesi”yle yöneticiler tayin edildi. Hatta kaptan
paşa, defterdar ve nişancı gibi erkân’a da vezirlik pâyesi verildi. Böylece bir
yandan vezir sayısı iyice artarken, diğer taraftan da başlangıçta rütbe olan
Kubbe vezirliği mansıb’a dönüşmüş ve hâriç vezirlikler ise bir pâye haline
getirilmiş oldu.[223] Başka bir deyişle vezirlik bazan rütbe, bazan mansıb ve bazan da
kıdem, başarı gibi özellikleri dikkate alınan bir şahsa tahsis olunmuş pâye
olarak gözüküyor.
(3) Vezir’in Masrafları
Çağının gerekleri vezirlerin
yaptırım kudretlerini, besledikleri “kapı halkı”nın büyüklüğü ile doğal olarak
orantılı kılmaktadır. Nitekim güçlü görünmek isteyen vezirlerin ihtişam ve
şaşa’aları, belirli oranda küçültülmüş olsalar bile, Padişah’ı
anımsatmaktadırlar. Örneğin Osmanlı Devleti’nin Taşra teşkilatı Divan’ı ile,
vezirin kapı halkı ve yerli kulu askeriyle Merkez teşkilatının küçük bir modeli
gibi yürütülmektedir. Eyâletleri yöneten vezirlerin ihtişamı, ülkemizde görevli
bulunan yabancı ülkelerin elçilerini de etkilemiştir. Öyle ki kimi vezirlerin
alaylarını ilk kez gördüklerinde onları Padişah sanmışlardır.[224] Üstelik doğal olarak bu özellikten etkilenmiş olan Osmanlı toplumu da
vezirlerin kudretini, onların şahsî zenginliği ile yeterince bağlantılı
görmektedir.
Diğer taraftan vezirlerin
atanmaları sırasında Padişah’a ve sadrazam’a pişkeş’ler, câize’ler sunması ve
daha sonrasında gelen bazı masrafları üslenmeleri de vezirlerin şahsî
zenginliklerini gerektirmektedir.
Ancak bazı kültürel ve
yönetsel gerekliliklerle âdeta zorunlu sayılabilecek bu ihtişamın bedeli
meselesi vardır. Başka bir deyişle bu ekonomik sistem devlete ve topluma zarar
vermeden işlemelidir. Dolayısıyla vezirler kendilerine görev karşılığı verilmiş
has’ların hiç de azımsanamayacak[225] gelirleriyle yine çok yüksek
düzeyde olan masraflarını karşılamak zorundadırlar. Ancak çoğu kez gelirlerinin
giderlerini karşılayamadığı görülüyor.[226]
(a) Giderler
Vezir’ler, devlet
teşkilatında sadrazam’dan sonra gelen en yüksek rütbeli görevlilerdir. Vezir
olmak için kuramsal olarak kıdem ve dirâyet esastır. Başka bir deyişle vezirlik
pâyesini hak edecek görev düzeylerine gelinceye kadar hizmette eskimek ve
başarısını ve ehliyetini ispat etmek gerekir. Ancak bu kadarı da yeterli
değildir. Zira vezirlik, gerek “usûl, erkân, örf-âdet”e ve gerekse yasal olarak
bazı zorunlu harcamaları da beraberinde getirdiğinden vezirlik pâyesi yeterince
zengin olmayı da gerektirmektedir.
n Pişkeş’ler, Câize’ler ve Rüsum’lar
“Vezaret fermanı” verilerek
Kubbe veziri yapılan beylerbeyiler ya da haric vezirlikten Kubbe vezirliğine
getirilenler, en önce Padişah’a “on iki kat pişkeş” çekmeleri kanundu.[227] Ancak bütün masraf bu kadarla bitmiyordu. Yeni vezir olan örneğin
sadrazam, sadrazam kethüdası, reis ül-küttab, nişancı, çavuşbaşı, emir-i alem,
birinci, ikinci tezkireci’ler, mektupcu, kâtip, beylikci ve amedci efendiler,
mektupcu ser halifesi ve katibi, sadrazam’ın adamları ve teşrifatçı ile
maiyyeti gibi devlet erkân ve ricâli ile maiyetlerine “câize” adıyla bir takım
hediyeler verdikten sonra ve ortalama 100-150 kese akçe kadar tutan çeşitli
“rüsum” ödemek zorundadır. Aslında bu ikinciler Padişah’a verilen pişkeş’i kat,
kat aşmaktaydı.[228]
n Kalıcı Kapı Halkı
Vezirler Padişah’ı temsilen görevlenlendirildikleri
vâliliklerde kapı halkı denilen çok geniş bir hizmetliler kadrosu bulundurmak
zorundaydılar. Böylece bir yandan yerli ahali içinde psikolojik anlamda itibar
sağlarken[229] diğer taraftan da “eşraf” ve “âyan”ın yerel otoritesinin üstünde bir
kuvvet kazanmış olmaktaydılar.
Vezir çevresinde “silahtar
ağa, çuhadarağa, selamağası, anahtar ağası, mühürdar ağa, imrahor ağa, kiler
ağası, kavasbaşı, delibaşı, saraçbaşı, kürkçübaşı, başsilahşor ağa, vekilharç,
aşcı” gibi “vezir içağaları”ndan oluşan kendi “enderun halkı” ile, “imam,
müezzinbaşı, kaptan ağası, şamdan ağası, peşkir ağası, rahtvan ağası, macun
ağası, berberbaşı, makramacıbaşı, seccadecibaşı, ibriktar ağa, hazinedarbaşı,
duhancıbaşı, cündibaşı, dilsizler, vekilharc ağa, mehterler” gibi “vezir
dışağaları”ndan oluşan “birun halkı” birlikte vezir’in kalabalık[230] ve “devamlı kapı halkı”nı[231] meydana getirirlerdi.[232] Vezir’in bütün bu kapı halkını beslemeğe yetecek geliri bulunması da
gerekirdi.
n Geçici Kapı Halkı
Hariç vezirler atandıkları
eyâlete çevrelerinde en az 600 atlı ile[233] azamet ve debdebe ile, maddî
servetini gösterek girmek zorundaydı.
Üstelik haric bir vezir,
çevresinde kapı halkı denilen bu kalabalığı beslemek ve başka bir eyâlete
atanınca birlikte götürmek zorundadır. Diğer taraftan eğer görevden alınırsa
yeniden atanmasının mümkün olabileceğini hesaplayarak kapı halkının tamamını
değil, yalnızca resmî görevliler ve silahlı bölümünü dağıtırdı.
n İstikbal ve Teşyi Masrafları
Diğer taraftan atandığı
eyâlete giden bir veziri yolda uğradığı eyaletlerin valileri eyalet hududunda
karşılar ve bir kaç gün misafir ettikten sonra yine eyâlet hududuna kadar
geçirir. Bu “istikbal, teşyi ve misafirlik”ler sırasında örf ve âdet gereği
kendisine ve tüm kapı halkına hizmette bulunanlara hediyye ve bahşiş dağıtması
gerekir. Dolayısıyla bir vezirin görev yeri sık sık değişirse bu tür masraflar
onu büyük borç altına sokardı.
(b) Gelirler
Vezirlerin yılda ortalama bir
buçuk milyon akçe mertebesinde geliri olan “havass-ı vüzera” denilen hasları
vardır. Bu has’lar görevle bağlıdır. Görevden ayrılanların has’ları ellerinden
alınır. Çağdaş deyimlerle “maaş” niteliğinde olduklarından toprağa bağlı
hasların gelirleri ile birlikte başka gelirleri de kapsar.
Onsekizinci yüzyıla kadar
emekli edilen vezirlere hizmetlerinin karşılığı olarak kendilerine tahsis
olunan hasların gelirleri verilirdi. Haslar bazan değişik yerlerde olurdu. Bu
gelirler Fatih Sultan Mehmed Kanunnamesi’nde yıllık bir milyon ile bir milyon
iki yüz bin akçe arasında olarak belirlenmiş ise de daha sonraki yüzyıllarda
değişen para rayicine göre arttırılmıştır. Bu gelir hass’ın arazisinden elde
edilen yıllık hasılatın öşrü ve toplanması gereken vergilerdir. Ancak tımar
usulünün gereği olarak vezir, hassın her beş bin akçesi için sefere bir cebeli
asker götürmeğe mecburdu. Daha sonraları vezirlere has tahsis etmek yerine,
atandıkları eyâlet’de sulh zamanlarında “imdâdiyye-i hazariyye” ve savaş
zamanlarında da “imdâdiyye-i seferiyye” denilen bir vergi geliri tahsis
edilmiştir.
Nitekim On sekizinci yüzyılda
vezirlerin dirlikleri kaldırılarak kendilerine “ber vech-i muhassıllık” adıyla
yerel gelirlerden tahsisat (maaş) bağlandı. Bazı vilayetlerdeki vezirlerde
muhassıllık yetkisi bulunduğundan Hazine’ye ait gelirlerin iltizamını aldılar.
Hazine’ye ait varidatı ödedikten sonra eyâletteki bütün öşür ve resimleri
iltizama verip Hazine’nin hakkını çıkardıktan sonra kendisine de önemli
miktarda para kalırdı.[234]
Gerek yaşı açısından gerekse
idarî ve askerî yetersizliği sebebiyle işe yaramıyacak durumda olan veya gazaba
uğrayan vezir emekli edilirdi. Ancak vezirlerin 6 (hatta 10-12) yük akçe ile
“tekaüt” (emekli) edilmeleri konusu Kanunnâme’de yazılıdır. Kendisine belirli
bir mahallin mukataasından aylık olarak belirli bir maaş ya da yıllık ortalama
60 000 akçe arpalık* verilirdi.
Eğer vezir sayısı iyice artar
ve karşılığında mansıplar azalırsa, bir kısım vezirler de zorunlu olarak emekli
edilirlerdi. Ancak aralarından yeniden hizmete alınmaları gerekecek bazı
vezirlere “bervech-i arpalık” kaydiyle belirli bir has geliri verilip, bir tür
beklemeye alınırlardı.
- EK TABLO: 1
On Yedinci Yüzyıl Sonlarında
Bir Osmanlı Valisinin Yıllık Gelir ve Gideri
GELİR
BÖLÜMLERİ |
ESEDÎ
KURUŞ |
YÜZDE
(%) |
l.
Adalet işlevi île İlgili |
28.354,50 |
22,9 |
II.
Tahviller |
8.052,50 |
6,5 |
III.
Aylık ve Kalemiyeler |
36.885,50 |
29,8 |
VI.
Haslardan |
11.114.- |
9,0 |
V.
Gümrük |
1.765,50 |
1,4 |
VI.
Eyalet içinden |
6.881.- |
5,6 |
VII,
Şehir Gelirleri |
13.849,50 |
11,2 |
VIII.
Satışlar |
7.359.- |
6,1 |
XI.
Alacak Tahsili |
5.400.- |
4,4 |
X.
Diğer Gelirler |
3.758,50 |
3,0 |
TOPLAM |
123.600.- |
99,9 |
GİDER
BÖLÜMLERİ |
ESEDÎ
KURUŞ |
YÜZDE
(%) |
l.
Merkeze gönderilen |
46.350.- |
36,0 |
II.
Kapı Kethüdası |
11.054.- |
8,6 |
III.
Kişisel Masraflar |
4.000,50 |
3,1 |
IV.
Vekilharç/Yiyecek |
4.000,50 |
16,7 |
V.
Kapı Giderleri |
13.385,75 |
10,4 |
VI.
Kapı Halkına Masraf |
2.316.- |
1,8 |
VII.
Ulufeler |
16.362,50 |
12,7 |
IX.
Bahşiş, v.b. |
4.498.- |
3,5 |
X.
Diğer Giderler |
2.293.- |
1,8 |
TOPLAM |
128.738,25 |
100,0 |
Bir esedî kuruş 120-130
akçedir. (Kunt, s.26)
c. İlmiye Tariki (İlmiye Görevlileri)
Medreselerde öğrenim ve
eğitiminin yaptırılması, dinî hizmetler ve yargı mekanizmasının işletilmesi
İlmiyye teşkilatı tarafından sağlandığından İlmiye Tariki de kendi içinde
“Tarik-i Tedris (öğretim)” ve “Tarik-i Kaza (yargı)” olarak ikiye ayrılmıştı.
Tedris ile Kaza arasında tarik değiştirmek her aşamada mümkündü. Terfih sırası
gelen müderrisler mevleviyete geçebilirler, kaza tarikindeki en az bir yıl
sürecek hizmet süreleri sonunda yeniden müderrisliğe dönebilirlerdi.
İlmiye tarikinin başında
“şeyhülislam” bulunur. Şer’î hukuk sistemi içinde ve onun bir parçası olmakla
beraber ondan bağımsız bir de “İftâ” (fetvâ) kurumu bulunmaktadır.
İftâ müessesesinin görevi,
şer’î sorunların hukuken çözümlenmesini için İslam Hukuku kriterlerine dayanan
yorumlar yapılarak geçerli yolları belirlemektir. “Kazâ” ise şer’î kurallara
(ve örfî yasalara) dayanan hükümlerin oluşturulması demek olan yargılama’yı
ifade eder.
Bu yargı sistemi içinde
şeyhülislam iftâ müessesesinin de başıdır.
Böylece İlmiye tariki içinde
ortaya çıkan bu üç silk içinde yer alanların terfihleri belirli bir bürokratik
hiyerarşiye göre yapılmaktadır.
Padişah’a imamlık eden
önceleri iki, daha sonra üç hünkar imamı[236] ile “Huzur
dersleri”ni veren ve “mukarrir” denilen müderrisler İlmiye sınıfından[237] seçilirdi.
İlmiyye sınıfı şeyhülislam,
Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, İstanbul ve diğer büyük vilayet kadılıkları ile
devletin en yüksek ricaline sahipti. Eyâlet ve sancak kadılıkları, nâib’ler ve
müftilerle memleketin her köşesine yayılmış teşkilatı vardı. Ayrıca tarikat şeyhleri
ve Hz. Muhammed’in soyundan geldiği kabul edilen ve İlmiyeden bir molla’nın
“nakib ül-eşraf”[238] pâyesiyle reis’lik yaptığı seyyid ve şerifler de İlmiye zümresine
dahildi.
Şeyhülislâmların yevmiyesi
önceleri 100 akçe iken Sultan II. Bayezid devrinde 150 akçe’ye, Kanûnî Sultan
Süleyman zamanında 600’ akçeye çıkanlmıştır.
İlmiye zümresinin alt
tabakalarında ücretlerini çeşitli vakıflardan alan binlerce kişi (günümüzde din
görevlisi hizmetini gören) “hademe-i vakf” sınıfını oluşturuyordu. On altıncı
yüzyılın ikinci yarısında imamlar 2-15 akçe, müezzinler 2-7 akçe, hatipler 2-30
akçe arasında yevmiye almaktaydı. Diğer İlmiye sınıfı üyeleri günlük 1-5
akçelik ücretle türbe ve mezarlıklara bakarlar, ölüler için dua okurlardı.
Tekke, zâviye veya
hânikahlarında, Nakşîlik, Bektaşîlik, Kadirîlik, Mevlevîlik gibi çeşitli
tarikatların tasavvufî dünya görüşünü uygulamalı olarak öğreten şeyhlere ise
genellikle 8-30 akçe arasında yevmiye verilirdi.
(1) Silk-i Tedris (Öğretim Görevlileri)
Medrese’den yeni icâzet
alanlar medreselerde müderrislik veya kadılık yolunu seçerek mesleklerine
başlayabilirlerdi. Aslında boş’ta olup da yeni bir göreve atanmak için
“mülâzemet” denilen bir bekleme devresi geçirenlerle birlikte isimlerini
“matlab defterleri”ne yazdırıp ve haftada bir kez “ictima”lara katılarak bu
defteri mühürlemeleri gerekiyordu. Bir süre hizmetten sonra müderrislik’ten
kadılığa geçmek, ya da aksini yapmak isteyenler için de aynı sürec uygulanmakta
ve yeni görevlerine atanmak için beklemeleri gerekmektedir.
(a) Müderrislik
Müderrislik, “Kibâr-ı
müderrisîn” ve “müderrislik” olmak üzere iki sınıfa ayrılabilir. Ancak
uygulamada Tarik-i Tedris’te on iki derece yer almaktadır:
1- İbtidâ-yi Hâric, 2-
Hareket-i Hâric, 3- İbtidâ-yi Dâhil, 4- Hareket-i Dâhil, 5- Musile-i Sahn, 6-
Sahn-ı Seman, 7- İbtidâ-yi Altmışlı, 8- Hareket-i Altmışlı, 9- Musile-i
Süleymaniyye, 10-Havâmis-i Süleymaniyye, 11- Süleymaniyye, 12- Dar ül-Hadis.
Bunların birinci ve ikinci
sıradakileri ilk öğretim, üçüncü ve dördüncü sıradakiler orta tahsil, beşi ile
onuncu arasındakiler yüksek tahsil derecesindedir. Ancak on ikincisi en yüksek
mertebe olan Dar ül-hadis’tir. Dar ül-hadis müderrisi diğer müderrislerin
üstünde ve hepsini reisleri sayılırdı.
Medreseler, müderrislerin
günlük ücretlerine göre de derecelere ayrılmıştı. Bu derecelenme, okutulan
derslere ve müderrislerinin yevmiye gelirlerine göre belirlenirdi. Örneğin
muallimler 3-10 akçe, kalfa (veya halife) denilen yardımcısı ise 2-3 akçe
yevmiye alırdı.
Sırası gelen stajyer seviyesindeki
dânişmend, önce 20 akçelik yevmiye ile müderrisliğe başlamaktadır. Müderrisler
için 20-25 akçe gündelikli haric medreseleri müderrisliklerinden[239] başlayıp 100 akçe gündelikli Darülhadis müderrisliğine kadar yükselen
medrese aşamaları rütbe kabul edilmişti.
Meslek hayatı boyunca her
aşama için bekleme sürelerini tamamlayarak yevmiye gelirleri 30, 40 veya 50
akçe olan “Otuzlu, Kırklı, Ellili” denilen medreselere ve nihayet “Sahn-ı
Semân”[240] ve “Sahn-ı Süleymâniye” gibi 60 akçe yevmiyeli “Altmışlı medrese”lere
hatta 100 akçe gündelikli Süleymâniye “Darülhadis” müderrisliğine atanması [241]
mümkündür.
Müderrislerin yıllık
gelirleri “Yirmili Medrese”de[242] 7.000 akçe, “Altmışlı Medrese”de
21.000 akçe’dir. Dolayısıyla yeni başlayan müderrislerin timar beyleri kadar,
“altmışlı müderrisleri”nin ise gelirleri en alt seviyedeki zeâmet sahipleri
kadar yıllık gelirleri vardır.
Müderrislerin toplum içindeki
itibarları büyüktür. Dolayısıyla daha büyük gelirleri olan makamlara, örneğin
eyâletlerde kadı, nişancı, defterdar gibi görevlere tayin ediliyorlardı.
Altmışlı Medrese müderrisleri yevmiye 500 akçe geliri olan Mekke, Medine,
Kudüs, Şam, Halep, Kahire, Edirne ve Bursa kadılıklarına geçebiliyorlardı.[243] Bu şehirlerin kadıları rütbe itibariyle sancakbeyinin üstündedir. Hele
Süleymaniye medreselerinin altmışlı müderrisleri İstanbul Kadısı yahut Anadolu
veya Rumeli Kazaskeri olabilirlerdi.[244]
Müderrislerin teşrifatça olan
mevkileri kanunla belirlenmiştir. Fatih Kanunnâmesi Sahn mollalarını
Mevleviyyet makamında saymakta ve Sancakbeylerinin üstünde tutmaktadır.[245]
Elli akçeli müderris’in,
«reis-ül-küttab» ve «defter emini»’nin üstünde oturmak yetkisi vardı.[246] Sahn müderrislerinin beş yüz akçe ile kadı olacakları da Fatih
Kanunnâmesi’nde yazılıdır.
Tevkiî Kanunnâmesi’nde
“müderrislerin biribirlerinin üstünde oturmaları meslekteki kıdemlerine bağlı
olduğu” yazılıdır.[247] Müderrislerin teşrifatça olan mertebeleri hakkında ise daha fazla
ayrıntı vardır. Buna göre «Süleymaniyye müderrisleri Musila-i Süleymaniyye
müderrislerine, Musila-i Süleymaniyye müderrisleri Altmışlı müderrislere,
Altmışlı müderrisler Sahn müderrislerine, Musila-i Sahn müderrisleri Dahil
müderrislerine, Dahil müderrisleri Hariç müderrislerine takaddüm eder»di.
Diğer taraftan Haric
medreselerinin müderrisleri kasaba kadılarının önündedir. Bununla beraber
öncelik tamamen bağımsız değildir. Karşılaştırılırken ilim ve irfan, kişilik ve
kıdeme bakılır. Tanınmış bir kasaba kadısı sıradan Hariç müderrislerinin önüne
geçirilirdi.[248]
(b) Hekimbaşılık
İlmiye sınıfından olan[249] Hekimbaşı ülkenin en tanınmış, en bilgili hekimi olarak seçilirdi.
Aslî görevi Padişah’ın özel hekimi olarak sağlığını korumaktı. Bu sebeple
örneğin yemekler sırasında olduğu gibi sık, sık Padişah’la beraber bulunurdu.
Padişah Saray’dan ayrıldığında alaya hekimbaşı da katılırdı. Padişah’la
birlikte sefere de çıkar ve kendisine “menzil tayinatı” adıyla yüksek bir
tahsisat verilirdi.
Padişahlar hekimbaşılarla
özel görüşme yapmak istediklerinde, onlara gönderdikleri davet yazıları samimî
, hatta saygılı denecek “Hazık hekimlerin simgesi; bilgin hekimlerin en hazıki;
Zaman’ın Kalinus’u; Devrin Hippokrates’i; ruhların ve bedenlerin tarihini
yazan; hastalıkları ve dertleri yok eden; Yüce Allah’ın yardımı bağışlanmış
olan; Kapımızda Hekimbaşı olan ...... becerileri sürekli olsun..”[250] biçimindeki ifadeler kapsayan “elkab”la başlardı. Diğer erkân ve ricâl
de hekimbaşılara karşı çok saygılıdırlar.
Diğer taraftan Hekimbaşılar
“seretıbbâ-i Hassa” olarak “Etibbâ-i Hassa” denilen Saray hekimleri’nin, “reis
ül-etibbâ” unvanı ile de tüm sağlık işlerinin başındadır. Cerrahbaşı’na bağlı
“Saray cerrahları”nın görevi şehzadelerin sünnetleri ve Saray’a alınacak hadım
ağalarının muayeneleri idi. Ancak Saray’da cerrahbaşı ve cerrahlar, kehhalbaşı
ve diğer göz hekimleri ile Saray dışındaki bütün hekimler ve diğer sağlık
personeli ve müneccimler hekimbaşı’ya bağlıdır. Onların seçimleri, atanma ve
görevden alınmaları hekimbaşı tarafından yapılır.[251] Tüm ülkenin Dar
üş-şifa’larında, bimarhane’lerinde, tıp öğretimi yapılan dârü’t-tıb’larında
görevli tabib ve cerrahların azil ve nasıpları hekimbaşı’nın doğrudan doğruya
sadrazam’a teklifiyle yapılırdı.
Bir hekim dükkân açma izni
almak için önce “hekimbaşı”ya başvururdu. Hekimbaşı hekimin yetkili olup
olmadığını inceledikten sonra bunlara bir senetle resmî ruhsat verilirdi.
Yeni hekimbaşı’ya önce
sadrazam hil’at giydirerek göreve başlatır, sonra Darü’s-Saade ağası da Enderun’a
girebileceğini belli eden bir hil’at giydirirdi. Bütün bu ayrıcalıklarına
rağmen hekimbaşı, teşrifatta en son sırada yer alır, merasimlere hil’atla değil
(sancaklı) aba ve örfî sarık ile katılırdı. Hekimbaşı Padişah ölünce sadrazam
ile birlikte görevinden uzaklaştırılırdı.
Hekimbaşı’ların makamı
Topkapı Sarayı’nda Fatih zamanında yaptırılmış olan “Başlala Kulesi”dir. Burada
bir de eczahane bulunmaktadır. Hekimbaşılar Nefs-i Hümayun (Padişah’ın şahsı)
ve Hanedan için gereken ilaçları eczacının başında durarak yaptırırlar, kutu ve
şişelere koydurup başlala[252] ile birlikte mühürlerdi. Yine her yıl Nevruz’da anber, afyon özü ve
kokulu otlardan “nevrûziye macunu” hazırlatırdı.
Tıp öğretim ve eğitimi
hastahanelerde sağlık hizmetleriyle birlikte yapılmakta ve tabib namzetleri
buralarda usta-çırak eğitimiyle yetiştirilmektedir. Dârü’t-Tıb’larda haftada
dört gün tıb öğrenimi yapılmakta ve müderrislere 50, muid’lere 5 ve talebeye 2
akçe yevmiye verilmektedir.
Dârüşşifâlarda görev yapan
tabiblerin ücreti ise günlük 15-30 akçe arasında idi. Hekimbaşıların 500
akçelik yevmiyeleri yanında Gelibolu, Aydın ve Tekirdağ arpalıklarının
gelirleri de vardı.
(c) Müneccimbaşılık
Osmanlı bürokrasisinde
müneccimbaşı seçilmek için “fen’ninde mâhir, emsâli nâdir” olmanın dışında ön
şart “İlmiye sınıfı mensubu” olmaktır. Müneccimbaşı tayin edilecek kişiyi ilk
olarak Hekimbaşı seçer ve Şeyhülislam’a arz eder, sonra Sadrazam’ın bir telhisi
ile durum Padişah’ın tasvibine arz edilirdi. Bu tasvib alındıktan sonra, ruûs
defterine tayinin “Sadrazam buyruldusu ile” yapıldığı yazılırdı.
Müneccim-i sâni’lerin
(yardımcılarının) tayinleri de müneccimbaşılar gibi yapılmaktadır.[253] Resmi tayin işi tamamlandıktan sonra hilat giyme merasimi gerçekleşirdi.
Bu merasim Sadrazam konağında, yine Sadrazam huzurunda yapılırdı.
Katip Çelebi, Keşf
üz-Zunûn’da müneccimbaşı olabilmenin dört mertebesi olduğundan bahsetmektedir.
Birincisi, takvim hesabı yapmak ve usturlab aletini kullanabilmek; ikincisi, nücûm
ilmini, yıldızların ve burçların tabiatlarını ve mizaçlarını bilmek; üçüncüsü,
yıldızların hareketlerini hesaplamayı, ziç ve takvim yapmayı bilmek;
dördüncüsü, yıldızların hareketlerine dair hendesî delilleri doğru olarak
bilmektir. Ancak müneccimlerin pek azının Nücûm ilminde üçüncü merhaleye
ulaştığını ifade eder.
(2) Silk-i Kazâ (Yargıçlık Yolu)
Kadıların genel hiyerarşik
merâtib düzeni, biri “Mevleviyyet”[254] (yüksek hâkimler) ve diğeri “Kuzat”
(hâkimler) adıyla iki ayrı dizi oluşturur.
“Kaza” silkinde alt
mertebelere doğru sırasıyla: “Ulemâ-i Devlet” denilen Rumeli Kazaskeri (Sadr-ı
Rûm) ve Anadolu Kazaskeri (Sadr-ı Anadolu) ile İstanbul Kadısı (Efendisi),
“Haremeyn-i Muhteremeyn
Mevleviyyeti” denilen Mekke ve Medine kadılıkları ile “Bilâd-ı Erbâ’a
Mevleviyyeti” denilen Devletin ilk iki payitahtı Bursa ve Edirne ile Hilâfet’in
evvelce bulunduğu Şam ve Kahire (Mısır) kadılıkları.(Bunlara daha sonra Filibe
de eklenerek “Bilâd-ı Hamse Mevleviyyeti olmuştur),
“Mahrec Mevleviyyeti” denilen
İstanbul’un Eyüp, Fener, Üsküdar, Galata kadılıklarıyla, Trabzon, Sofya,
Selânik, Yenişehir (Larissa), Hanya, Kudüs, İzmir kadılıkları,
Mevleviyyet merâtibinin ilk
sırasında “Hareket-i hâric” pâyesindeki müderrislerin bir yıl görev yaptıkları
“Devriyye mevleviyetleri” denilen Erzurum, Sivas, Diyarbekir, Antep, Adana,
Çankırı, Maraş, Rusçuk, Belgrad, Beyrut, Trablusgarb kadılıklarıdır.
(a) Kuzât (Yargıçlar)
İlmiye’nin en alt sınıfını
asil kadıların vekili olarak görev yapan ve “bab nâibi” ya da kadı nâibi
denilen mollalardır.
Kuzat[255] ise diğer
İlmiyye ricâlinin mutassarıf oldukları mansıb’ların dışında kalan belde
kadılarıdır. Kadılık aslında devletin en yüksek makamlarından biridir. Ancak
bir kadı’nın yetkisi tayin olunduğu kaza sınırları içinde geçerlidir. Kadılar
doğrudan kazaskerlere bağlıdırlar ve memuriyetleri süresince kaza’lar arasında
dolaşırlar.
Kazaskerler 150 akçelik
kadılıklara kadar bizzat kendileri tayin eder, daha yukarısı olan 300, 500
akçelik mevleviyyetler için sadrazam’a arz ederlerdi. Kadıların memuriyetleri
“menâsıb-ı sitte” olarak anılan altı yüksek makam (nışancı, şıkk-ı evvel, sâni
ve sâlis Defterdarlıkları, Reisülküttâblık, Defter Eminliği) seviyesine
yükselince “eşrâf-ı kuzat” ünvanını alırlardı. Bunlara artık önemli ve büyük
kazaların kadılıkları tevcih olunurdu.
n Görevleri
Kadıların hukukla ilgili aslî
görevleri tayin oldukları kazalarda (çağdaş terminolojiyle) hukuk, asliye ve
cezâ davalarına bakmak, idare hukukunu uygulamak ve kamu hukukunu korumaktır.
Bu bağlamda:
Halk arasındaki hukuk ve cezâ
husûmetleri (davaları) hakkında karar verir,
Nikâh kıyar veyâ imama
“izinnâme” verir,
Boşanma sırasında mihir,
iddet, nafaka, şahsî mal gibi hususlarda tedbirler alır, miras konusunda
vârisler arasında Ferâiz ilmine göre tereke taksimi yapar, vâsi tâyin eder,
Vakfiyeleri tanzim ve tescil
eder, vakıf mütevelli ve nâzırlarının ve diğer görevlilerin tayin ve azilleri
için Divân-ı Hümâyûn’a gerekli arz’ları yazar,
Herhangi bir vakfa ait han,
hamam, dükkân ve sâir akarları arttırma yoluyla kiraya verir ve bu husustaki
resmî işlemler sicile geçirir.
Merkezden beylerbeylerine,
sancakbeylerine, bizzat kadıya ve her derecedeki makamlara yazılan emir ve
fermanların “ma’mûlün bih” (yasal geçerlilik) olabilmesi için bir suretlerini
tasdik ederek mahkemenin (halk arasında “kadı defteri, mahkeme defteri”
denilen) “şer’iyye sicili”ne aynen kayıtlarını yapar,
Yeni tayin olan beylerbeyi ve
sancak beylerinin beratlarını sicil defterine geçirir,
Arazi ve emlâk
alış-verişleri, temlikleri (bir tutanak biçiminde) sicile kayıt eder,
(Günümüzdeki noterlik
anlamında) kefâlet, vekâlet, mukavele, borçlanma, vasiyet, senet gibi her tür
akitleri kadı (veya nâibler) yapar ve (tutanak biçiminde) “sicil defterleri”ne
yazar,
Şer’iyye sicillerine
geçirilen bütün hükümler, karar, hüccetler ve diğer belgelerin tasdikli
suretlerini harç karşılığında ilgililerine verir,
“Mukata’a” işlerini denetler,
Merkez’in temsilcisi olarak hile
yapan esnafa muhtesip ve diğer görevlilerle birlikte narh uygulaması (fiyat
tespiti) denetim ve müeyyide (yaptırım) uygular,
Halka ve esnafa Divan’ın
emirlerini ve ek vergi isteklerini (avârız) bildirir,
Meslek loncalarının şeyh,
kethüda, ve yiğitbaşıları ve muhtesiple bir araya gelerek esnafın sorunlarını
çözer.
En önemli görevlerinden biri
olarak bulunduğu şehir veya kasabanın belediye işlerine bakar,[256]
Yine çok sorumluluk
gerektiren yükümlülüklerinden biri de seferler sırasında ordunun iâşe, barut ve
diğer mühimmatının hazırlatılması, bunlara ait bedellerin, sonradan hesap
görülmek üzere mültezimlere ödettirilmesi, ordunun menzil işlerinin
düzenlenmesi, seferden kaçanların cezalandırılmasını sağlar. Sefer sırasında
beylerbeyleri ve diğer ümerâ yerlerinde olmadıklarından bu hususların yerine
getirilmeleri çok kere doğrudan kadılara yazılırdı.
Bütün bu hizmetlerin
aksatılmadan yürütülmesi için merkezde oturan kadılar kendilerine bağlı
kasabalara nâibler tayin etmeğe yetkili idiler.
n Maaşları
Kadılar devletten maaş
almazlar. Görülen miras, hukuk, davalar ve yapılan diğer hukukî işlemler
üzerinden yüzde hesabıyla ya da maktû olarak harç alırlar.
Vefat edenin terekesini
mirasçılar arasında taksim eden kadı’nın yardımcısı olan şer’iye memurlarına
kassam denilir. Ancak şer’iye sicillerinde kadının aynı zamanda kassamlık
görevini de üstlendiği görülmektedir. Kassamların belli bir maaşı yoktur.
Taksim ettikleri terekenin belli bir payını “resm-i kısmet” adı altında tahsil ederlerdi.
Her kadılıkta bir kassam defteri bulunurdu.
Tayinlerin hiyerarşik düzen
içinde yapılabilmesi için kadılıklar gelir durumları 100 hâne başına günde 10
akçe olarak hesaplanmaktadır. Başlangıç tayinleri günlük gelir 40-150 akçe
arasında olan kazalardır. Eyâlet ve sancak merkezlerindeki kadılıkların günlük
gelirleri 300-500 akçe arasındadır. Bursa, Edirne ve İstanbul kadıları en
yüksek gelirli olanlardır. İstanbul kadısı terfih edince kazasker olurdu.
(b) Devriye Mevleviyetleri
Kendilerine birer yıl müddetle
“mevleviyyet” tevcih edilmiş olan ilmiyye ricâline “mevâlî” denirdi.[257] Mevleviyyet merâtibinin ilk sırasında İzmir ve Edirne pâyeleri
bulunmaktadır. Bu iki pâyenin devamı olarak “Hareket-i haric” pâyesindeki
müderrislerin bir yıl görev yaptıkları “devriye mevleviyeti” gelmekteydi. Daha
önce sancaklarda görev ve devamında da bir süre müderrislik yapmış kadılar
“devriye mevleviyeti” pâyesine ulaşırlardı. Devriye kadıları “Kütahya, Çankırı,
Sıvas, Konya, Erzurum, Van, Maraş, Diyarbakır, Anteb, Adana, Bağdad, Beyrut,
Trablus Garb, Filibe, Rusçuk, Bosna” gibi 10-15 kent’e atanırlardı.[258] Devriye mevleviyeti pâyesi alanlar görev süresini tamamlayanlar yine
bir süre akademik kariyere geçip “Musıla-i Sahn” müderrisliği yaptıktan sonra
”mahrec mevleviyeti” pâyesine yükseltilirlerdi. Kendilerinden boşalan devriye
mansıblarına da İzmir ve Edirne pâyesindekilerden atama yapılırdı.
(c) Mahrec Mevleviyetleri
“Mahrec mevâlisi” veyâ “
“Bilâd-ı aşere mevleviyyetleri” mansıb ve pâyesi alan kadılar “İstanbul’un
Eyüp, Üsküdar, Galata kadılıklarıyla, Trabzon, Sofya, Selânik, Yenişehir-i
Fener (Larissa), Hanya, Kudüs, İzmir kadılıkları”na[259] atanırlardı.
Yevmiye 500 akçe alırlardı. Burada bir yıl bulunanlar “mahrec mazûlü” olarak
açığa alınır ve “Bilâd-ı Hamse” sırasına girerlerdi. On yedinci yüzyılda sıra
bekleyen kadıların sayısı artmış olduğundan, sırası gelenler bir yıl pâyede
kalıp, ikinci yıl mansıb’a geçerlerdi. Süleymaniye Sahn ve Darülhadis
medreselerinin müderrislerine de “mahrec mevâlisi” (“mahreç mollaları” da
denir) pâyesi verilebilirdi.
(d) Bilâd-ı Hamse Mevleviyyetleri
Sıra “Bilâd-ı Hamse
Mevleviyyetleri” denilen Mısır, Şam, Bursa, Edirne, Filibe kadılıkları tevcihine
gelirdi. Bu beş kadılığın dereceleri birbirine eşitti. Bilâd-ı Hamse
kadılıklarından birini yapanlar, bir üst aşama olan Haremeyn kadılığına
yükselirlerdi. Bununla beraber her yıl yenilenen İlmiye silsile-i merâtibi
düzenlemelerinde Musila-i Süleymaniye, Havâmis-i Süleymaniye, Süleymaniye ve
Darü’l-hadis müderrislerine Mısır, Şam, Edirne ve Bursa kadılıkları pâye olarak
da verilebilirdi. Bilâd-ı Hamse pâyesini alan İlmiye mensupları için
“Faziletlû” elkabı kullanılırdı.
(e) “Haremeyn-i Muhteremeyn” Pâyesi
Bu mevleviyetlerde,
(“nâiblik” göndererek de olsa) bir yıl bekleme süresi geçirenler bir üst
mevleviyet için “mülâzimlik” almaya (sıraya girmeye) hak kazanırarak
“Haremeyn-i Muhteremeyn pâyesi”ne ulaşırdı.
“Haremeyn-i Muhteremeyn”
(Mekke ve Medine kadılıkları) pâyesini alanlar artık “ricâl-i devlet”ten
sayılırlardı. Haremeyn ile İstanbul kadılıkları arasında Galata Kadılığı
bulunurdu. Galata kadılığı, mansıb veya pâye olarak da verilebilirdi.
(f) İstanbul Kadılığı
Bundan sonra İstanbul
Kadılığı gelirdi. Bilâd-ı Selâse kadıları olarak bilinen Eyüp, Galata ve
Üsküdar kadıları, Dersaadet ve çevresinin asayiş, iaşe, ulaşım vb konularından
İstanbul kadısına karşı sorumluydular. Dersaadet olarak bilinen İstanbul ise
şehrin suriçi kesimi olmaktadır. Dolayısıyla Eyüp, Galata ve Üsküdar ayrı birer
vilayet kadılığı durumunda olduğundan eski metinlerde raslanan “Dersaadet ve
Bilâd-ı Selâse” deyimi ile Çatalca’dan Kavaklar’a ve Gebze sınırına kadar
uzanan yerleşim alanı ifade edilirdi.
Halkla fazla yakınlık
kurmamaları için genellikle “mevleviyet” pâyeli kadılar bır yıl, kaza kadıları
ise yirmi ay sonunda İstanbul’a dönerek yeniden sıraya yazılırlar. Yaşlılık
veya hastalık sebebiyle “tekaüd” (emekli) olanlara ve tekrar sıraya giren
kadılar da “işsizlik tazminatı” anlamında “arpalık” denilen para verilirdi.
Mevleviyet aşamasından sonra
Anadolu ve Rumeli Kazaskerlikleri gelirdi.[260]
(g) Kazaskerler
Önce tek Anadolu kazaskeri
varken 1481 yılında Rumeli kazaskerliği de oluşturuldu.[261] Divân-ı
Hümâyûn’da İlmiyye teşkilatını Rumeli ve Anadolu kazaskerleri temsil
etmişlerdir.
Onaltıncı yüzyılın ikinci
yarışına kadar, genellikle Anadolu pâyeli İstanbul kadıları Anadolu kazaskeri
tayin edilirlerdi. Anadolu kazaskerleri terfi ederlerse Rumeli kazaskeri
olurlardı. Kazaskerlik süresi genellikle bir yıldı. Kazaskerlerin kendi
bölgelerinde 150 akçelik kadılıklara ve 40 akçelik müderrisliklere atama
yetkisi vardı. Boş olan kadılıklara yapılacak tayinler için sırası gelenlerin
isimleri “matlabçı” denilen görevli tarafından tutulan “matlab” denilen deftere
yazılır ve kazaskere arz edilirdi. Bu deftere yapılmış müracaatlarda kadılardan
gelen evraktaki mühürle “tatbik defteri” denilen mühür suretleri defterini
karşılaştırarak doğruluğunu “Tatbikçi” denilen görevli irdelerdi. Kazaskere ait
bütün yazışmaları Mektupçu idare ederdi. Diğer işlerini Kethüda görürdü.
Padişahla beraber sefere
giderler ve ordudaki davalara bakarlardı. Sefer sırasında Padişah’ın huzururuna
davetsiz girme yetkileri vardır. Ancak Padişahlar seferlere katılmayı bırakınca
kazaskerler de seferlere katılmayı bıraktılar ve yerlerine “Ordu Kadısı”
denilen bir kadı göndermeye başladılar.
Kazaskerler Hazineden Fatih
Kanunnâmesi’nde belirtilen yevmiye 500 akçe ulûfe ve yaptıkları işlemlerden de
yüzde alırlardı. Örneğin harçlardan Rumeli kazaskerinin günde 8.000, Anadolu
kazaskerinin günde 15.000 akçe geliri vardır. Kazaskerlerin oğulları da 45 akçe
ulûfe alırlar. Görevleri bittiğinde (mazuliyet’lerinde) kendilerine bazan
arpalık, bazan da 150 akça (On altıncı yüzyıl sonları) yevmiye bağlanırdı.
(h) Şeyhülislâm
Şeyhülislâmlık, İlmiye
kadrosunun Mekke, Medine, İstanbul kadılıkları, Anadolu ve Rumeli
kazaskerlikleri gibi bütün yüksek iftâ makamlarından geçtikten sonra gelinen en
yüksek makamıdır.[262] Gerçi bu bağlamda Şeyhülislamlık makamına ilke olarak Rumeli
Kazaskeri’nin getirilmekde ise de, bazan Padişah sadrazam’la görüşerek
ulema’dan bir başkasını da getirebilirdi.
Şeyhülislâmlar’ın
fetvâlarında en önemli özellik şer’î delil göstermekle yükümlü olmamalarıdır.
Şeyhülislâm, dinî hükümleri yorumlayarak devlet adamlarının karar ve
davranışlarının şer’e uygunluğu hakkında da görüş (fetva) verecek tek kişidir.
Padişahların tahtan indirilmeleri için şeyhülislamın fetvası gerekli ve
zorunludur. Fetva vermek hususunda en üst merci olmakla beraber, şeyhülislam
kadı değildir, yargılama yetkisi yoktur ve bundan dolayı da fetvaları yargı
kararı sayılmazlar. Dolayısıyla uyulmaması özgün bir cezalandırılma sebebi değildir.
Fetva’da belirtilen konularda ancak kadı ceza takdir edebilir.
Şeyhülislâm’ın bazan
Padişah’a bile doğrudan doğruya muhatap olarak belirttiği şer’î görüşleri olan
fetvâları, bir uygulama emri, ya da kanun değildir. Buna karşılık Padişah’ın
kendi adına yürütme erkinin başına getirdiği sadrazam gerekli durumlarda
(yetkileri içinde kalarak) “buyruldu” çıkarabilir. Yasama ve yürütme ile yargı
organları arasında bir hiyerarşi sorunu meydana getirilmemesi için şeyhülislâm,
sadrazamın Padişah’a vekaleten başkanlık ettiği Divân-ı Hümâyûn toplantılarına
katılmaz. Ancak görüşüne müracaat edilmesi gerektiği zaman “izzet ü ikbâl” ile
dâvet edilir.
Bununla beraber
şeyhülislamlar İslam hukukuna uymayan örfî hukuk uygulamalarına karşı
çıkmışlardır. Örneğin “müste’minler”in yâni Dâr ül- İslâm’da geçici olarak
bulunan gayr-ı müslimlerin şahitlikleri dolayısıyla vermiş olduğu bir fetvâda
Ebussuud Efendi “Nâ meşrû olan nesneye emr-i sultanî olmaz”[263] diyerek
Padişahın irâdesine karşı görüş belirtmiştir. Herşeye rağmen bu uyarılar
Osmanlı yöneticilerini Şer’î hukuk kurallarına karşı daha dikkatli davranmaya
yöneltmektedir.[264]
Şer’î hukuk temsilcilerinin
bu yöndeki gayret ve etkinliklerinin On beşinci yüzyıldan itibaren giderek
arttığı, bu asırdan itibaren örfî hukuk’un Şer’î hukuk’a daha çok
yaklaştırıldığı söylenebilir.[265] Bazı kanunnâmelere On altı ve On
yedinci yüzyıllarda düşülen notlar bazı kanun hükümlerinin yanlış ve İslam
hukukuna aykırı olduğu, bu yüzden de yürürlükten kaldırıldığını belirtmektedir.
Bu notların çoğu nişancılar tarafından düşülmüştür.[266] Bütün bunlardan
sonra bile ferman ve hükümlerde davanın «Şer’ ve kanun»’a uygun olarak
görülmesi emredilmektedir.
Askerî kesimin hukuku
Yeniçeri kanunnâmelerinde belirtilmiştir. Bu sınıfa ait dava, verâset ve sâir
şer’î ve hukûkî işlemler, yine Şeyhülislâm’a bağlı kazaskerler vasıtasıyla
görülür.
Şeyhülislam’ların idârî ve
siyâsî görevleri yoktur. Bununla beraber İlmiyye’nin başı olarak büyük manevi
itibarları vardır. Selâtin-i i’zâm (sultanlar) ayağa kalkarlar ve onu ayakta
tutmazlar. İlmiye ve Seyfiye ricâli onu ziyaret ederler; o kimsenin ziyaretine
gitmez. Bazı mühim meseleler ve büyük işler hususunda kendisiyle müşâvere etmek
lâzım olunca vezir-i âzam kendisini reis ül-küttab’ı göndererek davet eder.
Gelişinde kendisini Vezir-i âzam karşılar ve giderken de bizzat geçirir.[267] Şeyhülislamlar tayinlerle bazı devlet ve hususi işler için Padişah’a
doğrudan “Arz” da bulunabilirlerdi[268] Buna “Şeyhülislam Arz’ı” veya
“Telhisi” denilirdi.
Osmanlı devletinde sadrazam
Padişahın cismânî kuvvet ve selâhiyetlerini, şeyhülislam da dinî sıfat ve
selâhiyetlerini temsil eder. Dolayısıyla şeyhülislamlık pâyesinin hemen hemen
sadrazam karşılığı olduğu anlaşılıyor. Nitekim şeyh ül-İslamlık bir pâye
olduğundan fiilen şeyhülislâm olmadıkları hâlde iki kişiye de “Şeyhülislâm
pâyesi” verilmiştir.[269] Kezâ şeyhülislamlık’tan emekli olanlara da “Rumeli Kazaskerliği”
pâyesi verilirdi. Diğer taraftan şeyhülislâm mazulleri de (görevden alınanları)
her zaman teşrifat’da diğer ulema’nın önünde bulunurlardı.
Bununla beraber ulema’ya idam
cezâsı verilmesi usûlden olmadığı hâlde üç şeyhülislâm idam edilmişlerdir. [270]
Şeyhülislamlar’a geliri çok
yüksek arpalıklar tahsis olunur, çocuklarına da yaşları dikkate alınmaksızın
“müderrislik pâyesi” verilerek ödenek bağlanırdı.
On sekizinci yüzyıl ikinci
yarısına kadar kadar şeyhülislamın ayrı bir dâiresi yoktu, kendi konağında
fetva verirdi. Sayıları iyice artmış müderris ve kadıların atama işlemleri,
fetva isteklerinin çoğalması, yüzyılın ikinci yansında Şeyhülislâm Kapısı
olarak bilinen Bâb-ı Fetva ya da Bâb-ı Meşihat (Meşihat Dâiresi) kuruldu.
Burada Kethüda, Şeyhülislâm’a yardımcı olarak fetva verme yetkisini hâizdir.
Telhisçi, Divan-ı Hümâyûn’la ilişkileri sağlar. Fetva Emini de halktan gelen
sorunları inceleyerek fetvaların metinlerini hazırlar. Mektupçu, çuhadar,
mühürdar, müsevvid, mübeyyiz, mukabeleci de diğer görevleri yürütürler.[271]
d. Kalemiye Tariki (Bürokratlar)
Kalemiye tariki, özellikle
Divan-ı Hümâyûn’un her türlü yazışmalarını hazırlamak, giriş ve çıkış
kayıtlarını tutmak, suretlerini almak, muhafaza etmek görevlerini yapar. Bu
hizmetlerin yürütülmesi sırasında fermanlar, nizamnâmeler, dış ülkelerle
yapılan antlaşmalar (muahedeler) ve anlaşmalar (mukaveleler) Beylik Kalemi
tarafından yazılı belge haline getirilir. Tahvil ve Ruûs kalemleri de bütün
devlet teşkilatında yer alan görevlilerin tayin ve nakillerine ait belgeleri
düzenler ve kayıtlarını tutar. Ancak bütün bu hizmetlerin yürütülmesi için
beylikçi, tahvil kesedarı, ruûs kesedarı denilen âmirlere bağlı olarak çok
sayıda memur çalıştırılır. Kalemiye tarikinin başında Reisülküttâb bulunur.
“Kalem” terimi günümüzdeki
“devlet dairesi”, “kalemiye” ise bürokrasi anlamına gelir. Kalem görevlileri
Farsça ve Arapça dillerini bilen, edebî eserler verebilecek düzeyde kültürlü,
hatta matematik bilimlerde bilgisi olan kişilerdir. Bu kalem erbabının
oluşturduğu zümreye “Kalemiye Tariki” denilmektedir.[272]
Osmanlı Devleti’nde
bürokrasiyi temsil eden “Aklâm”ın ya da “Kalemler”in en önemlileri Divan-ı
Hümâyûn, Defterhane-i Hakâni ve Hazine-i Âmire’de bulunmaktaydı.
Divan-ı Hümâyûn’un yazı
işleri, kayıtları Reis ül-Küttab’ın yönetimindeki Beylik Kalemi, Tahvil Kalemi,
Ruus Kalemi, Amedi Kalemi denilen dairelerde çalışan hâcegân ve maiyetlerindeki
halife, kâtib’ler ve şakird’ler marifetiyle yürütülürdü.[273]
Defterhane’nin[274] üç, Mâliye’nin[275] de beş büyük kalem gurubu vardı.
Osmanlı Devleti’nin mâli
işlerini yürüten Bâb-ı Defterî[276] , Başdefterdarlık, Hazine-i Âmire
ve Başmuhasebecilik’e bağlı 700 kadar görevliden oluşuyordu.
Bunlar dışında Yaya,
Müsellem, Yörük, Akıncı, Evlâd-ı Fâtihan, Tımar Yoklaması, Voynuk, Taycı,
Cebelü defterlerinin tutulduğu, ya da Vezir ve Ağa Divânları, Tersâne, Tophâne,
Barudhâne, Darbhâne gibi büyük devlet dâirelerinin nisbeten daha küçük
kalemleri de vardı.
Taşra teşkilâtında Haleb’de
Acem ve Arap Defterdarlığı, Tuna, Erzurum, Diyarbakır, Şam, Trablusşam
Defterdarlıkları, öbür eyâletlerde ise yerel örgüte ve sancak sayısına göre
Hazine defterdarı, mal defterdarı, tımar defterdarı denen mâliye görevlileri
vardı. Anadolu Defterdarlığı içinde de “Kenar Defterdarlığı” adı altında Sivas
ve Karaman Defterdarlıkları oluşturuldu.
Bütün bu örgütün hâcegân,
hulefâ ve şâkirdânı “Kalemiye” mensubudurlar.
Kalemiye tarikinde en yüksek
altı mansıb “Menasıb-ı Sitte” adıyla anılan “Nişancılık, Şıkk-ı Evvel, Şıkk-ı
Sani, Şıkk-ı Sâlis defterdarlıkları, Reisülküttab’lık ve Defter Eminliği”dir.
Nişancılık, sancakbeyi pâyesinde addolunur ve Divan’da defterdar’la eşit
mertebede sayılırlardı.
- Ek Tablo: 2
İlmiye Tarikinde Rütbe ve Gelirler
Meslek |
Rütbe |
Yevmî (Akçe) |
Azamî |
Yıllık |
Açıklamalar |
Meşîhat |
Şeyhülislâm |
600 |
|
|
çok
yüksek gelirli arpalıkları vardır. |
Kaza |
Rumeli Kazaskeri |
500 |
|
|
yevmî
8000 akçe harç ve rüsum
yüzdesi alır |
Anadolu Kazaskeri |
500 |
|
|
yevmî
15.000 akçe harç ve rüsum
yüzdesi alır |
|
Kadılar |
40 |
500 |
|
"mevleviyet"
verilenlere "mevâlî"
denir. |
|
Tedris |
Darülhadis Müderrisi |
- |
100 |
|
|
Müderrisler |
20 |
60 |
7000-21.000 |
60’lı
müderrisler yevmiye 500 akçeli Mekke, Medine,
Kudüs, Şam, Halep, Kahire, Edirne ve Bursa kadılıklarına
geçebililer. |
|
Muallim |
3 |
10 |
|
|
|
Halife |
2 |
3 |
|
|
|
Hademe-i Vakıf |
İmamlar |
2 |
15 |
|
|
Müezzinler |
2 |
7 |
|
|
|
Dâi’ler |
1 |
5 |
|
|
|
Hekimler |
Müderris |
50 |
|
|
|
Müdâvî |
15 |
30 |
|
|
|
Hekimbaşı |
500 |
|
Gelibolu,
Aydın ve Tekirdağ arpalıkları |
|
|
Meşâyih |
|
8 |
30 |
|
|
Devşirme yönteminin aksine
kalemiye mensupları müslüman nüfusun çocukları arasından alınır ve çalıştıkları
bürolarda, usta-çırak ilişkisi içinde yetiştirilirlerdi. Devletin gizli yazı
işleri de bu kalemlerde görüldüğü için Kalemiye adayları okuma-yazma öğrenmiş
ve âdâb bilen gençler arasından son derece dikkatle seçilir, buna «çırağ
edilme» tabir olunurdu. Mülâzım (çırak) denilen adaylar belirli süre
çalıştırıldıktan (mülâzemet) sonra aralarından şâkird (stajyer) olacaklar
seçilir ve ücretsiz olarak çalışmak üzere Divan-ı Hümâyun Kalemi başta olmak
üzere, Mâliye, Defterhâne, Tersane, Tophâne ve diğer kalemlere hizmete alınmış
olurlarlardı.
Kalemlerde sabahları meslekî
eğitim görürlerdi. Bu kurumlarda şakird’lere (şâkirdan’a) resmî yazışmalarda
kullanılan nesih, rık’a, divânî gibi yazı çeşitlerini güzel, hızlı ve hatasız
yazma becerisi, inşâ (yazışma biçimleri) ilmi, kalem muamelâtı ve kâtiplik
mesleğinin bazı incelikleri öğretilirdi. Daha sonra şâkirdlerin öğrenim
döneminde gösterdikleri başarı ve kabiliyetlerine göre kendilerine maaş
bağlanırdı.[277]
Kalem şakirdi bir gencin
aylığa geçmesi, evinde ve çevresinde toplumsal bir aşama olarak kutlanırdı.
Çünkü artık devlet memuru ve “Kalem efendisi” unvanını kazanmış ve toplum
içinde önemli bir statü sahibi olmuştur. Diğer taraftan şakird’in
özelliklerine, hâline, çalışkanlığına, zekâsına, terbiyesine göre kendisine bir
takma isim (mahlâs) uygun görülür ve artık asıl adı unutulurdu.[278]
(2) Hacegân
Hacegân zümresinde olan
memurlar “reis-ül-küttab”dan başlayarak sadrâzam kethüdası ve çavuş başı,
şıkk-ı evvel, şıkk-ı sâni, şıkk-ı sâlis Defterdarları, nişancı, defter emini,
büyük tezkireci, küçük tezkireci, rüznamçe-i evvel, beylikçi, başmuhasebeci,
mektupçu, şehremini, tersane, darphane, matbah ve arpa eminleri, teşrifatçı,
Anadolu muhasebecisi, atlı mukabelecisi, yeniçeri kâtibi, sipah kâtibi,
silâhtar kâtibi, cizye muhasebecisi, mâliye tarihçisi, mâliye tezkirecisi
büyük, küçük ruznamçeciler, piyade mukabelecisi, divan çavuşları kâtibi,
cebeciler kâtibi, küçük evkaf, kalyonlar kâtibi, ulûfeciler kâtibi, garipler
kâtibi, Tophane nazırı, İstanbul ve Selânik barudhaneleri nazırları, sergi
nazırı, başmuhasebe kesedarı”dır. “Senelik tevcihat”a tâbi olan bu hacegân
memuriyetleri dört sınıf üzerine yapılmaktadır.[279]
Birinci sınıf hâcegân, üç
defterdar ile nişancı, reis ül-küttab ve defter emini olup bu vazifeye yeniden
tâyin edilir veya senelik tevcihatta vazifelerinde bırakılırlarsa teşekkür için
Arz Odası’nda Padişahın huzuruna girerlerdi. Bu altı kişinin görevlerine
“menâsıb-ı sitte” denilirdi.
İkinci sınıf hâcegan,
Mâliye’den “büyük rûznamçeci, baş muhasebeci ve Anadolu muhasebecisi”dir.
Bunlar da “tâyin ve ibka”larında Padişah tarafından kabul olunurlardı.
Üçüncü sınıf hacegân, Tersâne
emini[280] ile Saray’ın Bîrun ağalarından olan şehremini, Darbhâne emini, arpa
emini ve masraf-ı şehriyârî kâtibi’dirler.
Dördüncü sınıf hacegân otuz
sekiz kişidir. Bunların yirmi ikisi Mâliye dairesinin kalem âmirleri, diğerleri
dört piyade ve dört süvari mukabelecileri, Kalyonlar kâtibi, Tersâne Anbarları
emini, Tersâne Anbarları nazırı, Tersane reisi, Tophâne nâzırı, Hazinenin
tahsilât ve tediyat müfettişi olan sergi nâzırı, Enderûn kâğıt emini, Bîrun kâğıt
emini’dir.
Aslında yüzyıllar içinde
hâcegân memuriyetlerinin bazan sayıları artmış veyahut bir kısım hacegânlıklar
lâğv ve bazıları ilâve edilmiştir.
Sadrazam eğer Serdâr-ı
Ekrem’likle İstanbul’dan ayrılan sadrazam sefere hareket ettiği zaman kendisine
mensup hacegân ile beraber giderdi.[281]
On altıncı ve On yedinci
yüzyıllarda Divan-ı Hümâyûn kalemlerinın en kıdemli halifelerine hâcegânlık
pâyesi veriliyordu. On sekizinci yüzyılda vezirlerin kendi divân efendilerine,
sadâret kethüdâsına, bazı nâzırlara, beylikçi, mektupçu ve teşrifatçılara da
hâcegân unvanı verildi.
On sekizinci yüzyıldan
itibâren Avrupa devletleriyle siyasî ilişkilerin artmasına bağlı olarak
Kalemiye de önem kazanmış, sadrazamlar reisülküttâblar arasından seçilmeye
başlanmıştır.
(3) Mâliye Kalemleri
Aslında Devlet’in siyasî,
idarî ve hukukî işlerini yürüten Kalemiye Tariki’nin başlıbaşına mâliye
işlerinde uzmanlaşmış bölümüdür.
Bununla beraber, On altı ve
On sekizinci yüzyıllar arasında Devlet’in Merkez Mâliyesi olan Defterhâne’de
otuzdan fazla kalem ve her kalem’de (büro’da) “hace” ve “halife” denilen
yardımcısı, kâtiplerle şakird’ler (kâtip adayları) çalışmaktadır. Bunlardan en
önemlileri Başdefterdar, Reis Efendi, Defteremini, Beylikçi, Büyük Ruznamçe, Başmuhasebeci
Cizye ve Haraç Muhasebecisi, Mevkufatçı, Mâliye Tezkirecisi, Mukabeleci’dir.
Başdefterdar dışındaki defterdarlarla bu kalemlerin âmirleri, kalem ricâlinden
sayılırdı.
Mâliye kalemleri’nde Mâliye
ve Beytülmal ile ilgili malî kanun ve nizamname niteliğindeki ferman’lar,
buyruldu’lar ne “Mâliye Ahkam Defteri”ne istinsah edilip (kopyalanıp)
resmiyetleri tescil edilirdi.
e. Seyfiye Tariki
Seyfiye Osmanlı yönetiminde
”Üç Tarik”[282] olarak isimlendirilen zümrelerden “askerle ilgili” olanıdır. Bazan “Ehl-i Örf “ de denirdi. Aslında “Ehl-i Örf” deyimi bir
anlamda bu zümrenin “İlmiye” tarikinden ayrı bir yapıda olduğunu da
vurgulamaktadır.
Seyfiye tariki en genel
anlamda. Osmanlı Ordusu’nda kara ve deniz askerleri zâbitan ve ümerâsının
oluşturduğu zümreye verilen ad’dır. Bununla beraber Ordu-yi Hümâyûn’un
genellikle “Kapıkulu” denilen ve yönetime katılan muvazzaf (profesyonel)
ricâlinin oluşturduğu sınıftır. Nitekim Ocak kanunnâmelerinde Seyfiye
tarikindekilerin yükselmeleri de genel anlamıyla belirlenmişti. Bunların kendi
sınıfları içinde ulaşabileceği en üst rütbe Mirmiranlık ve Beylerbeyiliği idi.
Diğer taraftan Fâtih
Kanunnâmesi’nde Beylerbeyilik “Mal Defterdarlarının ve Nışancı olanların ve beş
yüz akçe kadıların ve dört yüz bin akçeye varmış Sancakbeylerinin yolu” olarak
gösterilmekte, Mal Defterdarı iken Nışancı yapılanlara da Beylerbeyilik
verilmektedir.
Ayrıca Enderun’dan, Kapı
Ağalığı’ndan ve Yeniçeri Ağalığı’ndan da Taşra’ya beylerbeyi olarak
çıkılabilmektedir.[283] Bununla beraber “vezir” pâyesine sahip beylerbeyilerinin mertebesi
diğerlerinin üzerindedir.[284]
f. Merâtib-i Teşrifât (Hiyerarşi)
Osmanlı Devleti’nin
hükümranlığı bünyesini oluşturan idarî hiyerarşinin kudreti ile sağlanmıştır.
Daha önce de belirtildiği gibi, Tanzimat Fermanı öncesinde vezirler de dahil
olmak üzere Seyfiye, İlmiye, Kalemiye (ve Mâliye) müntesibleri, yâni bütün
devlet memurları görevlerine bir yıl süreyle tayin olunurlardı. Her yıl Şevvâl
ayında bütün memurların tayinleri yenilenirken bir kısmının yerlerinde
bırakılıp, bazılarının çıkarılması; vezirlerin eyâletleri yöneten
beylerbeyi’ler arasında çok başarılı olanlara verilmesi, bununla beraber sadrazam’ın
vezirler arasından seçilmeyip en layık görülenin yapılması gibi temel
uygulamalar Devlet’in yönetiminde “meritokrasi”nin bir ilke olarak varlığını
gösteriyor.
- Ek Tablo: 3
SEYFİYE
TARİKİNDE MERÂTİB VE GELİRLER TABLOSU |
||||||||
Zümresi |
Sınıfı |
Rütbesi |
Yevmî |
Azamî |
Yıllık |
Tımar |
Zeamet |
|
Kapıkulu |
Yeniçeri |
Acemi |
2 |
6 |
|
|
|
|
Nefer |
9 |
|
3.186 |
|
|
|
||
Odabaşı |
24 |
|
25.000 |
X |
|
Maaş
ya da tımar alabilir. |
||
Sekbanbaşı |
80 |
|
|
|
20.000 |
|
||
Ocak
Ağası |
450 |
|
|
|
50.000 |
|
||
Süvâriler |
|
14 |
90 |
|
X |
|
Maaş
ya da tımar alabilir. |
|
Topçular |
Nefer |
6 |
8 |
|
|
|
Maaş
ya da tımar alabilir. |
|
Topçubaşı |
60 |
|
|
|
|
|
||
Toparabacı |
Nefer |
4 |
6 |
|
|
|
|
|
Cebeciler |
Nefer |
8 |
|
|
|
|
|
|
Cebecibaşı |
95 |
|
|
X |
|
Maaş
ya da tımar alabilir. |
||
Yerlikulu |
Tımarlı
Sipahi |
- |
- |
- |
20.000 |
|
|
Gelirler akçe olarak verilmiştir.
Osmanlı toplumunu vergi
vermediği için kendilerine “berâyâ” denilen “dört tarik” mensuplarıyla[285] ; geçimini tarım ve sanayi alanlarında üretim yaparak ya da ticaretle
uğraşarak sağlayıp devlete vergi veren “reâyâ” sınıfı oluşturuyordu. On beşinci
yüzyıldan itibaren devletin genişleyen sınırları, yöneticiler arasında ve
örgütsel yapıda bazı uzmanlık ayırımları yapılmasını zorunlu kılmıştı. Yönetim
ve örgütlenmenin genel kategorileri ordu, tedris, yargı, mülkiye ve mâliye idi.
Başka bir deyişle ordu’nun güçlü olması, ilim tedrisatının[286] ve yargı’nın
yaygınlaştırılması, mülkiye’nin nüfus ve arazî envanteri yaparak bütün ülkeyi
sahiplenmesi, mâliye’nin Hazine adına gelir ve giderlerin hesabını tutmasını
gerekiyordu. Bütün bu işlerin kayıtlarını da kalemiye örgütü tutacaktı.
Dolayısıyla Osmanlı devletini yönetenlerin işbaşına Seyfiye[287] , İlmiye,
Kalemiye ve Mâliye[288] denilen dört ayrı yoldan geldiklerini görüyoruz.
Genellikle “tarîk” bazan da
“zümre” adıyla tanımlanan bu yollar temel yapı olarak ayrılırlar. Formasyon
açısından İlmiyye’nin menşe’inde medrese, Seyfiyye’de Acemi Ocağı (yahut
Hazırlık Sarayları veya Enderûn Mektebi), Kalemiyye Tariki’nde de devlet
dairelerinde yürütülen üstâz-tılmiz ilişkileri vardır. Her üç tarik’in kendi
dallarında yükselebilecekleri makamlar belirlenmiştir. Mesleğine özgü
hizmetlerde terfih ederek bu makamlara ulaşmış tarik mensubları “erkân ve
ricâl” seviyesine gelmiş sayılır ve yönetime alınırdı. Bu bağlamda tarikler
arasında maaşlarda muadiliyet (eşdeğerlilik) sağlanmış olduğu da görülüyor.
Tarihi olayların akışı ve
Osmanlı Devleti’nde yüksek düzey yöneticilerinin hayatları incelendiğinde âdetâ
bir “kült” oluşturdukları görülüyor. Bu kült’e girebilmenin “ Âdab-ı Osmanîyye”
diyebileceğimiz şartı, âdeta bir derviş gibi nice çileler çekip, nice
imtihanlardan geçtikten sonra din ü devlete “hasbet-en-lillah” hizmet
edebilecek seviyeye gelmiş olmaktır. Nitekim Kara Mustafa Paşa, Tiryâki Hasan
Paşa gibi nice sadrazamlar, vezirler, şeyhülislamlar bu yolda canlarını
vermişlerdir. Aslında bu “ilk şart”ın şartı da İslâm ve Osmanlı kültürünü
hakkıyla yaşamakla başlamaktadır. Dolayısıyla Osmanlı âdâbını hâiz kişiler için,
yüksek seviyedeki yöneticileri oluşturan farklı zümreler ve tarikler arasında
geçişler yapmak ve yeni statüler elde etmek her zaman mümkün hatta gerekli
görülmüştür. Bundan dolayı Batı devletlerinin hiyerarşik düzenlerinde görüldüğü
gibi, makama bağlı sistem oluşturulmamıştır.
Bununla beraber genel anlamda
bakılırsa tariklerin kendilerine has bazı bünyevî özellikleri de vardı. Örneğin
Kalemiye tarikinde “doğal olarak” devşirme bulunmazdı. Zira aynı yaşlardaki
acemi oğlanlar henüz Türkçe konuşmayı öğrenmekte iken, İstanbul (ya da büyük
taşra şehirlerinin) çocukları kalem şâkirdânı olarak devlet hizmetinde idiler.
Böylece, başlangıç farkının doğurduğu bu avantajla yargı’nın, dinî öğrenim ve
eğitimin denetimini ellerinde tutan ulema, başka bir deyişle İlmiye sınıfı,
“İslâm kökenli” olma özelliğine de sahip ve “kapıkulu” stütüsünde değildirler.
Dolayısıyla kapıkullarından farklı olarak şahsî servetleri Padişah’ın malı
sayılmadığından kuşaktan kuşağa devredebilirlerdi.
Yargı örgütlenmesinin başında
Anadolu ve Rumeli kazaskerleri bulunur. Oysa İlmiyye teşkilâtının (ve iftâ
müessesesinin) başı da “şeyhülislâm”dır. Başka bir deyişle “şeyhülislâm”
vereceği fetvalar ile Padişah’ın şer’î hukuka uygun olmayan davranışlarını
engelleyebilir. Bu özelliği yüzünden ulema devlet içinde güçlü bir mevkiye
sahipti. Denilebilir ki, devlette en ayrıcalıklı ve yaygın tabaka ulema idi.[289] Hatta (çok özel durumlar dışında) haklarında ölüm cezası verilemezdi.
Nitekim İlmiye ve Seyfiye tarikleri işbirliği yaptığı zamanlarda Padişah’ların
çok zor durumda kaldıkları görülmüştür.
Devlet örgütü içinde
yetkilerin kimlere verileceği ve nasıl kullanılacağı hakkındaki kaynaklar başta
Fatih ve Sultan Süleyman Kanunnâmeleri olmak üzere, ferman’lar, buyruldu’lar,
adaletnâme’ler, fütüvvetnâme’ler gibi yasal metinler ile protokol kuralları
koyan Teşrifât-ı Kadîme’dır.
Bu bağlamda “silsile-i
merâtib” denilen ve rütbece büyüğü küçüğe emir vermeğe yetkili ve küçüğün ise
büyüğe itaate zorunlu olduğu hiyerarşik genel bir düzen kullanılmaktadır. Bu
düzen içinde yer alan mertebelerin her birine rütbe denilmektedir.
Osmanlı devlet örgütünde
rütbe’ler bir görevi belirleyebileceği gibi, görevle ilgisiz itibarî bir unvan
da olabilirler.[290]
Teşrifat-ı Kadîme’de (Devlet
Protokolü’nde) öncelikler rütbe, pâye, unvan gibi sıralamalara göre
yapılmaktadır. Ancak bunlar dışında rüus (yevmiye, maaş) alanların
istihkaklarının derecesine göre de merâtib sıralaması yapılabilir.
Örneğin müderrisler arasında
aldıkları yevmiye istihkaklarına (günlük ücretlerine) göre düzenlenmiş,
derecelere ayrılmış bir “meratib” (rütbe sıralaması) vardı. Bu derecelenmede
yer alan medreselerde okutulan dersler müderrislerinin yevmiyelerine göre
belirlenmişti. Örneğin ders takrir ettirmeden uygulama yaptıran muallimler 3-10
akçe, kalfa (veya halife) denilen yardımcısı ise 2-3 akçe yevmiye alırdı.
Asistan düzeyinde dânişmend ise 20-25 akçe gündelikli haric medreselerinin
müderrisliklerinde başlayıp her aşamada sürelerini tamamlayarak yevmiyeleri 30,
40 veya 50 akçe olan “Otuzlu, Kırklı, Ellili” medreselere ve nihayet “Sahn-ı
Semân” ve “Sahn-ı Süleymâniye” gibi 60 akçe yevmiyeli “altmışlı medrese”lere
hatta 100 akçe gündelikli “Darülhadis” medresesi müderrisliğine kadar
yükselebilirdi.
(1) Mansıb, Pâye ve Rütbe’ler
Fiilen hizmet görmek üzere
bir yıllık süreler için beratla verilip şer’iye siciline, Rûznamçe-i Divân-ı
Hümâyun’a işlenen Devlet görevlerine “mansıb” denilmektedir. Mansıb’lar
“menâsıb-ı İlmiye”, “menâsıb-ı Seyfiye” ve “menâsıb-ı Kalemiye” olarak üç sınıf
üzerinden verilmektedir. Bununla beraber İlmiye mansıbları yargı ve tedris
silkleri olarak iki ayrı kolda sıralanır. Seyfiye mansıbları ise Ocak erkân ve
zâbitanı ile beylerbeylik (ve sancakbeyliği) rütbelerinin karşılığı olan görevlerdir.
Kalemiye mansıbları da çeşitli düzeyde yönetim ve mâliye hizmetlerini kapsar.
Bu bağlamda ele alınırsa
rütbe bir mansıb değil, ancak sahibine verilmiş yetki ve sorumlulukların
ölçüsüdür. Doğal gereği olarak önce Seyfiye Tariki’nde görülmüş ve sonra diğer
tariklerde de kullanılmıştır. Örneğin Kalemiye rütbeleri başlangıçta yalnızca
“hocalık, kapıcıbaşılık, mirmiranlık, vezir’lik”ten ibarettir. Ancak zamanla
sayıca az gelen bu dört rütbe arasında kıdem, liyakat gibi özelliklerin
gerektirdiği hiyerarşik ara dereceleri doldurmak amacıyla, “vezir” gibi aslî
görevinden bağımsız “pâye” rütbeler de verildi.[291] Diğer taraftan
Devlet görevlerine ait bazı unvanların[292] ya atanma sırasında bekleyenlere ya
da hizmet belirlemeden onursal anlamda verilmesine de “pâye”[293] denirdi. Bu pâyeler zamanla rütbe niteliğine dönüştü.
Her yıl şevval ayında yapılan
“umumî tevcihat” sırasında kadılık, müderrislik, başmuhasebecilik,
ruznamçecilik gibi mansıblara yapılan yeni atamalarda açıkta kalanlara da “pâye
aylığı” bağlanır ya da “atiye” verilirdi.
Pâye, Osmanlı sözlüklerinde
“kadir, menzilet, rütbe”[294] ya da “derece, rütbe, mertebe”[295] gibi anlamlarda kullanılmaktadır.
Halk arasında “pâye vermek” deyimi mecaz yoliyle “rütbe” ya da “değer vermek,
hürmet ve itibar etmek” anlamlarında kullanılır. Başka bir deyişle “pâye”’nin
bir mansıb mı yoksa görevin gerektirdiği bir rütbe mi olduğu tam belirgin
değildir. Diğer taraftan “pâye-i mansıb” ve “pâye-i mücerrede” deyimleri
kullanılarak bu terime bir anlamda açıklık getirilmek istenmiştir.
Bununla beraber “pâye”
denilince akla en önce “Mekke Pâyesi”, “İstanbul Pâyesi” gibi İlmiyye rütbeleri
gelmektedir. Örneğin “İlmiyye pâyelerinin en küçüğü “yirmili müderrislik”, en
büyüğü ise “Rumeli Kazaskerliği” idi. İlmiyye Tariki’nin başı şeyh ül-İslamlar
hakkında da (İftâ kurumunu temsil ettikleri için) “Pâye-i Fetvâ” deyimi
kullanılmaktadır.
(2) Rüus’lar
Hizmetlerinin karşılığı
dirlik sistemiyle karşılanan (vezir, beylerbeyi, Sancakbeyi gibi) Timar ve
Zeamet sahipleri dışında kalan Devlet hizmetleri ile Hazine ve vakıf
kurumlarından maaş alan bütün görevlilere verilen inha (görevlendirme)
belgesi’ne kısaca “rüus” denirdi. Bu belgeler Divan-ı Hümayun Rüus Kalemi’nde
“Rüus Defteri”ne kaydolunurdu.
Rüus’lar genel olarak üç
gurupta toplanabilir.
1 - Rüus Kalemi rüusları:
Şeyhülislam’ın, İstanbul, Eyüp, Galata, Üsküdar kadılarının, Babüssaade ağası,
Yenisaray ağası ve Enderun serkilercisi’nin yönetimine bırakılmış vakıflar ile
Anadolu’daki diğer vakıflarda görevli olanların ve kale muhafızlarının
rüuslarıdır.
2 - Ordu rüusları:
Sadrazam’ın yönetimine bırakılmış vakıflarda görevli olanlar ve sefer sırasında
Sadrazam’ın inha ettiği (görevlendirdiği) Kapıkulu Süvari Bölüklerine, Cebeci,
Topçu, Toparabacı, ulûfeli müteferrikalara ait rüuslar’dır.
3 - Rikâb rüusları denilen
“Kapıcılar, Avcı bölükleri, Divan-ı Hümayun katipleri, çaşnigirler, İstanbul’da
bulunan divan çavuşları ve emekli müteferrika’lar”a ait Küçük ruznamçe rüusları
ve “Saray aşçıları, alemdarlar, mehterler, Divan-ı Hümayun sakaları, Hassa
çamaşırcıları, Saraya mensup ehl-i hiref (sanatkarlar), Eskisaray ve Galata
Sarayı kapıcıları, Anadolu kalelerindeki zabitler, Tersane mensupları, Saray
tabib ve cerrahları, esnaf kethüdaları ve mukataa katipleri”ne ait Piyade
rüusları’dır.
Bununla beraber İlmiye
tarikinde medrese tahsilini tamamlayıp “mülâzim” olanların isimleri önce
“Ruznamçe-i Hümayun”a kaydolunurdu. Bundan sonra sınava girerek kazananlara
verilen berat’a da rüus denilmektedir. “İbtida-yi hariç rüusu”da denilen bu
rüusu alanlar “İbtidâ-yi Haric” medreselerine “müderris” atanmaktadırlar. Daha
sonra bekleme ve görev süreleri dikkate alınarak sırası gelenler “terakki”
ettirilerek “Dahil ve Sahn” medreselerinin müderrisliklerine atanırlardı.
Diğer taraftan Padişah ya da
yetkili kimse tarafından bir kimseye rütbe ve pâye verilmesi için hazırlanan
“Buyruldu”ya da “rüus emri” denilmektedir. Rütbe ve mansıb’lar ile ilgili berat
ve fermanlardan gerekli harçların alınarak kayda geçirilip rüus’ların
sahiplerine verilmesi görevi ise “Rüus-i Hümayun Kesedarı” tarafından
yapılmaktaydı.
(3) Tevcihât (Atamalar)
Yüksek memuriyetlerin ibka’sı
(devamı) veya yeni tevcihler (tayinler) her yıl yapıldığı için bu tayinlere
“Tevcihât-ı Mu’tâde” denirdi. Diğer taraftan Padişah’ın vefatı ya da
halledilmesi durumunda sadarazamla beraber (şeyhülislâm dışında) ayrıcalıksız
bütün memurları azledilmiş sayıldıklarından yeni Padişah’ın tahta geçmesinden
sonra yeni bir sadrazam tayin etmesi ve onun tarafından bütün görevlere yeniden
atamalar yapılmasına “Tevcihât-ı Umûmiye” denirdi.
(a) Tevcihât-ı Mu’tâde
Her yıl Şevval ayının ilk
haftasında sadrazam dışında vezirler, beylerbeyi’leri, sancakbeyleri, devlet
ricali, Ocak ağaları ve Divan-ı Hümâyûn hacegânı görevlerinden alınmış
sayıldıklarından, bütün bu görev yerlerine yeniden yapılan atamalar da “Şevval
Tevcihâtı”[296] olarak anılırdı.
Seyfiye ve Kalemiye
tariklerindeki atamalar sadrazam’ın arz ve buyruldu’suyla yapılırdı. İlmiye
tarikindeki tayinler, şeyhülislâm’ın arz’ı üzerine sadrazam’ın “Mucebince
tevcih olunmak buyruldu” veya “İşaretleri mucebince tevcih olunmak buyuruldu”
derkenarı ile olurdu.
Şevval ayı yaklaşınca
sadrazam yüksek memurlar arasında yapmak istediği değişiklikleri “ibka” veya
“tevcih” ibareleriyle gösteren iki veya üç cetvel hazırlayıp bir “telhis” ile
Padişaha arz ve takdim eder. Padişah bu tayinlerde değişiklik yapmak isterse
düzeltmeler yaparak cetvelleri iade eder. Sadrazam da bu yeni şekil üzerine
yeni bir cetvel yaptırıp tekrar arz ile Padişah’ın muvafakat irâdesini alır. Bu
son cedvelin üzerine Padişah hatt-ı dest’iyle (kendi el yazısiyle) tevcihata
müsaade ettiğini beyan ederdi. Bununla beraber Padişah tâyin cetvellerini
genellikle aynen kabul eder, ya da bazan bir iki ismi değiştirip iade ederdi.
Görevlerinde bırakılan ya da
boşalan yerlere yeni atananlara rütbelerine uygun olarak “hil’at-ı zerrîn”[297] , “hil’at-ı hass ül-has”[298] veya “hil’at-ı fâhire”
giydirilirdi. Hil’at giymesi gerekmeyen daha alt rütbelerde bulunanlara da
“hil’at baha” denilen hil’at bedeli verilirdi.
n Pişkeş ve Câize’ler
Başta Sadrazam olmak üzere
vezirler, eyâlet valileri ve belirli ricâl ve devlet erkânı tarafından her yıl
Nevruz münasebetiyle Padişah’a “hediyye-i nevruziyye” [299] denilen
armağanlar takdim edilmesi kanundu.[300]
“Bâb üs-Selâm” kapıcılarının
âmiri aynı zamanda “Pişkeşci-i Şehriyâri” unvanıyla Saraya gelen hediyeleri
Padişah adına almakla görevlidir. Pişkeşci-i Şehriyâri, elçilerin getirdikleri
pişkeşi Divan’da vezirlerin önüne getirir, teşhir ederdi.
Büyük memuriyetlere atananlar
teşekkür için Padişah’ı dâmenbûsi’ye (eteğini öpmeğe) geldikleri zaman
pişkeşci, bunların önüne düşüp merâsim ve teşrifata ait usulleri yönetir ve bu
hizmeti karşılığında kendisine hediye ve para verilirdi.
Sadrazamlar, büyük memurlar
ya da kendisine bazı görevlere atama yetkisi verilmiş ağa ve diğer âmirler
atadıkları memurlardan “sah ve mezûniyet alâmeti” olarak âdeta resmî anlamda
“câize”[301] alıyordu.
Bu bağlamda hatta Padişahlara
bile «tuğ-i hümâyûn câizesi» [302] denilen bir câize veriliyordu.
Memurların tayinleri her yıl “tevcihat-ı mutâde” sırasında yenilenmesi
gerekeceğinden câize’nin de yalnız tayin sırasında değil, görevinde ibka
edilenler için, diğer vergiler gibi her yıl tekrarlanarak alındığı anlaşılıyor.
Hatta memurlar, kendilerini atayan mercilere her sene câize benzeri “ubûdiyet,
Ferman harcı, evâmir harcı, tebşiriyye, harc-i behâ, kudûmiyye, hediye-i beha,
bohçabeha” namlariyle daha başka paralar, hediyeler de vermektedirler.
(b) Hil’at-ı Umûmî
Padişahlar vefat ettiklerinde
ya da şeyhülislâm fetvâsiyle hal’ olunduklarında (tahttan indirildiklerinde)
Sadrazam başta olmak üzere bütün devlet memurları da “azledilmiş”
sayıldıklarından “Hil’at-ı Umûmî” yapılırdı.
Yeni Padişah’ın cülûs töreni
ardından kendi seçtiği sadrazam’a hil’at-ı fâhire giydirilir, bu sırada Mühr-i
Hümâyûn teslim edilirdi.
Bundan sonra Paşa Kapısı’nda
yapılan törende görevleri yinelenen ricâle de yeni sadrazam’ın huzurunda reis
ül-küttab ve teşrifatî efendi (teşrifatçı) tarafından beratları okunur,
kaftancıbaşı tarafından da “ibka hil’atı” giydirilirdi.
“Tevcihat-ı umûmî” sırasında
eski Padişah’ın zamanında verilmiş beratlar da yenilenirdi.
g. Dîvân-ı Hümâyûn
Teşkilât tarihimiz açısından
“Dîvân” kısaca “Padişah’ın ya da vekili olan vezir-i âzam’ın huzurunda, merkezî
yönetime ait devlet maslahatının, önemli iş ve sorunların, halktan gelen
şikayetlerin ve davaların görüldüğü, taşra yönetiminin ve tüm kamu
hizmetlerinin denetlendiği, devletin gelir ve giderlerinin düzenlendiği meclis”
demektir.[303]
Fatih Kanunnamesi’nde Dîvân
üyelerinin oturacakları yerleri belirlenmiştir.[304] Sadrazam sedir
üzerinde ortada, sağında vezirler, solunda sırasıyla Rumeli ve Anadolu
kazaskerleri otururdu. Bu yerleşim dışında yine sağ tarafta nişancı yalnız
olarak, sol tarafda da üç defterdar otururdu. Onların gerisinde Dîvân hocaları
halifeler ve şakird’leri otururlardı. Sadrazam, Dîvân’a nişancı, defterdarlar,
kazaskerler, vezirler geldikten sonra gelir ve oturum açılırdı. Dîvân’da özel
olarak davet edilmedikce şeyh ül-İslam bulunmazdı.
Padişah isterse sadrazamın
arkasında “Kasr-ı âdil” denilen kafesli yerde kendisi görünmeden Dîvân
görüşmelerini dinlerdi.
Dîvân kalemi de Beylikçi,
Tahvil, Ruûs ve Amedî kalemleri olmak üzere dört daireye bölünmüştü. Bu
dairenin başı reisülküttab’tır. Bürokratları tezkireciler ve çavuşbaşı’dır. On
yedinci yüzyılda, Osmanlı Devleti’nin yönetiminin ağırlık merkezi, Padişah’tan
ve Saray’dan, sadrazam’a ve Sadrazam Dairesine (Bâbıâli’ye) kayınca bütün bu
daireler, büyük değişikliklere uğradı, bu arada işlevlerinde de önemli
değişiklikler oldu.
Dîvân’ın diğer görevlileri,
kâtipler, vakanüvis, infaz çavuşları, cellât ve yamakları ile kapıcılardır.
Fatih’e kadar Dîvân’a Padişahlar
başkanlık ederken, önce Padişahın bir perde veya kafes arkasından dinlemesi
biçimine geçilmiş, Yavuz Selim ve Kanunî’den sonra da tamamen bırakılarak
Dîvân-ı Hümâyûn Veziriâzâm’ın başkanlığında toplanmaya başlamıştır.
Padişah nerede ise Dîvân’ın
da orada kurulması kanundur. Dolayısıyla Padişah’ın bizzat iştirak ettiği
seferlerde Dîvân, ordugâhlarda kurulur ve Dîvân üyeleri de, İstanbul’da
yerlerine “kaim-i makam”lar bırakarak sefere katılırlardı. Bununla beraber
seferde olan yalnızca sadrazam ise, üyeleri İstanbul’da kalan Dîvân’a da
Padişah başkanlık ederdi.
Dîvân-ı Hümâyûn kanun yapma,
yüksek yargı ve icra yeridir. Osmanlı Devleti uyruğu olan herkes için hemen her
konuda Dîvân’a yakınma ve başvurma yolu açıktır. Dîvân’da duruşmalı yargılama
(murafaa) ve duruşmasız yargılamalar, gereken soruşturmalar yapılarak karar
verilir. İdam ve tâzir cezaları hemen uygulanır.
Padişahın fermanları,
emirleri, buyrulduları gibi “özel yasalar” niteliğinde olanlar dışındaki genel
kanunları da Dîvân hazırlar.
“Müfettiş-i hükkâm”lar
vasıtasıyla kadı ve nâiblerin çalışmalarına genel yargı denetimi yapar. Örfî
davalarda “değiştirilemez” kesin hüküm alma yeridir. Mahkeme ve idarî
kararların düzeltme (temyiz edilme) yeridir.
Dîvân’ın siyasî ve idarî
görevleri ise “Din-i Mübîn’e karşı olan hareketlerin yok edilmesi, teşebbüs
edenlerin cezalandırılması, konar-göçerler dışında yerleşik yurtlarını terk
edenlerin eski yerlerine döndürülerek nüfus hareketlerinin kontrol altında
tutulması, gayrimüslim ülkelere karşı “İlây-ı Kelimetullah” ilkesinin
uygulanması, komşu devletlerin herhangi bir tecâvüzünde misliyle mukabeleye
hazır olunması”dır.
Din, vakıf, eğitim ve tüm
idârî hizmetlerde, (örneğin bazı konularda zimmî’lere yapılan) mezâlimin
önlenmesi, nüfus listeleri yaptırılması, buhranlı dönemlerde tedbirler
alınması, mahkeme sayısını yeterince arttırılması ve her yıl Şevval ayında
tevcihlerin (atamaları) yapılması Dîvân’a aitir.
Hazine’den para çıkması ve
vergi tahsilâtı işlerini düzenler. Dîvân-ı Hümâyûn’un vergi salmak, çeşitli
iktisadî-malî işlerde karar almak ve malî yargı yapmak yetkisi de vardır. Bu
yönüyle günümüzdeki Sayıştay görevini üslenmiştir.
Dîvân-ı Hümâyûn yöneticiler
hakkında ya Padişah’a “arz” yoluyla doğrudan doğruya, ya da kıyafet değiştirip
halk arasına girerek (ki birçok halk öyküsüne konu olmuştur) yahut casus
görevlendirip bilgi toplayarak çeşitli dolaylı yollarla denetimler
yapabilmektedir.
Yüzyıllar boyunca haftada
dört kere toplanan Dîvân-ı Hümâyûn’da devletle ilgili bütün işler görülür ve
herkes doğrudan doğruya başvurabilir. [305]
Kur’an’da belirtilen
“Müellefe-i kulüb”emrini kalpleri İslamiyet’e ısındırmak, alıştırmak için
vezir-i âzam huzurunda Müslüman olmak isteyen bir gayrimüslime para ve elbise
verilir ve sonra mirî cerrah’a sünnet ettirilirdi. [306]
n Yetkiler Hiyerarşisi
Dîvân-ı Hümâyûn’u bazı
yönleriyle parlamenter sistemlerdeki kabine’ye de benzetmek mümkündür.[307] Dîvân-ı Hümâyûn’u Padişah adına yöneten, mühürünü haiz vekili
sadrazam’a bazı yetkiler verilmemiş, bazıları ise kısıtlanmıştır.[308] Örneğin mâli konularda başdefterdar’ın yetkileri sadrazam’dan
fazladır. Ancak sadrazam’la görüşmeden re’sen, kendi başına karar veremez. Her
konuda önemli işler en yüksek yetkilileri olan erkân Dîvân’a çağrılarak ve
onların da görüşleri alınırdı. Bununla beraber Padişah’ın vekili olan sadrazam
Dîvân üyelerinin oylarına karşıt karar da verebilir. Ancak Dîvân’da alınan
kararlar Padişah tarafından onaylanmazsa geçerli olamazlar.
“İlmiye tariki”nin başı ve
“İftâ” kurumunu temsil eden şeyhüislam yaptığı hizmet açısından “müfti”
(danışman) sayılır ve Dîvân-ı Hümâyûn üyesi değildir. Ancak teşrifatta sadrazam
ile (hemen hemen) eşdeğerdedir. Dolayısıyla uygulamada sadrazamla aralarında
yetki karşıtlıkları, girişimleri meydana gelmez. Bununla beraber Padişah bütün kararlarında
Şer’e uymak zorunda olduğundan, Dîvân toplantıları da bu bağlamda
şeyhülislam’ın manevî denetimi altında sayılır.
(a) Dîvân Erkânı
Dîvân-ı Hümâyûn’un asıl
üyeleri veziriâzâm, Kubbealtı vezirleri[309] , kazaskerler, nişancı,
defterdarlar ve (İstanbul’da bulunuyor ise) Rumeli beylerbeyi’dir. Yeniçeri
ağası ve kaptan paşa (Kapudan-i Deryâ) gibi görevliler ancak “vezir” rütbesi
alırlarsa Dîvân-ı Hümâyûn üyesi olabilirlerdi.
Yeniçeri ağası ocak işleri ve
İstanbul’un asâyişi konularından sorumlu idi. Diğer taraftan Dîvân-ı Hümâyûn
üyesi olmadıkları halde İstanbul’da bulunan görevli veya görevden ayrılmış olan
(ma’zûl) beylerbeyi düzeyindeki kişiler Dîvân’a katılmak zorundaydılar.
“Müfti’l-en’âm” ünvânıyla
anılan ve İlmiyye tarîkinin başı olan şeyhülislam Dîvân âzâsı değildir.
Dolayısıyla toplantılara katılmaz. Şeyhülislâm yargı yetkisine de sahip
olmadığından yargının başı olan Anadolu ve Rumeli Kazaskerleri Dîvân’da hem
ulemâ’yı temsil ediyorlar, hem de şer’î sorunları çözümlüyorlardı. Şeyhülislâm
ancak görüşüne gerek duyulduğunda Dîvân’a davet edilir, reyi alınırdı. Böylece
kanunların hazırlanması ve yönetimle ilgili kararların alınması sırasında
Padişahın vekili olan sadrazamla Osmanlı ülkesinde en yüksek manevî otorite olan
ulemanın başı şeyhülislam’ın birbirlerine karşı yetki tecâvüzünde bulunmaları
önlenmek istenmiştir.
n Defterdarlar
Başdeftardar Dîvân üyesidir
ve Hazine’nin gelir ve giderlerinin tümünden haberdardır. Dîvân-ı Hümâyûn’a
Rumeli defterdarı Mâliye örgütünün başı ve başdefterdar olarak giriyordu.
Teşrifat’da “Şıkk-ı evvel defterdarı” unvanıyla Anadolu defterdarı’nın önünde
gelirdi. On yedinci yüzyılın ortalarından sonra diğer iki defterdar, Şıkk-ı
Sâni (Anadolu Defterdarı) ve Şıkk-ı Sâlis defterdarları (İstanbul ve Kıyılar
Defterdarı) başdefterdarın yardımcısı durumuna geldiler.
Ancak her üç defterdar da
Dîvân üyesidirler. Toplantılarda sadrazamın solunda ve kazaskerlerin alt
tarafında otururlardı.
n Yeniçeri Ağası ve Kapudan Paşa
Yeniçeri ağaları On yedinci
yüzyıldan itibaren da üç tuğlu vezir pâyesine yükseltildi. Devamında “vezir”
pâyesiyle kaptanpaşalığa, hatta ağalıktan doğrudan Sadrazamlığa getirilenler
oldu. Veya bir kubbealtı veziri kendisine «Ağapaşa» unvânı verilerek “Yeniçeri
ağası” tayin edilirdi.
On altıncı yüzyılın
sonlarından itibaren kaptanpaşalar görevlerine vezirlik pâyesiyle
atandıklarından, artık Dîvân-ı Hümâyûn’un doğal üyesi sayılmaktadırlar. Bundan
ötürü eğer deniz savaşı ya da yıllık mutad Akdeniz Seferi’nde değillerse, Dîvân
toplantılarına katılırlar. Ayrıca her cuma günü sadrazam’la görüşürlerdi.
Dolayısıyla On yedinci
yüzyıldan sonra Yeniçeri ağaları ve kaptanpaşalar Dîvân’ın sürekli üyesi olarak
görülebilirler.
n Kazaskerler
Kazaskerler, Dîvân-ı
Hümâyûn’un Şer’i meseleler hakkında hüküm vermeğe yetkili üyeleridir.
Teşrifatta Rumeli kazaskeri Anadolu kazaskerinin önündedir.Terfi ederek
şeyhülislâm olurdu. Dîvân toplantılarında Rumeli kazaskeri sadrazamın sağında,
Anadolu kazaskeri, kendisinden daha aşağı kabul edildiğinden Rumeli kazaskerinin
alt yanında otururdu. Dîvân-ı Hümâyûn toplantılarında Şer’i ve hukuki davalarda
Anadolu kazaskeri ancak sadrazam izin verirse dava görebilirdi. Kanun gereği
kazaskerler haftada dört gün Dîvân toplantılarından sonra vezirlerden önce
Arz’a girerlerdi.[310]
Kazaskerlere Şer’î şerif’le
ilgili dava hükümlerinde Padişah adına tuğra çekmek izni verilmişti.[311] Dîvân toplantılarının dışında, salı ve çarşamba günleri haricinde
kendi konaklarında Dîvân kurup yetki alanlarına giren dava ve işlere
bakarlardı. Sadrazamlar gerek görürlerse ya da bir şikâyet olursa kazaskerlerin
yaptığı işleri, emekli ya da ayrılmış bir kazaskere denetletirlerdi.[312]
n Kubbealtı Vezirleri
Fatih Kanunnâmesi’nde
vezir’Ierle vezir-i âzam için şu kayıt vardır: «Vezir-i Âzam vezirlerle
ümerâ’nın başıdır, cümlesin ulusu odur. Bütun işlerin vekilidir. Malımın vekili
defterdarlarımdır. O, nâzırıdır. Oturmada, durmada, mertebede “Vezir-i Âzam”
cümleden mukaddemdir.»
Vezirlik rütbesi ilk
devirlerde «beylerbeyi» likte temayüz edenlere verilir ve “Kubbealtı”nda
toplanan «Dîvân-ı Hümâyûn» a iştirak ettiği için “kubbenişîn” denilirdi.
Kubbealtı vezirleri “vezir-i
sâni, vezir-i sâlis, vezir-i râbi, vezir-i hâmis, vezir-i sâdis...” biçiminde
anılırlardı. Birinci vezir “vezir-i âzam”dır. Böylece vezirlerin birbirlerinin
desteği anlamında hiyerarşik bir sıra izledikleri görülüyor.
Sultan Süleyman zamanında
kubbealtı vezirlerinin sayısı dokuzu geçmemişti. Sonraları sayıları çoğalarak
valiliklere de vezirler gönderilmiye başlandı ve giderek hemen bütun valiler
vezirlerden nasbedilir oldu. Hattâ bir iki sancak birleştirilerek bir vezire
tevcih edilmek adeti de ortaya çıktı. Daha sonra kaptan paşa, defterdar ve
nişancılara da vezirlik verildi.
On altıncı yüzyılın son
yarısından itibaren Merkez’deki vezirlerin sayısı on bire kadar çıktı. Üstelik
eyâletlerdeki vezirler de çoğalmıştı. Kubbealtı’na mahsus bir mesned olan
vezirlik bir pâye biçimine dönüşmüş ve kubbenîşin olmak da “mansıb” hâline
gelmişti.[313]
Zaten bu tarihlerden sonra
kapıkulu ocaklarına maaş vermek dışında Dîvân’ın bütün işleri Paşakapısı’nda
görüldüğünden kubbe vezirlerine de gerek kalmamıştır.
Kendisine ilk defa vezirlik
verilenler Arz’a girdiği zaman yalnızca sâde hass’ ül has hil’at giydirilirdi.
Sefer sırasında vezirlerin davetsiz olarak Padişah huzuruna girme yetkileri
vardır. [314]
(b) Dîvân Görevlileri
Dîvân görevlileri üye
değillerdir. Bunların hâcegân sınıfından olan bir kısmı görevlerinin gereği
Dîvân üyeleriyle birlikte kendilerine ayrılmış yerlerde otururlar, diğerleri
toplantılarda ayakta hizmet ederlerdi.
n Çavuşbaşı
Dîvân-ı Hümâyûn’da
reisülküttaba teşrifat yardımcılığı yapan çavuşbaşı diğer Saray çavuşlarının
âmiridir. Padişahın ya da sadrazamın huzuruna çıkarılacak elçilere protokol’de
eşlik ederdi. Dîvân toplantılarında elinde gümüş değnekle kapı yanında ayakta
durur. Dîvân-ı Hümâyûn âcil kararlarını yerine getirmek, çalışmaların hizmet
ayrıntılarına takılmadan yürümesini ve güvenliği sağlamak başlıca görevleriydi.
Galebe Dîvânlarında ve diğer günlerde Saray Mutfağı’ndan Dîvân üyelerine
çıkarılan öğle yemeklerine nezaret ederdi.
Ayrıca, halkın verdiği
dilekçelerin Dîvân’a iletilmesine aracı olur ve “mürafaa”[315] taleplerini
düzenlerdi. Fatih Kanunnâmesi’ne göre, Dîvân kararlarını Sadrazam’ın mührü ile
onayladıktan sonra buyruldu’ların yazıldıkları eyâlet ve sancaklara
bildirilmesini sağlar. Her akşam Defterhane’yi mühürler. Görevden alınan
şeyhülislam’lara azilnâmelerini tebliğ eder, yeni atananları alayla Saray’a
götürürdü.
Çavuşbaşılık[316] makamı Dîvân-ı Hümâyûn’un yanındadır. Çavuşbaşı kisedarı, çavuşlar
emini ve çavuş katipleri gibi yardımcıları burada birlikte bulunurlardı.
n Kapıcılar Kethüdası
Genellikle Enderun ağaları
arasından seçilen Kapıcılar kethüdası aynı zamanda bir Saray nazırı’dır.
Dolayısıyla gümüş asalarıyla Dîvân’ın kapısında durarak Dîvân toplantılarında
hizmet ederdi.
Dîvân erkânını Babüsselam’da
(orta kapı) karşılarlar, Dîvân’a getirirlerdi. Dîvân üyelerine verilen öğle
yemeğini düzenlemekle de görevlidir. Beylerbeyi ve vezirlere verilecek gizli
emirleri iletmek, sadrazamların atanmasında ya da görevden alınmaları sırasında,
Padişah’ın mühürlerini vermek veya geri almak görevi vardı. Atanan sadrazam
İstanbul dışındaysa mührü onun yanına götürürdü. Cuma ve bayram namazlarında
halkın dilekçelerini toplayıp Padişah’a iletirdi.
Yabancı elçilerin kollarına
girerek Padişahın huzuruna çıkartır, devlet adamlarının idam fermanlarını
gerçekleştirilmesini sağlardı.
(c) Hâcegân
Dîvân-ı Hümâyûn kalemi
yöneticisi yüksek görevli memurlara Hâcegân-ı Dîvân-ı Hümâyûn denilirdi.
Reisülküttab çok yoğun ve önemli olan işlerini mâiyetindeki hâcegân ve diğer
memurlarla yürütür.
Gerek “menasib-i sitte”
olarak bilinen “nişancılık, başdefterdarlık, şıkk-ı sâni ve sâlis
defterdarlıkları, reisülküttablık ve defter eminliği”nin hâcegân unvanının son
kademeleri olması ve gerekse oradan vezirliğe kadar yükselmek mümkün
olduğundan, hâcegânlık Kalemiye’nin önemli rütbelerden biri sayılırdı.
“Hâcegân-ı Dîvân-ı Hümâyûn”
zümresinden olabilmek için de Dîvân-ı Hümâyûn kalemlerinde sırasıyla “şakirdlik
(stajyerlik), kâtiplik, halifelik yapmış olmak gerekirdi.
Reisülküttab’dan sonra
Dîvân-ı Hümâyûn kalemi’nin en yetkili görevlisi “beylikçi-i Dîvân-ı Hümâyûn”
idi. “Kanuncu, ilâmcı ve mümeyiz” beylikçi’nin emrindedirler.
Dîvân tezkirecisi terfi
edince “vezir tezkirecisi” ve daha sonra mektupçu, beylikçi olur ve bu görevden
reisülküttab’lığa atanırdı.
«Büyük ve küçük tezkireciler»
yazılı işleri sıraya koyarlar. Dîvân-ı Hümâyûn’a arz edilmiş olan dilekçeleri
sadrazam’ın ve diğer üyelerin önünde yüksek sesle okurlar. Müzakere sonucunda
gereken yerlere gönderilmek üzere Dîvân-ı Hümâyûn kaleminde havalelerini
yaptırırlardı.
Evrakı saklayıp korumak,
evraka reisülküttab’ın buyrultu işaretini koyarak gideceği yere reis ül-küttab
kesedarı sevkederdi. Sadrazam ile birlikte sefere çıktıklarında, yerine
merkezde vekâleten “rikâb reisi” unvanıyla bir kaymakam bırakılırdı.
Hâcegân-ı Dîvân-ı Hümâyûn
tâyînleri de her sene şevval ayının ilk yarısında yapılır, “Şevval
tevcihleri”nde Sadrazamın tevcihat pusulasıyla ya “ibka” (görevde kalır) ya da
(görevlerinden) “azl” edilirlerdi. Göreve atananlar önce hilat giyerek sadrazam
katına çıkarlardı. Görevlerinden alınanlar rütbelerini korurlar ve geçimlerine
yardım olmak üzere derecelerine göre Padişah katından “atiye” alırlardı.
n Nışancı
Nışancı (tevki’î)’ kanun
olacak telhisleri bizzat kaleme almakta, kesinleşerek yürürlüğe giren
fermanlara da “Tuğra” çekmekle görevliydi. Benzetme yapılarak kendisine
“müftî-i kanun” da denilirdi. Çünkü yeni çıkan örfî (ya da Padişahî) kanunlarla
eskileri arasında çelişki olmamasından sorumluydu.
Ferman, berat ve diğer resmî
evrak, defterdar ve reis-ül-küttab tarafından mâliye ve hâriciye (dış işleri)
açısından kontrol edildikten sonra sadrıâzam’a götürülür ve bir daha
incelendikten sonra ya sadrıâzamın kendi eliyle veya tezkirecisi tarafından
üzerine «sahihtir» kelimesinin kısaltılmış şekli olan «sahh» işareti konarak
nişancıya gönderilir, nişancı bu belgenin daha önce sâdır olmuş kanunnâme ve
ahidnamelerle çelişmediğini kontrol eder, bir aykırılık bulmazsa tuğrasını
çekerdi.
Bir günde çekilmesi gereken
tuğraların çokluğu karşısında vezirler de Nişancılara tuğra çekmekte yardım
ederlerdi. Sonraları yanlarına tuğrakeş veya «tuğranüvis» denilen hattat
yardımcılar verildi.
n Reisülküttab
“Reis efendi” olarak da
bilinen reisülküttab, Dîvân-ı Hümâyûn kalemlerinin tek ve en yetkili
yöneticisidir.
Reisülküttab fiilen Dîvân-ı
Hümâyûn’da görevli olmakla beraber Dîvân üyesi değildir. Dîvân işlerini tüm
ayrıntılarıyla çok iyi bilmesi gerektiğinden, reisülküttab’lık devletin en
önemli ve eski mansıpları olan “menâsıb-ı sitte” (altı mansıb) arasında yer
almaktadır. Yine de On yedinci asır sonlarına kadar giderek önemleri artmakla
birlikte reisülküttâb’lar nişancı’nın maiyetinde kalmış ve kendi kariyerinde
devam ederek Nişancılık makamına yükselebilmiştir.[317]
Reisülküttâb’ın sıradan
işleri Dîvân-ı Hümâyûn’dan çıkan hükümleri ve beratları düzeltip işlemlerini
tamamlamak, sicilini tutmak ve yerlerine göndermek, resim ve harçlarını tahsil
etmek, asıllarını arşivlemek; Dîvân toplantılarından önce telhis kesesini
hazırlamak ve Sadrazamın sağ yanına bırakmak, gayrimüslim devletler ve reâyâ
ilişkilerini araştırmak, gizli yazıları yazmak, rüûs ve telhisleri hazırlamak,
yabancı devletlerden Padişaha ve sadrazama gelen mektupları Türkçeye çevirtmek
ve cevaplarını hazırlatmak, kesinleşen hükümlere “buyruldu” işareti (sah ve
resid) koymak, her yıl boşalan tevcihat listelerini hazırlamaktır.
(d) Dîvân Kalemleri
Dîvân-ı Hümâyûn
kaleminlerinde Dîvân-ı Hümâyûn toplantıları için gereken belgeler
hazırlanmakta, kayıtlar tutulmaktadır.
Bunlar dışında fermanlar,
beratlar (ruhsat ve imtiyazlar), menşûr (vezirlik beratları), dış ülkelerle
yapılan muahede (antlaşma) ve mukaveleler (anlaşmalar); Hatt-ı hümâyûn’lar
(Padişahın el yazıları), ordu ve donanma ile ilgili yazılar, emir ve hükümlerin
suretleri (Ahkâm defterleri), Seyfiye tarikine verilen maaşların icmalleri
(Mevâcib defterleri) tutulur.
Bunlar dışında Defter-i
Hakânî’de tutulan Tahrir defterleri, Mâliye’nin tuttuğu gelir, gider ve
demirbaş defterleri, Fetvâhâne belgeleri ve (kadılar tarafından tutulan ve
hükümler, ilâmlar, vakfiyelerin yer aldığı) şer’iyye sicili defterleri vardır.
n Beylikçi veya Dîvân Kalemi
Karara bağlanan konular
sınıflandırılır, sicillere kaydedilir, gerekli yerlere ve kalemlere havaleleri yapılırdı.
Uygulamaya girecek ferman ve beratlar hazırlanırdı.
Beylikçi Kalemi kesedarı
evrakın yazılmasını ve devam eden muamelelerini takip ederdi. Mümeyyiz,
kalemdeki katiplerin yazdıkları yazıları tetkik ederdi. “Kanuncu” Padişah adına
Dîvân’da hazırlanan emir ve hükümlerin mevcut kanunlara aykırı veya karşı olup
olmadığına bakar, “İ’lamcı” karar sürecini irdelerdi.
Beylikçi Kalemi’nde tutulan
defterler arasında Nâme-i Hümayun, Mühimme, Mühimme Zeyli, Mühimme-i Mektüm,
Mühimme-i Mısr, Atîk Şikayet, Mukavelename, Nefiy ve Kısas, Kale-Bend, İmtiyaz,
Mukteza, Ahkam, Şehbender, İzn-i Sefîne, Kilise, Gayrimüslim Cemaatleri,
Tevcihat, Tekaüd defterleri sayılabilir. Dîvân tarafından istenilen defterleri
serdefterci nezaretinde defterciler hazırlayıp getirirlerdi.
Dîvân-ı Hümayun’da alınan
kararların müsveddeleri Beylikçi Kalemi’nde hazırlanırdı. Önce beylikçi ve
sonra reîsülküttab tetkik eder ve temize çekilir, sadrazam’ın “sah”ı alındıktan
sonra tuğra çekilmek için nişancıya gönderilirdi. Padişah’ın bizzat karar
vermesi gereken hususlarda ferman çıkarılmak için önce sadrazam bir telhis’le
Padişah’a durum özetlenirdi. Padişah’ın kendi “hatt-ı dest”i ile verdiği karara
göre hareket edilirdi
n Rüûs (Nişan) Kalemi
Vezir, beylerbeyi, sancakbeyi
ve yüksek dereceli ulema dışındaki devlet görevlilerin sicil ve özlük işlerini
görürdü.
n Tahvîl Kalemi
Vezirler, beylerbeyleri,
sancakbeyleri ve yüksek dereceli ulema’nın atanma, bağışlanma ve gönderilme
gibi sicil ve özlük işlerini görürdü. Boşalan tımar ve zeametlerin başkalarına
devri işlemleri yapılırdı.
n Amedî Kalemi
Reisülküttab’ın özel
kalem’idir. Burada sadrazam adına Padişah’a “telhis ve takrir-i âli”ler[318] yazılır. Antlaşmalar, anlaşmalar, elçiliklerle yazışmalar yine bu
kalemde hazırlanır ve saklanır. Ayrıca tımar ve zeamet gelirlerinden alınması
gereken rüsûm da yine bu kalem tarafından toplanır. Tahsil edilen rüsum
karşılığnda verilen belgenin üzerine Farsça “amed” (geldi) yazıldığından kaleme
“Amedî Kalemi” , baş halifesine de amedci, amedî efendi denirdi. Katip sayısı
zamanla 30’a kadar yükselmiştir.
Bu kalemlerden başka
Teşrifatî (Protokol işleri) ve devletin resmî kronikörlüğünü yapan Vakanuvislik
kalemleri de vardı.
(e) Toplantılar
Dîvân, Cumartesi, Pazar,
Pazartesi ve Salı günleri olmak üzere haftada dört gün toplanırdı. [319] Genellikle sabah namazından sonra başlayan Dîvân toplantıları öğle
yemeği ile son bulurdu. Alınan kararları bildirmek üzere sadrazam yemekten
sonra Padişahın huzuruna çıkardı.
Ordu’nun sefere gidişi ya da
seferden dönüşü, bayram günleri, saltanat değişikliği gibi durumlarda Dîvân
Kubbealtı’nda olağanüstü toplanırdı.
n Açılış Merâsimi
Toplantı yapılacak günlerde
Dîvân erkânı, sabah namazından sonra Bâb-ı Hümâyûn (Topkapı Sarayı’nın birinci
kapısı) önüne gelirler. Kapılar, Kapıcılar Ocağı neferleri tarafından İftitah[320] merasimi ile açılırdı.
Yeniçeri erleri arkalarını
Bâb-ı Hümâyûn’a verip sıralar halinde, bunların önüne de yine bir sıra
yazıcılar dizilirdi. Dîvân üyeleri, Ocak ve bölük ağaları da Sarayın birinci
kapısı önüne gelip sıralanırlardı. Herkesten sonra kubbe vezirleri gelir,
Yeniçeri ağası her Veziri, atını biraz ileri sürerek selâmlar, sonra geri dönüp
yerine gelirdi. Ocak duacısı gelip Yeniçeri ağasının durduğu yerin önünde dua
eder, bittikten sonra kapı açılır ve önce kapıcılar kethüdâsı, peşinden
reisülküttab ve Dîvân erkânı düzen içinde içeri girilirdi.
Ek Tablo: 4
ERKÂN VE RİCÂL MERÂTİB DİZİSİ
Meratib |
Tuğ |
Yevmiye |
Has
geliri (Akçe) |
Açıklamalar |
Sekbanbaşı |
1 |
80 |
20.000
timar |
Maaş
yerine tımar alabilir |
Cebecibaşı |
1 |
95 |
|
Maaş
yerine tımar alabilir |
Başkapıcıbaşı |
- |
150 |
20.000
timar |
400.000
akçe has ile ya da vezirlik rütbesi ile Beylerbeyi olabilir. |
Hassa
Bostancıbaşı |
- |
|
120.000
1 |
Vezir,
beylerbeyi olabilir. |
Deryâbeyi |
1 |
|
200.000-300.000 |
Kaptanpaşa
Eyâleti’ne tayin edilir. |
Sancakbeyi |
1 |
|
200.000-300.000 |
Haremeyn
Mevleviyetine eştir. |
Ocak
Ağası |
1-3 |
500 |
80.000
(saman baha) ve 50.000 (zeamet) |
Sancakbeyi
ise bir tuğ, vezir ise üç tuğ alır. |
Mirmiran
2 |
1-2 |
|
1.500.000-1.850.000 |
Gelişi:
Sancakbeyi, Deryabeyi, Âyân |
Baş
Defterdar |
- |
300 |
240
000- 600 000 |
Has
gelirlerini tasdik için % 1 akçe; para Hazineye teslim edilirken % 0.2 akçe
alır. 3 |
Beylerbeyi |
2 |
|
400.000-
1.000.000 |
Vezir
pâyesi alabilir. |
Kapudan-ı
Deryâ 4 |
2-3 |
|
6.500.000 |
Vezir
pâyesi alabilir |
Anadolu
Kazaskeri |
1 |
500 |
|
Rumeli
Kazaskeri olabilir. |
Rumeli
Kazaskeri |
1 |
500 |
|
Şeyhülislâm
olabilir. |
Darüssaade
Ağası |
- |
|
1.250.000 |
Vezir
ayarında itibarı vardır. |
Vezirler |
1-3 |
|
1.500.000 |
On
sekizinci yüzyılda has geliri kaldırıldı |
Şeyhülislâm |
2 |
600 |
Çok
yüksek gelirli arpalık verilmiştir. |
Teşrifat’ta
Sadrazam’dan sonra gelir. |
Sadrazam |
3 |
|
7.300.000 |
Padişah’ın
vekilidir. |
n Oturumlar
Sadrazam ve vezirlerle kendi
kapıkullarının Dîvân günlerinde giyecekleri kıyafetler ve binekleri de
Kanunnâme’de belirtilmiştir. [321] Sadrazam, başına “kallavî” denilen,
yarım endâze’den [322] uzun ve alt tarafı kare biçiminde bir külâh giyip üzerine gayet ince
Hint tülbendi sarar ve soldan sağa doğru dört parmak genişliğinde sırma işleme
şerit bağlardı. Sırtına “üst” denilen dört kollu ağır sırma işleme kaplı samur
kürk giyer, kuşak arasına da murassa’ hançer sokardı.
Vezirler, defterdarlar ve
Dîvân’da görevli olanların hepsi tamamlanınca çavuşbaşı sadrazam’ın huzuruna
girer “Dîvân hazırdır” diyerek kendisini haberdar ederdi. Bu sırada sakabaşı
“Buyur!” diye bağırarak sadrazamın geldiğini belirtir. Dîvân’daki makamına
giderken saf halinde dizilen erkân ve görevliler kendisini selâmlardı.
Oturum açılınca tezkireciler
Dîvân’a başvuranların dilekçelerini sırayla okurlar, sadrazam bunları dinler ve
şeriat ve örfî kanunlara göre çözümler, sonuçlandırır, gerekirse bazı davaları
Rumeli Kazaskeri’ne havale ederdi. Hatta dava sayısı fazla olursa Anadolu
Kazaskeri’ni de görevlendirirdi. [323]
Dîvân bitince sadrazam
kalkar, yine iki tarafı selamlıyarak çıkardı.
Dîvân toplantısı öğleye kadar
devam eder, ancak oturumlar sabah namazı sonrasında başladığından yarım günde
bir iş günü çalışılmış olurdu.[324] Dîvân’ın toplandığı günlerde devlet
erkânına Matbah-ı Amire’den yemek çıkardı. Fatih, Padişahların sadrazam ve
Dîvân azalarıyla birlikte yemeğe katılmasını kaldırmış, vezir-i âzam’ın
başdefterdar ile yemek yiyeceğini belirtmiştir. Sonraları nişancılar da
sadrazam’ın sofrasına katılmışlardır.
n Arz’a Giriş
Dîvân toplantısı ve yemek
bittikten sonra sadrazam ve diğer devlet erkânı huzura kabul olunurdu.
Sadrazam, Bâbüssaade’ye girişinde biri kürklü, diğeri sâde iki hil’at giyerdi.
Arz Odasına girilince,
vezir-i âzam yer öperek Padişah’ın sağ tarafına yaklaşır ve el kavuşturarak
durur. vezirler de selamlayıp kıdemlerine göre üzere vezir-i âzam’ın alt yanına
ellerini kavuşturarak dizilirler. Vezir-i Âzam arz’a başlayınca vezirler sol
tarafına geçip biraz uzaklaşırlar. Arz tamamlandıktan sonra “İzn-i Hümâyûn”
çıkar, vezir-i âzam yer öper, vezirler de onun peşinden Padişah’ı selamlayıp
Arz Odasından çıkarak Dîvânhaneye giderler.[325]
Yabancı devletlerin elçileri
“Galebe Dîvânı” denilen özel bir törenle Kubbealtı’nda kabul edilirdi.
n Ulûfe Tevzi’i
Kapıkulu askerlerinin ulûfe
dağıtımı için yapılan törene “Ulûfe Dîvânı” veyâ “Ulûfe Telhisi” ya da “Galebe
Dîvânı” denirdi. Salı günleri yapılması da kanundu. Kapıkulu askerinin her orta
ve bölüğünün ulûfesi ağızları mühürlü ayrı keselere konmuş olarak Kubbealtı
yanındaki Hazine Odası önüne küçük tepeler hâlinde yığılan para torbaları
Devletin azamet ve şevketini bir kez daha gösterirdi. Kapıkulu ocaklarının her
bir ortasından gelen temsilciler, kendilerine ait olan miktarı teslim alırdı.
Bu nedenle İstanbul’a gelen yabancı elçilerin kabul törenleri de aynı güne
raslatılır ve kendisine seyrettirilirdi. Bu sırada askere de çorba ile pilav ve
zerde çıkarılır, çorbanın içilmemesi askerin hoşnutsuzluk alâmeti sayılırdı.
Her ulûfe dağıtımında sadrazam’a serâsere kürk verilirdi.
n Elçilerin Kabûlü
Müslüman devletlerin elçileri
Dîvânhane’ye girdikleri sırada başta vezirler olmak üzere devlet erkânı ayağa
kalkar. Sadrazam elçi’yi oturmuş olduğu halde kabul eder. Elçi sadrazam’ın
eteğini öptükten sonra nişancının oturduğu sofanın Dîvânhane kapısı haricinde
olan tarafına otururdu.
Hıristiyan devletler
elçilerinin karşılanışı Tevki’î Abdurrahman Paşa Kanunnâmesi’nde şöyle
anlatılır: ”Amma kefere elçisi ise Dîvânhane’ye karib geldikte vezir-i âzam
hazretleri abdesthaneye karib varır. Elçi Dîvânhane’ye vardığı gibi vezir-i
âzam hazretleri dahi abdesthane’den çıkıp makamına gelir. Ol saat vüzera ve
sair erkân kıyam ederler, elçi Vezir-i âzam hazretlerinin eteğin öptükten sonra
Dîvânhane kapısı semtinde vüzera-yi izâmın mukabelesinde iskemle üstüne
oturur.”
n “Galebe“ Dîvânı
Müslüman ve Hıristiyan
devletlerin elçileri Huzur’a Salı günleri “Galebe Dîvânı” sırasında kabul
edilirlerdi. Meşin torbalar içinde ulûfe parasının küçük tepeler hâlinde
yığılışı ve paraların dağılışı sırasında yeniçerilerin yaptıkları tören onlara
seyrettirilerek devletin haşmet ve kudreti gösterilmek istenirdi.
Arz odasına kabulünden evvel
elçiler için Saray mutfağından çıkarılan yemek İslam ve Hıristiyan devletleri
elçileri ve sadrazam’la birlikte aynı sofrada yenilirdi. Elçi kabul günlerinde
nişancı ile defterdar, sadrazam’ın sofrasına oturmaz, onlar için ayrıca
hazırlanan sofrada yemek yerlerdi.
Elçi maiyetindekiler de
ikişer, üçer veya daha fazlası için yeni sofralar kurulur, bu sofralarda
defterdar, nişancı ile birlikte yemek yerler, hatta kaptan paşa’nın sofrasına
da oturtulurlardı. Ancak kazaskerlerin sofrasına yabancıların hiçbiri
kesinlikle oturtulmazlardı. Yemekten sonra elçiye gülsuyu ve buhur verilirdi.
Kısa bir dinlenmeden sonra teşrifatçı elçiyi kaldırıp hil’at veya kürk
giydirmek üzere Babüssaade Kapısı’na getirirdi. Burada elçinin Dîvân tercümanı,
başkâtibi ve diğer önemli adamlarına da “ruznamçe” defterinde özellikleri
gösterilmiş olan hil’atler giydirilirdi.
(2) Diğer Dîvânlar
Dîvân-ı Hümâyûn’da önemli
devlet işleri ve şikâyetler dışında kalan diğer hususların karara bağlanması da
bir alt Dîvân’a bırakılmıştı. Gerçekten, düzenli olarak belirli günlerde
toplanan Dîvân-ı Hümâyûn’da sonuçlanmayan veya görüşülmesine gerek olmayan daha
önemsiz işleri veziriâzamlar “İkindi Dîvânı”nda; aralarında önem dereceleri ve
konuları daha da önemsiz olanlar daha alt Dîvânlarda çözümlenmektedirler.
Vezir-i Âzam’ın başkanlık
ederek “İkindi Dîvânı”, “Cum’a Dîvânı” ve “Çarşamba Dîvânı” adlarıyla kendi
konağında topladığı kurumlaşmış Dîvânlarla Dîvân-ı Hümâyûn’un yükü
hafifletilmeğe çalışmaktadır.
Diğer taraftan çok önemli ve
âcil durumlarda bizzat Padişah’ın başkanlığında Dîvânlar kurulabilmektedir.
(a) İkindi Dîvânı
Kısaca söylenirse Dîvân-ı
Hümâyûn, Padişah Dîvânı olmasına karşılık, İkindi Dîvânı Sadrazam’ın Dîvânıdır.
Nitekim “Sadrazam Dîvânı” ya da “Dîvân-ı Asâfî” olarak da anılır. Böylece
veziriâzamın Padişah adına vekil olarak başkanlık ettiği Dîvân-ı Hümâyûn ile doğrudan
doğruya kendi başkanlığında olan İkindi Dîvânı arasında bir anlamda yetki
sınırı da çizilmiş olmaktadır. Ancak bu sınır ölçüsü her hükümdara, ya da her
sadrazama göre değişir.Başka bir deyişle, ana sorunlar dışında nelerin Dîvân-ı
Hümâyûn’da görüşüleceği konusunda tam bir açıklık bulunmamaktadır. Dîvân-ı
Hümâyûn’da bazan çok basit, önemsiz davalar bile dinlenebilmektedir. Bu
belirsizlik zamanla Dîvân-ı Hümâyûn’un yozlaşmasına ve tüm yetkilerin
sadrazamın inisyatifine geçmesine yol açacaktır.
Dîvân-ı Hümâyûn parlak
döneminde haftada en az dört gün toplanmaktadır. Herkes, ister reayadan ya da
askerî sınıftan olsun, sorununu Dîvân-ı Hümâyûn’a götürmek hakkına sahiptir.
Her «önemli» devlet işi orada konuşulur.[326] Dîvân-ı Hümâyûn,
yavaş yavaş güçsüzleşmeye başladığı zamanlarda bile bu özelliğini
koruyabilmiştir.[327]
Ancak Dîvân toplamak,
sadrazama bir ayrıcalık olarak verilmiş iken, zamanla ona tanınmış bir hak
durumuna geldi. Kuşkusuz sadrazam için Dîvân-ı Hümâyûn’da, Padişahın vekili
olarak başkanlık yapmak, çok ağır bir sorumluluğu da birlikte gerektirir. Oysa
kendine tanınmış hak olan İkindi Dîvânı’nda başkanlık yaparken daha rahattır.
Hatta On yedinci yüzyıl ortalarından sonra İkindi Dîvânı’nın yetkilerinin
Dîvân-ı Hümâyûn zararına genişletmesinin belki en önemli sebebinin sadrazamın
kendi Dîvânı’nda duyduğu bu rahatlık olduğu düşünülebilir.
Sefer sırasında Merkez’de
bulunan sadaret kaymakamı sadrazamın değil Padişahın ikinci derecede vekili
olduğundan, İkindi Dîvânı’nı sadrazam adına toplayamaz. Oysa sadrazam savaş
süresince kendi başkanlığında Dîvânı kurar. Ancak bu Dîvân belli başlı üyeler
katılmadığı ve ikindi vakti dışında yapıldığı için gerçek anlamdaki İkindi
Dîvânı değildir.
Diğer taraftan sadaret
kaymakamı da Merkez’de, Dîvân-ı Hümâyûn toplantısı bittikten sonra, kendi
konağında bir Dîvân kurar ve önemsiz davaları görür. Ancak bu Dîvân seferdeki
Sadrazam adına ona vekâleten toplanmış bir “İkindi Dîvânı” değildir. Böylece
sadaret kaymakamı’nın tam bir vezir-i âzam vekili sayılamayacağı bir kere daha
anlaşılmaktadır.
Osmanlı kanunnâmelerinde
Dîvân-ı Hümâyûn’un özellikle teşrifat kuralları ayrıntılı biçimde anlatılmasına
karşılık, İkindi Dîvânı’ndan çok kısa olarak bahsedilmiş ve ikindi namazından
sonra sadrazamın hanesinde (Paşakapısı’nda) toplanacağının bildirilmesiyle
yetinilmiştir.
İkindi Dîvânı’nda önce mehter
takımı çalar ve sonra toplantıya başlanır.[328] Görüşmelere
Dîvân-ı Hümâyûn hizmetlilerinden reisülküttab, çavuşbaşı ile “büyük” ve “küçük
tezkireci”ler görevlidirler. Sadrazam «Dîvân-ı Hümâyûn’da görüşülmesine gerek
olmayan» konuların bazılarına doğrudan karar verebilir. Yetkisi dışında
kalanları da konularına göre ya İstanbul Kadısı’na, ya Kadıaskerlere veya
Dîvân-ı Hümâyûn’a gönderir.
Alınan kararlar daha çok
«buyruldu» biçiminde iseler de, sadrazam Padişahın mutlak vekili olduğundan
tuğralı buyruklar da çıkarabilir.
Sadrazam istediği konuları
telhis yoluyla Padişaha arzederek onayını alabilir. Ne var ki Devlet işlerinin
Dîvân’da görüşülerek değil, Padişahla kendisi arasında görülmesinin Dîvân-ı
Hümâyûn’un güçsüzlenmesine sebep olduğu düşünülebilir. Nitekim, On sekizinci
yüzyıl sonlarında artık işler tamamen vezir-i âzam ile Padişah arasındaki
görüşmelerle yürütülmüştür. Bu da IV. Murad ve II. Mahmud gibi güçlü
Padişahların kudretini arttıracak ancak aksi durumlarda siyasî gücün sadrazam
ya da zorba takımının eline geçmesine sebep olacaktır.
(b) Cuma Dîvânı
Cuma Dîvânı’nda dava
dinlenirken Dîvân-ı Hümâyûn usulleri uygulanmaktadır. Genel olarak “Huzur
mürafa’ası” yapılan davalar dinlenmektedir. Bu bakımdan, her çeşit şer’i - örfî
davaların dinlendiği Cuma Dîvânı’nı, Dîvân-ı Hümâyûn’un tamamlayıcısı olarak
nitelemek mümkündür. Genel kural olarak Cuma Dîvânı’nda verilen hükümlerden
hoşnut kalmayanlar Dîvân-ı Hümâyûn’a gidebilirler.
(c) Çarşamba Dîvânı
Merkezde, sadrazamın
başkanlığında düzenli olarak toplanan «Çarşamba Dîvânı»na, Dîvân-ı Hümâyûn
üyesi olanlar katılmamaktadır. Her çarşamba günü, sabah vakti, Galata, Havas-ı
Kostantaniye ve Üsküdar kadıları, sadrazam hazretlerinin konağına gelirler.[329] Sadrazam bu kadılarla birlikte Dîvân’ı kurar. Dîvân’da sadrazam
«mesalih-i ibadullahı muktaza-i şer’i şerif üzere görür ve fasl-ı husûmet ve
kat’ı nizâ buyurur ve kavanin-i Osmaniyeyi icra eder, lâzım geldikte kadı
efendilere dahi dinletir». (Kanunnâme)
Bilindiği gibi, özellikle
belediye hizmetleri de kadıların görevleri arasındadır. Böylece Çarşamba
Dîvânı’nda «Kanun-i Osmanî»ye ait örfî hukukun kapsamındaki yargısal işler,
Şeriat açısından uyuşmazlıklar ve İstanbul’un çağdaş terimlerle çeşitli
belediyecilik sorunlarıyla da uğraşıldığı anlaşılmaktadır.
Kanunnâmelerde Çarşamba
Dîvânı’na yer veren bölüınün devamında, “Sadrazamın İstanbul’da kol gezmesi”
kuralının bulunması, şehirle ilgili olarak görüşülen konuların yerinde
incelenmesini de gerektirmektedir. Bu da bir anlamda İstanbul’a verilen önemi
vurguluyor.
Çarşamba Dîvânı’nda dava dinleme
ve görüşme usulu de Dîvân-ı Hümâyûn’daki yöntemlere benzer. Dîvân-ı Hümâyûn
toplantısı sonunda olduğu gibi, görüşülecek işler bitince öğle yemeği yenilip
dağılınır. İstanbul’da bulunan beylerbeyleri ile sancakbeyleri, Dîvân
toplantısından önce, Yeniçeri ağası ile birlikte sadrazamın huzuruna çıkarlar.
Böylece, toplantıdan önce, sadrazamın devam eden işler hakkında özet bilgiler
aldığı anlaşılıyor. Cuma ve Çarşamba Dîvânlarının İkindi Dîvânı’ndan farkı,
bunların sadaret kaymakamı tarafından yönetilebilmeleridir. Bu da, her iki
Dîvânın, Dîvân-ı Hümâyûn’la bağımlı ve onu tamamlayıcısı olduklarını
kanıtlıyor.
(d) Ayak Dîvânı
Tam anlamıyla Dîvân
sayamayacağımız, fakat çok önemli, iki kurul daha vardır. Bunlardan biri «Ayak
Dîvânı» diğeri ise «Meşveret»tir.
Ancak olağanüstü zamanlarda
toplanan bu iki organı, Dîvân-ı Hümâyûn ve diğer Dîvânlar gibi, belli, düzenli
kurallar bağlamamaktadır. Bu bakımdan, onlar, kurumlaşıp gelişememişlerdir. O
yüzden, Ayak Dîvânı ile Meşveret, hele Padişah tarafından başkanlık edildiği
zaman, Dîvân- Hümâyûn’un üstünde sayılabilirse de, tam bir kurumlaşma süresine
giremedikleri için, ayrıcalıklı ve ender çalışan kurul organlar olarak
nitelendirilebilirler.
Ayak Dîvânı, çok acele,
önemli (genellikle) tek işin görüşülüp karara bağlandığı olağanüstü bir
kuruldur. Verilen karar hemen uygulamaya konulur.
Adından da anlaşılacağı
üzere, bu «Dîvân»a katılanlar, oturan Padişahın önünde, ayakta dururlar.
Padişahın Dîvân-ı Hümâyûn toplantılarına başkanlık ettiği zamanlar üyelerin
onun önünde oturmalarını doğal kabul etmek gerekir. Ayak Dîvânı’nda ise,
kimsenin oturmaması hem, bu kurulda görüşülen işin gerçekten acele bir sorun
olduğunu, hem de, bu toplantıya, teşrifat açısından Padişahın yanında oturması
mümkün olmayan kişilerin de katıldığını gösterir. Gerçekten, Ayak Dîvânına
düzenli olarak, belirli üyelerin katıldığı söylenemez. Acele ya da olağanüstü
durumlar ortaya çıktığında, o anda Padişahın çevresinde, yakınında ilgili
kimler varsa, hemen toplantıya katılırlar.
(3) Meşveret Meclisleri
On yedinci yüzyılda bütçe
açıklarının kapatılması, sefer sırasında alınacak tedbirlerin etkin
olabilmeleri için Meşveret Meclisleri denilen geniş bir ortamda tartışıldıktan
sonra uygulanmaya konulması gerekiyordu.[330] Aslında Meşveret
Meclisleri, çok önemli sorunlar için toplanmakla beraber, Ayak Dîvânı gibi,
belli kurallara uyulmadan çalışmıştır. Dolayısıyla bir ölçüde kurumlaşmış ise
de, tam anlamıyla gelişme sürecine girememiştir. Başka bir deyişle Meşveret
Meclisi yüzyıllar boyu ihtiyaç duyulup kullanıldığı hâlde bir karar organı
durumuna gelememiştir.[331]
Meşveretler genellikle
Padişah’ın buyruğu ile yapılır. Böyle toplanan meşveretlere, çoğu kez
Padişah’ın kendisi de katılmaktadır. Bununla beraber bir Padişah’ın ölümünden
sonra, kimin tahta geçeceğini belirlemek, ya da bir ayaklanmaya karşı alınacak
önlemler gibi âcil durumlarda hemen bir karara varmak için, Padişahın buyruğu
olmadan devlet ileri gelenleri tarafından yapılan meşveret meclisleri de vardır.[332] Nitekim bazı Padişahların tahttan indirilmesi sırasında kararlar yine
serbest meşveret meclislerinde alınmıştır.[333]
Padişah irâdesi dışında
yapılan bu meşveret’lerde, usûlen gerekli olan şeyhülislam fetvâsı bir yana
bırakılırsa, alınan kararların Osmanlı örfî hukukuna göre geçerliği «icmâ»
(çoğunluk) kavramına dayanır. Aslında kritik zamanların meşveret meclislerinde
çoğunluk kararına karşı çıkmak mümkün değildir. Zira çoğunluğun kararı uygulama
alanına konulunca, kendi varlıkları da tehlikeye düşecektir. Dolayısıyla
meşveretlerden dâima “ittifak”(oybirliği) kararları çıkmaktadır.[334]
Kısaca söylenirse, gerekli
hâllerde devlet ileri gelenleri ile toplanan Meşveret Meclisleri’nde genel
olarak ittifakla oluşan kararlar almakta, hatta Padişah’ı bile
değiştirebilmektedir.
Padişah’ın emriyle, yani
geniş kapsamlı olarak toplanan Meşveret’e devletin ileri gelen belli başlı
hizmetlileri çağrılır.[335] Tahta çıkışından bir ay kadar sonra, Sultan III. S e 1 i m bir
«Meclis-i Meşveret» toplanmasını buyurdu. Üç gün sonra, Revan köşkünde
çalışmaya başlayan meşverete 200’ün üstünde kişi katıldı. Bunlar, devletin
ileri gelen memurları, kadıları, müderrisleri,bazı ümera ve ayrıca emekli memur
ve askerler de çağnldılar.[336] Bu toplantıya katılacakların
adları, Padişaha gösterildiğinde, listede Ocak ağalarının bulunmadığı
anlaşıldı. Bunun üzerine Sultan III. Selim onları da toplantıya çağırtmıştır.[337]
Meşveret toplantılarına
Devlet yönetiminde deney ve bilgi sahibi kişilerin, bilim adamlarının da
düşüncelerini öğrenmek üzere çağrılmasına özen gösterilmektedir. Padişahın
buyruğu üzerine yapılan Meşverete çağrılacak kişilerin adları ve toplantıda
görüşülecek konular tespit edilir [338] Toplantı Padişahın, o katılmamışsa
Vezir-i Âzam’ın başkanlığında açılır. Özellikle On sekizinci yüzyıldan sonraki
yapılan meşveret toplantılarında başkanın herkesin düşüncesini açıkça
belirtmesini istediği görülüyor.[339] Padişahın katılmadığı meşveretlerde
alınan karar, ona arz yoluyla bildirilir. Padişah, Meşveret Meclisi’nde alınmış
somut bir karar varsa bunu onaylamaktadır.
Meşveret Meclisleri’nin
toplantı sayısı On yedinci yüzyıl ortalarından itibaren On sekizinci ve On
dokuzuncu yüzyılın başlarına kadar artarak devam etmiştir.
2. TAŞRA TEŞKİLÂTI
Osmanlı Devleti’nin coğrafî
büyüklüğünün ve siyasî hudutlarının genişlemesi Merkezî yönetim tarafından
devletin (mülkün) tek bir bütün hâlinde büyümesi biçiminde algılanmaktadır.
Dolayısıyla ülkenin her bölgesinde Merkez yönetiminin yerel şartlara uyacak
biçimde düzenlenmiş modeli uygulanmaktadır. Böylece Osmanlı ülkesi bazı özellikler
ve gereklilikler dışında, bir anlamda Merkez’in küçük birer numûnesi
sayılabilecek “cüz-i tam”lar biçiminde örgütlenerek yönetilmektedir.
a. Örgütlenme
Beylerbeyi resmen sadrazamın
vekili olmamakla beraber, eyâlet divanı’na başkanlık etmesi ve Taşra teşkilâtının
yönetim şemasinda üslendiği diğer yönetsel işlevleri açısından bir anlamda
sadrazamın otoritesini temsil eder. Merkezden gönderilen diğer görevliler de
Divân-ı Hümâyun’daki görevlerin benzerleri temsil ederler. Başka bir deyişle
Taşra teşkilâtı ve yönetimi birçok yönleriyle Merkez yönetiminin yapısı
ufaltılmış bir örneğidir.
(1) Eyâlet Divânı
Divân-ı Hümâyûn kadar
kalabalık üye kadrosu bulunmamakla beraber, beylerbeyi’nin Eyâlet Divânı’nda[340] yaptığı işlev sadrazam’ın Divân-ı Hümâyûn’a başkanlık etmesi gibidir.
Divanın belli başlı üyeleri ise beylerbeyi kethüdâsı, eyâlet kadısı ve subaşısı
idi.
Eyâlet Divânı örfî konularda
mutlak olarak yetkilidir. Ancak Eyâlet Divanlarında şer’i hususlarda alınacak
kararlarda, Merkez’den atanmış olan kadı, İlmiye tarikinin oradaki temsilcisi
olarak Divân-ı Hümâyûn’daki kadıaskerlerin görevini üslenmişlerdir. Divân
efendileri Merkez’deki nişancı ve reisülküttab’ın; eyâlet defterdarı (mal
defterdarı) da akçalı işlerin sorumlusudur.
Eyâlet Divânı’nda alınan
kararlar beylerbeyinin buyruldusu ile kesinleşir ve çıkışı deftere kaydedilir.
Eyâletin tüm defterleri, iki nüsha olarak hazırlanır; orijinalleri Divân-ı
Hümâyûn’a yollanır, ikinci nüshaları da Eyâlet Divânı’nda saklanır.
Divan oturumlarında
Merkez’den gelen emirler, kararlar görüşüldükten, genel yönetim kararları
alındıktan sonra, halkın bizzat ya da yazılı olarak şikayetleri dinlenir karara
bağlanırdı. Eyâlet Divânı’nda verilen kararlardan hoşnut kalmayanlar, “haksızlığa
uğradığını ileri süren herkes” en üst düzey müracaat merci’i olan Divân-ı
Hümâyûn’a da başvurabilirler. Bununla beraber Divân-ı Hümâyûn, örneğin yerel
soruşturma gerektiren bazı konularda olduğu gibi, kendi yetkilerini eyâlet
divânı’na devredebilir.
(2) Merkez’in Yöneticileri
Bunların en önemlileri
Divan’da yer alan Kadı, Kapı Kethüdası, Tımar Defterdarı, Hazine Kethüdası ve
Tezkirecidir. Eyâlet divanındaki görevleri Merkez’de Divan-ı Hümâyûn’unda bağlı
oldukları âmirlerinin işlerinin eyâletlerdeki uzantısıdır.
(a) Tımarlı Subaşı
Subaşılık, Osmanlı
Beyliği’nde kadılıktan sonra gelen bir makamdı. Devlet büyüyüp, sınırları
genişleyince Fatih Sultan Mehmed döneminde bu hizmet “mirî” ve “tımarlı” olmak
üzere ikiye ayrıldı.
Tımarlı subaşılar, sancakbeyinin
yardımcısı durumunda ve sancak merkezlerine bağlı küçük idarî birimlerin
yöneticileridir. Görevlendirildikleri kasabaların dirlik ve düzenini sağlarlar.
Merkez’den gerektiğinde kendilerine doğrudan da hüküm gönderilirdi.
Savaşlarda tımar sahibi olarak
cebelüleriyle sefere katılırlar. Vergiler ve para cezalarının tımar karşılığı
olan bölümünü kendilerine ayırırlardı. Diğer taraftan kazalarda “toprak
subaşısı” ve köylerde “köy subaşısı” denilen görevliler de vardı.[341]
(b) Kale Dizdarı
Dizdarlar Kapıkulu
Ocaklarının orta yayabaşı’ları arasından atanırdı. Kalelerin onarım ve bakımı,
savunması, güvenliği ve yönetiminden sorumluydular. Gece ve gündüz kaleden
ayrılamazlardı. Dizdara yardımcı olarak kale ağası, bulunurdu. Yerlikulu,
gönüllü, beşli, azap, atlı ulufeci denen askerlerden oluşan kale
mustahfizlarının komutanı ve kale halkının da mülki amiridir. Dolayısıyla
hükümler doğrudan adına çıkarılırdı.
Yurdiçi kalelerin dizdarları
ise bölge güvenliğinden sorumludurlar. Diğer taraftan Yedikule, Rumeli Hisarı
ile Amasra ve Sinop kaleleri hapishane olarak kullanıldıklarından bu kalelerin
dizdarları mahkumların muhafazası ve cezaların infazını sağlamakla
yükümlüydüler.
Dizdar’lara tımar verilir, ya
da ulûfe bağlanırdı.
(c) Sancakbeyi
Sancakbeyleri bir tuğlu’dur.
Rütbesi mirmiran ve sancakları “paşalık” olanlara iki tuğ verilirdi. Eyâlet
teşkilatında “mirliva” unvanını haizdir. Sancakbeyi beş ilâ on kazalık yerin
mutasarrıfı ve tımarlı sipahisinin de kumandanı olduğundan “ümera” sınıfından
sayılır. Bunlar sancaklarındaki davaları dinlerler, «icrâ-yi ahkâm-ı Şeriat»
ederlerdi. Memur oldukları sancakta “hıfz ü hırâset[342] -i râiyyet ve
zabt ü rabt ve def-i mezâlim ve umûr-i seyf ve siyâset’le memur” idiler. Kuruluş
ve yükselme dönemlerinde bazı sancakbeyliklerine deneyim kazanmak için
şehzadeler de atanırdı.
Fatih Kanunnâmesi’nde
Divan’dan bahsolunurken sancakbeylikleri hakkında ahkam konulmuştur: “Sofa-i
Divan-ı Âli’de oturmak beylerbeyilerin yoludur ve beylerbeyiler vüzera altına,
defterdarlar, Kazaskerler altına otururlar. Sancakbeyleri taşrada otururlar.”
Sancakbeyleri,
gönderildikleri sancakların önemine göre dirlikleri farklı idi. “Dirliği dört
yüz bin akçaya varan sancakbeyi Beylerbeyi olurdu.Ve sancakbeyleri,
beylerbeyiler gibi altmış bin akça ile tekaütlük hakkına sahiptiler. Vezirlerle
diğer devlet erkânı gibi sancakbeyi oğullarına otuz bin akça zeamet verilirdi.[343]
Sancakbeyleri’nin Divan’a
gelirken giyecekleri elbise, yanlarındaki hademe, oturacakları yer ve
Padişah’ın huzuruna girişleri Beylerbeyileri gibidir.[344] Ancak Huzur’da
kalamazlar. Huzura ne suretle girecekleri de kanunnâmede gösterilmiştir.[345] Sancakbeyleri teşrifat’da beylerbeyilerden sonra fakat kendilerine
“tabıl ve a’lem” verildiği için kuzat’tan önce gelirler.[346] Sancakbeyleri,
vezaretsiz beylerbeyiler gibi infisallerinden sonra bütün salahiyyetleri
kalkardı . Sancakbeyliği en az iki yüz bin akça ile tevcih olunur, gayretleri
görülürse hasları arttırılırdı.[347]
Kaptanpaşa Eyâleti’nin
sancakbeylerine “deryabeyi” denilir. Bunlar kendi sancaklarındaki zeamet ve
tımar sahipleriyle birlikte, 1-3 gemi donatarak donanmayla sefere katılırlardı.
(d) Mirmiran
Mirmiran, On sekizinci
yüzyılın başında büyük sancaklara ya da birkaç küçük sancağı kapsayan
bölgelerde beylerbeyi’nin bir altındaki rütbedir.
On sekizinci yüzyıl boyunca
Anadolu’daki eyâlet ve sancakların çoğunun yöneticileri, yörenin önde gelenleri
arasından atanan mirmiranlardı. Bunların kendi yörelerinde sancakbeyliği ve
mütesellimlik, cephelerde de başbuğluk ve seraskerlik yapmaları gelenekleşti.
Başarılı olanlara vezirlik rütbesi verilerek ödüllendirildi ve beylerbeyliğe
atandı. Başarısız olanlar ise mirmiranlık rütbesi geri alınarak cezalandırıldı.
Mirmiranlar taşra vezirleri gibi kapı halkı bulundururlardı. Buyrulduları da
vezir buyruldusu gibi geçerliydi. Teşrifatta İstanbul kadısına eşitti. Mirmiranlara
“mirmiran hassı” adı altında ikinci sınıf dirlikler, başarılı olanlarına geliri
fazla malikâneler verilirdi.
Kaptanıderya’lara, güçlü âyan
ve derebeylerine iki tuğlu mirmiranlık verildi. Teşrifat’ta İlmiye’nin Haremeyn
Mevleviyeti’ne göre bir üst düzeyde gelirdi.
(e) Beylerbeyi
Eyâletlere veya sancaklara
gönderilen yeni beylerbeyleri[348] veya sancakbeyleri tayin beratları
paşa sancağı kadısı tarafından şer’iyye siciline kaydedildikden ve halkın
önünde okutulmasından sonra göreve başlarlar. Sadrazam’ın bütün ülke üzerinde
Padişah’ın vekili olarak nasıl mutlak yetkisi varsa, beylerbeyileri de kendi
eyâletlerinde tıpkı sadrazam gibi saltanatın vekilleridir.
Rumeli’de sefere çıkılmışsa
Padişahın sağında eyâlet askerleriyle Rumeli beylerbeyi , solunda ise Anadolu
beylerbeyi yer alırdı. Anadolu seferlerinde bunun tersi olurdu.
Eyâletin özelliğine göre
sayıları bazen 3-4 bini bulan Sarıca, Sekban, Levend, Tüfekçi, Deli denilen
milis ve başıbozuk birlikleri gibi kolluk kuvvetleri bulunurdu. Bunların
giderleri ve maaşları, paşa sancağı ile öteki sancaklardan ayrılan haslar,
tekâlif-i örfiye türünden vergi gelirleriyle karşılanırdı. Yönetimine
getirildiği eyâletin paşa sancağına kendi özel kolluk kuvvetleriyle gelen
beylerbeyleri, başka bir yere gönderildiğinde de bütün hizmetlilerini yanında
götürürdü.
On altıncı yüzyılda çıkarılan
bir kanunnâme ile Osmanlı devletinde o sıralarda sayıları kırk civarında olan
“beylerbeyi”ler, vezir rütbesinin bir alt sırasında pâye aldılar. Vezirin üç tuğuna
karşılık beylerbeyinin iki tuğu vardı. Beylerbeyleri Saray mensupları, yeniçeri
ağaları ve sancak beyleri arasından seçilirlerdi.
Beylerbeyiler eyâlet içinde
istedikleri tayinleri yaparlar ve devlet işlerini görürler, dava dinlerlerdi.
Eyâlet’de cereyan eden iyi ve kötü herşey kendilerinden sorulurdu. Eyâletleri
dahilinde bütün ümerâ, kadılar ve hükümet memurları onun emrine itaatle
yükümlüdür.
Beylerbeyleri önceleri, tımar
ve zeamet dağıtmak konusunda tam yetkiliyken On altıncı yüzyılın ikinci çeyreğinden
sonra ancak çok küçük tımarları verebilme hakkına sahip oldular.
Merkezden çıkan hükümlerde
beylerbeyilerin üzerine vezirlerden başka kimsenin adı yazılmazdı. Rumeli
beylerbeyinin diğer beylerbeyilerden farkı, hükümlerde adının önüne «Paşa» ve
«dâme maalihû»[349] unvan ve dualarının konulmasıydı.
Aynı zamanda vezir olan
beylerbeyi civar eyâletlerin beylerbeyilerine de hüküm gönderebilirdi.[350] Atandığı eyâlete giderken ya da görevden alındığında Merkez’e dönerken
yollarda vezir olarak davaları dinler ve üzerine düşen görevi yapardı. Ancak
beylerbeyi’si “vezir” rütbesinde olan eyâletlerden geçerken dava dinlemezdi.[351]
Görevden alınan beylerbeyi
vezir rütbesinde değilse, hükûmetten de ayrılmış sayılırdı. Bununla beraber
isterlerse Divan’da bulunmak yetkileri vardı.[352]
Beylerbeyilerin Divan-ı
Hümâyûn’a geldikleri zaman vüzerâ-yı izam gibi mücevveze ve kumaş üst ve
lokmalı kumaş iç kaftanı giyerler, ağır raht, ağır abayî ve çifte gümüş
zincirle müzeyyen ata binerlerdi.
Eyâletin tımarlı sipahî
ordusundan mülkî ve askerî yönetici olan beylerbeyi sorumludur.[353] Ama eyâlet yeniçerilerinin ağaları da beylerbeyinden bağımsızdılar.
Beylerbeyi kapı halkını kendi oluşturur, tayin edildiğinde onları da getirir.
Beylerbeyleri Padişahın iktidarının temsilcisi olarak merkezin emirlerini,
kadıların kararlarını uygulardı. Eyâletlerin bağımsızlığa özenmelerini
engellemek için beylerbeylerinin sık sık yerleri değiştirilmekteydi.
Eyâlet’in idârî bölümlenmesi
sancaklara, sancaklar da kazalara ayrılmıştır. Beylerbeyleri de vezirler gibi
“paşa” unvanını aldıklarından idaresinden sorumlu oldukları sancağa “paşa
sancağı” deniyordu. Yönetimin en küçük birimi ve temel modülü ise kadı ile
subaşının yönetiminde olan “kaza”dır. Kadılar ve mal defterdarları kararlarında
bağımsız olup doğrudan merkeze bağlıydılar.
Eyâletlerin yönetimi,
önceleri Mısır dışında iki tuğlu paşalara (beylerbeyi) verilırken[354] daha sonra Budin, Yemen, Bağdat’a vezir rütbesi ile valiler atandı.
Diğer taraftan Kubbealtı’nda vezir sayısının artmasıyla artık diğer eyâletlere
de vezir pâyesinde beylerbeyleri atanmağa başladı.
Beylerbeylerinin en az 400 000
akçe gelir getiren çeşitli değerde dirlikleri olurdu.
(3) Yerel Yöneticiler
Yerel yöneticiler Merkez’in
onayına bağlı bir prosedür içinde göreve gelirlerdi. Örneğin her ne kadar
kendilerine hizmetleri karşılığı olarak dirlik tevcih edilmiş olsa da tımarlı
sipahiler ile devlet arasında kamu hukuku açısından ilişkiler vardır. Kendisine
bazı görevleri yerine getirmek şartıyla rakabesi devlete ait bir toprağın
gelirlerinden yararlanma hakkı verilmektedir. Bunları aksattığı taktirde
verilen hakların geri alınması hatta cezalandırılmaları da mümkündür.
(a) Timarlı Sipahiler
Timar sisteminde devletin ve
reâya’nın karşılıklı hak ve yükümlülüklerini belirleyen kanunnâme’ye göre
“tahrir” (yazılım) denilen işlemle her sancakta toprağı işleyen erkek nüfus,
hâne sayısını, yetiştirilen ürünler, vergi miktarlarını, vergiden muaf olanları
“Mufassal” adı verilen defterlere kaydediliyordu. Timarlı sipahi sulh zamanında
mutlaka kendi bölgesinde ve sancağında yerleşmek zorundadır. Ancak sipahilik
yerli asâlet sınıfı oluşturmaz. Zira dirlikler şahsın kendisine değil, tımarı
yönetmek şartıyla göreve bağlı olarak verilmektedir.
“Tımar”, timar beyi olma
vasfını kazanmış sipahilere; “zeâmet”, yararlığı görülen timar sahipleri ile
Divân-ı Hümâyun çavuşları ve müteferrikalarına verilirdi.
n Benevbet Tımar Sahipleri
Yararlanma hakkı birkaç kişi
üzerinde olan tımar’dır. Kullanılış biçimine bağlı olarak bu tür tımara
“münâvebeli tımar”, “münavebe tımarı” da denirdi. Bu tımardan yararlanma
hakkına sahip olan hissedarlar sıra ile, nöbetleşe sefere giderlerdi. Benevbet
tımar verasetle oğullara geçer, eğer yoksa harice verilirdi. İntikal aynı
şartlarda yani “benevbet tımar” olarak yapılırdı. Oysa kendisine verasetle
“tımar” intikal eden bir kişi onu “benevbet tımar”a dönüştürebilirdi.
(b) Zâim’ler
Kendilerine yıllık geliri 20
bin akçenin üstünde beratla dirlik verilen seyfiye mensuplarına, yörük, voynuk,
müsellem ve yaya beylerine “zaim” denirdi. Zaim’ler bulundukları şehir ve
kasabalarda subaşılık görevini de üstlenirlerdi. Dolayısıyla zaimlerin,
dirliklerinde oturmaları kanun gereğidir.[355]
Zeametler serbest tımar
sayıldıklarından zaim’ler dirliklerinde tam yetkilidirler. Ve cebelüleriyle
alaybeyi pâyesiyle sancakbeyinin buyruğunda sefere katılırdı. Ancak sefer sona
erdiğinde artık sancakbeyinin emrinde değildir. Toprağında suç işleyenleri
yakalamak ve kadı önüne sevk etmek yetkisi vardı. Nitekim sancakbeyi ya da
subaşı bile dirliğin iç güvenliğine karışamazdı.
(c) Çeribaşılar
Diğer taraftan bir kaza
içindeki birkaç tımarın yer aldığı nahiyelerde bulunan tımarlı sipahiler
çeribaşı’na bağlıdır.
Çeribaşılar Müsellem, Voynuk,
Evlâd-ı Fâtihan gibi milis eyâlet askerlerinin zabitidir. Tımar veya zeamet
sahibidirler. Bir nahiye içindeki tımarlı sipahiler çeribaşı’na, birçok
nahiyelerden oluşan bir kaza bölgesindeki çeribaşılar da, hiyerarşik düzen
içinde “alaybeyi”ne bağlıdırlar.
(d) Alaybeyleri
Zeamet sahibidirler. Sayıları
eyâlet’in kaza sayısına ve büyüklüğüne göre değişirdi. Müsellem, Voynuk,
Evlâd-ı Fâtihan çeribaşıları alaybeylerine bağlıdır. Alaybeyleri ise
sancakbeyine bağlıdır. Seferde çeribaşıların kendi bölgelerindeki tımarlı
sipahiler ve cebelü’leri toplayarak alaybeylerinin emri altına girer sonra hep
birlikte sancakbeyi’nin kuvvetlerine katılırlardı.
(e) Eşraf ve Âyan
Beylerbeyi ve
sancakbeyilerinin erkânı ile yeniçeri serdarı, kadı, müderris,gibi Merkez’e
bağlı pâyeli ve rütbeliler dışında bir Osmanlı şehrinin ileri gelenleri yerli
halktan ulemâ, imam, hatib gibi ilmiyye müntesibi, tarikat, tekke, zaviye şeyhleri
gibi tasavvuf erbâbı, ma’zul ve mütekaid askerler, zengin tüccarlar, esnafın
yaşlı ve güngörmüşleri [356] , mukata’a, malikâne ve çiftlik sahipleri, vakıf mütevellileridir.
Ancak zamanla Osmanlı
şehirlerinde merkezden gönderilen memurlar dışında, yani “Enderun’dan çıkma”
olmayan ve yerli halk içinden seçilen, devletle halk ilişkilerini düzenleyecek
yeni bir “yönetici zümre” oluştu. [357]
Bu idâreci zümre müslüman
ahali için “eşraf ve âyan”, gayrimüslimler için, bazı müelliflerin “hristiyan
âyan” dedikleri, “kocabaşı, papaz ve knez”lerdir.[358]
Bunlar genel olarak yerel
itibarlarıyla yönetimle yönetilenler arasındaki iletişimi, dengeyi
sağlayabilecek nitelikte tanınmış ve zengin kişilerin oluşturduğu seçkinler
zümresidir.
Bir ferman geldiğinde,
beldenin kadısı, şehrin âyan ve eşrafını, lonca kâhyalarını ve imamları
topluyor, halkın temsilcileri ve vekilleri olarak Padişahın emrini kendilerine
bildiriyordu. Seyyid ve şeriflerle Şeyhülislâmın vekili olan müftü de eşraftan
sayılırdı. Bunlar toplumun hem zengin, hem de nüfuzlu kişileriydi. Âyan da
zenginlik ve nüfuz açısından onlardan geri kalmazdı.[359] Âyanların
görevleri genel olarak şunlardı:
- Devletle halk arasındaki
irtibatı sağlamak,
- Kazalarda asayişin temini,
- Kanuna göre tahakkuk
ettirilmiş vergilerin tahsili,
- Narhın sabit tutulması,
- Kazalarda kaza’i
fonksiyonlar dışında idari ve askeri bütün işlerin görülmesinde kadılardan bu
görevleri devir almak,
- Gerekli hallerde asker
celbini sağlamak,
- Müslüman ahalinin “nefir-i
amm” için çağrılması, (asker toplama)
- Osmanlı Devleti hudutları
dışına zahire, hayvan vd. malların kaçırılmamasına ve,
- Bazı eşyaların kaçak olarak
yurdiçine girmesine mâni olmak,
- Menzilhanelerin tesisini
sağlamak,
- Posta örgütünün işlemesini
sağlamak,
- Sınır kal’alarının tamir,
bakım ve inşaatına yardım etmek ve oralara zahire temin etmek,
Yukarıdaki görevler
özetlenirse “Kazalarda âyanlık vazifesi gören bir kimsenin, yalnız kaza’î
işleri hariç, ne yapmağa kudreti yetmiş ise herşeyi yaptığı” söylenebilir.
Âyanlık kurumu menşe
itibariyle hükümetin herhangi bir emriyle kurulmuş bir müessese değildir [360] ”. Âyanlar “eşrâf-ı belde” arasından halk tarafından seçilirler. [361] Ve seçildikleri kazalarda nüfûzlarını koruyabildikleri sürece âyanlık
yaparlardı. “Kötü hareketlerinden şikâyet edildikleri için âyanlıktan azil
edilenlerin çoğu zaman ya bir müddet “kale-bend” kaldıkları veya bazı hallerde
kaza halkına belli miktarda “nezir parası” ödemek şartıyla kazadan
uzaklaştırıldıktan sonra “kendi halinde olmak üzere” affedilmektedir. [362]
On yedinci ve On sekizinci
yüzyıllarda Devletin mâli ihtiyacı sebebiyle timarlar iltizama verilmeye
başlayınca eyâlet askerlerinin önemi azaldı ve Merkez’in taşra ile ilişkisi
daha çok malî bir nitelik aldı. Taşra yöneticileri de eyâletlerde nüfuz ve
servet sahibi âyan zümresi karşısında güçsüz kaldılar. Ve böylece “taşra
hanedanları” oluştu. [363]
(f) Voyvoda’lar
Macarca, Slovence, Eski
Bulgarca ve Sırp-Hırvat dillerinde “voyvoda” ( temelde aynı olmakla beraber
bazı fonem farklılıklarıyla) “başbuğ- komutan, başkan” anlamlarına gelir. Eflâk
ve Buğdan Osmanlı egemenliğine geçtikten sonra, liderleri “voyvoda” unvanını
devam ettirdiler. Diğer taraftan İstanbul’da gayrimüslimlerin oturduğu Galata
ve Pera bölgelerinin yöneticilerine de “voyvoda” denilmekteydi.
Onyedinci yüzyıldan itibaren Beylerbeyi
ve sancakbeyleri kendilerine tevcih olunmuş eyâlet ve sancakların mülhak
kazalarına, görevlilerden veyahut ileri gelenler arasından halkın istediği
kişileri voyvoda tayin ederlerdi. Vezirler ve mirmiranla beraber sefere
gittikleri zamanlarda kendi bölgelerindeki küçük birimleri bu “voyvoda”lar ile
idare etmek zorunda idiler. Bunlar mansıp gelirlerini toplar ve kendilerine
gönderirlerdi. Voyvodalara merkezce Mukataat Hazinesi Kalemi’nden “evâmir-i
şerife” verilirdi.
Kıtlık, doğal âfet vesâir
sebeplerle gelirleri azalmış bölgelerin vâridâtı, vezir ve mirmiran’lık tevcih
edilmeğe yetmeyeceğinden, böyle yerler doğrudan doğruya mütesellim olarak tayin
edilmiş “voyvoda”larla idare olunurdu.
b. Yönetim
Ülke bütününde yönetsel
bölümlemenin en büyük birimi “eyâlet”tir. Taşra teşkilâtı [364] toprak ve
askerlik rejimleri bakımından “dirlik düzeni”nin geçerli olduğu “tımarlı
eyâletler”, tımar düzeninin uygulanmadığı “müstesna (salyâneli) eyâletler” ve
yarı özerk “mümtâz eyâletler” olarak üç ayrı sisteme bağlanmıştır.
Ancak “Haremeyn” denilen
Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere ise eyâlet sisteminin dışında
tutulmuşlardı.
(1) Tımarlı Eyâletler
On altıncı yüzyıl başlarında
Rumeli, Anadolu, Eyâlet-i Rum ve Karaman olmak üzere dört eyâlet bulunmaktadır.
Aynı yüzyılın ikinci yarısından sonra yeni fetihler sebebiyle ya da büyük
eyâletlerin parçalanmasıyla yeni eyâletler oluştu. On yedinci yüzyıl başında
eyâlet sayısı 32’ye yükselmişti. Bunlardan 23’ü doğrudan timar sistemine bağlı
eyâletlerdi .[365]
(2) Kaptan Paşa Eyâleti
Kanunî devrinde merkezi
Gelibolu sancağı olmak üzere Kaptanpaşa veya “Cezâyir-i Bahr-i Sefîd” Eyâleti
olarak adlandırılan bir eyâlet teşkil edildi.
Kaptanpaşa Eyâleti,
Anadolu’ya yakın Ege Adaları ile kıyı kesiminin bir bölümünü ve Cezayir’i
(Cezâir-i Garb) içine almaktaydı.[366] Sıralamada Anadolu
Beylerbeyliği’nden sonra gelmekteydi. Eyâletin beylerbeyliği, (yönetim işlerini
kendi tayin edeceği bir vekille yürütmek üzere) kaptan-ı deryâ’ların uhdesine
verildi.[367]
Kaptan Paşa Eyâleti
Kanunnâmesine göre beylerbeyi, kaptan-ı derya olmakla beraber görevinin gereği
yılın yarısında seferde bulunmasından dolayı, Eyâlet’i kendi seçtiği vekili yönetir.
Bununla beraber Kaptanpaşa,
eyâletin sancaklarında tımar ve zeamet tevcihlerini yapmağa yetkili idi. Kaptan
Paşa Eyâleti’ne bağlı tüm zeamet, tımar tevcihatı ve “mensuhat” adı verilen
çiftlikleriyle ilgili işlemler Derya Kalemi’nde tutulurdu. Kaptanpaşa’nın
haslarından her sefere çıkışta iyi yetişmiş, 1.000 cebelû götürmeleri, başka
bir deyişle hazır bekletmeleri gerekliydi.
Bu büyük eyâlete Gelibolu,
Eğriboz, İnebahtı, Midilli, Sığacık, Kocaeli, Mora’da Karlı-ili ve Mezistre,
Sakız, Mehdiye, daha sonra Kıbrıs sancakları dahildi. Bu eyâletten savaş
sırasında Donanma hizmetine 4000-4500 kadar asker gelir ve bunlar kaptan-ı
derya kalemine kaydedilirlerdi.
Kaptan Paşa Eyâleti’nde tımar
sahiplerine “Tersane tımar sipahisi” denilmekteydi. Bunlar kendilerine verilen
tımarlar karşılığında Donanma için hizmet verirlerdi. Eyâlet’in sancak
beylerine “deryabeyi”, gemilerine de “bey gemileri” denilirdi. Deniz
seferlerine en az ikişer gemiyle[368] katılmaları gereken
deryabeyleri’nin toplam sefer gücü yaklaşık 8 bin askerdi.
(3) Müstesna Eyâletler
Sayda (Beyrut ve Suriye),
Haleb, Bağdad, Basra, Musul, Bingazi, Mekke, Hicaz , Yemen, Habeşistan,
Trablusgarb, Cezayir ve Tunus gibi halkı Müslüman olan eyâletler için daha
gevşek ve özerk bir çeşit iltizam usulü olan salyane sistemi uygulanmaktadır.
Yarı özerk olan “müstesna eyâletler” toprakları Merkez’den tımar olarak
dağıtılamadığından Osmanlı idâresine girmeden önce aynı bölgede geçerli olan
vergiler, bazı ufak değişikliklerle aynen devam ettirilmişlerdi. Dolayısıyla bu
tür eyâletlere atanan beylerbeyleri bu bağlamda emanet yoluyla mültezimi de
sayılırlar ve vergileri toplarlar. Aslında sistemin amacı yerli hanedanların ve
beylerin otoritelerini zedelenmeden bölgenin yönetsel denetim altında tutulmasıdır.
Daha sonraları salyaneler gerçek iltizama verilmiştir.
Nitekim On altıncı yüzyılda
Osmanlı egemenliğine geçen Kuzey Afrika yüzyılın sonlarına doğru “Garb
Ocakları” adıyla Cezâyir, Tunus ve Trablusgrap olarak üç eyâlete bölündü.
Merkezî otoriteyi sağlamak için oralara gönderilen yeniçeriler ayrı birer ocak
sayıldılar.[369]
Aslında bu üç eyâletin fiilen
yönetimi giderek aristokrat bir yönetim kadrosu oluşturan yeniçerilerin “dayı”
denilen bölük komutanları arasından seçimle gelen birinin eline geçti.[370] Eyâlet’te Osmanlı devletini temsil eden beylerbeyi’nin ancak sembolik
bir durumu vardı.[371]
Örneğin, Hicaz’ın da bağlı
olduğu Mekke’yi «Katade» soyundan bir şerif yönetirdi. Medine’ye ise «Şeyh
üI-Harameyn» denilen saygın bir Saray hadımı gönderilirdi.[372]
(4) Mümtaz Eyâletler
Yarı özerk olan, örneğin
Mısır, Sisam Beyliği, Kırım Hanlığı, Bulgaristan Prensliği, Eflak - Boğdan
voyvodalıkları, Bosna-Hersek, Aynaroz gibi eyâlet-i mümtâze’ler’in[373] siyasî konumları birbirinden farklıdır.
Mısır, eyâlet-i mümtaze
olarak bir kubbealtı vezirinin beylerbeyi olarak gönderildiği ilk Osmanlı
eyâletidir.
Kırım Hanlığı, Eflak - Boğdan
Voyvodalıkları ile Erdel Krallığı, Bosna-Hersek, Sisam Beyliği, iç işlerinde
serbest ama Osmanlı yönetimine bağımlı devletlerdir. [374] Eflâk ve Boğdan
mirîli eyâletleri ile Adriyatik kıyılarında Dobravenedik (Dubrovnik) Cumhuriyeti
ahalisi Hıristiyan dinindedir ve her yıl cizye ödemektedirler. Eflak ve Boğdan
(Şimdiki Romanya) Merkez’den yollanan ve «voyvoda» denilen görevliler
tarafından yönetilirdi. Voyvodalar iç işlerinde özerk olmakla birlikte, en ufak
uygunsuzluklarında çok ağır cezalara çarptırılırlardı.[375]
Teşrifat’da hükümdar
muamelesi gören içişlerinde özerk Kırım Hanlığı’na, komşusu Hıristiyan
devletlere savaş açma izni verilmiştir. Ancak han, Padişahça seçilir ya da gene
gerekirse işine son verilebilirdi. Sefere çağrıldığında kendisine “harc-ı rah
bahası” (yol harçlığı) gönderilmekteydi.
Kafkasya’da yarı bağımsız ve
vergiye bağlanmış Gürcü, Dadyan, Açıkbaş Krallık ve Meliklikleri vardır.
Özel imtiyaz antlaşmalarıyla
yönetilen Osmanlı yönetimine bağlı devletler, antlaşmalarla saptanmış yönetim
biçimine uymaları ve yıllık vergilerini ödemeleri, savaşlarda belirli miktarda
askerle şartıyla iç işlerinde serbest bırakılmışlardı.
Diğer taraftan eyâlet olan
Kıbrıs Adası sadrazamın has’sı sayıldığından beylerbeyisi yoktu. Ada bir
«muhassıl»ı aracılığı ile yönetilirdi.
Musul’da da, Çıldır ve
Diyarbakır eyâletlerinde yer alan Ekrad beyliklerinin beylerine verasetle geçen
yönetim hakkı tanınmıştı. Devlet bu beyliklere akçalı yardımlarda bulunmakta, çıkarttıkları
askerlerin masraflarını karşılamaktadır.
(5) Sancak’lar
Eyâlet sisteminde yönetsel
alt bölüm sancaktır. Nitekim beylerbeyi’nin bulunduğu yönetsel bölgeye de “paşa
sancağı” denirdi. Reaya’nın şer’i ve örfî vergi yükümlülükleri, ve çıkarılacak tımarlı
sipahi sayısı sancak ölçeğinde belirlenirdi. Dolayısıyla nüfus ve arazi
tahrirlerinden (sayımlarından) sonra, sancak kanunnâmeleri çıkarılırdı.
Sancaklar genel taksimatta
eyâletlere bağlı olmakla beraber müstakil olanları da vardı.[376] Örneğin Osmanlı şehzadelerine “has” olarak
verilen mıntakalara da «Sancak» denirdi. Nitekim Kapudân Paşa’ların rütbesi
önceleri sancakbeyi derecesinde idi. Gelibolu Tersanesi kurulduktan sonra
“Deryabeyi “ ünvanıyla bağımsız olarak (daha sonra eyâlet paşa sancağı’na
dönüşecek olan) Gelibolu Sancak Beyliği verildi. Kaptanpaşa Eyâleti kurulduktan
sonra da kendisine bağlı sancak beylerine de “derya beyi” denildi.[377]
Diğer taraftan özellikle doğu
Anadolu’da[378] bazı sancaklar da, huzurun bozulmaması için “ocaklık ve yurtluk”
olarak aşiret hanedanlarına bırakılmıştı.
Sancağın en büyük amiri
merkezî idârenin atadığı sancakbeyi’dir. Kendi yönetim bölgesini temsil eden
bir “sancak”ın da muhafazasına memurdur.[379] Savaşta ve
toplanma yerlerinde tımarlı sipahiler kendi beylerinin sancağı etrafında yer
alırlardı.
(6) Şehzâde Sancakları
Osmanlı şehzadeleri, devlet
yönetiminde eğitilmeleri amacıyla Anadolu’nun eski beylik merkezleri olan
Konya, Manisa, Trabzon, Kastamonu, Kütahya, Çankırı, Aydın, Amasya ve Teke[380] sancaklarına sancakbeyi olarak gönderilmektedirler. Anadolu dışındaki
tek şehzade sancağı Kefe[381] idi.[382]
Sancakbeyliğine gönderilen
şehzadeler, yanlarında lala, silahdar, mirialem, kapıcıbaşı, imrahor, solaklar
ve peyklerden oluşan kapı halkı ile birlikte halkın “Şehzade Alayı” dediği bir
törenle uğurlanırlardı. Sancağa çıkan şehzade, hocasını da yanında götürürdü.
“Çelebi Sultan” ünvanıyla anılan şehzadelerin maiyetlerinde bir veya birkaç
“lala” bulunurdu.
Diğer taraftan On altıncı
yüzyılın sonlarına kadar yönetim eğitimi yapmaları için eyâletlere vali olarak
gönderilen şehzadelerin eyâlet divânları da, Divân-ı Hümâyun’un tam bir
küçültülmüş modeli sayılır. Nitekim şehzadelere «kendi adlarına tuğra çekme»
yetkisi de verilmiştir. Eyâletlerinde bir hükümdar gibi davranırlar. Hatta bu
sebeple Divân kurulu üyeleri arasında nişancı da vardır. Kendi adlarıyla hüküm
yazarlar, tımar verirler, atamalar yaparlardı. Yaptıkları atamaları ve
verdikleri tımarları Merkeze bildirmek zorundadırlar. Tahsisatları 1-2 milyon
akçe arasındadır. Ancak hükümranlık simgeleri bağlamında para bastıramaz ve
hutbe okutamazlardı. Dolayısıyla bütünüyle bağımsız olmadıkları ve Divân-ı
Hümâyun’un denetiminde bulundukları görülüyor.
Ancak Sultan İkinci Selim
devrinden itibaren yalnız veliahd olan (en büyük) şehzade Sancak’a gönderilmiş
ve Manisa Sancağı veliahd Şehzade Sancağı olmuştur.
On yedinci yüzyıl başında bu
uygulama da kaldırıIdı.[383]
D. YARGI
Padişah’ın emirleri yasa
niteliğinde sayılsalar bile, daha önce görüldüğü gibi, yasama erki sınırlı ve
koşulludur. Örneğin yasalar Kur’an hükümlerine karşı ya da onlarla çelişkili
olamazlar. Dahası Padişahlar hanedân hiyerarşisi gereği başta Fatih ve Kanunî
Kanunnâmeleri olmak üzere “ecdâd-ı i’zam”ın tüm yasalarına saygılıdırlar. Başka
bir deyişle hiçbir yeni yasa yürürlüktekilerle ters düşemez. Bu hususun
denetlenmesi ile “müfti-i kanun”[384] denilen nışancı
görevlendirilmiştir. Diğer taraftan yasa geleneklere, âdetlere aykırı
olmamalıdır. Nitekim yeni katılan ülkelerin yasaları bile “öteden beri
uygulandıkları” biçimde bırakılmışlardır.
Şeriat hükümleri çerçevesinde
görülen davaların kararları da ulû’l-emr (kanun koyucu) olan Padişah’ın vekili
kadılar tarafından verilmektedir. Bu kararları artık Padişahın kendisi bile
değiştiremez. Böylece Osmanlı ülkesinde hem hukukun üstünlüğü ve hem de
yargının bağımsızlığı sağlanmış olmaktadır. Ne var ki “hüccet-i dâfia, hüccet-i
müteaddiye”[385] gibi yeni delillerle Dîvân-ı Hümâyun’a başvurularak bir mahkeme
kararına itiraz etmek ve davanın yeniden görülmesini istemek her zaman
mümkündür.
1. KADI
Kadıların hukukî görevleri[386] genel olarak cezâ ve hukuk davalarına bakmak, şeriye sicillerini
tutmak, vâsisi olmayanların hakkını korumak, evlilik çağına gelince onları
evlendirmek, miras taksimi yapmak, yetimlerin ve gaib kimselerin mallarını
korumak, vakıf malların tescilini yapıp mütevelli heyetini denetlemektir.
Kadı, Şer’i hükümleri icra
ederken, devletin resmî ictihâdı olan Hanefi fıkhına göre karar verir.
Tartışmalı olan konularda en sahih olanını araştırıp uygulamakla sorumludur.
Gerektiği zaman ehliyetli kimselerden hukukî mütalaa ve fetvâ isteyebilir.
Bununla beraber incelemeler davayı sürüncemede bırakmamalıdır.
Kadı (veya müfti) her hukukî
olayı Kur’an hükümleri, sünnetler ve ashab’ın kazaları ile inceleyip
yorumlayarak (tefsir ederek) şer’î bir sonuca bağlamakla yükümlüdür. Benzer bir
hüküm bulamazsa ve kendi kanaati oluşmuş ise onunla, oluşmamışsa müftinin
fetvâsıyla karar verir.
Ancak fetvâlar inananların
davranışlarına dair dünyevî ve uhrevî tüm konuları kapsar. Kadı ise yalnız örfî
ve şerî kanunların uygulaması ve cezalarıyla ilgilidir, bunların dışına
çıkamaz. Dolayısıyla kadı, eğer ibadetler (ve âhiretle) ilgili olarak bir hüküm
verirse, müftininkiler gibi yalnızca fetvâ sayılır. Diğer taraftan müftinin
muamelât, münakehât ve ukubât konularında verilecek şer’î hükümlerdeki kanaati
“fetvâ”, kadı’nın kararı ise “kazâ” olmaktadır.
Şer’î hukukun ceza bölümü
“cinâyat, cünhâ[387] ve kabahatler”e “hadler (diyet, kısas), tâzir, cezaları tanzim eden
başlı başına suç hukuku’dur. Kadı’ların suçlulara verebilecekleri cezalar dört
türlüdür:
1. Şeriatin tesbit ettiği
suçun ayniyle cezalandırmak olan “kısas”,
2. Kısas’a cevaz verilmez ya
da mümkün olmazsa “kan parası” da denilen “diyet”,
3. Hadd cezaları: Darb, el ve
ayak kesmek ve recim cezaları,
4. Kadı’nın değerlendirmesine
bırakılan “tâzir” cezalarıdır.
Kadı’lar şikâyet, yanlışlık
gibi şartlar gerektirirse denetlenebilir. Ancak kadı’nın kararlarını irdeleyebilecek
makamın şerâit-i kazâ, şerâit-i kuzat, evâmir ve nevâhî-i şer’iyye’yi (şer’î
emirler ve yasakları) bilmesi, fâkih olan kadı ile sâhib-i rey olmayan kadıyı
ayırabilmesi, hangi hükmün nâfiz, hangisinin gayri nâfiz olduğunu
(uygulanabilirlik) anlaması gerekir.
2.
MAHKEME
Mahkeme’nin[388] başkanı olan kadı yardımcıları olan kâtib, muhzır (mübâşir), tercüman,
kassam gibi görevlileri kendisi seçerdi.
Mahkemelerde günümüz
terminolojisiyle “danışman- bilirkişi” denilebilecek “müftî”ler de tayinle
gelmezler. Kadı’nın seçtiği ya da kendi ictihad ve kanaatini kuvvetlendirmek
için bilgisine başvurduğu sözünün değeri olan, çevresinde ilmi ve ahlâkıyla
tanınmış tarafsız kişilerdir.
Diğer taraftan taraflar da
mahkemeden bağımsız bilirkişilerden olayla ilgili bilirkişi raporu niteliğinde
“fetva”lar alarak mahkeye sunabilirler. Ancak bu fetva’ların tarafsızlığını
sağlanması için “soru-cevap” niteliğindeki belirli ve standart biçimleri olması
gereklidir. Kadı bu fetvaları inceleyerek kararını verecektir.
Muhzırlar, kadı’nın en önemli
yardımcılarıdır. Zira kadı’lar kâtip bulunmadığı hâllerde bu görevi bizzat
yapabilirler. Fakat muhzırlar mahkeme güvenliğini sağlamakla sorumludurlar.
Davacı ve davalıyı mahkemeye dâvet eder ya da zor kullanarak getirirler. Maaş
yerine ilgili taraflardan ücret alırlar. Bu ücret bazı hallerde yalnız suçludan
alınırdı.
Subaşılar, icra ve infaz
memuru olarak görev yapıyorlardı. Mahkeme kararlarını uygulamak, hapsine karar
verilen kimseleri hapsetmek, hapishaneye nezâret elmek, cezaları infaz etmek,
cezaî tazminatları tahsil etmek gibi günümüzde adlî zabıta ve belediyeye ait
bir çok görevler de subaşılarına aittir.
Kassamlar, vefat edenin
terekesini mirasçılar arasında taksim eden şer’iye memurlarıdır.
a. Yöntem
Osmanlı Devlet yönetimininin
temel ilkelerinden biri de kadı’nın hükmü olmadan kimsenin
cezalandırılamamasıdır. Kadı tarafından verilen cezalar ise, ancak sancakbeyi
ve subaşılar tarafından yerine getirilebilirdi. Dolayısıyla yasakname ve
kanunnameler kadılara, sancakbeyleri ve subaşıları’na bildirilirdi.
Örfi kanunlar Padişah’ın
şeriat sahası dışında kalan dünyevî hükümleridir ve özellikle malî ve cezaî
konulara aittirler. Yargıda yöntem olarak şeriat ahkâmı esas alınır. Ulûlemr’in
yetkileri de zaten bu ahkâm içinde belirlenmiştir. Dolayısıyla kadı gerekirse
bilikişi durumundaki kişilerin fetvalarına başvuracaktır. Ancak sonuçta şer’î
ve örfî konularda kendi ictihadlarına dayanıp bağımsız olarak karar verecektir.
Şer’î hukuk’da nasıl fıkıh kitapları ve resmî olmıyan fetva mecmualarını
kullanıyorsa, örfî hukuk sahasında da kolaylık sağlamak ve yanlışlıkları
önlemek amacıyla bizzat kendisinin ferman, buyruldu gibi örfî hukuk
belgelerinden “Kanunnâme” adıyla düzenlemiş olduğu özel derlemeleri
kullanabilir. Böylece kadı’nın karar vermek için yalnızca mahkeme siciline
kayıtlı (“asıl resmî kanunlar” denilen) ferman - kanunlarla veya sancak
kanunnameleri ile bağımlı olmadığı göstermektedir.[389]
Diğer taraftan devletin örfî
hukuk belgelerinin tamamen normatif karakterli oldukları da söylenemez. Nitekim
kadılara gönderilen fermanlarda “olub-gelmiş kanuna göre” denilmesi de, hüküm
verilirken yargılama yöntemi olarak kanunların lafızlarının tıpa tıp
uygulanmasından çok ruhuna ve örflere göre hareket edilmesinin istendiği
anlaşılıyor.[390]
Aslında kadıların verecekleri
kararlar, ilke olarak devletin onaylanmış yasaları (defter-i hakanî’lerin baş
sayfasında yer alan sancak kanunnameleri gibi) ve Padişah emirlerine aykırı
olmamalıdır.[391] Zaten bugün elimize ulaşmış “kanunnâme” denilen kitapları bizzat
kadıların hizmet sırasında kendilerine kolaylık sağlamak için “kanun
derlemeleri” biçiminde hazırladıkları açıkça anlaşılmaktadır.
Uygulama açısından çok önemli
olan bu gerekliliğin resmen karşılanması için sultan emirleriyle nışancılara
kanunnameler düzenlettirilmişlerdir. Bununla beraber yine de kanunnamelerde ve
diğer kayıtlarda bir yetersizlik veya aykırılık meydana gelmişse, kesin karara
bağlanması için davanın Divan-ı Hümayun’da görülmesini istemek mümkündür.
b. Duruşmalar
Şer’î hukukta fetvâ
sisteminin mevcut olması, başka bir deyişle sağlam delillere dayanan fetvaların
kanun hükmünde sayılmaları, tarafların anlaşmazlıklarını mahkemeye gitmeden
kendi aralarında çözümlemeleri mümkün kılmaktaydı.[392]
Mahkeme intikal eden
davalarda kadı “muhzır” vasıtasıyla çağırttığı taraflar ve şahitler huzurda
tamam olunca önce davacı iddiasını açıklar, sonra davalı dinlenirdi.
Elinde kendi açıklamalarına
şer’î delil olabilecek fetvâsı olan bunu kadıya (veya nâibe) arz ederdi.
Davacının iddiası davalı tarafından reddolunmuş ise, davacının şâhitleri
dinlenir, şahit yoksa ya da istek üzerine davalıya yemin ettirilirdi. Bundan
sonra kadı şer’î delillere bakarak kararını verirdi.
Bütün her dava için şikayet
arzuhali ve dava sırasında yapılan işlemler “vekâyi kâtibi” tarafından tarih
sırasına göre ve kısa tutanaklar biçiminde sicil defterine geçirilir, altına da
“şühûd’ül-hâl” başlığı ile o sırada mahkemede hazır bulunanların isimleri
yazılırdı.
c. Cezalar
Aslında kadı’nın ukubet
(cezalandırma) yetkisi tamamen sünnet ve hadislerle, Fıkıh ulemasının
ictihadlarıyla, fetvalarla belirlenmiş şeriat hükümleriyle sınırlandırılmıştır.
Ancak günlük hayatta raslanan bazı küçük cürümler, ma’siyet (itaatsizlik),
memnu (yasak) hareketler, kusurlar, kabahatler hakkında belirli ve sınırlı ceza
bulunmaması bazı yasal boşluklar doğurmaktadır. Diğer taraftan kadı’nın
Kur’an’da yasaklanıp, cezası tayin edilmiş cürümler dışında kalan suçlara da
“tazir cezası” verme yetkisi vardı. Bu yasal boşluğu doldurmak için uygulanan
tazir cezası ise doğal olarak pek geniş ceza hükümleri spektrumunu kapsar.
Sözlük anlamı “azarlamak,
sözle tekdîr etmek” anlamına gelen “tazir” uygulamada suç işlemeyi çekindirecek
biçimde etkili bir ibret teşkil ederek te’dib (haddini bildirme, terbiyesini
verme) ve cezalandırma demektir.
Bunun seçimini yapmak
yetkisi, ûl’ül-emrin (padişah) ve onların naibleri olan kadılar ile diğer bir
kısım devlet memurlarına verilmiştir. Bu ceza, suçlunun veya sanığın deli
olmaması şartıyla Müslim ile gayrimüslime, hür veya köleye, ya da erkek ile
kadına, baliğ ve gayri baliğ’e (yetişkin olan ve olmayana) eşit şartlarda
uygulanır.
Ceza hukuku açısından örfî
Osmanlı kanunnâmeleri ve fermanlarının yetki alanı içinde kalan suçlar,
Hukukullah’ın değil, şahıs haklarının galip olduğu tazir suçlarıdır. Tazir
suçlarında dava mağdurun isteği üzerine açılır. Bu tür davalar kadı tarafından
düşürülemediği gibi kadı’nın suçu afvetme yetkisi yoktur. Oysa Hukukullah’ın
galip olduğu tazirlerde kadı kendi reyi ile davayı düşürebilir. Tekrarlanmış
suçlara tek ceza verilir.
Şer’î hukukta özgürlük’ten
men etme cezası bulunmamaktadır. Bununla beraber Kanunî Sultan Süleyman’ın
Fatih Kanunnâmesi’ne eklediği ceza hükümlerinde zina, cürüm ve kabahatlerle
bunlara verilecek “örfî cezalar” sıralanır.[393]
(1) Cinâyât (Ağır Suçlar)
Ağır suçlar ve cezalarının
“hadd-i şer’î” denilen sınırları Kuran’da on üç defa anlatılmıştır.[394] Hem Kur’an ve hem de sünnetle belirlenmiş “hadd” cezaları
“Hukuk’ullah” olduklarından (kısas halleri için geçerli diyet müessesesi
dışında) kimse tarafından bağışlanmaları, değiştirilmeleri, azaltılmaları
mümkün değildir. Dolayısıyla adlî hatalar sebebiyle mağdur edilmeleri önlemek
için “Yanılarak affetmek, yanılıp ceza vermekten iyidir” mealindeki bir hadis’e
dayanılarak kadı’lar had cezasını kaldıracak şer’î şüpheleri aramakla yükümlü
kılınmışlardır.
(a) Had Cezası
İslam hukukunda had cezası “
irtidad (müslüman kişinin dinini reddetmesi), zina (ve zina iftirası),
teammüden (kasıtlı) adam öldürme, yol kesme, hırsızlık, ayaklanma (isyan),
şarap içmek (veya başka müskiratla sarhoş olmak) fiilerini işleyenlere verilir.
Zina suçu yapanlar evli ise
“hadd-i zina” olarak “recim” cezası uygulanır. Böyle değil ve suçlular hür ise
yüz değnek, köle iseler elli değnek vurulur. Bununla beraber recm cezası
verilebilmesi için olayın dört erkek görgü tanığının olması gerekir.
Masum bir kişiye zina
iftirası yapanlara “hadd-ı kazf” denilen “hür kişilere seksen, kölelere kırk
değnek” vurulmak cezası verilir.
İslamı terk eden ya da bir
başka dini seçen kişi dinden dönme (irtidad) bazı kuşkulardan kaynaklanmışsa,
dinden dönene (mürted) gerçek anlatılarak kuşkuları giderilir[395] , sonra yeniden Müslüman olması önerilir. Seçiminde gene direnirse
öldürülür.[396]
Yalnızca yol kesmiş ve soygun
yapmış eşkıya sağ eli ile sol ayağı bilekten, eklem yerinden kesilerek “hadd-i
kat’it-tarik”le cezalandırılır. Hem soygun yapmış hem de adam öldürmüşse önce
sağ el ve sol ayağı bilekten kesilir, sonra öldürülür. (Maide 33) Eğer yalnızca
korku yaratmak istemişse, ıslah oluncaya kadar ya sürgün ya da hapsedilir. Bununla
beraber eşkiya iken tövbe ederek vazgeçen fakat sonradan ortaya çıkarılan eski
suçlarından dolayı bu cezalar uygulanmaz (Maide 34).
Hadd-i sirkat, hırsızın
elinin kesilmesidir (Maide 38). Ancak hırsızın temyiz gücüne sahip ve reşid bir
kişinin, en az bir dinar değerinde, et ve sebze gibi kısa zamanda bozulacak
türde olmayan, koruma altına alınmış bir malı çaldığı iki erkek tanık ya da
bizzat sanığın ikrarı ile kanıtlanması hâlinde sağ eli bilekten kesilir. Bu
şartlar bulunmazsa ya da açlık gibi zorlayıcı bir sebeple yapılmış ise ceza
uygulanmaz.
İsyân edenler eylemlerine son
vermemeleri hâlinde onlarla savaşılır[397] ve ayaklanmacılar öldürülür. Ancak
kaçanların peşinden gidilmez, teslim olanlar öldürülmez, mallarına el konulmaz,
kadın ve çocukları köle edilmez.[398]
Şarap içenlere “hadd-i hamr”
denilen ”hür kişiler seksen değnek, köleler kırk değnek vuruşu” cezası verilir.
Bu suçlar için belirtilmiş
olan “had” cezaları değişmez .
(b) Kısas ve Diyet
İslam hukukunda kısas adam
öldürme ve yaralama suçları için öngörülmüştür. Bununla beraber organ kesme ve
yaralamalarda faydalanma ve diyet değeri bakımından tam bir denklik gerekir.
Kısas’a karar verilebilmesi için olayla ilgili bazı hukuki özellikler de tamamen
sağlanmış olmalıdır.[399] Öldürülenin “kısas” isteme hakkına sahip velilerinden biri bağışlarsa
kısas düşer ve diyet’e dönüşür. Dolayısıyla ölenin varislerinden biri
bulunamaması hâlinde kısas uygulanmaz.
(2) Tâzir Cezası
İslam Hukuku’nda “tazîr”
cezası, Kur’an ve sünnette Hakk’ullah’a karşı işlendiği belirtilen had ve kısas
suçları dışında kalan tanımı yapılmamış (veya yapılamamış) oldukları için
“zulüm” kavramı altında toplanan atipik suçlara ve hakkında “ukubet” (ceza-azap)
ve “hadd-i şer’î“ (ceza sınırı) belirlenmemiş olan suçlara uygulanır.
Tazir cezasının uygulanması
hususunda suçlunun toplumsal mevkiine göre kadı’nın çok geniş takdir hakkı
vardır. Kadı muhzırları aracılığıyla suçluya yazılı uyarı göndererek veya
suçluyu huzuruna çağırarak sözlü uyarı yapar veya azarlar. Hatta mahkemede veya
mahallinde darb cezası uygulatır. Nihayet gerekli görüyorsa hapis cezası
verebilir.
Bu bağlamda ulema’dan
kişilere yaptığının suç olduğu bildirilmesine “tazir-i eşraf il-eşraf “ denilir.
“Tazir ül-eşraf” ise muhitlerinde itibarı olan kişilere suç işlediklerinin
muhzırağa ile ya da mahkemeye çağrılarak vicâhen bildirilmesidir. Orta düzeyde
sıradan kişilerin mahkemeye çağrılarak kendilerine ihtar edilmesi ya da gerekli
ise hapis cezası uygulanması Tazir-i evsât’tır. Sabıkalılar ve düşük
muhitlerden çıkan suçlular mahkemeye ihzarlı olarak getirilerek hapis veya darb
edilerek cezalandırılmasına “tazir-i ahissa” denir. Suçlu çocuklara hafif bir
ceza verilirerek “tazir-i tedib” (yola getirme) edilir.
Fıkıh açısından verilecek
tazir cezalarının azamî sınırı, aynı türden had cezasının en aşağı sınırına
varmamalıdır. Örneğin darb cezalarında verilecek tâzir cezası aynı konuda
uygulanan hadd-i şer’î’nin alt sınırı olan kırk sayısından az olmalıdır.
n Tâzir Türleri
Kadıların uyguladığı tâzir
cezaları şunlardır:
1. “Mücerred i’lâm”(yalın
bildirme): Kadı muhatabına muhzır ağa aracılığıyla “sen şöyle yapmışsın” veya
“şöyle yapıyormuşsun” biçimindeki yazılı veya sözlü uyarı yapar.
2. Biccelb i’lâm (çağırılarak
bildirme): Mahkemeye çağrılarak kendisine yüz yüze yapılan ihtardır.
3. Vaiz ve nasihat (öğüt
verme): Bu, hakim tarafından suçluyu uyaracak şekilde yapılan öğüttür.
4. Tazir-i eşraf: Önce ümera,
tanınmış tüccar, âyan gibi eşraf mahkemeye çağrılır. Kadı suçluya sert bir
çehre ile bakarak kendisine gücendiğini gösterir ve oturumu terk eder.
5. Tekdir ve tevbih: Hakim
tarafından suçluyu azarlamadan ve suçluya sert söz söylemesidir.
6. Kulak bükmek: Kulağının
çekilip bükülmesidir.
7. Ukubet (ceza ve azap) ile
tehdit: Suçluya durumunu düzeltmediği takdirde çeşitli ukubetlere maruz
bırakılacağının ihtar edilmesidir.
8. “Nefy” (sürgün) ve
“tagrib” (gurbete gönderme): Suçlunun muvakkaten başka bir yere
gönderilmesidir.
9. Darb (dayak) cezası: Suçlunun
3 ila 79 darbeye kadar bir değnek ile dövülmesidir.[400]
10. Nakdî ceza: Suçludan bir
miktar para alınır ve muhafaza edilir. Durumunu düzeltirse suçluya iade edilir,
düzeltmezse amme masraflarına harcanır. Zengine 800 akçe, orta halliye 400
akçe, fakire 100 akçe para cezası verilir. Buradaki uygulamanın hukukî mantığı
cezanın şahsiliği ilkesinin zedelenmesi ve masumlara sirayet etmesidir. Çünkü
böyle bir ayırım yapılmasa örneğin ceza tek düze 800 akçe olsa idi, fakir bir
kişinin ailesi de cezalandırılmış olacakdı.
11. Muvakkat hapis: Suçlunun
halini düzeltmesini sağlamak için mahkeme’nin ya da karakolhanelerdin birinin
bodrumlarında bir müddet hapis tutulmasıdır.
12. Müebbet hapis: Ölünceye
kadar hapis cezasıdır.
13. Gayri muayyen hapis:
Süresi suçlunun halini düzeltmesine bağlı olarak tayin hakkı kadılara ait olan
hapis demektir. Buna “haps-i meçhul”de denilir. Hapis suretiyle tazir cezası,
suçluyu kendi hanesinde ikamete memur ederek yapılabilir.
14. Velâyetden ve
memuriyetten uzaklaştırmak: Kadı görevini kötüye kullanan bir memuru, hatta bir
vâli’yi ulülemr adına görevden alabilir.
15. Hedm-i beyt (ev’in
yıktırılması)
Suç işlenen bir hane için
mesken masuniyeti hakkı kalmaz. Bir suçlu her türlü suç işlemeyi alışkanlık
haline getirse evi yıkılır. Fatih Kanunnamlerinde de bulunan bu yöntem
geleneksel birözelliği vardır.
16. Katl : Şer’î hükümler
dışında kalan gereklilikler sebebiyle suçlu bulunan birinin “siyaseten katl”
edilmesi demektir.
3.
TEMYİZ HAKKI
Yeni bir şer’î delil gösterildiği
takdirde kadı’nın daha önce verdiği bir karardan dönmesi mümkündür. Bu hususta
günümüzde olduğu gibi, bir üst mahkemeye gitmek gerekliliği yoktur. Üstelik
kadı’nın sonradan (rücûen) verdiği karar daha kuvvetli sayılmaktadır.[401]
Ancak şer’î mahkemelerin
verdiği kararların temyiz merci’i “Divân-ı Hümâyûn”dur. Taraflar “usûl-i
meşrû’asına muvafık olmadığı” iddiasıyla ya kendileri veya vekilleri
aracılığıyla Divân-ı Hümâyûna başvurarak bir mahkeme ilâmının duruşmalı (murafa’alı)
veya duruşmasız olarak yeniden incelenmesini isteyebilirlerdi.
Divân-ı Hümâyûn “yargılama
yapılarak kesin hükmün verildiği” bir yüksek mahkemedir. Yönetimden, zulümden
ve haksızlıktan şikâyetçi olan herkes doğrudan doğruya Padişaha veya buraya
başvurarak duruşma yapılmasını ya da şikayetinin incelenmesini isteyebilirdi.
Divan-ı Hümayun’a yapılan
şikayet ve isteklerin cevabı da doğrudan kadıya gelir ve uygulanmasını kadı
yapardı.
n Af Yetkisi
Padişah ait olan yargı erki
beraberinde hem cezalandırma yetkisini ve hem de onun doğal karşıtı olan «af»
etme’yi de beraberinde getirir.
Bununla beraber cezası
nass’larla belirlenmiş bir suçu “af etmek”, Şeriat’ın gerektirdiği bir hükmü
yok saymak, sonuçta nass’ın tatbikatını iptal etmek olacaktır. Nitekim İslam hukuk
tarihinde sahabeler döneminde de halifeler özellikle hadd cezalarını
affetmekten kaçınmışlardır.
Osmanlı Padişahları da Şer’î
hükümlere karşı hassas davranmakla beraber, af yetkilerini ellerinde tutup,
örfî hukuk cezaları (ve bazan ta’zir cezaları) için kullanmışlardır.
4. YARGI’NIN DENETLENMESİ
Padişah adına yargılama yapan
kadı’lar ancak ve ancak Divan-ı Hümâyun’a “haksız hüküm yüzünden zarara
uğramak” ya da “rüşvetle karar vermek” gibi maddî ve manevî ağır suçlamalarla
yapılan şikâyetler üzerine ve Padişah kararıyla Yargı’nın başında olan
kazarkerler tarafından denetlenebilir.
Sonuçta bu tür şikâyetler hem
şeriatı temsil eden ve hem de padişah adına yargılayan kadı ile Padişah’ın emri
ile şikayetleri inceleyen kazasker arasında çözümlenecektir.
Diğer taraftan kazaskerler
sadrazam tarafından atandığı için, örfî hukukun yargıda şer’î hukuk
uygulamaları üzerinde kuramsal bir denetim yetkisi bulunduğu söylenebilir.
Padişahlar Şer’îate daima ve içtenlikle saygılı davranmışlardır. Ne var ki
şer’î hukuku ilgilendiren bu tür yönetsel konuların ne müfti il-en’am sıfatıyla
kaza yetkisi olmayan şeyhülislam ve ne de bizzat Padişah tarafından incelenerek
hükme bağlanması yönetsel olarak mümkün değildir.
5. GAYRİMÜSLİM’LERİN YARGILANMASI
Daha önce belirtildiği gibi,
gayrimüslimler dinî hukuklarını uygulamakta serbesttirler. Dolayısıyla Patrik
ve Hahambaşıların kendi örgütleri içinde, makamlarına bağlı olan din adamlarını
ve cemaat üyelerini cezalandırma yetkisi vardı. Bununla beraber beraber patrik
ve hahambaşı’lar Osmanlı ülkesinde padişah’tan itibaren herkesin uymakla yükülü
oldukları Şer’î hukuk alanında kalan konularda hüküm veremeyecekleri gibi, örfî
hukuk kuralları ve kanunnâmeler dışına çıkamazlar. Bununla beraber kendi dinsel
ve kültürel konularda dahi ölüm cezası ya da ağır hapis ve bedenî cezalar
veremeyecekleri açıktır.
a. Osmanlı Uyruklular
Osmanlı İmparatorluğunda
işlenen şer’î ve örfî hukuk sahasındaki suçlardan dolayı verilen cezalarda
gayrimüslim’lere bazı müsamahalar tanınmış bulunmaktadır. Örneğin Süleyman
Kanunnâmesine zina ile ilgili suçlarda gayrimüslimler aynı suçu işleyen bir
müslümana göre belirtilen cezanın yarısını ödeyecektir. Yaralama ve öldürme
suçlarına kısas uygulanmadığı takdirde gayrimüslimler müslüman’ın ödediği
cezanın yarısını ödemeyeceklerdir.
b. Yabancılar
Osmanlı ülkesinde resmî
görev, ticaret ya da seyahat maksadıyla bulunan yabancı uyruklu
gayrimüslimlerin yargılanmaları Kapıtülasyon hukukuna göre yapılmaktadır.
Kapitülasyon ahidnâmeleri çeşitli Avrupa ülkeleriyle ayrı ayrı yapılmakta ve
zaman içinde yenilenmekle beraber bu yargılanmanın genel teması iki gayrimüslim
arasındaki davaların elçilik veya konsoloslukta görülmesi ve hukukun şahsiliği
ilkesinin uygulanmasıdır.
Müslim ve gayrimüslimler
arasındaki davalar kadı huzurunda görüleceğinden, yabancı uyruklunun bağlı
bulunduğu elçilik veya konsoloslukdan bir tercüman ve müşahid’in şer’î
mahkemede hazır bulunmasından ibaretti.
6.
İNFAZ
İnfaz örgütü adalet örgütünün
içinde değildir. Mahkemenin kararlarını kadının infaz hususunda muhatabı olan
yönetici yerine getirirdi.
Diğer taraftan örfî cezaların
uygulanması ve affı yalnızca Padişah’ın yetkisindedir. Kadı’nın ise Şeri’at ve
Örfî Hukuku kullanarak yalnızca önüne getirilen hukukî olayda hüküm vermek
yetkisi vardır. Başka bir deyişle ceza hukuku bütünüyle Padişah’ın yakından
ilgilendiği bir kamu düzeni alanıdır. Dolayısıyla örfî hukuk, şer’î hukukun
şemsiyesi altında kalarak ceza hukuku, vergi hukuku, kamu hukuku alanlarında
gelişip genişlemiştir.
a. Fiziksel Cezalar
Kamu hukukunda sık raslandığı
halde had cezalarıyla mahiyeti belirlenmemiş suçlara Fatih Sultan Mehmed ve
Kanunî Sultan Süleyman kanunnamelerinde “sakal keserek aşağılamak, burun
yarmak, evini başına yıkmak, mallarını müsadere etmek” gibi yalnızca padişahın
iradesi ile tayin olmuş örfî cezalar konulmuştur. Buna mukabil şer’î hukuka
göre gerekli olan bazı bedensel had cezalarına da (örneğin “zina” suçuna) para
cezası takdir edilmiştir.
Tıpkı siyasî suçlarda olduğu
gibi çeşitli suçların karşılığı olan bu cezaların infazı da aslında ilke olarak
Padişah’ın tekelindedir. Bununla beraber kuşkusuz kendisi bu yetkiyi (bazı özel
haller ve konular dışında) vekili olan sadrazam’a ve o da zincirleme yetki
devri ile diğer görevlilere[402] bırakmaktadır.
Suçlu bir yeniçeri’nin dayak
cezası gerekiyorsa, Ağakapusuna teslim edilir, dayak orada kendi zabitleri
tarafından uygulanır.
b. Hapis Cezaları
Evliya Çelebi İstanbulda 4
adet “Padişah esirleri zındanı” ve yine 4 adet “borçlu zindanı” bulunduğunu
söylüyor.
(1) Nezârethaneler
Birkaç günlük kısa süreli
hükümlerde hapis cezalarının infaz yerleri kollukların veya mahkeme binalarının
bodrumlarında bulunan hücrelerdir.
(2) Kale’ler
İstanbul surlarının sağlam
kalmış kuleleri ya da Osmanlı döneminde yapılmış hisarlar bu maksada pek uygun
görülmüştü. Yedikule, Rumeli Hisarı ile Amasra, Sinop, Bodrum, Payas kaleleri
hapishane olarak kullanıldıklarından bu kalelerin dizdarları mahkumların
muhafazası ve cezaların infazını sağlamakla da yükümlüydüler. Islah olmayanlar
Sinop’tan başlayarak Payas’a kadar bu kalelerde dolaştırılırdı.[403]
Yedikule Hisarı’nda
“Kitabeler Kulesi” yabancı tutuklular, Altın Kapı’nın iki yanındaki pilonlar
ise müslümanlar suçlular için hapishane olarak ayrılmıştı. Savaş hâlinde
bulunulan ülkelerin elçileri maiyetleriyle birlikte bu kulelere kapatılırlardı.
Ancak devletlerarası hukuk dolayısıyla bunlara yevmiye verilir, hatta şehir
içinde dolaşmalarına müsamaha edildiği de olurdu.
On altıncı yüzyıldan sonra
zindan olarak kullanılan Rumelihisarı’nın Saruca Paşa kulesi de “Kara Kule” ya
da “Siyah Burç” olarak anılmıştır. Bir yeniçeri mahkemece hapse mahkum
edilmişse önce Ağakapusuna gönderilir, yeniçeri ağası tarafından Yeniçeri
hapishanesi olarak kullanılan Rumeli Hisarı Zindanı’na attınlırdı.
(3) Tersâne Zindanları ve İplikhâne’ler
Şehir içindeki Galata surları
ve Galata Kulesi de “Tersane Zındanları” olarak kullanılmıştır. Tersâne’de
çalıştırılan esirler buralarda kalıyorlardı.
Deniz kıyısı bulunan her
ülkede “tersane zındanları” ya da banyol adıyla bilinen özel hapishanelerden
Osmanlı ülkesinde de bulunmaktadır. Osmanlı banyolleri Avrupa’daki
emsâllerinden çok daha insanî şartlarda düzenlenmiş, içinde camisi,
(gayrimüslim için kilisesi) hamamı bulunan iki katlı kalelerdir. [404] Bu banyol’lerin bir bölümü “üserâ-yi mirî”ye ayrılmıştı. Evliyâ
Çelebi’nin bahsettiği “Padişah esirleri zindanları” bunlar olmalıdır. Garb
Ocakları’nın (Cezâyir, Tunus ve Trablusgarb) her yıl bir esir seferi düzenler,
bunların bir bölüğünü tersaneye gönderirlerdi.[405]
Diğer tersane zındanlarına
(banyol’lere) “Bağdad’dan Bosna’ya kadar memâlik-i Osmâniye’de yol kesen, ev
basan, kalpazan, hırsızlık ve cinayet gibi suçlardan hüküm giymiş kişiler
konulmaktadır. Tersane zindanlarında bulunan mahkumlar ve esirler donanma
demirli iken tersane işlerinde kullanılırlar, sefere çıkarken sağlam olanları
“küreğe” bağlanırlardı.
Banyoller’den başka yine
Tersane’ye bağlı olan “iplikhâne” denilen hapishaneler vardı. Burada mahkumlara
donanmanın halatları ve yelkenlerinde kullanılmak üzere iplik büktürüldüğü için
bu isim verilmiştir. Bunlardan biri de Eyüp’teki “Tersâne-i Âmire Riştehânesi
(İplikhânesi)”dir.
İplikhanelerde disiplin çok
sıkıydı. Öyleki iplikhane ismini duyanların “dizlerinin bağı çözülür”, bir daha
buraya girmeyi göze alanlar nâdiren görülürdü.[406]
(4) Zindanlar
Bu dönemin hapishânelerine
genellikle “zindan” denilmektedir. Zindan’lar öteden beri hüküm giymiş
suçluların, savaş esirlerinin kapatıldığı karanlık ve ürkütücü hapishaneler
olarak bilinirler. Gerçekten de firar hadiselerini önlemek için bu hapishaneler
kale gibi kalın duvarlıydılar. Pencereleri küçük boyutlu ve insanların ulaşamayacakları
kadar yukarıda bulunduğundan mahkumlara yeterli ışık ve hava sağlayamıyorlardı.
Hırsızlık ve zina suçu
işleyen kadınlar Eminönü sahilinde Babacafer Zindanı’na kapatılıyordu. Hafif
suçlular ve borçlular için “Zindankapısı” denilen sur kulesi hapishâne olarak
kullanılırdı. Topkapı Sarayı civarında[407] da “Subaşı Zindanı” bulunmaktadır.
Bu zindanda 1539 yılında çıkan yangında kapılar açılamadığı için 700 mahkûm
yanmıştır. [408]
Zındanlar asesbaşı’nın
yönetimi altındadır.
(5) Tomruk’lar
Tutukluların kapatıldığı
“tomruk”lar ve bir tür açık hava cezaevi türünde olan “salmatomruk”lar[409] vardı. Tomruk, aslında tutukluları söyletmek için kullanılan yalnız
ayağa ya da baş hariç bütün vücuda geçen ağaç kütüğünden yapılmış bir işkence
âletine verilen isimdir. Daha sonra “tevkifhâne” (tutuklu evi) yerine
kullanılır olmuştur. Bu işe bakan bir “Tomruk Dâiresi” ve bir de “tomruk ağası”
vardı. Zindanlar ve tomruklar “Asesbaşı”nın idaresine verilmiştir. Bununla
beraber tevkifhanelerde “mer’iyy-ül-hâtır” denilen ve itibarlı mahkumlar için
ayrılmış özel odalar bulunurdu.[410]
Zındanlar gibi tomruklar da
asesbaşı’nın yönetimindeydi.
c. Kürek Cezası
Kürek mahkûmları altı aydan
başlamak üzere hırsızlık ve benzeri, sahte tuğra çekmek suçlarına süresi
değişen cezalar verilerek ıslâh-ı nefs edinceye kadar süreli kürek, adam
öldürme, kalpazanlık gibi suçlara müebbed kürek cezası verilenlerdir.
Cezası bitenler veya
affedilenler serbest bırakılmakta idiler. Bir kürek mahkûmunun serbest kalması
için muhakkak ferman gerekmektedir. Bu husus küreğe konulması esnasında
kendisine bildirilmektedir. Serbest bırakılması için girişimlerde
bulunabilmeleri ya da cezasını çekerken ihtiyaçları için suçlunun bir
akrabasına haber verilmektedir. Süresi dolan veya afv olunan suçlu serbest
bırakılmaktaydı.
BÖLÜM II
ORDU ve DONANMA
A. ORDU-Yİ HÜMÂYÛN
Ortaçağdan Yeniçağa geçiş
süreci içinde Batı Avrupa’nın “fief” sistemine dayalı “şövalye” ordularına
karşı Osmanlı Devleti, özgün tımar sistemi ile oluşturduğu sipahi ordusu
yanında, ondan daha da güçlü “Kapıkulu Ocakları” adıyla tanımlanan, maaşlı ve
tamamen profesyonel bir “Hassa Ordusu”na sahiptir.
Böylece Osmanlı merkezî
devlet yapısının Avrupa’nın feodal sistemine göre daha erken oluşmasının maddi
temelleri arasında Seyfiye tariki ve Kapıkulu Ocakları da vardır.
Ordu-yı Hümayun, yapı, araç
gereç hatta yönetim açısından âdeta birbiriyle bağımsız ve bağlantısız
örgütlenmiş Yeniçeriler, Kapıkulu Süvarileri, Topçu, Top Arabacıları,
Humbaracı, Lağımcı, Cebeci Ocakları’ndan oluşan Kapıkulu Ocakları, Timarlı
Sipahiler, Kal’a bölükleri (akıncılar, deliler, farisanlar, azaplar), geri
hizmet bölükleri (yayalar, yörükler, müsellemler, cân-bâzân), gayrimüslim
askerler(martulozlar, voynuklar, cerahorlar), Mısır ordusu, Kırım süvari ordusu
ve imtiyazlı eyâletlerden gelen küçük orduların sefer sırasında bır araya
getirilmesiyle oluşuyordu.
Düzenleri, örgütlenmeleri ve
disiplinleri farklı olan bu askerî birimlerin komutanları, “serdar-ı ekrem”in
emirlerine göre savaş düzeni alırdı.
Ordu-yi Hümayun’un çekirdeği
profesyonel asker olan Kapıkulu Ocakları’dır. Tımarlı sipahiler de sayısal gücü
oluştururlar. Akıncılar, gönüllüler, Mısır ve Kırım orduları gibi diğer güçler
de seferin önemine ve hedefine göre değişik sayılarla Ordu-yı Hümâyun’u
desteklerdi.
Yeniçeri ortalarının ve
topçu, humbaracı, süvari gibi askerî birliklerin, hatta loncaların, esnaf
kuruluşlarının günümüzde flama, bayrak gibi isimlerle anılan alametleri vardı.
Diğer taraftan menzillerin ve
yollarının bakımı, bu yollarda haberleşme örgütlerinin çalışması, ikmal
depolarının, su sarnıçlarının, buzhanelerin bulundurulması, ikmal ve geri
hizmetler, sefer gidiş ve dönüş yolları, yemeklik yerleri, menziller, ikmal,
iaşe, ordugâh işleri kanunnamelerle sistemleştirilmiş, bunlar için milis
örgütler ve sınıflar oluşturulmuştu.
Avrupa ordularının stratejik
ve taktik görevlere göre düzenlenebilir birbirinin benzeri cüz-i tam’lardan
(bütünün en küçük benzer birimlerinden)[411] oluşmasına karşılık Osmanlı Ordusu
(Ordu-yi Hümâyûn) ayrı görev bölümlerinin oluşturduğu büyük bir bütün
biçimindedir.
Yalın bir teşkilâta sahip ve
esası “ahali” olan Osmanlı Ordusu, barutu hem kuşatma ve hem de meydan
savaşlarında çok başarılı biçimde kullanmasına rağmen Batı orduları gibi
hasmını topyekün yok etmek için eğitilmiş ve düzenlenmiş bir ordu değildi.
Nitekim (bazı Batılı tarihçilerin de dikkatini çektiği gibi[412] ), taarruz
savaşlarında düşmanı imha etmeyi başaramayan bu ordu savunma savaşlarında hep
muzaffer oluyordu. [413]
1. KAPIKULU OCAKLARI
“Kapıkulu Ocakları” yaya,
atlı ve teknik sınıflardaki maaşlı askerlerden oluşuyordu. Sultan Murad-ı Hüdavendigâr
döneminde kurulan “Kapıkulu Ocakları” On altıncı yüzyılda yeniden düzenlendi.
Aslında Osmanlı Devleti’nin
merkezî ve profesyonel ordusu sayılan “Kapıkulu Ocakları” esas itibariyle yaya
ve atlı olarak iki ana sınıfa ayrılır. Yaya sınıfını Acemi Oğlanları,
Yeniçeriler, Cebeciler, Topçular, Top Arabacıları; Atlı Sınıfı da Sipahiler,
Silahtarlar, Sağ Ulûfeciler, Sol Ulûfeciler, Sağ Garipler, Sol Garipler meydana
getiriyordu.
Bektaşilikle Kapıkulu
Ocakları arasında ilişki vardır. Nitekim Bektaşiliğin güçlü biçimde
örgütlendiği Kapıkulu Ocakları’na “Ocağ-ı Bektaşiyan”, askerlerine “Tâife-i
Bektâşiye”, ağalarına da “Ağayân-ı Bektaşiyan”, Ocak subaylarına “Sanadid[414] -i Bektaşiyan” denilmektedir. Bektaşilik’teki örneğin börk, tas, âsâ,
kazan gibi bazı tarikat simgeleri ve Kapıkulu Ocaklarının gelenekleri;
“silsile-i tarik-i Bektâşiyan” ile de Ocağın rütbe yükseltme sistemi arasında
de bazı ilişkiler bulunmaktadır.
Devletin sınırları
genişledikçe, önce Gelibolu’da kurulu olandan başka İstanbul’da da ikinci bir
Acemi Ocağı daha kuruldu. O zamana kadar bağımsız olan Ağa Bölükleri de
Kapıkulu Ocaklarına katıldı. Yeniçeri kanunnâmelerinde (Kavânin-i Yeniçeriyan)
Ocak subaylarının yetkileri, sınır ve vilâyet kalelerine gönderilecek yeniçeriler
ve yerlikulu (gönüllü) yeniçeri olma şartları belirlendi. Cebeci, Topçu,
Lağımcı, Humbaracı Ocakları kuruldu.
Genellikle kılıç, ok ve yay,
kalkan, mızrak, balta, gürz, şeşpâre, arkebüz (kale tüfeği), tüfek, kubur
(ağızdan dolma tabanca), humbara (bir tür fitilli el bombası), dört ayrı
kalibre top, mancınık, hareketli kule gibi silahları kullanırlardı.
Osmanlı Padişahı Yeniçeri
Ocağı’nın Birinci Ortası’nın Birinci Ağa Bölüğü’nün “1” numaralı neferi
olduğundan, ulûfe dağıtım günü yeniçeri ağası giysisi ile kışlaya gelerek
ulûfesini alması ve at üstünde bir kâse şerbet içmesi töredir. Ulûfeleri üç
ayda bir “Galebe Divanı” denilen törenle dağıtılırdı. Kapıkulları Padişahların
tahta çıkışları (cülûs) ve sefere gidişlerinde de bahşiş alırlardı.
Kapıkulları görevlerini
yerine getirmek için gerekli devletin mal ve mülkünü geçici olarak tasarruf
edebilirdi. Bununla beraber “kul” statüsünde olduklarından bu malların
mülkiyeti zaten Padişah’da kalmaktadır. Dolayısıyla görevlilerin edindikleri
mal ve mülk öldüklerinde Padişah tarafından geri alınırdı.[415]
Zamanla askeri sınıf
bütünüyle “kul” sayıldı. “Kul sistemi”ni bir anlamda zimmîlerin (müslüman olmak
şartıyla) devlet hizmetine katılmalarını sağlayan bir yöntem ya da olanak gibi
yorumlamak da mümkündür.
Kapıkulları’nın sürekli
yenileştirilmesi, sayılarının (özellikle başlarda) mümkün olduğunca sınırlı
tutulmaya çalışılması, yeniçerilerin evlenmelerine izin verilmemesi, Merkez’de
asker kökenli kalıcı bir aristokrasınin gelişmesini önlemekteydi.
Humbaracı, barutçu, lağımcı
gibi teknik sınıfları Avrupa ordularının benzeri olarak yeniden düzenlemeye
çalışan Sultan İkinci Mahmud 1826’da Kapıkulu Ocaklarını tümüyle kaldırdı.
a. Acemi Ocağı
Başlangıçta Osmanlı
Ordusu’nun temel gücünü sipahiler yâni Eyâlet askerleri oluşturmaktaydı. Yeni
fetihlerle tımarları çoğalan ve zenginleşen sipahilerin merkezî devlete karşı
güçlenmelerini önlemek için devşirilen Hıristiyan çocukları “Kapıkulu
Ocakları”nda (ve yönetimde) kullanıldılar. Kuruluş sırasında 4-5 yüz kişi olan
acemi oğlanlarının sayısı, iki yüzyıl sonra 8 bine ulaşmıştır. İçlerinden
Enderun’da eğitilenler en yüksek dereceli devlet kadrolarına kadar
gelebiliyorlardı. Devşirmelerin kendi kökenleri ile ilişkileri kalmadığından,
çıkarlarını Merkezî Yönetim’in çıkarlarıyla özdeşleştiriyorlardı.
Acemiler iki buçuk akçe
yevmiye alıyorlar, ayrıca kendilerine her yıl pabuc akçesi, iki kat elbise,
kaputluk, yağmurluk ve şalvarlık çuha ve iki mintan veriliyordu.
Acemi Ocağı’ndaki eğitim
öğretim ve hizmet, genellikle sekiz yıl sürerdi. Askerlik eğitim ve öğrenimi
yanında meselâ Süleymaniye Cami’i inşaatında olduğu gibi, bazı özel iş
alanlarında çalıştırılırlardı. Bu süre sonunda bir kısmı, Bostancı Ocağı’na
diğerleri Yeniçeri Ocağı’na alınıyordu. Bu olaya, çıkma veya kapıya çıkma
denilmektedir.
Edirne’nin fethinden az sonra
esir edilen hıristiyan çocuklarının Anadolu Türkleri elinde Müslüman -Türk
terbiyesile yetiştirilerek bir asker ocağında toplanmasile Acemi Oğlanlar
Ocağının temelleri atılmıştır.[416] Osmanlıların kuruluş dönemlerinde
akıncı gazilerin eline geçen her esir onun “sahih malı” sayılırdı. Ancak
1363’te çıkartılan Pençik[417] kanununa göre, savaşlarda alınan esirlerden beşte biri şer’an devlete
vergi olarak alınırdı. Uygulamada devletin vergi kaybına uğramaması için 5’den
az sayıda esire sahip olanlardan bir esirin rayiç satış değerine göre vergi
alınırdı.
Pençik usulüyle toplanan
savaş esiri gençler gerekli eğitimden sonra Yeniçeri Ocağı’na alınıyorlardı.
Ancak On dördüncü yüzyılın ikinci yarısında pençik usulüyle asker toplayarak
büyük ve düzenli bir ordunun oluşturulması güçleşti.
(1) Devşirmeler
Yeniçeri ağasının yaptığı
ihtiyaç talebi üzerine 3 ya da 5 yıl, hatta bazan 8-20 yıl aralıklarla
hristiyan reâyânın çocukları “Devşirme usûlü” denilen yöntemle yerleşik hane
sayısının 1/40 oranında olmak üzere ve Acemi Ocağı’nda eğitilmek için devletçe
toplanırdı.
“Devşirme Oğlan” toplanması
hakkında ferman çıkarılınca, bu işle görevlendirilen Devşirme Emini ile
Devşirme Katibi, Yeniçeri Ağası’nın bir mektubu ile birlikte, başlıca devşirme
bölgeleri olan Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan, Sırbistan, Bosna-Hersek,
Arnavutluk ve Hırvatistan’a giderlerdi. Önce sancakbeyi, kadılar ve tımarlı
sipahilerin yardımıyla ve köy papazının eşliğinde, Hıristiyan ahalinin kilise
vaftiz defterinden kimliklerini saptanırdı. Sonra 14-18 yaşları arasındaki
sağlam vücutlu erkek çocukları arasından soyluları ve özellikle de papaz
oğullarını seçerlerdi. Çocukların orta boylu olmasına dikkat edilirdi. Çok uzun
ya da çok kısa boylular, tek çocuklar, sığırtmaçlar, zanaat sahipleri, kel,
topal, dilsiz, doğuştan sünnetli olanlar, evliler, Yahudiler, Trabzon Rumları,
Rus, Çingene, Gürcü, Kürt, Arap ve Acem’ler, Türkçe bilenler, İstanbul’a gelip
gidenler alınmazlardı.
Devşirilen çocuklara ait
kimlik özellikleri “eşkal defteri”ne yazılırdı. Yol ve giyim masraflarını
karşılamak için de devşirilen çocuk başına 600 akçeye kadar hil’at-baha (kul
akçesi) adıyla bir vergi alınırdı. Sırtlarına kızıl aba, başlarına sivri külah
giydirilmiş devşirme çocuklar, “sürü” denen 100-200 kişilik gruplar halinde
“sürücü”lere teslim edilerek İstanbul’a gönderilirdi.
Acemi oğlanı devşirmeğe giden
memurlara “turnacıbaşılar” denilirdi. Aslında turnacıbaşı Saray’da beslenilen
turna kuşları’ndan sorumludur. Halk edebiyatı ve halk şarkılarında “ayrılık”
motifini vurgulayan “turna sürüleri”ni anımsattıklarından ötürü devşirilecek
çocukları Saray’a ve Acemi Oğlanlar kışlasına getirme vazifesi de “turnacıbaşı”lara
verilmişti.
Çocuklar İstanbul’da tekrar
kontrolden geçirilirler, ardından sünnet edilirlerdi. Bir kısmı Enderun
Mektebi’nde yüksek düzeyde idareci yetiştirilmek üzere Galata Sarayı, İbrahim
Paşa Sarayı, Edirne Sarayı’ndaki hazırlık eğitimine alınırlardı.
Saraya ayrılan “Saray
acemileri” dışındakiler dil ve İslamî gelenek ve görgü öğrenmeleri maksadıyla
Türk köylüsünün yanına verilirler, gerektikçe eğitilmek üzere Acemi Ocağı’na
alınırlardı. Kaçmalarını engellemek için Rumeli’den toplananlar Anadolu çiftçisinin,
Anadolu’dan toplananlar da Rumeli çiftçisinin yanına gönderilirdi. Bu eyleme
“Türk’e vermek” denirdi. Hizmetleri karşılığında kendilerine küçük bir ücret de
verilen devşirme oğlanları yılda bir kez devşirme ağaları’nca denetlenirlerdi.
Başlangıçta sadece Osmanlı
Avrupası’ndan devşirme oğlan seçilirken, On beşinci yüzyıl sonlarından itibaren
Anadolu’dan da uygulanmıştır. Özel bir durum olarak Bosnalı Müslüman çocukları
da, babalarının isteği üzerine, sadece Bostancı Ocağı için ayrılmışlardır.
On sekizinci yüzyıl
başlarında devşirme yöntemi terk edilmeye başlandı. Ancak yüksek yönetici
sınıfın Türk-Müslüman kökeninden de gelseler, kapıkulu sayılmaları ve
mallarının müsâdere edilmesi Sultan II. Mahmud dönemi sonlarına kadar sürdü.
(2) Erkân
“İstanbul Ağası” aynı zamanda
Acemi Ocağının da komutanıdır. Yeniçeri ağası ve Sekbanbaşı ağa yeniçerilerle
sefere çıktıklarında İstanbul Ağası emrindeki acemi oğlanlar ile İstanbul’un
muhafazasına memur olurdu
Bu Ocağın diğer büyük
zabitleri “Acemi Oğlanlar Anadolu Ağası” ve “Acemi Oğlanlar Rumeli Ağası”ydı.
Görevleri, Anadolu ve Rumeli’den devşirme gençler sağlamak ve kayıd -kabul
işlerinden yapmaktan ibaretti.
Her odanın bir “yayabaşı”
(yahut “çorbacı”) ve “odabaşı”sı vardır. Diğer subaylar “torbacı, çavuş,
aşcıbaşı” idi. Acemi Ocağı’nın yönetiminden ve disiplininden Acemi Oğlanlar
kethüdası’yle Acemi Oğlanlar çavuşu sorumluydu. Acemi oğlanlarına verilecek
dayak ve hapis cezalarını da meydan kethüdası ve meydancıbaşı denilen iki zabit
uygulatırdı.
(3) Teşkilât
Başlangıçta Gelibolu’da
kurulan teşkilatın mevcudu 400-500 kişi kadardı. Bu Ocak İstanbul’un Fethi’nden
sonra önemini yitirdi. İstanbul’da kurulan Acemi Oğlanları Ocağı 31 Orta’dan
oluşmaktadır. Birinci Bölüğe “Ağa Bölüğü” denilirdi. Ağa Bölüğü kendi içinde de
ayrıca 9 Bölüğe ayrılırdı. Bu bölüklerin her biri “Bölükbaşı” denilen en
kıdemli acemi oğlanı tarafından yönetilirdi. Ağa Bölüğü’nün komutanı ise
“Başbölükbaşı”dır.
Orta (ya da Bölük)’ların
nefer sayısı 70’e kadar çıkardı. Hatta Ocak mevcudunun 3000’e ulaştığı
olmuştur.
Acemi Oğlanlar Kışlası
bugünkü Şehzadebaşı ile Vezneciler arasında bulunmaktaydı.[418] Acemi oğlanların
tamamı bu kışlada bulunmazlardı. Vücud yapısı iri olanlar Tophane hizmetlerine,
diğerleri Bayezid’deki Eski Saray’ın, Galata Sarayı’nın, Atmeydanı’ndaki
İbrahimpaşa Sarayı’nın ve Edirne Sarayı’nın baltacılık, ekmekçilik, aşçılık
hizmetlerine; yahut mirî kasapların yanında, beylik simid, peksimed ve fodla
(bir nevi pide) fırınlarının hizmetlerine; mirî yoğurthane, bozahane, hasır
imalâthanesi ve odun ambarları hizmetlerine; mirî mandıralar hizmetlerine
gönderilirlerdi. Bütün bu hizmetlerin hepsi ayrı bir bölük sayılmış ve her
bölüğün de acemi oğlan sayısı altı, yedi neferden altmış, yetmiş (bazan daha
fazla) nefere kadar değişmiştir.
b. Yeniçeri Ocağı
Avrupa’da yeni bir “Askerlik
Sanatı” (l’Art militaire) On yedinci yüzyıl ortalarından itibaren doğmuştur.
Avrupalılar daha o zamanlarda bile Osmanlı ordusunun kendi askeri güçleri
karşısında artık eski kudretinin kalmamış olduğunu anlamışlardı[419] Bu yeni sanat insanları bir robot disipliniyle düşman cephe ateşine
karşı düz saflar, yan ateşine karşı kare biçiminde yürütmeyi, açık arazide
istenilen manevraları zamanında aksatmadan başarmayı amaçlamıştı. Dahası silah
sanayi’i gelişince Batı anlamında askerlik de düşman ordusundan daha çok insanı
öldürerek, yaralayarak toptan saf dışı etme metodu biçimine dönüşmeğe
başlamıştır.
İstanbul’da «Eski Odalar» ve
“Yeni Odalar” adile iki büyük yeniçeri kışlası vardı. Eski Odalar Şehzade
Cami’inin karşısında; Yeni Odalar da Aksaray’da Etmeydanı’nda idi. Her iki
kışla da geniş bir avluyu çevirmiş, önü revaklı odalar (koğuşlar)’dan
mürekkepdi, avlunun ortalarında birer mescid vardı ki buna “Orta camii” denilirdi.
Yeniçeri örgütü yalnız
İstanbul’da değil, çeşitli taşra eyâletlerinde de vardı. Bunlar, Edirne başta
olmak üzere Rumeli’de 44; Anadolu ve Asya’da 40; Girit. Kıbrıs ve Ege
adalarında 31; Kuzey Afrika’da “Garp Ocakları” olarak 40 toplam 155 orta daha
bulunmaktaydı.
Padişah’ın bir tür talim
niteliğindeki sürek avlarını da onlar düzenlerlerdi. Diğer taraftan sulh
zamanında bütün ülkede halkla iç içe yaşayan[420] ve günlük
hayatta esnafı kontrol ederek belediyecilik faaliyetleri ve asayişi sağlayarak
zabıta görevi yapan, yangına giden Yeniçeriler Osmanlı toplumuyla kaynaşmıştı.
Yeniçeri Ocağının kendi özel bazı gelenekleri yanında halkla ortak inançları,
tarikat bağlantıları da vardı. Ocaklarının Hacı Bektaş Veli tarafından kutsandığına
inandıkları için bektaşiliği benimsemiş bir zümre olarak kendilerine “taife-i
bektaşiye” derlerdi. Yeniçerilik kurulduğunda Hacı Bektaş ölmüş olduğu için
onun Ocağı kutsadığı her ne kadar doğru değilse de Veli’nin soyundan Timurtaş
Dede ile Bektaş Paşa’dan el aldıkları gerçeğine dayanarak On beşinci yüzyıl
başlarında bektaşiliğin girdiği Ocakta, bektaşi babalarından biri her zaman 94
üncü Orta’nın odasında otururdu.[421] Ahırkapıda İstanbul’un Fethi
sırasında şehid olan kırk yeniçeri neferinin bulunduğu yere halk
«Ahırkapılılar» diyerek uluvviyet tanımıştır. Ocağın kafirlerle, Moskofla
savaşları, menkıbeleri yüzyıllar boyunca halk şairlerinin destanlarında
anlatılmış, türkülerinde söylenmiştir. Halk edebiyatımızın ve milli kültürümüzün
Yeniçeri Ocağından yetişen halk şairleri de bu söylenenleri kanıtlıyor.[422] Diğer taraftan Mimar Sinan’ın şu beyti de unutulmamalıdır: «Yeniçeri
oldum çektim cefâyı, Piyâde eyledim nice gazâyı». Yeniçeri mehterhanesi üç
kıt’aya yayılmış Osmanlı ülkesinin bütün kalelerinde asırlarca «nevbet»
çalmıştır. Çünki mehter için «askerî marş» diye bir ayırım yoktu. Halkın
bildiği, sevdiği, duygulandığı, söylediği her şarkıyı, her türküyü çalabilirdi.
Çünki mehterin özü kendi musikimizden kaynaklanıyordu.[423]
Daima önde giden beyaz
ipekten ve üzerine sırma ile Fetih Süresi’nin «İnnâ fetahnâ leke..» başlangıç
ayet-i kerimesi işli «İmam-ı Azam Bayrağı» Ocağın sünnîliğinin delili idi.
Bununla beraber ayrıca düz beyaz Hacı Bektaş bayrağı, Ocak ağasının «Zülfikar»
işli sarı-kırmızı bayrakları da vardı.[424]
Diğer taraftan Yeniçeri Ocağı
Osmanlı Devleti’nin «tüzel kişiliği»’nin simgelerinden biri ve tebaasının büyük
bölümünü de millet yapan kuvvet onunla birlikte yaşayan bir parçası olmuştu.[425] Nitekim Osmanlı Padişahları da Birinci Orta’nın bir numaralı neferi
sayılırlardı. Kütük defterinde isimleri örneğin Kanunî Sultan Süleyman için
“Süleyman bin Selim” gibi yalnızca baba isimleri ile geçer, Padişahlık ünvânı
kullanılmazdı. Kışlada Birinci Orta’nın ayrıca bir “Taht Odası” vardı. Devletin
tüzel kişiliğini temsil eden Padişah’ı bile sıra neferi olarak bünyesine alacak
kadar eski, köklü olan bu kurumun kendinde «Din ve Devlet’i kollamak, korumak»
görev ve selahiyetini görmesi fazla yadırganmamalıdır. Kendilerini bizzat
devletin bir rüknü (parçası) saydıklarından bazı konulara el atarak düzeltme
eğilimleri vardır.[426]
Bu bağlamda yeniçeriler
devlet ve toplum arasında bir anlamda medya oluştururlar. İsteklerini Saray’a
ve devlet erkanına ulaştırılırken fazla gizli kapaklı davranmazlar.
Yeniçerilerin hareketlerinde Ocağın “uhuvvet” özellikleri ön plandadır. Örneğin
ulûfe alacakları gün verilen yemeği iştahsız yer, ya da hiç yemezler. Eğer daha
da önemli bir durum varsa “Kazan kaldırırlar».
(1) Kaydolma
“Gerek bilfiil Acemi Oğlanı
kışlasında bulunan, gerekse bu hizmetlerde kullanılan acemi oğlanlarının
Yeniçeri Ocağı’na nefer kaydedilmelerine “çıkma”yahud “kapuya çıkma” denilirdi.
Çıkma, Yeniçeri Ocağı’nın ihtiyacına göre yapılırdı. Yedi, sekiz senede bir
“çıkma” yapılması kanun gereği ise de her zaman uyulmamıştır. Hatta “çıkma”
geciktiği için acemi oğlanların ayaklandığı da olmuştur.
Kapıya çıkan Acemi Oğlanları,
tanzim edilen defterlerile beraber Yeniçeri kışlalarına getirildiğinde isimleri
Ocağın kütüğüne yazılır, hangi yeniçeri ortasına verilmişlerse birer birer
ortanın odabaşısı önünden geçer ve odabaşı ağa da, artık kendi emir ve
idaresinin altına girdiklerinin kanıtı olarak enselerine birer tokat vururdu.
Bu törenden sonra kendilerine derhal yevmiye bağlanırdı.
Acemi yeniçeri neferleri
arasında da bir kıdem tanımak için, Ocağa kaydedilen bu acemi oğlanları bir
hizada sıraya dizilir ve koğuşlarına doğru koşturulurdu; koğuş kapısından ilk
giren diğerlerinden kıdemli sayılır, en geride kalan da ortanın en kıdemsiz
acemisi olurdu.
En kıdemsiz neferin vazifesi,
koğuşu süpürüp silmek, koğuşun kıdemli ihtiyar neferlerinin ve misafirlerin
pabuçlarını temizlemekti. Onun bir üstündeki, koğuşun yemek kaplarını yıkardı.
Onun bir üstündeki de koğuşun ocak ve mutfak odunlarını yarardı ve onun bir
üstündeki de Ocağın kandillerini hazırlar ve yakardı.[427]
(2) Kuloğlu ve Kulkardeşi
Evlenmiş yeniçerilerin
ölümünde çocukları yetişinceye kadar, üç ayda bir, 2.5 kile un ya da bedeli ve
15 akçe maaş verilirdi. Kuloğulları maaşlarını babalarının bölüğü (ya da
ortası) efradından yeniçerilerle birlikte alırlardı. Kuloğulları rüşt yaşına
geldiklerinde Acemi Ocağı’na alınırlar ve sonra Yeniçeri Ocağı’na yazılırlardı.
Ancak On altıncı asır
sonlarında yapılan Yemen, İran ve daha sonra Avusturya seferlerinin uzun
sürmesi Yeniçeri Ocağına, Acemi Ocağı dışından “kul kardeşleri” adıyla asker
alınmasını gerektirdi. Bunlar hudut kalelerinde bir süre hizmet ettirildikten
sonra Ocağa alınırlardı.[428]
On altıncı yüzyılın
bitiminden az evvel de, İran’dan alınan yerlerde üç sene hizmet etmek şartıyle
“kuloğIu ve kulkardeşi” olarak asker yazılmıştı. Daha sonra bu hizmetleri bir
seneye indirilmiş ve Kapıkulu Suvari Ocağı’na veya Yeniçeri Ocağı’na
gerektiğinde bu yolla da maaşlı asker alınmıştır.
n Kullukçu’lar
Acemi Ocağı’ndan Yeniçeri
Ocağı’na yeni gelen kıdemsiz neferlere karakullukçu ya da kullukçu denirdi. Her
yeniçeri odasında oda erlerinin sayısına göre en az bir, en çok dört
karakullukçu bulunurdu. Bunlar odaların türlü hizmetini görürlerdi. Kul
kethüdasının (kethüdabey) odasında beş, çavuşun odasında dört karakullukçu
bulunurdu. Kıdemleri arttıkça karakullukçulara her hizmeti yapmaktan
kurtulurlar, “pazarcı”, “pabuççu”, “kandilci” gibi vasıflı asker olurlardı.
(3) Ocak Yönetimi
Kanun gereği Ocak zabitleri
her cuma günü Yeniçeri ağasını ziyaret ederler, daha sonra da Yeniçeri ağası
alayla sadrazam’ı ziyarete giderdi.
(a) Yeniçeri Ağası
Padişah’ın atının yanında
yürümek imtiyazına da sahip olan Yeniçeri ağası Rikâb-ı Hümâyûn ağalarının en
büyüklerindendir. Padişahın cuma ve bayram namazları alaylarında hükümdarı
koluna girip at’dan indirmek ve at’a bindirmek görevleri yeniçeri ağalarına
verilmişti.
Bütün Yeniçeri Ocağı’ın en
büyük kumandanı olan Yeniçeri ağalarının bir adı da “Kırk bin Kul Ağası” idi.
Sadrazam’larla Kaptan paşalar, vezirler gibi dokuz katlı Mehterhane’si vardı.
Yeniçeri ağalarının oturdukları yere «Ağa Kapısı» denilirdi.[429]
On altıncı yüzyılın ilk
yarısına kadar yeniçeri ağasının rütbesi tek tuğlu sancakbeyliği; sonra iki
tuğlu beylerbeyiliği ve On yedinci yüzyıldan başlayarak da üç tuğ verilip vezir
payesine yükseldi. Daha sonra vezir payesiyle kaptanpaşalığa, hatta ağalıktan
doğrudan sadrazamlığa getirilenler[430] bile oldu. Ancak bazan da bunun tam
tersi olur, bir kubbealtı veziri Yeniçeri ağası tayin edilirdi. O zaman
kendisine «Ağapaşa» unvânı verilirdi.
Görevden alınan Yeniçeri
ağası, genellikle Kastamonu sancakbeyliğine atanırdı. Ancak Yeniçeri ağalarına
görevden alınan diğer vüzera gibi muamele yapılmaz Ocak kanunu üzere
cezalandırılır, Ocak başçavuşu kendisini alarak sürüldüğü yere kadar götürürdü.
Yeniçeri ağaları On altıncı
yüzyıl başlarına kadar Ocak’tan yetişmiş, bu makama neferlikten ulaşmış
kimselerdi.[431] Ancak Ordu’nun siyasete karışmasını önlemek açısından bir güvence
olarak Padişah Yeniçeri ağaları’nı Ocak zabitlerden değil de Rikâb-ı Hümâyûn
ağaları içinden seçerdi.[432]
Yeniçeri ağası değiştiğinde
eski ağa üç gün Ağa Kapısı’nda misafir edilir, yeni ağaya devir verirdi. Yeni
Ağa’nın Padişah tarafından kendisine verilen üç, dört ya da beş yüz akçeyi
Ocak’ta yeniçeriler arasında bölüştürmesi yasa gereğiydi.
Yeni seçilen Yeniçeri ağaları
kendi nasıbları sırasında Sadrazam’a «câize» adiyle bir kaç yüz kese verirler
ve kendileri de Ocak’ta göreve atadıkları ağalardan “câize” alırlardı. Yeni
tayin edilen Yeniçeri ağasına Yeniçeri Ocağı kâtibi ile sekbanbaşı, kethudâbey,
zağarcıbaşı, sekasoncubaşı, turnacıbaşı ve dört haseki ile başçavuş, muhzırağa,
kethüdâ yeri, beytulmal emini, ortaçavuşu ile küçük çavuş derecelerine göre
yasada cins ve miktarları belirlenmiş kumaş, silâh, eğer, levha gibi hediyeleri
verirlerdi.
Yeni Ağa’nın, Ocak
yayabaşıları’na çavuşluk, sipahilik; acemi oğlanı yayabaşıları’ndan ikisine
sipahilik; iki yayabaşı’ya zeamet; atlı zağarcılardan iki kişiye sipahilik; iki
nefere tımar; sekbanlardan iki nefere bölük ve iki nefere timar ve iki kişiye
bölük (kapıkulu suvariliği) ve iki kişiye timar ve Yeniçerilerden altı kişiye
sipahi oğlanlığı (kapı kulu sipahi bölüğü) ve altı nefere silahtarlık vermesi
kanundu.
Yeniçeri ağalarının (Kanunî
Sultan Süleyman zamanında) beş yüz akçe yevmiyeleri vardır. Bundan başka “saman
behası” namiyle seksen bin akçe alırlardı. Bundan başka “arpalık” olarak Tuna
yalısında yıllık elli bin akçelik bir zeamet de tahsis edilmişti. Yeniçeri
ağalarına üç yılda bir Hasahır’dan bir at verilmesi de kanundu.
Bunlardan başka yeni ağa,
hudutlardaki Yeniçeri ağalarından ve yeni tayin ettikleri serhad ağalarından ve
tayin ettiği kale dizdarlarından da hediye alırlardı. Kazalarda ağa’nın
mektubiyle tayin edilip serdar olan Yeniçeri serdarları da ağa’ya para verirdi.[433]
Yeniçeri ağalarının Ramazan
bayramı öncesinde vezir-i âzam’lara ya ziyâfet vermeleri kanundu.[434] Yeniçeri ağası’ndan memnun olan vezir-i âzam Padişah’tan onun
görevinde devamına izin alır ve ziyafete geldiği gün ağanın “ibka” fermanı
okunur ve hil’ati giydirilir ve diğer ocak ağaları da hil’atle taltif edilirdi.
Sadrazam’ın dönüşünde kendisine Yeniçeri ağası tarafından “donanmış at” hediye
edilirdi.
Yeniçeri ağaları Divan’a
giderlerken elbiseleri ve hayvan takımları vezirlerinki gibi idi. Önünde
kırmızı kaftan ve sırma kuşak giyen yasakçıları yürürdü. Ağa vüzeradan ise
tuğları önünde giderdi.
Yeniçeri ağaları görevi
gereği «Divan» azası sayılırlar fakat yalnız Ocağa ait meselelerde rey
verirlerdi.
Her salı sabahı Saray’da
Divan-ı Hümâyûn toplandığında, eğer Padişah Saray’da ise, Yeniçeri ağası bir
kısım yeniçerilerle beraber Saray’a gider, fakat Divan-ı Hümâyûn oturumlarına
girmez. Ancak Divan dağılmadan az evvel de Arz Odası’nda Padişah tarafından
yalnız olarak kabul edilir, Hükümdar’a Ocak işleri hakkında izâhat verirdi.
Fakat “vezir” rütbesinde, yani bir “ağapaşa” ise, Divan müzakerelerine de
iştirâk eder. Fakat, Divan dağılmadan yalnız başına herkesten önce huzura kabul
edilir, sonra diğer bütün vezirlerle beraber bir kere daha Huzur’a girerdi.
Ancak dönüşte vezirlerle “Divanhane”ye gitmez, Babü’s-Saade’nin çıkışında
vezirlerden ayrılırdı.
Yeniçeri ağası Kanun gereği,
çarşamba günleri sadrazam’ı ziyaret eder. Bununla beraber gerektiğinde
sadrazam’ı her zaman ziyaret edebilir.[435] Ağanın çarşamba günü gelmesi
Divan’a katılması içindir. Nitekim Yeniçeri ağası’nın Divan’a gelirken giyeceği
elbiseyi de kanun tayin etmiştir.[436] Yeniçeri ağası zaman zaman diğer
vezirleri de ziyaret etmek mecburiyyetindedir.[437]
Yeniçeri ağası “vezâret”i
olsa bile Divan’da “ağa” mevkiinde oturduğundan, tuğra çekme işini ancak kendi
“Paşa Kapısı”nda yapabilirdi.
Vezareti yok ise, törenlerde
diğer Rikâb-ı Hümâyûn ağaları, Divan hocaları ve Ocak halkı gibi o da
vezirlerin, nişancının, kazasker efendiler ve defterdarın eteğini öptükten,
sonra yerine giderdi. Vezareti olan Yeniçeri ağası muayede merasiminde de biri
Yeniçeri ağalığı dolayisiyle, öteki de vezir olması sebebiyle iki defa
“damen-bus” (etek öpmek) şerefine nâil olurdu.
Ağanın “Ağa Gediklileri”
denilen kalabalık maiyyeti diğer yeniçerilerden farklı olarak bellerine serâser
denilen kumaştan kuşak sararlardı. Cuma günleri ağa camiye giderken önünde bir
sebilci yürür, halka su dağııtırdı.
Ağalık bayrağı bir beyaz
bayraktı. Ancak Yeniçeri ağasının sefere gideceği zaman çıkartılır ve ağa’nın
önü sıra götürülürdü. Arkasından da dört yedek at çekilirdi. Daha arkadan da
«Ocak Mehterhanesi» gelirdi.
Sınır kalelerinde bulunan
“mustahfız askerlerin miktarını tertip ve tanzim eylemek” Yeniçeri ağalarının
görevlerindendir[438]
Yeniçeri ağası’nın önemli bir
görevi de İstanbul’un kara cihetinde asayişi sağlamaktır.[439] Bunun için
haftada iki üç defa gece ve gündüz şehrin çeşitli semtlerinin asâyişini
denetler, uygunsuzları kendi yetkileri içinde olan falaka, hapis ederek
cezalandırır, hatta ağır suçu görülenleri sadrazam’a ferman çıkarttırıp
astırırdı.[440]
Yangınların sondürülmesi işi
de Yeniçeri ağası’nın görev ve sorumluluğundadır. Büyük yangınlara sadrazamlar,
hatta Padişahlar bile gider ve Yeniçeri ağası yangın yerine onlardan sonra
gelirse cezalandırılırdı.[441]
(b) Ağa Divânı
Yeniçeri Ocağı’nın işlerini
görüşmek, şikâyet ve davalarını dinlemek, maaş ve yükselme sorunlarını
çözümlemek için Yeniçeri ağası’nın başkanlığında, Ağa Kapısı’nda toplanan bu
meclis, sekbanbaşı, kul kethüdası, zağarcıbaşı, başçavuş gibi yüksek rütbeli
zâbitlerle İstanbul ağası, Yeniçeri kâtibi ve fodla kâtibi bu Divân’ın doğal
üyeleriydi.
Bu Divan’da Ocak işleri
görülür, askerlikle ilgili ödüller ve cezalandırmalar saptanırdı. Teşrifat
gereğince Ağa’nın sağında sekbanbaşı ve bunun alt tarafında İstanbul Ağası yer
alırdı. Sonra da sırasiyle zağarcı, turnacı, samsuncubaşılarla Yeniçeri
efendisi ve fodlaharan kâtibi otururlardı.
(c) Zâbitan
Ocak zâbitleri rütbelerine
göre şöyle sıralanırlardı: 1) Yeniçeri Ağası, 2) Sekbanbaşı, 3) Kul Kethüdası
ya da Kethüda Bey, 4) Samsoncubaşı 5) Zağarcıbaşı, 6) Turnacıbaşı, 7) Muhzır
Ağa, 8) Büyük ve Küçük Haseki’ler, 9) Başçavuş, 10) Kethüda Yeri, 11) Yeniçeri
Efendisi.
Ayrıca, her ortanın da
“çorbacı, odabaşı, vekilharç, bayraktar, başeski, aşçı usta, sakabaşı”
rütbeleriyle sıralanan subayları vardı.
Bu rütbeler resmi görevi
belirler ve yalnız o görevde bulunanlara verilirdi.
Sekbanbaşı Ağa: Ocağın ikinci
büyük zabiti ve Sekban ocaklarının da en büyük âmiridir. Yeniçeri ağası ordu
ile sefere çıktığında İstanbul’da “Ağa Vekili” olarak kalırdı. Ocağın diğer
zabitleri Ocak’tan gelme yâni yeniçeri neferliğinden yetişmeydiler.
Kul Kethüdası: Sekbanbaşı’dan
sonra gelir ve ağa’nın muavinidir. Ocağın her türlü işinden, ağa’ya karşı
sorumludur. Kul Kethüdası’na bazan sadece «kethüda bey, kâhya bey” ya da “Ocak
kethüdası» denilirdi. Kul kethudası’nın mutlaka ocak içinden yetişmesi şart
olduğundan, ocağın usul ve kaidelerini çok iyi bilirdi. Bu bağlamda kethüda
Yeniçeri Ocağı’nın kurmay başkanı sayılır ve Ocağın rızası olmadıkça Padişah
bile kendisini azledemez. Oysa Ocak dışından da seçilebilen Yeniçeri ağasının
azli pek kolay olmamakla beraber, böyle bir imtiyazdan mahrum idi. Dolayısıyla
kethüda bey Yeniçeri ağasının maiyyetinde ise de Ocak içindeki nüfuzu ağadan
daha fazladır.
Zağarcıbaşı Ağa: Yeniçeri
cemaat ortalarından 64 üncü Orta’nın komutanıdır. “Kethüdalık” makamı
boşalınca, terfih ederek “kethüda bey” olurlardı. Nefer sayısı dört- beş yüz
arasında olan bu ortalar Padişahın av zağarlarına bakarlardı. Padişah ava
gittiğinde Zağarcıbaşı da maiyetinde bulunurdu.
Seksoncu (yahud Samsuncubaşı)
Ağa: Cemaat ortalarından 71 inci Orta’nın komutanıdır. Bu orta Sekson denilen
ve bazan ayı avında da kullanılan cenk köpeklerine bakardı. Bu köpekler,
İstanbul’da Tophane sırtlarında bir köpek ağılında bulundurulurdu. Seksoncubaşılar
terfi edince zağarcıbaşı olurlardı.
Turnacıbaşı Ağa: Cemaat
ortalarından 68 inci Orta’nın kumandanı olup bu orta da Padişahın av
maiyetinden idi, tazılara bakardı. Padişahın seyretmesi için ayrıca turna
kuşları da beslediklerinden turnacılar diye anılırlardı. Devşirme Kanunu
kaldırılıncaya kadar, acemi oğlanı devşirmeğe turnacıbaşılar memur edilirdi.
Devşirilen çocuklar da turna sürüleri gibi getirildiğinden beslenilen turna
kuşları da bu vazifelerinin bir sembolü olarak kalmıştı.
Haseki Ağalar: Cemaat
ortalarında 14, 49, 66 ve 67 nci ortaların kumandanı olan dört zabittir. Bu
ortalar da Padişahın av maiyetinden idi. Haseki ağalar, Padişahın cuma namazı
alaylarında, kıdemlerine göre, ikisi sağında, ikisi solunda, Padişahın atının
yanısıra yürürlerdi, en kıdemlisine de “başhaseki” denilirdi.
Başçavuş Ağa: Beşinci bölük
ortasının kumandanı ve bütün Yeniçeri Ocağı’nın başçavuşu idi. Ocakta askerle,
temas etmek bakımından, kethüda beyden sonra en nüfuzlu zabitti. Ağa Kapısı’nın
da teşrifat âmiriydi. Ağa Divanı’ndan önce bu zat dua eder, Yeniçeri
Gülbangi’ni de o çekerdi. Ağa’nın emirleri de onun vasıtasile tebliğ edilirdi.
Maiyetinde yüz otuz tane küçük emir zabiti vardı; bunlara kul çavuşları
denilirdi.
Muhzir Ağa: Belirli olmıyan
bir ortanın kumandanına verilen bir rütbe idi. Kendi ortası ile sadrazamın
maiyetinde bulunurdu. Divanı Hümayun’da ve Vezir Divanı’nda ocağın işlerini
takib ederdi. Divan’da Yeniçeri ağası’na hitaben yazılan fermanlar, muhzir
ağa’ya verilirdi. Sadrazam İstanbul’da kol gezerken de maiyetinde bulunurdu.
Suçluların tevkif ve hapsine memur haberciler de , onun emrinde idi.
Kethüda Ağa: Muhzir Ağa’dan
bir rütbe aşağıdır. Bu rütbe de belirli olmıyan bir ortanın kumandanına
verilirdi. Kethüda bey sefere gittiğinde kendisine vekâlet ederek İstanbul’da
kalırdı. Yeniçeri Ocağına bağlı sanatkârlarla imalâthanelerin de en büyük âmiri
idi.
Yayabaşı Ağa: Yüz bir cemaat
ortası içinde bütün kumandanlarının en kıdemlisi idi. Diğerlerine de yayabaşı
ağalar denilirdi, vazifeleri Ocak beytülmalciliği, seferde Hazine bekçiliği,
zahire tedariki, kadılara ve sancak beylerine sefer emirleri götürmek, yaralı
nakletmek, kale muhafızlığı yapmaktı; bunlara subaşı da denilirdi.
Bölükbaşı Ağa: Bölük ortaları
komutanlarının en kıdemlisi idi.
Solakbaşı Ağalar: 60, 61, 62
ve 63 üncü cemaat ortalarının komutanları idi. Bu ortalar yeniçeriler arasından
gösterişli tuvana ve cesur kimselerden seçilirlerdi. Merasimde ve seferde
Padişahın atının sağ yanı sıra yürürlerdi. Solaklar denilen bu dört orta
neferleri seferde Padişahın şahsını muhafazaya memurdular. Bir su geçilirken,
dört solakbaşı Padişahın atını ikişer ikişer iki yanından tutar ve kendileri
suya girerek geçirirlerdi. Su dizlerine kadar çıkarsa birer akçe, bellerine
kadar çıkarsa ikişer akçe, daha yukarı çıkarsa üçer akçe yevmiye terakkisi
almak kanun gereği idi. Solaklar da seferde veya seyahatte, Padişah maiyetinde
daima, yayları gerili ve okları hazır olarak yürürlerdi.
Ocak İmamı: Medrese öğrenimi
görmüş güzel sesli yeniçerilerden seçilen müezzinler, önce Ağa Kapısı’nda görev
yaparlar, genellikle bunların en kıdemlisi ve bilgilisi imam olurdu. İmamın
öteki Yeniçeri subayları gibi belirli bir ortası yoktu. Hangi ortanın imamıysa
onun numarasını alır ve bu ortanın komutanı sayılırdı. Ortasına da İmam Ortası
denilirdi. İmamlar azledilemez, ancak kendi istekteriyle Deveciler Ortası
yayabaşısı olmak şartıyla bu hizmetten ayrılabilirlerdi. Beş vakit namazda Ağa
Kapısındaki camide Yeniçeri ağasına imamlık ederdi.
Ocak kâtibi (yahud Yeniçeri
Efendisi): Ocağın künye defterini tutardı.
Bu ağaların hepsine birden
Katar ağaları denilirdi. İçlerinden biri azledildi ya da öldü mü, kendisinin
altında olanlar birer derece terfi ederek boşluğu doldururlardı. Herhangi bir
orta çorbacısı da bu “katar ağaları” arasına girerdi. Yalnız 56 ncı Orta
Çorbacısı, ihtisab ve piyasa işlerile meşgul olduğundan katar ağalığına
yükselemez, bu vazifeden ya azlolunur, yahud emekliye ayrılırdı.
(4) Ocak Mevcudu
Kuruluş sırasında 60-70
neferden meydana gelen yeniçeri ortaları, sonraları 100 nefere kadar çıkarıldı.
Kanunî Sultan Süleyman dönemine (1520-1566) gelindiğinde sayıları 10-15 bin
kişiyi geçmemesi tasarlanan[442] Yeniçeri askeri 162 ortadan ve 12
bin kişiden meydana gelirken Sultan II. Selim (1566-1574) döneminin sonlarına
doğru da 196 orta’ya ve 20 bin kişiye kadar yükseldi. Avrupa ordularında ateş
gücünün arttırılması Osmanlı Ordusu’nda bir yandan tımarlı süvarilerin eski
stratejik önemini azaltırken diğer taraftan da Yeniçerilerin tüfek sayısının
arttırılmasını gerektirmişti. Dolayısıyla yeniçeri sayısı Sultan III. Mehmed
zamanında 45 bin, Sultan III. Selim zamanında 110 bin, Sultan II. Mahmud
devrinde 140 bine ulaşmıştır.[443]
Başlangıçta 10 Orta olarak
kurulan Yeniçeri Ocağı zamanla 101 Orta’ya ulaşmıştır. Diğer taraftan
“Cemaatlü’ler” denilen Yeniçeri cemaati ile bir denge oluşturmak üzere “Ağa
Bölükleri” denilen 61 bölük daha kuruldu. Bunlara da ”Bölüklüler”
denilmekteydi.
Bir de Padişahın av maiyeti
olarak 34 adet “Sekban” ortaları vardı.
Ancak Padişah’ın “Hassa
Ordusu” olarak onunla birlikte İstanbul’da bulunan bu 196 Orta dışında,
Rumeli’de 44; Anadolu cihetinde 40; Cezayir-i Bahr-i Sefîd”de (Girit, Kıbrıs ve
diğer Ege adalarında) 31; Garb Ocaklar’nda (Mısır, Tunus, Trablusgarb ve
Cezayir gibi kuzey Afrika ülkelerinde) 25 bölük olmak üzere Taşra’da toplam 140
Orta daha bulunmaktadır.
Her Yeniçeri ortasının bir
bayrağı ve bir alâmeti vardı. Buna “nişan”denilirdi. Nişanlar bayrak ve
çadırlar üzerine işlenirdi. Yeniçeriler mensup oldukları ortanın nişanlarını
kollarına, bazularına, baldırlarına ve bazan da göğüslerine dövme olarak
işletirlerdi. Dolayısıyla bir yeniçeri, ortasını değiştiremezdi; Ocak
disiplininin bozulduğu devirde bir ortadan öbürüne geçmeğe “semir devirmek”
denilirdi ve iki orta arasına düşmanlık sokardı.
(a) Cemaat Ortaları
196 ortanın 1-101 sıraları
arasında olanları “Cemaat Ortaları” adıyla anılır. Padişahlar, Birinci Orta’ın
defterinde “1” numaralı nefer olarak kayıtlıdırlar. Bu ortalar içinde
bazılarının özel “ad”ları vardır. Örneğin Seferde Padişah’ın çadırını koruyan
17 inci Orta’ya “Çergiciler”; 28 inci Orta’ya “İmamlar”; 64 üncü Orta’ya
“Zağarcılar”; 68 inci Orta’ya “Turnacılar”; 71 inci Orta’ya Samsoncu; 82 inci
Orta’ya “Zemberekçiler”; 99 uncu Orta’ya “Hû-keşân” (Bektâşi)[444] ; 1-5 ve 45-46 ortalara “Deveci Ortaları”; 14, 49, 66 ve 67’inci
orta’lara “Haseki Ortaları”; 22 ve 92 inci Orta’lara “Tüfekçiler” ortası
denilmektedir. Cemaat ortalarında yer alan ve “Solaklar” denilen 60, 61, 62 ve
63 üncü orta’lar merâsim günlerinde Padişahın maiyet askerini oluştururlardı.
On yedinci yüzyıl ortasında,
Genç Osman’ın öldürülmesiyle sonuçlanan ve “Hâile-i Osmâniye” denilen isyanda
hükümdarın katilleri “65 inci Orta”ya mensuptular. Bu nedenle Yeniçeri Ocağı’nı
bir hükümdarın kanı lekesinden temize çıkarmak için “65 inci Orta” lâğvedilmiş
ve Ocak bu tarihten sonra bir orta eksik bırakılmıştı.
(b) Ağa Bölükleri
Bunun dışında 61 adet “Ağa
Bölükleri ” bulunmaktadır. Cemaatlü’ler ile Sekban’lara «Orta» ve Ağa
Bölükleri’ne ise kısaca “Bölük” denilirdi. Bununla beraber ayırım yapılmadan
hepsine “Orta” denilebilir. Her Orta’nın (Bölüğün) kendisine mahsus «Oda»sı
yani kışlası vardır.
Bölük Orta’larından 31 adedi
İstanbul’da “Sancak-ı Şerif”in muhafazasına, diğer 30 adedi de 30 eyâlet ve
sancak merkezinde iç kalelerin muhafazasına memurdu. Beylerbeyi ve
sancakbeyleri kendi yerlikulu askerlerini iç kalelere sokamazlardı. Çünkü
valilerin isyanı hâlinde, merkeze daima sadık kalan yeniçeriler iç kalede bir
direnme noktası oluştururlardı.
İstanbul’da bulunan cemaat ve
bölüklü yeniçeri ortaları aynı zamanda büyük şehrin inzibat ve âsâyişine de
memurdu. Her semt bir ortanın emrine verilmişti; her semtte “Kolluk” denilen
bir yeniçeri karakolhanesi bulunurdu. Bu yeniçeri karakollarının içinde de en
namlısı, İstanbul’un en işlek bir ticaret merkezi olan Yemiş İskelesi’ndeki
“Elli Altıncı Orta Kolluğu” idi. Şehrin ihtisab işleri bu kolluğun elinde idi.
(c) Sekban Ortaları
Sayıları 34 adet olan
“Sekban” ortaları Padişahın av maiyeti idiler. Sekbanlar Osmanlı hükümdarları
için pek görkemli büyük sürgün avları hazırlamakla görevliydiler. İstanbul
civarındaki mirî çiftliklerin muhafazası onlara bırakılmıştı. İstanbul şehri
içinde yalnız bir ortaları vardı.
(d) Çavuş Cemaati
Başçavuşun yönetiminde 330
eski ve deneyimli yeniçerinin oluşturduğu çavuşlar topluluğunun kendilerine
özgü bayrakları vardı. Padişahın şehiriçi gezilerinde yaya ve atlı olarak yolun
açılmasını sağlarlardı. Denetim ve yoklama görevlerini yaparlar, Yeniçeri
subaylarının cezalarını infaz ederlerdi. Bunlar barış zamanında habercilik
yaparlar, elçilik göreviyle yabancı ülkelere gönderilirlerdi. Kul çavuşları savaşlarda
komuta kademesi ile ileri hatlar arasındaki iletişimi sağlarlardı. Acemi Ocağı
çavuşu da bu örgütün komutan yardımcısıydı.
(5) Yeniçeri Kanunnâmesi
Yeniçeri sürekli asker olduğu
için evlenemez; kendilerine özgü kışlalar (odalar) ya da karargâhlarda oturmak
zorundadırlar; debdebe ve tantana gibi askerlik ve mertliğe yakışmayan şeyler
kesinlikte yasaktır; yeniçeriler kendi subaylarından başkası tarafından
cezalandırlamaz; malûl gaziler belirli bir aylıkla emekliye ayrılır. Yeniçeri
sakal salıveremez, kışlasından izinsiz olarak ayrılamaz ve başka bir sanatla
uğraşamaz.
Yeniçerilerin sefer ve
hazarda daima Padişah’ın bulunduğu yerde bulunması Kanunnâme gereğidir. Bununla
beraber Padişahların bulunmadıkları seferlerde Serdar’ın maiyyetinde Kapıkulu
Ocakları’ndan yeterince asker gönderilir. Ancak Ocağın hep birden hareketi
kesin olarak Padişah’ın askerle birlikte sefere gitmesine bağlı yeniçeriliğe
mahsus bir özelliktir.[445]
(a) Sancak-ı Şerif
Sancak-ı Şerif Hz.
Muhammed’in alâmetlerinden rengi siyah ve ismi “Ukâb” olan bayraktır. Mısır
beylerbeyi Hayır Bey tarafından Yavuz Sultan Selim’e gönderilmiştir. Sancak-ı
Şerif ‘in kumaşı zamanla parçalandığından, aslına benzer üç siyah sancak
yaptırılmış ve asıl Sancağ-ı Şerif’in parçaları ikişer üçer kıt’a hâlinde yeni
yaptırılan bu sancaklara dikilmiştir. Böylece aslında tek olan “Ukâb” üç kısma
ayrılmış ve her birini kullanılarak üç ayrı “Sancağ-ı Şerif “ yapılmıştır.
Padişah bizzat sefere veya
Edirne’ye gittikçe Hırka-i Şerif dairesinde bulunan bu üç sancaktan biri ve
Hırka-i Şerif beraber götürülürdü. Şayet Padişah sefere bizzat gitmeyip de
yerine Serdar-Ekrem olarak sadrazam gidecekse, ikinci Sancağ-ı Şerif sadrazam’a
teslim edilir ve üçüncü Sancak ise Hazine’de dururdu.
(b) Bayrak ve Nişanlar
Yeniçeri Ocağı’nın bayrağına,
Ocağın İslam’ın Sünnî mezhebine bağlı olmasının işareti olarak «İmâm-ı Âzam
Bayrağı» denilirdi. Bu, beyaz ipekten, altın sırma ile bir tarafın üstüne «İnnâ
fetahnâ-leke fethân mübinâ», diğer tarafına da «Ve yensürekellahü nasran azizâ»
âyeti kerimeleri işlenmiş bir sancaktı. Bu sancak ordugâhta Yeniçeri ağası’nın
çadırı önüne dikilirdi. Ağa’nın çadırı da Yeniçeri Ordugâhı’nın tam göbeğine
kurulurdu. Diğer çadırlar, Ağa çadırının etrafını çevrelerdi.
Merâsimde de İmâm-ı Âzam
Bayrağı, Yeniçeri ağası’nın atının önü sıra götürülürdü. Ağanın arkası sırada
Ağalık bayrağı gelirdi. İmam-ı Âzam Bayrağını taşıyan yeniçeriye «Başbayraktar»
denilirdi.
Ocağın bir de yarısı sarı,
yarısı kırmızı, ipekli kumaştan alay bayrağı vardı. Her yeniçeri ortasının da
üzerlerine orta nişanları işlenmiş gene sarı, kırmızı birer bayrağı vardı. Orta
bayraklarının bir özelliği de uçlarının çatal biçiminde olmasıydı.
Her yeniçeri ortasının çadır
başlığı da ayrı bir alâmet veya ortasının bayrağını taşırdı. Çadırların üzerine
de orta nişanları işlenmişti.
(c) Hizmet Kıyâfetleri
Yeniçeri serpuşu bütün Ocağın
alâmeti farikası sayılır. Yeniçeriler, başlarına “börk” denilen beyaz keçeden
bir külâh giyerlerdi. Bir buçuk ayak (45 santim kadar) yüksekliği olan bu
külâhın üstünden, omuzlara kadar “yatırma” denilen bir çuha parçası sarkardı.
“Yatırma”, yeniçeri neferinin ensesini tamamen örtmüş bulunur ve yürürken
omuzlarına vururdu.
Börk’ün ön kısmında ve tam
alnın ortasında «tüylük» yahud «kaşıklık» denilen gümüşten yahud pirinçten
yapılmış bir kısım vardır. Yeniçeriler, kaşıklarına bir uğur tılsımı olarak
bakar ve buraya kaşıklarını sokarlardı. Kaşıklık, yeniçerinin servetine göre
kıymetli taşlarla süslenirdi.
Yeniçeri emir ve zabitanı ise
tüylüğe rütbelerine göre sorguçlarını, çelenklerini sokarlardı. Bunların
tüyleri, bellerine kadar düşer, arkalarına savrulurdu. Börkün başa geçen ağız
kısmı çepeçevre “daltaç” denilen nakışlı bir şeritle çevriliydi.
«Üsküf», daltaç’ı dört, beş
parmak enliğinde ve “yatırma”sı olmıyan yeniçeri serpuşudur. Üsküf’ün de
alınlığında bir tüylük - kaşıklık bulunur. Üsküflere sorguçlarla beraber bir
turna teli takmak Ocak geleneğidir. Bu turna teli, üsküfün arkasından bele
kadar sarkardı. Yavuz Selim devrinden kalma bir gelenek olarak da, Ocağın büyük
rütbeli subayları turna teli yerine balıkçıl kuşu tüyü takarlardı. Solaklar,
Yeniçeri Ağası, Başçavuş ve Muhzir Ağa da Divan-ı Hümayun’a geldiklerinde üsküf
giyerlerdi.
Yeniçerilerin ayakkabıları
şehirde ökçesiz yemeni, seferde yandan kopçalı bir çeşit çizmeydi. Zabitlerin
çizmesi sarı sahtiyandan, neferlerin kırmızı sahtiyandandır.
Yeniçeriler ayaklarına çakşır
giyerlerdi. Neferler baldırlarını açıkta bırakan kısa diz çakşırı ve subaylar
ise, diz kapağından aşağısı baldırları bir tozluk gibi saran dar bir çakşır
giyerlerdi. Çakşır üzerine dolama denilen bir kaftan giyilir, bele de ipekli,
yünlü, pamuklu kuşak sarılırdı. Yürürken dolamanın etekleri kuşak arasına
sokulurdu. Dolama’nın üstüne de barânî denilen çuhadan bir kaput giyilirdi.
Yeniçeriler, kuşaklarında
birer yatağan taşırlardı. Şehir içinde bu yatağandan fazla silâh taşımaları
yasaktı.
(d) Tören Kıyâfetleri
Ocak imamı: Başına her günkü
yeniçeri keçesi yerine ulemaya mahsus örf giyerdi. Örfün üzerine de serâser aba
sarardı.
Solakbaşılar: Başlarındaki sorguçlarına balıkçıl tüyü takarlar, samur veya vaşak
kürk kaplı kadife üst elbisesi giyerlerdi. Arkalarında tirkeş (ok torbası),
bellerinde hançerle birer eğri kılıç bulunurdu. Ayaklarına sarı sahtiyandan
çizme giyerlerdi. Atları gümüş özengili olurdu ve eğerin yanına birer gürz
(topuz) asarlardı.
Bölükbaşı
Ağası: Başına börk yerine tepesi öne doğru eğilmiş
ve kıymetli taşlarla süslü bir şeridi bulunan yüksek bir üsküf geçirirdi.
Kaşıklığına yelpaze şeklinde açılan bir «süpürge sorguç» takardı. Dolamasının
üstüne uzun bir ipekli kaftan giyerdi. Bu kaftanın önü açık olup boğazına kadar
düğmeliydi, yakası geniş ve devrikti, kolları geniş, kollarının ard yenleri
kaftanın eteklerine kadar sarkardı. Kaftanın iki yanında da cep gibi kullanılan
birer yırtmacı vardı. Ayaklarına sarı sahtiyandan kopçalı yarım çizme giyerdi.
Atının eğerinde bir bozdoğan (küçük gürz) ile bir kalkan asılı olurdu. Elinde
de, mızrağa benziyen uzun bir kamış kargı taşırdı.
Kethüdayeri
Ağa: Başına keçe külâh giyip kaşıklığına balıkçıl
tüyünden sorguç takardı. Kıyafeti yeniçeri çorbacısı ile aynı idi.
Muhzir Ağa: Başına balıkçıl tüylü üsküf koyardı. Divan-ı Hümayun’da çuhaya kaplı
samur kürk, elçi kabulü merasiminde de kemha’[446] dan üst elbisesi
giyerdi.
Başçavuş
Ağa: Başına üsküf giyer, kaşıklığına turna telli
kuka takardı. Divan kıyafeti muhzir ağa gibiydi.
Başhaseki
Ağa: Üsküf giyer, balıkçıl tüyünden süpürge sorguç
takardı, atına gümüş zincir, enselik ve özengi vururdu. Divan kıyafeti muhzir
ağa gibiydi.
Turnacıbaşı
Ağa: Kıyafeti seksoncubaşı ağa gibiydi.
Seksoncubaşı
Ağa: Başına üsküf giyer, kaşıklığına balıkçıl tüyü
takar. Divan’da samur yahut vaşak kaplı kadife üst elbisesi giyerdi. Atına
gümüş zincir, enselik ve özengi vurulurdu.
Zağarcıbaşı
Ağa: Başına sorguçlu çorbacı üsküfü, Divan’da
kemha’dan üst elbisesi giyerdi. Avlarda, bir elinde zağar, bir elinde ucu
gümüşlü hezaren değnek bulunurdu.
Kul
Kethüdası: Başına çorbacı üsküfü giyer, kaşıklığına
balıkçıl sorgucu takardı. Divan’da samur veya vaşak kaplı kadife üst elbisesi
giyerdi. Atına gümüş zincir ve özengili divan rahtı denilen müzeyyen eğer
vurulurdu.
Sekbanbaşı
Ağa: Başına mücevveze giyerdi. Divan’a giderken
atına gümüş zincir, enselik ve özengili ve gümüş topuzlu müzeyyen abâî raht
vurulur, saraçbaşı da atının önü sıra bir at örtüsü «yapuk» götürürdü.
Yeniçeri
Ağası: Yeniçeri ağası’nın giysisi sırma işlemeli,
kırmızı renkte kadife ya da satendi. Üstlükleriyle kaftanları da her zaman al
renkte olur ve başında “kalafat” denen sorguçlu, beyaz sarıklı bir kavuk
bulunurdu. Divana giderken “mücevveze” kavuk ve al çuhayla kaplı, vaşak kürk
giyerdi. Bunun içinde dizlerine kadar inen bir şalvar ve ayaklarında mest papuç
bulunur, beline de murassa hançer takardı. Cuma günleri ağa camiye giderken
önünde bir sebilci yürür ve halka su dağıtırdı.
(e) Cezâlar
Suçlu yeniçeri, ancak kendi
ortası neferleri huzurunda ve kendi koğuşunda (odasında) suç derecelerine göre
cezalandırılırdı.
Ceza olarak ulufe’nin bir
kısmının kesilmesi de mümkündü. Yeniçerinin aylığının ya da ödeneğinin
kesilmesi anlamında “Dirliğini kesmek” ya da “Dirliği çalınmak” deyimleri
kullanılırdı.
Yeniçeriler arasından birinin
kabahatından dolayı “darb cezası” gerekiyorsa, diğer herhangi bir kişi gibi
dövülmezdi. Odabaşı da, emrindeki yeniçerilere ancak otuz dokuz sopaya kadar
dayak cezası verebilirdi. Dayak cezasından önce Orta efradının önünde falaka
merasimi ile meydana yatırılıp dayak atılmadan kaldırmak suretile “ihtar”
verilirdi. Daha fazla bir cezayı kendi ortasının zabiti “çorbacı” verir,
“odabaşı” uygulatırdı.
“Meydan dayağı” atılacaksa
akşam namazından sonra karanlıkta uygulanırdı. Suçlu (-Aşk ola yoldaşım!)
denilerek karnı üzerine yatırılır, eski yeniçerilerden iki kişi baş ve
ayaklarına oturur, ortanın vekilharcı bir şamdanla gelir, oynak yerlerine
getirilmeksizin, kaba etlerine cezasına göre 40, 80 ve 100, hatta 200 değnek[447] vururlardı. Cezasını çeken ayağa kalkınca Ocak zabitanına karşı iki
ellerini göğsü üzerine koyarak Bektaşi usulünce selam verirdi.
Daha ağır ceza alanlar
ayağına zincirden bukağı vurularak hapis ya da “kalebend” olarak sürgün edilir,
ya da duruma göre bazan “keçekülâh” edilip rütbeleri alınır, hatta Ocak’tan
atılırdı.
Bir yeniçeriye idam hükmü
ancak Ağa Divanı’nda verilebilirdi. İdama mahkûm olan bir yeniçeri önce
Ocak’tan atılır, sonra boynu vurulmak, asılmak, yahut kurşuna dizilmek şeklinde
cezası uygulanırdı.
(6) Töreler
Yeniçeriler, maaşlı yaya
askerlerdir. Ancak Osmanlı Devletinin tek asker ocağı değildir. Orta
komutanlarının unvanı “çorbacı”, komutan yardımcısının da “odabaşı”dır. Ortanın
para sandığı odabaşı’nın emrindedir. İdarî işlere bakan görevlinin ünvânı
“vekilharç”tır. Ortanın en kıdemlisine “bayraktar”ya da “başeski” denilirdi.
Orta’nın aşçıbaşısına “usta”, yardımcısına ise “baş karakollukçu”denilmektedir.
Yeniçeri subaylarının rütbelerini belirleyen bu ünvanlarda genellikle hünkâra
karşı “velinimet” bağlılığı oluşturan isimler seçildiği görülüyor.
Ocak disiplini sağlam olduğu
devirlerde yeniçeriler geceleri kışlalarındaki koğuşlarından başka bir yerde
yatmazlardı.Yeniçeri erkekliğe yakışmıyacak şekilde süslenemez, askerlik
taliminden başka bir şeyle uğraşamaz ve emekliye ayrılıncaya kadar sakal
bırakamaz ve evlenemezdi.
Emekliye ayrılan yeniçeriye
“oturak”denilir ve kendisine ölünceye kadar emekli gündeliği verilirdi. Evlenip
de arkasında dul karı ve yetim evlâd bıraktığında, onlara da her gün birer
“fodla”tayın bağlanır ve bunlara ocaklı ağzında “fodla yiyiciler” anlamında
“fodla hâran” denilirdi.
Suçlu bir yeniçeri ancak
kendi zabitleri tarafından cezalandırılabilirdi. İdama mahkûm olan yeniçeriler
asılmaz, başları vurulurdu. Ocaktan kovulmağa “keçe külâh etmek”denilirdi.
Böyle bir ceza verilen yeniçeri, kışla meydanında üstü başı törenle yırtılıp
parçalanmak suretile kovulurdu.
Yeniçeriler arasında, Ocağın
daha kuruluş yıllarında Bektaşilik yerleşmişti. Bektaşiliğin asker hayatına
uygun düşünceleri o kadar benimsenmiştir ki yeniçeri Ocağına Hacı Bektaş
Ocağı”adı verilmişti. Yeniçerilerin bir ağızdan söyledikleri gülbangde de bu
bağlılık özellikle belirir. Gülbang şudur:
“Allah Allah illâllah
Baş uryân, sine püryân, kılıç
al kan
Bu meydanda nice başlar
kesilir hiç olmaz soran
Eyvallah, eyvallah...
Kahrımız, kılıcımız düşmana
ziyan
Kulluğumuz Padişaha ayân
Üçler, yediler, kırklar
Gülbang-i Muhammedî, nûr-i
Nebî,
Pirimiz hünkârımız Hacı
Bektaş-i Velî
Demine, devrânına Hû!
diyelim,
Huu!....”
(a) Kazan
Yeniçerilerin orta ve bölük
kazanları kendilerince kutsaldı. Muharebede kazanlarını bayrakları gibi
muhafaza ederler, düşman eline geçmesine meydan vermezlerdi. Kazan’ın düşman
eline düşmesi o orta için büyük felâket sayılır, orta ve bölüklerin bütün
zabitleri azledilirdi.
Kışlanın bakırdan iki ya da
üç kazanı vardı. Önemli konuları kazanları etrafında toplanarak görüşürler,
kararlarını orada verirlerdi. İsyan halinde orta ve bölük kazanları meydana
çıkarılırdı. Siyasî tehdit mahiyetinde kullanılan “Kazan kaldırma” tabiri
buradan gelmiştir. Yeniçerilikte “kazan kaldırmak” hükûmete karşı ayaklanmak,
isyan etmek demekti. Kazanlar kışlalardan kaldırılıp büyük törenle hareketin
başlatılacağı meydana götürülürdü.
Yeniçerilerin orta ve bölük
kazanlarından başka bir de Hacı Bektaş-ı Velî’nin içinde çorba pişirip Ocağa
yadigâr bıraktığına inandıkları bütün Ocağın timsali olan büyük bir «Kazan-ı
Şerif» vardı. Bu kazan devrilse ya da kaldırılıp yerine su dokülse dünya alt
üst olacağına inanılırdı. “Kazan-ı Şerif”e sığınan bir kişi, örneğin bir siyasî
mahkûm hatta bir katil bile olsa yeniçeriler tarafından saklanıp, korunurdu.
Kutsal anlam verilen bu
Kazan’ın etrafında meşveret yapılır, gazaya giderken de beraber götürülürdü.
Nitekim Orta subaylarının rütbelerini belirten «çorbacı, vekilharç, aşçıusta,
sakabaşı» gibi unvanları bile yine Kazan’larıyla ilgili bir kavram dizini
oluşturur. İşler yolunda gitmezse “Kazan” At Meydanı’na getirilir, etrafında
toplanılırdı. Yeterince taraftar bulunursa ya «Kazan kaldırılır» yahut da
yeniçeri ağası ve diğer erkan Sultan Ahmed Cami’ine çağrılarak “meşveret”
edilırdi.
Her “Oda”nın (ya da her
yeniçeri ortasının) kazanları kışlalarındaki mutfaklarda dururdu. Kolluklarda
bulunan neferlere sabah çorbalarile iki övün yemekleri kazanlar dolaştırılarak
dağıtılırdı. Kazanın kulplarından bir sırık geçirilir, sırığı iki kolluk neferi
omuzlar, öne de elinde heybetli bir kepçe ile“kepçeci” denilen bir
başkarakollukçu geçerdi.
(b) Ulûfe
Ocağa kaydı yapılan bir acemi
yeniçeri neferine yevmiye bağlanırdı, buna “ulûfe” denilirdi. İlk devirlerde
iki akçe sonraları beş, altı akçeye çıkarılmıştı; Gösterilen yararlıklar,
hizmetler karşılığında ulûfeler de on, on beş akçeye kadar artardı. Bu artışlara
“terakki” denilirdi. Savaşlarda “serdengeçti” yani “gönüllü” yazılanlar
döndüklerinde yevmiye beş, on akçe terakki alırlardı. Akçenin ayarı bozulup
alış gücü düşünce yeniçeri yevmiyeleri de yirmi, yirmi beş akçeye kadar
yükseldi.
Ulufe dışında her yeniçeri
ortasına ekmek, et, yağ, bulgur ve mum, her nefere de senede bir kat esvab veya
bedeli verilirdi. Ulûfeler üç aydan üç aya, yılda dört kez Divân-ı Hümâyûn’da
yapılan törenlerle dağıtılırdı. Bu taksitlere “mevacib” denilirdi. Ancak her
dört taksitin de adları ayrı idi. Muharrem, sefer ve rebiülevvel aylarına ait
birinci taksid Masar (m-s-r), rebiülâhır, cemaziyelevvel ve cemaziyelâhır
aylarına ait ikindi taksit Recec (r-c-c); receb, şaban ve ramazan aylarına aid
üçüncü taksit Reşen (r-ş-n); şevval, zilkâde ve zilhicce aylarına aid dördüncü
taksit lezez (l-z-z) adı verilmişti.
Ulûfe tevzi’i, Osmanlı
Devleti’nin siyâsî hayatında önemli bir hadisedir. Çünkü devlet yönetiminin
“seyfiyye” cephesinden nasıl görüldüğünün üçer aylık sonuçları demektir.
Kapıkulu askerlerinin ulûfe dağıtımı için yapılan törene “ulûfe Divanı” veyâ
“ulûfe telhisi” denirdi. Salı günleri yapılması da kanundu. Kapıkulu askerinin
her orta ve bölüğünün ulûfesi ağızları mühürlü ayrı keselere konmuş olarak
Kubbealtı yanındaki Hazine Odası önüne küçük tepeler hâlinde yığılan para
torbaları Devletin azamet ve şevketini bir kez daha gösterirdi. Bu nedenle
İstanbul’a gelen yabancı elçilerin kabul törenleri de aynı güne raslatılır ve
kendisine seyrettirilirdi. Böyle törenlere “Galebe Divanı” denilirdi.
Ulûfe Divanı sabahı sadrazam
ve yeniçeri ağasının dahil olduğu Divan erkânı ile birlikte yeniçeri efendisi,
katar ağaları gibi Ocak erkânı da sabah namazını Ayasofya’da kılarlardı.
Yeniçeri ağasının muavini olan kul kâhyası, çorbacıbaşı, odacıbaşı rütbesindeki
zabitleriyle birlikte her ortadan seçilen karakollukçular ve ulûfe almağa
gelmiş yeniçeriler namazdan saraya dönen sadrazam ve diğer erkânı Ortakapı’da
selâmlarlardı.
Divan-ı Hümâyûn toplandığı
sırada yeniçerilere “çorba, pilâv ve zerde”den oluşan bir yemek verilirdi.
Saray mutfaklarından Ortakapı’ya gelen lengerler, kul kâhyasının işaretiyle
yeniçeriler tarafından Birinci Avlu’ya taşınır, orada sofralar kurularak
yenirdi.
Yeniçerilerin çorba içmeğe
başlaması askerin itaatini belli ederdi. Çorbanın içilmemesi ise devletin en
yüksek makamı olan Divan’ı bazı işlerin yolunda olmadığı yolunda uyarmak
anlamındaydı. Böyle durumlarda ne istedikleri sorulur ve istekleri yerine
getirilirdi.
Torba taşıma işi bitince
Divan tatil edilir. Sadrazam askerin maaşının verilmesi için Padişahtan izin
isteyen bir telhis yazardı. Padişah da telhisin üzerine kendi eliyle “Verilsin”
diye yazardı. Padişahtan izin çıkınca “katar ağaları” rütbe sıralarına göre
Divan-ı Hümâyûn’a gelirler, sadrazam ve Divan üyeleri onları ayakta karşılardı.
Katar ağaları birer birer sadrazamın eteğini öpüp el kavuşturarak karşısında
ayakta saf olurlardı. Başçavuş ağa kollarını göğsünün üstüne çaprazlama
kavuşturarak yeniçeri gülbankini okuyup “-... Hû diyelim, hû” diye bitirince
bütün yeniçeriler gök gürlemesi gibi hep bir ağızdan “Hûuuu!” çekerlerdi. Sonra
başçavuş yeniçeri ortalarını rakkamlı isimleri ile “-Birinci Orta” diye teker
teker çağırır, karakollukçular “Burada” deyince başçavuş “Haydi!” der,
çorbacılarının nezaretinde koşa koşa gelirler, torbalarını omuzlayıp yine koşa
koşa götürürlerdi. Ulûfe önce yaya, sonra süvâri ocaklarına orta ve bölük
sırasıyla verilirdi.
Yalnız “Genç Osman Vak’ası”na
karışmış 65. orta sıra gelince ses verilmez, üçüncü kez tekrarlandığında
“Yoktur!” denilirdi. Bunun üzerine başçavuş “Yok olsun!” der, bütün yeniçeriler
bir ağızdan “Yok olsun!” diye bağırırlardı. Dağıtım sona erince Padişah
tarafından sadrazama bir hatt-ı hümâyûn ile “devir kürkü” denilen samur,
defterdarlara biri kürklü diğeri sâde hil’atler gönderilirdi. Daha sonra bütün
Divan üyeleriyle birlikte Padişaha arza gidilir, askerler de para torbalarıyla
birlikte kışlalarına dönerlerdi. Kışlaya dönüş de, tantanalı bir alayla olur ve
İstanbul halkı tarafından izlenirdi. Osmanlı Padişahları Birinci Orta’nın bir
numaralı neferi sayıldıklarından Ulûfe tevzi’inin üçüncü günü Padişah yeniçeri
neferi kıyafetiyle kışlaya gelir, Birinci Orta’nın “Taht Odası”nda bulunan
taht’a oturur, kethüdâbey bir kese içinde üç aylık neferlik maaşını getirir,
Padişah ta keseyi açar, içine bir avuç altın koyarak askere bahşiş olarak
dağıtılmasını söylerdi.
(c) Culûs ve Sefer Bahşişleri
Padişahların tahta çıkışında,
yeniçerilere cülûs bahşişi ve yevmiyelerine terakki verilmesi kanundu. Hazine
darlığı yüzünden geciktirilirse ocaklarda huzursuzluk başlardı. Sadrazam ve
defterdar aleyhine bir kıyama kadar varabileceğinden cülûs bahşişinin hemen
verilmesine çalışılırdı. Padişahların ilk sefere çıkışlarında yeniçerilere
sefer bahşişi verilmesi de yine bir Ocak geleneğidir.
(d) Kara Sandık
Ocak beytülmalcısı Orta’ya
vakfedilen ya da vârissiz ölen yeniçerilerin terekelerinden gelen paraları
odabaşı ya da oda mütevellisı tarafından işletilen “Kara Sandık”a teslim
ederdi. Sandığın işletilmesinden bu görevliler sorumlu olmakla beraber Sandık
Orta’nın denetimine açıktı. Sandık’ta toplanan paraların işletilmesinden elde
edilen gelirler yine Orta için kullanılırdı. Diğer taraftan ölen yeniçerilerin
terekesi yetişkin çocuğuna verilirdi. Yetişkin yaşta değil ise çocuk yetişkin
yaşa gelinceye kadar işletilir ve sonra teslim edilirdi.
Ocaktan yeniçeri yetimlerine
yiyecek ve ödenek dağıtılır, bunların hesabı “Defter-i Nanhor (ekmek yiyiciler)
adı verilen kayıt defterine geçirilirdi.
(e) Kazan Kaldırma
Yeniçeri kazan kaldırma
hareketlerine niyetlendiklerinde ilk toplantılar hep Orta camilerinde
yapılırdı. Kazan kaldırmaya karar verilirken, camide ışıklar söndürülür,
tekliflerin kimin tarafından geldiği belli olmaması için karanlıkta
konuşulurdu. Ayaklanma sırasında ya rehine tuttukları ya da kendilerine önayak
olmak üzere getirdikleri ulemayı da bu camilerde misafir ederlerdi.
Yeniçeri Ocağı’nın kanlı bir
şehir muharebesile kaldırıldığı Vak’a-yi Hayriye’de Yeni Odalar en kanlı
çarpışmalara sahne olmuş, İkinci Mahmud’a sadık kalan kıt’alar ve İstanbul halkı
tarafından ateşe verilmiş ve temellerine varıncaya kadar tahrip edilmişti.
Eski Odalar da, olayın
arkasından hemen yıktırılmış, en küçük bir nişan bırakılmamıştı. Süleymaniyede
Yeniçeri Ağa Kapısı muazzam, muhteşem bir saraydı.Vak’a-yı Hayriye’den sonra
Şeyhülislâmlık dairesi yapıldı.
c. Kapıkulu Süvarileri
Kapıkulu süvarileri,
önemlerine göre Sipah, Silahdar, Sağ Ulûfeciler (Ulûfeciyan-ı Yemin), Sol
Ulûfeciler (Ulûfeciyan-ı Yesar), Sağ Garipler (Gureba-i Yemin), Sol Garipler
(Gureba-i Yesar) olmak üzere altı bölüktür. Bu sebeple “Altı Bölük Neferâtı”
olarak da isimlendirilirler. İlk ikisine “Yukarı Bölükler”, ikinci ve üçüncüye
“Orta Bölükler”, son ikisine de “Aşağı Bölükler” denirdi.
Yukarı ve orta bölüklerin
neferâtı Galata Sarayı ve İbrahim Paşa Sarayı koğuşlarından, Aşağı
Bölükler’inkiler Edirne Sarayı’ndaki Enderun’dan ve savaşlarda yararlık
gösterenler arasından seçilirdi.
Süvari bölüklerine yaya
kapıkulu Ocaklarından da efrad alınırdı. Buna “bölüğe çıkma” denirdi. Çıkma
münasebetiyle özel törenler yapılırdı. Aşağı Bölükler’e kapıkulu süvarilerinin
yetişkin oğulları da alınırdı.
Kapıkulu süvarilerinin
komutanlarına “Altı Bölük Ağaları” denirdi. Bölük ağalarından biri, bir yukarı
bölüğün ağalığına yükselirse, bölük halkından bir bölümü de onun terfi ettiği
bölüğe geçerdi.
Kapıkulu yayalarından mevkice
yüksek, nüfuz bakımından onların altında olan Kapıkulu Süvârileri’nin
yevmiyeleri en az 14 akçe en fazla 90 akçeye kadar çıkardı. Ancak Gurebâ
bölükleri hariç, süvariler gündeliklerinin her 5 akçesi için bir atlı hesabıyla
üç-beş de atlı beslemek zorundaydılar.
Bölük ağaları ile maiyetleri
dışındakiler savaş eğitimi yapmak ve atlarının muhafaza ve bakımı için Bursa,
Çorlu, Edirne gibi bol otlaklı yörelerdeki kışlalarda bulunurlar, İstanbul’a
ancak üç ayda bir ulûfelerini almak için gelirlerdi. Bununla beraber örneğin
cizye toplamak gibi özel görevlerle eyâletlere de gönderilirdi.
Kapıkulu süvarileri silah
olarak pala, mızrak, kılıç kullanırdı. Kapıkulu süvarileri arasında en
itibarlısı Fâtih Sultan Mehmed zamanında kurulmuş Sipah bölüğü idi. Bayrağının
renginden dolayı “Kırmızı Bayrak” da denirdi. Kendi içinde 300 küçük bölüğe
ayrılmıştır. Padişahın maiyet askeri olan “Sipahi”ler savaş alanında merkezde
bulunur, Padişah çadırını korurlardı.
“Sarı Bayrak” denilen
Silahdar Bölüğü sefer sırasında yolları açar, köprüleri tamir ettirir, Padişah
otağının kurulacağı yerleri hazırlardı. 200 küçük bölüğe ayrılmışlardı. Barış
zamanında Padişah’ın yanında halka para serpmek, Padişah tuğlarını taşımak gibi
görevleri de vardı.
“Yeşil Bayrak” ve “Alaca
Bayrak” olarak bilinen ulûfeci bölüklerine Padişahın sağında ve solunda
yürümelerine göre “Ulûfeciyân-ı Yemîn” ve “Ulûfeciyân-ı Yesâr” denirdi.
Bunlardan Sağ Ulûfeciler 105, Sol Ulûfeciler ise 100 küçük bölüğe ayrılmıştı.
Görevleri Hazineyi korumaktır.
Gurebâ Bölükleri’nin görevi
“Sancak-ı Şerif” ve Padişah sancaklarını muhafaza etmekti. Gurebâ Bölükleri
kendi içlerinde 100’er bölüğe ayrılmışlardı. Her iki bölüğün bayraklarının
renkleri farklıydı.
Kapıkulu süvarilerinden suç
işleyenlerin cezaları suçun büyüklüğüne göre dayak, hapis ve idam şeklinde
olurdu. On sekizinci yüzyıldan itibaren değer ve itibarları kalmayan Kapıkulu
Ocakları’nın merkez süvari bölükleri de Yeniçeri Ocağı’nın ilgasından sonra
İkinci Mahmud tarafından lağvedildi.
d. Teknik Sınıflar
(1) Topçu Ocağı
Yeniçağlar sonuna kadar
orduların taarruz ve sınır kaleleri ile sabit istihkâmların savunma güçleri
sahip oldukları top sayısıyla ölçülürdü.
Osmanlı ordusunda top ilk
önce Kosova Savaşı’nda (1389) kullanıldı.[448] Fatih döneminde
Yeniçeriler tüfekle donatılmıştı. Yine Fatih’in ordusunda omuzda taşınabilen
(günümüzdeki bazooka gibi!) küçük toplardan, Constantinopolis’in kuşatmasında
Edirne’den öküzlerle çekilerek getirilenlere kadar her çapta top vardı. Dahası
Fatih, Balkanlardaki harekâtı sırasında ulaşılamaz kayalık bölgelerdeki
kaleleri ele geçirmek için, dağ tepelerinde de top döktürmüştür.
Sonraki yüzyıllarda Çaldıran
(1514), Mercidabık (1516), hatta Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinde ve Mohaç
(1526) gibi ünlü meydan savaşlarında sahra topçusu belirleyici rol oynadı.
Oysa Ankara Meydan Savaşı’na
top götürülmemesi ya da I. Viyana Kuşatması’nda ağır kuşatma topçusunun yokluğu
neticeleri olumsuz kılmıştır. 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşı sırasında Batı
topçuluğunda “Gribeauval sistemi” denilen devrimin yapılması ve “sürat
topçuları” gibi yeniliklerin ortaya çıkması ise Osmanlı yöneticilerinin önüne
askerlik alanında “Batı’ya yetişme” meselesini getirmiştir.
Topçu Ocağı arşiv vesikalarında
“Cemaat-ı Topciyan-ı Dergâh-i Âli” olarak da geçer. Aslî görevi “top imâl
etmek” ve savaşta “endaht (top atışı) yapmak”dır. Her ne kadar topçular yaya
askerler içinde yer alırsa da, “teknik” bir sınıf olan Topçu Ocağı’nın kuruluşu
Yeniçeri Ocağı’ndan epey sonradır.
Bütün Kapıkulu Ocakları gibi,
Topcu Ocağı efradı da Acemi Ocağı’ndan sağlanır. Fatih Sultan Mehmed
kanunnâmesiyle ölen topçuların oğullarının da “kuloğlu” sayılarak bu Ocağa
alınmaları öngörülmüştür.
Ocağın genel mevcudu On
altıncı yüzyılda 1.100 iken On sekizinci yüzyılda 5.000 kişi dolayındadır.
Ocak, Ağa Bölüğü ve Cemaat Ortaları olarak iki kısımdır. Ağa Bölüğü’ne “Birinci
Cemaat” denir ve beş bölükten oluşur. Cemaat Ortaları ise (On yedinci yüzyıl
sonlarında) 67 ortadan oluşuyordu.
Topçu kışlaları ve top
imalâthanesi İstanbul’da Tophane semtindeydi. Atış efrâdı belli günlerde endaht
(atış) tâlimleri yaparlar, Ocak amiri topçubaşının (sertopî’nin) gözetiminde
çok sıkı bir eğitim görürlerdi.[449]
Topçubaşı, Tophane ve Beyoğlu
semtlerinin güvenliğinden de sorumluydu.
Topların ve güllelerin
nakilleri Top Arabacıları’na ait idi. Hafif toplar deve ve beygirlerle, ağır
toplar ise arabalarla taşınırdı. Ancak gerektiğinde yaya, müsellem ve yürük
gibi geri hizmet birliklerinden de yararlanılırdı. Nakli güç yerlerde ise
seyyar top dökümhaneleri kurulurdu.
Taşrada maaşlı topçulardan
başka timarlı topçular da vardı. Topçular sefere cebecilerin önünde giderlerdi.
“Top otu” tabir olunan barut ise değişik bölgelerden “barut eminleri”
aracılığıyla sağlanırdı.
(2) Humbaracı Ocağı
Humbara fitili yakılıp zaman
ayarlaması yapılan ve elle atılan bombadır. İstanbul’un fethinden sonra
müstakil Ocak haline getirilen Humbaracılar, Cebeci ve Topçu Ocaklarına
bağlıydılar. Kapıkulu humbaracılar maaşlı, taşradakiler ise dirlikliydi.
Başlarında Merkez’de bulunan humbaracıbaşı vardır.
1729 yılında Osmanlı
Devleti’ne iltica ederek müslüman olan ve Ahmed Paşa adını alan Comte de
Bonneval, Humbaracı Ocağı’nı ıslaha çalışmıştır. Kışlası Üsküdar’da,
neferlerinin tamamı ulûfeli yeni bir humbaracı sınıfı kurmuştur. Ancak daha
sonra Humbaracı Ocağı ihmale uğramış ve ancak Sultan III. Selim zamanında
topçularla birlikte yeniden ıslahına çalışılmıştır.
(3) Lâğımcı Ocağı
Kuşatmalarda lâğım denilen
zemin altı yollara barut fıçıları yerleştirip patlatarak kale fetihlerini
kolaylaştırırlardı. Maaşlı ya da timarlı olurlar. Maaşlı lâğımcılar
cebecibaşı’ya, timarlılar lağımcıbaşı’a bağlıdıylar. Zâbitleri kethüdâ, çavuş,
alemdar olarak anılır.
Lâğımcılık hendese bilmek,
sessiz ve gizlice tünel açmak gerektiren teknik bir meslekti. Lâğımcılar
Kandiye Kalesi’nin fethinde (1669) yararlı olmuşlar, daha sonra önemlerini
kaybetmişlerdir. On yedinci yüzyılda sayıları 5000 kadardı.
e. Destek Sınıfları
(1) Cebeci Ocağı
Cebeci Ocağı önem sırasına
göre Yeniçerilerden sonra gelir. Otuz yedi orta ve elli dokuz bölüğe
ayrılmıştır. Ocağın neferleri ilke olarak Acemi Ocağı’ndan sağlanırdı. Ancak
“kuloğlu” denilen yeniçeri çocuklarının da Ocağa alınması kanundu.
Cebeci Ocağı’nın en büyük
zâbiti “cebecibaşı”dır. Teşrifatta “kapı kethüdası”ndan sonra, “topcubaşı”ndan
önce gelirdi. Ocağın yönetiminde kendisinden sonra başkethüdâ ve ona bağlı üç
kethudâ yer alır. Diğer zabitler “cebeciler başçavuşu, cebeciler kâtibi ile
orta ve bölük komutanları”dır.
Cebeci başçavuşu, törenlere
ve Divan toplantılarına gelenleri karşılamakla da görevlidir. Kubbealtı’nda
toplananlara sadrazam’ın gelişini “-Hazır olun!” diye bağırarak bildirir.
Cebeciler başlarına
“şebkülâh” denilen bir serpuş koyarlardı. Merkezdeki cebeciler üçer yıllığına
dönerli olarak taşradaki kalelerde hizmet ederlerdi. Yaşlı cebeciler tekaüt
edilirler ve kendilerine maaş bağlanırdı.
Cebeci Ocağı teknik lojistik
destek sınıfıdır. Silâhların yapımı, bakımı, onarımı ve muhafazası, nakledilmesi,
barutların ıslahı ve yeniçerilere dağıtılması ile görevlidir. Sefer sırasında
ordu ağırlıklarını nakleden katır ve deve konvoylarını yönetmek de onlara
aittir. Ayrıca Cebehâne’deki silâh ve mühimmat durumları hakkında defter
düzenleyerek Divan’a sunarlar.
“Cebeciler Kışlası” ile
“Cebehâne” denilen büyük silâh deposu ve tamir atölyeleri Ayasofya Cami’i
civarındaydı. Kalelerdeki ve diğer vilâyetlerdeki depoların noksanları bu
depodan karşılanırdı. Cebeci Ocağı imalâthanesinin yetiştiremediği zamanlarda
dışarıdaki esnafa da malzeme siparişinde bulunulabilirdi.
İstanbul’un Ayasofya,
Hocapaşa ve Ahırkapı semtlerinin muhafazasından cebecibaşı sorumluydu.
Bir önemli görevi de,
kapıkullarının İstanbul içinde silah taşımaları yasak olduğundan, bunlara zimmetlenen
silahların toplanmasıdır.
Sayıları On altıncı yüzyılın
sonuna kadar 500-800 civarında olan Ocak mevcudu On yedinci yüzyılın üçüncü
çeyreğinde 4.000 civarındaydı. Zaman zaman yeniçerilerle birlikte isyan
olaylarına karışan Cebeci Ocağı da 1826’da lağvedilmiştir.
(2) Top Arabacıları Ocağı
On beşinci yüzyılın başlarına
değin omuzda ya da hayvan sırtında taşınabilecek boyutta ya da parçalı ve
ağırlığı az olan toplar kullanılmıştır. Fatih Kanunnamesi’nde ve o dönemin
belgelerinde söz edilmemesine rağmen bu Ocağın çekirdeğinin İstanbul kuşatması
sırasında Edirne’de döktürülen büyük topların taşınması maksadıyla kurulduğu
kabul edilir. Büyük topların dökülüp ve uzun seferlerin başladığı On beşinci
yüzyıl sonlarında ordunun hareket kabiliyetini arttırmak için “Top Arabacıları
Ocağı” kurulmuştur. Nitekim Yavuz Sultan Selim döneminde (1512-20) rütbesi
sancakbeyinden aşağı bir “arabacıbaşı”nın bulunduğu bilinmektedir. Top
arabacısı olarak Acemi Ocağı’ndan efrad seçiliyordu. Bununla beraber Toparabacı
efradının oğulları ile dışarıdan “kul kardeşi” denen kişiler de Ocağa
alınıyordu.
Top Arabacıları Ocağı’nın
görevleri top arabası yapmak ve seferde topçuların yanı sıra sahra ve kuşatma
toplarını çeken araba ve hayvanlarla hizmet vermekti. Dolayısıyla Ocak
mensupları “araba sürücüleri” ve “araba yapımcıları” olarak ikiye ayrılırdı. Bu
iki türlü hizmeti üslenen top arabacıları Ocağını da da “teknik sınıf” olarak
kabul edebiliriz.
Ocağın en büyük zâbiti “top
arabacıbaşı”ydı. Daha altında kethüdâ, başçavuş, Ocak kâtibi İle bölükbaşı,
odabaşı gibi bölük subayları vardı. Genel mevcudu 600’ü bulan Top Arabacıları
Ocağı 63 bölüktü. Ancak bölük mevcudları değişiktir. Bazı bölükler törenlerde
sembolik olarak göründüklerinden mevcudları bir ya da birkaç neferdir. Sefer
zamanlarında Ocağın arabacı sayısı yetişmezse paralı arabacılar tutulurdu.
Arabacı Ocağı kışlası
İstanbul’dadır. Ancak doğal olarak topçuların olduğu her yerde top arabacıları
bulunması, arabacı kışlası ve ahırının da olması kanunname gereğiydi. Ocak
erleri nöbetle bu mevkilere gider, süreleri dolunca İstanbul’a dönerlerdi.
Sultan III. Selim döneminde
topçuluğa yeniden önem verilmiş ve Tophane’de yeni bir arabacı kışlası
yaptırmıştır.
(3) Mehteran
Mehterhane Yeniçeri Ocağı’nın
parçası sayılır. Bütün İslam devletlerinde hükümdarlık simgesi olarak
“tabılhane”, Osmanlılar’da “Mehterhane” adıyla kuruldu.
Mehterhane’nin, Anadolu
Selçuklu Sultanı III. Keykubad’ın Osman Gazi’ye “Beylik” verdiğini belirtmek
üzere tabl (davul) ve a’lem gönderdiği ve 1299 tarihinde kurulduğu kabul
edilir.
Mehterhanenin amiri olan
mehterbaşı zurnazenbaşı, yardımcısı olan tablzenbaşı, başmehter ağa,
zilzenbaşı, boruzenbaşı ve nakkarezenbaşı üzerlerine al renkli çuha biniş ve
çakşır, ayaklarına sarı mest giyerler, başlarına da yine al destar sararlardı.
Mehter başçavuşu kapaklı kollu, sarı dar entari ve sarı mest giyer, başına
yeşil destar sarardı. Diğer mehterân lacivert ya da siyah renkli çuha biniş ve
al renkli çuha ya da bez çakşır, ayaklarına da al mest giyerler, başlarına
yeşil destar sararlardı.
Savaşta askerî düzende,
saflar hâlinde yürüyen mehterin heybet veren bir görünüşü vardır.[450] Padişah seferde iken mehter takımı iki misline çıkarılır ve saltanat
sancaklarının arkasında durup tabılhane çalarak konak yerine kadar giderler,
her ikindi zamanı Otağ-ı Hümayun (eğer Padişah katılmamışsa Serdar-ı Ekrem’in
çadırı) önünde nevbet vururlardı.
Mehterin aynı makamdan birçok
parçayı ard arda çalmasına “nevbet vurma” denirdi. Nevbet vuracak mehterân,
nakkareciler bağdaş kurmuş, diğer sazlar çalanlar da ayakta yarımay biçiminde
dizilirlerdi. Mehterbaşı elinde çevgân olarak yarım halkanın ortasında durur.
İçoğlan başçavuşu’nun “Vakt-i sürür ü safa mehterbaşı, hey hey” diye
bağırmasıyla nevbet vurulmağa başlardı. Nevbet, gülbank çekilerek dualarla
bitirilir, sonra mehterler “temennâ” ederlerdi.
Önceleri günde beş kez her
namazdan önce nevbet vuran Mehterhâne-i Hâkâni, Fatih Sultan Mehmed döneminde
yalnız ikindi namazlarından önce çalmaya başladı. Bunun dışında cülûslarda,
kılıç alaylarında, zafer müjdesi geldiğinde, arife divanlarında, şehzade ve
sultanların doğum ve sünnet düğünlerinde de çalardı. On yedinci yüzyılın
sonunda ve On sekizinci yüzyılda Topkapı Sarayı’nda Demirkapı denen yerde,
ayrıca Eyüpsultan, Kasımpaşa, Galata, Tophane, Beşiktaş, Rumelihisarı, Yeniköy,
Kavak, Beykoz, Anadoluhisarı, Üsküdar gibi semtlerde geceleri yatsı namazından
sonra ve halkı sabah namazına kaldırmak için güneş doğmadan hemen önce nevbet
vurulur, Böylece subaşılar ve kadılar uyandırılırdı.[451]
2.
EYÂLET ASKERİ
Eyâlet kuvvetlerinin en
kalabalık sınıfını “sâhib-i arz” denilen timarlı sipahiler teşkil ederdi.
Ayrıca, seferde Kırım Hanlığı, Eflak ve Boğdan voyvodalıkları, Erdel Beyliği’ne
bağlı kuvvetler de Ordu-yi Hümayun’a katılırlardı.
Diğer taraftan Öncü
kuvvetlerini akıncı, deli, gönüllü ve beşli denilen birlikler oluşturuyordu. On
altıncı yüzyıl ortalarında 50.000 civarında akıncı, 10.000 kadar da deli,
10-15.000 civarında azeb askeri vardı.
Bütün bunlar dışında sınır
boylarında ve ülke bütününde bulunan müstahkem mevkilerde konuşlanmış kapıkulu
askerinin yanında, özel öncü ve hücum birlikleri ile bölgesel olarak görev
yapan ancak gerektiğinde ihtiyat askeri gibi kullanılması mümkün olan Müslim ve
gayrimüslim “Geri Hizmet Bölükleri” de hazır bulunmaktadır.
a. Timarlı Sipahiler
“Timarlı sipahi” atlı asker
anlamına gelir. Dirlikler şahsî mülk sayılmadığından miras yoluyla geçmez.
Ancak ölen sipahinin oğluna rüçhan hakkı tanınır ve onun lehine tercih yapılır.
Oğlu yoksa timarı alaybeyi’ne tevcih edilirdi. Ancak sipahilik yerli bir asâlet
sınıfı oluşturmaz. Zira dirlikler şahsın kendisine değil, görevine bağlı olarak
verilmektedir. Nitekim sefere katılmayan sipahilerin dirlikleri geri alınır ve
yeni bir beratla başka birine verilinceye kadar el konulurdu.
Muhtelif sebeplerle
yararlıkları görülen timar ve zeâmet sahiplerinin dirlikleri büyütülerek hatta
has seviyesine çıktığı olurdu. Böylece cebelü asker sayısı da arttırılmış ve
Hazine’den fazla harcama yapılmadan Ordu-yi Hümâyûn’un büyük bölümü hazırlanmış
olurdu. Devlet topraklarının çok genişlemesi timarlı sipahi sayısının
çoğalmasına sebep oldu. Nitekim On altıncı yüzyılda Rumeli eyâletlerinde
yaklaşık 75 bin, Anadolu eyâletlerinde de 92 bin süvarilik sipahi ordusunun hazır
tutulması sağlanmaktadır.
(1) Örgütlenme
Timar sistemi bir yönüyle
devlete ait toprakların işlenmesini sağlarken, diğer yönüyle de devletin atlı
asker ihtiyacının temin eder. Tımar sahipleri, tasarruf ettikleri yerin yıllık
gelirine göre sayıları tesbit edilen “cebelü” denilen atlı askerlerin iaşe,
silâh, miğfer, zırh ve bineklerini sağlamak zorundaydılar. Tımarların yıllık
gelirleri sahibinin hizmet kıdemine göre 10.000-19.999 akçe arasında olurdu.
Timar’ın “kılıç” denilen ilk 3.000 akçesi bu yükümlülük dışında tutulmuştur.
Yıllık geliri 20.000-99.999
akçe arasında olan dirliğin adı zeâmet’tir. Zeâmetin de ilk 20.000 akçesi
dışında timarın her 3.000 akçesi, zeâmet ve hasların her 5.000 akçesi için
dirlik sahipleri “cebelü” denilen tam teçhizatlı ve atlı bir asker hazırlamak
ve birlikte savaşa gitmek zorundaydı. Dirlik sahipleri bu hizmetlerine karşılık
vergiden muaf tutulurlardı.
Merkezden gelen sefer emrini
beylerbeyiler sancak beylerine, onlar da alay beylerine iletirler ve
sipahilerin istenilen bölgede toplanmaları sağlanırdı. Özürsüz olarak sefere
gelmeyenlerin dirliği iptâl edilirdi.
Timarlı sipahilerin onda biri
bulundukları bölgenin muhafazasını ve asayişini sağlamak, gidenlerin yedeklemek
için dönüşümlü olarak sefere giderdi. Sefere giden sipahiler arasından
“harçlıkçı” adıyla seçilen bazıları bölgelerine dönerek savaştakilerin timar
gelirlerini alıp getirirdi.
Kanûnî Sultan Süleyman
döneminde 37.500 civarında timar bulunmaktadır.[452] Bunların
28.000’inden 70-80.000 kişilik bir sipahi kuvveti çıkarılmakta ve 10.000 timar
sahibi sınır kalelerine cebelü toplamaktadır. Oysa bu sırada Kapıkulu askeri
mevcudu 28. 000 civarındadır.
Kaptan Paşa eyâletinde
denizle ilgili görevleri olan kimselere de tımar tevcih edilmekteydi. Donanma
sefere çıkacağı zamanlarda, tımarlı sipahilerde uygulanan yöntemin benzeri
olarak, bu sancakların sancakbeyi ve alaybeyilerine hükümler gönderilir,
timarlı sipahileri denize açılmak üzere tüfenkçi cebelüleri’yle kendilerine
belirlenen iskelelerde hazır olmaları istenirdi. Böylece Osmanlı Devleti, savaş
sırasında 70-80 bin kişiyi bulan bir süvari kuvveti yanında yeterli sayıda
bahriye silahendazına (deniz piyadesi) da sahip oluyordu.
Her eyâlette timar ve zeâmet
sahiplerinin isimleri ve dirliklerinin yerleri timar defterdarlarının tuttuğu
timar defterlerinde ve timar kethüdâlarının tuttuğu zeâmet defterlerinde
saklanmaktadır. Buralarda tutulan kayıtların aslı Hazine’deki Arazi
Defterleri’nde bulunurdu.
Sefer sırasında Beylerbeyi bu
defterlerin bir suretini beraberinde götürerek yoklama yapar, kaçakları tespit
eder, Merkez’e bildirilerek münhalleri doldururdu. Bu tevcihler genellikle
merkezce kabul olunurdu. On altıncı yüzyılın ikinci çeyreğinden sonra
beylerbeyiler merkeze sormadan da tımar tevcihi yapmışlardır. Bu tezkiresiz
timarlara da “kılıç timar” denirdi.
(2) Sistemin Bozulması
Tımar sisteminin ekonomik ve
askerî amaçları dışında çok önemli bir işlevi de doğrudan padişaha bağlı ve tüm
ülkede yaygın merkezî bir yönetim örgütü oluşturmasıdır. Ancak On altıncı
yüzyılın sonlarından itibaren, silah teknolojisindeki gelişmeler sebebiyle
tımarlı sipahi ordusunun önemi azalmağa başladı. Gerçekten de Avrupa’da
profesyonel daimi orduların oluşturulması ve ateşli silah gücünün artması,
millî bir ordu gibi ekonomik ve askerî gereklilikleri birlikte yürütmeğe
çalışan timarlı sipahi ordusunun etkinliğini azaltmıştı.[453] Örneğin hasat
zamanı köyünde bulunmak, ve öşrünü toplamak isteyen sipahiler için en uygun
sefer mevsimi mart-ekim arasındaki zamandı. Bunun dışındaki zamanlarda yapılan
seferlerde ise kaçmalar ya da sefere katılmamalar görülmektedir. Bu da bir
yandan ordu mevcudunun ve diğer taraftan da disiplinin azalmasına sebep
olmaktadır. Dolayısıyla Osmanlı Devleti ulufeli ve tüfekli profesyonel asker
miktarını, yani kapıkullarının sayısını arttırmak zorunda kaldı.[454] Bu durum ve beraberindeki bazı mâli sıkıntılar sebebiyle On yedinci
yüzyıl ortalarından itibaren ve On sekizinci yüzyılda ise tımarlı sipahiler
artık yol ve istihkam gibi geri hizmetlerde kullanılır oldular.
b. Kal’a Bölükleri
Tüm ülkenin sınır boylarında
ve yurdiçinde stratejik konumdaki kal’ası bulunan şehirlerde kapıkulu
garnizonları vardır. Bunların görevi, olağan kolluk hizmeti yapmak yanında
kal’a’yı ve mücâviri olan beldeyi her türlü tecâvüze karşı “muhafaza” etmektir.
Arazi kayıtları, devlet parası, vakıf malları gibi değerli maddeler de
kal’alarda saklanır, hapishane de kal’a içinde yer alır.
Kal’anın yönetiminden Kale
dizdarı sorumludur. Emri altında bir kethüda ve Merkez’den gönderilmiş belirli
sayıda yeniçeri ve kapıkulu süvarisi ile çeşitli askeri sınıflara mensup kale
eri bulunmaktadır.
Hudut kalelerinin dizdarları
kalenin savunulmasından sorumludur. Önemli noktalardaki kalelerde savaş
sırasında “muhafız paşa”lar görevlendirilir, dizdar da onun emrine verilirdi.
Kale bölükleri atlılar ve
yayalar olarak ikiye ayrılırdı. Yayaları, beylerbeyinin emrindeki kapıkulları,
yerli topçular, yerli cebeciler, humbaracılar, lağımcılar, azap, sekban ve
muhafız sınıfları oluştururdu. Atlı Kale bölükleri grubunu akıncı, deli, azap,
farisan, beşli, gönüllü, gibi yardımcı kuvvetler meydana getirirdi. Ordunun
önünden giderek düşmana engelleme harekâtı düzenleyen, keşif yapan Akıncılar ve
Deliler hızlı hareket eden hafif süvarilerdi.
(1) Akıncılar
On altıncı yüzyılda Rumeli’de
40 000 kadar akıncı bulunmaktadır.Akınlara en az 8-10 bin akıncı iştirâk
eder.Bazan birçok namlı beylerin sancakları altında 40-45 bin kılıç toplanır.Başlarına
samur yahut kaplan derisi altın suyuna batmış turna ve balıkçıl kuşu tellerile
ve altın tellerle süslenmiş kalpaklar koyarlar. Omuzlarına birer çift büyük
karakuş ve kartal kanadları takarlar. Kıymetli eğer takımları vurulmuş,
alınları sorguçlu ve turna telli atların üzerinde dolu dizgin giderlerken bu
kanad heybet ve haşmetle açılır. Bütün silâhları yay ve ok, kılıç ve hançer,
mızrak ve kalkandır. Zırh giymezler. Akın devamınca at üstünden inmezler. Kısa
molalarda at üstünde uyurlar. Günlük yiyeceklerini akın ettikleri memleketten
bulacaklardır. Akın yirmi gün, iki ay ve daha fazla sürebilir.[455]
Rumeli paşaları da kendi
kapıkulları arasından bazı şehbaz yiğitleri akıncılara benzeterek giydirip
kuşatırlardı.[456]
Akıncılar genellikle
evlenmezlerdi. Sınır palanga ve kalelerinin gerisindeki şehir, kasaba ve
köylerden bir kız alanlar da ekseriya neslini idâme kaygusile alır, hayatı
palangasında ve kalesinde geçerdi.
(2) Deliler, Farisanlar
Rumeli’de Türkler’le birlikte
Boşnak, Hırvat, Sırp gibi Slav halklarından oluşturulan delilerin korkusuz
davranışları sebebiyle bu ismi almışlardır. Pars ya da sırtlan derisi üstüne
kartal tüyü takılmış külahları ve eğri pala, kalkan ve mızraklarıyla ve ellerinde
bozdoğan tabir olunan gürzlerinin ürkütücü bir görünümü yabancı ressamların
gravürlerine konu olmuştur. Deli örgütü daha sonra Anadolu’da da vezir ve
beylerbeyinin çevresinde görev aldılar. Ancak vezir ve beylerbeyinin görevden
alınmasıyla sahipsiz kalan deliler bir başkasına bağlanıncaya kadar eşkıyalık
yapmışlardır. Sonunda İkinci Mahmud tarafından kaldırıldılar.
Azap askeri içinde ayrı bir
sınıf oluşturan farisanlar süvâri olarak sınır kalelerinde hizmet görürlerdi.
(3) Azablar
Osmanlı ordusunun hafif okçu
piyade kuvvetleri sayılan azeblerin kuruluşu Yeniçeri Ocağı’ndan öncedir.
Sonraları savaşta düşmanın ilk hücumunu karşılayan öncü piyade kuvveti
olmuşlardır.
On altıncı yüzyıl
ortalarından itibaren de “orta” denilen bölüklere ayrılmış, her ortada reis,
odabaşı ve bayraktar denilen zâbitleri bulunan kale muhafızı olarak
kullanılmışlardır. Komutanları “azebler ağası”, yardımcısı da “azebler
kâtibi”dir. Azebler, beylerbeyinin emrindedir. Kalelerin dâimi muhafızları
arasında azebler vardı.[457] Kale muhafazasından başka köprücülük ve lâğımcılık gibi geri
hizmetleri de yaparlardı. Kale ve deniz azebleri diye iki sınıf daha
oluşturuldu.
Azap askeri örgütü “yaya”,
“kale” ve “bahriye” azapları olmak üzere üç sınıftı. On altıncı yüzyıl
ortalarına tüfeğin yaygınlık kazanmasına kadar savaşlarda okçu, yaya, eyâlet
askeri olarak önemli etkinlik gösterdiler.
Savaş sırasında “azap
çağırmak” denen yöntemle yirmi ya da otuz haneye bir azap düşmek üzere,
bekarlar arasından toplanırlardı. Diğer hanelerin halkı bunların masraflarını
temin ederlerdi. Azap askeri, sefer sırasında tüm vergilerin dışında
tutulurdu.Yaya azaplar yalnız sefer sırasında askere çağrıldıklarından barışta
aylıkları kesilirdi. Kale azapları ise devamlı asker olduklarından görevli
oldukları kalelerde yatıp kalkarlardı. Sayıları kalelerin ihtiyacına göre
değişirdi. Gerektiğinde köprücülük ve lağımcılık gibi istihkam işlerinde de
görevlendirilirlerdi. Ulûfe ya da (yer açıksa) tımar verilirdi.
Kale azaplarının gündeliği 5
akçe, deniz azaplarının gündeliği 7 akçe idi. Azaplar vergi vermezlerdi.[458]
c. Geri Hizmet Bölükleri
Bazıları daha önce muharip
sınıf iken Ordu-yi Hümâyun’da teşkilâtlanması sırasında geri hizmetlere alınan
menzilciler, beldârânlar[459] , derbentçiler, yayalar, yürükler, müsellemler ve cân-bâzlar yurtiçi
hizmet bölükleri adı altında toplanabilir. Bu sınıfların teşkilât ve
hizmetlerinin ayrıntıları kendi kanunnâmelerinde ve diğer kanunnâmelerde
belirtilmiştir.[460]
(1) Yayalar
Kuruluş döneminin ilk düzenli
askerî birlikleri olan Yayalar ve Müsellemler On beşinci yüzyıl ortalarında
Kapıkulu Ocakları’nın teşkilinden sonra geri hizmetlerde kullanılmışlardır.
Yayalara önceleri 20, sonraları 30’ar kişilik ocaklık biçiminde tımarlar
verilmiştir. Bunlar arasından eşkinci denilen beş’i nöbetleşe olarak sefere
katılır. Yamak denilen diğerleri kalelerde kalırlar, eşkinci’lere her sefer
için 50 akçe verirlerdi.
Nöbetleşe olarak sefere giden
yayaların başlıca görevi yol açmak, hendek veya siper kazmak, top ve gülle
nakletmek askere zahire taşımak gibi işlerdi. Barış’ta kale tamirinde,
madenlerde, tersane’lerde çalıştırılırlardı. Yayaların amirlerine “yaya beyi”
denilirdi ve “yaya sancakbeyi”ne bağlıydılar. Sancak Beylerinin cezalandırma
yetkileri de vardı.
Böylece her sancakta “atlû
sancak beyi” ve “yaya sancakbeyi” olmak üzere iki sancakbeyi bulunduğu
görülüyor. Ancak atlı sancak beyinin mevki’i daha yüksektir
(2) Yörükler
Anadolu Eyâleti sancaklarında
bulunan yayaların hizmetlerini Rumeli’de “yörükler” yapardı. Yörükler
bulundukları tımar bölgelerinde 24’er kişiden oluşan ocaklara ayırılırlardı.
Her ocak bir “yörükbaşı”nın emrindeydi. Sefere gitmeyenler nöbetleşe gidenlere
harçlık verirlerdi. Yürüklere sefer sırasında yol açma, köprü ve kaleleri
onarma gibi geri hizmetler verilirdi. Savaş Anadolu’da ise yayalar, Rumeli’de
ise yörükler giderdi. Rumeli yörüklerinin en kalabalık oldukları yer Selânik ve
yöresidir. Anadolu yörükleri ise müsellem statüsündeydiler.
n Evlâd-ı Fâtihan
Evlâd-ı fatihan, Konya,
Aksaray ve civarından geldikleri için yerli halk tarafından “Konyar” diye
anıldılar. Osmanlı Devletinin aşiretleri iskân ettirme, yerleşik duruma geçirme
girişiminden sonra Rumeli yörükleri de zamanla “Evlâd-ı Fatihan” adıyla
anılmaya başladı. Başlarına “yörük hakimi” denilen bir vezir ya da beylerbeyi
atanarak Rumeli’deki savaşlarda kendilerinden yararlanıldı.
Anılan kentlerde birkaç kaza
için görevlendirilmiş bulunan kendi çeribaşıları buyruğu altında sefere
katılırlardı. Evlâd-ı Fatihan üstlendikleri görevler karşılığında avârız,
nüzul, bâc-ı geçit gibi vergilerden muaf tutulurlardı. Sefere katılmayanlardan,
sefere gidenlerin ailelerinin giderlerini karşılamak üzere elli kuruş baç
alınırdı. Çeribaşılar’ın âmiri İstanbul’da oturan bir kapıcıbaşı’dır. Boşalan
bir çeribaşı’nın yerine yenisi onun tarafından seçilir ve atamaları
yaptırılırdı.
(3) Müsellemler
Müsellem, Yeniçeri Ocağı’nın
kurulmasından önce Osmanlı Ordusunda çiftçi halk kökenli, hiçbir vergi
yükümlülüğü olmayan atlı askerlere verilen isimdir. Müsellem kelimesi de bunu
ifade etmekteydi. Erkeklerinin silah taşıdığı, göçebe ya da toprağa yeni
yerleşmiş aşiretin içinden yarı halk, yarı ordu niteliğinde hiçbir vergi
yükümlülüğü olmayan atlı milis gücüdür. Nitekim müsellemlerin oturdukları
bölgelere göre ad alan ocaklardan 1.989’u “Kızılca Müsellem” adıyla Kırkkilise
(Kırklareli) bölgesinde, 351 ocaklık Çirmen Müsellemleri Çirmen bölgesinde
bulunmaktadır. 300 ocaklık konar göçer Çingene Sancağı’na bağlı müsellemler de
dağınık yerlerdedir.
En kalabalık oldukları On
altıncı yüzyıl başında müsellemlerin sayıları 26.500’e kadar çıktı. Yüzyıl
sonunda 1.294 yaya ocağı ve 1.019 müsellem ocağı vardı. Yaklaşık 50.000 kişi
oluşturuyorlardı.
Barış zamanlarında müsellem
ocakları tımarlı çiftliklerde çalışır, öşürlerini tımara öderlerdi.
Çiftliklerin bulunduğu bazı köyler günümüzde de “Müsellemköy” adıyla
anılmaktadır.
Zamanla silah ve techizatın
maliyeti artınca çiftçiler arasında rotasyon yoluyla nöbetleşe savaşa gitme
usûlü doğdu. On yedinci yüzyıl sonlarında ocak biçimindeki tımarları 30’ar
kişilik gruplar[461] arasında paylaşılırdı. Kapıkulu ocakları gibi, 30 müsellem, 1 “ocak”
sayılıyor, her ocak’ta 5 müsellem “benevbet eşkinci”, kalan 25’ ine de “yamak”
deniliyordu.
Eşkinciler sefere gider ve
yamaklar’dan avârız-ı divaniye karşılığı sefer başına 50’ şer akçe alır, ayrıca
ağnam vergisini de ödemezlerdi. Her yamak bir sefer için eşkinciye 50 akçe
vermek zorunda olduğundan bunlara “ellici” de denirdi.
Yaya ve müsellemlerin derbend
ve kale muhafızı olarak görev yaptıkları da oluyordu. Kalelerde merkezden
gönderilen kapıkulu askerleri de nöbetle değiştirilmek suretiyle görev
yaparlardı. Müsellemler top çekmek, bakım ve onarım yapmak, zahire nakletmek
gibi ordunun geri hizmet sınıfları arasında da yer aldı.
Uzayan savaşlarda ya da
normal ordu örgütlenmesinin yetersiz kaldığı zamanlarda “mîrilü” olarak aylıklı
asker toplanırdı.
(4) Cân-bâzân
Tâife-i Cân-bâzân[462] , çarpışmalar başlarken düşmana saldırmada öncülük ederler,
«serdengeçti»’ler, «gönüllü»ler ve «deli»ler gibi, en tehlikeli hücum
harekâtlarına girişirlerdi. Ancak On beşinci yüzyıl ortalarından itibaren
Kapıkulu Ocakları ve Ordu-yi Hümâyûn teşkilâtlanması düzenlenirken diğer askerî
sınıflardan yürükler, yayalar ve müsellemler gibi cân-bâzân da Rumeli’deki geri
hizmetlerde kullanılmışlardır.[463]
On altıncı yüzyıl ortasında
“Cân-bâzân-ı Vilâyet-i Rumeli” adını alan bu sınıfın “Kanunnâme-i Cân-bâzân”
olarak bilinen kendi kanunnamesinde belirtildiğine göre 10 “cân-bâz” 1 adet
“ocak” oluşturmakta ve aralarından biri nöbetleşerek sefere gitmekte; diğer 9’u
da avariz-i divaniyye karşılığı olarak, 50’şer akçe harçlık vermekte idi. Kanunnamede
bunların, “lâ-mekân” (konar-göçer) cinsinden oldukları ve bad-i hava resmini
kendi subaşılarına ödiyecekleri ve sancak beyleri ile âmillerden hiçbirinin
bunlara karışamıyacağı belirtilmiştir. Cân-bâzân akrabası ve evlenerek bunlara
karışanlar ve ihtida edenler de cân-bâz sayılırlardı. Cân-bâzların
cezalandırılmaları, düşkün, özürlü ve sakatları konusunda uygulanacak yöntem,
bir köye yerleştikleri zaman, timar sahibine ödiyecekleri çift resmi,
öşürlerini ödeme biçimi yürüklerde olduğu gibidir.[464] Cân-bâzlar
süvari bir sınıf olduklarından, hazar zamanlarında ordu için at beslemek veya
ordu’ya at satın almak gibi geri hizmetlerde kullanılmışlardır.[465]
d. Gayrimüslim Askerler
Osmanlı devleti gayrimüslim
uyruklarının insan gücünden askerî hizmetlerde yararlanmak için bunların bir
kısmını kale muhafızlığı, derbentçilik benzeri asayiş sağlamak üzere,
diğerlerini de Ordu’nun hayvanlarını bakmak gibi ve yetiştirmek geri
hizmetlerde ya da yol yapımı, kale, köprü tamiri gibi destek hizmetlerinde
kullanmışlardır. Bunların komutan ve subayları Müslüman olurdu.
(1) Martulozlar
Sarp geçitlerde asayişi ve
özellikle Bosna ve Macaristan sınırına yakın kalelere gerekli muhafızların bir
kısmını sağlamak için hıristiyanlar arasından seçilen ve maaşlı askerlerdir.
Örgütlenmeleri ile teçhizat ve dirlik gibi hususları diğer muhafız askerler
gibidir. Kalelerde tamamen hırıstiyan muhafız martuloz[466] bölükleri
oluşturulmuştu. Yalnız martulosların zabitleri ve özellikle başkumandan sayılan
olan ağaları Müslümandı. Genellikle inzibat hizmetlerinde kullanılmışlardır.[467]
Martulosluk başlangıçta
yalnız Rumlara mahsus iken sonraları diğer hıristiyan reâyâ da karışmıştır.
Hatta Bosna hudut kalelerinde görevli martuloslar daha sonra tamamen Müslüman
oldukları halde Martulosan olarak anılmışlardır.[468]
(2) Voynuklar
Voynuklar[469] bir bölümü
“voynuk beyi”nin yönetiminde “seferli voynuklar” ve diğeri de voynuk
seraskerinin buyruğunda “çayır voynukları” olarak örgütlendirilmişlerdi.
Böylece devlet fethedilen toprakların insan gücünden yararlanmış oluyordu.
Sefer voynukları seferde ordu
atlarına bakarlar, savaşlara katılır; çayır voynukları ise Has Ahır için ot
biçer, Has Ahır atlarını otlatır ve eğitirler. Has Ahır’da ve çayır
hizmetlerinde çalışan voynukların kayıtlarını “voynuk kâtibi” denilen görevli
tutardı.
Rumeli’de Bosna ve
Bulgaristan’daki her gayrimüslim köyünde 8-25 arasında voynuk bulunurdu. At
bakımı bir ekip işi olduğundan kanunnâme gereği üç voynuk, bir “gönder”
oluşturur ve gönder’ler sıra ile sefere giderlerdi. Bunlardan nöbeti gelenler
tırpanları ve atlarıyla, bir bölüm voynuk da yaya olarak hizmet verirdi. Voynuklar,
her türlü cizye, ispenç, avarız ve rüsumdan muaftı.
Voynuklara hizmet karşılığı
verilen küçük çiftliklere “baştina” denirdi. Bu topraklar parçalanamaz, miras
bırakılamaz, devredilemez ancak ölen bir voynuğun yerine oğlu, kardeşi ya da
bir akrabası atanabilirdi.
Yöre voynukları çeribaşının
emrindedir. Ancak her köyde “pirimkür” ve “ligatör” denilen tümü Hıristiyan
olan küçük subaylar vardı. Bununla beraber voynukların çeribaşıları
Müslümandır. Voynuk çeribaşılarınan hafif suçları cezalandırma yetkileri
vardır. Ancak ağır suçlar sancakbeyi tarafından cezalandırılabilir. Voynuk
çeribaşıları voynuk beyi’ne o da mirahur ağası’na bağlıdır.
(3) Cerahorlar
Paralı fakat geçici olarak
geri hizmetlerde kullanılan gönüllü Hıristiyan askerlerdir. Bunlar cebren ya da
gönüllü olarak toplandıkları gibi, avârız vergisi karşılığı olarak da
çalıştırılabilirlerdi. Eyâlet askeri statüsünde olduklarından kaçma olaylarını
önlemek için cerahorlar kefalete bağlanırdı. Kale, yol, köprü tamiri tâmiri,
araç, gereç nakliyesi gibi ağır işlerde çalıştırılırlardı. Savaştan sonra
aylıkları kesilir[470] ve memleketlerine gönderilirlerdi.
e. Orducu Esnafı
Sefer’den önce Yeniçeri
zâbitleri yahut Enderun ağaları arasından “orducu başı” ya da «Ordu-yu-Hümayun
ağası» denilen ve ordunun ikmal ve lojistik işlerinde defterdar’a yardımcı
olacak bir görevli seçilirdi. Bu görevli ordunun sefer sırasında silâh ve
techizatının bakımı, tamiri ve diğer ikmal hizmetlerinde ihtiyacı duyacağı
sanatkarların meslek ve sayılarını belirten bir fermanla birlikte atanırdı.
Ordu-yi Hümâyun ağası bu
fermanla eyâlet kadılarına müracaat eder, hangi sınıftan adam isteniyorsa o
sınıfın kethuda, yiğitbaşı ve ihtiyarları tarafından temin olunurdu. Fermanda
sayıları gösterilen ve halk arasında kısaca “orducu” denilen «ehl-i hiref» ya
da «erbâb-ı hiref»i (sanat sahipleri) toplayarak yine fermanda ismi belirtilmiş
İstanbul, Bursa ve Edirne’deki toplanma yerlerinden birine gönderirdi.
Orducu olarak gidecek esnafa,
gitmeyenler tarafından hizmetlerine karşılık olarak para verilirdi. Bunların
hizmeti kabul ile aldıkları para şer’î mahkemelerde orducu esnaf ile esnaf
kethüda ve ustaları ve şahitler tarafından tescil olunurdu. Orducu’lar sefere
giderlerken toplanma yerlerinden alayla çıkıp ordugâha giderlerdi. Ordu ile
beraber hareket edip yine beraber dönmeleri kanundu.
Ordu-yi Hümayun ağası da,
sefere katılan defterdar’a yardımcı olmak üzere onlarla birlikte giderdi.
3. ORDU-Yİ HÜMÂYÛN’UN SEFERE ÇIKIŞI
a. Otağ-ı Hümâyûn İhracı
Otağ-ı Hümâyûn, Batı seferlerinde
İstanbul dışında Davutpaşa düzlüğünde, Doğu seferlerinde ise Üsküdar’da Çırpıcı
Çayırı’nda ya da Doğancılar’daki ordugâhta kurulurdu. Edirne’den hareket eden
orduların ilk ordugâh yeri Kabak Meydanı’ydı. Sadrazam ve devlet erkânı Bâb
üs-Saade önündeki tuğları merasimle alarak Otağ-ı Hümâyûn önüne dikerler,
konakçı ile tuğculara ve alemdarlara hil’at giydirilirdi. Padişah savaş
giysileriyle törenle Saray’dan çıkar ve ordugâhtaki Otağ-ı Hümâyûn’a giderdi.
Padişah zırh giyerse sadrazam’la beraber vezirler de zırh giyerdi. Burada
Padişahın başkanlığında Meşveret Meclisi (danışma toplantısı) kurulması
gelenekti.
Alayla Otağ-i Hümâyun’a
varıldığı zaman sadrazam başta olmak üzere devlet erkânı Padişah’ı selamlarlar,
ondan sonra vezirler, ulema sadrazam çadırına girip orada seferi tehniye ve
tebrik ederlerdi.
b. Tuğ İhracı
Padişah’lar bizzat sefere
çıkacaklarsa, bir ay öncesinde Sadrazam’ın da hazır bulunduğu bir törenle Tuğ-i
Hümâyûn Babüssaade önüne dikilirdi. Bu törende (ve Tuğ-ı Hümâyûn’u çıkarmak
lazım geldikte) Sadrazam ile vezirlerin giyecekleri elbise ve kullanacakları
takımlar Kanun’da belirtilmişti.[471] Sadrazam ve diğer devlet erkânı
başlarına selimî serpuş ve divan çavuşları mücevveze, Şeyh-ül-İslâm
ile kazaskerler, nakibüleşraf örf denilen büyük serpuşları giyerlerdi. Törende
ağaların çıkardıkları Tuğ’un birini sadrazam, diğerini şeyh-ül-İslâm ve
diğerlerini de vezirlerle kazasker alır, diğer davetlilerle birlikte Babüssaade
önündeki belirli yerlerine dikerlerdi.
c. Sancağ-ı Şerif İhracı
Sancağ-ı Şerif’in Serdar-ı
Ekrem olarak sefere çıkan vezir-i âzam’a teslimi ve Sancağın Ordu ile beraber
uğurlanması için de büyük bir merasim yapılırdı. Padişah, Sancağ-ı Şerif’i
Serdar-ı Ekrem’e bizzat teslim eder ve dönüş de yine bizzat kendisi teslim
alırdı.
Ordunun sahraya yani çadırlı
karargâha çıkmasından kırk gün kadar öncesinden Sancağ-ı Şerif’in sandukasından
çıkarılarak gönder’ine takılması kanundu. Sancağ-ı Şerif’in hizmetinde ve
muhafazasında bulunanlara “Liva-yi Şerif Takımı” denilirdi.
Sancağ-ı Şerif (veya Livâ-yi
Şerif) çıkarılacağı gün Padişah Hırka-i Saadet’de hazır bulunurdu. Sûre-i Fetih
okunduktan sonra Padişah Sancağ-ı Şerif’i mahallinden çıkarıp omuzuna alarak,
Hırka-i Saadet’ten itibaren iki sıra dizilmiş Enderûn halkı arasından müezzin
ve hafızların tekbirleri ile geçerek Arz Odası’na girip Taht-ı Hümâyûn’un
önünde hazırlanmış yerine oturturdu. O sırada müezzin ve hafızlar Fetih veya
Yasin suresini okurlardı.
Okuma bittikten sonra
silahdar ağa (veya kapı ağası) tarafından Bab-üs-saade’de Kapı Ağası Dairesinde
beklemekte olan sadrazam, şeyhülislam ve meşâyihten biri içeriye davet
olunurdu.
Padişah Sancağ-ı Şerifi alır,
öper, sadrazam’a eliyle teslim eder ve kendisini sefere memur etdiğini
söylerdi. Sadrazam Sancağ-ı Şerifi omuzuna alır, şeyh-ül-İslam ile şeyh efendi
dua ederlerdi. Sipah ve silahdar ağalar hemen koşarak sadrazam’ın omuzunda
taşıdığı Sancağ-ı Şerif’i elinden alıp ortakapı önüne kadar önünde götürürler
ve sonra sadrazam’ın imamına teslim edilir ve Feth-i Şerif okunduktan sonra
alayla sadrazam ve serdar-ı ekrem’in Davutpaşa’daki karargahına gidilirdi.
Padişah sefere çıkmamışsa,
Ordu-yi Hümâyun’un dönüşünde sadaret kaymakamı, şeyh-ül-islâm, devlet ricâli,
kazaskerler ve sefere katılmamış Kapıkulu ocaklariyle ile birlikte bizzat
Davutpaşa’ya kadar gidip orada Sancağ-ı Şerifi karşılardı.
Sadrazam Padişahı görünce
hemen atından inip önce üç defa yeri ve sonra Padişah’ın eteğini öper ve
Sancağ-ı Şerif’i Padişah’a teslim ederdi. Sonra Padişah’ın ihsan ettiği ata biner
ve bu sırada Padişah Sancağı tekrar sadrazam’a verir ve kendisi Saraya dönerdi.
Sonra sadrazam alayla
Davutpaşa’dan Edirnekapı (bazan Topkapı), Saraçhane, Bayezid ve Divanyolu’ndan
geçerek Saray’a giderdi. Sancağ-ı Şerif’i Bab-ı Hümâyûn’dan Ortakapı’ya kadar
sipah bölüğü ağası omuzunda taşır, buradan bizzat sadrazam omuzuna alarak Arz
Odası’na kadar götürüp Padişah’a teslim eder ve Sancağ-ı Şerif değerli taşlarla
süslenmiş sandukasına konulurdu.
Sancağ-ı Şerife Osmanlılar
tarafından büyük bir değer verilmiş ve Sancak ne zaman çıkarılırsa yedi
yaşından yetmiş yaşına kadar her müslümanın onun altına toplanarak cihada
iştirak etmesi farz olduğu itikadı yerleşmiştir.
d. Savaş Düzeni
Osmanlı ordusunun sefer
yürüyüşünde iki üç günlük uzaklıkta Akıncılar (daha sonra Kırım Tatarları),
öncü kuvveti (pişdar) olarak bulunurlardı. Onların arkasından kazmacılar yol
açıp, köprü kurar, güzergâh tayini için kazıklar çakardı. Asıl ordu kapıkulu
askerleri ortada, sağ ve sol kanatlarda tımarlı sipahiler olarak gelir, arkalarından
artçılar (dümdar) erzak ve mühimmatı getirirlerdi. Yürüyüş gece yarısı ya da
sabaha karşı başlar, öğleye kadar konaklama yerine varılırdı.
Konaklama yerinin merkezinde
kapıkulu askeri ve devlet ricali birlikte (seferde ise) Padişah bulunurdu. Tımarlı
sipahiler, dış çevrede dururlardı. Tımarlı sipahilerin sayıca çok daha fazla
olmaları savaş düzeninde Kapıkulu Ocaklarının merkezde olmalarını
gerektirmiştir. Bu merkezin sağında ve solunda iki kanat hâlinde sipahiler yer
alır. Merkez, siperler, arabalar ve öne aralıklı olarak yerleştirilen toplarla
korunurdu. Aslında düşmanın saldırısı burada karşılanırdı. Sipahiler ise düşman
hücumunu bölmek ve geriden çevirmek için kullanılırlardı.
Timarlı sipahiler her
sancakta biner kişilik bölüklere ayrılır. Her on bölük bir alay oluşturur. Her
alayın komutanı alaybeyi’dir. Alay zâbitleri subaşı, çeribaşı, bayraktar ve
çavuşlardır. Timarlı sipahiler ve cebelüler bağlı oldukları “alaybeyi”nin,
alaybeyleri de bulundukları sancakbeylerinin ve sonuçta eyâlet valisi olan
beylerbeyleri’nin emri altında toplanırlar.
Anadolu beylerbeyinin emrinde
toplanan Anadolu sipahileri kargı, ok, eğri kılıç, Rumeli beylerbeyinin
emrindeki Rumeli sipahileri ise, süvari mızrağı ve düz namlulu kılıç
kullanmaktadırlar. Göğüslerine ve kollarının dirsekten aşağısına demir göğüslük
ve kolluk takarlar, vücutlarının diğer kısımlarını zincir örme zırhla
kapatırlardı. Osmanlılar Avrupalılarınkinden daha uzun namlulu ve daha büyük
çaplı mermi atan tüfekler kullanmışlardır.
B. DONANMÂ-Yİ HÜMÂYÛN
Osmanlı askerî ıstılahatında
Tersane, devletin bahriye işlerinin yönetildiği resmî daire, çağdaş bir
benzetmeyle “Osmanlı Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Karargâhı” gibidir. Kaptan
Paşa’nın (aynı zamanda evi olarak kullandığı) resmî makamı «Divanhane» de buradadır.
Donanma da buraya bağlıdır. Bahar seferlerine çıkarken yapılan törene kaptan
paşa buradan katılır. Kısacası Tersane-i Âmire ve Donanmâ-i Hümâyun birbirinden
ayrılamaz.
Dolayısıyla Donanma-yı
Hümayun’un ve Tersane-i Âmire’nin en büyük amiri kapudan paşa(“kaptanpaşa,
kaptan-ı derya” da denir)’dır. Bahriye ile ilgili bütün tayinleri yapma, hüküm
yazma ve tuğra çekme yetkisi vardı. Kaptanpaşa Eyâleti’ne bağlı zeamet ve
tımarların dağıtımını kendi yapar ve Derya Kalemi’nde kayıt edilirdi.
Başlangıçta “deryabeyi”
denilen ilk Osmanlı derya kaptanlarının rütbesi sancakbeyi derecesinde idi.
Derya kaptanlarına Gelibolu Sancak Beyliği verilirdi. Osmanlı mirî tersanesi
İzmit’ten Gelibolu’ya taşındıktan sonra deryabeylerine “kaptan-ı derya” denmeye
başlandı.
Barbaros Hayreddin Paşa’nın
döneminde (1533/34) derya kaptanlığı “beylerbeyi” rütbesine yükseltildi ve
“Cezâir-i Bahr-i Sefid” (Akdeniz Adaları) ile Cezaîr-i Garb birleştirilerek
yönetimi Kaptanpaşa Eyâleti adıyla kaptanpaşa’lara bırakıldı. On altıncı
yüzyılın sonlarında vezirlik[472] pâyesiyle atanan kaptan-paşalar,
İstanbul’da iseler; Divan-ı Hümayun toplantılarına katılırlar ve her cuma günü
sadrazam’la görüşürlerdi.[473]
Kaptan Paşa’nın yanında
ilkbahar seferleri sırasında bir Donanmâ-yı Hümâyûn kadısı ve bir tercüman
bulunur, gittiği yerlerde davalara bakar, bahriye ve yönetim ile ilgili
konularda Padişah adına ferman çıkartıp, tuğra çektirirdi. Bu fermanlar dönüşte
nışancı tarafından tetkik ve kayıt edilirdi.
Eğer gemilere piyade askeri
de bindirilmişse, seferin sorumluluğu verilen bir vezir Donanmaya “serdar”
tayin edilirdi.
Kaptanpaşalar, denetimlerinde
kaptanpaşalık alameti olan sedef kakmalı âsâyı yanlarında bulundurur, fakat
sadrazamların tersâneyi teftişlerinde saygı ifadesi olarak âsâ’yı kendisine
verirlerdi.
On yedinci yüzyılda
kaptanpaşa’nın haslarından 888.500 akçe, adalardan 5.600.000 akçelik geliri
vardı. Ayrıca atadığı memurlardan “câize” alırdı. Fakat bu gelirlerine karşılık
seferden dönüşlerinde İç Hazine için 1.600.000 akçe “döşemebaha”; Padişah’a,
valide sultanlara, kadın efendilere hediyeler getirirlerdi. Ve her sefere
çıkışta iyi yetişmiş, 1.000 cebelû götürmeleri, başka bir deyişle hazır
bekletmeleri gerekliydi.
Tayin olan kapudan-ı derya
sadrazamın huzurunda hil’at kürk giydikten sonra törenle Tersâne-i Âmire’ye
gidip göreve başlardı.
Kaptan-ı derya esas görevi,
Donanma’yı her yıl ilk baharda Akdeniz seferine çıkarıp Kasım ayında İstanbul’a
dönerek kıyılar, adalar ve açık denizlerde devletin egemenliğini sağlamaktır.
Ayrıca Tersâne-i Âmire’de gemi yapım ve tamir, bakım çalışmalarını da yönetir.
1. TERSÂNE-İ ÂMİRE
Tersane-i Âmire, yalnızca
donanmaya ait gemilerin inşa edildikleri tezgahlar, fabrikalar, kızaklar
anlamına gelmez. Osmanlı devletinin tüm denizcilik işlerinin yönetildiği
yerdir. Ayrı bir hazinesi, muhasebesi ve teşkilatı vardır.
Tersane-i Hümâyun’u teknik ve
malî olarak yönetmek ve Donanmâ-yi Hümâyûn’u zinde tutmak Kapudan Paşa’nın
görevidir. Nitekim hem “makam”ı (görev yeri) ve hem de mekânı (evi) Tersane
içindedir.
Tersânenin para işlerini
“Tersâne-i Âmire Hazinesi” düzenlerdi. Bu bağlamda Tersâne-i Âmire emini yapımı
tamamlanan geminin her türlü donanımı ve cephanesiyle birlikte sefere çıkacak
biçimde gemi kaptanına teslim eder, liman defterlerine kayıt ettirerek
tesbitlerini yapar ve bu defterin bir suretini kaptanpaşa’ya,[474] aslını da defterdara verirlerdi.
İlk tersâne Yıldırım Bayezid
tarafından Gelibolu’da yaptırıldı.[475] Fatih İstanbul’u aldıktan sonra
Haliç kıyısında Aynalıkavak’ta birkaç gözlü küçük bir tersâne yaptırdı. Sultan
II. Bâyezid ve Yavuz Sultan Selim[476] devrinde Tersane Galata’dan
Kâğıdhane’ye kadar genişletilmişti. Ancak asıl büyük tersaneyi kızak sayısını
200’e çıkartan Kanuni Sultan Süleyman yaptırdı. Böylece “Tersâne-i Âmire”
Haliç’te Aynalıkavak’ta Fatih Sultan Mehmed’in yaptırdığı ve daha sonra
Gelibolu, Sinop, İznik, İzmid, Süveyş, Basra, Samsun ve Kefken deniz tersâneleri
ile Birecik ve Rusçuk gibi nehir tersânelerinin tümünün bağlı oldukları teknik
ve idâri olarak bağlı olduğu kurumun adı oldu. Başka bir deyişle bütün bu
tersâne ve tezgâhlarda denize indirilen gemilerin donanımları ya Tersâne-i
Âmire’de yapılmakta veya onun tarafından sağlanmaktadır.
Tersâne-i Âmire’nin On altı
ve On yedinci asırlarda yegâne rakibi Venedik Tersânesi’dir. Bununla beraber
Kanunî Sultan Süleyman döneminde Portekizlilerin Mısır ve Kızıldeniz kıyılarına
saldırılarına karşı Süveyş’te bir tersane ile Süveyş ve Mısır kaptanlığı
oluşturuldu. On altıncı yüzyılın ikinci yarısında da Fırat ve Dicle için
Birecik’te nehir gemileri inşa edecek bir tersane kuruldu. Osmanlı Donanmasının
kürekli gemileri ve kadırgaları yüksek bordalı Venedik kalyonları karşısında
zayıf kaldıklarından On yedinci yüzyıl ortalarından itibaren yüksek bordalı
gemi inşa faaliyetine girişildi. On yedinci yüzyıl sonlarında üç ambarlı
kalyonlara kadar her boy gemi yapılıyordu.
On sekizinci yüzyıl
ortalarına doğru Birecik tersanesinde Fırat nehri için de bir “ince filo”
oluşturuldu. Macaristan bölgesini kontrol etmek için Tuna Kaptanlığı kurularak
Tuna üzerinde görevlendirilen bir “İnce Donanma” oluşturuldu.
Tersanede On yedinci yüzyıl
sonlarından itibaren gerektiğinde dış ülkelerden gemi inşa mühendisleri
getirilerek üç ambarlı kalyonlara kadar her boy gemi yapıldı.
a. Tersâne Ricâli
Kapudanpaşadan sonra gelen
Tersâne kethüdası, Tersâne ağası, Tersâne reisi, Tersâne emini, Liman reisi,
Tersâne katibi ve Tersâne Defter emini, “Tersâne ricali”ni oluştururlardı.
Tersâne kethüdası, yapım,
bakım ve onarım işlerinde kaptanpaşa’dan sonra en büyük âmirdir. Mesleğe azab
askeri olarak başlayıp sırasıyla “Azab reisi ,vardiyanbaşı, kapudan, baştarde
kaptanı ve sonra Tersâne kethüdalığına yükselmiştir.[477] Altı çifte
kayığa biner, Padişahın Boğaz teftişlerinde baştardenin dümenini tutardı.
Tersâne ağası kapudanpaşa’nın baş yardımcısıdır.
Tersâne tımarlı sipahileri,
Kaptanpaşa Eyaleti’ndeki tımarlarının gelırlerine karşılık Donanmada hizmet
verirlerdı. Tersâne reisi, Tersâne’nin tımar ve zeametleri ile ilgili iş ve
işlemleri izleyip denetler, Tersâne defter kethüdası ile Tersâne defter emini
onun emrinde çalışırlardı. Defter emini Kaptanpaşa Eyaletindeki sancakların
tımarlı sipahilerinin defterlerini tutar, maiyetindeki defter kethüdası ve
katipleri de, Kaptanpaşa’nın (kendisine tanınan özel yetkiyle yaptığı) tımar ve
zeamet tevcihlerini Divan-ı Hümayun Rüus Kalemine bildirirlerdi.
Tersâne ambarına giren çıkan
malzemeyi Tersâne Ambar Nazırı deftere işler. Tersâne ambarlar emini, tersane
malzemelerinin bulunduğu ambarların hesaplarını tutar ve denetler. Tersânedeki
kereste mahzenindeki kerestelerin ve öteki araç gereçlerin hesabını ise Tersâne
katipleri tutarlardı. Tersâne ruznamçecisi de Tersâne’nin günlük gelir ve
giderlerini tutmakla yükümlüdür. Tersâne-i Âmire emini, tersanenin parasal
işlerini yönetmekle yükümlüdür. Yapımı biten gemileri mühimmatlarıyla birlikte
kaptanına teslim eder, liman defterine kayıt işlerini yaptıktan sonra bir
suretini kaptanpaşaya, bir suretini de defterdara verirdi.
Tersâne’nin güvenliğini ve
disiplinini emrindeki Divânhâne çavuşları denilen çavuşlar ile Tersâne
başçavuşu sağlar. Kızağa çekilmiş, onarım için yatan gemileri de sabaha kadar
Tersâne rıhtımında kol gezen mandacı da denilen Tersâne muhafızları korurlardı.
b. Tersâne Halkı
Tersâne hizmetinde bulunan
diğer personele “Tersâne halkı” denilirdi. Mimarlar, marangozlar, kalafatçılar,
yelkenciler, halatçılar gibi sanatkarlar ve kaptanlar, reisler, kumbaracılar ve
cenkçi askerlerden oluşan “gedikli” sınıfıydı. Gemilerin kürekçileri vergi
mukabilinde halktan toplandığı gibi mahkûmlardan ve esir alınan
hıristiyanlardan oluşurdu.
Yavuz Sultan Selim zamanında
Tersâne geliştirilerek, kıyıda gemi yapım tezgâhları, gerilerindeki yamaçlara
da ambarlar, atölyeler, çalışanlar için binalar, cami, okul, hamam, imaret gibi
kamu yapıları inşa edildi. On yedinci yüzyılın ilk çeyreğinde 130 gemiyi bir
seferde tezgâha koyacak güce ulaşmıştı. Tersâne Başmimarı’nın emrinde dört yüz
marangoz, on mimar bulunur, tersanede inşa edilen gemilerin planlarını hazırlar
ve yapımlarını denetlerdi. On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında “Tersâne
halkı” denilen görevliler, askerler, zabitler, uzmanlar ve işcilerin sayısı 50 bin
sayısına varmıştı.[478]
2.
DONANMA
Tersâne-i Âmire’ye bağlı
Osmanlı Donanması’nın gövdesini teşkil eden temel kuvvetlere Kaptanpaşa
eyaleti’nin sancakbeyleri de savaş zamanlarında kendi donattıkları gemilerle
katılmak zorundaydılar. Ayrıca deniz cengi ile görevlendirilmiş sancak beyleri
doğrudan Kaptan Paşa’ya bağlı idiler. Ve kara eyaletlerinin sahil sancakları da
deniz seferi ile vazifelendirilmişlerdi.
Osmanlı Donanması Osmanlı
kıyılarını korumak için her yıl ilkbaharda Çanakkale Boğazı’ndan çıkarak önce
Çeşme, daha sonra da Navarin’e giderek Anadolu ve Rumeli bey gemilerini ele
alır, Akdeniz’e açılırdı.
İnebahtı (Lepanto) deniz
savaşı’na kadar (1571) Akdeniz’in en güçlu deniz kuvveti olan Osmanlı
Donanması’nın bu savaşta kaybettiği gemileri Osmanlı tersaneleri bir kış
mevsiminde yeniledi.[479]
Ne var ki seksen yıl sonra,
yüksek bordalı gemilerden oluşan Venedik Donanması Osmanlı Donanmasının
Çanakkale boğazından çıkarak Girit’te bulunan Osmanlı Ordusuna yardımını
engelledi. Bu tarihten sonra Osmanlı Donanmasında hem yelken ve hem de kürekle
hareket eden çektiri sınıf gemi yapımı terk edilerek, kalyon cinsi gemiler
kullanıldı.
Diğer taraftan On yedinci
yüzyılın ilk çeyreğine kadar kıyıların tümü Osmanlı hâkimiyetinde olduğundan
Karadeniz’e Donanma gönderilmiyordu. Ancak daha sonra Karadeniz’de Anadolu ve
hatta Boğaziçi kıyılarına zarar veren korsanlar görüldüğünden küçük bir
Karadeniz Donanması kuruldu.[480]
a. Gemiler
Kürekle hareket eden
teknelerin genel adı “çektiri”dir. 10-17 oturaklı olana “firkate”, 18-19
oturaklısına “perkende”, 20-24 oturaklısına “kahte”, 24-26 oturaklısına
“kadırga”, 26-36 oturaklısına “baştarde” denilirdi. Baştarde’den geniş ve
yüksek bordalı olana “mavna” ve daha fazla top taşıyabilmesi için ikinci
güvertesi olana da “göke” denilirdi. On sekizinci yüzyılda Tuna’daki “İnce
Filo” 19 kalite, 33 firkate, 3 gayka ve 100 tane taşıma kayığından
oluşmaktaydı.
1701 tarihinde çıkan “Bahriye
Kanunnâmesi”yle Osmanlı Bahriyesi tekrar düzenlenmiş, Avrupa’da harp gemiciliği
bakımından kaydedilen gelişmeler takip edilmeye çalışılmış, çekdiri dönemi
kapatılarak yelkenli gemilerden oluşan Donanmalar teşkil edilmiş ve kalyon
devri denilen yeni bir dönem başlamıştır. Kalyonlar döneminde de üç direkli iki
ambarlı, 30-70 top taşıyanlar “firkateyn”, üç direkli, üç ambarlı 80-110 top
taşıyanlar “kalyon” olarak isimlendirilmiştir.
Bir kadırgada ortalama 330
kişi, kalyonlarda ise 400-1000 kişi bulunmaktaydı.
Osmanlı Donanması’nın ikinci
kategorisini oluşturan “Bey gemileri”nin Donanmâ-yı Hümâyûn’a iltihak
edecekleri deniz üsleri, Anadolu sahil beyleri için “Çeşme Limanı”, Rumeli
Sahili beyleri için Mora’da “Navarin”di.
Üçüncü kategori ise Akdeniz
Müslüman korsanlarının oluşturduğu filo idi.
b. Gemi Erkânı
Devletin diğer müesseseleri
gibi esas itibariyle merkezde teşkilâtlanmış olan Osmanlı Bahriyesi’nin başında
“Kapudan Paşa” bulunur.
Kaptan paşa’nın bindiği bir
ay-yıldızlı al, diğeri zülfikâr resimli iki sancağı bulunan gemiye “paşa
gemisi” veya “kapudâne-i hümâyun”, Donanmanın diğer gemilerine “mirî gemiler”,
bunların kaptanlarına “mirî gemi reisleri” veya “mirî reisleri” denilirdi.
Osmanlı Donanmasında kaptan-ı
derya’dan sonra kapudane, patrona, riyâle, kalyon kaptanı ve reis gelirdi.
Kalyon devrinden evvel
Donanma gemilerine komuta edenlere “hassa reisi” ya da “kapudan”, On altıncı
yüzyıldan sonra da filo komutanlarına “kapudâne” denildi. Kapudane yeşil
renkte; patrona ile riyâle mavi renkte âsa taşırlardı. Süveyş Kaptanlığı’ndan
başka bir de Tuna Kapudanlığı vardı.
Kalyon kaptanları, “üç
ambarlı kalyon kaptanı, kapak kalyon kaptanı, firkateyn kaptanı, korvet
kaptanı, birik ve şalope kaptanı olarak derecelendirilmişlerdi.
Korsan gemisi kaptanlarına
ise “reis” denilmekteydi. Reisler ise birinci reis, ikinci reis, üçüncü reis ve
dördüncü reis olarak derecelere ayrılmışlardı.[481]
3. BAHRİYE ASKERİ
Donanma sefere çıkacağı
zamanlarda, tımarlı sipahilerde uygulanan yöntemin benzeri olarak, bu sancakların
sancakbeyi ve alaybeyilerine hükümler gönderilmekte, idâreleri altındaki zâim
ve timarlı sipahileri ile birlikte denize açılmak üzere olan sancağındaki
“zuamâ, erbâb-ı timar, çeribaşı, çeri sürücüleri ve tüfenkçi cebelüleri”yle
kendilerine tayin olunan iskelelerde hazır olmaları istenmekteydi.
Savaş zamanında gemilere
cenkçi olarak yeniçerilerden ve cebecilerden asker alınırdı. Sahil veya sahile
yakın sancaklardan toplanan asker Donanma’da görevlendirilirdi.
a. Timarlılar ve Zâimler
Yönetimi Derya Kaptanına
bağlı olan Vilâyet ve Sancaklara «Kaptan Paşa Eyâleti» denilirdi. Kapudân-ı
Derya Eyâleti’ne bağlı[482] Gelibolu ile Eğriboz, İnebahtı, Midilli, Sığla, Kocaeli, Karlıili,
Rodos, Biga ve Mezistre sancakları haslı; Sakız, Nakşe ve Mehdiye sancakları
sâlyâneli idiler. İzmir, Mora’nın Güneyindeki Mezistre, Naksos, Cezâyir, Tunus,
Trablusgarp da Kaptan Paşa Eyâleti’ne tâbiydi.
Yine, On yedinci yüzyılda
Kıbrıs Eyâletine tâbi Lefkoşe, Baf, Girne ve Magosa da bu eyâlete bağlı olarak
Donanma seferlerine katılıyorlardı. Teke ve Menteşe sancakları bazen kara,
bazen deniz seferlerine gitmekte; Değirmenlik, Selânik, İskenderiye, Dimyat,
Ayamavra ve Limni sancakbeyleri de birer gemi ile seferlere iştirak
etmekteydiler. Mensûhât’a tâbi [483] zâim[484] ve timarlı
sipahiler, sancakbeyleri ile birlikte Donanma hizmetinde savaşcı olarak sefere
katılmağa mecbur idiler.
Kapudân-ı Deryâ Eyâleti’ne
bağlı sancakbeylerine “deryâbeyi” denilirdi. Kendi sancaklarındaki kendi has ve
sâlyâne’lerine göre bir, iki veya üçer kadırga ile sefere giderlerdi..
On yedinci yüzyıl başlarında
Kapudân-ı Deryâ Eyâletine bağlı 10 sancakta, 125 zeâmet ve 1500 timar’dan has
sahipleri ve zâimlerin cebelüleriyle beraber, Donanma’ya katılan asker mikdarı
4500’dür. Ayrıca mensûhât’a ait 600 kadar zeâmet ve 450 civarında timar
bulunuyordu.
b. Kalyoncu Ocağı
Sefer zamanları Donanmada
çıkarmalar için deniz piyadesi ya da gemilerde savaşçı olarak kullanılan Türk
gençlerine “levend-i Türkî” ve adalardaki Rumlara da “levend-i Rûmî”[485] denirdi. Bunlar, önceleri ganimetten pay alırken, daha sonra
kendilerine yevmiye verilmeye başlandı.
On sekizinci yüzyıl
başlarında kışları Tersâne’de çalıştırılan leventler şehirlerde asayişsizlik
unsuru olurlardı. Bunlar için İstanbul’da Galata, Beşiktaş, Hasköy, Üsküdar,
Eyüp’te bekâr odaları yapıldı. Levend kışlası (Levend Çiftliği) da bu maksatla
yapılmıştır.
On sekizinci yüzyıl
ortalarında tersânede Rum leventlere yaptırılan işler Müslüman leventlere
verildi. Böylece “Kalyoncu Ocağı” kurulmuş oldu. Müslüman leventlerin
başlarında “barata” denilen bir başlık bulunur, üstlerine kollu beyaz gömlek,
siyah harçlı kırmızı yelek giyip bellerine sarı kuşak sarar, altına mavi kısa
bir şalvar giyerlerdi.
c. Bahriye Azabları
Ücretli olan bahriye azabları
“azâban-ı Donanma” adıyla gemilerde görev alırlar, ya da “azaban-ı tersane”
olarak tersanelerde muhafızlık yaparlardı. Donanma azaplarının 7-8 tanesi bir
bölük sayılır ve bölükbaşılarına “reis” denirdi. Bunlar kalafatçı, topçu,
kumbaracı, dülger, marangoz, dümenci, yelkenci ve vardiyan olurlardı. Badbanî
denilen yelkenciler genellikle reisliğe getirilirdi. Gemi süvarisi olan reis’e
vardiyabaşı denilirdi. Reis eğer savaşta bir düşman gemisi ele geçirirse “hassa
kaptanı” olurdu.Yelken dönemi süresince bahriye azapları tek deniz gücü olarak
kaldı.
Tersâne-i Âmire’de ve
gemilerde hizmet eden azablar ve san’atkârlar kendi içlerinde sınıflara
ayrılıyorlar, herbiri ayrı bir cemâat teşkil ederek “Tersâne-i Âmire Halkı”nı
meydana getiriyorlardı.
d. Korsanlar
Bir devletin desteği ve hatta
bayrağı ile çalışan “korsan”lar (corsaire) ile kendi için soygun yapan “deniz
haydutu” (pyrate) arasındaki hukuksal farkı gözden kaçırmamak gerekir. 1856
Paris Kongresi’ne gelinceye kadar savaşan devletler tarafından
silahlandırılarak düşman devlete ya da onun uyruğuna ait malları “korsanlık”
eylemleri kullanarak ele geçirmek uluslararası hukukta savaş kurallarına uygun
bir yöntem sayılmıştır. Dolayısıyla bu tür korsanlık eylemlerini bir ölçüde
günümüzdeki gerilla ve milis hareketlerine benzetebiliriz. Ele geçirilen korsan
gemisine savaş ganimeti, kaptan ve tayfasına ise savaş esiri olarak
davranılırdı.
On bir ve On beşinci
yüzyıllar arasında Akdeniz’de faaliyetlerini artıran hıristiyan ve müslüman
korsanların arasına Anadolu’daki Aydın, Karesi, Menteşe, Saruhan vb. gibi bazı
Türk beyliklerinin de katıldıkları görülüyor. Cezayir’de üslenen Mağribli
korsanlar da, kendilerini sindirmek isteyen İspanyollar ve Venedikliler’e karşı
Türk korsanlarıyla işbirliği yapmaya başladılar. On altıncı yüzyıl başlarında
Osmanlı hükümeti, İber yarımadasını tehdit ve tâciz eden Kemal Reis’i
destekledi.
Kendini Cezayir Sultanı ilan
eden ve ayrıca Yavuz Sultan Selim’e elçi göndererek bağlılığını bildiren Hızır
Reis 1533’de Kanunî Sultan Süleyman tarafından İstanbul’a çağrılıp kendisine
“Kapudân-ı Deryâ”lık verilerek bir anlamda Magribli korsan filoları Osmanlı
Donanması içine alındı. Barbaros’un yetiştirmesi olan Kılıç Ali Paşa’nın
1587’de ölümüne değin, Akdeniz’de tam bir egemenlik kurulduğu için Cezayir ve
Akdeniz’in başka yerlerinden gelen korsanlar, kendi başlarına buyruk korsanlık
yapmak yerine, Osmanlı Donanmasında hizmet almayı yeğlediler.
e. Kürekçiler
Osmanlı Donanmasını teşkil
eden gemilerin On sekizinci yüzyıla kadar kürekle hareket ettiği düşünülecek
olursa külliyetli sayıda kürekçiye ihtiyaç olduğu anlaşılıyor. Nitekim, On
altıncı yüzyılın ikinci çeyreğinde yapılan seferlerin önemine göre 25-50 bin
kadar kürekçi toplanmıştı. On yedinci yüzyılda bu mikdar giderek azalmış ve
büyük yelkenli gemilerin, kalyonların çoğalmasıyla azalmıştır.
Osmanlı Donanması’na gereken
kürekçiler beş kaynaktan sağlanmaktadır:
1. Ocaklık kürekçi (avârız
kürekçi’ de denir) avârız vergisi[486] karşılığında reâya’dan ve esnaf
arasından toplanır.
2. Hod-girifte kürekçiler
(kendi istekleriyle gelenler)’dir. Gücü, kuvveti ve kabiliyetine göre maaş
verilir.
3. Savaş esirleri olan
forsalar(gebrân-ı mirî )’dır. Savaş sırasında isyan etmeleri mümkün olduğundan
en Kâtip Çelebi fazla 50 adet bulundurulması ve diğer kürekçilerle karışık
oturtulmalarını önerir. Bunlara “nafaka” adıyla çok düşük bir maaş ödenmekte,
mavi gömlek, kırmızı salta[487] ve pabuç verilmektedir.
4. Hür kürekçilere ödenecek
maaşlar oranında esir satın alınır.
5. Kürek mahkûmu
suçlular’dır. Kürek mahkûmlarının yiyecek ve giyecekleri, “mirî gebrân”
(forsa’lar) ile birlikte kaydedilmektedir.
Evliyâ Çelebi, Donanmaya
“kürekçi” toplayarak para kazanan açıkgözleri şöyle anlatıyor: “Esnâf-ı
Kasımpaşa mukdîmleri, Tersâne kethüdalarının eli altında dinsiz bir alay
kavimdirler. Tersâne’de Donanma yerinde bu zâlimler kemerlerine yüz, yüz
ellişer kuruş koyup İstanbula yeni gelmiş gözü bağlıları bozahane, meyhane,
nigârhanelere götürüp «bu kadar mirî mal yedin!» diyerek küreğe gönderirler.
Altı ay sonra eline bin akçe verip bırakırlar. «Eğer hoşuna gittiyse evvel
baharda gel de iki bin akçe al» derler. Garib ve acîb âyyarı cihan bir kavimdir
ki kürek erbâbını bularak, işsiz güçsüz adamları bu vechile kürek çekmeğe
koşarak kâr ederler”.
Garb Ocakları’nın (Cezâyir,
Tunus ve Trablusgarb) her yıl bir “Esir Seferi” düzenler, bunların bir bölüğünü
tersaneye gönderirlerdi. [488]
f. Aylakçılar
Yelken devrine geçildikten
sonra, ilkbahar ve yaz aylıklarından Donanma sefere çıkarken kıyı illerinden
altı ay için toplanan ve sefer sonu dağıtılan aylıklı askerlerdi. Gelecek yılın
sefer mevsimine kadar işsiz kaldıklarından kendilerine “sürekli bir işi olmayan
aylak”ların mesleğinde oldukları anlamında “aylakçı” denilmiştir. Bunların
sayıları müslüman ya da hristiyan olmalarından ziyade kalyonların büyüklük ve
sayılarına göre değişir. Aylakçıların ücretleri Tersâne’de yapılan bir törenle
hizmete başlarken ve dönem sonu olan Ağustos ayı evâsıtında (ortasında)
ödenirdi. Bunların başlarına “ser aylak” denilirdi.
4. DONANMÂ-Yİ HÜMÂYÛN’UN SEFER’E ÇIKMASI
Kaptan Paşa’lar Doğu
Akdeniz’de ticaret gemilerinin emniyetini sağlamakla görevli olduklarından her
yıl Donanma ile Akdeniz’e çıkar, Fas’a kadar uzanan kıyılar ve adalarda bulunan
Kaptan Paşa Eyâleti’ne bağlı sancakları denetler, korsanları takip ederdi. Bu
nedenle, her sene Mayıs-Haziran ayları arasında deniz seferi mevsiminde,
Donanma’yı sefere çıkacak duruma getirmekle de yükümlü idiler.
Bahriyye’nin bütün işlerinden
sadrazama karşı sorumlu olan Kaptan Paşa’nın makamı Tersâne idi. Donanmâ-yı
Hümâyûn Tersâne’den geleneksel bir törenle hareket ederdi. Padişah Donanma’nın
Yalı Köşkü önünden hareket etmesini buyurduğu zaman, bir gün öncesinden
şeyhülislam davet edilir, Saray erkânı ve sadrazam maiyetleri ile hazır
bulunurlardı.
Önce kaptan paşa merâsimle
Tersâne’ye gelir, Tersâne emini tarafından karşılanırdı, bu sırada Mehterhâne
Divanhane önünde hazır olurdu. Tersâne emini önde, kaptan paşaya mahsus
sedefkârî âsâ elinde olduğu halde teşrifatçı ve Tersâne reisi kollarına girerek
paşa yerine otururdu. Divanhâne imamı ve hatibi dua edip, müezzinler “âmin”
deyip, dua tamam olunca Mehter çalmaya başlar ve Tersâne ricâli etek öperlerdi.
Sonra tatlı yenir, kahve içilir ve buhur ikram edilirdi. Arkasından Kaptan Paşa
Hazinesi’nden verilen hil’atler giydirilirdi.
Kaptan Paşa sadrazam ve
ilgili devlet ricâli Tersâne’ye gelerek kaptan paşa ve gemi kaptanlarından
Donanma hakkında gerekli bilgileri alır, noksanlık kalmadığını anlamak için
genel bir denetim yapılır, “derya beyleri, patrona, kaptan, liman reisi,
başmimar ve mimarlar, başağa ve ağalar, başçavuş ve çavuşlar, kâtipler,
yiğitbaşıları ve kethüdalar, topçubaşıları” gibi Tersâne ricâline hil’atler
giydirilirdi. Bundan sonra sadrazam Yalı Köşkü’ne giderek durumu Padişaha arz
eder, Padişahın izniyle Donanma Tersâne’den hareket ederdi.
Donanma Bahçekapısı hizasına
gelince bekler, haseki ağa, bostancıbaşı’nın sandalıyla kaptan paşa’yı alıp
getirir, bu sırada bostancıbaşı ve ağalar “divanî” kıyafetleriyle sahilde onu
selâmlayıp karşılarlardı. Kaptan Paşa kallavî kavuk ve soft ferâce giyinmiş
olarak doğru sadrazam’ın yanına gelir, burada kahveler içildikten sonra sadrazam
ve şeyhülislam’la birlikte Padişahın huzuruna “arz”a davet edilirlerdi. “Arz”da
önce sadrazama serasere kürk giydirildiğinde Divan çavuşları alkış tutar, sonra
şeyhülislam “beyaz kürk” giyer ama alkışlanmaz, arkasından kaptan paşa’ya
“serasere kürk” giydirilir, alkışlanır, Donanma’nın muvaffakiyeti için
şeyhülislam ile birlikte dua edilirdi. Bu sırada kaptan paşa’nın verdiği defter
üzerine deryâ ümerâsı’na, kaptanlara, liman reisine teşrifat halifesi eliyle
hil’atler giydirilirdi.
Hazır oldukları zaman
mücevveze kavuklarını giymiş bostancıbaşı, çavuşbaşı ve diğer görevli ağaların
mihmandarlığında Padişah huzurunda yer öptürülür ve sadrazam elindeki deftere
göre kendilerini takdim ederdi. Bittiğinde önce kaptan paşa, sonra şeyhülislam
ve en son da sadrazam huzurdan ayrılır, Darüssaade ağasının yerinde şerbet ve
buhur verilirdi.
Kaptanpaşa kallâvî kavuk ve
serâsere kürk giymiş olduğu halde 24 kürekli kayığına binerek gemisine dönerdi.
Daha sonra önde “Paşa gemisi” olmak üzere pruva hattında muazzam ve görkemli
bir alay nizamı ile yola çıkılırdı. Topkapı Sarayı’nın liman ağzında bulunan
Yalı Kasrı önünde amiral gemisinden top ve tüfenk atılarak Padişah selâmlanır,
Paşa gemisini izleyen bütün gemiler Yalı Köşkü’ndeki Padişahı yine top ve
tüfenk atışlarıyla selâmlar, Sarayburnu‘nda bulunan toplar da Donanma’nın
selâmına cevap verirlerdi. Sonra Donanma Beşiktaş’a doğru yönelir, Barbaros
Hayreddin Paşa’nın türbesini ziyaret etmek üzere Beşiktaş önünde “lenger”
atılır, Donanma’nın son denetlemeleri yapılırdı.
n Donanma’nın Sefer Dönüşü
Kaptan Paşa Donanma ile gelip
Kurşunlu Mahzen önüne demir attığı sırada Sadrazam tarafından bir baş “bisatlı”[489] eğerlenmiş at, 20 Çuhadar ve 10 mehter Bahçekapısı’nda hazır
bekletilir, kapıcılar kethüdası kaptan paşayı davet için Donanmaya gönderilir.
Kaptan Paşa 24 kürekli kayığı ile kıyıya gelip, kendisi için hazırlatılmış ata
biner. Kapıcılar kethüdası önünde olmak üzere Bâbıalî’ye sadrazam’ın Sarayına
gelirler. Kethüdâ bey, reisülküttab, çavuşbaşı, tezkireciler, mektubî ve
teşrifâtî efendiler Divanhâne merdivenlerinde karşılarlar. Kapıcılar kethüdası
ve selâm ağası binek taşında karşılayıp kaptan paşa’nın koltuğuna girip,
diğerleri önlerinde olarak Arz Odası’nda sadrazamın huzuruna götürürler. Sadrazam
minderinden birkaç adım yürüyerek karşılar. Vezirler etek öptükten sonra tekrar
minderine geçer. Kapı halkı da kaptan paşa’nın eteğini öperler. Bundan sonra
tatlı yenir, kahve ve şerbet içilir, buhur ikram edilir. Kaptan paşa gitmek
üzere ayrılır. Gelirken yapılan karşılama merasimin benzeri tekrarlanır.
Gelirken bindiği atla iskeleye gider, at geri gönderilir. Ancak Sefer’den dönen
kaptan paşa’ya kürk ve at verilmesi âdet değildir.
BÖLÜM III
KURUMLAR
A. ÖĞRETİM ve EĞİTİM
Tanzimat öncesinin Osmanlı
öğrenim kurumlarında incelenen, geliştirilen ve öğretilen bilimlerin Batı
anlayışından farklı bir sistematik dizin oluşturduklarını vurgulamak gerekir.
İslam-Osmanlı sisteminde tüm ilimlerin bağlı oldukları sap, Batı’da olduğu gibi
“Felsefe” değil, Kur’an ve ondan kaynaklanan “Şeriat”(emirler-kurallar) denilen
hukuk bilimi’dır.
Kur’ânî Hukuk, İslam-Osmanlı
toplumunun dünya görüşünü oluşturur; kamu yönetimini, ahlak, evlilik, ticaret
ve günlük hayatını düzenler. Dolayısıyla İslam hukukunun usul ve füru’unu oluşturan
Kur’an ve Hadis çıkışlı bilimler yüksek eğitim kurumların da incelenen temel
konulardır.
İslam-Osmanlı sisteminde
bilgilerin Kur’anî ilimlere indekslenmesi bilimlerin de bir ölçüde kitlelere
yayılmasına etkin olmuştur. Bunu Osmanlı ülkesindeki “ma’arif” anlayışı olarak
da görebiliriz.
İslam kültüründe okuma ve
yazma eylemlerinin ayrı ayrı ele alınmıştır. Başka bir deyişle bütün
müslümanların Kur’an’ı okumakla kuramsal açıdan farz düzeyinde yükümlü
olduklarını biliyoruz. Ancak “okuma” yazılı bir metni seslendirmek olabileceği
gibi doğrudan şifahî (ezberden) de olabilir.
Bununla beraber Kur’an’da yer
alan “kalem”le ilgili âyetler yazıyı da önemli kılmıştır. Ancak bu önem halk
düzeyinde değil; sanatsal boyutlarda gelişerek Osmanlı Hattatlığı’nı doğurdu.
Bu bağlamda Arap harfli yazı okumayı hiç (ya da yeterince) bilmediği hâlde
hattatlık yapan gayrimüslimlerin bulunması da, Osmanlı toplumunda okumak ve
yazmak kavramlarının birbirlerinden bağımsız olarak değerlendirildiği görüşünü
kanıtlıyor.
Bu düşüncenin örgün bir halk
öğretiminin temel metodolojisini oluşturduğundan eğitim sisteminin bütünü içine
aile, meslek örgütleri, işyerleri, dinî ve siyasî kurumlar da belirli oranlarda
öğretime katılırlar.
Diğer taraftan kadılık,
hekimlik, cerrahlık, müderrislik gibi mesleklerin uygulanması için ilmiye
mensuplarının ders verdikleri medreselerde programlı eğitim yapılmakta ve
sonuçta talebelere belirli imtihanlarda başarılı olduklarını belgeleyen
icâzetnâmeler verilmektedir.
1. YAYGIN ÖĞRENİM
Okuma-yazma, dinî bilgiler,
zenaatlar gibi toplumun kültürel yapısı ile ilgili konuların öğrenim ve eğitimi
günlük hayatın içinde “usta-çırak” yöntemiyle sağlanmaktadır. Bu olguyu
programlı olmayan bir tür “Yaygın Öğrenim” gibi düşünebiliriz
Gerek İslâm ahlâkının esası,
gerek şer’î kökenli İslâm-Osmanlı hukukunun temeli kişinin, küçük yaşlardan
itibaren “hüsn ve kubh” (iyi ve kötü) ayırımı yapmasına dayanır. O halde hem
toplum içinde usûlünce yaşamak ve hem de günâhlardan kaçınabilmek için Kur’an,
hadis, tefsirler ve ilmihalleri yeterince bilmek gereği vardır. Halk arasında
Delâil-i Hayrât, Şifâü’l-Kulûb, Hayriyye gibi isimlerle bilinen kitaplar,
tefsirler ve ilmihallerin her gün belirli bölümleri evlerde ders gibi okunur.
Çocukların doğumu, büyüklerin vefatı ailenin sicil kütüğü imişcesine çoğu kez
mushafların dış kapak kağıtlarına kayd edilir. Dolayısıyla kavram olarak
birbirlerinden farklı anlam yüklenmiş olan okuma ve yazma eylemlerini herkesin
asgari düzeyde bilmesi gerekmektedir.
a. Sıbyan Mektebleri
Sibyan mektebleri çoğunlukla
Padişahlar, devlet erkânı ve hayır sahipleri tarafından cami, medrese, imaret
ve çeşmelerle birlikte yaptırılırlar. Hayrat anlamında olduklarından fakir
çocuklarının yiyecek ve giyimleri için kurulmuş vakıfları da vardır.[490]
Sıbyan mekteplerinde küçük
çocuklara okuma, yazı yazma (hüsn-i hat) , Kur’an hıfzı, dinî bilgiler, âdâb
(toplum içinde davranışlar) ve a‘mâl-i erba’a (dört işlem) öğretilmektedir.
Bununla beraber cami ve mescidlerde de her yaştaki “ümmî (analfabet)”lerin
öğrenim imkanları vardır.
Sıbyan mekteplerinde öğretim
yaşlı bir hocanın ya da mahalle imamının yönetiminde yapılırdı. 4 ilâ 7 yaş
arası erkek ve kız çocuklar, namaz sûrelerini ezberlemeyi ve Kur’an’ı sökmeyi
sağlayacak en az 2-3 yıl sürebilen bir eğitime başlarlardı. Elifbâ’dan harfleri
tanımak ve kelimeleri okumak öğrenilir ve “Amme” cüzü[491] ile devam
edilirdi. Kur’anı düzgün okumak için «tecvid» ve onunla birlikte yazı, ilmihal,
hesap da öğretilirdi. Okumada ilerlemiş, hafızlığa başlamış öğrenciler,
küçüklerin «kalfa»lığını (nezaretçi ve alıştırıcı) görevini yaparlardı.
Sıbyan mektebleri sabah erken
saatte başlar, ikindi ezanına kadar devam ederdi. Öğrenciler arasında sınıf
ayırımı yoktur. Hoca aynı düzeydeki öğrencileri bir araya toplar, hepsine aynı
mekânda ve tek bir sınıf olarak ders gösterirdi. Ders araları olmadığından
teneffüs de verilmez. Hoca bir kısım talebe ile meşgul olurken, diğerleri
arasında istiyen çalışır, arzu eden yazı yazar ya da isterse gürültü çıkarmamak
şartıyla boş oturup istirahat ederdi. Yalnız öğle üzerleri yemek tatili vardır.
Bu süre içinde öğle namazı da kılınırdı. Çocuklar mahalle içinde mektebe yakın
yerlerde oturdukları için yemeklerini evlerinde yerler, sonra mektebe
dönerlerdi.
Okula başlamak için
belirlenmiş bir yaş yoktur. Çocuk, olgunluğu yeterli görülen yaşta iken okula
başlar.[492] Diğer taraftan öğrenimin 12 ay aralıksız devam etmesi ve iki ardışık
yıl arasında yapay “ders yılı” ayırımı bulunmaması, öğrencilerin senenin
istedikleri bir ayında okula başlayabilmesi de önemli özelliklerdir.
Sıbyan mekteplerinde de
çocuklara Kur’an’ın kısa sûreleri ve dinî bilgiler ezberletilerek hafızası
güçlendirilir. Okuma ve ezberleme yöntemleri melodik diziler biçimine
getirilmiştir. Çocuklar sallanarak hep birlikte bu ritme katılırlardı. Çağdaş
eğitim tekniklerinin diliyle söylenirse, bu yöntemde “müzik ve hareketin
yarattığı ritm duygusu”ndan yararlanılmaktadır. Hat örneklerinden kopyalar
yaptırılarak da taklit kabiliyeti geliştirilir.[493]
Taş mekteplerin mimarisinde
kullanılan malzeme, gerek duvar ve çatı teşkili ikâmetgahlardan çok farklıdır.
Kalın taş duvarlar, kubbeler, tonozlar, büyük pencereler bu okulları, o devrin
kamusal yapılarına yaklaşmaktadırlar. Mimarî yapıları medreselerden farklı
olarak çoğunlukla iki katlıdır.[494]
Sıbyan mekteblerinin de
“kapama” denilen ilkbahar gezileri vardı. Bunlar mekteb çocuklarının
gezdirilmeleri ve fakir olanlarının giydirilmeleri için vakfedilen paralarla
yapılan seyirlerdi. Bazan birkaç mekteb birden geziye giderdi. Bu geziler bütün
mahalle halkı için bir bayram olur, mesireye ekseriya birlikte gidilirdi.
Kazanlar kaynatılır, etli pilavlar, bademli sütlü helvalar pişirilip çocuklara yedirilir
ve misafirlere dağıtılırdı.
b. Cami Dersleri
Bu derslerin bir kısmı sıbyan
mektebi tahsilinin çıraklar için uygulanan doğal bir uzantısı gibiydi. Sabah
namazından sonra başlar, çarşı, pazar, imalathaneler ve dairelerin açılacağı
zamana kadar devam ederdi.
Vakıt namazlarından sonra da
dönemin tanınmış ulemâsı içinden gelen müderris, imam, ders-i âm ve hatibler
din ilmi, İlm-i hâl, risâle-i ahlak gibi ilimleri öğretirlerdi. Yine ilmiye’den
bir müderris tarafından Arapça ve Farsca (sarf, nahiv ve lugat) öğretilirdi.
Büyük camilerde medreselerde
“dersiye” denilen Cüziyat (Hesap, Hendese, Hikmet), ulûm-i âliye (Kelâm,
Belâgat, Meâni, Bediî, Beyan, Mantık, Sarf ve Nahiv) ve ulûm-i asliye (Tefsir,
Hadis, Fıkıh) üç grup dersleri okutulurdu.
Cami dersleri herkese açık
olduğundan cemaat arasında çoğu kez ulemâ da bulunur ve soru sorarlardı.
Dolayısıyla dersiâmlar, medresede talebe-i ulûm’a ders veren müderrislerden
daha yeterli olmaları gerekiyordu. Ve bu sebepten ötürü dersiâm’lık, ulema
arasında müderrislikten üstün sayılmakta ve bir yeterlik sınavı
gerektirmekteydi. Nitekim dersiâm olmak isteyenlerin önce medrese’den
icâzetnâme almakta, sonra bir heyet huzurunda yeterlilik sınavı
geçirmektedirler.
Diğer taraftan “mûciz”
denilen tecrübeli dersiâm’lara dersleri takip eden cemaat arasında yeterli
gördüklerine “icâzet” de tanzim etme yetkisi de verilmişti.
c. Tekke Eğitimi
İslamî bilgiler ve İslâm
kültürü topluma medreseler ve tekkeler yoluyla veriliyordu: Medrese devletin
resmî ictihadı olan sünnî-hanefî mezhebini temsil ettiği halde, tarikatler daha
geniş mezhep tayfı üzerinde halkı eğitmekteydiler. Nitekim tarikatlar bu
özellikleri sebebiyle “şeriatın bekçisi” görevini üslenmiş ulema tarafından
eleştirilmektedir.
On sekizinci yüzyıla
gelindiğinde tekkeler ülkenin hemen her yerine yayılmıştı. Diğer taraftan
tarikatların loncalar ve esnaf birlikleriyle olan bağları onları, mesleki ve
toplumsal hayatta da etkili kılıyordu. Öyle ki tarikatlar Padişah, seçkinler ve
hatta ilmiye mensupları arasında da yaygındı. Nitekim Bektaşilik gerek halkın
büyük bir bölümünün ve gerekse hemen tümüyle Seyfiye tarikinin de
(yeniçerilerin) dahil olduğu en yaygın tarikatti. Mevlevilik, Nakşibendîlik,
Kadirilik gibi tarikatler de seçkinler arasında yaygınlaşmıştı.
Tekkelerin (hankâh, dergâh,
ribat ve zâviyelerin) gayesi bir yandan halkı irşad etmek ve diğer taraftan
kendi tarîkat derviş ve halîfelerini yetiştirmektir. Bu müesseseler Padişah,
ricâl ve hayır sahiplerinin kurduğu vakıflarla yaşıyorlardı. Bununla beraber
han-kah ve zâviyelerin şeyh ve erkânı, medreselerde okutulan eserleri takîb
ederek müdavim öğrencilere ders okuturlardı. Ancak öğretim sisteminin
“takrir”değil müzâkere” yöntemi ile yapıldığı ve dolayısıyla buralarda ders
gören öğrencilerin tasavvuf formasyonunda yetiştirildikleri unutulmamalıdır.
Nitekim medreselerden farklı olarak, han-kah ve zâviyelerde tarikat âdâbına ve
erkânına göre toplu zikirler yapılır, Kur’an ayetleri ile hadîs-i şerifler
derunî anlayışla tefsir ve virdler[495] telkin edilirdi. Tekkelerde hadîs
ilmi bu yöntemlerle okutulmakta[496] ve hatta tefsir kitapları
yazılmaktadır.[497] Zaviye ve dergâhlarda öğrenime başlamış talebeler “mebâdi-i ulûm”
yapmak isterlerse aynı tarikatın postnîşin’i daha tanınmış bir han-kah’ına
devam edebilirlerdi.
Medrese ve tekkelerin eğitim
ve öğretim yöntemlerindeki fark sebebiyle, nass’ların zahirî manalarına bağlı
kalan medreselilere “Ulemâ-yı zâhir”; tekkelerden zühd
ve keşf yoluyla derûnî manalara yönelerek yetişenlere de “Ulemâ-yı bâtın”
denilmiştir.
Medreseler Osmanlı devlet
teşkilâtında İlmiye tariki mensuplarını yetiştiren kurumlar oluşundan dolayı
resmî bir hüviyetleri vardır. Tekkeler de geleneklerine bağlı kaldılar. Bununla
beraber aralarında müderrisler de bulunan[498] birçok ilmiye
mensubu tarikate intisab etmişlerdir. Başka bir deyişle, yöntemler açısından
bazı münakaşalar olmuşsa da, medrese ile tekke arasında özden kaynaklanan
karşıtlık olduğu söylenemez.[499]
d. Lonca Eğitimi
Zenaat öğrenim ve eğitimi,
esnaf loncalarında kayıtlı olan (bazan babadan oğula) gedikli esnaf arasında,
ya da tersânelerde, tophanelerde ustadan çırağa aktarma yöntemiyle yapılırdı.
Hatta mahalle mektepleri öğleye kadar öğretim yaparlar, öğleden sonra çocuklar
babalarının ya da ustalarının yanında sanat öğrenirlerdi.
Sanatı öğrenmiş sayılan
çıraklar kendi ustası da dahil olmak üzere, o sanatın tanınmış adamları
huzurunda sınava sokulur, başaranlara törenle “peştemal” kuşatılırdı.[500]
e. Kalem Öğretimi
“Kalem” sözcüğü günümüzdeki
“devlet dairesi” karşılığı olmaktadır. Ancak “kalem”ler yalnız devlet işlerinin
görüldüğü yer olmakla kalmamış, tarihçi, vak’anüvis, riyâziyeci, şâir,
mütefennin , hattat, müzehhib , bestekâr, nakkaş yetiştiren okullar
olmuşlardır.
Kalem’de tıpkı medrese gibi
sert bir disiplin hâkimdi. Bütün memurlar uzun yazı rahlelerinin önüne dizili
şiltelere bağdaş kurarak otururlardı. Yeni gelenlere “şakird, talebe, yamak,
çırak” denilir ve yaşlı, tecrübeli bir kâtib ya da mümeyyiz’[501] in öğretiminde hüsn-i hat (güzel yazı) ve meslekî bilgilerle beraber,
şiire yatkın ise teşvik ve yardım edilir,[502] edebiyat
bilgileri, Arapça ve Farsça öğretilir, bütün ön çalışma ve denemelerde yeterli
sayılmadan aylığa geçirilmezdi. Ancak hâcegân (hocalar) denilen kalem âmirleri[503] şâkirdânın kalfalığa ve üstadlığa (ustalığa) yükselmelerini sağlarken
diğer taraftan da her şakird’in kabiliyetine göre genel kültürlerini
yükseltecek özel bir eğitim vererek onları nesir, şiir gibi edebiyat, ya da
tarih gibi konularda yetiştirirlerdi. Nitekim şâkird eğer başarılı olursa bir
müddet sonra hocası tarafından kendisine bir mahlâs (ek isim) verilir ve daha
sonra eserlerinde artık o isimle tanınırdı.
Gerek öğretici’ye “hoca”
gerekse stajyer memura “şakird” (öğrenci) denilmesi ve öğretim sırasında
uygulanan yöntem, kalemlerin birer “meslek okulu” sayılabileceğini gösteriyor.[504]
2. DÜZENLİ ÖĞRENİM
Ülke okullarınan tümünde
standart ders programlarına bağlı düzenli eğitim ancak Tanzimat döneminde
Maarif Nezareti’nin kurulmasından sonra[505] uygulanacaktır. Bununla beraber
Osmanlı ülkesinde belirli amaçlara yönelik eğitim veren, belirli bir eğitim
düzeyi sağlanmış, bu kurumlarda eğitim , öğrenim gördüğü belgelenmiş olanlara
Devlet tarafından imkânlar sağlanan eğitim kurumları da bulunmaktadır.
a. Medreseler
Medreseler kamuya açık
belirli programı olan eğitim kurumlarıdır. Sultanların kurdurduğu medreselere
“sultanî”, devlet adamlarının ya da ulemâ’nın vakıf olarak yaptırdıklarına da
“hususî” denilirdi.[506] Büyük şehirler ve kasabalarda hemen her büyük caminin yanında bir
medrese bulunurdu.[507]
(1) Öğretim Görevlileri
Sahn medreselerine girmeye
hak kazanarak “danişmend” unvanını alan talebeler arasında en başarılı olanlar
“muid” unvanını alarak Dahil ve Haric medreselerinde görevli müderrislere
“yardımcı”(asistan) olurlardı.
Aralarında “telif eser” (tez)
sahipleri de bulunan muid’ler kendilerinden daha kıdemli bir muid’e “muzaf”lık
(tamamlayıcılık) da yaparlardı. Sahn medreselerinden icazetname alanlar “Mülâzemet
Defteri”ne yazılırlar, “mülazim” olarak “mülâzemet””sırasına girerler “nevbet”
beklerlerdi. Her yıl Şeyhülislâm kanalıyla Sadrazam’a önerilen dörder muid ve
muzaf “mülâzim” yapılır. Mülâzim’ler arasında sırası gelenler yol ayırımına
gelirler ya kadılık mesleği olan “tarîk-i kazâ”yı, ya da imtihan vererek [508] muallimlik mesleği olan “tarîk-i tedris”den birini seçerlerdi.
Seçimlerine göre en alt kademeden başlamak üzere müderris veya kadı olmak üzere
atanırlardı.
Diğer taraftan isteyenler
Seyfiye tarikine geçerler ve kendilerine [509] bin akçelik
zeamet bağlanırdı.
İlmiye tariki içinde
müderrislik sınıfının en üst düzeyi “darülhadis müderrisliği” idi. Darülhadis
müderrisleri “kibâr-ı müderrisîn” olarak diğer müderrislerin üzerinde bir
unvanla anılırlardı. İsterlerse “Mahreç Mevleviyetleri”nden birine kadı olarak
da atanırlardı.
(2) Talebeler
Medreselerin klasik mimarîsi,
kare biçimli bir avlu etrafında dizili müderris ve talebe odalarıyla çoğu kez darülkurra
ya da dârülhadis olan kubbeli büyük asıl medrese mekanından meydana gelir. Yıl
bitirme yerine, kitap bitirme yöntemi uygulandığından belli bir eğitim süresi
yoktur ve her öğrenci öğrenimini farklı sürelerde tamamlardı. Dolayısıyla
“sınıf geçme” usûlü uygulanmadığından öğrenciler aynı mekân içinde hep birlikte
bulunurlar. Medrese’de müderris ders takrir etmez (anlatmaz), talebelerin
önceden hazırladıkları derslerin “müzâkere”sini yaptırırdı.20 Derslerin
camilerde, halka açık olarak verilmesi de mümkündü.
Medrese öğrencilerine “ilim
isteyen” anlamında “tâlib”, ya da “hakikat aşkı ile yanmış” anlamında “suhte”[510] denilirdi. Bir hocanın “rahle-i tedris”indeki öğrencilerine “şakird”
denirdi. Yeni başlayan çömezler ders gördükleri müderrislerin, hatta
müzakerecilik yapan muid’lerin de medrese içindeki günlük hizmetlerini
görürlerdi.
Haric ve Dahil medreselerinde
her üç suhte’ye bir hücre (oda) verilirdi. Medrese öğrencilerinin
kullanacakları kitaplar külliyenin kütüphanelerinde vakıf olarak bulunurdu.
Kitapların rutubetten korunabilmeleri için sıbyan mektebleri gibi kütüphaneler
için de ikinci katlar tercih edilmiştir.[511]
İmâret’in aşevinde günde iki
defa yemek çıkarılarak imâret memurlarına, öğrencilere, fakirlere, “tavhane’’ye
gelen misafirlere verilirdi. Bunlar yemeklerini imaretten yerler, aylık 15 akçe
“mum parası” alırlardı.
Sahn düzeyindeki medreselere
girmek isteyen suhtelerin aşağı sınıflarda en az üç yıl okumuş ve temessük
(ikmal belgesi) almış olmaları gerekirdi. Musıla medereselerinde ikmal-i tahsil
(tamamlayıcı öğrenim) görüp, Sahn medreselerine girmeye hak kazandıklarında
“danişmend” unvanını alırlardı. Kendilerine Sahn medresesinde bir hücre
verilir, iki akçe gündelik bağlanırdı.
(3) Kurumlar
Medreselerdeki öğrenim
aşamaları kanunnamelerle belirlenmişti. Bu bağlamda On altıncı yüzyıl başlarına
kadar medreseler üç aşamalı eğitim yapmaktadırlar. Bu eğitimin ilk kısmına
“Haric”, orta kısmına “Dahil” ve yüksek kısmına da “Sahn” denilmektedir.[512]
Sıbyan mektebinden sonra
öğrenime devam etmek isteyen önce “softa” ünvanıyla “ibtidâ-i hâric” denilen
medreselerden birine başlar. Sonraki aşama “otuzlu”[513] hareket-i hâric
(veyâ miftah) medresesi’dir.[514]
Öğrenciler hocalarını
kendileri seçebilirlerdi. Seçtiği bir müderrisin “rahle-i tedrîs”inde hâric
medresesi’ndeki “mukaddimat-ı ulûm” öğrenimini tamamlayan talebe “dâhil
medreseleri” müderrisleri arasında seçtiği birinin ta’lîminde (kırklı
medrese)lere [515] geçerdi. [516]
“Dâhil” medreselerinde
“ibtidâ-i dâhil” ve “hareket-i dâhil” aşamalarında Türkçe, Arapça sarf ve nahiv
(gramer ve sentaks) ve edebiyat, mantık, ilm-i kelâm, fıkıh, belâgat, hey’et
(astronomi), hendese (geometri), bedi’(estetik), beyan (retorik) öğrenimi görüp
icâzetnâme’lerini alanlar “softa”lıktan “danişmend”liğe terfi etmiş olurlardı.
Bu iki kısmı bitirip
“danişmend” unvanı alanlar artık yüksek düzeyde “ihtisas medreseleri” olan
“Sahn” ve “Süleymâniye” medreselerine devam etmeye hak kazanmış olurlardı.
Ancak öğrencinin önce “Musıla-i Sahn” veya “Musıla-i Süleymâniye” hazırlık
medreselerinde (günümüzdeki “bakalorya” anlamında) hazırlık öğrenimi
tamamlaması ve icâzet alması gerekliydi...
İhtisaslar, ulûm-i dinîye ve
edebiyat konuları için “Sahn”, Hadis ilmi için “Dârü’1-Hadis” Temel bilimler
(Tıb, Cerrahi, Riyaziye, Hesab, Hendese, Müsellesat, Hey’et ve Tabiiyat) için
“Süleymaniye” medreselerinde yapılırdı.
(a) Fatih ve Kanunî Medreseleri
Fatih Sultan Mehmed ve Kanunî
Sultan Süleyman’nın muhteşem camileri ve muazzam külliyelerinde yer alan «sahn»
medreseleri, dârülkurra ve darülhadis’lerle İstanbul her dönemin «ilim belde»si
olmuştur.
Bu medreselerin her birinde
bir mescid, bir dershâne (dârülhadis) ve odalar bulunmaktaydı. Bunların her
biri 2 kişi kalmak üzere talebeler içindir. Muid’ler (asistanlar) için 2 adedi
ve hizmetliler için de diğer 2’si ayrılmıştır.
Fatih külliyyesinde câmi,
imâret, bimarhane, dârüşşifâ, 16 adet medrese, misafirhane, imârethâne, sıbyan
mektebi, hamam ve muvakkithâne vardı.
Süleymâniyye külliyyesinde
benzer biçimde câmi, türbeler, medreseler, dârüttıb, dârüşşifâ, bimarhane,
dârülhadis, dârülkurrâ, tabhane, hamam, çeşme ve imaretten oluşmuştur.
Bu medreselerin (özellikle
sekiz adet Sahn medresesinin) müderrisleri bütün ulemanın en seçkini olup halk
arasında da çok saygındılar.
Fatih Camii’nin iki
tarafındaki bulunan kârgir ve kurşunlu sekiz adet “Sahn-ı Seman” medreselerinde
hücre (yatıp kalkacak oda) sahibi olan talebeler aslında ilim sahibi olmuş
olmuş, çağdaş deyimiyle “ihtisas” yapmış kişilerdi. Nitekim bunların
kıdemlileri medreselerde “muid” olarak “müzakerecilik” ve idadiye düzeyinde
bulunan sekiz Tetimme medresesindeki talebeye de hocalık yaparlardı.
Daha sonra üç dereceli
Süleymaniye Medreseleri’nde 12 aşamalı öğrenim uygulanarak Osmanlı yüksek
öğretim için bir model oluşturuldu. Bu aşamalar şöyleydi:
Birinci derece “Haric
Medresesi” dir. Öğretim “İbtidâ-i Hâric” ve “Hareket-i Hâric” olarak iki
aşamalıdır.
İkinci derece “Dahil
Medresesi”dir. Bunun tedrisatı da “İbtida-i Dâhil” ve “Hareket-i Dâhil” olmak
üzere iki kademelidir.
Üçüncü derece “Sahn
Medresesi”dir.” Yüksek öğrenim düzeyindeki öğrenim yapan bu medresedeki
aşamalar “Musila, İptida-i Altmışlı, Hareket-i Altmışlı, Havâmis-i Süleymâniye
(beş medrese gurubudur), Medrese-i Tıb (Darüşşifâ) ve Dârülhadis”dir. [517]
Sahn ve Süleymaniye
medreselerinde ihtisas öğrenimi yapacak talebelerin “Sahn-ı Seman ve Fıkıh,
Kelâm , diğer şer’î ilimler, Arap filolojisi ve edebiyatı için “Musila-i Sahn”
medreseleri, Tababet (Tıp) ve tabiiyat (heyet, riyaziye) için de “Musila-i
Süleymaniye” medreselerine gitmesi gerekirdi.
(b) Darülkurra Medreseleri
Kur’an’ı usûl ve kaidelerine
uygun okuma ilmi olan “Kıraat” ve usulüne göre seslendirerek okuma ilmi olan
Tilavet’in önemi başlangıçtan beri bilinmekteydi. Nitekim ilk medreselerde
sürekli Kuran okunan mekanlar vardı. Osmanlılar, Anadolu Selçukluları’nın
medrese geleneğini daha da geliştirerek Kur’an’ın hatasız ve doğru okunuşunu
öğretmek, yaygınlaştırmak maksadıyla “darülkurra medreseleri”ni kurdular.
Darülkurra’ların asıl işlevi, “kurra hafızı”[518] denilen Kuran’ı
Hz. Muhammed ve sahabelerin okuyuşlarına uygun olduğunda sahabenin “icmâ”
(görüş birliği) ettiği “Kıraat-i aşere” (On okuyuş) bilen kişiler ve imamlar
yetiştirmekti.[519] Uygulama olarak Kur’an metinlerinin “tecvid” kurallarına göre
seslendirerek “bedi’î kıraat”i ve manasını kaçırmadan “mantıkî kıraat”i
öğretilirken, bir yandan da teorik dersler olarak Arap dili, Kureyş ve diğer
lehçelerin özellikleri, kıraat imamları, Kıraat-i Sab’a [520] ve Aşere’nin özellikleri, şâz ve bid’at olan kıraatler okutuldu.
Bu medreseler din ilmi
nazariyatı ve tatbikatı açısından çok önemli kurumlar olduklarından
vakfiyelerde darülkurralara ve talebelerine de paylar ayrılırdı.
(c) Darülhadis Medreseleri
Selçuklular Konya, Kayseri,
Sivas ve Erzurum’da darülhadis açmışlardı. Osmanlılar ilk darülhadisleri İznik,
Bursa ve Edirne’de, İstanbul’da ve daha sonra eyâlet merkezlerinde de çok
sayıda darülhadis açtılar.[521] Osmanlı medrese sisteminde en
yüksek düzeyde eğitim kurumu olan Darülhadis’lerde önce usûl, kavaid, ıstılahat,
sarf ve nahiv, lügat ve ahkam-ı diniye, bunlarda yeterlilik gösterenlere de
hadis usûlü ve yardımcı öbür hadis ilimleri okutuluyordu. Kur’anın tefsiri ile
Şeriat kurallarının açıklanmasında yanılmamak için, kavli, fiili ve takriri
hadislere dayalı bütün sünnetler darülhadislerde her zaman incelenip
araştırılmaktadır.
Darülhadis’ler gerekli
hazırlık derslerini de veren bağımsız medrese’ler[522] olabildiği gibi
külliyeler içinde yer alan ve hazırlık kısmını diğer medreselerde tamamlamış
icâzetli (lisans) talebeleri kabul eden bir medrese olarak da bulunabilir.
(d) Tıb Medreseleri
Osmanlılar’da hastahane
olarak hizmet eden kurumlar dârü’ş-şifâ, bimarhâne, dârü’t-tıb gibi isimlerle
anılmışlardır. Bunların en önemli iki özelliği vakıf kuruluşları olmaları ve
tıp eğitiminin hastahanelerde sağlık hizmetleriyle birlikte yapılması ve tabib
namzetlerinin temel zorunluluk olarak buralarda usta-çırak eğitimiyle
yetiştirilmesiydi.
Diğer taraftan tabibler için
özellikle bir tıb medresesi ve onun yanında da bir (dar-üş-şifa) bina olunurdu.
Nitekim Fatih, Edirne ve Süleymâniye dârüşşifâları diğer tıb medreseleri ile
birlikte tıb öğrenimi için kullanılmışlardır.
Haftada dört gün tıb öğrenimi
yapılmakta ve müderrislere 50, muid’lere 5 ve talebeye 2 akçe yevmiye
verilmektedir.
b. Hazırlık Sarayları
“Galata Sarayı”, Bayezid’de
Eski Saray, Sultanahmed’de İbrahim Paşa Sarayı, Küçükçekmece’de İskender Çelebi
Sarayı ve Edirne Sarayı gibi “Hazırlık Sarayları” olarak bilinen bu kuruluşlar,
devlet görevlerine memur yetiştiren Enderun Mektebi’ne eleman hazırlayan kamuya
kapalı devlete ait özel mekteplerdir. Bu kurumların öğrencilerine de “içoğlanı”
denilirdi. Önceleri Fatih Kanunnâmesi’ne göre yalnız devşirmelerden alınırken
sonraları müslüman çocukları da kabul edildiler. İçoğlanları daha mektepte iken
memuriyete başlıyorlar, iş, öğrenim ve stajı birlikte yürütüyorlardı.
Dolayısıyla kendilerine maaş bağlanır ve her türlü ihtiyaçları sağlanırdı.
Bu mekteplerde eğitim ve
öğrenimlerini bitirenlere “diploma verildi” anlamında “çıkma” denilirdi. Bunlar
“gılmân-ı Enderûn” veyâ “Enderun içoğlanları” adıyla ihtiyaca göre devlet adamı
veya sanatkâr olarak yetiştirilmek ve hem de bu sırada çeşitli hizmetlerde
kullanılmak üzere Enderûn Mektebine alınırlardı. Ancak bizzat Padişah
tarafından da seçilebilirlerdi.
c. Enderûn Mektebi
Çağdaş deyimlerle “kamu’ya
kapalı ve üst düzey yönetici yetiştirmek üzere Devletce seçilerek öğrenci
alınan resmî öğrenim kurumu”nun adıdır. Okulun başlıca özelliği bütün bu
derslerin Türkçe okutulması idi.[523] İsminden de anlaşılacağı gibi
Saray’ın içinde bulunan bir kuruluştur.
Dikkat edilirse devlet
idaresine memur olan “Kalemiye”, “Seyfiye” ve “İlmiye” sınıfı görevlileri
“Birun” (yani dış kısım) olarak isimlendirilmiştir. Dolayısıyla Osmanlı Saray
teşkilâtına a’lem (simge) olarak kullanılan Enderun, terminolojide “Osmanlı
devletinin içyüzü” gibi bir kavramı belirler.[524]
Enderun, öğrencilerini
öğrenim ve eğitim ayırımı yapılmadan yetiştiren okuldur. Öğrenciler eğitimleri
sırasında da belirli düzeylerde uygulama sorumluluğu üslenirler. Burada hizmet
eden içoğlanlarına “Enderun ağaları” (veya Gılmânân-ı Enderun yahut Yeni Saray
İçoğlanları), kısaca “Enderunlular” denilirdi.
Enderun’dan 56 adet Sadrazam
çıkmıştır. İleride görüleceği gibi, Bîrun ümerası içinde de Enderun’dan
gelenler olduğuna göre bu rakkamı arttırmak mümkündür. Diğer taraftan Enderun
Mektebi’nden yalnız idareci ve asker değil, bir çok tanınmış âlim, hattat,
nakkaş, musikişinas ve sanatkâr yetişmiştir. Çocukluk yıllarından başlayıp uzun
yıllar boyunca süren beraberlikleri ve çok sıkı ortak bir eğitimden geçmeleri
nedeniyle Enderunlular meslek hayatlarında birbirlerini çok tutmuşlar ve
kayırmışlardı.
Enderun Mektebi’nin eğitim
aşamaları “Oda” terfih etmek sistemine göre yapılmaktadır. Oda diye
adlandırılan yetiştirme gurupları önem derecesine göre “1- Büyük ve Küçük
Odalar, 2- Doğancı Koğuşu, 3- Seferli Odası, 4-Kiler Odası, 5- Hazine Odası, 6-
Has Oda” olarak sıralanırlar. [525] Bununla beraber bu 6 aşamayı
tamamlamak şart olmadığı gibi, öğrenciler kabiliyetlerine ve başarılarına göre
ara aşamalarda iken aslî görevlere atanmışlardır. Bununla beraber terfih edilen
her aşama hiç kuşkusuz bir başarı ölçüsü olmaktadır.
(1) Büyük ve Küçük Oda’lar
Bu iki “Oda” eski kayıtlarda
“Hâne-i Kebir” ve “Hâne-i Sagir” olarak da geçer. On altıncı asır sonlarında bu
iki odanın efradı, en yaşlıları ancak büluğa ermiş, takriben onbeş yaşında olan
delikanlılardır. Bunlar, iliksiz ve yürümeğe mâni olmaması için eteğinin ön iki
parçası bellerine sarılı kuşağa sokulan dolama giydikleri için kendilerine
“dolamalı” da denilirdi.[526]
Önceleri Enderun odaları
talebeleri, devşirme usulü ile toplanan çocuklar arasından Yeniçeri ağası’nın
hazırladığı deftere göre Yeniçeri Ocağı ve Acemi Oğlanları kışlalarından
ayrılırlardı.[527]
Büyük ve Küçük Odalar’da
çeşitli hocalardan ders görerek başlanır, Kur’an, ilmihal, tecvid, Arapça,
Farsça, cildcilik, tezhib, oymacılık, kıraat, meşk, musikî ve minyatür
öğretilir,[528] güreş, atlama, koşu, meç, ok atma, tokmak (gürz) talimleri yaptırılırdı.[529]
Sonra sırasıyla Doğancı
Koğuşu’na ve Seferli Koğuşu’na geçirilirlerdi. Buraya geçemeyenler Süvari
Ocakları’nın Sipah ve Silahdar bölüklerine çıkarılırlardı.
Saray kethüdâsı, Büyük
Oda’nın ve Seferli Koğuşu’nun müşterek zâbitidir. Ancak odanın ileri gelen
talebelerine odabaşı, imam, külhancıbaşı gibi görevler verilmiştir.
Küçük Oda’da oda kethüdası
ismiyle anılan bir zabitten sonra talabeler arasından seçilmiş odabaşı ve
simitçibaşı gelir. Büyük ve Küçük Odalarda halife denilen 12 kalfa vardır.
Bunlar dışardan gelen hocalardan ders öğrenirler ve acemi oğlanlarından beşer,
onar kişiyi okuturlar.
Büyük Odanın terfi ve nakil
işlerine Saray ağası bakar. Teklifler Kapı ağasına verilerek Padişaha arz
edilir. Padişah arizanın üzerine kendi el yazısıyla yazıp geri gönderdikten
sonra işleme konur. Büyük ve Küçük odadan terfi edenler artık dolama’dan
çıkarak kaftan giyerlerdi. Büyük ve Küçük Odalar içoğlanlarının herbirinin
yılda birer kat elbiselik ve ikişer yüz akçe düğme akçeleri vardır. Büyük ve
Küçük oda sonuna kadar devam etmemiştir.[530]
(2) Doğancı Koğuşu
Hâne-i Bazban olarak da
bilinir. Nüfusu 40 kişiden ibaretti. Bunlar “kaftanlı” olarak bilinen
Enderunlu’ların beşinci kısmıdır. Ağalarına “Doğancıbaşı” denilir.
Doğancıbaşı’lara Has Odaya geçmek gibi çok önemli terfi hakkı da verilmiştir.
İlke olarak doğancı, şahinci,
çakırcıbaşılar Padişahın av hizmetinde bulunurlar, avlayıcı hayvanları terbiye
ederlerdi. Av plân ve tertibatını “doğancıbaşı” hazırlardı. Kanun, nizam ve
adetleri diğer odalar gibidir. Doğancıbaşının Saraydan çıkması diğer arz
ağaları gibi olurdu.
(3) Seferli Koğuşu
Sultan IV. Murad tarafından
kurulmuştur. Bu odanın 100’den fazla ahalisi vardır. Bu son iki oda oğlanları
“zabit” sınıfından sayılırlar. Başlarında “Saray kethüdası” ile 12 kıdemli
zâbit bulunurdu.
İlke olarak Padişah’ın
çamaşırlarına, elbiselerine, sarığı, kavuğu, seccadesine bakmak hizmeti bunlara
ait idi. Sarayın melbusat ve mefruşatını korumak, gözlemek de yine bu oda halkı
ile ağalarına aittir.Seferli koğuşundan musikişinaslar, hanendeler,
kemankeşler, pehlivanlar ve (bu günkü terimlerle “spor hekimliği ve masörlük”
anlamında olmak üzere) berberler, hamamcılar ve tellâkler de yetiştirilmiştir.
Seferli koğuşundan çıkmış şair,
musikişinas bir hayli kişi vardır.[531] Nitekim zabitler arasında
“sâzendebaşı”nın bulunması da bunu kanıtlıyor.
Diğer taraftan dilsiz ve
cüceler de bu koğuşta bulunmaktaydı. Diğer odalarda da bulunan dilsizlerin
merkezi de yine Seferli Koğuşu’dur. Zira diğer odalarda da “Kiler-i Hassa baş
dilsizi, Kiler-i Hassa dilsiz eskisi, Hazine-i Hümayun dilsiz eskisi, Has Oda
bî-zebânı[532] , Harem-i Hümâyun bî-zebânı” gibi dilsizler vardı. Fakat Seferli koğuşunda
bulunan “bî-zebânbaşı” dilsizlerin en büyüğü idi.[533]
Ne var ki dilsizler (ve
cüceler) Enderunda ne kadar eski olursa olsunlar, koğuş zabiti olamazlar ve Has
Odaya geçemezlerdi. Yalnız eskilik itibariyle baş dilsizliğe yükselirlerdi.
Ancak başdilsizlerde Has Odalık rütbesi vardı. Başdilsiz isterse Has
Odalık’lara ait tayinle emekli olur, istemezse ömrü olduğu kadar
“başdilsizlik”te kalırdı. Cüceler ise çıkma zamanı Enderun ağaları gibi
yirmişer akçe ile çıkarlardı.[534]
Bu koğuşta dilsizlere yer
verilmesi Fatih Sultan Mehmed zamanındadır. Bî-zeban denilen bu dilsizlerın
kulakları da işitmediği için, verilen işareti hemen anlayacak kadar zekâya
malik bulunmaları şart koşulmuştur. Sadrazam’ın huzurda bulunduğu zaman veya
dışarıya sızması caiz görülmeyen müzâkereler sırasında görülecek oda
hizmetlerini yaparlardı.
Bu dilsizler hükümdar yemek
yerken, Harem-i Hümayun’da çeşitli eğlenceler ve bilhassa mukallitlik gibi
şeylerle hükümdarı güldürürlerdi.[535] Padişah gezmek için herhangi bir
Saraya gittiğinde, bazan bunları da beraberinde götürürdü.
Cücelerin hizmet ve
meslekleri de dilsizlere yakın olup, onlar da dilsizler gibi Rikâb-ı Hümayun
günlerinde huzura giremezlerdi.
Cüceler okur yazarı hâfız-ı
kütüplük ve daha bilgilileri pars kethüdası (temizlik) gibi hizmetlerde
kullanılır ancak Has Odaya giremezlerdi. Davranışlarındaki bazı
tuhaflıklarından, taklit kabiliyeti gibi eğlendirici özelliklerinden ötürü
cücelere de müsâhiblik gibi hizmetler verilirdi. Hatta Padişah istediği zaman
cüceler Harem-i Hümâyun’a bile girebilirlerdi. Padişah Harem’e cücelerle haber
gönderirdi. Cüceler Enderun içinde Seferli başcücesi, Kiler-i Hassa cüceleri ve
Harem cüceleri olarak ayrılırlar.
Bununla beraber dilsiz ve
cüceler arasında devlet işlerine karışmak gibi hareketleri görülenler hemerı
uygun bir ulûfe ile Saray’dan çıkarılır ve hatta kabahati büyük olursa başka
memleketlere sürgün edilirlerdi.[536]
Koçibey de “Risâle”sinde cüce
ve dilsizlere “rikkat” gösterir.[537]
(4) Kilerli Koğuşu
Kilerli Koğuşu’nun mevcudu 30
kişi kadar ise de, Sarayın mutfak maiyeti 70 ile 100 kişi arasındadır. Bunların
vazifeleri Padişahın yiyeceklerini temin etmek ve Hünkâr Saray’dan çıktığı
zaman kendisiyle beraber gitmektir.
Bununla beraber görevi
Padişahın yemeğini önüne koymak olan Kiler Odası âmirinin “‘Huzura girebilmek”
gibi önemli bir özelliği vardır. Kiler Odası’ndan terfi edenler Hazine Odası’na
geçerlerdi. [538]
Saray hizmetleri
sınıflandırmasında Kiler Koğuşu Seferli Odasından bir derece yukarıda yer
almakta idi.
Seferli koğuşundan Kiler
Odası’ (veya Koğuşu)na terfi edenler için üç imkân vardır: Odanın en kıdemli
oğlanı Has Oda’ya, Hazine Koğuşu’na alınırlar veyâ benzer durumdaki
“Seferliler”e yapıldığı gibi Süvari Ocakları’nın Sipah ve Silahdar bölüklerine
çıkarlardı.
Mutfak ahalisi
kilercibaşı’nın altında ve Kiler kethüdası’nın idaresinde idiler. Kethüda’nın
yardımcısı pişkirbaşı idi ve Padişah’a mahsus ekmek, su gibi maddelerden
sorumlu idi.
Padişah Has odada[539] yemek yediği zaman kilerli gılmanlar kilercibaşıya sahan götürürlerdi.
Çünkü kilerli ağaların en önemli görevi Hünkârın sofrasında hizmet etmek ve
yemek işleri ile uğraşmaktır.
Başkullukçuluk kilercibaşının
nezareti altında savaşta ve barışta Padişah için yemek, şerbetler ve gerektiği
zaman ilaçların hazırlanması hizmeti verilmişti. Şerbet ve yemekler
hazırlanırken abdestli bulunmak nizamı da konulmuştu.
Kilercibaşı tamamı 12 Ocak ve
1350 nefer olan ahçılara, helvacılara, kilercilere ekmekçilere, yoğurtçulara,
tavukçulara , mumculara, buzculara nezaret eder.[540]
Fatih Sultan Mehmed
tarafından ihdas edilen Kiler-i Âmire’de diğer odalarda olduğu gibi kanun
gereği 8-9 tane dilsiz ve cüce ağaları bulunurdu.
(5) Hazine Odası
“Hazine” koğuşu Fatih Sultan
Mehmed zamanında ihdâs edilmiştir. [541] “Kilerli” koğuşundan bir derece
yüksek, “Hasoda”dan ise bir derece aşağı idi. Buradakiler 60 - 70 kişi
kadardır.[542] Hazinedarbaşı denilen akağanın idaresi altındaydı. Teşrifat
sıralamasında hazinedar’dan sonra hazinedar kethüdası ve hazinedarbaşı gelirdi.[543]
Padişah Hazinesi’ne bakan
Hazinedarbaşı’ların Saray’da büyük mevki ve itibarları vardır. Örneğin
Padişahın sarığını ve seccadesini hazinedarbaşı muhafaza ederdi. Hazinedarbaşı,
cuma günleri Padişahtan önce câmiye başında mücevveze ile gider, Padişahın seccadesini
sererdi.[544]
Saray’ın tefrişi, ahalisinin
giyimleri, ehl-i hiref ve diğer çalışanların ücretlerini ödemek gibi işler
hazinedarbaşı’ya ait görevlerdir.
Hazinedarbaşı seferde ve
sulhte Padişah’ın yanından ayrılmaz. On altıncı yüzyıl sonlarında yevmiyesi 60
akçe’dir. On altıncı asır sonu ile On yedinci asır başlarında terfi edenler
akağalardan olmalarından ötürü “Babüssaade ağası” olurlardı.[545]
Hazinedarbaşıların maiyetinde
“başefendi” denilen ve Mabeyin başkâtibi mevki’inde bulunan “başyazıcı” ile
tülbent ve kaftan ağaları, başkullukçu denilen evrak memurları bulunurdu.
Hazine Başyazıcılığı Fatih
Sultan Mehmed tarafından kurulmuştur. Hazine-i Hümayun’da bulunan bütün değerli
eşyayı deftere kaydetmek ve hükümdarın emri ile çıkacak eşyanın defterdeki
kaydına ne suretle çıktığını işâret ederek kaydını kapamak hizmeti verilmişti.[546] Hazine’ye giren eşyanın cins ve miktarını yazmak, vârissiz ölen
ağaların ve cariyelerin bıraktıkları mallar ve paralar hakkında icâbeden
muameleleri yapmaktır. Zamanla işe yaramaz hâle gelen Hazine eşyasından kanun
icâbı satılması gerekenlerin bir defterini hazırlayıp silahdar ağa’ya vermek de
başyazıcının hizmetlerindendir.
Hazine Odası gılmanları
doğrudarı doğruya Hazine-i Hümayun’un görevlileridir. Hazineye giren ve çıkan
eşyanın temiz tutulmasından ve Hazine’ye yabancı bir kimsenin girmesinden
mes’ul idiler. Padişaha ait elbiselerin, kürklerin ve Hazine’de mevcut değerli
eşyanın temizlenmesi ve korunması bunlara aittir. Hazine Odası gılmanlarının
eskileri yeni gelen arkadaşlarına Padişah elbiseleri ile Hazine eşyasının bakım
usullerini öğretirlerdi.
Miftah gulamı (ya da anahtar
ağası) da kapıağaları maiyetinin ileri gelenlerindendir. Hazinedar başı emrinde
çalışır. Hazine-i Hümayun’un kilidini açıp kapamak gibi çok önemli bir iş
bunlara verilmiştir.
Hazine Odasındaki iç
oğlanlarının kıdemlilerine Hazine-i Hümâyun eskileri denirdi. Bunların kendi
aralarında en kıdemlileri de “güğümbaşı” ve “kürkçübaşı” idi. Güğümbaşı ve
kürkçübaşı da dahil olmak üzere, oda eskilerinden Padişahların özel
hizmetlerinde bulunan on ikisine “Bıçaklı Eskiler” denilirdi. Bunlar odalarının
korunmasıyla görevli koğuşlarında imtiyazlı ve serbest ağalar idiler.[547] Bunlar Padişah huzuruna veyahut koğuş zabitlerinin yanına gidilmek
mecburiyeti olmadıkça “Soyunuk Eskiler” denilen kıdemli içoğlanları gibi, resmî
elbiselerini giymek zorunda değillerdi.
Güğümbaşı terfi ederse Has
Odaya geçer, dışarı çıkarsa “müteferrika” olurdu.
(6) Has Oda
Osmanlı devletindeki eğitim
ve öğretimin en yüksek seviyesini teşkil eder. Has Oda eğitimi teoriden çok
uygulamaya dayalıdır.
Yavuz Sultan Selim (Mukaddes
Emanetleri) İstanbul’a getirip Has Oda teşkilâtını tam bir nizamla kurduktan
sonra Enderun Mektebi tarih içindeki aslî biçimini ve görevini almış oldu.
Has Odabaşı ve “Arz
Ağaları”nın Padişah’ın yakın çevresini oluşturmaları, başka bir deyişle
kendisiyle görüşme imkân ve hatta yetkisine sahip olmaları Osmanlı devlet
teşkilâtı içinde çok önemli bir ayrıcalıktır. Aslında bu ayrıcalık, Enderun
Mektebi’ndeki Oda teşkilâtının yapısından kaynaklanmaktadır. Has Oda’ya kadar
terfih edebilmek ancak güven, sadakat, dikkat, titizlik, beceri, yetenek gibi
devlet yönetimi açısından çok değerli ve önemli kişisel özelliklerin varlığı
ile mümkündür. Dolayısıyla her biri Padişah’ın yarı sembolik anlamda kişisel
bir hizmetini görev olarak üslenmiş bu insanlar, aslında devletin üst düzey
yönetici namzedidirler.
Bunlar arasında özellikle
hasodabaşı, On sekizinci yüzyılın başlarına kadar Padişaha arzetme yetkisine
sahip olmuştur. Dolayısıyla “Arz ağaları” olarak tanınan “silahdar, çuhadar
ağa, rikâbdar ağa, tülbend gulâmı, miftah gulâmı” hariç, Has Oda fertlerini
re’sen cezalandırmakta, gerekirse Padişaha arz etmektedir.[548]
Hasodabaşı merasimlerde
Padişahın elbisesini giydirmek ve çıkartmakla görevlidir. Padişah nerede ise
hasodabaşı oradadır.
d. Huzur ve Tefsir Dersleri
Padişahları (Yavuz Sultan
Selim sonrasında) Halife-i Müslimîn olduklarından ahkâm-ı dinîye ve fıkhiyye
hususunda iyice bilgili olmaları gerektiği açıktır. Bu bağlamda günümüz
terminolojisiyle söylenirse Huzur ve Tefsir dersleri bir tür “meslek içi
eğitim” olmaktadır.
Osmanlı Sarayı’nda “Tefsir”
derslerini Osman Gazi devrine kadar geri götürmek mümkündür. Ancak ilk kez On
sekizinci yüzyıl ortalarında Osmanlı devlet teşkilatına dahil edilmiş olan
Huzur Dersleri’nin usûl ve nizamları farklıdır.[549]
Tefsir öğrenimi Saray’da
öteden beri vardır. Yapılacağı zaman önceden belirli olmadığından, Ramazan’da
veya diğer aylar içinde, Padişah’ın istediği gün ve vakitlerde (örneğin bazan
seher vaktinde) Saray uleması tarafından Padişah huzurunda tefsir dersleri
verilirdi. Halbuki Huzur Dersleri yalnız Ramazan ayında yapılır. Ayetler
Padişah huzurunda münazaralı olarak takrir ve tefsir olunurdu. Münazara gereği
muhataplar anlatana sualler soracaklarından, mahcub olmamak için mütehassıslar
çok hazırlıklı gelirlerdi. Oysa Tefsir Dersleri’nde hocanın takriri
kesilemezdi.
Huzur Dersleri devlet
teşkilâtı içine alınmış olduklarından belirli bir resmiyetleri vardır. Belirli
mahallerde ve belirli törenle yapılır. Halbuki tefsir dersleri Padişahın isteği
üzerine herhangi bir zamanda, Saray dairelerinin herhangi birinde, hatta
bahçede bile yapılabilirdi.
Huzur Dersleri’nin Ramazan
ayında en az sekiz kere tekrarlanması gerekirdi. Oysa Tefsir derslerinin bazan
daha az, hatta hiç yapılmadığı da olmuştur. Huzur Dersleri “tertib üzre” yâni
Fâtiha suresinden sonra sırayla devam ederdi. Diğerinde ise sıra yoktur.
Huzur derslerinde münazara
meclisi azaları ancak şeyhülislam’dan izin alarak İstanbul dışına
çıkabilirlerdi. Dersler öğle ile ikindi arasında takrir olunurdu. Mukarrir
(takrir eden) Padişahın sağ tarafında oturur, muhatablar (münazarada görevli
ulema) onun yanından başlıyarak yarım daire teşkil ederlerdi. Mukarrir ve
muhatablar için on altı rahle, Padişah ile diğer erkânın ve (dersler aleni
olduğu için) dinleyicilerin (erkek ve kadınların) oturmaları için yeterince
şilteler konulurdu.
Derslere esas alınan metin
Kâdı Beyzâvî Tefsiri’dir. Bir, iki saat süren takrir (açıklama) bittikten sonra
muhatablar en kıdemliden başlayarak Padişah “kâfi” deyinceye kadar mukarrire
sorular yöneltirlerdi. Ders bitince mukarrir kısa bir dua yapardı.
Huzur Dersleri resmî bir
kurum olduğundan, tutulan kayıtlar Şer’î hukuk ictihadları olarak günümüzdeki
Yargıtay kararları öneminde sayılabilir.
e. İcâzetnâmeler
“ İcâzet” kısa anlamıyla
yetki, izin , lisans demektir. Ancak kelimenin Osmanlı dinî, hukûkî, idarî ve
kültürel terminolojisindeki kullanılışları farklıdır.
Örneğin Fıkıh açısından “izin
veya ruhsat vermek” anlamındadır. Bu iş bir eylemle yapılırsa “ icâzet-i
fiiliyye”, sözle yapılırsa “ icâzet-i kavliyye” ve önce izin yokken sonradan
verilirse “ icâzet-i lâhika” denilirdi. Kavlî ya da fiilî bir icâzet’in yazılı
kanıtı icâzetnâme’dir.
İdarî terminolojide “
icâzet-i küllî” Osmanlı kumandan ve sefirlerine silah bırakışması, antlaşma
yapmak gibi önemli işlerde merkezden izin almaksızın gereğini yapabilmek
hususunda verilen otonomi anlamında kullanılmaktadır.
Hadis Usulü’nde de,
hadislerin rivâyet ediliş yollarından biridir. Hadis (veya hadis kitabının)
rivâyet edilmesine izin verilmesi anlamına gelir. Böylece râvi silsilesi takib
edilerek ilk rivâyeti yapana kadar ulaşılabilir.
Hadis ilmi ve İslam Hukuku
dışında kullanılan “icâzetnâme” deyimi, günümüzdeki “şehadetnâme, diploma,
ruhsatnâme, yeterlik belgesi”ne benzer anlamdadır. Örneğin bir tarikat şeyhinin
“irşâd” mertebesine vâsıl olanlara merâsimle “tac” veyâ “hırka” giydirmesi
fiilî bir icazettir. Bunun kanıtı da olarak verdiği mühürlü “hilâfetnâme”ye
“icâzetnâme” de denilmektedir.
Medresede yıl ya da ders
değil, “kitap bitirme” yöntemi uygulandığından, yapılan müzakerelerde
yeterliliği görülen “talebe-i ulûm”a hocaları tarafından “ icâzetnâme”
verilirdi. Dolayısıyla bir tür sertifika usûlü gibi, “tekmil-i nüsah” ettikçe
her birinden ayrı ayrı icâzetnâme alırlardı.
Diğer taraftan Feraiz, Hadis,
Kıraat (Kuran-ı Kerim’in değişik lehçelere göre okunuşu) gibi ilimler hakkında
müstakil icâzetler de bulunmakla beraber, Buharî, Müslim gibi kaynak hadis
kitapları ya da edebiyat ve diğer ilimlere ait müzakere edilmiş önemli eserler
hakkında da icâzetler bulunmaktadır.
Dolayısıyla “İcâzetnâme”ler
(günümüz diplomaları gibi) bir disiplinde, öğrenim süresi boyunca öğretilen
bütün ilim ve fenleri kapsamaz. Buna mukabil medrese icâzetnâmelerinde silsile
geleneği vardır. Her hocanın verdiği icâzetnâmeye başlangıçtan itibaren o dersi
kimler okutmuşsa teberrüken isimleri yazılır.[550] Dolayısıyla bazı
icâzetler talebenin gördüğü bütün dersleri, kendisine okutulmuş bütün kitapları
ve hocalarını kapsayacak biçimde uzun tutulmuştur. Hatta icâzeti veren
müderrisin bizzat kendisinin okuduğu kitaplar ve hocalarının adlarına,
şöhretlerine ve bazan da onların okuduğu kitaplara da yer verilen çok daha uzun
tutulmuş olanlar vardır.
İcâzetnâmeler öğretilen ilmin
kimden alındığını ve bazan Hz. Peygambere (hatta Hz. Cebrâil ve dolayısıyla
Allah’a) kadar uzanan nakil zinciri bildirilmektedir. Böylece başlangıç
kaynağından itibaren geliş yolu ve alınış şekli de belirtildiğinden icâzet
verilen kişinin, günümüzdeki bilimsel pâyeler gibi, ilmi seviyesi tayin edilmiş
olmaktadır.
Hattat İcâzetnâmeleri
Hattat icâzetnâmelerinde de
“usta-tilmiz” ilişkilerinin bir hattatlar silsilesi izlenerek başlangıca kadar
götürülmesi geleneksel olup “an’ane” tâbir edilirdi. Bu nedenle klasik
icâzetnâmeler kenarlarına çerçeve çekilmiş, başlangıcına tezhib yapılmış, 6-18
yaprak aharlı kağıda yazılmış küçük bir kitapçık biçiminde olurdu.
Hattat icâzetnâmeleri daha
sonraları kısaltılmış, “diploma” biçiminde tek bir yapraktan ibaret kalmış,
ancak çerçevelerinin ve yazısız bırakılmış kısımlarının tezhib ve süslemelerine
ziyâdesiyle önem verilmiştir. Genellikle öğrencinin yazdığı bir âyet ve o
âyetle alakalı bir ya da iki hadisin altında, hocasının elinden (hatt-ı
dest’inden) çıkmış dualara ve icazetin tasdikine ayrılmış iki veya üç küçük
bölümden oluşan belirli bir form almışlardır.
Bununla beraber “Hilye-i
Şerife” biçiminde ya da yalnızca iki satır sülüs ve nesih yazısı ve hocanın
tasdikinden ibaret olan icâzetnâmeler de vardır.
Bir hattat yazı yazmak ve
imzasından önce “ketebehu” (bu yazıyı falanca yazdı) ibâresini koymak hakkını
ancak bu “ İcâzetnâme” kendisine verildikten sonra alırdı. İcâzetnâmeler
genellikle bir camide yapılan “ İcâzet Cemiyeti” denilen toplantıda verilirdi.[551]
B. ULAŞIM ve HABERLEŞME
Osmanlı ülkesinde ulaşım kara
yollarında binek hayvanları, araba ve kervanlarla, , nehirlerde kelek’ler ve su
çekimi az olan taşıtlarla, denizlerde ise kürekli ve yelkenli gemilerle
yapılmaktadır. Devlet ulaşımın güvenli biçimde sağlanması için aşılması zor
geçitlerde, dağ yollarında “Derbent teşkilâtı” gibi bazı önlemler almıştır.
Ayrıca ana yollarda da bazı şartlarla binek hayvanlarının değiştirilmesini,
bazı ihtiyaçların temin edilmesini mümkün kılan menzil teşkilatı vardır. Diğer
taraftan kervan yolları üzerinde en fazla bir günlük yol mesafelerde yer alan
kervansaray denilen güvenlikli konaklama tesisleri bulunmaktadır.
Denizlerde ticaret
gemilerinin korsanlara ve deniz haydutlarına karşı emniyeti de Donanmâ-yi
Hümâyun tarafından sağlanmaktadır.
1. DENİZ ve NEHİR YOLLARI
Deniz ulaşımında Osmanlı
ticaret gemileri yazın Karadeniz limanlarına, kışın Suriye ve Mısır taraflarına
giderlerdi. Batı Akdeniz’e kadar gidenleri de vardı.
Deniz yoluyla nakliyat bir
defada götürülecek insan ve eşya miktarı açısından çok avantajlı olduğundan,
kervanlar taşıdıkları malları Trabzon, Sinop, Selânik, İzmit, Edremit, Bandırma
gibi mümkün olan ilk limanda deniz yoluyla veya Tuna, Meriç, Dicle nehir
yollarıyla devam edilmek üzere boşaltırlardı.
Osmanlı denizcileri
Karadeniz’de tahıl ve kereste nakliyatı, Akdeniz’de ise Anadolu, Ege adaları ve
Mısır arasında deniz ticareti yapıyorlardı. Savaş sırasında örneğin
Karadeniz’de Trabzon, İran’da savaşan ordulara Tuna buğdayının veya
Macaristan’da savaşan ordulara Kiğı demirinin ve top mühimmatının gönderilmesini
sağlıyan limandı.
Rumeli’de Tuna, İrak’ta Fırat
ve Dicle üzerinde kısıtlı nehir ulaşımı vardı.
Fırat üzerinde Birecik Basra
arasında altları düz özel nehir gemileri ve şişme tulum kelekler ile
gidiş-geliş taşımacılık yapılıyordu. Uzak Doğu’dan ve Hindistan’dan Hind-Basra
denizyolu ile gelen gemiler Dicle ve Fırat’ın birleşip Şattu’1-Arab adını alan
kısmı üzerinde Basra’ya kadar ilerleyebiliyorlardı.
On altıncı Yüzyıl’ın ikinci
yarısında Hindistan ve Uzakdoğu’dan gelen denizyolunu Akdeniz’e ulaştıran bu
nehir yolu, daha sonra Süveyş Kanalı’nın yapacağı gibi mesafeyi kısalttığından
ötürü, çok kullanılmaktadır. Gerek Osmanlı ve gerekse yabancı tacirler de daha
çok akış yönünde olmak üzere Batı’dan gelen mallar Basra’ya, Doğu’dan gelenleri
de İskenderun ve Trablus limanlarına götürüyorlardı.
Ancak Donanmâ-yi Hümâyun’un
hemen her zaman güçlü olmasına karşılık Osmanlı sivil denizciliği yeterince
gelişememiştir.
2.
KARA YOLLARI
Kara yolları araba için her
zaman müsait değildir. Dolayısıyla ulaşımda, kağnı arabaları ve kızaklar
dışında, genellikle at, katır, deve ve eşek kullanılmaktadır.
a. Askerî Yollar
Askerî yollar, İstanbul
merkez olarak önce Rumeli ve Anadolu ciheti olmak üzere iki bölgeye ayrılır.
Sonra her iki bölge de “Sağ”, “Orta” ve “Sol” kollara ayrılır. İaşe ve ulak
menzilleri bu altı ana yol üzerinde kurulmuştur. Bu yollar üzerinde gerek sulh
zamanında ulaklar ve gerekse sefer durumunda Ordu için iaşe merkezleri
sıralanmıştı.
İstanbul merkez olmak üzere
bu ana yollar:
Rumeli Ciheti’nde:
1- Sağ kol: İstanbul - Vize -
Aydos - İsmail istikameti,
2- Orta kol: İstanbul -Filibe
- Sofya- Belgrad istikameti,
3- Sol kol: İstanbul -
Selânik istikameti;
Anadolu Ciheti’nde:
1- Sağ kol: İstanbul - Yalova
- Bursa - İzmir istikameti
2- Orta kol: İstanbul -
Eskişehir - Konya – Adana istikameti,
3- Sol kol: İstanbul - İzmit-
Bolu- Tosya -Merzifon- Sivas- Malatya - Diyarbakır istikametinde idiler.
Anayollar üzerindeki
menzillere ikmal maddesi verecek tâli merkezler ise birbirlerinden ancak 4-7
saat (yürüyüş) mesafesinde ayrılmışlardır.[552] Böylece hem
ulaşım ve hem de ikmal açısından sağlam bir şebeke kurulmuş oluyordu.
b. Kervan Yolları
Coğrafî oluşum açısından Asya
ile Avrupa arasında doğal bir köprü gibi duran Anadolu’nun topografik yapısı ulaşımı
güçleştirici karakterdedir. Orta kısımdaki stepler Doğu’ya doğru yükselirken,
iç kısımların deniz ile ilişkileri de yüksek dağ silsileleriyle kesilmiştir.
Dolayısıyla Orta Avrupa ile Balkan Yarımadası üzerinden İstanbul’a kadar gelen
yollarla yapılan ticaret buradan öteye İskenderun’a veya Doğu Anadolu’nun
Karadeniz kıyılarındaki limanlarla daha çok deniz yoluyla devam etmektedir.
Bununla beraber Ege kıyıları
Orta Anadolu’nun içlerine kadar uzanan kıyıya dik dağ silsileleri arasında
kalan vadilerle ulaşıma uygun bir topografyaya sahiptirler. İlk çağlardan beri
bu kısımda liman şehirleri bulunmaktadır. Ege kıyılarını Güney Asya’ya bağlayan
İran Hükümdar Yolu (Royal Persian Road) da buradaki eski Sardes şehrinde son
bulmaktaydı. Kavimlerin Göçü’nden sonra Akdeniz ülkelerinin kültürel etkinliği
Orta Avrupaya geçince Hükümdar yolunun da güzergâhı Doğu Roma’nın başkenti olan
İstanbul’a bağlanmıştır.
Diğer taraftan zaman içinde
değişen ticaret merkezlerine göre kervanların da en kısa ve en uygun yol
güzergahları birlikte değişmiştir. Bunların üzerindeki yeni yerleşim merkezleri
oluşmuştur.[553]
Osmanlılar döneminde
İstanbul’un Anadolu ile ilişkisini sağlayan başlıca ticarî yollar şunlardı:
1. Kuzey Kervan Yolu:
İstanbul -Bolu- Tokat- Erzurum- İran yoludur. Yer yer askeri yol ile birleşir.
Sivas-Diyarbakır- Irak kolu vardır.
2. Ankara Yolu: Sapanca -
Beypazarı- Ankara- Kayseri güzergâhıdır.
3. Merkezi Yol: Bu yol Şam
üzerinden Mekke ve Medine’ye de götürdüğünden Hac yolu olarak hayır sahiplerinin
ilgisi üzerinden eksik olmamıştır.
4. Bursa- İzmir ve Bursa-
Çanakkale Yolları [554]
3.
ÖRGÜTLENME
Uzun mesafe kervan
ticaretinde kara yollarının emniyetini sağlamak ve konaklama imkânları
nitelikleri ancak devlet tarafından sağlanabilecek büyük bir örgütlenmeyi
gerektirmektedir. Osmanlı Devleti’nde yolların, köprülerin, kervanların tamiri
Mimâran-ı Hassa Ocağı nezaretinde Köprücülük, Kaldırımcılık örgütleriyle,
güvenlik ise derbent teşkilatı, yollar üzerinde sıralanan kervansaraylar ve
vakıf hanlarıyla sağlanırdı.
Diğer taraftan haberleşme
örgütünün başarısı da, yasal yaptırımlara dayanan bir takım düzenlemeler ve
yolların işlerliği yakından ilgilidir.
Kara yolları üzerinde
arazinin topografyasına göre 3 ilâ 18 saat aralıklarla değişen menzilhâneler
kurulmuştur. Bunların üzerinde menzilhanelerden ayrı olarak, her biri bir kale
niteliğinde yapılmış sivil konaklama tesisleri olan kervansaraylar ve hanlar
bulunur. Ayrıca dağ başları, tehlikeli geçitler gibi ulaşılması zor, ıssız
noktalarda yol emniyetini sağlayan bir de derbent teşkilatı vardır.
a. Menzilhâne Teşkilatı
Menzil kelimesi askerî,
idarî, malî terim olarak konak manasına gelir. İlk hareket noktasından itibaren
bir günlük yürüyüşten sonra varılan ve ihtiyaçların giderileceği yer demektir.[555] Menzil’ler esas itibariyle Ordu-yi Hümâyûn’un sefer sırasındaki ulaşım
gereklilikleri sağlamak için kurulmuşlardır. İlk hareket noktasından itibaren
bir günlük yürüyüşten sonra ordunun iaşesi için belirli miktardaki zahirenin
temini edilerek belli bir yerde hazır bulundurulduğu, ihtiyaçların giderileceği
yerlerdir. Dolayısıyla varış noktasına kadar birçok menzillerden geçilecektir.
Bir yandan Avrupa ile, diğer
yandan komşu İslâm ülkeleri ile devam eden sürtüşmeler, bazen iç isyanlar
ordunun seferde iken kullanacağı güzergâhların tesbitini gerektirmişti. Diğer
taraftan anayollar üzerindeki “menzil”lere ikinci derecede merkezler bağlanmış
ve seferler sırasında askerin her türlü ihtiyacının aksatılmadan civardan satın
alınarak temin edilmesine çalışılmıştır. [556] Menzil
güzergâhları ya önemli yerleşim merkezlerinden geçirilmiş, ya da yan kollar
üzerinde kasabalar, şehirler oluşmuş veya daha gelişmişlerdir.[557]
(1) Stratejik ve Lojistik Ulaşım
Menzil örgütlenmesi,
yüzyıllar boyu hemen devamlı savaş durumunda kalmış Osmanlı Ordusunun sevk ve
iâşesine yardımcı olmuştur. Sefer sırasında menzillerde iaşe stok edilmesi
bazan bir yıl öncesinden ordunun konaklayacağı yerlerin kadılarına haberler
gönderilerek menzillere getirilmesi gereken malzemenin cins ve miktarı
bildirilirdi.[558] Diğer taraftan hangi kazâlardan ne kadar erzâk’ın hangi menzillere
getirileceği de kadılara bildirilmiştir.[559]
Yüzyıllar boyu Osmanlı
ordularının devamlı savaş hâlinde olması, güçlü menzil teşkilatı dolayısıyla iç
ticaret ve üretime canlılık getirmiştir. Ordu’nun iâşesi için gerekli olan
zâhire ve her türlü malzeme “menzil emini” denilen görevliler tarafından menzil
civarındaki yerleşim bölgelerinden hayvan, koşum, buğday, arpa, mısır, yulaf
gibi zahire halktan bedeli verilmek suretiyle temin edilirdi. Bu konuda
menzillerde zahîre mübaya’ası ile ilgili muhasebe defterleri tutulmuştur
(2) Yönetsel Ulaşım
Yeni atanan üst düzey
yöneticileri ve maiyetleri görev yerlerine bir an önce varmak zorundadırlar. Bu
durumda olan devlet ricâline menzillerde ne miktar beygirin ücretsiz olarak
verileceği menzil nizamnamesinde belirtilmiştir. Aslında görevlinin mertebesine
göre maiyetindekilerin sayısı 10’lar düzeyinden 1000’ler düzeyine kadar
artabilir. Örneğin beylerbeyi, sancakbeyi olarak atananlar beraberlerinde
binlerce kapıkulu götürmektedir. Nizamnameye göre “mirâhur-i evvel” veya
eşdeğerli olanlara 20-30 beygir verilmesi, devlet hazinesini nakledenlere 10
keseye kadar “ücretle” menzil beygiri verilmesi kararlaştırılmıştı.[560]
Diğer taraftan resmî bir
memuriyete atananlar ve “bir iş için özel görevlendirilen kişiler”e de en hızlı
ve en sağlam hayvanlar ücretsiz tahsis edilmekte ve iâşeleri de, daha sonra
vergilerine mahsup edilmek üzere menzilin bulunduğu yerlerdeki ahâli tarafından
karşılanmaktaydı. [561]
(3) Elçilerin Geliş - Gidişleri
Osmanlı devleti Sultan III.
Selim dönemine kadar, elçilerin geliş ve gidişlerinin bütün masraflarını
karşılamaktadır. Ülkeye giriş ve dönüşte terk edişlerine kadar elçilerin yol
boyunca hem beygir ve hem de iâşe bakımından devlet ricâli gibi her türlü
konforun sağlanması Osmanlı Devleti’nin şânından sayılmakla beraber, kalabalık
elçilik maiyetlerinin seyahatlerinin devlete gereğinden pahalıya mal olmaması
açısından bunların hem hızlı ve hem de güvenli olarak gidecekleri yerlere
ulaştırılabilmesi için menzilhânelerin imkânlarından yararlanmıştır.
Dolayısıyla elçilerin ve
mâiyetindekilerin giyim- kuşam ve şahsî masraflarına kadar gerekenlerin
menzilhânelerden sağlanması, muhafızlar refakatinde götürülmeleri hususunda
kadı ve sancak beylerine buyruldular gönderilmiştir.
b. Derbend Teşkilâtı
Derbend teşkilatı ıssız
bölgelerde, yollarda ve dağ geçitlerinde gece ve gündüz emniyetin ve asâyişin
sağlanması için kurulmuştur. Bu teşkilatın görevleri yollarda ve geçitlerde
asâyişi ve emniyeti temin etmek, yolların bakım ve muhafazası ile ıssız yerleri
şenlendirmektir. Osmanlı devletinde bu hizmetlerin yürütülmesi için “Derbendci
timarları” denilen derbendcilik görevi verilmiş Hıristiyan tımarları da vardır.
Özellikle Balkanların sarp geçitlerinde genel olarak hırıstiyanlardan oluşan
“martolos” askerine derbendcilik görevi verilmişti. [562]
Derbendcilik On altı ve On
yedinci yüzyılların ihmâle uğramış ise de On sekizinci yüzyılın ilk çeyreği
biterken yeniden düzenlenmiştir.
Derbendçiler avarız ve bazı
diğer vergilerden yükümlü tutulmazlardı. Buna karşılık kervansarayların bir
eşkiya taaruzunda uğrayacakları zararı tazmin etmekle yükümlüydüler.
On altı ve On yedinci
yüzyılların savaş gaileleri içinde ihmâle uğrayan Derbend Teşkilâtı On
sekizinci yüzyılın ilk çeyreği biterken derbendler tamir edilip, göç eden reâyâ
ile iskân edilerek yeniden düzenlenmiştir.
Gerek menzil teşkilatı ve
gerekse emniyet açısından Osmanlı devletinin yol sistemi “Modern zamanlara
kadar bütün Tarih’te, Roma’dan sonra yol sistemini en iyi çözümleyen
sistem”dir.[563]
c. Konaklama Tesisleri
Selçuklular döneminde en çok
kazandıran iş sahası; Anadolu yollarında Uzakdoğu ile ticareti sağlayan kervan
ulaşımı olmuştu. Bu yollarda aralıksız eşya taşıyan uzun ticârî kervanların ve
kervan ulaşımı kafilelerindeki yolcuların soygunculara karşı geceleri güvenle
konaklamalarını ve istirahatlerini sağlamak ise devlet yönetiminin ekonomik bir
sorunu olarak algılanmaktaydı. Dolayısıyla yollar üzerinde menzil yerlerinde
kervansaraylar[564] , şehirlerde de han’lar yapılmıştı.
Yönetim bakımından
kervansaraylar, iki kısma ayrılırdı. Bir kısmı vakıf kuruluşudur. Yolculardan
üç günlük yatak, yiyecek ve hayvan bakımı ve yemleri için para alınmazdı. Ancak
diğer bir kısım kervansaraylar da yatıp kalkanlardan ücret alınırdı.
(1) Kervansaraylar Dizini
Kervan, at, katır ve
develerle bir memleketten diğerine ticaret eşyası taşıyan kafilelere verilen
genel isimdir. Gerek böyle ticaret kafileleri ve gerekse bunlara katılan veya
kendi başına seyahat eden yolcular, bir günlük yürüyüş akşamında, hayvanlarını
dinlendirmek, yem vermek, sulamak ve ertesi günkü yola hazırlanmak üzere
emniyetli ve uygun bir yerde geceyi geçirmek zorunda idiler. Bu çeşit hizmetler
için yapılmış binalara da kervansaray denilmişti [565]
Kervanlar ve yolcuların her
akşam hayvanlarını dinlendirebilmesi, yem vermesi, sulaması ve ertesi günkü
yola hazırlanması için birbirlerinden en fazla 40 kilometre uzaklıkta, yani
deve kervanıyla 9 saat ya da bir günlük aralarla yüzlerce kervansaray
bulunmaktaydı.[566]
Kervansaraylar Müslüman
toplumların hayır ve sosyal müesseseleri içinde hiç şüphesiz başta gelen
kuruluşlardan biridir. Yatakhâneleri, aşhâneleri, mescitleri, hamamları,
şadırvanları, hastahâneleri, eczahâneleri, erzak ambarları, ticârî eşyayı
koyacak depolar, ahırları, samanlıkları, ayakkabıları tâmir ve yenisini yapmak
için ayakkabıcıları, nalbantları bulunan kervansaraylarda yolcuların her türlü
ihtiyaçları karşılanmaktadır.[567] Örneğin 300 odalı bir handa 3000
hayvanı alacak ahırlar bulunurdu.
Uzaktan bakılınca, kale
görünümü veren kervansaraylar, daha evvel İslâm dünyasının sınırlar ve benzeri
önemli noktalarında askerlerin barınması için yapılmış “ribat”ların devamıdır.[568] Kervanları gece silahlı haydutların baskınlarından koruyacak askerleri
de barındıracak olan bu tesisler gerçekten de birer kale gibi yapılmışlardı.
Kervansaraylar ortada dörtgen
bir avluya açılan ve ancak yüklü develerin geçebileceği kadar genişlik ve
yükseklikte tek bir muhkem kapısı olan yapılardır. Bu avlunun etrafı genişçe
odaların bulunduğu revaklarla çevriliydi. Daha küçük ölçekli kervansaraylara
ise “han” denirdi.
Hanlar içinde kadın yolculara
mahsus bölümler (harem) de vardı.
(2) Konaklama Âdâbı
Akşam yemeğinden sonra,
mehterhane çalınıp kapılar kapanır. Kapılarda gözcüler ve kapıcılar dururlar.
Kapıcılar geceleri vakıf kandillerini yakıp dibinde yatarlar. Eğer gece yarısı
dışarıdan bir konuk gelecek olsa kapıyı açıp içeri alırlar. Yiyecek getirirler.
Ama “cihan yıkılsa” içeriden dışarıya kimseyi bırakmazlar. Çünkü hanlardaki
vakıf şartı böyledir.
Sabahleyin herkes kalkınca
yine mehterhane çalınır, herkes malını kontrol eder. Hancılar, bağırarak
herkesin mallarının tamam olup olmadığını sorarlar, yolcular “Tamamdır”
dedikten sonra kapıcılar kapının her iki kanadını birden açarlar ve yola
koyulanlara hayır duaları ederlerdi.[569]
Hancının herkesin malının ve
elbiselerinin tamam olup olmadığını sorusuna olumlu cevap alınamazsa, önce
hırsız araştırılıp bulunur, sonra kapı açılırdı. Ancak önce olumlu cevap
verilmiş ve kapı açılmışsa artık yapılan ihbar ve itirazlar geçersiz sayılırdı.
Diğer taraftan bir hırsızlık
eğer kervansarayın duvarı delinerek yapılmamış ise kervansarayda bulunanlardan
bazı kişilerin dışarıdaki hırsızla işbirliği yapmasının mümkün olup olmadığı da
araştırılır ve kervansaraycı kusurlu görülürse çalınan malın bedelini öderdi.
Hatta kervansaray şehir içinde bir han durumunda ise; mahalle halkı araştırmaya
tabi tutulurdu. [570]
Kervansaraylar böylece
tüccarların güvenlik ve rahatlığı sağlamış oldukları gibi soygun vs. gibi
sebeplerle uğramaları muhtemel kayıplar karşısında, âdeta bir sigorta hizmeti
de oluşturmuşlardı. Dolayısıyla kervansaray işleten kişileri de sistemin bir
parçası saymak gerekmektedir.
İdâre bakımından
kervansaraylar, iki kısma ayrılırdı. Bir kısmı şehir ve kasabalardaki ticarî
hanlardan farklı olarak vakıflı idi ki, bunlara yolcular parasız alınırdı.
Yolculardan üç günlük yatak, yiyecek ve hayvanların bakımı ve yemleri için
ücret alınmazdı. Bu kervansaraylara inen yolcu zengin olsun, fakir olsun; bütün
ihtiyaçları ücretsiz olarak karşılanırdı [571]
Ancak bir kısım kervansarayların
vakfı yoktu. Oralarda yatıp kalkanlar mutlaka ücret öderlerdi.[572]
Osmanlı toplum kültürü içinde
kervansarayların ırk, köle veya hür ya da din ve mezhep farkı gözetmeden,
herkese hizmet ettiklerini söylemeğe gerek yoktur.
Şehirlerde de büyük
kervansaraylar, hanlar, misafirhâneler inşa edilmişti.[573] Kervansarayların
küçüklerine han deniliyordu.[574] Buralarda yolcular kaldığı gibi,
her hangi bir iş için şehre gelmiş olanlarla bekârlar da, birer oda tutup,
kalabilirlerdi. Hanlara gece olsun gündüz olsun, kadınlar yalnız başlarına
giremezlerdi. Ya han kâhyası veya odabaşısı refakat ederek kadınları
istedikleri kimselerle görüştürür ve konuştuklarını dinlerlerdi.
d. Ulak teşkilâtı
Resmî haberleşme, “ulak
teşkilâtı”yla sağlanmaktadır. Başlangıçta iyi at binen Kırım tatarları
arasından seçildikleri için kendilerine “tatar” denilen bu ulaklara sonraları
“sâî, haberci” de denilmiştir. Kendilerine mahsus elbise ve kalpakları vardı.
Bu elbiselerin başkaları tarafından giyilmesi yasaktı. Bir ulak güzergâhın
topografyası, yol üzerinde su kuyuları, meskûn yerler bulunup bulunmaması,
menzillerin ve atların durumuna göre ve namaz vakitleri hesaba katılırsa günde
18 ilâ 50 km. gidebilirlerdi.
Her menzilde yorgun hayvan ve
ulak değiştirilirdi. Karayollarını kesen nehirlerin köprü yapımına imkân
vermeyen bölümlerinde karşılıklı geçişler için çoğu kez bedava yararlanılan
vakıf gemiler işletilmiştir.
Her ne kadar kervan ve menzil
yolları aynı ise de, bu yollar üzerindeki konaklama yerlerinin ayrı
örgütlenmelere sahip olduğunu hemen vurgulamak gerekir. Kervan yollarının
örgütlenmesi kervansaraylar, hanlar ve derbendlerle sağlanmıştı. Ancak bu
kuruluşlar kervanların bir günlük yol alış mesafelerine göre düzenlenmişlerdir.
Oysa çok daha süratli ve daha uzak mesafelere giden ulakların at değiştirme
mesâfelerine göre düzenlenen menzilhâneler daha basit fakat sayıca çok daha
fazladır. Savaş sırasında menzillerdeki beygir sayısı ve ulaklar arttırılırdı.
Dolayısıyla menzillerdeki masraf da artardı.
Haberlerin önemine göre
ulaşımın da biçimi değişik olurdu. Örneğin çok önemli “evâmir-i devlet” ve
gizli haberler çıkıştan varışa kadar tek bir ulakla gönderilir. Bu ulaklara
ücret alınmadan beygir verilmekteydi.
Ana yollar ve üzerindeki
köprülerin yapım ve tamirini devlet yapmaktadır. Bu yolların durumu hakkında
güzergâhlar üzerindeki kadılardan bilgi alınırdı. Oysa ikinci derecede yollar
timar ve zeâmet sahipleri tarafından yaptırılmaktadır.
Menzil teşkilâtı özel
haberleşme için kullanılmazdı. Devletin resmi yapısı içinde 50-60 ulağı olan
vezir daireleri vardı. Ulaklar İstanbul’dan Belgrad’a, Üsküdar’dan Bağdad’a
kadar sağ, sol ve orta kol denilen ana yollar üzerindeki bütün şehir ve
kasabalara uğrayarak ülkenin sınır boylarına kadar giderlerdi. Uğradıkları
yerleşim merkezlerinde yanlarında taşıdıkları ferman, ilâm ve hükümleri şer’iye
sicillerine geçirtirler ve şer’î mahkeme önüne toplanan ahaliye de okuturlardı.
Bu hizmetlerinin karşılığı olarak “hizmet-i mübâşiriye” adıyla belirlenmiş
ücretlerini alırlar ve yollarına aynı hızla devam ederlerdi.
Taşradan merkeze gönderilen
evrakı da yine ulaklar getirirdi. Özel haberleşmeler ise “sâî” denilen
habercilerle yapılırdı. Bunlara da yaptıkları hizmet karşılığı ücret ödenirdi.
C. VAKIFLAR
İslâm toplumlarında sistemli
“karşılıksız hizmet” “Vakıf” müessesesi ile sağlanır. İslâm hukukuna göre
vakıf, “Yararları insanlara ait olmak üzere Allah’a adanan ve zaman süresi ile
tahdîd edilmeksizin temlik ve temellükten habs ve men’ edilen mal”dır.[575] İslâm vakıflarında gâye “kurbet” kasdıdır. Yâni vakfın Allah rızâsi
için yapılması ve hizmetin “sevab ve ibâdet” nitelikli olması gereklidir.
Böylece vakfedenin irâdesi peşinen yönlendirilmiş olmaktadır. Diğer taraftan
vakıf bir başka kutsal kavram olan “bekâ” fikrine istinat eder.[576] Görüldüğü gibi esas açısından bir hukuk kurumu olan Osmanlı
vakıflarının kendine özgü kavramları ve özel bir hukuk terminolojisi vardır. Hayır
müesseseleri biçiminde kurulmuş vakıflarda intifâ hakkından (kullanım),
diğerlerinde ise bağışlanan malın gelirinden yararlanılır. Bu nedenle
vakıfnamelerde bağışlayanının ağzından naif konuşma dili ile yapılmış anlatımın
yanında güçlü bir hukuk dili ile yapılmış açıklamalar birlikte bulunur.
İslam inancında bir Müslüman
ölümünden sonra devam eden bir hayır bıraktığı takdirde “sevab defteri”
kapanmaz. Vakıf ise nass’ın koruması altına alınmış “ebedî” bir hayırdır.
Dolayısıyla Osmanlı ülkesinde Padişahları başta olmak üzere sadrazamlar, devlet
ricâli ve ümerâ ile diğer varlıklı kişiler sayısız vakıflar yapmışlardır.
1. AMAÇ
Vakıflar yalnız ibadet,
eğitim, sağlık ve ulaşım gibi toplumsal temel ihtiyaçları konu almaz. Genelden
özele doğru insanların toplum hayatı içinde yolculara yardım etmek, esirleri
azad etmek, dul kadınlara yardım, fakir kızlara çeyiz temini, düşkünlere
bakılması, mektep çocuklarının gezdirilmeleri, muhtaç kadınların çocuklarını
bir yerde toplayarak onlara süt annelerin tayin edilmesi, yetim fakir
çocukların korunması, hizmetçilerin kırdıkları kap-kacak ve testi gibi
malzemelerin ödenmesi, kimsesiz fakirlerin cenazelerinin defni, zayıf
hayvanların otlayıp beslenmeleri için çayırlar ve hatta, yollara atılan
pisliklerle balgamların kaldırılması, duvarlara, helâ kapılarına yazılan çirkin
yazıların sildirilmesi gibi akla gelebilen tüm toplumsal ihtiyaçları gidermek,
sıkıntıları hafifletmek amacıyla sürekliliği olan nakdî, aynî gelirler ve
arazîler vakfedilmiştir.
Nitekim zorhâne, cündî , pehlivan
tekkeleri gibi kuruluşlar, ya da Fatih Sultan Mehmed’in vakfiyesi olan
“Okmeydanı” ve benzerleri, kemankeş zâviyeleri[577] gibi vakıflar,
çağdaş anlamıyla spor faaliyetleri yapılan vakıf müesseseleridir. Orduya
nişancı, okçu, binici yetiştiren bu vakıf tesislerinde eğıtilen sporculara maaş
bağlanıyordu.
Sel, yangın, hastalık,
fakirlik, vergi borçları gibi zarûretlerin giderilmesi, âcizlerin doyurulup
giydirilmesi, tedâvi edilmeleri, iş yapacaklara sermâye bulunması, borçtan mahkûm
olanların borçlarının ödenmesi için “avârız vakıfları” olarak bilinen bir vakıf
kategorisi vardır. Bu bağlamda yalnız İstanbul’daki imâretlerde günde 30.000
kişiye parasız yemek veriliyordu.
Vakıflar başlangıçta tayin ve
azilleri kadı tarafından arz edilen vakıf mütevellileri ile idare olunmuşlar,
kadı ve vakıf müfettişleri tarafından denetlenmişlerdir.
Padişah vakıfları ise
önceleri sadrazam, vezirler, daha sonra şeyhülislamlar, nihayet (Saray’da
Padişahın vekili sayılan) babüssaade ağaları taraf ından idâre edilmiş ve
denetlenmişlerdir.[578]
Bunlar dışında “avârız
vakıfları” gibi bazı vakıflar mahiyetleri icâbı devlet murakabesi olmadan
yalnızca mütevellilerin idaresinde yönetilirler.
Bu toplum faydaları dışında,
geliri kısmen ya da tamamen vâkıfın evlâd ve ahfâdına tahsis edilmiş,
mülkiyetin dağılmaması için bir tür vasiyetnâme mahiyetinde vakıflar da
kurulmuştur. Bunlara “zürrî” vakıflar denilirdi.
n Vakfiye’ler
Osmanlı hükümdarlarına ait
bilinen ilk vakfiyye Orhan Bey’e aittir. Vakıf yapmak isteyen dileğini
“vakfiyye” denilen bir senetle belirtir. Kadıya müracaat ederek senedi mahkeme
siciline kaydettirir. Bu vesika artık “vakıf senedi”dir. Tescil işleminden
sonra kanunlaşır. Üstelik İslâm Hukuku’na göre “Vâkıf’ın şartı, şârî’in nassı
gibi” yâni Kur’an âyetleri hükmünde olur ve değiştirilemez. Artık Padişah dahil
herkes bu senedin hükümlerine uymak zorundadır.
Diğer taraftan Padişahlar
bile bu yol’dan gitmeğe, yâni kendi vakfiyyelerini mahkeme siciline kayıt ve
tescil ettirmeğe mecburdurlar. Aksi halde vakfiyyelerinin “nas’lar” niteliğinde
hükmü olmaz. Yalnızca Padişahî bir emir niteliğinde kalırlar.
Bir vakfiyyede önce kurucunun
adı, künyesi, lâkâbı, şöhreti, unvânı gibi kendisini iyice belirleyen bilgiler
bulunur. Daha sonra ne maksatla bu vakfı kurduğu, isteklerinin neler olduğu
açıklanır. Bu isteklerinin yerine getirilebilmesi için kurulan vakfa terk ve
tahsis edilen gelirlerin neler olduğu, nerelerden ne miktar para veyâ mal temin
edileceği belirtilir. Bu gelirlerin hangi oranlarda nerelere ve kimlere sarf
edileceği açıklanır. Nihayet Allah rızâsı için yapmak istediği bu arzusunu
yerine getirmeyenlere, parasını yiyenlere yahut başka yerlere sarf edenlere
uhrevî bir cezâ şartı olarak uzun beddualar edilir.
2.
YÖNETİM
Osmanlı Devleti’nde
padişahlar, vezirler, yüksek görevliler ve halktan zengin olanların ülkenin
çeşitli yerlerinde yaptırdıkları cami, medrese, mektep, han, hamam,
kervansaray, tekke, zaviye, çeşme, yol ve köprü gibi sayısız vakıf eser
kurumların işletilebilmesi, onarım ve bakımlarını sağlamak için yönetimi “evkaf
nazırı” denilen görevlilere bırakılmıştı.
Osmanlı ülkesinin üç kıt’a
üzerinde genişlemesi ve iktisadi gelişmesi sonucunda vakıfların da sayısı çok
arttı. Dolayısıyla başlangıçta yalnızca sadrazam’ın nezaretine bırakılmış olan
vakıf yönetimi genişletildi. On altıncı yüzyıla gelindiğinde sadrazam
yetkisinde bulunan tüm vakıfların yönetimi onun adına reisülküttab’ın, ulema ve
meşâyihin nezaretinde bulunan vakıflar şeyhülislam’ın, Hanedan’a mahsus vakıfların
yönetimi de kapı ağası’nın nezaretine bırakılmıştı.
Bununla beraber vakıf‘ların
ve tesislerinin sayısı artmağa devam edince Galata, Üsküdar Eyüp kadıları,
kaptanpaşa, Yeniçeri ağası, sekbanbaşı, bostancıbaşı gibi yüksek devlet
memurlarının sorumluluğuna bırakılanlarla beraber İstanbul’daki evkaf
nezaretlerinin sayısı on ikiye yükseldi.
Sultan I. Abdülhamid kendi
yaptırdığı vakıf tesislerine Bostancıbaşı ve Harem-i Hümayun Evkaf
Nezaretlerini de ekleyerek “Evkaf-ı Hamidiye ve Mülhakatı” adıyla yönetimini Darbhane
Nazırlığı’na verdi (1777). Sultan II. Mahmud döneminde bu nezaretin adı
“Evkaf-ı Hamidiye ve Mahmudiye” biçiminde değiştirilerek kapsamı genişletildi.[579]
n Sosyo-Politik ve Ekonomik Denge
Şerî hukukun hakimiyetinde
yönetilen Osmanlı devleti’nde bir dinsel hukuk kurumu olan vakıflar pek çok
hayır işlerini ve hizmetlerini bazan bütünüyle, bazan kısmen üslenmekte ve
böylece merkezî yönetime katkılarda bulunmaktadır. Üstelik vakıflar “ebedî”
olarak tasarlanmış olduklarından “Devlet-i ebed müddet” açısından da yaptıkları
hizmetler (en azından teorik olarak) geçici sayılamazlar.
Ülke toprakları bütünüyle
mirî’ye ait sayıldığından, herhangi bir arazî parçasının vakıf statüsüne
geçirilebilmesi de ancak Padişahın “temliknâme”si alınarak mümkün olabilir.
Başka bir deyişle bir arazî parçasının vakıf olarak temliki ancak devletin
katkısı ile sağlanabilir. Diğer taraftan da vakıf idarelerinin nâzır,
mütevelliler ve diğer görevlilerinin tayinleri ve hizmetlerinin denetimi
işlerini devlet üslenmiştir. Dolayısıyla Osmanlı vakıfları devletin de
katılımda bulunduğu yarı resmî kamu hizmeti kurumları gibi düşünülebilir.
Bu bağlamda vakıfların devlet
yönetimine sosyo-politik denge anlamında bir desteği vardır. Gerçekten de
Seyfiye tariki mensuplarına tımar, zeamet ve has verilirken İlmiye tariki
mensupları da vakıf yönetimlerinin nâzır, mütevelli ve diğer görevlerine tayin
edilerek, bu iki yönetici sınıf arasında bir anlamda nemâlanma dengesi
sağlanmaktadır.
Böylece Seyfiye ve İlmiye
tarikleri arasında gelir farklılaşmasından doğacak bir rekabetin devlete
yansıyabilecek huzursuzlukları da, Hazine’den hiç para çıkmadan önlenmiş
olmaktadır.
3.
KURUMLAR
Osmanlı vakıf kurumlarının
yaptıkları hizmetlerin hem kamu vicdanı ve hem de psiko-sosyal yapı üzerinde
devlet lehine olumlu etkileri olmuştur. On sekizinci yüzyılın sonlarında vakıf
gelirlerinin tüm devlet gelirlerinin hemen hemen yarısı; tımar ve zeamet
gelirlerinin ise vakıf gelirlerinin yarısından daha az olduğu göz önüne
alınırsa, geleneksel kültürümüzde Osmanlı vakıflarının halka hizmet konusundaki
önem ve değeri daha açık anlaşılabilir.
a. Avârız Sandıkları
Olağanüstü hallerde toplanan
avârız vergisi’nin savaşlar sebebiyle devamlılık kazanması İstanbul’da ve
taşrada da hayır sahiplerini “avârız sandığı”nı kurmaya yöneltti.
Avârız sandıklarının
sermâyesini ya bir hayır sahibi ya da esnaf ve mahalleli arasında para
toplanarak kurulan, mahalle halkının bağışları ve adaklarıyla yaşayan “avârız
vakfı” sağlar.
Hastalık dolayısıyla acze
düşenlere, fakir cenâzelerinin kaldırılması, cami, mescid, taş mekteplerin
onarımı, ısıtılmaları, aydınlatılmaları, ve kaldırımlarla su yollarının bakım
ve tamiri, imam, müezzin ve muallim ücretleri ve diğer avârız vergileri bu
vakfın gelirleriyle karşılanırdı. Vakfın yöneticisi mahallenin ileri gelenleri
arasından seçilir, kadı siciline kayıt edildikten sonra Padişahın beratı ile
görevine resmen başlardı.
Bu vakıfların “galle”si, yâni
mahsul ve kira gibi “nemâ”ları, köy halkının avârız ve ihtiyaçlarına sarf
olunmaktaydı. Hatta bu vakıfların kapsamı çoğu kez geniş tutuluyor, mahallede
ve esnaf loncalarında hastalık dolayısiyle çalışarak geçimini sağlamaktan âciz
kalanlara yardım, fakirlerden ölenlerin techiz ve tekfini, mahallenin
kaldırımları, su yolları gibi yerlerin tamirleri için kullanılabiliyordu.
Bu bağlamda düşünülürse
avârız vergisinin, halkın dayanışma duygularının organize edilerek avârız
vakıflarının sağlanması açısından “faydalı olduğu” bile söylenebilir.
Avarız vakfı paraları “avârız
sandıkları”[580] denilen “kasa”larda saklanırdı. Dolayısıyla memleketin her tarafında
sermayeleri kurulan avarız vakıfları, halkın teberruatı ve adaklariyle vücuda
gelmiş avârız sandıkları vardı. Esnafın veya mahalle halkından ihtiyaçları
olanlara avârız sandıkları maddî yardım eder ve birbirine bağlı (müteselsil)
kefaletle az bir faizle para verilirdi.
b. Sağlık Kurumları
Selçuklular döneminden beri
Anadolu’da hastanelere “Dâr üs-sıhha”, “Dâr üş-şifâ”, “Dâr ül-âfiye”, “Dâr
üt-tıb”, “Bimaristan”, “Bimarhâne” gibi çeşitli isimler verilmiştir.[581] Diğer taraftan yalnız İstanbul’da Fatih, Süleymaniye, At meydanı,
Haseki ve Üsküdar’da Dârüşşifa ve Bimaristan adıyla bilinen 5 büyük kurum
vardır.[582]
İlk Osmanlı sağlık kurumu
1389’da açılan Bursa Yıldırım Darüşşifası’ dır. Bunu yüzyıllar boyunca açılan
diğerleri takip etti.[583]
Bu hastahanelerin vakıf
olmaları, Osmanlı toplumunda sağlık hizmetlerinin parasız yapılacağı anlamını da
beraberinde getirmiştir. “Parasız tedâvi” kavramının günümüzdeki anlamı dışında
hastaların evlerine dönüş paraları da kendilerine verilirdi. Parasız tedâvî
yapılan hastahânelerde hem hekimler, hem de hastalar arasında müslim,
gayrimüslim ayırımı yapılmıyordu. Gayrimüslimler de aynı şartlarda
yararlanabilirlerdi. Ayrıca “Tababette hâzık, ilmiyat (teorik bilgi) ve
ameliyatta (uygulama, tatbikat, operasyon) mahir olsun da hangi din ve
milletten olursa olsun” bu kurumlara tabib (doktor) olabileceği belirtilmiştir.[584] Ancak evli, bekâr ve kadın hastalar ayrılmışlardır. Yalnız kadınları
kabul eden hastahâneler vardı.
Hastahanelerin mescidi,
hamamı ve çamaşırhânesi vardır. İmam ve diğer görevlilerin maaşları, hastaların
giydirilip doyurulmaları kadı tarafından tayin olunan mütevelli vasıtasıyla
vakıf gelirlerinden sağlanmaktadır.
Medrese mimarisinde olduğu
gibi, hastalara kapı ve pencereleri iç bahçeye açılan ocaklı odalar
verilmektedir. Darüşşifâlar hastaların ve tabiblerin çeşitli ihtiyaçlarını
karşılayacak mimarî bir kompleks olarak yapılırlardı. “Külliye” denilen bu
manzume içinde cami, medrese, imâret, hamam ve misafirhane bulunurdu.
Hastaneler imâretler çevresinde bulunurlardı. Böylece hastaların yedirilmesi,
giriş ve çıkışlarında misafir edilmeleri, dini ihtiyaçları ve asistan
doktorların barınacakları ve ders görecekleri mahaller temin edilmiş
olmaktaydı.
Meselâ Süleymâniyye
Darüşşifasında 1 baştabib, 2 tabib, 2 kahhâl (göz hekimi), 2 cerrah, 1 eczâcı,
2 eczâcı kalfası, 1 ilâç kilercisi, 1 ilâç vekilharcı, 1 kâtib, 1 kapıcı, 1
kâsekeş, 2 aşcı, 4 kayyum, 2 odacı, 4 sucu, 2 çamaşırcı, 1 berber ve 1 tellâk
görev yapmaktadır.
Yabancı gezginlerin
anlattıklarına göre On altıncı yüzyıl sonlarında İstanbul’da herbiri 150 ilâ
300 hasta alabilen 119 hastahâne bulunmaktaydı.
Hastaların ve hekimbaşı,
hekim, kehhâl (göz hekimi), müderris, muid, cerrah, kırık-çıkıkçı, eczâcı,
müdür, vekilharc, kâtib, kayyum, imam, müezzin, eczâcı kalfası, edviyye dövücü,
attar, ilaç vekilharcı, ilâc kilercisi, mahzen âmiri, kâsekeş, şerbetçi (sirop
hazırlayıcı), ferraş, hastabakıcı, çamaşırcı, bevvab, berber, tellâk, aşçı,
ekmekçi, sucu ve kapıcı gibi tüm görevlilerin görevleri ve her birinin sayıları
ve verilecek yevmiye ve yapılacak diğer masraflar vakıf senedinde
belirtilmiştir. Bu giderler vakıf nâzırlarıyla mütevellileri tarafından
yönetilen ve devlet tarafından denetlenen vakıf gelirlerinden sağlanmaktaydı.
Fatih Sultan Mehmed vakfiyesinde geniş bir müstahdem (görevli), tabib (doktor)
ve cerrah (operatör) kadrosunun dökümü verilerek yapabilecekleri ve alacakları
gündelikler gösterilmiştir. Kanûnî Sultan Süleyman’ın vakfiyesinde kapsam daha
da genişletilmiştir.[585]
Fatih Sultan Mehmed’ten sonra
bimarhane vakfeyleyenler vakfiyye’lerine hastaların rahatlarını sağlamak için
çeşitli maddeler ilâve etmişler, meselâ haftanın belirli günlerinde hastaları
eğlendirmek için çalgı çaldırılmasını bile istemişlerdir.[586]
Akıl ve ruh hastalarının
müzikle tedavî eden bimarhâneler yapılırken cüzzâm gibi döneminde çaresiz olan
bir hastalık için de cüzâmhâneler açılmıştır. En tanınmışları Üsküdar, Sıvas,
Kastamonu, Kayseri ve Edirne, Bursa, Kıbrıs’ta Lefkoşe, Girit’te Kandiye kalesi
dışındadır. Halk arasında “miskinler tekkesi, miskinler zaviyesi, miskinler
dergâhı, mesken-i miskin, miskinhâne” gibi değişik isimlerle tanınmaları bu
kurumların yaygınlığını ve yardımlaşma açısından verilen önemi de belirler. Bu
yerler cüzâmın bulaşıcılığı nedeniyle şehir dışında yapılmışlardır. Cüzâmhâne
bulunmayan yerlerde dış mahallelerden biri cüzamlılara ayrılır ve şehire
girmeleri engellenirdi.
Hekimlerin dahiliye, göz,
kulak hastalıkları, ruh hastalıkları, kırık, çıkık ve cerrahî gibi ihtisas
bölümleri vardı. ilaçların hazırlanması ve tatbikinden hekimler sorumluydular.
Ölenlerin eşyaları vârislerine verilir, kimsesizlerin eşyaları satılarak
hastahane’ye “irâd” kaydedilirdi.
Ilıca’lar
Küçük kasaba ve şehirlerin
bazılarında çermik, kaplıca, ılıca denilen banyo yapmaya mahsus yeraltı suları
yahut bileşimindeki kükürt, soda ve diğer maden tuzları bulunan sıcak veya
soğuk suların çeşitli hastalıklara iyi geldiği söylenen içmeler ve hamamlar
bulunurdu. Genellikle birer sanat eseri olarak meydana getirilen bu tesisler
hem temizlik, hem toplum sağlığı ve hem de tedavi kurumlarıdır.
c. İmâretler
İmâret mutfaklarından yapılan
ekmek ve aş dağıtımlarından «amme-i fukara»’nın büyük bir çoğunluğu ile
birlikte medrese öğrencileri ve geniş bir softalar zümresi faydalanmaktadır.[587]
Diğer taraftan imâretler
yolculukları da kolaylaştırmaktadır. Dolayısıyla fikir ve mal değişimi,
iletişimi; din ve kültür birliğini kurmak, yoksullara yardım, ümitsiz kişilere
bir çıkış sağlamak, gibi dinî vecîbeleri sistemli ve etkin biçimde yerine getirmek
yanında sosyal ilişkiler dengesinde yatıştırıcı bir rol oynamak gibi insânî
gâyeleri vardır.[588] Ancak imâret’in amacı “kurbet ve Allah rızası” olduğu ve vakfiye
tarzında yapıldıkları için “Sultanın nâm ve şânını her tarafta yayarak siyasî
kudreti arttırmak” amacına bağlı oldukları düşünülmemelidir.
İmâret sistemi etrafındaki
hayır, şefkat, sıhhat, ilim ve temizlik kurumlarıyla, özellikle küçük
şehirlerin gelişmesinde önemli katkıları olan bir kompleks’tir.
“Hayrat” Hizmetlileri
Fâtih Cami’i kadrosunda 1
hatib, 2 imam, 12 müezzin, 6 kayyum, 4 kandilci ile kütüphâneci, bahçıvan, helâ
hademesi, denetçi gibi zarurî personelden başka; 20 aded her biri «kelime-i
tevhid»i her gün 3.500 kerre tekrar edecek “müsebbih”(tesbih eden), 20 nefer
hergün Kur’andan bir cüz’ okuyan “cüzhan hafız”, 6 “musallî” (salâ verici) ve
10 “devirhan hâfız”, 2 buhurcu, (her biri her gün 1000 def’a. “Allâhümme salli
‘alâ..” deyen) 10 salâvatcı ve bir mu’arrif (du’acı) mevcuttur. Aynı gekilde
gece ve gündüz fasılasız olarak Kur’an okunmasını temin için, Fâtih Sultan
Mehmed’in Türbesi’nde (üç ayrı ekip halinde çalışan) 36 hâfız ve zevcesinin
türbesi için 30 hâfız vazifelidir.
Sultan II.Bayezid’in
Edirne’deki imâretine âit câmi’in kadrosunda da, 1 hatib, 2 imam, 4 müezzinden
başka; 30 hafız, 10 devirhan, 5 en’âm okuyucu, 1 hoşhân (Peygamberin
medhiyelerini okuyan) ile birlikte her gün her biri sabah namazlarından sonra
10.000 kere “lâ ilâhe illallah” diyecek 7 nefer «mühellil» ve yine her biri
aynı şekilde 10.000 def’a “allahümme salli ‘alâ..” diyecek 7 salâvatcı
mevcuttur.
Süleymâniye camiinde de imam,
hatip, kayyûm, kandilci ve süpürücü gibi zarurî hizmetlilerden başka, 24
mûezzin, 10 «devirhân», 30 ar kişilik dört gurup halinde devamlı olarak çalışan
120 «cüzhân», 41 En’âmcı, 20 «mühellil», 10 salavâtcı ve 6 «musallî» mevcuttur.
Padişahın türbesinde (Kur’an’dan «cüz» okumakla vazifeli) 90 «cüzhân» ve 40
hâfız, Hürrem Sultan’ın türbesinde de aynı işlerle görevli 90 kişilik bir
«cüzhân» kadrosu vardı.
İmâretlerin muhtelif
tesislerinde, meselâ, Fâtih İmâreti kadrosundan maaş alan vazifelilerin sayısı
496 yı bulmaktadır ve bu 496 kişinin 95’i câmi’de vazifelidir. Geriye
kalanlardan ancak 36 sı imâretde, 30’u dârüşşifa’da vazifelidirler ki, ekmekçi,
aşçı, doktor, ilâç hazırlayan bulaşık ve çamaşır yıkıyan, kapıcı gibi imâretin
türlü sosyal yardım hizmetlerini bilfiil temin eden bu kadroları son derecede
lüzumlu saymak icab eder. Aynı biçimde, 8 medresenin (Sahn-ı Seman Medreseleri)
mensuplarının sayısı da 186’yı bulmaktadır. [589]
d. Tavhaneler, Kervansaraylar, Meşruta’lar
İslam kültüründe yolculuk ve
yolcuların özel yeri vardır. Her müslüman ömründe en az bir kere Hac yolculuğu
yapmakla mükelleftir. Üstelik Kuran’da zekâtın verilebileceği kimseler arasında
“ebnâ-yi sebil” (yolcular) da bulunmaktadır. [590]
Tavhane “parasız kalınan otel
veya misafirhane”dır. Uzun bir süre yolculuk ederek yollarda eziyet ve sefâlet
çekmiş olan garibe ve fakir kimseler şehirlere ve kasabalara ulaştıklarında bu
kurumlarda ağırlanır, üç gün yer, içer ve yatarlardı. Bunlar bu süre içinde
“misafir” sayılır, kendilerine “taba ve takat” gelir, şehirde yerleşecek bir
yer bulurlardı.[591] İlk dönemlerdeki “tavhaneler”in camilerin “son cemaat” yerlerinde
olduğu anlaşılıyor.[592]
Hayvan ve eşyalarıyla
yolculuk yapanları ağırlamak için yapılmış Vakıf kervansaraylarında konaklama,
yem ve yemek bedava olurdu.[593] Ancak buradaki konaklamanın
uyulması gereken örf, adab ve kuralları vardı.
Meşruta’lar görevlilerin
parasız yararlanmalarına tahsis edilmiş bugün “lojman” dediğimiz türden
yapılardır. Görev mahallerinin civarında ve imâretlerin çevresinde
yapılırlardı. Şehirde bir süre kalacak olan görevlilerin yerleşim sorunlarını
çözümlerdi.
e. Arastalar, Kapalı Çarşılar, Bedestenler
“Arastan” Farsça “süslemek”
anlamına gelmektedir. İmâretlerin etrafında bir ölçüde sıralı ve sistemli
yapılmış dükkanlar mimari bir çevre süslenmesi niteliğinde olduklarından
bunlara da “arasta” denildiği anlaşılıyor.[594] Sultanahmed
Camii etrafında tamir edilen dükkanlar, Veznecilerde Kuyucu Murad Paşa
külliyesi önündeki sıra dükkanlar da “arasta”dır. Şehzâde Cami’i civarında
eskiden “Direklerarası” adıyla bilinen yer başlangıçta bir “Terlikçiler Arastası”
idi.[595]
Arastaların önündeki yolların
üzerleri genel olarak açıktır. Dükkanların önündeki yolların üzerleri
tonozlarla kapatılırsa “kapalıçarşı” meydana gelir. Bu tür çarşılar
“büyükçarşı, kapalıçarşı” dediğimiz ve ana caddesi Bayezid ve Nuruosmaniye
Camileri arasında bulunan çarşı gibi zaman içinde ticari isteklere paralel
olarak organik biçimde gelişebilir.[596]
Ancak Eminönü’ndeki
Mısırçarşısı’nda olduğu gibi belirli mimari bir plana bağlı ve değiştirilemez
biçimsel nitelikli de olabilir.
Bedesten, kıymetli eşyanın
satıldığı bir kapalıçarşıdır. Kapalıçarşı içinde “Cevahir Bedesteni, İç
Bedesten” gibi ayrıca kapıları olan bir kaç sokak veya özel bölümler de vardır.
f. Ticaret hanları
Hanlar arasta ve kapalı
çarşıların civarındaki ticareti yoğun semtlerde yapılırlar. Eski hanlar oturmak
ve yatmak için olduğu kadar alışverişe de yararlardı.[597] İstanbul’da
“çarşı” mahiyetinde 468 han vardı.[598] Bunlar arasında bugüne kadar
gelebilmiş veya yahut yok olmuş 102 adedinin isimleri ve yerleri bilinmektedir.[599] Kare yahut dikdörtgen biçimli Osmanlı hanlarının plan prensipleri beş
yüzyıl boyunca bozulmamıştır. Şehir yollarının organik topografyasına uygun
biçimler alabilecek taş yapılardır.İki veya bazan üç avlu olabilir. Zemin
katlar ardiyye’dir. Üst iki kat (ender olarak üç kat) odaları “ticarethane”lere
ayrılmıştır. Avluya bakan odaların önünden galeri bulunur. Üst kat galeri tonozla
örtülüdür. Kullanım olarak yolcu hanları, ahırlı ve ahırsız hanlar, misafirhane
hanları ve ticaret hanları olarak sınıflandırılabilir. Tüccarların gecelemeleri
için yapılmış olanlarına “hacegan hanı”, kırsal kesimden göç eden işsizlerin
kaldıklarına da “bekar odaları” denilmektedir.
Ticaret hanlarının en önemli
özelliği gecelenmeyişidir. Genellikle her han bir ticaret veya iş koluna
ayrılmıştır. Örneğin İstanbul’da Çuhacı, Sofçu, Pastırmacı, Astarcı, Sarraf,
Kebancı, Kuşakçı, Çorapçı, Perdahçı, Sepetçi, İğneci, Kaşıkçı, İplikçi,
Sabuncu, Şekerci, Yelkenci hanları isimleriyle anılan hanlar bu türdendir.[600] Diğer taraftan külliyelere (imâretlere) dahil vakıf hanları da vardır.
Bununla beraber İstanbul’da
bazıları Valide Hanı, Vezir Hanı, Çuhacılar hanı gibi büyük ve meşhur olmak
üzere, içlerinde tüccarların, sarrafların ticarethaneleri de bulunan irili
ufaklı 40 adet han vardı. Bu hanlarda 2500- 3000 kadar yolcu ve bekâr oda
tutarak kalabilirdi.
4. GAYRİMÜSLİM VAKIFLARI
İstanbul’un fethinden sonra
ibadethaneler, onlara bağlı hayır kurumları ve bostanlar gayrimüslim vakıflar
yoluyla Rum ahâlinin elinde kalmakta devam etti. Osmanlı reayası olan
gayrimüslim toplulukların yararlandıkları “kendi kilise ve havralarına âit
kuruluş ve vakıflarını gözetilmeleri ve korunmaları hakkı” yeni fethedilen
ülkelerin gayrimüslim ahalisi ile devlete vergi vermeyi kabul etmiş olan
örneğin Rodos, Sakız adaları ve Dubrovnik Cumhuriyetlerinin ahalisi gibi komşu
Hıristiyan hükümetçiklerin halklarına da tanınmıştır.
D. LONCALAR
On üç ve On dördüncü
yüzyıllardaki Âhi hareketi, Osmanlı şehirlerinin hepsinde flama, bayrak gibi
ayırıcı alâmetleri de bulunan güçlü esnaf teşkilatı biçiminde devam etti.
Osmanlı devletinde ticaret hayatı serbest rekabete değil, karşılıklı denetim,
yardımlaşma ve imtiyaz usûllerine dayanıyordu. Üretim de geleneklere bağlı
olarak yapılmaktaydı. Nitekim gelenekler esnaf teşkilatı içindeki hiyerarşinin
de bir bakıma garantisi olarak kabul edilmiştir.
İslamî cemaat nizâmına dayalı
Osmanlı toplumunda loncalar, tarikat bağlantıları ile bireyin ekonomik yaşam
içinde denetlenebilmesini daha kolay sağlıyorlardı. Rekabet ortamı bulunmayan
bir ortamda meslek sahiplerinin yaşayabilmek için lonca içinde bulunmaları
zorunludur. Başka bir deyişle âhilerin bağımsız davranışlarına loncalarda
rastlanmaz. Fütüvvet ve Ahiliğin izleri, ancak mistik tarikat törenlerine
benzer şekilde yapılan mesleğe kabul ve derece yükseltme törenlerinde görülür.
1. “İLK USTA” KÜLTÜ
Aslında lonca sisteminde
İslam Osmanlı esnaf kültüründeki “ilk usta kültü” hâkimdir. Dolayısıyla sanat
kollarının her birinde ustalar zincirinin başlangıç aldığı ulaştığı bir “pîr”
bulunmaktadır. Örneğin ilk usta, kendisine Cibril-i Emin vasıtasile ekincilik
sanatı öğretilen Adem Peygamber’dir. Daha sonra Allah tarafından diğer
peygamberlere de birer sanat öğretilmiştir.[601]
Dolayısıyla her meslek ve
sanat kolunun “pîr” denilen bir “ilk usta”sı, kendi simgesi sayılan bir sancağı
ve içlerinde en dürüst, bilgili ve hürmete değer olanı, üstad-reis olup,
kendisine “ahî” denilen lonca şeyhi vardır. Eğer birden fazla meslek bir arada
ise lonca reisi olan «ahî»lerden birisi hepsinin reisi olup, kendisine de «ahî
baba» denililirdi.
Esnaf ve sanatkârların
davranışları, giyinişleri hatta yaşayışları bağlı oldukları loncaların
“pîr”lerine kadar uzanan gelenekleri, töreleri ve törenleri ile
sınırlandırılmıştır. Lonca’nın “pîr”den başlayan hiyerarşisi vardır.
Yamaklıktan başlayarak bir üst dereceye geçebilmek için daima gerekli beceriyi
kanıtlamak gerekiyordu. Her aşama geçilirken yapılan geleneksel törenler yeni
başlayanları lonca gelenekleri konusunda da eğitiyordu. Kalfalık için usta
muvafakati yeterli ise de ustalık için loncanın da onayı gerekiyordu. Çünkü
yalnız ustalar lonca içinde yer alabilmekteydi.
Örneğin esnâf-ı paşmakçıyan
(çizme, postal ve ayakkabıcılar)’ın pîri Muhammed Ekber-i Yemenî; saatçiler’in
pîri Hazret-i Yusuf ; kaynakçılar, kılıç, kama, tüfeng, tabanca, zırh, üzengi,
gem, mıhçıyan ve mismaran (çivi yapanlar) gibi her türlü demir işleyenlerin
pirleri Hazret-i Dâvud; her türlü fişeng imal edenlerin pîri Çemşîd idi.[602]
a. Lonca Şeyhi
Lonca şeyhi genellikle
meslekte başarılı olmuş ve varlıklı üyelerden biridir. İşyerleri arasında bir
dükkanın üzerinde kendisi için ayrılan toplantı odasında iş kolunu yönetir,
toplantılar yapar. Esnaf şeyhinin yürüttüğü meslekî rolü, kendisinin dinî,
siyasî saygınlığını da arttırıyor ve belde yönetiminde itibarî bir yer
sağlıyordu. Şeyh’ten sonra gelenler kethüda ve yiğitbaşı’dır. Kethüda hükümetin
tanıdığı ve resmî görevlilere karşı doğrudan sorumlu geniş yetkilerle
donatılmış kişidir. Nitekim kadı ve muhtesib’ler, bazı kararları kethüda ile
birlikte alırlar.
Bir yıl için seçilen
kethüda’nın yardımcısı yine esnaf arasından seçilen ve kadı tarafından
onaylanan “yiğitbaşı”dır. Lonca üyeleri içinden gelmesi sebebiyle mesleğin
yakından bildiği sorunlarını kethüdaya aktarmakta ve diğer taraftan da kadı’dan
gelen kararları üyelere iletmektedir. Bazı kalabalık loncalarda ihtiyaca göre
birden fazla yiğitbaşı olabilir. Başka bir deyişle her hirfetin (veya
lonca’nın) başında bir şeyh, bir kethüda, bir veya birkaç yiğitbaşı bulunur.
Bunlar hirfet’i temsil eden gedikli ustalar tarafından seçilir ve kadıya tasdik
ettirilerek şeriye siciline işletilir. Devletin bu yöntemle vergi toplanması,
fiyat politikası, ham madde ya da üretimin miktar ve kalitesi gibi ekonomik ve
teknik yönlerden esnaf loncalarını kolayca denetleyebileceği açıkta görülüyor.
Önceleri “ahî baba” adı ile
anılan “şeyh”lerin On yedinci yüzyıla doğru etkinliği azalmağa başladı. Eski
disiplinin kaybolduğu dönemde artık şeyhler meslek loncalarının lider ve etkin
kişisi olmaktan uzaklaşmışlardı. Şeyh, mesleğe kabul sırasında veya özel
günlerde yapılan töreni yöneten, törende dua eden kişi olmanın ötesine
geçememiştir. Törenler ise dinî anlam taşımaktan çok, geleneksel hâle
gelmiştir. Ancak gelenekler sonuna kadar terk edilmemişlerdir. Herşeye rağmen
esnaf şeyhlerinin şehir yönetiminde dinî, siyasî ve meslekî saygınlığı vardır.
Şeyhin ölümü halinde meslek üyeleri toplanarak yeni şeyhin seçim işini kısa
zamanda tamamlamak zorundaydılar.
b. Kethüdâ
Şeyhten sonra gelen “kethüdâ”
ustaların kendilerine yetki devrettiği, çarşının düzeni, güvenliği, ham madde
taksimi, ürünün pazarlanması, çırağın kalfa ve usta olma törenlerini
düzenleyen, üyeler arasında çıkan anlaşmazlıklarda uzlaşma sağlayan görevlidir.
Devletin esnafla ilişkilerini sağlar.
Ancak On yedinci yüzyılda
şeyhin konumunun dinsel ağırlık kazanması üzerine, esnaf loncalarında ustalar
arasından seçilen kethüdâ loncanın gerçek reisi durumuna yükseldi. Seçimi kadı
tarafından tasdik edilerek Şer’iye siciline de işlenen kethüda, devlet ve lonca
üyeleri tarafından “resmen” tanınan tek kişidir. Lonca heyetinin kararıyla
yolsuzluğu tesbit edilen esnafa “darb” cezası uygulatabilirdi. Falaka ve
değneği herkesce görülebilen bir yerde asılı dururdu.
Kethüda’nın yardımcısı ve
esnaf arasından seçilen yiğitbaşı lonca üyelerine yakın olması sebebiyle
sorunları kethüdaya aktarması, devletten gelen kararları da üyelere bildirmek
görevini üslenmiştir.
2.
HİYERARŞİ
Lonca hayatında törenler ve
hiyerarşi çok önemlidir. Lonca toplantılarına yalnız ustalar ve mesleğin
ihtiyarları (emeklileri) girebilir. Çıraklar ve kalfalar çağırılmazlarsa
gelemezlerdi. Toplantılarda yaşlılar minderlerde, gençler zemin üzerinde diz
çökerek otururlardı.
Çıraklar her şeyden önce
lonca gelenekleri konusunda da eğitilir. Çırağın kalfa olabilmesi ustanın
muvafakati yeterliydi. Ustalığa geçiş ise hem usta ve hem de loncanın onayı ile
gerçekleşirdi. Kalfalığa ve ustalığa geçişte geleneksel “şed bağlama” törenleri
yapılırdı. Ancak gedik usulünde dükkan sayısı sınırlı, olduğundan yeni
ustaların bağımsız çalışabilmesi her zaman mümkün değildir.
Gerekli ham madde sağlanması,
işlenmesi ve pazarlanması, esnafın arasına yabancıların karışmaması, üretim
biçim ve hacminin gelişi güzel değiştirilmemesi için gelenekler yanında On
yedinci yüzyılın başında yapılmış tüzükler, kurallar da vardır.
Esnaf çarşıda genellikle mesleklerinin
adı ile anılan sokakta çalışırlar. Ham madde ve malzeme şeyh, kethüda ve
yiğitbaşına teslim ve yine onların eli ile taksim edilir. Ancak dükkan sayısı
artmasını engelliyen kurallar düzenin gelişmesine yararlı olamıyordu. Zaten
devletin koruma tedbirleri esnafın daha fazla kazanç elde etmesine de imkân
tanımamıştır. Birden fazla dükkan sahibi olmak veya kentin başka yerinde dükkan
açmak gerek devletin gerek lonca meclisinin iznine tabidir.
3. DİSİPLİN CEZALARI
Bu bağlamda kethüda ve
yiğitbaşıların görevlerinin esas itibariyle esnaf ve sanatkârlara sıkı kurallar
ve disiplin cezaları uygulayarak rekabeti önlemek, üretimi belirli bir sınırda
tutmak olduğu anlaşılıyor. Nitekim uygulanan kurallar da bu amacı
belirlemektedir:
- Üretimde uygulanacak kuralları
belirlemek ve geçerli kılmak.[603]
- “Hammadde temin ve
dağıtımını adalet üzere yapmak”
- “Terk-i edeb edenleri
tenbih ve te’dib etmek”
- “Hamdest olanların
mutadınca haklarından gelmek”
Disiplini sağlayacak cezalar
da şöyle sıralanabilir:
1. Öğüt verme: Esnaf ahlakına
aykırı davranışlarda bulunanlar çağırılarak nasihatta bulunulur.
2. Cereme (cerîme): Satış
veya mübadelelerde usul-i kadimeye aykırı davrananlar, ayıplı mal satanlar,
haksız kazancı nakden veya aynen iade ettikten başka, ikramlar yaparak masrafa
girip bir nevi maddi tazminat sayılabilecek “cereme” öderlerdi.
3. Dükkan kapatma: örf-i
kadim’e aykırı davranmakta israr edip tekrarlayanlar, bilerek ayıplı mal
satanlar lonca kararı ile teamülen 3 günü geçmeyen dükkan kapama cezası
verilirdi.
4.Hak mahrumiyeti cezası:
Loncaların tekelinde bulunan ham veya yarı işlenmiş maddelerin esnafa dağıtımı
ya da toptan ve müzayede ile satılan üretimden pay ayırmama gibi esnaf’a mahsus
bazı maddî ve malî imkânlardan yararlanmayı geçici olarak kısıtlamak örgütün
yetkileri içindedir.
5.Dayak cezası:
Uygulanmasından ziyade korkutucu nitelikte olduğu örgütlerin kethüda
odalarınının duvarlarına asılı falaka değneklerinin bulundurulmasından
anlaşılmaktadır.
7. Sosyal ve ekonomik
dışlama: Islah olmayanlara uygulanan en ağır cezalardan biridir.Haklarından
mahrum etmekle beraber, esnaf sandıklarından faydalandırılmaması, lonca dışı
imiş gibi muamele görmesidir. Bu cezalandırma türü ıslah olmayan ve kusur ve
suçunda ısrarlı olan esnaf ve sanatkara uygulanırdı.
8. Esnaf teşkilatından
çıkarma: Hile ve örf-i kadim’e uymamayı adet haline getirenlerle, hırsızlık,
namusa göz koyma ve adam öldürme gibi ağır suç işleyenler “târik-i hirfet”
sayılır lonca’dan kovulurdu.[604]
BÖLÜM IV
TOPLUM
A. NÜFUS
Orta Asya’dan Anadolu’ya
gelen Türkler arasında, çok eski zamanlardan beri köy hayatına, hatta şehir
hayatına geçmiş halk bulunmaktadır. Bunlar yeni geldikleri yerlerde de aynı
hayat şartlarını devam ettiriyorlardı. Köylüler derhal köyler kurarak ziraî
üretime başlıyorlar, şehirliler şehirlere yerleşiyorlardı[605] Bununla beraber
“göçebelikten yerleşmeye” geçişte ilk durak şehirden çok köy’ler olmuştur.[606]
1. İSKÂN (YERLEŞTİRME) SİYÂSETİ
Osmanlı Devleti’nin iskân
siyâseti, yer ve yurd değiştiren göçebe Türk oymaklarının kalabalık nüfuslarına
askerî istilalarla boş toprak bularak yeni ülkelerde vatan kurma eylemi olarak
görülmemelidir. Nitekim özellikle Rumeli’de Sırbistan, Arnavutluk ve diğer
yerlerin fethi sırasında toprak arayan büyük kütleler görülmediği gibi,[607] tam aksine Devlet göç ve yerleşme hareketlerini belirli iskan
yöntemlerinin ilke ve kurallarını uygulayarak yapmaktadır.
Osmanlı Devletinin iskân
politikası ziraî ekonomiye bağlı olan toplumda üretimin düşmemesi ve eski
yerleşim merkezlerinde kayıtlı olan vergi yükümlülerinin azalmaması için bir
yandan nüfusun yerinde kalmasına çalışırken, diğer taraftan zorunlu göçler
sonucunda yeni kasaba ve şehirlerin kurulmasını, yahut nüfusu artan köylerin
gelişerek kasaba olmalarını teşvik ediyordu. Bu maksatla yeni kurulan şehirler
“tekâlif-i divâniyye ve avârız-ı örfiyye ile ulak”tan muaf tutulmuşlardı.[608] Yerleşim merkezlerine göç edenler ancak on yıldan fazla bir zaman
geçtiği takdirde o yerleşim merkezinin “raiyyeti” sayılıyorlardı.[609]
Bu yerleşim politikası içinde
“konargöçer toplulukları”nın da yerleşim bölgeleri belirlenmişti. Hatay, İçel,
Çukurova ile Doğu ve Batı Anadolu’daki yörüklerin bulundukları bölgelerdeki
Dülkadirli, Tacirli, Kızıllı, Kırık, Kılıçlı, Döğer, İIbeyli, Millî, Bektaşlı
ve diğer konargöçer oymaklarının “kışlak ve yaylak” olarak yaşayacakları yerler
“kanunnâme”lerle gösterilmişti.
Diğer taraftan göçlerin
önlenememesi sonucunda büyük yerleşim merkezlerine nüfus akımı başlamıştır.
Bununla beraber göçler bireysel (ferdî) ve toplu göçler olarak farklılaşır.
a. Kolonizatör Dervişler
Osmanlı devletinin
Rumeli’deki ilk ilerleme evrelerinde, boş ve ıssız bölgelerde yerleşip oralarda
faaliyet merkezî olan zaviyeleri kurup çevrelerini iskan ettiren, hatta pek çok
köylere isimleri verilmiş olan bu dervişler âdeta bir tür kolonizasyon
biçiminde iskan hareketi oluşturuyordu. Fetihler sırasında Ordu’yla beraber ya
da daha sonra gönderilen oymaklar veya sürgünlerle gelen dervişlerin boş
yerlerde kurdukları zaviyelerin etrafında yapılan oluşan yerleşmelerle köyler
meydana gelmekteydi. Köylerde zaviyeler mensup oldukları tarikati temsil etmekle
beraber bir kültür merkezi durumundaydı. Bu zaviyelerin şeyhliği zamanla
devletin de bazı konularda faydalandığı fahrî bir memuriyet şekline girmiştir.
b. Arazî Vakıfları
Osmanlı Devleti’nde yeni
fethedilen ülkelerin iskan ve imarı için öteden beri idarî ve malî bakımdan
bağımsız kurum olan arazî vakıfları yöntemi uygulanmaktadır. Bu yöntemle
bataklık ve ıssız yerlerde önce vakıf bayındırlık yapıları meydana
getirildikten, yine vakıf yolu ile örneğin çorak arazide sulama tesisleri ve
ziraî iyileştirmeler yapıldıktan sonra buralar yerleştirilmek üzere sürgün,
konar göçer halk gönderilmektedir. Bunlar “resm-i bennak ve caba ve avârız-ı
dîvaniye ve tekâlif-i örfiye”den muaf tutulmaktadır. Diğer taraftan yeni iskan
ettirilen ahalinin işçi, tüccar, esnaf ve sanatkar gibi çeşitli kesimlerden
olmasına çalışılmaktadır.[610]
c. Sürgün’ler
Özellikle yeni fetholunan
bölgelerin yalnızca Ordu tarafından “işgal” edilmiş durumundan kurtarılıp
fiilen sahiplenilmesi ya da henüz iskân edilmemiş ıssız bölgelerin
şenlendirilmesi amacıyla “sürgün” olarak isimlendirilen sistemli ve zorunlu bir
göç ve yerleştirme yöntemi uygulanmaktadır.
Devlet “avârız-ı dîvaniye”
biçimindeki yetkisinin sanki doğal bir uzantısı gibi, âdeta “insan üzerinden
alınan vergi” biçiminde gerekli görüldüğünde reaya’yı kalıcı olarak yerleşmek
üzere belirli bölgelere kitleler hâlinde gönderebilirdi.
Böyle durumlarda köy ve
kasabalar hane sayılarına göre on’da bir (veya iki) hane olmak üzere “sürgün”
çıkarmak zorunda bırakılırdı. Örneğin Rodos ve Kıbrıs adaları feth edildiği
zaman, adaların şenlendirilmesi için Anadolu halkından sürgün yapılmıştı.
Bu bağlamda İstanbul’un
alınışından sonra Anadolu’dan Müslüman nüfus ile birlikte fethedilen yerlerden,
örneğin Trabzon’dan şehrin bütün Rum ileri gelenleri, Kırım ve Kefe’den
getirilen 40.000 Ermeni (Anadolu’nun muhtelif yerlerine ve ) Edirnekapı, Balat
ve Gedikpaşa’ya, daha sonra Yavuz Sultan Selim Çaldıran seferinden dönerken
Doğu vilayetlerinden getirilen Ermeniler Samatya taraflarına yerleştirilmiştir.
Kanunî Sultan Süleyman döneminde Budin Kalesi alındığında, Hıristiyan ve
Yahudiler arasından istekli binlerce ailelenin çoğu Yedikule çevresine
yerleştirilmiştir. Yahudilerin bir kısmı da Selanik’e, Belgrad’ın alınmasından
sonra Sırplı halk kısmen Yedikule civarında, kısmen Büyükdere Belgrad Ormanları
denilen bölgede kurulan köye yerleştirildiler.
Ancak sürgünlerin devamında
aynı bölgelere reaya’nın gelmesini sağlamak için özellikle toprak sıkıntısı
çekenlerin için arazinin münbit olması, üstelik her meslekten iş yapacak sağlam
insanlar gelmesini sağlamak gereklidir. Oysa alışılmış düzeni bozup sürgün
gitmek çok zor olduğundan çok az gönüllü sağlanabilmektedir. Hatta bazı köyler
sürgün emrinden kaçındıkları için etrafa dağılmışlardı. Sürgün göndermek
zorunda kalan yerler ise işsiz veya işe yaramaz kimseleri seçtiler. Böylece
“sürgün” sözcüğü çağdaş Türkçe’deki ağır suçlara verilen bir ceza anlamını
aldı.[611]
Evlâd-ı Fâtihan
“Evlâd-ı fatihan” adıyla
Konya, Aksaray ve civarından seçilerek gönderilen Anadolu aileleri “Yörük
vilayetleri” olarak bilinen Manastır, Florina, Ustrumca, Tikveş, Serez, Vodina,
Drama, Yenice, Pirlepe kentlerine ve kasabalarına yerleştirildiler. Bunlar
geliş yerleri sebebiyle yerli halk tarafından “Konyar” diye anıldılar.
On yedinci yüzyıl sonlarında
Osmanlı Devletinin aşiretleri iskân ettirme, yerleşik duruma geçirme
girişiminden sonra Rumeli yörükleri de zamanla “Evlâd-ı Fatihan” olarak
anılmaya başlandı.
d. Derbendcilik
Derbendcilik de diğer bir
sistemli iskan yöntemidir. Derbendci olarak tayin edilenler, askerî ve ticarî
yolların muhafazası ve halkın emniyetini sağlamak için gördükleri hizmetler
karşılığında “avârız-ı divaniye” ve “tekalîf-i örfîye”den bağışıktılar.
Dolayısıyla Osmanlı ülkesinde binlerce köy derbendcilik (ve geçitcilik,
suyolculuk, köprücülük gibi geri hizmetler) yapmaktadır. Ancak On altı ve On
yedinci yüzyıllardaki buhranlar derbendcilik, köprücülük gibi hizmetleri yapan
bu köylerin dağılmalarına ve boşalmasına sebeb oldu.
Bu sefer “derbendci” ve
“geçitci” teşkilatlarını canlandırmak için bu görevlere tayin edilenler
konar-göçer oymak mensubları ve topraklarını kaybetmiş köylüler gibi işleyecek
arazîsi olmayan reaya arasından seçildi. Bu yeni örgütlenmede
konar-göçer’lerin, topraksız köylülerin derbendlere gönderilerek oralarda iskan
edilmeleri, kendilerine mesken inşa edebilmeleri ve ziraat yapabilmeleri için
toprak verilmesi aslında bütünüyle bir iskan siyaseti oluşturmaktadır. Onları
bir derbend başına yerleştirerek arazi veren, vergiden muaf tutan Devlet,
karşılığında hem derbendcilik hizmetini sağlıyor, hem de az zaman sonra birer
köy haline dönüşen bu yerleşimlerle ıssız bölgelerin bir iç iskan meselesini
çözümlemiş oluyordu.
e. Konar- Göçer’ler
Şehir ve köylerde yerleşmiş topluluklardan
farklı bir yapıya sahip konar-göçer’ler, Merkez’in denetiminden hemen hemen
bağımsız olmakla birlikte, devletin kendileri için düzenlenmiş kanunları
vardır. Örneğin On dört ve On beşinci yüzyıllarda konar-göçer aşiretlerin büyük
bir kısmı, yeni fethedilen ülkelere yerleştirilerek bu yörelerin
Türkleştirilmesinde kullanılmıştır.
Mevsimlere bağlı hareketleri
sırasında toplumun yerleşik düzenine ve tarıma zarar vermemeleri için,
aşiretler büyükbaba, oğul ve torun olarak büyük bir aile oluşturan irsi
reislerinin önderliğinde mevsimden mevsime “yaylak” ve “kışlak” arasında
hareket ederlerdi. Aşiretlerin sürüleriyle birlikte kışları geçirmek için
konakladıkları, az kar düşen ve bol ot bulunan, bol güneş gören, don tehlikesi
olmayan dağ yamaçları ve vadiler “kışlak” olarak seçilirdi. İlkbahar gelince
hayvanları otlatmak için yayla (yaylak) adıyla anılan yüksek yerlere göç
edilirdi. İklim şartlarının uygun olduğu bölgelerde sonbahara kadar yayla’da
kalınırdı. Göçebe boylara tahsis edilmek üzere sınırları önceden belirlenmiş bu
kışlak ve yaylalar için devletçe kira alınırdı. Başka bir deyişle sürekli bir
yaylak-kışlak hareketi ( transhumance) içinde olmalarına rağmen tam anlamıyla
göçebe sayılamazlar. Böylece yaylakta hayvancılıkla uğraşırken, kışlıkta tarımı
tamamlayan bir düzeni sağlarlar. Dolayısıyla kapalı bir ekonomi değil, tarım ve
zanaat üretimini tamamlayan sosyal işlevleri vardır.
Aşiret toplulukları Van
gölünün güneyinde; Diyarbakır bölgesinde; Maraş ve Sivas arasında; Bozok,
Kızılırmak ağzında; Toroslar’da çok geniş alanlar üzerinde büyük konar ve göçer
toplulukları olarak yaşıyorlardı.
On altıncı yüzyıl Osmanlı
ülkesindeki göçebe Türkmen toplulukları arasında özellikle Halep ve Bozulus
Türkmenleri önem taşıyordu. Halep Türkmenleri’nin oymak ve boyları kışları
genellikle Halep bölgesinde, yazları ise Uzunyayla ile Sivas’ in güney
kesimlerinde geçirirlerdi. Bozulus Türkmenleri ise Mardin’in güneyinden Fırat
kıyısındaki Deyrü’z-Zor’a kadar uzanan yarı çöl bölgelerinde kışlar, yaz
aylarında ise Diyarbakır, Erzincan ve Erzurum yöreleri ile Gürcistan ve İran
sınırına yakın yerlerde konaklardı. Ancak Osmanlı Devleti 1699 Karlofça
Antlaşması sonrasında aşiretleri iskan etmeye yönelik bir politika izledi.
Devletin aşiretlere zor kullanarak uyguladığı iskân siyâseti sonucunda
parçalanmış ve Gürcistan ve Irak’a , Aydın, Kuşadası, hatta Rodos ve İstanköy’e
kadar çok daha geniş alanlara dağılıp göçebe ya da yarı göçebe yaşam biçimini
sürdüren pek çok küçük Türkmen topluluğu biçiminde yerleşmek zorunda kalmışlardı.
On sekizinci yüzyılda gidip
gelişlerde halka zarar veren konar-göçerler tercihlerine ve çevre şartlarına
uygun olacak biçimde yaylaklarına ya da kışlaklarına iskân ettirilmişlerdir.
Buna rağmen eşkiyalık yaparak halkı huzursuz eden konar-göçer’ler grupları ya
çok sıkı takip edilerek kendi istekleriyle ya da başka yerlere sürülerek
zorunlu iskân ediliyorlardı. Gerçekten de bu yüzyıllarda devletin kaybettiği
topraklardan gelen ürünün telâfi edilmesi ekonomikve hatta yaşamsal bir sorun
olmuştu. Dolayısıyla artık konar göçer aşiretlerin yerleşmeleri teşvik ediliyor
ve destekleniyor, hatta zorlanıyordu. Aslında aşiretler baskısı sebebiyle
değil, hızlı nüfus artışı, otlak bulma zorluğuyla karşılaşmaları ve yerleşik
hayatın daha kolay hale gelmesi onların da zamanla yerleşik yaşama geçmeleri
sonucunu doğurmuştur.
Aslında Anadolu’daki
aşiretler ile Rumeli’deki aşiretler de birbirlerinden farklıdır. Rumeli’deki
“Yörük”ler daha çok askeri ve yönetsel amaçlar için özel bir düzen içinde
örgütlendirilmişlerdi.
Oğuzların Kayı boyu’ndan
gelen Osmanlılar aşiretlerin bir kısmını topraklarına kattığı Anadolu
beyliklerinden, bir kısmını da Akkoyunlu devletinden aldılar. Osmanlılar,
bunlardan özellikle Rumeli’nin Türkleşmesi için gerekli olan insan kütleleri
olarak da yararlandılar. Aslında sürekli yaylak-kışlak hareketi yapmaları ve
bir yerde durmamaları tutmamaları yüzünden, bunları ilk bakışta göçebe durumuna
sokmaktadır. Oysa yazları yaylakda hayvanlarını otlatarak hayvancılık, kışları
ise kışlak olarak kondukları yerde “ekinlik” basit bahçe ziraati yaptıklarından
yerleşik halk ile iktisadî bir bütünlük meydana getirirler. Dolayısıyla tam
“göçebe” oldukları söylenemez. Ancak yerleşik hayat ile göçebelik arasında yer
alan yaşama biçimlerini resmî kayıdlarda ve kanunnamelerde kullanılan
konar-göçer deyimi çok iyi açıklamaktadır.
(1) Mekân
Konar-göçer’ler çadırlarına
“yurd” ya da “ev” demektedirler. Türk aşiretlerinin çadırları l- Parçaları keçi
kılı iplikle dokunmuş direkli kara çadır, 2-Pamuk dokuma ya da keçeden yapılmış
dairesel çadırlar, 3- Alacık veya alaycık denilen koyun kılından olmak üzere üç
türlüdür:
Bu çadırların iç
bölümlemeleri vardır. Çadırlar ve diğer ağırlıkları taşımak için ve binek
hayvanı olarak at, katır ve deve kullanılmaktadır.
Aşiret içinde kendi kendine
yeten kapalı bir iktisadî hayat yaşanır. Gömleğinden çadırına kadar her şeyini
oymak halkı dokur. Diğer taraftan hayvancılık, çobanlık ve diğer çeşitli
san’atlar ile uğraşırlar.
(2) Örgütlenme
Aşiret (boy) kendi içinden
çıkmış bir reis’in yönetiminde henüz yerleşik olmayan bir yaşama düzenini
sağlayan, aynı soydan ya da benzeri kandaş soydan olduğuna inanan göçebe ya da
yarı göçebe insan topluluğudur. Başka bir deyişle aşiretleri oluşturan temel
etken kan ve akrabalık bağlarıdır.
Aşiret topluluklarına “il” ya
da “ulus” denir. Uluslar boy (aşiret), oymak (cemaat), oba (mahalle)
bölümlerine ayrılır. Boy ve oymakların başında bir bey bulunur.[612]
İrsî olmıyan topluluklarda
bir boy’a bey seçimi kethüda ve yaşlılarca yapılıp devletce onaylanır ve o
tayin edildiğine ve kendisine bağlı olanlara zulmedip nizama aykırı hareket
ederlerse azledileceklerine dair beylik beratı verilirdi.[613] Ancak boy
beyliğinin boy aristokrasisi ile geçtiği topluluklarda “kethüda, ihtiyar ve söz
sahibleri istedikleri şahsı boybeyi yapabilirler. [614] Bu tür boylarda,
bey ailesinin yanı sıra aşiret aristokrasisini oluşturan bir de torun grubu
vardı. Bunlar konar-göçer topluluklarının yönetim kadrosu ile beraber bir
aristokrasi oluşturmaktadır.
Fakat kethüdalar’ın hükümet
tarafından kabul edildiğine dair bir berat alabilmeleri için, yasada belirlenen
oymak vergilerini voyvoda’larına vermeği taahhüt etmeleri ve oymak ahalisinin
kefaletlerini almaları gereklidir. Eğer oymağı idare etmekde ve vergi toplamada
ihmalleri olursa voyvoda’ların da oymak halkının şikayetlerini onaylamaları
halinde azledilip yerlerine başkası seçiliyordu.
Konar-göçer’ler iç yapısal
kuruluş olarak l - Tek başına bağımsız bir “boy”dan oluşanlar, 2- Aynı boy’dan
ayrılıp ve zamanla dört’den on altı’ya (ya da fazlasına) ulaşan ve genellikle
bey’lerinin adıyla bilinen oymaklar toplululuğu, 3- Kendi ana boy’larından
ayrılmış olan oymakların birleşmesinden ya da aynı topluluktan örneğin herbirinin
ayrı kethüdaları ve farklı isimleri ile olan cemaatlerin federasyon biçiminde
birleşmesinden de meydana gelebilir.
(3) Yerleşik Düzene Geçiş
Şehir hayatının rahatlığı ve
çekiciliği ile birlikde, yaşadıkları konar-göçer hayatın ekonomik sıkıntıları
da onları yerleşik hayata zorlamıştı.[615] Yaşama şartları iyi olan
yaylak-kışlak yerleri buldukları zaman yerleşik hayatın da câzibesiyle
yerleşmişlerdi. Bu yerler genellikle harab ve terk edilmiş eski yerleşim
yerlerinin yanındadır
Yaylakda hayvancılık,
kışlakda ise bahçecilik yaparak yarı yerleşik yaşıyan oymakların 10-50 hanelik
kısımlarla ana gurupdan ayrıldığı görülmektedir. Bunlar ayrı aileler halinde
önce çadırları ile, sonra zamanla saz, ağaç, toprak evler (yurdlar) inşa ederek
bulundukları yaylak ve kışlak mahallerinde yerleşmişlerdi. Fakat konar göçer
oymak hareketine uyarak çok defa yaptıkları evleri ve köyü yaylağa gittikleri
zaman terketmektedirler.[616]
Aslında yerleşik hayata
geçtikten sonra da bu yaylak-kışlak hareketleri devam etmişdir. Dolayısıyla
aynı boy’un yaylak ve kışlak mahallerinde iki kısma bölünüp bu iki yerde (bazan
üç, dört yerde) ayrı ayrı yerleştikleri olmaktadır. Diğer taraftan aynı
yerlerin bir çok boylar tarafından da kışlak-yaylak olarak kullanıldığı dikkate
alınırsa, konar göçer yapısının özünde henüz değişmediği, ancak değişim
sürecinin devam ettiği anlaşılır.
Bununla beraber On yedinci
yüzyıl sonlarında oymaklardan ayrılan küçük kısımlar beğendikleri topraklar
üzerinde yurd tutup, yerleşik çiftçilik yapmağa da başlamışlardı.[617] Nitekim Anadolu’da pek çok köy ve yer isimleri bu oymakların
isimlerini taşımaktadır. Diğer taraftan konar göçerlerin yerleşik hayata
geçişleri sırasında çoğu defa yerleşiklere zarar verdikleri [618] , zorbalık[619] ya da eşkiyalık yaptıkları[620] görülmektedir.
2. GÖÇ HAREKETLERİ
Geçmiş yüzyıllarda göçmenler
kendi yöresel kültürlerini bu tür yöntemlerle kapalı biçimde korumuşlardır.[621] Böylece bu kurum şehirde, aynı yerleşim bölgelerinden gelmiş
insanların bir çok mahalle ve semtler oluşturmasında etkin olmakla beraber
şehir hayatının esası olan bir çok esnaf gruplaşmalarını da meydana
getirmişlerdir.[622]
Osmanlı devleti iç göçün bir
sosyo-ekonomik problem olmasını önlemek için, şehirler arası seyahatleri
tezkire’ye bağlamak gibi bazı tedbirlere başvurduğu bilinmektedir. Büyük
şehirlerdeki her türlü yönetsel önlemler alınmasına rağmen, ekonomi
kurallarının her zaman egemen olduğu ve bu tür hemşerilik esasına dayalı âdeta
bir tür esnaf loncası dayanışması oluşturan göçleri gerçekleştirdiğini
kanıtlıyor.[623]
Çeşitli sosyal, politik ve
ekonomik sebeplerle göç edenlerin büyük merkezlerdeki yerleşim psikolojisi,
daha önce göç ederek yerleşmiş, kendisine “ağa” denilen ve yeni gelenlere yol
gösteren şehir yaşayışına alışmış kıdemli bir göçmene karşı gösterilen kişisel
davranışlar biçiminde gelişiyordu. Bu bağlamda Osmanlı şehirlerinde sosyal bir
özellik olarak “hemşerilik” kurumu görülmektedir. Şehir hayatının karmaşık
düzeni içinde kendisine yol gösteren, yardımcı olan “ağasına bağlılık”, ağa’nın
da büyük şehire gelmiş ve yanında çalıştırdığı hemşerilerine karşı vecibeleri
de kültürel kökenli bir hemşerilik dayanışması ve organizasyonu oluşturuyordu.
a. Bireysel Göçler
Ancak bu hemşerilik
ilişkileri, Batı anlamında yeni bir “koloni” kurmak biçimi de değildir. Çünkü
“toprağa bağlılık” kesilmiştir. Uygun mevsimlerde, özellikle Ekim ayında
rençberlik için memlekete gidilirdi. Sıla’ya gitme bazan toplu, bazan tekil
olurdu[624] Yeni ortamda tutulan yeni iş çoğu zaman asıl uğraşları saydıkları baba
mesleği olan “rençberlik” yanında, adeta sermayesi nisbeten az olan “ikinci iş”
, “yardımcı bir iş” sayılmaktadır.[625]
Örneğin yaz mevsimlerinde
kayıkçılık edenler, sonbahar mevsiminde kayığını satar ve memleketindeki çifti
çubuğu başına dönerdi.[626] Memleket’de bulunanlara para da gönderilirdi. “Helva sohbeti”, “kır
âlemi” gibi ata göreneği toplantılarla hemşeriler bir araya gelirlerdi. Evlenme
olaylarında topluluk içinde kız verilirdi. Zaten şehir yerli halkının göçmene
kız vermesi nadirdi[627]
Bununla beraber bu göçlerin
büyük yerleşim merkezlerinde, örneğin İstanbul ahalisi üzerinde ve göç
edenlerden geri dönenler ise eski yerleşim yerlerindeki hemşerileri üzerinde
çeşitli biçim ve kuvvetde etkiler yapmışlardır.
İstanbulcu’lar
Anadolu’nun hangi şehirinde
olursa olsun evinden uzakta rızık arayanlara “İstanbulcu” denilmektedir. Aile
reisleri İstanbul, İzmir, Bursa, Konya gibi büyük şehirlerde rızık aramak üzere
köylerinden ayrılır ve bir müddet sonra geri dönerler.
Aslında “İstanbulcu” luk iki
kişi tarafından münavebe ile yürütülen bir “iş”tir. İstanbul’a iki yıllık
nöbetleşe “iş”e giden köylü, köyde kalan diğerine ailesini, çiftini çubuğunu
emanet eder. Köyde kalan her iki ailenin geçimi ve idâresini üslenir.
İstanbulcu’ların karşılıklı gidiş-geliş hareketi Hıdırellez ve kasım
dönemlerine rastlatılmaktadır. Kasım yahut Hıdırellez’de İstanbulcu köye
dönünce diğeri İstanbul’a giderek giderek işin aksatılmadan yürümesi sağlar.
İstanbulcu’nun köye dönüşü
yahut ayrılışında törenler yapılır. Köyden İstanbul’a gidecek için helva, yağ
ve diğer malzeme çuvallara yerleştirilir. “Hareket günü köyün bütün
İstanbulcuları sabah namazıyla birlikte, evlerinin önüne çekilen atlara binerek
uğurlamaya gelen yaşlılarla vedalaşırlar, alçak sesle ağlayan kadınların ve
bağrışan çocukların arasında köyün yol çıkışına azimet olunur. Bütün
İstanbulcular ve uğurlamaya gelenler toplanınca, herkes atlarından inerek saf
tutarlar ve köy hocasının dualarından sonra eğer sağlık olursa iki yıl sonra
buluşma va’diyle tekrar atlara binip gözyaşları arasında yola koyulurlar.”
Oradaki dostların varlığı bir tesellidir. Nöbetini devreden İstanbulcuların
dönüşü için yapılacak şenliğe kadar bir iki hafta daha teselli için evlerine
gönül almaya misafirler gelir.
Diğer taraftan “büyük
şehirden çocuğu veya kocası dönecek olan kadınlar ile ailelerinin heyecanı
başlar ve hazırlıklar ona göre yapılır, evler baştan aşağı yıkanıp, çörekler,
börekler, tatlılar hazırlanır. Günü geldiğinde köylüler, öncekileri
uğurladıkları yerde toplanıp parlak bir karşılama merasimi yaparlar...Gelenler
atlarından inip büyüklü küçüklü saf bağlamış olan köylülerin ellerinden
gözlerinden öperler, köye alay halinde girilirken gençler silah atar, şölen
kurarlar.”
“İstanbulcu köye gelince
birkaç gün ziyaretçileri kabul eder, analara gurbetteki çocuklarından,
kadınlara kocalarından, çocuklara babalarından haber verip gönderilen
hediyeleri dağıtır. İstanbulcu köyüne asla boş dönmez, sandığına anası, karısı,
çocukları, komşuları ve dostları için kumaşlardan pabuçlara, yüzüklerden
boncuklara kadar her hediyeyi sığdırır.” [628]
Pek çok sayıdaki
“İstanbulcu”ların büyük şehirlerlerde ikişer yıllık (hiç olmazsa bir mevsimlik)
“staj”lar yaparak köylerine büyük şehirlerdeki yüksek kültürün göreneğini
getirmektedirler. Başka bir deyişle yoğun göçlerle popüler kültürün şehirleri
sindirmesi yerine kentsel kültürün toplumsal alt katmanını yüceltmesi
sağlanmaktadır.
İşsiz Akını
Anadolu’dan ve Rumeli’den iş
bulmak için İstanbul’a akın akın gelen bekâr uşakları evvelâ hemşehrileri ile
buluşurlar, kayıkhanelerin, kahvehanelerin üstündeki, veya müstakil bekâr
odalarında, bekâr hanlarında, hamamlarda çalışanlar hamamlarda kalırlardı.
Bekâr uşaklarının İstanbul da kefilsiz oturması kat’iyen yasaktı. Mahalle
aralarında bekârlara oda vermek, ve ırz ehli, edeb sahibi olduğuna, uygunsuz
takımından olmadığına dair de kefalete bağlanırdı; Buna rağmen, bekâr
uşaklarının oturdukları han ve odalarda türlü fuhuş olur, kan dökülürdü. On
yedinci, On sekizinci asırlarda ve On dokuzuncu asrın ilk çeyreğinde çıkan
ihtilâller de, İstanbul’daki bekâr uşakları da vüzera ve ricâl saray ve
konaklarının, çarşı ve pazarın yağmalarına katılmışlardı. Onun için Anadolu’dan
ve Rumeli’den İstanbul’a bekâr uşağı girmesi fermanlarla yasak edilmeğe
çalışılmıştır. Bu konuda subaşılara, zabıta âmirlerine, esnaf kethüdalarına,
yiğitbaşılarına emirler verilmiş, bekâr uşaklarının şehre girebilmesi için bir
iş bulması gerektiğine dair sıkı kayıdlar konulmuştur.
İstanbul’a gelecek ve hâlen
şehirde bulunan bekârlar için münasib semtlerde İstanbul’da üç dört, Üsküdar,
Galata ve Eyüb’de birer ikişer han tahsis olunması ve bir san’ata işe girinceye
kadar, hemşehrilerinden kefil alındıktan sonra bekârların Müslim ve gayrimüslim
karışık olarak bu hanlarda yatıp kalkmaları istenmiştir. İş bulununca ihtisab
ağalığına götürülecek, silâhı var ise fişekleri alınacaktır ve kendisinden
hangi dükkâna gireceği, yahut hangi iskeleye hammal olacağı, yahud hangi hamamda
çalışacağı sorulacak ve ismi o işler için tahsis edilmiş deftere yazılacaktır,
eğer defterde kâfi miktarda isim varsa adı yazılmayıb geldiği yere dönmek üzere
şehirden çıkarılacaktır.
«İşini bırakıb memleketine
gidecek bekâr uşağı da, kadı’dan mürur tezkeresini aldıktan sonra ihtisab
ağalığındaki defterinden adını sildirdikten sonra memleketine gidebilir.
Elindeki mürûr tezkeresine bu husus işaret olunmamış ise, karakol noktalarından
geçmesine izin verilmez. Bir bekâr uşağı ölürse kefili ve bulunduğu yerin bir
adamı gelip İhtisab Ağalığına haber verecek, ölenin adını defterinden
sildirecektir.”
«Rumeli’nde Küçük çekmece
köprüsünde, Anadolu yakasında Bostancı başı (Bostancı) köprüsünde İhtisab
Ağalığının memurları bulunacaktır; bunlar, İstanbul’a gelen bekâr uşaklarından
eğer yaya ise 4, atlı ise 6 para tezkere harcı alacaklar ve isimlerini ve ne iş
için geldiklerini ve kefil olarak kimi göstereceklerini kaydedecekler ve derhal
ağalığa bildireceklerdir.”
«Hammal ve kayıkçı vesair
bekârlar şurada burada bekâr odası tedarik edib kalamazlar. Ancak kendilerine
gösterilen bekâr hanlarında kalabilirler. Bekâr taifesi akşam olub işlerini
bitirince hanlarına girib sabahleyin işlerine gitmek üzere çıkacaklardır.
Bekârlara tahsis edilecek hanlar, ahşab binalar olacaktır. Bekâr uşaklarının
odalarında silâh ve cephane saklamaları yasaktır. Saklarlar ise hanın odabaşısı
ve hancısı ihtisab ağasına ihbar edecektir.”
“Çekmece ve Bostancıbaşı
köprülerindeki ihtisab memurları, İstanbul’a gelen bekâr uşaklarını dikkatle
gözden geçireceklerdir; şöylece serserice gelmiş müfsid ve şerir olmasından
şüphelenirse, mürur tezkeresine âdeta ihtisaba diye kaydettikten sonra ihtisab
ağalığınca aralarında kararlaştırılmış bir rakam veya ayrıca bir işaret
konulacak, bu bekâr uşağı İhtisab Ağalığına geldiğinde, tezkeresindeki işaret
görülünce hal ve şânı gereği gibi istintak olunacaktır; uygunsuzluğu meydana
çıkarsa Bâbıâliye ihbar ve İstanbul’dan tard olunacaktır. Anadolu ve
Rumeli’ndeki idare âmirleri de, İstanbul’a gitmek istiyenlere, gerekli tahkikat
yapıldıktan sonra mürur tezkeresi vereceklerdir.”
«İskelelerde çalışan
hammallar ve hamam uşakları yazıcılar marifetile sık sık yoklanacak ve
buralarda lüzumundan fazla adam çıkarsa ihtisab ağalığına haber verilecektir.
İhtisabın haberi olmadan ve kefilsiz alınmış ise hamallar kâhyası, kayıkçılar
kâhyası ve hamamcılar kâhyası ve yiğitbaşıları tecziye olunacaktır.”
«Kayıkçı, mavnacı ve
salapuryacı bekârları da bostancıbaşı ağa tarafından defter edilecektir. Bekâr
uşağı hangi iskelede işliyecek ise, kefili ile beraber o iskelenin kâhyası
tarafından ihtisab ağalığına getirilecektir.”
Sıvacı, nakkaş, rencber
vesaire diğer bekâr uşakları hakkındaki kayıtlar da bunların aynı olacaktır.
Bir efendi yanında çalışan ve yersiz yurtsuz olub da efendisinin yanında kalan
bekâr uşaklara efendisi kefil olacaktır. Yanından çıkardığı takdirde başı bozuk
kalmaması için bekâr uşağını ihtisab ağalığına getirib teslim edecek ve eline
bu husus için tezkere verecektir. Efendisinden böyle bir tezkere almayan bekâr
uşağı başkasının yanına giremez, bir yere gidemez. Eğer efendisi tezkere
vermeyerek bekâr uşağına gadrederse, bekâr uşağı gelib ihtisab ağalığına
şikâyet edecektir..»[629]
b. Toplu Göçler
(1) Genel Göçler
Mahalle değiştirmenin
sakıncası olmamakla beraber şehirler arası nakil, hatta seyahat etmek, ziraî
üretimin azalması, sanayi üretiminde ham madde temini ve vergi gelirlerinin
kaybedilmesi gibi sorunlardan ötürü özel izine bağlıdır. Şehir ve köy ahalisi
gerekli izinleri almadan yerleşim bölgesini değiştiremiyor, örneğin kırsal
bölgeden kente göç edemiyordu. Ancak Celâli ayaklanmaları sırasında şekavetten
kaçan Anadolu halkı kitleler halinde kaçarak şehirlere sığındılar. Dağ
köylerinden şehirlere inenler, adalardan Anadolu’ya geçenler ve Celâliler’den
kaçan göçmenler yerli ahaliyle uyum sağlayamadılar. Celâlî ayaklanmalarının
sebep olduğu genel göç sırasında yeni bir şehre sığınan zanaat sahibi göçmenler
ise lonca kuralları dolayısıyla iş yeri açamıyorlardı. Bu durum meslek sahibi
insanları nerede iş bulabilirlerse orada vasıfsız işçi olarak çalışmak zorunda
bıraktı. Üstelik yerlerine geri dönseler de terk ettikleri yaşam düzeyini
yeniden elde edemeyeceklerini biliyorlardı. Sultan IV. Murad zamanında zorla
büyük şehirlerden geri sürülünceye kadar hayat mücâdelesi verdiler.
(2) Tehcir’ler
On üçüncü yüzyıla kadar
Anadolu’ya gelerek yurt değiştirmiş on milyon’dan fazla Türk asıllı göçmenin On
beşinci yüzyıldan itibaren Osmanlı ülkesinin genişlemesine paralel olarak
Duraklama Dönemi’ne kadar beş milyon’dan fazlası yeni kazanılan ülkelere
göçettiler. Ancak Dağılma Devri olarak belirlenen ülke kayıplarına uğradığımız
On sekizinci yüzyıl sonrasında tarihsel olaylarla bağlantılı olarak toplu
göçlerin yön değiştirdiğini görüyoruz. Örneğin 1830 yılında İstanbul’da Rusya,
İngiltere, Fransa elçileriyle Babıali arasında uzun süren görüşmelerde Sultan
Mahmud II. bir İslam ülkesinin mücadele edilmeden anlaşma yoluyla düşmanlara
bırakılması din ve geleneklere aykırı olduğundan, Mora’da daha fazla İslam
kanının dökülmesini önlemek için bu anlaşmanın Şer’i şerife aykırı olmadığı
hakkında şeyhülislam’dan fetva almak zorunda kalmıştı. Bundan sonra, Mora’daki
Türklerin tehcir (expulsion) biçiminde tahliyesine başlandı.
3. YERLEŞİK NÜFUS
“Karye” deyimi genel olarak
köy anlamında kullanılır. Oysa klasik dönemde Medine-i Münevvere’ye de
“Karyet-ül-ensâr” denilmekteydi. Nitekim İstanbul’un Boğaziçi’ndeki yerleşim
merkezlerinin bazılarının isimleri Ortaköy, Arnavutköy, Boyacıköy, Yeniköy,
Kefeliköy, Çengelköy, Vaniköy iken posta adreslerinde Sarıyer karyesi, Bebek
karyesi, Rumelihisarı karyesi, Beykoz karyesi olarak kullanılmıştır.
Köy sözcüğünün etimolojik
kökeni olan “kûy”, Arapça “karye” kelimesinin Farsça karşılığıdır. Ancak
Osmanlı resmî terminolojisinde her ikisinin tamamen aynı anlamda olmadığı eski
kayıtlardan anlaşılmaktadır. [630] Esasen “köy”ün Farsça anlamında
“mahalle, işlek yol, sokak” anlamı da vardır. Bununla beraber halk arasında
çoğunlukla anlamdaş olarak kullanılmıştır.
Osmanlı ülkesindeki kasaba,
küçük ve büyük şehirler gibi sabit yerleşim yerlerinin oluşmasında köylerin
büyük önemi vardır. Gerçekte kır, köy, kasaba, şehirler yerleşim dokusunun
kanevasını oluşturur. Bu kaneva üzerindeki pazaryeri, karye, mahalle, küçük ve
büyük şehirlerden oluşan doku, kolonizatör dervişlerin zaviyeleriyle birlikte
aileleri ve çevreleri, devletin zorunlu ya da teşvikli yerleştirmeleri,
göçebeler, göçmenler, konar-göçer toplulukları, aşiretler, boylar gibi öğelerle
aralarda boşluk bırakmayacak biçimde örülmektedir.
Kır, üzerinde bayındırlık
eseri bulunmayan açık ve geniş mahaldir. Kırlar çevrelerinde bulundukları
köylerin çeşitli ziraat, hayvancılık, madencilik faaliyetleriyle birlikte
düşünülmelidir.
Sahralar ise çöl, bozkır gibi
üzerinde bayındırlık eseri, insan yahut bağ, bahçe, bostan gibi zirai üniteler
bulunmayan ve çevresinde köy olmayan açık arazilerdir.
Şehir, kasaba gibi yerleşim
üniteleriyle köy, zirai bölgeler, kırsal kesim arasındaki ekonomik mübadele
yerleri kısa süreli periyodik pazaryerleri veya uzun süreli panayırlardır.
Pazarlar bir bölgenin ticarî ihtiyaçlarını giderecek mübaledenin en iyi
yapılabileceği yolların çevrelediği yerlerde kurulurlar. Kır ile şehir arasında
irtibat noktası teşkil ederler.[631] Devlet bu tür organizasyondan
çeşitli vergiler ve rüsûm alır ve karşılığında ticaretin emniyet içinde
yapılmasını sağlıyacak önlemleri alır.
Bu resmi muameleler pazar
veya panayır mekanı ile yapılan işler, ticaret ve insanlar arasında ilişki ve
bağımlılık kurulmasına neden olmuştur. Zamanla gelişip yerleşim merkezi
biçimine de dönüşebilirler.[632]
Osmanlı toplumunda kasaba ve
şehir arasındaki farklar açıklama gerektirir. Örneğin bu konuda nüfus ve idarî
teşkilat birer ölçü olarak alınabilir. “Küçük şehir” de denilebilecek olan
kasaba, köyün büyücek olanı ve nüfusu ortalama 700 ile 1500 arasında bulunan
bir iskân ünitesidir.
Osmanlı şehirlerinin en
büyüklerinin nüfusu 60-70.000’i aşmaz. Şehir ahalisi genelde 2 bin aile ya da
8-10 bin nüfusun altındaydı. Bununla beraber Avrupa’nın en kalabalık şehri olan
İstanbul’un nüfusu On altıncı yüzyılda 700.000 kişidir.
Ancak şehir daha karmaşık bir
kuruluş manzarası göstermektedir. Yönetimde kadı ve subaşından başka ticaret ve
sanat ehli de yer alır; ticaret ve iş hayatı vardır. Örneğin çeşitli esnaf
grupları arasında inşaat esnafı ve inşaatla uğraşanlar önemli bir mevki’ye
sahiptir.
a. Köyler
Konar-göçerler, iskan
coğrafyasının kır iskanı bölümüne giren kom, mezraa, ağıl, mandıra, yayla ve
dîvan gibi dağınık yerleşme şekilleri meydana getirmişlerdir. Aslında bunlar,
dağınık yerleşme ile toplu yerleşme arasındaki geçiş şekillerindendir.
Ekonomisinin temeli tarıma
dayalı Osmanlı ülkesinde tımar sistemi içinde yer alan çiftçi aileleri,
yönetici sınıftan tarımla uğraşan muaflar, aşiretler hâlindeki müsellemler,
mukataa sahipleri nüfusun büyük bölümü köylerde yaşamaktadır.
Osmanlı toprak hukukunda mülk
topraklar dışındaki bütün taşınmazların, özellikle tarım arazisinin rakabesi
(çıplak mülkiyeti) devlete ait sayılarak işlenmek üzere köylü ailelerine
dağıtılmıştı.
Dizdar, mülâzım, hizmetkâr
gibi kale görevlilerine, subaşı, divanbaşı, kethüdâ, çeribaşı gibi tımar
sahipleri arasından yıllık geliri 1.000 - 4.000 akçe arasında, 5.000 akçenin
altında olanları dirlik olarak tahsis edilen köylerde otururlardı. Kendi
çiftliklerini işleyen bu tımar beyleri seyfiyeden olmalarına rağmen yaşayışları
diğer köylülerden farklı değildir.
Köylülerin asıl büyük
kesimini devletin köylü aile birliklerine tahsis ettiği edilen, satılamaz, hibe
ve vakfedilemez, fakat babadan oğula işletme olarak geçebilen raiyyet
çiftliklerini işleten köylü aileleri oluşturuyordu.[633] Köylü, kendi
öküzü, sabanı ve tohumuyla bağımsız bir işletme ünitesi biçiminde olan bu
toprağı kendisi işlerdi. Köylünün hür ve bağımsızlığı Devlet tarafından
kanunnâmeler ve yargı sistemiyle garanti altına alınmıştı. Kanunnâmelerde
belirtilenler dışında kendisine hiçbir iş yaptırtılamazdı. Aksi taktirde
Divan-ı Hümâyun’a kadar bütün yargı ve şikâyet yolları açıktı. Diğer taraftan
hak sahibinin ölümü hâlinde çiftliğin parçalanmaması için vârisler toprağı
ortak işleyip, vergilerini veriyorlardı. Geriye erkek evlâd kalmamışsa, toprağı
işleme hakkında öncelik ölenin kızı, kardeşi, ve kısaca yakın hısımlarına
aitti. Sonra ortak tasarrufta bulunan kişiler ve topraksız köylülere sıra
gelirdi. Ancak çiftliğin bir kısmını üç seneye kadar uzayabilen nadas süreleri
geçirecek biçimde işlemezse çiftbozan resmi ödemek zorundaydı. Tam çiftlik[634] işleten köylü, tam çift vergisi ödüyordu. Yarım çiftlik işletenler
çift resminin yarısını, daha az yere tasarruf edenler ise iki dönüme bir akçe
öderlerdi. Köylü, bu çift resmi dışında, ürettiği her türlü hububat, sebze,
meyve, bal, hayvan, vb. her şeyden, bölgelerine göre kanunlarda belirlenmiş
miktarlarda devlete vergi ödüyordu
Köylerde devletten mukata’a
(veya kesim) denilen bir usulle maden ocağının işletilmesini, veya köy ya da
kasaba içindeki bir toprak parçasının, bir arsanın tasarruf hakkını, önceden
belirlenen senelik bir ücret karşılığında kiralayan, istediği gibi ekip biçen
ve işletenler de vardı. Ancak mukataalı yerler zamanla köylünün tapulu arazisi
haline dönüşmektedir.
On beş ile On yedinci
yüzyıllar arasında ulaşım imkânlarının kıt olması köyde yaşayanları çul
dokuyucu, terzi, hallac, bakırcı, demirci, semerci gibi bazı meslek
faaliyetlerine yöneltmiştir.
Aynı bölgede birbiriyle
bağlantılı köylerin oluşturduğu küçük kadılıklara da divan denirdi. Nahiye
konumundaki bu yönetim birimleri kapsadıkları köy sayısına göre “dörtdivan”,
“sekizdivan” gibi adlarla anılırdı.
Eyaletlerde dirlik ve
düzenliği sağlamakla görevli sarısekban denilen sekbanlara halk arasında seymen
(ya da seğmen) denirdi. Hasat zamanı tarlalardan kaldırılan ürünü korumak için
eyâlet ve sancak beylerince “kırsekbanı” halktan toplanan parayla karşılanmak
üzere görevlendirilirdi.
Her kaza dairesi, kadının
hükmü altında 40-50, bazen 300 kadar köyü toplamaktadır. Bu köylerde ortaya
çıkan hukuki sorunlar, o şehir veya kasaba kadısının mahkemesine gelirdi. Kadı
bu köy davaları için çoğu zaman bir naib atamaktadır. Bu köyler şehir ve
kasabalara yakın köylerdir.
Osmanlı ülkesinde çeşitli
bölgelerde çeşitli köy tipleri vardır. Fiziksel ve etnik şartlar, yerleşim,
kültür, politik-askerî faktörler köylerin büyüklüğünü, nüfusunu, yerleşim
modelini ve ekonomik faaliyetleri belirler. Bununla beraber Anadolu ve
Rumeli’de, Osmanlı toprak ve vergi kanunlarının etkisi altında özel bir
karakter kazanmış belli bir köy tipini ülke ölçüsünde genelleştirmek mümkün
değildir. Bununla beraber Anadolu ve Rumeli’deki Osmanlı köyü, mirî arazide
raiyyet çiftliklerinde yerleşmiş ve çiftliği babadan oğula bırakan bağımsız
köylü ailelerinden meydana gelmiştir.[635] Bu köyün sosyal yapısını çift-hane
sistemi belirlemiştir. Köy cemaatinin ortak tasarrufları yani, ortak mer’ası,
ortak ormanı, ortaklaşa kullanılan çayırı, harman yeri, mezarlığı ve suyu’dur.
Bir de bazı konularda imece usulü ile köy halkı birbirinin işini toplu halde
görmektedir. Avârız ve cizye vergileri gibi bazı vergilerin toplanmasında,[636] köy bir cemaat olarak tayin edilen meblağdan ortaklaşa sorumlu
tutulmaktadır. Yine şer’î hukuka göre bazı faili meçhul olaylarda bütün bir köy
halkını sorumlu tutulabilmektedir. Bu durumlar köyün cemaat karakterini
kuvvetlendirmekle beraber, sosyal yapısını esaslı olarak değiştirecek nitelikte
değildir. Köyler arasında sınır tayini kadılar aracılığı ile yapılır; sınırlar
bir hüccetle tesbit edilirdi. Devlet, belirli otlakları belirli köylere
ayırarak, köyün göçebelerle veya komşu köyler arasındaki çatışmalarını en aza
indirmeye çalışmıştır.
Tablo: 5
SAVAŞ SONRASI TOPLU GÖÇLER
Geliş
yeri |
1768
Rus saldırısı |
1780-1800
Rus saldırısı |
1812-1815
Rus saldırısı |
1815-1828
Rus saldırısı |
1829
Osmanlı–Rus Savaşı |
Muhacirlerin
yerleştirildiği yerler |
Kırım
Kafkasya |
10.000 |
30.
000 |
15.
000 |
200.000 12. 000 |
|
Eskişehir
yöresi Amasya, Tokat, Sivas, Çankırı, Adana, Konya, Aydın, İçel, Bursa,
Adapazarı ve İzmit yöresine; ( Rumeli limanlama inenler) Niş,
Kosova, Priştine çevresine, Edirne ve İslimye taraflarına, Vidin
eyaletine, Sofya ve Berkovica sancaklarına, Lofça, Niğbolu ve Ziştovi
havalisi |
Azerbaycan |
|
|
7.
000 |
10.000 |
|
Kars,
Ardahan ve İğdır bölgeleri |
Yunanistan |
|
|
|
60.000 |
|
Plansız
yerleşim |
Bulgaristan |
|
|
|
|
30.
000 |
Plansız
yerleşim |
Romanya
(Rumeli) |
|
|
|
|
200.
000 |
İstanbul
ve Rumeli’nin elde kalmış tüm kentler |
Yugoslavya |
|
|
30.
000 |
150.
000 |
|
Üsküp,
Kosava, Manastır v.d. |
Bununla beraber yalnız tarla
arazisini değil, emeği de esas alan derbentçi, küreci (madenci) ve çeltükci
(pirinç ekimi yapanlar) gibi bir takım özel karakterli köyler de vardır. Dağ
geçitlerinde koruma hizmetine ayrılmış veya maden işçiliği ve pirinç tarımı
yapmağa mecbur edilmiş köyler, böylece ekonomik ve sosyal bakımdan tamamile
farklılaşmışlardır.
Sipahinin köy üzerindeki
sorumlulukları, başlıca, çift-hane sistemini korumaya yönelik kanunları
uygulamak ve devamlı denetim sağlamaktır. Hububat tarımı yapılan tarlalar miras
bölüşmesine konu olamaz. Varisler arasında paylaşılan toprak yalnız bahçe ve
bağlardır. Osmanlı arazi hukuku bir raiyyete, tarlasını veya çiftliğini
sipahinin izni ile ferağ (tranfer) hakkını tanır. İhtiyar bir köylü kendi
hayatında yetişkin oğullarına veya bir yabancıya tapulu toprağını ferağ (devir)
edebilir.[637]
Köylünün toprağın maliki
olmaması, toprağa bağlılık ilkesine rağmen, kolaylıkla yer değiştirebilmesi,
hukuken “çift-bozan” statüsüne geçmesine sebep olmuştur. Osmanlı kanunları bunu
önlemek için, sipahiye kaçak köylüyü 10 veya 15 yıl bir süre içinde tımarında
yazılı olduğu köye geri getirme yetkisini verir. Tabii sebeplerle, yani
çölleşme, verimliliğini yitirme gibi sebeplerle, yahut yol üzeri olması,
devletin avarız sistemi içinde fazla hizmetler yüklemesi ve özellikle ağır
vergiler koyması yüzünden köylü, toptan köyünü terkedip başka taraflara göçer.
Yahut, başka önemli bir amil olarak, vakıfların köylüyü daha iyi koruma
imkanları dolayısıyla köylü, vakıf köylerine gider. Mezra’alar yalnız
terkedilmiş eski köylerden ibaret olmamakla beraber Tahrir defterlerinde
köylünün bırakıp gittiği köyler mezraa adı altında kayıtlıdır.[638] Bir köy, nüfus çoğalması dolayısıyla yakınındaki ormanı veya boz
araziyi tarıma açar ve yeni bir tahrirle bunu mukataalı arazi biçiminde
devletten kiralar. Böylece ortaya çıkan bu gibi topraklar da defterlerde
“mezraa” adıyla kaydolunur. Bu mezraalar üzerinde geçici yerleşmeler de, birkaç
haneden ibaret devamlı yerleşimler haline gelebilir.
Köylünün toprağın sadece bir
kiracısı olması, ektiği toprağı terketmekle kaybının ağır olmaması Osmanlı
köylüsünün yer değiştirmede aşırı hareketliliğine köylerde hâlî çiftlikler
ortaya sebep olmuştur. Kaçmalar bireysel kaldığı takdirde, çıkar. Hâlî
çiftliklerin artışı köyün ekonomik bakımdan kötüye gidişinin bir göstergesidir.
Bir bölgede yeni tahrirlerde hâlî çiftliklerin artması orada köylüyü etkileyen
olumsuzlukların varlığını belirler.[639]
Bilindiği gibi, şer’an içki
memnû ve kadınlar için de tesettür mecburîdir. Nitekim Osmanlı klasik döneminde
bir kaç kere içki yasağı da uygulanmıştır.[640] Ancak Türk
töresi, Selçuklu egemenliğinde Müslümanlık’la birlikte uzun süre birlikte
yaşadığı Anadolu insanını etkilemiştir. Diğer taraftan yörük ve çiftçi
hayatının zaruri gerekleri de kırsal kesimlerde yaşayan ahalinin günlük hayatta
kadın ve erkek zümrelerine ayrılmasını engellemektedir. Dolayısıyla Osmanlı
devletinde İslâm öncesi örf ve âdetlerin bid’at oluşturmasına engellemek açısından
Şer’î hukukunun uygulanmasına rağmen, «Şîa» mezheblerinde daha müsait ahkâm
bulunması kırsal kesimde İslâm öncesinden gelen birçok örf , âdet ve an’anenin
yaşamasını kolaylaştırmıştır.
b. Mücâvir Alanlar
Şehirlerin yakınlarındaki
“mücâvir alan” tabir olunan bölgeler büyük şehirlerin idarî ve medenî
imkânlarından belirli ölçülerde yararlanmaktadır.
İstanbul fethedildikten hemen
sonra, Sur içinde İstanbul Kadılığı, Sur dışında “Havass-ı refia” ya da kısaca
“Haslar Kadılığı” olmak üzere iki kadılık kuruldu. On yedinci yüzyılda merkezi
Eyüp’te olan Haslar kadılığına bağlı 700 köy vardı ve Hadımköy, Terkos,
Büyükçekmece ve Küçükçekmece gibi çevredeki 26 nahiyede Eyüp kadısının birer
naibi görev yapardı. On sekizinci yüzyılda Haslar kadılığı Çatalca, Büyük ve
Küçük Çekmeceler, Silivri, Midye, Burgaz ve Terkos bucaklarının bağlı oldukları
500 akçe maaşlı bir mollalıktı. lstanbul kadısı gibi görev yapan Haslar
kadılığının başındaki kişi, kol gezer, davalara bakar, sağlık işleriyle
ilgilenir, halkın şikâyetlerini dinlerdi. Gerektiğinde bir kararı uygulamaya
geçirmek için Yeniçeri Ocağı’nın ya da bölge mülkî amirinin yardımlarından
yararlanabilirdi.
c. Şehirler
Şehirler büyüklükleri ve
barındırdıkları nüfus oranında toplumların dinsel, sosyal, ekonomik, kültürel, yönetsel
ve hukuksal ihtiyaçlarının, sorunlarının çözümleyecek kurumların toplu halde
bulunduğu örgütlenmiş büyük yerleşim yerleridir.[641]
Şehir sözcüğü Farsça’da
“büyük belde, büyük kasaba” anlamına gelir. Osmanlılar köy’den büyük, çarşısı,
pazarı bulunan bütün yerleşim merkezlerine “şehir” demişlerdir. Nitekim
Anadolu’da Eskişehir, Yenişehir, Akşehir, Kırşehir, Viranşehir, Nevşehir gibi
çok yerleşim merkezleri başlangıçtan beri “şehir” olarak anılmıştır. Oysa İslâm
ülkelerinde başkent düzeyindeki büyük şehirlere de, küçük şehirlere de kasaba
denilmektedir.[642] Halbuki Osmanlı ülkesinde “kasaba” ne pek büyük, ne de pek küçük olan
şehirlerdir. Bu bağlamda değerlendirilirse “Bursa” şehir, “Mudanya” ise kasaba
olmaktadır.
B. ŞEHİRLEŞME
Osmanlı şehirleri, merkezde
bulunan bir ulu cami’nin (veya külliyenin) çevresinde herbirinin ayrı mescidi
bulunan, birbirlerine fiziksel ve sosyal modüler doku biçiminde eklenen
mahallelerin sınırsız yayılımından oluşur. Ancak şehir “mahalle” modülünde
olduğu gibi mezhep, hemşerilik veya aşiret birliği türünde dinî veya etnik
sosyal bütünlük meydana getiremez.
Osmanlı ülkesi, en geniş
olduğu dönemlerde Osmanlı Beyliği’nin anavatanı sayılan Anadolu toprakları
dışında da üç kıt’a üzerine yayılmıştır. Dolayısıyla temeddün (uygarlık ve
şehirleşme ilişkileri) fethedilen ülkelerdeki nüfûsun dinleri[643] ve kültürleri ile yakından ilgili idi. Bu bağlamda coğrafî ve kültürel
konumlarına bağlı olarak şehirlerde taş veya ahşap yapıların egemen olduğunu
görüyoruz. Diğer taraftan Müslim ya da gayrimüslim nüfusun iskân ettiği
yerleşim bölgelerinde yollar, yapılar ve ibadethânelerin oluşturduğu genel
karakterlerle beraber konutların iç mekan anlayışları da farklıdır.
1.
KONUM
Osmanlı şehirlerinin[644] etrafında, çevresinde genellikle bağlar, bostanlar, bahçeler
bulunurdu. İstanbul’un ve kasaba ve şehirlerimizin tümünün etrafını çevreleyen,
bağ, bahçe ve bostanlar yerli ve yabancı araştırmacıların, gezginlerin eski
dönemlerde yazılmış, yayınlanmış eserlerinde anlatılmakta, gravürlerinde
görülmektedir. Özellikle şehirlerde yaşayan şairlerin edebiyatı olan Divan
Edebiyatı’nda bahçe, bağ, çiçek gibi çeşitli tabiat ögelerinin semboller olarak
kullanılmaları da bu yerleşim özelliğinin insanımız üzerindeki etkisini
kanıtlıyor.
Ancak şehirlerin coğrafî
konumları seçilirken savunmaya elverişlilik, mutedil iklim, tabiat şartları
rüzgarlara kapalı olma gibi, yağışlar, akarsular, su kaynakları, yaklaşım yolları
dikkate alındığı anlaşılıyor.
On altıncı yüzyılda
yerleşmeler, çoğu kez yar ve dağlara sırtını vermiş aşağı yamaçlar üzerine
kurulmuşlardı. Savunmaya elverişli “dağ tipli yerleşmeler” Anadolu’daki
merkezlerin 1/4’ü, Anadolu dışındaki merkezlerin 1/3’ü kadardır.[645] Bu tür konum yer çekimi ile, şehir içindeki yollarda yağmur ve
karların erimesiyle oluşup biriken suların geçişi engelleyen çamur bataklıkları
yapmadan çevreden hemen uzaklaşmasını ve pis su akıntılarını da sağlamaktadır.
Diğer taraftançevrede bulunan
diğer yerleşim merkezleri ve ziraî üniteler (iaşe kaynakları) yönünden ile de
uygun olmalıdır. Zira On dokuzuncu yüzyıl öncesi şehirlerinin barındırabileceği
nüfus, kendisine iaşesi için gerekli malzemeyi ulaştırabilecek yolların zaman /
mesafe birimi olarak yeterli ölçüde kısalığı ve çevre şehirlerin bu konudaki
kapasitesi ile de sınırlıdır.
a. Yaklaşım Yolları
Şehirlerle yollar arasındaki
ilişki inkâr edilemez. İlkçağlardan beri kavimlerin izledikleri göç yollarının kültürel
yapılarının oluşumuna etkili oldukları söylenmiştir.[646] Dolayısıyla
yollar yerleşim merkezlerinin de oluşmasında çok önemli bir etkendir.[647] Zaten bu iki kavram birbirini doğurur. Şehirler yolların üzerinde,
yollar şehirlere yönelik oluşurlar. Osmanlı yol sistemi Rumeli ve Anadolu’da
çağdaş kavramıyla devlet yolu, hatta enternasyonal şebekeye bağlı yol anlamında
Sağ, Orta ve Sol Kol olmak üzere askerî üçer ana kol ve buna bağlı ticârî
maksatla tâlî yollardan oluşmuştur. Bu yolların bir bölümü limanlarla
sonuçlanan deniz taşımacılığı sistemine bağlanırlar. Gerek tâli yollar ve
menziller üzerinde ve gerekse liman çevrelerinde şehirler ve kasabalar
dizilmiştir.
Şehirlerin oluşumunda
karayolları kadar deniz ve nehir ulaşımı da önemlidir. Gemiciliğin ve açık
deniz ticaretinin gelişmesi, yeni ülkelerin keşifleriyle birlikte liman
şehirleri büyümeye başladı.ve ayrıca kara yolları ile içerilere de
bağlanmışlardı. Limanların ham ve mamul madde taşınması açısından sanayi ile
ilişkisi vardır.[648]
Büyüyen şehirlerin
oluşturduğu yeni ekonomik ve sosyal ortamlarda insan ve malların nakli için en
kolay yol su üzerinden gitmek oluyordu. Ancak liman şehirleri kendilerine
ulaşılmasının kolaylığına rağmen denizden gelecek saldırılara karşı da
açıktırlar. Dolayısıyla Ortaçağ boyunca kara şehirleri savunma açısından daha
güvenceli kalmışlardır.
b. Pazar Yerleri
Genellikle pazarlar ovaların
kenarında, etrafı bağ, bahçe ve bostanlarla çevrili kasabalar üretim türleri
farklı olan dağ ve ova köyleri arasında bir değişim (mübadele) yeridir.
Çevreyle ilişkileri ve yol üzerindeki durumlarına göre hanlar, kervansaraylar
gibi çeşitli konaklama tesisleri yapılmıştır.
Pazarlar, meydanlarda, imâret
ve cami avlularında bile kurulurdu.[649]
Nitekim kasabalar pazar
yerlerindeki küçük iskân ünitelerinin gelişmesiyle meydana geldiler. Bu
bakımdan kasabanın merkezini pazar yeri veya onu yanında kurulmuş “ulucami”
oluşturur. Ancak bazı kasabaları daha hareketli kılan, içinde han veya ılıca
gibi kuruluşların varlığıydı.[650]
2.
YERLEŞİM
Yollar üzerindeki şehir ve
kasabalar çoğu kere kulelerle tahkim edilmiş surlarla çevrilidir. Bu oluşumda
Haçlı Seferleri’nin etkisi olabilir. Bununla beraber menzil ve konakların
şehirlere göre daha az tahkim edilmiş olması ülkedeki güvenlik durumunun
yeterliliğini belirtmektedir. Genel olarak Anadolu’daki şehir ve kasabaların %
45 oranında düzenli surları ve yerleşimleri vardır.[651]
Ulucamiler[652] ve kervansaray, hamam ve pazarlar[653] şehirlerin orta
kısımlarındadır. Başka bir deyişle şehirler bu cami etrafında kurulan
kervansaray, hamam ve pazarlarla gelişirler. Şehir içi yolları bu merkezlerde
sonuçlanır.
Aslında doğaçlama gelişen
Osmanlı şehirlerinin planında odak noktaları cami, bedesten ve imâretlerdir.
Çarşı ve pazar yerleri bu merkezler arasında bulunur, Ama ticarî merkezi
civarında içinde gecelenmeyen ticarî hanlar, yolcu hanları bulunan “bedesten”
oluşturur.[654] Aslında “ulucami” ve büyük camiler de, nüfus yoğunluğunun fazla olduğu
bu çevrededirler.
Şehirde üretilen her tür mal
ve hizmet, bedesten’den başlayan ve genellikle “Uzunçarşı” denilen işlek bir
cadde üzerinde bulunur. Bu caddeden ayrılan sokakların her birinde belirli bir
iş kolunda mal ve hizmet üreten esnaf (ve örgütleri) bulunur.”[655] Nitekim bu sokaklar örneğin “kılıççılar, sandalyacılar, çarkçılar,
fincancılar” gibi orada çalışan ve üretim yapan esnaf kollarının adıyla
isimlendirilirler.[656]
Osmanlı şehirlerinin yerleşim
olgusunda külliyelerin büyük katkısı vardır. Külliyeler “birbirleriyle
fonksiyon ilişkileri bulunan yapılaşma kompleksi”dir. Büyük bir külliye içinde
cami, medrese, muvakkithane, bimarhane, aşevi, tabhâne, kervansaray, mektep,
kütüphane, hangâh, türbeler, imalâthane, arastalar, kapalıçarşı, han’lar,
hamam, umumi halâ’lar, meşruta binaları, bayram ve pazar yerlerinin tamamı veya
bir kısmı bulunabilir. Nitekim büyük külliyelerde yer alan imaretler çevresinde
de iş yerleri, imâlathaneler gelişir.[657]
Diğer taraftan genel görünüm
içinde ele alınırsa, Antik devir meydan ve sokak, yani dışa dönük bir kültürü;
Osmanlı kültürü ise sokak ve avlu, yani daha çok içe dönük bir hayat görüşünü
yansıtır. Osmanlı mahallelerindeki sokak, yaşama yerleri ile bütünleşme
halinde, sakinleri tarafından manevî koruma altına alınmış mekan
niteliğindedir.
Önce aristokrasi ve
feodalite, sonra da kapitalizmin baskısında kalan Batı şehirlerinde konutlar
sahiplerinin kudretini anlatmak zorundadırlar. Sonuçta şehirler samimiyet
yerine ihtişamı seçen bir genel görünüm almışlardır. İslâm ve Osmanlı
kültüründe kudret ve ihtişam ancak bekâ sahibi olan Allah’a mahsustur. Bekâ
kavramı ise yalnızca Allah rızası için vakfedilen mallara izâfe edilebilir.
Çünki “vakfedenin şartları, Kur’an’ın âyetleri gibidir”, yâni bâki kalacaktır.
Bu nedenle yalnız cami,
medrese, dârüşşifâ, hamam, kervansaray, han, sebil, çeşme gibi vakıf hayratın
yapı malzemeleri kalıcı olmalarını (bir ölçüde) sağlamak için taştır. Bunlar
dışında kalan yapılar insanî boyutların samimiyeti içinde fâniliklerini
kabullenmişlerdir.
Osmanlı Padişahının
yüzyıllarca içinde oturduğu Topkapı Sarayı bile şaşaa ve gösterişten uzaktır.
Zaman zaman gerekli görülen küçük ek yapılaşmalarla bugünkü şeklini almıştır.[658]
Şehirlerde çarşılar ve pazar
meydanları dışında genellikle büyük toplanma yeri olabilecek meydan bulunmaz.
Ancak cami avlularının bu işlev için yeterli olduğu görülür. Nitekim pazarlar
da genellikle avlulu büyük camilerin yanında kurulur. Bunun dışında düzenli ve
sistemli bir meydan oluşumu yoktur. Bununla beraber şehirlerin oluşum modülü
mahalle, mahallenin sosyal merkezi de cami olduğundan bu bağlamda meydan
gerekliliği açısından sistematik bir oluşum gereği ortaya çıkmamıştır.
a. Külliyeler
Şehirlerin çekirdekleri genel
olarak pazar yerleri ve civarındaki camidir. Çünkü pazara gelenler vakit
namazlarını bu camide kılacaklardır. Üstelik bu camide Cuma namazı da
kılınmaktadır. Caminin çevresinde şadırvan, çeşme, sebil, muvakkithane,
imârethâne ve konaklama yerleri bulunur. İmâret sistemi ise hayır, şefkat, sıhhat,
ilim ve temizlik kurumlarını bünyesinde toplayan bir şehir çekirdeğidir. Kanunî
Sultan Süleyman döneminde en gelişmiş biçimini alan bir imâretin bütününde
cami, medrese, bimarhane, aşevi, tâbhane, kervansaray, mekteb, kütübhane,
hângâh, türbeler, imâlathâneler, arastalar, kapalıçarşılar, han, hamam, su
isâlesi, umûmî helâlar, meşrutalar, dinlenme ve bekleme yerleri, bayram ve
pazar yerleri, muvakkithâneler bulunur. Bu çekirdek tesislere az, çok benzeyen
mahallelerin oluşumuyla organik olarak şehir gelişir.
Diğer taraftan vakıfların da
Osmanlı şehirlerinin oluşumunda da önemli katkıları vardır. Şehir merkezleri
genellikle bir vakıf külliyenin çevresinde kurulmuşlardır. Vâkıflarının adıyla
anılan cami, mescid, hamam veya çeşmelerin etrafında da genellikle mahalleler
oluşmuştur. Nitekim özellikle Rumeli’de şehirlerin İslâm vechesi almasını
yüzlerce vakıf câmi, mescid, medrese, tekkeler sağlamıştır.
b. Evler
Klasik dönemin Osmanlı
şehirlerinde mesken ve ticâret yerleşimleri birbirlerinden ayrı kuruluyordu.
Şehirlerde “mirî ebniye” denilen kamu binaları dışındaki yapılar varlıklı
tabakanın kışlık konutu olan “konaklar”, yazlık konutu olan “köşkler (ve
yalılar)” ve herkesin oturduğu “ev”ler olmak üzere üç kategoride
guruplanabilir.
Evler genel olarak bahçe
içinde ve iki katlıdır. Bu bahçede dut, erik, kayısı, armut, kiraz, incir gibi
dallarında meyvaları görünen ağaçlar bulunur. Uğursuzluk sayıldığından incir
ağacı kesilemezdi. Ev, bahçeye dönüktür. Zemin kat sokak tarafında depo, ahır,
kiler, mutfak kısımları gibi bölümlerin bulunduğu sağır veya yüksek ve küçük
pencereli duvar yer alır. Büyük bir kapı ile dar bir sokağa açılırlar.
Mahallenin gerçek ünitesi
olan aile toplum hayatının da çekirdeğidir. Diğer taraftan şehirlerin büyümesi
tarımsal hayattan gelen köylülerin göçü yoluyla olmaktadır. Ve kırsal kesimden
gelen bütün bu aileler şehirlerde de kendi kültürel ve ekonomik hayatlarını
yaşamak isterler. Dolayısıyla şehir içinin genel görünüşü kırsal yaşantıyı
hatırlatır.
Tarım ekonomisi gerekleri,
kırda olduğu kadar kente göç edenleri de temel ihtiyaçları sağlayacak biçimde
evlerini düzenlemeğe zorluyordu. Kışlık gıda maddeleri için “kiler” ve “ambar”
denilen depolar, hatta hayvanlar için ahırlar oluşturulmaktadır. Bu sebeple
geniş bir alana, açık bölmelere, bahçeye, ağaca ihtiyaç vardı. Dolayısıyla
zemin katlarda (ahır) depo, kiler, mutfak bulunur. Ocak ve dolaplar, yüklükler
ile sofa ve sofaya açılan odalar gibi yaşama mekânları üst katlardadır.
Sofa hem odalara geçiş
sağlayan ve hem de ailenin topluca oturduğu bir mekandır. Aslında sofalar
bulundukları yere göre ev’in planını düzenler, işlevleri dağıtır.
Aslında şehirli kadın da,
köyde yaşayan kadın da ekmek pişirmek, bahçede çalışmak, elde ettiği sebze ve
meyveyi kışın kullanılacak hale getirmek ve saklamak gibi hemen hemen aynı
ekonomik işlevleri yapmaktadırlar. Dolayısıyla sık sık sokağa çıkmadıkları
halde evlerde işler kolay kolay bitmezdi.
Sabahları yer yataklarını
toparlayıp yüklüklere sıralamak, yatsıdan sonra yeniden sermek, akşamları
mumların fitillerini kesmek, kandillere yağ koymak, fitillerini temizlemek,
fenerlerin camlarını silmek, aydınlanma düzeneklerini hazırlamak gibi işler bir
hayli zaman alırdı.
Evlerin odaları yerli
kumaşlarla bezenmiş sedirlerle döşeli idi. Yatak, yorgan gibi görülmesi
icabetmiyen eşya sabahları yüklüğe konurdu. Dolaplar, raflarda ise yerine ve
aileye göre kitaplar veya fenerler, işlemeli leğen, ibrikler, bakır takımları
bulunurdu. Dolap raflarındaki süs hücrelerinde şekerlikler, çeşmibülbüller,
buhurdanlar, gülapdanlar, kalemtraşlar, divit kamış kalemler, maktalar, hokka
takımları, zarflar, eski yazılar, hilyeler, sedef kutular yer alırdı.
Konsolların üzerindeki aynalar, şamdanlar, karpuzlu lâmbalar, çanaklı mum veya
kandil makasları, işlemeli yağlıklar ve duvara asılı güzel yazılar, makramalar
misafir odasının zenginliğini gösterirdi. Bazan tütsüler, günlükler
kullanılırdı.
Batı kültüründe evlerin dışa
açılmaları ve dışa doğru büyümeleri, dışarıyla bütünleşmeleri evin
mahremiyetini kaldırmıştır. Oysa Osmanlı evi “içine doğru büyüyen bu anlayıştan
farklı bir dünya”dır. Örneğin evlere ayakkabı ile girilmemesi de onu daha sokak
kapısında dış âlemden soyutlayan bir davranıştır. Evin mahremiyeti, bazı
bölgelerine mistik değerler verilişi de eski evlerin insanların yalnız cisimlerini
değil, ruh dünyalarını da barındırdığını gösteriyor.
Nitekim bahçeli ahşap evlerde
yalnız insanlar yaşamıyorlardı. Kümes hayvanları, kediler, kuşlar, güvercinler,
(hattâ bazı hallerde atlar), “damlarda, kovuklarda gelincikler, sansarlar,
fareler evlerin insanlardan ayrılmıyan dostları idi”.[659] Hatta “ev
yılanı” denilen hayvanlar öldürülmezdi.[660]
Büyük aile tipinin geçerli
olduğu Osmanlı toplumunda “ev” üç kuşak insanları bir arada tutardı. Haremlik kısmında
“büyük hanım”ın (kayınvâlide, büyük anne) odası baş odadır.
Ev’lerin ön tarafında, giriş
kapısı yanında bulunan yalnız erkeklere ayrılmış bir ya da iki odalık bölümüne
de “selâmlık” denilirdi. Selâmlık binası hâli vakti yerinde olanlar için aynı
çatı altında ikiz evler biçiminde olarak yapılmıştır. Bu takdirde yemekler
harem mutfağında hazırlanır, selâmlığa ara koridora konmuş bir “dönme-dolap”la
iletilirdi. Eğer çatıları ayrı binalar varsa bunlar bir ara koridorla
birleşirlerdi.
Selâmlığın zemin katında bir
taşlık ve çevresinde kiler, kahve ocağı gibi hizmet odalarından, üst katlarda
da bir başoda (paşa odası), bir kış odası ve yatak odası bulunurdu. Harem
dairesine geçit veren koridor üzerinde de mabeyin odası yer alırdı.
Sahiplerinin varlığına göre
çeşitli büyüklükteki “konak, köşk, yalı”ların hizmetçi, uşaklar ve aşçıları
için ayrılmış odalar bulunurdu. Yemek kokuları ve çeşitli gürültüler
duyulmaması için mutfaklar bahçede yapılmışlardır. Hatta kubbeli, zeminden
ısıtmalı çarşı hamamı benzerleri hamamları da vardır.
Büyük konaklarda harem halkı
selâmlık bölümüne geçemezler. Ancak daha küçük yapılarda misafir bulunmadığı
zamanlarda selamlık kısmı da harem halkı tarafından kullanılırdı.
c. Mahalleler
Osmanlı şehirlerinin yerleşim
modülü “mahalle”dir. Osmanlı şehirlerinin oluşumunda “mahalle” modülü
“sokak”dan önce gelir. Zira mahalle (veya köy) devlete ödenecek vergilerin
dağıtımı ve toplanmasında, asayişin sağlanması ve bayındırlıkla ilgili
yükümlülüklerin verilmesinde esas alınan toplu yaşama birimidir.[661] Mahallenin türbeleri, mezarları, taş mektepleri, külliyeleri,
imâretleri, dükkânları, evleri, mescidleri ve camileri toplumun bütün kültürel
özelliklerini yansıtacak biçimde sokaklar boyunca sergilenir.
Mahalle, bireyleri
birbirlerini tanıyan ve karşılıklı sorumluluk duygularıyla sosyal dayanışma
içinde yaşayan bir topluluktur. Bu topluluk Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi
mahalleleri olarak dinsel ayrılık gösterir. Ancak Müslüman mahalleleri arasında
etnik farklılaşma makbul olamayacağı gibi sanat ve ticaret gruplaşmaları da
yoktur.
Birbirlerinden ayıran
fiziksel sınırlar veya biçimler bulunmasa da, Osmanlı şehirlerinde insanlar
arasında sosyal dayanışma, katılım gibi işlevsel ve sosyal bütünleşmeler
mahalle düzeyinde sağlanmaktadır.[662]
Bazı mahalleler Cuma
camisine, çarşı ve pazar’a veya sayfiye yerine yakınlıkları sebebiyle önem ve
değer kazanırdı. Evliyâ Çelebi bu tür yerleşim yerlerini seyahatnâmesinde
“muteber mahalleler” olarak değerlendiriyor. Şehrin en güzel evleri de yine bu
mahallelerde bulunmaktadır. Kenar mahallelere ise dar gelirli aileler
yerleşmişlerdir.[663]
Hemen her mahallenin bir dış
köşesinde oyun sahaları, yeşillikler yer almakta, mahalleler bu meydanlarla
birbirlerine bağlanmaktadırlar.[664] Hemşehrilik, meslekdaşlık, aynı
mescidin cemaati olmak, mescidi bulunmamak gibi sebeplerle birkaç mahallenin
birleşmesiyle semtler meydana gelmektedir.
Bununla beraber yalnızca
ticaret ile zenaata ayrılmış mahalleler olduğu gibi genellikle kibarların
oturdukları mahalleler vardır.[665] Ticaret ve zenaat mahalleleri çok
daha canlıdır. Buralarda kazancıların, dokumacıların, marangozların,
bakırcıların çıkardıkları gürültüler, satıcıların veya müşteri çağıran
simsarların bağırışları gelmektedir. Bazan deve, katır, eşek kervanlarıyla
dükkanlardan, depolardan, kapan hanlarından ürün ve mal almakta ya da depolamak
için mal getirmektedirler.
Başkent olmuş şehirlerde
Saray’a, Paşakapısı’na yakın yerleşim bölgelerinde örneğin İstanbul’da
Sultanahmet, Akbıyık, Divanyolu, Soğanağa, Süleymaniye, Vefa semtleri gibi
devlet erkânının ve üst düzey görevlilerin ikâmetgâhları yer alır.
Diğer taraftan dinî açıdan
özellikleri olan bölgeler de önem kazanır. Yine örneğin İstanbul’da Hz. Ebâ
Eyyüb ül-Ensârî’nin merkadi’nin bulunması gibi.
Bu arada fazla ya da az güneş
almak, ılık güney rüzgârlarına (lodos) ya da soğuk kuzey rüzgârlarına (poyraza,
keşişlemeye) açık olmak, yokuşlar, sele maruz dere içleri gibi doğal konumlar
da semtlerin değerlenmesi açısınndan önemlidir. Örneğin Boğaziçi’nin Rumeli
yakası öğleden önce güneş aldığı için Anadolu yakasından daha fazla rağbet
görmekteydi.
d. Sokaklar
Osmanlı şehirlerinin
estetiğini etkileyen yerleşim modüllerinden biri de “sokak”tır. Şehirlerin
oluşumunda “mahalle”, sonra “sokak” modülü gelir. Şehir içinde toplu yaşama
birimi olan mahalle’de yer alan türbeler, mezarlar, sıbyan mektepleri,
külliyeler, imâretler, mescidler, camiler, dükkanlar evler toplumun bütün
kültürel özelliklerini yansıtacak biçimde bu sokaklar boyunca
sergilenmişlerdir.[666] Diğer taraftan iş yerlerinin mahallenin dışında olması da aile
mahremiyetinin tamamlayıcısıdır.
Arapça aslı “zukâk” olan bu kelime
padişahların şehir içinde halka görünmeden gidip gelebilmeleri için yolun her
iki yanına gerilen bezlerden oluşan ve “Halvet-i Hümâyun sokakları” deyiminde
kullanılırdı.[667]
Sokakların oluşumunda
uyulması kaçınılmaz olan kriterlerin birincisi “kullananlara zarar
verilmemesi”, ikincisi de “ailenin mahremiyetinin korunması”dır. Birbirlerinin
mahremiyetine saygı sağlanması için evlerin diğerlerinden yüksek yapılmaması,
dış kapıların, pencerelerin komşularla karşılıklı olmaması gibi düzenlemeler
gerekir. Ancak yapılar arasında öncelik hakkı vardır. Yani yeni yapılan evler
önceden var olanların yol hakkını, manzarasını, mahremiyetini bozamazdı.
Her evin bahçesinde bulunan
ağaç veya yeşillikler, sokaklarda ağaç olmadığı halde özellikle dağ
yamaçlarındaki şehirler uzaktan bakıldığı sırada yemyeşil görünürler.
Ara sokaklar toprak haliyle
bırakıldıklarından çamurlu veya tozludur. Ancak ana yollar kaldırımcı denilen
kent görevlileri tarafından taşla kaplanmakta ve onarımları yapılmaktadır.
n Çıkmaz Sokaklar
Osmanlı şehirciliğinde şer’i
hükümlerden ve fetvalardan kaynaklanan iki tür sokak vardır. Bunlardan
birincisi herkesin geçiş hakkı olan işlek olanlarına “tarik-i nâfiz” ve diğeri
ise yalnız aynı sokakta oturanların yarı özel malları gibi kullandıkları
“tarik-i gayri nâfiz”lerdir. Nitekim dar sokakta âdeta avlu’nun mahremiyeti iç
içe sürdürülen bir yaşam biçimi vardır. Çıkmaz sokaklar da bu konunun en
belirgin özelliğidir.
“Tarik-i nâfiz”ler kamu alanı
sayıldıklarından, kullanımlarına herhangi bir şekilde müdahale ve tecavüz
edilemez. Mahalle arasındaki dar ve bazıları çıkmaz sokak durumundaki yollar
ise ikinci guruba girerler. Bu gurup içinde olan yollar (kimse şikayetçi
olmadıkça) hemen hemen özel mülkiyet şartlarıyla gibi kullanabilirler.
Çıkmaz sokakların asıl
görevi, inşaat adası ortasında kalmış evlerin ortak yolla bağlantısını
sağlamaktır. Hatta bir sokağın ortasına bir ev yapıp sokağı kapatmak, sokağın
üzerine çıkmak, evin önüne sundurma yapmak gibi müdahaleler, başkalarına ziyan
vermedikçe ya da başkaları şikayet etmedikçe kabul edilir sayılmıştır. Ortaçağ
İslam kentlerindeki sayısız kapılar da bu sokakların, sokakta oturanların bir
tür ortak malı olduğu ilkesinden kaynaklanmıştır. Sokağın bu tanımı Osmanlı
şehirlerini birbirlerine benzeten temel davranışlardan biridir.
e. Türbeler
Türbeleri Osmanlı
ülkelerindeki batı tipi mozole (mausolée), anıtkabir veya panteon (panthéon)
anlamında almamak gerekir.
Çok eski çağlardan beri
hükümdarlar “ölümsüzlük” isteklerine bir çeşit çare gibi kendilerine
piramitler, mastabalar, mozoleler, panteon’lar yaptırmışlardır. Bu yapılardaki
görkemin amacı onları seyredenlerde bu yapının içinde bulunan ölünün kudretini,
toplum için önemini zamana bağlı olmaksızın canlı tutabilme kaygusudur.
İslâm ve Osmanlı kültüründeki
insanlarda bu yönde bir istek yoktur. Ölümle beraber insanın Dünya’daki işi,
görevi biter, defteri kapanır. Bir başka alemin kurallarına teslim olur. Yalnız
geride devam eden hayrat bırakanların defterlerinde “hasenat haneleri” açık kalır.
Yapmak istediği hayratın devamını sağlamak bile “ölenin” iktidarında değildir.
Bu nedenle vakıf yapanın
ölümünden sonra koyduğu şartları bozacak olanlara yapabileceği tek şey
vakfiyye’sinin son bölümünde “beddua” etmektir.
Osmanlı şehirlerindeki
türbeler eğer bir imâret veya külliye içinde iseler devam eden bir hayrın
sahibini belirler. Bu Batı’da olduğu gibi “görkemli ama pasif bir anma”
(commémoration) değildir. Tam karşıtı çeşitli anlamlarda yararlanılan aktif bir
anmadır. Diğer taraftan türbenin içi ölenin kudretini değil, fâniliğini
belirtecek biçimde, namazgâh, duvarlara yazılmış ayetlerle donatılmıştır.
Hizmetleri nedeniyle
kabirleri korunmuş kişilerin, tarikat pîrlerinin, ulularının türbeleri de
ihtişamlı değildir. Fâniliğin (geçiciliğin) insanlara (ve bütün mevcudata)
bekanın (kalıcılığın) ise yalnız Allah’a mahsus olduğunun belirmesi esastır.
3.
ŞEHİRCİLİK
“Belde” tabiri çevresi,
sınırları belli, içinde yerli veya yerleşmiş bulunanların bayındırlık
eserleriyle imar ettikleri belirli bir mekân anlamındadır.[668] “Beledî” ve
“belediye” bu kelimenin türevleridir. “Beledî” kavramının karşıtı “bedevî” yâni
“göçebe, çölde yaşayan” anlamındadır.
Aslında şehirlerdeki çeşitli
esnaf grupları arasında inşaatla uğraşanlar önemli bir mevkiye sahipti.[669] Bununla beraber inşaat sektörü de ilke olarak “gedik” usûlüne
bağlanmıştır.[670] Böylece işçi ve usta sayısı sabit tutularak piyasaya işgücü arzında
fazlalık önlenerek iş kalitesi ve ödenecek ücrette kararlılık sağlanmak
istenmiştir.[671] Ancak “gedikli” esnafın seçiminde etnik ve dinî ayrılıklar
önemsenmemiştir.[672]
Bununla beraber “büyük
yangınlar ve benzeri olaylar” nedeniyle meydana gelen işgücü sıkıntıları gedik
yönteminin tam uygulanmasını engellemiştir.[673]
a. Yerleşim Estetiği
Çeşitli bölgelerin coğrafî ve
kültürel özellikleri yanında şehir estetiğini İslâm karakteri ve Osmanlı
kültürünün de etkileyeceği açıktır. Osmanlı ülkesindeki köy, kasaba, şehirler
bulundukları bölgelerin ortak iklimi, antropolojik, coğrafi ve topografik
yapısı gibi özellikleri ile beraber İslam-Osmanlı kültür sentezinin genel
karakterlerini de taşırlar. Diğer taraftan büyük şehirlerin daha uzak
iklimlerle olan ticarî ve kültürel ilişkileri, onlara bulundukları bölgenin
ortak kişilikleri dışında bazı özellikler de kazandırmıştır. Bu standart yapıyı
değiştirebilecek etkenler yine yollar aracılığıyla uzaklara, daha değişik bölgelere
de açılabilmek olmuştur.
Osmanlı şehirlerinin genel
estetiğini, Batılı gözlemcilerin de değerlendirdikleri gibi, karşıt ögeleri
zengin düzensizlik ve çeşitlilik dolu karışık yerleşim oluşturur. Batılı
araştırmacılar bu tür düzensizlikleri politik bilinçsizlik ve kendi kendini
idare yokluğu’na, fiziksel düzensizliği de Devlet yönetimini temsil eden
herhangi bir örgütün yokluğu ve belde halkının bağımsız davranışlarına
bağlamaktadırlar.[674] Oysa en küçük Osmanlı yerleşim biriminde bile bağımsız doğal ve
organik gelişimli bir yönetim-denetim örgütü kendiliğinden oluşmaktadır. Bunun
sonucunda Osmanlı yerleşimleri devletin merkezî yönetim örgütüne karşı olan
yükümlülükler dışında, kişilerin kendi aralarında, birbirlerine karşı, kişilerin
mahalle ve hirfet örgütlerine karşı çok çeşitli yükümlülükleri vardır. Üstelik
bunların hepsi bir anlamda devletin anayasası sayılan Şeriat hükümlerine
tamamiyle uymak zorundadır. Böylece Osmanlı yerleşim birimlerinde, boyutları
insan ölçülerine ve mekan düzenlemesi geleneklere saygılı samimiyete dayanan
bir şehir estetiği ve kültürü oluşmuştur.[675] Ancak bu
karışıklık içinde yer alan ölçülü, uyumlu, ayarlanmış ayrıntılar da bütünde
birlik sağlar.[676] Nitekim örneğin İstanbul’da konutların ahşap ve her damın aynı renk
tonunda, aynı biçimde kiremitlerle kaplı ve bütün büyük yapılar, camiler,
medreseler, çeşmeler, türbeler, hanlar ve kervansarayların kubbelerinin kurşun
kaplı ve bedenlerinin taştan olması, bu karma karışık bütün içinde
“ayrıntılarda birlik” sağlar.[677] Üstelik böylesine oluşmuş birlik,
temelde bir ölçünün varlığını da kanıtlamaktadır.
Oysa taş ve ahşap yapıların
kendi gruplarındaki ayrıntılar birliğinin temelindeki “ölçü”, “zaman-kudret”
karışımı bir kavram, “Bekâ-fenâ” ölçüsüdür.[678] Başka bir
deyişle batılı gözlemcilerin Osmanlı şehirlerinde farkettiği “özgür ve soylu
yayılım”, binaların yerleşim rahatlığını birbirine saygı göstererek araması,
aslında düzensiz görünümün aslında böylesi yüksek bir ahlakî kurala bağlı
kalmasından kaynaklanmaktadır.
Şehirlerde mezarlıklar ya da
cami bahçeleri dışında, Batı şehirlerinde olduğu gibi kamuya mahsus “park’lar,
ağaçlandırılmış meydanlar yoktur. Bununla beraber her evin kendi bahçesi
bulunduğundan, özellikle uzaktan bakıldığında Osmanlı şehirleri yeşillikler
içinde görülür. Kuramsal anlamda düzensiz olmakla beraber, yerleşim
birimlerinde sempatik bir laubalilik, doğal bir rahatlık yaşanır. Ancak yapılar
millî kültürümüzle özdeşleşmiş biçimde hem birbirlerine tavâzu ve saygı
göstermekte ve hem de büyük abidelere de şan ve şereflerine yaraşır biçimde yer
vermektedirler.[679]
b. Bayındırlık İşleri
Osmanlı şehirlerinde imar
işlerinin bir yanda şer’î hukukun ve padişahın emirleriyle sınırlandırılmış,
diğer taraftan örf ve âdetlere dayalı kurallarla belirlenmiş bir düzeni vardır.
Bu düzen şer’î yönüyle şeyhülislam ve kadıların hükümleriyle, mirî yönüyle
Padişah (ve adına yetkili kılınanların) emirleriyle, teknik yönüyle “Mimârân-ı
Hassa Ocağı”na ve yaptırımlar açısından da devletin icra kuvvetlerine
dayanıyordu.
Her ne kadar “hassa”
tabirinin “hükümdara ait” anlamında kullanılmasına alışılmış ise de Osmanlı
şehirlerindeki bütün imar faaliyetlerinden prensip olarak “hassa başmimarı”
sorumludur. Esasen resmiyet bahis konusu olunca hükümdarın özel kişiliği
devletin tüzel kişiliği ile özdeş olmaktadır.[680]
(1) Hendesehâne
Osmanlı ülkesinde, Saray
dahil, tüm imar faaliyetlerini yürütmek için Şehremini’nin mâlî denetimi ve
hassa başmimarı’nın teknik gözetimi altında “Hendesehâne” denilen bir hey’et
kurulmuştu.[681] Üyeleri de suyolu nâzırı, İstanbul ağası (Acemi Oğlanları ağası), kireççibaşı,
ambar emini ve kâtibi, mimâr-ı sâni ve tâmirat emini’nden oluşur.[682]
İnşaat ve tamiratın bütün
teknik sorumluluğu Hassa Mimarları Ocağı’na aitti. Ocağın amiri olan mimara
Mimar Ağa (ya da hassa başmimarı, mimarbaşı veya sermimârân-ı hassa)
denilmekteydi.[683] Bu göreve daima Ocak’tan yetişme mimarlar getiriliyordu. Ve On yedinci
yüzyıl ortalarına kadar ömür boyu sürmek üzere atanıyordu.[684]
Mimarbaşılar “müteferrika”lık
gibi önceden kazanılmış olan pâyeleri kullanabiliyorlardı.[685] Diğer taraftan
“Hassa Mimarları Ocağı” şehremini’ne[686] bağlıdır. Şehremini ise “hâcegân-ı
Divân-ı Hümayun”dandır ve “Matbah-ı Âmire emini, Darbhane emini ve Arpa emini”
ile birlikte Birûn’da bulunan dört eminden biridir.
(2) Mimâran-ı Hassa Ocağı
Mimâran-ı Hassa Ocağı
uygulamalı öğrenim yapılan bir meslek okulu gibiydi. Burada üstad, kalfa
derecelerinden geçerek mimâr-ı sâni ve nihayet “sermimar” olunurdu. Başmimar’ın
“Cemaat-i Mimârân-ı Hassa” denilen maiyetinde sayılan bazan 43’e kadar varan
mimarlar, bir kethüdâ, bir kalem kâtibi bulunurdu. “Cemaat-i Mi’mârân-ı Hassa”
içinde etnik ve dinî ayrılıklar önemsenmediği yarı yarıya oranında bulunan
bulunan Müslim-gayrimüslim mimar sayısından da anlaşılmaktadır.
Hassa mimarları “halife”
(veya kalfa) ve “üstad” olarak ayrılmışlardı. Halifeler içinde en eskisine
“mimar-ı sanî” deniyor ve gerektiğinde başmimara vekâlet edebiliyordu.
Diğer taraftan Mimâran-ı
Hassa Ocağı’nda “minareciler, mermerciler, neccar (marangozlar), benna
(duvarcılar), seng-traş (taş yontucuları), mutalla (sıvacılar), harrat
(çıkrıkçılar), cassat (kireççiler), hazzar (bıçkıcılar), lağımger (lağımcılar
), harrar (sıcak demirciler), sürger (kurşuncular), camger (camcılar), mülebbin
(kerpiççiler), haddad (demirciler), hakkak (bezemeciler)” olarak sıralanan
kalifiye personeli yetiştirilmekteydi.[687]
Ancak bu kadro ülkenin
bütünündeki inşaat ve imar işlerinin tümünü denetlemek için yetersiz
kaldığından “Eyâlet Mimarlıkları”da kurulmuştu. Eyâletlerde Mimarbaşı kendi
tayin ettirdiği “hassa mimarları” tarafından temsil edilmekteydi. Bu mimarlar
bölgelerinde inşaat faaliyetlerini merkezde uygulanan biçimde yürütürlerdi.
Bunlar yerel küçük işler ve sınırlardaki kal’a ve palangaların onarımıyla
görevlendirilmişlerdir.[688]
Eyâlet mimarları da dahil
olmak üzere bütün mimarların tayinleri ve terfileri mimarbaşı’nın arzıyla
(önerisiyle)[689] ya Divân-ı Hümâyûn’ca veya sadrazam “buyruldu”suyla yapılmaktaydı.[690] Bu durum, Sultan III üncü Selim zamanında 1795 yılında “Mühendishane-i
Berrî-i Hümâyûn”dan mimar yetiştirilmeye başlayıncaya kadar devam etmiştir.[691]
Mimârân-ı Hassa Ocağı,
seferler sırasında bozuk yolları, yıkılmış veya tahrip edilmiş köprüleri
onarmak, gereken yerlere yenilerini yapmak, yeniden hisar, kal’a ve palangalar
inşa etmek, yıkılmış olanları onarmak, konak yerlerini düzenlemek, askere su
sağlamak için kuyular açmak görevini de üslenmiştir.
Diğer taraftan Osmanlı
Maliyesi (Defterdarlık) için inşaat ve tamirata harcanacak paranın sonuçta
Hazine’ye ne gibi bir yarar sağlayacağını (bir tür fizibilite araştırması gibi)
hesaplamaktadır.[692]
(3) Mimarbaşı’nın Görevleri
Mimarbaşının aslî görevi
Saray içindeki yapılacak ilâveler, tadilat ve tamirat; saray, kasır, köşk
türbeler, merkadler gibi Padişah’a ait yapıların inşası; “ebniyye-i hayriyye ve
nafıa” denilen selâtin camileri, meydan çeşmeleri, külliyeler, medreseler,
kayıkhaneler, kışlalar, koğuşlar, köprüler, bir cami etrafında vakıf olarak
kurulan aşhane, medrese, hastahane, yetimhane, sıbyan mektebi ve gelir getiren
akar’dan oluşan “musakkafat” denilen dükkanlar, kapalıçarşılar, hanlar,
hamamlar ve kervansarayların bakım, onarım ve inşaası gibi masrâfları devlet
hazinesinden ödenecek işler için gerekli resimleri (planları) yapmak, bunların
keşif bedellerini hesaplamak ve uygun görülenlerin inşaatlarını yürütmektir.[693] Diğer taraftan azınlık mabetlerinin tamirat keşifleri,[694] yapılmak istenen vakıf eserlere mimar tayin etmek, ya da vakıf olarak
yapılmış inşaatların son keşiflerini yapmak da görevleri arasındadır.
(a) İmar Faaliyetlerini Yürütmek
Diğer taraftan köprü, su
bendi ve su yolu yapımı ve onarımı gibi kamu yapılarının ve İstanbul’daki
inşaatların denetimi de görevleri içindedir. Hendesehâne üyeleri de
mimarbaşı’nın teknik gözetimi ve şehremininin malî denetimi altında görev
yaparlardı.
Mimarbaşı bina yapımlarını
maiyetinde çalışan kethüda ve çavuşlarla birlikte denetlerdi. Bununla beraber
mimarbaşı inşaatların yalnız teknik hususlarından sorumlu idi. Finansman ve
sarfiyat konuları , “hesap işleri, ücret, ödemeler, malzemenin alım ve temini”,
kısacası “muhasebe ve mübaya’a işleri” şehremini sorumluluğu altında yürütülürdü.[695]
Diğer taraftan inşaat
sektöründe yer alan loncalardaki “gedikli” üstad (mimar), usta ve işçi
sayısında yeterli ve ekonomik dengeyi ayarlar.[696]
Şehir içindeki imar düzenini
sağlayacak hükümleri tespit eder ve bunların müeyyideli (yaptırımlı) şer’i
kurallar haline getirilerek hukuki değer kazanmaları için kadı ile ortak
hizmetler çalışır.[697]
(b) İmar Hukukunu Uygulatmak
(Klasik dönemde) Osmanlı
şehir idaresinin beledî ve mülki idare fonksiyonları birbirinden ayrılmamıştır.
Şehirlerin imar düzenini kadılarla birlikte hassa başmimarı (ve emrindeki
mimarları) sağlarlardı.[698]
İstanbul’da ve Eyâletlerde
Hassa Ocağı dışında yetişmiş resmî kişiliği olmayan mimarları[699] denetim altına almak için serbest mimarlık yapacaklara ehil
olduklarına dair “ruhsat” [700] verir. İstanbul içinde yapılacak
inşaatları yerleşim açısından çeşitli yönlerden uygun olup olmadıklarına
inceleyerek yapılmalarına ruhsat düzenlerdi.
Aslında bu konuya çok önem
verilmiştir. Öyle ki yanlış ve uygunsuz bir ruhsat vermesi hâlinde mimarbaşının
canından olması bile mümkündü.[701]
Diğer taraftan uygunsuz yapılmış
inşaatları (mesela su yolu üzerine, sur diplerine, başkasının mülkiyetine
yapılmış binaları) yıktırmak[702] , parselasyon konularında taraflar
arasında çıkan mülkiyet anlaşmazlıklarını yerinde inceleyerek çözümlemek[703] mimarbaşının görevlerinden olduğu gibi, gerektiğinde ehl-i vukuf
(bilirkişi) olarak kadı’ya rapor tanzim ederdi.
(c) İnşaat Denetimleri
Yapılaşmanın denetimi,
malzemenin evsafının belirlenmesi ve denetimi, fiyatlarının saptanması, işçilik
ücretlerinin tespit ve denetimi mimarbaşının görevidir. Mimarbaşı maiyetinde
mimâr-ı sâni, kethüda ve çavuşlarla birlikte denetimler yapardı. [704]
Her cins inşaat malzemesinin
vasıflarını tesbit etmek için hassa mimarları bunların imâl edildiği veya
satıldığı dükkanları, tuğla harmanlarını, kireç ocaklarını, çini
imalathanelerini, taş ve mermer işleyen yerleri denetlemektedirler.[705]
Osmanlı başkentinde daha çok
ahşap inşaat yapıldığı için, bilhassa kereste nevileri ve ölçüleri inceden
inceye belirtilmiş[706] , tuğla, kiremit, vb. gibi inşaat malzemesinin vasıfları ve fiyatları
tesbit edilmişti.[707]
Hassa başmimarı inşaatlarda
çalışan kalfa, usta ve amelelerin yevmiyelerini tespit ve fazla para
istenmemesini veya ödenmemesini denetler,[708] bu hususta
ihmali görülürse kadı tarafından tazir cezası ile cezalandırılır. Fazla ücret
isteyenler ise kürek cezasına kadar varan cezalar veriliyordu.[709]
n İmar Yasakları ve Tahditleri
-İstanbul surlarının iç ve
dış taraflarına “kanun-i kadim üzre divarları halel-i tatarruk’dan (yol yapmak)
görüb gözetmek ve iktiza eden tamir ve termimi görmek içün tayin ve tahsis
olunan arazi-i mirîyye’den olduğundan” 5 zır’a’dan daha yakın inşaat yapılması,[710]
- Caddeleri daraltacağı, yangınların sirâyetini artıracağı, için evlerin
önlerine 18 parmağı geçen “şahnişin” ve şahnişin’lerin karşılıklı yapılması,[711]
- Binaların ancak belirli yüksekliklerde yapılması,[712]
- “Kefere ve Yehûd taifesinden hane bina idenlere iki katdan ziyade”
yaptırılması, “üç kat yaptırmağa ruhsat” verilmesi,[713]
- Gayrimüslimlerin kargir bina yapmaları,[714]
- Câmi ve mescidler civarına 5 zira mesafe içinde inşaat yapılması,[715]
- Su yollarının iki tarafına üçer arşın ve su yolu üzerinde 1 arşın
mesafede inşaat, bağ, bahçe yapılması,[716]
- Konut bölgelerinde
dabbağhane ve çömlekçilerin bulunmaları,
- Yaya kaldırımların üzerinde
bina ön cephesini taşacak biçimde “taş rıhtım ve kademe taşı ile nerdüban”
yapılması yasaklanmıştır.[717]
4.
BELEDİYECİLİK
Memâlik-i Osmaniye tarımsal
yapıya sahip olmakla birlikte, ülkenin İstanbul dışında kalan köyden büyük tüm
yerleşme merkezleri her yer aynı biçimde yönetilirdi. Üstelik küçüklü büyüklü
pek çok kent ve kasabada şehir uygarlığı, çeşitli kurumları ve yönetimi
açısından kendi dönemindeki Avrupa şehirleri düzeyinin gerisinde değildi.
Osmanlı şehirleri yerel
yönetimler ve belediye hizmetleri konusunda Batı kentlerine benzer biçimlerde
örgütlenmemişlerdir.[718] Bu durum Osmanlı şehirlerinin tarihsel gelişimini inceleyen yabancı
araştırmacılarca genellikle “politik bilinçsizlik ve kendi kendini idâre
yokluğu” olarak açıklanmıştır. Oysa bu durum Doğu ve Batı kültürlerinin
birbirlerinden farklı dünya görüşlerinin kendi yönetim yöntemlerine
yansımasından ibarettir. Aslında bir yöntemin diğerinden farklılığı ile, hiç
olmaması hâli (yani “yokluğu”) aynı şeyler değildir. Nitekim örneğin şehirlerin
ve şehir hayatının düzenlenmesinde günümüz anlamında belediyecilik bağlamında
birçok görevleri bulunan “kadı”ların özel makamları da yoktur.[719] Kadı’nın ailesiyle birlikte ikamet ettiği konak, kadılık makamı
sayılır. Örneğin İstanbul’da bile belirli bir kadılık binası yoktur.[720] Kuşkusuz bu uygulama Batı yönetim anlayışı açısından anlaşılamaz bir
görüntü sergiler. Oysa “fayda ve tasarruf” ta azamîye ulaşma düşüncesindeki
İslam-Osmanlı kültürü için şartlar geretirmedikçe kesin bir zorunluluk
değildir.
Nitekim İstanbul’da sadrazam,
vezir, şeyhülislâm, kazasker, reisiülküttab gibi devlet erkânının taşrada ise
vâli ve ayânının konaklarının yalnız erkeklere ayrılmış olan selâmlık bölümleri
“resmî makam” olarak işlev görürlerdi. Ancak sadrazam, vezir ve şeyhülislâm
gibi kendilerine fazla müracaat yapılan, hatta divanhâne kurulması gereken
hallerde bağımsız olarak ayrıca “selâmlık” binası yaptırılırdı.[721]
Aslında bu genel uygulama
Osmanlı Sarayı için de geçerlidir. Harem-i Hümâyun’a, Birûn ve Enderûn’dan
geçilmesine rağmen Birûn’da ve Enderun-i Hümayûn[722] ’da yer alan
Kubbealtı ve diğer devlet dâireleri gündüzleri müracaat sahipleri ve
görevlilerin çalışmalarına tahsis olunmaktadır.
İslam şehrinde dinin haram
saydığı şeylerin yapılmasını önlemek amacıyla şer’î “hisbe” müessesesi namına,[723] bugün “belediye hizmetleri” dediğimiz görevlerin bir bölümünü kadı’lar
üslenmiştir. Aslında “hisbe” ya da “ihtisab”ın esası, “emr-i bi’1-ma’ruf,
nehy-i an-il münker” yani şer’an yapılması uygun olanları yapmak ve yasaklanmış
olanlarından kaçınmak, bunları halka bildirmek ve uygulatmaktır. Diğer taraftan
bu bağlamda sayısız vakıf kurumlarının katkıları da unutulmamalıdır.
a. Kadı’lar
Kadı’nın yetkisi Padişah’ın
beratı ile tayin olunduğu kaza sınırları içinde geçerlidir. Kadılar doğrudan
kazaskerlere bağlıdırlar ve memuriyetleri süresince kaza’lar arasında
dolaşırlar.
Kadılar “narhların tanzimi ve
sık sık denetlenmesi, esnâfın teftiş edilmesi, ihtikâr ve istifçiliğin
önlenmesi, yolların gidip gelenlere açık ve sâlim tutulması, kaldırımların
onarılmaları, “mâil-i inhidam” binaların yıktırılması, talebelere zulmeden
mubassır ve hocaların takib edilmeleri, hammalların ve yük hayvanlarının fazla
yükletilmemeleri” gibi beledî hizmetleri “ayak naibleri, pazarbaşılar ve
muhtesibler” aracılığıyla yürütürler, Ancak kadılar işlerinin yoğunluğu
sebebiyle denetim görevlerini genellikle “ihtisab ağası” (veya “ihtisab
emini”)’na bırakırlardı. İhtisab ağası da bu hizmeti maiyetindeki subaşı,
mimarbaşı, böcekbaşı, çöplükbaşı gibi yeniçeri ocağı zabitleri birlikte
yürütürdü.
Esnaf ‘ın kalite hilesi,
satış miktarında hırsızlık ve yasaklara uymamak gibi kusurları görülürse
genellikle dayak ile hapis gibi geleneğe dayanan azamî tazir cezaları
verilirdi. Diğer taraftan denetimlerde bulunan bozuk eksik, hileli tanı ve ölçü
aletleri ve bozuk hileli mallara el konurdu. Hapis cezaları ancak dükkanının
bulunduğu bölgenin şer’i mahkemesince verilebilirdi.
n Azil ve Tayin Yetkisi
Şehir halkının bazı yerel
yönetim görevlilerini kendi arasından seçmesi mümkündü. Ancak seçilenleri
kadı’nın tasdik edip mahkeme sicillerine kaydetmesi ve sonra da berat’ının
çıkması için evrakı kazaskerliğe göndermesi ile gerekiyordu. Kazaskerlik’in bu
talebi inceleyip Bâb-ı Âli Tahvil kalemine muamelesini tamamlatarak bir
“Padişah Beratı” gönderiyordu. Bununla beraber kadıların bazı konularda geniş
yetkileri verilmişti. Nitekim İstanbul’a gönderilmeyip yanızca kadı tarafından
verilmiş hüccetlerle yürütülen ve sicillere “bilâ-berat” kaydıyla geçirilmiş
görevler de vardır.
Kadılar, tayin yetkisi
sayılabilecek bu özelliklerinden ötürü, lonca teşkilatının kethüdalık veya
yiğitbaşılık gibi şehir ekonomisi açısından önemli görevleri etrafında yürütülen
mücadelelerde de etkili idiler. Esnaf loncalarının kethüdalarını (esnaf
şeyhleri) esnafın istekleri doğrultusunda tayin ve azlederler, lonca
teşkilâtının sağlıklı yaşamasına çalışırlardı.
(1) Şehir Yolları ve Altyapı’lar
Divan-ı Hümayun’un imar faaliyetleriyle
ilgili kararlarını uygulatmakdan kadı’lar ve Mimarbaşı birlikte sorumlu idiler.
Nitekim büyük yangınlardan sonra ahşap konut ve dükkan yapılmaması, yolların
organik biçimde oluşması ve çıkmaz sokaklar yapılmaması için mimarbaşı’nın
teklifiyle Divân-ı Hümâyûn’da birçok kararlar alınmış ve uygulanmak üzere
kadılara gönderilmiştir.
Şehir yollarının düzenli
biçimde yapılması için kaldırımcılık çalışmalarını gözetim altında tutmakta,
gerek yolların inşasında gerekse teknik hesaplarının yapılmasında
“kaldırımcılar kethüdası” veya kaldırımcılarbaşı büyük rol oynamaktadır.
Yollarda çalışacak kaldırımcıları da o tesbit ve tahsis etmektedir”[724]. İnşa ya da tamir
edilecek şehir yolları[725] için keşif ve muayene başmimarın tayin ettiği mimar halifesi, kaldırım
yazıcısı ve kaldırımcılar kethüdası tarafından tesbit edilerek bir deftere
yazılırdı.[726]
Şehir içindeki yollar
üzerinde bulunan dükkan ve hane sahiplerinden katkı payları alınarak inşaat
masrafı düşürülürdü. Bu masrafa katılma oranı, tamiri yahut inşası yapılacak
yol maliyetinin 1/4’ü ile nadiren yarısı arasında değişmektedir.[727] Bununla beraber vakıf kaynaklardan da yararlanılarak yapılabilirdi. Bu
yöntem İslam ve gayrimüslim vakıflarının civarındaki yollara aynı biçimde
uygulanmıştır.[728]
Bend’ler ve su yolları,
kanalizasyon gibi altyapı tesislerini genellikle vakıflar sağlamakla beraber,
tesislerin bakımıyla görevli olan “Suyolcuları Ocağı” Hassa mimarlar Ocağı’na
bağlı ve hassa başmimarı emrindeydi.
(2) Çarşı- Pazar Denetimi
Muhtesib, kadı’nın ve divan
kararlarının da uygulayıcısıdır. Fiyatlara uyulup uyulmadığını gözler, satış
yerlerini teftiş eder. Esnaf hile veya suç işlemesi halinde ihtisab ağası
tarafından yerinde cezalandırılmaktadır.
Bununla beraber kadı ve
muhtesib (ihtisab ağası) kadar esnaf yöneticilerinin de fiyatların denetimi
açısından sorumlulukları vardır. Fakat çarşı, pazar atölye ve satış yerlerini
denetledikleri halde resmen cezalandırma yetkisine sahip değillerdir. Bununla
beraber aşırı yüksek veya düşük fiyatla mal satanların, kötü kalite mal
üretenlerin ölçülere uymayanların, tartı ve ölçü aletlerini kullanmayanların
suçunu kadı ve muhtesibe duyuruyorlardı.
Teftişler belirli zamanlarda
sadrazam, kadı ve ihtisab ağasının maiyetlerindeki “muhzırlar, kol oğlanları,
teraziciler”den oluşan “kol” tabir olunan ekiplerle yapılmaktadır. Teftişler
sırasında evâmir-i hükümet’e, ölçü, tartı, narh’a ve satılan malların kalitesi
denetlenirdi. Sadrazam kollarında tazir aleti olan falaka’yı muhzirler taşırdı.
Kadı ve ihtisap ağasının
teftişlerinde ise falaka’yı kol oğlanları, teraziciler de tam ayarlı teraziler
taşırlardı.
Sadrazamın, kadı veya ihtisab
ağasının verdiği dayak cezasını kol oğlanları infaz ederierdi. Teraziciler ise
teftiş edilen esnafın tartı ile sattığı malı kendi terazileriyle denetlerlerdi.
n Esnaf Yasakları
Esnaf ve sanatkârlar işlerini
yaparlarken şehir halkının rahatını bozacak kayıtsızlıklardan kaçınacaktır. Bu
bağlamda örneğin
a) Dükkan kepenklerini geçişe
engel olacak biçimde sokağa bırakmak,
b) Fırın küreklerinin
saplarının dükkandan dışarı çıkması,
c) İnşaat kereste ve
malzemesinin sokak ortasına bırakılması,
d) Tüccarların balya, fıçı ve
çuval denk gibi malzemelerini dükkanlarının önüne koymaları,
e) Dükkan tentelerinin gelip
geçişe mani olması,
f) Gelip geçişe mani olacak
şekilde sokakda odun kırmak
kadı tarafından tazir cezası
verilmesini gerektiren kusur ve suçlardandır. [729]
n Tüketici Hakları
Denetimlerin kuralları çok
açıktır.[730] Yalan yere şahitlik edenler, faizcilik, tefecilik esnaf ve sanatkârlar
makbul sayılmaz. Muameleta fesat karıştırmak, sattığı malın ayıbını örtmek,
narh üstünde bir fiata mal satmak, terazi, kantar, ölçek gibi ölçü âletleri ve
dirhemleri damgasız ve tam eksik olmak, evsafı bozuk mal satmak, özellikle
ekmeğin kalitesini bozmak, ihtikar (pahalılık) olsun diye gıda maddelerini
satmaktan kaçınmak [731] kadı tarafından “tazir cezası”nı gerektiren kusur ve suçlardır.
Esnaf bu hususta dikkatli
olmalı, denetimlerde örneğin, ekmek ölçüsüne göre pişirilmiş olmalıdır. Kasap
bakımlı hayvan kesmeli ve temiz et satmalıdır. Süt katkısız olmalıdır.
Sanatkârlar da benzer
ölçülere uyacaklardır. Örneğin terziler, kumaşına göre fiyat talep edecekler,
dikilen libas beğenilmezse kumaşı tazmin edecek, aldıkları işi gününde teslim
edeceklerdir. Çuhacılar, takyeciler, atlasçılar, bürümcükçüler kusurlu üretim
yapamazlar.
Üretilen malların fiyatları
üzerinde de durulmaktadır. Örneğin ayakkabıcılar sermayeleri ve emeklerinden
sonra ancak 1/10 kâr koyarak satabilirler.
Nitekim bu bağlamda esnaf ve
sanatkârların işleri hakkında hazırlanan lonca kararları da şeriye sicillerine
kaydoluyordu. Bu uygulamaları denetleyecek ya da şikâyet edilecek merci
kadı’dır.
(3) Narh
Osmanlı Devletinde halkın
ekonomik refahı için fiyatların dondurulması uygun görülmüş ve “narh” kurumu
uygulanmıştır. İhtisap uygulamalarının en önemlisi narh’dır. Narh verilme
işlemi sırasında tarafsızlıkla karar verebilmek için kadı, muhtesibi, esnaf
ileri gelenlerini ve “bî-garez müslümanları” bir araya toplar. Bu heyetin
verdiği kararlar kesinleştirilerek mahkeme siciline geçirilir. Aksine hareket
edenlerin ise “haklarından gelinir”di.
Narh’lar malın maliyet
fiyatının üstüne genellikle % 10, bazı durumlarda % 20’ye hatta % 40’a kadar
çıkabilen oranda kâr konularak hesaplanırdı. Örneğin “üstad” imalatçıların
ürettikleri malların fiyatlarını “âla”, “evsat”, “ednâ” farklılığı gözeten
bilirkişiler tesbit eder,[732] hatta “âlâ” ve “ednâ” kategorisindeki mallara bile “dahî âlâ”, “dahî
ednâ” şeklinde yapılan ikinci derecede alt ayırımlara göre yeni narhlar
verilirdi.[733]
Fiyatların saptanması
sırasında loncalar söz sahibi olmasına rağmen, devlet müdahale eder.
İstanbul’da ve civar şehirlerde esnaf gurupları göz önünde tutularak tespit
edilen narh fiyatlarına ait listeler yerel kadılıklarda toplanmış, şer’î
kayıtlara geçirilmiş ve uygulamaya konulmuştur. Narh defterlerinin bazıları
“yiyecek, içecek, giyecek” gibi temel ihtiyaç maddelerini içeren genel
maksatlı, diğer bazıları ise yalnız bazı malların sıralandığı özel nitelikli
olurlardı.
Şehirlere ve pazarlarda
satmak için mallarını getirenlere bunları “getirici (ya da misafir) narhı”
uygulanırdı. Bu malları kapatan aracılar onlar “aracı narhı” ile esnafa,
esnaf’’ satarlardı. Esnaf da bu malları dükkanlarında halka satarken “oturucu
(ya da mukim) narhı” uygularlardı. Ancak şehire ya da pazara mal getirenler ilk
elden satış yapamazlardı.
Narh uygulanması ile On
altıncı ve On yedinci yüzyıllarda kadı’nın kontrolu ile narh uygulanan malların
fiyatlarının çok az arttığı görülmektedir.
b. İhtisab Ağaları
İhtisab ağaları’nın vergileri
kanuna ve usulüne uygun toplayacak, şehir halkının Divan’a şikayet etmesine
neden olmayacak nitelikte güvenilir ve işbilir kimseler olmaları gereklidir.
Zira “muhtesib” veya ihtisab ağası bir anlamda belediyecilik hizmeti yapan bir
memurdur.
Aslında “ihtisab”ın esası,
“emr-i bi’1-ma’ruf, nehy-i an-il münker” yani şer’an yapılması uygun olanları
yapmak ve yasaklanmış olanlarından kaçınmak, bunları halka bildirmek ve
uygulatmaktır. Dolayısıyla ihtisab ağası’nın (yâni muhtesib’in) bugün belediye
zabıtası ile ilgili görülen bazı konularda kadı gibi hüküm verme yetkisi
vardır. Ancak kadı mülkiye, belediye, asayiş ve inzibatla ilgili bütün
konularda hüküm vermeğe yetkiliydi. Buna karşılık kadı hükümlerini kanıt ve
şahitlerle tahkim etmek zorunda iken, ihtisab ağası’nın “fazla fiyat istemek,
eksik tartı yapmak” gibi bazı konularda kadı’dan karar almaya ve kanıt
göstermeğe gerek kalmadan özerk olarak nizam ve örflere dayanarak kadı adına
tazir cezası verme yetkisi vardı.[734] Örneğin küçük çocukları gönderip
çarşıdan bazı eşyalar satın aldırır ve eğer fazla fiyat, eksik tartı gibi
durumlara rastlarsa bunları yapanları şiddetle cezalandırırdı.
Diğer taraftan tıpkı kadı
gibi, ihtisab ağası’nın Kur’an’daki kurallara aykırı davranarak hile ile İslam
cemaatine zarar verenleri cezalandırma yetkisine sahip olması onun görevini
kutsallaştırmakta ve kendisine âdeta dinsel bir kimlik kazandırmaktadır.
Değnek cezaları suçun tespit
edildiği yerde derhal uygulanırdı. Dayak cezasında esnafın yaşına ve servetine
bakılmaz, kendisiyle beraber suç ortakları sayılan usta, kalfalar ve çıraklar
da dükkanın önünde falakaya yatırılırak çıplak ayak tabanlarına sopa vurulurdu.
Özürlü mallar ise tahrip ve teşhir ediliyordu.
Başka bir deyişle muhtesibin
maliye ile ilgili vergi toplama işi yanında, “zanaat ve ticaret ahlakını
düzenleme” gibi bir görevi de vardı.
Bununla beraber muhtesib,
esnafın ihtisabiye veya ihtisab rusûmu adındaki ihtisab vergilerini toplaması
görevi Mâliye ile ilgilidir. Dolayısıyla “zaim (subaşı), muhzır, asesbaşı” gibi
hizmetliler de bu görevi sırasında kendisine yardım ederler.
c. Esnaf Örgütleri
Esnaf örgütleri de Osmanlı
şehirlerinin yerel anlamda yönetiminde dikkate alınması gereken bir konudur.
Çünkü “Osmanlı şehirlerinin hepsinde yaygın ve kuvvetli bir esnaf düzeni vardır[735] ”. Şehir hayatında ekonomik olarak faal olan ve üretime katılan herkes
bir esnaf örgütünün, bir loncanın üyesidir. Ve bir zenaat kolunun başında şeyh,
kethüda veya yiğitbaşı, daha altında ustalar ve şakirdler bulunurdu. Her zanaat
kolunda çalışanların sayılan belirlenmiş, şakird’likten usta’lığa geçiş,
üretim, pazarlama usulleri, nitelikleri de kurallara bağlanmıştı. Bu örgütlerin
şehrin yerel yönetimi açısından etkin olan yöneticileri meslek mensupları
tarafından seçilip, kadı siciline kayıt ettiriliyor, merkezden “berat” alınarak
“atama” işlemi tamamlanıyordu. On altıncı Yüzyılda İstanbul’da 1100 adet esnaf
sınıfı olduğu düşünülürse[736] lonca teşkilatının ve yöneticilerinin belediyecilik açısından
etkinliği anlaşılır.
n Kethüda ve Yiğitbaşılar
Kethüda ve yiğitbaşıların
görevlerini
a. Genel görevler: güvenliğin
sağlanması, üretici ve tüketici ilişkilerinin âdil ölçüler içinde yürütülmesi,
b. Örgüt içi görevler:Terk-i
edeb edenleri tenbih ve te’dib etmek”, “hamdest olanların mutadınca haklarından
gelmek”, hammadde temin etmek ve dağıtımını adaletli yapmak, üretim sırasında
uyulacak kuralları belirlemek ve geçerli kılmak[737] biçiminde
sıralamak mümkündür.
n Esnaf’ın Çeşitliliği
Şehzade’lerin sünnet
düğünlerine katılan meslek grupları bir bakıma İstanbul esnafının çeşitliliğini
de ortaya koymaktadır:
Takkeciler, terziler,
sucular, aşçılar, çizmeciler, mesçiler, serbazlar ve cambazlar, hallaçlar,
camcılar, gümüş tel çekenler, helvacılar, tasbazlar, baharcılar, yemişçiler,
kâtipler, imamlar, düğmeciler, saraçlar, çulcular, ipekçiler, peştamalcılar,
Eski Bedesten satıcıları, örücüler, hasırcılar, galeta satıcıları, kilitçiler,
mercancılar, yorgancılar, tarakçılar, aynacılar, okçular, yılan avcıları,
İznikli çiniciler, tütsü buhurcuları, boyacılar, mızrakçılar, kaftancılar,
çakşırcılar, semerciler, sandıkçılar, saatçiler, şamdancılar, balıkçılar,
kürekçiler, ilikçiler, kalafatlar, oluklu okçular, ketenciler, ekmekçiler,
şilteciler, tellallar, mumcular, şekerciler, aktarlar, Mısır Çarşısı
satıcıları, iğneciler, keçeciler, yemişçiler, yağlıkçılar, abacılar, yapı
ustaları, debbağlar, bıçakçılar, üzengiciler, beygir örtüsü yapanlar,
çadırcılar, boğası denilen bezi dokuyanlar, nalbantlar, süpürgeciler, Yeni
Bedesten satıcıları, bozacılar, destarcılar, tellaklar, güreşçiler,
hokkabazlar, katırcılar, nalçacılar, balıkçılar, şapkacılar, kavukçular,
kutucular, sabuncular, çiftçiler, demirciler, basmacılar, elekçiler,
şerbetçiler, bitpazarı satıcıları, yelpazeciler, sahtiyancılar, yaşmakçılar,
hırdavatçılar, çamaşırcılar, kazancılar, kovacılar, hamamcılar, lokantacılar,
muhtesibler, sebzeciler, kâğıtçılar, kundakçılar, paluzeciler, kasaplar,
urgancılar, keklikçiler, makasçılar, dizginciler, çilingirler, iplikçiler,
kâsebazlar, bakkallar, sol elleriyle hüner gösterenler, eğeciler, divitçiler,
kuşçular, sarıkçılar, dericiler, celepler, turşucular, ince tel basmacıları,
tahılcılar, dutçular, müezzinler, kuşakçılar, kebapçılar, ipek dokumacıları,
harç karıştıranlar, sorguççular, arabacılar, hamallar, tavukçular, kahveciler,
sepetçiler, kazıcılar, kireççiler, Horasan harcı karıştıranlar, sarraflar,
çömlekçiler, mürekkepçiler, ayakkabıcılar, kalemciler, Mısır Çarşısı
baharcıları, Bursalı satıcılar, Arap satıcılar.[738]
Evliya Çelebi, On yedinci
yüzyılda İstanbul’da 65 satıcı esnafına ait 14.445 dükkân bulunduğunu ve bu
dükkânlarda 48.000 kişinin, 23.214 imalâthane’de ise 79.264 usta ve işçinin
çalıştığını bildiriyor.
Hasırcılar, kurukahveciler,
kürkçüler, bakırcılar, zahireciler, yağlıkçılar, balmumcular, çadırcılar,
örücüler, sarraflar, tülbentçiler, sahhaflar, aktarlar gibi İstanbul esnafının
çoğu öteden beri belirli semtlerde toplanırlardı.
Buralardan alış veriş
edenlerin aynı dükkânı yeniden bulabilmeleri için esnaf kapısının üstüne bir
gemi modeli, deve kuşu yumurtası, püskül, fener gibi işaretler koyardı. Böylece
grup içinde rekabet yapan esnaf içinde beğenilenler “Kapalı Çarşı’da kalyonlu
sarraf” diye tarif edilirdi. Devlet denetimi temel maddeler üzerinde
yapılmaktaydı. Narhlara bakmak, kile, okka, arşın, zira gibi ölçüler ile terâzi
ve kantarları, yiyecek ve içeceklere hile karışmamasını “ihtisab ağası” denetlerdi.
Görevleri arasında hammaddeleri esnaf arasında paylaştırmak da vardı. İhtisab
kanunnâmelerinde ihtisab ağasının görevleri ve teftişlerin mahiyeti
açıklanmaktadır. Kannunnâme hükümlerine aykırı davranışlar kesinlikle
cezalandırılmaktadır.
Bu nedenle teftiş sırasında
yanında birkaç infaz memuru da bulunmaktadır. İhtisab ağalığı görevi yıllık bir
“iltizam”dır. Bedeli doğrudan devlet kasasına gider. Karşılığı ise alınacak
çeşitli vergi ve resimlerdir.
d. Vakıf Kurumlar
Osmanlı vakıfları günümüzde
belediye ve bayındırlık hizmetleri denilen konuların önemli bir bölümünü
üslenmiştir. Câmiler, mescidler, medreseler, dârülhadisler, dârülkurrâlar,
imâretler, hamamlar, çeşmeler, sıbyan okulları, tekkeler ve bunların bir
bölümünün bir araya gelmesiyle oluşan küllîyeler, köprüler, hanlar,
kervansaraylar ve dârüşşifâların hemen tümü vakıf eserlerdir.
Diğer taraftan vakıfların
Osmanlı şehirlerinin oluşumunda da önemli katkıları vardır. Şehir merkezleri
genellikle vakıf bir külliyenin çevresinde kurulmuşlardır. Vâkıflarının adıyla
anılan mahalleler ise genellikle cami, mescid, hamam veya çeşmelerin etrafında
oluşur.
Yüzlerce vakıf câmi, bir o
kadar mescid, medrese, tekke (özellikle Rumeli’de) şehirlerin İslâm vechesi
almalarını sağlamıştır.
5.
ASAYİŞ
Asayiş hizmetlerinin bir
bölümü ulûfeli görevlilerin yükümlülüğüne verilirken, diğer bir kısmı da
yaptıkları hizmetin karşılığı olarak halktan (özellikle ticarî bölgelerde
tüccâr ve esnaftan) bir miktar ücret alırlardı.
Diğer taraftan askerî
şahısların yakalanmaları ve cezalandırılmaları da yine kanunnâmelerde
belirtilen süreçlere uygun olarak yapılırlardı.
a. Subaşılar
Büyük şehir merkezlerinin
düzeninden (ve temizliğinden) kadıların buyruğu altında bulunan subaşılar
sorumludur. Geceleri asesbaşı ile birlikte dolaşarak dirlik ve düzeni bozanları
yakalayıp ufak suçlar ve kabahatler için hemen cezalandırmak, ağır suçlar için
kadı’nın huzuruna çıkartmak subaşıların göreviydi. Büyük şehirlerde bulunan
mirî subaşılar “mevâcib “alırlardı.
Mirî subaşılar yine kadıların
buyruğu altında bulunmakla beraber şehirlerin çarşıların, pazar yerlerinin ve
mahalle aralarının temizliğini denetlemekden ve geceleri asesbaşı ila birlikte
dolaşarak şüpheli kişileri tutuklayıp kadı önüne çıkarmak, suçüstü
yakaladıklarını cezalandırarak asayişi sağlamak işlerinden sorumluydular.
Ulûfeleri Hazine’den ödenirdi.
On yedinci yüzyılda
(özellikle İstanbul’un) temizlik işleri için “çöplük subaşısı”[739] ve “tomruk” adıyla anılan cezaevlerinin yönetimi için “tomruk
subaşısı” görevleri ihdas olunarak subaşılık hizmetleri genişletildi.
Eyâlet ve sancak merkezlerine
bağlı küçük şehir ve kasabaların dirlik ve düzenini de “tımarlı subaşı”lar
sağlarlardı. Subaşı olan tımarlı sipahiler sancakbeyi’nin yardımcısı
durumundaydılar. Seferlere de cebelüleriyle katılırlardı. Merkez’den tımarlı
subaşıların adına hüküm gönderilirdi. Bir anlamda bağımsızlığı olan tımarlı
subaşıları vergiler ve para cezalarından da kendilerine pay ayırırlardı.
b. Yeniçeri Kullukları
Şehiriçi güvenliğini sağlamak
için “İstanbul kullukları” ve “taşra kullukları” denilen karakol örgütleri
bulunmaktadır. Her kullukta çorbacı denilen bir yeniçeri subayı ile kullukçu
denilen üç ya da dört yeniçeri neferi bulunurdu. Taşrada kulluk görevi yapan
yeniçerilere de “yasakçı” denirdi. Beylerbeylerin kapı halkı içinde de kullukçu
bölükleri vardı.
İstanbul birçok kulluk
bölgesine ayrılmış olup bu bölgelerin asayiş hizmetleri belirli bir para
karşılığında yeniçerilere bırakılırdı. Kullukların dağıtılmasını kul kethüdası
yapardı. İstanbul kullukları üç, taşradakiler dokuz aylığına verilirdi.
İstanbul’daki tüm kullukların âmiri, Kullukçu’ların en kıdemlisi ve Ocaktaki
başeskilerden sayılan “başkarakullukçu”dur.
Yeniçeriler yaptıkları
güvenlik hizmeti karşılığında halkdan ücret alırlardı. Böylece kullukçu
yeniçerilere ulûfeleri dışında gelir sağlanmaktaydı. On yedinci yüzyıl
başlarında Yeniçeri kulkethüdası, kulluk bölgesi tahsisi için kullukçubaşı’ndan
85 akçe alır; bunun 70 akçesini alıkor, gerisini yamaklarına bırakırdı.
Yeniçeriler seferle İstanbul dışında bulundukları zamanlarda kulluk görevini
acemi oğlanları yapardı.
c. Kalyoncu Kullukları
İstanbul’daki Tersâne
kalyoncularını yeniçeri kullukçularıyla sürtüşmeye sokmadan disiplin altına
alabilmek için Galata ve Beyoğlu’nun çeşitli yerlerine kalyoncu çavuşların
görev yaptığı “kalyoncu kullukları” da kurulmuştu.[740] Kalyoncu
kulluğunda bulunan amirlere “başağa”, grup amirlerine de “Galata başağası”,
Beyoğlu başağası” denirdi. Kullukçu’ların en kıdemlisi ve Ocaktaki
başeskilerden sayılan başkarakullukçu, İstanbul’daki tüm kullukların da
amiriydi.
d. Bostancı Ocakları
Bostancı Ocağı’nın en büyük
âmiri bostancıbaşı’dır. Ocağın erkânı başhaseki ağa, bostancı kethüdası,
kethüdâ ağa, başhamlacı, tebdil hasekisi, kozbekçibaşı, bostancılar odabaşısı,
bostancı karakulak ve baltacı’dır.
Öteden beri Edirne ve
İstanbul saraylarında bahçe işleri, bağ ve bostanlarının bakımı için “bostancı”
denilen Sırp ya da Boşnak asıllılar görevlendirilir, acemi oğlanlanlar
arasından bostancıbaşı tarafından özellikle Bosnalılar arasından güçlü ve
kuvvetli olanlar seçilirdi. Bu maksatla İstanbul’da 21 bölük , Edirne’de de 10
bölükten oluşan iki ayrı Bostancı Ocağı kurulmuştu.[741] Bostancılar
yeniçerilerle beraber üç ayda bir ulûfe alırlar ve kendilerine bostan ürününden
de pay verilirdi. On altıncı yüzyıl başlarına kadar Saray çevrelerinin
güvenliği, inşaat, nakliye ve ulaşım işlerini yürütmekle görevli bostancılar,
On altıncı yüzyılın ortalarına gelindiğinde silahlı inzibat kuvvetine
dönüşmüştür.
Bostancılar, “Hasbahçe
bostancıları” ve “Hassa Bostancıları” olmak üzere ikiye ayrılır. Saray surları
içinde kalan bahçe ve bostanlarda çalışan, Saray’ın ve Harem’in hariçten
emniyetini temin eden 20 bölük bostancılara “Hasbahçe bostancıları” ya da
“gılmanan-ı Bahçe-i Hassa” denilirdi. Bunlar kıdemlerine göre bellerine dokuz
değişik renkte kuşak sararlardı. Dokuzuncu derecedeki bostancı “hünkar kayığı
hamlacısı” olurdu. Hamlacı’nın üstündeki rütbelerde “Bostancı hasekisi” ve “Bostancı
kethüdası” gelirdi.
İstanbul’un çeşitli
semtlerinde “Hadaik-i Hassa” denilen Saray’a ait bahçe ve bostanlarda çalışan,
Saray’ın kayıkhane ve iskelelerinde bekçilik, koruma ve temizleme işleri yapan
“hassa bostancıları” ise 15 ilâ 100’er kişilik bölükler halinde hizmet
görürlerdi. Hassa bostancıları “usta” dedikleri zabitlerinin emrindedirler. Her
“usta” bostancıbaşı’na karşı bulunduğu semtin güvenliğinden sorumludur.
Eyüp, Kağıthane, Boğaziçi ve
Adalar, Bostancı Koprüsü’ne kadar Anadolu yakasının asayiş ve güvenliği, “usta”
denilen bir zabitin emrinde 15-100 kişilik birlikler halinde hizmet gören
“hassa bostancıları”nın sorumluluğundadır. Her “usta” bulunduğu semtin
güvenliğinden genel asayişi sağlamakla görevli bostancıbaşı’na karşı
sorumludur.
Bostancıbaşı Padişahın yakın
güvenliğinden, Marmara, Boğaziçi ve Haliç kıyılarının asayişinden ve ormanların
ve avlakların denetiminden sorumludur. Bostancı Ocağı içinden atanırdı. Kırmızı
kaftan, altına mavi şalvar ve başına kırmızı barata giyerdi. Görev yeri Yalı
Köşkü bitişiğindedir. Halk arasına çıkmaz. İdam, sürgün ve azil fermanlarını
infâz ettirir. Terfih ettirildiği zaman vezirlik, sancakbeyliği ya da
kapıcıbaşılık verilirdi.
e. Asesler
Kolluk kuvvetlerinin şehir
içinde inzibatı ve asayişi sağlamak amacıyla çarşı ve pazarlarla mahalle
aralarında dolaşmalarına gece veya gündüz dolaşmasına «kola çıkmak» da
denilirdi. Sadrazamlar, Yeniçeri ağaları, kaptan paşa’lar bile zaman zaman kola
çıkarlar, yolsuz hareketi görülenleri te’dip ederlerdi. Ancak bu görev Yeniçeri
Ocağı’nın Yirmisekizinci Orta’sının efrâdını oluşturan ases’lere verilmişti.
Gece veya gündüz şüpheli
görülen kişiler asesler tarafından yakalanırlar, durumlarında, eylemlerinde suç
unsuru görülürse şer’î cezası verilmek üzere kadı önüne çıkarırlardı. Eğer suç
değil de kabahat türünde kusurları varsa asesbaşı’na tanınmış “tazîr” yetkisi
içinde kalarak kendisine örfî cezalar uygularlardı. “Yasakçı kulu” gibi görev
yaptıklarından bazı cezaları uygulama yetkileri vardı.[742] Tutukluları
teslim alıp hapse koymak da ases’lerin işiydi. Ancak suç işleyen yeniçerileri
yakalayıp Yeniçeri Ocağı’na teslim etmekle “bostancı mumcusu” görevliydi.
Çarşı ve pazar yerlerinde
güvenlik hizmetleri yaparlar, karşılığında, esnaftan “asesiye” adıyla para
toplarlardı. Biri İstanbul ve diğeri Galata’da olmak üzere iki asesbaşı vardı.
İstanbul asesbaşısı’nın derecesi Galata’dan daha yüksekti.
Taşra şehir ve ilçelerinde de
asesbaşı emrinde olarak aynı görevler yapılırdı. İstanbul dışındaki kentlerde ve
büyük kasabalarda görevlendirilen asesler de gece devriye gezerler, şüpheli ve
suçluları yakalayıp kadıya teslim ederler ya da yetkileri içinde bulunan
cezaları uygularlardı.
Asesbaşı, narh denetiminde
subaşıyla birlikte sadrazama eşlik ederdi. Divan-ı Hümayun ve Ağakapısi’nda
toplanan Ağa Divânı toplantılarında, Yeniçerilere ulûfe dağıtımı, elçi
karşılama ve kabul törenlerinde hazır bulunurdu. Bu görevleri sırasında yeşil
çuhadan çatal kalafat, zağra yakalı ve yeşil kaplı Divân kürkü, ak çakşır,
ayaklarına da sarı yemeni giyerdi.
İstanbul’daki Tomruklar ve
Babacafer zindanları da asesbaşının yönetimi altındaydı. Yeniçeri Ocağı’ndan
idam cezasına çarptırılanlar hükmün yerine getirilmesi için ona teslim
edilirdi.
C. HALK
Osmanlı Toplumu bütün
mezhepler ve çeşitli etnik guruptaki Müslümanlarla, yine Hıristiyan dininin
çeşitli mezheplerinde bulunan Rumlar, Ermeniler, Romenler, Slavlar, Yahudî’ler
ve Levanten’lerin oluşturduğu çeşitli ırk, din, mezheplerden olan ve çeşitli
dillerde konuşan, aralarında bir takım statü farkları, kültürel veya ekonomik
çeşitli özellikleri olan halk topluluklarından meydana gelmiştir. Bununla
beraber resmî dini İslam olan Osmanlı Devleti, Osmanlı toplumunu etnik
kökenlerine göre farklılaşmış olarak değil, yalnızca dinlerine bakarak “nüfûs-i
Müslime” ve “nüfûs-i gayrimüslime” olarak görmektedir.
Başka bir deyişle bu ayırımda
kavmî (etnik) aidiyetler ve konuşulan diller değil yalnızca dinî farklılaşma
esastır. Nitekim Müslümanlar arasında da ırk, din, mezhep ve dil ayrılıkları
ilke olarak dikkate alınmaz. İslamî terminolojide bir peygambere bağlanan
insanların tümü bir ümmet meydana getirir. Bu bağlamda “Ümmet-i Muhammed”
deyimi de İslam Dini’nde bulunan insanların tümünü kapsar.
1. “MİLLET” AYIRIMI
Bu bağlamda Osmanlı ülkesinde
bulunan Müslümanların bütününe “Millet-i İslam”[743] , geri kalanlara
da “millet-i gayrimüslime”[744] denilmektedir. Osmanlı Türkçesinde
“millet” sözcüğünün anlamı, aslında Batı dillerinde Napoléon savaşlarından
sonra belirlenmiş “nation” kavramının karşılığı olan anlamını alması ancak
Yirminci yüzyıl başlarında ve sonrasındadır.
Devlet’in en güçlü olduğu On
altıncı yüzyıl ortalarında tutulmuş Tahrir defterleri üzerinde Müslüman nüfus,
toplam nüfusun yaklaşık olarak % 60’ı civarındadır. Geri kalan % 40’ı ise
gayrimüslimlerdi.[745] Müslüman kitle ilmiye, seyfiye, kalemiye ve tarikat mensupları,
tüccârlar ve esnaf, Hz. Hasan neslinden gelen “sa’dat” ve Hz. Hüseyin soyundan
gelen “şürefâ”, esnaf örgütü (loncalar) içinde yer alamayan seyyar satıcılar,
kırsal kesimde yaşayan (Müslüman) köylüler gibi katmanlardan oluşur.
“Millet-i gayrimüslime”
içinde yer alan çeşitli Hıristiyan mezhepleri önce “Millet-i Mesihîye” olarak
Yahudî cemaatinden ve sonra kendi aralarında “millet”ler olarak
ayrılmaktadırlar. Ancak herbirine ayrı bir millet denilen ve devletin genel
hukuk sistemi içinde varlıkları birer antite olarak kabul edilmiş bütün bu dinî
cemaatler aralarında çatışma olamaz. Bununla beraber inanç ayrılıklarının
gereği aralarındaki ilişkiler az ve gerilimlidir.
Osmanlı Devleti’nin
gayrimüslim tebaasını oluşturan cemaatler Rum Patrikliği; Ermeni Patrikliği;
Ermeni Katolik Patrikliği; Süryanî-i, Kadim Patrikliği; Rum Melkit Katolik
Patrikliği; Geldani Patrikliği; Süryanî Katolik Cemaati; Bulgar Eksarklığı;
Musevi’lerdir.[746]
Her dinde, her mezhepteki
bütün bu insanlar kendi inançlarında serbest oldukları gibi, şer’î ve örfî
hukukla karşıt olmamak üzere kendi cemaatleri içinde kendi dinî hukuklarını
uygulayabilirlerdi. Örneğin Papalık diğer devletlerle konkordatum’lar yaparak
hukukî ve siyasî ilişkilerini sağlamakta ve bu ülkelerde yaşayan Katoliklere
dinî hukukunu uygulayabilmektedir. Oysa Tanzimat Dönemi öncesinde Osmanlı
Devleti ile Vatican arasında hiçbir resmî ilişki kurulmamış olduğu halde,
Osmanlı ülkesinde Katolik (ve diğer mezhepler ruhanî liderlerine) verilmiş
hürriyetler Papalık Devleti’nin «konkordatum»lar ile sağlamış olduklarına çok
benzer.
Bu arada gayrimüslim
cemaatlerin de günümüzdeki anlamıyla azınlık (minorité) statüsünde
olmadıklarını vurgulamak gerekir. Bu bağlamda Osmanlı uygulamasındaki “millet”
ayırımı Müslim ve gayrimüslim cemaatlerin birbirlerine karşı kişiliklerini
legalize eder ve belirler.[747] Nitekim büyük toplumun Müslüman,
Rum, Yahudî ve Ermeni kesimleri dışarıdan görülen en kalın çizgileriyle kısmen
etnik değerler taşıyan karma karakter ifade eden “milel-i erba’a” deyimi ile
tanımlanmaktadır.
2. “BERÂY” ve “REÂY” AYIRIMI
Terim olarak Osmanlı
toplumunun genel yapısını betimleyen “berâyâ- reâyâ” ya da başka bir deyişle
“yönetenler-yönetilenler” ikilisi aslında “halk’ın bütünü”nü ifade
etmektedirler.
a. Berâyâ
Yönetici sınıfı oluşturan
berâyâ kesimi’nin özelliği yalnızca Müslümanlardan oluşması ve her tür şer’i ve
örfi vergi yükümlülüğünün dışında tutulmasıdır. Bu kesim menşe’leri (gelişleri)
yönünden, tıpkı devletin hukuk düzeni gibi “ehl-i Şer” ve “ehl-i örf” olarak
farklılık gösterir.
“Ehl-i Şer” bölümünü,
Müslüman kökenli ailelerden gelen İlmiye ricâli ile imam, hatip, müezzin gibi
din görevlileri , medrese’den icâzet almış müderris, kadı ve mevâli , tekke
şeyhleri ve devlet kalemlerinde yetişmiş Kalemiye hâcegânı oluşturur.
“Seyfiye ricâli” ya da “ehl-i
örf” denilen kısım (genellikle devşirme[748] çocukların) Hazırlık Sarayları’nda
ve Enderun Mektebinden yetişerek gelirler ve devletin en yüksek makamı olan
sadrazamlığa kadar yükselebilirler.
“Ehl-i örf”e tanınmış olan
“vergi bağışıklığı, kazasker tarafından yargılanma” gibi ayrıcalıklar
tanınmıştır.
Ancak “Seyfiye ricâli” için
bütün bu ayrıcalıkların ağır karşılıkları vardır. Örneğin örfî hukuk
karşısındaki işledikleri kusur ve suçlara azil, sürgün gibi ağır cezalar
verilmektedir. Üstelik seferlerde bu cezalar daha da arttırılarak “idam” cezası
verilirdi. Diğer taraftan ölümlerinde bütün mal varlıklarına devletçe el
konuyordu. Bu işlemin hukukî dayanağı çoğunlukla ya devşirmelikten, ya da
kırsal kesimden gelerek başka bir deyişle parasız, pulsuz olarak başladıkları
devlet hizmetinde edindikleri mal varlıklarının yine devlete ait olması
gerektiği görüşüdür.
Padişah ancak şeriatın cevaz
verdiği ölçüde siyasal otorite ve mutlak irâde sahibidir. Üstelik Şeriatın
“emr-i bi’l-ma’ruf, nehy ani’l-münker” ilkesine göre, ahlaki değerleri,
geleneklerini korumak; buna bağlı olarak da topluma zarar veren, onu rahatsız
eden davranışları önlemekle yükümlüdür. Bu görevini kendi adına bütün ülke
sathına yayılmış kadılar aracılığıyla yerine getirir. Bununla beraber yaptırım
kuvvetini yine “ehl-i örf” oluşturur.
“Ehl-i örf “ olarak anılan
Seyfiye ricâli ve Kapıkulları padişah örfünün uygulayıcısıdırlar. Nitekim
savaşta sefere katılan beylerbeyleri ve sancakbeyleri barışta kendi
bölgelerinde örfî hukuku ve Merkezî hükûmetten gelen kararları uygularlar.
Kapıkulu çeşitli eminlik’ler
üstlenerek yönetim hizmeti de görürler. Aslında yönetimle görevli olan ehl-i
örf (kapıkulları), bu bağlamda mâli konularda da mâliye görevlisi gibi
kullanılmaktadır.
b. Reâyâ
Reâyâ ise toplumun geri kalan
büyük kısmıdır. “Reâyâ”nın büyük bölümü “ırsî ve daimî kiracı” konumunda
tarımla uğraşan Müslim ve zimmî (devletin zimmetinde, yani koruması altında
bulunan hür gayrimüslim) ahaliden oluşurdu.
Bununla beraber On dört ve On
altıncı yüzyıllar arasında “reâyâ” tabiri toprağı bizzat ekip biçen çiftçi
kesimi için kullanılır, tasarruf hakkına sahip olduğu toprağı kiralayan ya da
ortağa veren şehirliler için kullanılmazdı. On sekizinci yüzyıldan sonra ise
daha ziyade “Müslüman olmayan ahali” biçiminde anlaşılmağa başlandı.
Osmanlı sisteminde reâyâ’nın
durumu, ortaçağ Avrupa toplumlarındaki “ satış sırasında toprağın mülkiyeti ile
birlikte devredilen toprağa bağlı, daimi ve ırsi bir kiracı olma” hâlinden
farklıdır. Zira toprak rakabesinin devlette oluşu, dirliklerin bölünmesini, el
değiştirmesini, verasetle intikalini önleyerek dirlik sahiplerinin toprak
aristokrasileri oluşturmasını da engelemiştir.
Kanunî Sultan Süleyman’ın
“Âlem’in velinimeti reâyâdır ki onlar ziraat ve çiftçilik emrinde huzur ve istirahati
kendilerine haram ederek, edindikleri nimetler ile bizi doyururlar” dediği
biliniyor.[749]
Devletin reâyâ politikasının
genel karakteri de reâyâ’nın korunmasının Devletin en önemli ve gerekli olan
işlerinden saymaktadır. Nitekim reâyâ Allah’ın emânetidir, zâlimlerin elinden
zulüm görmeyeceğine inanmalıdır. Üstelik saldırılardan, zulümlerden
kurtarılması din bakımından da gereklidir. Hallerine acımak ve zalimlerin
uzanan ellerinden onları korumak ibadettir. Bununla beraber reâyâyı asker
zümresine katmaktan sakınmak gerektir. Zira atadan ve dededen askeroğlu
olmıyanı sipahi etmek düzeni bozar. Üstelik reâyâ asker mesleğine girerse vergi
veren halk azalır; Hazine geliri eksilir ve bu yüzden Devletin düzeni bozulur.
Hazine ise vergi veren halkın yani reâyânın çokluğu ile olur. Saltanat onlarla
ve onlardan toplanan Hazine ile olur. Vergi veren halkın ise perişan olmayup
çoğalması daima onları korumakla olur.
Hatta reâyâ’nın giyimde,
at’da ve pusat’ta da asker gibi süs ve gösteriş yapmalarına da izin verilmemek
lazımdır. Ancak malı ve hayvanları çok olursa kimseye taarruz ettirilmemek
üzere korunmaları gerektir.
Reâyâ’dan biri büyük hizmette
bulunup timar’a müstahak olup sipahî olsa ulemâ arasına katılsa vergi veren halk
olmaktan kurtulur. Amma yakınları yine reâyâ’dır. Vergiden kurtulmaz.
Reâyâ’nın defteri de Divân-ı
Hümâyun Defterhanesi’nde saklanıp otuz senede bir yazımı yenilenmeli, ölmüş
olanlar ve hastaları çıkartılmalı, defter dışı olanlar da yeniden deftere yazılmalıdır.
Memleket harap olmaması için
bir yerin reâyâsı eziyet ve zulümden bir başka yere kaçsa o yerin amiri onu
eski yerine göndermeli ve eski kanun üzere iskân ettirilmelidir.[750]
(1) Müslüman Reâyâ
Reâyâ kavramı Osmanlı toplumunda
toprak mülkiyetine bağlı bir aristokrasinin doğmasına izin vermemiştir.
Dolayısıyla Osmanlı köylüleri, Ortaçağ’ın Batı ülkelerinde olduğu gibi toprağı
(ve hatta üzerindekileri) mirasla devredilebilir mülk olarak elinde tutan
aristokratik bir senyöre tâbi değildir. Toprağın Devlet’e ait oluşu ve sistemin
de toprağa bağlılığı, toprağı kullanan reâyâ’yı mâli açıdan devlet’e, hukuksal
bakımdan da bağımsız yargının denetiminde bırakır. Başka bir deyişle reâyâ (ya
da en geniş kapsamıyla halk), “kapıkulu” sayılan (İlmiye dışındaki) yönetici
sınıflar gibi “kul” statüsünde[751] olmadıklarından daha fazla sosyal
haklara sahipti.
Bir çift öküzün
işleyebileceği büyüklükte “çift” denilen topraktan ürün elde eden köylü bunun
karşılığında timar’ın sahibi olan sipahiye “çift resmi” ve “öşür” denilen
yıllık vergileri de öder. Bunlar dışında beslediği hayvanlar için de ayrıca
koyun vergisi (ağnam resmi), gerdek vergisi (resm-i arus), reâyâ resm-i otlak
ve kışlak, resm-i kovan vb. gibi vergileri ve olağanüstü durumlarda istenen
“avarız” vergisini de ödemek zorundaydı. Ağnam resmi ve avarız tahsildarlara
ödenir, ötekiler sipahi tarafından toplanırdı. Ayrıca “cebelû” neferi olarak
seferlere katılmak zorundaydı.
Bu çiftlikler tımar sahibine
tapu resmi ödenerek çiftçi ailesinin reisi üzerine yazılırdı. “Tapu resmi”
ödeyerek üretimin tasarruf hakkını elde eden çiflik sahıbı işlediği sürece
sipahi toprağı ondan geri alamazdı.
Ancak reâyâ köyünde oturmak
ve toprağını işlemek zorundadır. Tımardaki çiftini terk eden, ya da ekim
yapmayan köylüden “çiftbozan resmi” denilen bir tür “ceza-vergi” alınır.
Reâyâ’nın toprağa bağlı tutulması ve şehirlere göçün önlenmesi açısından
tımarlı arazi sıkı denetim altına alınmıştır. Toprağını “çiftbozan resmi”
ödemeden terk eden köylü yakalanarak geri gönderilir. Ortalama 30 yıllık
aralarla arazi ve nüfus tahrir sayımları yapılır, reâyâdan ölenler, hastalar,
yükümlülük çağına girenler belirlenirdi.
Tımar sahiplerinin reâyâ’ya
zulüm yapmalarını önlemek için zaman zaman adaletnameler çıkarılmıştır.
Sipahinin reâyâ üzerinde yargı hakları yoktu. Reâyâ ile has, zeamet, tımar
sahipleri ve vakıf mütevellileri arasındaki uyuşmazlıklar “toprak kadıları”
denilen gezici kadılar tarafından çözülürdü. Devlet’in reâyâ’nın haklarını korumakta
titiz davranması timar düzeninde dirlik sahiplerinin yerel olarak güç
kazanmalarını önlemek açısından da önemliydi.
Alınan vergilerin oranı gerek
arazî niteliklerinin ve coğrafî şartların değişik olması ve gerekse fetih’den
önceki kanunnâmelerinin tadil edilerek yürürlükte bırakılması sebebiyle
sancaklar arasında farklı olurdu.
(2) Gayrimüslim Reâyâ
Vergi konusunda
gayrimüslimlerin Müslümanlardan ayrıldıkları nokta, askerlik yapmamaları ve
devlet hizmetine alınmamalarıdır. Ancak askerlik çağına gelen zimmî’ler devlete
“cizye” ve (Müslüman reâyâ’nın ödediği “çift resmi ve öşür”e karşılık da)
harac-ı arazî denilen bir toprak vergisi öderler.
Bununla beraber “voynuk,
doğancı” gibi askerî görevi olan guruplar bu vergilerden muaftırlar.
“Derbentçi” ya da madenci köyleri de bu vergiden ya bütünüyle ya da 1/4 - 1/2
oranlarında bağışlanmışlardır.
Osmanlı Devleti reâyâ
içindeki gayrimüslim uyruklarına assimilasyon yöntemleri uygulamıyordu. Bunun
hem İslamî kökenli , hem de ticaret ve teknoloji transferi ile ilgili sebepleri
bulunabilir. İbâdet ve âyinlerin yapılabilmesi hususunda devlet gayrimüslimlere
çok müsamahalı davranmış, ibadet yerlerinin idaresini cemaat teşkilatlarına
bırakmış, bu hususta fermanlarla dokunulmazlık tanımıştır.
Her gayrimüslim cemaat, İslamî
terminoloji içinde “millet” olarak kabul edilmişti. Devlet gayrimüslim tebaa
ile karşılıklı ilişkilerini ruhanî liderler aracılığıyla yürütmektedir. Bu
bakımdan cemaat ruhanî liderlerine hukukî, eğitsel geniş yetkiler verilmiş ve
karşılığında cemaatlerinin asayiş, vergi, hizmet gibi durumlarından devlete
karşı sorumlu tutulmuşlardı. Cemaat yönetimi, doğum ve ölüm kayıtları, nikah
akdi, feshi, çeyiz, nafaka, veraset ve vasiyetle ilgili muamelat işleri
yürütür, mukabilinde harç alırdı.
Patrikhane yargılama
yapabiliyor, yalnız hapse değil, sürgüne, hatta kürek cezasına bile mahkum
edebiliyordu. Hatta suçlular için patrikhanede bir hapishane vardı. Cemaat
mahkemelerinin kararlarını devlet aynen uygulardı. Örneğin patrikhaneden
gönderilen kürek mahkumları küreğe bağlanır ve vaktinden önce zincirleri
çözülemezdi. Papazların kilise vaazları ve azınlık okullarının eğitimi de
devlet denetimine tâbi tutulmamıştır.
Cemaat liderlerine devletin
verdiği yetkiler ve karşılığı olan sorumluluklar güçlü idarî teşkilatlar kurulmasını
gerektirmiştir. Ortodokslar’ın cemaat işlerini Fener Patrikhanesi, Museviler’in
işlerini Hahamhane, Ermenilerin işlerini de Ermeni Patrikhanesi yürütmektedir.[752] Milletlerin liderleri ruhani meclisler tarafından seçilmektedir.
Fetih’den sonra, Ortodoks
Rum, Ermeni ve Musevî’lere “cemaatlerine, mabedlerine ve ibadet etmelerine”
dokunulmayacağı hususunda ahd ve eman verilmişti. Aslında bu davranış İslam
Dini’nin bir gereğidir. Üstelik karşıtını yapmak şehrin yerleşik nüfusuna bağlı
ekonomik düzeni de bozar ve fevkalade kötü sonuçlara götürebilirdi. Bununla
beraber Fatih’in gayrimüslim cemaatlerin dinî liderlerine fevkalade itibar
ettiğini de görüyoruz. Örneğin Bizans’ın son ve Osmanlı döneminin ilk
Hahambaşısı Moşe Kapsali’yi huzuruna davet etmiş, kendisine iltifatda bulunmuş
ve cemaat içi davaları görmek için bir ferman verdikten sonra, “at
bindirilerek” refakatçilerle birlikte ikametgâhına kadar göndermiştir.[753]
Nitekim Fatih’le başlayıp
1657’ ye kadar yeni seçilen her Rum patriği bizzat padişahın huzuruna alınmış
iken, Eflak ve Boğdan voyvodalarını isyana teşvik eden Patrik III. Palenios’un
idam’ından sonra sadrazamlar tarafından kabul edilmeleri kanun olmuştur.
İlke olarak zimmî’ler kendi
cemaatleri kapsamında hür ve kiliseleri çevresinde örgütlü, dinî, hukukî ve
kültürel ayrıcalıklara da sahip olmakla beraber, Müslüman tebaa ile birlikte
oldukları günlük hayatta, örneğin giyim-kuşam konusunda çoğu renk, biçim,
kalite gibi fiziksel anlamda yapılması zor olmayacak kadar basit, ancak
kişiliklerin zedelenmesi açısından hiç de hoş sayılmayacak belirli bazı
kurallara, kısıtlamalara uymak zorunda bırakılmışlardı.
Gayrimüslim tabaa resmî
terminolojide devletin “zimmet”inde, koruması altında anlamına gelen “zimmî”
deyimiyle anılır. Zimmî’ler şahsî hukuklarına ait işlerde kendi din ve
mezheplerinin ruhban mahkemelerine giderlerdi. Şer’î ve örfî Osmanlı hukukuyla
çatışmadıkça devlet kilisenin kararlarına karışmazdı. Ancak amme veya ceza
hukukunu ilgilendiren işlerinde zimmîler de şer’î mahkemelerde yargılanırlardı.
Bununla beraber eğer kendileri isterlerse her türlü hukukî sorunları için de
kadıya başvurabilirlerdi. Hatta zimmî’lerin çok olduğu bölgelere bazen zimmî
bir yöneticinin atandığı da olurdu.
Zimmî’ler dinlerini
değiştirebilirlerdi. Özellikle “ihtidâ” ederek (hidâyet’e eren) Müslüman olan
bir zimmî, müslümanların bütün hak ve yükümlülüklerine[754] hemen sahip
olur, “ispençe” (çift resmi) yerine kendisinden müslümanların ödediği “bennak
resmi” alınırdı.
Yeni fethedilen ülkelere
gönderilen Osmanlı kanunnâmeleri, öteden beri mevcut ve yürürlükte olan
yasaların çok cüz’i tâdilâtla aynen uygulanmasını kabul etmektedir. Osmanlı
yönetimi sosyal siyaset bakımından uzlaşmacı tutum kullanmayı tercih
etmektedir. Böylece eski yöneticilerin deneyim ve değerlendirmelerinden
yararlanmaktadır. Bu bağlamda ülkede mevcut dinî müesseseler, idari taksimat,
vergiler, yerli adetler ve hatta askeri zümreler muhafaza olunmuşlardır.
Nitekim yerel asker ihtiyacının bir bölümü, fetih öncesi askerî zümrelerinden
sağlanmıştır. Bununla beraber “Raiyet oğlu raiyyetdir” ilkesi titizlikle
muhafaza olunmuş ve askerî timar verilen Hristiyanlar deftere kaydolunurken
“sipahi oğlu”, “sipahi neslinden” biçiminde şerh düşülerek askerî sınıftan
oldukları belirtilmiştir.
Gayrimüslim Osmanlı uyrukları
cami, türbe gibi müslümanların dinsel saygı gösterdiği yerlerin çevresinde
olmamak üzere Müslüman halkla eşit ev alma ve oturma özgürlüğüne sahiptir.[755] Bununla beraber gayrimüslimler ilke olarak Müslümanlardan daha yüksek
yapılar yaptıramazlar. Diğer taraftan ibâdethanelerinin yenilenmesi ve tamiratı
da Padişah’tan izin alınmasını gerektiren uzun formalitelere tabidir.[756]
Osmanlı yönetimi fetihten
sonra gayrimüslimlere bırakılanların dışında yeni bir mabed yapılmasına müsaade
edilmemesi eğilimindedir.[757] Diğer taraftan özellikle böyle bir konuda “Ferman çıkartma” sürecinin
gayrimüslim uyruklar açısından fiilen ve psikolojik olarak ne kadar güç olacağı
açıktır.
Osmanlı uyruğu gayrimüslimler
din ve mezhep açısından üç büyük kategoride toplanabilir:
(a) Katolikler
Bunlar Latinler (Avrupa
ulusları), Katolik Gürcüler, Katolik Süryanîler, Keldanîler, Marunîler,
Kıptîler, Katolik Rumlar’dır. Osmanlı Devletinde Katoliklerin sayısı pek fazla
değildir. Bununla beraber Haçlı Seferlerinden sonra Anadolu Ermenileri arasında
da Katoliklik ortaya çıkmıştır.[758]
(b) Ortodokslar:
Ortodokslar Doğu Karadeniz,
Marmara, Ege kıyıları, Ege ve Akdeniz adaları, Mora yarımadası ve Teselya da
oturuyorlardı. Çukurova’da yaşayan Ortodoks Ermeniler On birinci yüzyılda Sivas
ve dolaylarından göçe zorlanmışlardı. Irak ve Suriyenin kuzeyi ile Güney doğu
Anadolu’da yerleşik Süryanîler ise aynı din ve mezhepten olarak Osmanlı
İmparatorluğu döneminde Ermenileşti. Malatya Süryanîlerin merkezi iken zamanla
Ermenilerin yoğun bulunduğu bir şehir oldu. Ermeni toplumu da, Musevîler gibi
şehirlerde ve ticaret merkezlerinde yerleşiktirler.
(c) Musevîler
Bavyera’dan 1470 yılında
sınır dışı edilen Musevîlerin büyük bir kısmı Tuna sahillerine, bir kısmı da
İstanbul’a gelmişlerdi. İspanya ve Portekiz Yahudileri, 1492 de Katolik
mezhebine geçmekle zorlanınca ülkelerini terkederek Fransa, İngiltere,
Felemenk, İtalya ve Osmanlı Devletine iltica etmişlerdir. Türkiye’ye sığınanlar
İstanbul ve Selanik şehirleriyle Sakız adasına yerleştirildiler. İspanya ve
Portekiz sürgününde kalabilmiş bir kısım Yahudî de, 1532 yılından itibaren
Türkiye’ye gelmeğe başlamışlardır. Bununla beraber zulümden kaçan Musevîler
ticarî sermayeleri ile diğer bilgi ve yeteneklerini de Osmanlı İmparatorluğuna
getirmişlerdir.
İspanya’dan gelen Musevîler,
Balat, Hasköy, Ortaköy ve Kuzguncuk’a yerleştirilmişlerdir. Bu Musevîler, 1494
yılında Osmanlı ülkesinde ilk matbaayı kurdular. Toplu olarak çok sayıda gelen
İspanyol Musevîleri, Osmanlı ülkesinde Ladino denilen On beşinci yüzyıl
İspanyol lehçesini korumayı başarmışlardır. Yeni gelen Musevî cemaatının,
aslında kendi dilleri olmayan İspanyolca’yı korumuş olmaları, bu olgunun
Osmanlı yönetimi açısından pek önemli sayılmadığını gösteriyor. Oysa Yahudîler
Osmanlı toplumu içinde İspanyolca sayesinde etnik kültürlerini daha iyi
muhafaza edebilmişlerdir. Halbuki Endülüs’ten Musevîlerle birlikte gelen
Müslüman Araplar, bir nesil sonra Türkleşmişlerdi.[759] Ortak dinî
kültür ve ortak dilde birleşmenin etkisi açıkça görülmektedir.
Diğer taraftan Osmanlı
yöneticileri Yahudî’lerin Avrupa ülkelerinden getirdikleri teknolojik
bilgilerden ve sermayelerinden istifade etmeyi düşünmüş olabilirler. Nitekim
Musevîler göçmenler şehirlerde ve ticaret merkezlerinde yerleştirildiler.[760] Bu göçlerden sonra Yahudîler, Rumlardan sonra ikinci önemdeki
gayrimüslim nüfusu oluşturdular.
3. TOPLUMSAL STATÜLER
Gayrimüslim cemaatlerin
ruhanî liderlerinin verilen dinî şeriatlerini uygulama özgürlüğü[761] içinde cezalandırma yetkisi vardır.[762] Diğer taraftan
Kilise ruhanî liderlerinin bu yetkileri Osmanlı hukuk sisteminde devletce de
resmen tanınmıştır.[763] Hatta patriklere tanınan cezalandırma yetkilerinden dışında devlet
tarafından tüm kilise ruhanîlerine verilen başka hak ve imtiyazlar da vardır.[764]
Örfi hukukun temellerini
oluşturan Fatih Sultan Mehmed ve Sultan Süleyman kanunnâmeleri bünyelerinde
Müslim ve gayrimüslimler arasında sistematik anlamda hukuksal eşitsizlik barındırmazlar.
Hatta gayrimüslimler zina suçları ile (kısas uygulanmadığı takdirde) yaralama
ve öldürme suçları için Sultan Süleyman Kanunnamesi’nde belirtilen para
cezalarının yarısını öderler. Kavga etmek ve saç-sakal yolmak gibi âdi suçlarda
ise Müslim - gayrimüslim ayrımı yapılmamıştır.
Mesken satın almak ve
yerleşmek özgürlüğü konusunda gayrimüslimler cami, türbe gibi İslamî açıdan
manevî değerleri olan yerlerin çevresinde bulunmamak şartıyla, Müslümanlarla
eşit haklara sahiptir.[765]
Ancak sıra “evâmir-i hükümet”
biçimindeki yasaklara gelince, gayrimüslimlerin kılık, kıyafet ve cemiyet
hayatı yönünden pek çok özgürlükleri Müslümanların sahip olduklarına göre
kısıtlandırılmıştır.[766] Gerçi bu “giyim-kuşam” sınırlamalarına kendi dönemlerinin dünya
görüşüne aykırı düşmeyen iktisadî, dinî , siyasî bazı gereklilikler yüklemek [767] mümkün ise de, aslında Müslim ve gayrimüslim teba’a arasında toplumsal
statüleri belirleyici oldukları açıktır.
Bununla beraber
gayrimüslimlere uygulanan “Kılık-kıyafette Müslümanlara benzememek, ata
binmemek, lüks giysiler kullanmamak, kaldırımdan yürümemek” gibi kısıtlayıcı
kuralların kendilerine toplumsal statü ve dinî inanç bakımından Müslümanlardan
aşağı bir mevkide olduklarını sürekli olarak hissettirmek amacıyla konulduğu
söylenebilir.[768] Nitekim Sultan IV. Murad On yedinci yüzyıl ortalarında İstanbul
kadısına gönderdiği bir fermanda “gayrimüslimlerin doğal ve yasal gereklilik
olarak aşağılanmalarını, küçük görülmelerini, ata bindirilmemelerini, samur
kürk ve samur kalpak, atlas ve kemha giydirilmemelerini, kadınlarının
Müslümanlar gibi giyindirilmemesini”[769] emretmektedir. Diğer taraftan Hıristiyan
evlerinin Müslüman evlerinden daha yüksek yapılmasına izin verilmemesi de yine
aynı amacı vurguluyor.[770]
Bununla beraber Sultan II.
Mahmud Tanzimat Fermanı öncesinde devletin idarî kararlarında ve
uygulamalarında Müslümanlarla gayrimüslimler arasında (artık) hukukî eşitsizlik
kalmayacağını “Ben tebaa’mdan Müslüman’ı camide, Hıristiyan’ı kilisede ve
Musevi’yi sinagog’ta fark ederim. Aralarında başka gûnâ bir fark yoktur”
sözleriyle açıkça taahhüt etmiştir.
n Kıyâfet Ayrıcalığı
Osmanlı toplumunda kıyafet ,
belki zaman zaman bazı moda esintileri gösterse bile, kişisel zevkin
egemenliğinde değildir. Bir üniforma gibi değiştirilemez nitelikleri olmasa da
kıyafet kumaşın rengi, cinsi, niteliği; elbisenin biçimi ve aksesuar ile toplumsal
hiyerarşinin sağlanmasında esas unsurlardan biri sayılır.
Diğer taraftan dinler
arasında belirli bir kıyafet ayırımı gayrimüslimler tarafından da
istenmekteydi.[771] Genel olarak gayrimüslimlerin giysilerinde yeşil renk kullanmaları
yasaktı. Sarıklarda (türban) beyaz renk müslümanlara tahsis edilmişti.
Gayrimüslimler Müslümanların kullandıklarından daha kaliteli ve değerli
kumaşlar, örneğin tülbent, feraceler için atlas, kemha, ipek, pahalı kürkler
kullanamazlardı.[772]
n Başlık Ayrıcalığı
Başlıklar elbiseyi
tamamlayıcı aksesuar olarak olarak görülmemelidir. Baş, gövdeden ayrı bir bütün
oluşturur. Başlıklar bu organın süslenmesi ya da giyim-kuşamı tamamlamasından
öte kişinin sosyal statüsünü ve rütbesini belirleme açısından önemi vardır.
Osmanlılardaki çeşitli
başlıkların en uzun süreyle ve en yaygın olarak kullanılanı kavuk ve sarık
olmuştur. Saray ve devlet erkânı arasında mücevveze, selimî, kallavî, halk
arasında da perişânî, âbâdî, kâtibî, azâmî, nu’mânî isimleriyle bilinen kavuk
ve sarık biçiminde çeşitli başlıklar kullanılmaktadır. Kavuk biçimi, rengi ve
varsa üstündeki sarığın rengi, kumaşı sarılışı giyenin toplumsal stütüsünü
belli ederdi. Örneğin İlmiye tarikinde şeyhülislam, kazasker ve mevleviyet
pâyesi alanlar örfî kavuk, yüksek memurlar horasanî , kalemiye tariki şâkirdanı
katibî, ilmiye tariki molla kavuğu, şeyhler taç denilen kavukları giyerlerdi.
Sarıklar sarılış biçimine ve
üzerine sarıldığı başlığın adına göre göre “dardağan, perişanî, yusufî, kâtibî,
burma”; kullanılan kumaşın cinsine göre de “civankaşı, abanî, tülbent, şal”
gibi adlarla tanınırdı.
Padişah, vezirler, ricâl ve
diğer devlet görevlileri beyaz tülbent sarık sararlar, tarikat mensupları ise
kırmızı, yeşil, siyah sarıklar da kullanırlardı. Seyfiye tariki ve reâyâ
tülbent, şal ya da abanî sarık sararlardı. Sarığın sarılış biçimi ve rengi
önemlidir. Zira kişinin mesleğini, memuriyetini ve mevkisini ya da bir tarikatı
belirleyici simgedir. Dolayısıyla gerektiği gibi sarık sarmak büyük beceri
istediğinden bu işi profesyonel sarıkçılar yaparlardı.
a. Müslüman Erkekler
Osmanlı toplumunda Müslüman
erkekler kışlık giysi olarak kaba ve kalın bir yünlü kumaş olan “aba”dan
yapılan esvab, potur, hırka, cepken, salta[773] giymektedir. Bu
kumaştan yapılan giysilerin de adı “aba”dır. Kısa ve uzun olanları vardır. Aba
genellikle fukara giyeceğidir.[774] Servet sahibi kibar kimseler
nezdinde aba giymek yoksulluk alameti sayılırdı.[775] Bununla beraber
tarikat mensuplarıyla “abapuş” denilen dervişler de aba giymektedirler.
Gömlek üstüne yakası düz
kesim, önü düz veya çapraz, eteği kısa, bele kadar inen, kolları uzun ve el
üstüne kadar düşen, kolu omuz basından dikili, açık bırakılmış koltuk altı
oyuğundan gömleğin kolu görünen cepken giyilirdi. Yaşlıların cepkeni siyah veya
kahverengi, gençlerin al veya mavi olurdu. Varlığa göre çuha kumaşdan, yaka ve
kol kenarları, önleri, etek uçları nakışlı ya da adi, kalınca bezden sâde
yapılırdı.
Çakmaklı piştov, kubur gibi
ağızdan dolma tabancaları ateşlemek için kullanılan keskin kenarlı sileks
taşlarını veya üzerinde isim kazılı mühürleri içine koydukları üstü nakışlarla
süslü, deri veya kumaş keseler boyundan geçen bir kayışa asılarak taşınırdı.
Erkeklerin de ayak üstüne
kadar inen uzun entari biçiminde giysileri vardır. Basma, patiska ve diğer kaba
kumaşlardan yapılır. Önü açık, düğmelenmeyen ve üstüne kuşak bağlanmasından
kinaye olarak dolama denilen çuha’dan pardesü biçiminde entari kullanıldığı
gravürlerde görülmektedir. Dolamayı Yeniçeriler ve Enderun halkından bazı Saray
görevlileri de giymektedir. Posta tatarlarının giydiği “Tatar dolaması” denilen
etekleri kısa bir çeşidi daha vardır.
Boyun veya alına bağlanan
yemeni’ ye çember yemeni denilmektedir.[776] Çevre, “kenarları kıvrılmış, oya
veya işleme nakışlarla süslenmiş mendil”[777] dir. “Yazma
çevre” ve “sırmalı çevre” olarak iki çeşidi vardır. Bir tür peçete gibi boyuna
takılan sırmalı çevreye ‘yağlık’ da denilmektedir.
Erkekler iç donu üzerine
üzerine bir uçkurla bele bağlı şalvar veya diz kapağından aşağısı, daralarak
ayak bileğine kadar bacağı tozluk gibi saran ve bazan dikilerek sahtiyan[778] mest eklenmiş potur giyerlerdi.
Bazı yörelerde, örneğin efe
ve zeybek kıyafetlerinde, ya da başıbozuklar, akıncılar, beşliler gibi çevik ve
hareketli olmaları gereken erkekler dize kadar çakşır denilen kısa don
giyerler.
Bacaklarda, tozluk yerine
kundura koncunun üstünden başlayarak, diz kapağı altına kadar dört parmak kadar
eninde uzun bir çuha veya şayak parçası baldıra sıkıca sarılır.
Cübbe, bütün giysilerin
üzerine giyilebilir. Genel anlamıyla cübbeler kışlık olarak çuhadan ve
kazmirden, yazlık için sof veya şâli kumaştan, hatta ipekliden yapılırdı.
İlmiye sınıfı “biniş” denilen bedeni daha geniş, kolları daha bol ve uzun deve
tüyü veya siyah renkli cübbe giymektedir. Ancak kadınların da üst giysisi
olarak cübbe giydikleri (bazı gravürlerde) görülmektedir. Nitekim ferace daha
sonraları bir kadın giysisi olarak da kullanılmıştır.
Biniş’in pek bol kesimli
olanına da “ferâce” denilmektedir. Kış için yünlü’den, yaz için ketenden
dikilirlerdi. Aslında Saray görevlilerinden alay çavuşları da ulema binişinden
farklı kesimleri olan “biniş” giyerlerdi.
Saray mensupları ve erkânın
giydikleri “kürk” ya da “ hil’at” içi iyi ısıtması için hayvan kürkü ile
astarlanmış, dış yüzünün kenarları ise şerit olarak daha değerli kürkle boydan
boya kaplanmıştır ve kolsuzdur.
Ayaklara pabuç, çedik, çizme,
mest, lâpçin, terlik giyilirdi. Çeşitli renkleri vardı. En çok sarı ve siyah
renkler kullanılırdı. Resmî pabuçlar kırmızı ve sarı idi. Sofiye sarı mest
pabuç giyerdi. Yeniçeri zabitleri sarı, neferleri kırmızı pabuç giyerlerdi.
Tanzimat’tan sonra fotin (bottine) kundura giyildi. Çarık manda derisinden
yapılmıştır. Tek parça kesilmiş olup ayak tabanını, parmak üstlerini ve topuğu
sırımlarla bağlanarak kapatır. Kalın yün çorapla giyilir.
Çedik boyanmış ve cilâlı sarı
sahtiyandan yapılmış kısa ve bol konçlu bir ayakkabıdır. Sokağa çıkılırken
üzerine aynı renkte “çedik pabuç” denilen bir üstlük giyilirdi.
Çizmenin çeşitleri vardır.
Ancak namaz sırasında çıkarılıp giyilmesi zor olduğundan pek tutulmamıştır.
Bununla beraber meslekî gereklilikler açısından örneğin “lağımcı” çizmelerinde
olduğu gibi koncu diz kapaklarını aşan çizmeler de kullanılmıştır.
b. Müslüman Kadınlar
Hanımlar tenlerinin üzerine
bürümcük denilen evlerdeki tezgahlarda ham ipekten, kıvırcık olarak dokunan,
tül gibi incesi ve biraz daha kalını bulunan bir nevi ipek bezden yapılma iç
gömleği giymektedirler. Ancak bezler ve çamaşırlar şeffaf değildir. İpek
erkeklere haram olduğundan iç gömleği yapmak için pamuk ipliği veya keten
karıştırılarak “helâlî” denilen kumaşlar dokunurdu.
Müslüman kadınları şehir
içinde elbiselerinin üzerine (daha sonraları “yüzü örten peçe, başla beraber
gövdenin üst kısmını örten üstlük, belden ayaklara kadar olan kısmı örten
eteklik olarak üç parçadan hâlinde kullanılmış olan) çarşaf giyerler. Çarşaf,
ipekli, yünlü, pamuklu kumaşlardan dikilebilirdi. Siyah, lacivert, mor, güvez,
nefti renklerde hatta erguvanî, leylâkî, yavru ağzı renkli çarşaflar vardı.
Ayaklara pabuç, başmak, mest, lâpçin, terlik giyilirdi.
Kadın kıyafetlerinde yaşmak
ve ferace yüzyıllar boyunca değişik isimlerle pek çok şekle girmiştir. On
yedinci asırdaki yaşmaklarda üst kısma gelen hotozun üzerinde ince bir tülbent
bulunur. Ön kısmı da ağzı kapayacak kadar yüzün alt tarafını örter. Yaşmaklar
yeniçeri börklerinin yatırmasını andıran ense kısmının altından tutturulmuş;
ferâce bele kadar sık düğmeli, belden aşağısı düğmesizdir.
Diğer taraftan süssüz kadın
elbisesi anlamında entari de kullanılmıştır. Önü açık, düğmesiz ve üstüne
“dolama” kuşak bağlanan (ipekli kadife) çatma veya (altın ve gümüş telli
ipekli) kemha’dan entariler de vardır.
On yedinci ve daha evvelki
asırlarda ise elbiselerle daima kemer takılırdı. On yedinci asrın sonuna doğru
beliren yaşmak, Lâle Devri’nde, hotozun üstüne, ince bir tül halinde örtülmeye
başlandı. Bu devirde ferâcelerin umumiyetle koyu yeşil renkte ve aynalı biçimde
olduğu görülürse de “mor, al, mavi” gibi renkler de kullanılmıştır.[779]
On yedinci asrın ikinci
yarısından itibaren özellikle ferâceler yüzünden kadın kıyafetleri ile ilgili
yasaklar gelmiştir. Ancak şehir kadınları her örtünme vasıtasını bir süs unsuru
haline getirmenin çaresini bulmuşlardır. Son dönemlerde giyilen ferâce,
göğüsten bir iğne veya fiyongla tutturulur, etekleri ve etrafı dantelle süslü
kıyafettir.
Osmanlı yöneticileri Müslüman
kadınlarının, şer’î tâbiriyle «muhadderat-ı İslâmiye» nin sokak kıyafetleri,
üzerinde titizlikle durmuşlardır. Bu hususta asırlar boyunca, sokaklarda ve
mesire yerlerinde nâmahremlerin nazarını üstlerine çekecek kılık ve kıyafette
gezen «avret»lerin[780] ve onlara böyle şeyler diken terzilerin cezalandırılması hususunda
fermanlar çıkarılmıştır.[781] Ahalinin kıyafetleri tabaka tabaka tesbit edilmiş, gayrimüslim
kadınlarının kıyafetleri taklid etmek yasaklanmıştır. Kadınlar, büyük yakalı
feracelerle sokağa çıkmayacaklar, süs olarak bir parmaktan kalın şerit
kullanmayacaklar, başlarına da üç değirmiden büyük yemeni sarmayacaklardır.
Sokaklarda veya mesirelerde büyük yakalı feracelerle görülürlerse,
feracelerinin yakaları o anda âlenen kesilecektir, uslanmayıp ısrar edenler
olursa, ikinci ve üçüncü seferinde yakalanıp İstanbul’dan taşraya sürgün
edileceklerdir. Bu husus mahalle imamları vasıtasiyle bütün İstanbul
kadınlarına tebliğ olunacak, terzilere ve şeritcilere de bildirilecektir. Hatta
kadınların sokaklarda ve pazarlarda giydikleri gayet ince çuhadan ferace
altındaki esvabları dışarıdan göründüğü için âdeta sokağa feracesiz çıkmış gibi
olduklarından Engürü şâlisinden ferace kestirmelerinin yasak edildiği ve
“yasağı dinlemiyen terzilerin tutulup aman verilmeyip dükkânının kapısına
asılması” emredilmektedir.[782] Bununla beraber Sultan III.
Selim’in yasakladığı uzun yakalı, parlak renkli feraceler bir müddet sonra
yeniden giyilir olmuştu.
c. Gayrimüslimler
Ermeni ve Musevî erkeklerin
giyimleri aynı olacak, başlarına fazla uzun olmayan Denizli tülbendi
sarabilecekler, ancak Ermenilerin sarığı alaca renkli olacaktı. Bellerine
sardıkları kuşak değeri 30-40 akçeyi geçmeyen ipek ve pamuk karışımından
olacaktır. Mest’leri siyah meşinden yapılacak ve sahtiyan olmayacaktır.
Ayaklarına iki kulaklı, üstü astarlı ayakkabı giyecekler, çedik de
kullanabileceklerdi. Kırmızı, menekşe rengi ve siyah ayakkabı da giyilebilirdi.
Fakir gayrimüslimler Selanik çuhası giyebileceklerdi.
On yedinci yüzyıl ortalarında
Sultan IV. Murad İstanbul kadısına gönderdiği fermanda gayrimüslim erkeklerin
giyimini “...kefere taifesinin... samur kürk ve samur kalpak ve atlas ve kemha
giydirmeyub ve avretleri dahi yüksek arakıyye ve parus çuka giyinmeyub Müslüman
tarzında ve libasında gezmiyeler”[783] biçiminde sınırlamaktadır.
Padişah III. Selim devrinde
de Ermeni erkeklerin şapka ve ayakkabıları kırmızı; Rumların siyah; Yahudilerin
ise mavi renk olarak belirenmişti.[784]
Gayrimüslim kadınlar da gerek
hâkim kültürün etkisiyle, gerekse Hıristiyan veya Musevî dinlerindeki
kısıtlayıcı hükümler arasındaki bazı benzerliklerin de etkisiyle, çoğu kez Müslüman
kadınları gibi örtünmektedirler.
Bununla beraber Müslim ve
gayri müslim kadın kıyafetleri arasına zaman, zaman devlet tarafından da
kısıtlayıcı örfî hükümler getirilmiştir. Örneğin Sultan III. Murad döneminde
gayri müslim kadınların giydiği feraceler kül rengi karaca çuhadan yapılacak,
elbiseleri atlastan ya da kutnudan olacak, gök mavisi çakşır, giyecekler,
başmak yerine de kundura kullanacaklardı. Müslüman kadınların giydiği boyundan
eteğe kadar yakalı elbise ile ince külah, ferace giyemeyeceklerdi.
4.
SOYLULUK
Batı kökenli bir terim olan
“aristokrasi” kavramı, Türkçe’de “saygı uyandıran, yüce gönüllülük, seçkinlik”
anlamında kullanılan “soyluluk”(asalet, asillik) karşılığı değildir. Ancak
“aristokrasi”nin etimolojik olarak “aristo” en iyi; “kratos” güç, kudret
anlamında “en iyiler yönetimi” anlamına geldiği anlaşılır.
Tarihsel oluşum içinde
“aristokrasi” kavramı “en yüksek iktidarın ayrıcalıklı, soya bağlı bir
toplumsal sınıfın elinde bulunduğu siyasal yönetim”dir.[785] Her ne kadar
Osmanlı devletinde “berâyâ” ayırımı yapılarak yönetici sınıf “reâyâ” denilen
toplum bütünününden soyutlanmış ise de merkez örgütlenmesinde bu anlamda
kurumlaşmış bir aristokrasinin varlığından bahsedilemez. Zira kural olarak
kendisi dışında kalan yakınları vergiden kurtulamaz.[786] Gerçekten de
Osmanlı sisteminde Seyfiye, İlmiye ve Kalemiye tariki mensupları vergiden
muaftırlar. Ancak bu muafiyetleri kişisel ve sınıfsal’dir. Başka bir deyişle
ailesinin diğer fertlerine ve ne de sülâlelerine sirâyet etmez.[787] Bu bağlamda ele alınırsa, Osmanlı toplumunda siyasal kudreti temsil
eden “berâyâ” ancak genetik bağı olmayan ayrıcalıklı arstokratik bir sınıf
bilinci oluşturmaktan ibarettir.
Taşra örgütlenmesinde de
arazî hukuku ve tarımsal üretim, vergi toplama ve askerlik konularını
düzenleyen dirlik sisteminin kurumsal yapısı soya bağlı yerel aristokrasinin
oluşumunu frenlenmiştir.
Bununla beraber Merkez
örgütlenmesinde sadrazam dahil tüm vezirler ve erkân’a uygulanan “müsâdere”
yönteminin de güçlü ailelerin ortaya çıkmasını , ya da yönetici zümrenin
aristokratik bir sınıf olarak sürekliliğini, başka bir deyişle “aristokrasi”yi
(ve aşırı servet birikimini) önlediği söylenebilir.
Böylece “berâyâ” ayırımı kan
bağıyla geçmeyen “ayrıcalıklılar sınıfı” biçiminde algılanabilir.[788]
a. Müslüman Kesimde Aristokrasi
Aristokrasi sözcüğünün anlam
kapasitesi içinde “asil, necib (noble), asâlet, zâdegân (noblesse), mümtaz,
güzîde (élite)”[789] gibi soy’a bağlı olan veya olmayan kavram sıralamaları yer alır.
Aslında Osmanlı toplumunda bu aşamaların hemen her birinin Batı’daki
eşlenikleriyle (birebir ya da aynî olmasa bile) benzerleri bulunmaktadır.
Gerçekten de Batı anlamında
aristokrasi ile Osmanlı kültüründeki “soyluluk” kavramları biünivok
değillerdir. Kanbağı soyluluğu Avrupa’nın derebeylik döneminde satın alınan
toprakla bile sağlanmaktadır. Diğer taraftan krallar da şövalyelik hakkı
vererek, hem toprağa üzerindeki köle statüsünde köylülerle birlikte sahip
egemen bir sınıf oluşturmuşlardır. Böylece Batı monarşilerinde “doğuştan
ayrıcalıklı” soylular sınıfı meydana gelmiş ve daha sonraları kralın çevresinde
önemli yargı ve yönetim görevlerinde bulunanlara da soyluluklar dağıtılmıştır.[790]
(1) Havas (Seçkinler)
Aslında “havass ü avam” (
“ileri gelenler” ve “halk”) ayırımı her zaman var olmuştur. Bunun en belirgin
örneği “berâyâ ve reâyâ” ayırımıdır. Ancak “ileri gelenler” arasında bir de “güzide’ler”
(seçkinler, élite) ayırımı vardır.
Örneğin edebiyat, sanat,
bilim, siyaset, sanayi, ticaret gibi toplumsal etkinlik alanlarında benzerleri
arasında kendini kabul ettirecek üstünlüğe sahip olmuş seçkinler dediğimiz az
sayıda kişi de de soya bağlı olmayan aristokratik bir sınıf gibi görebiliriz.
(a) Havass-ı Bendegân
“Havass-ı bendegân”
padişah’ın yakın çevresini oluşturur. Bunların bir kısmı “çuhadar, rikâbdar”
gibi Padişah’ın “kurenâ” (yakınlar) olarak isimlendirilen (daha sonraları
“Mabeyn-i Hümâyun” denilen) ilişki ve iletişimini sağlayan görevler için
seçilmişlerdir. Bu bağlamda “Havass-ı bendegân” deyimini padişah’ın “seçilmiş
kulları” (élite) anlamında kullanıldığını düşünebiliriz.
Diğer taraftan “kahvecibaşı,
berberbaşı, tütüncübaşı, esvabcıbaşı, seccâdecibaşı” gibi padişah’ın özel
hizmetini görenlere “bendegân-ı şâhâne” denilirdi. “Havass-ı bendegân” ise
“Bendegân-ı Şâhâne” arasında padişah’ın dikkatini çekenler daha da yakın
olanlardır. Bunlar padişahın gündelik hayatında çeşitli sebeplerlerle
kendisiyle sık sık bir araya gelebilen kişilerdi. Bu da onların Saray ahalisi
içinde olağanüstü itibarları olmasını sağlamaktaydı.
Dolayısıyla bu gurubun
“seçkinler zümresi” türünde soya bağlı olmayan aristokratik bir sınıf
oluşturduğu açıktır.
(b) Musâhib’ler
“Havass-ı bendegân” içinden
bir kısmı Padişah’a şehzadeliği sırasında arkadaş olmuş, bir kısmı da
sohbetlerinden istifade edilen, ilim, irfan sahibi, özellikle nüktedan ve
hazırcevap kimselerdir.
Bunlara “musâhib”
kelimesinden çoğaltılarak “musâhiban” da denilirdi. Aslında padişaha “havass-ı
bendegân”dan daha da yakın olduklarından dolayı göreceli olarak Birun halkı
üzerinde sadrazam’dan bile daha itibarlı durumları vardı.
(2) Ehl-i hiref
“Nakkaşlar, kuyumcular,
hattatlar, ciltçiler, çiniciler, kumaş dokuyucuları, maden işi yapan
kazgancılar, ahşap geçme işleri yapan kündekârlar, ince marangozlar” gibi
çeşitli sanat kollarında Saray için seçilmiş sanatkâr ve zenaatkârlar da “ehl-i
hiref” denilen bir seçkinler gurubunu oluştururlar.
Usta bir sanatçının
Saray’daki “ehl-i hiref “ bölüklerine girebilmesi için yetenek ve becerilerini
kabul ettirmiş olması gerekir. Ehl-i hiref bölükleri önce Saray için çalışmakla
yükümlü olduklarından, Osmanlı Sanatı’nın üslubunu etkileyen nadide eserler
vücude getirmişlerdir.
Hazinedarbaşına bağlı Ehl-i
hiref bölüklerinde (On altıncı yüzyılın dördüncü çeyreği başlarken) 1000’e
yakın zenaatkâr bulunmaktadır. İş yerleri Saray dışında bulunan ehl-i hıref
mensupları ustalar Bölükbaşları veya Bölük kethüdaları aracılığıyla Saray’a
çağrılmakta, kendilerine hazinedarbaşı tarafından iş verilmektedir
Dolayısıyla “ehl-i hiref”
Osmanlı sanatkâr ve zenaatkârları ortamında “seçkinler zümresi” diyebileceğimiz
bir sınıf oluşturmaktadır.
(3) Lonca’lar
Törenler ve hiyerarşi’nin çok
önemli olduğu Lonca hayatında meslek ileri gelenlerinin toplantılarına yalnız
ustalar ve mesleğin ihtiyarları (emeklileri) girebilir.
Dolayısıyla “şed bağlama”
törenleri yapılmamış ve yetkinlikleri tescil edilmemiş, ustalığa geçememiş olan
çıraklar ve kalfalar bu toplantılara çağırılmazlarsa gelemezlerdi.
Çırakların ve kalfaların her
şeyden önce lonca gelenekleri konusunda da eğitilmeleri ve bütün sanatkârların
bu ritüellere riâyete mecbur olmaları da aslında şed bağlamış ve prosedürü
tamamlamış olan ustalar’ın soya bağlı olmayan aristokratik bir sınıf
oluşturduklarını kanıtlamaktadır.
(4) Meşâyih-i İzâm
Toplum içinde kutsal sayılan
meşâyih (tarikat şeyhleri) ve hattatlar gibi bazı görev ve meslekler için
tarikat ya da meslek pîr’lerine kadar uzanan[791] “Tarikat
silsilenâmeleri” ile belgelenmiş bir tür ruhanî soyluluk söz konusudur.
Bu silsilenâmelere “tomar,
silsile-i celile” gibi isimler verilir. Aslında tarikat sâlikleri için
“silsile” bilgisinden vazgeçilemez niteliktedir. Öyle ki sık sık “Tarikat
silsilesini bilmeyen salik, nesebini bilmeyen kişi gibidir” biçiminde
tanımlamalar yapılır.
Diğer taraftan tarikat
şeyhlerinin birbirlerini izleyişlerinden bahs eden ve “Silsilename,
Hilâfetname” denilen eserler meydana getirilmiştir.[792]
Tarikat âyinlerinde ricâl
silsilesinde yer alan isimler büyük bir saygı belirleyen unvanlarla
zikredilirler. Böyle yapıldığında feyz kazanıldığına, hatta ervâh’ın yapılan
âyin’e fiîlen katıldıklanna inanılırdı. Dolayısıyla silsile senedinin gereken
saygıyla zikredilmesinden doğan bu feyze, “feyz-i isnadî” denirdi.[793]
Dolayısıyla “meşâyih”
arasında cismânî olmayan ancak manevî âleme doğuşun ruhsal devamı sayılan bir
bağlılık olduğu görülüyor.
(5) Kanbağı Soyluluğu
Müslüman toplumlarında
kuramsal olarak kalıtımsal soyluluk bulunmamakla beraber, çok özel olarak İslam
Peygamber’inin ailesiyle ilgili seyyid’lik ve şerif’lik soy bağlantıları
vardır. Nitekim İslam isim kültüründe bu iki soyağacı dışında, Batı’daki gibi
soy isimlerini esas alan yaygın soyluluk ya da bunların jeneolojik kayıtlarının
tutulduğu kurumlar bulunmaz.
Bu iki kutsal şecere ve
Hanedân-ı Âl-i Osman’ın (Padişah ve şehzâdeler dışında) soyluluk kan bağları
devlet kurumları içinde sistematik bir varlık ve etkinlik göstermez.[794]
Bununla beraber İlmiye gibi
avama kapalı ortamların içinde bir aile içinde birbirini izleyen “seçkinler”
çıkması, sonuçta “ulemâ hanedanları”, ya da taşra’da siyasî ve ekonomik
ortamları manipüle eden “seçkinler”in birkaç nesil devam eden âyan hanedanları
oluşturdukları görülüyor. Ancak bu “spontane” hanedanlar, Batı monarklarının
kendi çevrelerinde belirli bir “örf-âdet” hukukuna bağlı oluşturdukları,
devletçe tescilli, aralarında hiyerarşik düzen kurulmuş kanbağı soyluluğu ile
benzerliği yoktur.
(a) Seyyid’lik ve Şeriflik
Hz. Peygamber sülâlesine
intisapları nedeniyle Hz. Hasan soyundan gelen “seyyidlik” ve Hz. Hüseyin
soyundan gelen “şeriflik” pâyeleri Osmanlı toplumunda saygınlıkları “beyn’en-nâs
ve resmen” kabul edilmiş ve sahiplerine devlet tarafından maaşa bağlanmış
ünvanlardır. Ancak tahmin edilebileceği gibi bu unvânın sıhhati her zaman pek
açık ve sağlam tespit edilemez. Bu sebepten ötürü hem «seyyidlik» iddiasında
bulunanların neseplerini araştırmakla, hem de seyid ve şeriflerin kanuna ve
geleneğe aykırı hareketlerinin cezalandırılırması ile Payitaht’ta
nakibüleşraflar[795] , taşrada ise yine seyid ve şeriflerden oluşan nakibüleşraf
kaymakamları görevlidirler. On yedinci yüzyıldan itibaren “nakib ül-eşraf”lık
görevi de İlmiye’den bir molla’ya verilmekteydi.[796]
Meşihat Dairesi’inde[797] yeterli sayıda yardımcıları ile birlikte çalışan nakibüleşraf’lar,
seyid ve şerifler olduklarını iddia edenlerin belgelerini tahkik ettikten
sonra, “şecere-i tayyibe” denilen bir kayıt defterine adlarını ve şecerelerini
(soyağaçlarını) yazarlarlardı.
Nakibüleşraflar teşrifatta
İlmiye tarikinin en yüksek rütbelileri ile eşdeğerli tutulurlar, görevlerinde
çoğu zaman ölünceye değin kalırlardı. Törenlerde şeyhülislam ile Rumeli
kazaskeri arasında yer alırlardı.[798] Padişah’ın cülûsunda ilk önce
nakibüleşraf biat ve dua eder, hatta bazan padişahlara kılıç kuşatırlar. Keza
bayram tebriklerinde de önce nakibüleşraf tebrik ve dua ettikten sonra diğer
tebrikler kabul edilirdi.
Taşrada nakibüleşraf
kaymakamları kadı’lar, müfti’ler ve seyyidlerin (ve şeriflerin) reisidir. Bazı
eyaletlerde “Beylerbeyi Divanı” üyesidir.[799]
(b) Ulema Hanedanları
İlmiye tarikinin vergilerden
ve müsadere cezasından muafiyeti bulunması bile, aslında Batı’daki aristokratik
bazı temel hakların benzerini sağlamaktadır.
Bununla beraber Osmanlı
ülkesinde ilmin tek kaynağı olan medreselerin, bir anlamda manevî sahibi
sayılan İlmiye tariki’nin müderrislik silki, ulema’dan önemli birisine sahip
olmuş aileler içinde nesiller devamınca daha birçok kişilerin mesleği haline
geldi. Örneğin On altıncı yüzyılda, birkaç yüzyıl devam eden Dürrîzâdeler,
Karaçelebizâdeler, Kıblelizâdeler, Çivizâdeler, Müeyyedzâdeler, (üç nesil
şeyhülislam olan) Hâce Saadeddinzâdeler, Ebu İshakzâdeler gibi ulema aileleri
oluştu.[800]
Diğer taraftan konuşma
dilinde soyluluğun ifadesi olan “zâde” ekinin yaygın biçim alması, kan bağıyla
devam eden “zâdegân”lığın da toplum içinde artık sıkça raslandığını
belirlemektedir. Bununla beraber Osmanlı ülkesindeki soyluğun biçimi, amaçları,
yöntemi ve yaygınlığı, Batı’da monark tarafından sağlanmış özel hukuku bulunan
aristokrasiden farklıdır.
(c) Taşra Hânedanları
On altıncı yüzyıldan sonra
fetih yoluyla yeni dirlikler kurulamadığından, tımarların verâsetle erkek
evlâda aktarılmasına izin verildi. On yedinci yüzyıl’dan sonra, Avrupa’da
askerlik sanatının, silah ve savaş tekniklerinin gelişmesi karşısında, ancak
savaş çıktıkça sefere çağrılan tımarlı sipahi ve cebelûlerin önemlerinin
azalmasıyla birlikte tımar sistemi de zayıfladı.
Tımar sahiplerinin,
aristokratik bir sınıf olarak örgütlenmelerine engel olmak için, tımarların ilk
verildiği büyüklükte devredilmesi aranarak, aile mülküne dönüşmelerine engel
olunmak istendi. Uygulamaların merkezden kontrol edilmesi ve dirliklerin
kişisel olması da tımarlı sipahilerin yerel aristokrasi oluşturmalarını
engellemektedir.
On yedinci yüzyılın
sonlarında tımar sistemi artık yetersiz kaldığı gibi işleyişinde de bozulma
başladı. Taşra’nın nüfûzlu ve kuvvetli kişileri olan ayânlar, yönetim ve
denetim için Merkez’den. gönderilmiş Enderunlu yöneticiler yanında yerli halk
arasından çıkmış idareci bir zümreyi oluştururlar. “Mütesellimlik, voyvodalık,
şehir kethüdalığı” gibi görevler verilen “âyân ve eşraf” aslında devlet ile
halk arasında aracı olarak “beldenin masraflarını bölüştürmek, vergileri
deftere geçirip kadı ve ileri gelenler huzurunda sicile kaydetmek, bir kısmını
ihtiyaçlara sarfetmek, gerekenleri İstanbul’a göndermekle görevli idiler. Ancak
zamanla dirlik sisteminin zayıflamasından da yararlanarak tımarlar ve mirî
arazilere de sahip olmuşlardı.
Tablo: 6
On sekizinci yüzyılın ikinci
yarısında savaş ihtiyaçlarının temini güçleşip âyân kökenli devlet
görevlilerinin sayısı arttırılınca “âyân hanedânından gelen kişiler”e de resmî
görevler verildi. Bunlar etraflarında başıbozuk takımından silahlı kimseler
toplayarak sancak ve kazalara kadar örgütlenerek yerel yönetime karşı Merkez’in
etkinliğini sarstılar.[801] Nitekim âyânların Merkez’ce tanınan bilinen kimseler arasından
seçilmeleri gerekirken, zamanla yerel yönetimlerin âyân olarak seçtiği ve
atadığı kimseler Merkez tarafından da tanınmıştır.[802]
Âyânlığın yasal süreçler ve
geleneklere bağlı olmadan yürütülmesi, kuvvetlileri, zengin ve nüfûz sahibi
kişileri güç kullanarak âyân olmağa ve kendi hanedanlarını kurmağa
yönlendirmişti.[803]
b. Gayrimüslimlerde Aristokrasi
Fatih Sultan Mehmed
İstanbul’un Fethi’nden sonra Hıristiyan nüfusa baskıcı davranmayınca daha önce
korkarak Akdeniz adalarına ve İtalya’ya göç etmiş Bizans soylularının bir
bölümü vazgeçip geri döndüler. Ve kendilerine vatandaşlık hakları ve patrik
seçme izni verildi. Fener’de Patrikhane çevresindeki semtlere yerleşen Rum soylular
görkemli yalılar ve konaklar yaptırdılar. Burada oturanlara da “Fenerliler”
denildi.
(1) Fenerliler
Fener Rum Ortodoks
Patrikhanesi’ne bağlı Rum aristokrasisi genellikle Fenerliler [804] olarak bilinirler. Bunlar tarihsel süreç içinde Osmanlı diplomasisinin
tercümanlık gibi vazgeçilmez önemi bulunan hizmetlerinde ve voyvodalıklarda
bulunmuşlardır. Bunlar çocuklarını İtalya’ya göndererek Tıp, Matematik,
Astronomi gibi bilimleri ve Latince, İtalyanca, Fransızca gibi dilleri öğrenmelerini
sağladılar. Çocuklar İstanbul’a geri dönüşlerinden hemen sonra , On beşinci
yüzyılın ikinci yarısında, “beratlı Divan tercümanı” olma ayrıcalığını[805] kazanmışlardı. Daha sonraki dönemlerde Osmanlı Türkçesi’ni ve İslam
geleneklerini de iyice öğrenen Fenerli gençler Osmanlı dış ilişkilerinin
gittikçe yoğunlaştığı yeni dönemlerde diplomasi alanında reis ül-küttab
efendi’nin başlıca yardımcıları arasına girdiler.
(2) Fenerli Beyler
Diğer taraftan On sekizinci
yüzyıl başlarından On dokuzuncu yüzyıl ilk çeyreği sonlarına kadar Osmanlı
Devleti Boğdan Hospodarlığı’na ve Eflak Voyvodalığı’na “Fenerli Beyler” adıyla
“Fenerli” ailelerin üyelerini atadı.[806]
Bu bağlamda Eflak ve Boğdan’a
prens yetiştirmiş on bir Fenerli aile bulunmaktadır.[807] “İki tuğlu paşa”[808] rütbesi verilen Fenerli Prensler Osmanlı kimliklerini adeta
kıskançlıkla korumuşlardır.[809]
Aslında bu Prensler,
kendilerine özgü bir üslup yaratmışlar, Eflak ve Boğdan’da “Osmanlı-Bizans”
kültür adacıkları kurmuşlardı. Hepsi de Eflak ve Boğdan’da beylerbeyleri gibi
kudret, görkem ve debdebe ile mutlak hükümdardılar. Oysa bütün güçleri Osmanlı
Devletine yaslanmalarından kaynaklanıyordu.
Başka bir deyişle, Müslüman
yöneticilerin genetik soyluluklarını engellemiş olan Osmanlı Devleti,
kimilerini azlederek, kimilerini sürgüne gönderip sonra affedip tekrar iş
başına getirerek, kimilerine takdirname verip 110 yıl boyunca Eflak’te 40,
Boğdan’da 36 Fenerli Bey’i görevlendirerek gayrimüslimlerin kendi
kültürlerinden kaynaklanan kanbağı soyluluğu’na müsamaha etmiş oluyordu.
Böylece ortalama olarak 3-4 yıl ara ile, ya da her yeni vergi periyodu sonunda
değiştirildikleri görülüyor.
Rum soyluları gibi Ermeniler
arasında da kan bağı ile devam eden soyluluklarına bağlı olarak devlet katında
da önemli görevler üslenmiş aileler bulunmaktadır.[810]
(3) Ahilik Dışı Loncalar
Aslında Osmanlı devletinde
esnaf örgütlerini tamamen Ahiliğe bağlamak doğru olmaz. Gerek Anadolu’da gerek
İstanbul’da Bizans döneminden beri devam eden esnaf loncaları vardı. Fetih’ten
sonra Fatih Sultan Mehmed gayrimüslim üyelerin göreve devam etmelerine müsaade
etmiş ve İstanbul’da boşalmış loncalara esnaf ve sanatkârları dinsel kimlikleri
ile yerleştirmiştir. Evliya Çelebi’nin On yedinci yüzyılda varlığından söz
ettiği bazı loncalarda Rum ve Yahudi sanatkârların bulunması gerçeği buradan
kaynaklanmaktadır.
Bazı loncalarda, örneğin
müskiratla ilgili olanlarda Müslümanların yer alması dinen ve örfen
olanaksızdır. Diğer taraftan Türklerin denizcilikle ilgili loncalarda da
bulunmamaları da bir anlamda denizciliğe ilgi duymadıklarını belirliyor. İlke
olarak bir loncanın üyeleri aynı dine mensup idiler, fakat Müslüman veya
gayrimüslim üyeleri olan loncalar da vardı.[811]
5.
KÖLELER
Osmanlı Devleti’nde köle
emeğine dayalı üretim yapılmadığından, varlıklarının sebebi ekonomik çıkar
gerekçelerine dayanmaz. Dolayısıyla köleler toplum içinde kısa sürede assimile
olarak belirli statüler kazanmaktaydılar. Nitekim Osmanlı toplumunda köleler,
varlıklı ailelerin ev hizmeti, cariyelik, çocuk bakımı gibi işlerinde
kullanılmak ya da Kur’an’da vaad edilen sevabı kazanmak üzere “azat etmek” için
satın alınırlardı. Ev işlerinde çalıştırılan köleler bir müddet sonra “bacı,
dadı, lala” gibi isimlerle ev halkından sayılırlar. İslam hukukunda belirlenen
insan hakları gereği yirmi yaşları civarına geldiklerinde, cihazı ve diğer
gerekleri mevlâ’sı tarafından sağlanarak evlendirilirlerdi. Bunların eski
efendileriyle “akrabalık” türüne benzer toplumsal ilişkileri kesilmezdi.
Nitekim yaşlandıklarında bile itibar görürlerdi. Küçük yaşlarından itibaren
yeteneklerine göre yetiştirilmiş olan köleler yüksek fiyatla satılırdı. Bunlar
genellikle saray ve konaklara alınırdı.[812]
Saray’a alınan “köle”ler
arasından Babüssaade ağası (ve bazı başka görevler) gibi Padişah’a çok yakın ve
çok önemli görevlere getirilirlerdi.
İslam’ın köleliğin sosyal
durumunda iyileşme ve ortadan kalkması açısından yaptığı en önemli girişim
doğan çocuk için “anasının medenî durumu”[813] yerine
“babasının medenî durumuna uyar” kuralını getirmesidir.[814] Aslında Osmanlı
padişahlarının çocuklarının câriyelerden olması bazı siyasal ve sosyal
sebeplerle birlikte temelde bu hükme dayanmaktadır.[815]
a. Köle, Devşirme, Kul, Kapıkulu ve Bende
İslam hukuku açısından
Osmanlı kültüründeki “kul” ve “köle” kavramlarını birbirlerinden iyice ayırmak
gerekir.[816] “Kul” kavramı daha çok “bende” anlamını kapsayan, mülkiyetle ilişkisi
öncelikli olmayan bağlılıktır. Oysa “köle” deyimi “birinin malı olmayı” yani
“memlûk” anlamını karşılar.
İslam hukuku ve kültür
terminolojisi açısından bakılırsa, Arap dilinde “köle” anlamına gelen başta
“abd” olmak üzere “rakik, rakabe, kın, memlûk, vasîf, milk-i yemîn, câriye ve
eme” gibi uzun bir kavram dizini vardır. Oysa “kul” kelimesinin Türk dilinde
İslam öncesinden beri bulunduğunu ve Orhon Türkçesi’nde “tâbi, hizmetkâr,
sadık” anlamlarını taşıdığını biliyoruz.[817]
Türkler İslamiyet’i seçtikten
sonra Kürd’ler, Farisî’ler, Çerkes’ler ve diğer müslüman kavimler arasında
“kul“ kelimesi “kuli” biçimine dönüştürülüp “Şah Kuli, Tahmasb Kuli, Ali Kuli,
İmam Kuli” gibi “mensubiyet” belirten kullanımı yayılmıştır.[818] Hatta hükümdarlar tarafından örneğin “Muhammed Kuli” biçiminde dinî
bir “lakab” olarak da kullanılmıştır. Bu kullanımıyla tamamen Farsça “bende”
kelimesinin karşılığı olduğunu görüyoruz ki, bu da salt “köle” anlamını
içermez. Nitekim “bende” eki, Sultan Murâd-ı Evvel’in unvânı olan
“Hüdâvendigâr” deyiminde olduğu gibi, zaman içinde “vend” biçimine dönüşmüştür.[819]
Diğer taraftan çoğu kez
mecâzî olarak kullanılan “Kula kul olmak” deyimi bile “kul” kavramının hiçbir
zaman hukukî ve kültürel boyutlarıyla gerçek anlamda “köle” statüsünü ifade
edemeyeceğini açıklıyor. Zira daha önce de görüldüğü gibi, köle’nin başka bir
köle satın alması zaten hukuken mümkün değildir.
Dürrîzâdelerin
Silsilenâmesi |
|||
Dürrizâde’ler |
Baba
Adı |
Doğum-Ölüm
Tarihleri |
Son
Görevi |
Dürrî
Mehmed Ef. |
Başlangıç |
Ö.
1736 |
Şeyhülislam
1734 |
Mustafa
Ef. |
Dürrî
Mehmed Efendi’ nin büyük oğlu |
1702-
1775 |
Şeyhülislam
1774 (Üçüncü kez) |
Mehmed
Nurullah Ef. |
Mustafa
Efendi’nin büyük oğlu. |
1724
-1778 |
Rumeli
Kazaskeri 1778 |
Mehmed
Ataullah Ef. |
Mustafa
Efendi’nin ortanca oğlu |
1729
- 1785 |
Şeyhülislam
1783 |
Mehmed
Arif Ef. |
Mustafa
Efendi’nin küçük oğlu |
1740-1800 |
Şeyhülislam
1792 (İkinci kez) |
Mehmed
Hidayetullah Ef. |
Mehmed
Nurullah Efendi’nin büyük
oğlu |
Ö.
1813 |
İstanbul
Kadısı 1808 |
Abdullah
Ef. |
Mehmed
Arif Efendi’nin küçük oğlu |
1769-1828 |
Şeyhülislam
1812 (İkinci kez) |
Mehmed
Abid Ef. |
Mehmed
Nurullah Efendi’nin küçük
oğlu |
Ö.
1829 |
Anadolu
Kazaskeri 1829 |
Mehmed
Şerif Ef. |
Seyyid
Abdullah Efendi |
Ö.
1862 |
Rumeli
Kazaskeri 1858 |
Dürrîzâde
Abdullah Bey |
Kazasker
Mehmed Dürrî Efendi’nin
oğlu |
1867-1923 |
Şeyhülislam
1920 |
Gerçekten de “müsadere” ve
“siyaseten katl” gibi alelumûm geçerli kavramlara dayanılarak bu iki kavram
arasında bazı benzetmeler yapılmış[820] ve özdeşlik yolları aranmıştır.
Ancak köleler şahsî hukuka mâlik değillerdir. İslam hukukuna göre de onlar eşya
makûlesinden ve sahiplerinin mutasarrıf oldukları meta cinsindendir. Mahkeme
huzurunda şahadet dahi edemezler.
Oysa kapıkulları’nın,
kölelere verilmeyen hukukî statülere, örneğin “şahitlik, tekaüt’lük, ve veraset
hakları” gibi şahsî, “sorumluluk alma, görev üslenme, görev verme” gibi
yönetsel haklara sahip olmaları, üstelik toplum düzenini sağlamak ve şahsî
hakları korumakla bizzat görevlendirilmiş olmaları bile böyle bir tartışmayı
anlamsız olduğu kadar luzûmsuz da kılmaktadır.
Aslında “kapıkulu” deyiminde
yer alan “kapı” ve “kul” kavramlarını ayrı ayrı incelemek gerekir. Kapı, bütün
doğu’da olduğu gibi, Osmanlı halkı için de önemli bir kavramdır.[821]Kapılar kervan yollarının adalet’in dağıtıldığı, ticarî değiş-tokuşun
yapıldığı şehir medeniyetine ulaştıkları varış noktalarıdır.
Diğer taraftan sadrazam ve
vezirlerle eyâletlerde beylerbeyleri’nin resmî görevlerini yürüttükleri
mahallere de “Paşa Kapısı” ve bu mahallerde bulunan hizmetlilerin tümüne “kapı
halkı“ denirdi.
Şimdi buradaki nüans farkına
dikkat etmek gerekir. Padişah Kapısı’nda hizmetli olanlar “kapıkulu”, sadrazam,
vezir ve beylerbeyi’lerin “Paşa Kapısı”nda hizmetli olanlar ise “kapı
halkı”dır. Oysa bütün bu kapılar hep birlikte devlet kapısını, yani “Bâb-ı
Devlet”i temsil ederler.[822]
Osmanlı kültüründe “Cennet
Kapısı, hâcet kapısı, gönül kapısı” gibi çok önemli mistik kavramlar belirtmesi
yanında, “kapı” mecâzî olarak da “bir kimseye bazı imkânlar yaratan, sıkıntılı
bir durumda başvurulan yer ya da şey” anlamında da birçok deyimlerde yer alır.
Bunlar arasında konumuzla ilgili olarak örneğin “kapı tutmak” bir işe girmek ya
da bir görevi üstlenmek, “kapı yoldaşı olmak” aynı iş yerinde çalışıp, aynı işi
görmek, “birinin kapısında büyümek” bir kimsenin evinde hizmet görerek, ondan
öğrenerek yetişmiş olmak, “birinin kapısında kul, köle olmak” da bir kimseye
istediği her şeyi yapacak ölçüde bağlı olmak anlamlarına gelir.
Şimdi eğer bütün kültürel
temeller dikkate alınırsa “kapıkulu” tâbirinin gerçek anlamıyla “Padişah
kölesi” kavramının karşılığı olamayacağı açıktır.
Kapıkulu ve köle kavramları
arasında yapılan benzetmelere, aranan özdeşliklere gösterilen bir başka dayanak
“devşirmelik yöntemi”dir. “Devşirmelik yöntemi” “Fatih Kanunnâmesi”yle
yasalaştırılmıştı. Oysa doğrudan askere alınamayan gayrimüslim reâyâ’nın
Kapıkulu Ocakları’na ve devlet yönetimine katılabilmesinin yegâne yolu ancak bu
devşirmelik yöntemi ile mümkündür.[823]
Devşirmeler memleketlerinde
ve Acemi Ocağı’nda iki farklı “Eşkal defteri”ne karşılaştırmalı kayıtları
yapılarak devlet adına teslim alınırlardı. Aralarında bir kısmı Hazırlık
Saraylarında ve Enderun mekteplerinde eğitilerek kendilerine sadrazamlığa kadar
en yüksek idarî ve siyasî makamların, komutanlıklara kadar yolu açılırdı.
Diğerleri de Kapıkulu Ocaklarında terfih ederek Yeniçeri ağası ve vezirliğe
kadar yükselebilirlerdi. Bu devşirme çocukların ailelerine maddî bir bedel
ödenmediği gibi, tam tersine kendilerinden “kul akçesi” adıyla bir tür
“masraflara katılma payı” alınırdı.
b. Köle Statüsü
Kölelilik ile Hukuk birbirine
zıt kavramlar gibi görünse de İslam kültüründe kölelerin sosyal statüsü vardır.
İslam Hukuku’na göre “Kölelik, köle aleyhine kanunun kabul etmiş olduğu bir alt
aşama durumudur”. Bu durum dolayisiyle köle, hür kimselerin sahip bulunduğu
hakların bir kısmından mahrum bırakılmakta ve bu haklar ancak sahibinin sahip
olduğu haklarla beraber dikkate alınmaktadır.
İslamiyette kölelik, ancak
savaş hukuku olarak mevcuttur. Savaşta zimmî ve müşriklerden sağ olarak
Müslümanlar eline düşenler, İslamiyeti kabul etmedikleri takdirde, köle vasfını
almış olurlar. Esir eden kimse tarafından başkasına satılmadan önce İslamiyeti
kabul ederlerse, kölelik vasıfları yok olarak özgür insan hakkını kazanmış
olurlar.
Her şeyden önce şurasını
söylemek gerekir ki, köle, İslamiyette bir (mal) olarak kabul edilmemektedir.
Kölelik, İslamiyette, savaşta esir düşen bir gayrimüslimin İslamiyeti kabul
etmemesi dolayisiyle meydana gelmiş özel bir sosyal durumdan ibarettir. Bu
durumda bir kölenin maruz kalabileceği, üç durum vardır:
1 — Sahibine hizmete devam
etmek,
2 — Belirli bir para
karşılığında (fidye), kendi dindaşları tarafından özgürlüğünün satın alınması,
3 — Sahibinin kendisini azad
etmiş olması.
Köle kendi dininde olan bir
cariye ile evlendiği takdirde, bu evlilikten olan çocuklar rüşt yaşına kadar
köle ve cariye olarak kalırlar. Bu yaşa geldiklerinde İslamiyeti kabul
ederlerse özgür olur; etmedikleri takdirde kölelik ve cariyelik vasıflarını
korurlar. Gayrimüslim bir cariye hür bir müslim ile evlenirse, azad olmuş
addedilir. Bu kadından doğacak çocuklar özgür ve Müslüman olarak doğmuş
olurlar. Cariye, emri altında bulunduğu sahibi ile nikahsız olarak beraber
olabilir. Böyle bir cariyeyi yatağına almış olan kimse günah işlemiş sayılmaz.
İlke olarak Müslümanlar köle
olamaz iseler de, savaş sırasında gayri müslimlere esir düşen bir Müslüman
esiri satın alan Müslim, onu köle olarak satın almış olur. Bu durumda onu azad
etmesi sevap olmakla beraber bedelini ödediği (Müslim) köle üzerinde satın alan
kimsenin mülkiyet hakkı tanınmaktadır. Dolayısıyla bu hakkını, kölesini kendi
arzusu ile azad edinciye kadar muhafaza eder.
Örfe göre, sahibinin köleyi
azad etmesi için yedi sene süreyle kölenin sahibine hizmet etmesi ve bu sürenin
sonunda sahibi tarafından azad edilmesi gerekmektedir.
Kölelik kurumunun lehine olan
örneğin “kölenin azad edilmesinin şartları, akrabadan kimsenin köle
alınamayacağı” gibi hükümler de kölenin ailenin bireyi gibi sayıldığı
görülmektedir. Nitekim Osmanlı toplumunda yaşanan köle dadılar ve lalaların
durumu da bunu kanıtlamaktadır.
c. İslam Hukuku’nda Köle
İslam dini, köleliği
kendinden önceki inanç, felsefe ve uygarlıklar tarafından savaş esirlerinin
toplu olarak öldürülmelerini engelleyen, ancak onları sıradan “üretim aracı”
olarak kullanılan kökleşmiş bir kurum olarak buldu. Ancak o zamana kadar hukuk
karşısında sıradan bir eşya gibi tanımlanan kölelerin çok kötü olan
durumlarının iyileştirilmesi, onların toplum içinde bir statü kazanmaları
hususunda dinsel ve hukuksal açıdan bazı haklar tanıyan kesin hükümler getirdi.
Örneğin Kur’an’da “köle bir müslüman’ın hür bir müşrikten daha değerli olduğunu[824], insanlar arasında takva dışında fark bulunmadığını[825], bütün müslümanların kardeş olduklarını[826], köle azad
etmenin en değerli ibadetlerden biri olduğunu[827], bazı suç ve
günahların kefareti için köle azad edilmesini[828], zekât yoluyla
da (dolayısıyla devlet tarafından da) kölelelere hürriyet verilebileceğini[829], köle kendi bedelini ödeyerek hür olmak için anlaşma (mükâtebe) yapmak
isterse, efendisinin kabul etmek zorunda olduğunu[830]belirten âyetler
vardır. Diğer taraftan efendisi kendi bedelini kazanması için köle’ye süre
tanımak zorundadır.
Osmanlı örfî hukuku şer’i
hukukun egemenliği altında olduğundan kölelerin hürriyetlerini elde etmeleri
mümkündür. Örneğin İslam’da “Kul” kavramı yalnızca Allah karşısında “insan”ın
durumunu belirtir. Nitekim halk arasında kullanılan “Allah yapısı-kul yapısı”
ayırımı da bu durumu belirler.
Aslında Kur’an sûreleri[831]bütün canlı ve cansız bütün “mahlûkat”ın (yaratılmışlar’ın) Allah
karşısında “kul” olduklarını açıkça belirtiyor. Nitekim İslam hukukunda
insanların toplumsal ilişkileri dolayısıyla birbirleri üzerinde geçmiş
emekleri, birbirine doğmuş hakları “kul hakkı” olarak belirtilmiştir. Başka bir
deyişle “köle”ler de “Allah’ın kulu” olarak Kur’an’da belirtilen bu “kutsal
haklar”ın dokunulmazlığı kapsamı içindedirler. Dolayısıyla örneğin “yaşama
hakkı”[832]; “namus ve onurun korunması hakkı”[833]; mesken
masûniyeti[834]; adalet[835]; inanç özgürlüğü[836]; evrensel eşitlik[837]; evlenme ve aile kurma hakkı[838]; özel hayatın gizliliği[839] gibi temel hak ve özgürlükler
bizzat Allah’ın teminatı altına alınmışlardır.
n Köle’nin Hakları
1 -Manevî kişilik haklarına
sahiptir. Örneğin ceza davalarında kadı karşısında davacı olabilir, ya da
haklarını savunabilir. Başka bir deyişle davacı veya sanık olarak haklarını
savunabilir. Ancak özgür olmadıklarından mahkeme huzurunda şahitlik edemezler.
Hukuk davalarında ise davacı
veya davalı olarak kendi hakkında hüküm verilecek kazanç veya zarardan sahibi
yükümlü olacaktır.
2 – Sahibinin mülkiyet hakkı
dahil, her türlü saldırıdan korunma altındadır. Sahibi kölesini tasarlayarak
öldürdüğünü kabul ederse, kısas cezasiyle cezalandırılır. Katil eyleminde
sahibinin kasdı bulunmadığı takdirde, kan bedeli olarak diyetini ölenin özgür
olan akrabalarına vermek zorundadır. Eğer ölenin özgür olan akrabası yoksa,
diyet, köle olan akrabalarının sahiplerine verilir. Kölenin sahibi, kölesini
kasıtlı olarak öldürdüğünü kabul etmedikçe, ölüm cezasına mahkûm edilemez. Zira
kanun köleyi taammüden öldürmekte sahibinin zararı olduğunu nazara almış ve bir
kimsenin kendi zararına hareket edeceğini mümkün saymamıştır.[840]
3- Köle, ister özgür ister
cariye olsun; ancak iki kadınla evlenebilir. Boşanma hakkı vardır.
4 - Allaha ait haklardan cuma
namazı, bayram namazı, Hac gibi vazifeleri ifa etmediği takdirde zorlanamaz. Bu
vazifelerden dolayı ancak Allahına karşı sorumludur.
5- Ukubat’ın (cezaların)
özgür kimseler için belirlenmiş (hudud), (tâzirat) miktarının yarısiyle
cezalandırılır.
6- Sorumluluk üslenemez.
Diğer taraftan
1 - Köle mal sahibi olamaz,
mülkiyet hakkı yoktur. Dolayısıyla varis olamaz.
2- Üçüncü kişilere görev
veremez. Dolayısıyla siyasal ve yönetsel haklardan da mahrumdur[841]
3- Kefil, vekil olamaz
Taahhüt gibi “borçlandırıcı” eylemlerde de bulunamaz.
4- Özgürlük vasfı eksik olan
köle’den “kâmil” insan davranışları beklenemez. Örneğin hakim tarafından vâsi
olarak atanamaz. Aynı şekilde (örneğin yetimlerin) genel gözetimi görevi
verilemez.
d. Köle Ticareti
Osmanlı Devleti’nde bulunan
köleler, Sudan, Kuzey Afrika, Basra Körfezi, Çerkezistan ve Gürcistan’dan satın
alma hatta kaçırma gibi yöntemler kullanarak evrensel köle ticareti yapan “esir
tüccarları” tarafından getirilirler ya da savaşlar ve korsanlık olayları
sırasında tutsak olarak ele geçirilirler.
Savaş esirleri olan köleler
ya forsa olarak gemiler ve tersânelerde çalıştırılırlar, ya da fidye karşılığı
serbest bırakılırlar, bazan da gayrimüslimlerin elindeki müslüman savaş
esirleri ile değiştirilirlerdi.
Köle ticaretinin Afrika
kanadı Bağdat, Medine, Halep yoluyla: Kafkasya’dan Çerkes ve Gürcü menşeli
olanlar Erzurum üzerinden; Boşnak ve Slav kökenliler Kahire, Sofya, Belgrad alım
satım merkezleri yoluyla İstanbul’a ulaşırdı. Gemilerle getirilenler için
iskele ve limanlarda kişi başına 10-150 akçe vergi alınırdı. Esir tüccarları
esirciler kethüdası ve esirciler şeyhi’nin yönetim ve denetiminde
örgütlenmişlerdi. Esir pazarı’nda satışlar açık artırmayla yapılırdı. Bu
satışlarda, esirci emini kırk’ta bir oranında da resim alırdı. Müslümanların
gayrimüslimlerin eline esir bırakılmaları şer’an uygun olmadığından, Osmanlı
ülkesinde gayrimüslimlerin esir ticareti yapması yasaktı. Osmanlı ülkesinde
köle ticareti Sultan Abdülmecid döneminde yasaklandı.[842]
D. ŞEHİR HAYATI
Din ve mezhep farklılıkları
gösteren gayrimüslim Osmanlı uyruklarının şehir kültürlerini ayrı ayrı ele
almak bu incelemenin boyutlarını çok aşacağından, bu bölümde şehir hayatının
aile ve mahalle yapısı yerleşik nüfusun yalnızca Müslüman kesimi için konu
edilmiştir.
1. AİLE
Karı-koca ve çocuklarından
oluşan orta sınıftan şehirli bir Osmanlı ailesi genellikle 4 ilâ 7 kişi
arasında nüfusa sahiptir. Diğer taraftan şehirli zengin sınıfların büyük aile
tipinde karı-koca ve çocukları, koca’nın büyük ebeveyni, kız kardeşi, süt kız
kardeşi, halayık, uşak ve câriyelerden oluşan çok kalabalık aileler de vardı.
Burada hizmetkârların da aile kavramı içine alındığı görülür. Gerçekten de genç
hizmetkârlar ailenin fertleri gibi sayılarak, çeyizleri temin edilir ve
evlendirilir, yaşlı dadı ve kalfalar da “ata yâdigârı” sayılarak ebeveyn gibi
saygı duyulurdu.
a. Nikâh
İslâm hukukunda nikâhın
muteber olabilmesi için resmî bir görevlinin ya da bir din adamının bulunması
ön şart değildir. Tarafların ve şahitlerin bulunması yeterlidir. Ancak nikâh,
toplum içinde yeni bir statü, bir merhâle ve yeni bir ailenin başlangıcı olduğu
için nikâh akdine resmiyet kazandırılması, kayıtlara geçirilmesi uygun
görülmüştür.
Mahkemelerde kadı tarafından
kıyılan nikâhlar sicile işlenir fakat bu işle görevlendirilmiş bir nikâh memuru
yoktur. Ancak nikâh için gerekli şartların yerine getirilip getirilmediği
tahkik edilmiş, hatta özel bir deftere tarafların ve şahitlerin isimleri,
mehrin miktarı kaydedilmiştir. İslâmiyet’te karı-koca arasında mal ayrılığı
esastır. Diğer taraftan kadı izniyle kıyılmamış nikâhlarda daha sonra bir
ihtilaf meydana gelirse, mahkemeler bu davalara bakmamaktadırlar. Kadıların bu
tutumu, taraflar arasında meydana gelebilecek mehir, nafaka, iddet müddetinin
tayini, şartlı talâk (boşanma), tek taraflı boşanma gibi hukûkî ihtilafların
çözülebilmesini sağlamak için halkı nikâhların mahkemelerde kıydırılması yoluna
kanalize etmiştir. Kısacası Osmanlı ülkesinde evlilik kurumu devletin
denetiminden uzak değildir.
Kadın ve erkek, kadı huzuruna
giderek, bazan taraflardan birinin veya her ikisinin mahkemeye vekil
göndermeleri suretiyle ya da evde şahitler huzurunda nikâhları kıyılıyor ve
sözleşme mahkeme siciline kaydediliyordu. Evlenirken erkek kadına, günümüzde
raslanan “başlık” âdetinden farklı, bütünüyle kadına ait olmak üzere ödenen
“mehir” denilen bir nikâh bedeli vermektedir.
Mahkeme sicillerinde çok
evlilik ve boşanma pek görünmüyor. Raslanan çok evliliklerin bir kısmı boşanmış
kadınların toplum içinde sahipsiz kalmalarını önlemekle ilgilidir.
Boşanma’ların sebebi çoğu kez erkek çocuk istemeye bağlıdır. Diğer taraftan
boşanırken erkeğin mehir parası ve eşya vermesi ve kız çocuğun anaya
bırakılması boşanmaları engeller.
Daha önce görüldüğü gibi,
gayrimüslimler kendi dinî cemaat hukuklarına tâbi olmakta serbest iken nikâh
akdi için, miras hukukunda devletin garantisini sağlamak açısından şer’î
mahkemeye gidiyorlar ve nikâh sözleşmelerini sicillere kaydettiriyorlardı.
Osmanlı ailesinde erkek örf
ve âdetleri muhafaza eder, kadın da yeni nesillere geçmesine, devamını
sağlardı.
b. Ev Hayatı
Kadınla erkek arasında iş
bölümü bulunmaktadır. Ailenin geçimini temin etmek erkeğe, ev ekonomisi kadına
aittir. Erkek yalnız kadının isteyeceği malzemeyi temin etmeyi düşünür ve
gerisine karışmaz. Evin hanımı erkeğin getirdiği ihtiyaç maddelerini, hamur
açarak, makarna keserek, tarhana yaparak, reçel kaynatarak, murabba çıkararak,
turşu kurarak, sebze ve meyva kurutarak, yemeklerde kullanılmak için kuyruk
yağı eritip içine süt ve tereyağı katarak kilerde saklanabilecek duruma
getirir. Kadın yüzyıllar boyu Türk mutfağının çeşitli yemeklerini, tatlılarını
icat etmiş ve hazırlamıştır.
Yemek evin ve ailenin
durumuna göre odada, sofada veya mutfakta yenir. Cevizden, kısa bacaklı sofra
iskemlesi üzerine “meydan sinisi” denilen büyük bakır sini, onun da üstüne
işlemeli beyaz “sini örtüsü” örtülür. Ortaya ocaktan alınmış sıcak yemek
kaplarını koymak için bir nihâle yerleştirilir. Yemeğe başlamadan önce
parlatılmış sarı leğen ve ibrik kullanılarak eller sabunla yıkanır. Sofraya
büyükler oturduktan sonra oturulur, yemeğe önce onlar başlardı. Sofradan
kalkıldığında ekmek lokması ya da yemek artığı bırakılmazdı. Yemekten sonra
eller yine ibrik ve leğen kullanılarak sabunla yıkanırdı.
Yatma vakti gelince
yüklüklerden çıkarılan döşek, yastık ve yorganlarla yapılan yer yataklarında
yatılır, ertesi sabah bu malzeme tekrar yerine konulurdu. Böylece Osmanlı
mesken mimarisinin fonksiyon şemasında yemek ve yatma mekanları müstakil
değildir. Dolayısıyla günlük yaşamda serbest kalan alan oranı artmıştır.
Evlerin içinde bulunan eşya
türleri ve miktarları bakımından da hıristiyan ve müslüman evleri arasında pek
fazla fark yoktu. Hatta hıristiyan aileler müslüman misafirleri için evlerinde
seccâde bile bulunduruyorlardı.
Büyük ailenin bayram, kutsal
günler, nişan, kına gecesi, çeyiz alayı, düğün gibi genel buluşma sebepleri
vardır. Ayrıca akşam yemekleri de ailenin aynı mekânda toplanma sebebidir.
Çeyiz Hazırlıkları
Osmanlı kadını kız evlâdı
doğurursa hemen çeyiz hazırlıklarına başlar. Bir kızın çeyizi ne kadar fazla
olursa o kadar şereflenilir. Gelinlik kızı olan evlerde bu çabaya büyük
anneler, teyzeler, halalar ve hatta yaşı gelince kızın kendisi de katılırdı.
Yıllar boyu süren bu çalışmalarda 30-40 kat kadar iç çamaşırı, gergeflerde
işlenmiş makrameler, peşkirler, sofra takımları, yatak örtüleri, yastık
kılıfları gibi çeşitli ev eşyaları yanında, kenarları altın ve gümüş sırma
işlenmiş entariler dikilir, ince keten, ipek, ipek atlas ve kadife kumaşlar
bazen de kumaş inceliğinde deri üzerine doğal boyalı ipek iplikler, ince
çekilmiş metal ipliklerle işlemeli iç çamaşırı, kaftan, mendil, kavuk örtüsü,
uçkur, kaşbastı gibi giyim eşyaları, işlemeli bohça, cüz kesesi, peşkir,
nihaleler hazırlarlardı.
c. Çocuklar
Çocuğun doğumdan sonra
isimsiz olarak bırakılması câiz görülmediğinden, çocuğun göbeği kesilirken
İslâm ulularından yada ailenin büyüklerinden birinin adı “göbek adı” olarak
konurdu. Mahşer günü insanların “göbek adları” ile çağrılacaklarına inanılırdı.
Doğumu takip eden günlerde,
aile büyüklerinden biri çocuğun sağ kulağına ezan-ı Muhammedî okur, böylece
yeni doğan İslâm toplumuna girmiş olurdu. Sonra üç defa göbek adını fısıldar ve
diğer kulağına yine üç def’a ismini söylerdi. Eğer bir tören yapılacaksa
yemekler yenir, çocuğun beşiğine hediyeler asılırdı.
Çocuklara genellikle toplumca
tanınmış kişilerin adları verilir. Hatta doğum sırasında eve uğurlu sayılan bir
konuk gelmişse çocuğa onun adını verme geleneği de vardır.
Yeni doğana İslam
kaynaklarından alınma adlar kullanılmaktadır. Bazan Kur’an’da geçen kutsal
isimler, ya da yöredeki bir evliyanın adı verilir, bazan da Kadir, Receb,
Şaban, Ramazan, Mevlud, Bayram gibi doğumun zamanını hatırlatan isimler
konurdu.
(1) Çocuk Hakları
Üç nesil bir arada yaşayan
büyük aile tipi üzerine kurulmuş Osmanlı toplumunda yeni doğan’ın kendi ana
babası dışında büyük ebeveyn, amca gibi başka koruyucuları da vardır.
Dolayısıyla herhangi bir sebeple ana ve babasını kayıp etse bile sahipsiz
değildir.
Bununla beraber devlet pek
çok durumda yeni doğanı muhafaza etmektedir. Bu bağlamda hangi millet’den
(dinden) olurlarsa olsunlar âciz durumdaki ailelere yardım edilmekte, çocuklu
dul kadınlara, ikiz ve üçüz doğuran kadınlara ve hatta terk edilmiş çocukların
bakımını üslenen kimselere, hatta terk edilen ya da babasız doğan çocukların
bizzat kendilerine de maaş bağlanmaktadır.[843]
Diğer taraftan kimsesiz
çocukların korunmaları açısından toplumda onlara yasal miras hakkı tanıyan
“evlât edinme” kurumu da işlemektedir. Ayrıca miras hakkı olmamakla beraber
“ahretlik” adıyla ev hizmetlerine yardımcı olarak koruma altına alınan ve ev
halkından sayılan çocuklar da vardır.
Osmanlı ülkesinde bir süre
bulunmuş batılı yazarların bazı anılarındaki olaylardan, ya da örneğin
gravürlerde çocuk ve yetişkin giysilerinin birbirinin tam benzeri olmasından
Osmanlı toplumunda çocuğun büyük insan prototipi olarak algılandığını
anlıyoruz.
Nitekim bu bağlamda
çocukların bazı önemli yükümlülükler açısından büyüklerden fazla
ayrılmadıklarını görüyoruz. Örneğin kadılar suç ve kabahat kapsamına giren
eylemler yaptıklarında eğitim amacı taşıdığı için çocuklara hafif de olsa
azarlama ya da darb biçiminde “tazir-i tedib” (yola getirme) cezası
vermektedirler. Gerçi bu uygulamayı çağın pedagojik anlayışı olarak da
yorumlamak mümkündür. Nitekim sıbyan mekteplerinde de “falaka” cezası
uygulanmaktadır.
Ancak “sinn-i sabâvet” (bulûğ
çağı öncesi) durumunda bulunan “küçük”lerin de öşür ve harac gibi vergileri
ödemekle mükellef tutulmaları yukarıdaki görüşü kanıtlamaktadır.[844]Dahası, çocukların, “hakk-ı sıla-i ivâziye”si[845]bülûğ çağına
geldiklerinde ikmal ve tamamlanmak üzere küçük yaşlarda evlendirilmeleri de
mümkündü.[846]
(2) Çocuk Eğitimi
Çocuk, doğduktan sonra bir
buçuk yaşına kadar geçen zamana “tufûliyyet-i ulâ“, bir buçuk yaşından on iki
yaşına kadar olana da “tufûliyyet-i sâniye” denilmektedir. Sıbyan Mektebi
denilen ilköğretim okuluna başlamak için bir yaş belirlenmemiştir. Her çocuk
kendi bünye ve mizacı açısından olgunluğu yeterli görülen yaşta iken okula
gönderilir. Üstelik eğitim sınıf ve ders yılı ile bağıntılı olmadığından, yılın
istenildiği bir zamanında okula başlanabilirdi. Bununla beraber on beş yaşına
kadar “sinn-i sabâvet” (sâbilik, çocukluk) çağı sayılır. Bu süreç içinde
çocuğun sıbyan mekteplerinde eğitim görmesi şart değildir. Evinde de yeterli
eğitim alabilir. Sonrasında medreselerde ya da devletin kalemlerinde şâkird
olarak veya ihtiyarî olarak herkese açık olan cami derslerinde, tekkelerde de
öğrenmelerini devam ettirebilirler.
Diğer taraftan isteyenler bir
sanat kolunda çırak olarak da eğitime başlayabilir. Sanatlar lonca sistemine
bağlı olduğundan, sanatkarlar da belirli cemaatler oluştururlar. Başka bir
deyişle çocuklar kendi cemaatlerinin, zümrelerinin nezaretinde disiplinli
biçimde sanat öğrenirlerdi. Bununla beraber bazı sanatlar da babadan oğula geçerek
devam ettirilmekteydi.
Bu arada gayrimüslim
cemaatler arasında Yahudî çocukları sinagogların yanında bulunan ve “heder”
denilen küçük okullarda, Hıristiyan çocuklar ise papazlar tarafından kilise
kurumlarında eğitiliyordu.[847]
Ancak çocukların fikrî ve
hissî gelişmelerine yardımcı olacak yazılı edebiyat yoktur.[848]Bu konuda
(Müteferrika) basımevinin gecikmesini sebep olarak görmek mümkündür.[849]Bununla beraber büyükanne ve annelerin dilinden naklen kısmen çocukları
da kapsayan masallar, efsaneler, din ve ahlak bilgilerinden oluşan şifahî bir
edebiyat vardır. Hatta akşam namazı ve yemekten sonra, hele kışın tandır
başında toplanan aileye peygamber kıssaları, hamzanâmeler, gazavatnâmeler,
destanlar okunan evler de vardır.
(3) Çocuk Oyunları
Hiç şüphesiz o dönemlerin
çocuklarının, büyüklerin dünyasını taklit ettikleri pek çok oyunları
bulunmaktadır. Çelik-çomak, takla oyunları, esir almaca, kurtarmaca gibi
Yirminci yüzyıla kadar ulaşabılmiş çocuk oyunlarının, ihtiva ettikleri ögeler
açısından geçmiş yüzyıllardan intikal ettiklerini düşünebiliriz.
Örneğin “esir almaca” ve aynı
oyunun tam tersi anlam taşıyan “kurtarmaca” oyunlarında bir yandan Ortaçağ ve
öncesinde karşı karşıya gelen iki ordu, savaşçıların kaçma ve kovalamacasının
izleri görülmekle beraber diğer taraftan çocukların kaçırılarak gerçekten esir
edildikleri gerçek hayatın da temsili bir öğretisidir. Ancak yalnızca bir
görüntüden ibaret olarak düşünmemek gerekir. Zira bir yandan kişisel beceri ve
takım hâlinde hareket etme, inisyatif kullanma gibi önemli unsurların da
öğreticisidir.
Eşit sayıda erkek çocuklar
iki takıma ayrılıp karşı karşıya dizilirler. Araya “hadd” denilen ve ülkeler
arasındaki sınırı temsil eden bir çizgi çekilir. Her iki takım kaleyi
simgeleyen büyükçe bir taş ya da sopa’nın gerisinde dururlar. Çocuklardan biri
koşarak “hadd”i aşar ve karşı takımın kale’sine elini sürer ve kaçar. Mukabil
takımdan bir çocuk da onu kovalar. Eğer aradaki hadd’i, yani sınırı geçmeden
onu yakalayabilirse esir almış sayılır. Oyun kale değiştirerek devam eder.
Oyuncularının tümü esir edilen takım yenik sayılır. Esir almaca oyunu
mahalleler arasında da daha ciddî çok daha çekişmeli olarak oynanabilir.
Esir almaca’nın tam zıddı olarak
oynanan “kurtarmaca” da esir alınmış olan çocuklar birbirlerinin ellerini
tutarak dizilirler. El ele tutuşma esirlerin “zincirlenme”sini temsil eder.
Etraflarında karşı takımın muhafız çocukları vardır. Muhafızlar kurtarıcıların
esirlere “el vurma”larını engelemeye çalışırlar. El vurmadan önce yakalananlar
“esirler dizisi”ne katılırlar. Sağdan, soldan ve ortadan hücum eden
kurtarıcılara karşı muhafızlar engelleme hareketindedirler. Bu arada “esirler
dizisi” de muhafızların karşı koymalarına rağmen düz bir hat üzerinde sağ yada
sola doğru kendilerine yaklaşıp el vurmak isteyen kurtarıcılara yaklaşmak
isterler. Bu sırada ele ele tutuşmuş olan dizi koparsa, esirlerin bir kısmı
“kale zındanlarında” kalır.
Bu arada örneğin “el elden
üstündür” gibi atasözlerimizin öğretici tatbikatını yapan “el üstünde kimin eli
var” gibi oyunlar vardır.
(4) Oyuncaklar
Osmanlı ülkesinin birçok
şehirlerinde aktar dükkanlarında ya da sokak aralarında, seyyar oyuncakçılar
tarafından macuncular, keten helvacılar gibi mâniler söylenerek satılmaktadır.
Evliya Çelebi de Eyüb oyuncakçılarının meşhur olduklarını, her zaman çocukların
ilgisini çekecek yenilikler icat ettiklerini ve tâcirlerin buradan Hindistan ve
Yemen gibi ülkelere oyuncak götürdüklerini söylemektedir.[850]
Eyüp oyuncakları kırmızı,
mavi, yeşil, sarı renklerin hâkim olduğu aşıboyası ve suluboya ile boyanmış
dönmedolap,uçurtma, topaç, salıncak, aynalı beşik, tahta kılıç, ipli ok, davul,
trampet, tef, darbuka, fırıldak, topaç, kaval, kursak düdük, havan, testi,
araba, tekerlekli sopa, rüzgârgülü, çember, mile gibi yapımında tahta, deri,
teneke ve toprak kullanılmış oyuncaklardı. Bununla beraber insan biçiminde
oyuncaklar yapılmamıştır.
Kırsal alanlarda yaşayan
çocuklara oyuncak yerine kuzu, köpek, ayı yavrusu, karaca, sansar, tilki veya
sincap gibi hayvanlar hediye olarak getirilirdi.
Diğer taraftan çocuklar güz
mevsimi geldiğinde bostanlarda, mezarlıklarda kuş tutmak için ökseler, tuzaklar
kurmakla uğraşırlardı. Bu heves daha ileri yaşlarda evlerde kafes içinde kuş
beslemek biçiminde devam ederdi.[851]
(5) Muhabbethâne’ler
Mahalle içinde nakış, dikiş
gibi konularda marifeti olan bir hanım ergenlik yaşına gelmiş gelinlik genç
kızlara bildiklerini öğretir, çeyizliklerinin tamamlanmasına yardımcı olurdu.
Bazan birkaç kızın bir araya geldikleri bu evlere, nakış işleri yapılırken
sohbet edilmesinden dolayı “muhabbethâne” denilirdi. Eğitimini bitiren genç
kızın işlediği ilk parça ev sahibi hanıma armağan edilir, ayrıca başka
hediyeler verilirdi.
2.
MAHALLE HALKI
Her yerleşim merkezi bir
topluluğun kültürel tanıtımını yapan anlatım bütünüdür. Bu yerleşimlerde bir
arada yaşayan insanların her çeşit kültürel olgularını görmek mümkündür. Köy,
mahalle, kasaba, şehir olsun her düzeydeki yerleşim biriminin ayrı bir kişiliği
vardır. Ancak bu kişilikler toplulukların bağlı oldukları İslam, Hıristiyan,
Yahudilik gibi büyük dinlerin kültürel etkilerini, yahut daha genel kriterler
içinde Doğu, Batı kültürleri gibi etkenlerin asal karakterlerini
taşıyabilirler.[852]
Mahalle tabirini önce Araplar
“konaklanan yer” anlamında kullanmışlardır. Türkler’e deyim ve teşkilât olarak
Araplardan geçmiştir. Ancak Osmanlı kültüründe birey için “mahalle”, ailesinden
sonra gelen ilk topluluktur. Mahalle sâkinleri arasında adeta akrabalık
derecesinde dayanışma vardı.
Osmanlı şehirlerinin yerleşim
açısından tekrarlanan modülü olan “mahalle”, kendi içindeki örgütlenmesiyle de
yerel yönetim açısından etkindi. “Mahalle” genelde aynı cami veya mescidin
devamlı cemaatinin ailelileriyle birlikte şehir içinde yerleştikleri bölgedir.[853]
İslamî aile yapısı, iş
yerlerinin evlerden ayrı tutulması gibi özellikler içerdiğinden mahalleyi
ekonomik bir bütün gibi göremeyiz. Fakat burada ekonomik açıdan değişik
konumlardaki insanlar yaşar. İnsanların bağımlılıkları sadece kendi yöresinden,
tarikatından, inancından, ailesinden ve etnik grubundan olanlarla aynı
mahallelerde oturmaya gayret ederek homojenlik oluştururlar.[854]
Müslümanlar gibi Hıristiyan
ve Yahudilerin de ayrı mahalleleri ve semtleri olmuştur.[855]Müslüman olmayan
mahalleler müslüman olanlardan ya da aralarındaki farklı din ve mezhepler
açısından duvarlarla ayrılmamışlardır. Gayrimüslim mahallelerinin bir kısmı
Türkçe isimlerle , bir kısmı da “Frenk Karlo, Frenk Andon, Hamal Pandazi,
Kalafatçılar Reisi Deli Mihal, Meyhaneci Manol, Marko Bahçesi, Papazoğlu,
Edirneli Yahudiler, Ermeniler” gibi şahısların veyâ iskân eden azınlık
cemaatlerin adlarıyla bilinirlerdi.[856]
Gerçi bostancıbaşı
defterlerinde Müslüman evlerini Hıristiyan ve Yahudilere ait mülklerin takip
ettiği görülmekle beraber, gayrimüslimlere ait evlerin camilerin yakınına
yaptırılmamasına dair fermanlar vardır.
Büyük şehirlere dışarıdan
gelenlerin yerleşim mekanizması hemşerilikten başlayıp ortak sanat ve ticarette
çalışma birliğine ve oradan kız alıp, kız vererek “sıhrî” yakınlığa, sonuçta
belirli mahalleler ve semtler içinde sıhrî yakınlıkla birbirleriyle içten
kaynaşmış “ monoblok bir topluluk oluşturma biçiminde oluyordu. Bu yerleşim
biçiminde Batı kentlerinde rastlanmaz. Osmanlı şehirlerindeki en küçük “modül”
yerleşim birimi olan mahalle’de “sınıf ve statü” farkı yoktur. Bir paşanın
konağının karşısında basit bir evkaf kâtibinin aşı boyalı küçük evi, ilmiyye
ricâlinden bir efendinin kâşânesinin yanıbaşında mahalle suyolcusunun kulübesi
bulunur. Bütün bu insanlar birbirleriyle hergün karşılaşır, etiket farklılıklarına
rağmen muhatap olurlar. Paşanın vekilharcı ile müderrisin dâmadı, suyolcu ile
evkafın küçük kâtibi aynı kahvehanede toplanıp görüşürlerdi[857]Osmanlı büyük
şehirlerinde, özellikle İstanbul’da bir köylü ile bir şehirli bir arada yaşayıp
anlaşabilmektedirler.[858]
Bununla beraber mahalle
sakinleri arasında zamanla ve doğal yollarla belirli sosyal statüler oluşur.
a. İmâm
Padişah beratı ile tayin
olunan imam, aslında mahallenin dahilinde bulunduğu kaza’nın yargıcı, mülkî ve
belediye âmiri olan kadı’nın temsilcisidir.[859]Mahalleye yeni
bir kişi (veya aile’nin) taşınabilmesi için imamla beraber mahalle halkından
birinin kefâleti gerekmektedir. Dolayısıyla mahalle halkı birbirinin zincirleme
kefili, imam da mahallelinin tümünün kefilidir. İmamın önemli bir diğer görevi
de, en küçük yönetim birimi olan mahallenin payına düşen vergi miktarını
haneler arasında dağıtım ve tahsilini yürütmektir.[860]
Cemaatin imamı aynı zamanda
bu topluluğun ve dolayısıyla da mahallenin lideridir. Mahalle mescid etrafında
toplanan, zaman zaman, özellikle olağanüstü durumlar belirdiğinde kendisine
“yiğitbaşı” veya “kethüda” gibi yeni görevlilerin yardımcı olduğu[861]imamın ve yardımcılarının yönettiği, elbirliğiyle bir takım beledî
hizmetlerin yürütüldüğü bir semt topluluğudur. Bu nedenle de “mahalle namusu”
ve “mahalleli” gibi halk terimlerinde beliren yarı idârî bir “hükmî şahsiyeti”
vardır.
Mahalle cemaatinin imamı
cuma, bayram ve vakit namazlarını kıldırma, vaaz ve ders vermek, cemaate
ilmihâl ile ilgili konularında yardımcı olmak, cenâzelerin kaldırılması gibi
dinî işler yanında nikâh, yardımlaşma, genel ahlâkın gözetilmesi, küçük beledî
hizmetlerin elbirliğiyle ifası gibi sosyal işleri de yürüten liderdir.
Dolayısıyla Tanzimat öncesinde bir tür “mahalle muhtarı” görevini de
üslenmiştir.
b. Hacılar ve Hâfızlar
Kana bağlı aristokrasi
benimsemeyen İslâm kültüründe kişinin kendi edinebileceği iki soyluluk simgesi
vardır: Hâfızlık ve hacılık.
Gerek Kur’anın canlı şahidi
demek olan hafızlık ve gerekse Hac farizasını yerine getirmek (geçmiş
yüzyıllarda) meşakkatlidir. Ancak başarıldıktan sonra kişiye toplum içinde ayrı
bir statü kazandırır. Ne var ki karşılığında da hayat boyu sürecek bazı
sorumluluklar, görevler yüklenir. Hafızlar ve hacdan dönenler dinin uygun
görmediği davranış ve eylemlerden kaçınarak toplum içinde saygın, güvenilir bir
konum edinmek zorundadırlar. Bu sayılanlar hacı ve hafızların ailesi için de
geçerlidir. Hacıların sakal bırakması, hafizelerin, hâciyelerin ve hacı
hanımlarının daha dikkatli örtünmeleri zorunludur.
Toplumsal ufak tefek
uyuşmazlıkların hallinde hakem olarak kendilerine başvurulur.
c. Eşraf ve Esnaf
Bu iki toplum kesimi yaşayış
bakımından birbirlerinden bütünüyle ayrılırlar. Eşraf burjuvazi’yi temsil
ederken, esnaf zenaatkar, işçi ve köyden göç etmiş guruplardır.
Eşraf bir anlamda
aristokrattır. Başka bir deyişle, sahip olduğu ayrıcalıklar soyağacında yer
alan bir atasının kahramanlığına, cengâverliğine ya da ilim açısından
olağanüstü bilgisine dayanmakta ve belirli hanedanlara tanınmış özel haklar ve
imtiyazların oluşturduğu kapalı bir ortam içinde gelişmektedir. Böylece gücünü
asıl ve neseb bağlantılarından alan bir zadegân sınıfı ortaya çıkmaktadır.
Bununla beraber bu tür
aristokratik duygular ortaçağ’da “fütüvvet silsilesi ve fütüvvet gururu”nun
beslediği kapalı esnaf topluluklarında da görülüyor. Gerçekten de özellikle
ahilik iş ve üretim gibi maddî maksatlardan çok kendi aralarında tesanüt
sağlamak ve korumak; Allah rizasını istihsâl için düşkünlere yardım, çevreye
yararlı olmak gibi konularda örgütlenmişlerdi. Böylece toplumsal hayatın üst ve
alt sınıflarının dünya görüşleri arasında fazla bir yorumlama farkı bulunmamaktadır.
Ancak zamanla eşraf sahip
oldukları yöresel ayrıcalıklarla yetinmeyip “havas” arasına girmek için
“âyânlık” peşine düşecekler, ahilik de lonca teşkilâtına dönüşerek daha ziyade
maddileşecek ve böylece “tabakat” arasındaki mesafe artacaktır.
d. Mahalle Bekçisi
Bekçi’ler mahallenin güvenini
kazanmış, itibarlı kişisidir. Mahalle halkının isteği üzerine kadı’nın verdiği
“mürasele” ile imamların, muhtarların ve bekçibaşıların emrinde
görevlendirilirdi. Bekçiler mevsimine göre sırtlarında salta ya da aba, haydari
mintan, gocuk; bacaklarında sıkma, dizlik, şalvar; ayaklarında kış yaz memleket
işi renkli nakışlarla bezeli yün çorap giyerler, bellerinde kuşak bulunurdu.
Kafalarına barata[862]geçirmeleri onlara yarı resmî bir sıfat da vermiştir. Geceleri devamlı
fenerle dolaşmaları, ellerinde ucu demirli kalın bir sopa (bazan kılıç)
bulunması ise “fener ve davul”u sanki “taraf-ı şehriyâri”den verilmiş “bekçilik
alâmeti” gibi yapmıştır.[863]Mamafih Osmanlı padişahlarının zaman zaman mahalle bekçilerini “Huzur”a
çağırdıkları olmuştur.[864]
Mahalle bekçilerinin halk
arasındaki bir adı da “Bekçi Baba”dır. Nitekim bu terimin yüzyıllar boyu
söylenen ninnilerde bile yer aldığını görüyoruz.[865]
Bekçiler bütün mahalle
halkını tanırlar; uygunsuz işlerin yapılmaması için göz kulak olurlar, geceleri
mahalle içinde ev soymak, hırsızlık, yol kesmek, gasp gibi olayları önlemeye
çalışırlardı.
Yangınları, evâmir-i
hükümet’i (yönetimin emir ve yasaklarını) davul çalarak mahalle halkına
iletirdi. Ramazanlarda sahur vaktini mahalle halkına duyururdu. Ellerinde ucu
demirli kalın bir sopa, sırtlarında uzun abalarıyla geceleri sabaha kadar
sokaklarda dolaşır, sopanın demirini kaldırıma vurarak her saat başını,
buçukları ve çeyrekleri belli ederlerdi. Saatin kaç olduğunu ayrıca seslenerek
de duyururlardı. Geçmiş yüzyılların en ileri teknoloji eseri sayılan “mekanik
saat” sahibi olmak çok özel bir durum olduğundan mahalle bekçisi aslında önemli
bir hizmeti yerine getirmekteydi. Evliya Çelebi “Seyahatnâme”sinde mahalle
bekçilerini “esnaf” olarak zikrettikten sonra subaşına bağlı olduklarını ve
İstanbul’da 12.000 mahalle bekçisi bulunduğunu söyler.[866]
Diğer taraftan mahalle
bekçileri mahalle kahvelerinin üstündeki özel bekçi odalarında yatıp kalkarlar,
mahallelinin kışlık odunlarını kırmak, sakalık yapmak, boş evlere kiracı bulmak
gibi sosyal ve günlük hizmetlerini de yaparlardı.
e. Sakalar
Evlere şehir suyu dağıtımı
yapılamamış eski dönemlerde her mahallede, hatta çoğu sokaklarda bir çeşme
bulundurulmasına çalışılırdı. Diğer taraftan evlerin bir çoğunda da kuyu hatta
sarnıç bulunurdu. Bununla beraber evlere mahalle çeşmesinden su taşıyarak para
kazanan ve “saka” denilen çok iş yapan bir esnaf takımı vardı. Sakaların da
diğer meslek erbabı gibi her şehirde bir kethüdası ve bağlı oldukları gedikler
vardı. Çeşme, sarnıç ve memba sularını satabilmek için böyle bir gediğe kayıtlı
olmaları ve kendilerine kadı tarafından mahkeme siciline işlenmiş bir senet
verilmesi gerekiyordu. Senedi olmayanlar su satamazlardı. Bu senetler
mirasçılara geçer, ya da satılabilirdi.
Sakalar “Saka meşki” denilen
ve sırtta taşınan tekli ya da hayvanlara yüklenen çiftli tulum, kırba gibi kaplarla
su taşırlardı. Getirdikleri suyu, evin içine girmeden sokak taraf duvarda
bulunan ve “Saka deliği” denilen bir delikten, duvarın gerisinde bulunan bir
kaba boşaltırlardı.
Her mahallenin hatta her
sokağın belirli sakaları vardı. Bunlar mahalle sakinleri tarafından tanınmış
emniyetli kişilerdi. Sakaların su taşıdıkları kaplar gayet temiz tutulurdu.
f. Külhanî’ler, Külhanbeyi’ler
Külhanbeyiler,
kötülüklerinden çekinilen, çevrelerine ürküntü vererek kişilik olmaya çalışan
genellikle küçük ya da yüz kızartıcı suçlardan sabıkalı kişiler olarak
bilinmektedir. Oysa külhanîliği geçmiş yüzyıllarda yatacak yeri olmayan,
kimsesiz kişilerin, özellikle delikanlılık yaşına gelmiş çocukların yatıp
kalktığı, barındığı, yiyecek temin ettiği bir sosyal kurum gibi de görebiliriz.
Gerçekten de külhanî’liğin
bir tür fütüvvet teşkilatı gibi kendine özgü kuralları vardır. Bunların
“pîr”leri,[867]töre ve törenleri, usul ve erkânları bulunmaktadır. Örneğin bir
kimsenin külhana alınabilmesi için kimsesiz olması gerekliydi. Ancak bu yeterli
değildi. Kabul edilebilmesi için bir tür yeterlilik denemesini başarması
lâzımdı. Yeni gelenin üzerine yırtık ve eski elbiseler giydirilir ve
oradakilerin en eskisi olan “destebaşı”nın eline verdiği bir torbayı en kısa zamanda
pirinç, yağ, un ve şekerle doldurup dönmesi istenirdi.
Parası olmadığı hâlde,
ısrarla dilenmek, belki de hırsızlık, kapkaç gibi her türlü yöntemle torbayı
dışarda doldurmayı başarıp külhana dönen aday sınavı kazanmış sayılır,
topladığı malzemelerle külhanın yemek vakti ortaya çıkarılan üç demirbaş
lengerinden ikisinde pilav, üçüncüde helva pişirilir ve hep birlikte yenirdi.
Yeni gelen sofraya oturmaz, ayakta bekler, yiyen eskilere hizmet ederdi. Pilav
ve helva yenildikten sonra külhancı baba ve öteki külhanî ler bir lokma ekmeği
tuza batırarak sağ ellerinin baş, şehadet ve orta parmağiyle tutar ve külhanın
kimsesizlerin barınağı olduğuna, buradan birçok yiğit yetiştiğine hep birlikte
şehadet ederlerdi. Külhancı baba’nın okuduğu:
“Bu ocağın adı gerçek
külhandır, Yersizlere, yurtsuzlara mekândır.
Nice erler yetişmiştir
külhandan, Kim bilir kim bugün nerde pinhandır.
Ana-baba kucağına sığmayan
yavrucaklar bu ocakta mihmandır.
Pîr’imizdir bizim koca
Lay-har, Hak budur kim eşi gelmez sultandır.
Hu çekelim Lay-har’ın ruhuna,
O’nun için bay ü geda yeksandır” duasından sonra baba’yla beraber herkes «Hu»
çeker ve lokmayı ağızlarına atarlar. Bundan sonra kardeşlik töreni başlardı.
Kardeş olacak çocuklar sağ
tarafa daima kıdemli, sola da aday olan yan-yana ortaya alınır. Anadan doğma
soyularak külhancı baba’nın getirdiği «Lay-har kefeni» denilen iki yakalı büyük
bir gömlek giydirilir. Sağdaki, sağ kolunu, soldaki sol kolunu gömleğin koluna
geçirirdi. Serbest kalan kollar gömlek içinde kalırdı.
Külhancı, ocağın ağzına
yönelmiş bir vaziyette, iki dizinin üstüne oturur ve:
“Ey Lay-har’ın evlatları
burası baba yurdudur. Burada senin-benim yoktur. Burada herkes kardeştir. Bir
anadan doğanlar, bir babadan olanlar, birbirlerini boğazlarlar. Lay-har’ın
evlatları, birbirlerini bir vücud bilirler. Kardeşlerine birisi, bir iğne
batırsa açışım kendi vücutlarında duyarlar. Bu kefene sağlığında girenler,
ölünceye kadar birbirlerini ayrı görmezler. Bu, ikilikte birlikdir. Bu senin
sağ elindir, sen de bunun sol elisin. Vücudunuz birdir, başlarınız iki. Biriniz
sağınızı, biriniz solunuzu görürsünüz. Ömrünüzün sonuna kadar birbirinizi
görür, gözetirsiniz. Her gün kazancınızı buraya getirirsiniz. Burada, bu
senindir, bu benimdir yoktur. Az çoğu artırır, çok hepimizi besler, hepimizi doyurur”
diyerek telkinde bulunduktan sonra Layhar’ın ruhuna bir fatiha okunur ve yeni
aday külhanîlerin kardeşliğine kabul edilmiş olurdu.
Tören bittikten sonra
çocuklar, tahta karavanalara ayrılmış olan pilav ve helvalarını yerler.
Külhanîler, sabahları külhandan
çıkıp giderler; asılarak, aşırarak, bir iş görerek ne elde ederlerse akşamleyin
külhana getirirler. En geç kalan da gelince külhanın kapısı kapanır. Külhancı,
sofrayı kurar. Külhanîler, hep beraber oturup yemeklerini yerler. Ondan sonra
oyun oynanır, zar atma talimleri yapılır, bağlama çalınır. Uyku vaktine dek
böylece vakit geçirilir. Sonra yatılır. Külhancı, yeni biri gelip de tören
yapılacağı vakit, herkesle beraber sofraya oturur. Külhanîlerin, dervişler
gibi, aralarında ayrı terimleri vardır.[868]
Gerçi fütüvvet ehlindeki
mutlaka bir sanat, bir hırfet sahibi olmak, elinin emeğiyle geçinmek, haramdan
kaçınmak ilkesine pek uyulmaz gibi görülüyorsa da, külhanîler ilk zamanlarda
mahallelerin çöplerini toplamak, sokakları süpürmek gibi işleri de
üslenmektedirler. Ancak zamanla bu tür zor işleri yapmayı ya da dilenmeyi
bırakıp, haraç toplamaya, gece sokakta adam soymaya değin zorbalık yapmağa
başladılar. Mahalle sakinlerine ürküntü vermek için özellikle geceleri sokak
aralarında naralar atarak dolaşırlar ve karanlıklara karışarak kaybolurlardı.
Ne var ki gece sokakta
fenersiz gezmek yasak olduğundan bunlar “kol”gezen Yeniçeri Ocağı’nın
Yirmisekizinci Orta’sının efrâdını oluşturan ases’ler tarafından yakalanırlar
suç unsuru görülürse kadı’ya götürülürler ya da asesbaşı’na tanınmış yetkiye
dayanarak örfî ceza olarak külhanlarda sabaha kadar çalıştırılmak üzere
İstanbul’un hemen her mahallesinde mevcut bir hamamda hamamcılara teslim
edilirlerdi. Hamamların sabah namazından bir iki saat evvel hazır ve açık
bulundurulması adet olduğundan fenersiz gezen kimlikleri belirsiz kişiler hamam
külhanlarında çalıştırılarak cezalandırılmış ve geceleri bir daha fenersiz
gezmemeleri sağlanmış olurdu.
Sabaha kadar odun taşımak,
külhan ocaklarını temizlemek gibi işlerde çalıştırılan bu kişiler sabahleyin
üstleri başları kurum ve kir içinde olduğu halde salıverirlerdi. Elbiseleriyle
üst ve başlarının pisliği geceleyin bir yerde yakalanmış olduklarını belli
ederdi. Bunlara «Külhanbeyi» denilmesinin sebebi buydu.
g. Dokumacı Kadınlar
Anadolu’da ve Rumeli
şehirlerinde,bazı kazalarında köylerinde kadınlar ev tezgahlarında gömlek
dokurlardı. Hatta büyük şehirlerin kibar konaklarına tezgahlar konup kız ve
hanımları gömlek, don, çarşaf dokutmak için yevmiye ile çalıştırılırdı. Bez,
gömlek, don, takye, çarşaf, çorap, mintan, yaygı, perde... gibi melbûsat ve
mefrûşat dış ülkelerden gelmez ya evlerdeki yahut çarşıdaki tezgahlarda
dokunurdu. Hatta “ekmek” bile evlerde kız ve kadınlar tarafından yapılırdı.[869]Başka bir deyişle kadınlar ve kızlar evin bütün ihtiyaçlarını gidermek
üzere evin erkeğine yardımcı olmaktadırlar.
h. Ebeler
Dünyanın en eski
mesleklerinden olan ebelik’ten örneğin Ahd-i Atik gibi kutsal kitaplarda da
bahsedilmektedir.
Doğumlar evlerde ancak
ampirik bilgi ve deneyimlere sahip kadınların yardımıyla yapılmaktadır. Ebeler
pek çok doğumda bulunduklarından bazı manipülasyon tekniklerine sahiptirler.
Ebelik hizmetleri yanında lohusalıkla ilgili kocakarı ilaçları da düzenlerler.
Osmanlı ülkesinde ebelik
mesleğinin tıbbî bir görünüm kazanması ancak 1827 de açılan “Tıbhâne-i Âmire”de
verilen cerrâhiye dersleri içinde ele alındı. O dönemlerde kadınların cerrah
mesleğinde olmaları âdet olmadığından erkek ebeler yetiştirildi. Dolayısıyla
ebe-kadın’lar (veya kadın ebeler) bilimsel öğretimden yoksun olarak, ancak
“normal doğum”ların daha az komplikasyonlu olmalarını sağladılar.[870]
i. Dilenciler
Aslında tarikatlerde “çile
çektirme” maksadıyla derviş namzedlerine odun taşıttırırlar, abdesthane
temizlettirirler, ya da ellerine verilen “keşkül-i fıkara” denilen çanakla
“şey’en lillah” diyerek dilenip sadaka ve erzak toplatırlardı. “Derviş”
kelimesinin sözlük manası da “Allah için alçak gönüllülüğü ve fıkarâlığı kabul
eden kimse“ dir. Ne var ki Eski İstanbul’da bu türlü “nazarî dilenci”ler
dışında, tarihi saptanamayacak kadar eski olan hakikî dilencilik mesleğini icra
edenlerin sayısı hiç de yabana atılacak seviyede değildi. Şer’î hükümlere göre
“çalışamayacak derecede güçsüz, kimsesiz, hasta, sakat, âmâ, felçli olanların
dilenmeleri câizdir. Oysa bir kazanç yolu gibi kullanılan dilencilik, On
altıncı yüzyılda İstanbul’un en büyük dertlerinden biri olmaya başlamıştı. Sap
sağlam dilenciler ilahiler okuyarak, ya da hasta kimseleri yanlarında
dolaştırarak halkı rahatsız etmektedir.[871]
Bu tür işsizlikle başa
çıkamayan devlet dilenciliği “şeyh”leri bulunan organize bir iş kolu olarak
kabul ederek bazı kurallara bağlamağa çalışmıştı. Örneğin Şer’an dilenmesine
izin verilen “aceze” takımına bir “cer kağıdı” (dilenme ruhsatı) düzenlenerek
Şer’iye sicil defterine adları yazılırdı. Bu bağlamda dilenciler ve
dilencilikle mücadele etmek için cer kağıtsız, kayıtsız dilenmeye kalkışanlar
yakalandığında, İstanbullu ise kadı önüne çıkarılır, taşradan gelme ise zorunlu
çalıştırılırılmak üzere memleketine yollanırdı.[872]Kölelerin
dilencilik yapmak için alınıp satılması yasak edilmişti.
Hristiyan ve Yahudi
cemaatlerinden de alil ve âmâ olanların tabhane ve hastahanelere
yerleştirilmektedir. Eli, ayağı tutanlar, çalışabilir başka bir deyişle “çift
kaçkunu” olanlar, çarşı ve pazarda dilenerek insanları ta’ciz etmelerini
önlemek için, yakalanıp kendi vilayetlerine gönderilmektedir. Bu bağlamda Rum
ve Ermeni patriklerine cemaat hastahanelerini düzenleyip alil ve âmâ ve kronik
rahatsızlığı sebebiyle dilenerek geçinmeğe mecbur olanları tabhanelerine,
hastahanelerine yerleştirmeleri hakkında fermanlar çıkarılmaktadır. Diğer
taraftan tamire muhtaç hastahaneler hakkında İstanbul ya da bulundukları
bölgelerin kadısına, askerî ve mülkî erkâna da “emr-i âlî”ler çıkarılmaktadır.[873]
Eyüb Sultan Camii civarında
“Seele Kethüdalığı” adıyla bilinen lonca’lara benzer bir kahyalığa bağlı bir
teşkilat da kurulmuştu. Bu teşkilatın başı olan “dilenci kahyası” mezarlıkların
geniş alan kapladığı Eyüp Sultan’a dilenci akınını önlemeğe çalışırdı.
Dilencilik güzergahlarını kahya tayin ederdi. Hatta fazla iş yapılan
Şehzadebaşı’ndan Vefa’ya inen yol, Eyüp, Karacaahmet, Edirnekapı mezarlıkları,
Galata Köprüsü, vüzera konaklarına, resmi dairelere giden yollar gibi kazanç
getiren yerler için hergün bir miktar “dilenci şerefiyesi” denilen para
alınıyordu. Seyir ve mesire yerlerinin de “gedikli” tayin olmuş dilencileri
bulunurdu. Diğer taraftan Bayramlarda, Ramazan ve Üç Aylar’da taşradan
Istanbul’a yönelen dilenci akımlar imaretlerde yemek yerler, adak niyetiyle
kesilen kurban etlerinden dilenirler ve kebapçılara satarlardı.
Bir de bağımsız çalışan
dilenci iratçıları vardı. Bunlar taşradan topladıkları sakat kişileri boğaz
tokluğuna çalıştırarak belirli yerlere yerleştirirler, akşam toplarlardı.
Yerleştirildikleri yerlerin hâsılatı aşağı yukarı belli olduğundan dilenciler
para kaçıramazlardı. Diğer taraftan iratçılar, kendi dilencileri için
çıkardıkları ruhsatları başkalarına satıyorlardı.
Dilencilerin çeşitli dilenme
stil ve yöntemleri vardı. Örneğin ıskatçılar değişik kumaş kolluklar takarak
kalabalık arasından uzanıp avuç açarak cenaze sahiplerinin üzüntülü anlarından
yararlanarak tekrar, tekrar para alırlardı. Dolayısıyla “yaprak dökümü”
dedikleri cenazelerin çok olduğu kışın en soğuk ayları “kânun”ları dört gözle
beklerlerdi.
Kasideciler, Kapalıçarşı,
Mahmudpaşa gibi kalabalığın çok olduğu yerlerde ve mahalle aralarında, akşam
ezanına yakın saatlerde ortaya çıkarlar,ilahi ve kasidelerle dilenirlerdi.
Sakatlar, kusurlarını teşhir ederler, sarımsağı tuzla ezip kollarına bağlayarak
geniş ağızlı büyük yaralar oluşturup ahalinin merhametinden yararlanmağa
çalışırlardı
Evliyâ Çelebi, dilencileri
kendi döneminin anlayışına göre “esnaf” olarak isimlendirden sonra İstanbul’da
“ körleri birbirlerinin omuzuna yapışıp yürüyen, kimi topal, kimi felçli, kimi
sar’alı, kimi elsiz, kimi ayaksız, kimi çıplak, kimi kavrulmuş, kimi eşeğe
binmiş” 7000 aded olduklarını söylüyor.[874]
3. MAHALLE’NİN KURUMLARI
a. Mescid
Cami ile birlikte medrese,
mektep, hamam, imâret, çeşme gibi unsurlardan birkaçını kapsayan bir külliye de
bulunabilirdi. Bu nedenle her mahallenin gayrıresmî teşkilatında mahalle
halkının kolladığı, yaşattığı, kullandığı camisi veyâ mescidi, mahalle mektebi,
mahalle hamamı, mahalle çeşmesi bulunurdu.
Cami veya mescid aynı zamanda
mahalle halkının günde beş vakit karşılaştıkları, birbirlerinin durumlarından
haberdar oldukları bir sosyal buluşma yeridir. Bu cemaatin oluşturduğu mahalle
halkı sosyal bir dayanışma içindedir.
Her mahalle cami, mescid veya
hamamı vakfeden ya da orada mülk edinen “Ahmed Paşa”, “Defterdar Sinan” gibi
ünlü kişilerin , bazan “Debbagıyn, Demirciler, Urgancılar” gibi aynı işi yapan
esnafın ya da “Edirne Kapısı, Fil Damı, Kırkçeşme, Balık Pazarı”” gibi kale,
sur kapısı, devamlı pazar yeri, çeşme, hasahır adıyla, bazan da “Tatarlar,
Gürcî, Manastır” gibi aynı bölgeden gelmiş göçmenlerin adıyla da tanınabilirdi.
Mescidi olmayan ya da yıkılıp
kaybolmuş mahalle ahalisinin komşu mahalle camisine cemaat olmasıyla ya da
birkaç mahalle cemaatinin kaynaşması ile mahalle kavramı genişleyerek “semt”
denilen komplekse dönüşür.
b. Tekke
Tekke’ler genellikle bir
tarikat pîr’inin ya da halifelerinin türbeleri yanında kurulur. Pîr’in
türbesinin bulunduğu tekke’ye pir evi, tarikat büyüklerinin türbelerinin yer
aldığı tekkeye âsitane (ya da hangâh), bunların küçüklerine tekke (ya da
tekyegâh) ve dergâh da denilir. Dervişlerin yolculuk sırasında konakladıkları,
ibadet yaptıkları tekkeler de zaviye diye adlandırılırdı.
Tekkeler bir odadan ibaret ya
da pîr’in türbesi yanına eklenen mescid, türbe, derviş hücreleri, kütüphane,
çilehaneler,konuk odaları, mutfak, yemek odası, haremlik, selamlık kısımları ve
hazire’si bulunan külliye biçiminde iyice gelişmiş sosyal kurumlar biçiminde
olabilirler.
Tekkelerin mimarî bölümleri
içinde haftanın belirli günleri ve yılın kutsal gün ve gecelerinde zikir
yapılan mihraplı, kafesli, maksureli bölümler bulunur. Bu özel yerlere
mevlevilerde semahane, öteki bazı tarikatlarda da tevlidhâne denilirdi.
Dervişliğe kabul ve icâzet törenleri de burada yapılırdı.
Tekke gider vakıf mülk ve
toprak gelirlerinden karşılanırdı. İstanbul’da hemen her mahallede bir adet
olmak üzere toplam olarak 250’den fazla tekke vardır.[875]Bunlardan 51’i
Nakşî, 40’i Kadirî, 32’si Halvetî, 21’i Sünbülî, 15’i Sâdî, 14’ü Şâbânî, 8’i
Bedevî (Ahmedî), 7’si Cerrâhî, 5’i Mevlevî, 4’ü Gülşenî, 4’ü Bayramî, 4’ü
Sinanî , 4’ü Uşşakî, 2’si Halidî ve 2’si Şazelî’lerin tekkesi’dir.
c. Mekteb
Mahalle mektebleri (ya da
sıbyan mektebleri) çoğu kez hayır sahipleri tarafından meydana getirilmiş
bazıları camilere, mescidlere eklenmiş ya da müstakil yapılardır. Padişahlar ve
devlet erkânı tarafından yaptırılanlar cami, medrese, imâret gibi bir
külliyenin parçası olarak ya da bağımsız ama çoğu kez sebillerin çevresinde
bulunan iki katlı taş yapılardır. Bu özelliğinden ötürü halk arasında
“taşmektep” denilirdi. Derslik olarak kullanılan tek oda üst kattadır. Böylece
genellikle çocuğun üst katlarda oturduğu evi ile okul arasında mekân farklılığı
kalmayacaktır. Zemin kat ise belirttiğimiz gibi bir sebilhâne olabilir.
(1) Gelenekler
Bütün öğrenciler tek sınıfta
bir arada bulunurlar. Orta yaş ya da üstünde bir hocanın veya mahallenin imamı
tarafından eğitilirler. Öğrenciler arasından okumada ilerlemiş, hafızlığa
başlamış biri «kalfa» (nezaretçi ve alıştırıcı) görevini yapardı. Dört yaşından
yedi yaşına kadar erkek ve kız çocuklar, kimisinin üzerine tel işi süslemeler
yapılmış bez, kadife ya da meşin’den yapılmış cüz keseleri içinde elifba ve
Kur’an cüzleri[876]yanlarında olarak, en az 2-3 yıl sürecek bir eğitimden sonra namaz
sûrelerini ezberlemeyi ve Kur’an’ı sökmeyi başarırlardı. Eğitime Kur’anı düzgün
okumak için gereken «tecvid» bilgileri ile birlikte yazı, ilmihal, hesap da
öğretilerek devam edilirdi. Cüz’ü bitiren çocuk hocasının elini öptükten sonra
kalfa ile birlikte evine gönderilerek büyüklerinin ellerini öpmek suretiyle o
sûre’ye çıktığını onlara da bildirmiş olurdu. Ailesinin durumuna göre ya
kalfayla ya da ayrıca adamla hocaya hediye gönderilirdi. Kur’anı okuyanlar
“hatim” indirince mezun olmuş sayılırlar, merâsimle “Hatim Duası” yapılırdı.
Hafız olmak için öğrenimini sürdürenler de olurdu.
Öğrenciler sabah erken
saatlerde okula gönderilirler, öğle üzeri verilen yemek tatilinden ve öğle
namazından sonra eğitim başlar ikindi ezanına kadar devam ederdi. Çocuklar
mahalle içinde mektebe yakın yerlerde oturdukları için yemeklerini evlerinde
yerler sonra mektebe dönerlerdi.
Tek mekândan ibaret olan
mahalle mekteplerinde sınıf ayırımı yoktu. Hoca aynı düzeyde olanları bir araya
toplar, ayrı guruplar hâlinde ders gösterirdi. Sınıf ayırımı olmadığı için
teneffüs de yoktu. Ders görmeyen guruplar yazı yazar ya da gürültü etmeden boş
otururlardı.
Mahalle mektepleri çoğunlukla
bir vakfa bağlı “hayrat”kurumlardır. Hoca’nın maaşı, fakir çocukların yiyecek ve
giyecekleri de bu vakıflardan sağlanırdı. Diğer taraftan öğrenci velileri de
hocalara güçleri ölçüsünde para ya da buğday, peynir, yağ gibi yiyecekler,
kumaş, kundura gibi giyecekler hediye ederlerdi.
(2) Falaka
Okula başlarken velisi
tarafından «Eti senin, kemiği benim» diyerek teslim edilen çocuğun vücudu
üzerinde hocaya bir tür «tasarruf» hakkı tanınmış olurdu. Mahalle mektebinde
başlıca ceza şekli «falaka» idi. Kabahatin büyüklüğüne ve cinsiyete göre
sopaların seçimi, vuruş şekilleri gibi geleneksel kuralları ile falakaya
yatırma âdeta törenlik bir anlam taşırdı.
Örneğin kavak ağacından
değnek “göz korkutmak” içindir; acıtmaz, çabucak da kırılır. Ihlamur ve kayın
ağacı da gevşek “göstermelik” sopalardır. “Kızılcık sopası”ayakları şişirir.
Nar ağacı ve yabani elma buna yakındır, ama budaklı olduklarından fiske
bırakırlar. Bazan bunların budaklarına gümüş çiviler çakarlar, sap kısmına da
karaca ayağı ekleyerek duvara asmak için süs değnekleri yaparlar.
Kız çocuklarının yalnız
ellerine vurulur. Kızlar için kullanılan değnekler söğüt’ten, yasemin’den, gül
dalındandır. Bazılarına boya ile süsler yapılmış, bazılarının burma burma
kabuğu soyulmuştur.[877]
Unutulmamalıdır ki, “darb”
cezası şiddetli ve kesin şekilleriyle İslâm ve Osmanlı hukukunda yer
almaktadır. Böylece çocuk, içinde yaşayacağı toplumun yaptırımlı kuralları ile
ilk ilişkisini mahalle mektebinde kurmaktadır.
(3) Gülbank
Sıbyan mekteplerinde
talebeler tarafından hep bir ağızdan okunan ve âdeta dua mahiyyetinde öğretilen
bir de “Gülbank” vardır:[878]
“Allah, Allah illallah,
Celil-ül Cebbâr, Muin üs-Settar, Halik ul-leyl v’en-nehâr, Lâ-yezâl, zül Celâl,
birdir Tanrı;
Erin erliğine, Hakk’ın
birliğine; Din-i mübin uğruna, şehid olan gâziler aşkına diyelim aşk ile bir
Allah.
Allah Allah, Allah dâim hay
(üç defa)
Evveli Kur’an, âhiri Kur’an,
eli kan, kılıcı kan, sinesi üryan, ciğeri püryan; din-i mübin uğruna, şehid
olan gâziler aşkına diyelim aşk ile bir Allah;
Allah, Allah, Allah dâim hay
(üç defa)
Evveli gazâ, ahiri gazâ,
inâyet-i Hudâ, kasd-i a’da; Din-i mübin uğruna şehid olan gaziler aşkına
diyelim aşk ile bir Allah.
Allah, Allah, Allah, dâim hay
(üç defa)
Hacılar, gâziler, râviler ;
“üçler, yediler, kırklar, gülbang-i Muhammedî, nûr-i Nebî, Kerem-i Ali,
pîrimiz, üstâdımız Hazret-i Osman’ı Zinnûreyn-i velî;
Gerçekler demine devrânına,
Hu diyelim huuuuu.(Hep bir ağızdan uzun bir hu çekilir).
Bu gülbank okuma ve yazma’yı
teşvik etmekten çok askerliğin övülmesi, şehid olanların hatırlanması için
yapılmış gibidir. “Pîr” tâbiri İslam âleminde “ilk muallim” olarak Üçüncü
Halife Hazret-i Osman’ın sayıldığını belli ediyor.[879]
(4) Törenlere Katılma
Evliya Çelebi, Sultan
Dördüncü Murad 1638 yılında Bağdad Seferi’ne çıkmadan önce düzenlenen “Esnaf
Alayı”nda İstanbul’daki sıbyân mekteplerinin geçişini şöyle anlatıyor:
“Sıbyanın hesabı imkânsızdır. Allah adedlerini arttırsın! Hocaların adedi 1993.
Mekteb 1993 adeddir. Bu muallimhanelerin binlerce cin askeri gibi sagîr ve
kebîr ebced okuyan çocukları hesapsız, kâğıddan külâhlar giyip ellerinde
dümbelekler çalıp her bir mektebin çocukları bir türlü libas ile envaı şakalar
ederek kimi dualar edip âmin derler. Üstadları da dua ederek mevç mevç, fevç
fevç, gürûh gürûh olup geçerler. Daha binlerce çocuklar dahi başlarında şeb
külâhları üzre gûnagûn sorguçlarla kendilerini süsleyip ellerinde def ve kudüm
ve Eyüb dümbeleklerile geçerler.”[880]
d. Avârız sandığı
Mahalle ve köy gibi küçük
yerleşim birimlerinde savaş, doğal felâket gibi olağanüstü hallerde devletin
saldığı avârız vergisi’ni karşılamak; normal zamanlarda da hastalık yüzünden
çalışamayıp acze düşen esnafa yardım etmek; fakir cenâzelerini teçhiz ve tekfin
etmek; cami, mescid ve taş mektepleri onarmak, ısıtmak, aydınlatmak;
mezarlıkları, kaldırımları su yollarını bakıp onarmak; imam, müezzin ve
muallimlerin maaşlarını ödemek, hatta mahalle esnafı veya mahalle halkı
arasından htiyacı olanlara birbirlerini bağlı (müteselsil) kefil göstererek az
faizle borç para vermek gibi günümüzde ya yerel yönetimlerin belediye
mevzuatında veya merkezî devletin bayındırlık işleriyle sosyal yardım
kategorisinde yer alan birçok hizmetleri sağlamak amacıyla, avârız vakıfları
geneladıyla anılan pekçok vakıf kurulmuştu.
Avârız vakıfları ya bir hayır
sahibinin vakıf olarak tahsis ettiği gayrimenkul malların “galle” denilen
mahsul ve kira gelirleriyle veya mahallenin esnaf ve halkından sağlanan
bağışlarla kurulup devam ederdi. Avârız vakıflarında biriken paralar “avârız
sandıkları”[881]denilen “kasa”larda saklanırdı. Nitekim bu vakıflar zamanla “avârız
sandıkları” adıyla kurumlaştılar.
Vakfın yöneticisi mahallenin
ileri gelenleri arasından seçilip mazbatası şer’iye siciline kayıt edildikten
sonra kendisine mütevelli beratı çıkarılırdı.
e. Fırın
“Nân-ı aziz” denilen ekmek
halkın en önemli gıdasıydı. Ekmek doğrudan fırınlarda, ekmekçi dükkanlarında ya
da küfelere doldurup binek hayvanına yükleyen seyyar ekmekçiler tarafından
mahalle arasında dolaştırılarak satılırdı. On yedinci yüzyılda İstanbul’da 999
ekmekçi dükkanı ve 10.000 adet seyyar ekmekçi vardı.[882]
Ekmekçilerin ve uncuların
ambarlarında en az altı aylık erzak bulundurmaları gerektiği gibi hangi
gerekçeyle olursa olsun fırınını ve dükkanını kapatamazlardı. Diğer taraftan
ekmekçi esnafının gediğe bağlanması kefaletle olurdu. İşi bırakmak ya da
gediğini satmak isteyen ekmekçi veya fırın sahibi gedik kethüdaları birlikte
şer’i mahkemeye giderek yeni gedik sahibini kadı önünde tescil ettirmek
zorundaydılar.
Ekmekçiler her gün tartısı
tam halis, pişkin ekmek çıkartıp bunları narha göre satmaya mecburdular. Ekmeği
çiğ, “kara” (yanık veya isli) ya da düşük tartılı olan fırıncı, denetim yapan
görevliler ve kadı tarafından cezalandırılırdı.
f. Hamam
Hamam’ın bir kamu hizmet
yapısı olarak en iyi örneklerini (Anadolu Selçukluları ve) Osmanlılar ortaya
koydu. Türk hamamları, Roma hamamları (350 x 200 m2) gibi içinde başka
tesisleri de barındıran bir külliye (kompleks) boyutlarında değildir. Biri erkekler,
diğeri kadınlar için iki bölümün tek yapı içinde bir araya getirilmesinden
oluşanTürk hamamları mimarî tasarım olarak genellikle simetrik yapılan, ama
simetrik olmayan örnekleri de bulunan çifte hamam biçimindedir.
Hamamın girişinde “camekân”
denilen duvar boyunca sedirler ve soyunup giyinmek için bölmeleri bulunan, çoğu
zaman ortasında fıskiyeli bir de havuzu olan soyunma ve dinlenme bölümü
oluşturur. İç hamama geçmeden “soğukluk” adı verilen fakat aslında ılık olan
ikinci bölümde bir süre oturularak metabolizma sıcağa alıştırılır. Helâlar ve
diğer ihtiyaç mahalleri de bu bölümde yer alır. Hamamın en sıcak yeri külhana
en yakın mekan olan üçüncü bölümdür. Zemini ve duvarları mermer kaplı mekânın
ortasında, üstüne yatılarak ter atmak için yarım zira[883]yükseklikte
“göbektaşı” denilen daire (ya da çokgen) biçimli bir set yapılmıştır. Köşelere,
kapısız fakat iç ısısı orta kısımdan daha yüksek “halvet” denilen yıkanma
hücreleri konulmuştur. Üçüncü bölümün duvarları boyunca bir karış
yüksekliğinde, 1-1,5 zira genişliğinde mermerden setlerin üstüne aralıklarla
hem soğuk, hem sıcak su musluğu bulunan mermer kurnalar yerleştirilmiştir.
Kirli su, bu setler boyunca bırakılmış açık derelerle “soğukluk”ta yer alan
helâlara dökülür. Hamam kubbelerinde bırakılmış “filgözü” denen cam fanuslarla
kapatılmış deliklerden ışık alır.
(1) Gelin Hamamı
Düğünden iki gün önce salı
günü damat tarafının bütün kadın akrabası davet edilirek “gelin hamamı”
yapılırdı. Kız hamama önceden gider gelenleri karşılardı. Gelecekler
tamamlanınca, içeriye sıcaklığa girmeden önce dış avluda soğuklukta toplanılır,
kızın başına bir çarşaf tutulur, avlu tavaf ettirildikten sonra birlikte
içeriye girilirdi. Burada türküler eşliğinde gelin yıkanırdı. Gelin yıkandıktan
sonra göbektaşının etrafında üç kere dolaştırılır, kurnanın içine elmaslar, çil
paralar, çöreotu, üzerlik atılarak altın veya gümüş taslarla üç tas su
dökülürdü. Sonra gelinin başına para saçılır, bu paralar kızlar tarafından uğur
getirmesi için çeyiz sandıklarında saklanırdı. Törenden sonra geline şerbet
içirilir, türküler söylenir, çengilere para yapıştırılarak hamam tamamlanırdı.
(2) Kırk Hamamı
Lohusa hamamı da denilen kırk
hamamı çarşı hamamında yapılırdı. Kırk hamamı da bir eğlence vesilesiydi.
Çocuğun doğduğunun kırkıncı günü ebe, akrabalar, komşular hamama davet
edilirdi. Hamamda çengiler oynar, çalgılar çalınır, misafirlere helva, dolma,
turşu, şerbet, kahve ikram edilirdi. Lohusa sırmalı havlulara sarılır, ipekli
peştamal kuşanır, sedefli gümüşlü nalınlar giyer, bir koluna hamamcı, bir
koluna hamam ustası girer önde gümüş buhurdanlıkta ödağacı yakılarak ağır ezgi
eşliğinde hamamın soğukluğunda misafirlerin önünde dolaştırılırdı. Sonra
çengilerin oyunu eşliginde sıcaklığa gidilirdi. Lohusa yıkandıktan sonra ebe,
belini geniş bir kuşakla sıkar hamamdan çıkacağı sırada da sağ elini kırk defa
içine batırarak kırkladığı bir tas suyu lohusanın başından dökerdi.
Lohusadan sonra ebe çocuğu
kundağından çıkarıp, üzerine şal örterek sıcaklığa götürürdü. Çocuk yıkandıktan
sonra bir tas içindeki taze ördek yumurtası vücuduna sürülürdü. Ebe rubiye
(çeyrek) altınını kurnanın musluğundan akan suya çarpa çarpa üç “İhlas”, bir
“Fatiha” okur, bu su ile çocuk kırklanırdı.
Hamamlar bir şifa kaynağı
olarak da kabul edilmekteydi. Özellikle bazı yatırların bulunduğu semtlerdeki
hamamların suları şifalı sayılır ve çeşitli hastalıklara iyi geldiğine
inanıldığı için bu hamamlara rağbet edilirdi. Örneğin İstanbul’da
Süleymaniye’deki Dökmeciler Hamamı sarılık hastalığına tutulanların şifa
yeriydi. Bu hastalığı olanlar, içi okunmuş bakır taslarla suyunu içer ve
yıkanırlardı. İçine demir levhalar, iğne gibi madenler konulmuş yazılı taslar
okunur, bir süre sonra su sararırsa hastanın sarılığınin bu suya geçeceğine
inanılırdı. Hastaya bu sudan bir yudum içirilir ve başından dökülürdü.”[884]
Erkekler kısmında peştemalsız
dolaşılmazdı. Müşteriler üstlerinden çıkardıklarını katlayarak üzerlerine
sarıklarını ya da serpuşlarını koyarak bir bakıcıya teslim ederlerdi. Yıkanma
tamamlandıktan camekân kısmında soğuk şerbetler içilerek bir süre istirahat
edilir sonra hizmet edenlere bahşiş verilirdi. Berbere ve hamamcıya “iyi
bahşiş” vermek âdâb ve âdettendi.
g. Mahalle Kahvesi
Kahve’nin Yemen’den
Türkiye’ye gelişi,[885]İstanbul ‘da ilk kahvehanenin açılması On altıncı asırdadadır. Nitekim
On yedinci yüzyılda namaz vaktinden önce camiye gelenler veya iki namaz
arasında zaman geçirmek isteyenler için camilerin yanında bulunan bekleme
yerlerinde kahve verilmesi de âdet halini almıştı[886]Osmanlı
toplumunun sosyal buluşma yeri işlevini üslenince, kahvehanelerin sayısı da
hızla arttı. Hemşeriler, aynı meslekten olanlar, hatta şâirler, kâtipler,
kadılar ve müderrisler buralarda buluştular. Zamanla Osmanlı ülkelerine özgü
bir kahve ve kahvehane kültürü de gelişti. Buralarda özellikle akşam ile yatsı
namazları arasında “Hamzanâme, Battalgazi vs” gibi halk kitapları okunur, saz
şairleri ve meddahlar halk masalları anlatırlar, ortaoyunu ve karagöz oyunları
da icra edilirdi. Sonra her mahallenin bir kahvehânesi oldu. Saz şairlerinin
atışmalarının, ateşli münakaşaların, edebî sohbetlerin yapıldığı bu
kahvehânelere halk arasında “mekteb-i irfan”denildi. Meddah hikâyeleri
dinlenir, karagöz oyunları seyredilir, dama, satranç, tavla oynanırdı. Dama ve
tavla merakının kahvehâneler yoluyla yayıldığını kanıtlayan geçmiş yüzyıllarda
yapılmış gravürler var. Semâî kahvelerinde dinleyici kitlesi önünde aşıklar
zarif nüktelerle atışarak hediyesi günlerce öncesinden ilân edilmiş muammaları
çözerlerdi.
Bu kahvehanelerin gerek
mimarisi gerek dekorasyonu Türkiye’de bulunmuş birçok seyyahın ilgisini çekmiş,
gezi kitaplarında anlatılmış, beraberlerinde getirdikleri ünlü ressamlar
tarafından gravür tekniğinde resimleri yapılmıştır. Sonraları bu kahvehâneler
sokak aralarına da yayılmağa başlamış, Türkiye’de basın ve yayın ortamının
gelişmesiyle beraber de “kıraathane”lere dönüşmüştür.
Ulema bir kısmı ilim irfan
sahibi, bütünüyle aklı başında insanların câmi dışında ilim ve ibadet haricinde
sohbetler yapmak üzere kahvehanelerde uzun süreli ictima etmelerini uygun
görmüyordu. Hatta bilincini sarhoşlukları ölçüsünde kaybetmiş insanların
toplandığı meyhanelerden daha fena olduğu kanaatinde idiler. Örneğin Şeyhülislâm
Ebussuud Efendi kavrulmuş kahve kömür sayılacağı için haram olduğu yolunda
fetva vermişti. Vâizler bu fetvalara dayanarak kahvenin haram olduğunu
anlatıyorlardı.
Bununla beraber devlet Sultan
Süleyman zamanından beri, kahveden “Bid’at-i Kahve Vergisi” olmak üzere
müslümanlar için, okka başına 8 ve hıristiyanlar için 10 akçe; kahvehanelerden
de günde bir veya iki altın vergi almaktaydı. Dolayısıyla başta sadrazam olmak
üzere Hazine’ye para girmesini isteyenler kahvehanelerin çalışmasını
istiyorlardı. On altıncı yüzyıl sonlarında ve On yedinci yüzyıl başlarında
çıkartılan kahve yasakları devam edemedi.[887]Nihayet
şeyhülislâm ve müftüler fazla kavrulmamış kahvenin haram olmadığına fetva
verdiler.
Kahve çekirdeğin
kavrulmasından başlayarak, öğütülmesi, ateşe sürülmesi, bekletilmesi tekrar
sürülmesi gibi tecrübeye bağlı incelikleri olan bir sanat hâline geldi. Erkân
ve ricâlin, zenginlerin evlerinde kahve pişirmekle vazifeli kahveciler olduğu
gibi Sarayda da kahvecibaşı denilen resmi bir görev meydana getirildi. Bununla
beraber bir isyan ihtimali varsa (ya da bir isyandan sonra) hükümet aleyhine
gizli toplantıları ve konuşmaları önlemek amacıyla zaman zaman kahvehaneler
yine kapatılmıştır.[888]Ancak bu yasaklar uzun zaman devam edememiş, tam aksine kahve
fiatlarını indirmek için tedbirler alınmış, tütün rejisi kurularak devlete
gelir sağlanmıştır.
Daha sonraları özellikle
Ramazan ayında terâvih’ten sonra kahvehanelerde ortaoyunu, hayâl-ü zıl
(karagöz) seyredilir, meddahların taklitli hikâyeleri dinlenir oldu.
Hikâyelerin anlatılışı sırasında dinleyiciler taraf tutarlar, aralarında
kavgalar çıkar hatta bazan taraflar meddahı hikâyenin sonunu değiştirmeğe bile
zorlardı.
Avrupa şehirlerinin (örneğin
Paris’in) meşhur “bulvar kahveleri” gibi Osmanlı ülkesinin de köy kahveleri,
kır kahveleri, mahalle kahveleri, semt kahveleri, esnaf kahveleri, lonca
kahveleri, pehlivan kahveleri, sabahçı kahveleri, garipler kahvesi, aşıklar
kahvesi, semâî kahveleri, çalgılı kahveler (ve kıraathaneler) gibi pek çok
kahvehane türü vardı.
4. SOSYAL YAŞAYIŞ
Mescid ve çevresindeki
binalara daha sonra diğer meskenler, “mahalle hamamı”, “mahalle fırını”,
“mahalle mektebi”, “mahalle kahvesi” ve mahalle esnafının dükkanları eklenir,
hatta bazan “mahalle-i hâmûşân” tâbir olunan küçük bir hazire (mezarlık) de yer
alırdı. Böylece mahallenin yapılaşması organik biçimde gelişirdi. Ancak bu
sırada herkes birbirinin komşuluk hukukuna saygı gösterir, yapıların manzara
cepheleri birbirlerinin görünümünü etkilemeyecek biçimde içerlek yapılırdı. Her
mahallenin “mahalle imamı, mahalle muhtarı, mahalle bekçisi” gibi özel
unvanlarla anılan kendi cemaat lideri ve amme görevlileri ile birlikte “mahalle
sakası, mahalle ekmekçisi, mahalle ciğercisi, mahalle sütçüsü” gibi kendi
seyyar esnâfı da vardı.
Kadınlar evlerinin
bahçelerine çıktıkları zaman da başörtüsü örterler. Ev kıyafeti ile sokak
kıyafeti bir değildir. Sokakta kollarını sallayarak hızlı hızlı yürümek pek
ayıp sayılır. Kocalariyle beraber sokağa çıkanlar da birbirlerine dargınmışlar,
yahut birbirlerini tanımıyorlarmış gibi uzaktan uzağa yürürlerdi. Hele
ikindiden sonra sokakta bir kadının görünmesi hiç de hoş karşılanmazdı. Genç
kızlar tek başına sokağa çıkamazlar, yanlarında muhakkak yaşlıca bir kadın bulunurdu.
a. Selâmlaşma
Yolda biribirine rast
gelenler birbirlerine “Selâmün aleyküm” ve karşılığında «Ve aleyküm selâm»
derlerdi. Aynı yaşta ya da aralarında eski dostluklar oluşmuş olanlar arasında
selam vermek için öncelik aranmaz. Ancak eski bir tanışıklık veya akran olmayıp
da aralarında manevî ya da mevki olarak büyüklük küçüklük gibi bir nisbet,
yaşca, mertebece bir fark varsa, selamı önce büyük olan; at’da olan yaya’ya,
yoldan geçen oturana selâm verirdi. Küçükler selâma ihtiram gösterir, yürüyorsa
büyük geçinciye kadar dururdu, oturuyorsa ayağa kalkardı. Amca, dayı, büyük
kardeş gibi akrabanın, imam ve hoca gibi ilmiyeden olan zevatın elleri
öpülürdü.
Bir topluluğa girildiği zaman
el göğüs üzerine konulup “Selamün aleyküm” denilir, hazır olanlar da karşılık
olarak «Ve aleyküm selâm» derlerdi. Yeni gelen oturduktan sonra, mecliste
bulunanlarla aralarında “rahat oturun” ve “hoş geldiniz” anlamında olmak üzere
bir süre karşılıklı “merhaba”[889]alış verişi yapılırdı.
Osmanlıların tarihe karışmış
selâmlaşma şekli olan “temennâ” kelimesi Arapça dilemek, arzu etmek, edilmek
manalarına gelen temenni’den gelir. Halk arasında “temennâh” da denirdi.
«Temennâ» elleri göğüs, yahut
daha fazla önem verilmek istenirse diz kapakları hizasından başa kadar kadar
götürülür. Temennâ sırasında her iki taraf ya hiç ses çıkarmaz, ya da temennâ
edenlerden yaşca, mevkice küçük olan «Allah ömürler versin!» biçiminde dua
eder. Mertebece büyük olanların temennâ’sı “iltifat” olarak kabul olunurdu.
Diğer taraftan başta Padişah
olmak üzere sadrazam ve devlet ricâli’nin de teşrifat gereği olarak etekleri
öpülür buna “damenbûsi” denilirdi. Özellikle Padişah’ın eteğini öpmek ancak
belirli törenlerde belirli kurallarla mümkün olur ve buna nâil olmak büyük
şeref telâkki edilirdi. Nitekim Yeniçeri ağası eğer “vezir” rütbesinde ise hem
ağa ve hem de vezir olarak iki kere huzurua çıkar ve etek öperdi.
Dolayısıyla “etek öpmek” çok
önemli bir kişinin “en yakınında” olabilmek anlamındadır. Nitekim hizmetkarlar
ve esnaf “riayet ve tazim” zorunluğu hissettikleri mevki sahibi kişilerin
eteklerini öperlerdi.
b. Mühür Kullanımı
Halk arasında benzer anlam
verilen mühür ile damga’lar aslında birbirlerinden farklı işlerde
kullanılmışlardır. Mühür denilince hem bir alet hem de onun meydana getirdiği
bir işaret anlaşılmaktadır.
(1) Damga’lar
Damga genellikle madenî eşya
üzerine vurulan işaret nitelikli bir mühürdür. Altın ve gümüş gibi kıymetli
madenden yapılmış eşyanın üzerine devlet tarafından basılan işaretler de
damgadır.
Osmanlılar’da devlet kağıt,
kıymetli maden, tartı aletleri gibi kontrol garantisi isteyen şeyleri
damgalayarak bir “değer garantisi” verir, karşılığında da “damga resmi” alırdı.
Nitekim kalitesi şüpheli olan altın ve gümüşten yapılmış mallara mallara halk
arasında şüpheyle bakılır, “üstünde damgası yok!” denilirdi.
Kullanım yerlerine göre
mühürlere de isimler verilmişti. Resmi hizmet için kullanılanlara “al damga”,
devleti temsi eden murahhaslarınkilere “altun damga”, gümrüklerde kontrol için
olanlara da “kurşun damga” denilirdi.
(2) Mühürler
Osmanlı Devleti’nde üç tür
mühür kullanılmıştır:
1. Zât mühürü, 2. Resmi
mühür, 3. Makam mühürü,
Günümüzdeki anlamıyla yalnız
imza yerine herkesce kullanılanlara “mühr-i zâtî”; sadaret, vâlilik,
seraskerlik, kaptan paşalık, yeniçeri ağalığı gibi çeşitli memuriyetlerde makam
ve sahibinin ismi yazılı genellikle büyük boy şahsî mühürlere “mühr-i resmî”
denilirdi. Daha çok son dönemlerde kullanılmaya başlanan “makam mühürleri”nde
ise yalnız mühürün ait olduğu dairenin ismi kazılmıştır.
Devlet dairelerinde işleri
olanların mühürlerinin tatbik örnekleri bir deftere alınıp gerektiğinde
karşılaştırmak üzere saklanırdı. İşlemlerde bu örnekten başka mühür
kullanılamazdı. Ancak bir şahıs hastalık v.s. gibi geçerli bir nedenle vekil
olarak tayin ettiği kişiye mührünü kullanma yetkisi verebilirdi.
Osmanlı şahıs hukuku
açısından önemli bir husus da aynı mühür tablası üzerine isimleri birlikte
kazınmış iki kişinin tek mühür kullanabilme yetkisidir. Bu bir anlamda “vekâlet
verme” anlamına gelmektedir.
Mühürlerin tablaları üzerinde
sahibinin imzası ile birlikte kazındıkları tarih de bulunmaktadır. Önemli resmî
işlerde kullanılan mühürler üzerindeki kazınma tarihlerinin fazla eskimiş
olmamaları gerekmektedir. Bazı mühürlerde hakkâkın adı da bulunur.
Diğer taraftan mâliye ve tapu
gibi devlet dairelerinde işleri bulunanlar için “mühür tatbik defterleri” de
tutularak sahteciliklerin önüne geçilmek istenmiştir. Hatta mühürleri kazıyan
hakkâk esnafı da, ileride bu tür sahtecilikten mesul tutulmamaları açısından
kazıdıkları mühürleri teslim etmeden önce baskı numunelerini kendi özel tatbik
defterlerinde saklamaktadırlar.
c. Ramazan Yaşayışı
Ramazan ayını karşılamak için
Şaban ayının 15. Berat kandili günü ya da birkaç gün öncesinden oruç tutmağa
başlayanlar olurdu. Diğer taraftan Berat kandili gecesi caminin aydınlanmasına
katkıda bulunmak amacıyla şamdanlarda yakılmak üzere (bir ya da beş kilolukları
da bulunan) “Berat mumu” denilen mumlar götürülürdü.
Hatta Recep ayının ilk
gününden Ramazanın sonuna kadar hiç aralık vermeden “Üç aylar”ı tutanlar da
vardı.
Her yıl Ramazan ayı
başlamadan 10-15 gün önce çarşı ve pazarda dükkanlar, kahvehaneler temizlenir,
boyanır ve süslenir, büyük câmilerde mahyalar düzenlenir, evlerde hazırlıklar,
temizlikler yapılır, bakır kaplar kalaycıya gönderilir, eksikler varsa yenileri
ısmarlanır, boyanacak yerler boyanır, gündelik olarak kullanılmayan misafirlik
takımlar ortaya çıkarılırdı. Evkaf’tan camilere kandil yağları ve mihrabın iki
yanında yakılmak üzere büyük balmumları dağıtılırdı. Çifte minareli camilerin
minâreleri arasına mahyalar kurulur, hatta tek minâreliler “saçak” mahyalar
yapılarak süslenirdi.
Cami (İstanbulda özellikle
Fatih ve Bayezid camilerinin) avlularında iftâriyelik yiyecekler, kokular,
Mekke’den gelme tesbihler, misvaklar sergicilerle dolardı.Tüccar ve esnafın
çalışmaları artar, yiyecek fiyatları ilgili değerlendirmeler yapılırdı.
Ramazan hazırlıklarının en
önemli bölümü “Ramazan masrafı görmek” denilen iftar ve sahur için gerekli gıda
maddelerinin topluca satın alınması meselesi oluştururdu. Zenginlerin, hali
vekti yerinde olanların talebe-i ulûm’a ve tekkelere “ramazaniye” adıyla
yiyecek ve erzak göndermeleri adetti. Yoksul yakınlara ve komşulara, dullara,
yetimlere de “Ramazan masrafları” olmak üzere bir hafta önceden içinde
genellikle 3 okka sadeyağ, 2 okka zeytinyağı, 10 okka pirinç, 5 okka şeker, 2
okka hoşaflık erik veya kayısı kurusu, 2 deste mum bulunan nevâle paketleri
gönderilirdi. Ramazan yardımlarının, zekat ve sadaka’ların yoksulluğun izini belli
etmeyen “Fukâra-yı sâbirin”e verilmesine dikkat edilirdi.
Ramazan ayı aynı zamanda bir
“bereket timsali” olarak düşünülür; meyve ve sebzenin bol olduğu yaz aylarında
reçeller, şuruplar kaynatılır; makarna, erişte ve tarhana hazırlanırdı.
Ramazan’la beraber günlük bazı âdet ve alışkanlıkların bırakıldığı ya da
zamanlamasında değişiklikler olurdu. Aslında en esaslı fark yemek vakitlerının
gündüz ve gece arasında bütünüyle yer değiştirmesidir. Bu arada tütün, tömbeki
gibi alışkanlıkları olanlar da iftarı beklemek zorundaydılar. İşret illeti
olanlar bu ayda bırakırlar, bazan bu terk devam eder ve bağımlılıklarından
kurtulurlardı.
Kadir gecesi ve arife
günlerini halk mümkün olduğunca camilerde geçirmek ve hatim dualarında bulunmak
ister ve camileri kalabalığı bir kat daha artardı. Hali vakti yerinde olanlar
hafızlara bir minder yaptırarak camilere gönderirler, mukabele okuttururlardı.
İftar, zamanı (İstanbul’da
Topkapı Sarayı önü, Kurşunlu Mahzen, Yedikule, Kız Kulesi, Bayezid, Fatih,
Selimiye, Heybeliada, ve Tersâne gibi) şehirlerin belirli yerlerinde top
atılarak ilân edilirdi. Orucun açılmasına dair su, zeytin, hurma gibi
gelenekler her zaman var olmakla beraber iftar sofrasının özelliği iftariye
denilen çerezlerin bulunmasıdır.
Zenginlerin konaklarında
verilen iftar davetleri bayram gecesine kadar her akşam devam ederdi.
Konakların davetlilere ayrılan kısmı dışında selâmlık bölümlerindeki iftar
sofraları mahalle sâkinlerine, esnafa ve herkese açık olur, sofralarında iftar
edenlere “diş kirası””denilen bir hediye veya bir miktar para verilirdi.
Ramazan ayından önce
padişahın ibâdet için hangi gün hangi camilerine gideceği duyurulurdu. Ramazan
geceleri sahura kadar sokaklarda gezenler bulunduğundan fenersiz dışarıya
çıkılmaması hususunda halk uyarılırdı. Geceleri fenersiz sokağa çıkmak esasen
yasak olduğundan bu kurallara uyulmadığı takdirde cezalandırılacakları
hatırlatılırdı.
Ramazanın ilk günü devlet
daireleri kapalı olurdu. Diğer günlerde iş saatleri azaltılır, dükkanlar
öğleden sonra açılırdı..
İftardan sonra kadınlar
komşuları ile sahura kadar süren sohbet ve ikramlara, yüzük bulmaca gibi
oyunlara devam ederlerdi. Erkekler de akşam namazı sonrasında kahvehaneleri
doldurur; yatsı ezanına kadar çubuklar, nargileler, kahveler içilirdi.Teravih
namazından sonra evlerden ve camilerden çıkarlar, Karagöz, meddah için
kahvehanelere, saz şairlerinin atışmaları dinlemeğe çifte naralı, çığırtmalı,
zilli maşalı, darbukalı, zurnalı semai kahvelerine, seyirlik oyunlar için
ortaoyunlarına hatta pehlivan güreşlerine, canbaz ve hünerbaz oyunlarına
giderlerdi.
Mahalle bekçileri davul
çalıp, mâni söyleyerek sahur zamanını halka duyururlardı. Bu hizmete karşılık
Ramazan’ın 15’in de para; Bayram’ın ilk günü de mendil içinde bir miktar
“bahşiş”, bazan dokuma gibi hediyeler verilirdi.
n “Rü’yet-i Hilâl” Meselesi
Ulemâ Ramazan ayı’nın (ve
bayram’ın) başlaması konusunda astronomik hesaplarla önceden belirlenen
tarihlere itibar etmemişler ve hadislerin zahirinde birleşmişlerdir.
Dolayısıyla yeni doğan ay’ın Batı ufkunda görüldüğü şahitlerle tesbit edilip
kadı huzurunda hüküm biçiminde şer’iye siciline geçirilir ve durum resmen ilân
edilirdi.
Bu gereklilik zamanla
folklorik biçim aldı. İki kişi alacak davası varmış gibi kadı önüne gider, biri
diğerinin “gelecek yıl ramazan hilâli görüldüğünde borcu ödemeye söz verdiğini”
belirtir. Kadı, borçluya söylenenin doğru olup olmadığını sorar, o da “doğrudur
ama ramazan hilâlinin görüldüğünü ispat etsin” deyince, sözde alacaklının
tanıkları ramazan’ın geldiği davullar çalınıp, kandiller yakılarak halka
duyurulurdu.
Bununla beraber eğer hava
kapalı olup da “rü’yet-i hilal” yapılmazsa şaban ve ramazan otuz gün üzerinden
hesap edilir ve buna “ikmâl-i selâsin” (otuz’a tamamlama) denilirdi.
d. Eğlenceler
Osmanlı toplumumun eğlence
kültürü kadın ve erkek için ayrılır. Çocuklar kadınlarla beraber eğlenirler.
Eğlenceler evlerin haremlik ve selamlık bölümlerinde olabildiği gibi kır
gezileri biçiminde de yapılabilir. Döneminde yapılmış gravürlerde, örneğin
Kağıthane Çayırı’nda kadınların erkeklerden bağımsız olarak eğlendiklerini,
hatta ortalarında rakkase’lerin oynadığını görüyoruz.[890]Aslında bu
eğlenceleri organize eden loncalar bulunmaktadır.[891]Dolayısıyla
isteğe göre, bu tür çengi, köçek, ortaoyunu, meddah, karagöz gibi profesyonel
seyirlik gösteriler olarak konaklarda ya da mesire yerlerinde düzenlenmeleri
mümkündür.
Yalnızca kadınlara mahsus
olanlardan biri de hamam eğlenceleridir.
(1) Hamam Sefaları
Kadınlar çarşı hamamına on-on
beş günde bir, yıkanmak için olduğu kadar eğlenmek için de kalabalık guruplar
hâlinde bir araya gelerek gitmektedirler. Hamama sabah erken saatlerde toplu
olarak gidilir ve akşam ezanından önce eve dönülürdü. Her ailenin hamamda
hizmetine bakan bir natırı ve bir ana kadını olurdu. Evden getirilen
sedef-gümüş kakmalı nalınlar geri götürülmez ana kadına teslim edilirdi.
Hamam için birkaç gün
evvelinden zeytinyağlı dolmalar, börekler, turşular, şerbetler hazırlanırdı.
Hamam bohçalarının birine ipekli fıta, peştamallar, havlular gibi hamam
takımları ve lifler, keseler, yemeni, kına, rastık, ayna, tarak, sabun, hamam
tası gibi levâzımat, diğerine ise çamaşırlar konurdu. Hamam bohçaları,
çamaşırlar, hamam takımlarının ev dışındaki bir ortamda sergilenmesi hanımlar
arasında bir tür temizlik, tertip, varlık gösterisi anlamını da taşırdı.
Bohçaları hamama halayıklar, yardımcılar götürür, evin hanımları için soyunma
yeri ile hamamın içinde halvet hazırlatırlardı. Öğleye kadar yıkanma işi
bitince, nevaleler ortaya getirilir hep birlikte göbektaşı üzerinde yemek
yenirdi.
(2) Zekeriyâ Sofraları, Helva ve Tandır
Sohbetleri
Aileler arasında “ârifâne
ziyâfet”ler denilen masrafı müştereken paylaşılan “harif-âne”[892]yemekler düzenlenirdi. Bu ziyafetler münavebeli olarak ya da zaman
zaman “Zekeriyâ sofrası” tarzında yani her ailenin kendi mutfağından sofraya
getirdiği katkıyla yapılır, sohbetler edilirdi.
Kezâ önce karakışın en soğuk
“erbâin” denilen 40 günü ve onu izleyen “hamsîn” denilen 50 soğuk günün uzun
gecelerinde “helva sohbetleri” yapılırdı. Bu sohbetler Padişahın sarayında,
Sadrazam ve devlet ricalinin konaklarında olduğu gibi halk ve esnaf arasında da
olurdu. Devlet ricâlinin sohbetlerine ulemâ, şâir ve edipler de davet edilirdi.
Bu sohbetler bir ziyafet havası içinde ikram edilen yiyeceklerle yapılırdı.
Helva sohbetlerinin en
meşhuru halk arasında “keten helvası” (“çekme helvası”, “pişmaniye”, “tel tel
helva” da denirdi) sohbeti denileni idi.[893]Ağdalanmış sıcak
şekeri ellerini ortadaki una batırarak halat burar gibi çeviren (çoğu kez
bazıları şekerci ustası) 8-10 kişinin uzun bir sürede hazırladıkları Bu işlem
devam ederken misafirler hem seyrederler, hem mâniler, lâtifeler, türküler
söylerler, yüzük, değirmen, tura, leb oyunları, darbımeseller sayıp sıralamak
gibi oyunlar oynarlardı. Saatler sonra “tel tel keten helvası” tamam olunca
misafirlere tutam tutam dağıtılırdı. Helva sohbetleri haremlik selamlık usûlüne
göre yapıldığından, erkekler keten helvası ile uğraşa dursun, harem kısmında
kadınlar gündüzden hazırladıkları börekler, çörekler, katmerler, envâi
tatlılar, ezmeleri ikram ederlerdi.
Bu toplantıların bazan esnaf
loncalarının toplantı odalarında da yapılır, enva-ı oyunlar ve eğlencelerle
sabaha kadar vakit geçirilirdi. Böyle yapılırsa mahalle ahalisi davetsiz de
olsalar kabul olunurlardı.
Diğer taraftan erkân ve ricâl
arasında, zengin konaklarında da bu helva sohbetlerinin düğünleri andırır ,
çalgılı, oyunlu çok daha şatafatlıları yapılırdı. Ancak bunlarda halk
arasındaki samimiyet yerine merâsim ve resmiyetin hâkim olması kaçınılmazdı.[894]
Helva sohbetlerin haftada
bir, iki kere yapılır ama kış geceleri her aile bir araya toplanır, ayaklarını
mangal üstündeki örtünün altına sokarak “tandır sohbetleri” yaparlar, bu arada
“Dudunâme” (Tûtînâme) gibi taş baskısı, el yazması masal kitapları okunurdu.
(3) Mesireler
Büyük yerleşim merkezlerinde
ahalinin gezmelerine, eğlenmelerine tahsis olunmuş içinde çayırlar, akarsular,
çınarlar bulunan mesireler vardı. ilkbaharla beraber mesirelere gidilirdi.
Özellikle İstanbul’da Rûmî Nisan’ın 23’ü “Rûz-i Hızır” ya da “Hızır İlyas”tan
galat Hıdrellez günü olarak baharın müjdecisi kabul edilirdi. Bu tarihten 10
gün önce hazırlıklara başlanır, akrabalara, uzak semtlerdeki dostlara
davetiyeler yollanırdı. Mesirede yenmek için kuzular doldurulur, sütler,
yoğurtlar, helvalar, peynirli pideler, zeytinyağlı dolmalar hazırlanırdı. O gün
arabalarla çayıra gidilir, ağaçların altında, çimenlerin üstüne sofralar
kurulurdu. Bir yanda ağaçlara asılan salıncaklarda çocuklar sallanır, diğer
tarafta mevsimine göre kazanlarda mısırlar kaynar, kuru yemişciler, horoz
şekeri satanlar, kayık salıncakçıların bir ağızdan bağırışları arasında çingene
hanendeler zurna, zilli maşa, dümbelek ve uddan oluşmuş fasıl heyetleriyle
birlikte icrâ-yı sanat ederlerdi.
Evliyâ Çelebi, “cümlesi kırk
adede baliğ olur ise de malûmumuz olan ve halk ağzında meşhur olanlar” dediği
İstanbul’un On yedinci yüzyıl’daki diğer mesirelerini de şöyle sıralıyor:[895]
“Mirgûn Bahçesi, Halkalı
Bahçesi, Siyavuş Paşa Bahçesi, Fitneköy Bahçesi, Davud Paşa Bahçesi, Silivri
Bahçesi, Haramideresi Bahçesi, İskender Çelebi Bahçesi, Dolmabahçe, Büyükdere
Korusu, Anadolu tarafında Tokat Bahçesi, Sultaniye Bahçesi, Çubuklu Bahçesi,
Kandilli Bahçesi, İstavroz Bahçesi, Üsküdar Bahçesi, Çamlıca Bahçesi, Fener
Bahçesi, Haydarpaşa Bahçesi. Her birinde yüzer, ikişer yüz bağiban vardır.
İçlerinde Hünkâr ahırları olup her birinde birer tavla küheylân bağlıdır.
İstanbul’un içinde ve dışında
has ve âm için teklifsiz herkesin teferrüç edebileceği mesire ve
teferrüçgâhlar, evvelâ İstanbul içre Etmeydanı, Ağa çayırı, Yenibahçe,
Baruthane, Vefa, Bayezid, Süleymaniye, Fatih, Atpazarı, Arabacılar, Selimiye,
Kadirga Limanı, Şehzade, Yedikule, Valide Camii, Ayasofya meydanları ve Lânga,
Lâlezar Bağları ve Eminönü, Odunkapısı, Ayazma Kapısı, Büyük Ayazma İskelesi,
Eyüb Kapısı, Kumkapı, Lânga Kapısı meydanları. Ve Lânga Denizi Hamamı ve
Samatya, Davudpaşa Kapısı meydanları vardır ki cümle İstanbul içindedir.
İstanbul haricinde Silivri Kapısından taşra Süleyman Sahrası, Yenikapı
Mevlevihane Tekkesi Mesiresi, Bayrampaşa, Kasım Ağa Bağları, Topçular,
Otakçılar, Yavedud İskelesi, Defterdar İskelesi meydanları vardır. Eyüb Haremi,
İdris Köşkü Meydanı, Kâğıdhane yolunda Cirid Meydanı vardır.
Alibey Köyü Mesiresi bir
çimenzâr geniş bir dere içre kırk evli, bir camili, yetmiş, seksen kadar çınar
ağaçları ile müzeyyen, gün görmez bir teferrüçgâhdır.
Lâlezar Mesiresi, Kâğıdhane
Lâlesi namile meşhur olan gûnagûn lâleler bunda hasıl olur. Lâle vakti bu
mesireyi görenin aklı perişan olur.
Emîrahur Kasrı Mesiresi:
Kâğıdhane nehri kenarında bir çimenzarda ahşab bir kasr-ı zibâ’dır. Padişahın
aygırları burada çayırlanır. Ahur emîri burada oturur. Nice muazzam çınarları
vardır.
Emirgûne Bahçesi Mesiresi:
binlerce ulu ağaçları vardır.
Cendereciköyü Mesiresi: İki
yüz haneli, bir camili, bir hamamlı teferrücgâhdır. Âb-ü havası lâtif, nice
gölgelikli çınarları bulunur bir lâlezardır.
Çaybaşı Teferrüçgâhı: Kâğıdhaneye
akan nehrin başıdır. Gizlice sohbet etmek isteyen ehl-i ırz tayfası atlar,
arabalar ile gelip buradaki ağaçların gölgesinde iyş ü nûş ederler. Alibey
nehri de kezalik böyledir.
Su Kemerleri Mesiresi:
Süleyman Han on bin kese harcedip bu mahalden İstanbul’a bin göz köprülerle saf
sudan nişan verir su getirtmişdir ki bazı kemerler bir dağdan bir dağa atılmış
üçer kat eflâke kehkeşan gibi ser çekmiş kemerlerdir ki seyre değer.
Sultan Osman Havuzu
Teferrücgâhı: Su Kemerleri Mesiresi yanında bir büyük havuzdur. Bir çok dağ ve
bağlardan bu mahalle sular toplanıp kemerlere dağıtılır. Ve kemerlere gözcü üç
dane ma’mur karyeler vardır ki sel dağlardan süpürüntüyü bu havuza sokdukda o
karyeler halkı temizlerler. Bu kemerlerin dört tarafındaki korular mamurdur. Cümle
uşşâkan anda zevk ü sefa ederler.
Istranca Dağları Mesiresi:
Bir bektaşi tekkesi de vardır ki cümle hademeleri can ve baş ile hizmet
ederler.”
(4) Mehtap Seyirleri
Boğaziçi’nde mehtap alemleri
geleneğini On yedinci yüzyıl ikinci çeyreği içinde Şeyhülislam Bahaî Efendi’nin
başlattığı söylenmektedir. Şeyhülislamın yalısı Kanlıca’da körfezinin
karşısında imiş ve Boğaziçi’nde ayın oniki, onüç ve ondördüncü geceleri mehap
safası tertip edilirmiş. Bu eğlencelerde hiç sandal bulunmaz, sadece 2000-3000
kayık yer alırmış. Kayıklar yanyana gelince Kanlıca’dan Emirgân’a kadar
uzanırmış. O geceler seyr ü sefer durdurulurmuş. En seçme hanendeler, o gece
sabaha kadar okurmuş. Erkek sesi, tanbur ve kemence... Bu alem yazın üç defa,
havalar iyi giderse sonbaharda da bir defa olmak üzere senenin dört ayında
(mehtabın 12-13-14. günlerinde olmak üzere toplam 12 gece) yapılırmış. Bu güzel
ve tamamen Türk olan an’ane Bahaî Efendi zamanından beri her üç, bazan da dört
‘mehtap’ icra edilirmiş.(...) Bu mehtab eğlencelerine bir pazar kayığı ile
İstanbul’un külhanbeyleri de katılırmış. Fakat o kadar edepli hareket
ederlermiş ki, hanende okumaya başlayınca mangalda kızarttıkları balık ve
şişleri cızırtılar kimseyi rahatsız etmesin diye çekerlermiş.”[896]
(5) Meyhaneler
Evliyâ Çelebi İstanbul’da
bulanan meyhaneleri şöyle tasvir ediyor: “Dört kadılık yerde 1060 kadardır.
Cümlesi kefere ve fecere olmak üzere 6000 kişidir. Şarabın katresi haramdır.
Lakin devletin gelirlerinden olduğundan şarabı men etmemişlerdir. Senevî
hasılat alırlar. Başkaca bir emanettir. Otuz emin’in biri de budur. Galatada
Domuzkapısı’nda oturur. 300 kadar tevabii olan büyük emanettir, İstanbulun
-dört çevresinde meyhane çoktur. Amma pek fazla olarak Samatya kapısında,
Kumkapı’da, Yeni Balıkpazarı’nda, Unkapanında, Cibali Kapısı’nda,
Ayakapısı’nda, Fenerkapısı’nda, Balatkapısı’nda, karşıda Hasköyde bulunur. Hele
Galata demek meyhane demektir. Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavudköy, Yeniköy,
Tarabya, Büyükdere ve Anadolu tarafında Kuzguncuk, Çengelköy, Üsküdar, Kadıköyü
nam mahallerde tabaka tabaka meyhaneler vardır. Meyhaneciler mezmum bir halk,
mel’un bir kavimlerdir ki Galata meyhaneleri içre bu kadar hanende, sazende,
mitrablar, kaşerlenmiş adamlar toplanıp gece gündüz sefa ile sürûr ederler. ”
Diğer taraftan içki üreten ve
satanları da şöyle tanıtır: “Esnâf-ı hizan dilberan 500 neferdir. Bunlar bir
alay hâneberduş eclâftır. Rakıcılar esnâfı 100 dükkân, 300 kişidir. Her bir
nebattan gülsuyu gibi rakı çıkar. Esnâf-ı meyhaneciyan-ı piyâde dükkânları
yokdur, 800 neferdir; Esnâf-ı meyhâne-i koltuk 300 dükkân, 800 neferdir.”[897]
e. Takvim Kullanımı
Osmanlı Devleti’nin resmî
takvimi her zaman Ay yılı olarak hesaplanan “Hicrî Takvim” olmuştur. Bu
bağlamda muvakkithanelerin ve muvakkitlerin yönetilmesi müneccimbaşıya aittir.
Ay ve yıl içindeki büyük zaman bölümlemeleri olan kamerî ayların, bayram
günlerinin tesbiti şer’î usuller ve astronomik hesaplarla takvimlerde
belirlenirdi. Zayiçe denilen bu tür akvimlerin düzenlenmesi de “müneccim”lerin
işiydi. Ancak halk arasında bu takvimler daha basit röperlere dayanılarak âdeta
yeniden düzenlenmiş, hatta bizzat yaşanan ve tekrarlayan doğal olgulara ya da
kutsal günlere yeni isimler verilerek şifâhî pratik takvimler oluşturulmuştur.
(1) Dinî Takvimler
Bu bağlamda müslüman halk
arasında hicrî takvimin Arapça olan ay adları ya Türkçe’ye aktarılarak ya da
dinî geleneklerle bağıntılı olarak yeni isimler verilmektedir:
Hicrî-kamerî yıl başı olan
muharrem (muharrem ül-haram} için “haram ayı”, ya da “aşûre ayı’’; safer (safer
ül-hayr) için “sefer”; rebiülevvel için “büyük mevlûd”; rebiülâhir için “küçük
mevlûd”; cemaziyevvel için “büyük tövbe”; cemaziyelâhır için “küçük tövbe”;
receb (receb ül-ferd) için “kandil”, ya da “ilk namaz’”; şaban (şaban
ül-muazzam) için “son namaz’’ ya da “berat”; ramazan (ramazan ül-mübârek) için
“oruç”; şevval (şevval ül-mükerrem) için “bayram”; zilkâde için “aralık”;
zilhicce” için de “kurban” denilmekteydi.
“Receb, şaban, ramazan”ayları
da birlikte anılarak “Üç Aylar” deniliyordu.
Kamerî takvim’in İslâm
ülkelerinde geleneksel olarak devam etmesinin ve şemsî (güneş) takvimlerinin
tarih içinde geleneksel bir hal alamamasının sebeplerinden biri de, İslamî
kutsal günlerin her yıl güneş takvimine göre 11 günlük kaymalardır. Kamerî
takvime göre özellikli günler şöyle sıralanmaktaydı.
n 1 muharrem (muharrem ül-haram) = Hicrî yılın başlangıcı.
n 10 muharrem aşûre günü (yevm-i aşûrâ) = Hz. Peygamber’in torunu Hz.
Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edildiği gün. Hz.Nuh’un gemisinin Cûdi Dağı’na
oturduğu gün olduğu da söylenir.
n 12 rebiülevvel Mevlid Kandili = Hz. Peygamber’in doğduğu gün,
n receb (receb-ül-ferd) ayının ilk perşenbe’sini cuma’ ya bağlayan
gecesi= Allah’ın bağışlamasının, rahmet ve bereketinin ölçüsüz ihsan olunduğu
Regaib Kandili gecesi (Bir inanışa göre de, Hz. Peygamber’in ana rahmine
düştüğü gecedir),
n 26/27 Receb Mirac Kandili = Hz. Peygamber’in göğe çıktığı gecedir,
n 14/15 şaban (şaban ül-muazzam) Berat Kandili= Yıl boyunca olacakların
belirlendiği, Hz. Peygamber’in ümmetine şefaat yetkisinin verildiği gece,
n 26 / 27 ramazan =Kadir gecesi. Bu ayın en kutsal gecesi,
n 1-3 şevval (şevval-ül-mükerrem) = Ramazan Bayramı,
n 10-13 zilhicce = Kurban Bayramı’dır.
(2) Halk Takvimleri
“Mart, mayıs ve ağustos”
aylarının adları Roma, “nisân, haziran, temmuz, eylül, teşrin-i evvel, teşrin-i
sâni, kânun-i evvel, kânun-i sâni ve şubat” aylarının adları Süryânî
kökenlidir. Aslında Selefküs (Selefkiye) ya da Rûmî denilen takvimde de mevcut
bulunan bu ay isimleri halk dilinde yaşamaktaydı.
Müneccimler yılı yaz ve kış
olarak ayırmışlardı. Yaz aylarına 6 mayıs günü başlayıp “186” gün süren
(Eyyâm-i Rûz-i Hızır), Kış aylarına da 8 kasım’da başlayıp “179” veya “180” gün
süren (Eyyâm-ı Rûz-i Kasım) denirdi.
Eyyâm-ı rûz-i kasım’ın 46 ve
85 inci günleri yani “23 aralık-31 ocak” arasındaki kırk günlük süre halk
arasında (Arapça 40 sayısı anlamında) “Erbâin”, devamında 1 şubat- 21 mart
arasında gelen elli günlük süreye de (50 sayısı anlamında) “Hamsîn” denilirdi.
Baharın müjdecisi sayılan üç
adet “cemre”lerin ise 20 şubat’ta havaya, 27 şubat’ta su’ya, 5 mart’ta ise
toprağa düştüğü kabul edilirdi.
Baharın başlangıcı olarak 20
veya 21/mart günü “Nevruz” olarak anılırdı. Halk arasında da 6 mayıs halk
takviminde yazın başlangıcı sayılırdı.
Nevruz ve Hıdrellez
günlerinde, kadınlar o haftanın çarşamba veya perşembe gecesinde koşmalar
okurlar, niyet tutarlardı, “nevrûziye” denilen baharlı bir macun yaparlardı.
Halk arasında “Kocakarı
Soğuğu” ya da “Berdelacuz” veya “Eyyam-ı Hasum” mart ayı içindedir. Bu şiddetli
soğuklar “Mart kapıdan baktırır- Kazma, kürek yaktırır” denilmiştir. Bununla
beraber halk leylekler, çaylaklar ve kırlangıçların gelmesini baharın işareti
olarak algılar ve sevinirdi.
Bir de Eyyâm-ı Bâhur”denilen
ve 31 temmuz ve 7 ağustos arasında sıcak günler beklenirdi.
Sıcakların sonu sayılan ve
11-26 kasım arası da “PastırmaYazı” olarak meşhurdu.
“Karakış” ise 9 aralık’tadır.
Günümüzdeki ocak ayı’na “zemherî” de denilmektedir.
Diğer taraftan Divan
şairlerinin “şitaîyye”, “bahariyye”; “cemrevîyye”, “ıydiyye”, “ramazaniyye”,
“nevrûziyye”, “temmûziyye”, “muharremiyye”, “Mirâciyye”, “Regaîbiyye”,
“Vilâdiyye”, “cülûsiyye”, “sayfiyye”, “kurbaniyye’” olarak adlandırılan ve
devlet erkânına sunulan kasideleri de takvim ve toplum arasındaki bağların
sanata yansıyan yönünü vurguluyor.
f. Doğal Çevre
(1) Çınar Sevgisi
Çınar’ın kültürümüzde
ayrıcalıklı bir yeri vardır. Belki de çok yaş yaşadığından devleti
simgelediğine inanılmıştır. Beş asır Müslüman olan Rumeli’ye önce çınar
dikilmiştir.
Bu yüzden çınar ağaçlarının
dipleri, çevreleri ya mesire yeri, ya da kahvehanedir. Bayezid, Emirgan,
Beylerbeyi, Anadolu ve Rumeli kavakları, Büyükdere Çayırbaşı, Ortaköy,
Kozyatağı, Bulgurlu’nun “çınaraltı”ları hâlâ mevcutlar.
Topkapı Sarayı’nın birinci
avlusunda Fatih döneminden kalma “Yeniçeriler Çınarı”, Sultanahmed’e çıkan
Alemdar Caddesi’ni ikiye bölen ve çok yaşlı olduğundan ortası yarılmış ulu
çınarlar da Osmanlı Devleti’nden kalma yaşayan anılardır.
Göksu deresi kenarındaki “Beş
Kardeşler” çınarı da yine hayli şöhretlidir.Aynı kökten çıkan beş gövdeden
oluşan çınarın bir gövdesi yanınca çınara “Dört Karteşler” bir gövdesi daha
yıkılınca “Üç kardeşler” denmiştir. Ve halk söylencesinde zengin
yakıştırmalarla hâlâ saygıyla anılmaktadır.
Diğer Osmanlı şehirlerinde bu
sevginin örnekleri görülmektedir. Örneğin Bursa’da Muradiye’deki “Ulu Çınar”,
Somuncubaba Çınarı, Eskicibaba Çınarı, Yıldırım ilçesindeki Yeniçeriler’e
altında ulûfe dağıtılan “Ulûfe Çınarı”[898]ünlüdür.
Böylece çınarlar dikilmekle
kalınmamış, öykülerle, efsanelerle gelecek nesillerin gönüllerine sevgiyle
aktarılmıştır.
(2) Hayvan Sevgisi
Kur’an-ı Kerim’in “at, deve ,
sığır ve koyun” gibi hayvanlar anlamına gelen “En’am”[899]sûresinde bütün
mahlûkat’ın Allah indinde bir aile olduğu belirtilmekte, Hadîs-i Şerif’’ler de
“Mahlûkatın hepsi de Allah’ın ıyâlidir, Allah’a en sevgili olan da ıyâline en
yararlı olandır” denilmektedir.
Ayrıca İslâm hukukunda evcil
hayvanların sahiplerinden «nafaka» hakları vardır. Bunu sağlayamayanlara
hayvanlarını sattırma zorunluğu hükmen yüklenir.[900]Kezâ arıların
bütün balları alınamaz ya da kendilerine bal yerine geçebilecek başka bir gıda
sağlanır. Yavrulu hayvanların sütleri de bütünüyle sağılamaz. Hayvanı sağan
kimsenin hayvana eziyet vermemesi için tırnaklarını kesmesi gereklidir.
Hayvanlara fazla yük vurulması, uzun yol yürütülmesi doğru değildir[901]
Bu arada örfî Osmanlı
hukuku’nda da «hayvan hakları»nın korunduğu unutulmamalıdır: «Ve ayağı yaramaz
bargiri işletmeyeler ve at ve katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin
göreler ve ağır yük urmayalar zirâ dilsüz canavardır her kangısında eksük
bulunur ise sahibine tamam itdüre eslemeyanı tamam gereği gibi hakkından geline
ve hammallar ağır yük urmayalar müte’aref üzerine ola»[902]Burada bahs’i
geçen «hammallar» taşıyıcı hayvanları kullanarak yük taşıyan esnaftır.
Görülüyor ki «hak» kavramı
nesnel (objektif) olarak düşünülmekte ve hukukî bir gerçeklik (verité
judiciaire) niteliğinde ele alınmakta. Fetvâların mahkemeler dışında da
kullanıldığı ve toplumun bütün kesimlerine yayıldığı düşünülürse, Osmanlı
toplumunda din ve devletin el ele hayvanlara karşı sistematik bir şefkat ve
müsamaha oluşturduğu anlaşılır.
Diğer taraftan yüzyıllar boyu
Osmanlı ülkesinde gezi, oryantalizm, doğal bilimler araştırıcısı, siyasî ya da
askerî görevlerle bulunmuş, bazıları uzun süre yaşamış insanlar Osmanlı
toplumunda gözlemledikleri çevre bilinci ve hayvan sevgisini vatanlarına
dönüşlerinde yayımladıkları anı kitaplarında anlatmışlardır.[903]
(a) Şâirler ve Meşâyih’te
Tarih boyunca örneğin Fuzûlî
(Leylâ ve Mecnûn’dan bölümler), Nefî, Bâkî, Nefî, Nedîm, Ahmed Paşa, Hacı
Bektaş, Karaca Ahmed, , Geyikli Baba, Hasan Dede, Bozgeyikli Dede, Hasan Baba,
Abdal Musa ve Kaygusuz Abdal, Hatâî, Horoz Baba, Koyun Baba, Koç Baba, Etyemez
Baba, Şeyh Vefâ, Merkez Efendi, Pir Sultan Abdal, Âşık Veysel, Ruhsatî, Kul
Hüseyin, Kayıkçı Kul Mustafa gibi tanınmış Osmanlı meşâyihi, mütefekkirleri,
şâirleri de hem husûsi hayatlarında ve hem de eserlerinde hayvan sevgisini
açığa vurmuşlardır.
Daha On altıncı yüzyılda Pîr
Sultan Abdal bir şiirinde, ancak çağımızın ileri ülkelerinde
kanunlaştırılabilen hayvan haklarını İslâm hukuku çerçevesinde şöyle dile
getirmektedir:
Koyun eydür: Benim kuzum
aldılar,
Beni hasret ateşine saldılar.
Cebrâil Mikâil bile geldiler,
Selman İmam’ların belin
bağladı.
Muhammed koyunun aslın aradı.
Kuzum! dedi koyun, ayak
diredi.
Nâcî derler, bir gürûh’dur
türedi.
Zülfikar kınından çıktı
zağladı.
Koyun eydür: “Kuzum, hasların
hası;
Nûh felekden öte gelirdi
sesi.
Yarın Mahşer Günü kılam
dâvâsı!”
deyince Muhammed-Ali ağladı.
(b)
Mimarlık’da
Kuşları dış etkilerden ve
yapıları da onların verebileceği zararlardan korumak, hem de fisebilillah bir
hizmette bulunarak “sevaba nâil olmak” gibi gayelerle halk arasında “kuş köşkü”
veya “kuş sarayı” da denilen kuş evleri de yapılmıştır.
Kuş evleri, On üçüncü asırdan
itibaren On dokuzuncu asrın sonlarına kadar hemen hemen Osmanlı Devleti’nin
ömrü boyunca camiler, medreseler, sibyan mektebleri, şifâhâneler, kütüphaneler,
darphaneler, maksimler, iskeleler, köprüler gibi resmî binalarla, türbeler,
hanlar, hamamlar ve evlerin duvarlarında geleneksel mimarlığın sevimli bir
ayrıntısı olarak yer almışlardır. Boyalı, oymalı küçük tahta yuvalar biçiminde
ağaç dallarına, bahçe duvarlarına asılanları da yapılmış, ama kuş evlerinin
ahşap numuneleri yangınlar, istimlâkler, yıkımlar yüzünden günümüze kadar
ulaşamamıştır.
Bu ilginç yapıların
kendilerine mahsus mimarîleri de vardır. Binaların güneş tutan ve sert
rüzgârlara kapalı cephelerinde, çocukların rahatsız edemeyecekleri kadar yukarı
seviyelerde yapılırlardı. Bazıları, bulundukları binanın duvarına doğrudan ya
da çok az çıkıntılı olarak bir dizi delikten açılarak mühendisce bir görüşle,
yani yalnız fayda unsuru dikkate alınarak yerleştirilmişlerdir. Süleymaniye
Câmi’i, Yeni Câmi ve Büyükçekmece’deki Sokollu Mehmed Paşa köprüsündeki kuş
evleri böyledir.
Diğer taraftan gerek cephe
tasarımı ve gerekse taş ya da tuğla ve sıva işçiliği açısından küçük birer
sanat şaheseri olan gerçek “kuş sarayları” ve “kuş köşkleri” de vardır. Bu tür
olanlar taş cephede özel olarak bırakılmış küçük konsollar üzerinde dışarı
taşarak kendi yapılarının özgün biçimini belli ederler. Bazıları ana yapının
köşesini dönecek biçimde çift cepheli yapılmışlardır. Osmanlı mimarîsinin
kubbeler, kasnaklar, kemerli kapılar, kafesli pencereler, revak ve sütûnlar,
minâreler, alemler gibi çeşitli elemanlarının minyatür nümuneleri çoğu kez ana
yapının üslubunu taklit eden bu küçük yapılarda da izlenebilir. İşçilik
açısından en görkemlileri birkaç daireli minyatür saraylar, müstakil köşkler
biçimindeki yapılarıyla Üsküdar’daki Cedîd Valide, Ayazma ve Selimiye camilerindedir.
Cedîd Vâlide Câmii’ndeki kuş evleri ise cephe tasarımı olarak “hilâl” biçiminde
alemli kubbeleri ve minareleriyle “Selâtin câmileri” görünümünde yapılmıştır..
Bayezid’deki Sadrazam Seyyid
Hasan Paşa Medresesi (İ.Ü. Türkiyat Enstitüsü)’ndeki çifte minareli cami
biçimindeki kuş evi de ince bir tuğla ve sıva işçiliğiyle yapılmıştır.
“Darbhâne-i Âmire” binasının
özellikle iç avlusundaki örnek, 3 blokludur. Orta blokun 2 kat yüksekliğinde
kemerlerile birbirlerine bağlanmışlardır. İki yandaki bloklar üst iki katları
balkonlu olmak üzere dörder katlıdır. Sivri çatılarıyla “şato” görümündedir. En
eskilerinden biri Sivas’ta On üçüncü asrın başından kalma İzzeddin Keykavus
Şifâhanesi’nde görülür. Kuş evlerinin en görkemli örnekleri şüphesiz ki en çok
İstanbul’un cami, külliye, türbe, köprü, han gibi âbidevî taş yapılarında yer
almışlardır. Meselâ Yeni Câmi, Nuruosmâniye, Fâtih, Süleymâniye, Eyüb, Bâli
Paşa, Lâleli, Üsküdar’da Ayazma (Sultan III. Mustafa Hân), Selimiye ve Cedîd
Vâlide Câmileri, Çarşıkapı’da Kara Mustafa Paşa, Saraçhâne’de Amucazâde Hüseyin
Paşa, Vezneciler’de Sadrazam Seyyid Hasan Paşa, Fatih’de Feyzullah Efendi
medreseleri, Sadrazam Seyyid Hasan Paşa, Ragıb Paşa sibyan mektebleri,
Ayasofya’da Sultan Mahmud Hân-i Evvel kütüphanesi, Lâleli’de III. Mustafa ve
III. Selim türbeleri, Büyük Yenihan, Lâleli’de Çukurçeşme, Bayezid’de Hasan
Paşa hanları, Büyük Çekmece’de Sokollu Mehmed Paşa Köprüsü, Sarayiçi’nde
Darbhâne-i Âmire binası ile Balat’ta sivil taş mimarî örneği olan evlerde,
Haydarpaşa vapur iskelesinde, Taksim maksiminde kendine özgü bir mimarîsi olan
bu kuş evleri, köşkleri ve sarayları hâlâ görülebilir.
Ama Ankara, Antakya, Amasya,
Bolu, Bursa, Doğubeyazıt, Edirne, Erzurum, Filibe, Kırklareli, Milas, Nevşehir,
Niğde, Sivas, Tekirdağ, Tımova’da (ve bilmediğimiz diğer) Osmanlı şehirlerinde
de örnekleri vardır. Halbuki bilindiği kadarıyla Osmanlı kültüründen başka
hiçbir mimaride “kuş evi” kavramı bir fonksiyon olarak yer almamıştır.
(c) Vakfiyelerde
Ödemiş’te Mürselli İbrahim
Ağa, hastalanarak sürülerinden geri kalan leyleklerin bakılması ve beslenmesi
için ciğer ve işkembe alınmasını şart koşan bir vakıf kurmuştur. Bir başka
vakıf, kışın kar yağdığında şehirlere ve kasabalara inen kuşlara serpilmek,
kışın kar bastırdığında aç kuşların beslenmes için darı ve buğday, zayıf
hayvanların otlayıp beslenmeleri için çayırlar vakfetmiştir.[904]
Kuşlara kolayca su bulmaları
için mezar taşlarına kuş havuzları kaldıranlar pek çoktur. Mimar Sinan,
vakfiyesinde köyü olan Ağırnas’ta yapıp vakfettiği su içmek üzere gelen
hayvanların dinlenmesi için çeşmenin etraf ında 260 arşın[905]boyunda 160 arşın
enindeki araziyi özel dinlenme yeri olarak vakfettiğini belirtmiştir.[906]
(d) Halk İnançlarında
Hayvanla ilişkili efsanelerin
çoğunun toplumdaki anonim hayvan sevgisi ve hayvanların koruma altına alınması
için üretildiği anlaşılıyor.
n Kuş’lar
Osmanlı halkı gerek develer
ve gerekse leyleklere “hacı baba, hacı leylek” gibi , Mekke, Medine ve diğer
kutsal yerlerden geldiklerini hatırlatan isimler vermişlerdir. Nitekim
leyleklerin geçiş yolu üzerindeki diğer vilâyetlerimizde de bu tür vakıflar
yapılmıştır.[907]Bunların dönüşleri sırasında hastalanıp sürüye katılamamış olanların
bakılmaları için vakıflar yapılmıştır. İstanbul’da Eyüp Sultan Camisi
bahçesinde de , sürüsüne katılamayıp kalmış sakat leyleklere bakan vakıf vardı.
Göçmen kuşlar her yıl aynı
yerlere tünediklerinden yuvalarına dokunulmaz muhafaza edilirdi. Leyleklerin
gelişi bütün İstanbul halkı (ve başka kentlerde) sevinçle karşılanırdı.
Turna kuşu kutlu sayılırdı.
Nitekim türküler de, âşık deyişlerinde ondan uzakta bulunanlara haber
götürmesi, onlardan haber getirmesi istenir. İstanbul’a turna sürüleri gibi getirilen
acemi yeniçeri adayı devşirme oğlanlarını toplamağa da turnacıbaşı ağa
görevlendirilirdi.
Kırlangıçlar da her yıl aynı
yere tünemeğe geldiklerinden bunların yuvalarını bozmak da uğursuzluk
sayılırdı.
Güvercin’ler yaygın olarak
raslanan ve insandan kaçmayan kuşlardı. Ahşap evlerin çatı aralarında, câmi
çevrelerinde tünerler, cemaat ve ahali tarafından beslenirlerdi.[908]
Kumrular çok çekingen kuşlar
olduklarından, ancak alıştıkları evlerin pencere önlerinde beslenirlerdi. Çıkardıkları
seslerden benzetme yapılarak “Üsküdara gidelim” olarak anılırlardı.
Kuş beslemek özellikle
İstanbul’da oldukça yaygın bir meşgaleydi.
n Kediler
Osmanlı şehirleri baştan başa
ahşap yapılardan oluştuğundan, fare ve diğer zararlılara karşı hemen her evde
en az bir kedi bulunurdu. Kedi köpeğe göre çok daha temiz olarak görüldüğünden
, evin içerisinde beslenmesi, bazı özelliklere dikkat edilmek şartıyla
sakıncalı görülmezdi. Diğer taraftan sahipsiz sokak hayvanları içinde pek çok
vakıf yapılmış olduğunu görüyoruz.[909]
Bazı kedilerin damağında
görülen siyah, yuvarlak formda bir leke sanki Siyam, İran, Ankara, Van kedisi
olmak gibi ayrı bir asalet, ayrı bir değer ölçüsüydü. Halk arasında ev kedileri
için “Ağzı mühürlü” olarak söylenirdi.
n Sokak Köpekleri
Ev içinde beslenmesi câiz
olmadığından, köpekler için sokak başlarında taştan yapılmış su kapları
bulunurdu.[910]
Her mahallenin köpekleri
kendi mıntıkalarını sınırlarını ve mahalle sâkinlerini bellediklerinden,
geceleri “Bekçi Baba” denilen ve elinde asası ile dolaşarak sabaha kadar
mahallenin güvenliğinden sorumlu bulunan görevliye âdeta yardımcı olurlar,
şüphelileri, yabancıları sokmazlardı. O dönemlerde geceleri fenersiz sokaklarda
dolaşmak yasaktı. Fenersiz yakalananlar asesler tarafından tutuklanırlardı.
n At’lar
Atın tabiatüstü niteliklerini
belirten pek çok inançlar da vardır. Bunlardan biri, destanlık “Köroğlu’nun
kıratıdır.” Köroğlu, babasının öğütlerini dinliyerek onu uzun bir süre gün ışığı
görmeyen bir ahırda beslemiş, böylece kırat gerektiğinde kanatlarını açar,
uçarmış ama bu tabiatüstü yeteneği’ni insan gözünden gizlermiş¸her on beş günde
bir Şam pazarında satılır, sahip değiştirirmiş. Başka bir rivayet onun her ay
İstanbul’da bir fakir sakanın kapısına vardığını, bir ay bu sakaya hizmet
ettikten sonra “sır” olduğu’nu anlatır. Köroğlu’nun Kır-Atı, Hazret-i Hızır’ın
Boz-Atı, Hazret-i Ali’nin Düldül’ü, Şah İsmail’in Kamer-Tayı da Âb-ı Hayattan
içmiş, ölmezliğe, kavuşmuş atlar imiş.
İstanbul’da hastaların şifâ
bulmak için götürüldüğü iki “at mezarı” vardır Bunlardan “Karaca Ahmed
Sultan”ın atına “vaktinde yürüyemeyen çocuklar”, diğeri Padişah Genc Osman’nın
sevgili atı “Sisli-Kır”ın mezarına “sancılı atlar” götürülür, bu mezarların etrafında
üçer defa dolaştırılırdı.[911]
n Koç’lar
Hazret-i Ali «Allah’ın
Arslanı» olarak nitelendirildiğini biliyoruz. Koçun döğüşme gücü de Hazret-i
Ali’nin bir vergisi sayılır. - Koçun, ve genel olarak koyun cinsinin, tıpkı
geyikler gibi, olağanüstü nitelikte «sahip»leri vardır; çobanın gece uyuyup
kaldığı zamanlar sürüyü tehlikelerden onlar korur; insan kılığında çobana
göründükleri olurmuş.
n Yılan’lar
Yılanın kimi hallerde olumlu,
kimi hallerde olumsuz değerlendirilir. Yolda yılana rastlamak uğursuz sayılır.
Rüyada yılan görme düşmandan bir zarar geleceğini haber verir. Buna karşılık,
evin sahibi, koruyucusu, definelerin bekçisi olan yılanlara inanılır;
masallarda, efsanelerde kendilerine iyilik edenleri mükâfatlandıran yılanlar
vardır. Böyle iki aykırı düşüncenin gelişmiş olmasında, yılanların zehirli ve
zehirsiz, zararlı ve zararsız iki cins göstermesi olgusu da etken olduğu
düşünülebilir.[912]Ahşap evlerde raslanan ve fare’lerle beslenen yılanlar “uğurlu” sayılıp
dokunulmazdı.
n Ayılar
Eski bir teamüle göre ayılar
devlet malı sayılırlardı. Şehirlerde ayı oynatan çingeneler, ayıları doğal
ortamlarından çeşitli yöntemlerle kendileri temin etmiş olmalarına rağmen
ayıları devlet malı olarak kendi üzerlerine kaydettirirler ve Hazine’den
kiralarlardı. Dolayısıyla ayıların herhangi bir şekilde zarar görmeleri hâlinde
mes’ul tututulardı.[913]
n Maymun’lar
Maymunlar ilk defa Osmanlılar
tarafindan faydalı bir iş kolunda istihdam edilmişlerdir. Maymunların gözleri
yaratılıştan keskin olup uzakları çok iyi gördükleri bilinmektedir.Mağrib’den
(Kuzey Afrika memleketleri’nden) getirilen maymunlar cinslerine göre tasnif
edilir, sağlıklı olanları tersâne hizmetlerine ayrılırmış. Bilhassa Sultan
Bayezid-i Velî devrinden itibaren gemilerde gözcü olarak Gelibolu ve İstanbul
tersânelerinde özel eğitim ile terbiye edilen maymunlar kullanılmıştır. Bu
maymunlar kalyonların seren ve cundalarına oturtularak ufuktaki gemiler
gözetilirmiş.[914]
n Geyikler
Anadolu dağlarında gittikçe
azalan geyiğin avlanmasının avcıya felâket getireceği inancını, gerçekten
yaşanmış olaylarla tanıtlamak ister. Çağımızda derlenmiş birçok efsaneler de
geyiklerle beraber yaşayan kadın, erkek kişiler anlatılır. Bunlar, bir bakıma,
geyiklerin koruyucuları, sahipleri sayılır.
Afyon bölgesindeki meşhur
yatır “Uzun-Kız” da geyiklerin çobanı ve koruyucusudur. Geyik avcılarını
sakatlıkla, ölümle cezalandırır. Avcı hikâyelerine göre avcılar geyiği
vuracakları zaman geyik «sır olur», yerinde sakallı, yaşlı bir adam belirirmiş.
Bir avcı, dişi geyikleri sağan «Peri Kızları”na rastlamış; başka bir avcı da
bir kayanın çukurunda yoğurda benzer bir şey bulup yemiş; geyiklerin südünden
yapılan yoğurtmuş meğer bu, ve adamın. ağzı, çenesi yeşile boyanmış, hep öyle
kalmış. Ermiş kişilerin geyiklerle ilgilenmeleri geleneği «Geyiklere merkeb
ül-evliyâ derler» sözünde de kendisini gösteriyor.
(e) Yeniçeri Ocağı’nda
Yeniçeri cemaat ortalarından
71 inci Orta “sekson” denilen cenk köpeklerine bakardı. Tazı’ların eğitiminden
68 inci Orta , nefer sayısı dört- beş yüz arasında olan 64 üncü Orta ise
zağar’lardan sorumluydu Bu hayvanlar İstanbul’da Tophane sırtlarında bir köpek
ağılında barındırılırdı.
Yeniçeri ocağı’nda 65.
Orta’sının yaya ya da atlı sekbanları padişahın “sekban tazıları” denilen zağar
ve tazı cinsi av köpeklerini yetiştirirlerdi. Bu köpeklere “Sekbanlar
Fırını”nında pişirilen ve sekbanlara da dağıtılan fodla denilen bir tür pide
yedirilirdi. Görevleri Padişah ile birlikte ava çıkmak olan sekbanlar cins bir
av köpeği gördüklerinde onu padişah adına satın alarak yetiştirirlerdi.
Yeniçeri ocağına bağlı avcı
kuşlar yetiştiren Doğancılar daha sonra Enderun halkına dahil edilmişler ve On
yedinci yüzyılın sonuna kadar faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.
Acemi oğlanı devşirmeğe giden
memurlara “turnacıbaşılar” denilirdi. Gerçekte turnacıbaşı Saray’da beslenilen
turna kuşları’ndan sorumludur. Devşirilen çocuklar Saray’a ve Acemi Oğlanlar
kışlasına, “turna sürüleri” gibi geldiklerinden, bu vazife “turnacıbaşı”lara
verilmişti. Bu olguda halk edebiyatı ve halk şarkılarında “turna kuşu” sembolü
ile vurgulanan “ayrılık” motifinin etkisi yadsınamaz.
E. TÖREN VE ŞENLİKLER
“Töre” toplumda yerleşmiş
örf, âdet, ahlâk ve davranış biçimlerinin tümüdür. Bu nedenle günümüzde bile
hukukun tamamlayıcı kaynaklarındandır. Uygulanmalarının vazgeçilmez ve zorunlu
olduğu inancından doğan töreler toplum düzeninin manevî unsurları olmuşlardır.
“Tören”ler ise toplum
hayatında önemi olan olayları ve günleri anmak, kutlamak, bayram tebrikatı,
cülûslar, kabuller için yapılan toplantılardır. Katılanların ve görevlilerin
yerlerini ve yapacakları işleri belirleyen kesin tören kuralları vardır.
Nitekim Türkmen beylerinin Osman Bey’e biat etmeleri sırasında hem töreler, hem
de tören kurallarının gerektiği gibi uygulandığı anlaşılıyor.
Osmanlı Devlet’inde gerek
Divân-ı Hümâyûn’da ve gerekse Bâb-ı âsafî’de (Paşakapısı’nda) yapılan
törenlerin kesin kuralları vardı. Nitekim Kanûnî Sultan Süleyman zamanında
Saray merasimini, bütün törenlerin kurallarını bilen, yöneten ve uygulayan
“teşrîfatçılık” mesleği kurulmuş ve bu makam Osmanlı Devleti’nin yıkılışına
kadar önemini korumuştur.
Şenlikler ise toplum’un bir
takım tüzel kişiliklerin hayatına katılması anlamındadır. Örneğin devleti
kişiliğinde simgeleyen Padişah fâni, oysa Padişahlık bir tüzel kişiliktir.
Padişah’ın kişisel hayatıyla ilgili doğum, sünnet, derse başlama, evlenme
şenliklerine katılır. Ve hatta ölümünü takip eden yeni Padişah’ın cülûs
şenlikleri ile bir “devr-i dâim” (cycle) devam eder.
Şenliklerde alışılmış günlük
hayatın dışına çıkılması, dinsel ve sosyal yasaklarla baskıların belirli oranda
“görmezlik”ten gelinerek azalması halk içinde çoşku yaratmaktadır. Ancak böyle
bir olgunun bedeli olarak çok belirgin savurganlıklar yapılmakta ve büyük
harcamalar gerekmektedir.[915]Bugün de Anadolu’da en yoksul bir köylü bile, bir evlenme düğünü ya da
sünnet düğününün parlak olması için varını yoğunu ortaya döker.
Osmanlı Devleti’nin klasik
döneminde bu şenliklerin çoğu kez yenilgilerden ve felaketlerden sonra
yapılması kamuoyundaki çöküntüyü unutturmak, bireylerin ve toplumun yeniden
canlanışı için düzenlendiğini gösteriyor. Kısacası “şenlik”lerin toplumsal
hayatta önemli işlevleri var.[916]
1. SALTANAT TÖRENLERİ
Eğlence veya “seyirlik oyun”
olmadıkları hâlde Osmanlı halkının toplandığı ve seyretmekten hoşlandığı
merâsimler vardır. Bunlar toplumsal bir olguyu kutsallaştırmak, yüceltmek ya da
kutlamak amacıyla yapılır.
Gösterişli şekilde yapılan
alaylar bir yandan saltanat makamının itibarını “alkış”larıyla tasdik
ettirirken, diğer taraftan da payitaht ahâlisinin seyre koştuğu bir eğlence
oluşturuyordu.
Padişah cüluslarında “kılıç
alayı”, Padişahın saraydan camiye giderken yapılan “Cuma Selâmlığı” ya da
“Kadir alayı”, Sadrazam tayinlerinde “Sadrazam alayı”, sefere çıkılmadan önce
çeşitli birlikleri ve ordu esnafını temsil eden birimlerin bir geçit resmi
olarak yapılan 2-3 gün süren “ordu alayı”, her yıl Hac mevsiminde Haremeyn
ahalisine gönderilen parayı götüren “Surre Alayı” bunlardandır.
n Alkış
Törenlerin hemen hemen
vazgeçilmez bir parçası olan “alkış” eski bir Türk geleneğidir.[917] Dinsel inançların da
etkisiyle bazı hâllerde dua niteliği taşırlar. Örneğin Bektaşi âyinlerinde ve
yeniçerilerin hep bir ağızdan çektiği “Gülbank-i Muhammedî”ler, çayır
güreşlerinde cazgırların okuduğu salavat-ı şerife’ler, düğünlerde, harman
yerinde, nikâh merâsimlerinde, doğumlarda, yemek yerken, yola çıkarken birlikte
okunan dualarla iyilik, esenlik, bolluk, selâmet dileyen ya da kutsayan, öven,
yücelten alkış geleneği arasında bazı benzerlikler görülür.[918]
Osmanlı Padişahları, Sadrazam
ve vezirleri kılıç alayında, Padişahın Saray’dan çıkışında, cuma
selâmlıklarında, törenlerde tahta oturma ve kalkması sırasında, elçi kabul
törenlerinde, bayram kutlamalarında ve ordu ile sefere çıkarlarken alkış
tutulurdu. Bu törenleri “alkış çavuşu” denilen Divan-ı Hümayun çavuşları
düzenlerdi.
Alkış, Divan-ı Hümayun
çavuşlarının belirli bir duayı yüksek sesle okumaları biçiminde yapılırdı.
“Aleyke Avnullah! Uğurun açık olsun, ikbâlin efzûn! Padişahım devletinle bin
yaşa! Maşallah, mağrur olma Padişahım senden büyük Allah var! Yardımcın Allah
ola, yaşın uzun ola. Hak Teala efendimize ömürler vere, devletinle çok yaşa!”
başlıca alkış dualarıydı.
Oysa Sadrazamlar
alkışlanırken: “Maşallah, ömr-i devletinle bin yaşa” denirdi.
a. Kılıç Alayı
Osmanlı Padişahlarının “Kılıç
Kuşanma Töreni” için Topkapı Sarayı’ndan Eyüp’e törenle gidilip, dönülmesine
“Kılıç Alayı” denirdi.
Alayın yapılacağı gün, Top
Arabacıları, Topçular, Cebeciler ve Yeniçeriler iki taraflı saf halinde
Saray’ın birinci avlusunda beklerlerdi. Bu alay başta asesbaşı, subaşı, Dîvân-ı
Hümâyun çavuşları, müteferrikaları, çaşnigirler, altı bölük ağaları, şikâr
ağaları, kapıcıbaşılar, rikab ağaları, miriâlem, birinci imrahor, ulema,
şeyhler, defterdarlar, reisülküttap, çavuşbaşı, kapıcılar kethüdası, Rumeli ve
Anadolu kazaskerleri, vezirler ve sadrazam ile hep birlikte Eyüp’e doğru yola
çıkılırdı. Alay Eyüb’e vardıktan sonra, Eyüpsultan Türbesi’ne deniz yolu ile
gelecek olan Padişahı beklemeye başlardı.
Padişahlar, sabah namazından
sonra Sinan Paşa köşkünden üç fenerli saltanat kayığına binerek maiyetlerinde
silahtar, çuhadar, rikâbdar ve diğer Saray ağaları olduğu halde Eyüp’e hareket
ederlerdi. Saltanat kayığının dümenini bostancıbaşı tutardı. Padişahlar Eyüp’te
Bostan İskelesi’nde saltanat kayığından inerken sadrazam Padişahın sağ,
Darüssaade ağası ise sol koltuğuna girerlerdi. Karaya çıkıldıktan sonra,
önceden hazırlanmış bir konağa gidilerek dinlenilir, öğle namazı kılınır ve
öğle yemeği yenilirdi. Daha sonra Padişah at üstünde olmak üzere, sadrazam,
vezirler ve öteki devlet ileri gelenleri Eyüpsultan Türbesi’ne hareket
ederlerdi. Bu sırada çubukçu denilen görevliler çevreye toplanan halka para
saçarlardı. Padişah türbeye girdikten sonra sadrazamı, şeyhülislamı ve Yeniçeri
ağasını yanına çağırır; şeyhülislam dua eder, ardından Padişah iki rekât namaz kılardı.
Namazdan sonra da şeyhülislam Padişaha kılıcını kuşatırdı. Türbe içinde bu
tören yapılırken, Eyüp camisi’nin dışında 40-50 koyun kurban edilerek etleri
halka dağıtılırdı.
Bazı Padişahlar Eyüp’e
karayolu ile gitmişler ve Fatih’in türbesini gidiş sırasında ziyaret
etmişlerdir. Eyüp’ten dönüş karayoluyla olur. On yedinci yüzyılın yarısına
kadar dönüş sırasında bütün geçmiş Padişahların, yarısından sonra ise yalnızca
Fatih’in türbesi ziyaret edilmiştir. Ayrıca, gidişte ya da dönüşte Şehzade
Camisi’nin önünden geçilirken mutlaka Yeniçeri Ocağı’nın Birinci Cemaati’nin
odası ziyaret edilir, Padişah yeniçerilerin sunduğu şerbeti içer ve şerbet
kabını altınla doldurarak geri gönderirdi. Kılıç alayının gidiş ve dönüşünde
kapıcılar kethüdası ile imrahor ağa halkın arzıhâllerini (dilekçelerini)
toplarlar ve yeni Hünkâra arz ederlerdi. Kılıç alayı Padişahın saraya dönüşü
ile son bulurdu.
Ölen Padişahın yerine gelen
yenisinin kılıç kuşanma törenlerinde insanların fâni ama toplumun hayatının
ebedî olduğu kavramı vurgulanıyor.
b. Selâmlık Alayı
Selâmlık Alayı, “Cuma
Selâmlığı” olarak da bilinir. Cuma namazı, kazası mümkün olmayan farz bir
ibadet olmakla beraber Memâlik-i Osmâniye’de cum’a hutbeleri Osmanlı Padişahı
adına okunduğu için ve üstelik Padişah’ın hâlifelik sıfatı da bulunması
sebebiyle Cum’a Selâmlığı Saray teşrifâtında, “Kılıç Alayı”ndan ve “Muayede
Resmi” (Bayramlaşma Töreni)’nden sonra üçüncü sırada gelir.
Dolayısıyla hem terkedilemez
bir ibadet olması ve hem de Allah’ın huzurunda herkesin eşit olduğunu simgeleyen
bir Padişah- Halife’lik geleneği olarak her cuma günü “gösteri-tören” biçiminde
Selâmlık Alayı yapılmıştır. Dolayısıyla sadrazam şeyhülislam, bütün erkân ve
ricâl de Padişahla beraber “Selâmlık Alayı”na katılmak zorundaydılar. Padişahın
mâiyetini oluşturan çavuşlar, peykler (önde baltacılar, sonra hademe-i hassa,
hademe-i rikâb-ı hümâyun) olmak üzere Saray’da yerlerini alarak Selâmlık
Alayı’nda sıraya girerler, Saray avlusunda Padişahın bindiği atın etrafını
sararak yürürlerdi. Bu merasim belirli bir bir teşrifat kuralına göre
düzenlendiğinden kimse bulunduğu yerden ayrılamazdı.
Saray ile selâtin
camilerinden[919]birine giden yolun iki tarafına yeniçeriler, sokak başlarına sipahiler
dizilirdi. Halkın toplanması sağlamak için önceden bir “Sarık Alayı” yapılır ve
Padişahın sarığı camiye götürülürdü. Camide buhurdanlar yakılır, hazinedar ağa
Padişahın namaz kılacağı seccadeyi hûnkâr mahfeline (mahfel-i hümâyun) serer,
Padişaha sunulmak üzere tepsiler içinde meyveler hazırlanırdı.
Padişah, merâsimle at biner,
yanında sadrazam, vezirler, ulemâ, diğer erkân ve ricâl olduğu halde camiye
doğru geçerken alkış ağaları kendisine çavuşlar ve hademeler, alkışa başlarlar
ve camiye kadar yer yer “Uğurun hayır ola, yaşın uzun ola, yolun açık ola,
saltanatına mağrur olma Padişahım, senden büyük Allah var” sözlerini yüksek
seslerle yinelerler, halk da “Padişahım çok yaşa” diyerek alkış tutarlardı.
Cami’ye varıldığında da at
inerken “seralkışçı” denilen alkışçıbaşının işâretiyle Saray hademeleri
(hademe-i hassa) tiz sesle, “Aleyke avnullah, maşallah, uğurun hayrola, yaşın
uzun ola, yolun açık ola, ikbâlin efzûn ola, saltanatına mağrur olma Padişahım
senden büyük Allah var,” diye Padişahı alkışlardı.
Cami girişinde Yeniçeri ağası
Padişahın çizmelerini çıkartarak terliklerini giydirirdi. Daha sonra, sadrazam
ve Yeniçeri ağası Padişah’ın koltuğuna girip onu hünkâr mahfelindeki
seccadesine kadar götürürlerdi.
Padişah, Cuma namazını hünkâr
mahfilinde, şehzadeleri ve güvendiği kişilerle birlikte kılar, namazdan sonra
burada bazı kabullerde de bulunurdu. Çıkışında yoksullara sadaka dağıtılır,
gelişteki tören yinelenerek Padişah cami dışında bekleyen atına biner ve
geldiği yoldan törenle Saray’a dönerdi.
Ancak On yedinci yüzyılda,
İstanbul’da çeşitli ayaklanmalar baş gösterince, Padişahların güvenliği
açısından, Cuma Alayları basitce yapılır oldu. Padişahlar, yalnızca divan
çavuşları ve peykler ile çıktılar.
c. Vâlide Alayı
Culûs eden Padişah, annesini
Bayezid’deki Eski Saray’dan Topkapı Sarayı’na getirtirdi. Ağalara, kethüdalara,
valide sultan kethüdası’na tezkire yazılarak gerekli hazırlıklar yapıldıktan
sonra valide sultan tahtırevan ya da arabaya binerdi. Topkapı Sarayı’na kadar
yol boyunca yeniçeriler dizilerek kendisine selam dururlardı. Valide Sultan’ın
arkasında cariyeler ve sultanlar, önünde ise divan çavuşları,valide sultan
kethüdası, baltacılar, darüssaade ağası yürürlerdi. Yeniçeri ağası Eski
Saray’dan çıkışta alayı karşılar etek öperdi. Yol buyunca dizilip alkış
tutarlara hediyeler verilir, paralar saçılırdı. Saray’a Bab-ı Hümayun’dan giren
Alay’ı Has Fırın önünde Padişah karşılardı. Valide Sultan ve maiyeti Orta
Kapı’dan girdikten sonra alay bitmiş olurdu.
d. Şehzâde Alayı
Şehzade seher vakti
Padişah’la vedalaştıktan sonra önünde yeşil valilik sancağı, başında üzerinde
sorguç takılı mücevveze kavuğu ile gönderildiği sancağa gitmek üzere Saray’ın
Bâb-ı Hümâyun denilen birinci kapısından çıkar. Sadrazam, vezirler ve ricâl
şehzadeyi teşyi için beklemektedirler. Divan-ı Hümayun çavuşları alkış tutarlar.
Sadrazam ve devlet erkanı derecelerine göre şehzadenin önünde olarak yürüyüş
başlar. Önce hocası kendisiyle özel olarak görüştükten sonra sadrazam, vezirler
reayaya dair, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri de dinî ve dünyevî işler hakkında
Eminönü iskelesine kadar ayrı ayrı nasihat ederler.
Şehzâde alayında, maiyyetine
verilen yaniçeriler, sipahi, silahtar, sekban, solak ve peykler ile kendisinin
Has Ahır hademeleri, matbah, kiler hizmetkarları olmak üzere kapı halkı
ortalama iki bin kişi bulunmaktadır.
Şehzadeyi, Eminönü
iskelesinde kaptan-ı derya karşılar. Şehzade baştarde denilen kaptan paşa
kadırgasına binerken toplar atılır. Vezirler ve erkan ile şehzadenin maiyyeti
kadırgalara bindirilerek Üsküdar’a geçilir. Burada yine alayla otağına kadar
götürülür.[920]
e. Baklava Alayı
Ramazan evasıtında
(ortasında) Padişah’ın mukaddes emanetleri ziyaret etmesi münasebetiyle Hırka-i
Şerif ziyareti dönüşü Kapıkulu ocaklarının her on neferine bir tepsi hesabıyla
Matbah-ı Âmire’de hazırlanan baklava sinileri futalarına sarılmış olarak Orta
Avlu’ya dizilirdi. Padişah “bir numaralı yeniçeri” olarak ocağa kayıtlı
olduğundan olan sinilerin ilkini; silahdar ağa onun adına teslim alırdı. Ondan
sonra her bölüğün usta, saka, mütevelli, odabaşı gibi amirleri’nin
beraberlerinde getirdikleri ikişer nefer ocaklı futalarına sarılmış sinileri
yüklenir; silsile-i merâtip[921]içinde Bâbü’s-Selam’ı ve dış avluyu
geçer, Bâb-ı Hümâyun’dan dışarı çıkarlar, Ayasofya’nın arkasından Divanyolu’ndan
karşılıklı sıralanmış halkın alkışları arasında kışlalarına giderlerdi.
Baklava alayı On yedinci
yüzyıl sonlarında ortaya çıkmıştır. Daha önceleri örneğin On altıncı yüzyılda
Kanûnî Sultan Süleyman devrinde savaştan önce yahni ve yanında pilav ile zerde
çıkarılırdı.
Fütûhat devri sonrasında
askerin sefere çıkmaları azalınca, Baklava Alayı’nın bu âdetin yerini aldığı
düşünülebilir.[922]
f. Kadir Alayı
Padişahlar Kadir gecesi
Saray’dan çıkıp civardaki camilerden birine alay’la giderek namaz kılarlardı.
Padişah iftar ettikten sonra Kadir gecesinde büyük bir alayla Ayasofya Cami-i
Şerifi’ne gidilmesi kural biçimine gelmişti. Dolayısıyla Saray kapısından
başlayarak Ayasofya Cami-i Şerifi’nin selâmlık kapısına kadar yollar meşâlelerle
aydınlatılırdı. Bununla beraber yirmi kadar hizmetkâr meşâleleri, muşambaları
kırmızı ve yeşil boyalı kırk tane büyük feneri de has ağalar da ellerinde
taşıyarak camiye gidilir ve nöbetçi olan i “İmâm-ı Sultanî”ye uyularak Kadir
namazı cemaatle kılınır ve sonra aynı usûlle Saray’a geri dönülürdü.[923]
g. Bayram Alayı
Padişah’la Saray’da
bayramlaşmaya “Muayede Alayı” veya Resm-i Muayede (Muayede merâsimi) denilirdi.
Bu merasim tamamlandıktan sonra, “Bayram Alayı” ile Sultanahmed Camii’ne
gidilirdi. Bu alay ve cami içindeki teşrifat, cami dönüşü, Ayasofya’da namaz
kılıp Padişah’tan önce Saray’a dönecekleri ve Saray’da yapılacak karşılama
töreni teşrifat defterlerinde belirtilmiştir.
Padişah, Babüssaade önünde
muayede merasiminden sonra Babüssâade ağası’nın refakatinde Harem’e giderek
elbiselerini değiştirip çıkar ve büyük imrahorun çektiği murassa eyerli at’a
binerdi. Ortakapı’dan yalnızca Padişah atlı olarak geçebileceğinden, çevresinde
yer alan üzengi ağaları yaya yürürlerdi. Ortakapının dışında bekleyen sadrazam
Padişahı selamladıktan sonra yedekte götürülen atlarının en önündekine binerek
yerini alırdı. Sultanahmed ya da Ayasofya camisine gidilirdi. Hazinedarbaşı
daha önce hünkar mahfiline giderek Padişahın namaz kılacağı yeri hazırlardı.
Çavuşlar alkış tutarken sadrazam Padişahın seccadesine kadar onunla birlikte
giderdi. Dönüşte sadrazam Ortakapı’ya kadar Padişahla birlikte olur, orada
ayrılıp Kubbealtına gider Divan-ı Hümayun’da bayram yemeği verirdi.
h. Surre-i Hümâyûn Alayı
Mekke’ye her yıl “Surre
Alayı”[924]gönderilmesi Yavuz Sultan Selim’in Hilâfet’i İstanbul’a getirmesinden
sonra başladı. Surre-i Hümâyûn’u Surre emini olan Darüssaade ağası tarafından
düzenlenmektedir. Belirlenen günde Surre Alayı’nı Üsküdar’a geçirecek olan
çektirinin seher vakti Kireç Kapısı iskelesinde hazır bulundurulması bir Kaptan
Paşaya Saray’dan bir emir yazılırdı.
Hareket günü Mekke şerifine
gönderilen Nâme-i Hümâyûn ve Surre-i Hümâyûn defterleri incelenip sadrazam
huzurunda mühürlendikten sonra, meşin keseler, Surre-i Hümâyûn defterleri ve
Mekke emirine yazılan nâme-i hümâyûn Padişah’ın önünde kızlarağası tarafından
Surre emini’ne teslim edilirdi.
Diğer taraftan Surre Alayı
görevlilerine giydirilmesi âdet olan hil’atler cins ve adet olarak teşrifat
defterinde belirtilmişti. Bu uğurlama töreni sırasında da Surre emini’ne
sadrazam önünde hil’at giydirilirdi.
Daha sonra Mahmel-i Şerif
develeri sırayla Bâb-ı Hümâyûn’dan çıkar, yol boyunca toplanan halkın duaları
arasında Kireç İskelesi’nde yeniden tekbîr ve dualar edilerek Üsküdar’a
geçilir, oradan Selâmi Çeşme’de (Ayrılık Çeşmesi’nde) yine tekbîr ve dualarla
Hicaz’a selâmetlenirdi.
i. Asker ve Esnaf Alayları
Sultan IV. Murad 1638 yılında
Bağdad Seferi’ne çıkmadan önce bir “Asker ve Esnaf Alayı” düzenletmiştir.
Veziriâzam Bayram Paşa’ya, İstanbul Mollası, Eyüb, Galata, Üsküdar Mollalarına
hatt-ı şerifler gönderilerek İstanbul’da bulunan asker ve tüm esnâfı lonca
sistemi üzerine ayrılmış ve nakibleri, pîrleri, şeyhleri, kethüdaları, ağaları,
yiğitbaşıları, çavuşları ile atlı, yaya, başlarında olarak ve Teşrifat-ı Kadîme
usûlünce sekiz kat mehterhanelerini çalarak Alay Köşkü önünden geçit resmi
yaptırılmıştır.[925]
Evliya Çelebi 600 civarında
esnaf gurubunun ve pîrlerinin isimlerini, yaptıkları iş gibi özelliklerini ve
kayıtlı nefer sayısını tek tek vermiştir. Bu guruplar incelendiğinde o dönemin
toplumsal yaşayışı ve kültürü hakkında pek çok bilgiler edilmektedir.
Toplumsal statü içinde yer
alan bazı guruplar şöyle anlatılır:
n İlmiye Mensupları ve “Tâlibin”
“Esnâf-ı vüzera, mîr-i mîran
vesaîr âyan imamları: Bunlar 300 neferdir.
Esnâf-ı huteba: 400
aded’dirler.
Esnâf-ı kadı mâzulleri: 500
neferdir. Bunlar mevkilerinin yükselmesi için mazûl oldukları halde sefere
giderler.
Esnâf-ı meşâyih-i izam: 300
adeddir. Bunlar “mücahid-i fîsebil’illâh” gaza ederler.
Esnâf-ı vâiz-i zahîr: 40
neferdir. Bunlar da kadıasker alayında geçerler.
Esnâf-ı nâsıh ve müfessîrin:
400 neferdir. Bunlar da kadıasker ile hasbetenlillâh sefere giderler.
Esnâf-ı muhaddisîn: 60
neferdir. Bunlar da kadıasker ile sefere giderler.
Esnâf-ı müezzînan: 700
adeddir. Cümlesi sefere memur vüzera ve emîr ül- ümera’ların müezzinleri olup
kadıasker ordusu ile alaya giderler.
Esnâf-ı sofîyun: 300 adeddir.
Bunlar da kadıasker alemi dibinde tevhid edip Hak için cihada giderler.
Esnâf-ı mahkeme-i şerî’yye
mukayyîdleri: 2000 adeddir.
Cami muarrifleri esnâfı: 3000
adeddir. Bu tayfa hoşâvaz ile dualar ederek kadıasker alayı içinde geçerler.
Neat okuyucuları esnâfı: 4000
adeddir.
Esnâf-ı hâfızan: 6000
adeddir. 3000 aded’de hâfize vardır. İşbu hâfız ve hâfizeler küheylan atlar
üzerinde Feth-i şerif tilâvet ederek geçerler.
Esnâf-ı sâdat-ı kîram: 17,000
adeddir. Bu tayfanın alay-ı azîm’i Destâr-ı Evlâd-ı Resûl ile (Hz. Muhammed
ahfadının sarıklarıyla) göründükde gûya bir nur-i ilâhi berk vurur. Cümle
esbabı ihtişamile atlara binmiş çifter çifter geçerler.
Şerifler geçtikten sonra
nakibüleşraf başında yeşil ammamesi, sağ tarafında ordu kadıaskeri, yeniçeri çuhadarı,
ve muhzirleri vesair hademeleri ile bunun sağında müneccimbaşı, yeniçeri
çuhadarı, muhzırbaşısı ile geçerek arkasından içoğlanları, onların arkalarından
sekiz kat mehterhane davulları çalarak Alayköşkü dibinden geçerler.
Sıbyan mektebleri hocaları:
Ebced[926]okuyan sıbyanın ‘hesabı imkânsızdır. Allah adedlerini arttırsın!
Hocaların adedi 1993, Mekteb 1993 adeddir. Bu muallimhanelerin binlerce cin
askeri gibi sagir ve kebîr ebced okuyan çocukları hesapsız, kâğıddan külâhlar
giyip ellerinde dümbelekler çalıp her bir mektebin çocukları bir türlü libas
ile envai şakalar ederek kimi dualar edip “âmin” derler. Üstadları da dua
ederek mevç mevç, fevç fevç, güruh güruh olup geçerler. Daha binlerce çocuklar
dahi başlarında şeb külâhları üzre gûnagûn sorguçlarla kendilerini süsleyip
ellerinde def ve kudüm ve Eyüb dümbeleklerile geçerler.
Esnâf-ı talîb-i ilm: 12.000
adeddir. Bunlar da yanmış ve kanmış insanlardır. Keçe külâhları üzme renk
çiçekleri sokup başlarını müzeyyen kılarak ellerinde Kuddûrî ve Mülteka ve
Keşşaf, Kadı tefsirleri ve bellerinde kılıçları ve sapanları ve kirişli yayları
ve sehâm-ı kazaları ile bazı güzel şiirler ve beyitler okuyarak hepsi yaya ve
kemerbaşıları atlı olarak ders ve müzâkere eder gibi geçerlerken Alayköşkü
dibinde “Ve câhidû fî sebilillah...” nass-ı şerifini tefsir ettiklerinden Murad
Han hazzedib üç kese altın dağıttı.”[927]
n Hekimler, Cerrahlar, Sağlık Görevlileri,
Esnâf-ı hekimbaşı: Bir
adeddir. Hekimbaşı beş yüz akçe mevleviyetle hâkimdir. Muhzirleri, Hünkâr
kapıcısı, yeniçeri çuhadarı, 100 aded iç oğlanları vardır. Tekirdağı şehri
hekimbaşılarının arpalığıdır.
Hekimler esnafı: Dükkânları
700. Neferat 1000. Bunlar alay vakti tahtırevan üstünde dükkânlarına âlet ve
şurup hokkalarını, gûnagûn hab şişelerini dizerler. Ve bazı hâstalıklı
adamların nabızlarını tutup deva ederek geçerler.
Göz hekimleri esnafı: Dükkân
40, Neferat 80. Tahtırevanlar üzre gûnagûn güzel esvaplarla süslenip sürme
kutuları ve nice çeşit miller ve nice göz hekimine ait döşemelerle dükkânlarını
tezyin edip alil adamlara ilâç ederek geçerler.
Esnâf-ı cerrâhan: Dükkân 400,
neferat 700. Bu tayfa pürsilâh olup tahtırevanlar üzre dükkânlarına diş
çıkaracak kelbetân., mengene, küskü, destere, eğe ve daha birçok alâtı
cerrâhiye’yi dizip bazı adamların kollarını, başlarını, ayaklarını timar eder
şekilde geçerler.
Esnâf-ı bîmarhanecîyan:
İstanbul’da bulunan beş aded Timarhane’de ne kadar divane varsa iki yüz aded
bîmarhaneciler üç yüzü mütecâviz yeri gökü bilmez zırzop divâneleri altın ve
gümüş yaldızlı demir zincirlerle çeküp geçerler. Hekimbaşı kalfaları
ellerindeki şişeler içre mecnunlara deva olacak şuruplar verip gülsuları saçar.
Ve herbir divâne ejder misal zincir kırarak ve kimi üryan, kimi giryan, kimi
nâlân, kimi handan halt-ı kelâm ederek seyirciler üzre hücum edip halkı güruh
güruh kaçırarak nâralarla ejderha gibi geçerler.
Hastahane hademeleri esnafı:
Beş hastahanede 700 hademe vardır. Bu tayfa tahtırevanlar üzre nice hasta
halleri timar edip yemek ve deva vererek tahtırevan üzre geçerler. Ve
masarifatı saireleri cümleten evkaf tarafından tesviye olunup gaza yolunda
hastalananlara ilâç ederler. Bir takım pâk ve pâkize kimselerdir.
Esnafı meşrubat-ı devâ:
Dükkân 500, neferat 600. İşleri hindiba, köknar, nâne, zâter gibi devaların
suyunu çıkarıp gûnagûn şişelere koyarak dükkânlarını tezyin ederler. Bu devalar
gazilere gazada gayet lüzumlu olduğundan bu tayfa dahi marifetlerini arzile
pürsilâh geçerler.
Şîfalı yağlar esnafı: Dükkân
8, neferat 14.Bu esnafın işleri bademden., servi kozalağından., cevizden,
fındıktan ve daha gûnagûn eşyadan vücude sürülecek yağlar çıkarıp küçücük
şişeler içre koyup tahtırevanlar üzre dükkânlarını süslerler. Halka yasemin
yağı, sünbül, gül ve reyhan, kulemisk yağları dağıtarak geçerler.
Esnâf-ı macunciyan: Dükkân
300, neferat 500. Bu macuncu tayfası tahtırevanlar üzme dükkânlarının macun
hokkalarını dizip kalfaları tunç havanlar içinde Hindistan cevizi kabuğu,
darcın, darifülfül, kakule, havlican, ödülkahir, zencefil gibi devaları döğüp
hazırlarlar
Dükkânsız sürmeciler esnafı:
Neferat 100. Bunlar kutular içinde koruk sürmesi, çiçek sürmesi, Peygamber
sürmesi gezdirip kâr ederek alaya giderler.
Gülsuyu esnafı: Dükkân 41,
Neferat 70. Bunlardan bazıları kocaman. bir ester üzerinde küp kadar bakır
kazanlar içre gülsuyu satar Edirneli hatunlardır. Alayda geçerlerken iki
tarafta olan seyircilere gülsuyu dökerler.
n Canbaz Pehlivanlar Esnafı
Canbaz pehlivanlar 13
neferdir ki her biri ipleri kemend atarak eflâke doğru çıktıklarında felek-i âlâda
Hazret-i İsa ile mükâlemeye çıkıyorlar zannedilir! Üsküdarlı Mehmed Çelebî,
Mağribli Hacı Nâsır, İskenderiyeli Hacı Ali, Harputlu Şaşı Hüsam, Bursalı
Kubadi, Arabkirli Kara Şücâ, Kanberoğlu, Kız Pehlivan, bunlar Padişah huzurunda
terazili, terazisiz, kubadî pabuç ile kimisi ellerinde birer desti, arkalarında
birer eşek ile, kimisi ellerinde yalın kılıç ile arzı marifet eder. Galata
Kulesi’nin tâ tepesindeki topa ayak basmış pehlivanlardır. Sur-i Hümayun’da At
meydanında resenbazlık eden Üsküdarlı Mehmed Çelebi Hatt-ı şerif ile
pehlivanların serçeşmesidir.
Pehlivanların envaı:
Ateşbazlar, hayalciler, kuklacılar, zorbazlar, gûzebazlar, çanakbazlar,
sinibazlar, kâsebazlar, perendebazlar, şişebazlar, kadehbazlar, hokkabazlar,
beyzabazlar, kâğıtbazlar, kumarbazlar, aynabazlar, şimşirbazlar, köpekbazlar,
yılanbazlar ve ilâh... Bu esnaf öyle geçerler ki dil ve kalem ile anlatılamaz.
Cümlesi 40 esnaftır. Kârhaneleri Katır hanıdır. Cümlesi silâhsız adamlardır.
n İnşaatçılar
Dülgerler ve mîmarlar esnafı:
Kârhaneleri Vefa yanında doğramacıbaşı kârhanesidir. Büyük ağalık olduğundan
cümle ihtiyarlarile ustaları evinde otururlar.Dülgerler 4000 ve mimarlar da
4000 kişidir.[928]
n Mehterhane ve Sazendeler
Mehterler: 1 kârhane ve 300
kişidir. Kârhaneleri Demirkapu yanındadır. Ortasında dört köşe büyük bir kulesi
vardır. Her gece yatsudan sonra üç fasıl çalıp dua ederler. Seher vakitlerinde
sabaha üç saat kadar kaldığında, erbab-ı Divan’a ve cümleyi namaza uyandırmak
için yine üç kere faslı lâtif ederler ki uyananlara hayat verir. Ulûfeleri
ağırdır. Biri bir âli mansıba nail olsa bu mehterler tebrik için hanesine varıp
üç nöbet fasıl ederler. Eğer ev sahibi hazır değilse ev halkına bir fasıl çalıp
giderler. Eyüb’de, Kasımpaşa’da, Galata’da, Rumeli Yenihisarı’nda, Kavak
Yenihisarı’nda, Beykoz’da, Anadoluhisarı’nda, Üsküdar’da, Kızkulesi’nde dahi
yine yatsı ve seher vakitlerinde mehterhaneler çalınması Fatih’in kanunudur
Köscü mehterler esnafı: 1
kârhanedir. Odunkapusu’nun iç yüzünde Bıçkıcılar’dadır. İçinde yüz elli çift
deve kösleri İkinci Osman’ın Hotin Seferine götürdüğü fil kösleri vardır. Her
biri bir hamam kubbesi kadar gelir. Bayram gecelerinde, bayram günlerinde,
Padişah düğünlerinde, on sekiz devletin elçileri birleştiklerinde bu kösler çalınır.
Gâvur zurnacıları esnafı: 7
dükkân, 40 kişidir.
Daireciler esnafı: 10 dükkân
ve 55 kişidir.
Erganuncular esnafı: 300
adettir.
Neyzenler esnafı: 4 dükkân,
14 kişidir. Mevlevihanelerde çalınır. Adamın ruhuna sefa verir.
Kâr-ı musîkar esnafı: 6
dükkân 15 kişidir. Kadîm bir sazdır.
Cönkcüler esnafı: 2 dükkân,
10 kişidir. Kırk telli, fil hortumu gibi bir sazdır ki sedası adama hayat
verir.
Tanburcular, santurcular,
utcular, kanuncular, şeştarcılar, kopuzcular. çökürcüler, kara zurnacılar,
tanburacılar, kemençeciler, kaba zurnacılar, cura zurnacılar, asafî zurnacılar,
nefirciler, düdükcüler, borucular ve ilâh... kimi arabalar üzerinde kimi yaya
zikrolunan sazları yaparak geçerler. Hünkâr mehterbaşısı, bu usta sazcıların
arkasından sekiz kat mehterhane çalınarak ve cümle ustalar yaptıkları sazları
çalarak o kadar büyük bir hayhuy ile geçerler ki görenler deccal zuhur etmiş
zannederler. Buna yamak olan 77 esnaftır.
İlginç Bir Olay:
n Mehterbaşı-Mimarbaşı Çekişmesi
“Mehterbaşı taifesi ile
mimarbaşı taifesi arasında Padişahın huzurunda azîm bir mücadele ve mübahase
oldu. Mimarbaşı «Zurnacılar bir alay deccal kavmidir. Biz Padişahıma saraylar
bina ederiz. Salâtin camileri, türbeleri bina ederiz. Biz önce alay etmeliyiz»
dedi. Mehterbaşı: «Bizim hizmetimiz Padişahımıza her ân lâzımdır. Bir yere
gitse mehabet, şevket, şöhret için dosta düşmana karşı tabıl, kudüm, nefîr
döğdürerek gideriz. Cenk yerinde gazileri teşvik ederiz, askeri cenge
kaldırmağa sebep oluruz. Saz ve söz adamın ruhuna sefa verir. Mimarbaşının esnafı
Rum ve Ermeni ve Çingenelerdir, löküncü, su yolculardır. Hele lâğımcı ve
necisli adamlar da vardır. Irz-ı Padişahî yok mudur ki bir alay haşarat
alayımıza takaddüm ideler» dedi. Mehterlerin alayı evvel gitmek ferman olundu.”
n Ziraatçiler
Osmanlı Devleti zirâî ekonomi
esas olduğundan Ziraatçiler’e de Alay’a iştirak ettirilmişlerdir:
“Esnâf-ı çiftçiyan:
Dükkânları yoktur. Amma dört kadılık yerde 26.000 tarla yazılıp 57,000 çiftçi
sayılmıştır. Ağaları bostancıbaşı tarafından terekecibaşıdır. Bu çiftçi tayfası
yani ekinciler ayaklarında çarıklar, omuzlarında aba, kaba, dolma, gûnagûn
yünlü hırkalar, başlarında taçlar üzre envaı teller ile süsleyip nice bin
sığırları ve camusları boynuzlarını altın varak ile cilâlayıp her öküzün beline
kemer kuşak ve kara renkli atlas çullar ve nice bin kınalı sığır camuslara
boyunduruk geçirip çifte çifte sapana, pulluğa koşup ellerinde nodul, üğendire,
diğren misillû âletler ile camusları sapana sürer gibi sürüp «Ekmek benden
bereket senden ver Allah’ım ver!» diye feryad ederek boğazlarında torba torba
atmaca (yani buğday tohumunu) halk üzre serperek «Benim elim değil Âdem Baba
elidir! Yarabbi berekât-ı Halil ver!» diye güruh güruh geçerler.
Esnâf-ı bağiban: Dört kadılık
yerde bağ bahçe ve bostanların mecmu’u 43.950’ ye baliğ olur ki herbiri gûya
Cennet bahçesidir. Her bağda birer adamdan 43950 adam eder amma bazı bağda
beşer onar adam vardır. Bu suretle aded-i neferat’ı pek çoğa varır. Bunlardan
kırk bin kişi terekeci marifeti ile ayrılıp pürsilâh ellerinde gûnagûn kazmalar,
çapalar, yabalar, beller ve bağlarında teller, çapa taraklar, destereler,
keserler türlü, türlü bahçivan âletleri ve nice bin kınalı bostan dolaplarına
mahsus sığırları tezyin edip “0ha! Diha babam! Allah Allah rahmet ver! Yâ Mevlâ
bereket ver! Yâ Mevlâ kuvvet ver!» diye feryad ve figanlar edip her bahçivanın
ellerinde ve bağlarında acayip taçları üzerinde çeşid çeşid çiçekler bulunup
iki tarafta olan seyircilere çiçek vererek geçerler.
n İnzibat Görevlileri
Bu arada Evliya Çelebi
seyrine bizzat katılmış olduğu “Asker ve Esnaf Alayı”ndan görünümleri bazı
kişisel açıklamalar ve yorumlarla betimleyip aktarmaktadır. Örneğin
“subaşı”ların, “ases”lerin insafsızlığını beğenmez, onları “merhametsiz, hatta
“birbirinden beter mel’un” tâbirleri kullanır. Hele devletin resmî cellâdını ve
yaptığı hizmeti çok objektif ve dehşetli bir üslupla aktarır:
Esnâf-ı şehir sübaşısı:
Neferatı 200 olup elleri sopalı merhametsiz adamlardır.
Esnâf-ı ases-i sanî-i
bî-aman: Pîrleri Ömer Ayyâr’dır. Bunlar 202 neferdir. Tutma, kapma, vurma,
boğma, asma, basma, yakalayıp bağlama adamlarıdır. Birbirinden eş’ed mel’un
kavimlerdir.
Esnâf-ı cellâdan-ı bî-aman:
Pîrleri Eyyub Basrî’dir. Bu kavmin üstadı kâmili Kara Ali’dir ki bazularını
sıvayıp kılıcını beline bağlayıp sair işkence, karabend, nakişbend, kemerbend,
zinarbend edecek ucu aşıklı yağlı kemendleri kemerine asıp, işkence
âletlerinden kelbetân, burgu, çivi, bohur fitili, simin sünger, tilseman, deri
yüzecek tentraş, pulad tas, türlü türlü zehirli âletleri el ve ayak kırmağa
mahsus baltaları iki yanına takıştırıp sair yamakları dahi yedişer pâre âletler
ile kemerlerine ziynet verip ve yalın kılıç ile cünbüş ederek geçerler. Amma
neuzibillâh hiçbirinin çehresinde nur kalmamış adamlardır.”
n Mücrimler
Evliyâ Çelebi’nin
sıralamasında yan kesiciler, hırsızlar diğer bazı suç gruplarının da “esnâf”
kapsamı içine alındığını görüyoruz. Döneminin kültüründen kaynaklanan bu olgu
günümüzde pek kolay anlaşılamaz:
“Esnâf-ı yankesici: Nefer
300. Pîrimiz Amr’u Ayyar’dır derler amma haşa sümme hâşâ!
Kara hırsız esnâfı: Nefer
200. Bunlar pîr’imiz Amr Ayyaroğlu Asuş’dur derler amma hâşâ ve kellâ!
Esnâf-ı kidiyan müflisân:
Nefer 500. Bu gibiler hesapsızdır amma herkes evli evinde olduğundan malûm
değildir. Bu yazdıklarımız yankesiciler, hırsızlar, uğursuzlar, nursuzlar cümle
defterle Asesbaşı ve Sübaşıya vergi verenlerdir ki İstanbul’un kalabalık çarşı
ve pazarlarında, kalabalık toplantılar da taşradan gelmiş yabancıların
gözlerindeki sürmeye kadar çalarlar.”
n Meyhaneciler
Evliyâ Çelebi, kendisinin
haram olan içkilerden içmediğini söyledikten sonra Alay’ın en sonunda geçmeğe
mecbur olan alkollü içki satan esnâfı da şöyle takdim eder:
“Mel’un ve menhûs esnâf, yâni
meyhaneciler: Dört kadılık yerde 1060 kadardır. Cümlesi kefere ve fecere olmak
üzere 6000 kişidir. Şarabın katresi haramdır. Lâkin devletin gelirlerinden
olduğundan şarabı menetmemişlerdir. Senevî hasılat alırlar. Başkaca bir
emânettir. Otuz eminin biri de budur. Galata’da Domuzkapısı’nda oturur. Üç yüz
kadar tevabi’i olan büyük emânettir. İstanbul’un dört çevresinde meyhane
çoktur. Amma pek fazla olarak Samatya kapısı’nda, Kumkapı’da, Yeni
Balıkpazarı’nda, Unkapanı’nda, Cibalikapısı’nda, Ayakapısı’nda,
Fenerkapısı’nda, Balatkapısı’nda, karşıda Hasköy’de bulunur. Hele Galata demek
meyhane demektir. Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavudköy, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere
ve Anadolu tarafında Kuzguncuk, Çengelköy, Üsküdar, Kadıköyü nam mahallerde
tabaka tabaka meyhaneler vardır. Meyhaneciler mezmûm bir halk, mel’un bir
kavimlerdir ki Galata meyhaneleri içre bu kadar hanende, sazende, mıtrablar,
kaşerlenmiş adamlar toplanıp gece gündüz sefa ile sürûr ederler. Amma bunlar
ordu alayında mallarını çıkarmayıp cümlesi tebdil-i kıyafet pür silâh geçerler.
Meyhaneci civanlarının üftadeleri şarab-ı tâbın esiri derd-i serleri mahmûr bir
çok bî-asl ü esas efsâneler, murabbalar ırlayarak geçerler. Her bâdehanenin
birer çeşit isimleri vardır ki erbâbı bilir.
Esnâf-ı hizan dilberan: 500
neferdir. Bunlar bir alay hâneberduş eclâftır.
Rakıcılar esnâfı: 100 dükkân,
300 kişidir. Her bir nebattan gülsuyu gibi rakı çıkar. Sarhoşluk verir,
derecesi haramdır. Yoksa şarap gibi katresi haram değildir
Esnâf-ı meyhaneciyan-ı
piyâde: Dükkânları yokdur, nefer 800,
Esnâf-ı meyhâne-i koltuk :
Dükkân 300, nefer 800,
n Muhabbet tellâlları
Padişah’ın önünde 600’e yakın
sayıda grupla geçit yapan İstanbul esnafının içinde yer alan “muhabbet
tellâlları” diyebileceğimiz kişileri Evliyâ bize şöyle tanıtıyor:
Esnâf-ı deyyusan: Nefer 212,
haşa pîrleri ola!,
Esnâf-ı bazeveng-i eblehan-ı
sazengân: Nefer 300, haşa mine’s-sami’in pîrleri ola;”
n Dilenciler
Evliyâ Çelebi’nin
“Dilenci”leri anlatışı fevkalade nefistir:
“Dilenci şeyhler esnafı 7000
adeddir. Bir alay cerrar, kerrar garîblerdir. Her birinin birer yünden
hırkaları ellerinde gûna’gûn alemleri, başlarında lif sırmadan destarları
olduğu halde «Yâ Fettah» ismi şerifi ile cümle körleri birbirlerinin omuzuna
yapışıp kimi topal, kimi meflûç, kimi sar’alı, kimi elsiz, kimi ayaksız, kimi
çıplak, kimi kavrulmuş, kimi eşeğe binmiş, nice bin bayrakların arasında cerrar
şeyhini ortaya alıp, şeyh dahi dua edip yedi bin fıkara bir ağızdan “Allah
Allah ile âmin!” dediklerinde sadalar gökyüzüne ulaşır. Bu tertib üzre
dilencilerin şeyhi Alayköşkü dibinden geçerken durup Padişaha hayır dualar
eder. İhsanına mazhar oldukda durmayıp giderler.”
Evliya Çelebi bu uzun “Ordu
Alayı”nın nasıl son bulduğunu da şöyle aktarıyor:
“Her esnafın Yenibahçe’de
Hüsrev Paşa Türbesinde İstanbul Kadısı Efendinin hanesi önüne varmaları
kanundur. Zira cümle esnafın narh ve terazilerine nezâret eden İstanbul
Mollasıdır. Esnaflar onun hükmündedir. Esnaflar, alayda arzettikleri eşyanın
bir kısmını mollaya hediye verip geri kalanını fukaraya ulaştırırlar. Sonra
alaylarla şeyhlerini; nakil ve kethüdalarını, duacı, çavuş ağalarını hanelerine
koyup herkes dua ederek yerli yerine çekilirler. Bu alay için İstanbul’da üç
gün üç gece alışveriş olmayıp bir alay tertibi gulgulesi oldu ki dillerle tabir
ve kalemle tahriri mümkün değildir. Amma bu abd-i hakîr Evliyâ-yi pür taksîr
âcizâne imkân yettiği kadar şu yolda yazmağa muvaffak oldum. Bu alay hiç bir
devirde ne olmuş, ne de olacaktır.”
2.
DİNÎ TÖRENLER
a. Mevlid-i Şerif Okunması
Rebiü’levvel ayının 12. günü
Sultanahmed Camii’nde okunacak mevlide[929]vezirler sadrazam tarafından
“kethüdâ bey”, ilmiyye ricâli şeyhülislam tarafından reisülküttab vasıtasıyla
çağrılırdı. Yeniçeri ve Ocak ağalarına, rikâb-ı hümâyûn ağalarına,
başkapıcıbaşı ağa’ya, mîr-i âlem ağa’ya, defterdar’a, nişancı’ya, defter
emini’ne, şıkkeyn efendilerine çavuş başı ağa gönderilirdi. İstanbul Kadısı
çağrılacak müderrislerin davetiyelerini yazar, davetiyelerde saat belirtilirdi.
Divanî merâsim kıyafeti giyilir, atlarına “Divan bisatlı” ya da “Divan rahtı”
denilen gümüşlü, kıymetli eğer takımları koyarlardı. Herkes belirlenen saatte
mevlide gelirdi.
Anadolu ve Rumeli
kazaskerleri ile ilmiyye’nin diğer ricâli derecelerine göre mihrâbın sağ
tarafından minberin sonuna, oradan da sofa kenarıyla Mahfel-i Hümâyûn’a doğru
otururlardı. Onların alt yanına Yeniçeri ağası, Ocak ağaları, rikâb-ı hümâyûn
ağaları, kapıcıbaşı ağalar, mîr-i âlem ağa, defterdar, nışancı, defter emini,
şıkkeyn efendileri, cebecibaşı ve topçubaşı otururlardı. Bunlardan itibaren
yeniçeri neferlerine kadar herkesin yeri teşrifat defterine göre belli idi.
Şeyhülislam ve sadrazama mihrabın önüne seccadeler konulmuştu. Sadrazam gelince
orada bulunanlar ayağa kalkardı.
Bu sırada teşrifâtî efendi
buhurdanlar getirir, birini sadrazam, diğerini şeyhülislam ve üçüncüsünü de
vezirlerin önüne koyardı. Padişahın gelmesine yakın buhurdanlar kaldırılır,
müezzinler “Feth-i şerif” sûresini okumaya başlarlar, sûre bittiğinde mahfel-i
hümâyûn’un küçük pencere kafesi açılır, Padişahın geldiği anlaşılırdı. Orada
bulunanlar ayağa kalkarlardı.
Merâsim Fetih Suresi’nin okunmasıyla
başlar, devamında Ayasofya ve Sultan Ahmed camilerinin kürsü şeyhleri kısa
birer vaaz verirlerdi. Vaazlardan sonra cemaate de şerbet dağıtılırdı. Sonra üç
mevlidhan tarafindan halk arasında Mevlid olarak tanınmış Süleyman Çelebi’nin
Vesiletü’n-Necat isimli eseri okunurdu. Sıra Hz. Muhammed’in doğumunu anlatan
bölüme gelindiğinde ayağa kalkılırdı.
Darüssaade ağası va’zını
bitiren şeyhlere ve mevlidhanlara samur kürk veya ferâce giydirirdi. Ancak bu
sırada Mekke Şerifi’nin mektubu sadrazam’a verilir, o da Darüssaade ağası ve
reisülküttab’a teslim ederek Padişah önünde okuturdu. Yine Medine’den
gönderilen hurmadan bir miktarını gümüş tabak içinde sadrazama gönderir, oradan
da ricale dağıtılırdı. Mevlid duası tamamlandıktan sonra sadrazam, şeyhülislam,
vezirler, kazaskerler, defterdar, reisülküttab, çavuşbaşı, nişancı, defter
emini, defterdarlar, topçubaşı ve arabacıbaşı ağalar toplu olarak at üstünde
Padişahı selâmlamak için beklerlerdi. Yeniçeri ağası Padişahı gelişinde ve
dönüşünde atına bindirirdi. Padişah at üstünde selâm vererek geçer, yol boyunca
alkışlanırdı. Sadrazam, şeyhülislam ve diğerleri alkış tutarlardı. Buna benzer
bir tören de sadrazam için yapılır, sonra herkes evlerine dönerdi.
b. Hırkâ-i Şerif Ziyareti
Her yıl Ramazan’ın 15’inde
Hırkâ-i Şerif ziyaret edilirdi. Bir gün öncesinden vezirlere, şeyhülislam’ın
gönderdiği defter gereğince İstanbul kadısı’na, ulemâya, nakibüleşrafa, selâtin
meşâyihine mektûbî kaleminden, Yeniçeri ağası, defterdar, cebeci, topçu ve
arabacı ağalara çavuşbaşı ağa tarafından tezkireler yazılır ve Divan-ı Hümâyûn
çavuşlarıyla gönderilirdi. Ziyaret günü bu devlet adamları öğle namazı
kılındıktan sonra oturup sadrazam’ın gelmesini beklerdi. Sadrazam, maiyeti ve
şeyhülislam Ayasofya Camii’nde öğle namazını kıldıktan sonra Topkapı Sarayı’na
gelirler, Orta Kapı’nın dışında rikâb ağaları tarafından karşılanırlardı.
Sadrazam ve şeyhülislam burada Bostancıbaşı, kapıcılar kethüdası ve mirahurlar
ve sonra diğer ağalar tarafından koltuklanırlar ve Babüssaade önüne gelinirdi.
Burada onları silâhdar ağa karşılar ve Hırka-i Şerif odasına gelinirdi. Birinci
ve ikinci imam efendiler Hırka-i Şerif’in konduğu sandığın önünde oturur ve
Kur’an okurlardı. Şeyhülislam hasta ise, Padişahın izni ile oturabileceği yer
teşrifat defterlerinde yazılıdır. Kur’an okunduktan sonra Padişah sandığı açar
ve Hırka-i şerif’e yüz sürülmesine izin verir. İlk kez sadrazam yüzünü sürer,
sonra şeyhülislam, vezirler, kazaskerler, ulemâ, Yeniçeri ağası, kaptan paşa,
defterdar, reisülküttab, çavuşbaşı, tezkireciler ve diğer devlet erkânı
rütbelerine göre birbirlerini izleyerek yüz sürdükten sonra dönüp yerlerinde
dururlar. Sonra şeyhlerin her biri sandığın önüne gelir, önce dua eder, yüz
sürer, yerlerine döner. En sonda vâlide sultan’ın kethüdası ve rikâb ağaları da
yüz sürerler. Hırka-i şerif’e yüz sürüldükçe sadrazam ve silahdar tülbent ile
silip, tülbendi yüz sürene verirler. Padişah dönüş için izin verir. Enderun’a
girildiği sıra ve usûl içinde Padişahın huzurundan ve Saray’dan ayrılınırdı.
Yalnız Ortakapı’da sadrazam şeyhülislam’ın için bir tören düzenler ve sonra
konağına dönerdi.
c. Hacıların Dönüş Haberi
Hacıların Mekke’den sağ ve
sâlim dönmekte olduklarını bildiren Mekke şerifi’nin ve Şam vâlisi’ ile
mîrü’l-Hac paşa’nın mektuplarını ve Şam kadısı’nın hüccetlerini sadrazam’a
müjdecibaşı ağalar ulaştırırlardı. Haberi getirenlere kendileri hakkında
teşrifat defterinde cinsleri kayıtlı hil’atler giydirilirdi. Haber ve belgeler
daha sonra sadrazam tarafından Padişah’a arz edilirdi.
Mîrü’l-Hac paşa’nın çuhadan “kılavuz
bohçası”yla geldiği zaman sadrazam önünde hil’at giyer ve telhisci ağayla
Saray’a gönderilirdi. Mekke şerifinin hediye bohçası ile gelen adamı Bâbıali’ye
teşrifat odasına alınır, reisülküttab efendiye tahriratını arz ve bohçayı
teslim eder, sonra sadrazam’a çıkarılırdı.
Sadrazam’ın yanında iken
şerbet, kahve ve buhur töreni yapıldıktan sonra kendisine ve maiyetine hil’at
giydirilir ve telhisci ağayla birlikte Saray’a gönderilirdi.
3. GELENEKSEL TÖRENLER
Bu tür törenler geleneksel
kültürün korunması, toplum düzeninin sağlanması açısından yapılmaları gerekli
ya da yararlı olan ritüellerdir. Çoğunlukla dinî motiflerle
güçlendirilmişlerdir.
a. Çeyiz Alayı
Cehiz yazılınca ve nikah
kıyılınca sıra çeyiz eşyasının kız evinden oğlan evine nakline gelir. Çeyizi
kız evinden, erkek evine evliliğin çevreye duyurulmasını sağlayan gösterişli,
şenlikli bir çeyiz alayı ile götürülür. Alayda gelin de bulunuyorsa, “gelin
alayı” veya “düğün alayı” tabir edilir. Çeyiz oğlan evine develerle taşınır.
Cehizin miktarına bağlı olarak havutları mavi boncuklarla süslenmiş, büyük
havan çanları takılmış gösterişli develer seçilir. Gelin alayının çok
uzaklardan sesleri işitilince develerin üstünde herkese teşhir edilen cehizleri
seyretmek için sokaklara çıkan mahalle halkının dedikodusu, konuşmaları
günlerce, haftalarca sürer.
Kız evinde cehiz develerinin
boyunlarına toplarla kumaşlar asılır. Ve deveciye de ayrıca sırma işlemeli
mendil veyahut oymalı yazma verilir.[930]
b. Nikâh
Nikâh günü tarafların ana,
babaları, yakın akrabaları ve davetliler genellikle evlenecek kızın evinde
toplanırlardı. Kadınlar ve erkekler ayrı ayrı mekânlarda bulunurlardı.
Evlenecek kız kapı veya perde gibi bir sütre arkasında imamın ve şahitlerin
sesini duyacak şekilde oturtulurdu. İmam, evlenecek çifte evlenme konusundaki
dinî vecibeleri, fıkıh hükümlerini anlattıktan sonra her ikisine de evlenmeye
râzı olup olmadıklarını, boşanma durumunda tarafların birbirlerine neler
borçlanmayı kabul ettiklerini sorar ve kabul etmişlerse, “Ben de akd-i nikâh
eyledim” diyerek durumu bir kağıda yazıp, şahitlere imza ettirerek nikâhı
kıyar. Kur’an okuyup, mutluluk ve süreklilik dilerdi. Nikâhı kıyan imama havlu,
şeker, sabun, seccâde hediye edilirdi. Sonra bütün davetlilere şerbet
dağıtılır, imam efendi nikâh duası yapardı. imamın evden ayrılmasından sonra
sazlı, çalgılı düğün yapıldığı da olurdu.
c. “Âmin” Alayı
Okula başlama törenine
İstanbul’da halk “âmin alayı” adını verirdi. Çocuk törene, aşağı yukarı sünnet
düğününde olduğu gibi, süslü elbiseler giydirilmiş, boynuna işlemeli hamayil ve
cüz kesesi asılmış, varlıklı ailelerin çocukları başlarına elmaslı, incili fes
giydirilmiş olarak katılırdı.
Üç aylar, kandil gibi kutsal
bir zaman ve pazar ya da perşembe günlerinden birinde talebeler mektebte
toplanır. Elinde bir rahle, çocuğun oturacağı minderi başının üzerinde tutan
“kalfa”en önde olmak üzere alayla çocuğun evine gidilir. Alay, belirli
yerlerinde çocukların hep bir ağızdan bağırarak «âmin» dediği ilâhilerle
okuyarak mahalleyi dolaşır. Evin kapısının önünde hoca dua okur. Bazı
geleneklere göre çocuğu tören süresince hiç yere bastırmamak gerekir. Nitekim
döneminde yapılmış gravürlerde de mektebe başlayacak çocuğunun alaya arabada,
veya ata binmiş olarak katıldığı görülmektedir. Bu maksatla kadınlar onu
kucaktan kucağa vererek arabaya bindirirler. Bazan alaya kadınlar da katılır ve
sevap kazanmak için çocuğu sırtlarında taşırlar. Yolda rastlanan ilk insanın
bilgili, okumuş bir kimse olması çocuğun da iyi okuyacağı anlamında yorumlanır.
Mekteb’e varılınca çocuk hocasının elini öper ve önünde diz çöküp oturur. Hoca
ona önce «Rabbi yessir» duasını öğretir; sonra elifbadan ilk dersi verir.
Hocaya hediyeler sunulur. Sonra hep birlikte yemek yenir.
İstanbul’da, kolay ve güzel
okumayı sağlamak için çocuğun Üsküdar’daki Aziz Mahmud Hüdâ’î türbesine
götürülerek ve ona arzuhal verilmesi, birlikte götürülen üzüm ve kalemin
türbede okutturulması âdetti. Okunmuş üzümü yiyen çocuğun zihni açılacağına
inanılırdı.
Kuran’ı başından sonuna
okumayı öğrenmiş olan öğrenci için camide «hatim duası» denilen tören
düzenlenirdi.
d. “Şed” (Peştamal) Kuşanma
Esnaf ve sanatkâr
loncalarının düzenini sağlayan yarı mistik, yarı meslekî törenlerden biri de
“Peştamal kuşatma” ya da bir diğer adıyla “şed kuşatma merasimi”dir. Fütüvvetnâme’lerde
diğer merasimler ve geleneklerle birlikte bu törenin de ayrıntıları
anlatılmıştır.
Çırak çıkarma töreninde,
lonca uluları bellerine birer peştemal kuşanmış olarak hazır bulunurlar. Önce
loncanın dua nakibi çırağın sağ elini kendi sol eline alıp, hazır olan
ustaların huzurundan geçirerek seccade’de oturan Pîr-i Aziz’in önüne getirir.
Çırağın sağ tarafında nakib,
sol tarafında çavuş veyâ bevvab olduğu halde bütün becerileri anlatılır. Uygun
görülürse hazır olanlar hep birlikte : Allah mübârek eyliye. Revâdır!” derler.
Fâtiha okunur, Peygamberin dört Yârini, Kerbelâ Şehidlerini, yüz yetmiş sanatın
pîrlerini teker teker zikrederler. Sonra çırağı ustasına teslim ederler.
Ustası da mânevi evlâdı
saydığı çırağını yine meydana getirip belindeki peştemalı onun beline ve
elindeki âsayı da eline verip, sağ el sağ ele, iki baş parmaklar dışarda kalmak
üzere bîat ve yemin ederler. Sonra Pîr çırağına hazır olanların önünde şu
nasihati verir: «Ey oğul, evvelâ harama bakma.. Yalan söyleme. Haram yeme.
Haram içme. Haram giyme. Ekmek ve tuza ihanet etme. Sende hakları olan
ihtiyarlara hakaretle nazar etme, uluların önünde gitme, sabırlı ol tahammüllü
ol, komadığın yere el uzatma, emanete hiyanet etme, kanaatli ol.» Bu tesirli
sözler çırağın kulağına küpe olması için kulağını çekerek ensesine bir sille
vurur. «Ey oğul gâfil olma, gözünü aç, gün akşamlıdır!» sözleriyle konuşmasını
bitirip «Fatiha!...» der.
Ustasının çırağın beline
bağladığı peştemaldan ayrı, ipek, kutnu veya sof bir peştemalı daha vardır.
Usta oğulluğunun sağ koltuğu altına yahut hamail bağı tarzında sarar. Bu
tarzların sembolik mânaları vardır. Hazır bulunanlar bir ağızdan: «Yürü Allah
destek ola! Postun mübarek olup kâr ve kazancın helal-ı zülâl ola!» diye hayır
dua ederler. Çırak da besmele-i şerife ile esnaf pîrleri ile şeyh, nakib duacı
ve diğer kethüdâların ellerini öpüp, geri, geri kapıdan çıkar. Sonra vedâ
Fâtihası okunur. Çırak mutbağa giderek hazırladığı lokmayı getirir.[931]
e. Hacı Uğurlaması
Uğurlamaya gelenlerle birlikte
yemek yenildikten sonra erkekler topluca camiye giderler. Dualar edilir.
Çıkışta, uğurlama yerinde toplanılır. Hacı adayı yaşlılardan başlayarak tüm
gelenlerle vedalaşır, helâlleşir ve mezarlığa gidilir, Kur’an okunur.
Sonra dualar ve ilâhilerle Hac
kervanına katılmak, ya da gemiye binmek üzere at veya araba gibi bir vasıtayla
çıkarılır. Mümkün olursa bir süre kendisine refakat edilir.
f. Hacıların Karşılanması (Tehniyesi)
Gelenek hâline getirilmiş
sosyal kökenli bir törendir. Tören hazırlıklarına hacı dönmeden başlanır. Ev ya
da hacının odası yeşile boyanır; her tarafa yeşil sergiler, örtüler serilir.
Hacı gelince eli ve genellikle avucunun içi öpülür. “Haccın mebrur olsun”
diyerek kutlanır. Gelenlere Kâbe’den getirilen zemzem suyu, hurma, hacı yüzüğü
gibi hediyeler dağıtılır, hacı yağı olarak isimlendirilen “gül yağı” sürülür.
Zemzem, sünneti şerife uygun olarak üç yudumda içilir. Kuran ve mevlid okunur,
yemek yenir.
4.
ŞENLİKLER
Önemli bir olayı kutlamak
maksadıyla yapılan “şenlik” türü gösteriler aslında halkı eğlendirmek için
düzenlenirlerdi. “Şehzâdelerin ve sultanların doğumu, düğünleri (sûr-i
hümâyûn), şehzadenin sünneti, önemli bir barış antlaşması” ya da “Sultanın
sefere çıkışı, önemli bir elçinin gelişi” gibi resmî anlamlı şenlikler Saray tarafından;
“bayram eğlenceleri, çırak çıkarma, peştemal kuşanma, esnaf teferrüçleri”
(seyirler), esnaf düğünleri, sünnetleri” gibi olaylar vesilesiyle olanlar da
halk tarafından yapılırdı. Dolayısıyla şenlikler hangi taraftan bakırılırsa
bakılsın halk ile kaynaşmışlardır.
Şenlikler sabah, gösteriler
ikindi, donanma ve havaî fişekler de akşam namazından sonra başlayıp gece
yarısına kadar sürerlerdi. Padişah şenliklerinin ortalama 15 gün, esnaf
teferrüçlerinin ve düğünlerinin de günlerce sürdüğü olurdu.
Şenliklerde alışılmış günlük
hayatın dışında, dinî ve sosyal yasaklar ve baskılar belirli oranda
“görmezlik”ten gelinerek azalmakta olması halk içinde çoşku yaratmakta, ancak
beraberinde belirgin savurganlıklar ve büyük harcamalar yapılmaktadır.
Yenilgilerden ve
felaketlerden sonra yapılan şenlikler, kamuoyunda meydana gelmiş bir çöküntüyü
unutturmak, bireyleri ve toplumu yeniden canlandırmak için düzenlendiklerini
gösteriyor.[932]
Kabaca yorumlanırsa
“Şenlik”lerin işlevi insanları çoşku ile bir araya getirmektir. Şenlik ortamı
içinde fertler aynı toplumun üyesi olmanın mutlululuğunu birlikte yaşarlar.
Şenlikler yalnız İstanbul’da
değil, ülkenin her yerinde kutlanmaktadır. Örneğin Şehzade Mustafa’nın doğumu
üzerine (2 Haziran 1664) Memâlik-i Osmâniye’nin tamamında yedi gün şenlikler
yapılmıştır. Yabancı gezginlerin seyahatnâmelerinde bütün eyâletlerde Fetih
şenlikleri yapılmış olduğunu görüyoruz.[933]
a. Saltanat Şenlikleri
Padişah’ın çok sayıda kız ve
erkek çocukları olduğundan bunların her birinin doğumu, sünneti ve evlenmesi
için de pek fazla şenlik yapılmıştır.[934]Ayrıca sancağa çıkan şehzadelerin
çocuklarının sünnet şenlikleri de bulundukları yerlerde yapılmıştır.
Siyasî sebepler dolayısıyla
önem verilen bir elçinin gelişi de şenlik vesilesi olarak görülmüştür. Diğer
taraftan yabancı devletlerin elçileri de kendi ülkelerindeki âdetlere uygun
olarak bale gösterileri, tiyatro temsilleri, fişek gösterimi gibi eğlenceler
düzenlemektedirler.
Bu arada yeni bir saray ,
cami ya da köşk yapılması, bir savaş gemisinin denize indirilmesi gibi olaylar
bunların birer şenlikle kutlanmasını gerektiriyordu.
Padişah şenlikleri sabah
başlayıp gece yarısına kadar sürer. Sabahla beraber törenler yapılır, pişkeşler
verilir öğle üzeri ziyafet sofraları hazırlanırdı. Yemekten sonra kahve, şerbet
ve buhur dağıtılır, ikindi ezanına kadar herkes dinlenirdi. Gösterilere de
ikindi namazından sonra başlanırdı. Hava kararınca donanma şenlikleri ve diğer
eğlenceler devam ederdi. Bu şenlik süresince genel hatlarıyla hergün
tekrarlanarak devam eden genel program şöyledir:
1. Sadrazam ve vezirlerin
Divanhâne Otağı’na gelmeleri,
2. Hergün belirli bir ocağa
mahsus olmak üzere sırayla ziyafet verilmesi,
3. Baltacıların şerbet, kahve
ve buhur dağıtmaları,
4. Padişah ve misafirlerinin
dinlenmeleri,
5. Hediyelerin dağıtılması ve
pişkeşlerin verilmesi,
6. Seyirlik oyunların
(canbaz, zorbaz, hünerbaz ve diğer dramatik oyunların) başlaması,
7. Donanma ve havaî fişek
seyirlerinin başlaması, dansçı ve oyuncuların gösterileri.
Ziyafet eğer halka (veya bir
Ocağa verilecekse) 10 ya da 15 bin adet sini olarak hazırlanan yemeklerin
“yağma” edilmesi için fermanı çıkar, yemekler yağmalanırdı. Eğer sadrazam ve
vezirler, ulema ya da Saray ve Ocak ağaları gibi erkân çağırılmışsa yeteri
kadar sofra kurulurdu.
Birkaç gün devam eden
ziyafetlerden sonra, davetliler de armağan ve pişkeşlerini takdim ederler.
Eğer şenlik bir sünnet düğünü
ve iki hafta sürecekse ise, 12 inci gün şehzade ve onunla beraber yüzlerce
çocuk sünnet ettirilirdi.[935]
(1) Velâdet-i Âliyye (Doğum)
“Veladet-i Hümâyun” da
denirdi. Şehzade veya sultanın dünyaya gelişi Silâhdar ağa tarafından ilan
olunurdu. Üç gün erkek ise yedi, kız ise beşer nöbet toplar atılırdı.
Üçüncü Sultan Mustafa’nın
1758 senesinde dünyaya gelen kızı Hibetullah Sultan’ın doğumundan otuz, kırk
gün evvel bedestan kethüdalarına haber verilmiş, ışıklandırmada kullanılacak ne
kadar avize ve tertibat var ise dükkanlardan toplanmış, vükela, rical, ulema ve
ümeranın evleriyle sokak, çarşı ve pazarın tezyinatı sağlanmıştı.
Sadrazam Ragıb Paşa’nın pek
çok süslemelerden başka donanma süresince beş bin okka zeytin yağı yaktığı,
orta halli buIunanların bile bu uğurda, bin, bin beş yüz kuruştan az harcamada
bulunmadığı gibi Padişah’ın bin beş yüz elli kese akçesi gitmiştir.
Kısacası zengin fakir herkes
kapılarını pencerelerini kandillerle donatmaya hazırlanmışlar, mahyalar
çekilmiştir.
(2) Sûr-i Hitan (Sünnet)
En parlak şenlikler
şehzadelerin bir hafta ile iki ay arasında uzayabilen sünnet düğünleri
olmuştur.[936]Sünnet düğünleri ilk günden başlayarak her gün sırasıyla sadrazam,
şeyhülislam, vezirler, kadılar, imam ve hatipler, seyyidler ve şeyhlerin
teşrifat-ı kadîme’ye uygun düşen belirli topluluklar hâlinde Padişah tarafından
huzura kabul edilip hediyelerini sunmalarıyla başlar. ve her biri için ayrı
ayrı şölenler eğlenceler düzenlenirdi.
Bir taraftan “sükker
nakkaşları” denilen şekerci esnafı ancak araba üzerinde taşınabilen şekerden
dev heykeller yaparlardı. Diğer taraftan gündüzleri model kaleler, kayıklar ve
kuklalarla savaş oyunları oynanır, geceleri ise binlerce havaî fişek atılırdı.
Saz heyetleri çalar, çengiler rakseder, meddahlar kıssa’lar söyler, orta oyunları
düzenlenirdi.
Diğer taraftan gösterişli
giyimleri, kıymetli koşumlar vurulmuş cins atlar üzerinde devlet erkanının ve
her türlü sanat ve sembolü olan bayrağı taşıyarak maharetlerini gösteren
esnafın katıldığı “esnaf alayları” düzenlenirdi.[937]
Padişahlar On beşinci
yüzyıldan sonra genel olarak halka resmen açıklanmış nikah yapmadıkları için
çocuklarının sünneti bir anlamda annelerinin de eksik kalmış düğün töreni
yerine geçiyordu.[938]Bu şenliklerde geleneğe göre binlerce yoksul çocuklar da birlikte
sünnet ettiriliyordu.[939]
Sünnetlerin bir başka
özelliği de, pek çok sünnet düğününün, ayrıca bir ya da birkaç sultan hanımın
evlenmesi ile Sûr-i Cihaz (Sultan hanımların nişan ve evlenmeleri)
birleştirilmiş olmasıdır.[940]
Üçüncü Ahmed’in oğullarının
on beş gün on beş gece sürmüş büyük sünnet düğünü için düğün yeri olarak
Okmeydanı seçilmişti. Bu on beş gün içinde şehzadelerle beraber 5.000 fakir
çocuk sünnet edildi.
Okmeydanı’nda üzerinde yemek
yemek için 10.000 tahta sini, 1000 ördek, 8.000 tavuk, 2.000 hindi, 3.000
horoz, 2.000 güvercin, şeker dağıtımı için 100 tepsi, şerbet için 10.000 kap,
aydınlatma için 15.000 lamba fanusu, mahyalar için 10.000 kandil camı[941], Bayezid’de şehzadelere gelen hediyeler halka için sergilemek için
“Eski Saray”ın avlusunda[942]kurulan çadırlardaki düğün sofraları için de 10.000 şerbet kavanozu,
10.000 ağaç sepet, 1.000 ördek, 2.000 hindi, 2.000 güvercin, 3 bin tavuk, 8.000
kaz, mahyaları kurmak için 15.000 kandil camı sağlandı. Bu bu ziyafetlerin
özelliği Orta Asya’dan Osmanlılara kadar gelmiş olan ve “toy”[943]biçiminde yapılmış olmasıdır. davetlilere ve halk mevkilerine göre
kendilerine ayrılmış yerlere otururlardı. Yemeğin bitiminde sofra üzerindeki
eşyalar yağmalanırdı. Bununla beraber devlet erkânı ve ricâl’in oluşturdukları
heyetler teşrifat-ı kadîme’ye göre belirlenmiş düzen içinde her gün hediyeleriyle
tebrik için Padişah’a arza çıkarlar. Yemeklerini beraber yerler. Ancak, halkın
ziyafet sofraları civarına geldiği ve Padişah’ın uygun gördüğü bir zamanda
“yağma” başlatılırdı.
Aylarca öncesinden
İstanbul’un bütün çengi ve köçekleri, sazende ve hanendeleri, oyuncu kolları
peylendi. Taşradan binlerle oyuncu ve sazende getirildi. Nedim gibi en namlı
şairlerin bu düğün için yazdıkları şarkılar bestelenerek seksen kişilik
muhteşem bir saz ve hanende heyeti tarafından aylarca evvelinden meşke başlandı.
5000 fakir çocuğa esvab ve hediyeler hazırlandı. Düğün başladıktan sonra
eğlence ve oyun sahneleri on beş gün ve onbeş gece kesintisiz olarak devam
etti. Tophane ustalarının yaptığı mekanik düzenekli bir arabanın üstüne altın
yaldızlı bir köşk kurulmuştu. Araba hareket ettirilince köşkün içinden altı
tane büyük kukla çıkıyor, üç sazende kukla def çalıyor, üç rakkas kukla da döne
döne oynuyordu. Mısır valisi de düğün için hünerli hokkabaz – cambazlar
göndermişti. Geceleri havaî fişekleri atılmış, şehrâyinler yapılmıştı. Yine
Tophâne-i Âmire tarafından Halic’e büyük sallar konulmuş, kandiller ve
meş’alelerle donatılan bu sallara saz takımları, köçek ve çengiler bindirilmiş,
ortasına renkli kandillerden rengârenk ışıklar içinde sular savrulan üç katlı
bir fıskiye kurulmuştu. Bunların arasından bir gecede 700 havaî fişek
atılmıştı.
Tersâne-i Âmire’nin imal
ettiği bir atlı karınca ve bir dönme dolab yapılmıştı; Cebeci Ocağı’nın salı
üzerinde dalları rengârenk kandillerden meyvalarla donanmış 10 tane ağaç ve su
üzerinde yanarak dolaşan fişekleri vardı. Diğer kurumların sallarında da
kandillerden kale, arslan, tavus kuşu, horoz gibi türlü şekil ve resimler
vardı.
Sultan III. Murad’ın
Şehzadesi Mehmed’in Atmeydanı’nda yapılan sünnet düğünün hazırlıkları aylarca
öncesinden hazırlanmış, İstanbul’un Fethi’nin 129. yıldönümü olan 29 Mayıs
1582’de başlatılarak 56 gün devam ettirilmişti.
Şekercilere gerçek
boyutlarında 9 fil, 17 aslan, 19 pars, 22 at, 21 deve, 4 zürafa, 9 deniz kızı,
8 ördek, 11 leylek, 25 şahin ve 8 turna yaptırılmıştı. Şenliklerde cirit
karşılaşmaları, at ve atıcılık yarışları, çengi , çemberbaz, şişebaz, cambaz.
ateşbaz, tasbaz, gözbağcıların gösterileri; gölge oyunları yapılmış, mehterler
çalınmış, esnaf alayı düzenlemiş, Tersâneliler ip üstünde kalyonları
savaştırmışlar, gece havaî fişekler atılmıştı.[944]
(3) Sûr-i Cihaz
Düğünün en gösterişli
safhası, çeyizin de içinde yer aldığı düğün alaylarıdır. Düğün alayının adeta
tacı yahut baş süslemesi ise nahıllardır. Kız evi tarafından hazırlatılan
nahıllar, düğünü yapanın mali gücünü ve toplumdaki yerini gösteren bir simge
idi. Ağaç biçimindeki nahılların üzerlerindeki süsler halk arasında balmumu
meyvalar, çiçekler, hayvan figürleri, renkli kağıtlar ve parlak şeylerle Padişah
şenliklerinde ise, kıymetli taşlar, altın kaplama süsler, gümüş yapraklar, ve
yaldızlarla donanırdı.
En büyük nahıllar düğün
alayının en önünde gider, alayın başını işaret ederdi. Düğün alaylarında
sadrazam, vezirler ve devlet ileri gelenleri nahılların arkasından yürürlerdi.
Alayın iki yanında küçük nahıllar yer alır, bunları yapma bahçeler, şeker
işleri, güğümlerle şerbetler ve nihayet gelinin çeyizi, çeşitli renkte para
keseleri ve mücevher kutuları izlerdi.
Hatice Sultan’ın 1674
yılındaki düğününde 150 nahılcı tarafından iki büyük, kırk küçük, iki gümüş ve
sekiz şekerden nahıl yapılmış ve düğün alayı ile gezdirilmiştir. Bir İngiliz
seyyahının “inanılmayacak büyüklükte ve en mükemmel biçimde süslenmiş şeylerdi”
dediği
Nahıllar tel, renkli kağıt,
çiçekler ve mumdan yapılmış meyvalarla süslenmişti. Büyük nahıllar, yaklaşık 25
metre boyunda, alt kısımları 4.5 ila 5.5 metre çapında büyük bir gemi sereni
üzerine asılmıştı. Evliya Çelebi büyük nahılların, renk renk “kâfûrilerden ve
tellerden” Süleymaniye minaresi biçiminde göklere uzanan, ışıklı, parlak
olduklarını söyler.
Böylesine büyük nahılların
geçebilmesi için, bazan evlerin saçakları, cumbaları ve tavanları yıktırılarak,
sokak genişletilir, yeniden yapılabilmesi için sahiplerine para ödenirdi.
n Fatma Sultan’ın Çeyiz Alayı
Sultan III. Ahmed’in Kızı
“Fatma Sultan’ın Birinci Avlu’ya çıkarılan çeyizinden sepet sandıklar 55 katıra
arta kalanlar da kapaklı arabalara yüklendi. Alayın geçeceği yolları açık
tutmak ve düzeni sağlamak için daha evvel muhzırlar ileri gönderilmişti. Çeyiz
alayı, yürüyüş sırasını aldıktan sonra, önünde asesbaşı, arkasında Mehterhane
yürüyüşe geçti.
Çeyiz alayına iştirak eden
asesbaşı, subaşı, Dergâh-ı Âli çavuşları, gedikli zâimler, Divân-ı Hümâyun
kalemi hâcegânı, topçubaşı, cebecibaşı, kul kethüdası, Yeniçeri efendisi ve
Sekbanbaşı, aşağı bölük ağaları, sipah ve silahdar ağaları, Dergâh-ı Âli
kapıcıbaşıları, defterdar, nişancı ve Yeniçeri ağası, sağdıç İbrahim Paşa, 60
harem ağası merasim elbiselerinin ve başlarındaki selimî, kallavi, mücevveze
kavuklarının heybetli görünüşü, ve yanlarında Dergâh-ı Âli kapıcıları,
ellerinde iki adet şeker bahçeleri taşıyan Tersâneli’ler, başının üzerinde “yüz
yastığı”nı taşıyan Saray-ı Atik teberdarlar kethüdası, başında mücevher tacı
taşıyan teberdar, kafesler içinde mücevheratı taşıyan Saray-ı Atik
teberdarları, tepsiler içinde açıkta ve elde götürülen kıymetli eşyaların,
mücevherlerin göz alıcılığı, altın, gümüş kaplar, fenerler, cibinlik ve zarları
götürenler ve bunların iki yanında kıymetli eşyayı korumak için yürüyen
teberdarların güneşte parlayan madenî üsküfleri ve nihayet çeyizi taşıyan
katırların ve araba atlarının boyunlarına sarılı atlaslar ve dibalar seyre
çıkmış şehir halkının heyecan ve neşesini artırıyordu.
Safiye Sultan’ın Çeyiz Alayı
Sultan III. Ahmed’in Kızı
Safiye Sultan’ın çeyiz alayı[945]uçları sırma işlemeli bir yüz
yastığı, kıymetli bir bohçaya sarılarak çeyiz alayının hareketinden evvel Saray
teberdarlarından birisinin başı üzerine konarak teberdarlar kethüdası vekili
vekilharç ile Damat Paşa’ya gönderilmişti.
Çeyiz alayının hareketinden
önce yolların boşaltılması ve düzen sağlanması için ases başı ve subaşının
adamları, gönderilmişti. Çeyiz Alayı, Topkapı Sarayı’ndan Sipah ve Silahdar
Ocağı, topçubaşı ve cebecibaşı, kul kethüdası, yeniçeri efendisi, sekbanbaşı,
sipah ve silahdar ağaları, kapıcıbaşılar, başbaki kulu, defterdar, Yeniçeri
ağası, sağdıç Süleyman Paşa, kapıcılar kethüdası ve Safiye Sultan kethüdası,
sağda solda Eski Saray teberdarları, 40 harem ağası, çadır mehterleri, tabıl,
nakkare ve nefirciler tertip ve sırası ile hareket etmişti. Çeyiz Alayı Bab-ı
Hümayun’dan çıkıp Soğukçeşme ve Alay Köşkü önündengeçerken Padişah yanında
bulunan nedimleri ve musahipleri ile Alay Köşkü’nden seyir etti.
Ali Paşa, gelenlere buhur ve
şerbetler ikram etti. Harem ağalarına, Kur’an-ı Kerim’i getiren Safiye Sultan
kethüdasına, teberdar kethüdası vekilharca kaftan giydirdikten sonra “Çeyiz
Alayı” sona ermiş oldu.”[946]
(4) Bed’i Besmele (İlk Ders)
Şehzadelerin ilk dersleri
şenlik havası içinde yapılıyordu. Örneğin daha sonra Sultan I. Mahmud olarak
tahta çıkacak olan Sultan II. Mustafa’nın şehzadesi beş yaşına bastığında
“Bed’i Besmele Töreni” yapıldı.[947]Sadrazam, şeyhülislam, kızlarağası
için İncili Köşk’ün önüne kurulan çadırlarda akağaları yiyecek sundular.
Şeyhülislam ve sadrazam çok süslü bir atın üzerinde gelen şehzade’yi karşılamak
için Otağ-ı Hümayun’a gittiler. Teşrifat-ı kadîme icabı şehzadenin sağında sadrazam,
solunda şeyhülislam durdu. Ulema ve kazaskerler sedirde oturuyorlardı,
defterdar ile reis efendi ayaktaydılar. Padişahın hocası Müfti Feyzullah Efendi
bu kez şehzadeye Kuran’ın ilk sözlerini belletti
Şehzade Mehmed, Mustafa ve
Bayezid’in 8 Ekim 1721’de ilk derse başlamalarını İncili Köşk’ün önüne
sadrazam, kaptan paşa, şeyhülislam, defterdar, Rumeli kadıaskeri, reis efendi
için çadırlar kurulmuştu. Saray’ın birinci ve ikinci imamı şehzadelere hoca
olarak seçilmişlerdi. Damat İbrahim Paşa gösterişli bir alayla gelerek İncili
Köşk’ün önüne dizilmiş olan erkânı selamladı. Padişah İncili Köşk’e daha sonra
atla geldi. Kızlarağası ile Damad İbrahim Paşa, Padişahın attan inmesine yardım
ederek çadırına götürdüler. Yemekten sonra alay Birinci Avlu’dan İkinci Avlu’ya
geçti. Önce en büyük Şehzade Mehmed geldi, haznedar ve kızlarağası kollarına
girmişti. Sonra diğer şehzadeler geldiler. Alayla İncili Köşk’e gidildi.
Teşrifât-ı kadîme’ye göre Sultan Tahtı’na oturdu. İki tarafındaki halılara da
şehzadeler, Sadrazam, Şeyhülislam, Kaptan Paşa, kadıaskerler, Ayasofya Camii
şeyhi oturdu, diğerleri ayakta durdular. Şeyh dua okudu, Damat İbrahim Paşa
büyük şehzadeyi Şeyhülislam’ın karşısına oturttu, silahtar bir rahle koydu,
Şeyhülislam elifbâ’nın ilk beş harfini Şehzade’ye tekrarlattı. Diğer iki
şehzade’ye de aynı yöntem uygulandı. Görevlilere kaftanlar giydirildi.
Şehzadelere tezhibli bir Kur’an verildi.
Sultan III. Mustafa’nın
Sultan III. Selim adıyla tahta çıkacak olan şehzadesi beş yaşına basınca 24
Ekim 1766’da bed’i besmelesi için yine İncili Köşk’ün önüne büyük otağ
kurularak, vezirler, Rumeli ve Anadolu kazaskerleriyle diğer ulema ve
görevlilerle birlikte tamamen benzer bir “Bed’i Besmele” şenliği yapıldı.[948]
(5) Fetih Şâdmânlığı
Bir kalenin ele geçirilmesi,
savaş alanlarında bir zafer elde edilmesi gibi olayları kutlamak amacıyla
şenlikler yapılıyordu. Örneğin Fatih Sultan Mehmed Bosna’nın 1463’te ele
geçirilmesini kutlanması sırasında Beyoğlu’ndaki gayrimüslim devlet tebaası
tacirlerin de şenliğe katılmalarını istemiş, hatta bu şenliklerde kendisinin de
bulunacağını söylemiştir. Bu maksatla sokaklar halılarla, ev ve kiliseler
değerli kumaşlarla süslenmiş, her taraftan donanma fişekleri atılmıştır. Ve bu
şenliklerde ve şölenlerde Fatih Mehmed zenginlerden Cario Martelli ve Giovane
Cappori’ye konuk olarak bulunmuştu.
İkinci Bayezid, 1482’de
Karaman seferinden dönüşünde Istanbul’da büyük bir şenlik düzenlenmişti.
1635’te Erivan’ın ele geçirilmesi üzerine yedi gün yedi gece, 1645’te Hanya’nın
ele geçirilmesi münasebetiyle İstanbul’da üç gün üç gece şenlik yapıldı.
1646’da Resmo’nun kırk gün kuşatıldıkdan sonra düşmesi üzerine bu zafer üç gün
üç gece boyunca şenliklerle, fişek gösterimleriyle, 1669’da Kandiye’nin alınışı
bütün ülkede yine üç gün üç gece süren şenliklerle kutlandı.
1672’de Kameniçe kalesi ele
geçirilmesi üzerine üç gün üç gece süren şenlikler önce top atışlarıyla
başlamıştı. Sarayburnu’ndan Bahçekapı’ya dek Sarayın kıyı boyu her yirmi adımda
bir yağa batırılmış bezlerle yapılan meşalelerle donatılmıştı. Tüfek ve top
atışlarının yanı sıra çanak bombaları atılıyordu. Galatasaray’da kandil
donanması düzenlenmişti. Deniz ortasında birçok fişek atılıyordu. Tüm evler
süslenmişti, buna uymayanlar falakaya yatırılıyordu. Kimi hanların içi de
fenerlerle aydınlatılmıştı. Ertesi günki donanma çok daha parlak oldu.
Galatasaray’da tüm pencereler aydınlatılmış, 2000 kandil yakılmıştı. Denizde
ışıklarla donatılmış bir gemi maketi yapılmış, gemi çektirilerek Kızkulesi’ne
getirilmiş, buradan pek çok fişek atılmıştı. Her dükkan değerli kumaşlar ve
halılarla süslendiği gibi ayrıca her birine güzel fenerler asılmıştı. Valde
Han’ında ağaç dallarıyla kemerler yapılmış, çok sayıda lambalarla süslenmişti.[949]
b. Halk Şenlikleri
Osmanlı kültüründe eğlence
ancak İslâm’ın koyduğu toplum düzeni ve ahlâk kuralları içinde vardır. “İçki,
kumar ve fuhuş” bu kuralların kesin yasaklarını oluşturur. Dolayısıyla Osmanlı
eğlence kültürü ancak bu mantık içinde detaylandırılabilir. Bunun dışında
kalanlar geleneklere karşı ve kültürün kendisinden gelmeyen eğlencelerdir.
“İstanbul’da bir “sûr-i
hümâyûn” yahut “Fetih şâd-mânî”liği, ya âyan ve eşraftan birinin evlenme veya
sünnet düğünü olduğu zamanlar hanendeler, mutribler, rakkaslar, pişekârlar, dâireciler,
mudhik ve mukallid’ler, feleğinden çenberinden geçmiş şehir oğlanları bir araya
gelüb bu düğünlerde bir gün bir gece, iki gün, beş gün, beş gün oynayıp her
gecesinde ev sahibinden bir kese kuruş bahşiş alırlardı.[950]Diğer taraftan
“rakkaslar, hokkabazlık, sürahibazlık, gözebazlık, kadeh, ateş, sepet, perende,
mühür, sini, naklebazlık” yapan sanatçı kolları da halk şenliklerinde yer
alırlar.
(1) Ramazan Şenlikleri
Karşılıklı minarelerin
şerefeleri arasına gerilen halata şimşirden yapılma halkalar ve kancalarla
gevşek yedek ipleri, bunlara da sayıları yüzleri aşan kandiller sarkıtarak
yuvarlak biçimleri de kapsayan karmaşık ve zahmetli yöntemlerle yapılırdı.
Mahya kurarak yazılan yazılarda Ramazan’la ilgili sevinç ifâdeleri, şükür
duaları yazılırdı. Ancak teravih sonrası cami çıkışına kadar mahyaların hazır
olması gerektiğinden, ve üstelik her akşam ayrı bir mahya kurulması
gerektiğinden mahyacılar gün boyu çalışırlardı. Kış ramazanlarında mahyaları
hazırlamak çalışma zamanı azaldığından daha zor olurdu. Tek minareli camilerde
(ve Kadir gecelerinde) minarelere,“ışıklı kaftan” denilen ve külah kesiminden
şerefeye kadar çepe çevre düşey kandil dizileri giydirilirdi. Karşılıklı iki
şeref arasında makara düzenekleri kurarak bazı görüntü parçalarını kaydırabilen
usta mahyacılar da vardı. Mahya geleneği ancak çok minareli ve çok şerefeli
camilerin bulunduğu kentlerde yapılabilmekteydi. Diğer kentlerde minarelere
“kaftan” giydirilir, “uçurtma mahya” denilen ve şerefelerden salınan fenerler
belirli eğimli ipler üzerinden kaydırılırdı.
(2) Yeniçeri Düğünü
Düşmana esir düşen
yeniçerileri kurtarmak için gereken kurtulmalık akçesi olan “fidye-i necât”ı
sağlamak amacıyla Ocakça bir tür paralı eğlence düzenlerdi. Her ne kadar bu bu
fidye , ocağın orta sancağından ödenirse de tutsak sayısı çok olur ve sandığın
parası da bunu ödemeye yetmezse, yeniçeri düğünü denilen paralı bir eğlence
düzenlenirdi. “Kurtulmalık akçesi verilecek olan esirlerin bağlı olduğu ortanın
kışlasına köçekler getirilir, kahve ve şerbetler dağıtılıp, saz ve söz
sohbetlerinden sonra ortaya çengiler çıkarılır. Nihayet ocaklılar gönüllerinden
kopan parayı üstü çuhayla kaplı para koymaya mahsus bir tasa atarlar ve
toplanan bu parayla da tutsaklar kurtarılırdı.[951]
(3) Esnaf Şenlikleri
Kırk senede bir kuyumcular
esnafı Kâğıdhane çimenzârında toplanıp yirmi gün sohbet ederlerdi. Memleketin
kuyumcuları bu kır eğlencesine katılırlar, üç yüz kese kadar masraf olurdu. Bu
yirmi gün için Kâğıdhane vâdisinde beş altı bin çadır kurulurdu. Bizzat Padişah
tarafından kuyumcubaşı’ya on iki keselik hediye verilmesi Kanunî Sultan
Süleyman zamanından kalma bir gelenekti.[952]Diğer taraftan
kuyumcu kalfalarından önce on iki yetenekli kalfa şeyhülislam’ın sonra sair
vezirlerin ellerini öperler, sonra kuyumcubaşı ve şeyhinin ile nakibinin ve
sırasile daha bazı pîrlerin ellerini öperlerdi. Sonra kuyumcubaşı kıymetli
taşlar çakılarak süslenmiş pîş tahta, divit, rıhtdan, kılıç, gaddâre gibi özel hediyeleri
takdim ederdi.[953]
Sarraçlar esnafı dahi bunlar
gibi yirmi senede bir teferrüç ederler.
Şenliklerde esnaf
gösterileri, çeşitli canbazlık hünerleri, kukla ve karagöz oyunları, cirit,
güreş, okçuluk, binicilik yarışmaları yapılır, geceleri etrafa ışık saçan
binlerce fişek atılır, minarelere mahyalar asılır, renkli kandiller ve
meşalelerle donatılmış sallar üstüne saz takımları, köçekler bindirilir, deniz
üzerinde fişekler yanarak dolaşır, meydanlardan fener alayları geçerdi.
Bütün bu eğlencelerdeki
seyirlik oyunlar doğaçlama olarak yapılırdı. Bunların bir kısmı güncel
olayların, yönetimin eleştirisi olan taşlamalardı.[954]
(4) Mekteb Seyirlikleri
Sibyan mektebleri’nin çoğu
bir vakfa bağlı olduklarından vakfiyelerinde senede bir kere bahar’ın yaza
yakın günlerinde “hoca ve kalfaların öğrencileri seyre götürmeleri ve yemek
pişirip birlikte yemeleri” için masraf ayrılmıştı. Diğer taraftan avârız
vakıfları bünyesinde olmak üzere “mekteb çocuklarının teferrücü (kır gezisi)”
için yapılmış vakfiyeler vardır. Dolayısıyla sibyan mekteblerinin talebelerini
yılda bir kez hocaların sıbyanı bahar günlerinde mesireye götürüp yemek
yedirmeleri bir gelenek hâline gelmiştir. Özellikle İstanbul halkı için bu
çocukların gidiş, gelişlerini ve mesirede eğlenmelerini seyretmek de baharın
gelişini müjdeleyen bir zevk olmuştu.
Seyre gidileceği bir, iki gün
önceden çocuklara haber verilir; ailelerine söylemeleri ve o gün cüz kesesi
getirmemeleri istenirdi. Seyir yeri çoğu kez yürüyerek gidilebilecek kadar
yakın çayırlık yerler olurdu. Bununla beraber, özellikle vakfiyesinde
belirtilen örneğin Beykoz çayırı, Kağıthâne, Çayırbaşı gibi bilinen mesire
yerlerine de gidilirdi.
Sabahın erken saatlerinde en
önde hayrına su dağıtan “sebilciler”le mahalle sakası , başlarında hoca, kalfa,
bevvap olmak üzere kafalarında renkli külahlar, ellerinde uçurtmaları, kaynana
zırıltıları, taka-tuka’larla talebeler ve en arkada yemekle meşgul olacak
aşçılar hep birlikte dua’lar ve ilahilerle tabur halinde yola çıkılırdı. Belli
yerlere gelindiğinde başka mekteblerin hocaları, kalfaları, bevvap ve diğer
görevlileri su dağıtanlarıyla birlikte katılmasıyla iyice büyük bir alay
oluşurdu.
Bu arada kuşlokumu,
kağıthelva, macun, şeker satanlar da, sayıları artarak alayı belirli bir
mesafeden takip ederlerdi. Seyir yerine varılınca kısa bir dinlemeden sonra
çocuklar oyunlara, seyyar satıcılar satışlara, aşcılar da yemeği hazırlamağa
başlardı. Hocalar, kalfalar ve bevvab’lar çocuklara gözetip çevreye uyumlarını ve
gerekli düzeni sağlarlardı. Yemekler hazırlanıp çayır üstünde sıralanmış
sinilere yerleştirilince, kalfalar çocukları yemeğe çağırırdı. Yemek iştahla
yenilir ve şükür duası edildikten sonra oyunlar yeniden başlardı. Hocalar
çocukları kalfa, hafız, bevvab gibi yardımcılara teslim eder uzakça bir yerde
sohbet ederlerdi. Dönüşe ikindi sonrasında başlanır ve akşam ezanından önce
varış gerçekleştirilirdi.[955]
BÖLÜM V
KÜLTÜR
A. DİN
Devlet’in resmî dini olan
İslam, doğal olarak Osmanlı kültürünün de temel ögesidir. Bu bağlamda devlet
(güncel terimleriyle) medenî hukuk, borçlar hukuku, verâset hukuku, şahsî
hukuk, ticaret hukuku, milletlerarası hukuk alanlarında hükümleri Kur’an
emirleriyle çatışmayan fermanlar ve kanunnameler yayımlayarak, yüksek din
eğitimi veren medreseler açarak, ibadethaneler yaparak, vakıfların kayıt ve
denetimlerini üslenerek toplumun dinsel hayatına çeşitli katkılarda bulunduğu
açıktır.
Diğer taraftan toplum içinde
yer alan çeşitli kitleler İslâm’a farklı açılardan bakmaktadır. Örneğin Medrese
(ya da İlmiye) İslâm’ı “akıl”, tarikatlar de “gönül gözü” ile görmektedirler.
Fütüvvet anlayışı Sekizinci yüzyıldan beri[956]dünyevî değerleri
İslam değerleriyle yorumlamağa çalışmaktadır. Toplumun geniş bölümü de İslâm
hakkında bütün bu anlatılanları günlük akılla algılayıp geleneklere, âdetlere
dayalı bilgi ve yöntemlerle yorumlamaktadır.
1. DİN VE DEVLET İLİŞKİSİ
Anadolu’da yerleşik Osmanlı
halkının dinsel yaşamını Selçukluluar ve Beylikler döneminin devamı olarak
görmek doğaldır. Bununla beraber Osmanlı öncesi dönemlerden günümüze ulaşmış
bazı belgelerde[957]Anadolu halkının dinî yaşamı ihmal ettiklerine dair bilgilere de
raslanılmaktadır. Dolayısıyla Osmanlı ferman ve kanunnâmelerinde “terk-i salât”
edenler hakkında yer alan zorlayıcı hükümlerin[958]Osmanlı
yönetimince bu durumun dikkate alınmasından kaynaklandığını düşünebiliriz.
Nitekim Fatih Sultan Mehmed’in bir fermanında yöneticilere “namazın terk
edilmesiyle mescidlerin harabe haline geldiği belirtilerek, târik-i salât
olanlara ta’zir-i bi’d-darb (dayak) ve ta’zir-i bi’l-mal (para cezası)
verilmesi için namazcı adıyla yasakçılar tayin edilmesi” emredilmiştir.[959]Bu hüküm Sultan II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim’in kanunnâmelerinde
devam ediyor.[960]Ancak Yavuz Sultan Selim’in Kanunnamesi’nde de “bi-namazlar’ın tedibi”
hakkında özel bir hüküm bulunmadığı gibi, «emr-i şer’î muteberdir, kanunu
yoktur” kaydı da düşülmüştür.[961]Diğer taraftan Şeyhülislâm Ebussu’ud
Efendi’ye göre de “namaz kılmayanlardan şer’an para cezası alınamaz”[962]Gerçekten de Mâliye gelirlerinin ihale yöntemiyle götürü olarak tahsile
verildiği bölgelerde muhassılların ana gelir kaynakları örfî vergiler ve para
cezalarıdır. Dolayısıyla kadı’ların re’sen görevlendirdiği namazcı’ların
“namazı terk etti” suçlamasıyla para cezası vererek ya da para cezasına
dönüştürülebilen dayak cezası uygulayarak reâyâ’ya zulüm yapmaları mümkündür.
Kanunî Sultan Süleyman
döneminde ise para cezası kaldırılmıştır. Kanunî Sultan Süleyman bu konudaki
fermanında[963]“...halkın farz ve vâcib’leri uygulamakta gevşek davrandığı,
mescidlerin çoğu yıkılma derecesine geldiği halde tamir ve yenilenmediği[964]; bazı imamların Kur’an-ı Azîm’i hatasız okuyamadıkları, namazın
erkânını bilmedikleri, hatta imamlığa mâni halleri bulunduğu halde imamlık
yaptırıldığına[965]dair şikayetler geldiğini belirttikten sonra vilayet kadısı’nın ileri
gelenler arasından bitaraf kişiler seçip bu durumları yerinde görüp
incelemesini, namazı terk edenler tenbih ve tehdit edilerek beş vakitde namaz kıldırılmasını,
kaçanların ve inat edenlerin hakkından gelinmesini, harap olan mescidlerin
mütevellilerine vakıf gelirleriyle tamir ettirilmesini, vakfı olmayan şehir ve
köy mescidlerinin kendi mahalle ve köy halkına tamir ettirilip yeniletilmesini,
ihtiyaç duyulan nesnelerin bildirilmesini; imamlık yapamayacak olanların
görevleri ehil kişilere tevcih edilip Merkez’e bildirilmesini; herkesin hakkına
riayet edilmesini, garaz ve taassup’tan, hele bu bahaneyle kimsenin ırzına ve
malına hâlel getirilmesinden, emirlere aykırı işler yapılmasından
kaçınılmasını; bazı vilayet kadılarının “namazcı” görevlendirerek reayaya
eziyet ettiklerini, bundan böyle kimsenin namazcı olarak ta’yin edilmemesini,
fermanda emr olunan hususları kadı’nın bi’z-zat görüp hilâf-ı şer’-i şerif
olmadan ve kimseye zulüm etmeden görevi ifa etmesini[966]” istemektedir.
Kanunî Sultan Süleyman’ın
namazı terk edenlere karşı para cezası uygulamasını şeriat hükümlerine aykırı
görerek yasaklayan bu fermanı, hem örfi hukukun şer’î hukuk otoritesi altında
bulunduğunu açıkça belgelemekte ve hem de toplumun dinî hayatı ile devlet
ilişkisinin boyutlarını bir ölçüde açıklamaktadır.
Bununla beraber devlet ricâli
arasında terk-i salât edenlere baskı yapılmasından yana olanlar da, risâle
biçiminde kaleme aldıkları görüşlerini, önerilerini çeşitli yollarla Padişah’a
kadar ulaştırmaktadırlar.[967]
Dolayısıyla devletin “naks-i
din”i önlemeğe yönelik (örneğin “târik-i salât olanlar”, ramazan’da “alenen
naks-i sıyâm edenler”, içki içenler üzerindeki) baskısı çeşitli zamanlarda
yayımlanan fermanlar ve uygulamalarla devam etti.
2. İLMİYE ÖĞRETİSİ
Vahy, hadis ve sünnet’lere
bağlı her türlü dinî ve tarihi oluşumlar, medreselerde Kur’ân ve Hadis ilimleri[968]ile diğer âlet İlimler[969]olarak okutulmaktadır. Dolayısıyla
İlmiye görüşü itikad ve ibâdet açısından yapılan değerlendirme ve
yorumlamalarda formel kesinlik arayan rasyonel bir anlayışı temsil eder.
a. Medrese Öğretimi
On dördüncü yüzyılın ikinci
yarısından sonra Osmanlı medreselerinde fıkıh hâkimiyeti, ehl-i Sünnet
gelenekçiliği ağırlığını hissettirmeğe başlamıştır. Tasavvuf çevreleri ile
mevcut ilişkilere rağmen medresede tarikatlere soğuk bakan bir görüş ayrılığı
oluşmuştur.[970]Bu bağlamda ulemâ kesimi tekke erbabı tarafından “ülemâ-yi rüsum”
(resmî ulemâ) olarak nitelendirilmekteydi. Diğer taraftan din olgusunu akıl
gözüyle gören medreselilere “ulemâ-yi zâhir”, gönül gözüyle gören meşayihe de
“ulemâ-yi bâtın” denilmektedir.
b. Cami Öğretisi
Vakıt namazlarından sonra
müderris, imam, ders-i âm ve hatibler cemaat’den ders dinlemeğe gelenlere din
ilmi, İlm-i hâl, risâle-i ahlak gibi ilimleri öğretirlerdi. Bu dersler isteyen
herkese açıktır. Bu itibarla camiler yalnız ibadethane değil, aynı zamanda
birer “açık öğrenim okulu”dur[971]Ancak Cuma günleri öğle namazı
(Cum’a namazı) öncesi gerekli hallerde devletin resmî tebliğlerinin okunup
halka duyurulmasına ve açıklanmasına dair bildiri- konferanslara (hutbelere)
ayrılmıştır.
Haftanın diğer günleri hergün
ve günün her saatinde “kürsü şeyhi” denilen hatiplerin (konferansçıların)
verdikleri derslerde ise dinleyicilerin soru ve cevap hakları vardır. Ancak
hatibin konuşması “hutbe” dinler gibi sükût içinde dinlenir,[972]müdahale edilemez. Sorular hoca’ya bahis sonlarında yönetilir ve
cevapları alınırdı. Zorunluluk olmadan cemaati terk ederek ya da ön safa geçmek
için dinleyiciler rahatsız edilemezdi.
3. TARİKAT ÖĞRETİSİ
Tekkelerde yaşanan İslam
anlayışı Osmanlı ülkesinin Müslüman tebaasını en üst tabakasından en alt
tabakasına kadar kucaklayan bir dünya görüşü oluşturmuştur. Zaman zaman,
Mevlevîlik, Halvetîlik, Celvetîlik ve kısmen Nakşibendîlik Merkezî yönetimle
sıkı ilişkiler içinde görünmelerine rağmen Osmanlı tekkelerinde İslâm siyâsî
ideoloji haline dönüşmemiştir.[973]
Mevlevîlik, Melâmîlik,
Kadirîlik, Rifâîlik, Halvetîlik, Nakşbendîlik ve Bektâşîlik gibi büyük tarîkatların
farklı yaşama biçimleri, dünya görüşlerine bağlı olarak farklı duyuş ve düşünüş
şekilleri olmakla beraber aslında hepsi birden Tasavvuf bütünü’nün içinde yer
alırlar.[974]
Aslında tarikatler (tekkeler
ve şeyhler), devlet örgütü içinde yer alan İlmiye tariki karşısında (çağdaş
terminolojiyle söylenirse) sivik (civique) toplum örgütleri oluşturarak siyâset
ve din ilişkilerini dengelemektedir.
Tarikat örgütlenmesi tekke,
zâviye, dergâh, hangâh gibi adlarla anılan yerlerde yürütülür. Tarikatlerde
şeyh, mürşid, rehber olarak bilinen manevî makamlar vardır. İslam’ın iman,
itikad ve ibâdet’e ait temel hükümleri ile birlikte, örneğin gece namazları
kılmak, sürekli ya da gün aşırı oruç tutmak, belirli zamanlarda örneğin
haftanın her günü belirli tekkelerde «mukabele-i şerife» okunduğu gibi,
Kur’andan belirli sûre ya da âyetler veya vird’ler (belirli dualar) okumak gibi
nâfile ibâdetler de yapılır.
“Evrâd ve zikirler” biçiminde
belirlenen bu ibâdetler “seyr ü sülûk”[975]ve “fıtam”[976]denilen bir
eğitim ve öğrenim yöntemi içinde uygulanır.
Bazı ulemâ tarikatları
“ba-şer” (Hak ve İslam’ın şartlarına uygun) ve “bi-şer” (İslam’ın dışına
çıkmış, bâtıl) olmak üzere ikiye ayırmışlardır. İslamî tarikatlarda şart
ibâdetler haricinde zikir, dua ve merâsimleri birbirinden az çok farklı olmakla
birlikte İslâm tasavvufunun Allah’a sevgisi, Allah’a yakınlaşmak, dünyevî
değerlerden vazgeçmek , canlılara karşı şefkat ve insan sevgisi gibi umdeleri (kriterleri)
hepsinde yer alır.
Şeriat, Hz. Muhammed’in vahîy
yolu ile aldığı bilgileri, sözlü “ka’al-i Muhammedi” olarak insanlara
ulaştırması, açıklamasıdır. Tarikat ise “ef’âl-i Muhammedî”nin taklididir.
Dolayısıyla tekkeler bir anlamda İslâm Peygamberi’nin hayatını öğreten birer
halk okuluydular. Hz. Muhammed’e Allah Teâlâ’nın ve âlemlerin sırrı
verilmiştir. Hakikat, “Hâl-i Muhammedî”, “marifet” ise “Sırr-ı Muhammedî”dir. O
hâlde kişinin anlam ve hikmetlerini anlayarak onun hayatını takliden yaşamayı
öğrenmesi, yapması, kendisine “hâl” edinmesi aslında hakikat’e ermesi ve
kendisine müsaade edildiği ölçüde Sırr-ı Muhammedî’ye erişmesi demekdir.
Tekkeler herkese açık olmakla
beraber, istek kişiden (mürid’den) gelmelidir. Böyle arzu duyan birinin «el
verip» şeyhe teslim olması, onun talim ve terbiyesini kabul etmesi gerekiyordu.
Sufîlik yolunu seçenler “sâlik” ya da “mürid” olarak bir tarikat’e ve bir
tekke’ye bağlanırlar, bunlara “ihvan” (kardeşler) denilirdi.
Eğitimin süresi şeyhin
kudreti ve müridin kabiliyetiyle orantılıdır. Diğer taraftan tarikatlere göre
uygulanan yöntem değişebilir. Tarikata girmek isteyenler “biat” ve “inabe” adı
verilen bir merasimle şeyh tarafindan kabul edilir. Bundan sonra mürid olunur
ve tarikatın “adab ve erkân” denilen gelenek ve usûllerini öğrenmek üzere
“çile” denilen süreç tamamlanır ve “zikir” eğitiminden geçilir. Örneğin nefsin
yedi mertebe (aşama) olduğunu kabul eden tarikatlarde sâlik her mertebede
Allah’ın isimlerinden birini zikreder. Bu zikir sırasındaki her aşamada sâlik
sırasıyla “nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mülheme, nefs-i mutmaine,
nefs-i râziye, nefs-i merziye ve nefs-i kâmile” rütbelerine ulaşır. Hz.
Allah’ın bu nefs’lerin her aşamasında zikredilmesi gereken isimleri ise
sırasıyla “Lâ ilâhe illallah, Allah, Hû, Hakk, Hayy, Kayyum ve Kahhâr”dır.
Zikir tarikatlara göre değişik biçimde açık ya da gizli, bireysel ya da topluca
yapılır.
Çile’yi tamamlayanlara
“çilekeş”, yarım bırakanlara da “çile-şiken” denilirdi. Tarikatın seyr ü
sülûk’u öğrenme süresi olan “çile”yi tamamlayan (fıtam) sûfi’lere şeyh
tarafından (bazan mühürlü icâzetnâme ya da hilâfetnâme belgesi ile) «irşâd
izni» verilerek onların da toplum içinde çevrelerine faydalı olmalarına
çalışılırdı.
Çevreleri üzerinde «irşâd»
ile mezun olan bu insanların bir kısmının şiir ve nesir olarak tasavvufla
ilgili edebî telifat meydana getirerek büyük toplum üzerinde de yüzyıllarca
etkili oldukları unutulmamalıdır. Diğer taraftan bazıları şeyhlerinin halifesi
olarak tarikatlarını yaydılar. Hatta içlerinden birçokları da asıl tarikatın
yeni kollarını kurdular.
Tarikatlar aralarında evrad
ve zikirleri bakımından olduğu gibi, şeyh ve müridlerinin giydikleri “tarikat
cihazı” denilen taç, hırka, kemer, başlık, külah, ayakkabı; taşıdıkları asa ve
benzeri bazı giyim kuşam eşyasının biçimleri ve renkleri bakımından da
değişiklikler gösterirler. Örneğin Bektaşi tarikatında On iki İmam’ı
simgelemesi için on iki dilimli taç, Mevlevilik’te düz ve uzun, sikke denilen
başlık giyilir, Rufaîler ise taçlarına siyah tülbent sararlardı.
Zühd, ibâdet ve iyi davranış
üzerine kurulu tasavvufî tarikatlar “tarik-i ahyar” (hayırlılar yolu); benliği
çileyle arıtma ve perhiz yöntemini seçenler “tarik-i ebrar” (iyiler yolu)
olarak tanınırdı. Zikirlerini genellikle ayakta yapanlara “kıyamî “; oturarak
yapanlara “kuûdî ”; gizli zikir yapanlara “hafî ”; açıktan, sesli yapanlara da
“cehrî ” denirdi. Zikir yerine cezbe ve vecd ile Allah’a ulaşmaya çalışanlar
ise “tarik-i suttar” (şakraklar yolu) adıyla bilinirdi.
Yüzlerce tarikat arasından en
yaygın olanlar Ahmediye (Bedevîye), Bayramiye, Bekriye, Bektâşiye, Celvetiye,
Gülşeniye, Halvetiye, Kâdiriye, Mevleviye, Nakşıbendiye, Rifâiye, Senûsiye,
Şâzeliye idi.
Devlet, tekke tâmirlerine
önem vererek tarikat erbâbı ve şeyhlerle olan ilişkilerinde İlmiye tarikinin
yönetim içindeki imtiyazlı durumu arasında bir tür denge kurmuştur.[977]Diğer taraftan Memâlik-i Osmâniye’de yayılmış olan tekkeler, dergâhlar
ve zâviyelerdeki dervişlerle meşâyih, hem telkinleriyle iç düzenin tesisinde
etkili olmakta, hem de halkın şikâyetleri ve eğilimleriyle yönetim arasında bir
tür kamuoyu iletişimi sağlamaktadır.
a. Pîr’ler ve Şeyhler
Şeyh, eğer bir tarikatın
kurucusu (pîr’i) değilse, onun ya da onu izleyen şeyhlerin halifesi’dir. Her
tarikatın merkezi, tarikat pîr’inin bulunduğu ya da yattığı tekkedir. Buralarda
belli zamanlarda “uzlet’e çekilen mürid, ibâdet, zikir, riyâzet ve mücahede ile
şeyhinin manevî gücüne (ve hatta halk arasında velî’lik mertebesine kadar)
ulaşabilirdi.
Her şeyhin Hz. Muhammed’e
uzanan ruhanî bir silsilesi vardır. Tarikatler ilk dört halifeden biri
aracılığıyla Hz. Muhammed’e bağlanırlar. İnanca göre, Hz. Muhammed dört
halifeye ayrı ayrı zikirler öğretmiştir. Her tarikatin silsilesi, bir halifeye
kadar uzanarak örneğin Siddıkîye (Bekriye), Ömeriye, Osmaniye, Aleviye
(Haydariye) yollarından birinin adıyla anılır. Tarikatler genellikle kurucusu
olan şeyhin adıyla tanınır.
b. Tekkeler
Osmanlı Devleti’nin kuruluş
yüzyılında Anadolu evliyâlarının türbelerinin yakınlarında zaviye, ribat,
hankâh, tekke, dergah adlarıyla anılan tarikat merkezleri kuruldu. Tekke,
dergâh ve zâviye’lerin imâretlerin yanında bulunmaları gerekmez. Aksine daha
ziyade merkezden uzak, nüfusu az semtlerde, şehir dışlarında tenha yerlerde
kurulurlardı.
Tarikat kurucusunun (Hazret-i
Pîr’in) türbesinin bulunduğu tekkeye Mevlevilikte “huzur” ya da “huzur-i pîr”,
Bektaşilikte “pîr evi” ya da “pîr makamı” olarak adlandırılır. Tarikat
ulularının türbelerinin bulunduğu tekkelere “asitâne”, asitanelerin küçüklerine
“tekke” ve “dergâh”, tarikat mensuplarının yolculuk sırasında konakladıkları
tekkelere de “zâviye” adı verilirdi. Tekkelerin masrafları tekkeye vakfedilen
gayrimenkuller ve arazilerin gelirlerinden karşılanırdı.
Tekkelerin mimarî yapısı
büyükçe tek oda’dan ibâret olabildiği gibi, birçok yapıların bir arada
bulunduğu külliye biçiminde de olabilir. Genel olarak “tekke”ler tarikat
pîrinin veya büyüklerinin türbeleri yanına yapılar, harem ve selâmlık
daireleri, kütüphane, derviş hücreleri, çile ve riyâzet odaları, mutfak, yamak
odası, misafir odaları, haziresi bulunurdu.
Tekkelerde asılı levhalarda
“Edep; her şeyin başıdır”, “Tasavvufun tamamı edeptir” “Edepten mahrum olanlar,
Hak dergahından kovulur”, “Ayıplarınızı edeple örtünüz”, “Edeb’le varan,
lütûfla döner”,”Edeb, sünnete uymaktır” mealinde yazılar bulunur.
Tekke’ler Türk kültürüne,
folkloruna ve musikisine katkıda bulunmuşlardır. Halk edebiyatındaki nefes,
koşma, destanların bir çoğu “Tekke Edebiyatı” eserleridir. Bir çok musikî
üstadı tekkelerde yetişmiştir.
Tekke kelimesi itimat
edilecek, güvenilecek yer anlamına gelen “tekyegâh”tan kısaltmadır. Bu anlamda
ele alınırsa dinî bir özellik verilemez. Nitekim Okmeydanı’nda Okçular Tekkesi,
Zeyrek’te Pehlivanlar Tekkesi, bir tecridhâne yapısında olan cüzamlı hastaların
ikamet ettiği Üsküdar Karacaahmed Mezarlığı kenarındaki “Miskinler Tekkesi” bu
bağlamda kurumlardır.
Tekke’ler müridleri için dinî
hayatın eğitimi için olduğu kadar, sanat ve meslek, iş ahlakı, görgü kuralları
gibi konularda da halka açık eğitim müessesesi görevi yapmaktaydılar.[978]Medreselerde müderrisler, mollalar ilimlerin öğrenim ve öğretimi ile
meşgul olurlarken, tekkelerde şeyhler müridlerin ruhsal hayatlarını derece
derece terbiye eder, İslâm’a yaraşır bir safiyete ve seviyeye yükselmesine
çalışırlardı. Tekkeler herkese açık olmakla beraber, istek kişiden (mürid’den)
gelmelidir. Böyle arzu duyan birinin elverip şeyhe teslim olması, onun talim ve
terbiyesini kabul etmesi gerekiyordu. Bu eğitimin süresi şeyhin kudreti ve
müridin kabiliyetiyle orantılıdır. Diğer taraftan metod ve biçimi farklı
tarikatlere göre değişebilir. Yetişen müridlere ‘’irşad izni” verilerek onların
da toplum içinde çevrelerine faydalı olmalarına çalışılırdı.
Bazı incelemelere göre İslam
ülkelerinde tarikatlere girenlerin toplamı halkın % 3’nü geçmez.[979]Mamafih bu yüzdenin erkek nüfus olduğu düşünülmelidir.[980]Bu yüzdeye göre Osmanlı ülkelerinde asgarî 650.000 tarikat erbabı
olması gerekir. Bu insanların önemli bir bölümünün “irşad ile mezun” ve
çevreleri üzerinde etkili oldukları, bir kısmının şiir ve nesir olarak
tasavvufla ilgili divan ve telifat meydana getirdikleri unutulmamalıdır.[981]
Haftanın her günü belirli
tekkelerde “mukabele-i şerife” denilen “zikr” yapılırdı. İstanbul’da 260 tekke
vardı.[982]Bunların 59’ unda Cuma, 21’ inde, Cumartesi, 43’ ünde Pazar, 5’ inde
Pazartesi, 40’ ında Salı, 32’sinde Çarşamba, 81’ inde Perşembe günleri olmak
üzere haftanın bütün günlerinde mukabele ve zikir yapılırdı.[983]Haftanın diğer günlerinde de başka tekkelerde mukabele yapılmaktadır.
4. FÜTÜVVET ve AHÎLİK ÖĞRETİSİ
Fütüvvet ortaçağ İslam
dünyasında şehirleşme ile birlikte gittikçe artan esnaf ve sanatkar gruplarını
içine alan sosyal bir organizasyon biçimidir. Temeli fütûvvet’in
sistemleştirilmiş İslam ahlakı ilkelerine dayanan ahîliğin üyeleri esnaf ve
zanaatkarlarla sınırlı değildi. Nitekim ahîlerin ilke, tören, kural ve öğütlerini
toplayan kitaplara da “Fütüvvetname” denilirdi. Ancak fütûvvet ilkeleri
Anadolu’nun esnaf ve zanaatkar toplulukları içinde İslam-Osmanlı kültürü
bünyesinden türemiş “Ahîlik” biçimiyle özgün bir esnaf töresi olarak gelişip
örgütlenmiştir.
Ahî, kelime olarak Tasavvuf’
ıstılahında “kardeşim, kardeş, yiğit, cömert” anlamlarına gelir.[984]Diğer taraftan bir tarikat’e ve bir tekke’ye “sâlik” ya da “mürid”
olarak bağlananlara da “ihvan” (kardeşler) denilmekteydi. Ahîlerde yeni girenlere
şalvar giydirmek, tuzlu su içirmek, saçlarını kesmek gibi fütüvvet töreleri ve
törenleri vardı. Ancak bu törenlerin mevlevilik, bektaşilik ve diğer
tarikatların ritüelleriyle biçimsel bazı benzerlikler ve farklılıkları vardı.
Örneğin Ahî’likte müridlere şedd (kuşak) bağlanıp şalvar giydirilmekte;
tarikatlarda ise hırka esas libas olarak kabul edilmektedir. Ahî’lik[985]ile tarikatlerin[986]cemaat içi silsile-i merâtib’leri de biribirinden farklıdır.
Fütüvvetnâmeler[987]12 kişiye şedd bağlamanın haram olduğunu belirtiyor:
1) Müşrik, 2) Münâfık, 3)
Gayptan haber vermeği san’at edinen, 4) Şarap içmeyi adet eden, 5) Tellâk, 6)
Tellal, 7) Culâh[988]8) Kasap, 9) Cerrah, 10) Avcı, 11) Ammal[989], 12) Madrabaz[990]
Kasapları kan dökdüklerinden,
cerrahların taş yürekli olduklarından Fütüvvet yoluna alınmadıkları söyleniyor.
Bunlar arasında tellaklar’a «hidmet-i makbuldür» kaydı eklenmekle birlikte
“kafirle Müslümanı bir tutmaları”, çullahların «san’atları makbuldür»
denilmekle beraber “eksik arşın tutmaları“ yüzünden Fütüvvet’e layık
olmadıkları belirtiliyor. Ancak tellaklerle çullahlar, doğru hareket ederlerse
Fütüvvet yoluna girebilirler.
Diğer taraftan şu 19 şey
Fütüvveti düşürür:
l) Şarab içmek, 2) Zina, 3)
Livata, 4) Gammazlık, 5) Nifak, 6) Kibir, 7) Zulüm, 8) Haset, 9) Buğuz, 10)
Yalan söylemek, 11) Vaad’ini yerine getirmemek 12) Emanete hiyanet etmek 13)
Namahreme şehvetle bakmak, 14) Birisinin ayıbını görmek, 15) Adam öldürmek, 16)
Kumar oynamak, 17) Nekeslik 18) Hırsızlık 19) İftirada bulunmak.[991]
Ahîliğin öğreti ve
uygulamasındaki amaç, özellikle zenaatkârların ve ticaret erbabının fütûvvet
ahlâkıyla bilinçlendirilmeleri ve onu yaşamalarıdır. Dolayısıyla ahî
toplulukları birbirine gaye ve faaliyet yolu ile bağlı, belirli bir fikrî
birikime sahip insanların oluşturduğu cemaatlerdir. Başka bir deyişle ticarette
birliktelik, kazançta cemaat ortaklığı, evsafı yükseltme esastı. Nitekim bozuk,
sakat mal satanlar meslekten çıkarılırdı.
Bununla beraber bir meslekte
çalışabilmek için, önce onunla ilgili ahî zaviyesine bağlanmak gerekti. Mesleğe
çırak olarak başlanır, sonra kalfa ve usta olarak ilerlenirdi. Çıraklar
zaviyede “ata ahî” denilen bir usta ve “yol kardeşi” seçilen iki kalfa olmak
üzere üç kişinin gözetiminde yetiştirilirdi. Ahî babaları Kırşehir’deki ahî
örgütü başkanı şeyhülmeşayih tarafindan gönderilirdi. Ahî şeyhleri, toplum
içinde itibarlı ya da ticaretle, tarımla uğraşan varlıklı kişilerdir
Bu cemaatler kavlî, seyfî,
şurbî olarak isimlendirilen üç guruba ayrılır. “Kavlî cemaat” sanatkarlardan,
“seyfî cemaat” askerlerden, “şurbî cemaat” ise (sanatkarlar ve askerler dışında
kalan) halk’tan oluşur. İlk iki cemaate katılmak için sanatkar veya asker olmak
gerektiği halde, “şurbî” cemaatine katılmak için sembolik bir sadakat yemini
anlamına gelen “şurup (tuzlu su) içmek” merâsimini (ritüelini) tamamlamak
yeterlidir.[992]Aslında tuzlu su geleneği yanında helva geleneği, şalvar giydirmek,
seccade yaymak, el tutuşmak, namaz kılmak, tövbe telkin etmek gibi cemaatin
biçimsel bütünlüğünü sağlamaya yönelik başka ritüeller de bulunmaktadır.
Ahîliğin yükseliş dönemi olan
On dördüncü yüzyılın ilk yarısında Anadolu’yu dolaşmış olan İbn-i Battuta
seyahatnâmesinde[993]“Ahiyyat ül-fityan”[994]olarak isimlendirdiği ahîlerin
gündüzleri çalışıp ikindiden sonra kazançları ahî baba’ya getirdiklerini ve
zaviyede bir arada yemek yediklerini, Kur’an okuduklarını, raksettiklerini ,
zorbaları, zalimleri, edepsizleri ve onlara yardımcılık yapanları yola
getirdiklerini, hatta katledip ortadan kaldırdıklarını söyler.
Ahîler şehirlerin toplum
düzeni üzerinde güçlü denetim örgütleri kurmuşlardı.[995]Başka bir deyişle
Ahî örgütüne egemen sınıflar da giriyor; böylece, kent soyluluğu ile halk
kesimleri arasında fikir ve sosyal buluşma oluşuyordu.[996]
Ahîler aba hırka, mest
giymekte bellerine iki arşın uzunluğunda bir kuşak sarıp arasına hançer
sokmakta, başlarını beyaz keçe külah üstüne iki parmak eninde sof sarıkla
örtmektedirler. Başlarına giydikleri külahlarla yeniçerilerin keçe külahları
arasındaki benzerlik de oldukça dikkat çekicidir.
Osmanlıların merkezî yönetimi
güçlendiği oranda ahîliğin bu tür etkileri azaldı. On yedinci yüzyıldan sonra
ahîlik lonca teşkilatı biçimine dönüşmeye başladı. Ahî terimlerinin yerlerini
“usta”lık ve “gedik” deyimleri aldı. Cemaate intisab etmek için esnaf,
san’atkâr ya da bir meslek mensubu olmak gerektiği gibi[997], loncaya
girememiş[998]ve gediği olmayan kişiler de sanat ve ticaretle uğraşamaz oldu.
5.
HALK ANLAYIŞI
Halkın hayat tarzı olarak
algıladığı ve dünya görüşü olarak yaşadığı İslam, çoğu yörelerde İslam öncesi
dönemlerin gelenekler ve hurâfelerle karışık inanç kalıntılarını da
barındırmaktaydı. Dolayısıyla otodidakt edinilmiş dinî bilgileri düzeltilmeğe,
doğrulanmağa muhtaçtı. Aslında bu bağlamdaki halk algılaması tam anlamıyla
mistik bir İslâm tarzı da değildir. Gerçi bazı tasavvufî unsurları
bulundurmasına rağmen, tekke ve zâviyelerde yaşanan İslâmî hayat tarzından
farklıdır. Ancak temel karakteristiği, tarikat kökenli mistik İslâm anlatısının
etkisiyle, gelenekler, örfler ve âdetleriyle belirgin bir evliyâ kültü[999]etrafında toparlanmış olmasıdır. Böylece tarikatler halk içinde
yadırganmayan toplumsal kurumlar olarak varlığını devam ettirmektedir.
Diğer taraftan Merkez’den
gönderilmiş kadı’ların verdikleri şer’î hükümler, tazir cezaları, şehir içinde
yaptıkları teftişler de aslında kitabî İslam’ın uygulamaları olarak halk için
öğretici sayılırlar.
Bu bağlamda tekkeler,
zâviyeler ve dergâhlardaki sembolik anlatımın çevre üzerindeki etkisi tasavvuf
kökenli mistik bir anlayış olarak devam ederken , “ulemâ-yi rüsum” olarak
isimlendirilen müderrisler, dersiâmların verdikleri cami dersleri de şehir
ahalisinin İslâmı ilmiye anlayışıyla algılamasında belirli ölçüde etkili
olmaktadır.
B. GÜZEL SANATLAR
Her toplumun ahlak, estetik
gibi değer yargılarında, kendi kültürünün gereklerinden kaynaklanan güzel sanat
anlayışı vardır. Nitekim Osmanlı ülkesinde de güzel sanat kategorisi içinde yer
alan bir dizi sanat ismi bulunmaktadır. Ancak İslam-Osmanlı kültüründe örneğin
Heykel Sanatı’nın yer almaması gibi Batı güzel sanatları dizininden ayrılan
bazı belirgin farklılaşmalar vardı. Bunun dışında yine örneğin resim sanatında
perspektif, gölge gibi unsurların bulunmaması ya da Musiki sanatında tek
seslilik, nota gamları ve sazlardaki farklılıklar gibi ayrılıklar vardır. Diğer
taraftan Batı’da “Calligraphie” ancak bir zenaat seviyesinde iken, Osmanlı
kültüründe “Hüsn-i Hat” en önemli güzel sanatlardandır. “Ebru” sanatı için de
benzer şeyleri söyleyebiliriz.[1000]Bunun dışında Edebiyat
kategorisinde roman, tiyatro bulunmadığı gibi, hikâye türü de naif seviyede
kalmıştır. Bizzat Tiyatro Sanatı ise ancak ortaoyunu, Karagöz, köy seyirlik
oyunları, meddahlık düzeyindedir.
1.
EDEBİYAT
Tanzimat Osmanlıcası’ndan
hatıra kalmış “Edebiyat” sözcüğüyle andığımız güzel sanatların bu kolunu
eskilerin kısaca “nazm u nesr” olarak vasıflandırdıklarını görüyoruz. Klasik dönemin
edebiyat zevki yalnız “şiir” ve estetiği (genellikle) şiiri hatırlatan “süslü
nesir” üzerine kurulmuştur. Diğer edebî türlere değer verilmemiştir.
İlimler dizininde, öğrenim ve
eğitimde Ulûm-i dinîye ön planda olduğundan, doğal olarak ilim dili de Arapcadır.[1001]İlmî eserler Arapça olarak yazılmaktadır. Edebiyat dili ise gramer
kuralları bakımından da Türkçeye yakın olan Farsçanın, edebî formlar da yine
Fars edebiyatının etkisi altındadır. Dolayısıyla konuşma dili yanında Arapça,
Farsça ve Türkçe gramer kurallarının kompozisyonuyla meydana gelmiş bir yazı
dili oluşmuştur. Bütün bu özellikler, dinî ve tasavvufî metinler dışında kalan
klasik dönem edebiyatında fikrin biçime feda edildiği hüner ve marifetin öne
çıktığı “aydınlar edebiyatı”nı doğurmuştur.
Osmanlıca’nın bileşimine
giren dillerden arınmış olan “Halk Edebiyatı”, uzaklardan da olsa Dîvan
edebiyatını izlemektedir. Nitekim bir çok halk şâirleri hayal dünyalarını (bazı
kalite farklarıyla) Divan şiirinin mazmunlarını kullanarak anlatmışlar,
gazellerini klasik dîvanlar gibi düzenleyip “müretteb divan”lar haline
getirmişlerdir.
a. Dil
Rumeli’den Yeniçeri Ocağına
devşirme yolu ile alınan Hıristiyan çocuklarına Acemi Oğlanlar Okulu ve
“Hazırlık Sarayları”nda Türkçe öğretilmektedir.
Ancak Osmanlı ülkesinin
genişleyen muhtelit yapısı içinde Anadolu Türkçesi’nin varlığını koruyan
kurumların en önemlisi şüphesiz “Enderûn Mektebi”dir. Sadrazamlar,
kaptanpaşalar, Yeniçeri ağaları, eyâlet vâlileri, sancak beyleri gibi üst düzey
yöneticilerinin büyük bölümü buradan çıkmıştır. Yine bu kişiler arasından
birçok şairler, edipler, ressamlar, mimarlar, müzikçiler, tarihçiler de
yetiştirmiştir. Bu yönüyle bakılırsa Enderun Mektebi, devlet yönetimi içinde
Türkçe’nin varlığını koruyan güçlü bir kale olmuştur.
Diğer taraftan örneğin
Arnavutluk, Bosna ve Hersek gibi yeni fethedilen ülkeler Hıristiyan ahalisinin
bir bölümü de kendiliklerinden İslamiyet’e geçerek Türkçe konuşmağa
başlamışlardır. Balkanlar’da gayrimüslim teba’anın bir bölümü de Türkçe
öğrenmiş ve sonuçta Sırp, Bulgar, Arnavut ve Macar dillerine Anadolu ve Osmanlı
Türkçesi’nden pek çok sözcükler ve gramatikal ekler aktarılmıştır.[1002]
Fatih ve Sultan Süleyman
kanunnâmelerinin Türkçe yazılmış olmaları da, Türkçe’nin Osmanlıca içindeki
itibarlı ve sarsılmaz mevkiini hem sağlamış ve hem de belgelemiştir.
Türkçe’nin konuşma dili
olarak kullanıldığı yaygın sosyal kurumlar ise tekkeler[1003]ve
kahvehânelerdir.[1004]
Halk Edebiyatı’nın bütün
formlarında, türkülerde, ilahilerde Türkçe kullanılmaktadır. Divan şâirlerinin
ünlüleri[1005]arasında kaside ve gazellerinde özenle Türkçe kullananlar, hatta
şiirlerinde günlük hayatın olaylarını anlatanlar vardır.[1006]
Bununla beraber Osmanlı
Türkçesi’nin temel kavramlarını Kur’an semantiğine ve “beyn’el—İslâm” kilit
kelimelere istinad ettiren Medrese’nin de bir dil akademisi görevini üslenmiş
olduğu söylenebilir. Böylece ulemâ ve medrese, ilmî (din bilimleri)
terminolojide ve yönetim (ilmiye, mülkiye, kalemiye) dilinde Arapça köklerden
türetilen yeni kelimelerin Kur’an dilindeki kavramsal anlamlarına uygunluğunu
arıyordu.
Bununla beraber Osmanlıca’ya
Divan edebiyatı aracılığıyla da Farsça’dan ve diğer Türk lehçelerinden birçok
kelimeler transfer edilmiştir.
Bu bağlam içinde Arapça başta
olmak üzere, Farsça ile diğer Türk lehçelerinden aktarılan kelimelerle
Osmanlıca’nın olağanüstü anlatım yeteneğine ulaştığını görüyoruz. Öyle ki
uluslararası politika’da, özellikle antlaşma metinleri yapılırken sağladığı
üstünlük Batılıların da dikkatini çekmiştir. Nitekim On altıncı yüzyıldan
itibaren, Batı dillerinden Türkçe-Arapça-Farsça’ya[1007](ve ters yönlü)
poliglot[1008]sözlükler yayımlanmıştır. Hatta bunların en ünlülerinden birinin
müellifi önsözünde[1009]Osmanlıca’nın son asırlardaki gelişmesi karşısında, savaşlarda
kazanılanların bir kısmının antlaşma metinleri yazılırken kaybedildiğinden
yakınmakta ve eserini bu sebeple kaleme aldığını söylemektedir.
b. Divan Edebiyatı
Orta Asya’da Uygurca’nın ve
Çağatayca’nın yayıldığı bölgelerde ve Azerbaycan’da İslam kültürünün ortak
özelliklerini, Arap ve Fars edebiyatının etkisini taşıyan aynı nitelikte
edebiyatlar varsa da, “Divan Edebiyatı” tanımlaması Osmanlılar’ın On üç ve On
dokuzuncu yüzyıllar arasındaki yazılı edebiyatını belirlemek için kullanılır.
Hatta buna bağlı olarak bir şâirin bütün şiirlerinin toplandığı esere de divan
denilmektedir.
Divan edebiyatının kaynakları
başta İslamî inançlar, tasavvuf, efsâneler, gelenek ve görenekler, günlük
olaylar, peygamber kıssaları ve evliya menkıbeleri ile “Ulûm-i Sahîha” denilen
“İslamî ilimler, İslam tarihi, hikmet, hey’et, zayiçe, heyet, musiki” ve
“remil, sihir, nücûm ve tılısım” gibi “Ulûm-i Bâtıla”dır.
(1) Divan Şiiri
Anadolu’da oluşan lâdinî (din
konuları dışında) veya dinî-tasavvufî Divan edebiyatı’nda başlangıcından beri
şiir nesir’den daha gözde tutulduğu daha önce vurgulanmıştı. Şiir’in insanları
etkileyen özellikleri onun ortaçağ’da bir “anlatım bilimi” gibi kabul
edilmesine ve hatta o çağın bilimler dizini içinde sıralanmasına sebep
olmuştur. Nitekim o dönemlerde şiirle yazılmış tıp kitapları bile vardır.
Divan şiirinde soyut bazı
kavramlar üstü kapalı olarak simge ve sembollerle imâ edilir, anlatılmağa
çalışılır, varlıklar nesnelerın remizleri olarak anılır. Başka bir deyişle
Divan şiirinin genel anlatımının ardında anlatanın “remiz”lerden oluşmuş gizli
dilini bilmeyenin anlayamayacağı anlamlar, kavramlar saklıdır. Remizler bazan
farklı birkaç kavrama gönderme yapabildiklerinden şiirin anlamı yapılan
yorumlara göre değişen, farklı ama aynı derecede inandırıcı görüntüler kazanır.
“Müretteb divan” denilen divanlarda
şiirler “divan tertibi” denilen düzen içinde sıralanır. Böyle bir tertipde
sırasıyla kaside (tevhid, münacat, na’t, medhiye), tarih düşürmeler, musammat,
gazel bölümleri, en sonda da lugazlar, muammâlar, müfredler, âzâdeler yer alır.
Genel kural olarak, uyak ve
rediflerinin son harfi, Arap alfabesindeki sırasına göre (“elif”ten başlayıp
“ye”ye kadar) sıralanmış olan gazeller dizininde her harf için en az bir şiir
bulunması şarttır. Bu sırada yer alanlardan biri eksik olursa örneğin bir
şâirin belli türleri sevmesinden dolayı şairin bilinçli seçimi ya da divan
dolduracak kadar şiiri olmamamış veya yazamadan ölmesi nedeniyle de
tamamlanamamış olan divanlara “divançe” denir.
Divan şiirinde ana tema
tasavvufi, ya da dünyevî “aşk”tır. Eğer tasavvufî ise şâirin aşkı mutlak
güzellik olan Allah’a yöneliktir. Ama ilâhî aşk da önce dünyevî bir aşk’la
başlar. Hayalî bir güzele karşı duyulan bu aşk daha sonra soyutlama yoluyla
ilâhî aşka dönüşecektir.
Din dışı aşkı işleyen
şiirlerde ise kadın teması önemli bir yer tutar. Ancak bir anlamda “mazohist”
diyebileceğimiz bu türde kadın, âşığını (şâiri) sürekli biçimde üzer.
Divan şiirinin en belirgin
estetik ölçüsü açık ve kapalı hecelerin özgün bir düzen içinde sıralanması
demek olan arûz kalıplarıdır. Dolayısıyla her sözcük tam anlamıyla ve yerli
yerinde kullanılmalıdır. Diğer taraftan divan şiirinin estetiği Arapça ve
Farsça kelime bilgisine, Belâgat ilminin teşbih, istiare, hüsn-i ta’lil, iham,
kinâye, leff ü neşr, tecâhül-i ârif, telmih, mecaz, mecaz-ı mürsel, teşhis ü
intak gibi kurallarına da bağlıdır. Bu nedenle estetik kurallarına uymak
zorunluğu çoğu zaman şiirin güzelliğinden önemli tutulmuştur.
Din dışı şiirin türleri
“bahâriye, cemreviye, dâriye, fahriye, ıydiye, medhiye, mersiye,. gazavatnâme,
sâkinâme, hamamnâme, sahilnâme, kıyafetnâme, surnâme, lugaz, muammâ, hicviye,
hezeliyat, tarih düşürme ve şehrengiz”dir.
Dinî-tasavvufî şiirin ise
tevhid, münâcaat, na’t, maktel-i Hüseyin, mirâciye, hilye, mevlid, kırk hadis,
menakıbnâme türleri vardır. Nazım biçimleri ise beyit ve bend temeline dayanır
(2) Nesir
Şiir’in sanatsal yönünün
hüner göstermeğe daha elverişli olması onu nesir’e göre daha değerli ve önemli
kılmıştı. Oysa halk için yazılan kitaplarının öğreticilik özelliği ağır
bastığından düz yazı kullanılmış ve sanatlı anlatımlara ilgi duyulmamıştır.
Bununla beraber “süslü
yazı”da anlam yine bir yana itilmiş, tıpkı şiirde olduğu gibi, anlatımda
belâgat ve hüner gösterme öne çıkmıştır.
Din dışı düzyazı alanındaki
türler “tezkire, seyahatnâme, siyâsetnâme, münşeat, sefaretnâme”lerdir.[1010]
“Düz yazı” eserleri
kullandıkları dile bağlı özellikleri ve yazılım üslupları açısından:
1) Siyer’ler, destanî halk
kitapları, Tevârih-i Âl-i Osman’lar, Gazavatnâme’ler, Zafernâme’ler,
Menâkıbnâme’ler gibi günlük konuşma diliyle ve sâde bir üslupla herkes için
yazılanlar,
2) Secî’ler ve söz
sanatlarının da kullanıldığı, sade nesir ve süslü nesir arasında kalan,
kimileri resmî layiha ve takrirler türünde olan ilmî risâleler;
3) Arapça ve Farsça ibârelerin,
söz sanatlarının bolca kullanıldığı , yüksek düzeyde eğitilmiş kişilerin
anlayabileceği ağdalı üslupla yazılmış “süslü nesir”ler biçiminde
sıralayabiliriz.
(3) Mühür Edebiyatı
Osmanlı mühürleri gerek hat
sanatının ve gerekse mühürün maddesini oluşturan hakkâklık, kuyumculuk
sanatlarının ictima ettiği minyatür sanat eserleridir. Böylesi estetik
kompozisyon kendisiyle birlikte doğal olarak bir mühür edebiyatını da
getirmiştir.
Halk arasında imza yerine
kullanılan mühürlerde edebî unsurlara pek rastlanmaz. Ama devlet erkânı ve
diğer Osmanlı entellektüellerinin mühürlerinde zengin bir edebî malzeme vardır.
Mühür kitâbelerinde “mısrâ-i âzâde” denilen vezinli sözler, aynı vezinde iki
mısradan oluşan beyitler, mısraları kendi aralarında kafiyeli olan “beyt-i
musarra”lar, kafiyeli, secili ibareler, mâni’ler, manzumeler, âyetler,
hadisler, tasavvufi hikmetler, dualar kullanılmıştır. Lisan Anadolu Türkçesi,
Arapça ve Farsça’dır. İlke olarak Osmanlı mühür kültüründe “enaniyet” (egoism,
bencillik) bulunmadığı gibi önemli görevleri ifa eden örneğin reis ül-küttab
efendi, Anadolu vâlisi veya serasker gibi makam sahiplerinin resmî mühürlerinde
bile bazan hiç isim bulunmaz.[1011]
c. Halk Edebiyatı
“Halk Edebiyatı” köylüler,
kasabalılar ya da kentliler ile yeniçeri ve tekke çevreleri gibi sıradan halk
kitlelerinden kopmamış zümreler arasında, zaman içinde dinin, tasavvufun,
tarikatların ve divan edebiyatının etkisinde gelişmiştir.
(1) Âşık Edebiyatı
Âşık edebiyatı’nın On altıncı
yüzyılda başladığını görüyoruz. Âşıklar halkın buluşma yerlerinde eski destan
geleneğini devam ettirerek doğaçlamayla kendi şiirlerini ya da ustalarının veya
başka âşıkların eserlerini söylerler. Şehir ve kasabaların kahvehaneler,
hanlar, kervansaraylar, panayırlar, kul ocakları, esnaf loncalarında; köy
kahvelerinde saz eşliğinde şiirler söyleyen, ya da sesli taklitler, mimiklerle
desteklenen yer yer şiirler de katılmış halk hikâyeleri anlatan âşıkların
ürünlerinde söz ve müzik birbirini tamamlar.
Biçim bakımından halk
hikayeleri (anlatı) ve koşmalar (şiir) olarak ikiye ayrılır. Ancak yazılı
olmadığı ve dolayısıyla yeni bir deyiş sırasında çoğu kez değiştiği için
metinler tam kesinlik taşımaz. Diğer taraftan şiirlerin sahibi âşıkların kimlik
tesbitinde şüpheler doğuran usta-çırak geleneği, ya da örneğin “Karacaoğlan”
gibi benzer veya ortak mahlas kullanma sorunları vardır.
Üstelik kırsal yörelerde
yetişen âşıklar çoğu kez ümmî’dirler. Ancak sazları eşliğinde şiirlerini
dinlettikleri kendi bölgelerinde bilinirler. Bununla beraber Anadolu’da yaygın
“cönk” kültürü sayesinde meraklı kişiler âşıklardan dinledikleri şiirleri
cönk’lere[1012]geçirmişlerdir.
Âşık geleneğinde de bir
anlamda fütüvvet kuralları da geçerlidir. Âşık geleneğinin gereği olarak saz
çalma, sözü heceye uydurma, kalıp deyişler kullanma, dize başı ve sonu
uyaklarla ritim kazanma, dörtlük içinde anlamsal bütünlük sağlama becerilerini
çoğu kez ustasından öğrenecektir. O zaman bir ustanın yanında yıllarca “çırak”
olmak ve ondan « tapşırma » (mahlas) almak gerekir. Bir tür “âşıklık icâzeti”
demek olan bu yöntem, tarikat silsilelerine benzer biçimde Emrah kolu, Ruhsatî
kolu gibi adlarla bilinen « Âşık kolu » geleneğini de oluşturur.
Bununla beraber âşık
geleneğinde “rüya motifi” de geçerlidir. Âşık’a rüyasında Hızırilyas, üç
derviş, bir pîr, “üçler, yediler, kırklar” gibi kutsal birisi veya birileri
“bir veya üç bardak dolusu bâde” sunar ve kendisine “mahlâs” verirler. Hızır
Peygamber’in elinden içtiği «bâde» (aşk şarabı) ona âşık olacağı kişinin
hayalini de gösterir. Bu platonik aşk onu şair yapar, “Âşık Garip” veya “Kerem
ile Aslı”, “Tahir ile Zühre” hikayelerinde olduğu gibi sazını eline alır ve
sevgilisini bulmak için yollara düşer. Bunlar hem bâdeli âşık ve hem de Hak
âşığı olurlar.
Kırsal yörelerde ilgi ve
saygı gören âşıklar büyük kentlerde önceleri küçümsenmiştir. Bununla beraber
kimi âşıkların kentlere gelip medrese ve divan kültüründen etkilenmeleri,
genellikle saz çalmayı bilmeyen ancak âşık geleneği ile Divan şiiri arasında kalmış
“kalem şuarası” denen yeni bir âşık topluluğunun oluşmasına yol açmıştır.
Güzele ve güzelliğe duyduğu
sevgi âşığı dünyaya bağlar. Başka bir deyişle aşk, onun için yaşama bağlılığın
simgesidir. Ancak bu aşk bu dünyadaki güzeller ve güzelliklerle beslenmekle
beraber, şiirlerde idealize edilerek anlatılır. Âşık, evinden, yurdundan,
ayrıdır. Hiç kavuşamayacağı idealize ettiği sevgilisinin peşindedir. Gurbeti
içinde en etkili biçimde duyar. Bu melankolik yapı onu üretken kılar. Bununla
beraber bazan düşsel sevgili “mitos” olmaktan çıkarılıp gerçek kişiliğe
büründürülür.
Diğer taraftan âşık birlikte
yaşadığı, sazıyla, sözüyle iletişim kurduğu toplumdan ayrı olamaz. Onunla iç
içe yaşar. Halka anlattığı şiirlerinde olayların muhasebesini de yapar,
eleştirir. Dolayısıyla içlerinde yeniçeri (kul) olup savaşa katılanlar ya da
Celâli isyanlarına karışan âşıklar da vardır.
Bu arada, icâzetli âşık
kolları gibi, “bâdeli âşıklar” ya da “Hak âşıkları”nın da idealize edilmiş
“âşık gelenekleri” oluşmuştur.[1013]
(2) Halk Şâirleri
Ancak köylerde yetişen ozan,
kasabada yerleşmiş, koşma, şarkı, semâi, mâni, deyiş ve kayabaşı türünde
nazımlar meydana getiren “çöğür şairleri”ne öykünür. Oysa kasabadaki çöğür
şairleri de şehirlerdeki “halk şâirleri”ne öykünmektedir. Ve nihayet
şehirlerdeki halk şâirleri de İstanbul ve benzeri büyük merkezlerdeki “Divan
şairleri”ne özenirler.
Böylece lisan ve felsefî
düşünce açısından köylerden, kasabalara, oradan da şehirlere ve büyük şehirlere
doğru yönelen bir toplumsal gelişme meydana gelir. Nitekim On yedinci asırda
şehirlerde yetişmiş Âşık Ömer, Gevherî gibi âşıkların, medrese ve tekke
kültürünün etkisi altındaki Divan şiirine özendiklerini ve eserlerinde Divan
şiirinin dil, vezin, nazım biçimi, mecaz ve içeriğini çeşitli düzeyde başarılar
göstererek yansıtmışlar, hatta bazıları divan’lar oluşturmuşlardır.
Divan edebiyâtına öykünen
Âşık edebiyatı, On yedinci yüzyılda en parlak dönemini yaşadı. Ancak On
sekizinci yüzyılda da bir duraksama dönemine girdiğini görüyoruz. Ne var ki
âşık edebiyatı ülke sathında yaygınlaşmasıyla On sekizinci yüzyılda Divan
şiirini dahi etkilemiş, Nedim, Şeyh Galip gibi Divan edebiyâtı üstadları da
âşık tarzında bazı şiirler kaleme almışlardır.
d. Tekke Edebiyatı
Tekke Edebiyatının konuları dinîdir.
Şiirde Yesevî ve Mevlânâ ile başlayan Tekke Edebiyatı daha sonra Halk ve Divan
Edebiyatları yönünde iki ayrı yol takip etti. Halk arasından çıkan bektaşî ya
da o meşrepteki dervişler hece vezniyle halk diliyle söylediler. Oysa aydın
kesimin şâirleri ise arûz veznini ve ona uygun işlenmiş, ıstılahlı bir dil
kullandılar.
Tekke Edebiyatının halk
şiirler, hece ölçüsüyle ya da aruzun heceye yakın yalın kalıplarıyla dörtlük
birimiyle ve koşma biçimindedirler. Dilleri yalındır. Bu türün en başarılı
örneklerini Yunus Emre vermiştir. Ondan sonra gelen bütün tekke şâirleri onun
yol ve üslubunu, samimiliği ve lirizmini taklid etmeğe çalıştılar.
Diğer taraftan her tarikatın
kendi tekke düzen ve yaşayışları ile ilgili kullandıkları birtakım özel
terimler, tâbirler vardır. Bunların sûfilerin kalblerine Allah’ın tevdî ettiği
yüce mânâlar ve sırlar olduğuna inanılır, iman edilir.[1014]
Bu terimler, tasavvufi
hal’leri tam olarak açıklayabilen rasyonel tanımlar da değillerdir. Nitekim bu
gerçek, tarikat erbâbı tarafından genellikle “Tasavvuf kal (söz ) ilmi değil,
hâl ilmi’dir.” deyimiyle ifade edilir. Bununla beraber Tekke Tasavvufu’nu
anlayabilmek için bu terminolojiyi iyice bilmek gerekir. Dolayısıyla bu konuda
eser verenler kendi anlaşılabilmelerini sağlamak maksadıyla tasavvuf terim ve
deyimlerini zaman zaman açıklamak gereği duymuşlardır.
Gazâlî’nin “İhyâ-i
ulûm’üd-din” de beşerî aşkın, “ilâhî aşk ve ruhânî hayat” simgeleri olacak
biçimde mâneviyata uyarlanabileceğini söylemesi[1015]bu tür
duyguların, düşüncelerin tasavvufî anlatımda şiir berâberliği sağlamasında
etkili olmuş, bazı tarikatlerde sözlü (güfteli) ya da sözsüz musikî anlatımı,
hatta raks, tasavvufî duygu ve düşünceleri açıklamada araç olarak kullanılmıştır.
Nitekim Fuzûlî, Nâbî, Nesîmî ve Niyâzî-i Mısrî mahabbet’i, şevk’i, aşk’ı,
vecd’i ve istiğrâk’ı esas alan sevgi ağırlıklı istiâreli ve mecazlı ifâdeler
kullanmışlardır.[1016]
Tekke edebiyatında didaktik
şiirler ya da ağır bir dilin kullanıldığı Divan şiiri tarzında da şiirler
yazılmıştır. Mevlevî Şeyh Galib ve Neşatî, halvetî Nailî gibi çeşitli
tarikatların üyesi birçok Divan şairi tasavvufî inançlarını Divan Edebiyatının
dil ve anlatımıyla kaleme alıyorlardı. Bu edebiyatta ilâhî hakîkatler kadın,
bülbül, gül, ateş, pervâne ve şarab, bazı hallerde hıristiyan ve mecûsî
âyinleri ve din adamları, hattâ putperestlikle ilgili unsurlar, mistik
hususları ifâde ve izâh için araç olarak kullanılmıştır.[1017]
Ama tasavvuf öğretileri halk
topluluklarına hece vezniyle ve dörtlüklerle söylenmiş ilahi’ler,[1018]devriye’ler ve şathiye’lerle yayılmaktadır. Örneğin tasavvufî
anlatımların yöntem olarak gerektirdiği mecâz, halk şiirinin “şathiye”[1019]denilen tarz ve biçimleriyle kullanılmıştır.[1020]
Düzyazılar hem müridler ve
hem de tekkelere devam eden halkın rahatça anlayabilmesi için genellikle sade
bir dil ile yazılmıştır. Tekke Edebiyatının nesir (düzyazı) bölümündeki
eserlerin bir bölümünün konusu Örneğin Hacı Bektaş, Emir Sultan gibi tarikat
büyüklerinin efsanevî yaşayışlarını anlatan menakıbnâmeler (evliyâ
menkıbeleri), efsâneler, fıkralar, öyküler, tarikat pîrlerinin hayat
hikâyeleri’dir.[1021]Doğrudan tarikat öğretisi olanların içeriğinde de Vahdet-i Vücûd ‘la
ilgili “ marifet ve hikmet” (epistemoloji ve felsefe) ağırlıklı terimler bolca
yer alır.[1022]
2.
MUSİKÎ
Eski Türkler’de bayramlarda,
eğlencelerde ozanlar kopuz eşliğinde şiirlerini ezgiyle okuyor ve savaşta
hükümdarın otağı önünde davullar, borular çalınıyordu. Ancak, Anadolu’da
Selçuklular döneminden başlayarak Türk müziğinin Saray çevresinde, dinî
ortamda, asker ocağında farklı gelişme alanları ortaya çıkmıştır.
Osmanlılar kendi müziklerine
yalnızca “mûsikî” demekle yetindiler. Ancak Tanzimat sonrasında Osmanlı
Ordusu’nun yeniden düzenlenmesi sırasında Batı’dan askerî marşların alınması ve
Batı enstrümanları kullanan Muzıkâ-yı Hümayun’un kurulması üzerine klasik
dönemdeki Osmanlı askeri müziğine de Mehter Müziği denildi.
Daha sonraları Klasik Batı
müziğinin ülkeye girmesi üzerine de Osmanlı musîkisi’de Osmanlı Saray Müziği ya
da Divan Müziği olarak adlandırıldı.[1023]
Osmanlı müzik repertuvarı
prozodik (sözlü) ve melodik (sesli) olarak bölümlendirilebilir. Divan Musikîsi,
Mehter Musikîsi, Cami Musikîsi, Tekke Musikîsi gibi gruplamalar ancak öncelik
verilen makamlar, formlar, usuller, kullanılan sazlar açısından bazı
ayrıntılarda farklılıklar gösterirler.
a. Divan Musikîsi
Başlıca çalgılar, ney,
tanbur, kanun, ut, kemençe, lavta, santur, kudüm, tef’tir. Saz müziği peşrev,
sazsemaisi, oyun havası, ara nağmesi, taksim’dir.
Sözlü musikî şekilleri ise
“kâr-ı nâtık, beste, ağır semai, yürüksemai, şarkı, köçekçe, gazel”dir.
Musikî’nin sistemi batı müziğinin 12 aralıklı sisteminden farklı olarak, eşit
olmayan 24 aralığa bölünmüştür. Musikî’yi kaydedebilmek için o dönem yazısında
kullanılan Arap harflerine Romen rakkamları gibi sayısal değerler verilerek ve
“Ebced hesabı” kurallarından da yararlanılarak özgün nota sistemleri meydana
getirilmiştir. Nitekim klasik dönemde mucîdleri olan Osmanlı bestecilerinin
adlarıyla “Merâgî”, “Ali Ufkî”, “Kantemiroğlu”, “Hamparsum”[1024]notaları olarak tanınan yazılım sistemleri kullanılmaktadır.
Müziğin esası “zamanlama”
olduğundan, ortaçağ’da geçerli olan bilim dizinlerinde matematik zümresi
içindeki ilimler arasına alınmıştır. “Zamanlama”nın önem açısından
seslendirmeden önce olduğu hususunda müzikologlar ve bilim adamları
uzlaşmışlardır.
Çeşitli aralıklarla dizilen
üç, dört veya beş perde nota dizinlerinin ikisinin birleştirilmesi ile çeşitli
makam dizinleri oluşurlar. Aynı makamdan çeşitli formlarda bestelenmiş
eserlerin belirli bir düzen içinde birçok okuyucu ve bir çalgı takımının
eşliğinde seslendirilmesine “fasıl” denilir. Fasıl Saray’da Padişah’ın önünde
“peşrev” (giriş) veya “baş taksim”le başlar. Sonra “kâr, birinci beste, ikinci
beste, ağır semaî”, şarkılar, yürük semâî” ile devam eder. Fasıl saz semâisi ya
da oyun havası ile biterdi.
Kâr, uzun ve bol terennümlü
prozodik (sözlü) eserdir. Kâr’lar beste formundaki prozodilerden çok daha uzun
ve makam ve usul geçkileriyle ve melodisi zenginleştirilmiş eserlerdir.[1025]
Osmanlı Musikîsi’ndeki
“aksak, aksak semaî, Türk aksağı” gibi bazıları Türk kökenli usûllerin,
makamların ve çalgıların az ya da çok farklarla benzerlerine birçok İslam
ülkesinin müziğinde de değişik adlar altında raslanmaktadır.
Fasıllarda başlıcaları ud,
tambur, kemençe, ney, kanun, kudüm, bendir, def, halile, lavta, santur, rebab,
musikâr, çeng ve sine-keman olan çalgılar insan sesine eşlik eder. Dolayısıyla
müzik âletlerinin ses alanı genellikle iki oktavı aşmaz. Özgün saz eserleri de
bu sınırlar dışına çıkmaz. Aslında özgün şarkı formlarına göre saz eserlerinin
daha az olması Tanzimat öncesinde “virtüoz”luğun pek önem kazananamasının da
sebebini açıklıyor. Diğer taraftan Osmanlı musikîsinde eser üretimine Rumlar ve
Ermeniler’in de katılması, toplumu oluşturan etnik ve dinsel farklılıktaki
halklar arasında ortak bir duyarlığın gelişebileceğini göstermesi bakımından
ilginçtir.
b. Mehter Musikîsi
Mehter, Osmanlıların askerî
ve siyasî hayatlarında olduğu kadar, örneğin padişah şenliklerinde olduğu gibi
toplum hayatlarında da önemli bir yeri vardır. Mehterhane’de ikisi nefesli,
dördü vurmalı altı temel çalgı yer almıştır
Türk askerî müziğinin amacı,
savaşta ordunun önünde kös, davul, nakkare, zil, çevgân, çalpara, çengi harbî,
zurna ve bom gibi yüzlerce vurmalı ve nefesli çalgının çok uzaklardan duyulan
ve gitgide yaklaşan gök gürültüsüne benzer sesiyle düşmanın maneviyatını
bozmaktı. Fil veya develere bindirilmiş[1026]150 aded devâsâ
kös, at veya katırlara yüklenmiş büyük ziller, davullar, nakkareler, zurnalar
ve bomlar saflar halinde tuğ ve sancakların önünde yürümektedir.
Diğer taraftan amacı her ne
kadar Osmanlı ordusunun hamaset duygularını harekete geçirmek ise de, Mehter
musikîsinin savaş dışında törenler, padişah şenlikleri, düğünler ve şâdumânîler
için bestelenmiş eserlerini , klasik Türk musikîlerinin saz eserleri ile
birbirlerinden ayırmak hemen hemen mümkün değildir. Nitekim adları “Hünkâr
Peşrevi, At Peşrevi, Alay Düzen Peşrevi, Elçi Peşrevi, Saat Peşrevi ve Rakkas
Peşrevi” olan bazı mehter parçaları vardır.[1027]
Tek sesli Mehter Müziği ile
Türk Müziği arasında temelde sistem farklılığı olmadığına göre, makam ve
usûller ile peşrev, semaî, nakış, ceng-i harbî, murabba, kalenderî gibi
formların hangisi istenirse hatta (özellikle hüseynî makamındaki Rumeli) serhad
türküleri Mehter Musikîsi repertuvarı içine dahil edilebilir. Bununla beraber
Mehter müziğinin ahlatî, revanî, saf gibi yalnızca kendine mahsus usûlleri
bulunmaktadır. Mehter musikisînin özgün bestelerini genellikle mehterân takımı
içinden yetişmiş sanatkârlar yapmışlardır. Günümüze ulaşmış mehter marşlarının
en eskileri Hasan Can ve Gazi II. Giray gibi On altıncı yüzyıldan kalmadır.
Mehter musikîsi eserleri
genel olarak sazlara yönelik ise de güfteli olanlar da vardır. Osmanlı Ordusu
ile birlikte Avrupa’nın ortalarına kadar giden Mehter Musikîsi motifleri birçok
batılı besteciyi de etkilemiştir.
c. Tasavvuf Musikîsi
Tekke şiiri ile Tasavvuf
Musikîsi (Tekke Musikîsi) arasında çok yakın ilişki bulunmaktadır. Dolayısıyla
tekke şiiri’ni beste ile okunan (koşma düzeninde, dörtlük biriminde) ilâhî’ler
olarak da görebiliriz. Bununla beraber gazel türünde yazılmış ilâhiler de
vardır.
Türk Musikîsinin bütün
makamları ve devri kebir, devr-i revan, aksak semaî, yürük semaî, evfer,
sofyan, düyek gibi usûller kullanılmıştır. Bektaşî raksanı, Bektaşi devr-i
revânı gibi Bektaşî nefeslerine özgü usuller de vardır.
Mevlevî “âyin-i şerif”i
Tasavvuf musikisinin en büyük formudur. Mevlevî âyinleri, durakları, melodi
anlayışı, oldukça uzun, ağdalı cümleleri ve temposu açısından genellikle
ağırdır. İlahiler ve nefesler ise halk için yapılmış olup kolaylık
ezberlenebilir yapıdadırlar. Dolayısıyla Tasavvuf müziği repertuvarının büyük
bölümünü herkesin beste ve güftesini kolayca ezberleyebileceği ilâhiler
oluşturur. Ancak ilahilerin güftelerinde bir tarikatın veya tarikat pîri’nin
adı ya da o tarikata ait tâbirler geçiyorsa başka tarikatların âyinlerinde okunmaz.
Hemen bütün tarikatlarda okunan ilâhiler dışında besteli olan başka eserler[1028]de vardır.
d. Câmi Musikîsi
Câmi musikîsi olarak bir tür
belirlemek, sistematik bir sanat kolunu tanımlamaktan çok cami’de ezan, kâmet,
salât, mevlid, kasîde, şugl[1029], ilahî, salât-ı ümmiye, tekbir,
mirâciye gibi ilâhi, dua ve ibâdet gereklerinin yalnızca insan sesiyle
yapılacağı gerçekliğini açıklamaktan ibârettir. Bu bağlamda Türk Musikîsinin
bütün makamları kullanılabilir. Bununla beraber segâh, rast, uşşak, hüseyni,
hüzzam, eviç ve bestenigar sabâ, bayâti ve dilkeşhaveran makamları tercih
olunmuşlardır. İlahiler, salât-ı ümmiye, Itrî’nin ünlü bayram tekbiri,
mirâciyelerin ve salâtların besteleri vardır. Bunlar dışındakiler irticâlen ve
solo olarak okunur. İlâhi gibi besteli eserler toplu olarak icra edilir.
Müezzin ve mevlidhanların seslerinin gür ve güzel olmakla beraber makam
bilgilerinin de bulunması cami musikîsinde başarının esasıdır.
e. Halk Musikîsi
Halk Musikîsi tek sesli
oluşu, ritim ve melodik yapısı bakımından klasik Osmanlı Musikîsi ile
benzerlikler gösterir. “Garip, kerem, bozlak, derbeder, müstezat, misket”
adlarıyla bilinen fakat aslında “hicaz, hüseynî, uşşak, kürdî, sabâ, rast ve
eviç” makamlarının benzerleri olan “ayak” denilen 6 makamı vardır. Bu
ayak’ların bazan Osmanlı Musikisî’ndeki “mürekkeb makamlar”a benzetilmek
istercesine bazan iki ya da daha fazla olarak bir araya getirildiği görülür.
Diğer taraftan klasik büyük usullerinin çoğuna halk müziğinde rastlanmamakla
beraber usullerin karşılığı diyebileceğimiz ritim kalıpları da
kullanılmaktadır. Her yörenin “ağız” denilen sözlü seslendirme üslubu ve mızrap
vurma tarzları değişiktir. Sözlü ve sözsüz parçalar genellikle insan sesinin
bir buçuk oktavlık ortalama alanı içinde kalır.
Sözlü eserlere çoğunlukla
türkü, sözsüz olanlarına da oyun havası denir.Bunların ritimli olanları “kırık
hava”lar ve doğaçlama izlenimi bıraktığı hâlde çoğunlukla kalıpmış ritimsiz
olanları da “uzun hava”lardır. Kırık hava türünden sözlü parçalar “koşma,
varsağı, mâni, destan, karşılama, semâi, divan, kalenderî” gibi güftelerinin
geldiği edebî türlerin adıyla anılırlar. Doğaçlamalar çoğunlukla bağlama
ailesinden bir sazla özgür icra edilen “açış’lar ya da ağız’lar”dır.
Eserlerin bir bölümü
birbirine benzeyen tekdüze melodili parçalar oluşturur. Bununla beraber, tıpkı
Halk Edebiyatında büyük şehirlerdeki şâirlere öykünen halk ozanlarının eserleri
büyük merkezlere yakın yörelerde güçlü bir bestecinin eseri hissini veren parçalar
da vardır.
3. YAZI SANATLARI
Yazı sanatları içinde esas
itibariyle “Hat Sanatı” denilen temel etrafında buluşan tezhib, ebrû gibi
süsleme sanatlarından ve yazma kitapların hem belgesi ve hem de tezyinatından
sayılan minyatür’den oluşur.
a. Hat Sanatı
Hat san’atı, on dört asırdan
beri İslâm güzel san’atlarının en önemli kollarından biri olmuştur. Bir yandan
mîmârî, minyatür gibi diğer İslâm güzel sanatlar ile bütünleşirken yardımcı
süsleme, ahşap ve mâden san’atlarında da denetleyici, hâkim bir rol oynamıştır.
Organik biçimli arap
harflerinin kompozisyona (istif’e) çok uygun gelen yapısının süsleme sanatları
açısından değerini, bütün İslam toplumlarından daha iyi anlamış olan Osmanlı
toplumu Hat sanatını doruğuna ulaştırmıştır. Bu bağlamda Şam, Bağdad, Kâhire,
Isfahan, Tebriz, Meşhed, Herat gibi İslâm kültür merkezlerinde yoğunlaşan İslâm
san’atlarının İstanbul’da yeni bir senteze ulaştığını da söylenebilir.
Organik harf biçimlerinin
plastik sanatlardaki âhenk, tenâsüp ve istif (uyum, orantı ve kompozisyon) gibi
estetik etkileri oluşturmaya uygun olmalarından,[1030]hem de yazı
içeriklerinin taşıdıkları anlamlardan gelen mânevî değerlerin Hat Sanatı’nı
güzel san’atlar seviyesine yükselttiği açıktır.
Hat Sanatı, Osmanlı kültürü
içinde süsleme sanatları, edebiyat ve mimarlık dizisi ile bir kapalı devre
(cycle) oluşturur. Bu döngü içinde yer alan sanatların birbirleriyle estetik
ilişkileri yadsınamaz. Başka bir deyişle bunların herhangi birinde kemâle ermek
için diğerlerinden de nasipdar olmak gerektiği açıktır.
Belki Kur’an’a duyulan saygı,
belki de İslam sanatlarının anahtarı (miftahı) oluşundan Hat sanatı gerek
uygulayıcılar ve gerekse halk tarafından kutsal sayılmıştır. Şiirler, güzel
sözler (vecizeler), mısralar, beyitler, atasözleri, öğütler, tarihler bu
yazıyla daha da güzellik kazanmışlardır. Yüzyıllar boyunca sarayların,
kasırların, köşklerin, camilerin, mescidlerin , tekkelerin, zaviyelerin,
medreselerin, türbelerin, külliyelerin, hanların, kervansarayların kapı ve
pencere alınlıklarına, kubbe kasnaklarına, dış duvarlarına, çeşmelerin,
köprülerin, bendlerin kitabelerine, mezar ve menzil taşlarına gerek hat
sanatının ve gerekse süs motiflerinin taş ve çini işçiliğinin ölümsüz değer
katkıları olmak üzere işlenmiş, yine saraylardan köşklere, konaklara, evlere ve
kahvelere kadar süslü çerçeveler, tezhipler içinde yerleştirilip asılarak
duvarlar bezenmiştir. Bu olgu hattatların sayısının ne ölçüde çok olduğu
hakkında yeterli fikir verebilir.
Diğer taraftan çok geniş bir
«yan sanatlar» kümesi de oluşmuştur. Örneğin kalınlık, renk, doku özellikleri
çok çeşitli olan kağıt imali, değişik renkte mürekkepler ve boyaların yapımı,
tezhip işleri için gerekli altın tozu ve altın varakların hazırlanması gibi
kuyumculuğa bağlı sanat kolları, kalıpçılık, ciltçilik, ahşap, sedef, maden,
çini ve taş işlemeciliği, hokka, divit, kalemtraş takımları, satıh ve tezhip
mühreleri gibi çeşitli yazım aletlerinin yapımcılığı, müzehhiplik
(süslemecilik), ebrû sanatı, deri işlemeciliği sanatları gelişmiştir.
Gerçekten de, İslâm Âlemi
için kutsal sayılan bu sanat, kendi deontolojisi ve etik’ini âdeta bir ortaçağ
bağnazlığıyla her zaman korumuştur. Hattatlar arasındaki çok kuvvetli
usta-çırak ilişkisi vardır. Bir yazı ekolünde kıdemi ve ustalığıyla en ön
planda olana verilen “reisü’l-hattatin” unvanı ölümünden sonra da halifesine
geçerdi. Böylece tarikat meşâyihinin silsilenâmeleri gibi, “şeyh ül hattatîn
silsilenâmeleri” de hattatların kurdukları ya da katıldıkları sanat ekollerini
belgeleyen çok değerli birer şecere (soy kütüğü) olarak yüzyıllar boyu
saklanmıştır.
Bu bağlamda düşünülürse Hat
sanatının yalnızca aharlı kağıtların iki boyutlu düzleminde kalmadığı açıktır.
Nitekim erkekse serpuşlu, kadınsa nakış işlemeli Osmanlı mezar taşlarında yer
alan örnekler üç boyutlu izlenim veriyor sayılabilir. Dahası yüzyıllar boyu
yazılmış sayısız levhalarda, tablolarda kutsal ya da felsefî anlam yüklü
âyetlere, sözlere, deyimlere estetik değerlerini katarak onlarla birlikte âdeta
“boyutsuz” olmuşlardır.
(1) Kağıt ve mürekkep
Kağıt, ilk başlarda
yurtdışından gelmekteydi. Sonraları bazı merkezlerde yerli kağıt da
üretilmiştir. Ancak bu kağıtlara “ham kağıt” denir. Ham kağıdın önce boyanarak
beyazlığınının giderilmesi ve istenilen tonda renk verilmesi gerekir. Okurken
gözü yormadığı için “nohudî” en makbul renklerdendir. Boyanan kağıtlar kalemin
kaymasını ve yazmanın kolaylaşmasını sağlamak yumurta akıyla yapılan özel
terkiplerle daha sonra “aharlanarak” terbiye edilir.
En sonra, kağıdın mürekkebi
emmemesi ve su ile silinerek düzeltilebilmesi için aharlanan kağıtların
yüzeyleri mühre adı verilen genellikle akik denilen sert ve cilâ tutan çeşitli
biçimler verilmiş bir taşla perdahlanarak iyice kaygan duruma getirilir.
Siyah mürekkep genel olarak
bezir yağı, balmumu, neft yağı veya gaz yağı gibi maddelerin yakılmasıyla
oluşan «is »in belli oranda arap zamkıyla karıştırılıp ezilerek halledilmesiyle
elde edilir. Sarı renkli «zırnık » mürekkebi, kırmızı renkli «lal» mürekkebi,
beyaz renkli « üstübeç » ve altın yaldız mürekkebleri daha az kullanılmakta ve
daha değişik yöntemlerle elde edilmektedirler.
Mürekkeb, hokka adı verilen
cam, pişmiş toprak, metal veya ağaç kaplar içine konur. Hattat’ın bir takım
kamış kalem ve kalemtraşlarını taşıyan, bir veya iki iki ucunda mürekkeb
hokkası, bir yüzünde “makta” bulunan madenî kutulara da “kubur” adı verilirdi.
(2) Kalem, Kalemtraş ve Makta
Hat sanatı için Kur’anda adı
geçen kalemin kutsal bir yeri vardır. Kalem yazı âleti olduğu kadar, örneğin
“aklâm-ı sitte” deyiminde olduğu gibi yazı stilini de belirler.
Kalemler genel olarak
kamış’tan yapılır. Belirli bölgelerden getirilen kamışlar daha makbuldür.
Kamışlar, örneğin gübre içerisinde bekletilmek gibi, işlemler uygulanarak daha
elverişli ve dayanıklı duruma getirilir. Diğer taraftan kamış kalemler büyük
boyutlu levhaların celî denilen iri yazıları için uygun değildir. Celî hatlar
için ağaç dallarından yapılan özel kalemler kullanılırdı.
Kamış kalemin ağzı kalemtraş
denilen çok keskin bir bıçakla, yazının cinsine göre kalınlık verilerek verev
ya da düz biçimde kesilip tam ortasından çatlatılır. Kamış kalemlerin ağzının
kesilmesi sırasında kullanılan ayarlı madenî altlığa “makta” adı verilir.
Kalemtraş yapmak, bıçağın ağız kısmına biçim ve madenine su vermek, fil dişi,
ahşap, kıymetli taş kakma sap kısmını yapmak da ayrı bir sanattır. Kıymetli
kalemtraşların bıçak yanaklarında yapımcılarının isimleri kazınmıştır.
(3) Kur’an Yazımı
Hat sanatı Allah’ın buyruğunu
en iyi şekilde yazma amacıyla gelişti. “Allah’ın sözü” vahiylerin kağıt üzerine
geçirilmiş hâli olan Kur’an-ı Kerîm’in daha güzel biçimde yazılması için
hattatlar yüzyıllar boyu birbirleriyle yarışmışlardır.
Kur’an-ı Kerîm’lerde Kufî,
Muhakkak, Reyhanî, Sülüs, Nesih gibi yazı çeşitleri kullanılmıştır. Bu yazılar
arasında en çok kullanılmış ve Osmanlı zevkine en uygun olan Nesih’e “Hadîm-ül
Kur’an” (Kur’an’a hizmet eden) unvanı verilmiştir. Diğer taraftan
“Muhakkak-Reyhanî”, “Muhakkak-Nesih”, “Muhakkak-Sülüs-Nesih” gibi
kompozisyonlar da kullanılmıştır. Ancak, mushaflar için Nesih yazışı, ve en çok
yazılan yazı olmuştur. Kur’an’ların ortalama ölçüleri 45x30 cm, 30x20 cm, 20x15
cm, 15x10 cm ve 10x7 cm boyutlarındadır.
Yüzyıllarca aherli ve
mührelenmiş parlak kağıtlara özenle yazılmış Mushaf’ları okumağa alışmış
Osmanlı insanı, selülozu bol, kaba lifli, yüzeyleri pürüzlü kağıtların
«Müteferrika Matba’ası’nın cenderelerinde (baskılarında) deforme edilmiş
buruşuk yüzeyle-rinde sanat kaygusundan uzak «mağribî» harfli yazıları
beğenmemiştir. «İlâhi» kavramı içinde değerlendirdiğini, «güzel» olarak da
görme isteğinden şekillenen Osmanlı estetik duygusu, basımevleri gelişinceye
kadar Kur’an basılmasını engellemiştir.[1031]
(4) Levhalar ve Hilyeler
Levhalar genellikle celî
sülüs ve celî ta’lik hattıyla çoğunlukla siyah is mürekkebiyle yazılmışlardır.
Siyah, lacivert, yeşil, bordo renk kağıt, tuval ve çinko üzerine tablo taslağı
hattat tarafından hazırlanan, müzehhipler tarafından üzeri altın ile boyanmış
yazılara zer-endud (altın sürme) adı verilir.
Levhalar “düz satır”, “şekil
istifli” ve “müsenna” olarak hazırlanmışlardır. Satır levhaları genellikle
sülüs ve celî sülüs düz yazı istifinde olduklarından metnin okunması ve çözümü
daha kolaydır. Şekil istifinde yazı, harflerin satır kurallarına bağlı
kalmaksızın aşağıdan yukarıya, sağdan sola doğru yığılmasıyla kendine özgü
(hatta bazıları resim görünümlü) biçimler oluşturur. Hat sanatında satır ya da
istifli olarak, karşılıklı olarak ters ve düz (sağdan sola ve soldan sağa)
yazılmış satırların bir simetri ekseninde buluşup kesişmesiyle oluşturulmuş
celî sülüs yazılara “müsennâ yazılar”, “çifte yazılar” ya da “aynalı yazılar”
denir.
İlk örnekleri On yedinci
yüzyılın sonlarına doğru görülmeye başlayan “Hilye-i Saadet” veya “Hilye-i
Nebevî” ya da kısaca hilye, Hz. Muhammed’in kutsal vasıflarını, göz ve saç
rengini, vücud biçimi, tavır ve hareketlerini özellikleriyle anlatan özel
formlarda[1032]düzenlenmiş levhalara verilen isimdir.
Sözlükteki sıradan anlamı
“süs, ziynet, cevher, güzel sıfatlar, güzel yüz” olan hilyeler aslında
hattat’ın değişik kompozisyonlar uygulayarak ve müzehhibin de çeşitli tezhip
örnekleri göstererek, başka bir deyişle âdeta “ziynetlendirdiği” iddialı
eserlerdir. Hatta sülüs-nesih yazısında icâzet almak için hilye yazanlar da
vardır.
Hilyelerde şeker renk ve
nohudi gibi açık renkler tercih edilmiştir. Tezhiplerin renkleri de yazıyı ön
plana çıkaracak şekilde seçilmiştir. On sekizinci yüzyıl sonlarına doğru,
(belki de Mekke-Medine seyahatlerinin deniz yoluyla kısaltılıp, kolaylaştırılması
sonucunda) Hilye tezhiplerinde “Mekke-Medine” minyatürleri görülür.
(5) İcâzetnâme’ler
“Talebe-i ulûm”a medresedeki
hocaları tarafından “İcâzetnâme” verildiği gibi, yazı meşk edenler de
üstadlarından “icâzetnâme” alırlardı.
Hattat icâzetnâmelerinde de “usta-tilmiz”
ilişkilerinin bir hattatlar silsilesi izlenerek başlangıca kadar götürülmesine
“an’ane” tâbir edilirdi. Bu nedenle klasik icâzetnâmeler ortalarına çerçeve
çekilmiş, başlangıcına tezhib yapılmış, 6-18 yaprak aharlı kağıda yazılmış
küçük bir kitapçık biçiminde olurdu.
Hattat icâzetnâmeleri daha
sonraki dönemlerde kısaltılarak “diploma” biçiminde tek bir yapraktan ibaret
kalmıştır. Ancak bu kez de çerçevelerinin ve boş kısımlarının tezhib ve
süslemelerine ziyâdesiyle önem verilmiştir. Genellikle öğrencinin yazdığı bir
âyet ve onunla alakalı bir hadis ya da iki hadisin altında hocanın elinden
çıkmış dualar ve tasdiklere ayrılmış iki veya üç küçük bölümden oluşan belirli
bir form almışlardır. Bununla beraber “Hilye-i Şerife” biçiminde ya da yalnızca
iki satır sülüs ve nesih yazısı ve hocanın tasdikinden ibaret olanları da
vardır.
Bir hattat yazı yazmak ve
imzasından önce “ketebehu” (bu yazıyı falanca yazdı) ibâresini koymak hakkını
ancak bu “ İcâzetnâme” ile alırdı. İcâzetnâmeler genellikle bir camide yapılan
“ icâzet cemiyeti” denilen bir toplantıda verilirdi.
b. Tezhib Sanatı
Tezhip sanatında ezilerek,
kolaylıkla kullanılacak kıvama getirilebilen toprak boyalar kullanılmıştır.
Yapılacak iş ve kullanım şekline göre tahrir firçası, zemin firçası, altın
firçası gibi adlarla bilinen değişik kalınlıkta ve özellikteki fırçalar
kullanılır. Motif stili seçilip kağıt üzerinde hafifçe belirtildikten sonra
renklendirilir. Altınla boyanmış kısımlar üzerine ince kağıt konularak özel
biçimler verilmiş mührelerle parlatılır. Sonra desenlerin dışına «tahrir »
denilen kontur çekilir. Tahrirlendikten sonra zeminler boyanır.
Elyazması sayfalarında veya
levhalarda yazı etrafına « cedvel » adı verilen bir veya birkaç çerçeve
çizilir. Bunların bir veya birkaçı altın, diğerleri cetvellerin kenarına
çizilen renkli çizgilerden meydana gelir. Cetvellerin dışına bazan geçme
denilen geometrik şekillerden ya da bitkisel figürler, çiçekler, rumîler,
bulutlardan oluşan bordür yapılır.
Tezhibli mushaflarda
süslemeler özellikle zahriye sayfası ve sûre başlarına konulan serlevha
(başlık)’lara yapılır. Zahriye sayfası’nda ve serlevhaların tezhibinde müzehhip
bütün hünerini gösterir.
Kıymetli yazma kitapların
konu başlarına “fasılbaşı tezhibi”, son bölümüne “hatime sayfası” bezemeleri
yapılırdı. Cümle bitişlerine ve mushaflarda ayetlerin sonlarına «mücevher
nokta» denilen tezhipli yuvarlak veya yıldız şekiller konulurdu. Bunların üç
yapraklı olanlarına “seberk”, beş yapraklı olanlarına “pençberk”, altı
köşelilerine “şeşhane nokta” adı verilirdi. Mushafların sayfa kenarlarında “cüz
gülü, hizib gülü, sûre gülü, vakıf gülü, secde gülü” gibi isimlerle tanımlanan
süslemeler bulunurdu.
Levha kenarlarındaki boş
alanlara, kitapların cilt sayfalarına, yazı aralarına (günümüzde “püskürtme”
denilen süsleme tarzını andırır biçimde) “zerefşan” denilen altın yaldızlı
parçacıklı yahut “simefşan” denilen gümüş parçacıklı ve “rengefşan” denilen
boyalı süslemeler yapılırdı.
Tezhibin önemli bir unsuru da
tığ denilen ve süslemenin dış konturundan sayfa kenarına doğru uzayan,
uçlarında küçük motifler bulunan düzgün çizgilerdir.
Tezhib süslemelerinde
kullanılan hatayî üslubunda motifler doğadaki türlü bitkilerin ve özellikle de
çiçekler yaprak, yonca gibi çiçeklerin stilize edilmesiyle gerçekleşir. Rumî
tabir edilen üslupta «sarılma rumî, sencide rumî, hurde rumî, işlemeli rumî,
tepelik ve ortabağ» gibi adlar verilen motiflerin ise aşırı stilize edilmiş
hayvan fîgürleri olduğu ileri sürülmektedir.
Kanunî Sultan Süleyman devri
tezhib sanatının en parlak dönemidir. Bu dönemde renklerin kullanımında bir
kısıtlamaya gidilmemiş ise de altın yaldız ve laciverdin tercih edilmiştir. Bu
dönemin özelliklerinden biri de güllerin bağımsız tezhip formu olarak
kullanılmasıdır.
Ancak tezhib sanatının
işçilik ve desenlerindeki zenginlik On yedinci yüzyılın özellikle ikinci
yarısından sonra gerilemiştir. On sekizinci yüzyılda ise Batı’dan gelen barok
ve rokoko üsluplarıyla karışarak « Türk rokokosu» denilen yeni bir üslup
doğmuştur.
c. Minyatür Sanatı
İsminden de anlaşılacağı
gibi, minyatür kağıt, parşömen, fil dişi gibi yüzeyler üzerine “küçük boyutlu
resim” yapma sanatıdır.
Osmanlı minyatürü öncesinde
de Bizans, Ortaasya, Hint ve diğer İslam ülkelerinin minyatür sanatları vardır.
Nitekim Türklerin Dokuz ve On ikinci yüzyıllar arasında Uygur sanatının
etkisiyle minyatürü öğrendikleri kabul edilir. Dolayısıyla Osmanlılar dahil
Türk kavimlerinin minyatürlerinde ve kültürel ilişkide oldukları örneğin İran
gibi diğer ülkelerin minyatür sanatlarında da insan tiplemelerinin yuvarlak
yüzlü, çekik gözlü olması Uygur etkisine bağlanır.
Osmanlı minyatürü, yazma
kitaplarda anlatılan konu (konuları) betimlemek , ayrıntılarını açıklamak için
çizilmesi, gerçekçi üslubu ve Saray’a bağlı kalmasıyla diğer İslam ülkelerinin
minyatürlerinden ayrılır.
Minyatürlerde boyut kaygısı
ve “perspektif aldatmacası” yoktur. Simgesel motifler ve konturları ve
ayrıntıları belirleyen çizgici bir üslup egemendir. Boyamada net renkler
seçilir, gölge ve ara tonlar kullanılmaz. İnsanlar uzun boylu, bazan kafaları
gövdelerine göre biraz küçük çizilmiştir. Diğer taraftan kısa boylular ve koca
kafalıların da bulunması, nakkaşın görülenlere sadık kalmak istediğini
vurgular. Organların gövde ile orantıları normal olmakla beraber, eller ve
ayakların bazan bilinçli olarak küçük çizildikleri görülür. Bunun küçük el ve
ayakların makbul sayılması geleneğine bağlamak mümkündür. Hareketler çizimlerde
doğal özelliklerini korurlar.
Bununla beraber resmin
konusuna göre “yabancı elçiler”, drogmanlar, solaklar, mollalar, çengiler,
solaklar, mehteran gibi insan gruplarında yüzler prototip çizilmiştir. Bu
durumu ana konu üzerine odaklanan bir kameranın verdiği görüntüde geri plan
elemanlarının “flu” görünmelerine benzetebiliriz. Böylece sanatçı genel ve özel
olanlar arasında ayırım yaparak anlatımı etkinleştirmektedir.
Hayvan resimleri stilize
edilseler bile, süs motifi yapılanlar dışında, naturel davranışlarını
kaybetmezler. Bu bağlamda kuşların dekoratif biçimler verilerek abartılı
çizildikleri de görülür.[1033]
Osmanlı minyatürleri Tarih
bağlamı içinde din, coğrafya ve diğer sosyal, kültürel konuları da kapsar.
Örneğin toplumdan kesitler padişah düğünlerine, çeşitli meslek grupları
şenlikler’e, ordunun günlük hayatı savaşlara dair “vakayinâme” türü kitaplarda
resimlendirilmiştir. Nitekim nakkaş Matrakçı Nasuh’un “Tarih-i Sultan Bayezid”
isimli eserinde Sultan II. Bayezid döneminde fethedilen kentlerin, kalelerin
figürsüz resimleri, “Beyân-ı Menâzîl-i Sefer-i Irakeyn-i Sultan Süleyman Han”
(Mecmua-i Menzil) isimli eserinde de yol boyunca konaklama yerleri ve
şehirlerin topografileri, doğaları ve binalarının resimlerinin yine figürsüz
yalın olarak verilmiş olması da minyatürde çeşitli sanat anlayışlarını ortaya
koymaktadır.
Sultan III. Murad’ın
oğullarının 1582’de Sultanahmet’te Atmeydanı’nda yapılmış 52 gün ve 52 gece
sürmüş sünnet düğününü konu alan Nakkaş Osman ile maiyetindeki Saray
nakkaşlarının resimlediği, Osmanlı minyatür sanatının en önemli eserlerinden
biri olan “Surnâme”de toplumun her kesiminden, her meslekten insanlar tasvir
edilmiştir.
Dinî konulara gelince,
Zübdet-ül Tevârih[1034]isimli eserde de Hz. Âdem’den başlayarak, bütün peygamberleri, Hz.
Muhammed’i, halifeleri ve Osmanlı Tarihî konu edilmiştir. Sultan III. Murad
için yapılan “Siyer-i Nebî”de Hz. Muhammed’in savaşları, kutsal olaylar 814
minyatürle resimlendirilmiştir. Bu minyatürlerde Hz. Muhammed’in yüzü beyaz bir
örtüyle kapatılmıştır.
On yedinci yüzyılın ikinci
yarısından itibaren portre minyatürcülüğü öne çıkar. Padişah portreleri,
kıyafet albümleri çizilir. Örneğin “Tercüme-i Şekâik-i Nûmâniye”de ulemâ ve
şeyhlerin tek veya muid ve müridleriyle birlikte çizilmiş minyatürleri yer
alır. Bu dönemin özelliği üçüncü boyutun görünmesidir.
Onsekizinci yüzyıl’ın ilk
çeyreğinde bu sefer Vehbi’nin “Surnâme”si’nde Sultan III. Ahmed’in dört oğlunun
Okmeydanı ve Haliç’te 15 gün ve 15 gece süren sünnet düğününü resimleyen nakkaş
Levnî, Lâle Devri’nin, zenginliğini ve ihtişamını 137 minyatürü ile belgeler.
Diğer taraftan padişah portreleri geleneği Nakkaş Levnî’nin “Silsilenâme” ile
devam eder.
Minyatür padişah
portrelerinde Osmanlı padişahlarının yüzlerine ve tavırlarına prototip genel
bir karakter verildiği gözlenir.
Bu dönemin minyatüründe
önemli gelişme Levnî’nin kadın figürleri ve yüzyılın Levnî’den sonra en önemli
sanatçısı olan Abdullah Buharî’nin giysileri ayrıntılı olarak çizilmiş genç
kadın ve erkek resimleridir.
On sekizinci yüzyılın ikinci
yarısında, basımevinin de etkisi görülmeye başlamış, yazma kitapla birlikte
minyatür de önemini yitirmeye başlamıştır.
d. Ebrû Sanatı
Ebru sanatının ilkesi,
teknedeki suyun yüzeyine serpilen boyalarla oluşturulan renklerin kağıda
geçirilmesidir. Dolayısıyla boyaların suda erimemesi, dibe çökmemesi ve yüzeyde
harelenmesi gerekmektedir. Boyaların dibe çökmememeleri için teknedeki suya
kitre ya da ayva çekirdeği, denizkadayıfı, keten tohumu veya salep gibi
maddeler karıştırılarak yoğunluğu arttırılır. Ve harelenmeleri için suda
erimeyen boyalar ve sığır ödü veya kalkanbalığının ödü kullanılarak bir yüzey
gerilimi meydana getirilir. Öd miktarına göre boya yüzeye fazla veya az yayılır
ve boyaların birbirine karışmasını da önler.
Ebruya rengini veren suda
erimeyen toprak boyalar desteseng (el taşı) denen bir aletle macun kıvamına
kadar ezilir. Vişne çürüğü lök denilen, kırmızı gülhahar denilen ve tütün rengi
de Çamlıca Tepesi’nde bulunan bir topraktan elde ediliyordu. Beyaz renk için
üstübeç, sarı renk için, zırnık , siyah renk için odun veya barut isi
kullanılırdı.
Boyalar at kılından yapılma fırçalarla
teknedeki kitreli suyun yüzeyine, koyu renklerden açık renklere doğru sırayla
serpilir, suyun üzerinde kendiliğinden bazı desenler oluşur.
Yüzeye yayılan boyalar bir
iğneyle daireler çizilerek şekillendirilirse şal ebru veya ince bir telle birbirine
dik yönlerde ileri geri hareket ettirilirse gelgit ebru; merkeze doğru sarmal
şekiller oluşturulursa bülbülyuvası ebru elde edilir. Gelgit ebru, tahta
üzerine çakılmış ince tellerle yapılmış tarakla sağa sola çekilirse taraklı
ebru, tarağın tel aralıklarının dar veya geniş tutularak damarlı somaki
mermerine benzetilirse “somaki ebru”, çok uçuk renklerle yapılırsa “hafif
ebrû”, aynı kağıda iki değişik motif tekrarlanırsa “akkase ebrû”denir.
Teknede son şeklini alan ebrû
deseni , mat yüzeyli, emici bir kağıt teknenin kenarından yavaş yavaş su
yüzeyine verilerek kağıdın yüzeyi üzerine aktarılmış olur. Bu kağıt
kurutulduktan sonra mührelenerek düzeltilir.
4.
MİMARLIK
Osmanlı mimarlığı, kuruluştan
itibaren On altıncı yüzyıl başına kadar hızlı bir oluşum evresi geçirdikten
sonra On altıncı ve On yedinci yüzyıllarda klasik dönemine ulaştı. Ancak On
sekizinci yüzyıldan sonra Avrupa ile ilişkilerin artmasıyla beraber Batı
mimarlığından da etkilendi
a. Klasik Dönem Mimarlığı
İlk yapılardaki tuğla-taş
örgülü duvarlardan kesme taş duvarlara ve kubbe çatı örtülerine geçildi.
Başlangıçta kubbeler özel kiremitlerle kaplanırken sonraları tek örtü malzemesi
kurşun levhalar oldu. Yine zamanla taş işçiliğindeki Selçuklu etkisi yerini
Osmanlı üslubuna bıraktı.
İlk camiler genellikle 8-10
m. çapında tek kubbelidir. Aslında oldukça büyük çaplı kubbeler de yapılmıştır.[1035]Ancak daha büyük mekanların örtülmesi için küçük boyutlu kubbeler modül
olarak kullanılıp,[1036]kıble ekseni üzerinde sıralanarak ve arkadaki kubbe hizasında iki
kanatla ters “T” biçiminde genişletilerek ya da çeşitli yönlerde yan yana
eklenerek[1037]kullanılmıştır.
Büyük açıklıkların üzerinin
örtülmesinde daha geliştirilmiş bir yöntem, yarım kubbelere oturtulmuş büyük
bir kubbenin etrafında sıralanmış küçük kubbeler ve tonozlarla aşılmış
eklemelerdir.[1038]
Bu dönemde yalnız camiler
değil onlarla beraber açık bir avluyu iki, üç ya da dört yandan çevreleyen
hücrelerin oluşturduğu medreseler yapılmıştır. Diğer taraftan medereseler,
şifahaneler, tabhane ve hamam’ın meydana getirdiği külliyeler meydana
getirilmiştir. Külliye biçiminde yapılaşma bir yerleşim sistemi olarak daha
sonraki dönemlerde de devam etmiştir.
Osmanlı medreselerinin genel
tipolojisi, dörtgen planlı açık avlular çevresinde kubbeyle örtülü büyük
dershane (darülkurra, darülhadis gibi), revaklar ve onların gerisinde gene
kubbelerle örtülü hücrelerin oluşturduğu yapılardır. Onaltıncı yüzyılda dörtgen
(ender olarak da sekizgen planlı[1039]) açık orta avluları revak ve
hücrelerin yan yana ya da karşılıklı iki sıra halinde dizildiği, “L” ya da “U”
biçiminde bir plan oluşturacak biçimde değişik düzenlenmeler de yapılmıştır.
“U” biçiminde olanların bazısı bağımsız ya da bir camiyle aynı avlu üzerinde
yer alan ve dörtgen avlunun dördüncü kenarı caminin son cemaat revakı ile
kapatılan medreselerdir. On yedinci yüzyılda da küçük külliyelerde medreseler
türbe, çeşme, sebil, mektep, kütüphane ve dükkan gibi yapıların arasında öne
çıkmaya başlamıştır.
Özellikle aynı avluyu
paylaşan cami-medrese planı yaygınlık kazanmış, kimi medreseler bulundukları
alana göre biçimlenmiştir.
Geç dönem medreseleri bazan
bir caminin alt yapısı olarak da düzenlenmişlerdir.
İlk dönem mimarî ve
mühendislik eserleri arasında nehirin akıntısı istikametinde yan yana
sıralanmış tonozlarla sığ nehirler üzerinde “uzunköprüler” adı verilen eserler
oluşturulmuştur.
Osmanlı Devleti’nin en önemli
sanatkârı özgün ekol[1040]ve sayısız eser sahibi Mimar Sinan’dır. Onun eserlerindeki mükemmeliyet
daha sonraki dönemlerde aşılamamıştır. Oysa Sinan’ın ve döneminin estetik
anlayışı sadelik esasına dayanmaktadır. Bununla beraber Sinan sadeliği
işlevsellikle birleştirince ortaya “yalın” mimarî şaheserler çıkmıştır.
Bu dönem sonrasında kubbe tüm
küçük mekan parçaları bir bütün oluşturacak biçimde birbirine eklenerek boş
alanın üzerini kapladı. Büyük kubbe ve yarım kubbelerden oluşan örtü sistemi
ile onu taşıyan duvarlardan oluşan alt yapı bütünleşti. Aynı bütünlük pencere,
iç revaklar, hünkar ve müezzin mahfilleri, revaklı avlu ve şadırvan gibi ögeler
arasında da sağlandı.
Bu dönemde aralarında
bazıları büyük camilerin çevresinde olmayan, ya da camisi bulunmayan pek çok
külliye, medrese, imaret, darüşşifa, han, hamam, darülkurra, sibyan mektebi
gibi binalar yapıldı. Yine tonozlu uzunköprüler ya da Mostar Köprüsü gibi derin
vadileri yüksek bir kemerle aşan “kemer köprüler”, su kemerleri (akuadükler),
saray müştemilatından olan köşkler[1041]yapıldı.
Hanlar, kent içinde geçici
konaklama ya da ticaret yapılan genellikle kârgir olan bir avluyu çevreleyen
revaklar ardındaki odalardan oluşan en az iki katlı yapılardır. Kent içinde
oluşları bu yapıların mimarilerinde uzun yol güzergahlarında bir günlük yol
menzillerinde yalnızca konaklama yeri olarak yapılmış kervansarayların kale
görünümünden uzaklaştırmıştır. Han yapılarında yalınlık önem kazanmıştır. Başka
bir deyişle hanlar; ticaret ve pazar merkezleri olarak şehir içi iş yaşamının
gerektirdiği mekanlara dönüşmüştür.
Fatih dönemi İstanbul
hanlarında ikinci bir avluda mescit ve bodruma yerleştirilen ahırlar
bulunmaktadır. Düzgün dörtgen plandan da uzaklaşılmıştır.[1042]
On yedinci yüzyılda da
İstanbul da nüfusunun hızla artması ve ticaretin gelişmesiyle hanların bir
yandan miktarları ve diğer taraftan da kat ve avlu sayıları artmıştır.
Bununla beraber yalnızca
ticaret etkinlikleri dışında düşünülen ahırsız, ambarsız şehir içi
misafirhaneleri biçiminde hanlar da yapılmıştır. Bazıları günümüze kadar
ulaşamayan Osmanlı hanlarının geleneksel planları iki katlı, revaklarla çevrili
avluludur. Odaların pencere ve kapıları orta avluya açılır. Bununla beraber odalar
hem sokak, hem de avlu yönünde çift sıra dizili ise, kapıları ortada bırakılmış
bir koridora açılmaktadır.
b. Barok Üslûbu
On sekizinci yüzyılda başta
Fransa olmak üzere Avrupa ülkeleriyle ilişkilerin başlaması mimarlıkta da
etkilerini gösterdi. O zamana kadar kullanılan gömme sütunlar, kıvrımlı
silmeler, baklavalı sütun başlıklarının yerine kompozit ya da Korent sütun
başlıkları kullanılmaya başlandı. Cami avluları kare yerine “U” biçiminde
yapılır oldu.[1043]
Yerden yüksek tutulan
girişlere yarım daire planlı ya da yelpaze gibi açılan yuvarlak rıhtlı
merdivenlerle çıkılır oldu. Dış görünümde kubbeyi dört cephede taşıyan dört
büyük askı kemeri ve köşelerde “C” ve “S” biçimli kıvık dallarla süslü,
kaidelerine doğru genişleyen ağırlık kuleleri kullanıldı. Taş işciliği, boyama
gibi mimarî süsleme unsurları da yoğun biçimde barok üslubun tesirinde
kaldılar.
Barok üslubundan o dönemde
yapılmış saraylar, köşkler külliyeler, kütüphaneler, sıbyan mektepleri,
çeşmeler ve sebiller de etkilendi.
5. DİĞER SANATLAR
Kaynağını çok tanrılı
dinlerden alan “takı”lar, “sanat ve estetik kapısından girerek” hurafe olarak
kabul edilseler bile, yine de mavi boncuk takmak, fala inanma gibi gelenekleri
oluşturarak kendilerine semavi dinler içinde de yer bulmuşlardır. Diğer
taraftan semâvî dinlerin geleneklerine de rahatlıkla uyum sağlamışlardır.
Örneğin Kuran ayetleri ve
sûrelerinin saklanması için yapılan mahfazalardan, bazubende, muska ve
hamayil’e kadar pek çok türde sanat eseri ve “tepelik, küpe, gerdanlık,
bazubend, bilezik, yüzük, kemer ve tokaları, Mühr-i Süleyman, ayna” gibi takı
kategorisi ve yardımcılarını da içine alan İslamî bir gelenek oluşturuyor. Bu
bağlamda özellikle altın ve gümüş üzerine kıymetli taşlarla bezenmiş günümüz
sanatçı ve eleştirmenlerini hayrete düşürecek derecede estetik ölçülere sahip
olan eserler meydana getirilmiştir.
Diğer taraftan örneğin
Tophane lüleciliği, Çanakkale çanak, çömlek, desti, güğümleri gibi sırlı ya da
sırsız pişmiş toprak işleri, el tornalarında çalışan tesbihcilik, sedefle,
gümüş ve altın levhalarla yapılan kakmacılık, kat’ı sanatları ve telkâri gibi
kuyumculuk işlerini sayabiliriz.
a. Çinicilik
Çiniler[1044], Osmanlı
başşehirlerini, sanki bir başka âlemin renkleri içinde dolaştırır. Örneğin
Muradiye Cami’i ve Türbeleri’nde çinilerin mimâri bezeme olarak kullanımını,
pencere alınlıkları, panolarla karolar ve nihayet makro planda alınmış bir
geçme motifi bütünden parça’ya kadar gerçekleştirilmiş doğal bir dizin
oluşturuyor.
Aslında evvelâ adıyla ünlü
“Çinili Köşk”, arkasından Süleymâniye Cami’inin çinileri, sonra hemen
bahçesindeki Kanûnî Sultan Süleyman ve Hurrem Sultan’ın türbeleri yine
çinileriyle , devamında dünyaca ünlü çinileriyle Rüstem Paşa Cami’i, arkasından
yine çinileriyle Piyâle Paşa, Atik Vâlide, Ramazan Efendi, Kadırga Sokullu ve
Takkeci camileri ve nihayet Topkapı Sarayı’nda Sünnet Odası, Hırka-i Saadet ve
Harem’in çinileri, yine ayrı bir sergileme kategorisi oluşturan Bursa, Edirne
ve Kütahya’yı çinilerimizde yüzyıllar boyu resmedilmiş çiçek motifleri bir
“Çini Bahçesi” olarak gezmeden Osmanlı çiniciliğinin güzellikleri ve kültürel
serüveni anlaşılamaz.
b. Maden Sanatları
Osmanlı dönemi maden sanatı
önce, bakır, altın ve gümüş yanında bir alaşım olan pirinç madenleri üzerinde
yoğunlaştı. Bu madenler içinde bakır askeri maksatlı çeşitli kullanım, gerek
darphane’de sikke kesimi ve gerekse toplumun kap, kacak gibi malzemesini
sağlamak açısından her zaman önemini korudu. Madenleri desenlendirmede en çok
kullanılan teknikler hakkâklık ve girift rumî ve bitkisel kıvrımlar ve
desenlerdir. Kakma tekniği, metal işçiliğinde çok az uygulanır.
Osmanlı maden sanatında döküm
tekniğiyle gümüşten veya tombaklanmış bakırdan yapılmış, gövdeleri soğan ve
kapakları kubbe biçiminde olan, bazen üç ayaklı bir tablaya, bazen de bir
ayaklık üstüne oturan buhurdanlar çok bol imâl edilmiştir.
Diğer taraftan kap, kacak,
leğen, ibrik, kandiller, şamdanlar kılıç, kalkan gibi madenî eşya üretimi
Balıkesir, Edirne, Erzurum ve Bursa, Üsküp, Priştine, Saraybosna gibi
merkezlerde maden sanatı gelişmiş olmakla beraber en önemli merkez Saray’ın
desteklediği İstanbul olmuştur.
(1) Hakkâk’lık
Mühür kazımak da halk
sanatlarının önemli bir koluydu. Çoğu sanat eseri sayılabilecek değerdeki
mühürler kazıyan “hakkâk”lar en iyi hattatlardan meşk ederlerdi. Bununla
beraber mühür üzerindeki yazıların istiflerini ayrı bir hattata da yaptırmak
mümkündü.
Yazılar altın, gümüş, pirinç,
bakır, kurşun gibi madenler veya kırmızı akik, âdi akik, zümrüt, kantaşı,
yıldız taşı, firûze, necef, yeşim gibi çeşitli taşlar ve hatta şimşir gibi sert
ahşap üzerine bile kazınabilirdi.
Hakkâk’lar, sert madenden
küçücük mühür tablaları üzerinde hat sanatının şaheserleri sayılabilecek
istifleri kazıyarak sığdırırlar. Bu işin zorluğunu oluşturan önemli bir özellik
de, kazınacak yazı istifinin sağdan sola doğru, başka bir deyişle kendisinin
değil de, sanki aynadaki görüntüsünün kazınması gerektiğidir.
Hakkâklar, herhangi bir
sahtecilik olayına karşı mühürlerin numunelerini saklarlar ve kazıdıkları
mühürlerin üstüne yine bu maksatla tarih de kazırlardı.
Ün yapmış hakkâklar mühür
tablasının bir köşesine çok küçük olarak kendi isimlerini ya da mahlaslarını
yerleştirirlerdi.
(2) Kuyumculuk Sanatları
Kuyumcu ustaları genellikle
Ermeniler’den ve altın bilezik yapımında ünlü Süryanî’lerden oluşuyordu. Ancak
Osmanlı kuyumculuk sanatı, pîr’leri Davut aleyhisselâm olan Kuyumcular
Loncası’na bağlı olarak çalışıp, gelişmektedir.
Osmanlı Saray kuyumculuğu’nda
biçim, üslup ve estetik açısından başlangıçta İran sanatının etkileri
görülmekle beraber, Doğu ve Batı ülkelerinden kıymetli taşlar ithal edilmesi,
On altıncı yüzyıl ortalarından sonra Van, Diyarbakır, Sivas ve Mardin gibi
kentler başta olmak üzere tüm ülkede metal işçiliğinin ve kuyumculuğun gelişmesini
sağladı. Anadolu’nun çeşidi bölgelerinde sanatkarlar arasında tercih edilen
madenler gümüş, bakır ve pirinçti. Bunların üzerleri altın, mine ve sır ile
renklendirilirdi. Bu yolla gümüşü kimi zaman pirinç kimi zaman altınla bir
araya getirip taçlar, sorguçlar, broşlar, gerdanlıklar, aynalar, hançerler,
kadın kemerleri, tepelikler, askı ve çeşitli takılar yapılırdı.
n Ham Madde Temini
Kuyumculara ham madde bağlı
oldukları lonca örgütleri tarafından sağlanmaktadır. Ancak lonca örgütlerine de
iki yoldan gelmektedir. Bunlardan birincisi, kullanılmış “hurde” süs eşyası ve
evâni, diğeri ise devlet tarafından âyârı ve vezni belirlenip mühürlenmiş
Darbhane’den alınan külçelerdir.
Osmanlı gümüş, bakır ve
kurşun madenleri Darphane tarafından işletilmektedir. Buralardan elde edilen
altın, gümüş ve bakır külçelerine “altın hazinesi”, “gümüş hazinesi” ve “bakır
hazinesi” denilmektedir. Bu üretim kolluk kuvvetleri eşliğinde önlemler
alınarak belirli zamanlarda İstanbul’a getirilir ve altın, gümüş ve bakır sikke
darp edilmesinde kullanılırdı. Ancak bu hazinelerden aynı zamanda kuyumcu
esnafı ve Saray için çalışan “Ehl-i Hiref-i Hassa”ya mensup “zergeran”(altın
işleyenler) ve “gümüşkünan” (gümüş işleyenler) sınıfı sanatkarların da
ihtiyaçları karşılanırdı.
n Saray Kuyumculuğu
Böylece ülkenin çeşitli
bölgelerinde kuyumculuk gelişmektedir. Dolayısıyla taşra kentlerinden Saray’a
çağrılan sanatçılarla Osmanlı kuyumculuğu da kendi özgün üslubunu ortaya koydu.
Gerek Saray’daki Ehl-i Hiref örgütünde yer alıp Saray kuyumculuğunu temsil eden
Zergeran (altın işleyen) bölüğü, Zernişanî (altın kakmacılar) ve Hakkâkan (taş
yontucular)’lar ve gerekse İstanbul’ daki Kapalıçarşı Kuyumcular Loncası
açısından On altıncı yüzyıl en başarılı dönem oldu. Öyle ki bizzat Kanunî
Sultan Süleyman bile kuyumculukla uğraşmıştı.[1045]
Bununla beraber kuyumculuk’ta
“Saray işi” ve “halk işi” ayrımı rahatlıkla göze çarpar. Üstelik kıymetli
taşlarla süslenmiş eserlerin önce Saray’a sunulması da bir saygı ifadesiydi.
Osmanlı kuyumculuğunun süsleme türündeki örnekleri arasında, Saray kadınlarının
taktığı zümrüt, mücevher süslü, armut ya da çiçek biçiminde küpeler; altın,
gümüş telkârî ya da savatlı bilezikler; inci, yakut, elmas, zümrütlerle süslü,
iki-üç sıralı kolyeler, hem kadınlar hem de erkeklerin kullandığı, yeşim,
zümrüt, akik yüzükler, mühür yüzükler, hem kadınlar hem de erkekler için
mücevher kakmalı kemerler, Padişah ve ricâl sarıklarına takılan iri elmas,
yakut ve zümrütlerle süslü sorguçlar’dır. Bunun dışında kalan önemli örnekleri
arasında altın ve gümüş’ten yapılmış kimileri mücevher kakmalı fincan zarfları,
buhurdanlar, gülabdanlar, leğen, ibrik takımları, şamdanlar, kandiller,
maşrapalar, kaseler, yazı takımları, Kur’an mahfazaları ve kılıçlar vardır.
n Halk Kuyumculuğu
Kuyumculuğun klasik temel
malzemesi, işlenebilirliği, geçmeyen parlaklığı ve yüksek maddî değeri olan
altındır. Bununla beraber ondan daha ucuz ve daha kolay bulunan gümüş de
işlenir. Bununla beraber altın, gümüş’le beraber bakır, pirinç, tutya metalleri
de kullanılmıştır. Bu bağlamda “kabartma, kalıpla çakma, telkarî, burma, som
döküm, savat, kakma, oyma, kaplama, yaldızlama” gibi özel teknikleri
uygulanmış, çeşitli mücevherler, fildişi, kemik, cam, kehribar kullanılmıştır.
Kuyumcu kârhanesinde, ocakçı altın
(veya gümüş) avanî’yi potada eriterek külçe hâline getirir. Bu sırada külçenin
ayarını ve rengini “ayarcı ustası” düzenler. Bu işlere “hâlliyat” denirdi.
Ancak som gümüş ve altın işlerinde Darbhane tarafından “sah” (görüldü) damgası,
tasdik ve sahteciliği önlemek için de “tuğra” basılmaktadır.
Elde edilen külçe tahta
balyozla uzun süre ve itina ile dövülerek istenilen incelikte levha haline
getirilirdi. Bu levhaların iyice inceltilip, kağıt yapraklar arasında uzun süre
mührelenip ezilmesiyle Tezhip sanatında ve yaldızlamada kullanılan mikron
kalınlığında varak ve altın tozu elde edilirdi.
Kuyumculuğun altın veya
gümüşten yapılan kıymetli taşlarla bezeli her türlü ziynet eşyası ve takılarına
“müzeyyenat”; altın ve gümüş kap kacak, leğen, ibrik, şamdanlar, kutu ve
çekmecelere de “evânî-yi sîm ü zer” denilmektedir.
Değerli madenler üzerindeki
ilk işlemleri ve yapıştırılacak zümrüt, yakut, elmas gibi değerli taşlara uygun
yuvaları “sâdekâr” yapar. Daha sonra cilacının cilâladığı eşyanın üstüne
değerli taşları kuyumcu ustası dizer, yuvalarına “mıhlayıcı” yerleştirir,
tutturur. Devamında kabartma, kazıma, basma, yapıştırma ve delme gibi
yöntemlerle yapılacak işleri perdahcı, kalemkâr, cilâcı, yaldızcı, kaplamacı ve
mineci ustaları tamamlar. Kalemkâr minenin motiflerini, mineci ise minelerini
hazırlar. Cilâcı tekrar cilâlar.
Aslında “sâdekâr” denilen
kuyumcular altın ve gümüş takı veya eşya üzerine, herhangi bir teknikle ayrıca
süsleme yapılmadan satışa çıkarırlardı. Dolayısıyla işçiliği az olan “sâdekârî”
denilen bu takılar ihtiyaç durumunda “hurda” olarak satılmaları gerektiğinde
değerlerinden düşülmesi gereken “işcilik” ve diğer malzeme bulunmadığı için
yalnızca ihtiva ettikleri altın ve gümüş miktarına göre altın, gümüş para
anlamında kullanılabilirdi.
Ancak “sâdekâr” denilen
sanatçıları taşra kentlerinde halk arasında “karakuyumcu” denilen ve kuyumculuk
sanatının her dalındaki işleri bildikleri kadarıyla yapmağa çalışan esnafla
karıştırmamak lâzımdır.
Kuyumculuğun önde gelen
merkezleri İstanbul, Diyarbakır Mardin, Midyat, Erzurum, Trabzon, Van, Sivas,
Malatya’dır. Örneğin Diyarbakır’ın ve Erzurum’un altın ve gümüş hasır ve burma
bilezikleri, gerdanlıkları, örme kemerleri, gümüş kakmalı işlemeli nalınları,
hamam tasları, ve çekmeceleri, Malatya’nın Trabzon’un hasır bilezikleri
meşhurdur.
Telkarî denilen tür özellikle
Balkanlar’da Prizren, Suriye’de Şam ve Halep, Anadolu’da Sivas, Diyarbakır,
Mardin ve Midyat’ta yaygındır. Van’da ise savat işleri ünlüydü.
c. Halı, Kilim ve Yaygı
Halıcılık ticaret yolları üzerinde
bulunan Konya, Kayseri, Sivas ve Aksaray gibi merkezlerde gelişmiştir. On
yedinci yüzyıla kadar yaygın olarak yün kullanılmışsa da, tiftik, pamuk ve ipek
malzemeyle de halı dokunmaktadır. Kullanılan boyalar, bitkilerin kök, yaprak,
kabuk ve meyveleri, yakılmalarından elde edilen külleri, ekşimiş hamur, turşu
ve peynir suyu, pas, çamur ve toprak gibi boyama özelliği olan maddelerden elde
edilir. Katalizör madde olarak da tuz ve şap bu bileşimlerde yer alır. Mesela
kök boya denilen kırmızı bir bitki kökünden; sarı, saman, yabanî erik, yeşil
ceviz kabuğu ve yaprağından; kahverengi soğan kabuğu ve siyah palamuttan elde
edilmektedir.[1046]
Halı dokumasında tezgaha dik
gerilen iplere çözgü, yan atılan iplere atkı ve geçki, , havı oluşturan iplere
düğüm veya ilmek denir. Çift çözgü üzerine uygulandığı için « çift düğüm »
adıyla da anılan Gördes düğümü Türk halılarına özgü bir düğüm çeşididir.
Hakim renkler kırmızı, mavi,
kahverengi ve yeşildir. Zeminde üçgen, sekizgen gibi geometrik desenlerle,«
elibelinde » denilen süslemeler, yılan ve eğri denen çengel benzeri motifler
karakteristiktir. Bütün bu süslemelerde, Türk halılarına özgü bir yerde
bitmeyen, sürekli tekrarlanarak çoğalan « sonsuzluk » anlayışı hakimdir. Uşak
halıları klasik dönem Osmanlı halılarının en gözde olanıdır.
On altı ve on yedinci gül ve
sümbül motifli Ladik halılannda yüzyıllarda ortaya çıkar. On yedi ve On
sekizinci yüzyıllarda bir halı ihraç merkezi olan Gördes’in biçimi seccadeye
benzeyen, çift başlı ejder ve balık figürlü halıları gözdedir.
Kilimin malzemesi yündür.
Boyanması halıda olduğu gibidir.Ancak serbest işleme tekniği kullanılan
kilimdeki desenler düğümlü dokunduğundan istenilen desenin işlenmesi güçleşen
halıya göre daha zengindir.
Diğer taraftan On altı ve On
yedinci yüzyılların kilim desenleri de Osmanlı çini, seramik ve tezhip
süslemelerinin klasik örneklerini andırmaktadır.
Yere serilen, örtü ve örtü
süsü eşyası olarak kullanılan, düğümlü ve havlı yaygılara verilen “halı”; iki
iplik sistemine dayanılarak yapılan, tersi ve düzü aynı olan havsız yaygılara
“kilim”; kilim dokuma tekniğine yakın bir teknikle yapılan, farklı olarak
çözgüler arasından renkli iplikler geçirip atkılara dolayarak desen oluşturulan
yaygı türüne “cicim”; cicim tekniğiyle dokunan, buna karşılık desenlerin
yüzeyde hiç boşluk bırakmadan işlendiği yaygılara “sili”; cicim ve sili benzeri
desenleri atkıların çözgülere sarılmasıyla oluşturulmuş yaygı türüne de “sumak”
denilmektedir.
6. “EHL-İ HİREF” BÖLÜKLERİ
“Ehl-i hiref” denilen Saray sanatçılarının
Osmanlı Sanatı’nda üslupların belirlenmesi açısından büyük katkı ve etkileri
olmuştur. Saray sanatçılarının Fatih Sultan Mehmed döneminde Edirne Sarayı’nda
başlayan örgütlenmeleri, On beşinci yüzyıl sonlarında Sultan II. Bayezid
döneminde Topkapı Sarayı’nda tamamlanmıştır. On altıncı yüzyıla gelindiğinde
Ehl-i hiref’ örgütü “nakkaşlar, kuyumcular, hattatlar, ciltçiler, çiniciler,
kumaş dokuyucuları, maden işi yapan kazgancılar, ahşap geçme işleri yapan
kündekârlar, ince marangozlar” gibi çeşitli sanat kollarında 45 bölük
oluşturuyordu.
Bu “ehl-i hiref “ bölüklerine
girebilmek için yetenek ve becerileri kabul edilmiş usta sanatçı olmak
gerekiyordu. Ancak acemî oğlanlar içinden kabiliyetlilerin yetiştirilmek üzere
çırak olarak alınmaları mümkündü.
Ehl-i hiref bölükleri
hazinedarbaşı’na bağlıdır. On altıncı yüzyılın dördüncü çeyreği başlarken
bölüklerde 1000’e yakın mevcudu bulunmaktadır. Bunlar ulûfelidir ve maaşları üç
ayda bir Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusunda bulunan Divanhane binasında dağıtılmaktadır.
Ayrıca yaptıkları işlerden de para almaktadırlar.
Ehl-i hiref mensupları
arasında kuyumcular, hakkâklar ve altın iplikle işleme yapan zerduzanın iş
yerleri Sarayın birinci avlusunda bulunmaktadır. Ancak çoğunun iş yerleri Saray
dışında bulunduğundan ustalar bölükbaşları veya bölük kethüdaları aracılığıyla
Saray’a çağrılmakta, kendilerine hazinedarbaşı tarafından iş verilmektedir.
Ehl-i hiref bölükleri önce
Saray için çalışmakla yükümlüdürler. Dolayısıyla Saray sanatçılarının eserleri
her sanat kolunda yalnız İstanbul değil, bütün Osmanlı ülkesi için en üst
düzeyde örnekler olmaktadır.
C. İLİMLER
Osmanlıların ilim anlayışı
tamamiyle İslamî kriterler çerçevesinde oluşmuştur. Bu bağlamda ilim’in
öncelikle Rahmanî olmasına dikkat edilmesi ve şeytanî olanlarından korunulması
gerekir.
1. KUR’AN’DA “İLİM”
Diğer taraftan Allah’ın
Kur’anda yer alan adlarından biri “Âlim”dir. Nitekim Kur’an’da «O her şeyi
hakkıyla bilir»[1047]denilmektedir. Bununla beraber Kur’an içeriğinde “ilim” yerine “hikmet”
deyimi kullanılır.[1048]Bakara suresi’nde[1049]«Nitekim size Kitabı, hikmeti ve
bilmediklerinizi öğretecek bir peygamber gönderdik” deniliyor.
Diğer taraftan “ilim”
Kur’an’da «Bilenle bilmeyen bir olur mu?»[1050]denilerek
övülmüştür. Bununla beraber “Allah dilediğine hikmet (ilim) verir”. Üstelik
“Her kime ilim (hikmet) verilmiş ise ona birçok iyilikler de verilir”[1051]
Hikmet’i, felsefe’nin de
ötesinde “Sebepler’in İlmi” olarak tanımlarsak bunu ancak (bi-küllî şey’in
aliym) olan Allah bilebilir. İnsanların yaşadıkları âlem hakkındaki bilgileri
(ilim) ise daima göreceli kalacak ve insanlar hatalarını sürekli olarak
düzelterek mutlak doğruya gittikçe yaklaşacak ve fakat hiçbir zaman tam
ulaşamayacaklardır. Mutlak Doğru’nun bilgisine ise ancak Allah sahiptir.[1052]
İnsanlar için kendi
bilgileriyle mutlak doğruya ulaşmak mümkün olmadığından Allah’ın ilmine muhtaçtırlar.
O halde mutlak bilgi ancak yine Allah tarafından gönderilen Kitap’ta, Kur’an’da
vardır.[1053]
n Fıkıh ve Kelâm’da “İlim”
Fıkıh ve Kelâm’la ilgili
eserlerde de “İlim” kavramının bazı özellikleri kategorik olarak sıralanarak
tanımlanmaktadır:
1. Dış dünyayı anlayış,
kavrayış ve idrak.
2. Yaşanan, görülen,
işitilen, öğrenilen ya da genel anlamıyla enformasyon (malûmat) türündeki ilke
ve kural ile ilişiği bulunmayan düzensiz “bilgi» birikimi,
3. Belirli kurallar, ilkelere
göre düzenlenerek “meleke” (sistem) hâline getirilmiş bilgiler bütünü” olarak
üç değişik anlamda kullanıldığını görüyoruz.[1054]
Bunlar içinde üçüncüsü
bilimin çağdaş tanımına uygun düşüyor.
İslam kültüründe “ilim”
tanımının bu kadar geniş kapsamlı tutulması, (basımevi’nin henüz icâd
edilmediği) Ortaçağ’da ve (basımevi’nin İslâm ülkelerinde kullanılmadığı)
Yeniçağ’da bilgi iletişiminin ne kadar zor, ne kadar değerli olduğunu da
vurguluyor. Bununla beraber bilim, dışarıdan insanların sandığı şekilde
doğrudan, mantıklı bir biçimde ilerlemez. Tam tersine, bilimin ileriye (bazen
de geriye) doğru olan adımları, çoğunlukla kişiliklerin ve geleneklerin büyük
rol oynadığı son derece insanî olaylardır.[1055]
2. İLİMLER DİZİNİ
Fatih, İstanbul’u fethettiği
zaman Bizans, Roma’dan tevarüs edip yaşattığı en az bin yıllık bir kültürel
tarihe sahipti. Bizans’ın Ayasofya ve diğer mimarî eserler yanında, örneğin
“Roma Hukuku” gibi dünya kültürünün çok önemli bir olgusu da İstanbul’da nihaî
biçimini almış ve tamamlanmıştı.[1056]Dolayısıyla Osmanlıların İstanbul’u
fethi, “Kavimlerin Muhacereti” sonucu meydana gelmiş bir işgal niteliğinde
olamazdı. Nitekim Fatih İstanbul’u “mamur” ederek yüzyıllar boyu yaşayacak
koskoca bir devletin ticaret, ilim ve kültür merkezi hâline getirmek
istemekteydi
Dolayısıyla bilim adamlarının
ve filozofların bilimler arasındaki ilişkileri yorumlayarak düzenledikleri
dizinler ait oldukları toplumların zihinsel ve kültürel yapılarıyla ilgili
anlamlar taşırlar. Hatta bu dizinlerin bazıları bilim felsefesinde
epistemolojik devrim yapmışlardır.[1057]Bu bağlamda Osmanlı ulemasının
yaptıkları tasnifler de, gerek revaçta olan bilimlerin neler oldukları, gerekse
bunların itibarî önem derecelerine göre aralarında yapılan sınıflandırılmanın
epistemolojik değerlendirilmesine göre hem devletin, hem toplumun düşünsel ve
kültürel yapısı hakkında sağlam kriterler verirler.
a. Klasik Dizinler
Bu bağlamda İslam bilim
dünyasında örneğin İbni Sina İlim olarak “Astroloji, Rüya Ta’biri, Tılısım ve
Sihirbazlık” konularını Kimya ile birlikte “Tabi’i ilimler”in içinde sıralamış,
“Musiki”yi de “Geometri, Astronomi, ve Sayılar” ilimleriyle birlikte “Riyâziye”
kategorisi içinde göstermiştir.[1058]
İmâm-ı Gazalî ‘nin[1059]yaptığı ilim tasnifleri ise benzerleri arasında çağdaş görüşlere en
yakın olanlarıdır.
(1) Taşköprizâde’nin Tasnifi
Diğer taraftan Osmanlı
Dönemi’nde yapılmış tasnifler içinde Taşköprîzâde Ebu’l-Hayr İsameddin Ahmed
Efendi (1495-1561)[1060]ilimleri belirli kategorilerde çok kapsamlı olarak düzenleyen bir
tasnif[1061]vermektedir.
Osmanlı ulemasının en tanınmışlarından
olan Taşköprîzâde Ahmed Efendi ünlü eseri “Mevzuât ül-Ulûm”de[1062]ilm’i yukarıda açıkladığımız kriterlerin bir özeti olan bu kıt’a ile
tanımlıyor: “Nafî olan ilim Kur’an ve hadîs ve fıkıhtır, /Sâiri bir şugl-i
bî-mânâdur etme heves, /İlim oldur anda ola kal’Allah ve kal’e Resül/ Sâiri
vesâvis-i şeytandır sana bu pend bes.”
Taşköprizâde “Mevzuat
ül-Ulûm”’de tanımladığı 364 adet ilimi “Devha” olarak isimlendirdiği yedi büyük
kategori’de[1063]sıralamıştır.
1. Ulûm-i hattîyye (Yazı ile
ilgili ilimler) 9 ilim sayılmıştır,[1064]
2. Elfâz (Söz) ilimleri: 43
ilim sayılmıştır.[1065]Bu bölümde Türkçe ve Arapça dilleri ayrı ayrı ele alınmıştır. Arapça,
Din ilimleri’nin incelenmesi için gerekli âlet ilimlerinin başında gelir. Başka
bir deyişle Batı’daki Latince gibi “ilim dili”işlevini üslenmiştir. Bununla
beraber Türk Dili bağlamında sıralanmış 16 ilim, günümüzde yalnızca “Gramer” ve
“Edebiyat” başlıkları altında toplanabilir. Diğer taraftan Tarih de söz
ilimleri içine alındığı gibi, aslında Tarih anabilim dalına bağlı “Peygamberler
tarihi, Halifeler tarihi, Hafızların tarihi, Müfessirlerin tarihi,
Muhaddislerin tarihi, Sahabenin ve tabi’ûn’un tarihi, Şafiî ulemasının tarihi,
Hanefî ulemasının tarihi, Malikî ulemasının tarihi, Hanbelî ulemasının tarihi,
Nahivciler tarihi, Feylesoflar tarihi, Tababet (Hekimlik) tarihi” gibi bir dizi
alt başlıklarda bağımsız ilimler gibi sıralanmışlardır.
3. Makûlat (Fikir yürütme)
ilimleri. (5 ilim sayılmıştır.).[1066]“Ders Okutma İlmi” dışında kalan
diğerleri Mantık Bilimi içine alınabilirler.
4. İlm-i İ’yân (Felsefe,
varlıklar ilmi) (124 ilim sayılmıştır.),[1067]Bu bölümde
“İlm-i Tabi’î’nin dalları” başlığı altında “uygulamalı ilimler ve fenler”
bulunmaktadır. Ancak sıralamada önce “Nefsi bilme ilmi, 2. Melekleri bilme
ilmi, 3. Âhireti bilme ilmi, 4. Peygamberliğin alâmetleri, 5.
(Yetmiş iki) Fırka fikirlerini bilme” gibi aslında Din ilmi kategorisi içinde
bulunması gereken ilimlerle başlanmaktadır. Bu da Osmanlı biliminde dinsel
anlayışın ayrılmaz bütünlüğünü gösteriyor. Hemen arkasından “İlimlerin usûl ve
fürû’u taksimi ilmi” gelmekle beraber, sayılmış olan 100’den fazla ilim ismi
arasında “sihir , büyü, göz boyacılık, imalât hiyleleri ve sistemli
dolandırıcılık” konuları da yer elmaktadır.
5. İlm-i Ahlak : 8 ilim
sayılmıştır.[1068]Genel olarak ahlak ve aile kurumundan devlet yönetiminde komutanları,
vezirleri ve hükümdarları ele alan davranış bilimleridir.
6. Şer’î ilimler: 125 ilim
sayılmıştır.[1069]Bu bölüm olağanüstü ayrıntılı olmakla beraber, sıralanışlarında
kopukluk bulunmaması, konunun Osmanlı uleması tarafından çok hassas biçimde
incelendiğini kanıtlıyor. Bununla beraber örneğin “İsim ve harflerle dünya
işlerinde tasarrufta bulunma (hurûfîlik), Nurlu ve karanlık (zulmanî) harflerin
bilimi, İsm-i a’zam ile iş görme, Harflerin kesik yazılışı ve karıştırılması
ile Gayb’den haber verme, Harflerle falcılık (zayırce) ilmi, Cifir ilmi” gibi
bazı bâtıl bilgiler de ilimler bağlamında tasnif sistemi içine alınmışlardır.
Oysa bu konular için örneğin “Batıl ilimler” kategorisi açılabilirdi.
Diğer taraftan bağımsız ilimler
olarak sıralanan başlıkları kendi aralarında guruplayarak dizinde bulunan
sayıyı iyice azaltmak mümkündür. Ancak dönemin bilgiye ulaşmada çektiği
zorlukla orantılı olarak daralan “ihtisas sahası” anlayışına göre bu durumu
olağan karşılamak gerekiyor.
7. Bâtın ilimleri: 50 ilim
sayılmıştır.[1070]“İbâdat, Âdat (Adetler ve gelenekler), Mühlikat (yok ediciler) ve
Münciyat (Kurtarıcılar)” olarak dörde ayrılır. Çağdaş terimler kullanırsak bu
kategoriyi “İslamî Yaşama Sanatı” olarak isimlendirmek mümkündür.
Ancak günümüz anlayışına göre
bakılırsa sıralanan ilimlerin büyük bir kısmı, bağımsız ilim niteliği
taşımadıkları gibi, bazılarını da kendi aralarında birleştirmek mümkündür.
Diğer bir kısmı ilim karakterini hâiz olamayacak niteliktedirler.
Taşköprîzâde’nin tasnifine
baktığımızda, genel kategorilerin sıralanmasında Aristo’ya kıyasla kendisine
“Muallim-i Sâni” denilen Farabî’nin tesiri hissedilmektedir.[1071]
İkinci derece başlıklar
altında yer alan bazı ilimlerin konularının (özellikle günümüz kriterlerine
göre değerlendirildiğinde) bulundukları zümre ile ters düştükleri görülüyor.
Örneğin “Sihir ilminin dalları” arasında “Şekil ve Harflerle Sihir İlmi”nin
tarifini yaptıktan sonra “denenmemiş bir ilim” olduğunu ilave eder. Yine
“İmalat Hileleri ve Açıklamaları İlmi” için “Haram bir ilimdir” açıklamasını
yapar. Aynı şekilde “İlm-i Musiki”nin dalları içinde sıraladığı müzik
enstrümanlarının yapımına dair “İlm ül-Âlât ül-A’cîbe”yi tanıtırken “Bizim
Şer’iatımızda haram ve anın ta’dadına iştigal dahi tazyî’i-i evkat ve
eyyam’dır” der ve “umûr-i muhakkara ve eşyâ’i mahreme” olarak niteler.
Ancak yazıldıkları çağda
bilim anlayışı ve tanımlanmaları çağdaş anlayışımıza uymadığı için gerek
eserlerde yer alan isimler ve gerekse tasnifler şaşırtıcıdır. Örneğin
“kerametler, hem veli hem de sihirbazda kendini gösterebilen ilahî iradenin
beklenilmiyen tecellileri” olarak izah ettiğinden “Büyücülük” de ilim olarak
telakki edilmiş dalları olarak 14 bağımsız isim verilmiştir.
Diğer taraftan “Postacılık,
Namaz vakitleri ilmi, Saat aletleri ilmi, Koyun ve Keçinin Omuzlarının
Şeklinden Kâinat Olaylarını Bilme İlmi, Ayak İzlerini Bilme” gibi bugün için
bilim sayılamayacak pek çok isim vardır. Daha önce de belirtildiği gibi, bilgi verilerinin
ve iletişimin çok kıt olduğu, bilimsel yöntemlerin henüz belirlenmediği
dönemlerde küçük bilgi birikimleri bile “malûmat” kategorisinde ilimler
sınıfında itibar gördüğü anlaşılıyor.
Bu arada “Yılın Mevsimleri
İlmi, İklimlerin Husûsiyetleri İlmi, Yerde Su Bulma ve Çıkarma İlmi, Yağmur
Yağmasını Bilme İlmi, Yevmî Hadiselerden Geleceği Bilme İlmi” gibi modern
meteoroloji biliminin bölümleri sayılabilecek konular da bağımsız bilimler
olarak sunulmuştur.
Bununla beraber İslamî
ilimlerin dizininde durum tamamiyle değişmektedir. Kur’an, Fıkıh, Hadis
ilimlerinin yöntemleri en ince ayrıntılarına kadar belirlendiği, diğer din
ilimlerinin ise tanım, mevzu, kapsam ve tasnifleri fevkalade hassas ve oldukça
sistematik yapı içinde sıralanmış oldukları görülmektedir
(2) Nev’î Efendi’nin Tasnifi
Nev’î Efendi[1072], “Yevâkit ül-ulûm” ve Abdurrahman Bistâmî’nin “Mevzuat ül-Ulûm”u gibi
eserlerden yararlanarak yazdığı “Netâyic el- Fünûn” da ele aldığı fenlerin
tertibini “İlm-i Tarih, İlm-i Hikmet, İlm-i Hey’et, İlm-i Kelam, llm-i Usul-i
Fıkh, İlm-i Hilaf, İlm-i Tefsir, İlm-i Tasavvuf, İlm-i Ta’bîr-i Ru’yâ, llm-i
Ruky-u Efsûn, İlm-i Tıbb, İlm-i Felâhat, llm-i Nücûm, llm-i Fal-u Zecr”[1073]şeklinde belirtmektedir.
Görüldüğü gibi Nev’î Efendi
genel bir tasnif değil, kendine göre bir seleksiyon yapmış olmaktadır.
b. Yakın Dönem Tasnifleri
Bununla beraber,
Taşköprîzâde’nin skolastik yapıdaki tasnifini örneğin Sava Paşa’nın[1074]düzenlemiş olduğu gibi daha yakın dönemlerin tasnifleri ile
karşılaştırarak Osmanlı ilim anlayışını ve bilim seviyesini ortaya koyabilecek
bir dizin yapmak mümkündür:
(1) Ulûm-i Külliyye
(a) Kur’ân İlimleri
(1) Kıraat İlmi: Bedi’î
Kıraat (güzel okuyuş) için “Tecvid” ve “Usûl-i Mahrec” ilimleri, Mantıkî
Kıraat, Mihanikî Kıraat (düz okuyuş).
(2) Tefsir İlmi: «Tefsir
Metni», «llmu Usûli’t-Tefsir»
(3) Hadis Usûlü İlmi:
Dirâyet-i Hadis (Hadis Bilgisi),
(4) Hadis fürû’u
(Ayrıntıları) İlmi: Rivâyet-i Hadis.
(b) Fıkıh İImi
(1) İtikâdî Fıkıh : «Fıkh-ı
Ekber», «İlm-i Tevhid», «llm-i Kelâm»
(2) Amelî (Uygulamalı) Fıkıh
: llmu usûli’l-Fıkh (Fıkıh metodolojisi); Fürû-i Fıkh; Vicdânî Fıkıh (Ahlakî
Fıkıh: Şer’î Ahlâk, Tasavvufî Ahlak, Felsefî Ahlâk )
(c) Âlet İlimleri
FiloIoji : Kur’an dili,
Arapça dil ve sözlük bilgisi (lûgat, ıstılahat, galatat ve tâbirler) gibi Âli
İlimler’in anlaşılmasına yardımcı olan ilimlerdir.
(2) “Diğer İlimler”
n Müşterek (Ortak) İlimler
Tarih, Coğrafya, Edebî
ilimler ve Mantık’tır.
n Tabi’î İlimler
Tıb, Saydele (Eczâcılık),
Riyâziye ve Hendese, İlm-i Musiki, Hey’et (Astronomi ), İlm-i Zîc, İlm-i Kimya;
n Tatbikî İlimler
Madencilik, Döküm, İnşaat,
Gemicilik;
n Ulûm-i Bâtıla
İlm-i Simya, İlm-i Tencîm
(Astroloji ), İlm-i Zayiçe[1075], İlm-i Sihr ve Tılısımat, İlm-i
Remil v.b.;
Bu tasnifte yer alan “Diğer
İlimler” de, örneğin “Tabi’î ilimler” zümresindeki Hey’et (Astronomi) ilmi
gibi, “Aslî İlimler” olan Kur’ân ve Fıkıh ilimlerinin hizmetinde olacaktır.
3.
ULÛM ve FÜNÛN
“Ulûm ve Fünûn” denilen
bilimler “Ulûm-i Şer’iyye”(ya da “küllîyye” veya “asliyye” de denir) dışında
kalıp daha sonraki dönemlerde zaman zaman “Fen” olarak isimlendirilmiş olan
ilimlerdir. Sava Paşa’nın tasnifinde “Diğer İlimler” olarak adlandırdığı,
günümüzde de “İnsan ilimleri, Temel Bilimler, Deneysel Bilimler” gibi isimler
verilen kategoriler içinde bulunan bilimlerdir.
n Müşterek İlimler
Müşterek ilimler konularında
olduğu kadar anlatım ve inceleme üslupları arasında ortak ve benzer yanlar
bulunan ilimlerdir. Örneğin Tarih ve Coğrafya bilimleri sık ve uzun tasvirler,
anlatımlar gerektiren anlatım yöntemleri açısından (Avrupa’da da) uzun süre
edebî türler içinde sayılmışlardır. Haritacılık ise hem Tarih ve hem de
Coğrafya ilimleriyle ortak alanları bulunan bir ilimdir.
(1) Tarihçilik
Gerçi çok daha önceleri
sezgisel ya da bilinçli olarak günümüz tarih felsefesi ve metodolojisine uygun
eserler vermiş tarihçiler de varsa da çağdaş anlamda Tarih Bilimi’nin kuruluşu
On dokuzuncu yüzyılın ortalarından sonradır.
Bu nedenle “Osmanlı
Tarihçiliği” kavramı da, Osmanlı müelliflerinin tarih biliminin materyali içine
giren tüm teliflerinin çağdaş tarih biliminin kıstaslarıyla yeniden ele
alınması anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle Tevârih-i Âl-i Osman,
zafernâme, gazavatnâme, hümayunnâme yazarları ile vak’anüvislerin eserlerini
edebiyat eserleri kategorisine dahil etmek kendi dönemlerinin anlayışı
açısından da daha uygun olacağı bile düşünülebilir. Ancak yazılış mantık ve
yöntemleri ne olursa olsun, bütün bu eserler günümüz için Tarih biliminin
gerçek kaynakları vasfını hâizdirler.
Osmanlı tarihçileri
kronolojik düzen içinde sıralanırsa başlangıçtan Fatih Sultan Mehmed dönemine
kadar olan devrede Osmanlılar’ın kökenlerine ilişkin en eski bilgileri aktaran
Ahmedî, Âşık Paşazade gibi yazarları, Orhan Bey zamanındaki Rumeli fetihlerini
anlatan Kâşifî, Enverî, Tursun Bey’in eserleridir. Bu arada “Midilli’li Dukas
“, “Atinalı Chalcocondyles”, “Sakızlı Kritopulos (On beşinci yüzyıl)” Rum
asıllı tarihçileri de unutmamak gerekir. Bu önemli tarihçileri takip edenler
Kemalpaşazade (ibni Kemal) ve Neşrî’dir. On altıncı yüzyıl’a gelindiğinde
tarihçiliğinin önemli adları Hoca Sadeddin Efendi, Mustafa Ali ve Selanikî’ydi.
Bunları On yedinci
yüzyılda’da İbrahim Peçevî, Müneccimbaşı Ahmed Efendi ve Naimâ izlemiştir.
Naimâ olayları kaydetmenin yanı sıra yorumlara yönelmesiyle öteki tarihçilerden
ayrılır.
Doğu ülkelerinde devletin
resmî tarihçisi hükümdarın vasıflarını, savaşlarını, zaferlerini, ününü manzum
olarak tasvir edip onu ululayan şehnâmeciler (şehnâme-nüvis’ler)’dir.
Şehnâmecilerin maiyetlerinde kâtibler, musavvirler (resim çizenler,
minyatürcüler) ve müzehhib’ler (altin yaldızla çeçitli süslemeleri yapanlar)
bulunurdu. Osmanlı şehnâmecileri ilk kez Fatih döneminde görev almışlardır.
Vak’anüvis’lik ise Divan-ı
Hümâyûn kaleminde bir devlet memuriyeti olarak Hicrî 1000 / Milâdî 1591
yılından itibaren başlamış, Hicrî 1293 / Milâdî 1876 senesine kadar
getirilmiştir. Bir anlamda resmî “kronikör”lük olan şehnâme-nüvis’lik ve
vak’a-nüvis’lik konuları dışında kalan tarih kitapları kaleme almış Osmanlı
müverrihleri de vardır. Bunlar resmiyete tâbi olmadıklarından devrin
haksızlıkları, halkın şikâyetleri gibi konuları da belirtmişlerdir.”Tevârih-ı
Âl-i Osman”lar grubu bu tür eserlere örnektir.[1076]Bunlardan
bazıları görüldüğü gibi müelliflerinin isimleriyle tanınırlar.[1077]Diğer bazılarının da kendi özgün isimleri vardır.[1078]
Hicrî 1000 / Milâdî 1591
yılından 1293 / 1876’ya kadar olan dönem içinde vak’anüvis tarihi olarak anılan
devletin resmî görevlisi olan “kronikör” tarihleri yazılmıştır. Ancak bu
kronikörlerin eserleri “şehnâme” ya da “gazavetnâme” edebiyatı türünden
değildir. Devletin günlük hayatını kendi anlayışları ölçüsünde objektif kalarak
kayda geçirmişlerdir. Bunların kitapları arasında da kimileri yazarlarının,[1079]kimileri de özgün isimlerile tanınır.[1080]
Diğer taraftan hâl
tercümeleri, tezkireler (biyografi), vefeyât (nekroloji), bazı münşeat
mecmuaları, seyahatnâmeler (Evliyâ Çelebi gibi), risâleler (Koçi Bey Risâleleri
gibi) de tarihsel değerleri açısından özgün tarih eserleri gibi ele alınabilir.
Osmanlı elçilerinin görevlerinin bitiminde devlete “sefâretnâme” adıyla tevdi
ettikleri bilinen, çoğu basılmış ve sayıları 50 kadar resmî rapor da önemli
tarihi belgelerdir.
Diğer taraftan şairleri ve
birçok meslekten tanınmış kişilerin haltercemelerini kapsayan ve konularına
göre “Tezkiretu’ş-şuârâ, Tezkiretü’l-meşâyıh, Tezkiretü’l-ulemâ,
Tezkiretu’l-hattâtin” gibi adlarla anılan konu olarak alınan kişilerin
hayatiyle ilgili fıkralara da yer verilen tezkireler ve tezkirecilik de,
biyografik tarih yazarlığı olarak değerlendirilmelidir.
Tarih : Divan edebiyatında
tarihler, “münşiyâne” denilen özentili bir üslubla kaleme alınır; bundan ötürü
edebî ürünler arasında yer alır. Mensur tarihlerin yanında manzum tarihler de
vardır.
(2) Coğrafya
Coğrafya konusunda bilinen
Osmanlılara ait ilk eser Ali bin Abdurrahman’ın 1365-1370 yıllarında Edirne’de
“Acaib ül-Mahlûkat” adlı Türkçe olarak yazdığı kitaptır. Daha sonra
yazılanların bir kısmı genellikle Arapça eserlerden yapılan tercümelerdir.[1081]On beşinci yüzyılın ortasında (1453’te) Yazıcıoğlu Ahmed Bîcan da yine
“Acaib ül-Mahlûkat”[1082]isimli islami edebiyatta coğrafya ve kozmografya ile ilgili
ansiklopedik bilgileri derleyen bir eser kaleme almıştır.[1083]Ne var ki
ilkelden görülenlere ve araştırılmalara dayanmayan bu eser, din kozmografyası ,
ortaçağ astrolojisi ve tıbbî bilgilerini birlikte ele alan ansiklopedik bir
kitaptır.
Görgüye dayanan ilk eserleri
Pîrî Reis, Seydî Ali Reis gibi tanınmış Osmanlı denizcileri[1084],haritacıları ve askerî ressamları[1085]ve Osmanlı
entellektüelleri[1086]vermişlerdir.
On yedinci yüzyılda Katip
Çelebinin “Keşfü’z-Zunûn”u ve özellikle “Cihannüma”sı, Evliya Çelebi’nin ünlü “Seyahatnâme”si
vardır. Bu asrın ikinci yarısında, Ebubekir bin Behram Dımışkî “Atlas Major”
isimli dokuz ciltlik kitabı Latince’den “Nusrat ül-İslam ves-sürûr fî tercüme-i
Atlas Mayor” olarak tercüme etmiştir. Katib Çelebi’nin eserleriyle Behram
Dımışkî’nin “Atlas-Mayor” tercümesinin Coğrafya ilmi üzerinde etkisi sonraki
yüzyılda da devam etmiştir.
On sekizinci asırda yazılan
kitapların en önemlileri Şeyh İbrahim Hakkı Erzurumî’nin “Marifetnâme” si,
Mehmed Edib’in güzergah coğrafyası türünde “Menâsik-i Hac” isimli eserleridir.
Bu dönemde Batı kaynaklarından yararlanılmaktadır. Osman bin Abdülmennan’ın
Almanca’dan “Fizikî Coğrafya” ve Kayserili Petros Baronyan’ da Fransızca’dan
“Fennümâ-yi Cam-ı Cem ez Fenn-i Coğrafya” isimli tercümeler yapmışlardır.[1087]
(3) Haritacılık
Basımevinin geç gelişinin
Osmanlı haritacılığına büyük zararı dokunmuş olduğu tartışma götürmez. Örneğin
Katib Çelebi “Girit Gazası” sebebiyle gemi kaptanlarına verilmek üzere el
yapımı “portalan” haritalar hazırlandığından bahsetmektedir. Dolayısıyla ne
kadar dikkatlice kopya (istinsah) edilmiş olsalar bile Osmanlı kaptanları
çeşitli hatalar sebebiyle en azından ayrıntılarında farklılaşan haritalar
kullanmışlardır. Halbuki deniz haritacılığında kayalar, akıntılar, kıyı
çizgileri ve deniz fenerlerinin yerleri, seyir sırasında doğru mevki saptamak
için kerteriz almak açısından gerekli olan ayrıntılardır.
Bu hususun Osmanlı
denizciliğinin batılı meslekdaşları karşısında gerilemesine sebeb olduğu
açıktır. Osmanlı ülkesine gelmiş Batılı gezginlerin birçoğu yayınladıkları
hatırat ve seyahatnamelerde Osmanlı kaptanlarının seyir açısından yeterli
olmadıklarını vurgulamalarının önemli bir sebebi de bu husus olsa gerektir.
Modern jeodezi aletleri ve
milletler arası poligon yöntemleri henüz kullanılmadan önce, deniz haritalarını
gemi kaptanları (ya da bu işle görevlendirilmiş kişiler ve heyetler) dürbin,
sekstant, usturlab (astrolabe), rubu’ tahtası, rub-ı ceyb (logaritmik abak)
gibi basit astronomi aletleri kullanarak çizmektedirler. Böylece bir süre
seferlerde kullanılan haritalar, ardışık yaklaşımlarla düzeltilerek gerçeğe en
yakın son durumlarını aldıktan sonra bastırılarak gemi kaptanlarına
dağıtılmaktadır.
Halbuki Osmanlı
denizciliğinde, en azından Pîri Reis, Seydî Ali Reis, Menemenli Mehmed Reis,
Ali Macar Reis gibi Osmanlı kaptanlarının hayat boyu topladıkları ve el yapımı
haritalar üzerine döktükleri bilgi birikimleri hiçbir zaman bir araya getirilip
basım yoluyla birbirinin aynı olan standart paftalar hâlinde üretilememiştir.
Evliyâ Çelebi “Esnâf-ı
haritaciyan” dediği Osmanlı haritacılarını şöyle anlatıyor:
“On beş nefer ve sekiz
dükkandır. Bunlar birkaç lisana ve alelhusus Latince’ye mükemmel aşinadırlar.
“Atlas Minör gibi kitapları okuyarak dünya yüzünde olan denizleri, nehirleri,
dağları ırmakları, gölleri, haliçleri, derya içindeki ‘kumsal, batak, kayalık
yerleri yaptıkları haritalarda işaret ederler. Onları gemicilere satarlar,
gemiciler de bunlara bakarak büyük Bahr-i muhitlerde ve küçük denizlerde
pervâsız gezerler.”[1088]
4.
DOĞAL İLİMLER
Osmanlı bilimi genel olarak
İslam biliminin zayıf bir mirasçısı olarak kabul edilir. Gerçekten de Batı’ya
Rönesans’ı sağlayan Matematik, Astronomi, Tıb, Felsefe, Mantık gibi Şer’î
dışında kalan İslam-Arap bilimi yanında esas itibariyle Şer’î ilimler üzerinde
merkezlenmiş İslam-Osmanlı ilminin görünümü kısmen de olsa İslam medeniyetinin
gerilemesi ile bağlantılı görüldü.
Aslında Osmanlı biliminin bu
iddiaların aksini ispat etmeğe yetecek düzeyde sistematik bir envanteri henüz
yapılamamıştır. Şimdilik araştırmalar Kâtib Çelebi’nin Keşfüzzünûn isimli
muazzam bibliyografyası, British Museum, Bibliothèque Nationale, Société
Asiatique gibi kurumların, ya da özellikle On dokuzuncu yüzyılda yaşamış bazı
oriyantalistlerin eserlerine veya yakın zamanlardaki bazı münferit çalışmalara
bağımlı kalıyor.
a. İlm-i Tencim
Günümüzde sosyologlar «sihir»
ile bilimler arasında da bir ilişki görmekte mesela matematiğin ilkel halini
sihir olarak düşünmektedirler, Nitekim Simya (Alchimie) ilminin Kimya’ ya,
İlm-i Nücûm’un (müneccimlik, astrologie) Astronomi’ye hatta “sağıtma”
yöntemlerinin Tıbba dönüşmesini de «sihir»den bilime geçiş olarak yorumlamak
mümkündür.
Bu bağlamda düşünülürse
ortaçağ’da “Gizli Bilimler” (Sciences occultes) zümresinde bulunan ve
yıldızların burçlara göre durumlarını yorumlayarak istikbâle dair bilgiler
verdiğine inanılan İlm-i Nücûm’un nerede bittiği, İlm-i Hey’et’in
(Astronomi’nin) nerede başladığı dikkate alınmazsa, klasik dönem Osmanlı
tarihinde istatistik verilere göre On beşinci asır 25, On altıncı asır 85, On
yedinci asır 100, On sekizinci asır 152 olmak üzere astroloji (veya astronomi!)
ile ilgili eser veren 400’e yakın müneccim yaşamıştır.[1089]Bunlar üç kıtada
Osmanlı ülkesinin hemen her yanında yayılmışlardır.
Bu süreç içinde İstanbul’da
50 müellif’in yaşadığı dikkate alınırsa, Anadolu’da ve Mısır’da birer misli,
Suriye’de eşit, Balkan’lar, Irak ve Magrib’in her birinde yarı sayısı kadar ,
Hicaz, Yemen, Kırım ve Kafkasya’nın her birinde ancak 1/10 kadar müneccim
yetişdiği görülüyor.
İlm-i Nücûm ve Hey’et
hakkında On dokuzuncu yüzyıla kadar 52’ si On beşinci asırda, 300’ü On altıncı
asırda, 190’ı On yedinci asırda, 344’ü On sekizinci asırda olmak üzere 886 eser
tesbit edilmiş, 1 375 eserin de yazıldığı tarih belirlenememiştir. Bu
kitaplardan birçoğunun Hindistan’dan Fas’a kadar İslam dünyasında ders kitabı
olarak okutulduğunu öğreniyoruz. Bu da eserlerin “İlm-i Hey’et” ağırlıklı
olduğunu bir anlamda kanıtlıyor.
Eskiçağlar’ın en büyük
astronom ve matematikçisi ve İslam ülkelerinde Batlamyos olarak tanınan
Ptolemaios’un “Megistos (Biblos)”(en büyük kitap) isimli eseri Ortaçağ’da Arap
bilginlerince “El-Mecisti” adıyla Arapça’ya çevrildi.
Bu tercüme ancak On ikinci
yüzyılın ortalarında, Arapça’ya yapılan tercümesi esas alınarak Batı dillerine
çevrildi.[1090]Trigonometri konusunda Batı’da ilk eser olan bu kitap üç yüz yıl
boyunca el yazmaları halinde kullanıldıktan sonra, ancak On altıncı yüzyılın
ilk çeyreğinde bastırılarak yayımlandı.[1091]
Gerçekten de bu tercümelerin,
Trigonometri bilgilerinin Batı’da yayılmasına ve gelişmesine çok etkili olduğu
açıktır. Bununla beraber Batı’da Latince ve el yazması olarak yapılmış bu
tercümelerin Arapça aslı çevirmeni (ya da şârihi) olan Sabit bin Kurra’nın
üzerinde düzeltmeler ve eklemeler yaptığı[1092]haşiyeli bir
“El-Mecisti”dir. Oysa Ptolemaios’un eseri “Megistos” belirli sayıda düzlem ve
küresel trigonometri teoremlerinin gerekli oldukları yerlerde astronomi’ye
uygulanmasıdır. Başka bir deyişle Trigonometri bilimi açısından bütünlük
sağlamak kaygısı yoktur. Oysa “El-Mecisti”de Arap bilginlerinin “müsellesât”ı,
Sabit bin Kurra’nın düzelttikleri ve kendi buluşu olan sinüs’ler de
eklenmiştir.
Nitekim On üçüncü yüzyılda
Nasirüddin Tûsî’ye ulaşan nüsha da aslında bu kitaptır.
Diğer taraftan Astronomi
konusunda da, Batılıların “Geber” (Jeber) olarak tanıdığı Endülüs’lü
matematikçi ve astronom Câbir ibn Eflah’ın, aslında bir Küresel Trigonometri
kitabı olarak yazılmış “Kitabü’l-Hey’e”si de Batı’da çok kullanılmıştır.[1093]
Aralarında en tanınmışları On
beşinci yüzyılda yaşayan Ali Kuşçu ile On altıncı yüzyılın ilk yarısında
Cezayirli Ali bin Veli ve ikinci yarısında İstanbul’da rasathane kuran
Takiyüddin¸ Coğrafya alanında, On altıncı yüzyılda dünyanın bilinen yerlerini
gösteren ama günümüze yalnız Batı bölümü ulaşmış bir haritanın sahibi olan Pîrî
Reis ve bir başka coğrafyacı Seydî Ali Reis’tir.[1094]
İstanbul Rasathânesi
Matematik, astronomi ve tıp
konularında tanınmış bir âlim olan ve 30’dan fazla (Arapça) bilimsel eseri
bulunan Takiyüd-din er-Rasıd İstanbul’a 1570 yılında Mısır’dan gelmiş ve
Padişah II. Selim’in müneccimbaşısı olmuştur.Bu gözlemevinde yaptığı bilimsel
çalışmalarla kendisinden önce yapılmış zâyiçe’leri (astronomi cetvellerini)
düzeltmiştir. Sultan III. Murad’ın döneminde içinde on beş kişi çalışan
İstanbul Rasathanesi’ni inşa etmiş ve 1573 yılında rasat yapmağa başlamıştır.
Ne var ki rasathane 22 Ocak 1580 günü yıktırılmıştır.
Takiyüddin ekinoks’ları
belirlemek için “Zat ül-evtar” adını verdiği yeni aletleri icat etmiş ve
rasathanede mekanik saatlerden yararlanmıştı.[1095]Yıldızların
enlem ve boylamlarının belirlenmesinde o zamana kadar kullanılanlardan farklı
bir hesaplama usulü geliştirmişti. Güneşin apojesinin yıllık hareket mikdarını
da 63” olarak tesbit etmişti. Bugün bilinen değerin 61” dir.[1096]
Batı dünyası, MS. ikinci
yüzyılda Batlamyus’tan, On altıncı yüzyılda Kopernik’e kadar, açıların
ölçülmesinde kirişleri kullanmıştır. Takiyüddin Uluğ Bey’den esinlenerek farklı
bir yöntem geliştirerek bir derecelik açıya tekabül eden yay oranını hesab
etmiştir.
Bu araştırmaların içinde
bilim tarihi açısından en önemlilerinden biri, “Haridet ül-Fikr” ve “Gunyâ’t[1097]-Ullah” isimli eserlerinde 1550 yıllarında ilk kez “sittiynî”
(sekzagesimal, 60 tabanlı) derece taksimatı yerine kullanmış olduğu âşârî
(ondalık) sistem[1098]hakkındaki açıklamalarıdır.[1099]
(1) Muvakkithâne’ler
İbadet vakitlerini belirleme
işi olan muvakkitlik, her devirde önemini korumuştur. Muvakkitler sanat-ı
mikata[1100]ve irtifa alma fenni’ni bilir, rub-i daire (usturlab) gibi irtifa alma
aletlerini kullanarak muvakkithane saatlerinin doğruluğunu, ayarlarını denetler
ve ezan vakitlerini müezzinlere bildirir, imsak zamanlarını gösteren “imsakiye”
cedvelleri hazırlar. Bütün ülkede camilerin bitişiğinde “muvakkithane”ler
kurulması, yarı resmî bir kurumun varlığını da gösterir.
Muvakkitler mekanik saatlerin
yaygınlaşmasından önce namaz vaktini su saati, kum saati ve güneş saati gibi çeşitli
ilkel saatlerle yaparlardı. On yedinci yüzyıldan sonra mekanik saat
kullanımının artmasıyla ve muvakkithanelere de gelmesi ile işleri
kolaylaşmıştır. Ancak bu saatlerin ayarlarının yapılması ve tamir edilmeleri de
muvakkitlerın görevleri arasına girmişti.
Bununla beraber
muvakkithanelerin ve muvakkitlerin yönetilmesi müneccimbaşıya aittir. Nitekim
muvakkithaneye yeni tayin edilecek kişilerin imtihanını da müneccimbaşı yapar.
Aslında muvakkitlik bir sanat olarak babadan oğula intikal ederdi. Ancak oğlu
olmadığı halde vefat ederse, müneccimbaşı huzurunda yapılan imtihanla yerine
muvakkit tayin edilirdi.
Muvakkitlere On dokuzuncu yüz
yılın ortasına kadar vakıfların imamet, hitabet, müeezzinlik gibi ilmiyye
faslından on akça yevmiye ve ayrıca yüz kuruş ev kirası verilmekteydi.
Muvakkithaneler genellikle
cami ve mescidlerin girişinde veya bahçesinde bir-iki oda halinde ve camiye
bağlı olarak inşa edilmişlerdir. Fatih Camii’nin avlusundaki Fatih Camii
Muvakkithanesi İstanbul’da 1470 tarihinde inşa edilen ilk muvakkithanedir. Bu
muvakkithaneden sonra Bayezid Camii, daha sonra da Yavuz Sultan Selim cami’inin
bahçesindeki muvakkithanelerde asırlar boyu birçok muvakkit ve müneccim
yetişmiştir.
Saatler “muvakkithane”lerin
sokağa bakan pencerelerinden görülecek biçimde yerleştirilirdi. Muvakkitler,
güneş saatiyle veya astronomi cetvelleri kullanarak güneşin meridyen’den
geçişine göre, saatleri ayar ederek düzenlerlerdi. Küçük saat mekanizmalarının
hassas olarak imal edilemediği dönemlerde uzun pandüllü saatler kullanılırdı.
Dolayısıyla muvakithanelerin yerel saat düzenlemeleri açısından önemli
görevleri vardı. Müezzinler ve müslümanlar tam namaz saatlerini ve iftar
vakitlerini buradan öğrenirlerdi. Diğer taraftan medreselerin, camilerin
bahçelerinde ve beden duvarlarında da yine “vakit” işaretleri taşa kazınmış ve
demir ölçü çubuğu çakılı “güneş saatleri” bulunurdu.
Muvakkithanelerde isteyenlere
İlm-i nücum (astroloji) ve Felekiyat (kozmoloji) öğrenimi ile usturlab
(astrolabe), güneş saati, rub’u tahtası (quadrane) sekstan, pusula, pandüllü
saat, meridyen dürbünü gibi aletlerin kullanılmaları, tamirleri, yapımları
gösterilirdi. Bu kurumlara gök dürbünü kullanmayan küçük birer “rasathane”
denilebilir.
Zemberek sistemli gelişmiş
saatler çıkmadan önce mekanizmaları ağırlıkla çalışan saatlerin uzun süre
kurulmadan ve hassas çalışabilmeleri için hem kontrpuanın bağlandığı ip (veya
zincirlerinin) ve hem de pandül (rakkas) boylarının uzun olması gerekiyordu.
Bunun için de kadranları mümkün olduğu kadar yüksekte bulunan saatler
yapılıyordu. İşte saat kuleleri bütün bu klasik saatçilik gereklerini üzerinde
topladığı gibi üstelik vakıt tayini hizmetlerinden herkesin yararlanmasını da
sağlayabiliyordu.[1101]
(2) Eşref Saat Tayini
İnanışa göre, bütün kainatın
içindeki varlıkların duygu , ahlak, huy sağlık gibi durumları ile olayların
oluşumu yedi gezegen ve on iki burcun birbirlerine göre düzenlerinin etkisi
altındadır. Her insanın etkisinde olduğu bir gezegen bulunmaktadır. Gezegenler
burçlara göre uğurlu (sa’d) veya uğursuz (nahs) durumlarıyla beraber etkisi
altında tuttuğu insana da iyi veya fena, cömert veya cimri, talihli veya
talihsiz dönemler yaşatırlar. Dolayısıyla gezegenler kaderi tayin edemezler
ama. bir çeşit fal gibi, önceden “sezinlemek” imkanı verirler. “İlm-i Ahkâm-ı
Nücûm” gezegenler alemindeki bu düzeni inceler.
Müneccimlere göre bir gezegen
kendi güzergâhında (mihrak) dolaşırken ilk hareket noktasına döndüğü “zaman–ı
şeref “ (veya “eşref-i saat”) denilen kutlu zamanları vardır.
Diğer taraftan gezegenlerin
on iki burcun zaman dilimlerine kutlu saat (sa’d) girişleri bazen ayın başında
iken bir sonrakinde sonuna; gün ortasına rastlayan bir (nahs) ertesi gün akşam
veya sabaha rastlar. Bu yüzden her burç için aylık veya günlük dilimdeki kutlu
ve kutsuz saatler tespit eden “zâyiçe” denilen listeler düzenlenir.
Osmanlı Sarayı’nda da
“eşref-i saat” meselesine çok önem verilmiştir. O kadar ki bütün teşrifat ve
protokolü, padişahın tahta çıkması, sadrazama mühür verilmesi, şehzadelerin
doğumu ve isimlerinin konulması, sultanların düğünleri, savaş ilânı, ordunun
hareketi, hücuma başlamak, gemi denize indirilmesi gibi pek çok konu için
müneccimbaşı’lar tarafından eşref-i saat tespit edilmiştir.[1102]
Gezegen ve yıldızların gök
yüzünde belli zamanlardaki yerlerini gösteren “zâyiçe” cedvelleri aynı zamanda
mukaddes günleri tesbit etmek için de hazırlanmakla beraber Astroloji’ye, ya da
Osmanlı ülkesindeki adıyla “İlm-i Nücûm”a Saray’ın desteği ile birlikte halkın
da ilgisini oluşturmuştur.
b. “Tıb” İlmi
İslâm öncesi dönemde hekîm
“büyü bozan” (contre-sorcier) idi. Çünkü kötü niyetli bir büyücüye karşılık,
iyi niyetli bir büyücü bulunması gerekiyordu. Kötü bir büyünün tesirini ancak
bir başka büyü giderebilirdi. Bu nedenle klasik Arapçada “tıbb” hem hekimlik ve
hem de sihir anlamındadır.
Tıp doktoru anlamında
kullanılmak üzere “tabib” ya da “hekîm” denilir, hastalıkların tedâvisi tıbbî
veya kitâbî denilen iki farklı yöntemle yapılırdı:
Tıbbî tedavi ilimden çok
sanata yakındır. Bu işin pratiğini bilen yetişmiş tabiblerce uygulanırdı.
Tabib, otların gizli şifalarını bilen kişidir. Batılılara göre Müslümanlar daha
sonraki dönemlerde de eczâcı ile tabib arasında fazla ayırım yapmamışlardır.
Müslüman tabibler önceleri usta-çırak usulünce bir camide, daha sonra
Darü’t-Tıb denilen tıb medreselerinde ders veren üstâdlardan ders almışlardır.
Diğer taraftan tabiblik
mesleğinde daha çok cerrahlara yakın berberlik gibi yan meslekler de vardır.
Nitekim berber diş çeker, sünnet yapar, sarılık illetini “keser”.
Halbuki “kitâbî tedâvi” sihir
ve tılsımlar kullanır. Bunların yazılı olduğu kitaplara müracaat eder. Orada
gösterilen yöntemlere göre yazılacak sihirli sözler ve sembollerle bunlara
eklenen sihir reçetelerinde şap, nitrat, amonyak, bal, otlar v.s. gibi bazı
formülleri kullanmak gerekecektir. Bu reçetelerdeki sihir unsurunun zamanla
ortadan kalkarak bilime geçildiği anlaşılıyor.
Böylece “tabib” yalnızca iyi
edici, “hekîm” ise Eflâtun, Aristo gibi Antik çağ filozoflarının esrârengiz
bilgilerine sahip kişidir. Medrese kökenli Osmanlı tababeti sihir’e karşıdır.
Sihirle iş bitirdiğine inanılan bu kişilerin İslam’a göre yeri inanç dışıdır.
Bu nedenle gayri müslim doktorlara genellikle “hekîm” denilmektedir.
Ortaçağ’dan itibaren Osmanlı
tıb ilminin önce skolastiğin teolojik ve metafizik yöntemlerinden hareketle
tedâvî usûllerinde gözlem, teşhis ve tecrübeye dayanan biçimde geliştiğini
görüyoruz. Örneğin çiçek hastalığına karşı koruyucu aşının hangi tarihten
itibaren bilindiği saptanmamış olmamakla beraber çok eskiden beri Anadolu’da
yörükler arasında yapıldığı bilinmektedir.[1103]
Türkiye’de uygulanan yöntemde
hafif çiçek çıkarmış bir hastanın yarasından irin alınıp bir ceviz kabuğuna
konur, saklanırdı. Ekseriye Mayıs ayında gülsuyu ile sulandırılan irin çocuğun
kolu çizilip oraya damlatılırdı. Sulandırılarak zayıflatılmış mikrop çok
dağınık 10-15 çiçek çıbanı çıkarır, fakat yüzde çopurluk yapmazdı. Ancak
temizlik şartlarına riayet edilmediği taktirde ve kişi o sırada sağlıksız ise
ölüme sebep olan çok şiddetli arızalar meydana gelebiliyordu.
Özellikle cüzâm (lepra)
illetinin çağlar boyunca tedavî edilişi izlenirse bu görüşün doğruluğu
kanıtlanmış olur.
Cüzâm (miskin illeti)
hastalığının alâmetlerinin tarifi (semptomoloji), teşhisi (kesin tanı,
semiyoloji), hastalığı doğuran sebeblerin araştırılması (etiyoloji) ve tedavisi
hakkındaki Osmanlı tabibleri ile Batılı hekimlerin araştırmaları değişik
yöntemler kullanmalarına rağmen On dokuzuncu yüzyıl başlarında hemen hemen aynı
neticelere ulaşılmıştır.
Daha On yedinci yüzyılda
Osmanlı tabibleri öncelikle bu hastalığın tarifini ve seyrini iyi
gözlemlemişlerdir. Hastalığın arâzlarına bağlı olarak merhem sürme veya dağlama
(koterizasyon) gibi haricî tedavinin yararsız olduğunu, ancak bazı perhizler
yaptırılıp, güçlendirici gıdalar verilebileceğini, ama en önemlisi hastalığın
bulaşıcı olup anadan evlâdına geçebileceğini saptamışlardır. Yirminci yüzyıl
başlarında bile cüzzâm (lepra) hastalığı hakkında bilinenlerin bu düzeyden çok
farklı olmadığı gözden kaçırılmamalıdır.
Sağlık konusundaki hukukî
uygulamalardan Osmanlı tababetinin ve Osmanlılar’da halk sağlığı konseptinin
dönemine göre çok ileri düzeyde olduğu anlaşılmaktadır. Osmanlı ülkesinde
önemli cerrâhî müdahale ve tehlikeli tedavilerden önce kendi rızası olduğuna
dâir bir izin belgesini mahkeme siciline işletmesi gerekirdi. Tabib ancak bu
tasdikli belgeyi gördükten sonra tedaviye başlar.
Yine herhangi bir insanın
bimarhane’ye (tımarhane) veya “meczûmiyn zâviyesi”ne (cüzâmhaneye) konulabilmesi
için önce kadı’dan “hüccet” almak gerekirdi.
Edirne’de Sultan İkinci
Bayezîd’in açtırdığı hastanenin akıl ve ruh hastalıklarına ait kısımında
müzikoterapi yapıldığı söylenir.[1104]
n Osmanlı Tabibleri
Osmanlı Tıbbı, Selçuk Tıbbı’
nın devamıdır. Selçuklulardan intikal eden vakıf hayır müesseseleri İslâm
hukukunun koruyuculuğu altında Osmanlı Devri’ nde aslî işlevlerine devam
etmişlerdir. Dolayısıyla aslî karakteri doğulu olan Osmanlı Tıbbı ancak On
sekizinci yüzyıldan itibaren Batı ile ilişki kurmuştur. Osmanlı hekimleri Batı
kaynaklarını Padua, Salerno tıp okullarından gelip Galata’da bir koloni halinde
yerleşen İtalyan hekimleri aracılığıyla tanımışlardır.
Bununla beraber Osmanlı
tıbbında deneysel bilim çalışmalarının Batı’yla olan ilişkiden sonra belirdiği
anlamına gelmez. On beşinci yüzyılda Hekimbaşı Yakub Paşa (1430 ? -1483)
sonraları “Maladie Bronze” veya “Addison Hastalığı” adını alan hastalığı
belirleyerek “Behak” adını vermiştir.[1105]
On dördüncü yüzyılda Hekim
Bereket önce Arapça yazıp sonra 1330-1340 yılları arasında Türkçe ve Farsça’ya
da çevirdiği “Libab ün-Nihad” isimli eserinde “mizaçlar, kadın ve erkek
arasındaki farklılıklar, hastalık sebepleri ve ârâzları, sağlığı koruma yolları,
tedavi yöntemleri ve ilaçları” anlatmıştır.
Hekim İshak bin Murad’
1387’de “Havass ül-Edviye” (İlaçların Özellikleri) adlı Türkçe bir tıp kitabı
yazdı.
On beşinci yüzyılda Bursalı
hekim İbni Şerif bir toplama (compilation) olan “Yadigârı f’it-Tıb” adlı
kitabına “Yadigâr adlı kitabı düzdüm... bu kitabı seferde ve hazerde bile
götürmek âsândır ve mütalâa edenin muradı hasıl olur ve ayruk kitaplara
ihtiyacı olmaz ve bu kitap ehli elinde olmıyacak hiç bir tabibe muhtaç olmaz,
sıhhati hıfz etmek ve selâmeti def etmekle görgülü ola ve bu kitabı beş bahis
eyledüm...” diyerek başlar.
Yine aynı yüzyılda Amasyalı
hekim ve cerrah Sabuncuoğlu Şerefeddin (1385-1468) birçok ilaçları bizzat,
hayatı pahasına denemiş ve kendi üzerinde yılan zehirleriyle deneyler yapmıştır.
Sabuncuoğlu Şerefeddin bu tecrübelerini anlatan “Mücerrebnâme” isimli bir de
eser yazmıştır. Yine deneylerini ve ameliyat âletlerinde yaptığı değişiklikleri
minyatür resimleri ile birlikte içeren “Cerrâhiyet ül-Hâniye” isimli bir
yazması daha vardır.[1106]
Kanunî Sultan Süleyman
tarafından Saray hekimi tayin edilen Endülüslü Yahudi asıllı meşhur hekim Musa
bin Hamun’un diş hekimliği üzerine yazılmış kitabı ilk Türkçe eserlerdendir.[1107]
“Anadolu’nun İbni Sina’sı”
olarak tanınan Hekim Konyalı Hacı Paşa’nın (1335-1424) da “Teshil-ü şifa” ve
“Müntehâbüş-Şifâ, Bevâsır ve İhtilâcnâme” isimli eserlerini biliyoruz.
Diğer taraftan Salih bin
Nasrullah’ın «Gayet ül-Beyân» isimli fiilî tecrübelerini aktardığı 1665 tarihli
bir telifi[1108]ve Emir Çelebi’nin de «Enmûzec-i f’it-Tıb» isimli 1625 telif tarihli
bir eseri bulunmaktadır.
Osmanlı hekimleri yeni
kuramlar getirmediler ise de bazı klinik tasvirler verdiler. Medreselerin
yanına kurulan hastanelerde hekimler, hasta başında pratik olarak ders
verdiler. Birçok bitkisel ve madenî ilaçları hazırladılar, denediler ve
kullandılar.
On yedinci yüzyıl başlarından
itibaren Avrupa’dan önce ilaç aktarılmış ve sonra Osmanlı hekimleri Avrupa tıbbının
eserleriyle ilgilenmeye ve tanınmış eserleri Arapça ve Türkçe’ye çevirmeğe
başlamışlardır. On sekizinci yüzyılda da Batı tıbbında ünlü hekimlerin
eserlerinin Türkçe’ye çevrilmesine devam edildi.[1109]
Bu eserler arasında özellikle
Paracelsus’un skolastik tıp teorilerini reddeden yeni görüşleri İbn Sâlih bin
Nasrullah bin Sallum[1110]tarafından tercüme edildi.
Ne var ki epey geç kalmış
olmakla beraber İbni Sina’nın Kanun’unu On sekizinci yüzyılın üçüncü çeyreğinde
Türkçe’ ye çevirilmesi Osmanlı tıbbının temel kriterinin “İslâm Tıbbı” olduğunu
kanıtlıyor.[1111]
(1) Kimyâ-yi Tıbbî
İbn Sallum’un “Gayat el-itkan
fi tedbir-i beden ül-insan” (insan vücudunun en doğru korunması) isimli eseri
patoloji, farmakoloji ve farmokope’ye dair üç kitaptan oluşur. Dördüncü kitap
«et-tıbb el-Cedîd ül-Kimya a’lâ ihtira-i Barakalsus» (Paracelsus Tarafından
Bulunan Yeni Tıbbî Kimya) adlı Arapça eseridir. Bununla beraber İbn Sallum’un
tıbbî kimyaya ait bu kitabı Paracelsus’un eserinden tam bir çeviri olmadığı,
Avrupalı hekimlerin eserlerinden aldıklarına kendi tecrübe ve bilgilerini de
eklediği, verdiği bazı ilaç terkiplerinden anlaşılıyor. Ancak İbn Sallum’un
Paracelsus’un adını kullanması onun eserlerini incelediğini göstermektedir.
Diğer taraftan Paracelsus’un[1112]tılmizleri Avrupa tıbbında
kendisinden sonra On dokuzuncu yüzyıl sonlarına kadar devam etmiş meslek
cemaati meydana getirmişler ve onun fikirlerini geliştirerek uygulamışlardır.
İbn Sallum da Paracelsus’un fikirlerinin yayılmasını istemiş olabilir.[1113]
(2) Eczâcılık
İlk Osmanlı eczâhâneleri 1399
yılında Sultan Bayezid’in Bursa’da yaptırdığı Yıldırım Darü’ş-şifası’nda
kurulmuştur. Buralarda “uşşaban, şerbetîyan ve saydalan” denilen görevliler
hastalar için gerekli olan ilaçları hazırlamaktadır.[1114]Bunlardan
“uşşaban” (aşşab) ilaç yapılacak bitkileri tanıyan, onları toplayan ya da satın
alan, “şerbetîyan” şurup ve şerbetleri hazırlayan, “saydalan” ise macunları,
hapları, dirhemleri, kursları yani esas ilaçları yapanlardır.[1115]
Fatih (1470), Süleymaniye
(1555) ve Edirne (1486) Darüşşifalarının vakfiyelerinde de drogları sağlayan,
ilaç ve macunları yapan kişiler için «aşşab», «şerbetçi» ve «edviyekup» gibi
meslek isimleri kayıtlıdır.[1116]
Süleymaniye Darüşşifası
vakfiyesinde de «eczacı»dan başka «eczacı kalfası», «ilac kalfası», «ilac
kilarcisi» ve «İlac vekilharcı» gibi ilaçların yapımı, muhafazası ve satın
alınması gibi hizmet ayırımları yapıldığı görülüyor.[1117]Dolayısıyla ilaç
hazırlayan kişiler arasında bazı uzmanlık dallarının arandığı anlaşılıyor.
(a) İlaç Çeşitleri
Osmanlılar ilaçları şerbet
veya macun şeklinde kullanmışlardır. Ancak On yedinci yüzyılın yarısından
itibaren kurs’lar (pastil) de önem kazanmıştır. Kurs’lar çok sayıda etkili
maddenin ve drog’ların ince toz halinde ezilerek gülsuyu ile yoğurulup hamur hâline
getirilerek hazırlanır. Elde edilen hamur ya küçük kalıpların arasında
sıkıştırılarak basılır ya da ucu daire şeklinde bir havan eli ile mühürlenir.
Pastil şeklini alan hamur parçaları kurutulur. Kurs kalıplarıyla her seferinde
birçok kurs basabilmek mümkündür. Kalıpların üzerinde üzerinde örneğin “Ya
Alîmen bi hâli, aleyke ittikâli” (Ey Hâlimi Bilen, sana güvendim)» gibi bir dua
veya âyet yazılıdır yahut süsler, şekiller bulunur. Bu kurslar içinde kırk
kadar drog’u birleştiren «Tenzu kursları» çok tanınmıştır.[1118]
Eczacılık konusunda
elimizdeki en eski eser, çevireni bilinmeyen Aydınoğullarından Umur Bey (ölümü
1348) namına yapılmış “Müfredat-İbn Baytar Tercümesi”dir. Türkçe telif edilmiş
en eski eser ise Geredeli İshak bin Murad’ın 792 (1389) tarihinde yazdığı
“Edviye-i Müfrede”dir. Bu sonuncu eserde zamanında kullanılan drog’lar
herbirinin özelliği, hangi hastalıklara iyi geldiği, zararları ve zararlarının
giderilme yöntemleri hakkında bilgi verilerek alfabetik olarak sıralanmış,
ayrıca metnin sonunda Arapça, Farsça ve Türkçe poliglot bir terimler sözlüğü
verilmiştir.[1119]
Eczacılık için hekimlerimiz
uzun yüzyıllar ibni Sina’nın “el-Kanun”undan ve Anadolu hekimlerinin yazdıkları
“akrabadin”ler yani farmakopelerden faydalanarak hayvansal, bitkisel ve
madensel basit veya bileşik droglar kullanmışlardır.[1120]
Bu ilaçların bir kısmı
dışarıdan ithal edilirken aralarında bulunan “tiryak” (thériaque) gibi
ilaçların da (örneğin Manisa’da Mesîr macunu gibi) muhtelif çeşitleri
yapılmıştır. Bu droglar ilk zamanlarda hekimlerin ve sonradan da eczacıların
ellerinde pomatlar, tabletler, tozlar, macunlar, fitiller, pastiller, şuruplar
halinde hazırlanırdı. Hatta zaman zaman bu ilaçların etkilerini arttırmak için
tabletlerin üzerlerine kutsal sözler, âyetler veya hadisler yazılırdı.
Bu arada diş bakımı da büyük
bir önem arzeder. İslamiyeti kabul ettikten sonra Türkler arasında misvak ile
kürdan yerine kullanılan hilal denilen madeni koruyucu vasıtalar yayılmıştır.
“Misvak” şeftali, mersin ve özellikle erik gibi döğüldüğü zaman lif lif olan
ağaçlardan yapılırdı. Bu ağaçlar aynı zamanda acı olduklarından,
kullanıldığında dişleri hem temizler, hem de diş etlerini iyileştirip ve
kanlandırırlardı. Hilal de gene böyle bitkisel bir madde idi. Ayrıca Türkçe tıp
yazmalarında ağız sağlığıyla ilgili çok değerli bilgiler yer almıştır.
(b) Serbest Tababet ve Eczâcılık
Serbest hekimler eczâcılık da
yaparlardı. Bunların muayenehânelerine “tıbbî dükkân” denilirdi. Diğer taraftan
“kârhâne-i ma’acin” denilen ilaç imal eden eczâhâneler bulunurdu. Cerrah ve
kehhâllerin (göz hekimleri) de dükkânları vardı. Bu dükkânlarda tedâvî ve ilaç
bileşimleri hakkında yazma tıb kitapları, ilaç yapımında kullanılan maddeler ve
tıbbî âletler bulunmaktadır.
Tabib, eczâcı, cerrah ve
kehhâllerin serbestce icrâ-yı sanat etmeleri “gedik usûlü”ne tâbiydi. Hekim ve
eczâcı gedikleri sınırlıydı. Yeni boşalan bir gediğe Hekimbaşı tarafından“gedik
hakkı” alınarak bir başkası tayin edilirdi.[1121]
(c) Meslek Deontolojisi
On yedinci yüzyılda
ispençiyari (eczacılık mesleği) ve eczacılarda aranan vasıflar etraflı olarak
şöyle tarif edilmektedir[1122]:
-İspeçiyar (otlar ve eczâlar)
dükkanında bulunub tabibin ısmarladığı üzere şerbetler ve macunlar ve haplar
yapan kimseye derler. (Metinde “ispeçiyar” olarak yazılmıştır.)
-İspeçiyarın dükkanı hekimin
evine yakın ola. Zira ispeçiyar hekimin tutar elidir.
— Hastalara lüzumu vechile
ilaç vermek ispeçiyarsız mümkün değildir.
— Ve vâcibdir ki, ispeçiyar
olan kimse dahi sadık, afif ve ganî olub fukaraya şefkatli ve kanaat sahibi
ola.
— İlm-i sarf ve ilm-i nahiv
bilip müfredata alim ve suret ve şekillerini ve muhtar olunanı bile.
— Ve vezinleri ve devaların
miktar şerbetlerini ve nisbetlerini bilmek için hesaba dahi alim ola.
— Ve sinaati terkibe ve
mürekkeblerin hıfzına alim ola.
— Ve dükkanı geniş ve mutedil
yerde ola ki, üzerine daima güneş ve lodos dokunmaya.
— Eğer mümkün ise, dükkanı
yakınında bostan edine ki, lâzım olan otlardan ve baklalardan bostana ekip
terkip iktiza ettikte taze, lâtif otlarla yapıla.
— Hususa bazı matbuhlar ve
munazziç devâlar ve ihtikanlar terkib oluna.
— Ve ispeçiyara vâcibdir ki,
tiryak gibi, mejoditus gibi eczâcı çok düzenleri ve tabiatleri çeşitli terkib
yapmak murad ettikte tabiiyata alim olan tabibin huzurunda ve onun
müşâhedesiyle yapa.
— Ve macunlar ve başka
devalar koyduğu zarfın üzerine yaptığı terkibin ismini ve hangi ayda ve hangi
senede yaptığı işaret ve tahrir eyleye ki, terkibin ilminin zamanı belli ola.
— Ve fesadı çabuk olan
devâdan iktizasına göre az yapıla ki, iktiza eylemezse fâsid olub kayb olmaya.
— Müshil ve uyutucu olan
devâlardan ve zehirlerden hali olmayan kuvvetli devâlardan tabibin emri
olmadıkça veya tezkeresi varmadıkça kimseye bir şey vermeye.
— Tecrübesi olmayan
tabiblerin sözüne güvenmeyip belki sınaat cevdeti ve iyi ilaçlar ile meşhur ve
tecrübeli tabibe itimad eyleyeler.
— Vâcip olan budur ki,
haplara ve macunlara ve bunların gayriya mutad olan miktardan ziyâde müshil
koyub halk, filan ispeçiyarın hapları ve macunları iyidir ve tesiri
kuvvetlidir, desinler diye kanun ve kaideden hariç nesneler eylemiyeler.
Bu kurallarda eczacıların
ilaçların isimleri yapıldıkları tarih hakkında defter tutmaları, reçetesiz ilaç
vermemeleri, bazı ilaçları doktor kontrolunda yapmaları, terkiplerin dozajına
çok dikkat etmeleri, ilaç ham maddelerini güneş ve rütubetten korumaları, çabuk
bozulan ilaçları az imal etmeleri, tâze ham madde kullanmaları gerektiği gibi
günümüz için de geçerli özellikler belirtilmektedir.
5. DENEYSEL İLİMLER
Osmanlıların On sekizinci
yüzyılda deneysel bilimlerdeki “alelumûm” seviyesini Erzurumlu İbrahim Hakkı
Efendi’nin “Marifetnâme” isimli ansiklopedik eseri açıkça ortaya koyar.[1123]
Fransız “Encyclopédistes”leri
D’Alembert, Diderot ve De la Mettrie ile çağdaş olan İbrahim Hakkı Erzurumî
aslında deneysel bilimlerin Batı’da ulaştığı düzeyden habersizdir. Gerçi bir
ara Sultan I. Mahmud’un davetlisi olarak Saray’da da bulunduğu sırada Saray’ın
kütüphânesinde devrin en yeni eserleri olan Kâtib Çelebi’nin Cihannüma’sı ve
İbrahim Müteferrika’nın yayımladığı Tarih-i Hind-i Garbî’yi incelemek fırsatını
bulmuştur. Küresel kozmografya ve Amerika’nın keşfi gibi yeni bilgileri bu
kitaplardan edinmiş olmalıdır. Bunlar dışında bütün bahisler ya öncelikle
İslamî anlatım içinde ele alınmış ya da ortaçağ bilim adamlarının anlattıkları
tekrarlanmıştır.
Örneğin Hey’et (Astronomi)
hakkında bilgiler verilirken “Hey’et-i İslâmiye” ve “Heyet-i Cedîde” ayırımı
yapılmıştır. “Hey’et-i İslâmiye” bölümünde “Kainat’ın yaradılışı, Arş, Kürsî,
Levh, Kalem, Sidre, Tûbâ, Melekler, Cennet, Cehennem” gibi İslamî kavramlar ve
inançlar anlatılmıştır.
“Heyet-i Cedîde”olarak
isimlendirdiği kısımda da göğün ve yerin küre biçiminde olduğunu söylemektedir.
Ancak devamında da çeşitli sabit ve seyyar yıldızlar ile yıldız guruplarının,
harita ve şekiller verilerek açıklanan devir hareketleri, birbirleriyle
münasebetleri hakkında Kopernik sisteminden önceki Herat kozmografya okuluna
bağlı kaldığı görülüyor.
Hayvan ve bitkilerin
beslenme, gelişme, üremeleri hakkında verdiği bilgiler de Aristo’dan beri
madde’nin esası olarak bilinen “anâsır-ı erba’a(dört unsur)”ya dayanılarak ele
alınmıştır. İnsan vücudu hususunda anlattıkları ise İbni Sina’ nin Kanun’undan
alınma bilgilerdir. “Hesab” bölümünde sayıların kuvvetleri, kökleri, kesirleri
ve bazı hendese bahisleri de yine klasik Arap matematikçilerinin
anlattıklarının tekrarıdır.
Osmanlılar’ın yaptığı bilim
dizinlerindeki sıralamaların dinsel kriterlere göre değerlendirildiği görülür.[1124]Bu bağlamda On altıncı yüzyıl ortalarında Osmanlı ülkesinde “Madencilik
ilmi, Bengamat (Zaman Ölçen İlimleri Yapma İlmi), Ukûdu’l-ebniye (inşaat mühendisliği)”
gibi teknoloji gerektiren ilimlerin sınırlı sayıda oldukları ve genel sistem
içinde aralarında bağlantı bulunmadığını görüyoruz.[1125]
Fizik ilimler ise bağımsız
bir bilim sistemi oluşturmaz. Gemi inşaatı, top dökümü, maden ocaklarında
galeri açılması ve havalandırılması, bendlerin inşaası ve su isâlesi, su
terâzileri, köprü yapımı, kanalizasyon gibi mühendislik hizmetlerinde,
muvakkithane saatlerinin ayar düzeneklerini denetlemek, düzeltmek, mekanik
saatler ve çarklı mekanizmalar imâlinde işe yarayan ve çoğu zaman ampirik
düzeyde kalmış teknik bilgilerdir.
Ayrı bilim olarak devam eden
İlm-i Simya ise Kimya’ya dönüşememekte, oldukça bağımsız bir önilim
(pseudo-science) düzeyinde kalmış İlm-i Saydele (eczacılık) de laboratuvar
deneylerine geçmeyi beklemektedir.
Bununla beraber madencilik,
döküm, inşaat, gemicilik konuları da Osmanlı ülkesinde tatbiki ilimlerin âdeta
bağımsız ürünleri olarak ortadır.
Osmanlı madenlerinde On
altıncı yüzyılın sonuna doğru tahliye mekanik çarklarla , havalandırma ve
drenaj yüzeyde birer ok atımlık aralıklarla açılan hava deliklerine bağlı elle
işleyen pompalarla, zincirleme çarklı tulumba pistonları ile yapılıyordu. Diğer
taraftan galen (kurşun sülfür) cevherinin eritilmesi de ocak körüklerini su
gücüyle çalıştıran “frenk çarkı” denilen çarklarla gerçekleştiriliyordu. Tüm bu
yöntemlerde dönemindeki ileri tekniklerin uygulandığı biliniyor.[1126]Ancak maden derinlikleri Avrupa’daki benzerlerinin ortalama
derinliğinin yarısı kadardır.
Döküm, inşaat, gemicilik
konuları da Osmanlı ülkesinde usta-çırak arasında nesiller arasında devam eden
ampirik yöntemlerle yürütüldüğünü görüyoruz. Ancak bu bilgiler fizik, kimya ve
matematik bilimlerdeki ilerlemelerden de yararlanarak paralel gelişimler
yapacak biçimde eğitim kurumları kurulmamış, (basımevinin bulunmayışının da
etkisiyle) bu konularda en azından Mühendishane-i Bahri-i Hümâyun kurulmasına
kadar bilimsel yayınlar yapılamamıştır.[1127]
6. DURUM DEĞERLENDİRMESİ
On dört ve On beşinci
yüzyıl’larda dinî ilimler gelişmeye başlamıştı. Davud-i Kayserî ve Molla
Fenârî, Osmanlı devletinin dinî ve felsefi sisteminin temelini koydular. Fatih
Sultan Mehmed, İran’dan Nasreddin Tusî’yi getirtmişti. Bununla beraber ileride
görüleceği gibi, Osmanlı uleması, skolastik felsefeyi benimseyen Hocazade
Muslihiddin Mustafa’nın etkisiyle Gazali’nin izinden yürüdü.
On beşinci yüzyılda Molla
Hüsrev ve Zembilli Ali Efendi, düşüncelerini hayatıyla ödeyen Şeyh Bedreddin,
On altıncı yüzyılda örfi hukukla şerî hukuku bağdaştırmaya çalışan Şeyhülislâm
Ebussuûd Efendi, On yedinci yüzyılda vefâyat (nekroloji), din ilimleri, mantık,
dilbilgisi konularında önemli eserler veren Taşköprîzade ve (coğrafya,
terâcim-i ahvâl konusundakilerle beraber) bibliyografya türünde evrensel bir
eser olan “Keşf üz-Zünûn” sahibi Kâtib Çelebi ilk akla gelen isimler olarak
sayılabilir.
a. Felsefe’nin Dışlanması
Batı kaynaklarında adı “Hacı
Halife” olarak geçen Kâtib Çelebi kendisinin “Hanefiyyü’l-mezheb ve işrâkiyyü’1-meşreb”
olduğunu söyleyerek rasyonalist düşünce eğilimini beyan eder. “Mîzânü’l-Hak”
isimli tanınmış eserinde Osmanlı ülkesindeki düşünce ortamını şöyle anlatır:
“Düşüncesiz kimseler daha
önceleri yapılmış engellemeleri taş gibi katı biçimde taklit ederek aslını
araştırıp, soruşturmadan red ve inkâr ettiler. Felsefe ilimleri diye
aşağılamaya alışıp yeri göğü bilmez câhil iken âlim geçindiler. Devlet-i
Osmâniyye’nin başlangıcından Sultan Süleyman zamanına gelinceye kadar hikmet
(felsefe) ile Şerîat ilimlerini bir araya getiren araştırmacılar meşhurdular.
Dahası, Fatih Sultan Mehmed Han Semâniyye Medresesini kurup nizamnâmesinin
gerektirdiği biçimde uğraşılsın diye vakfıyesine yazdırıp ve “Şerh-i Mevâkıf“
ve “Hâşiye-i Tecrîd” (Cürcâni’nin felsefe içerikli kelâm şerhi) derslerini
koymuştu. Sonra gelenler bu dersler “felsefedir” diye kaldırıp “Hidâye ve
Ekmel” dersleri okutmağı uygun gördüler. Yalnız onlarla yetinmek akıllıca
olmadığından, ne felsefe kaldı ne “Hidâye” ne “Ekmel” kaldı ve bununla ilim pazarına
kesad geldi bilenler yok olmağa yaklaştılar”.[1128]
Gerçekten de On sekizinci
yüzyılda Hâşiye-i Tecrid dersleri kaldırılıp yerine Hidâye ve Ekmel dersleri
konuldu. Böylece Gazalî’nin felsefe’ye rağbet etmeyen görüşüne daha fazla
yaklaşıldı.
b. Matematik’te geri kalış
Osmanlı matematikçilerinin
uğraştıkları konular çoğu kez Nasîr üd-Tüsî’nin Antik Yunan matematikçilerinden[1129]Arapça’ya yapılmış ilk çevirilerdeki yanlışları düzeltip (bir kısmı astronomiyle
ilgili) eklemeler yaptığı eserlerine haşiyeler düzenlemek olmuştur. Aslında bu
olguda bile medrese eğitiminde hakim olan Aristo mantığının etkisi
düşünülebilir.
Bu bağlamda örneğin Osmanlı
matematikçileri “İlm-i Aded” dedikleri “Öklid’ci görüş” ile (Eski Yunanca
aslını aynen koruyarak) “aritmetîkî” dedikleri “Phytagoras’çı matematik
geleneği” konusunda uzun uzun tartışmışlardır. Oysa aynı süreçteki Batı
matematiğinde “İlm-i Aded” ve “Aritmetikî” her ikisi de “Sayılar Teorisi”
alanında buluşmaktadırlar.
Osmanlı matematikçileri
pozitif tam sayılar (doğal sayılar) konusunda, klasik İslam matematiğinin
ortaçağ’da ulaştığı sonuçları kullanmışlar, doğal sayılar kümesi çerçevesinde
aritmetik dizilerle geometrik diziler arasında ilişki kurmağa çalışmışlardır.
Ne var ki Osmanlı muhasebe
kalemlerinde muhasip ve katiplerin kullandığı muhasebe tekniği İlm-i Hesab’ın
uygulanmasına örnek olarak gösterilebilir. Aslında bu konuda telif edilen
eserler büyük oranda Fatih Sultan Mehmed dönemiyle On altıncı yüzyılın sonları
arasında muhasipler ve katipler tarafından kaleme alınmıştır. Ancak medrese’nin
bu alandaki eserleri ise sayıca fazla değildir.[1130]
Diğer taraftan “Hesab-ı
hevaî”[1131]denilen Osmanlı hesap geleneğinde yazı malzemesine başvurulmaz, bütün
işlemler zihinde ve iki elin on parmak boğumunun farklı duruşları ile yapılır.[1132]Dolayısıyla bu bağlamda Hesab-ı Hevaî konusunda yazılmış eserlerde tam
sayılarla toplama ve çıkarma işlemlerinin yapılışları biliniyor kabul edilir.[1133]Ve tam sayılarla yapılan çarpma, bölme, oran (nisbe) işlemleri olarak
incelenir. Sayıların temel özellikleri “tek, çift, eksik, artık, dost” gibi
çeşitli isimler ile tanımlanır ve inelenir. Oysa “Hesab-ı Hevaî”, Sayılar
Teorisi ile ve hem de Osmanlı matematiğinin önemli bir bölümü olan “İlm-i
Hesab”tan ayrı bir konudur.
Bununla beraber İlm-i Hesab
içinde olduğunu kabul edebileceğimiz “Hesab-ı Sittînî”de kullanılan
“sexagesimal” altmışlı kesirler yerine[1134]metrik sistemin ondalık kesirleri
kullanma konusundaki Osmanlı matematikçilerinin ve özellikle astronom ve
matematikçi olan Takıyyüd-din (er-Rasıd)’in altmışlı sistemi ondalık kesirlere
çevirme konusunda yaptığı çalışmaların bilim alemine sağladığı değer
yadsınamaz.[1135]
Osmanlı matematikçilerinin
irrasyonel sayılar konusunda çalışmaları genel olarak “(Pi)sayısının
tesbiti, ve tam kökü olmayan sayıların kare, küp ve n’inci dereceden yaklaşık
kökünü bulma” konuları üzerinde toplanır. Çalışmalarında kare, küp, dördüncü ve
beşinci dereceden yaklaşık kökleri bulma hesapları ve bunların formülleri
verilmektedir.
Osmanlı matematikçileri (sin
1°) değerini üçüncü dereceden cebirsel denklem haline getirip tesbit etmeyi
başarmışlardır. Gerek sittinî (altmışlı) hesaptan ondalık kesirlere geçiş ve
gerekse (sin 1°) değerinin lineer denklemlere dönüştürülmesi Osmanlı döneminde
hazırlanmış zîc’lerin (astronomik cetvellerin) dikkat çekici dakikliğini
sağlamıştır. Bu da evrensel hesap tarihinde gerçekten önemli bir aşamadır.
Bununla beraber Osmanlı
matematiğinde logaritma cedvellerinden ilk kez ancak On sekizinci yüzyılın
üçüncü çeyreğinde bahsedilmiştir.[1136]Logaritmanın mahiyetinin anlaşılıp
yaygınlaşması[1137]ve logaritma cetvellerinin hazırlanıp kullanılması[1138], “logaritmik üs
alma” konusu[1139]ise yüzyılın sonlarını bulur.
Görüldüğü gibi Osmanlı
matematiği evrensel bütünün ayrıntıları üzerinde saplanıp kalmıştır.[1140]Oysa Batı’da Rönesans’tan itibaren Matematik hızla gelişti. Nitekim On
yedinci yüzyıldan konumuzu sınırlayan On dokuzuncu yüzyıl ortalarına (Tanzimat
Fermanı sıralarına) kadar olan süreçte (yalnızca ünlü) matematikçiler dizinine
bakarak Avrupa’da Matematik biliminin nasıl geliştiğini ve matematik düşüncenin
nasıl benimsendiğini anlamak mümkündür.[1141]
Bununla beraber Matematik
Batı’da sistematik olarak uygulanmasıyla değer kazanmıştır. Bu sistematik
uygulamanın alt yapısını yukarıda adı geçen büyük matematikçiler buluşlarıyla
sağladıkları “Sonsuz Küçükler Hesabı, İntegral ve Diferansiyel Hesap, Analitik
Geometri, Uzay Geometri, mekanik, dinamik, hidrolik” gibi âlet bilim kollarını
kullanarak matematiği hayata uyguladılar.
Diğer taraftan Matematik
Batı’da temel bilimlerin bünyesinde yer almak[1142]ve yeni
matematik bilimleri oluşturmak biçiminde gelişti. Bilindiği gibi Astronomi’nin
bünyesinde başlangıçtan beri Matematik mevcuttur. Ancak bu dönemde Fizik, Kimya
gibi temel bilimlerin de bünyesinde yer almağa başladığı gibi, temeli Matematik
olan birçok bağımsız yeni bilimler de kuruldu. Örneğin “olasılık kavramı”nı
rasgele bir olayın tekrarlanmasındaki “matematiksel ümit” anlamında sayısal
büyüklük olarak belirlemek üzere “Olasılıklar Hesabı” denilen teori kuruldu.
On sekizinci yüzyıl
sonrasında Olasılıklar Hesabı Astronomi’de ve tüm deneysel bilimlerin
gözlemlerindeki olası hata miktarını ve önemini hesaplamakta kullanıldı.
Bununla beraber Matematik’te
ve deneysel bilimlerde elde edilen sonuçlar, felsefî düşünceyi mutlak gerçeğe
ulaşılamıyacağı ve “Görelilik” kavramına ulaştırmış ve sonuçta “Olasılıklar
Hesabı”nı da çağdaş bilimlerin ana ilkesi yapmıştır.
Üstelik matematik(sel)
“Olasılık” teorisi o zamana kadar yalnızca kumar oyunları açısından önemsenen
“risk” kavramını Batı toplumlarının günlük hayatının kültürel bir değeri
durumuna getirdi.
Örneğin On altıncı yüzyıl
sonrasında Uzakdoğu, Hindistan ve Amerika ile yapılan denizaşırı ticaret
sebebiyle uygulanmakta olan sigortacılıkta ve pazarlama konularında
kullanılarak Batı’da zenginliğin olağanüstü artışına katkıları oldu.
Diğer taraftan Olasılıklar
Hesabı’na dayanak sayılan “İstatistik” bilimi de devlet yönetiminde ve deneysel
bilimlerde gerektiğinde başvurulacak ana kaynaklardan biri oldu.
Gerçi Osmanlı Devleti’nde
belirli aralıklarla yapılan arazî tahrirlerini de bir tür istatistik araştırma
gibi görmek mümkündür. Ancak “ta’dat” niteliğinde olan bu uygulamalarda
İstatistik biliminin yöntemlerini uygulamak kaygısı bulunamaz. Zira Osmanlı
ülkesinde “Olasılık Hesabı” gibi özgün bir “riyaziye” dalı ya da onun türevi
sayılabilecek İstatistik Bilimi mevcut değildir.[1143]İsmi Matematik
kategorisi içinde geçen “İlm-i Nücum” ise, ya “eşref saat”leri[1144]tespit etmek, ya da namaz vakitlerini, kutsal günleri belirleyen
muvakkitlik hizmetlerinde gerekli “zâyiçe” cedvellerini hazırlamak için
kullanılmaktadır.
c. Fizik Bilimlerde Geri Kalış
Eski ve Ortaçağlar boyunca
katı ve sıvı maddelerin statiği, devinimi; ışığın yansıması ve kırılması; ısı
ve ateş konuları ile uğraşan Fizik, Eski Yunan ve özellikle Aristoteles’in
etkisinde gelişmiş bir Doğa Felsefesi’dir. Aslında fizik sözcüğü, Eski
Yunanca’da doğa anlamında “physis”ten gelmektedir. Matematiğin ve deney
imkanlarının yetersizliği sebebiyle Doğa’nın çıplak gözle saptanan
nitelikleriyle ilgilenen Eski Yunan filozofları için de “fizikçi” tabiri
kullanılabilir. Nitekim fizik bilimler Batı’da “Philosophiae Naturalis”,
Osmanlı ülkesinde de “Hikmet-i Tabiiyye” olarak anılıyordu.
Tarihsel olayların ilginç bir
gelişimiyle, Ortaçağ Avrupası Eski Yunan felsefesini ve özellikle Aristoculuğu
İbn Rüşd’ün[1145]yorumlarıyla tanıdı.[1146]Fakat İbn Rüşd’ün Avrupa
ülkelerinde “Averroizm”[1147]ismiyle yayılan bu öğretisi Hristiyanlığa aykırı bulunarak yasaklandı.[1148]
Diğer taraftan İslam
ülkelerinde İbn Rüşd’den önce Farabî, İbn-i Sina gibi Aristocu üstadlar
bulunmasına rağmen, yine ilginç bir gelişmeyle , “İbn-i Rüşdiye” cereyanı
Batıda olduğu gibi İslam ülkelerinde de “hüsn-i kabul” görmedi. Gazalî’nin
Aristoculuğun en yetkin temsilcisi İbn-i Sina’ya karşı “Tehâfüt ül felâsife”[1149]isimli bir kitap yazınca İbni Rüşd de ona “Tehâfütü’t-Tehâfüt
ül-felâsife” isimli eseriyle cevap verdi. Ancak Gazalî felsefe ve filozoflara
karşı görüşlerini “Makâsid ül- Felâsife”, “el-Munkızu min ed-Dalâl” gibi diğer
eserleri ile de devam ettirdi.
Yüzyıllar boyu süren bu
çekişmede kesin bir karar varmak isteyen Fatih Sultan Mehmed Kazasker Hocazâde
Muslihiddin Mustafa’dan bu iki kitabı karşılaştırmasını istedi. O da kaleme
aldığı “Tehâfüt alâ Tehâfüt ül-felâsife” isimli eserinde Gazalî’yi savundu.
Dolayısıyla “İbn Rüşdiye” cereyanı ile birlikte “Hikmet-i Tabiiyye” de en
azından dönemin en büyük eğitim kurumu olan Fatih Medreseleri’nde ders veren
Osmanlı ulemây-i rüsum’u nezdinde çekinceli duruma geldiler.
Aslında On yedinci yüzyılda
Batı’da da Fizik bilimi Doğa Felsefesi kişiliğinden çıkarılmak yolundaydı.[1150]Fizik yasalarının anlaşılması için önce matematiğin gerekli olduğu
anlaşıldı.
Yeni deney aletlerinin
bulunması, geliştirilmesi ve matematik analizin inkişafı ile Fizik bilimlerde
başlatılan evrimin sürekliliği bir daha durmamacasına devam etti. Örneğin gök
dürbünü, teleskop ve mikroskobun keşfiyle o zamana kadar mümkün olamamış
gözlemler yapıldı. Metallerin elastik, plastik deformasyon limitleri ve
yasaları (Hooke deneyi) saptandı. Arşimed’in hidrostatik yasaları genişletilip
Hidrolik bilimi kesinleştirildi. Gök Mekaniği’nin eksik kalmış “Evrensel
Gravitasyon Yasaları” tamamlandı.
Fakat bu gelişmede en önemli
aşama matematik, fizik ve doğa bilimlerinde araştırmalar yapan bilim
kurumlarının oluşturulmasıdır.[1151]
Bu kurumlar kendi aralarında
ve bilim adamlarıyla bilgi alışverişlerinde bulunuyorlar, makaleler, kitaplar,
ansiklopediler ve periyodikler yayımlıyorlardı. Böylece dağınık olgular, tekil
deneyler, ilgisiz hatta tümüyle farklı nitelik taşıdıkları sanılan olaylar
birleştirilerek bütün haline getiriliyor, evrensel bilim yasaları bulunuyordu.
Oysa aynı yüzyıllarda Osmanlı
tasniflerinde fizik bilimleri pek basitçe sıralanır. Hendese’ye bağlı olarak:
“Menâzır İlmi (Perspektif), Yakıcı Aynalar İlmi, Ağırlık Merkezleri İlmi,
Cerr-i Eskâl (Ağırlık çekme) İlmi, Mesaha (Yüz ölçümü) İlmi’ ve İlm-i Hey’et
(Astronomi)’e Bağlı “Zic ve Vakitler İlmi, Vakitlerin Yazılışı (takvim), İrsad
(Gözlem) İlmi, Rasad Aletleri İlmi, Zamanları Bilme İlmi, Müteharrik Küreler
İlmi, Küre Düzlemleştirme İlmi, Yıldızların Şekilleri İlmi, Ayın Yörüngesini
Bilme İlmi, Gece ve Gündüzün Muadeleti (Ekinoks) İlmi, Zaman Ölçen Aletleri
Yapma İlmi (bengamat)” olarak yer almaktadır.[1152]
Oysa bunlar bağımsız birer
bilim değil, aralarında sistem oluşturacak bağlantıları bulunmayan alt bölümler
düzeyindedir. Fiziksel bilimlerin yer aldığı böylesine zayıf bir ortamda
“Araştırma Kurumları” bulunmadığını söylemeğe de gerek yoktur.
Dolayısıyla Batı’da On
yedinci yüzyıl sonrasında terk edilen Aristo etkisi ve “Doğa Felsefesi”
anlayışının yerini “Deneysel Fizik” aldığı halde, Osmanlı kültür dünyasında
deneysel bilimlere karşı ilgisizlik ve isteksizlik hâli On dokuzuncu yüzyıl
başlarına kadar devam etti.
Aslında Osmanlıların bu
rehavetine Batılılarla birlikte Aristoteles’e “tâbiyet” derecesinde inanç
göstermeleri neden olmuştur. Oysa bu inancın temelinde Arapların Eski Yunan’dan
çevirmeler yaparak ortaçağ bilimini oluşturmaları yer alır. Ne var ki Batılılar
On yedinci yüzyılda artık Aristo’nun “Doğa Felsefesi” biçimindeki Fizik
anlayışını bıraktılar, Osmanlılar ise bağlılıklarını devam ettirdiler. Bu da
onları Tanzimat’la beraber Batı bilimini olduğu gibi kabullenmek zorunda
bıraktı.
D. BATI KÜLTÜRÜ İLE
KARŞILAŞMA
Devletin Avrupa karşısındaki
yenilgisine sebep ve çareler arayanlar zaman zaman padişahlara lâyihalar arz
ettiler. Hatta bazan padişahlar da devlet adamlarından düşüncelerini sordular.
On yedinci yüzyılın ilk
yarısında Koçi Bey Sultan IV. Murad ve Sultan İbrahim’e sunduğu risâlesinde,
devlet kurumlarında ve adalet sistemindeki yozlaşmaların ve aksaklıkların
düzeltilmesi için kanunların gerektiği gibi uygulanmasını önerir.[1153]
On yedinci yüzyıl da genel
kanaat bütün bozukluklara Kanûn-ı Kadim (geleneksel düzen)’den ve Şer’-i Şerif’ten
ayrılmanın sebeb olduğu yolundadır.
On sekizinci yüzyılın ilk
yarısında Defterdar Sarı Mehmed Paşa’nın Sultan III. Ahmed’e sunduğu lâyihada,
eski kurumların ihyâ edilmesi tavsiye edilir.[1154]
Osmanlı devlet adamları ve aydınları
lâyihalarında, şüphesiz kamuoyu tesirinde de kalarak eski nizamın gerektiği
gibi tesisini tavsiye etmektedirler.
Osmanlı Devleti’nde ilk kez
Lâle Devri’nde Fransa’ya elçi gönderildi. Sadrazam Damat İbrahim Paşa, Paris’e
yollanan Yirmisekiz Mehmed Çelebi’den “Fransa’nın vesâit-i umran ve maarifine
dâhi lâyıkıyla kesbi-i ıttılâ ederek kabil-i tatbik olanlarının takriri”ni
istemiştir.
Sultan III. Selim’in
şehzâdeliği sırasında XVI. Louis ile gizlice mektuplaştığı, hatta Fransa
Kralı’nın genç Şehzâde’ye bir takım nasihatler verdiği söylenir. Nitekim
Fransız İhtilâli ile aynı yıl tahta çıkan Sultan III. Selim ekonomik ve askerî
alanda Avrupa’nın ilim, fen ve teknik bilgilerinden yararlanılarak bazı ıslahat
ve yenilikler yapılmasını istemektedir.[1155]Hatta
İstanbul’da da “Islâhat-ı Cedide” dedikoduları başlamıştır.[1156]Gerçekten de Sultan III. Selim Fransa’daki “Tiers-états” meclisinin
benzeri gibi bir “Meşveret” yapmak arzusunu göstermiştir. Bununla beraber
Sultan III. Selim’in fermanları, onun da On yedi ve On sekizinci yüz yılların
Islahat lâyihalarında olduğu gibi, kötülük sebeplerinin “kanunların
uygulanmayışı” olarak gördüğünü kanıtlamaktadır.[1157]Aslında bu ana
fikir Tanzimat Fermanı’nda bile değişmeyecektir.[1158]
Bununla beraber Sultan III.
Selim, layihalarda önerildiği gibi “terk edilen nizam ve kavaid’”e dönmek
yerine, devletin kurumlarını Batı usulleriyle yenilemeye karar verdi. Ebu Bekir
Râtib Efendi’yi Batı kurumlarını incelemek üzere Avusturya’ya yolladı. Ebu
Bekir Râtib Efendi’nin 1793’de Padişah’a sunduğu Sefâretnâme’sinde
Avusturya’nın adalet, kültür, sağlık ve ekonomik kurumları hakkında pek çok
bilgiler, yorumlar bulunmaktadır:
“... Avrupa devletlerinde,
kralları tarafından verilen nizam, kaide ve kanunlara, küçük ve büyük bir fert,
gereği gibi saygı gösterdikçe ve vergilerini zamanında ödedikçe kral, asker ve
memur tarafından hiçbir kimse ona baskı yapamaz, saldıramaz ve büyüklük
taslayamaz ve gözün ortasında kaşın var diyemez. Hangi kumaşı isterse giyer ve
ne isterse söyler, yer ve içer ve gezer ve biner ve iner, hiç kimse ona
karışmaz... ve evlerine, dükkânlarına, bineklerine ve mal ile mülküne müdâhale
ve taarruz edemez”.
Bununla beraber Osmanlı
kültüründeki “Kanûn-i Kadîm” anlayışıyla Avrupa ülkelerindeki hukuk düzenini
eleştirir:
“... Bunlarda şeriat yoktur.
Yani Hazret-i İsa’nın koyduğu şeriattan suretâ nikâh maddesi kalmıştır. Onun da
daima icrâ olunduğu yoktur. Kaldı ki, miras hususunda dahi dine itibar
etmezler. Bugün Avrupa memleketleri öyle haldedir ki onlara ehl-i kitap
denilemez. Her ne kadar, şeriat tâbiri kullanırlarsa da, kendi menfaatlerine
uygun, her kralın vaktinde bazı maddeleri değiştirerek ve ilâveler yaparak tertip
ettikleri kanunlara ve kaidelere, hâşâ, şeriat adını verirler.”[1159]
1. İLK OSMANLI ELÇİLERİ
Avrupa devletleri On beşinci
yüzyıl ikinci yarısından itibaren İstanbul’da daimî temsilcilikleri
bulundurmasına[1160]rağmen Osmanlı Devleti Avrupa devletleri yanında devamlı elçiler
bulundurmayı gerekli görmemiştir.[1161]Aslında İslam hukukunda “Diyâr-ı
küfr” olarak tanımlanan Hıristiyan ülkelerinde bir müslümanın uzun müddet
ikameti de uygun değildir. Ve zaten ilke olarak Hıristiyan ülkeleri “Dar
ül-Cihad” sayılmaktadır.
Bu durum devletin kudretli
devirlerinde önemsenmiyordu. Hatta Hıristiyan hükümdarlarının tek taraflı
olarak İstanbul’da elçi bulundurmaları da Padişahlarca bir saygı göstergesi
sayılıyordu. Nitekim yabancı elçiler reis Efendi ile görüşmeleri sırasında ve
huzura alındıklarında çok kere küçümsenmektedir. Buna rağmen özellikle
yeniçerilerin üç aylık ulufelerinin dağıtılması sırasında yabancı elçiler çağrılıp,
küçük tepeler gibi yığılan akçe torbaları gösterilerek devletin kudreti
hakkında propaganda yapılmaktan da geri kalınmıyor, elçiler Osmanlı ülkesine
girişlerinden itibaren yol boyunca ve menzillerde tüm istekleri, korunmaları
devlet ricaline yapıldığı gibi sağlanıyordu.
Bununla beraber On sekizinci
yüzyılda gelindiğinde düşmanlarına artık eskisi gibi tek başına karşı koymağa
muktedir olamaması, Osmanlı Devletini diplomasi usullerine uygun dostluk
anlaşmalarına zorladı.[1162]Bu da Avrupa devletleri kuvvetler dengesindeki değişmelerden
yararlanmayı gerektiriyordu.
Bu bağlamda 1789’da Fransız
Devrimi’nden sonra Avrupa devletler dengesinin değişmesi üzerine de Osmanlı
Devleti’ni İngiltere, Fransa, Prusya ve Avusturya’ya üç yılda bir değiştirilmek
üzere beraberlerinde tercüman, sır kâtibi (sekreter), ve maiyet memuru da
olarak birer ikamet elçisi yollandı.[1164]Bu elçiliklerin bir görevi de,
Avrupa’da iş yapacak olan Osmanlı tüccarlarının haklarını kollamaktı.[1163]
2. KÜLTÜRLERİN ÇATIŞMASI
Yenileşmenin “askerî plânda”
gerçekleştirdiği bu gelişmelerin yanısıra ilk defa 1776’da “yerinde Fransızca
öğrenerek ve öğrenim yaparak memlekete dönüşünde Divan’da kullanılan Fenerli
Rum tercümanlar yerine tayin edilmek üzere” İshak adlı bir Türk öğrenci Paris’e
gönderildi.[1165]Yenileşme hareketlerinin birdenbire hızlanması, Batı âleminin daha
esaslı ve daha devamlı müesseseler vasıtasıyla memlekete girmeye başlaması On
dokuzuncu yüzyılda ve özellikle Tanzimat dönemindedir.[1166]Ancak Batı’ya
yönelişin ilk emârelerini Lâle Devri’nde bulmak mümkündür.[1167]
Batı ile yüzyıllar süren
akkültürasyon olayında aradaki “zıtlıklar” ve “uyuşmazlıklar” Osmanlı kültürel
kimliği için standart korunma mekanizmaları oluşturmuştur.
a. İlkelerde Zıtlık
İnanç açısından İslâmiyet ve
Hıristiyanlık arasındaki karşıtlıkların sosyal projeksiyonları iki kültürün ana
ilkelerdeki zıtlıklarını da doğurmuştur. İnanç kökenli bu karşıtlıkların
çatışma durumunda olan en belirgin üç ögesi Allah tasavvuru, çok eşlilik
(taaddüd-i zevcât) ve mübarek günler meselesidir.
Hıristiyanlığın tanrı inancı,
ilkçağ, mitoloji ve teolojisinin, eski Yunan düşünürlerinin antropomorfik
anlayışı etkisindedir. Bu anlayış kilise sanatında antik çağın iki ve üç
boyutlu realist resim ve heykel sanatlarını geliştirirken, İslâm inancı da
biçime bağlı olmayan (non-figüratif) yazı ve tezyinî sanatları meydana
getirmiştir. Burada bir somut-soyut (müşahhas-mücerret) karşılaşması vardır.
Yine Hıristiyanlığın “péché eternel” (ebedî günah) inancının etkisinde kalmış
kilise mimârîsinin katedralleri karanlık, kasvetli, dar ve derindir. İslâm’ın
camileri ise aydınlık, yüksek ve geniş tutulmuştur. Burada da her iki kültürün
insan anlayışındaki farklılıklar, mekân ve ışıklandırma zıtlıkları biçiminde
simgesel olarak görülüyor.
Taaddüd-i zevcât (sınırlı çok
eşlilik) ilkesi Osmanlı ve Batı toplumları arasındaki önemli zıtlaşmalardan biridir.
Bu ilke beraberinde bazı hukukî ve ahlakî prensipleri de getirmiştir. Nitekim
Avrupa’da “nesebi gayri sahih” (piç) çocuklar meselesi öteden beri ortada
kalmış olup bazı ünlüler bile resmen “veled-i zinâ”dır. Meselâ Aydınlanma
çağının filozof-matematikçilerinden ansiklopedist d’Alembert taşıdığı asâlet
simgesini “Madame de Tancin”in babası belli olmayan (fils naturel) “doğal
evlâdı” oluşundan almaktadır. Ünlü Fransız yazarı Alexandre Dumas Fils’ de
kendinden daha ünlü bir yazar olan Alexandre Dumas’nın birçok “doğal
evlâd”ından biridir.
Erkek egemen toplum içinde
çeşitli nedenlerle “evlenememiş” ve hâmisiz kalmış önemli sayıda kadının her
zaman var oluşu, “fahişelik”i (prostitution) Avrupa’da resmen kabul edilmiş bir
meslek ve bir “sosyal kurum” haline getirmiştir. Başta “syphillis, chancre”
gibi çok bulaşıcı zührevî hastalıkların epidemik karakter almasını önlemek
için, bu kadınların birçok doğal, insânî ve sosyal hakları ellerinden alındığı
gibi, toplum ile ilişkileri sınırlandırılmış, “fahişe” statüsü altında (adeta
insanla hayvan arasında bir varlık gibi) bulundurulmaları gerekmiştir.
Nitekim böyle bir anlayışın
sonuçlarından olan “syphillis” hastalığı Osmanlı ülkesinde “frengî” ya da
“frenk hastalığı” olarak biliniyordu. Çünkü Osmanlı sularında dolaşan ecnebî
ticaret gemileri Fransızlar’a verilmiş bir imtiyaz gereği Fransız bandırası
çekmek zorunda idiler. Bu nedenle limanlarımıza gelen Avrupalılar’ın resmî
kağıtlarında geçen “français” ya da “french” kelimelerinden galat olarak
hepsine bir “millet” olarak “frenk” denilmekte ve Batı usullerinin tümü de
“alafranga” (alla franca) olarak adlandırılmaktaydı.
Diğer bir sorun olan mübarek
günler ise Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar için Cuma, Cumartesi ve
Pazar olarak günümüze kadar dokunulmadan gelmiştir.
Bununla beraber ticaret
hayatında “faiz”, ekonomi’de “israf” konuları, İslam ve Batı kültürleri
arasında önemli karşıtlıklardandır. Birbirlerinin etkilerini attıran fâiz ve
israf, Batı ekonomisindeki rekabet ve risk kavramlarıyla fevkalade uyumludur.
Oysa tasarruf esasına dayanan İslam ekonomisi için aynı derecede terstir.
Dolayısıyla İslâm kültürü içinde yer alan klasik Osmanlı kültüründe ne fâize,
ne israfa, ne de sebeb oldukları risk faktörü ve acımasız rekabete, ya da
piyango, lotarya gibi haksız kazanç çeşitleriyle bağıntılı diğer kavramlara yer
yoktur.
b. Ayrıntılarda Zıtlık
Bu tür ayrıntılar iki kültür
arasındaki zihniyet karşıtlıklarını ortaya koydukları için önemlidirler.
Osmanlı mimarlığında “iç ve
dış mekân” ayrımı, ya da bir anlamda “aile içi dünya ile dış dünya” veya
“ben-biz ve başkaları” kavramları arasındaki ilişkiler önplândadır.
Dış dünya ile iç mekânın
ayrıldığı yer olan dış kapıda ayakkabı çıkarılmadan evlere girilmez. Dışa açık
pencerelerde içeriden dışarıya ve tersi yönde bakışlara göre özel düzenlemeler
yapılmıştır. Bahçe duvarları yüksek tutulmuş, selâmlık bölümleri ayrılmıştır.
Osmanlılar (ve tüm
Müslümanlar) suyu vücutlarının üzerinden akıtarak, Batılılar ise banyo
küvetlerinde, lavabolar ve leğenlerdeki durgun suyun içinde yıkanırlar. Yıkanma
kültüründeki bu karşıtlık gerek meskenler, gerekse çarşı hamamlarının temiz ve
pis su donanımlarında farklı mimarî konseptler oluşturmuştur.
“Şapka” (capella) Orta ve
Yeniçağ’larda sosyal sınıfların, mesleklerin, grupların kimliklerinin simgesi
olmuştur. Ortaçağ’da Avrupalı asilzâdeler karşılaştıklarında kimliklerini, dost
ya da düşman olmadıklarını kanıtlamak için zırhlarının başlıklarını
çıkarırlardı. O hâlde şapka çıkarmak geleneği kendini tanıtmak, kendinden emin
kılmak anlamına geldiği gibi, belirli bir sosyal kimliğin verdiği bazı
avantajları reddetmek veyâhut tevâzu gösterisi olarak kimliksiz kalmak, başka
bir deyişle saygı gereği mecâzi “serflik”, hizmetkârlık beyan etmek oluyordu.
Halbuki Osmanlı toplumunda
muhatabın karşısında baş açıp kimliksiz kalmak ona karşı bir saygısızlık
ifâdesidir. Başka bir deyişle her iki kültürün kendi geleneklerinden
kaynaklanan saygı ifadeleri farklıdır.
Okuma ve yazma eylemi
İslam-Osmanlı kültüründe birbirlerinden ayrı ve hemen hemen bağımsızdır. Ancak
Osmanlılar için okumak öncelikli olmuştur. Aslında İslam’da da ilk emir “oku”
olmuştur. Zira Kur’an’ın okunmasında, İslam düzeninin bilinmesi ve uygulanması
açısından toplumsal mecburiyet vardır. Ancak Kur’an’ı yazılı bir metin
üzerinden okumak da şart değildir. Kur’an, ezberden de okunabilir. Önemli olan
metnin orijinalinin benzeri olarak aynen ve hatasız tekrarlanmasıdır. Bu
nedenle bilgili insana “okumuş adam”, yâni “okumasını bilen adam” denir.
Yazı ise sözlü metinleri
saklamak için esastır. Nitekim ticarî mukavelelelerin yazıya geçirilmesi
hususunda hadis de vardır.
Batı kültüründe önce yazı,
okuma ise sonradan gelir. Nitekim bilgili insanlara “okumuş adam” yerine
“yazan” anlamında “lettré, lettered”, cahile de tam karşıtı olarak “illettré,
illettered” derler.
Osmanlı yazısı sağdan sola,
yâni kağıdın boş ve görünen kısmına doğru kalemi çekerek, el titremeden
yazılabildiği halde, Batılılar soldan sağa doğru ve görüşe kapalı bir alana
doğru kalemi iterek yazarlar.
Batı’da bir metindeki önemli kelimelerin
altı, Osmanlılar’da ise üstü çizilir. Kitapları Batılılar kitaplık raflarına
dikine Osmanlılar ise yatırarak dizmişler ve böylece yaprakların zamanla kendi
ağırlıklarını taşıyamayarak buruşmalarını, aralarına toz, rutubet ve
zararlıların girmesini önlemişlerdir.
Kimisi, örneğin askerî
birliklerin Osmanlılar’da sağ, Batı’da sol ayakla yürüyüşe başlamaları gibi,
şartlı refleksler düzeyine kadar indirgenmiş bu tür basit karşıtlıkların sayısı
daha da arttırılabilir.
c. Uyuşmazlıklar
İslam ve Hıristiyanlık
inançları dışında, toplumların günlük hayatını ve dünya görüşünü etkileyen
uyuşmazlıklar da vardır.
Batılılar “Güneş” takvimi
kullanırlar ve lineer zaman kavramına sahiptirler. İslam-Osmanlı kültüründe ise
“Ay takvimi” geçerlidir ve zaman kavramı dönüşümlüdür. Dolayısıyla Batı
takvimlerindeki aylar yıl içinde sabit, Osmanlılar’da devingendir.
Osmanlılar’da her gün güneşin batışı ile biter. Batı’da ise günler gece
yarısından itibaren başlar. Batı takvimlerinin başlangıcı Hz. İsa’nın
velâdetini, Müslümanlarınki “Hicret”i esas alır.
Genelde üstü kapalı
geçiştirilen bir uyuşmazlık da “ilm” anlayışıyla Batı’lı anlamda “fen”
(science) kavramları arasındaki mahiyet farklılığıdır. Aslında uyuşmazlık ilim
ve fen içeriklerinin karşılaştırmalarından çok, her iki kültürde özgün
“bilimler sistemi” kuran temel ilkelerdi belirginleşir.
Bu uyuşmazlık ele alınırsa
Osmanlı ilimler sistemi ile Batı’daki bilimler dizini arasında amaç ve kapsam
benzemezliklerinin yarattığı epistemolojik sapmalar da açıkça ortaya çıkar.
Osmanlı (İslâm) sisteminde
ilimlerin bağlı bulundukları ana dal “Hukuk” (şeriat)’dur. İlimler için
düzenleyici odur. Bütün ilimler öncelikle Hukuk’un var olması, yücelmesi için
vardırlar.
Batı sisteminde ise Hukuk
bilimi, ana dal değil, ana dala bağlı bağımsız bir bilimdir. Tüm bilimlerin de
“Hukuk Felsefesi, Tarih Felsefesi, Biyoloji Felsefesi, hatta Bilim Felsefesi”
gibi kendilerine özgü felsefeleri vardır. Ama bilimlerin bağlı olduğu ana dal
Felsefe’dir. Başka bir deyişle bilimlerin gayesini Hukuk değil, Felsefe saptar.
Diğer taraftan Osmanlı
(İslâm) ilim sistemi âlemi iki kısma ayırır: Göze görünmeyen, gizli, bilinmeyen
şeyler âlemi (Âlem-i Gayb) ve içinde yaşadığımız Evren’in oluşturduğu
görülenler âlemi “Âlem-i şahâde(t)”.
Âlem-i Gayb’ın ilmi insan
tefekkürünün dışında ve Allah’a mahsustur. İnsanın ilmi yalnız “Âlem-i
şahade”ye ait ve insanların bilmesine izin verilmiş olan bilgileri kapsar. Bu
ilim anlayışı insan düşüncesine temel epistemolojik referans olarak çok
önemlidir. Çünkü “Gayb” ayırımı yalnız insan içindir. Allah için bilinmeyen
yoktur. Diğer taraftan bilinmesine izin verilenler de “fi sebîlillah”tır ve
amacı ancak “ilâ-yi Kelimetullah” olmalıdır. Başka bir deyişle ilim edinmek
Allah adına yapıldığı için, yaratılmışlara zararlı amaçlar uğruna geliştirilemez
ve kullanılamaz.[1168]
3. DOĞAL ETKİLENME
Bizans’ın fethine kadar olan
dönem, Osmanlı Devleti’nin kendi özgün örgütlenmesini imâl etmekle geçmiştir.
Bu dönem sırasında kültür esas itibariyle Orta Asya’dan getirilen ve
Anadolu’daki yerleşme sırasında törenler, pazarlar, evlenmeler gibi ilişkilerle
edinilenlerin İslam prensiplerinin çerçevesi içinde karışımından oluşmuştur.
Bu bağlamda Osmanlı
toplumunun, Anadolu’da Bizans İmparatorluğu ve Rumeli’ye geçişten sonra Avrupa
ortalarına kadar olan sahalarda Batı kültürü karşısındaki genel davranışı,
tavrı, özgün bir bileşik kültür (culture complexe) olarak anılabilir. Avrupa
içlerine doğru ilerledikçe Lâle Devri’ne kadar sürecek akkültürasyon tarzında
bir “Serbest Kültür Değişmeleri” dönemi başlar. Bu dönemdeki kültür
değişmeleri, ayrıntılar ve özel durumlar dışında, hâkim sınıfın kültüründen
reâyâ durumundaki yerli ahaliye yönelik olmuştur.
Ancak Viyana bozgunundan Lâle
Devri’ne kadar geçen dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun o zamana kadar yaşanmamış
ama daha sonra devam edecek kanlı, buhranlı ve tehlikeli dönemini oluşturur.
Osmanlı İmparatorluğu geciktiğinin farkına varamadan Avrupa güçlenmiştir.
Önceleri bu durumu kabullenmeyen Devlet-i Aliyye, uzun, sürekli ve yenilgiyle
sonuçlanan savaşlar sonunda maddî ve manevî çöküntülere düştü. Lâle Devri’nde
Osmanlı devlet ricâli artık örtülü bir biçimde de olsa, belirli alanlarda
Batı’nın üstünlüğünü kabullenmek zorunda kaldılar. Sadrazam Nevşehirli İbrahim
Paşa’nın bulduğu âcil çözüm devlet yeniden kuvvetleninceye kadar bir önlem
olarak Batı karşısında “uyuşma” (itilâf) halinde olmaktı.
Daha önce belirtildiği gibi,
bu iki kültür arasındaki zıtlaşma ve aykırılıklar nedeniyle “akkültürasyon”
ilişkileri kurulamamıştı. Dolayısıyla yöneticiler birdenbire farkına varılan
değişikliğin sebeplerini anlayamamakta ve çâresiz kalmaktadırlar. Ancak hemen
hemen içgüdüsel bir davranışla Batı’dan bazı yeni teknolojilerin transferine
karar verildi. Tersânelerde yeni gemi inşa teknikleri kullanıldı, mühendishaneler
açıldı.
Oysa Batı kültürünü o zamana
kadar gelmiş geçmiş tüm kültürlerin hepsinden ayıran çok önemli bir özelliği
vardır. Bu da bilim’e verilen önemdir. On yedinci yüzyılın ikinci yarısından
sonra bilimin yepyeni bir yönde gelişmesi ve ilk kez teknik yöntemler
aracılığıyla bilimin hayata etkin bir biçimde uygulanması Batı uygarlığı içinde
yaşayanlara diğer kültürlerle karşılaştırılamayacak yeni bir düşünce, farklı
görüş unsurları kazandırdı.
Batı uygarlığına gelinceye
kadar, eski kültürlerin hiçbirini diğerlerinden farklı kılan temel unsur,
“bilime diğer bütün unsurlardan daha üstün bir yer tanınması” olmamıştı.
Üstelik eski medeniyetlerde ampirik yöntemler tercih edildiğinden; insan
bilimlerine daha çok önem verilmiş, fizik, kimya gibi uygulamalı bilimler
gelişememişlerdir. Oysa Batı kültüründe deneysel bilimler herşeyden değerli bir
konuma geçmişti.
Dolayısıyla Batı kültürü ile
karşılaşacak herhangi bir kültürün aralarındaki akkültürasyon tek yönlü
olacaktır. Başka bir deyişle Batı’nın biriktirdiği teknolojik unsurlar doğal
olarak bilim ve teknolojisi zayıf kültüre doğru akacaktır. Bu ilişkiler
sırasında Batı’nın davranış biçimleri, yaşama tarzları, hatta adetleri ise
anlamları, işlevleri ve önemleri kavranılmadan biçimsel düzeyde taklit edileceklerdir.
Değişimin (akkültürasyon’un) oranı, bileşik kaplar kuramı gibi, özgün bilgi
seviyesi ve kavrama kapasitesi ile orantılı olacaktır.
Nitekim Osmanlı kültürü de
Batı’yla böyle bir süreç içinde karşılaşmıştır. Aslında Sultan III. Selim’e
kadar Batı’dan önce serbest kültür değişimleriyle basit teknikler ve teknoloji
aktarılmak istenmiştir. Bu dönemde Osmanlı gururu toplumun bütün kesimlerinde
henüz yeterince rencîde olmamıştır. Daha sonra Avrupa’nın üstünlüğü
karşısındaki teknik acizlik ve bu kültürü anlayamamaktan doğan çaresizlik,
özellikle üst yöneticiler, bürokratlar ve aydınlar arasında Batılılara karşı
aşırı hayranlık ve ne olursa olsun onlara benzeme biçiminde bir aşağılık
duygusu oluşturdu.
Ve Tanzimat öncesinin son
Sultanı II. Mahmud döneminde Batı kültürünün bir kısım kurumları zorunlu olarak
alınırken, bazı davranış ve âdetleri de beraberinde kabul edildi.[1169]
BÖLÜM VI
EKONOMİ
A. GÜNCEL ZAMAN’IN
BOYUTLANDIRILMASI
“Zaman”ın sözlük anlamı bir
iş veya oluşun içinde geçtiği, geçeceği veya geçmekte olduğu süre, biçiminde
tanımlanır. Diğer taraftan her şeyin onun içinde yaşanması ama kendisinin
hiçbir şey’in içinde bulunmaması sebebiyle insanlar beş duyu aracılığıyla
algılayamadıkları zaman’ın boyutunu yorumlamak ihtiyacı duymuşlardır. Hatta
“zaman”ın bir kuruntu, bir hayal ya da bir sanrı (galat-ı his) olduğu şüphesi
duyanlar da olmuştur.
Zaman’ın insanın iç dünyasına
yansıyan algılanışı kişiseldir. Örneğin yorgunluk etkisiyle güçleri gün boyunca
azaldığından, öğleden sonra zaman daha uzun geçer. Aynı şekilde acıkma, uyku ve
diğer doğal günlük ihtiyaçlar da insanın içsel zamanını belirleyen kişisel
periyodik röperler oluşturur.[1170]Diğer taraftan zaman’ın değişik
kültürlerde transandantal ya da soyut veya somut hatta kalıtımsal algılamalara
bağlı çok farklı kullanılış biçimleri vardır.
Leonardo da Vinci saat yerine
kendi kalp atışlarını sayarak Galile’den yüzyıl önce bazı fizik (hidrolik)
deneyler gerçekleştirdi. Bununla beraber dünyanın matematik yapıda olduğunu ve
fizik yasalarının anlaşılması için matematiğin gerekliliğini ilk kez Galile
vurguladı.[1171]Onun matematiğe dayarak basit sarkaçın salınım periyodunu veren yasayı
açıklaması ve devamında Huygens ve Hooke gibi mucit bilim adamlarının da bu
açıklamalardan yararlanarak mekanik saatlerde “eşapman” sistemini bulmaları ve
“pandüllü saat”ler (horloges) Batı dünyasında astronomi, gemicilik ve ekonomi
alanlarında büyük devrimler yapılmasını sağlamıştır.
Batı’da mekanik saatlerin
yaygınlaşması ve şehir meydanlarında saat kulelerinin yapılması kadar
basımevinin ortaya çıkması da toplumun zamanı algılaması üzerinde etkili oldu.
Daha önceleri görerek, dokunarak ya da (kilise çanları, belirli saatlerde top
atılması gibi) işiterek algılanan zaman artık muntazaman yayımlanan günlük,
haftalık, onbeş günlük periyodiklerin tarihleri ve mekanik saatlerin
kadranlarından rakamlar okunarak öğrenilen soyut bir biçim aldı. Zaman şimdiden
sonra Adam Smith’in tanımladığı gibi bir “iş birimi” olarak
değerlendirilebilecekti. Ve buradan hareketle ekonomide, iş ve ticaret
hukukunda “iş günü” ve “iş dönemi” olarak tanımlanan kavramlara ulaşıldı.
Modern ekonomi açısından
gerektiğinde “para”ya dönüştürülebilen bir değer sayılan zaman kavramının
Osmanlı ülkesinde algılanış biçimine de kısaca göz atmak gerekir. Aslında
İslam-Osmanlı kültüründe zaman kavramı, Batı’daki gibi lineer değildir. İlke
olarak yine “iş günü”[1172]esas olmakla beraber aylar mevsimlerle birlikte dönüşümlüdür.[1173]Diğer taraftan yine dönüşümlü olarak araları uzayıp kısalmalarına
rağmen, ibadet vakitleri (namaz vakitleri, iftar ve imsak) gün boyunca Osmanlı
toplumunun zaman algılamasını sağlayan şaşmaz röperler oluşturmaktadır. Örneğin
gündelik çalışma yaz ve kış mevsimlerindeki günlerin uzunluğuna bağlı olmadan
sabah namazıyla başlamakta ve akşam namazıyla bitmektedir. Yapay aydınlatma
imkan bulunmadığından ötürü bu durum toplum ve çalışanlar tarafından doğal
olarak da kabullenilmişti.[1174]
Dolayısıyla Osmanlı
ülkelerinde mekanik saatlerin yüzyıllar boyu kullanımı yalnızca namaz
vakitlerinin daha sıhhatli düzenlenmesini sağlamaktan ibaret kaldı. Nitekim
Avrupa’da ülkemizde satılmak üzere imal edilmiş, vasatî ve ezanî saatleri ayrı
ayrı gösteren, çift kadranlı oldukları için de halk arasında “çifte kumrulu”
adıyla tanınan özel saatler yapılmıştı.
Diğer taraftan zamanı tespit
ve ölçme yöntemlerinin sürekli geliştikleri ve akkültürasyon yoluyla toplumlar
arasında sirayet ettiği de açıktır. Nitekim aynı bağlam içinde zaman kavramı da
Osmanlı ülkesinde mekanik saatlerin kadranlarından rakkamlar okunarak öğrenilen
soyut bir biçim aldı.
1. İŞ BİRİMİ OLARAK “ZAMAN”
Diğer taraftan zaman kavramı,
Batı’da Adam Smith’in önerdiği anlamda somut bir “iş birimi” olarak
değerlendirildi. Ve buradan hareketle ekonomide, iş ve ticaret hukukunda “iş
günü” ve “iş dönemi” gibi isimlerle tanımlanan daha geniş kapsamlı değişik
zamanlama kavramlarına ulaşıldı. Sanayi toplumlarında aile, eğitim, siyaset,
iktisat, hukuk ve din olarak belirlenen altı ana kuruma yedinci bir kurum
olarak “zamanı değerlendirme” de ilave edildi.
Ancak İslâm kültüründe namaz
vakitlerinin daha başlangıçtan beri minarelerden günde beş vakit okunan ezanlarla
ilan edilmesi toplumun doğal zaman algılamasında bütünlük sağlamıştır. Oysa
böyle bir bütünlük Batı toplumlarının işçi kesiminde ancak Sanayi Devrimi’nden
sonra fabrikaların başlama ve paydos sirenleri ile sağlanabildi. Bununla
beraber İslam’da zaman’ın bölümlendirilmesi Batı’daki gibi lineer değildir.
Namaz, iftar ve imsak saatleri her gün Güneş’e bağlı olarak muntazam biçimde
değişmektedir. Dolayısıyla mekanik saatlerin yüzyıllar boyu Osmanlı ülkelerinde
kullanımı yalnızca namaz vakitlerinin daha sıhhatli düzenlenmesini sağlamaktan
ibaret iken[1175]Batı’da Greenwich’ten geçen meridyen esas alınarak hem haritacılıkta
(ve dolayısıyla coğrafya biliminde) ve hem de saat ayarlarında, zaman kavramına
sanal ve lineer evrensel bir biçim verildi.
2. İSLAMÎ ZAMAN BİRİMLERİ
Kur’an-ı Kerim’de bazı
sûreler “Gece ortaya çıkan ilk yıldız”a[1176], “Tan yerinin
ağarması”na[1177], sabah’a[1178], gece’ye[1179]yemin ederek başlar. “Gündüzü de geçim zamanı yaptık” beyanı[1180]ise çalışma zamanının “gündüz” olduğunu belirtiyor.
Bütün İslâm ülkelerinde
olduğu gibi Osmanlı ülkesinde de gün sabah ezânıyla başlar, akşam ezânıyla
biter. Bu bağlamda ezânî saat ayarında güneşin batışı saat[1181]kabul
edildiğinden saat ayarları günlere, aylara ve mevsimlere göre değişir. Esnaf
için çalışma saatleri tahdidi bulunmamakla beraber dükkân ve atölyelerde gün
ışığından yararlanıldığından, tıpkı ibadet saatleri gibi günlük çalışma
süreleri de yılın içinde mevsimlere göre değişir.
Müslüman toplum kesimi için
gün içinde bilinmesi gerekli olan zaman bölümlemeleri namaz ve imsak
vakitlerinin tesbiti ile belirlenmiştir. Bu tesbitlerin hassas biçimde
yapılabilmesi görevi “muvakkit”lere verilmişti. Öğle ve ikindi ezanları hem
zamanın tâyini ve hem de camiye veya en yakın mescide gidiş-geliş, cemaatle
görüşme nedeniyle doğal bir dinlenme arası olmaktadır. Camide cemaatle birlikte
kılınması farz olan Cuma namazları sırasında ise cami dışında ekonomik bir
faaliyet yapılması câiz değildi.
3. TAKVİM DÜZENLEMELERİ
Daha büyük zaman
bölümlemeleri olan yıl içindeki kamerî ayların, bayram günlerinin tesbiti şer’î
usuller ve astronomik hesaplarla takvimlerde belirlenirdi.12 Takvimlerin
düzenlenmesi de “müneccim”lerin işiydi.
Osmanlı Devleti’nin resmî
takvimi her zaman Ay yılı olarak hesaplanan “Hicrî Takvim” olmuştur. Yükseliş
dönemlerinde devlet hazinesi tımar ve zeamet sahiplerinden gelen vâridat ile
yürütüldüğünden ve alınan vergiler yerel ürünlerin yetişmesine bağlı olduğundan
devlet bütçesi bakımından herhangi bir sıkıntı duyulmuyordu. Ancak daha sonraki
yüzyıllarda Güneş yılına göre toplanan mukataa karşılıkları ile Ay (Kamer)
yılına göre ödenen maaşlar Hazine’de açıklar meydana getirdi.
Diğer taraftan Güneş ve Ay
yılları arasındaki on bir gün ve artığından doğan fark her 33 yılda meydana
gelen bir yıl’dan biraz da fazla tutmaktadır.
Bir yıllık fark’a “siviş” ve
o yıla da arada kaldığı için “tedahül yılı”, on bir günlük ayrıma ise
“tefâvüt-i hasene” deniliyordu. Dolayısıyla her yüzyılda “siviş yılları”
denilen üç yıllık masraflar, merkezî devletçe Güneş takvimi ile hesaplanan
gelir ve giderler defter üzerinde karşılıksız kalmaktadır. Diğer taraftan
Avrupa devletleri ile gittikçe artan ilişkiler de takvim sorununun çözülmesini
zorunlu kılmıştı.
Aslında Osmanlı Devleti’nin
vergi gelirlerinin önemli kısmı mevsimlere göre yapılan tarım, hayvancılık,
madencilik gibi sektörlerden gelmektedir. Dolayısıyla Güneş takvimi mâlî
ihtiyaçlar açısından tercih edilse bile, dinî gelenekler ve ibadetleri gün, ay
ve yıl içinde belirlemek açısından pratik olmayışları sebebiyle yaygın olarak
kullanılamamışlardır. Bununla beraber başdefterdarların önerileriyle Mâliye
hizmetlerinde kullanılmak üzere karma takvimler düzenlenmiştir.
Örneğin ilk Osmanlı mâlî
takvimi Hicrî 1087 (Miladi 1677) yılı “Sene-i Şemsiyye-i Hicrîyye” (Hicret
Güneş yılı) başlangıcı sayılarak ve yalnızca devletin özel hesaplarında
kullanılmak üzere kabul edildi.[1182]İlke olarak her otuz üç yıldan biri
düşürülüyor ve malî yılın tarihi (adı) Mart ayının birinci günü hangi hicrî
seneye raslarsa onun adını alıyordu. Buna “Mart Kaidesi” deniliyordu.[1183]
Daha sonra Sultan I. Mahmud
zamanında[1184]malî yıl başı Mart ayına alınıp Mâliye kalemlerinin buna göre
çalışmaları sağlanmıştır. Bu malî takvim için yılbaşı Eski Roma takviminde
olduğu gibi Mart’ın (1)’i olarak kabul edilmişti. Mâlî ayların gün sayısı ve
kebîse usûlü (dört yılda bir 29 Şubat olması) Jülien takviminden alınmıştı.
Sultan III. Selim zamanında
Hazine’nin “Tefâvüt-i Hasene”den ötürü gördüğü zararı önlemek için kullanılmaya
başlanan[1185]“Sene-i Şemsiyye-i Hicrîyye” takviminde de Arabî (Muharremî) ayların
yerine Rumî (Şemsî) ayların kullanılması yoluna gidilmiştir.[1186]
B. MÂLİYE
Osmanlı Mâliyesi’nin görevi
“Hazine-i Birun” (Dış Hazine) ve “Hazine-i Enderun” (İç Hazine)’a toplanan
vergilerle gelir sağlamak ve Devlet’in yönetim giderlerini, savaş, doğal âfet,
kıtlık dönemlerinde yaptığı harcamaları karşılamaktır.
Hazine-i Âmire’nin gelir ve
gider hesapları Defterhane âmiri tarafından denetlenip Devlet Hazinesine giren
çıkan meblâğı tesbit edilir ve başdefterdar’a layiha hâlinde bilgi verilir.
Başdeftardar da Osmanlı bütçesini tesbit eder ve yine Fatih Kanunnâmesi
uyarınca yılda bir kere Padişahın huzuruna çıkıp Hazine’nin gelir ve giderleri
hakkında hesap verir. Diğer taraftan tımar mukataaları ve diğer mukataaların
tevcihi (gümrük ve diğer gelir kalemlerinin ihâleye çıkarılması) gibi konularda
Padişaha doğrudan arz’a çıkabilirdi.
Osmanlı ülkesinde “dirlik
düzeniyle yönetilen eyâletler”, “salyâneli eyâletler” ve “tâbi (uyruk)
devletler”in vergilerini tahsil edilebilmek için Anadolu, Rumeli, İstanbul ve
Kıyılar defterdarlıkları, On altıncı yüzyılın başlarında Arabistan ve Mısır
seferlerinden sonra Arab ve Acem defterdarlığı, aynı yüzyılın sonlarında
Rumeli’deki fütuhat sebebiyle Tuna Yalılar Defterdarlığı Erzurum, Diyarbakır,
Şam, Trablusşam defterdarlıkları da kuruldu. Ayrıca Anadolu Defterdarlığı
içinde, “Kenar Defterdarlığı” adı altında Sivas ve Karaman defterdarlıkları
oluşturuldu. Öbür eyâletlerde ise yerel örgütün önemine ve sancak sayısına göre
Hazine defterdarı, mal defterdarı, tımar defterdarı denen Mâliye görevlileri
vardı.
Merkez’in belirli bir gelir
elde etmek istemesinden dolayı tımarların ve vergilerin mukataa yoluyla, ihale
ile mültezimlere verilmesi sonucunda Maden Mukataası, Salyâne Mukataası, Haslar
Mukataası, Haremeyn Mukataası, ihtisab vs. gelirleri iltizama verilen İstanbul
Mukataası, Bursa Mukataası, Avlonya Mukataası, Kefe Mukataası gibi yeni
kalemler kurulmuştur.
Defterdarlığa bağlı olmakla
birlikte bir ölçüde bağımsız çalışan “Tophane, Tersâne, Darbhane, Gümrük, Arpa,
Şehir ve Gümüşhane” eminlikleri de devletin vergi gelirlerini sağlayan öbür
önemli kuruluşlardı.
1.
BAŞDEFTERDAR
Osmanlı Mâliyesinin en büyük amiri
“başdefterdar”dır. Mâli teşkilatın başı olan ve “Hazine-i Hümâyûn”un işlerini
(yâni Mâliye Hazinesini) Padişah adına yürütmekle görevli ve sorumlu
başdefterdar’ın (ve defterdarların) yetkileri, maaşları “Fatih Kanunnamesi”nde
tesbit edilmiştir. Kanunname’de defterdar, Padişah malının (devlet hazinesinin)
vekili olarak tanımlandığından başdefterdarlığa ancak 300 akçe gündelik alan
kadılardan veya mal defterdarlarından biri tayin edilebilir. Yani defterdar
ilmiyye sınıfından gelmelidir. Bununla beraber ilmiyye sınıfı mensuplarının
imtiyazı olan “siyaseten katl” güvencesi ortadan kalkar.
Defterdarlara dirlik olarak
600 000 akçelik has ya da 240 000 akçeye kadar maaş verilecektir. Defterdar
hasların gelirlerinden yüzde bir akçe tasdik hakkı, para Hazine’ye teslim
edilirken de binde 20 akçe “kesr-i mizan” alırdı. Padişaha gelen hediyelerden
de hissesi vardı. Kanunname’ye göre başdefterdar; vezirin bir derece aşağısında
ve beylerbeyi rütbesinde sayılmıştı.
On beşinci yüzyılın ikinci
yarısına kadar bir başdefterdar’la yardımcılar Hazine ve mal defterdarları
vardı. Sultan II. Bayezid devrinde Rumeli ve Anadolu defterdarları olmak üzere
defterdarların sayısı ikiye çıkarıldı. Doğu Anadolu ve Suriye fethinden sonra
Haleb’de “Acem ve Arap Defterdarlığı” kuruldu. On altıncı yüzyıl ortalarında
“yalılar” (sahil boyları) ve İstanbul için “Şıkk-ı Sâni” adıyla Merkez’de
üçüncü bir defterdarlık daha kuruldu. Ancak Şıkk-ı Evvel (Rumeli defterdarı)
“başdefterdar” sayıldı. Şıkk-ı Sâni (Anadolu defterdarı), Şıkk-ı Sâlis (İstanbul
ve Kıyılar defterdarı) oldu.
On yedinci yüzyıl ortalarına
kadar bu önem derecelerinde olan defterdarlar bağımsızdılar. Ama yüzyılın
ortalarından itibaren diğer iki defterdar, başdefterdarın yardımcısı durumuna
getirildi. Dolayısıyla Devlet’in büyümesiyle birlikte, defterdarların sayısı
her zaman gerektiği kadar arttırılmış ancak Mâliye’nin amiri olan
“başdefterdar” her zaman sorumlulu ve tek bırakılmıştır. Başka bir deyişle
bütün Mâliye kuruluşları Merkez Maliyesine bağlanmışlardır.
Her üç defterdar da Divan
üyesi olup Kubbealtı toplantılarında sadrazamın solunda, kazaskerlerin alt
tarafında otururlardı.
2. MÂLİYE HÂCEGÂNI
“Defteremini” Defterhane’nin
en üst düzeydeki yöneticisi yetkili amiridir. Defteremini ülke arazisinin
tımar, has, zeamet, mülk ve vakıf gıbi arazi türlerini saptamak; kayıtlarını
tutmak; her kazanın nüfusunu, vergi mükelleflerini belirlemek; defterleri
Defterhane de korumakla görevlidir. On sekizinci yüzyıla kadar defter
kayıtlarının işlenmesi ve düzeltilmesi konusunda Nişancının emrinde olan defter
eminleri, sonraları yetkilerin kendilerine devredilmesi sonucunda
Defterhane’nin yetkili amiri durumuna geldiler.
Defterhanede timar, has,
zeamet tevcihleri ve mahkemeler için çıkarılan kayıtlardan toplanan ayda
yaklaşık 200 kese akçe harç tutarını görevliler arasında bölüştürürlerdi.
İstanbul’dan başka her ilde,
merkezden yapılan tevcihlerin ikinci nüshasını saklamak, tahrir emirleri
uyarınca ilin sancaklarını, kadılıklarını, tımar, has ve zeametlerini
kaydetmekle görevli birer Defteremini daha vardır.
“Başbaki kulu” Müslüman
teba’anın vergilerini tanzim eder.
“Cizye Başbaki kulu”
Hırıstiyanlardan alınan şer’î “cizye” vergisini de toplar veya mukataaya
(ihâleye çıkarır) verir.
“Veznedar” sikke kesilmesi ve
rayicini tesbit eder.
“Defter kethüdası”
Eyaletlerdeki zeametlere bakar. Defterlerin tutulmasından sorumludur. Defter
kethüdası yükselip Rumeli defter kethüdası olursa kendisine zeamet verilirdi.
“Muhasebe-i evvel”
(başmuhasebeci) Hazine-i Âmire’nin gelir ve gider hesaplarını denetlemekle sorumluydu.
“Defter tezkirecisi” Devlet
Hazinesine giren çıkan meblâğı tesbit ederek Başdefterdara rapor eder.
“Timar ve mal defterdarı
(Kenar defterdarı)”, Osmanlı Mâliyesinin eyâlet (beylerbeylik) sancak, gibi
taşra idare birimlerinde devlet gelirlerini toplar ve masrafları tesbit eder ve
merkeze gönderir. Taşradan gelen işlerle başdefterdar ilgilenir, gerektiğinde
Padişah’a arz’a çıkar.
“Darbhane emini” Divân-ı
Hümâyûn kâtiplerindendir. Osmanlı Darbhanesi’ne külçe halinde gelen ve sikke
olarak basılan gümüşten rüsum alınmasını sağlardı.
“Maliye tarihçisi”, Mâliye’ye
gelen evrakın tarihlerini kaydeden kalemin amiridir.
3.
DEFTERHÂNE
Defterhane’nin bulunduğu yer
Kubbealtı’nın yanında idi. Divân’dan istenen her çeşit defter kaydı derhal
çıkartılırdı.
Üst üste dört demir kapı ile
kapalı Defterhane Mahzeni, defterdarın gözetiminde olarak her açılışından sonra
yine sadrazamın mührüyle mühürlenerek kapatılırdı. Bu defterlerdeki herhangi
bir kayıtda değişiklik yapılması ancak Padişah’ın fermanı ile mümkündür. Kayıtlar
üzerinde yapılacak düzeltmelerden defter emini sorumlu olduğundan, kendi
huzurunda defterhane katipleri ferman metnini ilgili bölüme kaydederek altını
mühürler ve defteri yerine kaldırılırdı.[1187]Ferman da özel
bir görevli tarafından korunurdu.
On altıncı yüzyılın sonundan
itibaren savaşlarda gerek yararlığından ötürü yapılan tevcihlerde ve gerekse
şehitlerden boşalan tımar has, zeamet kayıtlarında raslanan aksamaları önlemek
için defteremini’nin küçük bir kadro ile seferlere katılması ve Ordugahta
“Defterhane Çadırı” adıyla ayrı bir çadırın kurulması yasa haline getirildi.
Ülke arazisinin kayıtları,
tımar, has, zeamet, mülk ve vakıf gıbi arazi türleri; her kazanın nüfusu, vergi
yükümlülerini belirleyen defterler “Defterhane”de korunmaktadır. Her ilde,
merkezden yapılan tevcihlerin ikinci nüshalarını saklamak, sancakların,
kadılıkların “tımar, has ve zeametler”ini kaydetmekle görevli birer defteremini
daha vardı.
On yedinci yüzyıl ortalarında
Defterhane otuz’dan fazla “Kalem”(Büro) bulunmaktadır. Kalemleri “hâce” denilen
bir yönetici ile “halife” adı verilen bir yardımcısı yönetmekte, katipler ve
şakird’ler (katip adayları) görev yapmaktadır. En önemlileri Büyük Ruznamçe,
Baş Muhasebe, Cizye, Anadolu Muhasebesi, Haremeyn Muhasebesi, Baş Mukataa,
Sipah Muhasebesi kalemleriydi.
Eyâlet sınırlarına göre
toprağın mirî, has, zeamet ve tımar olarak genel gelirlerini gösteren defterler
Defterhane’nin İcmal Kalemi’nde ; mülk toprakların hüccet, tapu ve temlik
belgeleri Mufassal Kalemi’nde ; tımar sahiplerinin ferağ ve intikal işlemleri
ve bunlara ilişkin kütük defterleri Ruznamçe Kalemi’nde saklanırdı. Bütün bu
defterler tapu geçerliliğindeydi. Dolayısıyla Defterhane, ekonomisi toprağa
bağlı Osmanlı toplumunun birinci derecede ilgili olduğu kurumdur.
a. Defter-i Hâkânî
Devletin toprakları üzerinde
bulunan köy, mezra, otlak, yaylak, kışlak vb. topraklarla ilgili tüm kayıtlar
Defter-i Hâkânî denilen ve Defterhâne’de saklanan defterlerde kayıtlıdır.
Defter-i Hakânî’lerdeki kayıtlar kamu ve hayır kurumlarına ait topraklarla
ilgilidir. Bu defterlerden herhangi birinin kayıtlarında değişiklik yapılması
gerektiğinde Padişahtan ferman alınır, sonra Defter-i Hakanî Emini’nin
huzurunda ilgili bölüme gerekli şerh düşülüp mühürlenirdi.
Sened-i Hakânî ile kullanımı
halka bırakılmış arazinin kayıtları da Senedat Dairesi’nde saklanmakta olan
“Senedat defterleri”ne yapılmaktadır. Halkın şahsî mülk olan arazî ve
gayrimenkulleri için kadılar tarafından Defterhane kayıtlarına göre incelenerek
verilen ve Şer’iye siciline işlenen “hüccet”ler, vakıf mülkler için ise
“mütevellî”ler tarafından verilen vesikalar geçerli olurdu.[1188]
b. Tahrir Defterleri
Defterhane’nin önemli bir
başka görevi de yeni dirliklerin tımar, zeamet ve has ayırımlarının yapıldığı
arazî tahriri defterleri düzenlemektir. Ordu-yi Hümâyun’un timarlı
sipahilerinin miktarı da bu defterlerden çıkarılmaktaydı.Bu defterlerdeki
kayıtlar, yalnız mirî topraklarla ilgilidir.
Arazî tahrirleri yapılırken
İl yazıcı (muharrir)’nın topladığı bilgilerin temize çekildiği deftere
«mufassal» denilirdi. Bu defter aynı zamanda idarî teşkilâtı da gösterir.
Dolayısıyla daha sık kullanılan köy isimlerini ve yıllık hasılat miktarlarını
gösteren “Mücmel” (ya da İcmal Defteri) denilen özet defterleri de yapılırdı.
Nişancı bu defterleri inceledikten sonra, Defterhâne kâtiplerince ikişer örnek
olarak hazırlanan “mufassal ve mücmel defterler”in birer örneği Defterhâne
Hazinesi’ne konur, ikincileri ilgili eyâletlere gönderilirdi. Bunlar Memâlik-i
Osmâniye arazisinin esas kaydı olup ülke tapusu hükmündedirler. Nitekim Tapu
Defteri olarak da bilinirler.
Has, tımar ve zeametlerin
tevcihleri için Tapu icmâl defterinden, boşluklara kayıt yapmak üzere, köy
isimleri seyrek satırla yazılmış «Tahvil» defterleri hazırlanır ve bunlar
Divan-ı Hümayun’un Tahvil Kalemi’nde kullanılırdı. Yeni tahvil defterine
«cedîd», eskisine «atik» ve eski “atîk defter”e de “köhne” denilirdi.
c. Gelir Kalemleri
Mâliye kalemleri “Gelir” ve
“Gider” esasına göre tertiplenmişlerdir. On yedinci yüzyıl sonlarında 16 adet
gelir kalemi vardır. Bunların önemleri denetledikleri gelirleri devletin genel
gelirlerine oranı bakımından farklıdır. Dahası, bu farklılıklar ülkenin
ekonomik ve siyasî durumuna göre de değişkendir.
On yedinci yüzyıl sonlarından
On sekizinci yüzyıl ortalarına kadar devletin gelir kaynaklarını denetleyen en
önemli beş kalem, gelirlerin % 20-40’ını denetleyen “Muhasebe-i Evvel” ve
“Cizye Muhasebesi” kalemleri[1189]; gelirlerin %10-20’isini denetleyen
“Mevkufat Kalemi”[1190]; gelirlerin % 8-10’unu denetleyen Maden Kalemi ve gelirlerin %
4-10’unu denetleyen “Haslar Kalemi”dir.[1191]
“Muhasebe-i Evvel” kalemi
bütün gelir ve giderler ile bütçelerde yer alan bütün kalemleri denetler. Geri
kalan 11 kalem ise gelirlerin ancak % 0.01-3’ünü denetlerler. Başka bir deyişle
toplam gelirlerin ortalama % 10-15’ini toplarlar.
d. Gider Kalemleri
Diğer taraftan bütçe büyük
giderlerini denetleyen 7 adet kalem bulunur. Bunlar tahmin edilebileceği gibi
Yeniçeri Kalemi, Piyade Mukabelesi Kalemi, Suvari Mukabelesi Kalemi, Büyük Kale
ve Küçük Kale Kalemi, Küçük Ruznamçe Kalemi, Teşrifat Kalemi, Salyâne Mukataası
Kalemi’dir.
Bunlar dışında “Anadolu
Muhasebesi, Haremeyn Muhasebesi, Baş Mukataa, Haslar” gibi gelir kalemleri bazı
giderlerin de hesabını tutmakta idi.
Müslüman teba’anın
vergilerini tanzim etmek, Hırıstiyanlardan alınan şer’î “cizye” vergisini
toplamak veya mukataaya (ihâleye) vermek, eyâlet (beylerbeylik), sancak gibi
taşra idare birimlerinde devlet gelirlerini toplamak ve masrafları tesbit
etmek, sikke kesilmesi ve râyicini tesbit etmek, “darb” (para basmak) sebebiyle
gerekli rüsumu almak, eyâletlerdeki zeametlerin defterlerini tutmak, yapılan
tevcihlerin ikinci nüshasını saklamak, tahrir emirleri uyarınca ilin
sancaklarını, kadılıklarını, tımar, has ve zeametlerini kaydetmek Mâliye’nin
görevleridir. Mâliye’de muamele gören her türlü evrakın tarihleri de
zaptedilirdi.
Diğer taraftan Defterhâne
İlmiye sınıfının, evkaf yönetenlerin ve vakıflardan para alanların beratlarını
kaydetmek, muamelerini, arazî tahrirlerini kaydetmek, Devlet’in irad ve
masrafını çıkarmakla da görevlidir. Bu sebeple On sekizinci yüzyılda Mâliye
dairelerindeki memur sayısı birkaç yüz kişiyi bulmaktadır.
Dolayısıyla Defterhâne’nin
âmiri olan defteremini (Defterhane emini) menâsıb-ı sitte’den olup teşrifattaki
yeri reisülküttab ve şehremininden önce gelirdi.[1192]Terfih ettiğinde
nişancı ya da defterdar’ın yerine bu göreve atanabilirdi.
4.
HAZİNE
Osmanlı Devleti’nin “Hazine-i
Hümâyun” ve “Hazine-i Enderûn” olmak üzere iki temel hazinesi ile Mısır eyâleti
gelirinin katıldığı Padişahın şahsî tahsisatı demek olan “Ceb-i Hümâyun
Hazinesi” vardır.
Sadrazamın tasarrufunda bulunan
Mâliye Hazinesi bazan “Beyt’ülmâl”, bazan da “Dış Hazine” olarak anılan
“Hazine-i Hümâyun”dur. Dış Hazine giriş ve çıkışları bütçenin gelir ve
giderlerine tekabul eder.
Hazine-i Enderûn ise Saray
masrafları ile, sonra yerine konulmak üzere darlık anında kapıkulu askerlerinin
maaşı, harb ve diğer fevkalade masrafları karşılamak için düşünülen “İç
Hazine”dir. İç Hazine, Devletin her türlü masrafları çıktıktan sonra fazla
gelirinin konulduğu bir ihtiyat hazinesidir. Gerektiğinde savaş giderleri
buradan karşılanır, bazan da sadrazam’la defterdar ortak bir senetle bu
hazineden istikrazde bulunurlardı.
İç Hazine yalnız Padişahın
tasarrufundadır. Dış Hazinenin gelir fazlası İç Hazineye alınır ve İç Hazineye
giren meblâglar Dış Hazine için “Gider” kaydedilir. Gerektiğinde Padişahın
izniyle Dış Hazineye kredi veya karşılıksız olarak verilen meblâğlar ise Dış
Hazine hesabına “Gelir” kaydedilirdi. Ancak Padişahlar genel olarak kaçınılmaz
bir ihtiyaç olmazsa, Dış Hazine’ye İç Hazine’den avans çekmek için izin vermezdi.
a. Dış Hazine
Osmanlılarda devlet hazinesi
“Hazine-i Hümâyun, Hazîne-i Devlet, Hazine-i Emiriye, Hazîne-i Maliye, Birun
Hazinesi, Dış Hazine, Hazine-i Âmire” olarak da bilinir. Hazine-i Âmire’deki
gelir fazlası Hazine-i Hassa’ya[1193]aktarılır, buna karşılık bütçe
açığı ise gene Hazine-i Hassa’dan karşılanırdı.
Önceleri Yedikule’de bulunan
Hazine-i Âmire kasaları On altıncı yüzyıl sonlarında Topkapı Sarayı’na taşındı;
Hazine kalemleri de Divân-ı Hümâyun’a bağlı olarak çalışmaya başladı.
Her Divân-ı Hümâyun
toplantısı sırasında Hazine-i Âmire’nin açılması, oturum sonunda da
sadrazamdaki mühr-i Hümâyun ile mühürlenmesi kanundu. Buradan para çıkarılması
için Ruznamçe Kalemi’nde hazırlanan sarf müzekkeresi defterdarca imzalanarak
sadrazama sunulur, “pençe” ve “sah” konduktan sonra bu belge “Hazine tezkiresi”
adını alırdı. defterdar tarafindan da “sah”landıktan sonra sergi halifesine
(veznedar’a) verilir, ödeme yapılan sergi tezkiresi Ruznamçe Kalemi’ndeki ilgili
deftere işlenirdi.
Bâb-ı Defterî’nin
dairelerinden biri Hazine-i Âmire Dairesi’dir. Amiri büyük ruznamçeci idi.
“Büyük Ruznamçe”, “Küçük Ruznamçe”, “Rumeli Muhasebesi”, “Anadolu Muhasebesi”
ve “Mukabele” kalemleri buraya bağlıydılar.
Hazineye para girişinde ise
vezzan’lar[1194], paranın kalp ya da noksan olup olmadığını denetler, Hazine katipleri
de giriş işlemlerini yaparlardı. Tartılan meblağ, deri torbalara konarak
saklanırdı. Hazine-i Âmire için Büyük Ruznamçe ve Küçük Ruznamçe, Rumeli ve
Anadolu muhasebecilikleri ve Mukabele kalemlerinde 60 dolayında gelir ve gider
defteri tutulmaktaydı.
(1) Ana Gelirler
1. Şer’i vergiler,
2. Devlete ait mutad örfî
vergiler,
3. Tekâlif-i Divâniye denen
olağanüstü zamanlarda alınan vergiler (avarız ve nüzul akçeleri gibi),
4. Salyâneli eyâletlerin
maktû vergileri,
5. Emâret gelirleri,
6. Tâbi devletlerden alınan
haraç,
7. Ganimetlerin beşte biri.
(2) Ana Giderler
Dış Hazine’nin başlıca
giderleri:
1. Kapıkulu askerleri ve
Donanma’nın giderleri,
2. Sefer masrafları, (Ordu-yı
Hümayun’un savaş harcamaları “Ordu Hazinesi” adıyla sefere götürülen hazineden
yapılırdı.)
3. Devlet memurlarının
maaşları, (yalnız kapıkulu askerine, acemi ocağına değil, Saray hizmetlilerine,
devlet memurlarına ve ilmiyye ricâline üç ayda bir “ulûfe” adıyla ücret
ödenirdi. Ulûfe defterleri ve ulûfe icmâli kayıtlarına göre yapılan bu
ödemelerin resmî adı “mevâcib”dir. Her ay ödenen ücretlere “müşâhere”, yıldan
yıla olanlara da “sâliyâne” denirdi. Bir yıl içinde muharrem, cemâziyülevvel ve
şaban aylarında olmak üzere üç taksitte ödenirlerdi. Son iki taksidin
birleştirilip öne alınarak şaban ayında verilmesi kuraldı.)
4. Devlet dairelerinin her
türlü giderlerinden oluşuyordu.
Dış hazineden para çıkması
için defterdarın bir tezkire (Hazine Tezkiresi) ile çıkacak paranın “ne için ve
nereye harcanacağı”nı sadrazam’a arz etmesi gerekirdi. Sadrazam bu tezkireyi
inceleyip üzerine “sah” (Görüldü) işaretini koyduktan ve “pençe” denilen
imzasını çektikten sonra defterdara iade ederdi. Defterdar işlemlerin bittiğini
onaylayan bir “sah” daha koyarak, tezkireyi “sergi halifesi”ne (Mâliye
veznedarına) gönderirdi. Sergi halifesi bu tezkireye dayanarak yaptığı ödemeyi
gösteren bir “sergi tezkiresi” hazırlardı. Bunlar her akşam defterdara verilir,
defterdar da tezkireleri karşılaştırıp “mahsub” işaretini koyar ve Ruznamçe
Kalemi’ne gönderirdi.
Bürokratik Süreç
Tezkirenin yasal yürürlüğü
olabilmesi için biçimsel bütünlüğü tamamlanmış bir belge olması gerekir.
Dolayısıyla işlem sürecinin eksik bırakılmış olması belgeyi geçersiz kılar.
Muamelelerin tamamlanması
için kalemlerde izlenecek sürecin genel biçimi şöyledir:
(1) Taleb ve arzuhâl (istem
ve dilekçe),
(2) llk kayıt, Kalem
derkenarı ve serhalife’nin «Sah»ı (“Görüldü”sü),
(3) Defterdar şurûtunu (şartlarını)
beyân eder,
(4) Kalem’ine sorulur,
serhalifesi «Sah» eder,
(5) Defterdar’a havale
edilır, (aksine bir emir olup olmadığı incelenir),
(6) Ait olduğu kalemine
yazılır, «Sah» olunur,
(7) Sûret istenir,
(8) Defterdar mektubcusu,
istek veyâ sorunu inceler, gereğini veyâ sakıncasını özet olarak defterdar’a
bildirir,
(8) Baş halife’nin yazdığı
bir taslağı inceledikten sonra defterdar mektupcusu «telhis» eder (özet yazar),
(10) Telhis’i defterdar «Sah»
eder,
(11) «Kayd» ve «Tezkire»
verilmesi için kalemine «Buyruldu» yazılır,
(12) «Buyruldu»ya defterdar
«Küçük Sah» yapar,
(13) İstek hangi kaleme
kaydettirilmiş ise, buyruldusuna göre kalemine kaydolunur, «Buyruldu» alıkonur,
yerine yeni bir «Tezkire» verilir,
(14) »Ka!em Hocası» bu
tezkireyi mühürler,
(15) Tezkire, emrin yazılması
için Maliye Kalemine verilir,
(16) «Emr»i yazılır,
(17) «Kanuncu» ve «mümeyyiz»
okuyup doğruluğunu «Sah» ederler,
(18) Maliye Kalemi kesedarına
yeniden okunması için havale ederler,
(19) Maliye Kalemi
tezkirecisi «Sah» eder,
(20) Defterdar’a imzâ
ettirilir,
(21) Nişancı üstüne
«Tuğra’sını çeker.
Bu işlemlerin yapılması ile
emir veyâ hükmün yürürlüğü başlamış olur. Emrin diğer bir sûreti istenirse
emrin çıkarılmasında yeri olan görevlilerin birleşmesi (ittifakı) gerekir.
Ve bu emrin verilmesi için
«ibtidâ arzuhâli»nin üstüne «ba buyruldu nakl ve beyân olunan şart ve kayıtlar»
işlemin yürütülmesi sırasında geçtikleri makamlardan çıkarılıp özet olarak
yazılır ve yine yetkililerce «sah» ve imzâ edilirdi. Böylece emrin aslı dışında
onun yasallığını gösteren bir sened de Defterhâne mahzeninde muhafaza edilirdi.
Tasdik işâreti olan (Sah)
genellikle en çok raslananıdır. Bunun dışında yapılan işlem, araştırma, verilen
müsaade ile ilgili olarak bazı kelimelerin yerine rumuzlarının örneğin “terakki
(te), çift (cim), zira (ze), mahlût (tı), aded (ayın), kıyye (kaf), gümrük
(kef), mahlûl (lâm), hâne (na), dirhem (hem)” kullanıldığı da olur.
b. İç Hazine
Hazine-i Enderun (İç Hazine)
savaş ve diğer olağanüstü durumların gerektirdiği harcamalar için bir yedek
hazine durumundadır. Para, mücevherat ve kıymetli malzemeden yapılmış değerli
eşyalar saklanırdı. Osmanlı Devletinin kuruluşunda devlet hazinesi Padişahların
hususi hazinesi ile beraberdi. Devlete ait paralardan başka bir çok kıymetli
eşya da Saray’da saklanır, bütün harcamalar Padişahın irâdesiyle yapılırdı.
Saray’ın Hazine Koğuşu’nda
bulunan İç Hazine, üç bölümden oluşuyordu. Amirleri “Ser-Hazine-i Enderun”
unvanını taşıyan hazinedarbaşı, Hazine kethüdası ile hasodabaşı’ydı. Bununla
beraber asıl İç Hazine sayılan bölümün sorumlusu “Hazine kethüdası”ydı.
(1) Ana Gelirler
1. Has mâlikane gelirleri
(Havass-ı Hümâyun hasılatı),
2. Hasılat-ı sâfiye (Saray
bostanlarının, çayırlarının, koru ve çiftliklerinin geliri),
3. Her yıl Mısır valilerinin
gönderdiği 600 bin altın,
4. Vezirlik tevcihlerinden
sağlanan tuğ câizeleri, hediye ve pişkeşler, devlet ricâlinin sunduğu
hediyeler,
5. Beşte bir oranındaki şer’î
ganimet payı,
6. Maden gelirleri,
7. Müsâdere edilen mallar,
8. Vâridat olarak aktarılan
Dış Hazine nakit fazlası’dır.
(2) Ana Giderler
1. “Saray masrafları,
2. Seferler için yapılan
masraf,
3. İaneler, atiyeler, hil’at
giydirme ve hediyeler” için yapılan harcamalardı.
Hazine-i Âmire’nin açığı da
İç Hazine’den kapatılır, gerektiğinde sadrazamın arzı üzerine ve defterdar ile
birlikte Padişah’a kefâlet anlamında verdikleri senet karşılığında İç
Hazine’den Dış Hazine adına borç alınırdı.
5.
BÜTÇE
Fatih kanunnamesi’nde “Yılda
bir kere defterdarım rikab-ı Hümâyunum’a irad ve masrafın okuyalar, hilât-i fahire
giyeler” biçimindeki hüküm yıllık bütçe yapılmasının yasal gereği olarak
görülmüştür. Nitekim başdefterdar yılda bir kere Padişah’ın huzuruna çıkıp
Hazine gelir ve giderleri hakkında hesap vermektedir.
Osmanlı bütçeleri Merkezi
Hazine’ye (ve yan hazinelere) nereden ne kadar gelir intikal ettiğini ve mâli
yıl içerisinde bunların nerelere sarf edildiğini gösterir. Hazine-i Âmire’nin
ve diğer hazinelerin mâlî yıl sonu hesabıyla kesin gelir-gider hesap
durumlarını oluştururlar.
Osmanlı bütçelerini genelde
devre sonu kesin hesabı biçiminde hazırlanmıştır. Devletin tüm gelir ve masraf
larını belirli kategorilere ayırarak bir yıllık çalışma programı gibi
düzenlenmiş çağdaş anlamda “program-bütçe”ler değildir. Üstelik kesin bir
standardizasyon bulunmadığından birbiriyle karşılaştırmak her zaman mümkün
olmaz. Bununla beraber modern “bütçe” kavramına daha yakın, tahmin veya
ön-hesap niteliğinde Hazine için bazı gelir-gider hesapları da yapılmıştır.[1195]
Merkezî “bütçe” de yer alan
gelirler, devletin gelirlerinin ancak bir kısmıdır. Çünkü ülkedeki vergi
gelirlerinin bir kısmı timar sisteminin gereği olarak tımar sahipleri ve
gerekli görülen üst düzey yöneticilere maaşlarını karşılamak üzere
“dirlik”olarak tahsis edilmişlerdir. Ancak bu gelirler merkezî “bütçe”de
gözükmezler.
“Devlet gelirleri” doğal
olarak Dış Hazine’de biriken (ve “bütçe”de gözüken) gelirlerdir. Dolayısıyla
“bütçe”lerde hangi isimler bulunuyorlarsa ancak o düzeyde incelenir. Bununla
beraber vergiler “bütçe”lere çeşitli türleri itibariyle dökümleri yapılarak
değil, çok kere “mukata’a geliri” başlığıyla tek kalemde yansımaktadır.[1196]Ancak Hazine’nin gelir ve giderlerini özetleyen cedveller yapılmıştır.
Devlet gelirlerinin Merkez
ile eyâletler arasında bölüşülmesi On altıncı yüzyılda yaklaşık olarak yarı
yarıyadır.[1197]On Yedinci yüzyılın ortalarında Osmanlı ülkesinin tüm gelirleri
2.400.000.000 akçe olarak kabul edilmektedir. İstanbul’da kalan gelirler
581.270.828 akçe’dir. Bunun dışında kalan 1.800.000.000 akçelik kısım, başka
bir deyişle devlet gelirlerinin dörtte üçü “Merkez Hazinesi”nin ve bütçe
hesaplarının dışında olup tımar veya vakıf düzeni içerisinde oluşmuş ve muayyen
hizmet sahiplerine tahsis edilmiş gelirler”dir.[1198]
Ordunun büyük bölümünü
timarlı eyâlet askerleri oluşturduğu için savunma harcamaları da “dirlik”ler
tevcih edilerek karşılanır. Bununla beraber giderlerin büyük bölümünü Merkez’in
memurlara ve kapıkuluna verdiği maaşlar oluşturmaktadır.
a. “Sıvış Yılı” Uygulamaları
Osmanlılar bütün İslâm
devletleri gibi hicrî takvimi kullandılar. Tarihî olaylar, Divan’dan çıkan
fermanlar ve mâlî muamelelerin tarihleri hep bu Hicrî ay yılı takvimine göre
tesbit edilirdi. Milâdî Güneş yılı takvimi ancak hıristiyan kırallarına
gönderilen «nâme-i hümâyun»’larda, hıristiyan devletleriyle yapılan anlaşma ve
ahidnâmelerde kullanılmıştır.
Bununla beraber Osmanlı
devletinin tarımsal ekonomisi, zirâî ürünlerin hasılatı, iç ve dış ticareti,
gümrükleri, maden çıkarma faaliyetleri mevsimlere bağlıdır. Örneğin madencilik
kış aylarında bir çok yerlerde yapılamamakta, kara yollarının kar ve yağış
sebebiyle geçit vermediği ve denizlerin sefere müsait olmadığı mevsimlerde
ticareti ve gümrük hâsılatı temin edilememektedir. Dolayısıyla gelirlerin
hesaplanmasında güneş yılı takviminin kullanılması daha uygun, hatta
gereklidir. Ancak güneş yılı ay yılından yaklaşık olarak 11 gün daha uzun
sürmektedir.[1199]Bu da 32 güneş yılında sonunda (32 x 11 = 352 gün) yâni bir ay yılı
eder. Dolayısıyla 33 ay yılı 32 güneş yılı; 100 ay yılı da 97 güneş yılına
eşittir.
Bir yıllık fark’a “siviş” ve
o yıla da arada kaldığı için “tedâhül yılı”, on bir günlük ayrıma ise
“tefâvüt-i hasene” deniliyordu. Özellikle tımar ve zeamet usulünün
kaldırılmasından sonra bütün gelir ve giderlerin merkezî devlet bütçesinden
ödenmesi ve Avrupa devletleri ile gittikçe artan ilişkiler takvim sorunun
çözülmesini zorunlu kılmıştı.
Hazine gelirleri güneş yılı
ve mevsimlerin etkisi altında olduğu halde, Hazine giderlerinin önemli bir
kısmı ay yılı esâsına bağlı olarak sarfediliyordu. Hazine giderlerinin en
önemli kısmı olan ulûfeler, hizmetin ifâsından sonra üç ayda bir ödenirdi. Buna
göre bir hicrî ay yılı içinde dört defa mevâcib ödenmesi lâzım geliyordu.
Anadolu ve Rumeli eyâletleri
Merkez muhasebesine bağlı olduklarından Dış Hazine’nin gelirleri Nevrûz’da ve
Ağustos başında olmak üzere yılda iki kere gönderilirdi. Bununla beraber
vergilerin tahsil zamanı, muhassıllarına verilen fermanlarda ayrıca
belirtilirdi.
Dış Hazinenin giderlerinin
büyük bölümü “ay yılı”na ve gelirlerinin büyük bölümü ise “güneş yılı”na göre
tahsil edilmektedir. Bazı vergiler 1 “ay yılı”, mukataalar da 3 “ay yılı” veya
“güneş yılı”ndan ibâret olan ve adına “tahvil” denilen bir müddet için iltizâma
verilirdi.
Gelir ve giderleri kısmen “ay
yılı”nın kısmen “güneş yılı”nın tesiri altında olan Osmanlı Devleti Dış Hazine
gelirleri bütçesi için “güneş yılı”nı esas olarak olarak seçerse mevsimlere
bağlı ekonomik gelirlerin tahsili bakımından uygun hareket etmiş olur. Ancak
her yıl 11 günlük gelir fazlası birikecektir. Diğer taraftan gider kalemleri
esas alınarak bütçe “ay yılı”na göre düzenlenirse hicrî yıl her sene on bir gün
önce gelecek ve gelir ve giderler dengelenemeyecektir.
Demek ki her 32 “güneş
yılı”na sonunda 1 “ay yılı” fazlası ile 33 “ay (kamer) yılı” oluşmaktadır. Oysa
33 üncü yılın masraflarına karşılık olacak gelir yoktur. Başka bir deyişle
bütçede bir yıllık masrafa eşdeğerli açık verilmiş olmaktadır.
Çifte karakterli takvim
kullanılmasına bağlı olarak ay ve güneş yıllarına göre biriken gün farklarının
bir takım malî sorunlar oluşturmaktadır. Gerçekten de hicrî-kamerî her 33 yıl
sonunda masraf bütçesini karşılayacak bir gelir bütçesi yoktur. Bu da
ulûfelerin ödenmesinde iç buhranlara, askerî ve sosyal huzursuzluklara, para
ayarlamalarına sebeb olmaktadır. Her 33 senede bir “sıvış yılı” denilen
buhranlar kaçınılmaz ekonomik bir gerçeklik olarak meydana gelmektedir.
Aslında ay ve güneş yıllarına
bağlı olarak gelir-gider arasında % 3 oranında reel fark yüzünden ulûfeler
gecikme ile ödenmektedir. Bu gecikmeler iki, üç veya dört kıst (taksit)’a yani
tam bir sıvış yılına ulaşınca yeniçerilerin ayaklanmalarına, defterdarların,
sadrazamların azil ve hattâ idâm edilmelerine, Padişahların tahttan
indirilmelerine, isyancı elebaşılarının kısa bir süre için de olsa yönetimi ele
geçirmelerine bile sebep olmuştur.
Bu durumda ön önemli gider
olarak “ulûfe” tevziatı hususunda, eğer İç Hazine’den bir karşılık bulunamazsa
devlet açığı kapatmak için:
a) Fazladan bir peşin vergi
tahsil etmek,
b) Veya yeni vergiler ihdas
etmek,
c) İstikrazda bulunmak,
d) Parayı tağşiş etmek,[1200]
e) “Fetihler yolu ile yeni
gelir kaynağı aramak “ gibi çareler arasından iki veya üçünü birden uygulamak
zorunda kalmaktadır.
Ayaklanmaların yatıştırılması
için genellikle gecikmiş ulûfelerin derhal ödenmesi gerekmektedir. Dolayısıyla
gerekli olan meblağ istikraz yapılarak ve para tağşişi ile karşılanırken diğer
taraftan istikraz borçlarının ödenmesi için yeni vergiler salınmaktadır. Ancak
ödeme gücü üstünde vergi istenen halkın bir bölümü göçlere mecbur kalırken
bazıları da eşkıyalık ve isyan hareketlerine katılmakta, para tağşişleri ise
pahalılığı arttırmaktadır. Bu sebeplerden ötürü kaçınılmaz biçimde ortaya çıkan
“sıvış” yılı buhranları yükselme devirlerinde daha
kolay, duraklama ve gerileme devirlerinde çok daha zor atlatılmıştır. Tımar
sisteminin zayıflayıp maaşların ulûfe şeklinde nakden ödenmesi yeterince arttıktan
sonra sıvış yılı buhranları da etkisini hissettirdi. Başka bir deyişle Ordu’nun
büyük bölümünü tımarlı sipahinin oluşturduğu “aynî ekonomi”ye bağlı dönemlerde
sıvış yılı buhranları görülmez. Zira Osmanlı ekonomisinin alışık olmadığı
“nakdî ekonomi” sisteminin iktisadî ve mâlî yanı henüz sıkıntı vermemektedir.[1201]
b. Para
Osmanlı ekonomisinin para
birimi gümüşten kesildiği için adına “akça” denen sikke olmuştur. İlk Osmanlı
sikke’sinin, devletin kurucusu Osman Bey adına Selçuklular’ın gümüş sikkeleri
örnek alınarak basıldığı bilinmektedir[1202]
Osmanlı Devleti’nin para
sistemi, bütün Yeniçağ ve öncesi toplumları gibi madenî para rejimine dayanır.
Bu bağlamda ilk Osmanlı sikkesi, devletin kurucusu Osman Bey zamanında
basılmıştır. On sekizinci yüzyıla kadar Osmanlı para birimi gümüş akçe olarak
devam etti. Fatih zamanına kadar para rejimi yalnız gümüş üzerine uygulanan
monometalizm’dir.
Devlet geleneği ve
hükümranlık alâmeti olarak da her yeni Padişah kendi adına gümüş sikke
bastırmıştır. Ama Osmanlı Devleti’nde ilk altın para 1479 yılında Fatih Sultan
Mehmed döneminde darbedilmiştir. Bu aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin kudretini
de simgelemekteydi. İlk altın sikke ile beraber (altın ve gümüş) ikili maden
sistemine (bimetalizm’e) geçildi. İsteyenler Darbhaneye külçe altın veya gümüş
götürüp, tedavülde olan sikkelerden bastırabiliyorlardı.
(1) Tağşiş (Devalüasyon)
Para darlığına çözüm olmak
üzere malî bir tedbir olarak yeni sikke basımlarında akçenin ağırlığının
azaltılması ya da teknik deyimiyle “paranın tağşiş edilmesi”ne de yine Fatih
Sultan Mehmed döneminde başlandı. Askere verilen yevmiyelerin mikdarına
dokunulmadan akçelerin ağırlığı 6 kırat ’tan 5 kırat’a[1203]indirildi. Üstelik
eski paralar kıymetli maden vezni açısından daha değerli olmalarına rağmen % 20
düşük fiyatla geri alınması da halkın ve yeniçerilerin tepkisine sebep oldu.
Daha sonra piyasaya eksik
vezinli yeni akçeler sürerek daha değerli eski akçelerin toplanıp eritilmesi
ekonomik bir yöntem olarak sürekli uygulandı. Sultan II. Bayezid ve Sultan III.
Murad dönemlerinde devam eden eksiltmeler Sultan IV. Murad döneminde 3 kıratın
altına kadar düşürüldü. Bununla beraber bu yapay önlemler yeterli olamıyordu.
Zira akçe tağşiş edildikçe yabancı sikkelerin değeri artıyordu.
On yedinci yüzyıla kadar
Osmanlı para birimi gümüş akçe idi. Bütün vergi ve resimler, memur maaşları ve
ulûfelerin ödendiği esas sikke olarak kaldı. Akçe, Mâliye’nin para değerini
ölçme birimi olarak kullanılıyordu. Bununla beraber devletin mali durumu
bozuldukça akçe’nin de ayar ve vezninde birçok değişiklikler yapılıyor, ayarı
düşürülüyordu. Bu durumda Sultan III. Ahmed zamanında akçenin yerine “para”
ölçü birimi haline getirilmiş ve l para = 3 akçe, l guruş = 40 para düzenlemesi
yapılmıştır.[1204]
(2) Enflasyon
Amerika’nın keşfi’nden sonra
yapılan Atlantik seferleriyle Avrupa’da altın ve gümüş bollaştı. On altıncı
yüzyılda Osmanlı piyasalarında “guruş” denilen iri gümüş sikkeler görülmeye
başlandı. Bu kıymetli maden ve yabancı para bolluğu enflasyona sebep olarak
malların fiyatlarını yükseltti. Yüzyılın son çeyreği başlarken Osmanlı
pazarlarına sürülen Peru ve Meksika gümüşü genel olarak yıllık % 06 civarında
artan fiyatları % 200’ lere fırlattı.
1575-1586 arasında Akdeniz
dünyasını sarsan gümüş enflasyonu akça’nın da değerinin hızla düşmesine sebep
oldu. Üstelik uzun süren İran savaşları sırasında[1205], paranın değeri
de birkaç kere “tağşiş” edilmişti. Buna rağmen Osmanlı sikkeleri emsallerine
göre daha yüksek ayarda kalmakta yurt dışına kaçırılmaktadır.
(3) Kalpazanlık
On altıncı yüzyılın sonunda
para değerinde çeşitli sebeplerle meydana gelen bu erozyona paralel olarak
fiyatlarda hızlı bir artış gözlenmiştir. On yedinci yüzyıl ortalarına doğru
Osmanlı piyasalarına riyal, Hollanda esedi kuruşu, zolota gibi yabancı
paralarla birlikte bunların kalp olanları da getirilmektedir. Dolayısıyla
piyasada bir yandan Avrupa gümüşü artarken diğer taraftan da kalp para,
kalpazanlar, gümüş sikkelerin kenarını kırpanlar da çoğalmıştı.
Ancak yapılan tağşişler para
değerinde düşüşlere sebep olmuş ve zaman zaman bazı düzenlemeleri, “sikke
tashihi”ni zorunlu kılmıştır. On yedinci yüzyılın ilk yarısında dört defa[1206]sikke tashihine baş vurulması akçenin önceki iki asır boyunca geçirdiği
ve toplam l/4 oranına varan büyük değer kaybından da kaynaklanmaktadır.[1207]Nitekim, Kanunî devrinin ilk yıllarında 100 dirhem gümüşten 425 akçe
kesilirken, bu mikdar 1584’de 800, 1688’de 1700 akçeye yükselmişti.[1208]
Bu aşırı tağşişler sonucunda
Osmanlı Devletinin 1534 yılı bütçesi 15 milyon duka altını iken 1650 yılında
4,5 milyona düştü. Hatta On yedinci yüzyılın ortalarında kalp paralar en çok
kullanılan para oldu. Çünkü Hazine’ye giden değerli gümüş paralar kalp
paralarla değiştirilerek kazanç sağlanmaya başlandı. 1669’a kadar kalp para
ticareti devam etti. Bu tarihte kalp paraların ülkede tedavülü yasaklandı.
Ancak, Hazine bu paraları gerçek gümüş değeriyle geri aldığı için halk yine
zarar gördü.
Para hacminde meydana gelen
daralmalar Saray’da ve diğer erkân’da bulunan altın ve gümüş’ün de Darbhaneye
gönderilerek paraya dönüştürülmesini gerektiriyordu. Kıymetli maden sıkıntısına
çare olarak 1688 yılında mankur (veya pul) denilen maden değeri ile nominal
değeri arasında büyük fark bulunan bakır paralar basıldı. Ancak bu dönemde
halkın darbhaheye ham bakır götürerek mankur bastırması yasaklanmıştır.
Ne var ki nominal değerin
madeninden yüksek olması bu sefer de “tağşiş” yanında kalpazanlığın çıkmasına
sebep oldu. Üç sene kadar süren üç maden sistemi (trimetalizm) sırasında,
Osmanlı ülkesine dışarıda basılmış kalp bakır sikke akmıştır. Bunların yüksek fiyat
farkı ile piyasaya sürülmeleriyle ortaya çıkan enflasyonu önlemek amacıyla 1691
senesinde bakır sikke tedavülden kaldırılmıştır. Ancak kalp para kaçakçılığı
ise devam etti.[1209]
Özellikle altın sikkelerin
yurt dışına kaçırılması, devleti para veznini tağşiş etmek zorunda bırakıyordu.
1703’te Tuğralı, 1713’te Zincirli, 1716’da Fındık ve 1729’da Zer-i Mahbub
adlarıyla yeni altın sikkeler bastırıldı.
Diğer taraftan piyasada
isimleri ve ayarları değişik pek çok sikke bulunması, bunlar arasında fiyat
farkları doğurmuş ve bu farktan yararlanarak para alıp satan uzman bir sarraf
sınıfı da ortaya çıkmıştır. Tedâvülde bulunan bu çok çeşitli paraların resmî
rayiçlerini kontrol altında tutabilmek ve fazla fiyata satılmalarını önlemek için
devlet, ülkenin gerekli görülen ticaret ve gümrük merkezlerine paraların resmî
rayicini belirten fermanlar göndermektedir.[1210]
(4) Esham (Tahvil Senedi)
Sultan III. Mustafa döneminde
uzun süren Osmanlı-Rus savaşları büyük harcamalara sebep olmuştu. Bunlar
mukataa, avarız gibi devletin vergi gelir kaynaklarıyla karşılanamayınca, iç
borçlanma yoluna gidildi. Esham Mukataa Kalemi kurularak on yıl vadeli isme
yazılı borçlanma tahvilleri hazırlandı. Bu tahvillerin 100 keselik her sehmi
(payı) için her yıl 5 kese altını faiz olarak vermekteydi. Devlet borçlanmasına
karşılık olarak İstanbul gümrük gelirlerini başlıca karşılık olarak gösterdi.
Ancak küçük meblağlar için düzenlenmiş bu tahviller mültezimler tarafından ilgi
görmedi. Bununla beraber yıllık faizin “ferağ harcı” adıyla Esham
Muhasebeciliği’ne ödenmesi şartıyla şahsa yazılmış eshamın el değiştirmesine
izin verilince Hazine’ye kısa vadede para sağlandı. Uzun vadede ise devletin
ödediği faizden daha fazla gelir elde edildi.
(5) Sarraflar
Daha önce de gördüğümüz gibi,
her padişah hükümranlık alameti olarak kendi tuğrasıyla altın sikke ve 2’lik,
5’lik, ve 10’luk gümüş sikkeler bastırmıştı. Piyasada 36 çeşit gümüş para
tedavül etmektedir.[1211]Bunların dışında ayrıca “Sultanî, Tuğralı, Zincirli, Fındık ve Zer-i
Mahbûb” gibi adlarla altın sikkeler bastırılmıştı. Osmanlı sikkelerinde değerli
maden oranı yüksek olduğundan tedavülleri sırasında yabancı paralarla arada
nominal değer fazlası vardı. Dolayısıyla Osmanlı altın ve gümüş sikkeleri yurt
dışına kaçırılıyordu. Bunu önlemek için altın ve gümüş paraların diğer ülkelere
ihracı yasaklanmış, ithalatı ise teşvik edilmişti.[1212]Dolayısıyla
Osmanlı ülkesinde İran” şâhî”si, Venedik “düka”sı, Ceneviz “filori”si, İspanyol
“riyâl”i, Hollanda “esedî”si, Polonya “zolota”sı, Mısır’ın “eşrefî”si,
Avusturya’nın “taler”i gibi yabancı altın paralar da tedavül ediyordu. Üstelik
Osmanlı ülkesinde altın ve gümüş para arasında rayic birliği bulunmadığından
Avrupalı tüccarlar Osmanlı ülkelerinde kendi paralarının ticaretini de yapmış
oluyorlardı.
Osmanlı Devleti’nin gelişim
çizgisinin apojesini oluşturan Kanunî döneminde üç kıt’a üzerinde yayılmış olan
ülkede 43 darbhane Padişah adına para basmaktadır.[1213]
Diğer taraftan Sultan
Süleyman’ın cülus tarihi olan Hicrî 926 (Miladi 1520) tarihinde başkent
Kostantiniyye’de darb edilmiş oldukları hâlde 14 adet altın sikke’nin gramaj ve
çapları arasındaki farklar aşağıdaki tabloda gösterilmiştir.[1214]
Tablo: 7
Altın
sikke |
Ağırlık
(gr.) |
Çap
(mm) |
Tekrar
sayısı |
1 |
3.41 |
20 |
- |
2 |
3.43 |
20 |
- |
3 |
3.45 |
19 |
3 |
5 |
3.45 |
20 |
- |
6 |
3.49 |
19 |
2 |
7 |
3.49 |
20 |
- |
8 |
3.52 |
19 |
- |
x |
3.55 |
20 |
3 |
Tablo incelenirse
ağırlıkların 0.15 gr., çapların da 1 mm kadar farklılaştıkları görülmektedir.
Kaldı ki ülkenin diğer kentlerinde Tablo: II’de görüleceği gibi 3.30-4.30 gr.
arasında değişen ağırlık ve 17-22 mm. arasında değişen çapı bulunan çok daha
farklı örneklere raslanmaktadır.[1215]
Tablo: 8
Şehirler |
Ağırlık
(gr.) |
Çap
(mm.) |
Amasya |
3.47 |
19 |
"
" |
3.55 |
20 |
Diyarbekir |
3.45 |
19 |
"
" |
3.58 |
20 |
"
" |
3.60 |
20 |
"
" |
3.49 |
21 |
"
" |
3.53 |
21 |
Bağdad |
3.78 |
21 |
Belgrad |
3.30 |
22 |
Cezîre |
3.30 |
22 |
Şam |
3.48 |
18 |
Mardin |
3.47 |
18 |
Sidrekapsi[1216] |
3.50 |
17 |
Sarraflar doğal olarak
alış-veriş’in en fazla olduğu İstanbul’da ve Anadolu ve Rumeli’nin ticaret
merkezlerinde çalışmaktadırlar. Ancak özellikle Başkent’te ve eyalet
merkezlerinde sarrafların asıl müşterileri önemli devlet adamları ve ricâl’dir.
Sarraflar bu kadar karışık para piyasası içinde devleti yönetenlere bir tür
ekonomist, muhasebeci ve bankerlik hizmetleri vermektedir.[1217]Bu bağlamda
paraların devletin öngördüğü rayiçlerin üstünde tedavül etmemesi, başka bir
deyişle alınıp, satılmaması hususunda Devletin ülkenin ticaret merkezlerine
zaman zaman gönderdiği fermanların hazırlanmasına yardım ederler.
6. VERGİ GELİRLERİ
Sultan Süleyman
Kanunnamesi’ne göre reâyâ’nın vergi yükümlülükleri din gereği olan şer’i
vergiler (Tekâlif-i Şer’iye), devletin koyduğu vergiler (Tekâlif-i Örfiye) ve
olağanüstü durumlarda toplanan Avârız Vergisi (Avârız-ı Divâniye[1218]) olmak üzere başlıca üç gruptur.
a. Tekâlif-i Şer’iyye
Tekâlif-i şer’iye,
Osmanlılarda (ve İslam devletlerinde) şer’î hükümlere dayanan ve zekât, öşür,
cizye ve haraç genel kategorilerinde yer alan değiştirilemez veya kaldırılamaz[1219]vergilerin genel adıdır.
Zekât İslam’ın temel
şartlarından olmakla beraber zaman içinde Osmanlı Devletinin genişlemesine
bağlı olarak ziraî önemi olan “öşür” öne geçmiştir. Gayrimüslimler tarafından
ekilmiş arazi-i haraciye’den de “harac” alınmaktadır.
Gayrimüslimlerden ayrıca
cizye denilen “baş vergisi” ve savaş ganimetlerinin beşte biri de (hums)
“ganâim-i cizye” olarak alınırdı.
Diğer taraftan vârissiz
ölenlerin terekelerinden, “lükata” denilen bulunmuş mallar ve “yâve” denilen
sahipsiz hayvanlar’dan da tekâlif-i şer’iye kapsamında vergi alınırdı.[1220]
(1) Müslim’ler
(a) Zekât
Zekât yoksulların mal
üzerindeki hakkı sayılır. İslamın beş şartı bağlamında reşid, akl-ı bâliğ ve
hür Müslüman tebaa’ya farz olan vergi’dir. Hayvan sayısından “sevaim”, altın ve
gümüşten “nukûd” ve mahsullerden “urûs”, ticaret mallarından ondalık hesabıyla
“âşir”[1221], maden ve definelerden “rikaz” adıyla tahsil olunurdu.
Vergi mükellefleri ve matraha
tâbi olacak gelirler ve verginin kimlere verileceği Kur’an’da belirtilmiş olup
bu hususların şer’î özellik, ölçü ve ayrıntıları da fukâhâ tarafından
belirlenmiştir.
Mükellefler açısından
köleler, çocuklar, akıl ve ruh hastaları (Hanefi fıkhına göre tarım ürünleri
dışındaki mallarından ) yükümlü sayılmazlar.[1222]
Zekât’a tâbi mallar ise
“nisab[1223], nemâ[1224], mülkiyet ve tasarruf[1225], havelân-ı havl[1226], semeniyet[1227], saimiyet[1228], ticaret niyeti” şartlarını taşımalıdırlar.
Zekâtın kimlere
verilebileceği Kuran’da “fakirler, miskinler, âmiller, müellefe-i kulûb[1229], köleler, borçlular, ebnâ-yi sebil ve fî-sebîl-illah” olarak
belirlenmiştir.[1230]
Burada geçen “âmiller[1231]ve fî-sebîl-illah[1232]” kategorileri devlete de şer’î
vergi anlamında zekât toplama yetkisi vermektedir.
(b) Öşür
Öşür ürün üzerinden ve ürün
olduğu zaman verilen bir tür arazi vergisidir. Halkı müslüman olan ülkenin
doğal hâli ıslah edilerek verimli duruma getirilmiş topraklarına “öşür arazisi”
denir. Arazî-i öşriye sahipleri, elde edilen ürün üzerinden devlete pay
verirler.
Nüfusun büyük çoğunluğunu
“ırsî ve daimî kiracı” durumundaki köylü “reâyâ” oluşturmaktadır. Köylü
reâyâ’nın ödediği vergilerin en önemlisi, arazinin ednâ, evsat ve âlâ oluşuna
göre üzerinden “bir yıl geçmesi şartı” aranmadan hasat mevsiminin ardından
alınan “öşür”dür. Yağmur, akarsu ve çeşme suları ile sulanan arazinin öşür
oranı verimliliklerine göre hums (1/5), südüs (1/6), ya da öşür (1/10), yapay
imkânlarla sulanan kurak arazinin öşür oranı ise 1/20’dir.
Vergiler mülk ya da vakıf
sahibine verilir. Devlet rakabesindeki mirî araziyi tapu resmi ödeyerek
işleyenler ise vergilerini, kendisine dirlik tevcih olunmuş “sahib-i arz”a (tımar
sahibine) verirler. İstenildiği takdirde öşr’ün sipahinin anbarına ya da pazara
kadar götürülmesi zorunludur.
Bu bağlamda maden ürünleriyle
definelerden de yüzde 5-10 ile yüzde 20’ye kadar değişen ölçülerde “rikaz”
(arazî vergisi) alınırdı.
(2) Gayrimüslimler
(a) Cizye
“Cizye” askerlik çağına
gelmiş gayrimüslimlerin askerlik hizmetlerinden muaf tutulmalarına karşılık[1233]olarak alınmaktadır. “Alerruüs” (kişi başına) ve malî durumlarına göre
zenginler âlâ (yüksek), orta halliler için evsat (orta) ve ednâ (aşağı) olmak
üzere üç düzeyde düzenlenmiştir. Bu vergiden kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar,
köleler, hastalar ve din görevlileri muaf tutulmuşlardır.
Ayrıca Padişah berat ve
fermanlarıyla birçok aileler hizmetlerinin karşılığı olarak ya da yaşlı kişiler
âcizlik sebebiyle vergi dışında bırakılmışlardır.
Diğer taraftan bazan cizye
toplu olarak (an cemaatin) “maktu’” olarak alınabilir veya tamamen de
affedilebilir.
Fetih sırasında yapılan
antlaşmalarda maktu cizyenin ne şekilde ve ne miktarda olacağı kararlaştırılır.
Hatta daha sonra miktarında ayarlamalar da yapılabilir.[1234]
(b) Harac
Fetholunan gayrimüslim bir
ülkede, yerli halkın elinde bırakılan, ya da şenlendirmek maksadıyla yeni
getirilen gayrimüslimlere verilen yahut bir vergi karşılığında “eman” yoluyla
gayrimüslim yerli halkın elinde bırakılan topraklara “Harac arazisi” denirdi.
Müslüman reâyâ’nın ödediği
çift resmi ve öşür’e karşılık gayrimüslimlerin devlete ödedikleri toprak
vergisine harac-ı arazî denir. Bununla beraber gayrimüslimlerden genelde
“cizye” adıyla alınan “baş” (alerrüûs) vergiye “harac-ı rüûs” denildiği gibi,
“harac”da bazan “cizyetü’1-arz” olarak anılır. Kuran’da alınmasına izin verilen
bu vergi “rüsüm-i şer’iyye”den sayılmaktadır.[1235]
Uygulamada iki tür “harac”
vardır. “Harac-ı muvazzaf” kullanılan arazinin büyüklüğüne bağlı olarak haraç
arazisinden dönüm başına alınan vergi olarak belirlenir ve sabit kalır.
“Harac-ı mukaseme” toprağın
ve bölgenin coğrafî özelliğine göre ürünün üçte biri ile onda biri arasında
değişen oranlarda “aynî” olarak alınır. Ürün alınmamışsa vergi de alınmaz.
Ancak birden fazla ürün alınan araziden her yeni ürün için harac tekrarlanır.
Ancak 1/10 oranı, hem öşürde olduğu gibi haraç’ta da değişik bölgelere göre
değişebilir. Diğer taraftan bağ ve bahçelerden alınan harac-i mukasemeye «bağ
ve bahçe resmi» denilirdi.[1236]
Böylece Müslüman çifçilerin
“çift” vergisi de çiflik arazisinin alanına, “öşür” ise mahsûl miktarına göre
düzenlenmektedir. Böylece Müslim ve gayrimüslim reâyâ arasında vergi adaleti
sağlanmış olmaktadır.
b. Tekâlif-i Örfiyye
Osmanlı Devleti’nde[1237]vergi sistemi hukukî temeli şer’î hükümlere dayanan tekâlif-i
şeriye’den ibârettir. Ancak bazı olağanüstü hallerde “tekâlif-i fevkalâde”
olarak hükümdara şer’an tanınan yetkiyle Osmanlı Devleti’nde “Tekâlif-i örfiye”[1238]adıyla vergi ve resimler alınmaktaydı.
Diğer taraftan olağanüstü durumlarda
konan ve durumlar geçince bitmeleri gereken vergiler, uygulamada “Avârız”
kategorik adı verilerek normal bir vergi gibi süreklilik kazandı.
Mâliye kayıtlarına göre,
tekâlif-i örfiye kapsamında büyük bölümü “arus (evlenme), kaza (mahkeme)” gibi
yönetim ve yargı işlemlerinden alınan harç ve resimler olmak üzere
mükelleflerden çeşitli sebeplerle alınan 100’e yakın vergi vardı.
Bununla beraber İstanbul’ dan
ve “Suriye, Halep, Bağdat, Basra, Musul, Trablusgarp, Bingazi, Yemen”
eyâletleriyle, maktu yıllık vergi olarak salyâne’ye bağlı “Mekke Şerifliği,
Mısır, Sisam, Cebel-i Lübnan, Kıbrıs, Bosna, Kırım, Erdel, Eflâk ve Boğdan”
eyalet-i mümtâze’lerinde tekâlif-i örfiye alınmazdı.
Bunlar dışında kalan yerlerde
beylerbeyi, sancakbeyi, mütesellim ya da voyvoda’nın başkanlığında her yıl
toplanan “vücuh ve âyan” denilen belde ileri gelenleri tahakkuk eden vergiyi,
erkek yükümlülere göre haneler arasında bölüştürürlerdi. “Tevzi defterleri”
kadı tarafından tasdik edildikten sonra vergi yaz ve kış dönemlerinde olmak
üzere iki taksitte toplanırdı. Bir yöreden o yıl için tevzi defterlerine
yazılmış tekâlif-i örfiye’den fazlası istenemezdi. Bundan dolayı “bâd-ı hava”
denilen ve miktarı önceden bilinmeyen vergiler için ortalama bir tutar tahmin
edilerek hâsılata ilave edilirdi. Tevzi defterlerinde yangın, zelzele, sel gibi
âfet zararlarını telâfi için İâne Kalemi’nden akçeler ayrılırdı. Ancak yine de
olağanüstü bir durum “Aralık Tevziatı” adı altında ek vergi salınabilirdi.
(1) Kırsal Kesim
Kırsal kesimde yaşayan halk mücerred
(bekârlık), bennak, arus (evlilik), çift (gayrimüslimler için “ispençe”), ağnam
(koyun), otlak, kışlak, kovan, asiyab (değirmen), duhan (tütün), kaçkun, esir
ve kaza (yargı) resimlerini ödemekle yükümlüdür.
Üzerine çiftlik yazılmamış
fakat geçinmeye gücü yeten müslüman reâyâ evliyse “bennak”, bekârsa “mücerred”
vergisini peşin ödemek zorundaydı. Alınacak vergilerin oranı tahrir
defterlerine eklenmiş olup sancak ya da liva kanunnameleriyle de ayrıca
belirtilirdi.
Bu vergilerden cizye, koyun
resmi ve avârız vergisi devletce; diğerleri ise tımarlı sipahi tarafından
toplanırdı.
Timarlı sipahi topladığı
vergiler Tekâlif-i Şer’iyye (Şer’i vergiler) ve Tekâlif-i Örfiyye (devletçe
konmuş vergiler) olarak iki bölüme ayrılır.
(a) Raiyyet Rüsûmu
Raiyyet rüsûmu sisteminde
kırsal kesimin ahalisi “çift sahibi olanlar, az toprak sahibi olanlar,
topraksızlar, fakir ırgatlar” olarak tasnif edilmiş ve tahrir defterlerinde bu
sisteme göre kayıt ve tespit olunmuştur.
n Çift Resmi
Bir çift öküzle işlenebilecek
büyüklükte arazi anlamında “çift” adıyla anılır. Dolayısıyla “çift” köylü
ailesinin geleneksel olarak ekonomik değerlendirme birimidir. Verimli toprakta
tam çift alan olarak 60-80 dönüm, orta evsaflı toprakta 80-100 dönüm, kıraç
yerlerde 100-150 dönümdür.[1239]
Bununla beraber arazî “nim
çift” (yarım çift) hatta daha küçük olabilir. Toprağı yarım çiftlikten de ufak
olanlar «zemin resmi» öderlerdi. Bennak tam yahut yarım çift arazisi olmamakla
beraber “kâr u kisbe kaadir” (geçinmeğe gücü yeten) evli, bir yerde yahut
babasının yanında oturan köylüdür. Bunlardan 12 şer akçe (bahçe işleriyle
uğraşan “ekinli bennak”den 18 er akçe) alınır. Bennak bir mikdar arazi daha
ziraat ederse bunun için “zemin resmi” verir. Ancak bennak resminden fazla olursa
yalnızca zemin resmi alınır. Küçük mikdar arazi ziraat eden mücerredlerden aynı
şekilde alınır. Diğer taraftan geçimlerini başka yollardan sağladıkları halde,
ayrıca toprak da işleyenlerin çiftlikleri, yarım çiftlikten ufaksa aile emeği
esas alınarak «ekinli bennak resmi» öderlerdi.
Timar sahibi, reâyâsının tam
veya yarım çiflik arazisini ölçer, fazlasından dönüm resmi alır. Çift veya
dönüm resmi bağlanmamış mezraada ziraat edenlerden de dönüm resmi alınmaz,
fakat mahsulunün onda biri olan “öşür” alınırdı.
Nihayet “kara” veya “caba”
adıyla anılan ve gelir üreten mücerred (bekâr) köylüler hatta “bîve” adıyla
kocasının çiftliğini işletebilen dul kadınlar da bu sistem de yer alır.
Topraksız aileler veya
yeterince toprağı olmayan ailelerin vergisi toprak esasına göre değil, emek
kapasitesine göre belirlenir.
Reâyâ, çıplak mülkiyeti
devlete ait mirî arazî uzerinde “irsi devam eden süresiz kiracı” konumundadır.
Toprağı işleme hakkını miras yoluyla aktarabilir; ancak mülkiyet hakkına sahip
olmadığı için satamaz, bağışlayamaz, vakfedemez. Nadas ya da başka bir zorunlu
sebep olmadan işlemeksizin boş bırakamazdı.
Çifti verasetle devralmak ya
da ilk kez çift almak sırasında sipahi’ye (ya da emin’e) kiranın peşin bölümü
“icâre-i muaccele” sayılmak üzere “tapu resmi” adıyla bir bedel öderdi. Bu
arada toprağı üst üste üç yıl boş bırakırsa, çifti elinden alınır, ödediği tapu
resmi de iade edilmezdi. Toprağı kendi imkânlarıyla işler, ürünü kaldırırken
(daha önce söylendiği gibi) dirlik sahibine, oranı önceden belirlenmiş miktarda
ürünü aynî öşür olarak öderdi.
Reâyâ, nakit olarak da her
yıl mart ayında arazî kirasının sonradan verilen “icâre-i mueccele” bölümü
anlamında, 22 akçeden 50 akçeye kadar değişen miktarlarda “çift resmi”ni
öderdi.
Böylece devlet, kendiliğinden
ortaya çıkabilecek bir toplum düzeni yerine, tahrir sistemi ve vergilendirme
yoluyla kendi sınıflandırdığı bir düzeni kurarak çiftliklerin dağılması,
tarlaların bağ, bahçe haline gelmesi ya da büyük mütegallibe çiftliklerinin
kurulmasını da önlemiş olmaktadır.
n İspençe Resmi
Gayrimüslim reâyânın (“cizye”
adı verilen “rûus” (baş) vergisi dışında) Müslümanların ödediği “Çift resmi”ne
karşılık ayrıca ödediği vergiye “ispençe” denilmekteydi. Bu vergi işlenilen
toprağa göre değil, Toprak işleyen her zimmîden kişi başına göre alınan bu
vergiye ispenç ya da ispençe resmi denilirdi. Fatih Kanunnamesi’ne göre her
gayrimüslim evli erkek sipahi’ye kendisi için 25 akçe aynı çatı altında oğlu
varsa onun için de ayrıca 25 akçe öderdi. Bu miktar bazı yerlerde 20-30 akçe arasında
değişirdi.
(b) Bâd-ı Hevâ
Osmanlı mâliye sisteminde
miktarı önceden saptanamamış, zamanı ve tutarı önceden belli olmayan, düzensiz
olarak toplanması beklenilen vergi ve resimlere bâd-i hevâ (niyâbet ya da
tayyarat) denilirdi.
Bu tür vergi ve resimler,
resm-i arus (gerdek resmi) ve tapu-yı zemin (vârisi olmayan çiftliklerin tapu
bedeli ya da resmi), resm-i kaçkun[1240]ya da resm-i yâve[1241], resm-i ibak[1242], bağ, bahçe ve bostanlara zarar verenlerden alınan paraya çevrilmiş
cezalar bunlardandır. Bâd-ı heva’nın, genellikle yarısı timar sahibine, yarısı
sancak beyine verilirdi.
Kırsal kesimde örneğin
evlenmelerden alınan resmi arus, gerdek resmi gibi niyabet resimleri ise sancak
beyi, subaşı, yaya sancakbeyi, müsellem sancak beyi, vakıflar olarak kime
“hasıl” yazılmışsa ona gönderilirdi.
n Gerdek Resmi
Gerdek yahut Arusek (veya
Gelin) resmi de denir. Bir kız veya dul kadın evlendirilirken (kadıya verilen
nikah muamelatı resmi dışında) timar sahibi yahut sancak beyine ödenen
resimdir. Kızdan 60 akçe (bazı yerde 100 akçe), kadından 30 yahut 40 akçe
alınır. Rüsumu, kız veya kadının nüfusunun arazî defterine kayıdlı olduğu yerin
sahibi alır. Konar göçerlerde başka bir boy’a gelin gidiyorsa sipahiye kız ise
200 akçe, kadın ise bu resmin yarısı verilir.
n Yâve Vergisi
Yave (kaçkun) sonradan
bulunmuş olan hayvan ve kölenin sahibinden alınan vergidir. Yave vergisini
bulundukları yerin timar sahibi alır. Konar göçerlere ait hayvanların
bulundukları yerler timar değilse boy beyi alır.
(c) Ağnam Resmi
“Koyun vergisi” olarak
bilinen Ağnam resmi ya da “resm-i ganem” devletin çok önemli gelir
kaynaklarındandır. Aslında “ağnam resmi” yedi değişik türde tahsil
olunmaktaydı:
l) Koyun ve keçiden çiftinden
bir akçe olarak alınan “adet-i ağnam”,
2) Rumeli’de 1/10 oranında
alınan “öşr-i ağnam”,
3) Köprü, geçit ve
iskelelerde alınan “selâmet akçesi” (geçit resmi),
4) Hayvan pazarlarında
değişik oranlarda alınan “bâc-ı ağnam”,
5) Konar göçerlerden alınan
“otlak, yaylak, kışlak” resimleri,
6) Kasaplık hayvanlar için
alınan “şercin, dercin, mürde bacı, zebhiye”,
7) Her 300 koyun için yılda 5
akçe ağıl resmi (çit parası).
Yerliden, yörükden,
eşkincilerden ve yüzdecilerden alınan “ağnam vergisi” ödeme güçlerine göre
farklı olmaktadır. Örneğin genel kural yerli ve yörük’den iki koyunu bir akçe
iken koyun ve keçileri kırılıp 24 veya daha az kalanlardan vergi alınmaz. Bu
duruma “felâket” anlamında “kara” denir. Yılda yalnız on iki akçe “kara resmi”
istenir. Diğer taraftan Padişah ve vüzera haslarından koyun başına bir akçe,
timar ve zeamet köylerinden iki koyuna bir akçe olarak alınır.[1243]
(d) Konar Göçer Vergileri
Asıl işleri hayvancılık olan
konar göçerler kışları avcılık yaparlar, biraz da tarımla uğraşırlar, civar
şehirlerin et, yağ, yoğurt ve peynir ihtiyaçlarının bir bölümünü sağlarlardı.
Sahip oldukları geniş sürülerle ülke hayvancılığına ve taşımacılığına hayvan
sağlıyorlardı. Konar göçerler yerleşik tarımcı reâyâ gibi “çift” ve “hane
halkı” esasına göre değil, iç yapılarına dokunulmadan, “topluluk olarak”
vergilendirilirlerdi. Besledikleri hayvanlardan bir çift koyun için 1 akçe
koyun vergisi (ağnam resmi), 300 koyunluk bir sürü için 5 akçe ağıl resmi ve
ayrıca kışlak ve yaylak rüsumu alınır. Bazen bunun yerine bir koyun yahut bir
kuzu verildiği ya da yahut otuz akçe alındığı da olur . Kanunnamelerde “Âdet-i
ağnam”{koyun resmi) hesaplanmasında kaydedilen kuzulu koyun, kuzusu ile beraber
bir kabul edilir. Keçilerden de hesaba dahildir. Bunun dışında çeşitli ayrıca,
gerdek vergisi (resm-i arus), resm-i otlak vs kışlak, resm-i kovan vb. vergiler
ve resimler alınırdı.
Timar (mirî) yaylaklarda
yaylayan sürüler için yılda bir defa olmak üzere, sürü başına, veya koyun
başına resim alınmaktadır.[1244]Hatta bazı yerlerde sürü vergisi
“âlâ, evsat, ednâ” olarak da değişir. Hayvanı hangi timar sınırı içinde
otlarsa, timar sahibine 17 şer akçe otlak resmi vermek “kanun-i kadim”dir. Bazı
yerlerde diğer sancakdan gelen koyunların âlâsından 20 akçe, vasat’ından 15
akçe, ednâ’sından 10 akçe alınır. Develerin her biri 30 koyun olarak
hesaplanır. Ancak aynı sancakta bulunan sürüden otlak resmi alınmaz.[1245]
Konar-göçer ahali dağda veya
terk edilmiş arazide bir çiftlik yeri düzenler ve ziraata açarsa aynı yerde
aynı işi yapan köylüden daha az resm alınır. Diğer taraftan konar-göçerler
reâyâya bırakılmış bir yerde ziraat ederlerse o yerin kanunname’de yazılı vergi
bedelini verirler. Bir konar-göçer başka sancaktan gelip bir timara yerleşirse
zemin resmi verir.
Vergi bağışıklığı
karşılığında aşiretler (Rumeli yörükleri) sahile yerleştirilip gemi yapımı ve
malzeme temini, yol geçid muhafazası, kervanların korunmasında derbendcilik,
köprü tamiri ve inşası, kale yapımı ve onarımında, madenlerin eşkıyalardan
korunması, maden elde edilmesinde çalışmak[1246], çıkarılan
madenleri ya da madenlerde kullanılan odun ve kömürü nakletmek, Ordunun
nakliyat işlerinde[1247]ve yurdiçi inzıbat ve emniyet kuvveti olarak[1248]çalışmaları
karşılığında “avarız-i divâniye”den bağışıktılar.
Bir kısım oymaklar da vergi
ve rüsum ödemek yerine, savaşlarda kullanıldıkları dönemlerde ok ve yay gibi
silahları imal ederek cebehaneye teslim etmişlerdir.
(e) Vergi Muafiyetleri
Reâyânın bir bölümü (örneğin
dağ köylerinde bulunan derbentçiler gibi) belirli hizmetlerle görevlendirilip,
başka bir deyişle “kılıç erbâbı” yapılıp bunun karşılığında da belirli
vergilerden bağışık tutulurlardı. Yurtiçi hizmet bölüklerini oluşturan
menzilciler, belderanlar, voynuklar, martulozlar, cerahorlar, derbentçiler,
yürük, yaya, müsellem, canbaz ve şatır adları altında toplanan gayrimüslim
askerî reâyâ bazı vergilerden kısmen ya da tamamen bağışıktırlar.
Kaleleri korumakla yükümlü
hisar erleri ve kale mülâzımları, kürekçi, demirci, marangoz ustaları,
kuşçular, madenciler, çeltükçüler, derbendciler, köprücüler, zâviyedârlar,
emekli sipahiler, cami mülâzımları, hatip, imam, hâfız ve şeyhler, cemâat-ı
ulemâ, şeyhler ve şeyhzâde denen şeyhoğulları, sipahizâde denen beyoğulları da,
ya vergi ödemezler veya bazılarından muaf tutulmuşlardır.
Arazî tahrirler sırasında ilk
kez işletilmeye açılan topraklar, orman ve madenler “hariç-ez-defter” olarak
Defterhane kayıtlarına geçirilir, hizmetlilere bırakılırdı.
n Vergi İndirimleri
Özel durumlarda üç tür vergi
yükümlüsünden de azaltılmış “kara resmi” alınırdı.
1.Hayvanları ölen ya da
sayısı yirmi dördün altına düşen yörüklere “kara” denir ve “âdet-i ağnam”
adıyla yılda yalnızca 12 akçe alınırdı;
2. Bir çift’lik toprağı olan
köylü öldüğünde, toprağı iki oğlu arasında bölünür, evli olandan bennak
vergisi, bekar olanından “kara resmi” alınırdı;
3. Kuraklık, sel, taşkın,
dolu gibi doısıyla ürün alamayan köylü “kara resmi” öderdi.[1249]
n Vergi Kaçıranlar
Vergi ve rüsumların
ödenmeleri sırasında zaman zaman anlaşmazlıklar oluyordu. Özellikle nüfus
artışı sebebiyle konar göçer topluluklarının kendilerine tahsis olunan kışlak
ve yaylaklarının, yetmemesi, dolayısıyla gerek ekonomik durumlarının bozulması
ve gerekse salgın hastalıkların sürülerini kırması gibi sebeplerle vergilerini
veremez duruma düşüyorlardı. Bu durum bunların dağılmasına ve daha iyi şartlar
altında yaşayanlarla aralarında eşitsizlik sebebi oluyordu .
Diğer taraftan bazı
tahrirlerde reâyâdan ödeyemiyecekleri ölçüde vergi istendiği ortaya çıkmış
olduğundan vergi şikayetleri ve itirazları yapan konar-göçerlerin bulundukları
bölgede vakit kaybetmeden sayım yapılıyordu.
Devletin yaptırdığı bu kısmî
sayımlarla hem vergi adaletsizliği önleniyor ve hem de vergi kaçıranlar tesbit
ediliyordu. Diğer taraftan vergi vermemek için bazı topluluklar (örneğin bazı
konar göçer oymakları gibi) üslendikleri yurdiçi görevleri ileri sürerek askerî
sınıftan olduklarını iddia ediyorlardı. Ya da bazı cemaatler yapılan sayımlara
yine askerî’lik gibi sebeplerle itiraz ediyorlardı.[1250]Bazan bir kısım
şehir, kasaba halkı hatta köylüler vergilerinden kurtulmak için seyyid’lik
iddiasında bulunuyorlar veya askerî olduklarını ileri sürüyorlardı.
(2) Yerleşik Bölgeler
Bu tür vergilerin kaynağını
ticaret ve zanaatle uğraşan “şehirlü” halkın uğraştığı işten alınan ve
kanunnamelerde belirtilen “resim-bac” (vergi) oluşturur. Şehirlerin en önemli
alış veriş merkezleri pazar ve çarşı idi. Tahrir defterlerinde vergilendirmeye
tâbi Osmanlı şehirleri “Cuma kılınur ve bazarı durur” olarak geçer.
Şehirliler esnaf loncalarına
bağlı olarak uğraştıkları zanaatla ya da öteki tarım dışı üretim ya da
gelirlerinin ortalama olarak yüzde 10’unu bulan zekât ve sadaka türünden
vergiler ve “avârız” ödemekle yükümlüydüler.
Şer’î vergilerin temelini
oluşturan zekât İslam’ın beş şartından biridir. Hayvan sayısından “sevaim”,
altın ve gümüşten “nukûd” ve mahsullerden “urûs”, ticaret mallarından ondalık
hesabıyla “âşir”[1251], maden ve definelerden “rikaz” adıyla tahsil olunurdu.
(a) Nüzul Mükellefiyeti
Nüzul lojistik bir terim
olarak «askerin iaşesi» için menzillerde askerin gelişinden önce mikdarı ve
cinsi tespit edilmiş olarak hazır bulundurulan erzak manasına gelmektedir.
Sınırlarında savaşan orduların iasesi için halktan “nüzul” olarak un ve arpa
alınmaktadır.
Başlangıçta “nüzul
mükellefiyeti”, ordunun geçeceği yolun güzergahı civarında bulunan şehir,
kasaba ve köylerden istenen mikdarı tesbit edilmiş bu erzakın belirtilen
menzillere taşınıp hazır bir durumda bulundurulması anlamına geliyordu.
Ancak On altıncı yüzyılın
sonlarında nüzul mükellefiyeti olarak istenen un ve arpa, artık ordu
menzillerine değil hudut boylarına, savaş alanlarına ulaştırılmak üzere belirli
noktalarda kurulan ordu anbarlarına konmaktadır. Böylece ordunun stratejik
harekatına göre iaşe ikmali yapılmaktadır.
Öşür ve salâriye gibi ayni
vergilerin ödenmesinde doğrudan doğruya sahib-i arz ve tasarrufu kendisine
bırakılan tarlada üretim yapan çiftçi mükelleftir. Oysa nüzul’de mükellefiyet
kazaya yani bir kadı’nın adlî ve idarî yetki alanına giren malî ve iktisadî
bölgede bulunan şehir, kasaba ve köy gibi yerleşim birimlerine aittir. Başka
bir deyişle orduların iaşesi için toplanacak miktarı ve cinsi belli erzakı
teslim etmekle mükellef malî bölge kaza olmaktadır.[1252]
Önemli bir husus da, aynı yıl
içinde hem “nüzul” ve hem de “avârız akçası” birlikte alınmamaktadır.
(b) Sürsat Mükellefiyeti
Ordu-yi Hümayun sefere
çıktığında memleket içinden geçtiği yol boyunca sıralanan yerleşim birimleri
tarafından iaşe edilmektedir. Orduların yol boyunca iaşesini sağlamak
maksadıyla alınan bu “aynî mükellefiyet”in adı “sürsat” idi.
Dolayısıyla ordunun
hareketinden evvel takip edeceği yol üzerinde kısa bir müddet kalacağı
“oturaklar”, daha uzun konaklıyacağı menziller belirleniyor ve bu beklemelerde
yiyecek ve yem olarak gerekli olan «un, ekmek, yağ, bal, koyun, ot, arpa,
yulaf, saman, odun» miktarları belirlenip kadılara önceden emirler gönderilerek
bu zahirenin temini isteniyordu.
Kelime anlamı olarak Osmanlı
malî mevzuatı bakımından gerçek durumu açıklayan “götür-sat” maksatlı bir kullanımdan
türemiştir. Sürsat için menzile götürülen zahire ve canlı hayvanlar önceden
gönderilmiş “sürsat””memurları tarafından defter kayıtlarına göre teslim
alınır, bedelinin yarısı peşin ödenir, gerisi için kısa vadeli senetler
verilirdi.
Görüldüğü gibi, nüzul
mükellefiyeti gibi askerî maksatlara yönelik “sürsat” aslında mutlak bir vergi
türü olmayıp karşılığında bedeli alınan bir mükellefiyettir. Başka bir deyişle
devletin tesbit ettiği bedeller karşılığında halkın bir kamu görevi olarak
muayyen miktarda mal teslim etme zorunluluğudur. Dolayısıyla “sürsat”
yaptırımlı zorlayıcılığı ile bir mükellefiyet ise de hukukî durumu açısından
karşılıklı satış akdi olmaktadır.[1253]
Buna rağmen, ordunun ülke
içindeki sefer yolları belirli olduğundan, bu yollar civarındaki şehirlerin
ahalisinin bu değişmez mükellefiyetleri dolayısıyla sıkıntıya düşmememeleri
için devlete karşı olan diğer vergi yükümlülükleri düşük tutulmaktaydı. Bununla
beraber “sürsat” karşılığı alınan (ivazlı) bir mükellefiyet olduğundan, tam
anlamıyla vergi sayılmamakta ve dolayısıyla aynı belde halkı hem “nüzul” ve hem
de “sürsat” mükellefiyetlerine tabi olabilmektedir.
(c) Niyâbet Vergileri
Şehirlerde ehl-i örf’ün
hizmetleri karşılığı alınan resimler, “beytülmâl-i amme ve hassa”, “mâl-i gaib”
denilen vârisi belli olmayan para ve mallar; “mâl-i mevkûd” denilen yeri uzak
yahut bilinmediği için vârisine ulaşılamayan mal ve paralar veya işlenen suçlar
sebebiyle suçlulardan alınan “kan resmi, cürm ve cinayet resimleri, cerimeler
(para cezaları),” gibi düzensiz olarak toplanması beklenilen vergi ve resimlere
“Niyabet vergileri” denilir ve Hazine’ye gönderilirdi.
Suç işleyenlere mahkemelerce
kesilen para cezaları (cerimeler) önemli bir yekün tutmaktadır. Hazinenin ayrı
bir gelir kaynağı olan, suç ve cezaları ilgilendiren bu vergiler mukataa kabul
edilerek Divân’ca görevlendirilen görevliler tarafından toplanıp üç ayda bir
Hazine-i Hümâyun’a gönderiliyordu. Daha sonraları bu vergiler “Şehir Zeameti”
adı altında toplanmıştır.
Diğer taraftan mahkeme kararı
ile “cürüm ve cinayet vergileri” alınmasına, kanunnamelerle ve çeşitli
fermanlarla yasaklanmış olmasına rağmen içki üretimi ve alkollü içkilerin
tüketildiği meyhaneler daima mevcudiyetlerini korudular. Bu tür iş yerleri
gayrimüslim nüfusun ağırlıkta bulunduğu yörelerde daha fazla idi.
(d) İhtisab Resmi
Narh verilme işleminde
tarafsızlıkla karar verebilmek için Sadrazam muhtesibi, esnaf ileri gelenlerini
ve bî-garez müslümanları toplar. Narh belirleme işleminden sonra muhtesibler
narh verilen dükkan sahiplerinden “Narhlık Akçası” denilen ikişer akça “İhtisab
resmi” alırlardı. Narhlık akçası mallarını sergileyerek satanlardan daha az
olarak alınırdı.[1254]
(e) Gümrük Vergileri
Osmanlılar’da gümrük
uygulamaları, devletler arası ticaretin sınır geçişlerinden dışında, iç ticaret
malları için “kara gümrükleri”[1255]ve hem iç hem dış ticaret
mallarının getirildiği sahil gümrükleri vardı. Örneğin deniz taşımacılığının
yoğun yapıldığı yollar üzerinde olan İstanbul, İzmir, Antalya, Selanik, Beyrut
Trabzon, Kefe gibi merkezler hem dış ticaret ve hem de iç ticaret için önemli
gümrük merkezleri idi.
Diğer taraftan kara yoluyla
yapılan ticarette örneğin Bursa, Erzurum, Tokat, Diyarbekir, Bağdat, Şam,
Halep, Edirne, Belgrad gibi büyük şehirlerdeki gümrükler hakkında bir ferman
gönderilirken yahut buralara ait gümrük gelirleri iltizama verilirken, daha
küçük yerlerdeki kara gümrükleri için “tevâbi gümrükleri” denilerek büyüklerle
birleştirilirdi.[1256]
Ülke içindeki şehir ve
limanlar arasında nakledilen mallardan alınan “dahili gümrük” resimleri
“amediyye, reftiyye, masdariyye ve mürüriyye” gibi isimlerle toplanırdı.
Amediyye, bir bölgeden diğer
bölgeye taşınan karadan veya denizden yerli-yabancı her türlü emtia ve eşyadan
vardığı yerde satıcıdan alınan resimdir. Reftiyye, bir bölgeden başka bir bölge
veya yabancı bir ülkeye ihraç edilmek üzere olan ticari mala bulunduğu yerde
uygulanan vergidir. Masdariyye, yabancı bir ülkeden getirilerek herhangi bir
liman veya şehirde başka bir tüccara satılan yabancı mallardan alınan resimdir.
Mürûriyye resmi ise Osmanlı toprakları üzerinden başka bir ülkeye transit
olarak geçirilen yabancı mallardan alınırdı.
Bu dahili gümrüklerin devlete
maddî gelir kaynağı sağlamaktan daha önemli olan amacı, malların üretildikleri
bölgelerde tüketilmelerini sağlamak ve başka bölgelerde ihtikâra, fiyat
spekülasyonlarına sebep olmalarını önlemektir. Dahili gümrüklerin oranı sabit
değildi. Zaman içinde ve değişik bölgelere bölgelere göre farklılık
göstermiştir.
Diğer taraftan
kapitülasyonlar gereği çıkış gümrükleri %3’te sabit tutulmakla beraber, dahili
gümrükler arttırılarak aradaki fark kapatılmak istenmiştir. Zira ecnebi tüccar
sadece % 3 oranındaki ihraç gümrüğü ödemektedir. Ancak satılan mallar üretim
bölgesinden ihraç edileceği yere ya da limana kadar yerli tüccar tarafından
dahili gümrükleri ödenerek götürülmekteydi. Böylece vergi malın satış değerine
eklenmiş oluyordu.[1257]
“Gümrük resmi” denilen bu
verginin ödenmiş olduğunu belgelemek için sahibine “edâ tezkire”si verilirdi.
Gümrüklere giren malların sahipleri, cins, miktar ve alınan gümrük resminin
(sahillerde malı getiren gemi ve kaptanının ismi, kayıtlı olduğu liman ve milliyetinin
de) gösterildiği defterler tutulurdu.
c. Avârız-i Divâniyye
Uzun süren savaşlar ve
yenilgiler, Osmanlı yönetimini örneğin On altıncı yüzyıl sonlarında “İmdâdiye”
vergisi gibi yeni vergiler salmağa zorladı. Ancak “Avârız akçesi”nin kökeni
Sultan II. Bayezid dönemine, hatta daha eskiye uzanır. “Avârız” özellikle
savaş, seferberlik gibi olağanüstü hallerde Ordu-yi Hümâyun’a savaş malzemesi,
tahıl ve saman sağlamak sebebiyle tahsil olunan miktarı, ölçüsü belirsiz olan
bir verginin adıydı. Buna Avârız-i Divâniyye denilirdi. Avârız kelimesi
sözlükte “kazâlar, belâ’lar, engeller, engebeler” anlamına gelir. Yâni
başlangıçta savaş için gerekli ihtiyaçların âcilen giderilmesi için muvakkat
(geçici) bir vergi olduğu hâlde, sonraları her seferinde bu yola başvurulup
tekrarlanmasıyla “daimî” (yerleşik) bir biçim almıştır. Kısacası avârız
başlangıçta “donanma için kürek yapmak, kürekçi vermek başta gelmek üzere, ot,
saman, zahire vermek; kale, köprü, yol tamirlerinde bedenen çalışmak” veya
“avârız akçesi” denen parayı ödemesi gibi olağanüstü hallerde halka yüklenen
malî, aynî veya bedenî vergiyken On altıncı yüzyıldan başlamak üzere giderek
mikdarı belli rutin vergi biçimine dönüştü. Diğer taraftan yalnız savaş
masrafları değil çeşitli devlet masraflarını karşılamak için de uygulanır,
kullanılır oldu.[1258]
Verginin toplanması ve
hesaplanmasına esas oluşturmak üzere “avârız haneleri” denilen yükümlü
birimleri tesbit edildi. Örneğin On altıncı yüzyıl başında, Anadolu’da 550 bin
avârız hanesi vardı. Kaba bir hesapla her hanede kadın, yaşlı ve çocuklar
dışında en az iki kişinin yükümlü olduğu kabul edilirse, adam başına 200 akçe
hesabıyla[1259]250 milyon akçe vergi toplanacaktır. Bunlara koyun başına 2, hane başına
da 40 akçe daha ilave edilirse, toplanan miktar 500 milyon akçe’den ya da 25
bin kese’den ya da 12.500 yük’den fazla olacaktır.
7. VERGİ KAYNAKLARI
Yeni fethedilen ülkelerin
toprakları mirî arazi kapsamına alınarak “tahrir”leri yapılırdı. Arazî önce “havass-ı
hümayun” olmak ve iki- üç köylük birimler esas alınarak bölümlere ayrılır.
Vezirler, eminler, zaimler ve tımarlılara dirlik sancakbeyleri, dizdarlar ve
muhafızlara da arpalık olarak dağıtılırdı.
Tahrirler sırasında tespit
edilen orman ve madenler Defterhane kayıtlarına “hariç-ez-defter” olarak
geçirilirdi.
Dirlik işlemleri Defterhane
Tahvil Kalemi’nde yürütülürdü. Tımarlar verasetle babadan oğula geçmekle
beraber örneğin reâyâya kötü davranılması, haksızlık yapılması gibi
şikayetlerin doğrulanması hâlinde geri alınabilirdi.
Toprağın verimsizleşmesi,
gelirin düşmesi hâlinde ise dirlik beratı yeniden düzenlenebilirdi. Diğer
taraftan dirlik sahibi, dirliğindeki sahipsiz ve ekilmemiş toprakları tapu
resmi karşılığında işlemek üzere kiraya verebilirdi.
a. Arâzi Tahrirleri
Arazî tahrirleri dirlik’lerin
düzenini takip etmek için olduğu kadar, reâyâ’nın iskân siyaseti, vâridatı ve
nüfusu hakkında Merkez’e değerli bilgiler sağlamaktadır. Yeni fethedilen
ülkelere heyetler gönderilerek arazî ve emlâkin kayıtları çıkartılırdı. Bunun
dışında bir yerin geliri büyük miktarda artar veya eksilirse, nüfusu başka yere
geçerse veya yeni göçlerle kalabalıklaşıp yeni köyler kurulursa, yahut da arazi
ihtilâfları artarsa ve periyodik olarak da her 30 yılda (en geç 80-100 senede)
bir arazî tahrirleri yenilenirdi.
Arazî tahriri işleri
“Nişancı” nezaretinde «muharrir-i memâlik» (yahut kısaca «muharrir» veya “İl
yazıcı”) denilen bir görevlinin emrindeki kâtiplerle yapılırdı.
Arazî, önce Padişah has’ları,
havass-ı vüzerâ, paşmaklıklar, arpalıklar, zeametler ve timarlar, Padişahlara
mahsus vakıflar, diğer vakıflar ve bütün mülkler olmak üzere muhtelif cinslere
ayrılırdı. Sonra arazî tahriri yapılacak bölgedeki şehir, kasaba ve köyler
dolaşılarak vergi yükümlülerinin ve vergi muafiyeti olanların künyeleri, hangi
sebeplerle muaf oldukları, topraksız köylü, evli ve bekâr, ihtiyar, sakat,
sanat sahibi ve ilmiyye mensupları, köy merası, kışlağı ve yaylağı, korusu,
ormanı, çayırı, hayvanları, buğday, arpa, nohut, ceviz, üzüm, bal, sebze, meyve,
pirinç ve sair üretiminin yıllık miktarı ve yükümlü olduğu vergiler ve kimlere
“dirlik” olarak tahsis edildikleri yazılırdı.
Yeni tahrirler sırasında
edinilen bilgiler eski tahrire ait defter kayıtları ile karşılaştırılarak
yanlışlık yapılmamasına çalışılırdı. Bu defterlerde bütün nüfus tek tek
sayılmaz, yalnız vergi mükellefi erkekler ve bazı vergilerin taksimatı için
gerekli olan “hane sayısı” belirtilirdi. İl yazıcı (muharrir)’nın topladığı bu
bilgilerin temize çekildiği deftere «mufassal» denilirdi.
b. Dirlik’ler
Yeni ülkeler fethedilince
toprak ve nüfus sayımı yapılır, geliri saptandıktan sonra padişah’a “havass-ı
hümayun” olarak ayrılanlar dışında kalan arazi gelirleri açısından belirli
dilimlere bölünür, vezir beylerbeyi, sancakbeyi ve sipahilere “dirlik” olarak
verilirdi.[1260]
“Dirlik” terimi, genel
anlamıyla “timar, zeamet, has” olarak seyfiye sınıfı için hizmet karşılığı
gelir olarak tahsis olunan tevcihat’ı kapsar. Aslında kapıkulu askerlerine
maaşları yevmiye, ulufe türünde nakit para olarak verilir. Bunlar dışında
sürekli olmasa da bazı devlet hizmetlerine maaş verildiği gibi, bazı ulemâ’ya
da vakıf gelirlerinden gündelik bağlanmıştı.[1261]Dolayısıyla
ulufe ve benzeri verilen maaşlara da veya malikâne, arpalık türü tahsislere de
“dirlik” denilirdi. Yıllık geliri 3 000-20 000 akçe olanlara “timar”, 20
000-100 000 akçe olanlara “zeamet”, 100 000 akçeden fazla olanlara da “has” adı
verilirdi.
Tımara çıkan bir yeniçeri’ye
9 bin akçelik dirlik verilmektedir. Ocak hasekilerine 10 bin, yayalar ve
bölükbaşılarına 15 bin, defterdar’lara 130-160 bin, nişancıya 180 bin, yeniçeri
ağasına 200 bin, vezirlere l milyon, sadrazam’a 1,2 milyon akçelik dirlikler
verilirdi.
Dirlik sahiplerinin
toplayacakları vergiler bağlı oldukları eyalet ya da sancak kanunnamelerinde
gösterilmişti. Ancak dirlik sahipleri toprağın mülkiyetine sahip değil, fakat
bazı yükümlülükleri yerine getirmek şartıyla, toprağı işleyen reâyâ’nın “cizye,
koyun resmi ve avârız vergisi” dışındaki tekâlif-i şeriye’si ile sınırlıdır. Bu
bağlamda “selâmet, geçit, otlak, yaylak, kasabhane, serçin” denen sevaim zekâtı
ile “öşür, cizye, zemin, çift, tapu, bennak, raiyyet” vergi ve resimlerini
toplamak ve tasarruf etmek hakkına sahipti.
Diğer taraftan tımar
sisteminin bozulması ve tımarlı sipahilerin geri hizmete alınmasıyla sayısı
arttırılan kapıkullarına ulufe sağlamak Hazine’nin yükünü iyice ağırlaştırdı.[1262]Üstelik ziraî üretim de azaldı.
(1) Tımarlar
Osmanlı tarım ekonomisinin
temelini oluşturan timar sistemi özellikle Rumeli’de gayrimüslim ülkelerden
kazanılmış topraklar üzerinde yaygın olarak uygulanmaktadır. Osmanlılar
Anadolu’da yerleşik toprak düzenini bozmak istemediler. Dolayısıyla Beylikler
Dönemi’nden devredilmiş tımarlara dokunmadılar. Hatta eski tımar sahiplerini de
yerlerinde bıraktılar.
Timar sahibine “sipahi,
sahib-i arz, sahib-i râiyet” denirdi. Çıplak mülkiyeti devlete ait timar
arazisinin sipahiye tahsis edilmiş bölümü “kılıç”, “kılıç yeri”, “hassa yeri”,
“hassa çiftlik” adlarıyla anılırdı. Bunun dışında kalan “reâyâ çiftlikleri”ne
ayrılmış arazî‘yi, tescilli tapu resmi karşılığında işlenmek üzere reâyâya
kiraya verirdi. Toprağın mülkiyetine değil bazı yükümlülükleri yerine getirmek
şartıyla, toprağı işleyen reaya’nın cizye, koyun resmi ve avârız vergisi
dışındaki vergilerini toplamak ve tasarruf etmek hakkına sahipti.
Köylüler bir çift öküzün
işleyebileceği büyüklükte toprak üzerinden elde ettikleri gelir karşılığında
“cebelû” olarak sefere katılmak ve sipahi’ye “çift resmi, (gayri müslimler için
“ispençe”), bennak resmi, arûs resmi, cürüm ve cinayet resmî” gibi tekâlif-i
örfiye ile (öşür gibi) tekâlif-i şeriyeyi ödemekle yükümlüydüler.[1263]Reâyâ aynî olarak ödediği vergileri sipahinin anbarına ya da pazar
yeri’ne götürmek zorundaydı.[1264]
Sipahi, kendisine ayrılmış
“hassa çiftliği”ni de kiraya verebilirdi. Bu durumda ekilen arazinin dönümü
üzerinden “kulluk hakkı” olarak toprağın verim durumuna göre âlâ (en iyi) için
iki, evsad (orta) için üç ve ednâ (kötü) için beş dönümünden beş akçe alırdı.
Küçük timar sahipleri
“rüsûm-i şeriye” (öşür, tapu resmi) ve “rüsûm-i raiyet” (bennak resmi, mücerret
resmi) toplarlar ve tasarruf ederler. Üzerlerinde “serbest” kaydı bulunan ve
“Serbest dirlik” denilen büyük tımarlar ya da zeamet ve has’ların dirlik
sahipleri “rüsûm-i serbestiye” (cürüm ve cinayet vergileri, arûs resmi) de
alırlardı. “Cizye, koyun resmi ve avârız vergisi” devlete kalırdı.
(a) Timar’ın Şartları
Tımar’ın süresi sahibinin
ömrü ve sipahilik hizmetini aksatmaksızın yerine getirmesiyle sınırlıdır.
Yararlığı görülen sipahilere (ya da bazı durumlarda kapıkullarına) “ibtida”
olarak tımarın yalnızca “kılıç” (ya da “kılıç hakkı”) denen çekirdeği verilirdi.
Bu çekirdek kısma zamanla yeni “terfi” ve “iltihaklar” olarak gelirini
toplayabileceği bazı köyler ya da mezralar eklenirdi. Ancak bu ilavelerden elde
edeceği gelirin sınırı kanunnamelerle saptanmıştır.
Sipahi öldüğünde yetişkin
oğluna tımarın yalnızca “kılıç” (ya da “kılıç hakkı”) denen ilk çekirdeği
devletin yeniden değerlendirmesine bağlı olarak verilebilir. Ancak yararlıkları
karşılığı babasının tımarına sonradan yapılmış “terakki”, “terfi” ve “iltihak”
gibi eklentiler varsa onlar geri alınır.
Timarın çeşitli türleri
vardı. “Serbest tımar”ların gelirleri daha fazla olduğu gibi, sahiplerine bazı
yetkiler de tanınmıştı. “Münavebe tımarı” ya da “benevbet tımar” birden fazla
kişinin üzerinde bulunmakta ve bunlar sırayla sefere gitmekle yükümlüydüler. “Mülk
tımarlar”da mülkiyete yakın bir tasarruf hakkı bulunurdu.
Timarlar sipahiler dışında
kale dizdarları (komutanları), savaşta yararlık göstermiş askerler, Kaptan Paşa
eyâletinde denizle ilgili görevleri olan kimselere de tevcih edilmekteydi.
Örneğin “Müstahfiz tımarı” bir kaleyi korumakla sorumlu dizdarlara verilirdi.
(b) Timar’ın Geri Alınması
Timarını terk ederek
hizmetini ihmal eden ya da sefere katılmayan sipahilerin tımarları geri
alınırdı. Cinayet, dine saygısızlık, isyan, sarhoşluk, zina, reayaya kötü
muamele gibi suçlar da tımarın kaybedilmesine sebeplerindendir. Ancak devlet
tımarı hiçbir sebep gösterilmeksizin de geri alabilir. Ölüm ve emeklilik
durumlarında da tımar boşalırdı. Boşalan tımarların (mevkuf) gelirleri, yeni
bir tevcih yapılana kadar, bir mevkufçu (ya da mevkufatçı) tarafından
toplanırdı.Devletin tımar üzerindeki denetimleri ve tımar sahiplerinin
değiştirilmesi, sipahilerin taşrada bir toplumsal güç olarak ortaya çıkmasını
önlemiştir.
(2) Zeâmet’ler
Zeamet, sancakbeyleri ve beylerbeylerinin
yararlık göstermiş oğullarına, tımarlılara, yörük, voynuk, müsellem ve yaya
beylerine, tımar defterdarlarına, defter kethüdalarına, çavuş, müteferrika,
kapıcı, Dîvân katibi olanlara, subaşılara askerî görevler karşılığı beratla
verilen ve yıllık geliri 20 - 100 bin akçe arasında bulunan orta boy
dirliklerdir.
Zeametin 20 bin akçelik
çekirdek kısmına “kılıç”, fazla kısmına da “hisse” denirdi. Zeamet herhangi bir
sebeple boşalırsa, “bozuntu fermanları” hazırlanarak 20 bin akçelik “kılıç”
kısmı önceki zaimin oğluna ya da bir başkasına beratla verilir, “hisse” dilimi
ise diğer tımar ve zeamet sahiplerine “terakki” olarak dağıtılabilirdi.
Zaimlere bazan başka sancak ve kazalardaki zeametlerden de terakki
verilebilirdi. Merkez isterse zeameti geri alabilir, ya da yerine “bedel-i
zeamet” denen aylık bağlardı.
Zâim’ler zeamet gelirinin
gerektirdiği sayıda atlı, donanımlı, harçlıklı cebelü besler. Buna karşılık
dirliğin tekalif-i Şeriye ve tekalif-i örfiyesini doğrudan toplardı.
(3) Has’lar
“Hass-ı Hümâyun” terimi ile
anılan Padişah’a ilişkin dirlikler Fatih Kanunnamesi ile düzenlenmiştir. Hass-ı
Hümâyun gelirinin bir bölümü Devlet Hazine’sine, diğer bölümü de doğrudan
Padişaha ait olurdu.
Sadrazam, vezirler,
beylerbeyleri ve sancakbeyleri’ne görevle ilgili tevcih edilen haslar ise
“havass-ı vüzera” adıyla anılırdı. Bu hasların yıllık gelirleri 1-1,5 milyon
akçe arasında değişirdi. Has sahiplerinin vergilerini voyvoda denilen
görevliler toplardı.
Her Padişah değişiminde tüm
beratlar değişir, has sahiplerine de yeni beratları belirlenen bir harc
karşılığı olarak gönderilirdi.
Has’taki toprakları gerektiği
işlemeyen köylünün elinden arazi alınarak bir başkasına verilirdi.
(a) Havass-ı Hümâyun
Havass-ı Hümayun olarak kayda
alınan topraklar yine eski sahipleri tarafından ekilip biçilir, ancak bunlar
öşür ve benzeri dirlik vergilerini Hazine-i Âmire tarafından atanan kethüdalar
ve eminler aracılığıyla doğrudan Hazine’ye verirlerdi.
Havass-ı Hümayun hasları daha
sonra diğer tımar ve zeamet gelirleri gibi “mukataat” olarak her yıl açık
artırmayla mültezimlere verildi. Hatta has bedellerinin birkaç yıllığı götürü
olarak değerlendirilerek topluca peşin alınması ya da “malikâne” adıyla ömür
boyu verilmesi yoluna gidildi.
(b) Havass-ı Vüzerâ
Bu haslar görevle bağlıdır.
Görevden ayrılanların elinden alınır.Çağdaş deyimlerle “maaş” niteliğinde
olduklarından toprağa bağlı hasların gelirleri ile birlikte başka gelirleri de
kapsar. Dolayısıyla bu bağlamda beylerbeyi has’ları bir buçuk milyon (on beş
yük), sancakbeylerininki beş yüz bin (beş yük) akçe’ye kadar çıkabilir.
Anadolu’da has sahibi olan beylerbeyleri ve sancak beyleri sefer sırasında her
üç bin, Rumeli’de her beş bin akçesi için bir cebelu götürmek zorundaydılar.
Ancak, sâlyâneli eyaletlerin[1265]tüm gelirleri devlet tarafından
alındığından, oralardaki beylerbeyleri ya da valilere has yerine sâlyâne
(yıllık ödenek) verilirdi. Bunların salyaneleri bir veya bir buçuk milyon (on
ya da on beş yük) akçe arasında değişirdi.
On sekizinci yüzyılda
kaldırılan bu yöntemlerin yerine eyâlet valileri için sulh zamanında
“imdâdiye-i hazâriye” ve savaş zamanında “imdâdiye-i seferiye” denilen vergiler
getirildi.
(4) Paşmaklık’lar
Başlangıçta Padişahın annesi
“Valide Sultan”a, kızları, kız kardeşleri ile hasekilerine tahsis edilen 20 bin
akçeye kadar olan bir ya da birkaç köyün tımarına “paşmaklık” (başmaklık)
denilmekteydi.
On altıncı yüzyılda boşalan
zeamet ve tımarlar da “paşmaklık”lara eklenerek gelirleri artırıldı. Mukataa ve
malikane usulüyle işletilen valide sultanın paşmaklığı, “Valide Sultan
Kethüdalığı”nca yönetilir duruma geldi. 1.000 keseden az olmamak üzere savaşta
zaptedilen toprakların Hazine’ye ait mukataa ve malikâne gelirlerinden alınan
paylar, İstanbul’da Pera’ dan toplanan tüm vergiler, Mısır, Macaristan, Bosna
ve öbür bazı eyaletlerden ayrılan özel gelirlerdir.
Valide Sultan’lar bu
paralarla, kendi isimleriyle anılan birçok cami, külliye ve hayrat işleri
yaptırmışlardır. Diğer taraftan baş hasekiye de yılda 500 keseden az olmamak
üzere paşmaklık bağlanırdı. Ama bu uygulamanın Hazine’ye yük getirmesi
sebebiyle “Baş Haseki” ya da “Haseki Sultan” unvanları verilmekten
kaçınılmıştır. Padişah kızlarının da 500 kese tutarında paşmaklık’ları vardır.
On sekizinci yüzyılda valide ve haseki sultanlarla Padişah kızlarına haslar
ayrıldı. Paşmaklıklar havass-ı Hümâyun ve havass-ı vüzera ile mirmiran
haslarına göre üçüncü sırada yer almaktadır.
Paşmaklık haslarının mansıb
haslarından başlıca farkı ömür boyu bağlanmasıydı. Diğer kadınlara, eski valide
sultanlara, ölen Padişahın kız kardeşlerine ve cariyelerine ise “vazife ve
âdet” denen aylıklar bağlanmıştır.
(5) Arpalık’lar
Osmanlı Devleti’nde emekli
olanlara ya da görevinden alınanlara için “arpalık maaşı”, daha sonraları
“tekaüdiye”, “mazûliyet maaşı”, “tarik maaşı”, “rütbe maaşı” gibi adlarla
emekli maaşı bağlanmaktaydı.
On altıncı yüzyılda önceleri
Ordu ve Saray erkânına ve Saray kapıcıbaşlarına maaşlarına ek olarak veya
mazûliyet (emekli) maaşı niteliğinde ödenek olarak veriliyordu. Ardından
Şeyhülislamlık, Kadılık, Kazaskerlik gibi İlmiye ricaline de verilmeye
başlandı. Daha sonra İlmiye sınıfının tüm ileri gelenleri bundan yararlandı. On
yedinci yüzyılda yararlık gösteren ya da kapı halkı olan vezirlere, ümerâya ve
yöneticilere de arpalık bağlandı. Sancakbeyleri, dizdarlar, muhafızlar ve
tahsisat olarak gazilere de “arpalık” dağıtılırdı.
“Arpalık” yukarıda anılan
kişilere, bir kaza ya da sancağın yıllık gelirinin bir bölümünün “arpalık
dirlik” olarak tahsis edilmesi, ya da Hazine’den “arpalık ulûfe” olarak belirli
bir yevmiye verilmesidir. Arpalığın azami yıllık miktarı idareciler için 100
bin, ilmiye ricali için 70 bin, Yeniçeri Ağası için 58 bin, Saray mensupları
için en yüksek tımar karşılığı olan 19.999 akçe olabilirdi.
On sekizinci yüzyılda ilmiye
mensupları dışındaki arpalıklar kaldırıldı. On dokuzuncu yüzyılda arpalık
dağıtımları şeyhülislam ve çok az sayıdaki ulema ile sınırlandırıldı.[1266]
(6) Yurtluk ve Ocaklık’lar
“Yurtluk” Bir yerin gelirinin
ömür boyu tasarruf edilmek üzere tevcihi anlamındadır.
“Ocaklık”, kale
muhafızlarının veya şehirlerde yerlikulu askerlerin ulûfelerini karşılamak
üzere devletçe ayrılan öşür ve örfî geliri toplamak üzere hizmet karşılığı
verilen dirliktir.
“Yurtluk ve ocaklık” ise bir
yerin gelirinin ömür boyu ve verasetle tasarruf edilmek üzere verilmesidir.
Ancak geliri bu şekilde verilen arazinin sahibi değildir. Araziyi satamaz,
bağışlayamaz, vakfedemezdi. Bu tür tevcihat özellikle Doğu sınır boylarındaki
yerli Beylerden sadakat ve bağlılıkları görülenlere, hanedanlarının uhdesinde
bırakılmak ve bulundukları yerlerde verasetle devam etmek üzere uygulanmıştır.[1267]
Bu tür tevcihatın timar’dan
farkı, özellikle bir hizmet karşılığı olarak verilmemesi, geri alınmaması,
sahibine yönetsel ve bazı şartlarla bir kısım yargılama yetkisi verilmiş
olmasıdır.
c. Baştina’lar
Osmanlı Devleti, ev, bağ ve
bahçe gibi taşınmaz malların miras yoluyla aileye geçmesine izin verdiği halde,
toprak devletin malı sayıldığından, (özellikle gayrimüslim) reâyâ’ya yalnızca
araziyi ekip biçme ve ürününden yararlanma hakkı tanınmıştı. Bununla beraber
Bosna’nın gayrimüslim ahalisine ayrıcalık tanınmış ve işledikleri arazilerin
miras yoluyla evlatlarına geçmesine izin verilmişti. Bosna’da miras yoluyla
çocuklara intikal eden büyük çiftliklere “baştina” denilmektedir. Arazi miras
yoluyla aileye geçerse, devlet malı olmaktan çıkar ve “baştina” olurdu.
d. Malikâne’ler
“Mâlikâne usûlü” On yedinci
yüzyıl sonlarında Hazineye âcil yeni kaynaklar bulmak için çıkarıldı.[1268]Malikâne toprak, ömür boyu (kayd-ı hayat şartıyla) mâlikâneci’nin
tasarrufuna bırakılmaktaydı. Böylece timar sisteminin aksine, toprağın rakabesi
(mülkiyeti) kişilere ömür boyu olmak üzere veriliyordu.
Malikâne hakkı Hazine
tarafından müzayede (artırma) ile satışa çıkarılıyordu. Bu müzayedede mirî bir
gelirin tasarruf hakkını malikâne olarak alan kişi hayatı boyunca malikâne
hakkına sahip olurdu. Ancak bu hakkı üçüncü şahıslara satamaz ve ölünce sözleşme
sona ereceğinden mirasla devrolunmaz, malikâne yeniden müzayedeye çıkarılırdı
Malikâne’de toprak
mülkiyetinin muvakkat anlamda da olsa satışı, vakıf mallarının kiralanmasında
uygulanan “icâreteyn” usulüne benzemektedir. Önce “muaccele” adıyla, mukataa’nın
sağlayabileceği yıllık kârın 2 ilâ 10 katı arasında kalan miktarda bir satış
bedeli Hazine’ye peşin olarak ödenir, daha sonra “mal” adı altında her yıl
ödemeler yapılırdı. Böylece tımar ve iltizam usulü birlikte uygulanıyordu.
Mâlikâne sahibi mirî ile dirlik sahipleri hem aynı haklara sahip ve hem de
devlete karşı aynı yükümlülükleri üslenmiştir.
Diğer taraftan mâlikâne
toprakları üzerinde çifçilik yapan köylüler yetiştirdikleri ürün üzerinden hem
malikâne sahibine “malikâne hissesi” ve hem de devlete “divânî hissesi” adı
altında iki ayrı vergi vermek zorundadırlar. Üstelik devlet hissesi
(divânî)’nin fazlalığı malikãne sahibinin hissesine göre 3/4 oranına kadar
varıyordu.[1269]Kısacası mirî topraklarda yaşayan köylülere oranla daha fazla vergi
vermek durumundaydılar.
Önceleri malikâne’ler
reâyâ’’a ayırımı yapılmadan herkese verilmekte iken sonraları[1270]yalnızca Seyfiye mensuplarına ayrıldı. Reâyânın malikâne sahibi olması
yasaklandı. Böylece toprağın verimiyle ilgilenmeyen mültezim yerine
malikânecinin çıkarları gereği mukataanın verimiyle ilgileneceği düşünülmüş ve
hem de tımar düzeniyle iltizam usulü birleştirilmiş oluyordu. Mukataayı satın
alan kişiye bir berat verilirdi. Bu berat gereği mukataanın gelirlerinde büyük
artışlar olsa bile kadılar dışında kimse malikâneye müdahale edemiyordu. Hatta
malikâne sahibinin mukataayı satmak hakkı da vardı. Malikâne ancak sahibinin
ölümünden sonra yeniden açık artırmaya çıkarılabiliyordu. Ölen’in yetişkin oğlu
babasından boşalan malikãneyi müzâyede sonucunda belirlenen en yüksek
muacceleyi vermek şartıyla öncelikli olarak satın alabilirdi.
Malikâne sisteminin mirî
toprak düzeninden özel mülkiyete dönüşüm sürecini hızlandırdığı görülüyor.
n Malikâne-Divânî
Bu yöntem mirî sistemin tam
tersidir. Toprağın rakabesi (çıplak mülkiyeti) şahıslara, tasarruf hakkı ise
devlete aittir. Dolayısıyla toprağın mülkiyet hakkı (malikâne) bir başkasına
satılabilir veya çocuklara miras olarak kalır.
Dirlik sahibinin Devlet adına
toprağa tasarruf etme hakkına “divânî” denmektedir. Kendisi diğer mirî dirlik
sahiplerinin tüm haklarına sahip ve onlarla devlete karşı aynı görevleri
yapmakla yükümlüydü. Dolayısıyla iki sahipli gibi olan bu tür topraklar
üzerinde tarım yapan köylüler, miri topraklarda yaşayan köylülere oranla daha
fazla vergi vermek zorundaydılar. Yetiştirdikleri ürün üzerinden malikâne
sahibine “malikâne hissesi”, dirlik sahibine de “divânî hissesi” adıyla vergi
öderlerdi. Divânî hissesi, malikâne hissesine göre daha yüksekti.[1271]
Devlet, Anadolu’nun doğu,
güney ve iç bölgelerinde raslanan bu tür toprakların gelirlerini tımar olarak
tevcih ederdi. Arazî’den işletilmesinden yükümlü olan reâyâ “malikâne hakkı”
olarak öşür’ün yarısını toprağın rakabesine sahip olana, diğer yarısını da
“divânî” hisse olarak dirlik sahibi kişiye öderdi.
Beratla atanan dirlik sahibi,
toprak sahibinin malikâne hakkı dışında, tımar tevcihlerinde verilen bütün
haklara sahiptir. Toprağın üzerinde devlet ve mülk sahibinin tam mülkiyeti
olduğu söylenemez. Ama her ikisinin de belirli hakları vardır.
Aslında Anadolu’da ikili
mülkiyetin tanınmasına Osmanlı öncesi Beylikler döneminde özel mülk olarak
dağıtılmış topraklar yol açmıştır. Reâyâ genelde ürününün beş’te bir ilâ on’da
bir’ini toprak kirası olarak “malikâne” sahibine, vergilerini ise “divanî”
adıyla devleti temsil eden sipahiye vermektedir.
Diğer taraftan tımara
ayrıldıktan sonra devlete kalmış topraklarda devletin işlettiği mirî hasların
geliri ise doğrudan Hazine’ye gidiyordu.
e. Mukata’alar
Osmanlı Mâliyesi’nde mukataa[1272]“hâsılatı Dış Hazine’ye ait, tımar düzeni dışında kalan” bir vergi
kaynağı’dır. Dolayısıyla hasılatı Hazine’ye girmeyen dirlik düzeni gibi vergi
kaynaklarına “mukataa” denilemez.
Mukataa tek bir vergi türü
için olabildiği gibi, örneğin kantariye, keyyaliye[1273], müskirat[1274]resimleri, pirinç, tuz, balık, bac[1275], gümrükler ,
madenler, darphaneler, dalyanlar gibi ürün, kurum ve işletmelerin vergileri
gibi çeşitli türleri kapsayabilir. Diğer taraftan belli bir bölge veya
bölgeleri de kapsamına almış olabilir. Ancak mukataa’nın Dış Hazine’ye gelir
olarak girmesi “iltizam” veya “emanet” yoluyla olur.
Şehirlerdeki niyâbet
vergileri Hazine’ye, kırsal kesimde toplananlar ise sancak beyi, subaşı, yaya
sancakbeyi, müsellem sancak beyi, vakıflar olarak kime “hasıl” yazılmışsa ona
gönderilirdi
Mukataaların iltizama
verilmesi işleri İstanbul’da Mukataa Kalemi’nde görülmektedir. “Müzayede”lere
paşalar ve vezir olan taşra yöneticilerinin kapı kethüdaları, taşra ayanı ve
eşrafı katılıyorlardı.
Gelir ve idâresi doğrudan
doğruya Hazine’ye bağlı “mîrî mukataa” lar yanında bir kısım “vakıf mukataası”
da vardır. “Vakıf mukataaları”nın hâsılatı bağlı oldukları vakıflara aittir.
Mukataalar genel olarak en
çok üç yıllığına iltizama verilir. Ancak bir mukata’a herhangi bir kişiye belli
bir bedelle ömür boyu olmak şartıyla ile satılmışsa, bu mukataaya “malikâne
mukataa” denir.
f. Salyâneler
Salyâne, mikdarı yıllık
olarak kanunnâmelerle belirlenmiş vergidir. Müstesna eyâletler de denilen
“Salyaneli eyâletler” yarı özerk olduklarından toprakları tımar olarak
dağıtılmamış ve Osmanlı idâresine girmeden önce geçerli olan vergiler, bazı
ufak değişikliklerle aynen devam ettirilmişlerdi. Dolayısıyla “Salyâneli”
denilen eyâletlere Merkez’den gönderilen beylerbeyleri yıllık eyâlet vergileri
toplamak açısından bir anlamda emanet yöntemini uygulayan mültezim gibi
çalışırlardı. Toplanan yıllık vergi içinden eyâlet için gerekli ödenekler
ayrıldıktan ve dirliği ya da mansıb aylığı olmayan kamu görevlilerine Hazine
adına “salyâne”leri ödendikten sonra, gerisi Hazine-i Âmire’ye gönderilirdi.
Yollanan miktara “İrsâliye”
ya da “Hazine” denirdi. Böylece masraflar ve ulûfeler, Hazine’ye giriş-çıkış
yapılmadan, istihkak sahiplerine yerinde ödenmiş olurdu.
Salyâneli eyâletlerin
hesapları ve iltizam işleri Divân-ı Hümâyun Tahvil Kalemi’ne bağlı Salyâne
Mukataası Kalemi’nde yürütülürdü.
Bununla beraber daha
sonraları salyâneler gerçek iltizama verilmiştir.
g. Müsâdere’ler
İslam hukukunda, bir devlet
görevlisinin hizmet sırasında edindiği mal varlığının bir bölümü ya da tümü
kamuya ait sayılarak devletçe el konulmasına cevaz verilmesine dayanılarak,
birçok İslam devletinde olduğu gibi, Fatih Sultan Mehmed döneminden itibaren
Osmanlı Devleti’nde de uygulanmıştır. Böylece önemli mevkilere yükselenler
görevden alındıklarında ellerinde ya da öldükten sonra varislerine bir şey
kalmayacağı için dürüst davranacaklardı.
On altıncı yüzyılda ölen ya
da idam edilen vezir ve beylerbeylerinin bütün mal varlığı müsâdere
edilmiyordu. Emlak ve akarının büyük bölümü varislerine bırakılıyor, nakit,
değerli eşyalar, silahlar, hayvanlar müsâdere ediliyordu. Diğer taraftan mal
değil borç bırakarak ölen devlet adamlarının varislerine de devlet aylık
bağlıyordu.
Bununla beraber müsâdere
yönteminin Osmanlı Devleti’nde, Osmanlı hanedanı dışında birtakım güçlü
ailelerin ortaya çıkmasını, yönetici kesimin bir sosyal sınıf olarak
sürekliliğini ya da başka bir deyişle “aristokrası”yi ve genel olarak da
belirli odaklarda aşırı servet birikimini önlediği söylenebilir.
Diğer taraftan taşrada özel
mülk ya da vakfa dönüştürülmüş topraklar da müsâdere edilerek devlet mülkiyetine
geçirildi. Tımarlı sipahilere ve kapıkulu ümerâsına gerektiğinde geri
alınabilir tımarlar verilerek Padişaha bağlılıkları bir ölçüde güvence altına
alınmış oluyordu. Tımar arazisi rakabesinin (çıplak mülkiyetinin) devlette
kalmasıyla da, merkezde olduğu gibi taşrada da toprağa bağlı derebeylik
aristokrasinin oluşması engellenmekteydi.
8. TAHSİL YÖNTEMLERİ
Hazine-i Âmire’nin (Dış
Hazine’nin) cizye, avârız, bedeliye’ler gibi “mukataa” olarak tanımlanmayan
başka gelir kaynakları da vardır. Tımar tevcihi, bazı askerlere ve memurlara
hizmet ve görev karşılığı belirli bölgelerin vergilerini tahsis etmek anlamında
oluyordu. Ve tüm bu vergiler de emânet ve iltizam yöntemiyle tahsil
olunabilirler.
Bu yöntemde kanunlarla
ölçüleri önceden belirlenmiş vergiler, ihtisap ya da iltizam usûlü ile tahsil
edilmek üzere “muhtesip, mültezim” adı verilen taliplilerine arttırma yoluyla
“havale” edilmektedir. Ancak “muhtesib” ve “mültezim” aynı zamanda topladığı
vergiye konu olan belde faaliyetlerini de izleyen ve bölge halkı üzerinde bir
tür denetimi olan kişilerdir. Dolayısıyla “havale” usûlü günümüz devletlerinin
yönetim ve yürütme fonksiyonlarında uyguladıkları “yerinde yönetim” ilkelerini
hatırlatmaktadır.
a. İltizam Yöntemi
İltizam sistemi, ziraî
üretimin gerçek değerinden bağımsız olarak, belirli dönemler için önceden
belirlenen tahminî vergilerin peşin para karşılığında “mültezim” denilen bir
girişimciye satılması demektir. Başka bir deyişle mültezim belirli bir bedel
karşılığında vergi toplama işini üslenmiş müteahhit’tir. Dolayısıyla mültezim
bu işe kâr amacıyla girmiştir. İlke olarak toplanan gelirin Hazine’ye ödenen
kısmından fazlası mültezimin kârı demektir. Ancak mültezimin elde ettiği
gelirin iltizam bedelinin altında kalması da mümkündür. Bundan dolayı tek bir
mukataa değil birkaçı bir arada eklenerek iltizama verilirdi. Dolayısıyla
birinin kârının, diğerinin zararını telafi etmesi sağlanırdı. Böylece devleti
toplamakta zorluk çekeceği ya da Hazine’nin yapacağı masrafı karşılayamayacak
olanlar da mültezimler vasıtasıyla takip ettirilerek vergi adaleti sağlanmış
olmaktadır.
Vergilerinin tahsil işi bir
mültezime verilmiş mukataalar için “iltizamen idare ettiriliyor” denilirdi.
Diğer taraftan bir mukataa’dan iltizam karşılığında Hazine’ye giren para
“bütçe”lerde vergi olarak değil, “iltizam bedeli” olarak görünür.
Mâliye tarafından en az
yıllık gelirine göre açık artırmaya çıkarılan mukataaların vergilerini toplama
hakkı, en yüksek teklifi yapan mültezime 1-3 yıllığına devredilirdi. Diğer
taraftan On altıncı yüzyılın ikinci yarısında devletin nakit ihtiyacının
artmasıyla, tımar düzeninin bir parçası olan vergi kaynakları da mukataaya
çevrilerek iltizama verilmeye başlandı.[1276]
İltizamlar açık arttırma
yoluyla yapılırdı. İhaleyi alan kişi ihale bedelinin bir miktarını “muaccele”
adıyla peşin, kalanı taksitle ödemektedir. Ancak taksitlerin ödenme tarihleri
geldiğinde mültezim, borcunu devlete ödeyememesi yahut da ölmesi durumlarına
karşı bir kefil gösterirdi. Bununla beraber kefilinden de herhangi bir sebeple
tahsil edilememesi halinde Hazine’nin zararlar hanesine kaydedilirdi.
Mültezim İstanbul’da bir
kefil göstermek ve ihale bedeli olan tahmin edilmiş vergi gelirinin “muaccele”
denilen ilk taksidini Mukataa Kalemi’ne yatırmak zorundadır. Bundan sonra vergi
yükümlülerinden vergileri toplaması hakkında kendisine Divan-ı Hümayun
tarafından bir “mukataa beratı” verilirdi. Geri kalan taksitleri toplanan
vergiler içinden öder ve farkı ise kazanç olurdu.
Büyük mukataalar küçük
birimlere ayırabilir ve kendi seçtiği ve kadı tarafından tasdik olunan ikinci
ellere iltizama verilebilirdi.
n Hazine Sarrafları
Hazine sarrafları Devlet’le
iş yapan ticaret erbabı bir sınıftır. Çağdaş terimlerle “banker”lik benzeri
olarak görülebilir. Dolayısıyla ekonominin sıkışık dönemlerinde devlete para
temin ederlerdi. Bu bağlamda vergi toplama ihâlesini üslenmiş olan mültezimler,
bir hazine sarrafını Mâliye’ye karşı teminat olarak kefil göstermeleri
istenirdi. Böylece ödemelerde herhangi bir olumsuzluk durumunda Devlet’e karşı
mültezimler değil kefilleri olan gayrimüslim sarraflar[1277]yükümlü olurdu.
Hazine sarrafı olmak
isteyenlerin durumu incelenir, uygun görülenler hakkında irâde çıkarılarak
2.500-10.000 kuruş “sarraflık beratı” harcı alınarak[1278]Divân-ı Hümâyun
kalemi’nden üzerinde Sadrazamın “kuyruklu imza”sı bulunan berat verilirdi.
Bundan dolayı kendilerine “kuyruklu sarraf” da denilirdi. Berat, İç ve Dış
Hazine defterlerine kaydedilir, içerdiği haklar verasetle sarrafın çocuklarına
da geçerdi.
b. Emânet Yöntemi
Bazan mirî mukataa
hasılatlarının tam olarak bilinmemesi ya da müzayede’de istenilen değeri
bulamaması yahut elde edilen gelirinin azalması halinde, mukata’a emanet
yoluyla yönetilirdi.
Bir mukataa’da vergi miktar
veya oranları önemini yitirdiği ve vergi maktu olarak tahsil olunmaya
başlandığı anda artık mukataa “maktu’a” ya dönüşmüş demekti.[1279]O zaman devlet mukataayı kendi memuru olan “emin”ler vasıtasıyla tahsil
ettirir ve mukataa “emâneten idare ediliyor” denilirdi. Bu durumda “emin”
vergiyi (veya vergileri) doğrudan tahsil eder ve böylece mültezime giden kâr
Hazine’ye kalmış olur. Ancak, bazı hallerde ve özellikle büyük mukataalarda
eminler de vergiyi doğrudan kendileri tahsil etmez ya yardımcı başka memurlar
kullanırlar, ya da mukataayı veya bir bölümünü ikinci elden iltizam’a
verirlerdi.
Emâneten idare halinde
mukataa geliri bütçe’ye her ne kadar “mukataa hâsılatı” adı altında geçerse de,
bu hasılat tam olarak gerçek vergi hasılatını belirtmez. Çünkü emânet usulünün
vergi toplama masrafları vardır.[1280]
c. İhtisab Yöntemi
“İhtisab resmi” denilen vergi
“ihtisab ağası” (daha sonraları “ihtisab emini”) denilen görevli muhtesibe
“havale” edilirdi.
Muhtesib atama ile gelen
memur değildir. “İhtisab umûru” iltizam usulüyle ve bir sene müddetle tâlibine
ihâle olunur ve tâlip olandan (bedel-i mukata’a) namıyla bir para tahsil edilip
eline bir berat verilirdi.[1281]Dolayısıyla muhtesiblik görevi
bedeli doğrudan devlet hazinesine giden bir yıllık imtiyazdır.
Diğer taraftan havale
yöntemiyle bir yıl süreyle görevlendirilen bu kişilerin halk arasından
gelmeleri, üstelik kendilerine vekil bile seçebilmeleri Osmanlı Devleti’nin
merkezi otoritesini, şehir hayatı açısından bir çeşit “yerel yönetim” türüne
yöneltmekteydi.
Aslında malî bir terim olan
havale usûlü, Osmanlı Devleti’nin merkezî- mutlak yetki modeline dayanan
yönetimini büyük ölçüde desantralize etmiş ve bu yolla yerel yönetimin büyük
etkinlik kazanmasına sebep olmuştur.[1282]
d. Mâliye Alacakları
Maliye alacaklarını bakikulu
denilen maliye görevlisi takip eder ve “Baki defteri” ya da “Bakaya defteri”de
denen deftere yazardı. Halk arasında “bakikulu” olarak bilinen bu maliye
görevlileri “başbaki kulu”nun denilen bir yöneticinin emrinde çalışmaktadırlar.[1283]Taşra’da görevli baki kulları, baki çavuşlarının emri altında
çalışmaktadırlar. Bu örgütün görevi devlete borcu olanları izlemek, gerekirse
kadı önüne çıkarmak, hapse attırmaktır. İstanbul’da 60 kadar bakikulu
bulunmaktaydı.
C. SANAYİ
Klasik anlamıyla sanayi
kavramı tarihsel anlayış ve gelişim içinde tarımdan ayrılma sürecinin sonucu
olarak görülmüş ve bu bağlamda “mal ve hizmet üreten, ya da sağlayan
örgütlenmeler” olarak tanımlanmıştır. Bununla beraber Sanayi Devrimi’ni temel
kavramlarda meydana gelen değişmeler ve gelişmelerin sağladığı unutulmamalıdır.[1284]Örneğin sanayi işletmeleri için gerekli olan üç temel faktör “emek,
sermaye ve üretim araçları”nın bir araya gelmesi olarak belirlendi. Dolayısıyla
bu soyut sınıflamayı sağlayan çeşitli sanayi işletmelerinin üretim sürecleri
arasında Ekonomi bilimi artık kuramsal fark görmemeye başladı.
Böylece Sanayi Devrimi
kriterleriyle organize edilen tarım, ormancılık, hayvancılık ve balıkçılık gibi
üretim süreçleri ve ikincil (ağır) sanayi’ye de kendi içinde üretemediği
hammaddeleri sağlayan madencilik, taşocağı işletmeciliği gibi konuları da hep
birlikte “Birincil Sanayi” başlığı altında incelenebilir.
Bu bağlamda ele alınırsa
Osmanlı ülkesinde de devlet’in “emek, sermaye ve toprak”unsurlarını bilinçli ve
sistemli biçimde bir araya getirerek tarım ekonomisini “sanayi üretimi”
biçiminde örgütlemiş olduğu düşünülebilir. Başka bir deyişle en küçük birimi
“çiftlik” olan Osmanlı tarım işletmeleri de Sanayi Devrimi’nin yeniden
biçimlendirdiği kavramlarla değerlendirilirse ülkede tarım üretiminin sanayi
biçiminde örgütlendiği söylenebilir.
Dolayısıyla tımara bağlı
Osmanlı tarım üretimini devletin organize edip desteklediği bir sanayi sektörü
olarak görebiliriz. Diğer taraftan Osmanlı tarım sektörü, Birincil Sanayi
üretimi içinde kuşkusuz en önde geleni ve en iyi işleyenidir. Devlet’in
uyguladığı “dirlik düzeni” toprak, sermaye, iş gücü, devlet desteği gibi ana
faktörlerin bir araya getirilmesini, zamana bağlı olmadan sürekliliğini sağlar.
yasal süreç olarak düzenleyen Üstelik bir başka yanıyla da askerlik
hizmetlerinin örgütlenmesi ve maliye hizmetlerinin sağlanması açısından Üçüncül
Sanayi üretimi denilen kategoride mükemmel bir örnek oluşturmaktadır.
Bununla beraber tarım
dışındaki birincil kategorideki sanayi ise ancak “yakın pazar için tüketim
malları” üretecek biçimde düşük düzeyde düzenlenebilmiş, temel sanayi
denilebilecek biçimde geniş bir örgütlenme oluşturulamamıştır.
“Asıl Sanayi Sektörü” ya da
genel olarak “Ağır (Büyük ) Sanayi” ve “Hafif (Küçük ) Sanayi” olarak
sınıflandırılan İkincil Sanayi, Birincil Sanayi’nin sağladığı hammaddelerle
tüketim ve üretim malları imal edilmesi sürecidir. Bu bağlamda başta Payitaht
İstanbul olmak üzere büyük şehirlerde devlete ait tersâne, dökümhane, tophane,
baruthane gibi ağır sanayi tesisleri yer almaktadır.
Bunlar dışında tabakhane,
yağhane, sabunhane, kerpiçhane, mumhane, salhane, un değirmenleri, kireç,
tuğla, kiremit gibi inşaat malzemeleri, şişe, kavanoz, bardak, lamba gibi cam
eşya, eyer, semer gibi deri eşya, kereste, tahta kutu, fıçı, makara gibi ahşap
eşya, kağıt ve mukavva imalâthaneleri gibi bağımsız “Küçük (Hafif ) Sanayi”
imalathaneleri ve evlerde bulunan “el destgâhları” vardır.[1285]Örneğin
İstanbul’un muhtelif semtlerinde “mumhâne” adıyla anılan fabrikalar
bulunmaktaydı. Diğer taraftan mumcu ve balmumcu esnafı da şamdanlarda yakılmak
üzere “şem’i asel, çiğ yağ ve şem’i rugan” üretiyorlardı.
Madenler şehirlerde çalışan
“temürcü, kilitçi, çilingir ve mismarcı (çivici), bakırcı” adıyla anılan dükkan
(atölye) sahibi zanaatkarlar tarafından işlenmekte ve “mıh, toka, nalin demiri,
çadır demiri, kapı geçirmesi, zincir, cam çerçevesi, dolap ve yük geçirmesi,
keçe mıhı, mandal, nal, kazma, kürek, tırpan, balta gibi muhtelif mallar, iri
ve ufak kaşık çatal , bıçak, şamdan, tencere, sini, bakraç, güğüm, ibrik,
kazan, su tası, abdest leğeni gibi çeşitli ev eşyaları üretilmekteydi. Ancak
bir çok malın üretimi yapılmasına, hatta esnaf guruplarının % 80’e yakınının bu
tür imalatla meşgul olmasına rağmen, üretim ihtiyaca kafi gelmemektedir.[1286]
Diğer taraftan eldeki veriler
On sekizinci yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı devletinin her tür sanayi üretimi
ve ticarete uyguladığı denetim sistemlerinin, yerli üretimin kendi iç pazar
ihtiyacını büyük ölçüde karşıladığını ve hatta birçok önemli ham, yarı mamul ve
mamul maddelerde yabancı ülkelere ihracat yapabilecek düzeyde tuttuğu
gözleniyor.[1287]
Oysa On dokuzuncu yüzyıl
başlarken Osmanlı Devleti dış pazarlarını kaybetmeye başlamış ve mamul madde
ithal etmektedir. Giyim-kuşam, mefruşat, yaygı ve daha çok yünlü ve pamuklu,
ipekli, keten-pamuk veya pamuk-ipek karışımı kumaş dokuma mamulleri, kavafiye,
silah, saat, yiyecek , mutfak malzemeleri gibi hafif sanayi ürünlerinin
yaklaşık % 70’i Osmanlı ülkesi dahilinde Anadolu, Arap Yarımadası, Kuzey Afrika
ve Rumeli’den[1288]ve % 30’u ise Avrupa, Asya ve Amerika’dan[1289]gelmektedir.[1290]Burada dikkat çeken husus, özellikle zenginler arasında alıcı bulan,
“lüks ve kaliteli” malların dışarıdan getirilmesidir.[1291]
1. BİRİNCİL SANAYİ
“Birincil Sanayi Sektörü”
Osmanlı ekonomik hayatında tarım, hayvancılık gibi üretim sürecinde
artırılabilen hammaddeler ile ikincil sanayilere kendi içinde çoğaltılamayan tükenebilir
hammadde sağlayan maden ve taşocağı işletmeciliği konularını kapsar.
Birincil sanayinin ekonominin
bütünündeki payı ancak ikincil ve üçüncül sanayiler geliştikçe azalma eğilimi
gösterebilir. Ismarlama ya da atölye düzeyinde zanaat türü üretim biçiminde
standart olmayan süreçleri ve malları kapsayan ikincil Osmanlı sanayisi ise
azgelişmiş olduğundan birincil (ilk) sanayi doğal olarak ağır basmaktadır.
Diğer taraftan örneğin
tarımda, nadas yerine, bilimsel araştırmalara dayanarak kökleri toprağın değişik
düzeylerine kadar inen dönüşümlü bitkisel üretim, gübreleme, zararlılarla
mücadele, sulama yöntemlerini ıslah gibi işlemlerle verimlilik ve ürün
artırılabilecek ve keza hayvancılık’’a da yine bilimsel yöntemlerle verimlilik
artışı sağlanabilecek iken üretimin geleneksel yöntemlerle yürütüldüğü
görülüyor.
Osmanlı ormanları gerek gemi
ve ahşap konut yapımında, gerekse maden ergitmesinde ve konutlarda yakacak
olarak yararlanılmış, oysa bilimsel yöntemlerle düzenli ve seçici ağaç kesimi,
zararlılarla mücadele, ıslah edilmiş türlerle ağaçlandırma mümkün iken, yeniden
üretilmeleri ile ilgilenilmeden kendi doğal hallerine bırakıldıkları için
birçok yerlerde harap olmuşlar, fundalıklara dönüşmüşler ya da ancak ulaşılamaz
irtifalarda tutunabilmişlerdir.
a. Tarım Sektörü
Osmanlı birincil sanayisinin
ve ekonomisinin en önemli kolunu şüphesiz tarım sektörü oluşturmaktadır.
Tarımsal üretimin “emek, sermaye, toprak” biçimindeki üç temel unsurunu
yasalarla ve periyodik arazî tahrirleriyle ülke çapında (dirlik sistemi)
örgütleyerek bir çift öküz’ün üretim gücünü esas alan standart işletmeler
kurması, gerektiğinde birkaç yıllık vergi afları çıkarması ya da tohumluk
buğday dağıtması , Devlet’in tarımsal üretimin bir sanayi sektörü gibi
yönetilmesinin bilincinde olduğunu gösteriyor.
Aslında devletin mirî toprak
rejimi doğal olarak toprakların şahsî mülk olarak miras sebebiyle
parçalanmalarını da önlüyordu. Böylece tarım yapılacak topraklar en az ölçüleri
belirlenmiş standart tarım üniteleri biçiminde üretim için gerekli şartlara
sahip olan köylünün kullanımına veriliyordu. Diğer taraftan toprak rakabesinin
devlette olması, tarım ekonomisinin devlet tarafından denetlenip
düzenlenmesinin de hukuksal gerekçesi olmaktaydı.
Devletin rakabesini (çıplak
mülkiyet hakkını) elinde tuttuğu mîrî arazî cüz’i bağlar ve bahçeler dışında
yalnızca hububat ziraati yapılan, tarla olarak kullanılan arazidir. Çünkü
darlık buhranları, kıtlık ve açlık, ordunun ve şehirlerin iaşesi, başlıca
buğday-arpa ekimine, tarla ziraatine dayanır. Osmanlı kanunnamelerine göre
tarla, bağ ve bahçe haline getirilemez.
Osmanlı tarım ekonomisinin
beslenme ve vergi gelirleri açısından her zaman gündemde kalan “hububat
meselesi”n de çözüm yolu “mirî toprakların devlet denetimi altında işletilmesi”
esasına dayandığından, tımar sisteminde Devlete karşı sorumlu olan tımarlı
sipahiler, askerî örgütlenme için olduğu kadar işlenen toprakların
genişlemesine, reaya’nın ara verilmeksizin tahıl üretmesine ve istihsalin
arttırılmasına çalışıyorlardı.
Diğer taraftan Devlet aslında
hem sistemi korumak ve hem de dirlik sahiplerinin çifçi ve köylüye karşı yerel
güç kazanmalarını önlemek zorundaydı. Bu maksatla keyfi davranışları önleyerek
reâyânın yükümlülükleri ve sipahilerin yetkilerini düzenleyen, tarlaların
devamlı işletimini teminatı altına alan kanunnameler çıkarılmıştır.
(1) Üretim Araçları ve Emek
Tarım ekonomisinin esas
üretim vasıtası, bir çift öküz ile çekilen kara sapandır. Osmanlı Devleti’inde
vergileme öküz sayısına (çift) göre yapılmakta idi. Salgınlarda öküzü ölen
köylü çaresiz kalıp, fakirliğe düşerse devlet vergi affına giderdi.
Öküz gücü Osmanlı tarım
ekonomisinde “çift/hane” sisteminin temel elemanlarından biridir. Raiyyet
çiftliği, bir çift öküzün işleyebileceği toprak ünitesidir. Dolayısıyla bir
çift öküzü olan aile, bir işletme ünitesi sayılır.
Evlenmiş erkek köylünün
simgelediği köylü aile ünitesi koca, kadın ve çoğu zaman evli oğullarla
torunlardan oluşur.
Devlet karşısında vergi
yükümlüsü ve söz sahibi olan evli erkekdir. Kocası ölen kadının erkek evladı
yoksa, tarla arazisini elinden alınır ve başka bir köylüye aktarılır. Ancak dul
kadın, oğulları çalışma çağına gelinceye kadar, ırgatla idare edebilirse, bîve
adıyla işletmenin sahibi olabilirler.
Arazi tahrirlerinde, vergi
kaynaklarını belirleyen vergi-nüfus sayımı defterlerinde, hane ve aile kocanın
adiyle tespit edilir.
(2) Toprak
Osmanlı toprak düzeninin özü,
toprağın devlet rakabesinde olmasıdır. Aslında rakabe “toprağın çıplak
mülkiyeti” demektir. Ancak tasarruf hakkı çeşitli hukukî gerekçelerin doğurduğu
durumlara göre başkalarında bulunabilirdi.
Bu bağlamda ele alınırsa
dirlik sistemi devlet’in çiftçiye tarım üretimi yapmak üzere, üretiminden vergi
almak şartıyla yaygın bir üretim sistemi kurmak için verdiği toprak ona
sağladığı sermâye sayılabilir. Böylece “emek, üretim aracı ve sermaye “ birim
işletme olan çiflik biçiminde birleşirler.
Osmanlı toprak hukukunda
mülkiyet durumuna göre ülke toprakları kategorilere ayrılmıştır.
1. Mirî topraklar, önceleri
timar ve zeamet sahiplerinin, sonra da mültezimlerin izniyle köylüler
tarafından kullanılırdı. Mirî arazinin satışı yapılamaz ve borç karşılığında
haciz edilemez.
2. Kasaba ve köylerden yarım
saat uzaklıkta zıraata elverişsiz ama ıslah edilirse kullanma imkanı herkese
tanınmış topraklar,
3. İşlenirse kullanılabilir
sahipsiz “arazî-i mevat” (boş arazî),
4. Düzenli ekilmeyen otlak,
harman yeri denilen baltalıklar “Arazî-i metruke”
5. Kaçak ekilip biçilen
kaydedilmemiş “mektûm yerler”,
6. Yollar, akarsular ve
göller, otlaklar, baltalıklar, harman ve pazar yerleri, panayırlar, meydanlar,
namazgah, iskele ya da mera, yaylak ve kışlaklar gibi belirli topluluklara
bırakılan topraklar da mirî arazî sayılırlar ve rakabeleri devlete aittir.
(a) Mîrî Topraklar
Devlet’in tasarruf hakkını
elinde tuttuğu topraklara “arazî-i emîriye” de denirdi. Sahibi Mâliye Hazinesi
(Dış Hazine)’dir. Tasarruf hakkı devlet tarafından bir bedel ya da hizmet
karşılığı olarak belirli kişilere bırakılan yerlerdir. Esas olan bu kişilerin,
toprağı işletmeleri, ekerek ürün elde edilmesidir. Üç yıl toprağı
işletmeyenlerin elinden arazî geri alınır.
(b) Mülk Arâzî
Arazî-i memlûke de denir.
Sahibine kullanma, yararlanma gibi tasarruf haklarıyla birlikte elde bulundurma
ve elden çıkarma yetkileri gibi özel mülkiyet hakları da verilmiş olan topraklardır.
Şeriat hükümlerine göre
araziler öşür arazisi ve haraç arazisi olmak üzere ikiye ayrılır. Halkı
müslüman olan bir ülkenin toprakları ile fetihten sonra Müslümanlara ganimet
olarak verilmiş, ya da iskân ettirilmek üzere yeni getirilen Müslüman ahaliye
tevzi edilmiş araziye “öşür arazisi” denir.
Köy ve kasaba sınırları
içindeki arsalar, bağ ve bahçelerle bir evin yanında yarım dönümü aşmayan
yerler, fermanla mirî araziden ayrılarak kişi mülkiyetine geçirilmiş yerler,
Müslüman ahaliye tevzi edilmiş “öşür arazisi” ve yeni fethedilen gayrimüslim
ülkelerde bu bağlamda haraç vergisine bağlanarak gayrimüslim sahibinde
bırakılmış topraklar da mülk arazilerdir.
(3) İşletim Sistemi
Sistemin esası, fethedilen
toprakların yıllık vergi gelirlerine göre tımar, has, zeamet adıyla “dirlik”
denilen birimlere ayrılması ve bazı vergilerin tasarruf hakkının, toprağın
işletilmesinden sorumlu tutulan görevlilere berat verilerek dağıtılmasıdır.
Yeni kazanılan ülkeler eyalet
ve sancak olarak devlet örgütlenmesine alındıktan sonra ikişer ya da üçer köy
olarak tımarlara bölünür. Sonra bunlar “tımar, zeamet ve has” adlarıyla üç
sınıfa ayrılıp tımar olanlar hak kazanan askerlere dağıtılır. Zeamet ve has
sayılanlar da vezirler, beylerbeyleri, sancakbeyleri arasında bölüştürülürdü.
Hazine hakkı olanlar ise Havass-ı Hümayun (Padişah has’ları) adıyla kalırdı.
Mirî arazîye tasarruf hakkı
verilenler istedikleri türde hububat tarımı yapabilirler, ancak izinsiz ağaç
dikemezler, yapı yapamazlar. Devlet, mirî arazî gelirlerinin reâyâ’dan
toplanması hak ve yetkilerini, belirli hizmet ve yükümlülükler karşılığında,
tımar, zeamet ve has’lar olarak (genellikle) seyfiye mensuplarına bırakır. Bu
kişiler, ünvanları her ne kadar “sahib-i arz” (toprağın sahibi) olarak bilinse
de, aslında mülkiyete değil, çiftçiye verilen tasarruf hakkı dışında yalnızca
vergileri toplama ve kullanma hakkına sahiptirler.
(a) Sahib-i Arz’ın Görev ve Yükümlülükleri
Bütün bu “dirlik”lerin
arazisi “mirî toprak” sayılmakta ve rakabesi (çıplak mülkiyet hakkı) devlete
ait bulunmaktadır.
Bununla beraber dirliklerin
en büyük bölümünü sefere bizzat katılmak ve gelirine göre belirlenen sayıda
atlı ve tam teçhizatlı asker (cebelû) götürmekle yükümlü kılınan sipahilere
dağıtılan[1292]tımarlar oluşturmaktadır.
Timar düzeninin yürürlükte
olduğu yerlerde, genel olarak otuz yılda bir arazî tahrirleri yapılıp, dirlik
topraklar yeniden deftere yazılırdı.
Timarlı sipahiler,
sancakbeyleri, beylerbeyleri, vezirler kendilerine hizmet karşılığı dirlik
olarak verilen timar, zeamet ve haslar üzerinde yaşayan ve toprağı işleyen
reaya’nın yıllık bazı vergi ve resimlerini kendi hesaplarına topluyorlardı.
Dolayısıyla tarım ürünlerinin arttırılması, arazinin işletilmesi aynı zamanda
kendi çıkarları gereği olmaktaydı.
Timarlar sipahilere ve diğer
görevlilere beratla verilirdi. Ancak padişah ölünce vermiş olduğu tüm
beratların da geçerliliği sona erdiğinden tahta çıkan her yeni Padişah
tarafından bu beratların yenilemesi gerekirdi.
Bununla beraber Beylerbeyleri
“kılıç timar” denilen en küçük başlangıç tımarlarını Merkez’den berat alınmadan
doğrudan doğruya verebilirdi.
“Tezkireli tımar” denilen bir
çiftlik tımarlar ancak Merkez’in beratıyla verilebilirdi. Ama tezkireli ya da
tezkiresiz bütün tımarlar rakabesi devlete ait olan mirî arazî sayıldıklarından
herhangi bir biçimde parçalanması, devri ya da satışı yasaktır.
Ancak ölen bir timarlı
sipahinin erkek çocuğu yoksa tımarı bazı şartlar aranarak kızına veya yakın
akrabasından birine ya da başkasına devredilebilir. Ancak tımar mîrî arazî
olduğundan başkasına satılamaz, devir ve haciz edilemez.
Denetim hizmetini ihmal eden
ya da reâyâ’ya kötü muamele sipahilerin tımarları geri alınırdı. Ancak devlet
tımarı hiçbir sebep gösterilmeksizin de geri alabilirdi. Ölüm ve emeklilik durumlarında
da tımar boşalırdı.
Ayrıca “dirlik içinde dirlik
dağıtımı” da yasaklanmıştır. Timar toprağı üç yıl aralıksız kullanmayıp “boz”
bırakılırsa tasarruf hakkı geri alınır ve arazî başkasına verilirdi.
Tımar sisteminin “mevâtın”
yâni sahipsiz toprakları devlet adına “yurd”, ya da “vatan” hâline getirme gibi
bir işlevi de vardır.
Devletin tımar üzerindeki
denetimleri ve tımar sahiplerinin değiştirilmesi, sipahilerin taşrada bir
toplumsal güç olarak ortaya çıkmasını önlemiştir.
(b) Çiftçi’nin Görev ve Yükümlülükleri
Mirî topraklarda esas amaç,
tapulu rejimi genel olarak sağlamaktır. Zira bu takdirde tapulu toprak sahibi
köylü âilesi zirâî bir işletme biçimine geçecektir. Böylece reâyâ’nın işlediği
kendi arazisi olacağından terketmesi engellenecektir.
Nitekim reâyâ’nın, kendisine
mirî arazî üzerinde belirli bazı malî tasarruf hakları tanınmış ve toprağın
ekonomik yönetimi ile görevlendirilmiş “sahib-i arz” denilen sipahi ile yaptığı
kiracılık anlaşmasına (tapu) denilmektedir. Kadı siciline de işlenen bu anlaşma
aslında, (çıplak mülkiyet hakkına dokunmamak şartıyla) topraktan tarım yoluyla
yararlanma hakkının çiftçiye verildiğini belgelemekte ve ayrıca kendisini de
toprağa bağlamaktadır. Çiftçi eğer anlaşmayı sona erdirip ayrılmak isterse
sipahi’ye “çift-bozan resmi” ödemek zorundaydı. Bu resmi ödemeden toprağını
terk edenler on yıl içinde yakalanırlarsa topraklarına geri gönderilirlerdi.
Tapulu arazî, tasarruf
edilen, ancak satılamıyan, hibe ve vakf edilemiyen, fakat işletme hakkı babadan
oğula geçen raiyyet çiftlikleridir. Köylü araziyi kendi sağladığı öküz, sapan
ve tohumu ile kendisi işlemek zorundadır. Üretim vasıtalarını kendi temin eder,
toprağı bağımsız bir işletme ünitesi olarak kendisi işler. Devlete ve sipahiye,
kanunla belirlenmiş angaryalar dışında karşılıksız hiçbir hizmet yapmağa mecbur
değildir.
Bununla beraber köylü
reâyânın haklarının korunması açısından has, zeamet, tımar sahipleri ve vakıf
mütevellileri arasındaki uyuşmazlıklarda dirlik sahiplerinin yargı hakları
yoktur. Bu gibi anlaşmazlıkları çözmek “toprak kadıları” denilen gezici
kadılara bırakılmıştır. Zirâ toprağı iskân eden reâyâ, Batı’da olduğu gibi bir
senyör’ün[1293]değil devletin “teba”sı ve aynı zamanda vekaletle “kiracı”sıdır.
Başka bir deyişle toprağın
çıplak mülkiyeti ile birlikte köylünün tarım konusundaki emeği de sistemin
gereği olarak devletin koruması altındadır.
(4) Sistemin Denetimi
Osmanlı tımar sisteminde
dirlik sahiplerine[1294]“reâyâ üzerinde yargı hakkı” verilmemiştir. Eyaletlerde tımarlı
sipahilerle reâyâ arasındaki anlaşmazlıklara bakan merkezî yönetimin atadığı
“Toprak Kadıları” vardı. Yargı erkinin dengeleyici bir kaza organı olarak
kadıların elinde olması da dirlik sahiplerinin mirî arazî üzerindeki devlet
rakabesini zamanla aşındırmalarını engellemiştir. Mirî arazînin genişliği,
devlet rakabesinin sıkılığı ve tımar sisteminin merkeziyetçi niteliği, sömürü
ve sınıf çatışmalarını içermeyen Osmanlı toprak düzenini özgün bir sistem
hâline sokmuştur.
Devlet’in cizye, avarız gibi
vergileri kendi tahsildarları aracılığı ile toplaması, tımar toprağı ve
tımarlar üzerindeki denetimi, tımarın feodal bir kurum olmadığını
göstermektedir.
(5) Sistemin Çözülmesi
On altıncı yüzyılda Devlet en
geniş sınırlarına ulaşmış ve tımar sistemi de ülkenin çok büyük bir bölümünde
yürürlükteydi.
Ne var ki hizmet ve görev
karşılığı dağıtılan tımar topraklarının On altıncı yüzyıl sonundan itibaren
iltizam ve malikâne olarak bedel ödenerek dağıtılmasıyla Osmanlı topraklarının
mirî mülkiyeti, On yedi ve On sekizinci yüzyıllarda özel mülklere dönüşme
sürecine girdi. Zamanla iltizam usulünün yaygınlaşması da, Merkez’e bağlı
sahib-i arz’ların reâyâ üzerinde üretim denetimlerini azalttı. Diğer taraftan
tımarlı sipahiler de geri hizmete alınınca köylü koruyucusuz kalarak tarım
sektörü zarar görmeye başladı. Dolayısıyla reâyâ da toprağı bırakıp askerî
sınıfa geçmeğe çalıştı ve ziraî üretim azaldı.
(6) Sistem Dışı Üretim
Mirî arazî üzerinde olmakla
beraber, sahib-i arz olarak timarlı sipahi, zâim, kale dizdârı ya da timar
sahibi bir başka görevliye hesap vermek durumunda olmayan müstakil tarım
işletmeleri ya da çiftlikler de bulunmaktadır.
(a) Boş Topraklar
Yeni tahrirler sırasında ilk
kez işletilmeye açılan arazî, orman ve madenler “hariç-ez-defter” olarak
Defterhane kayıtlarına geçirilir ve hizmetlilere bırakılırdı.
Diğer taraftan Müslüman
nüfusun, gayrimüslim nüfus yoğunluğu fazla olan Balkanlar’a kayması ve “mevat”[1295]denilen boş topraklarda üretim yapmalarını özendirmek için de buralara
yerleşecek olanlara “temlikname” verilerek özel mülkiyet hakları tanındı. Böyle
boş toprakları işleyenlerden toprak kirası alınmazdı.
Nitekim tahrir defterlerinde
“hâlî” kaydı konulan terkedilmiş ve işlenmemiş çiftlik ve mezra’alar harap
durumda kalmamaları için mukataalı çiftlikler, mezraalar biçiminde serbest
kiralanırlar. Başka bir deyişle sistemin asıl gayesi mukataalı toprakları
yerleşik tapulu arazi şekline getirerek reâyâ’nın köyünde oturması ve toprağını
işlemesini sağlamaktır.
(b) Vakıf Arâzî ‘ler
Bunlara “arâzî-i mevkûfe” de
denir. Bu topraklar eğer mülk araziden vakfedilmiş iseler rekabeleri (kuru
mülkiyet) ve tasarruf hakkı vakıf tüzel kişiliğine aittir.[1296]Eğer Padişahın
ya da onun izniyle valide sultan, hanım sultan, veya Padişah kadınlarından biri
adına, mirî araziden ayrılarak vakfedilen bir arazî ise, toprağın rekabesi yine
devlete aittir. Vakfedilen şey ancak devlet arazisinden öşür ve rüsum gibi
yararlanma haklarıdır.[1297]Bu tür toprakları kiralayanların yararlanma hakkı mirasçılarına
geçebiliyordu.
Diğer taraftan merkezî
otoritenin mülk toprakları istimlak ederek eline geçirebilmesi ihtimaline
karşı, toprak sahipleri kendi mülkiyet haklarının devlete geçmesini önlemek
amacıyla “zürrî vakıflar” (aile vakıfları) kurdular.
(c) Mukataalı Arâzîler
Mukataa’lı arazî devlete ait
bir gelir kaynağını özel bir şahsa kiralamaktır. Bu yönüyle iltizama
benzemektedir. Tapuya verilmeyen mirî topraklarda , devlet ekilebilir bir
araziyi belli bir kira karşılığı mukataa ile şahıslara ihale eder. Bu şahıslar
şehirli, esnaf, asker , hatta toplu ya da tek kişi olarak köylüler de olabilir.
Hukuk açısından mukataa bir
kiralama aktidir. Kira bedeli devletle kişi arasında bir karşılıklı bir
anlaşma, mukavele yapılarak ve çoğu zaman bu bir açık artırma ile tespit
edilir. Aslında ihaleyi alanın mukataanın verimiyle ilgileneceği böylece hem de
tımar düzeniyle iltizam usûlü birleştirilmiş olacağı düşünülmüştür.
(d) Baştina’lar
Gayrimüslim reâyâ’ya yalnızca
araziyi ekip biçme ve ürününden yararlanma hakkı tanınmış iken, Bosna’nın
gayrimüslim ahalisine tanınan bir ayrıcalıkla çiftliklerinin miras yoluyla
intikal etmesine izin verilmişti. Miras yoluyla aileye geçen ve “baştina”
denilen büyük çiftlikler artık devlet malı olmaktan çıkmaktadır.
(e) Yurtluk’lar
Doğu sınır boylarındaki
Bey’lerden sadakat ve bağlılıkları görülenlere, hanedanlarının uhdesinde
bırakılmak ve bulundukları yerlerde verasetle devam etmek üzere “Yurtluk”*
adıyla tevcihatlar yapılmıştır.
Bunların timar’dan farkı, bir
yerin gelirinin ömür boyu ve verasetle tasarruf edilmek üzere verilmesidir.
Bununla beraber arazinin sahibi değildir, satamaz, bağışlayamaz, vakfedemez.
Ancak beylerin aşiretleri üzerinde bazı şartlarla yönetsel ve yargılama
yetkileri vardır.
(f) Salyâneli Eyâletler
Yarı özerk sayılan “Salyaneli
eyâletler”in toprakları tımar olarak dağıtılamadığından Merkez’den atanan
beylerbeyleri yıllık eyâlet vergileri toplamak açısından bir anlamda emanet
yöntemini uygulayan mültezim gibi çalışırlardı. Nitekim daha sonraları
salyaneler gerçek iltizama verilmiştir.
(g) İltizam Uygulaması
İltizam sistemi, bir bölgenin
belirli dönemlerdeki tarımsal üretiminin gerçek değerinden bağımsız olarak
belirlenmiş tahminî vergilerinin toplanması işinin açık artırmaya çıkarılarak
peşin para karşılığında 1-3 yıllığına en yüksek teklifi yapan “mültezim”
denilen girişimciye satılmasıdır. Dolayısıyla mültezim belirlenmiş bedel
karşılığında bir tarım bölgesinin vergi toplama işini üslenmiş müteahhit’tir.
b. Hayvancılık Sektörü
Bâb-ı Defterî’nin en önemli
kalemlerinden olan Mevkufat Kalemi’ne bağlı dört halifelik (kâtiplik)’ten biri,
gerek koyun, keçi, deve, manda, hatta domuz besleyen Müslim ve gayrimüslim
hayvan yetiştiricilerinden ve gerekse konar göçer topluluklardan alınan
vergilerle ile uğraşan Ganem Kitâbeti (ya da Koyun Kâtipliği) dir. Dahası On
yedinci yüzyıl sonrasında bu vergilerin iltizam yöntemi ile toptatılması da
hayvan yetiştiriciliğinden elde edilen gelirin yüksek olduğunu gösteriyor.[1298]Hayvan ticareti büyük gelir sağlamaktadır. Nitekim konar-göçer
kavimler, özellikle Türkmenler arasında koyun, keçi gibi küçükbaş hayvan
ticareti ve sürücülüğü (celeblik) çok yaygın ve revaçta idi.
Diğer taraftan gerek savaş
zamanlarında Ordu-yi Hümâyun mühimmat ve ağırlıklarının nakli[1299], gerek sulh zamanlarında ticaret kervanı taşımacılığında kullanılan
at, deve ve katır gibi hayvanlar da genellikle konar-göçer topluluklarından sağlanmaktadır.
Aslında konar-göçer’ler
arasında at sevgisi ve binicilik gelenek biçiminde yaygındır At , binek hayvanı
ya da damızlık olarak beslenirdi.[1300]Bazı oymaklar da at yerine deve
yetiştirmekde ünlü idiler.[1301]Hatta, Türkmen devesi denilen ve
her bir yanında 198-200 kilo arasında yük taşıyabilen güçlü bir deve cinsi de
üretilmişti.
Konar-göçer toplulukları
hayvanlardan elde ettikleri yoğurt, yağ, peynir, yapağı gibi ürünlerin
fazlasını pazarlarda satarlar yahut başka birşey ile değiştirirlerdi . Diğer
taraftan dokumacılık konusunda çuval, heybe, çul, halı, kilim ve diğer bütün
ihtiyaçlarını kendileri temin ederlerdi. Nitekim Türkmen kilim ve
seccadelerinin ünü dünyaca bilinmektedir. Bu hayvansal ürünlerin yanında doğal
olarak dericilik de yer alırdı.
c. Madencilik ve Metalürji Sektörleri
Ülke’nin madenî eşya sanayii
için gereken hammadeyi sağlayacak yeraltı ve yerüstü maden yatakları
bulunmaktadır. Örneğin Niğde ve Bozkır’da kurşun, altın, gümüş; Ergani’de
bakır, altın, gümüş; Gediz’de şap; Malatya’da simli kurşun; Gümüşhane’de bakır,
altın, gümüş; Giresun’da bakır, gümüş, altın; Keban’da bakır, gümüş, altın;
İnegöl’de gümüş, Kastamonu’da bakır; Kiğı’da demir; Şebinkarahisar’da şap;
Üsküp’de kurşun, gümüş; Gümilcine’de şap; Samakof’da demir; Taşoz Adası’nda
gümüş ve Bosna’da bakır yatakları bulunmaktadır.
Trablusgarp, Halep, Kıbrıs,
Konya, Foça ve Bozok’da, o dönemler için çok değerli olan tuz elde
edilmektedir. Bandırma ve Marmara Adası’nda zengin ve kaliteli mermer yatakları
bulunmaktaydı.[1302]
On altıncı yüzyılda Osmanlı
maden kuyularının derinliği 150-200 zira (115 -155 metre)’dır. Bununla beraber
aynı dönemlerde Orta Avrupa’da çalıştırılan madenlerinin ortalama derinliği
yaklaşık iki katı fazladır.[1303]Tahliye mekanik çarklarla,
havalandırma ve drenaj yüzeyde birer ok atımlık aralıklarla açılan hava
deliklerine bağlı elle işleyen pompalarla, zincirleme çarklı tulumba pistonları
ile yapılıyordu.[1304]Galen (kurşun sülfür) cevherinin eritilmesi de ocak körüklerini su
gücüyleçalıştıran frenk çarkı denilen çarklarla gerçekleştiriliyordu. Tüm bu
yöntemler dönemindeki ileri tekniklerin uygulandığını gösteriyor.[1305]
Diğer taraftan Sırbistan’daki
gümüş madenleri de kâr’dan pay alan Sakson uzmanlar nezaretinde işletilerek
üretiminin On yedinci yüzyıl ortalarına kadar yüksek kalması sağlanmıştı.
Rumeli topraklarından çıkarılan tüm cevher miktarı da Avrupa maden üretiminin[1306]yarı miktarı altına düşürülmemişti.[1307]Ancak sonraki
yıllarda iltizam bedellerinde görülen düşüş üretimin azaldığını kanıtlıyor. Bu
azalmanın sebeplerinden en önemlisi yüzeye yakın maden damarlarının tükenmesi
ve daha derin kuyuların da yüksek maliyet getirmesi olmuştur. Belki de bu
sebeple bazı madenlerin işletme hakkı yabancılara da veriliyordu.[1308]
Metalürji tekniğinde On
sekizinci yüzyıla kadar her ülkede odun kömürü kullanılmaktadır. Bu da
ormanların yok olmasını sebep olmaktaydı. Maden kömürünün kullanılması, ancak
On sekizinci yüzyılın ilk çeyreğinde, kömürün kolayca çıkarıldığı İngiltere’de
mümkün olabilmiştir. Yine de On dokuzuncu yüzyıla kadar dökümün demir haline
getirilmesi odun kömürü ile sağlanabildi. Dolayısıyla gelişen süreç içinde
Osmanlı dökümhaneleri ile Batı arasında bu konuda doğal bir dezavantaj eşitliği
vardır. Ne var ki Osmanlılar Batı’da ”Döküm demiri
çeliğe dönüştürmek ve ergimiş demiri (döküm) ıslah etme sanatı” ya da “yumuşak
döküm elde etmek için katı haldeki dökümün dekarbürasyonu” gibi ancak Kimya ve
Metalürji bilimlerinin yardımıyla oluşturulabilecek yeni teknikleri de
geliştiremediler.[1309]
2. İKİNCİL SANAYİ
Klasik adıyla “Asıl Sanayi
Sektörü” ya da genel olarak “Ağır (Büyük ) Sanayi” ve “Hafif (Küçük ) Sanayi”
olarak sınıflandırılan İkincil Sanayi, Birincil Sanayi’nin sağladığı
hammaddelerle tüketim ve üretim malları imal edilmesi sürecidir.
a. Ağır Sanayi
Ağır Sanayi, bina, yol,
köprü, baraj gibi her türlü inşaat imalatında; ya da gemi, top,ağır makine gibi
tersâne ve dökümhânelerde, hem uzmanlaşmış nitelikli işgücünün karmaşık biçimde
örgütlenmesini ve hem de büyük sermaye yatırımını gerektiren düzenli üretim
yapılan iş koludur.
(1) Tersâneler
Gelibolu, Sinop, Bodrum,
Gemlik, İznik, İzmid, Akşehir, Süveyş, Basra, Samsun, Amasra, Bartın, Limni,
Rodos, Midilli ve Kefken deniz tersâneleri ile, Birecik ve Rusçuk gibi nehir
tersânelerinin tümü Tersâne-i Âmire’ye bağlı olarak çalışırlar. Memlükler’den
intikal etmiş Süveyş Tersânesi’nde de Osmanlı “Bahr-i Ahmer Donanması için gemi
inşa edilmektedir. Top ve ordu ağırlıklarını taşımak ve denetimle görevli “ince
donanma”lar için Tuna ve Fırat[1310]nehirleri üzerinde tersâneler
vardır.
Bu tersâne ve tezgahlarda
yaptırılmak istenen gemilerin cins ve miktarı ile bitirilmeleri gereken yapım
süreleri bulundukları yerin kadılarına bildirilirdi. Gerekirse merkez
tersâneden mimar, usta ve malzeme de gönderilirdi.
(a) Tersâne-i Âmire
Tersâne-i Âmire, Fatih Sultan
Mehmed’in Haliç’te inşa ettirmiş olduğu ilk tersâneye bânisi Güzelce Kasım
Paşa’ya izafeten “Kasım Paşa Tersânesi” denilmiştir. Yavuz Sultan Selim
zamanında gözlerinin bazıları iki gemi alabilecek büyüklükde genişletilip
sayısı 144’e ulaşmıştır.[1311]Çevresine duvarlar çekilip 6 kapı bırakılarak giriş çıkışlar kayıt
altına alınmıştır. Duvarların gerisinde gözler, ambarlar ile cami, medrese, divanhane,
hamamı bulunan bir külliye ve tersânede çalıştırılan kürek mahkumları için bir
de zindan bulunmaktadır. Amele ve ustalar için de (Hasköy’ün ilerisinde) ayrı
bir mahalle kurulmuştur Böylece Tersâne-i Âmire Avrupa’nın en büyük
tersânelerinden biri olmuştu.
n Tersâne esnâfı
Evliya Çelebi gemi yapım ve
donanımı ile ilgili İstanbul esnâfını, sayıları ve meslek pîr’lerinin adıyla
birlikte şöyle sıralıyor:[1312]
Esnaf-ı ta’ife-i kalafatçıyan
(Dükkân 300, neferat 1 000. Pîr’leri Sa’d bin Ubeyd’dir) Bunlar gemileri
kalafat ederek ellerinde tokmakları, malaları, zift ve katran ile bulaşık
kendir destar, ve demir çengel harbeleri uçunda süpürge fundası olarak
yağlarlar.
Esnaf-ı ziftçiyan ve
katranciyan— (70 dükkan, 110 neferdir.) Bunlar zift, reçine, çam sakızı, katran
satarlar.
Esnaf-ı urganciyan (500
neferdir.) Bunlar gomana, palamar, hurma lifi, top palamarı ve kendirden
karamürsel halatı gibi katranlı ipleri bükerler.
Esnaf-ı serenciyan— (Dükkan
200, neferat 300.) Gemiler için seren, direk, kürek, tahta, bodoslama gibi
keresteler satarlar.
Evsaf-ı kalafat üstübüsi
büküciler (Dükkân 100, neferat 500. Pîr’leri na-ma’lumdur),
Esnaf-ı meş’aleciyan (Neferat
3 000. Pîr’leri Abdullah bin Semmas-ı Adenî’dir),
Esnaf-ı üstübüciyan (Bunların
dükkânları yokdur, Pîr’i Sa’d’dır), Esnaf-ı marangozan (Bunların dahi
dükkânları yokdur. Pîr’leri Hazret-i Nuh’dur),
Esnaf-ı urgancıyan (Neferat
500. Pîr’i Şeyh Abdullah Halebî’dir),
Esnaf-ı kendirciyan
(Dükkânları mahzenlerdir, aded-i mahazin 100, neferat 300),
Esnaf-ı yelkenciyan.—
(Neferat 300, dükkân 90. Pîr’leri Hazret-i Şit’dir),Gemiîere
çeşit çeşit çember, alborata, tirinkete, çekel, ve biçimi yelkenler biçilip
gemileri donatırlar.
Esnaf-ı tulumbacıyan (Dükkân
yedi, neferat seksen. Pîr’i ma’lumum değildir),
Esnaf-ı pusulacıyan yani
kıblenümâcıyan (Dükkân 15, neferat 45. Pîr’leri Hazret-i Urya’dır amma Hazret
asrında pîr’leri Muvakkıt İbrahim Maaribî’dir),
Esnaf-ı kum saatçıyan (Dükkân
15, neferat 20. Pîr’leri Talha Ubeyd’dir),
Esnaf-ı hartacıyan (Neferat
15. Pîr’leri ikreme b. Ebu Cehil’dir),
Esnaf-ı gönbaş[1313](Dükkânları yokdur. Neferat 500. Pîr’leri Sun’ullah-ı Kurtubî’dir),
Esnaf-ı marangozân-ı Akdeniz
(Pîr’i yine Hazret-i Nuh’dur amma Hazret asrında pîr’leri Amir-i Nevatî’dir),
Esnaf-ı pereme ve kayık
marangozları (Neferat 200, pîr’leri Şeyh Amir-i Nevatî’dir),
Esnâf-ı çırnıkçıyan (neferat
200, cümle çırnık 80)[1314],
Esnaf-ı adeseciyan (Dükkân
70, neferat 200. Pîr’i Hatem-i Addasî’dir),
Esnaf-ı hasırcıyan-ı Mısır
(Dükkân 20, neferat 45. Pîr’leri Hazret-i Süleyman’dır),
Esnaf-ı ketancıyan (Dükkân
105, neferat 208. Pîr’leri Hüşeng-i Şah’dır),
Esnaf-ı fişekçiyan-ı havayî (
Dükkân 18, neferat 50. Pîr’i Cemşid’dir),
Ehl-i sanayi-i mismâran[1315](Dükkân 1 006, neferat 3 000),
Esnaf-ı ehl-i tüccar-ı
eğeciyan ( Dükkân 55, neferat 105. Pîr’leriUbeyd Tahir’dir),
Ehl-i kâni-i esnaf-ı
keserciyan (Dükkân 200, neferat 500, Hazret asrında pîr’leri Ebu Müslim-i
Gaffarî’dir),
Ehl-i kesb-i destereciyan
(Dükkân 80, neferat 200. Pîr’leri Sima’ildir),
Esnaf-ı sevdager-i burgucıyan
(Dükkân 100, neferat 200. Pîr’leri Ebu Rif-i Nakkabî’dir),
Ehl-i hıref-i mıhçıyan
(Dükkân 100, neferat 200),
Esnaf-ı ehl-i şeri’at-ı
kuffalan ya’ni kilidciyan ( Dükkân 100, neferat 200. Pîr’leri Zeyd-i
Hindî’dir),
Ehl -i şugl-i haddeciyan (
Dükkân 15, neferat 400),
Esnaf-ı saatçıyan ( Dükkân
45, neferat 1 000. Pîr’’leri Hazret-i Yusuf’dur)”
n Gemi Türleri
Tersâne-i Âmire’de yapılan
gemilerin kısa teknik özellik ve boyutları şunlardır:
Kadırga. On yedinci yüzyılın sonlarına kadar en çok edilen türdür. İki
bodoslama arası 55-56 zira (41-42 m.), hemen hemen su seviyesinde, kıçları
başlarına oranla daha yüksek ve baş bodoslamaları omurgalarına dikey iner,Baş
ve kıç’da halatlarla çevrili yarım güvertelerde kaptanlarla savaşçılar durur,
orta bölümde 25 oturak ve 49 kürek bulunur, her küreği 4 – 5 kürekçi çekerdi.
Mürettebat yaklaşık 330 kişidir. Malzeme olarak 3 yelken, 2 tente, 5 lenger,
6500-7000 kg. halat ve On beşinci yüzyılın sonlarında 1 büyük top, 4 darbzen ve
8 prangı topu, sonraları 1 başta, 2 yanlarda olmak üzere 3 top bulunuyordu. On
yedinci yüzyılın başlarında bir kadırganın maliyeti 236.500 akçe tutmaktadır.
Baştarda. İki bodoslama arası 57-72 zira (43-55 m.), 26-36 oturaklıdır;
Küreklerde 5-7 kürekçi vardır.
Paşa
baştardası 70-72 zira [53-55 m.), 36 oturaklı, her
küreği 7 kürekçi çeker. Mürettebatı ise 500 kürekçi olmak üzere 800’e ulaşır.
Baş tarafında 3 top, yanlarında daha küçük çaplı 4-5 top vardı.
Mavna. 65 zira (49 m.) uzunluğunda fakat baştarda’dan daha geniş ve daha
yüksektir. 26 oturaklı, 52 küreğin her birini 7 kişi çeker; 2-3 direkli, 3
katlıdır. Mürettebatı 600 kişidir. 2 koğuş topu 6 kolon-borne topu ve 12 saçma
topu vardı.
Kalyata. 42-48 zira (32-36 m.) uzunlukta ve 19-24 oturaklıdır. İnce donanmada
da kullanılır. Baş topu ve 220 savaşçısı vardır.
Pergende. 33-40 zira (25-30 m.) uzunluğunda, 18-19 oturaklıdır.
Firkate. 4,5-27 zira (3,5-20 m.) uzunluğunda, 10-17 oturaklı, her kürekte 2-3
kürekçi vardır.
Firkateyn 46-64 zira (34-48 m.) uzunluğunda 46-50 topludur.,
Kalyon 63-66 (48-50 m.) zira uzunluğunda, iki anbarlı ve 80-84 topludur. Daha
sonraları, örneğin 1814’te denize indirilen Mahmudiye Kalyonu gibi, üç anbarlı
100-120 toplu kalyonlar yapılmıştır.
n Kalyon Sınıfına Geçiş
On yedinci yüzyılın sonlarına
kadar Osmanlı Donanmasının ana kuvvetini kadırgalar gibi koylarda ve küçük
limanlarda kullanılmaya elverişli kürek ağırlıklı çektiri sınıfı gemiler teşkil
ediyordu. Ancak 1645-1669 Girit seferleri sırasında kadırgalar ve “burton” tipi
küçük kalyonlar Venedik kalyon donanması karşısında hafif kalınca Osmanlı
Donanması âciz duruma düştü. Venedikliler hem Boğaz dışındaki bazı adalarla
beraber Bozcaada’yı ve hem de Akdeniz üstünlüğünü ele geçirdiler.
On yedinci yüzyılın üçüncü
çeyreği başlarında, Avrupa denizci devletlerinin Atlantik seferleri dolayısıyla
yüksek bordalı gemiler inşa etmeğe başlamaları, o zamana kadar böyle bir tipe
ihtiyaç duymayan Osmanlı denizciliği için de kalyon tipi gemilerin donanmanın
esasını teşkil etmesi gerektiği anlaşıldı. Kalyonculuk hususunda bir de
kanunname hazırlandı. Venedikliler’in Akdeniz’de yarım asra yakın bir zaman
elde ettikleri sayı üstünlüğü de kısa zamanda ellerinden alındı. Kalyon
dönemine geçtikten sonra (1770 yılındaki Çeşme Faciası’na kadar) seksen yıl
müddetle Akdeniz hakimiyetini yeniden Osmanlı donanması’na geçti.
Bu bağlamda Sinop, Bodrum,
Gemlik ve Tersâne-i Âmire tezgahları 80-84 toplu, 63-66 zira boyunda kalyon;
Limni, Rodos, Samsun, Amasra, Bartın, Akşehir, İzmit, Midilli tezgahları 46-50
toplu, 46-64 zira boyunda firkateyn yapılmaktaydı.
n Haddehâne
Yelken gemilerinin su kesimi
altında kalan kısımlarını bakırla kaplanmasını en evvel İngilizler, onları
takiben Fransızlar yaptılar. Sultan I.Abdülhamid döneminde Kaptan-ı Deryâ
Cezâyirli Hasan Paşa’nın Fransa’dan davet ettiği mühendislerin önerisiyle
Osmanlı gemileri de bakırla kaplanmaya başladı. Önceleri bakır madeni elle
işlenerek levha hâline getiriliyordu. Sultan II. Mahmud zamanında bakır levha yapmak
için Haddehane kuruldu.
n Üretim Gücü
Kanunî Sultan Süleyman
zamanında, Osmanlı donanması Karadeniz ve Akdeniz’de hakimiyeti sağlayan
donanma’dan başka, Kızıldeniz’de Hind denizlerinde görev yapan bir donanma ile
toplam 300 savaş gemisinden oluşuyordu.[1316]
Kanûnî’nin 1522 yılında Rodos
seferine 300, 1538 yılında Preveze Deniz Savaşı’na 120, 1571 yılında Kıbrıs
seferine 400 ve Girit seferine de 400 gemi katılmıştı. Başka bir deyişle
Akdeniz ve diğer denizlerde hakimiyeti elde tutmak için Devletin yüzlerce
gemilik büyük bir donanmayı sürekli yenileyerek canlı tutacak, bakım ve
tamirini yapacak tersânelere sahip olmalıydı.
Diğer taraftan 1571 yılında
İnebahtı yenilgisi gibi zuhur eden olağanüstü olumsuzluklarla da başa çıkmak gerekiyordu.
Nitekim yenilgiyi takip eden kış döneminde 200’den fazla kadırga ve baştarda
inşa edilmiştir. On yedinci yüzyıl ortalarında her yıl 40 adet kadırganın
Tersâne’de hazır bulundurulması kanun haline getirildi.
On yedinci yüzyılın ilk
çeyreğine kadar kıyılarının tümü Osmanlı hâkimiyetinde olduğundan Karadeniz’e
donanma gönderilmiyordu. Ancak bu tarihlerden sonra Karadeniz’de Anadolu ve
hatta Boğaziçi kıyılarına zarar veren korsanlar görüldüğünden küçük bir
Karadeniz donanması kuruldu.
1710 yılında Büyük Petro’ya
karşı Karadeniz’e gönderilen Osmanlı donanması 360 parça gemiden meydana
gelmişti. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rusya bu denize inmesinden sonra
Karadeniz’de güçlü bir donanma bulundurulması zorunlu olmuştur.
Tersânelerin faaliyetleri seferler
sırasında ya da savaş ve fırtına sebebiyle verilen zayiatı telâfi etmek
gerektiğinde hızlanmaktaydı. Ölçü kaybedilenin yerine yenilerinin
sağlanmasıydı.[1317]
Diğer taraftan On yedinci
yüzyıl boyunca Tersâne-i Âmire’de 300 gemi inşa edilmiş ve 800 gemi de
onarılmıştır.[1318]Ayrıca mahallî tersânelerde de ince donanma gemileri yapılmaktadır.
n Malzeme Temini
Bütün Osmanlı tersâne ve
tezgâhlarında denize indirilen gemilerin donanımları Tersâne-i Âmire tarafından
sağlanmaktadır. Bir geminin maliyeti içinde dış malzeme % 50, iç malzeme % 20
ve işcilik ve genel giderler % 30 oranlarında yer almaktadır.[1319]
Aslında malzeme sağlamakta
sıkıntı yoktur. Kullanılan kereste[1320], sütun, seren, işlenmemiş demir,
katran, zift, yağ, reçine, kirpas gibi malzemeler avârız vergisi karşılığında
ocaklık[1321]olarak sağlanmakta veya tüccardan satın alınmaktadır. Bu nedenle Tersâne-i
Âmire için dışarıdan ham madde ithâl edilmemekte hatta yelken bezi gibi mamûl
maddeler ihrâc edilmektedir.
Bu donanmaların bakımı,
tamiri ve yenilenmeleri için eyâlet gelirlerinin dağıtımında İzmit yöresinden
çınar ve çam kerestesi, reçine; Ağrıboz Adasından zift, katran; Kavala’dan
demir; Karadeniz kıyılarından keten; Çanakkale’den yelken bezi gibi maddelerin
temin edilmesine öncelik tanındı. Bronz top ve çıpaların dökümü için Selanik ve
İstanbul “Tophâne” denilen top dökümhanelerinde izabe fırınları kuruldu.
On yedinci yüzyıl sonlarından
itibaren de firkate’den üç ambarlı’ya kadar 100-120 toplu, yüksek bordalı
kalyonların yapımına geçirildi.
Gemilerin yapımında Tersâne-i
Âmire’de “Tersâne başmimarı” emrinde dört yüz marangoz ve on mimar çalışmaktadır.
Ancak Evliya Çelebi’nin anlattığına göre gemilerin yapım ve onarımında 3000
nefer “Esnaf-ı marangozan” da çalışmaktadır. “Bunlar Galatada, Tophanede,
Kasımpaşada lonca yerlerinde bulunur bir nevi gemi ustalarıdır. İslam, Rum,
Frenk karışıktır. Ellerinde keser, destere, çekiç, kızaklar üzre gemi
yaparlar.”[1322]
n İyileştirme Çabaları
Özellikle Uzak Doğu ve
Hindistan’la deniz yolu bağlantısı yapan İngiltere ve Hollanda gibi Avrupa
devletlerinin büyük gemileri gerek ticaret gerekse askerî alanda kullanmaları
Osmanlı Devleti’nin hem deniz üstünlüğünde ve hem de ticaret yollarının
değişmesiyle ekonomik açıdan gerilemesine yol açtı. Eski tersânelerin yeni
ihtiyaçlara göre düzenlenmesi gerekiyordu. Nitekim 25 yıl devam eden Girit seferine
de 400 gemi katılmış olmasına rağmen deniz savaşlarında çok defa Venedik
donanması üstün geldi ve hatta Çanakkale Boğazı’nın girişini kapatarak
İstanbul’u tehdit etti. Osmanlılar karadan top atışları yaparak düşmanı
uzaklaştırdılar. Bütün bunlar gayretin Tersâne-i Âmire’ye düştüğünü
gösteriyordu.
Aynalıkavak tersânesindeki
kızak sayısı Kanunî Sultan Süleyman döneminde 200’e çıkarılmıştı. Kalyon
sınıfında gemi yapılmasına ise ilk kez 1650 yılında karar verilerek otuz adet
kalyonun inşasına başlandı. Ancak 45 metre uzunluğundaki bir kalyon suya
indirilirken yan yatarak battı ve istenilen başarı sağlanamadı.
Bu olay Tersâne-i Âmire’de
inşasına başlanan kalyonlarda yapım ve tasarım sorunları olduğunu gösteriyor.
Eğer olay suya indirme sırasında meydana gelmiş ise, hata indirme yönteminde ve
kızaklardadır. Eğer suya indirildikten sonra alabora olmuşsa, geminin denge
hesaplarının yanlış olduğu ya da hiç yapılmadığı ve dolayısıyla metasantrasının
yüksek bırakıldığı anlaşılmaktadır. Bu tür olaylar gemi yapımını Tersâne mimar
ve sanatkârlarının ampirik yöntemler kullanarak yapmayı iyi becerdikleri
kadırga sınıfına tekrar döndürdü.
Nihayet Sadrazam Merzifonlu
Kara Mustafa Paşa zamanında on adet kalyon yapımı gerçekleştirildi[1323]ve On yedinci yüzyılın sonunda kalyon inşasına hız verildi. On
sekizinci yüzyılda artık “üç ambarlı” denilen yüksek bordalı büyük kalyonlar
yapılıyordu. 1710’da Karadeniz’e birçoğu kalyon sınıfından 360 gemiden oluşan
donanma gönderildi. Öyle ki 1770 Çeşme faciasına kadar Osmanlı donanması
Akdeniz hakimiyetini elinde tuttu.
1773 yılında “Mühendishâne-i
Bahrî-i Hümâyun” adıyla Bahriye Mektebi açılarak yabancı uzmanlar çağrılmış, bu
arada Türk hocalar[1324]da yetişmiştir. Bütün bu faaliyetler sonucunda 1790’da irili ufaklı 90
gemiden ibaret bir donanma teşkil edilmiştir. Bütün modernleşme gayretlerine
rağmen çeşitli tezgahlarda ampirik yöntemlerle inşa edilen bu gemilerde
standartları belirli bir yapım tekniği henüz uygulanmamıştı.
On sekizinci yüzyılın
sonlarında yapım tekniklerinin değişmesi üzerine Fransa’dan gemi inşa mühendisi
bir uzman gurubu davet edilip Avrupa tersâneleri örnek alınarak Haliç
tersânesinde yeni havuzlar inşa edildi. Kalyon, firkateyn ve korvet türü
gemiler yapıldı. On dokuzuncu yüzyıl başlarında da Amerikalı mühendis Rhodes ve
ekibine büyük bir havuz yaptırılarak donanmadaki gemilerin bakımına tahsis
edildi.
(b) Birecik Tersânesi
Fırat nehri üzerindeki
Birecik tersânesinin On altıncı yüzyıl başlarında faaliyette bulunduğu
biliniyor. Burada nehir gemisiyle taşımacılık yapmanın ucuza malolacağı
anlaşılmıştı. Birecik, çivi ve kereste gibi gemi inşaatına lazım olan maddelere
yakın bulunuyordu. Nehrin burada genişlemiş olması da gemi inşası için çok
uygundu.
Gemiler yapılıyor,
kullanılmasalar bile devamlı bakım altında hazır durumda bekletiliyorlardı.
Yağmur ve güneşten korunmalarına dikkat ediliyordu. Örneğin, On altıncı yüzyıl
ortalarında Birecik’te 300 kadar gemi hazır bulundurulmakta, On sekizinci
yüzyılın ikinci çeyreğinde ise 20 firkate ile 400 nehir gemisi yapılmaktadır.[1325]
n Malzeme Temini
Basra ve Birecik’te yapılan
gemilerin kereste ve diğer malzemesi Maraş, Behisni, Antep, Katha, Güvercinlik,
Andırın, Kars-ı Zülkadriye (Kadirli), Hısn-ı Mansur bölgelerinden, Azaz, Kilis
sancaklarından geliyordu.Keresteler kesildikten sonra görevli mimar tarafından
istenen boyda kestiriliyor, at, deve, eşek, öküz ve katır sırtında ya da
çekilerek Birecik’e taşınıyordu.Basra’da yapılan gemilerin masraf ve malzemesi
de Birecik’ten sağlanmaktadır. Gemiler için gerekli olan kerestelerin yerlerine
emniyetle varması için her yörenin kadısına ve Birecik’ten Bağdad’a kadar
Fırat’ı izleyen yolu üzerinde olan kale dizdarlarına, bu keresteleri
birbirlerine devir ve teslim ederek varması için emirler gönderiliyordu.
Basra’da yapılacak firkateler
için, Maraş dağlarından kereste kesilip Birecik’te depo edilmektedir.
Basra’daki tersâneye lazım gemi kerestesi Fırat’ın suyu çoğaldığı zaman
gemilerle buradan gönderilmektedir. Keresteler Basra Körfezi’ndeki Bahreyn’de,
Hürmüz Boğazı’nda ve Hind Denizi’ndeki Osmanlı - Portekiz mücadelesinde
kullanılmak üzere gönderilmekte idi.
Kiği madenlerinden çıkarılan
ham demir Haleb’e ve Balis nahiyesine getirilerek çivi ve diğer gerekli aletler
üretilmekte ve istenilen yerlere gönderilmekteydi. “Haleb ensarı” diye tanınan
bu çiviler ülkenin en değerlisiydi. Gemiler için gereken zift Rodos ve
İstanköy’den gelmektedir.
Birecik tersânesinde nehir
gemilerinin yapımında görev alan mimar, neccar, marangoz, yontucu, kalafatçı,
demirci gibi teknik elemanlar İstanbul’dan İskenderiye’ye bir gemi ile
gönderilmektedir. Ancak bazı hallerde, Kaptan Paşa eyaletine dahil olan Rodos
ve İstanköy’den de sağlanıyorlardı.
n Gemi Türleri
Birecik tersânesinde yapılan
gemi türleri kalite, sandal, piyade kayığı, şayka, grab, firkate’dir. Bunlardan
başka belgelerde “üstü açık, açuk-ı Tuna ve mavna isimleri de geçmektedir.
Fırat nehri için çeşitli boylarda “firkate” yapılıyordu. Ortalama ölçülerde eni
75-90 cm, boyu en az 21, en fazla 27 zira uzunluğunda idi. Piyade kayığı 10 m.,
filika da 7 m. uzunluğunda oluyordu. “Tuna açuğu”nun uzunluğu 13.5 m. idi.
Fırat ve Dicle Nehirleri üzerinde kullanılan kelekler şişirilmiş tulumların
kesilmiş ağaç direkleriyle desteklenmesinden meydana getirilmiştir.[1326]
(2) Tophâneler
Ne kadar top varsa o kadar da
top arabası bulunması gerektiğinden hareketle, büyük topları cepheye taşımak
için ne gerekli ise yapmakla görevli Top Arabacıları Ocağı’nın teknik
faaliyetlerini “Tophane”nin gelişimi ile birlikte ele almak gerekir.
Özellikle Fatih Sultan Mehmed
dönemine kadar top nakli güç yerlerde ise seyyar top dökümhaneleri kurulurdu.
Daha sonra top çapları büyüdükçe bu usûlden vazgeçildi. Kanunî Sultan Süleyman
döneminde Tophânenin top kârhânesi, top kalıbı dolapları, tunç fırını bölümleri
yenilendi.
Tophâne-i Âmire dışında
Semendire (Sırbistan), Budin, Işkodra , Pravişta, Gülanber, Banya Luka,
Novoberda gibi sınır bölgelerinde ve Anadolu’da toprağında maden bulunan
yerlerde, Bilecik, Van ve Kiğı da İstanbul’dan gönderilen ustalar top ve gülle
dökmektedirler. Top ve gülleler mümkün olabildiğince savaş alanlarına en yakın
bölgelerdeki tophanelerde dökülür ve top arabacıları marifetiyle gönderilirdi.
(a) Top Dökümcüleri
Osmanlı Devleti’nde top
dökenler ve savaşta top kullanan askerlerin Cemaat-ı Topciyan-ı Dergâh-i Âli
olarak bilinmektedirler. Tophâne’deki “Dökmeci Bölüğü”nde bakırdan, tunçtan,
demirden top ve top gülleleri döken ustalar ve çırakların büyük bölümü dışarıdan
aylıkla tutulmuştu. Topların törenle dökülmesi gelenekti. Topçubaşı’nın
altındaki ocak zâbitanı (subayları) dökümhaneyi yöneten ser-rihtegân (ya da
dökücübaşı), ocak kethüdası, ocak çavuşu, çorbacı, (topçu veya topçu ustası)
bölükbaşı, dökücü halifesi, “Rihtegân-ı top” denilen top dökümcüleri, ocak
kâtibi, odabaşılar ve vekilharçlar’dı. Tophane’nin malzeme ihtiyacını Tophâne
nâzırı ve Tophâne emini sağlamakla görevliydiler.
Bununla beraber Ocağa çırak
olarak giren neferler bir sınavdan geçirilerek dökücü veya atıcı sınıflarına
ayrılırlardı. İmalâthaneye alınan acemi dökücüler zamanla ustalaşarak
dökümcübaşılığa kadar çıkabilirlerdi.
(b) Top Üretiminde Gelişim Evreleri
On dokuzuncu yüzyılın
ortalarında kamalı sisteme geçilmeden önce topçuluk önemli merhaleler
geçirmiştir.
Top’lar ilk başlarda omuzda
ya da hayvan sırtında taşınacak çapta ve ağırlıkta yapılmış, “tüfeng” irisi
oldukça hafif silahlardır. Nitekim “kal’a tüfengi”olarak bilinen ve kale
mazgallarına yerleştirilerek kullanılan uzun menzilli, çok iri tüfekler de
vardı.
Topların deneme-yanılma
yöntemiyle biçimlenen ilk büyük prototiplerinin ana paçaları yalın bir namlu
ile dört tekerlekli basit bir kundak’tan ibarettir. Yivsiz ve setsiz boş bir
tüb olan namlu’ya olan barut hakkı, sıkılama paçavraları ve gülle sıra ile
ağızdan doldulur. Ateşleme kıç tarafında açılmış “falya” deliğine konulan ve
“ağız od’u” denilen barut (ya da yağlı fitil) ateşlenerek yapılır.
Bu dönemde top imalatının en
önemli faktörü metalin alaşımı ve dökümüdür. Aslında namlunun özellikleri çok
fazla hassasiyet gerektirmemektedir. Gülleler taştan yontularak ya da metal
döküm yapılabilmektedir.
Diğer taraftan topçuluğun On
sekizinci yüzyıl ortalarına kadar gelişmesi teorik temellere dayanmadığından
Avrupa’da imal edilen prototipler kategorik özellik belirtmek kaygısı taşımayan
örneğin yırtıcı kuş isimleri ile anılırdı. Bizim toplarımızın bir bölümü de
Hıristiyan ülkelerinden “esir” alınan (savaşlarda ele geçirilen) topların
kopyası olduklarından isimleri de örneğin “şayka[1327], kolonborna[1328], şakloz[1329]” gibi asıllarından galat isimlerdir.
Top arabalarına gelince, yine
aynı yıllarda dağ yollarından nakledilen muhasara toplarının kısa yarıçaplı
virajlarını kolayca dönebilmeleri için ya da hafif sahra toplarının atların
dört nal ile çekebilmelerini sağlayacak ortadan mafsallı ve yükseliş tamburası
olan üstelik parçaları standart ve kendi aralarında değiştirilebilir top ve
cephane arabaları icâd edildi.[1330]
(c) Araba Yapımcıları
İstanbul’daki Top Arabacıları
kışlası bugünkü Şehremini’nde, yük çeken beygir ahırları da Ahırkapı semtinde
idi. Top arabası yapımı için 380 kadar da arabacı ocağı müteferrikası (nalbant,
marangoz, saraç vb usta ve kalfaları) çalıştırılmaktadır. Dışarıdan gelen
demirci ustalarına yevmiye ve ulûfe verilmesi yerine “tekâlif-i örfîye”den (her
türlü vergiden) muaf tutulurlardı. Arabaların imâli için gereken malzemenin bir
kısmı Hırvatistan’dan, arabalara koşulan “kadana” tabir olunan güçlü atlar da
Eflâk ve Boğdan’dan sağlanıyordu.
(d) Namlu, Kundak ve Araba İmalatı
Toplar çaplarına ve attıkları
güllelerin ağırlığına ve atılan merminin çıkış açısı, yörüngesi ve menzilini de
gösteren adlarıyla anılırlardı. Toplar çaplarına ve attıkları güllelerin
ağırlığı açısından çeşitli boyutlarda idiler ve “balyemez, şayka, prankı,
bacaloşka. zarbazen (veya darbazen), kolonborna, şakloz (veya çakaloz), prankı
(veya prangı), bedoluşka, mar-ten[1331], ejder-dehen” gibi ayrı özel
isimleri ile bilinirlerdi. Namlunun çıkış açısına bağlı olarak güllenin
yörüngesine göre de “havayî” ve “havan” gibi isim-sıfatlar ve menzillerine göre
de isimlerin başına “nim, miyâne ve şahî” sıfatları eklenerek “miyâne zarbazen,
şahî zarbazen, miyâne balyemez” biçiminde anılırlardı. Bununla beraber
Osmanlıların kuşatma ve sahra topları dışında, kara ve deniz topları arasında
fazlaca bir ayırım yapmadıkları görülmektedir.
Top arabaları için tekerlek
imalatı, madenî çember, kasnak, kollar, muylu ve yatakları gibi ayrı ayrı
parçaların bir araya getirilmesi ölçü ve ayar isteyen oldukça hassas bir iştir.
Top kundaklarına, cephane ve ağırlık arabalarına ait binlerce tekerlek Top
Arabacıları Ocağı ve destek sınıfları tarafından sağlanıyordu.
(e) Ham Madde Temini
Bağdad ve Basra
tophânelerinde kullanılan malzeme Diyarbekir ve Şehr-i Zor beylerbeyleri
tarafından sağlanmaktaydı. Odun Şehr-i Zor’a bağlı bulunan Bacran ve Haris
sancaklarından geliyordu. Malzemeyi taşımak için özel nehir gemileri
yaptırılıyordu. Örneğin 1566 yılında 200 kelek yükü ardıç odunu, top yapımında
gerekli olan özel kalıp toprağı, demir, tel ve kalayı Diyarbekir’den itibaren
Dicle üzerinden taşınmıştı. Yine Hasan Keyf’den de Bağdad’a Dicle üzerinden 5 adet
kelek içinde top kalıbı yapmak için kullanılan özel toprak ve ayrıca 2 kantar
demir tel, 8 kantar kalay gönderilmişti. Hasan Keyf’den aynı şekilde Basra’daki
Tophâne’ye de top kalıbı için gerekli toprak ve diğer malzeme gönderiliyordu.
Basra ve Bağdad tophânelerine
gerekli olan malzeme önce develerle Birecik’e, oradan da nehir gemileriyle
taşınmaktaydı. Yine örneğin 1566 yılında 10 gemi, bakır yüklü olarak
Birecik’ten ayrılmıştı. Bağdad ve Basra tarafına bakır ve kurşun daima
Haleb’den gönderilmekte idi.[1332]
Diğer taraftan özellikle üzün
süren savaşlar sırasında ham madde temini güçleşmekte ve Avrupa’dan malzeme ve
mühimmat tedariki yapılmaktadır. Örneğin İran’a karşı 1578-1590 ve Avusturya
ile 1593-1606 yılları arasında yapılan savaşlarda kullanılan topların yapımı
için İngiltere’den tunç yapmağa gerekli olan kalay madeni ile birlikte
dökümlerde kullanılmak üzere hurda demir, çelik, bakır getirtilmiştir.
(3) Bârûdhâneler
Devrin en önemli savaş
malzemesi barut, etkili silahı top’tur. Topçu sınıfının kullandığı malzeme
olarak, barutun üretilmesi ve taşınmasına büyük özen gösterilmekte idi.[1333]
Her büyük şehirde ve
müstahkem mevkide barut imalathanesi (kârhâne) vardı. Anadolu’da İzmir’de,
Rumeli tarafında Gelibolu, Selanik, Belgrad, Budin ve Temeşvar’da, Arap
ülkelerinde Bağdat’ta, Basrada ve Mısır’da Kahire’de “Bârûdhâne, Bârûd
Kârhânesi” adıyla anılan barut fabrikaları bulunmaktadır.
“Çarhhâne”de ham maddelerin
dibek, havan veya çarklarla ezilip toz haline getirildiği , ham maddelerin
kaynatıldığı “soba”, eritilip kalıplara döküldüğü “kalhâne”, silindirden
geçirildiği “haddehâne”, elendiği “kalburhâne” ve “perdahhâne” kısımlarından
meydana gelmektedir.
Evliyâ Çelebi Tuna’ya yakın
bir yerde bulunan Budin Bârûdhânesi’nin binası civarındaki Veli Bey
Kaplıcası’nın bir bentte toplanan suları ile çalıştığını, baruthânede on iki
çarh bulunduğunu, bunlara bağlı kolların tunç havanlarda siyah barutu
dövdüğünü, ancak yaz sıcağında patlama tehlikesine karşı faaliyetini
durdurduğunu yazmaktadır.[1334]Bununla beraber baruthânelerin
çoğunda, örneğin Bakırköy ve Bağdat Bârûdhanelerinde olduğu gibi çarhlar hayvan
gücüyle döndürülmektedir.
n Bârûdhâne-i Âmire
Bârûdhane-i Âmire adıyla
anılan tesis Bakırköy Bârûdhanesi’dir. Daha önce Şehremini’de kurulu iken
burasının yanması üzerine yeni bir tesis olarak şehir dışında bir yer
düşünüldü. Önce Kağıthane deresi kıyısı üzerinde yapılacak iken, buranın mesire
yeri olması dikkate alınarak, Marmara sahilinde Kazlıçeşme ile Bakırköy (Makri
karyesi) arasında bulunan İskender Çelebi bahçesinde yapılmıştır. 1794 yılında[1335]Bakırköy Bârûdhânesi cami, padişah kasrı ve daha birçok binalar inşa
edilerek iyi kaliteli barut yapılan büyük bir tesis haline getirilmiş ve
“Avrupa perdahte barutu” yapımını arttırmak için ek tesisi olarak Küçükçekmece
gölü kuzeyinde büyük ve devrine göre modern müessese olan “Azadlu Bârûdhânesi”
kurulmuştur. Bârûdhâne Nezâreti olarak bütün Bârûdhâneler de buraya
bağlanmıştır.
n Bağdad Bârûdhânesi
Fırat ve Dicle Nehirlerinin
geçtiği Erciş, Ahlat, Bağdad ve Haleb de bulunan baruthaneler içinden en
büyüğü, 16 barut imalathanesi bulunan Bağdad kârhânesi’dir. Sıradan üretimi
2000 kantar barut, 500 kantar güherçile ise de gerektiğinde 5000 kantara kadar
çıkabiliyordu.[1336]Barut, develerle Trablus’a taşınıyor ve fazla üretildiği zaman nakliye
sorunları yüzünden[1337]kalan miktar mahzenlerde depo edilip gerektiğinde istenilen yerlere
gönderiliyordu.
İmalathânelerde kullanılan
malzeme Diyarbekir ve Şehr-i Zor beylerbeyleri temin ediyorlardı. Odun Şehr-i
zor’a bağlı bulunan Bacran ve Haris sancaklarından sağlanıyordu. Bu taşıma için
özel gemiler yaptırılıyordu. Örneğin 1566 yılında ardıç odunu, top yapımında
gerekli olan toprak, demir, tel ve kalayı Diyarbekir’den itibaren Dicle
üzerinden taşımak için 200 kelek yaptırılmıştı.
Haleb eyaletinde ve Maraş’ta
birçok barut imalathanesi bulunmakta idi. Ordunun doğu seferlerinde barut
ihtiyacı bu merkezlerden sağlanıyordu. Barutun nehir yoluyla taşınması, alçak
bordalı, düz karinalı kelekler içinde sudan etkilenerek bozulması ihtimaline
karşı gerek duyulmadıkça karadan develer ile Trablus limanına taşınır ve oradan
gemilerle istenilen yerlere gönderilirdi.[1338]
(a) Bârûdhâne Halkı
Bârûdhaneler Cebehâne-i
Âmire’ye bağlı olan birer nazır tarafından idare edilirdi. Bârûdhânede barut
yapımından sorumlu olan âmir ise Barutçubaşı’dır. Emrinde ambar mevcudu ve
giriş-çıkış’larını, devir teslim muamelelerini ve muhasebesini yapan
ruznamçeci, başmülâzım, marangoz, kükürtçü, kömürcü ve mükerrerci , iç ve dış
emniyeti sağlamak için üç bölükbaşı ile on beş nefer ve yeterince işçi
bulunmaktadır. İşçiler güherçileyi ezip kullanılabilir hale getiren “kalcılar”;
güherçile, kükürt ve kömürü çarhlarda işleyen “çarhçılar”, barutu kurutmakla
vazifeli “sergiciler” ve yaptıkları işlere göre de “silindirci, tekneci,
keskici, kalburcu, elekçi “ olarak adlandırılan diğerleri, çarhların
döndürülmesi için kullanılan, hayvanların bakımıyla uğraşan bir de “seyisler”
den oluşurdu.
Bârûdhâne-i Âmire’de
çalışanların maaş ve tayinat bahaları Tanzimat’a kadar ocaklık olarak tahsis
edilen İstanbul cizyesinden üç ayda bir ödenirdi.
(b) Bârûd İmâlatı
Kara barut, ilk başlarda
6+1+1 formülü uygulanarak yani % 75 oranında güherçile[1339]ile % 12.5
kükürt ve % 12.5 söğüt kömürünün karışımından elde ediliyordu. En önemli
maddesi olan güherçile İstanbul Bârûdhânesine güherçile temin eden ocaklar
Anadolu’da Ankara, Kayseri, Aksaray, Konya, Akşehir, Karahisar-ı Sahib (Afyon),
Ilgın, Eski İl, Kilisehisarı, Karapınar ve Aydın; Rumeli’de Atina Filibe,
Tatarpazarı, Demirhisar, Selânik, Usküp, Pirlepe, Manastır, Vodina, Vardar
Yenicesi, Tesalya Yenişehiri ve Eğriboz’du.
Barut imaline başlamadan önce
doğal durumda kirli ve karışık olan güherçile su ısısı 18 derecede tutulan dört
ayrı havuzda yıkanarak eritilirdi. Buradan kazanlara doldurulup 60-70 derecede
kaynatılır ve tulumbalarla güherçilenin dondurulacağı ilk havuza alınırdı.
Güherçile şerbeti bu havuzda 30-35, ikinci havuzda 20-25 dereceye kadar
çalkalandıktan sonra kazanlarda kaynatılıp tuzu çıkarılır, “sergi”ye alınıp
kurutularak suyu uçurulur ve fıçılara doldurulup yeniden yıkanır ve “kalhâne”de
hamlığı giderilinceye kadar eritilip kalıplara boşaltılırdı.
Barut yapımı için her üç
madde ayrı ayrı dibek veya çarhlarda[1340]ezilip perdahlanır sonra formülün
gerektirdiği oranlarda karıştırılırdı. Bununla beraber kullanılan ampirik ve
kaba ölçülerdeki formüller kimyasal deneysel sonucu elde edilmiş olmayıp,
kaliteli barut yapımı için yetersiz ve üstelik gereken hassaslıkta tatbik
edilememekteydi.
Dolayısıyla öteden beri yerli
barutlardan tam randıman alınamıyordu. Örneğin Bağdad kuşatmasında barutun
kalitesizliği sebebiyle topların falya’ları[1341]parçalanmış,[1342]yine aynı şekilde 1660 Girit savaşları sırasında düşük nitelikli
(terbiyesiz) barutlar, topların menzillerini kısalttığı gibi kendisini de
parçalamışlardı.[1343]Topçu savaşlarının ön plana çıktığı 1768 ve 1787 seferlerinde top ve
humbara dânelerinin menzillerine ulaşamamasında kendini gösterdiğinden bu oranlar
1794’te Bârûdhâne-i Âmire’nin yeniden düzenlenmesi sırasında İngiliz ve
Felemenk perdahtı barut yapımına geçilerek değiştirilmiş, güherçile miktarı
aynı bırakılmış fakat kükürt l /4 azaltılmış ve kömür de l /2 oranlarında
arttırılmıştı. Dolayısıyla klasık 6+1+1 formülü yerinine 6 +3/4 (kükürt) + 1.5
(kömür) formülü kullanılmaya başlanmış, imalat sırasında kömürün tam oluşması,
kükürt’ün ince ipek elekten geçirilmesi ve güherçilenin çok iyi terbiye
edildikten sonra kanştırıiıp perdahlanmasına çalışılmıştır.
(c) Ham Madde Temini
Selânik Bârûdhanesi kükürt
ihtiyacı Ohri kazasının beş köyünden sağlanıyordu. Gelibolu Bârûdhânesi’nin
güherçilesi Uzuncaabad ve Hasköyü kazalarından sağlanıyordu. Bağdad
Bârûdhânesi’nin kömürü, Diyale kenarındaki mîrî ormanlardan kesilen kavaklardan
sağlanıyordu. Güherçile ise Tâk-ı Kisra’nın karşı kıyısındaki çorak araziden
elde ediliyordu. Bârûdhâne-i Âmire için güherçile İzmir ve Aydın yöresiyle
Konya, Akşehir, Ilgın, Karapınar, Bozkır, Kilisehisarı, Niğde, Aksaray ve
Kayseri’den sağlanmaktadır. Odun kömürü Ak söğüt çubuğundan imâl edilirdi.
Kükürt maddesinin bir bölümü Erciş, Ahlat ve Lût gölü civarından getirilir ise
de büyük kısmı özellikle İngiltere’den ve Felemenk’ten ithal edilirdi.[1344]Hatta İngilizler İstanbul’da silah ve cephane satmak üzere üç adet
dükkan açmışlardı.[1345]
(4) Darbhâneler
Darbhâne deyimi madenî para
imal edilen yer anlamındadır. İmal yöntemi kıymetli madenlerin nisbeten yumuşak
olmalarından ötürü eritilmelerine gerek kalmadan kalıp içine alınarak
üzerlerinde şekiller oluşturmanın mümkün olması esasına dayanmaktadır.
Ve başlangıçta sikkeler yazı
ve şekiller bulunan dişi bir bir kalıp içine alındıktan sonra üzerine çekiçle
vurularak oluşturulduğundan para imal edilen işyerlerinin adı “darbhâne” olarak
kalmıştır.
Osmanlı Devleti’nin
sınırlarının genişlemesiyle beraber, ülkenin pek çok yerinde darbhâneler
açılmıştır.
n Çekiçli Baskılar
Fatih Sultan Mehmed ilk
Osmanlı altınını (1478) senesinde İstanbul’da bastırmıştır.
Sultan Bayezid zamanında
(Serez) de, Kanunî Sultan Süleyman saltanatında (Yemen) vilayetinin (Zibit)
kazası dahil (25) şehirde, Kanunî Sultan Süleyman döneminde 43 şehirde[1346], Sultan I. Ahmed (1603) devrinde Trabzon ve Erzurum’da, Sultan IV.
Murad (1623) zamanında Mısır ve Cezayir’de, Sultan I. İbrahim (1640) zamanında[1347]Mısır, Trablusgarp, Tunus ve Cezayir’de altın ve gümüş para
basılmıştır.
Sultan II. Süleyman (1688)
Osmanlı altınlarında görülen ayar, ağırlık bozukluğunu düzeltmek amacıyla
(Kostantaniye) dışında Anadolu, Rumeli ve Arabistan darphânelerinin hiç
birisinde gümüş ve altın para bastırmamıştır.
Sultan II. Mustafa (1695) da
bozulan altın ve gümüş ayar ve ağırlıklarını düzeltme işine devam etmiş ve
İzmir’de yeni bir darphâne açılmıştır.[1348]
Sultan Ahmed (1703) birçok
darphâneleri kapatmış, ancak (Edirne, Tebriz, Tiflis, Revan)’da yeni
darphâneler açmıştır.
Sultan I. Mahmud (1730)
devrinde (Kostantaniye) hariç Rumeli, Anadolu ve Arabistan’daki darphânelerde
altın bastırılmamıştır.[1349]
n Mekanik Baskılar
Osmanlı Devleti bir yandan
merkantilizmin ticarî baskıları ve maden temin etme sıkıntısı ile uğraşırken,
diğer taraftan da çekiçle darp usulü tatbik edilen Darbhâne’nin kapasitesi para
arzını karşılıyabilmek için çok yetersiz kalmaktaydı. Daha çok esedî, zolota ve
yarım guruş imâli ile altın para darbı düşünülüyordu. Dolayısıyla batı
anlamında kurulmuş ilk fabrika sayılabilecek Darbhâne’de On yedinci yüzyıl
sonlarında[1350]mekanik yöntemlerle para darbedecek aletleri yapma teşebbüsüne
girişildi.
Darp aletleri yapmayı teklif
eden aslen Frenk mühtedisi olup cerrahlık yapan Yusuf Mustafa adında birine 60
bin akçe ile aletlerin yapılmasında kullanılmak üzere 8 kantar bakır, 6 kantar
Frenk çeliği ve 8 kantar “yerli çelik” ve ayrıca 30 aded demir yumurta
verilmişti. Yaklaşık bir buçuk yıl sonra[1351]mankur darbında
kullanılabilecek 3 çarh (laminoir), 2 rakkas (balançoire) 2 kesme (zımba -
découpoire veya emporte-pièce) hazır bulunuyordu. Normal bir çalışma için
ayrıca 2 çarh, 7 rakkas ve 8 kesme lazım geliyordu.[1352]
Fabrika bu haliyle günde yaklaşık
29 bin aded mankur[1353]darbedilebilecekti. Aletler tamamlandığı takdirde bu miktar günde 80
bin mankur olabilecekti.
“İcad Beratı” ve “Harc-ı
Darbhane” (darb masrafları) karşılığı olarak aletleri çalıştıracak olanlara[1354]darbedilen mankurun 1/5’i verilecekti.
Hazinenin artan taleplerine
cevap verebilmek için işletmeyi de genişletmek gerekti. 4.400 zira murabbalık
(zira kare) arsa üzerinde maden kalhânesi (izâbehâne), demirci dükkanları,
beygir barındırmak için ahır ve sair dehlizleri olan bir Darbhane binası[1355]ve evvelce teslim olunan kabil-i istimal (kullanılabilir) 6 çarh, 10
kesme, 10 rakkas’dan başka 6 çarh, 15 kesme, ve 15 rakkas faaliyete geçecekti.
Bina tamamlandığında, yeni aletlerin teslimine kadar günde 300 bin aded,
âletlerin tesliminden sonra yaklaşık 620 bin aded mankur darbedilebilecekti.
n Bakır Temini
Ne var ki depolardaki bakır
stoku tükenmeye başlayınca darb adedi günde 340 bin mankura kadar düştü. İstanbul’da,
Anadolu ve Rumeli taraflarında külçe, kırıntı (lukat), yeni ya da kullanılmış,
hurda kap kacak satın alınarak gündelik darb kapasitesinin 661 bin mankur
civarında tutulması başarıldı.
Aslında bakır hem Darbhane ve
hem de Tophane için gerekli bir ham madde idi. Maden sıkıntısı çekildiği
zamanlarda bakır eşyanın top dökümünden çok para darbına tahsis edildiği
anlaşılıyor. Örneğin Darbhane’ye teslim edilen satın alınmış bakırın 1.000
kantarından ancak 218 kantarının top dökümü için Tophaneye verildiği
görülmektedir.[1356]
On yedinci yüzyılda emekdar
maden ocaklarının, örneğin Gümüşhane madenlerinin istihsali pek önemli
değildir. Ürün yeterli olmadığından madenler emanetle işletiliyor ve eminler
bir senelik müddetle sınırlı olarak madenleri yönettikleri için yatırımlara
girişmiyorlardı. Zira yeni bir kuyu açmak veya madenleri tükenmekte olan
galerilerde yeni lağımlar açtırmak aşırı masraflara mal olmaktaydı. Bu sebepten
ötürü 1690’dan itibaren madenlerin işletme müddetinin 3 yıl olması halinde
yılda 50 bin okka bakır çıkarılabileceği düşünüldü.
Mankur darbı sırasında
Kastamonu’daki Küre bakır madeninden beş ayrı teslimatta 11.019 okka,
Gümüşhane’den de 128.569,5 okka bakır teslim edilmişti. Bu madenlerin Saray
mahzenlerinde depo edilmiş bulunan yaklaşık 400 okka tutan eski ürünleri
Darphaneleri 1690 başına kadar kadar çalıştırdı. Ancak bu tarihten sonra lukat
(bakırcıların kırıntı bakırı), hurda kap kaçak, yeni yapılmış (mamûl-i cedîd)
bakır eşya, külçe v.s. toplam yaklaşık 450 bin okka (578 bin kg.) her nev’i
bakır satın alınmıştır.
b. Hafif Sanayi
Dokumacılık, konfeksiyon,
gıda işleme, değerli taş kesme gibi Küçük Sanayi üretiminde çok daha küçük
sermaye yatırımları yeterlidir. Bu tür sanayi malları üretimindeki biçimsel değişiklikler
sosyal yapı ve şehirleşme ile birlikte kendini göstermiektedir. Örneğin
mumhane, dökümhane gibi kuruluşlar imâretler yanında vakıf kuruluşları olarak
başlamaktadır.[1357]Bununla beraber sabunhane, yağhane gibi tüketim malları, kireçhane
kerpiçhane gibi inşaat malzemesi üreten imalathaneler şehir içinde çeşitli
semtlerde bulunmaktadır. Lonca’lara ve sanatlara göre yapılan küçük üretim
kendilerine ayrılmış mahallelerde yerleşiktir. Oysa Devlete ait baruthaneler
şehir dışına doğru yapılmaktadır.
Bu tür üretim yakın pazarlar
için genellikle yardımcı işgücü kullanmadan el tezgahları ile yapılmaktadır.
Dokumacılık, halıcılık, dikiş işleri, turşuculuk gibi “ev sanayii” de bu tür
içindedir. Örneğin “İstanbul ve Üsküdar’da eskiden beri iki bin yedi yüz elli
adet kumaşçı destgâhı, üç yüz elli adet kemhacı (ipek kumaş, havsız kadife
yapanlar) destgahı, yüz yirmi çatma yasdıkçılar bulunmaktadır.[1358]
Gemi yapımı, metalürji,
Ordu’nun silah ve cephane ihtiyaçları gibi devletin kurup, işlettiği büyük
sanayi kolları ile dericilik, dokumacılık, madencilik gibi yaygın ve kitlesel
üretim yapan işkolları dışında, örneğin “bakır ev eşyası, bıçak, kılıç, kama,
tabanca ve tüfek yapımı, saraçlık ve kuyumculuk” gibi meslekler de Osmanlı
toplumunun bireysel ihtiyaçlarını karşılamaktadır.
Bütün bu meslekler ya
loncalarda usta-çırak yöntemiyle yeterlik icâzeti verilerek ya da babadan oğula
devredilerek devam etmektedir.
Genel olarak bakılırsa, ilke
olarak iç pazar ihtiyacını karşılamaya çalışan Osmanlı sanayi’inde bütün
faaliyet ve mekanizmaların geniş ölçüde devletin denetimi altında olduğu hem
üretim, hem fiyatlar devlet tarafından kontrol edildiği görülmektedir.
Bu bağlamda ister perakende,
ister toptan olsun fiyatlar zaman zaman düzenlenen narh’larla ayarlanıp,
kazançlar tespit ediliyor, bazı durumlarda hammadde veya gıda maddeleri için
ihraç yasakları konuyordu.
Hafif sanayi üretimi, merkezî
yönetime karşı kendi iç bünyesinde ve işleyiş yöntemlerinde özerk bırakılmış bir
esnaf örgütü görünümünde olan “esnaf loncaları”ndan yararlanılarak denetlenir.
Üretilen mal kalitesi, üretim yöntemleri, miktarı ve fiyatları, hammadde ve
yarı mamullerin temin ve paylaştırılması lonca şeyhleri ve kethüdaları
tarafından kadılar, ihtisap ağaları’nın denetimi ile birlikte düzenlenmekte ve
esnaf arasında rekabet engellenmiş olmaktaydı. Böylece küçük sanayi sektörü
devletin ekonomik denetimi altında tutulmuş oluyordu.
(1) Deri Sanayii
Terbiye edilmiş deri’den
çizme, başlık, çadır, koşum takımları, özel giysiler, bazı savaş araçları
yapımında ve ciltçilikte yararlanılmaktadır. Dolayısıyla Osmanlı Ordusu ve
toplumu için vazgeçilmez bir önemi vardır. Diğer taraftan Ahiliğin kurucusu ve
pîri sayılan Ahi Evran’ın debbağ (sepici) olması da bu mesleğin loncalar
arasında itibarlı bir konumu olmasını sağlıyordu.
Dericilik, İstanbul, Edirne,
Kayseri, Ankara, Bursa, Kastamonu, Konya, Tokat, Diyarbakır, Urfa gibi büyük
şehirlerin hepsinde bir sanayi kolu olarak iyice gelişmiştir. Örneğin Fatih
Sultan Mehmed döneminde İstanbul’da Yedikule’de sahilinde 33 adet salhane
(mezbaha) ve 360 adet debbağhane (tabakhane) yaptırılmış, (şimdi Mimar Sinan’ın
eseri Şehzade Camii’nin bulunduğu semtte) bir de saraçhane kurulmuştur. Evliya
Çelebi İstanbul’da çeşitli semtlere dağılmış 700 tabakhane bulunduğunu
söylemektedir. Anadolu’dan ve Rumeli’den gönderilen ham deriler, Mercan
Çarşısı’nda bulunan lonca merkezinde toplanır ve burada “debbağlar kethüdası”
ve “ahi baba” gözetiminde deri işleyen “debbağ” esnafına dağıtılırdı. Debbağlar
da ham derileri işleyip, piyasanın istediği renklerde boyayıp saraç esnafına
satarlardı.[1359]
Deri boyacılığı Tokat,
Kırşehir, Konya, Sivas, ve Edirne’de de gelişmiş bir sanat kolu idi.
Sahtiyan denilen işlenmiş
keçi derisi dış piyasalarda aranmaktaydı. Örneğin “Türk kırmızısı”yla
(alizarin) boyanan sahtiyanlar iç ve dış piyasalarda çok değerli idi. Kırmızı
sahtiyan Diyarbakır’da , sarı Musul’da ve siyah renkli sahtiyan da Urfa’da
üretilmektedir. Ancak dericilik babadan oğula devredilen bir meslek olarak
bütün işleme teknikleri sır olarak saklanmaktaydı. Bu sebeple On dokuzuncu
yüzyıl başlarına kadar Avrupalı üreticiler Osmanlı dericiliğin kalitesine
ulaşamamışlardır. Bu da Avrupa piyasalarında büyük bir talep doğurmaktaydı.
Ancak Kimya biliminde ve teknolojideki ilerlemelerle Avrupa ürünlerinin
kalitesi giderek yükselmiş oysa ortaçağ teknolojisi uygulayan Osmanlı
dericiliği ise ulaştığı yerde kalmıştır.
(2) Saat yapımcılığı
İslâmiyette zamanı tasarruf
etme ve ibadet zamanlarının tesbiti meseleleri Osmanlı toplumunda doğal olarak
bir saat kültürü oluşturmuştu. Mekanik saatlerin kullanılmasından önce de güneş
saatleri ve dolayısıyla müneccimlik bilgileri bu bağlamda yoğun ilgi
çekmişlerdi. Nitekim hemen hemen bütün büyük camilerde güneş saati ve onları
kullanan muvakkithaneler bulunduğunu görüyoruz.
Avrupa’da mekanik saatlerin
üretimine 1300’lerde başlandı. Osmanlı halkının bu alana karşı ilgisi İngiliz
ve İsviçreli saat yapımcılarını Osmanlı pazarları için saat üretmeye yöneltti.
Daha sonra Osmanlı ülkesinde saat ustaları Avrupa’dan temin ettikleri mekanizma
parçalarıyla el yapımı saatler üretmeğe başladılar. Örneğin Takiyüddin
(1525-1585)’in teknik çalışmaları Osmanlı’ların bu alanda teknolojik
ilerlemelerinin bir belgesidir.[1360]
Yeni teknoloji’nin büyük ve
küçük saat yapımcılığında uygulanması sonucu, 1630 -1700 yıllarında İstanbul’un
Galata semtinde saatçiler loncası kuruldu. Osmanlı ustalarının ürettikleri
saatler, onlara bu sanatı öğreten İngiliz ve İsviçreli ustalarınkiyle boy
ölçüşecek nitelikteydi.[1361]
Ancak On sekizinci yüz yılda
Avrupa’da sarkaçlı duvar saati mekanizmalarında teknik buluşlar yapıldı. Saatin
çalışması için gerekli enerji ağırlıkların düşmesi yerine (otomatlar ve bazı
araçlarda olduğu gibi) zemberek kullanılarak sağlanmış, yayların salınımlarında
da pandül’lerde olduğu gibi periyod değişmezliği olduğu bulunmuş hareketin
ayarlanmasında yararlanılmış, uygulamalı mekanikten yardımıyla saat maşası bulunmuş
ve sıcaklık farklarının doğurduğu hataların da elimine edilmesi sağlanmıştır.
Bununla beraber On yedinci
yüz yılda Avrupa ekonomi ve politikasında egemen olan merkantilism mamul
malların ihracını teşvik etmekte ve buna karşılık yeni teknolojilerin dış
ülkelere yayılmasını yasaklamaktadır. Bu önlemler Osmanlı saatçilerinin yeni
teknolojileri görseler de gerekli parçaları temin etmelerini engelledi.
Herşeye rağmen Osmanlı
ülkesinde saatçi ustaları el yapımı çarklar imal ederek orijinal saatler imal etmeğe
devam ettiler. Ancak İngiltere ve İsviçre’de olduğu gibi saat mekanizmalarında
yenilikler icâd etmeyi mümkün kılacak kadar gelişmiş “saat sanayii” ve
teknolojiyi hiçbir zaman kuramadılar.[1362]
(3) Dokuma Sanayi’i
Ham pamuk Adana’dan
geliyordu. Entari yapmak için kullanılan kırmızı üzerine sarı çubuklu “alaca”
ve altı renkli “altı parmak alaca” Diyarbakır, Halep, Şam’dan gelmektedir.[1363]Daha çok kadın giyiminde kullanılan pamuklu bir kumaş olan kutnî
Diyarbakır ve Halep’te üretiliyordu.[1364]Çit (yahut basma) denilen
pamuklular da Halep, Kıbrıs, Urfa ve Antep’de; cübbe, kuşak, entari, örtü
imalinde kullanılan şal Ankara, İstanbul, Tosya ve Halep’te; ipek ve mamulleri
de Bursa ve Tokat’ta, üretilmektedir.[1365]Evliya Çelebi Osmanlı ülkesinin
hemen her yöresinde aba üretildiğini örneğin On yedinci yüzyılın ortalarında
İstanbul’da 300 dükkanda 700 nefer abacı olduğunu yazıyor. Ancak Maraş, Balıkesir
ve özellikle Rumeli’ abaları meşhurdur. Kadınların kullandıkları yemeni,
değirmi gibi ince örtülerin İstanbul yapımı olanları aranmaktadır. Yün
kuşakların Arapkir, Hama, Ankara, Trablus’ta yapılanları makbuldür.
Malatya’nın, Diyarbakır’ın bezleri, İskenderiye ve Kıbrıs’ın pamuklu
tülbentleri, İstanbul’un patiskaları, Urfa’nın basmaları, Mardin, Musul ve
Bağdat’ın pamuklu bezleri , Bursa’nın çeşitli dokumaları, özellikle
peştamalleri, kadifeleri, alacaları, fitilli ve ibrişimli çatmaları, ipekli
kese ve nakışlı kadife yastıkları, İstanbul’un basmaları, diba, kemha, alaca,
kadifeleri[1366]ve altın ya da gümüş tel ile dokunan üzerine inci işlenmiş seraser’i[1367]meşhurdur.
Kısacası her türlü ürün hemen
her bölgede üretilmektedir. Ancak bazı bölgelerin ürünleri diğerleri arasından
temayüz etmişlerdir.
Bursa, İstanbul, Halep, Şam,
Bağdad, Amasya, Ankara ve Hereke’de kumaş üretiminde ün yapmış şehirlerdir. En
çok aranan Türk kırmızısı’ndan başka yeşil, krem, mavi, kahverengi ve nadiren
siyah ve bu renklerin karışımından oluşan çok çeşitlilik içinde kaliteli ve
zevkli kumaşlar imal edilmektedir. Dolayısıyla dokumacılık alt sektörü olarak
kumaş, halı, çini gibi mamuller için de boya üretilmektedir.[1368]
Haleb’te pamuklu kumaş üreten
300 büyük imalathane, ipekli kumaş dokuyan 200 işyeri[1369]bulunmaktadır.
Şam, Bağdad’da üretilen kırmızı ve siyah desenli işlemeli kadın kumaşları ile
kadifeler hem yöresel ihtiyacı karşılamakta ve Mısır, Tunus, Trablusgarb ve
Cezayir ile Güney Almanya’nın şehir devletlerine de gönderilmektedir.[1370]On dokuzuncu yüzyıl başlarında Bursa dokumaları Avrupa pazarlarına
ihraç edilmektedir.[1371]
İstanbul’da da ülkenin
çeşitli bölgelerine ve dış ülkelere gönderilmek üzere pamuklu, yünlü ve ipekli
kumaş imal eden 3.000 dokuma tezgahı bulunmaktadır.[1372]
Hayvancılığın yaygın olduğu
örneğin Selanik, Niş, Sivas, Konya, Maraş, İzmir ve Halep gibi bölgelerde
geleneksel ev sanayi biçiminde halıcılık yapılmaktadır. İngiltere, Fransa,
İtalya ve Amerika gibi dış piyasalara da gönderilen halılar dokundukları yöre
veya şehirlerin adıyla tanınmaktadırlar.
n Kumaş Çeşitleri
“Eski Türk kumaşlarının
desenlerinde yaprak veya çiçekler, veya çiçeklerden yapılmış rumî, hatayî
geçmeler[1373]vardı. Türk kumaşçılığında kullanılan nebatların başlıcaları arasında
stilize nohut, fasulye, kabak ve sarmaşık yapraklar ile lale, karanfîl, sümbül,
gül, nar çiçeği, kadife çiçeği, zerrin, armut çiçeği de vardı. Bunlardan başka
ikiye bölünmüş nar, yelpaze, tavus tüyü, stilize ejder, güneş, çintamânî
denilen çift çizgi üstüne konmuş üç yuvarlak, yalnız ve ay şekli gösteren üç
yuvarlak çintamânî, saplı ayna, selvi, yıldız, rumîler, hatayîler, ağaç
filizleri bulunurdu. Osmanlı toplumunda kullanılan kumaşların adları, türleri
şöyleydi:
Alaca: renklendirilmiş ipekle
dokunur.
Arşın: Altın, gümüş ve ipek
ile dokunur.
Atlas: Genellikle yorgan
yüzü, yatak ve yastık için kullanılan ipekle dokunmuş,düz, hâreli ve muhtelif
renkte sert bir kumaş.
Beşme: Her çubuğu ayrı ayrı
beş renkte dokunur.
Canfes: (Aslı canfeza’dır.)
Cilâsız ince bir ipek kumaş türü,
Çatma: İpekle dokunan
yastıklık ve döşemelik kumaş.
Çitarî: Bir ipek, üç pamuk
ile dokunan ince bir kumaştır.
Çubuklu: Peştamal veya
elbiselik ipekli kumaş.
Çuha: Sık ve tok yünlü kumaş.
Diba: Çeşitli renk ve desende
ipekli kumaş (brocart).
Kemha: 6600 tel ile dokunan,
iki katlı havsız kadife kumaş.
Kutnu : Pamuk ve ipekle
dokunan çiçek desenli kumaş.
Serâser : İnce sırma ve
ipekle dokunan “en makbul kumaş”[1374]
(4) Cam Eşya Sanayi’i
Osmanlı cam işciliği büyük
bir ustalık sergilemekte ve gerek biçim gerekse işlev bakımından çok çeşitli
cam eşya üretilen ileri düzeyde bir sanayi örgütlenmesine sahip olduğunu
çeşitli resmî kayıtlar, belgeler ve seyyahlarla elçilerin mektuplarından
anlıyoruz. Örneğin Rodos kuşatmasında (1522) havan toplarıyla atılan ve çaptığı
yerde infilak eden, fitilli ve barut yüklü « humbara »lar çok kalın cam’dan
yapılmışlardı.
1569’da da Sokullu Mehmed
Paşa, Venedik’e 900 adet cami kandili sipariş etmiştir. Bu kandillerin bir
bölümü boncuk dipli uzun silindir biçiminde, bir bölümü de Memluk ve XVI. yy
îznik kandili tipindedir. Bu kandiller, Topkapı Sarayı’nda sergilenmektedir.
III.Murad zamanından (1578-1595) kalma Surnâme-i Hümâyun’da Nakkaş Osman’ın
minyatürlerinde tekerlekli seyyar cam fırını tasvirinde, çağdaş aletlerin
benzerleri bulunmaktadır. Sürahi, hasırlı şişe, ibrik, kase, maşrapa, laledan,
gülabdan, kum saati, kandil, yel fanusu, kadırga fanusu, ayna ve düz cam
üretilmektedir. Evliya. Çelebi de İstanbul’da 350’den fazla cam kârhanesi
bulunduğunu söyler.
Camcılık İstanbul’da
yapılmakta ve devletçe desteklenmektedir. Saray’da hizmet veren 45 kadar «ehl-i
hiref » denen seçkin sanatkâr zümresi arasında “sercamger” başkanlığında
“camgerân” denilen camcılar gurubu bulunmaktadır. Saray binalarının camlarını
takmakla görevli Camcılar Ocağı aynı zamanda Bostancı Ocağı’nın kollarından
biridir. Camcılara malzeme temini açısından kolaylıklar sağlanmıştı. Örneğin
fırınlar için odun temini ve imalatta “maya” olarak kullanılan cam kırıklarının
ihraç edilmeyerek yalnız cam imalathanelerine satılması sağlanmıştı. Diğer
taraftan cam eşya tacirleri ve camcılar mahsus Tarik-i Hirfet (usta ve tüccar
loncaları) kurulmuştu.
Cam sanayiinin merkezi Eyüp,
Eğrikapı ve Tekfur Sarayı idi. Bakırköy Bârûdhanesi civarında hayvan gücüyle
çalışan çarklar ve dibekler, perdah yerleri, camhane ve güherçile kazanları ve
ocakları vardı. Mercan Çarşısı da taklit mücevher yapımında ün salmıştı.
Ancak On sekizinci yüzyılda
savaşlar Avrupa’daki ticaret dengesini bozmuştu. Batılı cam üreticileri doğu
pazarlarına yöneldiler. Cam eşya, ya Venedik ticaret gemileriyle Doğu Akdeniz’e
ya da önce Portekiz’e sonraları da Flaman ve İngiliz gemileriyle Doğu’ya
gönderilirdi. Zamanla Bati’da Osmanlı zevkine göre cam ürünleri yapılmaya
başladı. Böylece Avrupa’dan cam eşya ithal edilir oldu. Aslında bu bir anlamda
Doğu’daki cam ihtiyacını belirtiyordu. Dolayısıyla yerli üretimi arttırmaya
karar verildi. İstanbul’da, Beykoz,[1375]Çubuklu ve Paşabahçe’de cam
imalathaneleri kuruldu. Avrupa’dan ustalar çağrıldı.[1376]Beykoz
atölyelerinde renkli, renksiz ve opal camlar üretilerek gülabdan, çeşm-i-bülbül
denilen türlerde cam eşya yapıldı.
(5) Hafif Silâhlar ve Teçhizat İmâlatı
Seferlerde Ordu mevcudu
ortalama 300.000’e yaklaşır. ve beraberinde 300 top ve ağırlıklar için nakliye
arabaları bulunur. Anadolu beylerbeyinin emrinde toplanan Anadolu sipahileri
kargı, ok, eğri kılıç, Rumeli beylerbeyinin emrindeki Rumeli sipahileri ise,
süvari mızrağı ve düz namlulu kılıç kullanmaktadırlar. Göğüslerine ve
kollarının dirsekten aşağısına demir göğüslük ve kolluk takarlar, vücutlarının
diğer kısımlarını zincir örme zırhla kapatırlardı.
Osmanlılar Avrupalılardan
daha uzun namlulu ve daha büyük çaplı mermi atan tüfekler kullanmışlardır.
Silah üretiminde piştovların bir kısmı Anadolu’da Karahisar ve Rumelide
Pizrekan, tüfenklerin bir bölümü Trabzon’da üretilir.[1377]Silah imalatında
tüfenkçi, kundakçı, fişenkçi, kılınççı ve bıçakçı esnafı basit el aletleri
kullanıyor, üretim dükkan bazında (atölye) yavaş ve maharet isteyen biçimde
fakat yaygın olarak yapılıyordu.[1378]
(6) Orducu Esnafı
Sefer’den önce Yeniçeri
zâbitleri yahut Enderun ağaları arasından “orducubaşı” ya da «Ordu-yi-Hümayun
ağası» denilen ve ordunun ikmal ve lojistik işlerinde defterdar’a yardımcı
olacak bir görevli seçilirdi. Bu görevli ordunun sefer sırasında silâh ve
techizatın bakımı, tamiri ve diğer ikmal hizmetlerinde ihtiyacı duyacağı
sanatkarların meslek ve sayılarını belirten bir fermanla birlikte atanırdı.
Ordu-yi Hümâyun ağası bu
fermanla eyâlet kadılarına müracaat eder, hangi sınıftan adam isteniyorsa o
sınıfın kethuda, yiğitbaşı ve ihtiyarları tarafından temin olunurdu. Fermanda
sayıları gösterilen ve halk arasında kısaca “orducu” denilen «Ehl-i hiref» ya
da «Erbâb-ı hiref»i (sanat sahipleri) toplayarak yine fermanda ismi belirtilmiş
İstanbul, Bursa ve Edirne’deki toplanma yerlerinden birine gönderirdi.
Orducu olarak gidecek esnafa,
gitmeyenler tarafından hizmetlerine karşılık olarak para verilirdi. Bunların
hizmeti kabul ile aldıkları para şer’î mahkemelerde orducu ile esnaf kethüda ve
ustaları ve şahitler tarafından tescil olunurdu. Orducu’lar sefere giderlerken
toplanma yerlerinden alayla çıkıp ordugâha giderlerdi. Ordu ile beraber hareket
edip yine beraber dönmeleri kanundu.
Ordu-yi Hümayun ağası da,
sefere katılan defterdar’a yardımcı olmak üzere onlarla birlikte giderdi.
3. ÜÇÜNCÜL SANAYİ
Soyut yararlar sağlayan,
zenginlik yaratan ama somut mal üretmeyen Üçüncül Sanayi Sektörü olarak Osmanlı
yönetim sisteminde Merkez ve Taşra yönetim örgütlenmeleri, Mâliye ve İlmiye
teşkilâtı, Vakıf kurumlarının sağlık, konaklama ve ağırlama hizmetleri, meslekî
kuruluşlar (loncalar), derbentcilik, köprücülük, menzil teşkilâtı gibi ulaşım
ve iletişim örgütlenmesini gösterebiliriz. Ancak bütün bu sektörlerde üretimi,
verimliliği, hizmeti arttırma konusunda bilimsel araştırmaların yapılmadığı,
geleneksel yöntemlerle yetinildiği açıktır.
Bu tür sanayi bağlamı içinde
ele alınan Osmanlı ekonomik, sosyal, kültürel ve yönetsel hizmet kurumları ve
ürettikleri soyut değerler ilgili bölümlerde ele alınmışlardır.
4.
SONUÇ
Sanayi kavramının Ekonomi
bilimindeki “hammaddelerin değişikliğe uğratılması ve kullanılması yoluyla
maddî servetler üretilmesine yarayan iktisadî etkinliklerin tümü, ya da
bunların her biri”[1379]tanımı ile Sanayi Devrimi’nin getirdiği anlayışın klasiklerinden olan
“mal ve hizmet üreten ya da sağlayan örgütlenmeler” biçimindeki anlayış aslında
aynı olgunun değişik pespektiflerden görünüşü olduklarından aralarında
anlatımların gerektirdiği geçişlerin yapılabilmesi doğaldır. Örneğin kişisel
imkânlarla ve geleneksel öğretilerle yapılan bireysel bir üretimi “maddî
servetler üretilmesine yarayan iktisadî etkinlik” gibi görülüp sanayi kavramı
içinde değerlendirmek mümkün değil ise de “belirli bir bölgenin bireysel
üretimlerini toplu üretim biçiminde organize etmek” eylemi sanayi kapsamı
içinde algılanabilir.
Aslında “ tüketim ve üretim
malları imal eden Asıl Sanayi Sektörü (ya da genel olarak “Ağır Sanayi” ve
“Hafif Sanayi”) olarak sınıflandırılan İkincil Sanayi ile ona hammadde sağlayan
“Birincil Sanayi” ve soyut yararlar sağlayan, zenginlik yaratan ama somut mal
üretmeyen Üçüncül Sanayi Sektörü”nden hangisinde olursa olsun, “sanayi” ile
“bilim ve teknik” ikilisi arasında vazgeçilemez ilişki vardır.
Aslında bu bağlamda yer alan
temel ve deneysel bilimler içinde bulunduğu çağ’ın şartlarını da belirler.
Özellikle Onyedinci yüzyıl’dan sonra deeneysel bilimlerdeki gelişmeleri
yakından izleyen teknoloji ise kültürlerin maddî uygarlık göstergesidir. Her ne
kadar teknolojiler para gücüyle belirli bir oranda satın alınabilirler ise de,
teknoloji meydana getiren bilimlere sahip ülkeler tüm diğer teknolojisi geri
olan ülkelerden hem zenginlik ve hem de yeni teknojiler üretebilmek açısından
daha ayrıcalıklı konumdadırlar.
Bununla beraber sanayi’nin
gelişmesi bir yandan ülkenin bilimsel ortamına bağlı ise de, diğer taraftan ham
madde kaynakları ile de ilgilidir. Ne var ki ham madde kaynaklarından gerektiği
gibi yararlanmak da yine temel ve deneysel bilimlerin düzeyi ile bağlantılıdır.
Bu bağlamda Osmanlı ülkesinde
temel bilimlerden olan matematik ve fizik özellikle On dokuzuncu yüzyıl
öncesinde yeterince rağbet görmemiş ve Batı’daki gelişmeleri takip edememiştir.
Dolayısıyla Osmanlı ülkesindeki teknolojik yenilikler fırsatlara bağlı olarak
Batı’da geliştirilenlerin tekrarlayıcısı olmaktan ibaret kalmıştır. Bunlar
dışında bazı ampirik düzeltmelerle geleştirilen geleneksel yöntemlerle
yetinilmiştir.
Bu olguya dışardan ve uzaktan
bakılırsa sebebinin kabaca “Sanayi Devrimi gelişmelerini takip edememek ve
yerli üretimde geleneksel yöntemleri zamanında bırakıp yerine ağır ve hafif
sanayinin kurulamaması” olduğu söylenebilir.
Oysa daha yakından bakılırsa
Sanayi Devrimi sırasında Batı yeniçağdaki bilimsel gelişmeleri teknolojiye
uygulamış iken[1380]Osmanlı ülkesinde örneğin Riyâziye (Yüksek Matematik) veya İlm-i Hikmet
(İlm-i Tabi’î, Fizyoloji ve Fizik) gibi temel ve deneysel bilimlerin öğretimi
yapılan medreseler bulunmadığı görülür. Dolayısıyla On dokuzuncu yüzyıl
yaklaşırken Osmanlı teknolojisi ve sanayisi (örneğin gemi yapımı ve topçulukta
Batı’dan aktarılmış birkaç kalem dışında) çağdışı kalmıştı.[1381]
D. TEKNOLOJİ
Genel anlamıyla ele alınırsa
teknoloji bilim’in bir uygulanma alanıdır.[1382]Dolayısıyla
teknolojinin sistematik gelişimi teorik bilim kavramından ayrı düşünülemez.
Diğer taraftan ülkelerin teknolojik gelişmeleri de kendi ekonomik, kültürel,
siyasî, askerî şartları ile de bağımlıdır.
Diğer taraftan teknolojik
gelişmenin bilimler arasındaki ilişkileri düzenleyen dizinlere karşı duyarlı
olduğu açıktır.
Ancak teknolojinin parayla
satın alınabilen ekonomik bir meta olduğunu vurgulamakta fayda vardır. Bununla
beraber saklama, yenileme, geliştirme inisyatifi daima üretici ülkenin elinde
olacak, dolayısıyla teknoloji üretecek bilimsel yeterlililiği olmayan alıcılar
daima üreticilere bağımlı kalacaklardır.
1. TEKNOLOJİ - BİLİM İLİŞKİSİ
Deneysel bilimlerin
yöntemleriyle ilişkilendirilmiş teknolojiyi, bizzat deneysel bilimlerden
ayırmak güçtür. Teknoloji tam anlamıyla bilim sayılmasa bile teknolojik
araştırma bilimsel bir uğraştır. Zira teknolojik çalışmalar bilimsel
denemelerle kontrol edilir. Dolayısıyla bilimsel yöntemler kesinlikle işe
karışır. Bununla beraber bir ülkede teknoloji ampirik yöntemlerin egemenliğinde
ve ancak “el sanatları” düzeyinde kalmış ise, teorik ve deneysel bilimlerden de
uzaklaşmıştır.
Aslında Batı biliminin kendi
dünyası dışında temasta bulunduğu ilk yabancı ortam Osmanlı ülkesi olmuştur.
Tanzimat’a kadar salt bilimler ve teknoloji sahasındaki ilişkilerin, bilgi
akımının tek yönlü olmasının sebebi, daha önce açıkladığımız gibi, Osmanlı ilim
kavramındaki epistemolojik amacın Batı’nın aynı konudaki anlayışı ile
örtüşmemesindendir.
Avrupa ile Osmanlı bilim
anlayışı arasındaki epistemolojik farkı ilk görenlerden biri On yedinci yüzyıl
ortalarında Hacı Halîfe adı ile bilinen bibliyograf ve ilim adamı Katib
Çelebi’dir. Arapça ve Türkçe tarihî, felsefî, toplumsal eserleri, Lâtince’den
tercümeleri yanında konumuzu ilgilendiren yani deneysel bilimlerle ilgili
araştırmaları ve eleştirileridir.[1383]
Bununla beraber Osmanlılar
örneğin ateşli silahlar, haritacılık ve madencilik gibi konularda ileri
teknikleri erken dönemlerde Batı’dan transfer etmişler ve aradaki ilişkiyi
hemen hemen kesintisiz devam ettirmişlerdir.
Gerçi Osmanlılar Mühendishane
(Onsekizinci yüzyıl sonu) ve Mekteb-i Tıbbiye’yi (On dokuzuncu yüzyıl başı)
kurdular. Kâtip Çelebi gibi Batı bilimi ile eleştirisel ilişkileri olan bir
başka Osmanlı ilim adamı da, Osmanlı ülkesinde logaritma kavramından ilk
yararlanan Mühendishane-i Berrî-i Hümayun başhocası İshak Efendi oldu.
2. UYGULAMA SÜRECİ
Osmanlı teknolojisinin kendi
geleneksel yöntemleri içinde kalmış ve transfer edilen yenilikleri uygulamacı,
kopyalayıcı karakterden kurtulamamış olduğunu görüyoruz. Aslında yüzyıllar boyu
devam etmiş olan bu sürec sırasında siyasî , idarî ve askerî tarihin olumlu,
olumsuz verilerinin baskısı altında[1384]ya da özel durumlar gerektirdiğinde[1385]yüzeysel olarak değinilmiştir.
Hatta olayların içinde
yaşamış Osmanlı yöneticilerinin bile bu durumu benzer biçimlerde yorumladıkları
görülüyor. Böylece sorunlar ve sebepleri, araştırmalara gerek kalmadan düşünsel
spekülasyonların mantıkî sıralamalarıyla kolayca açıklanmış olmaktadır.
Gerçi dış ülkelerdeki
bilimsel gelişmelerin, keşiflerin bütünüyle, orijinal halleriyle iktibas
edilmeleri mümkün değildir. Bilimin evrensel olarak kabul edildiği günümüzde
bile kültürel, siyasal, ekonomik hatta psikolojik birçok sebeplerden ötürü,
ülkeler arasında bilimsel bilgi akışı gecikebilir ya da kısmen hatta bütünüyle
kesilebilir. Dolayısıyla bilimin hayata uygulanması demek olan “teknoloji ”
için de aynı durum söz konusudur. Nitekim Osmanlı Devleti de, zaman zaman
uzmanlar çağırıp “know-how” türünde bilgi satın alarak, fazla “bilimselleşmeye
gerek görmeden” Avrupa karşısında kendi teknolojisini bir ölçüde sürdürmeğe
çalışmıştır. Bununla beraber Batılı uzmanlara kâr’dan pay veren, işletme hakkı
tanıyan uygulamacı karakterli Osmanlı teknolojisinde teorik ve deneye dayanan
bilimsel bilgilerden yararlanıldığı söylenemez. Diğer taraftan yalnızca
“uygulamacı” olanlar “teknoloji üretenler”in daima gerisinde kalmış ve onlara
bağımlı olmuşlardır.
Osmanlılarla Batı arasında
yaşanan bu dengesiz teknoloji mücadelesinin şiddeti, Batı’da uygulamalı
bilimlerin gelişimiyle birlikte hızlanarak artmış, üstelik sonuçları ekonomiye,
kültüre ve savaş gücüne de yansımıştır.
3. DURAKLAMA SEBEPLERİ
On sekizinci. yüzyılın sonuna
kadar makineler genellikle tahtadan (ya da tahta ve kısmen demir bileşiminden)
yapılmaktadır. On sekizinci yüzyılın son çeyreğinde metalürji’nin ıslahı ve
(özellikle demir’in) işlenmesiyle ilgili yöntemlerdeki gelişmeler endüstri ve
iş makinelerinin madenden yapılmasına, dolayısıyla bol miktarda madenî eşya
üretimine imkân verdi.
Büyük demirhaneler kuruldu.
Madenden yapılmaları makineleri daha sağlam ve daha hassas kıldı. Üstelik,
örneğin matbaa harflerinin dökümünde olduğu gibi gibi birbiriyle
değiştirilebilen parçalarla imal imkanı sağlanması büyük miktarda ve tam
anlamıyla seri olarak imal edildiler. Diğer taraftan metalürji’de yumuşak
dökümün işlenmesi hadde makinelerindeki gelişmeyi de sağladı.
Diğer taraftan Avrupa’nın
teknik gelişmesinin temellerini bilimle (ve hatta uygulamacı (pratik) bir
felsefe’yle) desteklenmiş yeni bir anlayışla düzenlemeğe çalıştığı görülüyor.
Nitekim devrin en tanınmış filozofları “tekniğin, ne kadar gösterişsiz olursa
olsun, insanları eğittiğini”,[1386]“gerçek felsefenin teknik gücün
zaferine büyük bir hazırlıktan başka şey olmadığı”nı[1387]ileri
sürmektedirler. Nitekim bu bağlamda bir “Sanat ve Meslek Okulu” açılarak
“çeşitli büyük salonlar yaptırılması, her salonun birer mesleğe ayrılması; her
salona orada öğretilecek olan sanatlarla ilgili ya da gerekli mekanik âletlerin
tamamını kapsayan bir oda eklenmesi»; öğretmenlerinin de, zanaatkar
öğrencilerin bütün sorularına cevap verebilmek, onları her konuda
aydınlatabilmek ve bir gün buluşlar yapabilmelerine fırsat vermek için fizik ve
matematik alanında uzman olmaları gerektiği» önerilmektedir.[1388]
Oysa aynı dönemlerde Osmanlı
zenaatkârları daha farklı sorunlarla karşı karşıya kalmışlardı.
a. Yanlış Korumacılık
Osmanlı devleti , kendi
imalatçılarını dış rekabete karşı korumak amacıyla sistemli bir politika
geliştirmemiştir. Bu bağlamda yerli esnafın ve sanatkârların ürettiği mallarla
rekabet eden Avrupa sanayicilerinin, iş adamlarının mallarına karşı bile
örneğin gümrüklerde hiç bir koruma önlemi alınmamış,[1389]bazı mallara
ithal yasakları bile konulmamıştır.
Korumacılık ilke olarak
silah, at, bakır veya tahıl gibi askeriye için gerekli olan malzemenin
ihracatının yasaklanmış olmasından ibaret kalmıştır. Bunlar dışındaki yerli
üretimin ihracatının yasaklanması da, ancak iç talebin artmasına bağlı olarak,
örneğin deri, pamuk ve palamut gibi mallarda yapılmaktadır.[1390]Yine örneğin ham ipek’in kullanımı Müslüman erkekler için çok sınırlı
olması sebebiyle ihracatı serbest bırakılmıştır.
Dolayısıyla askeriye için
üretim yapan ya da üzerinden önemli ölçüde vergi sağlanan malları üreten esnaf
devletin koruması altına alınmış,[1391]bunlar dışında “çarşı-pazar
ekonomisi”nde yer alan esnaf ise, lonca ve gedik sisteminin rutin kuralları
içinde kalarak bir yandan ham madde sıkıntısı ve diğer taraftan üretim
sınırlamaları arasında sıkışmışlardır.
a. Üretimin Sınırlanması
Bazı ritüelleri ile bir
tarikat sistemini andıran lonca örgütleri tasavvuf’tan kaynaklanan dürüstlük, kanaatkârlık
kuralları ile esnafı ahlakî ve meslekî yönlerden eğitmektedirler. Her iş
kolunun kendi lonca’sı yaptırımlı denetimleri ile üretimin standart kalitesini
korumakla beraber, bir yandan da işyeri sayısını sabit tutarak ve piyasa
rekabetini önleyerek sosyal güvenceyi sağlıyan kapalı bir iktisat sistemi
oluşturmaktadır.
Üreticilerin ve
zenaatkârların kullandıkları en önemli ham maddeler pamuk, ipek; kereste ve
demirdir. Bunların bazılarına sık sık konan ihraç yasaklarına rağmen, iç ve dış
piyasalarda teminindeki güçlükleri ve yetersizlikler sebebiyle esnafın eline
talebi karşılayacak ölçüde malzeme verilememektedir.
Dolayısıyla özellikle bu ham
maddelerin stokçuların eline geçmesini önleyerek ustaların hiçbirini işsiz
bırakmayacak şekilde dağıtılmasını, diğer taraftan üretilen malların ihtikârsız
satışını da loncalar sağlarlardı. Satışlar hükümet ve lonca temsilcileri
tarafından tespit edilen narh’lar üzerinden yapılırdı. Böylece her işkolunda
arz ve talep arasında kapalı bir denge sağlanırdı.
b. Gedik Yöntemi
On sekizinci yüzyılda ortaya
çıkan gedik (tekel) sistemi hirfet içinde, esnaf’ın yaptığı işi başkalarının
yapamaması ve satacağı malı başkalarının satamaması ve sanatını icrâ edebilme
yetkisidir. Bu sistemde her sanat kolunun üyelerinin sayısı değiştirilemez
biçimde belirlenmiştir. Aralarından biri herhangi bir nedenle ayrılsa veya ölse
yerine gelecek kişinin kural ve geleneklere göre seçilmesi ve ayrıca kadı
siciline işlenmesi gerekiyordu.
Esnaf önce “usta” sayısı
olarak belirlenmişken daha sonra uygulamada “sanat aletleri”olarak da
sınırlandırılmıştır. Buna göre esnaftan biri ustalık hakkını ancak âlet ve
edevatı ile birlikte devredebilmekteydi. Bu uygulama bir sanat ve ticaret
dalında kaç kişi uğraşır, içinde sanat ya da ticâret icra edilen kaç dükkan
bulunabileceğini tespit ediyordu.[1392]
Esnaf loncaları asırlar
boyunca çok az değişikliğe uğramış ve dolayısıyla yüzyıllar içinde esnaf
zihniyeti hiç değişmemiştir.
Bununla beraber İstanbul,
Bursa, Edirne ve Selanik gibi büyük şehirlerde özellikle dış talebin daha fazla
üretimi gerektirdiği dönemlerde, sık sık lonca sisteminin dışında yeni
işyerleri açılmıştır. Böyle durumlarda hükümet loncalar lehine müdahale ederek
mevcut durumu muhafazaya çalışıyordu.
Böylece Osmanlı ekonomisinde
ne tımar sistemi, ne de genellikle yöresel ihtiyacı karşılamak üzere loncaların
bünyesinde örgütlenmiş küçük işyerleri sanayi’de kullanılabilecek ölçüde büyük
sermaye birikimleri meydana getirebildi. Oysa lonca sistemi dışında,
sermayesini bizzat devletin koyduğu ve Ordu’nun silah, araç ve gereçlerini
sağlayan ya da ihracat için üretim yapan yüzlerce işçinin çalıştığı büyük
tesisler kurulduğunu da görüyoruz.
Diğer taraftan esnaf
loncaları iş kolları esasına göre düzenlenmiş olmakla beraber mahiyetleri
itibariyle maddî ve manevî işlevleri vardır. Loncalarda dükkan ve usta
sayısının eşit, üstelik dondurulmuş olması, usta-çırak ilişkilerinin sıkı
kurallara bağlı kalması bir anlamda işkollarında “tekel” uygulaması gibi
algılanabilir.
Usta sıfatını alabilmek için
bir ustaya uzun yıllar önce çırak olarak hizmet etmek, sonra sırasıyla kalfa ve
usta olarak peştemal kuşanmak mümkündü. Ne var ki boş bir yer (gedik) bulmak
ancak ustanın yaşlanarak işi bırakmasiyle veya ölmesiyle açılabilirdi.
Diğer taraftan gedik yöntemi
esnaf ve zanaatkârların iş ve çalışma imkânlarını çok sıkı sınırlandığından,
kırsal kesimden kente akın eden işsiz kitlelerin emeğini ucuza kiralayıp sınaî
üretime geçebilmek mümkün değildi. Dolayısıyla sanayi işcisi gibi yararlanmak
mümkün olamadığından, bekâr odalarında yatıp kalkarak uygunsuz hareketler
içinde yaşayan, asayişi bozan işsiz güçsüzlerin köylerine geri gönderilmesine
çalışılmıştır.[1393]
On yedinci yüzyılın
başlarında esnafın arasına yabancı girmemesini, üretim biçim ve hacminin
denetlenmesini daha da sıkılaştıran fermanlar çıkarılmıştır. On sekizinci
yüzyıla gelindiğinde gedikli esnaf hem “yaptığı işi başkalarının yapamaması” ve
“ürettiği (ya da sattığı) malı başkalarının satamaması” açısından, hem de “gedik”
yalnızca sayı olarak değil sicile “kayıtlı sanat aletleri” ile de sabit
tutularak bir tür “dondurulma” altına alınmıştır. Boşalan bir gedik’in “ustalık
hakkı” alet ve edevatı ile birlikte devredilmektedir.
c. Rekabet’in Önlenmesi
Osmanlı kentlerinin hepsinde
mevcut olan esnaf teşkilâtını bir anlamda On üç ve On dördüncü yüzyıllardaki
Ahilik hareketinin devamı gibi düşünebiliriz. Diğer taraftan Devlet de
Ahilik’in üretim ve ticarette yüzyıllardır uyguladığı “rekabet yerine
yardımlaşma” ilkesini kabullenmiştir. Örneğin öteden beri var olan gedik usulü
devam ettirilerek dükkan sayısının sınırlandırılması, bir yönüyle esnafı koruma
anlamına gelse bile, genelde fazla kazanç elde edebilme yollarını engelleyerek
atılımcı ve yetenekli esnafın önünü kesmektedir. Örneğin birden fazla dükkan
sahibi olmak veya dükkân (atölye) yerini değiştirmek gibi istekler, lonca’nın
uygun görmesi ve devletin müsaade etmesine bağlı olarak çok zor
gerçekleşmektedir.
Esnaf ve sanatkârlara üretim
için gerekli olan ham madde, aralarındaki rekabeti ortadan kaldıran gelenekler
ve töreler kesin olarak uygulanarak verilmektedirler.[1394]Bu malzeme lonca
şeyhi, kethüda ve yiğitbaşı aracılığı ile taksim ediliyordu. Dolayısıyla
yalnızca ham madde sağlanması değil, üretimin de geleneğe bağlı ve miktarı
sınırlandırılmış olarak yapılması denetlenmektedir.
Rekabetten yoksun olduğu için
Osmanlı üreticileri arasında reklam ve yenilik konuları düşünülmemektedir.
Üstelik dükkan (atölye), âlet- edevat cins ve miktarı arttırılamadığı için
Osmanlı üretim sektöründe üretim yöntemlerinin modernleştirilmesi de mümkün
olamamıştır.
d. Ampirik İmâlat Yöntemleri
Anadolu’nun muhtelif
yerlerinde demir ve bakır madenleri vardır. Dolayısıyla bu madenlerin yakın
çevresinde olan şehirlerde “temürcüler, bakırcılar, kuyumcular, kazancılar,
kılıççılar, bıçakçılar ve çilingirler” gibi isimlerle anılan ve hepsi aynı
konuda maden işleme sanatlarıyla ilgili pek çok dükkan (atölye)ın bir arada
bulunduğu sokaklar hatta mahalleler bulunmaktadır.[1395]Bu atölyelerdeki
perakende üretim, ahilik gelenekleriyle, usta’dan öğrenildiği biçimde ve
geleneksel yöntemlerle yürütülmektedir.
e. Standart Bulunmayışı
Bu bağlamda en çarpıcı örnek
top imâlatıdır. On beşinci yüzyıldan itibaren top namlusunun eğim açısını
değiştirmeyi mümkün kılan kundaklar yapıldı.[1396]
On altı ve On yedinci
yüzyılların savaş stratejileri genellikle kuşatmalar üzerinde yoğunlaştığından,
bir yandan istihkamlar diğer taraftan da kuşatma ve savunma topları
geliştirildi. Tahrip gücünün arttırılması için namluya verilecek eğim açısının
ve gülle’nin namludan çıkış hızının balistik eğri üzerindeki teorik etkilerinin[1397]önemi ortaya çıktı. Örneğin gülle (dâne, mermi) yataya yakın bir yol
izlerse “zinde kuvvet”i ve çarpma sırasındaki etkisi artar, ancak menzil
kısaltılır. Namluya eğim verilirse menzili artar fakat tahrip kuvveti azalır.
Bütün bu sorunların çözülmesi için gaz kaçakları ve barut kalitesi, geri tepme
kuvveti ve kundak frenleri gibi o zamana kadar dikkate alınmayan mekanik ve
dinamik problemlerinin çözümüne gerek duyuldu. Dolayısıyla Avrupa topçuluğunda
On sekizinci yüzyılın ortalarına doğru topçuluk teorisinde o zamana kadar
yapılmamış bazı hesaplamalar yapıldı.[1398]
Gaz kaçakları açısından en
önemli gelişme top namlularının[1399]ve dane çaplarının
standartlaştırılmasıdır. Savaşta çeşitli topların ağız çapına uygun “dane”
bulmak pratik olarak çözülemez lojistik problemler ortaya çıkarmaktadır.
Dolayısıyla çoğu kez ağızdan girebilen herhangi dane kullanılmaktadır. Bu da
gaz kaçaklarını arttırıp atış menzilini düşürmektedir. Namlu iç çapları “4, 8,
12, 16, 24” pus[1400]olmak üzere yüzyılın daha ikinci çeyreği başlarında[1401]beş kategori üzerinde standartlaştırılmıştı.
Bu dönemde her ülke kendi
standartlarını uygulamakta iken savaştığı Avrupa ülkelerinden eline geçen
topları kopyalayan Osmanlı Ordusu’nda kullanılan top çapları ise aynı oranda
çeşitlenmişti.
Teorik çalışmalar yapmayan
Tophâne-i Âmire bu değişikliklere duyarsız kaldı. Zaten On sekizinci yüzyıl
sonlarında “Mühendishâne-i Bahri-i Hümâyun” ve “Mühendishâne-i Berri-i Hümâyun”
isimli yüksekokulların kurulmasına kadar Osmanlı ülkesinde bu tür teorik
çalışmalar yapılamadı. Bu tarihlerden sonra görüldüğü gibi Avrupa top ve top
arabaları imalatında On sekizinci yüzyıl sanayi devrimi öncüsü olan
standartizasyon belirtilerinin Osmanlı ülkesinin seri imalat ortamını en iyi
temsil edecek olan Tophane-i Âmire’de ve Top Arabacıları Ocağı’nda algılanması
teorik ve pratik olarak mümkün değildi. Dolayısıyla askerî imalatta
standartlaşmanın savaş alanlarında sağlayacağı lojistik ve stratejik yararlarla
beraber, sanayi imalatın gerekleri de anlaşılamadı.
f. Ham Madde Sıkıntısı
Osmanlı devleti özellikle
askerlik alanında başlangıçtan beri yeni teknikleri uygulamaya çalışmıştır.
Ancak On yedinci yüzyıl sonlarında güçlenen merkantilizm sebebiyle Batı ile
iktisadi ve teknolojik ilişkileri güçleşmiştir. Bu süreç içinde teknoloji ve
iktisadi kalkınma için gerekli olan ormanlar (kereste ve yakacak odun) gibi
doğal kaynaklar azalmış, açık işletilen ya da yüzeye yakın çıkarılabilen
madenleri azalmıştır.
Avrupalılar On altıncı yüzyıl
başlarında keşfettikleri Amerika’da Peru ve Meksika’dan ele geçirdikleri gümüşü
yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı pazarlarına sürünce, bu yeni alımgücü, genel
olarak yıllık % 06 civarında artan fiyatları birden % 200’lere fırlatmış ve
üretim-tüketim dengesini bozmuştur. Hububat fiyatları yükselmiş ve ham madde
kaçak olarak yurt dışına satılmaya başlanmış, esnaf ve sanatkarların ham madde
sıkıntısı çekmesine sebep olmuştur.
“İhtisab Kanunnâmeleri”nde
zenaatkârlar arasında ham maddenin taksimi, gerekiyorsa gümrük resmi alınması
görevi muhtesip’e verilmiştir. Bu hizmetlerin yürütülmesi sırasında esnafın
hakkını “esnaf kethüdaları” temsil etmektedir.
g. Merkantilizm’in Etkileri
Merkantilist politika
baskısının ortaya çıkışı ile 1664 Fransız Doğu Hindistan Şirketi’nin
kuruluşunun ve Osmanlı deniz gücünün ortadan kaldırıldığı 1669 tarihi ile aynı
yıllara gelmesi, bir yandan Uzakdoğu karayolu ticareti kapanırken, diğer
taraftan da Osmanlı Devletinin Uzakdoğu ile deniz ticareti sağlaması ihtimalini
bütünüyle imkansız kılmıştı. Bu arada teknoloji ve iktisadi kalkınma için
gerekli olan madenler, ormanlar (kereste ve yakacak odun) gibi doğal kaynaklar
azalmıştır.
Osmanlı Devleti’nin bu
sıralarda ormanları, yüzeye yakın ya da açık madenleri azalmış ya da tükenmiş,
kıymetli maden stokları ise bitmiştir. Avrupa merkantilist politikasıyla hem
Uzakdoğu karayolu ticaretini baltalamış, hem de değerli maden satışlarını,
bilgi ve teknoloji iletişimini engellemiştir. Kısacası Osmanlı devleti ekonomik
açıdan güçsüz ve yalnız bırakılmıştır.
h. Esnaf ve Sanatkar Kavgaları
On altı ve On yedinci
yüzyıllardan sonra ham madde darlığı daha da şiddetlenmiştir. Dolayısıyla esnaf
arasında ham madde darlığının yarattığı paylaşma sorunları da iyice
artmaktadır.[1402]Fütüvvet edebiyatının “dirlik ve düzen ve uhuvvet (kardeşlik)”
telkinlerine rağmen esnaf arasında “marifet yerine kavga ve çekişmeler” çıktığı
görülüyor.[1403]
Bununla beraber Osmanlı esnaf
ve sanatkarlarının ellerindeki çok sınırlı miktardaki ham maddeyi
paylaşmasından doğan çekişmeler, aynı dönem Avrupasında iş ve üretim alanındaki
sürüm ve satış konusunda meydana gelen rekabet’den mahiyet olarak tamamen
farklıdır.
Bir taraftan meslekte ve
sanatta lonca ahlakının teşvik ettiği aşırı gelenekçilik, diğer taraftan iş
yeri sayısı ile birlikte âlet ve edevatı bile aynen devir ettiren gedik sistemi
gelişmeyi durdutmuş, hatta göreceli olarak geriletmiştir.
Ne var ki esnaf ve sanatkar
sınıfları arasında ham madde temini, üretimin satılması gibi konularda niza ve
sürtüşme arttıkça fütüvvet ahlakı da yanlış olduğu kadar zararlı biçimde
yorumlanarak pasif korunma stratejisi biçimine getirilmiştir. Başka bir deyişle
dışarıya (ayrı meslekten olanlara) hoşgörüsüz davranışlar, aynı meslek gurubu
içinde kayırma ve kollama biçiminde, fütüvvet ruhu açısından seviyesiz
dayanışma biçiminde devam etmiştir.
4. TEKNOLOJİ TRANSFERLERİ
Balkanlar’dan Avrupa
ortalarına kadar açılan Osmanlı’lar ile Batı kültürü arasında on beşinci yüz
yıl başlarından itibaren dolaysız kültürel ilişki devam etmiştir.
a. Göçler-Sığınmalar
Yahudi’ler On beşinci yüz yıl
sonu ve On altıncı yüz yıl başlarında İspanya’dan sürüldüklerinde, Osmanlı
devleti kendilerini uyruk olarak kabul etti. Yeni gelenlerin sahip oldukları teknik
bilgiler, Latin harfli matbaanın Avrupa ile hemen hemen aynı zamanda
kurulmasına katkısı oldu. On altıncı yüzyılın ortalarında ve On yedinci
yüzyılın başlarında Latin hurufatiyle basım yaptılar.
On altıncı yüz yıl boyunca
Osmanlı İmparatorluğu’na sığınan Macar Kalvinistleri de Batı’dan teknik bilgi
transferi sağladılar.
Bunlar dışında Kont de
Bonneval[1404]gibi münferit sığınmacıların da kendilerinden teknolojik bilgi
edinilmesi açısından yararları olmuştur.
b. “Tâife-i Efrenciyan”
Bu yöntemin ilk ve ünlü
örneği, önceleri Bizans İmparatoru’nun hizmetinde iken Fatih Sultan Mehmed’in
İstanbul’un kuşatılmasında büyük bir top döken Macar döküm ustasıdır.[1405]
Osmanlı kaynaklarında,
örneğin ta’ife-i efrenciyan diye adlandırılan yabancı teknisyenlerin[1406]“müşâhere-hâran”[1407]faslından ücretlerini dört aylık taksitler halinde alırlar, yıllık
bütçe hesaplarında bazan ayrı, bazan da saray esnafları (zanaatkarları) ya da
ehl-i hiref ta’ifesi ile birlikte sınıflandırılırlardı.[1408]
Saray’daki “ehl-i hiref
ta’ifesi” ile “taife-i efrenciyan” gurubu ayrı ayrı belirtildiği ender durumlar
dışında, yabancı teknisyenlerin kesin sayısını bütçe kaynaklarından saptamak
mümkün değildir. Bütçe hesapları bunların kısa bir dönem için (kuvvetli
ihtimalle teknik danışmanlık gibi bir hizmette) istihdam edildiklerini
belgeliyor.[1409]
Rönesans İtalya’sı ile
Osmanlı imparatorluğu arasında da mühendis, zanaatkar ve yapı uzmanlarının
sürekli gidip geldiği bilinmektedir. Göçmen veya danışman olan bu uzmanlar
sayesinde, Osmanlı’lar en yeni gelişmeleri yakından izleme olanağını
buluyorlardı. Bu arada döneminin asker yazarları ve gezginleri Osmanlıların
İtalyan, Fransız, Alman, İngiliz, ve Hollandalı mühendis ve topçuları yabancı
uzman olarak hizmetlerinde çalıştırdıklarını söylemektedirler.[1410]
Diğer taraftan Evliyâ Çelebi
Tersâne’de çalışan 3000 marangozun Müslim, gayrimüslim reâyâ ve Frenk karışık
olduklarını söylüyor.[1411]
E. TİCARET
Osmanlı ülkesinde çok canlı
bir ticaret hayatı olduğu söylenemez. Zira tıpkı sanayi üretiminde olduğu gibi
iç ticarette de devlet, kendi kendini dengeleyerek gelişecek bir sistem
oluşturmak yerine, asgarî standartlardan aşağı düşmeyecek stabil bir istikrarı
sağlamak için narh’lar koyarak, şehirler arasında gümrük uygulayıp yerel
satışları ve piyasayı etkilemektedir. Üstelik mesafeye bağlı olarak şehirler
arasında da altın ve gümüş’ün alım değerine göre para kuru farklı olmaktadır.
Sigortacılığın bulunmayışı
tüccarları çeşitli risklere karşı çok daha duyarlı kılmış, özellikle dış
ticarette Batı’da olduğu gibi deniz ticareti yoluyla uluslararası iş yapan
firmalar kurulamamıştır.
1.
İÇ TİCARET
Osmanlı Devleti’nin tarım ve
diğer sanayi kollarındaki üretimlerde olduğu gibi ticaret üzerinde de denetimi
vardı. Canlı hayvan, ot ve saman gibi maddelerin toptan satışları şehirlerde
kurulan “at pazarı, saman pazarı” gibi isimlerle bilinen açık pazarlarda
olurdu. Diğer malların toptancılığı bazan “kapan” da denilen toptancı
hanlarında yapılırdı. Hanların da her biri “unkapanı, yağ kapanı, sebze hanı,
ipek hanı, pamuk hanı gibi tek cins malın ticaretine ayrılmıştır.
Ahalinin ekmek ihtiyacını
karşılamak üzere ucuz zahire satın alan mübayaacılar bulunmaktadır. Bunlar
“zahire nâibi”ne bağlı olarak çalışmaktaydılar. Şehir ambarlarında bir yıllık
ihtiyacı karşılayacak ölçüde zahire bulundurulmaya çalışılırdı.
Devlet bazı sınırlamalar ve
zorunluluklar koyarak piyasayı kontrol altında bulundurmaktadır. Örneğin gerek
satışlara narh koyarak ve gerekse bazı mallara yed-i vâhid (tekel) uygulayarak
iç piyasada fiyatların sabit tutulmasına çalışıyordu. Ayrıca Osmanlı ülkesi
dahilinde ticarî malların bir bölgeden diğerine geçişi sırasında iç gümrük
uygulanmaktadır. Böylece tarım veya sanayi mallarının üretildikleri bölgelerde
tüketilmesi ve her bölgeyi ekonomik bakımdan kendi kendine yeterli kılarak
malların büyük tüketim merkezlerine akmasını önleyip, göreceli fiyat artışları
önlenmek istenmiştir. Yine örneğin tahditler koyarak iç piyasada darlığı
çekilen yapağı, pamuk, ipek ve bakır gibi hammaddelerin, hububatın dışarıya
satılmasını engellemektedir. Kapitülasyon anlaşmalarıyla ithal gümrükleri (% 3
ile) dondurulmuş ise de Osmanlı devleti dışarıya sattığı mallara bazan % 33’e
kadar varan yüksek gümrükler uygulamaktadır.[1412]
İstanbul ve diğer büyük
şehirlerin ihtiyacını kendi yakın çevrelerinden karşılamak mümkün değildi. Et
ve buğday gibi temel tüketim maddeleri, ya da (zaman zaman kullanımı yasak
edilse de) kahve gibi mükeyyefatın alım, taşıma ve depolama işlerinin % 80 veya
90’nı büyük tâcir ve toptancılar tarafından sağlanıyordu. Evliya Çelebi’ye
göre, sırf İstanbul’daki büyük tüccar ve toptancılar grubu bütün çalışanlarla
birlikte 15.160 kişiden oluşuyordu ve bunların 3.188 dükkânı, mağazası ve
ambarı vardı.
a. Bedesten’ler
Bedestenler, büyük
tüccarların çalıştığı, kıymetli malların satışı yapılan, bekçileri bulunan,
akşamları kapanıp, sabahları açılan demir kapıları olan her tarafı kapalı
kapalı alışveriş merkezleridir. Şehirlerde bir veya birden fazla “bedesten”
vardır.[1413]Bedesteni bulunmayan şehirlerde bu işlev, civar da, yol kavşağı veya
köprü yakınında bulunan bir kervansaray’da görülür.
Kapalıçarşı’lar bedestenden
çok daha büyüktür. Üstelik kapalı çarşıların içinde ayrıca bir bedesten de
bulunabilir. Ancak kapalıçarşılar şehirde üretilen her çeşit malın sergilendiği,
hatta bazı hizmetlerin verildiği, gün boyu hareketli olan alışveriş merkezidir.
Uzun bir ana cadde ile ona bağlanan sokaklardan oluşur. Yan sokaklar
üzerlerindeki dükkânları işleten Tenekeciler, Terziler, Yorgancılar gibi hizmet
erbabının ya da Çerçiler, Çanakçılar, Kaftancılar gibi esnafın yaptığı işlerin
adıyla anılırlar. Çarşı kapıları akşamları kapanır. Bu çarşılarda bulunan
dükkânlar başlangıçta özel mülkiyette iken, sonraları vakıflara
bırakılmışlardır.
Bedestenlerin çevresinde hem
gece konaklama ve hem de ticaret yapılan han’lar bulunmaktadır. Tüccarlar
mallarını handa saklayabilirler. Nitekim bir malın ticareti yapılan hanlar o
malın adıyla bilinirler. Dolayısıyla kentteki han sayısı ve hatta şöhret bulmuş
bazı han isimleri şehirlerin ticârî faaliyetteki önem ve özelliklerini
gösterir. Örneğin Bursa, Kayseri, Sivas, Ankara gibi yerlerde bedesten
çevresindeki hanlar ve dükkanlar bu şehirlerin ve hatta çevre yerleşimlerinin
alışveriş merkezini oluşturur. Diğer taraftan bu merkezler arasındaki kervan
bağlantıları da aynı derecede önemlidir.
Bu hanlar arasında günümüze
ulaşabilenlerin birçoğu, örneğin İstanbul’da Tahtakale, Sultanhamamı,
Fincancılar, Mahmutpaşa gibi alış veriş merkezlerinde hâlâ faaliyetlerine devam
etmektedirler. Mukataa kayıtlarında hanlara ait gelirler değişik yerlerdeki
medrese ve zaviyelere hasılat olarak gösterilmişlerdir. Han geliri hana
gelenlerin konaklama ücretleri ile hanın dükkân kiralarından oluşur. Hanın ön
cephesinde sıra dükkanlar dışında orta avlu üzerindeki dükkanlar ve avluya
bakan iş yerleri daha çok tarım ürünleri pazarlamasında kullanılmaktadır.
Hanlar “Ömer Âbid, Katırcıoğlu” v.b. kurucularının isimleri ile ya da Penbe
(Pamuk) hanı, Pirinç hanı, İplikçi hanı gibi toptan satışı yapılan ürünün adı
ile, yahut Yağkapanı, Unkapanı gibi tek cins malın toptan şatışı yapılanlar,
hatta “yolgeçen hanı” gibi fonksiyonel özellikleriyle tanınır. Han avlusundan
depolanan maldan han yönetimi sorumludur. Dolayısıyla han kapıları demirden ve
gayet muhkem olup akşam kapanıp, sabah açılır.
b. Kapan Hanları
Her biri tek bir cins ticaret
maddesinin toptan satış ya da dağıtımına hizmet eden kapalı alış veriş
yerleridir. Anadolu’da, Kapan hanlar Selçuklulardan beri bulunuyordu. Ancak
kapan hanlar Anadolu’da Fatih’ten itibaren abidevi yapılar halinde gelişli.
Bunların yapılışında vakıf topraklarının azalması göz önüne alınarak hayır
kurumlarına sürekli gelir kaynakları bırakma çabası görülmektedir. Osmanlı
döneminde pazarların kapalı ortama çekilmesinin başka bir nedeni de kentlerde tüketici
kitlenin kalabalıklaşmasıdır. Dolayısıyla kısa zamanda han içi alım satım
merkezleri tercih edilir oldu.
Kapan hanlarının boş
duvarları çok yüksek tutulmuştur. Tek katlı bir yapı biçiminde olup dışa dönük
yüzleri çoğunlukla sokağa açılan dükkanlarla çevrilmiştir. İç avlunun etrafında
iki kat üzerinde sıralanmış odalar bulunmaktadır. Bütün malların kantarlanması
ve satıcı ile alıcı arasındaki işlem açık avluda geçer. Kapan hanları, bir tür
malın kapalı pazar yeri olma işlevini fermanla tekeline geçirdiği için burada
depolanıp perakendeciye ve esnafa satılacak ticari mal başka yerde pazarlanamaz
ve satış muamelesi yapılamazdı. Kapan hanlar, toplayıp dağıtma işini yaptıkları
malın adını alıyordu. Un kapanı, Sebze kapanı, Pamuk kapanı, Pirinç kapanı, Yağ
kapanı, İpek kapanı gibi. Zamanla hanlar bir ferman ele geçirip “kapan” olma
çabasına girmişlerdir. Özellikle bir bölgede en önemli ürün için böyle bir
ferman edilirse kapan hanın geliri de fevkalade yükselmektedir.[1414]
2.
DIŞ TİCARET
Devletin dış ticarî
karayolları İran üzerinden Semerkant’a ulaşan “İpek Yolu” olarak bilinen yol,
Arabistan’a giden Şam yolu ve İstanbul-Belgrad yolu’dur. Bu yollar üzerinde
emniyeti sağlamak için hanlar ve kervansaraylar inşa edilmiş, dağbaşlarındaki
geçitler ya da köprü gibi tehlikeli yerlerde “derbentçi” denilen ve hizmetleri
karşılığında vergiden affedilen sürekli muhafızlar görevlendirilmişti.
Osmanlı Devleti’nin
komşularıyla ve diğer Asya-Avrupa ülkeleriyle olan ticarî ilişkileri Trabzon,
İstanbul, İzmir ve İskenderun limanlarını ve Bursa’yı önemli birer ticaret
merkezi yapmıştır. Osmanlılarla İranlılar ve İtalyanlar arasında başlayan bu
ticarete On altıncı yüzyılda Fransa’ya kapitülasyon imtiyazları verilmesi ile
önce Fransız tüccarları da eklenmiştir. Ancak daha sonra kendilerine ticarî
imtiyazlar tanınan başka Avrupa ülkelerinin tüccarları da katılmışlardır.
Büyük tâcirler tarafından
Venedik, Fransa veya İngiltere’den gelen yünlü kumaşlar, Çin ipeklileri,
Hindistan baharatı, Rusya kürkleri, Doğu halılarının ticareti yapılıyordu.
Genellikle dokundukları Selanik, Niş, Sivas, Konya, Maraş, İzmir ve Halep gibi
bölge ve şehirlerin adıyla tanınan ev ürünü halılar, İngiltere, Fransa, İtalya
ve hatta Amerika’da alıcılar bulmaktaydı.
İpek ticareti için Bursa’ya
gelen Venedikliler ham ipek ve ipekli dokuma karşılığında çuha (yünlü kumaş),
kağıt, sabun ve kumaş, Ruslar ise getirdikleri kürkleri değişmektedirler.
Yine her yıl ipekli kumaş
satın almak üzere İran Sarayı’ndan özel görevliler gönderilmekte ve bunlara
gümrük resimleri bakımından bazı kolaylıklar ve ayrıcalıklar uygulanmaktaydı.
Halep’te, Bağdad’da üretilen kumaşlar yerel ihtiyacı karşıladıktan başka, Kuzey
Afrika eyaletleri ve Güney Almanya şehir devletlerine de satılmaktadır.
On altıncı yüzyılın ikinci
yarısına kadar en fazla ticaret Venedik’le yapılmaktadır. Hatta Mısır ve
Suriye’deki baharat ticareti bile Venediklilerin eline geçmişti. Venedik,
Osmanlı limanlarına yünlü, işlemeli kadife, züccaciye, kağıt gibi işlenmiş
sanayi ürünleri de getiriyor, buralardan baharat, ipek, yün, pamuk ipliği,
deri, ecza maddeleri alıp götürüyordu. Bununla beraber On yedinci yüzyılda ve
daha sonraları Venedik, Fransa karşısında Osmanlı pazarlarındaki önemli yerini
kaybetmiş oluyordu.
On yedinci yüzyıl’ın sonlarında
Viyana Kuşatması Batı’yla, On sekizinci yüzyılın başlarındaki İran Savaşları da
Doğu ile ticari faaliyetlerin kesilmesine sebep olmuş, fakat herşeye rağmen
Lâle Devri sonlarına kadar Avrupa karşısında Osmanlıların toplam ihracat tutarı
ithalatlarından fazla kalmıştır. Ancak yine de Avrupa hammadde alıp, bunu
dokunmuş kumaş olarak Osmanlı ülkesine tekrar satabilmekteydi.[1415]
Diğer taraftan çeşitli
sebeplerden dolayı Batı karşısında Osmanlı açık deniz ticareti gelişememiştir.
Osmanlı tüccarlarının Akdeniz ticaretinde Fransız ve Venedikli’lerin
gelenekselleşmiş ve gelişmiş deniz ticareti ile başa çıkabilmesi için yüksek
bordalı bir ticaret filosuna sahip olmaları ve bunun yanında donanmanın
gemileriyle de takviye edilmeleri gerekirdi. Oysa Osmanlı denizciliğini temsil
eden Tersâne-i Âmire, bahar seferlerine çıkan Donanmâ-yi Hümâyûn ve üslendiği
görevler mevcut durumuyla böyle bir oluşum için müsait değildi. Batı’daki gibi
deniz sigortası kurumları, dış ülkelere yayılmış şirketler zinciri
bulunmadığından açık deniz ticaret filosunu inşa edecek sivil tersâneler,
yetişmiş gemi personeli gibi sorunlar açıkta kalmıştır. Sigortacılık Osmanlı
ülkesinde tanınmadığından tüccarlar arasında karayolu ticareti tercih
edilmektedir. Üstelik ulemanın deniz nakliyatından kaçınmaları gerektiği
hakkında, tavsiyeler bulunan eserleri mehaz gösterilerek kamuoyu
oluşturulmaktadır.[1416]Dolayısıyla Osmanlı deniz ticareti girişimlerinin başarılı olmasını
sağlayacak ortam bulunamamaktadır.
a. Uzak Doğu Ticareti
Avrupa’nın Yeni Dünya
ülkeleri ve Hindistan Uzak doğu ile açık deniz ticaretini geliştirdiği On
altıncı Yüzyıl’dan önce dünya ticaretinin merkezi Akdeniz ve çevresindeydi.
Ancak İpek Yolu’nu Akdeniz
üzerinden de devam ettirebilmek için Venedik ve Cenova ile deniz ticareti
üstünlüğü rekabeti de gerekmekteydi. Bu deniz ticareti girişimi Fatih Sultan
Mehmed döneminde Antalya ile İskenderiye arasında mavna işletilerek
başlanmıştı.[1417]Orta Asya’dan Avrupa’ya ulaşmak için karayolunu seçenler İran’a kadar
geldikten sonra ya “Hazar Denizi Kuzeyi - Kafkasya - Karadeniz ve Balkanlar”
veya doğrudan “Suriye” yoluna ayrılıyorlardı.
Diğer taraftan Anadolu’da
İpek Yolu’nun sonuçlandığı; Antalya ve Alanya limanları da Batı’nın Hindistan
ve Arap ülkeleriyle olan baharat, şeker, kimyevi madde ve kumaş ticaretinin
kapısı durumuna girmişti.[1418]
Birecik’ten Basra’ya kadar
Fırat üzerinde nehir gemileri ve kelekler ile gidiş-geliş mal taşımacılığı
yapılmaktaydı. Aslında Uzak Doğu’dan gelen Hind-Basra denizyolu ile
Hindistan’dan gelen gemiler Dicle ve Fırat’ın birleşmesinden sonra Şattu’1-Arab
adını alan nehir aracılığıyla Basra’ya kadar ilerleyebiliyorlardı. Buradan
nehir gemileriyle Birecik’e aktarılan ticarî mallar deve kervanlarıyla Haleb,
İskenderun, Trablus ve diğer merkezlere devam ediyorlardı. Hindistan
denizyolunu Akdeniz’e ulaştıran bu nehir yolu hızlı olmasından dolayı, On
altıncı Yüzyıl’ın ikinci yarısında çok kullanılmaktadır. Osmanlı, doğulu ve
Avrupalı tacirler de daha çok akış yönünde olmak üzere Batı mallarını Basra’ya,
doğu’dan gelenleri de İskenderun ve Trablus limanlarından Batı’ya
aktarılıyordu.
Hint Denizi yolunu seçenler
Kızıldeniz üzerinden de İskenderiye’ye ulaşmaktaydılar. Dolayısıyla bu yolların
hepsi Osmanlı ülkesinden geçerek Venedik pazarlarında son buluyordu.
Dolayısıyla Venedik Doğu Akdeniz, Ortadoğu ve Asya ticaretinde önem taşıyordu
ve Akdeniz üzerinden tamamlanan Uzak Doğu ticaretini tamamen eline geçirmişti.
Venedik, On altıncı yüzyıl’ın
ortalarına kadar Osmanlı Devleti ile en geniş ticaret hacmine sahip olan
devlettir. Venedik gemileri yün kumaş, işlemeli kadife, züccaciye, kağıt gibi
mallar getiriyor, baharat, ipek, yün, pamuk ipliği, deri ve kimyasal maddeler
götürüyordu. Diğer taraftan Venedik’e “şap madenlerinin işletilmesi hakkı” gibi
ayrıcalıklar da verilmişti.[1419]Ancak, yüzyıl’ın sonlarında Osmanlı
- Venedik Savaşları sırasında Osmanlı pazarlarındaki yerini kaybetmiş, Fransa
ise Osmanlılarla ticaretini arttırmıştı.[1420]İngiltere ve
Hollanda, Venedik’e rakip olarak ortaya çıkan Fransa Osmanlı limanlarına
dokuma, kağıt, züccaciye gibi malları getiriyor , pamuk, bez, halı, baharat,
koku, kimyevi maddeler ve tiftik alıyordu. Oysa Osmanlı ticareti, Fransa’nın
toplam ticaret hacminin ancak yarısı kadardır.[1421]
İpek Yolu’nun diğer kolu
üzerinde On beşinci Yüzyıl sonunda, Avrupa ve Asya tüccarlarının buluştukları
Azak, Kefe[1422], Akkerman[1423]gibi Kuzey Karadeniz pazar limanlarının ele geçirilmesi Karadeniz’i bir
Türk gölü haline getirdi. Karadeniz’de yabancı tüccarlar ulaştırma ve
ticaretlerini Osmanlı bandırası altında sürdürmeye başladılar. Bu sırada Türk
ve Müslüman gemileri Batılılara göre 4-5 kat fazla idiler. Karadeniz ve Doğu
Akdeniz ticareti Rumlar başta olmak üzere Yahudiler, Ermeniler ve Avrupalı
tüccarlar tarafından yapılmaktaydı. Bununla beraber Müslüman tüccarların bir
bölümü Kuzey İtalya’nın büyük şehirlerinde örgütlenmişlerdi. Bu yolla Anadolu,
Yemen ve Uzakdoğu’dan alınan pamuk, küçük atölyelerde dokunan kumaşlar Batı
Avrupa ve Rusya’ya satılıyordu.
Diğer taraftan batılılar açık
deniz ticareti yanında, gittikleri yerlerde sömürge rejimleri kurarak orada
bulunan ham madde kaynaklarını yüzyıllarca kendileri için kullandılar. Bütün bu
girişimlere merkantilizm açısından bakılırsa, uluslararası deniz ticareti ve
illegal sömürgecilik gibi Batı ekonomilerine kazanç getirirken, herşey
rakipleri olan Osmanlı Devleti’nin aleyhine gelişiyordu.
Batı denizciliğinin ilerleme
hızına yetişemeyen Osmanlılar (ve diğer İslam ülkeleri) Hind Denizi’nden
Basra’ya ve Akdeniz limanları arasındaki deniz taşımacılığı dışında, Orta
Asya’dan İran, kısmen Irak ve Orta Anadolu yoliyle Akdeniz’e ve oradan Orta
Avrupa’ya uzanan transit ticareti için kara yollarına ve kervanlara bağlı
kaldılar.[1424]
Osmanlı Devleti’nin Uzakdoğu
pazarlarını Avrupa’yla paylaşma savaşında, denizyolu ticareti’nin deve
kervanlarıyla yapılan karayolu ticaretine üstünlük sağlaması mukadderdi.
Nitekim 1498’de Portekizliler
Ümit Burnu’nu dolaşarak, İpek Yolu’na rakip olan açık denizyolunu açtılar. Bu
yeni yolun önemi Amerika’’ın keşfinden sonra gelişerek On yedinci Yüzyıl’da
İpek Yolu’nun ticarî değerini yok etti.
(1) Kervan Taşımacılığı
Osmanlı kara yollarında uzun
yol taşımacılığı “ağır ve hafif” kervanlarla yapılmaktaydı. Üç kantar yük
taşıyan develerden oluşan hafif kervanlar Rumeli’ye ve Rumeli içinde merkezler
arasında yük taşırlardı[1425]
Kervan yolları üzerinde bir
günlük menzil sonlarında kervansaraylar bulunur. Ara yerlerde özellikle çeşme
ya da akarsu yanında raslanan ağaçlık ve çimenlik alanlarda kıblesi “mihrab
taşı”yla belirlenmiş açık “namazgâh”lar bulunurdu.
Beş, altı kantar[1426]yük taşıyabilen develerden oluşan “ağır kervanlar” Anadolu içinde;
Hicaz’a, Hind ve İran’a mal taşırlardı. Hicaz kervanları ayrıca insan da taşırlardı.
Şam Kervanı’nın 60-70 bin
kişi, Mısır Kervanı’nın 40-50 bin kişiden oluştuğu düşünülür, yol ve konaklama
durumları dikkate alınırsa kervan taşımacılığında her istenildiği zaman yola
çıkılamayacağı ya da istek üzerine hemen kervan düzenlenemeyeceği açıktır.
Develerle yapılan kervan
nakliyatının özelliği uzun mesafe ve uzun zamana bağlı bir ticaret oluşudur.
Yakın çevre için gerekli gıda ve diğer tüketim maddelerini taşımaz. Zahmetli
geçen bu yolculukta genellikle insan taşınmaz. Kervan güzergahı üzerindeki
merkezlerde taşıdığı malların ticâretini de yapar. Elindekileri satar,
yenilerini alır. Erzakını yeniler. Kervan reisi’nin müsaadesi alınarak kervana
yeni katar’lar katılabilir. Kervan bir “gezici ticaret ünitesi” olarak
güzergâhını tamamlar. Yol üstündeki yerleşim merkezlerinde alış veriş son
ulaşım noktasına göre daha ucuzdu. Kervan ticaretinin iki önemli özelliği
fiyatların mesafeye bağlı oluşu ve yol boyunca yapılan ticaretin taşıma
masraflarının hızla artmasını önlemesidir[1427]Aslında kervan
taşımacılığı kıtalar arası bir ticarettir.
Ancak ticaret organizasyonu
ve taşımacılık teknolojisi gelişmesiyle beraber, develer yerlerini atlı arabaya
bırakmışlardır. Bir araba 3-4 ağır deve yükünü daha süratli biçimde
taşıyabilmektedir. Daha pahaIı olan bu yeni taşıma teknolojisi yeni yollar,
konaklama ve bakım tesisleri gerektirmiştir. Diğer taraftan daha hızlı yapılan
bu yeni taşımacılık gıda ve diğer tüketim mallarının yakın çevreye dağıtımını
da sağlamaktadır.
Kıtalar arası uzun mesafe
ticareti pusula’nın bulunması, geliştirilmesi, deniz ve kıyı haritalarının
düzenlenmesi, yüksek bordalı gemilerin inşası, yelken ve halat donanımlarının
mükemmelleştirilmesi ile gittikçe gelişen gemiciliğe bırakılmıştır.
Böylece gerek karayolları ve
gerekse denizyolları üzerindeki yerleşim merkezleri gelişmeğe devam
etmişlerdir.
(2) Deniz Taşımacılığı
Avrupa’nın Akdeniz üstünden
Ortadoğu ve oradan Uzakdoğu’ya ulaşan klasik karayolu ticaretini, Atlantik
kıyılarına döndüren sebepler denizyolu ticaretinin yüksek kâr getirisi üzerinde
birleşirler. Denizyolunun karayoluna göre daha kârlı olduğu çok eskiden beri
bilinen bir gerçekti. Bununla beraber On altı ve On yedinci yüzyıllarda her
ülke açık deniz ticaretinde kendi kralı adına donanmasının gemilerini
kullanmakta ve henüz sivil “ticaret filoları” bulunmamaktaydı.[1428]Dolayısıyla Batıda büyük keşiflerin yapılması ve dünya ticaret
yollarının değişmesinde ticarî anlamdaki kâr hevesinin yanında, askerî istilâ
yoluyla ham maddelere el koyma hırsının da payı vardır.
Akdeniz, deniz cenkleri ve
korsanlık mücadeleleri ile hakimiyeti sık sık el değiştiren, özellikle ticaret
yolları açısından istikrarı bozulmuş bir iç deniz hâline dönüşmüştür. Bu
durumda Okyanuslar ticaret yolları için çok daha müsait bulunuyordu. Avrupa
merkantilist ekonomisinin temellerini navlun getirileri üzerine kurarken, açık
deniz şartlarının gerektirdiği yüksek bordalı, büyük ambarlı gemiler de
yapılmağa başlanmıştı.
On üçüncü yüzyıldan sonra
gemicilikte ilerleme gösterememiş Osmanlı tersâneleri ise yeterli deneyim ve
teorik bilgilere sahip olmadıkları için bir süre “kalyon” sınıfı gemileri inşa
edemediler. Dolayısıyla bu dönemin daha başlangıcında Akdeniz’de üstünlüklerini
koruyamadılar. Nitekim Girit Adası’nın denizden abluka edilmesini gerektiren
fethi 25 yıl sürdü.
Diğer taraftan Türk Gemicilik
Dili’nde donanımlar ve manevralara dair isimlerin tümünün İtalyanca başta olmak
üzere Batı kökenli oluşu da gemi inşası ve gemicilikte Batı’nın dümen suyunu
izlediğimizi belirtiyor.
Kaderini Ortaasya’dan
başlayan göç yollarının çizdiği Osmanlılar’ın açık deniz önünde durmaları
aslında toplumun psikolojisini de etkileyen doğal bir sonuç oluşturmuştur.
Nitekim kalıtımsal bir nitelik arzeden bu duygu örneğin Taşköprîzade’ye göre
“Hac ve Umre veya gazâ dışında gemiyle sefere gitmek rızkını değiştirmeğe
çalışmak câiz değildir.”[1429]
Deniz ticaretinde transit
gümrük geçişleri, malın elden ele devretmesi gibi ek masrafları bulunmadığından
kara ticâretine göre 1/7 oranında daha fazla kâr sağlayabildiği söylenir. Ne
var ki deniz ticaretinin daha başlangıçta ortaya çıkan çeşitli branşlarda
aralarında vazife taksimi yapmış geniş bir teknisyen kadrosu ve kaliteli
malzeme için gereken sabit masrafları aynı yükü taşıyacak bir kervanın donatım
masrafından çok daha fazladır.
Diğer taraftan açık deniz
ticaretinin fırtınalar, akıntılar, rota tayini, yangın, isyan, hastalık,
karantina, korsanlar, deniz haydutları, rakip devletler gibi rizikoları daha
çoktur. Dolayısıyla hem gemilerin sefer öncesi donatım ve bakım masraflarının
ve hem de deniz seferlerinin bir kişiye yüklenemeyecek kadar ağır riskleri
olması, Batı’da deniz ticaret kumpanyalarının ve deniz sigortacılığının
kurulmasına ve yayılmasına sebep olmuştur. Avrupa tüccarları arasında
ortaklıklar, sigorta sistemleri de evrensel ticaret örgütleşmeleri, halka açık
şirketler gibi kapital birikimlerini sağladı.
Her ne kadar Evliyâ Çelebi
kara yolculukları için “...nice yüzbin belâyı canhırâş çekerek, bârân-ı rahmet
içerek”[1430]diyorsa da, kara yollarının emniyetsiz bölgelerinde bulunan riskler,
kervan tüccarları arasında ortaklıklar, şirketleşme ve sigorta gibi emniyet
kurumlarının faaliyetini sağlamaya yetmemiştir.
Dolayısıyla deniz ticaretine
girişilememesi Osmanlı ekonomisinde güçlü ticaret ve sigorta şirketleşmelerinin
kurulmalarını da engellemiştir. Bu da Hazine getirileri kadar Osmanlı ülkesinde
büyük şirketler ve geniş kapsamlı ticarî teşkilatlanma fikrinin yerleşmesini
engellemesi açısından da fevkalade zararlı olmuştur.
Nitekim Şânizâde de bu
noktaya temas ederek deniz ticaretinin kurulamamasından ötürü ehl-i İslam
menfaatinin uğradığı büyük kayıplardan yakınmaktadır.[1431]Gerçekten de
deniz ticaretinin kurulmaması Osmanlı ekonomisinde şirketleşme, sigorta’dan
başlayarak uluslararası ticarete kadar önü açık bir örgütleşmeyi de
engellemiştir.
Oysa Osmanlı Devleti, en
geniş sınırlara eriştiği zamanlarda, Karadeniz, Marmara, Akdeniz, Kızıldeniz,
Hint Denizi ve Basra Körfezi gibi iç denizlere sahipti. Gerek Ege Denizi’nde
adaların, gerek Kuzey Afrika’nın fethi ve korunması da ancak güçlü bir donanma
ile sağlanabilmişti.
Karadeniz’de tahıl ve kereste
nakliyatı, Akdeniz’de ise Anadolu, Ege adaları ve Mısır arasında deniz ticareti
yapılıyordu. Savaş sırasında örneğin Karadeniz’de Trabzon, İran’da savaşan
ordulara Tuna buğdayının veya Macaristan’da savaşan ordulara Kiğı demirinin ve
top mühimmatının gönderilmesini sağlıyan limandı. Rumeli’de Tuna, İrak’ta Fırat
ve Dicle üzerinde kısıtlı olarak nehir ulaşımı vardı.
b. Uzak Doğu Ticaretinin Çöküşü
Akdeniz yollarının kapanması
Osmanlı Devleti’nin dış ticarî gelirlerini önemli ölçüde azaltmıştı. Üstelik On
yedinci Yüzyıl’ın sonlarında Viyana Kuşatması Batı sınırlarının, On sekizinci
Yüzyıl’ın başlarında İran Savaşları da doğu sınırlarının kapanmasına sebep
olmuştu. Buna rağmen On sekizinci yüzyılın ikinci çeyreği başlarına kadar
Osmanlıların Avrupa’ya toplam ihracatı ithalatından fazla idi. Ancak, Avrupa
1604 tarihli kapitülasyon izni ile o zamana kadar ihracı yasak olan dokuma
alanında kaytan, ip, pamuklu hammadde alıp, bunu mamul olarak geri
döndürüyordu.
Diğer taraftan Batı ekonomisi
için çok önemli bir devir açılmış açık deniz şartlarının gerektirdiği yüksek
bordalı, büyük ambarlı gemiler yapılmağa başlanmıştı.
Böylece denizciliğin
Batı’daki ilerleme hızına yetişemeyen Osmanlılar, Hind Denizi’nden Basra’ya ve
Akdeniz limanları arasındaki deniz taşımacılığı dışında, Orta Asya’dan İran,
kısmen Irak ve Orta Anadolu yoliyle Akdeniz’e ve oradan Orta Avrupa’ya uzanan
transit ticareti için kara yollarına ve kervanlara bağlı kaldılar.
Diğer taraftan batılı
denizciler legal deniz ticareti yanında, henüz ayak bastıkları yerlerde ham
madde yataklarını yüzyıllarca kendileri için alıkoyacak sömürge rejimleri de
kurmuşlardı. Bütün bu girişimlere döneminde revaçta olan merkantilism akımının
görüş açısından bakılırsa, uluslararası deniz ticareti ve illegal sömürgecilik
Batı ekonomilerine kazanç getirirken, herşey rakipleri saydıkları Osmanlı
Devleti’nin aleyhine gelişiyordu. Başka bir deyişle merkantilizmin temel
ilkelerinden olan “rakibi izole etme” durumu başarılmış oluyordu.
Kısaca özetlenirse Osmanlı
Devleti Uzakdoğu pazarlarını Avrupa’yla paylaşma savaşında yenik düşmesinin
sebeplerinden biri denizyolu ticareti’nin kendi çağına göre fevkalade ileri bir
ulaşım ve nakliyat teknolojisi sergilemesidir. Örneğin gemilerde nakledilecek
ticarî eşya maçuna, cerraskal gibi döneminin en ileri teknik araçları
kullanılarak anbarlarda, raflar ve bölmelerde depolanmaktaydı. Ulaştırılacağı
yere kadar yerleri değiştirilmeden bir kerede götürülüyordu. Yolculuk süresi
rüzgarlara tâbi olmakla beraber, tecrübeli denizciler örneğin İngiltere’den
Hindistan’a varış zamanını önceden yaklaşık olarak söyleyebilmektedirler.
Tüccarın eşyası ve gemi de
risklere karşı sigorta edilebilmektedir. Üstelik Avrupa tüccarları arasında
ortaklıklar, sigorta sistemleri, evrensel ticaret örgütleşmeleri, halka açık
şirketler gibi kapital birikimleri sağlayarak ticareti hızlandırdı.
Ve iki yüzyıl boyunca
Avrupa’ya geri dönüşlerinde illegal sömürgecilik yöntemleriyle edinilmiş ham
madde akışı sağladılar. Doğu ticareti yapan Osmanlı tüccarları ise karayolu
ticaretinin gelişemez kervan standartları içine sıkışmış, bozuk, eski ve
düzeltilmez onbinlerce kilometrelik yollarda sonu yenilgi olan bir rekabette
israr etmişlerdir. Oysa aynı yüzyıllarda Batılılar Osmanlıları kendileri için
rakip olarak bile düşünmüyorlardı.[1432]
(1) Osmanlı Deniz Taşımacılığının Çöküşü
Daha On altıncı yüzyıl’ın
ikinci yarısında İngilizler de Fransızlarla birlikte Akdeniz ticaretinde söz
sahibi olmuşlar, Batı Avrupa ile Türk limanları arasında mal taşıyorlardı.
Fakat önce Fransızlar ve
sonra Atlantik’te açık deniz ticareti yapan diğer sömürgeci devletlerin ticaret
filolarına Osmanlı limanları arasında kabotaj hakkı tanınması da Osmanlı deniz
ticaretini yok etmiş ve özellikle merkantilist dönemde devleti güçsüzlüğe
mahkum kılmıştır. On yedinci yüzyıl başlarında Fransa’nın Osmanlı sularındaki
ticaret gemilerinin sayısı 1.000’i bulmuştu. Bu ticaretin hacmi Fransa’nın
bütün ticaretinin yarısına ulaşmıştı. Fransa Osmanlı limanlarına tekstil,
kağıt, züccaciye getiriyor ve pamuk, bez, halı, baharat, kokulu esanslar ve tiftik
götürüyordu.
Hele Avrupa denizaşırı
ticareti Okyanuslara açıldıktan sonra Osmanlı Devleti’nin dünya ticaretinden
aldığı payın azalmaya başladığı On yedinci Yüzyıl’da Atlantik ülkelerinin
ticaret filoları da Akdeniz ülkelerinden çok daha güçlü duruma gelmişler ve
Akdeniz ticaretine de müdahale ederek etkili olmaya başlamışlardı.[1433]
(2) Merkantilizm’in Etkisi
On altı ve On sekizinci
yüzyıllar arasında dünya siyaset ve ekonomisine egemen olan Merkantilizm’in
esası “devletin gücünü diğer devletlerin ekonomileri aleyhine olacak biçimde
arttırmak”tır. Bu da devletin “zengin” olmasını gerektirmektedir. Dolayısıyla
bu amacın yöntemlerinden ilki, dönemin “para” sisteminin esası olan “kıymetli
madenler”e mümkün olduğu kadar fazla sahip olmak ya da kıymetli madenler
karşılığında mal satmak ve başka devletlerden mümkün olduğu kadar az mal alarak
kıymetli madenlerin ters yönden akışını önlemektir.
Diğer taraftan böylesine tek
yönlü bir akışı sağlamanın en önemli teknik önlemi karşı tarafı endüstri
mallarına muhtaç bırakmak için teknoloji transferlerini engellemektir.
Dolayısıyla altın ve gümüş
madenleri bakımından sıkıntı çeken Osmanlı Devleti bir yandan sikkelerde
“iğtişaş”[1434]yapmak, ya da piyasaya “kırkık” para sürmek zorunda kalmış, diğer
taraftan yasaklar konularak Avrupa ülkelerindeki “teknolojik” gelişmelerden de
uzak bırakılmıştır.
Gerçekten de bu sıralarda
Papalık ve Avusturya devletleri Osmanlı Devleti’ne askerî sanayi hammaddeleri
satışlarına kısıtlama konulmasını Avrupa ülkelerinden istemektedirler. Bu
istekleri ancak on yedinci yüz yılın sonlarına doğru gerçekleşmiş, merkantilizm
cereyanın tam bir uygulaması olarak Avrupa ülkeleri Osmanlı Devleti’ni hem
iktisadi alanda ve hem de teknolojik haberleşmede yalnız bırakmışlardır.
(3) Zorunlu İkilem
Osmanlı ülkesinin sınırları
On altıncı yüzyıldan itibaren üç kıt’a üzerine yayılarak genişlemiş, ordu ve
memur kadrosu da aynı oranda artmıştır. Diğer taraftan Avrupa’lıların Hindistan
ve Uzakdoğu ile denizyolu bağlantısı kurmaları deniz ticaretini de Akdeniz’den
Atlantik’e kaydırmıştı. Böylece asırlardır Asya ürünlerini Uzak doğu’dan
Avrupa’ya getiren kervan yolları kapanmıştı. Karayolu ile denizyolu ticareti
arasında taşıma masrafı oranı çok artmıştı.[1435]Asya’dan gelen
kervan yollarının kullanılmaması bu yollar üzerindeki kervanlarla iş yapan
küçük ticaret merkezlerini etkilemiş, kervansarayları ve ana yolları bakımsız
bırakmıştı.
Diğer taraftan Avrupa[1436]ülkeleri Uzakdoğu ve (özellikle Güney) Amerika’dan her türlü ham madde
ve değerli maden akışını toplamaktadır. Oysa Osmanlı Devleti ile Batı arasında
merkantalizm’in had safhaya çıkardığı büyük bir ticarî dengesizlik
yaşanmaktadır. Üstelik Osmanlı Devleti Batı merkantilizminin amaçlarına boy
hedefi yapıldığı için dış ticareti önemli biçimde hasara uğratılmış, kendisiyle
her türlü ham madde ve teknoloji alış verişi kesilmiştir. Madenleri tükenmiş ve
sanayisi ham madde açısından son derece zor şartlar altındadır.
Bu durum karşısında Osmanlı
Devleti[1437]ortaçağ’ın imâlâtı sınırlayan ticarî ve sınaî anlayışı içinde kalmakta
ve belki de bunda israr etmekte kendisini zorunlu görmektedir. Dolayısıyla
Devlet çeşitli üretim kolları arasında denkliği sağlamak için rekabeti önleyen
lonca ve gedik sistemini desteklemek zorundadır.
Ahilik ve lonca teşkilâtı
sanat değiştirmeye de karşıdır. Bunun sigortası da “gedik usulü”dür. Esnaf
istediği yerde dükkan açamayacağı gibi, kendi mesleği dışındaki malzeme ve
üretimi satamaz. Hatta bağlı olduğu gediği belirlemek için dükkân (atölye) ya
da mağazasının kapısının üzerine bağlı bulunduğu loncanın alâmetini asmak
zorundadır.[1438]Meslek ve sanatlarla uğraşanlar, toplumsal sınıflar gibi, ancak
ekonomik hayatlarında onlardan daha kesin ve aşılmaz sınırlarla birbirlerinden
ayrılmışlardı.[1439]“Esnaf loncaları” denilen bu değiştirilemez “sınıflar bütünü” ülkenin
ekonomik ve teknolojik açıdan gelişmesini de engellemekteydi.
Lonca sistemi, toplumun Din
ve tasavvuf ahlâkı açısından da Ahilik sistemini kabullenmeye hazır olmasından
yararlanmış sayılır. Nitekim ulema da “vâz ü nasıhat”lerde ve eserlerinde
tamahkârlık edilmemesi, meslek ve sanat değiştirilmemesi[1440]üzerinde önemle
durmaktadırlar.
Aslında bu davranış bir ortağ
karakteristiğidir. Örneğin Molla Câmi de “Bereketlerin anahtarı seçtiğin yerde
kalmaktır”[1441]diyor. Ancak ortaçağ’ı atlamış olan Batı’da “ham madde temini, bilgi
iletişimi ve teknoloji transferi” gibi temel sorunlar bulunmadığı gibi,
kazancın bol ve rekabetin yararlı olduğu alanlarda meslek değiştirmeyi, yakın
iş kollarında ise organize olmayı teşvik eden anlayış desteklenmektedir.
Oysa Osmanlı ülkesinde, esnaf
arasında Hindistandaki «kast»ları hatırlatan bu tür kapalı örgütlenme sonuna
kadar devam etti. Bununla beraber ortaçağ kapalı ekonomilerinin bir modeli
biçimindeki lonca sistemini, Avrupa’nın Osmanlı ekonomisini yıkmayı hedef alan
merkantilist politikalarına karşı, (en azından ham madde ihtiyacını sınırlaması
açısından) zorunlu ve doğal bir korunma tedbir olarak da görebiliriz.
(4) Sanayi Devrimi
Merkantilizm Avrupa ticarî
hayatına birtakım yenilikler getirmişti. Örneğin ortaçağ’daki küçük “iç pazar”
ticaretini, “büyük dış pazar”larla değiştirmiş, her ülke bir yandan üretimini
arttırırken diğer taraftan ihracatının ithalatından çok daha fazla olabileceği
cazip pazarlar aramağa başlamıştır. Bu amaca ulaşmak için hammadde ihracatına
ve mamul mal ithaline birtakım sınırlamalar konulmuştur. Yine bu maksatla
uluslararası büyük ticaret kumpanyaları kurulmuştu.
Bununla beraber liberal
İngiltere’nin Sanayi Devrimi’ndeki öncülüğünden yararlanarak bir dönem dünyanın
her bakımdan en güçlü devleti olması, ona benzemek isteyen Batı Avrupa
ülkelerinde de liberal düşünce oluşturmaktaydı. Bu bağlamda Avrupa’ya çeşitli
sebeplerle ayak uyduramayan Osmanlı Devleti’de Merkantilizm’e karşı pasif bir
korunma kalkanı olarak ziraat, sanayi ve ticaret alanlarını denetim altında
tutmak esasına dayanan kendi klasik yönetim sistemini On dokuzuncu yüzyıla
kadar devam ettirmiştir.
Oysa On sekizinci yüzyılın
sonlarında Avrupa’da başlayan Sanayi Devrimi ile Osmanlı ekonomisinin artık
karşısında merkantilist ilkeler değil, üretim açısından hızla çağdışı kalarak
kaybedilen dış pazarlar tehlikesi de vardır. Böylece evvelce en değerli, en çok
aranan Osmanlı ürünleri, örneğin pamuklularda bile dış satış imkanları azaldığı
gibi, Avrupa’dan mamul madde olarak pamuklu kumaş ithali başlamıştır.
c. “İmtiyaz”lar Yarışı
Her ne kadar ilk kapitülasyon
anlaşmasının Kanunî Sultan Süleyman tarafından yapıldığı söylenirse de aslında
Osmanlıların başlangıçtan beri zaman zaman bu tür imtiyazlar vererek Batı
devletlerini yanına çektiği, böylece bazı kritik dönemlerde en azından onların
tarafsızlığını sağladığı ve hatta bazan da diğerlerine karşı kullandığı
görülüyor.
Başka bir deyişle Osmanlılar
uluslararası ticaret ve siyaset’de konjonktürü yakından takip etmişler ve
kapitülasyonları bazan bir âlet, bazan da ekonomik bir silah gibi kullanmaya
çalışmışlardır. Örneğin On beşinci yüzyıl sonrasında Avrupa Hindistan ve Uzak
Doğu ile açık deniz ticareti kurunca Osmanlı Devleti eski kervan ticaretinin
gelirlerini yitirdi. Diğer taraftan merkantilist politikalarla dış ticareti
engellenip, sanayisi için gerekli olan ham madde ithali ve teknoloji
transferleri durdurulan Osmanlı Devleti, kendisini yalnız bırakan Batı Avrupa
ülkeleriyle ancak tek taraflı kapitülasyon anlaşmaları yaparak siyasal ve
ekonomik çemberi kırmağa çalışmıştı.
Bununla beraber kapitülasyon
ahidnamelerinde dengeye dayanan bir tür adalet bulunması da Osmanlı Devleti’nin
şânından sayılmışdı. Dolayısıyla başlangıçta Venedikliler’e verilmiş imtiyazlar
daha sonra Fransızlar’a tanınan ilk kapitülasyonlar’a; İngiltere, Hollanda ve
diğer Batılı devletlere verilenlere de Fransızların kapitülasyon metinleri
örnek teşkil etmiştir. Bu kapitülasyon ahidnameleri, Osmanlı Padişahının
kudretini tanımlamak için “Memâlik-i Osmâniye”nin şehir, eyâlet, bölge
isimlerini sıralayan uzun bir listesiyle başlar. Devamında evvelce verilmiş
olan ve şimdi yenilenen idarî, siyasî, ticarî ve ekonomik imtiyazlar
ayrıntılarına kadar tek tek zikredilir, bunlarda herhangi bir değişiklik
yapılmış ise sebebi kısaca belirtilir, sonra yeni verilen imtiyazlar yine tek
tek ayrıntılarıyla anlatılırdı.
Her Padişah cülus sonrasında
Avrupa devletleriyle imtiyaz yenileme pazarlığı yapmak gibi bir ekonomik
yaptırım gücüne de sahip bulunuyordu.[1442]
(1) Venedik
Kuruluş sıralarında cereyan
eden Osmanlı – Venedik mücadelelerinde Sultan Orhan (1352) Manisa civarındaki
şap tekelini vererek Cenova’yı kendi tarafına çekmişti. Yüzyıl sonra Sultan II.
Mehmed de, Venediklilere imtiyaz tanıyarak, o zamana kadar ihracı yasaklanmış
olan buğday’ın satılmasına izin verdi. Böylece hayatî önemi olan buğdayı
vererek, kuşatma harekatı sırasında Venedikliler’in saldırı ihtimalini önlemek
istiyordu. Bununla beraber Fatih, 1480’de Venedik’e savaş ilan etmeden önce de
Napoli Krallığı’nı kendi tarafına çekmek için onlara bazı imtiyazlar tanımıştı.
Fatih’in ölümünden sonra
Sultan II. Bayezid 1482 de yenilenen anlaşma ile Venedik’lilere Karadeniz’de
deniz ticaretini yeniden açtı.[1443]Bu imtiyazlar Yavuz Sultan Selim
(1513) ve Kanunî Sultan Süleyman (1521 ve 1540) tarafından tekrar yenilendiler.
Bunlar dışında Karadeniz, Ruslar’la yapılan 1774 Kaynarca Anlaşması’na kadar
kapalı bir deniz olarak kaldı.
On altıncı yüzyılın ikinci
yarısına değin Venedik Osmanlı Devleti’nin en fazla ticaret yaptığı devletti.
Ancak yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı -Venedik Savaşları başladı. Bu sırada
Fransa’ya Akdeniz ticaretinde bazı imtiyazlar tanınınca Venedikliler’e karşı
rakip olarak ortaya çıktı ve Osmanlı Devleti’ni destekledi.
(2) Fransa
Yavuz Sultan Selim’in Suriye
ve Mısır’ı fethedince Osmanlı Devleti, kervanlarla karadan gerçekleştirilip
Akdeniz’e ulaştırılan Uzakdoğu ticaretini Avrupa’ya bağlayan yolları eline
geçirmiş oldu. Başka bir deyişle kapitülasyonların önemi daha da artıyordu.
Bu durumda Fransızlar ilk iş
olarak evvelce Memlük Sultanları’nın kendilerine verdiği kapitülasyonları
Kanunî Sultan Süleyman’a yeniletmeyi başardılar. Dahası Kanunî Sultan Süleyman
Fransa Kralı I. François ile yaptığı antlaşmaya göre İngilizler de dahil olmak
üzere, Portekiz, Hollanda, İspanya, Katalan, Sicilya Krallığı Devletleri’nin
tüccarları, Fransız Bayrağı altında ticaret yapacaklardı. Ve çoğu kez sanki ilk
kapitülasyon anlaşması imiş gibi tanıtılan bu antlaşmadır. Bu anlaşmadan sonra
Fransızların Venedikliler’e büyük darbeler vurmaya başlaması da Osmanlı
Devleti’nin kapitülasyonları siyasî maksatla kullanmış olduğunu kanıtlıyor.
Nitekim Osmanlı - Fransız
ilişkileri geliştiği bu dönemde Fransa’ya yeni imtiyazlar tanınmış[1444], fakat daha sonra İngilizler’in de etkisiyle Akdeniz’deki gücünü ve
Osmanlı Devleti yanındaki itibarını kaybedince kapitülasyonları[1445]yenilenmemiştir. Hatta Fransız bayrağı altında ticaret yapan Cenova’ya
da[1446]imtiyaz tanındı. Böylece Fransa’nın Osmanlı Devleti ile ticareti eskiye
göre onda bir düzeyine indi.
Bununla beraber Fransa’nın
ünlü devlet adamlarından Colbert’in[1447]gayretleriyle Osmanlı-Fransız
ticareti eski haline getirildi.[1448]Daha sonra Sultan I. Mahmud
zamanında da[1449]bu kapitülasyonlar ilavelerle yenilendi[1450]Ayrıca “Bâb-ı
Âli” yanında Fransa yine «en fazla müsaadeye mazhar devlet» durumunu da elde
etti.
(3) İngiltere
İngiltere On altıncı yüzyılın
ikinci yarısında imtiyaz elde etme yarışında Fransa’ya rakip olduğunu belli
etti. Zira İngilizlere Fransız bayrağı altında seyretmek üstelik komisyon
ödemek ağır gelmektedir. Nitekim İngilizlere ilk kez Kanunî Sultan Süleyman
tarafından İran Seferi sırasında Haleb’de bir ticarî imtiyaz verildi. Ancak bu
imtiyazın özelliği bir tacir’e mahsus olması ve diğer İngiliz tüccarlarının
bundan yararlanamamasıydı.
Oysa İngilizler aslında
Moskova ve İran üzerinden Hürmüz’e ulaşarak Uzakdoğu ile ticaret yapmak
istiyorlardı. Dolayısıyla bu müsaadeyi kullanmak amaçlarına yetmedi. İran
Şahı’na yanaşmak yoluna gittiler. Ama Osmanlılar Azarbeycan ve Şirvan’ı alarak
(1578) İngilizleri yine “uluslararası Osmanlı imtiyazları” yarışı içine
yönlendirdiler. Nitekim aynı yıl içinde Kraliçe I. Elizabeth’den, Osmanlı
padişahına getirilen bir mektup üzerine Sultan III. Murad da 1580 tarihinde
İngilizler’le bir ahidname imzaladı.
Aslında bu ahidnamenin
imzalanmasında da hem siyasi ve hem de ekonomik faktörler etkili olmuştur. Zira
o sıralar da Osmanlı Devleti gibi, İngiltere de İspanya’ya karşı idi. Diğer
taraftan Osmanlı sanayi’i, kendisine karşı uygulanan merkantilist Avrupa
politikalarının etkisiyle (örneğin top yapımı için) hammadde sıkıntısı
çekiyordu. İngiltere’den ithal edilecek demire ve kalay’a da gerek vardı.
Bu Osmanlı -İngiliz
yakınlaşması üç yıl sonra ahidnamenin kapsamı biraz daha arttırılarak
geliştirildi. Böylece, Akdeniz’de İngiliz ve Fransız’lar arasında bir
kapitülasyon rekabeti de başlatılmış oldu.
On yedinci yüzyılın ikinci ve
üçüncü çeyreklerinde Akdeniz’de kuvvetli ticaret filoları sağlayan İngilizler,
Osmanlı dış ticaretinde birinci sırayı elde ettiler. Ayrıca, evvelce ancak
Fransız bayrağı altında ticaret yapan Avrupalı tüccarlar isterlerse bundan
böyle İngiliz bayrağı altında da ticaret yapabileceklerdi. Üstelik İngiliz
bayrağı altında ticaret yapmak daha ucuz ve deniz gücü daha kuvvetli olmasından
dolayı daha da emniyetli idi. Fransızlar bu durumdan şikayetçi oldularsa da.
kendilerine Avrupalı tüccarların bayrak seçmede serbest oldukları bildirildi.
(4) Avusturya
Aslında Osmanlı - Avusturya
siyasî ilişkileri iyi olmadığından aralarındaki ticaret gelişmemişti. Ancak On
sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Rusya ve Avusturya Osmanlılar’ın karşısında
pek dost ilişkileri olmayan kuvvetli birer devlet olarak yer aldılar.
Dolayısıyla o zamana kadar Osmanlı Devleti’nin ekonomik pazarlık konusu yaparak
yönlendirdiği kapitülasyonlar bu devletler tarafından yeni anlaşmazlık yolları
açtı.
Avusturya ile ticarî
ilişkiler ancak (1718) Pasarofça Anlaşması ile gerçekleşmiştir. Avusturyalı
tüccarlar, Karadeniz’e girmemek şartıyla Tuna üzerinden İran ile ticaret
yapabilecekler, uygun görülen yerlerde Avusturya konsoloslukları
açılabilecekti. Avusturya daha sonraki ahidname ile (1784) “Eflak ve Boğdan’da
konsolosluk açmak ve Karadeniz’e ticaret gemileri göndermek, tüccarlar için,
Avusturya pasaportunun yeterli olması” gibi çok uygun imtiyazlar elde etti.
(5) Rusya
Aslında Rusya ile ticaret On
beşinci yüzyılda Rusya’nın Kazan’ı almasından sonra, oldukça sınırlı
başlamıştı. Bursa’ya kadar ancak Osmanlı tüccarlarının refakatinde de gelmesine
izin verilen Rus tüccarları, Rusya’dan kürk getirip ipek alıp götürüyorlardı.
On sekizinci yüzyılda 1739 Belgrad Anlaşması ile her iki ülkenin tüccarları
birbirlerinin memleketlerine serbestçe gidip gelebilecekler, ancak Karadeniz
ticareti yalnız Türk gemileri ile yapılabilecekti. Diğer taraftan sürekli
olarak Osmanlı Devleti’nin aleyhine genişleyen Rusya Küçük Kaynarca Anlaşması
(1774) ile istediği yerlerde konsolosluk açabilecek, ile Rus tüccarları,
Karadeniz ve Boğazlar’a girebilecek, serbestçe ticaret yapabilecek ve Rusya,
«en fazla müsaadeye mazhar devlet» payesini alacaktı. Üstelik Rus Çarı
«Rusların Padişahı» unvanını da alıyordu.
(6) Sonuç
Osmanlılar, On sekizinci
Yüzyıl’a gelinceye kadar kapitülasyonları Batılı devletlere karşı ekonomik
tesirli politik bir silah olarak kullanmaya devam ettiler. Ancak On sekizinci
yüzyılda kapitülasyonlar artık eski karakterini kaybederek, o zamana kadar
belirli kollardaki üretimde fazla bir kalite farkı bulunmayan Osmanlı
sanayi’ini Avrupa ekonomisine bağımlı bir hale getirmeye başlamıştır. Örneğin
Osmanlı ülkesine işlenmiş malzemenin girmesi için çalışılmaktadır. Oysa bu
durum iç pazarları doygun hale getirerek zaten ham madde sıkıntısı çeken lonca
sanayi’ini çok olumsuz yönde etkilemektedir.
Diğer taraftan gayri müslim
Osmanlı tebaası tüccarların[1451]çeşitli yabancı devletlerin
himayesine girerek kapitülasyon imtiyazlarından yararlanmaları da iç ticareti
hırpalamıştır. Durumu kurtarmak amacıyla devletin gümrük vergilerini arttırmak
yoluna gitmesi de, bu düzeyde hırpalanmış olan sistemin zararlarını engellemeyi
başaramamıştır.
Diğer taraftan Avusturya ve
Rusya da Osmanlı pazarlarına ancak On sekizinci yüzyıl ortalarına doğru girmeye
başladılar. Dolayısıyla Fransızlarla yapılan kapitülasyonları[1452], uygulanan yöntemin gereği onlarla yapılacak ahidnâmelere de örnek
oluşturmasını gerektirdi.
Oysa Rusya kapitülasyonları
sanki “uluslararası hukuktan kaynaklanan bir hak” gibi gösterip baskı yaparak
verilen imtiyazları istismar aracı olarak kullanmaya başladı.[1453]Eflak, Boğdan, Sinop ve Ege adalarında konsolosluklar açarak
gayrimüslim Osmanlı tebaasını kendi himayesine almaya çalıştı. Rusya’nın
kullandığı biçimiyle kapitülasyonlar artık devlete yarar değil, Osmanlı tebaası
arasında huzursuzluk ve isyanların çıkmasına sebep oldu.
SONSÖZ
“SÜBHÂ-Yİ
SEYYİAT”
(SIKINTILAR TESBİHİ)
Buraya kadar kuruluşundan
Tanzimat dönemine kadar geçen zaman içinde Osmanlı devleti, toplumu ve
kültüründen “bu kubbede baki kalan hoş sadâ”yı dinletmek istedik. Kavramları ve
olayları kronolojik dizin içinde sıralamak yerine onların zaman içine yansıyan
etkilerini genel bir çerçeve içinde ilişkilendirerek belirlemeye uğraştık.
Böylece klasik dönem diyebileceğimiz bu süreçteki “Osmanlı” kimliğinin sosyal
ve kültürel bünyesi hakkında irdelenebilir nitelikle nesnel bilgiler vermeğe
çalıştık.
Konuların anlatımında Osmanlı
serüvenini yalnızca iyi yönlerinden ele almak gibi tek taraflı bir yöntem
kullanılmamıştır. Nitekim metin içinde veya dip notlarda gerekli açıklamalar
yapılmıştır. Bununla beraber olumsuzlukların karşılaştırmalı analizleri
içeriğin anlatım bütünü içine sistematik biçimde dahil edilmediler. Başka bir
deyişle artık tarih içinde kalmış Osmanlı gerçeği teorik ve soyut tanımlar ve
en genel uygulamalar ele alınarak sunulmağa çalışılmıştır.
Ne var ki olumsuzlukları
görmezden gelmek gibi niyetimiz bulunmadığını belirtmek için Yeniçeri kazan
kaldırmaları, Celâli isyanları, eşkiyâlık, göçler, tımar sisteminin bozulması,
mütegallibe sınıfların ortaya çıkması v.b. gibi birçok temel sorunların çağlar
içindeki varlığını, ayrıntılarına girmeden toplumsal, ekonomik, yönetsel
kavramlar olarak varlıklarını son bir bölümde vurgulamak istedik.
İlk örnek olarak devletin
yönetimini ele alalım. Divan-ı Hümâyun toplantıları önceleri haftada dört gün
ve sonraları iki kez nihayet üç aydan üç aya yalnızca ulûfe dağıtımından önce
biçimsel anlamda yapılır oldu. Dolayısıyla her Divan toplantısından sonra
sadrazamla birlikte huzura giren vezirler, kazaskerler, yeniçeri ağası daha
sonra haftada iki ve nihayet ulûfe dağıtımlarından sonra üç ayda bir kere Arz’a
girdiler. Başka bir deyişle padişahın yönetim konusunda bilgilendirilmesi ve
doğrudan ilişkisi azaltılmış oldu.
Özellikle On yerinci asırda
İlmiye tarikinin kazaskerler gibi en üst düzey görevliler arasında bile
yetkilerini büyük rüşvetler alarak iş görenler çıktı.[1454]
Köylüler, celâli, çiftbozan,
levent, sekban, sarıca, dağlı, türedi, âyân ayaklanmaları ile karışık eşkıyâ
hareketlerinin korkusuyla yerlerini terkedip, daha güvenilir olan büyük
şehirlere göçtüler. Ne var ki yeni geldikleri yerleşim yerlerinde lonca
teşkilatları ve gedikler sebebiyle iş bulamadılar. Dahası geriye de
dönemediler.
On sekizinci yüzyılda, lonca
teşkilâtında usta-kalfa ilişkileri, özellikle esnaf kethüdası seçimi meseleleri
sorunlar çıkarmıştır. Diğer taraftan sanayileşemeyen devlet, kendi ham
maddelerini ucuz fiyatlarla Avrupalılara verirken ham madde bulamaz hale gelen
Osmanlı zanaatkar ve esnâfının işledikleri malzemeler de pahalı olarak
satılmaktadır.
Aynı yüzyılda mîrî mukataalar
azalmış, bazı madenler kapanmış ve devlet ekonomik yönden zayıflamıştır. Barut
yapımının ana maddesi güherçile’nin, buğday’ın, pirinc’in, altın’ın ve gümüşün
yabancı tüccarlara satışı yasak olduğu halde, bu maddeler yurt dışına
kaçırılmışlardır.
Menzil teşkilâtı zamanla
bozulmuş, menzil-hânelerde at bulunmaz olmuştur. Büyük şehirlerde yiyecek,
yakacak sıkıntısı baş göstermiş, gerek İstanbul’da, gerekse taşrada fiyat
artışlarından, enflasyondan yakınmalar sürüp gitmiştir.
Geciken ulûfelerin değeri
düşük akçelerle ödenmesi ve bu yolla piyasaya sürülmesi hem yeniçerilerin ve
hem de esnaf’ın isyanlarına, hatta zaman zaman yeniçeri zorbalarının devlet
idâresine kafa tutmasına sebep olmuştur. Zorbaların devlet idâresine hâkim
olduğu böyle zamanlarda Hazine açıkları yeni ve hatta bir iki sene öncesinden
peşin tahsil edilen vergilerle dahi kapanmamaktadır. Dolayısıyla köylü sınıfı
vergilerin ağırlığından ya iç göçlere, ya da isyan hareketlerine katılmaktadır.
Maaş ödemeleri dışında
devletin gelir ve giderleri ile; eyâletlerde elde edilen gelirden merkeze
gönderilmeyen kısmın nasıl sarfedildiği Tanzimat öncesi Osmanlı bütçelerinde
görünmememektedir. Bu durum “mâlî ıslahatların köksüzlüğü ve geleneksel nizamın
devam ettirilmek istenmesi” olarak eleştirilere açıktır.
Sefere katılmayan veya
çağrılmamış sipahilerin ödemeğe mecbur oldukları «bedeliyye»leri toplamak için
yaptırılan yoklamalarda, bunlara verilmiş timarların yarısında yer alan
köylerin terkedilmiş durumda ve harap olduğu tespit edildi. Sipahiler timarları
ellerinden alınacağını bildikleri halde yoklamada bulunmıyorlardı. Bu durumda
tımarlı sipahi azalmaktadır. Dolayısıyla aynı oranda ulûfeli kapıkulunun sayısı
(ya da ekonomik dil ile söylenirse devletin “nakdî” ödemeleri) artıyordu.
Duruma bir çâre olarak terkedilmiş tımarlar timar defterinden çıkarılarak, ayrı
bir mukata’a teşkil etmek üzere, devlet geliri biçimine sokuldular. Örneğin
Erzurum bölgesinde bu tür devlet bütçesine aktarılmış olan timarlar bütün
tımarların % 40 ını oluşturmaktadır. Dolayısıyla bölgenin ne derecede harap ve
timar gelirlerinin de kıymet ve itibarını ne kadar kaybetmiş olduğu
anlaşılıyor.[1455]Üstelik devlet tarafından bu şekilde el konulan timarların % 75’i,
geliri 3000 akçeyi geçmeyen kılıç timarlar oluşu da, buhranın çoğunlukla küçük
timar sahipleri arasında oluştuğunu gösteriyor.
Devletin içinde bulunduğu
mâlî sıkıntılar zamanla arttıkça (ve özellikle On yedinci yüzyıl sonlarından
itibaren) savaş giderleri yanında artık bir gereklilik haline gelmiş olan
askerî ıslâhat girişimleri de malî kaynaklara ihtiyaç hissettirdikçe, timar
gelirlerine Hazine yararına el-konulması ve timar sisteminin ortadan
kaldırılması eğilimi daha fazla arttı. Sahipsiz kalan tımarlar toplattırılmak
üzere iltizamla müzâyedeye çıkarılmış veya beş-altı yıllık gelirini peşin
verenlere mâlikâne olarak satılmıştır.
Diğer taraftan Hazine
yararına geri alınan bu tür timarların verimli bir şekilde idaresi de devlet
için büyük bir mesele olmuştu. Çünkü, timar sisteminden çıkarılmış olan
arazinin hâsılâtı bu defa da mültezimlerin eline düşmüş oluyordu. Mültezimlerle
birlikte mütegallibe durumundaki eşrâf ve âyânın, hatta bazan devlet ricâlinin
de halkı vergi altında ezdikleri görülmektedir.
Köylü ve sipahi arasındaki
diğer çatışma konuları kanunnamelerde yer almıştır. Sipahilerin baş vurduğu en
yaygın ve köylü için en ağır yolsuzluklardan birisi, kanunnâmelerin yasakladığı
bir angaryayı[1456]veya mahalli vergiyi, “Eski Âdet” adıyla yeniden canlandırmaları ve
köylüyü zorlamalarıdır. Diğer taraftan Defter’de vergi yazılmayan otlak ve
çayırlardan sipahinin resim almağa kalkışması da yaygın yolsuzlukları
arasındadır. Sipahiler genel olarak tapulu toprakları da köylünün elinden
almakta ve toprağı kullandırtmak için onlardan yeniden tapu resmi
almaktadırlar.
Bununla beraber Osmanlı
rejiminin en belirgin karakterlerinden biri, bu gibi fazla hizmet angaryalarını
ve zulümleri önlemektir. Dolayısıyla köylü bütün bunlara karşı mahalli kadı
mahkemesine, önemli durumlarda doğrudan doğruya sultana başvurmak, şikayette
bulunmak hakkına sahiptir.[1457]
Mültezim mukataanın verimiyle
ilgilenmemektedir. Oysa Hazineye yeni kaynaklar bulmak için On yedinci yüzyıl
sonlarında bir fermanla mâlikâne usulü getirildi. Böylece mâlikânecinin ömür
boyu tasarrufunu aldığı mukataanın verimiyle çıkarları gereği ilgileneceği
umulmaktaydı. Başlangıçta malikâne herkese açık arttırma ile verilebiliyordu.
Ancak mâlikâne sahibi zengin reâyâ genellikle lstanbul’da oturmakta ve taşrada
gücü yoktur. On sekizinci yüzyılda mültezim kimliğiyle güçlenen ve hemen her
yerde ortaya çıkan taşra âyânlarının eliyle mâlikânelerini âdeta ikinci elden
iltizamla yönetmekteydiler. Bu duruma karşı bir önlem olarak On sekizinci
yüzyılın ilk çeyreği içinde reâyânın mâlikâne sahibi olması bir fermanla
yasaklandı.
Aslında malikâne sisteminin
ilk başlarda tasarlandığı gibi âcil giderleri karşıladığı söylenebilir. Ancak
uzun vadede mâli ve sosyal sorunlar yarattı. Örneğin iltizam yöntemini
kaldıramadığı gibi mukataa’ların ve köylülerin korunmasını sağlayamadı. Hatta
mâlikânelerden isminden de anlaşılacağı gibi ilk etapta alınacak “muaccel”[1458]ve ona bağlı olarak da “mal” denilen yıllık ödemelerden elde edilen
vergi geliri istenilen miktarlara ulaşamadı.
Diğer taraftan iltizama
verilen timarların yerleri, sayıları, değerleri ve mültezimlerin kimlik ve
kişilikleri de tehlikenin büyüklüğünü ispat edebilir. Örneğin meşhur Rusçuk
âyânı İsmail Beğ’in Niğbolu ve Silistre sancaklarındaki 73 timarın
mültezimliğini alması, timar gelirlerinin iltizama verilmesi sırasında nüfuzlu
kişilerin kendi bölgelerinde gerçek rakipleri olamıyacağını ve dolayısıyla
faaliyetlerinin de denetlenemiyeceğini gösteriyor.[1459]
On yedinci yüzyılın
sonlarından itibaren Osmanlı devlet idaresi zayıflamış, merkezî otorite
sarsılmıştır. Buna bağlı olarak toprak sistemi bozulmuş, taşra’nın nüfûzlu ve
kuvvetli yerli ailelerine mensup “âyân ve eşraf”, mirî arazilere ve
mütesellimlik, voyvodalık, şehir kethüdalığı gibi görevlere sahip olmuşlardır.
Diğer taraftan merkezî gücün zayıflaması, sefer ihtiyaçlarının eyâlet ileri
gelenleri aracılığıyla sağlanmasını zorunlu kılmıştı. Böylece resmî görevler
âyan’lara verilerek hem sayıları artırılmış ve hem de özellikle On sekizinci
yüzyılın ikinci yarısında gelişip güçlenmeleri sağlanmıştır.
Daha da kötüsü eyâletlerde
beylerbeyleri, kadılar (hatta naipler) halkın öteden beri tanıyıp bildiği
kimseleri “âyan” olarak görevlendirmeleri gerekirken, zengin yerli ailelerden
gelen kimselere menfaat karşılığında âyânlık buyruldusu, mürâsele[1460]vererek resmen âyân olarak atamışlardır. Âyân seçilme yöntemi devletin
koyduğu düzen içerisinde ve geleneklere uygun biçimde yürümediği için de
zenginler, nüfûz sahibi kişiler zorla âyân oldukları gibi hanedanlar kurarak bu
güçlerini nesiller boyu devam ettirmişlerdir.[1461]
Gerçi bu tür âyânlar ve eşraf
devamlı İstanbul’a şikâyet olunmuşlar ve zaman zaman tedip edilmek
istenmişlerse de sonuç her zaman başarılı olmamıştır.
Diğer taraftan buhran
dönemlerinde Hazine’ye gelir arayan devlet, erkâna tevcih edilmesi gereken
has’ları, daha çok vergi toplayana vermeye başladı. Bu durumdan özellikle vergi
toplayıcı voyvodalar yararlandılar ve âyânlar gibi onlar da bulundukları
yerlerde egemen oldular. On yedinci yüzyılda bu duruma çözüm arandıysa da
olumlu bir sonuç elde edilemedi.
Padişahlar, sadrazamlar ve
yetki verilmiş erkân’ın atadıkları memurlardan “sah ve mezûniyet alâmeti”
olarak bir anlamda resmen aldıkları “câize”ler de “memuriyetlerin fazla câize
verenlere tevcih olunması”na, daha da kötüsü “tekrar câize almak için bazı
önemli memurların azil ve yeniden tayin edilmeleri”ne sebep oldu. Bir kısım
memurlar, kendilerini atayan mercilere her sene câize dışında “ubûdiyet, Ferman
harcı, evâmir harcı, tebşiriyye, harc-i beha, kudumiyye, hediyye beha,
bohçabeha namlariyle daha başka paralar, hediyeler” vermek zorunda kaldılar.
Hatta resmî kayıtlarda bile bu sebeple “câize” yerine çoğulu olan «cevâiz»
geçmektedir. Üstelik memurlar da “câize”leri bulundukları yerlerin “tevzi
defteri”ne geçirdiler ve halktan (vergi olarak) geri tahsil ettiler.[1462]
On altıncı yüzyılda ölen ya
da idam edilen vezir ve beylerbeylerinin bütün mal varlığı müsadere edilmez ve
hatta borç bırakarak ölenlerin varislerine aylık bağlanırken, On yedinci
yüzyıl’da amacından saptırılarak taşra yöneticileri de müsadere yöntemini
uygulamağa başladılar. Çoğu zaman sudan gerekçelerle zenginleri suçlayıp
öldürttüler ve mallarını müsadere ettiler.[1463]
Bütün bu kötü uygulamalara
karşı vezirler, yüksek görevliler ve zenginler mütevellilik hakkını soylarına
bıraktıkları “zürrî” vakıflar kurarak bütün mal varlıklarını şer’î hukukun
koruması altına aldılar. Bunun sonucunda devletin haksız müsadere uygulamaları
da azaldı.
Üç kıt’a üzerine yayılmış bir
ülkede uzun bir süreç içinde oluşmuş bu tür kötü uygulama örneklerinin sayısını
artırmak elbette mümkündür. Ancak daha önce de söylediğimiz gibi, biz Osmanlı
devlet yönetimini, kurumlarını, halkını, örf ve âdetlerini anlatmak istedik. Bu
bağlamda kimileri kısa, kimileri uzun süreler devam etmiş “hâlet”ler zikrederek,
ecdâdın tarih içindeki görüntüsünü savabıyla, hatasıyla gönlümüzde ve
zihnimizde canlandırdığımız biçimiyle çizmeğe çalıştık.
Maksadımızı belki şu benzetme
daha iyi anlatacaktır: Gerçek hayatta Anatomi atlaslarında yer alan şekillere
tastamam benzer bir insan vücûdu bulunamaz. Ama insan vücudunun yapısı ve
işleyişi yine de o ideal çizimler ve ölçüler esas alınarak anlaşılabilir.[1464]
Yahya Kemâl’in iki ayrı
şiirinden toparlanmış bir beyitle sözümüzü bitirelim:
“Bir hayâl âlemi peydâ oldu,
Göçtüler hep birden o hayâl
âlemine...”
BİBLİYOGRAFYA I
1. Abû-Hayyan, (Dr. Ahmet
Caferoğlu), Kitâb al-İdrâk li-Lisan al-Atrâk, İstanbul 1931
2. Adıvar Adnan, Osmanlı
Türklerinde İlim, İstanbul, 1943
3. Ahmed Cevdet Paşa,
Tezâkir, Tetimme, Ankara 1968
4. Ahmed Cevdet Paşa, Tarih-i
Cevdet, Tertib-i Cedid, c. 4-5, Dersaadet 1309
5. Ahmet Refik, Eski
İstanbul, İstanbul 1931
6. Akdağ Mustafa, Türk
Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, Celâli İsyanları, Ankara 1975
7. Akkutay Ülker Yrd. Doç.
Dr. Enderûn Mektebi, Ankara 1984
8. Aksel Malik, İstanbul’un
Ortası İstanbul t.y.
9. Aksoy Özgönül, Osmanlı
Devri Sıbyan Mektepleri Üzerine Bir İnceleme, “Doktora Tezi”, İstanbul 1968
10. Akyıldız Ali, Osmanlı
Finans Sisteminde Dönüm Noktası Kağıt Para ve Sosyo-Ekonomik Etkileri, İstanbul
1996
11. Alderson A. D., Osmanlı
Hanedanının Yapısı, İstanbul 1998
12. Ali Efendi Kınalızâde,
Ahlak (Ahlak-i Alâ’î), Tercüman 1001 Temel Eser, No. 30
13. Ali Seydî Bey, Teşrîfat
ve Teşkilatımız (t.y)
14. Altunsu Abdülkadir Avukat
Dr., Osmanlı Şeyhülislâmları, Ankara 1972
15. And Metin, 40 Gün 40 Gece
- Osmanlı Düğünleri, Şenlikleri, Geçit Alayları, İstanbul 2000
16. Anhegger Robert Dr.-
İnalcık Halil Dr., Kanunname-i Sultani Ber Muceb-i Örf-i Osmani- II. Mehmed ve
II. Bayezid Devirlerine Ait Yasakname ve Kanunnameler, TTTK.Yay. Ankara 1956
17. Artuk İbrahim, Kanunî
Sultan Süleyman Adına Basılan Sikkeler, Ankara 1972
18. Atabek Emine M., Ortaçağ
Tababeti, İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, İstanbul 1977
19. Atan Turhan, Türk Gümrük Tarihi,
Ankara 1990
20. Atay Hüseyin Prof. Dr. ,
Kur’an’da Bilgi Teorisi, İstanbul 1982
21. Atay Hüseyin Prof. Dr.,
Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, İstanbul 1983
22. Aydın M. Akif Dr.,
İslâm-Osmanlı Aile Hukuku, İstanbul 1985
23. Ayverdi S. Edebî ve Manevî
Dünyası İçinde Fatih, İstanbul 1974
24. Bağış Ali İhsan Doç. Dr.,
Osmanlı Ticaretinde Gayri Müslimler-Kapitülasyonlar-Beratlı Tüccarlar- Avrupa
ve Hayriye Tüccarları, Ankara 1983
25. Baha A., İstanbul
Etnografyası, İstanbul 1934
26. Baltacı Cahid Dr., Maarif
Sistemimiz, İstanbul 1980
27. Barkan Ömer L., Prof.,
Süleymaniye Cami ve İmareti İnşaatı (1550-1557), c.1, Ankara 1972
28. Barkan Ömer Lütfi , XV ve
XVI ncı Asırlarda Osmanlı İmparatorluğu’nda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Malî
Esasları, İstanbul 1945
29. Barkan Ömer Lütfi,
Türkiye’de Toprak Meselesi, (Toplu Eserler 1), İstanbul 1980
30. Baykara Tuncer Prof. Dr.,
Osmanlı Taşra Teşkilatında XVIII. Yüzyılda Görev ve Görevliler (Anadolu),
Ankara 1990
31. Baysal İsmail Hakkı ,
Enderun Mektebi Tarihi, İstanbul 1953
32. Belin M., Türkiye’nin
İktisadî Tarihi Hakkında Tedkikler, (Çeviren Ziya Karamürsel), Ankara 1931
33. Berkî Ali Himmet,
Vakıflar, İstanbul 1940
34. Beydilli Kemal Doç. Dr.,
İlk Mühendislerimizden Seyyid Mustafa ve Nizam-ı Cedîd’e dair Risâlesi, (Seyyid
Mustafa, Risâle )
35. Bilmen Ö. Nasûhi, Hukuki
İslamiyye ve Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, c.6, İstanbul 1952
36. Biskupski Ludwik Prof.
Dr. , L’Origine et l’historique de la représentation officielle du Saint-Siège
en Turquie, 1204-1967, Hachette, İstanbul 1968
37. Boratav Pertev Naili
Prof., Türk Folkloru , İstanbul 1984
38. Bostan İdris, Osmanlı
Bahriye Teşkilâtı: XVII. Yüzyılda Tersâne-i Âmire, Ankara 1992
39. Bozkurt Rıza , Osmanlı
İmparatorluğu’nda Kollar, Ulak ve İaşe Menzilleri, Ankara 1966
40. Braudel Fernand,
Kapitalizmin Şafağında Kentler (III), Var Olmaya Doğru, Çağdaş Şehir, Kasım,
1987. Yıl:2, sayı.9
41. Celâl Esat (Arseven),
Türk Sanatı, İstanbul 1928
42. Cerrahoğlu İ. Doç.,
Tefsir Usulü (İlmu Usûli’t-Tefsir), Ankara Üniversitesi 1971
43. Cezar Yavuz, Osmanlı
Mâliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, İstanbul 1986
44. Cezzar Mustafa, Osmanlı
Tarihinde Leventler, İstanbul 1965
45. Çağatay Neşet Prof. Dr.,
Bir Türk Kurumu olan Ahilik, A.Ü.İ.F. Ankara 1974
46. Çataltepe Sipahi Dr.,
İslâm-Türk Medeniyetinde Vakıflar, İstanbul 1991
47. Danışman Zuhuri, Koçi Bey
Risâlesi, İstanbul 1972,
48. Danişmend İsmail Hami,
Türkiyat ve İslâmiyat Tedkikleri Külliyatı, İstanbul 1956
49. Daver Abidin, Aylık
Ansiklopedi c. 2, İstanbul 1946
50. Davison Roderic H.
“Osmanlı Türkiye’sinde Batılı Eğitim”, Çev; Mehmet Seyithanlıoğlu, Belleten, c.
LI, s. 200, Ağustos 1987
51. Demirel Ömer, II. Mahmud
Döneminde Sivas’ta Esnaf Teşkilâtı ve Üretim -Tüketim İlişkileri, Ankara 1989
52. Demolins Edmond, Comment
la route crée le type social, Paris, 1927, c.1
53. Deny Jean, Chansons des
Janissaires turcs d’Alger, (Mélanges René Basset) Paris, 1925
54. Dilgan Hamid, Bizans’ın
Matematik Kültürü, İ.T.Ü. Mimarlık Fak. Yay. İstanbul 1963
55. Doğan İsmail Yrd. Doç.
Dr., Tanzimatın İki Ucu: Münif Paşa ve Ali Suavi, İstanbul 1991
56. Doğru Halime Yrd. Doç.
Dr., XVIII. Yüzyıla Kadar Osmanlı Kentlerinin Sosyal ve Ekonomik Görüntüsü,
Eskişehir 1995
57. Ducassé Pierre,
Tekniklerin Tarihi, İstanbul 1976
58. Eldem Sedat Hakkı, Türk
Ev Plan Tipleri, İstanbul 1952
59. Engelhardt Ed., La
Turquie et le Tanzimat ou Histoire des Reformes dans l’Empire ottoman, t. 1-2
Paris 1882-83
60. Eremya Çelebi Kömürciyan
(Çev. Hrant D. Andreasyan), İstanbul Tarihi, XVII. Asırda İstanbul, İstanbul
1952
61. Eren Ahmet Cevat Prof.
Dr., Türkiye’de Göç ve Göçmen Meseleleri, İstanbul 1966
62. Ergenç Doç. Dr. Özer ,
Osmanlı Merkez Askerinin Nitelik ve Fonksiyonları üzerine, Birinci Askerî Tarih
Semineri, Ankara 1983
63. Ergenç Özer, Osmanlı
Şehrinde Esnaf Örgütlerinin Fizik Yapıya Etkileri, Türkiye’nin Sosyal ve
Ekonomik Tarihi (1071-1920),
64. Ergin Osman, Türk
Şehirlerinde İmaret Sistemi, İstanbul 1939
65. Ergin Osman, Türkiye
Maarif Tarihi, c. 1, 2, İstanbul 1945
66. Ergin Osman, Türkiyede
Şehirciliğin Tarihî İnkişafı, İstanbul 1936
67. Eryılmaz Bilal Doç. Dr.,
Osmanlı Devletinde Gayrimüslim Teb’anın Yönetimi, İstanbul 1990
68. Evliya Çelebi
Seyahatnamesi, İstanbul 1313. c.I-II-III, İstanbul 1935, c. IV
69. Evliyâ Çelebi
Seyahatnamesi, Topkapı Sarayı Bağdat 304 Yazmasının Transkripsiyonu (Hazırlayan
Orhan Şaik Gökyay) c.1, İstanbul 1996
70. Evren Burçak – Can Dilek
G. , Yabancı Gezginler ve Osmanlı Kadını, İstanbul 1997
71. Farabî (Mehmed),
İlimlerin Sayımı (İhsâ’ ül-ulûm), İstanbul 1986
72. Faroqhi Suraia, Onyedinci
yüzyıl Ankara’sında Sof İmalatı ve Sof Atölyeleri, s.251, Ord. Prof. Ömer Lütfi
Barkan’a Armağan , İstanbul 1985
73. Galante Abraham, Türkler
ve Yahudiler, İstanbul 1947
74. Gazalî, El-Munkızu
min-ad-Dalâl, (Çev. Hilmi Güngör), Mf. V. Ankara 1960
75. Gencer Ali İhsan Doç.
Dr., Türk Denizcilik Tarihi Araştırmaları, İstanbul 1986
76. Gerçek Selim Nüzhet, Türk
Matbaacılığı I, İstanbul 1939
77. Gnkur. Bşk. Harp Tarihi
Dairesi Yay., Osmanlı İmparatorluğu’nda Kollar, Ulak ve İaşe Menzilleri; Ankara
1966
78. Goldziher, Le dogme et la
loi de 1’ İslam, Paris 1920
79. Gökbilgin Tayyib Prof.
Dr., Osmanlı Paleoğrafya ve Diplomatik İlmi. İ Ü. Ed. F. İstanbul 1979
80. Gönül Tankut, Osmanlı
Şehrinde Ticari Fonksiyonların Mekansal Dağılımı, t.y.
81. Göyünç Nejat , XVI.
Yüzyılda Mardin Sancağı , İ.Ü.Ed.F. İstanbul 1969.
82. Güçer Lütfi Dr.,
XVI-XVII. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda Hububat Meselesi ve Hububattan
Alınan Vergiler, İstanbul 1964
83. Güllülü Sabahattin, Dr.,
Ahi Birlikleri, İstanbul 1977
84. Gülnihâl Prof. Dr., Batı
Hukukunun Türkiye’de Benimsenmesi, Ankara 1996
85. Gündüz İrfan Dr.,
Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri, İstanbul 1989
86. Günel, Horepiskopos Aziz
, Türk Süryanîleri Tarihi, Diyarbakır, 1970
87. Günergun Feza,
(Hazırlayan) Osmanlı Bilimi Araştırmaları, İstanbul 1995
88. Gürün Ceyhan , Türk
Hanlarının Gelişimi ve İstanbul Hanlar Mimarisi, İstanbul 1976
89. Halaçoğlu Yusuf Dr.,
Osmanlı İmparatorluğu’nda Menzil Teşkilâtı ve Yol Sistemi (Bastırılmamış
Doçentlik Tezi) İstanbul 1982
90. Hallaf A., İslâm Teşri’i
Tarihi. Ankara Üniversitesi, Ankara 1970
91. Hamidullah M., İslamın
Hukuk ilmine Yararları, İstanbul 1962
92. Hasluk (Hasluck) F. R.,
Bektâşilik Tedkîkleri, (Ragıb Hulûsi terc.) İstanbul 1928
93. Haydaroğlu İlknur Polat
Yrd. Doç. Dr., Osmanlı İmparatorluğu’nda Yabancı Okullar, Ankara 1990
94. İbrahim Hakkı (Konyalı),
Topkapı Sarayında Deri Üzerine Yapılmış Eski Haritalar, İstanbul 1936
95. İhsanoğlu Ekmeleddin,
Büyük Cihad’dan Frenk Fodulluğuna, İstanbul 1996
96. İnalcık Halil, Osmanlı
İmparatorluğu, Toplum ve Ekonomi, İstanbul 1993
97. İnan-Huricihan İslamoğlu,
Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Köylü, İstanbul 1991
98. İpekten Halûk Dr., Divan
Edebiyatında Edebî Muhitler, İstanbul 1996
99. İsfendiyaroğlu Fethi,
Galatasaray Tarihi, İstanbul 1952
100. Kahraman Atıf, Osmanlı
Devletinde Spor, Ankara 1995
101. Kâhya Esin Doç. Dr.,
Onsekizinci Yüzyılda Tabii Bilimler, Ankara 1982
102. Karal Enver Ziya, Selim
III’ün Hatt-ı Hümayunları Nizam-ı Cedid, 1789-1807, Ankara 1946
103. Karal Enver Ziya, Osmanlı
Tarihi c. IV-VI, Ankara 1983
104. Karaman H., Başlangıçtan
Zamanımıza kadar İslam Hukuku Tarihi,İstanbul 1975,
105. Kazıcı Ziya,
Osmanlılarda Vergi Sistemi, İstanbul 1977
106. Koçibey Risâlesi,
(Sadeleştiren Z. Danışman) İstanbul 1972
107. Koçu Reşad Ekrem,
Osmanlı Tarihinin Panoraması, İstanbul 1964
108. Koçu Reşad Ekrem,
Yeniçeriler, İstanbul 1964
109. Konrapa Zekaî , İslâm
AIeminde İlim Hayatına Toplu Bakış, İstanbul 1964
110. Konyalı İbrahim Hakkı ,
Üsküdar Tarihi c.1,2
111. Köprülü F., Türk Saz Şâirleri,
1-5, Birinci Basım, İstanbul 1940
112. Kuban Doğan, “Türk Ev
Geleneği Üzerine Gözlemler”, Sanat Tarihimizin Sorunları, İstanbul 1975
113. Kunt İ. Metin, Bir
Osmanlı Valisinin Yıllık Gelir-Gideri, Diyarbekir, 1670-71, Boğaziçi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1981
114. Kuran Ercümend,
Avrupa’da Osmanlı İkamet Elçiliklerinin Kuruluşu ve İlk Elçilerin Siyasî
Faaliyetleri, Ankara 1968
115. Kurdakul Necdet, Osmanlı
Devleti’nde Ticaret Antlaşmaları ve Kapitülasyonlar, İstanbul 1981
116. Küçükerman Önder, Anadolu’daki
Geleneksel Türk Evinde Mekan Organizasyonu Açısından Odalar, İstanbul 1973
117. Kütükoğlu Bekir, Osmanlı
– İran Siyasî Münâsebetleri, 1578-1590, İstanbul 1962
118. Kütükoğlu Mübahat S.,
Osmanlı Belgelerinin Dili (Diplomatik), İstanbul 1994
119. Levend Agâh Sırrı, Divan
Edebiyatı, Kelimeler, Remizler, Mazmunlar, ve Mefhumlar, İstanbul 1943
120. Levend Agâh Sırrı, Ümmet
Çağı Türk Edebiyatı, Ankara 1962
121. Lûtfi Paşa, Âsafnâme,
İstanbul 1326
122. Mahmud Cevad, Maarif-i
Umûmiye Nezâreti, Tarihçe-i Teşkilât ve İcrâatı, İstanbul, 1338
123. Mantran Robert, XVI ve
XVII. Yüzyılda İstanbul’da Gündelik Hayat, İstanbul 1991
124. Mantran Robert, 17.
Yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul I, Ankara 1990
125. Marsigli Comte de ,
L’Etat militaire de l’Empire Ottoman, ses progrès sa décadence, c:1- 2,
Amsterdam 1732
126. Matrakçı (Nasûhüs’s
Silâhî), Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irakeyn-i Sultan Süleyman Han, (Yayına
hazırlayan- Prof. Dr. Hüseyin G. Yurdaydın) Ankara. 1976
127. Meriç Ümid Dr., Cevdet
Paşa’nın Cemiyet ve Devlet Görüşü, İstanbul 1975
128. Mumcu Ahmet Doç. Dr.,
Hukuksal ve Siyasal Karar Organı Olarak Divan-ı Hümayun, Ankara 1976
129. Mumcu A. Doç. Dr.,
Osmanlı Hukukunda Zulüm Kavramı, Ankara 1974
130. Mustafa Nuri,
Netâyicü’l-Vukûat, c. 1-4, İstanbul 1327
131. Nagata Vuzo ,
Muhsin-zâde Mehmed Paşa ve Âyanlık Müessesesi, Tokyo 1976
132. Nev’î Efendi, İlimlerin
Özü “Netâyic el Fünûn”, (Haz. Ömer Tolgay), İstanbul 1995
133. Noradounghian Effendi
Gabriel , Recueil d’Actes internationaux da l’Empire Ottoman, t. 2, Paris, 1900
134. Nutku Özdemir, IV.
Mehmed’in Edirne Şenliği, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1972
135. Ocak Ahmet Yaşar,
Babaîler İsyanı, İstanbul 1980
136. Okandan Recai G., Amme
Hukukumuzda Tanzimat ve I. Meşrutiyet Devirleri, İstanbul, 1946
137. Okay Cüneyd, Osmanlı
Çocuk Hayatında Yenileşmeler, İstanbul 1998
138. Orhonlu Cengiz Dr.,
Osmanlı İmparatorluğunda Aşiretleri İskân Teşebbüsü (1691-1696) İstanbul 1963
139. Orhonlu Cengiz , XVII.
Asırda İstanbul, İstanbul 1952 Osmanlı İmparatorluğu’nda Derbend Teşkilâtı,
İstanbul 1967
140. Orhonlu Cengiz, Osmanlı
İmparatorluğu’nda Şehircilik ve Ulaşım Üzerine Araştırmalar (Derleyen: Salih
Özbaran), İzmir 1984
141. Orhonlu Cengiz, Osmanlı
Tarihine Aid Belgeler, Telhîsler (1597-1607). İstanbul 1970
142. Ortaylı İlber, Türkiye
İdare Tarihi, Ankara 1979
143. Ortaylı İlber, Osmanlı
Toplumunda Aile, İstanbul 2000
144. Osman Nuri, Mecelle-i
Umur-i Belediyye c.1, İstanbul 1922
145. Öneş Edhem Ruhi ,
Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Esnaf, İstanbul 1985
146. Önsoy Rifat Prof. Dr.,
Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii ve Sanayileşme Politikası, Ankara 1988
147. Özbilgen Erol,
Pozitivizmin Kıskacında Türkiye, İstanbul 1994
148. Özbilgen Erol, Osmanlı
Hukuku’nun Yapısı, İstanbul 1985
149. Özkaya Yücel Doç. Dr.,
Osmanlı İmparatorluğunda Âyânlık, (Doçentlik Tezi) Ankara 1977
150. Özkaya Yücel Doç. Dr.,
XVIII. Yüzyılda Osmanlı Kurumları ve Osmanlı Toplum Yaşantısı, Ankara 1985
151. Parla Jale, Efendilik,
Şarkiyatçılık, Kölelik İstanbul 1985
152. Sadettin Nüzhet,
XVII’nci asır Saz Şâirlerinden Kuloğlu. İstanbul 1933 (?)
153. Safvet, Bahriyemiz
Tarihinden Filasalar, Bahriye Matbaası 1329, (D.K.K.-1994)
154. Sahillioğlu Prof. Dr.
Halil, İkinci Süleyman’la İkinci Ahmed Zamanlarında Bakır Para Üzerinde Bir
Enflasyon Denemesi, İstanbul 1982
155. Sakaoğlu Necdet –
Akbayar Nuri, Binbir Gün Binbir Gece, Osmanlıdan Günümüze İstanbul’da Eğlence
Yaşamı, İstanbul 1999
156. Sakaoğlu Necdet –
Akbayar Nuri, Osmanlı’da Zenaatten Sanata, c.2, İstanbul (t.y.)
157. Sarı Mehmet Paşa
Defterdar , Nesâyıh’ül vüzerâ v’el ümerâ veya Kitab-ı Güldeste, Nizâm-ı Devlete
Müteallik Risale, (Derleyen Hüseyin Ragıp Uğural) Ankara 1969
158. Sava Paşa (Çev. Baha
Arıkan) İslâm Hukuku Nazariyatı Hakkında Bir Etüd, c. 1-2, Ankara 1955
159. Savvas Pacha, Étude sur
la Théorie du Droit Musulman, Première partie Paris 1892; Deuxième partie Paris
1898
160. Sayılı Aydın, “Bilim,
Kültür ve Uygarlık Açısından Tarihimiz”, Bilim Politikası 1983-2003 Ankara,
Ekim 1983
161. Schimmel Annemarie,
Sayıların Esrarı, İstanbul 1997
162. Sencer Muammer, Bilimsel
Kaynak ve Belgelerle Toprak Ağalığı’nın Kökeni, İstanbul 1971
163. Seyyid Mustafa,
İstanbul’da Askerlik Sanatı, Yeteneklerin ve Bilimlerin Durumu Üzerine Risale,
(Üsküdar Matbaası 1803) Tıpkı basım, t.y.
164. Sözen Zeynep, Fenerli
Beyler, 110 Yılın Öyküsü (1711-1821), İstanbul 2000
165. Stchoukine Ivan , La
Peinture turque d’après les manuscrits illustrés, Paris 1971
166. Sultan Süleyman
Kanunnâmesi, Türk Hukuk Tarihi, Kısım 2, Adliye Vekilliği Ankara 1935
167. Şanîzâde, Tarih-i
Şânîzâde, Ceride-i Havadis Matbaası. Sene 1291
168. Şener A . Dr. , Kıyas,
İstihsan, İstislah , Ankara 1974
169. Şentürk Ahmet Atillâ,
Yahyâ Beğ’in Şehzâde Mustafa Mersiyesi yahut Kanunî Hicviyesi, İstanbul 1998
170. Tabakoğlu Ahmet, Türk
İktisat Tarihi, İstanbul 1986
171. Tassy M. Garcin de ,
«Mémoire sur les noms propres et les titres musulmans» Paris, 1878,
172. Taşköprîzâde Ahmed
Efendi, Mevzu’at ül-Ulûm, c.1-2, Dersaadet 1313
173. Tekeli Sevim, 16’ıncı
Asırda Osmanlılarda Saat ve Takiyüddin’in “Mekanik Saat Konstrüksiyonuna Dair
En Parlak Yıldızlar” Adlı Eseri, A.Ü. Ankara 1966
174. Testa I. le Baron de,
Recueil des traités de la Porte Ottomane avec les puissances étrangères, t.3,
Paris 1868
175. Toledano Ehud R.,
Osmanlı Köle Ticâreti 1840-1890, İstanbul 1994
176. Tuncer Ömer, İşte
Anadolu, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 1999
177. Turan Osman, Selçukî
Kervansarayları, Belleten, X/39, 1946
178. Turan Osman, Selçuklular
ve İslâmiyet, İstanbul 1971
179. Türkay Cevdet, Osmanlı
Türklerinde Coğrafya, İstanbul 1955
180. Uğur Ahmet Prof. Dr.,
Osmanlı Siyaset-Nâmeleri, t.y. (Doçentlik Tezi)
181. Uluçay Çağatay, 18. ve
19.Yüzyıllarda Saruhan’da Eşkıyalık ve Halk Hareketleri, İstanbul 1944
182. Uluçay Çağatay,
Manisa’da Eşkıyalık, İstanbul 1944
183. Uluçay M. Çağatay,
Padişahların Kadınları ve Kızları, Ankara 1980
184. Ulunay Ref’i Cevad,
Sayılı Fırtınalar, İstanbul 1955
185. Unat Faik Reşit, Türk
Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi Bir Bakış, Ankara 1964
186. Uriel H., Studies in Old
Ottoman Criminal Law, Oxford 1973
187. Uyaroğlu H. Nevzat ,
Osmanlı Kamu Yönetim Kurum ve Sistemleri içinde Enderun Saray Okulu, İstanbul
1989 (Basılmamış Y.L.T.),
188. Uzel İlter Prof. Dr.,
Sanata Yansıyan Türk Tıbbı, Ankara (2000?)
189. Uzunçarşılı İ. Hakkı,
Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı, İstanbul 1948,
190. Uzunçarşılı İsmail Hakkı
Ord. Prof., Osmanlı Devletinin Teşkilatından Kapıkulu Ocakları, c.1-2 Ankara
1984
191. Uzunçarşılı İsmail Hakkı
Ord. Prof., Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Ankara 1984
192. Uzunçarşılı İsmail Hakkı
Ord. Prof., Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilatı, Ankara 1984
193. Üçok Çoşkun Prof. Dr., -
Mumcu Ahmet Prof. Dr., Türk Hukuk Tarihi , Ankara 1981
194. Ülgener Sabri F. Dr.,
İktisadî İnhitat Tarihimizin Ahlak ve Zihniyet Meseleleri, İstanbul 1959
195. Ülgener Sabri F.
İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, İstanbul 1981
196. Ünver A. Süheyl,
İstanbul Rasathanesi, Türk Tarih Kurumu Ankara 1969
197. Watson James, İkili
Sarmal, Ankara 1997
198. Yalçın Aydın, Türkiye
İktisat Tarihi, Ankara 1979
199. Yediyıldız Bahaeddin,
Osmanlı Toplumu, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, c.1
200. Yenigün Hayri, Seyyid
Ahmed Ağa, Türk Yurdu sayı: 263, İstanbul 1956
201. Yorulmaz Hüseyin Yrd.
Doç. Dr., Evliya Çelebi’den Muallim Cevdet’e Kaybolmuş İstanbul Esnafı,
İstanbul Araştırmaları Dergisi, sayı 2, İstanbul 1997
202. Yücel Yaşar, Prof. Dr.,
1640 Tarihli Es’ar Defteri, Ankara 1982
BİBLİYOGRAFYA II
GENEL ESERLER - DERGİLER
1. Belleten, c. V/17-18,
1941; c. X/39, 1946, c. XXVII, 1964, c. LI/200 1987
2. Bilim Tarihi Dergisi,
İstanbul 1991-1994
3. Birinci Askeri Tarih
Semineri, Bildiriler II, Genkur. A.T. ve Str.E. Bşk.Yay.Ankara 1983
4. Çağdaş Şehir, sayı: 1-2
İstanbul 1987
5. Deniz Kuvvetleri Dergisi,
sayı: 484, Ocak 1974
6. Diyanet İşleri Başkanlığı
Dergisi, c: XIII, sayı: 1
7. Es’ar Defteri (1640
Taihli), Ankara 1982
8. Fatih Kanunnâmeleri, Türk
Hukuk Tarihi, Kısım 2, Adliye Vekilliği Ankara 1935
9. Güney-Doğu Avrupa
Araştırmaları Dergisi 1-2-3, 1972-7X.
10. Hicri On Birinci Asırda
İstanbul Hayatı, İstanbul 1931
11. Hicrî On ikinci Asırda
İstanbul Hayatı, İstanbul 1930
12. İktisat Fakültesi
Mecmuası, İstanbul c. 17 1955-56, c.23 1963
13. İlmiyye Sâlnamesi, Dar
ül-Hilâfet ül-Aliye 1334
14. İslam Tedkîkleri
Enstitüsü Dergisi c, 1, sayı: 1-4, İstanbul 1954
15. İstanbul Araştırmaları
Dergisi, sayı 1, 2, İstanbul 1997-99
16. Kanunnâme-i Âl-i Osman,
Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası İlâvesi, İstanbul 1329
17. Kavanîn-i Âl-i Osman der
Hulâsa-i Mezâmin-i Defter-i Divan, İstanbul 1280
18. Millî Kültür Dergisi 1977
19. Millî Tetebbûlar
Mecmuası, sayı 3
20. Muahedat Mecmuası, c.1,
1294
21. Ok Meydanı ve Okçuluk
Tarihi, İstanbul, 1974
22. On Altıncı Asırda
İstanbul Hayatı, İstanbul 1935
23. Ord. Prof. Ömer Lütfi
Barkan’a Armağan, İstanbul 1985
24. Osmanlı Altınları - Gold Coins
of The Ottoman Empire, İstanbul 1967
25. Osmanlı Astronomi
Literatürü Tarihi, İstanbul 1999
26. Osmanlı İmparatorluğu’nda
Kollar, Ulak ve İaşe Menzilleri, (Rıza Bozkurt), Gnkur. Bşk. Harp Tarihi
Dairesi Yayınları Ankara 1966
27. Osmanlı Padişah Tuğraları,
İstanbul 1980
28. Osmanlı Sanayi, 1913,
1915 Yılları Sanayi İstatistiki, (A.Ü.S.B.F. Yay), Ankara 1970
29. Selim I. Kanunnâmesi
(1512-1520) ve XVI. Yüzyılın İkinci Yarısının Kimi Kanunları, TTK, Ankara 1988
30. Tanzimat I, İstanbul 1940
31. Tarih Vesikaları Dergisi,
c.1, s. 86, Ankara 1941-42
32. Tarihimizde Vakıf Kuran
Kadınlar- Hanım Sultan Vakfiyeleri, İstanbul 1990
33. Tevki’î Abdurrahman Paşa
Kanunnâmesi, Türk Hukuk Tarihi, İkinci Kısım Belgeler, Adliye Vekilliği, Ankara
1935
34. Türk Hukuk ve iktisat
Tarihi Mecmuası, c.1, İstanbul 1931.
35. Türk Deniz Ticareti ve
Türkiye Denizcilik İşletmeleri Tarihçesi I, İstanbul 1994,
36. Türk Tarih Kongresi VII,
Ankara 1973
37. Türk Yurdu, sayı: 263,
1956
38. Türkiyat Mecmuası c. X,
İstanbul 1953
39. Vakıflar Dergisi, IV,
1958
40. Türkiye’nin Sosyal ve
Ekonomik Tarihi (1071-1920) Ankara 1980.
BİBLİYOGRAFYA III
ANSİKLOPEDİLER VE SÖZLÜKLER
1. AnaBritannica Genel Kültür
Ansiklopedisi, İstanbul 1993
2. Âsitâne’i Aliyye ve
Bilâd-i Selâsede Kâin Olan Mevcud ve Muhterik Olmuş Tekkelerin İsim ve
Şöhretleri ve Mukabele-i Şerife Günleri, Dar üs-Saltanat üs-Seniyye 1253
3. Büyük Larousse Sözlük ve
Ansiklopedisi, İstanbul 1992
4. Dictionnaire Géographique
de l’Empire Ottoman, C. Mostras, St. Petersbourg 1873 (Tıpkı Basım İstanbul
1995)
5. Encyclopédie de l’lslam.
c.3, Leyde 1975,
6. Felsefe Ansiklopedisi,
Kavramlar ve Akımlar, (Orhan Hançerlioğlu), İstanbul 1976
7. Hukuki İslâmiyye ve
Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, (Ömer Nasuhi Bilmen), c.2-4, İstanbul 1951
8. İslam Ansiklopedisi M.E.B.
c. 12/1,
9. İslam Ansiklopedisi,
Türkiye Diyanet Vakfı c. 6,7,10,12,17,18
10. İstanbul Ansiklopedisi,
(Dünden Bugüne) İstanbul 1993-1995
11. Kitâb al-ldrâk li-Lisan
al-Atrâk, Abû-Hayyan, (Dr. Ahmet Caferoğlu)
12. Küçük Türk-İslam
Ansiklopedisi, c.1, İstanbul 1974, c.1
13. Lehçe-i Osmanî, Ahmed
Vefik Paşa, İstanbul 1293
14. Lûgat-i Çağatay ve
Türkî-i Osmânî, (Şeyh Süleyman Efendi-i Buhârî), İstanbul 1298
15. Osmanlı Ansiklopedisi,
İstanbul 1993
16. Osmanlı Tarih Deyimleri
ve Terimleri Sözlüğü, (Mehmet Zeki Pakalın ) İstanbul 1946
17. Osmanlı’da Yahudî
Kıyafetleri, Gözlem Yayınları, İstanbul 2000
18. Resimli Kâmus-i Fransevî,
Ş. Sâmi, İstanbul 1322
19. Théma-Larousse, c. 6
İstanbul 1994
20. Türk Giyim, Kuşam ve
Süslenme Sözlüğü, (Reşad Ekrem Koçu ), Ankara 1967
21. Türk Hukuk Tarihi , Ks.
2, Belgeler, Ankara 1935
22. Türk Lûgati, (Hüseyin
Kâzım Kadri) T.D.K. İstanbul 1943
23. Türk Tarih Kongresi III,
Ankara 1948.
24. Türkiye Sanatı Tarihi
(100 Soruda), Doğan Kuban, İstanbul 1970
25. Uygur Sozlüğü, Dr.
Caferoğlu Ahmet, İstanbul 1934
26. Fatih Devrine ait Münşeât
Mecmuası (Necati Lugal - Adnan Erzi) İstanbul 1956
27. Aylık Ansiklopedi, c.2,
İstanbul 1946
[2] 1 Diğer taraftan padişah için imparator terimi yerine “grand Turc”
gibi özel deyimler de kullanılmıştır.
[3] 2 Son iki yüzyıl boyu, İngiltere, Fransa, Portekiz, İspanya, Hollanda,
İtalya, Almanya kısacası hemen bütün Batılı ülkelerin sömürgeci yayılmaları
sırasında anlam genişlemesiyle bu bağlamda “İngiliz İmparatorluğu”, “Fransız
Koloniyal İmparatorluğu” gibi “bir merkezi otoriteye bağlı devletlerin ve
ülkelerin bütünü” anlamını da almıştır.
[5] 4 Osmânî, Osmâniyye, Osmâniyan kelimeleri de Osmanoğulları’na atıf
yapmaktadır.
[6] 5 Mesela büyük kardeşi Gündüz Bey’e Karacahisar ve Sultanönü’nü
(Eskişehir) mıntakasını; Aykut Alp’a İnönü, Hasan Alp’a Yarhisar, Turgut Alp’a
İnegöl mıntakalarını vermişti. Daha sonra Osman Bey’e iltihak eden aşiret
beylerinden Konur Alp’a Bolu ve Düzce ve Akçakoca’ya adına mensup olan
mıntakalar verilmişti. Uzunçarşılı, Saray Teşkilatı, s. 117
[7] 6. Konur Alp’ın vefatından sonra Düzce ve Bolu havalisine Orhan’ın
oğlu Süleyman Paşa ve Akçakoca’nın vefatından sonra Kandıra ve daha sonra
zaptedilen İzmit havalisine de diğer oğlu Murad Bey gönderilmişlerdi. Orhan’ın
oğullarından İbrahim, Eskişehirde sancak beyliği ediyordu. Daha sonra İzmit
sancağı Süleyman Paşa’ya verildi. Murad Bey İnönü ve Karasi beyliğinin kısmen
ilhakı üzerine Süleyman Paşa Balıkesir ve Murad Bey de Bursa’ya
nakledilmişlerdi. a.e.a.y.
[8] 7. Birinci Murad’ın üç oğlu vardı.Bayezid, Germiyanlılardan çeyiz
olarak alınan Kütahya sancağında, Yakub Karesi (Balıkesir) sancağında ve Savcı
da babasının Rumeli’de bulunduğu sırada Bursa’da bulunmuşlardı. Bunlardan Savcı
Bey Babasına isyan etti. Yıldırım Bayezid’in zamanında oğullarından her biri
Anadolu beylerinden zaptedilen yerlerde Sancakbeyliği etmişlerdi. Murad Bey
1365 tarihinde Biga’yı zaptettiği sırada orada yakaladığı büyük biraderi
Süleyman Paşa’nın oğlu Melik Nasır’ı öldürmüştür.
[9] 8 Bu husus bazı bilimsel araştırmalarda özellikle vurgulanmıştır.
Örneğin Mumcu, Divân-ı Hümâyûn, s. 82
[10] 9. Şeyhülislâm’ın yargı ile ilgili görevleri de, bir anlamda
günümüzdeki Anayasa Mahkemesi Başkanlığı ile Başbakanlık ve Adâlet Bakanlığı
baş müşâvirlerinin görevlerini birlikte kapsıyordu.
[11] 10. Örneğin taht iddiacıları ya hutbelerde adlarını okutmak için
halifeleri zorlamışlar ya da yalnızca kendi adlarına hutbe okutmaktan
çekinmemişlerdir. “ Mısır’daki Abbasî hilafetini tanımayan Moğollar, kendi
yönetimlerinin meşruiyetine bir temel olarak Sünnî çevrelerde Hulefa-yi
Raşidîn’in, Şiî çevrelerde ise on iki imamın adını hutbede okuttular.” Mustafa
Baktır, İslam Ansiklopedisi (Diyanet), c. 18, s. 427
[12] 11. Örneğin Osman Gazi, Ertuğrul Bey’in ölümünden sonra aşiret
önderlerinin ve âhiler tarafından; Orhan Bey babasının vasiyeti üzerine âhi
topluluğu tarafından; kendisi de âhi reisi olan Murad yine âhiler tarafından,
Yıldırım Bâyezid Kosova Savaşı’nda babasının şehid oluşundan sonra orada hazır
bulunan ümera tarafından; Çelebi Mehmed Ankara Savaşı’ndan sonra yapılan uzun
mücadeleler sonrasında Edirne’de kendi hükümdarlığını ilan ederek; oğlu II. Murad
ise babasının vasiyeti, ancak erkân ve yeniçerilerin kabulüyle tahta
geçmişlerdir.
[13] 12. Sultan I. Ahmed’in ölümünde (1617) çocukları çok küçük olduğundan,
Meşveret Meclisi kardeşi Şehzâde Mustafa’yı tahta geçirdi.
[14] 13. Hicret’in altıncı yılında Hz. Muhammed “umre” yapmak üzere 1400
Müslüman’la Mekke’ye doğru yola çıktı. Kureyşliler müslümanları Mekke’ye sokmak
istemediler. Hz.Osman elçi olarak gönderildi. Öldürülmesinden korkuluyordu. Hz.
Muhammed eğer Hz. Osman öldürülürse, “ölünceye kadar savaşacaklarına dair”
müslümanlardan biat istedi. Onlar da “biat” ettiler. “Sana biat edenler
gerçekte Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin
üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur. Ve kim Allah’a
verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük mükafat verecektir.” Fetih Suresi 48/10
[15] 14. Cengiz Kaller, Biat, İslam Ansiklopedisi, (Diyânet), c.6, s. 122
[16] 15. Osmanlılar’dan önceki Abbasîler, Samanîler, Gazneliler,
Selçuklular’da Harizmşahlar gibi İslam devletlerinde ve Moğollar’da da cülûs
bahşişi âdeti vardır.
[17] 16. İlk defa Fatih Sultan Mehmed’in Karaman seferinden (1451) dönüşü
sırasında yeniçerilerin padişahtan aldıkları 10 kese akçe bahşiş cülüs
bahşişlerine örnek olmuştur.
[18] 17. “III. Murad’ın cülüsunda Enderun hazinesinden her kesede 10.000
altın olmak üzere 75 kese altın çıkmış ve bunun 70 kesesi başta yeniçeriler
olmak üzere kapıkulu askerlerine dağıtılmıştır. III. Mehmed’in cülûsu
münasebetiyle sadrazam ile şeyhülislama 30.000’er, vezirler ve kazaskerlere
20.000’er, yüksek rütbeli kadılara 15.000’er, müderrislerin büyüklerine
5000’er, küçüklerine 3000’er, meşayihin bazısına 1000’er, defterdarlara
20.000’er, nişancıya 30.000, çavuşbaşı ile kapıcılar kethüdasına 15.000’er,
rikab-ı hümayun ağalarına 10.000’er, müteferrikalara 2000’er, reisülküttaba
7000, defter-i hakanî emînine 5000, evkaf muhasebecisine, mukataacıya,
teşrifatçıya, Anadolu ve haraç muhasebecilerinin her birine 3000’er, öteki
memurlara da belirli miktarlarda bahşiş dağıtılmış, bazısına ayrıca elbiselik
kumaş ve hil’at hediye edilmiştir” Abdülkadir Özcan, Cülûs, İslam Ans. (Diyanet),
c.8, s.112
[19] 18. Her cülûs Hazineye yaklaşık 300 milyon akçeye mal oluyordu.
a.e.a.y.
[20] 19. Mesela I. Ahmed’in ölümünden (1617) sonra I. Mustafa’nın, birkaç
ay sonra II. Osman’ın, dört yıl sonra tekrar I. Mustafa’nın, dört ay bile
olmadan IV. Murad’ın cülûsları yüzünden beş yılda dört defa bahşiş verilmesi
devleti çok zor durumda bırakmış, hatta IV. Murad’ın cülûs bahşişi Saraydaki
altın ve gümüş kap kaçakların eritilerek para kestirilmesiyle verilebilmiştir.
a.e.a.y.
[21] 20. Örneğin Sultan II. Süleyman’ın ve III. Osman’ın cülûsunda olduğu
gibi.
[22] 21. Örneğin Sultan III. Osman’ın cülûsunda olduğu gibi.
[24] 23. Memlüklüler Abbasî halifeleriyle; Babürlüler Hulefa-yi Raşidîn
ile; Şiî hanedanları on iki imam ile birlikte hutbe’de kendi hükümdarlarının
adlarını okutuyorlardı. İslam Ansiklopedisi (Diyanet), c.18, s. 427
[25] 24. Nitekim “Cuma veya Cuma-i Balâ (Serez Sancağı içinde bir kasaba),
Eski Cuma (veya şimdiki Bulgaristan’da Tırnova ile Romanyada’ki Tirgovişte
şehirleri), Cuma-i Atik (Şumnu ile Razgrat arasında), Cuma Pazarı (Manastır’a
bağlı), Cumalı (Köprülü’nün kuzeydoğusunda) gibi yerleşim merkezlerinin adları
da bu hususu kanıtlar.
[26] 25. Selen, 16 ıncı ve 17 inci yüzyıllarda Anadolu’nun köy ve küçük
şehir hayatı, s.595
[27] 26. Kanunî Sultan Süleyman cülûs ettiğinde “Canberdî Gazalî Şam
camilerinde kendi adına hutbe okuttu, para bastırdı. Üzerine gönderilen Üçüncü
Vezir Ferhad Paşa tarafından Şam Savaşı’nda yenildi ve kendi hazinedarı
tarafından öldürüldü. Artuk, Kanunî Sultan Süleyman Adına... s.XII
[28] 27. Yemen’i feth edip eyâlet olarak devlete bağlayan Hadım Süleyman
Paşa orada ilk iş olarak Kanunî Sultan Süleyman adına hutbe okutup, sikke
kestirmek olmuştu. Artuk, a.g.e. s.XIV.
[29] 28. Örneğin Küçük Kaynarca Antlaşması ile (1774) elden çıkan Kırım’da
ülkenin dinî yönden Hilafet’e ve Osmanlı Devleti’ne bağlılığını belirtmek üzere
cuma ve bayram hutbelerinin padişah adına okunması kabul ettirilmiştir.
[30] 29. Örneğin Kanunî Sultan Süleyman döneminde ülkenin her tarafına
dağılmış 43 darbhane bulunmaktadır. Artuk, Kanunî Sultan Süleyman Adına Basılan
Sikkeler, s. XI,
[31] 30. Nitekim Kanunî Sultan Süleyman’ın cülûsunda Mısır Vâlisi Hayır
Bey’e kendi adına hutbe okutması ve sikke bastırması hakkında bir ferman
gönderildi. Artuk, a.g.e. s. XII
[32] 31. Ali Seydî Bey, s. 128
[34] 33. Bununla beraber Sultan III. Mustafa’nın saltanatının 5. yılında,
tuğrasının hem metni hem de istifi değiştirilmiştir. Bir kaç Padişahın da
saltanatlarının ilk yıllarında, tuğralarında küçük istif değişiklikleri
yapılmıştır.
[35] 34. 1697 Ramazan’ında Babadağ’nda serasker olan Yusuf Paşa’ya Özi
tarafı eyaletlerinin tevcihatı da havale olunup tuğra çekmesine izin ve ruhsat
verilmiş ve reis ül-küttap vekili olarak yanına “rikâb reisi” atanmıştır.
[36] 35. Zira Sultan I. Selim’in “-Benim altınla doldurduğum hazineyi
ahlafım-dan her kim mangırla doldurursa hazine anın mührile mühürlensin ve illâ
benim mührümle mühürlenmekte devam olunsun” diye vasiyet ettiği söylenmektedir.
[37] 36. Hümâ kuşu Romalıların kartalı gibidir. Batı dillerinde hem
“auguste” ve hem de “impériale” yahut “royal” kelimeleri gibi güçlülüğü ve
hükümdara aidiyeti belirtir.
[38] 37. “Ben ki sultanü ‘s-selâtîn, burhânü ‘l-havâkîn, tâc-bahş-ı
husrevân-ı rûy-i zemin, zıllu’llahi fi’l-arzeyn Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve
Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Rum ve Karaman vilâyetlerinin ve vilâyet-i
Zülkadriyye’nin ve Kürdistan ve diyâr-ı Bekr’in ve Azerbaycan’ın ve vilâyet-i
Tatar’ın ve Şam’ın ve Haleb’in ve Mısr’ın ve Kuds-i Şerif’in ve Mekke-i
mükerreme ve Medîne-i mu’azzama’nın ve Cidde’nin ve sair diyâr-ı Arab’ın ve
Yemen’in ve diyâr-ı Acem’in ve dârü’s-selâm-ı Bağdad’ın ve Basra’nın ve
Müşa’şa’ vilâyetinin ve Lûristan’ın ve Tunus’un ve Cerbe’nin ve memâlik-i
maşrık’ın ve diyâr-ı mağrıbın ki âbâ-yi kirâm ve ecdâd-ı izâmım -enâra’llahu
berâhinehüm- kuvve-i kahire ile feth eyledüği nice memleketlerin ve iklimlerin
ve cenâb-ı celâlet-me’âbım dahi tiğ-i âteş-bâr ve şimşîr-i zafer-nigârım ile
feth eyledüğim nice memleketin Padişahı ve sultanı Sultan Bâyezid Hân oğlu
Sultan Selim Hân oğlu Sultan Süleyman Hân’ım”. Kütükoğlu, Osmanlı Belgelerinin
Dili, s. 148
[39] 38. Metnin aslındaki “Dar ül harb” deyimi gayrimüslim ülkeler anlamına
da gelir.
[40] 39. “Haremeyn-i Şerifeyn Hâdimi ve Kudüs-i Mübarek’in Hâmi ve Hâkimi,
ve Rumeli ve Tamışvar, vilâyet-i Bosna ve Sigetvar ve Kal’a-i İgreistvar ve
Vilâyet-i Anadolu ve Karaman ve Diyâr-ı Arabistan ve umûmen Kürdistan
câniblerinin ve Kırım ve Deşt-i Kıpçak iklimlerinin ve Cezire-i Girid ve Rodos
ve Kıbrıs ve Zülkadriye ve Şehr-i Zor ve Diyarbekir ve Haleb ve Raka ve Kars ve
Van ve Çıldır ve Erzurum-i Nüzhet rüsûm ve Şam-ı Dâr ül-İslam ve Dâr ül Hilâfe,
Bağdad-ı Behişt âbâb ve Kûfe ve Basra ve Lahsa40 ve sevâkin-i Habeş ve Mısr-ı
nâdir ül-asr vilâyetlerinin ve dâr ül-cihad-ı Cezâyir ve Tunus ve Halkülvad ve
Trablusgarb ve sâir memâlik ve büldân, hususâ dâr ül-aman v’el aman-ı hasret
ül-mülûk olan Şehr-i İstanbul ve dâr ül-harb’den kuvve-i kâhire-i hüsrevâne ve
satvet-i bâhire-i mülûkânemiz ile be avn-i melik ün-Nasîr-i kabza-i feth ü
teshire getirilen medâyin ve emsar ve memâlik diyârın şehriyârı ve evreng-i
izzet-disâr’ın tâcidârı ve Akdeniz ve Karadeniz ve nice memâlik ve cezâyir ve
benâdir ve maabir ve kabail ve aşâyirin ve bundan maada nice hasn hasin-i
namdâr’ın Padişah mağdelet penâhi ve şehinşâh-ı nusret destgâhı (Sultan Mehmed
Han bin Sultan İbrahim Han bin Sultan Ahmed Han bin Sultan ibn-i Sultan Mehmed
Han ibn-i Sultan Murad Han bin Sultan Selim Han bin Sultan Süleyman Han bin
Sultan Selim Han bin Sultan Bayezid Han bin Sultan Mehmed) Han’ım.” Muahedat
Mecmuası, c. 1, s. 4-5
[41] 40. Osmanlı Padişahlarının muayede (bayramlaşma) için özel tahtları
vardır. Örneğin On yedinci yüzyılın ilk yarısında Sultan I. Ahmed (1603-17) ve
Sultan IV. Murad (1623-40) için yaptırılmış olanlar ya da Sultan I. Mahmud’a
(1730-54) İran’dan hediye olarak gönderilmiş “Şah İsmail’in Tahtı” olarak
bilinen taht gibi.
[42] 41. “Bayramlarda Meydân-ı Dîvan’a taht kurulup çıkmak emrim olmuştur.
El öpüldükte vüzerâm ve kazaskerlerim ve defterdarlarım kafadarım olup
duralar.” Fatih Kanunnâmesi.
[43] 42. Krallara , imparatorlara Papa ya da görevlendirdiği vekili
tarafından taç giydirilmekte ve kutsanmaktadır. Nitekim Napolyon Bonapart da
Papa’nın elinden imparatorluk tacı giymişti.
[44] 43. Nitekim “tacını” ya da “tahtını kaybetti” deyimleri
“hükümdarlığını kaybetti” anlamında kullanılır.
[45] 44. Eğer yusufî kavuk üzerine sarık sarılırsa “yusufî destar”,
herhangi bir başlık üzerine ince kumaş burularak ve gelişigüzel sarılırsa
“dardağan” sarık denilirdi.
[46] 45. Örneğin Yeniçeri ağası, kul kethüdası gibi yüksek rütbeliler
“süpürge sorguç” denilen geniş bir sorguç takarlardı.
[47] 46. Bununla beraber Ahmed II (1691) ve Mustafa II (1695) siyasî durum
gereği Edirne’de kılıç kuşandılar.
[48] 47. Nitekim Sultan Murad IV hem Hz. Muhammed’in hem de Yavuz Sultan
Selim’in kılıçlarını (1623), Sultan Mahmud II de (1808) hem Hz. Muhammed’in hem
de Osman Gazi’nin kılıçlarını kuşandılar.
[49] 48. Tarih kaynaklarının hepsinde “beyaz” ve “yeşil” renkli sancaklar
üzerinde ittifak varsa da örneğin “Selanikî Tarihi, Hammer, Kavanin-i Osmanî ve
Rabıta-i Asitane”de diğer renkler üzerinde ayrılık vardır. Bununla beraber her
ikisi de On altıncı yüzyıl sonları ve On yedinci yüzyıl başlarında Ordu ile
birlikte savaşlara katılmış olan Selânikî ile “Vakayi-i Tarihiyye” müellifi
Abdülkadir Efendi’nin verdikleri bilgiler uyuşmaktadır.
[50] 49. Bununla beraber Saltanat sancakları arasında çok büyük boyutlarda
(5x14 m) ve ağırlıkta (58 kg) olanlarının bulunması, bu sancakların savaşta
arazî üzerine yayılarak harekat sırasında Merkez’i belirlemek için kullanıldığı
düşünülebilir.
[51] 50. Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, s. 449
[52] 51. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi bu sancakların renkleri
hakkında, en azından devirlere göre değiştiklerini belirten ihtilaflar vardır.
“.... ak sancak ile kırmızı sancak belki eserlerde zikredilen saltanat
sancaklarından iseler de diğerleri hakkında sarih bir şey söylemek şimdilik
mümkün değildir. Tarif edilen yeşil sancaklar ise küçük olup bunların saltanat
sancakları olduğu şuphelidir. Osmanlı Şehzadelerinin sancakları yeşil
olduğundan bunlar belki de şehzadelere aittir.” Pakalın, Tarih Deyimleri, c.
III, s. 111
[53] 52. “Vezir-i âzâm Yemişçi Hasan Paşa cephede harb ederken Sancağ-ı
Şerif ilerde ve Padişah sancakları sadrazam’ın arkasında bulunuyordu.” Pakalın,
Tarih Deyimleri, c.3, s. 110
[54] 53. Dîvanü Lügati’t-Türk’ te Kaşgarlı Mahmud bağımsızlık belirten bazı
bayraklara tuğ denildiğini söylüyor.
[55] 54. İslam’ın Tevhîd inancını yüceltmek ve yaymak.
[56] 55. Sınır eyaletlerinin vezir rütbesindeki valilerine tanınan kaleme
aldıkları emirlere padişah tuğrasını koyma hakkı, sadrazam Kemankeş Mustafa
Paşa tarafından kaldırıldı.
[57] 56. Kuramsal olan bu yol tahmin edilebileceği gibi, kişiliklerle de
ilgilidir.
[58] 57. 1876 yılında ilk Osmanlı anayasası olan “Kanun-i Esasî”de de
Sultan Abdülhamid kendi yetkilerini kısıtlamıştı.
[59] 58. Örneğin Feridüddin Attar’ın Pendnâme’si gibi.
[60] 59. Örneğin Nâbi’nin Hayrabad ve Hayriye’si gibi.
[61] 60. Hazret-i Padişah-ı âlem-penah... tarafından ferman-ı cihan-müta ve
hükm-i vacibü’l-ittiba’ sâdır oldu ki... umur-dîde a’yan ve kar-azmüde ehl-i
dîvan bir yere gelub .... bu gailenün tedbîri nedür göreler. Kâtib Çelebi, s.
120: Kitâb-ı Gülşen-i Mülûk, Uğur,Osmanlı Siyâset-Nâmeleri, s. 122
[62] 61. “...kemâ hüve hakikî sadakat üzre bir hizmetim suret bulmağın
....” Kitab-ı Müstetab, s. 33. Uğur,Osmanlı Siyâset-Nâmeleri, s. 123
[63] 62. Lûtfi Paşa’nın Asafnâmesi gibi.
[64] 63. Örneğin Gelibolulu Mustafa Ali’nin “Nasihatü’s-Selâtin”i gibi.
[66] 65. Kalemiye ve mâliye anlamında. Yoksa tabir Tanzimat’a yakın
dönemlere aittir.
[67] 66. Örneğin bazılarında Farsça ve Arapça gramatikal terkipler ve
şiirler, darb-ı meseller de vardır.
[68] 67. Uğur, Osmanlı Siyaset-nâmeleri, s. 106
[69] 68. Gelibolu Mustafa Alî (1541-1599) Haleb’de Timar Defterdarı iken
1581 yılında yazmıştır.
[70] 69. Katib Çelebi (1609-1658) tarafından Sultan IV. Mehmed zamanında
1648-50 yıllarında yazılmıştır.
[71] 70. Defter Emini (Müezzinzâde) Aynî Ali Efendi’ye Sadrazam Kuyucu
Murad Paşa tarafından 1607’de bir görev olarak verilmiştir.
[72] 71. Lütfi Paşa (1488-1563) Enderûn’da yetişti. Müteferrika,
Sancakbeyi, sırasıyla Karaman, Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi, Üçüncü Vezir,
İkinci Vezir ve Vezir-i Âzam oldu. Padişah’ın kız kardeşi ile evlendi. Rodos’un
Fethi, Birinci Viyana Kuşatması, Irakeyn ve Boğdan Seferlerine katıldı. Mimar
Sinan’ı Kanunî ile tanıştırdı. Reaya’dan birine karşı acımasızlığı sonucunda
çıkan olaylar 1541’de görevden alınmasına sebep oldu.
[73] 72. “Onbeş bin‘den fazlası pehlivanlıktır” der.
[74] 73. “Veziriazam’ın işleri ve ahlâkı”
[75] 74. Defterdar Sarı Mehmed Paşa’nın vefatı 1717 tarihindedir. 1714-17
yıllarında yazmış olduğu eserini Sultan III. Ahmed (1703-1730)’e sunmuştur.
[76] 75. Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Nesâyıh’ül Vüzerâ v’el Ümera s. 75.
[77] 76. Örneğin: Nahifi Süleyman Efendi’nin “Nasihâ-tü’1-Vüzerâ an Nahifî
Efendi” isimli eserinde bir kaç kitap bir aradadır. Vezirin birinci vazifesi,
her yıl Mısır’dan Mekke ve Medine ahalisine gönderilen erzakları yerine
gitdiğini denetlemek olmalıdır. Referanslar âyet, hadislerdir. Kitabında bidat,
rüşvet, yol emniyeti, narh, sikke meseleleri ele alınmıştır. Ahmet bin
Hüsameddin el-Amasî’nin ağır bir dille 1536 tarihinde tamamladığı 86 varaklık
“Kitab-ı Miratu’l-Mülûk” da pek çok âyet, hadis, hikaye ve teşbihler yer
almıştır. Kâfi Hasan Akhisarî Bosnavî Arapça ve Türkçe karışık olarak kendi
müşahedelerini yazdığı ve toplumu “Kılıç sınıfı, kalem sınıfı, çiftçi sınıfı,
sanat ve ticaret sınıfı olarak dörde ayırdığı “Usu’l-Hikem fi-Nizami’l-Alem”
isimli eserini 1596’da Sultan III. Mehmed’e bizzat vermiştir. 1620 yılı
civarında yazılmış ve bir giriş ile 12 bölüm ve bir zeylden oluşan “Kitab-ı
Müstetab”ın yazarı bilinmemektedir. Sultan Selim, Kanunî Sultan Süleyman, Piri
Paşa ve Lütfi Paşa ile birlikte pek çok ayet ve hadislere göndermeler
yapılmıştır. Yalnızca yazar ve eser ismi verilerek şöyle devam edilebilir:
Canikli Hacı Ali Paşa (ölm. 1780), Tedbîr-i Cedid-i Nâdir; İsmail Hakkı Bursalı
(ölm. 1724), Sülükü’l-Mülûk; Mustafa ibn es-Seyyid Ahmed, Nasihâtü’l-Mülûk
Tergîben li-Hüsni’s-Sülûk; Ebu Adem Dede Hatem Akovalızâde (ölm. 1754)
Minhâcü’l-Ümerâ fi-Ahvâl-i Selâtin ve’1-Vüzerâ; Mehmed Şerif Esad Efendizâde
(ölm. 1615), Fusulü’l-Arafi Şanî’l-Mülûk ve’1-Vüzerâ; Pîrîzâde,
Kitabü’s-Siyâse; İshab Efendi, Risâle fi Âdâb-ı Hizmet-i Sultan; İdris-i
Bitlisî (ölm. 1520), Kanûn-i Şâhenşâhî ; Nevî Yahya Malkarâvî (ölm.1598),
Fazâilü’1-Vüzerâ ve Hasai-lü’1-Ümerâ; Abdülmecid Sivasî, Nasâyihü’l-Mülûk;
Abdurrahman Yusrî, Kebîrî-zade, Nasihâtü’l-Mülûk; Pertevî Ali (ölm. 1665),
Rebiu’l-Mülûk Ve Adâb-ı Sülûku’1-MüIûk; Ömer Faik, Nizâmü’1-Atik Bahrü’1-Amîk;
Nailî Seyyid Mehmed, Mir’atü’n-Nizam fi Devleti’l-Fihâm; Mahir Übeydullah,
Enisü’l—Mülûk; Mahmud Hamdî, Esrâr-ı Siyâsiyyat; Kemankeş Kara Mustafa Paşa
(ölm. 1644), Lâyihât; Resmî Ahmed (ölm. 1779) Lâyihât”. Uğur,
...Siyasetnâmeler, s. 88-103. Hatta bu listeyi uzatmak da mümkündür.
[78] 77. Koçi Bey ünlü risâlesinde Padişah’a âdeta din ve devlet adına da
hesap soruyor: “Velhasıl şimdiki halde reaya fukarasına olan zulûm ve taaddi
bir tarihte ve bir iklimde ve bir Padişah memleketinde olmamıştır. Memalik-i
İslâmiyye’den bir memlekette zerre kadar bir ferde zulum olsa Rûz-i Cezâ’da
mulûk’tan sual olunur, vükelâ’dan sorulmaz ve anlara sipâriş ettim demek
Huzûr-i Rabb’il-Âlemîn’de cevâb olmaz. Ah-ı serd-i mazlûmân hânümanlar
harabeder. Eşk-i çeşm-i derdmendan dünyâyı garkâb-ı fenâ eder. «Küfr ile dünya
durur, zulumle durmaz». Adalet tûl-i ömr’e (uzun ömre) sebeptir ve intizâm-i
ahval-i fukâra Padişahlara mucib-i cennettir. Bu dediklerim kelâm benim
değildir. Ulema ve meşâyih kavlidir. İtimat buyurulmazsa anlardan sual oluna
ahvâl böyledir.” Pakalın, c.3, s.16
[79] 78. “Padişahluk hemen bir terazi tutar kimesneye benzer, imdî padişah
olub teraziyi doğru tutarsın, Allahu Teala dahi sana doğru nazar eder.” Uğur,
a.g.e. s. 108
[80] 79. Bu yönden bakılırsa İngilizlerin fahrî ünvânı “esquire (Esq.)” ya
da Fransızların “gentilhomme” dedikleri sınıf ile bazı soyut benzerlikler
görülür. Diğer taraftan Osmanlı Teşkilât Tarihi’nde padişaha mahsus (başka bir
deyişle Hazine’ye bırakılan) “has”lar anlamında da kullanılır.
[81] 80. Ali Seydî Bey, s. 115
[83] 82. Yavuz Ali Paşa, Damad Öküz Mehmed Paşa, Çerkez Mehmed Paşa,
Bosnalı Hüsrev Paşa, Melek Ahmed Paşa, Siyavuş Paşa, İbşir Mustafa Paşa,
Malatyalı Süleyman Paşa, Bıyıklı Mehmed Paşa, Moralı Damat, Hüseyin Paşa, Mahir
Paşa gibi. Ancak içlerinde yalnız Çorlulu Ali Paşa usûl dışı olarak doğrudan
doğruya Silahdarlıktan Sadrazam olmuştur.
[84] 83. Hergün Padişah’ın hizmetinde
[85] 84. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı s.430
[86] 85. Fransızların “gentilhomme” dedikleri yarı askerî sınıfa benzer bir
zümredir. Hasekilik unvanı Padişah’ın yakını olan kadınlar hakkında da
geçerlidir.
[87] 86. On altıncı yüzyıl dışında zenci hadımağalar içinden atanırdı
[88] 87. Darü’s-saade ağaları, İstanbul’daki ayaklanmalara karıştıkları
için giderek gözden düştüler ve II. Mahmud döneminde görevleri haremağalarının
amirliğiyle sınırlandı. Tanzimat döneminde de kaldırıldı
[89] 88. Daha sonraki dönemlerde aralarından bir kısmı Mabeyn-i Hümâyûn
bünyesinde yer aldılar.
[90] 89. Bu bağlamda Tanzimat düzenlemeleri bir anlamda Osmanlı teşkilât
tarihindeki “bürokratik reform” olarak da ele alınabilir. Bu tarihten sonra
Osmanlı bürokrasisi biçim değiştirmiş, bu yeni bürokrasinin yeni teşrifatını
(devlet protokolünü) düzenlemek için bir de “Teşrifat Nâzırı” ihdâs olunmuştur.
[91] 90. Bu bağlamda örneğin Fransa’nın “Güneş Kral” lâkabını taktığı XIV.
Louis’ye göre “teşrifat herkesin üstündedir ve amacı devlet adamı ve devlet
temsilcisi yetiştirmektir.” Nitekim XVI. Louis zamanında Fransa Sarayında
Teşrifat’ın tavsamış olması bir anlamda Fransa Krallığı’nın kaderini
belirlemiştir. İngiltere’nin Kraliyet Sarayında ise her zaman teşrifat
uygulanmıştır.
[92] 91. Hammer’den naklen Uzunçarşılı, Bahriye Teşkilâtı, s. 58
[93] 92. Sadrazam veya şeyhülislam kapısı için kullanılır deyimdir.
[94] 93. Bununla beraber İslam tarihinde Abbâsî halifeleri ve Anadolu
Selçukluları bir anlamda madalyalara benzer “atiyye dinarları” bastırmışlardır.
Osmanlı tarihinde de ilk kez 1730 yılında “Ferâhî” adıyla bir madalya
bastırılmıştır.
[95] 94. “Her kimse ki bir mansıp için şevketlû Padişah-ı Âlempenah
hazretlerinden hil’at giye, elbette varıp vekil-i Devletten dahi bir hil’at
giymek kanun-ı kadîmdir”. Tevkii Abdürrahman Paşa Kanunnâmesi, Millî Tetebbûlar
Mecmuası, sayı 3, sayfa 529
[96] 95. Dördüncü Mehmed tarafından 1652 tarihindcn itibaren
[97] 96. “Fetret” devri’nde Yıldırım Bayezid’in oğullarından Osmanlı
topraklarına hiçbir zaman tam anlamıyla egemen olamamış Süleyman ve Musa
çelebiler de Padişahlar cetveline alınırsa Osmanlı hükümdarlarının sayısı 38’i
bulur.
[98] 97. Oysa şehzâdelerin isimleri çok daha fazla farklılaşma gösterir.
[99] 98. Son Padişah VI. Mehmed ‘in (Vahdeddin) mezarı Şam’da, son halife
Abdülmecid Efendi’ninki de Medine’dedir.
[101] 100. Konumuz içinde kalan süreçte halledilenler “Yıldırım Bayezid, II.
Bayezid, 1. Mustafa, II. Osman, İbrahim, IV. Mehmed , II. Mustafa, III. Ahmed,
III. Selim”dir.
[102] 101. Bunlar Sultan II. Murad ve Sultan III. Ahmed’dir.
[103] 102. En kısa saltanat Sultan V. Murad’ın 93 gün süren padişahlığıdır.
[104] 103. Sarayından ayrılmayan ilk padişah Kanunî’nin oğlu Sultan II.
(Sarı) Selim oldu.
[105] 104. Mehmed III (1595-1603), Osman II (1618-1622), Murad IV
(1623-1640), Mehmed IV (1648-1687) ve Mustafa II (1695-1703) sefere çıktılar.
[106] 105. Bunlar Mahmud I (1730-1754), Mustafa III (1757-1774), Abdülhamid
I (1774-1789), Selim III (1789-1807), Mahmud II (1808-1839) dir. Daha sonraki
dönemde de Abdülmecid (1839-1861), Abdülhamid II (1876-1909) ve V. Mehmed
(Reşad) (1909-1918) “Gazi” unvanı almışlardır.
[107] 106. Doğum şenlikleri ileriki bölümlerde ayrıntılı olarak anlatılmıştır.
[108] 107. Örneğin Sultan I. Abdülhamid’in ilk çocuğuna şenlik yapılmış ise
de, ikinci oğluna masraf yapılmasını istemiyerek “Böyle maskaralık lazım
değildir, dervişân tekkelerine nezirler ve sadakalar verilüb mekteb hocalarına
Paşakapısına gelince hil’at giydirilüb, kalfalarına sarık parası ve masumlara
çil para ve pilav-zerde» verilmesini emretmişti.
[109] 108. Bed-i besmele töreni ileriki bölümlerde ayrıntılı olarak
anlatılmıştır.
[110] 109. Şehzadelerin sünnet düğünleri ileriki bölümlerde ayrıntılı olarak
anlatılmıştır.
[111] 110. On dördüncü yüzyılda kurulan Tekeoğulları Beyliği’nin Antalya ve
Fethiye dolaylarındaki bölgesi.
[112] 111. Kırım’ın güney kıyısında “Küçük İstanbul” diye adlandırılan kent.
[113] 112. Yetişkin şehzadelerin sancağa çıkarılmayıp yalnız büyük
şehzadenin sancak beyi olmasının kabulüne, Bayezid ile Şehzade Selim arasındaki
mücadelenin ve büyük şehzadenin sancağa çıkarılması usulünün kaldırılmasına da
Üçüncü Mehmed’in oğlu olan ve babası tarafından öldürülen Şehzade Mahmud
hadisesinin sebep olması ihtimal dahilindedir. Pakalın, III/ 121
[114] 113. Örneğin IV. Murad, Vezir-i Âzam Sokollu Mehmed Paşa’nın yolladığı
haber üzerine İstanbul’a gelip padişah olmuştur. Bekir Kütükoğlu, İA. /VIII, s.
615
[115] 114. Nitekim IV. Mehmed de, 1595 yılında annesinin gönderdiği haber
üzerine İstanbul’a geldi. Tayyib Gökbilgin, İA/VII, s. 536
[116] 115. Şehzâde Cem’in ağabeyi Bayezid’e yaptığı “devleti bölüşme”
teklifi dışında.
[117] 116. Örneğin çok bilinen Hurrem ve Kösem Sultan’lar gibi.
[118] 117. Her ne kadar yeni doğmuş olanlara kadar şehzade kardeşlerini
katledenler bunun sebebi olarak bütün vahşetine rağmen devlet’in selametini
göstermiş iseler de, bunun kendi istikballeriyle ilgili olduğu da
düşünülebilir.
[120] 119. Örneğin I. Murad oğlu Savcı Bey’in; II. Murad da üç kardeşi
Ahmed, Mahmud ve Yusuf’un gözlerine mil çektirmişlerdi.
[121] 120. Örneğin Şeyhülislam Esad Efendi, II. Osman Lehistan Seferi’ne
çıkmadan önce kardeşi Şehzade Mehmed’i katletmek için istediği fetvayı vermedi.
Fakat Rumeli Kazaskeri Taşköprülüzâde Kemâleddin Efendi “şeyhülislâm” olmak
ümidiyle istenilen fetvayı verdi. Alderson, s. 62
[122] 121. “Saltanata geçen Padişahın kendisi ve oğulları hariç, hükümdar
ailesinin izlerini mümkün olan en kısa zamanda ortadan kaldırmanın -belki de
etkili tek yolu olması sebebiyle, bu konudaki temel politika oldu.” Alderson,
s. 59
[124] 123. Kafes ya da Şimşirlik uygulaması Tanzimat’ tan (1839) sonra
kaldırıldı.
[125] 124. Saltanat’ın Yüce Beşiği. Bu deyim, ilk kez Sultan III. Murad
(1546-1595)’ ın annesi Nur Banû Sultan için kullanıldı.
[126] 125. Tanzimat Fermanı’nın ilânından sonra İslam hukukuna göre Padişahın
dört eşine nikah kıyılarak resmen kadın efendi (en kıdemli olanı başkadın
efendi) unvanı verildi. Oğlu tahta çıkan kadın efendi de valide sultan oldu.
[127] 126. Nitekim Fatih Sultan Mehmed Kanunnâme’sinde yer alan hükümler “ahfadım
böyle yapalar” biçiminde emirlerdir. Kanunî Süleyman kanunnâmesi’ndeki hükümler
de benzerdir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’dan getirdikleriyle zenginleşen İç
Hazine’ye giriş hakkında kendinden sonra devam ettirilmek kaydıyla koyduğu emir
biçimindeki kural da her zaman uygulanmıştır.
[128] 127. Kaldı ki zevce kendi dinini bile muhafaza edebilir.
[129] 128. Batı tarihçileri tarafından Roxelana, Roza, Rossa, Rosanne,
Ruziac ve La Rossa; Osmanlı tarihçileri tarafından Haseki ve Hurrem Sultan
olarak bilinir.
[130] 129. Haseki Hastanesinin başlangıcıdır.
[131] 130. Hatice Turhan Valide Sultan 25 Haziran 1683 tarihinde vefat etmiş
ve kendi adına yaptırdığı türbesine defnedilmiştir.
[132] 131. “Vakıf mütevellilerine, nazırlarına, katiplerine, cabîlerine,
rüznamçe katiplerine, noktacılarına, mutemetlerine ve bunların yardımcılarına;
kalelerinde görevli kale kapıcılarına; sebildeki su yolcularına; türbenin
bekçilerine ve temizlikçilerine; camilerin müezzinlerine, imamlarına,
muarriflerine, saatçilerine, vaizlerine, hatiplerine, kayyimlerine,
buhurcularına, kandilcilerine, ser-mahfellerine, devirhanlanna, cüzhanlarına,
naathanlarına, Kur’an okumakla görevlendirdiği diğer kişilere; mektebinde görev
alan muallimlere, temizlikçilere ve yardımcılarına; kütüphanede görevli hafız-ı
kütüb’e, mücellid’e, nakkaş’a ve yine vakıflarmda görevli diğer hizmetliler ile
sarraflara, vekilharca, anbarcılara, tamircilere, perdeciye, kurşuncuya, camcı
ve taşçıya” verilmek üzere.
[133] 132. Hatice Turhan Vâlide Sultan vakfiyesinde bu hayratlarının
masraflarının karşılanması için Cami yakınlarında 3 fırın, 4 dükkan ve kahve
dibekleri, Mahmutpaşa’da ve Araplar Mahallesinde arsalar, Rumeli’de 40 köy, 5
çiftlik, Anadolu ‘nün çeşitli yerlerinde arsa ve çiftlik ile akar satın
alınması için 5200 kuruş para vakfetmiştir. Vakfiyenin tam metni ve fotokopisi
için Bkz. Vakıf Kuran Kadınlar ... s. 61-91
[134] 133. Uluçay, Padişahların Kadınları ve Kızları, s. 40.
[137] 136. Deyim Prof.Dr. Rüçhan Arık’a aittir. “Selçukluların Orta Asya’da,
Türkmenistan’da, İran’da, Türkiye’de de Sivas ve Kayseri’den Alanya’ya kadar
pek çok yerde, pek çok sarayı” bulunmaktadır. Ancak, bu saraylardan yalnızca
Kubad Abad’ın “külliye” şeklinde oluşturulmuş olan site planı ortaya
çıkartılabilmiştir. Arık, Kubad Abad s. 13
[139] 138. Tevkiî Abdurrahman Paşa Kanunnâmesi’nde “Dîvânhâne” de
denilmektedir.
[140] 1. “Zamanın değişimiyle hükümlerin değişmesi yadsınamaz.” anlamındaki
bu ilke Mecelle’de “Ezmânın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr edilemez”
hükmüyle vurgulanmıştır.
[141] 2. “Bir hâkim bir şey ile hükmettikten sonra başka türlü hükmü daha
sevab görecek olsa evvelki hükmü, sebebini beyan etmek suretile yalnız kendisi
nakzedebilir”. Bilmen, Hukuki İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, c.6, s.
457
[142] 3. Örneğin “Gıyabî hükmün üç mezhebde câiz olmasına karşılık Hanefî
mezhebinde buna cevaz verilmediğine dair “ Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Yıldız
Tasnifi, ks=18, 553/431, 93-37
[143] 4. Hamidullah, İslamın Hukuk ilmine Yararları,s. 56 ve ilah.; yine aynı
yazarın İslam Tedkîkleri Enstitüsü Dergisi c, 1, sayı: 1-4, İstanbul 1954, s.
63 ve ilah; Hallaf, İslam Teşrii Tarihî,
[144] 5. Örneğin Mâverdî’nin ünlü “el-Ahkam üs-Sultâniye”si gibi.
[145] 6. Bunlar dışında “muhallefat-ı mezâhib, istishab, zerâyi veya
vesile’ler, asl-el ‘ibâhe (veya İslam’a aykırı olmayan norm veya kavramların
hukukî resepsiyon’u), mütekabiliyet (milletlerarası karşıtlık ilkesinin
doğurduğu hukukî uygulamalar) ve antlaşma metinleri gibi” en az 10 değişik
ikincil (tali) kaynak daha sıralanabilir. Fakat bu kaynaklardan bazıları
çeşitli mezheb ve müctehidlerce alınmamış veya reddedilmiş ya da önem sıraları
değiştirilmiştir. Mesela Ebu Hanife’nin hukukî kanıtları önem sırası «kitab, sünnet,
sahabî’lerin ictihadleri, icma’, kıyas, isti’hsan ve örf» iken İmam Malik’e
göre ana kaynaklardan sonra «sahabî’lerin fetvaları, Medine’lilerin icma’ı,
kıyas, istihsan, maslahat-ı mürsele, zerayi’, örf ve adet gelir. İmam-ı Şafi’i
aynı değerlendirmeyi «sahabî’lerin icma’ı, sahabi’lerin uyuşmazlık (ihtilaf)
durumundaki sözleri, kıyas», İmam Ahmed bin Hanbel ise «sahabî’lerin icma’ı,
sahabî’lerin uyuşmazlığı, mürsel ve zayıf hadisler, kıyas, (ve daha sonra
maslahat-ı mürsele, zerâyi, istihsan, istishab)» olarak yaparlar. Zahirî’lere
göre «kıyas» uygun değildir. Kıyas yerine nass’ların sınırını aşan benzetmeler
yaparak bunlara «Delil» adını verirler. Kendi fıkıh’larını Kitab, sünnet, icma
ve bahsolunan «delil»lere dayandırırlar. Şener, “Kıyas, İstihsan, Istislah” ,
s. 33-34.
[146] 7. 70 kadar nikâh, boşanma (talâk), verâset, vasiyyet; 70 adet satın
alma, kiralama, rehin, şirket, ticaret ve borçlar; 30 tane cinayet suçları, 20
tane muhakeme ve tanıklığa dair âyet Kitab’ın sûreleri içindedirler.
[147] 8. Hallaf, İslâm Teşri’i Tarihi, s. I9-21; Karaman, “Başlangıçtan
Zamanımıza kadar ....” s. 42; Cerrahoğlu, Tefsir Usulü s. 52-58.
[148] 9. Mes’eleci, mevzu’i, casuistique, case
[149] 10. Gerçi sahih olmayan bir hadise’e dayandırılarak Arapça karşısında
İslam dili olarak Farsça ve Türkçe’nin değersizsiliği ve geçersizliği hakkında
olumsuz görüşler çıkartılmış ve belki de bu sebeple (esası Din olan) ilim dili
olarak birçok eserler Arapça yazılmıştır. Bu anlayışın etkisinde kalmış olanlar
Türkçe yazdıkları eserlerin mukaddimesinde âdeta mazeret olarak “herkesin
anlaması için” bu yolu seçtikleri söylemişlerdir.
[150] 11. Örneğin «Fetâvâ-yi Abdürrahim» den alınan fetvaların birincisinde
bu husus açıkça görülüyor: «Zeyd-i müslimîn’in-gayri-zaruretin kefere lisanı
üzre tekellüm eylese Zeyd’e ne lâzım olur? «El-cevab — Ta’zîr». Danişmend,
Türkiyat ve İslâmiyat Tedkikleri Külliyatı, s. 10
[151] 12. Bir kasabanın Müftisi olan Zeyd meclisinde olan müslimin ile bilâ
- zarûretin kefere lisanı üzre tekellüm eder olsalar Zeyd’e ve ol kimesnelere
şer’an ne lâzım olur? El-cevab — Ta’zir ile zecr-ü men’ olunurlar.» a.e.a.y.
[152] 13. «Suret-i mezbûrede ol kasabanın hâkimi olan Bekir Zeyd’e ve ol
kimesnelere “Bilâ - zaruretin kefere lisânı üzre niçün tekellüm idersiz?
Hatâdır!” didikde Zeyd ve ol kimesneler “Ecdâdımızın lisânıdır, bize halâldır”
dîseler Zeyd’e ve ol kimesnelere şer’an ne lâzım olur? El-cevab — Ta’zir ve
istîğfar ile tathîr-i lisân.» a.e.a.y. Tathîr “paklama” anlamındadır.
[153] 14. Hanefîlik Türkiye’den başka Hindistan, Çin, Malezya, Mısır’da,
Şafiî, Malikî ve Hanbelî mezhebleri de Afrika ile Arab yahud Arablaşmış
cemaatler arasında yayılmıştır.
[154] 15. Dolayısıyla “ictihad kapısı”nın kapanması Fıkh’ın yalnızca usul ve
fürû’una ait bir durumdur. Usul ve fürû’un uygulanmasında, her mezhebin müsaade
ettiği ölçüde ictihad yolu açık olduğu görülmektedir.
[155] 16. Örneğin Goldziher, Le dogme et la loi de 1’ Islam, s. 44,
[156] 17. Hırsızlık ve zina’ya para cezası verilmesi gibi. Üçok-Mumcu,
a.g.e. s. 214’den naklen Coşkun Üçok, «A.Ü. Hukuk Fak. Derg.» III, s. 48-75 ve
IV, s. 365-383.
[157] 18. “Müstâcel” durumlarda, önemsiz buyruldularda tuğrası çekilmeden,
yalnızca Dîvan-ı Hümâyun kalemlerinin kayıtlarıyla gönderilmiş buyruldular
vardır.
[158] 19. Beylerbeyi ve Kapudan Paşa’lara çok özel olarak tuğrası çekilmiş
boş (beyaz) fermanlar da verilmiştir.
[159] 20. Bütün ülkede geçerli olan ilk kanunname Fatih Sultan Mehmed’e
aittir.
[160] 21. Bunların en eskisi Sultan II. Bayezid’in kanunnamesidir.
[161] 22. ... ve herkes müstefid o’mak için ıstılah ve ibarattan feragat
olunub lisan-ı padişah gerdun vekardan nakılle yazılub...» Türk Hukuk Tarihi ,
Ks. 2, Belgeler, s.18,
[163] 24. Hüseyin Kâzım Kadri,Türk Lugati, c. 4,
[164] 25. Şeyh Süleyman Efendi-i Buhârî, Lügat-i Çağatay ve Türkî-i Osmânî,
s.300,
[165] 26. Hüseyin Kâzım Kadri, a. g. e. c. 3, s. 919
[168] 29. Türk Hukuku Tarihi, Ikinci Ks. s. 38.
[169] 30. Türk Lûgati, c. 1, s. 331
[170] 31. Abû-Hayyan, Kitâb al-ldrâk li-Lisan al-Atrâk. Uygur Sozlüğü, Dr.
Caferoğlu Ahmet, s. 114
[171] 32. a.e.a.y. Diğer taraftan Çağatay lehçesinde «ot», deva, şifa, ilaç
anlamına olmadığı gibi «otacı» da yoktur.
[172] 33. Örneğin «Tafsîl-i Kanunnâme-i nâhiye-i ve kitâbi’i Livâ-i Ergani
büdend ber mûceb-i kanun-i Hasan Padişah» gibi
[173] 34. “Tanzimat sonrası hukuk dönemi”ni başlatan Gülhane Hattı’nın metni
de klasik dönem örfî hukuku üslûbunda ve naif’dir. Daha sonra Fıransız
kanunlarının hemen hemen resepsiyon biçiminde kabulü örfî Osmanlı Hukuku’na ait
klâsik üslûbun gelişmesine fırsat vermemiş, onu olduğu yerde ve Tarih içinde
bırakmıştır.
[174] 35. On yedinci yüzyıl ile Yirminci yüzyılın ilk çeyreği arasında yerli
ve yabancı bir çok Osmanlıca sözlükde kanun kelimesinin en az 45 tanımı
yapılmıştır. Hiçbiri Batı’daki “loi, law” kavramlarının tam karşılığı değildir.
Kanun kelimesinin “müeyyideli hukuk kuralı” kavramı ile sınırlanması ise
Tanzimat sonrasında gerçekleşmiştir.
[175] 36. Ulü’l-emr deyimi aynı zamanda “kanun koyucu” anlamındadır.
[176] 37. Sadrazam tarafından padişah’a arz edilen “konu özeti”.
[177] 38. Eyâletlerdeki vezirler, beylerbeyleri, sancakbeyleri de kendi
emirlerine tuğra yerine «pençe» denilen kendi işaretlerini kullanırlar.
[178] 39. Orhonlu, Telhîsler (1597-1607), s. XII - XIV; Ismair Hakkı
Uzunçarşılı, «Tuğra va Pençeler ile Ferman ve Buyruldulara dair, «Belleten, c.
V, No: 17-18, s. 101-157); Garcin de Tassy, «Memoire sur les noms propres et
les titres musulmans» s. 6-8), Gökbilgin, Osmanlı Paleoğrafya ve Diplomatik
İlmi.
[179] 40. Anhegger-İnalcık, a.g.e. s. 14
[180] 41. Bilinen en eskisi 1487 tarihli Hüdavendigar (Bursa) vilayeti
kanunnamesidir.
[181] 42. Defter-i Yasahâ-i Vilâyet-i Diyarıbekir»den: «... her çift başına
on karaca akçe dahi alınır imiş ki üçi bir Osmanî hisabi üzere on akçe ve sülüs
olur imiş...» Barkan, a.g.e. s. 145; 947/1540 Tarihli Mardin Livası
Kanunnamesinden: «... iki karaca akça tamga alınurmış. Girü olı-geldüği üzere
mukarrer kılındı», «... bir akça alınurmış. Yine olı-geldüğü üzere mukarrer
kılındı» Göyünç, XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı , s. 172;
[182] 43. Kanunu Liva-i Aydın’dan: «... her harman başına bir nice ölçek
tahıl alırlar imiş. Sâlâriye hodyemlik mukabelesindedir. Yemlik alınmak
reayadan hayfdır. Emr-i Padişahî ile men’ ve ref olundu» Barkan, XV ve XVI nci
asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda..., s. 10
[183] 44. Örneğin Memluk Sultanı Kayıtbay’ın, Akkoyunlu Uzun Hasan’ın, ve
Dulkadıroğlu Alaüddevle’nin kanunnâmeleri gibi. Özellikle Uzun Hasan’ın
kanunnameleri 1516-1548 yılları arasında Doğu Anadolu’da aynen yürürlükte bırakılmıştır.
Bu kanunnameler Azerbaycan’da da geçerli idi. Hatta Osmanlılar İrak’ı aldıktan
sonra orada uygulamada olan Safevî yasalarını geçersiz kılıp, yerlerine Uzun
Hasan’ınkileri yürürlüğe sokmuşlardır.
[184] 45. Mesela «zina» suçu için Fatih Sultan Mehmed ve Kanunî Sultan
Süleyman Kanunnameleri’nde «recm» cezası yoktur. Bu suçla ilgili özellikler
uzun, uzun anlatılmış ve herbir durum için ayrı para veya dayak cezası
belirlenmiştir. Türk Hukuk Tarihi, Araştırmalar ve Düşünceler, Belgeler, Adliye
Vekilliği, s. 4-5, 36-37-38 ve Kanunnâme-i Âl-i Osman, Tarih-i Osmanî Encümeni
Mecmuası İlâvesi, s. 1-3;
[185] 46. Uluçay, Manisa’da Eşkıyalık, s. 164
[186] 47. Bu dönemde örneğin Kayseri, Rum (Sivas), Diyarbakır, Urfa, Mardin
ve Erzincan gibi vilayetlerin kanunnameleri çıkarılmıştır
[187] 48. Selimnâme, Yavuz Sultan Selim’in oğlu Şehzâde Süleyman’a Manisa
Sancağı’nı idare etmesi için gönderdiği siyasetnâmedir. Bkz. Karal, Belleten c.
VI, s. 21-22 ve s. 37-44
[188] 49. Hristiyan kilise hukuku iki bölümde ele alınabilir: Kanonik hukuk
(Droit canon, Droit canonique) ve Dinî hukuk. Bunlardan birincisi kutsal
metinlere bağlı hükümler, konsillerin kararları, papaların emirnameleri ve
örgüt kuralları, dinî örf ve adetlerin toplamıdır. İkincisi ise mezheplerin
çevre ilişkilerini belirten ve düzenleyen kurallardır. Bu kuralların örneğin
Katolik mezhebine ait olanları konkordatum (concordat) olarak bilinir. Gerçek
anlamı ile dinî tedvin (düzenleme) olan ve Papalık’ın bütün dünyadaki örgütünü
kapsayan bir «Kilise Hukuku» (Corpus Juris Canonici) ise birinci grup içinde
incelenebilir.
[189] 50. Örneğin On dokuzuncu yüzyıl başlarında «İmpériale Chancellerie
Latine Ottomane» adı altında Osmanlı uyruğu katoliklerin kurduğu bir hukukî
kuruluş muhtarlık, hatta noterlik hizmetleri görmeğe başlamıştır. Metinleri
Fıransızca, resmî mühürü Türkçe ve Arap asıllı Türk harfleri ile kazılmış olan
yarı resmî belgeler düzenlenerek «imza tasdikleri», «satış akitleri» ve
«vasiyetnameler gibi hukukî nitelikleri olan hizmetler yürütülmüştür.
Biskupski, Saint-Siège en Turquie, s. 250-252
[190] 51. Örneğin 1627-1629 yılları arasında Osmanlı ülkesinde katoliklerin
dinî başkanı olarak bulunmuş olan Peder Gugliemo Foca zamanında «la Sacrée
Congrégation du Saint Office» adına alınan kararla mezhebini bırakmış biri ile
bir katoliğin evlenmesi yasaklanmış ve ancak böyleleri «günahlarından arınıp
yeniden katolik olduktan sonra» nikah akdine müsaade edilmiştir. a.g.e. s. 55
[191] 52. Örneğin On Yedinci Yüzyıl ortalarında, İstanbul’da Latin Cemaati
«Magnifico» lakabı verilmiş Reis, bir baş rahib, yardımcısı ve on iki danışman
ile yönetilmekte idi. 12 Aralık 1617 tarihli kararla bütün danışmanlar Pera
yerlisi ve katolik olacaklardı. Bu sağlanamazsa 25 Nisan 1632 tarihli karar
gereği hiç olmazsa Pera’lı kadınlarla evli olacaklardı. Evlenmeleri mümkün
olduğuna göre, danışmanların «papaz» olmaları zorunlu olmadığı görülüyor.
a.g.e. s. 38-39
[192] 53. Nitekim 1613 yılında, Papa’nın İstanbul’a «evek» (évêque
suffragant) göndermesini, Osmanlı Devleti tarafından onaylanacak bir «Papalık
Elçisi» sanarak rahatlarının bozulmasını, işlerin karışmasını önlemek amacıyla
karşı çıkmışlardı. a.g.e. s. 39
[193] 54. Örneğin sadece Latin’lerin dinî hukuku ile ilgili olan fermanların
çıkarıldığı tarihler: 1558 (966) , 1565 (973) , 1604 (1012), 1611 (1020), 1621
(1030),, 1625 (1034), 1627 (1036), 1630 (1040), 1632 (1041), 1636 (1045), 1703
(1115), 1710 (1122), 1731 (1143, 1740 (1153) 7 adet Buyruldu, 1755 (1168) ,
1756 (1169), 1737 (1170) Buyruldu. 1803 (1218, 1811 (1226), 1821 (1236)
Buyruldu, 1833 (1249). Testa, t. 3/1, s. 313-326
[194] 55. Bununla beraber bazı yabancı araştırmacılar Rum Patriğinin kendi
cemaati üzerindeki yetki ve etkinliğinin «devlet içinde devlet» gibi çok geniş
sınırlara sahib olduğundan da adeta şikayetçidir: «Le patriarchat grec par les
droits dont il avait été investi après la conquête, représentait réellement un
Etat dans l’Etat...» Engelhardt, Le Tanzimat et.... s. 135. Ayrıca yetkilerini
ölçüsüz kullananan kendi ruhanî reisleri elinde yönetilmeleri sırasında
hristiyan uyrukların ezildiklerini belirtiyor: «... et d’alléger le fardeau que
faisait peser sur les chrétlens l’exorbirtante autorité de leurs propres chefs
religieux» Engelhardt, a.g.e. s. 136.
[195] 56. “Le patriarche aura le droit de punir selon les lois religieuse..”
Noradounghian, Recueil d’actes ... t.2, s. 413
[196] 57. Bkz. Engelhardt, s. 135-136; Noradounghian t.2, ss. LXX, 392-394,
410, 418-419; Baron de Testa t.3, s. 313-326
[197] 58. 1619 yılında Papa’ya verilen bir rapordan. Aynı tarihlerde «Rum
Kilisesinin de benzer seremoni’ler düzenlediği bilinmektedir Biskupski, a.g.e.
s. 54.
[198] 59. Tanzimat öncesinde askerlik yükümlülüğü para’ya tahvil edilmiştir.
[199] 60. Bu konuda Engelhardt’ın görüşüne göre, Türk uyruk, gayrimüslimlere
her zaman yeğ tutulmuş, ancak kamu yararlarında va yükümlülüklerinde eşitlik
düşünülmüştür: “... la Porte est toujours reste fidèle a cette doctrine de la
préeminence nécessaire de élément turc sur l’élément chrétien et que l’égalité
dont aucun Hatt on İradé ne manquait de proclamer le principe, ne pouvait
impliquer à ses yeux une répartition absolument uniforme des charges et des
avantages publics “ Engelhardt, a.g.e. s. 137.
[200] 1. “Vezirlerle ümerânın vezir-i azam başıdır. Cümlenin ulusudur. Bütün
işlerin vekilidir. Malımın vekili Defterdarlarımdır, o, nazırıdır. Oturmada,
durmada, mertebede vezir i azam cümleden mukaddemdir.» Orkun, Belgeler, İkinci
Kısım, s. 18
[201] 2. Malî işler Defterdarların “buyruldu”siyle ve kazaî işler
kazaskerlerin “buyruldu”siyle olur.
[202] 3. On sekizinci yüzyıldan sonra Divân-ı Hümâyûn toplantıları giderek
azalmış, buna karşı sadrazam divânı önem kazanmıştır.
[203] 4. On yedinci yüzyıl ortasından sonra uzun süre Topkapı Sarayı
yakınındaki İbrahim Paşa ve Halil Paşa Sarayları, sonraki yıllarda kısa
aralıklarla Cağaloğlu’ndaki Fatma Sultan Sarayı, Kadırga’daki Esma Sultan
Sarayı, Beyazıt’taki Reis Mahmud Efendi ve Valide Kethüdası Yusuf Ağa konakları
“Paşa Kapısı” olarak kullanıldı. On yedinci yüzyıl sonrasında Sadrazamlara
resmî makam olarak bir daire tahsis edilmiştir.
[204] 5. Eyâlet beylerbeylerinin paşa sancağındaki resmî ikametgahları olan
konaklara da Paşa Kapısı denirdi.
[205] 6. Dîvan-ı Hümâyûn zamanla önemini yitirmiş, toplantılar ise
Paşakapısı’na kaymıştır.
[206] 7. Sadrazam kahyalarının Onsekizinci yüzyıldan sonra yetkileri
güçlenmiş ve «Sadaret kethüdası» adıyla bir çeşit içişleri bakanı durumuna
gelmişlerdir.
[207] 8. Vezir-i azam’ın devlet işlerini kimlerle müşavere edeceğini Fatih
Kanunnâmesi şöyle tayin etmiştir: “Umur-ı saltanatı Vezir-i âzam vüzera ve
defterdarlarım ile müşâvere ideler, anlardan gayri kimesne vakıf olmaya.”
[208] 9. ”Lakin Nişanci’ya hitaben tashih emirlerine tuğra çekmek Sadrazam
hazretlerine mahsustur”. Tevkiî Kanunnâmesi.
[209] 10. Bu yetki ve görev ilk kez Fatih Sultan Mehmed tarafından Mahmud
Paşa’ya verildi.
[210] 11. “Mühr-i şerifim Vezir-i Âzam’da dursun, Hazinem ve Defterhanem
mühürlenmek lazım gelse ve açılmak lazım gelse Defterdarlarım emriyle
huzurlarında açılıp kapansın.” . Orkun, Belgeler, İkinci Kısım, s. 18
[212] 13. Altın üzerine değerli taş kakmalı.
[213] 14. Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde ... s. 48
[215] 16. On yedinci yüzyılda Kıbrıs ve sonraları Aydın sancaklarından
Sadrazam’lara mahsus olan haslar dört, beş yüz kese olarak iltizama verilirdi.
Netayic-ül-Vukuat’den.
[217] 18. Örneğin 1692 yılında Sadrazam Bozoklu Mustafa Paşa, masrafları
kendisine ait olmak üzere 500 süvâri ve 200 piyâde toplamıştı. Pakalın, Tarih
Deyimleri ..., c. III, s. 180
[218] 19. Sultan Ahmet III döneminde (1703-1730) Kubbealtı vezirliği
kaldırıldı.
[219] 20. 1731 den sonra. Pakalın, Tarih Deyimleri, c.II, s. 308
[220] 21. Sultan Süleyman zamanında bu sayı dokuzu geçmemiştir.
[221] 22. Bazan iki sancak birleştirilerek bir vezire tevcih edildi.
[222] 23. Pakalın, Tarih Deyimleri, c. III, s. 593
[223] 24. Örneğin On yedinci yüzyıl başında Kubbealtı ve Eyâlet yöneticisi
vezirlerin sayısı 23’ü bulmuştu. On yedinci yüzyılın ortalarından sonra ise
eyaletlere vezirler, sancaklara ise beylerbeyiler gönderilmiştir.
[224] 25. “Kanunî zamanında Istanbul’a iltica eden İran Şahı’nın kardeşi
EIkas Mirza şerefine tertip olunan alayda (geçit resmi) vezirler muhteşem kapı
halkıyla geçtikçe EIkas Mirza’nın Padişah geliyor zanniyle ayağa kalktığını ve
böyle birkaç kere oturup kalktıktan sonra nihayet Mevkib-i Hümayun’un vürûdüyle
Padişah’ın yaldızlar arasında güneş parlaklığıyle çıkışını görünce Osmanlıların
saltanat ve azametleri hakkında bir fikir edindiğini...” Uzunçarşılı’dan naklen
Pakalın, a.g.e. s. 593
[225] 26. Örneğin “1670-71’de Diyarbekir eyaletindeki gelirleri onaltı
milyon akçeyi aşıyor.” Kunt, “Bir Osmanlı Valisinin..” s. 27
[226] 27. Diyarbekir Beylerbeyi Ömer Paşa’nın 1670-71 yılı gelirleri 123.600
kuruş ve giderleri 128. 738 kuruştur. Aynı yıllar 1 kuruş=130 akçe; 1
altın=2,25 kuruştur. Kunt, a.g.e., s. 9, 17
[227] 28. Örneğin 1620 yılında Kubbealtı Vezirliği verilen Rumeli Beylerbeyi
Hüseyin Paşa’nın pişkeşi: “12 Gümüş sürahi,12 Gümüş maşrapa, 12 Gümüş tepsi,12
Seraser âlâ kuşaklık,12 Seraser çatma, 12 Seraser şahenk, 12 Seraser-i
İstanbul, 12 Kadife-i frengî,12 Telli frengi dibâ-yi âlâ, 12 Atlas-ı frengi, 12
Kemhâ-i frengi, 12 Agel-i Bağdadî (başlık), 12 Darayî donluk, 12 Dârâyi-i Şam
donluk, 50 Destar, 12 nefer gılmanan (genç köle), 9 Esban reis (değerli at)”
dır. Pakalın, c.III, s. 590
[228] 29. On sekizinci yüzyılda ilk defa vezir olanlar “sadrazam’a 30.000
akçe, sadrazam kethüdası’na 10.000 akçe, ayrıca kürk, at ve elbise bedeli
olarak 3500 akçe; reis ül-küttab’a hil’at, at ve vezirlik beratı resmi olarak
3000 akçe; nişancıya hil’at, at ve yazı takımı için 2000 akçe; çavuşbaşı’ya at
ve hil’at bedeli olarak 2000 akçe; tuğ ve sancak getiren Emir-i alem’e 1500
akçe; birinci, ikinci tezkireci’lerle mektupcu, kâtip, beylikci ve amedci
efendilerden her birine ayrı ayrı 500 akçe; mektupcu ser halifesine, katibine,
Sadrazamın adamlarına ve teşrifatçı ile maiyyetine gerekli caizeler, 241 akçe
bayrak resmi ve 450 akçe tuğ resmi, vezirlik câizesi olmak üzere kese hesabiyle
yüz otuz kese tutan 64875 akçe” vermektedir. Pakalın, c. III, s.591
[229] 30. “Kapı halkı mükemmel olan vezire kapısı mükemmel vezir denilirdi.”
Pakalın, a.g.e. s. 593
[230] 31. Diyarbekir Beylerbeyi Ömer Paşa (1670-71)’nın devamlı kapı halkı
325 kişi’dir. Kunt, “Bir Osmanlı Valisinin..” s. 23
[231] 32. Bu deyim Kunt’a aittir. a.g.e. s. 22
[232] 33. Sultan Üçüncü Selim döneminde (1787-1809) Vezirin dairesinin
zorunlu olan kapı halkı şöyledir: “Kethüda, Dîvan efendisi, kaftan ağası,
tütüncübaşı, kahvecibaşı, içağaları, hazinedarlar, karakulaklar, çuhadarlar,
selâm ağası, mirahur, aşçıbaşı, vekilharç, kilercibaşı, kavasbaşı, delibaşı,
tüfekçibaşı, ahkâmbaşı, mehterhane heyeti ve cellâtbaşı.” Pakalın, c. III, s.
593
[233] 34. Bu sayı bazan 2000’e ulaşır, hatta artabilir.
[234] 35. Valilere “mâlikane” olarak bir eyâletin ömür boyu tevcih edildiği
de olmuştur.
[236] 37. Pakalın, a.g.e. c.l, s. 869
[237] 38. EI.2 a.y.; Pakalın, c.1, s. 861
[238] 39. On yedinci yüzyıldan itibaren “nakib ül-eşraf”lık görevi de
İlmiyeden bir molla’ya verilmekteydi. Encyclopédie de l’lslam. a.y.
[239] 40. Dîvan edebiyatımızın en ünlü şâirlerinden Bâki (1526 - 1600) de
İlmiyye tarikindendir. Kanunî Sultan Süleyman döneminde “mülazemet” verilerek
25 akçalık medrese müderrisliğine atanmıştı.
[240] 41. Şâir Bâki Sultan II. Selim zamanında Sahn-ı Seman müderrisi oldu.
[241] 42. Şâir Bâki , iki yıl sonra Sultan III. Murad devrinde müderrisliğin
en yüksek derecesi olan Süleymaniye müderrisliğine getirildi.
[242] 43. İstanbul, Edirne, Bursa ve civarındaki 20’li medreselerde görevli
müderrislere “İç il müderrisleri “ denirdi.
[243] 44. Şâir Bâki Süleymaniye müderrisliği’nden Mekke ve Medine
kadılıklarına geçti , dönüşünde de İstanbul kadılığına atandı.
[244] 45. İlmiye ve Seyfiye tarikleri arasındaki rekabet sebebiyle On
altıncı yüzyıl ortalarında yevmiye geliri 150 akçeyi aşan kadıların tayini
kazaskerlerden alınıp Vezîriâzâm’a bırakılmıştır.
[245] 46. Sahn mollaları makam-ı mevleviyyettedir, anlar cümle Sancak
Beyleri’ne tasaddur ederler.»
[246] 47. “Elli akçeli müderris Reis-ül-Küttab ve Defter Emini’nin, cümle
ağaların üzerindedir.” Fatih Kanunnâmesi.
[247] 48. Müderrisin her sınıfında olan Müderrisler kendi hempâyelerine
tasaddürleri zat ve zaman itibariyledir.»Tevkiî Abdurrahman Paşa kanunnâmesi
Millî Tetebbu’lar Mecmuası c. l, sayı 3, s. 539
[248] 49. «Hariç Müderrisleri kuzat’ı kasabat’a tasaddür eder: Lakin bu
tasaddür ıtlak üzere değildir. Hariç müderrisleriyle kuzat-ı kasabat
mabeynlerinde ilm ü irfan ve zat ve zaman itibar olunur. Ve bilcümle kasaba
kadısı bir zîşan kimse olsa elbette hariç müderrislerine tasaddur ettirilir.»
a.e.a.y.
[249] 50. 1836’dan sonra hekimbaşılar Mülkiye sınıfından atandılar.
[250] 51. “A’lem ül-hükemâ’il hâzıkiyn”, “Ahzak ül-etibbâ ir-râsihiyn”,
“Calinus-i zaman”, “Bukrad-ül-avân”, “Müverrih ül-ervâh ve’l-ecsâm”, “Müzill
ül-emrâz v’el-eskam”, “El-muhtass-ı bi’inâyet-il melik-ül âlâ”, “Südde-i
seniyyemizde reis-ul-etibba olan... dame hazakatü ...” gibi. Pakalın, c. III,
s. 797
[251] 52. Nil Sarı, Hekimbaşı, İ.A. D. c. 17, s. 163
[252] 53. Padişah Sadrazam’ına “Lala” olarak hitap ederdi.
[253] 54. Ancak her ikisi de saray görevlisi olduklarından dolayı Silahtar
Ağa’ya bağlı idiler.
[254] 55. Sözcüğün “Mevlevîlik” ile ilgili bir anlamı daha vardır.
[255] 56. Şeyhülislâm ve kazasker’ler için de kadi-l-kuzât tabiri
kullanılmıştır.
[256] 57. Kadıların bu hizmetleri 1855 yılına kadar sürmüştür.
[257] 58. Mevleviyyet merâtibi dereceliydi. Bununla beraber “Şeyhülislam’ın
görevlendirdiği 5 vakıf müfettişi kadı, her yıl Sürre Alayı ile Mekke’ye
gönderilen Mahmil Kadısı, Sefere çıkan Ordu Kadısı, Donanma ile her bahar
sefere katılan Donanma Kadısı” Mevleviyet rütbesinden bir önceki düzeyde
sayılırlar
[258] 59. Bazı kaynaklara göre “Devriyye mevleviyetleri” Erzurum, Sivas,
Diyarbekir, Anteb, Adana, Çankırı, Maraş, Rusçuk, Belgrad, Beyrut, Trablusgarb
kadılıklarıdır. Encyclopédie de l’lslam. Leyde, 1975, c.3, s. 1181, Meyd. Lar.
c.6, s. 283. Daha başka dizinler de vardır: “Bağdat, Antep, Bosna, Erzurum,
Maraş, Trablus’u Garp, Beyrut, Kürdis-tan, Rusçuk, Sivas, Adana, Çankırı
mevleviyyetleri” Pakalın, c.III, s. 69
[259] 60. “İzmir, Eyüb, Kandiye, Haleb, Selânik, Sofya, Trabzon, Galata,
Kudüs, Larissa” ya da “Eyüp, Üsküdar, Galata, Selânik, Girid, Hanya, Sofya,
Kudüs, Haleb, Trabzon, ” veya “Galata, Eyüb, Üsküdar, Kudüs, Haleb, İzmir,
Selânik, Yenişehir, Trabzon, Sofya ve Girid” yahut “Kudüs, Haleb, Eyüp,
Selanik, Yenişehir, Fener, Galata, İzmir, Sofya, Trabzon, Girid
mevleviyyetleri” gibi (Pakalın c.III, s. 69) değişik “Bilâd-ı aşere” (On şehir)
sıralamaları yapılmıştır.
[260] 61. Şâir Baki İstanbul kadılığı’ndan sonra bir yıl açıkta kaldıktan
sonra Anadolu Kazaskerliğine getirildi. İki kez Anadolu, bir kez de Rumeli
Kazaskerliğinde bulunup emekli edildi. Sultan III. Mehmed döneminde yeniden
göreve dönerek iki kez Rumeli Kazaskeri oldu. Ancak çok istediği hâlde
şeyhülislamlık makamına geçemeden vefat etti. Fatih camisi’nde kıldırılan
cenaze namazında musalla taşı üzerindeki tabutun önünde, Şeyhülislam Sunullah
Efendi onun “Kadrini seng-i musallâ’da bilüb ey Bâki / Durub el bağlayalar
karşına yârân saf, saf! beytini okumuştur.
[261] 62. Yavuz Sultan Selim zamanında, 1516 yılında Diyarbakır’’da kısa bir
süre “Arap ve Acem kazaskerliği” adıyla üçüncü bir kazaskerlik oluşturuldu. İlk
kazasker olarak da tarihçi İdris-i Bitlisî görevlendirildi.
[262] 63. “Şeyhülislâm ulemânın reisidir ve muallim-i sultan dahi serdâr-ı
ulemâdir. Vezir-i âzâm anları riâyeten üstüne almak münâsiptir.” Fatih
Kanunnâmesi. Pakalın, c.3, s.181
[263] 64. Heyd, Criminal Law, s. 180, 191-192
[264] 65. “Bu karşı çıkmaların hemen olmasa bile bir müddet sonra netice
verdıği, şer’î hukuka uymayan uygulamalardan zaman zaman vazgeçildiği
görülmektedir.” Aydın, İslâm- Osmanlı Aile Hukuku, s.63
[265] 66. Aydın, a.y.: Halil İnalcık, «Padişah», İA.
[266] 67. Heyd, «Kanun ve Şeriat», s. 648.
[267] 68. Şeyhülislam’ların idârî ve siyâsî vazifeleri yoktur. Bununla
beraber İlmiyye’nin başı olarak büyük manevi itibarları vardır. Selâtin-i i’zâm
(sultanlar) ayağa kalkarlar ve onu ayakta tutmaz, serdirdikleri özel örtülere
oturtarak ağırlayıp şeref verirler. Padişah’ın Mühr-i vekâlet’ine sahip ve
Padişah’ın vekili Sadrazam’dan başka herkesin üstünde ve önünde gelirler.
İlmiye ve Seyfiye ricâli’nin büyükleri elini öpmek için onu ziyaret ederler; o
kimsenin ziyaretine gitmez. Bazı mühim meseleler ve büyük işler hususunda
kendisiyle müşâvere etmek lâzım olunca Vezir-i âzam kendisini Sarayına davet
eder. Bu davet için Reis ül-Küttab gönderilir. Gelişinde kendisini Vezir-i âzam
karşılar ve giderken de bizzat geçirir. Şeyhülislam’ın açıkladıkları,
gösterdikleri tereddütsüz uygulanır.” Ali Emirî (Ef.), Meşihât-i İslâmiyye
Tarihçesi. İlmiyye Salnamesi, s. 319
[268] 69. Pakalın, c.3. s. 351
[269] 70. Bunlar daha sonra şeyhülislâm yapılan Karaçelebizâde Abdülaziz
Efendi ve Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin oğlu Fethullah Efendi’dir.
[270] 71. Bunlar Âhizâde Hüseyin Efendi, Hocazâde Mesud Efendi ve Hacı
Feyzullah Efendi’dir.
[271] 72. Yeniçerilerin kaldırılmasından sonra kazaskerler “Meclis-i
Hass”tan çıkarılmış Şeyhülislamlar bu makamı işgal etmişlerdir. Pakalın, a.g.e.
c.3. s.350
[272] 73. Tanzimat’tan sonra “Mülkiye” tabiri kullanılmıştır. Pakalın, c.2,
s. 613
[273] 74. Tanzimat’tan sonra bütün kalemler kaldırılarak, Fransız
“provenance” (menşe, ibtidâ) sistemiyle çalışan ve eski Enderun’un eğitim
işlevini de yüklenen “Aklâm-ı Devlet” adıyla yeni bir kurum oluşturuldu.
[274] 75. İcmal, Mufassal ve Ruznamçe kalemleridir.
[275] 76. 1. Hazine-i Âmire Dairesi; 2. Baş Defterdarlığa bağlı kalemler; 3.
Anadolu Defterdarlığı’na bağlı kalemler; 4. Şıkk-ı Sâni Defterdarlığı’na bağlı
daireler; 5. Ruznamçe Kalemi.
[276] 77. On yedinci yüzyıl sonlarında
[277] 78. Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, c.1, s.53
[278] 79. Meselâ kalemden yetişmiş ve asıl adı Mehmed Ali olan Sadrâzam Âli
Paşa’ya «Âli» adı kalemde verilmiştir.
[279] 80. On sekizinci yüzyıla göre
[280] 81. Gerektiğinde Kaptanpaşa’ya vekâlet ederdi.
[282] 83. Mâliye örgütü ile Kalemiye bağlantılı düşünüldü.
[283] 84. Padişah kızlarının oğullarına beylerbeyliği verilemez. Ancak
sancak beyliği verilebilir.
[284] 85. Meselâ Sokulluzâde Hasan Paşa önce Diyarbekir, Şam, Anadolu ve
Rumeli beylerbeyiliklerinde sonra Divân-i Hümâyûn’da Vezir ve daha sonra yine
beylerbeyi rütbesiyle Anadolu’da eşkiya tenkîline gönderilmiştir.
[285] 86. Kimi araştırmalarda Seyfiye, İlmiye ve Kalemiye olarak üç tarik
görülür. Başka bir deyişle Mâliye, Kalemiye’den ayrı tutulmaz. Ancak Mâliye
teşkilâtının başı olan Başdefterdar’ın Kalemiye’nin başı Reisülküttab efendi ‘den
bağımsız yetkilere sahip olması sebebiyle dört tarik olarak ele aldık.
[286] 87. Şer’î hukukun bilinmesi için Kur’an ve Hadis ilimleri ve
beraberinde genel anlamda tıp, fizik, astronomi v.s. gibi diger bilimler.
[287] 88. Tanzimat sonrasındaki örgütlenmenin tâbiridir. Klasik dönemde
tımarlarda vergi dışı “kılıç” denilen ana birimini anamsatan “kılıç ehli” ve
“kapıkulu” vardı.
[288] 89. Tanzimat öncesinde Mâliye’yi Kalemiye’den ayrı tutmak şart
değildir.
[289] 90. Tanzimat’tan sonra Batı eğitim ve hukuk sisteminin ülkeye
girmesiyle şer’îye mahkemeleri karşısında nizâmiye mahkemeleri, medrese yerine
yüksek okulların açılmasıyla ulemanın eski itibarı oldukça sarsılmıştır.
[290] 91. Düzenli bir mansıb sistemi uygulanarak görevlerin kusursuz bir
“silsile-i merâtib” biçimine dönüşmesi ise ancak Tanzimat sonrasında mümkün
olabilmiştir.
[291] 92. Başbakanlık Arşivi’nde bulunan “Büyük kale tezkireciliği pâyesini
hâiz Erzurum Valisi Ahmed Paşa’nın dîvan kâtibi Mehmed Refiî Efendi’ye erbâb-ı
maariften olmasına ve emektarlığına binaen küçük Evkaf Muhasebeciliği pâyesi
tevcihi» biçimindeki bir vesika, dîvan katibi olan hacegân’dan bir şahsa pâye
namiyle bir mansıba bağlı rütbe verildiğini göstermektedir. Pakalın, c.3, s. 68
[292] 93. Örneğin “Paşa”lık hem askerî bir rütbe ve hem de unvan olarak
verilebilir.
[293] 94. Tanzimat sonrasında sivillere verilen rütbeler karşılığı
anlamındadır.
[296] 97. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilatı s.150
[297] 98. Sadrazam ve diğer yüksek mevkilerdeki kişilere giydirilen altın
işlemeli hil’at.
[298] 99. En kıymetli kumaşlardan yapılan ve sadrazam, şeyhülislam, Mekke
Şerifi gibi kimselere giydirilirdi.
[299] 100. Takdim olunan hediyelerin başında murassa koşum takımlarıyla
birlikte “at”lar gelirdi.
[300] 101. Vezir-i Âzam İbşir Mustafa Paşa’nın Dördüncü Mehmed’e Sadarete
tayini münasebetiyle takdim Nevruziyye pişkeş ile sadaret pişkeşini
birleştirerek göndermiş olması, Nevrûz hediyesinin periyodik olduğunu ve büyük
makamlara tayin edilenlerin de ayrıca hediye verildiğini gösteriyor. Naima
Tarihi c. 6, s. 64’den naklen Uzunçarşılı, Saray Teşkilatı, s. 76
[301] 102. Câize alışverişine Tanzimat-ı Hayriyye son vermiştir. Câize
kelimesi On dokuzuncu yüzyıl ortalarında bile “Atiyye, bahşiş, sah ve mezuniyet
alâmeti , cem’i cevâiz” anlamındadır. Ahmed Vefik Paşa, Lehçe-i Osmani .
[302] 103. «Rütbe-i vezaret tevcih olunan zevâtın Enderûn-i Hümâyûn
Hazinesi’ne Tuğ-i Hümâyûn câizesi olarak 22.500 kuruş vermeleri kanun icabından
olduğu» Evâhir-i 1180, Başbakanlık Arşivi, Dahiliye, No. 1121. (Pakalın’dan
naklen)
[303] 104. Dîvân-ı Hümâyûn, iç ve dış işlerde siyasal, yasama ve yargı
konusunda hukuksal yetkileri açısından günümüz terminolojisiyle Millet Meclisi,
Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay görevlerini birlikte üslenmiş olduğu
görülüyor.
[304] 105. Dîvân-ı Hümayun’da “Evvela vüzera oturup bir canibinde
kazaskerler, anların altına defterdarlar oturalar ve ol bir canibe nişancı
oturur.”
[305] 106. Devletin yüksek işleriyle uğraşan vezirlerin Dîvân’da en ufak
dertleri, bağırıp çağıran kadınların yakınmalarını sabır ve dikkatle
dinlemeleri yabancıların da dikkatini çekmiştir. Businello, a.g.e. s.166
[306] 107. “Dîvân-ı Hümâyûn’da Vezir-i Âzam huzurunda bir kâfir Müslüman
olmak murad etse, filhâl telkin-i şahâdet olunub bir kabza akçe ihsan ve
kisvesi için defterdara ferman buyurulduktan sonra bir çavuş getirip mirî
cerrahlardan Dîvânda ol gün nöbetçi olan cerraha teslim, cerrah dahi hemen ol
mahalde köşe-i muayenesine götürüp sünnet eder.” Tevki’i Kanunnâmesi.
[307] 108. Mumcu, Hukuksal ve Siyasal Karar Organı Olarak Dîvân- ı Hümâyûn,
s. 165
[309] 110. Dîvân toplantılarına katılan, ancak belli bir görev ve makamları
olmayan vezirlerdir.
[310] 111. Daha sonra haftada iki ve nihayet ulûfe dağıtımlarından sonra
ancak üç ayda bir Arz’a girdiler.
[312] 113. “Bunlar uzun zaman mansıblarında pâyidar kalırlar. Sonra İstanbul
kadılığında, Anadolu ve Rumeli Kazaskerliklerinde bulunurlar, Meşveret meclislerine
katılarak “mahrem-i esrâr-i devlet ve saltanat ve vâkıf-ı ahvâl-i memleket”
olurlar. Din ve devlete yararlı işler yaparlar. Vazifeden ayrıldıktan sonra da
tahsis olunan tekaüd maaşı ile geçinerek telifat vücuda getirirler. Tarîk-i
İlmiyye bu mertebe pâk ve mazbut olduğu için, hangi konuda ulemâ (Emr-i Hak
budur!) dese herkes en ufak bir mukavamet göstermeden kabul eder. Bütün mühim
işlerde onların rey ve kararı alınır. Yalnız şer-î ve aklî ilimlerde değil
mülkî ve siyâsi konularda da kemâl sahibidirler.”Cevdet Paşa. Tarih-i Cevdet,
(Tertib-i Cedid) nakleden Ü. Meriç a.g.e, s. 9
[313] 114. On yedinci asır sonlarına doğru Dîvân’da bir kaç kubbe Veziri
vardır. Diğerleri defterdar, kaptanpaşa gibi görevlilerdir. On sekizinci asrın
başlarında bu sayı bir’e inmiş ve 1731 den sonra artık kubbe Veziri olarak
kimse tayin edilmemiştir.
[316] 117. 1836’da kaldırılarak yerine Deavî Nezareti, daha sonra da Adliye
Nezareti kuruldu.
[317] 118. Bununla beraber 1699’da Karlofça Antlaşması görüşmelerine
Reisülküttab’ın murahhas olarak katılmasından sonra devletin dış ilişkilerini
de üslenerek itibarı artmıştır.
[318] 119. Önemli konular hakkında özetler ve bilgilendirmeler.
[319] 120. Dîvân başlangıçta her gün toplanmaktadır. Daha sonraki
yüzyıllarda bu sayı azalmıştır.
[321] 122. Dîvân-ı Hümâyûn günlerinde vüzera-yı izam mücevveze ve kumaş üst
ve lokmalı kumaş iç kaftan giyerler ve ağır raht ve toplu çifte gümüş zincir ve
ağır zerduz abayi ile müzeyyen ata binerler. Lâkin Vezir-i Âzam hazretlerinin
atına altın zincir vurulur ve çaşnigirleri işleme gümüş yönlüklü kırmızı
üsküfler ve müteferrikaları ve ağaları ve saraç-başısı cümle mücevveze giyerler
ve mataracı ve tüfekçileri Dîvân dolamalariyle ve sırma işleme gümüş yönlüklü
üsküfleriyle amma şatırları ruzmerre sarıklariyle ve kemer kuşaklariyle
yürürler. Ancak makam-ı sadaret’de olanların şatır başıları sorguçlu perişanî
giyer.”
[322] 123 Altmış santimetre civaındadır.
[323] 124. “Tezkireciler erbâb-ı mesalihin arzuhallerini nöbetle okuyup ve
Sadrazam hazretleri istima’ ve şer’ ve kanun üzere fasl-ı husumet ve kat-ı
niza’ buyururlar, iktiza ederse bazı davaları Rumeli Kazaskeri’ne havâle
buyururlar ve kesret-i dava vaki olursa Anadolu kazaskeri dahi vezir-i âzam
hazretlerinin fermanlariyle dava dinlemek caiz olur.” Tevki’î Kanunnâmesi
[324] 125. Örneğin Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa’nın Dîvân’da 7-8 saat
sürekli çalışması İstanbul’da bulunan yabancıların da dikkatini çekmiştir.
Stephan Gerlach, ...,an die Ottomanische Pforte zu Constantinopel
abgefertigten... Francfurt am Main 1674, s.186 nakleden A. Mumcu, a.g.e.
[325] 126. Sadrazam’ın, Padişah huzuruna ne suretle çıkacağı da Kanunnâme’de
yazılıdır: “Vüzerâyı i’zam arz odasına girdiklerinde Vezir-i Âzam âdet üzere
yer öpüb badehû Şevketlü Padişah Hazretlerinin sağ caniblerine yakın varub
kemâl-i meskenet ve âdâbla el kavuşturub durur. Sâir vüzera ancak selamlayub
tertibleri üzere Vezir-i Âzam’ın alt yanma yollariyle dizilüb el kavuşub
mukabele-i Padişahî’de kemâl-i meskenet ve âdab’la dururlar. Vezir-i Âzam arza
şüru’ ettiği gibi vüzera sol canibine geçip bir miktar bâid dururlar. Arz tamam
olub İzn-i Hümâyûn sâdır olduğu saat Vezir-i Âzam yer öpüb sâir vüzera
selâmlayub Vezir-i Âzam’ın akabince arz odasından çıkub Dîvânhaneye giderler.”
Tevkiî Abdurrahman Paşa Kanunnâmesi.
[326] 127. Dîvân-ı Hümâyûn’un bu dönemlerdeki üstün durumunu belirtmek için
şu olayı aktarmak yetişir : Kanunî Sultan Süleyman henüz devlet işlerinde
deneyimi bulunmayan İbrahim Paşa’yı Sadrazam olarak atadığı zaman Dîvân-ı
Hümâyûn’da görüşmelerin nasıl yapıldığını bilmediği için ünlü «K o c a Ni ş a n
cı» Celâlzade Mustafa Efendi’den Dîvân-ı Hümâyûn’da işlerin nasıl görüşüldüğünü
İkindi Dîvânı’nda öğrendi.
[327] 128. Nitekim, Sadrazam Sofu Mehmed Paşa (1648-1649), bazı Dîvân-ı
Hümâyûn toplantılarını yapmaz, Kubbealtına uğramaz, Devlet işlerini kendi
konağında görürdü. Sadrazamın Dîvân-ı Hümâyûn’a varmaması halk arasında
dedikodu yaratmış ve böylece otoritesi ve saygınlığı azalmıştır.
[328] 129. Uzunçarşılı, Merkez, s. 137
[329] 130. Uz u n ç a r ş ı l ı, Merkez, s.140
[330] 131. Nitekim Kâtip Çelebi “Tuhfet’ül Kibar fî Esfari’l-Bihâr”da savaş
işlerinden anlayan herkesin fikrinin alınmasını, kararın iyice ortaya çıkabilmesi
için gereken tartışmaların yapılmasını ileri sürer.
[331] 132. Meşveret Meclisleri, demokratik karakterli olmasından ötürü,
monarşık idarelerde sistematik çalışan bir karar organı hâline zaten gelemezdi.
[332] 133. Örneğin Sultan I. ci Murad’ın ölümünden sonra (1389) savaş
alanında hemen toplanan bir meclis, Şehzade Bayezid’in hükümdar olmasını
kararlaştırmıştır.
[333] 134. Örneğin I. ci Mustafa (1618), gene «şeyhülislâm, kadıaskerler ve
diğer devlet büyüklerinin kararı ile» tahttan indirilerek yeni Padişah
seçilmiştir. İbrahim’in tahttan indirilmesi ve yerine IV. Mehmed’in getirilmesi
de (1648) Meşveret meclisi kararıyla olmuştur.
[334] 135. Nitekim Sultan İbrahim’in tahttan indirilme kararına itiraz
edenlere «karar ittifakla alınmıştır, cumhura muhalefet caiz değildir»
denilerek karşılık verilmiştir.
[335] 136. “19 Rebiyülâhır 1063/1 Mart 1653 tarihinde, Tershâne bahçesinde
Padişahın topladığı Meşveret’e vezir-i âzam, şeyhülislâm, kaptan paşa,
defterdarlar, kadıaskerler ve «diğer devlet büyükleri»yle birlikte, zekâ ve
saygınlığı olan örneğin bir kâtip olmasına rağmen, H a c ı Halife, (Kâtip
Çelebi) de katılmıştır . Nâimâ Tarihi c. V, s. 278.
[336] 137. Tarih-i Cevdet IV, 289.
[337] 138. III. Selim Sultan «Tarihlerde mestûrdur ki, Padişahlar meşveret
eylediklerinde Ocak ihtiyarlarından umûr görmüş ve beş-altı seferde bulunmuş
adamlar bulunur. Şimdi onlardan dahi bir az olsa onlara da bir şevk gelir...»
demiştir.(A.r.e.!) a.e.a.y.
[339] 140. Örneğin 10 Aralık 1782 tarihinde şeyhülislâmın konağmda, vezir-i
âzam başkanlığmda «kaptan paşa, Sadreyn (Rumeli ve Anadolu Kadıaskerleri),
nakib-ül-eşraf, sair ulema, Yeniçeri ağası» ve diğer ricalin hazır bulunduğu
toplantıda Halil Hamid Paşa kimsenin susmayarak her şeyin “doğrucasını söylemek
herkese ... farz olduğundan ...herkesin kendi aklına göre bir rey ve tedbiri
olabileceğinden iyi ve fena ne hatır eder ise söylenmesi”ni istemiş ve
“konuşanların asla muaheze edilmeyeceğine, kimseye gücenmeyeceğine” yemin ve
kasemler etmiştir. a.g.e. c.III, s. 16 v.d.
[340] 141. Tanzimatla birlikte Eyâlet Divânları kaldırılmıştır.
[341] 142. Konar göçer toplulukların yöneticilerine de “subaşı”
denilmekteydi.
[344] 145. Fatih Kanunnâmesi’nde Sancak beylerine yazılacak elkabı bile
tayin edilmiştir: “Kıdvet-ül-ümera’il-kiram sahih’ül-iz ve’l ihtişam
el-muhtass-ı bi-mezîd-i inâyet’il-melîk’il-allâm.”
[345] 146. Sancak beyleri hil’at ve destbus için Dîvan-ı Hümâyûna gelmek
lazım gelse mücevveze ve çatma kapaniçe üst giyerler ve orta raht ve orta abayi
ve çifte gümüş zincirli ata binerler, iki şatır bir mataracı ve bir tüfekçi
istihdam ederler. Sair hüddam istihdam etmekte hemen Beylerbeyiler gibidir,
eğer vus’ati var ise. Dîvan-ı Hümâyûna geldiklerinde Hazine semtinde otururlar
ve taam mahallinde kapıcılar matbah-ı amireden taam getirip it’am olunurlar.
Hazine önünde hil’at giydikten sonra destbus için Arz odasına vüzera-yi izamın
akaplerince giderler ve huzur-ı Hümâyûn’da takbil-i zemin ettikten sonra asla
tevakkuf etmeyip çıkarlar, doğru kendi evlerine azimet ederler.” Tevkiî
Kanunnâmesi.
[346] 147. “Sancak beyleri ahkamda Beylerbeyilerden sonra ve kuzattan
mukaddem yazılır. Kanun-ı kadim budur. Zira Sancak beyleri mutasarrıf oldukları
sancaklarında tabl ü a’lem sahibi valilerdir.” Tevkî’i Kanunnâmesi
[347] 148. Aynî Ali Efendi , Kavânin-i Al-i Osman der Mezâmin-i Defter-i
Dîvan.
[348] 149. Kaptan Paşa Eyâleti’nin Kanunnâme’sine göre beylerbeyi, kaptan-ı
derya’dır.
[349] 150. “Allah yüceliğini devam ettirsin” anlamındadır.
[350] 151. Beylerbeyinin vezareti var ise velâyet-i amme’si
emîr-ül-ümera’dan ziyâdedir. Kendinin eyâleti etrafında olan beylerbeyiler dahi
ana müracaat edip fermanına inkıyat gösterirler.» Tevki’î Abdurrahman Paşa
Kanunnâmesi.
[351] 152. Vezaretle olan beylerbeyiler eyâletlerinden mazul olsa Asitane’ye
gelinciyedek dava dinleyip hükm-i vezareti icra eder, mansıplarına
azimetlerinde de kanun budur. Meğer kendi gibi bir vezirin eyâletine uğraya, ol
zaman ana havale eder.» a.g.e.
[352] 153. Bir maslahat için mazul beylerbeyiler girse veya mazul bey girse
mazul beylerbeyiler vüzera altına nişancı altına ve mazul beyler defterdarlar
altına otururlar.» Fatih Kanunnâmesi
[353] 154. Cezayir, Tunus ve Trablusgarp eyâletleri yerli “dayı”lar
tarafından yönetilmekteydiler.
[354] 155. Kanunî Sultan Süleyman döneminin sonuna kadar.
[355] 156. Yüksek gelirli zeamet verilen Dergâh-ı Âli kapıcıbaşıları,
Dîvan-ı Hümayun katipleri, Dîvan çavuşları zamanla dirliklerine gitmemeye
başlamışlardı.
[357] 158. Özkaya, Osmanlı Devleti’nde Âyanlık, s. 9
[358] 159. Vuzo Nagata, Muhsin-zâde Mehmed Paşa ve Âyanlık Müessesesi, s. 5
[359] 160. Literatürde “âyan”lık görevinin karşılığı olarak bazen günümüzde
büyük şehir belediyelerine bağlı kaza belediyesi reisi anlamında “gouverneur
d’arrondissement”, bazanda daha geniş bölge ve eyâlet reisleri anlamında
“gouverneur de departement, de province” benzeri olarak kabul edilmiştir.
Bununla beraber görevleri dışındaki statülerini belirleyen “notable de ville”
de denilmiştir. V. R Mutafcieva, J. Thiery ve O. Schlechta-Wsserd, F. Miller,
Uzunçarşılı’dan naklen Nagota, a.g.e. s. 4
[363] 164. İkinci Mahmud âsi paşalara ve derebeylerine savaş açarak
eyâletlerde merkezi yönetimin denetimini yeniden sağladı. 1826’dan sonra
eyâletler geniş askeri ve mali yetkiler verilen “müşiriyet”ler biçimince
yeniden düzenlendi. Tanzimat’tan sonra eyâletlerin mali işleri yalnızca
mütesellimlerin sorumluluğuna verildi. Daha sonra Batı etkisiyle eyâletlerin
yönetiminde önemlı değişiklikler oldu: valilerin sorumluluklarını paylaşmak
üzere “eyâlet meclisleri” kuruldu ve eyâletlerin sınırları küçültüldü. 1864’te
eyâletler vilayetlere dönüştürüldü.
[364] 165. On sekizinci yüzyılda askerî ve ekonomik sebeplerle bazı
eyâletlerin yönetimi “malikâne ve mukata’a” yolu kullanılarak âyana bırakıldı;
diğer taraftan iki eyâletin ya da birkaç sancağın yönetimi de tek bir vezire
verildi.
[365] 166. Bunlar “Rumeli, Anadolu, Karaman, Budin, Temeşvar, Bosna,
Cezâir-i Bahr-i Sefîd [Kaptanpaşa], Kıbrıs, Zülkadriye (Alaüddevle ya da Maraş)
Diyarbakır, Eyâlet-i Rum (Amasya -Tokat ya da Sıvas], Erzurum, Şam. Trablusşam,
Haleb, Rakka, Çıldır, Trabzon, Kefe, Musul, Van, Şehrizor, Kanije, Eğri ve
Özi”dir.
[366] 167. Mora’nın ve bazı adaların Osmanlıların elinden çıkması,
Cezayir’in Fransız işgaline uğraması ile Kaptanpaşa Eyâleti iyice küçüldü.
Nihayet 1867’de kaptan-ı derya’lık ve Kaptanpaşa Eyâleti birlikte kaldırılarak
Cezâyir-i Bahr-i Sefid Eyâleti kuruldu.
[367] 168. İlk kez (1533/34) tarıhlerinde Barbaros Hayreddin Paşa’ya
verilmiştir. Barbaros Hayreddin Paşa’dan sonra derya kaptanlığı “beylerbeyi”
rütbesine yükseltildi ve aynı zamanda kapudan paşa’lara Cezâyir-i Garb
Eyâleti’nin de beylerbeyliği verilmeye başlandı.
[369] 170. Örneğin Tunus’ta 40 bölük yeniçeri bulunmaktaydı.
[370] 171. On yedinci yüzyıl sonlarında, dayılık’ların ödedikleri vergiler
ancak yeni seçilen dayı’nın onanması sırasında Padişah’a verilen hediyelere
dönüşmüştür.
[371] 172. Osmanlı askerî yöneticilerine bağlı mahallî beylikler, örneğin
Cezayir’de bedevî örgütlenmeye ve kabile düzenine döndü.
[372] 173. Üçok-Mumcu, a.g.e., s. 266
[373] 174. On yedinci yüzyılda belirginleşen Eyâlet-i mümtâze’lere “eyâlet-i
muhtâre” veya “mîrilü eyâlet” de denilmiştir.
[374] 175. On sekizinci yüzyılda Sisam (Sâmos), Ondokuzuncu yüzyılda ise
Sırbistan, Karadağ, Rumeli-i Şarki Vilayeti, Kıbrıs, Bulgaristan Prensliği ve
Aynaroz da “eyâlet-i mümtâze” yapıldılar.
[375] 176. Bu voyvodalar önceleri yerli Rumen prensleri arasından seçilmiş
iken bu görev 1716 yılından başlayarak 1822 yılına kadar eski Bizans soylu
aileleri içinden seçilen «Fenerli Rum beyleri» gönderilmiştir. ancak bunun
sakıncalı olduğu anlaşıldığından Feneli Rumlara, voyvodalık görevi verilmiştir.
[376] 177. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Rumeli Eyâleti 24, Anadolu
Eyâleti 14 sancaktır. Seyahatnamede eyâletlerle sancaklar şöyle gösterilmiştir:
Karaman Eyâleti 7 , Bosna Eyâleti 8, Kaptan Paşa Eyâleti 11, Mora Eyâleti 5,
Budin Eyâleti 2, Kanije Eyâleti 7, Uyvar Eyâleti 5, Tamışvar Eyâleti 6, Varat
(Nagyvarat 1660-1692) Eyâleti 5, Erdelistan Eyâleti 4 , Özi (Silistre) 11,
Kıbrıs Eyâleti 7, Girit Eyâleti 3, Şam Eyâleti 9, Trablusşam Eyâleti 5, Halep
Eyâleti 7, Adana Eyâleti 4, Diyarbekir Eyâleti 19, Kars Eyâleti 5, Çıldır
Eyâleti 13, Trabzon Eyâleti 4, Raka Eyâleti 7, Bağdat Eyâleti 13, Trablusgarp
Eyâleti 3, Musul Eyâleti 6, Van Eyâleti 13, Erzurum Eyâleti 18, Şehrizor
Eyâleti 20’ sancaktı.
[377] 178. On yedinci yüzyıl ortalarında Kaptanpaşa Eyâleti sancaklarında
138 zeamet ve 1.434 tımar vardı. B.L.
[378] 179. Örneğin On altıncı yüzyıl başlarında Safevî’lerle yapılan
savaşlar sırasında.
[379] 180. Nitekim eyâletin çeşitli sancakları içinde beylerbeyinin oturduğu
“Paşa Sancağı” olarak anılırdı
[380] 181. On dördüncü yüzyılda kurulan Tekeoğulları Beyliği’nin Antalya ve
Fethiye dolaylarındaki bölgesi.
[381] 182. Kırım’ın güney kıyısında “Küçük İstanbul” diye adlandırılan kent.
[382] 183. Babasına karşı ayaklanan Şehzade Selim [Yavuz Sultan Selim]’e
Rumeli’de Semendire Sancakbeyliği verilmiştir.
[383] 184. 1595-1603 Sultan III. Mehmed döneminden sonradır.
[384] 1. Şeyhülislam’a da “müfti-l-enam” denilmektedir.
[385] 2. “Hüccet-i dâfia” hukukî talep ve iddiayı ortadan kaldıracak kanıt,
“hüccet-i müteaddiye” ise taraflar dışından getirilen tanık ve belgeler
anlamındadır.
[386] 3. Kadıların şehir yönetimiyle ilgili olan yönetim ve denetim görevleri
ayrıca incelenmiştir.
[387] 4. “Cünhâ”(ufak cürümler) “Had” cezası dışında kalan âdi suçlar ve
“kabahat”lerdir.
[388] 5. Evliyâ Çelebi İstanbul ‘da 670 şer’î mahkeme bulunduğunu söyler.
[389] 6. “Hakimin, örfî-sultanî denilen hukuk sahasında ancak “asıl resmî
kanunları” yani sancak kanunnameleri ile Padişah tarafından gönderilmiş ferman
-kanunları kullandığı ve hükümlerinde münhasıran onları esas tuttuğu doğru
değildir.” Anhegger-İnalcık, Kanunname-i Sultanî...s. XI
[390] 7. Çok defa bizzat örf-i ma’ruf, yani bizim anladığımız manada örf,
devlet tarafından hüküm mesnedi ve hukuk menbaı olarak kabul ve tasdik
edilmiştir. Böyle bir hukuk sisteminde modern manada, hükümlerine harfi harfine
riayet mecburi olan resmi kanun mecelleleri yerine, hususi kanun derlemeleri de
hukuki bir fonksiyonu haizdir. a.e.a.y.
[391] 8. Anhegger-İnalcık, Kanunname-i Sultanî...s. IX
[392] 9. 21 inci yüzyılda anlaşmazlıkları olanların mahkemeler yerine
tarafların hakem kurumuna gidecekleri söylendiğine göre fetva sistemi yüzyıllar
öncesinde bu yöntemi sağlamış oluyor.
[393] 10. Bunlar arasında suçluyu konuşturmak için “öldürmemek” şartıyla
işkenceye de cevaz verilmektedir. Ancak Parmakkapı ve Eminönü Meydanlarında, ya
da Akdeniz’den dönen gemilerin direklerine asılmış korsanlara kadı kararından
bağımsız olarak uygulanmış “çengel” işkencesinin Osmanlı yargı sistemi ile
bağlantısı yoktur.
[394] 11. Nitekim sınır anlamına gelen “hudud” biçiminde çoğul olarak
kullanılmıştır.
[395] 12. Molla Kaabız olayında olduğu gibi.
[396] 13. Bazı çağdaş ulemâ dinde zorlama olmayacağı ilkesine dayanarak Hz.
Muhammed zamanında İslamdan ayrılanların yalnızca irtidad sebebiyle değil,
düşmana yardım etmek, bilgi sızdırmak gibi gerekçelerle öldürtüldüklerini
söylemektedirler.
[397] 14. Hucurat sûresi, âyet 9
[398] 15. Bazı ulemâya göre savaş şartlarındaki bu uygulama “had” cezası
gerektirmez.
[399] 16. Kısas uygulanabilmesi için suçlunun cezai ehliyeti bulunması,
eylemin öldürme kastıyla ve silahla gerçekleştirilmiş olması gerekir. Bunun
dışında öldürülen kişi öldürenin fürû’u (çocuğu ya da torunu olması), veya
velisinin bilinmemesi yahut suçun darü’l-harb’de (İslam yasalarıyla
yönetilmeyen bir ülkede) işlenmesi hâlinde kısas uygulanmaz.
[400] 17. Bu miktar Osmanlı Devleti’nin resmen uyguladığı Hanefi ictihadına
göre 3-39 darbe olmasına rağmen Osmanlılarda bu ceza İmam Ebu Yusuf’a uyularak
3 ila 79 değnek arası vurulup tatbik edilmiştir.
[401] 18. Bilmen, “Hukukî İslamiye ve ...”, c.6, s. 457
[402] 19. Örneğin gümüş kullanımıyla ilgli bir yasak hükmünde, kalp para
basanlar hakkında idam ve mallarının müsaderesinin kadı tarafından hüküm
alındıktan sonra infaz edilmesi hususu emr edilmiştir.
[403] 20. Ulunay, Sayılı Fırtınalar s.184
[404] 21. Safvet, Bahriyemiz Tarihinden Filasalar, Bahriye Matbaası 1329,
(D.K.K.-1994) s.72
[406] 23. II inci Mahmud döneminde zindanlar kapatılıp hapishaneler açılmağa
başlanmıştır. İbrahim Paşa Sarayı’nın bir bölümünde açılan “hapishâne-i umûmî”
ilk uygulamadır. Sultan Abdülaziz döneminde 1865’te tersane zındanları
kapatıldı. a.e.a.y.
[407] 24. Şimdi Sultanahmet’te bulunan Adliye Sarayı’nın olduğu yerde
bulunmalıdır. Pakalın, c. 3, s. 663
[409] 26. Günümüzde Karagümrük Spor Klübü Stadının yanı başındaki caddenin
adı “Salma Tomruk”dur.
[411] 1. Örneğin On yedinci yüzyıl başlarında İsveç Ordusu’nda 150 kişilik
bölükler, 4’er bölüklü taburlar ve 3’er taburluk tugaylar biçimindedir.
[413] 3. Kanije, Akkâ, Pilevne, Kars hatta Çanakkale savunmaları gibi
[416] 6. Bu olay Tevârih-i Âli Osmanlar’da “Hayli oğlanlar cemedildi ve gün
günden ziyade oldu, tamam ki Müslüman oldular, Türkçe öğrendiler, Türk bunları
nice yıl kullandı, sonra kapıya getirdiler, ak börk giydirdiler, adını Yeniçeri
koydular” biçiminde anlatılır.
[417] 7. Beşte bir oranını belirten Farsça penç ve yek kelimelerinden
galattır.
[418] 8. Acemi oğlanların büyük kışlası Yeniçerilerin kaldırılmasından bir
müddet sonra yıktırılmıştır. Bu kışladan geriye Şehzadebaşı’nın Vezneciler’e
yakın kısmında, Yavuz Sultan Selim, bir rivayete göre de Kanunî Süleyman
tarafından yaptırılmış olup halk arasında yanlış olarak “Acemoğlu Hamamı”
olarak bilinen ve günümüzde hâlâ çarşı hamamı olarak kullanılan bir hamam
kalmıştır.
[419] 9. Comte de Marsigli, L’Etat militaire de l’Empire Ottoman, ses
progrès, sa décadence, c: 1- 2, Amsterdam, 1732
[420] 10. Yeniçeriler gayet muti ve aldığı emri yerine getiren askerlerdir.
“Kırkı bir kıl ile güdülür” tabiri haklarında caizdir. Ümid Meriç, Cevdet
Paşa’nın Cemiyet ve Devlet Görüşü, s. 92.
[421] 11. “Bektaşi tarikati 94’üncü Orta’da ikamet eden ve miralay
rütbesinde bir bektaşi şeyhi tarafından temsil ediliyordu.” Hasluck, Bektaşîlik
Tedkîkleri, s. 133
[422] 12. Köprülü, Türk Sazşairleri, c. 3, s. 405; Sadettin Nüzhet, XVII nci
Asır Sazşairlerinden Kuloğlu; Jean Deny, Chansons des janissaires turcs
d’Alger.
[423] 13. Başka bir deyişle Dede Efendi’nin Rast Kar-ı Nev «Gözümde daim hayal-i
canan» bestesini, yahut «Alişimin kaşları kara» türküsünü mehterhaneden
dinlemek mümkündü.
[424] 14. Pakalın, c. 3, s. 629
[425] 15. “Yeniçerilik Osmanlıların iliğine işlemiş ve ocaklar asabiyyet-i
milliye makamına kaim olarak devâir-i devletin usul ü fürûunu istilâ eylemiş
olduğuna nazaran Devlet’in zâtiyyatından ma’düd olmuş idi. Anın ilgasıyla ehl-i
islamın kuvve-i asabiyyesine zaaf geldi”. Cevdet Paşa, Tezakir, Tetimme, s. 219
[426] 16. Özbilgen, Mağlubların Zaferi, s. 178-181
[427] 17. R.E. Koçu, Osmanlı Tarihinin Panoraması, s.62-63
[428] 18. Nitekim Lala Mustafa Paşa’ya 1567 senesinde Yemen için
İstanbul’dan 600, Mısır’dan 400 olmak üzere 1000 nefer “kuloğlu” ve
“kulkardeşi” yazması emrolunmuştu.
[429] 19. Ağa kapısı Süleymaniye Camii civarında şimdi İstanbul Müftiliği
olan yerdi.
[430] 20. Kara Murat Paşa (1649-1650), Ağa Yusuf Paşa (1711-1712), Seyit
Hasan Paşa (1743-1746), Kalafat Mehmet Paşa (1778-1779), Keçiboynuzu Ağa
ibrahim Hilmi Paşa (1806-1807) gibi.
[431] 21. Yeniçerilerin cülûs bahşişi bahanesile bazı yolsuzlukları,
itaatsizlikleri görülünce, Yeniçeri Ağalığı’na uzun bir müddet Enderun’dan
yetişmiş ve Padişahın tam güvenini kazanmış kimseler tayin edilmiştir.
[432] 22. Ocağın usûl ve nizamı bozulduktan sonra zaman zaman ocak zorbaları
istediklerini seçtirdiler.
[433] 23. Bu para evvelce üçer kese akçe iken sonradan on keseye kadar
çıkmıştır.
[434] 24. Mevsim’ yaz ve kış oluşuna göre, Eyüp tarafındaki bahçelerde veya
Ağakapısı’nda Tekeli Köşkü denilen mahalde olurdu.
[435] 25. “Her çarşamba gününde Sadrazam hazretlerini kanun üzere gelir amma
bir mahfi arz edeceği var ise çarşamba gününe katlanmayıp her gün oluru gelir”.
Tevkiî Kanunnâmesi
[437] 27. ”Sâir vuzerayı dahi iki üç haftada bir ziyaret etmesi kanundur”
Tevkiî Kanunnâmesi
[438] 28. Başka bir deyişle ağalar Yeniçeri’lerin haklarını korumak
bahanesiyle bütün Ocağı ayağa kaldırıp isyan çıkarmayı başarabilirlerdi.
[439] 29. Deniz tarafının inzibatı bostancıbaşı’larla kaptan paşa’lara
aitti. Pakalın, Deyimler, c.3, s. 626 s.
[440] 30. Tevkiî Kanunnamesi’ne göre «Şehirde ve etraf ve cevanibinde nehy-i
münkerat (kötü ve meşru olmıyan şeyleri) edip ahzettiği (yakaladığı) sarhoşun
dirliği yoğise hadd-i şer’î vurur eğer dirliği var ise zabitine gönderip
dövdürür, erâzili şer’le ta’zir ve hapseder ve daima kol dolaşub gezer,
ahzettiği mücrimlerden mucib-i salb ve siyaset (asılmak, cezalandırmak)
olanları ocaktan değil ise sadrazam hazretlerine gönderir, Ocak’dan ise kendi
hapsedib katli lâzım geldikte Sadrazamdan istizan belki ferman talep eder.» ”Ve
bu dahi Kanun-i kadimdir ki Yeniçeri ağaları erkan-ı devlet huddamından birini
cürümle ahzeylese sahibinin kethüdasına gönderir, sair dirlik eshabını
zabitlerine gönderdiği gibi,»
[441] 31. Bu cezalar nakdîdir.
[442] 32. Lütfi Paşa, Asafnâme.
[443] 33. Daver, Aylık Ansiklopedi c. 2.
[444] 34. On altıncı yüzyıl sonunda 99. Orta’ya Hû-keşân (Hû çekenler)
adıyla bektâşî müritleri tayin olundu. Bunlar Ocak’ta yiyip içmekte ve
yatmaktadırlar. Görevleri sabah ve akşam Ordu’nun başarısı için dua etmekti.
Merasimler sırasında içlerinden sekizi, yeşil çuha elbise giyinmiş olarak
Yeniçeri ağasının atının önünde, iki yumrukları mideleri üzerinde bastırmış
olarak yürürlerdi. En kıdemli olanı “Kerim Allah” diye bağırır, diğerleri “Hû!”
diye mukabele ederlerdi.
[445] 35. Üçüncü Murad devrinde Koca Sinan Paşa Macaristan seferinde
sıkışınca Kapıkulu askerinin gönderilmesi için “Ferman-ı âli” sadır oldu ve
Yeniçerilerin bu imtiyazı kalkmış oldu.
[446] 36. ipek kumaş, havsız kadife
[447] 37. Cezanın, değnek yerine Saka başı tarafından Çorbacıya verilen
uçlarında birer kurşun bulunan beş on sap meşinden ibaret saka kamçısı ile icra
olunduğu söylenir.
[448] 38. Devamında Yıldırım Bayezid’in İstanbul kuşatmasında (1395) ve
Niğbolu Savaşı’nda (1396) da kullanılmıştır.
[449] 39. Girit savaşı sırasında Çanakkale Boğazı’ndan geçmek isteyen
Venedik Donanması kıyıdan açılan ateşle durdurulmuş ve bu atışlardaki
başarıları batı kaynaklarına geçmiştir.
[450] 40. Sultan IV. Murad’ın huzurunda yaptıkları işin önemini Mehterbaşı:
“Bizim hizmetimiz Padişahımıza her ân lâzımdır. Bir yere gitse mehabet, şevket,
şöhret için dosta düşmana karşı tabıl, kudüm, nefîr döğdürerek gideriz. Cenk
yerinde gazileri teşvik ederiz, askeri cenge kaldırmağa sebep oluruz. Saz ve
söz adamın ruhuna sefa verir.” diyerek açıklamıştır. Koçu, Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi. Esnaf Alayı, c.1
[451] 41. Evliyâ Çelebi, (Gökyay) Kârhâne-i mehterân-ı Yedikule, c.1, s. 297
[452] 42. (1527) yılı tahrirlerine göredir. Aynî Ali Efendi 1607 yılında
105.339 atlı asker çıkartan 44.404 timar bulunduğunu söylüyor.
[453] 43. “1571-1606 yılları arasındaki uzun, yıpratıcı savaşlar bu süreci
hızlandırıcı bir etki yaptı. Bu bunalımlı dönemin sonunda Osmanlı imparatorluğu
artık eski imparatorluk değildi.” Ergenç, Osmanlı Merkez Askerinin... Birinci
Askerî Tarih Semineri, s. 80
[454] 44. “olur olmaz reaya bir çift öküzün satıp akça kuvveti ile kimi
sipahî, kimi yeniçeri olup istedikleri dirliğe ve mansaba geçer olmuşlardır.”
a.e.a.y.
[455] 45. Evliya Çelebi akıncıları şöyle tasvir ediyor: «Mahabbetli ve şeci
askerlerdir... Başlarına taçları samur ve kaplan postundan kalpak taç koyup
arkalarında kurt, ayı postları var. Koltukları altlarından karakuş kanadları
bağlıdır; ellerinde kurt derisi sarılı olup nicesinin alât ve silâh levazımı
kendisini garib ve acib şekle koyar. Korkunç ve düşmana belâ-yi asümanî misal
bir asker-i zafer peykerdir». Koçu, a.g.e.
[456] 46. Meselâ Solakzade Hemdemî Efendi, Kanunî Sultan Süleyman’ın
Nahcivan seferine iştirâk eden Rumeli Beylerbeyisi Mehmed Paşa’nın askerlerini
şöyle tasvir ediyor: «Ol gün, Rumeli beylerbeyisi Mehmed Paşa Rumeli’nin kaplan
postlu, kurd derisi taçlı, birer karış mahmuzlu, tekne kalkanlı, elleri
kostaniçalı, gömgök, demire müstağrak, al kızıl bayraklarla arâste ve pîrâste
bir alay tertib edip orduyu hümayuna vasıl oldu... »
[457] 47. Azeb henüz evlenmemiş bekâr demektir.
[458] 48. Azeb teşkilâtı II. Mahmud tarafından kaldırılmıştır.
[459] 49. Derbentçi’lerin vergi muafiyeti karşılığında mükellefiyet
(yükümlülük) olarak yaptıkları hizmeti “beldârân neferâtı” maaş veya ücret karşılığı
yapmaktadır.
[460] 50. Kanunâme-i Âl-i Osman, Aynî Ali Efendi’nin Kavanin-i Âl-i Osman
der hülâsâ-i mezâmin-i defter-i dîvan ya da Kanunname-i Liva-i Bosna gibi
çeşitli eyâlet kanunnâmelerinde.
[461] 51. Ocaklıklar On altıncı yüzyıl sonunda yirmişer kişidir.
[462] 52. Kelimenin Farsça aslı “canı ile oynayan”, “canını tehlikeye atan”
demektir.
[463] 53. Uzunçarşılı, Kapıkulu Ocakları, s. 2
[464] 54. Vize yürükleri zeametine dahil ve onlar ile birlikte tahrir
edilmektedirler.
[465] 55. “At cân-bâzı” deyimi buradan galattır.
[466] 56. Martolos da denilir.
[467] 57. Ercan, Osmanlı Askerî Kuruluşlarından Voynuk Örgütü, Birinci
Askeri Tarih Semineri, s. 125
[468] 58. Pakalın, c.II, s.410
[469] 59. Kelimenin aslı Bulgarca’dır.
[470] 60. On altıncı yüzyılda 4 akçe yevmiyeleri vardı. Abdülkadir Özcan,
Cerehor, İ.A. (Diyanet), c.7, s. 393
[472] 1. İkinci Selim devrinde derya kaptanlarına “vezirlik” verilmeye
başlanmıştır
[473] 2. On yedinci yüzyıldan sonra kaptanpaşalık beylerbeyi rütbesinde
olanlara ve genellikle vezirlere verildi.
[475] 4. Gelibolu tersanesi Bizans’ın Akdeniz ile olan bağlantısını ve
Bizans’a denizden gelebilecek yardım gelişini kesti.
[476] 5. Mısır Seferi’nden dönüşünde (1518) X. Papa Leo’nun Osmanlılar’a
karşı bir haçlı ittifakı hazırlığında bulunduğunu öğrenen Yavuz Sultan Selim
Akdeniz’ de üstünlüğü elde etmek için kurdu.
[477] 6. On yedinci yüzyıldan sonra “derya beyleri” arasından da tersane
kethüdası seçilmeye başlandı.
[479] 8. Ancak bu savaşta kaybettiği 20 000 usta denizciyi kolay, kolay
yenileyemedi.
[480] 9. 1710 yılında Büyük Petro’ya karşı Karadeniz’e gönderilen Osmanlı
Donanması 360 parça gemiden meydana gelmişti. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması
ile Rusya bu denize inmesinden sonra Karadeniz’de güçlü bir Donanma
bulundurulması zorunlu olmuştur.
[483] 12. On altıncı yüzyılın sonlarında yaya ve müsellem teşkilâtının
kaldınlarak çiftliklerinin timar ve zeâmet haline getirilmesiyle ortaya çıkan
mensûhât zaim ve timarlılar Kapudan-ı Deryâ Eyâletine bağlandılar.Uzunçarşılı
Merkez-Bahriye, s.382, 422
[484] 13. Kendisine zeâmet verilen.
[485] 14. Müslüman ve Hıristiyan oranı yarı yarıya olabilirdi. “Türk Deniz
Ticareti ve ...” s. 44.
[486] 15. Örfî tekâlif mikdarı zaman, mekân ve iktisadî sebeplerle
değişebilen bir vergidir.
[488] 17. Safvet, Bahriyemiz Tarihinden Filasalar, s.72
[490] 1. Meselâ Sultan Bayezid-i Velî’nin (II. Bâyezid) vakfiyesinde sabah
ve akşam yemekleri, Kanûnî Sultan Süleyman’ın Vakfiyesinde ayrıca 10’ar akçe
yevmiye ve bayramlarda l’er takım elbise verilmesi şart konulmuştur.
Şeyhülislâm Esad Efendi’nin vakfiyyesinde ise fakir öğrencilere verilecek giyim
eşyası (fes, ayakkabı, gömlek, kuşak v.s. gibi) tek tek belirlenmiştir.
[491] 2. Kuran’ın 114 adet sureleri değişik uzunluklardadır. Gerek ezberleme
kolaylığı ve gerekse ramazanda her gün okunarak ay sonunda bir hatim
indirilebilmesi amacıyla Kuran, otuz eşit bölüme ayrılmıştır. Cüz denilen bu
bölümler özellikle ülkemizde 20’şer sayfadan oluşur ve ilk sayfasında sıra
sayısı vardır. Ancak son üç cüz başladıkları surelerin ilk kelimeleriyle 28.
cüz “Kad sem”, 29. cüz “Tebâreke”, 30. cüz “Amme” cüzü olarak anılır.
[492] 3. Çağdaş pedagojide çocuğun psikolojik ve fizyolojik yaşının farklı
olduğu görüşüyle uyuşmaktadır.
[493] 4. Yine çağdaş görüşe göre bu yaşlardaki çocuklar için önemli olan
verilen bilgilerin miktarının fazla olması değil, öğrenme yeteneğinin
kazandırılmasıdır. Bunun da iki önemli faktörünün çocuğun hafızasını
güçlendirmek ve taklit kabiliyetini geliştirmek olduğu belirtilir.
[494] 5. Sıbyan mekteplerinin iki katlı yapılışlarındaki pedagojik ve
psikolojlk etkenlerin ayrıntılı etüdü için Bkz. Aksoy, Sıbyan Mektepleri ... s.
150-171
[495] 6. Belirli zamanlarda okunan dualar
[496] 7. Gündüz, a.g.e. s.76’den naklen Okiç, Tayyib, Bazı Hadîs Mes’eleleri
Üzerine Tedkîkler, 111; Baltacı, Cahid, Osmanlı Medreseleri, 18.
[497] 8. Gündüz, a.e.a.y. naklen Cerrahoğlu, İsmail, Kur’an Tefsîrinin
Doğuşu ve Buna Hız Veren Amiller, 126; Baltacı, Cahid, a.g.e., 18
[498] 9. İlmiye Salnâmesi 1334, s. 342-343
[499] 10. Ulemâ ve meşâyih arasındaki tartışlamalar On yedinci yüzyıldan
sonra kırıcı bir şekil almıştır.
[500] 11. Hat sanatında başarılı olanlara icâzetnâme verilirdi.
[501] 12. Kalem’de bulunan kâtiplerin yazılarını içerik ve imlâ açısından
düzelten tecrübeli memur.
[502] 13. Bu kalemlerden yetişen devlet adamları ve dîvan şârlerinin isim ve
mahlâsları yine bu kalemlerde verilmiştir.
[503] 14. “Hocalar” anlamına gelen hâcegân aynı zamanda sistem içinde bir
rütbedir.
[504] 15. “ Mektep talebesine de evvelce şâkirt denilmesine bakılırsa o
zamanki resmî daireleri tamamen birer memur mektebi sayabiliriz”. Ergin ,
Türkiye Maarif Tarihi, c.1, s. 53
[505] 16. 1839’da Rumeli ve Anadolu’daki bütün vakıfların yönetim ve denetim
sorumluluğu verilerek “Evkaf-ı Hümayun Nezareti” bağımsız büyük bir devlet
kurumu biçimine sokuldu. Evkaf Nezareti’nin açtığı vakıf rüşdiye’lerin
(ortaokulların) sayısı iyice artınca, bir de “Mekatib-i Rüşdiye Nezareti”
kuruldu. Bir süre sonra Evkaf Nezareti’nden ayrılan bu nazırlık eğitim ve
kültür tarihimizin ilk “Maarif-i Umumiye Nezareti” ne dönüştü.
[506] 17. On sekizinci yüzyılda İstanbul’daki 178 medresede toplam 2.300
oda, 63 dershane, 17 kütüphane vardı. Pakalın, c.2, s. 438
[507] 18. Tanzimat döneminde medrese öğrenimi devam etti. Ancak Cumhuriyet
sonrasında çıkarılan 3 Mart 1924 tarihli Tevhidi Tedrisat Kanunu (Öğretim
birleştirilmesi yasası) ile kaldırıldılar.
[509] 20. Ergin, Türk Şehirlerinde İmâret Sistemi, s. 21
[510] 21. Halk ağzında daha sonraları “softa” biçimine dönüşmüştür.
[511] 22. Aksoy, a.g.e., s. 153
[512] 23. Tanzimat sonrası programlarıyla ile karşılaştırılırsa “Haric”
rüşdiye (ortaokul), “Dahil” idâdî (lise) ve “Sahn” da Âliye (yüksek okul)
anlamındadır.
[513] 24. Miftah Medreseleri’nin müderrisleri 30 akçe yevmiyeliydi.
[514] 25. En az iki ay öğretim süresi içinde Sekkakî’nin sarf-nahiv
(dilbilgisi), inşâ (söz dizimi) ve edebî sanatlara dâir “Miftahü’l-Ulûm” isimli
eserine Cürcânî’ninyaptığı şerh okutulurdu. Burada sarf, nahiv, hesap ve
hendese konularında “muhtasarat” denilen başlangıç bilgileri de verilirdi.Ali
Muhammed bin Cürcânî, (1339-1413) İranlı Kelâm âlimi ve müfessirdir.
[515] 26. Müderrislerine 40 akçe yevmiye verildiğinden “Kırklı Medreseler”
denilirdi.
[516] 27. Kırklı “Telvih Medresesi”nde Sadeddin Tefzânî’nin Fıkıh ilmine
dair “Telvih” (Açıklama) isimli eseri okunur, Buhârî şerhi, tefsir, hadis ve
fıkıh konuları da ele alınırdı. Sadeddin Mes’ud bin Ömer Tefzani (1322-1395)
İranlı Mantık, Kelâm ve Fıkıh âlimi ve Cürcânî’nin rakibidir.
[517] 28. Tıp eğitimi için Süleymaniye Dârüşşifâsı ve Din bilimleri
akademisi durumunda Darülhadis medreleri bağımsız bölümler biçimindedir.
[518] 29. Bazan yalnızca “kari” de denir.
[519] 30. Bu kıraatler yanında reddedilmemiş, okunmasına devam olunan
“tevâtür” tarzında okuyuşlar da öğretilirdi. İlk müslümanların okuyuş
şekillerine uymayan kıraatler ise “bidat” sayılır ve “kıraat-i şazze” (kural
dışı okuyuş) olarak ilgi çekmezdi.
[520] 31. On okuyuş içinde en tanınmış yedi’si
[521] 32. Evliya Çelebi bütün ülkede 135 adet darülhadis bulunduğunu
söylemektedir.
[522] 33. Evliya Çelebi’ye göre “On yedinci yüzyılda Osmanlı ülkesinde 135
bağımsız Darülhadis vardır.”
[524] 35. ”Enderun, memleketi idare eden, hakiki kuvveti kucağında tutan bir
kale idi.” İsfendiyaroğlu, Galatasaray Tarihi, c.1, s. 99
[525] 36. Enderun teşkilâtı Tanzimat öncesinde 1833 yılında kaldırılmıştır.
[526] 37. Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, s.309
[527] 38. Öğrenci sayısı On altıncı yüzyıl. sonlarında Büyük ve Küçük
Oda’larda 160 iken, On sekizinci yüzyıla doğru Enderun Mektebine Padişah yakın
çevresindeki “havass, erkân ve ricâl” çocukları da girmeğe başlamış ve bu sayı
400 ‘e yükselmiştir.
[528] 39. Ayverdi, Edebî ve Manevî Dünyası İçinde Fatih, s.104
[529] 40. Uzunçaşılı, a.g.e. s. 309
[530] 41. 1675 tarihinde kaldırılmıştır. a.e.a.y.
[531] 42. Uzunçarşılı, a.g.e. s. 312
[532] 43. “Dilsiz” anlamındadır.
[535] 46. Sultan II. Mahmud’un son devirlerine kadar (1838) sürmüştür.
Baysal, Enderun Mektebi Tarihi, s. 84; Uyaroğlu, Osmanlı Kamu Yönetim Kurum ve
Sistemleri içinde Enderun Saray Okulu, s.102
[536] 47. Baysal, a.g.e. s. 65
[537] 48. Padişah’a “Benim Devletlü Sultanım, saadetle Hasodaya çıktığınız
da, dilsizlerin ve cücelerin ellerine birer tura verip, birer altıncık ihsan
edesiniz. Evvelden beri kanundur. Esasen fukaradırlar. Sevindiresiniz. musahib
olanlara beşer altuncuk, diğerlerine birercik lütfoluna gelmiştir. Böyle
yapasınız”der. Koçibey Risâlesi, s. 95
[538] 49. Hammer, Michel Baudier’den rivâyeten şu bilgileri veriyor:
“Pastırma 4000 kadar sığırın etinden yapılır. Bu kadar büyük miktarda
kurutulmuş et, bütün senenin ihtiyacı içindir. Bundan başka, Saray’a her gün
200 koyun, 100 kuzu, 40 dana, 40 kaz veya ördek, 100 çift güvercin veya başka
kuşlar getirilir. Saraya balık girmez. Balık yemek isteyen ağalar her cins
balıkla dolu olan Saray kıyısından kendileri için hususi olarak avlatırlar.”
[539] 50. Hükümdarın. oturduğu bütün odalara Hasoda denilir.
[540] 51. Koçi beyi “Risâle”de Kilercibaşı ile ilgili olarak Padişaha şu
tavsiyede bulunuyor: “Benim devletlü Hünkârım, kilercibaşıya sıkıca tenbih
buyurasınız. Benim mübarek nefsim için, gerek Mısır diyarından, gerek ülkenin
şehirlerinden gelen şeyleri bir hoşca koruyup ocakları göresin, katiyyen
doğruluktan ayrılma. Yoksa sen bilirsin? diye tenbih buyurasız. Dışarı kilerin
zahiresini mükemmel tedarik edip sıkıntı çektirmiyesin. Mutbak emini de harcını
ve muhasebesini kontrol edip, israf ettirmekten sakınasın. Bütün on iki ocağın
iyiliğini ve kötülüğünü senden bilirim. Senin hakkından gelirim diye sıkı
tenbih buyurasınız.”
[541] 52. Uzunçarşılı, a.g.e. s.318
[542] 53. İsfendiyaroğlu s. 98. Koçibey’e göre altmış kişidir.
[543] 54. Ali Seydî Bey, Teşrîfat ve Teşkilatımız, s. 125
[544] 55. “Bir hiyanete meydan vermemek üzere secdeye önce kendisi yüz
sürdüğü” söylenir.
[545] 56. Uzunçarşılı, a.g.e. s.318
[548] 59. Uzunçarşılı, a.g.e. s. 323
[549] 60. Huzur Dersleri Sultan III. Mustafa’nın iradesiyle 1759 senesi
Ramazan’ında başlamış ve 1923 Ramazanı’na kadar devam etmiştir.
[550] 61. Son dönemlerde ise İcâzetnâmelerin anlamı, “ulûm ve sanayide bir
mesleğe sâlik olanların lüzûmu olan fünûn ve usûller” öğrendiğinin hoca ve
mümeyyizlerce tasdik edildiği ve hükümet veya cemiyet tarafından verilen
diploma ve ruhsatnâmeler biçimine dönüşmüştür.
[551] 62. Son dönemlerde ise İcâzetnâmelerin anlamı, “ulûm ve sanayide bir
mesleğe sâlik olanların lüzûmu olan fünûn ve usûller” öğrendiğinin hoca ve
mümeyyizlerce tasdik edildiği ve hükümet veya cemiyet tarafından verilen
diploma ve ruhsatnâmeler biçimine dönüşmüştür.
[552] 1. Örneğin 1715 yılında Batı tarafına, 1736 yılında Rusya üzerine ve
1743 yılında İran’a yapılacak seferlerde olduğu gibi. Osmanlı İmparatorluğu’nda
Kollar, Ulak ve İaşe Menzilleri, s. 21-41
[553] 2. İznik- Eskişehir- Akşehir’den geçen bu yol, Anadolu Selçuklularının
başkenti olan Konya’ya ulaşmaktaydı. Konya’dan sonra Aksaray -Kayseri üzerinden
Selçukluların ikinci büyük şehri olan Sivas’a, oradanErzincan- Erzurum
üzerinden İran’a gidilirdi.
[554] 3. Yurdaydın, a.g.e, s.56
[555] 4. Nüzul, kelime olarak “bir yere inme, konma” anlamındadır. Askerî ve
malî terim olarak ordunun iaşesi için belirli miktardaki zahirenin temini
edilerek belli bir yerde hazır bulundurulması demektir.
[556] 5. Meselâ Nasûhü’s Silâhî, Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irakeyn, 58-111
sayfalar arasındaki menzil ve duraklarda satın alınan arpanın kilo fiyatı bir
ölçü olarak verilmiştir.
[557] 6. Kanunî Sultan Süleyman’ın “Irakeyn Seferi” sırasında geçtiği
güzergâh üzerinde 47’si Anadolu’da, 20’si İran’da, 15’i Suriye ve Irak’ın Dicle
ve Fırat bölgesinde olmak üzere şehir niteliğinde 82 yerleşim bölgesi
bulunmaktadır. Bununla beraber bu seferde kullanılmış 189 menzil noktasının
genel olarak % 15’i şehir, % 30’u kasaba, geri kalanı köy statüsündedir.
Yurdaydın. a.ge. s.50.
[558] 7. Örneğin Sultan IV. Murad’ın Bağdad Seferi’nden önce yol üzerindeki
kazâlara gönderilen buyruldu’larla, avarız vergisi olarak her haneden bir kile
“dakik”, dört kile “şa’îr” olmak üzere toplam beş İstanbul kile’si nüzül
zahiresinin reâyâ hayvaniyle menzillere getirilmesi istenmiştir. Kütükoğlu,
Osmanlı – İran Siyasî Münâsebetleri, s. 34
[559] 8. Örneğin 1715’ de Mora’ya, 1743 senesinde İran cihetine yapılan
seferler de olduğu gibi. Bozkurt, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kollar, Ulak ve
İaşe Menzilleri, s. 21-36
[562] 11. Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Derbend Teşkilâtı, s. 79
[563] 12. Bu durum batılı tarihçiler tarafından da vurgulanmıştır. Örneğin
Balkanlardaki Slav halklarının tarihi üzerine yazdığı eserleriyle ünlü Çek
asıllı Avusturyalı tarihçi Josef Konstantin Jirecek’ten naklen Ortaylı, a.g.e.
s.233
[564] 13. Turan, “Selçukî Kervansarayları”, Belleten, X/39, ‘1946, s. 421
[565] 14. Esat Celâl (Arseven), Türk Sanatı, s. 102-103.
[566] 15. Örneğin Konya’yı doğuya bağlayan büyük karayolunun, yalnız
Sivas-Konya arasındaki bölümünde; On üçüncü yüzyılda 23 büyük ve görkemli
kervansaray bulunmakta idi. Yalçın, Türkiye İktisat Tarihi s. 259.
[568] 17. Bundan dolayı, Selçuklu devrine âit vakfiye, kitâbe ve kronik gibi
kaynaklarda bunlara; kervanaray ve han kelimeleri ile eş manada ribat da
denilmektedir. Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, s. 109.
[569] 18. “..bir bâb-ı azim içre kal’a misal karşu karşuya yüz elli ocak
hân-ı kebirdir. Haremli, develikli, ahırlı olup, sâdece ahuru 3000 den ziyâde
hayvan alır. Kapıda dâima dide-banları nigehbanlık ederler. Ba’de’l-aşâ’ kapuda
mehterhâne çalınub, kapu sed olunur. Dide-banlar vakıftan kandiller yakub,
dibinde yatarlar. Eğer nısfu’l-leyl’de taşradan müsafir gelirse, kapuyu açıp
içeri alırlar. Mâ haza ta’am getirirler. Amma cihan yıkılsa, içerden taşra bir
âdem bırakmazlar. Şart-ı vakıf böyledir. Tâ cümle misafirin kalktıkda yine mehterhâne
dövülüp, herkes malından haberdar olur. Hancılar, dellallar gibi “Ey ümmet-i
Muhammed! malınız, canınız, atınız, donunuz tamam mıdır? diye rica edüp nida
ederler. Müsafirin cümlesı “tamamdır, Hakk sahibi hayrata rahmet eyleye.”
dediklerinde bevvâblar, vakt-i şafii iki dervâzeleri küşade edüb, yine kapu
dibinde “Gâfil gitmen, bisat gâib etmen, herkesi refik etmen, yürün, Allah âsân
getire” deyu dua ve nasihat ederler.” Lüleburgaz’daki Sokollu Mehmet Paşa’nın
kervansarayı hakkında . Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme, İstanbul 1314, c. III, s.
300-301
[570] 19. Özkaya, XVIII. Yüzyılda Osmanlı Kurumları ve Osmanlı Toplum
Yaşantısı, s. 91; Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, s. 95
[571] 20. Turan, a.g.e. s. 477-79.
[572] 21. Pakalın, c. II, s. 246
[573] 22. Meselâ; “Amasya’da 8 han, 5 Kervansaray, Tokat’ta 13 han,
Edirne’de 53 kervansaray, Bitlis’te 9 han, Fılibe’de 8 büyük han, 1
kervansaray, Antep ve Maraş’ta 6’şar han, Adana’da 17, Alaşehir’de 9, Uşak’ta
7, Demirci’de 7, Afyon’da 19, İzmir’de 82, Çorum’da 7, Beypazarı’nda 7,
Geyve’de 3, Diyarbakır’da 9, Sivas’ta 18, Sofya’da 13, Üsküp’de 3 han,
Saraybosna’da 23 han, 3 kervansaray, Halep’te 47’si büyük 70 han,
Trablus-Şam’da 12, Kütahya’da 17 han vardı.” Kuşadası’ndaki Öküz Mehmet Paşa
Kervansarayı, İzmir Çeşme’de ve Marmaris’te Kanuni Sultan Süleyman döneminden
kervansaray, Alanya’da Alarahan ve Sarapsahan kervansarayları, Denizli-Dinar
yolunun Pamukkale sapağında Ak Han,. Konya’dan sonra Kayseri’de ünlü Sultanhan
ve Ağzıkara Han sayılabilir.Pakalın, a.g.e. s. 246, Çataltepe, s.53-54
[574] 23. Evliyâ Çelebi, İstanbul’un tam göbeğinde 12, Üsküdar’da 11
kervansarayın varlığından bahseder. Pakalın, c. II, s. 247
[575] 1. Bu bakımdan vakıf Batı’daki “fondation, foundation” kurumlarından
en önce dinsel amaç açısından ayrılır. Halbuki “fondation”da böyle bir gaye
şart değildir.
[576] 2. Halbuki “foundation” kurumları istenilen sınırlı süreler için
kurulabilir.
[577] 3. Ok Meydanı ve Okçuluk Tarihi,, s. 21
[578] 4. Mütevellileri tarafından yönetilen ama devletçe denetlenen
vakıflara da “mülhak vakıflar” denilmiştir.
[579] 5. 1830’da Bostancıbaşılık, Topçubaşılık, Hazinedarbaşılık,
Kilercibaşılık, Yenisaray Ağalığı nezaretinde bulunan vakıflar da devredilerek
“Evkaf-ı Hümayun Nezareti” meydana getirildi. 1831’de Şıkk-ı Evvel
Defterdarları, Haremeyn Müfettişi, Saray Ağası, Kaptanpaşa, Çavuşbaşı,
Reisülküttab, İstanbul, Eyüp, Galata, Üsküdar Kadıları ve Sadr-ı Âli, Anadolu
ve Rumeli kazaskerleri, İmam-ı Sultanî , Şeyhülislam nezaretlerinin vakıfları
ile birlikte 1000’i aşkın vakıf kurumu “Evkaf-ı Hümayun Nezareti”ne bağlandı.
Nihayet 1839’da Rumeli ve Anadolu’daki bütün vakıfların yönetim ve denetim
sorumluluğu verilerek “Evkaf-ı Hümayun Nezareti” bağımsız büyük bir devlet
kurumu biçimine sokuldu
[580] 6. Gerek esnaf teşekküllerinde, gerek mahalle ve köylerde yüzyıllarca
yaşamış avârız yardım sandıkları 1876-1877 Osmanlı-Rus Harbi’den sonra hükümet
tarafından el konularak ortadan kaldırılmıştır.
[581] 7. Örneğin Kayseri’dekine “Mâristan, Sivas’takine “Dâr üs-sıhha”,
Divriği’dekine “Dâr üş-şifâ”, Çankırı’dakine “Dâr ül-âfiye”, Bursa’dakine “Dâr
üt-tıb” (1399), Edirne’dekine “Bimaristan” (1485), Manisa’dakine “Bimarhâne”
(1554) denilmesi gibi.
[582] 8. Ergin, Türk Şehirlerinde İmâret Sistemi, s.22.
[583] 9. On beşinci yüzyılda Sultan II Murad (1421-1451) tarafından kurulan
Edirne leprozeri’si, İstanbul’da Fatih Darüşşifası (1470), Sultan II.Bayezid (1481-1512)
tarafından yaptırılan Edirne Darüşşifası (1485); On altıncı yüzyılda
Karacaahmed leprozerisi (1514), (Hurrem Vâlide Sultan’ın) Haseki Bimarhanesi
(1539), Manisa Bimarhanesi (1539), Süleymaniye Darüşşifası ve Tıp Medresesi
(1555), (Nurbânû Vâlide Sultan’ın) Toptaşı Bimarhanesi (1583), On yedinci
yüzyılda Sultanahmed Darüşşifası (1616) izledi. Uzel, a.g.e. s. 10
[587] 13. Örneğin Sultan II.Bayezid İmâreti’ne ait vakfiyenin tevzi
cetvellerinde “mu’îd (müzakereci)”ler, «müsta’id tâlib-i ilm’ler»(yetenekli
öğrenciler), «ilmiyle amel ider âlimler» zümresi ve softalar birlikte yer
almaktadır.
[588] 14. “İmâretler, seyahatleri ve dolayısiyle fikir ve mal mübâdelesini,
din ve kültür birliğinin teessüsünü kolaylaştırmak, Sultanın nâm ve şânını her
tarafta yayarak siyasî kudreti arttırmak; açlıktan ölmek tehdidi altında ahlâk
ve cemiyet nizamı için tehlikeli hareketlere sürüklenecek olan ümitsiz kişilere
bir sığınak teşkil ederek, büyük şehirlerin sosyal münasebetler nizamında
yatıştırıcı bir rol oynamak ve nihâyet, insanlara şefkat ve yoksullara yardım gibi
insanî ve dinî vecîbeleri sistemli ve müessir bir şekilde yerine getirmek gibi
gâyeleri vardır.”Barkan, İktisat Fakültesi Mecmuası, c.23, s. 1-2, s.284.
[589] 15. Barkan, a.g.e. s. 286
[590] 16. Tevbe Sûresi âyet 60
[593] 19. Ortaylı, Türkiye İdare Tarihi, s.237
[596] 22. Örneğin İstanbul Kapalıçarşısı 67 sokak, 3000 dükkan, çarşı ile
içerden iltisaklı (bağlantılı)13 büyük Han’dan oluşmaktadır. a. g.e. s.39.
[599] 25. Gürün, Türk Hanlarının Gelişimi ve İstanbul Hanlar Mimarisi, s.
27-32
[600] 26. Gürün, a.g.e. s. 76-79
[601] 1. Sair Peygamberlere de birer kâr ferman olundu. Hazret-i Şia kazaz
ve hallaç idi; Hazret-i İris yazıcı ve terzi idi; Hazret-i Nuh dülger idi;
Hazret-i Huda tüccar idi; Hazret-i Salih deveci idi; Hazret-i İbrahim Haleb’de
sütcü idi, sonra Mekke’de Kâbe’yi yapmağa memur olduğu cihetle mimar oldu;
Hazret-i İsmail avcu idi; Hazret-i İshak çoban idi; Hazret-i Yakub Sofi idi;
Hazret-i Yusuf zindanda saat yapardı, sonra melik oldu; Hazret-i Eyüb
sabrederdi; Hazret-i Şuayib ibadet ederdi; Hazret-i Musâ Çoban idi; Hazret-i
Harun vezir idi; Hazret-i Zül’küfl ekmekçiydi; Hazret-i Lût müverrih idi;
Hazret-i Üzeyr bahçivandı; Hazret-i İsmail tercüman idi; Hazret-i İlyas çulha
idi; Hazret-i Davud cenk âleti için cebe yapardı; Hazret-i Süleyman hurma
yaprağından zenbil örerdi, Halife ve Emîr’di; Hazret-i Zekeriyâ zâhid idi, rüya
tâbir ederdi; Hazret-i Eremiya cerrahdı; Hazret-i Danyal remilci idi; Hazret-i
Lokman hekim idi; Hazret-i Yunus balıkçı idi; Hazret-i İsa seyyâh ve bekârdı.
Sonra Hatem ül-enbiya Muhammed ül-Mustafa Efendimiz gelip Hatice-i Kübrâ’nın
malı ile Şam kurbinde Buğra şehrine ve gayri beldelere varıp ticaret ederlerdi
ve mücâhid-i fîsebilillâh idi. Gökyay, Seyahatnâme, s. 210, 226-285
[603] 3. Ergene, a.g.e. s. 1274
[604] 4. Öneş, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Esnaf, s. 67
[605] 1. Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, s. 51.
[606] 2. Anadolu’nun köylü çehresini zamanımıza kadar koruması bir tesadüf
hatta ekonomik zorunlulukların ifadesi olmayabilir. Kuban, a.g.e. s. 61
[607] 3. Yukarı Makedonya ve Teselya’da yerleşenler de küçük gruplar teşkil
etmekte idiler. Orhonlu, a.g.e. s. 27
[608] 4. Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğunda Şehircilik ve Ulaşım. s. 5
[611] 7. Nitekim Kıbrıs’a sürgün olarak 1712 de İçel, Alaiye ve Teke
dolaylarında eşkıyalık yapan Yörükler gönderildiler. Orhonlu, a.g.e. s. 29
[612] 8. Arap aşiretlerinde fasıla (boy), fasıla’lardan “fahz” (oymak),
fahz’lardan “amâre”(oba), amâre’lerden de kabile meydana gelmekteydi. Aşiretin
ve fahz’ın başında şeyh bulunurdu. Arab şeyh’lerinin tayin işleriyle Haleb
valileri meşgul olmuşlardır.Arab kabilelerinin başında çöl hakimi denilen bir
görevli vardı. Orhonlu, Aşiretleri İskân Teşebbüsü, s. 13
[614] 10. Sistemin ilkel ve ilginç olan yanı kethüdalar’ın da boy beyi
tarafından tayin edilmesidir. a.e.a.y.
[615] 11. “ Türkiye’de halen mevcut binlerce köyün taşıdığı isimler bu
köylerin ,o ismi taşıyan boy ve oymaklar tarafından kurulduğunu gösteren bir
delildir.””Orhonlu, a.g.e. s. 33
[616] 12. Antalya ile Manavgat arasındaki Güvercinlik kalesi civarında 40—50
adet saz örtülü ev (Evliya Çelebi, c. IX, s. 291); İçel ve Çukurova
bölgelerinde bulunan Alaiye’ye bağlı Tekehisarı kalesinde 70-80 hanelik Türkmen
köyü; Çanakçı ve Alara kalelerinde bazı Türkmen toplulukları, Adana-Maraş arasındaki
Sarvanlı kalesi de aynı şekilde Sarvanlıda Türkmenleri temmuz ayında yaylağa
gittikleri için yazın boş bırakılıyordu .(Evliya Çelebi, c. IX, s. 290, 294,
342, 364)
[617] 13. Batı ve güney Anadolu’da bulunan Yörük oymaklarının büyük
bölümünün de aynı asırda yerleşmiş oldukları anlaşılmakladır. Orhonlu, a.g.e.
s. 34
[618] 14. Gündeşlü Türkmenlerinden Dedeşlü oymağı, Demir-hisarı kazasına
tâbi Kızıl-viran ve Bakdi (?) köylerine 1688 de kışında gelerek zorla halkı
evlerinden çıkarıp ve kendileri oturmakda, ayrıca ahırlarında toplamış
oldukları saman ve otları da hayvanlarına yedirmekte idiler. Bu sebebden 20
kadar köy halkı barınamayıp köylerini terk ettiler; kaza dahilinde ancak 6 köy
mamur kalıp, onlar dahi Dedeşlü oymağından mutazarrır olmakda idiler. Bu husus
için verilen büküm 16 Mayıs 1692 tarihin; taşımaktadır. Orhonlu, a.g.e. s. 35
[619] 15. 1677 de Rişvan-zade İbrahim idaresindeki 800 kişi ile, Hisn-ı
Mansur kasabası ve köylerinde cebren oturmuştur. Adı geçen kaza ahalisi,
durumlarının fecaatini merkeze yazdılar; 1686 mayısında bu hususun eski haline
irca edilmesi, yani Rişvanlıların yine Sığraz köyüne nakledilmeleri için
müfettiş Paşa’ya ve Hisn-ı Mansur kadısına emir verildi
[620] 16. Kilis kürdleri diye isimlendirilen Şeyhlü, Amikî, Okçu-İzzeddinli
oymakları Kilis, Azaz ve sair mahallerde evleri, bağ, bahçe ve çiftlikleri
mevcut olup aynı zamanda tarla ziraati de yapmakta idiler. Fakat, rahat
durmıyarak şakavette bulunmaları ile mal ve mülkleri ellerinden alınıp 1705 de
satılmıştı. Orhonlu, a.g.e. s. 35
[621] 17. Öyle ki meselâ “İstanbul’a göç etmiş Safranbolu’luların “buradaki
umumî hayatı, Safranbolu’daki umûmî hayatın tıpkısıdır. Safranbolu burada bütün
hususiyeti ile yaşar. Hatta kahvelerin iç tertibatı ve birbirlerine olan
yakınlık ve uzaklıkları, Safranbolu köylerinin birbirlerine olan uzaklık ve
yakınlıklarını da pek andırır. Bir yörük köylüsünün çıktığı bir kahveye bir
memlüklü köylüsünün çıkması nâdiren ve fevkalade zamanlar için mümkün
olabilir”. A.Baha, İstanbul Etnografyası, s.10.
[622] 18. Örneğin Safranbolu’luların “simitçilik, börekçilik, ekmekçilik,
şeker ve helvacılık ve nihayet un ticareti sahasında tamamiyle rakipsiz
kalmaları” gibi. a.g.e. s. 48
[623] 19. Kömürcü ve kasap esnafının Eğin’li; ekmekçi, börekçi ve simitçi
esnafının Safranbolu’lu, aşçıların Bolu’lu; zerzevatçıların Arapgir’li;
manavların Konya’lılar arasından çıkması gibi.
[628] 24. İskender Pala, Bir İstanbulcu yaşamıştı, Zaman Gazetesi 15 Şubat
2000
[629] 25. 1826 tarihli “İhtisab Nizamnâmesi”nden.
[630] 26. “Vilâyet-i Trablus’da bundan akdem üçbin mikdarı köy ve karye
olub..” Barkan, Tarihî Demografi Araştırmaları, Türkiyat Mecmuası, İstanbul
1953, c.X, s.18
[632] 28. Mesela On yedinci yüzyılda Bolu’nun bir nahiyesi olan Düzce’nin
adı “Düzce Pazar’’dı. Evliyâ Çelebi’nin deyişiyle “Ormanlı, dağlı, düz bir yer
olub bir cami, iki hanı var”dır. Evliya Çelebi Seyahatnamesi, İstanbul 1313.
c.2, s.173,
[633] 29. H. İnalcık “çifthâne sistemi” olarak adlandırmıştır. Yediyıldız,
a.g.e. s. 478
[634] 30. Bulunduğu yöreye ve toprağın verimlilik durumuna göre, yüz ölçümü
70-150 dönüm olan çiftlik .
[635] 31. Göçebelerin ve göçmenlerin yerleştirilmesinde tarım topraklarında
ortak mülkiyet vardır.
[636] 32. Özellikle On altıncı yüzyıl’dan sonra
[637] 33. Köylü verdiği tapu resmine karşılık devir alandan bir miktar para
istemesi bu ferağ işlemine kadı sicillerinde satış anlamında “bay ü şıra”
tabiri kullanılması bazı yanlış tefsirlere sebep olmaktadır.
[638] 34. Birçok sancaklarda bu gibi mezraaların sayışı köy sayısı kadardır.
İnalcık, a.g.e. s. 11
[639] 35. İnalcık, a.g.e. s. 10-12
[640] 36. Oysa Selçuklularda «kadi-1-kudât»’ın yönetiminde kadılar ve
müftilerden oluşan bir şer’î örgütlenme vardır. Ancak sarayda her turlü içki
mahzeni «şarabhâne» bulunuyor ve sultanın huzurunda «kibâr-ı ümerâ»’yı bir
araya getiren “meclis-i işret”ler kuruluyor ve bu hizmetlere resmî bir «emîr-i
meclis» denilen bir işret nazırı ile «şarabdâr»denilen bir çok şarabhane memuru
bakıyordu. Bu durum Selçuklu Sultanının huzurunda İslâm şeriatini
“kadi-l-kudât”ın, İslâm öncesi Türk töresini de «Emir-i Meclis»’in temsil
ettiği anlaşılıyor. İbn-i Bibi, Tevârih-i âl-i Selçuk’tan naklen Danişmend,
a.g.e. s.11
[641] 37. Örneğin Evliyâ Çelebi İstanbul hakkında şu rakkamları veriyor:
Şer’î mahkeme 670, Selâtin cami’i 74, Vezir camileri 1985, Mahalle mescidleri
6990, Âyan ve kibar mescid ve camileri 6665, İmâret 19, Bîmaristan 9, Sıbyan
mektebi 1993, Darü ül-kurrâ 55, Darülhadis 135, Hankah 557, Zaviye 6000,
Misafirhane 91, Kervansaray 979, Tüccar hanı 556, Bekâr hanı 686, İslâm
mahallesi 9990, Rum mahallesi 304. Yahudi mahallesi 657, Frenk mahallesi 17,
Ermeni mahallesi 27, Vezir âyan ve ulemâ sarayı 6890, Sokak çeşmeleri 9995, Su
muslukları.7989, Sebilhane 200, Ayazma 100, Su kuyuları 600,000, Su sarnıcı 55,
Han mahzeni 3000, Bedesten 3, Un v.s. kapanları 37, Ekmek Fırını 600, At
değirmeni 300, Su değirmeni 2, Padişah esirleri zındanı 4, Borçlu zindanı 4.
Listenin emânetler ve imâlathânelerle ilgili kısımları alınmamıştır.
[642] 38. Bir ülkenin veya vilâyetin, meselâ Şam Vilâyeti’nde “Dımışk” veya
Mısır ülkesinde “Kahire” gibi diğerlerinden büyük olan şehirlerine de
“kaidetü’1-mülk”, “tahtgâh” da tabir olunurdu.
[643] 1. 1844 yılında Osmanlı ülkesinde yaklaşık olarak 14 milyon
gayrimüslim bulunmaktadır. (A.Cevat Eren, Tanzimat, Türk Ansiklopedisi Ankara
1981, c. 30). Avrupa’daki toprak kayıplarından önce gayrimüslim nüfus daha
fazla olmalıdır.
[644] 2. Osmanlı şehirleri deyimiyle özellikle Anadolu’da (ya da benzer etkileşimle
Rumeli’de) halkın ahşap yapılarda oturduğu, ancak külliyeler, kapalıçarşılar
gibi bekâ (kalıcılık) iddiasında bulunan kamu hizmetinde vakıf taş eserlerin
yer aldığı yerleşim ünitelerini amaçlıyoruz.
[645] 3. Nasûhüs’s Silâhî (Matrakçı), Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irakeyn-i
Sultan Süleyman Han, (Yayına hazırlayan- Prof. Dr. Hüseyin G. Yurdaydın) Ankara
1976. s.51
[646] 4. Demolins. Comment la route crée le type social, Préface
[647] 5. “Bazı kasabalar gibi şehirler de mevcudiyetlerini yerinin münasip
seçilmiş olmalarına ve bölgedeki ulaştırma şebekesini kontrol edebilecek
durumda bulunmalarına borçludurlar; bu suretle, yeni şartlara ve vasıtalara
uyum sağlayarak yavaş veya süratli bir şekilde gelişmişlerdir.” Orhonlu, a.g.e.
s.5.
[648] 6. Karayolları ve demiryollarında yeni ulaşım teknikleri gelişinceye
kadar limanlar yerleşim merkezleri olarak önemlerini korudular. Bu gelişmeler
sanayi şehirlerinin özelliklerine göre kıta içinde ham madde ve ticaret yolları
açısından kendilerine en uygun yerleri deniz ulaşımından bağımsızca
seçebilmelerini sağladı.
[649] 7. Son devirlerde “milli sanayi sergileri bile cami avlularında hatta
hacimlerinde kurulurdu’’. Ergin, a.g.e, s.53.
[650] 8. Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Şehircilik ve Ulaşım
Üzerine Araştırmalar. s.4
[651] 9. Yurdaydın, a.g.e. s.51
[652] 10. Anadolu içindeki yerleşimlerin % 58’inde ve dışındakilerin de %
69’unda orta kısımda cami vardır. a.e.a.y.
[653] 11. Kervansaray, hamam ve pazarlar Anadolu’da % 55 , Anadolu dışında
ise % 46 oranında şehir ortasındadır. a.e.a.y.
[654] 12. Ergenç, Osmanlı Şehrinde Esnaf Örgütlerinin ... s.106.
[655] 13. Ergenç, a.e.a.y. Nitekim İstanbul’da Kapalıçarşı çevresi ticaret
ve yolcu hanları ile çevrilidir. Yine klasik Osmanlı yerleşiminde görüldüğü
gibi Kapalıçarşı çevresinde Mahmud Paşa, Bayezid, Nuruosmaniye Camileri vardır.
[656] 14. Kapalıçarşı’nın Kuzeybatı kapısından başlayan “Uzunçarşı
Caddesi”ne sağlı, sollu bağlanan sokakların isimleri “Tığcılar, Çakmakcılar,
Havancı, Ağızlıkçı, Tesbihci, Nargileci”dir. Bu sokaklara bağlanan çevredeki
diğer sokaklar ise Tarakçılar, Sandalyacılar, Çarkçılar, Fincancılar, Bezciler,
Kılıççılar, Rastıkçı, Macuncu” isimlerini taşırlar. Uzunçarşı caddesine
bağlanan sokaklar gibi Süleymaniye İmâreti ile gelişen yerleşim içinde
Tesviyeci, İplikçiler, Kantarcılar, Kutucular, Sobacılar, Hasırcılar, Kazancılar,
Marpuçcular, Sabunhane isimli sokakların varlığı görülür.
[657] 15. Örneğin Fatih Camii yanındaki Fatih İmâreti çevresindeki
sokakların isimleri de “Mıhçılar, Keserciler, Testereciler, Tezgahcılar,
Sırımcılar, Mutaflar, Kırbaçcılar, Atpazarı”dır.
[658] 16. Ancak Tanzimat sonrasında şehirlerin görünümü değişmeye başlamış,
Padişah sarayları devletin kudretini gösterme, zenginlerin köşk ve konakları
ise birbirleriyle daha görkemli olma yarışına girmişlerdir.
[659] 17. Aksel, Eski Evlerin İçi, Türk Yurdu, s. 263, s. 452
[660] 18. Günümüz batı ülkelerinde evcil hayvan olarak meraklıları
tarafından beslenmektedir.
[661] 19. Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, s. 3
[662] 20. Ancak Tanzimat’tan sonra Batılılaşma hareketinin, sanayileşme ve
ticaretin gelişmesi, kapalı ev ekonomisinin önemini yitirmesi, üretim
imkânlarının ev dışına çıkmasıyla aile biçiminin değişmesi, yeni eğlence
biçimlerinin ortaya çıkması gibi çeşitli ekonomik, kültürel ve toplumsal
faktörler mahalle sâkinlerini dışarı yönelterek mahalle içinde kurulmuş olan
birliği bozmuş, komşuluk ilişkilerini zayıflatmıştır.
[663] 21. Mantran, 17. Yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul , s. 43.
[664] 22. Eski İstanbulun bu meydanlarından bazılarını bugün dahi eski
niteliklerini kaybetmemiş olarak bulmak kabildir, örneğin Kadirga meydanı,
Cündi meydanı, Fazlı Paşa meydanı, Ağa çayırı, Vefa’da Çeşme meydanı,
Ahırkapı’da Gülhane meydanı gibi.
[666] 24. Sedad Hakkı Eldem ise eski Osmanlı şehirlerinde “sokak
manzaraları”nın, “meydanlar”ın, şehir yaşantısını, şehir kültürünü
sergilediklerini vurguluyor. a.e.a.y.
[667] 25. Muhtelif süslemeler yapılmış olanlarına “kandilli sokak”
denilirdi.
[668] 26. Tanzimat sonrasındaki yeniden idarî teşkilatlanma çabaları
sırasında Batı’daki “cité” karşılığı olarak kullanıldığı görülüyor.
[670] 28. İlber Ortaylı, Eski Türk Şehirlerinde Yapı işleri s.14
[672] 30. Nitekim Evliya Çelebi “ Mimarbaşının esnafı Rum ve Ermeni ve
Çingenelerdir” der. Koçu, Seyahatnâme, Esnaf Alayı, c. 1. Diğer taraftan
örneğin Bkz. Barkan, Süleymaniye Cami ve İmareti İnşaatı, c.1, s.194-324
[674] 32. “Genellikle kabul edildiğine göre, kültürel bakımdan bütün İslâm
şehirlerinin baş özelliği, politik bilinçsizlik ve kendi kendini idare
yokluğudur. Bu yüzden de müslüman şehirlerinde görülen fiziksel düzensizliği,
kentlinin ortak yaşama iradesini temsil eden herhangi sorumlu örgütün yokluğu
karşısında, belde yerleşiklerinin bağımsız davranışlarında aramanın doğru
olabileceği kanısı vardır. Ergenç, a.g.e. s.1266
[675] 33. Nitekim bu özellik 1911 yılında ülkemize de gelmiş olan son
devirlerin tanınmış mimar ve şehircisi Le Corbusier (1887-1965) tarafından da
gözlenmiştir. Le Corbusier şehirlerin yerleşim estetiğinde kendisinden önce
gelen Abbe Laugier ile aynı görüştedir. Giuliano Gresleri, le Corbusier Vioggio
in Oriente, Venezio 1985.
[676] 34. Le Corbusier’in söylediklerinden çok önem verdiği “ayrıntılarda
birlik” konusunda aradıklarını, İstanbul’da bulduğu anlaşılıyor. Ancak
Corbusier’ye göre bugünün gerçekleri bu ilkelere uymuyor: “Kent yasalarını
yapanlar, birer koridordan başka birşey olmayan sokaklar istiyorlar” , “Sürekli
bir uyumsuz ayrıntılar ateşine tutuluyoruz.” Le Corbusier, İstanbul Meyva
Bahçesidir, Çağdaş Şehir, Nisan 1987, Yıl:2, sayı: 2, s.36.
[677] 35. Le Corbusier’ye göre : “Ayrıntılarda birlik sağlayabilirsek zihin
de yeni ve canlı bir ilgiyle bütün kent için soylu bir yayılım düşünmekte özgür
kalır. a.e.a.y
[678] 36. “ İslâmiyet (Mekke Limanı Cidde veya Kahire gibi istisnalar bir
yana) lanetlenesi bir gurur işareti saydığı yüksek evleri yasaklamaktadır.
Binalar yükselemedıkleri için, İslam hukukunun iyi koruyamadığı kamusal yolları
istila etmektedirler. Sokaklar “sokakcık” haline gelmekte, yüklü iki eşek,
fırsat çıktığında bunları tıkayabilmektedir.” Fernmand Braudel, Kapitalizmin Şafağında
Kentler (III), Var Olmaya Doğru, Çağdaş Şehir, Kasım, 1987. Yıl:2, sayı.9. s.57
[679] 37. ”Şehre Tanık Olmak, Sedad Hakkı Eldem lle Şehir Kültürü ve Eski
İstanbul Üzerine Tanımak, Bilmek, Saymak, (Avniye Tansuğ). Çağdaş Şehir, Mart
1987, Yıl:2 Sayı: 1. s.56,
[680] 38. Nitekim “hassa tabibleri” de ülke ölçeğinde görev yapmaktaydılar.
Turan, Tarih Araştırmaları D., c.1, s.158
[681] 39. On dokuzuncu yüzyıl öncesinde Heyet-i Fenniye’ye “Hendesehâne”
denilmektedir. Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğunda Şehircilik ve Ulaşım Üzerine
Araştırmalar, s.26
[682] 40. Nâima, IV, (1054 - 1644 yılı vekayi’i)
[684] 42. Turan, a.g.e. s.160.
[686] 44. Bu “şehremini” ile Tanzimat sonrasındaki yeniden örgütlenme
sırasında İstanbul Belediye reislerine verilen “şehremini” unvanını
karıştırmamak gerekir.
[687] 45. Fatih devri mimarlarından Ayas, Bayezid’in mimarı Kemaleddin,
Mimar Sinan, Yenicami’nin ilk mimari Kasım ve tamamlayanı Mustafa, Sultan Ahmed
Camisinin mimarı Mehmed ağa’lar hep bu ocaktan yetişmişlerdir.
[689] 47. Örneğin bu hususta Mimar Sinan’a şu emir verilmişti: “Hassa
mimarları başı Sinan’a hüküm ki Rumeli’den ve sâir yerlerden gelüb neccâriyye
ve bennâ ilminden haberleri olmayub müşarünileyhin marifeti olmadıyen ellerine
arşun alub mimarlık idüb naehil olmağla bina eyledikleri evlerin ekseriyâ
ocakları tutuşub ihrak oldugın bildirdüğün ecilden buyurdum ki vusul buldukda
bu babda mukayyed olub anun gibi benna ve dürüdgerlik ilminden haberi olmayub
ellerine arşun alub vech-i meşruh üzre mimarlık eyliyenleri men idüb senün
ma’rifetin olmadıyen olvechile naehil kimesnelere mimarlık itdirmeyesin. Fi 17
Safer 980 (1572). Ahmet Refik, Hicri On İkinci Asırda İstanbul Hayatı s. 67,
vesika 93
[690] 48. llber Ortaylı. Eski Türk Şehirlerinde Yapı Işlerinin Fonksiyonel
Düzenlenişi ve Yapı Örgütü, Mimarlık, Sayı 7, Temmuz 1974, s.12
[691] 49. Bu tarihten sonra mimarların tayinleri hassa başmimar ile
Mühendishane-i Hümâyun nâzırı ve hocasının ortak arzları üzerine yapılmaya
başlanmıştır. Diğer minareci, taşcı, nakkaş vs. görevlilerin tayinleri yine
eskisi gibi kalmıştır. Ortaylı, Türkiye İdare Tarihi, s.197
[692] 50. Örneğin “Hama”da harap bir hamamın tamir masrafının yanında,
tamirden sonra ne kadar gelir getireceği ve tamirinin mi yoksa satılmasının mı
daha iyi olacağı hususları da tahkik ettirilmesi” gibi.
[693] 51. Ortaylı, a.g.e. s.15
[695] 53. Ortaylı, a.ga s.227; Ahmet Refik. On Altıncı Asırda İstanbul
Hayatı, s. 61
[696] 54. Turan, a.g.e.s. 174. Bununla beraber bu sayı inşaat işlerindeki
usta ve vasıfsız işçi için “özellikle büyük yangınlar ve benzeri olaylar” nedeniyle
dondurulamamıştır.
[698] 56. Osman Nuri, a.g.e. s.978
[699] 57. Evliya Çelebi’ye göre:”Dülgerler 4000 ve mimarlar da 4000 kişidir.
Üç yüz aded esnaf yamakları vardır.”
[700] 58. Ortaylı, a.g. makale a.y.
[701] 59. Yenicami’nin mimarı olan Mimarbaşı Kasım Ağa Eminönü
Balıkpazarı’nda meyhanelerin inşaasına ruhsat vermiş olmakla suçlanarak idam
edilmişti. Bu yüzden Yenicami Mimar Mustafa Ağa tarafından tamamlanmıştır.
Osman Nuri, a.g.e. s. 978
[702] 60. Evliya Çelebi şöyle anlatıyor: “Yetmiş adet dülger ve mîmar
kalfası vardır ki her biri İstanbul gibi bir kale, Ayasofya ve Süleymaniye gibi
bir cami yapmağa kadirdirler. Yetmiş kethüda, yetmiş çavuş bütün gün atlarla
İstanbulu dolaşıp hududundan taşra, yol üzerine, yahut bir garip fakir hanesine
havale olarak hane yapanların hakkından gelip evlerini yıkmağa memurdurlar.
Yapan ustanın da hakkından gelirler.
[703] 61. Orhonlu, Müstakil Bir Teşekkül Olarak Kaldırımcılık ve Osmanlı
Şehir Yolları Hakkında Bazı Düşünceler, Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları
Dergisi, I, s.107
[704] 62. “bütün gün atlar üzerinde İstanbul’u dolaşub hudud’dan taşra ve
tarık-i âmm üzre yahud bir garib ve fakir hanesine havâle olarak hane
yapanların hakkından gelüb evlerini yıkarlar ve yapan üstanın da hakkından
gelürler”. Turan, a.g.e. s.170.
[705] 63. Meselâ kiremitlerin boyutları”8 x 7” (parmak)olacaktı.Turan.
a.g.e. s.175
[707] 65. A.Refik, Hicrî Onikinci Asırda İstanbul Hayatı, s.30, vesika 40;
Meselâ 1596 yılında ucuz fakat düşük kalitede kiremit satıldığı Mimarbaşı Davut
Ağa tarafından tesbit edilince “Hasköy’de bu nevi kalp kiremit işleyenler hakkında
şerhan lazım gelen muamelenin tatbik edilmesi hususunda Haslar Kadısı’na hüküm
yazılmıştı. Turan, a.g.e. s.176
[708] 66. A.Refik a.g.e. s.144, vesika 22,
[709] 67. Bu hususta tegafül ile hareket edecek Sermimâran-ı Hassa’lar
ammeye zarar kasdetmiş olmağla mazhar-ı tâ’zir-i şedid oluyorlar, fazla ücret
taleb edenler ise ya Tersânede küreğe konuluyorlar veya kadılar marifetiyle
Şer’an cezalandırılıyorlardı. Ortaylı, a.g.e. s.15
[710] 68. A.Refik, a.g.e, s. 66, vesika 92
[711] 69. Ortaylı, Eski Türk Şehirlerinde Yapı İşlerinin Fonksiyonel
Düzenlenişi ve Yapı Örgütü, s.16
[714] 72. Turan, a.g.e. s. 172
[716] 74. A.Refik, Hicri On Birinci Asırda Istanbul Hayatı,. s.19
[717] 75. A.Reflk, a.g. e. s.13; A.Refik, Hicrî, On ikinci Asırda ...s.30;
Orhonlu, Şehircilik ve Ulaşım...s.42
[718] 76. Bilindiği gibi Belediye örgütlenmesi Tanzimat sonrasında ilk
olarak 1858 yılında İstanbul’da ve Paris şehrindeki bir belediyenin adına
öykünerek “Altıncı Daire-i Belediye” olarak kurulmuştur.
[719] 77. Mehmet Zeki Pakalın, Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü
[720] 78. Mahmud II. dönemine kadar İstanbul’da ve diğer vilâyetlerde
belediye hizmetlerinin görüldüğü özel bir bina yoktur. Şehirlerde vergi
toplamak, güvenliği sağlamak, ticarî faaliyetlerin ve çarşı, pazarın
denetlenmesi için 1827’de II. Mahmud zamanında yeniçeri ocağının
kaldırılmasından sonra İhtisab Nezareti kurulmuştur. 1854 tarihinde İhtisab
Nezareti yerine Şehremaneti kuruldu.
[721] 79. Nitekim günümüzde bazı semtlerin “Paşakapısı” olarak bilinmesinin
sebebi de budur.
[722] 80. On dokuzuncu yüzyılda Mabeyin-i Hümayun denilmiştir.
[723] 81. Devlet gelirlerinin muhasebesi bakımından.
[725] 83. Yapılan yol yapım ve onarım inşaatının vasıflarına göre ayırımları
şöyle idi 1. Cedid: yeniden yapılacak yollar, 2. Sülüs derece (1/3 oranında)
yeni taş ilavesi: Tamir edilecek yolun taşlarının sökülerek veya “mıhlama”
usulüyle yeni taşla takviye edilmesi,3. Nısıf derece cedîd taş ilavesi: Aynı
işlemin 1/2 oranında gerçekleşmesidir. 4. Ekseri cedid taştan: Çoğunluğu yeni
taş ile yapılması, 5. Mahlûten: Eski ve yeni taşlar durumun gerektirdiği ölçüde
karışık kullanılarak yapılan ya da onarılan yollar, 6. Zemin düzenlemesi:
toprak yollarda çukurların moloz ve toprakla doldurulması. Orhonlu. a.g.e. s.
54-55
[726] 84. Orhonlu a.g.e. s.112
[727] 85. Orhonlu, a.g.e., s.43-44,
[729] 87. Öneş, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Esnaf, s. 27-28
[730] 88. Örneğin Yavuz Sultan Selim Kanunnâmesinde “ve aşçılar pişürdiği et
çiğ olmaya aşı tuzlu olmaya ve kaseleri pak ve kase bezi ve kuşağı pak ola ve
kazganları kalaysuz olmaya ve çanakları eski ve sırsız olmaya ve belinde futası
pak ola” denilmektedir.
[732] 90. “Bu zikr olunan eşyadan ma’adayı kethüda ve yiğit-başıları ve sa’ir
ehl-i hibreleri ma’rifeti ile” tesbiti isteniyordu.
[733] 91. Yücel, 1640 Tarihli Es’ar Defteri, s. IX
[734] 92. a.e a.y.; Öneş, s. 25
[735] 93. Ergene, a.g.e. s. 1272
[736] 94. Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Dersaadet 1344, c.1, s. 512
[737] 95. Ergene, a.g.e. s. 1274
[738] 96. Sultan III. Murad’ın oğlu şehzâde III. Mehmed’in 1582 yılında yapılan
muhteşem sünnet düğününe katılan esnafın meslek gurupları.
[739] 97. 1827 İhtisap Nezareti’ nin kurulmasına kadar devam etti.
[740] 98. Kasımpaşa ile Galatasarayı arasında Kalyoncukulluğu denilen bir
semt vardır.
[741] 99. 1826’da Yeniçeri Ocağı kaldırılınca Bostancı Ocağı 1.500 kadar
bostancıdan oluşan saray ve çevresini korumakla görevli Asakir-i Hassa adıyla
yeniden düzenlendi. Edirne’deki Ocak kapatıldı.
[743] 1. “Millet-i hâkime” de denir.
[744] 2. Anlatılmak istenilen maksada göre “millet-i sâire”, “cemaat-i
muhtelife”, “teba’a-i gayrimüslime” tâbirleri de kullanılmıştır.
[745] 3. Müslüman ve gayrimüslim nüfusun özellikle yoğun olduğu bölgeler
vardır.
[746] 4. 1322 sene-i Hicriyyesine Mahsus Sâlname-i Devlet-i Alîyye-i
Osmaniyye. Altmışıncı sene, Dersaadet, 1320, s. 900-914.
[747] 5. “Millet bir kavram değil, bir içtimaî teşkilatlanma, bir ruh hali
ve tebaanın birbirine bakışını ifade eder”. Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile,
s. 10.
[748] 6. Devşirme olanların da ehl-i İslam zümresinden oldukları
unutulmamalıdır.
[749] 7. Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Nesâyıh’ül vüzerâ v’el ümera s. 74-75.
[750] 8. Defterdar Sarı Mehmed Paşa, a.e.a.y.
[751] 9. Devşirme Kul taifesinin Seyfiye’ye katılanlarına “kapıkulu”,
Kalemiyeye katılanlarına da “kul” denilmekteydi..
[752] 10. Antakya, iskenderiye ve Kudüs’le de Ortodoks patrikler
bulunmaktadır. Ancak bilindiği gibi Fener Rum patrikliği merkezdir.
[753] 11. Burada Hahambaşı’nın “at bindirilmesi” hususu önemli bir protokol
unsurudur. Çünkü Padişah ve vekili sadrazam’dan gayri şehir içinde at binen
kişilerin sayısı sınırlı olduğu gibi gayrimüslimlerin at binmeleri de
yasaklanmıştır.
[754] 12. Tanzimat Fermanı ile (1839) zimmîlere de devlet ve orduda görev
almaları hak ve yükümlülüğü getirildi.
[755] 13. Mantran; XVI. - XVII. Yüzyılda, s. 45-47.
[756] 14. Örneğin 1602 tarihinde bazı havraların tamiri gerekmiş Fatih’in
musevilere verdiği bilinen fakat kaybolmuş ferman yerine “fetevây-ı şerife ve
ecdâd-ı i’zâmın verdikleri evâmir-i münife muktezâsınca bidâyet-i hâl üzere
tecdîd ve tâmir edileceği “ hususunda ikinci bir ferman daha verildi. 1693
tarihinde Bizans döneminden kalma dört sinagog’un tamiri için yeniden ferman
çıkartmak gerekmiştir. 1741 ve 1754 tarihlerindeki havra tamirler için ferman
hükümlerinin yenilenmesi gerekmiştir.
[757] 15. Nitekim Sultan III. Ahmed 1725 (H. 1137) tarihli Fener’de izinsiz
olarak kilise gibi kullanılan bir kulenin yıkılmasına ilişkin fermanında
“...Dâr ül-İslam’da, kefere tâifesinin Feth-i Hâkâni’den beri yedlerine terk
olunan keniselerinden (kiliselerinden) maada müceddeden kenise ihdâs ve bir
mahalli kenise ittihaz eylemelerine bir vechile mesağ-ı şer’i...” olmadığını
belirtmiştir. Doğru a.g.e. s. 39
[758] 16. Doğru, a.g.e. s. 215
[760] 18. Evliya Çelebi’ye göre 1638 yılında İstanbul’da Yahudî cemaatinin
55 kasap dükkânı ve 200 Yahudî kasabı vardır.
[761] 19. 1572’de Patrik Nimetullah gayret edip Tur-Abidin ile Mardin
Deyruzzafaran patriklerini birleştirerek Tur-Abidin’e gönderdiği elçi
vasıtasiyle bölgenin ruhanîleri ve halkı toplattırarak, bu toplantıda bütün
kilise ve manastırların işlerine müdahale edilmemesi» hakkında patrikten her
tarafa tamim ve sıkı emirler yayılmıştı. Günel, Türk Süryanîleri ... s.. 291.
[762] 20. “Cezayı tayin eden ruhanîdir. Maddî ceza ise namaz ve oruçla infaz
edilir. Bu infaz işi bittikten sonra sorumlu kişi tekrar gelir ruhanîsine,
cezayı kabul ve ödediğini, infaz ettiğîni açıklar ve bu suretle itiraf işi
bitmiş oJur. itiraftan sonra ceza işi de bittikten sonra sorumlu kişi katî
tövbesini ruhanîsinin huzurunda yapar.” a.g. e., s. 319.
[763] 21. “Le Patriarche aura le droit de punir, selon les lois
religieuses...” Berat, Sefer 1269-1852», Noradounghian, Recueil d’Actes
internationaux de l’Empire Ottoman, t. 2, s. 413
[764] 22. Bkz. Engelhardt, s. 135-136; Noradounghian a.g.e., t. 2, s. LXX.
392-394, 410, 418-419; de Testa, a.g.e., t. 3, s. 313-326;
[765] 23. Robert Mantran; XVI. - XVII. Yüzyılda Istanbul’da Gündelik Hayat,
s. 45-47.
[766] 24. Örneğin Sultan III. Murad döneminde, “Müslümanlara benzer elbise
giyen gayrimüslimler” cezalandırılmıştır.
[767] 25. Örneğin Yavuz Sultan Selim’in bir fermanında bu yasaklara sebep
olarak “ gayrimüslimlerin Müslümanların kullanacağı giyim kuşamı satın alarak
fiyatların yükselmesine ve Müslümanları alamayacak duruma getirmeleri”
gösterilmektedir.
[768] 26. Doç Dr. Bilâl Eryılmaz, Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslim Teb’anın
Yönetimi, s. 48
[769] 27. “...kefere taifesinin bi-hasbel beşeriyye ve’l-kanun don’da ve
libas’da ve tarz-ı üslûb’da tahkîr ve tezlîl eyleyüb min ba’d ata bindirmeyüb
ve samur kürk ve samur kalpak ve atlas ve kemha giydirmeyüb ve avretleri dahi
yüksek arakıyye ve parus çuha giyinmeyüb Müslüman tarzında ve libasında
gezmeyeler. Ol makûleleri men ve ref eyleyüb bu babda sâdır olan emrimin
icrâsında dakika fevt eylemeyesin” Ahmed Refik, Onbirinci Asr-ı Hicrî’de ... s.
53
[770] 28. İstanbul’da evlerin yükseklikleri Müslümanlar için 12 zira (9 m.),
gayrimüslimlerin için 9 zira (6,75 cm.) olarak belirlenmiştir. Ahmed Refik,
a.g.e. s. 83
[771] 29. “Aslında kıyafet ayırımını Yahudiler de istemekteydi. Bu şekilde
diğer cemaatlerden kolayca farkedilmeleri mümkün olup ayrıca Tevrat’taki şu
yazıya da uymaktaydılar: “Oturduğun Mısır diyarının veya seni götürdüğüm Kenaan
topraklarının alışkanlıklarını taklit etmeyeceksin ve adetlerini
uygulamayacaksın”. Amalia. S. Levi, Osmanlı’da Yahudî Kıyafetleri, dpn. 12.
[773] 31. Palto anlamında giysi.
[776] 34. Koçu bunu erkeklere özgü bir kuşam olarak tanımlarsa da, Osman
Hamdi Bey’in verdiği örneklerde kadınların da kullandığı görülmektedir.
[777] 35. Pakalın, a.g.e. c. 361.
[778] 36. Cam kırığıyla kazınarak inceltilmiş keçi derisi.
[779] 37. On dokuzuncu asra gelindiğinde ise bütün yasaklamalara rağmen “gül
kurusu, pembe, eflatun, fıstıkî yeşil ve al ferace”ler giyilmektedir.
[780] 38. Lâle devrinde, Nevşehirli Damad İbrahim Paşa Sadaretinde, 1725
yılında çıkarılmış fermanda “Ahalinin, tabaka tabaka tesbit edilmiş kıyafetleri
var iken bazı yaramaz avretlerin halkı baştan çıkarmak kasdile sokaklarda süslü
püslü gezmeğe, libaslarında türlü türlü bid’atler göstermeğe, kefere
avretlerini taklid ederek serpuşlarında acaip şekiller yapmağa başladıkları,
ismet âdâbını tamamen kaldıracak mertebede kıyafetler uydurmaları evvelce
menedilmiş iken nâmus perdesini tekrar kaldırmaktan korkmayıp türlü türlü kötü
kıyafetlerle dolaştıkları, birbirini görerek ismet ehli hatunları da baştan
çıkarmak mertebelerine vardıkları, hatta ehl-i ırz ve ismet sahibi kadınlar,
kocalarını, kendilerine bu yeni çıkma elbiseler tedârikine zorladıkları,
kudreti yetmiyenler veya yetip de karılarının bu nev-zuhur kıyafetlere
bürünmelerine rızası olmayanlar karılarından ayrılma derecelerine
vardıkları...” belirtiliyor.
[781] 39. “Bu garip kıyafetler yasaktır... Kadınlar, bundan böyle büyük
yakalı feracelerle sokağa çıkmayacaklardır, başlarına üç değirmiden büyük
yemeni sarmayacaklardır.. Ferâcelerinde süs olarak bir parmaktan kalın şerit
kullanmayacaklardır. Kadınlar, sokaklarda veya mesirelerde yeni çıkma büyük
yakalı feracelerle görülürse, feracelerinin yakaları o anda âlenen
kesilecektir, uslanmayıp ısrar edenler olursa, ikinci ve üçüncü seferinde
yakalanıp İstanbul’dan taşraya sürgün edileceklerdir. Bu husus, mahalle imamları
vasıtasiyle bütün İstanbul kadınlarına tebliğ olunsun... Yaramaz avretlere
uymak yüzünden sokakta elbiseleri yırtılarak perde-i ismetleri lekeleneceği ırz
ehli hatunlara anlatılsın. Bunları diken terzilere ve şeritcilere de tenbih
olunsun.”denilmektedir.
[782] 40. 1791 yılında Üçüncü Selim’e ait bir yasak fermanında “Kadın
taifesinin sokaklarda ve pazarlarda İngiliz şâlisi denilen gayet ince çuhadan
ferace giydikleri, kadınların ferace altındaki esvabları dışarıdan göründüğü
için kadınların İngiliz şâlisinden ferace kestirmeleri evvelce yasaklandığı,
kadınların Engürü şâlisinden ferace kestirmeğe başladıkları, fakat bu kumaş da
ince ve kadınlar âdeta sokağa feracesiz çıkmış gibi olduğundan yasak edildiği,
ancak “bazı hayâsızlar”ın yine Engürü şâlisinden ferace kestirdiklerinin ve
giydiklerinin işitildiği ve görüldüğü” belirtilerek “bu yasağın dikkat ve
şiddetle tatbiki ve terzilerin Engürü şâlisinden ferace kesip dikmemeleri”
istenmekte ve “yasağı dinlemiyen terzilerin tutulup aman verilmeyip dükkânının
kapısına asılması” emredilmektedir.
[783] 41. Ahmed Refik, Onbirinci Asr-ı Hicrî’de ... s. 53
[784] 42. Karal, Osmanlı Tarihi, c. IV, s. 274
[785] 43. B.L., c.2, s. 797. Örneğin “Venedik Cumhuriyeti bir
aristokrasiydi”. a.e.a.y.
[786] 44. “Reâyâ’dan biri büyük hizmette bulunup timar’a müstahak olup
sipahî olsa, ulemâ arasına katılsa vergi veren halk olmaktan kurtulur. Amma
yakınları yine reâyâ’dır.” Fatih Kanunnâmesi’nden.
[787] 45. Bununla beraber vezirler, devlet erkanı, beylerbeyi ve
sancakbeylerinin evlatlarına da zeamet verilirdi.
[789] 47. Şemseddin Sami, Resimli Kamus-i Fransevî, s. 139; Hasan Bedreddin,
Küçük Kamus-i Fransevî, s. 53
[790] 48. Soyluluk genel anlamda vergiden bağışıklığını da sağlıyordu. Bu
bağlamda vergi dairelerindeki kayıtlarına bakılmakta ve üç kuşak vergi
ödemeyenlerin soylulukları da kesinleşmekteydi.
[791] 49. İslam-Osmanlı kültüründe de “ilk usta “ (pîr) kültü vardır.
Nitekim Evliyâ Çelebi bütün esnafın pîr’lerini tek tek sayar. Esnaf
Lonca’larının da “pîr”leri bellidir.
[792] 50. Özellikle hilafetnamelerde silsilelerde adı geçen tüm tarikat
ricali kronografik olarak sıralanmıştır.
[793] 51. Bağımsız olarak doğan feyz’lere de “feyz-i ilhamî” veya kısaca
“İlham” denirdi.
[794] 52. Padişah’ın kız çocukları olan sultan hanımlar da çabucak
evlendirilip Saray dışına gönderilerek toplum içinde assimile edilirlerdi.
[795] 53. Sultan II. Bayezid döneminden sonra “nakib ül-eşraf unvanı”
kullanıldı.
[796] 54. Encyclopédie de l’lslam. Leyde, 1975, c.3, s. 1181
[799] 57. Ortaylı, Osmanlı Devletinde Aile, s. 51
[800] 58. Ortaylı, a.g.e. s. 52
[801] 59. Kapılarına çok sayıda sarıca ve sekban, yani yeni şartların
doğurduğu başıbozuk silahlı gruplar toplayan bu yeni taşra yöneticilerinin
yanında, bu yeni dönemde a’yanlık eyaletlerden sancak, kaza ve hatta nahiyelere
kadar kademeli bir yönetim örgütü olarak gelişerek devletin geleneksel maliye
ve güvenlik siyasetini derinden etkilemiş ve ona desantralize bir nitelik
kazandırmıştır. On sekizinci yüzyılın ortalarına gelindiğinde devlet düzeni her
yönüyle a’yanlık rejiminin etkisi altındadır. Ergenç, Birinci Askerî Tarih
Semineri, s. 82
[802] 60. Daha da kötüsü eyâletlerde valiler, kadılar, naipler yerli aileler
ile anlaşma yoluna giderek menfaat karşılığında âyânlık buyruldusu, mürasele
(resmî kadı mektubu) vererek âyân sayılmalarını temin etmişlerdi.
[803] 61. Örneğin Çapanoğulları, Küçük Alioğulları, Caniklizâdeler,
Tekeoğulları, Karasinanoğulları, Tepedelenli Ali Paşa ve Serezli İsmâil Efendi
gibi birkaç nesil devam hânedanlıklara sebep olmuştur.
[804] 62. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde sarraflık ve bankerlik
işlerinde ünlenmişlerdir.
[805] 63. Örneğin “İskerletzadeler” olarak bilinen ailenin bireyleri gibi.
[806] 64. Prut Savaşı sırasında, Boğdan Voyvodası bulunan Rumen kökenli
Kantemiroğlu Rusların tarafına geçince, Osmanlı Devleti de İskerletzadelerden
Nikola Mavrokordatos’u 1711’de Boğdan Hospodarlığı’na, ardından da Stefan
Kantakuzenos’u Eflak Voyvodalığı’na atadı. İşte bu tarihten itibaren 1821’de
başlayacak olan Yunan Bağımsızlık Savaşı’na kadar geçen yüzyıl içinde Osmanlı
Devleti’nin Eflak-Boğdan’a atadığı ve görevleri çoğu kez ya sürgün ya da idamla
sonuçlanan yöneticilerine “Fenerli Beyler” denildi.
[807] 65. “Mavrokordato, Ghika, Kuruçeşme’li Rakoviça, Rosetti, Kalimaki,
Moruzi, Karaca, Mavroyeni, Hançerli, Sutzo ve İpsilanti Aileleri “. Sözen‘in
(Fenerli Beyler...) verdiği bu liste dışında Pelepones ve İon adalarından gelip
Fenerliler zümresine girenler de vardır. Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, s.
57
[808] 66. Beylerbeyleri’ne, Şeyhülislâm’lara, Erdel Kıralı’na, Eflâk ve
Buğdan Voyvodaları’na 2’şer; Vezir’lere 3’er tuğ verilirdi.
[809] 67. Bunun sonucunda doğal olarak, Eflak ve Boğdan’da daima Bâb-ı
Âli’nin ajanı olarak tepki gördüler. Sözen, Fenerli Beyler, Giriş.
[810] 68. Örneğin barutçuluk ve Darbhane emirliği türündeki önemli devlet
görevlerini sürekli ellerinde tutan “Bezzazyan’lar, Dadyan’lar” gibi Ortaylı
Osmanlı Toplumunda Aile s. 58
[811] 69. Yediyıldız, Osmanlı Toplumu, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi,
c.1, s. 475; Pakalın, II,69
[812] 70. 1847’de Sultan Abdülmecid esir ticaretini yasakladı; esir
pazarları da kaldırıldı. Bununla beraber gizli olarak Osmanlı Devleti’nin
sonuna kadar sürdü.
[813] 71. Roma Hukuku’na göre “partas sequitur ventrem” (çocuk batna çeker)
kuralı geçerli idi.
[814] 72. İslam’ın getirdiği “câriyelerin kendi efendilerini, yani hür
çocuklar, hatta sultanları, halifeleri doğurmalarını mümkün kılan” bu kural
aslında Arap gururunu rencide etmişti.
[815] 73. Bu husus ilk bölümde açıklanmıştı.
[816] 74. “Encyclopédie de l’Islam” ve Türkçe genişletilmiş versiyonu olan
M.E.B. “İslam Ansiklopedisi”nde, belki de Arapça asılları esas alındığından
dolayı Türkçe “kul” ve “köle” isimlerinin delâlet ettikleri kavramlara yer
verilmemiştir.
[817] 75. Kaşgarlı Mahmud’un “Kitâbü Divân-ı Lügât it-Türk”ünde yer
almaktadır. E.I2 ., c. V, s. 360
[820] 78. “..Giderek ulema dışındaki tüm askerler padişahın kulu sayıldılar.
Bunlar, padişahın emriyle katledilebildikleri gibi malları da müsadere
olunabilirdi.” B.L. c.7, s. 7139
[821] 79. Örneğin İstanbul şehrinin yedi kapısı vardı. Padişah’ın Sarayı üç
ayrı kapı ile toplumdan ayrılmış, ilk kapıya “Padişah Kapısı, Saltanat Kapısı”“Üçüncü
Kapı’ya da “Arz Kapısı” ya da “Taht Kapısı” da denilmekteydi.
[822] 80. Osmanlı toplumunun gönlünde ve dilindeki “Baba Devlet” deyiminin
de bu kullanımdan galat olması muhtemeldir. Yeniçeri’lerin Bektâşî tarikatinden
oldukları dikkate alınırsa “Devlet Baba” deyimi de aynı biçimde yorumlanabilir.
[823] 81. Bu yol nazarî olarak İslamiyet’i seçerek açılır. Uygulamada
tımarlı sipahi olarak mümkündür.
[824] 82. Bakara Sûresi II, 221
[825] 83. Hucûrat Sûresi XLIX, 13
[826] 84. Hucûrat Sûresi XLIX, 10
[827] 85. Bakara Sûresi II -177; Şems Sûresi XCI, 13; Mücâdele Sûresi XLVIII,
3
[828] 86. Nisâ Sûresi IV-92; Mâide Sûresi V - 89
[830] 88. Nûr Sûresi XXIV, 33.
[832] 90. Nisâ Sûresi IV- 93; Mâîde V- 32
[833] 91. Hucûrat Sûresi XLIX, 11-12
[834] 92. Nûr Sûresi XXIV, 27-28
[835] 93. Nisâ Sûresi IV- 85,136; Nahl Sûresi XVI- 90, 92
[836] 94. Bakara Sûresi II, 256
[837] 95. Hucûrat Sûresi XLIX, 13
[838] 96. Nisâ Sûresi IV, 3; Nûr Sûresi XXIV, 32
[839] 97. Hucûrat Sûresi XLIX, 12
[840] 98. Zira Her hangi bir sebep dolayisiyle sahibi köleden kurtulmak
gereğini hissederse onu öldüreceği yerde başka bir kimseye satmakla bu arzusunu
sağlayabilir. Sava Paşa, İslam Hukuku.... c.2, s. 340-341
[841] 99. Örneğin sahibi adına vergi toplayıcısı olamayacağı gibi, posta
işlerine memur olarak da atanamaz.
[842] 100. Aralık 1846 tarihli fermanla. Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile,
s. 126
[843] 1. Ortaylı Osmanlı Toplumunda Aile, s. 112
[844] 2. Vâsisi tarafından. Sava Paşa, İslam Hukuku...c.1, s. 167
[845] 3. Başlık veya benzerleri
[846] 4. Sava Paşa, a.g.e. c.1, s. 166
[847] 5. Galata’da (günümüzde Kemeraltı Caddesinde) Cizvit misyonerleri 1583
yılında Saint Benoît Kilsesi yanındaki manastırda Rum ve Yahudî çocukları için
Fransızca, Grekçe ve Latince, matematik, sanatlar ve Katolik olmayanlara da
kendi mezheplerini de öğreten bir okul açtılar. İ.A. c. VI, s. 412
[848] 6. İmâm-ı Gazalî’nin “Yâ Eyyüh’el –Veled” (Ey Oğul) isimli ve “sinn-i
sabâvet” dönemi ötesine kadar giden bir nasihatler risalesi vardır. (M.E.B.
Klasikler Dizisi’nde yayımlandı.)
[849] 7. Oysa Erasmus’un çocuk terbiyesine dair 1530’larda yazdığı “De
civilitate morum puerilium” isimli risale çeşitli Avrupa dillerine çevrilip
otuz’dan fazla baskı yapmıştı. Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, s. 103
[850] 8. “Kamış borularla ve tırıllarla ve fırlaklarla ve hurda def ve
dümbelek ve kemançe ve sıçan ve kuşlar ve’l-hâsıl bunlarla olan şeytanat ve
mashariyat ma’sumları avudacak meâmirat ve oyuncaklar bir diyara mahsus
değildir kim bir gûne oyuncaklar vardır ibret içün Hind ve Yemen’e götürürler.
Elbette her sene birer mahyıl şeytanatlı şeyler peydâ iderler “ demektedir.
Seyahatnâme, c.1, s. 300
[851] 9. Somçağ, a.g.e. s.1, s. 81,
[852] 10. Burada yalnızca Müslüman Osmanlı toplumunun yaşadığı “mahalle”
konu edilmiştir. Oysa daha ayrıntılı bir araştırmada, örneğin sayıları pek
fazla olmayan Katolik’ler (Gürcüler, Süryanîler, Keldanîler, Marunîler,
Kıptîler, Rumlar ve Ermeniler); Ortodoks’lar (Pavlaki, Thondraki, Selikian ve
Bogomiller, Gregoryenler, Nasturîler, Yakubî, Süryanîler, Melkitler, Mendeiler,
Ermeniler, Irak ve Suriye’nin kuzeyi ile Güney doğu Anadolu’da yerleşik
Ermenileşmiş Süryanîler) ile (şehirlerde ve ticaret merkezlerinde yerleşmiş)
Ermeni ve Yahudî’lere ait mahalle tipolojilerinin de ele alınması gerekir.
[853] 11. Mescid genel olarak gerekli olmakla beraber, istisnalar da vardır.
Örneğin İstanbul’da Balıkpazarı ve Bozhane mescitsiz mahallelerdir. Galata’daki
61 mahallenin ise sadece 6 tanesinde mescit vardır.
[854] 12. Örneğin Kürtler, Karadenizliler, Eğinliler, Karamanlılar,
Sivaslılar, Boşnaklar, Arnavutlar’ın aynı mahallelerde oturmaları gibi.
[855] 13. Evliyâ Çelebi’nin verdiği bilgilere göre İstanbul’da 9990 İslâm
mahallesi, 304 Rum mahallesi, 657 Yahudi, 17 Frenk mahallesi mahallesi, 27
Ermeni mahallesi bulunmaktadır.
[856] 14. Hatta Tanzimat Fermanı’nın ilânı sırasında Batılılaşma yanlısı
olanlar mahallelerin “muhtelit” (karma) duruma getirileceğini ve böylece Batı
kültürünün umulandan daha çabuk yayılacağını düşleyerek sevinmişlerdir.
[857] 15. Ortaylı, Tanzimattan Sonra Mahalli İdareler, s. 95
[858] 16. Halbuki Batı başkentlerinde ve büyük yerleşim merkezlerinde
“meselâ Paris’te bir Fransız sahil köylüsünün bir mahalle tutunabilmesi mümkün
değildir”. Baha, a.g.e. s. 63.
[859] 17. Gayrimüslim mahallelerinde aynı görev cemaatin ruhanî reisi veya
kocabaşı’na aitti. Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, s. 22
[860] 18. Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, s.22
[861] 19. Ergenç, a.g.e s. 1271
[862] 20. Genel olarak Bostancı Ocağı neferlerinin giydiği ucu kıvrık keçe
külâh.
[863] 21. İstanbul Şehremaneti’nin (Belediye Başkanlığı’nın) bekçilerin,
geceleri mahalle aralarında saat başlarını bağırmalarına, ucu demirli
sopalarıyla vere vurmalarına son verdiğini ve gürültücü çocukları avutur gibi
ellerine birer düdük tutuşturulduğunu, başlarına da şapka konulduğunu” yazarak
mahalle bekçisinin geleneksel görüntüsünün bozulduğuna hayıflanıyor. Ahmed
Rasim, Muharrir Bu Ya!
[864] 22. Abdülhamid I. ve Selim III. gibi.
[865] 23. Cumhuriyet döneminden sonra mahalle bekçilerinin belediye teşkilatına
alınmasından sonra bir ara kemer tokalarında “Belediye Bekçisi” ibaresinde yer
alan başharfler olan “B.B.”rumuzunu halk “Bekçi Baba!” olarak yorumlamıştı.
[866] 24. Müslüman mahalle sayısını 10.000 olarak verdiğine göre, gayrimüslim
mahallelerin de Kadı tarafından bekçiler görevlendirilmektedir.
[867] 25. Külhanbeylerinin pîri olan Kulhânî-i Lay-har, rivayete göre meşhur
Hakim Senaî’nin çağdaşı ve Gazne’nin meyhanelerini dolaşıp şarap tortusu toplıyan,
yatıp kalktığı külhana getirip içen bir meczuptur.
[868] 26. Gölpınarlı, a.g.e. s. 152
[869] 27. H. Yorulmaz / İstanbul Esnafı, s. 41. İstanbul Araştırmaları
Dergisi, s. 1
[870] 28. Tanzimat sonrasında 1846 yılında Mekteb-i Tıbbîyye-i Şâhâne”de ebe
kadın’lar eğitime tâbi tutularak 1848 yılında ilk ruhsatnâmeli ebeler mezun
edildi.
[871] 29. 1568 ve 1574 tarihli tarihli fermanlardan. İlk fermanda
dilencilerin Arap asıllı oldukları özellikle vurgulanmıştır.
[872] 30. 1759’da Kocaeli Sancakbeyi ve İzmit kadısına gönderilen bir
buyruldu ile sağlam oldukları halde İstanbul’da dilenen 43 kişinin Izmit’e
gönderildiği, bunların gözetim altında çalıştırılmaları emredilmektedir.
[873] 31. Örneğin Sultan III. Selim’in H.1207/M.1792 tarihli fermanı gibi.
Necdet Sakaoğlu, Tarih ve Toplum, sa.38, s. 24. Galata kadısına ve topçubaşı ve
Galata voyvodası ‘na gönderilen ferman Osmanlı devletinin Müslim ve gayrimüslim
aceze hakkındaki görüşünü açıklamak açısından önemlidir.
[874] 32. Evliyâ Çelebi, 1638 yılında Sultan IV. Murad’ın Bağdad Seferi’nden
önce düzenlettirdiği ”Asker ve Esnaf Alayı”nda dilencilerin geçişini (Reşat
Ekrem Koçu’nun kısaltmasıyla) şöyle anlatıyor: “Dilenci şeyhler esnafı 7000
adeddir. Bir alay cerrâr, kerrâr garîblerdir. Her birinin birer yünden hırkaları
ellerinde gûnâgûn alemleri, başlarında lif sırmadan destarları olduğu halde «Yâ
Fettah» İsm-i Şerîfi ile cümle körleri birbirlerinin omuzuna yapışıp, kimi
topal, kimi meflûç, kimi sar’alı, kimi elsiz, kimi ayaksız, kimi çıplak, kimi
kavrulmuş, kimi eşeğe binmiş nice bin bayrakların arasında “cerrâr şeyhi”ni
ortaya alıp, şeyh dahi dua edip yedi bin fıkara bir ağızdan “Allah Allah ile
âmin!” dediklerinde sadâlar gökyüzüne ulaşır. Bu tertîb üzre dilencilerin şeyhi
Alay Köşkü dibinden geçerken durup Padişaha hayır dualar eder. İhsanına mazhar
oldukda durmayıp giderler.”
[875] 33. 1882’de sayımına göre İstanbul’da 260 tekke bulunmaktadır.
[876] 34. Kuran’ın 114 adet sureleri değişik uzunluklardadır. Gerek ezberleme
kolaylığı ve gerekse ramazanda her gün okunarak ay sonunda bir hatim
indirilebilmesi amacıyla Kuran, otuz eşit bölüme ayrılmıştır. Cüz denilen bu
bölümler özellikle ülkemizde 20’şer sayfadan oluşur ve ilk sayfasında sıra
sayısı vardır. Ancak son üç cüz başladıkları sûrelerin ilk kelimeleriyle 28.
cüz “Kad sem’”, 29. cüz “Tebâreke”, 30. cüz “Amme” cüzü olarak anılır.
[877] 35. Aksel, İstanbul’un Ortası s. 326
[878] 36. Gülbank yahut gulbenk yüksek sesle hep bir ağızdan okunan şey veya
söylenen söz demektir
[879] 37. Hz. Osman’ın “pîr” gösterilmiş olması Kur’an’ın birçok nüshalarını
yazdırarak İslam diyarının her tarafına göndermiş ve bu yüzden İslâmî ilimlerin
öğretilmesine hizmet etmiş olmasındandır. Ergin, Maarif Tarihi, c.I, s. 80
[880] 38. Koçu, Evliyâ Çelebi, c. 1, s. 116
[881] 39. Midhat Paşa’nın kurduğu “Emniyet Sandığı”nı da bu kapsamın
genişletilmiş bir örneği olarak sayabliriz.
[883] 41. Zira ortalama 78 cm dir.
[884] 42. Meltem Cingöz, Hamam Gelenekleri, Dünden Bugüne İstanbul, c. 3,
s.537
[885] 43. Kanunî Sultan Süleyman zamanındadır. Ahmed Raşid, Tarih-i Yemen ve
San’a, c. 1, 87
[887] 45. Sultan Murad III. ( 1574—1595) ve Sultan Ahmed l. ( 1603—1617 )’in
çıkarttığı yasaklar.
[888] 46. Nitekim Sultan IV. Murad 1633 yılındaki İstanbul büyük yangını
sebebiyle kahveyi ve tütünü yasak etti. İstanbul ve diğer şehirlerdeki
kahvehaneleri yıktırdı. Hatta kahve içmek bir çok kimselerin hayatına mal oldu.
Ama Sultan Mehmed IV ( 1648 - 1687 ) zamanında kahve satışına müsaade edildi.
Sadrazam Köprülü de yine siyasî sebepler yüzünden kahvehaneleri kapattı.
[889] 47. Merhaba, nazım’da övülen kimseye hitâb olarak kullanılır. Mevlid-i
Nebevî’de olduğu gibi.
[890] 48. Son dönem çayır gezilerine ait Yirminci yüzyılın başlarında
alınmış fotograflarda, örneğin Küçüksu Çayırında kadın ve erkeklerin aileler
biçiminde bir arada bulunduklarını, ayrıca müstakil erkek gurupları, satıcılar,
kayıkçılar bulunduğunu görüyoruz.
[891] 49. Nitekim Evliya Çelebi Seyahatnâme’sinde Sultan IV. Murad 1638
yılında Bağdad Seferi’ne çıkmadan önce yaptırdığı “Asker ve Esnaf Alayı” içinde
eğlence sektörüne ait bu loncaları tek tek saymaktadır.
[892] 50. “Esnafça, ortaklaşa” anlamındadır.
[893] 51. “Miyaneli (kavrulmuş unlu) helva”, “irmik helvası” vb.tatlılar da
olurdu.
[894] 52. Örneğin “22 Aralık 1727 gecesi Kaptan-ı Derya Mustafa Paşa’nın
konağında tertip edilen Helva sohbeti gecesine, her zamanki davetliler
ikindiden önce birer ikişer gelip sıraya girerek sadrazamı karşılayıp eteğini
öptükten sonra o gecenin onur konuğu olan İbrahim Paşa, vezirler ve ricalle
birlikte eğlendiler. Ertesi gün ise şehzadeleri ve haremi ile Padişah da helva
sohbetine geldi.” Sakaoğlu- Akbayar, s. 72
[896] 54. Yahya Kemal Beyatlı’dan naklen Sakaoğlu-Akbayar, s. 78
[897] 55. Koçu, Evliyâ, c.1, Esnaf Alayı
[898] 56. Çınar sevgisi Milli gazete, 20 Nisan 2000 Perşembe
[900] 58. Hanefî ve Şafi’î fıkıhlarına göre.
[901] 59. Bilmen, a.g.e.c.2, s. 543-549
[902] 60. Kanunnâme-i ihtisab-ı İstanbul-el-mahrûsa»; Ö. L. Barkan, XV.
Asrın sonunda Bazı Büyük Şehirlerde Eşya ve Yiyecek Fiyatlarının Tesbit ve
Teftişi Hususlarını Tanzim Eden Kanunlar, Tarih Vesikaları, C. 1, Mf. V. sa. 5,
s.339
[903] 61. “Türkler kedi, köpek vesâire gibi başı boş hayvanlar için de
vakıflar tesis ederler. Kasaplar her gün bu gibi hayvanların bir miktarını
beslemekle mükelleftir. Bir çok kimseler de yol boylarında yolcularla
hayvanlarını barındırmak üzere, kervansaraylar ve menba sularından çeşmeler
yaptırırlar. Bu çeşmelerde su içmek isteyenler için zincirle bağlı küçük taslar
vardır. “ Çataltepe, s.56’dan: Comte de Bonneval, Anecdotes venitiennes et
turques ou nouveaux mémoires du Comte de Bonneval, Francfort 1740, p. 214.
[904] 62. Vakıf Kuran Kadınlar, s. 14
[905] 63. Yapı arşını yaklaşık olarak 76 santim’dir.
[906] 64. Mimar Sinan Vakfiyesinde Ağırnas’ta yapıp vakfettigi çeşmenin
yanında hayvanlar için vakfettiği arazi ile ilgili vakfiye metni aynen
şöyledir:
“... ve dahi Kayseriyye
Sancağında Ağırnas nâm karyede rızâ’en li’llahi Te’âlâ binâ eylediği çeşmeyi
vakfetti ve mezbûr çeşmenin kurbünde tûlen 260 zirâ’ ve arzan 160 zirâ arzı
memlûkesini vakf etti. Tâ ki Çeşme-i mezbûreye gelen hayvânât orada istirahat
edeler...” Sungurbey, Hayvan Hakları, s .249
[907] 65. Örneğin İzmir’in Ödemiş ilçesinde Abdullah oğlu Mürselli Hacı
İbrahim Ağa’ya ait hicrî 1330/milâdî 1914 tarihli vakfiye’de “Yeni Cami’i
Şerif’e mücâvir kalan leyleklerin ekilleriyçün senevî yüz kuruş “ tahsis
etmiştir.
[908] 66. Eski Bursa’da Kavaflar Çarşısının ortasında bulunan meydan
“..malûl bâzı hayvanların dâr l-acezesidir. Kanadı veya bacağı kırık leylekler,
bunamış kargalar, kör ve sağır baykuşlar burada halkın sadakası ile iaşe
edilir. Kavaf esnafının aylıkla tuttuğu, belki yüz yaşında ve baktığı sakat
leylekler kadar amelimanda bir ihtiyar, toplanan sadaka parası ile her gün
işkembe alır, temizler, parçalar ve insan merhametine iltica eden bu zavallı
kuşlara dağıtır”mış. Ahmet Haşim, “Gurebâhâne-i Lâklâkan”dan.
[909] 67. Örneğin İstanbul’da Koca Mustafa Paşa’da Şeyh Evhaddeddin
Tekyesi’ne Ashab-ı kiram’dan Ebu Hureyre’nin adına hörmeten hureyre perver bir
sahibi merhamet “şuradan buradan atılmış, bırakılmış kediler için günde iki
sırık ciğer vakfetmiştir. .Mimar Sinan eseri Hacı Evhaddeddin cami’inde, yakın
zamana kadar vakfiyesi uyarınca sokak hayvanı kedilere her gün kırk takım ciğer
dağıtılmıştır. Sungurbey, a.e.a.y.
[910] 68. “Bütün sokaklarda mahalle köpekleri için, muayyen fasılalarla su
koğaları sıralanır”. Çataltepe, s. 56’dan: Lamartine, Voyage en Orient, Paris
1896-1897, p. 259
[913] 71. Ulunay, a.g.e. s. 89
[914] 72. İskender Pala, Ayine-i İskender. Zaman Gazetesi
[915] 1. Toplumbilim açısından “ritüel bireyleri bir araya getirmekte ve
toplumu toplumsal düzen bağının sıkılığına, acı çekmeye hazırlamakta ve
eğitmektedir.” And, Osmanlı Düğünleri, Şenlikleri... Giriş.
[916] 2. Örneğin Fatih Sultan Mehmed, Belgrad yenilgisinden sonra oğlu
Bayezid ile Mustafa’yı Edirne’de sünnet ettirmek vesilesiyle büyük şenlik
yaptırması ya da Kanunî Sultan Süleyman başarısız Viyana kuşatmasından sonra
dört oğlunu sünnet ettirerek şenlikler yaptırması gibi.
[917] 3. Dede Korkud Kitabı’nda da örneğin “Kara dağa yetdüğünde aşılversün
/ Kanlu kanlu sulardan geçit versün./Kaadır Allah yüzün ağ etsün” gibi dualar,
ya da dîvan şâiri Mehmed’in Işknâme (Aşknâme 1398) adlı mesnevîsinde “Atadan böyle
mi dir bana alkış /Ki hasret oduna yanam yaz kış “ gibi alkış sözcükleri
görülür.
[918] 4. Halk arasında çok kullanılan alkışlar genellikle başkası ya da
kendisi için söylediği kısa, kalıplaşmış iyilik ve esenlik dileyen “Allah’a
emanet, babana rahmet; Darısı başına; tuttuğun altın olsun” gibi kısa
tekerlemeler ya da “Allah harmandan elini, yalandan dilini çeksin; Koluna
kuvvet, kesene bereket; Yat, baş ucunda bul; kalk, ayak ucunda bul.” türünde
uyaklı bilgece dilekler türündedir.
[919] 5. Padişahların yaptırdığı camiler
[920] 6. Teşrifat-ı kadime’ye göre ertesi gün sadrazam, vezirler ve devlet
erkânı hediyelerini takdim ederler ve bir gün daha kaldıktan sonra şehzadeye
veda edilir ve o da sancağına hareket eyler. Pakalın c.3, s. 322
[923] 9. Atâ Tarihi»nde şöyle tarif ediliyor: «Kadir gecesinde âlây-ı vâlâ
ile Ayasofya Cami-i Şerifi’ne azimet buyurulması kaide’den olmakla eğer
mevkib-i hümâyun sayfiyede ise Padişah o gece Yeni Saray’da iftar ettikten
sonra nöbetçi Has Odalı’lardan başka Cuma Selâmlığı teşrifâtında bulunan
menâsıb erbâbı maiyyet-i Hümâyun’da bulundukları ve ridâ-i şerif dairesi
pişgâhından tâ Ayasofya Cami-i Şerifi’nin selâmlık kapısına kadar yollar
meşâlelerle aydınlatılmakla beraber akkâmların taşıdıkları yirmi kadar meşâle
has ağaların ellerinde tuttukları muşambaları kırmızı ve yeşil boyalı kırk tane
büyük feneri takiben camiye gidilir ve nöbetçi olan imâm-ı sultanî’ye uyulmak
suretiyle Kadir namazı cemaatle kılındıktan sonra aynı usûlle geri dönülürdü.»
[924] 10. Aslında “surre”, tıpkı gümüş paralar için “kese”nin birimi
alınması gibi, altın paralar için kullanılan bir para ölçüsüdür.
[925] 11. Evliya Çelebi şöyle anlatıyor: “Murad Hân etti: Ey Şeyhülislam
Mustafa Yahya Efendi! İnşaallah Bağdad’ı fethe gitmek niyetindeyim. Bu gazada
hasbeten lillâh Ordu-yi Hümâyunum’a İstanbul’un büyük küçük bilcümle esnafını
çıkaracağım. Ne kadar asker ve ne kadar dükkân sahibi varsa hepsi kanun-i
kadimleri üzre nakibleri, pîrleri, şeyhleri, kethüdaları, ağaları,
yiğitbaşıları, çavuşları ile atlı, yaya, güruh güruh sekiz kat mehterhanelerini
çalarak Alay Köşkü’mün dibinden geçecekler. Böyle düsturu hümayunum sâdir
olmuştur.....Meyhaneci lâinleri ordumda olmasınlar. Bozahaneci esnafı cümle
satıcılardan sonra geçsinler. Amma bozacılar imdad akçe verip Alay’da yamak
olalar. Amma Alay esnasında bu tayfa sekiz kat Mehterhane çalmasınlar. Daire ve
saz ve söz ile geçsinler. Ve ne kadar bozahane ve meyhane varsa ve ne kadar
mey-fürûş’ları varsa malûm-i hümayunum olsun” diye Veziriâzam Bayram Paşa’ya,
İstanbul Mollası, Eyüb, Galata, Üsküdar Mollalarına hattı şerifler gönderildi.”
Reşad Ekrem Koçunun kısaltma ve uyarlamasıyla. Koçu, Seyahatnâme, c. 1
[926] 12. Alfabe, son zamanlarda “abece” anlamında.
[928] 14. Evliya Çelebi’ye göre “Keresteciler esnafı 999 dükkân, 1005
adamdır. Bıçkıcılar esnafı: 30 dükkân, 1000 adamdır. Sıvacılar esnafı: 1000
adamdır. Camcılar esnafı: 71 dükkân, 400 adamdır. Alçıcılar esnafı: 25 dükkân,
505 kişidir.”
[929] 15. Mevlid kandili ilk kez 1590’da resmî törenle kutlandı.
[931] 17. Evliya Çelebi izlediği bir çırak çıkarma törenini “İşte hakirin
üstadlarından gördüğü biat üslûbu böyledir.”diyerek ayrıntılarda farklılık
olabileceğini imâ etmektedir. Koçu, a.g.e. c.1
[932] 18. Örneğin Fatih Mehmed, Belgrad yenilgisinden sonra oğlu Bayezid ile
Mustafa’yı Edirne’de sünnet ettirmek vesilesiyle büyük şenlik yaptırması ya da
Kanunî Sultan Süleyman başarısız Viyana kuşatmasından sonra dört oğlunu sünnet
ettirerek şenlikler yaptırması gibi.
[933] 19. Örneğin Fransız gezgini Thevenot Macaristan’da iki kalenin
fethedilmesi üzerine başlayan şenlikleri Kahire’de seyretmiş, uzun uzun
anlatmış, bir resmini de koymuştur. And, Osmanlı Düğünleri , Şenlikleri... s.
19, 46
[934] 20. Elde edilebilen bilgilere göre : Osman Gazi dönemi (1298), Orhan
Gazi dönemi (1346), I. Murad Dönemi 1365, 1381, 1387), II. Murad dönemi (1422,
1424, 1437, 1439, 1444, 1450), II. Mehmed dönemi (1457, 1472, 1480), II.
Bayezid dönemi (1490, 1491, ), Kanunî Süleyman dönemi (1524, 1530, 1539), II.
Selim dönemi (1573), III. Murad dönemi (1575, 1579, 1582, 1586, 1589, 1596), I.
Ahmed Dönemi (1606, 1612, 1613), IV. Murad dönemi (1630, 1639), İbrahim dönemi
(1646, 1648), IV. Mehmed dönemi (1663, 1672, 1675), III. Ahmed dönemi (1708,
1709, 1720), III. Mustafa dönemi (1758, 1768), I. Abdülhamid (1780, II. Mahmud
dönemi (1832, 1836). Nutku, Edirne Şenliği ...s. 153-154
[935] 21. And, Osmanlı Düğünleri, Şenlikleri... Giriş.
[936] 22. Fatih Sultan Mehmed 1457 yılında Şehzâde Bayezid ve Şehzâde
Mustafa için Edirne’de bir ay şenlik yaptırmıştı.
[937] 23. Esnaf alaylarının törenlerde geçit geleneği günümüzde de devam
etmektedir.
[938] 24. Diğer taraftan hanım sultanlar için evlenme düğünleri, şehzadeler
için de sünnet düğünleri yapılmaktadır.
[939] 25. Örneğin 1675’te Sultan IV. Mehmed Edirne’de oğlu Mustafa’nın
sünnetini yaptırırken İmparatorluğun çeşitli yerlerinden getirtilen altı bin
çocukla saraydan iki bin içoğlanın yani toplam sekiz bin çocuğun sünneti
yapılmıştı.
[941] 27. Seyyid Vehbi’nin «Sûrnâme-i Hümâyun»unda ayrıntılı olarak
anlattığına göre
[942] 28. İstanbul Üniversitesi Merkez binası
[943] 29. Toy ya da şölenler hükümdarın (han’ın, hakan’ın) cömertliğinin
kanıtlanmasıdır. Osmanlı Türkçesi’nde fakirlere, yoksullara dağıtılan yemeklere
“hân-ı yağma” denmektedir.
[944] 30. Evliya Çelebi hüner sahipleri ve hayvan terbiyecilerini şöyle
anlatıyor: Şebbaz yani hayal-i zılcıyan, hayal-i zill’i-i tasvirciyan,
kuklabaz, baş-kuklabaz, zürbaz, küzebaz, çanakbaz, sinibaz, kasebaz,
perendebaz, kağıdbaz, kadehbaz, hokkabaz, beyzabaz, küleh-baz, yuvarlakbaz,
ayinebaz, çerhbaz, şem-şîrbaz, paçlebaz, sürmebaz, maymunbaz, köpekbaz, ayubaz,
himarbaz, yılanbaz. Bunlar Karagöz oynatan, alet ve hayvanlarla gösteri yapan
kimselerdi. Seyahatname, c.I, s. 625
[945] 31. 6 Mayıs 1710 pazartesi günü yapılmıştı.
[949] 35. Fransız Elçisi Antoine Galland’ın yayınlanmış anılarından.
[950] 36. Evliyâ Çelebi İstanbul esnâfı Koçu, c. 1.
[951] 37. Pakalın, c. 3, s. 629
[952] 38. “Sultan Süleyman da şehzadeliği âleminde Trabzon şehrinde Rum
Kostantin’e çırak olup kuyumcu olmuş Saka Çeşmesi yanında kuyumcular kârhanesi
bina ettirmişti.” Koçu, Evliya Çelebi, c.1
[954] 40. Değiştirilemez yazılı metinlerin sahne üzerinde oynandığı
tiyatrolar ise çok sonraları, Sultan Abdülmecid döneminde başlayacaktır.
[955] 41. Ergin, Maarif Tarihi, c. I, 68-82; c. IV, s. 1147-1152
[956] 1. Güllülü, Ahî Birlikleri, s.32
[957] 2. Zekeriya Muhammed Kazvini (Ö.1283) Sivas’ta camilerin boş ve halkın
dini ihmal edip ticaretle meşgul olduğunu, alenen şarap içmekten
kaçınmadıklarını yazmaktadır. Ocak, Babaîler İsyanı s. 73
[958] 3. «Ve dahi bî-namazı mahalle mahalle, köy be köy teftiş idüb muhkem
ta’zîr ideler, iki ağaca bir akçe cürm alalar» gibi. Heyd, Studies in Old
Ottoman Criminal Law, s. 84
[959] 4. Rum Vilayeti (Sivas)’ndeki bütün sancak beyleri, kadılar ve
subaşılarına, 881 Safer evâilinde (1471 Mayıs - Haziran) gönderilen ferman,
Lugal - Erzi, Fatih Devrine Ait Münşeat Mecmuası, s. 94 - 85.
[960] 5. Heyd, a.g.e., s. 84, dipn. 101.
[961] 6. Bu kanunnamenin istinsah tarihi 1554’tür. Demir, a.g.e. s. 47.
[962] 7. Ebussu’ud Efendi bir fetvasında namaz kılmayanlardan para cezası
almanın helâl olamayacağını, namaza başlarsa bu paranın iade edilmesi
gerektiğini belirtmiştir. Şeriat’e göre para cezası suçlu halini düzeltinceye
kadar muhafaza edilir ve kendisine iaoe edilir, olmazsa kamu yararına
kullanılır. Para almak suretiyle ta’zirin cevâzına imamlar arasında yalnız İmam
Ebu Yusuf kail olmuştur.» Bilmen, Kamus, c.III. s. 309.
[963] 8. Vize kadısına ferman, 953/1546 Receb evâhiri, Başbakanlık Arş. Ali
Emirî Tasnifi, Kanunî Sultan Süleyman kısmı, no. 6. Aydoğan Demir, Tarih
İncelemeleri Dergisi II, Ege Ü. Ed. Fak. Yay. İzmir 1984’den naklen.
[964] 9. “..ekser mesâcid harâbe-müşrif olub ta’mîr ve termim olunmayub...”
Demir, a.g.e. s. 50.
[965] 10. “...bazı eimme Kur’an-ı azîmin sıhhat üzere kırâ’atine kâdir ve
erkân-ı salâta âlim olmayub ve ba’zı dahi şer’an imâmeti münâfi ba’zı ef’âl ve
akvâl ve evsaf ile ma’rüf ve mevsüf iken imamet eyledikleri...”, a.e.a.y.
[966] 11. “...vilâyet kadıları taht-ı kazalarında namazcı deyu bir kimesne
ta’yin iderler imiş, reâyâ’ya ta’addi olurimiş, imdi namazcı ta’yin olunmağa
emrim yokdur, bu husus için namazcı deyu kimesne ta’yin itmeyüb ferman-ı
şerifim muktezasınca emr olunan nesneleri kendin bi’z-zat görüb kimesneye
hilâf-ı Şer’-i Şerif ta’addi ettirmeyesiz...” a.e.a.y.
[967] 12. Bu konu “Padişah’ın yönlendirilmesi” başlığı altında incelenmişti.
[968] 13. Kur’an ilimleri genel kategoriler biçiminde “Kıraat ilmi, Hadis
(Usûlü, Fürû’u) ilimleri, Fıkıh (İtikâdî, Amelî, Usûlî ,Fürûî, Vicdânî Fıkıh,
Ahlakî) ve Tefsir ilmi ”olarak sıralanabilir.
[969] 14. FiloIoji (Dilbilim): Kur’an dili Arapça, dilbilgisi (sarf, nahiv)
ve sözlük (lûgat, ıstılahat, galatat ve tâbirler) gibi Âli İlimlerin
anlaşılmasına yardımcı olan ilimlerdir.
[970] 15. Ahmet Yaşar Ocak, Din, Osmanlı Devleti ve ... s.109 ve ilah.
[971] 16. Ergin, Türk Şehirlerinde İmâret Sistemi s. 21
[972] 17. Vâiz anlatırken yanındakiyle konuşmamak, dolaşmamak, dikkat
dağıtıcı hareketler yapmamak, vâize müdahale etmemek gibi.
[973] 18. On altıncı yüzyılda Kanunî Sultan Süleyman zamanında Bosna
havalisinde Bayramî Melâmîleri içinde doğan Hamzavî hareketi bunun, eğer
denebilirse bir tek istisnâsıdır. a.e.a.y.
[974] 19. On dokuzuncu yüzyıl sonlarında en çok yayılmış tarikatler Kadriyye
(Irak, Türkiye, Hindistan, Türkistan, Çin, Sudan ve Magrib’de); Nakşbendiyye
(Türkistan, Çin, Türkiye, Hindistan, Malezya’da); Şâziliyye (Magrib ve
Suriye’de); Bektâşiyye (Türkiye ve Arnavutluk’ta); Tîcâniyye (Magrib, Batı Afrika
ve Çad’da); Senûsiyye (Büyük Sahra, Sahra ve Hicaz’da); Şattâriyye (Hindistan
ve Malezya’da)’dır. Şattariyye, sun’i bir isnadla tâbiînden Üveys-i Karanî’ye
nisbet edilmiş bir tarikat’ın kolu olan Işkıyye’nin koludur. İslâm Ans. M.E.B.
c.12/1. s.3, 11, 15, 16
[975] 20. Sâlikin dünyevî isteklerini yok edip kendisini ilahî irâdeye
teslim etmek için bir mürşidin rehberliğinde çıkılan maneevî yolculuk.
[976] 21. Asıl anlamı “sütten kesme”dir. Tarikat terminolojisinde “ kemâle
ermiş, icâzete hak kazanmış mürid” demektir.
[977] 22. Tarikat erbâbının ve meşayihin saltanata karşı itimadlarını zinde
tutmak için tekke tâmirlerine önem verilmiştir. Gündüz, Osmanlılarda
Devlet/Tekke Münasebetleri, s.153
[978] 23. Abdallık (özde ermişlik), melâmet (nefsi ve gururu kırmak için
olduğundan kötü görünmek), ibâhilik (anarşik düşünce) işleyen tarikatlar de
ortaya çıktıysa da hiçbir zaman Sünni tarikatlar kadar güçlü, etkili ve yaygın
olamadılar.
[979] 24. Louis Massignon, a.e.a.y.
[980] 25. Osmanlı Devleti’nin 1844’teki nüfusu yaklaşık 21 milyon müslim 14
milyon gayrimüslim olarak toplam 35 milyon civarındadır. A.Cevat Eren.
Tanzimat. Türk Ans. Ankara 1981. c.30, s.400
[981] 26. İstanbul’un 1844 yıllarındaki nüfusunun 475.000 Müslim , 416.000
gayrimüslim olarak 891.000 olduğu dikkate alınırsa bu müessesenin önemi
belirir. A.C. Eren, a.e.a.y.
[982] 27. Bunların 5’i Mevlevî’lerin, 51’i Nakşî’lerin, 44’ü Kadirî’lerin,
40’ Rifaî’lerin, 32’si Halvetî’lerin, 21’i Sünbülî’lerin, 15’i Sâdî’lerin, 15’i
Şabanî’lerin, 8’i Bedevî’lerin, 7’si Cerrahîlerin, 4’ü Gülşenî’lerin, 4’ü
Bayramî’lerin 4’ü Uşşakî’lerin, 3’ü Halidî’lerin, 4’ü Sinânî’lerin, 2’si
Şazelî’lerindi. Bu sayı 1908’den sonra 311’e yükselmiştir.1882’de yapılan bir
sayıma göre.
[983] 28. İstanbul’da 1837 yılı için yalnız Cuma günlerinde “mukabele-i
şerife” yapılan tekkeler şunlardır: “Mevleviyye”den: Galata Mevlevihanesi;
“Sünbüliye’den: Koca Mustafa Paşa Tekkesi, Balat Cami’i içinde Balat Tekkesi,
Büyük Ayasofya’da Sinân-ı Erdebilî Tekkesi; “Celvetiyye”den: Üsküdar’da Hüdâyî
Aziz Mahmud Efendi Tekkesi; “Nakşbendiyye”den: Fatih Cami’i yakınında Emir
Buharî Tekkesi, İdris Köşkü’nde Kaşgârî Abdullah Efendi Tekkesi, Eyûb’de
Kalenderhâne Tekkesi, Üsküdar İnâdiye’de Osman Efendi Tekkesi, Aksaray, Horhor
da Hindî’ler Tekkesi, Bâb-ı Âli civarında Beşir Ağa Tekkesi, Üsküdar Bülbül
Deresi’de Özbek Tekkesi, Mehmed Paşa Yokuşu civarında Özbekler Tekkesi, Eyûb
civarında İzzet Mehmed Paşa Tekkesi, Edirnekapısı dışında Emîr Buhârî Tekkesi;
“Kâdirîyye”den: Beşiktaş’ta Yahyâ Efendi Tekkesi, Eyûb’da Koru Tekkesi,
Okmeydanı Piyâle Paşa Tekkesi, Edirnekapısı’da, Resmî Tekkesi, Piyâle Paşa
civarında Ali Baba Tekkesi, Tersâne civarında Tûrâbî Tekkesi, Lâlezâr’da
Körükçü Tekkesi; “Halvetiyye’den: Şehremini’nde Ümmî Sinan Tekkesi, Topkapı’da
Takkeci Tekkesi, Otakçılar’da Kolancı Şeyh Emin Efendi Tekkesi, Doğancılar’da
Şeyh Nasûhî Efendi Tekkesi, Bab-ı Âli civarında Aydınoğlu Tekkesi, Ağaçkakan
civarında Feyzî Efendi Tekkesi, Ahmediye’de Saçlı Hüseyin Efendi Tekkesi,
Üsküdar’da Şeyh Cami’i içinde Devatî Mustafa Efendi Tekkesi, İdris Köşkünde
Çolak Hasan Efendi Tekkesi, Mengene’de Çalâk Tekkesi; “Celvetiyye”den: Üsküdar,
İnadiyye’de Bandırmalızâde Tekkesi, Küçük Ayasofya civarında Celvetî Tekkesi18
; “Sa’diyye”den: Aksaray’da Kara Mehmed Paşa Tekkesi, Üsküdar’da Tabutçular
civarında Şeyh Ganî Tekkesi, Salmatomruk civarında Çakırağa Tekkesi, Dolmabahçe
civarında Kantarcı Tekkesi; “Bayramiyye”den: Eyûb civarında Abdî Baba Tekkesi;
“Rifâ’iye”den: Langa Yenikapısı civarında Alaca Mescid Tekkesi, Haseki
civarında Şerbetdar Tekkesi. Âsitâne-i Aliyye ve Bilâd-i Selâse’de Kâin Olan
Mevcud ve Muhterik Olmuş Tekkelerin isim ve Şöhretleri ve Mukabele-i Şerife
Günleri, Dar üs-Saltanat üs-Seniyye, 1253. Liste’de 1826 yılında Yeniçeri Ocağı
ile birlikte kaldırılan Bektâşi tekkelerinin yer almadığı görülüyor.
[984] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 29 Ahî adına belgelerde ilk kez
Antalya’da 1216-1217 tarihli müslümanların şehire yerleşmesiyle ilgili bir
vakıf senedinde raslanmıştır.
[985]Yiğit, ahî, şeyh veya ahbab, nim-tarîk, müfred, nakîb, nakîbü’n-nukaba,
halîfe-i dâim-makam-ı şeyh, şeyh ve şeyhü’ş-şüyûh biçimindeydi.
[986] Genel olarak “mübtedî, mutavassıt, müntehi, mürşid” sırasındadır.
[987] Gölpınarlı, Şeyh Seyyid Hüseyn’in «Fütüvvetnâme» si s. 43
[989] İleri gelen devlet adamları.
[992] Eski Fütüvvetnâme’lerde anlatılan erkanda esas ritüelin şedd kuşanmak
olduğu belirtiliyor.
[993]Özgün adı “ Tuhfet ün- nüzzâr fî garâ’ib il-emsâl ve’l-acâ’ib il-esfâr”
olarak bilinen seyahatname “Rihle” olarak da anılır.
[994] “Fütüvvet erbâbı kardeşliği”
[995] Nitekim Ankara da, şehir Osmanlılar’ın eline geçene kadar ve On
beşinci yüzyılın ilk yarısında on yıl kadar süren Fetret Devri’nde kargaşalığı
önlemek için yönetimi ellerinde bulundurdular.
[996] Nitekim Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gâzi’nin kayınpederi
Edebâli de bir ahî şeyhidir. Birçok arkadaşı ve oğlu Alâeddin Bey de ahî
teşkilâtına girmişlerdi.
[997] Fütüvvet için kesin şart değildir.
[998] Derici esnafı (debbağlar) Ahî Evren’i pîr sayıyorlardı. Debbağlar ahî
geleneklerine bağlılıkları nedeniyle öbür loncalar üzerinde etkinlik
kazandılar.
[1000] “Marbrure” yahut “papier marbré” denilen ebru benzeri duvar kağıdı,
ciltlerin yan kağıtları olarak kullanılmak üzere basımevlerinde üretilmektedir.
[1001] Bilindiği gibi aynı dönemlerde batı’da bilim dili Latince’dir.
[1002] Karal, Türk Dilinin gelişme Evreleri, s. 30
[1003] Evrat ve âyinlerde bazı tekkelerde Arapça ve Farsça tekellüm edilen
tekkeler de vardır.
[1004] Mamamfih oldukça geniş kitleye hitap eden Mehterhane’’in bu bağlamda
etkili olduğu düşünülebilir.
[1005] Nabî, Nedim, Bâki , Sâdi gibi
[1007] (Franciscus à Mesgnien) Meninski’nin 1680 yılında Viyana’da bastırdığı
in-folio boyutunda iki ciltlik “Thesaurus Lexicon -Turcico-Arabico-Persicum”
sözlük
[1008] Meninski’nin Latince’den Türkçe, Arapça ve Farsça’ya tek ciltlik
sözlüğü 5 batı Avrupa diline çeviri yapar.
[1009] Alexandre Handjéri’nin sözlüğü.
[1010] Tanzimat öncesinde meydana getirilmiş eserlerden bahsettiğimiz
unutulmamalıdır.
[1011] Örneğin Anadolu vâlisi ve Şark Seraskeri Köprülüzâde Abdullah Paşa’nın
mühürünün kitabesi: “Re’s’ül-hikmet’i mehâfetullah” ibaresinden ibaretti.
Nevşehirli İbrahim Paşa’nın mühüründe “Bende-i Rahîm, İbrahim.” şeklinde seci’
yapılmıştır: Humbaracı Ahmed Paşa adını alan Comte de Bonneval’ın mühüründe
“Din-i İslâm’dır atâ-i müteal / Ulu ni’met sana Ahmed bu nevâl”; Bir Reisülküttab
Efendi’nin 1583 tarihli isimsiz mühüründen: “Zi mühr-i Hatem-i Nübüvvet ve
nakkaş-i hâtem Û / Best est hâtem-i sühân lâilâhe illâ Hû” biçimindedir.
[1012] Yalın kat sığır derisi kapaklı, elde dikilerek ciltlenmiş, ince uzun
formları olan, cepte, kuşak arasında taşınan (hatta bazan babadan oğula
devreden) günlük gibi kullanılan defterler. Biçiminden ötürü halk arasında
“dana dili” de denirdi.
[1013] Örneğin doğduğu, yaşadığı ve mezarınm bulunduğu söylenen yerlerin
çeşitliliği, yaşamıyla ilgili tarihlerin değişkenliği pek çok olan Karacaoğlan,
yahut Köroğlu, Dadaloğlu gibi.
[1014] “Kuşeyrî “Risâle”de; sûfilerin de kendilerine özgü tasavvufî
bilgilerin ve hâllerin öğrenilmesini yabancılardan kıskandıklarından bu
hususları saklamak maksadıyla aralarında terimleri açık olmayan müşterek bir
dil kullandıklarını ifâde eder.” Uludağ, Sözlük, Önsöz.
[1016] Ahmed Gazâlî, Aynulkudât Hemedânî, Senâî, Rûzbihan Baklî, Attâr,
Mevlânâ, Câmî ve Fahreddin Irâkî gibi büyük mutasavvıfların dilidir. a.g.e.
[1017] Örneğin “Vahdet (Tek’lik): Kur’an, yanak, dudak, ağız, servi;
Kesret(çokluk): saç, gül, ten; Fenâfillah (yokluk): ağız; Gayb âlemi: ben;
Kur’an ve İman: yüz; İlahî aşk: mey; Gönül: kadeh; Mabed: meyhâne; Mürşid-i
kâmil: meyhaneci; Feyz veren: sâki; İnsan: ney; Beşerî aşk: ok; Bülbül: âşık;
Bahar: İslamiyet. Masiva(dünyâ): ayna, güneş; Güzel : kamer, mum” gibi
[1018] Bektaşilerde “nefes”, alevîlerde “deme”, mevlevîlerde “ayin”,
gülşenîlerde “tapuğ”, halvetîlerde “durak”, diğerlerinde “cumhur” denirdi.
[1019] Şathiye kelime anlamı olarak “çılgınlık derecesinde saçma söz”
demektir. Bir cezbe anında ya da şeriata aykırı görünse de, sanatsal olarak
gizlenmiş herkesin anlayamayacağı anlamlar taşıyan sözlere de “şath” (şatıh) denilmektedir.
Örneğin Hallac-ı Mansur’un söylediği “Ene’ l-Hak” [Ben Tanrı’yım] sözünün
felsefî maksat ve anlamı hâlâ tartışılmaktadır.
[1020] Nitekim Yunus Emre’nin ünlü “Çıktım erik dalına anda yedim üzümü /
Bostan ıssı kakıyıp der ne yersin kozumu/ Gözsüze fısıldadım, sağır sözüm
işitmiş / Dilsiz çağırıp söyler dilimdeki sözümü” şathiyesi de bunlardan
biridir.
[1021] Eşrefoğlu Rumi’’in “Müzekki’n-nüfus”u, Kaygusuz Abdal’ın
“Budalanâme”si, Azız Mahmud Hüdayi’nin “Tarikatname”si gibi
[1022] “Sûfilerin kullandıkları terimler, daha sonraki asırlarda eski
anlamlarını kısmen veya tamâmen kaybetmiş ya da eski anlamlarma ek olarak,
bazan da onlardan tamamıyla ayrı veya çelişik yeni birtakım mânâlar
kazanmışlardır.” a.e.a.y.
[1023] Bu adlandırmayı Batı müziği terimlerini ilk kez Türkçe’ye çeviren
Donizetti Paşa’nın yaptığı düşünülebilir.
[1024] Abdülkadir Meragi (1360 ?- 1435), Ali Ufkî (1610 ?-1675), Dimıtri
Kantemiroğlu (1673-1723) ve Hamparsum (1768-1839)
[1025] Genel olarak “ten nen ni”, “nâ tene dir ney”, “ye le lel li” gibi bir
terennümle başlayan, kıt’a ya da beyit aralarında da yine terennümle devam eden
serbest bir formdur. Başka bir deyişle “kâr”ın uzunluğu, usulü, bölümlerin
sıralanış ve birbirine bağlanışı bestecinin isteğine bağlıdır.
[1026] Örneğin Sultan II. Osman’ın Hotin seferinde köslerin “her biri hamam
kubbesi gibi büyük”tü. Nutku, Edirne..., s.79
[1027] Çinuçen Tanrıkorur, Mehterhâne, Osmanlı Devleti ... . s.498
[1028] Durak, tevşih, temcid ve münacaat, naat, tesbih, şugl, savt gibi
[1029] Güftesi Arapça, beste Türk musikîsi olan ilahî.
[1030] Bu yönden bakılırsa kimilerine göre nonfigüratif resim sanatının bir
öncüsü sayılabilir.
[1031] Zaten bizzat İbrahim Müteferrika kendi basımevinde kullanılan
«mağribî» hattını beğenmemekte: «Mağribî hattı ve taklitleri de ona müşabih
olmakla hüsnü zinetten arı ve galat ve hata üzere caridir» demektedir. Gerçek,
Türk Matbaacılığı, s. 51. Diğer taraftan basım tekniğinin gelişmesiyle birlikte
Kur’an baskılarının arttığı görülüyor Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi, c:
XIII, sayı: 1, s. 7-11.
[1032] Hilyenin klasik formu ilk kez On yedinci yüzyılın hat ustası Hafız
Osman (1642-1698) tarafından saptanmıştır.
[1033] Stchoukine, La Peinture turque ... s. 104,
[1034] 1583’te Sultan III. Murad’a sunuldu.
[1035] Mudurnu’da kubbe çapı 20,71 m olan Yıldırım Bayezid Camisi gibi
[1036] Örneğin Bursa’da Orhan Gazi Camisi’nde olduğu gibi.
[1037] Bursa Ulucamisi’nde olduğu gibi
[1038] Örneğin Bayezid Camisi gibi.
[1039] Amasya’da Kapıağası ve İstanbul’da Rüstem Paşa medreseleri gibi.
[1040] Davud Ağa, Sedefkâr Mehmed Ağa gibi hassa başmimarları onun anlayışını
sürdürdüler.
[1041] Topkapı Sarayı’ndaki III. Murad, Reyan ve Bağdat köşkleri gibi
[1042] Örneğin Kürkçü Han gibi.
[1043] İstanbul’da Nuruosmaniye Camisi, Laleli Camisi, Beylerbeyi Camisi,
Üsküdar Selimiye Camisi , Aydın’da Cihanoğlu Camisi ve Külliyesi, Safranbolu’da
İzzet Mehmed Paşa Camisi, İzmir’de Kemeraltı Camisi gibi
[1044] Osmanlı döneminin çini ve seramikleri hakkında sayısız uzman kişinin
görüşü, yazıları, fotografları mevcut olmakla beraber, bitmek tükenmek bilmeyen
teknik ayrıntılar, desen ve dekor incelikleri, sır ile hamurun uyumu sorunları,
doruk noktasındaki durumuna yeniden üretmek çabaları gibi pek çok tarihsel soru
ve sorun henüz aydınlanmamıştır.
[1045] Nitekim bu dönemin ünlü kuyumcubaşılarından Mehmed bin İmad’ın
mühürünü taşıyan “mücevherlerle süslü altın kitap kabı, ahşap üzerine altın
kaplamalı Hırka-i Saadet sandığı ve gümüş üzerine altın yaldızlı Kabe kilidi ve
anahtarı” günümüze kadar gelmiştir.
[1046] Deniz, Théma Larousse, c. 6, s. 302.
[1047] “Ve Hüve bi-küllî şey’in aliym” Hadîd suresi Âyet: 3.
[1048] Örneğin Hz. İbrahim de kendi kavmi için Allah’a şöyle niyaz eder: «Ey
Rabbimiz, onlara kendilerinden bir peygamber gönder ki âyetlerini okusun, ilim
(v’el-hikmete) öğretsin». Bakara suresi Âyet 129
[1052] “Allahü a’lem bi’s-savâb”
[1053] Nisâ suresi, âyet 113 «Allah sana Kitab’ı, doğrunun bilgisini verdi,
bilmediklerini öğretti»
[1054] Çağdaş sözlüklerde de bu tanımlamanın kullanıldığını görüyoruz. Örneğin
Ferit Devellioğlu, Osmanlıca – Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara 1997, s. 428,
gibi. Prof. Dr. Hüseyin Atay da bu hususa işaret etmiştir. Osmanlılarda Yüksek
Din Eğitimi, s. 37-38,
[1055] James Watson, İkili Sarmal, Tübitak 12. Basım.Ankara 1997
[1056] Bizans’ın en kudretli imparatorlarından (Ayasofya Kilisesi’ni yaptıran
527-562 yılları arasında hüküm sürmüş) Justinianus tarafından ikmal olunmuştu.
Ord. Prof. Dr. Andreas B. Schwarz, Roma Hukuku Dersleri, Çeviren: Dr. Türkan
Rado, İstanbul 1945, s. 9, 35. Prof. Dr. İsmet Sungurbey, Hayvan Hakları,
İstanbul 1999, s. III naklen.
[1057] Örneğin önce On dokuzuncu yüzyıl başlarında Mill ve sonra yüzyılın
ortalarında Auguste Comte’un kurduğu dizinler gibi.
[1058] Atay, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, s. 54
[1060] Yüzlerce ilimin konularını kısaca tanımlayan “Mevzuât ül-Ulûm” Ahmed
Efendi’nin büyük oğlu Kemaleddin Mehmed Efendi tarafından dönemin bilim dili
Arapça’dan Türkçe’ye çevrilmiştir. Birinci cilt genel olarak aklî ve naklî
ilimlere, ikinci cildin hemen tamamı “Ulûm-i Şer’iye”ye ayrılmıştır.
[1061] Atay’a göre “Miftahu’s-Saade İslâm âleminde ilimlerin tasnifine dair
en mükemmel eserdir”. a.g.e. s. 60
[1062] “Mevzuât ül-Ulûm”ün basılmış tertibi 844+712 = 1556 sayfa tutan iki
cilttir.
[1063] Taşköprîzâde Ahmed Efendi, Mevzuat ül-Ulûm, c. 1-2, Dersaadet 1313;
Atay, a.g.e. s. 61-71
[1064] Yazı sanatına ait ilimler: 1. Yazı Aletleri İlmi, 2. Yazı Kuralları
İlmi, 3. Kaligrafi İlmi, 4. Çizgilerin Doğuş İlmi, 5. Alfabe Sırasını Bilme.
Harflerin Yazılması İlimleri: 1. Harflerin Basit Birleştirilmesi, 2. Arap
Yazısı İlmi, 3. Kur’an’ın Yazılışı İlmi, 4. Aruz (şiir) Yazısı İlmi,
[1065] 1.Telaffuz İlmi, 2. Dil İlmi (lügat), 3. Söz Üretme (vaz’) İlmi, 4.
Kelime Türetme (iştikak) İlmi, 5. Sarf İlmi. 6. Nahiv (sentaks) İlmi, 7. Söz
Söyleme İlmi, 8. Beyân (anlatım) İlmi, 9. Bedî (edebî söz söyleme) İlmi,
10.Kafiye İlmi, 11. Şiir Söyleme İlmi, 12. Şiir İlkeleri İlmi, 13. İnşa (güzel
yazı) İlmi, 14. Yazım Esasları ve Vasıtaları, 15. Muhadara (konuşma) İlmi, 16.
Dîvanlar İlmi, 17. Tarih İlmi. Arapça İlimlerinin Dalları: 1. Atasözleri İlmi,
2. Milletler ve Taifeler Coğrafyası (yerlerinin ve geleneklerinin) İlmi, 3.
Sözlerin Kullanılış İlmi (mecâz, kinâye), 4.Yazışma - Murâsele İlmi,5. Sicil
(ve hüküm. - karar yazma) İlmi, 6. Lisan (lügat, sarf ve nahv) İlmi , 7. Muamma
ve Lügaz (Bilmeceler ve yanıltmacalar) İlmi, 8. Kelimeleri Yanlış Okuma
(tashif) İlmi, 9. Kelimenin ve Cümlelerin Ters Okunuşu (maklûb) İlmi, 10. Cinas
İlmi, 11. Müsamere (Hükümdarların gece sohbetleri ) İlmi, 12. İbret Hikayeleri
İlmi, 13. Peygamberler Tarihi, 14. Megâzi ve Siyer İlmi, 15. Halifeler Tarihi,
16. Hafızların Tarihi, 17. Müfessirlerin Tarihi, 18. Muhaddislerin Tarihi, 19.
Sahabenin ve Tabi’ûn’un Tarihi, 20. Şafiî Ulemasının Tarihi, 21. Hanefî
Ulemasının Tarihi, 22. Malikî Ulemasının Tarihi, 23. Hanbelî Ulemasının Tarihi,
24. Nahivciler Tarihi, 25. Feylesoflar Tarihi, 26. Tababet (Hekimlik) Tarihi.
[1066] Mantık İlmi, Ders Okutma İlmi, Münâzara (tartışma) İlmi, Cedel (hasmı
susturma) İlmi, Hilâf (Değişik Fikirlerin ve Delillerden Ortaya Konması) İlmi.
[1067] İlm-i İlahî’nin Dalları: Nefsi Bilme İlmi, 2. Melekleri Bilme İlmi, 3.
Âhireti Bilme İlmi, 4. Peygamberliğin Alâmetleri, 5. (Yetmiş iki) Fırka
Fikirlerini Bilme, 6. İlimlerin Usûl ve Fürû’u Taksimi İlmi, İlm-i Tabi’î’nin
Dalları 1. Tıb İlmi, 2. Baytarlık (Veterinerlik) İlmi, 3. Bitkiler İlmi, 4.
Hayvanlar İlmi, 5. Çiftçilik (falah) İlmi. 6. Avcılık (Beyzere) İlmi, 7.
Madenler İlmi, 8. Cevherler (mücevherat) İlmi (kuyumculuk), 9. İklim
Değişiklikleri İlmi 10. Gök Kuşağının Bilimi,11. Feraset (uzuvlardan ahlakî
davranışın tesbiti) İlmi, 12. Rüya Yorumlama İlmi, 13. Yıldızlarla Olayları
Keşfetme İlmi (astroloji), 14. Büyücülük (sihir) İlmi, 15. Tılsım İlmi, 16.
Simya İlmi, 17. Kimya İlmi, Tıp İlminin Dalları; 1. Teşrih İlmi (Anatomi), 2.
Kehhale (Göz doktorluğu) İlmi, 3. Beslenme İlmi, 4. Eczacılık, 5. Mâcun ve
Şerbet Yapma İlmi, 6. Lekeleri Çıkarma, 7. Cerrahlık İlmi, 8. Mürekkep Yapma
İlmi, 9. Kan Alma Aletleri İlmi 10. Kan Alma İlmi (hacame), 11. Tıp Ölçüleri ve
Tartıları İlmi, 12. İktidarsızlığı Tedavi İlmi; Feraset İlminin Dalları: 1.
Benlerin ve Uzuvların Bilimi, 2. Yüz, , El ve Ayak Çizgilerini Bilme, 3. Koyun
ve Keçinin Omuzlarının Şeklinden Olayları Bilme, 4. Ayak İzlerini Bilme, 5.
Vücud Şekillerini Bilme, 6. Yolu ve Yönü Bulma, 7. Su Bulma ve Çıkarma İlmi, 8.
Madencilik, 9. Yağmur Yağmasını Bilme, 10. Geleceği Bilme (iyafe) İlmi, 11.
İnsanın Uzuvlarının Seğirtmesini Bilme (ihtilac) İlmi. Ahkâm-ı Nücûm
(Astroloji) İlminin Dalları: 1. İyi ve Kötü Vakitler (ihtiyarat) İlmi,2. Remil
İlmi, 3. Fal İlmi, 4. Kur’a İlmi, 5. Kuş Uçurtma ve Kötülük Kovma; Sihir’in
Dalları: 1. Kehanet (ruhlar ve cinlerden Gayb’ı öğrenme), 2. Nirencat (tılısım,
hile) İlmi 3. Havass (Kutsal kitaplardan) Öğrenme İlmi, 4. Efsunculuk, 5. Azâim
(ruhları, cinleri yönetme) İlmi, 6. İstihzar(Ruhları çağırma) İlmi. 7.
Yıldızları Çağırma, 8. Şekil ve Harflerle Sihir İlmi (Denenmemiş bir ilimdir),
9. İhfa (Kendini gizleme) İlmi, 10. Sasanî Hileleri (Sistemli dolandırıcılık)
İlmi, 11. İmalat Hileleri ve Açıklamaları İlmi (Haram bir ilimdir), 12. Göz
Boyacılığı Sanatı,13. Cezbe İlmi (sezgi ), 14. İlaçlar ve Cisimlerin
Özellikleri İlmi; Riyaziye İlimleri: 1. Hendese (geometri) İlmi, 2. Hey’et İlmi
(Astronomi), 3. Sayılar İlmi, 4. Musiki İlmi. Hendese İlminin Dalları: 1.
İnşaat Mühendisliği (Uküdu’l-ebniye), 2. Menâzır İlmi (Optik), 3. Yakıcı
Aynalar İlmi, 4. Ağırlık Merkezleri İlmi, 5. Ağırlıkları Çekme (cerr-i eskâl)
İlmi, 6. Yüzey Ölçümü (mesaha) İlmi, 7. Su Çıkarma İlmi, 8. Savaş Aletleri
İlmi, 9. Remil Atıcılık, 10. Gece ve Gündüzün Muadeleti (Ekinoks) İlmi, 11.
Zaman Ölçen Aletleri Yapma İlmi (bengamat), 12. İlm ül-melâha (Gemicilik ilmi),
13. Yüzücülük,14. Ölçü ve Tartılar İlmi, 15. Vakum Olursa Çalışmayan Aletler
İlmi; İlm-i Hey’et (Astronomi) Dalları: 1. Zic ve Vakitler İlmi, 2. Vakitlerin
(takvim) Yazılışı, 3. Yıldızların Hesabı İlmi, 4. Gözetleme (irsad) İlmi, 5.
Rasad Aletleri İlmi, 6. Zamanları Bilme, 7. Küreler İlmi, 8. Gezegen
(müteharrik) Küreler İlmi, 9. Küreleri Düzlemleştirme İlmi, 10. Yıldızların
Şekilleri İlmi, 11. Göksel Cisimlerin Ölçümü İlmi, 12. Ayın Yörüngesini Bilme,
13. Coğrafya İlmi, 14. Şehirler ve Kasabalar Arası Yollar İlmi, 15. Yol
Rehberleri İlmi , 16. İklim Özellikleri İlmi, 17. Devirler ve Kurs’lar İlmi,
18. Gezegenlerin Birbirine Yakınlaşması İlmi, 19. Büyük Savaşlar (melahim)
İlmi, 20. Mevsimler İlmi, 21. Namaz Vakitleri İlmi, 22. Usturlab Kurma İlmi,
23. Usturlab Yapma İlmi, 24. Rub’i Daire, Muceyyeb Kurma İlmi, 25. Rub-i Daire
İlmi, 26. Saat Aletleri İlmi. Sayı İlminin Dalları: 1. Hesab Teht ve Meyl İlmi,
2. Cebir ve Denklem, 3. İki Yanlış İhtimalin Hesabı (iki mechullu hesap), 4.
Vasiye ve Devir Hesabı, 5. Dirhem, Dinar ve Fulus ile Hesap, 6. Feraiz Hesabı,
7. Ezberden Büyük Hesap Yapma (Hesabu’1-hava), 8. Parmak Boğumlariyle Hesap, 9.
Cedvel ile Hesap (adedu’1-vefk), 10. Sevdiren ve Nefret Ettiren Sayılar İlmi,
11. Savaşta, Tabiye Hesabı, i) Musikî İlminin Dalları: 1. Musikî Aletleri Yapma
İlmi, 2. Dans (raks) İlmi, 3. Kırıtma (gınç) İlmi,
[1068] En kısa bölüm olarak geçer. Ahlak, İlmi, Ev İdaresi, Siyaset, Devlet
İdaresi, Amelî Ahlâkın Dalları: 1. Hükümdarların Davranışı, 2. Vezirlerin
Davranışı, 3. İhtisab (Belediyecilik), 4. Kumandanlık İlmi,
[1069] Şer’î İlimlerinin Dalları: A) Kur’an İlmi: 1. Şâz Okuyuşlar İlmi. 2.
İlm-i Mahrec , 3. İlm ül-Mahrec ül-elfâz, 4. Nefes Alma ve Durma Yerleri İlmi ,
5.Kur’an’ı Yazma İlmi, 6. Mushaf Yazma İlmi¸ B) Hadis İlminin Dalları: 1. Hadis
Şerhi İlmi, 2. Hadislerin Zuhur Sebebleri, 3. Nasıh ve Mensûh Hadisler İlmi ,
4.Hadis Yorumu İlmi, 5.Hadis Remizlerini Bilme, 6. Hadisin Nâdir Kelimelerini
Bilme, 7. Hadise Dil Uzatanları Reddetme İlmi, 8. Benzer Hadisleri Birleştirme,
Toplama İlmi, 9. Hadis Nakledenlerin Biyografileri İlmi, 10. İlm-i Tıbb ün-Nebî
(Hz.Muhammed’in sağlıkla ilgili hadisleri) C) Tefsir İlminin Dalları: 1. Mekkî
ve Medenî Âyetleri Bilme, 2. Hazerde ve Seferde İnen Âyetleri Bilme, 3. Gece ve
Gündüz İnen Âyetleri Bilme, 4. Kışın ve Yazın İnen Âyetleri Bilme, 5. Yerde ve
Göklerde İnen Âyetleri Bilme, 6. İlk İnen Âyetleri Bilme, 7. Kur’an’ın İniş
Sebeblerini Bilme, 8. Bazı Sahabenin Lisânına Göre İnen Âyetleri Bilme, 9.
Tekrar İnen Âyetleri Bilme, 10. Hükmünden Evvel ve Sonra Nüzûl Eden Âyetleri
Bilme, 11.Ayrı ya da Birlikte İnen Âyetleri Bilme, 12. Yalnız ya da
(meleklerle) Teşyi Edilerek Nâzil Olanları Bilme , 13.Daha Önceki Peygamberlere
İnmemiş Olanları Bilme, 14. Kur’an’ın Nazil Oluş Ahvâlini Bilme, 15. Kur’an’ın
İsimlerini ve Sûrelerini Bilme, 16. Kur’an’ın Toplanması ve Sırasını Bilme, 17.
Kur’an’ın Sûrelerini, Âyetlerini, Kelime ve Harflerini Bilme, 18. Kur’an’ın
Hâfızlarını ve Râvilerini Bilme, 19.Râvilerin İsnadlarını Tasnif Etme,
20.Mütevâtir, Meşhur, Ahad Rivâyetleri, Sıra Dışı ve Uydurma Olanları Bilme.
21. Mânâca Ayrılanı ve Sözde Birleşeni Bilme, 22. İmâleyi Bilme,23. İdğam,
İzhar, Ihfa, Iklabı Bilme, 24. Uzatma ve Kısaltmayı Bilme,25.Okumayı Bilme, 26.
Hemze Ezberletme , 27. Kur’an Okuma Âdâbı, 28. Kur’an Âyetlerinden İktibas
Etme, 29. Kur’an’ın Zor Lügatlarını Bilme, 30. Hicaz’dan Başka Lehçelerde İnen
Kelimeleri Bilme, 31. Benzer Lügatleri Bilme, 32. Müfessirin Muhtaç Olduğu
Lehçeleri Bilme, 33. Kur’an’ın İ’rabını Bilme, 34. Müfessirin Muhtaç Olduğu
Kuralları Bilme, 35. Muhkem ve Müteşabihi Bilme, 36. Önce ve Sonra Olanı Bilme,
37. Genel, Özel, Kapalı ve Açık Olanı Bilme, 38. Nasih ve Mensûh Olanı Bilme,
39. Zor, İhtilaflı ve Mutenâkız Olanı Bilme, 40.Mutlak ve Şartlı Olanı Bilme,
41. Kur’an’ın Sözlük Manası ve Kavramını Bilme, 42. Uslûb ve Değişik Hitabları
Bilme, 43. Sözlerinin Hakikat ve Mecâz Manası, 44. Kur’an’ın Benzetmeleri ve
İstiareleri, 45. Kur’an’ın Kinâye ve Târizleri, 46. Kısıtlama ve Hasretme, 47.
Kısa ve Uzun Anlatma (icâz - ıtnab), 48. Haber ve İnşa, 49. Kur’an’ın Edebî
Sanatı, 50. Âyetlerin Sonlarını Bilme, 51. Sûrelerin Başlangıçları, 52.
Sûrelerin Sonları, 53. Sûre ve Âyetlerin Birbiriyle Münasebeti, 54. Benzer
Âyetler, 55. Kur’an’ın İcazı, 56. Kur’an’dan Çıkarılan İlimler, 57.Kur’an’ın
Atasözleri, 58. Kur’an’ın Bölümleri, 59. Kur’an’ın Cedeli, 60. Kur’an’daki
İsim, Künye ve Lâkaplar, 61. Kur’an’ın Kapalı Sözleri, 62. Haklarında Âyet
İnenlerin Adları, 63. Kur’an’ın Faziletleri, 64. Kur’an’ın Daha Faziletli ve
Faziletli Kısımları, 65. Kur’an’ın Lugatlan, 66. Kur’an’ın Özellikleri, 67.
Kur’an’ın Yazı ve Yazılışının Âdâbı, 68. Tefsir ve Şerefi ve Ona Olan İhtiyaç,
69. Müfessirin Şartları ve Âdâbı, 70. Tefsirin Zorluklarını Bilme, 71.
Müfessirlerin Tercüme-i Hali, 72. Harflerin Özelliklerini Bilme, 73. Manevî
Özellikleri, 74. İsim ve Harflerle Dünya İşlerinde Tasarrufta Bulunma
(hurûfîlik), 75. Nurlu ve Karanlık (zulmanî) Harflerin Bilimi, 76. İsm-i A’zam
ile İş Görme, 77. Harflerin Kesik Yazılışı ve Karıştırılması (ile Gayb’den
haber verme), 78. Harflerle Falcılık (zayırce) İlmi, 79. Cifir İlmi, 80.
Kur’an’a Yapılan İtirazları Reddetme. D.) Fıkıh İlminin Dalları 1. Ferâiz, 2.
Sicil Tutma, 3. Karar ve Hüküm (muhakeme), 4. Şeriatın Felsefesi, 5. Fetva
İlmi. 6. Usülu’l-fıkh’ın Dalları: 1. Mantık, 2. Münazara, 3. Cedel, 4.
İhtilaflı Fikirlerin Menşei.
[1070] Bunlar: I-İbâdat: 1. İlim, Öğrenme ve Öğretmenin Fazileti, 2.
Müslümanın Bilmesi Gerekli Olan İlimler, 3. Övülen ve Yerilen İlimler, 4.
Öğrenci ve Öğretenin Uyacağı Kurallar, 5. İlmin Afetleri, Dünya ve Ahiret
Alemi, 6. Akıl; Akaid; Temizliğin ve Namazın Sırlarını Bilme: 1. Namazın
Dereceleri; 2. Kalbin İşlerinin İç Şartları, 3. Kalbi Hazır Bulundurma’nın
Şartları, 4. İmamlığın Vazifelerin, 5. Cuma’nın Fazileti ve Âdâbı, 6. Nafile
Namazları Bilme, Zekatın Sırları İlmi, Orucun Sırları İlmi, Hacc’ın Sırları
İlmi, Zikr’in Fazileti İlmi, 1. Kur’an Okumanın Âdâbı, 2. Gönül Âdâbı, 3.
Kur’an’ı Anlama (dirâyet), 4. Zikirleri Bilme, 5. Hz. Muhammed’den Gelen
Dualar, 6.Başkalarından Gelen Dualar, 7. Olaylara Karşı Dualar, 8. Nakledilen
Dualar, 9. Duanın Fazileti ve Âdâbı, 10.Kadere Rağmen Duanın Faydası, 11.
Evrâd’ın (belli zamanlarda okunan duaların) Çeşitleri, Fazilet ve Hükümleri.
II-Adetler ve Gelenekler: Yemek Yemenin Âdâbı, Evlenmenin Âdâbı, Adâb-ı
Muaşeret (Toplum âdâbı), Helal ve Haramı Bilme, Sohbet Âdâbı, Uzletin (yalnız
yaşama) Âdâbı, Yolculuk Âdâbı, Sema’ ve Vecd (coşma)‘in Âdâbı, İyiliği Teşvik
ve Kötülüğü Menetmek, Ahlak-ı Nübüvvet (Hz. Muhammed’in ahlakı), III-Mühlikat
(Helâk Edenler): 1. Kalbin Üstünlüğü, 2. Riyâzet-i Ahlak ve Tezhib-i Nefs, 3.
Şehvetleri Yönetme, 4. Dil’in Afetleri, 5. Öfke, Kin ve Çekememezliğin
Kötülüğü, 6. Dünyanın Yerilmesi, 7. Malın ve Cimriliğin Yerilmesi, 8. Gösteriş
ve Mevki Hırsının Yerilmesi, 9. Kibir’in Yerilmesi, 10. Gurur’un Yerilmesi; Münciyat
(Kurtarıcılar): 1. Tevbe, 2. Sabır ve Şükür, 3. Recâ ve Havf (Ümit ve korku),
4. Fakirlik ve Dünyaya Aldırış Etmeme (zühd), 5. Tevekkül (Allah’a güven), 5.
Ölüm hakkında bilinmesi gerekenler.
[1071] Örneğin “Kitâbü İhsâ’ il-ulûm” (İlimlerin Sayımı) isimli eserindeki
sıralamada birbirini izleyen ”Dil ilmi hakkında”, “Mantık ilmi ve Öğretme
ilimleri” hemen hemen aynı sırada uygulanmıştır.
[1072] Nev’î Efendi 1533-1599, mutasavvıf, din âlimi, Dîvan şairi ve şehzâde
hocası..
[1073] Tolgay “Nev’î Efendi- Netâyic el- Fünûn”, s. 58
[1074] Sava (Savvas) Paşa Rum asıllıdır. Cezâyir-i Bahr-i Sefid Valisi, Girit
Vâlisi, Nafia Nâzırı, Hariciye Nâzırı gibi görevlerde bulunmuştur. Şer’î
Hukuk’a merak etmiş ve döneminin Fıkıh ilminde mütebahhir ulemâsından
Dağistanlı Ahmed Efendi ile Kütahyalı Nuri Efendi’lerden ders okumuştur. Sava
Paşa’nın eseri 1892 yılında Paris’te basılan “Étude sur la Théorie du Droit
Musulman” isimli eseri İbnülemin Mahmud Kemâl ve Şeyhülislâm Mustafa Sabri
Efendi tarafından da övülmüştür. Sözü edilen tasnif bu eserinde verilmiştir.
[1075] Yıldızların konumuna bakarak geleceği okuyarak bir tür fal bakma ilmi.
Astronomik cetveller demek olan “zic” (ya da “zeyiçe”)’lerden yararlanılırdı.
[1076] On beşinci yüzyılda Sultan II.Bâyezid’e kadar olan dönem için
Aşıkpaşazâde, Edirneli Ruhî Çelebi, Behiştî ve Oruç bin Adil, On altıncı
yüzyılda Kanûnî Sultan Süleyman devri sonlarına kadar Şeyhülislâm İbn-i Kemal,
Kanûnî Sultan Süleyman’ın damadı Rüstem Paşa, sadrazamı Lûtfi Paşa, On yedinci
yüzyılda Sultan IV. Murad (1630) devrine kadar tezkireci Hasan Beyzâde’nin
eserleri gibi.
[1077] Solakzâde Mehmed Hemdemî’nin başlangıçtan Hicrî 1053’ e kadar olan
vakaları alan “Solakzâde Tarihi”, Peçevî İbrahim Efendi’nin Hicrî 927-1094
arasını alan “Târih-i Peçevî”si, Selânikli Mustafa Efendi’nin 1520-1591
dönemini kapsayan “Selânikî Tarihi” gibi.
[1078] Gelibolu’lu Mustafa Ali’nin Hicrî 1006’ya kadar olan “Künh
ül-Ahbar”ı,. Şeyhülislâm Sadeddin Efendi’nin Hicrî 927’ye kadar olayları
kapsayan “Tâc’üt-Tevârih”i gibi
[1079] Silâhdar Fındıklılı Mehmed Ağa’nın Hicrî 1065-1106 arasını alan
“Silâhtar Tarihi”, Şanizâde Ataullah Efendi’nin başlangıçtan 1821’e kadar gelen
“Şanizâde Tarihi”, Tayyarzâde Ahmed Atâ Bey’in Enderun olaylarını anlatan “Atâ
Tarihi” gibi
[1080] Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi’nin Hicrî 1168’e kadar gelen
“Ravzatü’l-Ebrâr”, Ahmed Resmî Efendi’nin Hicrî 1182 Seferi’ni anlatan
“Hulâsatü’l-İtibar” gibi.
[1081] Rükneddin Ahmed Zekeriya da el-Kazvinî’nin “Acaib ül-Mahlûkat”ını aynı
isimle Arabça’dan Türkçeye çevirerek Çelebi Sultan Mehmed’e takdim etmiştir.
[1082] Eser 4 mukaddime ve 2 bölümden )oluşur. Birinci Bölüm Ay, Güneş,
gezegenler, melekler’’ dair bilgiler, İkinci Bölüm de gökkuşağı, gök gürlemesi,
rüzgar ve şimşek, dünyanın yedi iklimi, ülke, şehir ve dağlar, denizler,
adalar, madenler, bitki ve hayvanlara dair bilgiler sıralanmaktadır. Devamında
Hilkat (insanın yaradılışı), insan anatomisi, canavarlar, melekler, cinler,
şeytanlar anlatılır.
[1083] Eserin Arapça aslı Farsça’ya ve Türkçe’ye birçok çevirileri olan yine
Kazvinî’nin aynı isimle ünlü eseridir. Ancak Ahmed Bican’ın ekleme ve
kısaltmalarla Türkçe’ye çevirdiği metin öteki çevirilerden daha ünlüdür.
[1084] On altıncı yüzyılda, deniz coğrafyasına dair Pîrî Reis’in
isimli“Kitab-ı Bahriye”si ve Seydî Ali Reis’in “Kitab ül-Muhit” ile yine Pîrî
Reis’in Mir’at ül-Memâlik’i gibi.
[1085] Nasuh el-Selahî’nin “Beyân-ı menâzil-i sefer-i Irakeyn” isimli eseri
gibi.
[1086] Müderrislik ve kadılık yapmış olan olan Sipahîzade Mehmed Efendi’nin
(Ö. 1589) görevle bulunduğu yerlerin tarih ve coğrafyasına ait “Evzâh
ül-mesâlik alâ marifet ül-büldan” isimli eseri vardır.
[1087] Cevdet Türkay, Osmanlı Türklerinde Coğrafya, s. 4-5, İstanbul 1959,
[1088] Kısaltılmış metin. Koçu, c. 1, s. 127. Asıl metinde “Karadeniz’i ve
Akdeniz’i ve Bahr-ı Muhit’i ve Bahr-ı Okyanûs’ı ve Bahr-ı Umman’ı ve Bahr-ı
Süveyş’i ve Bahr-ı Hazer’i, ya’ni Giylan Denizi ve Bahr-ı Ummân’ı ve Bahr-ı
Hürmüz’i ve Halic-i Bundugân’ı ve Bahr-ı Van (!)’ı” veren haritalardan
bahsetmektedir . Gökyay, s. 236
[1089] Osmanlı Astronomi Literatürü Tarihi, c.1, Böl.2
[1090] Gerardo di Cremone tarafından 1136’da Latinceye tercüme edildi.
[1091] 1515’de Venedik’de, 1533’de Nüremberg’de “Magna Ptolemaci Constructio
9 libris exposito” adıyla basılmıştır.
[1092] Prof. Dr. Celâl Saraç, Salih Zeki Bey’in Eserleri: Asâr-ı Bakıye,
Bilim Tarihi Dergisi, s. 18, s. 11
[1093] Bu kitap da yine Gerardo di Cremone tarafından Latinceye çevrilmişti.
[1094] Aralarından yalnız Ali Kuşçu ve Takiyüddin hakkında eksikli de olsa
bazı araştırmalar yapılmıştır. a.e.a.y.
[1095] Dönemin ünlü astronomlarından Tycho Brahe (1546-1601)’nin kullandığı
aletler ile Takiyüd-din’in kullandığı bu aletler arasında mukayese yapıldığında
büyük bir benzerlik olduğu tesbit edilmiştir. İhsanoğlu, a.g.e. s. 32
[1096] Kopernik (24”) ve Tycho Brahe (45”) tarafından kullanılan yöntemlerden
daha dakik olduğu anlaşılmaktadır. İhsanoğlu, a.e.a.y.
[1098] Ondalık sistem kendisinden ancak iki yüzyıl elli yıl sonra Laplace
tarafından “Grad sistemi” adıyla uygulanacaktır.
[1099] Aslında keşif Semerkand’lı astronom Gıyaseddin’e ait ise de ilk kez
Takiyüddin tarafından kullanmıştır. Gökmen, Fatin, (Ünver, A. Süheyl) İstanbul
Rasathanesi, s. 65-68. Her ne kadar rakamla değil yazıyla ifade edilseler bile,
bilimsel olduğu kadar teknolojik açıdan da önemli bir yenilik sayılır.
Takiyüddin’in cetvellerindeki bazı düzeltmeler ünlü astronom Tyco-Brahe’den
dört kere daha sıhhatlidir.
[1100] Bir iş için tayin olunan vakit, zaman ve yer
[1101] Avrupa toplumları zaman disiplinli vakit kavramına ancak Ondokuzuncu
yüzyılın başlarında fabrikaların sabah, öğle ve akşam düdükleriyle,
demiryolları tarifeleriyle kitlesel olarak sahip olabildiler. Oysa İslâm
ülkelerinde namaz saatleri, iftar ve sahur vakitlerinin tesbiti gayet dakik ve
üstelik zaman içinde değişken olarak bu konuda müslümanları eğitmiştir.
[1102] Sultan Üçüncü Ahmed’e Nevşehirli İbrahim Paşa tarafından yazıldığı
sanılan bir vesikada “tertib edilecek ziyafet”in günü için hesaplanan eşref
saat bildirilmektedir. Pakalın, c.1, s. 567
[1103] Hatta On yedinci yüzyılda Aşımacızade lakabı olan kişilerin bulunduğu,
ayrıca Türkiye’ye On sekizinci Yüzyılın başlarında gelen Lady Montegue 1717
tarihli mektubunda Osmanlıların çiçek aşısını Jenner’in inek püstüllerinden cerahat
alarak yaptığını insanlardan alarak yaptıkları yazmaktadır. Doç. Dr. Esin
Kâhya, Onsekizinci Yüzyılda Tabii Bilimler, s, 50
[1104] “Ammâ bu hakîr Evliyâ garib bir şey gördüm: merhûm ve mağfür Bâyezîd-i
Velî aleyhirrahme Hazretleri vakıfnâmesinde, hastalarâ deva, dertlilere şifâ,
dîvânelerin ruhuna gıdâ ve def-i sevdâ olmak üzere, on adet hânende ve sâzende
gulâm tahsîs etmiştir ki, üçü hânende, biri nâyzen, biri kemâni, biri mûsikâri,
bir santûrî, biri çengî, biri çeng-santûri, biri ûdî olup haftada üç kerre
gelerek hastalara, delilere mûsikî faslı verirler. Bi-emr-i Hayy-i Kadîr,
nicesi âvâz-ı sâzdan hoş-hâl olurlar. Hakkâ ki ilm-i mûsikîde nevâ, rast,
dügâh, segâh, çârgâh, sûzinâk makamları anlara mahsusdur. Ammâ makam-ı zengule
ile makam-ı bûselikde râst karar kılsa âdeme hayat verir . Cümle sâz ve
makamlarda rûha gıdâ vardır.” Evliya Çelebi ‘den naklen, Tuncer, İşte Anadolu,
s. 132
[1105] İlter Uzul, Sanata Yansıyan Türk Tıbbı, s. 10
[1106] Atabek, Emine M., Ortaçağ Tababeti, İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Yayınını, İstanbul 1977, s. 30-32
[1107] Yunan, İslam, Uygur kaynaklarına ve özellikle Şerefeddin
Sabuncuoğlu’nun eserlerine dayanarak yazmıştır. Arştan Terzioglu, Moses Hamons
Compendium der Zahnheilkunde aus dem An-fangdes 16. jahrhunderts, München,
1977.
[1108] İstanbul Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Tıp Tarihi Enstitüsü
[1109] Michel Ettmüller’in “Materia Medica”sı, A.von Mynsicht (1603-1683)’ın
eserleri Bursa’lı Ali Münşi (ö. 1733/34) tarafından ve Macar Hekim Yorgios’un
“Akrabadin” ve “Düstur” adlı eserleri, modern tıp öğretiminin kurucularından
Hollandalı Dr. Boerhaave (1668-1738)’ın Aforizması Hekimbaşı Suphi Efendi’nin
oğlu Hekim Abdülaziz Efendi (1735-1783) tarafından dilimize çevrildi. Uzel
a.g.e.
[1110] İbn Sâlih bin Nasrullah bin Sallum Halep’te doğdu. Medrese’de Şer’î
ilimleri ve Darüşşifa’da tıp tahsil etti. Halep’te Reis’’ül etibba’lığa. kadar
yükseldi. İstanbul’da önce kadı, sonra da Sultan IV. Mehmed (1648-1687)’ in
hassa hekimi ve Fatih’in Darüşşifa’sına hekimbaşı oldu. 1656’da da Saray’ın
Hekimbaşılığına getirilmiştir. Bu vazifede iken 1670 de öldü. Dr. phil. Kemal
Sabri Kolta, Bildiri, Münih,
[1111] 1761-1766 arasında Tokatlı Mustafa (ö. 1782)’ nin İbni Sina’nın
Kanun’unu Türkçe’ ye çevirmiştir. a.e.a.y.
[1112] Paracelsus lâkaptır. Asıl ismi Philippus Aureolus Theophrastus Bombast
von Hohenheim’dir. 1541’de 48 yaşında öldü.
[1113] Paracelsus, bir ara Platon (Eflâtun), Aristo, Sokrates gibi eski
hekimlerin kitaplarını açıkça yaktırarak skolastik tıbba meydan okumuş olması,
medrese kökenli Osmanlı tababetinin sihir’e karşı olması ile bağlantılı
olabilir.
[1114] 802 (M. 1399) tarihli vakfiyede kayıtlıdır. Baytop, s. 66
[1115] Aslında her üçü birlikte çağdaş anlamda “eczacı” kavramını
oluştururlar.
[1120] Dioscorides (M.S.l.yy.) ve Galenos(131-200)’un yorumları olan ibni
Baytar (ö.1248)’ m eserinden, Birûnî (973-1048)’nin meşhur “Kitabü’ s-Saydale
fi’t-Tıb” isimli eserinden İshak bin Murad’ın Havassü’ l Edviye’sinden,
Sabuncuoğlu Şerefeddin, Hekimbaşı Salih bin Nasrullah, Nuh, Hekim Ömer ŞifaT,
Ali Münşi”, Vesim Abbas ve Süleyman gibi. Uzel, a.g.e. s. 12
[1121] 1860 yılında gedik usûlü kaldırılmıştır.
[1122] Sultan IV. Mehmed’in hekimbaşılarından Halepli Salih bin Nasrullah
(ölümü 1669) kaleme aldığı “Akrabadin”(Farmakope) den. Baytop s. 93
[1123] Marifetnâme’yi oğlu Ahmet Naim için yazdığını söylemektedir. Ona önce
Âlem-i Kebir (büyük alem)’i yani evreni, sonra Âlem-i Sagir (küçük alem)’i yani
insan vücudunu öğrenmesini, daha sonra da masiva’dan (Allah’dan başka her
şey’den) uzaklaşmasını öğütler.
[1124] Tanzimat sonrasında ise dinsel (metafizik) ve dünyevî bilimler genel
tasniflerde kendi zümreleri içinde yer almışlardır.
[1125] Taşköprülüzâde’nin tasnifi.
[1126] Trakya’da Sidrekapısı’ndaki Osmanlı madenlerini gezen (coğrafyacı)
seyyah Aşık Mehmed’in “Menâzir ül Avâlim”de verdiği açıklamalardan.
[1127] Bununla beraber Taşköprîzâde’nin Mevzuât ül-ulûm’da yer alan
listesinde “Madenler ilmi, Madencilik, Cevherler (mücevherat) ilmi
(kuyumculuk)” yer almaktadır.
[1128] “Nice hâliyü’z-zihin kimseler sadr-ı evvelde vâkî olan men’
rivâyetlerini hacer-i câmid gibi taklîd-i mahz ile dutub aslını tedbîr ve
mülâhaza etmeden red ve inkâr eyledi. Felsefe ilimleri deyû zemme mübtelâ olup
yeri göğü bilmez câhil iken âlim geçindi. Devlet-i Osmâniyye evâilinden Sultan
Süleyman zamanına gelince hikmet ile Şerîat ilimlerini cem’eyleyen muhakkıklar
iştiharda idi. Sonra Ebu’1-Feth Sultan Mehmed Han Medâris-i Semâniyye binâ idüp
kânun üzre şuğl oluna deyû vakfıyesine kayd ve Şerh-i Mevâkıf ve Hâşiye-i Tecrîd
derslerini ta’yin eylemiş idi. Sonra gelenler bu dersler “felsefîyyatdır” deyû
kaldırup “Hidâye ve Ekmel” dersleri okutmağı ma’kul gördü. Yalnız ana iktisar
nâma’kul olmağla ne felsefîyyat kaldı ne “Hidâye” ne “Ekmel” kaldı ve bununla
sûk-ı ilm’e kesad gelüb ehli inkırâza karîb olmağla ..”.
[1129] Gerek böyle bir zihinsel alt yapının dürtüsü ile, gerekse mantıkî
düzenlemelerin mevcuda yeni bir katkı gerektirmemesinin de etkisi vardır. Başka
bir deyişle matematikte yeni araştırma yapmak yerine, eskileri yeniden gündeme
getirerek üzerinde çalışmak üstelik çok daha kolay ve rahat olmaktadır.
[1131] Hava’da yapılıyormuş hissini veren ve kağıt üzerine aktarılmayan
hesaplar anlamında.
[1132] Taşköprîzâde “Mevzuât ül-Ulûm”de “Ezberden Büyük Hesap Yapma
(Hesabu’1-Hava)” ve “Parmak Boğumlariyle Hesab” isimli ilimleri kendi verdiği
bilimler dizininde “Sayı İlimleri” içinde sıralamaktadır.
[1133] Nitekim Gelenbevî de tam sayılarla aritmetik işlem yapmanın malum
olduğunu söyleyerek doğrudan rasyonel sayılan ele almaktadır. İhsan Fazlıoğlu,
Hesap, İ.A.D. c.17, s. 255
[1134] Günümüzde bile astronomik ve trigonometrik cetvellerde kullanılan “dakika”
hesabı.
[1135] Takıyyüddin ondalık kesirler hakkındaki teorik çalışmasında ilk defa
ondalık kesirleri trigonometriye ve astronomiye uygulayıp buna uygun sinüs ve
tanjant tabloları hazırlamıştır.
[1136] Müneccim Halîfezâde İsmail Efendi Fransız astronomu J. Cassini’nin “1
‘den 10.000’e kadar tam sayıların ve 0°’den 45°’ye kadar yayların dakika dakika
sinüs ve tanjantlarının logaritmaları”nı gösteren “Tables astronomiques” adlı
cetvellerini 1772’de “Tuhfe-i Behîc-i Rasinî Terceme-i Zîc-i Kasini” adıyla
tercüme etmiştir.
[1137] Daha sonra da Şekerzade lakabıyla tanınan Seyyid Feyzullah Sermed
İstanbulî’nin bir Macar matematikçisinin çalışmasından yararlanarak logaritmanın
astronomi işlemlerinde kullanılmasından bahseden “Maksadeyn fî
halli’n-nisbeteyn” isimli eseri 1780 yılında hazırlanmıştır. İhsan Fazlıoğlu,
Hesap, İ.A.D. c.17, s. 255
[1138] Gelenbevî’nin “Şerh-i Cedavilü’l-ensab” isimli genel olarak “Şerh-i
Logaritma” bilinen eserinde “tam sayılarla sinüs ve tanjantların logaritma
cetvellerinin çıkarılması” ve bu üç cetvelin kullanım şekilleri
anlatılmaktadır. Esere ayrıca “1 ‘den 10.000’e kadar olan pozitif tam sayıların
logaritmaları ile 0°’den 90°’ye kadar olan yayların dakika ölçüsüyle sinüsleri
ve tanjantlarının logaritmalarım içeren cetveller eklenmiştir. Fazlıoğlu,
a.e.a.y.
[1139] Gelenbevî, hesap ve cebire dair “Hisabü’1-küsür”unda da ilk olarak
“logaritmik üs alma” teorisine girmektedir. Fazlıoğlu, a.e.a.y.
[1140] Bu olguda “Küçük Kadızâde” lakabıyla anılan Balıkesirli Mehmed
Efendi’ye izafeten “Kadızâdeliler” adıyla On yedinci yüzyıl ortalarına doğru
güçlenmiş akımın matematik (ve fünûn) öğrenmenin meşruiyetini tartışmasının
etkisi de ihmal edilemez.
[1141] Almanya’da “Leibnitz (1646-1716), Gauss (1777-1855)”; Fransa’da
“Descartes (1596-1650), Fermat (1601- 1665), Pascal (1623- 1662), L’Hospital (1661-1704),
d’Alembert (1717-1783), Lagrange (1736-1813), Monge (1748-1818), Fourier
(1768-1830), Laplace (1749-1827), Galois (1811-1832), Legendre (1752-1833),
Poncelet (1788-1857), Cauchy (1789-1857)”; Hollanda’da “Mercator (1512-1594),
Huygens (1629-1695)”, İngiltere’de “Newton (1642-1727), Taylor (1685-1731)”,
İskoçya’da “Napier (1550-1617), Maclaurin (1698-1746”; İsviçre’de “ Benouilli
ailesi (1654-1783 arasında 8 Benouilli yaşamıştır), Euler (1707-1783);
İtalya’da Galile (1501-1576), Carnot (1753-1823); Macaristan’da “Abel
(1802-1829)”. Burada sıralananlar ders kitaplarında isimleri geçenlerdir. Bilim
kitaplarında kaynak gösterilen birçokları liste dışındadır.
[1142] Gerçi Leonardo da Vinci saat yerine kendi kalp atışlarını sayarak
Galile’den yüzyıl önce bazı fizik (hidrolik) deneyler gerçekleştirdi ama yine
de dünyanın matematik yapıda olduğunu ve fizik yasalarının anlaşılması için
matematiğin gerekliliğini ilk kez Galile vurguladı.
[1143] İstatistik bilimi kavramı için Tanzimat sonrasında On dokuzuncu
yüzyılın üçüncü çeyreğini beklemek gerekecektir.
[1144] “Eşref saat” kavramı toplumda âdeta psikolojik bir saplantı hâline
gelmişti. Birçok kişiler kendilerine mühür kazdırmak için önce “tanıdığı ve
bilgisine itimat ettiği” bir müneccime gider ve “hak için hayırlı ve uğurlu bir
zaman” tespit ettirirdi. Müneccim de “Fenn-i nücûm”a dayanan araştırmalar
yaparak kazdırma işinin başlaması için uygun düşen tarih, saat ve dakika’yı
hesaplardı. Mührün kazınması o zaman ve saate tehir edilirdi. Eğer başlama
erken gece saatlerine raslarsa, hakkâk’tan mühürü evine götürüp orada
kazısımaya başlaması, gerisini dükkanında bitirmesi rica edilirdi. Mühür sahibi
eğer “ekâbir”den ve evi müsait ise hakkâk’ı evine dâvet eder ve belirlenen
saatte mühürünün kazıldığını gözüyle görürdü. Sakaoğlu – Akbayar, Osmanlı’da
Zenaatten Sanata, s. 142
[1145] İbn-i Rüşd (Kurtuba 1126 - Marakeş 1198)
[1146] Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi , c.3, s. 6.
[1147] İbn-i Rüşd Batı’da Averrhoes olarak tanınmaktadır.
[1148] Hatta On altıncı yüzyıl başlarında (1512’de) bile Hollandalı düşünür
Herman van Riswik bu yüzden yakıldı.
[1149] Tehafüt, yıpratma, saldırma anlamındadır. Felâsife ise hem
“filozoflar” ve hem de “dinsizler” anlamını taşır.
[1150] Avusturyalı Leibnitz ile beraber ve birbirlerinden habersiz
olarak“Türev”i bulan Newton’un kitabı “Philosophiae Naturalis Principia Mathematica”
adıyla yayımlandı. “Sonsuz Küçükler Hesabı” ve hem de “Dinamik” bilimi kuruldu.
[1151] 1609’da “Roma Bilimler Akademisi”; 1620’de “Fransız Tıp Akademisi”;
1645’te “Londra Kraliyet Akademisi”; 1666 yılında “Fransız Bilimler Akademisi”
, 1700’de “Berlin Bilimler Akademisi” ve 1725 yılında “Petersburg Bilimler
Akademisi” kuruldu.
[1152] Taşköprîzâde, Mevzuât ül-ulûm’da karışık olarak yer alan fizik (veya
ilintili!) ilimlerin düzenlenmiş listesi şöyledir: - Madenler ilmi, Madencilik,
Cevherler (mücevherat) ilmi (kuyumculuk); -Gök kuşağının bilimi, İklim
özellikleri ilmi, Mevsimler ilmi, Yolu ve yönü bulma ilmi; -Su bulma ve çıkarma
ilmi, Yağmur yağmasını bilme ilmi, - Kimya ilmi, Lekeleri çıkarma, Mürekkep
yapma ilmi; -Tıp ölçüleri ve tartıları ilmi, Kan alma aletleri ilmi; -Hey’et
ilmi (Astronomi), Gece ve gündüzün muadeleti (Ekinoks) ilmi; - Sayılar ilmi, ve
dalları: Hesap teht ve meyl ilmi, Cebir ve denklem, İki yanlış ihtimalin hesabı
(iki mechullu hesap), Vasiye ve devir hesabı, Dirhem, dinar ve fulus ile hesap,
Feraiz hesabı, Ezberden büyük hesap yapma (Hesabu’1-hava), Parmak boğumlariyle
hesap, Cetvel ile hesap (adedu’1-vefk), Musiki ilmi; - Hendese (geometri) ilmi
ve dalları: İnşaat mühendisliği (Uküdu’l-ebniye), İlm ül-melâha (Gemicilik)
ilmi, Savaşta tâbiye (Strateji) hesabı; -Menâzır ilmi (Optik), Yakıcı aynalar
ilmi, Ağırlık merkezleri ilmi, Ağırlıkları çekme (cerr-i eskâl) ilmi, Yüzey
ölçümü (mesaha) ilmi, Savaş aletleri ilmi, Zaman ölçen aletleri yapma ilmi
(bengamat), Saat aletleri ilmi, Ölçü ve tartılar ilmi, Vakum olursa çalışmayan
aletler ilmi; - İlm-i Hey’et (Astronomi) dalları: Zic ve vakitler ilmi,
Zamanları bilme ilmi, Vakitlerin (takvim) yazılışı, Yıldızların hesabı ilmi, Gözetleme
(irsad) ilmi, Rasad aletleri ilmi, Küreler ilmi, Gezegen (müteharrik) küreler
ilmi, Küreleri düzlemleştirme ilmi, Yıldızların şekilleri ilmi, Göksel
cisimlerin ölçümü ilmi, Ay’ın yörüngesini bilme, Devirler ve kurs’lar ilmi,
Gezegenlerin birbirine yakınlaşması ilmi, Usturlab kurma ilmi, Usturlab yapma
ilmi, Rub’i daire, muceyyeb kurma ilmi, Rub-i daire ilmi.
[1153] Danışman, Koçi Bey Risalesi, s. 24-31 ve 127-129
[1154] Karal, “Gülhane Hatt-ı Hümayun’unda Batı’nın Etkisi,” Belleten, C.
XXVII, s. 581-601, s. 585
[1155] Karal, “Nizam-ı Cedid’e Dair Lâyihalar”, Tarih Vesikaları, C. I,
No:86.
[1156] Ahmet Cevdet Paşa Fransız İhtilâli’ni anlatırken, “bu günler
İstanbul’da dahi Islâhat-ı Cedide lâkırdıları devam etmeye başlamıştır” diye
yazmaktadır. Tarih-i Cevdet, c. IV, s.238. Ahmet Rasim ise, Fransız İhtilâli
tûrû bir inkılâbın Sultan III. Selim’in aklından geçmediğini, halkın ve hûkûmet
erkânının ruhuna işlemiş olan saltanatın bağımsızlığı ve mutlaklığı düsturunun,
bu inkılâbın ve prensiplerinin anlaşılmasına engel teşkil ettiğini yazmaktadır.
Okandan, Amme Hukukumuzda Tanzimat ve I. Meşrutiyet Devirleri, s. 26.
[1157] Tarih-i Cevdet, c.IV, s. 289; Karal, Selim III’ün Hatt-ı Hümayunları
s. 112 vd.
[1158] “Uzun zamandan beri Devlet-i Aliyye’nin mühim nizam ve kavaidi
terkedilerek nezaretsiz kaldığından, bir çok işler karışmış ve yüzüstü
kalmıştır”.
[1160] İlk yabanca daimî elçilik Venedikliler tarafından kurulmuştur.
[1161] On dokuzuncu yüzyıl ortalarında Osmanlı Devleti kendilerine örnek
oluncaya kadar, kadar diğer Müslüman devletleri de Avrupa’da ikamet elçiliği
kurmamışlardır.
[1162] Kuran , Avrupa’da Osmanlı İkamet Elçilikleri, s. 10-11
[1163] Tarih-i Cevdet c. V, s. 88. Bununla beraber gönderilenler daha çok
mâliye sahasında uzman olduklarından başarılı olamadılar.
[1165] Unat, Türk Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi Bir Bakış , s. 129.
[1166] 1830’Iu yıllardan sonra “hükümet düzensiz aralıklarla genç Türk
gruplarını okumak üzere Batı Avrupa’ya”göndermeye başlamış, Batılı anlamda
açılması düşünülen kurumların personel ihtiyacında bu yola başvurulmuştur.
Roderic H. Davison, “Osmanlı Türkiye’sinde Batılı Eğitim”,Belleten, c. LI, s.
1041, Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, s. 186.
[1167] Karal, “Tanzimattan Evvel Garplılaşrna Hareketleri”, Tanzimat I, s.
16.
[1168] Auguste Comte’un On dokuzuncu yüzyıl ortalarında kurduğu (ve günümüzde
bile bütün dünyada geçerli olan) pozitif bilimler sistemi, hukuk’u “mistik”
bularak reddetmiştir. Bu nedenle esası hukuka dayalı klasik Osmanlı ilim
sistemi ile ilke olarak zıttır. Comte’un bütün ülkeleri etkisi altına almak
üzere planladığı “pozitivizm” sistemi kabullenilince Osmanlı kültürünün temel
korunma sistemlerinden biri olan İslâmî ilim sistemi de etkisiz hale getirilmiş
oluyordu.
[1169] Tanzimat ve Islahat dönemlerinde de Batı’nın hukuk, ekonomi ve politik
normları iktibas edilerek Osmanlı toplumunun dünya görüşü, sosyal ilişkileri ve
kurumlarının da yine zorunlu bir değişmeyle Batılaştırılması yoluna
gidilmiştir. I. ve II. Meşrutiyet dönemlerinde ise artık devletin Kanun-i Esâsî
ve sonra Teşkilât-ı Esâsîyye kanunlarıyla ve yargı organlarıyla, pozitif bilim
kurumlarıyla ve ordusuyla, gerek anarşist, Avrupaî hükûmet darbeleri ve
muhalefet yapılan politik hayatıyla, gerekse büyük şehirlerdeki elit tabakanın
Paris ve Viyana modasını izleyen giyim kuşamıyla, balo, dans, opera, operet,
tiyatro, kabere gibi yeni eğlenceleriyle, ordu komutanları, yüksek rütbeli
subaylar, meb’uslar, gazeteciler, düşünürler ve hatta Padişah, veliahd ve
şeyhül islamları içine alan Mason localarıyla, basın ve yayınıyla, Batı
şehirlerinden örnek alan mimarisî’yle herhangi bir Avrupa devletinden farkı
kalmamıştı. Hatta Osmanlı donanmasında görev almış İngiliz amirali Adophus
Slade’a göre “Fransızlar’ın kendi askerlerinin kıyafetini Osmanlılar’dan
almaları” gibi bazı konularda Batı’ya örnek bile olunuyordu. (Fransız “ Zouave”
askerlerinin kıyafetlerinden bahsediyor olmalıdır. E.Ö.)
[1170] En eski toplumların gölgelerin uzunluğunu, güneşin yükselmesini, bazı
bitkilerin günün belirli zamanlarında açılıp kapanmalarını, hayvanların (horoz
ya da bazı kuşların ötmesi gibi) rutin davranışlarını zamanın tesbitinde röper
olarak kullandıklarını düşünebiliriz. Hatta eski Çin ve Japon kültüründe On
yedinci asırda misyonerler mekanik saatleri getirmeden önce Çinliler ve
Japonlar binlerce yıldan beri zamanı tayin etmek için tütsü yakıyorlardı. Bu
tütsülerin kokuları arasındaki hissedilir farklar da saatleri, günleri hatta
mevsimleri belirlemekteydi. Diğer taraftan zamanı tespit ve ölçme yöntemlerinin
sürekli geliştikleri ve akkültürasyon yoluyla toplumlar arasında sirayet ettiği
de açıktır.
[1171] “Discorsi e dimenstrazioni matematiche intorno a due nuove scienze”
adlı eserinde.
[1172] “Gündüzü de geçim zamanı yaptık” Nebe’ suresi 78/11.
[1173] Yûnus Suresi, 10/5 Güneşi ziya, ay’ı nur yapan, yılların sayısını ve
(vakitlerin) hesabı(nı) bilmeniz için ay’a (dolaşma) konaklar(ı) düzenleyen O’dur.
[1175] Nitekim Avrupa’da ülkemizde satılmak üzere imal edilmiş, vasatî ve
ezanî saatleri ayrı ayrı gösteren, çift kadranlı oldukları için de halk
arasında “çifte kumrulu” adıyla tanınan özel saatler yapılmıştı.
[1182] Aslında Abbasî devrinde kullanılmış bulunan malî yıl “sene-i
haraciyye” örnek alınmış olan bu takvim Sultan IV. Mehmed zamanında
Başdefterdar Hasan Paşa’nın teklifi ile kabul edilmiştir.
[1183] Ay yılı, Güneş yılından kısa olmasından dolayı otuz üç ay yılının
birinde, Mart ayının (1)’i bulunamaz ve bu sebeple de o yıl malî tarihte yer
almaz. Örneğin 1254, 1256 mâlî yıllarının arasında Tanzimat Fermanı’nın ilan
olunduğu 1255 senesi bulunmaz. Bu atlatılan yıllara tedâhül (sıvış) yılı
denirdi.
[1184] Defterdar Atıf Efendi’nin teklifiyle 29. Mart. 1740’ta
[1185] Defterdar Mora’lı Osman Efendi’nin önerisiyle.
[1186] Sultan Abdülmecid döneminde 13.Mart.1840 (9. Muharrem.1256)’da Güneş
ve Ay Göç Yılı birleştirilmiş, böylece Rumî (Malî) denilen takvim meydana
getirilmiştir. Yıl başı Mart’ın biri sayılıyor; ancak Greguvar Takvimi değil,
Jülyen Takvimi uygulanıyordu.
[1187] Mecelle’nin 1837. maddesine göre defteri hakani kayıtları mahkemelerde
kesin delil sayılırdı.
[1189] Maliye’nin diğer kalemleri de bu kaleme bağlıdır. Dolayısıyla “cizye,
mukataa ve eyâlet gelirleri, Darphane, Matbah, Tersâne, Barudhane ve nüzul
emanetleri, arpa eminlikleri ve bina emîni hesapları bu dairede incelenir, denetlenirdi.
Cizye Muhasebesi kalemi de gayrimüslimlerden alınacak verginin tahsili için
gerekli olan senetleri hazırlar ve mühürlü torbalar içinde kadıların huzürunda
açılmak üzere Muharrem ayı başlarında cizye me’ murları vasıtasıyla gönderirdi.
[1190] Mevkûfat kalemi Sefer sırasında ordunun zahîre ihtiyacını karşılamak
amacıyla bütün hudut boylarındaki debboylar için ve menzillerdeki
duraklamalarda yapılan alımların karşılığı olan “bedel-i nüzul” ve “bedel-i
sürsat” ile “avarız” türü vergilerin kayıtlarını tutar, sefer halinde askere
verilen tahsîsat, iaşe için verilen ot, saman, yem ve ordunun peşinden giden
esnafa verilen para işlerine bakar, avârız vergilerini, mahlûl tımarların
vergilerini, vakıflar’dan devrolan gelir fazlalarını ve ganem (koyun)
vergilerini denetler.
[1191] Tabakoğlu, XVII ve XVIII Yüzyıl Osmanlı Bütçeleri..., s. 410
[1192] Günümüz kurumlarına benzetilirse arazî tahrirleri bakımından “Tapu
–Kadasto Genel Müdürlüğü”, mümkün olduğunca tımarlı sipahi sağlanması
bakımından Savunma Bakanlığı hizmetlerinin bir bölümü, arazide yapılan
tespitlerin defterlere geçirilmesi ve karşılaştırılması açısından da İstatistik
Genel Müdürlüğü hizmetlerinin br kısmını yapmaktadır.
[1193] On sekizinci yüzyıl ortalarından sonra İç Hazine “Hazine-i Hassa”
adıyla tanınmaktadır.
[1194] Hassas tartı uzmanları.
[1195] Yavuz Cezzar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, s. 20
[1196] Tanzimat dönemi öncesinde tasarlanan masrafları ve bunları karşılamak
için gerekli gelirleri de belirleyip tahsiline ve mahalline kullanılmasına
(çağdaş uygulamada Meclis’in onaylaması gibi) Divân-ı Hümâyun tarafından izin
veren ve Padişah tarafından tasdik edilen bütçeler düzenlendiği söylenemez.
[1197] On altıncı yüzyılda Merkeze giden kısım % 53’tür. Ortaylı, Türkiye
İdare Tarihi, s.164
[1198] Tabakoğlu, XVII ve XVIII Yüzyıl Osmanlı Bütçeleri, s. 401
[1199] Yerin güneş etrafında devri süresine tekabül eden bir güneş yılı 365
gün, 5 saat, 49 dakikadır. Bir ay (kamer) yılı ise 354 gün 8 saat ve 48
dakikadan ibârettir.
[1200] Sikke ağırlığını ya da bileşimindeki kıymetli maden yüzdesini
değiştirerek devalüasyon yapmak.
[1201] Bununla beraber Kanunî Sultan Süleyman’ın Sadrazamı Lütfi Paşa
“Asafnâme”de «15.000 kişiye mevâcip yetiştirmek pehlivanlıktır» diyor.
[1202] İbrahim Artuk, “Osmanlı Beyliğinin Kurucusu Osman Gazi’ye Ait
Sikke”.Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi (1071-1920). Ankara 1980. s.
27-33.
[1203] Keçiboynuzu çekirdeklerinin ortalama ağırlığına denk gelen 0.2 gramlık
ölçü birimi.
[1204] 1818’den sonra akçe darbedilmemiştir. Akyıldız, Para, s. 22
[1205] Safevî Şahı I. Abbas’la 1590 tarihinde yapılan İstanbul Antlaşmasına
kadar sürdü.
[1206] 1600, 1618, 1624 ve 1640 yıllarında olmak üzere
[1208] Bekir Kütükoğlu, “Akça”, Küçük Türk-İslâm Ansiklopedisi, 1, İstanbul
1974, s. 62
[1209] On dokuzuncu yüzyıla kadar sürmüştür.
[1210] Nitekim Tanzimat dönemine girerken tedavülde 36 çeşit gümüş para
bulunmaktadır. Akyıldız, a.g.e. s. 24
[1211] Sultan II. Mahmud döneminde. Akyıldız, a.g.e. s. 23
[1213] Artuk, Kanunî Sultan Süleyman Adına..., s. XI
[1214] Tablodaki değerler için ve sikke yazıları için Bkz. Artuk, a.g.e. s.
1-5
[1216] Sidre Kapısı olmalıdır.
[1217] Hatta Sultan III. Mustafa döneminde Hazine-i Hassa ve Darbhane
sarraflığı Ermeni asıllı Düzoğulları’na verilmişti.Akyıldız, s. 23
[1218] Tekalîf-i Divâniye veya Tekalîf-i Şakka’ da denirdi.
[1219] Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar uygulamada kaldı.
[1220] Tekâlîf-i şer’iye’nin beytülmal’da toplanarak “zekât-ı sevâim, öşür ve
sadakat-i ticariye (âşir)”nin yoksullara, hastalara, âmillere (Mâliye
memurlarına); “haraç” ve “gümrük gelirleri”nin kadılara, askerlere gâzilere,
gariplere; “humus” (ganimet payları) ile “rikaz”ın müftülere, müderrislere,
derbentçilere verilmesi, hayrat ve bayındırlık işlerine, ebnây-ı sebîl’e
harcanması; “hukuk-i beytülmal” denen tereke, yâve, lükata gelirlerinin de
hastaların tedâvilerine, kimsesizlerin cenazelerinin kaldırılmasına
kullanılması gerekliydi. Ne var ki devletin coğrafî sınırlarının genişlemesi,
mâliyenin toprak gelirlerine dayanmasını ve tekâlîf-i şer’iyenin büyük
bölümünün devlette değil, hizmet karşılığı verilen dirlikler yoluyla yönetici
ve askeri sınıf elinde kalmasına sebep oldu.
[1221] Yol güvenliğinin sağlanması için alınırdı.
[1222] Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre veli ya da vâsilerince
zekat verilir.
[1223] Nisab kişinin kendinin ve ailesinin geçimini sağladıktan sonra elinde
kalan 96 gram altın ya da eşdeğerlisi sayılan mal ya da paradır.
[1224] Malın gelir sağlama özelliğidir
[1225] “Mülkiyet ve tasarruf şartı” kişinin mala ve tasarruf hakkına sahip
olmasıdır.
[1226] Havelân-ı havl, nisab’ın üzerinden bir yıl geçmesidir.
[1227] Malın ekonomik değeri olmasıdır.
[1228] Ticari amaçla hayvan beslenmesidir.
[1229] “kalpleri İslamiyet’e ısındırmak, alıştırmak”
[1231] Zekât toplayan ve dağıtan görevliler
[1232] Allah rizası için Ümmet-i Muhammed hayrına yapılan savunma, eğitim ve
diğer kamu harcamaları” anlamında yorumlanmaktadır.
[1233] Gayrimüslimler arasında “kan bedeli” olarak da isimlendirilmektedir.
[1234] Örneğin Dubrovnik Cumhuriyeti’nin maktu cizye vergisi 1774 Küçük
Kaynarca Antlaşması’ndan sonra yeniden düzenlenmiştir.
[1235] Kur’an, Müminun: 72, 73
[1236] Gayrimüslimler üzümden şarap yaptıkları için sipahi bu vergi
karşılığında şarap alabilir. Sipahi vergi gelirini güvenceye almak için şarap
satımını tekeline alır. «Monopolye» denilen bu yöntemde belirli bir süre o
yörede yalnız mühürlü şaraplar satılırdı. Üçok-Mumcu, Türk Hukuk Tarihi, s. 255
[1237] Tanzimat’tan önceki dönem bahis konusudur.
[1238] Gelenek ve görenek vergiler, devletin koyduğu vergiler anlamında
rüsûm-i örfîye, tekâlif-i emiriye de denir.
[1239] Mâliyede 1 dönüm = 40 adım kare kabul edilirdi.
[1240] Başıboş gezen bir hayvanın sahibinden alınan ceza ya da sahipsiz
hayvanların satışından alınan vergi,
[1242] kölenin efendisini terk edip kaçması.
[1243] Orhonlu, Aşiretlerin..., s. 22
[1244] Doğu illerinde ise sürü başına 33 akçe alınır. Orhonlu, a.g.e. s.23
[1246] Çoğunlukla şap (tuz), güherçile maden-lerinde çalışmışlardır. Orhonlu,
a.g.e. s. 25
[1247] Örneğin Bağdad Seferinde ordunun pirinç ve peksimet nakline Yeni-il
Türkmenleri memur edildiler. a.e.a.y.
[1248] Bu görev bir idareci maiyetinde ya da bölgesel olarak da kendilerine
verilebilirdi. Orhonlu, a.e.a.y.
[1249] Tanzimat’tan sonra kaldırılmıştır.
[1251] Yol güvenliğinin sağlanması için alınırdı.
[1252] Güçer, “..Hububat Meselesi..”, s. 69
[1254] Bu vergi kanunnamelerde şöyle geçer: “Narh verilen kimesneler ikişer
akça muhtesibe narhlık vermek kanundur”.
[1255] Dahilî gümrükler, Avrupa’da On dokuzuncu yüzyıl ortalarında
uygulanmasına son verilmiş ise de Osmanlı Devleti’nde Yirminci yüzyıl başlarına
kadar devam etmiştir.
[1256] On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde Osmanlı gümrüklerinin sayısı 100’den
fazlaydı.
[1257] Mesela yapağı ve Bursa ipeğinden % 5-21, diğer eşyadan ortalama %
10-15 arasında değişen vergi alınıyordu. Çok nadir de olsa hububat, zeytinyağı
ve bakırın yurddışına satışına izin verildiğinde ağır vergiye tabi
tutuluyorlardı. Örneğin zeytinyağından % 33 gibi çok yüksek oranda gümrük
alınmaktaydı.
[1258] Kanunî Sultan Süleyman’nın Sadrazamı Lûtfi Paşa “Âsafnâme”de
“...reâyâdan avârız alınmak dört, beş yılda bir yirmişer akça ihdas olundu.
Merhum Yavuz Sultan Selim Han zamanında da bir kerre alındı” diyor.
[1259] Hammer’e göre dir. Bazı araştırmacılara göre 300 akçedir.
[1260] Bütün dirlik sistemi uygulamaları 1840’ta kaldırıldı.
[1261] Üçok-Mumcu, a.g.e. s. 254
[1262] Kanunî Sultan Süleyman’ın Sadrazam’ı Lûtfi Paşa Asafnâme’de 15.000’den
fazla yeniçeri beslemenin “pehlivanlık” sayılacağını söylemektedir.
[1263] Reâyâ bu yıllık vergilerden başka olağanüstü (savaş vb.) durumlarda
“avârız” vergisini de öderlerdi.
[1264] Kiracı durumundaki köylü tımar sahibinin malını pazara götürme, ambar
ya da ahırını yapma gibi angaryalarını katlanmaktadır. Oysa reâyânın bu tür
angarya altında ezilmesini önlemek için çeşitli kanunnameler çıkarılmıştır.
[1265] Mısır, Bağdat, Yemen, Habeş, Basra, Lahsa, Cezayir, Trablusgarp, Tunus
gibi
[1266] Tanzimat’tan sonra, ilmiye mensupları için de arpalık usulü
kaldırıldı.
[1267] Tanzimat döneminde geri alınarak kendilerine maaş bağlanmıştır.
[1268] İlk kez 1695’te tuzla, maden, gümrük gibi gelir kaynakları ile mirî
araziler, mukataa ve malikâne olarak kiralanmaya başladı.
[1269] Kanunî döneminde (1522-1566) Rumeli’deki mâlikânelerin yıllık
gelirinden 15 000 000’u divânî hissesi, 4.000 000’u malikâne hissesi
alınmaktadır.
[1270] 1714 yılında çıkarılan bir fermanla.
[1271] Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) Eyâlet-i Rum’un yıllık
geliri 15 milyon akçe dîvanî hissesi, 4 milyon akçe malikâne hissesidir.
[1272] “Mukata’at-ı mirîyye” olarak da söylenir.
[1276] Ancak iltizam karşılığında ödenen paranın ziraî üretimin gerçek
değerine bağlı olmaması, mültezimlerin ihale bedellerinden daha fazla
kazanmalarına ve bir yandan reâyâ ezilirken, diğer taraftan da “âyan”ların
güçlenmesine sebep oldu.
[1277] Para ticareti yapan sarraflık (bankerlik)’la gayrimüslimler
uğraşmaktadır.
[1281] Osman Ergin, Maarif Tarihi, 1943. c.2, s. 41.
[1283] Yavuz Sultan Selim döneminde (1512-1520) kuruldu.
[1284] Esas itibariyle el zanaatlarından makineli üretime geçiş süreci olarak
bilinen On sekiz ve On dokuzuncu yüzyıllardaki Sanayi Devrimi dışarıdan bakışta
birim zamanda elde edilen ürünün, Devrim öncesi dönemlere göre 10, 100 hatta
500 misli artması gibi eskisiyle kıyaslanamayacak kadar büyük oranlarda
farklılaşmasıyla belirgindir. Ancak emek-ürün arasındaki ilişkinin birdenbire
böylesine değişmesi, ticaret, sermaye, işgücü gibi ekonominin tüm temel
ögelerinde de değişiklikler yaptı.
[1285] Örneğin sabun üretim merkezleri İzmir, Girid ve Haleb’di. Demirel, s.
89
[1286] Evliya Çelebi, On yedinci yüzyılda İstanbul’da 65 satıcı esnafına ait
14.445 dükkân bulunduğunu ve bu dükkânlarda 48.000 kişinin, 23.214
imalâthane’de ise 79.264 usta ve «fityan» denilen özellikle Ahi örgütüne bağlı
genç işçilerin çalıştığını bildiriyor. Ayrıca esnaf arasında disiplini
sağlamakla görevli ve işçileri yöneten «server» denilen reis’ler de vardı.
[1287] “Nitekim Masson’a göre Osmanlı İmparatorluğu dış ticaretinde ilk
sırayı alan Fransa’ya 1788 yılında 2.300.000 Livre kıymetinde pamuklu bez ihraç
etmiştir. Buna karşılık Fransa’dan pamuklu ithalatı yok denecek kadar azdı. Aynı
yılda Osmanlı İmparatorluğu pamuklu dokumanın yanında çeşitli Avrupa ülkelerine
250.000 kg pamuk ipliği ihraç etmiştir. Buna rağmen Osmanlı İmparatorluğu artık
eski gücünde değildir; dış pazarlarının bir kısmını kaybetmeye başladığı gibi
dışarıdan mamul mal da satın almaktadır. Zira devlet dışarıdaki gelişmeleri
takip ederek, geleneksel sanayiin yerini alacak modern bir sanayi kurma
konusunda gerekli çabayı gösterememektedir”. Önsoy, ..Osmanlı Sanayii... s.10
[1288] Anadolu % 43, Arap Yanmadası % 19, Rumeli % 8 ve Kuzey Afrika % 2.
Demirel, a.g.e. s. 87
[1289] % 14.5 Avrupa, % 12.5 Asya ve % l Amerika. a.e.a.y.
[1290] Tanzimat’ın hemen öncesinde Sivas’ta Tereke ve narh defterlerinde
kayıtlı, menşe’leri de belirtilmiş 233 kalem mal üzerinden değerlendirilmiştir.
Demirel, a.e.a.y.
[1292] Timar bazan yönetim hizmetleri karşılığında verilebilmektedir.
[1293] Avrupa’da başlangıçta şartlı olarak verilmiş olan fief’ler zaman
içinde baba’dan oğul’a geçerek kalıcı “mevrûs mülk” hâline dönüşerek
aristokrasi oluşturmuştur.
[1294] Oysa Batı Avrupa feodalizminde fief ve manor sahiplerine tanınmış olan
bir haktır.
[1295] Kelimenin kökü “mevt”dir. “Cansız şeyler” anlamına gelmektedir.
[1296] Böyle olanlara “arazî-i mevkufe-i sahîha” denirdi.
[1297] Bu topraklara “arazî-i mevkufe-i gayrisahîha” denilmektedir.
[1298] Meselâ Mardin’in güneyinde kışlayan Boz-ulus Türkmenleri’nin 40.000
nüfus ve 2 milyon küçük baş hayvan besledikleri dikkate alınırsa verginin
miktarının küçümsenemeyeceği açıktır.
[1299] On sekizinci yüzyıl İran seferleri sırasında mühimmat nakli için,
oymak beylerine ve bulundukları bölgelerin beylerbeyi ve sancak beylerine at,
deve, katır temini hakkındaki hükümleri mühimme defterlerinde takip etmek
mümkündür. Orhonlu, a.g.e. s. 20
[1300] At yetiştirmekle en ünlü uluslar arasında Karaman-ili’nin kuzeyinde
Haymana, Turgud ve Kayseriye uzanan geniş yayla bölgesinde yarı göçebe bir
hayat yaşıyan At-çeken ulusudur. Orhonlu, Aşiretler, s.21
[1301] Örneğin Akça-koyunlu gibi bir kısım oymaklar. Orhonlu, a.e.a.y.
[1303] Murhpy’den a.g.e. s. 27’den naklen ”Agricola, C. N. Bromehead
tarafından aktarılmıştır. «Mining and Quarrying to the Seventeenth Century», C.
Singer, A. History of Technology, Oxford, Cilt 2, s. 15, ortalama 1.200 ft.
(364,8 m) derinlik olduğunu belirtmektedir.
[1304] On altıncı yüzyılın sonuna doğru Trakya’da Sidrekapısı’ndaki Osmanlı
madenlerini gezen (coğrafyacı) seyyah Aşık Mehmed’in (1555-1600) “Menâzir ül
-Avâlim” isimli coğrafya-kozmografya kitabında verdiği açıklamalardan.
[1305] Agricola’nın ayrıntılı olarak açıkladığı yöntemlere yakından
benzemektedir.
[1306] Orta Avrupa’daki gümüş madenlerindeki en yüksek üretim miktarı olarak
yılda toplam 3,000,000 onz (yaklaşık 93 ton)’du. a.e.a.y.
[1308] Örneğin 1546’da Venedik’e şap madenlerinin işletilmesi hakkının
verilmesi gibi
[1309] Fransız bilim adamı Reaumur tarafından 1720-1722’de gerçekleştirildi.
Ducassé s. 76
[1310] Haleb’e bağlı Birecik’te,
[1311] Tersânenin 1514’te 50 olan “göz” sayısı 1522’de 144’e ulaşmıştır.
[1312] Koçu, c.1, s. 126 ve devamı
[1313] Şayka, karamürsel ya da kalyon batık gemileri, iki gemi arasına alıp,
dalgıçlar, dolaplar, halatlar kullanarak çıkarırlar.
[1314] Sandal ve peremeleri kıyıya çekenler.
[1316] Özkaya, XVIII. Yüzyılda....,s. 244. Oysa 1811’de Osmanlı donanması
kalyon, firkateyn ve korvet olarak 42 parçadır.
[1317] Bu bağlamda bakılırsa, Osmanlı Donanması’nın savaş zayiatı 1571
yılında İnebahtı’da en az 75 adet, 1655 yılı Girit Seferi’nde 70’den fazla,
1770 yılı Çeşme baskınında 30 ve 1827 yılı Navarin’de 57 adettir. Fırtınalar
sebebiyle de 1675’te Karadeniz’de 7, ertesi yıl 20 ve ondan sonraki yıl da 22
gemi batmıştır.
[1319] Türk Deniz Ticareti ve Türkiye Denizcilik İşletmesi Tarihçesi, s. 234.
Bununla beraber ilgilendiğimiz dönemlerde işcilik ücretlerinin daha düşük
seviyede düşünülmesi mümkündür.
[1320] Gemi inşasında kullanılacak kerestenin kesim işlemi ancak 1819 yılında
bir esasa bağlanmıştır.
[1321] Bir yerin arazî gelirlerinin, şer’î ve örfî vergilerinin mirasçılarına
geçmek şartiyle bir kimseye verilmesi.
[1323] Bostan, Osmanlı Bahriye ....., s. 98-100
[1324] Gelenbevî İsmail Efendi, Kasapbaşızade İbrahim Efendi gibi
[1325] Türk Deniz Ticareti..., s. 124
[1326] Kelekler Türkiye ve Irak’ta bugün de kullanılmaktadır.
[1327] Aslı Macarca “sajka” EI2 , c.1, s. 1094
[1328] Aslı İtalyanca “colubrina”dır. a.e.a.y.
[1329] Macarca “szakállas”dır. a.e.a.y.
[1330] Topçuluk’ta Gribeauval sistemi olarak bilinir.
[1331] Yılan vücud anlamındadır.
[1332] 1566 yılında 10 gemi, bakır yüklü olarak Haleb’den gönderilmişti. Türk
Deniz Ticareti... s. 128
[1333] Hatta Osmanlı Devleti bazı batı kaynaklarında “Barud İmparatorluğu”
olarak anılmaktadır. Bkz. EI2, “Barud” maddesi.
[1335] Sultan Selim III. devrinde
[1336] 1575-1576 döneminde. Türk Deniz Ticareti... s. 128
[1337] Bağdad’dan Trablus’a taşınacak 400 kantar barut için 100 deve
gerekiyordu. a.e.a.y.
[1338] Kıbrıs seferi sırasında, ordunun barut ihtiyacı bu şekilde
sağlanmıştır. a.e.a.y.
[1339] Doğal oluşmuş sodyum-potasyum ya da kalsiyum nitrat.
[1340] Örneğin Bakırköy baruthanesinde 20’den fazla çark vardı.
[1341] Topu ateşlemek için ağız od’u konulan delik.
[1342] Naima, Cilt 3, s. 52. «Bârûdun alçaklığından top falyaları cümle
açılıp yumruk sığar mertebesi vasi olmuş idi.»
[1343] Hüseyin Hezarfen, Telhis al-Beyan, Barkan tarafından aktarılmıştır.
(«1070-71/1660-61 tarihli Osmanlı Bütçesi ve bir Mukayese») İktisat Fakültesî
Mecmuası, 17 (1955-56), s. 342 — «ve Bârûdun ekseri Mısır’dan gelir, lakin
terbiyesiz olmağla dane’yi çok sürmez ve top falyasın sakat eder.»
[1344] Örneğin İran’a karşı 1578-1590 ve Avusturya ile 1593-1606 yılları
arasında yapılan savaşlarda İngiltere’den ham kükürt, güherçile ve barut
getirtilmiştir.
[1346] Artuk, Kanunî Sultan Süleyman Adına Basılan Sikkeler, s. XI
[1347] Dokuz sene saltanat süren Sultan I. İbrahim’in İstanbul’da basılan
altınlarına tesadüf edilememiştir. Kendisinden sonra tahta çıkan Sultan IV.
Mehmed (1648) evvelki padişahın altınlarını toplattırıp kendi adına yeniden bastırmış
olmalıdır.
[1348] Sultan II. Mustafa Ordu ile Rus seferine giderken İstanbul
Darbhanesinde (Ordu-yi Hümayun) baskılı hatıra altını bastırmıştır.
[1349] Kocaer, Osmanlı Altınları, s. 19-20
[1350] Sultan IV.Mehmed’in saltanatının son senelerinde (1687)’de.
[1351] 14 Şevval 1099 (12.08.1688) tarihinde
[1352] Sahillioğlu, Bakır Para Üzerinde ... s.11
[1353] İkisi bir dirhem ağırlığında ve bir akçe kıymetinde bakır para.
[1354] Yusuf Mustafa bin Abdullah, Elhac Mehmed bin Osman ve Marko bin
Şarli’ye
[1355] Sonraları simkeşhane olarak kullanılmıştır. a.g.e. s. 12
[1358] “İstanbul ve Üsküdar’da min el-kadim ikibin yediyüz elli adet kumaşçı
destgâhı bulunarak bu san’atla İslam ve Hıristiyan teba’a Devlet-i Aliyye’den
üçbin beşyüz kadar nüfus ta’yiş etmekde (geçinmekte) iken Sultan İkinci
Mahmud’un son günlerinde İngiltere ile yapılmış olan 16 Ağustos 1838 tarihli
“Ticaret Anlaşması”ndan sonra geçen otuz kırk sene zarfında bu destgâhlar
yirmişbeşe ve kumaşçı esnafı usta ve kalfalar olarak kırk nefere tenezzül etmiş
(kırk kişiye inmiş) ve kemhacı (ipek kumaş, havsız kadife yapanlar) esnafının
üçyüz elli destgahı olup kendileri yedi yüz nüfusu aşkın olduğu halde şimdi
dört destgâh ile sekiz kişi kalmış ve yüz yirmi nüfusu hâvi çatma yasdıkçılar
ondört nefere ve altmış kadar destgâhları sekize”düşmüştür. Osman Nuri,
Mecelle-i Umur-i Belediyye c.1, s.760
[1359] Bu yüzden yakın zamanlara kadar “mercan işi” terlikler şöhretlerini
korumuşlardı. Bu terliklerin hanımlar ve genç kızlar için olanları kırmızı
renkli olurlardı. Mercan semtinin adı kırmızı sahtiyan işlenmesinden doğmuş
olabilir.
[1360] Takiyüddin’in tartılı ve yaylı saatler hakkında 1550’lerde hazırladığı
inceleme, On altıncı yüz yıl Avrupa’sında eşine rastlanmayan bir çalışmadır.
[1361] Kurz, a.g.e., s. 54-60, İstanbul’da üç ya, da dört yıllık çıraklık
görevlerini tamamladıktan sonra da kalmayı sürdüren, pek çok Kalvinist sürgünün
oluşturduğu koloniyi anlatmaktadır. Bu topluluğun gelişmiş refah düzeyi, bu tür
mekanik araçların, ulema’nın şiddetli tepkilerine rağmen, yalnızca Saray’ın
ilgisini çeken bir madde olmaktan çok öte Başkent’teki büyüyen bir nüfus
tarafından günlük hayata sokulduğunu göstermektedir.
[1362] Bununla beraber Osmanlı ustaları Avrupa’da saatleriyle boy ölçüşecek
el yapımı saatler imal etmişlerdir. Örneklerini Topkapı Sarayı Saatler
Pavyonu’nda görmek kabildir.
[1363] Hindistan’dan da ithal edilmektedir. a.e.
[1364] Hindistan’dan da ithal edilmektedir. a.e.
[1365] En kaliteli ve pahalı cinsleri ise İngiliz, Acem, Hind ve Lahor
şallarıdır. Nitekim “lâhurî şal” motifi Dîvan edebiyatında da kullanılmıştır.
[1368] Kumaş dokumacılığı On altıncı yüzyılın sonundan itibaren gerilemiş, On
sekizinci yüzyılın sonunda kalite düşmüş ve çeşit azalmıştır. Önsoy, a.g.e. s.
8
[1369] 1830’lu yılların başında. Önsoy, a.g.e. s. 9
[1371] Bursa’da da yılda 31.250 kg ipek üretebilecek kapasitede, su ve buhar
gücü ile çalışan, Avrupa’daki benzerleri gibi kurulmuş tezgah sayısı 1.000
civarında 14 ipek fabrikası, yılda 12.000 parça tül dokuyan 100 tezgah ve
peştamal dokuyan 40 tezgah bulunmaktadır. a.e.a.y.
[1372] Nitekim 1788 yılında Fransa’ya 2.300.000 “livre” değerinde pamuklu bez
ve diğer Avrupa ülkelerine de 250.000 kg pamuk ipliği ihraç etmiştir. Önsoy,
a.g.e. s. 9
[1373] Tezhib sanatında kullanılan bitkisel motifli süsleme formu
[1375] III. Selim zamanında, Venedik’te opal cam üretmeyi öğrenmiş Mevlevî
dervişi Mehmed Dede tarafından Beykoz civarında bir fabrika kuruldu. Dr. Ü.
Özgümüş, Théma Larousse, C. 6, s.302, İstanbul 1994
[1378] Sıradan bir dükkanda “1028 adet sagîr ve kebîr bıçak” bulunması
üretimin kapasitesi hakkında fikir vermektedir. Demirel, a.e.a.y.
[1380] “ Sanayi inkılabının başladığı ilk ülke olan İngiltere’de 1760 yılında
James Watt buhar makinesini icat etti. Böylece sanayi’de önemli bir gelişme
olarak insan gücü yerine makine kaim oldu. Bunu yine İngiltere’de 1777’de
Hargrave’in iplik bükme makinesini, 1786’da da Cartwright’in dokuma makinesini
insanlığın hizmetine sokmaları takip etti.” a.e.a.y.
[1381] Örneğin basımevi’nin konusunda herkesçe malum gecikmenin sonuçlarından
birbirinin aynı olmayan el yapımı haritalar denizciliğin gelişimini
etkiliyordu. Mekanik saat dişlileri de elde yapılmaktadır. Ancak yüzeye yakın
olan madenlerden yararlanılmaktadır. Gemilerin denize indirilmesi ve yüzdülmesi
sırasında hidrostatik denge problemleri yaşanmaktadır.
[1382] Bazı özel hallerde teknolojik icatların bilimsel açıklamaları sonradan
gelmiştir. Ampirik yöntemlerle, deneylerle oluşturulmuş bir teknolojinin
gelişmesi için onun bilim ile ilişkilerini bulmak gerekir.
[1383] Örneğin Johann Carion’un Chronik’ini “Tarih-i Firengî ”; Mercator’un
Atlas Minor’unu da “Levâmi’ün-Nur fî Zulmet-i Atlas Minur” adıyla tercüme
etmiştir.
[1384] Başarılar “şecaat, özveri” gibi kişisel ve toplumsal değerlere,
başarısızlıklar, “kişilik yozlaşmaları”na, “dinsel, kültürel ya da ekonomik
çöküş” kriterlerine, askerî başarısızlıklara bağlanarak açıklanmak yoluna
gidilmiştir.
[1385] Örneğin “Sür’at Topçuları” denilen teknik sınıfın kurulmasını
1768-1774 savaşlarındaki askerî başarısızlıklara bağlamak mümkündür. Bu
“sür’at” deyimdeki anlamın “Gribeauval” sistemi kullanılarak hem dağ yollarında
ve arazide çok daha hızlı hareket edilmesi ve hem de cephane arabalarının
toplarla aynı sistem içinde bulunmasından kaynaklandığı söylenebilir. Bu
sistemin bazı değişikliklerle İkinci Dünya Savaşı başlarına kadar
kullanıldığını vurgulamak gerekir.
[1388] Nitekim Fransız Devrimi yasa koyucuları bu isteği yerine
getireceklerdir. Günümüzde mesleklerinde yükselmek isteyen Fransız
teknisyenlerini yetiştiren “Conservatoire National des Arts et Metiers” bu ilke
üzerine kurulmuştur. Ducassé, Tekniklerin Tarihi, s. 72.
[1389] Aslında kapitülasyon anlaşmalarıyla gümrük resimleri optimum ölçülerde
önceden sınırlandırılmıştır.
[1390] Faroqhi , Onyedinci yüzyıl.... s.251,
[1392] “İcra-yi sanat ve ticâret” hakkı olarak 1860 yılına gelinceye kadar
çok dikkatli biçimde uygulanmıştır.
[1393] Sencer , Bilimsel Kaynak ve Belgelerle Toprak Ağalığı’nın Kökeni,
s.291
[1394] Örneğin debbağlar pîr’i Ahi Evran “ham deri”leri sanatkârlar arasında
şöyle paylaştırmaktadır: Ahi Baba (Şeyh) 3 hisse, Kethüda 2 hisse, yiğitbaşı 2
hisse, 30 yıllık ustalar 2 şer hisse, 20 yıllık ustalar 1/4 hisse.
[1395] Örneğin Sivas’ta 13 değişik esnaf grubu madencilikle uğraşıyordu.
Bunların diğer zanaatkârlara nisbeti yaklaşık % 20 civarındadır. Demirel,
a.g.e. s. 86
[1396] Nouveau Larousse illustré, c.1, s. 106
[1397] Newton Mekaniği’nin ve türev’in uygulamaları bağlamında.
[1398] İngiliz Mühendisi Benjamin Robins’in “New Principles of Gunnery”
(Topçuluğun Yeni İlkeleri) eseri ilk teorik çalışmalardandır.
[1399] Namlunun kıç tarafından doldurulan kamalı (culasse) modern topların
kullanılması On dokuzuncu yüzyılın ortalarından sonradır.
[1401] Fransa’da 1732 de. Nouveau Larousse illustrés, c.1, s. 492
[1402] «...kendü akçemiz ile kifayet mikdarı odun alagelmiş iken hala
kiremitçiler ve hamamcılar hemen biz oluruz size aldırmayuz deyu rencide
eylediklerinde v.s...» Ahmed Refik; Hicrî On birinci asırda s. 42
[1403] (Yahya Bin Halil, Fütüvvetname; Millet Kütüphanesi yazma No. 901,
Ulûm-ı Şeriye. (Ülgener, Zihniyet Dünyası s. 154 naklen)
[1404] Humbaracı (Bonneval) Ahmed Paşa adıyla ihtida ederek topçuluk fen ve
sanatında yardımları dokunmuştur.
[1405] Bu top Edirne’de dökülmüş ve elli çift öküzün çektiği bir katarla iki
ayda İstanbul’a getirilmiştir. Topun ağırlığının iki ton’dan fazla olduğu
söylenmiştir, A. Dereko, «Quelques mots sur les plus anciens gros canons turcs»
Armi Antiche l (1963): 369-178.
[1406] Avrupa’dan çağrılan yabancı teknisyenlerin kimlikleri ve faaliyet
konuları sağlam bilgi ve kanıtların bulunmasında zorlukla karşılaşılan bir
sorundur.
[1408] Örneğin, 1527 (Hicri 933) yılı bütçesinde, onbeş kişilik ( Barkan,
“933-934 (1527-1528) mali yılına ait bir bütçe örneği”, İktisat Fakültesi
Mecmuası, 15 (1953-51), s. 310, No. 35, “topçuyan-i top -i ahen ve gebran-i
topçi ma’ şakirdeş, nefer 15”), 1629 (Hicri 1038) yılı bütçesinde de kırkdört
kişilik topçu uzmanı gayrimüslim topluluğu (Başbakanlık Arşivi, Maliyeden
Müdevver Defterleri, No. 794., a.g.e.) ehl-i hiref ta’ifesi arasında
sıralanmıştır.İkinci gurubun yıllık maaşları 770,832 akçe olarak verilmiştir.
Bu da kişi başına 17. 500 akçadan fazlave bir kılıç tımar karşılığı olur. Yine
1670 (Hicri 1080) yılı bütçesinde Saray görevlileri arasında “1 nefer taife-i
efrenc” sıralanmıştır.( Barkan, «1079-1080 (1669-1670) Mâli yılına ait bir
Osmanlı Bütçesi», İktisat Fakültesi Mecmuası, 17 (1955-56), s. 228 — «mevâcib-i
tâ’ife-i efrenc; nefer l, fi yevm 30 akçe»)
[1409] Kanunî Sultan Süleyman’ın başhekimi de Yahudi Moses Hamon’du.
(Galante, Türkler ve Yahudiler, s. 98-102), Tıp ve astronomi konusunda (Arapça
olarak) yazdığı eserler, kendi icadı olan bir rasad aletini tanıtan risalesi
bulunan Abdüsselam el-Muhtedî el-Muhammedî Sultan II. Bayezid devrinde
İstanbul’da ihtida etmiş İlya bin Abram el-Yahûdî isimli mûsevî bilim adamıdır
( İhsanoğlu, s. 30). Yine Sultan II. Bayezid devrinde Haliç üzerinde kurulacak
yüzer bir köprü için Leonardo da Vinci’ye bir proje yaptırılmıştır. Bonneval
Ahmed Paşa’yı da bu bağlamda zikretmek mümkündür.
[1410] Scheither, Montecuccoli, Marsigli, EI2 , c.1, s. 1095.
“Mühendishane”nin kuruluşu sıralarında ve sonrasında görev alan Baron de Tott
ve diğer Fransız (özellikle gemi) mühendisleri hakkında Beydilli, İlk
Mühendislerimizden Seyyid Mustafa ve Nizam-ı Cedîd’e dair Risâlesi, s. 22-27.
Bu konuda bilgi veren Babinger ve başka araştırmacılar da vardır.
[1411] “Esnaf-ı marangozan Galatada, Tophanede, Kasımpaşada lonca yerlerinde
bulunur bir nevi gemi ustalarıdır. 3000 neferdir, İslam, Rum, Frenk karışıktır.
Bu tayfa da pürsilah olup ellerinde keser, destere, çekiç, kızaklar üzre gemi
yaparak geçerler.” Koçu, c.1, s. 126
[1412] Ortalama % 10’dan % 15’e kadar ihraç gümrüğü (vergisi) alınıyordu. Satışına
izin verildiği zaman hububat ve zeytinyağından ise % 33’e kadar yükseliyordu.
[1413] Örneğin Ankara, Kayseri, Sivas, Kütahya ve Larende’de ikişer Bedesten
vardı. Bolu’da da 1650 den önce bir bedesten olduğu bilinmektedir.
[1416] Taşköprîzâde, Mevzuatü’l-Ulûm, c.2, s. 478
[1417] Türk Deniz Ticareti... s. 51
[1418] Tabakoğlu, s. 384 ve sonrası
[1419] 1546’da tanınmıştır. Türk Deniz Ticareti... s. 52
[1422] Fatih Sultan Mehmed tarafından fetholundu.
[1423] Bayezîd-i Velî (II) tarafından alındı.
[1425] Ortaylı. Türkiye İdare Tarihi, s.235
[1426] 1 kantar = 44 okka = 57 kgr. dır, Bu durumda ağır yük kervanları
ortalama 250 - 300 kg. yük taşıyabilen develerden oluşmaktadır.
[1428] “Trimâts” (üç direkli) büyük yük gemileri On dokuzuncu yüzyıl’dadır.
Daha önceki yüzyıllarda kalyon sınıfından gemiler, üç ambarlı’lar gibi donanma
gemileri kullanılmaktadır.
[1429] Bir kimse ki derya’ya sefere gitse taleb-i rızk’da istikzâ itmiş olur
ki ol mezmûm’dur. Haberde vâriddir derya’ya girmeye illâ Hac için veyahut umre
veya gazâ için!» Taşköprîzâde, Mevzuat.., c.2, s. 479
[1430] Evliya, c.3, s. 47, Ülgener, İktisadi... s.139
[1431] “ehl-i İslam’da ticâret-i bahriye gibi bir menfaat-i azîme küllî
derecede mütedennî olduğunu” ve Frenk gemilerinin öteden beri Osmanlı sahilleri
arasında eşya ve zahire taşıyarak çok para kazandıklarını yazmaktadır.Şanizâde
Tarihi c. III s. 34,
[1432] ... Orta Avrupa pazarlarında hesaba katılmaya değer bir rakip olmaktan
çıkacaktı.” Ülgener,a.g.e. s. 145
[1433] Tabakoğlu, a.e.a.y. Diğer taraftan 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla
da Karadeniz ve Boğazlar Rus deniz ticaretine açılmıştır.
[1434] Kıymetli maden oranını azaltılması.
[1435] Ortalama bire altmış oranında olduğu söylenmektedir.
[1436] Özellikle Uzakdoğu ticareti tekelinde tutan ve güney Amerika’nın
altın, gümüş ve bakır madenlerini ülkelerine taşıyan İspanya, Fransa,
İngiltere, Portekiz ve Hollanda gibi.
[1437] “ ortaçağın iş bölümü —yeni zamanlardakinin tersine— istihsal
kollarını birbirinden mutlak surette çözüp ayıran, aralarından adeta su
sızdırmayan kapalı bir çalışma tarzı olmaktan pek de ileri gitmemiştir”
Ülgener, a.g.e. s. 76.
[1438] “Herkes istediği yerde dükkan açıp sanat-ı asliye ve vazife-i
zâtiyesinin haricinde bulunan eşyayı dahi dükkâna cem ve iddihar edip satmağa
cüret etmemek velhasıl hangi sanat ile me’lûf ise yalnız anın icrâsile meşgul
olmak için her dükkan ve mağazaya birer alâmet vaz edilmiş ve bu alâmete gedik
nâmı verilmiştir.” Süleyman Su’di, Defter-i Muktesid; cilt II, s. 28-29’dan
naklen Ülgener, Ahlak ve Zihniyet Meseleleri..., s.76
[1439] Sanat erbabı, alışılmış meslek çevresinden ve geleneklerinden kıl
kadar ayrılmalarına göz yummayan bir taassupla ayrı ayrı ihtisas kollarına
bölünmüş, her zümre kendi hücreleri içine kapatılmıştır. O kadar ki, fert ve
sanatın hayat boyunca birbirlerinden çözülmez organik bir bütün halinde kaynaşmış
olduklarım söylemekle mübalağa edilmiş olmaz. Sanatkar, babadan veya ustadan
kalma sanat çerçevesi içinde gözlerini hayata açmıştır ve yine onun içinde
kapayacaktır. a. e . a. y.
[1440] «...bir ticaretden ki rızk hâsıl ola, ana mülâzım olub tarîk-i ahâra
âzim olmaya... ». Taşköprîzâde, Mevzut ül-Ulûm, c.I, s. 105
[1441] “Cem’i bereketin miftâhı irâdet getirdiğin mevzide sabreylemektir”.
Eğer Lâmi’î Çelebi “Fütûhü’l –Mücâhidîn lî Tervîh-i Kulûbi’l-Müşâhîdin” adıyla
tercüme ettiği Nefehat ül-Üns Tercümesi’ne kendinden eklemediyse, Luther’den
yarım yüzyıl önce esnaf’a aynı nasihati vermektedir.
[1443] Kefe ve Trabzon limanlarına kadar ticaret yapma hakkı verilmiştir.
[1444] 1597 ve1604 tarihlerinde. 1597 Ahidnamesi’ne göre, Venedik ve
İngilizler dışında yabancı ticaret gemileri Türk sularında yine eskisi gibi
Fransız bayrağı altında gezebileceklerdi.
[1447] Fransa’nın sanayi ile ticaretini düzeltmeyi ve birçok reformları
başaran ünlü mâliye nâzırı
[1450] Muahedat Mecmuası, c. I, s. 4-14
[1451] Avrupa Devletlerinin himayesine girerek ticaret yapanlara «beratlı
tüccar» denilmektedir. Bağış, s.17
[1452] Son yapılan 1740 kapitülasyonları.
[1453] Örneğin Rusya ile ilk ihtilaf imtiyazı almasından 4 yıl sonra
“kapitülasyonların tek taraflı olarak değiştirilemeyeceğini” hükme bağlayan
(1779) Aynalıkavak Anlaşmasıyla çözüldü. Bu anlaşma’dan yine 4 yıl sonra
(1783)de kapitülasyonların kapsamını iyice genişletti. 81 maddelik bir ticaret
anlaşmasını da imzalatmaya muvaffak oldu.
[1454] Hatta Kanunî Sultan Süleyman bile böyle bir işten ötürü bir kazaskeri
tekdir etmiştir. Pakalın, II, 58
[1455] “Aynî Ali Efendi” lâyıhası.
[1456] Sipahinin kendisine ait tahıl öşrünü, en iyi para getiren uzakça
pazarlara köylüye angarya olarak taşıtması, her gelen sipahinin kendisi için
köylüyü ev veya ambar yapmaya zorlaması ve bunun gibi başka hizmetlerdir.
[1457] Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu, Toplum ve Ekonomi, s.14
[1458] 1695-1703 arasında muaccele 126 000 000’den akçe elde edilmişti. Bu da
bütçe gelirlerinin ancak % 1,5’u oluyordu.
[1461] Örneğin Merkezî otoritenin zayıflaması içlerinde Çapanoğulları, Küçük
Alioğulları, Caniklizâdeler, Tekeoğulları, Karasinanoğulları, Tepedelenli Ali
Paşa ve Serezli İsmâil Efendi gibi hânedanlıkların birkaç nesil devamına da
vesile olmuştur.
[1462] Nihayet bu durum Üçüncü Selim zamanında dayanılmaz duruma gelince
tevcih ve mansıblarında verilecek câize işi yeni bir nizama bağlanmıştır.
[1463] Yüzyıl’ın sonunda Merkezî yönetim(örneğin II. Mustafa 1695-1703)
vezirlerin, zengin ağaların mallarını savaş gerekçesiyle müsadere ettirdi.
1684’te Trablusşam Valisi Hasan Paşa’nın 50 milyon, Sadrazam Merzifonlu Kara
Mustafa Paşa’nın 225 milyon; 1686’ da vezir Kara İbrahim Paşa’nın 172 milyon,
1688’de Yusuf Ağa ile Ali Ağa’nın 115 milyon akçe tutan mal varlıklarına
müsadere yoluyla elkonuldu. Yine aynı dönemde Çelebi Mehmet Paşa’nın 20 milyon,
eski sadrazamlardan Bekri Mustafa Paşa’ nin 55 milyon akçe tutan mal varlıkları
bu yöntemle devlet hazinesine aktarıldı. Edirne vakasi’nda (1703) idam edilen
Feyzullah Efendi’nin de yaklaşık 50 milyon akçe tutan mal varlığı müsadere
edildi. 1710-1718 arası Türk-Rus, Türk-Venedik, Türk-Avusturya savaşları
sırasında Hac Emiri Nasuh Paşa’nın, Eflak voyvodası Konstantin’in, Sadrazam
Şehit Ali Paşa’ nin 50’şer milyon akçe tutan mal varlıklarına da elkonuldu.
Damat ibrahim Paşa’nın 120 247 320 akçe tutarındaki mal varlığı, 1750’de de
Rakka valisi Pir Mustafa Paşa’nın 50 milyon akçelik mal varlığı müsadere
edildi.
[1464] Tam tersini görmek isteyenler için patalojik anatomi atlasları
bulunduğu unutulmamalıdır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar