Bâtıni Mevlâna
Mevlâna’nın Biyografisine Kısa Bir Bakış
Mevlâna’nın Paranormal Özellikleri
Tasavvufi Eğitim
Mevlâna’nın Bâtıni Yönü
Kozmik Hiyerarşi
Aşk ve Aşka Ulaşma
İnsan, Beden, Ruh ve Can Kavramları
Akıl ve Bilgi
Evrim
Dünya Hayatı ve Kader
Sebepler ve Sonuçlar
Bela ve Keder
Ruhun Ölümsüzlüğü
Cennet ve Cehennem
Nefsaniyet
Uyanış
Miraç
Sema ve Zikir
Zaman
Gece
Rüya
Rezonans
Karşıtlar Kavramı İkinin İkincisi
Mansur Şarabı
Saba Melikesi, Hz. Süleyman ve Hüdhüd Kuşu
Sonuç
Kaynakça
MEVLÂNA
Kevser YEŞİLTAŞ - Nilüfer DİNÇ
SINIR ÖTESİ
YAYINLARI
Mevlâna
Kevser Yeşiltaş - Nilüfer Dinç
Bu kitabın
tüm yayın hakları, SINIR ÖTESİ YAYINLARI’na
aittir.
SINIR ÖTESİ YAYINLARI
1. Baskı 7 Temmuz
2011
Mevlâna Celâleddin-i Rumi İslam Ezoterizmi’nin
en önemli isimlerinden biridir. Ancak onun bâtıni yönü geniş kitlelerce hiçbir
zaman anlaşılamamıştır. Onun bâtıni yönünü anlayabilmek için günümüze kadar
gelen eserlerinin üstündeki örtünün kaldırılması şarttır. Aksi takdirde o büyük
bâtıni öğretinin sırlarına nüfuz edilemez.
Sözlerinin üstü örtülü olduğunu bizzat kendisi
de kaleme aldığı eserlerinde özellikle vurgulamıştır.
Halka bundan fazla söylemeye imkan yok...
Akılların alacağı kadar aşağı mertebeden söylemekteyim.
Kendisi bu şekilde davranmış ve müritlerine de
yine aynı öğütte bulunmuştur:
Mademki duyuyor düşünüyor, seziyorsun... Büyük
hakikati bulmak için gönlünü ve idrakini yoracaksın... Duyduklarını ve
bulduklarını söyleyeceksin... Sen söyleyemezsen, ruhunun vasıl olduğu sırları,
şiirlere, sazlara, sema’lara söyleteceksin...
Bütün bunları dahi söylenemeyecek ölçüde büyük
sırlara erdiğin zaman ise...
İşte o zaman susacaksın!
Peygamberler men ediyorlar...
Mevlâna gerçeklerin apaçık söylenmemesinin,
aslında içinde bulunduğumuz çağın özelliğinden dolayı olduğunu da açıklamıştır.
Ben bunu tamamıyla söyleyemiyorum çünkü
peygamberler men ediyorlar.
Peygamberlerin men ettiğini söylemesi son
derece önemli ezoterik bir bilgidir. Gerçeklerin perdelenerek verildiği dinler
devrinin karakteristik özelliğini burada dile getirmiştir. Çünkü tufandan sonra
başlayan bizim devremiz insanlığı hızlı bir aşağıya iniş sürecinin içine girmiş
ve bu süreç içinde kozmik bilgilerden de uzaklaşma kaderiyle başbaşa kalmıştır.
Bu dönem içinde bizim devremiz insanlığı apaçık bilgilerle değil, üstü
örtülmüş, bohçalanmış bilgilerle yaşamak zorunda kalmıştır.
Dinler de bu zaruretten dolayı insanlara üstü
örtülü bilgiler aktarmıştır. Aktaracakları ilâhi bilgileri sembollere
büründürerek bizlere nakletmişlerdir. “Peygamberler men ediyorlar” demesinin
nedeni budur.
Zaten tasavvufi çalışmaların ortaya çıkışı da
dinlerin bu özelliğinden kaynaklanmış ve yapılan özel çalışmalarla dinlerin
aktarmak istedikleri gerçeklere ulaşılmaya çalışılmıştır.
Dinlerin insanlara aktardığı sembolik
bilgilerin apaçık hâli sadece özel inisiyatik çalışmalarda, bazı mabet ve
dergahlarda o çalışmaya katılanlara belli bir disiplin içinde açıklanmıştır.
Büyük bir çoğunluk tarafından bu bilgiler hiçbir zaman anlaşılamamıştır.
Biz ezoterizmle uğraşanlar bile, bir zamanlar
bu dergahlarda yaşanan gizemlerin tamamının ne olduğunu bilmiyoruz. Çünkü tam
anlamıyla bu, büyük bir sır perdesi altında buralarda yaşananlar gizli
tutulmuştur. Günümüzde hâlâ bu merkezlerde yaşananların neler olabileceği ile
ilgili araştırmalar ezoterizmin ışığı altında sürdürülmektedir.
İşte bu kitapta da böyle bir yol izlenmiş ve
ezoterik bilgilerin ışığında Mevlâna’nın bâtıni yönüne küçük de olsa bir
pencere açılmaya gayret edilmiştir. Ne yazık ki, günümüzde Mevlâna’nın bu yönü
bilerek ya da bilmeyerek hep göz ardı edilmiş durumdadır. Geleneksel sünni
inancının içinde O’nun bâtıni yönü neredeyse yok sayılmış, görmemezlikten
gelinmiştir.
Üç aşamalı inisiyasyon...
Mevlâna Celâleddin-i Rumi’nin bâtıni öğretisi,
diğer Sufi öğretilerinde olduğu gibi üç aşamadan oluşmuştu. Bu aşamalar Şeriat,
Tarikat, Hakikat olarak isimlendirilmiştir.
Şeriat, tarikat, hakikat arasındaki ilişkiyi
mum örneğiyle açıklar:
Şeriat muma benzer; insana yol gösterir. Fakat
sadece mumu ele almakla yol aşılmaz. O mumun ışığında yola düştün mü, işte bu
gidiş tarîktir. Yola çıkıştaki hedefine ve maksadına ulaştın mı, işte bu
hakikattir.
Mesnevi c. V
Mevlâna bu sözleriyle Sufi Gizli Öğretisi’nin
temelini özetlemiştir. Görünenden görünmeyene, bilinenden bilinmeyene doğru
gidilen tarikat yolunun hedefini göstermiştir. Çok sayıda kişi bu Sufi
Tarikatları’nda özel eğitimden geçirilmiş ve ilahi sırlara inisiye olmuşlardır.
Bu makama eren kişinin aslı, ya göklerdendir.
Yahut topraktır da topraklıktan tamamıyla çıkmıştır.
Mesnevi c. III
Dr. Bedri Ruhselman ekolünde yetişen ve uzun
bir süredir Sınır Ötesi Yayınları araştırma ekibinde çalışmalarına devam eden
Kevser Yeşiltaş ve Nilüfer Dinç tarafından kaleme alınan bu kitapta; hem
Mevlâna’nın bâtıni öğretisinin temel prensipleri, hem de Mevlâna’nın yaşamı
içinde kendisinin sergilemiş olduğu ve çevresinin şahit olduğu bazı mucizevi
olaylar ele alınarak okuyucuya sunulmuştur.
Bu mucizevi olaylar Parapsikoloji Bilimi’nin
bulguları ışığında değerlendirilerek, bir zamanlar dergahlarda yaşanan bu
sıradışı olaylara açıklık getirilmiştir.
Işık ve Sevgiyle Kalın.
Ergun
CANDAN
SINIR ÖTESİ YAYINLARI
Genel Yayın Yönetmeni
Mevlâna’nın Biyografisine Kısa
Bir Bakış
Asıl adı Muhammed Celâleddin olan Mevlâna 30
Eylül 1207’de, bugün Afganistan sınırları içerisinde bulunan Belh’te doğmuştur.
Mevlâna ismi Rumi gibi kendisine sonradan verilmiştir. Mevlâna, efendimiz
anlamına gelir, Rumi ise Anadolulu demektir.
Mevlâna’nın babası önemli bir kültürel merkez
olan Belh şehrinin ileri gelenlerindendir. Belh şehri o dönem önemli
mutasavvıfların yetiştiği Horasan bölgesinin önemli yerlerinden biriydi.
Alimlerin Sultanı olarak tanınan babası Muhammed Bahâeddin Veled Kübreviye
tarikatının kurucusu Necmüddin Kübra’nın halifelerindendir. Mevlâna’nın annesi
ise Belh emiri Rüknüddin’in kızı Prenses Mümine Hatundur.
Bahaeddin Veled, Moğol istilasının yaklaşması
ve bazı siyasi sıkıntılar nedeniyle beraberinde büyük bir kalabalıkla 1219
yılında Belh’ten göç eder. İlk çocukluk yıllarını doğduğu Belh’te geçiren
Mevlâna bu uzun göç boyunca devrin ileri gelenlerinden pek çok isimle tanışma
fırsatı bulur. Kervan Nişabur, Bağdat, Kûfe, Mekke, Medine, Kudüs, Şam, Halep,
Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde gibi şehirlerden sonra Karaman
(Larende) ve en sonunda da Konya’ya gelir.
Uzun yıllar süren bu göç yolculuğunda Mevlâna
Ferideddin Attar, Şihabeddin Sûhreverdi, Muhyiddin Arabi, Sâdüddîn Hamevî gibi
devrin pek çok ünlü âlim ve sufisiyle tanışma fırsatı bulur.
Muhyiddin Arabi, babasının ardından yürüyen
Mevlâna’yı görünce “Sübhânallah! Bir okyanus bir denizin ardından gidiyor*”
demiştir. 1
1 BEYTUR,
Midhat Bahari, Mesnevi Gözüyle Mevlâna, Şiirleri, Aşk ve Felsefesi, Sulhi Garan
Mevlâna, istanbul, 1965, s. 91
İlk eğitimini babası Bahaeddin Veled’den alan
Celaleddin Rumi, Rumca’yı iyi bildiği için Eflatun’un yapıtlarını orijinalinden
okumuş, genç yaşta felsefe, mantık, bâtınilik, ezoterizm vb. konuları
incelemişti.
1225 yılında babasının müridinin kızı olan
Gevher Hatun ile evlenir ve iki oğlu dünyaya gelir. İlk oğluna Bahâeddin Sultan
Veled, ikinci oğluna ise Alaeddin ismini verir.
Mevlâna’nın ilk öğretmeni olan babasının
1231’de vefatından sonra babasının eski öğrencisi Seyyid Burhaneddin Tirmizî
ikinci öğretmeni olur. Onun ruhani gelişiminde babası kadar Tirmizî’nin de
katkısı vardır. Burhaneddin’in gözetiminde nefis terbiyesiyle meşgul olurken
onun isteği üzerine de Halep ve Şam’a giderek dini eğitimine devam eder. Yedi
yıl süren bu zorlu eğitimin ardından Burhaneddin artık Mevlâna’ya
aktarabileceklerinin tamamlandığı düşüncesiyle Kayseri’ye döner.
Bu arada iki oğlunun annesi olan eşinin
ölümünün ardından soylu bir aileden gelen Kerra Hatun ile evlenir ve ondan da
bir oğlu ve kızı olur.
Burhaneddin Tirmizî’nin vefatının ardından
fıkıh ve diğer dini ilimler konusunda medreselerde dört yıl kadar ders verir.
Şems-i Tebrîzî isimli kişinin Konya’ya gelmesi
Mevlâna’nın hayatının dönüm noktası olmuştur. Karşılaştıklarında Mevlâna kırk
yaşına yakın, Şems ise altmışının üzerindedir.
Şems’in hayatı hakkında sınırlı bilgi
bulunmakla birlikte kaynaklara göre 1186 civarında Tebriz’de doğmuştur.
Çocukluk ve gençlik yıllarında yüksek manevi yetenekleri olduğu, sema yaptığı
ve tam bir medrese eğitiminden uzak durduğu anlatılır. Tacir kıyafetiyle
sürekli seyahat etmekte, gittiği yerlerde medrese yerine hanlarda konaklamayı
tercih etmektedir. Görüştüğü şeyhlerin kendisini tatmin etmediği ve gerçek
dostu aradığı bilinen Şems Mevlâna için yola çıktığını kendi eseri Makâlât’da
şöyle ifade eder:
“Allah’a yalvardım. ‘Ya Rabbi! Beni kendi
velilerinle tanıştır, onlarla yoldaş et’ dedim. Rüyamda ‘Seni, bir veliyle
yoldaş edelim’ dediler. ‘O veli nerededir?’ diye sordum. Ertesi gece bu velinin
Rûm (Anadolu) diyarında olduğunu söylediler. Bir müddet sonra tekrar gördüğüm
rüyada, ‘Henüz vakti gelmedi, her işin bir zamanı var’ dediler.”
Şems-i Tebrîzî, Makâlât, s. 13
Şems seyahatlerinin sonunda Konya’ya geldiğinde
Şekerciler hanında bir oda tuttu, kapısına da kendisini büyük bir tacir
sansınlar diye iki üç dinar kıymetinde nadir bir kilit taktı. Aslında han odasında
eski bir hasır, kırık bir ibrik ve bir tuğla yastıktan başka bir şeyi yoktu.
On, on beş günde bir, bir parça kuru ekmeği paça suyuna batırıp tirit yapar,
onunla iftar ederdi. 2
2 Eflaki,
Ahmet, Âriflerin Menkıbeleri I, s. 91
“Dünyanın hiçbir yerinde Mevlâna’nın eşi ve
benzeri yoktur. Bütün fenlerde, bütün bilgilerde din bilgisinde, gramer,
sentaks, mantık ilimlerinde en büyük uzmanlarla kuvvetle konuşur, tartışır;
onlardan daha üstün, onlardan daha bediî ve parlaktır. Gerekirse ve gönlü
isterse yahut üzüntüsü buna mani olmazsa ve konunun tatsızlığından imtina
etmezse, hepsinden daha yetkili konuşur.
Ben akıl yönünden bilinmesi gerekli bu
bahislerde yüz yıl uğraşsam, ondaki ilim ve hünerin onda birini elde edemem.
Halbuki o, kendisini bir ümmî gibi görür. Benim önümde beni dinlerken, nasıl
anlatayım tabir câizse, babasının önüne oturmuş iki yaşında bir çocuk yahut
İslâmiyet’e dair bilgisi olmayan yeni Müslüman olmuş bir mühtedi gibi öylesine
utangaç bir hâl alır.”
Şems-i Tebrîzî, Makâlât, s. 192
İlk karşılaşmalarının 25 Kasım 1244’de olduğu
rivayet edilir. Bu ilk görüşme çeşitli şekillerde anlatılmışsa da en bilineni
Eflaki’nin anlatımıdır. Buna göre;
Bir gün Şems kaldığı Şekerciler hanının kapısında
oturmaktaydı. Mevlâna Pamukçular Medresesi’nden çıkmış, yanında bilginler,
danişmentler ve öğrencileriyle beraber oradan geçiyordu. Birdenbire Şems
kalktı, Mevlâna’nın önüne geçti ve “Ey dünya ve mana nakitlerinin sarrafı,
Tanrı adlarının bilgini, söyle! Muhammed hazretleri mi yoksa Bâyezîd-i Bistâmî
mi?” büyük diye sorar. Mevlâna “Hayır, hayır, Muhammed Mustafa bütün peygamber
ve velilerin başı ve reisidir. Hakikatte büyüklük ve ululuk onundur” der. Şems
“O hâlde o, ‘Seni tesbih ederim Allah’ım, biz seni lâyıkıyla bilemedik’ dediği
hâlde, Bâyezîd ‘Benim şanım ne yücedir, ben sultanların sultanıyım’ diyor” diye
cevap verir.
Bunun üzerine Mevlâna bu sorgunun azametinden
kendinden geçer. Kendine geldikten sonra “Bâyezîd’in susuzluğu az olduğundan,
bir yudum su ile kandı, idrak bardağı hemen doluverdi; halbuki Muhammed’in
susuzluğu arttıkça artıyordu. Onun göğsü Allah tarafından açılmıştı, sürekli
susuzluğunu dile getiriyordu” der ve Şems bu cevap üzerine kendinden geçer.
Bir süre sonra yürüyerek medreseye giderler.
Kırk gün, üç ay gibi hücreye kapanıp çıkmadıklarına dair rivayetler vardır.
Sultan Veled babasının Şems’le beraberliği için
İbtiânâmesinde der ki:
“Ansısızın Şemseddin geldi, ona ulaştı.
Mevlâna’nın gölgesi, onun ışığının parıltısında yok oldu. Aşk âlemi ardından
defsiz, sazsız avazını eriştirdi. Ona ma’şukun hâlini anlattı. Bu suretle
Mevlâna’nın sırrı gökleri aştı.
Şems dedi ki:Sen bâtına bağlanmışsın ama şunu
bil ki ben bâtının bâtınıyım.
Ben sırların sırrıyım, nurların nuruyum.
Erenler benim sırlarıma erişemez. Aşk yolunda perdedir benim. Diri sevgi,
tapımda ölüdür.”
Şems-i Tebrîzî, Makâlât, s. 72
Şems’ten önce öğrencilerine ders veren, halkın
manevi gelişimiyle ilgilenen kişi gitmiş yerine aşk cezbesiyle yanıp tutuşan,
kendinden geçmiş başka biri gelmiştir.
Allah aşığı bu iki kişi ilahi sohbetlere dalar
ancak bu ilişki Mevlâna’nın hayatını da altüst eder. Medreseyi kapatarak
öğrencileriyle bağlantısını kesmesi, gece gündüz Şems’le birlikte olması yakın
çevresini rahatsız eder.
Şems’ten sonra babasında olan bu dönüşümü yine
Sultan Veled şöyle dile getirir:
“Şemseddin’le buluşmadan önce Mevlâna, canla
başla, gece gündüz ibadet etmekteydi. O seçkin padişah, daima zahidlik ve din
ilmiyle meşguldü. Takva ve zahidlikle yol almaktaydı. O duraklara bu
gayretlerle erişmişti. Şems’in hakikat güneşi Mevlâna’nın kalbine tesir edip,
onu kendine kılavuz seçince, onun işareti üzere sema’a başladı. Sema’dan önce
zühd ve perhizlede elde ettiği hâllerin, tecellilerin yüz kat daha fazlasını,
şimdi sema’da buluyordu.”
Bu karşılıklı bir dönüşüm sürecidir. Mevlâna
gibi Şems de kendisine ayna olacak dostu aramaktadır. Bu iki dost birbirlerinin
aynasında Bir Olan’ı görürler. Şems sırrını paylaşacağı kişiyi şöyle
tanımlamıştır:
“Ben sırrı öyle birisine söylerim ki, onu kendi
benliğimde değil, kendimi onun benliğinde göreyim. Böylece kendi sırrımı
kendime söylemiş olurum.”
Şems-i Tebrîzî, Makâlât, s. 71
Şems, çok değer verdiği kişilerin, babasının
bile eserlerini okumaktan men eder. Mevlâna’nın dış dünyadan koparak sürekli
Şems’le vakit geçirmesi etraflarındakilerin hoşuna gitmez. Şems’in teşvikiyle
Mevlâna sema etmekte, medreseye de pek uğramamaktadır. Onun sohbetinden, manevi
zenginliğinden mahrum kalanlar kıskançlık içinde Şems’e düşman olurlar.
1246 yılı şubat ayında artan bu muhalefetin
sonunda Şems birden ortadan kaybolur. On beş ay süren bu ayrılık süreci
Mevlâna’da derin bir üzüntü yaratır. Bu zaman zarfında Mevlâna eski hâline geri
dönmek şöyle dursun, tamamen medreseyi bırakır, kimseyle görüşmez, yalnızlığa
çekilir.
Mevlâna ayrılık ateşinin kendisi üzerindeki
etkisini Mesnevi’de şöyle dile getirir:
“Hamı ayrılık ateşinden başka ne pişirebilir,
nifaktan ne kurtarabilir?”
Mesnevi c. I, s. 246
Birkaç ay sonra Şems’in Şam’da görüldüğünü duyan
Mevlâna onun Konya’ya dönmesini isteyen bir mektup gönderir. Şems’in
reddetmesiyle tekrar mektup gönderilir ancak başarılı olamayınca Sultan Veled
onu getirmek üzere Şam’a gider.
Şems 1247 yılı mayıs ayında Konya’ya döner ama
eski huzursuzluklar devam etmektedir.
Şems’in ikinci ve son olarak ortadan kayboluşu
çeşitli rivayetlerle anlatılır. Bunlardan birisine göre; Aralık ayında bir
akşamüstü Mevlâna ve Şems birlikteyken kapı çalınır, uzaktan gelmiş bir
dervişin Şems’i aradığı söylenir. Şems odadan çıkar ve bir daha görülmemek
üzere ortadan kaybolur. Kimi kaynaklara göre Mevlâna’nın küçük oğlu Alaattin
kimilerine göre öğrencileri tarafından gizlice öldürülmüştür. Akıbetiyle ilgili
kesin bir bilgi yoktur.
Şems’ten sonra Mevlâna’nın eskisi gibi
olacağını düşünenler yanılmış, ondaki ilahi aşk hâli daha da kuvvetlenmişti.
Şems’ten haber verenlere doğru olup olmasına
bakmaksızın üstünde başında ne varsa veriyordu. Bir gün bir adamın Şems’i
Şam’da gördüğünü söylemesi üzerine çok sevinerek ne varsa bağışladı. Bunun
yalan haber olduğunu söyleyenlere “Bu verdiklerim yalan haber içindi. Doğru
haber olsa canımı verirdim” demişti.
Şems’in ortadan kayboluşundan sonra Seyyid
Burhâneddîn’in ve kendisinin müridlerinden kuyumcu Selâhaddîn-i Zerkûbî ile
aralarında ruhani dostluk başlar. Tanışmaları eskiye dayanır, fakat Mevlâna’ya
tamamen bağlanmasına sebep olarak şu olay aktarılır:
Bir gün Şeyh Selâhaddîn’in Kuyumcular
çarşısındaki dükkanının önünden geçmektedir. İçeride çırakların altın
döğmesinin sesini duyunca, o seslerin ahengiyle sema yapmaya başlar. Dışarıda
Mevlâna’nın sema yaptığını gören Şeyh Selâhaddîn çıraklarına işaret ederek
altın yapraklarının zayi olmasına aldırmadan ciddiyetle devam etmelerini ister.
Şeyh ve çırakları bu kadar vurmalarına rağmen altın yapraklarının zayi
olmadığını hayretle görürler. 3
3 Prof.
Dr. Ayan, H - Prof. Dr. Ayan, G - Dr. Erol, E. Sevâkıb-ı Menâkıb s. 255
Kuyumculuğu bırakarak Mevlâna’nın hizmet ve
dostluğunu seçen Selâhaddîn, Şems’in yerini tutamasa da Mevlâna bir sukünete
kavuşur. Kendi müritleriyle ilgilenemediği için yerine Selâhaddîn-i Zerkûbî’yi
halife tayin eder. Ancak Şems’e yönelik kin bu sefer ona yönelir ve Mevlâna’nın
bir kısım müridi tarafından başarısız bir suikast düzenlenir. On yıl süren bu
dostluğun ardından şeyhin ölümüyle Mesnevi’nin yazımına sebep olan Çelebi
Hüsamettin’i dost seçer.
Çelebi Hüsamettin soylu bir ailedendir.
Ahilerin şeyhi olan babasını kaybetmesinin ardından tüm varlığından vazgeçerek
Mevlâna’nın hizmetini seçer. Eflaki, Mesnevi’nin yazımını anlatırken “Mevlâna
asil kişilerin sultanı Çelebi Hüsâmeddin’in cazibesi ile heyecan içinde sema
ederken, hamamda otururken, ayakta, sükunet ve hareket hâlinde daima Mesnevi’yi
söylemeye devam etti. Bazen öyle olurdu ki, akşamdan başlayarak gün ağarıncaya
kadar birbiri arkasından söyler, yazdırırdı. Çelebi Hüsameddin de bunu süratle
yazar ve yazdıktan sonra hepsini yüksek sesle Mevlâna’ya okurdu.” diye
bahseder.
1273 yılı sonbaharında Mevlâna rahatsızlanır,
hekimlerin tüm tedavi çabalarına rağmen 17 Aralık 1273’te özlemiyle yandığı
Sevgili’ye kavuşur. Cenazesinde ağlayıp feryad edilmesini istemediği ve bunu
bir ayrılık değil, bir kavuşma gecesi olarak tanımladığı için buna“Şeb-i Arus”
(Düğün gecesi) adı verilmiştir.
Mevlâna ölümle ile ilgili düşüncelerini çok
açık ifade etmiştir:
Cenazemi görünce ayrılık ayrılık deme. O vakit
benim buluşma ve görüşme zamanımdır.
Beni kabre indirip bırakınca, sakın elveda
elveda deme; zira mezar cennetler topluluğunun perdesidir.
Batmadı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşe ve
aya batmadan ne ziyan geliyor ki?
Sana batmak görünür, ama o, doğmaktır. Mezar
hapis gibi görünür, ama o, canın kurtuluşudur.
Hangi tohum yere ekildi de bitmedi! Ne diye
insan tohumunda şüpheye düşüyorsun!
Mevlâna’nın cenaze törenine her yaş, ırk ve
dinden, Müslüman, Musevi ve Hristiyan katılır. Ardından Çelebi Hüsamettin,
Mevlâna’nın isteğiyle ruhani halifeliğini sürdürmüş, Mevlevi cemaatini onun
ilkeleri doğrultusunda yönlendirmiştir.
Mevlâna’nın Eserleri
Çoğunlukla Farsça’yı kullandığı, Arapça ve
Türkçe parçalar da içeren beş büyük eser bırakmıştır: Mesnevi, Divân-ı Kebir,
Fihi Ma Fih, Mecalis-i Seba ve Mektuplar’dır.
Mesnevi
Mesnevi ikili, ikişer anlamına gelen Arapça bir
kelimedir. Kendi aralarında kafiyeli olan beyitlerden oluşan bu eser altı
ciltten oluşur. Mevlâna’nın çok çeşitli konularda bilgi verdiği Mesnevi’de
Kur’an’dan alıntılar, peygamberlerden örnekler, kıssalar ve hikayelerle gizli
sırlar ve önemli hakikatler aktarılmıştır. Anlamanın kolay olmadığını Mevlâna
da “Bu hikmetleri, bu hakikatleri duysan bile, sana masal gibi gelir. Dışyüzünü
duyarsın, iç yüzünü değil!” sözüyle dile getirmiştir.
Her dükkanın ayrı bir sanatı, ayrı bir kârı
vardır: Mesnevi yokluk dükkanıdır oğul.
Kunduracı dükkanında güzel deriler bulunur.
Herhangi bir tahta parçası görürsen bil ki kundura kalıbıdır.
Kumaş satanlarda kumaşlar, ipekliler bulunur.
Demir olsa olsa arşın olarak vardır.
Mesnevi’miz Vahdet dükkanıdır; orada Bir’den
başka ne görürsen puttur.
Mesnevi c. V, 1528
Fihi Ma Fih
Nesir formunda yazdığı bu eser Mevlâna’nın son
dönemlerinde yakın müritleriyle yaptığı konuşmalardan oluşur. “İçindeki
içindedir” anlamına gelir. Yakınları ve müritleri tarafından kâleme alınmıştır.
Allah, mürşid-mürid, aşk, sufi yolu, irade, ikilik-birlik gibi Mevlâna’nın
tasavvufi düşünce ve görüşleri yer almaktadır.
Divân-ı Kebir
Eser Tebrizli Şems’in Konya’ya gelişinden
başlayarak Mevlâna’nın ölümüne kadar geçen uzun bir süre içinde yazılmıştır.
Çoğunlukla Şems ve ilahi aşk temasına dayalı Mevlâna’nın vecd hâlinde söylediği
şiirlerden oluşur. Divan-ı Şems de denir.
Mecalis-i Seba
Yedi Meclis denilen bu eser Mevlâna’nın verdiği
vaazlardan oluşur. Genel olarak ayet ve hadislerin açıklaması, peygamber
kıssaları gibi konular işlenmiştir.
Mektuplar
Mevlâna’nın devlet adamlarına, yakınlarına ve
tavsiye isteyen çeşitli şahıslara yazdığı mektuplardan oluşur.
Mevlâna’nın
Paranormal Özellikleri
Donup kalmamış olan keskin bakışlarsa, ileriyi
delip gider, perdeleri yırtıp görür.
Bu bakışa sahip olanlar, on yıl sonra olacak
şeyi şimdicik, hem de gözleri ile görürler.
Böylece herkes bakışı ve görüşü miktarınca
gaybı da görür, geleceği de... hayrı da görür şerri de.
Mesnevi c. IV, 2901
İslam mistisizminin önemli isimlerinden Mevlâna
bütün büyük sufiler gibi parapisişik yetenekler sergilemiş ve yaşamı boyunca
ortaya çıkan doğaüstü olaylara çevresindekiler tanıklık etmiştir.
Sufi ekollerinde bu, öğretinin bir parçasıdır.
Gerek medidatif çalışmalar, gerek konsantrasyon çalışmaları ile belli bir süre
sonra kendiliğinden ortaya çıkan tezahürlerdir bunlar. Özellikle zikir
çalışmaları bu tür yeteneklerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.
Mürşitlerin göstermiş olduğu bu paranormal
fenomenler sufi öğretisinin bir parçası konumundadır. Burada amaç gösteri
yapmak ya da insanları mucizeler göstererek etki altına almak değildir,
öğretinin doğal akışı içinde gerçekleşen unsurlardır bunlar.
Ancak bu tezahürler sadece mürşitler değil
müritlerde de ortaya çıkabilmekteydi. Bunların inisiyatik eğitimin doğal bir
sonucu olduğunu bir sufi hikayesi çok güzel aktarır:
Bir mürşit öğrencisine o gece zikir
çalışmasında ne yapacağını açıklar ve arkasını dönüp karşı kıyıya geçmek için
nehrin üstünde yürümeye başlar. O anda öğrenci hocasının söylediği bir sözü tam
anlayamadığını fark eder. Suyun üstünde yürümekte olan mürşidinin peşinden
koşarak yanına gider ve mürşidine kendisine vermiş olduğu zikir çalışmasıyla
ilgili bir şey sorar.
Hoca dönüp baktığında öğrencisinin de kendisi
gibi su üstünde durduğunu görür ve şöyle der:
Git nasıl istiyorsan zikrini öyle yap!
Tüm temiz gönüllerde gizli mucize ve kerametler
gerçekleşebilir demektedir Mevlâna.
Gizli olan mucize ve kerametler, temiz
pirlerden gönüllere akseder.
Mesnevi c.VI, 1300
Vahdet küpünden bir kadeh şarap iç, mest ol; bu
kerametlerim, hep vahdet şarabındandır!”
Divân-ı Kebir c. IV, 2111
Allah velilerinin eriştikleri yakınlıkta
yüzlerce keramet, yüzlerce iş güç var.
Meselâ demir, Davud’un elinde mum oluyor…
halbuki senin elinde mum, demir kesiliyor! Yaratma ve rızık verme yakınlığında
herkes müsavidir, bu sıfatlar herkeste var. Fakat bu ulular, Allah aşkının
vahyi yakınlığına sahip olurlar. Babacığım, yakınlık da çeşit, çeşittir. Güneş
dağa da vurur, altına da! Fakat güneşin altına bir yakınlığı var ki söğüdün
bundan haberi bile yok! Kuru dal da güneşe yakındır, yaş dal da. Güneş hiç
ikisinden de gizlenir mi ki? Fakat yaş taze dalın yakınlığı nerede? O daldan
olgun meyveler devşirmede, olgun meyveler yemedesin. Fakat bir de bak, kuru
dal, güneşe yakınlığından kuruluktan başka ne bulabilir?
Mesnevi c. III. 700-705
Gönül gözünü açabilen, içinden dışarı doğru
taşabilenler için mucize yoktur. O bize mucize görünür. Yaşanan bu mucizevi
hâller su üstüne çıkan parapsişik yeteneklerdir.
Güneş her zerreye eşit olarak yansır. Ancak
kendi özünde liyakatli olanlar güneş ışığından yararlanır, diğerleri kavrulur
işe yaramaz. Sadece sebeplenir. Yakınlık ile, enerjilerin arz âlemine
indirilmesi ile mucizeler gerçekleşir.
Güneş ile yakınlık kurabilen ağaç, güneşin
nimetini, olgun meyveler olarak açığa çıkarır. Yaklaşan ve secde eden insan
için, bâtındaki enerjinin akışı ile, insan-ı kamil açığa çıkar. Açığa çıkan,
mucize ancak ve ancak yaklaşanlar ve yakınlaşanlar içindir, yani gönülleri,
kalpleri, akılları ve sözleri bir olanlar, birleştirenler ve açığa çıkaranlar,
güçlü hatırlayanlar içindir.
Bizim için mucize olarak değerlendirilen bu
fenomenleri fizik, kimya gibi pozitif bilimler açıklamakta yetersiz kalmakta,
bu yüzden de görmezden gelmektedir.
Bu fenomenler kendini tanıma yolunda aşama
aşama ilerleyen müritler için önemli ruhsal tezahürlerdir.
Gerek müritlerinde gerekse de Mevlâna’nın
kendisinde bu tür ruhsal tezahürlerin olduğu tutulan kayıtlarda görülmektedir.
Eflaki’nin Ariflerin Menkıbeleri’nde ve Sevakıb-ı Menakıb’ta yer alan
fenomenlerin içinden seçtiklerimizi sizlerle paylaşıyoruz.
Telekinezi, levitasyon, apor, dedublüman,
mateyalizasyon-demateryalizasyon, durugörü, görücü medyomluk şifacılık, telepati bunlar arasında en fazla görülen
tezahürlerdir.
Telekinezi
Grekçe tele (uzak) ve kinesis (hareket)
kelimelerinden türetilmiştir. Fiziksel medyomlar herhangi bir temas olmaksızın
ya da bir araç kullanmadan eşyaları hareket ettirebilirler. Telekinezi gücü
diğer paranormal yetenekler gibi her insanda mevcut olup çalışmayla da ortaya
çıkartılabilir.
Mevlâna’nın hayatında da mucize olarak
değerlendirilmiş sayısız telekinezi örnekleri mevcuttur.
Medresenin kapısı kendiliğinden açılıyor...
Babasının ölümünden sonra Mevlâna öğrenim için
babasının müritlerinden birkaçıyla Şam’a gider. Bir süre Halep’teki Halaviye
Medresesi’ne yerleşirler.
Medresede öğretmenlik yapan Halep Beylerbeyi
Kemaleddin bin al Adim Mevlâna’ya özel bir ilgi gösterir. Medrese kapıcısı her
akşam odasından Mevlâna’nın çıkıp kaybolduğunu söyler. Öğretmenlerinin ilgisini
kıskanan öğrenciler bu sözleri Beylerbeyi’ne yetiştirirler.
Bunun üzerine Kemaleddin bin al Adim de bir
gece kapıcı odasına saklanarak Mevlâna’yı gözetler. Gece yarısı Mevlâna
odasından çıkar. Medresenin kapısının önüne gelince kapı kendiliğinden açılır.
Mevlâna’yı takip eden Kemaleddin, şehir kapısının önüne gelince de aynı şekilde
kapının kendiliğinden açıldığını görür.4
4 Eflaki,
Ahmet, Âriflerin Menkıbeleri I, s. 80-81
İleride açıklayacağımız apor olayının da
beraberinde görüldüğü bir diğer telekinezi olayı da şöyledir:
Meclistekiler korkularından feryat ettiler...
Mu’înüddin Pervâne, bir gece Mevlâna’nın
sevgisine toplantı düzenleyip, şehrin büyüklerinin hepsi orada toplandılar. Her
gelen önüne bir büyük mum yaktı. Sonunda Mevlâna gelerek dostlarına “Önümüze
bir küçücük mum koyun!” dedi. Halk toplandığında Mevlâna’nın önünde olan mumun
küçüklüğüne şaşırdılar. Mevlâna: “Bu bizim küçücük, hakîrce mumumuz, sizin büyük
mumlarınızın canıdır. Eğer kabul eylemezseniz bakın!” diyerek “Üf!” deyip kendi
mumlarını söndürdü. Meclistekiler korkularından feryat ettiler. Mevlâna tekrar
“Üf!” dedi ve mumlar aydınlandı. Sabaha kadar sema ettiler. Sabah tüm mumlar
yanıp bitmiş, Mevlâna’nın küçücük mumunun ise ilk hâlinde olduğunu gördüler. 5
5 Prof.
Dr. Ayan, H - Prof. Dr. Ayan, G - Dr. Erol, E. Sevâkıb-ı Menâkıb s. 105
Ok atmak isteyenin kolu kalkmaz...
Konya şehri Moğolların saldırısına uğrar.
Baçunun askerleri şehri kuşatır. Şehir halkı sıkıntıya düşüp Mevlâna’dan yardım
ister. Çünkü Baçu hangi vilayete gittiyse halkını helâk edip, yağmalamıştır.
Mevlâna: “Siz kendinize göre tedarikinizi
gönlünüzden çıkarıp Hakk’a tevekkül eyleyin! Pak inançla bizden yardım
bekleyin! Yüce Allah sıkıntınızı def eyleye!” deyip şehrin meydanına çıkar.
Büyük bir ordu görür.
Baçu’nun haymesini bir evin dibine
kurmuşlardır. Onun üstüne çıkıp namaza başlar. Mevlâna’yı görüp Baçu’ya haber
verirler. “Ok yağmuruna tutun!” diye emreder. Ok atmak isteyen kimsenin kolu
kalkmaz. Ata binip hamle etmek isteyenlerin atlarının ayakları yere takılı
kalır. Sonra Baçu kendisi üç kere ok atar, üçü de önüne düşer. Sinirlenip atına
binmek ister. Biner, atı yürümez. Bu sefer yaya olarak hücum eder. Ayağı
tutulup yüzüstü yıkılır.
Sonunda Baçu aciz kalıp “Bu er yarlığandır!”
der. Yani Allah tarafından güçlendirilmiştir, bundan sakınmak gerekir deyip
özür dileyerek savaştan vazgeçer. 6
6 a.g.e,
s. 119
Ayağına dolaşan yüz dirhem...
Osman Gûyende anlatır:
Yeni evlenmiştim. Çok ihtiyacım vardı. O
sıkıntıyla Mevlâna’nın yanına vardım. Beni görünce hemen o sultan kalkıp evine
gidip geldi. Benimle merhabalaşıp avucuma bir miktar akçe koydu. Dedi ki:
“Şimdiden sonra bizimle bazı bazı merhaba eyle!” Yine sıkıntım oldu. Yine gelip
dedim ki: “Merhabaya geldim!” Mevlâna: “Bugün bir yağlı lokmaya yetişirsin!” O
gün akşama dek durdum. Bir alamet olmadı. Yağmur başladı. Kendime dedim ki:
“Aydınlıkken gitmek gerek! Karanlık ve balçık olur”. Kalkıp gittim, sular
yollarda birikmiş, ayağıma bir şey dolaştı. Çekip çıkardım, meğer bir keseymiş.
İçinde yedi yüz dirhem sultanî vardı! Alıp şükrettim. Sabah Mevlâna’nın yanına
varıp üzüntülü bir şekilde oturdum. Yani işaret yerini bulmadı gibi davrandım.
Mevlâna: “Ey Osman, yanındakini ortadan kaptın da yine sıkıntı mı arz edersin?”
deyince dayanamadım. Mübarek ayağına yüzümü sürüp ağladım. 7
7 a.g.e,
s. 112
Hırsızlar ne kadar uğraştılarsa da yanlarına
gelemediler...
Arif Çelebi anlatır:
Babam Sultan Veled rivayet eder. Şemseddin
hazretleri kaybolunca Mevlâna yanına eshabı alıp Şam tarafına yola çıktı.
Ansızın haramiler karşılarına çıktı, kervan sıkıntıya düştü. Mevlâna
kafiledekileri toplayıp, etrafına bir hat çekerek Hud Peygamber gibi davrandı.
Hırsızlar ne kadar uğraştılarsa da yanlarına gelemediler. Sonunda bir kişiyi
yaya olarak gönderdiler. Geldiğinde “Bu evliyalık meydanının sultanı kimdir?”
Cevap verdiler: “Sultanü’l Ulema’nın oğlu Mevlâna hazretleridir”. Orada aslan
gibi kudretli kimseler sinek gibi güçsüzleşip onun seveni ve kulu oldular. Üç
yüz kişi Halep şehrine varıncaya kadar Mevlâna hazretlerinin önünde yaya olarak
hizmet ederek, tevbe ettiler.8
8 a.g.e,
s. 106
Levitasyon
Levitasyon görünürde hiçbir fiziksel neden
yokken insan ya da eşyanın havaya kaldırılması, bir süreliğine havada asılı
kalmasıdır. Medyomlarda, fakirlerde, yogilerde gözlenen bu parapsikolojik
fenomenin açıklaması neospiritüalist anlayışa göre ektoplazmik maddenin bir
kaldıraç görevi görmesi, yerçekimine karşı zıt ya da onu nötralize eden bir
kuvvetin meydana gelişiyle oluşur. Bu istek ya da istek dışı olan fenomende
elektromanyetik alanda bazı akışkanların çekimden kaynaklanan ağırlığı ortadan
kaldırılmaktadır.
Ders anlatırken havada yürüyordu...
Mevlâna Şam’da Mukaddemiye Medresesi’nin
damında ders anlatmaktadır. Damın kenarına geldiğinde adımını atmaya devam
eder. Levite olarak yürür ve yine bu şekilde geri döner. Bunu aralıksız tekrar
eder. Medresedeki öğrenciler bunun üzerine Mevlâna’nın müridi olur.
Ayakları yerden bir arşın yukarıdaydı...
İmam İhtiyareddin anlatır: Bir gün Mevlâna
Hazretleriyle yalnız başımıza Hüsameddin Çelebi’nin bahçesine gidiyorduk.
Mevlâna Hazretlerinin arkasından yavaş yavaş giderken, ayaklarının yerden bir
arşın yukarıda gittiğini gördüm. Dayanamayıp aklım başımdan gitti. Bir zaman
sonra aklım başıma gelince kendisinin gittiğini gördüm. Ardından yetiştiğimde
dedi ki:”Adam bir kuştan değersiz midir ki havaya uçuşuna şaşarsın?” 9
9 a.g.e,
s. 126
Bir erkek çocuğu havada asılı kalmıştı...
Şeyh Sinâeddin Akşehirli anlatır: Mevlâna Şam
tarafına gittiği zaman, Sis vilayetinin papazlarından bir topluluğa rastladı.
Onlardan nice kere olağanüstü şeyler meydana gelmişti. Mevlâna’yı gördüklerinde
bir oğlana işaret ettiler. Oğlan havaya uçup asılı kalmıştı.
Mevlâna o anda ciddi olarak ilgilenmedi.
Ansızın oğlan feryada başladı: “Bir çare eyleyin!” Papazlar “Aşağı in!”
deyince, oğlan: “Gücüm yetmez! Sanki beni burada mıhladılar!” dedi. Rahipler,
çok çalıştırdılarsa da başaramadılar. Sonunda istemeyerek Mevlâna’ya “İhsan eyle,
bu oğlana himmet eyle! Aşağı insin!” dediler. Mevlâna dedi ki: “Kelime-i
şehâdet eylemedikçe kurtulmaz!” Oğlan kelime-i şehadet getirince, aşağı
kolaylıkla indi. Hemen onu görünce diğer papazlar da Müslüman oldular. 10
10 a.g.e,
s. 114
Mevlâna aniden denizin üstünde belirir...
Konyalı Kürd Kadı anlatır: Gençlik zamanımda
ticaret için İskenderiye’ye gitmiştim. Aniden çıkan fırtınayla gemi girdaba
girer. Gemideki tacirlerin hepsi çaresizlik içindedir. Mürit ‘Ey Mevlâna, ey
Mevlâna’ diyerek yardım ister.
Mevlâna aniden denizin üstünde belirir. 11
11 a.g.e,
s. 124
Bu olayda Mevlâna müridinin çağrısını telepatik
olarak almış, demateryalizasyon-materyalizasyonla müridinin yanına gelmiştir.
Bütün sufi çalışmalarında buna benzer birçok
olayın yaşanmış olduğunu biliyoruz. Mürit ne zaman başı sıkışsa hocasını
düşündüğü an hocası derhal müridinin yanında belirmiştir.
Apor
Bir veya birkaç şeyin aniden ortaya çıkmasına
apor adı verilir. Fiziksel medyomların tezahürlerinden olan bu fenomene
peygamberler, mistikler ve diğer kutsal kişilerde rastlanmıştır. Mevlâna’yla
ilgili günümüze kadar gelen olağanüstü femomenlerin içinde apor olayları bir
hayli çoktur.
Medresenin direği halis altın oldu...
Şeyh Bedreddin Tebrizi’nin kimya, simya ve
fizikte benzeri bulunmazdı. Sultanların sohbetine katılmak istese de olmazdı.
Konya’ya gelip Mevlâna’nın dervişlerinden olmak istedi. Sultan Veled
aracılığıyla Mevlâna izin verip, bilgisini gösterip, kimya kuvvetiyle her gün
dervişlere harcanmak üzere bin dirhem sultanî vaad etti, diye bildirdiler.
Mevlâna hiç cevap vermedi. Şeyh Bedreddin’i Mevlâna’nın huzuruna getirdiler. “
Biz altının topraktan aşağılık olduğunu duyurup dostlarına arasından fitnenin
gitmesine uğraşırız. Birisi gelmiş toprağı altın ederim, der. Gücünün yettiği
kimya potaya ve körüğe muhtaç mıdır?” dedi.
Şeyh Bedreddin: “Evet” dedi.
Mevlâna: “Kimya ona demezler ki! Kimyagerlik
şudur: Altın bakışını bakarsan altın ola!” der demez medresenin direği hâlis
altın oldu. Şeyh Bedreddin’in aklı başından gitti. Mevlâna “Hay mübarek, biz
sana altın ol demedik gibi yine hâline var!” dediği gibi yine değişerek eski
hâline döndü. Şeyh Bedreddin bu aciz bırakan kerameti görünce bağışlanmasını
dileyerek onun müridi oldu. 12
12 a.g.e,
s. 108
Taş benzersiz bir yakuta dönüşmüştü...
Şeyh Bedreddin anlatır:
Bir gece Hüsameddin Çelebi’nin bahçesinde
Mevlâna’nın hizmetindeydim. Ansızın beni istedi. “Buyurun, nedir Sultanım?”
dedim. Yerden bir taş alıp elime verdi ve dedi ki “Allah’ın sana verdiğini al
ve şükredenlerden ol!” Sabredemeyip ay ışığına tuttum. Asla benzerini
görmediğim bir yakut olduğunu görünce bir nâra attım. Sabah olunca pazarda
altmış bin dirhem kıymet biçtiler. 13
13 a.g.e,
s. 108
Hiç eksilmeyen helva sinisi...
Mevlâna’nın dervişlerinden biri hacca gitmişti.
Arefe gecesi o dervişin hatunu evinde helva pişirip bir sini ile Mevlâna’nın
meclisine gönderir. Oradakilerin hepsi o helvadan yerler. Mevlâna bir eliyle
işaret eylediğinden bir zerresi eksilmez. Yine siniyi dopdolu görürler.
Görenler şaşkınlık içindeyken Mevlâna o helva sinisini alıp medresenin çatısına
yönelir. Ondan sonra o sini kaybolur. Hatun siniyi almaya gelince Mevlâna:
‘Sahibine ulaştı!’ der.
O derviş hacdan dönünceye kadar unutulur. O
kişi gelince eşyasının arasında hatun siniyi bulur. Korkarak ‘Bu sini helva ile
arefe gecesi Mevlâna’nın meclisinde kaybolan sini, eşya arasına nereden
karıştı?’ diye sorunca, Hacı ‘Vallahi arefe gecesi arkadaşlarımla otururken
çadırın bir köşesinden, bir el bu siniyi helva dolu olarak sunuverdi. Asla
sebebini bilemedik. Lakin gördüm, sini bizimdir!’ deyince hatun feryad ederek
kendinden geçer. 14
14 a.g.e,
s. 130
Kalasın boyu uzamıştı...
Şeyh Bedreddin anlatır:
Büyük bir ev yapmaktaydım. Damını örterken
kalaslardan birisi yarım karış kısa geldi. Tüm şehri aradık, bulamadık. Ustalar
ne yapacaklarını düşünürken ansızın Mevlâna yanlarına gelir “Yok, yok , böyle
düzgün ve doğru direk niçin kısa olsun! Ustalar yanlış ölçmüşlerdir, tekrar
ölçün!” der fakat yine kısa gelir. “Yanlış, yine ölçsünler” deyince ustalar bir
kez daha ölçerler. Bu kez kalas diğerlerinden yarım arşın fazla gelir! 15
15 a.g.e,
s. 109
Medresenin havuzu şerbete dönüştü...
Kadı Kemaleddin anlatır: İzzeddin Keykâvus bana
Mevlâna’ya varmayı salık verdi. Tereddüt ettim ancak yanına varınca Mevlâna
beni kenara çekip: “Bizim işimizden her zaman kaçarsın, iş ortasında seni böyle
buldum” deyince elimde olmadan müritliğe niyet ettim.
Toplantı için şerbet yapmaya kalkınca Konya
şehrinde fazla şeker bulunamadı. Bu kadar büyük cemiyete bu kadar şeker yeter
mi tereddütündeyken Mevlâna gelerek: “Kemaleddin ne kadar çok olursa iyi, suyu
çok koy da Müslümanlara yetişsin!” deyip kayboldu. O kadar aradık izi
bulunmadı. Sonra şekeri, medresenin havuzuna döküp su koydular. Sultanın
şerbetçisi de “Su koyun” deyip havuzdan fazla alarak on küp dolup tamam oldu.
Yine de tatlıydı. Ne kadar su koyulsa da tadı azalmadı. Kısacası Konya halkının
tamamı gelip gece yarısına kadar içip sema ve safâda oldular. 16
16 a.g.e,
s. 121
Gayp yemeği...
Mevlâna Emir Bahaeddin’in ziyarete gider. Vakit
biraz geç olduğundan yemek yenmiştir. Bahaeddin yemek hazırlatmayı düşünürken
Mevlâna “Bir şeycik getir” diyerek yemek ister. Ev sahibi hizmetçisine ne yemek
olduğunu sorar ancak hiç yemek kalmamıştır ve kapları yıkamak için tencereye su
konmuştur.
Mevlâna bu su dolu tencereyi ister, ardından
bir sahan ve kase alır, o tencereden kızarmış etli pilav çıkartarak bölüştürür.
“Bu Tanrı tarafından gelmiş bir gayp yemeğidir. Yemek lazımdır”der, onlar
yerken kendisi de ibadete çekilir. 17
17 a.g.e,
s. 109
Hindistan’dan güller...
Mevlâna Hazretleri, Şemseddin ile halvette otururlardı.
Ansızın halvetin duvarı yarılıp altı kişi çıkageldi. Mevlâna’nın yanına bir
deste gül koydular. Öğle namazı vaktine dek oturdular. Asla konuşmadılar. Namaz
kılmak gerekince Mevlâna imamlık yaptı. Namaz bittikten sonra, önceki gibi
duvarın köşesinden dışarı gittiler. Sonra o gülleri Mevlâna bana verdi. Dedi
ki: “Önünce koru!” Asla o cins gül görmedim. Kimse bilemedi. Sonunda Hoca
Şerefeddin Hindi’den haber aldım ki, Hindistan’da Serendip taraflarının
gülüdür. 18
18 a.g.e,
s. 97
Ne kadar demir aleti varsa halis altın
olmuştu...
Şeyh Bedreddin Nakkaş naklediyor:
Mevlâna bir gece benim hücreme geldi. Benim
kimya ile uğraştığımı gördü. Hemen her ne kadar demir aleti varsa bir bir alıp
benim elime verdi. Elime aldıkça hâlis altın olduğunu gördüm. Ben şaşırınca
dedi ki: “Bu kimyanın tedbirini eyle! Yoksa gidip burada kalınca kimya
alçaktır” deyince tövbe edip perhize sarıldım. 19
19 a.g.e,
s. 108
Rüyada kesilen saçlar yastık üzerine dökülmüş!
Arif Çelebi Diyarbakır’a seyahat ettiğinde Emir
Ahmed Payberti isimli şahsın Mevlâna’ya mürid olmasının sebebini anlatır:
Gençlik zamanımda Mevlâna hazretlerinin
şöhretini duyup, candan, gönülden aşık olmuştum. Ancak babam ve anam Konya’ya
gitmeme izin vermezlerdi. İstek ve özlemim günden güne artıyordu. Bir gece iki
rek’at namaz kılıp, dualar ettim. Sonunda uyuyakaldım. Rüyamda Mevlâna’yı
evimize gelmiş gördüm. Beni kucaklayıp, alnımı öptü. Makasımı alıp bir nice
kere “Allah mübarek eylesin”, “Bu kimse Mesnevi şeyhidir!” dedi. Sevincimden
uyandım. Makasla alınan saçlar yastık üzerine dökülmüş! Bunun şaşkınlığından
bir süre divane gezdim, sonra derviş oldum. 20
20 a.g.e,
s. 107
Materyalizasyon-Demateryalizasyon
Fiziksel medyomun bedeninin veya herhangi bir
eşyanın başka bir yerde ortaya çıkmasıdır. Bu durum yoktan varolma olarak
değil, maddenin yoğunluğunun ruhun etkisiyle değişmesi ve beş duyuyla algılanabilir
ya da algılanamaz hâle gelmesi olarak değerlendirilir. Bu fenomen ışınlanmayla
da çok ilintilidir.
Mevlâna birçok kere yanındakilerin gözleri
önünde demateryalize ve materyalize olmuş, kimi zaman da eşyayı başka bir
mekana nakletmiştir.
Yeşil kaftanlı adamlar
Mevlâna altı yaşındayken, babası Sultan
Veled’in yanındayken demateryalize olur.
Şeyh Bedreddin Nakkaş, Sultan Veled’den
aktarır: “Benim Celaleddin’im çocukluğu zamanında, Cuma günü büyüklerin
oğlanlarıyla dolaşırken, evlerin damına çıkıp, bir oğlan öbürüne demiş ki:
‘Gelin damdan dama sıçrayalım!’ Celaleddin bunu duyunca: ‘Damdan dama kedi
köpek sıçrar! Eğer canınızda Ademoğlu gücü varsa kedi köpek işini yapmak
yazıktır! Gelin sizinle göklerde dolaşalım!’ deyip gayp oldu.
Arkadaşları hemen babasına haber verdiler. O da
‘Gam çekmeyin, bir an sabredin’ deyip işiyle meşgul oldu. Mevlâna ansızın
ortaya çıktı. Benzi biraz solmuştu. Arkadaşlarını babasının yanında görünce
dedi ki : ‘Yeşil kaftanlı adamlar beni alıp gökleri seyrettirdiler. Melekler
âleminin acayipliklerini, Lahuti cihanın garipliklerini temaşa edip hâllerini
öğrendim! Eğer değerli babamın sevgisi ve şefkatli arkadaşlarımın feryadı
olmasaydı, orada kalıp gelmezdim.’ 21
21 a.g.e,
s. 40
Mevlâna kırk gün bulunamadı...
Bir gün Muinüddin Pervâne ziyafet düzenlemişti.
O zamanın büyükleri geldiler. Mevlâna Şeyh Muhammed Hadim’den ibrik isteyip
tuvalete girdi. Pervane Şeyh Muhammed’e bin filüri vererek “İbrik hizmetini ben
edeyim” diyerek elinden aldı. Tuvaletin kapısına geldi. Çok zaman kapıda durdu.
Mevlâna hiç çıkmadı. Sonra Pervâne’nin adamlarından çok kişi gelip uzakta
durdular. Ne olduğunu sorduklarında”Mevlâna’nın tuvaletten çıkmasını
bekler.”dedi. Onlar da dediler ki: “Biz Mevlâna’yı gördük. Aceleyle filan
mescide girdi!”. Pervane çok şaşırdı, Şeyh abdesthaneye girdi, kimseyi
bulamadı. Ve Mevlâna kırk gün bulunmadı. 22
22 a.g.e,
s. 106
Hicaz kumu...
Bir akşam Mevlâna, eşinin bütün aramalarına
rağmen bulunamaz. Kira Hatun evi, medreseyi, her yeri arar ama bulamaz. Kapılar
da kapalıdır. Aramaktan vazgeçerek uykuya dalar. Gece yarısında Mevlâna’yı
odada namaz kılarken görür. Namaz bitene kadar bekler, sonra nerede olduğunu sorar.
Mevlâna’nın ayakları toz içindedir ve ayakkabıları kum doludur.
Mevlâna “Kabe’de bizim sevgimizden bahseden bir
derviş vardı. Bir müddet onunla görüşmeye gittim. Bu da Hicaz kumudur. Onu
sakla, kimseye söyleme” der. 23
23 a.g.e,
s. 96-97
Alim kendini Arafat’ta gördü...
Müderris oğlu Mevlâna Şemseddin anlatır:
Danişmendlerden birisi Mevlâna’yı inkar
ediyordu. Tesadüfen bir arefe günü, Mevlâna on bilginin elinden tutup bir boş
köşeye götürerek: “Bak!” der. Alim bakınca, kendisini Arafat’ta hacılar
arasında görür. Şaşkınlığının ardından, nâra atıp aklı başından gider. Kendine
gelince, Mevlâna’nın gitmiş olduğunu görür. Sonra müridi olur. 24
24 a.g.e,
s. 122
Mevlâna Kadı’nın huzuruna materyalize olur.
Aşağıda aktaracağımız örnekte hem
materyalizasyon, hem de durugörü fenomeni aynı anda yaşanmıştır.
Mevlâna dervişlerine “Ne zaman fetva yahut
diğer meselelerde veya ihtiyaçlı bir kimse gelirse, ben sema’da ya da başka bir
hâlde olsam da o kimseyi bekletmeyin” demişti. İhtilaflı bir mesele olur,
Mevlâna sema’da iken cevap yazarak yine sema’a devam eder. O cevabı Sivaslı
Kadı İzzeddin’e götürürler. Kadı, kibirli biridir, kabul etmez. Çok geçmeden Mevlâna
kadının huzuruna materyalize olur. “Fetva kağıdını koyduğum o kitapta bu mesele
yazılıdır”der. Şaşkınlığı geçtikten sonra kadı, problemin çözümünü işaret
edilen kitapta bulur. 25
25 a.g.e,
s. 123
Çölün ortasındaki helva...
Bir materyalizasyon olayı da çölde geçer:
Zamanın tacirlerinden birinin oğlu, bir
kervanla Şam civarında yolculuk etmektedir. Bir gece uyuyakalarak kafileden
geri kalır.
Uyandığında kervanın gittiğini kendisinin de
çölde kaybolduğunu anlar. Yardım ister ama etrafta hiçbir şey yoktur. Ağlaya
ağlaya ne tarafa gittiğini bilmeden yürür.
Aniden çölün ortasında bir duman görür.
Yaklaştığında bunun bir çadırdan çıktığını anlayarak sevinçle koşar. Çadırın
kapısında heybetli bir adam durmaktadır. Adam kendisini içeri davet ettiğinde
bir kere daha şaşırır. İçeride bir tencere helva pişirilmektedir.
Bunu merakla sorunca, adam “Ey delikanlı, bil
ki ben Bahaaddin’in oğlu Mevlâna’nın müritlerindenim. Mevlâna her gün bir defa
buradan geçer. Çölün ortasındaki helvanın hikmeti budur. Belki inayet buyurur
da iftar eder” der.
Çok geçmeden Mevlâna görünür, çadıra girer.
Mürit kendisine saygıyla bir tabak helva sunar. Mevlâna bir lokma alır ve
kaybolmuş gence de ikram eder.
Hemen Mevlâna’nın eteğine yapışan yolcu
başından geçenleri anlatarak yardım ister. Bunun üzerine Mevlâna “Hiç korkma,
gözlerini kapat!” der. Çocuk gözlerini açtığında kendisini kervanda bulur. 26
26 a.g.e,
s. 109
Dedublüman
Varlığın bedenindeki maddelerden bir bölümünü
demateryalize ederek onları istediği bir yerde materyalize etmesine yani ortaya
çıkarmasına dedublüman denir. Bilokasyan, çift bedenlenme de denilen bu fenomen
Sufi literatüründe tayy-ı mekân olarak geçer.
Mevlâna pek çok kereler birden fazla yerde aynı
zamanda görünmüştür.
Müridin aklı başından gider...
Şeyh Salâhadin’in bir müridi İstanbul tarafına
ticarete gideceği zaman Mevlâna’dan izin alırken Mevlâna “Filan kilisede bir
papaz vardır. Adı filandır. Bizim selamımızı ona ulaştır” der. Tacir varıp
Mevlâna’nın selamını papaza ulaştırınca kilisenin köşesinde Mevlâna’nın
murakabede oturmuş olduğunu görür. Aklı başından gider. Sonra sadece papazı
görür. Papaz da: “Bizim selamımızı Mevlâna’ya ulaştır” der. Hoca yine
Mevlâna’nın yanına gelip papazın selamını ulaştırıp bakınca, papazı Mevlâna’nın
karşısında murakabe hâlinde görür. Yine aklı gider. Mevlâna tembih edip “Bu
sözü kimseye açıklama!” der. O da kabul edip fakirliği seçer. 27
27 a.g.e,
s. 114
Kırk meclise davet edilir....
Sultan Veled’in hatunu, Şeyh Salâhaddin’in kızı
Fatma Hatun anlatır:
Mevlâna bir gece, kırk meclise davet edilir.
Hepsini de kabul edip gitmeye söz verdi. O gece sabaha kadar halvette babamla
ibadetle meşgul oldu. Sabahleyin her meclisten Mevlâna’nın başmağının bir eşini
getirip dediler ki: “Mevlâna mübarek başmağını koyup gitmiş.” Hatta kimisi sol
kimisi sağ ayak başmağı idi. Herkes bu gece Mevlâna mecliste böyle manalı sözler
söyledi, bu şekilde davrandı deyince halk arasında büyük şaşkınlık meydana
geldi. 28
28 a.g.e,
s. 97
Durugörü
Beş duyunun dışında canlı, cansız nesneleri ve
olayları algılama ve görmedir. En geniş kapsama alanı olan bu medyomsal
tezahürler uyku-uyanıklık arasında, uyku hâlinde, uyanıkken veya trans hâlinde
olabilir. Zihinsel medyomluk içinde ele alınan durugörüde medyomun dar bir alan
içinde etrafındakileri görmesi (basit durugörü); başka insanların
bedenlerindeki hastalıkları, aurayı görmesi (alteroskopi); uzaktaki canlı
cansız nesneleri, olayları, yerleri görmesi (mekansal durugörü); geçmiş ve
gelecek hakkında bilgi vermesi (zamansal durugörü) gibi çeşitleri vardır.
Mevlâna da çeşitli durugörü tezahürlerinde
bulunmuştur.
Tez bu evden çıkın!
Sultan Rükneddin’in hatunu anlatır:
Bir gün ansızın Mevlâna aramızda durdu. Dedi
ki: “Tez bu evden dışarı çıkın!” Hepimiz sıkıntıyla yalın ayak dışarı çıktık!
Hemen o ev yıkılıp, çatısı çöktü. 29
29 a.g.e,
s. 98
Mektubu açmadan cevaplar...
Kadı Sıraceddin Urmevi o zamanın eşsiz
bilginlerindendi. Bilgisinin verdiği gururla, çeşitli bilim dallarında sorular
hazırlayıp öğrencilerine “Amacım, Mevlâna’ya bilginliğin ne olduğunu
göstermektir. Konuşma zamanında siz de bulunun.” dedi. Sabah Mevlâna sabah
Kadı’ya bakıp kayboldu. Bir saat sonra namazını kılmak için köşke çıkan Kadı
soruların cevaplarının yanında akıllarına gelmeyen daha nice soru ve cevapların
yazılı olduğu kağıdı buldu. 30
30 a.g.e,
s. 122
Mevlâna elini duvara vurunca....
Tebriz tüccarlarından biri Konya’ya ticarete
gelir. Bir gün şehirdeki tüccarlara derki: “Bu şehrin büyük şeyhlerini ziyaret
etmek isterim.” Tüccarlar kendisini Şeyh Sadreddin Konevi’ye götürürler. Tüccar
şeyhe “Mümkün oldukça Allah hakkına sadaka veririm. Ama çok da zarar ederim,
asla sebebini bilemedim!” der. Ancak cevap alamaz ve diğer şeyhleri de ziyaret
eder. Bunun üzerine biri Mevlâna’nın üstün vasıflarından söz eder. Hemen
Mevlâna’yı görmek ister.
Çaresiz tüccar anlatır: “Önce hâlimi anlattım.
Mevlâna dedi ki: ‘ Mağrip Frengistan’ında bir azizi, yol üstünde görüp, dış
görünüşü sana çirkin gelip tükürdün! Yüce Allah’a hoş gelmeyip sana ziyankarlık
havale eyledi. Sebebi odur. Eğer gidip özür dilemezsen hâlin daha da müşkül
olur! Bizim selamımızı ona yetiştirdiğin zaman özrün kabul olunur.’ Miskin
tüccar çok üzülür. Çünkü Konya’yla Frengistan çok uzaktı. Tüccar güçsüzlüğünü
açıklayınca Mevlâna elini duvara vurunca bir kapı açılır. Dermansız tüccar
bakıp o azizi önce gördüğü yerde, önünde durmakta olduğunu görür ve feryad edip
aklı başından gider. Aklı başına gelince Mevlâna ‘Çare varıp yüz sürmektir’
der. Hemen yola düşüp Frengistan’a varıp o azizi bulur ve özür diler. Aziz
‘Günahını Mevlâna aşkına affettim. Bak da acayiplikler göresin!’ deyince tüccar
‘Karşısında Mevlâna’nın beyitler okuyarak sema’da olduğunu gördüm.’ der. Bunun
üzerine tüccarın şaşkınlığı birken bin olur. Hemen Konya’ya döner ve tüm
malını, varlığını dağıtıp Mevlâna’nın dergahına yerleşip din hocası olur. 31
31 a.g.e,
s. 128
Yukarıdaki örnekte olduğu gibi şeyhler arasında
telepatik bağlantı, tesir alışverişi her zaman mevcuttu.
Görücü medyomluk
Görücü medyomlar, diğerleri tarafından
görülmeyen varlıkları ve olayları duyularüstü bir yolla görebilen, ruhsal
dünyayla fizik dünya arasında irtibat sağlayan kişilerdir.
Görücü bir medyom olan Mevlâna, daha beş yaşındayken
bile gördüklerinden heyecana kapılırdı. Babasının müritleri onu sakinleştirmeye
çalışırlardı. Sık sık bedensiz varlıkları gören Mevlâna’ya babası Bahaeddin
Veled “Bu sana görünenler gayb âlemindendir. Kendilerini sana gösteriyorlar,
amaçları seni Tanrı’nın lütuf ve inayetine mazhar etmektir. Onlar o âlemden
sana görünen, görünmeyen armağanlar getirmişlerdir” diyerek yatıştırmaktadır.
Gayb âleminden görünürler....
Bir gün Mevlâna medresede bir sema ayinindedir.
O gün sık sık ilahi okuyucuların bulundukları yere gitmekte, boşluğa bakarak
selam vermekte ve “Sizin nazik bir âleminiz vardır, bu kafidir” demektedir.
Müritler Mevlâna’nın kime hitaben konuştuğunu
anlayamazlar. Sema sonunda Çelebi Hüsameddin bunu kendisine sorduğunda Mevlâna
der ki: “Hakim Senai’nin ruhaniyeti temessül ve tecessüd edip (şekillenip ve
bedenlenip) Osman’la Şihabeddin’in yanında def çalıp lütuflarda bulunuyordu.
Ben de bizden hoşnut olsun diye sık sık onun ruhundan özürler diliyorum. Tanrı
erleri, gayb âleminden her kimi hatırlar ve isterlerse hemen onun önünde bir
şekle girip gözükürler.” der. 32
32 Eflaki,
Ahmet, Âriflerin Menkıbeleri I, s. 242
Şifacılık
Şifacılık içinde temel olarak manyetik,
telkinsel etkiler ve bedensiz varlıklardan gelen tesirleri hastaya naklederek
iyileştirme teknikleri vardır.
Manyetik tedavide gerizör olan şifacının
manyetik etkiyi, nefes, manyetik pas ve el ile sıvazlamalarla ya da su gibi
maddelere yüklenmesi gibi uygulama alanları vardır. Ruhsal şifacılıkta ise
rehber, hami varlıkların etkisiyle kendisinde mevcut olmayan bir tesir akımını
hastaya aktarır.
Aşağıdaki olayda Mevlána’nın uzaktan şifa
vermesine bir örnektir:
Mevlâna’nın himmetiyle...
Mevlâna’nın dostlarından bir genç vardır. Mısır
seferine gitmeyi ister. Yakınları engel olmak isteyerek Mevlâna’ya başvururlar.
O da vazgeçirmek ister. Kabul etmeyerek bir gece gizlice gider. Bir gemiye
binip giderken Frengistan’a esir olur. Küstahlığını bilerek çaresizce ağlayıp
inlemeye başlar. Mevlâna’dan yardım isteyerek yalvarır. Kırk günün sonunda
Mevlâna’yı rüyasında görür.
Mevlâna der ki: “Yarın senden ne sorarlarsa:
Bilirim de!” Uyanarak sevincinden ağlar. Sabah olunca gence “Hikmetten bir şey
bilir misin?” diye sorarlar. O da “Bilirim!” der. Hemen alıp padişahları katına
götürürler. Meğer hayli zamandan beri padişah hastaymış. Hastayı görünce der
ki: “Yedi cins meyve alıp birazını Mahmud’a götürün.” Alıp anılan şeyleri
birbirine karıştırıp o Fakirlerin Sultanının adını hatırına getirip temiz bir
inançla padişaha yedirir. O an padişah sağlığına kavuşur.
Padişah:
– Şimdi söyle! Ne muradın varsa söyle!
– Vatanıma gitmek isterim, deyip daha once
anılan hususları söyler. Esir olunca gördüğü rüyayı anlatır. Kurtuluşuna sebep
olan şeyden asla haberi olmadığını söyler.
– Bu Mevlâna Hazretlerinin himmetiyledir. Yoksa
ben avamdan bir kişiyim! Fizik, kimya falan bilen değilim!
Bunu duyan Frengistan Frenkleri pek çok mal ve
eşya vererek o genci Mevlâna’nın hizmetine gönderir. 33
33 Prof.
Dr. Ayan, H - Prof. Dr. Ayan, G - Dr. Erol, E. Sevâkıb-ı Menâkıb s. 131
Eşi bile tanıyamaz...
Mevlâna Şemseddin Ma’deni anlatır: Mevlâna’nın
hizmetinde güzel sesli, kambur bir ilahi okuyucu vardı. İki büklüm dolaşmaktadır.
Bir sema ayini sonrası Mevlâna elini adamcağızın kamburu üstüne koyarak “doğru
ol!” deyince beli doğruldu. Adamın kamburu o kadar düzelmişti ki evine varınca
eşi bile tanıyamadı. 34
34 a.g.e,
s. 113
Sıtmayı iyileştirir...
Bir diğer şifa örneğinde Mevlâna sıtmalı bir
adamı, bunun için yazdırdığı yazıyı suya atıp bu sudan içirterek iyileştirir.
Başka bir sıtma örneğinde üç beş diş sarımsağın üzerine yazı yazar, hasta
bunları yiyemeyince bademin üzerine aynısını uygular ve iyileştirir. Burada hem
telkin yöntemi hem de madde üzerine şifa tesiri yükleme yöntemini kullanmıştır.
Hekimlerin iyileştiremediği çocuğa şifa
verir...
Çelebi Hüsameddin çocukluğunda göz ağrısından
yakınmaktadır. Hekimlerin uyguladıkları ilaçlar işe yaramayınca babası
Mevlâna’ya götürür. Mevlâna iyice yakınına gelmesini ister, gözünü inceler. İki
parmağını tükürüğüyle ıslatıp hasta göze gürer. İki gün sonra Çelebi Hüsameddin
tamamen iyileşmiştir..
Şifanın ardındaki kehanet...
Mevlâna’nın torunu Çelebi Arif yedi aylıkken
boynunda bir şiş belirir. Çok acı verir, çocuk yemeden içmeden kesilip
zayıflamaya başlar. Doktorların çare bulamaması üzerine babası Sultan Veled
Mevlâna’ya götürür.
“Arif’im gidiyor!” diye yakınıp ağlar. Mevlâna,
“Yok, yok Bahaddin, aklını başına topla! Arif gitmek için gelmedi!” diyerek
oğlunu yatıştırır. Ardından mürekkep ve kalem ister. Çocuğu dizine koyup
çıbanın üzerine yedi enine, yedi boyuna çizgi çizip “Akıllıya bir işaret yeter”
diye yazar.
Hemen o anda Emir Arif gözlerini açar, süt
içer.
Arif tamamen iyileşir ancak bu çizgilerin
anlamını kimse çözemez. Kimisi yedi yıl, kimisi yetmiş yıl ömre işarettir der.
Aslında birbirini kesen bu çizgilerin
adetlerinin çarpımı kırkdokuzdur. Emir Arif öldüğünde kırk dokuz yaşındadır. 35
35 a.g.e,
s. 285
Telepati
Telepati düşünce, duygu veya imajların başka
bir şahısa aktarılması olgusudur. Alıcı ve verici olarak en az iki kişi vardır.
Zaman ve mekan açısından bir sınır yoktur. Üzerinde çalışılarak da
geliştirilebilir. Ruhsal irtibatlar da bir tür telepatik birleşmedir.
Telepati yeteneği gelişmiş kişilere telepat adı
verilir. Mevlâna da birçok mistik ve medyom gibi hassas bir telepattır.
Ölüm haberini bildirir...
Mevlâna’nın Selçuklu Sultanı Rükneddin’in
feryatlarını telepatik olarak almasının aktarıldığı bir menkıbe de şöyle
rivayet edilir:
Hüsamettin Çelebi anlatır:
Fakirlerin Sultanı meclisten kalkıp huzursuzluk
içinde gitti. Birkaç gün sonra bazı beyler, aralarında birleşip Rükneddin’i
Aksaray’a davet ettiler. Bahaneleri; Tatar askerini defetmek için fikir
danışmaktı. Gitmek gerekince, Mevlâna’ya gelip izin ricasında bulundu. Mevlâna:
“Gitme, zararı vardır!” dedi. Tekrar haber gönderdiler. Çaresizlikle
Mevlâna’nın sözünü dinlemeyip gitti. Oraya varınca hemen elini bağlayıp yay
kirişi ile boğdular. “Mevlâna, Mevlâna” diyerek canını teslim etti. Mevlâna o
anda medresesinde sema’da idi. “Cenaze namazı kılalım” dedi. Namazdan sonra
Sultan Veled sorunca “Biçâre Rükneddin’i boğdular. O zamanda bizi andı” dedi. 36
36 a.g.e,
s. 101
Mevlâna Sultanın düşüncesini okuyup sema’ı
bıraktı...
Yine menkıbelerde geçen başka bir olay da şöyle
rivayet edilmiştir:
Mu’îneddin bir kere büyük bir sohbet düzenledi.
Sultan Rükneddin ve devlet erkanı hazır bulundular. O sema’dan geceyarısına
kadar vazgeçilmedi. Rükneddin dayanamayıp Pervâne’nin kulağına gizlice
“Sema’dan vazgeçseler biraz dinlenirdik” dedi. Mevlâna’nın haberi olup sema’ı
bıraktı. Ama Şeyh Abdurrahman Zıya, vazgeçmeyip narâlar atarak sema’ına devam
etmek istedi. Rükneddin huzursuz olup Pervâne’ye “Bu derviş sâkin olmaz! Acaba
bunun zevki Mevlâna’dan ziyade midir ki, oturmaz!” deyince Mevlâna Rükneddin’e
yönelerek “İçimizde nefsiniz kurtçağızı hareket edip, aşağılık âleme yönelir.
Sıkıntıya düşüp dervişler sohbetine dayanamazsınız! Bir kimsenin içinden aşk
ejderhası ağız açıp yüce âleme yönelirse, nasıl sakin olur?” deyince Rükneddin
mürit olur. 37
37 a.g.e,
s. 102
Çalgıcının düşüncesini okudu...
Şerefeddin Osman anlatır: Mevlâna ve dervişler
bir kimsenin evinde üç gün üç gece sema etti. Üç bölük çalgıcı sırayla hizmet
ederek, saz çalardık. Hepimiz halsiz kaldık, yorulduk. Sonunda neyzenin
birisinin kulağına gizlice dedim ki: “Üç gün, üç gecedir ki evimize varamadık.
Gerekenleri gören bir kimseye gücümüz yetmedi. Acaba ev halkı ailelerimiz
nicedir?” derken Mevlâna bir avuç sikkeli altını benim defime döktü. Hatta
sıcaklığından hemen elimdeki dairenin derisi yanıp, altınlar yere döküldü. Bin
yedi yüz adet sultanî idi. Alarak hepimiz paylaştık. Ev halkımızın
gerekenlerini alıp, hizmetimize devam ettik. 38
38 a.g.e,
s. 111
O makramayı satma!
Mevlâna’nın bir müridesi onu davet etmek
istiyordu. Masrafı karşılamak için kıymetli makramasını satmak istedi. Hemen o
sabah Mevlâna onun evine gelip “İşte meclisine geldim! O şeref hasıl oldu. O
makramayı satma! Sana gerek olur” dedi. Müridenin sevinçten aklı gitti. 39
39 a.g.e,
s. 98
Bu örnekler parapsikoloji bilimiyle izah
edilememektedir.
Mevlâna’nın sergilemiş olduğu ve bu bölümde
sizlerle paylaştığımız parapsişik yetenekleri uzun yıllardır dünyanın dört bir
köşesinde üniversitelerde parapsikoloji bilimi altında incelenmiş ve açıklığa
kavuşturulmuştur. Ancak aşağıdaki örnekler parapsikoloji biliminin araştırma
sahasına girmeyen dünya üzerinde nadir görülmüş fenomenlerdir. Bunlar
çoğunlukla peygamberler tarafından sergilenmiş, ancak ezoterik bilgiyle
açıklanabilecek olgulardır.
“Sen orada ağzını aç, biz deneceği deriz!”
Celaleddin Sipehsâlâr anlatır:
“Mevlâna beni Kayseri’deki Pervane’nin yanına
elçiliğe emretti. Mektup verdi. Veda zamanında: ‘Eğer ağız haberi sorarlarsa ne
haber vereyim?’ dedim. Mevlâna: ‘Sen orada ağzını aç, biz deneceği deriz!’
dedi. Varınca mektubu sundum. Okuyunca Sultan: ‘Mevlâna’nın kendileri sağlık ve
selâmette midirler? Vakitleri nasıl geçiyor?’ dediklerini duydum. Başka ne
olduğunu bilemedim. Bundan sonra gözümü açtım. Sultan, Pervane ve diğer emirler
ve divan üyeleri kaftanlarını yırtıp ağlarlar. Pervane bana dedi ki: ‘Ey Çelebi
Celaleddin, çok kere teşrif buyurdunuz. Asla bu defa olan konuşmanız olmamıştı.
Sebep nedir?’ deyince Mevlâna’dan ayrılırken geçen konuşmayı söyledim. Tekrar
oradakilerden feryad figan yükseldi. Çok şaşırdılar. 40
40 a.g.e,
s. 129
Ölü dervişin kulağına “Seninle işim var”
deyince...
Çelebi Şemseddin anlatır:
Mevlâna’nın Nâyî Hamza denen bir dervişi vardı.
Gayet yumuşak üflerdi. Vefat etti. Mevlâna hazırlanıp kefenlenmesi bitince
haber verilmesini istedi. Yıkayıcı, tahta üzerine getirince haber verdiler.
Mübarek eliyle ölünün kulağına yapışıp, “Ey
değerli dost Nâyî Hamza, kalk! Seninle işim var!” deyince derhal canlanıp
kalktı. Ney üfleyerek Mevlâna ile üç gün üç gece sema eylediler. Ardından
Mevlâna sema’ı bırakıp dışarı çıktı, Nâyî Hamza’nın ruhu da uyarak beraber
çıktı. Mevlâna “Hakk’ın emri buydu, yerini buldu. Defin eyleyin!” dedi. 41
41 a.g.e,
s. 113
Vücudu halvet odasını tamamıyla doldurmuş!
Sultan Veled anlatır: Babam Mevlâna ramazanda
bir evde on gün halvete girdi. Asla bir kimseye görünmedi. Dostları
dayanamayarak görmek istediler. Sonunda yavaş yavaş kapıya vardım. Ne yaptığını
görmek istedim. Elverirse dervişlerin özlemini arz edeyim. Varınca içeriden
seslenerek: “Bahaeddin dostlar üç gün daha sabreylesin!” dedi. Üç gün sonra
tekrar vardım. Kapı köşesinden baktım ki, şerefli vücudu hücreye tamamıyla
dolmuş! Bir kıl ucu sığacak kadar bile yer kalmamış! Şaşkınlıkla nâra attım.
Sonra tekrar baktım. Önceki gibi gördüm. Tekrar tekrar bakıp dayanamayacak
hâldeyken “Bahaeddin! Şarkıcı! Şarkıcı!” diye içeriden seslendi. Şarkıcılar ve
okuyucular gelip neyler üflenince yavaş yavaş önceki hâline geldi. Ondan sonra
yedi gün yedi gece sema etti. Sonra bana dedi ki “Bahaeddin! Bazen olur, ben
dost iline varırım. O zaman ben, ziyade zayıf, ince ve vücudsuz, zelîl ve
yalvaran olurum. Bazı mübarek saatlerde yok olmayan dost, yokluğu olmayan
sevgili, bu çaresiz ve istekliye gelip, tecelli edip, teşrif buyurunca iki
âleme sığmam, hücre nedir ki!” 42
42 a.g.e,
s. 142
“Bu vadide, bir kılavuz olmadıkça yola çıkma.”
Mesnevi c. I, 426
Mevlâna’ya göre hakikat yolunda ilerlemek için
bir rehber zorunludur. Mürit, bu uzun kendini bilme yolunda ona ayna
olabilecek, kendi zaaf ve düşkünlüklerini tespit edebilecek, nefsinin
oyunlarını değerlendirebilecek ve yolun tehlikeli ve aldatıcı yönlerini
gösterebilecek bir mürşide, bir kaynağa teslim olmalıdır.
Hakikate ulaşma yolunda bir tasavvufi okula
bağlanma gerekliliği konusunda, şeriat, tarikat, hakikat arasındaki ilişkiyi de
açıklayan mum örneğini verir:
“Şeriat muma benzer; insana yol gösterir. Fakat
sadece mumu ele almakla yol aşılmaz. O mumun ışığında yola düştün mü, işte bu
gidiş tariktir. Yola çıkıştaki hedefine ve maksadına ulaştın mı, işte bu
hakikattir.”
Mesnevi c. V
Hakikati arayış yolu denen bu sonsuz yolculuk
daha öncekilerin bıraktıkları izlerle doludur. Mevlâna da bu ayak izlerine
değinerek müridin bu izleri görmezden gelmemesi gerektiğine değinir.
“Yol nasıl yoldur? Gidenlerin ayak izleriyle
dopdolu bir yol.”
Mesnevi c. VI, 510
“Bilgi sahibi olmanın yolu sözledir. Sanat
bellemenin yolu işle.
Yokluk istiyorsan; o, konuşup görüşmeyle
kaimdir. Bu hususta ne dilin işe yarar, ne elin.
Can, yokluk bilgisini bir candan beller. Bu
bilgi ne defterden bellenir, ne dilden!”
Mesnevi c. V, 1062
Mevlâna yukarıda, inisiyatik eğitimin bir
parçası olan hâl aktarımından bahsetmiştir. Bu eğitim sürecinde Mevlâna’nın
yokluk bilgisi olarak ifade ettiği söze, dile gelmez, gönülden gönüle aktarılan
bir bilgidir bu. Bir mürşide bağlanmanın gerekliliğinin diğer önemli sebebidir.
Bu yolda müridin de dikkat etmesi gereken
hususlara değinir.
Mürşid her zaman için müridin örnek alabileceği
bir mihenk taşı, bir modeldir. Ancak mürit bulunduğu mertebe konusunda
yanılabilir ve henüz bilgi ve farkındalık düzeyinin yeterli olmadığı bir alana
geçerse zarara uğrayabilir.
“Müridin, küstahlık ederek kâmil velinin her
yaptığını yapmaya cüret etmesi doğru değildir. Çünkü helva hekime zarar
vermezse de hastaya zarar verir; soğuk ve kar, olgunlaşmış üzüme dokunmaz,
lakin koruğa büyük zarar gelir. Çünkü koruk, henüz daha kemale ergip
olgunlaşmamıştır ve yoldadır.
Veli, zehir içse bu zehir ona bal olur, fakat
mürid aynını içerse, yerse aklı kararır, zarara uğrar.”
Mesnevi c. I, 2604
Tüm sufizm ekollerinde olduğu gibi Mevlâna’nın
anlayışına göre de inisiyatik eğitimde bir mertebeler silsilesi mevcuttur.
Önemle üzerinde durduğu tedricen gelişimin, evrensel bir yasa olduğunu, doğada
da geçerli olduğunu örnekler vererek açıklar:
“İlkbaharın barışını ve dostluğunu görmüyor
musun? Başlangıçta azar azar sıcaklık gösterir, sonraları artırır. Ağaçlara
bak; sıcaklık hafifçe geldiğinde önce gülümser, sonra yavaş yavaş yaprak ve
meyvelerden elbiseler giyinir. Sonunda dervişler gibi hepsini birden ortaya
koyar ve varlarını yoklarını feda ederler.”
Fihi Mah Fih. s. 80
Mürit önce görünenden, dıştan başlayarak
hazmederek ilerlemek, bu tedricen gelişime riayet göstermek zorundadır.
Müridin bulunduğu mertebeye riayet etmesinin
gerekliliği konusuna, aşağıdaki kısa sufi hikayesi oldukça çarpıcı bir
örnektir:
Bir sufi eğitiminde müridin yapmış olduğu ve
mürşidinin de çok hoşuna giden bir olaydan ötürü mürşid “benden üç dilek
dile”der.
Mürit de “Ben sadece tek bir şey istiyorum.
Senin yaşadığın hâli bana bir dakikalık da olsa yaşat”der.
Mürşit “Herşeyi iste, bir tek bunu dileme”
demesine rağmen mürid “Hayır hocam benim tek dileğim budur”der.
Mürşidi açıklar “Bunu kaldıramaz felç
geçirebilir hatta ölebilirsin”.
Mürit dileğinde ısrar eder, “Tek dileğim
budur”.
Mürşit ona yönelerek, tüm hâlini müridine
aktarır. Mürit birkaç dakika içinde dizlerinin üstüne çöker ve hocasına son kez
gülümseyen gözlerle bakarak bu dünyadan ayrılır.
Tüm sufi ekollerinde, gizli öğretilerde geçerli
olan “sırların herkese söylenmeyeceği” gerçeğinin de altını çizen bu hikayede
aynı zamanda bu dünyada açık şuurla yaşamanın zorluğu da ifade edilir. Açık
şuurlu olarak bu dünyanın illüzyon olduğunu bilirken yaşamak kolay değildir.
Uyanan insan özünü ister, asıl vatanına özlem duyar. İşte bu nedenden dolayıdır
ki mürşidinin kendisine aktarmış olduğu hâlden sonra o an için bu bilgiye hazır
olmayan mürit derhal bedenini terk etmiştir. Gülümsemiştir, anladım demiştir
ama zamanından önce bir bilgi almıştır.
Mevlevilik
Mevlâna, hayatı boyunca tarikata özgü birtakım
kurallar koymadı, geliştirmedi ve uymadı da. Kendisine gelenler için, hiçbir
kural koymadı, tören düzenlemedi, herhangi bir özel kıyafet de öngörmedi. O
bunu tamamen Aşkla ve sevgi ile ritüelsiz, kuralsız ve akış hâlinde icra etti.
Mevlâna sadece insanların gönüllerine ışık götürmek ve onların kendilerini
bilerek, Rab’lerini bilmelerine olanak sağladı. Oğlu ise, bu mizanseni
sistemleştirerek bir tarikata dönüştürdü ve Mevlevilik çatısı altında eğitim
sistemine tabi tuttu.
Mevlevilik Tarikatı, Çelebi Hüsamettin
döneminde başlayarak, Sultan Veled ve onun oğlu Ulu Arif Çelebi zamanında
toplanan Mevlâna aşıkları tarafından oluşturulan, sistemli hâle getirilen,
kendine özgü kuralları ve törenleri olan bir tarikattır. Mevlâna’nın
düşünceleri temel alınmıştır. “bizim kapımız umutsuzluk kapısı değil, nasılsan öyle gel” prensibi ile oluşturulmuş, sistemli ve kuralları olan bir eğitim
sistemidir. İnsanların gönüllerine ışık götürmek için, amaca en uygun tekkeler
kurulmuş, vakıflar oluşturulmuştur. Mevlâna’nın, düşüncelerini sistemleştirerek
ve belli çerçeveler içerisine kuralları ile birlikte oturtarak yaymaya çalışan
oğlu Sultan Veled, Mevlevilik’in asıl kurucusu ve ikinci piri sayılır.
Mevlevilikte, tasavvufi eğitimin amacı insanın
kendini bilmesi, kendine gelmesi ve bunun sonucunda da Rabb’ini bilmesi,
gelişmesidir. Yöntem, gerçeğe ulaşmak için, tüm maddesel ve dünyevi cezbedici
ve caydırıcı tesirlerden arınmadır. Maneviyatta en önemli ölçü, nefsin
kontrolüdür. Nefs insanı kör eder, maddeye boğar, tamamen madde olarak
gösterir. Oysa insan tamamen maddeden oluşmamıştır. Manevi tarafı ona can
vermektedir. Canlılığını ve diriliğini sağlamaktadır. İnsan nefse tabi olduğu
müddetçe sadece nefes aldığı ve kalbinin attığını düşünür ve yedikleri
içtikleri ile yaşadığını düşünür. Madde toprağından meydana geldiğini ve
dünyalık işlerle meşgul, dünyalığı arttırmaya ve hırsla hareket etmeye çalışır.
Oysa manevilikte, can ona yaşamı sağlar. Bunu fark etmesi, öğrenmesi için,
gömüldüğü madde toprağından başını çıkarması ve gerçekle tanışması sağlanır.
Bunun için en önemli eğitim, kendini bilme eğitimidir.
İnsan, hem şehvetten hem de nurdan
yaratılmıştır. Dünyaya doğduğu andan itibaren, dünyanın çekim alanına tabi
olur. Ve dünyanın ona sunduğu tüm imkanlarla varolduğunu düşünür. Çünkü şehvet
dünya toprağını besler ve her türlü tesirle kuşatır, sarar sarmalar. Nur
tarafının keşfedilmesi ise, uzun eğitimler ve çile denilen yöntemlerle
sağlanır. Nur tarafı, canlılığın ve diriliğin beslenme kaynağıdır. İnsan Nur
tarafını kendini bilerek, kendini tanıyarak keşfedebilir. Gönlünde ışığı fark
edecek ve o ışığı olabildiğince dünya toprağına akıtacak, varoluş gerçeğine
uygun, amaca uygun bir insan konumuna gelebilecektir. Nura yönelmek, Allah aşkı
ile olacak ulvi bir yoldur. Ulvi olduğu kadar çileli, ıstıraplı bir yoldur.
Çünkü gömüldüğü madde dünyasından farkındalık yolu ile uyanması, Aşk yoluna
girmesi ve halen daha dünyada beden içinde olması, insana huzur sağladığı gibi,
acı, ıstırap ve keder de getirir.
Beden içinde, yeni bedenin doğuşu, zihin içinde
yeni bir zihin kıvama gelmesi, gönül ışığının yanması ve manevi güzelliklere
doğulması, yeni bir doğuşun, uyanışın ve kendini bilmenin en temel yoludur.
Ölen, toprağa karışan, bedendir. Beden insanın hayvan tarafıdır. Akıl, ruh,
gönül ölümsüzdür. Aşka yol bulan insan gönlü ölümsüzleşir, can olur. Can olan
her zerrede titreşir, diri olur. Can olmak için, aşk yolunda bedeni beden içinde
öldürmek, hayvansal bedenin ölmeden, nefsin beden içinde ölmesi gerekir. Nefs
ölürse kurtuluşa ulaşılır.
“Nefsinden arınan kurtuluşa erer”
“Özünü kirleten zarara uğrar”
Şems 91/9-10
Bir bedende can isem öleceğim, ancak bir canda
beden isem daima var olacağım.
KA’yıb
Yeniden doğmak, madde dünyasında Rabb’in
bilinmesidir. Herşeyi bilen ve duyan, her zerreye nüfuz etmiş, her zerrede
mühürlenmiş Rabb’in, gönül gözü ile görülmesi uyanıştır. Kendini bilen, ancak
Rabb’ini bilecektir. Tüm varolanları, varlıkları, kainatı kuşatan Rabb’in
varlığının bilinmesi ile madde gibi aldatıcı ve varmış gibi görünen her
zerrenin aslında Rabb’in enerjisi olduğunu bilmesi ile uyanış gerçekleşecektir.
Uyanma Aşk yoludur. Uyanma ve Aşk yolu, tek
başına yürünecek bir yol değildir. Bir yol göstericiye, ışık tutana ihtiyaç
duyulur. İşte tasavvufi eğitimlerde her öğrencinin bir öğretmeni vardır.
Öğretmen, Mürşid, kendini bilen, Aşk yolunda olan, nefsini öldürmüş, tüm gizli
sırları öğrenmiş ve ruhu ile gören, gönlü ile duyan, yolu yordamı iyi bilen ve
maddede fakirleşmiş, ruhta zenginleşmiş, aurası, hayat zenginliği ile sevgi
yayan, kilometrelerce alana nüfuz eden bir enerji alanına sahip biridir.
Öğrencileri mürşidine, öğretmenine itaat eder, onun ruhunda, gönlünde, bilgisinde,
gözlerinin içinde adeta erir ve yok olur. Yanına gelirken bir benlikte,
yanından ayrılırken yoklukta olur. Aradığı her cevabı, kendi liyakati
derecesinde, mürşidinin ruhundan çekip alabilir. Bunu yapabilme liyakatine
erişebilmek için de, çok çalışması, önce nefsini öldürmesi sonra cevaplara
ulaşması için yeterli manevi kıvama gelmesi beklenirdi.
Çile Sistemi
Eğitim bilgiyi vererek değil, belli bir
anlayışa ulaşabilmesi için çalışması ve gayret sarf etmesiyle olurdu. Bu manevi
eğitim sistemi Çile Sistemi olarak adlandırılır.
Mevlevilikte, manevi eğitim, Çile eğitimi
sistemine girecek kişinin buna canı gönülden istekli olması en baş şarttır.
Çünkü bu eğitim sistemi göründüğü kadar kolay değildir. Binbir gün sürecek bir
eğitim sürecidir. Katlanılması çok zor şartlar altında iradenin güçlülüğü ve
maneviyatının sürekliliği öngörülür. Kabul buyrulanlar ise “matbah” denilen
eğitim bölümünde, kapıdan girince, kapı dibinde olan postta üç gün oturtulur.
Üç gün içinde iki diz üstünde başı eğik olarak oturan kişi, yapılanları
seyreder, konuşmaz, mecbur olmadan da kalkıp bir yere gidemez. Postta oturma
bir aşamayı geçme direncidir. Direncin kırılma meselesidir. Çünkü zevk ve
sefaya alışık, rahata düşkün bir insanın üç gün aynı yerde oturması ve olanları
seyretmesi ne kadar katlanabilir bir durum olduğunun kararına varma aşamasıdır.
Tüm alışkanlıklardan vazgeçme, maneviyatın
zenginliğine ulaşmak için bedenin arzularına karşı koyma ve onlara hükmetme
yetisini ancak bu karar aşaması belirleyecektir. Kararlı olan kişi üçüncü günün
sonunda huzura çıkar ve isteğinin gücünü sunardı. Kararlı olduğu görülünce, on
sekiz günlük ikinci aşamaya geçilirdi. Diğer aşamaya geçmek, öğrencinin iradesi
ile mümkündür.
Öğrenci ne kadar istekli ne kadar likayatli ise
verdiği kararın güçlülüğü o derecede belli olur. Kabul edilme, öğrencinin
kararıdır. Çünkü hasta iyileşmek isterse, doktor onu tedavi edebilir. İsteyen
için, öğretmen, üstad, mürşid yol bulur ulaşır. Öğrenci arayarak öğretmenini
bulamaz. Öğrenci istekli ise, öğretmeni onu bulacaktır. Çünkü her birey, her
kişi, kendi özgür iradesinin kudreti ile donatılmış ve yeryüzünde
bulunmaktadır. İşte bunun fark edilerek uyanılması için, Aşk yolu ve eğitim
sistemi gereklidir.
Üstatlar, öğretmenler her yerdedir ancak
bulunulması en zor kişilerdir. Öğrenci hazırsa, öğretmen onun yanında belirir.
Çünkü öğrenmeye hazır olanın gözü ancak öğretmenini görecek liyakate
erişmiştir. Bu, dünyada olan en büyük ikiliktir. Ancak ikiliğin tekliğe
erişmesidir. Çünkü öğrenci, öğretmeninin ruhunda erimeli, onun buyruklarını
yerine getirmeli, ne istiyorsa yapmalıdır. İkiliğin tekliğe, iki bedenin tek
bedene erişmesi durumudur. Kimin kime gönderildiği bilinmez. Bazen öğrenci,
öğretmeninden çok daha üstün vasıflara sahiptir. Ancak bunu göremez ve bilemez,
öğretmeni bunu anlar ve bilir. Bunun ortaya çıkması için gayret içine girer.
Taktuk Emre” her mertebeyi geçtiğimde yerde, önümde bu Türkmen gencin (Yunusun)
ayak izlerine rastlıyorum.” demiştir. Yunus Emre, Taktuk Emrenin dergahında
kırk yıl düzgün odun taşıyan bir öğrencidir.
On sekiz gün boyunca, getir götür işleri yapar,
alış verişe çıkar, odun taşır ve bir sabır sınavından geçer. “Ben buna mı
layıkım” düşüncesi ile boğuşur, şeytanını hatmeder ve düşüncesinde kararlı
oldu§ğunu ispatlarsa ve kendine güvenli olarak bunu ifade ederse, artık Mevlevi
kıyafetleri giydirilirdi kendisine. On sekiz gün boyunca yaptığı tüm işleri
yapmaya devam eder, ortalık temizler, ancak artık sema meşk eder, mesnevi okur,
yeteneklerini keşfederdi. Resme ve hat sanatına ya da musikiye olan yetenekleri
ortaya çıkmaya başlardı. Hangisine meyilli ise o konuda eğitim görürdü. Bu
eğitime öncülük eden, çilesini doldurmuş, bir “hücre” sahibi olmuş “dedeler”
bulunurdu.
Dergah hâlleri
Efendim bir gün yanına çağırdı. “Bir şeyi
bulmama yardım etmeni istiyorum” dedi. Gözlerindeki pırıltı ile neyi
kaybettiğini anlamaya çalıştım. “tespihi, kaşığı, kıymetli bir eşyası”. “Hayır”
dedi, “Kaybettiğim değil, göremediğim bir şeyi bulmanı istiyorum. Onu
kaybetmedim ama bulamıyorum.”
“Kaybedilmeyen bir şey nasıl bulunabilirdi? Ya
vardır ya yoktur. Eğer görebiliyorsan oradadır, bulamıyorsan kayıptır” diye
düşündüm. “Bulunamayan şey kayıptır” ifadesi ile kendime geldim. “Bulamamak,
görememektir. Çünkü bakarsın ancak göremezsin. Zihin engeldir görmene. Bulmanı
istediğim şey benim özel bir eşyam değil. Sensin. Bana kendini bul getir.”
“Kendimi bulup getirmemi istedi benden. Ben
burdaydım kayıb değildim. Tam karşısındaydım ancak beni nasıl göremediğini
ifade etti, neden kendimi bulmamı istedi” düşünceleri ile yoğruldum.
Tüm bahçeyi dolaştım, çiçeklerde böceklerde,
bal yapan arılarda aradım kendimi. Esen rüzgarın sesini duydum, dağlarda uçan
kartalları seyrettim, güneşin doğuşunu ve yine doğmak üzere batışını gördüm.
Soğukta kar yağardı, kar toprağı örter, dinlenmesine yardım eder, tohumları
gizlerdi. Ama yine yine baharda uyanırlar güneşe doğru yönelirlerdi toprağın
engin derinliklerinden.
Her gece ne kadar karanlık da olsa mutlaka
seherde aydınlanırdı her yer. Her zaman döngü içindeydim. Ben de onlar gibi
dönüyordum. Farkım neydi? Ben neydim? Bir kayıb. Farkım fark etme yetisindeydi.
Bir tohum biliyordu tohum olduğunu, ne zaman çıkacağını karanlıktan, ne zaman
büyüyeceğini. Güneş ne zaman doğacağını, dünya nasıl döneceğini, kuşlar nasıl
uçacağını, arı nasıl bal yapacağını biliyordu. Ancak ben biliyor muydum ne
olduğumu? Bulunmak istiyordum. Kim bulacaktı beni? Yine ben. Peki görmem
gereken neydi? Zihnim insansın diyor, gönlüm ise maneviyatsın diye parçalıyor
adeta tüm hücrelerimi.
Çıkmak istiyorum kabuğumdan artık zamanı
gelmiş, kurtulmak istiyorum tüm yüklerimden, binlerce yıldan beri biriktirdiğim
yürümeme engel olan kamburumdan. Uçmak istiyorum ötelere, engin denizleri,
zirvelere ulaşan dağları aşmak, yücelere erişmek istiyorum. Yol bulmak, yol
olmak, erimek ve yok olmak, yanmak her zerremin küle dönüşmesini seyretmek ve
her külden yeniden bir bedenle doğmak istiyorum. Çokluğa erişmek ve teklikte
birleşmek istiyorum. Ötelerden görmek istiyorum kendimi, ne olduğumu,
kaybettiğim kendimi bulmak istiyorum. Küçük bir bedene sığışmış, koca kainat
olduğumu ve aynı zamanda o koca kainatın bir noktası olduğumu nasıl
anlayamadım. Kayıplıktan kurtulmak ve kendim olmak için ne kadar çaba göstersem
azdır.
Koşup efendimin ellerini öpmek istiyorum. Bana
kayıplığın verdiği acıyı ve bulunmuşluğun sarhoşluğunu, huzurunu gösterdiği
için. Yanına ulaşıyorum hiçlik içinde, gözlerindeki o pırıltı ile kendime
geliyorum.
“Her âleme dalacaksın, kainatın her zerresinde
olacaksın ama aynı anda yine burada olarak. Çünkü bu sensin, senin sınırlılığın.
Rabb’in sınırının bittiği senin bedenin sınırı başladığı noktada var olacaksın.
Ve o noktayı her daim koruyacaksın. Kaybolmadan, her anı hissederek ulaşacaksın
varlığınla yokluğuna. Her baktığına aldanma, çünkü o gerçek değildir. Gerçek
onun arkasına gizlenmiştir. Nefes almadan yaşayamazsın, ancak aldığın nefes
hava mıdır? Hava olduğunu zannedersin. Görebilir misin havayı, yoktur, ancak
etrafa verdiği zarar ziyanla onu bilebilirsin. Yaprağı yukarıya kaldırışıyla
tanırsın, ağacı eğişi ile görürsün, tozu toprağı birbirine katışı ile anlarsın
havanın varlığını. İşte sen gerçekte busun. Hava gibisin. Yoksun ancak etrafa
verdiğin hizmet ile, varoluşun ile ifade edersin açığa vurursun kendini. Kaybol
ama hep kendinde olarak. Zihninle, maneviyatınla kaybol, derinlere dal ama,
yine bedeninde dimdik ayakta durarak arz üzerinde. Arayan da sen, aranan da sen
ol daima. Aradığın gerçeklik bazen tam yanıbaşındadır da göremezsin, çünkü
mükemmeldir o, yaratılış gibi. Ancak sorun bilinmez oluşudur. Sonsuzdur ancak
sonsuza kadar uzanırken, hangi hadiselerde vuku bulacağı bilinmezdir. Ne zaman
en mükemmele ulaşır işte bu sonsuzluktur. Diri olmanın manası budur evlat.
Aradığın gerçekliğin sende olduğunu unutma. Çünkü gerçek oralarda bir yerlerde
değil, sende. Onu kaybetmedin ancak bulamıyorsun. Bulmana yardımcı olacak gönül
gözün daima açık olsun.”
Çile adı verilen eğitim sistemi esnasında,
öğrenci kendi ile yüzyüze gelir, kendini tanıma yolunda meşakkatli olaylar
yaşadığı adımlar atardı. Aşk yoluna giren öğrenci ne olduğunu, neyin içinde
olduğunu, görünenin ardında görünmeyenin nasıl cereyan ettiğini, nasıl vuku
bulduğunu, sebebin sonuçlarını, aynı zamanda sonuçtan sebebe nasıl gidileceğini
idrak edebilirdi. Hem bilgi alır, hem de yaptığı fiziksel işlerde, kendi zihni
ile başbaşa kalırdı. Zihninden geçen egosal caydırıcı düşünceleri tek tek
izler, onlara kapılmadan nasıl baş edebileceğini, susturabileceğini ve
susturmanın ötesinde onları nasıl eğitebileceğini de öğrenirdi.
Yaptığı günlük işlerde, zihin ona her bakımdan
galip gelebilirdi. Kışkırtarak, yolundan alıkoyarak, caydırarak her türlü
nizamı ve mizanseni hazırlayabilirdi. İğvaya düşürücü tüm etkileri ile baş
edebilmek, kendinde olan ancak kendine ait olmayan bu tür düşüncelerin bedenden
kaynaklandığını, maddi çekim alanından kaynaklandığını anlaması için günlerin
geçmesi belli bir kıvama gelmesi gerekirdi.
Zaman vardı, günler uzundu, yaşam sonsuzdu.
Ancak her zaman uyanış için bir zamanı belli olmayan ölçülemeyen bir zaman
vardı. Her an her saniye zaman mevcuttu. Yine de dergahlarda zaman kavramı için
bir süre konmuştur. Çünkü insanın kendini tanıması aşamalarında, zihnin belli
bir kıvama ulaşması ve alışkanlıkların bertaraf edilmesi, şeytanınla yüzyüze
gelebilmesi için süre şarttır. Bu yüzden, üçgün, onsekizgün ve binbir gün gibi
kavramlar karşımıza çıkmaktadır. Bu süreler, direncin kırılması için
gereklidir. Doksandokuz kere taşa vuran taş ustası, yüzüncü vuruşunda taşı
ikiye böler. Doksandokuz kere vuruş, taşın kırılma direncini bertaraf etmek
içindir. Yüzüncü vuruş ise amaca ulaşmak için son bir gayrettir. Amaca ulaşmak
için gayret sarfetmek, alın teri dökmek gerekir. Yoksa bilgiler bize gökten
yağsa bile ulaşmaz. Onu alabilecek, kavrayabilecek, idrak edebilecek kıvama
gelebilmek için likayat gereklidir.
Şeytanıyla yüzleşmek
Bir gece efendim yanına çağırdı. “En düzgün
odunu bul getir bana.” Büyük sevinç içinde yanından ayrıldım, benden birşey
istenmişti, hemen yapmalıydım. O gece uyudum, başımın tam üstünde yastığım
üzerinde havada duran şeytanı fark ettim. “işini bozağacım” dedi. Uyandım
terler içindeydim.
Sabah oldu, gittim en düzgün odunu getirmek
için, ağaçların arasına daldım. Tek tek bakıyordum etrafa en düzgün dal
hangisidir diye. İlerlerde bir çoban gördüm. Ona sordum “en düzgün odun nerde
olur, hangi ağaçtadır?” “Boşver odunu sen, gel bana şu hayvanları gütmem için
yardım et, uzun zaman oldu uyuyamıyorum, evladım hasta, geceleri ona bakıyorum,
ancak gündüzleri de yaşamak için çalışıyorum, çok yorgunum, biraz uyuyayım, sen
de hayvanlarıma göz kulak ol? Ne dersin?”
Acıdım çobana ve yardım etmek istedim. Bir
köşeye çekildi ve uykuya daldı, ben de hayvanlarına göz kulak oldum. O sırada
uzaktan bir uluma sesi işittim, bir kurt sürüsü yaklaşıyordu sanki. Ne
yapacağımı şaşırdım hayvanları mı koruyacaktım kendimi mi, çobanın canını mı?
Söz vermiştim çobana. Uyandırmadım onu. Hemen hayvanları toparlayıp sürü
hâlinde yola sürdüm. Sıra sıra gidiyorlardı yol üzerinde. Çoban ise geride
kalmıştı, unutmuştum sanki onu. Hemen koştum yanına, ölü gibi uyuyordu.
Uyandırmadım kaptığım gibi sırtıma vurdum. Onu
da taşıyordum sırtımda, hayvanları da kontrol ettiriyordum. Epey zaman geçti,
hiç takatim kalmamıştı yürümeye. Neyse ki kurt sürüsünün uluması kesilmiş,
uzaklarda kalmıştı. Neredeyse kurtulmuş, köye yaklaşmıştık. Yakınlarda durup
bir gölgeliğe çobanı bıraktım “hem kendisi ağır hem uykusu” diye içerlendim.
Güneş de batmak üzereydi, en düzgün odunu bulamadım diye çok üzüldüm. Şimdi ben
ne diyecektim.
O sırada çoban uyandı. “Kardeş neresi burası,
köye kadar yaklaşmışız nasıl oldu bu?” Durumu kendine anlattığımda çok sevindi,
kendisini ve hayvanlarını koruduğum için bana binlerce dua etti. Ve yavru bir
keçiyi bana hediye etti. Almak istemedimse de kabul etmek zorunda kaldım.
Omuzladığım gibi yavruyu döndüm kendi ait
olduğum mekana, vardım efendimin huzuruna. Yine o parlayan gözleri bu sefer
gülüyordu adeta. “Düzgün odun nerede?” diye sordu. “Bulamadın mı yoksa onu”.
“Bulamadığımı söyleyemedim. Bana bir görev vermişti, bunu yerine getiremedim
diye acı ve ıstırap dolu olduğumu anlatamadım. Yarın bulurum getiririm
diyemedim.”
“Kaldır başını, gözlerini eğme yere. Neden
utanç içindesin. Sen en düzgün odunu getirmişsin işte.” “En düzgün odun keçi
yavrusu mu idi.? Nasıl olurdu bu?” diye düşündüm.
“Şeytanıyla yüzleşmek, yükseliş yolunda, Aşk
yolunda olanlar için bir kıymettir. O dürter insanı, caydırır, yolundan
alıkoyar. Ancak o yolda ne gibi kıymetler insanı bekler bilmez, bilemez. Çünkü
onun derdi ancak ve ancak caydırmak saptırmaktır. Aklını kullanan, o caydırıcı
yolda iyiye yönelmek yine bir liyakat meselesidir. Sen yolundan saptın ancak bunu iyiye
kullandın. Odun ararken keçiyi buldun. Ancak o esnada arada olan hadiseler,
senin gönül zenginliğindi. Yardım ettin, mükafatı da benim istediğim bir şeyin
farklı bir yansıması oldu. Bazen aradığımız şey için yollara düşeriz, ancak
yüzlerce yol çıkar önümüze, her birinde bir sınav, her birinde bir bela
peşimizi bırakmaz. O yolda aklını, vicdanını, gönlünü kullananlar için nice
nimetler gizlidir. Aradığından uzaklaşır, aradığın hariç başka şeyleri de
keşfedersin. Bu bir olumsuzluk değildir, insan da böyledir. Dünyaya doğar belli
bilgilerle. Ancak o bilgileri unutur da, başka şeylere yönelir. Ancak bu da bir
gerçekliktir. O yöneldiği şeylerden nice zenginlikler elde eder, manevi
duygular elde eder, gönlünü huzurla doldurur. Tabii, aklını vicdanını bir tutup
iyiye yönelebildiği müddetçe. Keçiyi götür ait olduğu yere. Benim isteğim
yerine geldi.”
Huzur içinde yine bir bilgi ile donatılmış,
ayrılıyorum yanından, geçiyorum o bilinmez, bulunmaz yüce kapıdan. Her şey ait
olduğu yere döner. Keçi hayvanlar arasına, insan insanlar arasına, ruh ruha,
can cana, beden toprağa karışıp gider. Yollar nicedir, ancak elde edilen manevi
kıymetler ise paha biçilmez.
Mevlevi dergahlarında müzik
Mevlâna büyük bir din ve sanat bilginidir.
Gönlünü şiir, musiki ve sema gibi üç güzel sanata vermiş, ulviyet ve
kudsiyetine erişmiştir. Musiki, Mevlâna için, maddi ve fiziki herşeyin
ötesinde, ilahi bir anlayış ve seziş olarak tutmuştur. “Elest Bezmi’nin avazesi” diye tarif etmiştir. Elest Bezmi, ruhların henüz madde kainatına
doğmadan önce, Rabb’e verilen bir sözdür, akiddir. Rabb’in ruhi sesi ile
seslenişi, ve ruhların bu seslenişten mest olmaları, daha sonra cevap vermesi
manasındadır. Rabb’iniz değil miyim, ruhi sözüne karşı, evet diyerek bir akid
anlaşmasıdır. Ve daha sonra ruhlar madde kainatlarına bedenlenirler. Ve o ruhi
sesi unuturlar.
Hatırlama yeteneğinin tekrar vuku bulması için,
Mevlâna, “ney” sesinin kullanılmasını uygun görmüştür. Çünkü yanık “ney” sesi,
ruhi seslenişe en yakın bir avazedir yani seslenişin titreşimini taşır.
Bedendeki ruhların, ruhi sesi tekrar hatırlamaları ve maneviyata tekrar
yönelebilmelerine kolaylık sağlamak için “ney” sesi kullanılır. “Ney”in
kullanılması, bedendeki ruhların özlemini arttırmak, hatırlamalarına olanak
sağlamak içindir.
Mevlevihaneler, manevi eğitim yerlerinin
dışında, devrin güzel sanatlar fakültesi ve konservatuarlarıydı. Mevlevilerin
zikri olan sema, musiki eşliğinde yapılır. Türk Klasik Müziğinin temelinde,
mevlevihanelerde geliştirilen müziğin etkisi çok büyüktür.
Mevlâna’nın tasavvufunda amaç Aşktır. İnsanın
yaratılışındaki sureti ile değil, sıreti ile ilgilenmiş, maneviyatının
geliştirilmesi için eğitimin gerekliliği üzerinde durmuş, açığa çıkarılacak
olan gönül zenginliği üzerinde durulmuştur. Ruhi bir tezahür olan, şiir,
musiki, raks, hattat, insanı maneviyata götüren, maneviyatını açığa çıkaran en
önemli tesirlerdendir. Çünkü musiki, şiir, güzel yazı, raks gibi sanatların,
ruhi tesirlerle rezonansa, titreşime girilmesine yardım edici unsurlar olduğu
bilinirdi. Bu titreşimle kontakt kuran kişi, kötülüklerden uzak durup iyiye
yönelecek, ışığı alabilecek ve aktarabilecek bir gönül zenginliğine
ulaşabilecektir.
Sen ruhundan gelen sesleri, karşındaki
yansımadan
alıyorsun.
Yine bir akşam üstü, efendimin anlattıklarını
dinlerken kendinden geçtim adeta. Nasıl bir tesirle dopdolu ve ruhi olarak
zenginleşmişken, bunları sadece benim duymam bir ayrıcalık mıydı yoksa
başkaları için büyük bir eksiklik miydi? Düşünceler içinde zihnimle meşgulken
beni kendime getiren sesi ile irkildim. “Etrafına bir bakın”. Bakındım,
minderler, pencereler, perdeler, divanlar. Yan odadan gelen musiki insanı
kendinden geçiren bir eda ile adeta büyülüyordu. “Ne gördün?”
“Efendim ben, normal eşyaları görüyorum, müziği
duyuyorum. Bir de, siz ve ben varız.”
Gülümsediğini gördüm. Bazen öyle büyük bir
enerji hissediyordum ki, adeta hıçkırıklarla boğazıma düğümleniyordu her cümle.
Söylediğim her cümle, ağzımdan çıkıp, bağrıma saplanıyordu hançer gibi.
“Sadece sen mi dinliyorsun anlatılanları?
Buraya geldiğinde hiçbir şey bilmediğini sanıyordun oysa kendi ruhunda olan
bilgileri alıyor, akseden karşı taraftan yansımalarını görüyor ve öğreniyorsun.
Bir şey duymuyorsun, çünkü duymak için, çarpma oluşması gerek. Bir çarpma
olması için de varlığın olması gerek. Hiçlikte ve yoklukta varlık yok ki,
çarpma olsun duyma gerçekleşsin. Sen ruhundan gelen sesleri, karşındaki
yansımadan alıyorsun. Çünkü karşında da senin yansıman var. Sadece açığa çıkmak
için bekleyen bilgiler, yardım vasıtası ile senden akıyor ve öğreniyorsun.
Senden olan sana geliyor. Senin içinde olan sana geliyor. Ve bu gelişten sonsuz
varlık sebepleniyor.”
Sonsuz varlık sebeplenmesi de nedir diye
düşünüyorum. Kendimden başka kimseyi görmediğim için. Benim varlığımla başka
kim sebeplenebilir diye düşünürken.
“Etrafına baktığında eşya mı gördün? Oysa bu
oda varlıklarla dopdolu. Sen öğrenmeye geldiğini düşünüyorsun, oysa öğrenmeye
gelen sonsuz varlıklarla içiçesin ve onlar da senden öğreniyorlar. Herşey
gördüğümüzle kısıtlı ve sınırlı değildir. Baktığında gördün gerçek değildir.
Göremediklerin gerçekliktir. İhtiyacı olan, liyakati olan tüm varlıklar senin
etrafında kol geziyor, çekiliyor. Aynı pervanenin ateşe çekildiği gibi, güne
bakan çiçeklerinin güneşin izlediği yolu takip etmesi gibi, bir bebeğin
annesinin kokusunu duyunca ağlaması gibi. Sadece beslenmiyorsun, her an
besliyorsun da. Bu bir rezonanstır. Çekimdir. Dünya da ihtiyaca uygun olanları
çeker bu yüzden doğar ve bedenleniriz. Gelen için, çağıran daima hazırdır.
Çağıran bilmese de, gelen beslenir.
Herşeyi her zaman görmemiz mümkün değildir ve
bilmemiz de gerekmez. Ancak beslendiğimiz oranda beslediğimizi, beslendikleri
oranda beslediklerini bilmek yeterlidir. Bu bir zincirleme reaksiyondur. Rezonanstır,
ilahi bir akıştır. Bencilcel sadece kendimize olduğunu sanmak ise bir zandır.
İnsan çok ulvi bir yaratılmışlıktır. Hem kainattan beslenir, hem kainatı
besler. Küçük bir kalp atışı gibidir. Yanıp söner. Belki önemsizdir, küçük bir
ayrıntıdır ancak muhteşem bir bedenin muhteşem bir hücresidir. Ve bir o kadar
da değerlidir. Olmaz ise olmazıdır. Hem kainata vücud verir, hem kainat insana
vücud verir. Bu veriş alışta, tüm varolanlar sebeplenir. Hiçbir olan, boş
değildir. En küçük bir zerrenin bile kıymeti, tüm fiziki zenginliklerin
ötesindedir.
Müridin kendini öldürmesi
Mevlevilikte, mürid yani öğrenci, mürşidinde
yani öğretmeninde kendini öldürmeli, yok etmelidir. Kendine baktığında eğitici
ve öğreticisini görmelidir. Çünkü her ikisi birbirinin yansıması hâline
gelmiştir. Ona tam olarak güvenmeli ve itaat etmelidir. Çünkü kendini bilme
yolunda en emin ve en güvenli yolu mürdişi gösterecektir ona. Ancak bu,
öğrencinin yani müridin liyakatine bağlıdır. Kendi sıreti, iç dünyası, ruhu ne
kadar müsade ederse, nefsini ne kadar bertaraf edebilir ve hırsını aklından
öteye almaz ise, o oranda gelişecek ve tekamül edebilecek, Rabb’ini bilecek
duruma gelecektir. Dergahta, normal halk arasında konuşulmayan gizli sırlar,
gizli bilgiler aktarılır. Bu öğrencinin alma kapasitesine, ya da ruhundan açığa
çıkarabileceği bilgilerin istidadına göre yapılır. Kapasitesi oranında eğitim
görür. Mücadele her andır, ve hiçbir zaman gayret elden bırakılmaz.
Üçgün post üzerinde oturan, kararlı olarak on
sekiz gün kendi kıyafeti ile hizmet eden için, binbir gün sürecek olan çile
eğitimini, kendi ile başbaşa kalarak kendini bilme yolunda halvet eğitimini
tamamlayana derviş adı verilir. Bu eğitim sisteminden çıkan, kendi bedenini
kendi ruhunda öldürmüş, binlerce cenaze namazını kılmış ve yine kendi bedeninde
yeniden doğmuş bir derviş olarak ayine katılır. Tac ve hırka giyme için küçük
bir tören düzenlenir. Mürid başını, şeyhin dizine koyar. Şeyh mürid için duada
bulunur. Fatiha suresi okunduktan sonra, hırkası ayakta giydirilir. Dualar
eşliğinde, hırkasını giyen mürid şeyhinin ve orada bulunan dedelerin ellerini
öper.
Tasavvufi hiyerarşi
Binbir çileli günden çıkmış, halveti
tamamlamış, belli bir manevi olgunluğa erişmiş, müridlikten dervişliğe erişmiş
için, üç türlü halifelik vardır. Suret-i hilafet, bir dervişe tekkenin
yönetimini yürütmesi amacıyla verilen bir halifelik, yetkinliktir. Mana-yı
hilafet, insan-ı kamil, yani gerçek insan olma tasavvufi yolunda makam ve
mertebeleri iyi bilen, Rabb’ini tam anlamıyla tanıyan ve halkı bilgilendirmesi,
bilinçlendirmesi, ışığı aktarması, gönüllerde ışık yakması için verilen bir
halifelik, yetkinliktir. Hakikat-ı hilafet ise, doğrudan şeyhin yetkisindedir.
Boş olan şeyhlik makanlarına atanması için şeyhlerin seçimi ile dervişlerin,
halifelendirilmesi, yetkinleştirilmesidir.
Mevlevilikte, dervişliğe geçemeyenler, muhib
ismi ile adlandırılır, seven kişi manasına gelen kişilerdir, büyük bir
çoğunluğu oluşturur. İkinci derecede dede denilen dervişler yer alır. Onlar tüm
aşamaları geçen, üç gün post üstünde oturan, on sekiz gün hizmet eden, verdiği
karar doğrultusunda bin bir gün çile eğitiminden sonra dervişliğe geçenlerdir.
Dede olarak tabir edilirler. Üçüncü aşama ise, Şeyhlerdir. Bir tekkeyi
yönetmek, muhibleri ve dervişleri yetiştirmek, eğitime tabi tutmak yetisine ve
yetkisine sahip kişilerdir. Mevlevilikte son dereceyi halifeler meydana
getirir. Halifeler, başkasına halifelik verme yetkisine sahip şeyhlerdir.
Sultan Veled’ten sonra, bütün Mevleviliği
temsil eden Konya’daki merkez tekke şeyhliğinin babadan oğula geçmesi ile
gelenekleşti. Şeyhlik makamına oturana Çelebi unvanı verildi. Daha sonra büyük
çekişmeler yaşandığı için, Çelebileri, Osmanlı padişahları atadı. Mevlevi
tekkeleri, tarikat ve eğitim faaliyetlerinin yanısıra, sanat ve kültür merkezleri
görevlerini de yerine getirdiler. Türk düşünce ve manevi sanatlara önemli
katkılar sağladılar. Çok geniş bir alana yayıldılar, görevlerini başarı ile
sürdürdüler ancak daha sonra toplanmaya başladılar. 13 Eylül 1925 tarihinde bu
tekkelerin görevlerine son verilmiştir. 1926’da ise, Konya’da merkez tekke ve
Mevlâna türbesi müze olarak yeniden açıldı.
“Görünen suret, gayb âlemindeki surete delalet
eder, o da başka bir gayb suretinden vücut bulmuştur.
Böylece bunları, görüşünün miktarınca ta
üçüncü, dördüncü, onuncu surete kadar say dur!”
Mesnevi c. IV, 2888
Mevlâna inisiyatik kökenli büyük bir sufi,
büyük bir bâtınidir. Cenazesine Mevlevilerin yanısıra Hristiyanlar, Yahudiler,
her inanıştan insanlar katılmıştır. Şeriatin dışında bâtıni öğretiyi
şiirleriyle anlatan Mevlâna’nın bu yönü ne üzücüdür ki klasik İslam yorumcuları
tarafından halka hiçbir zaman anlatılmamıştır.
Bu bilerek yapılmıştır ama sadece bu konuda
değil... Aynı şey Hallac-ı Mansur, Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli, Muhyiddin
Arabi ve daha niceleri için geçerlidir.
Şeriatin ötesinde bâtıni yönünü bizzat kendisi
şiirlerinde sık sık ifade etmiştir:
“Ey Hacca gidenler, nereye böyle?
Tez gelin çöllerden döne döne,
Aradığınız sevgili burada,
Duvar bitişik komşunuz.
Durun, gördünüzse suretsiz suretini onun,
Hacı da sizsiniz, Kabe de Ev sahibi de...”
Bâtını anlamak için, önce zahirin ne olduğunu
bilmemiz gerekir. Zahir ve Bâtın aslında Arapça kelimelerdir. Zahir görünen,
Bâtın ise görünmeyen manasındadır. Ancak bunlar elbette ilk anlamlarıdır. Her
mananın, sonsuza kadar inen anlayışlara uygun olarak açıklamaları olur. Zahire
sadece görünen, bâtına ise görünmeyen demek ilk manadır. Oysa daha derinlerde
ise bu iki mananın birbirinden farkı yoktur. Mevlâna küfür ile iman arasında
sadece bir berzah vardır der.
“Küfürle iman, yumurtanın akı ile sarısına
benzer! Aralarında bir berzah vardır; birbirlerine karışmazlar!
Divân-ı Kebir c. IV, 1940
Mevlâna, berzah tanımı ile inanılmaz bir durumu
ortaya koymaktadır. Çünkü yaşadığı çağda henüz bilinmeyen bir durumu çok güzel
ifade etmiştir. Tüm ol emri ile yoktan var edilen varlıkların ve yaratılanların
hepsinin bir sınırı vardır. Etrafımıza baktığımızda gördüğümüz her cismin,
maddenin, gökyüzünde bulunan tüm gök cisimlerinin bir şekli ve sureti vardır.
Bunlar hep sınırlar içindedir. Birbirlerine asla karışmazlar. İnsan da
böyledir, Varlıkların ortak buluşması ve ifadesi olan insan da sınırları iyi
belirlenmiş bir surettir. İnsan organizması da organlardan oluşur ve her biri
kendi görevini icra eder ve hiçbiri birbirine karışmaz. Zahir ile Bâtın da
böyledir, sınırları iyi tayin edilmiştir ve asla birbirlerine karışmaz.
Bu karışma ve karışmama meselesi, bilimsel
manada da çok iyi ifade edilmiştir Mevlâna tarafından. Özgür iradeyi ve seçme
özgürlüğünü ifade eder. Tüm varlıkların ve yaratılmışların kendi özgür
iradeleri vardır ve asla birbirlerine tahakküm ve müdahalede bulunmazlar.
Günümüz biliminin yeni keşiflerinden olan kuantum fiziği de ortaya koymuştur
ki, atom parçaları arasında da boşluk vardır ve hiçbir parçacık birbirine
dokunmaz, birbirine yaklaşamaz. Herbirinin birbiri ile ortak alanı haberleşmesi
ve etkileşimi vardır fakat asla birbirlerine yapışıp iç içe giremezler. Atomlar
ve partikülleri arasındaki boşluk, dengeyi sağlamaktadır. Çekim gücü dengede
kalmaktadır.
Spiritüalistlerin bahsettiği “yukarısı aşağıya,
aşağısı yukarıya benzer” sözü ile, zahir ile bâtının arasındaki berzah yani
sınır da, birbirine benzer ancak aralarında sınır vardır. Havanın suyun içinde
olması ancak yine de ayrıca var olması gibi. Her şey iç içedir, ancak sınırları
çok iyi tayin edilmiştir.
Atomlar ve parçacıkları arasındaki boşluk,
gökcisimleri arasındaki boşluk, dünyanın içindeki cisimler arasındaki boşluk,
cisimlerin atomları arasındaki boşluk ve atomların parçacıkları arasındaki
boşluk gereklidir ve bu sınırlar varlığın bütünlüğünü, özgür iradesini
belirler. Yaratıcı kendi suretinde yaratmıştır sözünü destekler. Yaratıcı
sonsuz ve irade sahibi ise, yarattıkları da Ondan’lık taşır. Yaratıcının mükemmelliği
ve sonsuzluğu, yaratılanların özünde mevcuttur.
“Münkirin delili ancak ve ancak şudur: Ben şu
görünen yurttan başka bir şey görmüyorum.
Hiç düşünmez ki nerede görünen bir şey varsa o
gizli hikmetleri haber vermededir. “
Mesnevi c. IV, 2778
Ne zaman manaların ve kavramların gerçekliğine
inebiliriz işte o zaman anlayışlarımız da değişir ve görünenin ardındaki
görünmeyenleri de hissedebiliriz. Çünkü görünen her şeyin ardında görünmeyeni
vardır. Zahir ile Bâtın arasında ki ince sınırı, perdeli olduğumuz için
görmemiz ve fark etmemiz mümkün değildir, ancak hissedebiliriz, tahmin
edebiliriz, merak edebiliriz.
Mevlâna zahir ile bâtını görebilen bir gönül
anlayışına sahipti. Olmasaydı bu kadar sırları ifşa etmesi mümkün olamazdı.
Çünkü “öteler”den gelmiş ve ötelerden aldığı görkemli bilgileri arzımıza
akıtmıştır. Zahir ile Bâtını bir görebilen, aradaki sınırı aşabilen ötelere
geçebilen bir anlayışa sahip kişilerin her yerde o mührü görmeleri mümkündür.
Çünkü hakikatin hakikati, her yarattığı zerreye kendi nurunun mührünü de
basmıştır. Her zerre, Hakk’ın mührünü taşır. Çünkü erdemli ve yüce bir Haktır
ki, her zerreye kendi nurunu mühürlemiştir. Bunu görebilmek ancak ve ancak
Mevlâna anlayışına sahip biri için mümkündür.
“Biçim mevcudiyete Biçimi olmayandan gelmiştir
tıpkı dumanın ateşten gelişi gibi.”
Mesnevi c. VI, 3712
Gayba vakıf olanlar yine Rabb’in katından
kudretle onurlandırılmış olan seçilmişlerdir. Seçilmişler, öz dostlar,
sevgililer, ziyaretçiler, misafirler olarak arz âlemlerine, kudretle
donatılarak, rahmetin yayından gerilen ok misali, hedeflerini tam on ikiden
vuran nurlu oklardır.
“Gaybın anahtarları ise onun katındadır.”
En’am 6/59
Ancak “şehâdetil” ya da veş “şehâdeh” diye
geçer ayetlerde, görülen ya da görünen kelimesi için. Şahit olunan âlem,
şahitlik edilen bir durumdur bu. Şahit olduğu, şahitlik ettiği bir kainat,
âlemdir görünen âlem. Aslında âleme şahitlik ediyoruz. Şahitlik edilen bir
durum gözlemci manasını taşır. Biz gözlemciyiz ve âleme şahitlik ediyoruz.
Bir örnekle açıklamak gerekirse, bilimadamları,
atomaltı partikülleri incelerken, oynak oldukları ve yerlerinin tespit
edilemediği bilimsel çalışmalarda ortaya konmuştur.. Aslında bilim adamı,
atomaltı partiküllerine şahitlik edememektedir, yani yerlerini tespit edememektedirler.
Oysa ki bu oynak atomaltı partiküllerin bütününe baktığımızda katı bir madde
görmekteyiz, yani şahitlik etmekteyiz. Görmek sadece bütüne baktığımızda
gerçekleşir, oysa ki derine indiğimizde soyut ve yeri tespit edilemeyen ışıktan
ve enerjiden meydana gelmiş bir dünya mevcuttur.
Şahitlik ettiğimiz görülen evren, âlem, sadece
bütüne bakıldığında gerçekleşir. Oysa ki gayb yani gizli olan, maddenin
kökenine indikçe, yeri tespit edilemeyen boşluklardan meydana gelmiş, enerji ve
çekim alanı inanılmaz boyutlarda olan bir âlem daha mevcuttur. Bu âlem gizli
bir âlemdir ve yeri tespit edilememektedir. Gerçek şu ki, görünen ve görünmeyen
âlem iç içedir. Şahitlik edilen ve bakıldıkça, manasına indikçe gizlenen bir
âlem bütünü.
Şahitlik edilen âlem yani kainatımız, gayb
âlemi gizli olan âlemler yani başka boyutlar ve bütün âlemler kısacası tüm
yaratılmış olan âlemler olarak bahsedilen bütün kavramlar aslında sonsuzluğun
bir işaretidir. Burada bahsedilen sadece görülen bir âlemin yani şahitlik
edilen bir âlemin dışında da sonsuz seçenekte âlemlerin varlığının bir delili
olarak sunulmaktadır.
Zahir ile Bâtın konusu, sadece görünen ve
görünmeyeni içermez. Zahir sadece gördüklerimiz değildir. Gözlerimiz ancak
dünyada olanları ve gökyüzünde olanları görmektedir de, ötelerde olanları
göremez. Yani insan gözü, her görüneni de göremez. Mevlâna bunu şu şekilde
ifade etmiştir.
“Ey insanlar; kalkın, dışarı çıkın! Atlarınıza
binin ve kırlara açılın; bağlara bahçelere gidin! Onlar; ötelerden, çok uzak
yollardan geldiler! Onları karşılamak, onlara; “Hoşgeldiniz!” demek adettir! O
yeşillikler, yüklerini, denklerini bagladılar; yokluk ülkesinden kalktılar,
deniz tarafından geldiler! Denizden gelirken güneşin yüzünden havaya çıktılar,
göklere buse verdiler! Onlar; burç burç bütün gökleri dolaştılar, her yıldızdan
yararlandılar, sermaye aldılar! Ve nihayet bize, şu toprak âlemine birçok
armağanlarla geldiler! Onlar, birkaç gün şu yeryüzünde misafir olarak kalırlar;
sonra yine giderler! Bu hep böyledir; böyle gelir, böyle gider, böyle sürer!
Onların sofraları, rüzgarın başındadır; kaseleri de seher rüzgarının elindedir!
Onların yedikleri yemekler, o sofraya oturanlardan başkasından gizlidir! Çünkü,
yemek kaplarının üstünde kapaklar vardır! Sofralar gelince herkes; “Tabaklarda
ne var?” diye soruyor! Soranlara hâl dili ile diyorlar ki: “Herkes bu sırlara
mahrem olsaydı, tabaklar hiç örtülür müydü? Canın gıdası, can gibi gizlidir;
bedenin gıdası ise, ekmek gibi meydandadır! Ekmeğin zevkini, ancak aç kimse
bilir; tok olan, o zevki, hiç bilmez.”
Divân-ı Kebir c. IV, 1940
“Ötelerden” gelen “misafirler” diye anlatmıştır
Mevlâna. Onlar resullerdir, ötelerden gelirler ve yeryüzünde birkaç gün kalan
misafirlerdir. Yeryüzüne geldiklerinde ise birçok armağanla gelirler diye
bahseder. Bu anlamda, bizden gibidirler, insan gibi görünürler ancak yedikleri
yemekler ve tabakları içinde olanları kimse göremez. Gizlidir. Çünkü her
gördüğümüz gerçek değildir. Biz insanlar, ancak beynimizde olan kodlar
dahilinde görürüz ve biliriz, bundan öteye geçebilenler, anlayışlarını
genişletenlerdir. Ötelerden gelen yeryüzüne armağanlar getiren misafirleri
görebilenler de ancak Mevlâna gibi anlayışa sahip olanlardır. Uyanmış
olanlardır. Perdeli olmak manası, sınırlı olmak anlamındadır. Çünkü uyuyan
insan için görünenin bile ne anlama geldiğini bilmesi mümkün olmayabilir ki,
bâtını bilmek ve hissetmek ise çok uzak bir durum oluşturur.
Sözler sana göre kabuklardan ibarettir ama
başka anlayışlara göre tamamıyla içtir.
Gök arşa göre aşağıdadır ama bu bir yığın toprağa
göre pek yücedir.
Mesnevi c. V, 20
Mevlâna’nın da yukarıda ifade ettiği gibi bâtın
ile zahir olan anlayışa göre değişir. Birisi için bâtın olan yolun ilerisindeki
biri için zahirdir. Bu idrak kapasitesine göre insandan insana değişebildiği
gibi, aynı insan için de zaman içinde değişecektir. Uyanışa ulaşma gayreti
içinde şartlanmaların, yargıların, kodlanmaların dışına çıkmaya çalışarak sonu
olmayan bir kabuk atma işlemidir. Öze ulaşana kadar her açtığımız kabuk zahir
olan, içteki de bâtın olan olacaktır.
“Ey aşıklar! Bizler yıldızlar gibi tamamıyla
ateş hâlini almışız. Bütün gece o ay parçasının, o güzeller güzelinin etrafında
dönüp durmadayız.“
Divân-ı Kebir c. III, 1594
“Güneşim, yıldızım suretten, şekilden üstün
olduğu için manalar âleminden manalar âlemine geçer dururum. Bu yüzden ben pek
hoşum, pek mutluyum.”
Divân-ı Kebir c. III, 1590
Mevlâna bu ifadelerinde, aşık olanın tamamen
yandığını ve hiç bitmeyen bir enerji ile ışıdığını, şekilsiz ve suretsiz
olduğunu anlatmaktadır. Yakın zamanda keşfedilen bir durumdur bu. Yıldızların
kendi enerjilerini üreten ve suretsiz olduğu bilimsel olarak bilinir. Bu bilgi
ise, ona “ötelerden” verilen bir bilgidir. O, manalar âleminden manalar âlemine
geçen, zahir ile bâtın arasındaki sınırı aşabilen enerjisi ile hoş ve mutlu
olduğunu ifade etmektedir. Ve bu hâlinin şekilsiz olduğunu vurgulamaktadır.
Oysa beden içinde şekil hâlindedir. Bize yine çok önemli bir mesajı da
vermektedir. Beden olarak görülen Mevlâna’nın, mana olarak görünmeyen mana
âlemlerinde dolaştığı ve ötelerden aldığı armağanları da aktardığını
anlatmaktadır.
“Gökyüzünde ateşler içinde yanan Nesr-i Tair
yıldızını görünce, kolu kanadı yanmış gönül kuşunun yanışını hatırla!”
Divân-ı Kebir c. IV, 1944
Uçan yıldız yani hareket eden ışıklı cisimden
bahsetmektedir Mevlâna. Bu sözü de bâtıni bir bilgidir. Çünkü yıldız olarak
bahsettiği uçan cisim, kendi ateşleme sistemine sahiptir ve kendi enerjisini
yakıtını üretmektedir manasına gelir. Yıldız olarak bahsetmesi bunu ifade eder.
Çünkü yıldız kendi enerjisini üretir ve uçan cismin de kendi enerjisini
ürettiğini anlatır. Gönül kuşu benzetmesi ise bir hayli ilginçtir çünkü gönül
kuşu kanatsız uçandır. Uçmak için kanada ihtiyacı yoktur gönlün. İnsanların
gönül kuşları büyük gönül kuşuna bağlıdır. Büyük gönül kuşuna uçan gönül
kuşunun da kanada ihtiyacı kalmamıştır. Çünkü kanatlı olanlar görünende
ulaşmaya çalışırlar, görünmeyen mana âlemlerinde hiçbir organa ve kanada
ihtiyaç yoktur, her yere ulaşmak anlık mesafede mümkündür.
Mevlâna, uçan ve kendi enerjisini yakıtını
kendi ateşleyen üreten o cisim ile kanatsız gönülün benzetmesini yapmaktadır.
Gönüllerimizden aşk ateşi ile ulaşılan yer ile uçan cismin benzer nitelik
taşıdığı sonucunu çıkarırız. Ötelerden gelen misafirlerin uçan cisimler içinde
de mesafeleri an zamanda kat ettikleri, boyut atlayarak ulaştıklarını ifade
etmektedir. Kendi gönlünde aşk ile yandığını ve mesafeleri an zamanda kat
ettiğini ve âlemleri, mana boyutlarını da gezdiğini anlatmaktadır aynı zamanda.
Yıldızların ardında yıldızlar vardır ki onlarda
ihtirak ve nahis olmaz.
Mesnevi c. I, 750
Görünen de yani zahirde gördüğümüz yıldızların
ardında da yıldızların varlığından bahsetmektedir Mevlâna. Baktığımızda ışığını
gördüğümüz yıldızlar aslında gerçek yıldızların şu anki ışığı değildir.
Binlerce yıl öncesine ait ışıklarını görmekteyiz. Aradaki mesafeler arttıkça,
algılarımız da bizi yanıltır.
Mevlâna bâtın bakışı ile, inanılmaz bir fikri
ve bilgiyi yine kendi zamanından aktarmıştır. Görünen yıldızlar artık yanma
durumunda olmayabilir demektedir. O yıldızlarda ihtirak yani yanma olmaz
demektedir. Çünkü ışığını gördüğümüz yıldız binlerce yıl öncesine ait bir
ışıktır, ve artık günümüzde o yıldız yanmasını bırakmış ve sönmüş bir yıldız da
olması mümkündür. Mevlâna kendi zamanında bu bilgiye sahipti.
Bu sözünü başka türlü de yorumlayabiliriz.
İhtirak ve nahis olmaz demesi de, bizim bilmediğimiz yaşam formlarına işaret
etmektedir. Yanma olmayan yıldızlardan bahsetmektedir. Ve o yanma olmayan
yıldızlarda mükemmel yaşam formlarının olduğu, kıtlığın bulunmadığı yani
perdelerin olmadığı tam bir görüşe sahip anlayışı olan yaşam formlarının
varlığını da işaret etmiş olabilir.
Gökyüzünden, Ülker yıldızından cana şöyle bir
ses geldi: “Sen, yeryüzüne mensup degilsin; sen, ötelerden geldin! Bu yüzden,
aklını başına al da, yücelere yüksel, tortu gibi dibe çökme!..
Divân-ı Kebir c. IV, 1898
Mevlâna’nın “can” olarak bahsettiği, bâtındaki
gönül gözünün hissedişidir. Çünkü ortada bir sesleniş yoktur, akis yoktur.
Gönül âlemi bir mana âlemidir ve kulağına gelen bir ses değildir, cana gelen
bir sestir. Yani gönlüne, bâtındaki kulağına seslenendir. Ötelerden verilen bu
bilgi, onun doğmadığını ancak dünyaya fırlayan nurlu bir ok olduğunu anlatmak
içindir. Çünkü Mevlâna dünyaya bir vazife için gelmiş, doğmamış ve ölmemiştir.
Ancak kaynağından çıkan bir ok gibi arza saplanmış, ışımış ve kaynağına yine
geri dönmüştür. Tortu gibi dibe çökenler ancak kendini beden gören insiler yani
beşerler içindir. Beden gördükleri sürece de tortu olmaktan öteye geçemeyeceklerdir.
Ve ayaklarını başının üstüne
Aşağıdaki ifadesinde Mevlâna, yükselmek, ancak
ve ancak dünyanın azdırıcı etkisinden kurtulmakla mümkün olabileceğini ve
böylece yıldızlara yani Hakk’a ölmeden önce kavuşmak olduğunu açıklamaktadır.
Ölmeden ölmek, yaşamda ölümü, ölümde yaşamı bulabilmek içindir. Bedende
maddenin bilgisini alan ancak tanrısal aklı ile gönlünü birleştirerek manalar
âlemine dalan bir üstün insan modeline ulaşmanın formülüdür bu. İnsanın en
büyük savaşıdır nefsaniyet ile arasındaki. Çünkü yenik düşen ve sürekli
zaaflarını bertaraf edemeyen bir beşeri topluluk mevcuttur. Gökyüzünde nice
yollar vardır görmesini bilenler ve ayaklarını başının üzerine alabilenler
için. Gönül yolundan ulaşılan manalar âlemlerini tek tek dolaşabilenler için zaman
ve mekan kavramı yoktur. Mevlâna gönül yolu ile nice âlemleri ve boyutları an
zamanda dolaşmaktadır, bedenli görünümünü koruyarak.
Ayağını başının üstüne koyunca yıldızların
üstüne ayak basarsın, nefsanî arzularını, şehveti yendiğin zaman havada yürürsün;
haydi adımını at, ayağını havanın üstüne koy da yüksel!.. Şehvetini ayak altına
aldığın, nefsanî isteklerini yendiğin zaman göklerde havalarda sana yüzlerce
yol belirir ve sen seher vaktinde yapılan dua gibi göklere yükselirsin.”
Divân-ı Kebir c. I, 19
Güneş de, ay da, yıldızlar da, gökyüzünde ilahî
aşk ile dönmekte; adeta oynamaktadırlar. Üzerinde yaşadığımız dünya da
dönmekte, oynamaktadır. Biz bunların ortasındayız. Haydi, şu ortadakileri de
oynat!
Divân-ı Kebir c. I, 196
Dönmenin bir enerjisi olduğunu, hareketsiz
kalan insanın enerji üretemediğini anlatmaktadır bu sözlerinde. Ve kendisinin
en büyük ifadesi ilahiler eşliğinde mevlevi törenlerinde dönen insanlardır.
Çünkü insan kainatın tam ortasındadır. Ve tüm yoktan var olan Varlıkların yönettiği
tatbikat yaptığı ortak alandır. Ve ortadakini oynat demesi bundandır. Bunların
farkına varması, yüceliğinin, nurlu olmasının farkına varmasıdır.
Mevlâna’nın paranormal fenomenlerini bu
anlatımlardan sonra anlamak mümkündür. Çünkü o dünya insanı gibi görünen, gönlü
zenginliklerle dolu, manalar âlemlerinde dolaşan bir seçilmiştir. Bâtın
tarafının zenginliklerini ve görkemliliğini, bedenli iken, beşerlere
aktarmıştır. Ve önemli olan ise, beden içindeyken de bâtın tarafın nasıl
kullanıldığını ve bunların sırlarına nasıl vakıf olunabildiğinin bilgisini
aktarmıştır. Ancak anlaşılabilmiş midir bilemeyiz. Anlaşılsaydı, dünyamız
mükemmel bir Hakikatlerin Hakikati bilgisi ile dopdolu, özgür iradelerin
yaşandığı bir dünya olacağı kesindi. Nice Mevlânalar geldi gitti ancak
anlaşılamadılar. Söyledikleri sözler ezberden öteye gidemedi, anlayanlar ise
kendi çaplarında bilgileri yaydılar. Fakat bütün değişmeden yol almak
imkansızdır. Biz de Mevlâna’yı anlayabildiğimiz kadar aktarmaya çalıştık.
İnsanoğlunun kulağı da, gözü de hangi toprakla
doludur? Arayıp durduğun hazineyi, görülmesi gereken inciyi sen, balçığa
bulaşmış baş gözünden sorma! Sen onu gönül gözünden sor!
Divân-ı Kebir c. III, 1212
İnsan topraktan yaratılmış olduğunu yani
maddenin en küçük yapı taşı olan atomdan yaratıldığını kutsal kitaplardan ve
bilim gerçeğinin ışığında artık biliyoruz. Kuru balçıktan yaratılmıştır insan.
Yani organizmasında çeşitli atomların bir araya gelişleri mevcuttur. Tüm
elementlerin atomları organizmasında karışım hâlde bulunur. Kainat insanın
içindedir sözü ile sadece mana olarak değil, madde olarak da anlayabiliriz.
Çünkü kainatta bulunan tüm elementler ve atomlar insan organizmasında bütünlük
sağlar. İnsanoğlunun kulağı ve gözü toprakla doludur derken bunu kendi
zamanının anlayışı ile ifade etmiştir Mevlâna. Arayış içinde olduğu ve aklını
kullanarak deliller peşinde koştuğu gizli olan hazineyi de nerede aradığını
sormaktadır. Balçığa bulaşmış baş gözü ile ifade ettiği ise, atomların bir
araya geldiği organizması ile, sadece ışığın yardımı ile retinaya düşen görüntü
ile gerçekleşen bir görme hâli ile görülemez olduğunu ifade etmektedir. Çünkü o
görüş sınırlı bir görüştür. Algı görüşüdür. Sadece ışığın ve retinanın yardımı
ile yansıyan görüntüdür. Aldatıcıdır, yanıltıcıdır. Çünkü beyin kodlarının
imkanı ile sınırlı olarak bir görüş mevcuttur. Yansıyan görüntünün, akıl ile
yorumlanması da sınırlı kalacaktır. Çünkü baktığını gören bir insan yanılsama
içindedir. Bu yüzden asla gizli hazineyi dünyasal gözü ile, balçıkla yaratılmış
organı ile göremeyeceğini ifade etmektedir.
“Bu sebepler, görüşlere perdedir. Çünkü her
göz, onun sanatını görmeye layık değildir.
Sebebi yırtacak bir göz gerek ki perdeleri
kökünden çekip çıkarsın.”
Mesnevi c. V, 1551
Gönül gözü ise, manadır. Ancak gizli hazineyi
arıyorsa insanoğlu, bunu gönül gözüyle yapabilir. Gönül gözü de bâtında yani
gizlide olan gözüdür. İlham, sezgi, rüyalar, hissedişler ise bâtından gelen
ilahi dokunuşlardır. İyi değerlendirilmeli ve peşinden gidilmelidir. Gayret
gösterildiği takdirde, gizli hazineye yani gönülden gidilecek bir yola
girilecektir.
Gönülden keşfedilerek girilen Aşk yolu, gidişi
olan ancak dönüşü olmayan bir yoldur. Manalar o kadar derindir ki, bir anlam
değil binlerce anlam ortaya çıkmaktadır. Bedende iken manalar denizine dalan
kişinin yorumu, bakışı, sözleri, düşünceleri de büyük oranda değişecektir.
Kalp görünmez, kayıptır. Onun hâli, nabızdan
anlaşılır, çünkü nabızla ilişiği vardır. Ey emin kişi, yel de gizlidir;
kopardığı tozdan, uçurduğu yapraklardan anlaşılır. Sağdan mı esiyor, soldan mı?
Onu sana yaprakların hareketi söyler. Gönül sarhoşluğu nerededir? Görmezsin.
Onu nergise benzeyen mahmur gözlerde ara. Allah’ın zatından da uzak olduğun
için onu peygamberlerle mucizelerden bilebilirsin.
Mesnevi c. VI, 1295
Mevlâna, burada görünen yani zahirde olanlarda
da gizlilik mevcuttur ancak onları hareketlerinden ve etrafa verdikleri ses,
hareket, ışık gibi yan öğelerde tayin edilebilirsin demektedir. Kalb gizlidir
onu görebilmek için göğsü yarıp içine bakmıyoruz. Ancak nabız atışından kalbin
attığını biliyoruz. Hava da görünmezdir, ancak nefes alabiliyoruz, yaşamımızı
idame ettiriyoruz. Tozları, yaprakları uçurduğunda hava ve rüzgarı fark
edebiliyoruz. Buna benzer pek çok doğa olayını ancak etrafa verdikleri etkiler
doğrultusunda tespit edebilir ve gücünü tayin edebiliriz. Gizli olanı anlamak
için yan öğelerin hareketlerinden tayin edilebilirliğini çok güzel ifade
etmiştir Mevlâna. Yaratıcıyı da göremeyiz ancak O’nun peygamberlerini ve arzda
meydana gelen mucizelerinden bilebilirsin demiştir. Onu görmek için etrafına
bakman yeterli. Çünkü her türlü mucize an be an gerçekleşmektedir.
Ağza sığmayan lokmayı iste! Ruh gıdası gönül
lokması ara! Kitaplarda yazılı olmayan ledün ilmini ehlinden öğrenmeye çalış!
Cenab-ı Hakk ile kamil insanların, ermişlerin gönülleri arasında öyle bir sır
vardır ki, Cbril bile oraya girip o sırrı öğrenemez. İşte sen o sırra aşina
olmaya gayret sarfet.
Divân-ı Kebir c. IV, Rubailer 83
İnsan ile Rabb’i arasındaki irtibat her an mevcuttur.
Bu içten dışa doğru bir genişleme, ve gerçek ve sonsuz bilginin keşfidir. Kendi
gönlünden yol bulabilen, kendi özündeki sonsuz bilgiye erişebilir. Bâtındaki
bilginin zerresi bile, zahirdeki tüm kainatın açıklanmasında ortaya çıkacak
bilgiden daha öte ve derin manalıdır. Çünkü bâtının zerre bilgisi, zahirin kül
bilgisini tamamıyla içine alır, kuşatır ve açığa çıkarır.
Varlık âleminde asıl yaşayış, duyuş aşktır.
“Sen hamüş ol, macerayı, çeşm-i giryan söylesin.”
Divân-ı Kebir, c. V 2265
Varlık âleminde gerçek yaşayışın aşk olduğunu
bahsediyor Mevlâna. Varlık âleminde diyor, dünya yaşamında değil. Çünkü varlık
âlemi, gerçekliğin, hakikatin, hakkın olduğu gerçek dünya. Oysa dünya yaşamı,
tamamen illüzyon, yansıma, gölgeler dünyası. Yoktan Var olan varlıklar âleminde
yaşayış hakikattir, hakikatin yansımasıdır.
Hamuş kelimesi Osmanlıca bir kelimedir.
Suskunluk ve susma manasına gelir. Gönül sesinin konuşmasıdır, sessizlikteki
konuşmadır bu. Ruhların konuşması, ruhların akışkanlığıdır. Bâtın tarafın konuşmasıdır.
Mevlâna burada bâtın tarafının konuşmasından bahseder. Ancak bu konuşmada ne
dil vardır, ne ağız, ne de ses. Orada sadece gönül konuşur, ruhlar konuşur.
Seslenme yoktur, çünkü ses ancak bir yere çarptığında duyulur hâle gelir.
Seslenince akis edecek, çarpacak bir cisim yoktur. Çünkü bâtında her yer
bütündür, birdir. Bütünlükte ayrı olan cismani yoktur ki, ses duyulsun.
Arapça anlamı ile hamuş, yanmaktır.
Kavrulmaktır. Yanmak, kül olmak, hatta geriye hiçbir kalıntı bırakmadan yok
olup erimek ve bâtın olmaktır. Ve bunun beden içinde olması ise, ölmeden ölme,
yaşarken bâtın ile birliği yakalayabilmektir. Yanış hâli, zerre olan beden
içindeki kainatı keşfetmektir. Kainatla bir olmak, kainat ile bir anda nefes
alabilmek, Varlıkların aynı anda bâtındaki konuşmalarını duyabilmektir,
görebilmektir.
Gönlüm, sevgilinin gönlü ile beraber, dilsiz,
dudaksız olarak feryad edip duruyor. “Susarak konuşma”, işte böyle olur.
Divân-ı Kebir c. II, 685
Susarak konuşma derken Mevlâna’nın anlatmak
istediği, dünyevi bir takım dürtülerden, istek ve arzulardan arınma, münzevi
bir yaşam, çekilme, el etek çekme, yaşarken kendi ile başbaşa kalma, “halvet”
olma durumu. İçine dönme, içi ile meşgul olma, derinliğe dalma, tüm
karanlıklardan daha da karanlık olan iç âlemin içinde, dürreyi yani inciyi,
vicdan sesini, gönül ışığını, Rab ışığını keşfedebilmedir. Suskunluk, bilirken
dile gelmemesi, varken yok görülmesi, uzanmışken alınmaması, vazgeçme, yok oluş
hâlidir. Suskunluk bir içe dönüştür. Fihi Ma Fih, “ne varsa, içindedir”
manasındadır. Ancak daha derin manaları ise “hiçbir karanlığa benzemeyen,
karanlığındaki vicdan ışığını, dürreyi fark et, yol bulup Aşka ulaş”. Arapça
bir kelime olan “halvet” kelimesi en iyi anlatan durumdur. Kendi yalnızlığın
ile başbaşa kalabilmek ve derinlere karanlığa inebilmek ve orada dürreyi
keşfedebilmektir. Vicdani kanalın keşfidir. Vicdan kanalı ise, Âlemlerin Rabbi
ile olan bağlantı, gönül yolu, Aşkın yoludur.
Varlık, yokluğu tanımlayamaz. Varlık yokluğu
anlayamaz. Yokluk ve Hiçlik Sevgidir. Sevginin kendisidir. Sevgi, bulunamayan
nokta ve ismi zikredilmemesi gereken Mutlak ya da O olarak tabir edilir. Öyle
bir kudrettir ki, hiçbir kelime, hiçbir düşünce, tahayyül tanımlayamaz.
Tanımlanamayacak ve bulunamayacak noktadır. Ama mertebesinde bulunan hiçlik ve
yokluktur Sevgi.
Sevgi Kün emrini verendir. Sevgi ses ile bir
rezonans, titreşim yaratandır ve ortaya yoktan varlığa geçici sağlayan kendi
iradesi ve kudreti ile donatılmış Varlık âlemleridir. Varlık âlemleri O’nun
iradesinde bir yer teşkil eder, yer kaplarlar. Ve hepsi özgür irade ile
donatılmış, Yaratımı gerçekleştirenlerdir.
Fakat onun sevgisi senin canındadır.
Mesnevi c. VI, 100
Sevgi bilinemez, görülemez ve ulaşılamazdır.
Zerrenin zerresi dahi madde evrenlerinde mevcudiyet bulamaz. Yakar yok eder
kavurur. O Yokluğun mevcudiyetindedir. Var olanlar asla yokluğa dönüşemezler.
Sevgiden yani Yokluktan Var olan, Varlıklar, Yokluğa dönmezler. Ancak sevgi,
Varlıkların Özlerine gizlenmiştir. Açığa çıkmaz. Her varlıkta bir yokluk
gizlidir. İşte bu Sevgidir.
Varlık, mevcudiyeti ile İlahi İrade’de mekan
teşkil eder ve her biri kendi özgür bütünlüğü ile bir Yaratıcıdır.
Ruh ve Madde birer Varlıktır. Ve bu iki
Varlığın ortaklaşa yaratımından âlemler, kainatlar ve canlılar yayılırlar.
Herbir zerreye canlılığı ve diriliği yine gizlide ve açığa çıkmayan Sevgi
verir.
Kozmik hiyerarşide, her zerre ve küll
görevlidir. Ve her biri kendi irade özgürlüğünde vazifelerini yerine
getirirlerken, daha üst plânlardan tesirlerle beslenir, yönlendirilir ve
vazifelendirilirler.
Sonsuz bir hiyerarşi, vazife kademeleri vardır.
Merkez noktası hiçliktir... Sonsuz kopuşlardan
her zerrenin hamuruna AŞK iksiri yoğrularak yoktan Varlığa geçirilir. Varlık
âlemleri piramidal şekilde saçaklanır. Noktanın sonsuzluğa yansımasıdır.
Dairenin en dış çeperinde ise insiler ve halk vardır. İşte onlar insanlaşma
yolunda tekamül ederler. Adam iken, Adem olma liyakatine erişenlerdir. Onların
makamı ariyettir yani ödünçtür. Çünkü Ahsen-i Takvim suretinde
yaratılmışlardır. Derece derece yükselerek makam değiştirirler. Mevlâna,
Mesnevi’de şu şekilde anlatmıştır.
Bu manalara, dokuzuncu kat gökten yüce
derecesiz dereceler, mekansız yücelikler vardır. Halkın makamı, derecesi
ariyettir. Fakat Emir Âlemi olan Melekût diyarının makam ve derecesi aslidir.
Halbuki halk, makam ve derece için aşağılıklara katlanır, bayağı hâllere düşer,
yücelik ümidiyle, horluktan lezzet alır, hoşlanır.
Mesnevi c. II, 1100
Emir Âlemi, yani daha üst plânlar aslidir,
onlar vazifeli, görüp gözetici ruhi plânlardır. Tanzim ederler, tekamülün
işleticileridir. Halkın aşağılıklara katlanması, bir tekamül gereğidir.
Dairenin en dış çeperinde gezinirler. Dairenin içine girmeleri liyakat
gerektirir. Vazifeli ruhi varlıklar, dairenin içine alarak, ya da onların
yanına görevli olarak gidip bizatihi çembere dahil edebilirler.
Allah’ım! Zümrüt renkli dokuz kat göğü havada, sonsuz boşluk içinde
hapsettin; topraktan yarattığın insanı da, çarkla beraber oynatıp duruyorsun.
Divan-ı Kebir c. V, 2589
Mevlâna bu sözünde, insanların çark içinde
dönüp durduğunu, aşağılıklara katlandığını, yaratımın bir gereği olduğunu
vurgulamaktadır. Dokuz kat gökten maksat şudur:
O, Mutlak.
Arş-ı Ala en yüce oluş mekanıdır.
Rab Mekanizması.
Ruhsal İdare Mekanizması
Melekut Âlemi
Ruhsal Plânlar
Daha ince titreşime sahip bedenleri olan
Görevli Varlıklar
Fizik Dünyaların Spatyomları.
Arz Âlemleri.
Orası öyle bir doğruluk makamıdır ki doğruların
hepsi de orada lâtif, neseli ve sevinçli yüzlerinden belli olarak yurt
tutmuşlardır!
Mesnevi c. IV
Ruhsal Plânlar denilen makam, fizik âlemlerin,
dünyaların ve insanların görüp gözetici plânlarıdır. Vazifeli varlıkları
gönderirler, eğitici ve öğretici görevleri vardır. Bir bakıma, tesir oklarını
atmak için yayı geren, oku atan ellerdir onlar.
Mevlâna’nın dediği gibi, orası doğruluk
makamıdır. Orada huzur ve dinginlik hakimdir. Yaşarken de, oradan tesir almak
mümkündür. Hidayete erişmek ve Rabb’in ipine tutunmak deyimleri, bu makam için
söylenmiştir. Ölmeden ölenlerin ulaştığı mertebe, bu makamdan beslenmektir.
Dünya üzerine gelmiş birçok görevli, bu makandan ok atışı ile arza tam on
ikiden hedeflenmişlerdir.
Yerde bir zayıf aman dilerse, gökyüzü askerleri
birbirlerine karışırlar.
Mesnevi c. I, 1315
Kainatta ve yaratımda, herşey birbirine
görünmeyen sevgi enerjisi ile bağlıdır. Hiç kimse bir diğerinden kopuk ya da
ayrı değildir, ancak bütün ve birleşik de değildir. Her biri kendi özgür
iradesi ile tanzim olur.
O yüzden zayıf ya da güçlü, tüm plânlar
birbirine görünmeyen etkilerle etki ederler. Herhangi bir noktada bir bozulma
ya da yardım gerektiren bir durum hasıl olursa, gökyüzünün askerleri olarak
nitelendirilen tüm plânlar işbaşındadır ve görevleri bu durumu kontrol etmek ve
ilahi prensipler doğrultusunda tanzim olmasını sağlamaktır.
Her fiziki küre canlılarla ve canlılıkla
dopdoludur. Biz elbette baktığımızda taş ve toprak görüyoruz çünkü
titreşimimize uygun olan neyse görüş alanımıza dahil olanlar da onlardır.
Zuhal, onun elini öpme havasındadır ama
kendisini bu devlete lâyık görmez.
Merih onun yüzünden elini ayağını incitmiş,
Utarit onun vasfından yüzlerce alem kırmıştır.
Bütün yıldızlar, münecimle, ey canı bırakıp
rengi seçen!
Can odur, bizse hep rengiz, sayılar ve
yazılarız. Onun düşünce yıldızı, bütün yıldızların canıdır diye savaşmaktadır.
Düşünce de nerede? O makam, tamamıyla pâk
nurdur. Ey düşüncelere kapılan, bu düşünce lâfı senin için söylenmiştir.
Mesnevi c. VI, 110
Fiziki kürelerin görevleri ve yaşam biçimleri
farklıdır. Can seçenler bedenlenip bu fiziki kürelerde yaşam ile tekamüllerine
devam edenlerdir. Oysa Görevli varlıklar, vazifeliler ise, rengi seçenlerdir.
Düşünce ürünüdürler ve onlar yıldızlardan arzlara, yayın ucundan süzülen ok
misali saplanırlar. Kaynağından ışıyan ve kaynaklarına geri dönen renktirler,
çiçek açarlar ve kendi plânlarına geri dönerler. Onlar doğmayan ve
doğrulmayanlardır. Onlar ölmezler, çünkü can veren can bedenin canlarıdır.
Her yıldızın yücelerde bir evi vardır ama bizim
yıldızımız, hiçbir eve sığmaz. Yeri, yurdu yakan şey, nasıl olur da mekâna
sığar? Haddi olmayan nur, nasıl olur da hadde girer?
Mesnevi c. VI, 115
Her yıldızın yücelerde bir evi vardır derken,
her yıldız vazife organizasyonunun, plânlardan beslendiğini anlatmaktadır
burada Mevlâna. Görünen yıldızların, bâtın tarafında görüp gözetici birer plân
olduğunu da vurgulamaktadır. Ancak kendinin ve kendi gibi vazifeli olanların
yeri yurdu hiçbir mekana sığmaz çünkü onlar daha üst plânlardan, kaynaklardan
gelmektedirler diye önemle belirtir. İnsan olarak bedende görünen, ancak
insanların görmesi gerektiği bir formdur. Ancak görevliler, ötelerden gelenler,
mekansız âlemlerden akanlar, beden formunda görünürler. Onları tanıyamazsınız.
Ancak onlar, gönüllerindeki ilahi AŞK ateşi ile ve Aşkın verdiği hararetli
hâller ile tanınırlar.
Mevlâna kozmik oluşumu ve hiyerarşiyi
anlatırken, uzayda yaşam olduğunu da çok açık bir şekilde anlatmıştır:
İdris yıldızların cinsindendi. Onun için sekiz
yıl Zuhal’de kaldı.
Zuhal, doğularda da onun dostu oldu, batılarda
da, herhalde onunla konuştu, onun sırlarına mahrem oldu.
Kaybolduktan sonra tekrar dünyaya gelince
yeryüzünde nücum bilgisine dair ders verirdi.
Önünde yıldızlar güzelce saf kurarlar, dersinde
bulunurlardı.
Bir derecede ki aşağılık yukarılık bütün halk,
yıldızların seslerini duyarlardı.
Mesnevi c. VI, 2985.
Onlar, binlerce kişi olsalar yine bir kişiden
fazla değildirler. Hayallere kapılanlar gibi sayı düşünmezler ki.
Mesnevi c. III, 35
Mevlâna bu sözünde çok önemli bir konuya dikkat
çekmiştir. Anlayış ve kavrayış bakımından insanların zihninde rakamlar vardır.
Bizler lineer bir mantık ve kavrayışla sayısallığa önem veririz. Çünkü böyle
anlayabiliriz. Oysa Mevlâna, binlerce olsa da aslında bir kişiden fazla
değildir sözü ile, tüm varlık âlemlerinin ve vazifelilerin tek bir bedene ait
olduğunu, bir bedenin zerreleri olduğunu, sayıları sonsuz da olsa, aslında bir
varlıktan öte olmadığını da önemle belirtir. Hayallere kapılanlar ise
insanlardır. Çünkü insan ancak zihninde hayal ile karmaşayı çözecek ve işin
içinden çıkabilecektir. Sayısal değerlerle oyalanacaktır. Hiyerarşinin de
merdiven çıkmak gibi bir kademeleşme olduğunu sanacaktır. Oysa ki, bu tamamen
hayallerin ötesinde bir anlayıştır. Her şey iç içe ve organize hâlindedir.
Sonsuz sayıda da olsa her şey aslında birdir. Ehad ve Vahid sözcüklerinin
açılımıdır. Her zerrede sonsuz, ancak bütünlükte bir olandır tüm olanlar.
Son olarak toparlamak gerekirse, tüm canlılar,
bedenliler ve varlıklar görevlidirler ve bir misyona tabidirler. Ve kozmik
hiyerarşide her biri kainat bedeninin birer hücresidir. Ve her bir hücre de
kendi görevini icra eder. Herhangi bir zerrede bozulma olursa, tüm plânlar
devreye girerek, bozulmayı giderecek her türlü çalışmayı organize ederler.
Bilinçli ya da bilinçsiz yapılan her hareket,
her oluş, her yaratım, kozmik hiyerarşinin tekamülüne hizmet eder.
Hiyerarşi sonsuzdur, arz âlemleri için de,
insan için de ve görünmeyen plânlar için de sonsuzluk arz eder. Hepsi
birbirinin sebebini ve sonucunu oluşturur. Kur’an’da da özellikle belirtir,
resuller, nebiler, kudret verilenler, insiler, beşerler, insanoğlu, İnsan, Biz,
Rab, Allah, Rabb’iniz, Rabb’imiz, Rabb’in kavramları geçer. Organize Plânlar,
Sistemler, İmtihan sistemleri de sonsuz hiyerarşidedir. Çünkü O yoktan var
ettiği varlıklarını kendi özü ve kudreti ile donatmıştır. Var olan Tüm
Varlıklar da Yaratımını kendi suretlerinde yaratmıştır. Yaratım diridir ve
sonsuzdur. Asla yok oluş söz konusu değildir. Sebepler, Varlıkların
yaratımlarında yer alır ve hamurunda yoğrulmuştur. Bu yüzden bir son yoktur.
Sonsuzluk içinde doğruya varmak mümkün müdür? Doğruların doğrusu, Hakikatin
hakikati, Gerçekliğin Gerçekliğine bile ulaşmak mümkün olamaz iken?
Aslında söylediğimiz sözler bizim değildir.
Bizim ötemizde bulunan, bize o sözleri söyletiyor.
Divân-ı Kebir c. II, 1077
Mevlâna’nın burada açıkça bahsettiği, bâtında
olan yani görünmeyende olanın seslenişidir. Yüksek plânların, Dünya
Yöneticilerin, seçilmişler vasıtası ile aktardıkları olarak yorumlanmalıdır.
Onlar herkesten konuşmazlar, ancak konuşmak için vazifelilerden seslenirler.
Vazifeli liyakatliler de Mevlâna’nın belirttiği gibi, ötelerden, bâtından,
görünmeyenden sesleniştir.
İnsanın bu dünyada yaşarken bu ilahi kozmik
düzeni fark edemediğini şöyle ifade etmiştir:
Kör bir deveye benzersin... boynundaki yular
seni yeder durur; fakat sen çekeni gör, yuları değil!
Çekeni ve yuları görsen senin için bu âlem
aldanma yurdu olmazdı.
Mesnevi c. IV, 1321
“Aşk Allah’ın evidir.”
Divân-ı Kebir c. III, 1213
Divan Kebir anlatımlarında Şems bir sevgili,
bir güneş, ilahi bir Nur idi. Şems, Mevlâna’nın gönlünde, zahiri olan Hak idi
ve Hakk’ın bir yansıması idi. Bir alim iken, Şems ile aşkı doyasıya akıtan bir
Pir hâline dönüştü, başkalaştı. Çünkü AŞK hiçbir zaman teklik değildir. İlahi
Aşk ancak iki ile tecelli eder. Adem’in yaratılması görünmeyendedir, ancak
eşinin yaratılması ikiliği temsil eder ve ancak o zaman yayılırlar sonsuzca arz
âlemlerine. Her olanın bir görünen bir de görünmeyeni vardır.
Gerçekte birdir benimle senin cânın
Hem ortadayız, hem gizli; oyunu bu devranın
Hamlığımdan hâlâ ben ve sen diyorum
Ne sen kaldı, ne ben; onlar sadece bu dünyanın
Divân-ı Kebir Rubai 1566
Mevlâna’nın Şems ile olan diyalogları, bazı
zumreler tarafından hoş karşılanmamıştır. Oysa ki, Mevlâna, Şems ile birlikte
Aşkın akışını sağlamak amacı ile bir çekim gücü oluşturmuşlardır. Aşk, mana
itibari ile bizim anlayışlarımızın çok ötesinde bir kavramdır.
Aşk, Yaratıcı ile Yarattıkları arasında gizemli
bir sırdır. Biz ancak Aşka ulaşanların aktardıkları, kelamları ile yetiniriz,
ancak kavrayamayız. Aktardıklarını anlamaya çalışır, okur ancak idrak edemeyiz.
Çünkü idrak edebilmek için ancak Aşkı anlamak ve ne olduğunu tam olarak bilmek
gerekir.
“Bizim Sevgili dediğimiz varlık sadece bir
bahanedir. Aslında gerçek sevgili, bir tek Allah’tır.”
Divân-ı Kebir c. IV, 184
Mevlâna ile Şems arasındaki aşk için yıllardır
herkes kendi hakikatine göre yorumlar yaptı. Yüzeysel bir bakış açısıyla yanlış
yorumlara sebep olan bu aşkı kelimelerle anlatabilmenin mümkün olmadığını, bu
meseleyi çözme yolunun; fıkıh bilgisi bilene de, hekime de, müneccime de kapalı
olduğunu Divân-ı Kebir’de dile getirmiştir.
Aşk defterde, kitap sayfalarında yazılı
değildir. Aşk, kendinde kendini bulmaktır.
Divân-ı Kebir c.I, 395
Mevlâna Şems’teki manaya, İlahi Olan’ın
tecellisine aşıktı. Mevlâna Şems derken, Şems de Mevlâna derken aslında Allah
demekteydiler. Birbirlerine ayna olmuş İlahi Olan’a o aynadan bakmaktaydılar.
“Aşk ilahi bir aynadır.”
Divân-ı Kebir c. IV, 1196
Kimilerine göre Mevlâna aşık-mürit, Şems
maşuk-mürşittir. Surete, zahir olana bakan için bu böyledir. Oysa ki bu ilahi
aşk içinde aşık-maşuk, şeyh-mürit gibi tanımlara yer yoktur. Aşk Allah’ın
eviyse burada bu düşünceden bahsetmek mümkün değildir:
“Aşkta ne aşağılık vardır, ne de üstünlük.
Aşkta ne hâfızlık vardır, ne şeyhlik ne de müritlik.”
Divân-ı Kebir, c. IV, 446
“Bu öyle bir nurlu aşk ağacıdır ki; gövdesi
yoktur. Dalları ezelde, kökleri ebeddedir. Bu aşk ağacı ne arşa dayanır, ne de
yeryüzüne.”
Divân-ı Kebir, c. I, 192
Aşkın duyusal algının, benliğin tamamen dışında
bir hâl olduğunu Şems de dile getirmiştir:
“Aşkın özelliği şuradadır ki, ona karşı
ayıplar, hüner gibi görünür. Sevenin gözü kör, kulağı sağır olur derler. Bu
mümkün müdür ki, insan hem aşık olsun, hem de onda görüş ve ayırma kuvveti
yerinde kalsın.”
Makalat s. 104
Gerçek aşıkların gönül gözüyle göremeyenler
tarafından anlaşılamayacağını Şems şöyle anlatır:
“Tanrı’nın öyle kulları vardır ki, onların
dertlerini yüklenecek kimse yoktur. Neşelerine tahammül edecek kimse de.
Onların her an, doldurup içtikleri sürahideki şaraptan, başkası içe, bir daha
kendine gelemez. O şarabı içenler, sarhoş olurlar, kendilerinden geçerler.
Halbuki onu içen er, aklı başında olarak, küpün içine oturup durur. Benim işime
kimse tahammül edemez. Benim söylediğim şeyin, mukallidin bana uyup söylemesi
caiz değildir. Bu kavme uyulmaz demişlerdir ya, doğru söylemişlerdir.” 43
43 Gölpınarlı,A.,
Mevlâna Celaleddin, s. 58
Aşk, hissedilen ulvi ve ruhi tesirlerin,
bedendeki açılımı, titreşimidir. Aşk bedendeki hücrelerde hissedilir, ve Aşk
titreşimleri ruha yükseltilebilirse ve bir idrake varılırsa, sonsuza kadar
ebedi bir Sevgi yumağı olup sarıp sarmalar.
Aşk anlaşılamadığı için yanlış yorumlanmış,
bedene karşı hissedilen aşk/şehvet ile, ruhi boyutta hissedilen aşk birbirine
karıştırılmıştır. Bedene ve güzelliklere hissedilen aşk, aslında ruhi boyuttaki
yansımanın güzelliklerine duyulan titreşimsel bir durumdur. Karşı cinse duyulan
Aşk ile ilahi Aşk arasında bir fark yoktur çünkü, görünene duyulan Aşk
titreşimleri, Hakk’ın ilahiliğinin görünür hâldeki boyutundaki güzellikleri
fark etmek ve keşfetmektir. Bizler tarafından, bu ilahiliğin, kusursuzluğun,
arz boyutundaki yansımasına duyulan hissiyat ve bunun sonucunun verdiği akış
Aşk olarak yorumlanır.
Görüntüde Hakk’ı bulan kişi Aşka kavuşur, ve
aşk tümü ile ele geçirir ve artık o başkalaşıma uğramıştır. Çünkü Aşk ile
başkalaşıma uğramayan, kendi benliğinin ilahi güzelliğin karşısında kayıb hâle
dönüşmesi durumu oluşmamışsa Aşkın akışı da olmayacaktır.
“Aşk nedir diye sorarlarsa de ki: Aşk dileği,
isteği, yapıp yapmama arzusunu, iradeyi terk etmektir.”
Divân-ı Kebir c. I, 210
Mevlâna’nın, coşkulu şiirlerinde aktardığı gibi
tüm olanlar, her şey, ayaklarından tutup toprağa doğru çekse de seni, sen
ellerinle ve var gücünle O’nun ipine tutun ve sakın bırakma. Hepimiz, tüm
insanlık, tek tek O’nun parlayan yıldızlarıyız. Ancak kendi değerini
bilmeyenler, çaresiz olanlar, yalnız hissedenlerdir. O’nun ipine tutunan eller
asla boş kalmaz ve geri çevrilmezler.
Ancak tam imanlı olmak, aşkın yolunda emin
adımlarla yürümek o kadar kolay değildir. Mevlâna tüm hayatını şu üç cümle ile
tanımlar. “Hamdım, piştim, yandım”. Üç merhale, katedilen çetin yolun
tarifidir. Biz sadece cümle olarak okur geçeriz, ancak yaşanılanın tarifi ve
izahatı çok derindir. Mevlâna’ya sorarlar “Aşkın anlamı nedir?” “Ben ol da anla” diye
cevap verir.
Ayakların yerdeyken, kendinle savaşında galip
oldum dersin. Ayakların insanoğlunun üzerine çıktığında, Hakk’ın ipine
tutunduğunda, aşkın yoluna düştüğünde, aşk ile pişmeye başladığında, gerçek
iğva plânı ile yüzleşirsin, kendini tanımaya ve kendini bilmeye doğru yol
alırsın. Zahiri bedenini o noktada görmeye başlarsın. Çünkü artık ayakların
arza değmemektedir.
İşte Mevlâna’nın hamdım derken insandım, piştim
derken ayaklarım insanoğlu üzerine çıktı deyimi ile açıklar. Yandım kelimesi
ise, ancak onun yerinde olarak idrak edilecek ve kavranılacak bir manadır. Kıldan
ince, kılıçtan keskin iğvalar, her an rikkat hâli içinde ağır aksak yürürsün,
kaygan zeminlerde. İşte Aşıkların yolu budur. Ateşten yollar, dar patikalar,
rehavetin bittiği, uyanmanın belirdiği andır. Aşkın yolu budur. Yanma hâlinin
oluşmasıdır. Yanma hâli, Aşkın dünyaya en yakın olduğu noktanın bitişi,
sevginin hissedilişidir. Ve Mevlâna Şems sayesinde, ilahi tüm mertebeleri
geçerek, Aşkın doruk noktasına ulaşıp, Sevgiyi hissettiği andaki seslenişidir
Yandım kelimesi.
Sevginin tek bir zerresi bile yeryüzünü, hatta
tüm kainatı darmadağın edecek, sonsuz bir kudrettir. Sevgi tahayüllerimizin çok
ötesinde, kusursuz ve müteal yaratımdır.
“Aşkın bu fani âlemle hiçbir ilgisi yoktur.”
Divân-ı Kebir c. III, 1193
Yeryüzü, madde kainatı, ve görünen tüm evrende
bulunan tüm canlılar, sevgi ile henüz tanışmadı, tanışamaz. Çünkü sevgi,
yaratıma gizlenmiş, hamurunda yoğrulmuş bir gizemdir. Sevgi aranan, ancak
bulunamayan noktadır. O yoktan varetmiştir varlıkları. Ve varlıklar da yaratıma
devam ederek çoğaltmışlardır tüm boyutları, âlemleri, evrenleri. Yoktan var
etmek ile, yaratım birbirinden farklıdır.
Tüm varolan varlıklar, yaratımla çoğalmışlardır
çokluk olarak âlemlere. Tüm varlıklar yaratıcıdır. Çünkü sevginin kudreti ile
yoğrulmuşlardır, sevginin ruhu vardır varoluşların sırrında. Ve yaratımın her
zerresine sinmiştir sevgi, yoğrulmuştur hamurunda. Hem bütünde sevgidir kainatı
döndüren, düzenleyen, tanzim eden, hem her zerrede atoma sonsuz gücünü veren.
Varoluşun ve Yaratımın sırrı sevgidir.
“Aşk, Allah ile kul arasındaki peygamber
gibidir.”
Divân-ı Kebir c. I, 118
Sevgi, hiçbir yaratılmış tarafından
ulaşılamayan, anlaşılamayan ve asla da kavranılamayandır. Çünkü varlığa göre
bâtındır Sevgi, Yok olandır. Çünkü Yoktan Var olma meselesi budur. Yok’tadır Sevgi.
Bâtındır Varlığa göre. Yoktan varlığa geçişte, bâtından zahire geçiştir, ancak
bizim görünür hâlde düşüncemizin çok ötesinde bir kavramdır.
Her varlık, kendi özünde mükemmel birer
yaratıcı ve ilahtır. Bu yaratıcı varlıklar da yaratmıştır kendi özlerinden
çokluk olarak tüm bilinen binlerce âlemi, kainatı, evrenleri ve boyutları.
Aşk, öyle bir güneştir ki, ancak aşıkların
gönüllerini yakar yandırır! Ona, İlkbahar, sonbahar yol bulamaz; ancak can
sevgisi yol bulabilir!
Divân-ı Kebir c. IV, 1940
Can sevgisi, yaratımdaki gizemdir. Sevgi ancak
hamura katılmış ve kudretle yoğrularak yaratım gerçekleşmiştir. Can sevgiden
oluşmuştur ve yaratılan varlığa burnundan üfürme ile sevgi aktarımıdır. Can
sevginin zerresini taşır özünde. Öz, Cevher ve Can sevginin zerresini taşır,
O’ndanlık budur. Ve dünyasal hiçbir yaratılmış, madde, Aşk güneşini göremez.
Çünkü Aşk ancak insanların bedenlerinde ve gönüllerinde yanan bir ateştir. Asla
dünya toprağı ile, arz âlemleri ile bütünleşmez. Sadece insanların gönüllerinde
yer edebilir ve insan Sevgiden aldığı kudret ile Aşkın ateşini dönüştürerek
toprağa akıtabilir. Eğer bu dönüştürme işlemi gerçekleşmeseydi, aşk ve sevginin
enerjisi madde ile tanışamaz ve beslenemezdi. Bu vasıta sadece insana aittir.
İnsanın gerçek anlamda asli görevi budur.
“Aşk, kadim olan, önüne ön olmayan Allah’ın
sırrıdır.
Aşk, ucu kıyısı olmayan muallakta duran bir
denizdir.
O sonsuz denizin sadece bir damlası ümit
Geriye kalan hepsi korkudur.”
Divân-ı Kebir c. IV, 770
Gönül, görünmeyen âlemdeki insana sunulmuş bir
nimettir. Gönül, insan ile Âlemlerin Rabbi arasındaki en önemli kontakttır.
Gönül bir Nurdur, meleki boyuttan insanın beslenmesidir. Gönül ölümsüz ve
diridir, insanın ait olduğu ruha, cevherine ve oradan öze bağlıdır. İnsanın
özünden gelen gerçek sesidir. Gönül ölmez, kalp et bedene aittir, topraktır,
toprağa geri döner. Ancak Gönül, inci tanesidir, dürredir, ruhtan gelen ince
bir tesirle insanı ve oradan da madde âlemini besler. Nurun âleme akışının
köprüsüdür.
“Gel daha yakın gel! Biz’den, ben’den vazgeç,
gel, gel. Sen’lik ve biz’lik yok oluncaya kadar gel. Ne “sen” kalasın, ne de
“biz” kalalım! Kibri ve kendini beğenmeyi bırak da, yere göge sıgmayan o
büyükler büyügüne gönlünde yer ver! Cenab-ı Hakk, ezel âleminde “Ben sizin Rabb’iniz
değil miyim” diye buyurdu. Sen de ona; “Evet, Rabb’imiz sensin!” diye cevap
verdin. Evet sözün şükrü nedir? Yani o emri nasıl yerine getireceksin? Bu
dünyada, şikayet etmeden, Hakk’tan gelen belalara, ıstıraplara sabretmektir.
Ses çıkarmamaktır.
Divân-ı Kebir c. I, 251
Neden yaratıldık, nasıl yaratıldık? Tüm sır
işte bu sırda. O ile varlıkları arasında sır vardır, akit vardır. Rab eğitici
programı uygular ve tüm insiler, insanoğulları, beşerler de programlanmış ve
akit yani anlaşma ile sır’a dahil olmuşlardır. Ayn ile yapılan bir akittir ve
sırlarla doludur. Bu sırra ancak diri olanlar vakıf olabilirler. Gönül gözü ile
görebilen, akıl yolu ile takip edebilen, aklını ve gönlünü bir kılabilenler,
aklın kılavuzluğunda, gönlün kıldan ince kılıçtan keskin Aşk yoluna ulaşmaktır.
Gönüllerde, aşk okundan yüzbinlerce yara var
fakat, ortada ne ok görülüyor, ne de yay!
Divân-ı Kebir C. IV, 1940
Gönül, gizlidir, gizlenmiştir, ancak onu
duyabilenlere seslenir. Sesini duyabilen için Aşk ateşi harlamıştır. Kendi
gönlünün aşk ateşinin fitilini yakabilen, tennuru ateşleyenler için Aşk yolunda
yolculuk başlamış demektir. Diğerleri yani diğer beşerler ancak bu aşk yolunun
nimetlerinden, Aşkla Yanan Zatın ifşaları ile faydalanmaktadır.
Hepimiz kendi aşkımıza düşmüşüz; kendimizi
seviyoruz, başkasını sevemiyoruz! Bu yüzden, gönülden de olmusuz; gönülsüz
kalmışız! Hepimiz kendi yüzümüze, kendi güzelliğimize dalmışız, hayran olup
gitmişiz.
Divân-ı Kebir c. IV, 1922
Mevlâna, sahip olduğumuz bedenlerimize o kadar
düşmüşüz, bu güzellik karşısında öyle bir sahte aşka kapılmışız ki, gönülden de
olmuşuz diye açıklama yapmaktadır. İşte bu yüzden, bedende iken kendini beden
gören, beden ile bütünleşen insanlar, gönül sesini duyamazlar, Aşk ile Yanan
Zatlar hâline gelemezler. Bunun oluşması için, önce gönlün keşfedilmesi ve
onurlandırılması gerekmektedir. Çok azı bunu başarmış, ifşalarını dile
getirmişler eserlerinde ve biz de bu eserler ile sadece okuyarak yetinmişiz.
Mevlâna da bunu ifade ederken bu aşk
meselesinin anlamanın zorluğundan sık sık bahsetmiş, hakikate ulaşmanın ilmin,
zekanın işi olmadığını söylemiştir.
Ona göre bu manevi hâl tanımlanamaz çünkü;
“Her iki âlem de aşka yabancıdır. Aşkta yetmiş
iki delilik, yetmiş iki divânelik vardır. Aşıkın mezhebi yetmiş iki dinden
ayrıdır.”
Mesnevi c. III, 4719
Sır bilmeyenler için, göremeyenler ve gönlü
keşfedemeyenler içindir. “Açanlar sırra vakıf olanlardır, ancak ifşa ettiğinde,
ya anlaşılmaz ya da yanlış yorumlanırlar. O yüzden tüm Aşkla yanan Aşıklar, bu hissiyatlarını
kodlamış, ya da sembolleştirmişlerdir sözlerinde. Oysa tek bir sözleri, kainat
bilgisi ile dopdoludur. Bir cümle adeta konsantre bir âlemdir. Yandım demiştir
Mevlâna. Ancak yanan anlayabilir ya da o yola giren, o hâlden anlayabilir.
Gerisi okur şiir gibi.
Yavaş yavaş, “dem” olaraktan, damla damla akar,
her dem yeniden doğaraktan aktarır Mevlâna tüm sözlerini. Aşkın ateşi ile yanan
ve bu yangının hissiyatlarını aktarır biz beşer varlıklarına. Sebeplenelim ve
uyanışa doğru yol alabilelim diye. Öyle bir zattır ki, kendi geldiği plânını,
kaynağını terk ederek, gerilmiş bir yaydan fırlayan ilahi bir ok ile dünyaya
inerek, bilgiyi aktararak sonra tekrar Vuslata ererek kavuşmuştur kendi ilahi
kaynağına. Işıyıp kaynağına geri dönenlerden olmuştur Mevlâna. Ayrılışın
acısını, Aşkın sarhoşluğunu bedeninde hissiyatında hissetmiş, aktarmış şiirsel
bir dille. Aşkın sahibinin sevgili kulu olmuş ve her zerrede, her insanda
Hakk’ı, hakikati görmüş, milyonlarca boyutu aynı anda gezinerek, hiç kimseyi
diğerinden üstün ve alçak görmeden herkese gönül kapısını ardına kadar
açabilmiştir.
Aşkta kaybolmayan Aşk ile bütünleşmemiştir.
Nereye baksa Hakikati göremeyen Aşkta değildir. Aşk başkalaşımdır,
başkalaştırma özelliği vardır ve bu gerçekleşmemişse, Aşk yolunda değilsindir.
Aşkın gücü öyle evrenseldir ki, baktığın her yerde Aşkı görürsün. Aşk, zahiri
bedeninden çıkarak kendini bedende olduğun kudreti verir sana. Bedende olduğunu
fark ettirir ve bunu fark ettiğin an ölümsüzleşirsin.
Kendinde kendini bulan kişi, Aşk yolundadır,
yaşarken ölmüş, Hakkın ipine sıkı sıkı tutunmuştur. Ayakları insanoğlunun
üzerine çıkmış, arzın çekim alanından, iğvasından kurtulmuş demektir. Kat
edilmesi gereken en zor ancak en huzur verici yola girmiştir. Huzur verir çünkü
kendi bedeninde kendini keşfetmiştir.
“Aşkta soru yoktur. Sorarsın “Nerede” diye,
ondan ayrı mısındır? Sorarsın “nasıl”, ondan farklı mısındır? Sorarsın “neden”,
onun dışında mısın? Sorarsın “niçin”, yargılayacak kadar mesafeli misin?
Sorarsın “kim”, görecek kadar ikilikte misin? Bütün olduğunla, Bir olduğunla
hangi soruyu sorabilirsin? Soru varsa, AŞK’ta değilsin.” 44
44 Yeşiltaş,
Kevser, En-El Hak Gizli Öğretisi s. 112
İnsan,
Beden, Ruh ve Can Kavramları
“Beden mezarında sıkıştım kaldım. Ey ruhu
darlıktan kurtaran, rahata kavuşturan! Gel, beni benden, beni bedenden kurtar!
Divân-ı Kebir c. I, 16
İnsan, bedene hapsolmuştur. Beden bir
hapishanedir. Ve bunu çok azı fark eder. Fark edenler Aşk içine düşenlerdir.
Diğerleri, beden hapishanesinde uykudadırlar ve uyanmaya da hiç niyetleri
yoktur. Çünkü rahattırlar ve rahat insanın en büyük düşmanıdır.
İnsanın kendi ile olan savaşı en kutsal
savaşıdır. Ve Yaratıcının amacı, beden içindeki ruhun uyanması, hatırlaması ve
arzda Yaratıcının eli ayağı olmasıdır. Ancak hapishane gerçeği bir hakikattir
ve her devirde hatırlatıcı bilgi, Yaratıcı tarafından nakledilmiştir. Buna
rağmen insanlar sadece okumuş, ezberlemiş hatta çokça tekrar etmişlerdir.
Uyanmak bir liyakat meselesidir. Liyakate erişen ancak uyanmak için çaba
harcar.
Denizin dibinde yaşayan hiçbir şeyden haberi
olmayan balıklar gibiyiz. Suyun içindeki bir balığın, gökyüzünden, havadan,
kuru toprağın kokusundan nasıl haberi olabilir? O denizin dibinde hareketsiz
bir şekilde uyumaya devam etmekte, suyun dışına kafasını çıkarıp ne var diye
merak bile etmemektedir. Çünkü bunu yaparsa, öleceğini düşünür. Rahatının
kaçacağını bile bile soru sormak, uyanmaya liyakati olan içindir. Sorgulamak
uyanışın belirtisidir. Binlerce yıldır dönen çarkın içerisine hapsolmuş
insanlığın neden bu çarkın içerisinde dönüp durduğundan haberi var mıdır?
“Onun aydın nurdan bir canı var. Hor hakir
topraktan bir bedeni.
Şaştım kaldım, acaba o, bu mu, yoksa o mu?
Söyle, bu işte müşküle düştüm.
Kardeş, eğer o, bu ise o nedir ki yedi kat gök,
onun nuruyle dolmuş.
Yok..o, bu değilse dostum, şu beden nedir
öyleyse? Acaba bu ikisinden hangisi, o kim?”
Mesnevi c. V, 3405
Hiç durmaksızın dönen, dünya çarkının dişlileri
arasına giren çomak misali, yayından fırlamış bir oktan gayri ne’yim.
KA’yıb
“En güzel şekil olan insan şekli, arştan da
üstündür, düşünceye de sığmaz.
“Bu paha biçilmez şeyin değerini söylesem ben
de yanarım, duyan da yanar.”
Mesnevi c. VI, 1006
“Biz insanı Ahsen-i takvîm suretinde yarattık”
Tin 95/4
İnsan en mükemmel surette yaratılmıştır. Çünkü
Yaratıcı, kendi suretinde yaratmıştır, yaratımın tohumuna ve hamuruna kendi
suretini ve kudretini katmış, ruhundan üflemiştir. Mevlâna, İnsan şeklinin
arştan da üstün olduğunu, hatta beşer boyutunda bunun anlatılamaz ve ifade
edilemez olduğunu vurgulamıştır. Ahsen-i takvim, en mükemmele erişebilme
kudretidir. En mükemmel olan yaratıcı ise, insanın Ahsen-i takvim sureti ile,
Yaratıcı seviyesine erişebileceğini de vurgulamıştır. Aynı kavrama Hallac-ı
Mansur’da da rastlıyoruz. İnsanın tanrılaşmasının mümkün olduğunu ifade eder
Hallac-ı Mansur. Bu sözü ile de Mevlâna aynı ifadeyi vurgulamıştır.
Ayakları arzda, başı göğe yükselen kişiler,
uyanışta olanlar ve uyandırmaya gelen seçilmişlerdir. Mevlâna’nın bu sözü,
beden içinde hissettiği korkunç ıstırabın dile gelmesidir. Beden içine
hapsolmuştur çünkü bağlı bulunduğu plândan ayrı kalmış ve bir görev için
dünyaya ışımıştır. Kaynağının özlemi, asl olan plânından ayrılmışlığın verdiği
ıstırap ve aynı anda arzda beden içinde görünümün bir görevi icra etmesinin
bedelidir. Mevlâna’nın ıstırabı, anladığımız manada bir acı çekme değildir.
Kaynağından ışımanın verdiği özlem ve görevinin icrasının verdiği huzur
karışımı bir ıstıraptır bu. İki duygunun bir bedende yaşanması, bedenin bir
hapsolma yeri olduğunun fark edilmesi, zahiri bedeninin içindeki kısıtlanmış ve
dondurulmuş bir çarka dahil olma ve aynı anda çarkın dışına çıkarak
farkındalığın en derin hâlini hissetmedir.
“Ruh geldi bedene girdi. Beden ruh tarafına
gitmedi. Gerçekten de, okun uçup gittiği yere yay gitmez.”
Divân-ı Kebir c. I, 454
Mevlâna’nın burada bahsettiği, yayda gerilen
ok, arz âlemlerine doğru hızla ilerler. Ok, gelişmek isteyen ruh cevherinin
konsantre olan ve arza doğru yol alan cüzi bir uzantısıdır. Yay ise Ruhun Öz
kısmıdır. Yay melekut âleminde yani görünmeyen Rab katında kalmak ve
yaratıcılığına devam etmek zorundadır. Peki yayın gerilmesine sebep olan şey
nedir ve yayı kim germektedir?
Ruh başlı başına varlıktır ve Yaratıcı Hakikattir.
Madde de ilk yaratımdaki varlıktır ancak şekil alması için ruhun konsantre
gücüne ihtiyacı vardır. Bu yüzden ruhun ve maddenin ortaklaşa alanı olan insan
bu şekli vermek ve gelişimin amacını oluşturmak için hedefi tam vurmuş ok
misali arz âlemlerinde belirir. Ruh ve maddenin ortaklaşa alanıdır. Ruh
sonsuzluktan gerilen yayın ucundaki okla, madde ortamlarına hızla akar ve
tekamülün amacını oluşturur.
Yayı geren ya da yayın gerilmesine sebep olan
herhangi bir varlık veya sistem yoktur. Yayın gerilmesi tamamen varlık
yaratıcısının kendi ateşleme sisteminden kaynaklanmaktadır. O bir ilahi
organizasyondur. Hem yaydır hem de yayı gerendir. Ucundaki ok ise bir görev
amacı ile maddeye gömülmek için yola çıkan sistemdir. Her sistem, madde
platformlarındaki yaşam organizasyonlarının içine zerk(dahil) olur. Gömülür
adeta. Ve unutur. O organizasyonun bir parçası olur. Kendi gerçekliğini
hatırlamaz, Hakikatin ulaştığı ve vurduğu hedef olduğunu düşünür ve boğulur. Bu
durumun dışına çıkabilen seçilmiş kişiler ise ıstırabın ve uyanışın
belirtilerini gösterirler.
Bilmiyorum ki ben benden, kendimden kurtulup
nerelere gideyim? Bedenim bu kafesin içinde sevdalara düştü, yandı, yakıldı,
fakat başım her an bu kafesten dışarılarda bulunuyor. Ben nerelere kaçayım
bilmem ki?
Divân-ı Kebir c. II, 1074
Mevlâna Aşkla yanmış ve yanmanın ne olduğunu
dizelerinde, şiirlerinde ve kitaplarında dile getirmiştir. Hiçbir zaman dönen
çarkın içine dahil olmamış, olmak istememiş ve dışında kalmaya çalışmıştır.
Ayakları yere ne kadar sağlam basıyorsa, başı o kadar gökyüzünü delerek
âlemleri seyredalmıştır. Ve hissettiğini aktarmıştır.
Mevlâna’nın, tüm eserlerinde anlattığı felsefe
Okuma ve Yazılma manasını içerir. Okuma güçlü hatırlamadır. Varlığın tüm
dünyasal etkilerden, beşeri iğvalardan arınıp, ilahi ve ruhi irtibatının en
güçlü seviyeye ulaşmasıdır. Ene (Ben)nin kontrolü ne kadar güçlü ise o oranda
açılım ve hatırlama, içten ruha doğru ve kainatın kayıtlı levhasında dünya için
olan Noktaya doğru olacaktır. Ve Mevlâna dünyada neden ve ne için bulunduğunu
hatırlayan bilen ve okuyan biriydi.
Yazılma, ihtiyaçlar oranında dengenin ve
düzenin sağlanmasıdır. Kainatın en büyük sırrı olan paylaşımın oluşturulması ve
bilginin kainat ruhuna aktarılmasıdır. Kainat ruhu, Yüce bir beden bütünüdür.
Her varlık bu bedenin bir hücresidir. Kainat ruhu bütününde bir eşitsizlik ve
dengesizlik mümkün değildir. Aksi kainat zir ü zeber olur dağılır, ve yok
olurdu. “Ayak
olmaktan şikayet ederken, şunu unutmamak gerek, ayak nereye giderse baş da
oraya gider.” Bütünlük ve birlik ancak
bu anlayışla sağlanacaktır. İnsanlık ne yapacaksa bütünlük içinde yapacaktır.
Her insan nasibini ihtiyaçları oranında alır. Alamayan döngünün ve çarkın
içinde tekrar eden sisteme dahil olur ve devam eder. Kainatta asla bir son, başlangıç
ve bitiş yoktur. Ucu birbirine değmeyen halkalar bir açı ile sonsuzluğa uzanan
helezonları oluşturur, yayın ilk kirişi ile bitişi aynıdır ve sonsuzdadır.
O, tüm kainatı nokta hâline getirip insanın
gönlüne yerleştirmiş, İnsanı da o kainatın ortasına noktalamıştır.
İnsan kainatın en mükemmel zahir noktasıdır.
Kainat da insanın gönlündeki bulunamayan nokta!
KA’yıb
İnsan denilen şu varlık, topraktan yaratılmış
bedeni ile yeryüzüne düşmüş, yeryüzünde dolaşır durur. Halbuki ruhu ile güzelim
gökyüzünde dolaşmada.
Ey oğul! Biz hepimiz su kuşlarıyız; bizim
dilimizi tam olarak ancak deniz bilir.
Mesnevi c. II, 3777
İnsan tanımlarında varılan sonuç, hayvansal
bedene sahip bir organizma, ancak aklı var ve aklı ile sorgulayabilir, hakikate
yaklaşabilir ve varoluş amacını, sezgileri, hayalleri, mantığı, gönlü ve
vicdanı ile bulabilir düşüncesi oluşmuştur. Aristo “Toplum kuran, düşünen
hayvan” tanımı yapmıştır insan için. Platon “insan iki ayaklı tüysüz bir
hayvandır” benzetmesi ile insanın hayvansal bedeninin varlığını ortaya
koymuştur. Ancak Socrates bu iki tanımın çok daha ötesine geçerek “kendini
tanı” felsefesi ile, bir çığır açmış, hayvan bedeninin içinde kendini tanıyacak
olan sonsuz seçeneklere sahip bir akıl olduğunu görebilmiştir. Çünkü Socrates’e
göre, insan tanrısal bir akla sahiptir ve bu akıl ile kendini tanıyabilir,
varoluş sebebini ancak kendi bütünlüğünden açığa çıkarabilir.
Toprağı,bir adamın başına atarsan baş yarmaz.
Suyu birinin başına atsan yine baş yarılmaz.
Baş yarmak istiyorsan suyla toprağı birbirine
katıp kerpiç yapman gerek.
Baş yardın mı o kerpiçin suyu, aslına gider,
ayrılış gününde toprak da toprağa kavuşur.
Tanrı’nın suyla toprağı birleştirmesindeki
hikmeti, niyazla, inattan hasıl olur.
Ondan sonra daha başka birleşmeler meydana
gelir ki onları ne kulak duymuştur,ne göz görmüştür.
Mesnevi c. V, 3425
Mevlâna anlayışında insan, her ne kadar
hayvansal bedene sahipse de, aklı ile yücelere erişebilecek bir hazinedir. O
hazine de insanın hem madde dünyasında hem de metafizik dünyada olmasına sebep
olan gönül hazinesidir. Gönül, akıl, kalp ve ruh birlikteliklerin bir araya
gelişinden meydana gelen “can” kavramı, Mevlâna’da insan tanımıdır. İnsan
“can”a sahip bir ortaklaşa alan bütünlüğüdür.
“Eğer siz, âleme beden iseniz, o candır. Yok
eğer siz âleme can iseniz, bütün canların canı odur.”
Divan-ı Kebir c. II, 926
Can kavramı, Tanrının en yüce erdeminin dünyada
insan bedeninde çok cuzzi bir yansımasıdır. Ancak can bütünlüğü, gelişim
hâlindedir Mevlâna anlayışında. Âlemde beden olarak görünüyorsanız bu can
kavramını içerir. Âleme can olanlar ise daima diri olan ve her yere mühürlenmiş
ve zuhur etmiş, her zerrede kendini açığa vuran canların canı olur. Bedende
can, gelişim hâlindedir. Karanlıklara hapsolmuştur. Dondurulmuş ve kısıtlanmıştır.
Sınırları adeta kalemle çizilmiş gibi kusursuz bir yapının içindedir. Bu yapı
beden organizmasıdır. Sadece bedenin ihtiyaçlarını karşılayan daha sonra da
aklı keşfederek yaşamı sorgulayan, bir evrimleşme yolundadır. Beden içine
hapsolmuştur can, Mevlâna anlayışında. Ve karanlıklarda büyüyen bir tohum gibi
toprağın içine gizlenmiş gibidir. Yumurtanın içinde gelişen bir embriyodur.
Anne karnında büyüyen bir cenin gibidir. En gerekli ortam bedendir. Çünkü beden
ile tanır, dokunur, tatbik eder, imtihan olur, gelişir ve evrimleşir. Akıl ona
yol gösterir, daha sonra gönlünü, vicdanını tanımaya başlar ve sorgulaması gün
geçtikçe artar.
Dünyada yaşayan her insan, bedene ve dünya
kanunlarına tabidir. Bu bilincin verdiği imkanlar ile idare eder. Daha üst seviye
için bedenlerin hazırlanması gerekir ki yeni çağ denilen zamanda bu durum
meydana gelecektir. Yoksa yüksek titreşim frekansını kaldıramaz. Çünkü bedenler
sınırlı ve vibrasyonu ruhun enerjisine göre düşük seviyededir. Ruhun
enerjisini, direkt olarak alamaz, darmadağın olur. Bedenli olan herkes eşit ve
benzer durumdadır. Hiç kimse bir diğerinden daha üstün, daha güçlü değildir.
Yüce bağlantıyı açmayı ancak ve ancak insanın kendisi yapabilir, bir başkası
değil. Birbirimize yol gösterebilir, fikir verebilir, ışık tutabiliriz. Ancak
çare olamayız. Çare bizatihi kendi gönüllerimizdedir. Her insan karanlıktadır
ve Yaratıcının kendisini görmesi için gönül ışığını yakması gerekir. Karanlıkta
kayıb olan insan, gönül ışığını yaktığında Yaratıcısından gelen ilahi nuru
akıtmaya, arz âlemlerini beslemeye devam edecektir.
“Hepimiz yayılmıştık ve bir cevherdik. Orada
başsız ve ayaksızdık;
Güneş gibi bir cevherdik, düğümsüz ve sâftık...
su gibi.
O güzel ve latif nur surete gelince kale
burçlarının gölgesi gibi sayı meydana çıktı.
Mancınıkla ben bunu açar, anlatırdım, fakat bir
fikir bile sürçmesin, korkarım.”
Mesnevi c. I, 685
Milyonlarca boyutu olan ve her an hepsinden
tesir alarak beslenen bir kainatta yaşıyoruz. Hepsi ile An zamanda
haberleşiyoruz. Önemli olan beslenilen kaynaktır. Neyle meşgul olursan ol,
hangi boyutta gezersen gez, takılıp kalma, hepsinden yine kendin olarak çık ve
kendini bil, asıl beslendiğin Hak ve Rahmet kaynağını daima Hatırla.
“Bedendeki ruh padişahtır. Akıl da onun veziri
gibidir. Fesatçı, bozuk akıl, ruhu şaşırtır, kötülüklere doğru götürür.
Ey ruh sultanı sen, cüz’i aklı değil de, küllî
aklı kendine vezir yap.”
Mesnevi c. IV, 1256
Akıl bir anahtar değildir, Rabb’in tekamül
edici “bela”ları (nimet ve rahmet) ancak akılların anahtarıdır. Aklın anahtarı
bizzat Rabdir, geliştirici unsurları ile her bir nimet ve rahmeti ile uyanışı
tanzim eder.
Aynı bir taş ustası gibi, 99 defa taşa vuran ve
taşta hiçbir hareket göremeyen, yüzüncü darbede taşı ikiye ayıran gibidir. Her
bir bela, nimet, rahmet, insanı geliştiren, aklını gönül ile yorumlaması için
yönlendiren bir tedrisat (tekamül) eğitimidir.
O, aklın anahtarıdır.
KA’yıb
Akıl, insanı hayvanda ayırt eden en önemli
unsurdur. İnsana bahşedilmiştir. Aklın yolu ile âlemleri tanıyabilir, yolumuzu
bulabiliriz. Ancak akıl şu an sadece programa dahil olan bilinç ile kısıtlanmış
bir hâldedir ve çok cuzzi bir kısmı kullanılmaktadır.
“Sen, hiç bilgi nuruyla nurlanmış bir hayvan
gördün mü? Beden de bir hayvandır. “
Divân-ı Kebir c. III, 1602
Beden bir hayvandır. Hayvansal bir yapı taşır.
Her hücresi ve bütünü ile, hayvandan hiçbir farkı yoktur. Eğer bize akıl yolu
bahşedilmemiş olsaydı, insan da, beslenmek, barınmak ve üremekten öteye
geçemeyecekti. Akıl Tanrısal bir kaynaktır. Ancak gönül ile beslenir. Tek
başına aklı kullanmak da hayvandan bir üst mertebeye geçirebilir insanı. Beşer
yapar. Ancak gönlünü kullanabilen ve oradan âlemlere açılan yolu keşfeden için
Akıl ve Gönül birlikteliği ile ancak ulaşılabilir gerçek İnsan boyutuna.
“Gönül işlerinde akıl bataklığa saplanmış eşek
gibidir, battıkça çırpınır, çırpındıkça batar...”
“Mecnun gibi sevgiye engel olan akıl perdesini
yırtmak istiyorsan, cesur aşkı bul da, onun elinden kadehsiz verilen
mekansızlık şarabını al, iç!.. “
Divân-ı Kebir c. II, 1023
Akıl perdedir aslında tek başına. Sadece
gördüğünü algılayan, dokunduğunu bilen, hisseden için sanal bir programdır.
Dünya madde programına dahil olmadır. Çünkü akıl olmadan yaşam daim olmaz. Akıl
perdesinin yırtılması, ancak gönül gözünün açılması ile mümkün olabilir. Çünkü
Rabb’i ile insan arasına giren tüm perdeler akıl perdesidir. Akıl tek başına
otomatik ve dondurulmuş, kısıtlanmış bir bilincin işaretidir.
“Akl-ı küll, Allah’ın kudretinden ilk önce
ortaya çıkan akıl, “Arş-ı a’zam, Cebrail, Hz. Muhammed’in nuru” olarak da
düşünülür”
Divân-ı Kebir c. III, 1130
İki Akıl
Akıl iki akıldır: Birincisi kazanılan akıldır..
Sen onu mektepte çocuk nasıl öğrenirse öyle öğrenirsin. Kitaptan, üstattan,
düşünceden, anıştan, manalardan, güzel ve dokunulmadık bilgilerden. Aklın
artar, başkalarından daha fazla akıllı olursun... Fakat bu ezberlemekle de
ağırlaşır, sıkılırsın! Geze dolaşa adeta bir ezberleme levhası kesilirsin...
Halbuki bunlardan geçen Levhimahfuz olur! Öbür akıl, Allah vergisidir... Onun
kaynağı candadır.
Gönülden bilgi ırmağı coştu mu ne kokar, ne
eskir, ne de sararır! Kaynağın yolu bağlı ise ne gam! Çünkü o anbean ev içinden
coşup durmaktadır! Tahsil ile elde edilen akıl, ırmaklara benzer... O, şuradan
buradan çıkar, evlere gider. Yolu kapandı mı çaresiz kalır, akmaz! Sen, çeşmeyi
gönlünde ara.
Mesnevi c. IV, 1960-1968
Mevlâna’nın, Bütünsel akıl (Akl-ı Küll) olarak
tabir ettiği aklın, Yaratıcımızın da kudretinin ötesinde olduğunu önemle
vurgulamış, ve Yaratıcımızın da Var edildiğini ortaya koymuştur. Akıl da bilgi
de bir varlıktır ve daha önceki konularda bahsettiğimiz gibi, tüm varlıklar
ortaklaşa, koordine olarak yaşam platformlarına hizmet ederler. Her biri kendi
öz iradesi ve özgür salınımı ile sonsuz birer kudrettir, arkası gece olmayan
ışık kaynağıdır. Bütünsel akıl tüm kainatları, âlemleri, besler, kayıt altına
alır, koordine eder ve tanzim eder. Çünkü Âlemlerin Rabb’inin emirleri her an
tüm kainata iner ve diriliği, yaşamı, şaşmaz düzeni tanzim eder. Bunu ancak
akıl kudretli varlığı ile mümkün kılar.
Ancak insandaki akıl, matematiksel olarak ifade
bile edilemeyecek düzeyde cüzzidir. Bu insanı hayvandan ayıran en önemli
unsurdur. Ancak akıl, gönül birlikteliği ile Küll Aklına bağlanabilir.
Bağlanmadığı sürece de insan beşer olarak varlığını arz âlemlerinde sürdürür.
Hep oradadır ve hiçbir yere gitmez. Ne zaman aklın gönül ile koordinesini
kurabilir işte o zaman ışıyan bir kaynağa dönüşür.
“Bize can kulağı gönül kulağı veren, akıl fikir
bağışlayan Allah’a yemin ederim ki, dünyada bir tek ayık, bir tek akıllı
bırakmayacağız.”
Divân-ı Kebir c. III, 1140
Tek bir akıllının dahi kalmayacağı, akıl ile
gönlün koordineli birliğinden meydana gelecek olan üstün insan modeli,
Mevlâna’ya göre, aşıkların yolu olacaktır ve uyanmış insan modelini
oluşturacaktır. O zaman beden de titreşimsel olarak daha üst boyutlara geçecek
ve vaad edilen cennet yani huzur hayatı daim olabilecektir.
“Akıl aşk yoluna düşenlerin yolunu keser. Ey
oğul; yol apaçık görünüyor kıl bağını çöz kopar!”
Divân-ı Kebir c. III, 1097
“Aşıkların okuyup bilgi elde ettikleri mektep
ateştir, ateşlerle doludur. İşte ben gece gu�ndu�z böyle bir mektebin
içindeyim.”
Divân-ı Kebir c. IV, 1657
Uyanış, aşıkların yolu ateştendir,
ıstıraplıdır. Çünkü sadece akıl ile harereket eden insan için, gönül ile aklı
kullanmanın ıstırabı, kendini bilmeye ve tanımaya götürecek en emin yoldur.
Mevlâna böyle bir okulun mensubu olduğunu, her anının akıl ve gönül
birlikteliği ile, aşıkların kutsanmış yolu olduğunu, ateşten yollarda
ilerlediğini, aşka kavuştuğunu ve Aşkın sahibi olduğunu anlatmaktadır.
“Güzellik, Hakk’tan haberi olan bilgi
sahiplerinin güzelliğidir. O hâl ariflerin hâlidir. Onu görecek göz nerede?
Nerede mana bilgisi? Nerede gül bahçesi? Nerede gül bahçesindeki güllerden aşk
kokusunu alacak burun? Sen, şu bedeni benden al da, beni bedenden kurtar!”
Divân-ı Kebir c. III, 1382
Gönül gözünü aklı ile birleştiren insan, her
yerde zaten var olan Hakk’ı görmeye başlar. İşte o zaman gören gözleri göz, duyan
kulakları kulak, nefes ve koku alan burnu burun olabilecektir. Hayvandan ayıran
en önemli unsurları daha işlevsel, dondurulmuş ve kısıtlanmış bilincin daha
ötesinde bir anlayış ile, kainatı âlemleri yorumlayabilecek, gerçek bilginin
kaynağı olan Levhi Mahfuz denilen kayıtlar levhasından akışı sağlayabilecektir.
Çünkü tüm organlar, insana bir amaç için verilmiştir. Akıl yolu ile anlamayı,
gönül yolu ile idrak etmeyi ve Hakk’ı her yerde her zerrede görebilmeyi ve
bilgiyi alabildiği gibi nakletmesini bilmeyi başarabilecek uyanmış insan
olacaktır.
“Hiçbir şeye aldırmayan aşktır, akıl değil…
Akıl, yararlanacağı, fayda elde edeceği şeyi arar.”
Mesnevi c. VI, 1966
Aklı ve zekayı bedensel tatmin uğruna kullanmak
hakikat yolunda en büyük engellerden biridir. Aklıyla hırs ve egosuna yenik
düşen kişi sanatla yetinir, ancak ahmaklar sanatı görüp onun ardındakine de
bakabilenlerdir der Mevlâna.
“Akıllılık, kendini bir şey zannetmek, alçak
gönüllü ve kırık kalbli olmanın zıttıdır. Anlayışlı, cin fikirli olmayı bırak!
Hakikat yolunda ahmaklığı kendine huy edin!
Akıllı ve zeki olmayı hırs ve tama’ tuzağı bil!
Temiz kişi ne diye şeytan gibi zeki olmayı dilesin?
Akıllı ve zeki kişiler, bir san’atla iktifa
etmişler; ahmaklar ise, san’atı görmüşler, o san’atta takılıp kalmamışlardır
da, o san’atta san’atı yaradana ulaşmışlardır.“
Mesnevi c. VI, 2369-2374
Mevlâna bilgi ve farkındalığı canlılıkla
eşdeğer görmüştür:
“Can nedir? Hayırdan, şerden haberdar olan, lu�tuf
ve ihsana sevinen, zarardan yerinip ağlayan şey.
Madem ki canın sırrı, mahiyeti, insana hayrı,
şerri haber vermede... Şu hâlde hakikatten kimin daha ziyade haberi varsa o,
daha canlıdır.”
Mesnevi c. VI, 145
Bilgi ve farkındalık birbirini doğurur. Bilgi
alındıkça farkındalık oluşur, farkındalık arttıkça bilgiye ihtiyaç da artar. Bu
sonu olmayan döngüde hakikat yolcusunun vardım diyebileceği nokta sadece
“hiçbir şey bilmiyormuşum” noktası olabilir.
“Bilgili adamın uykusu, ibadetten yeğdir. Hele
insanı gafletten uyandıran bilgi olursa.
Yüzme bilenin hareketsiz durması, aceminin elle
ayakla savaşmasından iyidir.
Acemi, elini ayağını oynatır durur, fakat
boğulur. Yüzme bilense denizdeki dalgıç gibi yüzer durur.
Bilgi, uçsuz bucaksız ve kıyısız bir denizdir.
Bilgi dileyense, denizlerde dalgıçlık edene benzer.
Bilgi dileyenin ömrü, binlerce yıl olsa yine
araştırmadan vazgeçmez, bir türlü doymaz.”
Mesnevi c. VI, 3875
Sevgi ve bilgi ilişkisi hakkında, bilginin
doğurduğu sevginin his realitesinin yanılgılarından arınmış ve dinamik bir hâle
gelmiş, bir sevgi biçimi olduğunu belirtir:
“Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı duru bir
hâle gelir, sevgiden dertler şifa bulur.
Sevgiden ölü dirilir, sevgiden padişahlar kul
olur.
Bu sevgi de bilgi neticesidir. Saçma sapan
şeylere kapılan kişi nasıl olur da böyle bir tahta oturur ki?
Noksan bilgi nerden aşkı doğuracak? Noksan
bilgi de bir aşk doğurur ama o aşk, cansız şeylerdir.
Noksan bilgi sahibi, cansız bir şey de dilediği
şeyin rengini görünce âdeta bir ıslıktan sevgilinin sesini duymuş gibi olur.”
Mesnevi c. II, 1530
Ancak uygulanan, hayata geçen bilgi bir
aydınlanma yaratabilir. Teoride kalan, sadece bir zihinsel tatmin vasıtası olan
bilgi bir süre sonra bir yük hâline gelir. Bilgiyi nefs için saklamak yerine
başkalarının yararlanması sağlandığı takdirde idrak kazanılabilinir. Ancak
nefsin oyunu her daim devam eder; iyi gibi görünen bu eylemin ardında da sahip
olunanları nefsin tatmini için sergileme isteği mi gizlenmektedir, bunun
ayrımını yapmak gerekir.
Tabii her bilgi de herkese verilemez, bunun
enerjisini kaldırabilecek liyakatte olana verilir.
“Fakat, çalışarak elde ettiğin bu bilgi yükünü
iyi taşırsan ve öğrendiğini yaşarsan, etrafına yararlı olursan; yükünü alırlar,
sana manevi zevkler, hoşluk bağışlarlar.
Aklını başına al da bu bilgi yükünü şöhret
için, dünyalık için, nefsani arzular için taşıma, taşıma da gönlündeki ilahi
bilgi hazinesini gör.”
Mesnevi c. I, 3449
Kitabi, entellektüel bilgi hamallıktan başka
bir şey değildir ve uykuyu derinleştirir. Gönülden akseden bilgi ise sonsuza
açılan kapıdır:
“Gönül ehlinin bilgileri kendilerini taşır;
beden ehlinin bilgileri ise, kendilerine yük olmuştur.
Gönüle akseden, gönülü nurlandıran bilgi insana
yar olur, yararlı olur; fakat bedene vuran, bedende kalan bilgi sahibine yük
olur.”
Mesnevi c. I, 3445
Öz bilgi, gönül yolundan geçer, tecrübeyle
harmanlanıp Aşkla damıtılır, idrak yoluyla Cevhere akar damla damla.
KA’yıb
Zahiri bilgi neticede taklitten doğan bilgidir.
Mevlâna’nın ifadesiyle satılır, yani maddedir. Dünyada manevi olarak kabul
edilen pek çok değer aslında maddeden başka bir şey değildir. Bâtıni bilginin
ise bununla hiç alakası yoktur. Mevlâna aşağıdaki beyitlerinde gerçek bilginin
kaynağına ve sonsuzluğuna işaret etmiştir:
“Zahiri bilgi, taklitten doğan bilgidir;
satılık mal gibidir. Bu bilgi sahibi, müşteri bulunca bilgisini satar.
Fakat tahkik ilminin, yani gerçek ilmin
müşterisi Hakk’tır. Onun satışı ve alışı daima parlaktır.
Gerçek ilim sahibi dudaklarını kapamış, sessiz
durduğu hâlde, alışverişini kendinden geçmiş, mest bir hâlde yapar durur. Çünkü
müşterisine hudut yoktur; onun müşterisi Allah’tır.”
Mesnevi c. II, 3265
Hüner ve kitabi bilgi peşinde koşan ancak bu
anlayışı doğrultusunda olanı görür. Gönlünü aydınlatmayan bu bilginin uğruna
uğraşmayı Mevlâna köstebek gibi toprakaltı faaliyetine benzetir. Güneşi görmeye
tahammülü yoktur.
“Hünerli, bilgili kişi iyidir; ama İblis’ten
ibret al, ona da az tap.
Onun da bilgisi vardı, ama din aşkı yoktu; bu
yüzden Adem’in yalnız topraktan yaratılan suretini gördü.
Ey emin kişi! Bilgide ne kadar ileri gidersen
git, onunla gaybı gören gözün açılmaz ki!”
Mesnevi c. VI, 259
“İnsan, önce uykuya, yemeye muhtaçtır; fakat
nihayet meleklerden de üstün olur.
Mesnevi c. IV, 1876
Gelişim kaçınılmazdır. Mevlâna kainattaki her
şey için geçerli olan bu gelişim ilkesi gereği insanın fiziksel olduğu kadar
manevi yönünün de aynı gelişim yasasına tabi olduğunu belirtir. Önce yeme,
içme, barınma gibi somut ihtiyaçları karşılamaya çalışan insan gelişim
çizgisine paralel olarak soyuta yönelir.
Başlangıçta sadece bedensel ihtiyaçları
uyarınca daha fazlasını arayan, geliştiren insan manevi gelişimi nihayetinde
Mevlâna’nın ifadesiyle “meleklerden de üstün olur”.
Hakikat arayışına yönelen insanın gelişim
sürecini ifade ederken içinde bulunulan aşamanın gereklerine uyum göstermenin
önemini dile getirir:
“Meyve ham oldukça, kabuğun içinde kalması
iyidir. Fakat olgunlaştıktan sonra kabuk artık onun için kötüdür. Onun meydana
çıkmasına engeldir, bir perdedir. Kuş da, yumurtanın içinde gelişir, kanatlanırsa,
yumurta artık onu hapseden, onun dışarı çıkmasına engel bir perde olduğu için
kötüdür. Onu kırmak, parçalamak gerekir. “
Divan-ı Kebir c. I, 483
Olgunlaşan ve gelişen, edeb ile yoğrulan ve
Tanrısal Erdemi beden içinde keşfeden insan için artık kabuğa ihtiyaç kalmaz.
Onu kırması ve parçalaması gerekir. Karanlıktan çıkması, aydınlığa kavuşması
gerekir. Aydınlığa erişmesi için kabuğundan çıkması icap eder. Çünkü
dondurulmuş bilinci, ancak ilahi aşk ateşi ile eriyecek ve sonsuzluğa
erişecektir.
Gönül, bu cihandan vazgeçmedikçe başka bir
cihana varamaz.
Divan-ı Kebir c. II, 796
Gönlün bu dünyadan vazgeçmesi, beden perdesini
yırtması ile mümkündür. Artık beden içine sığamaz hâle gelen gönül, bedenden
vazgeçtiği anda, dünya etkisinden kurtulur ve başka cihana varır. Mevlâna’nın,
başka cihan olarak anlatmaya çalıştığı ise manevi âlemler ve evrime devam
edeceği başka dünyalar ve vazifeli olarak geri döneceği yine bedenli
görünümünde olacağı dünyalardır.
Sen zavallı! Ötelerden dünyaya sürgün edildin,
ayrılığa düştün.
Divan-ı Kebir c. I, 483
Mevlâna, bazen de varoluş amacının, ötelerden
dünyaya bedene geldiği ve gerçek öz benliğinden ayrı düştüğü ve tüm yaşamları
boyunca bu ayrılığın nedenini ve geri dönüşünü aramakla geçtiğini anlatmaya
çalışmıştır. Bunu anlamak çok zor bir kavramdır. Çünkü beden sınırlı düşünme
imkanı tanır. Bu yüzden pek çok filozof hep “kendini bil, kendini tanı”
ifadelerini kullanmıştır. Çünkü insan ancak, kendini bildiği ve tanıdığı sürece
evrimleşecek ve varoluş sebebine yaklaşacaktır. İnsanın bunu yapabilmesi için
manevi olan tarafını evrimleştirmesi gerekir. Bu da ancak düşünce, hisler,
rüyalar ve hayallerle mümkündür.
Ademoğlu, hayalle gelişir. Hayalleri güzelse
onunla rahatlaşır.
Mesnevi c. II, 590
İnsan eğer hayallerini, düşünce ve akıl
düzeyinde pozitifleştirir ve iyi yönde kullanabilirse, varoluş amacına ulaşma
gayretine girebilir. Evrimleşmenin, Tanrısal erdemliliğe ulaşmanın en önemli
yollarından biri de hayallerdir.
“Hayvan, otla semirir, insan da yücelikle,
şerefle gelişir. İnsan kulağından gelişir, duya duya canlanır. Hayvansa
boğazından, yemesinden, içmesinden gelişir.”
Mesnevi c. VI, 290
Hayvan ile insan arasındaki en önemli ayrım
ise, hayvanın ancak beslenerek geliştiği, insanın da yücelikle evrimleştiğidir.
Tanrısal erdemin dünyada yansıyabilmesi için, insan bedenine ihtiyaç vardır.
Beden içindeki akıl, hayvansal bedeni insan kıvamına ulaştırır. İnsan olabilmek
için de, edep ile yoğrulmak, imtihanlarla evrimleşmek ve ilahiliğe ulaşmak
prensiptir. İnsan tanımı çok geniş bir kavramdır. İnsan gelişen bir hayvandır.
Hayvansal özelliğinden çıkabilmesi, şerefli ve yüceliğe yol alması için aklının
ve vicdanının rehberine ihtiyaç duyar. Vicdan rehberi, yorumlarının daha üst
plânlardan beslenmesine ve tesirler almasına sebep olur. Vicdan rehberliği,
hayvansal titreşim olan bedenin ihtiyaçlarının, zevk ve şehvetinin çok
ötesinde, ilahi beslenmedir.
Mevlâna’nın evrimleşmekten kastı, zihnin,
kalbin, gönlün ve düşüncelerin evrimidir. Çünkü bedensel evrim ancak, düşünce
ve ruhun evriminden ve tekamülünden sonra titreşimsel boyutta olur. Yoksa beden
organizması milyonlarca yıl geçse de, beyninde bir akıl taşımıyorsa
evrimleşemeyecektir. Bir örnek vermek gerekirse dünya üzerinde yaşamış olan
dinazorlar dünyamızda yaklaşık 180 milyon yıl yaşadılar.
65 milyon yıl önce yok oldular.
Eğer bir evrimleşme olsaydı, dinazorlar 180
milyon yılda akıllı ve zeki canlılar hâline gelerek, değişen şartlara uyum
sağlayarak dünyada yaşıyor olacaklardı.
Bir üzüm tanesi büyüklüğünde bir yumurtadan
çıkıp, 25 m ve tonlarca ağırlığa ulaşan ve yaklaşık 1000 yıl yaşayan bir nesil.
Avlanırken Av olan, büyüklerin galip geldiği, güçsüzlerin güçlüleri besin
olarak gördüğü bir dünya.
180 milyon yıl ve dünyada bilim adamlarınca
tespit edilen sadece 170 dinazor türü! Bu kadar büyük, uzun yaşayan ve ağır
olan canlıların 180 milyon yıl boyunca dünyada yaşamaları ve ansızın iklimin
değişmesi ve iklime uygun olmayan koşullar sonucunda kalan birkaç dinazorun da
yok olup gitmesi.
O sırada insan neredeydi?
Neden 65 milyon yıl sonra evrimleşerek (!)
dünya sahnesinde yerini alabildi?
Güneş ve güneş sistemi Samanyolu galaksisi
etrafında bir turu 240 milyon yılda tamamlar. Bu 1 saat olarak düşünülürse,
dinazorlar dünya üzerinde 48 dakika dünya sahnesinde kalmışlar, insan nesli ise
sadece 48 saniyedir dünyada misafir olarak evrimleşmektedirler (!)
Dinazorlar cüsseliydiler, bedenliydiler,
milyonlarca yıl yaşadılar bir anda yok oldular. İnsanlık dünya sahnesinde aklı
ile varoluyor ama varolduğundan bu yana savaşıyor. İnsan aklı ile düşündüğü ve
hareket ettiği sürece üç milyon yıl geçti ve hâlâ savaş hâlinde ise, evrimleşme
ancak ve ancak insanın ruhsal yönüyle oluşacaktır. Mevlâna’nın dediği gibi,
ancak şerefli ve erdemli düşünceler, evrimleşme yolunda hız kazandıracaktır.
Dünya yok olmuyor, han yerinde duruyor,
yolcular uğrayıp yollarına devam ediyorlar! Tüm türler, misafirdir. Gelip
Varoluş Amaçlarını gerçekleştirir. Evrimleşemeyenler ise Asıllarına dönerler.
Dünya her zaman yeni misafirlerini konuk edebilecek bir kapasiteye sahiptir.
Ancak ruhsal evrimleşme ve bunu akıl ve gönül
yolu ile aktarabilme, barış ve huzur içinde bir dünya ortamı uygarlığın
belirtisidir. Tanrının erdemi ve bilgisi yeryüzüne inebilmesi için, vicdan
ışığının alabildiğine yanan evrimleşmiş gönüllere ve akıllara ihtiyaç vardır.
Çünkü Nur ve Erdem, insan gönüllerinden, arz âlemlerine akacaktır.
Allah’ım! Bizi, nefsanî arzulardan, bedenimize
ait isteklerden, sehyet ve hiddetten kurtar, akıl ve vicdan âlemine ulastır!
Bizi, asıl vatanımız olmayan su dünyadan al, ötelere, yücelere götür!
Divan-ı Kebir c. IV, 1898
Dünya asıl vatan değildir. Beden asıl barınma
yeri değildir. Sadece kabuktur beden ve ötelerde olan can kavramının uzantısı
sonsuzlukta seyreder. İşte ne zaman vicdan rehberliğinde, can manası edeple
gelişecek, Tanrının erdemini bedeninde titreştirecek, işte o zaman beden
kavramı aşılarak, ötelere erişilecektir.
Bu ötelere erişme kavramı, dünya içerisinde
edeple mümkündür. Edep insanı geliştiren, evrimleştiren bir kavramdır. Edep
kendi içinde, ümit, hoşgörü, bağışlama, sevgi, aşk gibi derin manaları olan,
erdemli olmanın yani insan olmanın en önemli özelliklerini barındırır.
Gelişim tedricen olur. Mevlâna’nın insanın
aşama aşama gelişimiyle ilgili de pek çok beyti bulunur:
“Aşağılık âlemde bulunan her şey yücelikten
gelmiştir. Haydi, var gözünü yüceliklere dik.
Yücelere bakmak önce gözü alır, kamaştırır ama
sonra bakışa bir aydınlık bağışlar.
Gözünü aydınlığa alıştır. Yok; eğer yarasaysan
karanlıklara baka dur.”
Mesnevi c. II, 1974
Aşağıdaki beyitlerde evrimleşme yolunda hem
zamanın rölatif olduğunu hem de bilgili olmanın dikey evrimleşme sağlayacağını
dile getirmiştir:
“Arif, her an padişahın tahtına kadar ulaşır.
Zahitse yürür yürür, bir ayda tam bir günlük yol alır.
Zahidin de şerefli bir günü yok değildir,
vardır. Vardır ama onun günü, nereden elli bin yıllık olacak?
İş emrinin ömründe her gün, bu cihan yıllarınca
elli bin yıldır.”
Mesnevi c. V, 2180
Mevlâna’nın söz ettiği gibi gelişimde geriye
dönüş yoktur. İnsanın kendi hakikatini bilme yolunda geçirdiği merhalelerin
onda yarattığı dönüşüm kalıcıdır:
“Hiçbir ayna yoktur ki ayna olduktan sonra
tekrar demir hâline gelsin. Hiçbir ekmek yoktur ki tekrar harmandaki buğday
şekline dönsün.
Hiçbir üzüm tekrar dönüp koruk olmaz. Hiçbir
olmuş meyve tekrar turfanda hâline gelmez.”
Mesnevi c. II, 1317
Bizler de kaza ve kaderin oğullarıyız. Herkesin
anası kaza ve kaderdir. Hepimiz çocuklar gibi kaza ve kaderin peşinde koşup
duruyoruz.
Divân-ı Kebir c. I, 200
Doğum ve ölüm, tüm dünya insanlarının
değişmeyen ortak kaderi. Bunun dışında arada kalan ve bizim ona hayat, yaşam
dediğimiz mesafede yaşananlar ise herkesin kendi kaderi, kendi hayatı, kendi
yaşamı mı gerçekten?. Tek başımıza mı paylaşıyoruz kaderimizi, yoksa ortak
kader alanları, kader dönüm noktaları mevcut mu? Kader dönüm noktalarının
yaptığı basınç önceden fark edilebilir ve müdahale edilebilir mi?
Toplumsal olarak ortak paydası olan bir
kelimedir kader. Herkesin anlayabileceği bir anlam içeriyor olması nedeniyle,
bu bölümde, kader olarak bahsediyoruz. Yoksa, kader, hayat plânı, doğmadan önce
belirlenmiş hayat plânı, seçimlerin ortak alanı da diyebiliriz.
Ruhsal boyuttaki isteklerimiz bizim hayat
plânımızı oluşturur. Daha doğrusu doğmadan önceki ruhsal boyutumuzdaki istek ve
arzularımız, bizim doğma sebebimizi oluşturur ve belirler. Bu belirleniş,
hayalini kuramayacağımız kadar geniş bir plâna uygun olur. İlahi İrade
Yasaları’na.
Oysa ki dünya yaşamında, biraz daha refah ve
bencil olmaya yakın isteklerimiz vardır; kimse fakir olmak istemez, kimse acı
çekmek istemez. Ruhsal ihtiyacımız doğrultusunda yaşadıklarımıza karşı
tepkimizi, kader olarak yorumlarız. Sürekli kadere karşı bir boyun eğiş söz
konusu olur. Kader ele geçirilemeyen, zaptedilemeyen, dizginlenemeyen, hiçbir
zaman kontrol edemeyeceğimiz ve değiştiremeyeceğimiz bir kölelik ya da
boyunduruk altında olmak gibi algılanır. Oysa yaşadığımız tüm gerçekliği, biz
ruhsal ihtiyaçlarımız doğrultusunda seçiyoruz ve plânlıyoruzdur.
“Yiğidim, kadere az bahane bul! Nasıl oluyor da
suçunu başkalarına yükletiyorsun?
Zeyd, kana girsin, cezasını Amr çeksin... Amr,
şarap içsin, Ahmed dayak yesin. Bu olur mu hiç!
Kendi etrafında dolan, kendi suçunu gör.
Hareketi güneşten bil, gölgeden bilme.”
Mesnevi c. VI, 413
Tahayyül bile edemeyeceğimiz, geniş bir
perspektifte yapılan seçimler, kapalı şuurla algılanması en zor nedenleri
oluşturur. Ruhsal boyutta yapılan seçim, dünyasal boyutta kader olarak
yorumlanır. Oysa ki, seçen de yaşayan da bizizdir. Açık şuurla yapılan
seçimler, dünyada kapalı şuurla sanki ilahi bir yaradanın istekleri
doğrultusunda seçimleri yaşamak olarak algılanır.
Nasıl ki bir kürenin içinde yukarı aşağı ve düz
bir hat yoktur, her yer aynıdır, her Nokta aynıdır. İşte kaotik anlayış dediğimiz
bu durum kader için de geçerlidir. Kader, hayat plânı, tekamül yani gelişim
kaotik işler. Bugün kötüyüz yarın iyi olacağız ve sonsuza kadar mutlu olacağız
diye bir şey söz konusu değildir. Her an her yaşanılan durum ruhsal ihtiyaca
uygun olarak varolur. Bu varoluşlarda yukarısı aşağısı, ya da düz bir hat söz
konusu değildir. Kaotik bir durum mevzubahistir.
“Ben şunu bunu bilmem, ben ilahî aşk kaderiyle
mest olmuşum.”
Divân-ı Kebir
Kader terzisi!
Divân-ı Kebir c.I, 216
Değişmesini istediğin, tüm çabalarına rağmen
değiştiremediğin her ne varsa, senin kaderin, senin hayat plânın, senin
doğmadan önce belirlediğin yaşam plânındır. Sabırlı ol, çünkü sana anlatmak
istediği çok önemli bir şifre var orada. Seni aşama aşama olgunluğa eriştirecek
olaylar zinciri içindesin.
Her insanın yaşamsal bir kaderi vardır. Fakat
bu kaderin önceden her anının belirlenmiş olması değil de, belli kader dönüm
noktalarının olduğunu düşünebiliriz.
Bunu nasıl fark edebiliriz: Kaderin dönüm
noktasına yaklaştıkça, olayların mizanseni değişmeye ve yeni “insanlar”
hayatımıza katılmaya ya da hayatımızdan uzaklaşmaya başlar.
Kaderin dönüm noktasının yayın yapan enerjisi
olayları değiştirme gücüne sahip bir enerji. Burada yapılması gereken en önemli
şey, sabırlı, sakin kalmak ve endişeyi uzak tutmak. Değişimi hissetmek için
olayların gidişatını gözlemek ve kararlı olmak gerekiyor.
Bu kaderi durum çoğu kez tek kişilik değil,
başta aile içindeki kişiler, hayata katılan kişiler ve yeni oluşum içine dahil
olan kişiler gibi kapsamlı. Yani kaderin dönüm noktası, bir grupsal kader dönüm
Noktası gibi. Ve tüm küçük küçük grupsal kader dönüm noktaları birleşip
dünyanın gelişiminin kaderini oluşturuyor.
Zahirde, bâtında; hayır, şer ne varsa, hepsi
Allah’ın hükmünden, kaza kaderindendir.
Divân-ı Kebir Rubailer 161
Geleceğin kader dönüm noktalarının basıncı
vardır, grizu patlaması gibi. Biriken enerjinin basıncıdır bu. O basıncı
boşaltmanın birkaç yolu var, eskiler başımın gözümün sadakası diye eski
eşyalarını hibe ederlerdi. Yine birtakım talihsiz olayları üst üste
yaşadıklarında “bir uğursuzluk var, hayırlara vesile olsun” diyerek sadaka
verirler, zekat verirler, birkaç çocuk sevindirirlerdi. Gelecek dönüm
noktalarının basıncını boşaltmanın bir yolu da insanlara iyilik yapmaktır.
Bu dönüm noktalarının yarattığı basınç bize
hisler, rüyalar, sezgiler ya da ufak uyarılar tarzında gelir. Her insan,
inancına göre farklı algılamalar yaşar. Uyarılar yapılır dedik, evrenin bizimle
konuşma dili olaylardır. Yaşadığımız olayları takip etmek, bizi uyanıklığa
götürecek adımlardan sadece biridir.
“Senin başına gelen bütün üzüntüler belalar,
üzüm gibi kaderin ayakları altında ezilerek benlikten kurtulmak ve mana şarabı
olmaktır!”
Divân-ı Kebir c. II, 624
Kainatın kaderi ile dünyanın kaderi farklıdır.
Kainatın hangi noktasında görev icap etse, kader yayında gerilen Oksundur artık
ve nişan alıp âlemlerin içinden geçer, o arza saplanırsın.
KA’yıb
Bir bilgisayarın içindeki kablolar gibi, biri
eksik olsa bilgisayar çalışmaz. Tüm kaderler birbiriyle ilintilidir. Grup
kaderlerin de birbirlerinin arasında ilintileri mevcut. Hepsi birbiriyle
koordineli. İşte bu yüzden kaderimiz kendi ellerimizde olsaydı, bu ilinti
mevcut olamazdı. Bu kadar ince, süptil, yüce bir gidişatın insan ellerine
bırakılması düşünülebilir mi? Her şey birbiriyle ilintili ise kişi kaderi
yoktur, birbiriyle iletişim ve koordineli kaderler vardır. Güneş özgür
iradesini kullarak, çekim gücünden vazgeçse, ortada dünya yaşamı kalır mıydı?
Dünya ben artık dönmekten vazgeçtim dese, yaşam olur muydu?
Bu dünyada, doğum ve ölüm konusunda eşitiz bu
konuda hemfikiriz tüm insanlık adına. Bu elimizdeki iki gerçek. Bunun dışında
insanlık tarihi henüz başka bir gerçekle tanışmadı. Doğuyoruz ve ölüyoruz bu
iki kavramın dışında bildiğimiz bir gerçek yok. Diğer edindiğimiz her şey bir
rüya, bir yanılsama, illüzyon. Yani gerçeklik bize henüz tam verilmedi. Beş
duyumuzla gördüğümüz duyduğumuz ya da hissettiğimizin dışına çıkamıyoruz.
Elimizde başka bir veri yok. Doğmadan önce seçtik diyoruz metapsişik anlamda
ama kesin bir kanıt yok. Öldükten sonra neler oluyor bilmiyoruz. Doğmadan önce
nerdeydik onu da bilmiyoruz.
Kaderin ağlarını, ancak Aşk makası ile kesip,
Sevgi kanatları ile aşabiliriz.
KA’yıb
Şimdi de kader anlayışının biraz daha farklı
bir anlayışla yorumlamaya çalışalım.
Tüm olanlar ve her şey, ayaklarından tutup
toprağa doğru çekse de seni, sen ellerinle, var gücünle O’nun ipine tutun ve
bırakma.
KA’yıb
Dünyanın gelişim tarihine baktığımızda, dünya
kaderinin, düz bir çizgi üzerinde yürüdüğünü düşünürüz. İlkel insanlık,
gelişmeye yönelik insanlık ve teknolojinin en üst sınırına ulaştığı günümüz
insanlık dünyası. Teknolojinin ileri boyutlara ulaşması, hızlı trenler, cep
telefonları, İnternet, 3G gelişmişliğin bir göstergesi mi, yoksa ilkelliğin
ulaştığı son nokta mı? Her şey bir düğmeye mi bağlı?
Bizim dünyamız, atalarımızın hayalleri
düşünceleri doğrultusunda şekillendi. Atalarımız, bizim şu an teknoloji ile
yapıklarımızı beyin gücü ile yapmış olamazlar mı? Onların geçmişte düşünce
enerjisi ile yaptıklarını biz elimizdeki aletlerle yapmaktayız.
“Sen makamından kalkmadan önce onu sana
getiririm”
“Ben onu, sen gözünü açıp kapamadan önce sana
getiririm”
Neml suresi 27/39-40
Şu anki insanlık, göz açıp kapayana kadar
dünyanın neresinde olursa olsun herhangi bir haberi yayın olarak
seyredebiliyor, herhangi birinin sesini cep telefonundan, göz açıp kapayana
kadar duyabiliyor!
Ataların zamanında üstün yetenekler ile
yaptıklarını, biz teknolojinin ve aletlerin sayesinde yapabiliyoruz. Herhangi
bir fark yok. Çünkü her ikisi de hayali bir görüntü, beyin içinde programa
dahil olan bir oluşum.
Şu anki dünya geçmişteki insanların hayali ve
düşüncelerinin ürünüdür. Düşüncelerdeki tüm gizlilikleri temizle. Çünkü o senin
değil, senden sonraki nesilde açığa çıkacak olandır. Geçmişteki atalarımızın
tüm gizli düşüncelerinin sonucu değil midir bu dejenerasyon.
Sorumluluk sadece yaşanılan hayatla sınırlı
değildir, bundan sonra gelecek nesillerden de sorumluyuz. Düşünce temizliği
kendimiz için gerekli bencilce bir istek değil, tüm nesil için gerekli olan bir
istek olmalıdır.
Bilinç seviyesi olarak, yüksek plânların
bilgilerine ihtiyaç duymaktayız. Çünkü plân ve program böyledir.
Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Her şey
hayra doğru akar. Mevlâna’nın dediği budur, hayır da şer de Allah’ın hükmüdür,
yani dünyanın kanunlarına tabi olunma, dünyanın kaderinin içine dahil olmaktır.
Her zaman şunu düşünüyoruz, gelişen bir dünya
ve sınanan insanlık. Elbette her şeyin bir bedeli, her yapılanın bir karşılığı
vardır. Menfi gibi görünen her şeyin geri plânında neler olduğunu kimse
bilemez. Çünkü görünen yüzün bir de görünmeyen yüzü vardır. Burada menfi gibi
görünen her şey zıddı ile daimdir ve yüksek bir gelişmişliğin yolunu
açmaktadır. Zamanı gelince beslenme kaynağı olan yüksek bilinçli bir dünya
insanlığı oluşacaktır.
Her yeni için, insan, insanlık, dünya bir bedel
öder. Bin yıldan fazladır, henüz oluşmayan yeni için bedel, ağır bir şekilde
ödeniyor. Tüm işaretler var ancak gönül gözlerimiz henüz kapalı.
Bir türlü zincirini kıramadığımız, tüm çabaya
rağmen değişmeyen bazı durumlar da bizim kaderimizdir. Güneş milyarlarca yıl
sönmeden parıldar, gece gündüzü ardı sıra kovalar, aynı toprakta fasulye ve
domates yetişir. Her şey programa dahildir. Kayıtlar öyle şaşmaz bir düzendedir
ki, kodlamalar, prototipler değişmez ancak mutasyona uğrar. Ve şu da bir gerçek
ki, çok sıkı takip edilir, koordine edilir. Bu tamamen bir programdır, şaşmaz
bir düzenle tıkır tıkır işler. Bu bizim beynimizin damarları içine kodlanmış,
nöronların elektriksel işlevlerinde haberleşmesi ve algının kodlamalar ve
program dahilinde aktarılması ile gerçekleşir. Eğer programda isek, çarkın
içinde dönüyoruzdur. Program dışına çıkabilirsek yani okyanus dibinde yaşayan
bir balık iken, başımızı biraz suyun dışına çıkarıp güneşin yakıcılığını
hissedebiliyorsak çarkın dışına çıkabiliriz. İnsanlığın milyonlarca yıldır,
kader olarak adlandırdığı, ilahi programa dahil olmak da, program dışına
çıkabilmek de bir liyakat meselesidir. Ve özgür irade ile ilintilidir. Çarkın
bir program olduğunu hissedenler, delilleri takip edip keşfedenler için
uyanışın başlangıcı oluşmuştur. Çünkü kader ağına takılmak, kader terzisinin
diktiği elbiseyi giymek, kaderi kör talih olarak zihinlerinde imaj olarak
görenleredir. Bu yaptırımın, kader kodlamasının dışına çıkabilenler için kozmik
dokunuşlar mümkündür. Hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz, ancak hepimiz farklı
boyutlarda hissiyatlar içinde kendi dünyamızdayız. Farklı anlayışlara sahip
olup, hâlâ aynı mekanda yani bedende kalarak, ayaklarımız tam tamına yerde,
başımız ise kader takıntısının dışına çıkmış, âlemleri dolaşmaktadır.
“Ötelerde, arş üstünde pek mutlu olduğun
yerlerde iken kaza ve kader icabı uçtun, şu kirli yeryüzüne düştün. O güzelim
kanatlarını verdin de iki üç tane yem satın aldın.”
Divân-ı Kebir c. VI, 2626
Dünya kader çarkının dişlileri arasına giren
bir çomak misali, uzak diyarlardan fırlayan ok olaraktan, arada inecekler var
diyenlerin sesini duyuyoruz, inmek isteyenlere uzanan yardım ellerini tutanlar
gün geçtikçe çoğalıyor. İşte programın dışına çıkmak isteyenler için nice eller
uzanmakta ve o elleri tutmak için bilincin sınırlarını açmaya çalışan, başını
suyun içinden çıkarıp yeni dünyaları da görebilen, aşk kadar ebedi gönüller,
uyanışın ilk adımlarını atmaktadırlar. Uyanışın ne zamanı ne de mekanı vardır.
İnsan her an bedenindeyken ölümsüzleşebilir.
Ebedi hayata beden içindeyken de kavuşabilir. Çok zor gibi görünse de, aslında
bir anlık bir liyakattır. Görünen bedenini fark ettiği an ölümsüzleşecektir. .
“Zâhiri sebep, hakikî sebep olmaksızın kendi
kendine nasıl meydana gelir?”
Mesnevi c. I, 840
Mevlâna “sebepler âlemi” diye
tanımlar kainatı. Sebepsiz hiçbir şey meydana gelmez. Her yaratılanın, her
olanın sebebi vardır, olan ise sonuçtur. Ancak bazen de sonuç sebebin
hazırlayıcısıdır. Hiçbir şey tek başına bir mana içermez. Mevlâna, Mesnevi’de,
taşı demire sürtünce kıvılcım sıçrar der. Fakat görünende yani zahirde, taş
demire sürttüğü için kıvılcım çıkar, ancak bunun bâtındaki yani görünmeyende
olan sebebi ise Allah’ın fermanından dolayıdır diye bahseder.
Hakiki sebep, görünmeyen âlemin ilminde ve
hikmetindedir. Mevlâna’nın, Allah’ın fermanı olarak bahsettiği ise, her zerreye
mühürlenmiş Tanrısal bilgidir. Her zerreye nüfuz etmiş ve her an bilinçli ve
akıllı zerrecikler olarak daima diri ve yaratıcılık özelliğidir. Hakk’ın
bilgisi, fermanı, nasıl ki her zerrededir işte bu diri kavramının en önemli
açılımıdır. Çünkü kainat bir düzen ve ölçü ile dengeli olarak biçimlidir.
Mevlânanın bahsettiği ferman, şaşmaz düzenin ve yaratımın hamuruna
karıştırılmış O’nun Sevgisi ve Kudretidir.
Kainatta tüm sebepler, görünmeyen Hakiki
sebeplerden meydana gelir. Gaybda, gizlide, bâtında olan ve insanın aklının
alamayacağı sebeplerin bir araya gelişleri ve yaratımları sonucu görünen âlemde
zincirleme meydana gelen olaylar, yaşamlar, oluşlar ve ortak alanlar oluşur.
Kader de bunlara dahildir. Kader, her arz âleminin sistemidir. Gizlide bilgisi
saklı olan hakiki sebeplerin, arz âlemlerinde dizilişleri kaderi oluşturur.
Kaderin dışına çıkmak da, o insanın liyakatine bağlıdır. Kader kelimesinin
anlam bütünlüğünü zarara uğramıştır. Saniye saniye alnımıza yazılmış bir
kaderimiz elbette yoktur, kaderimizi değiştirecek etkilerimiz elbette
mevcuttur. Herkes kendi kaderine yön verebilir seçenekleriyle. Neyi seçerse
özgür iradesi ile sonuçlarına katlanmayı da göze almış olacaktır.
Her şeyin bir zamanı vardır, bir tohum bile ne
zaman toprak altından çıkacağını ve gün ışığında bir ağaca ve sonunda olgun bir
meyveye dönüşeceğinin zamanını kendi özünde taşır. Her şey yavaş yavaş ve
tedricen gelişir.
Bu sebep kelimesinin Türkçesi nedir? denirse
iptir diye cevap ver. Bu ip, bu kuyuda işe yarar. Çıkrığın dönmesi, ipin
sarılıp koyverilmesine sebeptir. Fakat çıkrığı döndüreni görmemek hatadır.
Mesnevi c. I, 845
Mevlâna burada çok önemli bir gerçeği
açıklamaktadır. Sebep nedir? Arz insanı için iptir çünkü insan sadece ipi
görür, çıkrıkta dönen ipin kuyuya inmesini bilir. Fakat çıkrığı döndüreni
bilmez, görmez. Çıkrığı döndüren eli göremez çünkü bilgisi algı merkezinde
kodlanmamıştır. Ancak dönen çıkrık ve ip vardır görüş alanında. Görünmeyen
ilahi eli, ilahi dokunuştan bilgi yoksunudur. İşte insan için perdeli denmesi
bundandır. İnsan sadece zahirdeki yani görünürdeki sebepleri görür ve yorumları
da bu doğrultuda olur. Bâtındaki hakiki sebebi göremediği daha doğrusu
bilemediği için düz mantık doğrultusunda fikirler üretir. Hiç kimse Hakiki
sebebi bilemez. Sadece Yaratıcı bilir. Şu da bir gerçek ki, Hakiki sebep tüm
zerrede saklıdır. Çünkü yaratımın hamuruna karıştırılmıştır. Görünmeyen ellerin
tuttuğu çıkrığın kolu ile ip kuyuya iner ve çıkar. Ve bu inişin ve çıkışın
Hakiki sebebi sadece o ele aittir.
Sırra mahrem olanların sofrasında can
besleyelim. Çünkü bizler sır perdelerinin arkasına geçtik. “Ölümden evvel
ölünüz!” sırrına mazhar olduk.
Divan-ı Kebir c. IV, 1670
Bugün cansız sandığımız bütün varlıklar da
açılıp saçılmış. Zaten dünyada cansız hiç bir şey yok! Her şey Hakk’ı tesbih
etmede. Bu sebeple ben daima canlılar arasındayım.
Divan-ı Kebir c. III, 1566
Mevlâna’nın üstün bakışını belirten en önemli
sözlerinden biridir. Cansız olarak görülen her şeyin aslında canlı olduğunun
kanıtı, neredeyse ondokuzuncu yüzyılda keşfedilen bir bilgidir. Herşeyin en
küçük yapı taşı atomdur. Atom ve atomaltı parçacıkları akıllıdır ve bilgi ile
hareket etmekte ve enerji üretmektedirler. Kendi enerji alanlarını sağlamakta
ve bütünsel hareket etmektedirler. Her biri diğerinin varlığını kutsayan bir
enerji dalgası ile sarıp sarmalar. Birbirinden kopmaz, ayrılmaz ancak
aralarında mesafe de özgür irade ile salındığını kanıtlar. Dünyada cansız bir
şey yoktur derken Mevlâna, kendi zamanından bilimsel bir bilgiyle seslenir.
Kendisini, ölmeden ölen, ölümsüzlüğe ulaşan, sırları geçen ve perdelerin arkasında,
bâtında varlık bularak, zahirde her zerreye sinen ve canlılar arasında titreşen
olarak tabir eder. Dünya insanı perdelerin önündedir ve bu yüzden canlılığı
algılayamaz. Sadece nefes alan ve ihtiyaçlarını karşılayan şeyleri canlı olarak
görür. Oysa her zerre canlıdır ve Hakk’ı tespit eder ve Mevlâna o canlıların
arasında olduğunu ifade eder. Bu deyişi ile, daima diri olduğunu ve
ölümsüzleştiğini, bir bedenden ve ruhtan değil, tüm kainata sinmiş ve her daim
atom, parçacıkları arasında dolaşan canlı ve akıllı esir maddesi gibi nüfuz
etmiş olduğunu ifade eder. Tanrısal bir enerji olan ve yaratıma katkı sağlayan
bu esir madde, diriliğin, canlılığın ta kendisidir. . Mevlânanın bâtın yönü bir
şekilde daha karşımıza çıkmaktadır. O bâtında görünmeyen manalarda gizli iken,
görünende her zerreye sinmiş canlılığın arasındadır.
Nur, sebebi yaratandır. Ne kadar sebep varsa
hepsi de onun gölgesidir. Allah, sebepsizliği her şeye sebep kılmıştır. Sebebi
yaratan ile sebep birbirinin aynasıdır. Kim ayna gibi tertemiz değilse, aynayı
ve aynadakini göremez.
Divan-ı Kebir c. I, 41
Sebepsizlik sadece O’nun katında mevcuttur.
Çünkü tüm sebepler, sebepsizliğe bağlıdır. Sebepsizlik, Ol emrindedir. Tek
sebepsizlik Kün’dedir. Çünkü sebepsizlik, bütünsel sebeplerin birliğidir. Ve
tüm sebepler Kün Sebepsizliğinden, Varlıklar olarak var edilmiştir.
Varlıkların yoktan varoluşlarında sebepsizlik
vardır. Mutlağın Varlıkları var etmesi sebepsizliktendir. Bir sebebi yoktur.
Tüm bilgisi kendi varoluşlarındadır. Ancak Varlıkların yaratımları ise sebebe
bağlıdır ve bu sebepler de Sebepsizliğin aynasıdır. Sebepsizliğin yansıması
varlık âlemlerinde çokluk olarak yaratımlarına devam ederler. O aynanın
temizliği ve sırrın kıvamının tam olması, sebepsizliğin Nurlu akışının da
muntazam olmasını daim kılar. Sebepsizlik sadece yoktan var olan Varlıklara
yansır, Varlıkların yaratımı da sebepleri oluşturur. En küçük zerreye kadar
olan yaratımdaki parçacıklar, ayna durumundadır. Her yaratılan zerreye kadar
bünyesinde, hamurunda, yaratılış amacında sebebi muhafaza eder ve bu sebep de
sebepsizliğin yansımasını.
İnsan, Kainatın en kusursuz eseridir, Kainat da
insanın en kusursuz eseridir. Birbirlerine vücud, birbirlerine sebep olurlar.
KA’yıb
Dış dünyaya bakarak, “Allah insan için kainatı
yarattı” denir. Oysa hangi sebepten dolayı, hangi varlığın, hangi varlık için
yaratıldığı tamamen yaratıcının bilgisi dahilindedir. Kainat, insandan vücud
buldu, insan kainattan vücud buldu. Her ikisi de birbirinin sebebini oluşturur.
Varoluşlarında her ikisi de kutsaldır ve birbirlerini tamamlarlar.
Mevlâna bunu ağaç, meyve, bahçıvan
örneklemesiyle açıklar:
Görünüşte o yıldızlar, bizim varlığımıza,
sağlığımıza sebeptir ama hakikatte bizim bâtınımız, bizim içyüzümüz, gökyüzünün
durmasına, varlığına sebeptir! Hûkemâ, insan küçük âlemdir derler, fakat Allah
hakîmleri insan büyük âlemdir demişlerdir.
Çünkü hûkemânın bilgisi, insanın sûretine
aittir, bu hakîmlerin bilgisiyse hakikâtte insanın hakikâtine ulaşmıştır.
Sûrette sen küçük bir âlemsin ama hakikatte en büyük âlem sensin.
Görünüşde dal, meyvanın aslıdır; fakat
hakikatte dal meyva için var olmuştur. Meyva elde etmeye bir meyli, meyva
vermeye bir ümidi olmasaydı hiç bahçıvan, ağaç diker miydi? Şu hâlde meyva,
görünüşte ağaçtan doğmuştur ama hakikatte ağaç, meyvadan vücud bulmustur. Ağaç
meyvadan vücud buldu.
Mesnevi c. IV, 520
Görünen herşey, yıldızlar, gök cisimleri,
dünya, güneş, dünya üzerinde olan tüm bitkiler hayvanlar, sebepleri oluşturur.
Tüm bu sebepler de sonsuz zincirleme ile birbirine bağlı olarak ilk sebebe ve o
ilk sebebin de kaynağı olan Sevginin Kün’deki sebepsizliğine kadar giden bir
gidişattır. Bu normalde algılamamızın en zorlandığı sırlarla dolu bir bilgidir.
Kuantum evreninde, heplik kavramını en iyi
açıklayan Mevlâna’nın sözü, çok düşündürücüdür. İnsan küçük bir âlemdir, aynı
anda büyük âlemdir. Kainatın her zerresini bünyesinde taşıyan insan küçük bir
âlemdir, varolması kainata bağlıdır, birbirine bağlı sebepler zincirini
kainatta olan her şey insanı meydana getirir. İnsan kainattan yaratılmıştır. Bu
görünen sebeptir. Oysa Mevlâna şöyle belirtir; görünürde insan, kainatın
eseridir, kainatın sebebidir, ancak bâtında, kainat, insanın sebebidir. İnsanın
sebebi, kainata sebeptir. Daha anlaşılır bir dille anlatırsak; görünürde
kainattaki her atom insan organizmasında bulunur. Tüm atomların bir araya
gelişleri insanı oluşturmuştur. İnsan, kainatın en kusursuz eseridir. Ancak
bâtında, gizli olandaki sebep ise, insan için kainatın yaratımıdır. Kainat,
insan için yaratılmıştır, ancak kainat sebeplerin bir araya gelişleri de insanı
yaratmıştır. Görünende, insan kainattan vücud buldu, bâtında ise, kainat
insandan vücud bulmuştur.
Bu yüzden sebeplerin sonuçları, sonuçların
sebepleri doğurması ve bir araya gelişleri, bâtın ve zahir bilgisi ile olur. Her
görünenin görünmeyen, görünmeyenin de görünen sebepleri vardır. Ve bu tamamen
kaotik işleyen bir sistemdir. Bu en güzel, Kur’an-ı Kerim’in Kehf suresinde
Hızır ile Hz. Musa’nın hikayesinde anlatılmaktadır.
Hızır’ın Hz. Musa’yı şaşkınlık içinde bırakan eylemleri
ve sonunda Hz. Musa’nın sabredememesiyle noktalanan yolculuk, içinde pek çok
bâtıni sırrı içeren bir kıssadır. Hz. Musa en başta Hızır’a her ne kadar söz
verse de kendi şeriatine, vicdanına uymayan olaylar karşısında dayanamaz,
itiraz eder. Sonunda Hızır tüm eylemlerinin nedenlerini açıklar ve kaybolur.
Hızır sebep sonuç ilişkilerini bilen, geçmiş
ile gelecek arasındaki birbirini izleyen zincirleri görebilen, uyanmış şuurlu
insanın sembolüdür. 45
45 Dinç,
Nilüfer, Hz. Hızır Kimdir? s. 160
Mevlâna’da Hızır örneğini kullanarak uykudaki
insanın bâtıni sırlara ulaşmasının mümkün olmadığını, sebepleri görebilmek için
açık şuurlu olmanın gereğini vurgular:
“Hızır’ın o çocuğun boğazını kesmesindeki sırrı
halkın avam kısmı anlayamaz.”
Mesnevi c. I, 224
“Sebeplerin sonuçları, sonuçların sebepleri.
Hepsi aynı hamurda yoğrulmuş. Ne farkeder ki senin için? Başlangıç ya da son,
sebep ya da sonuç. Zaten her an zaman dilimindeki varoluşta yer alan bir ruh için,
sebep ya da sonuç ayrıcalığı olabilir mi? Zamanı da yaratan O, sebepleri de,
sonuçları da.”
“Atalarından kalan miras diyorsun, atalar da
sendin, şimdi de sen, bundan sonra gelecek nesil de sen, anlayışa uygun olan
yaşam platformunda ayrı gibi görünmeliydi.”
KA’yıb
Eskilerin deyimi ile “herşeyde bir hayır vardır”, “hayrolsun” denir ve iyi niyetle yol alınır. Çünkü kötü olarak görünen, bir iyiliğe
sebep oluşturabilir. Hayatımız boyunca, bizi üzen, geren ve sıkıntılara düşüren
olayların sonucunda, ferahlık, bolluk gelmiştir. Çünkü her zorlukla beraber bir
kolaylık da vardır. Ancak bu zorluk ile kolaylık beraberdir, arka arkaya, yan
yana değildir. Beraberdir. Bu beraberliğin en iyi açıklaması zahir ile
bâtındır. Beraberlik, görünen ile görünmeyen sebeplerin açıklamasıdır. Mevlâna,
iman ile hareket etmenin önemini bu yüzden vurgulamaktadır. İmanlı olan, gönül
gözünü, akıl ile birleştirenler için, manalar âleminde nice zenginlikler de
vardır.
Her suret/görünen beraberinde görünmeyeni de
doğurur. Mevlâna bunun için çift yarattık ifadesini kullanır:
“İnsanların amellerini de karşılıkları ile çift
yarattık; çiftin biri gelince, diğeri de durmaz gelir; bir amelde bulundun mu
mutlaka eşi de zuhur eder.”
Mesnevi c. III, 2875
Mevlâna yapılan her eylemin mutlaka gayb
âleminde karşılığı olduğunu ancak bizim sıradan bir bilinçle sebep-sonuç
değerlendirmemizin bunu çoğu zaman algılayamayacağını dile getirir. Eylemle
sonuç arasında her zaman lineer, mantıksal bir bağlantı yoktur. Zaten
sebeplerin sonuçları maddesel düzlemde benzer şekilde hemen görülebilseydi,
kimse bir kötülük yapmaya kalkışamazdı. Bu da dünyanın bir sınav yeri olduğu
bilgisine ters düşerdi.
“Bil ki amel, ona verilen karşılıkla aynı
renkte olmaz. Hiçbir hizmet, o hizmete mukabil verilen ücretle aynı renkte
değildir.”
Mesnevi c. VI, 420
Tohumu eken de biz, tohum ekilen de biz. Tohum
ekecek birini beklemek, verimli toprağı bulmakla vakit geçirmek, beyhude
bekleyiştir! Biz hem tohumuz, hem toprağız, hem de tohumu eken el
olmaktayız.Tüm nedenlerin tek bir nedeni var. Ve o tek nedeni sınırlılık içinde
anlayabilmek mümkün müdür? Sınırsız olmalısın ki sınırsız olanı, sonsuz olanı
anlayabilesin. Fani dünyada, ölümlü bedende, ölümsüzlüğü ve sonsuzluğu
anlayamazsın. Çünkü dünyanın sınırları olduğu gibi, bedenin de sınırı var. Bu
dünyanın hakkını vermeden, dünya maddesinin manyetik alanından, çekim
kuvvetinden etkilenmeyecek hâle gelmeden, Mevlâna deyişi ile sebeplerin
gerisine geçemeden, ruhsal ışığı olabildiğince dünya planetinde yansıtamadan,
hep burada olmaya devam edeceğiz. Çünkü arz âlemleri “sebepler kainatı”nın
içinde yer alır. Sebepler kainatından kurtulmak diye bir şey söz konusu
değildir. Sebepler, tekamülün ana gayesidir. Sebeplerin sonuçları, idraki,
idrak de tekamülü oluşturur ve her daim ileri doğru, Mevlâna’nın deyişi ile “ötelere” doğru
ilerletir.
“Yeryüzünün başına gelenleri bir düşün, Kış
mevsiminin ve sonbaharın imtihanları, yazın kavurucu sıcağı, sonra Allah’ın
merhameti gereği can bağışlar gibi kara toprağı dirilten ilkbahar. Rüzgarlar,
bulutlar, yağmurlar, şimşekler hep bu gelip geçici şeyler toprağı uyandırmak,
içindeki tohumları uyandırmak, içindeki tohumların yetişip başkaldırmalarını,
meydana gelmelerini sağlamak içindir.”
Mesnevi c.II, 2950
Mevlâna yukarıdaki ifadelerinde, yeryüzü
toprağının sebep sonuçlarını açıklamakta ve toprağın kış ve yaz mevsimlerinin
imtihanlarının karşılığını, ilkbahar mevsiminde almasından yola çıkarak, insan
için çok önemli bir mesele üzerinde durmaktadır. Toprak, bunca zahmete katlanır,
kışın soğuğu ve yazın kavurucu sıcağı, ancak şikayet etmez, neden ben demez,
bilir ki bu işlemlerin hepsi, tohumların yeryüzüne çıkması ve yeniden doğuşa
tanıklık etmesi için gereklidir.
Bir toprak, bir tohum, yeryüzü bilir bunu,
çünkü kendi özünde, kodlarında bunun gerekliliği bilgisini taşır. Ancak insan
bunu taşımaktan yorulur. Bilir ancak iman etmez, bilir ancak idrak edemez.
“Neden ben?” sorusundan öteye geçemez. Yaşadıklarının bir imtihan, bir bela
olduğunu unutur da, kederin neden kendi başına geldiğini anlayamaz. Oysa ki,
idrak etse, idrak ettiğini ruhuna yansıtabilse, yağmur gibi yine kendine
yağacağını ve tohumlarının büyüyüp, kendi bilincinde meyve vereceğini ve en
önemli olan uyanışa kavuşacağını unutur. Bela kavramını yanlış anlar, yanlış
idrak ettiği için, kendisine vuran ele şükretmez.
Faziletli insanlara, iyi kimselere daha fazla
bela gelir, çatar. Çünkü sevgili, güzellere daha fazla cilvelenir.
Mesnevi c. VI, 1108
Mevlâna’nın bahsettiği sevgili kavramı bir kez
daha karşımıza çıkmaktadır. Burada sevgili insanın kendi özüdür ve cevherinin
gelişmesi için bela kavramını arttırır. Çünkü mükemmel yaratımda oluşturulan
Öz, kusursuzdur, tam ve bütündür ancak bilinmezdir bu da tatbikatındadır. Öz
bilginin tatbik edilmesi ve kullanılması gereklidir. Bu yüzden cevher madde
kainatlarına doğuşlar sergiler ve bilgisinin tatbikatını yapar. Öz her daim
cevherinin gelişimi için imtihanlar hazırlar. Ve insan, varlıkların ortak alanı
olarak madde kainatının tam ortasında, arz âlemlerine doğuşlar gerçekleştirir
ve cevher ise, çok küçük bir zerredir. Mükemmel öz olan Rabb’inin rahmeti ve
ışığı o kadar boldur. Ancak insan alamaz, hissedemez bu ışığı. Mahrum kaldığını
sanır. Çünkü uyumaktadır, kapalıdır şuuru.
Uyuyan bir adamla bilge adam arasında geçen
aşağıdaki hikayede Mevlâna, aydınlanmış bir insanın örneğini vermektedir.
Hikayede uyuyan adamın yaşadığı zorlu tecrübe, anlam veremediği olaylar
uyandırılışın yaşatacağı ıstırabı simgelemektedir.
Yılan Yutan Adam
Akıllı birisi, atına binmiş geliyordu. Uyumakta
olan birisinin ağzına da bir yılan kaçmak üzereydi. Atlı onu görüp adamcağızı
kurtarmak, yılanı ürkütüp kaçırmak için koşmaya başladı. Fakat fırsat bulamadı.
Aklı, kendisine yardım ettiğinden, pek akıllı kişi olduğundan o uyumakta olan
adama şiddetlice birkaç topuz vurdu. O şiddetlice vurulan topuzun acısı, adamı
bir ağaç altına kadar kaçırdı. Orada bir hayli çürük elma dökülmüştü. Adama
“Ey dertli kişi bunları ye” dedi.
“Beyim, ben sana ne yaptım, bana ne kastın
var?”
“Eğer bana hakikaten bir kastın varsa vur
kılıcı, birden kanımı dök! Sana çattığım saat ne menhuş saatmiş. Ne mutlu senin
yüzünü görmeyene! Dinsizler bile kimseye suçsuz, günahsız, az çok bir şey
yapmadan böyle bir sitem etmezler, bu sitemi caiz saymazlar” diyordu.
Söz söylerken ağzından kan geliyordu. “Yarabbi
cezasını sen ver !” diye bağırmakta, her an ona kötü söylemekte, lanet
etmekteydi. Atlı ise “Bu ovada koş” diye onu dövüyordu. Adam, topuz acısıyla
atlının korkusundan yel gibi koşmaya başladı. Hem koşuyor, hem yüzüstü düşüyordu.
Karnı toktu, uykulu ve gevşemiş bir hâldeydi. Ayağında, yüzünde yüzlerce yara
vardı. Atlı o adamı akşam çağına kadar çekiştirip durdu. Nihayet adamın safrası
kabardı, kusmaya başladı. İyi, kötü yediklerini kustu. Bu kusma esnasında yılan
da içinden dışarı çıktı. O yılanı görünce kendisine iyilik eden atlıya secde
etti.
O kapkara çirkin ve heybetli yılanı görünce
bütün dertlerini unuttu. Dedi ki:
“Sen bir
rahmet Cebrailisin, yahut da velinimet Allah’ın... Bir parçacık olsun bu hâli
bilseydim, böyle abes sözler söyleyebilir miydim? Ey iyi huylu, eğer bana bu
hâli kinaye ile bile olsa çıtlatsaydın seni bir hayli överdim. Fakat sükut
ederek kızgın göründün. Hiçbir şey söylemeksizin vurmaya başladın...”
“Yılanı anlatsaydım, korkudan canın
çıkıverirdi... Eğer sen içindeki yılanı bilseydin ne elma yemeye kuvvetin
kalırdı, ne yol yürümeye, ne de kusmaya! Sen bana sövüyordun, ben de
seslenmiyor, fakat atımı sürüyordum. Gizlice de Yarabbi, sen işimi kolaylaştır
demekteydim.”
Mesnevi c. II, 1878-1926
Hikayedeki gibi kapalı şuurla yaşayan, daha
doğrusu uyuyan beşer, “neden ben” isyanına yenik düşer. Neden ben dedikçe de
imtihanlar yani belalar başından eksik olmaz. İnsan, kendine vuran ele
şükretmez. İsyan eder. Ve imtihanları da sıklaşır, hayatı alt üst olur çünkü
uyanması gerekmektedir. Direnci kırmak, başına gelenlerin bir amacı olduğunu
fark etmesi ve idrak etmesi ile, ruhuna yani cevherine aktarması sonucu, ilk
bahar mevsimi gibi, yeniden doğuşunu gerçekleştirecektir. İşte o zaman insan-ı
kamil boyutuna en yakın konuma geçebilecektir. Bu da Mevlâna’nın “güzeller”
kavramı ile pekişmektedir. Mevlâna güzel der, Hallac-ı Mansur öz dostlar,
seçilmişler diye bahseder, spiritüalizmde vazifeliler, dini öğretilerde,
resuller, nebiler, ermişler ve ulu pirler diye bahsedilenler hep aynı
manadadır.
Bela kavramı, Türkçe’de menfi manada
kullanılır. Oysa bela Arapça bir kelimedir ve Rabb’in kullarının gelişimi için
hazırladığı olaylar, imtihanlar, nimetlerdir. Spiritüalizmde, sebep sonuç ve
karma olarak bahsedilen konu ile aynıdır. Ezoterik öğretide “her başa gelmez
bela, erbabı istidat arar” sözü ile Mevlâna’nın faziletli olanlara sevgili daha
fazla imtihan düzenler sözü aynı manayı içermektedir. Ve bela kavramı,
nimettir, rahmettir, ancak bunu “güzeller, faziletliler, öz dostlar”
kavrayabilir, idrak edebilir, çünkü onlar Aşkın yolunda olanlar, istidatlı
olanlardır. İstidat, bir liyakat meselesidir. Onlar gerçekten iman yolunda
olanlar ve “kendilerine vuran ele şükr edenlerdir”. Çünkü onlar herkesi
“Hızır”, her günü rahmet olarak benimseyenlerdir. Her sabah kalktıklarında
başlarına gelecek her durum için şükredenlerdir. Ve onlar faziletli
güzellerdir, öz dostlardır. Çünkü yavaş yavaş idrak ederler ki, başlarına gelen
her türlü “imtihan (bela) onların uyanışı içindir. Ancak öyle bir sistemdir ki,
yüz tane sınavı geçer ve başarı ile şükredersin de, bir tanesinde şaşarsın.
İşte bu beşer olmanın bir özelliğidir. Fakat o verilemeyen imtihanda başarısız
olma diye de bir durum söz konusu değildir. Çünkü insan, yaratıcısının
suretinden yaratılmıştır. Suret sonsuzluğu, diriliğin sembolüdür. Bu yüzden
imtihanlar her daim diridir. Ve süreklidir. Kainatta asla bir son, bir nokta
yoktur, her daim döngülerde yol alış vardır, diridir. İnsan kavramı diriliği
özünde taşır.
Tam oldum derken, yine tepetaklak olabilir
insan. Hislerle dolar, inanılmaz zenginlik içine girer, uyandığını düşünür,
bazen de olabildiğince yeryüzü toprağının uyuşukluğu ve uyumanın tam hâline
gömülür gider. Dengeleyebilmek için müthiş bir gayret gerekir. İşte bu yüzden
Mevlâna faziletli insan olarak bahseder. Faziletli, istidatlı, likayatli
kişilerin yoludur bu.
Teşevvüşe düşmek ise an meselesidir. Bunun için
insanlar biraradadır. Ortak yaşamda ancak tatbik edilir imtihanlar.
Bütünselliği kavrayabilseydik, “ben” demekten çıkar, biz demeye
başlayabilirdik. İşte o “biz” kavramı için de binlerce yıldır, rahmetli
plânlardan ziyaretçilerimiz oldu. Uyanışa yardım eden sözleri, aktarımları ve
kelamları ile. Mevlâna onlardan sadece biridir ve çok önemli sözleri sarf
etmiştir. Belki de onların sarf ettiği kelamlar herkes içindi, ancak birinin
uyanışı içindi. Binler binler okur da, biri idrak eder ve uyanışa geçer, belki
o biri de diğer binleri uyandırmak için hazırlanır. İstidatlıdır, liyakatlidir
ve faziletlidir. Ve sevgili her daim o faziletli için imtihanlar düzenler.
Fakat o “birini” kimse bilemez, ancak O bilir.
Mevlâna’nın bolca bahsettiği Beyazid Bestami
uyanış için çok önemli sözler ve olaylar aktarmıştır:
Bir gün öğrencisi onun kürkünden bir parça
ister üzerinde taşımak ve Bestami’nin enerjisini yüklenmek için. Hz.
Bestami’nin cevabı şöyledir. “Oğlum sen benim kürkümden değil bir parça, derimi
yüzüp içime girsen, benim gibi olsan, hatta ben olsan dahi fayda etmez. Sen
kendinde olanı açığa çıkarmadığın, kendi özünü hatırlayamadığın sürece hiçbir
faydası yoktur.”
Ey temiz kişi! Gülüşler, ağlayışların arkasına
gizlenmiştir. Görmez misin? Defineyi viranelerde, harabelerde ararlar.
Mesnevi c.VI, 1586
Gerçek bilgiyi, yıkılmış gönüllerde aramak
gerekir. Çünkü oradadır tüm gizem, bilgi, hamule edilmiş hamur gibi yoğrulmuş
anlayışlar. Artık o bilgi, idrak edilmiş ve çöpü sapından ayrılmış, rüzgarlara
savrulmuştur, ve gerçek bilgi bir tohum gibi cevher niteliğinde elimizdedir.
Onu kullanmak da yine liyakatli kişilerin maharetindedir. İşte onların
sözlerinden, gözlerinden akanlar, Rabb’e en yakın olan ışığın yansımasıdır.
Ağlayan, inleyen, acılar çekmiş harap gönüllerdedir gerçek inci, O inci ki, o
gönüllerde açığa çıkar ancak.
Hallac-ı Mansur’un ifadesi ile seçilmişler, öz
dostlar, Mevlâna için faziletli ve güzeller, metafizik manası ile istidatlı
olanlar, felsefe kuramlarında “kendini bilen” “kendini tanıyan”lar, sistemin
dışında olanlardır. Sistem, arz sistemidir. Dünya kanunlarıdır. Dünya olarak
bahsedilen sadece bizim dünyamız için değil, tüm arz sistemlerinin kendi
kanunları içindir.
“Faziletli, iyi insanlara ıstıraplar vererek
onları kendisiyle meşgul ettiği, kendisine cezbettiği gibi, bazen gönlü kör
gafillere de dert verir, keder verir. O zaman körlerin mahallesinden müthiş bir
feryad kopar.”
Mesnevi c. VI, 1110
Sistem dışında kalanlar yani, uyanma yolunda
olanlar, akıl ile gönlü bir edenler, istidatlı, kendini bilen ve tanıyanlar
için ve bu yolda imtihanlara ve belalara kapılanlar için ıstırap bir nimettir.
Acı, gözyaşı, elem, keder, ıstırap, bela bir nimet hâlini alır. Çünkü onlar
sistemin dışında olanlar, uyanış yolunda olanlardır. Onların şansa ihtiyaçları
yoktur, çünkü tüm dünya nimetlerinden uzakta bir zenginlik sürmektedirler.
Zenginlik onlar için sadece manadadır, özdedir, maddede değildir.
Seçilmişler için, kıyam zamanı yoktur, kıyam
kopmaz. Çünkü onlar her daim, kıyam içindedirler. Onlar sura üfleyenler ve kıyamın
sahipleri.
KA’yıb
Bedenleri içinde kıyam olanlar, kıyamı her an
her saniye yaşayanlar harap olmuş gönüllerinin yıkıntıları arasında, vicdan
ışığını gören, o ışık ile görünen gözlerinin kör olması sonucu gönül gözleri
ile görebilenlerdir.
Ey cefası devletten, dünya malından daha güzel,
intikamı candan daha hoş olan, Allah’ım!
Ateşin bu kadar zevkli olunca, kimbilir nurun
nasıl olur? Rabb’im, matemin bu derece neşveli olursa, düğünün, derneği nasıl
olur?
Mesnevi c. I, 1564
Seçilmişlerin yolu çetindir, kıldan ince,
kılıçtan keskindir. Çünkü onların çok küçük bir hatası, sistemin içinde
olanların en büyük hatalarından daha büyüktür. Sistemin dışında olmak, yani
arzın çekim kuvvetinin dışına çıkabilme liyakatini başarabilen kıyamlılar için,
Mevlâna deyişi ile Aşk yolunda olanlar için nice manevi zenginlik vardır. Ancak
bunun kıymetini bilmek ve dengeleyebilmek çok zordur. Çünkü hem bedendedirler
hem bedende değillerdir. Çünkü arzın tüm maddesel çekim alanının dışındadırlar.
Mevlâna beden hapishanesinden kurtulmuş ve bir ayağı ile arzda, bir ayağı ile
âlemlerde gezmektedir.
Seçilmişlerin yolu aşkın yani müteal bir
yoldur. Onlar belaları sevinç ve mutluluk ile karşılayanlardır. Kıyamlılar için
nice zenginlikler vardır, ancak en ufak bir dikkatsizliklerinde harab olurlar,
bedelini bela kavramı ile ağır öderler. Sistemin içine gömülen uyuyanlar gibi
zevk ve sefa içinde değillerdir. Çünkü onlar için nimet sadece maddeseldir. Her
baktıkları yerde katı madde görenlerdir onlar. Oysa sistemin dışına çıkanlar,
her baktıkları yerde hem madde hem mana görürler ve işte bu ikisini
yorumlayanlar için de tam bir uyanış gerçekleşir.
Her verilen, geçici olarak verilir. Liyakat
derecesine bağlı olarak da süresi yine verenin tayin ettiği değildir. Verilen
yani alanın liyakatindedir. Alan kişinin, liyakati süresince, verilen onun
ellerinde muhafaza edilir. Ya işi bittiğinde iade eder, ya da kendisinden
süresiz alınır.
Arz âlemlerinde en zor olan “insan olmayı”
başarabilmektir. Hayvansal bedenimiz ve Tanrısal aklımız ile beşer
görünümündeyiz ve insan olmak o kadar kolay bir liyakat değildir. Bu yüzden,
mükemmel öz ve cevher, arz âlemlerine “insan olabilmek” için bedenlenir. Çünkü
insan kavramı, ortak bir alandır. İlk yoktan var edilen Varlıkların ortak
alanıdır insan.
Tüm belalar, insan görünümündeki beşerin insan
olabilmesi içindir. Çünkü plân ve program budur. Sistemin içine dahil olan
bedenlerin, insan olabilme liyakatine erişebilmesi içindir. Bela kavramı bir
nimettir.
“Bu sınıklıktan da padişahların merhameti
coştu. Cehennem de beni tehdit etmeden vazgeçti, sukût etti” dedi.
Ağrı, sızı ve hastalık hazinedir. Rahmetler
ondadır. Deri yırtıldı mı iç tazelenir.
Kardeş, karanlık yere, soğuğa, gama, kırıklığa
ve hastalığa sabretmek,
Âbıhayat kaynağı ve sarhoşluk kadehidir. Çünkü
yücelikler, hep aşağılıktadır.
Baharlar güz mevsiminde gizlidir, güz mevsimi
de baharda. Kaçma ondan!”
Mesnevi c. II, 2260
Bir zamanlar beden yoktu; ben, tamamıyla candan
ibaret idim, seninle göklerde beraber idim! O zamanlar birbirimizle
konuşamıyorduk; ne benim söz söylemem vardı, ne de söz işitmem!
Divân-ı Kebir c. IV, 1822
Doğmadan önce neredeysem, öldükten sonra da
oradayım. Her sona yaklaştıkça, başa dönerim. İşte tüm sır burada. Ne ruhtan
dolayı beden, ne de bedenden dolayı ruh. Ne ruh bedenin içine girer, ne de
beden ruhu hapseder. Ruh da madde de mükemmel, her ikisi de sonsuz, ölümsüz ve
her daim diri.
Ey ruh âleminden bu dünyaya doğup gelenler!
Ölüm gelince ürkmeyin, korkmayın! Bu, ölüm değil, bu ikinci bir doğumdur; doğun,
doğun!
Divân-ı Kebir c. II, 656
Tüm nedenlerin tek bir nedeni var. Ve o tek
nedeni sınırlılık içinde anlayabilmen mümkün müdür? Fani dünyada, ölümlü
bedende, ölümsüzlüğü ve sonsuzluğu anlayamazsın. Çünkü dünyanın sınırları
olduğu gibi, bedenin de sınırı var.
Şimdi, ya da an’ın enerjisini yakalayabilmek
belki çok ama çok zordur, ama o kadar da basittir. Anı yaşayarak, anın
enerjisini almak muhteşem bir enerji ile beslenmeyi de beraberinde getirir. Zor
ama basit olan bu zaman-mekan çakıştırmasını yapabilen, her zaman yapamasa da,
yapmaya bile çalışan sıradanlıktan kurtulur ve kendisi olur. Kendisi olan,
Aşk’la bütünleşir ve Aşk’ın enerjisini de hisseder, sonunda AŞK olur.
Evren görülen ve görülmeyen, varolan her
şeyiyle, tümüyle canlı bir organizasyondur.
Her birimiz çok önemli kayıplarız ve yalnızız,
bu dünyada olduğu kadar bu evrende de yalnızız, çünkü yalnız olmayı seçiyoruz.
Yön duygumuzu kaybetmişiz, ne yaptığımızın farkında değiliz. Karanlıkta el
yordamıyla arayışlarımız kısır döngü içerisinde ve yavaş ilerlemekte.
Karanlıktan ışığa açılacak yolu, dişimizle ve tırnağımızla bulmaya çalışıyoruz.
Kayıbız çünkü ışığa giden yolda, yalnız olmayı seçtik. Etrafımızda yüzlerce
insan varken bile bizler tek tek yalnız ve Kayıb varlıklarız.
Bütünlüğün içinde önemsiz bir insanız ama
değerliyiz. Hayal edilemeyecek kadar geniş, büyük ve sonsuz evrende önemsiz bir
dünya gezegeniyiz ama değerliyiz. Bütünün değerli bir parçasıyız. Ne kadar
küçük, ne kadar önemsiz de olsa değerliyiz. Çok büyük bir bedenin bir hücresi,
bir atomuyuz ama değerliyiz. Bir tanesinin eksikliği tüm bütünlüğü alt üst
edecek kadar önemli ve değerli olan parçalarız.
Birliğin gücünü hissetmediğimiz sürece, KA’yıb
olarak kalacağız.
Belki de milyarlarca yıldan beri dünya üzerinde
oluşması beklenen enerji alanı birlik enerji alanıydı. Birlik ve bütünlüğün
enerji alanının yaratılması. Bu bir anahtardır ve evrende yalnız olmadığımız,
KA’yıb olmadığımız gerçeğini bize gösterecek kapının açılması için gerekli
anahtar budur. Bu anahtarı birlik ve bütünlük içerisinde oluşturabilir ve
kapıyı açabiliriz. Bu da bir son değil, hatta ve hatta büyük bir başlangıcın
basamaklarından olacaktır.
Ruh enerjisinin sonsuzluğu, madde enerjisinin
sonsuzluğu ortak alanı ölümsüz insan ve onun yansıması beşer varlığı ölümlü insanoğlu.
Ruh enerjisinin sonsuzluğu yaşam enerjisini,
madde enerjisinin sonsuzluğu yaşam çeşitliliğini ve alanlarını oluşturuyor. Ruh
enerjisi titreşimini kabalaştırarak, madde enerjisi titreşimini
süptilleştirerek ortak alanlar yaratıyorlar ve yaşam alanları tüm kainatta
sınırsız ve sonsuz sayıda mevcut buluyor. Her iki enerjinin bütünlüğünden
ölümlü insan ortak alanı oluşuyor.
Bu ebediyette, yaşamak üzere kalacak olanlar
yani cehennemde kalacak olanlar, alması gerekenleri alamayarak bir sonraki
yaşam ebediyetine kalabilirler. Bu seçim onların. Bu hiçbir zaman kötü ve
acımasızlık anlamına gelmemelidir. Ruh varlığı için sonsuz seçenekler vardır.
Görevi neredeyse oraya doğacaktır. Biz sadece güneşin yani cehennemin sekarın,
çekim alanına dahiliz ve dünya yaşam platformuna doğuşlar yaşıyor ve bu maddi
dünyanın enerjisini, bilgisini ve tecrübesini almaya çalışıyor ve aynı zamanda
da, maddenin tanrısallığı enerjisini yükseltmek ve tekamülünü yani gelişimini
sağlamak amacıyla bir alış veriş hâlini koruyoruz. Madde ve ruhun alışverişidir
aslında yaşam. Madde ruhtan, ruh maddeden bilgi edinmek için yaşam platformları
hazırlar. Güneş gibi yıldızlar da ona hayat verir can verir. Bu hiçbir zaman
korkulacak bir durum değildir.
Ruhun maddeye olan uzantısından alışverişinden,
üçüncü bir antite insan olmaktadır.
Katı madde olarak görünen madde, ruhun en kaba
titreşim hâlidir. Ruh ve madde birdir, bütündür, ayrı değildir. Biri en uçtaki
süptil yani ince seviyedeki hâlidir, diğeri diğer uçtadır ve en kaba titreşimde
görünen katı durumdur. Aynı bir buz gibi düşünelim, buz hâli ve görünmeyen
buhar hâli gibi. Kademe kademe gerçekleşen buzdan sıvıya oradan gaz hâline
dönüşme durumları, suyun gerçekliğini varoluşunu değiştirmez yalnızca hâl ve
durum değiştirir. Orjinalliğini bozmaz. Bu yüzden ruh da madde gibi, madde de
ruh gibi orjinaldir sadece biri görünen diğeri görünmeyen durumdur, fakat
birdir ve tektir. Bakış açımıza uygun olarak ikili ayrıymış gibi görüyor ve
algılıyoruz.
Ben neyim? Ben apaçık ortadayım ama aynı
zamanda gizliyim!”
Divân-ı Kebir c. IV, 1759
Bir yaratıcı olmadan ne kimse doğabilir, ne de
var olabilir!
Divân-ı Kebir c. IV, 1893
“Bir tane canım var ama, yüzbin bedenim.” der
Mevlâna Divân-ı Kebirde. Can olarak bahsedilen ruhtur, ruh bir bütündür, öz ve cevherden
oluşan. Öz, ham bilginin bütünü, can ise bizim anlayışımızda bedenleri yöneten,
bilginin tatbikatını yaparak cevhere aktaran, cevherin küçük bir yüzdesi,
bölümüdür. Beden bırakıldığında aslına dönen toprağa, can da dönecektir kendi
aslına. Her şey aslına döner çünkü.
Yüzbin
bedenim derken Mevlâna devam eder, “Can neymiş, neymiş ki beden, işte benim. Bir başkası var ya işte ben,
ben. O (Rabbi, Yaratıcısı) beni sevsin diye bir başkası oldum kendim.”.
Kendim olarak bahsettiği Ruhun Öz olan bütünsel
tarafıdır. Sevginin yarattığı Varlıklardan sadece biridir ruh. Ruh bir tanedir
ancak yüzbinlerce bedenim var der Mevlâna. Ve o beni sevsin diye kendim yani
ruhu öz benliği, yüzbin bedendedir, başkası dediği de yine kendisidir. Her
seferinde yine kendisidir, Yaratıcısı onu sevsin diye her seferinde yüzbin
bedenlenir.
“Ben yüzlerce can verdim de bu belayı satın
aldım”
Divân-ı Kebir c. III, 1372
Bela olarak bahsedilen, Yaratıcıdan gelen
rahmettir. Mansur şarabının, ten kadehine dolumudur. Mevlâna’nın bahsettiği
bela aslında hayır ve şerrin ortak birliği ve bütünlüğüdür. Bela bir rahmettir.
Defalarca bedenlerde tatbikat yaptığını ve bu rahmete erişebilmek için kaç can
verdiğini sembolik olarak açıklamasıdır.
Derler ki, uyanışa yakın bir zamanda, göklerde
bir ışıma olacak ve herkes Rabb’i yani Yaratıcısını görecek. Hep şöyle
düşünürüz, peki o gören insanlık ne kadar şanslı da, geçmiş nesillerdeki
insanlara haksızlık olmadı mı diye. Kutsal kitaplarda da, mahşer günü olarak
bilinir ve tüm geçmişte yaşayanların dirileceğini ve Rablerini göreceklerini
belirtir ayetlerde.
“Haberin yokken cemad âleminden yetişip gelişen
nebat âlemine geldin.
Nebat âleminden de hayat ve iptila âlemine
düştün.
Sonra tekrar güzelim akıl ve temyiz âlemine
gider, bu beş duyguyla altı cihet âleminden kurtulursun.
Bu ayak izleri, deniz kıyısına kadar gider.
Sonra deniz içinde ayak izleri yok olur biter.
Çünkü kuruluk menzillerinde ihtiyat için köyler
vardır, yurtlar vardır, konaklar vardır.
Deniz konakları da durup dinlenmeyen, sahası ve
tavanı olmayan dalgalanmalardır.
O menzillerin nişanesi adı sanı yoktur.
Nebat âleminden sırf ruh âlemine kadar her iki
konak arasında bunlar gibi yüzlerce konak vardır.”
Mesnevi c. V, 800
Herkes toprağın içine girip yok olmaz, su da
toprağın derinliklerine girer ancak çağlayan olup tekrar yeryüzüne çıkar. İşte
tüm insanlık zaten her zaman yeryüzünde idi. Hiç ayrılmadı ki. Dünyanın yani
arzın çekim kuvvetinden kurtulamaz hiçbir can. Her can tekrarlar döngüsünü. Ta
ki satın alana kadar belayı. Satın alınan bela için yani uyanış için, kaç
yüzbinlerce bedel ödenir, her seferinde, her nefeste. Kaç hayatlar boyu feda
edilir, ancak hiçbir yere gidilmez. Ancak bela sahip olunduğunda, yani içilen
Mansur şarabı ile doldurulan beden artık seçilmiş olur, yücelere erer. Ölmeden
önce kavuşur Hakk’a. Nereye baksa O’nun yüzünü görür.
“Ben cemaattandım… öldüm yetişip gelişen bir
varlık, nebat oldum. Nebatken öldüm, hayvan suretinde zuhur ettim.
Hayvanlıktan da geçtim, hayvanken de öldümde
insan oldum. Artık öldüp de yok olmaktan ne korkayım?
Bir hamle daha edeyim, insanken öleyim de
melekler âlemine geçip kol kanat açayım.”
Mesnevi c. III, 3901
Bedenlenirken zorunlu olarak unutma yaşanır.
Dünyaya enkarne olmanın doğal sonucudur bu. Mevlâna yaşanan unutma sürecini de
dile getirmiştir:
“Ne şaşılacak şeydir ki, ruh oturduğu, doğup
yetiştiği yerleri, yurtları hatırına bile getirmez; bulutun yıldızı örttüğü
gibi şu yıkık dünyanın gözlerini bağladığını düşünmez.”
Yüzbin beden olarak kendini açığa vuran Mevlâna
bize çok açık bir gerçeği sunmaktadır. Zaten hiçbir yere gitmiyoruz, daima
dünyada idik, ta ki uyanışa kadar, bir bedeldi bu. Aşk şarabını tatmak için.
Ancak bunu çok azı yapabilirdi. Herkes aşk şarabından içemez, herkes En-el Hak
kadehini dolduramaz, Nara ulaşamaz, cennete eremez. Bu ancak seçilmişlerin,
nebilerin yoludur, Erenlerin yoludur. Aşk yolu çetindir, aşk yolu yorucudur, bu
yüzden ancak liyakatli olanlar bu yola baş koyarlar, can verirler,
ölümsüzleşirler.
Doğum ve ölüm her insanın eşit ve denk olduğu tek
dünyasal durumdur. Bunun dışında hiçbir insan eşit ve denk değildir. Ancak
Yaratıcının terazisi her daim eşit ve denktir. Eşitlik sırrı O’na aittir. Tüm
sır gizem, perdelerin arkasında gizlidir. Gizem Yaratıcının sırrıdır.
Kamil insan, hiç kandırılabilir mi? Gayb
âleminden, ötelerden kendisinin duyduğu anlatılamaz yüce zevkler, dünya
zevklerinden de ahiret zevklerinden de çok üstündür. Onu merhamete getirmek,
cehennem azabıyla korkutmak, yahut ona cennetleri vaadederek hurilerle, gılmanlarla
kandırmak da imkansızdır.
Divân-ı Kebir c. IV, 1634
Mevlâna burada, görünmeyen bâtın olan âlemin
enerjisinin daha yüksek seviyeli ve geliştiren özelliği olduğunu dile
getirmektedir. Dünya yaşamı ve daha sonra vaad edilen ahiret yaşamından çok
daha üstün olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü dünya insanı, sisteme dahil olan,
arzın maddesel çekim alanından kurtulamayanlar için, dünya hayatı ne ise,
ahiret hayatı da farklı olmayacaktır. Oysa Mevlâna bunun da daha ötelerinde
muhteşem dünyaların ve enerjilerin olduğunu vurgular.
“Sen hem cennetsin, hem cehennem, hem de kevser
havuzu.”
Divân-ı Kebir c. IV, 1634
Yukarıdaki beyit Mevlâna’nın, bâtın ile zahirin
bütünleştiği mükemmel sözlerinden biridir. Çünkü dinin vaadlerinin tamamen
ötesinde bir anlayıştır bu. Hak olanın cennet cehennem ve kevser havuzu
olduğunu vurgulamaktadır. “Bana seni gerek seni” sözcüğünde Yunus Emre’nin
bahsettiği gibi. Seni gerek sözü Hak’ın istenmesi ve Aşka kavuşmadır, oysa
Mevlâna bu cümlesinde Hak bütünü ile vaadedilenlerin hepsinin birliğidir
demektedir.
Cehennem konusunu bâtıni bir gözle ele almak
istersek Kur’an-ı Kerim’de geçen ayetler ve Mevlâna’nın sözü ile bir açıklama
yapabiliriz.
“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı
insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. O ateşin başında gayet katı, çetin,
Allah’ın kendilerine verdiği emirlere karşı gelmeyen ve kendilerine emredilen
şeyi yapan melekler vardır.”
Tahrim suresi 66/6
Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.
Bakara 2/257
Sen öyle bir nursun ki, nurunun suyuyla
cehennemi bile söndürürsün Gönlümü bu şekilde yakıp yandırmayı reva görür
müsün?
Divân-ı Kebir c. VI, 2529
Cehennemde ebedi kalmak, ruhunu
arındıramayanlar, tekrar başlayan dünya hayatına devam edecekler anlamındadır.
Yani kıyametten sonra, büyük tufandan sonra, yani her şey sona erdikten ve yeni
bir hayat başladıktan sonra her şeyin yeniden başladığı bir maddi hayata baştan
başlamak anlamında. Bu hayat cehennem olarak tasvir edilerek sembolize
edilmiştir. Yakıtı insan ve taş olan demek, insan yani üçüncü antite, (ruh ve
maddeden oluşmuş) taş da dünya toprağı.
Kendinizi ailenizi koruyun bu cehennem
ateşinden diyor ayette. Ve diyor ki, o ateşin başında katı melekler vardır. Bu
da dünya kanunlarını içeriyor. Dünyada yaşarken karşılaşılan dualite ve
zorlukların bir arada olduğu dünya hayatı ve dünya kanunları. Ruh, madde ve
dünya toprağı, bilimsel olarak bakarsak, en büyük çekim alanına yani güneşe
tabi. Koruyun derken, bir üst realiteye geçin anlamında. Yoksa güneşin bizi
yakması saliselerle mevcuttur, yanan beden olmayacak şüphesiz. Koruyun demek
üst realiteye geçin, boyut atlayın, süptilleşin anlamında. Çünkü güneş, yakıt
olarak insan bedenini ve taşı (dünya maddesini) hedef almış durumda kanunlar
çerçevesinde. Eğer bir gün güneş, bir yıldız olmaktan, başka bir evreye
geçtiğinde, dünya hayatı da topyekün yok olacaktır. Çünkü Güneş varolduğu
sürece, dünyada yaşam mevcut olacaktır. Dünya hayatının, yani maddi hayatın
cehennem olarak vurgulanması, tasvir edilmesi, kötü anlamında değildir. Çünkü
biz cehennem hayatında bilgi edinmek için bulunmaktayız. Maddi bilgiyi aldık
bir kere ve bu sembollerle vurgulanmıştır, yasak olan yenmiştir. Ve ruh
varlığı, madde varlığını geliştirmek aynı zamanda maddenin de bilgisini almak
suretiyle dünyada (cehennemde) varlığını sürdürmektedir.
Yakıtı taşlar ve insanlar olan demek, güneşin
çekim kuvvetine dahil olan dünyanın, hayatının daimi demek. Yakıt aslında yanan
anlamına gelmemelidir. Korkulacak ve ürkülecek bir durum yoktur. Biz de karbon
moleküllerinden oluştuk ve vücudumuz oksijeni ve karbonu yakarak tüketmektedir.
Besinler vücudumuzda yanarlar. Bu ayette tamamen dünya hayatı tasvir
edilmektedir. Yakıtı insan ve taş olan. İnsan ve taş atomu neticede benzer
moleküllerden meydana gelmiştir. Evet cehennemdeyiz, ismi cehennem olarak
tasvir edilmiş, gül bahçesi olarak da denebilirdi. Sonuçta herkes cehennemden
geçecek denmiştir.
“Varlık âlemine yokluk güneşinin nurunu düşür
de, herkesi cennet nimetlerini istemez ve cehennem ateşinden korkmaz bir hâle
getir!”
Divân-ı Kebir c. II, 1066
Mevlâna’nın, görünmeyen âlemler ile ilgili,
bâtın tarafı ile ilgili duası, insan içindir ve insanlık içindir. Vaatler
olmadan insan olabilme özelliğini kazandırması açısından, sarfettiği bu sözler,
üstün bir insan anlayışını karşımıza çıkarır.
Ruhsal varlık, maddenin bilgisini almak için,
dünyaya yani sınav yerine, ıstırabın ve acının olduğu yere, yani yakıtı insan
ve taş olan cehenneme, başka bir realiteye, yani savaşın, düşmanlığın ve
ayrılığın, ölümün dünyasına doğacaktır.
Her zaman daha mükemmel bir enerji titreşimi
oluşana kadar sonsuz kere sonsuz sayıda tekrarlama devam edecektir.
“Seninle beraber bulunmayınca, ben cenneti bile
istemem.”
Divân-ı Kebir c. II, 1062
Hakk’a kavuşmak cennetim, Hakk’tan ayrı
düşmektir cehennemim, bilesin ki kor beyaz ateşlerdeyim, ödülleri ne edeyim,
her iki cihanda da AŞK’adır özlemim.
KA’yıb
Cennet ve cehennem cüz olarak insanın
içindedir. Nefsine körü körüne tabi olanlar cehennemden beslenirler. Amaç
nefsle mücadele ederek, onu kontrol altına alarak insanın içinde saklı olan
cennetten beslenebilmesidir.
İnsan düşünce, fiil ve niyetlerine göre hem
dünyada hem de astral plânda cennet ve cehennemi yaşar. Vicdanın ya da
nefsaniyetin hakimiyetine göre cennet ve cehennem kendiliğinden kurulur.
Ezoterizme göre cennet ile, cehennemin sadece
titreşimsel enerjileri farklıdır. Kademe kademedir, geçiş hâlindedir. Cehennem
dünya spatyomunun en alt kademelerindeki insanın astral tortularıyla yüzleştiği
bölümü, cennet ise buradan çıkışı ifade eder.
“İnsanın topraktan yaratılan bedeni cevheri iyi
bir demire benzer, ayna olmaya kabiliyeti vardır; onda daha dünyada iken de
cennet, cehennem, kıyamet vesaire görünür; hem de apaçık ve doğru olarak, hayal
yoluyla değil!
Sen de görünüşte kapkara bir demire benzersin,
ama kendini cilala, cilala”
Mesnevi c. IV, 2469
Mevlâna’ya göre dünya suretler âlemidir ve
burada olan düşünce ve davranışların gerçek manaları, dinsel terminolojide
ahiret olarak geçen spatyoma doğmaktadır. “Onları orada gözünle de görürsen”
sözüyle ifade ettiği gibi metapsişik öğretiye göre öte âlemin maddesel yapısı
gereği varlıklar kendi düşüncelerinin oluşturduğu imajlarla yüzyüze gelirler.
“Düşüncelerinizden de sorumlusunuz” sözünün bir açılımı da budur.
“Her nerede iki adam, sevgiyle, yahut kinle
birleşseler, bir üçüncü can, mutlaka doğar.
Fakat o suretler, gayb âleminde doğarlar. Oraya
varınca onları gözünle de görürsün.”
Mesnevi c. V, 3894
“Ayağını başının üstüne koyunca yıldızların
üstüne ayak basarsın, nefsanî arzularını, şehveti yendiğin zaman havada
yürürsün; haydi adımını at, ayağını havanın üstüne koy da yüksel!..”
Divân-ı Kebir c.I, 19
Ayakların insanoğlunun başının üzerine
çıktığında yıldızlara ulaşırsın. Başın üzerinde durduğunda, tüm dünyasal
etkilerden, dünyanın çekim alanından ve kader takıntısından kurtulursun, işte o
zaman her türlü bâtın sana zahir olur. Gönül âlemi kapısı sana ardına kadar
açılır, ve Rabb’in o kutsanmış görkemli dairesine ulaşırsın.
Ancak, ayakların yerden başı üzerine
çıkabilmesi için, o görünürdeki kısa mesafe, görünmeyende binlerce yıl ile eş
değerdir. Çünkü aşkın yolunda nefsani arzuların etinden bedeninden sıyrılması
acı ve ıstırap doludur. Nefs insana bir zırhtır. Dünyada yaşamak için gerekli
olan korunma elbisesidir. Oysa kontrol edilmesi gereken yerde, insanı ele
geçirmiş sarıp sarmalamıştır. Ne vakit ki nefsaniyet kisvesinden soyunursun,
Rabb’in yoluna, Aşkın yoluna, Gönül yolu ile yıldızlara ulaşırsın.
“Eğer kendini, gerçek varlığını bulmak
istiyorsan, kötü huylarından, nefsanî arzularından kurtul!
Divân-ı Kebir IV. Rubailer 58
“Bu nefs, cehennemdir; bir ejderha olan
cehennemin ateşini ise denizler bile eksiltemez.
Yedi deryayı içer de, yine de halkı yakan ateşi
eksilmez..”
Mesnevi c. I, 1375
Divan-ı Kebir’de, Mevlâna, nefsin tüm dünyayı
hatta kainatı yese de daha var mı diye sorduğunu, nefse kapılanın cehennemde
yaşadığını anlatır. Nefsi doymak bilmeyen bir ejderha olarak nitelendirir.
Gerçek kafir ise, nefsine yenik düşen, nefsaniyet kisvesinden kurtulamayandır.
İşte onlar ebedi cehennemliklerdir diye bahseder Kur’an-ı Kerim’de.
Nefs ile cehennemi parça-bütün bağlantısı
çerçevesinde değerlendirir. Sonunda parçanın döneceği yer de bütündür.
“Bizim nefsimiz de cehennemin bir
parçası(cüz)dır. Cüz’ler ise daima küllün tabiatında olurlar.”
Mesnevi c. I, 1375
Ebedi cehennemde kalacak olanlar, daima
uyuyanlar, uyanmak istemeyenler, nefs çemberinden çıkamayanlar, nefsaniyet
kıyafetinden soyunamayanlardır. Çünkü nefs ağırlık yapar ve toprağa doğru
çeker. Nefs ayaklarından tutup çekse de toprağa derinden, ellerinle Rabb’in
ipine tutunup, var gücünle yıldızlara ulaşmaya çabala.
“Putların anası nefsinizin putudur. Fakat nefsi
kolay görmek cahilliktir.”
Mesnevi c. I, 770
Nefsaniyet bedensel arzu, ihtiras, hırs vb.
sınırlı değildir, türlü türlü görünümü vardır. Aldatıcıdır. Pekçok kılıfın
ardına saklanabilir, onu tespit etmek her zaman kolay değildir. İyi görünen
davranışların, ibadetlerin ardında hangi arzuların yattığını analiz etmelidir:
“Nefsin sağ elinde tespih ve Kur’an vardır ama
yerinde de hançer ve kılıç gizlidir.
Onun mushafına, onun riyasına kanma… kendini
onunla sırdaş, haldaş yapma!”
Mesnevi c. III, 2555
Dünya kanunları icabı nefsin tespiti,
mücadelesinin zor oluşunun nedenini de akıl ve nefs zıtlığını göstererek
açıklar:
“Akıl, nuranî ve iyi bir hak ve hakikat
arayıcısıyken neden zulmanî nefis ona galip oluyor.
Neden mi? Nefis, kendi evinde, kendi yurdunda…
akılsa garip! Köpek bile kapısında korkunç bir aslan kesilir!”
Mesnevi c. III, 2557
İnsanın nefsiyle mücadelesi uzun soluklu bir
süreçtir. Bu süreçte nefsin tehlikesini hafife alan yanılır. Nefs insanı
gerçekte ulaşmadığı bir birikime sahip olduğuna, üstün bir mevkiide olduğuna
inandırır. Nefsin hilelerine karşı zafer kazandığını zannedenler konusunda
Mevlâna şöyle der:
“Ben gönül sahibi bir arifim, başka birine
ihtiyacım yok, Hakk’a ulaşmışım diye böbürleniyorsun.
Senin bu hâlin bulanık suyun, “Ben suyum, niçin
yardım arayacakmışım?” demesine benzer.
Nefsani isteklerle kirlenmiş gönlünü, sen
temiz, günahsız bir gönül sandın da gönül ehlinden, velilerden kendini çektin,
ayırdın.
Dünyada yemek, içmek için yaşayan, süt ve bal
sevdasına düşen, nefsani arzulara bulaşmış olan gönlünün, gerçekten gönül
sayılmasını reva görür müsün?”
Mesnevi c. III, 2260
Nefsten tümüyle kurtulmak mümkün değildir.
İnsandan beklenen de bu değildir. Mevlâna da nefsin ıslah edilmesinden
bahsetmiştir. İnsan manevi eğitim sürecinde ne kadar yol kat ederse etsin,
nefsin tuzaklarıyla karşılaşma tehlikesi her zaman mevcuttur. Ancak yolun
başındaki istek ve arzuların şiddeti ve mahiyeti nefsini kontrol altına almayı
öğrenen biri için farklı olacaktır.
“Bir mücahede eri, her gün gümüş parayla dolu
torbasından bir kuruş çıkarır, hendeğe atardı. Bu suretle de nefsine iyice
eziyet etmek, yavaşlıkla onun can çekişmesini uzatmak isterdi. Nefsinden bir
vesvese, bir hırs ve istek koptu. Madem ki bu paraları hendeğe atıyorsun; bari
birden at da, ben de şu eziyetten kurtulayım. Tamamıyla ümit kesiş de iki
rahatlıktan biridir dedi. O er, nefsine, sana bu rahatlığı da vermeyeceğim
dedi.”
Mesnevi c. V, 3815
Mevlâna Fihi Ma Fih’te şöyle der:
“Senin varlığın, kendini bir şey sanman
düşüncesi sende bulundukça rahat oturma. Çünkü hâlâ puta tapmaktasın.
Tutalım ki uğraştın ve sonunda zan putunu
kırdın.
Fakat putu kırdığını sanman ve kendinde bir
varlık olduğuna inanman da senin için ayrıca kırılmamış bir puttur.”
İnsanın sahip olduğu putlarını kırdığı, gereken
olgunluğa ulaştığı zannına kapılması bu eğitim sürecini sekteye uğratıcı,
tehlikeli bir durumdur. Kişi noksanının farkına varmazsa, kendini yeterli
görürse onunla mücadele etmesi de imkansız olacaktır.
Sadece nefsinin gözünden kendine ve dünyaya
bakan insanın kendine başka bir düşman aramasına gerek yoktur:
“İnsana kendini görüp beğenen, kendi gözünden
daha tehlikeli hiçbir kötü göz olamaz. Ancak gözü, Allah’ın nuru ile değişmiş
ve ‘Benimle duyar, benimle görür’ sırrına ermiş, varlığı, varlıksız bir hâle
gelmişse o başka”
Mesnevi, c.V, 495
“Ey insanlar, sonsuz rahmet her an akmaktadır;
fakat siz uykudasınız, anlamıyorsunuz!
Uyuyan kişinin elbisesi, ırmak suyunu içer de
uyuyan, uykuda serap arar!
Orada belki su vardır ümidi ile koşar durur...
ve bu düşünceyle suya varacak yolu kendi kendine kaybeder gider!
Çünkü orada der, buradan uzaklaşır... bu hayale
kapılır, hakikatten ayrılır!
Bunlar güya uzağı görürler, fakat ruhları
uykudadır... ey yolcular acıyın bunlara!”
Mesnevi c. IV, 3305
Adam eğilir kumsaldan deniz yıldızlarından
birini alır ve denize fırlatır. Binlerce deniz yıldızından biri kurtulmuştur.
Belki de binler binler için değil, Bir’i içindir her şey. O birinin kudretli
eli alacaktır insanoğullarını, O’nun görkemli dairesine. O dairenin kapısı
yoktur, ancak uzanacak ele ihtiyaç vardır.
Yavaşça
aklın kulağına dedim ki:”İnat etme, beni bırak git!”
Divân-ı Kebir c. I, 913
Gönüller uyanmadıkça, insanlar, tenden,
bedenden ibarettir.Ten ve beden kafesine hapsolmuş insanlar. Gönlün uyanmamış,
uyanışa geçemeyen insan sadece hayvani bedenden ibarettir der Mevlâna. Et ve
kemikten oluşmuş beden içinde hapsolmuş ve sadece dürtüleri ile hareket eden
bir beşer, insani boyuttadır. Tek başına akıl, insanı perdeler ve tenden
kemikten düşünme mantığı içine hapseder. Oysa gönül yolu keşfedilmedikçe uyanış
gerçekleşmeyecektir.
Zâhir, eğri büğrü uçsa bile sen zâhirine bak.
Zâhir, nihayet insanı bâtına götürür. Her insanın evveli suretten ibarettir.
Ondan sonra can gelir ki can, mânevi güzellik, ahlâk güzelliğidir.
Mesnevi c. III, 525
İnsan ancak zahir bedenini fark ederse, bâtın
bedenini, bâtındaki yani gizlideki sırları keşfedebilecektir. İnsanın evveli
surettendir. Çünkü insan Yaratıcısının suretinden yaratılmıştır. Suret
bâtındaki yani görünmeyendeki sırdır. Bu sır, Yaratıcının iki rahmet direği
arasındaki sonsuza yayılan çokluk görünen yansımasıdır. İki direk arasında
birbirinin yansımasından sonsuzca çokluğa ulaşan görünen zahirdir. İşte beşer,
yansımaların ortasında duran yaratıcısının bâtındaki yüzünü gördüğünde gerçek
Beninin ne olduğunu anlayacaktır. Suretten maksat, çokluk olarak yayılmadır.
İki rahmet direği arasında zamansız ve mekansızlıkta var olan yaratıcının
yansıması suretlerdir. O suret gerçekliktir, bâtındaki tekliktir. Tektir,
birdir ve bütündür. Oysa madde âlemlerine çokluk olarak yayılan insaniler ise
görüntüden ibarettir.
Zamansızlık ve mekansızlıktaki (bâtındaki)
yaratıcının, yansımaları beslemesi de can, manevi güzellik ve ahlak güzelliği
olarak yorumlanır Mevlâna tarafından. Çünkü Yaratıcı erdem sahibidir, en yüksek
ahlak ve en yüce erdeme sahiptir. Bu erdemi ve yüksek ahlakı, can kanalı ile
gönüllere akıtır ve tüm görünen çokluk âlemleri, canlılık kazanır, can bulur ve
nefes alır. Diri olandan, can ile bahşedilen yaşamdır. Gönlünden yol bulup, ana
kaynağa ulaşanlar için diri olanın kapısı açılmış ve beslenme başlamıştır.
Yüksek ahlaka ve erdeme ulaşan insan ise seçilmişlerdendir, aşk yolunda olan,
aşkın yolu olan, aşka ulaşanlardandır artık.
Tüm dinlerde, eski uygarlıkların inançlarında
yer alan kıyamet kavramı dünyada çeşitli doğa olayları sonucunda büyük bir
değişimin yaşanması olarak tanımlanır. Bu fiziksel boyutun dışında iki türlü
kıyametten bahsedilir. Ezoterizme göre bireysel ve genel kıyamet vardır.
Bireysel kıyamet her bireyin kendi birikimleri sonucu ulaştığı aydınlanmadır.
Genel kıyamet ise bilginin insanlara doğrudan, apaçık verilmesiyle asıl gerçeğe
ulaşmanın yaratacağı toplu aydınlanmadır. Bütün realitelerin topyekun
değişeceği bu diriliş günlerinden Mevlâna da söz etmiştir:
“Rahmet denizleri, coşunca taşlar bile
abıhayatı içer.
Zayıf zerre değerlenir, büyür. Topraktan
meydana gelen şu döşeme, atlas hâline gelir, değerli bir kumaş olur.
Yüz yıllık ölü, mezarından çıkar. Mel’un Şeytan
güzelleşir, huriler bile ona haset ederler.
Bütün bu yeryüzü yeşerir, kuru sopa meyva
verir, tazeleşir.
Kurt, kuzuyla eş olur. Ümitsizlerin damarları
hoş bir hâle gelir, izleri kutlu olur.”
Mesnevi c. VI, 2283
Kıyamet, ayağa kalkış, uyanış demektir. Uyanış
putların kırılması, apaçık bilginin ortaya çıkmasıyla gerçekleşecektir.
“Acizsin, bu acz nereden diye şaşırmışsın değil
mi? Senin aczin, kıyamet gününden meydana gelmededir.
“A inatçı, senin önünde acizler var. Gizli
olanların meydana çıkması zamanı geldi. İşte sana kıyamet.”
Mesnevi c. VI, 4825
İsrafil’in sur’unun ötmesi insanlığı toplu bir
aydınlanmaya götürecek kozmik maddi ve manevi tesirleri sembolize eder. Mevlâna
da bunu çürümüş, ölü inançların canlanması olarak ifade etmiştir:
“İsrafil, bir gün nağmesini düzer ve yüzlerce
yıllık çürümüş ölüye can verir.”
Mesnevi c. I, 1918
Sur’un üfürülmesiyle insanların kalıplaşmış ne
kadar inanç ve realitesi varsa yerle bir olacaktır. Ancak bu daha önceden
uyanmış varlıklar için geçerli değildir:
“Zaten hangi hoş vardır ki nahoş olmamıştır?
Yahut hangi tavan vardır ki yıkılmamış, yere serilmemiştir.
Ancak Sûr’un üfürülmesi, nefeslerinin aksinden
ibaret olan yüce azizlerin sesleri, bundan müstesnadır; onların sesleri
bakidir.”
Mesnevi c. I, 2078
“Miraç edenlerin safında durursan yokluk, seni
Burak gibi göklere yüceltir.
Yere mensub ve ancak Ay’a kadar yüceltebilecek
bir miraç değildir bu.
Bu, kamışı, şekere ulaştıran miraca benzer!
Bu miraç, buharın göğe yükselmesi gibi bir
miraç değildir; ana karnındaki çocuğun bilgi ve irfan derecesine ulaşmasına
benzer!
Yokluk küheylânı, ne de güzel bir buraktır; yok
olduysan seni varlık makamına götürür!
Dağlar, denizler ancak tırnağına dokunabilir; o
derece süratlidir; duygu âlemini derhal geride bırakıverirsin!
Ayağını gemiye çek de can sevgilisine giden can
gibi oturduğun yerde yürüye dur!
Elsiz, ayaksız evveline evvel olmayan Allah’a
kadar git; canların, yokluktan elsiz ayaksız varlık âlemine koştukları gibi!
Dinleyen, gaflet uykusunda olmasaydı, can
kulağı açık bulunsaydı, sözde kıyas perdesini yırtardın ya!”
Mesnevi c. IV, 552
Mevlâna’nın da yukarıda bahsetmiş olduğu Burak
isimli atla Hz. Muhammed’in göğe yükseldiği anlatılır. Aslında Kur’an-ı
Kerim’de geçmeyen ancak İslami literatürde fazlasıyla bulunan bu at sembolü
başka bazı mitolojilerde karşımıza çıkar. Göğe yükselen at ezoterik anlamda
astral bedeni simgeler. İnsanı tarif ederken de at, araba, sürücü, efendi
sembolleri kullanılmıştır. At astral bedeni, araba fizik bedeni, sürücü dünyevi
benliği, efendi ise asıl öz benliği ifade eder.
Miraç’ta Hz. Muhammed’in astral bedeniyle bağlı
bulunduğu plânla irtibata girmesi söz konusudur. Yani gerçek kimliğiyle, kendi
gerçeğiyle temasa geçmesidir.
Mevlâna’ya göre hakikat arayışı yoluna giren
her kişinin, insan-ı kamil vasfına erişen herkesin kendine göre bir miracı
vardır. İnisiyasyonun bu boyutuna erişmiş kişi kendi varlığının da dönüşümünü
gerçekleştirmiş, kendi aslına olan yolculuğunda yokluk-adem boyutuna
gelebilmiştir.
Göğe yükselme anlamına gelen miraç fiziksel
değil, tamamen ruhsal bir fenomendir.
“Kamışı şekere ulaştıran miraç bu” derken de
bir tekamülü, bu tekamül neticesinde perdenin kalkmasıyla benliği dönüştüren
bir farkındalığa ulaşılmasını ifade eder.
Oysa “Yücelerden gelen yücelere gitmek ister.”
Divân-ı Kebir c. III, 1585
Mevlâna burada “Yücelerden gelen yücelere
dönmek ister” değil, “Yücelere gitmek ister” demiştir. Çünkü yücelerden gelen
yoluna devam eder ve yücelere gider sözü ile hiyerarşinin, bir tekamülün,
gelişmenin önemini ortaya koymuştur. Oysa Kur’an ayetinde bahsedilen ise orada
yaşar, ölür ve oradan çıkarılırlar demekle, gelişmeyen, gelişmeye gayret
göstermeyenlerin, döngülerinden ve dünya çekim alanından kurtulamayan ve
uyanamayanlar için oradan çıkarılırlar ile tabir edilmiştir.
Mevlâna Divan-ı Kebir’de, balçık yurdundan
kurtuluştan bahseder. Bir ağacın dalı yücelerden geldiği için yücelere doğru
yükselir der. Kendisinin de yücelerden geldiğini, mekansızlık âleminden gelip,
balçığa saplandığını ve zamanı gelince de oradan tekrar yücelere yol alacağını
vurgulamaktadır.
“Ben, ne diye bu balçık yurdunda, aşağı, yukarı
deyip duracağım? Benim aslım, benim yerim mekansızlık âlemidir. Ben herhangi
bir yerin ehli değilim. Nereden, neyi tanımışım ki!”
Divân-ı Kebir c. III, 1585
Mevlâna aşağı yukarı tabiri ile, dünya içindeki
gelişimden bahsetmektedir. Arzın insanları olmak başka, yücelerden gelerek
dünyada insan görünümünde olmak başkadır diye tabir etmektedir. Aşağı yukarı
diye bahsettiği, arza tabi olan insanların tekamüllerinden ve gelişmelerinden
bahseder. Çünkü herhangi bir arza tabi olan insanlar, ancak aşağı yukarı bir
gelişim göstermektedirler. Ve uyanışları da yukarı ile tabir olunur. Tamamen
benliğin döngüsünden kurtulmak, arzın çekim alanından çıkmak ise tekamül etmiş
olması, insan-ı kamil hâline gelmesi ile mümkündür. Bunun için tam bir uyanışın
gerçekleşmesi gerekir ki, insanın önce hayvansal bedenini görmesi, tanıması,
aklını kullanması, nefsini terbiye etmesi, kendini bilmesi, Rabb’ini bilmesi
ile mümkündür. Çünkü Rabb’ini bilmeyen, Rabb’ine yaklaşmayan için tekamül söz
konusu değildir. Bu yüzden yüzbinlerce kere yaşam boyunca bir arpa boyu kadar
aşağı ya da yukarı gitmesi bile mümkün olmayacaktır. Ancak yemeden içmeden
öteye geçemeyen bir hayvansal bedene sahip olacaktır. Ta ki, aklını ve gönlünü
bir edene ve aşk yoluna ulaşana kadar sürecektir.
Bu dünyada boğaz derdine düşenler, sadece
yemeyi, içmeyi düşünenler öküzleşirler, eşekler gibi ölürler!
Divân-ı Kebir c. II, 972
Mevlâna çoğu yerde “eşek” tabirini
kullanmıştır. Bu eşek olarak bahsettiği, sadece yemeyi, içmeyi düşünen yani
nefsine hakim olamayan, dünyanın çekim alanından kendini kurtaramayanlar ve
kurtarmak için hiçbir gayret sarf etmeyenler içindir. Aslında benzetme yapmak
için kullandığı “eşek” tabiri hayvansal bedenin, nefsin sembolüdür. Çünkü beden
tamamen topraktan, balçıktan yaratılmış bir maddesel organizmadır. Bedeni beşer
yapan ise aklıdır. Yani sadece boğaz derdine düşenler, aklını kullanmayan,
hayvansal bedenden daha fazlasını keşfedemeyenler için kullanmıştır. İşte onlar
topraktan gelirler, toprağa dönerler ve yine oradan çıkartılanlardır.
“Orada yaşarsınız ve orada ölürsünüz ve oradan
çıkarılırsınız.”
Araf /25
Arapça bir kelime olan ikrebu, Kur’an-ı
Kerim’de geçer. Karib olmamız, yaklaşmamız beklenir bizden.
“Secde et ve yaklaş (96/19)”
Eğer bu yaklaşma yok ise, tekamül de söz konusu
değildir. O zaman sadece hayvansal bedeninde yaşamını sürdüren ve sadece nefes
alanlar olarak varolmaya devam edilecek ve topraktan toprağa döngü sürecektir.
Mevlâna’nın en çok bahsetmeye çalıştığı
benliğin dönüşümü ancak ve ancak Rabb’e yaklaşma ile gerçekleşebilecektir. Bu
hâl ise, çok uzun, çok zor, meşakatli ve tedricen olacak bir terbiye, bela ve
imtihanlar silsilesince gerçekleşebilecektir.
Benliğin dönüşümü ancak arz etkisinde
sürüklenmeyen, yalancı algısından kurtulmuş, kalp ve gönül zenginliğinin ve
manevi hayatın görkemi ile, muhteşem güzelliklere dalan ve bedenini bu mana
zenginlikleri ile doldurarak ve yayarak tekamülünü ilerleterek gerçekleştirir.
Miraç, insanın kendini geliştiren ve tekamül etmesi için bir plâna ve programa dahil
olan Rab mekanizmasını tanıması ve onunla burun buruna gelmesi ile mümkündür.
Ancak bu, yaklaşma ile olmaktadır. Yaklaşma yoksa, tekamül de olmayacak, Mirac
gerçekleşmeyecektir. Dünyanın döngüsel çarkına dahil olacak, topraktan toprağa
döngü devam edecektir ta ki gerçekten “yaklaşma” olana kadar.
İnsanlara daima hatırlaması ve unutmaması, yani
uyanık kalması sürekli hatırlatılmıştır.
Hatırla kelimesi bir uyanıklığı da beraberinde getirir. Zaten mevcut olan
bilginin tekrar açığa çıkması, beyindeki merkezlerin çalışır hâle gelmesidir.
Buda bize kuantum evreninde, her şeyin her şeyle etkileştiği, kainatın bir
zerresinde meydana gelen bir değişikliğin, aynı an saniyesinde tüm evrende
bilindiği, yayıldığı, ve tüm zerrelerin atomların an saniyede birbirleriyle
haberleştiklerinin doğrulanmasıdır. Bilim adamlarının yaptığı sayısız
çalışmalarda, bir atoma yapılan müdahalenin tüm atomları etkilediği, kainatın
her noktasında aynı an saniyede bilindiği ve haberleşildiğini görüyoruz.
Kuantum evreninde, her şey bilinir olmaktadır. Bu da insan olsun, gezegen
olsun, taş ya da yıldız olsun hiç farketmez, her şeyin özünde bilinen bir
gerçek vardır ve o daima hatırlanmaktadır. Fakat insan unutmuştur. Madde enerji
ile irtibat kurabilen bir ruhun, dünya hayatında iken, kendine emanet edilen
ruhun aslını hatırlamasıdır istenen.
Güneşi gördüğün zaman, sevgilinin yüzünü
hatırla!
Divân-ı Kebir c. IV, 1944
Mevlâna da Hatırla çağrısı yapmaktadır.
Sevgilinin o nurlu yüzünü, Güneşin gözkamaştırıcı etkisi ile ifade etmektedir. Çünkü
dünyasal gözlerle ancak güneşin görkemli ışığından daha parlak bir ışık yoktur
arzı aydınlatan. Mevlâna da sevgilinin yüzünü ancak bu deyişi ile cüzi bir
anlatımla aktarmaktadır.
Mistiklerin yolu ise, Rabb’i yani Allah’ı
mistik yorumla, dilsiz yolla arama çalışmalarıydı. Her dinin içerisinde aracı
olmadan Tanrı’ya ulaşma yolu seçildi. Mevlâna C.Rumi, Yunus, Hallac-ı Mansur,
Hacı Bektaşi Veli ve binlercesi, hidayete ulaşmayı dilediler ve henüz
bedenliyken Aşka kavuşmanın, Hakk’a kavuşmanın, ruhlarını ölmeden Tanrıya
ulaştırmanın hidayetine erebilmiş kimselerdi. Bıraktıkları eserlerde,
sarfettikleri birkaç kelime, o kelimelerin titreşim alanlarının yüksekliğini
göstermekte, bir cümle sayfalar dolusu cümleden fazlasını anlatmaktaydı.
Mevlâna’nın şebuarus, karanlığın aydınlığa kavuşması, gecenin gündüze
kavuşması, sevgiliye kavuşma yani düğün günüdür.
İnsan tek başına biçaredir, beyhudedir, insan
insanın gülüdür, goncasıdır. İnsan insanın hamurudur yoğurduğu. Yoksa tek
başına hiçbir şey değil, bir hiçtir. Herkes bir hiç kuludur. Kimi yol açar,
kimi o yoldan gider, kimi yol olur, kimi o yolda çakıl taşları. Hepsi de
aynıdır.
Hüküm verilen de sensin, hüküm veren de sen!
Gelecek zaman da sensin, geçmiş zaman da sen! Öfkelenen de sensin, razı olan da
sensin! Andan ana çeşit çeşit görünüyorsun. Aslında her şey senindir, her şeyi
sen yarattın!
Divân-ı Kebir c. III, 1384
Göklerin anahtarları elinde olan sevgiliden
sana hususi bir anahtar ihsan edile.
Mesnevi c. VI, 100
Her kilit mükemmel, her anahtar mükemmel. Fakat
her anahtar her kilide uymayabilir. Bu onların mükemmelliğini bozar mı?
Ey benim varlığım, ey benim yokluğum; ey benim
öfkem, razılığım; ey benim gerçekliğim, gösterişim; ey benim kilidim,
anahtarım!
Divân-ı Kebir c. IV 1853
Benliği dönüştüren mistik bir yolculuktur
bahsettiğimiz. Her mistik yolculukta, her hatırlamada, KA’yıblıktan kurtuluş,
öze varıştır. Başlangıçtaki kapıya geri dönüştür. Daha anlayışla, terbiyeyle
yapılan geri dönüştür. O kapıdan tekrar yeniden başlamadır. Her başlangıç, sona
ermedir, her son yeniden bir başlangıçtır. Sonsuz döngünün, devriâlemin mistik
bir yolculuğudur, benliğin miracıdır. Her çizgide bir nokta, her noktada bir
sonsuzluktur. Fakat o sonsuzluktaki hiçliktir. Hepliğin ve hiçliğin bir aradaki
bütünlüğüdür, birliğin anlaşılmasıdır. Her KA’yıblıktan kurtuluş hatırlama,
hatırlama ise, benliğin dönüşümü ve miracı ile yücelere erişmedir. Hatırlama
gerçekleştiği sürece de yaradılış amacı da bir nebze olsun anlaşılabilecektir.
Sema nedir? Gönüldeki gizli erlerden haberler
almaktır. Onların mektupları gelince garip gönül, dinçelir, rahata kavuşur. Bu
haberler rüzgarıyla, akıl ağacının dalları açılır, uykudan uyanır. Bu
sarsılışla beden, darlıktan kurtulur, genişler, huzura kavuşur. Bedende tuhaf,
görülmemiş bir tatlılık başlar. Ney sesinden, mutribin, çalgıcının
dudaklarından dile, damağa hoş, manevî zevkler gelir.
Dikkatle bak da gör, su anda sema edenlerin
ayakları altında binlerce gam akrebi ezilmede, kırılıp ölmede. Binlerce
ferahlık ve nese hâli aramızda kadehsiz dolaşmada, bize mana şarabı sunmadadır.
Her taraftan bir Yakub, kararsız bir hâlde,
neşeyle kalkar, sıçrar. Çünkü, burnuna Yusufun gömleginin kokusu gelmededir.
Canımız da; “Ona ruhumdan ruh üfürülmüştür”
sırrıyla dirilmiştir. Bu ruh üfürülüşünü, yemeye, içmeye benzetmek doğru
değildir. Çünkü, bunun bedenle ilgisi yoktur.
Mademki bütün yaratılmış varlıklar, surun
üfürülmesiyle hasr olacaklar, surun üfürülmesinin zevkiyle ölüler uykularından
uyanacaklar, sıçrayıp kalkacaklardır; sen de “ney”in feryadıyla uyan, kalk,
kendine gel!
Sema musîkîsinin tesirine kapılmayan, dönüp,
buz kesilen, ölüp yok olanlardan da aşağı olan kişinin toprak başına olsun!
Çünkü o, gerçek bir insan degildir. Gezip dolasan bir ölüdür.
Sema’ın kadehsiz verilen bu helal şarabını içen
beden, bu şarapla mest olan gönül, ayrılık atesinde kavrulur, pişer, tam
olgunlaşır.
Gayb âleminin güzelligi, söze sığmaz,
anlatılamaz, övülemez. Onu görebilmek için ödünç olarak binlerce göz al,
binlerce göz!
Senin içinde öyle parlak bir ay vardır ki,
gökyüzündeki güneş bile ona; “Ben sana kulum, köleyim” diye seslenip duruyor.
Divan-ı Kebir c. IV, 1734
Sema kelime anlamı ile işitmektir.
Musiki nağmeleri ile kendinden geçip, belli bir
düzen ve ahenk içerisinde, kendi etrafında dönmektir.
İşitme manası, tüm semavi dinsel
tradisyonlarında kullanılmıştır. İşitme bir vibrasyon, titreşimin
algılanmasıdır. Aslında kulak duyar, kulağın duyma yeteneği vardır. Ancak
işitme, bir algılama ve idrak sonucu gerçekleşebilir. Bilgiyi alan insan, onu
idrak edecek kıvama geldiğinde, dinlediği müzik titreşimleri ile bir vecd hâli
içerisinde kendinden geçerek raks eder, kendi etrafında dönmeye başlar. Ahenk
ve düzen bir tesir akışını da kendiliğinden oluşturur. Çünkü ruh, beden, akıl
ve idrak birliği oluşunca tüm hücrelerle beraber, hisler, algılama, manevi
duyguların coşkunluğu, bütünlüğü oluşturur. Sema bir bütünlüktür. Bedenin ve
ruhun ahenkli olarak birleşmesi kavuşması, birbirine yollar bulması, köprüler
kurması manasındadır.
Bizi Hakk’a yükselten sema merdiveni, göğün
damını da aşar geçer.
Divan-ı Kebir c. III, 1295
Kainatta en küçük zerre olan atom ve atom altı
partiküllerden, kütlesel olarak en devasa yıldız topluluklarına, galaksilere
kadar her şey belli bir ahenk ve düzen içerisinde titreşir ve kendi etrafında
döner. Ve her biri kendi titreşimsel boyutunda bir müzik ritmini oluşturur.
Müzik eşliğinde kendi etraflarında dönererek, varoluşu selamlayarak, kendi
varlıklarını ispatlarlar adeta.
Kainatta her makro varlık kendi etrafında,
çekim alanında olduğunun etrafında, ve en büyük çekim alanının olduğu, bağlı
bulunduğu varlık etrafında döner.
Kainatta her mikro varlık da (atom ve atomaltı
partiküller) çekirdek etrafında ve kendi etrafında döner.
İnsanın da bir yörüngesi vardır ancak bunu
gözle göremez.
Her insanın yay genişliğinde bir yörüngesi
vardır, tam tur döner, döngüyü tamamladığında, yine başa döner ve yine döner.
Her dönüş bir farkındalık sıçraması yaratır. Her insan, çekim alanına dahil
olduğu güçlü çekim alanın etrafında döner.
Ve dahil olduğu dünya ile birlikte dünyanın
etrafında, güneşin etrafında ve galaksinin etrafında döner. Önemli olan husus,
insanın çekim alanına girdiği “şey”lerdir.
O şeyler zahiri ben ise, dünyasal madde çekim
alanındadır.
Ve tüm dönüşü, zahiri ben odaklıdır. Zahiri ben
odaklanmasından özgürleştiği ve ruhsal ile maddesel ortaklaşa alanı dengelediği
sürece ise, zahiri ben kontrol edilir Gerçek Ben’in ışığı fark edilir.
Gerçek Ben’e dönüş ise o kişinin insani kamil
olduğu durumu gösterir. Bu ulaşılacak insani boyuttaki en zengin, en ulvi, en
Rabbi’ne yakın olduğu durumdur.
Sonunda tüm dönüşler O’nadır.
Müminler derler ki cennetin tesiriyle bütün
kötü ve çirkin sesler de latif olur.
Biz hepimiz Âdem’in cüz’üleriydik...cennette o
nağmeleri dinledik, duyduk!
Gerçi suyla toprak, bize bir şüphe verdi ama
yine o nağmeleri birazcık hatırlıyoruz.
Mesnevi c. IV, 735
Sema’nın gerçek anlamı, bedenin, maddesel çekim
alanından kurtulması ve Rabb’ine yönelerek, ilahi çekim alanı ile kontakt
kurması ve Rabb’inin çekim alanı etrafında dönmesinin, arz üzerindeki
tatbikatıdır.
Gel, gel ki sen cansın, sema’ın canının
canısın. Gel ki, sen sema bahçesinin, yürüyen selvisisin. Gel ki can da, cihan
da güzel yüzüne hayrandır. Gel ki, sen sema âleminde, sen şasılacak bir
güzelsin, eşi benzeri görülmemiş, aziz bir varlıksın. Sen, sema’a girince iki
dünyadan da dışarı çıkarsın, zaten bu sema âlemi, iki âlemden de dışarıdadır.
Yedinci kat göğün damı, ötelerde, pek yücelerdedir. Fakat bizi Hakk’a yükselten
merdiveni, göğün damını da asar geçer. Bu damdan da yücedir. Ondan başka ne
varsa ayağınızın altına alın, ayağınızı vurun, ezin. Sema sizindir, siz de
sema’ınsınız. Zerrelerin kucakları güneş ışığı ile dolunca, hepsi de sessiz
sedasız sema’a başlarlar.
Divan-ı Kebir c. III, 1295
Mevlâna, işitme konusunu, Avaze ile
eşleştirmiştir. Ruhlar dünyasında iken, seslenen Yüce Rablerinin sesi, Avaze
olarak işitilir. Çünkü duyacakları bir kulakları yoktur. Ses de yoktur. Sesin
çarpıp yankılanacağı bir maddi bedenleri de yoktur. Bu yüzden ortada bir
seslenen, sesi duyan, ses ve kulak bulunmaz. Bu Avaze seslenişi, ancak bir
titreşim, vibrasyonel bir tesirdir. İmtihana tabi tutacak olan, yetiştirecek
sistemin, Rab sisteminin seslenişi ve ruhların bunu duyması tamamen bizim
anlayacağımız manada bir işitme meydana getirir. Ruhların bir araya toplandığı
ve henüz biçimler levhasına geçiş olmadan, yaratımdan hemen sonra, arza geçiş
olmadan, madde kainatına geçiş olmadan, tekamül, gelişim ve terbiye henüz
başlamadan, Yaratıcı, yarattıkları ile irtibata geçiyor ve onlarla
karşılaşıyor. Bu karşılaşma ve konuşma, bizim idrak edebileceğimizin çok daha
ötesindedir.
Müminler derler ki cennetin tesiriyle bütün
kötü ve çirkin sesler de latif olur.
Biz hepimiz Âdem’in cüz’üleriydik...cennette o
nağmeleri dinledik, duyduk!
Gerçi suyla toprak, bize bir şüphe verdi ama
yine o nağmeleri birazcık hatırlıyoruz.
Mesnevi c. IV, 735
Mevlâna sema’ı belli bir düzene bağlı
kalmaksızın, kimi zaman tek başına kimi zaman dostlarıyla yapmıştır. İçinden
geldiği zamanlarda, vecde geldiğinde bulunduğu yere bakmaksızın hem şiirler
söylemiş hem sema etmiştir. Daha sonra oğlu Sultan Veled ve Ulu Arif Çelebi
zamanında, başlayarak Pir Adil Çelebi zamanına kadar bir disiplin içine
alınmış, sıkı bir düzene bağlanmış, öğrenilir ve öğretilir olmuştur. 15.yy’de
Sema Töreni olarak son şeklini almış, 16.yy’da ise, Na’t-ı Şerif eklenmiştir.
Sema dönüşünün ve töreninin gerçek anlamı, halk
tarafından asla bilinmemiştir. Ancak Mevlâna’nın Sema tradisyonu ile anlatmaya
çalıştığı sembolik ifadedir. “Kainatın oluşumu, İnsanın âlemde yaratılışı,
Rabb’ine yönelmesi, Aşkı, harekete geçişi, kulluğu kabul edip idrake ulaşarak
İnsan-ı Kamil olgunluğuna ulaşması ve yönelişi” olarak ifade edilir. İnsan-ı
Kamil olgunluğuna ulaşması için, tüm etkilerden, maddesel çekim alanlarından ve
nefsaniyetinden arınması gerekir.
Gönül denizi sema’ yeliyle dalgalanır; o
denizde yüzlerce dalga belirir; her gönül sema’a lâyık değildir. Gönüller
denizine ulaşan kişidir ki, bu yelle coşar, köpürür; sema’ın tadını o çıkarır.
Rubailer s. 131
Sema töreni, Nat-ı Şerif ile başlar. Bu Hz.
Muhammed’e dair övgü sözleridir. Naat’ın ardından kudüm vuruşları gelir. “Kün”
emri, “Ol” emridir. Yoktan Var olma emridir. Varlıkların Kün Emri ile Yoktan
Varoluşlarıdır.
Saz grubu, asıl olarak “ney”lerden oluşur. Ney
sesi avaze sesinin, bedende titreşimini en iyi şekilde oluşturan ve Rabb’in
seslenişi ile benzer bir tını çıkarır. Ve insanın bedendeki titreşimi, gönül
bahçesine açılan kapıyı ardına kadar açar, ruhi tesirler bedene aksederek,
Rabb’e olan Aşkı ve özlemi çağrıştırır. Beden o Aşk ve Özlem ile ney eşliğinde
kendinden geçer. Bu yüzden özellikle “ney” sesi kullanılmıştır.
“Ney”lere, kanun, rebab, tanbur gibi sazlar da
eşlik eder.
Na’t’tan sonra yapılan ney taksimi ise
Yaratıcının, topraktan ve balçıktan yarattığı karışımı, kudretle yoğurduğu
cansız mükemmel formdaki bedenin içine kendi ruhundan üfürmesi, nakil etmesini
temsil eder.
Sema yapılan yer daire şeklindedir. Kainatı
simgeleyen bu yerin sağ bölümü görünen, madde âlemi, sol bölümü mana âlemini
simgeler. Posttan sağa doğru yapılan hareket yücelikten düşüşü ifade eder.
Sonra posta doğru yapılan hareket de tekrar yüceliğe yükselmeyi anlatır. Bu
insanın hakikat arayışında geçirdiği manevi yolculuktur.
Semahanenin giriş kapısı ile tam karşıdaki
kırmızı post arasında var olduğu kabul edilen bir çizgi, semahaneyi iki yarım
daireye böler. Hatt-ı istiva denilen bu çizgi, mevlevilerce kutsal sayılır ve
asla üzerine basılmaz.
Semazen üstündeki siyah hırkayı çıkartıp
kollarını bağlayarak bir rakamını simgeler. Bununla hakikate doğarak Rabb’in
birliğine şahitlik eder.
Semazenin kıyafetlerinin de sembolik ifadeleri
vardır: Baştaki sikke mezar taşını, giyilen tennure kefeni, hırka da kabri
ifade eder.
Sema sırasında semazenlerin hem kendi etraflarında
hem de semahane etrafında dönmeleriyle gökyüzü ve yıldızların hareketlerine
benzetilir.
Semazenin sağ eliyle aldığı rahmeti sol eliyle
halka aktarmaktadır. Bu Hak’tan alıp halka vermenin, sadece bir aracı olmanın
sembolüdür.
I. Selam, insanın kendi kulluğunu idrak
etmesidir.
İnsanın kendini bilmesi, kainattaki yerini
bilmesi, neden varolduğunun amacını idrak etmesidir.
II. Selam, Allah’ın büyüklüğü ve kudreti
karşısında hayranlık duymayı ifade eder.
Ne yana baksan O’nün yüzü oradadır.
Bakara 2/115
O’nun her yere, herşeye, her zerreye
sinmişliğin, her zerrede olduğunun en büyük kanıtıdır. Küçüklük aslında
büyüklüktür. Ve insan bu büyüklüğü gönlünün incisinde taşır, o gizlenmiştir ve
ta ki insan onu fark edene kadar. İşte o inci, parlayan ışık, vicdan, Âlemlerin
Rabbi’ne kadar uzanan hiyerarşik bir silsilenin yoludur. İnsan tesirlerle
kaplıdır, her türlü tesir ile irtibat ve haberleşme içerisindedir. İşte bunun
farkedilmesi, bunun uyanıklığına varılması insanı hayrete düşürür. Büyüklük karşısındaki
enginliğin farkına varması, uyanması hayrettir.
III. Selam, bu hayranlık duygusunun aşka
dönüşmesidir.
Kıyam hâlidir. Dirilme, bedenin içinde nefsin
ölmesi, ruhi tesirlerin yer bulması, bedenin tüm hücrelerinde titreşmesi ve
ilahiliğin açığa çıkmasıdır. Tam bir iman hâlidir. İşte bu sınır birbirleri ile
ahenk oluşturarak, insanı kamil denilen insanın arzdaki halife olarak
varoluşunun ifadesidir. Varlığın aşk ile buluşması, Aşk ile yanması, Aşk olması
hâlidir.
IV. Selam, insanın yaratılıştaki vazifesine
dönüşüdür. Vazife insanı olarak arzda yerini yeniden almasıdır. Arz âleminde en
yüce makam kulluk makamıdır.
Dünyanın hiçbir tesirinden etkilenmeme,
hırslarının esiri değil, onları yöneten olmak, egosunu kontrol eden ve herşeyin
üzerinde yer alan hâl durumu, tam bir iman, görmeden görebilme, duymadan
işitebilme yetilerinin gönülden aksetmesi ve açığa çıkmasıdır. İşte insan bu
tam kullukta, ilk yaratılış gayesine amacına ulaşmış olur. Halife olarak arz
âlemlerine inen ve türeyen insanoğlunun, yaratılış amacına ulaşma hâlidir. Yüzü
Rabb’e dönük, tam bir bilmeye yakın, ayn bakışına yakın ve Hakk’a yakin duruma
gelme hâlidir.
Sema Hak âşıkı ile diri olan kişilerin
canlarına rahatlık verir, huzur verir. Arif olan, canında can bulunan yâni
hayvani ruhu değil de insanî ruhu taşıyan, bunu, bu hakikati bilir. Gül
bahçesinde yatıp uyuyan kişi, gül kokusu duymak için uyanmayı arzu eder. Fakat
zindanda uyumuş kalmış kimse, uyanırsa hoş bir şey olmaz, ziyana düşmüş olur.
Sema’ düğün evinde olur, düğün olan yerde olur. Yas olan yerde sema’ olmaz.
Çünkü yas yeri feryat, figân yeridir, kendinde bulunan cevherden, ilâhî
emânetten habersiz olan o eşsiz ayı gönül gözü ile göremeyen kişi var ya; öyle
kişiye sema’ da gerekmez, def, yânî mûsikî de gerekmez. Sema’ âşıklar içindir.
Gönüller alan, o eşsiz, görünmez sevgiliye manen kavuşmak içindir. Yüzlerini
kıbleye çevirmiş kişiler, manen miraç edenler, bu dünyada da, öteki dünyada da
sema’dadır.
Divân-ı Kebir c. I, 170, 223
Zikir
Zikir “Allah’ın adını anma, O’nu hatırlama”
demektir.
Tasavvufi tarikatlarda yararlanılan zikir ve
müziğin katılanların vecd hâline girmelerini kolaylaştırıcı etkisi
parapsikologlar tarafından da saptanmıştır. Zikir ve müzikle içinde bulunulan
ortamın, maddenin titreşimini değiştirme ve beraberinde katılanların da bu
titreşimle uyumlanması hedeflenmiştir.
Mevlâna da zikrin müridin eğitim sürecindeki
önemine değinmiştir, ancak gönülde hissetmeden sadece dil ile yapılan tekrarı,
aşk şarabının adını söylemeye benzetir. Aşk kadehinden içilmeden yapılan zikir
insanı nefsin istek ve arzularından kurtaramaz, asıl gayeye ulaştıramaz:
Ey ‘Hu’nun yalnız ‘O vasfının ismiyle kanaat
eden! ‘Hu’nun kadehi olmadan hevâ ve heveslerinden nasıl vazgeçeceksin?
Sıfattan, addan ne doğar? Hayal; ve o hayal,
O’na vuslatın kılavuzu olur.
Peki işaret edileni olmayan bir işaretçi hiç
gördün mü?
Hiç hakikati olmayan bir isim gördün mü? Yahut
gül isminin Kâf ve Lâm harflerinden hiç gül topladın mı?
Madem ki ismi okudun; git, müsemmâyı ara. Ayı
ırmağın suyu içinde değil yukarıda bil!”
Mesnevi c. I, 3453
Lisan ile söyleme meselenin suret yönüdür.
Gönülden söyleme ile arasındaki farka şöyle işaret eder:
“Dudağındaki gönlünden doğacak olsa, gönlünü
aydınlatsaydı; bedenin zerre zerre olurdu.
Cenab-ı Hak: Ey mağrur kör! Tur dağı benim
adımdan paramparça olmadı mı?
Eğer biz kitabımızı dağa indirseydik dağ
parçalanır, yerinden kopar, başka bir yere göçerdi.”
Mesnevi c. II, 501
Mevlâna düşünemez hâle gelmiş, durağanlığa
düşmüş insana fikrini canlandırmak için de zikri tavsiye eder:
Fikrin donmuşsa, düşünemiyorsan yürü, zikret.
Zikir, fikri titretir, harekete getirir. Zikri
bu donmuş fikre güneş yap.”
Mesnevi c. VI, 1475
Zikrin hakikat yolcusunu gönlünü karartan,
kirleten yüklerden, dünyasal ağırlıklardan kurtulmasına da faydası vardır.
Zikrin gönlü darlatan, kirleten düşüncelerden arındırılmasıyla amaç sürekli bu
hâli korumak, sürekli zikir hâline kavuşmaktır.
Zikr-i Hakk paktır; temizlik gelince pislik,
pılısını pırtısını toparlayıp gider.
Zıtlar, zıtlardan kaçar. Işık parladı mı gece
kaçar.
İsm-i pak ağza geldiğinde ne murdarlık kalır,
ne de gamlar ve kederler.”
Mesnevi c. III, 186
Öyleyse yalnız beni anın ki ben de sizi anayım.
Bakara 2/152
“İki kişi gelip de beni anarsa üçüncüsü ben
olurum”
Hz. İsa
Kozmik bir yasaya işaret edilir. Yukarıdaki
ayette yalnız beni anın derken özünüzde taşıdığınız cevhere dair
farkındalığınızı kaybetmeyin ki İlahi Olan’la, o enerjiyle irtibata girin
denmiştir. Sufi öğretilerinde zikirlerde Allah isminin kullanılmasının nedeni
de bu enerjiyle rezonansa girebilecek titreşimin sağlanmaya çalışılmasıdır.
Mevlâna’nın sema’sı da müzik, raks ve zikri
harmanlayarak vecd hâlinde, sonsuz âleme götüren kutsal bir ayindir.
“İçinde Allah nuru olan Lâmekân âleminde nerede
geçmiş, nerede gelecek, nerede şimdi,
Geçmiş, gelecek sana göredir. Yoksa hakikatte
ikisi de birdir. Fakat sen iki sanırsın.”
Mesnevi c. III, 1150
Kıyamet zamanı, dünya zamanı, uyanış zamanı,
ahir zaman gibi kelimeler zamanı dikkat edilirse “zaman”ı vurgular. Günü ayı ve
yılı, saatleri, saniyeleri değil.
Günler, aylar, yıllar, ancak ve ancak dünya
programına kodlanmıştır. Dünya yaşamında yaşayabilmek için bağlı kalınan bir
zaman dilimidir. Kodlama ile tayin edilmiştir. Ancak zaman sonsuzluktur. Zaman
içinde herhangi bir nokta belirlemek mümkün değildir. Çünkü zaman akışkan ya da
akıp giden bir varlık değildir. Zaman bir bütünlüktür, çemberin, dairenin
içinde aldığınız noktanın, bütüne bir etkisi olmayacaktır. Çünkü o nokta da
dairenin içindedir. Zaman başlayıp biten bir yol, düz bir satıh değildir. Zaman
bir bütünlüktür ve başlangıç da son da aynı noktadır.
Sen zamanın emrindesin, onun hükmü altındasın.
Sonunda öyle bir hâle gelirsin ki, mekan da, zaman da; mekandakiler de,
zamandakiler de sana bir sey yapamazlar. Çünkü sen mekan ve zaman kaydından
kurtulursun.
Divân-ı Kebir c.III, 1155
Zaman ve mekan belirlenen bir ölçüttür.
Kayıtlar dünyasında olması gereken şekilde programlanmıştır. Ve insanlar da
mekanda olduklarını ve bir zamana dahil olduklarını düşünürler. Saliseler,
saatler, ay, gün ve yıllar belirlerler. Çünkü program böyle çalışmaktadır.
Bilinç dünyasında yaşayabilmek için bu gereklidir.
Oysa mekan ne kadar sabit olsa da zaman ile
paraleldir. Sonsuzdur. Tüm zamanlar ve mekanlar aynı zamanda var olurlar, ancak
boyutsal olarak farklıdırlar. Hiç biri kaybolmaz, yok olmaz. Çünkü varoluşta
bir yok oluş söz konusu değildir. Her şey varolduğu andan itibaren varlığını
sonsuz boyutta sürdürür. Bu boyutları görebilen, hissedebilenler vardır.
Zamanın emrine dahil olan insan o hüküm altında
bilinç dünyasının ve mekanının sunduğu gerçeklik ile yaşamını sürdürür.
Mevlâna, “öyle bir hâe gelirsin ki” der. Hâl burada anlayış, kavrayıştır. Bu
yüzden uyanışın, kıyametin bir vakti yoktur. Her an olur. Bir insanın seksen
yıllık ömrü sadece dünya için geçerlidir, oysa sonsuzlukta bir salise bile
değildir. Dünyanın dört milyarlık ömrü, sadece dünya için belirlenen bir
vakittir, sonsuzlukta bir andan ibarettir.
Zaman rölatiftir, bize göre değişkendir. Hiçbir
veli, peygamber, ermiş, kesinlikle belirli bir gün, ay, yıl vermemişlerdir.
Ancak halk için, insan için zaman kavramı hep belirlidir. Belirli olmak
zorundadır. Bu yüzden insan için zaman kavramı sonsuzlukta bir noktadır ve o
noktanın üzerinde yer alır. Ne zaman o noktanın dışına çıkar işte zaman kavramı
sonsuzluk değerine ulaşır. Bu ulaşmayı Mevlâna “hâl” olarak yorumlar. Öyle bir
hâle gelirsin ki, dünya zamanının hükmünden kurtulursun. Uyanırsın, gerçek
“sen”e kavuşursun. Zaman ve mekandakiler sana bir şey yapamazlar demek ise,
dünya için belirlenen programın dışına çıkacaksın manasındadır. Zaman ve
mekanının sana hükmü kalmaz. İşte erenlerin, nebilerin yolu budur. Onlar zaman
ve mekanın dışındadırlar. Hiçbir dünyasal ya da arzsal etki onları hükmü altına
alamaz. Doğmamış ve doğrulmamış kelimesi bundan ibarettir. Çünkü doğum ve ölüm
ancak dünya programında yer alır. Onlar doğmazlar ve ölmezler. Ölümsüzdürler,
daima diri olanlardır.
Zaman ve mekan görünürdeki zaman ve mekandır ve
görünürdür, zahirdir. Görünmeyen mekan ve zaman sonsuzluktur. Görünen ise
sadece çok küçük, sınırlı ve kısıtlı olandır. Görünmeyenin ise ucu bucağı
yoktur. Zaman ve mekanın dışına çıkabilen tüm bedenliler, gönül gözleri ve
akılları ile sonsuzlukta salınırlar.
Kuran-ı Kerim, Adem için de İblis için de
belirlenen süre diye önemle vurgular. Belirlenen süre zamanın ve mekanın
belirlenmiş olduğunu vurgular. Zaman sonsuzluğundan bir parça koparılır ve
dünya için belirlenir. Mekan yaratılır ve zaman o mekana uyarlanır. Koparılma
durumu, ayrılma değildir. Bu kopuş bir amaç uğruna parçalanmadır. Bu amacın
sahibi de Âlemlerin Rabbi’dir.
İçinde yaşadığımız zaman, bir eskicidir; hep
eskiler alır satar! Sen, orada ölümsüzlük arama; ölümsüz yaşayış yaylasını,
zamanın dısında ara!
Divân-ı Kebir c. IV, 1821
Ölümlüler dünyasında, belirlenen süreye hapis
olanlar, beden ve tene sıkıştırılmışlar için kavranılması zor olan hâllerdir.
Ve Mevlâna’nın belirttiği gibi, öyle bir hâl alınır ki, bir ayağı toprağa
saplanır, pergel gibi diğer ayağı ile an zamanda, tüm âlemleri gezinebilir.
İşte Mevlâna’nın bâtın tarafı budur. Mevlâna, zaman ve mekan dışına çıkabilmiş,
bedenli iken ayaklarını başının üzerine kopabilmiş ve ölümsüzleşmiştir.
Yüzlerce güneş, yüzlerce ay, senin nurundan
alınmış birer parıltıdır. Senin güneşin manevî olduğu için, hiçbir zaman
batmaz.
Divân-ı Kebir c. III, 1206
Geceleyin yürü, gece, sırlar rehberidir, herkes
uyurken, ilahî aşk sırları, mana zevkleri gönüle gelir. Çünkü geceleyin gönlün
kapıları açılır, yapılan işler, yabancıların gözlerinden gizlenir. Geceleyin,
gönlümüz aşk ile, gözlerimiz ise uyku ile karışmış olduğu hâlde, bizim yarin
güzel yüzü ile işimiz vardır, buluşmamız vardır.
Divân-ı Kebir c. IV, Rubailer 146
O’na gece karanlığında yöneliniz. Çünkü o gece
yarısında, sessizlikte, kimsenin olmadığı uzak yerlerde, çöllerde, deniz
kıyılarında, dağlarda ve mağaralardadır. O insanın en karanlık yerinde kendi
gönlündedir. Bâtındaki tüm gizem, insanın gönlüne gizlenmiştir. Bir noktadır.
Öyle bir noktadır ki, tüm kainat bilgisini içinde barındıran. Ancak o noktaya
ulaşmak o kadar kolay değildir. Ulaşmak için Mevlâna gibi “yandım” manası ile
“bir” olabilmek gerekir.
Gece yarıları sevgili ile buluşmanın ateşi, tan
yerini aydınlatır, ışıklandırır!
Divân-ı Kebir c. IV. 2110
Gece karanlığın aydınlığa kavuşması, güneşin
doğuşu, sevgililerin buluşması benzetmesini akla getirir. Sevgililerin
buluşmasındaki hararet, Aşk ateşi, karanlığı deler ve aydınlığı getirir,
ışıklandırır.
Ey gece, neşelisin, hep böyle neşeli gel,
neşeli gel! Ömrün bitmesin, kıyamete kadar uzasın gitsin, dostun yüzünün
güzelliğinden, hatırında öyle bir ateş var ki, ey üzüntü, eğer cesaretin varsa
gel, benim hatırıma gir!
Divân-ı Kebir c. II Rubailer
Karanlıklar, çöller, mağaralar, dağlar, gece
karanlığı. Kendi ile başbaşa kalınan, Rab ile konuşulan, irtibat kurulan en
önemli yerlerdir. Nebiler çölleri geçmişler, mağaralara sığınmışlar, dağlara
çıkmışlar, karanlıklarda almışlardır vahiylerini. Hz. Musa gece karanlığında
dağlarda, çölleri aştıktan sonra ulaşmıştır Rabb’ine. Rabb’i ona “Ben benim”
demiştir. Son Nebi, çölleri aşmış, dağda, mağarada almıştır tüm kutsal ayetleri
vahiy yolu ile. Hz. İsa’nın da yolu, çöllerden geçmiş, dağlara ulaşmıştır.
Mevlâna ise, çölleri aşmadan, dağlara ulaşmadan, kendi içinde keşfetmiştir
gerçekliğin gerçekliğini. Çünkü gerçekliğe giden en emin yol, kendi içindeki
kör karanlıktır, çünkü en kör karanlıkta çok cılız olan ışık görülebilir.
Aydınlıkta görülmez. Vicdan sesi, çok cılız bir ışıktır ve ancak kör karanlıkta
görülebilir ve aşka ulaşılan en emin yoldur.
Hepsi aynı yolun, farklı görünümleriydi. Herkes
kendi yolunda ancak dürresini, vicdan sesini keşfedebilir. Ancak Mevlâna
“hamuş” dedi ve karanlığa gömüldü, gömüldüğü yerde vicdan sesini, yani Şemsi
keşfetti ve aşkı buldu, aşk yolundan ilerledi. Kimse uzun süre sessiz kalamaz,
kimse karanlıklarda uzun süre kendi aşkını arayıp bulamaz. Bunun için gerçek
bir liyakat gereklidir, bu yüzden dünya yaşamında gerçek anlamda suskun
kalarak, çölleri aşarak, kendi gerçekliğin gerçekliğine ulaşan çok azdır. Hamuş
demek ve aşka ulaşmak için liyakatli olmak gerekir.
Gece geldi. Şu gönüldeki yanışın acaba sebebi
nedir? Ben sanıyorum ki, tanyeri ağardı, acaba gündüz mü oldu? Şasılacak şey!
Aşkın gözüne ne gece sığar, ne de gündüz... Şu aşkın gözü acaba, gözleri mi
bağlıyor... insanı görmez hâle sokuyor.
Divân-ı Kebir c. IV, II. Rubailer
Gönüldeki dürre, vicdan ışığı, cılızdır ancak
görmek istedikçe gönül gözüyle, öyle bir ışır ki, artık vazgeçilmez olur. Gece
aydınlık olur, hatta gündüzün aydınlığı bile sönük kalır. Aşkın ışığı insanı
öyle bir kör eder ki, artık dünya yaşamında hiçbir şeyi görmez olur, her şeyin
görünmeyen manasında gerçekliğin gerçekliğini görmeye başlar. Çünkü dünyevi
gözleri kör olmuştur, o artık gönül gözüyle görmektedir.
Her gece kendi kendimi kucaklayınca, kendimde
sevgilimin kokusunu bulurum.
Divân-ı Kebir c.II, 1077
Gündüz aydınlığı, O’nun Nurudur. Gece karanlığı
ise bizzat kendisi.
KA’yıb
Her gece, kendi kendini kucaklayınca diyor
Mevlâna. Bu kendi ruh varlığının gerçek benliğine kavuştuğu ile ilgili bir
anlatımdır. Ruhun özü, cevherin tekamülü ve dünya yaşamına beden ile kavuşan
çok küçük bir kısmı. O küçük kısım, gece, kendi yüksek benliği ile buluşuyor,
Vicdan sesi yolu ile, gerçekliğin gerçekliğine ulaşmadır bu. Ve Mevlâna,
kendimde sevgilimin kokusunu bulurum diye devam eder. Sevgili yine kendidir,
kokladığı burun, dünyevi burun değildir, o görünenin ardındaki görünmeyen
gerçekliğin gerçekliğinin kokusunu almıştır. İlk yaratımda kudretinden burun köküne
yerleşen kodlama ve bilinç algısının ötesine geçen için geçerlidir bu. Bu
bilinç ve kodlama algısı, ancak kendisine verilen kadarını görebilir, daha
ötesini görmek için, gece karanlığında dürreyi keşfetmek ve gönül gözünü
açmakla liyakatlendirilmiştir.
Ey nergis! Ben senin küçük gözün gibi ağzımı
kapadım, sustum.
Divân-ı Kebir c.III, 1167
Sen de sus, mahrem ol da her an Rabbanî
mecliste can şarabını ağızsız, dudaksız ve kadehsiz olarak gizlice iç, iç!
Divân-ı Kebir c.III, 1173
Susmak, Rabb’i ile irtibata geçmektir. Bu da
Mevlâna’nın bahsettiği gibi, ağızsız dudaksız, kadehsiz, gizlide, bilinmeyende,
görünenin ardındaki görünmeyende içilen bir can şarabıdır. Mansur şarabıdır.
Herkes kadeh arar durur da, kadehin kendi bedeni olduğunu bilmez. Mansur
şarabının da Rabb’in o görkemli enerjisi olduğunu bilmez. Bunlar Mevlâna’nın
bâtıni yönüdür, hakikatin hakikatleridir.
Rüya deyince şaşılacak şeyler açığa çıkar.
Gönül uykuda pencere kesilir.
Mesnevi c. II, 2235
Uykuya dal, dünyadan vazgeç, altı yönden de
kaç! Ne zamana kadar, aptalcasına, başıboş, şurada burada dolaşıp duracaksın?
Divan-ı Kebir c. V, 2239
Altı yön olarak bahsedilen, insanı yönlendiren
tüm duyularıdır. Dünyada yaşarken, bu altı yön ile hareket hâlindedir. Altı
yönün dışına çıkarsa işte dünyadan vazgeçmiş ve rüya âlemine dalmıştır. Dünya
zamanından kurtulup, düş zamanına dalmıştır. Hangi dünya zamanına kadar da
aptalca, başıboş dünya yaşamında uyuduğunu, yönlendirildiğini fark edemeden
uykuda olacaktır?
Dünya üzerinde, rüya ve düş yaşamını en iyi
açıklayan topluluklardan biri Aborjinlerdir. Onların düş ve rüya âleminin
tanımlamasına yer verdikten sonra Mesnevi kültürü ve Mevlânanın düşünceleri ile
metafizik bilgilerinin ele alındığı bilgilere geçebiliriz. Aborjin inançlarında
ölüm bir son değil, yaşam döngüsünün bir parçasıydı. Ölüm, gerçek “düş
zamanına” geri dönüştü. Doğum ise, “gerçek yaşam olan düşzamanın’dan çıkmaydı.
Yani Aborjinler, Düş zamanı adı verdikleri sonsuz yaşamdan dünyaya doğarak
çıkarlar, dünyadan ölerek tekrar sonsuz yaşama kavuşurlar inancını
taşıyorlardı. Doğum ve ölüm bir yaşam döngüsünün bir parçasıydı.
Kozmik bedenin her diri ve akıllı hücresi
uykuya dalmış, düşsel hareketleri, dünya yaşamlarını oluşturmuş. Dünya
yaşamımda uykuya daldım, rüyalarımda uyandım, uyandım!
KA’yıb
Fakat bu düşzamana, dünyada yaşarken de ulaşmak
mümkündü. Uykuya daldıkları vakit, düşzamana geri dönüş olurdu ve ölmüş
kişilerle, akrabalarıyla, sevdikleriyle görüşme, şifa isteme durumlarını
gerçekleştirirlerdi. “Düşzamanı” adı verilen sonsuz yaşam ve rüya, geçmiş,
gelecek ve an aynı zamanda gerçekleşmekteydi. Orada zaman mevcut değildi. Bu
yüzden düşzamanı “her şeyin bir anda” olduğu zaman olarak adlandırırlar. Ölen
sevdikleri, kaybolmamakta düşzamanına geri dönmüş orada mevcudiyetlerine devam
etmekteydiler. Dünyada kalanlar ise, uyku vasıtasıyla düşzamana geri dönerek
şifa ve görüşmeye devam etmektedirler taa ki, bu dünyadan ölerek, düşzamana
geri dönene kadar.
Kendi gerçek bedenini bile göremediği ve
hakkında hiçbir şey bilmediğinden dolayı, anlık uyanıklıklar yaşasa da, tüm
ömrü bazen tamamen uykuda geçer. İnsan kuantum evreninde yani bizim kainatımız
ve boyutumuzda olduğu için, görünen bedenini göremediği için uykudadır. Ancak
kendi bedenini yine kendi bedenine ait organı olan gözü ile görüyor, kulağı ile
sesini duyabiliyordu. Dışardan bakamadığı için, kendi boyutunda algılaması,
ancak uykuda olmaktadır. Gerçeğe, kendi boyutunda ulaşmak mümkün değildir.
Gerçeği, ancak bir üst boyuttan bakarak anlamak mümkündür. Akıl insana bahşedilmiş
üstün bir tesirdir. Ancak aklın çok az bir kısmı insan tarafından kullanılır.
İnsan baktığında gördüğü görüntüyü, çok çeşitli tesirlerle yorumlar. Aklını tam
olarak kullanamadığı için yorum da eksik kalır ve gördüğü görüntü yine kendi
boyutunda bir yorum olarak kalır. Tüm duygusal, dürtüsel, içgüdüsel tesirler,
yorumlamasını yönlendirir ve gördüğünü bilincinde şekillendirmesi yine bu
tesirler vasıtası ile eksik olur. İnsan duyusal ve dürtüsel dünyada hareket
hâlindedir, yorulduğunda dinlenmek için uykuda olduğu dünyadan biraz uzaklaşmak
için uykuya dalar. Uyuduğu zaman da “düşler” ve “rüya”lar görür.
Geceleyin anlayış ve duygular gemisi kırılır.
Ne bir ümit kalır, ne korku, ne yeis.
Tanrım, beni rahmet denizine daldırır, bakalım,
ne hünerle doldurup geri gönderecek?
Birisini ululuk nuru ile doldurur, öbürünü
vehimlerle, hayallerle.
Mesnevi c. VI, 2321
Dünyasal ve yaşamsal olan “duyu”lar, uykuya
dalındığında duyusuz algılar olan mizansenlere yani “rüya”lara dönüşür. İnsan
bilinci, algıladığı dünyada yaşarken hareket hâlinde ve duyuları vasıtası ile
yaşar. Ancak uykuya dalıp da rüya gördüğünde, hareketsizdir ve duyusuzdur. Bu
yüzden duyusuz algılar olan düşler ve rüyalarda, film izler gibi sahneler takip
edilir ancak bir bağlantı kurulamaz, insan rüyada iken nerede olduğunu ve neden
rüyada olduğunu bilemez. Çünkü duyuları, duyguları, hisleri ve dürtüleri
yoktur. Rüya âlemi, tamamen bilinç dışı oluşan görüntülerdir. Dünyasal ve
yaşamsal tesirlerin yönlendirmesi bitmiş, tamamen farklı bir dünyanın kapıları
açılmış ve kendisine verilen aklın tam olarak kullanıldığı bir boyuttadır
insan. Birçok keşif, bilimsel buluş, sanat eserleri rüyalardan alınmadır. İnsan
rüyalarında dünya tesirlerinden uzaklaştığı için, ruhi boyuta, mana evrenine
daha yakındır. Mevlâna Divan-ı Kebirde aşağıdaki sözünde, uyanıkken sahip
olunan akıl ile, rüyada iken açığa çıkan aklın farklı olduğunu vurgulamaktadır.
Kafeste yani ten kafesine hapsolmuş bir aşık canın, yaşam ve dünya kanunlarının
ve tesirlerinin emrinde olduğunu, ancak kafesi kırıp da rüyalara daldığında
ise, emirlerin yok olduğu bir boyuta geçtiğini söyler. Özellikle akıl başta
iken, yani uyanık iken, nefsani bir akıl ile yorum yaptığını vurgular. Uykuya
daldığında gerçek akıl açığa çıkar ve nefsani yorumların ötesinde, özgür bir
boyuttan algılama başlar.
Gönlü yanık bir kişinin aklı nerede, korkulu ve
karışık rüyalara dalmış akıl nerede? Kuş, kafeste kaldığı müddetçe bir
başkasının emri altındadır. Kafes kırılıp da kuş uçunca, ona verilecek emirler
nerededir? Akıl başta iken, nefis suçlar işler. Fakat aklın da aklı gelince,
nefsin suçları nerede kalır?
Divan-ı Kebir c. V, 2207
Can, bedende iken ata binmiş ve atı araç olarak
kullanır. At burada bedendir. Can kavramını, ata binmiş, beden atına binmiş bir
araç olarak kullanır. Rüya âlemine geçen can ise, atından inmiştir ve yaya
olarak gezmektedir. Araçsızdır. Artık ruhi boyutta olduğunu özellikle
vurgulamaktadır.
Beden uykuda iken can, beden atından inmiş,
basit bir âleme, rüya âlemine yaya olarak gelmişti.
Divan-ı Kebir c. V. 2353
Basit bir âlemdir rüya âlemi. Çünkü orada
duyular ve dürtüler yoktur. Dünyaya ait yaşamsal formlar yoktur. Tüm
endişelerden, nefsani duygulardan arınmışlık vardır. Çünkü orada yaya olarak
araçsız hareket edilir. Rüyalarda iken beden aracına ihtiyaç yoktur.
Dünya yaşamı, yaşamları, kozmik bedenin her
hücresinin uykuya dalmış ve her bir hücrenin bir dünya yarattığı düşsel
hareketlerdir. Kozmik bedenin her hücresi ayrı ayrı düşler ve rüyalar görmekte
ve bir yaşam yaratmaktadır. Her dünyasal yaşam bir rüyadan ibarettir. Ancak o
rüyada iken uykuya dalan ve rüya gören kişi uyanık hâle gelir ve kozmik bedeni
ile bütünleşir, kozmik bedenin bir hücresi olduğunu algılar. Dünya yaşamında
uykuda olan ve yaşamı bir rüya olan, o rüyada uyuyup gördüğü tüm rüyalar,
kozmik bedeni ile bütünleşmesi ve akıl üstü aklı ile kaynaşmasıdır.
Dünya bir hiçtir; biz de hiçleriz! Dünya da,
biz de hayalden, rüyadan ibaretiz! İş böyleyken, dünyalık elde etmek için
çırpınır dururuz! Uyuyan kişi uykuda olduğunu bilseydi, rüyagördüğünü
anlasaydı, hiç üzülür müydü? Şu uykuya dalmış kişi, bir hayal görür,
düşüncelere dalar! Şu dağınık uykudan sıçrayıp kalksaydı, rüyadaki sıkıntıların
gittiğini ve nimetler içinde olduğunu anlardı! Birisi, rüyada kendini gam
zindanına düşmüş görür, birisi îrem Bağı’na ulaşır! Uyandıkları zaman ne zindan
kalır, ne de İrem Bağı!
Divan-ı Kebir c. V, 2501
Asıl amaç, uyku ve rüya olan dünya yaşamında
uykuya dalıp uyanmadan, uyanabilmektir. Kozmik bütünleşmeyi, dünya rüyasında hareketliyken,
duyuları ve nefsaniyetinin yönlendirmesinin dizginlerini ele alarak
uyanmasıdır. Kozmik bedenin hücreleri olduğunu dünya yaşamında iken
anlayabilmesi ve idrak edebilmesidir. Yaşamda uyanacak insan, artık uyuyarak
rüya âlemine gerçek aklına yolculuk ederek gitmeyecek, o rüya âlemini, yaşama
taşıyabilecek, kendi bedeninde açığa çıkan uyanık şuur hâli ile idrakli uyanışa
geçebilecektir. Uyuyup rüya âlemine gerçek akla ve bütünlüğüne giden insanın
İrem Bağı yani gümüş kordon olarak bahsedilen bağına da ihtiyaç kalmayacak.
Çünkü iki âlem de bir olacaktır. O zaman ne beden “zindan” olacak, ne de “İrem
Bağı” denilen gümüş kordona gereksinimi olacaktır. İki dünyayı da bir eden
insan aklı ve şuuru, tam bir uyanış ile rüya âlemi ile dünya yaşamını, tek bir
amaçta ve hizmette birleştirebilecektir.
Bu bir âlemdir ki bana rüyada göründü;
açıklığıyla kolumu, kanadımı açtı. Bu âlemle bu âlemin yolu meydanda olsaydı
dünyada pek az kimse, ancak bir lâhzacık kalırdı.
Mesnevi c. I, 2100
Rüyalarda ziyaret edilen âlem, manevi dünyadır.
Apaçık olarak bilinseydi, kimse yaşamda bir lahza bile kalmak istemezdi. Bu
yüzden yaşamda perdelidir insanlar. Ve ancak çok kısa bir süreliğine, uykuya
daldıklarında anlık rüyaları ile ziyaret ederler bu manevi dünyayı. Mevlâna’nın
“rüya âlemi” olarak bahsettiği ise, bizim günlük rüya olarak algıladığımız ve
yorumlara başvurduğumuz bir görselliğin tamamen dışındadır. Rüya âlemi, eksi
kadim uygarlıkların önemle üzerinde durduğu, gerçekliğe yakın bir boyuttur. Ve
madde âlemi ile yan yana, iç içedir. Çok ince bir sınır vardır ve bu sınırı
ancak İrem bağı olarak Mevlâna’nın bahsettiği, kozmik öğretilerde ise gümüş
kordon olarak adlandırılan bir kordon ile geçiş yapmak mümkündür. Bu geçişi
sadece rüya vasıtası ile değil, uyku ile uyanıklık arasında astral seyahat
olarak tabir edilen bir şuur durumu ile de yapmak mümkündür.
Adam uyur, ruhu, güneş gibi gökyüzünde parlar.
Bedense yorgan altındadır.
Can, boşluklarda astar gibi gizlidir, bedense
yorganın altında döner durur.
Mesnevi c. VI, 3308
Uykuya dalınca görülen görsellik rüya olarak
adlandırılır. Ancak astral seyahatte ise, herşey ruhi bir göz ile görülür ve
kozmik beden ile bütünleşme anlık da olsa gerçekleşebilir. Astral seyahatlar
esnasında, yüksek şuurlara sahip kişiler, Mevlâna gibi ulular, bilgiler ile
donatılarak dünya yaşamlarına geri dönerler. Çünkü astral seyahatlerde yani bir
bakıma rüya olarak da bahsedilir Mevlâna tarafından, gönül gözü açılır, tam bir
görme ve duyma hâli meydana gelir. Ruhsal âleme, manevi boyuta açılan
pencereden bir bakış ile, akıl “görme” hâlini tam olarak gerçekleştirir.
Rüyada el, ayak görür, bir şey alır, bir yere
gider, birisiyle görüşür, konuşursun ya… onu hakikat bil saçma zannetme.
Sen, bedensiz bir bedene sahipsin, gayri
canının cisminden çıkacağından korkma.
Mesnevi c. III, 1612
Gerçek akıl, rüya âleminde açığa çıkar. Çünkü
orada akıl yönlendirilmez. Tam bir ruhi düşünüş ve algılamaya dönüşür. Akıl,
dünyada iken yönlendirilir, uykuya dalıp da rüyaya giden için ise yönlendirme
bitmiş, kendi başına kalmıştır. İşte bu yüzden rüyada iken dünyasal üstü
bilgilerin de açığa çıkıp yol bulma olasılığı mümkündür.
Uykudan uyanınca benim aklım olur, düşüncem
olur, gelir beni bulur. Uykum gelip de uyusam, gelir, rüyama girer.
Divan-ı Kebir c. V, 2251
Dünya yaşamında elde edilen tüm bilgiler
dünyasal ve maddeseldir. Ruhi bilgilere, ancak böyle bir astral âlemden, üst
bir boyuttan ulaşılabilir. Böyle bir “rüya”yı gören ise ariftir der Mevlâna.
İşte böyle ariflerin bastığı toprak yani anlattıkları aktardıkları bilgiler,
gözümüzün perdelerini açan bir sürme gibidir. Gerçekliğe yakın olan
bilgilerdir.
Rüya deyince şaşılacak seyler açığa çıkar.
Gönül uykuda pencere kesilir. Uyanık olduğu hâlde güzel rüya gören âriftir. Sen
onun bastığı toprağı gözüne sürme gibi çek.
Mesnevi c. II, 2235
Ebedi kalmayacak olan nedir? Maddedir. İşte o
bir rüyadır der Mevlâna. Geçici olan herşey rüyadır. Kozmik bedenin rüyasıdır.
Dünya yaşamı bir rüyadan ibarettir. Ve orada olan tüm insanlar gerçekten
uykudadır. Ne zaman dünya yaşamında uyanacaklar, işte o zaman dünya rüyasından
çıkıp, kozmik evren boyutunda uyanacaklardır.
Ebedî kalmayacak mülkü, gönül, bir rüya bil!
Mesnevi c. V, 3925
Seni ne Hz. Adem rüyasında gördü, ne de onun
neslinden gelenler, onun soyu sopu! Ben senin güzelliğini, kimlere sorayım?
Bütün insanlara teker teker sorsam bile bir anlatan çıkmaz.
Divan-ı Kebir c. II, 1062
Mevlâna bu sözü ile çok önemli bir bilgiyi de
bizlere vermektedir. Yoktan var olan hiçbir varlığın, varlıkların yarattığı
yaratılanların hiçbiri O’nu göremez, ne rüya âlemi olan gayb âleminde, ne de
dünyasal yaşamda. Görme ne kadar derinleşse bile, O asla ulaşılamayan bir
noktadadır. Hiçlikte ve Yoklukta olan Sevgidir. Bir anlatan çıkmaz onun
hakkında bilgiyi. Yaratılanlar ve Varlıklar, en yüksek bilinç noktasında
olsalar da O’nu ne görebilirler, ne de O’nun hakkında zerre bir bilgiye
ulaşabilirler. Rüya âlemi bile bunun için yetersizdir.
Sen uyuyanları rüya âlemine götürmedin mi?
Onlara gizli bir temasa, gizli bir seyir seyran bağıslamadın mı? Ne olur senin
sevdana kapıldığı için uyuyamayan ben zavallıyı, uyanık değil de uyur say! Beni
de gizli âleme götür, hiç olmazsa hayalinle beni sevindir!
Divan-ı Kebir c. II, 1091
Mevlâna bu sözünde önemli bir ayrıntıyı
“uyuyayaman ben zavallı” sözü ile aktarır. Erdemli bir alçakgönüllülükle, ruhta
zengin bir insanın sarfedeceği bir anlayışla kendisini zavallı olarak tanımlar.
Uyuyamayan ben zavallı ile, Mevlâna, aslında dünya yaşamında “uyanmış”lığını
ortaya koymaktadır. Uyanan insan artık uyuyamayan biri hâline gelir. Çünkü iki
âlemi de bir eden için, uyuyup da rüya âlemine gitmesine gerek kalmaz. O uyanık
şuuru ile zaten hem madde evreninde yaşam içinde hapiste, aynı anda, o
hapishane içinden çıkarak rüya âleminden bilgiler alan biridir. Gözü açıkken
hem rüya âleminde hem de dünya yaşamında olan birinin duası ise ancak bu kadar
kendini belli edebilir. “Beni de uyur say ve rüya âlemine götür, sevindir”. İki
dünyayı bir yapan Mevlâna da, arada uyuyan insanlar gibi uyuyarak rüya âlemine
farklı bir yoldan gitmeyi de duasında dile getirmiştir.
Uyku, seni kolları arasına aldı! Haydi, gayb
âlemine uç; seher vakti onun elinden yakan kurtulur!
Divan-ı Kebir c. IV, 2074
Her şey, kendi cinsinden olana yüzlerce kanatla
uçar gider, ona ulaşma hayaliyle bağlarını yırtıp yürür!
Mesnevi c. IV, 2656
Âlemde her şey, bir şeyi çekmektedir... küfür,
kafiri, doğruluk, doğru yola götüreni!
Kehribar da vardır, mıknatıs da... sen demir de
olsan, saman çöpü de olsan elbette bir tuzağa düşersin!
Demirsen seni bir mıknatıs kapar... yok saman
çöpüysen kehribara tutulur, ona gidersin!
İyi kişilerle dost olmayan, elbette kötülerin
yanında yer alır, onlara komşu olur!
Mesnevi c. IV, 1633
İsteme eylemi, geleceğe aittir. İstiyorum
dediğimiz anda, geleceğe dair bir düşünce formu yollamış oluruz. Ve o
isteğimizi istemeye devam ederiz. İsteme düşüncesi ile kendi düşüncemiz
ayrılmıştır. İsteğimizi yüzlerce kere tekrar da etsek, düşünce fiilimiz ile
istek düşüncemiz yine birbirinden ayrı olacaktır.
Sevgi dilenmez, sevgi olunur. Bilgi dilenmez
bilgi olunur. Mevlâna’nın Divan-ı Kebir ve Mesnevi eserlerinde en çok
tekrarladığı kelimelerden biri de “kehribar” dır. Kehribar, bir ağaç
salgısıdır, zamanla fosilleşir ve sertleşir. Elinize aldığınızda herhangi bir
yere sürterseniz, hafif olan kürdan, ince dal, kıymık gibi şeyleri çeken bir
mıknatıs gibi olur. Çekme gücü çok azdır. Mevlâna’nın bahsettiği kehribar, işte
bizim isteklerimizin düşünce formu olarak uzaya, boşluğa fırlatışımız gibidir.
Hafif olan, çok az benzeşen titreşimleri çekecektir. Çünkü düşüncemiz zayıftır
ve bir kehribar kadar çekim gücüne sahiptir. İstediğimiz kadar tekerleme gibi
tekrarlasak da, fosilleşmiş bir kehribardan daha öteye geçemez. Demiri çeken
güçlü bir mıknatısa dönüşmesi için, istemeyi değil, olduğunu düşünmek daha
güçlü bir etki yaratacaktır. Ancak istemenin de ölçülü olması gerekir.
İste ama ölçülü iste, bir otun, bir dağı
çekmeye kudreti yoktur.
Mesnevi c. I, 140
Mevlâna içinde derin anlamlar barındıran bu
sözünde her zaman dengeli ve ölçülü istememiz gerektiğini, çünkü
isteklerimizin, arzularımızın bir sınırı olmadığını anlatır. Sen hayat plânı
içerisinde ancak ve ancak, o hayat plânına dahil olabilecek, gelişimine ve
ihtiyaca uygun nitelikteki isteklerini çekebilirsin. Daha fazlasına kudretin
zaten yoktur ve boş yere de zaman kaybetme. Çünkü fazla isteme ya da hırsların,
akıldan ve gönülden daha öte olması, kontrol edilemez olması, dünyevi
titreşimimizi kuvvetlendirecek, önüne geçilemeyecek bir hâle gelebilecektir.
Egonun, hırsların, tatmin olmayan sürekli istekler üreten düşüncelerin insanı
ne duruma sokabileceğini hatırlamak gerekir.
Görmez misin? Demir kırıntısı, sonunda
mıknatısa doğru koşar. Şüphe yok ki, saman çöpü de kehribara doğru uçar.
Divan-ı Kebir c. V, 2339
İsteme Ol, kelimesi biraz daha mantığa
uygundur. Huzurlu olmak istiyorum derken içinde bulunduğumuz huzursuzluğu dile
getirerek tekrar onaylamak huzuru çekmek yerine sahip olduğumuz duruma uygun
mizansenleri yaratacaktır.
Herkes kendi cinsiyle uzlaşmış, kendi cinsiyle
kaynaşmıştır.
Divan-ı Kebir c. III, 1116
Mevlâna burada, kendi cinsi sözü ile, aynı
cinsten ya da karşı cinsten insanların biraradalığından ziyade, birbiri ile
ortak alan yaratanların aynı cinsi oluşturduğundan bahsetmektedir. Ortak alanların
yaratımı. Bazen hiç anlamadığımız bir anda, bir insana karşı çekim kuvveti
hissederiz. Ortak hiçbir noktamız yoktur, fakat mutlaka bir düşünce formu ile
ortaklık yakalanmıştır. İnsanın gönlünde, kalbinde gizli kalmış bir düşüncenin,
bastırılmış bir duygunun çekim alanına dahil olan benzer düşünce ve duygu
içinde olan başka bir insan ile ortak alan kurulabilir. Mevlâna bu duruma “Herkes kendi tabiatına layık, kendi ruhuna uygun birisini dost
edinmiştir” der.
İnsanın gönlünde ne gizli ise, o açığa çıkacaktır
ve onunla karşılaşacaktır. Neye yönelirse Rabb’i de o kişiye bunu verecektir.
İmkan sağlayacaktır, mizansenler oluşacaktır. Çünkü yaşam isteklerin
doğrultusunda gerçekleşir. Ancak sadece zihinde düşünce ile istemek ya da
tekrarlamak değildir. Çünkü dil başka, gönül başka şeyler dileyebilir. İnsan,
kendi ruhunda, kendi içinde gizli kalmış duygu ve düşünceler bütünüdür. İşte bu
bütünlük ile bir mıknatıs hâline gelir ve bunları göremediği bilemediği için,
başına gelen her şeyden Tanrı’yı suçlar. Oysa bilmez ki “ne dilersen gizlide,
Tanrı sana onu verecektir. Çünkü Rab, gaybı bilir ve gaybda olanları açığa
çıkarır.” Temiz bir gönlün varsa açığa çıkacak olanlar da güllük gülistanlık
olur.
Cins cins herkes, herşey kendi cinsiyle
kaynaşır. Herkes, her şey kendi cinsinden birisini, bir şeyi seçer.
Divan-ı Kebir c. III, 1116
Neye meyledersen o çıkar karşına. Kalbinde ne
varsa onu yaşarsın. Gizlide olan tüm duygu ve düşünceler, su yüzüne çıkmazlar
birdenbire, onlar olaylar, mizansenler olarak karşına çıkar. Yaşadığımız her ne
ise, mutlaka buna liyakatliyizdir. Ve bazıları da özellikle içlerinde olan
gizli duygu ve düşünceleri arındırmak için mizansenler içine dahil olurlar
bilmeden. Bunun için her zaman şükür içinde olmak ve günün getirdiklerini,
huzur ve mutluluk ile karşılamak, sakinliği de asla elden bırakmamak gerekir.
“Kim senden kaçar da başkasından hoşlanırsa,
kim senden ürker, seni bırakır başkasıyla karar kılarsa; O aslından, kendi
cinsinden ayrı düştüğü için sevdiği sandığının yanında suratını ekşiterek bulut
gibi somurtkan oturur.
Kendi cinsinden olanın yanındaysa ilkbahar gibi
gönlü açılır, neşelenir.
O kendi cinsiyle beraber olunca susam çiçegi
gibi dil kesilir, cinsinden baskasının yanında dilsiz kalır.
Kendi cinsiyle bir arada olunca gül gibi
açılır, güzel kokular saçar. Cinsinden başkasına ise diken olur.”
Divan-ı Kebir c. III, 1116
Einstein’ın zamanın rölatifliğinden bahsederken
söylediği “sevgilinin yanında geçen bir saat bir saniye gibi, kızgın bir
tavanın üzerinde bir saniye bir saat gibi gelir” sözü aynı zamanda açıklamaya
çalıştığımız konuya da örnektir. Mevlâna’nın, kendi cinsi ile yakınlaşanın
yüzünden, gözlerinin pırıltısından, neşesinden anlaşılır ifadesi vardır. Ancak
aynı kişi, bir başka cinsinden olmayanın yanında ise, somurtkan olabilir. Çünkü
enerji alanları birbiri ile ortak alan oluşturmamıştır. Oluşturamadığı için,
“anlaşamadılar” ifadesi kullanılır.
Koku satanların tablalarına bak. Her cinsi,
kendi cinsinin yanına korlar.
Cinsleri, kendi cinsleriyle karıştırır, bu uygunluktan
bir güzellik, bir süs meydana getirirler. Fakat mercimek, şeker arasına
karışırsa onları birer birer ayırırlar. Tablalar kırıldı, canlar döküldü de
iyiyi, kötüyü birbirine karıştırdılar. Allah, bu taneleri ayırıp tabağa
koysunlar diye kitaplar verdi, peygamberler gönderdi.
Mesnevi c. II, 280
Her cins, kendi cinsi ile bir münasebet
oluşturur ki, diğer göremediği, gizli olandaki duygu ve düşüncelerinin
törpülenmesi, fark edilmesi, ehlileştirilmesi içindir. Tek bir ortak alan bile
insanları birbirlerine çekerek bir “cins” oluşturur. Hangi duygu ve düşünce
mıknatıs hâline gelmiş ise, diğer benzer mıknatıs olmuş düşünce ile ortak bir
bağ oluşturur.
Peygamber, ben de sizin gibi insanım... Kendi
cinsinize gelin kaybolmayın buyurdu. Çünkü cinsiyetin acayip bir çekiciliği
vardır, nerde birisini ve bir şeyi arayan varsa onu aratan, o yana çeken
cinsiyettir. İsa ve îdris, meleklerle aynı cinstendiler; onun için gökyüzüne
çıktılar. Kâfirler, şeytanlarla aynı cinsindendir, canları, şeytanların şakirdi
olmuştur.
Mesnevi c. IV, 2670
Su gibi aziz ol denir halk arasında. Su gibi
olan, billur olur, düşüncesinde su olduğunu düşünen temiz ve pak kalır. Her
cins insanla ortak alan oluşturan, arınmış ve temiz bir cins olmuştur. İşte o
her ortamda kendini kaybetmeden bulunur. Sözü dinlenir, saygı görür. O artık
kendini su gibi her yöne akan, aktıkça çoğalan, her kaba sığan, her kabın
şeklini alan yararlı ve hayat veren biri hâline dönüşmüştür.
Yelin meyli, yüceleredir, içinde bulunduğu kabı
da yücelere kaldırır.
Peygamberlerin cinsinden olan canlar da çekişe
çekişe onların yanına giderler.
Çünkü bu kısımdan olan kişinin aklı üstündür,
şüphe yok ki akıl da yaradılış bakımından melekle aynı cinstendir. Nefis havası
da düşmana üstündür, fakat nefis, aşağılık cinstendir, aşağılık âlemine gider!
Mesnevi c. IV, 2700
Güzel güzel içindir, güzeli sever, güzeli
ister. Arar durur en uygun kişiyi. Belki yıllar sürer arayış ama eninde sonunda
herkes kendi cinsi ile ortak alanı kurar. Her insanın, her cinsin mutlaka ortak
alan kurduğu, kendini ayna olarak gördüğü insan ve insanlar olacaktır. Bunun
bir ölçüsü yoktur. Gönül ölçüsü tüm ölçülebilir değerlerden üstündür. Gönül
ölçer, biçer ve tayin eder.
Âlem de her şey, bir şey cezbeder. Sıcak sıcağı
çeker, soğuk soğuğu. Aslı olmayan, aslı olmayanları çekmektedir, bakilerde
bakilerden sarhoş olmakta.
Cehennem ehli olanlar, cehennem ehli olanları
cezbeder. Nura mensup olanlar, ancak nura mensup olanları ister.
Mesnevi c. II, 80
İnsan kendi içinde hem şeytanını, hem de meleğini
saklar. Ve en çok neyi dinliyorsa ona meylediyorsa o olur. İçindeki ne ise ona
yönelir. Çok iyi olarak görülen bir kişi yıllarca tanıdığınız birisi, bir anda
başka bir insana da dönüşebilir. Örnekleri çoktur. Çünkü artık ortak alan
kalmamıştır. Ortak alan kalmayınca, değiştiğini, uygun olmadığını düşünürüz.
Kuş ancak kendi cinsinden olan kuşlarla uçar.
Kendi cinsinden olmayanla sohbet âdeta mezara girmedir” diye cevap verdi. Bir
kuşun kendi cinsinden olmayan bir kuşla uçup yayılmasındaki sebep. Bir hakîm
dedi ki: “ Bir kargayla bir leyleğin beraberce koşup uçmakta olduğunu gördüm.
Hayret ettim, bakalım aralarındaki kadr-i müstereke ait emare bulabilir miyim,
diye hâllerini arastırmaya koyuldum.
Hayretle yanlarına yaklaşınca gördüm ki ikisi
de topal!”
Mesnevi c. II, 2105
Mevlâna’nın burada, bedenin haz ve arzuları ile
meşgul olanın, ancak bu isteklerine uygun kişileri ve maddi değerleri de
çektiğini ifade etmektedir. Çekim alanına dahil olan ne varsa, buna uygun da
bir hayat sürmektedir. Ancak layık olabildiği oranda. Çünkü herkese sunulan
şey, ancak liyakati oranında elinde tuttuğudur. Onunla ne kadar ortak alan
kurabilirse, o oranda onunla beraber bir yaşam sürecektir. Değersiz olduğunu
düşünüyorsa, değersiz olan durumlar içinde olarak, değerli olduğunu anlayana
kadar bu döngü de devam edecektir. Zıt durumlarda da aslında zıtlığın içinde
bir uyum vardır. Zıt gibi görünse de ortak alanları çok güçlüdür ve bu yüzden
bir birliktelik sergileyeceklerdir. Bir karga ile bir leyleğin ortak alanı
olmayabilir ancak ikisinin de topal olması bir ortak alan yaratmıştır. Bu ortak
alanların yarattığı çekimsel kuvvetin bileşkesidir.
Zıtlar, zıtlardan kaçar. Ziyâ parladı mı gece
kalmaz.
Mesnevi c. III, 187
Babanın sırrı oğlunda çıkar. Baba sakladığı
herşeyi oğlunda görür. Gizlenmiş tüm duygu ve düşünceleri DNAsı vasıtası ile
kendi evlatlarına aktarır. Bilerek ya da bilmeyerek bunun gerçekleşmesi
karşısında şaşkınlığa uğrar ya da mutlu olur. Her alimden zalim, her zalimden
alim doğma meselesi bundandır. Çünkü her insan kendi içinde tüm zıtları da
taşır. Hangisini açığa çıkardı ise, diğeri baskın durumda ancak canlı olarak
var olmaya devam eder. Onu ehlileştiremediği için, DNAsında mutlaka açığa
çıkacak yollar arar. Ve yol bulup tam karşısına dikildiğinde ise, şaşkındır ya
da mutludur. Bazen sorgulayan vicdanı olur karşısındaki, bazen de tüm gizlediği
görmek istemediği, unutmaya çalıştığı bir karakter.
“Dünyanın her cüzü, her şey aşıktır. Her şey
sevgili ile buluşmak için çırpınır durur.”
Divan-ı Kebir, c. VI, 2674
Her zerre aşk ile inler ve diğer aşkına
kavuşmak için an bekler. Tüm atomlar birbirleri ile birleşerek suyu, ateşi,
tahtayı, taşı, görünen tüm varlıkları oluşturur. Çünkü her zerre canlıdır ve
kendi eşini arar bulur. Bu birleşmeye tüm kainat tanıklık eder. Her biri kendi
ortak alanına kavuşmak için aşk ile çırpınır. Çünkü Aşk, yaratılışın hamuruna
karıştırılmıştır. Her hücre, her zerre aşk ile kalp gibi atan bir canlıdır.
Çünkü hepsinin özünde, canlılık enerjisi mevcuttur. Kainat, bir araya gelişler
değil midir? Her zerreye ilahi özgür irade verilmiştir. Atomların bir araya
gelişlerinden varlıklar meydana geliyor. O varlıkların çekim alanından bir
araya gelişler ve yaşamlar oluşuyor. Yaşamlardan dünyalar, dünyalardan ise
galaksiler ve hepsi de görünen evreni meydana getiriyorlar.
Karşıtlar
Kavramı İkinin İkincisi
“Senin gözün ve dilin, benim gözüm ve dilim
oldu. Aramızda artık ikilik kalmadı. Benim yalnız bir canım var ki, o da
sensin. Benim o candan başkasına inancım, ikrarım yok.”
Divan-ı Kebir c. III, 1610
O aşkı akıtmaya bense doldurmaya geldim. O
aşk-ı çeşme, bense kadehi.
KA’yıb
Biri aşkın çeşmesini akıtmaya gelir, diğeri
doldurmaya ve dağıtmaya. Hiç kimse aşkın tek başına sahibi olamaz. Biri tennuru
ateşlemeye, diğeri harlı kalmasına neden olandır. Çiftler, eşler, ikilik
kavramları bizim kainatımızın tecellisidir. Biri olmadan diğeri olamaz. Ancak
kainatta da iki varlıktan söz edilemez. Bunun için iki olan, tekliğin bütünlüğü
ve yansımasıdır. İki olarak görünen, Birliğin görünür hâle gelmesinden başka
bir şey değildir. Çünkü dünyasal gözlerimiz ancak İkiyi görür, Biri göremez.
İki görünür olandır. Çünkü iki, karşıtlıdır, özünde karşıtı taşır. Birbirini
dengeler. Bu dengeleme sonucunda algılarımızda şekil olarak görünür.
Kardeşi Harunu peygamber olarak kendisine
bahşettik (Hz.Musa’ya).
Meryem Suresi 19/53
Eşitlik ve denklik bu karşıtlardadır. Her şeyin
bir karşıtı vardır. Karşıtsız hiçbir şey var olamaz. Yaratımın özünde karşıt
mevcuttur. Öz varsa Cevher de vardır. Biri kaynaktır diğeri dengeleyen,
gelişen, tekamül eden ve aktarandır. Her ikisi arasında, algılarımızın çok
ötesinde bir alışveriş mevcuttur. Bu alışverişten her ikisi de yararlanır. Ve
tüm kainat, görünen görünmeyen her şey bundan beslenir.
Biraz daha anlaşılır kılmak için şöyle
diyebiliriz. Bir iyi varsa, mutlaka bir menfi, bir menfi varsa mutlaka bir iyi
var olacaktır. Karşıtlar dünyasında ve evreninde yaşıyoruz. Karşıtların dışına
çıkıp teklik arıyorsak, zaten kainatta değilizdir. Teklik karşıtların
biraradalığıdır. Tüm karşıtlar birbirini tamamlar, beslenirler, ancak asla
birbirlerine galip gelmezler.
Mevlâna Divân-ı Kebir’de bunu şu şekilde
aktarmaktadır:
“İyi, kötü, güzel, çirkin her şey Hakk’ın
eseridir. Her şeyi O yaratmıştır.
Divân-ı Kebir c. III, 1384
Bir mümin varsa, bir kafir de olacaktır; bir
ışık varsa, bir karanlık da var olacaktır ki her ikisinin de farklılığı,
çeşitliliği ve bundan dolayı bütün hâlde hareket ettiği ortaya çıkabilsin.
Fakat ikisi birbirinden farklı mıdır? Mevlâna’ya göre her biri görünende
ayrıdır, ancak görünmeyende teklik ve birlik ifade eder. Çünkü her şey O’ndan
yansımadır, O’ndandır. O’ndanlık başkadır, O olmak başkadır. O, O’dur. Ancak
her şey O’ndandır. Tek bir insan bir anlam ifade etmez. Adem’den sonra
Havva’nın yaratılması gibi. Tek başına bütün olan, kendini karşıtlarında
göremediği için, kendi var oluşuna tanıklık edemezdi. Kendi varoluşuna tanıklık
etmesi için, karşıtı ile var olması gerekmekteydi. Her yaratılmışın, her
varlığın karşıtı olmalı ki, kendi varoluşuna, varlığına ve evrendeki yerine
tanıklık edebilsin. Zıt olanların biraradalığı, düzeni, adaleti, terazinin
dengede olduğunu ifade eder. Mevlâna, bizim anlayışımıza uygun olan kelimelerle
şu şekilde anlatmak istemiştir, bu ilahi bilginin en karmaşık ve anlaşılmaz
durumunu:
Ya Rabbi! Ahlak, davranış, huy bakımından
birbirlerine zıt olan varlıklar, seni sevdikleri, sana gönül verdikleri, seni
gönüllerine aldıkları zaman ne kadar hoş bir hâle gelirler. Hepsi de
birbirlerini severler, hepsi de birbirlerinin olurlar.
Divân-ı Kebir c. VI, 2602
İnsan da ortak bir yaşamdır, zıtların bir arada
bulunduğu bir karmaşık dünyadır aslında. Zıtların bir arada olduğu mükemmel
uyumdur insan bedeni. Zıtların en mükemmel konsantresi ve biraradalığıdır.
“Bu ikisi de (melek-seytan) birbirinden nefret
ettikleri hâlde, onları birbirine kattılar, insan bedeninde beraber yaşıyorlar.
Birbirine zıt olanı, hayır ile şer ve kuru ile yaş gibi birbirine kattılar.”
Divân-ı Kebir c. II, 810
İnsan şehvetten ve nurdan yaratılmıştır. Her
ikisi de kendi bünyesinde, hamurunda ve kudretinde vardır. İnsan neyi dinlerse
ve hayatı boyunca neye meylederse onunla var olur, onu besler ve onu açığa
çıkarır. Açığa çıkardığı şehvet yani iblis boyutu ise, menfilikler peşinde;
açığa çıkardığı nur ise, hayatı boyunca iyilikler peşinde koşacak, iman eden
olacaktır. Bu iki zıt onun toprak bedeninde, hamurunda karışmıştır. Bu ikisini
dengeleyebilenler, Hakk’ın nurunu yeryüzüne indirebilenler, seçilmişlerdir.
İnsan, öyle yüce bir yaratılmışlıktır ki, bu
bedenimize, yaşadıklarımıza ve diğerleri diye ayırarak, hayıflanamayacak ve
kıyaslanamayacak kadar tahayyül ötesidir.
KA’yıb
Mevlâna’nın bu zıtların birlikteliğini ve
uyumunu görebilen gönül gözleriyle sarfettiği şu sözleri çok manidardır: “Gel,
gel, her ne olursan ol gel, yüz kere tövbe etsen de yine gel.” Her zerrede her
insanda Hakk’ı görebilen üstün bir anlayışı ifade etmektedir. Zıtların
birlikteliği ve ahengini ancak böyle bir anlayış ve idrak görebilir ve böyle
sözleri sarf edebilirdi. Gel her ne olursan ol gel sözü, hiçbir ayrım
yapmaksızın, zıtların ve ayrımların birlikteliğinin en önemli savını
desteklemektedir. Gönül gözü ile görebilen, ışığı Hak’tan alıp yansıtabilen bir
dengenin birliğinin yansıması ve kelam olarak sarf edilmesidir.
“Biz ney gibiyiz, bizdeki nağme sendendir.
Biz dağ gibiyiz, bizdeki seda sendendir.”
Mesnevi c. I, 595
Bir görünmeyende, iki görünendeki meydana
geliştir. Her iki, bir olanın, görünürdeki yansımasıdır. Bir ben var bir de
benden içeri sözünün manası budur. Her biri bir bedende iki ruhtan iki candan
bahsetmişlerdir. Bu görünmeyendeki birliğin yansımasının iki olarak meydana
gelişidir. Bu insiler yani beşer insanlar tarafından anlaşılması ve algılanması
en zor durumdur.
“Dostla oturmuşuz. Onunla bir aradayız da dosta;
‘Ey dost! Dost nerede?’ diye soruyoruz. Dostun mahallesindeyiz de
gafletimizden; ‘Dost nerede? dost nerede?’ deyip duruyoruz.”
Divân-ı Kebir c. I, 442
Dost, Sevgili diye bahsedilen Hak’tır. Mevlâna
Hakk’a ulaşmak için oturur sohbet divanına, ancak, Hak’la beraberdir de Hak
nerede diye sorar ve bunu gafletimizden diye açıklamada bulunur.
Siz nerede iseniz, Hu (O) sizinle beraberdir.
Hadîd 57/4
Bu beraber oluş, ancak seçilmiş yani Hak
yolunda olanlar ve Aşka yol bulanlar içindir. Dünya gezegeninde yaşayan
beşerler için değildir. Çünkü dünyasal gözleri ile görenler sadece maddeyi
görür. Ancak mana gözleri ile görenler Haktan gayrı bir şey görmezler. Çünkü
Hak daima onlarladır. Onlardan konuşur, Onlardan görür, Onların elleriyle
dokunur ve ayakları ile dolaşır. İşte insi yani beşer varlıkları da bu zatların
enerjisi ile donanır, alır ve beslenir. Dünya ermişlerin yüzü suyu hürmetine
döner meselesi tam manası ile bunu anlatmaktadır.
Aşk ile aşık candan birdirler. Aynı canı
taşırlar. Sakın sen onları iki sanma, ayrı sanma!
Divân-ı Kebir c. I, 375
Herkes Aşk için canı canana veremez, narı
kadehten içemez. Aşk seçilmişlerin, sadıkların yoludur. Sadıklarla beraber olun
ifadesi bunun içindir. Aşk yolu çetindir, ateşten kor taşlarla kaplıdır, yola
giren bir daha geri dönemez, yolu takip eden yol olur. Yol olmak için yanar,
yanar küle dönüşür ve her külün zerresinden, dem olur, tohum olur, tohumlar
gökyüzüne savrulur, toprağa dökülür, derinlere, karanlıklara ulaşır. Beslenir
diri sulardan, yol bulur çıkar görür güneşi, büyür ve çoğalır, yayılır
yeryüzüne. İşte bunlar seçilmişlerin, sadıkların, Aşkın yoludur.
Bunun tek amacı, O’nun yeryüzüne asla direkt
olarak müdahale etmemesindendir. O hiçbir zaman varlıkları ve onların
yarattıkları ile direkt temasa geçmez; seçilmişler vasıtası ile Nurunu akıtır,
besler ve rahmetin akışını daim tutar. Yardım ve ilahi dokunuş her zaman
diliminde mevcuttur. Bir son asla yoktur. Ancak o dokunuşu fark edebilen ve
yönelen vardır, fark etmeyip kör karanlığında yol almaya çabalayan vardır.
Bu yüzden etrafta Şemsler vardır. Ancak Şems
gibi olanlarda Hakk’ı gören Mevlânalar yok denecek kadar azdır. Dünya
meşgaleleri, gözlerimizin ve kulaklarımızın perdeleri buna müsaade edecek diye
bir şey söz konusu değildir. Uyanış her daim olabilir. Sadece algıladığımız
evrenin gerçek olmadığını anladığımız vakit gerçekleşecektir.
Hallac-ı
Mansur “ İnsan,
zahiri bedenini fark ettiği an ölümsüzleşir, her daim diri olur.” demiştir.
Eskiden arıyordum. Şimdi bulunuyorum. Arayan da
bendim, bulunan da.
KA’yıb
Bedene hapsolmuş olsak da, gönül gözümüzle fark
etmemiz ve ilahi olanın nurunu hissetmemiz için de nice yollar bahşolmuştur
insan ve beşer için. Kur’an’da, Hidayet ipi olarak bahsedilen budur. Hidayete
ermek, Hakk’ın arz âlemlerindeki görünürlüğünü fark eden için uyanış
başlamıştır denmiştir. Mevlâna böyle biridir. Hakk’ın her zerredeki
görünürlüğünü fark edip, kendini bedende görmüş, anlamış idrak etmiş ve
ölümsüzleşmiş biridir, diğerleri gibi.
Hz. İsa “dünyanın ortasında durdum ve onlara bedende
göründüm”
Yunus Emre “ete kemiğe büründüm, Yunus diye
göründüm.” “Bir ben var bir de benden içerü”.
Hallac-ı Mansur “Seven de ben, O sevilen de
ben. Bir bedene girmiş iki ruhuz.”
Hz. Muhammed “Beni gören Hakk’ı görmüştür.”
Hz. Ali “Âlemi ekber içimizdedir.”
Mevlâna “Benim canım, senin canın; senin canın
da benim canım! Bir bedende iki canı kim görmüstür? (Divân-ı
Kebir c. IV, 2012)”
O, Tüm kainatı nokta hâline getirip insanın
gönlüne yerleştirmiş, İnsanı da o kainatın ortasına noktalamıştır. İnsan
kainatın en mükemmel zahir noktası, kainat da insanın gönlünde bulunamayan
nokta.!
KA’yıb
Sen beni görmek istiyorsun ama, bedenimi
görüyorsun, beni göremiyorsun.
Divân-ı Kebir c. III, 1445
Mevlâna’nın can olarak bahsettiği, insanın
gönlündeki gizli noktadır. Ve o noktadan âlemlere açılır insan, oradan
beslenir, diri sular yani hikmetli diri sular, rahmet tesirleri oradan yol
bulur ve akar madde âlemlerine. İnce bir yoldur bu, gönülden Âlemlerin Rabbi’ne
olan yolculuktur.
Ben size şah damarınızdan daha yakınım
denmiştir, en önemli noktanda ben varım, sen benim bütünümün içindesin, senle
ben biriz ancak bu senin Tanrı olduğun anlamına gelmez, sen Tanrı’dansın
demektir. Parça ile bütünün arasındaki bu bağlantıyı açıklayan holistik görüş
bu birliği çok güzel açıklar. Fizik dünyada yapılan bu keşif evreni ve insanı
algılamada da ufuk açıcı olmuştur. Bir görüntü kaydetme tekniği olan holografik
teknikle yapılan bir film parçasının en ufak parçası, bütün üzerine kaydedilmiş
tüm bilgileri içerir. Bu şekildeki bir parçaya bakarak da bütünü eksiksiz
görebilirsiniz. Holografik evren algısına göre aynı bunun gibi hepimiz bütünün
parçalarıyız, ancak bu parça oluş, birbirinden ayrı, izole değil, varolan her
şeyi saran, bağlayan bir bağ ile birlikte titreşmektedir. Ve bu sonsuz parça da
aslında bir yanılsamadır.
Aynaya akseden görüntüdür, onun kendi başına
bir varlığı yoktur. Asıl olan çekilince görüntü de yoktur. Karşılıklı aynalarla
sonsuz görüntüler ortaya çıkar. Ancak hiçbiri gerçek olan değildir. Suretlerin
ardındaki Vücud-u Mutlaktır. Bunu Mevlâna da çok güzel izah etmiştir:
“Bil ki yüce gökler, insanın anladığı şeylerin
yansımasıdır; gökler o yansımadan ibarettir.”
Mesnevi c. VI, 1935
O insana şah damarından daha yakındır, ancak
insan O’na sonsuzluk derecesinde uzaktır. Bu yüzden Kur’an’da, secde et ve
yaklaş denir. Alnını secdeye daya ve yaklaş manasındadır. Alında bulunan tüm
dünyayı algılamamızı sağlayan salgı bezi, secdeye yani toprağa dokunduğunda
ancak yaklaşabileceğini ifade eder. Yaklaşacak olan insandır, ancak kendi
içinden yaklaşabilir. Dışarda ne kadar ararsa arasın bulamayacaktır. Kendi
içine ne kadar uzanırsa, o derecede O’nu tanıyacaktır.
“Hak yolunun yolcusu küfürden de, dinden de
beridir. Gönlüme baktım: Allah’ı orada buldum. Yoksa başka yerde değil. Ben ne
Hıristiyan’ım, ne Musevi ne de Zerdüşt ne de Müslüman. Ne Şarktanım, ne
Garptanım, ne topraktan ne de denizden. İkiliği bir yana attım. İkinin bir
ettiğini gördüm. Bir’i arar, Bir’i yaşar, Bir’i çağırırım ben.”
Sevgi’nin dokunuşu vardır. Yoktan-Varlıklarda.
Varlıkların dokunuşu da, Yarattığı âlemlerde ve onun oğullarında. Oğulun sırrı
babasının yaratılmasında. Oğulun sırrı babasının sırrında. Aşkla yaratılan
babanın, oğlu aşkı arar, kadehi dolacak sanır da, kadehin kendi bedeni, Mansur
şarabın da Babasının verdiği kan olduğunu bilemez. Tüm kudret damarlarımızdaki
akan kanda.
Divân-ı Kebir c. II. 731
İlim ve kudret sahibi olanlar için mey, gam ve
kederden eser bırakmayan, Hak sevgidir. Mey’in bir anlamı da şaraptır. Hak şarabı,
Mansur şarabı, Aşk şarabı da denir. Nefes alıp, kalbi atıyor ve yaşıyor iken,
dünyada ve bedeninin içinde ancak, ruhsal olarak gönül gözü ile âlemleri
dolaşan, kendini kendinden geçiren, kendi içine dalan, gönlündeki yoldan yol bulan mest olanlar için söylenmiştir. Kısacası alnını secdeye daya ve
yaklaş! Alındaki, yaratılış esnasında buruna üflenen ve burun köküne yerleşen,
tüm dünyayı algılamamız için çalışan bezin işlevini arttırmak için, toprak ile
temas ettirilmesi. Tam o esnada meydana gelen temasta ruhsal bir irtibat
sağlanır.
Mansur mana itibari ile, ölmeden henüz yaşarken
Tanrıya ulaşan, Tanrılaşan manasındadır. Gönülde yol bulup yaklaşabildiği kadar
yakınlaşan ve ayakları yerde iken, başı ile âlemleri an zamanda dolaşan ve
özündeki tüm bilgileri anda hatırlayan ve döndüğünde ise tüm kainat bilgisini
tek bir cümleye sıkıştırılmış ve mana ile her anlayış düzeyine hitap eden
kelamları sarf edenlerdir. Hak’kın görünür kainattaki elçileri, eli, ayağı, ayn
bakışındaki gözü olanlardır. Aktaranlardır. İlahi alışverişin kilidi ve
anahtarı olanlardır. Hak’tan aldığını insana, insandan aldığını Hak’ka
aktaranlardır. Onlar sadık olanlardır, onlar Aşk yolunda olan, Aşka ulaşan ve
Aşkın sahibi olanlardır.
Mevlâna, Fîhi mâ fîh’te Ene’l Hak konusunu
şöyle açıklamaktadır:
Halk, bu “Ene’l-Hak” demenin, büyük bir iddia
olduğunu sanır. “Ene’l-Hak” büyük bir alçak gönüllülüktür. Çünkü “Ben Allah’ın
kuluyum” diyen, iki varlık ispat eder; bir kendisini, bir de Allah’ı. Fakat
“Ene’l-Hak” diyen, kendini yok edip mahvetmiştir. “Ene’l-Hak” diyor, yani “Ben
yokum, hep odur; Allah’tan başka varlık yoktur. Ben tamamıyla yok özlüyüm,
hiçim.” Tevazu burada daha çoktur. Halkın anlamadığı budur.
Fîhi Mâ Fîh, s. 44
“Ben Rabb’inizim” diyen Firavunla Hallac-ı
Mansur’u karşılaştırarak “Ene’l Hak” kavramını açıklarken iki ayrı ben olduğunu
hatırlatır:
Anneleri doğum ağrısı tutmadıkça, çocuk doğmak
için hiçbir yol bulamaz.
Bu emanet gönüldedir ve gönül hamiledir; bu
öğütler, ebe gibidir.
Ebe der: “Kadının ağrısı yok, ağrı gerekli.
Ağrı, çocuk için bir yoldur.”
Dertsiz olan kişi, yol kesicidir. Çünkü
dertsizlik “Ene’l-Hak (Ben Tanrı’yım) demektir.
O “Ben”i vakitsiz söylemek, lanettir; o “Ben”i
vaktinde söylemek rahmettir.
Mansur’un o “Ben”i kesin olarak rahmet oldu. O
Firavun’un “Ben”i ise lanet oldu; gör.
Mesnevi c.II, 2518-2523
Mevlâna, ölmeden henüz yaşarken Mansur
şarabından içmenin manasını anlatmıştır Divân-ı Kebir’de:
“Sen, varlıklara can bağışlayan, arkasında gece
bulunmayan gerçek sabahı ara! İşte o gerçek sabahtır ki, binlerce ermişe
“Mansur şarabı” sunar, binlerce Hak aşığına aman verir, kurtuluşa ulaştırır.”
Divân-ı Kebir c. II, 568
Varlıklara can veren ve arkasında gece
bulunmayan manası, tam bir ateşleme sistemine sahip olan, kendi ilahi ateşi ile
yanan, varlıklara can veren yaratıcıdan bahseder. Çünkü mum da, lamba da ışık
verir ancak ışığın yansıdığı alt bölüm karanlıktır. Çünkü her gecenin
karanlığından sonra aydınlık, her gündüzün aydınlığından sonra karanlık
birbirini kovalar. Çünkü burası madde âlemi ve çokluk, farklılık ve çeşitlilik
olan yerdir. Lamba da mum da, yaratılmış, keşfedilmiş, şekillenmiştir, kendi
ışığı değil, zıtlarla varolan bir görüntüdür. Bu yüzden Mevlâna, arkasında gece
bulunmayan gerçek sabah diye bahseder cümlesinde. O Hakk’ın kendisidir. Çünkü
Hak, kendi özündeki kudreti ile mevcuttur, tüm zıtları kendi bünyesinde
barındırır ancak herhangi bir zıt ile varolmaz. Hakk’ın zıttı ile varolmaya
ihtiyacı yoktur. Çünkü o tüm zıtların bütünlüğü, birliğidir. Bu yüzden
arkasında gece olmayan sabahtır. O sabah kavramı, karanlığı da içinde
barındırır ve ışır.
İşte Hakk’a yani o kudrete iman edenlere Mansur
şarabını sunar. Gönüllerinde ışığı bulan, yolu bulan, aşk yolunda yol almaya
liyakatli kişileri, Hakk’a yaklaşan insanlara tesir verir, seslenir ve onların
yeryüzündeki kaynağı, o insanlar da Hakk’ın kendilerinden açığa vuran
yeryüzündeki halifeleri olur.
“Üzüm şarabı İsa
ümmetinindir, Mansur şarabı da Muhammed ümmetine mahsustur. Bu şarabın kadehi
yoktur. Kadehsiz içilir. Mansur şarabı üzüm şarabı gibi herkese her zaman
sunulmaz. Mansur şarabı ancak ,yatağını, yastığını devşirip kaldıran, gecesini
uyku ile öldürmeyen Hakk aşıkına seher vaktinde sunulur.”
Divân-ı Kebir c. I, 81
Aşıkların, aşk yoluna girenlerin, aşka ulaşmak
için çabalayan liyakatlilerin, aşka kavuşanların ve aşkın şarabından içenlerin,
beden kadehini Mansur şarabı ile dolduranların ulaşacakları mertebe Mansurdur.
Çünkü Mansurların yaşamında ölüm, ölümünde yaşam vardır. Kendini seve seve
sunarlar ölümün ellerine. Ölümsüz oldukları için, bedenlerini bırakmaktan
korkmazlar. Çünkü testi kırılsa da, içindeki su kırılmaz, aslına kavuşur,
gökyüzüne çıkar yine rahmet olarak yeryüzüne yağar, döngüye katılır. Kırılan
testi de yine aslına döner toprak olur, her bedende can bulur. Canları ise
ötelere gider, ait olduğu yere, Hakk’ına döner. Hakk’ın eli ile gerdiği yaydan
fırlayan ok gibi arza düşerler doğmaksızın, yine o yaya gerilmek üzere geri
dönerler ölmeksizin. Doğmadan ve ölmeden, yani daima diri olma manasına gelen
bu sözler ile, Mansur olurlar Hak elinde.
Aşkın tılsımıyla sarhoş olmak, Mansur
şarabından içmek herkese nasip değildir. Onlar ancak Hz. İsa’nın sözünde
bahsettiği gibi binlerin arasından biri, onbinlerin arasından ikidirler. Ancak
onlar uyanarak, diğerlerini uyanışa çağıracak olanlardır. Bu bir seçimdir.
Yaşam sonsuzluktur. Hiçbir zaman baş ve son yoktur. Sonsuzlukta bir noktanın
nasıl başı ve sonu olabilir. Tüm kainat bir noktadır, nokta da o kainatın
içindedir.
Tabiat, tüm olan gücü ile tohumu toprağın
derinliklerine gönderir, üstünü örter. Kat kat katmerlerin arasından yine gün
ışığına kavuşmak için o narin, kırılgan bedeni ile çıkar, dimdik ayakta kalmaya
çalışır, rüzgarlara ve yağmurlara meydan okurcasına. Çünkü Sevgi var etmiştir
varlıkları yoktan, O Varlıklar da yaratmıştır tüm görünen âlemleri. O âlemlerin
koruyucusu ve diri kalmasını sağlayan, elbette koruyacaktır tohumu.
Saba
Melikesi, Hz. Süleyman ve Hüdhüd Kuşu
Hüdhüdün küçücük vücudunu görünce, Belkıs’ın
kalben Hz. Süleyman’dan gelen haberi ulu bulması. Allah, Belkıs’a, yüzlerce
erkeğin aklını vermiş. Hüdhüdkuşu, Süleyman’dan birkaç satırdan ibaret bir
mektup getirdi. Belkıs okudu. Nükteleri hor görmedi. Gözü hüdhüdü gördü, gönlü
onun Anka olduğunu anladı. Duygusu onu bir köpekten ibaret gördü, gönlüyse bir
derya.
Mesnevi c. II, 1560
Matta İncili’nde (12/42) “Güneyin Kraliçesi”
olarak bahsedilen, Saba Melikesi, İslam kültüründe Belkıs olarak bilinir. Bazı
kaynaklarda ise, Lilith, Nikola olarak da geçer. Arapça Sebe, Saba, İbranice
Seba olarak bilinir. Güneşe tapmaktadır. Ancak Hz. Süleyman tarafından
Âlemlerin Rabbi’ne inanması için hüdhüd ile haber yollanmaktadır.
Hz. Süleyman Kur’an-ı Kerim ayetlerinde çok sık
tekrar edilen, Allah katında kendisine ilim ve kudret verilen salihlerden,
amacına ulaşabilmesi için yol verilen, sebep kılınanlardan biridir. Hz.
Süleyman’a tüm hayvanlarla konuşabilme, birtakım insanüstü varlıklarla da
iletişim kurma, yönetme ve yönlendirme yetkisi verilmişti.
Hz. Süleyman gönül gözüyle, can gözüyle gördü
de, bu yüzden bütün kuşların dillerini bildi.
Divan-ı Kebir c. III, 1281
Mevlâna “Aynı dili konuşma, hısımlık ve bağlılıktır” (Mesnevi c.
I, 1030) demiştir. Bu sözüyle bağlantılı
düşündüğümüzde, Hz. Süleyman tüm canlılarla ve cansızlarla konuşabildiği için,
evrenin ruhu kendisindeydi. Çünkü o, can gözüyle gönül gözüyle görmekteydi.
Daha önceki konularımızda bahsettiğimiz gibi, can ve gönül gözü ile görebilmek,
Âlemlerin Rabbi ile irtibat kurma ve kudretini alabilmedir. Hz. Süleyman can
hısmındandır. Can da tüm yaratılmışların hamurunda bulunan yaşam enerjisidir.
Hz. Süleyman cana sahip bir bedenli değil, bedende görünen bir candır. Bu
yüzden de can taşıyan canlı ya da cansız diye yorumlanan her zerre ile iletişim
kurabilme kudretine sahiptir.
Mevlâna, Hüdhüd kuşundan, Belkıs ve Hz.
Süleyman’dan sıkça bahsetmiştir hem Divan-ı Kebir’de, hem de Mesnevi’de. Ancak
ele alışı, tamamen bilgi kudretinin bir mülk olduğu ile ilgilidir. Çünkü Hz.
Süleyman’ın mülkü bilgidir, bilgi olmazsa, tüm kainat bir cesettir. Cesete
dirilik veren candır. Ve can da bilgidir. Tüm zerreler can ile beslenir. Ve can
da Hz. Süleyman’da açığa çıkmıştır.
“Tüm hayvanlar arasındaki düşmanlığı da ortadan
kaldırmış, hatta tüm kuşlar arasında bir birlik kurabilmiş kudrette ve
bilgidedir.”
Tane arayana tane tuzaktır, ancak Süleyman
arayan hem Süleyman’ı bulur, hem taneyi elde eder.
Mesnevi c. II, 3700
Tane olarak bahsedilen eşya, kıymetli değerler,
dünya maddesini arayanlar için, tuzaklar mevcuttur; hırs, şehvet, caydırıcı ve
azdırıcı tüm etkiler. Ancak can arayanlar yani diriliği arayanlar, Hz.
Süleyman’ı arayanlar olarak bahseder Mevlâna, hem canı bulur hem de taneyi.
Yani Allah’ın kudretinden olan maneviyata yönelen, hem buna kavuşur, hem de
aradığı dünya nimetlerinin de aracılığını layıkıyla kullanabilir. Hz.
Süleyman’ın değerini ve manasını açıklayan bu sözü ile Mevlâna, her zerrede
titreşen tanrısal enerjinin Hz. Süleyman’ın manasal ifadesi olmasına işaret
etmiştir.
Belkıs, Sebe Melikesidir ve Yemen’dedir. Ancak
henüz onların varlığı, modern teknoloji ve bilimsel bulgular ile tam olarak
ispatlanamamıştır. Kur’an’da Sebe Suresi’nin 22-47 ayetlerinde konusu geçer.
Hüdhüd, Hz. Süleyman’ın yanına varır ve Sebe halkının ve Melikesi Belkıs’ın
inanılmaz bir maddi servete ve imkana sahip olduğunu, ancak Âlemlerin Rabbi’ne
değil de, güneşe taptığını anlatır. Çünkü şeytan gözlerini öyle bir bürümüş ve
kandırmıştır ki, doğru yoldan ayırmış ve hidayete erdirmesini engellemiş, bu
yüzden Allah tanımaz hâle getirmiştir. Ve Hüdhüd, önemle şunu belirtir, her
şeyi bilen bilgi ve kudrete sahip Can sahibi Süleyman’a “senin bilmediğin birşeyi öğrendim”(Neml 27/22)
Burada çok ilginç bir ayrım ortaya çıkmaktadır.
Can ve bilgi ile kudretlendirilmiş Hz. Süleyman’ın bilemediği ve haberdar
olamadığı bir durum ancak ve ancak onun ulaşamayacağı kadar uzak ya da farklı
bir ırk olan nefsani güçlerin egemenliği olmalıdır. Birçok kaynakta geçen,
Lilith kavramı, Hz. Adem ile aynı zamanda yaratılan bir dişidir ve eşitsizliği
kabul etmeyerek, Tanrı’nın yasak ismini kullanıp göğe yükselir, şeytan ile
işbirliğine girer. Ve şeytani güçlerle kudret sağlar. Burada bu bağlantıyı
yapmak mümkündür. Hz. Süleyman can kavramının sahibi ve bilgi ile donatılmış
kudretlendirilmiştir. Haberinin olmaması bahsi ise, Belkıs’ın o sırada şeytan
ile ateşten ve farklı bir titreşime sahip bir âlemde bulunmasından dolayı
olabilir, bu ihtimal yüksektir. Çünkü güneşe tapmakta olduğu da önemle
vurgulanmıştır. Güneş ve ateş aynı manaya gelmektedir.
Hem Mesnevi’de, hem Sebe Suresi’nde geçen
konuya kısaca değinelim.
Hz. Süleyman Belkıs’ın elçilerini, getirdikleri
hediyelerle beraber Belkıs’a gönderir ve Belkıs’ı güneşe tapmadan vazgeçirip
Allah’a inanmaya davet eder. Süleyman Peygamber, o elçilere dedi ki “Ey utanan elçiler, geri dönün, altın sizin olsun,
bana gönül getirin, gönül.
Mesnevi c. IV, 610
“Elçiler hediyelerle gelince Süleyman şöyle
dedi “siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz. Allahın bana verdiği, size
verdiğinden daha iyidir. Ama siz, hediyenizle böbürlenirsiniz”
Neml 27/36
Hz. Süleyman’ın gönül ile bahsettiği vicdan
kanalı ile Âlemlerin Rabbi’ne ulaşma yoludur. Çünkü bedenli bir insan ancak
gönül yolu ile Rabb’i ile iletişim kurabilir ve kudretine zerk olabilir. Bu
yüzden Hz. Süleyman mal derdinde değil, gönül derdindedir. Çünkü gönül candır.
Hz. Süleyman, Belkıs’ın tahtının getirilmesini
buyurur. En kısa zamanda kimin getireceğini sorar. Cinlerden bir ifrit:
“Sen makamından kalkmadan ben onu sana
getiririm”
Neml 27/39
Ancak kendisine kitaptan ilmi olan ise;
“sen gözünü açıp kapayana kadar getiririm” der.
Neml 27/40
Birden yanında beliren tahtı görünce şükreden
Hz. Süleyman, tahtın Belkıs’ın bilemeyeceği bir hâle dönüştürülmesini buyurur.
Ateşe tapan ve şeytani enerjilerden olan Belkıs’ın maddeye gömülmüş inkarcı
düşünce tarzının değişikliğe uğraması ve tamamen nurla kaplı bir hâle
getirilmiş şeffaf tahtını tanıyabilmesi mümkün olabilecek midir?
Düşünce hüdhüdlerinden mademki onun nişanı, izi
belirtisi göründü, artık Süleyman’ın mülkü benimdir.
Divan-ı Kebir c III, 1281
Belkıs’ın sınandığı billur döşenmiş saray bize
de göründü. Allah aşkı Süleyman’ın yüzüğü gibidir. Nerede Süleyman’ın geliri,
nerede karıncanın kazancı.
Divan-ı Kebir c. II, 882
Hüdhüd olarak bahsedilen düşüncelerdir. Hz.
Süleyman zihinleri okuyabilen, tüm düşünce formlarını algılayabilen, telepatik
güçlere sahip, tayyi mekan yapabilen bir peygamberdir. Mevlâna, aynı hısımdan
olduğunu vurgulamakta, Süleyman’ın mülkü ile kendi mülkünün aynı olduğunu hatta
“benimdir” ifadesini kullanmaktadır. Aynı cinsten yani Can’dan olduklarını
belirtmektedir.
Belkıs, dönüştürülen tahtını görünce ona
sorulur:
“Senin tahtın böyle midir”. O da “sanki o”
kelimesini kullanır.
Neml 27/42
“Sanki o” kelimesi özellikle üstüne basa basa
vurgulanmıştır. Tayyi mekanda değişime uğramış olma ihtimali yüksek olduğu
gibi, ateşten ve saf maddeden olan eski tahtı, artık su gibi seffaf, saf nurdan
bir hâle dönüştürülmüştü. En son da Belkıs’ın bu dönüşümden etkilenerek
Âlemlerin Rabbi’ne teslim olması ifade edilir. (27/44)
“Sanki o” ifadesinde, özellikle vurgulanmak
isteneni Mevlâna şu şekilde açıklamıştır:
Düşünce elbiselerinden soyun, onları üstünden
at. Çünkü güneş ve ay, çıplakları kucaklar.
Divan-ı Kebir IV, 2073
Sanki o kelimesinde hâlâ düşünce kirliliği
vardır, Belkıs gözüyle gördüğünde bu kelimeyi kullanır, ancak gönül gözüyle
görmeye başladığında ise, tam bir iman ile Allah’ın varlığını kabul eder.
Mevlâna’nın eserlerinde özellikle tekrarladığı
Süleyman, Belkıs ve Hüdhüd kuşlarının bağlantısını farklı bir şekilde kurmaya
çalışalım.
Ezoterik bilgilere göre; Dogonlar, sayısal
olarak Sirius–b’yi 22 sayısıyla sembolize ederler. Sirius Sistemi’ndeki üç
yıldızın sayısal sembolizmdeki değerleri 22, 33, 44’tür. Türkler 22 sayısını
sembolik olarak en çok kullanan kavimdir. Oğuz Kağan Destanı’nda kurt, ok ve
üçoklar adıyla üçlem sembolleri vardır; Uygurlar’ın türeyiş destanında kurt
babadır, Göktürk efsanelerinde ise anadır. Kökenlerinin göksel olduğuna inanan
ve göğe çok önem veren Oğuz Kağan Destanı’nda demir–kazık yıldızından
bahsedilir. Eski Türk kavimlerinde, bu yıldız gök ile yeryüzünü; ruhlar âlemi
ile madde âlemini, ayıran bir sınırdı. Büyük kamlar ve şamanlar bu kapıdan
Tanrı ile bağlantı kurarlardı. Mu devresinden itibaren yeryüzünde göksel olarak
nitelendirilen bilgi akışının kaynağı Sirius’tur. Şimdiki devrenin bilgi akışı
Mu devresindeki bilgi akışından farklıdır. Sirius ulularının izni olmadan dünya
dışı uygarlıklar dünya ile bağlantı kuramazlar. 22 sayısı bununla
bağlantılıdır. Bir diğer bağlantı ise Mısır’daki Ra güneşi Sirius güneşini
ifade eder. Bu Sirius, Sirius-a’dan ziyade Sirius-b’yi ifade eder. Yani Eski
Mısır güneş tanrısı Ra’nın sembolü Sirius b’dir yani 22 sayısıdır.
7 sayısı ise sebdir. Seb Arapça’da yedi
demektir. Yedi ise dünya için kutsal bir sayıdır; gelişimini ifade eder. Çünkü
seb’an minel mesânî, yani tekrarlanan yedi, Kur’an’ın “seb’ül- mesani”
kavramıyla, övülen yedi ayetli sure manasıyla Fatiha Suresi’dir. Kur’an’ın
kalbi çekirdeğidir.
Eski Mısır’da “Dünya’nın Rabbi”nin ismi geb
yani seb idi ve siyah ve yeşil renklerle tasvir edilirdi. Yeşil dünya hayatının
ve ölümsüzlüğün, siyah ise ölümlü dünyanın sembolüdür.
Seb ya da şeb-i arus törenleri ise “sevgiliye
kavuşma”, Allah’a kavuşma olarak kutlanır. Mevlâna’nın düğün günü dür. Çünkü
Rabb’ine kavuşacağı gündür. Arus gelin demektir, Seb, şeb yani sevgili
anlamındadır.
Eski Mısır’da Dünyanın Rabbi yani Tanrısı seb,
Arapça 7 sebdir.
22 sayısı 7 ile bölündüğünde pi sayısını
vermektedir. Piramidal yapıların oranlarında pi sayısı çok önemlidir. Piramid
ise, kürenin merkezinden çeperine kadar uzanan bir kesittir. Bu kesitin ilk
başlangıcı Âlemlerin Rabbi’ni, daha sonra hiyerarşik şekilde, ruhsal plânlar,
çemberin en uç çeperini insiler yani halk, çemberin dışını ise iblis ve
caydırıcı plâna dahil varlıklar bulunmaktadır.
Seb’û’l-mesani. Kur’an’ın “seb’ül- mesani”
kavramıyla, övülen yedi âyetli sûre mânâsıyla Fatiha Suresi’dir. Kur’an’ın
kalbi çekirdeğidir. Mesani Kur’an’da sadece iki yerde geçer. ”Usandırmaksızın
tekrar tekrar okunan yedi ayetli Fatiha’yı ve azametli Kur’an’ı verdik.” Bu
ayetiyle Kur’an, Fatiha Suresi’nin yedi rahmet ayetiyle birlikte dillerden ve
gönüllerden düşmeyeceğini haber vermiştir.
3. Seb’an : yedi, yedili
4. Min el mesânî: mesâniden (ikinciden)
Geb(seb): Eski Mısır’da shu ve tefnut’un oglu,
nut’un eşi olan Dünya Tanrısı. Kutsal hayvanı ve sembolü kazdı.yeşil ve siyah
derili bir adam olarak çizildi (bitkilerin ve verimli nil çamurunun renkleri)
Seb: gökyüzünün eşi ve dünyanın tanrısıdır.
Eski mısır’ın tanrısıdır.
Dünyanın Rabbi diye geçer Kur’an’da. Seb’ül
mesani.
Seb tanrısının yedi sarmalı, yedi tekrarı.
Seb tanrısının yani Dünyanın Rabbi’nin ayetleri
ve aktardıkları.
Dünyanın Rabbi ve onun bağlı olduğu başka
yedili sistemler ve Sonsuz’a gidiş.
Yemen’de halen ismi geçen Sebe bölgesinin, Sebe
Melikesi ile bağlantısı çok kuvvetlidir. Sebe Suresi ve Sebe Melikesi de
bağlantılıdır. Çünkü Belkıs Sebe Melikesi’dir ve Konik tarzda yedili sistemin
en üstünde bulunan Âlemlerin Rabbi’nin yansıması olan, en alt bölümde bulunan
çemberin çeperinde bulunur. Yedili sistemin en dış çeperidir. Piramidin
tabanıdır. Hz. Süleyman ise, Âlemlerin Rabbi ile, gönül vasıtası ile irtibat
kurabilen ve en dış çeperde bulunan Sebe Melikesi’ni çeperin içine yani
çemberin içine dahil edebilmiştir. Çünkü İblis ve caydırıcı güçler, bu çemberin
çeperinin dışında bulunmaktadır. Sebe Melikesi de burada yer alıyordu. Çeperin
içine çekildiğinde Yedili sisteme dahil olmuştur. Bu yüzden özellikle Sebe
Suresi’nde bahsedilmekte, Sebe Melikesi olarak adlandırılmaktadır. Mevlâna’nın
bâtını yönünü ele alırsak, o ancak kendi cinsinden olanlardan Hz. Süleyman’dan
üstüne basa basa bahsetmiştir.
“Bil ki zahiri suret yok olur, fakat mana âlemi
ebedidir, kalır.
Testinin suretiyle ne vakte dek oynayıp
duracaksın? Testinin nakşından geç, ırmağa, suya yürü. Sureti gördün ama
manadan gafilsin. Akıllıysan sedeften inci seç, çıkar.”
Mesnevi c. II, 1020-23
Mevlâna’nın üzerinde durduğu gibi öncelikle
zahir ile bâtın olanın varlığını fark etmekle başlar yolculuk. Bâtıni olandan
haberi olmayanlar için henüz bir yol yoktur gidilecek. Suretler çeşit çeşittir,
biri biter biri başlar ve oyun devam eder.
Surete takılıp kalanlar onun ardındakini
görmekten mahrum olacak, Mevlâna’nın dediği gibi manayı görecek gönül gözü
olmadıkça oynamaya devam edecektir.
Kendi aslına geri dönüş sürecine, yola zahiri
bilgiyle çıkılır, başlangıçta akıl ve bilgiyle ilerlenir ancak bir üst aşamaya
geçmek için bunları bırakabilmek gerekir:
“At ve üzengi, deniz kıyısına kadar gider.
Ondan sonra tahtadan bir at gerek. Aklın seni Padişah (Allah) kapısına
getirinceye kadar iyidir. Aranır ve istenir. Fakat Kapı’ya geldiğin zaman sen
onu boşa. Çünkü o artık senin için zararlıdır, yolunu keser. O’na ulaşınca
kendini bırak, artık senin nedenle, niçinle ilgin kalmamıştır.”
Mesnevi c. VI, 696,4633
Kendi varlığının özüne ulaşabilme, aslolanı
görebilme en nihayetinde asıl kaynağı, sonsuz olanı görebilmeye varır. Bundan
mahrum olanlar, suret benliğinin ötesine geçemeyenler kör olanlardır:
“Aşağılık biri, dervişin birine dedi ki: Burada
seni kimse bilmiyor.
Derviş, ‘Yabancıyım bilmeyebilir. Fakat ben kim
olduğumu biliyorum ya.
Ya durum tersine olsaydı da dertlere, yaralara
uğrasaydım, O görseydi de ben kör olsaydım, kendimi görmeseydim; o zaman ne
yapardım?”
Mesnevi c. IV, 4331
Yukarıda dediği gibi kendini görememek yaralı,
hasta oluştur. Tedavi edilmesi gerekir. Bedenin hastalığında nasıl ki doktora
bırakıyorsak kendimizi, manevi hastalık denebilecek bu körlükte de bir mürşide
teslim olmak gerekir. Mürşid ise talep edene mutlaka ulaşır:
“Her nerede bir dert varsa, deva oraya gider;
nerede bir yoksul varsa, rızık oraya varır. Müşkül neredeyse cevap oradadır,
gemi neredeyse su oradadır!
Suyu az ara, susuzluğu elde et ki sular
yukarıdan da coşsun, aşağıdan da fışkırsın!”
Mesnevi c. III, 3210
Mevlâna aslının Aşk olduğunu söyler. Ölse de,
çürüse de yine o Aşk’ım demektedir. Çünkü ölen, çürüyen bedenidir, oysa can,
yaratımın hamuruna katılmış Aşk ile yoğrulmuştur. Aşk, sonsuz kopuşlarda
Varlıkların içtiği bir iksirdir. Ve bu iksir, Aşıklar tarafından şarap olarak
manalandırılır. Zafere ulaşmanın, ölmeden ölmenin, nefsi yenip, gönlündeki
ışığa ulaşmanın, yol bulup Rabb’in ışığı ile gönül gözünün açılıp, mana
denizinde bir damla olduğunun farkına varıp, bedende ışımanın anlamıdır Şarap.
Mevlâna bunu Mansur Şarabı olarak ifade eder. Eserlerinde ötelerden geldiğini
açıklamıştır.
“Gönlümden kopup
gelen o söz, o taraftan gelmededir.
çünkü gönülden gönüle pencere vardır.”
Mesnevi c. VI, 4196
Mevlâna’nın çağrısında, kendinden gelen değil
Hak’tan gelen “şeyler” vardır. Ötelerin,
mana âlemlerinin muhteşem görkemli Aşk’ının, bedende görünümüdür Mevlâna. Ve
kendi gönlündeki, ruhundaki o Aşkı akıtmış, kelimelere dökmüş, yüzlerce yıla
taşan bir anlayış, kavrayış ve hoşgörü enerjisi ile yaptığı çağrı olan “gel”
anahtarı, bilinçlerimizdeki nice kapıların açılmasına vesile olmuştur.
Aşk insanı başkalaştırır, dönüştürür, uyanışın
anahtarıdır. Mevlâna Sonsuz Olan’ın Şems’teki görünümüne aşıktı. Şems de bunu
pürüzsüz yansıtabilecek, tüm kirlerden arınmış bir aynaydı. Güneş ışığının
yansımasıyla ortaya çıkan güzel bir çiçek gibiydi. Işık olmasa görüntü olmaz,
aksedecek bir şey olmazsa da yine görüntü ortaya çıkmaz. Tezahürün, görüntünün
olabilmesi için ikisi de gereklidir.
Aşk, bütün cihanı kaplamıştır ama, sen onun
rengini bile göremezsin. Fakat onun ışığı bedene vurunca aşık olursun; betin
benzin solar, sararırsın!
Divan-ı Kebir c. II, 544
Aşk ebedidir, yaratılmamıştır, O’nun Yüce
Nurudur. İnsan arınma yolundadır. Arınma an be an gerçekleştikçe, an be an Aşkın
ışığına ulaşılır. Aşka kavuşursa insan, işte o zaman ölümsüzleşir, işte o zaman
ebedi olur. Aşk sarıp sarmalar, şifa olur tüm yaratılanlara, pınar olur akar
tüm kainata. Yaratıcı hakikatin parçası aslına ulaşır. Aşk kadar ebediyim
diyenlerin yolunda yol olur Aşk yoluna giren aşıklar. Şems gelir Mevlâna’nın
yüreği aydınlanır, kör olur maddeye bakan gözleri de, mana gözleri ile görür
her zerreyi, her zerredeki Aşkın görkemli muhteşemliğini. Söylenecek tüm
sözlerin tükendiği zamanda doğar Şems güneşi Mevlâna yüreğine, bir ateş gibi
düşer, açığa çıkar Aşk zerreleri ve dağılır dünyamıza. Her bilgi, Şems
değerine, gerçek değerine ulaşır. Alim iken bir Aşk insanı olur Mevlâna. Tüm
benliği, ilahi benlik içinde yok olur erir gider. Tüm insanlar bir olur gönül gözünde.
O göz ile çağrı yapar tüm insanlığa. Beden kadehini İlahi Aşk’ın nuru ile
doldurur, akıtır besler dünya maddesini ve insan zihinlerini. Yeni tohumlar
yeşerir tüm bedenlerin titreşimlerinde. Her bir hücre aşk ile doğar. Ancak
insan öylesine nefsaniyet ile doldurmuştur ki beden kadehini, yer bulamaz Aşk,
açığa çıkamaz. Mevlâna tüm eserlerinde nefsaniyetini yenmenin Aşk ile dolu
olmanın ancak kurtuluşa ve uyanışa götüreceğini de önemle vurgulamıştır ve biz
de kitabımızda buna açıkça yer vermeye çalıştık.
İnsanın değerini olabildiğince aktarmış ve “İnsan şekli, arştan da üstündür, düşünceye de
sığmaz” demiştir Mesnevi’sinde. (c. VI,
1005) Can olmasa, kainat bir cesettir, can ise her zerrededir. Her zerre can
taşır. liyakati olan kendi hücrelerinden o canı açığa çıkarır. Yok sayan,
caydırıcı etkilerle, dünya çarkında dönüp durur da, ta ki hatırlayana kadar.
Yüzünü maddeye dönen maddeye aşıktır, yüzünü Rabb’e dönen ilahi Aşkla dopdolu
olur ve nereye baksa Rabb’in yüzünü görür her zerrede ve tüm yansımalarda
kendini bulur.
Ne isterseniz o olursunuz... Gül isterseniz
gül...
Diken isterseniz diken olursunuz...
“Ey birader! Sen ancak o endişesin, o ruhtan
ibaretsin. Geri kalan şeyin kemik ve deriden başka bir şey değildir.
Eğer senin endişen gül ise, gülşensin; eğer
dikense, ancak bir külhânın odunusun, cehennem yakıtından başka bir şey
değilsin. Eğer sen gül suyu isen, seni başa sürerler, göğse, koyna serperler ve
eğer idrar gibiysen, seni dışarıya atarlar.”
Mesnevi c. II, 277
Evet... Mevlâna’nın söylediği gibi ne istersek
o oluruz. Çünkü herşey bizde, içimizde gizlidir. Pozitifler de, negatifler de,
yapıcı ve yıkıcı enerjiler de... Önemli olan şuurlu bir şekilde kendimizi nasıl
tezahür ettirdiğimiz ya da ettireceğimizdir. Seçim bize aittir. Ne istersek o
oluruz.
Tasavvuf aslında insanlığa bu mesajı vermiştir.
Mesajın da ötesinde bu yönde insanları eğitmiş ve ne olmak istediklerine
kendilerinin karar vermesini sağlamıştır.
Dönüştüren yol...
Dönüştürmeyen, bir yol açmayan fikir, söz neye
yarar? Mevlâna çok etkileyici bir uslüple dile getirir bu gerçeği:
“Az fakat faydalı söz şuna benzer: Yanmış bir
mum, yanmamış bir mumu öper-gider…”
Fihi mâ-Fih, 226
“Fikir ona derler ki bir yol açsın; yol ona
derler ki seni Âlemlerin Padişahı’na çıkarsın.”
Mesnevi c. II, 3207
Sufi Öğretisi’nin özüdür değişim ve dönüşüm.
İşte Mevlâna bu gerçeğe dikkatleri çekmiştir. İnsanların değişimi için gerekli
olan şeye yani bilgiye işaret etmiştir. Ve bunu dö-nüştüren söz olarak
nitelemiştir.
Söz ağızdan çıkar. Bu mürşidin kelamıdır.
Sırdır. Mürşidin müride vahyidir. Bu bir bilgilendirme sistemidir. Vahiydir
çünkü ruhsal irtibatın sonucu iletilen bir bilgi sistemidir.
Ruhsal bilgilendirme sistemi tüm tasavvufun ve
sufizmin temelidir. Ve Mevlâna da bunu birçok sözünde açık bir şekilde dile
getirmiştir.
Bu nedenle Mevlâna’nın eserlerini sadece edebi
bir eser ve sadece edebi bir zenginlik olarak niteleyemeyiz.
Mevlâna eserlerinin edebi değerinden öte
anlamlarına dikkat çekerek, bu gözle bakılması gerektiğini vurgulamıştır. Ona
göre satırlara dökülen bu beyitler sanatsal bir kaygıdan uzak, ilahi kaynaklı
sözlerdir. Bizce de Mevlâna’nın bâtıni yönünü hatırdan çıkarmadan onu ve
söylediklerini anlama gayretini göstermekle gerçeğe yaklaşılabilinir:
“Bu Mesnevî
mânâdır; feûlûn, fâilât değil”
“Şekle aldananlar mücevherlere bürünmüşler
mânâya değer verenler ise mânâ denizini
bulmuşlardır.”
Mesnevi c. I, 2742
“Bu kitap, masal diyene masaldır; fakat bu
kitapta hâlini gören, bu kitapla kendini anlayan kişi de erdir!”
Mesnevi c. IV, 3
Bir yandan da bu hissedişleri, bilgileri dile
dökmenin zorluğuna işaret etmiştir. Hakikati aktarmakta sözlerin, dilin ne
kadar yetersiz olduğunu “Candan yükselen sözleri, yine canı
perdeler” ifadesiyle dile getirir. Çünkü kendisinin de ifade ettiği gibi
bazı bilgileri, buna hazır olmayan insanları da düşünerek, sembollerle anlatmak
gerekir. Hazır olmayanlar için bu bilgilerin tesiri ağır gelir, sarsıcı
olabilir.
“Bunu yüz türlü
açar anlatırım ama ince sözlerden insanın aklı sürer…
Onun için vazgeçiyorum!”
Mesnevi c. IV, 902
“Bir bakış vardır, iki fersahlık yolu görür;
bir bakış vardır, iki âlemi de görür, padişahın yüzünü de.
Bu ikisinin arasında sayıya sığmaz fark var. “
Mesnevi c. VI, 1464
Mevlâna’nın yukarıda ifade ettiği gibi
insanların anlayış, algı ve idrak kapasiteleri birbirinden farklılık gösterir.
Dolayısıyla onun sözlerinin asıl anlamlarına ancak iki âlemi de görenler,
gönlünü bunları alabilecek derecede temizleyenler, orada Tanrı’dan başkasına
yer bırakmayanlar ulaşabilecektir.
“Biz, işlerin gidişatını öğrenmiş olduğumuzdan
ağızlarımızı mühürlediler.
Gayp sırları faş olmasın. Şu hayat, şu geçim
yıkılmasın diye bizi söyletmiyorlar.
Gaflet perdesi tamamıyla yırtılmasın, mihnet
tenceresi yarı ham kalmasın diye susturdular bizi.
Kulağımız kalmadı ama baştan ayağa kulağız.
Ağzımız söylemiyor, dudağımız yok ama baştanbaşa sözüz.”
Mesnevi c. VI, 3525
Mevlâna, sırları normal hayat düzeninin
sarsılmaması için söyletmiyorlar, susturdular bizi diyor. Ancak ne kadar
söylemese de o baştan sona o bilgiyle dolu olduğu için bizatihi kendisi nur
olmuştur. Yazılmasa da, söylenmese de içinde bulunulan hâl akar, gönüllere,
görebilenlere.
Mevlâna çok okundu, anlatıldı, sayısız kitaplar
yazıldı. Yurtdışında onunla ilgili kuruluşlar oluşturuldu. Ancak hâla tam
olarak anlaşılabildiğini söyleyebilmek oldukça zor görünüyor.
Şems gittiğinde Mevlâna ondan haber verenlere
hediyeler veriyordu, yalan olduğu bile bile. Ona bunun yalan olduğunu
söyleyenlere “Bunlar yalan
sözler içindi. Gerçeğini söyleseler canımı veririm” demişti.
Bizim çalışmamız da, onu tam anlamıyla
anlatmaya yeterli olmasa da, tüm hakikatini ortaya koyamasak da ona Şems’ten
haber verenler gibiyiz. Onun hakkında ne kadar konuşulsa, kitaplar yazılsa da
yetmez ve hangi yönden yaklaşılırsa yaklaşılsın sadece ondan söz edildiği için
bu sözler değerlidir.
“Hani başında bir kuş olur da, uçmasın diye
canın titrer.
Yerinden bile kıpırdamaz, o güzelim kuş
havalanmasın dersin.
Nefes almaz, öksürüğün bile gelse kendini
sıkar, o devlet kuşu uçar diye korkundan öksürmezsin bile.
O sırada birisi sana tatlı yahut acı bir söz
söylese, ağzına parmağını kor, ‘sus!’ demek istersin.
İşte o kuş hayrettir. Seni susturur. Tencerenin
ağzını kapatır, seni kaynatmaya başlar.”
Mesnevi c. V, 3245
“Bir hayret lazım ki, düşünceleri silip
süpürsün. Hayret fikirleri de yok eder, zikirleri de!”
Mesnevi c. III, 1116
Hepimize bu hayreti yaşatacak vesileler nasip
olsun...
Mesnevi I-VI, Mevlâna Celaleddin, çev. İzbudak,
Veled, MEB yay.
Divân-ı Kebir I-IV, Mevlâna Celaleddin, haz.
Gölpınarlı, A. KB yay.
Fihi Mâ Fih,Mevlâna Celaleddin, çev.
Anbarcıoğlu, Ü. MEB yay.
Mecalis-i Seba, Mevlâna Celaleddin, çev.
Gölpınarlı, A.
Makâlât-ı Şems, Şemseddin Muhammed Tebrizi
Mesneviden Seçmeler I-II, Cevâhir-i Mesneviyye,
Can, Şefik,
Ötüken Yayınları
Sevâkıb-ı Menâkıb, Prof. Dr. Ayan, H. - Prof.
Dr. Ayan, G. - Dr. Erol,
E., , Rumi yay.
Âriflerin Menkıbeleri I-II, Eflaki, Ahmet, MEB.
yay.
Mevlâna’ya Göre Manevi Gelişim, Küçük, Osman
Nuri, İnsan yay.
Şems, Nefes Yay.
Meta Ansiklopedi, Salt, A. - Çobanlı, C., Ruh
ve Madde yay.
Metapsişik Terimler Sözlüğü, Arıkdal, Ergün,
Ruh ve Madde yay.
Mevlâna ve Medyomluk, Saruhan, Ruhi, Ruh ve
Madde yay.
Mevlâna’nın Gizli Öğretisi, Baldock, John,
Sınırötesi yay.
Hz. Hızır Kimdir, Dinç, Nilüfer, Sınırötesi
yay.
En-el Hak Gizli Öğretisi, Yeşiltaş, Kevser,
Sınırötesi yay.
Kur’an-ı Kerim’in Gizli Öğretisi, Candan,
Ergun, Sınırötesi yay.
İbtidânâme, Veled, Sultan, çev. A. Gölpınarlı
Kamil Mürşidin Portresi, Şahinler, N., Furkan
yay.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar