Print Friendly and PDF

SUBLİMİNAL: BİLİNÇDIŞINIZ DAVRANIŞLARINIZI NASIL YÖNETİR?




 

Okuyanus
I. Baskı: İstanbul, Ocak 2013

 

SUBLİMİNAL:

BİLİNÇDIŞINIZ
DAVRANIŞLARINIZI
NASIL YÖNETİR?

İngilizceden Çeviren: Nuray Önoğlu

Yazar Hakkında:

Kuantum mekaniği üzerine çalışmalarıyla da tanman ABD'li fizikçi ve yazar Leonard Mlodinow (doğ. 1954), Holokost'tan kurtulmayı başaran bir anne ve babarun oğlu olarak Chicago-Illinois'te dünyaya geldi. Mlodinow'un babası, doğup büyüdüğü yer olan Czestochowa'daki (Polonya) Nazi yönetimine karşı gerçekleşen Yahudi direnişinin lideri kabul edilir.

Henüz küçük yaşlardayken matematik ve kimyaya ilgi duymaya başlayan Mlodinow, lisede okurken de Illinois Üniversitesi'ndeki bir proföserden organik kimya dersleri aldı ve -Feynman's Rainbow adlı kitabında anlattığı üzere- yarıyıl tatilini geçirmek üzere gittiği İsrail'de kaldığı yerin kütüphanesinde bulduğu birkaç İngilizce kitaptan biri olan The Feynman Lectures on Physics'i okuduktan sonra ilgi alanını fiziğe kaydırdı.

Yayımladığı kitaplar ve araştırmalar dışmda Beyond the Horizon adlı filmin senaryosunu yazarken Uzay Yolu: Yeni Nesil ve MacGyver gibi dizilerin senaristliğini de yapan Leonard Mlodinow, 2008-2010 yılları arasmda efsane fizikçi ve evrenbilimci Stephen Hawking'le birlikte Büyük Tasarım adlı kitap üzerinde çalıştı.

İçindekiler

11

Önsöz

  1. İKİ KADEMELİ BEYİN

BİRİNCİ BÖLÜM: Yeni Bilinçdışı        21

Subliminal benliklerimizin gizli rolü...

Annenize telefon etmiyorsanız bu ne anlama gelir?

İKİNCİ BÖLÜM: Duyular Artı Zihin Eşittir Gerçeklik 47 Beynin iki kademeli yapısı...

Bir şeyi farkında olmadan nasıl görürsünüz?

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: Hatırlamak ve Unutmak        75

Beyin hatıraları nasıl oluşturur?

Neden bazen asla olmamış şeyleri hatırlarız?

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: Sosyal Olmanın Önemi        109

İnsanın sosyal karakterinin temel rolü...

Tylenol neden kırık bir kalbi onarabilir?

  1. SOSYAL BİLİNÇDIŞI

BEŞİNCİ BÖLÜM: İnsanları Okumak        145

Konuşmadan nasıl iletişiriz?

Gözlerine bakarak kimin patron olduğunu nasıl anlayabiliriz?

ALTINCI BÖLÜM: İnsanları Dış Görünüşlerine Göre

Yargılamak        169

Giysilerden, sesten ve dokunuştan neleri anlarız?

Oy verenlerin desteğini sağlamanın, karşı cinsten birinin ilgisini nasıl çekmenin ve inek kuşunu büyülemenin yolları...

YEDİNCİ BÖLÜM: İnsanları ve Şeyleri Sınıflandırmak 193 Şeyleri ve insanları neden sınıflandırırız?

Lincoln, Gandhi ve Che Guevara'nın ortak yönleri nedir?

SEKİZİNCİ BÖLÜM: İç Grup ve Dış Grup        213

Biz ve onlar ayrımının dinamikleri...

Sineklerin Tanrısı'nm ardındaki bilim?

DOKUZUNCU BÖLÜM: Duygular        233

Duyguların doğası... Yüzlerce metreden koca kayaların üstüne düşme beklentisinin etkisi neden flörtöz bir gülüş ve siyah saten bir geceliğinkiyle aynıdır?

ONUNCU BÖLÜM: Kendilik        259

Benliğimiz onurunu nasıl korur? Neden planlar aşırı iyimserdir ve başarısız BÎS'ler neden altın bir paraşütü hak ettiklerine inanır?

Teşekkür        '        289

Notlar        291

Dizin        319

Bu kitap Christof Koch, K-lab ve kariyerlerini insan zihnini anlamaya adamış bütün herkese adanmıştır.

Önsöz

Başımıza gelen her şeyin bu subliminal boyutları gündelik hayatımızda pek az rol oynuyor gibi görünebilir. Fakat bunlar âdeta bilinçli düşüncelerimizin görünmez kökleridir.

Cari Jung

Amerikalı filozof ve bilim adamı Charles Sanders Peirce, Haziran 1879'da buharlı bir gemiyle Boston'dan New York'a giderken, altm saati lüks kamarasmdan çalınmıştı. Peirce hırsızlığı gemi yönetimine bildirmiş ve geminin bütün mürette- batınm güvertede dizilmesi için ısrar etmişti. Hepsini teker teker sorgulamış, ama bir sonuca ulaşamamıştı. Ardmdan, kısa bir yürüyüş yaptıktan sonra, tuhaf bir şey yapmıştı. Şüphelerini dayandıracak hiçbir kanıtı olmamasma rağmen, tıpkı ikili bir çiftle bütün elindekini ortaya süren bir poker oyuncusu gibi, failin kim olduğunu tahmin etmeye karar verdi. Tahminde bulunur bulunmaz da, doğru adamı işaret ettiğinden emin oldu. "Bir dakika kadar süren küçük bir tur athm" diye yazacaktı daha sonra, "ve güvertede dizilmiş mürettebata döndüğümde, şüphenin gölgesi bile kalmamıştı".2

Peirce, kendinden emin bir şekilde şüpheliye yaklaşmış ama adam blöfünü görmüş ve bütün suçlamaları reddetmişti, îddiasmı destekleyecek hiçbir kanıtı ve mantıklı gerekçesi olmayan Peirce'm gemi limana yanaşana kadar yapabileceği bir şey yoktu. Gemi limana girdikten sonra, bir özel dedektiflik bürosuna giderek, konuyu araştırması için bir dedektif tuttu Peirce. Dedektif, Peirce'm saatini ertesi gün bir rehinci dük-

kânında buldu. Peirce, dükkân sahibinden saati rehine koyan adamı tarif etmesini istedi. Peirce'a bakılırsa rehinci şüpheliyi "öylesine iyi tarif etti ki benim adam olduğu konusunda hiç şüphe kalmadı"... Peirce hırsızm kimliğini nasıl olup da doğru tahmin edebildiğini merak etti. Ve zihnin bilinçli düzeyinin altmda çalışan bir tür içgüdüsel algmın kendisine yol gösterdiği sonucuna vardı.

Eğer bu hikâye yalnızca spekülasyonla sonuçlanmış olsaydı, bir bilim inşam, Peirce'm açıklamalarmı "küçük bir kuş söyledi" denilmesinden daha fazla inandırıcı bulmazdı. Fakat beş yıl sonra Peirce, ilkin fizyolog E. H. Weber'in 1843 yılmda gerçekleştirdiği bir işlemi uyarlayarak, bilinçsiz algı konusundaki düşüncelerini laboratuvar deneyine dönüştürmeyi başardı. Weber, deneğin hissedebildiği en küçük ağırlık değişimini tespit edebilmek için, birbirinden çok az farklı ağır- lıkları, deneğin teni üzerindeki bir noktaya koymuştu.3 Peirce ve ödüllü öğrencisi Joseph Jastrow tarafmdan gerçekleştirilen deneyde, araşhrmanm deneklerine bu hissedilebilen en düşük ağırlıktan biraz daha düşük ağırlıktaki nesneler uygulanıyordu (aslma bakılırsa, bu denekler Peirce ve Jastrow'dan başkası değildi; deneyi birbirleri üzerinde yapıyorlardı). Daha sonra, ağırlıklar arasmdaki farkı bilinçli olarak hissetmelerine olanak bulunmamasma rağmen, birbirlerinden en ağır cismin hangisi olduğunu belirlemeye çalışmalarını ve tahminlerinin ne isabetli olduğundan ne kadar emin olduklarım 0 ila 3 arasmdaki bir ölçekte işaretlemelerini istediler. Doğal olarak, yaklaşık bütün tahminlerde iki adam da O'ı işaretledi. Fakat tahminlerinin doğru olduğuna hiç güvenmemelerine rağmen, denemelerinin yüzde altmışından fazlasmda, en ağır cismi tahmin etmeyi başarmışlardı ve bu şans eseri olamayacak kadar yüksek bir orandı. Daha sonra Peirce ve Jastrow deneyi başka içeriklerle sürdürdüler: Farklı derecede parlaklığı olan yüzeyleri ayırmak vb. gibi deneylerden de benzer sonuçlar elde ettiler: Bu sonuca ulaşmalarına olanak verecek bilgiye bilinç düzeyinde erişmeleri mümkün olmasa bile, cevabı genellikle doğru bir şekilde tahmin edebiliyorlar-

dı. Bu bilinçsiz zihnin, bilinçli zihnin kaçırdığı bilgilere sahip olduğunun bilimsel yöntemlerle ilk gösterilişiydi.

Peirce, daha sonra ipuçlarının bilinçsizce algılanması yeteneğini, kayda değer bir doğruluk derecesiyle "bir kuşun müziksel ve uçma yetenekleriyle kıyasladı ve tıpkı kuşlarm ötmesi ve uçması gibi, bu yeteneğin de bizim içgüdüsel güçlerimizin en yücesi olduğunu" söyledi. Kendisi başka yerlerde de bu yeteneğimizden "İçsel ışık... Öyle bir ışık ki o ışık olmaksızın, varlık mücadelesindeki kesin yetersizliği nedeniyle, insan ırkı çoktan ortadan kalkmış olurdu." diye söz etti. Başka bir deyişle, bilinçdışının yaptığı işlev evrimsel hayatta kalma mekanizmamızm çok önemli bir parçasıdır.4 Aradan yüz yılı aşkm zaman geçtikten sonra, araştırma ve klinik psikologlar, artık hepimizin bilinçli düşünce ve duygularımıza paralel olarak devam eden ve onlar üzerinde belli bir doğruluk derecesiyle ölçmeyi becermeye henüz başlayabildiğimiz yollardan güçlü etkiler yapan, zengin ve etkin bir bilinçdışı hayatımız olduğu gerçeğinin farkma varmışlardır.

Cari Jung şöyle yazar: "Bilinçli olarak farkma varmadığımız belli olaylar vardır; bunlar, deyim yerindeyse, bilinç eşiğinin altmda kalırlar. Bunlar olmuştur, fakat subliminal olarak algılanmışlardır."5 "Subliminal" sözcüğü Latincedir ve "eşiğin altmda" anlamına gelir. Psikologlar bu terimi "bilinç eşiğinin altmda kalan" anlammda kullanırlar. Bu kitap, algımızı genişleten subliminal etkiler; bilinçsiz zihinsel süreçlerimiz ve bu süreçlerin bizi nasıl etkilediği hakkındadır. İnsan yaşantısını tam anlamıyla kavrayabilmek için, bilinçli ve bilinçsiz benliklerimizin her ikisini ve birbirleriyle nasıl etkileştiklerini anlamamız gerekir. Beynimizin subliminal kısımları bizim için görünmezdir; buna rağmen hayatı bilinçli bir şekilde nasıl deneyimleyeceğimizi, kendimizi ve başkalarım nasıl gördüğümüzü, hayatımızda her gün olup biten şeylere yüklediğimiz anlamları, kimi zaman ölüm-kalım meselesi olabilecek hızlı kanaat ve kararlara ulaşma yeteneğimizi ve bütün bu içgüdüsel deneyimlerin sonucunda yaptığımız şeyleri çok temelden etkiler.

Jung, Freud ve başkaları geçtiğimiz yüzyıl boyunca insan davranışının bilinçdışı boyutuna ilişkin olarak bol bol kafa yormuşlarsa da, kullandıkları yöntemler (iç gözlem, aleni davranışların gözlemlenmesi, beyin hasarı olan insanlarm incelenmesi, hayvanların beynine elektrotlar yerleştirilmesi vb.) ancak muğlak ve dolaylı bilgiler sağlayabilmiştir. Bütün bunlar olup biterken, insan davranışının gerçek kökenleri karanlıkta kalmaya devam etmiştir. Günümüzde durum artık değişmiştir: Karmaşık yeni teknolojiler, beynimizin bilinçli zihnimizin alfanda iş gören kısımlarım anlamamız konusunda devrim yarattı; bu kısımdan ben, subliminal dünya, diye söz ediyorum. Bu teknolojiler, insanlık tarihinde ilk kez olmak üzere, bilinçdışmm gerçekten bilimsel yöntemlerle incelenmesini mümkün kıldı. Bilinçdışmı inceleyen bu yeni bilim, bu kitabm konusudur.

Yirminci yüzyıldan önce, fizik bilimi, büyük bir başarıyla, maddi dünyanın insanlarm gündelik deneyimleri aracılığıyla algılandığım tanımlamıştır. İnsanlar her çıkışın bir inişi olduğunu fark etmiş ve en sonunda yukarı fırlatılan bir cismin ne kadar zaman soma geri döneceğini hesaplamamn yolunu bulmuşlardır. 1687 yılmda Isaac Newton gündelik gerçekliğin matematiksel ifadesini keşfetmeye yönelik çalışmalarının sonuçlarım Philosphiae Naturalis Principia Mathematica/Doğal Felsefenin Matematiksel İlkeleri adlı kitabmda topladı. New- ton'un formüle ettiği yasalar öylesine önemliydi ki aym ve çok uzaklardaki gezegenlerin yörüngelerinin hesaplanmasına olanak veriyordu. Fakat 1900'ler civarmda, bu düzenli ve rahat dünya sarsıldı. Bilim insanları, Newton'un tammladığı gündelik manzaranın altmda yatan, bugün kuantum teorisi ve görecelilik, diye adlandırdığımız başka bir gerçeklik düzeyi keşfettiler.

Bilim insanları maddi dünyaya ilişkin teoriler oluştururlar; tıpkı sosyal varlıklar olarak bizlerin sosyal dünyamız hak- kında kişisel "teoriler" oluşturmamız gibi. Bu teoriler insan toplumuna katılma macerasmın birer parçasıdır. Başkalarının davranışlarım yorumlamamıza, ne yapacaklarmı öngörme-

mize, onlardan istediklerimizi nasıl elde edebileceğimize ilişkin olarak tahminlerde bulunmamıza ve en nihayet, onlara karşı ne hissedeceğimize karar vermemize bu "teorilerimiz" neden olur. Paramızı, sağlığımızı, arabamızı, kariyerimizi, çocuklarımızı yahut kalbimizi karşımızdakilere emanet edip edemeyeceğimize bunlara dayanarak karar veririz. Tıpkı maddi dünya için doğru olduğu gibi; sosyal evrende de bizim naifçe deneyimlediğimizin altında yatan bambaşka bir gerçeklik vardır. Fizikteki devrim, on dokuzuncu yüzyılm sonu ila yirminci yüzyılın başı arasmda, atomlarm ve yeni keşfedilen proton ve elektron gibi atom alh parçacıklarm acayip davramşlarmı ortaya koyan yeni teknolojiler keşfedilmesiyle olmuştu ve benzer şekilde, sinirbilim alanında günümüzde sahip olduğumuz yeni teknolojiler de bilim insanlarının daha derindeki bir zihinsel gerçekliği ortaya koymalarma olanak sağlıyor; bu öyle bir gerçekliktir ki insanlık tarihinin daha önceki dönemleri boyunca gözlerden saklı kalmıştır.

Zihin bilimi yeni teknolojilerden özellikle biri tarafmdan yeniden yapılandırılmıştır. Fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme yahut fMRI, 1990'11 yıllarda keşfedilmiştir. Doktorlarmızın kullandığı MRI cihazlarma benzeyen bir cihazdır; tek farkı fMRI'm kan dolaşımmdaki çok hafif artma ve azalmalara bağlı değişimleri tespit ederek, beynin değişik yapılarmdaki faaliyetlerin haritasmı çıkarmasıdır. Bu şekilde fMRI, çalışan beynin içinin ve dışmm üç boyutlu bir resmini, beyindeki faaliyet düzeyinin bir milimetreye kadar inen bir çözünürlükteki haritasmı çıkarır. fMRI'nin neler yapabileceğini anlamak için şu örneği dikkate alm: Bilim insanları artık beyninizden derledikleri verileri, bakmakta olduğunuz bir resmi yeniden kurgulamak için kullanabilmektedirler.6

Aşağıdaki resimlere bir göz atm. Her birinde soldaki deneğin bakmakta olduğu resmi, sağdaki ise bilgisayarm yaptığı yeniden kurgulamayı göstermektedir. Yeniden kurgulama fMRI'nin deneğin beyin faaliyetinden elde edilen elektromanyetik okumalara dayalı olarak ve gerçek resme kesinlikle başvurulmadan yapılmıştır. Resimler, beynin deneğin görme

alanının belli bölgelerine tepki veren kısımlarından elde edilen verilerin, beynin farklı temalara tepki veren başka alan- larmdan gelen verilerin birleştirilmesiyle tamamlanmıştır. Daha sonra bir bilgisayar altı milyon resmin yer aldığı bir veri tabanını kullanarak, bu değerlere en uygun resmi seçmiştir.

Gerçek resim

Bilgisayarın tahmini

Bu tür uygulamalarm sonucu, kuantum devrimi kadar radikal, büyük ve ani bir ilerleme olmuş; beynimizin nasıl ça- lıştığma ve bizlerin, insan türü olarak nasıl varlıklar olduğumuza ilişkin yeni bir kavrayışm yolu açılmıştır. Bu devrimin bir adı vardır yahut en azından doğurduğu yeni disiplinin

bir adı var: Bu alanın adı sosyal sinirbilimdir (social neuroscience). Bu disiplini konu alan ilk resmi bilimsel toplantı 2001 yılının Nisan aymda yapılmıştır.

Car Jung insani deneyimlere ilişkin bilgi edinmek için rüyaları ve mitolojiyi incelemek gerektiğine inanırdı. Jung, tarihin uygarlığımızda vuku bulmuş olaylarm hikâyesi; rüyalar ve mitlerin ise insan yüreğinin zamanı ve kültürleri aşan dışavurumları olduğuna işaret etmiştir. Rüyalar ve mitler, henüz uygarlıklar onları örtüp gizlemeden önce, davranışlarımızı kontrol eden bilinçdışı içgüdülerden kaynaklanır ve bize insan olmanm ne anlama geldiğini en derin düzeyde öğretirler. Bugün, beynimizin nasıl çalıştığma ilişkin bulmacanın parçalarmı bir araya getirirken, insan içgüdülerini doğrudan incelemek ve beyindeki psikolojik kökenlerini görmek olanağı da buluyoruz. Ancak bilinçdışmm nasıl çalıştığını keşfetmek suretiyle hem başka türlerle nasıl akraba olduğumuzu hem de bizi benzersiz şekilde insan kılan şeylerin neler olduğunu layıkıyla anlamamız mümkün olabilir.

Gelecek bölümlerde evrimsel mirasımız, zihinlerimizin zemininin altmda sürüp giden şaşırtıcı ve tuhaf güçler ve bu bilinçdışı içgüdülerin genellikle iradi ve rasyonel kabul edilen davranışlarımız üzerindeki, vaktiyle kabul ettiğimizden çok daha güçlü etkisini araştıracağız. Eğer sosyal dünyayı hakikaten anlamak istiyorsanız, eğer kendinizi ve başkalarmı hakikaten anlamak istiyorsanız ve bundan da öte, eğer haya- fanızı mümkün olan en dolu, en zengin şekilde yaşamaktan sizi alıkoyan engellerin üstesinden gelmek istiyorsanız, her birimizin içinde gizli olan subliminal dünyanm etkilerini anlamanız gerekir.

I. İKİ KADEMELİ BEYİN

BİRİNCİ BÖLÜM

Yeni Bilinçdışı

Kalbin kendine özgü, mantığın anlamadığı sebepleri vardır.

-Blaise Pascal

Annem seksen beş yaşındayken, oğlumdan, Bayan Dinner- man adlı bir Rus kaplumbağası miras âldı. Kaplumbağa annemin bahçesinde, tel örgü ile çevrilmiş çimenlikli ve çalılıklı geniş bir alanda yaşıyordu. Annemin dizleri giderek iyice çalışmaz hale geliyordu ve bu nedenle geleneksel iki saatlik yürüyüşlerini, mahalledeki kısa bir yürüyüşe dönüştürmek zorunda kalmıştı. Kolayca ulaşabileceği yeni bir arkadaş arıyordu ve kaplumbağa bu görevi kaptı. Kafesi kayalarla ve odun parçalarıyla süslüyor ve sanki banka memurunu ve süpermarketteki kasiyeri ziyaret eder gibi, hayvanı her gün ziyaret ediyordu. Bazen Bayan Dinnerman'a çiçek aldığı bile oluyordu; anneme sorarsanız çiçekler kafesi güzelleştiriyordu ama kaplumbağa çiçeklere Pizza Hut'tan getirilmiş yiyecek muamelesi ediyordu.

Kaplumbağa buketlerini yediğinde, annem bunu sorun etmiyordu. Hayvanm yaptığım sevimli buluyordu. "Bakm nasıl hoşuna gidiyor!" diyordu. Fakat rahat hayatma, geniş yuvasına ve taze çiçeklerine rağmen, Bayan Dinnerman'm hayattaki asıl amacı kaçmakmış gibi görünüyordu. Yemek yemediği ve uyumadığı zamanlarda, yuvasınm çeperinde dolaşarak, tel örgüde boşluk arardı. Tel örgüye tırmanmaya bile kalkıştığı olur, bu durum spiral merdivenlerden inmeye çalışan bir

kaykaycı kadar tuhaf bir manzara oluştururdu. Annem onun bu tutumuna da insanca yaklaşırdı. Annem açısmdan, Bayan Dinnerman'm uğraşları, tıpkı Büyük Kaçış filminde, Nazi kampmdan kaçan savaş tutsağı Steve McÇueen'inkiler gibi, kahramancaydı. "Bütün yaratıklar özgürlük ister," demişti annem bana. "Burada rahatı yerinde olsa bile, kapalı olmaktan hoşlanmıyor." Annem Bayan Dinnerman'm sesini tanı- ğına ve ona seslendiği zaman tepki gösterdiğine inanıyordu. Kendisini anladığına inanıyordu. "Onun davranışlarma çok fazla anlam yüklüyorsun" diyordum anneme. "Kaplumbağalar ilkel yaratıklardır." Onun inandırmak için deli gibi elimi kolumu sallayıp bağırıyor, sonra da kaplumbağanın nasıl hiç dikkate almadığmı gösteriyordum. "Eee, ne olmuş?" diyordu annem. "Çocuklarm da seni dikkate almıyor ama onlara ilkel yaratıklar demiyorsun?"

İradi, bilinçli davranışları: alışılagelmiş ve otomatik olanlardan ayırt etmek zor olabilir. Gerçekten de biz insanlar dav- ranışlarm bilinçli olarak yapıldığına inanmaya öylesine me- yilliyizdir ki yalnızca kendi davranışlarımızı değil, hayvanlar âlemi mensuplarmın davramşlarmı da böyle okuruz. Bunu ev hayvanlarımıza da yaparız. Bu tutuma antopomorfize etmek/ insana benzetmek/insanlaştırmak denir. Kaplumbağamız savaş tutsağı kadar cesurdur, kedimiz seyahate çıkmamızı istemediği için bavulumuzun üzerine çıkmıştır, köpeğimizin postacıdan nefret etmesi için iyi bir gerekçesi olmalıdır vb. Basit hayvanlar bile, bize insan gibi düşünerek ve amaçlayarak davranıyor gibi gelebilir. Mütevazı meyve sineği, örneğin, gerçekleştirdiği karmaşık çiftleşme ritüeli esnasmda dişisine ön ayağıyla hafifçe vururken, kur yapma şarkısı niyetine de kanatlarını titreştirir. 1 Eğer dişi erkeğin yaklaşmasını kabul edecekse, hiçbir şey yapmaz ve erkek o andan itibaren işleri ele alır. Eğer cinsel olarak alıcı durumda değilse, bacakları yahut kanatlarmı kullanarak erkeği silkeleyecek ve kaçacaktır. Her ne kadar ben insan dişisinde korkutucu ölçüde benzer tepkilere neden olmuşsam da, meyve sineği bu çiftleşme ri- tüelini gerçekleştirmeye tamamen programlanmıştır. Meyve

sinekleri ilişkileri nereye gidiyor diye tasalanmaz; sadece do- ğalarmda içkin olarak bulunan rutinleri gerçekleştirir. Aslına bakılırsa, davranışları biyolojik yapılarına öylesine bağlıdır ki, bilim insanları tamamen heteroseksüel bir meyve sineğine verildiğinde, birkaç saat içinde onu eşcinsel bir sineğe çeviren bir kimyasal madde keşfetmişlerdir.2 C. Elegans adı verilen ve yalnızca bin hücreden oluşan kancalı kurt bile bize bilinçli niyetle hareket ediyormuş gibi görünebilir. Örnek olarak, laboratuvarda gayet yenebilir bir bakteriyi sürünerek geçer ve Petri kabınm başka bir yerindeki leziz bir parçaya doğru gider. Kişi burada kanca kurdunun özgür iradesini kullandığım düşünme eğilimi gösterebilir ve tıpkı bizim pek cazip olmayan sebze yerine yüksek kalorili bir tatlıyı tercih edişimizdeki gibi davrandığmı düşünebilir. Fakat bir kancalı kurt kendi kendine çapımı kontrol altmda tutmam lazım diye düşünmez, sadece peşine düşmeye programlanmış olduğu besine doğru hareket eder.

Meyve sinekleri ve kaplumbağalar gibi hayvanlar, beyin gücü bakımmdan zayıf hayvanlar arasmda yer alır, fakat otomatik davranış biçimi yalnızca bu tür ilkel hayvanlarla smırlı değildir. Biz insanlar da pek çok otomatik, bilinçsiz davramş- ta bulunuruz. Ancak, bilinçli ve bilinçdışı zihinlerimiz arasmdaki karşılıklı etkileşim öylesine karmaşıktır ki bunları fark etmemek eğilimindeyizdir. Bu karmaşıklığm kökleri beynimizin fizyolojisindedir. Biz memelilerin beynimizde, daha ilkel sürüngen beynimizin üstünde büyümüş yeni korteks katmanları bulunur; biz insanların beyninde ise bunların da üzerine eklenmiş beyin malzemesi vardır. Beyinde bilinçdışı bir zihnimiz ve bunun üzerine eklenmiş bilinçli bir zihnimiz vardır. Duygularımızın, yargılarımızm ve davranışlarımızın ne kadarmm hangisinden kaynaklandığım söylemek oldukça zordur; çünkü bu ikisi arasmda sürekli gider geliriz. Örneğin bir sabah postaneye uğramaya niyetleniriz ama postaneye dönmemiz gereken noktada sağa döner, işe gideriz; çünkü otomatik olarak, yani bilinçsiz bir şekilde hareket etmekteyiz- dir. Daha sonra polise neden kurallara aykırı bir U dönüşü

yaptığımızı açıklamaya çalışırken, bilinçli zihnimiz en makul mazereti bulmaya çalışırken; bilinçsiz zihnimiz de fiilleri, dilek kiplerini ve belgisiz sıfatları gerektiği gibi kullanma hesabı yapar ki bahanemizi doğru düzgün bir gramerle ifade edebilelim. Polis arabadan inmemizi isterse, bilinçli olarak bu isteğe uyarız ama içgüdüsel olarak ondan bir metreden biraz fazla bir mesafede dururuz; oysa arkadaşlarımızla konuşurken bu mesafeyi otomatik olarak yetmiş santimetre civarına düşürürüz (çoğumuz başkalarıyla aramıza koyduğumuz bu üzerinde konuşulmayan mesafelere üzerinde hiç düşünmeden uyarız ve bu mesafeler aşıldığmda, tedirgin olmaktan kendimizi alamayız).

Bir kez dikkatimiz çekildikten itibaren, basit kimi davra- nışlarımızın (şu sağa dönüşü yapmak türünden) otomatik olduğunu kabul etmek kolaydır. Asıl sorun ise üzerinde ay- rıntılı olarak düşündüğümüzü ve tamamen rasyonel olduğunu sandığımız; hayatımız üzerinde çok daha büyük etki yapması muhtemel, daha karmaşık ve asli davranışlarm da otomatik olması durumudur. Bilinçdışımız, "Hangi evi satın almalıyım?", "Hangi hisse senedini satmalıyım?", "Çocuğuma bakması için bu kişiyi tutmalı mıyım?", türünden, yahut "Bakmaktan kendimi alamadığım parlak mavi gözler uzun sürelik, sevgi dolu bir ilişki için yeterli gerekçe midir?" gibi sorulara verdiğiniz cevapları nasıl etkiliyor?

Eğer hayvanlarda otomatik olan davramşları tanımak zorsa, kendimizdeki bu tür davramşları tanımak daha da zordur. Lisansüstü öğrenimim esnasmda, annemin kaplumbağa döneminden çok önce, her Perşembe akşamı saat sekiz civa- rmda annemi telefonla arardım. Sonra, bir Perşembe aramadım. Çoğu ebeveyn bu durumdan unuttuğum yahut "nihayet kendime ait bir hayat kurduğum" ve akşamı geçirmek üzere dışarıya çıktığım sonucuna varırdı. Ama annemin yorumu başka türlü oldu. Saat dokuzdan itibaren, kaldığım daireyi arayarak beni sormaya başladı. Ev arkadaşım ilk dört beş aramayı mesele yapmadı ama ertesi sabah anladığım kadarıyla, kızcağızın iyi niyeti yetersiz kalmış. Özellikle de annem ev

arkadaşımı benim ağır yaralı olduğum, hastanede baygm yattığım için annemi arayamadığım gerçeğini kendisinden sakladığı için suçlamaya başlaymca. Gece yarısı olduğunda annem senaryoya birkaç ek daha yapmış; artık oda arkadaşımı öldüğümü gizlemekle itham ediyormuş. “Neden bana yalan söylüyorsun ki" diyormuş annem, "nasılsa öğreneceğim."

Çoğu evlat, annesi gibi kendisini hayatı boyunca tanıyan birinin, karşı cinsten biriyle buluşmasmı ölmüş olmasm- dan daha az inandırıcı bulmasmdan utanç duyacaktır. Ama ben annemin daha önce de benzer davranışlar sergilediğini görmüştüm. Dışarıdan bakanlara, kötü ruhlara inanmak ve akordeon müziği sevmek gibi ufak tefek tuhaflıkları olan, son derece normal bir birey gibi görünürdü. Bunlar içinde büyüdüğü kültürün, eski ülkesi Polonya'nın kalmtıları olarak beklenen şeylerdi. Ama annemin zihni, tanıdığım başka herkesinkinden farklı çalışırdı. Bugün, bunun neden böyle olduğunu, annemin kendisi farkmda olmamasma rağmen anlıyorum: On yıllar önce, annemin ruhu (psikolojisi) bizim bugün asla hayal bile edemeyeceğimiz koşullar altmda yeniden biçimlenmişti. Her şey 1939'da, annem on altı yaşmdayken, başlamıştı. Annesi bütün bir yıl boyunca korkunç ağrılarla kıvrandıktan sonra, mide kanserinden ölmüştü. Ardmdan, bu olaydan kısa bir süre sonra, bir gün annem okuldan gelmiş ve babasmm Naziler tarafmdan götürüldüğünü öğrenmişti. Annem ve kız kardeşi Sabina da çok geçmeden alınmış ve bir çalışma kampma götürülmüşler, kız kardeşi burada ölmüştü. Annemin hayatı neredeyse bir gece içinde değişmiş; varlıklı bir ailenin çok sevilen ve özenle bakılan ergen kızı olmaktan çıkmış, bir yetim, nefret edilen ve açlıktan kıvranan köle bir işçi olmuştu. Kamptan kurtulduktan sonra, annem Amerika'ya göçmüş, evlenmiş ve Chicago'nun sakin bir mahallesine yerleşmiş; dengeli ve güvenli bir alt-orta sınıf aile hayatı sürdürmüştü. Artık sevdiklerini aniden kaybetmekten korkması için mantıklı bir sebebi yoktu ama buna rağmen, bu korku hayatının geri kalanı boyunca gündelik olayları nasıl yorumlayacağı üzerinde etkili oldu.

Annem olanların anlamım geri kalan bizlerinkinden farklı bir sözlük ve kendine özgü benzersiz bir gramer kullanarak yorumluyordu. Onun yorumları kendisi için otomatikleşmişti, bilinçle varılmış yorumlar değildi. Tıpkı bizler in konuşulan dili dilbilimsel kuralları bilinçli olarak uygulamamıza gerek kalmadan anladığımız gibi o da hayatm ona verdiği mesajları, erken yaşta geçirdiği deneyimlerin beklentilerini sonsuza kadar yeniden şekillendirdiğinin hiç farkmda olmadan yorumluyordu. Annem, algılarınm sürekli bir korkuyla; adalet, olasılık ve mantığm, gücünü ve anlamım her an kaybedebileceği korkusuyla çarpıtıldığmı asla göremedi. Ne zaman bunu önersem, bir psikologa görünme düşüncesiyle dalga geçti ve geçmişinin bugünü algılayışı üzerinde olumsuz bir etkisi olduğunu reddetti. "Öyle mi?" derdim, "Peki, o zaman nasıl oluyor da arkadaşlarımdan hiç birinin anne babası onlarm ev arkadaşım çocuklarımn ölümünü örtbas etmekle suçlamıyor?"

Hepimizin dayandığı, alışkanlık halinde düşünce biçimleri ve davranışlar üreten, içkin yapılar vardır (şansımız varsa daha az uç yapılardır bunlar). Deneyimlerimiz ve davranış- larımız her zaman bilinçli düşünceden kaynaklamr gibi görünür ve bizler de tıpkı annem gibi, sahne gerisinde işleyen gizli güçlerin var olduğunu kabul etmekte zorlanabiliriz. Fakat bu güçler görünmez olsalar bile, yine de çok güçlü bir çekim etkisi yaratırlar. Geçmişte bilinçsiz zihne ilişkin çok fazla spekülasyon vardı, ama beyin de kara kutu gibiydi; nasıl ça- lıştığmı anlamamızı sağlayacak olanaklardan yoksunduk. Bilinçdışma ilişkin düşüncelerimizdeki mevcut devrimi gerçekleştiren şey, modern aygıtları kullanarak beyindeki yapı ve altyapıları, duyu ve duyguları yaratırken gözlemleyebiliyor oluşumuzdur. Her bir nöronun ürettiği elektriği ölçebiliriz. Bir kişinin düşüncelerini oluşturan nöron faaliyetlerinin hari- tasını çıkarabiliriz. Günümüzde bilim insanları artık annemle konuşarak deneyimlerinin onu nasıl etkilediğini kestirmeye çalışmanm çok ötesine geçmişlerdir; bilim insanları artık beyinde, anneminki türünden, travmatik erken deneyimlerden

^eni Bilinçdışı

kaynaklanan değişimleri tespit edebilmekte ve bu tür deneyimlerin beynin strese duyarlı bölgelerinde nasıl olup da fiziksel değişimlere neden olabildiğini anlayabilmektedirler.4

Bu tür çalışmalara ve ölçümlere dayanan modern bilinçdışı kavramı, genellikle klinisyenliği yeğlemiş bir nörolog olan Simund Freud taralından ünlendirilen bilinçaltı tanımından ayırt edilebilmesi amacıyla "yeni bilinçdışı" olarak adlandırılır. Başlangıçta, Freud nöroloji, nöropatoloji ve anestezi alanlarına önemli katkılarda bulunmuştur.5 Örneğin sinir dokusunu renklendirmek için altm klorid kullanmayı Freud başlatmış ve bu tekniği medulla oblongata (soğan ilik, beynin en arka tarafı, -çn), beyin sapı ve beyincikteki ara bağlantıları incelemek amacıyla kullanmıştır. Bu anlamda Freud zamanın çok ilerisinde bir kişidir; çünkü bilim insanlarının beyindeki bağlantısallığın önemini anlamaları ve herhangi bir düzeyde bu bağlantıları inceleyecek aygıtları geliştirmeleri için aradan on yıllar geçmesi gerekecektir. Ancak Freud'un kendisi de bu çalışmalarını fazla uzun süre devam ettirmemiştir. Bunun yerine klinik uygulamalarına ilgi göstermiştir. Freud hastalarım tedavi ederken, doğru bir şekilde, hastalarınm davra- nışlarının çoğunun bilincinde olmadıkları zihinsel süreçlerin ürünü olduğu sonucuna varmıştı. Bu düşüncesini herhangi bilimsel bir yoldan smamasmı sağlayacak teknik aygıtlardan yoksun olması nedeniyle, yalnızca hastalarıyla konuşarak beyinlerinin gerilerinde neler olup bittiğini anlamaya çalışmış, hastalarım gözlemlemiş ve kendisine doğru gelen her türlü çıkarsamayı yapmıştır. Fakat göreceğimiz üzere, bu tür yöntemler güvenilmezdir ve pek çok bilinçdışı süreç, terapinin teşvik ettiği türden özdüşünümler aracılığıyla asla doğrudan ortaya çıkarılamaz; çünkü bilinçdışı süreçler beynin bilinçli zihne açık olmayan kısımlarmda meydana gelir.

İnsan davramşı, hem bilinçli hem bilinçdışı düzeyde, sonsuz bir algı, duygu ve düşünce akışırun ürünüdür. Dav- ramşlarımızın çoğunun nedenlerinin farkmda olmadığımız düşüncesi, kabul edilmesi zor bir şeydir. Freud ve takipçileri buna inanmalarma rağmen, araştırma psikologları (ve bu sa-

hada çalışan bilim insanları), bilinç dışının davranışlarımızda önemi olduğu düşüncesine, yakm zamana kadar, uzak durmuşlar ve bu yaklaşım pop psikoloji olarak nitelendirilmiştir. Bir araştırmacının yazdığı üzere, "Çoğu psikolog 'bilinçdışı' sözcüğünü kullanmaktan, meslektaşları tarafından beyni sulanmış diye nitelendirilmek kaygısıyla, uzak durmuştur."Yale Üniversitesi'nde psikolog olan John Bargh, 1970'lerin sonunda Michigan Üniversitesi'nde lisansüstü öğrenimine baş- ladığmda, yalnızca sosyal algılarımızın ve yargılarımızm değil, ayrıca davramşlarımızm da bilinçli ve kasıtlı olduğunun herkes tarafmdan kabul edildiğini yazar.7 Bu varsayımı tehdit eden her şey alayla karşılanırmış; tıpkı Bargh'm, başarılı bir profesyonel olan bir yakınma, insanların bazı şeyleri farkmda olmadıkları sebeplerle yaptıklarını gösteren öncü bazı çalışmalardan söz ettiğinde olduğu gibi. Bargh'm akrabası, kendi deneyimlerini kanıt göstererek, farkmda olmadığı sebeplerle herhangi tek bir şey yaptığınm farkmda olmadığmda ısrar etmişti.8 Bargh'm sözleriyle, "Hepimiz ruhumuzun kaptanı olduğumuzu, denetimin bizde olduğunu düşünmeyi severiz ve öyle olmadığımız düşüncesi son derece korkutucudur. Aslma bakarsanız psikoz dediğimiz budur; gerçeklikten koptuğunuz, kontrolün elinizde olmadığı duygusu ve bu bütün insanlar için çok korkutucu bir duygudur."

Psikoloji bilimi bilinçdışmın önemini anlamaya başlamış olsa bile, yeni bilinçdışınm içsel kuvvetlerinin Freud tarafmdan tarif edilen, örneğin bir oğlan çocuğunun annesiyle evlenebilmek için babasını öldürmek istemesi yahut kadınların erkek cinsel organına sahip olma arzusu türünden içsel dürtülerle pek az ilgisi vardır.9 Elbette ki bilinçdışınm muazzam gücünü anlamış olması nedeniyle Freud'un hakkını teslim etmemiz gerekir (bu çok önemli bir başarıydı), fakat aynı zamanda şunun da farkmda olmamız gerekir ki bilim, Freud'un bilinçli zihni biçimlendiren faktörler olarak belirlediği özel bilinçdışı duygusal ve güdüsel faktörlerin çoğunun varlığm- dan şüphe duymaktadır.10 Sosyal psikolog Daniel Gilbert'in yazdığı üzere, "Freud'un Unbewusst'unun (bilinçdışısmın)

doğaüstü tadı, kavramın yenilip yutulmasını genel olarak güçleştirmiştir."11

Freud'un tahayyül ettiği bilinçdışı, bir grup sinirbilimci- nin sözleriyle, "seksi ve ıslaktı; şehvet ve öfkeyle dolup taşıyordu; halusinasyonlar görmeye yol açıyordu, ilkel ve mantık dışıydı." Oysa yeni bilinçdışı "daha iyi, daha yumuşak ve gerçeklikle daha bağlantılıdır"12 Yeni bakış açısma göre, zihinsel süreçlerin bilinçdışı olduğu kabul edilir, çünkü beynin bilinç tarafmdan ulaşılamayan kısımları vardır ama bunun nedeni bastırma türünden güdüsel kuvvetlere tabi olmaları değil; beynin yapısıdır. Yeni bilinçdışmm ulaşılamazlığı bir savunma mekanizması yahut sağlıksız bir durum olarak değerlendirilmez. Yeni bilinçdışı normal bir durum olarak değerlendirilir.

Eğer zaman zaman tartıştığım bir olgu belli belirsiz de olsa Freudien gibi görünse bile, o olgunun günümüzdeki taşıdığı anlam ve sebepleri öyle olmayacaktır. Yeni bilinçdışı bizi uygunsuz (annemize yahut babamıza duyduğumuz) cinsel arzulardan yahut acı verici anılardan korumaktan çok daha önemli bir rol oynar. Aksine, yeni bilinçdışı evrimin bize bir bir armağanıdır ve bir tür olarak hayatta kalmamızda hayati önemi vardır. Bilinçli düşünce bir araba tasarlamak yahut doğanın matematiksel yasalarmm şifrelerini çözmek gerektiğinde son derece yararlıdır; fakat iş yılan sokmasma veya üzerinize gelen araçlardan kurtulmaya ya da size zarar verebilecek insanlardan korunmaya gelince yalnızca bilinçdışı- nm hızı ve yeterliliği sizi koruyabilir. Göreceğimiz gibi; doğa hem fiziksel hem de sosyal dünyada, sorunsuz bir şekilde işlev görebilmemiz için, algı, hafıza, dikkat, öğrenme ve yargı gibi pek çok süreci, beynin bilincin dışmda kalan yapılarma havale etmiştir.

Ailenizin geçen yaz tatilini Disneyland'da geçirdiğini hayal edin. Geriye dönüp baktığmızda, kızınız dev bir çay fincanının içinde dönsün diye otuz beş derece sıcakta, onca kalabalığa karışmanm ne kadar mantıklı bir tutum olduğunu sorgulayabilirsiniz. Ama sonra bu seyahati sizin planladığı-

nızı, neler olabileceğine ilişkin değerlendirmeleri kendinizin yaptığını ve kızınızın yüzünde göreceğiniz gülümsemenin bütün bunlara değeceğine karar verdiğinizi hatırlayabilirsiniz. Genellikle davranışlarımızın nedenini bildiğimizden eminizdir. Ve bazen emin olmakta haklıyızdır. Buna rağmen, eğer farkındalığımızm dışmdaki güçler yargılarımızda ve davranışlarımızda çok önemli bir rol oynuyorsa, o zaman kendimizi sandığımız kadar iyi tanımıyoruz demektir. îşi kabul ettim, çünkü beni zorlayacak bir işte çalışmak istedim. O heriften hoşlanıyorum, çünkü müthiş bir mizah duygusu var. Gastroentereloguma güveniyorum, çünkü kendisini mesleğine adamış biri. Her gün duygularımız ve tercihlerimize ilişkin olarak, kendimize pek çok soru sorar ve bu sorulara cevaplar veririz. Cevaplarımız genellikle mantıklıdır, ama buna rağmen genellikle son derece yanlıştır.

How do I love thee/Seni nasıl sevebilirim? Elizabeth Bar- rett Browning, sevmenin yollarmı sayabileceğim düşünmüştür ama gerekçelerinin listesini, büyük bir ihtimalle, doğru bir şekilde yapamazdı (Elizabeth Barrett Browning 1806-1861 yılları arasmda yaşamış Victoria dönemi şairidir. Seni nasıl sevebilirim? îzin ver yollarım sayayım adlı şiirinde sevgilisini nasıl sevdiğini anlatır, çn). Günümüzde, sayfa 31'deki tabloya baktığmızda anlayacağmız üzere, bu yapabilecek hale gelmeye başlıyoruz. Tabloda, ABD'nin güneydoğu eyaletlerinden üçünde kimin kiminle evlendiği görülüyor.13 însan evlenen ve evlenilenin bunu aşk için yaptığım düşünecektir ve öyle yaptıklarına da şüphe yok. Ama aşkm kaynağı nedir? Sevilen erkeğin gülüşü, cömertliği, zarafeti, cazibesi, duyarlılığı yahut kol kaslarımn ne kadar gelişmiş olduğu mu? Aşkm kaynağı üzerinde aşıklar, şairler ve filozoflar çağlar boyunca düşünmüşlerdir ama aralarmdan hiçbirinin şu dikkate değer etmen hakkmda edebiyat parçalamadığını söylemek yanlış olmaz: O kişinin adı. Bu tablo, oysa, karşmızdaki kişinin soyadmın kalbinizi sinsice etkileyebileceğini gösteriyor; eğer soyadı si- zinkiyle uyumlu ise.

Yatay ve dikey eksenlerde, ABD'de en sık rastlanan beş soyadı listelenmiştir. Tablodaki rakamlar ise bu soyadlarını taşıyan kaç gelin ve damadm evlendiğini göstermektedir. En büyük sayıların verev bir hat boyunca bulunduğuna dikkat edin. Yani soyadı Smith olanlar soyadı Smith olanlarla, soyadı Johnson, Williams, Jonese veya Brown olanlara kıyasla beş kat daha fazla evlenmektedir. Aslına bakılırsa, soyadı Smith olanlar birbiriyle, başka soyadmı taşıyanlarla evlenenlerin toplamı kadar çok evlenmektedir. Ve Johnsonlar, Williamslar, Jonesler ve Brownlar da aym şekilde davranmaktadırlar. Bu sonucu daha da çarpıcı kaim şeyse bu sayılarm ham olması; yani ABD'de soyadı Smith olanlar Brown olanlarm yaklaşık olarak iki katı olduğuna göre, her şeyin eşit olması halinde, soyadı Brown olanlarm sayıca çok daha fazla olan Smithlerle, daha az sayıdaki Brownlara kıyasla daha çok evlenmiş olması beklenir; ama buna rağmen, Brownlarm Brownlarla evlenme sayısı açık arayla diğerlerinden fazladır.

GELİNİN SOYADI

DAMADIN SOYADI

Smith

Johnson

Williams

Jones

Brown

Toplam

Smith

198

55

43

62

44

- 402

Johnson

55

91

49

49

31

275

Williams

64

54

99

63

43

323

Jones

48

40

57

125

25

295

Brown

55

24

29

29

82

219

Toplam

420

264

277

328

225

1514

ABD'de, soyadına göre eş seçimine yönelik yapılan araştırma sonucu.

Bunun bize söylediği nedir? İnsanlarm temel arzusu, kendilerine ilişkin olarak kendilerini iyi hissetmektir ve bu nedenle, bilinçdışı bir şekilde, kendilerininkine benzeyen özellikler lehinde önyargılıdırlar; isterse bu soyadı gibi görünürde anlamsız bir özellik olsun. Bilim insanları beyinde, bu önyar- gınm büyük kısmma aracılık eden ve adma "dorsal stiratum" dedikleri gizli bir alan bile belirlemişlerdir.14

Araştırmalar iş duygularımızı anlamaya gelince, biz insanlarm az yetenek ve fazla özgüven gibi tuhaf bir karışıma sahip olduğumuzu göstermektedir. Bir işi sizin için zorlayıcı olması olduğu için kabul ettiğinizden emin olabilirsiniz ama belki de asıl ve daha çok ilginizi çekecek olan neden, prestijinizi artıracak olmasıdır. Siz o adamdan mizah duygusu nedeniyle hoşlandığmıza yemin edebilirsiniz ama aslmda ondan hoş- lanmanızın nedeni size annenizinkini hatırlatan gülüşü olabilir. Gastroenterologunuza güvenmenizin nedeninin onun çok iyi bir uzman olması olduğunu düşünebilirsiniz, ama ona güvenmenizin asıl nedeni çok iyi bir dinleyici olması olabilir. Çoğumuz kendimizle ilgili varsayımlarımızdan memnun olabilir ve onları kendimizden gayet emin şekilde kabul edebiliriz, fakat o varsayımlarm test edildiğini ender olarak görürüz. Bilim insanları ise, öte yandan, artık bu varsayımları labora- tuvarda test etme olanaklarma sahiptirler ve çoğu varsaymam şaşırtıcı ölçüde hatalı olduğu kanıtlanmıştır.

Bir örnek: Bir sinemaya girmek üzereyken, sinema görevlisi gibi görünen birinin yanınıza gelerek, bir kutu patlamış mısır ve bir içecek karşılığmda sinema ve sağladığı imkânlar konusunda birkaç soruya yanıt verip vermeyeceğinizi sorduğunu düşünün. Sinema görevlisinin size söylemediği şey ise, size verilecek patlamış mısırlarm biri büyük, biri daha küçük iki boy, fakat her ikisinin de bitiremeyeceğiniz kadar büyük olduğu ve deneyenlerin birini "iyi" ve "yüksek kalite", diğerini "bayat", "vıcık vıcık" ve "berbat" diye tammladığı iki ayrı "tat"a sahip olduğudur. Bir de aslmda patlamış mı- sırlarm ne kadarım, hangi gerekçeyle yediğinizi inceleyen bir bilimsel araştırmaya katıldığmız size söylenmiyor. Bu çalışmayı yapan bilim insanlarmın araştırdığı soru şuydu: Yediğiniz patlamış mısır miktarı üzerinde en büyük etkiyi yapan nedir? Tadı mı yoksa onu elde etmek için harcadığmız zaman mı? Bu soruya cevap bulabilmek için deneklere verilmek üzere dört ayrı mısır/kap kombinasyonu hazırladılar. Sinemaya gidenlere küçük kapta yahut büyük kapta iyi kalite lezzetli mısır veya büyük kapta yahut küçük kapta kötü kalite, tadı

kötü mısır verdiler. Sonuç? İnsanlar ne kadar yiyeceklerine tat kadar kutunun boyutunu da dikkate alarak "karar verdiler". Başka çalışmalar da bu sonucu desteklemektedir; atıştırmalık bir yiyeceğin kabmm büyüklüğünün iki katma çıkarılması halinde, içindeki yiyeceğin tüketiminin yüzde otuz ila kırk beş oranında arttığı anlaşılmıştır.15

Karar vermeyi tırnak içine aldım, çünkü bu sözcük genellikle bilinçle yapılan şeyleri çağrıştırır. Bu kararlarm o tanıma uyması pek olası değil. Denekler kendi kendilerine "Bu bedava patlamış mısırlarm tadı berbat ama çok fazla var, en iyisi tıkmayım ben" dememiş olsalar gerek. Aksine, bu ve benzeri çalışmalar, reklamcılarm çok uzun zamandır şüphe ettiği, paketin tasarımı, paketin yahut porsiyonun boyutu ve menüdeki tarifler gibi "çevresel etmenlerin" bizi bilinçsiz olarak etkilediği görüşünü desteklemektedir. En şaşırtıcı olan şey ise bu etkinin boyutları ve insanlarm manipüle edilebilecekleri düşüncesi karşısmdaki dirençleridir. Bu tür etmenlerin başkalarım etkileyebileceğini kimi zaman kabul etsek bile, genellikle (ve hatalı bir şekilde) bizim üzerimizde o tür bir etki yapmayacaklarma inanırız.16

İşin aslı, çevresel etmenler yalnızca ne kadar yemeyi tercih edeceğimiz konusunda değil, aynı zamanda yiyeceğin tadım nasıl bulacağımız konusunda da çok güçlü (ve bilinçdışı) bir etki yapar üzerimizde. Örneğin, yalmzca sinemalara gitmediğinizi, kimi zaman da restoranlara, hatta çeşitli türden hamburgerlerin bir listesinin bulunduğu menüleri olan restoranlara gittiğinizi varsayalım. Bu daha şık restoranlarm menülerinde genellikle "taze salatalıklı", "kadifemsi patates püresi" ve "roka yatağmda düşük ısıda fırmlanmış pancar kökü" gibi terimler içerir. Sanki diğer restoranlardaki salatalıklar bayatmış, patates püreleri yünlü kumaş dokusundaymış, pancar kökleri şöyle bir kızartılmış ve rahatsız bir sandalyeye dimdik oturtulmuş samrsımz. Adı başka yazılan bir salatalık, taze salatalık kadar taze gelir mi? Adı İspanyolca yazılmca domuz pashrmalı peynirli hamburger Meksika yemeği mi olur? Şiirsel bir ad konulunca, makarna basit espri-

li bir şiir olmaktan çıkıp haiku haline mi gelir? Araştırmalar allayıp pullamalarm yalnızca insanları şiirsel biçimde tarif edilmiş yiyecekleri ısmarlamaya teşvik etmekle kalmadığım; ayrıca bu yiyeceklerin tadını, onlarla tıpatıp aynı olan, ama menüde süssüz adlarla listelenmiş yiyeceklerinkinden daha lezzetli bulduklarım göstermektedir.17 Eğer biri sizden iyi yemeği tanımlamamzı isteyecek olsa ve siz de "canlı sıfatlarla sunulan yemeklere düşkünüm" deseniz, muhtemelen size tuhaf tuhaf bakacaktır; fakat bir yemeğin nasıl tarif edildiğinin, tadmı nasıl bulacağınız üzerinde önemli bir rolü olduğu anlaşılıyor. Dolayısıyla, bir daha sefere arkadaşlarınızı yemeğe çağırdığımzda caddenin ilerisindeki marketten aldığmız salatayı sunmaym; bunun yerine subliminal etkiden yararlarım ve yerel yeşilliklerle hazırlanmış melanj servis edin (melange: Fransızca "karışık" çn).

Gelin bir adım daha ileri gidelim. Hangisi daha çok hoşunuza gider? Kadifemsi patates püresi mi, yoksa kadifemsi patates püresi mi? Henüz hiç kimse patates püresinin hangi yazı karakteriyle yazıldığmın tadı üzerindeki etkisini araştırmış değil, fakat yazı karakterinin yiyeceğin hazırlanması üzerindeki etkisini araştıran bir çalışma var. Bu araştırmada katılımcılardan öğlen yemeğinde sunulan bir Japon yemeğinin tarifini okumaları istenmiş; sonra da bu tarifin hazırlanması için gerektiğini düşündükleri çaba ve yeteneği değerlendirmeleri istenmiş ve bu yemeği evlerinde pişirmeyi düşünüp düşünmeyecekleri sorulmuştu. Okunması zor yazı karakteriyle yazılı tariflerin verildiği denekler yemeği pişirilmesi zor ve beceri gerektiren bir yemek olarak değerlendirmiş ve evde pişirmeye kalkışmaları ihtimalinin daha az olduğunu belirtmişlerdi. Araştırmacılar deneyi tekrarlamışlar ve deneklere bu kez yemek tarifi yerine, bir sayfalık sıradan bir egzersiz tarifi vermişler ve benzer sonuçlar elde etmişlerdi: Okunması zor karakterlerle yazılı tariflerin verildiği denekler egzersizleri daha zor bulmuşlar ve egzersizleri yapmayı deneme ihtimallerini düşük olarak belirtmişlerdi. Psikologlar bu durumu "anlaşılırlık etkisi/fluency effect" olarak adlandırmaktadırlar.

Eğer bilgi sindirilmesi zor bir biçimde sunulmuşsa, bu durum o bilginin konusu hakkmdaki yargılarımızı etkilemektedir.18

Yeni bilinçdışmı araştıran bilimsel çalışmalar bu tür olgularla; insanları ve olayları yargılayışımızdaki ve algılayışımızdaki acayipliklerle, beynimizin (genellikle yararlı olan) bilgiyi otomatik olarak işleme biçiminden kaynaklanan insani hatalarla doludur. Mesele şudur ki, bizler verileri görece doğrudan bir şekilde işleyen ve sonuçları hesaplayan bilgisayarlar gibi değiliz. Bilgisayarlardan farkh olarak bizim beynimiz birbiriyle paralel olarak ve karmaşık karşılıklı etkileşimlerle çalışan ve çoğunluğu bilincimizin dışmda işleyen bir modüller topluluğundan oluşur. Bunun sonucu olarak da yargılarımızın, duygularımızm ve davramşlarımızm ardmdaki gerçek sebepler bizi şaşırtabilir.

Yakm zamana kadar, akademik psikologlar bilinçdışmm gücünü kabul etmekte gönülsüz davranmışlardır. Sosyal bilimler alanmdaki diğer bilim insanlarının tutumu da aym olmuştur. Ekonomistler, örneğin, ders kitaplarım, insanlarm kararlarmı en çıkarlarma uygun şekilde ve ilişkili faktörleri bilinçli bir şekilde değerlendirerek aldıkları varsaymama dayanarak yazmışlardır. Eğer yeni bilinçdışı modern psikolog- larm ve sinirbilimcilerin inandıkları ölçüde etkiliyse; ekonomistlerin bu varsayımı gözden geçirmelerinde yarar vardır. Hakikaten, son yıllarda giderek büyüyen başma buyruk bir ekonomist azmlığı, daha geleneksel meslektaşlarmm teorilerini sorgulamakta büyük başarı kaydetmişlerdir. Bugün, California Teknoloji Enstitüsü'nden (CALTECH) Antonio Ragel gibi davramşçı ekonomistler, ders kitaplarmdaki teorilerin hatalı olduğu yönünde çok güçlü kanıtlar sunarak, ekonomistlerin düşünme biçimlerini değiştirmektedir.

Ragel, çoğu insanm ekonomist denildiğinde gözünde canlandırdığı türden, verileri inceleyen ve karmaşık bilgisayar modelleri geliştirerek pazar dinamiklerini açıklayan kişilere hiç benzemeyen biridir. Hayattaki güzel şeylere düşkün, iriyarı bir İspanyol olan Rangel gerçek insanlarla, çoğu kez gönüllü öğrencilerle çalışır ve laboratuvarma sürüklediği bu

kişilere bütün sabah oruç tutturduktan sonra şarap yahut çikolata tattırır. Son zamanlarda yaptığı bir deneyde, Rangel ve arkadaşları, bir metin yahut fotoğraftan seçmek yerine kendilerine gerçek ürün sunulduğunda; tüketicilerin atıştırmalık yiyecekler için yüzde 40 ila 61 daha fazla para ödediklerini göstermişlerdir.19 Araştırma, ayrıca, yiyeceğin hemen uzanıp almabilecek şekilde değil de pleksiglas bir koruyucunun ar- kasmda sunulması halinde, tüketicinin satın alma arzusunun metin ve fotoğraf sözkonusu olduğundaki düzeye indiğini göstermiştir. Tuhaf mı görünüyor? Peki sırf mavili sarılı bir kutuda olduğu için bir deterjanı diğerlerinden daha iyi saymaya ne dersiniz? Yahut dükkâna girdiğinizde fonda Alman birahane müziği çaldığı için Fransız şarabı yerine Alman şarabı seçmeye? İpek çorapları, sırf kokusundan hoşlandığınız için daha kaliteli sayar mıydımz?

Bütün bu araşhrmalarda, insanlar ilgisiz faktörlerin çok güçlü bir şekilde etkisinde kalmışlardır; bunlar bilincinde olmadığımız arzularımız ve güdülerimizi temsil eden, geleneksel ekonomistlerin dikkate almadığı faktörlerdir. Üstelik, denekler kararları hakkmda sorgulandıklarmda, bu faktörlerin etkisi altmda kaldıklarmın hiçbir şekilde farkmda olmadıkları anlaşılmıştır. Örneğin, deterjanlarla ilgili araştırmada, deneklere üç farklı kutuda deterjanlar verilmiş ve birkaç hafta bu deterjanları denemeleri, sonra da en çok hangisini ve ne sebeple beğendiklerini bildirmeleri istenmiştir. Kutulardan biri baskm olarak sarı, diğeri mavi renklidir ve üçüncüsü de mavi üzerine sarı benekli bir kutudur. Deneklerin büyük çoğunluğu benekli kutudaki deterjanı en çok beğendiğini bildirmiştir. Yorumları büyük ölçüde deterjanlarm birbirlerine kıyasla iyi tarafları hakkmdadır ama hiç birisi kutudan söz etmemiştir. Neden etsinler ki? Güzel bir kutu deterjanın daha iyi iş görmesini sağlamaz ne de olsa. Ama işin aslmda değişen tek şey kutulardır; çünkü üç kutudaki deterjan da birbirinin eşidir.20 Ürünleri kutularma, kitapları kapaklarma ve hatta kurum- larm yıllık raporlarım basıldıkları parlak kâğıtlara göre değerlendiririz. Doktorların içgüdüsel olarak kendilerini güzel

önlükler ve kravatlarla "paketlemelerinin" sebebi budur ve avukatlara müşterilerini üstünde bira markası yazan tişörtlerle karşılamaları hiç tavsiye edilmez.

Şarap araştırmasında, İngiltere'de bir süpermarkette fiyatları ve nitelikleri bakımından benzer dört Fransız ve dört Alman şarabı rafa dizilmişlerdi. Şaraplarm dizili olduğu ra- fm üzerindeki teypte bir gün Fransız, bir gün Alman müziği çalınmıştı. Fransız müziği çalman günlerde satılan şaraplarm yüzde 77'si Fransız şarabı; Alman müziği çalman günlerde satılan şaraplarm ise yüzde 73'ü Alman şarapları olmuştu. Çalman müziğin şarap satm alanlarm hangi şarabı satm almayı tercih edeceği konusunda çok önemli etkisi olduğu ortadadır, fakat yedi müşteriden yalmzca biri öyle olduğunu dile getirdi.21 Çorap araştırmasmda ise denekler dört çift ipek çorabı incelemişlerdi; ipek çoraplar birbirlerinin tıpkısıdır ancak her birine çok hafif birbirinden değişik kokular sürülmüştür. Denekler, "hangi çorabm en iyisi olduğunu tespit etmekte herhangi bir güçlük çekemediklerini" ve dokuda, dokumada, dokunuşta, parlaklıkta ve ağırlıkta farklılıklar algıladıklarmı rapor etmişlerdi. Her şeyden söz etmişler, ama kokudan söz etmemişlerdi. Belli bir kokunun sürüldüğü çoraplar diğerlerinden çok daha yüksek kalitede bulunmuştu, ama denekler kokuyu bir ölçüt olarak kullandıklarını reddetmişler ve 250 denekten yalnızca altı tanesi çoraplara parfüm sürülmüş olduğunu fark edebilmişti.22

"İnsanlar bir üründen aldıkları zevkin o ürünün kalitesine bağlı olduğunu düşünürler ama ne hissedecekleri aynı zamanda, büyük ölçüde, o ürünün nasıl pazarlandığma bağlıdır" diyor Rangel. "Örneğin başka şekillerde tanımlanmış yahut farklı markalar altmda etiketlenmiş ya da farklı fiyatlandırılmış aym biranm tadı tüketiciye çok farklı gelebilir. Aynı şey, insanlar asıl meselenin üzümler ve şarabı yaparım uzmanlığı olduğunu düşünmekten hoşlansalar bile, şarap için de geçerlidir." Gerçekten de araştırmalar gözler bağlı bir şekilde tattırıldığmda, insanların şarabm tadıyla fiyatı arasmda pek az ilişki kurduklarmı göstermektedir, ancak şaraplar göz-

ler açık tadıldığında fiyat ve tat arasında çok güçlü bir ilişki kurulmaya başlanmaktadır.23 İnsanlar pahalı şaraplarm tadı- nm daha iyi olacağmı düşündüklerinden, Ranger araştırmaya dahil ettiği deneklerin şişesinin üzerinde yalnızca 90 dolarlık fiyat etiketi bulunan şaraplarm tadmm 10 dolarlık etiket taşıyan şaraplardan daha iyi olduğunu söylemesi karşısmda şa- şırmamıştır.24 Ama Rangel hile yapmıştı: Farklı sanılan bu iki şarap aslmda aynı şaraptı; her ikisi de aslmda şişesi 90 dolara şahlan bir şaraph. Daha da önemlisi, şarap tadımı yapılırken, aynı zamanda deneklerin beyinleri de fMRI cihazıyla taranmaktaydı. Sonuçta elde edilen görüntülerden şarabm fiyah- nm beynin gözlerin arkasmda kalan ve orbitofrontal korteks denilen bölümünü harekete geçirdiği anlaşılmıştır; bu kısım beynin zevk alma deneyimiyle ilgili kısmıdır.25 Böylece, her iki şarap birbirinin aym olmasma rağmen, tatlarındaki fark gerçekti yahut en azmdan deneklerin her iki şarap arasmda algıladığı tat farkı öyleydi.

Fiziksel olarak aynı olmalarma rağmen, nasıl olur da beyin birinin tadının diğerinden daha iyi olduğu sonucuna varabilir? Naif görüş, tat gibi duyusal sinyallerin, duyu organmdan beynin bu sinyalleri değerlendiren bölümüne az çok doğrudan ulaşhğı düşüncesidir. Fakat, göreceğimiz gibi, beynin mimarisi bu denli basit değildir. Siz farkmda olmamanıza rağmen, serin şarap dilinizin üzerinden akarken, onun yalnızca kimyasal bileşimini tatmazsınız; ayrıca fiyatmı da tadarsmız. Aynı etki Cola-Pepsi savaşlarmda da, bu kez markayla ilişkili olarak, gösterilmiştir. Bu etki uzun zaman önce "Pepsi paradoksu" olarak adlandırılmıştır. Gözler bağlıyken yapılan testlerde Pepsi şaşmaz bir şekilde galip gelmesine rağmen, insanlar ne içtiklerini bildikleri zaman Cola'yı tercih etmektedirler. Yıllar boyunca bu durumu açıklamak için çeşitli teoriler öne sürülmüştür. Bariz bir açıklama marka adının etkisidir ama deneklere içeceklerini yudumlarken tadmı aldıkları şeyin aslında Cola'nm bütün o moral yükseltici reklâmları mı olduğu sorulduğunda, bunu hemen hemen hepsi reddetmişlerdir. Ancak 2000Tİ yıllarm başlarmda, yeni beyin görüntüleme

araştırmaları, beynin orbitofrontal kortekse komşu bir alanı olan ve ventromedial prefrontal korteks yahut VMPK adı verilen bölümünün, bir ürüne ait bildiğimiz bir markayı düşündüğümüzde hissettiğimiz sıcak, belli belirsiz duygularm yeri olduğunu ortaya koymuştur.26 2007 yılında, araştırmacılar beyinlerinin VMPK kısırımda önemli hasar bulunduğu beyin taramasıyla anlaşılan bir grup denek ve VMPK hasarı olmayan bir başka grup denek toplamışlardı. Tam bekleneceği gibi, hem VMPKTarı normal hem de hasarlı kişiler ne içtiklerini bilmedikleri zaman Pepsi'nin tadmı Cola'ya tercih etmişlerdi. Ve yine bekleneceği üzere, beyinleri sağlıklı olanlar ne içtiklerini bildikleri zaman tercihlerini değiştirmişlerdi. Fakat VMPKTarı (yani beyinlerinin "marka değerlendirme modülü") hasarlı olan kişiler, tercihlerini değiştirmemişlerdir. Ne içtiklerini bilseler de bilmeseler de Pepsi'yi tercih etmişlerdir. Bir markaya karşı bilinçdışı bir şekilde duyulan sıcak ve belirsiz duyguları hissetmemeniz halinde, Pepsi paradoksu ortadan kalkmaktadır.

Buradaki gerçek dersin Pepsi yahut şarapla bir ilgisi yoktur: Asıl ders içecekler ve markalar konusunda geçerli olan şeyin, hayattaki başka deneyimlerimiz konusunda da geçerli olduğudur. Hayatm hem doğrudan, aşikâr yanlarınm (bu örnekte içecek) hem de dolaylı, örtük yanlarmm (fiyat yahut marka) toplam etkisi yaşayacağımız zihinsel deneyimi (tat) yaratmaktadır. Buradaki anahtar sözcük "yaratmak"tır. Beynimiz bir tadı yahut başka bir deneyimi basit bir şekilde kaydetmez; onları yaratır. Bu tekrar tekrar geri döneceğimiz bir mevzu. Şu mezeyi değil de ötekini seçtiğimiz zaman; bu tercihi tadma, kalori içeriğine, fiyatma yahut o andaki ruh halimize bağlı olarak, bilinçli bir şekilde yaptığımızı düşünmekten hoşlanırız; örneğin meze mayonez yahut denetimimiz altm- daki yüz başka faktörden birini içermemelidir. Bir dizüstü bilgisayarı yahut çamaşır deterjanmı seçtiğimiz, bir tatil planladığımız, bir hisse senedi almayı seçtiğimiz, bir işe girmeye karar verdiğimiz, bir spor yıldızmı değerlendirdiğimiz, biriyle arkadaş olduğumuz, bir yabancıyı yargıladığımız ve hatta

aşık olduğumuz zaman; bizi etkileyen temel etmenlerin farkında olduğumuza inanırız. Çoğu zaman bu gerçek olmaktan çok uzak bir düşüncedir. Böyle olduğu için de kendimiz ve toplum hakkındaki temel varsayımlarımız hatalıdır.

Eğer bilinçdışmm etkisi bu denli büyükse, o halde bu yalnızca özel hayatlarımızm yalıtılmış durumları üzerinde etkili olmasa gerek; bilinçdışının toplumumuz üzerinde de bir bütün olarak ispat edilebilir, kolektif bir etkisi olması gerekir. Para hepimiz için çok önemli olduğuna göre, her birey parayla ilgili kararlarınm yalnızca bilinçli ve makul bir değerlendirmeye dayalı olarak veriyor olmalıdır. Bu nedenle de klasik ekonomi teorileri insanlarm bunu yaptığı; yani mali kararlarmı bilinç ve mantık çerçevesinde verdikleri, kendi çıkarlarma uygun bir şekilde rasyonel davrandıkları var- sayımma dayanır. Her ne kadar henüz kimse insanlarm bu kararları alırken "rasyonel" davranmadıklarım hesaba katan genel bir ekonomik teori geliştirebilmiş değilse de; çok sayıda ekonomik araştırma, bilinçli zihnin soğuk hesaplarmdan kolektif sapmalarımızm olası toplumsal sonuçlannı ortaya koymuştur.

Daha önce sözünü ettiğimiz anlaşılırlık etkisini düşünün. Eğer bir hisse senedine yahrım yapıp yapmamayı tartışıyorsanız, o hisse senedine paranızı yatırmadan önce mutlaka sözkonusu hisse senedinin ait olduğu endüstriye, iş ortamma ve şirketin finansal ayrmtılarma bakmanız gerekir. Şirketin admm ne kadar kolay söylenebildiği, muhtemelen hepimiz kabul ederiz ki, herhangi bir rasyonel düşünürün etmenler listesinde çok aşağılarda yer alır. Eğer bunun yatırım kararınızı etkilemesine izin verirseniz; muhtemelen akrabalarınızm zihinsel yetersizlik gerekçesiyle vesayet altına alınmanız için girişimde bulunmasma neden olursunuz. Ama buna rağmen, yazı karakterleri konusunda gördüğümüz gibi, kişinin sözkonusu bilgiyi ne kadar kolay işleyebildiği (hisse senedinin adı gibi); gerçekten de kişinin bu bilgiyi nasıl değerlendirdiği üzerinde bilinçdışı bir etki yapmaktadır. Bilginin anlaşılırlı- ğmm insanlarm bir Japon yemeğinin tarifini nasıl yargılaya-

cakları üzerinde etkili olabileceğini inandırıcı bulabilirsiniz; fakat yatırım yapacak hisse senedi seçimi kadar önemli bir konuyu bile hakikaten etkiliyor olabilir mi? Basit adları olan şirketler, söylenmesi zor adlar taşıyanlardan daha mı iyi iş yapıyor?

Hisse senetlerini ilk kez halka arz etmeyi planlayan bir şirket düşünün. Şirket yetkilileri şirketin geleceğinin çok parlak olduğuna insanları ikna etmeye çalışacak ve iddialarını da verilerle destekleyeceklerdir. Fakat şahıslarm sahip olduğu şirketler, zaten borsada olan şirketlere kıyasla muhtemel yahrımcılarm daha az aşina olduğu kurumlardır ve yeni gelenlerin uzun geçmişe dayanan açık bir arşivleri de bulunmadığından, bu tür yatırımlarda olağan hisse almalarına kıyasla, kararlar daha ziyade tahmine dayalı olarak karar verilir. Araştırmacılar, bilgili ve sezgili Wall Street borsa simsarları- run telaffuzu zor adlara sahip şirketlere karşı bilinçdışı bir şekilde önyargılı olup olmadıklarını anlamak amacıyla, gerçek ilk halka arzların verilerine yönelmişlerdir. 42. sayfadaki grafiğin gösterdiği gibi, yahrımcılarm adları yahut kısaltmaları kolay söylenebilen şirketlere yatırım yapması olasılığının, zor söylenen ad ve kısaltmalara sahip olanlara kıyasla gerçekten de daha fazla olduğu anlaşılmıştır. Etkinin, bekleneceği üzere, zaman içinde nasıl silikleştiğine dikkat edin; çünkü zaman içinde şirketler hem bir arşiv kaydma hem de şöhrete sahip olmaktadır (bu etkinin aynı zamanda kitaplar ve yazarlara da uygulanması ihtimaline karşı benim adımın ne kadar kolay telaffuz edildiğine lütfen dikkat edin: Ma-lah-DI-now).

HALKA ARZDAN İTİBAREN GEÇEN SÜRE

New York Borsası'nda 1990'dan 2004'e kadar halka arz edilen hisselerin piyasaya sürüldükten 1 gün, 1 hafta, 6 ay ve 1 yıl sonraki performanslarını gösteren telaffuz edilebilir ve edilemez histogramlar. Benzeri bir etki, Halka Arzlarla ilgili olarak American Exchange'de de bulunmuştur.

Araştırmacılar hisse performansını etkileyen finansla ilişkisiz (fakat insan psikolojisiyle ilişkili) başka faktörler de belirlemişlerdir. Güneş ışığını ele alalım. Psikologlar uzun zamandır güneş ışığının insan davranışları üzerinde güç algılanan, olumlu bir etkisi olduğunun farkmdadırlar. Örneğin bir araştırmacı Şikago'daki bir alışveriş merkezinde garsonluk yapan altı kadınla anlaşmış ve hava sıcaklığınm on üç derecenin üzerinde olduğu, rastgele seçilmiş bahar günlerinde aldıkları bahşişlerin kaydmı tutmalarmı istemişti. Müşteriler muhtemelen hava durumunun kendilerini etkilediğinin farkında değildiler, fakat havanm güneşli olduğu günlerde dikkat çekecek ölçüde daha cömert davranıyorlardı.27 Atlantik City kumarhanesinde, konuklarm odalarma yemek servisi yapan bir garsonun aldığı bahşişlerle ilgili bir başka araştırmada da benzer sonuçlar alınmıştı.28 Acaba kendilerine patates kızartması servis ettiği için müşterilerin garsona fazladan birkaç dolar bahşiş vermesine neden olan aynı etki, General Motors'un gelecekteki kazanç beklentilerini değerlendiren tecrübeli borsa simsarlarma da uygulanabilir mi? Aynı şekil-

de, bu düşünce de test edilebilir. Wall Street'de yapılan alım satımların çoğu, elbette ki, New York'tan uzakta oturan, ülkenin dört bir yanmda yaşayan yatırımcılar adma yapılmaktadır; fakat New York'taki aracı simsarlarm ticari davranış kalıplarının, New York Borsası'nm genel performansı üzerinde önemli bir etkisi vardır. Örneğin, en azmdan 2007-2008 küresel krizinden önce, Wall Street'in faaliyetlerinin çoğu mülkiyet ticaretiyle ilişkiliydi; bunun anlamı büyük firmalarm kendi namlarma ticaret yapmasıdır. Bunun sonucunda, para- nm çoğu, New York'ta yaşadıkları için, havanm güneşli olup olmadığım bilen insanlar aracılığıyla el değiştiriyordu. Ve bu sebeple Massachussets Üniversitesi'nden bir maliye profesörü New York şehrindeki hava durumu ile Wall Street'te el değiştiren hisse senetleri endeksindeki günlük değişimler arasmdaki ilişkiyi incelemeye karar verdi.29 Bu araştırmacı, 1927 ila 1990 arasmdaki verileri analiz ederek, hem çok güneşli hem de tamamen bulutlu havalarm hisse senedi fiyatlarım etkilediğini bulguladı.

Buna şüpheyle bakmaya hakkmız vardır. Verilerinin tamamım, daha önceden farkma varılmamış şablonlar keşfetmek amacıyla,veri madenciliği adı verilen bir yöntemle arşiv bilgilerinden alan bu yöntemin doğasmdan gelen tehlikeler vardır. Şans yasasma göre, eğer etrafımza yeterince uzun bir süre bakmırsanız, ilginç bir şey görmeniz kaçmılmazdır. Bu "ilginç şey" rastgeleliğin bir ürünü yahut gerçek bir eğilim olabilir ve bu ikisi arasmdaki farkı ayırt edebilmek ciddi bir uzmanlık gerektirebilir. Veri madenciğinin "ahmak altım" şaşırtıcı ve derin görünen istatistiksel korelasyondur (Ahmak altmı: Bir demir sülfür minerali olan "pirit", rengi ve parıltısı nedeniyle pek çok acemi "madenci" tarafmdan altm samlır ve ahmak altım diye nitelendirilir, çn). Güneş ışığıyla ilgili çalışmada, eğer hisse senedi fiyatıyla hava durumu arasmdaki ilişki bir tesadüf ise, başka şehirlerdeki borsalarm verilerinde muhtemelen bu tür bir korelasyon bulunamayacaktır. İşte bu nedenle iki başka araşhrmacı, yirmi yedi ülkede 1982'den 1997'ye kadar olan hisse senedi endekslerini inceleyerek önce-

ki çalışmayı tekrarlamışlardır.30 Bu araştırmacılar da korelasyonun varlığmı teyit etmişlerdir. Bu araştırmacı! ar m yaptıkları istatistiklere göre, eğer bir yıl boyunca yalnızca mükemmel güneşli günler olmuşsa, New York borsasının piyasa getirisi ortalama 24.8; yalnızca bulutlu günler olmuşsa ortalama 8.7 olacaktır. (Maalesef, araştırmacılar bu gözleme dayanarak hisse senedi alıp satmakla pek az kazanç sağlanabileceğini, çünkü değişen havaya ayak uydurmak için gereken büyük miktardaki alım satımların işlemin maliyeti kârmızı tüketeceğini de ayrıca belirtmişlerdir).

Hepimiz, bütün önemli faktörleri değerlendirdiğimizi, bu değerlendirmelere uygun şekilde davrandığımızı ve bu kararlara nasıl vardığımızı bildiğimizi düşünerek; kişisel, ekonomik ve işle ilgili kararlar veririz. Fakat yalnızca bilinçli etkilerin farkmdayızdır ve dolayısıyla sahip olduğumuz yalnızca kısmi bilgidir. Bunun sonucunda, kendimize, motivasyonlarımıza ve toplumumuza ilişkin görüşlerimiz, pek çok parçası kayıp bir yapboz gibidir. Boşlukları doldurur ve tahminlerde bulunuruz ama kendimize ilişkin gerçek; bilinçli ve rasyonel zihinlerimizin dolaysız hesaplarıyla anlaşılabilenlerden çok daha karmaşık ve çok daha güç algılanabilir bir şeydir.

Algılarız, deneyimlerimizi hatırlarız, yargılamalarda bulunuruz, hareket ederiz ve bütün bu çabalarımız esnasmda farkmda olmadığımız etmenler tarafmdan etkileniriz. İzleyen sayfalarda, ben bilinçdışı beynimizin farklı taraflarım anlatmaya devam ederken, bunun çok daha fazla örneklerine rastlayacağız. Beynimizin bilgiyi biri bilinçli öteki bilinçdışı olmak üzere iki farklı katmanda nasıl işlediğini göreceğiz ve bilinçdışınm gücünü anlamaya başlayacağız. Gerçek şu ki bilinçdışı zihinlerimiz etkin, bir amaca yönelik ve bağımsızdır. Bilinçdışı saklı olabilir, fakat etkileri öyle olmaktan uzaktır; çünkü bu etkiler bilinçli zihnimizin dünyayı algılayışı ve gösterdiği tepkileri şekillendirmek açısmdan çok önemli bir rol oynarlar.

Zihnimizin gizli alanlarına yapacağımız geziye başlamak

için, gelin duyusal girdileri nasıl aldığımızı; fiziksel dünya hakkındaki bilgileri özümsememize aracılık eden bilinçli ve

bilinçdışı yollarm neler olduğunu değerlendirelim.

İKİNCİ BÖLÜM

Duyular Artı Zihin Eşittir Gerçeklik

Gören göz yalnızca fiziksel bir organ değil, aynı zamanda ait olduğu kişin içinde yetiştiği gelenek tarafindan şartlandırılmış bir algı aracıdır.

-Ruth Benedict

Bilinç ve bilinçdışı arasındaki ayrım Eski Yunan'dan bu yana yapılagelmiştir.1 Bilinç psikolojisini araştıran düşünürler arasından en etkili olanı, on sekizinci yüzyıl Alman filozofu Immanuel Kant'tır. Kant'm döneminde, psikoloji bağımsız bir dal değildi, yalnızca filozoflar ve psikologlarm, zihin konusunda spekülasyon yaparken, üzerinde tartıştıkları konuları içeren geniş kapsamlı bir kategoriydi.2 İnsan düşünce süreci hakkmda öne sürdükleri yasalar, bilimsel yasalar değil felsefi beyanlardı. Bu düşünürler teorileri için pek az ampirik temele ihtiyaç duyduklarmdan; her biri rakibinin bütünüyle spekülatif teorisine karşı, kendi tamamen spekülatif teorisini kayırmakta özgürdü. Kant'm teorisi, yalnızca nesnel olayları belgelemek yerine, dünyanm nasıl bir yer olduğunu etkin bir şekilde kurguladığımız; algılarımızm yalnızca var olanlara dayalı olmadığı, daha ziyade bir şekilde zihnimizin genel özellikleri tarafmdan yaratıldığı -ve smırlandırıldığı- yönündeydi. Bu inanç, günümüz bilim insanlarırun özellikle arzularımızdan, ihtiyaçlarımızdan, inançlarımızdan ve geçmiş deneyimlerimizden kaynaklanan önyargılarla ilişkili olanlar başta olmak üzere, zihnin genel özelliklerine ilişkin olarak Kant'ınkinden çok daha kapsamlı bir bakış açısma sahip ol-

malarına rağmen; modern bakış açısma şaşırtıcı ölçüde ya- kmdır. Bugün biz kaymvalidenizin yüzüne baktığmız zaman gördüğünüz görüntünün, yalnızca onun yüzünün optik niteliklerine değil, aym zamanda sizin aklınızdan neler geçtiğine de bağlı olduğuna inanıyoruz: Örneğin, o sırada onun tuhaf çocuk yetiştirme yöntemleri yahut onunla komşu olmanın iyi bir şey olup olmadığı konusunda düşünüyor olabilirsiniz.

Kant ampirik psikolojinin bir bilim dalı olamayacağı- m çünkü beyninizde olup bitenleri tartmanın yahut ayrıca ölçmenin mümkün olmadığım düşünüyordu. Fakat on dokuzuncu yüzyılda bilim insanları bunu denediler. Bu uygulamaları yapan ilk kişilerden biri fizyolog E.H. Weber oldu; 1834 yılımda deneklerin dokunma duyusu konusunda basit bir deney yaparak deneklerin teni üzerindeki bir noktaya bir referans ağırlığı koydu ve sonra ağırlığı değiştirerek deneklerine ikinci ağırlığm birincisine kıyasla daha mı ağır yaksa daha mı hafif olduğunu sordu.3 Weber'in bu deneyler sonucunda tespit ettiği ilginç nokta, bir kişinin fark edebileceği en küçük ağırlık değişiminin, referans ağırlığın büyüklüğüyle orantılı olduğu olmuştur. Örneğin altı gramlık bir ağırlığm beş gram ağırlığmdaki referans ağırlık nesnesinden daha ağır olduğunu zar zor hissedebiliyor iseniz; bir gram, fark edilebilir en küçük ağırlık farkı olacaktır. Ama referans ağırlık on kat daha fazla ise, ayırt edebileceğiniz en küçük ağırlık farkı da on kat büyük, bu örnek için on gram, olacaktır. Bu dünyayı sarsacak bir buluş gibi görünmüyor, fakat psikoloji biliminin gelişimi açısından kritik önemi vardı; çünkü bir noktayı açıklığa kavuşturuyordu: Deneyler yoluyla insan, zihinsel işlemlerin matematiksel ve bilimsel yasalarım ortaya çıkarabilirdi.

Bir başka Alman psikolog, Wilhelm Wundt, 1879 yılmda, Saksonya Kraliyet Eğitim Bakanlığı'na dünyanın ilk psikoloji laboratuvarmı kurmak için dilekçe verdi.4 Talebi reddedilmesine rağmen, laboratuvarmı yine de 1875'ten beri zaten kullanmakta olduğu bir smıfta, gayrı resmi olarak, kurdu. Aynı yıl, Harvard Üniversitesi'nde Karşılaştırmalı Anatomi ve Fizyoloji dersleri veren bir doktor ve profesör olan, William

James, Fizyoloji ve Psikoloji Arasındaki İlişkiler adlı yeni bir ders vermeye başladı. Ayrıca üniversitenin Lawrece Hail adı verilen binasmm bodrumundaki iki odada, gayrı resmi bir psikoloji laboratuvarı kurdu. 1891 yılmda bu laboratuvar Har- vard Psikoloji Laboratuvarı olarak resmi statü kazandı. Çığır açıcı çabaları takdir gördü ve Berlin'de yayımlanan bir gazete Wundt'tan "Eski Dünya'nın Psikolojik Papası", James'ten ise "Yeni Dünya'nın Psikolojik Papası" diye bahsetti.5 Wundt ve James'in deneysel çalışmaları aracılığıyla ve Weber'den ilham alan başkalarmm çabaları sayesinde psikolojiye nihayet bilimsel temeller kazandırıldı. Bu yeni ortaya çıkan dala "Yeni Psikoloji" dendi. O dönemde, bir süre için, bilim dünyasmm en hareketli alanı oldu.6

Yeni Psikoloji'nin öncülerinin her birinin, bilinçdışınm işlevi ve önemine ilişkin olarak, kendilerine özgü bakış açıları vardı. İngiliz fizyolog ve psikolog William Carpenter bunlarm en önde gelenlerinden biriydi. 1874 yılmda yayunladığı Zihinsel Fizyolojinin tikeleri/Principes of Mental Physiology adlı kitapta "Zihinsel faaliyetin birbirinden ayrı yürüyen iki treni eşzamanlı olarak meydana gelir; biri bilinçli, diğeri bilinçdışı olarak." diye yazmış ve zihinsel mekanizmaları ne kadar ayrmtılı olarak incelersek, "yalnızca otomatik değil ama aynı zamanda bilinçsiz eylemlerin de sürece büyük ölçüde katıldığı"nın o kadar açıklığa kavuşacağmı söylemiştir.Bu, bugüne hâlâ üzerine eklemeler yapıp geliştirmeye devam ettiğimiz çok köklü bir kavrayıştı.

Carpenter'in kitabmm yayımlanmasmm ardmdan Avrupa'daki entelektüel çevrelerde gelişen bütün provokatif fikirlere rağmen, Carpenter'in iki ayrı tren kavrammm yam sıra, beyni anlamak yönündeki bir sonraki önemli adım, okyanusun öte yanından, Amerikalı filozof ve bilim adamı Charles Sanders Peirce'den, zihnin ağırlık ve parlaklıkta açısmdan tespit edemeyeceği düşünülen değişimleri, tespit edebilme yeteneğine sahip olduğunu gösteren araştırmaları yapan kişiden geldi. William James'in Harvard'daki arkadaşı Pierce, pragmatizm felsefi doktrininin temellerini attı (ancak bu fikri

geliştiren ve ün kazandıran James oldu). Pragmatizme adı- m ilham eden, felsefi düşünce ve teorilerin mutlak gerçekler olarak değil araçlar gibi görülmesi ve ne derece geçerli olduk- larmm, hayatımızda yarattıkları pratik sonuçlara bakılarak değerlendirilmesi gerektiği inancı olmuştur.

Peirce bir çocuk dâhiydi.8 On bir yaşında bir kimya tarihi kitabı yazmıştı. On iki yaşmdayken kendi laboratuvarı vardı. On üç yaşmdayken abisinin ders kitaplarmdan formel mantık öğrenmişti. Her iki eliyle de yazabilir ve iskambil kartı numaraları icat ederdi. Hayatınm ilerleyen dönemlerinde, acı veren bir nörolojik rahatsızlığa karşı düzenli olarak afyon kullanmak zorunda kaldı. Buna rağmen, fiziksel bilimlerden sosyal bilimlere kadar çeşitli alanlarda, on iki bin sayfa basılı eser yazmayı başardı. Bilinçdışınm, bilincin farkmda olmadığı bilgilere sahip olduğu gerçeğini keşfetmesi (bu keşfinin kaynağı, beklenmedik şekilde, altm saatini çalan kişinin kimliğine ilişkin doğru çıkan önsezisi olmuştu), yaptığı bu türden pek çok başka deneyin öncüsü oldu. Bildiğinizin farkmda olma- dığmız bir sorunun doğru cevabım şans eseri gibi görünen bir şekilde bilmeniz işlemine "zorunlu seçim" denir ve artık bilinçdışı zihni incelemekte kullanılan standart bir araç haline gelmiştir. Her ne kadar bilinçdışma ün kazandıran kültürel kahramanm Freud olduğu düşünülürse de; aslmda bilinçdışma ilişkin modern bilimsel metodolojinin köklerini Wundt, Carpenter, Peirce, Jastrow ve William James gibi öncüleri izleyerek takip edebiliriz.

Bugün Carpenter'in "Zihinsel faaliyetin iki farklı treni" dediği şeyin gerçekten de iki ayrı demiryolu sistemine benzediğini biliyoruz. Carpenter'in metaforunu güncelleştirmek için diyebiliriz ki, bilinç ve biliçdışı demiryolu hatlarınm her biri birbirine bağlı sayısız hat içeren sıkı bir demiryolları ağm- dan oluşur ve her iki hat, pek çok noktada, birbirleriyle de bağlantılıdır. însanın zihin sistemi Carpenter'in başlangıçta çizdiği resimden çok daha karmaşıktır, fakat yollarım ve is- tasyonlarmı keşfetmek konusunda ilerleme sağlıyoruz.

Gittikçe daha açıklık kazanan nokta bu iki katmanlı sistemden bilinçdışı olanmm daha önemli olduğudur. Bilinçdışı; işlev görebilmemiz ve hayatta kalabilmemiz için gereken temel gereklilikleri yerine getirebilelim, dış dünyayı algılayabilelim ve güvenliğimizi sağlayacak bir şekilde karşılık verebilelim diye, evrim sürecimizin daha erken dönemlerinde gelişmiştir. Bu bütün omurgalılarm beyinlerinin standart altyapısıdır; oysa bilinç zorunlu olmayan bir özellik olarak değerlendirilebilir. Gerçekten de insan dışmdaki çoğu tür bilinçli sembolik düşünce kapasitesine pek az sahip olarak yahut hiç sahip olmadan hayatta kalabilme yeteneğine sahiptir ve kalır da; oysa bilinçdışı olmadan, hiçbir hayvan varlığım sürdüremez.

İhsan psikolojisi hakkmdaki bir ders kitabma göre, insan algı sistemi her saniye beyne on bir milyon parça bilgi göndermektedir.9 Ancak, hepsi birden konuşmaya çalışan birkaç çocukla başa çıkmak zorunda kalmış herkes, bilinçli zihninizin işleyebildiği bilgi miktarmm bu smırm yanma bile yaklaşamayacağı konusunda şahitlik edecektir. Bir saniyede işleyebileceğimiz bilgi miktarının on altı ila elli parça arasmda olduğu hesaplanmıştır. Eğer gelen bütün bu bilgileri bilinçli zihniniz işlemek zorunda kalsaydı, beyniniz aşırı yüklenmiş bir bilgisayar gibi donardı. Ayrıca, biz bunun farkmda olmasak bile, her saniye çok sayıda karar veririz. Kötü bir koku aldığım için ağzımdaki lokmayı tükürmeli miyim? Ayakta durabilmek ve devrilmemek için kaslarımı nasıl ayarlamalıyım? Masada karşımda oturan şu adamm söylediği sözcüğün anlamı nedir? Ve o adam nasıl biri?

Evrim bize bilinçdışı bir zihin vermiştir çünkü bilinçdışı müthiş miktarlarda bilgi girişini ve bu bilgilerin işlenmesini gerektiren bir dünyada hayatta kalmamızı sağlayan şeydir. Duyusal algımız, anılarımızı hatırlamamız, gündelik kararlarımız ve faaliyetlerimiz bütünüyle çaba göstermeden olup bitiyormuş gibi görünür, fakat bunun yegâne sebebi, bunlarm gerektirdiği çabanm, beynimizin farkmdalığımızm dışmda kalan kısımlarmda harcamyor olmasıdır. .

Konuşmayı alalım. "Aşçılık öğretmeni çocuklarm yaptığı mezelerin güzel olduğunu söyledi" cümlesini okuyan çoğu insan, yaptığı sözcüğünün anlamım derhal anlar. Fakat bunun yerine "Yamyam çocuklardan güzel meze yaptığını söyledi" cümlesini okursamz otomatik olarak yaptığı sözcüğünün tehlikeli bir anlama geldiğini düşünürsünüz. Bizler bu ayrımlarm yapılmasmm kolay olduğunu samyor olabiliriz; oysa basit konuşmalarm anlamım kavramanın bile ne denli zor olduğunu, doğal konuşmaya karşılık verebilecek makineler yapmak için uğraşan bilgisayar bilimciler çok iyi bilirler. Bu konularla uğraşan bilim insanlarınm hayal kırıklığım muhtemelen uydurma olan, erken dönem bilgisayarlarla ilgili şu hikâye gayet güzel yansıtır: Bilgisayardan "ruh iradelidir ama ten zayıfhr" cümlesini önce İngilizceden Rusçaya, sonra yeniden İngilizceye çevirmesi istenmiş. Hikâyeye göre sonuç şöyle olmuş: Votka güçlüdür ama et çürümüştür. (İngilizce "spirit" sözcüğü hem ruh hem de alkol anlamma gelir, bilgisayar sözcüğü alkol anlanunda almıştır. Flesh sözcüğü ise hem ten hem de et anlamma gelebilir, çn) Neyse ki bilinçdışı' çok daha iyi iş çıkarmakta ve dili, duyusal algıyı ve sürekli algıladığımız sayısız başka görevi büyük bir hız ve doğrulukla hallederek, bilinçli zihnimizin çeviri programmı tasarlayan kişiden yakınmak gibi çok daha önemli işlere odaklanması için zaman tanımaktadır. Bazı bilim insanları bilişsel işlevlerimizden yalnızca yüzde beşinin farkmda olduğumuzu tahmin etmektedirler. Kalan yüzde doksan beşlik kısım, farkındalı- ğımızm dışmda gerçekleşmekte ve hayatımız üzerinde, başta yaşamamızı mümkün kılmak olmak üzere, çok büyük etki yapmaktadır.

Beyinlerimizde bizim farkmda olmadığımız yoğun bir faaliyetin sürüp gittiğinin bir göstergesi de beynin tükettiği enerjinin basitçe analiz edilmesinden gelir.10 Kendinizi kanepeye uzanmış televizyon seyrederken hayal edin; vücudunuzun fazla bir şey yapması gerekmez. Sonra da kendinizi, örneğin bir caddede koşmak türünden, fiziksel olarak çaba gerektiren bir şey yaparken hayal edin. Hızlı koştuğunuz zaman kas-

larınızın harcadığı enerji, patates çuvalı gibi kanepede yattığınız zaman harcadığmız enerjiye kıyasla yüz kat fazladır. Bunun nedeni koşarken kanepede yattığınız zamana kıyasla vücudunuzun yaklaşık yüz kat fazla çalışmasıdır. Gelin bu enerji çarpanmı iki tür zihinsel faaliyeti kıyaslarken kullam- labilecek bir çarpanla karşılaştıralım: Televizyon karşısmda yatarken (ki o zaman bilinçli zihniniz esas olarak çalışmaz) ve satranç oynarken. Bütün muhtemel hamleleri bilen çok iyi bir oyuncu olduğunuzu ve oyuna son derece yoğunlaştığmı- zı kabul ettiğiniz takdirde, beyniniz siz koşarken kaslarmızm harcadığı çabayla aynı ölçüde çaba harcar mı? Hayır. Yanm- dan bile geçmez. Çok yoğunlaşmak beyninizde ancak yüzde bir daha fazla enerji tüketimine sebep olur. Bilinçli zihninizle ne yapıyor olursamz olun, zihinsel faaliyetinizin baskm olan kısmı bilinçdışmızdır ve bu nedenle beynin tükettiği enerjinin çoğunu bilinçdışmız harcar. Bilinçli zihninizin eylemsiz olmasmdan yahut yoğun çalışmasmdan bağımsız bir şekilde, bilinçsiz zihniniz sürekli olarak, mekik çekmenin, çömelme hareketinin ve hızla koşmanm zihinsel eşdeğerlerini yaparak, büyük bir yoğunlukla çalışmaktadır.

Bilinçdışınızm gördüğü en önemli işlevlerden biri gözleriniz aracılığıyla gelen verilerin işlenmesidir. Bunun sebebi ister avcı olsun ister toplayıcı, daha iyi gören bir hayvanm daha iyi beslenecek, tehlikelerden daha iyi korunacak ve böylece daha uzun yaşayacak olmasıdır. Bunun bir sonucu olarak, evrim beyninizin üçte birinin görsel verilerin işlenmesine ayrılma- smı temin etmiştir: Bu işlevler renklerin yorumlanması, hareketin ve keskinliklerin tespiti, derinlik ve uzaklığm algılanması, nesnelerin kimliğinin belirlenmesi, yüzlerin tanmması ve çok sayıda başka görevlerden oluşur. Bunu bir düşünün; beyninizin üçte biri sürekli olarak bütün bunları yapmakla meşgul; fakat buna rağmen sizin bunlar hakkmdaki bilginiz ve işlemlere erişiminiz son derece smırlı. Bütün bu zorlu işler sizin farkmdalığmızm dışmda sürüp gider; özümlenen ve yorumlanan verilerin yam sıra sonuçlar da düzgün bir rapor halinde bilinçli zihninize sunulur. Bu sayede siz retinanızdaki

şu koni ve çubukların şu ya da bu sayıdaki fotonu soğurmasının ne anlama geldiğini anlamaya çalışmak yahut optik sinir verilerini ışık yoğunluğu ve frekansınm uzay dağılımma dönüştürmek ve daha sonra bunları şekillere, uzamsal konumlara ve anlamlara büründürmek zahmetinden kurtulursunuz. Bunun yerine, bilinçsiz zihniniz yılmadan bütün bunları yapmak için çalışırken, siz yatağınıza yatıp dinlenebilir ve görünüşte hiç çaba harcamaksızm yatak odanızın tavamndaki avizeyi yahut bu kitabı oluşturan sözcükleri tamyabilirsiniz. Görsel sistemimiz yalnızca beynimizdeki en önemli sistemlerden biri olmakla kalmaz, aynı zamanda sinirbiliminin en çok incelediği sistemlerden biridir. Görsel sistemin işleyişini kavramak, insan zihninde birlikte ve birbirinden ayrı çalışan iki katmanlı yapıyı aydınlatmakta oldukça yararh olabilir.

Sinirbilimcilerin görsel sistem hakkmda yaptıkları en büyüleyici çalışmalardan biri, literatürde TN olarak söz edilen elli iki yaşmdaki Afrikalı bir adam hakkmdadır. Uzun boylu, güçlü kuvvetli bir adam ve bir doktor olan TN, 2004 yılmda İsviçre'de yaşadığı sırada geçirdiği beyninin görsel korteks denilen kısmım harap eden bir felçten sonra, bir hasta olarak ün kazanmasma neden olan acıları başladı.

İnsan beyninin ana kütlesi iki beyin yarımküresine ayrılmıştır ve iki yarımküre yaklaşık olarak birbirinin aynadaki yansısı gibidir. Her yarımküre dört loba ayrılmıştır ve bu ay- rımm kaynağı, beyni üzerini kaplayan kafatasım oluşturan kemiklerdir. Loblar yaklaşık olarak bir kumaş peçete kalınlı- ğmdaki içbükey bir dış katmanla sarmalanmıştır. İnsanlarda neokorteks adı verilen bu dış katman, beynin en büyük kısmım oluşturur. Neokorteks, daha ince altı katmandan yapılıdır ve bunlardan beşi sinir hücreleriyle katmanları birbirine bağlayan çıkmtılar içerir. Neokortekste ayrıca beynin diğer kısımlarma ve sinir sistemine giriş ve çıkış sağlayan bağlantılar vardır. Neokorteks ince olmasma rağmen 0,278709 metrekare (büyük boy bir pizza kadar) alan oluşturacak miktarda sinir dokuyu beyninizde barındıracak şekilde büklümlüdür.11 Neokorteksin farklı kısımları farklı işlevler görür. Arka lob

başınızın en arkasında yer alır ve bu lobu saran korteks (görsel korteks), beynin ana görsel işlem merkezini oluşturur.

Arka lob hakkmdaki bilgilerimizin çoğu, bu lobu zarar görmüş canlılar sayesinde edinilmiştir. Bir arabada frenlerin işlevinin ne olduğunu freni olmayan bir araba sürerek anlamaya çalışan birine kuşkuyla bakabilirsiniz; fakat bilim insanları bir organm hangi bölümlerinin ne işe yaradığmın, o bölümler artık var olmadığmda anlaşılabileceği varsayımmdan yola çıkarak, hayvanların beyinlerinin kimi bölümlerini seçimli olarak tahrip ederler. Üniversite etik komisyonları insan deneklerin beyinlerinin kimi kısımlarının tahrip edilmesini hoş karşıla- mayacağmdan, araştırmacılar ayrıca hastaneleri tarayarak doğuştan yahut kaza sonucu beyinlerinin çeşitli kısımlarmda hasar oluşmuş, araştırmalarma uygun hastalar ararlar. Doğa ana verdiği hasarlarm bilimsel olarak işe yarar olup olmadı- ğma aldırmadığmdan, bu meşakkatli bir çabadır. TN'in geçirdiği felç yalnızca beyninin görsel merkezini bütünüyle harap ettiğinden önemliydi. Tek sorun (araştırma açısmdan) felcin beynin görsel merkezinin yalnızca sol yanmı tahrip etmesiydi ve bunun anlamı TN'nin görüşünün yarışma hâlâ sahip olmasıydı. TN'nin talihsizliğine bakm ki bu durum da yalnızca otuz altı gün sürmüştü. Ardmdan trajik bir ikinci kanama ol-

muş ve garip bir şekilde ilkinin yaklaşık aynadaki yansısı gibi olan, görsel merkezin kalan kısmım da tahrip etmişti.

Bilim insanları ikinci kanamadan sonra, felcin TN'yi tamamen kör edip etmediğini anlamak amacıyla testler yaptılar çünkü bazı körlerde az miktarda bir görme yetisi kalmtısı bulunabilmektedir. Örneğin karanlığı ve aydmlığı ayırt edebilmektedirler yahut kocaman bir duvarı kaplayacak kadar büyük yazılmış yazıları okuyabilmektedirler. Ancak TN'nin değil yazıyı okumak duvarı bile görmediği anlaşıldı, ikinci felçten sonra kendisini muayene eden doktorlar biçimleri ayıramadığmı, hareketi fark edemediğini ve hatta güçlü bir ışık kaynağınm bile farkma varamadığım belirlediler. Muayene sonucu arka lobundaki görsel alanlarmm işlev görmediği kesinlik kazandı. TN'nin görsel sisteminin optik kısımları tamamen sağlam olmasma, yani gözleri ışığı algılayabilmesine ve kaydedebilmesine rağmen, görsel korteksi retinanm kendisine gönderdiği bilgilere işleme yetisinden yoksundu. Durumunun niteliği nedeniyle (sağlam bir optik sistem ama tamamen tahrip olmuş bir görsel korteks) TN bilimsel araştırma için cazip bir konu haline gelmişti ve hâlâ hastanede bulunduğu süre boyunca bir grup doktor ve araştırmacı kendisini incelemişlerdi.

TN gibi kör denekler üzerinde yapılması düşünülebilecek pek çok deney vardır. Örneğin işitme duyusundaki artış yahut geçmiş görsel deneyimlere ilişkin anılar test edilebilir. Fakat soracağmın olası bütün sorular arasına, bu kör adamm yüzünüze bakarak ruh halinizi anlayıp anlamayacağını muhtemelen koymazdınız. Ancak bilim insanlarının araştırmayı seçtikleri konu tam da bu olmuştur.12

Araştırmacılar karşısma, yaklaşık bir metre uzağma bir dizüstü bilgisayar koymuşlar ve daireler yahut karelerden oluşan siyah şekiller göstererek işe başlamışlardı. Ardmda- n, Charles Sanders Peirce'ın geleneğini izleyerek, TN'yi zorunlu bir tercihle yüz yüze bırakmışlardı: Ekranda her şekil belirdiğinde, şeklin kare mi daire mi olduğunu söylemesini istemişlerdi. Sadece denemiş olmak için araştırmacılar bunu

TN'den rica etmişler ve o da kabul etmişti. Tıpkı kişinin ne gördüğü konusunda herhangi bir fikrinin olamayacağı koşullarda beklenecek sonuca uygun olarak, tahminlerinin yarısı doğru çıkmıştı. Fakat şimdi asıl ilginç kısma geliyoruz. Bilim insanları bu kez yeni bir dizi görüntü göstermişlerdi; gösterdikleri fotoğraflar öfkeli ve mutlu insan yüzleriydi. Deney esas olarak aynı kalmıştı: Sorulduğunda karşısmdaki fotoğraftaki insan yüzünün öfkeli mi yoksa mutlu mu olduğunu tahmin etmek. Ancak yüz ifadesini anlamlandırmak, geometrik bir şekli tanımaktan bambaşka bir görevdir; çünkü yüzler bizim için siyah şekillerden çok daha önemlidir.

Yüzler insan davramşmda özel bir rol oynar.13 Bu nedenle, erkek zihninin genel olarak meşgul olduğu şeylere rağmen, Truvalı Helen'in "uğruna bin gemi kaldırılacak bir yüzü" olduğu söylenmiştir, "uğruna bin gemi kaldırılacak memeleri" olduğu değil. Ve bu yüzden akşam yemeğine davetli konuklarınıza tabaklarmdaki lezzetli yemeğin ineğin pankreası olduğunu söylediğinizde, sakatat yemek konusundaki yaklaşımlarına ilişkin hızlı ve sağlam bir fikir edinmek için dirseklerine (yahut sözlerine) değil yüzlerine dikkat edersiniz. Birinin mutlu mu üzgün mü, memnun mu hoşnutsuz mu, dost mu düşman mı olduğunu çabucak anlamak istediğimizde yüzüne bakarız. Bizim olaylar karşısmdaki gerçek tepkimiz de büyük ölçüde bilinçdışı zihnimiz tarafmdan kontrol edilen yüzümüzde yansır. Beşinci bölümde göreceğimiz gibi, yüz ifadeleri iletişimde kritik öneme sahiptir; baskılanmala- rı yahut sahte ifadelerin takmılması son derece zordur ve iyi oyuncularm bu kadar zor bulunmasmm nedeni de budur. Yüzlerin öneminin bir yansıması da şudur: Erkeklerin dişi vücuduna o denli güçlü bir çekim hissetmelerine yahut ka- dmlarm erkeğin fiziksel görünümüne onca önem vermelerine rağmen, insan beyninde kadmlarm sıkı kalçalarını yahut erkeklerin güçlü kaslarmdaki nüansları ayırt etmeye adanmış bir kısmm bulunmadığı gerçeği, yüzlerin ne kadar önemli olduğunu yansıtır. Çünkü beyinde insan yüzlerini analiz etmekte kullanılan ayrı bir bölüm vardır. Bu bölüme fusiform

http://www.moillusions.com. İzip almarak kullanılmıştır.

yüz alanı deniz. İnsan beyninin yüzlere karşı özel muamelesini görmek için ABD Başkanı Obama'nın yukarıdaki resimlerine bakm.14

Üstteki fotoğraf çiftinden solda olanı fena halde biçimi bozulmuş görünmekteyken, ters duran aşağıdaki çiftten solda duram çok da tuhaf görünmemektedir. Gerçekte alttaki çift üsttekinin tıpkısıdır, tek fark alttakilerin ters olmasıdır. Bunu biliyorum çünkü onları ben ters döndürdüm ama eğer bana güvenmiyorsanız, bütün yapmanız gereken fotoğrafları 180 derece çevirmektir; o zaman göreceksiniz ki bu kez üste gelen alttaki fotoğraftan biri kötü görünecek, altta ters duran çift oldukça iyi görünmeye başlayacaktır. Beyniniz yüzlere başka görsel fenomenlere olduğundan çok daha fazla dikkat (ve daha fazla nöral alan) adayacaktır; çünkü yüzler daha önemlidir. Fakat ters duran yüzler için aynı dikkati göstermez çünkü onlarla çok seyrek olarak karşılaştırız (yoga yaparken tepe

üstü durduğumuz durumlarm dışında). Bu nedenle düz duran bir yüzdeki çarpıklıkları ters duran bir yüzdekine kıyasla çok daha iyi bir şekilde görebiliriz.

TN'yi inceleyen araştırmacılar ikinci seriyi yüz fotoğraf- larmdan seçmelerinin nedeni, herhangi bir şey gördüğünün bilinçli olarak farkmda olmamasma rağmen, beynin yüzlere odaklanan özel ve büyük ölçüde bilinçdışı kısmmın, TN'in becerisini artırabileceği inancıydı. TN ister yüzlere, ister geometrik şekillere isterse olgun şeftalilere baksm bunun önemi olmaması gerekirdi, çünkü ne de olsa kendisi kördü. Fakat TN yüzlerin mutlu mu öfkeli mi olduklarını her üç kerenin ikisinde doğru şekilde tahmin etmişti. Beyninin bilinçli görme algısından sorumlu kısmı tahrip olmuş olmasma rağmen, fusiform yüz alam fotoğrafları algılamaya devam ediyordu. Bu durum zorunlu tercih deneyinde yaptığı bilinçli tercihleri etkiliyordu ama TN bunu bilmiyordu.

TN üzerinde yapılan ilk deneyden haberdar olan bir başka grup araştırmacı, birkaç ay sonra kendisine başka bir deneye katılıp katılmayacağmı sordular. Yüzleri okumak özel bir insani yetenek olabilir ama yüz üstü kapaklanmamak daha bile özel bir insani beceridir. Önünüze çıkan uyuyan bir kediye takılıp düşeceğinizi birdenbire fark ettiğiniz zaman, bilinçli bir şekilde üzerine basmamak için stratejiler geliştirmezsiniz; sadece gerekeni yaparsmız.15 Bu tür durumlardan kaçmmanı- zı bilinçdışınız sağlar ve bilim insanlarının TN'de test etmek istedikleri de buydu. Zeminine öteberi saçılmış bir koridorda bastonu olmadan yürümesini önerdiler.16

Bu düşünce yürürken takılıp düşmeyeceğinden emin olmayan TN dışmda, işin içinde olan herkesi çok heyecanlandır- mıştı. TN bu deneye katılmayı reddetti.17 Bu testte bir miktar başarı sağlayabilirdi ama hangi kör insan engelli bir alanda yol almaya rıza gösterir ki? Araştırmacılar bunu yapması için TN'ye gerçek anlamda yalvardılar ve düşmesine engel olacak bir yardımcınm hemen arkasından onu takip etmesini önerdiler. Biraz teşvikle TN deneye katılmayı kabul etti. Ardmdan, kendisini ve herkesi hayrete düşüren bir şekilde koridordaki

çöp tenekesi, kâğıt yığını ve çok sayıdaki kutu arasında zikzaklar çizerek ve hiç düşmeden koridoru bir uçtan ötekine geçmeyi başardı. Bir kere bile ne sendeledi, ne de engellerden herhangi birine çarph. Bunu nasıl yaptığı sorulduğunda, TN herhangi bir açıklama yapamadı ve tahmin edileceği üzere bastonunu geri istedi.

TN gibi gözleri sağlam olan ancak bilinçli olarak görme yeteneğini yitirmiş insanlar her nasılsa gözlerinin kaydettiği şeylere karşı tepki gösterirler ve bu olguya "kör görüşü" denir. Bu önemli keşif ilk yayımlandığında kuşkuyla ve alaycı nidalarla karşılandı ve ancak yakm zamanlarda kabul edilmeye başlandı.18 Fakat bir bakıma bu durum şaşırtıcı sayılmamalıydı: Bilinçli görsel sistem işlevini yitirdiği ama kişinin gözleri ve bilinçdışı sistemleri sağlam kaldığı zaman durumun böyle olması gayet mantıklı bir sonuçtur. Kör görüşü garip bir sendrom ve beynin birbirinden bağımsız çahşan iki akışla çalıştığım gösteren hayli dramatik bir göstergedir.

Görüşün birden fazla yoldan gerçekleştiğini George Rid- doch adlı İngiliz bir doktor ilk kez 1917 yılmda fark etmişti.19 On dokuzuncu yüzyılın sonlarmda, bilim insanları köpekler ve maymunlarm beyinlerinin çeşitli kısımlarmı sakatlayarak, beynin arka lobun görme yetisi konusundaki önemini araştırmaya başlamışlardı. Fakat insanlara ilişkin veriler enderdi. Derken I. Dünya Savaşı patladı. İngiliz askerleri Almanlar tarafmdan bir anda, tehlikeli bir hızla umut vaat eden araştırma konularma dönüştürülmeye başlandılar. Bunun nedeni İngiliz miğferlerinin başın tepe kısmma dans edercesine konmuş gibi görünen şekliydi; böylesi daha şık görünüyor olsa da, başı yeterince korumuyordu; özellikle başın arka kısmmı. Ayrıca çatışmalar olağan olarak siper savaşı şeklindeydi. Bu tür savaşta, askerler başları dışmda bütün bedenlerini sağlam toprağın arkasmda tutarlar ve ateş etmek için sadece başlarmı mevziden çıkarırlar. Bunun sonucunda mermi yarası alan İngiliz askerlerinin yüzde yirmi beşi başından; özellikle de arka lobun alt kısmından ve ona komşu olan beyincikten yaralanmışlardı.

Günümüzde beyne aynı yolu izleyerek giren bir mermi beynin çok büyük bir kısmını darmadağm eder ve kurbanm ölümüne sebep olması aşağı yukarı kesindir. Fakat o zamanlar mermiler daha yavaş ve yumuşak, yaptıkları etki daha farklıydı. O zaman kullanılan mermiler beynin gri dokusu içinde, çevredeki dokuya fazla zarar vermeden, kendilerine bir tünel açarak ilerleme eğilimindeydiler. Bu da kurbanlarm beyinlerinde bir delik bulunmasma rağmen, sağlık durumla- rmm tahmin edeceğinizden daha iyi olmasmı sağlardı. Benzer koşullar altmda Rus-Japon Savaşı'nda görev yapan Japon bir doktor, bu şekilde yaralanmış o kadar çok hasta görmüştü ki beynin içindeki yararım tam konumunu haritalamak ve beklenen sakatlıkları belirlemek amacıyla, kurşun deliğinin, kafatası üzerindeki çeşitli nirengi noktalanna kıyasla konumuna dayanan bir yöntem geliştirmişti (doktorun resmi görevi beyninde hasar olan askerlere ne kadar emekli aylığı bağla- nacağma karar vermekti).20

Dr. Riddoch'un en ilginç hastası Yarbay T. İdi ve muharebede askerlerinin başım çekerken bir kurşun sağ arka lobuna isabet etmişti. Yaralandıktan sonra büyük bir cesaretle kendisini toplamış ve askerlerine yol göstermeye devam etmişti. Nasıl olduğu sorulduğımda biraz sersemlediğini ama bunun dışmda iyi olduğunu söylemişti. Ama yamlıyordu. On beş dakika sonra yere yığılacakh. Kendisine geldiğinde aradan on bir gün geçmişti ve Hindistan'daki bir hastanedeydi.

Artık bilinci yerinde olmasma rağmen bir şeylerin ters gittiğinin ilk göstergesini akşam yemeğinde fark etti; tabağmm sol tarafmda duran etin kimi kısımlarım görmekte güçlük çekiyordu. İnsanlarda gözlerle beyin arasmdaki bağlantılar; görme alanım sol tarafmdan gelen görsel bilgilerin beynin sağ tarafına ve sağ taraftan gelen bilgilerin de beynin sol ta- rafma iletilmesini sağlayacak şekildedir ve bilginin hangi göz aracılığıyla iletildiğinin önemi yoktur. Başka bir deyişle eğer tam karşınıza bakarsanız, sol tarafınızda kalan her şey beym- nizin sağ yarıküresine iletilir ve mermi Yarbay T.nin beynine o taraftan girmişti. İngiltere'de bir hastaneye götürüldükten

sonra. Yarbay T.'nin görme alanının sağ tarafında, tuhaf bir istisna haricinde, tamamen kör olduğu kesinleşti: O taraftaki hareketleri algılayabiliyordu. Bu alışılmış anlamıyla göremediği (çünkü "hareket eden şeyler"in bir şekli ve rengi yoktu) ama yine de bir şeyin hareket halinde olduğunu anlayabildiği anlamma geliyordu. Kısmi ve yararı pek az bir bilgiydi bu. Aslma bakılırsa bu durum kendisini rahatsız ediyordu; özellikle tren yolculukları esnasmda sol tarafmda bir şeylerin hızla hareket ettiklerini hissediyor ama hiçbir şey göremiyordu.

Yarbay T. sezdiği hareketin bilinçli olarak farkmdaydı, onun durumu TN'ninki gibi gerçek bir kör görüşü vakası değildi ama buna rağmen bu vaka da görmenin çok sayıdaki yoldan, bilinçli ve bilinçdışı olarak beyne ulaşan bilgilerin toplam etkisiyle oluştuğunu önermesi açısmdan çığır açıcıydı. George Riddoch Yarbay T. hakkmda bir makale yayımladı; fakat maalesef ondan daha ünlü bir başka İngiliz ordu doktoru Riddoch'un çalışmasını alaya aldı. Böylece makale literatürden hemen hemen silindi ve yeniden ortaya çıkması için aradan on yıllar geçmesi gerekti.

Yakm zamana kadar bilinçdışı görüşü araştırmak zordu çünkü kör görüşüne sahip insanlar son derece ender bulunur.21 Ancak 2005 yılmda Antonio Rangel'in California Teknoloji Enstitüsü'ndeki meslektaşı Christoph Koch ve bir çalışma arkadaşı, sağlıklı denekler üzerinde bilinçdışı görmeyi araştırmak için çok etkili, yeni bir yöntem geliştirdiler. Koch bilinçdışıyla ilgili bu keşfini, bilincin ne anlama geldiği konusuna karşı duyduğu büyük ilgi sayesinde yapmıştı. Koch, "bilinçdışmı araştırmak yakm zamanlara kadar hâlâ iyi bir kariyer tercihi sayılmıyor olabilir ama bilinç konusunda çalışmak, en azmdan 1990T1 yıllara kadar, bir bilişsel gerileme gibi görülüyordu" diyor. Ancak, günümüzde bilim insanları her iki konuyu birlikte araştırmaktadırlar ve görsel sistemi araştırmanm avantajlarmdan biri, örneğin hafıza yahut sosyal algıya kıyasla, bazı açılardan daha basit olmasıdır.

Koch'un grubunun keşfettiği yöntem binoküler rekabet adı verilen görsel bir fenomeni kullanıyordu. Doğru koşullar

altında sol gözünüze bir resim ve sağ gözünüze başka bir resim tutulursa, her ikisini birden; sanki ikisi bir şekilde üst üste binmiş gibi görmezsiniz. Bunun yerine resimlerden yalnızca birini görürsünüz. Aradan bir süre geçtikten sonra diğerini görmeye başlarsınız ve ardmdan yeniden ilkini görürsünüz. İki resim bu şekilde sonsuza kadar ardışık bir şekilde görülmeye devam eder. Koch'un grubunun keşfi ise bir göze aynı resim tutulurken, diğer göze sürekli değişen resimler gösterilmesi halinde ne olacağı merakmdan kaynaklanmıştı ve bu durumda insanlar yalmzca değişen resmi görüyorlardı, sabit kalam değil.22 Başka bir deyişle, eğer sağ gözünüze bir film ya da pinpon oynayan iki maymunun görüntülerinin, sol gözünüze ise yüz dolarlık bir banknotun resminin gösterilmesi halinde; sol gözünüzün bu bilgiyi kaydetmesine ve beyninize aktarmasma rağmen, sabit duran resmi gördüğünüzün farkmda olmazsmız. Bu yöntem, bir anlamda, yapay bir kör görüşü sağlamak için çok etkili bir araç ve beynin ilgili bölümünü tahrip etmeksizin bilinçdışı görmeyi incelemek için yeni bir yol yaratmışhr. .

Başka bir grup araştırmacı bu yeni tekniği kullanarak, daha önceki araştırmacıların TN adlı hasta üzerinde uyguladıkları yüz ifadeleri deneyine benzer bir deneyi normal insanlara uyguladılar.23 Her bir deneğin sağ gözüne hızla değişen mozaik benzeri renkli bir resim ve sol gözüne de bir nesneyi gösteren sabit bir resim gösterdiler. Nesne fotoğrafm sağ ya da sol kenarma dayalı durumda seçilmişti ve deneğin görevi, bilinçli bir şekilde durağan olan fotoğrafı görmüyor olmasma rağmen, nesnenin sağa mı yoksa sola mı dayanmış olduğunu tahmin etmekti. Araştırmacılar TN vakasmda olduğu gibi, deneğin bilinçdışı sezgilerinin ancak fotoğrafm insan beyni için ilginç bir nesneye ait olması halinde etkili olmasmı bekliyorlardı. Bu da bariz bir kategoriyi akla getiriyordu. Bu yüzden de araştırmacılar bu deneyi gerçekleştirirken, durağan resimlerden birini pornografik yahut kendi bilimsel jargonla- rmı kullanmak gerekirse "hayli tahrik edici erotik bir imge" olarak seçtiler. Herhangi bir gazete bayiinden erotik dergiler

satın alabilirsiniz, ancak bilimsel olarak kontrol edilmiş erotik resimleri nereden bulacaksınız? Anlaşılan psikologlarm bunun için bir veri tabanları var. Adı da Uluslararası Duygusal Resim Sistemi ve içinde açık saçık fotoğraflardan sakatlanmış beden fotoğraflarına, güzel çocuk fotoğraflarmdan vahşi doğa fotoğraflarma kadar, yarattıkları cinsel uyarı açısından smıflandırılmış 480 fotoğraf bulunuyor.

Araştırmacılarm beklediği üzere, kışkırtıcı olmayan durağan resimler gösterildiğinde ve nesnenin fotoğrafm sağmda mı yoksa solunda mı bulunduğu sorulduğunda, deneklerin cevapları yarı yarıya doğru olmuştur; bu da TN'den daire ve dörtgenleri ayırmasınm istendiği deneyde olduğu gibi tamamen rastgele tahminlerde bulunulan koşullarda beklenecek bir sonuçtur. Fakat "düzcinsel" erkek deneklere çıplak bir kadm fotoğrafı gösterildiğinde imgenin fotoğrafm sağ yanmda mı yoksa sol yanmda mı olduğunu tahmin etmek konusunda önemli beceri göstermişlerdir ve çıplak erkek fotoğrafı gösterilen "düzcinsel" kadm deneklerde de sonuç aym olmuştur. Kadınlara çıplak kadm ve erkeklere çıplak erkek fotoğrafı gösterildiğinde sonuç böyle olmamıştır; elbette ki bir istisnayla. Deney eşcinsel denekler üzerinde tekrarlandığmda, sonuç bekleyebileceğiniz gibi tersine dönmüştür. Sonuçlar deneklerin cinsel tercihlerini yansıtmıştır.

Deney esnasmda kaydettikleri başarıya rağmen, sonradan ne gördükleri sorulduğunda, bütün denekler, araşhrmacılarm sağ göze gösterdiği hızla değişen renkli mozaik imgelerinin sıkıcı geçişini tarif etmişlerdir. Denekler bilinçli zihinleriyle bir seri sıkıcı imgeye bakarken, bilinçdışı zihinlerinin çıplak kadm ve erkek resimlerine bakmanın zevkini çıkardığmm farkmda bile değillerdi. Bunun anlamı erotik fotoğraflara ilişkin işlemlerin bilinçli bir şekilde asla algılanmadığı halde, bilinçdışmca gayet etkili bir şekilde kaydedildiği ve deneklerin subliminal olarak bunların farkma vardığıydı. Böylece Peirce'ın öğrendiği bir ders bir kez daha bizlere hatırlatılmış olur: Beynimizin kaydettiği her şeyi bilinçli olarak algılamayız, bu nedenle bilinçdışı zihnimiz, bilinçli zihnimizin farkma

varmadığı şeyleri algılayabilir. Bu olduğu zaman iş ortağımız yahut Peirce'a olduğu gibi bir yabancı hakkmda bir duyguya kapılır ama bunun kaynağım bilemeyiz.

Çok uzun zaman önce sezgilerimin peşine düşmenin iyi bir fikir olduğunu öğrendim. Yirmi yaşımdayken. Yom Kip- pur Savaşı'mn hemen sonrasmda İsrail'deydim ve İsrail işgali altındaki Suriye toprakları olan Golan Tepeleri'ni görmeye gitmiştim. Issız bir yolda yürürken, bir tarlada ilginç bir kuş gördüm ve bir kuş gözlemcisi olduğumdan daha yakından bakmaya karar verdim. Tarla bir çitle çevriliydi ve bu olağan olarak kuş gözlemcileri için caydırıcı sayılmazdı ama bu çitin üzerinde tuhaf bir yazılı levha vardı. Ne anlama geliyor acaba diye düşündüm. Yazı İbraniceydi ve benim îbranicem anlamam için yeterli değildi. Olağan olarak "Girmek Yasaktır" yazardı ama bu levhadaki yazı nedense farklı görünüyordu. Acaba girmese iniydim? İçimden bir his öyle yapmamı söyledi; şimdi içimdeki bu hissin Peirce'e saatini kimin çaldığmı söyleyen hisle aynı olduğunu düşünüyorum. Fakat aklım, bilinçli düşünen zihnim "Gir şuraya! Sadece çabuk ol!" dedi. Böylece çite tırmandım, tarlaya girdim ve kuşa doğru yürümeye başladım. Çok geçmeden İbranice bağırışlar duydum ve döndüğümde yolda traktörün üzerindeki bir adamın, çok heyecanlı bir şekilde bana doğru el-kol işaretleri yaparak ba- ğırdığmı gördüm. Yola geri döndüm. Adamm yüksek sesli hızlı konuşmalarmı anlamak zordu ama yarım yamalak İbra- nicem ve onun el işaretleri sayesinde çok geçmeden meselenin ne olduğunu anladım: Levhaya döndüm ve şimdi o İbranice sözcükleri tanıdığımı anladım. Levhada "Dikkat Mayınlı Alan!" yazıyordu. Bilinçsiz zihnim mesajı almıştı fakat ben bilinçli zihnimin bunu dikkate almamasma izin vermiştim.

Eskiden meseleyi sağlam ve mantıklı temellere oturtamadığım zaman içgüdülerime güvenmekte zorluk çekerdim ama yaşadığım bu deneyim sayesinde tedavi oldum. Hepimiz kimi açılardan TN adlı hastaya benzeriz; belli şeylere karşı körüzdür ama bilinçdışımız bize sağa yahut sola kaçmamızı

öğütler. Bu tür öğütler eğer kendimizi bu bilgiye açık tutacak olursak, çoğu zaman hayatımızı kurtarabilir.

Bilim insanları yüzyıllardır "gerçekliğin" doğasmı ve içinde yaşadığımız dünyanın gerçek mi yoksa bir yamlsama mı olduğunu tartışmışlardır. Fakat modern sinirbilimi bize bütün algılarımızm, bir bakıma, birer yamlsama olduğunu öğretir. Bunun sebebi dünyayı yalmzca dolaylı olarak, duyularımızm aldığı ham verileri işleyerek ve yorumlayarak algılıyor oluşu- muzdur. Bilinçdışı işlemler bizim için işte bunu yapar; bizim için dünyarun bir modelini yaratır. Yahut Kant'ın söylediği gibi, bir Dan Din an sich, olduğu gibi olan bir şey vardır, bir de Das Ding für uns, bizim bildiğimiz haliyle bir şey vardır. Örneğin çevrenize baktığınız zaman üç boyutlu bir boşluğa baktığmız duygusuna kapılırsmız. Fakat bu üç boyutu doğrudan algılamazsınız. Onun yerine, beyniniz retinanızdan gelen düzlemsel, iki dizi veriyi okur ve bir üç boyut duygusu yaratır. Bilinçli zihniniz şekilleri işlemekte öylesine mahirdir ki, gözünüze imgeleri ters görmenize neden olan bir gözlük takılsa bile, kısa bir süre soma yeniden onları düz görmeye başlardmız. Sonra gözlükler çıkarılsa, dünyayı yeniden tepetaklak görürdünüz ama bu kısa sürerdi.24 Bütün bu işlemler nedeniyle, "Bir sandalye görüyorum" dediğimiz zaman, as- İmda beynimizin sandalyenin bir modelini yarattığım söylemek isteriz.

Bilinçdışımız yalnızca duyusal verileri yorumlamakla kalmaz, onları olduklarından daha iyi hale de getirir. Bunu yapmak zorundadır; çünkü duyularımızm taşıdığı veriler hayli kötü kalitededir ve kullanışlı bir hale getirilebilmeleri için düzeltilmeleri gerekir. Örneğin gözlerinizin temin ettiği verilerdeki bir hata, sözde kör noktadan, göz kürenizin arkasm- daki, retinanızla beyniniz arasmdaki bağlantmm bulunduğu noktadan kaynaklamr. Bu nokta gözün görme alanmda ölü bir alan yaratır. Normal olarak bunu fark etmezsiniz bile çünkü beyniniz çevreleyen alanlardan gelen verilere dayanarak o boşluğu doldurur. Fakat bu boşluğun görünür kalacağı yapay bir durum tasarlamak mümkündür. Örneğin, sağ gözü-

nüzü kapatın ve aşağıdaki sayı dizisinin sonunda bulunan 1 rakamına bakın ve kitabı en soldaki üzgün yüz işareti görünmez oluncaya kadar kendinize yaklaştırm (yahut kendinizden uzaklaştırm); bu durumda o sizin kör noktamz olacaktır. Başuuzı sabit tutarak ve yine sol gözünüzle, şimdi sırasıyla 2, 3 ve sırasıyla sola doğru sıralanmış diğer rakamlara bakm. Üzgün yüz ancak 4 sayısı civarmda yeniden belirecektir.

® 987654321

Gözleriniz, kusurluluklarım telafi etmek için her saniye konumlarım defalarca çok hafif değiştirirler. Bu hafif titreşimlere, gözünüzün bir görüntüyü incelerken yaptığı daha büyük ve hızlı sekmelerden ayırmak için mikrosekme denir. Bunlar insan vücudunun gerçekleştirdiği en hızlı hareketlerdir ve özel aygıtlar olmaksızm gözlemlenemezler. Örneğin, siz bu sahrları okurken, gözleriniz satır boyunca defalarca sekme hareketi yapar. Eğer sizinle konuşuyor olsaydım, ba- kışlarmız yüzümde, özellikle de gözlerimin çevresinde dolaşıyor olurdu. Toplam olarak, göz kürenizi kontrol eden altı kas, gözlerinizi her gün 100.000 kere civarmda hareket ettirir ve bu bir günlük kalp atışı saymıza yakındır.

Eğer gözleriniz basit bir video kamera olsaydı, bütün bu hareketler videoyu seyredilemez kılardı. Fakat beyniniz gözlerinizin geçiş halinde olduğu süreleri düzeltir ve algmızı sizin hiç farkma bile varmayacağmız bir şekilde tamamlar. Bu düzeltmeyi oldukça çarpıcı bir biçimde göstermeniz mümkündür, fakat bunun için iyi bir arkadaşmızm yahut birkaç kadeh şarap içmiş bir tanışmızm yardımma ihtiyacmız olacaktır. İşte yapmamz gerekenler. Arkadaşmızla yüz yüze, burunlarmız arasmda yaklaşık 10 cm. mesafe kalacak şekilde oturun ve bakışlarmızı orta noktada kenetleyin. Sonra arkadaşmızdan sol kulağmıza bakmasmı ve sonra yeniden aynı konuma geri dönmesini söyleyin. Bunu birkaç kere tekrarlaym. Bu sırada arkadaşmızm gözlerini inceleyin ve bakışlarmm kulağınızla

gözleriniz arasmda gidip geldiğini iyice görebildiğinizi not edin. Burada soru şudur: Eğer kendi kendinizle burun buruna durabilseydiniz, kendi gözlerinizin hareket ettiğini görür müydünüz? Eğer beyninizin göz hareketleri esnasmda alman bilgileri düzelttiği doğruysa, görememeniz gerekir. Bu testi nasıl yapabilirsiniz? Bir aynanm karşısmda durun, burnunuz aynanm yüzeyinden 10 cm. kadar uzakta olsun (bu bir başka kişiden 10 cm. uzakta durmanıza karşıhk gelir). İlkin doğrudan iki gözünüzün araşma, sonra sol kulağmıza bakm ve sonra yeniden iki gözünüzün araşma bakm. Bu hareketi birkaç kere tekrarlaym. Mucizevi bir şekilde her ikisini de görecek ama gözlerinizin ikisi arasmda hareket ettiğini asla göremeyeceksiniz.

Gözlerinizin taşıdığı ham verilerle ilgili bir başka boşluk, oldukça zayıf olan çevresel görüşünüzle ilgilidir. Eğer kollarınızı yana açacak ve başparmağıruzm tırnağma bakacak olursanız, doğru düzgün görebildiğiniz kısım yalnızca tırnağmız ve bir ihtimal tırnağmızm çeperi olacakhr. Yirmide yirmi görüşe bile sahip olmanız halinde bile, o merkezi alan dışmdaki kısımlarda görüş keskinliğiniz şişe dibi gibi gözlüklere ihtiyacı olan ama gözünde gözlük bulunmayan birininki gibi olacaktır. Bu anlamda bir deneme yapmak isterseniz, sayfa 69'a bir metre kadar uzaktan bakın ve gözünüzü yandaki satırlarm ilkinde bulunan yıldıza dikin (hile yapmamaya çahşm; kolay olmayacaktır!). O satırdaki F'ler birbirlerinden bir başparmak tırnağı büyüklüğünde mesafelerle ayrılmıştır. Muhtemelen A ve F'leri kolayca tamyacaksımz ama diğer harflerin çoğunu hiç tanıyamayacaksınız bile. Şimdi bir alttaki sahra geçin. Burada harflerin büyüklüğünün gittikçe artması size biraz yardımcı olacaktır. Ama siz de benim gibiyseniz, harfler üçüncü satırdaki kadar büyümedikçe, onları tanıyamayacaksınız.

P Z L E F A

G C D E F A

G L E FA

* A F E Q C A

* A F E Z P O

* A F E D C R

Yanlardaki harfleri görebilmeniz için harflerin ne kadar büyük yazılması gerektiği, çevresel görüşünüzün ne kadar zayıf olduğunun bir göstergesidir.

Kör nokta, sekmeler, zayıf çevresel görüş; bütün bu meseleler sizin için çok büyük sorun yaratıyor olmalıydı. Örneğin patronunuza baktığmızda, görmeniz gereken gerçek retinal görüntü yüzünün ortasmda kara bir delik bulunan bulanık, titreşen bir imge olmalıydı. Oysa onu öyle görmek size duygusal olarak her ne kadar uygun görünse de algılayacağınız görüntü asla öyle olmayacaktır; çünkü beyniniz verileri her iki gözünüzden gelen girdileri birleştirerek, gözünüzün hareketlerinin etkilerini gidererek ve komşu alanlarm görsel niteliklerinin benzer olacağı varsayımıyla boşlukları doldurarak, otomatik olarak işler. Sayfa 70'deki şekiller, beyninizin sizin için yaptığı işlemlerden bazılarmı göstermektedir. Solda bir kamera tarafmdan kaydedildiği haliyle bir sahne vardır. Sağda ise aynı sahnenin bir insan retinası tarafından kaydedilmiş olması halinde, ilave işlemler olmasa, nasıl görüneceği verilmiştir. Şansımıza, bu işlemler bilinçdışmda gerçekleşmekte ve imgeleri tıpkı bir kamera tarafmdan kaydedilmişler gibi pürüzsüz ve net bir şekilde görmemiz sağlanmaktadır.

İşitme duyumuz da benzer bir şekilde çalışır. Örneğin işitsel verilerdeki boşlukları da bilinçdışı bir şekilde doldururuz. Bunu göstermek için bir araştırmada araştırmacılar "Ülke valileri başkentte toplanan ilgili yasa yapıcılarla buluştular" cümlesini kaydetmiş ve sonra da "yasa yapıcılar" kısmından

Orijinal görüntü bir fotoğraf makinesiyle çekilmiştir. Aym görüntünün retina tarafmdan görülen hali (sağ göz, odak X noktasmda). Laurent Itti'nin izniyle.

120 saniyelik, "s" sesine gelen kısmı silerek yerine öksürük sesi koymuşlardı. Yirmi deneğe içinde öksürük sesi bulunan bir kayıt dinleyecekleri ve kendilerine dinleyecekleri metnin yazılı halinin verileceği, bu metin üzerinde öksürüğün tam yerini yuvarlak içine alarak işaretlemeleri gerektiğini söylemişlerdi. Deneklere, ayrıca, öksürüğün işaretlenen seslerden herhangi birini maskeleyip maskelemediği de sorulmuş ancak yirmi denekten on dokuzu herhangi bir sesin eksik duyulmadığım belirtmişti. Herhangi bir sesin öksürük yüzünden duyulmadığım söyleyen deneğin belirttiği ise yanlış ses olmuştu.25 Dahası, araşhrmacılarm yaptığı tamamlayıcı çalışmalar sonucunda, deneyimli dinleyicilerin de eksik sesi tespit edemedikleri anlaşılmıştı. Öksürüğün tam yerini belirleyebilmek bir yana, yanma bile yaklaşamamışlardı. Cümle içinde herhangi bariz bir noktada öksürük sesi işitilmemekteydi; bunun yerine, deneklere sözcüklerin anlaşılır bir şekilde duyulması üzerinde herhangi bir olumsuz etki yapmaksızm, fonda duyuluyor gibi gelmekteydi.

Araştırmacılar "yasa" sözcüğü içerisindeki "sa" hecesini bütünüyle çıkardıkları ve yerine öksürük kaydettikleri zaman bile, denekler kayıp sesleri tespit edememişlerdi.26 Bu etkiye fonemik restorasyon (sesbirimsel iyileştirme) denilir ve sesbirimsel iyileştirme kavramsal olarak beyninizin retina-

nızdaki kör noktayı gizlemek ve çevresel görüşünüzün zayıf çözünürlüğünü iyileştirmek için yaptığı düzeltmelerle (yahut birinin karakterine ilişkin bilgilerinizdeki eksikleri onun görünüşünden, ait olduğu etnik gruptan yahut size amcanızı çağrıştırmasmdan kaynaklanan ipuçlarıyla doldurmasmdaki işlemlerle, ki bu meseleye daha sonra geri döneceğiz) aynıdır.

Sesbirimsel iyileştirmenin çok şaşırtıcı bir özelliği vardır: Sesbirimsel iyileştirme, sözcüklerini işittiğiniz cümlenin an- lamma dayalı olduğu için, cümlenin başmda ne işittiğinizi sandığınızı cümlenin sonunda gelen sözcük etkileyebilir. Örneğin, öksürüğün bir yıldız işaretiyle belirtilmesi durumunda, yaygm olarak bilinen bir araştırmadaki dinleyiciler "It was found that the '*eel was on the axle' cümlesinde "wheel" sözcüğünü duyduklarmı, ama cümle "It was found that the eel was on the shoe" şeklinde değiştirildiğinde zzheelzz sözcüğünü duyduklarını öne sürmüşlerdir. Benzer şekilde son sözcük portakal anlamma gelen orange olduğunda bu kez soymak anlamma gelen peel sözcüğünü; ilk sözcük masa anlamına gelen table olduğunda ise yemek anlamma gelen meal sözcüğünü duyduklarmı söylemişlerdir.27 (wheel: tekerlek, eel: yılanbalığı, heel: yüksek topuk. îlk cümle yılanbalığmm dingilin üzerinde olduğunu söylüyor ama dinleyen dingil ve tekerlek/wheel sözcüklerini eşleştiriyor. îkinci cümlede ise yılanbalığmm ayakkabının üzerinde olduğu söyleniyor ama dinleyenler ayakkabı ve topuk/heel sözcüklerini eşleştiriyor. Eel, wheel, heel, peel ve meal sözcüklerinin telaffuzları iyıl, viyıl, hiyıl, piyıl, miyıl gibi birbirine yakm seslerdir, çn). Oysa bütün örneklerde deneklerin beynine ulaşan veri eel (iyıl) sesiydi. Deneklerin her birinin beyinleri, anlamı kavrayabilmek kapsam m sağlayacağı daha fazla ipucunu bekleyerek, gelen bilgiyi saklamıştır. Ardmdan dingil, ayakkabı, portakal yahut masa sözcüklerini duyduktan sonra, beyin uygun sessiz harfleri ekleyerek sözcüğü tamamlamıştır. Ancak ondan sonra bu bilgi deneğin bilinçli zihnine aktarılmış, denek bu işlemlerden

habersiz kaldığından, öksürük tarafından kısmen maskelenmiş sözcüğü açık seçik işittiğinden gayet emin olmuştur.

Fizikte, bilim insanları evrende gözlemlediğimiz verileri tanımlamak ve öngörebilmek için modeller yahut teoriler icat ederler. Newton'un çekim teorisi buna bir örnektir; Einstein'm çekim teorisi ise bir başkası. Bu teoriler, aynı olguyu tarif etmelerine rağmen, gerçekliğin çok başka yorumlarım oluştururlar. Newton, örneğin, kütlelerin bir güç uygulayarak birbirlerini etkilediklerini düşünmüştür; oysa Einstein'm teorisinde etki uzam ve zamarun bükülmesi aracılığıyla oluşur ve bir güç olarak çekim kavramı yoktur. Bir elmanın düşüşünü her iki teoriyi kullanarak da büyük bir doğrulukla tanımlamak mümkündür ama Newton'un teorisini kullanmak daha kolaydır. Öte yandan araba kullanırken yolunuzu bulmanızı sağlayan uydu verilerine dayalı küresel konum belirleme sistemi (GPS) için gereken hesaplamalarda, Newton'un teorisi yanlış sonuç verecektir; bu nedenle Einstein'm teorisinin kullanılması gerekir. Bugün her iki teorinin de aslmda, doğada gerçekten olup bitenler için yalnızca birer yaklaşım olmaları anlammda, yanlış olduklarmı biliyoruz. Ama iki teori de her birinin uygulandıkları alanlarda doğarım çok doğru ve kullanışlı bir tanımım yapmayı sağlamaları anlammda, aym zamanda doğrudur.

Söylediğim gibi, bir bakıma, her insanın zihni bir bilimcidir; çevremizdeki dünyanın; beynimizin duyularımız aracılığıyla tespit ettiği gündelik hayatm bir modelini yaratır. Çekim teorilerimiz gibi, duyusal dünya modelimiz de yalnızca yaklaşıktır ve zihnimizin buluşu olan kavramlara dayalıdır. Ve yine çekim teorilerimiz gibi, çevremize ilişkin zihinsel modellerimiz de her ne kadar mükemmel değilseler bile, genellikle gayet güzel iş görürler.

Algıladığımız dünya, karakteri ve özellikleri açısmdan gerçek verilerin ürünü olduğu ölçüde, bilinçdışı zihinsel işlemlerimizin de sonucu olan, yapay olarak kurulmuş bir ortamdır. Doğa bilgilerdeki boşluklarm üstesinde gelebilmemize yardım etmek için, biz daha herhangi bir algının farkın- da bile değilken, bu kusurları bilinçdışı düzeyde gideren bir

beyin vermiştir bizlere. Beyinlerimiz, bütün bunları herhangi bilinçli bir çaba gerektirmeksizin, biz mama sandalyesinde oturmuş bezelye çorbası yer yahut hayatımızm daha ileri dönemlerinde, kanepede oturmuş bira yudumlarken yapar. Bilinçdışı zihinlerimiz tarafmdan düzenlenmiş görüntüleri sorgulamaksızm yahut bunlarm yalnızca genel olarak hayatta kalma şansımızı artırmak için kurgulanmış birer yorum olduğunun ama her zaman muhtemel en doğru resim olma- dıklarmm ayırdına varmaksızm, kabul ederiz.

Bu da, görüntüden anılara kadar değişik kapsamlarda tekrar tekrar döneceğimiz bir konuya; karşılaştığımız insanları nasıl yargıladığımız sorusuna götürür bizi: Eğer bilinçdışı- nm asıl işlevi bilgiler eksik olduğunda gerçekliğin yararlı bir resmini oluşturmak için boşlukları tamamlamaksa, o zaman sonuçta oluşan resmin ne kadarı doğrudur? Diyelim ki yeni biriyle tamştmız. Aranızda kısa bir sohbet oldu ve kişinin görünümüne, giyim tarzma, ait olduğu etnik gruba, aksanma, jestlerine ve belki kendi adınıza bir miktar hüsnü kuruntuya dayanarak bir değerlendirme yaparsmız. İyi ama oluşturduğunuz resmin doğru olduğundan ne kadar emin olabilirsiniz?

Bu bölümde beynin iki katmanlı veri işleme sistemini ve dolaysız olarak karşısmdaki ham verilerde mevcut olmayan bilgileri nasıl temin ettiğini anlatmak için görsel ve işitsel algı alanlarma odaklandım. Fakat duyusal algı, bilinçdışı düzlemde çalışan beynin eksik verileri tamamlamak için hileler kullandığı çok sayıdaki zihinsel işlem alanlarmdan yalmzca biridir. Hafıza bir başkasıdır, çünkü bilinçdışı zihin anıları- mzı biçimlendirmeye etkin olarak katılır. İlerideki bölümde göreceğimiz gibi, bilinçdışımızm beyinlerimizi esasen hayal ürünü olan olaylarm anılarını yaratmasma neden olan hileleri, en azmdan gözlerimiz ve kulaklarımızdan gelen veriler üzerinde yaptıkları kadar güçlüdür. Ve hayal gücümüzün bu hileleri yapma biçimlerinin anılarımıza ekledikleri, çok geniş kapsamlı ve sonuçları da her zaman da olumlu olmayan etkilere neden olabilir.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Hatırlamak ve Unutmak

Adamın biri dünyanın resmini yapmaya karar verir. Yıllar geçtikçe bir boşluğu kentlerin, krallıkların, dağların, körfezlerin, gemilerin, adaların, balıkların, odaların, aletlerin, yıldızların, atların ve insanların resimleriyle doldurur. Ölmesinden kısa bir süre önce labirentin sebatkâr çizgilerinin kendi yüzünün imgesini takip ettiğini keşfeder.

-Jorge Luis Borges

Kuzey Carolina'nın orta kesimlerinde bulunan Haw Nehrinin hemen güneyinde, eski bir değirmen kasabası olan Burlington bulunur. Kasaba mavi balıkçıllarm, tütünün ve sıcak, nemli gecelerin yurdu olan bir bölgede yer alır. Brookwood Garden Sitesi tipik bir Burlington yerleşimidir. Gri tuğladan yapılmış, güzel, tek katlı bir bina, değirmenlerin gözden düşmesinden sonra kasabaya egemen olan özel bir okulun, Elon Üniversitesi'nin birkaç kilometre doğusunda bulunur. 1984 yılmm sıcak yaz gecelerinden birinde, adamm biri arka kapıdan evine gizlice girdiğinde, Elon Üniversitesi öğrencisi 24 yaşmdaki Jennifer Thompson yatağmda uyuyordu.1 Saat sabahm üçüydü. Kliması tangırdayıp uğuldayarak çalışırken, adam Jennifer Thompson'un telefon hattmı kesti, kapmm dışmdaki elektrik ampulünü kırdı ve eve girdi. Bu gürültüler Jennifer'i uykudan uyandırmaya yetmemiş ama adamm

merdivenlerdeki ayak sesleri, nihayet uyanmasını sağlamıştı. Gözlerini açmış ve karanlıkta yatağm yanma çömelmiş birini görmüştü. Bir an sonra adam kızm üzerine atılmış, gırtlağına bir bıçak dayamış ve direnirse onu öldüreceğini söylemiştir. Saldırgan daha sonra kıza tecavüz etmiş ve Jennifer bu sırada hayatta kalması halinde tanıyabilmek için adamm yüzüne iyice bakmışhr.

Thompson en sonunda tecavüzcüyü ışığı açması ve içmesi için bir içki hazırlamasma izin vermesi için kandırmayı ve arka kapıdan, çırılçıplak halde kaçmayı başarmıştır. Deliye dönmüş bir şekilde bir sonraki binanm kapışma vurmuştur. Uyuyan ev sakinleri kızı duymamışlar ama tecavüzcü onu duymuş ve peşine düşmüştür. Thomson çimlerin üzerinde ışığı yanan tuğla bir binaya doğru koşmaya başlamıştır. Tecavüzcü peşini bırakmış, yakmdaki başka bir binaya girmiş ve ikinci bir kadma daha tecavüz etmiştir. Bu sırada Thompson Memorial Hastanesi'ne götürülmüş; polis saçmdan ve vajinal sıvılarmdan örnek almıştır. Ardından karakola götürülmüş ve polis ressamma tecavüzcüyü tarif ederek temsili resminin yapılmasmı sağlamıştır..

Ertesi gün hızla ipuçları toplanmaya başlanmıştır. îpuçla- rmdan biri Thompson'un evinin yakınmdaki bir restoranda çalışan yirmi iki yaşmdaki Ronald Cotton'u işaret etmektedir. Cotton daha önce haneye zorla girme suçu işlemiş ve suçunu kabul etmiş, ayrıca ergenlik çağındayken cinsel saldırı suçu işlemiş biridir. Olaydan üç gün sonra, Dedektif Mike Gaul- din, Thompson'u merkeze çağırmış ve bir masanm üzerine dizdiği altı fotoğrafa bakmasmı istemiştir. Raporlara bakılırsa, Thompson fotoğrafları beş dakika boyunca incelemiştir. "Kendimi sanki üniversite giriş sınavmdaymışım gibi hissettiğimi hatırlar gibiyim" demiştir daha sonra. Fotoğraflardan biri Cotton'a aittir. Thompson onu seçer. Birkaç gün sonra, Gauldin Thompson'u yan yana dizili beş adam arasından tecavüzcüyü tamması için çağırır. Adamların her birinden öne çıkması, bir kelime söylemesi ve sonra yerine dönmesi istenir. Başlangıçta tecavüzcünün dördüncü adam mı, yoksa beşin-

ci adam mı olduğundan emin olamayan Thompson, nihayet beşinci adam olduğunda karar kılar. Adam yinie Cotton'dur. Thomson'un söylediğine göre, seçtiği adamın fotoğrafım seçtiği adam olduğu söylendiğinde, kendi kendisine "Bingo, doğru yaptım" demiştir. Mahkemede Thompson parmağıyla Cotton'u göstermiş ve bir kez daha tecavüzcü olarak teşhis etmiştir. Jüri kırk dakika içinde karara varmış ve Cotton'a müebbet artı elli yıl hapis cezası vermiştir. Thompson bu günün hayatmm en mutlu günü olduğunu söylemiş, bu mutluluğunu şampanya patlatarak kutlamıştır.

Samğm suçu kabul etmemesi dışmda, bir şeylerin yolunda olmadığınm ilk işareti, Cotton'un hapishane mutfağmda çalışırken Bobby Poole ile tamşmasmdan sonra ortaya çıktı. Poole, Cotton'a, dolayısıyla polis ressamının Thomson'un ifadesine göre çizdiği temsili resme çok benziyordu. Üstelik Poole aym suçtan, tecavüz yüzünden hapiste bulunuyordu. Cotton, Thompson davası konusunda Poole ile yüzleşmiş ama adam olayla herhangi bir ilgisi olduğunu reddetmişti. Fakat Cotton'un şansma, Bobby Poole boşboğazlık edip bir başka mahkûma Thompson'a ve diğer kadma tecavüz ettiğini söylemişti. Ronald Cotton, tamamen şans eseri gerçek tecavüzcüyle karşılaşmıştı. Hapishanede yapılan bu itiraf neticesinde, Cotton yeniden yargılanma hakkı kazandı.

İkinci yargılamada Jennifer Thompson'dan tecavüzcüyü tekrar teşhis edip edemeyeceği sorulmuştu. Thompson iki adamdan 4.5 metre kadar uzakta durarak ikisine bakmış ve yeniden Cotton'un kendisine tecavüz eden kişi olduğunu teyit etmişti. Poole Cotton'a benzemektedir benzemesine ama tecavüzden soma yaşadığı deneyimler; Cotton'u önce fotoğrafta, sonra dizili adamlarm arasmda teşhis etmesi sayesinde; Cotton'un yüzü o geceye ilişkin olarak hafızasma sonsuza kadar kazınmıştı. Cotton, ikinci yargılamada beraat etmek bir yana, daha da ağır bir cezayla çıkmış ve iki kez müebbet hapse mahkûm edilmiştir.

Aradan yedi yıl daha geçer. On yıl önce işlenen suçtan kalan ve aralarmda tecavüzcüye ait tek bir sperm örneğinin

bulunduğu kanıtlar, Burlington Emniyet Müdürlüğü'nün raflarında beklemeye terk edilir. Bu sırada, O.J. Simpson'm çifte cinayet davası nedeniyle, haberlerde yeni bir DNA teknolojisinden söz edilmektedir. Cotton avukatından sperm örneğinin test edilmesini sağlamasmı ister. En nihayet avukatı testin yapılmasım sağlar. Sonuç Jennifer Thompson'a Ronald Cotton'un değil Bobby Pool'un tecavüz ettiğini kanıtlar.

Thompson'un durumunda bütün bildiğimiz kurbanın saldırganı yanlış hatırladığıdır. Thompson'un başka ayrmtıları ne kadar doğru yahut hatalı hatırladığım asla bilemeyeceğiz, çünkü suçun nesnel bir kaydı yoktur. Fakat Jennifer Thomp- son'dan daha güvenilir bir tanık hayal etmek de mümkün değildir. Jennifer zeki biridir. Saldırı sırasmda görece sakin kalmayı başarmıştır. Saldırganm yüzüne dikkatle bakmıştır. Hatırlamak için çaba göstermiştir. Cotton'a önceden tanımamakta ve ona karşı herhangi bir önyargı barmdırmamaktadır. Ama bütün bunlara rağmen yanlış adamı işaret etmiştir. Bu çok rahatsız edici olsa gerek; çünkü eğer Jennifer Thompson teşhisinde hatalı idiyse, o zaman bilinmeyen bir saldırgam teşhis etmekte hiçbir görgü tanığma güvenilemeyeceği sonucu çıkar. Durumun gerçekten de böyle olduğu yönünde bol bol kamt vardır ve bu kamtlarm bir kısmı, Cotton'un tutuk- lanmasmda olduğu gibi, suçlunun teşhis edilmesi için sanıkları sıraya koyan polislerden gelir.

ABD'de polisler her yıl suçlunun belirlenmesi amacıylı dizilen insanlar arasmdan yetmiş beş bin kere suçlu teşhis ettirmektedir ve bu konudaki istatistiklere göre teşhislerin yüzde yirmi ila yirmi beşinde, tanıklar polisin yanlış olduğunu bildiği seçimler yapmaktadırlar. Polis yanlış olduğundan emindir, çünkü tanıklar "masum olduğu kesin" yahut polisin sadece sayıyı tutturmak için araya koyduğu "dolgu" sağlayan kişileri seçmektedir.2 Bu kişiler çoğu kez polis detektifleri yahut yerel hapishaneden almıp getirilmiş mahkûmlardır. Bu tür hatalı teşhisler kimsenin başım derde sokmamaktadır ama bunun ne anlama geldiğini bir düşünün: Polis bütün vakala- rm yüzde yirmi ila yirmi beşinde, tanığın suçu işlediğinden

emin olmadıkları bir kişiyi seçeceğini bilir ama buna rağmen bir tanık zanlılardan birini işaret ettiği zaman polis ve mahkemeler, o teşhisin doğru olduğunu varsayar. Yukarıdaki istatistiklerin gösterdiği üzere bu teşhisler güvenilir değildir. Gerçekten de deneklerin sahte suçlara tamk olmasınm sağlandığı deneysel çalışmalar gösteriyor ki, gerçek suçlu teşhis için sıraya dizilenlerin arasmda olmadığı zamanlarda bile, görgü tanıkları teşhislerin yarısmdan fazlasmda, tam olarak Jennifer Thompson'm yaptığmı yapacaklardır: Ne olursa olsun birini seçecekler ve bu tamğm hafızasmdaki suçluya en çok benzeyen kişi olacakhr.3 Bunun sonucu olarak, görgü tanıklarının hatalı teşhisleri haksız mahkumiyetlere yol açmaktadır. Örneğin Masumiyet Projesi adı verilen bir örgüt, yüzlerce kişinin mahkum edildikten sonra DNA testleri sonucunda beraat ettiğini ve bunlarm yüzde yetmiş beşinin hatalı görgü tanığı teşhisi yüzünden mahkûm edildiğini ortaya çıkarmıştır.

Bu tür bulgularm, süreçlerde ve görgü tanığı teşhisi kul- lammmda çok köklü değişimler yapılmasma neden olacağını düşünebilirsiniz. Maalesef yasal sistem değişime karşı dirençlidir; özellikle de değişimler köklü ve zahmetliyse. Bunun sonucu olarak, bellek hatalarınm boyutları ve olabilirliği neredeyse dikkat çekmemeye devam etmiştir. Kuşkusuz hukuk arada bir görgü tanıklarmın hata yapabileceği gerçeğini göstermelik olarak kabul ediyor, ancak çoğu emniyet birimi, görgü tanıklarmm karşılarma dizilen zanlılar arasmdan suçluyu teşhis etmesi işlemini ağırlıklı olarak uygulamaya hâlâ devam ediyor ve bugün hâlâ bir inşam bir yabancmm görgü tanığı olarak şahitlik etmesi sonucu mahkum edebilirsiniz. Aslma bakılırsa, yargıçlar çoğu zaman savunmanın görgü tanığı teşhislerinin hatalı olabileceğine ilişkin şahit dinletmesine bile izin vermemektedir. Masumu Mahkum Etmek/Convicting the Innocent adlı bir kitabm yazarı olan Brandon Garret, "Yargıçlar bu şahitlikleri ya fazlasıyla karmaşık ya soyut ya da jüri üyelerinin meseleyle bağlantı kuramayacakları kadar ilişkisiz olduğunu; kimi zaman ise fazlasıyla meseleyi basitleştirdiğini söylemektedirler" diyor.5 Hatta mahkemeler, mahkemede

işittikleri tanıklıkları hatırlamalarına yardımcı olması için jüri üyelerinin mahkeme tutanakları üzerinde tartışmasına bile sıcak bakmamaktadır. California eyaleti, örneğin, yargıçlarm jüri üyelerine "kendi hatırladıklarmm yazılı tutanaklara üstün olduğu telkininde bulunmasmı tavsiye etmektedir.6 Avukatlar size bu uygulamalarm geçerli gerekçeleri olduğunu, örneğin jüri üyelerinin tutanakları incelemesi halinde tartış- malarm çok uzun zaman alacağını söyleyecektir. Fakat benim açımdan bu korkunç bir şeydir; çünkü bir olayla ilgili olarak o olayın filmine yahut kendisine değil, birinin tamklığma güvenmemiz gerektiğini söylemekten bir farkı yoktur. Hayatın başka alanlarında böyle bir şeye asla razı gelmeyiz. Tabibler Odasınm doktorlara hastalarm dosyasına güvenmemeleri gerektiğini söylediğini hayal edin. "Kalp üfürümü mü? Ben kalp üfürümü olduğunu hatırlamıyorum. Gelin bu ilacı keselim."

Gerçekten neler olup bittiğine ilişkin kanıtlara ender olarak sahibizdir; bu nedenle çoğu durumda hatırladıklarımızm ne kadar doğru olduğunu asla bilemeyiz. Ancak istisnalar vardır. Gerçekten de bir örnekte bellek çarpıtmaları kayıtlar nedeniyle öylesine ortadadır ki, araştırmacılar bu olayları kendileri düzenlemiş olsalar ancak bu kadarım başarabilirlerdi. 1970'lerde gerçekleşen Watergate Skandalı'ndan söz ediyorum. Skandal Cumhuriyetçi casuslarm Demokratlarm Ulusal Kongre merkezine gizlice girmeleri ve ardından bu olayların Başkan Nixon yönetimince örtbas edilmeye çalışılmasıyla ilgilidir. Nixon'ın Beyaz Saray'daki danışmanlarından biri ve bu örtbas işleminin gerçekleştirilmesiyle yakmdan ilgilenmiş olan John Dean adlı bir adam, sonunda Nixon'un istifa etmesine neden oldular. Dean'm olağanüstü bir hafızaya sahip olduğu söyleniyordu; ABD Senatosu'na gerçekleşen ve televizyondan yayımlanan duruşmalar esnasmda, milyonlarca insanın gözü önünde tanıklık etti. Tanıklığı esnasında, Dean, Nixon ve diğer asli failler hakkmda öyle suçlayıcı konuşmalar hatırladı ki, kendisine "insan teyp" denilmeye başlandı. Dean'm tamklığma bilimsel önem kazandıran ise Senato'nun bu konuşmalarm gerçekten de teybe kaydedilmiş olduğunu

keşfetmesi oldu: Nixon daha sonra kullanmak niyetiyle bütün konuşmalarım gizlice kaydediyordu. İnsan teyp, gerçek kayıtlarla karşılaştırılabilir ve doğruluğu kontrol edilebilirdi.

Bu kontrolü psikolog Ulric Neisser yaptı. Dean'm ifadelerini gerçek teyp kayıtlarıyla kıyaslamak gibi meşakkatli bir çalışma yaptı ve bulgularmı bir katalog haline getirdi.7 Anlaşılan, John Dean teypten ziyade bir tarihi romancıydı. Ko- nuşmalarm içeriğini neredeyse hiçbir zaman doğru olarak hatırlamadığı gibi, hatırladıkları çoğu zaman gerçek konuş- malarm yakınmdan bile geçmiyordu.

Örneğin, 15 Eylül 1972 tarihinde (skandal patlayıp Beyaz Saray'ı girdabma çekmeden önce) büyük jüri, soruşturmasmı yedi kişiye karşı dava açılması kararıyla sonuçlandırmıştı. Bu yedi kişi arasmda Watergate'e gizlice giren beş kişi ve operasyonu planlayanlardan yalnızca iki kişi, "küçük balık" sayılan Howard Hunt ve Gordon Liddy vardı. Adalet bakanlığı daha üst düzey birilerinin suçlanmasmı gerektirecek herhangi bir kanıt olmadığmı söylüyordu. Bu Nixon için bir zaferdi. Dean, ifadesinde Başkan'm tepkisini şöyle anlatmıştı:

O gün öğleden sonra Oval Ofis'e gitmemi emreden bir çağrı aldım. Oval Ofis'e vardığımda Haldeman (Ni- xon'un personel şefi) ve Başkan oradaydılar. Başkan oturmamı söyledi. Her ikisinin de keyfi çok yerinde görünüyordu; beni çok sıcak ve dostane karşıladılar. Daha sonra Başkan bana Bob'un (Haldeman'dan söz ediyor) Watergate davasmı nasıl idare ettiğim konusunda kendisini düzenli olarak bilgilendirdiğini söyledi. Başkan bana işi iyi idare ettiğimi, ne kadar zor bir görev olduğunun farkmda olduğunu ve davanın Liddy ile sona ermesinden memnun olduğunu söyledi. Bu başarıdan kendime pay çıkaramayacağımı, çünkü ötekilerin benim yaphğımdan çok daha zor işlerin üstesinden geldiğimi söyledim. Başkan mevcut durumu tartışırken, kendisine bütün yaptığımm davayı kontrol altma almak ve Beyaz Saray'm dışmda tutulmasına yardım

etmek olduğunu söyledim. Ayrıca kendisine bu mesele kapanmadan önce daha uzun bir yol gidilmesi gerektiğini ve günün birinde bu konunun yeniden ortaya dökülemeyeceği konusunda kesinlikle garanti veremeyeceğimi söyledim.

Buluşmaya ilişkin bu ayrıntılı ifadeyi teyp kayıtlarmm dökümüyle kıyaslayan Neisser, Dean'm anlattıklarının nereyse hiçbirinin doğru olmadığmı ortaya çıkardı. Nixon konuşma esnasmda Dean'm kendisine atfettiği sözlerin hiçbirini etmiyordu. Dean'a oturmasmı söylememişti; Haldeman'ın kendisini davaya ilişkin olarak sürekli bilgilendirdiğini söylememişti; Dean'in iyi iş çıkardığım söylememişti; ve ne Liddy ne de açılan davalar hakkmda bir şey demişti. Ne de Dean kendisine atfettiği sözleri söylemişti. Aslına bakılırsa Dean meselenin yeniden gündeme gelmeyeceği konusunda "herhangi bir garanti veremeyeceğini" söylememekle kalmamış; gerçekte tam tersini söylemiş ve "bize zarar verecek bir şey olmayacak" diyerek Nixon'u rahatlatmaya çalışmıştır. Elbette ki Dean'm ifadesi kendi çıkarım korumayı amaçlıyor gibi görünüyor ve olaydaki rolü konusunda bile isteye yalan söylemiş de olabilir. Fakat eğer bu sebeple yalan söylüyor idiyse bile, bunu pek becerememişti; çünkü, son hesapta, hem Sena- to'daki ifadesi hem de onun anlattığından çok farklı olduğu teyp kayıtlarmm dökümünden anlaşılan gerçek konuşmalar kendisini suçlu duruma düşürüyordu. Her halükârda, en ilginç olan Dean'm çok emin göründüğü ama çok yanıldığı önemsiz ayrmtılardı.

Belki de ciddi suçlarm kurbanı olan (yahut Dean gibi kendi suçunu örtbas etmek isteyen) kişilerin amlarında çarpıtmaların çok olduğunu ama bunun sizin gündelik yaşammızla ilgisi olmadığım düşünüyorsunuz. Örneğin işle ilgili bir pazarlığı düşünün. Pazarlığı yapan iki taraf zaman içerisinde ileri geri adımlar atar ve siz hem kendinizin hem de ötekilerin neler söylediklerini hatırladığmızdan eminsinizdir. Hatırladıklarınızı kurgularken, ancak, bir sizin söylediğiniz şey vardır,

ayrıca bir de ne ilettiğiniz şey; diğer katılımcıların sizin söylediklerinizden çıkardıkları anlam vardır ve en son olarak da onlarm bu çıkardıkları anlamlardan neler hatırladıkları. Bu oldukça uzun bir zincirdir ve insanlar olayları birbirlerinden öylesine farklı şekillerde hatırlarlar ki aralarmda büyük ihtilaf doğar. Bu nedenledir ki iş görüşmelerinde önemli konuşmalar yapılırken, avukatlar bunları not alır. Bu durum yanlış hatırlamalarm önüne geçemese bile en aza indirir. Fakat maalesef bütün hayatmız boyunca her türlü kişisel etkileşiminizi not almaya kalkarsanız, fazla etkileşimde bulunma şansı bulamamanız güçlü bir olasılıktır.

John Dean ve Jennifer Thompson'unkiler gibi vakalar yıllar boyunca binlerce davada dillendirilmiş aym sorularm yeniden sorulmasmı gerektirir: İnsan belleğinin bu tür çarpıtmalar yapmasma neden olan şey nedir? Kendi gündelik yaşamımızda, kendi hatırladıklarımıza ne kadar güvenebiliriz?

Hafızaya ilişkin geleneksel bakış açısı, yaygm olarak hâlâ inanmaya devam ettiğimiz, hafızamızm bir film arşivi yahut bir bilgisayarm hard diskine benzediği düşüncesidir. Hafızaya ilişkin bu kavram, görmeye ilişkin olarak son bölümde tarif ettiğim basit video kamera modeline eşdeğerdir ve aym derecede yanıltıcıdır. Geleneksel bakış açısma göre, beyniniz olayları tam olarak ve doğru bir şekilde kaydeder ve eğer bir şeyi hatırlamakta güçlük çekiyorsanız, bunun sebebi doğru dosyayı bulamıyor (yahut bulmak istemiyor) olmanız ya da hard diskte bir sebeple hasar meydana gelmiş olmasıdır. Psikolog Elizabeth Loftus'un yaptığı araştırma, psikologla- rm çoğunluğu da dahil olmak üzere, çoğu insanın, 1991 gibi yakm zamanlara kadar, hâlâ bu geleneksel bakış açışım koruduklarım göstermiştir: Bu bakış açısma göre, hatıralarımız ister ulaşılabilir olsun ister bastırılmış, ister açık seçik olsun ister muğlak, hafızamız olayları olduğu gibi kaydeder.8 Ancak eğer hatıralar gerçekten de kamera kaydı gibi olsalardı; unutulabilir yahut silikleşebilirler ve artık eskisi kadar net ve canlı olmayabilirlerdi; fakat o zaman da Thompson ve Dean

gibi insanların bariz ve canlı ama gerçek olmayan şeyleri nasıl olup da hatırladıklarmı açıklamak zor olurdu.

Bu geleneksel bakış açısının insan hafızasının işleyişini doğru bir şekilde yansıtmadığmı ilk fark eden bilin insanlarından biri Hugo Münsterberg oldu. Bu konudaki aydınlanma anmı bir davada verilen hatalı bir ifadenin ardmdan yaşadı; ifadeyi kendisi vermişti. Münsterberg Alman bir psikologdu.Başlangıçta insan zihnini incelemeyi amaçlamış değildi ama Leipzig Üniversitesi'nde öğrenciyken, Wilhelm Wundt'un verdiği bir seri derse katılmıştı. Dersler Wundt meşhur psikoloji laboratuvarım kurduktan yalmzca birkaç yıl sonra, 1883 yılında gerçekleşmişti. Wundt'un dersleri Münsterberg'i etkilemekle kalmamış, hayatım değiştirmişti. Münsterberg iki yıl soma Wundfun öğrencisi olarak fizyolojik psikoloji ala- nmda doktorasım tamamlamış ve 1891 yılında Freiburg Üniversitesi'ne öğretim üyesi olarak atanmıştı. Aym yıl Paris'te Birinci Uluslararası Kongre'ye katıldığı sırada, çalışmalarmı etkileyici bulmuş olan William James ile tanıştı Münsterberg. O sırada James artık resmen Harvard Psikoloji Laboratuva- rı'mn yöneticisiydi ama felsefe alanında ilgilendiği konulara odaklanabilmek için bu görevinden istifa etmek istiyordu. İngilizce okuyup yazabilmesine ama konuşamamasma rağmen, Münstterberg'i Atlantik'in öte yakasma gelmeye ve görevini devralmaya ikna etti.

Münsterberg'e hafızayla özellikle ilgilenmeyi esinleyen olay bundan on beş yıl soma,1907 yılmda gerçekleşti.10 Ailesiyle birlikte deniz kıyısmda tatil yaparken, şehirdeki evi soyuldu. Polis tarafından duruma ilişkin olarak bilgilendirilen Münsterberg acilen geri döndü ve evinde olanların dökümünü çıkardı. Daha sonra neler bulduğuna ilişkin yeminli ifade verdi. Mahkemede yaptığı incelemenin ayrmtılı bir dökümünü sundu; buldukları arasmda, ikinci katta gördüğü bir erimiş mum izi, hırsız tarafmdan götürülmek üzere kağıda sarılmış ama sonra yemek odasındaki masamn üzerine bırakılmış büyük bir masa saati ve hırsızın kiler penceresinden girdiğine dair kanıtlar vardı. Münsterberg kendinden son de-

rece emin bir şekilde şahitlik etti; çünkü bir bilim inşam ve psikolog olarak dikkatle gözlem yapmak için eğitilmişti ve en azmdan kuru entelektüel olgular sözkonusu olduğunda, güçlü hafızasıyla tanmıyordu. "Son on sekiz yıl boyunca" diye yazmıştı bir keresinde Münsterberg, "üniversitelerde üç bine yakm defa ders verdim. Bu üç bin ders süresince, masamda tek bir satır yazılı yahut basılı malzeme bulunmadı... Demek ki hafızam bana son derece cömert bir şekilde hizmet ediyordu." Fakat şimdi üniversitede ders vermiyordu. Bu olayda, yukarıda belirttiği bütün saptamalarm yanlış olduğu anlaşıldı. Münsterberg'in kendinden emin şahitliği, tıpkı Dean'in ifadesi gibi, yanlışlarla doluydu.

Bu hatalar Münsterberg'i harekete geçirdi. Eğer kendi hafızası onu yanlış yönlendiriyorsa, başkaları da aym sorunu yaşıyor olmalıydılar. Belki de yaphğı hatalar sıra dışı olmak bir yana, kuraldı. İnsan hafızasımn nasıl işlediğini daha genel bir kapsamda araştırmak amacıyla bir sürü görgü tamğı ifadesinin yam sıra hafızaya ilişkin olarak yapılmış eski öncü çalışmaları araşhrmaya koyuldu. Münsterberg'in incelediği vakalardan birinde, Berlin'de suçbilim/kriminoloji konusunda yapılan bir konuşmamn ardmdan, bir öğrenci ayağa kalkmış ve ünlü konuşmacı, besteci Franz Liszt'in kuzeni Profesör Franz von Liszt'e bağırarak meydan okumuştu. Bir başka öğrenci ayağa fırlayıp Liszt'i savunmuştu. Ardmdan kavga çıkmış ve ilk öğrenci silah çekmişti. İkinci öğrenci ona doğru hücum etmişti. Derken von Liszt kavgaya karışmıştı. Kavga sırasmda bir silah ateş almış, salonda kızılca kıyamet kopmuştu. En nihayet von Liszt bağırarak sakin olunmasmı söylemiş, olan bitenin özellikle tezgâhlanmış olduğunu açıklamıştı. İki öfkeli öğrenci, aslmda öğrenci değil bir senaryoya uygun hareket eden aktörlermiş. Kavga büyük bir deneymiş. Bu deneyin amacı mı? Herkesin gözlem ve hatırlama yeteneğini test etmek. Bir psikoloji dersine sahte bir silah sesi kadar renk katacak başka bir şey yoktur.

Olaydan sonra Liszt dinleyicileri gruplara böldü. Bir grup- takilere gördükleri her şeyi derhal yazmaları söylendi; bir

başka gruptakiler teker teker çapraz sorguya tabi tutuldu ve üçüncü gruptakilerden aradan kısa bir zaman geçtikten sonra gördüklerini yazmaları istendi. Liszt ifadelerin doğruluğunu ölçebilmek için olanları on dört küçük bölüme ayırmışta; bunlarm kimileri kişilerin ne yaptığıyla, kimileri ise ne söylediğiyle ilgiliydi. Söylenmesi ihmal edilenleri, değiştirilenleri ve ilaveleri hata olarak kabul etmişti. Öğrencilerin hataları yüzde 26 ila 80 arasmda değişiyordu. Aktörlerin asla yapmadıkları hareketlerin yapıldığı söyleniyordu. Kimi önemli edimler gözden kaçmışta. Tartışan öğrencilerin söylediklerine eklemeler yapılmıştı ve hiç konuşmamış bazı öğrencilerin konuştuğu iddia edilmişti.

Tahmin edebileceğiniz üzere bu olay epey ses getirdi. Çok geçmeden tezgâhlanmış çatışmalar bütün Almanya'daki psikologlar arasmda rağbet görmeye başladı. Bunlarm çoğunda, ilkinde olduğu gibi, silah vardı. İlkinin taklidi bir deneyde, bir palyaço elinde bir silahla kalabalık bir bilimsel toplantıyı bastı. Yirmi saniyeden az bir zaman içinde adamla palyaço tartıştılar, silah ateş aldı ve palyaço salondan kaçtı. Bilimsel toplantılarda palyaçolarm varlığı duyulmamış şey değildir ama ender olarak palyaço giysileriyle orada bulunurlar; dolayısıyla dinleyicilerin bu olaym tezgâh olduğunu ve neden tezgâhlandığım bildiklerini varsaymak muhtemelen yanlış olmaz. Fakat gözlemcilerin olayın ardmdan bir "smav" ola- cağmm farkmda olmalarma rağmen, yazdıkları ifadeler fena halde hatalıydı. İfadelerdeki uydurmaların başmda, palyaçonun giydiği iddia edilen farklı giysiler geliyordu ve silahı çeken adamm başmdaki güzel şapka ayrıntılı olarak tarif ediliyordu. Oysa o günlerde yaygm olarak şapka giyilmesine rağmen, silahlı adamm şapkası yoktu.

Münsterberg, bu hatırlama hatalarmm doğasmdan hareketle ve incelediği belgelenmiş başka pek çok olaya dayanarak; bir hafıza teorisi geliştirdi. Hayatımızm her amnda karşı karşıya kaldığımız muazzam sayıdaki ayrmtıyı hiç birimizin hafızasmda tutamayacağma ve bellek hatalarmm ortak bir kökeni olduğuna inanıyordu: Bütün bu hatalar zihnimizin

kaçınılmaz boşlukları doldurmak için kullandığı yöntemlerin yan ürünleriydiler. Zihnimizin boşlukları doldurmakta kullandığı yöntemler arasmda beklentilerimize bel bağlamak ve daha genel kapsamda inanç sistemlerimize ve mevcut bilgilerimize dayanmak bulunuyordu. Bunun bir sonucu olarak, beklentilerimiz, inançlarımız ve önceden edindiğimiz bilgiler gerçek olayla çelişiyorsa, beynimiz kandırılabilirdi.

Örneğin, kendi yaşadığı olayda, Münsterberg hırsızm kiler penceresinden girdiğini kulak misafiri olduğu polislerden duymuş ve hiç farkmda olmadan bu bilgiyi suç mahalline ilişkin kendi hatırladıklarmm araşma katmıştı. Oysa öyle olduğuna ilişkin bir kanıt yoktu ve zaten polis de daha sonra bu ilk varsayımmm yanlış olduğunu anlamıştı. Hırsız gerçekte ön kapmm kilidini açarak girmişti. Münsterberg'in kâğıda sarılı olduğunu hatırladığı masa saati aslmda bir masa örtüsüne sarılmıştı ama daha sonra kendisinin yazdığı üzere, "hayal gücü yavaş yavaş bunu olağan olarak sarma işleminde kullanılan kağıda dönüştürmüştü." İkinci katta gördüğünden o kadar emin olduğu erimiş mum izlerine gelince, gerçekte çatı kalındaydı. Gördüğü sırada önemini kavrayamamıştı ve bu konu gündeme geldiği zaman ikinci kata yayılmış kâğıtlar ve diğer dağmıklığa fazlasıyla odaklanmış durumda olması, mum izlerini de orada gördüğünü düşünmesine neden olmuştu.

Münsterberg hafıza hakkmdaki düşüncelerini çok satanlar listesine giren Şahit Kürsüsünde: Psikoloji ve Suç Hakkında Denemeler/On the Witness Stand: Essays on Psychology and Cri- me adlı kitabmda yayımladı.11 Bu kitabmda, günümüz bilim insanlarınm hafızanın gerçek çalışma biçimine karşılık geldiğini düşündükleri bir dizi kilit kavramı ayrmtılı olarak inceledi: İlk olarak, insan hafızası olaylarm ana hatlarmı hatırlamak konusunda iyi, ayrmtılarmı hatırlamak konusunda kötüdür; ikinci olarak, hatırlamadığı ayrmtılara ilişkin olarak baskı al- tmda kaldığı zaman, doğrusu söylemek için samimi çaba gösteren en iyi niyetli insanlar bile, kaçınılmaz olarak boşlukları

uydurma şeylerle dolduracaktır; ve üçüncü olarak, insanlar uydurdukları anılara inanırlar.

Hugo Münsterberg 17 Aralık 1917'de, elli üç yaşmda, Radcliffe Üniversitesi'nde ders verirken bir beyin kanaması geçirip smıfta düşerek hayatım kaybetti.12 Hafıza konusundaki düşünceleri ve psikolojiyi hukuka, eğitime ve iş haya- tma uygulamaya ilişkin öncü çalışmaları kendisine ün kazandırmıştı ve Başkan Theodore Roosevelt, filozof Bertrand Russel gibi ünlülerin arkadaşıydı. Fakat Münsterberg'in artık arkadaş kabul etmediği kişi, bir zamanlar kendisinin destekçisi ve akıl hocası olan William James idi.13 İlk olarak James medyumlar, ölülerle iletişim kurmak vs. gibi Münsterberg ve başka pek çok kişinin saf şarlatanlık gözüyle baktıkları mistik işlerin büyüsüne kapılmıştı. Ayrıca, James psikoana- lize iman etmemişse bile, en azmdan Freud'un çalışmalarmı ilgiyle izliyor ve onlarda bir değer görüyordu. Oysa Münsterberg bilinçdışı konusundaki düşünceleri konusunda sözünü sakınmazdı ve şöyle yazmıştı: "Bilinçaltı zihnin hikâyesi dört kelime ile yazılabilir: Öyle bir şey yoktur."14 Gerçekten de Freud 1909 yılmda -Almanca- bir konuşma yapmak üzere Harvard Üniversitesi'ne geldiğinde, Münsterberg dikkat çekecek bir şekilde hiç ortalarda görünmeyerek kendisini onay- lamadığmı belli etmişti.

Freud ve Münsterberg'in her ikisi de zihin konusunda teoriler geliştirmiş ve hafızanm büyük önemi olduğuna inanmış olmalarma rağmen, maalesef birbirleri üzerinde çok az etki yapmışlardır: Freud bilinçdışmm muazzam gücünü Müns- terbeng'e kıyasla çok daha iyi anlamıştı ama hatırladıklarımızdaki boşluklarm sebebinin bilinçdışmm dinamik yaratma gücü değil anılarımızı bastırmamız olduğu kanısmdaydı. Öte yandan Münsterberg hafızanın çarpıtma ve kayıplarmın me- kanizmasmı Freud'a kıyasla çok daha iyi anlamış olmasma rağmen, bunları yaratan bilinçdışı süreçlere ilişkin hiçbir fikri yoktu.

Deneyimlerimizin bu kadar çoğunu ıskartaya çıkaran bir hafıza sistemi nasıl olur da evrimin insafsız elemesinden geçmeyi başarabilir? İnsan hafızası amlarm yeniden kurulması sırasmda çarpıtmalar yapmaya teşne olmasma rağmen, eğer bu subliminal çarpıtmalar atalarımızm hayatta kalması konusunda zararlı olsaydı, hafıza sistemimiz, hatta belki de türümüz varlığım devam ettiremezdi. Hafıza sistemimiz mükemmel olmaktan çok uzak olmasma rağmen, çoğu durumda tam da evrimin ihtiyaç duyduğu gibidir: Yeterince iyidir. As- İma bakılırsa, insan hafızası genel anlamıyla mükemmel bir hız ve verimlilikle çalışır; atalarımızın kaçınmaları gereken ya da avlayabilecekleri hayvanları genel olarak tanımalarma, en güzel alabalıklarm olduğu derelerin yerlerini ve konakladıkları yere dönen en uygun yolu hatırlamalarma yetmiştir. Günümüz terimleriyle söyleyecek olursak, hafızanm nasıl çalıştığı, Münsterberg'in zihnimizin her an ve durmaksızm, ta- mammı kesinlikle İşleyemeyeceği kadar çok miktarda (geçen bölümde söylediğim gibi saniyede on bir milyon parça) veri girdisinin bombardımanı altmda olduğunu kavramasıyla anlaşılmaya başlandı. Hal böyle olduğundan, kusursuz hatırlama yeteneği yerine, muazzam miktardaki bu bilgiyi işleme ve üstesinden gelme yeteneğini geliştirmişizdir.

Bir bebeğin doğum gününü bir parkta kutladığımız zaman, iki saat boyunca yoğun olarak görüntülere ve seslere maruz kalırız. Eğer bütün bunları hafızamıza tıka basa dolduracak olursak: çok geçmeden, gülümseleler, buz tutan bıyıklar ve boklu bebek bezleriyle dolu bir depomuz olur. Yaşadığımız olaym önemli yanları, bütün annelerin bluzla- rmm desenleri ve renkleri, bütün babalarm havadan sudan konuşmaları, mevcut bütün çocuklarm ağlamaları, çığlıkları ve piknik masası üzerindeki sayıları gitgide artan karmcalar gibi alakasız yığınlarm arasmda depolanacaktır. Esasen ka- rmcalara ve havadan sudan konuşmalara aldırmazsmız ve her şeyi hahrlamak istemezsiniz. Zihnin karşı karşıya olduğu ve bilinçdışınm çözümlediği sorun, gelen veriler toplamım elekten geçirmek ve hakikaten sizin için önemli olan kısım-

larmı korumaktır. Eğer eleme gerçekleşmezse, büyük bir veri yığını içinde kaybolursunuz. Ormam değil yalnızca ağaçları görebilirsiniz.

Aslma bakılırsa, filtrelenmemiş bir hafızanın olumsuz yanlarım gösteren ünlü bir araştırma vardır: Böyle bir hafızaya sahip biriyle ilgili bir vaka araştırmasıdır bu. Araştırma, Rus psikolog A. R. Luria tarafından 1920'lerde başlatılmış otuz yıla yayılan bir süre boyunca devam ettirilmiştir.15 Unu- tamayan adam Solomon Shereshevsky adlı, her şeyi hatırlamasıyla meşhur biriydi. Shereshevsky, anlaşıldığı kadarıyla, başma gelen her şeyi en ince ayrıntılarına kadar hatırhyordu. Bir keresinde Luria Shereshevsky'den ilk karşılaşmalarım an- latmasmı istemiş ve Shereshevksy bu karşılaşmanm Luria'nın dairesinde olduğunu hatırlamış ve bütün mobilyalarm görünümünü, Luria'nın üzerindeki giysileri vs. tam olarak tarif etmişti. Sonra da Luria'nın kendisine yüksek sesle okuduğu (on beş yıl önce) ve tekrarlamasmı istediği yetmiş sözcüğü eksiksiz olarak yinelemişti.

Shereshevsky'nin kusursûz hafızasımn olumsuz tarafı, ayrmtılarm anlamayı sıkça engellemesiydi. Örneğin Sheres- hevky yüzleri tanımakta çok güçlük çekiyordu. Çoğumuz hatırladığımız yüzlerin genel özelliklerini hafızamızda tutarız ve tanıdığımız birini gördüğümüz zaman, bakhğımız yüzü zihnimizde bulunan sınırlı bir katalogla karşılaştırarak karşımızdaki kişiyi tanırız. Oysa Shereshevsky'nin hafızası gördüğü bütün yüzlerin pek çok versiyonunu barmdırıyordu. Onun açısmdan bir yüzün ifadesi her değiştiğinde yahut farklı bir ışık altında her görüldüğünde, yeni bir yüz haline geliyordu ve bu yüzlerin hepsini hatırlıyordu. Dolayısıyla, hafızasında tanıdığı bütün insanların bir değil düzinelerle yüzü vardı ve Shereshevsky tanıdığı biriyle her karşılaştığmda, o insanın yüzünü hafızasında kayıtlı yüzlerle karşılaştırabilmesi ve tam karşılık geldiği yüzü bulabilmesi için, depoladığı muazzam büyüklükteki veriyi gözden geçirmesi gerekiyordu.

Shereshevsky'nin dille de benzer sorunları vardı. Eğer onunla konuşacak olursanız, söylediğiniz sözleri hatasız bir

şekilde size tekrarlayabilir ama ne demek istediğinizi anlamakta zorluk çekerdi. Dille kıyaslamak yerindedir; çünkü bu da bir başka ağaç-orman problemidir. Dilbilimciler iki tür dil yapısı ayırt ederler: Yüzeysel yapı ve derin yapı. Yüzeysel yapı, kullanılan sözcükler ve nasıl sıralandıkları gibi bir düşüncenin özel ifade edilme biçimine işaret eder. Derin yapı ise düşüncenin ana fikrine işaret eder.16 Çoğumuz ayrmtıları bir kenara atıp ana fikri koruyarak, dağmıklık sorunundan kurtuluruz. Bunun sonucunda da bize söylenenlerin derin yapısmı (söylenenin ne anlama geldiği bilgisini) çok uzun bir zaman koruyabilmemize karşılık, yüzeysel yapısmı (hangi sözcüklerle ifade edildiğini) ancak yaklaşık sekiz ila on saniye süreyle doğru olarak hatırlayabiliriz.17 Shereshevsky, anlaşıldığı kadarıyla, yüzeysel yapınm ayrmtılarma ilişkin olarak tam ve uzun süreli bir hafızaya sahipti; ancak bu ayrmtılar kendisinin söylenenin ana fikrini anlama yeteneğini kısıtlıyordu. Gereksiz bilgileri unutma yeteneğinin olmayışı kimi zaman öylesine sinir bozucu oluyordu ki hafızasmdakilerin de alevlere kapılıp yok olacağmu umarak, aklmdakileri kâğıtlara yazıp, kâğıtları yakıyordu. Fakat yaptığı şey işe yaramıyordu.

Lütfen aşağıdaki sözcük listesine bütün dikkatinizi vererek okuyun: Şekerleme, ekşi, şeker, acı, güzel, tat, diş, hoş, bal, soda, çikolata, kalp, kek, yemek ve turta. Eğer ilk birkaç sözcüğü dikkatle okudunuz ve sonra geri kalamnı yeterince sabrmız olmadığı ve bir kitaptan emir aldığınız için kendinizi aptal durumuna düşmüş hissettiğiniz için es geçtiyseniz, lütfen yeniden düşünün; bu çok önemli. Lütfen listeyi dikkatle okuyun. Yarım dakika kadar inceleyin. Şimdi listeyi göremeyeceğiniz şekilde üzerini kapatm ve aşağıdaki paragrafı okurken kapalı tutun.

Eğer Shereshevsky olsaydmız listedeki bütün sözcükleri hatırlamakta hiçbir güçlük çekmezdiniz ama yüksek ihtimalle sizin zihniniz biraz daha farklı çalışıyordur. Aslına bakarsanız, size yapmak üzeri olduğum bu egzersizi, yıllar boyunca düzinelerce gruba uyguladım ve sonuç hep aynı oldu. Eg-

zersizin can alıcı noktasını, size egzersizi açıkladıktan sonra vereceğim. Yapmanız gereken gayet basit: Şu üç sözcükten hangisi yukarıdaki listede vardı: Tat, nokta, tatlı. Cevabınızm tek bir sözcük olması gerekmez. Belki de hepsi listede vardı. Yahut hiçbiri. Lütfen bunu biraz düşünün. Sözcüğü listede gördüğünüzü gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz? Emin misiniz? Emin olmadıkça ve listede olduğunu gözünüzde canlandırmadıkça herhangi bir sözcüğü seçmeyin. Lütfen yanıtınıza karar verin. Şimdi lütfen önceki paragraftaki listeyi açı ve bakm bakalım ne kadar başarılısınız.

İnsanlarm büyük çoğunluğu "nokta" sözcüğünün listede olmadığım kendilerinden oldukça emin bir şekilde hatırlar. Yine büyük çoğunluk "tat" sözcüğünün listede olduğunu hatırlar. Egzersizin can alıcı noktası diğer sözcükle ilgilidir: "Tatlı." Eğer bu sözcüğü gördüğünüzü hatırladıysanız, bu durum hatırladıklarınızın gördüğünüz gerçek listeye değil, o listenin ana fikrine dayalı olduğunu gösterir: "Tatlı" sözcüğü listede yoktu ama listedeki sözcüklerin çoğunluğu anlam olarak tatlılık kavramıyla ilişkiliydi. Hafıza konusunu araştıran bilim insanı Daniel Schacter bu türden testleri çok sayıda dinleyiciye verdiğiniz ve insanlarm büyük çoğunluğunun, aslmda listede bulunmamasına rağmen, "tatlı" sözcüğünün listede bulunduğunu iddia ettiklerini yazmıştır.18 Ben de bu listesi çok sayıda büyük gruba verdim ve bu gruplardaki insanlarm büyük çoğunluğunun değil ama yarısmm, sürekli olarak, "tatlı" sözcüğünün listede olduğunu hatırladığı sonucuna ulaştım. Bu sonuç pek çok değişik şehirde ve ülkede tekrarlandı. Benim ve Schacter'in bulduğu sonuçlar arasmdaki farkm sebebi, benim cümleyi kurma tarzım olabilir; çünkü ben daima, o sözcüğün listede olduğundan emin olmadıkları ve canlı bir şekilde listeyi gözlerinde canlandırıp sözcüğü içinde görmedikleri sürece bir sözcüğü seçmemelerini özellikle vurguluyorum.

Bizim hatırlama işlemimizin bilgisayarlarm resim depolama biçimlerine benzer olduğu söylenebilir; aradaki fark anılarımız ilave bir karmaşıklığa sahiptir ve depoladığımız

veriler zaman içinde değişime uğrar; bu konuya daha sonra geleceğiz. Bilgisayarlarda, depolama alanmdan yer kazanmak için resimler genellikle büyük ölçüde "sıkıştırılır"; bunun anlamı orijinal resmin anahtar noktalarmın saklanmasıdır. Bu yöntem dosya büyüklüğünü megabaytlar mertebesinden ki- lobaytlar mertebesine düşürebilir. Bilgisayar, resim yeniden büyütüldüğü zaman, sıkıştırılmış dosyadaki smırlı bilgiden yola çıkarak orijinal resmin nasıl görünmesi gerektiğini tahmin eder. Eğer bir resmin küçük boyutlu halini görüntüleyecek olursak, büyük ölçüde orijinal resme benzediğini görürüz; fakat bu resmi genişletir ve ayrmtılara dikkatle bakacak olursak, pek çok hata görürüz; yazılımm hatalı tahmin yaptığı ve eksik bilgilerin hatalı şekilde tamamlandığı yerlerde, yekpare renk kütleleri ve bantları görürüz.

İşte Jennifer Thompson ve John Dean de aynı şekilde hata yapmışlardı ve bu esasen Münsterberg'in tasavvur ettiği işlemdi: Ana fikri hatırla, ayrmtıları tamamla ve sonuca inan. Thompson kendisine tecavüz eden adamın yüzünü ana çizgileriyle hatırlıyordu; kendisine gösterilen fotoğraflar arasmda hatırladıklarma genel olarak uyan kişiyi görünce, hatırladık- larmdaki boşlukları karşısında duran yüze bakarak doldurdu. Böyle yapmasmda, polisin aralarmda tecavüzcü olduğunu düşünmesi için geçerli sebepler bulunan biri olmadıkça, kendisine bir dizi fotoğraf göstermeyeceği beklentisinin de etkisi vardı (oysa anlaşıldı ki bu doğru değildi). Benzer şekilde, Dean yaptığı kişisel konuşmalara ilişkin pek az ayrıntı hatırlıyordu fakat ayrmtıları anlatması için baskı yapılmca, Nixon'un neler söylemiş olması gerektiğine ilişkin beklentilerinin etkisiyle boşlukları doldurdu. Ne Thompson ne de Dean bunları uydurduklarmın farkmda değillerdi. Ayrıca her ikisi de hatırladıkları konusunda defalarca sorgulandıklarmdan, uydurdukları bu ayrmtılar pekişmişti; çünkü bizden tekrar tekrar bir anımızı anlatmamız istenirse, her anlatışımızda onu pekiştirir ve böylece bir bakıma artık olayı değil ammızı hatırlamaya başlarız.

Bunun kendi hayatınızda nasıl olduğunu kolayca görebilirsiniz. Beyniniz, örneğin, en sevdiğiniz oyuncağınız olan ayıcığınızı okula götürdüğünüz için, dördüncü sınıftan bir çocuğun sizinle dalga geçmesi yüzünden utandığınızı nöron- larma kaydetmiş olabilir. Muhtemelen ayıcığm nasıl göründüğünü yahut çocuğun yüzünü yahut su mataranızı (yoksa salamlı peynirli sandviçiniz miydi?) suratma fırlattığınızda o yüzün aldığı şekli hafızanızda korumamışsınız dır. Fakat varsaym ki yıllar sonra bu anıyı anlatmanızı gerektiren bir durum oldu. O zaman bütün bu ayrmtıları, bilinçdışmız tarafmdan eklenmiş olarak, hatırlarsınız. Eğer şu ya da bu sebeple bu olayı tekrar tekrar anlatırsanız (diyelim geriye dönüp balonca çocukluğunuza ilişkin olarak insanlarm dinlemekten hoşlandıkları komik bir hikaye haline gelmiştir), olayı gözünüzde öylesine canlı ve net bir şekilde canlandırmaya başlar- sınız ki bütün ayrmtılarm doğru olduğuna tamamen inanmaya başlarsınız.

Eğer durum böyleyse, neden hatırladıklarınızdaki hataları hiç fark etmediğinizi merak edebilirsiniz. Bunun cevabı şudur: Bizler ender olarak kendimizi John Dean'in içinde bulduğu durumda buluruz; hatırladığımızı iddia ettiğimiz olayla- rm doğru bir kaydı yoktur. O yüzden de hatırladıklarımızdan kuşkuya düşmemizi gerektiren bir durum yoktur. Hafızayı ciddi bir şekilde araştırmayı iş edinmiş kimseler, öte yandan, size kuşku duymanızı gerektiren bol bol gerekçe sunabilirler. Örneğin, bilimsel araştırmacı yanı hep işbaşmda olan psikolog Dan Simons, kendi hatırladıklarıyla ilgili hataları çok merak etmiş ve kendi hayalından bir zaman aralığım, 11 Eylül 2001 gününü seçmiş ve pek azımızın yapmak zahmetine katlanacağı bir şey yapmıştır.19 On yıl sonra, o gün gerçekten neler olduğunu araştırmıştır. O günü gayet açık seçik anımsıyor gibidir. O gün, haberi duyduklarmda, hepsinin de adı Steve olan üç lisansüstü öğrencisiyle birlikte Harvard Üniversitesindeki laboratuvarmdadır ve günün geri kalanım labora- tuvarda kalıp hep birlikte haberleri izleyerek geçirmişlerdir. Ancak Simons'un araştırmaları o gün üç Steve'den yalmzca

birinin gerçekten orada olduğunu ortaya çıkarır. İkinci Steve arkadaşlarıyla birlikte şehir dışında, üçüncüsü ise kampusun başka bir yerinde derstedir. Tıpkı Münsterberg'in tahmin ettiği gibi, Simons'un hahrladığı manzara, önceki deneyimlerine dayalı olarak, olması gerektiğini düşündüğü manzaradır; çünkü bu üç öğrenci genellikle o laboratuvardadırlar; fakat hatırladığı yine de gerçekten olanlarm doğru bir resmi değildir.

Vaka araştırmalarma ve gerçek hayattaki etkileşimlere düşkünlüğü sayesinde, Hugo Münsterberg anılarımızı nasıl depoladığımız ve nasıl hatırladığımız konusunun smırlarmı genişletmiştir. Fakat Münsterberg'in çalışmaları çok önemli bir meseleyi dışarıda bırakmıştır: Anılarm zaman içinde nasıl değiştiğini. Anlaşıldığma göre, Münsterberg'in kitabım yazdığı zamanla yaklaşık aynı sıralarda, bir başka öncü, Münsterberg gibi laboratuvarda çalışan bir bilim insanı, Freudyen dalgaya karşı yüzmüş ve evrimsel hafızayı incelemiştir. İngiltere'nin küçük kır kasabası Stow-on-the-WoldTu bir ayakka- bıcınm oğlu olan Frederic Bartlett, kasabanm lise dengi okulu kapanmca, kendi eğitimini kendi ele almak zorunda kalmış biridir.20 Bu olay 1900 yılmda olmuştur. Bu işi öyle iyi başarmıştır ki kendisini Cambridge Üniversitesi'nde öğrenci olarak bulmuş, aynı yerde lisansüstü eğitim görmüş ve sonunda kurumun yeni bir bilim dalı olan deneysel psikoloji konusundaki ilk profesörü olmuştur. Münsterberg gibi, Bartlett de akademik dünyaya hafızayı çalışmak amacıyla girmemiştir. Bartlett'in yolu antropolojiye duyduğu ilginin sonucunda buraya çıkmıştır.

Bartlett kültürün kişiden kişiye ve bir kuşaktan diğerine geçerken kültürün hangi yollardan değişime uğradığım merak ediyordu. Bu sürecin, bir bireyin kişisel hafızasmm evrimiyle benzer olması gerektiğini düşünmüştü. Örneğin, lisedeysen okul basketbol takımınm çok önemli bir maçmda, takıma dört puan kazandırdığmızı hatırlarsmız ama yıllar sonra bu sayıyı on dört olarak hatırlayabilirsiniz. Bu sırada kız kardeşiniz

de sizin maç süresince kunduz kostümüyle, takımm maskotu sıfatıyla salonda bulunduğunuza yemin edebilir. Bartlett zamanm ve olayı farklı farklı hatırlayan insanlar arasındaki sosyal etkileşimlerin bu olaylarm anısını nasıl değiştirdiğini araştırmıştır. Bu araştırma sayesinde, "grup hafızası" yahut kültürün nasıl geliştiğini anlamayı umuyordu.

Bartlett hem kültürel hem de bireysel anılarm evriminin kulaktan kulağa oyununa benzediğini düşünüyordu, Oyunu muhtemelen biliyorsunuzdur; yan yana dizili insanlardan biri yanmdakinin kulağma bir şey fısıldar o yarundakine ve o da yanmdakine aynı cümleyi yineler. Dizinin sonundaki kişiye sıra geldiğinde ilk söylenenle pek az benzerlik taşımaktadır. (Örneğin "postacı pastayı yemiş de getirmiş" der. Yanındaki bunu "pastacı pastayı yemiş de getirmiş." anlayabilir ve yarundakine öyle aktarır. O da yanmdakine fısıldar ve en sonunda cümle "Pastacı hastaya yemiş götürmüş" haline gelebilir, çn) Bartlett bu kulaktan kulağa oyunu paradig- masmı bir kişinin hafızasmdan diğerininkine geçerken nasıl evrimleştiğini incelemek için kullandı. Fakat asıl çığır açıcı yaklaşımı, bu yöntemi bir bireyin hafızasmda zaman içinde aym hikâyenin nasıl bir evrim geçirdiğini incelmek için uyarlaması oldu. Temelde, deneklerinden istediği şey kendi kendilerine kulaktan kulağa oynamalarıydı. En ünlü çalışmasm- da, Bartlett deneklerine "Hayaletlerin Savaşı" adlı Kızılderili halk hikâyesini okudu. Hikâye fok avlamak için nehre giden iki erkek çocuk hakkmdadır. Beş adam bir kanoyla gelir ve nehrin yukarısmdaki bazı insanlara saldırmak için çocuklardan yardım isterler. Çocuklardan biri adamlara katılır ve saldırı esnasmda, savaşçılardan birinin kendisinin (çocuğun) vurulduğunu söylediğini duyar. Ama çocuk herhangi bir şey hissetmemektedir; bu nedenle savaşçılarm hayalet oldukları sonucuna varır. Çocuk köyüne döner, başma gelenleri halkına anlatır. Ertesi gün, güneş doğduğu vakit, çocuk düşer ve ölür.

Bu hikâyeyi deneklerine okuduktan sonra, Barttlet deneklerden hikâyeyi on beş dakika sonra kendilerine hatırlatmala-

nnı ve ondan sonra düzensiz aralıklarla, bazen aradan haftalar hatta aylar geçtikten sonra bunu yapmaya devam etmelerini söylemiştir. Bartlett deneklerinin zaman içinde hikâyeyi anlatma biçimlerini incelemiş ve evrimsel hafızada önemli bir eğilimi ortaya çıkarmıştır: Yalnızca hafıza kayıpları meydana gelmemişti; ayrıca yeni eklemeler de yapılmıştı. Bu demektir ki asıl hikâye geçmişte kalıp silikleştikçe, yeni hafıza verileri üretilmiş ve bu üretim kimi genel ilkeler çerçevesinde gerçekleşmişti. Denekler hikâyenin genel çatısmı korumuşlar fakat bazı ayrmhları eksiltmiş, bazılarını ise değiştirmişlerdi. Hikâye daha kısa ve basit bir hal almıştı. Zaman içinde doğaüstü bileşenler ayıklanmıştı. Başka öğeler "Herhangi bir şey anlaşılmaz bulunduğunda ya hariç bırakılacak yahut anlaşılır hale getiren açıklamalar eklenecek şekilde" değiştirilmiştir.21 Farkma bile varmadan, insanlar bu tuhaf hikâyeyi daha anlaşılır ve daha tanıdık bir hale sokmaya çalışmışlardır. Hikâyeyi kendilerine göre yeniden düzenlemiş ve daha anlaşılır bir hale getirmişlerdir. Hikâyenin hatalı anlatılması istisna değil kuraldı. Bartlett, hikâyenin "bütün şaşırtıcı, düzensiz ve mantıksız yanlarınm ayıklandığım" yazmıştır.

Amlarm bu şekilde mecazi olarak "düzeltilmesi", 1920'li yıllarda Geştalt psikologlarmm dikkat çektiği, insanlarm geometrik şekillere ilişkin hatırladıkları üzerinde yaptıkları gerçek düzeltmelerle şaşırtıcı bir benzerlik sunar: Eğer birine düzensiz, girintili çıkmtılı smırları olan düzensiz bir şekil gösterirseniz, daha sonra o şekli gerçekte olduğundan daha düzenli ve simetrikmiş gibi hatırlayacaklardır.22 1932 yılmda, on dokuz süren araştırmalarm ardmdan, Bartlett ulaştığı sonuçları yayımladı. Anıları daha rahatlatıcı bir biçime sokma sürecinin deneğin kendi kişisel bilgilerine; dünyayı ve hayatı nasıl algıladığma; "deneğin hatırlama süreci boyunca kullandığı daha önceden oluşmuş eğilimlerine ve önyargılarma" bağlı "aktif bir süreç" olduğunu yazıyordu.23

Bartlett'in hafızaya ilişkin çalışmaları, İngiliz araştırma- cılarının bir kuşağmm deneysel psikoloji araştırmaları yapmak üzere eğitilmelerine katkıda bulunarak ve ün kazanarak

kariyerini sürdürmüş olmasma rağmen, uzun yıllar unutulmuştur. Günümüzde Bartlett'in hafıza araştırmaları yeniden keşfedilmiş ve modern koşullarda yeniden yapılmaya başlanmıştır. Örneğin uzay mekiği Chailenger'in infilak edişinin ertesi sabahı, John Dean araştırmasını yapan bilim inşam Ulric Neisser, bir grup Emory Üniversitesi öğrencisine haberi ilk nasıl duyduklarım sormuştur. Öğrencilerin hepsi yaşadıklarım açık seçik yazmışlardır. Ardından, aradan üç yıl geçtikten sonra, hâlâ kampusta kalan kırk dört öğrenciden o deneyimlerini yeniden hatırlamalarını istemiştir.24 Anlatılanlardan tek biri bile tümüyle doğru değildi ve yaklaşık dörtte biri tamamen yanlıştı. Olayı haberlerden duyanlar azalmış ve duymayı bekleyeceğiniz türden dramatik hikâye ve klişelerin kulla- mmı, Bartlett'in tahmin edebileceği üzere artmıştı. Örneğin haberi bir arkadaşıyla kafeteryada sohbet ederken duyan bir denek daha soma olayı "kızın biri 'uzay mekiği biraz önce infilak etti' diye bağırarak salona dalmıştı" diye yazmıştı. Haberi pek çok arkadaşıyla birlikte din dersindeyken duyan bir başkası "okuldaki ilk yılımda kaldığım yurt odasmda oda arkadaşımla oturuyordum ve televizyon seyrediyordu. Flaş haber olarak verilmiş ve ikimiz de dehşete düşmüştük" demiştir. Daha da şaşırtıcı olanı, öğrencilerin ilk yazdıklarına gösterdikleri tepkiler olmuştur. Pek çoğu hatırladıklarmm daha doğru olduğunu öne sürmüştür. Olaym ertesi sabah yazdıklarını, kendi el yazılarıyla yazılmış olmasma rağmen, kabul etmekte gönülsüz davranmışlardır. "Evet bu benim el yazım; ama yine de diğer türlü hatırlıyorum!" Bütün bu örneklerin ve araştırmalar yalnızca birer istatistiksel rastlantı değilse, bizi de kendi anılarımıza ilişkin olarak durup düşünmeye sevk etmelidir; özellikle hatırladıklarımız bir başkasının hatırladıklarıyla çelişiyorsa. "Genel olarak yanılıyor ama asla şüphe etmiyor" olabilir miyiz? Hepimiz, hatırladıklarımızın doğru olduğu konusunda kendimizden daha az emin olmalıyız; hatıralarımız açık seçik ve capcanlı olsa bile.

Ne kadar iyi bir görgü tanığısınız? Raymond Nickerson ve Marilyn Adams adlı psikologlar bu soruya yanıt bulmak için

B        C        O        E

R.S. Nickerson ve M.J. Adams'm Cognitive Psychology 11, 287-307, 1979'da yılında yayınlanın "Sıradan Bir Nesneye İlişkin Uzun Vadeli Hafıza" makalesinden Elsevier'in izniyle alınmıştır.

güzel bir yol bulmuşlardır. Deneklerinden bir Amerikan kuruşunu düşünmelerini ama paraya bakmamalarmı istemişlerdi (aynı şeyi siz de 1 TL'lik metal para için yapabilirsiniz). Bu herkesin binlerce defa görmüş olabileceği bir nesnedir; buna rağmen onu ne kadar iyi tamyorsunuz? Bir tanesinin resmini yapabilir misiniz? Bir dakikanızı ayırıp bir deneyin, en azm- dan hayal etmeye çalışm. Her iki yüzdeki belli başlı özellikler nelerdir? Bitirdiğiniz zaman yukarıdaki grafiğe bakm ve bu görece daha kolay işi yaparak Nickerson ve Adams'm incelik

gösterip temin ettikleri güzel çizimler arasmdan paranın iki yüzünü seçin.25

Eğer A'yı seçti iseniz Nickerson ve Adamsam deneyinde doğru şekli seçen azınlığın içindesiniz demektir. Ve eğer yaptığınız çizim yahut zihninizdeki canlandırma paranın sekiz ana özelliğini de barmdırıyor idiyse (bir yüzünde Abraham Lincoln'ün profilinin ve IN GOD WE TRUST ve PLURIBUS UNUM cümleleri gibi) o zaman ayrmtıları iyi hatırlayan bir hafızaya sahip yüzde beşlik bir grubun içindesiniz demektir. Bu testte fazla başarı göstermemiş olmanız hafızanızın kötü olduğu anlamına gelmez. Genel özelliklere ilişkin hafızanız mükemmel olabilir. Aslında, çoğu insan daha evvel bakmış oldukları fotoğrafları, aradan uzun bir zaman bile geçse, şaşılacak ölçüde iyi hatırlayabilirler. Fakat hatırladıkları, bütün ay- rmtılarıyla şekiller değil, genel içeriğidir.26 Bir madeni paranın üzerindeki bütün ayrmtıları hafızamızda depolamamak, pek çoğumuz için bir avantajdır; bir yarışma progranunda bir sürü para kazanmamız sözkonusuyken böyle bir soruya cevap vermek zorunda olmadığımız sürece bir madeni pararun üzerinde neler olduğunu hatırlamaya ihtiyacımız yoktur ve öyle olsaydı, daha önemli şeyleri hatırlamamıza engel olabilirdi.

Gördüğümüz görüntülerin ayrıntılarını hafızamızda tut- mamamızm bir sebebi, bunun için ayrmtıları bilinçli dikkatimizle algılamamızm gerekmesidir. Fakat göz sayısız ayrmtı görmesine rağmen, bilinçli zihnimiz bunlarm çoğunu kaydetmez. Gördüklerimizle, kaydettiklerimiz, bu demektir ki hatırladıklarımız arasmdaki tutmazlık dramatik olabilir.

Bu tutmazlığı araştıran deneylerden birinin kilit noktası, içinde pek çok nesne olan bir görüntüyü incelediğiniz zaman, gözleriniz farklı nesneler arasmda hareket edecek olduğu gerçeğidir. Örneğin, eğer bir görüntüde üzerinde vazo olan bir masada oturan iki kişi varsa; art arda ve çok hızlı bir şekilde, ilkin birinin yüzüne, sonra vazoya ve nihayet ikinci kişinin yüzüne, sonra belki yine vazoya, sonra masanm üzerine vs. bakabilirsiniz. Fakat önceki bölümde ayna karşısmda yaptı- ğmız deneyi hatırlaym; gözünüzü hareket ettirdiğiniz sıralar-

da algınızda boşluklar olduğunu fark etmiştiniz değil mi? Bu araştırmayı yapan bilim insanları da gayet zekice, salise süren bu göz hareketleri sırasmda görüntüdeki şekillerin çok hafif değiştirilmesi halinde, deneklerin bunu fark etmeyeceklerini düşünmüşlerdir. Deney şöyle yapılmıştır: Her denek başlangıçta bir bilgisayar ekranmda bulunan bir görüntüye bakarak başlamıştır. Deneğin gözü görüntüde yer alan bir nesneden diğerine hareket ederek her defasmda görüntünün çeşitli kısımlarım odağa getirir. Bir süre sonra, deneğin gözlerinin yaphğı sayısız hareket esnasmda, deneyi yapanlar görüntünün hafifçe değiştirilmiş bir halini ekrana koymuşlardır. Bunun sonucunda deneğin gözü görüntü üzerine yeniden odaklandığı zaman, görüntünün belli ayrmtıları değişmiş; örneğin görüntüdeki iki adanun giydiği şapkalar birbiriyle değiştirilmiş oluyordu. Deneklerin büyük çoğunluğu yapılanlarm farkına varamamıştı. Aslma bakılırsa, iki adamm şapkalarınm değiştiğini deneklerin yalnızca yarısı fark edebilmişti.27

Bir ayrmtmm kayda alınması için bizim açımızdan ne denli önemli olması gerektiği üzerinde tartışmak ilginç olacaktır. Dan Simpson ve çalışma arkadaşı Daniel Levin bu tür hafıza boşluklarırun bir görüntüden diğerine değişen nesneler dikkatin odağmda olan nesneler olduğu zaman da gerçekleşip gerçekleşmediğini test etmek için, belli bir karakteri farklı sahnelerde farklı kişilerin oynadığı basit olayları gösteren videolar hazırlamışlardır.28 Karşılığmda şekerleme almak

Resimler Daniel Simons tarafmdan temin edilmiştir.

kaydıyla videoyu seyretmeyi kabul eden altmış Corneli Üniversitesi öğrencisini deneye katmışlardır. Tipik bir videoda, aşağıdaki örneklerde görüleceği üzere, bir masada oturan bir kişi telefonun çaldığmı duyar, ayağa kalkar ve kapıya doğru yürür. Videonun daha sonra koridorda başka bir oyuncunun telefona doğru yürüdüğünü ve cevap verdiğini gösterir. Değişiklik Brad Pitt'i Meryl StreepTe değiştirmek türünden keskin değildi. Ama iki oyuncuyu birbirinden ayırmak da zor değildi. Öğrenciler bu değişimi fark etmişler midir?

Öğrencilerden, videoyu izledikten sonra, gördüklerini kısaca yazmaları istenmiştir. Eğer oyuncunun değiştiğinden söz etmemiş iseler, doğrudan "Masada oturan kişiyle, telefona cevap verenin değişik kişiler olduğunu fark ettiniz mi?" diye sorulmuştur. Öğrencilerin yaklaşık üçte ikisi değişikliği fark etmediklerini kabul etmişlerdir. Elbette ki öğrenciler her iki çekimde de oyuncularm ve neler yaptıklarınm farkmdaydı- lar. Ama oyuncunun kimliğine ilişkin ayrıntıları hafızalarm- da tutmamışlardı. Bu şaşırtıcı' sonuç üzerine cesaret kazanan araştırmacılar, bir adım daha ileri gitmeye karar vermişlerdir. Değişim körlüğü denen bu olgunun gerçek hayattaki etkileşimlerde de gerçekleşip gerçekleşmediğini incelemişlerdir. Bu kez deneylerini dışarıya, Corneli Üniversitesi kampusuna çıkarmışlardır. Burada, elinde bir harita olan araştırmacılar, durumdan hiç şüphelenmeyen yayalarm yanma yaklaşarak, yakındaki bir binanın yerini sormuşlardır. Araştırmacı ve yaya on-on beş saniye konuştuktan sonra büyük bir kapmın iki ucundan tutan iki başka adam, kaba bir şekilde aralarından geçmişlerdir. Kapı geçerken yayarım görüşünü bir saniye için kapatmıştır. Bu sırada elinde aynı haritayı tutan bir başka araştırmacı ilkinin yerini almış ve ilki kapınm arkasmda oradan uzaklaşırken, yayaya yol sormaya devam etmiştir. İkinci araştırmacı ilkinden beş santim daha kısadır, üzerinde farklı giysiler vardır ve ilkininkinden dikkat çekici ölçüde değişik bir ses tonuna sahiptir. Yayarım konuştuğu kişi birdenbire bir başkasma dönüşmüştür. Buna rağmen yayalarm pek çoğu

Resimler Daniel Simons tarafmdan temin edilmiştir.

durumu fark etmemiş ve değişiklik kendilerine anlatıldığında oldukça şaşırmışlardır.

Eğer gerçekten olan sahnelerin ayrıntılarını fark etmekte yahut bunları hahrlamakta çok iyi değilsek, çok daha ciddi bir sorun hiç olmamış şeyleri hatırlamakhr. Kendilerine verdiğim listede "tatlı" sözcüğünü zihinlerinin gözünden gayet canlı bir şekilde gördüklerini söyleyen dinleyicilerimi hatırla- dmız mı? Bu insanlarm başma gelen "sahte anı" idi; gerçekmiş gibi görünen ama öyle olmayan bir am. Sahte anılar gerçek olaylara dayanan anılardan farklıymış gibi gelmez. Örneğin, araşhrmacılar yıllar boyunca değişik şekillerde uyguladıkları sözcük listesi deneyinde, aslmda orada olmayan sözcükleri "hatırlayan" denekler ender olarak bunu kafadan attıkları kanısmdaydılar. O sözcükleri açık seçik hatırladıklarım, üstelik kendilerinden çok emin bir şekilde söylüyorlardı. Daha açıklayıcı bir başka deneyde gönüllülere iki sözcük listesi; biri kadm, diğeri erkek iki ayrı kişi tarafmdan okunmuştu.30

Okumadan sonra, gönüllülere içinde hem işittikleri sözcüklerin hem de işitmedikleri sözcükler olan bir liste verilmiştir. Deneklerden işittikleri ve işitmedikleri sözcükleri belirtmeleri istemniştir. İşittiklerini belirttikleri her sözcüğü kadmm mı yoksa erkeğin mi okuduğunu da belirtmeleri istenmiştir. Denekler gerçekten hatırladıkları sözcükleri kadınm mı yoksa erkeğin mi söylediğini hatırlamakta oldukça başarılı olmuşlardır. Fakat araşhrmacıları şaşırtan bir şekilde, denekler aslmda işitmedikleri ama "hatırladıkları" sözcükleri de erkeğin mi kadının mı söylediği konusunda kendilerinden çok emindiler. Bu demektir ki denekler aslmda okunmamış bir sözcüğü hatırladıkları zaman, o sözcüğün okunduğuna ilişkin amları canlı ve kesindir. Gerçekten de deneyden sonraki bilgilendirme sırasmda işittiklerini düşündükleri bir sözcüğü aslmda işitmedikleri söylendiğinde, denekler buna inanmayı reddetmişlerdir. Pek çok durumda araştırmacılar deneyin video kaydım göstermek zorunda kalmışlar ve ondan sonra bile deneklerin bir kısmı, tıpkı Jennifer Thompson'un Ronald Cotton'un ikinci yargılanmasmda yaptığı gibi, yamldıklarmı gösteren kamh kabullenmeyi reddetmişler; araştırmacıları gösterilen videoyu değiştirmekle suçlamışlardır.

Asla olmamış olayları hatırlayabileceğimiz düşüncesi, Philip K. Dick'in yazdığı "We Can Remember It for You Wholase/Sizin İçin Toptan Hahrlayabiliriz" adlı ünlü öyküsünün kilit temalarmdan biridir; hikâye bir adamın Mars'a heyecan verici bir ziyarette bulunduğuna dair bir anmm zihnine aşılanması için bir şirkete gitmesiyle başlar. Ancak anlaşıldığına göre birinin zihnine basit sahte anılar yerleştirmek o kadar da zor değildir ve Dick'in hayal ettiği türden ileri teknoloji ürünü çözümler gerektirmez. Uzun zaman önce sö- zümona olmuş olaylarm anılarının zihne aşılanması özellikle kolaydır. Birini Mars'a gittiğine ikna etmeniz zor olabilir ama araştırmalar gösteriyor ki eğer çocuğunuzun uçan balona binmek gibi bir hayali varsa, bunu herhangi bir masrafa girmeden ve onu gerçekten balona bindirmeden,31 böyle bir anısı olmasını sağlayabilirsiniz.

Bir araşhrmada bilim insanları denek olarak daha önce hiç uçan balona binmemiş yirmi öğrenciyi ve yanları sıra ailelerinden birer kişiyi araştırmalarma katmışlardır. Her aile mensubu araşhrmacılara gizlice denekler dört ila sekiz yaşları arasmdayken olan olağan bir olay esnasında gösteren birer fotoğraf vermişlerdir. Aile mensupları ayrıca araştırmacılarm deneği bir uçan balondayken gösteren sahte bir fotoğraf yapmakta kullandıkları başka fotoğraflar da vermişlerdir. Her iki fotoğraf, hem gerçek olam hem de sahte olam, dönen dola- bm farkmda olmayan deneklere verilmiştir. Deneklerden her bir fotoğrafta görünen olaylara ilişkin her şeyi hatırlamaya çalışmaları istenmiş ve ihtiyaç duymaları halinde kendilerine düşünmek için birkaç dakika verilmiştir. Eğer akıllarma hiçbir şey gelmezse, gözlerini kapatmaları ve kendilerini fotoğraftaki halleriyle zihinlerinde canlandırmaya çalışmaları söylenmiştir. İşlem üç ila yedi gün arayla, iki kez daha tekrarlanmıştır. Araştırma bittiğinde, deneklerden yarısı balon yolculuğuyla ilgili anılar hatırlamışlardır. Bazıları uçuş sı- rasmdaki duyusal ayrmtıları anlatmışlardır. Fotoğrafm sahte olduğu söylendikten sonra, deneklerden biri "Zihnimde gerçekten orada olduğunu hâlâ hissedebiliyorum; gözümde sahneler canlamyor."

Sahte anılar ve hatalı bilgilerin zihne aşılanması öylesine kolaydır ki, bu tür anılar üç aylık bebeklere, gorillere ve hatta güvercinlerle farelere bile aşılanmıştır.32 İnsan türü olarak bizler sahte anılara öylesine eğilimliyizdir ki, bazen öyle laf arasmda birine gerçekten olmamış bir olayı olmuş gibi söylemek bile yeterli olabilir. Zaman içinde o kişi olayı "hatırlayabilir" ama o anınm kaynağım unutabilir. Bunun sonucunda, bu kişi o hayali olayı kendi gerçek geçmişiyle karıştıracaktır. Psikologlar bu işlemi yaptıklarmda, deneklerinden yüzde 15 ila 50'si arasındaki bir kısırımda başarıya ulaşırlar. Örneğin, yalanlarda yapılan bir araştırmada, Disneyland'a gerçekten gitmiş deneklerden eğlence parkma ilişkin sahte bir basılı reklamı tekrar tekrar okumaları ve üzerinde düşünmeleri istenmiştir.33 Sahte reklam broşüründe okuyucuya şu telkinler-

de bulunmaktadır: "Bugs Bunny'yi ilk kez, kendi gözlerinizle, yakmdan gördükten sonra neler hissettiğinizi hayal edin... Annenizin elinde fotoğraf makinesi, o anı ölümsüzleştirmek için sizi Bugs Bunny'ye doğru itip elini sıkmaya teşvik edişini, siz ona yaklaşhkça onun gittikçe ne kadar büyüdüğünü... Televizyonda bu kadar büyük görünmüyordu diye düşündüğünüzü... Bunun sizi çok etkilediğini... Televizyonda idolünüz olmuş karakterin birkaç adım uzağınızda olduğunu düşündüğünüzü... Kalbinizin duracak gibi olduğunu ama bunun ellerinizin terlemesini durdurmadığım. Elinizi ona uzatmadan hemen önce sildiğinizi hayal edin." Daha sonra- , Disneyland'daki kişisel deneyimlerine ilişkin bir anket formu doldurmaları istenen deneklerden yüzde yirmi beşinden fazlası, orada Bugs Bunny'yi gördüklerini belirtmişlerdir. Bunlardan yüzde altmış ikisi onun elini sıktığım, yüzde kırk altısı onımla kucaklaşhğım ve bir tanesi de elinde bir havuç tuttuğunu hatırlamıştır. Bu mümkün değildi çünkü Bugs Bunny Warner Brothers'a aittir ve Disney'in BugsT Disney- land'a davet etmesi Suudi Arabistan Kralı'nm bir Hamursuz Bayramı yemeğine ev sahipliği etmesi türünden bir şey olurdu.

Başka araştırmalarda da insanlar bir keresinde alışveriş merkezinde kaybolduklarma, cankurtaran tarafmdan kurta- rıldıklarma, tehlikeli bir havyarım saldırısmdan canlı kurtul- duklarma ve kulaklarımn rahatsız edici bir şekilde çizgi film kahramanı Pluto tarafmdan yalandığma inanmaya sevkedil- mişlerdir.34 Bir parmaklarmı fare kapanma kaptırdıklarına35, bir düğünde punç kasesini devirdiklerine36 ve ateşlendikleri iç in bir gece hastanede tutulduklarına37 inandırılmışlardır. Fakat hatıralarm tamamen uydurulmuş olduğu durumlarda bile, genellikle doğru olan bir şeye dayalıdırlar. Çocukları uçan balona bindiklerine inanmaları için kandırabilirsiniz; fakat o sahte balon yolculuğu fotoğrafını açıklamak için çocuğun eklediği ayrıntılar kendi bilinçdışından süzülüp gelir; bunlarm kaynağı depolanmış duyusal ve psikolojik deneyimlerle bu deneyimlerin kökenindeki beklenti ve inançlardır.

Kendi hayatınızı düşünün. Neler hatırlıyorsunuz? Ben geçmiş hayatımı düşündüğümde hatırladıklarım yetersiz geliyor. Örneğin yirmi yıldan fazla zaman önce ölmüş olan babamla ilgili anılarım var ama bunlarm yetersiz artıklarım hatırlıyorum. Felç geçirdikten sonra, ilk kez bastona dayanarak yürüdüğünde ona eşlik edişim. Yahut o zamanlar eve yaptığım seyrek ziyaretlerden birinde gözlerinin nasıl ışıl ışıl olduğu. Daha erken yaşlarıma ilişkin olarak daha bile az şey hatırlıyorum. Babamm daha gençken yeni Chevrolet'ine mutlulukla bakışmı ve sigaralarım attığım için çok öfkelenmesini. Ve daha da geri gidersem ve iyice küçük olduğum zamanları hatırlamaya çalışırsam, daha da az şey anımsıyorum, muğlak görüntüler: Bazen babamm beni kucaklaması yahut bana sarılıp saçımı okşayan annemin şarkı söylemesi.

Çocuklarımı her zamanki gibi aşırı öpücüklere boğduğum, onlara sarıldığım zaman, bu anların çoğunu hatırlamayacaklarını biliyorum. Unutacaklar ama bunun iyi bir sebebi olacak. Onlarm hiçbir şeyin unutamayan Shereshevsky gibi olmalarmız dilemezdim. Ama öpücüklerim ve kucaklamalarım bir iz bırakmadan kaybolmaz. En azmdan kırıntıları, sevgi dolu bir yakınlık ve duygusal bağlar olarak kalacak. Hafızamm anne babama ilişkin olarak bilincimle hatırladığım somut dönemlerden kaynaklanan minik kırmtılarla dolup taştığım biliyorum; umarım çocuklarım için de öyle olur. Zaman içinde kimi anlar sonsuza dek unutulabilir yahut puslu veya olanları çarpıtan bir mercekten görülebilir, yine de bu amlara dair bir şeyler her ne olursa olsun içimizde yaşar ve bilinçdışımıza nüfuz ederler. Oradan bu çok sevgili insanları yahut sadece karşılaştığımız başka insanları, gittiğimiz ve yaşadığımız egzotik ve sıradan yerleri yahut bizi biçimlendiren olayları düşündüğümüz zaman aniden ortaya çıkıveren çok zengin ve çeşitli duygulara kapılmamıza neden olurlar. Beyinlerimiz yaşam deneyimlerimizin mükemmel olmasa bile tutarlı bir resmini oluşturmayı hâlâ başarır.

Bir önceki bölümde, bilinçdışımızın duyularımızm temin ettiği eksikli verileri aldığmı, eksiklerini tamamlayarak algı-

laması için bilinçli zihnimize aktardığım görmüştük. Bir sahneye baktığımız zaman, bir fotoğrafa benzeyen, net, smırlan belirgin bir resim gördüğümüzü sanırız ama aslında resmin yalnızca küçük bir kısmmı açık seçik görebiliriz ve geri ka- lanmı subliminal beynimiz tamamlar. Beynimiz aynı hileyi hafıza için de kullanır. Eğer insan hafızasmın kullandığı sistemi tasarlıyor olsaydmız, muhtemelen verileri toptan kaldırıp atan ve aynı verileri geri getirmesi istendiğinde yerine veri uyduran bir sistem seçmezdiniz. Fakat büyük çoğunluğumuz için bu yöntem çoğu zaman gayet iyi iş görüyor. Eğer öyle olmasaydı, türümüz hayatta kalamazdı. Evrim sürecinde mükemmellikten vazgeçilebilir ancak yeterlilik şarthr. Benim bundan aldığım ders alçakgönüllü ve minnettar olmam gerektiğidir. Alçakgönüllü olmam gerekir, çünkü herhangi doğru hatırladığımdan çok emin olduğum herhangi bir anım aslında hatalı olabilir; ama aym zamanda minnettarım, hem hafızamda tutabildiklerim hem de hepsini hafızamda tutma yeteneğine sahip olmadığım için. Bilinçli hafıza ve algı mucizelerini çok büyük ölçüde bilinçdışma dayalı olarak gerçekleştirir. Gelecek bölümde bu iki akışlı sistemin bizim için en önemli olan şeyi de etkilediğini göreceğiz: Karmaşık insan toplumları içinde nasıl iş gördüğümüzü.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Sosyal Olmanın Önemi

Yeryüzündeki konumumuz tuhaf. Her birimiz sebebini bilmeksizin ama buna rağmen varlığımızın ilahi bir amacı olduğu duygusuna kapılarak, kısa bir ziyaret için geliyoruz. Gündelik yaşamın bakış açısından, her şeye rağmen, bildiğimiz tek bir şey vardır: Diğerlerinin yüzü suyu hürmetine burada olduğumuz.

- Albert Einstein

Bir akşam geç vakit aç ve yılgm işten döndüm ve benimkine bitişik olan annemin evine uğradım. Dondurulmuş bir yemek yiyor ve bir fincandan sıcak sı içiyordu. Arka plandaki açık televizyonda bangır bangır CNN kanalınm sesi duyuluyordu. Annem günümün nasıl geçtiğini sordu. "Ah, güzel geçti" dedim. Siyah plastikten yemek tepsisinin ardmdan bana baktı ve bir süre sonra, "Hayır, iyi geçmemiş. Ne oldu? Biraz etli güveç ye." Annem seksen sekiz yaşmdaydı, ağır işitiyordu ve iyi gören sağ gözü yarı kördü. Ama iş oğlunun duygularmı algılamaya gelince, annemin X-ışını görüşü kusursuzdu.

Annem ruh halimi böylesine açık seçik görürken, ben de çalışma arkadaşım ve ortağım olan adamı düşündüm hüsranla; fizikçi Stephen Hawking kırk beş yıldır çektiği bir motor nöron hastalığı yüzünden tek bir kasmı bile güçlükle hareket ettirebilir haldeydi. Hastalığmm ilerlemiş bu aşamasmda, sağ gözünün altmdaki yanak kasım zahmet çekerek hareket ettirmek suretiyle iletişim kurabiliyordu. O hareket gözlüğünde

bulunan bir almaç tarafmdan algılamyor ve tekerlekli sandalyesinde bulunan bir bilgisayara iletiliyordu. Böylece, bazı özel yazılımlar aracılığıyla bir ekranda bulunan harfler ve sözcükler arasmdan seçim yapabiliyor ve en nihayet ne istediğini ifade edebiliyordu. "İyi" günlerinde, yaptıkları ödülün bir düşünceyi iletmek olan bir video oyunu oynamaya benziyordu. "Kötü" günlerinde, Mors alfabesiyle göz kırpıyor ve harfler arasmdaki nokta ve çizgileri canlandırması gerekiyor gibiydi. Kötü günlerinde (ve o gün ikimiz için de kötü bir gündü), çalışmamız her ikimiz için de moral bozucu oluyordu. Ama buna rağmen, evrenin dalga fonksiyonu konusundaki düşüncelerini ifade edecek sözcükleri oluşturamadığı zamanlarda bile, dikkatinin kozmosa ilişkin düşüncelerden uzaklaşıp paydos zamanınm geldiğini ve güzel bir akşam yemeği yemeye kaydığım anlamakta pek az güçlük çekerdim. Onun ne zaman memnun, yorgun, heyecanlı yahut hoşnutsuz olduğunu sırf gözlerinin bir bakışmdan, daima anlardım. Kişisel yardımcısmda da aym yetenek vardı. Bunu yardımcı- sma sorduğum zaman, yıllar içinde biriktirdiği ve tammayı öğrendiği bir ifadeler dizisi olduğunu anlattı. En çok hoşuma giden yardımcısınm büyük bir görüş ayrılığı içinde olduğu bir kişiye sert bir cevap hazırlarken sergilediğini söylediği "çelik suratlı sevinç ışıltısı" idi. Dil çok kullamşlıdır, fakat biz insanlar sözleri aşan ve bilinçli düşünce gerektirmeksizin iletilen ve anlaşılan sosyal ve duygusal bağlantılara sahibizdir.

Başkalarıyla aramızda bağlantı olduğunu hissetme deneyimi hayatımızın çok erken dönemlerinde başlıyor gibi görünmektedir. Araştırmalar, altı aylık bebeklerin bile gözlemledikleri sosyal davramşlara ilişkin yargıda bulunabildiklerini gösteriyor.1 Bu tür bir araştırmada bebeklere bir hrmamcı iz- letilmiştir; bu tırmanıcı yuvarlak "yüzüne" kocaman gözler yapıştırılmış ahşap bir diskten başka bir şey değildir ve bir yamacm eteğinden tırmanmaya başlar ve tekrar tekrar tepeye tırmanmakta başarısız olur. Bir süre sonra, bir "yardımcı", bu kez yüzüne benzer gözler yapıştırılmış bir üçgen, arada bir tepenin eteğinde belirir ve ^tırmanıcıya yamaca tırmanması

için omuz verir. Kimi zaman ise dörtgen şekilli bir "engelleyici" yamacm yukarısmda ortaya çıkar ve diski aşağı iter.

Deneyi yapan araştırmacılar, olanlara karışmayan ve onlardan etkilenmeyen seyirciler olarak, engelleyici dörtgene karşı olumsuz bir tutum takmıp takmmayacaklarını öğrenmek istemişlerdi. Altı aylık bir çocuk dörtgen şekilli tahta bir yüze duyduğu hoşnutsuzluğu nasıl gösterir? Tıpkı altı (yahut altmış ) yaşındakilerin sosyal hoşnutsuzluklarım ifade ettikleri gibi: Onunla oynamayı reddederek. Yani deneyi yapanlar bebeklere uzanıp bu üç figürü alma şansı verdiklerinde, bebeklerin yardım eden üçgene kıyasla engelleyen dörtgene uzanmakta belirgin bir isteksizlik sergiledikleri gözlemlenmiştir. Üstelik deney yardımcı ve kenarda durup seyreden bir blokla yahut bir engelleyici ve seyreden bir prizmayla tekrarlandığı zaman bebekler yardımcı üçgeni seyirci prizmaya ve seyirci prizmayı engelleyici dörtgene tercih etmişlerdir. Ne sincaplar bebekleri tedavi etmek için vakıflar kurar ne de yılanlar yoldaki yabancıları karşıdan karşıya geçirir ama insanlar iyilikseverliğe büyük değer verir. Bilim insanları karşılıklı işbirliğine katıldığımız zamanlarda beynimizin ödüllendirmeyle ilişkili kısımlarmm çalıştığını bile bulgulamışlardır; bir bakıma iyi olmak kendi başma ödül demektir.2 Birinden hoş- lamp hoşlanmadığımızı dile getirmeden çok önce, iyi ve nazik insanlara karşı bir çekim, kaba ve sevgisiz insanlara karşı bir uzaklık hissederiz.

İnsanlarm karşılıklı yardımlaşma içinde olduğu, birbirine bağlı bir toplumun mensubu olmanm bir avantajı da grupla- rm, aralarmda bağlantı olmayan birey topluluklarma kıyasla dışarıdan gelen tehditlere karşı daha donanımlı olmalarıdır. İnsanlar, özellikle endişeli oldukları yahut yardıma ihtiyaç duydukları zamanlarda, içgüdüsel olarak sayıca çokluğun güç getirdiğini bilir ve başkalarırun varlığından güven duyarlar. Yahut Patrick Henry'nin meşhur sözleriyle ifade edecek olursak; "Birleşirsek ayakta kalırız; bölünürsek yeniliriz" (ironik olarak Henry bu sözleri söyledikten kısa süre sonra bayılmış ve olaya tamk olan birinin kollarına düşmüştür).

Gelin 1950Tİ yıllarda yapılan bir çalışmayı ele alalım. Minnesota Üniversitesi'nden, daha önce birbirini tanımayan otuz kadar kız öğrenci bir odaya doldurulmuş ve birbirleriyle konuşmamaları istenmiştir.3 Odada "Ciddi görünüşlü, kemik çerçeveli gözlük takmış, beyaz laboratuvar önlüğü giymiş, cebinden bir stetoskop sarkan, arkasmda etkileyici elektronik ıvır zıvırın bulunduğu bir adam" vardır. Endişe yaratmak için, melodramatik bir tonla kendisini "Tıp Fakültesi Nöroloji ve Psikiyatri Bölümlerinden Dr. Gregor Zilstein" olarak tanıtır. Aslında adam zararsız bir sosyal psikoloji profesörü olan Stanley Schachter'dir. Schachter öğrencilerden elektrik şoklarının etkilerini araştıran bir deneyde denek olmalarını istediğini söyler. Onlara elektrik şokları verecek ve tepkilerini inceleyecektir. Araştırmanm önemi konusunda yedi-sekiz dakika kadar konuştuktan sonra, sözlerini şöyle tamamlar.

"Bu şoklar canınızı yakacak, size acı verecektir... Şokların güçlü olması önemlidir... (Arkasındaki korkutucu cihazları göstererek) Sizleri bunun gibi aygıtlara bağlayacağız, bir seri elektrik şoku vereceğiz ve nabız sayınız, tansiyonunun ve benzeri çeşitli ölçümler yapacağız."

Ardından Schachter öğrencilere odaya yeni cihazlar getirip kuracağını ve bu süre zarfında on dakika kadar smıfı boşaltmalarını istediğini söyler. Çok sayıda boş odanm bulunduğunu, ister tek başlarma, isterlerse başka deneklerle birlikte bekleyebileceklerini söyler. Daha sonra, Schachter aynı senaryoyu yaklaşık otuz öğrencinin bulunduğu başka bir gruba daha tekrarlamıştır. Fakat bu kez amacı onları rahatlatıp gevşetmektir. Bu yüzden, korkutucu yoğun elektrik şokları yerine bu kez şöyle demiştir.

"Sizden istediklerimiz gayet basit. Hepinize bir dizi çok hafif elektrik şoku vereceğiz. Hissedeceklerinizin herhangi bir şekilde acı vermeyeceğini sizi temin ederim.

Hissedecekleriniz rahatsız edici olmaktan ziyade gıdıklanma yahut karmcalanmaya benzeyecek."

Ardmdan öğrencilere ister tek başlarma ister başkalarıyla birlikte bekleyebileceklerini söylemiştir. Aslma bakılırsa bu tercih deneyin doruk noktasmı oluşturuyordu; her iki gruba da elektrik şoku verileceği filan yoktu.

Bu hilenin sebebi, acı verici şoklar bekleyen gruptaki bireylerin, beklemeyenlere kıyasla başkalarıyla birlikte beklemeyi yeğleyip yeğlemeyeceklerini görmekti. Sonuç: Şoklarla ilgili olarak endişeye sevk edilen öğrencilerin yüzde 63'ü başkalarıyla birlikte beklemeyi tercih ederken; gıdıklayan, karmcalandıran şoklar bekleyen öğrencileri yalnızca yüzde 33'ü başkalarıyla beklemeyi seçmiştir. Öğrenciler, içgüdüsel bir biçimde kendi destek gruplarım oluşturmuşlardır. Bu doğal bir içgüdüdür. Örneğin Los Angeles'de bulunan destek gruplarmm web rehberine hızlıca bir göz atıldığında; aile içi istismar, akne, amfetamin bağımlılığı ve bağımlılık, ADHD (dikkat bozukluğu ve hiperaktivite sendromu çn), agorafobi, alkolizm, akşınlık (albinoluk çn), Alzheimer, Ambien (uyku ilacı çn) kullananlar, ayağı/bacağı/kolu kesilenler, anemi, anoriksia (yediğini içinde tutamama), anksiyete, artrit, As- perger sendromu, Ativan (anksiyeteye karşı kullanılan bir ilaç çn) bağımlıları ve astım gruplarıyla karşılaşılır ve bunlar yalnızca A harfi altmdakilerdir. Destek gruplarma katılmak insanın başkalarıyla işbirliği yapma ihtiyacmm, destek almak, onaylanmak ve dostluk kurmak için duyduğumuz güçlü arzunun bir yansımasıdır. Bizler, her şey bir yana, sosyal bir türüz.

Sosyal bağlar kurmak insan yaşammm öylesine temel özelliklerinden biridir ki, sosyal bağlardan mahrum kaldığımızda acı çekeriz. Pek çok dilde "kalbini kırmak, duygularmı incitmek" gibi, sosyal olarak reddedilmeyi fiziksel yaralanmayla kıyaslayan deyimler vardır. Bunlar birer metafor olmaktan fazlasını ifade ediyor olabilir. Beyin görüntüleme çalışmaları fiziksel acmm iki bileşeni olduğunu göstermektedir: Nahoş

bir duygusal deneyimin sonucu olan hisler ve duyusal rahat- sızlığın verdiği hisler. Acının bu iki bileşeni beyindeki faklı yapılarla bağlanh içindedir. Bilim insanları sosyal acınm aym zamanda beynin anterior singulat korteks adı verilen yapısıyla bağlantısı olduğunu keşfetmişlerdir; bu yapı aym zamanda fiziksel acımn duygusal bileşeniyle de ilişkilidir.4

Ayak parmağınızı çarptığınızda duyduğunuz acıyla, ilgi gösterdiğiniz biri tarafmdan küçümsenmenin verdiği acırım beyninizde aym alanı paylaşması büyüleyici bir durumdur. Bu iki duygunun aynı alam paylaştıkları gerçeği bazı bilim in- sanlarına çılgmca bir fikir vermiştir: Beynin fiziksel acıya karşı verdiği tepkiyi azaltan ağrı kesiciler, acaba duyulan sosyal acıyı da hafifletebilir mi? Araştırmacılar bunu anlayabilmek için üç hafta süreyle günde iki kere ağrı kesici hap alacak, yirmi beş sağlıklı insanı denek olarak toplamışlardır. Deneklerin yarışma Tylenol fort (asetaminofen) tabletleri, öbür yarışma plasebo (hiçbir etkisi olmayan şekerleme vs. gibi ilaç süsü verilmiş maddeler çn) verilmiştir. Son gün, araştırmacılar denekleri laboratuvara teker teker bilgisayarda sanal top fırlatma oyunu oynamaya davet etmişlerdir. Her birine oyunu bir başka odada olan iki kişiye karşı oynadıkları söylenmiştir ama işin aslmda bu iki rolü de deneklerle çok dikkatle tasarlanmış bir şekilde etkileşim kuran bilgisayar oynamaktadır. Birinci turda sözümona insan oyun arkadaşları deneklerle güzel güzel oyun oynamışlar ama ikinci turda topu deneğe sadece birkaç kez vermiş ve esasen birbirleriyle oynamaya başlamışlar ve kaba bir tutumla, tıpkı arkadaşma pas vermeyi reddeden futbolcular gibi, deneğe top atmayarak onu oyunun dışında bırakmışlardır. Oyundan sonra deneklerden sosyal acıyı ölçmeyi amaçlayan bir anket formunu doldurmaları istenmiştir. Tlylenol alanlar, Plasebo alanlara kıyasla, kendilerini daha az incinmiş hissettiklerini söylemişlerdir.

Ayrıca bir sapma da vardı. Antonio Rangel'in yaptığı, deneklerin beyinleri fMRI cihazında taramrken şarap tattıkları deneyini hatırlaym. Bu araştırmacılar da aynı yöntemi kullanmışlardır; deneklere bir fMRI cihazmda yatarken sanal top

oyununu oynatmışlardır. Dolayısıyla takım arkadaşları onları hiç sayıp top vermezken beyinleri cihaz tarafmdan taranmıştır. Tarama sonuçları Tylenol alan deneklerin beyinlerinin sosyal dışlanmayla ilgili kısımlarmda daha az faaliyet olduğunu göstermiştir. Anlaşılıyor ki Tylenol gerçekten de sosyal olarak reddedilmeye karşı sinirsel tepkileri azaltıyor.

Bee Gees grubu "Kırılmış Bir Kalbi Nasıl Onarabilirsiniz? / How Can You Mend a Broken Heart?" şar kısmı söylerken, muhtemelen cevabm iki Tylenol almak olduğunu öngörememişti. TylenoTün faydası olacağı ihtimal dışı göründüğünden, beyin araştırmasmı yapan bilim insanları TylenoTün aym etkiyi laboratuvar dışmda da yapıp yapmadığmı test etmek amacıyla gerçek hayattaki sosyal reddedilme konusunda da klinik bir deney yapmışlardır. Beş düzine gönüllüden standart bir psikolojik araç olan "duygularmm incinmesi" konusunda bir anket formunu, üç hafta süreyle her gün dol- durmalarmı istemişlerdir. Bu araştırmada da deneklerin yarısı günde iki kez bir doz Tylenol alırken, diğer yarısı plasebo almıştır. Sonuç? Tylenol alan denekler, gerçekten de bu süre boyunca dikkat çekici ölçüde daha az sosyal acı çektiklerini beyan etmişlerdir.

Sosyal acı ve fiziksel acı arasmdaki ilişki duygularımız ve vücudumuzdaki fizyolojik işlemler arasmdaki bağlantıyı yansıtır. Sosyal olarak reddedilmek sadece duygusal acıya yol açmakla kalmaz; fiziksel varlığımızı da etkiler. Aslında, sosyal ilişkiler insanlar için öylesine önemlidir ki sosyal ilişkilerden yoksun kalmak sağlık için büyük bir tehdit oluşturur ve etkileri sigara içmek, yüksek tansiyon, aşırı şişmanlık ve hareket yetersizliğinin yaptığı etkilerle rekabet edecek ölçüde büyüktür. Bir araştırmada, araştırmacılar San Fransisco yakınlarındaki Alameda kasabasmda yaşayan 4.775 yetişkini incelemişlerdir.6 Her birey evlilik, geniş aileyi oluşturan bireylerle ilişkiler, arkadaşlar ve grup bağlılığı gibi sosyal bağlara ilişkin bir anket formu doldurmuştur. Her bireyin yanıtları bir dizi "sosyal ağ endeksine" dönüştürülmüştür; endeks ra- kammm yüksek olması bireyin düzenli ve yakm sosyal iliş-

kiler içinde olduğunu, düşük olması ise bağıl olarak sosyal yalıhlmışlığı ifade etmektedir. Araştırmacılar daha sonra izleyen dokuz yıl boyunca deneklerinin sağlık durumunu izlemişlerdir. Deneklerin farklı kişisel geçmişleri olacağmdan, bilim insanları sosyal bağlantılarm etkileriyle yukarıda anılan sigara içme ve benzeri risk etmenlerininkinden ve ayrıca sosyoekonomik seviye ve hayatı ne kadar tatmin edici bul- duklarma ilişkin beyanlardan ayırabilmek için karmaşık matematiksel yöntemler kullanmışlardır. Araştırmanm sonunda çok şaşırtıcı bir sonuca ulaşmışlardır. Dokuz yıllık bir dönem süresince, düşük endekse sahip bireylerin ölme olasılıklarmın başka faktörler bakmamdan benzer olan ama sosyal ağ endeksi daha büyük olan kişilere kıyasla daha güçlü olduğu ortaya çıkmıştır. Anlaşılan o ki münzeviler hayat sigortası sahcıları için kötü bahislerdir.

Bazı bilim insanları sosyal etkileşime duyulan ihtiyacm, insanm üstün zekâsınm ardmdaki itici güç olduğuna inanmaktadırlar.7 Ne de olsa dört boyutlu, bükülmüş çok katmanlı bir uzay-zaman içinde yaşadığımızı idrak edecek zihinsel kapasiteye sahip olmak iyi bir şeydir, fakat ilk insanların hayah en yakın suşi restoranımn yerine tespit eden GPS cihazlarma bağlı olmadığmdan, bu tür bilgileri öğrenmek kapasitesi, türümüzün varlığını devam ettirmesi acısmdan önemli değildi ve bu nedenle beynimizin evriminin ardmdaki güdü değildi. Öte yandan, sosyal işbirliği ve gerektirdiği sosyal zekâ insan türü olarak hayatta kalmamız açısmdan kritik önem taşımıştır. Diğer primatlar da sosyal zekâ gösterirler ama onlarm sosyal zekâsınm boyutları bizimki kadar değildir. Onlar daha güçlü ve daha hızlı olabilirler ama bizler birleşip grup oluşturmak ve karmaşık faaliyetler esnasmda eşgüdüm içinde hareket etmek gibi bir üstünlüğe sahibiz. Sosyal olmak için zeki olmanıza gerek var mı? Karşılıklı sosyal etkileşimde gereken doğal yetenek ihtiyacı “yüksek" zekâmızı geliştirmemizin nedeni ve genel olarak bu zekânm zaferi diye kabul ettiğimiz bilim ve edebiyat yalnızca bunun yan ürünleri olabilir mi?

Çağlar önce, akşam yemeğinde suşi yiyebilmek için "wa- sabi sosusu versene" demekten daha gelişmiş yetenekler gerektiriyordu. Bunun için bir balık tutabilmeniz gerekirdi. Elli bin yıldan daha önceki dönemlerde insanlar ne balık tutuyor ne de yenebilir ama yakalanması zor başka hayvanları yiyorlardı. Sonra, oldukça ani sayılabilecek bir şekilde (evrimsel ölçekte bakıldığmda) insanlar davranışlarım değiştirdiler.8 Avrupa'da ortaya çıkarılan kamtlara bakılırsa, yalmzca birkaç bin yıllık bir aralık içinde insanlar balık tutmaya, kuş yakalamaya ve tehlikeli ama besleyici ve lezzetli büyük hayvanları avlamaya başladılar. Yaklaşık aynı dönem içinde, kendileri için barmaklar inşa etmeye, sembolik sanat yaratmaya ve karmaşık mezarlık alanları oluşturmaya da başladılar. Birdenbire hem toplanıp tüylü mamutlara nasıl saldıracaklarını anlamış hem de şimdi kültür adam verdiğimiz şeyin esaslarım oluşturan ayin ve törenlere katılmaya başlamışlardı. Kısa bir zaman aralığı içerisinde, insani faaliyetlere ilişkin arkeolojik kayıtlar önceki bir milyon yıl boyunca olduğundan daha çok değişti. Kültüre, ideolojik karmaşıklığa ve işbirliği yapan sosyal yapılara elveren modern yeterliliğin (insan anatomisinde bunu açıklayacak herhangi bir değişim olmaksızın) birdenbire belirmesi, insan beyninde sosyal davramşa olanak sağlayan ve dolayısıyla türümüze hayatta kalma yönünde avantaj sağlayan önemli bir mutasyonunun, deyim yerindeyse yazılımda bir sürüm yükseltmenin gerçekleştiğini gösterir.

însanları kediler ve köpeklerle yahut hatta maymunlarla kıyasladığımız zaman, bizi onlardan ayıran şeyin zekâmız olduğunu varsayarız. Fakat eğer insan zekâsı sosyal amaçlarla evrimleşti ise, o halde bizi diğer hayvanlardan asıl ayıran niteliğimizin sosyal zekâmız olması gerekir. Özellikle de biz insanlara özgü gibi görünen başkalarmm ne düşündüğünü ve ne hissettiğini anlama yeteneği. "Zihin teorisi" denilen bu yetenek insanlara başka insanlarm davranışlarmı hissetmek; mevcut ve gelecekteki koşullarım dikkate alarak, o insanların davranışlarınm nasıl devam edeceğini kestirmek gibi çok önemli bir güç verir. Zihin teorisinin bilinçli ve mantıklı bir

bileşeni de bulunmasına rağmen, başkalarmm neler düşündüğüne ve hissettiğine ilişkin "teori oluşturma sürecimizin" çoğu subliminal olarak gerçekleşir; bilinçdışı zihnimizin hızlı ve otomatik süreçleri sayesinde başarılır. Örneğin, eğer bir kadmm kalkmak üzere olan bir otobüse yetişmek üzere koş- tuğımu ama o yetişemeden otobüsün kalktığını görürseniz; otobüse zamanmda yetişemediği için hayal kırıklığma uğradığım, öfkeden küplere bindiğini yahut bir başka kadınm çatalım çikolatalı pastasma götürüp götürüp geri çektiğini görürseniz, kilosu konusunda endişe ettiğini, hiç düşünmenize bile gerek olmadan, bilirsiniz. Zihinsel durumları otomatik olarak anlama eğilimimiz öylesine güçlüdür ki yalnızca insanlara değil, ayrıca hayvanlara ve hatta yukarıdaki deneyde anlatılan altı aylık bebeklerin durumunda olduğu gibi, cansız geometrik şekillere bile uygularız.9

Zihin teorisinin insan türü için önemini olduğundan fazla göstermek zordur. Toplumlarımızm işleyişini olağan sayıyoruz, fakat gündelik hayatta yaptığımız şeylerin pek çoğu yalnızca grup çabasıyla, büyük ölçekli insani işbirliği ile başarılabilir şeylerdir. Örneğin, bir araba yapmak çeşitli becerilere sahip, farklı yerlerde yaşayan ve farklı işleri yapan binlerce insanm katılımım gerektirir. Demir vb. madenlerin yeraltm- dan çıkarılması ve işlenmesi gerekir; cam, kauçuk ve plastiğin çeşitli öncü kimyasallardan imal edilmesi gerekir; akülerin radyatörlerin ve sayısız başka parçanm üretilmesi gerekir; elektronik ve mekanik sistemlerin tasarlanması gerekir; en sonunda geniş bir alanda işbirliği yapılarak bir fabrikada bir araya getirilmek üzere toplanması gerekir. Günümüzde işe giderken aldığınız çay ve simit bile dünyanın çeşitli yerlerindeki insanlarm çalışmalarınm ürünüdür; bir yerde buğday üretilmiştir, fırmcı başka bir şehirden gelmiştir, susam bir başka çiftçi tarafmdan yetiştirmiştir, birileri onları bir yerden bir yere taşımıştır ve taşıyan kamyonları, traktörleri, gemileri, üretimlerinde kullanılan gübreleri başka ülkelerdeki başka insanlar yapmışlardır. Tarım toplumlarmdan büyük şirketlere

kadar, dünyamızın temelini oluşturan geniş ve karmaşık sosyal sistemler kurmamıza olanak veren şey zihin teorisidir.

Bilim insanları insan olmayan primatlarm sosyal faaliyetleri esnasmda zihin teorisini kullamp kullanmadıklarım tartışıyorlar ama kullamyor iseler bile bunu ancak çok temel bir düzeyde yapıyorlar.10 İnsan, ilişkileri ve sosyal düzeni bireyden fazlasıyla zihin teorisi kullanmayı gerektiren yegâne hayvandır. Saf zekâ (ve beceri) bir yana balıklarm gemi yapamamasının ve maymunlarm meyve tezgâhları kuramaması- nm sebebi budur. Bu tür becerilere sahip olmak insanı diğer hayvanların arasmda benzersiz kılar. Bizim türümüzde, temel zihin teorisi ilk yıl oluşur. Dört yaşma geldiğimizde, yaklaşık olarak bütün çocuklar başkalarmm zihinsel durumlarmı değerlendirecek yeteneğe sahip hale gelir.11 Zihin teorisi bozulduğu zaman (otizmde olduğu gibi) bireyin toplum içinde işlev görmesi zorlaşır. Klinik nörolog Oliver Sacks, Mars'ta Bir Antropolog/An Anthropologist on Mars adlı kitabmda Temple Grandin adlı, yüksek işlevli bir ofistik kadmı anlatır. Kadm Sacks'a çocukken oyun parkma gitmesinin, başka çocuklarm kendisinin algılayamadığı sosyal uyarılara tepki göstermesini gözlemenin nasıl olduğunu anlatmıştır. "Diğer çocuklarm arasında bir şeyler olup bitiyordu," diye tarif ediyordu düşündüklerini, "hızlı, algılanması zor ve sürekli olarak değişen bir şeyler; sürekli olarak birbirleriyle bir anlam alışverişi, bir pazarlık içindeydiler ve bunu öylesine bir çabuklukla kavrıyorlardı ki kimi zaman hepsinin telepati yeteneği olduğunu düşünüyordum. "12

Zihin teorisinin ölçütlerinden birine niyetlilik denir.13 Ruh halini yansıtma; inanç ve arzularım yansıtma yeteneğine sahip bir organizma "birinci dereceden niyetli" diye tanım- lamr: Annemin rostosundan bir ısırık almak istiyorum. Memelilerin çoğu bu kategoriye girer. Fakat kendinizi bilmek, bir başkasmı bilmekten çok başka bir yetenektir. İkinci dereceden niyetli bir organizma bir başkasmm ruh haline ilişkin bir inanç oluşturabilen bir canlıdır: Oğlumun rostomdan bir ısırık almak istediğine inamyorum. İkinci dereceden niyetlilik

zihin teorisinin en ilkel seviyesi olarak kabul edilir ve bütün sağlıklı insanlar buna sahiptir, en azından sabah kahvelerini içtikten sonra. Eğer üçüncü derece niyetliliğe sahipseniz, bir adım daha ileri gidebilir ve bir kişinin ikinci bir kişinin ne düşündüğünü düşündüğüne ilişkin muhakeme yapabilirsiniz: Annemin, oğlunun rostosundan bir ısırık almak istediğini düşündüğüne inanıyorum. Eğer bunun da bir seviye ötesine gidecek yeteneğiniz varsa ve "Arkadaşım Sanford'un, kızım Olivia'nın onun oğlu John'un onu güzel bulduğunu düşündüğünü düşündüğüne inanıyorum yahut Patronum Ruth'un, mali işler müdürümüz Richard'ın çalışma arkadaşım John'un, Ruth'un yaptığı bütçeye inanmadığım ve gelir beklentilerini güvenilir bulmadığmı düşündüğünü düşündüğüne inanıyorum" şeklinde düşünebiliyorsanız, o halde dördüncü dereceden niyetlilikle meşgulsünüz demektir ve bu böylece sürüp gider. Dördüncü dereceden düşünme oldukça karmaşık bir cümle oluşturur ama bir dakika üzerinde düşünecek olursanız, muhtemelen bu tür düşüncelere sık sık kapıldığınızı idrak edersiniz çünkü insanm sosyal ilişkileriyle ilgili tipik durumlardır bunlar.

Edebiyat yapmak için dördüncü dereceden niyetlilik şarttır çünkü yazarlar dördüncü dereceden niyetlilikle ilgili kişisel deneyimlerine dayalı yargılamalarda bulunurlar: Bu sahnedeki ipuçlarmm okuyucuya Horace'm Mary'nin kendisine terk etmeye niyetlendiğini düşündüğünü düşündüreceğini düşünüyorum. Bu yetenek kolayca köşeye sıkıştırılabilecek politikacılar ve iş idarecileri için de gereklidir. Örneğin oldukça nazik bir durumdan oldukça gelişmiş zihin teorisini kullanarak kurtulmayı başaran, işe yeni alınmış bir bilgisayar oyunları şirketi yöneticisi tanıyorum (adma Alice diyelim). Alice, yeni işvereni olan şirketle dışarıdan programlama hizmeti vermek için uzun vadeli sözleşmesi yapmış bir şirketin kimi mali yolsuzluklar yaphğmdan emin hissediyordu kendisini. Alice'in kanıtı yoktu ve diğer şirket kontratın erken sonlandırılması halinde 500.000 dolar ödeme gerektiren sağlam bir sözleşme yapmıştı. Fakat: Alice, Bob'un (diğer şirke-

tin CEO'su) Alice'in işte yeni olması sebebiyle yanlış bir adım atmaktan korktuğunu biliyordu. Bu üçüncü dereceden niyetliliktir. Ayrıca: Alice Bob'un, kendisinin Bob'un kavgadan kaçmayacağım bildiğini bildiğini biliyordu. Bu da dördüncü dereceden niyetliliktir. Bunu anlayınca. Alice bir tezgâh kurdu: Peki ya yolsuzluğa dair kanıtı varmış gibi davranarak blöf yapar ve Bob'un kontratm iptaline izin vermesini sağlayabilirse nasıl olurdu? Bob'un tepkisi nasıl olurdu? Zihin teorisini bu kez meseleyi Bob açısmdan analiz etmek için kullandı. Bob kendisini riske girmeye çekinen ve Bob'un bir savaşçı olduğunu bilen biri olarak görüyordu. Böyle bir insan sağlam dayanakları olmadan önemli bir iddiada bulunur muydu? Bob yapmayacağım düşünmüş olmah çünkü sözleşme feshinin gerektirdiği ödemenin küçük bir kısmı karşılığmda Alice'in işvereninin sözleşmeyi feshetmesini onayladı.

İnsan olmayan primatlara ilişkin veriler, birinci ve ikinci dereceden niyetlilik araşma düştüklerini gösteriyor. Bir şempanze kendi kendine şöyle düşünebilir: Bir muz istiyorum. Hatta George'un muzumu istediğini düşünüyorum diye de düşünebilir. Fakat George benim onun muzunu istediğimi düşündüğüne inamyorum diye düşünecek kadar ileri gitmez. İnsanlar ise, öte yandan, genel olarak üçüncü ve dördüncü dereceden niyetlilikle meşgul olur ve altmcı dereceden niyetlilik becerisine sahip olduğu söylenir. Bu yüksek dereceden zihin teorisi cümlelerini çözmeye çalışmak zihin için öylesine zorlayıcıdır ki; bana, kişinin kendi aralarmda ilişkili uzun bir kavramlar zincirini muhakeme etmesini gerektiren teorik fizik araştırmaları için gereken düşünme çabasma denk gibi gelir.

Eğer zihin teorisi hem sosyal bağlarm kurulmasmı sağlı- yor hem de olağandışı bir beyin gücü gerektiriyorsa; o halde bilim insanlarının memeli hayvanlar arasmda beyin boyutu ve sosyal grup büyüklüğü arasmda ilginç bir bağlantı keşfetmiş olmalarma şaşmamak gerekir. Daha açık söylemek gerekirse, bir türün neokorteksinin (beynin en son gelişen kısmı- mn) o türün beyninin toplam büyüklüğüne oranla boyutu, o

türün ne kadar kalabalık bir sosyal grup içinde yaşadığıyla ilişkili gibi görünüyor.14 Goriller sayısı onun altında, örümcek maymunları yirmi, makaklar kırk civarmda bireyden oluşan gruplar oluşturuyor ve bu sayılar her bir türün neokorteksi- nin beynine oranmı doğru bir şekilde yansıtıyor.

Varsayalım ki insan olmayan primatlarda grup büyüklüğüyle bağıl neokorteks büyüklüğü arasmdaki ilişkiyi tanımlayan matematiksel bağıntıyı insan türünün sosyal ağlarmı tanımlamak için kullandık. İşe yarar mı? Neokorteksin toplam beyin büyüklüğüne oranı insanın oluşturduğu sosyal grup sayısmı tahmin etmekte de işe yarar mı?

Bu soruya cevap verebilmek için ilkin insanlarda grup büyüklüğünü tanımlamamız gerekir. İnsan olmayan primatlarda grup sayısı bizim tımar takımı dediğimiz gruptaki tipik hayvan sayısı olarak belirlenir. Bunlar çocuklarımızın okullarda oluşturduğu arkadaş gruplarma benzer. Primatlarda grup mensupları düzenli olarak birbirlerini tımar eder; birbirlerini okşayarak, kaşıyarak, masaj yaparak üzerlerindeki pisliği, ölü derileri, haşereleri ve başka nesneleri temizlerler. Bireyler kimi tımar edeceği ve kim tarafmdan tımar edileceği konusunda seçicidir, çünkü kurdukları ittifaklar aym zamanda türlerinden başkalarmm saldırıları karşısmda güç birliği içinde hareket eder. însan türünde grup sayısmı herhangi kesin bir şekilde tanımlamak zordur, çünkü insanlar büyüklük, karşılıklı anlaşma ve bağ kurmak açısından farklılıklar gösteren çok değişik gruplar içinde birbirleriyle ilişki kurarlar. İlaveten, büyük ölçekli sosyal iletişime olanak veren özel olarak tasarlanmış teknolojilerimiz var ve kendilerini zar zor tamdı- ğımız ama e-postalar aracılığıyla haberleştiğimiz insanları da grup büyüklüğü ölçümü yaparken dışarıda tutmamız gerekir. Sonuç olarak, bilim insanları insan olmayan primatlardaki tımar takımlarının insandaki bilişsel eşdeğeri gibi görünen gruplara baktığmda; Avustralya yerlilerinin klanlarma, avcı toplayıcı Afrika kabilelerindeki birbirlerinin saçmm bakımıyla ilgilenen kadm gruplarma ve insanlarm yılbaşmda tebrik kartı gönderdiği kişilerin sayısma bakıldığmda yaklaşık ola-

rak hep 150 sayısına ulaşılmaktadır ve bu da neokorteks modeline göre yapılan hesaplamalarm öngördüğü sayıdır.15

Beyin gücüyle sosyal çevre arasmda neden bir ilişki olsun ki? İnsanlarm sosyal çevresini bir düşünün; içinde arkadaş- larm, akrabalarm ve çalışma arkadaşlarm bulunduğu çevreleri. Eğer bu çevrelerin anlamlı kalması gerekiyorsa, bilişsel kapasitenizi aşacak kadar büyümemeleri gerekir, aksi halde kimin kim olduğunu, hepsinin neler istediğini, birbirleriyle olan ilişkilerini, kime güvenilebileceğini, kimden yardım isteyebileceğinizi vs. bilemez hale gelirsiniz.16

Biz insanlarm nasıl ilişki kurduğumuzu anlamak için, psikolog Stanley Milgram 1960'h yıllarda, Nebraska ve Bostan'dan rastgele 300 kişi seçmiş ve her birinden bir zincir mektup başlatmasmı istemiştir.17 Gönüllülere araştırmanm tanımım ve Boston'da borsa simsarı olarak çalışmış, Sharon, Massachusetts'de ikamet eden, rastgele seçilmiş bir "hedef kişi"nin adıyla birlikte bir paket malzeme gönderilmiştir. Bu kişilerden eğer hedef kişiyi tanıyor iseler paketi ona göndermeleri, tanımıyor iseler tamdıkları insanlar arasmda onu ta- nımasırun en muhtemel olduğunu düşündükleri kişiye göndermeleri istenmiştir. Paketi alan tamdığm da aynı talimatları izleyeceği ve paketi göndereceği ve en nihayet paketin hedef kişiyi gerçekten de tamyan birine ulaşacağı ve doğrudan hedef kişiye gönderileceği düşünülmüştür.

Süreç içinde pek çok kişi zinciri kırmış ve paketi göndermemiştir. Fakat başlangıçtaki 300 civarmda insan arasmdan 64'ü zinciri oluşturmuş ve sonunda paketi Sharon, Massac- husetts'deki adama ulaştırmışlardır. Peki, sonunda hedefi tamyan birini tamyan birini bulmak için kaç aracı kullanmaları gerekmiş olabilir? Ortalama sayı 5 civarmdaydı. Bu araştırma yeryüzündeki herhangi iki insanı birbiriyle ilişkilendirmek için altı bağlantınm yeteri olduğu düşüncesine dayalı olarak "altı derecelik ayrılık" teriminin doğmasma neden olmuştur. Aym deney, e-posta sayesinde çok daha kolaylaşmış olarak, 2003 yılmda yinelenmiştir.18 Bu kez araştırmacılar yüzden fazla ülkeden, 24.000 e-posta kullamcısıyla ve dünyanm çeşit-

li yerlerine dağılmış ve birbirlerinden uzak yerlerde yaşayan 18 farkıl hedef kişiyle işe başlamışlardır. 24.000 e-posta zincirinden yalmzca 400 kadarı hedefine ulaşmıştır. Ancak sonuç aynıdır: Hedef kişiye beş ila yedi adımda ulaşılmıştır.

Fizik ve kimya gibi alanlarda Nobel Ödülleri veririz ama insan beyni de şirketler, devlet daireleri, basketbol takımları gibi insanlarm en az iletişim sorunu ve çatışma yaşayarak ortak bir amaca ulaşmak için birlikte uyum içinde çalıştıkları sosyal ağlar kurma ve sürdürme becerisi nedeniyle altm madalya almayı hak eder. Belki vahşi doğada insan için doğal olan gruptaki birey sayısı 150 olabilir, fakat uygarlığm buluşları nedeniyle bizler bu doğal 150 sayısını, yalnızca binlerce insanın birlikte çalışarak ulaşabileceği başarıları kazanmak amacıyla çok çok aşmışızdır. Elbette ki Büyük Hadron Çar- pıştırıcısı'nm (BHÇ), İsviçre'deki parçacık hızlandırıcısırun ardmdaki fizik bilgisi insan zihninin bir anıtı sayılmalıdır. Fakat onu inşa eden kurumun boyutu ve karmaşıklığı da öyledir; tek bir BHÇ deneyi 37 ayrı ülkeden 2.500 bilim inşam, mühendis ve teknisyenin problemleri, sürekli olarak değişen karmaşık bir ortamda, işbirliği içinde çözerek birlikte çalışmasını gerektirmiştir. Bu tür başarılar kazanan örgütlenmeler gerçekleştirebilmenin kendisi de o başarıları kazanmak kadar etkileyicidir.

însanm sosyal davranışlarınm bariz bir şekilde diğer türlerin sosyal davranışlarmdan daha karmaşık olduğu ortada olmasma rağmen, bütün memeli hayvanlarm kendi türünden başka bireylerle ilişki kurma biçimlerinin bazı temel yönleri şaşırtıcı ölçüde ortakhr. însan dışmdaki memeli hayvanlarm ilginç ortak özelliklerinden biri "küçük beyinli" olmalarıdır. Bilim insanları, bununla insan beyninin bilinçli düşünceden sorumlu kısmmm, insan dışmdaki memeli türlerinde beynin bilinçdışı süreçleri gerçekleştiren kısımlarma kıyasla daha küçük olduğunu kast ederler.19 Elbette ki hiç kimse bilinçli düşüncenin tam olarak nasıl ortaya çıktığım bilmiyor; fakat bilinçli düşünce, esas olarak neokorteksin frontal lobunda, özellikle de prefrontal korteks denilen kısımda yoğunlaşmış

gibi görünüyor. Başka bir şekilde ifade edecek olursak, hayvanlar daha çok tepki gösterir daha az düşünürler; tabii eğer düşünüyorlarsa. Dolayısıyla insanın bilinçdışı zihni, amcasının bir kebap şişini koluna geçirdiğini görür görmez alarma geçecektir ve amcanın şaşırtıcı sihirbazlık numaraları yapmayı komik bulduğunu hatırlatacak olan sahip olduğu bilinçli zihin olacaktır. Ev hayvanı olarak beslediğiniz tavşanm tepkisi ise, tersine, muhtemelen bu tür bilinçli, rasyonel değerlendirmelerle hafifletilmeyecektir. Tavşanm tepkisi otomatik olacaktır. Tavşan içgüdülerine uyarak, amcadan ve şişten derhal uzaklaşacaktır. Fakat tavşanm şakadan anlamamasma rağmen, onun beyninde gerçekleşen bilinçdışı işlemler bizimkilerden çok da farklı değildir.

Aslma bakılırsa, bilinçdışı beynin düzeni ve kimyası bütün memeli türlerinde ortaktır; kuyruklu ve kuyruksuz may- munlarm, hatta daha aşağı mertebeden memeli hayvanlarm pek çok otomatik sinirsel mekanizmaları bizimkine benzer ve şaşırtıcı ölçüde insanınkine benzeyen davranışlar üretir.20 Dolayısıyla başka hayvanlar bize zihin teorisi hakkında fazla bir şey öğretemeseler bile, sosyal eğilimlerimizin başka bazı otomatik ve bilinçdışı yönlerini anlamamıza yardımcı olabilirler. Bu nedenle, başkaları kadm ve erkeğin sosyal rollerini öğrenmek için Erkekler Mars'tan, Kadmlar Venüs'ten gibi kitapları okurken, ben "Anne-Yavru Bağlılığı ve Memelilerin Sosyal İlişkilerinin Evrimi" gibi kaynaklara yöneliyorum; kimileri bu tutumumun kendi hayatımdaki memeliler arası sosyal ilişkileri en aza indirmeye hizmet ettiğini söylüyor.

Sözünü ettiğim çalışmadan alıntıladığım şu bölüm üzerinde düşünün biraz:

Bir erkeğin üremedeki başarısı genellikle mümkün olduğu kadar çok sayıda dişiyle çiftleşebilmek amacıyla başka erkeklerle rekabet etmesiyle belirlenir. Dolayısıyla, erkekler seyrek olarak güçlü sosyal bağlar kurarlar ve erkek toplulukları tipik olarak hiyerarşiktir ve ya-

kırdık kurmaya yönelik davramşlardan ziyade saldırganlığa vurgu yapar.

Bu söyleneni spor karşılaşmalarının izlendiği bir barda görebileceğiniz bir şeymiş gibi geliyor ama aslmda bilim insanları insan dışmdaki memelilerin davranışlarını tartışıyorlar. Belki de insan erkeği ile boğalar, erkek kediler ve koçlar arasmdaki fark, insan dışmdaki memelilerin spor karşılaşmaları- m izledikleri barlara sahip olmayışlarıdır ama insan dışındaki memeliler için bütün dünya spor karşılaşmalarm yapıldığı bir bardır. Dişiler için ise aynı araştırmacılar şöyle yazar:

Dişi üreme stratejisi bağıl olarak daha az sayıdaki yavrunun üretilmesine yatırım yapmaya dayahdır... ve başarı yavrunun bakımınm kalitesine ve ana sütüyle beslenme döneminin sonrasma kadar hayatta kalması- m sağlamaya bağlıdır. Bu nedenle dişiler yavrularıyla sıkı sosyal bağlar kurarlar ve ayrıca dişiler arasmdaki ilişkilerin yakınlığı fazladır.

Bu da çok tanıdık geliyor. Kişi, "genel anlamda" memeli davramşları hakkmda çok fazla şey okumak konusunda dikkatli olmalıdır; ama bu tespit, pijama partileri yapanlarm ve kitap kulüplerini kuranlarm neden çoğunlukla kadmlar olduğunu, ayrıca yalanlaşmak için daha çok çaba göstereceğime ve saldırganlık etmeyeceğime o kadar söz vermeme rağmen aralarma katılmama neden izin vermediklerini de açıklıyor gibidir. Bazı düzeylerde insanlarm ve insan dışmdaki memeli hayvanların benzer şekilde davranıyor gibi görünmesi bir ineğin de mum ışığmda yemek yemekten hoşlanacağı; anne koyunun her şeyden çok yavrularmm büyüyüp mutlu ve başarılı olmasını istediği yahut kemirgenlerin emekli olup ruh eşleriyle güneye yerleşmek istedikleri anlamına gelmez. Bu bulgularm önerdiği şey, insan türünün sosyal davramşları- nm diğer hayvanlarmkinden çok daha karmaşık olmasma rağmen, davranışlarımızm evrimsel kökenlerinin bu hayvan-

larda bulunabileceği ve onları incelemek suretiyle kendimiz hakkmda da bazı şeyler öğrenebileceğimizdir.

İnsan dışmdaki memeli hayvanlarm sosyal davranışları ne kadar programlanmıştır? Örneğin koyunu ele alalım.22 Koyunlar, kuzulara karşı doğaları gereği oldukça kötü dav- ramrlar. Bir kuzu annesini emmek için yaklaştığında, koyun tiz bir meleme sesi çıkaracak, hatta kafasıyla kuzuya bir iki tos vuracaktır. Ancak doğum işlemi anneyi dönüştürür. Şirretten, besleyici anneye olan bu dönüşüm mucizevi görünür. Fakat bu değişim yavrusuna duyduğu bilinçli, annece düşüncelerden kaynaklanıyor gibi görünmemektedir. Kimyasaldır; mucizevi değil. Bu süreç doğum kanalmm kasılmasıyla başlar; kasılma koyunun beyninde oksitosin adh basit bir proteinin salgılanmasma neden olur. Bu madde birkaç saat süreyle koyunun beyninde bağlanmayı sağlayan bir pencere açar. Eğer kuzu bu birkaç saat içinde annesine yaklaşırsa, koyun o kuzuya bağlanacaktır; kuzu ister kendisinin, ister komşusunun isterse başka bir çiftlikten getirilmiş olsun. Ardmdan, oksitosin penceresi kapandıktan sonra, artık başka kuzulara bağlanmayacaktır. Bundan sonra, eğer o süre içinde bir kuzuya bağlandıysa, onu emzirecek ve onu sakinleştirecek şekilde onunla konuşacaktır (koyunlar bunu pes seslerle meleyerek yapıyor gibidir). Fakat kalan bütün kuzulara karşı aynen eskiden olduğu gibi kötü davranacaktır; eğer bağlanma penceresi kapandıktan sonra yaklaşmışsa, kendi kuzusuna bile. Ancak, bilim insanları koyuna oksitosin iğnesi yaparak yahut oksitosin salgılamasma engel olarak iradi bir şekilde bu pencereye açıp kapatabilirler. Bu bir robotun üzerindeki bir düğmeyi açıp kapamaya benzer.

Bilim insanlarm memeli davranışmı kimyasal manipülas- yonlarla programlamayı başardıkları bir başka ünlü araştırma serisi küçük bir kemirgen olan ve 150'den fazla türü olan tarla fareleriyle ilgilidir. Bu türlerden biri, kır faresi, insan toplum- larmda örnek bir yurttaş olurdu. Kır faresi hayatı boyunca aym eşle kalır. Sadıktırlar; örneğin, eşi ortadan kaybolan çayır farelerinin yalnızca yüzde otuzu başka bir eş bulacaktır.23

Ayrıca çok sorumlu babalardır; erkekler etrafında kalıp yuvayı korur ve ebeveynlik görevlerini paylaşır. Bilim insanları kır farelerini incelerler çünkü yakm ilişkili iki tür olan dağ faresi ve çayır faresiyle büyüleyici bir karşıtlık içindedirler. Kır farelerinin tersine, dağ ve çayır fareleri yalnız yaşayan ve önüne gelenle çiftleşen bireylerden oluşan toplumlar oluşturur.24 Bu türlerin erkekleri, insani terimlerle ifade edecek olursak, işe yaramaz serserilerdir. Etrafta hangi dişi varsa onunla çiftleşirler ve sonra da çekip giderek dişiyi yavrularm bakımıyla baş başa bırakırlar. Eğer rast gele bir odaya konulacak olurlarsa; kendi türlerinden başka bireylerden kaçınmayı tercih edecek, odanm bir köşesine gidip tek başma durmayı yeğleyeceklerdir (oysa kır fareleri küçük gruplar halinde toplamp iletişim kuracaklardır).

Bu yaratıklarm ilginç yanları, bilim insanlarının tarla faresi türleri arasmdaki davranışsal farklardan sorumlu özel beyin niteliklerini belirleyebilmiş olmaları ve bu bilgiyi bir türün davranışım öbürününkine dönüştürecek şekilde kullanabiliyor olmalarıdır. Burada işe karışan kimyasal madde yine ok- sitosindir. Oksitosin moleküllerinin beyin üzerinde bir etkisi olabilmesi için ilkin hücre zarlarırun yüzeyinde bulunan özel moleküller olan reseptörlerle bağlanması gerekir. Monogam kır fareleri oksitosin ve vazopressin adı verilen ilişkili bir başka hormonla bağlanan çok sayıda reseptöre sahiptir. Benzer şekilde yüksek oksitosin ve vazopressin konsantrasyonu, monogam diğer memelilerin beyinlerinin aynı kısımlarmda bulunmuştur. Fakat rast gele cinsel ilişkide bulunan tarla faresi türlerinde bu reseptörler pek kıttır. Bütün bu nedenlerle, örneğin, bilim insanları bir çayır faresinin beynine bu resep- töreri artıracak şekilde müdahale ettikleri zaman, tek başma yaşamayı yeğleyen çayır faresi birdenbire kuzeni kır faresi gibi dışadönük ve sosyal bir varlık haline gelmektedir.25

Fareleri mücadele etmekle görevli değilseniz, muhtemelen kır fareleriyle ilgili olarak da, çoğumuzun yalnızca restoranda tabağımıza konulduğu zaman temas etttiğ kuzular hakkında olduğu gibi, gereğinden daha fazla bilgi verdim size. Fakat

oksitosin ve vazopressin hakkında bunca ayrıntıya girdim; çünkü bu iki hormon, biz dahil, bütün memelilerin sosyal ve üremeyle ilgili davranışlarmdaki değişimlerde önemli rol oynarlar. Aslma bakılırsa, ilişkili bileşikler en azından yedi yüz milyon yıldır organizmalarda rol oynamıştır ve kurtçuklarla böcekler gibi omurgasız hayvanlarda bile etkilidirler.26 İnsarun sosyal davranışları, elbette tarla fareleri ve koyunlarmkinden daha gelişmiş ve İnceliklidir. Onlarm aksine bizde zihin teorisi vardır ve bizler bilinçdışı dürtülerimizi bilinçli kararlarla geçersiz kılmaya daha muktedir varlıklarız. Fakat insanlarda da bağlanmayı oksitosin ve vasopressin düzenler.27 İnsan annelerde de aynen koyunlarda olduğu gibi, doğum sancıları ve doğum esnasmda oksitosin salgılanır. Oksitosin ayrıca cinsel yakınlaşma esnasmda meme uçları ve rahmi uyarıldığı sırada kadmlar tarafmdan ve cinsel doyuma ulaşılması esnasmda hem kadınlar hem erkekler tarafmdan salgılanır. Ayrıca, hem erkeklerde hem de kadınlarda beynin cinsel ilişkiden sonra salgıladığı oksitosin ve vazopressin karşılıklı çekimi ve sevgiyi artırır. Oksitosin, özellikle kadınlarda, sarılıp kucaklaşma esnasmda bile salgılanır ve işte bu yüzden taraflar arasmda bilinçli ve entelektüel bir bağm olmaması halinde bile sırf fiziksel temaz duygusal yakmlık hissetmelerine neden olur.

Daha geniş sosyal ortamda, oksitosin güven duygusunu artırır ve insanlar başkalarıyla olumlu sosyal ilişkiler kurdukları zaman da salgılanır.28 Bir deneyde iki yabancı insana para kazanmak için işbirliği yapabilecekleri bir oyun oynatılmıştır. Fakat oyun, oyunculardan birinin diğerinin zararma da para kazanabileceği şekilde tasarlanmıştır. Dolayısıyla güven önemli bir meseledir ve oyun ilerledikçe oyuncular birbirlerinin karakterlerini tartma olanağı bulmuşlardır. Her biri oyun arkadaşınm adil olmaya çalışarak oynayıp oynamadığım değerlendirmişler; böylece her iki oyuncu da oyun arkadaşmm adil davranarak her iki tarafm eşit oranda kazanmasma mı yoksa bencilce oynayıp diğerinin zararma daha büyük bir kazanç sağlamaya mı çalıştığım değerlendirmişlerdir.

Bu araştırmanın özgün yanı, araştırmacıların kararlarım verdikten sonra kan örnekleri almak suretiyle oyuncularm oksitosin seviyelerini ölçmeleridir. Bu ölçümlerin sonucunda bir oyuncunun eşinin güven telkin eden bir tarzda oynadığı durumlarda, oyuncunun beyninin bu güven ifadesine oksitosin salgılayarak karşılık verdiği anlaşılmıştır. Oyuncularm bir yatırım oyunu oynadıkları başka bir araştırmada, oksitosin burun spreyi soluyan yatırımcılarm, ortaklarma birlikte yatırım yapmak için güven duyma olasılıklarınm daha güçlü olduğu anlaşılmıştır. Üstelik, ifadelerine bakarak yüzleri sımf- landırmaları istenen gönüllülerden oksitosin verilmiş olanlar, ilaç verilmemiş olanlara kıyasla yabancıları yüz ifadelerine bakarak daha güven telkin edici ve çekici bulmuşlardır (şaşırtıcı olmayan bir şekilde, oksitosin spreyleri internette satılmaya başlanmıştır ama doğrudan hedef kişinin burun deliklerine püskürtülmediği sürece pek etkili değildir).

Otomatik hayvan doğamıza ilişkin en çarpıcı kanıtlardan biri insan beynindeki vazopressin reseptörlerini idare eden bir gende görülebilir. Bilim insanları bu genin belli bir formundan iki tanesine sahip olan erkeklerin daha az sayıda vazopressin reseptörüne sahip olduklarım keşfetmişlerdir; bu da onları önüne gelenle yatan tarla fareleriyle benzeştirir. Gerçekten de bu erkekler benzer davramşlar sergilemektedir: Vazopressin reseptörü daha az sayıda olan erkeklerin, daha çok sayıda vazopressin reseptörüne sahip erkeklere kıyasla, evlilik sorunları ve boşanma tehdidi yaşamaları olasılığı iki kat fazla; evli olma olasılıkları ise yüzde elli daha azdır.29 Dolayısıyla bizler davranışlarımız açısından koyunlara ve tarla farelerine kıyasla çok daha karmaşık olsak bile, insanlar da bilinçdışı bir şekilde belli sosyal davramşlarda bulunacak şekilde donanmışlardır; bu hayvan geçmişimizin bir kalıntısıdır.

Sosyal sinirbilim yeni bir bilim dalıdır; fakat insanın sosyal davramşlarınm kökeni ve doğasma ilişkin tartışmalar muhtemelen insan uygarlığı kadar eskidir. Geçmiş yüzyılların felsefecileri koyunlar ve tarla fareleri üzerinde yapılan araş-

tırmalar gibi çalışmalara sahip değillerdi; buna rağmen, insan zihni üzerinde kafa yordukları sürece hayatımızı ne ölçüde bilinçli olarak kontrol edebildiğimiz konusunda tartışmışlardır.50 Farklı kavramsal çerçeveler kullanmalarma rağmen, Ef- latun'dan Kant'a kadar insan davranışını gözlemleyen bütün filozoflar davramşm doğrudan sebepleri (bu motivasyonları iç gözlem yaparak anlayabiliriz) ile yalnızca çıkarsanabilen gizli içsel etkiler arasmda ayrım yapmayı gerekli görmüşlerdir.

Modern zamanlarda, bahsettiğim gibi, bilinçdışmı popüler hale getiren Freud olmuştur. Fakat teorilerinin klinik uygulamalarda ve popüler kültürde büyük önemi olmasma rağmen, Freud kitaplara ve filmlere psikolojide deneysel çalışmalara olduğundan daha fazla etki etmiştir. Yirminci yüz- yılm büyük bölümünde deneysel psikologlar bilinçdışı zihni düpedüz ihmal etmişlerdir.31 Bugün her ne kadar tuhaf gelse de davramşçı hareketin egemen olduğu yirminci yüzyılm ilk yarısmda, psikologlar zihin kavramım toptan ortadan kal- dırmanm yollarım aramışlardır. Davramşçılar yalmzca insan davranışlarım hayvanlarınkine benzetmekle kalmamış, ayrıca hem insanları hem de hayvanları uyaranlara karşı öngörülebilir şekilde tepki gösteren karmaşık makinelerden ibaret saymışlardır. Ancak, Freud ve yandaşlarımn ortaya koyduğu iç gözlemin güvenilmezliğine ve beynin iç işleyişinin gözlemlenmesi o zamanlar mümkün olmamasma rağmen, insan zihnini ve zihnin düşünme süreçlerini tamamen ihmal etmek, çoğu kişiye saçma gelmiştir. 1950'lerin sonunda davramşçı akımm etkileri hafifledi ve yerini alan iki başka akım güçlendi. Biri bilgisayar devriminin esinlediği bilişsel psikoloji idi. Davramşçılık gibi bilişsel psikoloji de genel olarak iç gözlemi reddetti. Fakat bilişsel psikoloji inançlar gibi iç zihinsel durumlara sahip olduğumuz düşüncesini benimsedi, insanları bir bilgisayarm verileri işleme biçimine çok benzer bir şekilde bu zihinsel durumları işleyen bilgi sistemleri olarak değerlendirdi. Diğer akım Sosyal psikolojiydi ve insanların

zihinsel durumlarının başkalarmm varlığınca ne şekilde etkilendiğini anlamayı amaçlıyordu.

Bu akımlarla, psikoloji bir kez daha zihni incelemeye başladı; fakat her iki disiplin de gizemli bilinçdışma şüpheci yaklaşmaya devam etti. Ne de olsa, eğer insanlar subliminal süreçlerin farkmda değilse ve eğer kimse beynin içinde bunlarm izini süremiyorsa, bu tür zihinsel durumlarm gerçek olduğundan bile nasıl emin olunabilirdi? Hem bilişsel psikoloji hem de sosyal psikolojide "bilinçdışı" sözcüğünün kullamlmasmdan genellikle kaçınılmıştır. Yine de tıpkı sözü döndürüp dolaştırıp babamza getiren terapist gibi, bir avuç bilim inşam deneyler yapmaya devam ettiler ve elde edilen sonuçlar, bu süreçlerin araştırılması gerektiğini; çünkü karşılıklı sosyal ilişkilerde çok önemli bir rol oynadıklarım ortaya koydu. 1980'li yıllarda yapılan ve artık klasik kabul edilen deneyler bilinçdışma, sosyal davranışm otomatik bileşenlerine ilişkin olarak güçlü kanıtlar temin etti.

Bu erken dönem çalışmalarınm bir kısmı doğrudan Bart- lett'in hafıza teorilerinin devamı niteliğindeydi. Bartlett insanlarm hatırladıklarmda gözlediği çarpılmalarm, zihinlerinin boşlukları doldurmayı ve bilgileri dünyayı algılama biçimleriyle tutarlı hale getirmeyi amaçlayan belli bilinçdışı zihinsel senaryoları izlediği varsayılarak açıklanabileceğine inamyordu. Sosyal davramşımızm da benzer şekilde bilinçdışı bir oyun metni tarafmdan etkilenip etkilenmediğini merak eden bilişsel psikologlar, gündelik davranışlarımızm birçoğunun daha önceden belirlenmiş zihinsel "senaryolara"32 uygun olarak yürüdüğünü, dolayısıyla aslmda bilinçli olarak yapılmadıklarım öne sürdüler.

Bu düşüncenin doğruluğunu araştıran bir deneyde, araştırmacılardan biri bir kütüphanede fotokopi makinesinin ya- nmda bekliyordu. Biri makineye yaklaştığmda, deneyi yapan önüne geçmeye çalışarak "Affedersiniz, beş sayfam var. Fotokopi makinesini kullanabilir miyim?" Elbette, yardımlaşmak şarttır fakat denek beş sayfadan çok daha fazla sayıda fotokopi yapmayacağı sürece, deneyi yapan bu talebini haklı gös-

terecek herhangi bir gerekçe öne sürmemiştir, o halde neden izin versin? Anlaşılan epey sayıda insan böyle hissetmiştir: Deneklerin yüzde kırk kadarı bu şekilde tepki göstermiş ve izin vermeyi reddetmişlerdir. İzin verilmesi ihtimalini artır- manm en emin yolu, neden öncelik verilmesi gerektiğine ilişkin geçerli ve inandırıcı bir mazeret öne sürmektir. Ve gerçekten de araştırmacı "Affedersiniz, beş sayfam var. Çok acelem var, fotokopi makinesini kullanabilir miyim?" dediğinde cevaplar radikal olarak değişmiş ve reddedenlerin oram yüzde kırktan yüzde altıya düşmüştür. Bu makul bir sonuçtur, fakat araştırmacılar bu süreçte başka şeylerin olup bittiğinden şüphe etmişlerdir; belki de insanlar gerekçeyi bilinçli olarak değerlendirip geçerli olup olmadığma öyle karar vermiyorlardı. Belki de hiç düşünmeden (otomatik olarak) bir zihinsel senaryoyu takip ediyorlardı.

Bu zihinsel senaryo söyle bir şey olmalıydı: Biri sıfır gerekçe göstererek küçük bir iyilik istediği zamanlar: Hayır denilecek. Biri küçük bir iyilik istediği ama gerekçe gösterdiği zaman: Evet denilecek. Bu bir robot yahut bilgisayar programma benziyor ama insanlara uygulanabilir mi? Bu fikri test etmek kolaydır. Bütün yapmanız gereken fotokopi makinesinin yanma gelen insanlara yaklaşıp "Affedersiniz, beş sayfam var. Fotokopi makinesini kullanabilir miyim, çünkü xxx" deyin ama xxx yerine öyle bir gerekçe koyun ki talebinizin ardmdan bir gerekçe olarak gelmesine rağmen, hiçbir haklılığı olmasm. Araştırmacı xxx yerine "çünkü fotokopilerini çekmem gerekiyor" gibi malumu ilan eden ve öne geçmek için geçerli bir mazeret oluşturmayan bir ifade kullanmıştır. Eğer insanlar gerekçeleri kendi ihtiyaçlarıyla kıyaslayarak tartıyor iseler, o zaman hiçbir sebep öne sürülmediği zaman olduğu kadar sayıda kişinin talebi reddetmesi beklenir; yüzde kırk kadarı- nm. Yok eğer mazeret belirtmek, mazeretin hiçbir geçerliliği olmamasma rağmen kendi başma senaryoda "evet" yanıtım tetikliyor ise deneklerin yalnızca yüzde alh kadarı talebi reddetmelidir; tıpkı öne sürülen gerekçenin (acelem var) geçerli olduğu zamanki gibi. Ve araştırmacılarm bulduğu sonuç tam

da böyledir: Deneyi yapan kişi "Affedersiniz, beş sayfam var, fotokopilerini çekmem gerek, makineyi kullanabilir mıyım? dediğinde deneklerin yalnızca yüzde yedisi reddetmiştir; bu da yaklaşık olarak geçerli ve inandırıcı bir sebep öne sürüldüğü zamanki orana eşittir. Geçersiz gerekçe de geçerli olan kadar kişinin akimı çelmeyi başarmıştır.

Bu deneyi yapan araştırmacılar, yazdıkları araştırma raporunda, daha önceden belirlenmiş bir senaryoyu bilinçdışı bir şekilde izlemekle ilişkili olarak, "gerçekten de sosyal etkileşimin en yaygm biçimi olabilir. Böylesine bilincinde olmadan davranmak kimi zaman sorun yaratsa bile, seçici dikkatin bu derecesi, dış dünyayı bu şekilde duymazdan gelmek bir kazanım da olabilir" diye yazmışlardır. Gerçekten de evrimsel açıdan bilinçdışı olağan görevini yapmakta, bazı işleri otomatik hale getirerek ortamm başka taleplerine yamt verebilmemiz için bizi özgür bırakmaktadır. Modern toplumda aym anda birden çok görevi yerine getirebilmenin esası budur; bir işin üzerine odaklanmışken, başka işleri de otomatik senaryolara uygun olarak yapabilme becerisi.

Seksenli yıllarda birbiri ardma yapılan çalışmalar, bilinç- dışınm etkisiyle, insanların duygularmm, davranışlarının ve başkalarma dair yargılarmm ya da başkalarıyla kurdukları sözlü olmayan iletişimin farkmda olmadıklarma işaret ediyordu. En sonunda psikologlar bilinçli düşüncenin sosyal etkileşimlerdeki rolünü yeniden değerlendirmek zorunda kaldılar. Ve böylece "bilinçdışı" sözcüğü yeniden canlandı ve kimi zaman yerine adı kötüye çıkmamış "bilinçli olmayan" yahut daha kesin "otomatik", "içkin" yahut "kontrolsüz" gibi sözcüklerin kullamldığı da oldu. Fakat bu deneyler esas olarak zekice tasarlanmış davramşsal araştırmalardı ve psikologlar katılımcılarm tepkilerine neden olan zihinsel süreçleri ancak tahmin edebiliyorlardı. Bir restoranm yemek tarifleri hakkmda, o restoranda bir masaya oturup yemekleri tadarak pek çok şey söyleyebilirsiniz, fakat hakikaten neler olup bittiğini anlamak için mutfağa girmeniz gerekir; oysa insan beyni kafatasmm kapalı kapılarmın ardmda kalmaya ve iç işleyişi

bir asır önce olduğu gibi hemen hemen ulaşılmaz kalmaya devam ediyordu.

Beynin çalışmasmın gözlemlenebileceğine ilişkin ilk işaretler on dokuzuncu yüzyılda, bilim insanları sinirsel faaliyetlerin kan dolaşımmda ve oksijen seviyesinde değişimlere yol açtığmın farkma vardıklarmda anlaşıldı. William James, 1890 yılmda yazdığı Psikolojinin Prensipleri adlı kitabmda, beyin ameliyatı geçirdikten sonra kafataslarmda açıklık kalan hastalarda beyindeki nabız benzeri atışları kaydeden İtalyan fizyolog Angelo Mosso'nun çalışmalarma atıfta bulunur.33 Mosso zihinsel faaliyet esnasmda beynin belli bölgelerindeki atışlarmm arttığım gözlemlemiş ve doğru bir şekilde bu ar- tışm o bölgelerdeki sinirsel faaliyetin sonucu olduğunu öne sürmüştü. Maalesef, o günün teknolojisiyle, ancak kafatasında beyni ulaşılır kılan bir açıklık olması kaydıyla gözlem ve ölçümler yapılabilirdi.34 Bu insan beynini incelemek için uygulanabilir bir yol değildi ama Cambridge Üniversitesinden bilim insanlarmm 1899 yılmda yaptıkları tam da bu oldu; köpekler, kediler ve tavşanlar üzerinde bu tür deneyler yaptılar. Cambridge Üniversitesi bilim insanları her bir hayvarun beynindeki çeşitli sinir yollarm uyarmak için elektrik akımı kullandılar ve sonra da doğrudan canlı dokuya bağladıkları cihazlar aracılığıyla beynin tepkisini ölçtüler. Dolaşım ve metabolizma arasmda bir bağlantı olduğunu gösterdiler ama yöntem hem ilkel hem de acımasızdı ve tutulmadı. X-ışınları- nm keşfi de bir alternatif yaratamadı; çünkü X-ışını filmleriyle yalnızca beynin fiziksel yapısı tespit edilebilirdi; dinamik, sürekli olarak değişen elektriksel ve kimyasal işlemleri değil. Böylece bir asır daha beynin çalışması ulaşılmaz kalmaya devam etti. Derken, 1990'h yıllarm sonunda, Freud'un Düşlerin Yorumu adlı kitabırun basılmasmdan yüz yıl sonra, fMRI bir anda yaygın olarak kullanılabilir hale geldi.

Önsözde de belirttiğim gibi, fMRI veya fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme, doktorlarm kullandığı olağan MRI cihazlarmdan biraz farklıdır. On dokuzuncu yüzyıl bilim insanları, doğru bir şekilde, belli bir anda beynin hangi kısmı-

nın çalıştığını belirlemenin anahtarınm sinir hücrelerinin aktif hale geçmesi ve dolaşımm hızlanması yüzünden hücrelerin oksijen tüketiminin artması olduğu sonucuna varmışlardır. fMRI sayesinde bilim insanları kafatasmm dışından, beyindeki atomların kuantum elektromanyetik etkileşimleri kanalıyla oksijen tüketiminin haritasmı yapabilmektedirler. Böylelikle fMRI, çalışma halindeki normal insan beyninin ameliyat gerektirmeksizin üç boyutlu olarak incelenmesine olanak sağlar. Yalmzca beynin yapılarının haritasmı sağlamakla kalmaz, üstelik herhangi bir anda bu yapılardan hangilerinin aktif olduğunu da gösterir ve bilim insanlarınm bu aktif kısımların zaman içinde değiştiğini incelemesine izin verir. Böylece, zihinsel süreçler belli sinir yollarıyla ve beyin yapılarıyla eşleş- tirilebilir.

Geçmiş sayfalarda pek çok yerde deneye tabi tutulan kişilerin beyinlerinin görüntülendiğini söyledim ve beynin belli bir bölümünün bazı koşullar altmda aktif olduğu yahut ol- madığmı belirttim. Örneğin, hastarun TN'nin oksipital lobunun çalışmadığım söyledim ve orbitofrontal korteksin zevk alma deneyimiyle ilişkili olduğunu açıkladım ve beyin görüntüleme çalışmalarının iki ayrı fiziksel acı merkezinin var olduğunu gösterdiğini belirttim. Bütün bu açıklamalar fMRI teknolojisi sayesinde mümkün olmuştur. Son yıllarda yeni ve heyecan verici başka teknolojiler geliştirilmiştir; fakat fMRTın bulunuşu bilim insanlarmm zihni inceleme biçimlerini değiştirmiştir ve bu gelişme, temel araşhrmalarda emsalsiz bir rol oynamaya devam etmektedir.

Eğer beyninizin fMRI verilerinin bulunduğu bir bilgisaya- rm karşısmda oturuyor olsaydık, bilim insanları beyninizin herhangi bir bölümünden ve herhangi bir yönde bir dilim alabilir ve neredeyse beynin kendisini kesmiş de inceliyorlarmış gibi gözlemleyebilirlerdi. Örneğin yukarıdaki şekil, denek hayal kurmakla meşgulken beynin merkez düzlemi boyunca alınmış bir kesiti gösterir. Soldaki ve sağdaki gölgeli alanlar sırasıyla medyal prefrontal korteks ve posterior singulat kor- teksteki aktiviteyi gösterir.

Sosyal Olmanın Önemi. Mike Tyszka'nın izniyle.

Günümüzün sinirbilimcileri beyni işlevlerine, fizyolojisine ve evrimsel gelişimine dayalı olarak; kabaca üç bölüme ayırırlar.35 Bu ayrıma göre beynin en ilkel kısmı "sürüngen beyin"dir ve yeme, içme, kalp atışı gibi hayatta kalmak için gereken temel işlevlerin yanı sıra, savaş-veya-sıvış içgüdümüzü çalıştıran, korku ve saldırganlık duygularmın ilkel biçimlerinden sorumludur. Omurgalı bütün hayvanlar (kuşlar, sürüngenler, amfibiler, balıklar ve memeliler) sürüngen beyin yapışma sahiptirler.

ikinci bölge olan limbik sistem daha karmaşıktır ve bilinçdışı sosyal algılarımızm kaynağıdır. Bu bölgenin tanımı başlangıçta anatomik olarak yapılmış olmasma rağmen, sosyal duygularımızm oluşumunda etkili olduğundan, zaman içinde işleviyle tanımlanmaya başlanmıştır ve tanımı bir araştırmacıdan diğerine biraz değişebilir. İnsanlarda, limbik sistem çoğu kez bir yapılar halkası olarak tammlamr ki bu yapılardan ventromedyal prefrontal korteks, dorsal anterior singulat korteks, amigdala, hipokampus, hipotalamus, basal gangliya bileşenleri ve orbitofrontal korteks gibi bazılarıyla zaten karşılaştık.36 Limbik sistem tepkisel sürüngen duygula-

rını çoğaltır ve sosyal davranışlarımızın oluşumunda önemlidir.37 Bu ikinci bölgedeki yapıların çoğu, bütün memelilerin sahip olduğu "eski memeli beyni" adı altmda toplanır (oysa "yeni" memeli beyni adı da verilen üçüncü bölge, neokorteks, daha ilkel memelilerde genellikle eksiktir).

Neokorteks limbik sistemin büyük kısmınm üzerini kaplar.38 İkinci Bölüm'den, bu bölgenin loblara bölünmüş ve insanlarda aşırı büyümüş olduğunu hatırlayabilirsiniz. Neokorteks insanlarm beyin derken sözünü ettikleri şu gri maddedir. İkinci Bölüm'de, başınızın arkasmda yer alan ve görsel birincil işlem merkezlerinizi içeren oksipital lobdan söz etmiştim. Bu bölümde, ön lobdan söz ediyorum ki admdan da anlaşılacağı gibi ön tarafta bulunur.

Yalnızca Homo sapiens türü hayatta kalmış olan Homo cinsi, ilk kez iki milyon yıl önce evrimleşmiştir. Anatomik olarak, Homo sapiens bugünkü biçimini iki yüz bin yıl önce kazan- mıştır, fakat daha önce de söylediğim gibi, davramşsal olarak biz insanlar kültür gibi karakteristik özelliklerimizi yaklaşık elli bin yıl öncesine kadar kazanmış değildik. İlk Homo türü ile bizim aramızda geçen zaman zarfmda, beynimizin büyüklüğü ikiye katlanmıştır. Bu büyümenin önemli bir bölümü, orantısız bir biçimde ön lobda gerçekleşmiştir ve dolayısıyla bizi insan yapan belli niteliklerden bazılarının yerinin burası olduğunu düşünmek mantıklı olacaktır. Bu genişletilmiş yapı hayatta kalma yeteneğimizi, doğanm kendisini tercih etmesini sağlayacak derecede artırmak için ne yapıyor?

Frontal lob vahşi doğada hayatta kalmak konusundaki önemi ortada olan hassas motor hareketlerinin (özellikle el ve ayak parmakları, eller, ayaklar ve dil hareketleri) seçimi ve gerçekleştirilmesinden sorumlu bölgeleri içerir. Yüzün motor hareketlerinin denetiminin de frontal loba bağlı olduğunu not etmek yararlı olacaktır. Beşinci Bölüm'de göreceğimiz gibi, yüz ifadesindeki ince nüanslar, sosyal iletişimde oynadıkları rol sebebiyle hayatta kalmak için çok önemlidir. Motor hareketlerle ilişkili bölgelere ilaveten, daha önce de söylediğim gibi, frontal lob prefrontal korteks denilen bir yapı da

içerir. "Prefrontal" sözcük anlamıyla "önün önü" demektir ve prefrontal korteksin bulunduğu yer de tam orasıdır; hemen alnınızın gerisinde bulunur. İnsanlığımızı en açık şekilde bu yapıda görürüz. Prefrontal korteks düşüncelerimizin ve edimlerimizin amaçlarımıza uygun bir şekilde planlanması ve düzenlenmesinden; bilinçli düşünce, algı ve duyguları- mızın birleştirilmesinden sorumludur ve ayrıca bilincimizin yerinin bu bölüm olduğu düşünülür.39 Limbik sistemin bölümleri olan ventromedyal prefrontal korteks ve orbitofrontal korteks, prefrontal korteks içindeki alt sistemlerdir.

Beynin sürügen, limbik (yahut eski memeli) ve neokorteks (yahut yeni memeli) şeklinde üç bölüme ayrılması yararlıdır ve zaman zaman ben de bu şekilde kullanacağım; fakat bunun çok basitleştirilmiş bir resim olduğunu aklımızda tutmamızda yarar vardır. Hikâyenin tamamı çok daha karmaşıktır. Örneğin, bu ayrımm ima ettiği düzenli evrimsel basamaklar pek de olaylarm gelişme biçimine uygun değildir; bazı sö- zümona ilkel hayvanlarda da neokorteksinkine benzeyen dokular vardır.40 Bu nedenle de bu hayvanlarm davranışları, bir zamanlar düşünüldüğü gibi bütünüyle içgüdülere bağlı olmayabilir. Ayrıca, bu üç ayrı alan, sanki bağımsızmış gibi tanımlansa da, gerçekte birleşiktirler ve aralarındaki sayısız karşılıklı sinir bağlantısı aracılığıyla uyum içinde birlikte çalışırlar. Beynin ne denli karmaşık bir organ olduğunu, beynin derinliklerindeki minicik bir yapı olan hipokampus hakkmda yazılan ders kitaplarınm tuğla gibi kalın olması yansıtabilir. Bir başka güncel çalışmanın, hipotalamusta bulunan tek bir sinir hücresi tipi hakkmdaki araştırmayı anlatan bir akademik makalenin, uzunluğu yüz sayfayı aşkındı ve yedi yüz anlaşılması güç deneye atıf yapıyordu. Bu nedenle, bütün araştırmalara rağmen, bilinçli ve bilinçdışı boyutlarıyla insan zihni, hâlâ büyük ölçüde gizemli kalmaya devam ediyor ve dünyanm çeşitli yerlerinde on binlerce bilin insanı, bu bölgelerin işlevlerini moleküler, hücresel, sinirsel ve psikolojik seviyelerde açıklığa kavuşturabilmek; sinir yollaruun düşüncelerimizi, duygularımızı ve davramşlarımızı nasıl bir etkileşim

sonucunda oluşturduklarını daha derinden kavrayabilmemi- zi sağlamak için çalışmaya devam ediyorlar.

fMRTın bulunması ve bilim insanlarının beynin farklı ya- pılarmm düşüncelere, duygulara ve davranışlara nasıl katkıda bulunduklarmı araştırma olanakları arttıkça, davranışçılığı izleyen iki akım güçlerini birleştirmeye başladı. Sosyal psikologlar psikolojik süreçlere ilişkin teorilerini beyindeki kaynaklarıyla ilişkilendirerek, çözümleyebileceklerini ve geçerliliğini sınayabileceklerini anladılar. Bilişsel psikologlar ise zihinsel durumlarm kökenlerinin izini sürebileceklerini kavradılar. Ayrıca beynin fiziksel yapışma odaklanan sinir bilimciler de eğer farklı yapılarm ürettiği ruh halleri ve psikolojik süreçleri öğrenirlerse, beynin nasıl işlediğini daha iyi anlayabileceklerini idrak ettiler. Ve böylece yeni bir bilim dalı, sosyal bilişsel sinirbilim yahut daha basit söylenişiyle sosyal sinirbilim doğdu. Bu bir menage â trois, "üçlü bir topluluk" tur: Sosyal psikoloji, bilişsel psikoloji ve sinirbilim. Daha önce ilk sosyal sinirbilim toplantısmm Nisan 2001'de toplandığını söylemiştim. Bu alanın nasıl bir hızla patlama yaptığım anlamak için şunu bir düşünün: Târih boyunca fMRI kullanılarak yapılmış bir akademik çalışma 1991 tarihinde yayımlandı.41 1992 tarihinde, koca bir yıl boyunca bu türden yalnızca dört yaym yapılmıştı. Hatta 2001 gibi ileri yıllarda bile "sosyal bilişsel sinirbilim" yazılarak yapılan internet taramaları yalnızca 53 sonuç veriyordu. Fakat aym sözcüklerle 2007 yılmda yapılan bir tarama 30.000'i aşkm sonuç vermiştir. O sırada sinirbilimciler her üç saatte bir fMRI araştırması tamamlıyorlardı.

Günümüzde araştırmacıların beyni çalışırken gözlemleyebilmek ve bilinçdışmın kökenlerini ve derinliğini anlayabilmek konusunda sahip oldukları yeni olanaklarla; bu alanı kesin deneysel bir bilim dalı haline getirmek isteyen Wundt, James ve Yeni Psikoloji alarundan başkalarmın hayalleri nihayet anlaşılıyor. Ayrıca, Freud'un bilinçaltı kavramı hatalı olmasına rağmen, bilinçdışı düşüncelerin önemine yaptığı vurgu, her zaman olduğundan daha geçerli gibi görünüyor.

îd ve ego gibi muğlak kavramlar yerlerini beynin yapısmı, bağlantısallığmı ve işlevlerini gösteren haritalara bırakmıştır. Şu ana değin görme, işitme ve hafıza gibi sosyal algılarımı- zm çoğunun farkmdalık, niyetlilik yahut bilinçli çabayla ilgili olmayan sinir yollarmda gerçekleşiyor gibi göründüğünü öğrendik. Bu subliminal programlanmanm hayatımızı, kendimizi sunma biçimimizi, insanlarla iletişim kurma ve onları yargılama tarzımız, sosyal durumlarda ne türlü tepkiler vereceğimizi ve kendimiz hakkmdaki düşünme biçimimizi nasıl etkilediği meseleleri ise keşfetmek üzere olduğumuz alanlardır.

  1. SOSYAL BİLİNÇDIŞI

BEŞİNCİ BÖLÜM

İnsanları Okumak

Bedeniniz başka bir şey söylüyorken ettiğiniz dostça sözlerin hiçbir anlamı yoktur.

- JAMES BORG

Einstein'in "mucize yılı" başlamadan hemen önce, 1904 yılı yazınm sonunda, New York Times gazetesi bir başka Alman bilimsel mucizesini, "konuşmak dışmda hemen her şeyi yapabilen" bir atı haber yapmıştı.1 Haberi yapan muhabir, haberin hayal ürünü olmadığma, Prusya eğitim bakanlığmca atanan bir komisyonun ve şahsen kendisinin gözlemlerine dayan- dığma bizi temin ediyordu. Yazmm konusu bir aygır olarak tarif ediliyordu ve daha sonra Zeki Hans adıyla anılacak olan bu aygır bugünün ilkokul üçüncü smıflarmda yapılanlar mertebesinde aritmetik işlemler ve entelektüel ödevler yapabiliyordu. Hans dokuz yaşmda olduğundan, bu yaptıkları ait olduğu türe değilse de yaşma uygundu. Aslında, dokuz yaşmdaki Hans da, ortalama dokuz yaşmdaki insan yavrusu gibi dört yıllık bir resmi eğitim almış; sahibi Herr Wilhelm von Osten tarafmdan, ahırmda, eğitilmişti. Yöredeki lisede matematik dersleri veren Von Osten, yaşlı bir kaçık olmakla ve hakkmda böyle düşünülmesine aldırmamasıyla ün yapmıştı. Von Osten, her gün belli bir saatte, komşularmın gözü önünde Hans'm karşısma geçiyor; çeşitli malzemeler ve bir karatahta kullanarak ona ders öğretiyor ve ödül olarak havuçla şeker veriyordu.

Hans sahibinin sorularına sağ toynağını yere vurarak cevap vermeyi öğrenmişti. New York Times muhabiri, Hans m altm için bir, gümüş için iki, bakır için üç kere toynağım yere vurması söylendikten sonra, nasıl bu madenlerden yapılmış paraları doğru bir şekilde tanıdığını anlatıyordu. Benzer şekilde şapkalarm renklerini de doğru olarak cevaplamıştı. Toynak vuruşu işaret dilim kullanarak saati; ayı ve aym hangi günü olduğunu, 8, 16 ve 32 sayıları içinde kaç tane 4 bulunduğunu da söyleyebiliyor; 5 ile 9'u toplayabiliyor ve hatta 7'yi üçe böldükten sonra kalam bile doğru biliyordu. Muhabirin bu gösteriye tamk olduğu sırada, Hans çoktan hayli ünlü kazanmıştı. Von Osten ona Almanya'nın çeşitli yerlerindeki toplantılarda gösteri yaptırıyordu; emir üzerine Kayzer'in huzurunda bile bir gösteri yapmışh. Asla herhangi bir ücret almıyordu; çünkü amacı hayvanlarda da insandakine benzer bir zekânın bulunduğu konusunda, insanları ikna etmekti. Bu üstün zekâlı at olayma gösterilen ilgi öylesine büyüktü ki von Osten'in iddialarmı değerlendirmesi için bir komisyon kurulmuştu ve komisyon Hans'm marifetlerine herhangi bir hile karıştırılmadığı sonucuna varmıştı. Komisyonun yaptığı açıklamaya göre atın becerilerinin açıklaması von Osten'in kullandığı üstün öğretim yöntemlerinde yatıyordu ve bunlar Prusya'nın ilkokullarmda kullanılan yöntemlerle aynıydı. Üstün öğretim yöntemleri derken şeker ve havuçtan mı söz ettikleri kesin olmamakla birlikte, Prusya Doğa Tarihi Müzesi müdürü olan bir komisyon üyesine göre "Bay von Osten, Hans'ı eğitmeyi hayvanda lezzetli yiyeceklere bir düşkünlük yaratmak suretiyle başarmıştı." Ayrıca şunları ekliyordu, "Atm bu derslerden gerçekten hoşlandığından şüphe ederim." Hans'm şaşırtıcı şekilde insana benzediğine ilişkin daha fazla kanıt demektir bu.

Fakat komisyonun vardığı sonuçlar herkesi ikna edememişti. Hans'm becerilerinde, at eğitimi metodolojisinden daha fazlasınm sözkonusu olabileceğine işaret eden önemli bir gösterge, Hans'm von Osten'in sorularma, bazen sözcüklere dökmediği zaman bile cevap vermesiydi. At, sanki von

Osten'in zihnini okuyordu. Oskar Pfungst adlı bir psikolog durumu araştırmaya karar verdi. Von Osten'in de teşvikiyle Pfungst bir dizi deney yaptı. Hayvanm von Osten dışmda insanlarm sordukları sorulara da cevap verebildiğini, fakat bunu yalnızca soruyu soran kişi cevabı da biliyor ise ve Hans toynağmı yere vururken soruyu soranı görebiliyorsa yapabildiğini keşfetti.

Uzun zaman ve dikkatle yapılan deneyler gerektirmesine rağmen, Pfungst sonunda atın entelektüel becerilerinin kay- nağmm, soruyu soranm bilinçdışı olarak verdiği ipuçları olduğunu buldu. Pfungst, soru sorulur sorulmaz, soruyu soranm istemsiz ve çok zor algılanabilecek bir şekilde öne doğru eğildiğini ve bunun üzerine Hans'm da toynağım yere vurmaya başladığmı keşfetti. Doğru cevap verildiğinde vücut dilinin bir başka hafif hareketi Hans'a durmasmı söylüyordu. Pokercilerin deyimiyle bu bir "sinyal"; kişinin ruh halindeki değişimi yansıtan bilinçdışı bir tutum değişikliği idi. Ata soru soranlarm hepsinin, hiç farkında olmaksızm aynı "minimal kas hareketlerini" yaptıkları Pfungst'un dikkatinden kaçmadı. Hans bir yarış ah olmayabilirdi ama içinde bir poker oyuncusu vardı.

Sonunda, Pfungst teorisini ispat etmek için durumu abartarak Hans'm rolünü kendisi oynadı ve yirmi beş denek toplayarak kendisine sorular sormalarmı istedi. Hiçbiri deneyin amacmm tam olarak ne olduğunu bilmiyordu ama hepsi cevabı ele verecek ipuçlarınm gözlemlendiğinden haberdarlardı. Buna rağmen yirmi beş kişiden yirmi üçü yine de bu tür hareketler yaptı ama yaphğmı inkâr etti. Şunu da söyleyelim, von Osten Pfungst'un vardığı sonuçları kesinlikle kabul etmedi ve Hansla birlikte Almanya'yı gezmeye; büyük ve coşkulu kalabalıklar toplamaya devam etti. Trafikte başka bir şoför tarafından kendisine ayıp el harekeh çekilmiş herkesin gayet iyi bileceği üzere, sözlü olmayan iletişim bazen gayet bariz ve bilinçlidir. Fakat bazen önemsediğiniz biri "Bana öyle bakma" der ve siz de "Sana nasıl bakmayayım?" diye cevap verirsiniz; oysa çok iyi sakladığmızı sandığmız duygu-

larmızın gayet farkmdasmızdır. Yahut ağzınız şapırdatarak eşinizin yaptığı güveçte peynirli deniz ürünleri yemeğinin nefis olduğunu söylersiniz; buna rağmen tepkisi "Ne o? Beğenmedin mi?" olursa, endişelenmeyin; eğer bir at yüzünüzü okuyabiliyorsa, eşiniz niye okuyamasm?

Bilim insanları insanın konuşma yeteneğine büyük önem atfetmişlerdir. Fakat bizler konuşmanın yanı sıra ona paralel giden, sözlü olmayan bir iletişimi de sürdürürüz ve bu yoldan verdiğimiz mesajlar dikkatle seçtiğimiz sözcüklerden çok daha fazlasım açığa vurabilir ve hatta kimi zaman onlarla çelişebilir. Sözlü olmayan işaretleri okumanın büyük kısmı, hatta belki de çok büyük kısmı otomatiktir ve hem bilinçli farkındalığımızın hem de kontrolümüzün dışında gerçekleşirler; sözlü olmayan işaretler aracılığıyla, farkında bile olmadan, kendimiz ve ruh halimiz hakkmda pek çok bilgi veririz. Yaptığımız jestler, vücudumuzun duruşu, yüzümüzün ifadeleri ve konuşmamızın sözel olmayan nitelikleri; bütün hepsi, başkalarınm bizi nasıl gördüğünü etkiler.

Sözel olmayan işaretlerin gücü özellikle hayvanlarla olan ilişkilerimizde açıktır; çünkü bir Pixar filminin içinde yaşamı- yorsamz, insan dışmdaki türlerin insan konuşmasmı anlama kapasitesi sınırlıdır. Ancak, Hans örneğindeki gibi, çoğu hayvan insanlarm jestlerine ve vücut diline duyarlıdırlar.2 Son zamanlarda yapılan bir araştırma, örneğin, doğru düzgün eğitildiği takdirde, bir kurdun iyi bir arkadaş olabileceğini ve insanın sözlü olmayan işaretlerine cevap verebileceğini ortaya çıkarmıştır.3 Kurdun birine Fido admı takıp onu bir yaşındaki çocuğunuzla yalnız bırakmayı istemezsiniz elbette; fakat kurtlar aslmda çok sosyal hayvanlardır ve insanlardan gelen sözlü olmayan işaretlere cevap vermekteki başarılarmm nedeni, kendi toplumlarmm da bu türden sinyallerden oluşan geniş bir repertuara sahip olmasıdır. Kurtlar, akranlarmm vücut dilini yorumlamayı ve tahmin etmeyi gerektiren ve karşılıklı işbirliği gerektiren birtakım davranışlarda bulunur. Dolayısıyla, eğer kurt olsaydmız, akranmız bir başka kurdun kulaklarını dikip öne doğru uzattığım ve kuyruğunu dikleş-

tirdiğini gördüğünüz anda, üstünlük işaretleri verdiğini anlardınız. Eğer kulaklarını arkaya yatırır ve gözlerini kısarsa, şüphe içindedir. Eğer kulaklarını başına yapıştırır ve kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırırsa, korkmuş demektir. Kurtlar üzerinde kesin araştırmalar yapılmış olmamasma rağmen, davranışları bir dereceye kadar zihin teorisine sahip oldukla- rmı gösterir. Ama buna rağmen kurtlar insanların en iyi dostu değildir. İnsanın en iyi dostu, kökeni kurttan gelen köpektir ve insanın sosyal işaretleri okumakta en başarılı hayvandır. Köpekler, bu işi yapmakta primat akrabalarımızdan bile daha yetenekli gibi görünüyorlar. Bu bulgu pek çok insana şaşırtıcı gelmiştir; çünkü primatlar sorun çözme ve aldatma gibi başka tipik insani uğraşlarda çok daha üstündür.4 Bu durum, evcilleştirilme süreci boyunca insana daha iyi dost olmalarım sağlayan zihinsel uyarlanmalar geçiren köpeklerin evrimsel açıdan daha avantajlı olduğunu ve böylece bir yuvanm ve bir ocağm imkânlarmdan yararlanma olanağı bulduğunu gösterir.5

İnsanm sözlü olmayan iletişimiyle ilgili en açıklayıcı araştırmalardan biri, insanlarm kendi arzularıyla evlerini ender olarak paylaştıkları bir hayvan kullanılarak gerçekleştirilmişti: Fare. Bu araşhrmada, bir deneysel psikoloji smıfmda bulunan öğrencilerin tümüne beşer tane fare, T şekilli bir labirent ve görünüşe göre basit bir ev ödevi verilmişti.6 T'nin bir kolu beyaz, öbür kolu griye boyalıydı. Farelerin görevi gri tarafa koşmayı öğrenmekti ve bunu yaphğmda yiyecekle ödüllendirilecekti. Öğrencilerin görevi ise her bir fareye, her gün, yiyecek kazanabilmek için gri tarafa koşması gerektiğini öğrenmesi için on kere şans tammak ve tarafsız bir şekilde her bir farenin, eğer bir ilerleme göstermişse, öğrenmedeki ilerlemesini kaydetmekti. Fakat bu deneyin asıl kobayları fareler değil, öğrencilerdi. Öğrencilere dikkatle denetlenmiş bir üreme zincirinin sonucunda, labirent dahisi ve labirent aptalı farelerin elde edilmesinin mümkün olduğu bilgisi verilmişti. Öğrencilerin yarışma, farelerinin labirent dünyasının Vasco da Gamaları olduğu, öteki yarışma ise farelerinde yön duygu-

su namına bir şey bulunmadığı söylenmişti. Gerçekte ise farelerde bu tür bir seçici üreme işlemi gerçekleştirilmemişti ve hayvanlarm hepsi, uygulamada, birbirinin yerini alabilecek nitelikteydi; yalnızca anneleri onları birbirinden ayırabilirdi belki. Deneyin asıl amacı iki farklı insan grubundan elde edilecek sonuçları kıyaslamak ve beklentilerinin farelerin ulaşacağı başarıda sapma yaratıp yaratmayacağını görmekti.

Araştırmacılar, öğrencilerin çok zeki olduklarma inandıkları farelerin, aptal grubunda olduğuna inanılanlara kıyasla, dikkat çekici ölçüde daha başarılı olduklarını buldular. Daha sonra araştırmacılar tarafmdan, öğrencilerden fareye nasıl davrandıklarını anlatmaları istendi ve yapılan analiz her iki grup öğrencinin farelere karşı tutumlarınım farklı olduğunu ortaya koydu. Örneğin, öğrencilerin yazdıkları raporlar değerlendirildiğinde, farelerinin üstün başarılı gruptan olduğunu düşünen öğrenciler farelerine daha çok dokunmuş, daha yumuşak davranmış ve böylece tutumları aracılığıyla da bağ- lanh kurmuşlardır. Elbette bu tutum istemli olabilirdi, oysa bizim ilgilendiğimi işaretler farkmda olunmadan yapılan ve denetlenmesi zor olanlardır. Neyse ki bir başka araştırmacı çifti de bu aynı merakı paylaşıyordu.7 Bu iki araştırmacı, esas olarak deneyi aynen tekrarlamış ama ilaveten öğrencilere, bütün farelere sanki kendilerine üreme zincirlerine ilişkin bir bilgi verilmemiş gibi, aynı şekilde davranmaları konusunda uyarıda bulunmuşlardı. Hayvanlara yapacakları farklı muamelenin, sonuçlarda hataya yol açacağı ve üstü kapalı olarak da düşük not almalarma sebep olacağı söylenmişti. Bütün bu ikazlara rağmen, öğrencilerin üstün başarı göstermesini bekledikleri gruptaki fareler, yine diğerlerinden daha yüksek başarı göstermişlerdir. Öğrenciler yansız davranmak için uğraşmış ama bunu başaramamışlardı. Beklentilerine dayalı olarak, bilinçdışı bir şekilde işaretler vermişler ve fareler de bunlara karşılık vermişti.

Bilinçdışı bir şekilde aktarılan beklentilerin insanlarm ic- raatlarmı nasıl etkileyebileceği konusunda benzeşim kurmak kolaydır; fakat bu tür karşılaştırmalar yapmak doğru mu-

dur? Fare araştırmasını yapan araştırmacılardan biri, Robert Rosenthal, bu sorunun cevabmı bulmaya karar verdi.8 Planı yeniden öğrencileriyle bir deney yapmaktı; fakat bu kez deney farelerin değil insanların üzerinde yapılacaktı. Bunun için de elbette ki, deneyin insan deneklere daha uygun hale getirilmek üzere değiştirilmesi gerekiyordu. Rosenthal şöyle bir çözüm buldu: Deneye katılan öğrencilerden, ki kendileri aslmda denekti, deneklerinin yüzlerinin fotoğraflarmı başka- larma göstermelerini ve fotoğrafa bakan kişilerden, fotoğraftaki yüzün yansıttığı başarılı yahut başarısız olma derecesini belirtmelerini istemişti. Rosenthal daha önceden büyük bir fotoğraf grubunu bu şekilde test etmiş ve öğrencilerine yal- mzca nötral bulunan yüzlerin fotoğraflarmı vermişti. Ama bunu onlara söylememişti. Öğrencilerine, daha önceden zaten yapılmış bir deneyi aynen yinelediğini söylemiş; deneyi yapacak öğrencilerinin yarışma, kendilerine verilen fotoğraf- larm önceki deneyde başarılı bulunduğunu, diğer yarışma ise başarısız bulunduğunu söylemişti.

Rosenthal, öğrencilerin beklentilerini ele verecek herhangi bir sözel iletişim kurmamalarmı garanti altma almak için de hepsine takip edecekleri yazılı bir metin vermiş ve öğrencileri bu metinden herhangi bir şekilde sapmamaları ve başka hiçbir sözcük kullanmamaları için özlellikle uyarmıştır. Yapmaları gereken şey yalnızca fotoğrafı deneklere göstermek, talimatları okumak ve verdikleri cevapları kaydetmektir. Deneyi yaparun önyargısmm etkisini ortadan kaldırmak için daha fazlasınm yapılabilmesi güçtür. Ancak, sözel olmayan iletişimle beklentilerini yine de belli edecekler midir? insan denekler de bu beklentilere farelerin yaphğı gibi karşıhk verecek midir?

Yalnızca deneklerinin yüksek başarı derecesi almaşım bekleyen öğrencilerin fotoğrafları ortalama olarak yüksek başarı derecesiyle değerlendirilmekle kalmamış, ilaveten yüksek derece başarı bekleyen öğrencilerin her biri, düşük derece başarı bekleyen öğrencilere kıyasla, deneklerinden daha yüksek ba-

şan derecesi değerlendirmesi elde etmiştir. Her nasılsa, subliminal bir şekilde beklentilerini ifade etmişlerdi. Ama nasıl?

Bir yıl sonra, bir başka grup araştırmacı RosenthaTin araş- tırmasmı, bir değişiklikle, tekrarladı.9 Bu araştırma boyunca, deneyi yapanlarm deneklere talimatları verişini kaydettiler. Daha sonra bir başka deney yaptılar ve deneyi yapan insanları aradan çıkararak, talimatları deneklere teyp kayıtlarmdan dinlettiler ve böylece ses tonu aracılığıyla aktarılabilecekler dışmdaki bütün işaretleri elemiş oldular. Sonuçlar yine taraflıydı ama bu kez öncekinin yarısı kadar. Demek ki deneyi yapanlarm beklentilerini aktarmalarının önemli bir aracı ses tonundaki değişiklikler ve vurgulardı. Peki, hikâyenin yarısı bu idiyse, öteki yarısı neydi? Kimse kesin olarak bilmiyor. Yıllar boyunca pek çok bilim insanı deneyin çeşitli biçimlerini tekrarlayarak bu sorunun cevabım bulmaya çahştıysa da, etki teyit edilmesine rağmen, sözel olmayan diğer işaretlerin neler olduğunu kimse tam olarak tespit edemedi. Bunlar her ne idiyse, fark edilmesi zor ve bilinçdışı olarak yapılan şeylerdi; ayrıca muhtemelen bireyden bireye, kayda değer ölçüde değişiyorlardı.

Buradan çıkan ders özel ve mesleki hayatımıza açıkça uygulanabilir; ailemizle, arkadaşlarımızla, işverenlerimizle, çalışanlarımızla ve hatta anket uygulanan pazarlama odak gruplarıyla ilgisi vardır: îster farkmda olarak yapalım ister istemeden, başkalarıyla ilgili beklentilerimizi belli ederiz ve onlar da genellikle bize bu beklentileri haklı çıkaracak şekilde karşılık verirler. Sözlü olarak ifade edilmiş olsun ya da olma- sm, iletişim halinde olduğunuz insanlarm çoğuyla ilgili beklentilerinizi muhtemelen bilirsiniz. Ve onların da size ilişkin beklentileri vardır. Anne babamdan aldığım armağanlardan biri budur: Bana Vasco de Gama farelere davranıldığı gibi davranmış; her nereye gidersem gideyim ve her ne yaparsam yapayım yolumu başarıyla bulabileceğimi hissettirmişlerdir. Bana böyle şeyler söylediklerinden değil, ama her nasılsa bunu hissettim ve benim için her zaman büyük bir güç kaynağı oldu.

Rosenthal tam da bunu, beklentilerimizin çocuklarımız için ne anlama geldiğini, araştırarak devam etti.10 Yaptığı bir araştırma dizisiyle öğretmenlerin beklentilerinin, yansız davranmaya çalışsalar bile, öğrencilerinin başarısmı büyük ölçüde etkilediğini gösterdi. Örneğin, Rosenthal ve bir meslektaşı on sekiz smıfta bulunan okul çocuklarmdan bir IQ testi dol- durmalarmı istemişlerdi. Sonuçlar öğrencilere değil, öğretmenlerine verilmişti. Araştırmacılar öğretmenlere bu testin hangi çocuklarm olağanüstü yüksek entelektüel kapasiteye sahip olduğunu göstereceğini söylemişlerdi.11 Öğretmenlerin bilmediği şey ise üstün yetenekli diye belirtilen çocuklarm as- İmda ortalama derece yapmış çocuklar olduklarıydı. Kısa bir süre sonra, öğretmenler de üstün zekâlı bulunmayan çocuklarm, üstün zekâlı denilenlerden daha az meraklı ve ilgili olduklarım belirtmişlerdi ve çocuklarm bilahare aldıkları notlar da bu yargıyı yansıtmıştı.

Fakat asıl şaşırtıcı ve ayıktırıcı olan ise sekiz ay sonra yapılan bir başka IQ testinin sonuçları olmuştur. İkinci kez bir test uyguladığınızda, her çocuğun alacağı derecenin biraz değişeceğini beklersiniz. Aynı gruba bir süre sonra ikinci bir test uygulandığmda, genel olarak, bireyin akranlarma kıyasla entelektüel gelişimindeki değişimler yahut sadece rasgele sapmalar yüzünden, çocuklarm yarısmm dereceleri artmalı ve yarısı da azalmalıdır. Rosenthal ikinci testi uyguladığı zaman "normal" diye etiketlenen çocuklarm yarısmm IQ'sunda bir artış olduğunu görmüştü. Fakat üstün zekâlı olarak etiketlediği çocuklarda farklı bir sonuç elde etmişti: Bu çocuklarm yüzde sekseni, testten en azmdan 10 puan daha fazla almışlardı. Dahası, "üstün yetenekli" grubun yüzde yirmi kadarı 30 ya da daha fazla IQ puanı kazanırken, diğer çocuklarm yalmzca yüzde beşi bu oranda puan artışı kaydetmişti. Çocukları üstün yetenekli diye etiketlemek, etkisi kanıtlanmış bir kendi kendisini gerçekleştiren bir kehanettir. Gayet akıllıca bir şekilde, Rosenthal hiçbir çocuğu hatalı bir şekilde ortalamanm altında diye etiketlememişti. Üzücü olan ise bu tür etiketlemeler yapılır ve kendi kendisini gerçekleştiren

kehanetlerin ters yönde de işlediğini varsaymak mantıklı bir şeydir: Eğer bir çocuğa yavaş öğreniyor etiketi takarsanız, tam da öyle yapacaktır.

İnsanlar, gelişimi türümüzün evriminde bir dönüm noktası ve insan toplumlarmm karakterini yeniden tanımlayan bir yenilik olarak kabul edilen zengin bir dil sistemi aracılığıyla iletişim kurarlar. Bu benzersiz gibi görünen bir yetenektir.12 Başka hayvanlarda iletişim, kendilerini tanımlamak yahut uyarıda bulunmak türünden basit mesajlarla sınırlıdır; pek az karmaşık yapı vardır. Örneğin, eğer Hans'tan eksiksiz cümlelerle cevap vermesi beklenecek olsa, bu gösterinin sonu olurdu. Primatlar arasında bile, hiçbir tür az sayıdaki işaret ve bunlarm ilkel bir şekilde bir araya getirilmesinden fazlasını yapmaz. Öte yandan, ortalama insan on binlerce sözcüğü tanır ve bilinçli bir şekilde fazla bir çaba göstermeksizin ve bunun için bir eğitim görmesine gerek kalmaksızm, bu sözcükleri karmaşık kurallara göre arka arkaya dizebilir.

Bilim insanları dilin nasıl evrimleştiğini henüz anlamış değiller. Pek çoğu Homo habilis ve Homo erectus gibi erken dönem türlerinin ilkel, dil benzeri yahut sembolik iletişim sistemlerine sahip olduğu inancındadır. Ancak bildiğimiz haliyle dilin gelişimi, muhtemelen modern insan resme dahil oluncaya kadar ortaya çıkmadı. Kimileri dilin yüz bin yıl önce, kimileriyse daha sonra ortaya çıktığını söylüyor; fakat "davramşsal olarak modern" insan günümüzden elli bin yıl önce bir kez ortaya çıktıktan itibaren, gelişmiş iletişim ihtiyacı kesinlikle aciliyet kazanmıştır. Sosyal etkileşimlerin türümüz için ne kadar önemli olduğunu gördük ve bu sosyal etkileşimler iletişim ihtiyacıyla el ele gider. Bu ihtiyaç öylesine önemlidir ki sağır doğmuş bebekler bile, dile benzeyen işaret sistemleri geliştirirler ve kendilerine işaret dili öğretilecek olursa, ellerini kullanarak konuşacaklardır.13

İnsanlar neden sözel olmayan iletişim geliştirmiş olabilir? Bu konuyu ciddi şekilde ilk araştıran, evrim teorisine duyduğu ilginin kışkırtmasıyla, bir İngiliz olmuştur. Kendi ifadesiyle, kendisi bir dâhi değildir. "Hızlı bir kavrayışı, zekâca bir

kıvraklığı" yahut "tamamen soyut bir düşünce dizisini takip edecek gücü" yoktur.14 Bu hislerini paylaşhğım durumlarda, bu sözleri yeniden düşünmek bana cesaret veriyor; çünkü bu İngiliz kendi adına gayet iyi işler başardı: Adı Charles Dar- win'di. Darwin, Türlerin Kökeni adlı kitabım yayımladıktan on üç yıl sonra, bir başka radikal kitap yayımladı: İnsanlarda ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi. Bu kitabmda Darwin duy- gularm ve ifade ediliş biçimlerinin canlının hayatta kalması açısmdan bir avantaj oluşturduğunu ve yalnızca insanlara özgü olmayıp pek çok başka türde de bulunduğunu öne sürdü. O halde, duygularm rolüne ilişkin ipuçları, değişik türlerin sözel olmayan duygusal ifadelerinin incelenmesi suretiyle bulunabilir.

Darwin kendisini çok parlak zekâlı bulmasa bile, çok önemli bir entelektüel güce sahip olduğuna inanıyordu: Dikkatli ve ayrmtılı gözlem yapma yeteneğine. Ve hakikaten, duygularm ve bunlarm ifadesinin evrenselliğini15 öne süren ilk kişi değildi ama onlarca yılmı, ruh hallerinin fiziksel alametlerini titizlikle inceleyerek geçirdi. Yurttaşlarmı ve yabancıları gözlemleyerek kültürel farklılıkları ve benzerlikleri araştırdı. Londra hayvanat bahçesindeki hayvanları ve ev hayvanlarını bile inceledi. Darwin insanlardaki sayısız duygusal jest ve ifadeyi smıflandırdı ve bunlarm kökenine ilişkin hipotezler öne sürdü. Daha ilkel hayvanlarm bile yüz ifadesi, duruş ve jestler aracılığıyla niyetlerini ve duygularmı nasıl gösterdiklerine dikkat çekti. Darwin sözel olmayan iletişimimizin büyük ölçüde evrimimizin daha erken dönemlerinden kalma; doğuştan gelen ve otomatik bir iletişim biçimi olabileceğini öne sürdü. Örneğin, biz de tıpkı diğer hayvanlar gibi sevgi dolu bir şekilde ısırabiliriz. Ayrıca tıpkı diğer primatlar gibi burun deliklerimizi genişletip dişlerimizi göstererek sırıtabiliriz.

Daha aşağı primatlarla paylaştığımız bir diğer ifade gü- lümsemektir. Halka açık bir yerde oturduğunuzu ve birinin size baktığını fark ettiğinizi varsaym. Eğer bakışma karşılık verirseniz ve karşmızdaki kişi de size gülümserse, muhtemelen bu alışveriş konusunda kendinizi iyi hissedersiniz. Fakat

karşınızdaki kişi hiçbir gülümseme emaresi göstermeden gözünü dikip size bakmaya devam ederse, muhtemelen kendinizi rahatsız hissedersiniz. Bu içgüdüsel tepkiler nereden gelir? Gülümseme alışverişi yapmakla primat kuzenlerimizin de yaşadığı bir duyguyu paylaşıyoruz. İnsan dışındaki primat toplumlarında, doğrudan gözünü dikip bakmak bir saldırganlık işaretidir. Genellikle bir saldırıdan önce gerçekleşir ve bu nedenle bir karşı saldırmm başlamasma sebep olabilir. Bunun sonucu olarak, diyelim, eğer itaatkâr bir maymun, egemen bir maymunu teskin etmek istiyorsa, barış işareti olarak dişlerini gösterecektir. Maymun dilinde dişlerini göstermek Gözümü dikip baktığım için özür dilerim. Doğru, baktım, ama saldırmayı planlamıyorum; bu yüzden LÜTFEN ilk saldırıyı başlatmayın anlamına gelir. Dolayısıyla bir koridordan geçerken karşılaştığmız bir yabancı size kısaca gülümsediği zaman, kökenleri primat kalıtımımızın derinlerine uzanan bir alışverişte bulunuyorsunuz demektir. Şempanzelerde de tıpkı insanlarda olduğu gibi, karşılıklı gülümsemenin bir arkadaşlık işareti olabileceğine ilişkin kanıtlar vardır.16

Ne de olsa herkes rol kesebileceğinden, gülümsemenin gerçek duyguları göstermek için yetersiz bir ölçüm aracı olduğunu düşünebilirsiniz. Yüzümüzdeki kasları alışık olduğumuz biçimde kullanarak, bilinçli bir şekilde gülümsemeye yahut herhangi başka bir yüz ifadesi sergilemeye karar verebileceğimiz doğrudur. Bir davette, kendinizi o sırada orada olduğunuz için çok kötü hissediyor olsamz bile, iyi bir izlenim bırakmaya çalışırken neler yaptığınızı bir düşünün. Ancak yüz ifadelerimiz de bilinçdışı olarak idare edilir ve bu ifadeleri yaratan kaslarımız üzerinde bilinçli kontrolümüz yoktur. Dolayısıyla sahici ifadeleri taklit etmek mümkün değildir. Elbette zigomatik majör (büyük şakak) kaslarımızı kasarak gülme numarası yapabiliriz, ki o zaman ağzımızm iki ucu elmacık kemiklerine doğru kıvrılır. Fakat sahici bir gülme ilaveten orbikülaris oküli (göz kapağı çevresi) kaslarmm da işe karışmasmı gerektirir, ki o zaman gözü çevreleyen deri göz kapağma doğru çekilir ve kaz ayağı izlerine benzeyen

ama çok daha hafif olabilen bir kırışıklık oluşur. Bu duruma ilk kez on dokuzuncu yüzyılda yaşamış, Darwin üzerinde etkisi olmuş ve çok geniş bir gülümseyen insanlar fotoğrafı koleksiyonu biriktirmiş bir Fransız sinirbilimcisi olan, Duc- henne du Boulogne dikkat çekmiştir. Bu gülümseme kasları için iki ayrı sinir yolu vardır: Zigomatik majör kası için bir istemli yol ve orbikülaris oküli için bir istemsiz yol.17 Dolayısıyla gülümsememizi isteyen fotoğrafçı bize "çiiiz" deyin der ve böyle söylediğimizde ağzımız gülümsüyormuş gibi bir hal alır ama bu sözcüğü söylerken hakikaten neşelenen biri değilseniz, gülümsemeniz sahici görünmeyecektir.

Kendisine Duchenne de Boulogne tarafmdan verilen iki grup fotoğrafa bakan Darwin, insanlarm aradaki farkı hissedebileceklerini ama bilinçli bir şekilde aralarında ne fark olduğunu söylemekte zorlanmış ve şöyle demişti: "Bu kadar çok çeşitli yüz ifadesini herhangi bir bilinçli analiz yapmamıza gerek kalmaksızm anında tanıyabiliyor oluşumuz, merak uyandırıcı bir olgu olarak beni sık sık şaşırtmıştır." Yakm zamanlara kadar kimse bu türden meselelere fazla önem verememişti fakat güncel çalışmalar, tıpkı Darwin'in gözlemlediği gibi, gülümseme analizi konusunda eğitim görmemiş insanların bile, aynı kişinin ikisini de yaptığım gözlemeleri halinde, gerçek gülümsemeyi sahtesinden ayırmaya yeten içgüdüsel sezgiye sahip olduklarmı göstermiştir.19 İçgüdüsel olarak fark ettiğimiz sahte gülümsemeler, gerçekten gülümsemedikleri halde gülümsüyor gibi yapan araba satıcıları, politikacılar ve benzerlerinin sıkça ahlaksız diye tanımlanmasınm bir nedenidir. Dramatik geleneğe bağlı oyuncular bu sorunun üstesinden, göstermeleri gereken duyguyu gerçekten hissetmeye çalışarak gelmeye çalışırlar ve başarılı politikacıların çoğunun, bir oda dolusu yabancıya karşı gerçek dostluk ve empati duygularıyla davranmakta yetenekli oldukları söylenir.

Darwin, eğer yüz ifadelerimiz de türümüzle birlikte ev- rimleşmişse, o zaman mutluluk, korku, öfke, iğrenme, keder ve şaşkınlık gibi temel duyguları ifade ediş biçimimizin de farklı kültürlerden insanlarda birbirinin aynı olması gerekti-

ğini düşünmüştü. Ve bunun üzerine 1867 yılmda beş kıtanm, bir kısmmın AvrupalIlarla pek az teması olmuş, yerlileri arasında dolaştırılacak bir anket düzenledi.20 Anket formu "şaşkınlık gözlerin ve ağzın kocaman açılması ve kaşlarm kaldırılmasıyla mı ifade ediliyor?" gibi sorulardan oluşuyordu. Alman cevaplardan yola çıkarak, Darwin şu sonuca vardı: "Aynı duygu durumları, bütün dünya çapmda, dikkate değer bir aynılıkla ifade ediliyor." Darvin'in araştırması böyle yönlendirici sorular sorması bakımmdan peşin hükümlüydü ve tıpkı psikolojiye katkı yapan pek çok erken dönem çalışması gibi hakkı yenmiş ve bu kez de yüz ifadelerinin öğrenilmiş davramşlar, bebeğin kendisine bakanları ve yakm çevresindekileri taklit etmesi nedeniyle çocuklukta kazanılmış olduğu düşüncesi baskm çıkmıştı. Ancak, son yıllarda çeşitli kültürler üzerinde yapılan sağlam çalışmalar Darvin'in her şeye rağmen haklı olduğuna dair kanıtlar sağlamıştır.21

Bir dizi ünlü çalışmanın ilkinde, psikolog Paul Ekman Şili, Arjantin, Brezilya, ABD ve Japonya'dan insanlara yüzlerinde değişik ifadeler olan insan fotoğrafları göstermiştir.22 Birkaç yıl içerisinde, kendisi ve çalışma arkadaşları bu fotoğrafları yirmi bir ayrı ülkeden insanlara göstermişlerdir. Bulguları Darwin'inkilerle aynıdır; çok değişik kültürlerden insanlar, bir dizi yüz ifadesinin duygusal anlamı konusunda benzer anlayışlara sahiptir. Yine de bu tür araştırmalar, tek başlarma, ille de bu ifadelerin doğuştan var olduğunu yahut hakikaten evrensel olduğunu göstermez. "Öğrenilmiş ifadeler" teorisi yandaşları Ekman'm elde ettiği sonuçlarm, incelediği bütün bu toplumlardaki insanlarm hepsinin Gilligan Adası ve benzeri başka filmlerle televizyon dizilerini seyretmiş olduğundan daha derin bir gerçeği ortaya çıkarmadığım öne sürdüler. Bunun üzerine Ekman, dış dünyayla bağlantısı olmayan, hâlâ Neolitik dönemdeki gibi yaşayan bir kültürün henüz keşfedilmiş olduğu Yeni Gine'ye gitti.23 Buradaki yerlilerin yazılı bir dilleri yoktu ve hâlâ taştan yapılma aletler kullanıyorlardı. Aralarından pek azı bir daha önce bir fotoğraf görmüş; çok daha azı ise bir film yahut televizyon izlemişti. Ekman, daha

önce dışarıdan kültürlerle asla teması olmamış bu deneklerden yüzlercesini topladı ve bir çevirmen aracılığıyla kendilerine aynı temel duyguları yansıtan Amerikalı fotoğraflarmı gösterdi.

Bu ilkel avcı toplayıcılar da bir Amerikalmın yüzündeki mutluluğu, korkuyu, öfkeyi, iğrenmeyi, kederi ve şaşkınlığı diğer yirmi bir eğitimli ülkedeki denekler kadar başarıyla tanıdılar. Ekman ve ekibi Yeni Ginelilere çocuklarmın öldüğünü görmeleri halinde nasıl tepki göstereceklerini; uzun süredir beklemiş bir domuz leşine denk gelmeleri halinde yüzlerinde nasıl bir ifade belireceğini vs. sorarak yerlilerin fotoğraflarmı çektiler. Ekman'm kaydettiği bu ifadeler de su götürmez bir şekilde tanınabiliyordu.24

Yüz ifadeleri oluşturmak ve onları tanımak yönündeki bu evrensel kabiliyet doğumda yahut doğum civarmda başlar. Küçük bebeklerin de duygularım ifade etmek için yetişkinlerin yaptığı yaklaşık aynı yüz kası hareketlerini yaptıkları gözlenmiştir. Bebekler, aynı zamanda, başkalarmm yüz ifadelerini birbirinden ayırabilir ve gördükleri ifadelere göre kendi ifadelerini değiştirebilirler.25 Bunlarm öğrenilmiş davranışlar oldukları şüphelidir. Aslma bakılırsa, doğuştan kör ve başka birinin yüzünü hiç görmemiş bebekler de gören bebeklerinki- nin neredeyse aymsı olan, bir dizi kendiliğinden gerçekleşen duygusal yüz ifadesi sergilerler.26 Yüz ifadelerimiz standart bir donanım gibi görünüyor; bütün insanlar bu yetenekle doğuyorlar. Ve büyük ölçüde doğamızm ve varlığımızın bilinçdışı kısmmm bir parçası olduğu için, duygularımızm aktarımı doğal bir şekilde olur, oysa onları saklamak büyük çaba gerektirir.

İnsanlarda, vücut dili ve sözel olmayan iletişim yalnızca basit jestler ve yüz ifadeleriyle smırlı değildir. Oldukça karmaşık bir sözel olmayan dilimiz vardır ve sürekli olarak karşılıklı ve gayet incelikli, bir sözel olmayan alışveriş içindeyiz- dir; bunu yaptığımızm bilinçli olarak farkmda olmadığımız zamanlarda bile. Örneğin, karşı cinsten biriyle rasgele göz göze gelme durumunda, bir yıllık sinema aboneliğine bahse

girerim ki, kararlaştırılan sinemada bir kadmla buluşmuş pek az erkek, bir erkek anketörün buluştuğu kadma yaklaşması halinde bilinçli olarak anketör tarafından tehdit edildiğini hissedecek kadar özgüvensiz olacakhr. Buna rağmen "orta- üst smıf'ın yaşadığı bir Manhattan mahallesinde, iki ayrı ılık güz akşammda yapılan şu deneyi bir değerlendirin.27 Yanma yaklaşılan deneklerin hepsi, evet, sinema bileti almak üzere kuyrukta bekleyen çiftlerdi.

Deneyi yapanlar ikili gruplar halinde çalışıyorlardı. Ekibin bir üyesi çiftin kadm olamna yaklaşıp bir araştırma için birkaç soruya yamt vermek isteyip istemeyeceğini sorarken, öteki kısa bir mesafeden gizlice gözlem yapıyordu. Kadınların bir kısmma "En sevdiğiniz şehir hangisidir ve neden?" gibi nötral sorular sorulurken, bir kısmma "En utanç verici çocukluk hikâyeniz nedir?" türünden kişisel sorular soruluyordu. Araştırmacılar bu daha kişisel sorularm erkek arkadaş için daha tehdit edici ve samimiyeti daha ihlal edici sorular olma- smı bekliyorlardı. Peki, erkek arkadaşlarm tepkisi ne oldu?

Kendi grubundan bir dişiye çok yakın oturmuş bir başka erkek gördüğünde hemen saldırıya geçen Habeş babunu- nun28 tersine, kuyruktaki erkek arkadaşlar açıkça herhangi bir saldırgan davramşta bulunmadılar; fakat belli sözel olmayan işaretler verdiler. Bilim insanları anketi yapan kişi tehdit edici olmadığı zaman (nötr sorular soran bir erkek anketör yahut bir kadm anketör), çiftlerin erkeklerinin öylece bekleme eğiliminde olduğunu gözlediler. Fakat bir erkek anketörün kişisel sorular sorduğu zaman, erkek arkadaş birden tutum değiştirecek ve "bağlılık işareti" denilen, kadınla aralarmda bir ilişki olduğunu gösteren sinyaller vermeye başlıyordu. Erkeklerin kullandığı bu "duman işaretleri" arasında, kadm diğer adamla konuşurken ona dönüp gözlerinin içine bakmak gibi davramşlar vardı. Erkeğin bilinçli bir şekilde ilişkilerini nazik bir anketçiye karşı savunma ihtiyacı duyacağı şüphelidir, fakat bu tür tepkiler babunlarmki gibi surata bir yumruk patlatmaktan uzak olsa bile, yine de erkeğin içindeki prima- tm öne çıkmak için bastırdığma işaret ediyordu.

Bir başka sözel olmayan "iletişim" egemenlikle ilgilidir. İnsan dışmdaki primatlar gerçekten de egemenlik konusunda incelikli ayrımlar yapar; ordulardaki rütbeleri andıran çok kesin egemenlik hiyerarşileri vardır. O süslü rütbeler olmak- sızm, bir şempanzenin kime selam duracağmı nasıl bildiğini merak ediyor insan. Egemen primatlar göğüslerini yumruklayarak, seslerini ve başka işaretleri kullanarak yüksek rütbelerini belli eder. Bir şempanzenin konumca aşağıda olduğunu kabul ettiğinin işaretlerinden biri, daha önce de söylediğim gibi, gülümsemektir. Bir diğeri dönüp domalarak poposunu egemen primata göstermektir. Evet, insanlarm da hâlâ yapmaya devam ettiği bu özel hareket, evrim yolunun bir yerlerinde bizler için anlam değiştirmiş gibi görünüyor.

Modern insan toplumlarmda iki tür egemenlik vardır.29 Birincisi saldırganlığa yahut saldırganlık tehdidine bağlı fiziksel egemenliktir. İnsanlardaki fiziksel egemenlik insan dışmdaki primatlardaki egemenliğe benzer, ama biz başka türlü belli ederiz: Egemenliğini ilan eden bir şempanze, aynı şeyi yapan insan gibi etrafta sustalı bıçakla, silahla yahut kaslarmı gösteren dar bir tişört giyerek dolaşmaz. Ancak insanlar bir başka tür egemenlik daha kazanabilirler; sosyal egemenlik.

Sosyal egemenlik korkudan ziyade hayranlığa dayalıdır ve fiziksel güçten ziyade sosyal başarılarla kazanılır. Sosyal egemenliğin Rolex takmak yahut Lamborghini sürmek türünden işaretleri, erkek babunun göğsünü dövmesi kadar kesin ve açık olabilir. Fakat servetini bu kadar doğrudan göstermeyi reddederek; beklenmedik ölçüde yıpranmış, marka olmayan bir kot pantolon ve eski bir marka tişörtle ortaya çıkmak yahut üzerinde marka işareti olan herhangi bir şeyi asla giymemek suretiyle, daha incelikle belli edildiği de olur. (Buna ne dersiniz, sizi Prada ve Louis Vuitton çantalarıyla ortalıkta dolaşan ahmaklar!)

İnsanlarda "Ben generalim ve sen değilsin!" demenin, domalmaya yahut omzunda yıldızlı rütbeler taşımaya gerek bırakmayan çok çeşitli yolları vardır. Başka primat toplumlarmda olduğu gibi, bakışm yönü ve gözünü dikip bakmak insan

toplamlarında da önemli egemenlik işaretleridir.30 Örneğin, eğer ebeveynlerinden biri kendisini paylarken çocuk başka yere bakıyorsa, yetişkin "Seninle konuşurken bana bak!" diyebilir. Kendim de zaman zaman yapmış olmama rağmen, gözlerimizle işitmediğimizden, talebin amaçla bir ilgisi var gibi görünmüyor. Bu etkileşim esasen ebeveynin saygı beklentisiyle yahut primat diliyle söylenecek olursa, egemenlikle ilgilidir. Erişkinin aslı dediği şudur: Hazı ol! Selama dur. Ben egemen olanım, o yüzden seninle konuşurken bana bakma- lısın!

Bunun farkında olmayabiliriz ama bu bakış oyununu yalnızca çocuklarımızla oynamayız; arkadaşlarımızla, tanışlarımızla, üstlerimizle ve altımızda çalışanlarla oynarız; kraliçe yahut cumhurbaşkanıyla, bahçıvanla, kasiyerle yahut bir partide karşılaştığımız yabancılarla oynarız. Birinin gözlerinin içine hangi süreyle bakacağımızı bağıl sosyal konumumuza göre otomatik olarak ayarlarız ve bunu genellikle yaptığımızın farkmda olmadan yaparız.31 Bazı insanlar herkesin gözünün içine bakarken, bazıları ister bir CEO ile konuşuyor olsunlar isterse siparişlerini getiren bakkalm çırağıyla, başka tarafa bakmak eğiliminde olduklarmdan, bu dediğimiz mantığa aykırı gibi gelebilir. Peki öyleyse bakmak nasıl olup da sosyal egemenlikle ilintili olabilir?

Burada asıl belirleyici olan sizin birinin gözlerinin içine bakma eğiliminde olup olmamanız değil, konuşmacı ve dinleyen rolleri arasında gidip gelirken davranışınızm buna göre nasıl değiştiğidir. Psikologlar bu davramşı tek bir nicel ölçümle betimlemeyi başarmışlardır ve bu ölçümle elde ettikleri veriler çarpıcıdır.

Ölçüm şöyle yapılıyor: Biriyle konuşurken onun gözlerine baktığınız sürenin yüzdesini alın ve onu dinlerken gözlerine baktığmız sürenin yüzdesine bölün. Örneğin, kim konuşursa konuşsun eşit oranda süre boyuncu başka yöne bakıyorsanız, oranmız 1.0 olacakhr. Fakat eğer konuştuğunuz sürece, dinlediğiniz sürece yaptığınıza kıyasla daha fazla bir zaman boyunca başka yöne bakıyorsanız, oranmız 1.0'dan az olacakhr.

Eğer konuştuğunuz sürece, dinlediğiniz zamana kıyasla daha sık başka yöne bakmak eğilimindeyseniz oranınız 1.0'dan fazla olacaktır. Psikologlar, bu oranm çok şeyi ortaya çıkaran bir istatistik olduğunu keşfetmişlerdir. Buna "görsel egemenlik oram" adı verilmiştir ve sizin iletişim halinde olduğunuz kişiye kıyasla, sosyal egemenlik hiyerarşisindeki yerinizi gösterir. 1.0'a yakm yahut daha büyük görsel egemenlik oram, sosyal egemenliği görece yüksek insanlar için tipiktir. 1.0'dan az görsel egemenlik oram ise egemenlik hiyerarşisinde daha aşağı konumda olmanm göstergesidir. Bir başka deyişle, eğer görsel egemenlik oranınız 1.0 civannda yahut daha yüksekse, muhtemelen patron yahut amirsiniz; eğer 0,6 civarmdaysa, muhtemelen birinin hizmetindesiniz demektir.

Bilinçdışı zihnimiz pek çok harikulade hizmette bulunur ve pek çok müthiş beceri sergiler ama ben şahsen görsel egemenlik oranmdan çok etkilenmekten kendimi alamıyorum. Bu bilginin çarpıcı yam hiyerarşideki yerimize uygun olarak bakma davranışımızı bilinçdışı bir şekilde ayarlıyor oluşumuz değil; bunu tutarh ve sayısal bir kesinlikle yapabiliyor oluşumuz. İşte size bir grup veri: Yedek Subay Eğitim Kolordusu subayları birbirleriyle konuşurken 1.06 oram sergilemişlerdir; öte yandan askeri öğrencilerin subaylarla konuşurken sergiledikleri oran 0,61 olmuştur;32 bir psikolojiye giriş dersi alan üniversite öğrencileri yaşça kendilerinden büyük ama üniversiteye gitmeyi planlamadığım düşündükleri lise mezunu biriyle konuşurken oran 0,92, prestijli bir tıp fakültesinde hazırlık sınıfı okuduğunu düşündükleri biriyle konuşurken oran 0,59;33 bir kadınla kendi uzmanlık alanları konusunda konuşan uzman erkeklerin oram 0,98, uzman bir kadmla kadirim uzmanlık alam konusunda konuşan erkeklerin oranı 0,61; uzman kadınların uzman olmayan erkeklerle konuşurken oram 1.04, uzman olmayan kadmlarm uzman erkeklerle konuşurkenki oram 0,54 olmuştur34. Bu araştırmalar tamamen Amerikalılar üzerinde yapılmıştır. Sayılar, muhtemelen kültürden kültüre değişecek, ama olgu değişmeyecektir.

Kültürünüz her ne olursa olsun, insanlar bu işaretleri bilinçdışı bir şekilde algıladıkları için, kişinin bilinçli bir şekilde iletişim halinde olduğu kişiye yahut başka yöne bakarak, o kişi üzerinde yapacağı etkiyi belirleyebilmesi mantığa uygun görünüyor. Örneğin, bir işe başvurduğunuzda, patronunuzla konuştuğunuzda, işle ilgili müzakerelerde bulunduğunuzda belli bir düzeyde boyun eğme işaretleri yollamak avantajlı olabilir; fakat bunun miktarı koşullara göre değişecektir. Bir iş görüşmesinde, eğer iş liderlik yetenekleri gerektiriyorsa, çok fazla boyun eğme belirtisi sergilemek kötü bir taktik olacaktır. Fakat eğer mülakatı yapan kişi fazlaca güvensiz görünüyorsa, tam doğru miktarda rahatlatıcı boyun eğme belirtileri sergilemek güven telkin edici olacak ve o kişinin işe başvuran lehine düşünmesini sağlayacaktır. Son derece başarılı bir Hollywood menejeri, bir keresinde, etki altında kalmamak yahut karşısmdaki kişiyle göz teması kurarken farkında olmadan bir şeyleri açığa vurmamak için, yalnızca telefonda pazarlık ettiğini söylemişti bana.

Babam basit bir bakışm hem gücünü hem de tehlikesini Buchenwald toplama kampmda esirken öğrenmişti. Kırk beş kilonun altmdaydı ve yürüyen bir ceset gibiydi. Kampta, sizinle konuşulmadığı sürece sizi tutsak edenlerden herhangi birine bakmanız büyük öfkeye sebep olabilirdi. Aşağı ırktan olanlarm, efendi ırktan olanlarla, onlar istemediği sürece göz teması kurmaması gerekirdi. Bazen insanlarla "aşağı primatlar" arasmdaki ayrılık konusunda düşünürken bile, babamın yaşadıkları ve uygar insanı gaddar hayvandan ayıran o fazladan ön lobun bıçak sırtı ayrımı gelir aklıma. Eğer o fazladan beyin maddesinin amacı bizi daha üstün kılmaksa, bunu yapmakta kimi zaman yetersiz kalıyor. Fakat babam bana kimi gardiyanlarla, doğru şekilde kurulan göz temasmm bir sözcük söylenmesine, bir konuşmanın başlamasma ve hatta küçük bir iyiliğe sebep olabildiğini söylemişti. Ona göre bunun olmasınm sebebi, göz temasmm onu insan olma konumuna yükseltmesiydi. Fakat ben bir gardiyanda insanca bir tepkiye yol açmakla babamın göz temasmm yaptığı şeyin, asıl onu

tutsak edenleri insan seviyesine çıkarmak olduğunu düşünüyorum.

Günümüzde insanlarm çoğu büyük ve kalabalık şehirlerde yaşıyor. Pek çok büyük şehirdeki tek bir mahalle, insanın büyük sosyal dönüşüme uğradığı sırada dünyada yaşayan insan nüfusunun tamammı kapsayabilir. Kaldırımlardan ve kalabalık alışveriş merkezlerinden ve binalardan ağzımızdan tek sözcük çıkmadan; hiç trafik işareti olmadan yürüyoruz ve buna rağmen ne birbirimize çarpıyoruz ne de döner kapıdan ilk kim geçecek diye kavgaya tutuşuyoruz. Tanımadığımız, zar zor tanıdığımız yahut tanımak istemeyeceğimiz insanlarla konuşmalar yapıyor ve otomatik olarak aramızda her iki taraf için de kabul edilebilir bir mesafe bırakarak duruyoruz. Bu mesafe kültürden kültüre ve kişiden kişiye değişiyor ama buna rağmen, tek bir söz etmeden ve genellikle üzerinde düşünmeden, her iki tarafı da rahat ettiren bir mesafeyi ayarlıyoruz (en azmdan çoğumuz bunu yapabiliyoruz diyelim çünkü hepimizin akima gelen birkaç istisna vardır). Konuşurken, başkaları da söze karışabilsin diye ne zaman ara vermemiz gerektiğini otomatik olarak hissediyoruz. Konuşma sırasmı vermeye hazırlanırken, tipik olarak sesimizi alçaltıyor, son sözcüğümüzü uzatıyorr, jest yapmayı bırakıyor ve karşımız- dakine bakıyoruz.35 Zihin teorisinin yanı sıra, bu becerilerimiz de bir tür olarak varlığımızı devam ettirmemize katkıda bulunmuştur ve günümüz insanlığınm karmaşık sosyal dün- yasmda hareket etmemize olanak sağlayan da yine bu bece- rilerimizdir.

Sözel olmayan iletişim pek çok açıdan sözcüklerimizden daha zengin ve daha köklü bir sosyal dil oluşturur. Sözel olmayan işaretleri algılayışımız öylesine güçlüdür ki; sadece vücut dili ve eşlik eden hareketler, karşımızdakinin duygusunu doğru bir şekilde algılamamızı sağlayacak yeteneği harekete geçirmeye yeter. Örneğin, araştırmacılar, sayfa 166'da bulunan resimde görüldüğü gibi, vücutlarmm belli kilit nok- talarma bir düzineye yakm ışıklı yama yahut küçük ışık iliş-

A.P. Atkinson'un izniyle yayınlanmıştır. A.P. Atkinson ve arkadaşlarınca Perception, 33, 724'de yayınlanmış "Emotion Perciption from Dynamic and Static Body Expressin in Point-Light and Full- Light Displays / Nokta Işıkla ve Aydınlıkta Sergilenen Hareketli ve Durağan Vücut İfadelerinden Duygu Algısı" adlı makaleden alınmıştır. Telif Hakkı © 2004.

tirilmiş deneklerin video küplerini yapmışlardır. Videolar öylesine loş bir ışıkta çekilmiştir ki yalnızca ışıklı bölümler görünmektedir. Bu araştırmalar esnasmda, katılımcılar sabit durdukları zaman, ışıklı kısımlar anlamsız bir noktalar topluluğu oluşturmaktadır. Fakat katılımcılar hareket ettiklerinde, gözlemciler hareket halindeki ışıklara bakarak, şaşırtıcı miktarda bilgiyi deşifre etmeyi başarmışlardır. Katılımcınm cinsiyetini, hatta tanıdıkları kişilerin kimliğini yalnızca hareket etme biçiminden anlayabilmişlerdir. Katılımcıların temel duyguları yansıtan bir şekilde hareket etmesi söylenen oyuncu, mimci yahut dansçılar olması durumunda da, gözlemciler ifade edilen duyguyu algılamakta güçlük çekmemişlerdir.

Çocuklar okula başlama yaşma geldiklerinde, kimilerinin tamamen dolu bir sosyal programı varken, kimileri vakitlerini yatağa uzanıp bir boruyla tavana kâğıt toplar fırlatmaktadır. Sosyal başarmın asıl etmenlerinden biri, çok erken yaşta bile, çocuğun sözel olmayan işaretleri algılama becerisidir. Örneğin, altmış kreşte yapılan bir araştırmada, çocuklara

hikâye dinlerken kiminle oturmak, kiminle oyun oynamak ve kiminle birlikte resim yapmak isteyecekleri sorulmuştur. Aym çocuklara yüzlerinde farklı duygusal ifadeler olan on iki yetişkin ve çocuk fotoğrafı gösterilerek, bu duyguları anlayabilme yetenekleri değerlendirilmiştir. Her iki ölçümün birbirleriyle ilişkili olduğu kanıtlanmıştır. Başka bir deyişle, araştırmacılar bir çocuğun popülerliği ile başkalarmı okuma yeteneği arasmda güçlü bir ilinti bulmuşlardır.37

Erişkinlerde, sözel olmayan beceriler hem özel hayatta hem de iş hayatında fayda sağlamakta ve kişinin sıcaklığı38, güvenilirliği39 ve ikna kabiliyetine40 ilişkin algıda çok önemli bir rol oynamaktadır. Amcanız dünyanın en nazik insanı olabilir ama insanları bıktıracak kadar uzun konuşuyor ve karşı- smdakilerin sıkıntıdan patladığmı anlamıyorsa; muhtemelen herkesin birlikte vakit geçirmek için can attığı bir olmayacaktır. Başka insanların düşüncelerine ve ruh hallerine ilişkin olarak verdikleri işaretlere karşı duyarlılığımız, sosyal du- rumlarm çatışma çıkmaksızm, sorunsuzca ilerlemesine yardımcı olur. Erken çocukluktan itibaren, işaretleri vermekte ve algılamakta başarılı olan insanlar sosyal yapılar kurmayı ve sosyal durumlarda hedeflerine ulaşmayı daha kolaylıkla başarırlar.

1950'li yıllarm başlarmda, pek çok dilbilimci, antropolog ve psikiyatr sözel olmayan işaretleri, sözel dilleri smıfladığı- mız şekilde smıflamaya çalışmışlardır. Bir antropolog jestlerin de konuşma gibi yazılmasını mümkün kılmak amacıyla bir kayıt sistemi geliştirerek, hemen hemen olası bütün insan hareketleri için birer sembol kullandı.41 Günümüzün sosyal psikologları kimi zaman sözel olmayan iletişimimizi üç temel türe ayırırlar. Bir kategori vücut hareketleriyle ilgilidir: Yüz ifadeleri, duruş, göz hareketleri. Bir diğeri dil ötesi diye adlandırılır: Konuşmamızm niteliğini ve sesimizin perdesini, duraksamalarımızm sayısmı ve süresini ve çıkardığımız gırtlak temizlemek, "ıhım" gibi sözel olmayan sesleri içerir. Ve son olarak da konuştuğumuz kişiyle aramızda bıraktığımız mesafe; kişisel alanm kullammı.

Pek çok popüler kitap bu etmenlerin yorumlanması için rehberlik etme ve bunları yararınıza nasıl kullanacağınıza ilişkin tavsiyeler verme iddiasmda bulunuyor. Kollarmızı çapraz kapatmanm karşınızdaki kişinin size söylediklerine kapalı olduğunuzu gösterdiğini; oysa duyduklarmızdan hoşlanmamz durumunda daha açık bir duruş aldığınızı, hatta belki biraz öne doğru eğildiğinizi söylerler. Omuzlarınızı hareket ettirmenizin tiksinti, umutsuzluk yahut korku ifadesi olduğunu ve konuşurken karşınızdaki kişilerle aranızda geniş bir mesafe bırakmanm düşük sosyal konumu simgelediğini anlatırlar.42

Bu kitaplarm kullanmanızı önerdikleri yüz bir yolun yararlılığı konusunda yapılmış fazla araştırma yok; fakat bu farkh duruşlarm, başkalarmm sizi nasıl algılayacağı konusunda en azmdan hafif bir etkisi olabilir ve sözel olmayan işaretlerin ne anlama geldiğini anlamanız, başkalarmm sergilediği ve aksi halde bilinçdışınızın algılayacağı işaretleri bilincinizle algıla- manızı sağlayabilir. Ancak, bilinçli olarak anlamasanız bile, sözel olmayan işaretlere ilişkin bir bilgi deposu gibisinizdir. Bir daha sefere bilmediğiniz dilde bir film seyrederken, alt yazısız izlemeyi deneyin. Neler olup bittiğini anlatan tek bir sözcük işitmeden, hikâyeyi ne ölçüde anlayacağınıza şaşıracaksınız.

ALTINCI BÖLÜM

İnsanları

Dış Görünüşlerine Göre Yargılamak

Gözden kalbe giden ama akıldan geçmeyen bir yol vardır.

- G.K. CHESTERTON

Eğer bir erkekseniz, bir inek kuşuyla kıyaslanmak, size iltifat gibi gelmeyecektir ve muhtemelen değildir de. Erkek inek kuşu gerçek bir miskindir: Ne yaşama alanına sahip çıkır, ne yavrularma bakar ne de eve ekmek getirir (ki bilim insanları buna bazen "kaynaklar" der). İnek kuşu toplumunda, bir bilimsel makalede iddia edildiği üzere, "dişi inek kuşları erkeklerden pek az yarar sağlar." Anlaşılan bütün erkek inek kuşları yalmza tek bir şey için yahut o şeyin ardmdan işe yarıyor. Fakat erkek inek kuşunun sahip olduğu ve verebileceği bu tek şey dişi inek kuşlarmm çok arzuladıkları bir şeydir; bu yüzden dişi inek kuşları erkek inek kuşları arar; en azmdan üreme mevsiminde. s

Şehvet dolu dişi inek kuşu için sinekkaydı hraşm yahut gelişmiş göğüs kaslarmm eşdeğeri, erkek inek kuşunun ötüşüdür. Gagalı bir yaratıksamz gülümsemeniz zor olacağm- dan, çekici bulduğu bir ötüş duyduğunda, dişi inek kuşu ilgisini cır cır öterek kendi baştan çıkarıcı sesleriyle karşılık verir. Ve tıpkı kendi türümüzün arzulu ergen kızları gibi, dişi inek kuşu da eğer belli bir erkeğin başka dişiler tarafından cazip bulunduğuna inandırılırsa, o da o erkeği cazip bulacaktır. Üreme mevsiminden hemen önce inek kuşu kıza, belli bir

erkeğin teybe kaydedilmiş ötüşlerini ve karşılık veren çiftleşmeye aday başka dişi inek kuşlarmın karşılık veren seslerini dinlettiğinizi varsaym. Sizce o inek kuşu kız, bütün aklı başında ebeveynlerin yapılmasını talep ettiği gibi özgürce bir yargılama yapabilir mi? Hayır. Üreme mevsimi geldiğinde, o erkeğin sesini duyan dişi, otomatik olarak o erkeği kendisiyle çiftleşmeye çağıran hareketler yapmaya başlayacaktır. Tepkisini neden otomatik olduğunu söylüyorum da; bilinçli bir stratejinin bir parçası olarak, altm yıllarmı paylaşmak için seçtiği erkeğe kur yaptığım söylemiyorum? Çünkü o erkeğin ötüşünü duyar duymaz, dişi hadi çiftleşelim davramşı gösterir ve ses canlı bir kuştan değil de bir müzik setinin hoparlörlerinden geliyor olsa bile aynı karşılığı verir.2

Biz insanlar pek çok davranışımızı daha aşağı hayvanlarla paylaşıyor olabiliriz ama hoparlörlerle flört etmek kesinlikle onlardan biri değildir. Yoksa öyle midir? İnsanlarm, gizlemeyi tercih ettikleri halde, farkmda olmadan düşünce ve duy- gularmı ifade ettiklerini gördük; fakat biz de sözel olmayan sosyal işaretlere otomatik olarak tepki gösterir miyiz? Bizler de aşık inek kuşu gibi, mantıklı ve bilinçli zihnimiz gösterdiğimiz tepkiyi uygunsuz yahut sakıncalı bulduğu durumlarda bile, o tepkileri gösteriyor muyuz?

Birkaç yıl önce, Stanford Üniversitesi'nde iletişim profesörü olan Clifford Nass adlı biri, birkaç yüz öğrenciyi kendileriyle daha önceden kaydedilmiş seslerle konuşan bilgisayarlarm karşısına oturttu.3 Bu egzersizin amacı, öğrencilere söylendiğine göre, bilgisayarla öğretim seanslarmın yardımıyla sınava hazırlanmaktı. Öğretilen konular "kitle haberleşme araçlarm- dan" "aşk ve ilişkilere" kadar çeşitliydi. Öğretimi tamamladıktan ve sınava girdikten sonra, öğrencilerin performanslarına ilişkin değerlendirme kendilerine ders veren bilgisayar yahut bir başka bilgisayar tarafmdan öğrencilere iletildi. En sonunda öğrencilerin kendileri de birer form doldurarak hem dersi hem de bilgisayar öğretmenlerini değerlendirdiler.

Nass gerçekten de kitle iletişim araçları yahut aşk ve ilişkiler konusunda bir bilgisayar dersi vermekle ilgilenmiyordu.

Bu azimli öğrenciler Nass'ın inek kuşlarıydı ve bir seri deney yaparak, Nass ve çalışma arkadaşları onları dikkatle incelemiş ve cansız elektronik bilgisayara karşı nasıl tepki gösterdikleri; makinenin sesine, sanki makinenin insan gibi duyguları, güdüleri ve hatta insani bir cinsiyeti varmışçasma karşılık verip vermedikleri konularmda veri toplamışlardı. Elbette ki öğrencilerin bir monitöre çarptıklarmda "affedersin" demesini beklemek saçma olurdu. Bu bilinçli bir tepki olurdu ve bilinçli düşüncelerinde, bu öğrenciler elbette makinenin bir kişi olmadığmm farkmdaydılar. Fakat Nass başka seviyeden bir davranışla ilgileniyordu; öğrencilerin amaçlayarak yapmadıkları, Nass'ın "otomatik ve bilinçdışı" diye tanımladığı sosyal davranışlarla.

Bu deneylerden birinde, araştırmacılar deneklerinin yansım erkek sesli bilgisayarlar tarafmdan, diğer yarısmı kadm sesli bilgisayarlar tarafmdan ders verdirdiler ve sonuç değerlendirmelerini de aym bilgisayarlara yaptırdılar. Fakat, dersler arasında hiçbir fark yoktu; erkek bilgisayarlar da kadm bilgisayarlarm anlattığı aynı dersleri anlattı ve kadın bilgisayarlar da erkek bilgisayarların ilettiği değerlendirmelerin tıpkısmı iletti öğrencilere. Yedinci bölümde göreceğimiz gibi, eğer ders verenler gerçek insanlar olsalardı, öğrencilerin hocalarm değerlendirmeleri, muhtemelen sahip oldukları cinsiyet şablonlarmı yansıtacaktı. Örneğin, kadınların ilişkiler hakkmda erkeklerden daha çok şey bildiği şablonunu alın. Bir kadına çiftleri birbirine neyin bağladığını sorarsanız, şöyle cevap vermesini bekleyebilirsiniz: "Açık iletişim ve yakınlığm paylaşılması." Aym soruyu bir erkeğe soracak olursanız şöyle demesini bekleyebilirsiniz: "Ha?" Araştırmalar gösteriyor ki, bir kadm ve bir erkeğin bu alanda eşit yeteneğe sahip olması durumunda bile, bu şablonun bir sonucu olarak, kadın erkekten daha yetenekli olarak algılanmaktadır. Nass öğrencilerin bu aym cinsiyet şablonlarmı bilgisayarlara da uygulayıp uygulamayacaklarını keşfetmek peşindeydi.

Öyle yaptılar. Aşk ve ilişkiler konusunda kadm sesli bilgisayarlardan ders alanlar, her iki bilgisayarm verdiği derslerin

birbirinin tıpkısı olmasın rağmen, erkek sesli bilgisayarlardan ders alan öğrencilere kıyasla "hocalarını" konuya ilişkin daha ayrıntılı bilgiye sahip olarak değerlendirdiler. Fakat kitle iletişim araçları gibi cinsiyete göre nötral kabul edilen bir ders sözkonusu olduğunda, "erkek" ve "kadın" bilgisayarlar eşit değerlendirilmişlerdi. Cinsiyete ilişkin bir başka talihsiz şablon, gücün erkekte çekici ama kadmda nahoş olduğunu öne sürer. Ve gerçekten de güçlü bir erkek sesiyle konuşan bilgisayarları işitmiş öğrenciler "hocalarım", güçlü bir kadm sesiyle konuşan bilgisayarları dinlemiş öğrencilere kıyasla; kadm sesi de erkek sesi de aynı sözleri söylemiş olmasma rağmen, daha hoşlanılabilir bulmuşlardı. Anlaşılan o ki, bir bilgisayardan geldiği zaman bile, kendinden fazla emin dişi kişilik, erkeğe kıyasla daha buyurgan yahut otoriter olarak algılanmaktadır.

Araştırmacılar ayrıca insanlarm nezakete ilişkin sosyal kuralları bilgisayarlara da uygulayıp uygulamayacaklarım araştırmışlardır. Örneğin, birini yüz yüze eleştirecek bir konumdayken, insanlar genellikle tereddüt eder yahut fikirlerini daha yumuşatarak söylerler. Öğrencilerime "Afrika antilobunun yiyecek bulmasımn rasgele değişkenlere bağlı doğasma ilişkin tartışmamdan hoşlandınız mı?" diye sorduğumu varsayahm. Deneyimlerimden yola çıkarak, çoğunun kafa sallayacağım ve birkaçının homurdanacağmı söyleyebilirim. Fakat hiç kimse "Afrika antilobu mu? Sıkıcı dersinin tek bir kelimesini bile duymadım. Ama dizüstü bilgisayarımda internette gezinirken sesinin monotonluğunu işitmek rahat- lahcıydı" demez. En ön sırada oturan ve bilgisayarlarmdan internette gezindikleri besbelli olanlar bile bu kadar dobra olmayacaktır. Öğrenciler bu tür eleştirilerini, isimlerinin belli olmadığı ders değerlendirme formlarmda yaparlar. Peki, ya bu soruyu soran bir bilgisayar ise? Öğrenciler bir makineyle "yüz yüzeyken" bile, sert değerlendirmeler yapmakta çekimser kalırlar mı? Başka bir şekilde ifade edecek olursak, soru doğrudan hakkmda yorum yapacakları bilgisayar tarafmdan sorulduğunda, bir başka bilgisayarın sorduğu zamana kıyas-

la bilgisayarı daha hoşlanılabilir ve işinin ehli bulacaklar mıdır?4

Daha önceden kaydedilmiş bir sesle sosyal ilişki kurmak, bir iş başvurusunda sözünü etmeyi isteyebileceğiniz bir özellik değildir. Fakat, tıpkı inek kuşları gibi, bu öğrenciler de bilgisayarlara, ona bağlı gerçek bir insan bulunmarriasma rağmen, sanki kendi türlerinden bir bireymiş gibi muamele etmişlerdi. İnanmakta zorlamyor musunuz? Deneklerin kendisi için de öyle oldu. Araşhrmalarm bir kısmı tamamlandıktan sonra, araşhrmacılar öğrencilere deneyin asıl amacmı açıklamışlar ve öğrenciler kendilerinden çok emin bir şekilde sosyal kuralları bir bilgisayara asla uygulamayacaklarmda ısrar etmişlerdir.5 Araştuma hatah düşündüklerini gösteriyor. Bilinçli zihnimiz insanlarm söylediği sözcüklerin anlamıyla meşgulken, bilinçdışımız konuşanı başka ölçütlere göre yargılamaktadır ve insan sesi, insanm beyninin derinliklerindeki bir alıcıya ulaşır; ses ister bir insandan çıksm, ister makineden.

İnsanlar karşı cins mensuplarmm nasıl göründükleri hak- kmda konuşmak ve düşünmek için çok fazla zaman harcarlar ama seslerine pek az dikkat ederler. Oysa bilinçdışı zihnimiz için ses çok önemlidir. Ait olduğumuz Homo cinsi, birkaç milyon yıldan beri evrim geçirmektedir. Beyin evrimi binlerce yahut milyonlarca yıl içinde gerçekleşir, oysa bizim uygar toplumlar içinde yaşadığımız süre bu toplam sürenin yüzde birinden bile azdır. Bunun anlamı, istediğimiz kadar zihinlerimizi yirmi birinci yüzyıl bilgileriyle tıka basa dolduralım, kafatasımızm içindeki organ hâlâ taş devri beyni olarak kalmaya devam eder. Bizler kendimizi uygarlaşmış bir tür olarak kabul edebiliriz ama beyinlerimiz daha önceki bir çağm sorunlarıyla uğraşmak için tasarlanmıştır. Kuşlar ve pek çok başka hayvan çeşidinde, gözde bireyleri bulmakta (üremek için), sesin büyük önemi olduğu anlaşılmakta ve ses, biz insanlarda da, eşit oranda önemli gibi görünmektedir. Göreceğimiz gibi, kişinin sesinin tonundan, niteliğinden ve ahenginden çok çeşitli işaretler alırız; ancak, belki de sesle

kurduğumuz en önemli ilişki, doğrudan inek kuşlarınm tepkisiyle aymdır; çünkü insanlarda da, dişiler erkek "çağrısının" belli yönlerini çekici bulurlar.

Kadmlara sakallı esmer erkekleri sinekkaydı tıraşlı sa- rışmlara yahut bir Ferrari'nin koltuğunda oturan her türlü görünüşten erkeği diğerlerine tercih edip etmedikleri sorulduğunda ihtilafa düşebilirler; fakat göremedikleri ama sesini duydukları erkekleri değerlendirmeleri istendiğinde, mucizevi bir şekilde görüş birliğine varmaktadırlar: Daha kaim sesli erkekler daha çekici bulunmaktadır.6 Bu tür deneylerde, sesini duydukları erkeğin fiziksel görünümünü tahmin etmeleri istendiğinde, kadmlarm pes sesleri uzun boylu, kaslı ve göğsü kıllı; yani genellikle seksi bulunan niteliklerle eşleştirme eğiliminde oldukları görülmüştür.

Erkeklere gelince, bir grup araştırmacı yakınlarda yaptıkları bir araştırma neticesinde, erkeklerin olası rakiplerine kıyasla egemenlik hiyerarşisinde bulunduklarım düşündükleri yere uygun olarak, seslerinin tonunu bilinçdışı bir şekilde yükseltip alçalttıklarmı keşfetmişlerdir. Yirmili yaşlarım süren birkaç yüz genç erkeği kapsayan bu deneyde, erkeklerin hepsine yan odada bulunan çekici bir kadmla öğlen yemeğine çıkmak için bir başka erkekle rekabet ettiği söylenmiştir.7 Rakip, söylendiğine göre, üçüncü bir odada bulunmaktadır.

Her aday kadmla dijital video aracılığıyla konuşmuştur ama diğer erkekle konuştuğu zaman onu görmemiş, yalnızca sesini duymuştur. Gerçekte ise hem rakip hem de kadm araş- tırmacılarm işbirlikçileridir ve önceden kararlaştırılmış bir senaryoya göre davranmaktadırlar. Erkeklerin her birinden, hem kadınla hem de rakibi olan erkekle, diğer erkeklerin kendisine ilişkin saygıdeğer yahut hayranlık verici bulacakları gerekçeleri konuşması istenmiştir. Aday basketbol sahasındaki maharetini, Nobel Ödülü kazanmaya aday olduğunu, kuş- konmazlı kiş tarifini sayıp döktükten sonra seans sona erdirilmiş ve kendi kendisini, rakibini ve kadmı değerlendirmek üzere bazı sorulara cevap verdiği bir anket formu doldurması

istenmiştir. Ardmdan deneklere işlerinin bittiği söylenmiştir. Ne yazık ki herhangi bir kazanan ilan edilmeyecektir.

Araştırmacılar erkek yarışmacılarm ses kayıtlarmı analiz etmiş ve her birinin ankete verdikleri cevapları dikkatle gözden geçirmişlerdir. Anketlerde derinlemesine incelenen konulardan biri, adayların rakibine kıyasla kendi fiziksel üstünlüklerine ilişkin değerlendirmeleri olmuştur. Araştırmacılar adaylarm fiziksel olarak daha baskm olduklarma inandıkları zaman (yani kendilerini daha güçlü ve girişken buluyor iseler); daha düşük perdeden konuştuklarmı; daha az baskm olduklarmı düşündükleri zaman ise seslerinin perdesini yükselttiklerini ortaya çıkarmışlardır ve anlaşılan bütün denekler bunu ne yaphklarınm hiç farkma varmadan yapmışlardır.

Evrimsel bakış açısmdan bütün bu olan biten ilginç yanı, kadmlarm kaim sesli erkeklere duydukları çekimin, kadının yumurtlama döngüsü içinde doğurgan olduğu sırada en fazla olmasıdır.8 Dahası, kadınlarm üreme döngüsü boyunca erkeğin sesine ilişkin tercihleri değişmekle kalmaz, kendi sesleri de değişir (perdesi ve ahengi bakımmdan) ve kadmm sesi erkeklere ne kadar seksi geliyorsa, gebe kalma riski de o kadar artmaktadır.9 Sonuç olarak, hem erkekler hem de kadınlar, kadmm doğurgan olduğu dönem boyunca birbirlerinin seslerini çekici bulmaktadır. Bundan çıkacak bariz sonuç, seslerimizin, cinselliğimizin subliminal reklamı olduğudur. Kadmm doğurgan olduğun süre boyunca, bu reklam her iki tarafta da ışıl ışıl parlayarak, bizi baştan çıkararak "Al" düğmesine tıklamamızı ve yüksek olasılıkla yalnızca çiftleşecek bir eş değil, fazladan (ön ödeme olarak) bir de çocuk sahibi olmamızı sağlamaya çalışır.

Ama hâlâ açıklanması gereken bir şey var. Kadınları etkileyen neden özellikle kaim ses oluyor? Neden yüksek ve tiz bir ses olmuyor? Bu doğanın rasgele bir seçimi mi yoksa, kaim ses erkeğin cinsel gücüyle ilintili mi? Kalın sesin, kadmm gözünde, daha uzun boylu, daha tüylü ve daha kaslı bir erkeğin göstergesi olduğunu gördük. Gerçekte ise kaim bir sesle, bu saydığımız özellikler arasmda çok az ilinti vardır yahut

hiç yoktur.10 Fakat araştırmalara göre gerçekten de kaim sesle ilintili olan şey, testosteron seviyesi. Pes sesli erkekler daha yüksek erkeklik hormonuna sahip olma eğilimi gösteriyor.11

Doğamn planlarınm işe yarayıp yaramadığım, daha çok testosteron salgılayan erkeklerin daha çok çocuk sahibi olup olmadıklarım test etmek zor; çünkü modern doğum kontrol yöntemleri bir erkeğin sahip olduğu çocuk sayısma bakarak üreme potansiyelini yargılamamıza engel oluyor. Yine de Harvard Üniversitesi'nden bir antropolog ve bazı çahşma arkadaşları bir yol bulmuşlardır. 2007 yılmda Afrika'ya giderek, Tanzanya'nın toplanacak yiyeceği bol, ağaçlıklı savanlarm- da yaşayan; erkeklerin hâlâ erkek olduğu, kimsenin doğum kontrol yöntemleri kullanmadığı, bin kişi civarmda bir topluluk olan; tek eşli, avcı-toplayıcı Hadza halkmda ses ve aile büyüklüğü konusunu araştırmışlardır. Savanda gerçekten de baritonlar tenorları yenmektedir. Araştırmacılar kadirim ses tonunun üremedeki başarısmı kestirmeye yaramadığmı ama kaim sesli erkeklerin ortalama olarak daha fazla çocuk sahibi olduklarım bulguladı.12 Bir kadmın kaim erkek sesine duyduğu çekimin gayet düzgün bir evrimsel açıklaması vardı. Dolayısıyla eğer kadmsanız ve büyük bir aile istiyorsanız, içgüdülerinizi izleyin ve Morgan Freeman tipindekilerin peşine düşün.

Bir çalışanınıza "Sana değer veriyorum ve maaşım artırmak için elimden geleni yapacağım" demeniz halinde onu memnun etmeniz olasılığı, "Bütçemi küçültmeye mecburum ve bunun en kolay yollarmdan biri sana mümkün olduğu kadar az para ödemek" demenize kıyasla daha yüksektir. Fakat her iki duyguyu da, tam olarak aynı anlamıyla olmasa da, söyleme biçiminizle yaratabilirsiniz. Bazı insanlarm "Üzerinde harf desenleri bulunan bir yarış kızağında hızla dağdan aşağı inerken, dolgun üzümler yemenin tadım çıkardı" derken bile çok derin bir şeyler söylüyormuş havası yaratmalarına karşın; bazıları "Evrenin büyük ölçekteki geometrisi, içindeki maddenin yoğunluğu tarafmdan belirlenir" derken bile, mızıldanıyorlarmış gibi gelir başkalarma. Sesin tonu, tımsı,

ahengi, konuşma hızınız ve hatta sesinizi alçaltıp yükseltişi- nizin tümü, ne kadar ikna edici olacağımz ve insanlarm sizin ruh haliniz ve karakterinizi nasıl yargılayacakları konusunda çok güçlü etki yapan etmenlerdir.

Bilim insanları içerikten bağımsız olarak, ses tonunun etkisini belirlemeye yarayan büyüleyici bilgisayar araçları geliştirmişlerdir. Bir yöntemde sözcükleri tanınmaz hale getirmeye yetecek sayıda hecenin yerini değiştirmişlerdir. Bir diğerinde ünsüz sesleri doğru bir şekilde anlama yeteneğimize çok zarar verecek şekilde sadece yüksek frekansları kullanmışlardır. Her iki durumda da konuşma hâlâ duyulabilirken anlamını kavramak imkânsız hale gelmektedir. Araştırmalar, bu türden "içerikten yoksun" konuşmalar dinlerken, insanlarm hâlâ konuşmacı hakkında konuşmanm anlaşılır biçimini dinleyen insanlarla aym izlenimleri edindiklerini ve aynı duygusal içeriği hissedebildiklerini göstermektedir.13 Neden? Çünkü bizler dil dediğimiz ağızdan çıkan sesleri deşifre ederken, zihnimiz de paralel bir şekilde çözümlemeler yapmakta, yargılara varmakta ve sesin sözcüklerle ilgisi olmayan nitelikleri tarafmdan etkilenmektedir.

Bir deney esnasmda, bilim insanları birkaç düzine konuş- macınm sesini biri siyasi öteki kişisel iki aynı soruya cevap verirken kaydetmişlerdir: "ABD Üniversitelerinin kabul ko- şullarmda azınlıklarm lehine yapılan düzenlemeler konusundaki görüşünüz nedir?" ve "Birdenbire miras yoluyla yahut kazanarak çok büyük paraya sahip olsanız, ne yapardmız?- 14 Ardmdan her cevabm, elektronik olarak hoparlörlerin ses perdesini yüzde 20 azaltıp artırarak ve konuşmalarım yüzde 30 hızlandırarak ve yavaşlatarak, dörder başka versiyonunu üretmişlerdir. Sonuçta elde edilen konuşma hâlâ doğal geliyor ve akustik özellikleri normal sınırlar içinde kalıyordu. Peki yapılan değişiklikler dinleyenlerin algısmı etkileyecek miydi?

Araştırmacılar bu konuşma örneklerini yargılamak üzere düzinelerce gönüllü topladılar. Gönüllüler orijinal ve değiştirilmiş kayıtlardan rasgele seçilmiş bir tanesini dinleyerek

değerlendirdiler. Konuşmacının sorulara verdiği cevaplar bu farklı kayıtlarda birbirinin tıpkısı ama sesin özellikleri başka başka olduğundan, dinleyicilerin değerlendirmelerindeki farklılıklar konuşmanm içeriğiyle değil sesin özellikleriyle ilgili olacaktı. Sonuç: Tiz perdeden sesler, daha pes seslere kıyasla daha az samimi, daha az empatik, daha az kudretli ve daha gergin olarak algılanmışlardı. Ayrıca, daha yavaş tempoyla konuşan konuşmacılar da daha hızlı konuşanlara kıyasla daha az samimi, daha az ikna edici ve daha pasif bulunmuşlardı. "Hızlı konuşma" ahlaksız sahcıyı tammlayan bir klişe olabilir ama konuşma temponuzu biraz hızlandırmak daha zeki ve ikna edici görünmenizi sağlayabilir. Ve eğer iki konuşmacı birbirinin tıpkısı sözcükleri söyleyerek konuşurlar; fakat biri biraz daha hızlı ve yüksek sesle konuşur, konuşurken daha az duraksar ve sesini daha fazla alçalhp yükseltirse, o konuşmacı daha enerjik, bilgili ve zeki görünecektir. Sesin tonunu ve yüksekliğini değiştirerek, fark edilebilir asgari duraksamayla yapılan cardı bir konuşma, inandırıcılığı artırmakta ve konuşarun zeki bir kişi olduğu izlenimini güçlendirmektedir. Başka araşhrmalar da, insanlarm temel duygularım yüz ifadeleriyle yansıttıkları gibi, ses aracılığıyla da yansıttıklarım göstermektedir. Örneğin, dinleyiciler olağandan daha alçak sesle konuştuğumuzda içgüdüsel olarak üzgün olduğumuzu ve sesimizin olağandan yüksek çıktığı zamanlarda öfkeli yahut korkmuş olduğumuzu algılamaktadırlar.15

Ses bu kadar büyük bir etki yaptığma göre, kilit soru şudur: Sesimizi bilinçli bir şekilde ne ölçüde değiştirebiliriz? 1959 yılmda, Kuzey Londra'dan Muhafazakâr Parti üyesi olarak İngiliz parlamentosuna seçilen Margaret Hilda Roberts vakasım değerlendirin. Büyük hırsları vardı ama yakm çevresindekiler için sesi bir meseleydi.16 "Öğretmenvari, hafifçe otoriter, hafiften göz korkutan bir sesi vardı" diye hatırlıyor o dönemde partinin reklam kampanyalarımn beyni olan Tim Bell. Roberts'in kendi kampanya danışmanı, Gordon Reese açık ve netti. Reese'in söylediğine göre, Roberts'in tiz notaları "gelip geçen serçeler için tehlike arzediyordu". Siyasi görüş-

terinin kah olmasına karşılık sesinin esnek olduğunu kanıtlayarak, Margaret Hilda Roberts sırdaşlarmın öğütlerini dinledi, sesinin tonunu düşürdü ve sosyal baskmlığmı artırdı. Bu değişimin yaphğı etkinin tam olarak ne kadar olduğunu ölçmenin bir yolu yok, ama kadm kendi adma oldukça başarılı oldu. Muhafazakârlar 1974'te yenilgiye uğradıktan sonra, Margaret Thatcher (1951'de zengin bir işadamı olan Denis Thatcher ite evlenmişti) partinin başkanı ve sonunda da ülkenin başbakam oldu.

Lisedeyken ne zaman cesaretimi toplayıp bir kızm yanma yaklaşsam, sanki ben çoktan seçmeli bir soru soruyormuşum da kız da "hiçbiri" cevabmı seçmiş gibi olurdu. Boş zamanlarım Öklitçi olmayan geometri kitapları okuyarak geçiren biri olarak, okulun en popüler çocuğu olamayacağım gerçeğini az çok kabullenmiştim. Derken günün birinde kütüphanede bir matematik kitabı ararken, yanlış yöne döndüm Kız Tavlama Sanatı türünden bir başlığı olan bir kitaba denk geldim. în- sanların bu tür konularda eğitici kitaplar yazdıklarım bilmiyordum. Aklımdan pek çok soru geçiyordu: Böyle bir kitaba ilgi gösterdiğim gerçeği, tek başma, başlığmm vaat ettiklerini yerine getiremeyeceği anlamına gelmez miydi? Futboldan ziyade bükülmüş uzay-zaman hakkmda konuşmak isteyen bir çocuğun gol atma şansı olabilir miydi? Gerçekten de kullanılabilecek yöntemler var mıydı?

Kitap, eğer kız sizi iyi tanımıyorsa (bu okulumdaki bütün kızlar demekti) sizinle buluşmasım beklememeniz ve reddedilmeyi kişiliğinize yönelik almamamz gerektiğini söylüyordu. Bunun yerine, sizi reddeden muhtemelen çok sayıdaki kızı dikkate almayıp teklif etmeye devam etmeniz gerekiyordu; çünkü ihtimaller küçük bite olsa, matematik yasaları en sonunda size de sıranm geleceğini söylüyordu. Matematiksel yasalar benim sevdiğim türden yasalar olduğundan ve kararlılığın hayatta iyi bir felsefe olduğuna daima inandığımdan, öğüde uydum. Sonuçlarm istatistiksel olarak önemli olduğunu söyleyemem, fakat on yıllar sonra bir grup Fransız araştırmacınm esas olarak kitabm önerdiği şeyi yaptıklarım

anlayınca çok şaşırdım. Ayrıca, onlar bunu bilimsel olarak kontrol edilebilir bir şekilde yapmışlar ve istatistiksel olarak anlamlı sonuçlar elde etmişlerdi. Üstelik, beni şaşırtan bir şekilde, benim başarı şansımı artırabilecek bir yolu da ortaya koymuşlardı.17

Fransız kültürü pek çok önemli niteliğiyle ünlüdür ve bir kısmı da, muhtemelen, yiyecek, şarap ve romantizmle ilgili değildir. Fakat sonuncusuyla ilgili olarak, Fransızların özellikle üstünlük gösterdiği düşünülür ve sözkonusu deneyle de kelimenin gerçek anlamıyla bu işin bilimini yapmışlardır. Sahne, Fransa'nm batısmda, Breton'un Atlantik kıyılarmda orta boy bir şehir olan Vannes'ın yaya bölgesinde, güneşli bir Haziran günüdür. Gün boyunca, üç genç ve yakışıklı Fransız, yürürken gördükleri rasgele 240 genç kadma çıkma teklif etmişlerdi. Her birine tam olarak aynı sözleri yinelemişlerdi: "Merhaba. Adım Antoine. Sadece sizi çok güzel bulduğumu söylemek istiyorum. Öğleden sonra işe gitmek zorundayım ama bana telefon numarınızı verir miydiniz merak ediyorum. Sonra sizi ararım ve bir yerlerde bir şeyler içeriz." Eğer kadm reddederse, "Ne kötü. Demek ki şanslı günümde değilim. îyi günler dilerim" diyerek, yanma gidecek başka bir genç kadm aramaya başlamışlardı. Eğer kadm numarasmı verirse, tekliflerinin tamamen bilim adma olduğunu söylemişler ve araştırmacıların söylediğine göre, kadınlarm çoğu bunu gülerek karşılamıştı. Deneyin püf noktası şurasıydı: Genç erkekler teklifte bulundukları kadınlarm yansırım koluna, bir saniyeliğine, hafifçe dokunmuşlardır. Diğer yarışma ise hiç dokun- mamışlardır.

Araştırmacılar erkeklerin kadmlara dokundukları zaman, dokunmadıkları zamana kıyasla daha başarılı olup olmayacaklarıyla ilgileniyorlardı. Dokunuş bir sosyal işaret olarak ne kadar önemlidir? Gün boyunca genç erkekler üç düzine telefon numarası toplamışlardır. Kadınlara dokunmadıklarmda başarı oranları yüzde on, dokunduklarmda ise yüzde yirmi olmuştur. O bir saniyelik hafif dokunuş, popülerliklerini iki kat artırmıştır. Neden dokunulan kadmların buluşmayı kabul

etme ihtimali iki kat fazlaydı? Bu Antoine da güzel dokunuyor, barın birinde birlikte bir şişe Bordeaux şarabı devirmek eğlenceli olabilir diye mi düşünüyorlardı? Muhtemelen hayır. Fakat bilinçdışı seviyede, dokunmak, subliminal bir şefkat ve ilgi etkisi yaratıyor gibi görünmektedir.

Öklitçi olmayan geometrinin aksine, dokunma araştırması- nın pek çok doğrudan uygulaması mevcuttur.18 Örneğin sekiz garsonu ve yüzlerce restoran müşterisini içeren bir araşhrma- da, garsonlar rasgele seçilmiş müşterilere akşam yemeklerini bitirdikten sonra, "nasıl, memnun kaldmız mı?" diye sorarken ön kollarma hafifçe dokunmak üzere eğitilmişlerdir. Garsonlar dokunmadıkları müşterilerden hesabm yüzde 14.5 civarında bahşiş almışlar, fakat dokundukları müşterilerden hesabm yüzde 17.5 bahşiş almışlardır. Bir başka araştırma aym etkiyi bir barda verilen bahşişler konusunda da aym etkiyi bulmuştur. Bir başka restoran araştırmasmda ise ön koluna dokunulan müşterilerin yüzde 6O'ı garsonun önerdiği özel yemeği ısmarlamışlardır; oysa dokunulmayan müşterilerin yalnızca yüzde 4O'ı garsonun önerisini dikkate almıştır. Do- kunmamn, bekâr barlarmdaki kadmlarm gelen dans teklifini kabul etmeleri olasılığını; bir dilekçeyi imzalamayı kabul eden insanların sayısmı; bir üniversite öğrencisinin istatistik dersinde tahtaya kalkarak utanma riskini göze alması olasılığım; kalabalık bir alışveriş merkezinde alışveriş yapan ve bir anket formu doldurmak üzere on dakikalarmı ayırmayı kabul eden insan sayısmı; bir süpermarkette alışveriş yaparken kendilerine tattırılan yiyecekleri satm almak isteyenlerin sayısını ve sokakta dikilirken kendilerine yol soran birinin, hemen soma düşürdüğü bazı bilgisayar disklerini toplamasına yardım etme ihtimallerini artırdığı bulunmuştur.

Buna şüpheyle bakabilirsiniz. Ne de olsa bazı insanlar ya- bancılarm kendilerine dokunmalarından çok rahatsız olurlar. Sözünü ettiğim araştırmalardaki insanlarm bir kısmı da muhtemelen dokunulduklarmda irkilmişlerdir fakat onlarm tepkileri olumlu tepki gösterenlerinkinin yanmda devede kulak kalmaktadır. Unutmaym, ayrıca, bunlar çok belli belirsiz

dokunuşlardı, taciz edici avuçlamalar değil. Aslına bakılırsa, daha sonra olanlara ilişkin olarak dokunulan kişinin bilgisine başvurulduğu durumlarda, deneklerin üçte bir kadarı doku- nulduklarmm farkında bile değillerdi.19

Peki, dokunmaya eğilimli insanlar işlerini yaptırmakta daha mı başarılılar? Arada bir çalışanlarının başım okşayan patronlarm işleri daha mı kolay yürüttüklerine ilişkin veri yoktur; fakat 2010 yılmda, Berkeley Üniversitesi'nden bir grup araştırmacı, kutlamak amacıyla kafaya bir şaplak atılmasının, başarılı grup etkileşimiyle ilgisinin olduğu bir vaka bulmuşlardır.20 Berkeley araştırmacıları kapsamlı bir saniye saniye takım çalışması ve incelikli bir dokunma lisanı olan basketbol sporunu incelemişlerdir. Araştırmacılar, takım arkadaşları arasmda ne kadar çok "yumruk tokuşturma, beşlik çakma, göğüs tokuşturma, elleri karşılıklı çarpma, yarı kucaklaşma ve takım kucaklaşması" gibi hareketlerin sayısıyla; takım arkadaşları arasmda daha az baskı altmda olana pas vermek, başkalarının savunma baskısmdan kurtulmasma yardım etmek ve kendi kişisel başarısı pahasma takım arka- daşma güvenmek türünden işbirliği gösteren tutumlarm artması arasmda ilinti olduğunu bulmuşlardır. En çok dokunan takımlarm en çok işbirliği yapan ve en çok kazanan takımlar olduğu ortaya çıkmıştır.

Dokunmak, toplumsal işbirliğini ve bağlılığı artırmakta çok önemli bir araçmış gibi görünüyor; öyle ki bizler toplumsal bağlara ilişkin bu subliminal duyguları tenden beyne taşıyan özel bir fiziksel yol evrimleştirmişiz. Sözün kısası, bilim insanları insanm derisinde (özellikle ön kol ve yüzün derisinde) sosyal dokunuşlarm yarattığı hoşlanma duygusunu aktarmak üzere özel olarak geliştirilmiş gibi görünen bir tür sinir lifi keşfetmişlerdir. Bu sinir lifleri aldıkları sinyalleri olağan olarak dokunma duyusuyla bağdaştırdığmız şeyleri yapmanıza yardımı olmayacak kadar yavaş aktarır: Size neyin dokunduğunu ve bir miktar kesinlikle, tam olarak nerenize dokunduğunu anlamanızı sağlamaz.21 Sosyal sinirbilimin öncülerinden Ralph Adolphs "Size dokunanın armut mu yoksa

ponza taşı mı olduğunu, çenenize mi yoksa yanağınıza mı dokunulduğunu ayırt etmenize yardımcı olmaz. Fakat beynin, korteksin sığ kısımları gibi duygularla ilişkili alanlarıyla doğrudan ilişkilidirler"22 diye yazar.

Primatologlar için, dokunuşun önemi şaşırtıcı bir şey değildir. însan dışındaki primatlar tımar esnasmda birbirlerine uzun uzun dokunurlar. Ve tımar görünüşte temizlikle ilgili olsa bile, bir hayvanm temiz kalması için günde on dakika tımar yeter de artar bile. Oysa kimi türler her gün saatlerce tımarla meşgul olur.23 Dokunma, doğduğumuz sırada en gelişmiş duyumuzdur ve bebeğin birinci yılı boyunca asıl iletişim biçimi olarak kalmaya ve kişinin hayatı boyunca çok önemli bir etki yapmaya devam eder.25

Demokrat parti'nin başkan adayı John F. Kenndy, 26 Eylül, 1960 akşamı, sekize çeyrek kala CBS televizyonunun yan kuruluşu WBBM'in Şikago'nun merkezindeki stüdyosuna girdi. Dinlenmiş, bronzlaşmış ve formda görünmekteydi. Gazeteci Howard K. Smith daha sonra Kennedy'yi "defne dalmdan tacım takmmaya gelmiş bir sporcu"ya benzetecekti. Kennedy'nin rakibi Nixon'm TV danışmanı olan Ted Rogers, "Stüdyoya girdiğinde Apaçi lideri Cochise geldi sandım, o kadar yanmıştı" demiştir.

Nixon, öte yandan, bitkin ve soluk benizliydi. Kennedy'nin görkemli girişinden on beş dakika önce gelmişti. İki aday, ABD tarihindeki ilk başkan adayları tartışması için Şikago'da bulunuyorlardı. Fakat Nixon kısa süre önce dizindeki, kendisini hâlâ rahatsız eden, bir iltihaplanma nedeniyle hastaneye yatmıştı. Hastaneden çıktıktan sonra, istirahat etmesi yönündeki telkinleri kulak ardı ederek, ülke çapmda zahmetli bir kampanyayı tamamlamış ve hayli kilo kaybetmişti. Otomobilinden indiği sırada, 38.8 derece ateşi vardı ama buna rağmen tartışmayı tamamlayacak kadar iyi olduğunda ısrar etmişti. Adaylarm söylediği sözler değerlendirildiğinde, Nixon kesinlikle yerini korumuştu. Ama tartışma iki ayrı seviyede ilerleyecekti; sözel ve sözel olmayan seviyelerde.

Günün tartışma mevzuları arasmda komünizm çatışması, tarım ve işçi sorunları ve adaym deneyimi vardı. Seçimler çok önemli olaylar olduğundan ve adaylar arasmdaki tartışmalar önemli felsefi ve uygulamaya dönük konulara ilişkin olaca- ğından, önemli olan adaylarm neler söylediğidir, öyle değil mi? Bir aday sırf iltihaplı dizi yüzünden yorgun görünüyor diye oy vermezlik eder miydiniz? Ses ve dokunma gibi, duruş, yüzün görünümü ve ifadesi de insanları nasıl yargılayacağımız üzerinde çok büyük etki yapar. Fakat devlet başkanı- nı hal ve hareketlerine bakarak seçer miydik?

CBS'in tartışma yapımcısı Don Hewitt, Nixon'un sıska yüzüne şöyle bir bakh ve derhal tehlike çanlarını işitti. Her iki adaya da televizyonun makyaj uzmanınm hizmetini önerdi ama Kennedy öneriyi geri çevirince, Nixon da öyle yaph. Ardmdan, Nixon'un akşamüstü iyice belirginleşen meşhur sakallarmı örtmek için yardımcılarmdan biri yüzüne sıradan bir kozmetik ürün sürerken; onlann görmediği bir yerde Ken- nedy'nin adamları Kennedy'ye eksiksiz bir makyaj yaphlar. Hewitt, Nixon'm TV danışmanı Rogers'i adaym görünümü konusunda ikaz ettiyse de Rogers durumdan hoşnut olduğunu söyledi. Ardmdan Hewitt endişelerini CBS'deki patronuna iletti. O da Rogers'a gitti ama aym cevabı aldı.

Tartışmayı yetmiş milyon civarmda insan izledi. Tartışma bittiğinde, Texas'm önde gelen Cumhuriyetçilerinden birinin şöyle dediği duyuldu: "Bu orospu çocuğu, şu anda bize seçime maloldu". O önde gelen Cumhuriyetçi ne dediğini biliyordu. Adam, Richard NixonTa birlikte seçimine kahlan, yardımcı adayı Henry Cabot Lodge Jr idi. Altı hafta kadar sonra seçim yapıldığında Nixon ve Lodge geçerli oyları kıl payı kaybettiler; 67.000.000 oy kullanılmıştı ve yalnızca 113.000 daha az oy almışlardı. Bu her 500 oyun birinden daha az bir rakamdır; dolayısıyla, Nixon tartışma izleyicilerinin yalnızca küçük bir yüzdesini bile başkanlığa uygun olduğuna ikna etmiş olsaydı, bu seçimin sonucunu değiştirmeye yeterli olabilirdi.

Burada asıl ilginç olan, Lodge gibi seyirciler Nixon'm çok başarısız olduğunu düşünürken, çok sayıda Cumhuriyet-

çi'nin hissiyatının tamamen farklı olmasıydı. Örneğin New York Herald Tribune'un ulusal siyaset muhabiri ve Nixon'un destekçisi Earl Mazo hepsi de Güney Valiler Konferansı için kente gelmiş on bir vali ve maiyetleri ile birlikte Arkansas'm Hot Springs şehrinde, bir tür partide toplanarak tartışmayı izlemişti.27 Hepsi de Nixon'm çok başarılı olduğunu düşünmüşlerdi. Lodge'dan bu kadar farklı izlenime kapılmalarınm sebebi neydi? Çünkü onlar tartışmayı radyodan dinlemişlerdi, televizyon yaymı Arkansas'da bir saat sonra başlayacaktı.

Mazo radyo yaymı hakkında, "Nixon'ın pes, çınlayan sesi, Kennedy'nin daha tiz sesi ve Boston-Harvard aksanma kıyasla daha üstün ikna kabiliyeti, buyurganlık ve kararlılık telkin ediyordu" demişti. Fakat televizyon yaymı başlaymca, Mazo ve valiler televizyona geçtiler ve ilk bir saati yeniden izlediler. Mazo kimin kazandığı konusunda fikrini değiştirerek şöyle dedi "Televizyonda Kennedy daha zeki, daha denetimli ve daha sağlam görünüyordu." Philadelphia'da bulunan bir ticari araşhrma şirketi olan Sindlirger&Co., daha sonra bu analizi doğruladı. Ticari bir dergi olan Broadcasting'de yayımlanan bir makaleye göre, yaptıkları araşhrma radyodan dinleyenlerin ikiye bire yakın bir oranda Nixon'm kazandığım düşünürken, televizyondan izleyenlerin çok daha büyük bir kısmı Kennedy'nin Nixon'ı mağlup ettiğini düşünmüşlerdi.

Sindlinger araştırması asla bilimsel bir dergide yayımlanmadı ve örnek büyüklüğü, radyo ve TV kullamcıları arasm- daki farkları açıklamakta kullamlan yöntemler gibi ayrıntılar açıklanmadı. Mesele kırk yıl boyımca bu şekilde kaldı. Derken, 2003 yılmda, bir araştırmacı, Minnesota Üniversitesi'nden 171 yaz okulu öğrencisiyle tarhşmayı değerlendirmek üzere bir deney yaptı; öğrencilerin yarısı tartışmayı radyodan dinledi, yarısı ise video görüntülerinden.28 Bilimsel denekler olarak, bu öğrencilerin tartışmanm yapıldığı sırada toplanmış olabilecek herhangi bir gruba bir üstünlükleri vardı: Adaylardan herhangi birine karşı özellikle ilgi duyuyor değillerdi ve konu hakkında ya pek az şey biliyorlardı yahut hiçbir bilgileri

yoktu. 1960 yılında Nikita Kruşçev adının oy verenler üzerinde büyük bir duygusal etkisi vardı. Bu öğrencilere ise, sadece bir başka hokey oyuncusunun adı gibi geliyordu. Fakat tartışmaya ilişkin değerlendirmeleri, yine de kırk yıl önceki izleyicilerden farklı olmadı: Tartışmayı seyreden öğrencilerin, dinleyenlere kıyasla Kennedy'nin kazandığım düşünmeleri ihtimali daha yüksekti.

Hepimizin, tıpkı 1960 başkanlık seçimlerinde oy kullanan insanlar gibi, birini görünüşüne bakarak seçmemiz muhtemeldir. Siyasi adaylar için oy kullanırız ama aynı zamanda eş, arkadaş, araba tamircisi, avukat, doktor, dişçi, satıcı, çalışan ve patron adayları arasmda da seçim yaparız. Bir insanm görünüşünün üzerimizde yaptığı etki ne kadar güçlü olabilir? Kast ettiğim güzellik değil; daha zor fark edilebilen zekâya, kültüre, yeterliliğe ilişkin bir şey. Oy kullanma, görünümün pek çok alandaki etkilerini incelemek için uygun bir alandır; çünkü yalnızca bol bol veri bulunmakla kalmaz, ayrıca bol bol da para vardır.

Bir çift deney esnasmda, CaliforniaTı araştırmacılar çok sayıda kurgusal kongre seçimi için el ilanları hazırlamışlardı.29 El ilanlarmm her biri güya bir Cumhuriyetçi adaya karşı bir Demokrat adayı desteklemekteydi. Gerçekte ise "adaylar" araştırmacılar tarafmdan tutulmuş ve el ilanlarmda kullanılacak siyah beyaz fotoğraflar için poz vermiş modellerdi. Modellerin yarısı yetenekli ve işinin ehli gibi görünüyordu. Öteki yarısı, o kadar da yetenekli gibi görünmüyordu. Araştırmacılar bunu belirlemek için kendi görüşlerine güvenmemişlerdi; önceden gönüllülerle bir çalışma yaparak, her bir modelin görünümünün ne kadar cazip olduğunu değerlendirmişlerdi. Sonra da el ilanlarım hazırlarken, adaym görünümünün daha fazla oy almaşım sağlayıp sağlamayacağım anlamak için, en yetenekli görünüşlü modelleri en az yetenekli görünenlerle rakip yapmışlardı. -

El ilanları, her adayın (sahte) isminin ve fotoğrafmm yam sıra hangi partiden olduğu, eğitim durumu, mesleği, siyasi tecrübesi ve kampanyanm üç ana konusuna ilişkin üç sahr-

186

İnsanları Dış Görünüşlerine Göre Yargılamak •

lık bir açıklama gibi önemli bilgileri içeriyordu. Parti tercihlerinin etkisini ortadan kaldırmak amacıyla, el ilanlarmın yarısmda daha muktedir görünen aday Cumhuriyetçi, öteki yarısmda ise Demokrat parti mensubu gibi gösterilmişti. İlke olarak oy verenlerin tercihini yalnızca verilen önemli bilgilerin etkilemesi gerekirdi.

Bilim insanları oy veren rolü için iki yüz kadar gönüllü topladılar. Gönüllülere kampanya el ilanlarmm gerçek bilgilere dayalı ve gerçek adaylar hakkmda olduğu söylendi. Ayrıca gönüllüleri araştırmanm amacı konusunda da yanılttılar; insanlarm adaylar hakkmda eşit bilgiye (el ilanlarmda olduğu gibi) sahip olmaları halinde nasıl oy kullandıklarım araştırmak istediklerini söylediler. Gönüllülerin görevi, bilim insanlarınm yaphkları açıklamaya göre, yalnızca el ilanlarım incelemek ve kendilerine sunulmuş her seçim için herhangi bir adaya oy vermeleriydi. "Yüz etkisinin" çok büyük olduğu anlaşıldı: Daha iyi görünümü olan adaylar, oylarm yüzde 59'unu kazandı. Bu modern siyasette bir heyelan demektir. Asima bakılırsa, Büyük Bunalım'dan bu yana seçimi bu kadar büyük bir farkla kazanan tek Amerikan başkanı 1964'de Goldwater'ı oylarm yüzde 61'ini alarak mağlup eden Lyndon Johnson olmuştu. Ve o seçim Goldwater'm büyük ölçüde nükleer bir savaş başlatmaya can atan biri olarak tarif edildiği bir seçimdi.

İkinci araşhrmada, araştırmacıların metodolojisi aynıydı, fakat bu kez portreleri adaylar için kullanılacak insanlar topluluğu daha farklı bir şekilde seçilmişti. İlk araştırmada aday- larm hepsi erkekti, bir oylama komitesi tarafından işinin ehli gibi görünüp ve görünmediği yargısma göre seçilmişlerdi. Bu araştırmada ise, adaylarm hepsi kadmdı ve görünümleri komite tarafından nötral bulunmuştu. Bilim insanları daha sonra her adaym iki ayrı tarzda fotoğrafım çekmek amacıyla Hollywood tarzı bir makyaj sanatçısı ve bir fotoğrafçı tutmuştu. Kadmlar fotoğraflarmdan birinde daha işinin ehli, diğerinde ise daha az işinin ehli gibi görünecekti. Bu sahte seçimde, ka- dınlarmdan birinin işinin ehli görünümlü fotoğrafı, bir başka

kadının işinin ehli gibi görünmeyen fotoğrafıyla yarışıyordu. Sonuç: Ortalama olarak daha lider görünümlü olan adaylar, bütün yoklamalarda, yüzde 15 bir oy farkı elde ettiler. Bu etkinin boyutlarma ilişkin bir fikir sahibi olmak için, yakm geçmişte yapılan California kongre seçimlerinde bu ölçüde bir oy değişiminin elli üç bölgeden on beşinde sonucu değiştireceğini düşünün.

Bu araştırmaları son derece şaşırtıcı ve endişe verici buldum. Bu sonuçlar, tek başma görünüşü bir adaya büyük bir üstünlük sağladığı için, henüz sorunlar tartışılmadan önce, yarışm sona erdiği anlamma gelebilir. Dönemin bütün önemli sorunlarına karşılık, bir insanın yüzünün görünümünün oylarımızı değiştirebileceğini kabul etmek çok zordur. Bu araştırmalara yönelik açık eleştirilerden biri, bunlarm sahte seçimlerde almmış sonuçlar olmasıdır. Araştırmalar işinin ehli gibi görünmenin bir adaya üstünlük sağlayabileceğini gösterebilir; fakat bu tercihin ne denli "yumuşak" olabileceği sorununa yönelmemişlerdir. Güçlü ideolojik tercihleri olan oy verenlerin, adaym görünümünden kolayca etkilenmeyeceği elbette beklenir. Kararsız oy verenler daha kolay etki altmda kalıyor olmalıdır, ama bu olgu gerçek dünyadaki seçimleri etkilemeye yetecek kadar güçlü müdür?

Princeton Üniversitesi'nden araştırmacılar, 2005 yılında; 2000, 2002 ve 2004 yıllarmda ABD Senatosu için yapılmış doksan beş ve Temsilciler Meclisi için yapılmış altı yüz yarışı kazanmış ve aym seçimlerde ikinci olmuş adaylarm siyah beyaz portrelerini toplamışlardır.30 Daha sonra bir grup gönüllü toplanmış ve gönüllülerden bu fotoğraflara kısaca göz attıktan sonra adaym ne kadar işinin ehli biri gibi göründüğünü değerlendirmeleri istenmiştir; gönüllülerin adayları tanıması riskini ortadan kaldırmak için, fotoğrafa bakma süresi kısa tutulmuştur. Sonuçlar son derece şaşırtıcıdır: Gönüllüler tarafmdan daha işinin ehli görünümlü olarak değerlendirilen adaylar, Senato seçimlerinin yüzde 72'sinde ve Temsilciler Meclisi'nin de yüzde 67'sinde kazanmış olan adaylardır ve bu oranlar California'da yapılan laboratuvar deneyinden bile

yüksek oranlardır. Ardından, 2006 yılında, araştırmacılar daha da şaşırtıcı ve (üzerinde düşündüğünüz zaman, moral bozucu) sonuçlar elde ettikleri bir deney yapmışlardır. Seçimden önce yüz değerlendirmeleri yapmışlar ve kazanacak kişileri yalnızca adaym görünümüne bakarak tahmin etmişlerdir. Sonuçlar çarpıcı şekilde doğru çıkmıştır: Daha işinin ehli gibi görünen adaylarm, valilik seçimlerinde yüzde 69zu ve Senato seçimlerinde yüzde 72'si, seçimi kazanmışlardır.

Bu siyasi araştırmalara ilişkin fazlaca ayrmtıya girmemin nedeni yalnızca kendi başlanna çok önemli olmaları değil, daha önce de söylediğim gibi, daha geniş kapsamdaki sosyal etkileşimlerimize de ışık tutmaları yüzündendir.

Özyaşamöyküsünde, Charles Darwin Beagle gemisiyle yaphğı tarihi yolculuğa katılma şansım, yalnızca görünüşü, özellikle de iri ve şişkin burnu, yüzünden kaçırmasına ramak kaldığım anlatır.31 Darwin'in kendisi de daha sonra burnunu, şaka yollu, akıllı tasarıma karşı bir argüman olarak kullanarak şöyle yazmıştır: "Lütfen bana dürüstçe söyler misiniz... Sizce benim burnumun şekli herhangi bir akıllı gerekçeyle takdir edilmiş ve tasarlanmış olması mümkün müdür?32 Beagle gemisinin kaptanı, Darwin'i gemiye almak istememişti; çünkü kişisel inançları bir insanın karakterini burnuna bakarak yargılayabileceğiniz yönündeydi ve Darwin'in burnuna sahip bir adamın "bu yolculuk için gereken enerji ve kararlılığa sahip olmasımn" mümkün olmadığmı düşünüyordu. Sonunda, elbette ki, Darwin işi aldı. Kaptan hakkmda ise, daha soma şöyle yazacaktı Darwin: "Samyorum daha soma burnumun yanlış istihbarat vermiş olmasından hoşnut kaldı."33

Oz Büyücüsü'nün sonuna doğru, Dorothy ve arkadaşları büyük Büyücü'ye yaklaşır ve Bah'mn Kötü Cadısırun uçan süpürgesini sunarlar. Tek görebildikleri ateş, duman ve Do- rothy'yle arkadaşlarımn korkudan tir tir titremelerine sebep olan gümbür gümbür, buyurgan bir sesle cevap veren Bü- yücü'nün yüzünün boşlukta salman imgesidir. Derken, Do- rothy'nin köpeği, Toto, bir perdeyi tutup çeker ve meşum Büyücü'nün yalnızca bir mikrofona konuşan, birtakım kolları

çekip düğmeleri ve kadranları döndürerek fişeklerin patla- masmı kontrol eden, sıradan görünümlü bir adam olduğunu açığa çıkarır. Büyücü perdeyi çekip kapatsa ve "Perdenin ar- dmdaki o adamı dikkate almaym" dese de gösteri sona ermiş ve Dorothy Büyücü'nün sadece iyi huylu yaşlı bir adam olduğunu keşfetmiştir.

Herkesin kişiliğinin perdesinin arkasmda bir adam yahut kadın vardır. Sosyal ilişkilerimiz aracılığıyla, az sayıda varlıkla, o perdenin ardım görmemize olanak verecek ölçüde yakınlık kurarız; arkadaşlarımız, yakm komşularımız, aile üyelerimiz ve belki köpeğimiz (oysa kedimizle böyle bir yakmlık kesinlikle kuramayız). Fakat tamdığımız çoğu kişi için perdeyi pek fazla açamayız ve birine ilk rastladığımız anda perde tamamen kapalıdır. Bunun sonucu olarak da birlikte çalıştığımız hoş ya da kötü insanlar, komşularımız, doktorlarımız, çocuklarımızın öğretmenleri, oy verdiğimiz yahut vermediğimiz ya da tamamen görmezden geldiğimiz politikacılar gibi çeşitli insanlar hakkmda vardığımız yargılarm pek çoğu; ses, yüz, yüz ifadesi, duruş ve sözünü etmiş olduğum diğer sözel olmayan özellikler gibi yüzeysel niteliklere dayah olarak şekillenir. Her gün insanlarla karşılaşır ve yargılara varırız: O bebek bakıcısma güveniyorum, Bu avukat ne yaptığım biliyor yahut Şu adam mum ışığmda Şekspir soneleri okurken, bir yandan da sırtımı okşayacak türden birine benziyor. Eğer bir işe başvuruyorsamz, el sıkışınızın niteliği iş mülâkatmızm sonucunu etkileyebilir. Eğer satış elemanı iseniz, göz teması kurma dereceniz müşteri memnuniyeti oranmızı etkileyebilir. Eğer doktorsanız, ses tonunuz yalnızca hastanızm görüşme hakkmdaki izlenimi üzerinde değil, bir şeylerin ters gitmesi halinde sizi dava etme ihtimali üzerinde de etki yapacaktır. Biz insanlar bilinçli kavrayışımız nedeniyle inek kuşlarmdan üstünüzdür. Fakat aym zamanda içimizde sözel olmayan işaretlere bilincin mantıklı yargıları tarafmdan sansürlenmeden tepki gösteren bir inek kuşu vardır. "Gerçek bir insan olmak" deyimi, sevecenlikle davranmayı ima eder. Almanca "ein Mensch sein" (İnsan ol) deyiminin benzerleri bütün dillerde

vardır. Bir insan, doğası gereği, başkalarının duygularını ve niyetlerini hissetmekten kendisini alıkoyamayan bir varlıktır. Bu yetenek beyinlerimizin yapısında vardır ve onu devreden çıkarmarun bir yolu yoktur.

YEDİNCİ BÖLÜM

İnsanları ve Şeyleri Sınıflandırmak

Gördüğümüz her şeye, her görsel girdiye ayrı bir unsur muamelesi yapacak olsak, gözlerimiz kamaşırdı ve her gözümüzü açtığımızda bağlantıları yeniden çözümlemek zorunda kalırdık.

-Gary Klein

Eğer birine süpermarketten almabilecek on ya da yirmi şeyin listesini okuyacak olsanız, kişi aralarından birkaçmı hatırlayacaktır. Eğer listeyi tekrar tekrar okuyacak olursanız, kişinin hatırlama oram artacakhr. Fakat asıl yardımcı olan, listedeki maddelerin hepsinin ait oldukları kategoriyle birlikte söylen- mesidir; örneğin sebzeler, meyveler ve tahıllar. Araştırmalar, prefrontal kortekslerimizde kategorilere tepki gösteren nöronlarm bulunduğuna işaret etmekte ve liste egzersizi de sebebini ortaya koymaktadır: Smıflandırma, beynimizin bilgiyi daha etkin bir şekilde işlemek için kullandığı bir taktiktir.1 Shereshevsky'yi, hafızası kusursuz olduğundan yüzleri hatırlamakta büyük güçlük çeken adamı hatırlıyor musunuz? Onun hafızasmda herkesin pek çok yüzü vardı: Farklı açılardan, farklı ışıklar altmda, farklı duyguları ve farklı duygu yo- ğunluklarmı yansıtan ifadelerle, pek çok yüz. Bunun sonucu olarak Shereshevsky'nin beynindeki raflarda duran yüzler ansiklopedisi olağanüstü kaim, içinde aranılan bilginin bulunması zor ve yeni bir yüzü daha önce görülmüş olanlarla karşılaştırıp hangisi olduğunu belirlemek de (ki sınıflandır- manm esası budur) o denli hantalca ilerleyen bir süreçti.

Hayatta karşılaştığımız bütün nesneler ve insanlar benzersizdir; fakat onları böyle algılayacak olsaydık, iyi iş göremezdik. Çevremizde bulunan her şeyin ve herkesin her bir ayrmtısmı gözlemleyecek ve değerlendirecek kadar geniş bir zihinsel kapasitemiz yoktur. Bunun yerine o nesneyi bir kategoriye sokmamızı sağlayacak, gözlemlediğimiz belirgin birkaç özelliği kullanırız ve sonra nesneye dair değerlendirmelerimizi o nesnenin kendisinden ziyade, ait olduğu kategori üzerinden yaparız. Bir dizi kategoriye sahip olmak suretiyle, tepkilerimizi hızlandırmış oluruz. Eğer bu şekilde işleyecek biçimde evrimleşmemiş olsaydık; eğer beynimiz karşılaştığımız her şeye özgün bir varlık muamelesi etseydi; biz daha bu karşımızda duran tüylü yarahk acaba amcamızı yiyen kadar tehlikeli mi diye karar veremeden, ayılar tarafmdan yenebilirdik. Bunun yerine bir iki kez ayılarm yakınlarımızı yediğini görür görmez, bütün ayı türü nezdimizde kötü bir şöhret ka- zamr. Böylece, kategorik düşünmemiz sayesinde, kocaman, kaba tüylü, iri ve keskin dişli bir hayvan gördüğümüz anda, daha fazla veri toplamak için oyalanmayız; tehlikeli olduğunu söyleyen otomatik sezgimize uyarak derhal ondan uzaklaşırız. Benzer şekilde, bir kez birkaç sandalye gördükten sonra, arhk ne zaman dört ayağı ve arkalığı olan bir nesne görsek, üzerine oturmak amacıyla yapılmış olduğunu anlarız. Ya da önümüzdeki sürücü tehlikeli zikzaklar yapıyorsa, en doğrusunun, arada mesafe bırakmak olduğunu biliriz.

"Ayılar", "sandalyeler" ve "tehlikeli sürücüler" gibi genel kategoriler cinsinden düşünmemiz, yaşadığımız ortamda büyük bir hız ve yeterlilikle hareket etmemize yardımcı olur; ilkin nesnenin asıl önemli yanım anlar, özgün niteliklerine bilahare kafa yorarız. Smıflandırmak, gerçekleştirdiğimiz zihinsel edimlerin en önemlilerinden biridir ve bunu daima yaparız. Bu kitabı okuyabilme yeteneğiniz bile kategorize etme yeteneğinize bağlıdır: Okumada ustalaşmak, bved gibi farklı harf gruplarından benzer sembolleri gruplandırma ve b, b, ^ ve b sembollerinin hepsinin aynı harfi temsil ettiğini tanıma yeteneği gerektirir.

Nesneleri sınıflandırmak kolay değildir ve bu sözcük£r* okumak o yüZden sinir BoZuCudür. Yazı stillerinin karışık olması bir yana, sınıflandırmarun neleri kapsadığmı azımsamak kolaydır; çünkü bunu genellikle çabucak ve bilinçli çaba göstermeksizin yaparız. Yiyecek türlerini düşündüğümüz zaman, görünümleri hayli farklı olmasına rağmen elma ve muzu otomatik olarak aynı kategori (meyve) içinde düşünürüz. Ama görünümleri oldukça benzer olmasma rağmen elma ve kırmızı bilardo topunu başka kategoriler içinde değerlendiririz. Bir sokak kedisi ve bir sosis köpeği kahverengi olmaları, boyutları ve biçimleri bakımmdan benzer olabilir; oysa bir İngiliz çoban köpeği çok daha değişiktir (daha iri, beyaz ve uzun tüylü) ama buna rağmen bir çocuk bile sokak kedisinin kedigiller, sosis köpek ve çoban köpeğinin de köpekgiller kategorisinden olduğunu bilir. Bu sınıflandırmanm ne denli incelikli olduğuna dair bir fikir edinmek için şunu düşünün: Bilgisayar bilimciler kediyi köpekten ayırabilen bir bilgisayar görüş sistemini nasıl tasarlayacaklarmı ancak birkaç yıl önce öğrenebilmişlerdir.

Yukarıdaki açıklamaların gösterdiği gibi, smıflandırma için kullandığımız başlıca yollarmdan biri belli farkları (d'ye karşılık b'nin yönü, yahut hayvanın bıyıklarının olup olmadığı gibi) abartırken, başka farklılıkların ayırıcılığının (b'ye karşılık b'nin biçiminin yahut hayvanın renginin) önemini azal- hrız. Fakat muhakememizin yönü aksine de işleyebilir. Eğer belli bir dizi nesnenin bir gruba, başka bir dizi nesnenin de başka bir gruba ait olduğu sonucuna varmışsak; ondan sonra aynı grup içinde algıladığımız şeyleri gerçekte olduklarından daha çok benziyorlarmış yahut farklı gruplar içinde algıladık- larımızm da gerçekte olduklarından çok daha az benziyorlar- mış gibi algılayabiliriz. Nesneleri gruplara bölmüş olmamız, tek başma, o nesnelere ilişkin yargılarımızı etkileyebilir. Dolayısıyla smıflandırma, tıpkı beynimizin hayatta kalmaya yönelik başka hileleri gibi; doğal ve hayati bir kestirme yoldur ama sakmcaları da vardır.

Sınıflandırmanın sebep olduğu çarpıtmaları araştıran en ilk deneylerden biri, deneklerden sekiz doğru parçasmdan oluşan bir gruptaki doğru parçalarırun uzunluklarım tahmin etmelerinin istendiği basit bir araştırmaydı. Bu çizgilerin en uzunu yarımdaki çizgiden yüzde 5 daha uzundu, o da bir sonrakinden yüzde beş daha uzundu ve böylece devam ediyordu. Araştırmacılar deneklerin yarısmdan her çizginin uzunluğunu santimetre cinsinden tahmin etmelerini istediler. Fakat diğer deneklerden aym şeyi yapmalarım istemeden önce, yapay olarak çizgileri iki ayrı gruba ayırdılar, daha uzun dört çizgiyi "A Grubu" ve daha kısa olan dört çizgiyi de "B Grubu" olarak sımflandırdılar. Deneyi yapanlar, bir kez çizgilerin bir gruba ait olduğu düşünmeye başladıktan soma deneklerin onları farklı algılamaya başladıklarım buldular. Her bir gruptaki çizgilerin uzunluklarım birbirlerine olduk- larmdan daha yakm ve her iki gruptaki çizgiler arasmdaki uzunluk farkım da olduklarmdan daha fazlaymış gibi değerlendirmişlerdi.2

O zamandan beri yapılan benzer deneyler, çok başka kapsamlarda aynı etkinin var olduğunu göstermiştir. Bir deneyde uzunluk tahmini renk tahminiyle değiştirilmişti: Gönüllülere kırmızımn farklı tonlarmda sayılar ve harfler gösterilmiş ve "kırmızılık derecelerini" tahmin etmeleri istenmişti. En kırmızı örneklerden oluşan karakterlerin gruplanarak gösterildiği gönüllüler, karakterlerin gruplanmadan gösterildiği gönüllülere kısayla, grup içindeki karakterleri ton açısmdan birbirlerine olduklarmdan daha yakm, diğer gruptakilerden ise olduklarmdan daha farklı olarak değerlendirmişlerdir.Bir başka araştırmada, araştırmacılar insanlara herhangi bir şehirde 1-30 Haziran arasmdaki ısı değişimi sorulduğunda, değişimi olduğundan daha az tahmin etme eğiliminde ola- caklarmı; fakat eğer 15 Haziran-15 Temmuz aralığmı soracak olursamz, olduğundan daha fazla tahmin etme eğiliminde olacaklarmı ortaya koymuşlardır.4 Günleri yapay bir şekilde aylara bölmek, algımızı çarpıtmaktadır: Aynı ay içindeki iki

günü, iki ay içinde bulunan eşit uzaklıktaki günden, aralarındaki süre aynı olsa bile, birbirlerine daha yakın buluruz.

Bütün bu örneklerde, sınıflandırdığımız zaman, aynı zamanda kutuplaştırırız. Şu ya da bu keyfi nedenle aynı sınıfa konulan şeyler, aslında olduklarmdan daha benzer görünür; öte yandan, başka grupların içinde sınıflandırılan şeyler, aslında olduklarından daha farklı gibi algılanır. Bilinçdışı zihin, muğlak farklılıkları ve zor fark edilen nüansları kolayca anlaşılır farklara dönüştürür. Bilinçdışı zihnin amacı, ilgisiz ayrıntıları yok ederken, önemli olan bilgileri korumaktır. Bu başarıyla yapıldığında, yaşadığımız ortamı sadeleştirmiş ve içinde yol almayı daha kolay ve hızlı bir hale getirmiş oluruz. Ancak uygun olmayan bir biçimde yaptığımızda; algılarımızı, kimi zaman başkalarma ve hatta kendimize zarar verecek şekilde, çarpıtmış oluruz. Örneğin belli bir yerde çalışan doktorları, belli bir firmada çalışan avukatları, belli bir spor kulübünün taraftarlarım yahut belli bir ırktan yahut etnik gruptan olan insanları olduklarından çok daha benzer sayma yanılgısına düşebiliriz.

California'dan bir avukat, kırsal bir bölgedeki bir kutu imalathanesinde çalışan El Salvardolu tek beyaz olmayan işçiyle ilgili bir yazı yazmıştır. Adam terfi ettirilmediği gibi geç kalmayı alışkanhk haline getirdiği ve "gereğinden fazla uysal" olduğu gerekçesiyle işten çıkarılmıştır. Adam aynı şeylerin öbür işçiler için de söylenebileceğini ama onlarm geç kalmasınm dikkat çekmediğini söylemiştir. Konu beyaz işçiler olunca, demiştir adam, işveren bazen aileden birinin hastalanmasınm, çocuklarla ilgili bir sorunun yahut arabanm bozulmasmm işe geç kalmaya sebep olabileceğini anlayışla karşılamaktadır. Fakat kendisi sözkonusu olduğunda, geç kalmasmı otomatik olarak tembelliğine yormaktadır. Kendi yetersizliklerinin abartıldığmı, başarılarınmkilerin ise görmezden gelindiğini söylemiştir. Salvadorlu adamm patronunun, onu "Hispanik" kategorisine koyup davranışlarım bu şablona göre yorumlayarak, bireysel niteliklerinin görmezden gelip gelmediğini asla bilemeyeceğiz. İşveren suçlamayı

kesinlikle reddetmiş, sonra da eklemişti: "Mateo'nun MeksikalI oluşu benim açımdan hiçbir fark yaratmıyordu. Öyle olduğunu doğru düzgün fark etmedim bile."5

Şablon (stereotype) terimi 1794'de Fransız matbaacı Firmin Didot tarafmdan türetilmiştir. Kurabiye kalıbına benzeyen kalıpların elle dizilen metal levhaların kopyasmı çıkartmak amacıyla kullamldığı bir baskı işlemini anlatmak için türetilmişti. Bu kopya levhalar sayesinde, gazete ve kitaplar bir kerede çok sayıda olmak üzere basılabiliyor ve seri üretime olanak sağhyordu. Terim günümüzde kullanıldığı anlamıyla ilk kez Amerikalı gazeteci ve entelektüel Walter Lippmann tarafmdan, 1922 yılında yazdığı Public Opinion/Kamuoyu adlı, mordern demokrasiye ve kamuoyunun demokrasinin işleyişindeki rolüne ilişkin, eleştirel bir analiz olan kitabm- da kullanmıştır. Lippmann, oy verenlerin yüz yüze kaldığı ve gittikçe karmaşıklaşan sorunlarla, insanların bu sorunlara ilişkin görüşlerini nasıl oluşturdukları konularma eğilmişti. Kendisi özellikle kitle iletişim araçları konusunda endişeliydi. Kullandığı sözcükler sanki sınıflandırma psikolojisi konusunda yazılmış güncel bir makaleden alınmış gibidir: "Gerçek çevre bütünüyle aşırı büyük, aşırı karmaşık ve doğrudan tanışıklık kurabilmek için aşırı bir hızlı değişiyor... Ve bu ortamm içinde hareket etmek zorunda olmamıza rağmen, başa çıkabilmek için öncelikle içinde yaşadığımız çevrenin daha basit bir modelini yeniden kurgulamak zorundayız."Bu daha basit modele şablon yahut stereotip demiştir.

Lippmann insanların kullandıkları şablonlarm kültürel etkilerle oluştuğunu anlamıştı. Onun yaşadığı; yaygm olarak dolaşımda olan gazetelerin ve dergilerin yam sıra, yeni bir araç olan filmler aracılığıyla, o zamana kadar mümkün olduğundan çok daha geniş kapsamlı ve yaygm bir şekilde, izleyenlere fikir ve bilgi dağıtıldığı bir çağdı. Bu araçlar, halkın dünyayı daha önce emsali görülmemiş bir çeşitlilikle deneyimlemesine olanak sağlamıştı, ama bu durum ille de daha doğru bir resim oluşturdukları anlamma gelmiyordu. Özellikle filmler, hayatın canlı ve gerçeğe çok benzeyen bir

portresini aktarmakla birlikte; karikatürize edilmiş standart tiplemelerle doluydu. Doğrusu, film endüstrisinin ilk günlerinde, film yapımcıları sokakları dolaşarak filmlerinde oynatacak "karakter oyuncuları", kolaylıkla özdeşleşilebilecek toplumsal tipler ararlardı.

Lipplann'm çağdaşı Hugo Münsterberg'in yazdığı gibi, "Eğer yapımcı, kendinden memnun gülümseyen şişman bir barmene ihtiyaç duyarsa yahut alçakgönüllü bir Yahudi işportacıya ya da İtalyan laternacıya; bunun için peruk ve mak-

Benzedikleri hayvanlara göre sınıflandırılmış insanlar. Ulusal Tıp Müzesi'nin izniyle.

yaja güvenmez, New York'un Doğu Yakası'na gider, kendisini bulurdu." Standart tiplemeler çok yararlı bir simgesel kestirmeler olmalarma rağmen (bir bakışta tanırız), temsil ettikleri kategoriye ait karakter özelliklerini güçlendirir ve abartırlar.

Tarihçi Elizabeth Ewen ve Stuart Ewen'a göre sosyal algı ‘ ile sınırsız sayıda birbirinin tıpkısı nüsha üretmeye yarayan baskı işlemleri arasmdaki benzerliğe dikkat çekmek suretiyle, "Lippmann modernitenin en etkili özelliklerinden birini tanımlamış ve adlandırmışhr."8

Irka, dine, cinsiyete ve ulusa ilişkin sınıflandırmalar basm- da en çok yer bulmasma rağmen, insanları başka şekillerde de smıflandırırız. Muhtemelen hepimizin sporcuları sporcularla, bankerleri bankerlerle aynı kefeye koyduğumuz; bizim ve başkalarının rastladığımız insanları mesleklerine, görünümlerine, etnik kökenlerine, eğitim durumlarma, yaşlarma, saç renklerine ve hatta altlarmdaki arabaya göre kategorize ettiğimiz olmuştur. On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda, bazı bilginler insanları, sayfa 199'da görülen, İtalyan Giambattista della Porta'nm 1586 yılmda yazdığı De humana Physiogno- monia/İnsan Fizyonomisi Hakkmda adlı kitaptan alman resimde görüldüğü gibi, en çok benzedikleri hayvana göre bile smıflandırmışlardır.9

Görünümün kategorize etmede oynadığı rolü gösteren daha güncel bir olay Iowa şehrinin büyük indirim mağaza- larmdan birinde meydana gelmişti. Mağazada; kirli, yamah kot pantolon ve mavi bir işçi gömleği giymiş tıraşsız bir adam ufak bir giyim eşyasmı cebine atmıştı. Reyonda bulunan başka bir müşteri bu yaptığmı görmüştü. Kısa bir süre sonra, bakımlı, ütülü pantolon, spor ceket giymiş ve kravat takmış biri aynı Şeyi yapmış ve ahşveriş etmekte olan başka bir müşteri tarafmdan hırsızlık yaparken görülmüştü. Benzer olaylar o gün tekrar tekrar elli kere daha gerçekleşti ve yakmdaki başka mağazalarda da aynı şey yüz kere daha oldu. Sanki bir hırsızlar ordusu ucuz çorapları ve kötü kravatları çalmak

için şehrin dükkânlarına dadanmıştı. Fakat olay Ulusal Klep- tomanyaklar Günü'yle ilgili değildi; iki sosyal psikolog bir deney yapıyorlardı.10 Sözkonusu mağazaların tam işbirliğini sağlayan araştırmacılarm amacı, suçu işleyenin ait olduğu sosyal kategorinin, suça tamk olanların tutumunu nasıl etkileyeceğini araştırmaktı.

Hırsızlarm tamamı araştırmacılarm suç ortaklarıydılar. Hırsızlığm hemen ardmdan, hırsız tanık müşterinin işitme menzilinin dışma çıkacak ama hâlâ görülebilecek şekilde olay yerinden uzaklaştı. Ardmdan araştırmacılarm bir başka suç ortağı, mağaza çalışanı kılığında müşterinin bulunduğu yerde belirdi ve raflardaki malları düzeltmeye başladı. Bu durum müşteriye suçu kolayca bildirme olanağı veriyordu. Bütün müşteriler aynı davranışı izlemelerine rağmen, aym biçimde tepki göstermediler. İyi giyimli adamı hırsızlık yaparken gören müşteriler, pejmürde giyimle adamı hırsızlık yaparken gören müşterilere kıyasla hırsızlığı çok daha az rapor ettiler. Daha da ilginci müşterilerin olayı mağaza çalışanma bildirirken takmdıkları tavırdı.

Yorumları tamk oldukları olayı çok aşıyordu; hırsıza ilişkin olarak, yaptığı şeyden ziyade ait olduğu sosyal kategori üzerinden bir zihinsel resim oluşturmuşa benziyorlardı. Müşteriler iyi giyimli hırsızı rapor ederken tereddütlü görünüyor; öte yandan hırpani görünümlü hırsızı büyük bir heyecanla, "şu orospu çocuğu bir şeyleri gömleğinin altma tıktı" gibi sözlerle renk katarak haber veriyorlardı. Sanki hırpani adamın görünümü, dükkandan bir şey aşırmanm günahlarınm en hafifi olduğunun bir işareti, en az giysileri kadar kötü karakterinin bir göstergesiymiş gibi davramyorlardı.

İnsanları birey olarak yargıladığımızı düşünmek hoşumuza gider ve kimi zaman başkalarmı kendi benzersiz özelliklerine dayalı olarak değerlendirmek için, bilinçli olarak büyük çaba gösteririz. Çoğu zaman başarılı oluruz. Fakat eğer kişiyi iyi tanımıyorsak, zihnimiz sorulara yanıt bulmak için o kişinin ait olduğu kategoriye başvurur. Daha önce beynin görsel verilerdeki boşlukları nasıl doldurduğunu gördük; örneğin

optik sinirin retinaya bağlandığı kör noktadaki boşlukları telafi ediyordu. Ayrıca, duyduklarımızdaki boşluklarm da (bir öksürüğün "Valiler başkentte toplanmakta olan maiyetleriyle bir araya geldiler" cümlesindeki bir-iki heceyi duyulmaz hale getirmesi örneğinde olduğu gibi) doldurulduğunu gördük. Üstüne zihnimizin, birinin yüzünü yalnızca ana hatlarıy- la hahrlamamıza rağmen, o yüzün canlı ve tam bir resmini oluşturmak için ayrmtıları nasıl ekleyeceğini de görmüştük. Bütün bu durumlarda, bilinçdışı zihnimiz eksik verileri alır, resmi tamamlamak için bağlamı ve başka ipuçlarmı kullanır; bu bilgilere dayalı olarak tahminlerde bulunur ve bazen doğru, bazen doğru olmayan; ama her defasmda ikna edici olan resimler oluşturur. Zihnimiz, insanları yargılarken de boşlukları doldurur ve yargıladığımız insanın üyesi olduğu kategori de bunu yapmak için kullandığımız verilere dahildir.

Sınıflandırmanın yarattığı algısal yanlılığın önyargılarm temelini oluşturduğunu kavramamız büyük ölçüde, çizgi uzunluğuyla ilgili deneyin arkasmdaki beyin olan psikolog Henri Tajfel sayesindedir. Polonyalı bir işadammm oğlu olan Tajfel, eğer kendisi belli' bir kategoriye sokulmamış olsaydı, sosyal psikolog olmak yerine unutulmuş bir kimyacı olurdu. Tajfel Yahudiydi ve bu üniversiteye gitmesine engel olan bir kimlik kategorisiydi; en azmdan o zamanki Polonya'da. Bu nedenle Fransa'ya taşmdı. Orada kimya okudu ama kimyaya karşı bir tutkusu yoktu. Bunun yerine gününü gün etmeyi (yahut bir çalışma arkadaşmm söyleyişiyle "Fransız kültürünün ve Parizyen hayat tarzmın zevkine varmayı") tercih etti. İkinci Dünya Savaşı Başlaymca, tatlı hayat sona erdi ve 1939 Kasım'mda Fransız ordusuna katıldı. Daha da zevksiz olan düştüğü yerdi: Bir Alman Toplama Kampı. Tajfel orada, daha sonra sosyal psikolojide kariyer yapmasma yol açtığım söylediği, sosyal kategorizasyonun en uç biçimleriyle tanıştı.

Almanlar Tajfel'in hangi sosyal gruba ait olduğunu bilmek istiyorlardı. Fransız mıydı? Yoksa Fransız Yahudisi mi? Yoksa başka bir yerden gelmiş bir Yahudi mi? Naziler her ne kadar Yahudileri insandan aşağı görüyor iseler de Yahudi türle-

ri arasında da ayrım yapıyorlardı; tıpkı şarap düşkünlerinin aym tür şarabın farklı yerlerde üretilmiş olanları arasında ayrım yapması gibi. Fransız olmak düşman muamelesi görmek anlamma geliyordu. Fransız Yahudisi olmak hayvan muamelesi görmek. Polonya Yahudisi olmak ise hızlı ve kesin ölüm. Kendisini esir alan Almanlarla kişisel ilişkisinin özellikleri ve niteliği ne olursa olsun, daha sonra kendisinin belirttiği üzere, eğer kimliği ortaya çıkarsa, bu durum bir Polonya Yahudisi olarak sımflandırılmasma neden olacak ve kaderini belirleyecekti.12 Fakat yalan söylemek de tehlikeliydi. Böylece, Tajfel damgalanma menüsünden ara yemeği seçti: İzleyen dört yılı bir Fransız Yahusiymiş gibi yaparak geçirdi.13 1945 yılmda özgürlüğüne kavuştu ve arkası, kendi sözleriyle, şöyle geldi: "Paris'in Orsay Garı'na varan özel bir trenden yüzlerce başka kişiyle birlikte boşaltıldık... (ve çok geçmeden keşfettim ki) Paris'te, ailem dahil, tanıdığım hemen hiç kimse sağ bırakıl- mamıştı."14 Tajfel izleyen altı yılı savaş mültecileriyle, özellikle çocuklar ve ergenlerle çalışarak; kategorik düşünme, şablonlar oluşturma ve önyargı konusunda kafa yorarak geçirdi. Psikolog William Peter Robinson'a göre, günümüzün bu konulara ilişkin teorik anlayışının izi, geriye doğru "neredeyse istisnasız olarak Tajfel'in kuramlarma ve doğrudan araştırma girişimlerine kadar sürülebilir."15

Maalesef, başka öncülerin durumunda olduğu üzere, bu alandaki ilerlemelerin de Tajfel'in kavrayışma ulaşması yıllar aldı. 1980'li yıllarm ortalarma kadar bile, pek çok psikolog, ayrımcılığın genellikle beynin kategorize etmeye yönelik hayati eğilimiyle ilgili önlenemez bilişsel süreçlerden kaynaklanmadığım, daha ziyade bilinçli ve kasıtlı bir davranış olduğunu düşünmek eğilimindeydiler.16 Ancak, 1998 yılmda, Washington Üniversitesi'nden üç kişilik bir araştırma grubu, çoğu kişi tarafmdan bilinçdışı yahut içkin sınıf]andırmanın istisna değil kural olduğuna dair somut kanıtlar içerdiği kabul edilen, bir makale yayımladılar.17 Makalelerinde "îçkin Eşleştirme Testi" yahut İET adım verdikleri bilgisayara uyarlanmış bir araç sunuyorlardı ve bu yöntem günümüzde artık kişinin çeşitli

özellikleri bilinçdışı bir şekilde sosyal kategorilerle ne derece eşleştirdiğini ölçmekte kullanılan standart bir araç haline gelmiştir. İET sosyal bilimcilerin şablon oluşturmaya (stereotip- leştirmeye) bakışlarmda devrim yaratmaya yardımcı oldu.

Yazdıkları makalede, İET öncüleri okuyucularmdan "bir düşünce deneyi yapmalarmı" isterler. Varsaym ki size erkek ve kadm akrabalarınızı ifade eden bir dizi sözcük gösterildi; örneğin "ağabey" yahut "teyze" gibi. Sizden erkek akraba anlamına gelen bir sözcük gördüğünüzde "merhaba", kadm akraba anlamma gelen bir sözcük gördüğünüzde "güle güle" demeniz isteniyor (bilgisayara uyarlanmış çeşidinde soruyu ekranda görür ve cevapları klavyedeki bir tuşa basarak verirsiniz). Burada amaç çok fazla hata yapmadan, mümkün olduğu kadar çabuk cevap vermektir. Bu deneyi yapan çoğu insan, işlemi gayet kolay bulmakta ve hızla ilerleyebilmektedir. İkinci aşamada, araştırmacılar sizden aynı oyunu sürdürmenizi isterler; ancak bu kez akraba ifade eden sözcükler yerine, "Ali" yahut "Ayşe" gibi kadm ve erkek adları kullanmanızı isterler. Seçilen isimler tartışmasız biçimde kadm ya da erkek adıdır ve yine mümkün olduğu kadar hızla ve az hata yaparak deneyi tamamlamanız istenir. Ama durun, bunlar sadece çerez.

Gerçek deney şimdi başlıyor: Birinci aşamada size ya bir isim ya da akraba belirten bir sözcük gösterilir. Erkek adları ve akrabalar için "Merhaba", kadm adları ve akrabalar için "güle güle " demeniz istenir. Bu öncekinden biraz daha karmaşık bir görevdir, fakat yine de çok zor değildir. Burada önemli olan her seçimi yapmak için harcadığmız süredir. Bunu aşağıdaki listeyle deneyin; etrafmızda sizi duyabilecek yakmla- rmızı ürkütmekten korkuyorsanız, "merhaba" ve "güle güle" sözcüklerini içinizden söyleyebilirsiniz (merhaba = erkek adı yahut erkek akraba ifade eden sözcük; güle güle = kadm adı yahut kadm akraba ifade eden sözcük:

Ali, Ayşe, ağabey, kız torun, Betül, kız çocuk, Mehmet, erkek yeğen, Raşit, Levent, erkek çocuk, hala, büyükbaba, Bora, Dilek, baba, anne, erkek torun, Garip, Kübra.

Şimdi ikinci aşama. İkinci aşamada yine bir dizi isim ve akraba ifade eden sözcük vardır ama bu kez bir erkek adı yahut kadm akraba ifade eden sözcük gördüğünüzde "merhaba", bir kadın adı yahut erkek akraba ifade eden sözcük gördüğünüzde "güle güle" diyeceksiniz. Aynı şekilde, burada da önemli olan ayrımı yapmak için harcadığmız süredir. Deneyin, (merhaba = erkek adı yahut kadm akraba; güle güle = kadm adı yahut erkek akraba):

Ali, Ayşe, ağabey, kız torun, Betül, kız çocuk, Mehmet, yeğen, Raşit, Levent, erkek çocuk, hala, büyükbaba, Bora, Dilek, baba, anne, erkek torun, Garip, Kübra.

İkinci aşamada cevaplama süresi tipik olarak birinci aşamada olduğundan çok daha fazladır: Muhtemelen sözcük ba- şma, yarım saniyeye karşılık, saniyenin dörtte üçü kadar daha fazla. Bunun nedenini anlamak için, gelin buna bir sınıflandırma görevi olarak bakalım. Burada dört ayrı kategoriyi dikkate almamz istenmektedir: Erkek adları, erkek akrabalar, kadm adları ve kadm akrabalar. Fakat bunlar bağımsız kategoriler değillerdir. Erkek adları ve erkek akrabalar ilişkili kategorilerdir; her ikisi de erkeği işaret eder. Benzer şekilde kadın adları ve kadm akrabalar da ilişkilidir. Birinci aşamada sizden bu dört kategoriyi bu eşleştirmeye uygun şekilde etiketlemenizi istedim; bütün erkekleri aynı şekilde ve bütün kadmları aynı şekilde. Ama ikinci aşamada, sizden bu eşleştirmeyi dikkate almamamz; erkekler için ad gördüğünüzde bir etiketi, akrabalık belirten sözcük gördüğünüzde diğer etiketi kullanmanızı istedim. Aynı şekilde kadmlara ilişkin sözcükleri de ad ve akrabalık bildirmelerine göre farklı etiketlemenizi istedim. Bu karmaşıktır ve karmaşa zihinsel kaynaklarınızı zorlayarak sizi yavaşlatır.

İET'nin püf noktası budur: Etiketleme zihninizde zaten var olan eşleştirmelere uygun olduğu takdirde, hızlanırsınız; fakat etiketler zihinsel eşleştirmeleriniz arasmda gidip gelmeyi gerektirdiğinde, yavaşlarsımz. Bunun sonucunda, bilim insanları etiketleme yapmamz istenen iki yol arasındaki hız farkmı inceleyerek, hangi özellikleri bir sosyal kategoriyle ne kadar kuvvetle eşleştirdiğinizi inceleyebilirler.

Örneğin, varsaym ki kadm ve erkek akrabaları gösteren sözcükler yerine, size bilim ve sanatla ilgili terimler gösterdi. Eğer zihinsel olarak erkekleri bilimle, kadınları sanatla daha çok ilişkili algılamıyorsamz; erkek adları ve bilim terimleri gördüğünüzde "merhaba", kadm adları ve sanat terimleri gördüğünüzde "güle güle" yahut erkek adları ve sanat terimleri gördüğünüzde "merhaba", kadm adları ve bilim terimleri gördüğünüzde "güle güle" demeniz sorun olmayacaktır. Bir başka deyişle, birinci ve ikinci aşama arasmda fark bulunmayacaktır. Fakat eğer kadınları sanatla, erkekleri bilimle ilişki- lendiren güçlü zihinsel eşleştirmelere sahipseniz (çoğu insa- nm olduğu gibi), egzersiz başlangıçta yaptığımıza erkek ve kadm akrabalar/erkek ve kadm adları egzersizinde olduğu gibi olacak ve birinci aşama ile ikinci aşama arasmda dikkate değer bir fark olacaktır.

Araştırmacılar buna benzer testler uyguladıklarmda aldıkları sonuçlar son derece şaşırtıcı olmuştur. Örneğin, halkm yarışma yakmınm, bunun farkmda olsunlar ya da olmasınlar, erkekleri bilimle ve kadınları da sanatla eşleştirme konusunda kuvvetli yahut orta derecede önyargıları olduğu anlaşılmıştır. Aslma bakılırsa, ÎET sonuçları ile kişisel bildirimler yahut yaklaşıma ilişkin anketlere verilen yamtlar gibi "aşikâr" yahut bilinçli cinsiyet önyargılarının ölçümleri arasında pek az ilinti vardır. Benzer şekilde araştırmacılar deneklere beyaz insan yüzleri ve siyah insan yüzleri ile düşmanca (berbat, başarısızlık, kötü, fena vb.) ve olumlu (barış, neşe, sevgi, mutlu vb.) sözcükler göstermişlerdir. Eğer beyaz yanlısı yahut siyah karşıtı eşleştirmeleriniz varsa; sizden görüntülerle sözcükleri sınıflamanız istendiğinde, olumlu sözcüklerle siyahların

görüntülerini ilişkilendirmeniz istendiğinde ve beyazların görüntüleriyle düşmanca sözcükleri ilişkilendirmeniz istendiğinde bunu yapmanız, siyahlarm görüntüleriyle düşmanca sözcüklerin aynı kutuya gitmesi durumuna kıyasla, daha uzun sürecektir. Bu testi yapan insanlarm yaklaşık olarak yüzde 70'i beyaz yanlısı eşleştirme sergilemektedir ve arala- rmdan pek çoğu bu tür eğilimlere sahip olduklarım öğrendiklerinde (bilinçli olarak) dehşete düşmüşlerdir. ABD'de yapılan İçkin Eşleştirme Testleri'nde siyah insanlarm bile, beyaz yanlısı önyargılara sahip olduklarma ilişkin sonuçlar ortaya çıkıyor. Eğer Siyahlara karşı bu kadar çok olumsuz şablon içeren bir kültürde yaşıyorsamz, aksini beklemek zordur.

Bir başka insana ilişkin değerlendirmeniz size mantıklı ve bilinçli gelebilirse de ağırlıklı olarak otomatik, bilinçdışı süreçlerin ürünüdür; bunlar ventromedyal prefrontal kortekste (VMPK) gerçekleşen türden duygu düzenleyici süreçlerdir. Aslma bakarsanız, VMPK'nm hasar görmesinin, bilinçdışı cinsiyet şablonlarmı ortadan kaldırdığı anlaşılmıştır.18 Walter Lippman'ın fark ettiği gibi içinde yaşadığımız toplum tarafm- dan tanımlanan kategorileri içselleştirmekten kaçınamayız. Bu kategoriler haberlere, televizyon programlarma, filmlere ve kültürümüzün bütün yönlerine sirayet etmiştir. Üstelik, beyinlerimiz her şeyi doğal olarak kategorize ettiğinden, bu kategorilerin temsil ettiği yaklaşımlar üzerinden hareket etmeye eğilirnliyizdir. Fakat şirketinizin yönetim eğitimi derslerine VMPK'nm iptalini katmadan önce, kategorize etme eğiliminin, insanları da kategorize etsek bile, büyük ölçüde bir lütuf olduğunu hatırlayın. Bu eğilimimiz bir otobüs şoförü ile yolcusunu, bir kasiyer ile müşteriyi, bir kayıt memuru ile doktoru, bir başgarson ile garsonu ve etkileşim içinde bulunduğumuz bütün diğer yabancıları, durup düşünmemize ve her birinin rolünü, her karşılaşmamızda bilinçli olarak sil baştan çözümlememize gerek bırakmaksızm olanak sağlar. Burada sorun kategorize etmekten nasıl vazgeçeceğimiz değil; bunu her bir bireyi gerçekte oldukları kişiler olarak gör-

memize engel olacak şekilde insanları kategorize ettiğimiz zamanlarda yaptığımızın farkma varmamızdır.

Psikolojinin öncülerinden Gordon Allport kategorilerin içerdikleri her şeyi aynı "düşünsel ve duygusal tatla" doymuş hale getirdiğini yazmıştır.19 Bunun kanıh olarak da Kanadalı bir sosyal bilimcinin tatil mevsiminde gazetelere ilan veren 100 farklı tatil köyü ve otele rezervasyon talebiyle mektup yazdığı bir deneyi göstermiştir.20 Bilim inşam her tatil köyü ve otele ikişer mektup yollayarak aynı tarihler için rezervasyon yaptırmak istemiştir. Mektubun birini "Bay Lockwood", ötekini "Bay Greenberg" imzasıyla yollamıştır (Greenberg genellikle Yahudiler arasmda yaygm bir soyadıdır çn). Bay Lockwood'un rezervasyon talebi otel ve tatil köylerinin yüzde 95'inden, Bay Greenberg'inki ise yalnızca yüzde 36'sından kabul görmüştür. Bay Greenberg'in reddedilmesinin kendi şahsi özellikleri nedeniyle olmadığı; ait olduğu varsayılan dinsel grupla ilgili olduğu açıkça ortadadır.

İnsanları ait oldukları sosyal kategoriye göre yargılamak öteden beri var olan bir gelenektir; ezilenler için mücadele edenler arasmda bile. Ünlü bir eşitlik taraftarmın şu sözlerini göz önüne alın.

Bizimki, tek arzuları bizi bir karı satm almalarma yetecek bir sürü sahibi olmak ve sonra kalan ömrünü miskinlik içinde, çırılçıplak geçirmek olan Kaffirlerin (siyah Afrikalılar) seviyesine indermeye çalışan Avru- palılarm, bize dayattığı aşağılamaya karşı sürdürdüğümüz aralıksız bir mücadeledir.21

Bu sözler Mahatma Gandhi'ye aittir. Yahut, Time dergisi tarafından "dünyanın yoksulları adma eşitlik mücadelesi vermek için" kendi ülkesini terk eden ve Küba diktatörü Fulgencio Batista'nm devrilmesine yardım eden bir devrimci olarak tarif edilen Che Guevara'nm şu sözlerini düşünün.22 Yoksul ve ezilmiş Kübalılarm bu Marksist savunucusu ABD'deki yoksul siyahlar hakkmda ne düşünüyordu

dersiniz? Şöyle demişti: "Zenciler miskin ve tembeldir; bütün paralarma havailiğe harcarlar; oysa Avrupalı ilerici, düzenli ve zekidir."23 Peki insan haklarının şu ünlü savunucusuna ne demeli:

O halde söyleyeyim ki, o zaman siyah ve beyaz ırklar arasında sosyal ve siyasal eşitlik sağlanması taraftarı değildim ve hiçbir zaman da olmadım... Siyah ve beyazlar arasmda, iki ırkın sosyal ve siyasi eşitlik temelinde birlikte yaşamasma sonsuza kadar engel oluşturduğunu düşündüğüm fiziksel farklar vardır... Ve herkes gibi ben de üstünlüğün beyaz ırkta olmasmdan yanayım.

Bu sözleri de Abraham Lincoln,1858 yılmda, Illinois, Char- lestown'da yapılan bir tartışma esnasmda söylemişti. Kendi zamanı için inanılmaz ilerici biriydi, ama buna rağmen kategorilerin yasal değilse de sosyal olarak sonsuza kadar devam edeceğine inanıyordu. İlerleme kaydettik. Günümüzde, çoğu ülkede ulusal bir siyasi konuma aday ciddi birinin Lincoln gibi konuşmasını hayal edemeyiz yahut kendisini medeni haklardan yana bir aday gibi görmeyiz. Günümüzün kültürü, artık, çoğumuzun başkalarını ait oldukları kategorinin kimliklerine yüklediğimiz karakter özellikleri nedeniyle bir fırsattan kasten yoksun bırakmanın yanlış olduğunu düşüneceği bir noktaya evrilmiştir. Fakat bilinçdışı önyargı meselesinin esaslarını henüz anlamaya başlıyoruz.

Maalesef, bilim bilinçdışı şablonları anlamaya başlamış olsa bile, hukuk henüz bunu yapmamıştır. ABD'de, örneğin, ırk, renk, din, cinsiyet yahut ulusal köken nedeniyle ayrımcılığa uğradığını iddia eden insanlar, yalnızca farklı muamele gördüklerini değil, ayrıca gördükleri muamelenin maksatlı olduğunu kanıtlamak zorundadırlar. Ayrımcılığm çoğu zaman kasti olduğuna şüphe yoktur. Her zaman kadınlara karşı bilinçli olarak ayrımcı davranan ve "Allahm cezası kadınlar, ofiste lanet olası kadınları görmekten nefret ediyorum" dedi-

ği söylenen Utah'lı işveren gibileri var olacaktır.24 Yaptıklarını dile getirmekten çekinmeyen insanların ayrımcılığım tespit etmek görece kolaydır. Bilimin hukuk dünyasma sunduğu mesele bundan öte bir şeydir ve tespit edilmesi daha zor olan mevzu, bunları yapanın kendisinden bile gizli olan ve fark edilmesi zor bilinçdışı ayrımcılık ve bilinçdışı önyargılardır.

Bizler kişisel olarak bilinçdışı önyargılarımızla mücadele edebiliriz; çünkü araştırmalar kategorize etme eğilimimizin bilinçli amaçlarımızca etkilenebileceğini göstermektedir. Eğer önyargılarımızm farkmda olur ve üstesinden gelmek istersek, bunu yapabiliriz. Örneğin, ceza duruşmalarma ilişkin araştırmalar kimi durumlarda insanların dış görünüşleriyle ilgili önyargılarm daima galip geldiğini göstermektedir. Özellikle samğm dış görünüşünün ona isnat edilen suç ve verilmesi önerilen cezaları subliminal olarak etkilediği, uzun zamandır bilinen bir şeydir.25 Fakat daha cazibeli sanıklar, tipik olarak, yalmzca trafik suçları ve üç kâğıtçılık gibi daha hafif suçlar sözkonusu olduğunda daha hafif cezalar almakta; fakat cinayet gibi daha ciddi suçlar sözkonusu olduğunda durum değişmektedir. İnsanları hangi kategoriye koyduğumuzdan çok ciddi şekilde etkilenen bilinçdışı yargılarımız, daima karşımızdaki kişileri bireyler olarak görebilen daha düşünüp taşınan ve çözümlemeye yönelik bilinçli düşüncelerimizle daima rekabet halindedir. Zihnimizin bu iki yanı bir sonuca ulaşmak için uğraşırken, bir inşam genel bir grubun üyesi olarak mı yoksa bir birey olarak mı gördüğümüzün derecesi çok değişik ölçeklerde olabilir. Bu ceza davalarmda olup bittiği anlaşılan şeydir. Ciddi suçlar genellikle sanığm daha uzun ve ayrmtılı olarak incelenmesini içerir, tehlike daha büyüktür ve bunun yarattığı ilave bilinçli odaklanma, cazibe önyargısma ağır basıyor gibi görünmektedir.

Buradan çıkarılacak ahlakı sonuç, eğer bilinçdışı önyargılarımızın üstesinden gelmek istiyorsak, bunun için çaba göstermemiz gerektiğidir. Buna başlamanm iyi bir yolu, yargıladığımız insanlara, cinayetle yargılanmıyor ve bizden yalnızca iş ya da kredi yahut oyumuzu istiyor bile olsalar, onlara daha

yakından ve daha dikkatle bakmaya başlamaktır. Bir kategorinin özel bir üyesine ilişkin kişisel bilgilerimiz kolaylıkla kategoriye ilişkin önyargılarımızm üstesinden gelebilir; fakat daha da önemlisi, zaman içinde o kategorinin mensuplarıyla tekrar tekrar temas etmemiz, toplumun o kategorideki insanlara atfettiği negatif özelliklere karşı panzehir etkisi yapabilir.

Yalanlarda, yaşananlarm önyargılara nasıl baskın çıkabileceği konusunda gözümü açan bir deneyimim oldu. Bu deneyimi annem bir destekli yaşam merkezine taşmdıktan sonra yaşadım. Annemin oradaki arkadaşları genellikle doksan yaş civarmdalar. Bu yaş grubundan bu kadar çok sayıda insanla pek az temasım olduğundan, başlangıçta hepsini birbirine benzetiyordum: Beyaz saç, kambur duruş, yürüteçlere bağlı olmak. Bana sanki bir zamanlar bir işte çalışmışlarsa bile; o iş muhtemelen piramitlerin inşasıdır gibi geliyordu. Onları birer birey gibi değil de sosyal klişelerinin birer temsilcisi gibi görüyor, hepsinin (tabii ki annem hariç) epey durgun kafalı, kıt zekâlı ve unutkan olduklarmı varsayıyordum.

Düşüncelerim bir gün yemek odasmda, annem kuaförün merkeze geldiği öğleden sonraları, saçları yıkansm diye başmı arkaya eğdiğinde, bir ağrı ve baş dönmesi hissettiğini söylediği gün, bir anda değişti. Annemin arkadaşlarmdan biri bunun çok kötü bir belirti olduğunu söyledi. İlk düşüncelerim önem vermemek yönündeydi: Kötü belirti diyerek ne demek istiyor bu kadm? Kötü bir yıldız falı işareti mi? Ama annemin arkadaşı açıklamaya devam etti ve şikayetlerinin tıkalı bir şahdamarınm klasik göstergeleri olduğunu ve bu durumun bir felce yol açabileceğini söyleyerek acilen doktoruyla bu konuyu konuşmasmı önerdi. Annemin arkadaşı sadece doksan yaşmda değildi, ayrıca doktordu. Merkezdeki diğer yaşlıları tanımaya başladıkça, pek çok yeteneklerini öğrendikçe dok- sanlıklarm her birini farklı ve benzersiz, hiç biri piramitlerle ilgili olmayan, çok değişik becerilere sahip bireyler olarak görmeye başladım.

Bireylerle ne kadar çok etkileşim içinde ve onların özel niteliklerinden ne kadar çok haberdar olursak, kategorize etme eğilimimize karşı o kadar cephane kazanmış oluruz; çünkü gruplara atfettiğimiz özellikler yalnızca toplumun varsa- yımlarının değil, aym zamanda kendi deneyimlerimizin de ürünleridir. Bu deneyimden önce ve sonra İET yapmadım ama tahmin ediyorum ki yaşlılara yönelik içkin önyargılarım hayli azaldı.

Bilim insanları 1980'li yıllarda, Londra'da yaşayan, oksipi- tal lobunda felç olmuş, yetmiş yedi yaşmdaki bir dükkâncıyı incelemişlerdi.26 Motor sistemi ve hafızası felçten etkilenmemişti; konuşması ve görme yeteneği yerli yerindeydi. Bilişsel olarak büyük ölçüde normal görünmesine rağmen, bir sorunu vardı. Aynı işlevi gören ama birbirinin tıpkısı olmayan iki nesne gösterildiğinde (iki tren, iki fırça, iki sürahi), aralarmda bağlantı kuramıyordu. Hatta A ve a harflerinin aym anlama geldiğini bile bilemiyordu. Bunun sonucunda, hasta gündelik hayatta, yemek masasmı kurmak türünden basit bir iş yapmaya kalkıştığmda bile, müthiş sıkıntı yaşadığım söylüyordu. Bilim insanları kategorize etme yeteneğimiz olmasaydı, bir tür olarak hayatta kalamayacağımızı söylüyor ama ben biraz daha ileri gideceğim: Bu yeteneğimiz olmasa, birey olarak da hayatta kalmamız da güçtür. Önceki sayfalarda sınıflandırma yapmamızm, diğer pek çok bilinçdışı zihinsel sürecimiz gibi, hem olumlu hem olumsuz yanları olduğunu gördük. Önümüzdeki bölümde, kendimizi kategorize ettiğimiz; kendimizi bazı özelliklerimiz nedeniyle belli başka bireylerle akraba hissettiğimiz zaman neler olduğunu göreceğiz. Bu durum kendi grubumuzun içinde ve dışmdaki insanları görme ve onlara muamele etme biçimimizi nasıl etkiliyor?

SEKİZİNCİ BÖLÜM

İç Grup ve Dış Grup

Bütün gruplar.. .simgeleyici kodları ve inançları olan bir yaşama biçimi geliştirir.

- Gordon Allport

Kamp Oklahoma'm kuzeydoğusundaki sık ormanlık bir alanda, en yakm kasabadan 11 kilometre kadar uzaktaydı. Sık yapraklarla gözlerden gizlenen ve bir çitle çevrili olan kamp, Soyguncular Mağarası denilen bir ulusal parkm ortasmda bulunuyordu. Park, admı bir zamanlar Jesse James tarafm- dan saklanma yeri olarak kullanılmış olmasından alıyordu ve rahatsız edilmemek öncelikli bir ihtiyaç ise, sığmmak için hâlâ ideal bir yerdi (Jesse James:1847-1882 yılları arasında yaşamış meşhur bir Amerikalı soyguncu ve katil, çn). Çevrede, engebeli araziyle birbirlerinin ve yoldan geçenlerinin duyma ve görme menzilinin dışında kalan iki büyük baraka vardı. 1950'li yıllarda, cep telefonları ve internetten önce, bu kamp sakinlerinin tecrit edilmesi için yeterliydi. Baskmın yapıldığı gece, saat on buçukta, bu barakalardan birinin sakinleri yüzlerini ve kollarım çamurla boyadılar ve sonra sessizce ormam geçerek diğer barakaya vardılar. Diğer barakanm sakinleri uyurken, açık kapıdan içeri girdiler. Davetsiz misafirler öfkeli ve intikam peşindeydiler. Hepsi on bir yaşındaydılar.

Bu çocuklar için intikam; sivrisineklere karşı kullanılan cibinlikleri yırtmak, bağırarak aşağılayıcı sözler etmek ve değerli bir kot pantolonu kapmak anlamma geliyordu. Sonra, kurbanları uyanıp kendilerine gelirken, mütecavizler gel-

dikleri hızla kendi barakalarına geri kaçtılar. Niyetleri onları aşağılamaktı, yaralamak değil. İşlerin ters gittiği tipik bir yaz kampmdan başka bir şey değilmiş gibi görünüyor, ama bu kamp farklıydı. Bu oğlan çocukları kavga eder, yemek yer ve konuşurken; planlar yapar ve komplolar kurarken, bir sürü yetişkin gizlici onları gözlüyor ve dinliyor; onlarm bilgisi ve onayı olmadan bütün davramşlarmı inceliyorlardı.

Soyguncular Mağarası'nda o yaz kalan çocuklar öncü ve hırslı (ve günümüz standartlarma göre etik olmayan) bir sosyal psikoloji saha deneyi için o kampta toplanmışlardı.1 Araş- hrmaya ilişkin daha sonraki bir rapora göre, deneye katılacak çocuklar benzerlikleri gözetilerek, özellikle seçilmişlerdi. Bir araşhrmacı bir çocuğu deneye katmaya karar vermeden önce, büyük emek vererek çocuğu oyun parkmda gizlice izlemiş, okul kayıtlarım dikkatle incelemiş ve deneye katmaya öyle karar vermişti. Bütün denekler orta smıftan, Protestan, beyaz ve ortalama zekâya sahip çocuklardı. Hepsi uyumlu çocuklardı ve beşinci smıfı henüz tamamlamışlardı. Hiç biri diğerini tammıyordu. Araştırmacılar bu şekilde iki yüz aday belirledikten sonra, ebeveynlere giderek iyi bir teklifte bulundular. Oğullarmı çok cüzi bir ücret karşılığında üç haftalık bir yaz kursuna gönderebilirlerdi; yeter ki bu süre boyunca çocuklarıyla hiç temasları olmamasmı kabul etsinler. Bu süre boyunca, ebeveynlere söylendiğine göre, araştırmacılar çocukları ve "grup faaliyetleri içindeki etkileşimlerini" izleyeceklerdi.

Ebeveynlerden yirmi iki çift zokayı yuttu. Araştırmacılar çocukları on birer kişilik iki gruba böldüler; her iki grupta yer alan çocuklarm boy, kilo, sporculuk kabiliyeti, popülerlik ve kampta yapacakları çeşitli faaliyetlere ilişkin belli yetenekler bakımmdan dengeli olmasma özellikle dikkat edildi. Gruplar ayrı ayrı bir araya toplandı, diğerinin varlığmdan haberdar edilmedi ve ilk hafta boyunca birbirleriyle temas etmemeleri temin edildi. Bu ilk hafta, Soyguncular Mağarası'nda gerçekte iki ayrı erkek çocuk kampı vardı ve her bir kamptaki çocuklar diğerinin varlığmdan habersizdi.

Kampçı çocuklar beyzbol oynamakla, şarkı söylemekle ve benzeri kamp faaliyetleriyle meşgulken, aslmda araştırma ekibinden olan ve onları izleyerek gizlice notlar alan danışmanları tarafmdan yakmdan izleniyorlardı. Araştırmacılarm ilgilendikleri noktalardan biri, bu iki topluluktaki çocukla- rm birbirlerine bağlı bir grup halinde kaynaşıp kaynaşama- yacakları ve eğer bunu yaparlarsa, nasıl ve neden yapacaklarıydı. Ve kaynaştılar, her grup kendi kimliğini oluşturdu, kendisine bir isim seçti (Çmgıraklı Yılanlar ve Kartallar), bir bayrak yaptı ve diğer grubunkinden farklı "sevilen şarkılar, uygulamalar ve tuhaf kuralları" paylaşmaya başladı. Fakat araştırmanm asıl amacı, grup bir kez kaynaştıktan sonra, yeni bir grubun varlığım nasıl tepki göstereceğini ve bunu neden yapacağım incelemekti. Ve bu nedenle, ilk haftarun sonunda Çmgıraklı Yılanlar ve Kartallar birbirleriyle tanıştırıldı.

Uzak geçmişi ve kıyamet sonrası geleceği anlatan filmler ve romanlar, tecrit edilmiş Homo sapiens gruplarma daima dikkatle yaklaşılması gerektiğini, mensuplarmm size tütsü sunmak yerine, muhtemelen burnunuzu keseceklerini anla- hr. Fizikçi Stephen Hawking bir keresinde bu görüşü destekleyen meşhur bir açıklama yapmış; uzaylılara çay ikram etmektense onlara karşı uyamk olmak gerektiğini savunmuştu, insanın sömürgeci geçmişi de bunu teyit eder gibidir. Bir ülkenin insanları çok farklı kültürden bir başkasmm kıyılarma ne zaman ayak basmışsa, barış getirdiklerini söyleseler bile, silahlarm ateşlenmesi uzun sürmemiştir. Bu deneyde, Çmgı- raklı Yılanlar ve Kartallar kendilerine özgü Kristof Kolomb anlarmı ikinci haftanm başmda yaşamışlardı. Bir gözlemci- danışman her iki gruba ayrı ayrı diğerinin varlığmdan söz etmişti. Gruplarm tepkileri benzer oldu: Haydi onlara spor karşılaşmalarmda meydan okuyalım. Bir süre tartışıldıktan sonra, bir sonraki hafta gerçekleştirilmek üzere, beyzbol maçları, halat çekme yarışları, çadır kurma yarışı ve hazine avı gibi bir dizi faaliyete karar verildi. Kamp danışmanları kazananlar için kupalar, madalyalar ve ödüller temin etmeyi kabul ettiler.

Çıngıraklı Yılanlar ve Kartallar'm kendilerinden önceki sayısız çatışan grubun dinamiklerini göstermeye başlamaları fazla uzun sürmedi. Yarışmalarm ilk gününde, halat yarışmı kaybeden Kartallar barakalarma geri dönerken, top sahasınm kıyısmdaki direğe asılı Çmgıraklı Yılan bayrağma rastladılar. Yenilgi yüzünden sinirli birkaç Kartal direğe tırmanarak bayrağı indirdi. Bayrağı yaktılar ve söndükten sonra kalan kısmı alıp tekrar göndere çektiler. Danışmanlar bayrak yakma işine karışmadan, görev duygusuyla, gizlice not almaya devam ettiler. Sonra da beyzbol ve diğer konularda yarışacaklarmı söyleyerek iki grubun bir sonraki karşılaşmasmı ayarladılar.

Ertesi sabah, kahvaltıdan sonra Çmgıraklı Yılanlar top sahasma götürüldüler ve Kartallar'ı beklerken bayraklarınm yakılmış olduğunu gördüler. Çmgıraklı yılanlar nasıl misilleme yapacaklarmı planlarken araştırmacılar onları seyretti ve Kartallar geldiğinde kızılca kıyamet koptu. Görevliler bir süre izledikten sonra kavgayı bitirmek için müdahale ettiler. Fakat düşmanlık Çmgıraklı Yılanlar'ın ertesi gece Kartallar'ın barakasma baskın yapmasıyla devam etti ve izleyen günlerde de olaylar sürdü. Araştırmacılar birbirleriyle rekabet halinde amaçları olan ama doğaları açısından birbirinden farkları olmayan gruplar kurmakla, aşağılayıcı toplumsal şablonlarm, sahici gruplar arası düşmanlığın ve insanlarda görülen diğer bütün gruplararası çatışmaların ortaya çıkışını ve evrimini gözleyebileceklerini umut etmişlerdi. Hayal kırıklığına uğramadılar. Bugün, Soyguncular Mağarası deneyinde yer alan erkek çocukları emeklilik yaşım geçmiş dürümdalar ama geçirdikleri yazm hikâyesi ve araştırmacılarm olanlara ilişkin çözümlemeleri psikoloji literatüründe hâlâ kaynak gösterilmektedir.

İnsanlar daima gruplar halinde yaşamışlardır. Eğer bir halat yarışında rakip olmak gruplar arasmda düşmanlık yaratmaya yetiyorsa, bir de doyuracak gereğinden fazla boğazı olan ve yemek için gereğinden az fil avlayabilmiş insan grupları arasındaki düşmanlığı hayal edin. Bugün bizler savaşın, en azmdan kısmen, ideolojik sebeplerle yapıldığmı

düşünürüz ama yiyecek ve su ihtiyacı hâlâ en güçlü ideolojidir. Komünizm, demokrasi yahut ırksal üstünlük teorilerinin icadmdan çok önce, komşu insan grupları mevcut kaynakları paylaşmak amacıyla düzenli olarak çatışmış ve hatta karşılıklı toplu kıyımlar yapmışlardır.2 Böylesi bir ortamda, oldukça gelişmiş bir "bize karşı onlar" duygusunun evrimleşmesi, hayatta kalmak için çok önemli olsa gerektir.

Ayrıca, gruplarm kendi içinde de "bize karşı onlar" duygusu vardı; çünkü diğer hominid türlerinde olduğu gibi, tarih öncesi çağlarda yaşayan insanlar da kendi grupları içinde ittifaklar ve koalisyonlar kurarlardı.3 Günümüzün çalışma ortamlarmda ofis politikaları konusunda yetenekli olmak nasıl yararlı ise, yirmi bin yıl önce de grup dinamikleri kimin karnının doyurulacağım belirlemiş ve insan kaynakları bölümü aylaklık edenleri sırtma bir mızrak saplamak suretiyle cezalandırmış olabilir. Dolayısıyla eğer günümüz iş dünyasm- da siyasi ittifakları bildiren işaretleri fark edebilme yeteneği önemli ise, tarih öncesi çağlarda hayati olmalı; çünkü işten çıkarmarun o zamanki karşılığı öldürülmek olabilir.

Bilim insanları, insanlarm kendilerini parçası gibi hissettikleri her türlü grubu "iç grup" ve onları dışarıda bırakan her türlü grubu da "dış grup" olarak adlandırır. Genel olarak kullanılışının aksine, "iç grup" ve "dış grup" terimleri bu teknik anlamlarıyla grup içindekilerin popülerliğine değil, yalmzca biz-onlar ayrımma atıf yapar. Bu önemli bir ayrımdır çünkü parçası olduğumuz gruplarm üyeleri, parçası olmadığımız gruplarm üyeleri hakkmda düşündüklerimiz birbirinden farklıdır ve göreceğimiz gibi kendi grubumuzdan olanlarla olmayanlar karşı farklı davramrız. Ve bunu otomatik olarak yaparız; ister bilinçli olarak gruplar arasmda ayırımcılık yapmaya niyetlenelim, ister niyetlenmemiş olalım. Son bölümde, insanları kategorize etmenin onlara ilişkin değerlendirmelerimizi nasıl etkilediğinden söz ettim. Kendimizi grup içi ve grup dışı kategorilerine koymarun da hayattaki yerimizi nasıl gördüğümüz ve başkalarma nasıl baktığımız üzerinde bir etkisi vardır. İzleyen kısımlarda, kendimizi tanımlamak, "biz"i

başkalarından ayırmak için smıflandırma yaptığımızda neler olacağmı öğreneceğiz.

Hepimiz birden çok grubun mensubuyuzdur. Bunun sonucu olarak da kimlik duygumuz durumdan duruma değişir. Farklı zamanlarda aym insan kendisini bir kadm, bir yönetici, bir Disney çalışan, bir Brezilyalı yahut bir anne olarak algılayabilir; hangi kimliğin öne çıkacağı duruma yahut o sırada kişiye hangisinin kendisini daha iyi hissettireceğine bağlıdır. Duruma göre ait olduğumuz grup kimlikleri arasmda gidip gelmek hepimizin başvurduğu bir hiledir ve dışarıdan iyi görünmemize faydası vardır; çünkü özdeşleştiğimiz iç grup, benlik imgemizin önemli bir bileşenidir. Hem deneysel hem de saha çalışmaları, insanlarm parçası olmayı çok istedikleri iç gruplarla bir aidiyet bağı kurabilmek için çok büyük maddi fedakârlıklar yapabileceklerini göstermektedir.4 Olanaklarım doğru düzgün kullanmasalar bile bir kulübe üye olmak için o kadar para ödemeye razı olmalarınm bir nedeni budur. Bir bilgisayar oyunları şirketi yöneticisi, bir keresinde benimle çok istenen bir iç grup kimliğine sahip olma prestiji için paradan nasıl vazgeçilebileceği konusunda çok önemli bir örnek paylaşmıştı. Kıdemli kadın yapımcılardan biri, bir gün, bir başka yapımcınm terfi ettiğini ve maaşma zam yapıldığmı öğrendikten sonra, ofisine gelmişti. Adam kadına maddi sı- kmtılar nedeniyle kendisine zam yapmasmm bir süre mümkün olmayacağım söylemişti. Fakat kadm çalışma arkadaşı- mn zam aldığmı öğrendikten sonra, kendi maaşma da zam yapılmasmda ısrarlıydı. Yöneticinin durumu zordu, çünkü rekabetin son derece büyük olduğu bir iş kolunda çalışıyorlardı ve başka şirketler iyi yapımcıları kapmak için sürekli arayış içindeydiler; ancak hak eden herkesin maaşım yükseltmesine yetecek olanaklardan yoksundu. Meseleyi bir süre tartıştıktan sonra, çalışamm asıl rahatsız eden şeyin, zam değil, kendisinden daha az kıdemli olan öteki yapımcınm kendisiyle aynı unvam almış olması olduğunu anlamış. Böylece bir uzlaşmaya varmışlar: Kadını terfi ettirecek ve ona hemen yeni bir unvan verecektir ama maaş zammı daha sonra yapı-

lacaktır. Tıpkı kulüp üyeliğinde olduğu gibi, bu yönetici de kadına para karşılığında daha yüksek bir iç grup üyeliği statüsü vermiştir. Reklamcılar bu dinamiklere çok alışıktır. Bu nedenle, örneğin, Apple markası yüz milyonlarca doları Mac iç grubuna mensup olmayı zekâ, incelik ve modaya uygunlukla ve PC iç grubuna mensup olmayı ise bunlarm karşıtı, daha olumsuz niteliklerle ilişkilendirmeyi amaçlayan reklam kampanyalarma yüz milyonlarca dolar harcar.

Bir kez özel bir kulübe, yönetici sıfatma yahut belli bir marka bilgisayar kullananlar grubuna ait olduğumuzu hissettikten sonra, bu grupta bulunan başkalarınm görüşleri düşüncelerimize sızar ve dünyayı algılama biçimimizi etkiler. Psikologlar buna "grup normları" der. Grup normlarmm etkisini en saf haliyle ifade eden, Soyguncular Mağarası çalışma- smı tasarlayan adam olmuştur. Bu adamm adı Muzaffer Şerif (Başoğlu) idi. Lisansüstü eğitim için Amerika'ya göçmüştü ve 1935 yılında, Columbia Üniversitesi'nden doktora derecesi almıştı. Doktora tezi grup normlarmm görme üzerindeki etkisini konu alıyordu. Görmenin nesnel bir süreç sonucu ortaya çıktığım düşünebilirsiniz ama Şerifin çalışmaları grup normlarmm bir ışık noktasmı nasıl algıladığımız gibi temel bir şeyi bile etkileyebileceğini gösterdi.

Zamanmm onlarca yıl ilerisinde olan Şerif, deneklerini karanlık bir odaya koymuş ve bir duvara küçük bir nokta halinde ışık düşürmüştü. Böyle bir durumda, birkaç saniye sonra, ışık noktası oynuyor gibi görünmeye başlar. Ama bu sadece bir yanılsamadır. Bu hareket ediyormuş etkisi, gözün çok küçük hareketlerinin görüntünün retina üzerinde titremesine sebep olması yüzündendir. İkinci Bölüm'de sözünü ettiğim gibi, normal koşullar altmda beyin görüntü alanmdaki bütün nesnelerin eşzamanlı olarak titreştiğini algıladığmda, bu titreşimi düzeltir ve sahneyi hareketsiz olarak algılar. Fakat bir ışık noktası çevresinde başka bir şey olmadan görüldüğü zaman, beyin oyuna gelir ve noktayı hareket ediyormuş gibi algılar. Üstelik, mikyas almacak başka cisimler olmadığm- dan, ışığm ne kadar hareket ettiği geniş ölçüde yoruma açık-

tır. Farklı insanlara ışık noktasının ne kadar hareket ettiğini sorun, birbirinden çok değişik yanıtlar alırsınız.

Şerif ışık noktasını her seferinde üçer kişiye gösterdi ve ışığın hareket edişini her gördüklerinde, ne kadar hareket ettiğini düşünüyorlarsa onu yüksek sesle bildirmelerini istedi. Bu sırada ilginç bir durum ortaya çıktı: Bir grubun içindeki insanların kimileri büyük kimileri küçük, farklı sayılar söylüyor, fakat tahminleri sonunda o üç kişilik grubun "norm"u olan dar bir aralıkta birbirine yaklaşıyordu. Norm gruptan gruba değişmesine rağmen, her bir grubun içinde üyeler, üzerinde tartışmaksızın ve yönlendirilmeksizin, bir norm üzerinde görüş birliğine varıyorlardı. Üstelik, grup üyeleri bir hafta sonra teker teker deneyi tekrarlamak üzere geri çağrıldıklarmda, bu kez kendi başlarma, yine grubun üzerinde görüş birliğine vardığı tahminleri tekrarlıyorlardı. Deneklerin iç gruplarının algısı kendi algıları haline gelmişti.

Kendimizi bir grubun üyesi olarak görmemiz, bütün insanları ya "biz" ya da "onlar" olarak ayırmamıza neden olur. Ailemiz, çalışma arkadaşlarımız, birlikte bisiklete bindiğimiz takım arkadaşlarımız gibi bazı iç gruplarımız, yalnızca şahsen tamdığımız insanları içerir. Kadınlar, Latin kökenliler yahut yaşlılar gibi başka iç gruplar toplumun tanımladığı ve özellikler atfettiği daha geniş gruplardır. Fakat hangi iç gruba ait olursak olalım, tanım gereği, bu grupları bizimle bir tür ortaklığı olan insanlardan oluşmuş gibi algılarız. Bu ortak deneyim yahut kimlik, kaderimizi o grubun kaderiyle birbirine bağlı gibi ve dolayısıyla grubun başarılarım da başarısızlıkla- rmı da kendimizinki gibi görmemize neden olur. O yüzden, iç grup üyelerinin kalbimizde özel bir yere sahip olması doğaldır.

Genel olarak insanlardan hoşlanmıyor olabiliriz, fakat türdeşimiz insanlardan ne kadar az ya da çok hoşlamyor olursak olalım; subliminal kişiliğimiz iç grup mensuplarımızdan daha çok hoşlanmak eğilimindedir. Meslektaşlarmızdan oluşan iç grubunuzu düşünün. Bir araştırmada, bilim insanları deneklerden doktorlar, avukatlar, garsonlar ve berberlerden ne ka-

dar hoşlanıldığını 1-100 arası bir ölçekte değerlendirmelerini istemişlerdi.5 Araştırmanm düğüm noktası deneydeki bütün deneklerin kendilerinin de doktor, avukat, garson yahut berber olmalarıydı. Sonuçlar tutarlıydı: Bu meslek gruplarmdan üçü, diğer meslek gruplarmm hoşlanılma derecelerini 50 civa- rmda değerlendirmişlerdi. Ama kendi mesleklerinden olanlardan hoşlanılma derecesini dikkate değer ölçüde yüksek, 70 civarmda, değerlendirmişlerdi. Tek bir istisna vardı: Hem kendi meslektaşlarmm hem de diğer mesleklerin hoşlanılma derecesini 50 civarmda değerlendiren avukatlar. Bu muhtemelen aklınıza pek çok avukat fıkrası getirecektir, o nedenle benim anlatmama ihtiyaç yok. Ancak, avukatlarm meslektaşlarım tutmamalarmm gerisinde yatan şey bir avukatla bir ya- ym balığı arasmdaki tek farkm, yaym balığmm balık, ötekinin dipte yaşayan bir leş yiyici olmasmdan kaynaklanmayabilir. Araştırmacılarm değerlendirdiği dört meslek grubu içinde yalnızca avukatlar, bildiğiniz gibi, kendi gruplarmdan başkalarıyla düzenli olarak rekabet halindedirler. Dolayısıyla diğer avukatlar bir yandan herhangi bir avukatm iç grubunu oluştururken, öte yandan da potansiyel olarak dış grubundandırlar. Bu anomaliye rağmen, araştırmalar ister din ister ırk ister milliyet ister kullandığımız bilgisayar markası isterse iş yerinde çalıştığımız bölüm temelinde olsun, iç grubumuzda yer alanları tercih etmek yönünde doğal bir eğilimimiz olduğuna işaret ediyor. Araştırmalar ortak grup üyeliğinin, olumsuz kişisel niteliklere bile ağır basabileceğini gösteriyor.6 Bir araştırmacmm söylediği üzere, "birey olarak hoşlanmağımız insanlardan bile grup mensubu olarak hoşlanabiliriz."

Bu keşifin (insanları, onlarla bir şekilde ilişkili olduğumuz için daha hoşlanılası bulmamızm) doğal bir sonucu vardır: Sosyal ve işle ilgili alışverişlerimizde iç grup mensuplarımızı kayırmak eğilimindeyizdir; herkese eşit muamele ettiğimizi sansak bile, onlarm yaptıkları işleri ve ürettiklerini, aksi halde olacağmdan daha olumlu bir tutumla değerlendiririz.Örneğin, bir araştırmada araştırmacılar insanları üçerli gruplara böldüler. Her grup bir başkasıyla eşleştirildi ve sonra

her grup çiftine üç değişik görev verildi: Bir oyuncak setini kullanarak bir sanat eseri yapmak, bir yaşlı bakım evi projesi taslağı çizmek ve okuyana ahlaki bir ders veren sembolik bir masal yazmak. Her görev yerine getirilirken her iki gruptan birer kişi takımından ayrılmış ("katılımcı olmayan" kişi) ve çalışmalara katılmamıştı. Her grup çifti görevini tamamladıktan sonra, kahlımcı olmayanlardan iki grubun çabalarım değerlendirmeleri istenmişti.

Katılımcı olmayanlarm iç gruplarınm ortaya çıkardığı ürünlerde hiçbir katkıları olmadığı gibi; iç gruplar herhangi bir ortak nitelik gözetilerek kurulmuş da değildi. Eğer kah- lımcı olmayan grup mensupları nesnel davranmış olsalardı, o zaman kendi iç gruplarmm ürünlerini tercih ettikleri kadar, dış grubun yaptıklarım da tercih etmeleri beklenirdi. Ama öyle yapmadılar. Tercih kullanmaları gerektiğinde, her üç keresinden ikisinde kendi iç gruplarmm ürettiklerini seçtiler.

İç grup ve dış grup ayrımımn bizi bir başka etkileme biçimi ise, iç grubumuzdan olan kişileri, dış gruplardakilerden daha değişik ve karmaşık kişiler olarak görme eğilimimiz- dir. Örneğin, doktorlar, avukatlar, garsonlar ve berberlerle ilgili araştırmayı yapan bilim insanları, deneklerin hepsine, bu meslek gruplarmdan insanlara ilişkin olarak yarahcılık, esneklik ve başka pek çok nitelik bakımmdan tahminlerde bulunmalarım istemişlerdir. Hepsi de diğer meslek gruplarmdan olan insanları, kendi mesleklerinden olan insanlara kıyasla daha tekdüze bulmuşlardır. Başka araştırmalarda da farklı yaş, milliyet, cinsiyet, ırk ve hatta üniversite öğrencilerinin mensup oldukları farklı gruplar sözkonusu olduğunda bile aynı sonuca ulaşmıştır.8 Bu nedenle, bir grup araşhrma- cmm işaret ettiği üzere, büyük ölçüde beyazlar tarafmdan yönetilen gazetelerde "Siyahlar Orta Doğu Konusunda Ciddi Görüş Ayrılığı İçinde" türünden, sanki Afrika kökenli bütün Amerikalılarm aynı şekilde düşünmüyor olması habermiş gibi, başlıklar atmakta; fakat "Beyazlar Borsa Reformu Konusunda Ciddi Görüş Ayrılığı İçinde" türünden manşetlere hiç rastlanmamaktadır.9

Mensuplarını, birey olarak, daha iyi tanıdığımız iç gruplarımızda daha büyük çeşitlilik algılamamız doğal görünebilir. Örneğin, ben epey teorik fizikçiyi şahsen tanırım ve bana bayağı renkli bir topluluk gibi görünürler. Kimileri piyano müziğinden hoşlanır, kimileri keman. Bazıları Nabokov okur, bazıları Nietzsche. Tamam, belki de o kadar da değişik değildirler. Fakat şimdi de yatırım bankerlerini düşünelim. Tanıdığım pek az yatırım bankeri vardır, fakat teorik fizikçilere göre daha az değişik bir imgeleri vardır: Benim düşünceme göre tamamı Wall Street Journal okur, lüks arabalara biner ve televizyonda ekonomi haberlerini izlemeyi yeğler ve hiç müzik dinlemezler (haberler kötü olmadığı müddetçe ki o zaman haberi atlar ve 500 dolarlık bir şarap açarlar). Burada şaşırtıcı olan, iç grubumuzun dış gruplara kıyasla daha değişik bulmamızm iç grubumuz hakkmda daha fazla bilgiye sahip olmamızla ilgisi olmamasıdır. Aksine, insanları iç gruplar ve dış gruplar olarak smıflandırmak tek başma bu yargıyı tetiklemektedir. Aslma bakılırsa, birazdan göreceğimiz gibi, iç grubumuza ilişkin özel duygularımız, araştırmacılar yabancıları rasgele iç ve dış gruplara böldüğü zaman da sürmektedir. Sezar'ın ölümünün ardmdan kitlelere seslenirken, olaym Shakespeare'in yazdığı şekliyle, "Dostlarım, Romalılar, yurttaşlarım, kulak verin," derken, aslmda şöyle diyordu: "İç grup mensupları, iç grup mensupları, iç grup mensupları kulak verin." Gayet akıllıca bir tutum.

Birkaç yıl önce, Harvard Üniversitesi'nden üç araştırmacı düzinelerle Asya kökenli Amerikalı kadmı Harvard'da zor bir matematik smavma tabi tuttular.10 Fakat smav başlamadan önce, bilim insanları bu kadınlardan kendileri hakkmda birer anket formu doldurmalarım istediler. Bu Asya kökenli Amerikalı kadınlar birbiriyle çelişen iki ayrı iç grubun üyeleriydiler: AsyalIydılar ki bu matematikte başarılı olmakla özdeşleştirilen bir gruptur ve kadmdılar ki bu da matematikte zayıf olmakla özdeşleştirilen bir gruptur. Katılımcılardan bir kısmı kendilerinin, ebeveynlerinin ve onların ebeveynlerinin

hangi dilleri konuştukları ve kaç kuşaktan beni Amerika'da yaşadıkları gibi sorular soran bir anket formu aldı. Bu sorular kadınlarm Asya kökenli Amerikalı kimliklerini tetikleme- ye yönelik olarak tasarlanmıştı. İkinci grup deneklere karma öğrenci yurdu uygulamaları türünden sorular soruyordu ve bu sorular kadm kimliklerini tetiklemeye yönelikti. Üçüncü grup, kontrol grubu ise, telefonlar ve kablolu televizyonlarma ilişkin bir anket formu doldurmuştu. Sınavdan sonra araştırmacılar katılımcılara bir çıkış anketi daha doldurtmuşlardı. Deneklerin bu çıkış anketinde kendilerine ilişkin beyanlarına bakılırsa, başlangıçta cevapladıkları anket matematik yeteneklerini yahut smavı bilinçli olarak değerlendirmeleri üzerinde bir etki yapmamıştı. Buna rağmen, subliminal olarak bir şey onları etkilemişti; çünkü, daha önce kendilerini Asya kökenli Amerikalılar olarak düşünmeye kışkırtılan kadmlar, kontrol grubundakilerden; onlar da kadm kimlikleri tetiklenen gruptan daha iyi sonuç almışlardı sınavdan. îç grup kimliğiniz başkalarım nasıl yargılayacağmızı etkiler; fakat aym zamanda kendinizi nasıl hissedeceğinizi, nasıl davranacağmızı ve hatta kimi zaman ne derece başarılı olacağınızı da etkiler.

Hepimizin ait olduğu çok sayıda iç grup vardır ve tıpkı Asya kökenli Amerikah kadmlarda olduğu gibi, iç grupları- mızm birbirleriyle çelişen normları olabilir. Benim bilgilerime göre, bir kez bunun farkmda vardıktan sonra, bunu kendi lehimize kullanabiliriz. Örneğin, ben arada bir puro içerim ve içtiğim zaman üniversitedeki en yakm arkadaşım, doktora hocam, Albert Einstein ve puro seven bütün teorik fizikçi meslektaşlarımla bir akrabalık hissederim. Fakat puro tüketimimin tehlikeli biçimde kontrolden çıktığım hissettiğim zamanlarda, puro içme isteğimi tütün alışkanlığımı paylaştığım bir başka iç grubu hatırlayarak hemen bastırırım; akciğer sorunlarından çok çeken babamı ve ağız kanseri yüzünden sakatlanan kuzenimi.

îç gruplarımızm birbirleriyle çelişen normları, zaman zaman davramşlarımızda tuhaf çelişkilere neden olur. Örneğin, ABD medyası zaman zaman ulusal parklarda yerlere çöp atıl-

ması ve bir şeylerin aşırılmasını azaltmayı amaçlayan kamu hizmeti ilanları yayımlar. Bu ilanlar genellikle bu tür suçlarm ne kadar tehlikeli bir sıklıkla işlendiğini ilan ederek yerer. Bu tür bir reklamda, geleneksel giysiler içindeki bir Kızılderili çöp dolu bir nehri kanosuyla geçmektedir. Kızılderili çöp içindeki karşı kıyıya geçtiğinde, beyaz bir sürücü nehrin yamndaki yolun kıyısma yanaşır ve çöpleri arabasmdan Kızılderilinin ayağının dibine atar. Reklam burada kesilir ve Kızılderilinin yüzünü yakmdan görürüz: Tek bir gözyaşı damlası yanağm- dan aşağı süzülür. Bu reklam çöp atmaya karşı bir mesajı açık bir şekilde bilinçli zihinlerimize ulaştırır. Fakat aynı zamanda bilindışımıza da bir mesaj iletir: îç grubumuzdan insanlar, o parka gidenler, çöp atmaktadırlar. Peki, hangi mesaj kazanır; etik olan mı, yoksa grup normunu hatırlatan mı? Bu rekla- mm etkisini kimse araştırmış değildir; fakat kamu hizmeti duyurularma ilişkin kontrollü bir araştırmada, sadece çöp atmayı kınayan bir ilanın uygulamada çöp atılmasmm azalmasını sağlarken; "Amerikalılar her zamankinden daha çok çöp üretiyorlar!" gibi bir cümle içeren ilanın çöp atılmasmı artırdığı bulunmuştur.11 İnsanların bu ilandaki "Amerikalılar her zamankinden fazla çöp üreteceklerdir" cümlesini, bilinçli olarak, eleştiri anlamıyla değil de bir emir gibi algıladıkları şüphelidir; fakat çöp atmakla bir grup normu olarak özdeşle- şilmesi yüzünden bu sonuca yol açmıştır.

İlişkili bir başka araştırmada, araştırmacılar Taşlaşmış Orman Milli Parkı'na, ziyaretçilerin çoğunun taşlaşmış ağaç parçalarmı çalmasmı kmayan bir levha koymuşlardı.12 Sık kullanılan bir patikanın üzerine bu levhayı yerleştirmiş ve patika boyunca da gizlice işaretlenmiş taşlaşmış ağaç parçaları yerleştirmişlerdi. Sonra da levhanın nalıs bir etki yapacağım görmek için gözlem yapmışlardı. Bulgularma göre, levha yokken işaretli ağaç parçalarmm yüzde 3 kadarı çalınırken; levha konulduktan sonra bu sayı neredeyse üçe katlanmış ve yüzde 8'e çıkmıştı. Tekrarlayalım, ağaç parçalarmı aşıranla- rm kendi kendilerine Herkes yapıyor, ben niye yapmayayım? dedikleri şüphelidir. Fakat anlaşıldığma göre mesaj bilinçdışı

bir şekilde alınmıştır. Araştırmacılar istenmeyen sosyal normları kmayan ama aym zamanda altım çizen mesajlarm yaygm olduğuna ve amaca ters düşen sonuçlara yol açtığma dikkat çekiyorlar. Dolayısıyla, üniversite yönetimleri "Unutmayın! Kampusta yaygm içki âlemlerini azaltmalısımz!" diyerek öğrencileri ikaz ettiğini düşünse bile, asıl etki yapan mesaj Unut- maym! îçki âlemleri kampusta yaygındır! olabilir. Çocukken, yaptıklarımı haklı çıkarmak için arkadaşlarımm yaptıklarım örnek gösterdiğimde; örneğin Pazar günü sinagoga gitmek yerine beyzbol oynamak istediğimde, annem şöyle derdi: "Demek ki Joey kendini bir volkamn içine atsa, sen de öyle yapacaksm öyle mi?" Şimdi, aradan on yıllar geçtikten soma, anlıyorum ki şöyle demem gerekirmiş: "Evet anne. Araştırmalara bakılırsa, öyle yaparmışım."

Bilinçli olarak buna niyet edelim ya da etmeyelim, iç gruplarımız ve dış gruplarımıza farklı muamele ettiğimizi söylemiştim. Yıllar boyunca, meraklı psikologlar bir insanın bir iç grupla akrabalık hissetmesi için asgari ne gerektiğini belirleyebilmek amacıyla çalışmışlardır. Bulgular herhangi bir asgari gereklilik bulunmadığım göstermektedir. Mensubu olduğunuz grubun üyeleriyle herhangi bir tutum yahut özelliğinizi paylaşmamza gerek olmadığı gibi, onlarla karşılaşmış olmanız bile şart değildir. O gruba ait olduğunuzu bilmek, tek başma, grup bağlılığım tetiklemeye yetmektedir.

Bir araştırmada, araşhrmacılar deneklere İsviçreli ressam Paul Klee ve Rus ressam Wassily Kandisky'nin eserlerini göstermiş ve hangisini beğendiklerini sormuşlardı.13 Soma denekleri Klee yahut Kandinsky hayram olarak etiketlemişti. Her iki ressamm birbirlerinden apayrı tarzları vardır; fakat deneklerin yirminci yüzyıl başı avangart Avrupa ressamları konusunda uzmanlaşmış fanatik sanat tarihçileri olmaması halinde, kendileriyle aym görüşü paylaşan diğer insanlara karşı herhangi bir sıcaklık hissetmeleri için bir gerekçe yoktur. İnsanlarm büyük çoğunluğu için, tutku ölçeğinde,

Klee'ye karşılık Kandinsky, Brezilya'ya karşı Arjantin yahut kürk mantoya karşı kumaş manto gibi bir durum değildir.

Deneklerini etiketledikten sonra, araştırmacılar tuhaf görünebilecek bir şey yaphlar. Yaptıkları şey, esas itibarıyla, deneklere bir deste para vermek ve uygun gördükleri biçimde katılımcılar arasmda dağıtmalarmı istemekti. Dağıtım işlemi gizliydi. Deneklerden hiç biri daha önceden ötekini tanımıyordu yahut deney süresince görmüş değildi. Buna rağmen, para dağıhrken, denekler kendi iç gruplarmdakileri, aym etiketi paylaştıkları kişileri kayırdılar.

Çok sayıda araşhrma benzer sonuçlara ulaşmıştır ve grup temelli sosyal kimliğimizin onlara karşı ayrımcılık yapmamıza neden olacak kadar güçlü olduğunu göstermiştir; isterse onları bizden ayıran şey yazı-tura atmak olsun. Evet, doğru: Bir grupla en sudan sebeplerle özdeşleşmekle kalmayız, ayrıca grup üyelerini de farklı görürüz; grup üyeliği konuyla ilgili yahut anlamlı herhangi bir niteliğe dayanmasa bile. Bu yalnızca kişisel yaşamlarımızda önemli değildir; ayrıca kurumlan da etkiler. Örneğin, şirketler çalışanlarmm iç grup kimliklerini güçlendirmek suretiyle yarar sağlayabilir; bu aidiyet duygusu ayrı bir şirket kültürünü yaratmak ve öne çıkarmakla başarılabilir, tıpkı Disney, Apple ve Google şirketleri tarafmdan yapıldığı gibi. Öte yandan, bir şirketin iç bölümleri yahut şubelerinin güçlü grup kimlikleri geliştirmeleri riskli olabilir; çünkü bu iç grup kayırmaları ve dış grup ayrımcılıklarma neden olabilir ve araştırmalar, çatışmalarm gruplar arasmda kişiler arasmda olduğundan çok daha kolayca patlayabildiğim göstermektedir.14 Fakat bir şirketin içinde herhangi türden paylaşılan bir kimlik ister olsun ister olma- sm, pek çok şirket müşterileri arasmda bir grup kimliği yaratmak amacıyla reklam yapmayı etkili bulmaktadır. Bu nedenle Apple bilgisayar mı yoksa başka markalardan bilgisayar mı, Mercedes marka otomobil mi yoksa BMW yahut Cadillac mı kullandığmız, sadece bilgisayar yahut araba kulübü meselesi değildir: Biz insanlar bu tür smıflamalara hak ettiklerinden çok daha kapsamlı alanlarda anlamlılarmış gibi davramrız.

Köpek sevenlere karşı kedi sevenler. Az pişmiş et sevenlere karşı orta pişmiş et sevenler. Toz deterjana karşı sıvı deterjan. Bunlar gibi önemsiz ayırımlardan bile, genel çıkarsamalarda bulunuyor muyuz gerçekten? Çizgi uzunluğu deneyini yapan Herri TajfeTin icat ettiği klasik deneysel örneği, Klee/ Kandisky araştırması ve benzeri düzinelerce başka araştırma takip etmiştir.15 Klee/Kandinsky örneğinde denekler iki gruptan birine konulmuştur. Kendilerine grup görevinin diğer grup mensuplarıyla paylaştıkları bir şeye dayanılarak hazırlandığı söylenmiştir ama nesnel konuşmak gerekirse, bu şey, grupla bağ kurmayı sağlamak açısından Klee yahut Kandinsky'yi tercih etmek yahut bir ekranda hızla belirip kaybolan noktalarm sayısmı olduğundan çok ya da az tahmin etmek gibi bir hayli anlamsız bir şeydi.

Daha önce sözünü ettiğim araşhrmada, Tajfel deneklerin deneyde birlikte yer aldıkları diğer deneklere ödül vermesine izin vermişti. Kesin konuşmak gerekirse, deneklere daha sonra paraya dönüştürülecek puanlar vermişti. Denekler puan verdikleri diğer insanların kimliklerinden habersizdiler. Fakat bu insanların hangi gruba ait olduklarmı biliyorlardı. Taj- fel'in ilk çalışmasında, puanlarm dağıtımı biraz karmaşıktı ama deneyin püf noktası bunun yapılma biçimiydi, bu nedenle anlatmaya değer.

Deneyin onlarca aşaması vardı. Her aşamada bir denek (ödül veren) elindeki puanları diğer denekler (alıcılar) arasm- da nasıl dağıtacağı konusunda bir tercih yapmak zorundaydı ve söylediğim gibi alıcıların kim olduklarmı ödül verenler bilmiyorlardı. Bazen her iki alıcı da ödül verenle aynı gruptan yahut başka gruptan; bazen de alıcılarm biri ödül verenle aynı gruptan, diğeri başka gruptandı.

Burada önemli olan, ödül verenlere önerilen seçeneklerin sıfır toplamlı bir oyun olmayışı idi. Başka bir deyişle, sadece belli bir miktardaki puanı nasıl dağıtacaklarma karar vermiyorlardı. Aksine önerilen seçenekler değişen puan toplamlarına ekleniyordu ve puanların iki alıcı arasında dağıtımı da farklı biçimlerde yapılıyordu. Her aşamada, ödül veren puan

dağıtmak için önerilen bir düzine alternatif yoldan birini seçerek dağıtıyordu puanları. Eğer ödül veren hiçbir iç grup kayırmacılığı hissetmiyorsa, makul davranış iki alıcıya en fazla puan vermeye olanak sağlayan yolu seçmek olurdu. Fakat ödül verenler bunu yalnızca bir durumda yaptılar: Puanları kendi iç gruplarma mensup iki kişi arasmda dağıttıkları zaman. Dış grup mensuplarma puan dağıtırken, daha az puan vermeye sebep olan seçenekleri yeğlediler. Asıl şaşırtıcı olan ise, ne zaman bir iç grup üyesi ve bir dış grup üyesine puan vermeleri gerekse, iki grup mensubuna verdikleri puan miktarı arasmdaki farkı en fazla yapan seçimleri yapmak eğilimi göstermeleri oldu; isterse bu tercih kendi gruplarmdan olan kişiye daha az puan verilmesine sebep olsun.

Evet, doğru: Genel bir eğilim olarak, onlarca ayrı ödül ka- rarmda, denekler kendi gruplarının aldığı ödül miktarmı en yükseğe çıkarmaya değil; kendi gruplarmm aldığı ödül miktarıyla dış grubun aldığı ödül miktarı arasmdaki farkı en fazla kılmaya çabalamışlardır. Unutmaym; bu deney farklı yaş gruplarmdan, farklı uluslardan insanlarla defalarca yinelenmiş ve hepsinde aym sonuç çıkmıştır: Bizler kendimizi diğerlerinden farklı (ve üstün) hissetmeye eğilimliyizdir; üstünlük duygumuz ne kadar sudan sebeplerden kaynaklamrsa kay- naklansm ve bu durum ne kadar kendi kendimizi de kösteklememize neden olursa olsun.

Grup ayrımlarmm sebepleri belirsiz yahut anlamsız olduğu ve hatta grup mensuplarmm aleyhine bile sonuç verdiği hallerde bile; insanlar, açık bir şekilde, herkesin en yararma olacak şekilde değil, iç gruplarmdan olan insanlara iltimas geçecek şekilde davranmaktadırlar. Fakat bu durum bizi sosyal ayrımcılığın asla bitmediği bir dünyada yaşamaya mahkûm etmiyor. Tıpkı bilinçdışı şablonlar gibi, bilinçdışı ayrımcılığm da üstesinden gelinebilir; bunları ortadan kaldırmak sandığımızdan daha kolaydır. Soyguncular mağarası deneyinde, Şerif Kartallar ve Çmgıraklı Yılanlar arasmda yalnızca temas olmasınm iki grubun birbirine yönelik olumsuz yaklaşımım etkilemediğini gözlemlemişti. Fakat başka bir taktik olumsuz

tutumlarda değişime yol açtı: Her iki grubun ancak birlikte çalışarak üstesinden gelebilecekleri bir dizi sorun yarattı.

Bu senaryolardan birinde. Şerif kampm suyunun kesilmesini sağladı. Sorunu açıkladı, sebebinin bilinmediğini söyledi ve yirmi iki gönüllüden su tesisatım kontrol etmek için yardım istedi. Gerçekte ise, araştırmacılar bir vanayı kapatmış ve üzerine iki koca kaya koymuşlar ve ayrıca bir musluğu tıkamışlardı. Çocuklar hep birlikte bir saat kadar uğraşarak sorunları buldular ve çözdüler. Bir başka senaryoda, Şerif güya kampa yiyecek getirecek olan bir kamyonetin çalışmamasmı sağlamıştı. Kamyoneti kullanan personel "uğraşıp ter dökmüş", gittikçe daha fazla çocuk olanları izlemek için etrafma toplamrken, kamyonetten olmadık sesler çıkartmıştı. En sonunda çocuklar eğer kamyoneti hareket ettirebilirlerse, şoförün motoru çalıştırabileceğini anlamışlardı. Fakat kamyonet bir yokuşa park edilmişti. Böylece her iki gruptan yirmi çocuk bir halat bağlayarak kamyoneti motor çalışmcaya kadar çekmişlerdi. .

Gruplara ortak amaçlar veren ve işbirliğine dayalı gruplar arası etkileşim gerektiren bunlar ve pek çok başka senaryo, araştırmacılarm gözlemlerine göre, gruplar arası çatışmalarda keskin bir azalmaya neden olmuştu. Şerif şöyle yazmıştı, "Gruplar arası etkileşimdeki davranış kalıplarmda gözlenen değişim çok çarpıcıydı."16 Irk, etnik köken, smıf, cinsiyet yahut din gibi geleneksel olarak tammlanmış farklı iç gruplarda yer alan insanlar birlikte çalışmayı ne kadar yararlı bulurlarsa, birbirlerine karşı o kadar az ayrımcılık yapacaklardır.17

New York şehrinde, Dünya Ticaret Merkezi'nin yakmlarm- da oturan biri olarak, 11 Eylül 2001'i ve izleyen ayları şahsen yaşadım. New York'un farklı ırklardan ve kökenlerden insanlarm kaynaştığı bir pota olduğu söylenirse de potaya atılan farklı unsurlar pek kaynaşmaz hatta kimi zaman karışmazlar bile. Şehir belki de birbirine karışmayan ve zaman zaman bu aralarmda bariz çatışmalar çıkan farklı malzemelerden (bankerler ve fırıncılar, gençler ve yaşlılar, siyahlar ve beyazlar, zenginler ve yoksullar) yapılmış bir türlüye benzetilebilir. O

Eylül günü saat 8.45'de Dünya Ticaret Merkezi'nin kuzey kulesinin altında göçmen işportacılar, takım elbiseli Wall Street tipleri ve geleneksel giysileri içindeki Ortodoks Yahudilerden oluşan canlı bir kalabalığm içinde dikilirken, şehrin smıfsal ve etnik çeşitliliği fazlasıyla ortadaydı. Fakat 8.46'da, ilk uçak kuzey kulesini vurduğunda ve kaos patladığmda, yanan molozlar üzerimize dökülmeye başladığmda ve yukarımızda o korkunç ölümler gerçekleşmeye başladığmda; güzel ve mucizevi bir şey daha meydana geldi. Bütün ayrımlar ortadan kalktı adeta ve insanlar, kim olduğuna aldırmaksızın, baş- kalarma yardım etmeye başladılar. En azmdan birkaç ay boyunca, hepimiz ilkin New Yorkluyduk. Binlerce kişi ölmüş ve çeşitli meslekler, ırklar ve ekonomik statüden insan, iş yerleri kapandığı için ansızın evsiz ve işsiz kalmıştı; milyonlarcamız, içimizden birilerinin yaşadığı acılar karşısmda dehşete kapılmış, her çeşitten New Yorklular olarak daha önce hiç tecrübe etmediğimiz bir şekilde elbirliğiyle çalışmaya başlamıştık. Koca koca binalar yanmaya devam ederken, tahribatın yıpratıcı kokusu soluduğumuz havayı doldururken ve kayıplarm fotoğraflarmm olduğu ilanlar duvarlardan, sokak lambaları- nm direklerinden, metro istasyonlarından ve bahçe çitlerinden bize bakarken, biz de daha önce benzeri görülmemiş bir şekilde, birbirimize irili ufaklı konularda büyük bir iyi niyetle yardım ediyorduk. İnsanın sosyal doğasmm en iyi haliyle ortaya çıktığı bir zamandı bu; insanm grup içgüdüsünün olumlu sağaltıcı gücünün en canlı dışavurumuydu.

DOKUZUNCU BÖLÜM

Duygular

Her birimizin, sürekli olarak, bilinçdışı bir şekilde tarafımızdan, aracılığımızla ve içimizde kurgusu sürüp giden bambaşka birer hikâyemiz vardır.

- Oliver Sacks

Chris Costner Seizemore adında, yirmi beş yaşmdaki bir kadm 1950'lerin başında, şiddetli ve kör edici baş ağrıları şikâyetiyle genç bir psikiyatra başvurdu.1 Bu ağrılarm ardmdan kimi zaman hafıza kayıplarınm geldiğini söylüyordu. Seizemore kötü bir evliliği olan, normal bir genç anne gibi görünüyordu ama önemli psikolojik sorunları yoktu. Doktoru daha sonra kendisini ağırbaşlı ve kontrollü, ihtiyatlı ve titizlikle dürüst diye tanımlamıştı. Kadm ve doktoru pek çok duygusal sorunu tartışmışlar ama izleyen birkaç ay boyunca Sizemore'un gerçekten de bilincini yitirdiğine yahut herhangi ciddi bir akıl sağlığı sorunu olduğuna işaret eden hiçbir şey ortaya çıkmamıştı. Ne de ailesi herhangi olağandışı bir olaydan haberdardı. Derken, bir gün terapi esnasmda, anlaşıldığı kadarıyla bir yolculuğa çıktığım ama bunu hiç hatırlamadığım söyledi. Doktoru kadım hipnotize etti ve unutkanlık ortadan kalkh. Günler sonra doktor imzasız bir mektup aldı. Doktor üzerindeki damgadan ve tamdık yazı stilinden, mektubun Sizemo- re'dan geldiğini anladı. Sizemore, mektupta hafızasım geri kazandığı için rahatsız olduğunu; her şeyi doğru hatırladı- ğmdan emin olamadığım ve yeniden aynı hafıza kayıplarmı

yaşayacağından endişe ettiğini yazıyordu. Mektubun altında farklı bir el yazısıyla çırpıştırılmış, okunaksız bir cümle daha vardı.

Bir sonraki gelişinde Sizemore mektubu gönderdiğini kabul etmedi; bir mektuba başladığmı hatırlıyordu ama kesinlikle bitirmemişti. Derken stres ve sıkmtı belirtileri sergilemeye başladı. Birden, çok utanarak, hayali sesler duymanm deli olduğu anlamma gelip gelmeyeceğini sordu. Terapist bunu düşünürken, Sizemore duruşunu değiştirdi, bacak bacak üstüne attı ve daha önce kendisinde hiç görülmemiş "çocukça gözüpek bir havaya" büründü. Doktoru daha sonra olanları şöyle tarif edecekti: "Tavrmd a, jestlerinde, duruşunda, reflekslerindeki nüanslarda yahut içgüdüsel tepkilerinde; bakışında, kaşım kaldırışmda ve göz hareketlerindeki bin küçük değişim, karşımdakinin bir başka kadm olabileceğine işaret ediyordu." Ardmdan, bu "diğer kadm" Chris Sizemore'dan ve sorunlarmdan üçüncü tekil şahıs kullanarak, kadmdan her söz edişinde "O" diyerek bahsetmeye başladı.

Adı sorulduğunda Sizemore başka bir isim söyledi. Şimdi bir anda bir adı olan bu kişi, söylediğine göre, yarım bırakılmış mektubu bulmuş, bir cümle eklemiş ve yollamıştı. İzleyen aylar boyunca, Sizemore'un doktoru her iki kişiliğini takmdığı zamanlarda kadma psikolojik kişilik testleri uyguladı. Testleri, aym kişi tarafmdan doldurulduğunu belirtmek- sizin, bağımsız araştırmacılara gösterdi.2 Testleri inceleyen araştırmacılar her iki kadmm son derece farklı kimlik algıları olduğu sonucuna vardılar. Başlangıçta terapiye gelen kadm kendisini edilgin, zayıf ve kötü hissediyordu. Kendisini etkin, güçlü ve iyi hisseden öteki yarısmın varlığmdan bihaberdi. Sizemore sonunda tedavi edildi. Tedavisi on sekiz yıl sürdü.3

Chris Sizemore'unki çok uç bir vakaydı ama hepimizin birden fazla kişiliği vardır. Yalmzca elli yaşımızda otuz ya- şımızdayken olduğumuzdan daha farklı biri olmakla kalmayız; aynı zamanda gün içinde, koşullara, içinde bulunduğumuz toplumsal ortama ve hormon seviyemize göre de başka başka insanlar oluruz. Moralimiz iyiyken başka, kötüyken

başka türlü davranırız. Patronumuzla yemek yerken başka, yönetimimiz altında çalışanlarla yemek yerken başka davranırız. Araştırmalar insanlarm mutlu bir film gördükten sonra farklı ahlaki kararlar verdiklerini4; kadmların yumurtlama dönemindeyken daha açık giyindiklerini, cinsel açıdan daha rekabetçi davrandıklarım ve cinsel açıdan rekabetçi erkekleri daha çok tercih ettiklerini göstermektedir.5 Karakterimiz sili- nemez bir şekilde üzerimize damgalanmış değildir; dinamik ve değişkendir. Ve içkin önyargılara ilişkin araştırmalarm ortaya çıkardığı üzere, aym anda iki farklı kişi bile olabiliriz: Siyahlara (yahut yaşlılara, şişmanlara, eşcinsellere yahut Er- menilere) karşı olumsuz düşünceler barmdıran "ben" ve önyargılı olmaktan tiksinen bilinçli "ben". <

Buna rağmen, psikologlar geleneksel olarak bir insanm duygularınm ve davranışlarmm o kişinin karakterinin özünü oluşturan sabit özellikleri yansıttığmı varsayarlar. Psikologlar insanlarm kim olduklarım bildiklerini ve buna uygun şekilde, bilinçli olarak düşünüp taşmarak hareket ettiklerini kabul ediyorlardı.6 Bu model öylesine ilgi çekmişti ki, 1960'11 yıllarda bir araştırmacı, psikologlarm masraflı ve çok zaman alan deneyler yapmaktansa, insanlarm çıkarlarmı ilgilendiren belli koşullar altmda nasıl davranacaklarmı öngörmelerini doğrudan kendilerine sorarak güvenilir bilgi toplamalarım önermişti.7 Neden olmasm? Klinik psikoterapi büyük ölçüde aynı anlama gelen bir düşünceye dayanır: Yoğun ve tedavi edici bir şekilde kılavuzluk edilmiş derin iç gözlemler yaparak; duygularımızı, yaklaşımlarımızı ve gerekçelerimizi öğrenebileceğimizi varsayar.

Fakat aynı soyadım taşıyan kişilerin evlenmesini ve söylenmesi zor adları olan şirketlerin hisselerinin halka arzmda hisselerinin gereğinden az değer görmesini hatırlaym. Ne soyadı Brown olanlar aym soyadmı taşıyan bir eş bulmak üzere, bilinçli olarak yola çıkmıştır ne de profesyonel yatırımcılar yeni bir şirketin adımn hangi kolaylıkla telaffuz edilebildiğinin kendilerini etkilediğini düşünürler. Subliminal süreçlerin doğası gereği, yalnızca duygularımızm kökeni çoğu kez bi-

zim için de bir sır olmakla kalmaz, ayrıca duygularımız da öyledir. Hissettiğimizin farkmda bile olmadığımız şeyler hissederiz. Bize duygularımız hakkında soru sorulması değerli olabilir; fakat en derin kimi duygularımız, ne kadar derin iç gözlemler yaparsak yapalım, kendilerini ele vermez. Bunun yüzden de psikolojinin geleneksel varsayımlarının çoğu geçerli değildir.

"Yıllar boyunca psikoterapi gördüm" demişti ünlü bir bilim insanı bana, "belli davranışlarda neden bulunduğumu anlamaya çalıştım. Duygularım, motivasyonlarım hakkmda düşündüm. Terapistimle bunlar hakkmda konuştum ve en sonunda anlamlı, beni tatmin eden bir hikâye ortaya çıkardım. İnanabileceğim bir hikâyeye ihtiyacım var, ama acaba hikâye doğru mu? Muhtemelen değil. Asıl gerçek, beynimin talamus, hipotalamus ve amigdala gibi yapılarınm içinde ve istediğim kadar iç gözlem yapayım, oralara bilinçli bir şekilde ulaşmam sözkonusu değil." Eğer kim olduğumuza ve böyle- ce çeşitli koşullar altmda nasıl davranacağımıza ilişkin geçerli bir anlayışımız varsa, kararlarımızm ve davranışlarımızm sebeplerini anlamamız gerekir ve (daha da önemlisi) duygularımızı ve nereden kaynaklandıklarım bilmemiz gerek. Duygularımız nereden gelir?

Gelin basit bir şeyle başlayalım: Acı hissetmekle. Duyusal ve duygusal acı hissi farklı sinirsel sinyallerden ortaya çıkar ve hayatımızda gayet iyi tanımlanmış belli rolleri vardır. Acı hissi şu kızgın kızartma tavasma yere bırakmanızı sağlar, çekiçle parmağmıza vurduğunuz için canınızı yakar ve altı değişik tek malt viskisi markasınm tadma bakacaksanız, her birinden birer duble içmemeniz gerektiği konusunda sizi uyarır. Birlikte şarap içmek için sizi dün gece bir bara götüren şu mali analiste karşı ne hissettiğinizi daha anlayamadan, bir arkadaşmızın sizi çekip oradan çıkarması gerekebilir, fakat zonklayarak ağrıyan başınızm farkma varmak için kimsenin yardımına ihtiyaç duymazsınız. Ama yine de kamtlanmış

meşhur plasebo etkisi nedeniyle, durum bu kadar basit değildir.

Plasebo etkisi denilince, aklımza etkisiz şeker haplarmın da, orta şiddette bir baş ağrısı üzerinde ağrı kesici bir hap kadar iyi sonuç vermesi gelebilir; yeter ki şeker hapı alırken ağrı kesici almış olduğumuza inanalım. Fakat plasebo etkisi bundan çok daha güçlü olabilir. Örneğin angina pektoris kalp duva- rmdaki kaslara yetersiz kan gitmesinden kaynaklanan kronik bir hastalıktır ve genellikle büyük acı verir. Eğer bu hastalığa yakalanmışsanız ve hareket etmeye teşebbüs ederseniz (bu hareket sadece çalan kapıyı açmaya gitmek de olabilir) kalp kaslarmızdaki sinirler bir "motor arıza" sensörü gibi davranacaklardır: Omuriliğiniz aracılığıyla beyninize dolaşım sisteminizden uygunsuz taleplerde bulunulduğu uyarışım yollayacaklardır. Sonuç şiddetli bir ağrı, göz ardı edilmesi zor bir uyarı ışığı olabilir. 1950'li yıllarda, şiddetli göğüs ağrısı çeken angina hastalarınm göğüs boşluğundaki belli atardamarları bağlamak, hastalığın tedavisi için cerrahlarm yaygın olarak başvurduğu bir ameliyattı. Bunun çevredeki kalp kaslarmda yeni kanallarm açılmasma ve dolaşınun iyileşmesine katkısı olacağı düşünülürdü. Ameliyat çok sayıda hastada başarıyla uygulanmıştı. Yine de bir terslik vardı: Öldükten sonra bu hastalarm kadavralarım inceleyen patologlar, oluşması beklenen yeni kan damarlarma rastlamamışlardı.

Anlaşılan ameliyat hastanm yaşadığı sıkıntıları azaltmayı başarmış, ama bu sıkmtılarm kaynağım çözümlemekte başarısız olmuştu. 1958 yılmda, meraklı kalp cerrahları, günümüzde etik gerekçelerle izin verilmeyecek bir deney yapmışlardı: Sahte ameliyatlar yapmışlardı. Beş hastanm tenini, sözkonusu damarları açmak amacıyla kesmişler, ama sonra damarları bağlamadan olduğu gibi geri dikmişlerdi. Ayrıca on üç hastalık bir başka grubu, gerçekten ameliyat etmişlerdi. Cerrahlar ne hastalara, hastalara bakan kalp doktorlarma hangi hastalarm gerçekten ameliyat edildiğini söylemediler. Gerçekten ameliyat edilen hastalarm yüzde 76'smm göğüs ağrılarmda iyileşme kaydedildi. Fakat sahte ameliyat yapı-

lan beş hastanın tamamında da aym şekilde iyileşme görüldü. Her iki grup da, gerekli ameliyatm yapıldığma inanarak, ameliyattan öncekine kıyasla çok daha hafif şiddette ağrı çektiklerini bildirmişlerdir. Ameliyat her iki grupta da herhangi bir fiziksel değişikliğe (kalpteki dolaşımı iyileştirecek yeni kan damarlarının oluşması anlamında) sebep olmadığmdan, her iki gruptakiler de beyinlerinin ağrı merkezine aynı seviyede duyusal veri girişi almaya devam etmiş olmalılar. Buna rağmen, her iki grupta da bilinçli olarak hissettikleri ağrı seviyesinde büyük ölçüde düşüş olmuştur. Anlaşıldığma göre duygularımıza (fiziksel olanlar dahil) ilişkin bilgimiz öylesine sağlıksız temellere sahip ki, şiddetli ağrı hissettiğimizi bile güvenilir bir şekilde bilemiyoruz.8

Günümüzde egemen olan duygulara ilişkin görüşün kaynağı, bilinçdışının kapsadığı şeylerin bastırma mekanizması sonucu bilinç dışma itilmiş şeylerden oluştuğuna inanan Freud değil, admdan daha önce de çeşitli bağlamlarda söz ettiğim William James'dir. James gizemli bir karakterdi. 1842 yılmda, New York'ta, son derece zengin ve servetini ailesiyle birlikte uzun seyahatlere çıkmak için kullanan bir adamın oğlu olarak dünyaya gelen James, on sekiz yaşma geldiğinde en azmdan on beş değişik Avrupa ve Amerikan okuluna devam etmişti; okula gittiği kentler arasında New York, Rhode Island, Londra, Paris, Boulogne-sur-Mer, Cenevre ve Bonn vardı. İlgi duyduğu alanlar da aym çeşitlilikteydi; konudan konuya atlamış, kısa sürelerle sanat, kimya, askerlik, anatomi ve tıp okumuştu. Bu kararsızlık on beş yıl sürmüştü. Bu yıllar boyunca bir noktada meşhur Harvard'lı biyolog Louis Agassiz'den Brezilya'da, Amazon Nehri havzasmda bir keşif gezisine katılmak için davet aldı. James'i gezi boyunca çoğu zaman deniz tuttuğu yetmezmiş gibi, üstüne çiçek hastalığına yakalandı. Sonunda tamamladığı yegâne eğitim tıp oldu ve 1869 yılında, yirmi yedi yaşmdayken Harvard Üniversite- si'nden tıp doktoru unvanıyla mezun oldu. Fakat hiçbir zaman doktorluk yapmadı.

William James'in otoportresi. Harvard Üniversitesi, Houghton Kü- tüphanesi'nin izniyle.

Amazon seyahatinden kaynaklanan sağlık sorunlarını tedavi etmek için, 1867 yılmda Alman kaplıcalarma yaptığı ziyaret, James'in psikolojiye yönelmesine neden oldu. On altı yıl sonra Münsterberg'e olacağı gibi, James de Wilhem Wundt'un bazı derslerine devam etti ve sonra kendisini konuya, özellikle de psikolojiyi bir bilime dönüştürme sevda- sma kaptırdı. Alman psikoloji ve felsefe eserlerini okumaya başladı, ama sonra tıp fakültesini tamamlamak için Harvard'a döndü. Harvard'dan mezun oluşunun ardmdan derin bir depresyona girdi. O dönemde tuttuğu günlükler ıstırap çektiğinin ve kendinden nefret ettiğinin ifadeleriyle doludur. Çektiği acı öylesine büyüktü ki, tedavi olmak için Somerville, Massachusetts'deki bir akıl hastanesine yattı; ancak, iyileşmesini hastanede gördüğü tedaviye değil, özgür irade konusunda Fransız filozof Charles Renouvier'in yazdığı bir denemeyi keşfine bağlıyordu. Bu denemeyi okuduktan sonra, kendi özgür iradesini depresyondan kurtulmak için kullanmıştı. Ger-

çekte ise, mesele bu kadar basitmiş gibi görünmüyor; çünkü on sekiz ay daha iş yapamaz durumda kalmış ve geri kalan hayatı boyunca da kronik depresyondan muzdarip olmaya devam etti.

Her şeye rağmen, 1872 yılma gelindiğinde, James, Har- vard'da fizyoloji dersleri vermek üzere bir öğretim kadrosunu kabul edecek kadar iyileşmiş ve 1875 yılmda Fizyoloji ve Psikoloji Arasmdaki İlişkiler dersini vermeye başlayarak, Harvard'ı Amerika'da deneysel psikoloji dersleri veren ilk üniversite yapmışh. James'in duygular konusundaki teorisini kamu önüne çıkartması için bir on yıl daha geçmesi gerekecek ve 1884 yılmda yayımladığı "Duygu Nedir?" başlıklı makalesinde teorisinin ana hatlarını açıklayacaktı. Makale bir psikoloji dergisinde değil, Mind/Zihin adlı bir felsefe dergisinde yayımlanmışh; çünkü psikoloji araştırmaları yayımlayan İngilizce bir dergi ancak 1887 yılmda kurulacaktı.

Bu makalesinde James, "şaşkınlık, merak, esrime, korku, öfke, şehvet, hırs ve benzeri"; nefesin sıklaşması, kalp ahşla- rırun hızlanması yahut beden ve yüzde ortaya çıkan hareketler gibi bedensel değişikliklere eşlik eden duygulardan söz ediyordu.9 Vücuttaki bu değişimlere sözkonusu duygularm sebep olduğu açıkmış gibi görünebilir, fakat James bu tür bir yorumun kesinlikle çağdışı olduğunu öne sürüyordu. "Benim tezim tam tersine," diye yazıyordu James, "bana göre vücuttaki değişimler doğrudan heyecan verici bir durumun ALGILANMASINI izler ve bu aynı değişimleri olurken hissedişimiz duygunun KENDİSİDİR... Algıyı izleyerek vücuttaki değişimlerin olmaması halinde, duygular tamamen bilişsel, soluk, renksiz ve duygusal sıcaklıktan yoksun olacaktır." Başka bir deyişle, öfkeli olduğumuz için titremez ve üzgün olduğumuz için ağlamayız; tam tersine, öfkeli olduğumuzu fark ederiz çünkü titriyoruzdur ve üzgün hissederiz çünkü ağlı- yoruzdur. James duygular için fizyolojik bir temel öneriyordu; bugün, duygularla ilişkili fiziksel süreçler gerçekleşirken

onları gözlememize olanak veren beyin görüntüleme teknikleri sayesinde, yeniden geçerlilik kazanan bir görüş bu.

Günümüzün yeni-Jamesyen bakış açısmdan duygular, algılara ve hatıralara benzer; duygular da el altmda bulunan verilere dayanılarak yeniden kurgulamr. Bu verilerin çoğunluğu, zihniniz duyularmızm aldığı ortamsal uyarıları işlediği ve fizyolojik bir tepki oluşturduğu esnada bilinçdışı zihninizden gelir. Beyin ayrıca, daha önceden var olan inançlarmız, beklentileriniz ve mevcut koşullara ilişkin bilgileriniz gibi başka verileri de kullanır. Ve bütün bu bilgiler işlenir ve bilinçli olarak hissedilen duygu meydana getirilir. Bu mekanizma angina pektoris hastalarıyla ilgi araştırmayı ve daha genel olarak ağrı üzerindeki plasebo etkisini açıklayabilir. Eğer acı duygusunun öznel deneyimi hem fizyolojik durumumuz hem de bağlamsal verilerden yapılıyorsa; zihnimizin aynı fizyolojik veriyi (sinirlerin ilettiği ağrı hissini) farklı biçimlerde yorumlamasmda şaşılacak bir şey yoktur. Bunun sonucu olarak, sinir hücreleriniz beyninizin ağrı merkezine sinyal gönderdikleri zaman, sinyaller değişmese bile ne kadar ağrı hissedeceğiniz değişebilir.10

James, başka şeylerin yam sıra, duygulara ilişkin teorisini de Dördüncü Bölüm'de kafataslarmda boşluk bulunan hastalar üzerinde Angelo Mosso'nun yaptığı deneylerle ilişkili olarak söz ettiğim, Psikolojinin Prensipleri adlı kitabmda ayrmtılı olarak anlattı. James bu kitabı yazmak için 1878 yılmda sözleşme yaptı. Balaymdayken, büyük bir hızla çalışmaya koyuldu. Fakat balayı bittikten sonra, kitabı bitirmesi on iki yıl aldı. Kitap bir klasik haline geldi. Öylesine devrimci ve etkileyici bir kitaptı ki, 1991 yılmda psikoloji tarihçilerinin yaptığı bir soruşturmada, James psikolojinin en etkileyici kişilikleri arasmda, kendisine de ilham vermiş olan Wundt'un ardmdan, ikinci seçildi.11

İronik olarak, ne Wundt ne de James kitaptan memnun kalmamışlardı. Wundt, James'in devriminin Wundt'un her şeyin ölçülmesini gerektiren deneysel psikoloji tarzmdan uzaklaşması yüzünden hoşnutsuzdu. Örneğin, duyguları

nitel olarak nasıl ifade edebilir ve ölçebilirdiniz ki? 1890 yılında, James böyle ölçümlerin yapılması olanaksız olduğuna göre, psikolojinin yalnızca deney yapmanın ötesine geçmesi gerektiğine karar verdi ve Wundt'un çalışmalarım "üflemeli çalgılar psikolojisi" diyerek alaya aldı.12 Wundt, öte yandan, James'in kitabı hakkmda, "Edebiyat yapmış, çok güzel ama psikoloji değil!" diye yazdı.13

James'in kendisine yönelik eleştirileri çok daha şiddetliydi: "Kitabı gördüğünde kimse benden daha fazla tiksinemez. Hiçbir konu bin sayfada anlahlmaya değmez. Eğer on yılım daha olsaydı, yeniden yazıp 500 sayfaya indirebilirdim; ama bu haliyle bir hiç; tiksinç, şişirilmiş, abartılmış, gereğinden fazla, ödemli bir kitle. Yalnızca iki şey söylüyor: 1. Psikoloji bilimi diye bir şeyin olmadığmı ve 2. William James'in yeteneksiz olduğunu...14 Kitabm yayımlanmasmdan sonra, James psikolojiyi bırakıp felsefeye geçmeye karar verdi ve bu yüzden yerini devralması için Münsterberg'i kandırıp Almanya'dan ABD'ye getirdi. Bu sırada James kırk sekiz yaşındaydı.

James'in duygu teorisi bir süre psikoloji dünyasma egemen oldu ama sonra başka yaklaşımlara yenik düştü. 1960'h yıllarda psikoloji bilişsel yola girdi ve James'in düşünceleri bir kez daha popülerlik kazandı (artık James-Lange teorisi deniyordu); çünkü beyninizde farklı türden verilerin işlenmesi suretiyle duygularm yaratıldığı kavramı, James'in çizdiği çerçeveye mükemmelen oturuyordu. Fakat güzel bir teori, her zaman doğru bir teori olmuyordu; bu nedenle, bilim insanları ilave kanıtlar aramaya başladılar. Erken dönem araştır- malarının en ünlüsü Stanley Schachter yahut Minnesota üniversitesi deneyindeki adıyla meşhur Dr. Zilstein tarafmdan yapıldı; kendisi o zamanlar Columbia Üniversitesi'ndeydi. Araştırmayı, pek çok ünlü araştırmada yer alması nedeniyle daha sonra psikolojideki en iyi ikinci yazar diye nitelendirilecek olan Jerome Singer ile birlikte yaph.15 Eğer duygular da tıpkı görme duyusunun ve anılarm oluşturulduğu şekilde, doğrudan algı sonucunda değil de sınırlı veriden yola çıkılarak oluşturuluyor idiyse; o zaman tıpkı görme ve hafızada

olduğu gibi, zihninizin boşlukları doldurma biçiminin bir sonucu olarak "yanlış anladığmız" durumlar olmalıdır. Bunun sonucu da "duygusal yanılsamalar" olacaktır, ki bunlar optik ve hafıza yanılsamalarıyla benzer şeylerdir.

Örneğin, varsayalım ki görünür herhangi bir neden ol- maksızm duygusal uyarılma belirtileri gösteriyorsunuz. Buna gösterilecek makul tepki "Vay be! Vücudumda hiçbir görünür sebep yokken, açıklanamayan fizyolojik değişimler hissediyorum! Neler oluyor?!" olurdu. Fakat varsaym ki bu duygulan gerçek bir sebep var olmasa bile, vücudunuzdaki tepkileri bir duyguyla (diyelim ki korku, öfke, mutluluk yahut cinsel çekimle) ilişkilendirerek yorumlamamzı mümkün kılan bir bağlam içinde hissediyorsunuz. Bu durumda, deneyimlediğiniz bir duygusal yanılsama olacakhr. Bu olguyu ispatlamak için, Schahter ve Singer, deneye kahlan bütün deneklere, katıldıkları deneyin amacmm "Suproxin" adı verilen bir vitaminin vücuda iğneyle verilmesinin görme yeteneği üzerinde ne türlü bir etki yapacağının belirlenmesi olduğunu söylediler. Gerçekte ise kullandıkları ilaç kalp atışlarım hızlandıran, tansiyonu yükselten, sıcak basmasma ve nefesin sıklaşmasma neden olan (bunlarm hepsi de duygusal uyarılmanm göstergeleridir aynı zamanda) adrenalin idi. Ardmdan denekler üç gruba ayrılmıştı. Gruplardan birine ("bilgilendirilmiş" grup) yapılacak iğnenin etkileri doğru bir şekilde açıklanmış ve bunlarm Suproxin'in "yan etkileri" olduğu söylenmişti. Bir diğer gruba ("bilgisiz" grup) hiçbir şey söylenmemişti. Bu grupta yer alanlar da aym fizyolojik değişiklikleri hissedecek, ama bunlarm nedenini açıklayamayacaklardı. Kontrol grubu olarak seçilen üçüncü gruba ise etkisiz bir tuzlu eriyik iğnesi yapılmıştı. Bu grup herhangi bir fizyolojik değişiklik hissetmeyecekti bu nedenle kendilerine bu yönde bir açıklama yapılmamıştı.

İğne yapıldıktan sonra, araştırmacılar izin isteyip çıkmışlar ve deneği bir başka denekle birlikte yirmi dakika boyunca yalnız bırakmışlardı; ikinci denek aslmda araştırmacılarm suç ortağıydı. "Mutluluk" senaryosu dedikleri durumda, bu kişi

bu deneye katılma ayrıcalığına eriştiği gerekçesiyle tuhaf bir şekilde mutlu ve coşkulu davranıyor; bunun için uydurma bir sosyal içerik öne sürüyordu. Schachter ve Singer ayrıca bir de "öfke" senaryosu tasarlamışlardı; bu durumda da deneğin birlikte bırakıldığı kişi durmadan deneyden ve yapılma biçiminden şikâyet ediyordu. Deneyi yapanlarm hipotezi; içine konuldukları sosyal bağlama bağlı olarak, "bilgisiz" deneklerin yaşadıkları fizyolojik değişikliklerin mutluluktan yahut öfkeden kaynaklandığım düşünecekleri; oysa "bilgili" deneklerin aym sosyal bağlama maruz kalmalarma rağmen, hissettikleri fizyolojik değişimler için zaten makul bir açıklama yapılmış olduğundan, herhangi bir öznel duygusal deneyim yaşamayacakları ve bu nedenle bunları herhangi türden bir duyguya atfetmelerine gerek kalmayacağı yönündeydi. Schachter ve Singer ayrıca kontrol grubundakilerin, herhangi bir fizyolojik değişiklik yaşamayacaklarmdan, herhangi bir duyguya da kapılmayacaklarım bekliyorlardı.

Deneklerin tepkileri iki şekilde değerlendirildi. Birinci olarak, iki yönlü bir aynadan tarafsız gözlemcilerce gizli bir şekilde gözlenmişler ve davramşları önceden hazırlanmış bir yönergeye göre bu gözlemciler tarafmdan kodlanmıştı. İkinci olarak, deneklere daha sonra yazılı bir anket verilerek hissettikleri mutluluk seviyesini 0 ila 4 arasmdaki bir ölçekte belirtmeleri istenmişti. Her iki değerlendirmenin sonucuna göre de üç grubun tamamı Schachter ve Singer'in beklediği şekilde davranmıştı.

Hem bilgilendirilmiş hem de kontrol denekleri, aralarına sokulan işbirlikçi deneğin bariz duygularmı gözlemlediler (mutluluk yahut öfke), ama kendileri bu duyguları hissetmediler. Bilgisiz denekler ise işbirlikçiyi izlediler ve deney nedeniyle mutlu mu öfkeli mi olduğuna bağlı olarak, kendi hissettikleri fizyolojik değişimlerin de mutluluktan yahut öfkeden olduğu sonucuna vardılar. Başka bir deyişle, "duygusal bir yanılsamaya" kurban giderek, hatalı bir şekilde duruma sahte deneğin hissettiği aynı "duyguları" hissederek tepki gösterdiklerine inandılar.

Schachter ve Singer örneği yıllar içinde, fizyolojik tepkileri tetiklemek için adrenalinden daha ılımlı maddeler kullanılarak, çok değişik biçimlerde ve çok farklı duygusal bağlamı incelemek üzere tekrarlanmıştır ve bunlardan cinsel uyarılmayla ilgili olanı, özellikle ün kazanmıştır. Tıpkı acı gibi, cinsellik de ne hissettiğimizi ve neden öyle hissettiğimizi bildiğimizi sandığımız bir alandır. Fakat cinsel duygularm da, her şeye rağmen o kadar dolambaçsız olmadığı anlaşılıyor. Bir araştırmada, araşhrmacılar arka arkaya iki deneye katılmak üzere erkek üniversite öğrencileri toplamışlardı; biri görünüşte egzersizin etkileri hakkmdaydı ve İkincisi de "bir filmden alınmış kısa bölümler"den oluşan bir dizi görüntüyü değerlendirmekle ilişkiliydi. (Psikologlar, deneklerine deneyin amacım asla söylemezler; çünkü eğer söyleyecek olurlarda deneyi tehlikeye atmış olurlar.) Birinci aşamada, egzersiz adrenalinin rolünü oynadı ve kaynağı bilinmeyen bir fizyolojik uyarılma yarattı. Hızlanan nabzmm ve sıklaşan nefesinin az önce koşu bandmda bin beş yüz metre koşmasmdan kaynak- landığmı idrak edememek için nasıl yorgun düşmüş olmak gerekir merak etmemek elde değil, fakat anlaşıldığma göre egzersizi bitirdikten sonra bir zaman aralığmda siz bedeninizin sakinleştiğini sanırken, aslmda fiziksel uyarılmışlığmız devam ediyor. Bu zaman aralığmda, deneyi yapanlar "bilgi verilmemiş" gruba filmden klipler izlettiler. "Bilgi verilmiş" grup, öte yandan, küpleri egzersiz yaptıktan hemen sonra izlediler ve bu nedenle fizyolojik durumlarmm kaynağım biliyorlardı. Tıpkı Schachter-Singer deneyinde olduğu gibi, bir de kontrol grubu vardı; bu gruptakiler egzersiz yapmamışlardı, dolayısıyla bir fiziksel uyarılma durumu yaşamıyorlardı.

Şimdi cinselliğe gelelim. Tahmin etmiş olabileceğiniz üzere, ikinci aşamadaki "bir filmden almmış kısa klipler" bir Disney filminden alınmış değillerdi. Film, Motosikletli Kız adlı erotik bir Fransız filmiydi ve Amerika'da adı Derinin Altmda Çıplak olmuştu. Her iki isim de oldukça betimleyi- ci. Fransızca adı senaryoyla ilişkili: Film yeni evli bir kadmm kocasmı terk edip motosikletiyle Heidelberg'de bulunan sev-

gilisini görmeye gidişini anlatan bir yol filmi.17 Bu Fransızlar için cezbedici bir isim olabilir, fakat Amerikalı dağıtımcı belli ki filmin cazibesinin kaynağım izleyiciye aktarmak konusunda farklı düşünüyormuş. Ve araştırmacılara bu klipleri seçme ilhamı veren de kesinlikle filmin bu "derinin altmda çıplak" yönü olmuştu. Fakat film değerlendirmelerde başarılı olamamıştı. Cinsel uyarılmışlık derecelerini belirtmeleri istendiğinde kontrol grubundaki öğrenciler 100 üzerinden 31 verdiler. Bilgilendirilmiş grup da aym fikirdeydi; cinsel uyarılmışlık- larmı yüz üzerinden 28 olarak belirttiler. Fakat bir süre önce yaptıkları egzersiz nedeniyle fizyolojik olarak uyarılmış olan, ama bunun farkmda olmayan bilgisiz gruptakiler ise, uyarıl- mışlıklarmı yanlış yorumlayarak cinsel anlam yüklediler. Filme yüz üzerinden 52 verdiler.

Benzer bir sonuç bir başka araştırmacı grubu tarafmdan elde edildi: Bu araştırmacılar cazibeli bir kadım görevlendirerek, güya bir okul projesi için gelip geçen erkeklere bir anket formu doldurtmasmı istediler. Deneklerin bir kısmı küçük bir derenin üç metre kadar yukarıSmda bulunan sağlam bir köprüden geçerken durduruldular. Diğerleri ise 1.5 metre genişliğinde ve 137 metre uzunluğundaki, altmdaki kayalıklardan 70 metre yukarıda uzanan, ahşap bir köprünün üzerinden geçerken. Anketi doldurttuktan soma, kadm "olur da bir şey sormak isterlerse diye" telefon numarasım adamlara vermiştir. Korkutucu köprünün üzerindeki adamlarm muhtemelen nabız ahşları hızlanmıştı ve adrenalinin diğer etkilerini hissediyorlardı. Bedensel tepkilerinin bir noktaya kadar üzerinde bulundukları tehlikeli köprüden kaynaklandığımn farkmda olsalar gerek. Ama bu durumlarım kadım cinsel açıdan cazip bulduklarma yoracaklar mıydı? Alçak, güvenli köprüde form dolduranlar için kadmm cazibesi açıkça smırlıydı: 16 denekten yalmzca 2 tanesi sonradan kadım aradı. Fakat oldukça korkutucu olan köprüde form dolduran 18 erkekten 9'u kadım aradı.18 Erkek deneklerin önemli bir kısmı için, aşağıdaki koca kayalarm üzerine yüz yetmiş metreden düşme korkusu,

açıkça flörtöz bir gülümseme yahut siyah ipek gecelikle aynı etkiyi yapmıştı.

Bu deneyler bilinçdışı beynimizin fiziksel durumumuzdan kaynaklanan verileri alıp bunları sosyal ve duygusal bağlamdan gelen başka verilerle karıştırarak ne hissettiğimizi nasıl belirlediğini gösteriyor. Samyorum burada gündelik hayat açısmdan almacak bir ders vardır. Elbette ki birkaç kat merdiven tırmandıktan sonra değerlendireceğiniz ve olağan olarak "Hımm..." diyeceğiniz bir iş önerisine, "Vay be!" demeniz sonucunun, bu deneylerdeki durumla doğrudan bir benzerliği vardır. Fakat gerilim konusunu düşünün bir de. Hepimiz zihinsel gerilimin istenmeyen fiziksel etkileri olduğunu biliriz, fakat fazla tartışılmayan kısım geri bildirim döngüsünün öteki yarısıdır: Sürekli zihinsel gerilimin yarattığı fiziksel gerilim. Diyelim ki bir dostunuzla ya da çalışma arkadaşmızla fiziksel tahrike neden olan bir çatışma yaşadmız. Omuzlarmız ve enseniz kasılır, başmız ağrır ve nabzınız yükselir. Eğer bu durum devam ederse ve kendinizi bu duygulara neden olan çatışmayla hiçbir ilgisi olmayan biriyle konuşurken bulursanız; içinde bulunduğunuz durum o kişiye ilişkin duygularmı- zı yanlış yorumlamanıza neden olabilir. Örneğin, kitap editörü olan bir arkadaşım bir yazar temsilcisiyle beklenmedik sert bir konuşma yaptığmı ve o temsilcinin özellikle münakaşacı bir tip olduğu, gelecekte onunla birlikte çalışmaktan kaçm- masmm iyi olacağı sonucuna vardığmı anlatmıştı bana. Fakat konuyu tartışırken ortaya çıktı ki, arkadaşımm o temsilciye karşı hissettiği kızgmlığın sebebi üzerinde konuştukları konudan kaynaklanmamış; temsilciyle konuşmasmdan hemen önce gerçekleşen ilgisiz ve üzücü bir olay yüzünden hissettiklerinin bilinçdışı olarak taşıyıp getirdiklerinin etkisiyle öyle hissetmişti.

Yoga öğretmenleri çağlardır "Bedeninizi sakinleştirin, zihniniz sakinleşin" demektedirler. Aslına bakılırsa, bazı araştırmaların sonuçları, etkin bir şekilde mutlu bir insan tutumu takınmanın, örneğin, kendinizi gülümsemeye zorlamanın, hakikaten daha mutlu hissetmenizi sağlayabile-

ceğine işaret ediyor.19 Küçük oğlum Nicolai bunu içgüdüsel olarak anlamışa benziyor: Basketbol oynarken garip bir kaza sonucu eli kırıldığında, birden ağlamayı bırakıp gülmeye başlamıştı ve sonra da acı çektiği zaman gülmenin kendisini daha iyi hissetmesini sağladığını söylemişti. Eski bir İngilizce deyişin! ardındaki "Başarıncaya kadar "mış" gibi yap!/Fake it until you make it" düşüncesi, Nicolai'nin yeniden keşfettiği üzere, aynı zamanda ciddi bir bilimsel araştırma konusudur.

Şimdiye kadar üzerinde konuştuğum örnekler duygularımızı çoğu zaman anlamadığımızı ima ediyor. Buna rağmen, genellikle öyle olduğunu düşünürüz. Üstelik, neden şu ya da bu şekilde hissettiğimizi açıklamamız istendiğinde, çoğumuz, biraz düşündükten sonra, gerekçeler saymakta zorlanmayız. Duygular bizim sandığımız şeyler bile olmayabilecekken bütün bu gerekçeleri nereden buluyoruz? Onları uyduruyoruz.

Bu olguyu gösteren ilginç bir araştırmada, bir araştırmacı üzerinde iki kadmın yüzlerinin bulunduğu oyun kartı büyüklüğünde iki fotoğrafı iki elinde tutarak, deneklere göstermişti. Deneklerden hangisini en cazip bulduklarım açıklamalarım istemişti.20 Soma iki kartı ters kapatmış ve deneğin seçtiği resmi kendisine doğru itmişti. Sonra denekten kartı almaşım ve neden o kadmı seçtiğini açıklamasmı istemişti. Soma araştırmacı aynı işlemi bir başka resim çiftiyle yaparak devam etmiş ve deneklere toplam olarak bir düzine kadar fotoğraf çifti göstermişti. Bu deneyin püf noktası şuydu: Birkaç keresinde, deneyi yapan kişi fotoğrafları değiştirmişti. El çabukluğuyla deneğe seçtiği kadmm değil, daha az çekici bulduğu kadının fotoğrafmı itmişti. Deneklerden yalnızca dörtte biri bu hileyi fark edebilmişti. Fakat asıl ilginç olanı, dörtte üçünün bunu fark edememesiydi: Neden o yüzü seçtikleri sorulduğunda, "ışık saçıyor, ikisini bir barda görsem yanma gidip konuşmak isteyeceğim bu olurdu" yahut "halama benziyor" ya da "ötekinden daha iyi birine benziyor" gibi şeyler söylediler. Bir-

birleri ardına neden aslında tercih etmemiş oldukları o yüzü tercih ettiklerini açıkladılar.

Araşhrma şans eseri bu sonucu vermemişti; bilim insanları benzer bir hileyi alışveriş yapanlarm reçel ve çay tercihleri konusunda yaptıkları bir çalışmada da kullanmışlardı. Reçel testinde, alışveriş yapanlara hangi reçeli tercih ettikleri sorulmuş ve daha çok beğendiklerini söyledikleri reçelden, tercihlerinin sebeplerini analiz etmeleri için güya bir kaşık daha tathrılmıştı. Fakat reçel kavanozlarırun içinde gizli bir bölme vardı ve her iki tarafta kapağı bulunmaktaydı; böylece araştırmacılara ikinci kaşığı tercih edilmeyen reçelden alma olanağı sağlamaktaydı. Yine, kahlımcılarm üçte biri değiştirmeyi fark etmiş, üçte ikisi ise hiç farkma varmayarak, diğer reçeli tatmış ve "tercihlerinin" sebeplerini açıklamışlardı. Benzer bir hilenin kullanıldığı benzer bir deney, çay konusunda aynı sonucu vermişti.

Bir piyasa araştırmacısmm kâbusuna benziyor: İnsanlara bir ürünle yahut paketiyle ilgili fikirlerini sorarak nelerin hoş- larma gittiğini anlamaya çalışm; içten, ayrıntılı ve empatik, harika açıklamalar yaparlar size ama bunlarm gerçekle pek az ilgisi vardır. Bu aynı zamanda siyasi kamuoyu yoklaması ya- panlarm da sorunudur: Bu anketleri yapanlar sürekli olarak insanlara oylarmı kime ve neden verdiklerini yahut vereceklerini sorarlar. İnsanlarm bir fikirleri olmadığını iddia etmeleri bir şeydir, neler düşündüklerini bilediklerine bile güvene- memek bambaşka. Fakat araştırmalar gösteriyor ki insanlarm düşündüklerini sandıkları şeyleri gerçekten düşündüklerine güvenemezsiniz.22

Nelerin olup bittiğine ilişkin en iyi ipuçları beyinlerinde anormallikler olan insanlardan gelir; örneğin, bölünmüş beyin hastaları hakkmda yapılmış bir dizi ünlü çalışmadan.23 Hatırlarsanız, bu tür hastaların beyinlerinin bir yarı küresine sunulan bilgiden diğer yarı küresinin haberi olmaz. Hasta sol görüş alarunda bir şey gördüğü zaman, yalnızca beyninin sağ yansırım bu görüntüden haberi olmaz ya da tersi. Benzer şekilde, sol elin hareketin kontrol eden yalnızca beynin

sağ yarı küresidir ve sağ elin hareketlerini de sol yarı küre kontrol eder. Bu simetrinin tek istisnası (çoğu insanda) konuşma merkezinin beynin sol yarı küresinde yer almasıdır; bu nedenle, hasta konuştuğu zaman, konuşan genellikle sol yarı küre demektir. Beynin iki yarıküresi arasmdaki bu iletişim kopukluğundan yararlanarak, araştırmacılar bölünmüş beyinli hastalardan sağ yarı küreleri aracılığıyla bir görev yerine getirmelerini ve sol yarı küreleri aracılığıyla da bunu neden yaptıklarmı açıklamalarmı istemişlerdi. Örneğin, sağ yarı küresi aracılığıyla deneğe elini sallaması talimatı vermişlerdi. Sonra da neden elini salladığmı açıklamasını istemişlerdi. Sol yarıküre elin sallandığmdan haberdardı, ama bunun için talimat verildiğinden değildi. Buna rağmen sol yarıküre hastanm bu bilgisizliğini kabul etmesine izin vermedi. Bunun yerine, hasta elini salladığım çünkü tamdığı birini gördüğünü sandığım söyledi. Benzer şekilde, araştırmacılar sağ yarıküre aracılığıyla hastaya gülmesi talimatım vermiş ve soma da neden güldüğünü sormuşlar; hasta da araştırmacıyı komik bulduğu için güldüğünü söylemişti. Tekrar tekrar, sol yarıküre sanki cevabı biliyormuş gibi cevap vermişti. Bu ve benzeri araştırmalarda, sol beyin genellikle pek çok yanlış bilgi vermiş; fakat sağ beyin bu şekilde davranmayarak, araştırmacıların beynin sol yarıküresinin sadece hislerimizi kaydetmek ve adlandırmaktan öteye geçen bir rolü olduğu, onları anlamlandırmaya çalıştığı yönünde spekülasyon yapmalarma neden olmuştur. Sanki sol yarıküre hayatta bir düzen ve mantık bulma arayışı içinde gibidir.

Oliver Sacks, bir tür unutkanlık hastalığı olan ve kurba- nınm yeni anılar edinme yeteneğini yitirmesine neden olan Korsakoff Sendomlu bir hastayı anlatır.24 Bu tür hastalar saniyeler içinde kendilerine ne söylendiğini ve dakikalar içinde ne gördüklerini unutabilirler. Buna rağmen, neler olup bittiğini bildiklerini düşünerek kendilerini yamlhrlar. Sacks Thompson soyadlı erkek hastayı muayene etmek için içeriye girdiğinde, adam bir önceki karşılaşmalarmı hatırlamaz. Ama bilmediğinin de farkında değildir. Her seferinde birta-

kim ipuçları arar ve kendisini Sacks'ı hatırladığına ikna eder. Bir keresinde Sacks beyaz önlük giydiğinden ve Thompson kendisi manav olduğundan, Sacks'ı sokağm aşağısındaki kasap olarak hatırlar. Birkaç dakika sonra, bu "hatırladığını" unutur ve hikayesini değiştirir; bu kez Sacks'ı bir müşterisi olarak hatırlamaktadır. Thompson'ın dünyasını, durumunu ve kendisini kavrayışı sürekli bir değişim halindedir; ama o gördüklerine bir anlam verebilmek için, büyük bir hızla değişen bütün bu açıklamalara inamyordur. Sacks'm sözleriyle, Thompson "umutsuzca, sürekli olarak uydurarak ve anlamsızlık boşluğunun üzerine anlam köprüleri atarak anlam aramak, anlam icat etmek zorundadır."

"Boşluk doldurmak" terimi genellikle bir insanm anılarm- daki bir boşluğu, doğru olduğuna inandığı bir uydurmayla doldurmasmı anlatır. Fakat bizler aynı zamanda duygularımıza ilişkin boşlukları da uydurduklarımızla doldururuz. Bu eğilim hepimizde vardır. Kendimize yahut arkadaşlarımıza "Neden bu arabayı kullamyorsun?", "o adamdan neden hoş- lamyorsun?" yahut "Şu fıkraya neden güldün?" gibi sorular sorabiliriz. Araştırmalar bu tür sorularm cevabmı bildiğimizi sandığımızı gösteriyor, ama aslmda çoğu zaman bilmiyoruz. Kendimizi açıklamamız istendiğinde, bir tür iç gözleme benzer şekilde, gerçeği aramakla uğraşırız. Fakat ne hissettiğimizi bildiğimizi sanmakla birlikte, genellikle ne içeriğini ne de bu içeriğin bilinçdışı kökenlerini biliriz. Ve böylece gerçek olmayan yahut yalmzca kısmen doğru olan, inandırıcı açıklamalar bulur ve onlara inamrız.

Lüks bir otelin çatı kafandaki bir kokteyl partiden çıktığınızı ve birinin sizi arabayla eve bıraktığmı hayal edin. Çok iyi vakit geçirdiğinizi söylüyorsunuz ve size tahsis edilmiş şoför de size partinin neyinden hoşlandığmızı soruyor, "insanlar," diyorsunuz. Fakat duyduğunuz sevinç gerçekten vegan beslenme hakkmda bir çok satan kitap yazmış şu kadmla yaptığınız ve karşılıklı ne kadar hazırcevap olduğunuzu gösterdiğiniz sohbetten mi kaynaklamyor? Yoksa, harp müziğinin

niteliği gibi çok daha zor fark edilen bir şey miydi? Yoksa odayı dolduran güllerin kokusu mu? Yoksa gece boyu içip durduğunuz pahalı şampanya mı? Eğer verdiğiniz cevap gerçek ve doğru iç gözlemin sonucu değil idiyse, neye dayanarak o cevabı oluşturdunuz?

Duygularınız ve davranışlarmız için bir açıklama bulduğunuz zaman, beyniniz sizi muhtemelen şaşırtacak bir şey yapar: Zihninizde kültürel normlara ilişkin veri tabanını tarar ve akla yakm bir şeyi seçer. Örneğin, bu örnekte "insanlar Partilerden Neden Hoşlanır" sorusunun cevabmı aramış ve "insanlar yüzünden" seçeneğini en muhtemel hipotez olarak seçmiş olabilir. Bu tembel bir yol gibi düşünülebilir; fakat araşhrmalar bunu kabul ettiğimizi gösteriyor: Nasıl hissetmiş olduğumuz, hissetiğimiz yahut hissedeceğimiz sorulduğunda, belli bir duyguya ilişkin olarak bir dizi kurala, beklentiye, kültürel ve toplumsal açıklamalara uygun tarifler yahut tahminler yapmak eğilimindeyizdir.

Eğer şimdi tarif ettiğim bu resim doğru ise, bunun deneyle test edilebilecek bariz bir sonucunun olması gerekir. Doğru iç gözlem, kendimizle ilgili mahrem bilgilerden yararlamr. Duy- gularımızm kaynağı olarak genel, sosyal ve kültürel normlara uyan bir açıklama öyle değildir. Bunun sonucu olarak; eğer gerçekten de duygularımızla temas halindeysek, kendimize ilişkin öngörülerde bulunmamız ve bu öngörülerin başka- larmın bize ilişkin öngörülerinden daha doğru olması gerekir. Fakat eğer duygularımızı açıklamak için yalnızca sosyal normlara dayanıyorsak; o zaman dışarıdan gözleyenlerin de duygularımızı bizim yaptığımız kadar doğru öngörmeleri ve tam olarak aynı hataları yapmaları gerekir.

Bilim insanlarının bu soruyu incelemek için kullandığı durumlardan biri, birilerini işe almış herkesin aşina olduğu bir şeydir.27 Birini işe almak zor bir iştir çünkü verilen önemli bir karardır ve bir mülakat yahut özgeçmişin sağladığı sınırlı bilgiyle birini tanımak zordur. Hayatınız boyunca birini işe aldıysanız, kendinize belli bir kişinin neden doğru seçim olduğunu sormuş olabilirsiniz. Şüphesiz kara-

rınızı haklı çıkartacak gerekçeleri daima bulabilirsiniz, fakat dönüp geriye baktığınızda seçtiğiniz o insanı, sandığınız o gerekçele seçtiğinizden emin misiniz? Belki de mantığınız öteki türlü işledi; biri hakkmda bir duyguya kapıldmız, bir tercihte bulundunuz ve sonra geriye dönük olarak, bilinç- dışımz o kişiye ilişkin duygularmızı açıklamak için sosyal normları kullandı.

Doktor bir arkadaşım en çok tercih edilen hp fakültesine tek bir sebeple girdiği kanısmdaydı: Kendisiyle mülakat yapan profesörlerden biriyle çok iyi anlaşmışlardı; adanun ve arkadaşınun ebeveynleri Yunanistan'm aym şehrinden Amerika'ya göçmüşlerdi. Fakülteye kaydolduktan sonra, o profesörü yakmdan tanımış ve profesör mülakatın o kadar iyi gitmesinin ve fakülteye kabul edilmesinin sebebinin arkadaşımın notları, dereceleri ve karakteri (sosyal normlarm talep ettiği ölçütler) olduğunu söylemişti. Fakat arkadaşımm notları ve dereceleri o okulun ortalamasının altmdaydı ve kendisi profesörü asıl etkileyen şeyin ortak aile kökenleri olduğuna inamyor.

Araşhrmacılar neden bazı insanlarm işe girdiğini, bazılarının ise giremediğini araştırmak ve işe almakla görevli kişilerin tercihlerini nelerin yönlendirdiğinin gerçekten farkmda olup olmadıklarmı anlamak için 128 gönüllü toplamışlardı. Bütün deneklerden (hepsi kadmdı) bir kriz müdahale merkezinde danışman olarak işe başvuran bir kadım niteleyen kapsamlı bir dosyayı iyice incelemeleri ve değerlendirmeleri istenmişti. Belgeler arasmda bir tavsiye mektubu ve başvura- nm merkezin müdürüyle yaptığı bir görüşmenin ayrmtılı bir dökümü vardı. Dosyayı inceledikten sonra, başvuranm niteliklerine ilişkin olarak, deneklere "Sizce ne kadar zeki biri?" "Ne kadar esnek?" "Danışanlarm sorunlarma ne kadar sempatiyle yaklaşır?" "Ondan ne kadar hoşlandınız?" gibi sorular sorulmuştu.

Araştırmarun anahtar noktası deneklere verilen bilgilerin ayrmtılar açısmdan pek çok farklılık içermesiydi. Örneğin, bazı deneklerin okuduğu dosyalarda kadmm liseyi smıf

İkincisi olarak bitirdiği ve şimdi üniversitede onur öğrencisi olduğu, bazılarında henüz üniversiteye gidip gitmeyeceğine karar vermediği yazıyordu; kimilerinde oldukça çekici olduğu belirtiliyor, ötekilerde ise görünümünden hiç bahsedilmiyordu; bazı denekler mülakat esnasmda kadının merkezin müdürünün masasma kahve döktüğünü okurken, bazılarma bu tür bir bilgi verilmiyordu ve bazı dosyalarda kadınm ciddi bir otomobil kazası geçirdiğinden söz edilirken, bazılarmda böyle bu bilgi yer almıyordu; ayrıca dosyalarm bir kısmmda deneklere daha sonra iş başvurusu yapan kadınla karşılaşacakları söylenirken, bazılarına bu söylenmiyordu. Bu değişen unsurlar çok farklı karışımlar halinde düzenlenerek, onlarca farklı senaryo oluşturacak şekilde dosyalar hazırlanmıştır. Araştırmacılar deneklerin yargıları ile kendilerine verilen dosyalardaki olgular arasmdaki ilintiyi inceleyerek, her bir bilgi parçasınm deneklerin değerlendirmeleri üzerindeki etkisini matematiksel olarak hesaplayabileceklerdi. Amaçları, her bir etmenin gerçek etkisiyle, deneğin algıladığı etkisi arasmdaki farkı ve ayrıca denekleri tanımayan, dışarıdan insanlarm gözlemlerini kıyaslamaktı.

Deneklerin kendilerini neyin etkilediğini düşündüklerini anlamak amacıyla, iş başvurusu yapan kadınm dosyasını değerlendirdikten sonra, deneklere bir anket uygulanarak şu sorulara cevap vermeleri istendi: Başvuru yapan kadınm zekâsmı akademik referanslara dayanarak mı yargıladmız? Kadmm fiziksel çekiciliği onun hoşa gidebilirliğini değerlendirirken sizi etkiledi mi? Mülakatı yapanm masasma kahve dökmesi onun ne kadar sempatik biri olduğuna ilişkin değerlendirmenizi etkiledi mi? Ve benzeri başka pek çok soru. Ayrıca, dışarıdan birinin her faktörün etkisinin ne olacağını anlamak için, bir başka gönüllü grubu (dışarıdan bakanlar) toplandı; bu gruptakilere dosya verilmedi, yalnızca her bir etmenin bir insanm yargısı üzerinde ne ölçüde etkili olacağmı düşündükleri soruldu.

Başvuru yapan kadm hakkmda açıklanan bilgiler zekice seçilmişti. Kadmın notları vb. gibi bazı bilgiler, sosyal

normların bir iş başvurusu yapan kişinin değerlendirilmesi esnasmda olumlu etki yapması gerektirdiğini emrettiği etmenlerdir. Araştırmacılar hem deneklerin hem de dışarıdan bakanlarm bu etmenleri bir etken olarak belirtmelerini beklediler. Masaya kahve dökülmesi ve daha sonra kadınla karşılaşma ihtimali gibi kimi etmenler ise sosyal normlarm bu açıdan yargıda bulunmadığı şeylerdi. Bu nedenle, araştırmacılar dışarıdan bakanlarm bunları etkili bulmamalarım beklediler. Ancak araştırmacılar yine de bu etmenleri seçmişlerdi; çünkü araştırmalar normlarm emrettiğinin aksine, bu tür şeylerin insanları nasıl yargılayacağımız üzerinde etki yaptıklarmı gösteriyor: Masaya kahve dökmek türünden tekil bir sakarlı- ğm, genel olarak işinin ehli gibi görünen birinin hoşlamlabi- lirliğini artırdığı ve hakkmda değerlendirme yaptığımız biriyle şahsen karşılaşma beklentisinin de onun kişiliğini daha olumlu değerlendirmemize neden olduğu anlaşılıyor.28 Asıl önemli soru deneklerin, düşünüp taşmdıktan sonra, dışarıdan bakanlardan daha başarılı olup olmayacakları ve bu şaşırtıcı ölçüde etkili etmenlerin etkisinde kaldıklarmı anlayıp anlamayacaklarıydı.

Araştırmacılar deneklerin ve dışarıdan bakanlarm cevap- larmı inceledikleri zaman, her iki grubun etkileyici bir benzerlik gösterdiğini ve her ikisinin de hedeften çok uzak düştüklerini göstermiştir. Her iki grup da gerçek sebepleri görmezden gelmiş ve kendilerini etkileyen etmenleri açıklamakta sosyal normları kullanmışlardı. Örneğin, hem denekler hem de dışarıdan bakanlar kahve dökme olayınm başvuru yapan kadından hoşlanmaları üzerinde etkisi olmadığım söylemişlerdi ama buna rağmen en büyük etkiyi yapan olay buydu. Her iki grup da akademik etmenlerin adaydan ne kadar hoşlanacaklarım üzerinde önemli etki yapacağmı bekliyordu; fakat etkisi sıfırdı. Ve her iki grup da, daha sonra adayla karşılaşma ihtimaliniıi bir etkisi olmayacağım söylemişlerdi; ama etkisi vardı. Defalarca, birbiri ardma vakalarda, her iki grup hangi etmenlerin kendilerini etkileyeceği, hangilerinin etkilemeyeceği konusunda yamldılar. Tam psikoloji teorisinin öngördü-

ğü gibi, deneklerin kendilerine yönelik kavrayışları, dışarıdan bakanlarınkinden daha iyi değildi.

Evrim, insan beynini kendi kendisini doğru bir şekilde algılaması için değil, hayatta kalmamıza yardımcı olması için tasarlamıştır. Kendimizi ve dış dünyayı gözlemler ve gördüklerimizden idare etmemize yetecek kadar anlam çıkarırız. Kimilerimiz, belki hayatta daha iyi kararlar vermek, belki daha verimli bir hayat sürdürmek, belki de sırf meraktan, kendimizi daha iyi tanımak isteriz; kendimize dair içgüdüsel düşünceleri aşmanm yollarım ararız. Bunu yapabiliriz. Bilinçli zihnimizi bilişsel yanılsamalarımızı belirlemek ve aşmak için kullanabiliriz. Zihinlerimizin nasıl işlediğini hesaba katacak şekilde bakış açılarımızı genişlettiğimiz takdirde, kim olduğumuza dair daha aydınlanmış bir bakış açısı kazanabiliriz. Ancak, kendimizi daha iyi anlamaya çabalarken dahi, zihnimizin doğal dünyayı algılama tarzı çarpıksa, bunun bir sebebi olduğu gerçeğini dikkate almaya devam etmeliyiz.

San Fransisco'ya yaptığım bir seyahat esnasmda, vitrinde duran ve 100 dolardan 50 dolara inmiş güzel bir vazo satm almak amacıyla, bir antikacı dükkânma girdim. Dükkândan 2500 dolarlık bir İran halısıyla çıktım. Doğrusunu söylemek gerekirse, halmm 2500 dolar edip etmediğini bilemiyorum; bütün bildiğim, benim halıya o kadar ödemiş olduğum. Bir halı aramıyordum. Ne San Fransisko'dan almacak hatıra bir eşyaya 2500 dolar harcamayı planlamıştım ne de eve bir ekmek kutusundan daha büyük bir şeyle dönmeye niyetlenmiştim. Neden yaptığımı bilmiyorum; izleyen günlerde yaph- ğım iç gözlemlerim hiçbiri bir sonuca ulaşmadı. Kaldı ki, tatil hevesiyle İran halıları almak konusunda bir sosyal norm da yok. Bildiğim bir şey varsa, o da halmm yemek odamda güzel durduğu. Halıdan hoşlamyorum; çünkü odaya sıcak bir hava veriyor. Hem rengi de duvarlar ve masayla çok uyumlu. Yoksa aslmda odayı ucuz bir otelin kahvalh salonuna mı benzetiyor? Belki de halıdan hoşlanmanun asıl sebebi, güzelim parke zemini örten çirkin bir halıya 2500 dolar ödediğimi dü-

şünmekten rahatsız oluşumdur. Bunu anlamak beni rahatsız etmiyor; hayatta yol alır ve tökezlerken ihtiyaç duyduğum desteği daima sağlayan görünmez ortağımın, bilinçdışımın kıymetini daha da çok takdir etmemi sağlıyor.

ONUNCU BÖLÜM

Kendilik

İktidarın sırrı hata yapmayacağınız inancıyla geçmiş hatalardan ders çıkarma gücünü birleştirmektir

-George Orwell

Katrina Kasırgası 2005 yılmda Luisiana ve Missisipi'nin kıyı kesimlerini enkaz haline getirdi. Binden fazla insan hayatım kaybetti ve yüz binlercesi yer değiştirmek zorunda kaldılar. New Orleans sular altmda kaldı, şehrin bazı kesimleri 4.5 metre kalmlığmda su katmanmm altma gömüldü. ABD hükümetinin felâket karşısmdaki tepkisi, kim ne derse desin, acemiceydi. Hadi çoğu kişinin bakış açısmdan öyleydi diyelim. Federal Acil Durum îdaresi'nin başı, kötü yönetim ve liderlik yeteneğinden yoksun olmakla itham edildiği ve kongre bir heyet oluşturarak soruşturma açtığı zaman; deneyimsiz Michael Brown herhangi bir eksiğini kabul etmiş miydi? Hayır, etmemiş ve yetersizliğin "açıkça Louisiana valisi Kathleen Blanco ve New Orleans belediye başkam Ray Nagin arasmda işbirliği ve planlama eksikliğinden kaynaklandığım" söylemişti. Aslma bakılırsa, kendi zihninde, Brown bir tür tragedya kahramam, Cassandra'ya benzeyen biriydi: "Bunun olmasım ve krizin bu noktaya ulaşmasmı kaynak yokluğu ve bu konulara yeterince dikkat edilmemesi nedeniyle, şahsen kaç yıldır bekliyordum," diyordu1 (Cassandra Truva kralı Priam ile kraliçesi Hecuba'mn kızıdır. Apollo onu kehanette bulunma yeteneğiyle ödüllendirir. Fakat daha sonra

Apollo'yu reddeder ve bu kez kendisi ve soyundan gelenlerin söylediklerine kimsenin inanmamasıyla lanetlenir. Olacakları bildiği halde bir şey yapamamanm trajedisini anlatmak için başvurulan bir karakterdir, çn)

Belki Brown içinden daha çok sorumluluk alıyordu. Belki bu basm açıklamaları ihmal ve yetersizlik gerekçesiyle kendisine yöneltilen kamu suçları için beceriksizce bir ceza indirimi pazarlığı girişimiydi. İki kişiyi öldürmekle suçlanan, fakat ceza mahkemesinde aklanan OJ. Simpson'm durumunun samimiyetsizliğini tartışmak biraz daha zordur. Simpson sonradan da belâdan uzak duramadı. En nihayet, 2007 yıhnda, birkaç arkadaşıyla birlikte Las Vegas'ta bir otel odasmı basarak satıcılardan sporla ilgili hatıra eşyalarım silah zoruyla aldı. Cezası okunduğunda, O.J.'e özür dileme ve hakimden hoşgörü isteme şansı verildi. Dürüstçe davranmak yahut en azmdan sahte de olsa kendisini eleştirmek için kesinlikle çok geçerli sebepleri vardı. Fakat acaba kendi çıkarma hizmet edecek şekilde davrandı ve cezasmı birkaç yıl indirmek için olsun suçlu olduğu için özür diledi mi? Hayır, geri adım atmadı. Cevabı samimiydi. Yaphkları için üzgündü söylediğine göre; fakat yanlış bir şey yaptığına inanmıyordu. Yıllarca hapiste kalma tehdidi karşısmda bile, Simpson kendisinin haklı olduğuna inanmak ihtiyacı duyuyordu.

Anlaşılan o ki, kendinize ilişkin olarak olumlu hissetmeniz karşısmdaki tehdit ne kadar büyükse, gerçekliğe onu çarpık gösteren bir gözlükle bakma eğiliminiz o kadar güçlenmek- tedir. Dale Carnegie, bir klasik haline gelmiş Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı adlı kitabmda, 1930'lu yıllarm meşhur mafya babalarmm kendilerini nasıl gördüklerini betimler.New York'ta terör estiren Rutch Schultz, cinayet işlemekten çekinmeyen biriydi ve kendisini düpedüz insan öldürmek suretiyle bir imparatorluk kurmuş biri olarak tarif etmiş olsa da bu durum, arkadaşlarınm gözündeki değerini düşürmez- di. Ama o kendisiyle söyleşi yapan bir gazeteciye kendisini "kamu yararma çalışan biri" olarak tarif etmişti. Benzer şekilde, kaçak içki tedarikçisi ve yüzlerce cinayetten sorumlu

olan Al Capone, şöyle demişti: "Hayatımın çoğunu insanlara hafif zevkler tattırmak, iyi zaman geçirmelerine yardım etmek için harcadım ama aldığım yegâne karşılık taciz edilmek ve sürekli tuzağa düşürülmek endişesiyle yaşamak oldu." "Çift Tabanca" lakabıyla maruf meşhur katil Crowley, kendisine ehliyet soran polisi öldürdüğü için elektrikli sandalyede ölüme mahkûm edildiğinde, birinin canma kıydığı içi üzüntü duyduğunu söylemedi. Aksine, "Kendimi savunduğum için layık görüldüğüm şey bu mu?" diyerek şikâyet etti.

Kendimizin başkalarma gösterdiğimiz bu olduğumuzdan daha iyi ve güzel yüzüne gerçekten inamyor muyuz? Gelirleri yıldırım hızıyla düşerken şirketimizin stratejisinin çok zekice olduğuna; yönettiğimiz üç yıl içinde şirketin bu miktarm yirmi katmı kaybetmesine yol açtığımız halde, 50 milyon dolarlık işten çıkarılma tazminatım hak ettiğimize; sanık idama mahkum edildiği halde başarılı bir savunma yaptığımıza yahut gün boyu kimseyi görmesek bile bir paket sigara içmeye devam ettiğimiz halde, yalmzca sosyal içici olduğumuza kendimizi ikna etmeyi gerçekten başarıyor muyuz? Kendimizi ne kadar doğru algılayabiliyoruz?

Yaklaşık bir milyon lise son sınıf öğrencisini kapsayan bir araştırmayı düşünelim.3 Başkalarıyla iyi geçinme yeteneklerini değerlendirmeleri istendiğinde öğrencilerin yüzde yüzü kendilerini en azmdan ortalama diye nitelendirmiş; yüzde 60T en iyi yüzde 10 içinde ve yüzde 25'i de en iyi yüzde bir içinde değerlendirmiştir. Liderlik yetenekleri sorgulandığm- da, yalmzca yüzde 2'si kendilerini ortalamanın altmda diye değerlendirmiştir. Öğretmenler de daha gerçekçi değildir: Üniversite profesörlerinin yüzde 94'ü ortalamanın üzerinde iş yaptığı kanısmdadır.4

Psikologlar bu şişirilmiş öz değerlendirme eğilimini "ortalamadan iyi olma tepkisi" olarak adlandırırlar ve durumun böyle olduğunu araba kullanma becerisinden, yönetim becerilerine kadar çok çeşitli bağlamlarda araştırmalarla ortaya koymuşlardır.5 Mühendislikte, profesyonellere başarı derecelerini değerlendirmeleri söylendiğinde, yüzde 30 ila 40T ken-

dilerini en iyi yüzde 5'in içine koymuştur.6 Orduda, subaylar kendi liderlik niteliklerini değerlendirirken (karizma, zekâ vb.), astlarınm ve üstlerinin kendilerine ilişkin değerlendirmelerinden çok daha iyimser davranmışlardır.7 Tıpta, doktor- larm kendilerinin kişilerarası ilişkiler konusundaki becerileri konusundaki değerlendirmeleri; hastaları ve yöneticilerinin onlar hakkında yaptığı değerlendirmelere göre çok daha olumlu çıkmış; bilgi düzeyleri baklandaki tahminleri, nesnel testlerin gösterdiğinden çok daha yüksek olmuştur.8 Bir araş- hrmada, aslma bakılırsa, hastalarma zaatürre teşhisi koyan doktorlar teşhislerinin doğruluğu konusunda ortalama yüzde 88 güven duyduklarım belirtmişler; fakat yalmzca vakala- rm yüzde 20'sinde doğru teşhis koydukları anlaşılmıştır.9

Bu tür şişirmeler aynen kurumsal dünyada da geçerlidir. Çoğu şirket yöneticisi, şirketi kendisi yönettiği için, şirketlerinin başarılı olma olasılığınm, aym iş kolundaki başka şirketlerden daha fazla olduğunu düşünmektedir10 ve CEOTar yeni piyasalara girer yahut riskli projelere başlarken aşırı özgüvenli davranmaktadırlar.11 Bunun bir sonucu olarak şirketler başka şirketleri satın alırken, kendileri o şirket çok daha kârlı bir şekilde çalıştıracaklarını düşünerek, hedef firmarun hisselerinin o günkü değerinin genellikle yüzde 41 üzerinde ödeme yapmaktadırlar; oysa birleşen şirketlerin toplam değeri genellikle düşmektedir ve bu da tarafsız gözlemcilerin tersini düşündüklerini göstermektedir.12

Hisse senedi seçenler de en çok kazandıracak hisseleri seçme becerilerine ilişkin olarak açıkça fazla iyimserdirler. Aşırı özgüven, aksi halde bilgili ve mantıklı yatırımcıların, entelektüel düzeyde aksini düşündüklerine inanmalarma karşm, borsanm ne zaman hareketleneceğini öngörebileceklerini düşünmelerine yol açabilir. Gerçekten de ekonomist Robert Schiller'in 1987 yılı Ekim aymdaki Kara Pazartesi çöküşünün ertesinde yaptığı bir araştırmada, yatırımcılarm üçte biri "borsanm gidişinin yön değiştireceğinden oldukça emin" ol- duklarmı söylemişler; fakat bu piyasanm geleceğini tahmin

etmek konusundaki bu güvenlerini destekleyecek net bir teori sunmaları istendiğinde, pek azı bunu yapabilmiştir.13

İşin ironik olan, insanlarm şişirilmiş öz değerlendirme ve aşırı özgüvenin bir sorun olabileceğini anlayabiliyor olmalarıdır; fakat yalnızca başkalarmda.14 Evet, bu doğru; yeteneklerimizi olduğundan fazla görme eğilimimize direnme yeteneğimizi bile abartırız. Neler oluyor?

Sosyal psikolog Milton Rokeach, 1959 yılmda Michigan, Ypsilanti Devlet Hastanesinde birlikte yaşama üzere üç akıl hastasım bir araya getirdi.15 Hastalarm her biri kendisini İsa peygamber samyordu. En azmdan ikisinin yamlıyor olması gerektiğinden, Rokeach hastalarm bu durumu nasıl karşıla- yacaklarmı merak ediyordu. Benzer öncül çalışmalar yapılmıştı. Meşhur bir on yedinci yüzyıl vakasında, Simon Morin adlı bir adam, aynı iddiada bulunduğu için tımarhaneye atılmıştı. Orada bir başka İsa'ya rastlamış ve "arkadaşının deliliği karşısmda o kadar çarpılmıştı ki, kendi deliliğini idrak etmişti". Maalesef, daha sonra başlangıçtaki düşüncesine geri dönmüş ve bu da ölümüne yol açmıştı; Morin dine küfretmek suçundan yakılarak öldürülmüştü. Ypsilanti'de kimse yakılmadı. Hastalardan biri, hpkı Morin gibi, düşüncesinden vazgeçti; İkincisi ötekilerin deli olduğunu düşündü ama kendisi deli değildi ve üçüncüsü durumu hiçbir şekilde dikkate bile almamayı başardı. Bu olayda, demek ki, üç hastadan ikisi gerçeklikle çelişmesine rağmen, kendilerine ilişkin imgelerine sıkı sıkıya yapıştılar. Bağlantı kopukluğunun ölçüsü daha az olabilir ama aynı şey suyun üzerinde yürüyebileceğine inanmayanlarımız için de geçerlidir. Eğer derinlemesine bakarsak yahut çoğu kez yalnızca dikkat etmek zahmetine girersek, çoğumuz kendimize ilişkin imgemizin, dışarıdan bakanların bizimle ilgili daha nesnel imgesiyle çok da uyum içinde olmadığını görebiliriz.

İki yaşma geldiğimizde, çoğumuz sosyal varlıklar olduğumuzun farkma varmıştık.16 Altımıza bağlanan bezlerin çok arzulanan bir moda gösterisi olmadığını öğrendiğimiz andan

itibaren, geçmiş deneyimlerimize ilişkin görüşler oluşturmak için erişkinlerle etkin bir şekilde ilgilenmeye başlamıştık. Kreş yaşma geldiğimizde, bunu yardımsız yapabilir durumdaydık. Fakat aynı zamanda insanlarm davranışlarma sebep olan şeyin, arzuları ve inançları olduğunu da öğrenmiştik. O andan itibaren, olmak istediğimiz kişiyle, her günün her anmda düşünceleri ve davranışlarıyla yaşadığımız insanı uzlaştırmak zorunda kaldık.

Araştırma psikologlarmm Freudiyen teoriye ne kadar itiraz ettiklerinden çok söz ettim, fakat terapistlerin ve deneysel psikologlarm bugün hâlâ kabul ettiği tek Freudien düşünce egonun amansızca onurunu savunduğudur. Bu kabul görece yeni bir gelişmedir. On yıllar boyunca, araştırma psikologları insanları olayları değerlendiren ve sonra gerçeği bulmak ve sosyal dünyanm doğasım anlamak için muhakeme yeteneğini kullanabilen bağımsız gözlemciler olarak düşündüler.17 Kendimizle ilgili veriler topladığımız ve kendilik imgemizi genellikle iyi ve doğru çıkarsamalar üzerine kurduğumuz söyleniyordu. Bu geleneksel bakış açısmdan, iyi uyum sağlamış bir insanm kendisine karşı bilim inşam gibi davrandığı kabul edilir; kendilik imgesi yanılsamalarla gölgelenmiş birinin ise zaten akıl hastası değilse, akıl hastalığma yatkın olduğu düşünülürdü. Bugün tersinin gerçeğe daha yakın olduğunu biliyoruz. Normal ve sağlıklı bireyler (öğrenciler, profesörler, mühendisler, yüzbaşılar, albaylar, doktorlar, iş idarecileri) kendilerini yalnızca yeterli ve işinin ehli görmekle kalmıyorlar, çok yetenekli ve mahir olduklarmı da düşünüyorlar; öyle olmasalar bile.

Yönettiği bölümün hedeflerini gerçekleştiremediğini gören idareci yeteneklerini sorgulamaz mı? Yahut işini doğru düzgün yapmaktan aciz bir yarbay, albay olmayı hak edip etmediğini düşünür mü? Başka biri terfi ederken, asıl bizim yetenekli olduğumuza ve patronun yanlış yönlendirildiğine kendimizi nasıl ikna ederiz?

Psikolog Jonathan Haidt'in dediği gibi, gerçeğe ulaşmanm iki yolu vardır: Bilim insanmm yolu ve avukatm yolu. Bilim

insanı veri toplar, belli düzenler olup olmadığını araştırır, gözlemlerini açıklayacak teoriler oluşturur ve onları test eder. Avukatlar ise başkalarım ikna etmek istedikleri bir sonuçla işe başlar, sonra bu sonucu destekleyecek kanıtları arar ve aynı zamanda o sonucu desteklemeyen kanıtlara kuşkuyla bakılması için ellerinden geleni yaparlar. İnsan zihni hem bilim inşam hem de avukat gibi davranmak üzere tasarlanmıştır; hem nesnel gerçeğin bilinçli arayıcısı hem de inanmak istediklerimizin bilinçdışı, tutkulu avukatı. Bu iki yaklaşım dünyaya bakış açımızı oluşturmak için birbiriyle rekabet eder.

Arzu ettiklerinizin doğru olduğuna inanmak ve sonra da onları haklı göstermek için kanıt aramak gündelik kararlarda en doğru yaklaşım gibi görünmüyor. Örneğin, at yarışma gitmişseniz, en hızlı olduğuna inandığmız at için bahis oynamak mantıklıdır; ama üzerine bahis oynadmız diye bir atm en hızlı olduğuna inanmanız mantıklı değildir. Benzer şekilde, cazip bulduğunuz bir işi seçmek mantıklıdır ama kabul ettiniz diye bir işin cazip olduğunu inanmaya başlamamz mantık dışıdır. Yine de her iki durumda da, ikinci yaklaşımlar mantık çerçevesinde anlamlı olmalarma karşm, muhtemelen size daha mutlu edecek seçenek mantıksız olanlardır. Ve zihnimiz genellikle mutlu seçeneği yeğler gibi görünüyor. Her iki durumda da, araşhrmalar gösteriyor ki, insanlarm yapması daha muhtemel terchi İkincilerdir.18 İnsanın düşünme sürecindeki bu "nedensel ok" inançtan kanıta gidildiğini gösteriyor, tersini değil.19

Anlaşıldığı üzere, beyin yeterli bir bilimsel araştırmacı, fakat olağanüstü iyi bir avukattır. Bunun sonucu da, kendimize ve geri kalan dünyaya ilişkin olarak tutarlı ve ikna edici bir bakış açısı oluşturma çabasmda, tutkulu avukatm genellikle gerçeği arayan araştırmacı karşısmda galip gelmesidir. Daha önceki bölümlerde bilinçdışı zihnin sınırlı veri kullanarak ortağı bilinçli zihin için dünyanm gerçekçi ve tam görünen bir versiyonunu nasıl kurguladığm görmüştük. Görsel algı, hafıza ve hatta duygularm tamamı kurgudur; ham, eksik ve kimi zaman birbiriyle çelişen verilerden yapılırlar. Aynı tür-

den bir yaratma sürecini kendi imgemizi oluşturmak için de kullamrız. Bilinçdışımızm avukat yönü, kendi imgemizi oluştururken, gerçekleri yanılsamalarla karıştırır; güçlü yanlarımızı abartır, zayıf yanlarımızı önemsemez ve gerçekte kimi kısımlarm anormal boyutlarda abartıldığı (hoşumuza giden parçalar), kimilerinin ise neredeyse görünmeyecek kadar kü- çültüldüğü Picassovari bir dizi çarpıtma yaratır. Bilinçli zihnimizin mantıklı bilimsel araşhrmacısı da masum bir şekilde ortaya çıkan kendilik portesine hayranlıkla bakar ve bir fotoğraf kadar doğru olduğuna inanır.

Psikologlar, içimizdeki avukatın benimsediği bu yaklaşıma "güdülenmiş muhakeme" diyorlar. Güdülenmiş muhakeme kendi iyiliğimize ve yeterliliğimize inanmamız, denetimi elimizde tuttuğumuzu hissetmemiz ve kendimizi genel olarak fazlaca olumlu bir ışık altında görmemiz için bize yardımcı olur. Ayrıca, içinde bulunduğumuz ortamı, özellikle sosyal ortamımızı anlama ve yorumlama biçimimizi şekillendirir ve tercih ettiğimiz inançları haklı çıkarmamıza yardım eder. Ancak takdir edersiniz ki yüzde 40'1 en iyi yüzde 5'e sıkıştırmaya, yüzde 6O'ı en iyi yüzde 10'a sıkıştırmaya yahut yüzde 94'ü ilk yüzde 50'ye sıkıştırmaya imkân yoktur; dolayısıyla ne kadar değerli olduğumuza kendimizi ikna etmemiz, her zaman kolay bir iş değildir. Şansımıza, bu işi başarmak yolunda zihnimizin büyük bir müttefiki vardır; hayatm daha önce de rastladığımız bir yanı: Belirsizlik. Belirsizlik, aksi halde tartışmasız gerçekler olacak şeylerde bir esneklik payı yaratır ve bilinçdışı zihnimiz bu esneklik payım kendimize, başkalarma ve ortamımıza ilişkin olarak, en işimize gelecek; iyi zamammızda bizi gayrete getirecek, kötü zamanlarımızda teselli edecek birer hikâye oluşturmak için kullanır.

Sayfa 267'deki şekle bakınca ne görüyorsunuz? İlk bakışta ya bir at ya da bir fok göreceksiniz, fakat bakmaya devam ederseniz, bir süre sonra diğer hayvanı görmeye başlayacaksınız. Ve bir kez her ikisini de gördükten sonra, algınız iki hayvan arasmda otomatik olarak gidip gelme eğilimi göste-

Dikkat, Algı & Psikofizik 4, no.3 (1968), s. 191, şekil 3.2; Gerald H. Fisher'in eseri "Biçimlerin Belirsizliği: Eski ve Yeni". Telif hakkı © 1968 Psikodinamik Derneği. Springer Science+Business Media B.V.'nin izinleriyle yeniden basılmıştır.

recektir. Gerçekte ise şekil hem ikisidir hem de hiçbiri. Şekil yalnızca fikir verici birtakım çizgiler topluluğundan ibarettir; bir taslaktır, tıpkı sizin karakterinizin, kişiliğinizin ve yeteneklerinizin başka başka şekillerde yorumlanmasınm mümkün olduğu gibi.

Daha önce belirsizliğin şablonlar oluşturmaya (stereotip- ler oluşturmaya) kapı açtığını, iyi tammadığımız insanları hatalı yargılamamıza neden olduğunu söylemiştim. Belirsizlik, aynı zamanda, kendimizi de hatalı yargılamamıza neden olur. Eğer yeteneklerimiz ve uzmanlığımız, şahsiyetimiz ve karakterimiz bilimsel ölçümlerle belirlenmiş ve değiştirilemez bir biçimde taş tabletlere kazınmış olsaydı, kim olduğumuza ilişkin taraflı bir imgeye inanmayı sürdürmemiz zor olurdu. Fakat özelliklerimizi daha ziyade at/fok imgesi gibidir; farklı yorumlara açıktır.

Gerçekliği arzularınıza uyacak hale getirmek sizin için ne kadar kolay? David Dunning bu tür sorular üzerinde düşünmek için yıllar harcadı. Corneli Üniversitesi'nde sosyal psikolog olan Dunning, meslek hayahnm çoğunu, insanlarm gerçekliği algılayışmın tercihleri tarafından nasıl şekillen- dirildiğini incelemeye adamıştır. At/fok çizimini düşünün. Dunning ve bir arkadaşı, bu şekli bir bilgisayara yüklemişler, düzinelerce gönüllü toplamışlar ve denekleri şekli at yahut fok gibi görmeleri için güdülemişlerdi.20 Deneyin işleyişi şu şekilde olmuştu: Bilim insanları, deneklere iki sıvıdan birini içmekle görevlendirileceklerini söylemişlerdi. Sıvılardan biri bir bardak lezzetli portakal suyuydu. Diğeri ise "sağlığa ya- rarh" olduğu söylenen öylesine iğrenç kokulu ve görünümlü bir karışımdı ki, deneklerden bir kısmı o içeceği tatmaktansa deneyi bırakmayı yeğlemişlerdi. Katılımcılara hangi içeceği tadacaklarınm kendilerine bilgisayar aracılığıyla iletileceği söylendi; ekranda bir saniyeliğine bir şekil belirecekti (yukarıdaki şekildi). Bir saniye genellikle kişinin şekli iki türlü algı- lamasma yetmeyecek bir süredir; bu nedenle denekler ya bir at göreceklerdi yahut fok.21

Deneyin püf noktası da buradaydı; deneklerin yarışma eğer ekranda bir "çiftlik hayvanı" belirirse portakal suyunu, bir "deniz canlısı" belirirse diğer karışımı içecekleri söylenmişti, diğer yarışma ise bunun tersi. Ardmdan, ekranda beliren şekli gördükten sonra, araştırmacılar deneklerden gördükleri hayvanm admı söylemelerini istemişlerdi. Eğer deneklerin güdüleri algılarmı etki altmda bırakıyorsa, çiftlik hayvanının meyve suyu içmek anlamma geleceği söylenen deneklerin bilinçdışı onları bir at görmelerini sağlayacak şekilde taraflı davranacakh. Benzer şekilde, at görmenin iğrenç karışımı içmek anlamma geleceği söylenen deneklerin bilinçdışı da fok görmelerini sağlayacak şekilde taraflı davranacaktı. Ve gerçekten de öyle oldu: Çiftlik hayvanı görmeyi umanların yüzde 67'si at gördüğünü söylerken, deniz hayvanı görmeyi umanlarm yüzde 73'ü fok gördüler.

Dunning'in araşhrması güdülenmenin algı üzerindeki etkisi konusunda kesinlikle ikna ediciydi, fakat sözkonusu belirsizlik çok açık ve basitti. Gündelik yaşam deneyimlerinde, tam tersine, mevcut sorunlar baktığmız hayvanm hangisi olduğuna karar vermekten çok daha karmaşıktır. Bir işletmeyi yahut askeri birimi yönetme becerisi, insanlarla iyi geçinme yeteneği, ahlaklı davranma arzusu ve bizi tanımlayan sayısız başka özelliğin tümü de karmaşık niteliklerdir. Bunun sonucu olarak, bilinçdışımız koca bir yorumlar açık büfesinden dilediğini seçerek bilinçli zihnimizi besleyebilir. Sonunda, biz gerçeklerle beslendiğimizi sanırken, aslmda tercih edilen sonucu afiyetle yemekteyizdir.

Çeşitli anlamlara gelebilecek olaylarm taraflı yorumları, kimi en ateşU tarhşmalarımızm odağmdadır. 1950'li yıllarda, biri Princeton Üniversitesi'nden diğeri Dartmouth Üniversitesi'nden iki psikoloji profesörü, aradan bir yıl geçtikten sonra bile, Princeton ve Dartmouth öğrencilerinin iki üniversitenin takımları arasmda oynanmış önemli bir futbol maçım tarafsız bir gözle değerlendirip değerlendiremeyeceklerini kontrol etmeye karar verdiler.22 Sözkonusu maç Dartmouth'un özellikle sert oynadığı ama Princeton'un kazandığı zorlu bir maçh. Bilim insanları her iki üniversiteden bir grup öğrenciye maçm bir filmini gösterdiler ve farkma vardıkları her türlü kural ihlalini, hangilerinin "aleni" hangilerinin "ılımlı" olduğunu belirterek not almalarmı istediler. Princeton öğrencileri Dartmouth'un kendi takımlarına kıyasla ik at daha fazla kural ihlali yaptığım belirlerken, Dartmouth öğrencileri her iki tarafm eşit sayıda kural ihlali yaptığmı belirtti. Princetonlu denekler Dartmouth'un faullerinin çoğunu, Princeton'unki- lerin ise yansım aleni diye nitelendirirken; Dartmouthlu denekler kendi kural ihlallerinin pek azım aleni diye nitelerken, Princeton'unkilerin çoğunu öyle nitelemişlerdi. Ve Dartmouth'un kasıtlı olarak sert ve çirkin oynayıp oynamadığı sorulduğunda, Princeton taraftarlarımn geniş geneli "evet" demiş, oysa Dartmouth taraftarlarmm geniş geneli kesin bir kamyla "hayır" demişlerdi. Araştırmacılar şöyle yazmışlardı: "Futbol

sahasından yayılan aynı duyusal deneyim, görsel mekanizmalar aracığılıyla beyne iletilmiştir... Farklı insanlarda farklı hissiyatlara yol açmıştır... Futbol sahasmda insanlarm yalnızca 'gözlemlediği' kendi başma 'öylece' var olan bir maç diye bir 'şey' yoktur."

Bu son alıntıyı severim; çünkü futbolla ilişkili olarak yazılmış olsa bile, genel olarak hayat oyununa ilişkin olarak da doğru gibi görünüyor. Tarafsızlığa tapınılan benim kendi alanımda, bilimde bile insanlarm kanıtlara bakış açısınm büyük ölçüde kendi çıkarlarıyla ilintili olduğu genellikle açıkça ortadadır. Örneğin, 1950'li ve 60'h yıllarda evrenin bir başlangıcı mı olduğu yoksa ezelden beri var mı olduğu konusunda ateşli bir tartışma devam ediyordu. Bir taraf büyük patlama teorisini destekliyor, evrenin teorinin adının belirttiği şekilde başladığmı savunuyordu. Diğer taraf durağan hal teorisine inanıyor, evrenin ezelden beri, aşağı yukarı bugünkü haliyle var olduğunu savunuyordu. Sonunda, konuyla doğrudan ilişkili olmayan herkes tarafmdan büyük patlama teorisini doğrudan desteklediği düşünülen kanıtlar ortaya çıktı; özellikle 1964'ten sonra şanslı bir tesadüf sonucu Bell Laboratu- varı'na ait bir çift uydu iletişim araştırmacısı büyük patlamalım kalıntısı olan ışınımı tespit ettikten sonra. Bu keşif, büyük patlama teorisinin kazandığım duyuran New York Times ga- zetisinin birinci sayfasmda yer buldu. Peki durağan hal araş- tırmacıları ne dediler? Üç yıl sonra, önde gelenlerinden bir en nihayet durumu şu sözlerle kabul etti: "Evren gerçekte şişirme bir iş; fakat sanırım ondan mümkün olan en iyi şekilde yararlanmaktan başka çaremiz yok." Otuz yıl sonra, bir başka durağan hal teorisyeni, artık yaşlanmış ve saçları gümüş rengi, hâlâ teorisinin biraz değiştirilmiş bir haline inanmaya devam ediyordu.23

Bilim insanları tarafmdan, bilim insanları hakkmda yapılmış sınırlı sayıdaki araştırma gösteriyor ki, bilim insanları arasmda da tarafsız yargıçlar gibi davranmaktansa, avukatlar gibi davranmak seyrek rastlanan bir durum değildir; özellikle de belirsizliğin fiziksel bilimlere kıyasla daha fazla oldu-

ğu sosyal bilimlerde. Örneğin, bir araştırmada, Şikago Üni- versitesi'nin ileri lisansüstü öğrencilerinden, hakkında zaten bir görüşe sahip oldukları bir konudaki araştırma raporlarmı değerlendirip not vermeleri istenmişti.24 Kendilerinin bilgisi yoktu ama araştırmalar sahteydi. Her konu için, gönüllülerin yarısı bir tarafı destekleyen veriler sunan raporlar görürken, diğer yarısı karşıt kampı destekleyen veriler içeren raporlar okudu. Fakat değişen yalmzca rakamlardı; araştırma yöntemleri ve sunum, her iki durumda da aynı idi.

Kendilerine sorulduğunda, deneklerin çoğu araştırmanm daha önce sahip oldukları görüşü destekleyip desteklemediğinin araştırmalara ilişkin değerlendirmelerini etkileyebileceğini reddettiler. Ama yanılıyorlardı. Araştırmacılarm analizleri, kendi görüşlerini destekleyen veriler içeren araştırmaları, rakamlar dışmda bu araştırmalarm tıpkısı olan ve kendi inançlarıyla çelişen veriler sunan diğer araştırmalara kıyasla, yöntem açısmdan daha güvenilir ve daha anlaşılır biçimde sunulmuş gibi yargıladıklarmı gösterdi; bu etki, başlangıçta çok güçlü kanılara sahip olanlarda daha güçlü olmuştu.25 Bilimin gerçeğe ilişkin iddialarmm düzmece olduğunu söylemiyorum; çünkü değiller. Tarih daha doğru olan teorinin eninde sonunda kazandığım tekrar tekrar göstermiştir. Bu nedenle büyük patlama teorisi kazandı ve durağan hal teorisi öldü ve.soğuk füzyon meselesini kimse hatırlamıyor bile. Fakat yerleşmiş bir teoriye yatırım yapmış bilim insanlarının, inatla eski inançlarına sarılabildikleri de bir gerçektir. Kimi zaman, ekonomist Paul Samuelson'un yazdığı gibi, "bilim eski teorilerin cenaze törenleriyle ilerler".26

Güdülenmiş muhakeme bilinçdışı olduğundan; insanlar gerçekte kendi çıkarlarma hizmet eden kararlar verirken bile, önyargılardan yahut kendi çıkarlarından etkilenmediklerini samimiyetle iddia edebilirler. Örneğin, doktorlarm çoğunluğu maddi çıkarlardan etkilenmediklerini düşünürler ama buna rağmen araştırmalar, tıp endüstrisinin konukseverliğini ve armağanlarını kabul etmenin, hasta bakımı konusundaki kararlarmda önemli bir subliminal etki yaptığım gösteriyor.27

Benzer şekilde, araştırmalara göre ilaç üreticileriyle mali bağlantısı olan araştırmacı doktorlarm ilacı destekleyen bulguları daha çok, aleyhindeki bulguları daha az rapor etmeleri olasılığı, tarafsız hakemlere kıyasla daha yüksek; yahrım uzman- larmm çeşitli olaylara ilişkin olasılık tahminleri bu olayların gerçekleşmesini ne kadar arzu ettikleriyle oldukça yakmdan ilintili; denetçilerin yargıları sunulan teşviklerden ilişkilidir ve en azmdan İngiltere'de, nüfusun yarısm cennete inanmaktadır ama cehenneme inananlarm miktarı sadece dörtte birdir.28

Güncel beyin görüntüleme araştırmaları, beynimizin bu bilinçdışı önyargıları nasıl yarattığı konusunu aydmlatmaya başlıyor. Bu araştırmalar beynimizin duygularımızla ilişkili verileri değerlendirirken, otomatik olarak isteklerimizi, hayallerimizi ve arzularımızı hesaba kattığını gösteriyor.29 Tarafsız olduğuna inandığımız içsel hesaplamalarımız, tarafsız bilgisayarlarm yapacağı türden hesaplamalar değildir; aksine, kim ve neyin peşinde olduğumuzdan büyük ölçüde etkilenirler. Aslında, bir meseleye ilişkin olarak kişisel bir risk altında olduğumuz zamanlarda yaptığımız güdülenmiş muhakeme, beyinde durumun böyle olmadığı zamanlarda yaptığımız nesnel analizden ayrı bir fiziksel süreç izleyerek ilerler. Özellikle, güdülenmiş muhakeme "soğuk" muhakeme ile ilişkili olmayan, orbitofrontal korteks ve anterior singulat korteks (limbik sistemin parçaları) gibi bir beyin bölgeleri ağını içerir, ki bunlar aynı zamanda kişi duygusal yüklü ahlaki yargılamalar yaptığı zaman da harekete geçer.30 Bu, beynimizin bizi kandırmakta kullandığı fiziksel mekanizmadır. Peki, ya zihinsel mekanizma? Tercih ettiğimiz dünyaya bakış açısmı desteklemek için ne türlü subliminal muhakeme yöntemleri kullamyoruz?

Bilinçli zihinlerimiz ahmak değildir. Bu yüzden, eğer bilinçdışı zihnimiz gerçekliği beceriksizce ve açıkça çarpıtırsa, bunu fark ederiz ve inanmayız. Güdülenmiş muhakeme eğer saflığımızı fazlasıyla zorlarsa, işe yaramayacaktır; çünkü o

zaman bilinçli zihnimiz şüphe etmeye başlar ve kendini kandırma oyunu sona erer. Güdülenmiş muhakemenin şuurları olması son derece önemlidir, çünkü lazanya yapmaktaki us- talığmız konusunda abartılmış bir düşünceye sahip olmak başka bir şeydir; bir sıçrayışta yüksek binalarm üzerinden atlayabileceğinize inanmak bambaşka. Şişirilmiş kendilik imgenizin size iyi hizmet edebilmesi ve hayatta kalmanıza katkı yapacak yararlar sağlayabilmesi için tam kıvammda şişirilmiş olması gerekir, daha fazla değil. Psikologlar bu dengeyi, sonuçta ortaya çıkan çarpıtmanın "nesnellik yanılsamasının" devam etmesine izin verecek ölçüde olması gerekir diyerek tarif ederler. Bu açıdan bize bahşedilmiş yetenek, kedimizin abartılmış imgesini, bariz gerçekler karşısmda savrulmayacak şekilde, inandırıcı gerekçelerle haklı çıkartma becerimiz- dir. Bilinçdışı zihnimiz gölgeli, belirsiz bir deneyimi, görmeyi arzu ettiğimiz türden, açık ve kesin bir şekilde olumlu bir kendilik bakışı haline getirmek için ne gibi araçlar kullamr?

Yöntemlerden biri, her ikisi de beyaz bir Katolik ve bir Yahudi ile bir siyahm ölüp cennetin kapışma gitmeleriyle ilgili eski bir fıkrayı anımsatır.

Katolik, "Hayatım boyunca iyi bir insan oldum ama çok ayrımcılığa uğradım. Cennete girmek için ne yapmam gerekir?" diye sorar.

Tanrı, "Çok kolay," der, "cennete girmek için bütün yapman gereken bir sözcüğü oluşturan hafleri hatasız söylemen."

"Hangi sözcük bu?" diye sorar Katolik.

"Tanrı" cevabı gelir.

Katolik yüksek sesle "T-A-N-R-I" der ve cennete alınır. Ardmdan Yahudi yaklaşır. O da, "Yaşarken iyi bir insandım." der ve ekler, "Ve hayatım hiç kolay geçmedi, bütün hayatım boyunca ayrımcılıkla karşılaştım. Cennete gitmek için ne yapmam gerek?"

"Çok kolay" der Tanrı, "cennete girmek için bütün yapman gereken bir sözcüğü oluşturan harfleri yüksek sesle söylemen."

"Peki hangi sözcük bu?" diye sorur Yahudi.

Cevap gelir: "Tanrı."

Yahudi yüksek sesle "T-A-N-R-I" der ve cennete almır.

Ardmdan siyah adam yaklaşır ve teninin rengi yüzünden çok korkunç ayrımlara maruz kalmasma rağmen herkese karşı nazik davrandığını söyler.

Tanrı, "Hiç endişelenme, burada ayrımcılık yok" der.

"Teşekkür ederim," der siyah adam. "Peki cennete nasıl gireceğim?"

"Çok kolay" der Tanrı, "cennete girmek için bütün yapman gereken bir sözcüğü oluşturan harfleri yüksek sesle söylemen."

"Peki hangi sözcük bu?" diye sorur Yahudi.

Tanrı cevap verir "Çekoslovakyalılaşhrabildikleri- miz".

Tanrmm ayrımcılık yöntemi klasiktir ve beynimiz de sık sık bu yöntemi uygular: Dünyanın görmekten hoşlandığımız halinin lehindeki bilgiler zihnimize girmek için izin istediğinde "Tanrı" sözcüğünün harflerini söylemesini isteriz, ama aleyhinde bilgiler kapıyı çaldığında sözcüğü değiştirir "Çe- koslovakyalılaştırabildiklerimiz" yaparız.

Örneğin, bir araştırmada gönüllülere TAA adı verilen ve eksikliğinin bir dizi ciddi pankreas hastalığına yol açabileceğini söyledikleri bir enzimin ciddi şekilde yetersiz olup olma- dığmı anlamaları için birer kâğıt şerit verildi.31 Araştırmacılar gönüllülere kâğıdı tükürüklerine batırmaları ve sonra yirmi saniye bekleyerek kâğıdın yeşile dönüp dönmediğini kontrol etmelerini söylediler. Deneklerden yarışma, eğer kâğıt yeşile dönerse bunun enzim yetersizliği bulunmadığı anlamma geleceği, diğer yarısına ise eğer kâğıt yeşile dönerse tehlikeli düzeyde enzim yetersizliği bulunduğu anlamına geleceği söylendi. Gerçekte ise ne böyle bir enzim vardı ne de kâğıdın

renk değiştirme özelliği; sarı renkli sıradan bir elişi kâğıdıydı, dolayısıyla deneklerden hiçbiri herhangi bir renk değiştirme göremeyecekti. Araştırmacılar, deneklerini bu testi yaparken gözlediler. Bir renk değişimi beklememeye teşvik edilmiş denekler kâğıdı tükürüklerine bandılar, biraz beklediler ve bir şey olmaymca mutlu sonucu çabucak kabul ederek deneyin sona erdiğine karar verdiler. Fakat kâğıdm renginin yeşile dönmesini beklemeye güdülenmiş olanlar, sonucu kabul etmeden önce, ortalama olarak fazladan otuz saniye daha kâğıda baktılar. Üstelik bu deneklerin yarısı, testi yeniden yapma çabası göstediler. Deneklerden biri, anne babasma mızıldanan bir çocuk gibi, kâğıdı tükürüğüne tam on iki kere batırdı. Lütfen yeşile döner misin. Hadi dön. Lütfen ama. Lütfen.

Bu denekler aptal gibi gönebilir ama hepimiz, tercih ettiğimiz bakış açışım destekleyecek sonucu almak çabasıyla, kâğıdı tekrar tekrar tükürüğümüze batırmaya devam ederiz. İnsanlar, ciddi ve inandırıcı yolsuzluk yahut cehalet suçlama- larma rağmen tercih ettikleri politikacıları desteklemeye devam etmek için gerekçeler bulurlar, ama öteki partinin adayı hakkındaki üçüncü elden duyulan hatalı solama yaptığı söylentilerini bile, o kişinin hayatı boyunca politika yapmasmm yasaklanması için yeterli sayarlar. Benzer şekilde, insanlar bilimsel bir sonuca inanmak istedikleri zaman, bir deneye ilişkin anlamı belirsiz bir raporu bile ikna edici bir kanıt sayacaklardır. Ve bir şeyi kabul etmek istemediklerinde ise ABD Ulusal Bilimler Akademisi, Amerikan Bilimin İlerlemesini Destekleme Derneği, Amerikan Jeofizik Birliği, Amerikan Meteoroloji Derneği ve bin başka ismi lazım değil bilimsel araştırma aynı sonuç üzerinde uzlaşsa bile, insanlar o sonuca inanmamak için hâlâ bir sebep bulacaklardır.

Külfetli ve pahalı küresel ilklim değişikliği meselesinde tam olarak böyle oldu. Yukarıda adım saydığım kurumlar, artı konuya ilişkin bin akademik makale, ittifakla, insan faaliyetlerinin küresel iklim değişikliğinden sorumlu olduğu sonucuna varmıştı, ama buna rağmen ABD'de yaşayan insan- larm yarısmdan fazlası küresel ısınma konusundaki bilimsel

çalışmaların henüz kesin bir sonuca ulaşmadığına kendilerini ikna etmeyi başardılar.32 Aslma bakılırsa, bütün o kuramların ve bilim insanlarmm, Albert Einstein'ın zeki bir adam olduğu dışmda herhangi bir konu üzerinde görüş birliği içinde olma- larmı sağlamak hayli zordur; dolayısıyla bir aynı kanıya varmış olmaları küresel ısınma konusundaki bilimsel çalışmala- rm gayet güzel sonuca ulaştıklarım gösterir. Sadece haber iyi değil. Pek çok insan için, maymundan geldiğimiz düşüncesi de iyi haber değildir. Dolayısıyla o gerçeği kabul etmemenin de bir yolunu bulmuşlardır.

Ne zaman bir insan siyasi yanlılık yahut çıkar yüzünden bir durumu bizden farklı gorcek olsa; o kişinin açıkça ortada olan şeyleri kendi siyasi tutumunu haklı göstermek yahut şahsi kazanç sağlamak amacıyla kasten yanlış yorumladığmı düşünmek eğilimi gösteririz. Fakat güdülenmiş muhakeme sayesinde her iki taraf da, bir yandan kendi işine gelen sonucu çıkarmanın ve diğerini geçersiz ilan etmenin; ama buna rağmen kendisinin nesnel davrandığma inanmayı sürdürmenin yollarım bulur. Ve böyleçe, önemli meselelerde iki taraf da kendilerininkinin tek mantıklı yorum olduğuna içtenlikle düşünebilirler. Ölüm cezasıyla ilgili aşağıdaki araştırmayı ele alalım. İnsanları suçtan caydırdığı düşünesiyle ölüm cezasmı destekleyen ve böyle bir etkisi olmadığı düşüncesiyle ölüm cezasına karşı olan iki gruba iki ayrı sahte araştırma gösterilmişti. Her iki araştırmada, savunulan görüşü desteklemek için iki ayrı istatistik yöntem kullanılmıştı. Gelin bunlara A yöntemi ve B yöntemi diyelim. Deneklerden yarısı, A yöntemini kullanan araştırmanın ölüm cezasının caydırıcı etki yaP^ğh B yöntemini kullanan araştırma ise yapmadığı sonucuna ulaştığım görmüşlerdi. Diğer deneklerin gördüğü araştırmalar ise tam tersi sonuçlara ulaşmış görünmekteydi. Eğer insanlar tarafsız davranmış olsalardı, her iki tarafın da, hangi görüşü desteklediklerinden ve yöntemin başlangıçtaki düşüncelerini temelinden çürütmesinden bağımsız olarak, A yönteminin yahut B yönteminin en doğru yaklaşım olduğunu (yahut durumun başa baş olduğunu) kabul etmeleri gerekir-

di. Fakat öyle olmadı. Denekler kolayca "Çok fazla değişken vardı", "Yeterli veri topladıklarını düşünmüyorum" ve "Gösterilen kanıtlar hayli anlamsız" gibi eleştiriler yönelttiler. Her iki taraf da kendi düşüncelerini destekleyen yöntemi methettiler ve karşı görüşü destekleyen yöntemi yerdiler. Belli ki bu eleştirileri esinleyen kullandığı yöntem değil, çalışmanın ulaştığı sonuçtu.33

İnsanlara hem ölüm cezasmı desteklemek hem de karşı çıkmak yönünde gayet haklı gerekçeler sunmak, diğer bakış açısının anlaşılmasma neden olmamıştır. Aksine hoşlanmadığımız kanıtlarm eksiklerini abarttığımız, hoşlandığımız kanıtların ise eksiklerini görmezden geldiğimiz için, bu araş- tırmalarm net etkisi görüş ayrılığının şiddetini artırmak olmuştur. Benzer bir başka araştırmada, Beyrut 1982 katliamına ait büyük televizyon kanallarmda yayımlanmış birbirinin tıpkısı görüntülerin izletildiği İsrail yanlısı ve Arap yanlısı partizanlar, hem programları hem de televizyon kanalım değerlendirmişler ve her iki taraf da haberin ve kanalın kendilerini karşı taraflı davrandığım söylemiştir.34 Bu araştırmadan çıkarılacak çok önemli dersler vardır. Öncelikle, bizimle aynı fikirde olmayan insanların bakış açılarındaki bariz hatalar ille de iki yüzlü, dürüstlükten yoksun oldukları anlamma gelmez. Daha da önemlisi, kendi muhakememizin de o kadar mükemmelen tarafsız olmadığmı bilmek, hepimiz için aydm- latıcı olacaktır.

Tercih ettiğimiz sonucun lehine olan kanıtları kabul edecek şekilde ölçütlerimizi değiştirmek, subliminal zihnin güdülenmiş muhakeme araçlarmdan yalnızca biridir. Dünyaya bakış açımızı (kendimize bakış açımız da içinde olmak üzere) desteklemek için bulduğumuz diğer yollar arasmda; değişik kanıtlara atfettiğimiz önemi işimize geldiği gibi ayarlamak ve kimi zaman aleyhteki kanıtları bütünüyle görmezden gelmek vardır. Örneğin, bir maçı kazandıktan sonra taraftarlarm nasıl takımlarınm şahane oyunuyla böbürlendiklerini; fakat bir yenilgiden sonra takımın nasıl oynadığım dikkate almaksı- zm, nasıl kötü talihe ve hakemlere yüklendiklerine hiç dikkat

ettiniz mi?35 Benzer şekilde, halka açık şirketlerin idarecilerinin olumlu sonuçlar için kendilerini takdir ederken, başarısızlık durumunda birdenbire tesadüfi ortamsal etmenlerin öneminin farkma varırlar.36 Başarısızlık durumunda durumu çarpıtmaya yönelik bu çabaların samimi ve bilinçdışı güdülenmiş muhakemenin mi, yoksa bilinçli bir çıkarını gözetme çabasının mı sonucu olduğunu anlamak zordur.

Belirsizliğin sözkonusu olmadığı durumlardan biri planlamadır. Son teslim tarihleri için gerçekçi olmayan sözler vermek için geçerli bir sebep yoktur; çünkü söz verdiğiniz malları yahut işleri söz verdiğiniz tarihte teslim etmeniz istenecektir. Ama buna rağmen, sözleşme yapanlar ve işletmeler çoğu kez, bunun sonucunda para cezaları ödemek zorunda kalacak ol- malarma rağmen, teslim tarihlerini kaçırırlar ve araştırmalar gösteriyor ki bu hatalı hesaplamalarm ana nedeni güdülenmiş muhakemedir. Anlaşılan o ki, bir işi bitireceğimiz tarihi hesaplarken yapılacak işi gerekli aşamalara bölme, her aşama için gereken zamam hesaplama ve hepsini toplayıp gereken toplam zamanı bulma yöntemini kullandığımızı düşünürüz. Fakat araştırmalar gösteriyor ki zihnimiz bu süreci genellikle tersinden izleyerek çalışıyor. Başka bir deyişle, teslim etmeyi arzu ettiğimiz tarih, her aşamanın tamamlanması için öngördüğümüz tarihi belirlerken üzerimizde büyük ve bilinçdışı bir etki yapıyor. Aslmda, araştırmalar bir işi bitirmek için ne kadar zamana ihtiyacımız olduğuna ilişkin tahminlerimizin doğrudan o işin erken tamamlanmasını ne kadar istediğimize bağlı olduğunu gösteriyor.37

Bir Playstation oyunu üreticisi için, yeni oyunun gelecek iki ay içinde tamamlanması önemli ise, zihni programlama ve kalite kontrol testlerinin o zamana kadar hiç olmadığı kadar sorunsuz gideceğine inanmak için gerekçeler bulacaktır. Benzer şekilde, eğer şeker bayramı için eşe dosta on tepsi tatlı yapmak sözü vermişsek, ailemizin tarihinde hiç görülmemiş bir şekilde eşimizin ve çocuklarımızın yardımıyla mutfağımızda bir üretim hattı kurabileceğimize ve tatlıları zamanmda yapabileceğimize kendimizi ikna etmeyi başarırız. Bu kararları

biz verdiğimizden ve gerçekçi olduklarına içtenlikle inandığımızdan, hepimiz, ister kalabalık bir gruba akşam yemeği verelim ister yeni bir savaş uçağı üretiyor olalım, düzenli olarak, işleri ne zaman bitirebileceğimize ilişkin açıkça iyimser tahminlerde bulunuruz.38 Gerçekten de ABD Genel Muhasebe Dairesi yeni teknolojiler içeren askeri ekipman alımlarm- da, teslimatlarm yalnızca yüzde l'inin öngörülen tarihte ve öngörülen bütçe içinde yapılabildiğini hesaplamıştır.39

Geçen bölümde araştırmalarm işverenlerin birini işe alırken çoğu zaman o kişiye seçmelerine neden olan asıl gerekçelerin farkmda olmadığım gösterdiğini söylemiştim. İş görüşmesi yapan biri, işe kişinin nesnel nitelikleriyle pek az ilintili gerekçelerle, başvuran kişiden hoşlanabilir yahut hoşlanmayabilir. Belki ikisi de aym okuldan mezun yahut kuş gözlemcisidir ler. Yahut başvuran mülakatı yapana en sevdiği dayısı- m hatırlahyordur. Sebep her ne olursa olsun, mülakatı yapan bir kez içgüdüsel düzeyde karar verdikten sonra, bilinçdışı güdülenmiş muhakeme yoluyla bu içgüdüsel eğilimi destekleyecektir. Eğer başvurandan hoşlandıysa, böyle davranma- sırun ardmdaki güdülerin farkmda olmaksızm, kişinin üstün olduğu alanlara daha fazla önem verecek ve yetersiz olduğu konuları daha az ciddiye alacaktır.

Bir araşhrmada, katılımcılar polis şefliği konumuna başvuran bir kadm ve bir erkek adaym başvurularmı değerlendirmişlerdi. Bu yaygm olarak erkek işi olarak kabul edilen bir konumdur, dolayısıyla araştırmacılar katılımcılarm erkek adayı destekleyeceklerini ve farkmda olmadan adayları değerlendirme ölçütlerini bu kararı destekleyecek biçimde daraltacaklarım öngörmüşlerdi. Bakm araştırma nasıl ilerledi: İki tür özgeçmiş vardı. Deneyi yapanlar özgeçmişlerden birini, kişiyi eğitim seviyesi düşük ama kentin sokaklarmda ayakta kalacak birikim ve beceriye sahip ve idari becerilerden yoksun gösterecek şekilde düzenlemişlerdi. Diğer özgeçmiş ise iyi eğitimli, siyasi bağlanhları olan kültürlü ama sokak deneyiminden yoksun birinin portresini çizmekteydi. Bazı katılımcılara erkek adaym sokak becerisine, kadm ada-

yın ise eğitim ve kültüre sahip olduğunu gösteren bir çift özgeçmiş verilmiştir. Bir kısmma ise tam tersini gösteren bir çift özgeçmiş. Katılımcılardan yalnızca bir tercih yapmaları istenmemiş; tercihlerinin gerekçelerini açıklamaları da talep edilmiştir. Sonuçta, denekler sokak becerisine sahip olan aday erkek olduğunda, sokak kültürünü bilmenin ve sokakta ayakta kalmanm bu iş için önemli olduğuna karar vermiş ve onu seçmişler; fakat erkek aday kültürlü özgeçmişe sahip olduğunda, sokak kültürünün ve sokakta hayatta kalma becerisinin abartıldığına karar vermişler ve yine adamı seçmişlerdi. Kararlarmı açıkça cinsiyete dayalı olarak veriyorlardı, sokak becerisi yahut kültüre dayalı olarak değil; fakat eşit oranda açık bir şekilde, böyle yaptıklarınm farkmda değildiler. Gerçekten de sorulduğu zaman deneklerden hiçbiri cinsiyeti tercihlerini etkileyen faktörler arasmda saymamıştı.40

Kültürümüz durumları siyah ve beyaz diye tanımlamayı sever. Kötü adamlar yalancı, samimiyetsiz, açgözlü ve kötüdür. Onlara tam tersi niteliklere sahip kahramanlar karşı koyar. Fakat gerçekte, suçlulardan açgözlü idarecilere ve so- kağm aşağısmdaki "edepsiz" herife kadar, bize iğrenç gelen biçimlerde davranan bütün insanlar, haklı olduklarma genellikle inanırlar.

Sosyal durumlarda kanıtlara yüklediğimiz anlam üzerinde menfaatlerimizin nasıl güçlü bir etki yaphğı, Teksas'ta gerçekleşmiş gerçek bir dava örnek alınarak oluşturulmuş sahte bir davada, gönüllülere rasgele davalı ve davacı rolü vererek bir dizi deney yapan araşhrmacılar tarafından açıkça gösterilmiştir.41 Bu deneylerden birinde, araştırmacılar her iki tarafa da bir trafik kazasmda yaralanan bir motosiklet sürücüsünün, çarpıştığı arabanm şoförüne açtığı davayla ilgili belgeler verdiler. Deneklere bunun gerçek bir dava olduğu ve yargıcm davacıya 0 ila 100 bin dolar arasmda bir tazminat ödenmesine karar verdiği söylendi. Daha sonra deneklere davacı yahut davalıyı savunma görevi verildi ve pazarlık edip anlaşmaları için yarım saat süre tanmdı. Araştırmacılar, deneklere pazarlıktaki başarılarma göre para ödeneceğini söylediler. Fakat

araştırmanın en önemli kısmı bundan sonrasıydı: Deneklere, yargıcm davacıya ödenmesine gerçekten hükmettiği miktarı 5 bin dolarlık bir farkla tahmin edebilenlerin ilave para ödülü kazanabilecekleri söyledi.

Tahminde bulunurken, davacmm mı yoksa davalmm mı avukatı rolü oynadıklarını dikkate almamak, açıkça deneklerin çıkarma en uygun tutumdu. Yalnızca yasalara ve kanıtlara dayanarak adil miktarda bir tazminat takdir etmeleri halinde, nakit ödülü kazanma şansları en fazla olacaktı. Sorun bu nesnelliği koruyup koruyamayacaklarmdaydı.

Ortalama olarak, davacıyı temsil etmekle görevlendirilen gönüllüler yargıcm 40 bin dolar tazminat ödenmesi kararma vardığım tahmin ederken, davalıyı temsil etmekle görevlendirilen gönüllüler bu rakamı yalnızca 20 bin dolar olarak tahmin ettiler. Bir düşünün: 40 bin dolara karşılık 20 bin dolar. Eğer, adil ve doğru bir anlaşma tahmin etmeleri için önerilen para ödülüne rağmen, yapay olarak bir anlaşmazlığm iki ta- rafmı temsil etmekle görevlendirilen denekler yüzde yüz görüş ayrılığı içinde olabiliyorsa, bir davada karşıt tarafları temsil eden avukatlar yahut bir pazarlık yürüten müzakereciler arasmdaki samimi görüş ayrılığmm boyutlarım siz düşünün. Bilgileri taraflı bir şekilde değerlendirdiğimiz ve böyle yaph- ğımızm farkmda olmadığımız gerçeği, her iki taraf da içtenlikle anlaşmak isteseler bile, müzakereler esnasmda hakiki bir engel oluşturabilir.

Deneyin bir başka versiyonu da, çelişen sonuçlara varmak için deneklerin kullandığı muhakeme mekanizmasım incelemek amacıyla, yine aym dava çerçevesinde tasarlanmıştı. Bu araştırmada, pazarlık oturumu sona erdikten sonra, araştırmacılar gönüllülerden her iki tarafm gerekçeleri üzerinde açıkça yorum yapmalarmı; araba kullanırken bir yandan cep telefonundan soğanlı pizza siparişi vermenin, kişinin araba kullanma becerisi üzerinde etkisi olup olmayacağı yahut motosiklete binmeden bir saat kadar önce içilmiş bir biranın, güvenliği azaltıp azalmayacağı gibi meseleler konusunda somut yargılarda bulunmalarım istediler. Polis şefi adaylarınm

özgeçmişleri örneğinde olduğu gibi, her iki taraftaki denekler de kendi varmak istedikleri sonucu destekleyen etmenlere, rakiplerininkini destekleyen etmenlerden daha fazla önem atfettiler. Bu deneyler gösteriyor ki, davayla ilgili gerçekleri okurken, deneklerin taraflardan birini tutmaları gerekeceğini bilmeleri, yargılarmı fark edilmesi zor ve bilinçdışı bir şekilde, durumu adil bir şekilde analiz etmelerini sağlayacak gerekçelere baskm çıkacak kadar, etkilemiştir.

Araştırmacılar bu düşünceyi daha derinlemesine incelemek amacıyla, deneyin bir başka versiyonunda gönüllülerden kazayı değerlendirmelerini hangi tarafı tutacaklarım söylemeden önce istediler. Sonra deneklere rollerini dağıttılar ve uygun tazminat miktarım belirlemelerini istediler; yargı- cm takdirine yakm bir tahmin yapmaları halinde yine nakit ödülü kazanacaklardı. Bu kez denekler tarafsızken kanıtları değerlendiler; ama tahminlerini taraflı olmak için gerekçeleri varken yaphlar. Bu durumda, taraflarm takdir ettiği tazminat miktarı arasmdaki fark 20 bin dolardan yalmzca 7 bin dolara düştü; önceki farkın neredeyse üçte birine. Üstelik, sonuçlar deneklerin anlaşmazlıkta henüz taraf olmadan önce verileri incelemiş olması nedeniyle, iki tarafı temsil eden avukatlarm verilen yarım saat içinde anlaşmaya varaması durumunun yüzde 28'den yalmzca yüzde 6'ya düştüğünü gösterdi. Beylik bir ifadedir ama karşımızdakinin bakış açısını anlamanın en iyi yolu, gerçekten de bir süre onun ayakkabılarım giymek gibi görünüyor.

Bu araştırmalarm gösterdiği gibi muhakeme mekaniz- malarımızm farkma zor varılabilen şeyler olması, dünyaya taraflı bir gözlükle baktığımız halde nesnel davrandığımız yanılgısını sürdürmemize olanak veriyor. Karar verme süreçlerimiz esner ama olağan kurallarımızı ihlal etmez ve biz de kendimizi aşağıdan yukarıya, veriden sonuca doğru yargılar oluşturuyor gibi algılarız; oysa gerçekte yukarıdan aşağıya, tercih ettiğimiz sonucu kullanarak verileri değerlendirerek karar veririz. Güdülenmiş muhakemeyi kendimize ilişkin değerlendirmelerimize uyarladığımızda; kendimizi tamamen

ortalamanın üzerinde gördüğümüz bir dünya kurarız. Eğer aritmetiğe kıyasla imlâda daha iyiysek, dilbilgisinin daha önemli olduğunu düşünürüz ama eğer aritmetikte iyi, imlâda kötüysek, dilbilgisinin o kadar da önemli olmadığmı düşünürüz.42 Eğer hırslı, kararlı ve azimliysek, hedefe odaklanmış insanları en iyi liderler olduğunu düşünürüz; eğer kendimizi cana yakm, arkadaş canlısı ve dışadönük biri gibi görüyorsak insana odaklanan kişilerin en iyi lider olacağına inamrız.43

Kendi imgemizi daha güzelleştirmek için anılarımızı bile iyi yönde değiştiririz. Notları ele alalım, örneğin. Bir grup araştırmacı doksan dokuz Amerikalı üniversite birinci ve ikinci smıf öğrencisine birkaç yıl öncesini düşünmelerini ve matematik, bilim, tarih, yabancı dil ve İngilizce derslerinden lise boyunca hangi notları aldıklarım hatırlamalarmı istemişlerdir.44 Öğrencilerin yalan söylemek için bir sebepleri yoktu, çünkü hatırladıkları lise kayıtlarıyla karşılaştırılacaktı ve gerçekten de hepsi buna izin verdiklerini gösteren belgeleri imzalamışlardı. Araştırmacılar, öğrencilerin hatırladığı toplam 3220 notu kontrol ettiler. Komik bir şey oldu. Aradan geçen birkaç yılın öğrencilerin notlarım hatırlaması üzerinde büyük bir etkisi olacağım düşünebilirsiniz, ama öyle olmadı. Aradan geçen yıllar öğrencilerin hafızasım hiç de fazla etkilemişe benzemiyordu; birinci, ikinci ve üçüncü sınıflarda aldıkları notları hep aym doğruluk oranıyla hatırlıyorlardı: Yaklaşık yüzde 70. Ama her şeye rağmen hafızalarmda boşluklar vardı. Öğrencilerin unutmasma ne sebep olmuştu? Sebep yıllarm değil, kötü performansm pusuydu: Hatırladıklarmm doğruluk derecesi düzenli bir şekilde azalarak Pekiyi için yüzde 89, iyi için yüzde 64, orta için yüzde 51 ve zayıf için yüzde 29 olmuştu. Dolayısıyla, eğer kötü not aldmız diye üzülüyorsanız, neşelenin. Muhtemeldir ki, eğer yeterince uzun süre beklerseniz, iyileşecektir.

Şimdi lise ikide olan oğlum Nicolai, geçen gün bir mektup aldı. Mektup geçmişte bizimle yaşayan ama artık var olmayan birinden geliyordu. Başka türlü ifade etmek gerekirse, mektubu Nicolai kendisi yazmıştı ama dört yıl önce. Mek-

tup uzayda pek az yer değiştirmiş olmasma rağmen, zaman içinde epey yol almıştı, en azmdan küçük bir çocuğun hayatı sözkonusu olduğunda, öyleydi. Mektubu altıncı sınıftayken, ödev olarak yazmıştı. On bir yaşmdaki Nicolai'den, geleceğe ilişkin olarak, on beş yaşmdaki Nicolai'ye yazılmıştı. Sınıfın mektupları toplanmış ve bütün bu yıllar boyunca harikulade İngilizce öğretmenleri tarafmdan saklanmış ve nihayet lise ikiye giden ergenlere postalanmıştı.

Nicolai'nin mektubuyla ilişkili olarak çarpıcı olan şey söyledikleriydi: "Sevgili Nicolai... NBA'de oynamak istiyorsun. Ortaokul iki ve üçüncü smıfta ve şimdi senin ikinci sınıfma gittiğin lisede okul takımında oynamayı dört gözle bekliyorum." Fakat Nicolai ne yedinci sınıfta okul takımına girebilmişti ne de sekizinci smıfta. Sonra, ne talihsizliktir ki onu görmezden gelen takım koçu gittiği lisenin birinci sınıf takı- mm da koçu çıkmış ve Nicolai'yi takıma almayı yine kabul etmemişti. O yıl takıma girmek isteyen çocuklardan yalnızca birkaçı geri çevrildiklerinden, reddedilmek Nicolai için özellikle üzücü olmuştu. Burada dikkate değer şey Nicolai'nin ne zaman vazgeçeceğini bilemeyecek kadar zeki olmaması değil; fakat bütün bu yıllar boyunca, yaz tatilini günde beş saat boş bir basketbol sahasmda tek başma alıştırma yaparak geçirecek ölçüde, basketbol oynama hayalini sürdürmesiydi. Eğer çocukları tanıyorsamz, bir oğlan çocuğunun günün birinde NBA'de oynayacağmda ısrar eder ve yıllar boyunca okul takımma bile giremezse, bunun sosyal hayatı için bir artı sayılmayacağını da bilirsiniz. Çocuklar kaybedenlerle dalga geçmeyi severler ama kazanmayı her şeyin üstünde tutan bir kaybedenle dalga geçmeye bayılırlar. Dolayısıyla, Nicolai inancmı sürdürmek için epey bedel ödedi.

Nicolai'nin basketbol kariyeri henüz bitmedi. Lise birinci sınıfm sonunda, yeni birinci smıflar takımının koçu onu basketbol sahasında günler boyunca, bazen hava topu göremeyeceği kadar kararmcaya kadar antrenman yaparken gördü. Nicolai'yi o yaz takımla antrenmanlara katılmaya çağırdı. Bu

sonbahar nihayet takıma girdi. Aslma bakılırsa takım kaptanı oldu.

Bu kitapta, Apple bilgisayarlarmm başarısma ve bu başa- rmın büyük bir bölümünün , Apple 'm kurucu ortağı Steve Jobs'un, kendisini ve diğerlerini akıllarma koydukları herşe- yi yapabileceklerine inandırmasına olanak veren "gerçekliği bozma alam " adı verilmiş olan yeteneğinden ileri geldiğine bir çok defa değindim. Fakat bu gerçeklik çarpıtma alanı yal- mzca onun yarattığı bir şey değildi, aynı zamanda şu ya da bu dereceye kadar Nicolai'nin de yarathğı bir şeydi; bu herkeste bulunan, bilinçdışı zihnin bir armağanı bir yetenek, güdülenmiş muhakeme yapmaya doğal olarak eğilimli oluşumuzun üzerine inşa edilmiş bir araçtır.

İrili ufaklı pek az başarı vardır ki bir ölçüde başaranm kendine inancma dayanmasm ve en büyük başarılar muhtemelen başaran kişinin yalnızca iyimser değil, mantıksız derecede iyimser olmasma bağlıdırlar. İsa peygamber olduğunuza inanmak iyi bir fikir değildir ama NBA'de basketbol oynayabileceğinize yahut Jobs'un yaptığı gibi kendi kurduğunuz şirketten atılmak gibi aşağılayıcı bir yenilgiden sonra yeniden başarılı olup geri döneceğinize yahut büyük bir bilim insa- m yahut yazar yahut oyuncu yahut şarkıcı olacağımza inanmak, gerçekten de size gayet yararlı olabilir. Başardığmız şey ayrmtılarda doğru çıkmasa bile, kendine inanmak sonuç olarak hayatta olumlu bir güçtür. Steve Jobs'un dediği gibi, "Noktaları ileriye bakarak birleştiremezsiniz; noktalar ancak geriye doğru baktığınızda birleşir. Bu yüzden gelecekte, yol boyunca noktalarm bir şekilde bağlanacağma güvenmeniz gerekir".45 Eğer yol boyunca ilerlediğiniz sürece noktalarm bağlanacağma inamrsanız, bu inanç, sizi alışılmış yollarm dı- şma yönelttiğinde bile, yüreğinizin sesini dinlemeniz için size güven verecektir.

Bu kitabı yazarak, bir insanm bilinçdışı zihninin o kişiye hizmet etmek için başvurduğu pek çok yolu aydınlatmaya çalıştım. Bilinmeyen bu iç benliğimin bilinçli zihnime yap- hğı rehberliğin boyutları benim açımdan çok şaşırtıcı oldu.

Daha da şaşırtıcı olan ise, onsuz nasıl yolumu kaybedeceğimi anlamamdı. Fakat bilinçdışımızm sağladığı bütün yararlar arasmda, benim en büyük değeri verdiğim bu. Bilinçdışımız olumlu ve sevgi dolu bir benlik algısı, salt insandan çok daha büyük güçlerle dolu bir dünyada bir güç hissi yarathğmda en iyi durumundadır. Ressam Salvador Dali, bir keresinde şöyle demişti: "Her sabah uyandığımda, son derece büyük bir haz duyuyorum ve hayran hayran soruyorum, bu Salvador Dali acaba bugün ne gibi olağanüstü şeyler yapacak?"46 Dali tatlı bir adam yahut tahammülfersa bir egomanyak olabilir, fakat geleceğine bu aşırı ve arsızca iyimser bakışmm harikulade bir tarafı var.

Psikoloji literatürü kendimize ilişkin olumlu "yanılsamalar" barmdırmamn kişisel ve sosyal yararlarım gösteren araş- tırmalarla doludur.47 Araştırmacılar, her ne yöntemle olursa olsun olumlu bir ruh halini kışkırttıklarında, insanlarm başkalarıyla ilişki kurma ve başkalarma yardım etmesinin daha muhtemel olduğunu bulgulamışlardır. Kendilerine ilişkin olumlu duygular içinde olan kişiler, pazarlık durumlarm- da işbirliği yapmaya ve çatışmalarma yapıcı bir şekilde çözüm bulmaya daha yatkm olmaktadırlar. Ayrıca daha iyi problem çözücü, başarılı olmaya daha fazla güdülenmiş ve güçlükler karşısmda dirayetli olmaları olasılığı daha güçlü insanlardır. Güdülenmiş muhakeme zihinlerimizin bizi mutsuzluğa karşı savunmasma olanak verir ve bu süreçte bize hayatta karşılaştığımız ve aksi halde bizi yenilgiye uğratacak pek çok engeli aşacak gücü verir. Bunu ne kadar çok yaparsak, o kadar iyi durumda olma eğilimi gösteririz; çünkü bize olduğumuzu düşündüğümüz kişi olmak için ilham veriyor gibidir. Aslına bakılırsa, araştırmalar en gerçekçi benlik algısına sahip insanlarm orta derecede depresyon yaşama ve/veya kendilerini yeterince beğenmemek yüzünden acı çekme eğilimi göstermektedirler.48 Açıkça olumlu bir öz değerlendirme, öte yandan, normal ve sağlıklı bir tutumdur.49

Tahmin ediyorum ki, elli bin yıl önce Kuzey Avrupa'nın şiddetli kışma bakan aklı başmda herkes, bir mağaraya kıv-

rılır ve pes ederdi. Önlenmesi güç bulaşıcı hastalıklar yüzünden çocuklarmm öldüğünü gören kadmlar, karılarının çocuk doğrurken öldüğünü söyleyen erkekler; kuraklık, tufan ve açlıktan muzdarip kabileler cesaretle ilerlemekte zorlanmış olsalar gerek. Fakat hayattaki aşılamaz gibi görünen onca engele rağmen, doğa bizleri bu engellerin üstesinden gelebileceğimiz yönünde, gerçekçi olmayan iyimser bir yaklaşım yaratan bir araçla donatmıştır, ki güdülenmiş muhakeme tam da bunu yapar.

Hayatla karşı karşıya gelirken, gerçekçi olmayan bir iyimserlik sizi suyun üzerinde tutan bir can yeleği olabilir. Modern hayat da, tıpkı ilkel geçmişimiz gibi, ürkütücü engellerle doludur. Fizikçi Joe Polchinski, Sicim Teorisi konusundaki ders kitabmm taslağmı yazmaya başladığmda, bu işin bir yıl sürmesini beklediğini yazmıştır. Kitabı yazmak on yılmı aldı. Geriye doğru baktığımda bu kitabı yazmanm yahut teorik fizikçi olmanın gerektirdiği zamam ve çabayı makul şekilde düşünmüş olsaydım, her ikisine de kalkışmaya cesaret edemezdim, diye düşünüyorum. Güdülenmiş muhakeme, güdülenmiş hahrlama ve kendimizi ve dünyamızı değerlendirirken olup biten bütün diğer tuhaflıkların olumsuz tarafları olabilir; fakat büyük sorunlarla karşı karşıya iken (sorun ister işini kaybetmek, ister kemoterapiye başlamak, kitap yazmak, on yıl sürecek bir tıp kariyerine başlamak, başarılı bir kemancı yahut balet olabilmek için binlerce saat egzersiz yapmak, bir iş kurabilmek için yıllarca haftada seksen saat çalışmak yahut isterse yeni bir ülkede parasız ve niteliksiz yeni bir hayat kurmak olsun) insan zihninin doğal iyimserliği, sahip olduğumuz en büyük armağandır.

Erkek kardeşlerim ve ben doğmadan önce, annemle babam Şikago'nım Kuzey Yakasmdaki küçük bir dairede oturuyorlardı. Babam az para veren kötü bir işyerinde uzun saatler giysi dikiyordu ama yetersiz geliri dairenin kirasmı ödemeye yetmiyordu. Derken bir akşam babam eve heyecanla geldi; işyerinde yeni bir kadm terzi arandıklarmı ve annemi işe soktuğunu haber verdi. "Yarm başlıyorsun" dedi. Bu

yaptığı gayet hayırlı bir hareket gibi görünüyordu; çünkü gelirleri ikiye katlanacak, dilenci durumundan kurtulacaklar ve birlikte daha çok zaman geçirmenin keyfini süreceklerdi. Tek bir sorun vardı: Aımem dikiş dikmeyi bilmiyordu. Hitler Polonya'yı işgal etmeden önce, annem ailesini ve her şeyini yitirmeden önce, yabancı bir ülkede mülteci olmadan önce, zengin bir ailenin çocuğuydu. Dikiş dikmek ailesindeki ergen kızların öğrenmesi gereken işlerden değildi.

Böylece annemle babam arasmda küçük bir tartışma çıktı. Babam ona dikiş dikmeyi öğretebileceğim söylüyordu. Bütün gece çalışır, sabah da birlikte trene biner işyerine giderler ve annem kabul edilebilir bir iş yapardı. Hem babam çok hızlıydı ve annem işi öğrenene kadar onun işlerini de yapabilirdi. Annem kendisini sakar bulurdu ve daha da kötüsü bütün bu tiyatroyu sahnelemeye kalkışamayacak kadar çekingendi. Fakat babam onun yetenekli ve cesur olduğunda ısrarlıydı. "Sen toplama kamplarmdan sağ çıkmış, ölümden geri dönmüş birisin" dedi. Ve böylece hangi niteliklerin gerçekten annemi tammladığı konusunda bir süre tartıştılar.

inanmak istediğimiz gerçekleri biz seçeriz. Ayrıca arkadaşlarımızı, sevgililerimize ve eşlerimizi sırf bizim onları nasıl algıladığımıza değil, onlarm bizi nasıl algıladığına bağlı olarak da seçeriz. Olaylarm genellikle şu ya da bu teoriye uygun olarak gerçekleştiği hayatta, fizikteki olgularm aksine, gerçekte neler olduğu büyük ölçüde bizim hangi teoriye inanmayı seçtiğimize bağlıdır. İnsan zihninin, kendimize ilişkin olarak, bizi hayatta kalmaya en çok iten teoriyi kabul etmeye olağanüstü açık olması bir lütuf ve hatta mutluluktur. Ve böylece annemle babam o gece uyumadılar; babam gece boyunca anneme dikiş dikmeyi öğretti.

Teşekkür

California Teknoloji Enstitüsü dünyanın önde gelen sinirbi- lim merkezlerinden biridir. CTE'nin parlayan yıldızlarmdan biri olan Christof Koch arkadaşlarım arasmda olduğu için kendimi şanslı sayıyorum. 2006 yılında, sosyal sinirbilim ala- nınm doğuşundan birkaç yıl sonra, Christof'a bilinçdışı zihin hakkmda bir kitap yazma olasılığından söz etmeye başladım. Kendisi beni misafir olarak laboratuvarma davet etti ve izleyen yedi yılm çoğunu Christof'u, lisans ve lisansüstü öğrencilerini, çalışma arkadaşı olan fakülte mensuplarmı; özellikle Ralph Adolphs, Antonio Rangel ve Mike Tyszka'yı insan zihnini incelerken izleyerek geçirdim. Bu zaman boyunca alh yüzü aşkm akademik makaleyi yalayıp yuttum. Hafızanm si- nirbilimi, insan görsel sisteminin kavram hücreleri ve yüzleri tanımamızı sağlayan kabuksal yapılar gibi konular hakkmda verilen seminerleri izledim. Ahşhrmalık yiyeceklerin fotoğ- raflarma bakarken ve kulağıma gelen tuhaf sesleri dinlerken beynimin fMRI görüntülerinin çekilmesi için gönüllü oldum. "Beyin, Zihin ve Toplum", "Duygunun Nörobiyolojisi" ve "Davranışm Moleküler Temeli" türünden dersler aldım. "In- sanm Grup Davramşınm Biyolojik Kökenleri" gibi konularda verilen konferansları izledim. Ayrıca, pek azmi kaçırmak kaydıyla, Koch Laboratuvarı'nm nefis yemekler yediğim, sinirbilimdeki son gelişmelere ve dedikodulara ilişkin tarhş- maları izlediğim haftalık öğlen yemeklerine katıldım. Bütün bu zaman zarfmda, Christof ve CTE sinirbilim bölümündeki çalışma arkadaşları; zaman ayırmak, işlerine olan tutkularıyla ilham vermek ve sabırla açıklamalarda bulunmak anlammda bana son derece cömert davrandılar. Samyorum, kendisine

ilk başvurduğumda ne Christof ne de ben bunun bir fizikçiye sinirbilim öğretmek türünden yoğun bir çabaya mal olacağmı düşünmüştük. Bu kitabı kendisinin akıl hocalığma ve ruh cömertliğine borçluyum.

Her zaman olduğu gibi, ayrıca, temsilcim, arkadaşım, eleştirmenim ve olağanüstü amigom Susan Ginsburg'a; sürekli rehberliği için editörüm Edward Kastenmeier'e teşekkür etmek isterim. Onlarm çalışma arkadaşları Dan Frank, Stacy Testa, Emily Giglierano ve Tim O'Connel'a da tavsiyeleri, destekleri ve sorun çözmekteki becerileri için teşekkür ederim. Ayrıca harika editörüm Bonnie Thompson'a beni dizginlediği için teşekkür ederim. Son olarak da bu kitabı okuyan ve hakkmda yorum yapan herkese teşekkürler. Birbiri ardma taslakları okuyan, son derece dürüstçe ve akıllıca tavsiyelerde bulunan, kaç taslak okumasmı istersem isteyeyim, hiç birini kafama fırlatmayan karım ve evdeki editörüm Donna Scott'a; çok değerli bulduğum bilgece editörlük tavsiyeleri için Beth Rashbaum'a; birlikte pek çok bira içerken yaptığı bilimsel içeriğe ilişkin derinlikli tavsiyeler için Ralph Adolphs'a ve bu metnin kimi bölümlerini yahut tamamım okuyan ve çok yararlı önerilerde ve tavsiyelerde bulunan bütün diğer arkadaşlarımla meslektaşlarıma teşekkür ederim. Bu arkadaşlar ve meslektaşlar arasmda Christof, Ralph, Antonio, Mike, Micha- el Hill, Mili Milosavljevic, Dan Simons, Tom Lyon, Seth Ro- berts. Kara Witt, Heather Berlin, Mark Hllery, Cynthia Har- rington, Rosemary Macedo, Fred Rose, Todd Doercsh, Natalie Roberge, Alexei Mlodinow, Jerry Webman, Tracey Alderson, Martin Smith, Richard Cheverton, Catherine Keefe ve Patricia McFall var. Ve son olarak destekleri ve sevgileri için, ben eve gelinceye değin akşam yemeğini yemeyi bir yahut iki saat erteleyen aileme teşekkür ederim.

Notlar

ÖNSÖZ

  1. Joseph W. Dauben, "Peirce and the History of Science," in Peirce and Contemporary Thought, ed. Kenneth Laine Ketner (New York: Fordham University Press, 1995), 146-49.
  2. Charles Sanders Peirce, "Guessing," Hound and Horn 2 (1929): 271.
  3. Ran R. Haşşin et al., eds., The New Unconscious (Oxford: Oxford University Press, 2005), 77-78.
  4. T. Sebeok with J. U. Sebeok, "You Know My Method," in Thomas A. Sebeok, The Play of Musement (Bloomington: Indiana University Press, 1981), 17-52.        '
  5. Cari Jung, ed., Man and His Symbols (London: Aldus Books, 1964), 5.        '
  6. Thomas Naselaris et al., "Bayesian Reconstruction of Natural Images from Human Brain Activity," Neuron 63 (September 24, 2009): 90215.
  7. Kevin N. Ochsner and Matthew D. Lieberman, "The Emergence of Social Cognitive Neuroscience," American Psychologist 56, no. 9 (September 2001): -717-28.
  1. YENİ BİLİNÇDIŞI
  2. Yael Grosjean et al., "A Glial -Amino—Acid Transporter Controls Synapse Strength and Homosexual Courtship in Drosophila," Nature Neuroscience 1 (January 11,2008): 54-61.
  3. A.g.e.
  4. Boris Borisovich Shtonda and Leon Avery, "Dietary Choice in Caenorhabditis elegans," Journal of Experimental Biology 209 (2006): 89-102.
  5. S. Spinelli et al., "Early Life Stress Induces -Long—Term Morphologic Changes in Primate Brain," Archives of General Psychiatry 66, no. 6 (2009): 658-65; Stephen J. Suomi, "Early Determinants of Behavior: Evidence from Primate Studies," British Medical Bulletin 53, no. 1 (1997): 170-84.
  6. David -Galbis-Reig, "Sigmund Freud, MD: Forgotten Contributions to Neurology, Neuropathology, and Anesthesia," Internet Journal of Neurology 3, no. 1 (2004).
  7. Timothy D. Wilson, Strangers to Ourselves: Discovering the Adaptive Unconscious (Cambridge, MA: Belknap Press, 2002), 5.
  8. See "The Simplifier: A Conversation with John Bargh," Edge, http: / / www.edge.org/3rd_culture/bargh09/bargh09_index.html.
  9. John A. Bargh, ed., Social Psychology and the Unconscious: The Automaticity of Higher Mental Processes (New York: Psychology Press, 2007), 1.
  10. Scientists have found little evidence of the Oedipus complex or penis envy.
  11. Heather A. Berlin, "The Neural Basis of the Dynamic Unconscious," Neuropsychoanalysis 13, no. 1 (2011): 5-31.
  12. Daniel T. Gilbert, "Thinking Lightly About Others: Automatic Components of the Social Inference Process," in Unintended Thought, ed. James S. Uleman and John A. Bargh (New York: Guilford, 1989), 192; Ran R. Hassin et al., eds., The New Unconscious (New York: Oxford University Press, 2005), 5-6.
  13. John F. Kihlstrom et al., "The Psychological Unconscious: Found, Lost, and Regained," American Psychologist 47, no. 6 (June 1992): 789.
  14. John T. Jones et al., "How Do I Love Thee? Let Me Count the Js: Implicit Egotism and Interpersonai Attraction," Journal of Personality and Social Psychology 87, no. 5 (2004): 665-83. The par- ticular States -studied—Georgia, Tennessee, and -Alabama—were chosen because of the unusual search capabilities provided by their statewide marriage databases.
  15. N. J. Blackwood, -"Self—Responsibility and the -Self—Serving Bias: An fMRI Investigation of Causal Attributions," Neuroimage 20 (2003): 1076-85.
  16. Brian Wansink and Junyong Kim, "Bad Popcorn in Big Buckets: Portion Size Can Influence Intake as Much as Taste," Journal of Nutrition Education and Behavior 37, no. 5 (September-October 2005): 242-45.
  17. Brian Wansink, "Environmental Factors That Increase Food Intake and Consumption Volüme of Unknowing Consumers," Annual Review of Nutrition 24 (2004): 455-79.
  18. Brian Wansink et al., "How Descriptive Food Names Bias Sensory Perceptions in Restaurants," Food and Quality Preference 16, no. 5 (July 2005): 393-400; Brian Wansink et al., "Descriptive Menu Labeis' Effect on Sales," Corneli Hotel and Restaurant Administrative Quarterly 42, no. 6 (December 2001): 68-72.
  19. Norbert Schwarz et al., "When Thinking Is Difficult: Metacognitive Experiences as Information," in Social Psychology of Consumer Behavior, ed. Michaela Wanke (New York: Psychology Press, 2009), 201-23.        ’        '
  20. Benjamin Bushong et al., "Pavlovian Processes in Consumer Choice: The Physical Presence of a Good Increases -Willingness~to--Pay," American Economic Review 100, no. 4 (2010): 1556-71.
  21. Vance Packard, The Hidden Persuaders (New York: David McKay, 1957), 16.        '
  22. Adrian C. North et al., -"In-Store Music Affects Product Choice," Nature 390 (November 13,1997): 132.
  23. Donald A. Laird, "How the Consumer Estimates Quality by Subconscious Sensory Impressions," Journal of Applied Psychology 16 (1932): 241-46.        "        '
  24. Robin Goldstein et al., "Do More Expensive Wines Taste Better? Evidence from a Large Sample of Blind Tastings," Journal of Wine Economics 3, no. 1 (Spring 2008): 1-9.
  25. Hilke Plassmann et al., "Marketing Actions Can Modulate Neural Representations of Experienced Pleasantness," Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America 105, no. 3 (January 22,2008): 1050-54.
  26. See, for instance, Morten L. Kringelbach, "The Human Orbitofrontal Cortex: Linking Reward to Hedonic Experience," Nature Reviews: Neuroscience 6 (September 2005): 691-702.
  27. M. P. Paulus and L. R. Frank, "Ventromedial Prefrontal Cortex Activation Is Critical for Preference Judgments," Neuroreport 14 (2003): 1311-15; M. Deppe et al., "Nonlinear Responses Within the Medial Prefrontal Cortex Reveal When Specific Implicit Information Influences Economic -Decision--Making," Journal of Neuroimaging 15 (2005): 171-82; M. Schaeffer et al., "Neural Correlates of Culturally Familiar Brands of Car Manufacturers," Neuroimage 31 (2006): 86165.
  28. Michael R. Cunningham, "Weather, Mood, and Helping Behavior: Quasi Experiments with Sunshine Samaritan," Journal of Personality and Social Psychology 37, no. 11 (1979): 1947-56.
  29. Bruce Rind, "Effect of Beliefs About Weather Conditions on Tipping," Journal of Applied Social Psychology 26, no. 2 (1996): 137-47.
  30. Edward M. Saunders Jr., "Stock Prices and Wall Street Weather," American Economic Review 83 (1993): 1337-45. See also Mitra Akhtari, "Reassessment of the Weather Effect: Stock Prices and Wall Street Weather," Undergraduate Economic Review 7, no. 1 (2011), http://digitalcommons.iwu.edu/uer/v017/issl/19.
  31. David Hirshleiter and Tyler Shumway, "Good Day Sunshine: Stock Returns and the Weather," Journal of Finance 58, no. 3 (June 2003): 1009-32.
  1. DUYULAR ARTI ZİHİN EŞİTTİR GERÇEKLİK
  1. Ran R. Haşşin et al., eds., The New Unconscious (Oxford: Oxford University Press, 2005), 3.
  2. Louis Menand, The Metaphysical Club (New York: Farrar, Straus and -Giroux, 2001), 258.
  3. Donald Freedheim, Handbook of Psychology, vol. 1 (Hoboken, NJ: Wiley, 2003), 2.
  4. Alan Kim, "Wilhelm Maximilian Wundt," Stanford Encyclopedia of Philosophy, http://plato.stanford.edu/entries-/wilhelm--wundt/ (2006); Robert S. Harper, "The First Psychology Laboratory," Isis 41 (July 1950): 158-61.
  5. Quoted in E. R. Hilgard, Psychology in America: A Historical Survey (Orlando: Harcourt Brace Jovanövich, 1987), 37.
  6. Menand, The Metaphysical Club, 259-60.
  7. William Carpenter, Principies of Mental Physiology (New York: D. Appleton and Company, 1874), 526 and 539.
  8. Menand, The Metaphysical Club, 159.
  9. M. Zimmerman, "The Nervous System in the Context of Information Theory," in Human Physiology, ed. R. F. Schmidt and G. Thews (Berlin: Springer, 1989), 166-73. Quoted in Ran R. Haşşin et al., eds., The New Unconscious, 82.
  10. Christof Koch, "Minds, Brains, and Society" (lecture at Caltech, Pasadena, CA, January 21,2009).
  11. R. Toro et al., "Brain Size and Folding of the Human Cerebral Cortex," Cerebral Cortex 18, no. 10 (2008): 2352-57.
  12. Alan J. Pegna et al., "Discriminating Emotional Faces Without Primary Visual Cortices Involves the Right Amygdala," Nature Neuroscience 8, no. 1 (January 2005): 24-25.
  13. P. Ekman and W. P. Friesen, Pictures of Facial Affect (Palo Alto: Consulting Psychologists Press, 1975).
  14. See http://www.moillusions.com/2008/12-/who-says-we-dont- -have-barack-obama.html; accessed March 30,2009. Contact: vurd- lak@gmail.com.
  15. See, e.g., W. T. Thach, "On the Specific Role of the Cerebellum in Motor Learning and Cognition: Clues from PET Activation and Lesion Studies in Man," Behavioral and Brain Sciences 19 (1996): 411-31.
  16. Beatrice de Gelder et al., "Intact Navigation Skills After Bilateral Loss of Striate Cortex," Current Biology 18, no. 24 (2008): R1128-29.
  17. Benedict Carey, "Blind, Yet Seeing: The Brain's Subconscious Visual Sense," New York Times, December 23,2008.
  18. Christof Koch, The Quest for Consciousness (Englewood, CO: Roberts, 2004), 220.
  19. lan Glynn, An Anatomy of Thought (Oxford: Oxford University Press, 1999), 214.        '        "
  20. Ronald S. Fishman, "Gordon Holmes, the Cortical Retina, and the Wounds of War," Documenta Ophthalmologica 93 (1997): 9-28.
  21. L. Weiskrantz et al., "Visual Capacity in the Hemianopic Field Following a Restricted Occipital Ablation," Brain 97 (1974): 709-28; L. Weiskrantz, Blindsight: A Case Study and Its Implications (Oxford: Clarendon, 1986).
  22. N. Tsuchiya and C. Koch, "Continuous Flash Suppression Reduces Negative Afterimages," Nature Neuroscience 8 (2005): 1096-101.
  23. Yi Jiang et al., "A Gender-- and Sexual -Orientation—Dependent Spatial Attentional Effect of Invisible Images," Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America 103, no. 45 (November 7,2006): 17048-52.
  24. I. Kohler, "Experiments with Goggles," Scientific American 206 (1961): 62-72.
  25. Richard M. Warren, "Perceptual Restoration of Missing Speech Soimds," Science 167, no. 3917 (January 23 1970): 392-93.
  26. Richard M. Warren and Roselyn P. Warren, "Auditory Illusions and Confusions," Scientific American 223 (1970): 30-36.
  27. This study was reported in Warren and Warren, "Auditory Illusions and Confusions" and was referred to in other studies but apparently was never published.
  1. HATIRLAMAK VE UNUTMAK
  1. Jennifer -Thompson—Carmino and Ronald Cotton with Erin Torneo, Picking Cotton (New York: St. Martin's, 2009); see also the transcript of "What Jennifer Saw," Frontline, show 1508, February 25,1997.
  2. Gary L. Wells and Elizabeth A. Olsen, "Eyewitness Testimony," Annual Review of Psychology 54 (2003): 277-91.
  3. G. L. Wells, "What Do We Know About Eyewitness Identification?" American Psychologist 48 (May 1993): 553-71.
  4. See the project website, http: / /www.innocenceproject.org/unders- tand-/Eyewitness—Misidentification.php.
  5. Erica Goode and John Schwartz, "Poliçe Lineups Start to Face Fact: Eyes Can Lie," New York Times, August 28,2011. See also Brandon Garrett, Convicting the Innocent: Where Criminal Prosecutors Go Wrong (Cambridge, MA: Harvard University Press, 2011).
  6. Thomas Lundy, "Jury Instruction Comer," Champion Magazine (May-June 2008): 62.
  7. Daniel Schacter, Searching for Memory: The Brain, the Mind, and the Past (New York: Basic Books, 1996), 111-12; Ulric Neisser, "John Dean's Memory: A Case Study," in Memory Observed: Remembering in Natural Contexts, ed. Ulric Neisser (San Francisco: Freeman, 1982), 139-59.
  8. Loftus and Ketcham, Witness for the Defense.
  9. B. R. Hergenhahn, An Introduction to the History of Psychology, 6th ed. (Belmont, CA: Wadsworth, 2008), 348-50; "H. Münsterberg," in Ailen Johnson and Dumas Malone, eds., Dictionary of American Biography, base set (New York: Charles Scribner's Sons, 1928-36).
  10. H. Münsterberg, On the Witness Stand: Essays on Psychology and Crime (New York: Doubleday, 1908).
  11. A.g.e. For the significance of Münsterberg's work, see Siegfried Ludwig Sporer, "Lessons from the Origins of Eyewitness Testimony Research in Europe," Applied Cognitive Psychology 22 (2008): 737- 57.
  12. For a capsule summary of Münsterberg's life and work, see D. P. Schultz and S. E. Schultz, A History of Modem Psychology (Belmont, CA: Wadsworth, 2004), 246-52.
  13. Michael T. Gilmore, The Quest for Legibility in American Culture (Oxford: Oxford University Press, 2003), 11.
  14. H. Münsterberg, Psychotherapy (New York: Moffat, Yard, 1905), 125.
  15. A. R. Luria, The Mind of a Mnemonist: A Little Book About a Vast Memory, trans. L. Solotaroff (New York: Basic Books, 1968); see also Schachter, Searching for Memory, 81, and Gerd Gigerenzer, Gut Feelings (New York: Viking, 2007), 21-23.
  16. John D. Bransford and Jeffery J. Franks, "The Abstraction of Linguistic Ideas: A Review," Cognition 1, no. 2-3 (1972): 211-49.
  17. Arthur Graesser and George Mandler, "Recognition Memory for the Meaning and Surface Structure of Sentences," Journal of Experimental Psychology: Human Leaming and Memory 104, no. 3 (1975): 238-48.
  18. Schacter, Searching for Memory, 103; H. L. Roediger III and K. B. McDermott, "Creating False Memories: Remembering Words Not Presented in Lists," Journal of Experimental Psychology: Leaming, Memory, and Cognition 21 (1995): 803-14.
  19. Private conversation, September 24, 2011. See also Christopher Chabris and Daniel Simons, The Invisible Gorilla (New York: Crown, 2009), 66-70.
  20. For detailed summaries of Bartlett's life and his work on memory, see H. L. Roediger, "Sir Frederic Charles Bartlett: Experimenta! and Applied Psychologist," in Portraits of Pioneers in Psychology, vol. 4, ed. G. A. Kimble and M. Wertheimer (Mahwah, NJ: Erlbaum, 2000), 149-61, and H. L. Roediger, E. T. Bergman, and M. L. Meade, "Repeated Reproduction from Memory," in Bartlett, Culture and Cognition, ed. A. Saito (London, UK: Psychology Press, 2000), 11534.        '
  21. Sir Frederick Charles Bartlett, Remembering: A Study in Experimental and Social Psychology (Cambridge, UK: Cambridge University Press, 1932), 68.        "
  22. Friedrich Wulf, "Beitrâge zur Psychologie der Geştalt: VI. Über die Verânderung von Vorstellungen (Gedâchtniss und Geştalt)," Psychologische Forschung 1 (1922): 333-75; G. W. Allport, "Change and Decay in the Visual Memory Image," British Journal of Psychology 21 (1930): 133-48.
  23. Bartlett, Remembering, 85.
  24. Ulric Neisser, The Remembering Self: Construction and Accuracy in the -Self—Narrative (Cambridge, UK: Cambridge University Press, 1994), 6; see also Elizabeth Loftus, The Myth of Repressed Memory: False Memories and Allegations of Sexual Abuse (New York: St. Martin's Griffin, 1996), 91-92.
  25. R. S. Nickerson and M. J. Adams, "-Long—Term Memory for a Common Object," Cognitive Psychology 11 (1979): 287-307.
  26. For example, Lionel Standing et al., "Perception and Memory for Pictures: -Single—Trial Learning of2500 Visual Stimuli," Psychonomic Science 19, no. 2 (1970): 73-74, and K. Pezdek et al., "Picture Memory: Recognizing Added and Deleted Details," Journal of Experimental Psychology: Learning, Memory, and Cognition 14, no. 3 (1988): 468; quoted in Daniel J. Simons and Daniel T. Levin, "Change Blindness," Trends in the Cognitive Sciences 1, no. 7 (October 1997): 261-67.
  27. J. Grimes, "On the Failure to Detect Changes in Scenes Across Saccades," in Perception, ed. K. Atkins, vol. 2 of Vancouver Studies in Cognitive Science (Oxford: Oxford University Press, 1996), 89110.
  28. Daniel T. Levin and Daniel J. Simons, "Failure to Detect Changes to Attehded Objects in Motion Pictures," Psychonomic Bulletin & Review 4, no. 4 (1997): 501-6.
  29. Daniel J. Simons and Daniel T. Levin, "Failure to Detect Changes to People During a -Real—World Interaction," Psychonomic Bulletin & Review 5, no. 4 (1998): 644-48.
  30. David G. Payne et al., "Memory Illusions: Recalling, Recognizing, and Recollecting Events That Never Occnrred," Journal of Memory and Languâge 35 (1996): 261-85.
  31. Kimberly A. Wade et al., "A Picture Is Worth a Thousand Lies: Using False Photographs to Create False Childhood Memories," Psychonomic Bulletin & Review 9, no. 3 (2002): 597-602.
  32. Elizabeth F. Loftus, "Planting Misinformation in the Human Mind: A -30-Year Investigation of the Malleability of Memory," Learning & Memory 12 (2005): 361-66.
  33. Kathryn A. Braun et al., "Make My Memory: How Advertising Can Change Our Memories of the Past," Psychology and Marketing 19, no. 1 (January 2002): 1-23, and Elizabeth Loftus, "Our Changeable Memories: Legal and Practical Implications," Nature Reviews Neuroscience 4 (March 2003): 231-34.
  34. Loftus, "Our Changeable Memories," and Shari R. Berkowitz et al., "Pluto Behaving Badly: False Beliefs and Their Consequences," American Journal of Psychology 121, no. 4 (Winter 2008): 643-60.
  35. S. J. Ceci et al., "Repeatedly Thinking About -Non—events," Consciousness and Cognition 3 (1994) 388-407; S. J. Ceci et al, "The Possible Role of Source Misattributions in the Creation of False Beliefs Among Preschoolers," International Journal of Clinical and Experimental Hypnosis, 42 (1994), 304-20.
  36. I. E. Hyman and F. J. Billings, "Individual Differences and the Creation of False Childhood Memories," Memory 6, no. 1 (1998): 1- 20.
  37. Ira E. Hyman et al, "False Memories of Childhood Experiences," Applied Cognitive Psychology 9 (1995): 181-97.
  1. SOSYAL OLMANIN ÖNEMİ
  1. J. Kiley Hamlin et al., "Social Evaluation by Preverbal Infants," Nature 450 (November 22,2007): 557-59.
  2. James K. Rilling, "A Neural Basis for Social Cooperation," Neuron 35, no. 2 (July 2002): 395-405.
  3. Stanley Schachter, The Psychology of Affiliation (Palo Alto, CA: Stanford University Press, 1959).
  4. Naomi I. Eisenberger et al., "Does Rejection Hurt? An fMRI Study of Social Exclusion," Science 10, no. 5643 (October 2003): 290-92.
  5. C. Nathan DeWall et al., "Tylenol Reduces Social Pain: Behavioral and Neural Evidence," Psychological Science 21 (2010): 931-37.
  6. James S. House et al., "Social Relationships and Health," Science 241 (July 29,1988): 540-45.
  7. Richard G. Klein, "Archeology and the Evolution of Human Behavior," Evolutionary Anthropology 9 (2000): 17-37; Christopher

S. Henshilwood and Curtis W. Marean, "The Origin of Modern Human Behavior: Critique of the Models and Their Test Implication," Current Anthropology 44, no. 5 (December 2003): 627-51; and L. Brothers, "The Social Brain: A Project for Integrating Primate Behavior and Neurophysiology in a New Domain," Concepts in Neuroscience 1 (1990): 27-51.

  1. Klein, "Archeology and the Evolution of Human Behavior," and Henshilwood and Marean, "The Origin of Modern Human Behavior."
  2. F. Heider and M. Simmel, "An Experimental Study of Apparent Behavior," American Journal of Psychology 57 (1944): 243-59.
  3. Josep Cali and Michael Tomasello, "Does the Chimpanzee Have a Theory of Mind? 30 Years Later," Celi 12, no. 5 (2008): 187-92.
  4. J. Perner and H. Wimmer, "'John Thinks That Mary Thinks That...': Attribution of -Second--Order Beliefs by 5— to 10--Year- -Old Children," Journal of Experimental Child Psychology 39 (1985): 437-71, and Angeline S. Lillard and Lori Skibbe, "Theory of Mind: Conscious Attribution and Spontaneous Trait Inference," in The New Unconscious, ed. Ran R. Haşşin et al. (Oxford: Oxford University Press, 2005), 277-78; see also Matthew D. Lieberman, "Social Neuroscience: A Review of Core Processes," Annual Review of Psychology 58 (2007): 259-89.
  5. Oliver Sacks, An Anthropologişt on Mars (New York: Knopf, 1995), 272.
  6. Robin I. M. Dunbar, "The Social Brain Hypothesis," Evolutionary Anthropology: Issues, News, and Reviews 6, no. 5 (1998): 178-90.
  7. A.g.e.
  8. R. A. Hili and R. I. M. Dımbar, "Social Network Size in Humans," Human Nature 14, no. 1 (2003): 53-72, and Dunbar, "The Social Brain Hypothesis."
  9. Robin I. M. Dımbar, Grooming, Gossip and the Evolution of Language (Cambridge, MA: Harvard University Press, 1996).
  10. Stanley Milgram, "The Small World Problem," Psychology Today 1, no. 1 (May 1967): 61-67, and Jeffrey Travers and Stanley Milgram, "An Experimental Study of the Small World Problem," Sociometry 32, no. 4 (December 1969): 425-43.
  11. Peter Sheridan Dodds et al., "An Experimental Study of Search in Global Networks," Science 301 (August 8,2003): 827-29.
  12. James P. Curley and Eric B. Keveme, "Genes, Brains and Mammalian Social Bonds," Trends in Ecology and Evolution 20, no. 10 (October 2005).
  13. Patricia Smith Churchland, "The Impact of Neuroscience on Philosophy," Neuron 60 (November 6, 2008): 409-11, and Ralph

Adolphs, "Cognitive Neuroscience of Human Social Behavior," Nature Reviews 4 (March 2003): 165-78.

  1. K. D. Broad et al., -"Mother-Infant Bonding and the Evolution of Mammalian Social Relationships," Philosophical Transactions of the Royal Society B 361 (2006): 2199-214.
  2. Thomas R. Insel and Larry J. Young, "The Neurobiology of Attachment," Nature Reviews Neuroscience 2 (February 2001): 129- 33.
  3. Larry J. Young et al., "Anatomy and Neurochemistry of the Pair Bond," Journal of Comparative Neurology 493 (2005): 51-57.
  4. Churchland, "The Impact of Neuroscience on Philosophy."
  5. Zoe R. Donaldson and Larry J. Young, "Oxytocin, Vasopressin, and the Neurogenetics of Sociality," Science 322 (November 7, 2008): 900-904.
  6. A.g.e.
  7. Larry J. Young, "Love: Neuroscience Reveals AU," Nature 457 (January 8, 2009): 148; Paul J. Zak, "The Neurobiology of Trust," Scientific American (June 2008): 88-95; Kathleen C. Light et al., "More Frequent Partner Hugs and Higher Oxytocin Levels are Linked to Lower Blood Pressure and Heart Rate in Premenopausal Women," Biological Psychiatry 69, no. 1 (April 2005): 5-21; and Karten M. Grewen et al., "Effect of Partner Support on Resting Oxytocin, Cortisol, Norepinephrine and Blood Pressure Before and After Warm Personal Contact," Psychosomatic Medicine 67 (2005): 531-38.
  8. Michael Kosfeld et al., "Oxytocin Increases Trust in Humans," Nature 435 (June 2, 2005): 673-76; Paul J. Zak et al., "Oxytocin Is Associated with Human Trustworthiness," Hormones and Behavior 48 (2005): 522-27; Angeliki Theodoridou, "Oxytocin and Social Perception: Oxytocin Increases Perceived Facial Trustworthiness and Attractiveness," Hormones and Behavior 56, no. 1 (June 2009): 128-32; and Gregor Domes et al., "Oxytocin Improves -'Mind— Reading' in Humans," Biological Psychiatry 61 (2007): 731-33.
  9. Donaldson and Young, "Oxytocin, Vasopressin, and the Neurogenetics of Sociality."
  10. Hassin et al., eds., The New Unconscious, 3-4.
  11. A.g.e., and Timothy D. Wilson, Strangers to Ourselves: Discovering the Adaptive Unconscious (Cambridge, MA: Belknap, 2002), 4.
  12. Ellen Langer et al., "The Mindlessness of Ostensibly Thoughtful Aetion: The Role of 'Placebic' Information in Interpersonal Interaction," Journal of Personality and Social Psychology 36, no. 6 (1978): 635-42, and Robert P. Abelson, "Psychological Status of the

Script Concept," American Psychologist 36, no. 7 (July 1981): 71529.        .

  1. William James, The Principies of Psychology (New York: Henry Holt, 1890), 97-99.        ‘        '
  2. C. S. Roy and C. S. Sherrington, "On the Regulation of the -Blood- Supply of the Brain," Journal of Physiology (London) 11 (1890): 85108.        -        -        ■
  3. Tim Dalgleish, "The Emotional Brain," Nature Reviews Neuroscience 5, no. 7 (2004): 582-89; see also Colin Camerer et al., "Neuroeconomics: How Neuroscience Can Inform Economics," Journal of Economic Literatüre 43, no. 1 (March 2005): 9-64.
  4. Lieberman, "Social Neuroscience."
  5. Ralph Adolphs, "Cognitive Neuroscience of Human Social Behavior," Nature Reviews 4 (March 2003): 165-78.
  6. Lieberman, "Social Neuroscience."
  7. Bryan Kolb and lan Q. Whishaw, An Introduction to Brain and Behavior (New York: Worth, 2004), 410-11.
  8. R. Glenn Northcutt and Jon H. Kaas, "The Emergence and Evolution of Mammalian Neocortex," Trends in Neuroscience 18, no. 9 (1995): 373-79, and Jon H. Kaas, "Evolution of the Neocortex," Current Biology 21, no. 16 (2006): R910-14.
  9. Nikos K. Logothetis, "What We Can Do and What We Cannot Do with fMRI," Nature 453 (June 12, 2008): 869-78. By the first research article employing fMRI, Logothetis meant the first employing fMRI that could be done without injections of contrast agents, which are impractical because they complicate the experimental procedure and inhibit the ability of researchers to recruit volunteers.
  10. Lieberman, "Social Neuroscience."
  1. İNSANLARI OKUMAK
  1. See Edward T. Heyn, "Berlin's Wonderful Horse," New York Times, September 4,1904;" 'Clever Hans' Again," New York Times, October 2,1904; "A -Horse—and the Wise Men," New York Times, July 23, 1911; and "Can Horses Think? Learned Commission Says 'Perhaps/ " New York Times, August 31,1913.
  2. B. Hare et al., "The Domestication of Social Cognition in Dogs," Science 298 (November 22, 2002): 1634-36; Brian Hare and Michael Tomasello, -"Human—like Social Skills in Dogs?" Trends in Cognitive Sciences, 9, no. 9 (2005): 440-44; and Â. Miklosi et al., "Comparative Social Cognition: What Can Dogs Teach Us?" Animal Behavior 67 (2004): 995-1004.
  3. Monique A. R. Udell et al., "Wolves Outperform Dogs in Following Human Social Cues," Animal Behavior 76 (2008): 1767-73.
  4. Jonathan J. Cooper et al., "Clever Hounds: Social Cognition in the Domestic Dog (Canis familiaris)," Applied Animal Behavioral Science 81 (2003): 229-44, and A. Whiten and R. W. Byrne, "Tactical Deception in Primates," Behavioral and Brain Sciences 11 (2004): 233-73.
  5. Hare, "The Domestication of Social Cognition in Dogs," 1634, and E. B. Ginsburg and L. Hiestand, "Humanity's Best Friend: The Origins of Our Inevitable Bond with Dogs," in The Inevitable Bond: Examining -Scientist—Animal Interactions, ed. H. Davis and D. Balfour (Cambridge: Cambridge University Press, 1991), 93-108.
  6. Robert Rosenthal and Kermit L. Fode, "The Effect of Experimenter Bias on the Performance of the Albino Rat," Behavioral Science 8, no. 3 (1963): 183-89; see also Robert Rosenthal and Lenore Jacobson, Pygmalion in the Classroom: Teacher Expectation and Pupils' Intellectual Development (New York: Holt, Rinehart, and Winston, 1968), 37-38.
  7. L. H. Ingraham and G. M. Harrington, "Psychology of the Scientist: XVI. Experience of E as a Variable in Reducing Experimenter Bias," Psychological Reports 19 (1966): 455-461.
  8. Robert Rosenthal and Kermit L. Fode, "Psychology of the Scientist: V. Three Experiments in Experimenter Bias," Psychological Reports 12 (April 1963): 491-511.
  9. Rosenthal and Jacobson, Pygmalion in the Classroom, 29.
  10. A.g.e.
  11. Robert Rosenthal and Lenore Jacobson, "Teacher's Expectancies: Determinants of Pupil's IQ Gains," Psychological Reports 19 (August 1966): 115-18.
  12. Simon E. Fischer and Gary F. Marcus, "The Eloquent Ape: Genes, Brains and the Evolution of Language," Nature Reviews Genetics 7 (January 2006): 9-20.
  13. L. A. Petitto and P. F. Marentette, "Babbling in the Manual Mode: Evidence for the Ontology of Language," Science 251 (1991): 1493- 96, and S. -Goldin—Meadow and C. Mylander, "Spontaneous Sign Systems Created by Deaf Children in Two Cultures," Nature 391 (1998): 279-81.
  14. Charles Darwin, The Autobiography of Charles Darwin (1887, repr. New York: Norton, 1969), 141; see also Paul Ekman, "Introduction," in Emotions Inside Out: 130 Years After Darwin's "The Expression of the Emotions in Man and Animals" (New York: Annals of the N.Y. Academy of Science, 2003), 1-6.
  15. For example, J. Bulwer, Chirologia; or, The Natural Language of the Hand (London: Harper, 1644); C. Bell, The Anatomy and Philosophy of Expression as Connected with the Fine Arts (London: George

Bell, 1806); and G. B. Duchenne de Boulogne, Mecanismes de la Physionomie Humaine, ou Analyse Electrophysiologique de 1'Exp- ression des Passions (Paris: Bailliere, 1862).

  1. Peter O. Gray, Psychology (New York: Worth, 2007), 74-75.
  2. Antonio Damasio, Descartes' Error: Emotion, Reason, and the Human Brain (New York: Putnam, 1994), 141-42.
  3. Quoted in Mark G. Frank et al., "Behavioral Markers and Recognizability of the Smile of Enjoyment," Journal of Personality and Social Psychology 64, no. 1 (1993): 87.
  4. A.g.e., 83-93.        '
  5. Charles Darwin, The Expression of the Emotions in Man and Animals (1872; repr. New York: D. Appleton, 1886), 15-17.
  6. James A. Russell, 'Ts There Universal Recognition of Emotion from Facial Expression? A Review of the -Cross--Cultural Studies," Psychological Bulletin 115, no. 1 (1994): 102-41.
  7. See Ekman's Afterword in Charles Darwin, The Expression of the Emotions in Man and Animals (1872; repr. Oxford: Oxford University Press, 1998), 363-93.        '
  8. Paul Ekman and Wallace V. Friesen, "Constants Across Cultures in the Face and Emotion," Journal of Personality and Social Psychology 17, no. 2 (1971): 124-29.
  9. Paul Ekman, "Facial Expressions of Emotion: An Old Controversy and New Findings," Philosophical Transactions of the Royal Society of London B 335 (1992): 63-69. See also Rachel E. Jack et al., "Cultural Confusions Show That Facial Expressions Are Not Universal," Current Biology 19 (September 29,2009): 1543-48. That study found results that, despite the paper's title, were "consistent with previous observations," although East Asians confused fear and disgust with surprise and anger in Western faces more often than Westerners themselves did.
  10. Edward Z. Tronick, "Emotions and Emotional Communication in Infants," American Psychologist 44, no. 2 (February 1989): 112-19.
  11. Dario Galati et al., "Volimtary Facial Expression of Emotion: Comparing Congenitally Blind with Normally Sighted Encoders," Journal of Personality and Social Psychology 73, no. 6 (1997): 136379.
  12. Gary Alan Fine et al., "Couple -Tie—Signs and Interpersonal Threat: A Field Experiment," Social Psychology Quarterly 47, no. 3 (1984): 282-86.        '
  13. Hans Kummer, Primate Societies (Chicago: -Aldine-Atherton, 1971).
  14. David Andrew Puts et al., "Dominance and the Evolution of Sexual Dimorphism in Human Voice Pitch," Evolution and Human

Behavior 27 (2006): 283-96; Joseph Henrich and Francisco J. -Gil- White, "The Evolution of Prestige: Freely Conferred Deference as a Mechanism for Enhancing the Benefits of Cultural Transmission," Evolution and Human Behavior 22 (2001): 165-96.

  1. Allan Mazur et al., "Physiological Aspects of Communication via Mutual Gaze," American Journal of Sociology 86, no. 1 (1980): 50- 74.
  2. John F. Dovidio and Steve L. Ellyson, "Decoding Visual Dominance: Attributions of Power Based on Relative Percentages of Looking While Speaking and Looking While Listening," Social Psychology Quarterly 45, no. 2 (1982): 106-13.
  3. R. V. Exline et al., "Visual Behavior as an Aspect of Power Role Relationships," in Advances in the Study of Communication and Affect, vol. 2, ed. P. Pliner et al. (New York: Plenum, 1975), 21-52.
  4. R. V. Exline et al., "Visual Dominance Behavior in Female Dyads: Situational and Personality Factors," Social Psychology Quarterly 43, no. 3 (1980): 328-36.
  5. John F. Dovidio et al., "The Relationship of Social Power to Visual Displays of Dominance Between Men and Women," Journal of Personality and Social Psychology 54, no. 2 (1988): 233-42.
  6. S. Duncan and D. W. Fiske, -Face—to--Face Interaction: Research, Methods, and Theory (Hillsdale, NJ: Erlbaum, 1977), and N. Capella, ""Controlling the Floor in Conversation," in Multichannel Integrations of Nonverbal Behavior, ed. A. W. Siegman and S. Feldstein (Hillsdale, NJ: Erlbaum, 1985), 69-103.
  7. A. Atkinson et al., "Emotion Perception from Dynamic and Static Body Expressions in -Point-Light and -Full—Light Displays," Perception 33 (2004): 717-46; "Perception of Emotion from Dynamic -Point--Light Displays Represented in Dance," Perception 25 (1996): 727—38; James E. Cutting and Lynn T. Kozlowski, "Recognizing Friends by Their Walk: Gait Perception Without Familiarity Cues," Bulletin of the Psychonomic Society 9, no. 5 (1977): 353-56; and James E. Cutting and Lynn T. Kozlowski, "Recognizing the Sex of a Walker from a Dynamic -Point-Light Display," Perception and Psychophysics 21, no. 6 (1977): 575-80.
  8. S. H. Spence, "The Relationship Between -Social-Cognitive Skills and Peer Sociometric Status," British Journal of Developmental Psychology 5 (1987): 347-56.
  9. M. A. Bayes, "Behavioral Cues of Interpersonal Warmth," Journal of Consulting and Clinical Psychology 39, no. 2 (1972): 333-39.
  10. J. K. Burgoon et al., "Nonverbal Behaviors, Persuasion, and Credibility," Human Communication Research 17 (Fail 1990): 140- 69.
  11. A. Mehrabian and M. Williams, "Nonverbal Concomitants of Perceived and Intended Persuasiveness," Journal of Personality and Social Psychology 13, no. 1 (1969): 37-58.
  12. Starkey Duncan Jr., "Nonverbal Communication," Psychological BuUetin 77, no. 2 (1969): 118-37.        '
  13. Harald G. Wallbott, "Bodily Expression of Emotion," European Journal of Social Psychology 28 (1998): 879-96; Lynn A. Streeter et al., "Pitch Changes During Attempted Deception," Journal of Personality and Social Psychology 35, no. 5 (1977): 345-50; Allan Pease and Barbara Pease, The Definitive Book of Body Language (New York: Bantam, 2004); Bella M. DePaulo, "Nonverbal Behavior and Self Presentation," Psychological Bulletin 11, no. 2 (1992): 203-43; Judith A. Hail et al., "Nonverbal Behavior and the Vertical Dimension of Social Relations: A -Meta—analysis," Psychological Bulletin 131, no. 6 (2005): 898-924; and Kate Fox, SIRC Guide to Flirting: What Social Science Can Teli You About Flirting and How to Do It, published online by the Social Issues Research Centre, http://www.sirc.org/ index.html.
  1. İNSANLARI DIŞ GÖRÜNÜMLERİNE GÖRE YARGILAMAK
  1. Grace -Freed—Brown and David J. White, "Acoustic Ma te Copying: Female Cowbirds Attend to Other Females' Vocalizations to Modify Their Song Preferences," Proceedings of the Royal Society B 276 (2009): 3319-25.        '
  2. -A.g.e.
  3. C. Nass et al., "Computers Are Social Actors," Proceedings of the ACM CHI 94 Human Factors in Computing Systems Conference (Reading, MA: Association for Computing Machinery Press, 1994), 72-77; C. Nass et al., "Are Computers Gender Neutral?" Journal of Applied Social Psychology 27, no. 10 (1997): 864-76; and C. Nass and K. M. Lee, "Does -Computer—Generated Speech Manifest Personality? An Experimental Test of -Similarity—Attraction," CHI Letters 2, no. 1 (April 2000): 329-36.
  4. When we speak with someone we surely react to the content of their speech. But we also react, both consciously and unconsciously, to nonverbal qualities of the person that delivers it. By removing that person from the interaction, Nass and his colleagues focused on their subjects' automatic reaction to the human voice. But maybe that's not what was happening. Maybe the subjects were -really respon- ding to the physical box, the machine, and not the voice. There is no way, through pure logic, to know which it was, since both choices are equally inappropriate. So the researchers performed another ex- periment, in which they mixed things up. Some of the students in

these experiments made their evaluations on computers that were not the machines that had tutored them but had the same voice. Others made their evaluations on the same computer that had ta- ught them but had a different voice for the evaluation phase. The results showed that it was indeed the voice that the students were responding to, and not the physical machine.

  1. Byron Reeves and Clifford Nass, The Media Equation: How People Treat Computers, Television, and New Media Like Real People and Places (Cambridge: Cambridge University Press, 1996), 24.
  2. Sarah A. Collins, "Men's Voices and Women's Choices," Animal Behavior 60 (2000): 773-80.
  3. David Andrew Puts et al., "Dominance and the Evolution of Sexual Dimorphism in Human Voice Pitch," Evolution and Human Behavior 27 (2006): 283-96.
  4. David Andrew Puts, "Mating Context and Menstrual Phase Affect Women's Preferences for Male Voice Pitch," Evolution and Human Behavior 26 (2005): -388-97.
  5. R. Nathan Pepitone et al., "Women's Voice Attractiveness Varies Across the Menstrual Cycle," Evolution and Human Behavior 29, no. 4 (2008): 268-74.
  6. Collins, "Men's Voices and Women's Choices." Larger species produce -lower—pitched vocalizations than smaller ones, but within a (mammal) species, that is not the case. Recently, however, a number of studies have indicated that the timbre or -higher—frequency har- monics called the formant might be a more reliable indicator, at least of height. See Drew Rendall et al., "Lifting the Curtain on the Wizard of Oz: Biased -Voice—Based Impressions of Speaker Size," Journal of Experimental Psychology: Human Perception and Performance 33, no. 5 (2007): 1208-19.
  7. L. Bruckert et al., "Women Use Voice Parameters to Assess Men's Characteristics," Proceedings of the Royal Society B 273 (2006): 83- 89.
  8. C. L. Apicella et al., "Voice Pitch Predicts Reproductive Success in Male -Hunter—Gatherers," Biology Letters 3 (2007): 682-84.
  9. Klaus R. Scherer et al., "Minimal Cues in the Vocal Communication of Affect: Judging Emotions from -Content-Masked Speech," Journal of Paralinguistic Research 1, no. 3 (1972): 269-85.
  10. William Apple et al., "Effects of Speech Rate on Personal Attributions," Journal of Personality and Social Psychology 37, no. 5 (1979): 715-27.
  11. Cari E. Williams and Kenneth N. Stevens, "Emotions and Speech: Some Acoustical Correlates," Journal of the Acoustical Society of

America 52, no. 4, part 2 (1972): 1238-50, and Scherer et al., "Minimal Cues in the Vocal Communication of Affect."

  1. Sally Feldman, "Speak Up," New Hümanist 123, no. 5 (September- October, 2008).
  2. N. Gueguen, "Courtship Compliance: The Effect of Touch on Women's Behavior," Social Influence 2, no. 2 (2007): 81-97.
  3. M. Lynn et al., "Reach Out and Touch Your Customers," Corneli Hotel & Restaurant Quarterly 39, no. 3 (June 1998): 60-65; J. Hornik, "Tactile Stimulation and Consumer Response," Journal of Consumer Research 19 (December 1992): 449-58; N. Gueguen and C. Jacob, "The Effect of Touch on Tipping: An Evaluation in a French Bar," Hospitality Management 24 (2005): 295-99; N. Gueguen, "The Effect of Touch on Compliance with a Restaurant's Employee Suggestion," Hospitality Management 26 (2007): 1019-23; N. Gueguen, "Nonverbal Encouragement of Participation in a Course: The Effect of Touching," Social Psychology of Education 7, no. 1 (2003): 89-98; J. Hornik and S. Eliis, "Strategies to Secure Compliance for a Mail Intercept Interview," Public Opinion Quarterly 52 (1988): 539-51; N. Gueguen and J. -Fischer—Lokou, "Tactile Contact and Spontaneous Help: An Evaluation in a Natural Setting," The Journal of Social Psychology 143, no. 6 (2003): 785-87.
  4. C. Silverthorne et al., "The Effects of Tactile Stimulation on Visual Experience," Journal of Social Psychology 122 (1972): 153-54; M. Patterson et al., "Touch, Compliance, and Interpersonal Affect," Journal of Nonverbal Behavior 10 (1986): 41-50; and N. Gueguen, "Touch, Awareness of Touch, and Compliance with a Request," Perceptual and Motor Skills 95 (2002): 355-60.
  5. Michael W. Krauss et al., "Tactile Communication, Cooperation, and -Performance: An Ethological Study of the NBA," Emotion 10, no. 5 (October 2010): -745-49.
  6. India Morrison et al., "The Skin as a Social Organ," Experimental Brain Research, published online September 22,2009; Ralph Adolphs, "Conceptual Challenges and Directions for Social Neuroscience," Neuron 65, no. 6 (March 25, 2010): 752-67.
  7. Ralph Adolphs, interview by author, November 10, 2011.
  8. Morrison et al., "The Skin as a Social Organ."
  9. R. I. M. Dunbar, "The Social Role of Touch in Humans and Primates: Behavioral Functions and Neurobiological Mechanisms," Neuroscience and Bio-behavioral Reviews 34 (2008): 260-68.
  10. Matthew J. Hertenstein et al., "The Communicative Functions of Touch in Humans, Nonhuman Primates, and Rats: A Review and Synthesis of the Empirical Research," Genetic, Social, and General Psychology Monographs 132, no. 1 (2006): 5-94-
  11. The debate scenario is from Alan Schroeder, Presidential Debates: Fifty Years of -High-Risk TV, 2nd ed. (New York: Columbia University Press, 2008).
  12. Sidney Kraus, Televised Presidential Debates and Public Policy (Mahwah, NJ: Erlbaum, 2000), 208-12. Note that Kraus incorrectly States that the Southern Governors' Conference was in Arizona.
  13. James N. Druckman, "The Power of Televised Images: The First -Kennedy—Nixon Debate Revisited," Journal of Politics 65, no. 2 (May 2003): 559-71.
  14. Shawn W. Rosenberg et al., "The Image and the Vote: The Effect of Candidate Presentation on Voter Preference," American Journal of Political Science 30, no. 1 (February 1986): 108-27, and Shawn W. Rosenberg et al., "Creating a Political Image: Shaping Appearance and Manipulating the Vote," Political Behavior 13, no. 4 (1991): 345- 66.
  15. Alexander Todorov et al., "Inferences of Competence from Faces Predict Election Outcomes," Science 308 (June 10,2005): 1623-26.
  16. It is interesting to note that while this is quite ciear in photog- raphs of Darwin, his nose seems to have been minimized in pain- tings.
  17. Darwin Correspondence Database, http://www.darwinproject. ac.uk/entry3235.
  18. Charles Darwin, The Autobiography of Charles Darwin (1887; repr. Rockville, MD.: Serenity, 2008), 40.
  1. İNSANLARI VE ŞEYLERİ SINIFLANDIRMAK
  1. David J. Freedman et al., "Categorical Representation of Visual Stimuli in the Primate Prefrontal Cortex," Science 291 (January 2001): 312-16.
  2. Henri Tajfel and A. L. Wilkes, "Classification and Quantitative Judgment," British Journal of Psychology 54 (1963): 101-14; Oliver Corneille et al., "On the Role of Familiarity with Units of Measurement in Categorical Accentuation: Tajfel and Wilkes (1963) Revisited and Replicated," Psychological Science 13, no. 4 (July 2002): 380-83.
  3. Robert L. Goldstone, "Effects of Categorization on Color Perception," Psychological Science 6, no. 5 (September 1995): 298-303.
  4. Joachim Krueger and Russell W. Clement, -"Memory-Based Judgments About Multiple Categories: A Revision and Extension of Tajfel's Accentuation Theory," Journal of Personality and Social Psychology 67, no. 1 (July 1994): 35-47.
  5. Linda Hamilton Krieger, "The Content of Our Categories: A Cognitive Bias Approach to Discrimination and Equal Employment Opportunity," Stanford Law Review 47, no. 6 (July 1995): 1161-248.
  6. Elizabeth Ewen and Stuart Ewen, Typecasting: On the Arts and Sciences of Human Inequality (New York: Seven Stories, 2008).
  7. A.g.e.
  8. A.g.e.
  9. The image is from Giambattista della Porta, De Humana Physiognomonia Libri IIII. From the website of the National Library of Medicine: http://www.nlm.nih.gov/exhibition/historicalanato- mies/porta_home.html. According to http://stevenpoke.com-/gi- ambattista—della—porta—de—humana—physiognomonia—1586:        "I

found these images at the Historical Anatomies on the Web exhibi- tion which is part of the US National Library of Medicine which has over 70,000 images available online."

  1. Darrell J. Steffensmeier, "Deviance and Respectability: An Observational Study of Shoplifting," Social Forces 51, no. 4 (June 1973): 417-26; see also Kenneth C. Mace, "The -'Overt—Bluff' Shoplifter: Who Gets Caught?" Journal of Forensic Psychology 4, no. 1 (December 1972): 26-30.
  2. H. T. Himmelweit, "Obituary: Henri Tajfel, FBPsS," Bulletin of the British Psychological Society 35 (1982): 288-89.
  3. WilliamPeterRobinson,ed.,SocialGroupsandldentities:Developing the Legacy of Henri Tajfel (Oxford: -Butterworth—Heinemann, 1996), 3.
  4. A.g.e.        .
  5. Henri Tajfel, Human Groups and Social Categories (Cambridge: Cambridge University Press, 1981).
  6. Robinson, ed., Social Groups and Identities, 5.
  7. Krieger, "The Content of Our Categories."
  8. Anthony G. Greenwald et al., "Measuring Individual Differences in Implicit Cognition: The Implicit Association Test," Journal of Personality and Social Psychology 74, no. 6 (1998): 1464-80; see also Brian A. Nosek et al., "The Implicit Association Test at Age 7: A Methodological and Conceptual Review," in Automatic Processes in Social Thinking and Behavior, ed. J. A. -En-glish (New York: Psychology Press, 2007), 265-92.
  9. Elizabeth Milne and Jordan Grafman, "Ventromedial Prefrontal Cortex Lesions in Humans Eliminate Implicit Gender Stereotyping," Journal of Neuroscience 21 (2001): 1-6.
  10. Gordon W. Allport, The Nature of Prejudice (Cambridge: -Addison- -Wesley, 1954), 20-23.
  11. A.g.e., 4-5.
  12. Joseph Lelyveld, Great Soul: Mahatma Gandhi and His Struggle with India (New York: Knopf, 2011).
  13. Ariel Dorfman, "Che Guevara: The Guerrilla," Time, June 14,1999.
  14. Marian L. Tupy, "Che Guevara and the West," Cato Institute: Commentary (November 10,2009).
  15. Krieger, "The Content of Our Categories," 1184. Strangely, the wo- man lost her case. Her lawyers appealed, but the appeals court up- held the verdict, dismissing the statement as a "stray remark."
  16. Millicent H. Abel and Heather Watters, "Attributions of Guilt and Punishment as Functions of Physical Attractiveness and Smiling," Journal of Social Psychology 145, no. 6 (2005): 687-702; Michael G. Efran, "The Effect of Physical Appearance on the Judgment of Guilt, Interpersonal Attraction, and Severity of Recommended Punishment in a Simulated Jury Task," Journal of Research in Personality 8, no. 1 (June 1974): 45-54; Harold Sigall and Nancy Ostrove, "Beautiful but Dangerous: Effects of Offender Attractiveness and Nature of the Crime on Juridic Judgment," Journal of Personality and Social Psychology 31, no. 3 (1975): 410-14; Jochen Piehl, "Integration of Information in the Courts: Influence of Physical Attractiveness on Amount of Punishment for a Traffic Offender," Psychological Reports 41, no. 2 (October 1977): 551-56; and John E. Stewart II, "Defendant's Attractiveness as a Factor in the Outcome of Criminal Trials: An Observational Study," Journal of Applied Psychology 10, no. 4 (August 1980): 348-61.
  17. Rosaleen A. McCarthy and Elizabeth K. Warrington, "Visual Associative Agnosia: A -Clinico—Anatomical Study of a Single Case," Journal of Neurology, Neurosurgery, and Psychiatry 49 (1986): 1233- 40.
  1. İÇ VE DIŞ GRUPLAR
  1. Muzafer Sherif et al., Intergroup Conflict and Cooperationi The Robbers Cave Experiment (Norman: University of Oklahoma Press, 1961).
  2. L. Keeley, War Before Civilization (Oxford: Oxford University Press, 1996).
  3. N. Chagnon, Yanomamo (Fort Worth: Harcourt, 1992).
  4. Blake E. Ashforth and Fred Mael, "Social Identity Theory and the Organization," Academy of Management Review 14, no. 1 (1989): 20-39.
  5. Markus Brauer, "Intergroup Perception in the Social Context: The Effects of Social Status and Group Membership on Perceived -Out- Group Homogeneity," Journal of Experimental Social Psychology 37 (2001): 15-31.
  6. K. L. Dion, "Cohesiveness as a Determinant of -Ingroup-Outgroup Bias," Journal of Personality and Social Psychology 28 (1973): 163-71, and Ashforth and Mael, "Social Identity Theory."
  7. Charles K. Ferguson and Harold H. Kelley, "Significant Factors in Overevaluation of -Own-Group's Product," Journal of Personaliity and Social Psychology 69, no. 2 (1064): 223-28.
  8. Patricia Linville et al., "Perceived Distributions of the Characteristics of -In--Group and -Out—Group Members: Empirical Evidence and a Computer Simulation," Journal of Personality and Social Psychology 57, no. 2 (1989): 165-88, and Bernadette Park and Myron Rothbart, "Perception of -Out-Group Homogeneity and Levels of Social Categorization: Memory for the Subordinate Attributes of - In—Group and -Out—Group Members," Journal of Personality and Social Psychology 42, no. 6 (1982): 1051-68.
  9. Park and Rothbart, "Perception of -Out-Group Homogeneity."
  10. Margaret Shih et al., "Stereotype Susceptibility: Identity Salience and Shifts in Quantitative Performance," Psychological Science 10, no. 1 (January 1999): 80-83.
  11. Noah J. Goldstein and Robert B. Cialdini, "Normative Influences on Consumption and Conservation Behaviors," in Social Psychology and Consumer Behavior, ed. Michaela Wanke (New York: Psychology Press, 2009), 273-96.
  12. Robert B. Cialdini et al., "Managing Social Norms for Persuasive Impact," Social Influence 1, no. 1 (2006): 3-15.
  13. Marilyn B. Brewer and Madelyn Silver, "Ingroup Bias as a Function of Task Characteristics," European Journal of Social Psychology 8 (1978): 393-400.
  14. Ashforth and Mael, "Social Identity Theory."
  15. Henri Tajfel, "Experiments in Intergroup Discrimination," Scientific American 223 (November 1970): 96-102, and H. Tajfel et al., "Social Categorization and Intergroup Behavior," European Journal of Social Psychology 1, no. 2 (1971): 149-78.
  16. Sherif et al., Intergroup Conflict and Cooperation, 209.
  17. Robert Kurzban et al., "Can Race be Erased? Coalitional Computation and Social Categorization," Proceedings of the National Academy of Sciences 98, no. 26 (December 18,2001): 15387-92.
  1. DUYGULAR
  1. Corbett H. Thigpen and Hervey Cleckley, "A Case of Multiple Personalities," Journal of Abnormal and Social Psychology 49, no. 1 (1954): 135-51.
  2. Charles E. Osgood and Zella Luria, "A Blind Analysis of a Case of Multiple Personality Using the Semantic Differential," Journal of Abnormal and Social Psychology 49, no. 1 (1954): 579-91.
  3. Nadine Brozan, "The Real Eve Sues to Film the Rest of Her Story," New York Times, February 7,1989.
  4. Piercarlo Valdesolo and David DeSteno, "Manipulations of Emotional Context Shape Moral Judgment," Psychological Science 17, no. 6 (2006): 476-77.
  5. Steven W. Gangestad et al.," Women's Preferences for Male Behavioral Displays Change Across the Menstrual Cycle," Psychological Science 15, no. 3 (2004): 203-7, and Kristina M. Durante et al., "Changes in Women's Choice of Dress Across the Ovulatory Cycle: Naturalistic and Laboratory -Task—Based Evidence," Personality and Social Psychology Bulletin 34 (2008): 1451-60.
  6. John F. Kihlstrom and Stanley B. Klein, -"Self—Knowledge and Self—Awareness," Annals of the New York Academy of Sciences 818 (December 17, 2006): 5-17, and Shelley E. Taylor and Jonathan D. Brown, "Illusion and -Well—Being: A Social Psychological Perspective on Mental Health," Psychological Bulletin 103, no. 2 (1988): 193-210.
  7. H. C. Kelman, "Deception in Social Research," Transaction 3 (1966): 20-24; see also Steven J. Sherman, "On the -Self—Erasing Nature of Errors of Prediction," Journal of Personality and Social Psychology 39, no. 2 (1980): 211-21.
  8. E. Grey Dimond et al., "Comparison of Internal Mammary Artery Ligation and Sham Operation for Angina Pectoris," American Journal of Cardiology 5, no. 4 (April 1960): 483-86; see also Walter A. Brown, "The Placebo Effect," Scientific American (January 1998): 90-95.
  9. William James, "What Is an Emotion?" Mind 9, no. 34 (April 1884): 188-205.
  10. Tor D. Wager, "The Neural Bases of Placebo Effects in Pain," Current Directions in Psychological Science 14, no. 4 (2005): 175-79, and Tor D. Wager et al., -"Placebo—Induced Changes in fMRI in the Anticipation and Experience of Pain," Science 303 (February 2004): 1162-67.
  11. James H. Korn, "Historians' and Chairpersons' Judgments of Eminence Among Psychologists," American Psychologist 46, no. 7 (July 1991): 789-92.
  12. William James to Cari Strumpf, February 6, 1887, in The Correspondence of William James, vol. 6, ed. Ignas K. Skrupskelis and Elizabeth M. Berkeley (Char-lottes-ville: University Press of Virginia, 1992), 202.
  13. D. W. Bjork, The Compromised Scientist: William James in the Development of American Psychology (New York: Columbia University Press, 1983), 12.
  14. Henry James, ed., The Letters of William James (Boston: Little, Brown, 1926), 393-94.
  15. Stanley Schachter and Jerome E. Singer, "Cognitive, Social, and Physiological Determinants of Emotional State," Psychological Review 69, no. 5 (September 1962): 379-99.
  16. Joanne R. Cantor et al., "Enhancement of Experienced Sexual Arousal in Response to Erotic Stimuli Through Misattribution of Unrelated Residual Excitation," Journal of Personality and Social Psychology 32, no. 1 (1975): 69-75.        ’        '        °
  17. Bkz. http://www.imdb.com/title/tt0063013/.
  18. Donald G. Dutton and Arthur P. Aron, "Some Evidence for Heightened Sexual Attraction Under Conditions of High Anxiety," Journal of Personality and Social Psychology 30, no. 4 (1974): 51017.        •
  19. FritzStracketal.,"InhibitingandFacilitatingConditionsoftheHuman Smile: A Nonobtrusive Test of the Facial Feedback Hypothesis," Journal of Personality and Social Psychology 54, no. 5 (1988): 768-77, and Lawrence W. Barsalou et al., "Social Embodiment," Psychology of Learning and Motivation 43 (2003): 43-92.
  20. Peter Johansson et al., "Failure to Detect Mismatches Between Intention and Outcome in a Simple Decision Task," Science 310 (October 7,2005): 116-19.
  21. Lars Hail et al., "Magic at the Marketplace: Choice Blindness for the Taste of Jam and the Smell of Tea," Cognition 117, no. 1 (October 2010): 54-61.        .        '
  22. Wendy M. Rahm et al., "Rationalization and Derivation Processes in Survey Studies of Political Candidate Evaluation," American Journal of Political Science 38, no. 3 (August 1994): 582-600.
  23. Joseph LeDoux, The Emotional Brain: The Mysterious Underpinnings of Emotional Life (New York: Simon and Schuster, 1996), 32-33, and Michael Gazzaniga, "The Split Brain Revisited," Scientific American 279, no. 1 (July 1998): 51-55.
  24. Oliver Sacks, The Man Who Mistook His Wife for a Hat (New York: Simon and Schuster, 1998), 108-11.
  25. J. Haidt, "The Emotional Dog and Its Rational Tail: A Social Intuitionist Approach to Moral Judgment," Psychological Review 108, no. 4 (2001): 814-34.
  26. Richard E. Nisbett and Timothy DeCamp Wilson, "Telling More Ihan We Can Know: Verbal Reports on Mental Processes," Psychological Review 84, no. 3 (May 1977): 231-59.
  27. Richard E. Nisbett and Timothy DeCamp Wilson, "Verbal Reports About Causal Influences on Social Judgments: Private Access Versus Public Theories," Journal of Personality and Social Psychology 35, no. 9 (September 1977): 613-24; see also Nisbett and Wilson, "Telling More Than We Can Know."
  28. E. Aronson et al., "The Effect of a Pratfall on Increasing Personal Attractiveness," Psychonomic Science 4 (1966): 227-28, and M. J. Lerner, "Justice, Guilt, and Veridicial Perception," Journal of Personality and Social Psychology 20 (1971): 127-35.
  1. KENDİLİK
  1. Robert Block, "Brown Portrays FEMA to Panel as Broken and - Resource--Starved," Wall Street Journal, September 28, 2005.
  2. Dale Carnegie, How to Win Friends and Influence People (New York: Simon and Schuster, 1936), 3-5.
  3. College Board, Student Descriptive Questionnaire (Princeton, NJ: Educational Testing Service, 1976-77).
  4. P. Cross, "Not Can but Will College Teaching Be Improved?" New Directions for Higher Education 17 (1977): 1-15.
  5. O. Svenson, "Are We Ali Less Risky and More Skillful Ihan Our Fellow Driver?" Acta Psychologica 47 (1981): 143-48, and L. Larwood and W. Whittaker, "Managerial Myopia: -Self--Serving Biases in Organizational Planning," Journal of Applied Psychology 62 (1977): 194-98.
  6. David Dunning et al., "Flawed -Self—Assessment: Implicatioris for Health, Education, and the Workplace," Psychological Science in the Public Interest 5, no. 3 (2004): 69.-106.
  7. B. M Bass and F. J Yamarino, "Congruence of Self and Others' Leadership Ratings of Naval Officers for Understanding Successful Performance," Applied Psychology 40 (1991): 437-54.
  8. Scott R. Millis et al., "Assessing Physicians' Interpersonal Skills: Do Patients and Physicians See -Eye—to—Eye?" American Journal of Physical Medicine & Rehabilitation 81, no. 12 (December 2002): 94651, and Jocelyn Tracey et al., "The Validity of General Practitioners' Self Assessment of Knowledge: Cross Sectional Study," BMJ 315 (November 29,1997): 1426-28.
  9. Dunning et al., "Flawed -Self—Assessment."
  10. A. C. Cooper et ak, "Entrepreneurs' Perceived Chances for Success," Journal of Business Venturing 3 (1988): 97-108, and L. Larwood and W. Whittaker, "Managerial Myopia: -Self-Serving Biases in Organizational Planning," Journal of Applied Psychology 62 (1977): 194-98.        '
  11. Dunning et al., "Flawed -Self-Assessment," and David Dunning, -Self-Insight: Roadblocks and Detours on the Path to Knowing Thyself (New York: Psychology Press, 2005), 6-9.
  12. M. L. A. Hayward and D. C. Hambrick, "Explaining the Premiums Paid for Large Acquisitions: Evidence of CEOHubris," Administrative Science Quarterly 42 (1997): 103-27, and U. Malmendier and G.

Tate, Who Makes Acquisitions? A Test of the Overconfidence Hypothesis," Stanford Research Paper 1798 (Palo Alto, CA: Stanford University, 2003).

  1. T. Odean, "Volüme, Volatility, Price, and Profit When All Traders Are Above Average," Journal of Finance 8 (1998): 1887-934. For Schiller's survey, see Robert J. Schiller, Irrational Exuberance (New York: Broadway Books, 2005), 154-55.
  2. E. Pronin et al., "The Bias Blind Spot: Perception of Bias in Self Versus Others," Personality and Social Psychology Bulletin 28 (2002): 369- 81; Emily Pronin, "Perception and Misperception of Bias in Human Judgment," Trends in Cognitive Sciences 11, no. 1 (2006): 37-43, and J. Friedrich, "On Seeing Oneself as Less -Self—Serving Than Others: The Ultimate -Self—Serving Bias?" Teaching of Psychology 23 (1996): 107-9.
  3. Vaughan Bell et al., "Beliefs About Delusions," Psychologist 16, no. 8 (August 2003): 418-23, and Vaughan Bell, "Jesus, Jesus, Jesus," Slate (May 26, 2010).
  4. Dan P. McAdams, "Personal Narratives and the Life Story," in Handbook of Personality: Theory and Research, ed. Oliver John et al. (New York: Guilford, 2008), 242-62.
  5. F. Heider, The Psychology of Interpersonal Relations (New York: Wiley, 1958).
  6. Robert E. Knox and James A. Inkster, "Postdecision Dissonance at Post Time," Journal of Personality and Social Psychology 8, no. 4 (1968): 319-23, and Edward E. Lawler III et al., "Job Choice and Post Decision Dissonance," Organizational Behavior and Human Performance 13 (1975): 133-45.
  7. Ziva Kunda, "The Case for Motivated Reasoning," Psychologica! Bulletin 108, no. 3 (1990): 480-98; see also David Dunning, -"Self- -Image Motives and Consumer Behavior: How Sacrosanct -Self— Beliefs Sway Preferences in the Marketplace," Journal of Consumer Psychology 17, no. 4 (2007): 237-49.
  8. Emily Balcetis and David Dunning, "See What You Want To See: Motivational Influences on Visual Perception," Journal of Personality and Social Psychology 91, no. 4 (2006): 612-25.
  9. To be certain they weren't actually seeing both animals, the researc- hers also employed an -eye—tracking system capable of identifying, from unconscious eye movements, how the subjects -really were in- terpreting the figüre.
  10. Albert H. Hastorf and Hadley Cantril, "They Saw a Game: A Case Study," Journal of Abnormal and Social Psychology 49 (1954): 129- 34.
  11. George Smoot and Keay Davidson, Wrinkles in Time: Witness to the Birth of the Universe (New York: Harper Perennial, 2007), 79-86.
  12. Jonathan J. Koehler, "The Influence of Prior Beliefs on Scientific Judgments of Evidence Quality," Organizational Behavior and Human Decision Processes 56 (1993): 28-55.
  13. See Koehler's article for a discussion of this behavior from the Bayesian point of view.
  14. Paul Samuelson, The Collected Papers of Paul Samuelson (Boston: MIT Press, 1986), 53. He was paraphrasing Max Planck, who said, "It is not that old theories are disproved, it is just that their suppor- ters die out." See Michael Szenberg and Lall Ramrattan, eds., New Frontiers in Economics (Cambridge, UK: Cambridge University Press, 2004), 3-4.
  15. Susan L. Coyle, -"Physician—Industry Relations. Part 1: Individual Physicians," Annals of Internal Medicine 135, no. 5 (2002): 396-402.
  16. A.g.e.; Kari Hackenbrack and Mark W. Wilson, "Auditors' Incentives and Their Application of Financial Accounting Standards," Accounting Review 71, no. 1 (January 1996): 43-59; Robert A. Olsen, "Desirability Bias Among Professional Investment Managers: Some Evidence from Experts," Journal of Behavioral Decision Making 10 (1997): 65-72; and Vaughan Bell et al., "Beliefs About Delusions," Psychologist 16, no. 8 (August 2003): 418-23.
  17. Drew Westen et al., "Neural Bases of Motivated Reasoning: An fMRI Study of Emotional Constraints on Partisan Political Judgment in the 2004 U.S. Presidential Election," Journal of Cognitive Neuroscience 18, no. 11 (2006): 1947-58.
  18. A.g.e.
  19. Peter H. Ditto and David F. Lopez, "Motivated Skepticism: Use of Differential Decision Criteria for Preferred and Nonpreferred Conclusions," Journal of Personality and Social Psychology 63, no. 4:568-84.
  20. Naomi Oreskes, "The Scientific Consensus on Climate Change," Science 306 (December 3, 2004): 1686, and Naomi Oreskes and Erik M. Conway, Merchants of Doubt (New York: Bloomsbury, 2010), 169-70.
  21. Charles G. Lord et al., "Biased Assimilation and Attitude Polariza t ion: The Effects of Prior Theories on Subsequently Considered Evidence," Journal of Personality and Social Psychology 37, no. 11 (1979): 2098- 109.
  22. Robert P. Vallone et al., "The Hostile Media Phenomenon: Biased Perception and Perceptions of Media Bias in Coverage of the Beirut Massacre," Journal of Personality and Social Psychology 49, no. 3 (1985): 577-85.
  23. Daniel L. Wann and Thomas J. Dolan, "Attributions of Highly Identified Sports Spectators," Journal of Social Psychology 134, no. 6 (1994): 783-93, and Daniel L. Wann and Thomas J. Dolan, "Controllability and Stability in the -Self-Serving Attributions of Sport Spectators," Journal of Social Psychology 140, no. 2 (1998): - 160-68.        '
  24. Stephen E. Clapham and Charles R. Schwenk, -"Self-Serving Attributions, Managerial Cognition, and Company Performance," Strategic Management Journal 12 (1991): 219-29.
  25. lan R. -Newby—Clark et al., "People Focus on Optimistle Scenarios and Disregard Pessimistic Scenarios While Predicting Task Completion Times," Journal of Experimental Psychology: Applied 6, no. 3 (2000): 171-82.        '        '
  26. David Dunning, "Strangers to Ourselves?" Psychologist 19, no. 10 (October 2006): 600-604; see also Dunning et al., "Flawed -Self— Assessment."
  27. R. Buehler et al., "inside the Planning Fallacy: The Causes and Consequences of Optimistic Time Predictions," in Heuristics and Biases: The Psychology of Intuitive Judgment, ed. T. Gilovitch et al. (Cambridge, UK: Cambridge University Press, 2002), 251-70.
  28. Eric Luis Uhlmann and Geoffrey L. Cohen, "Constructed Criteria," Psychological Science 16, no. 6 (2005): 474-80.
  29. Regarding ali the experiments in this series, see Linda Babcock and George Loewenstein, "Explaining Bargaining Impasse: The Role of -Self-Serving Biases," Journal of Economic Perspectives 11, no. 1 (Winter 1997): 109-26. See also Linda Babcock et al., "Biased Judgments of Fairness in Bargaining," American Economic Review 85, no. 5 (1995): 1337-43, and the authors' other related work cited in Babcock and Loewenstein.
  30. Shelley E. Taylor and Jonathan D. Brown, "Illusion and -Well—Being: A Social Psychological Perspective on Mental Health," Psychological Bulletin 103, no. 2 (1988): 193-210.        '
  31. David Dunning et al., -"Self-Serving Prototypes of Social Categories," Journal of Personality and Social Psychology 61, no. 6 (1991): 957-68.        '
  32. Harry P. Bahrick et al., "Accuracy and Distortion in Memory for High School Grades," Psychological Science 7, no. 5 (September 1996): 265-71.        "
  33. Steve Jobs, Stanford University commencement address, 2005.
  34. Stanley Meisler, "The Surreal World of Salvador Dalı," Smithsonian Magazine (April 2005).
  35. Taylor and Brown, "Illusion and -Well—Being"; Alice M. isen et al., "Positive Affect Facilitates Creative Problem Solving," Journal

of Personality and Social Psychology 52, no. 6 (1987): 1122-31; and Peter J. D. Carnevale and Alice M. isen, "The Influence of Positive Affect and Visual Access on the Discovery of Integrative Solutions in Bilateral Negotiations," Organizational Behavior and Human Decision Processes 37 (1986): 1-13.

  1. Taylor and Brown, 'Tllusion and -Well--Being," and Dunning, "Strangers to Ourselves?"
  2. Taylor and Brown, 'Tllusion and -Well--Being."

Dizin

A

ADHD 113

Aldatma 149

Arka lob 54,55,56, 60,61

Art kafa lobu 55

Anne-yavru bağlılığı 125

B

Babanlar 160

Bargh, John 28, 292

Bartlett, Frederic 95

Basketbol 95,124,182,284,285

Batista, Fulgencio 208

Beagle 189

BeeGees 115

Bell Laboratuvarı 270

Bell, Tim 178

Benedict, Ruth 47

beyincik 27

Beyindeki oksijen seviyesi 135

Beyine duyusal girdi 45

Beyin ameliyatı 135

Beyin boyutu 121

Beyin hasarı 14

Beyin kimyası 125

Beyin sapı 27

Beynin görsel korteksi 54,55,56

Beynin gri maddesi 138

Beynin haritalanması 141

Beynin lobları 138

Beynin merkez düzlemi 54,136

Beynin sinir hücreleri 136,241

Beynin strese duyarlı bölgeleri 27

Beynin yapısı 29,141

Beyrut 277

Bilgisayarlar 35,52,92,93,170, 171,172,173,284,285

Bilinç 12,13,28,29,40,50,51, 62, 238

Bilinçli davramş 22

Bilişsel psikoloji 131,132,140

Binoküler rekabet 62

Bira 37,73,290

Blanco, Kathleen 259

BMW 227

Borg, James 145

Borges, Jorge Luis 75

Boston 11,123,185,312,316

Boşanma 130

Boşluk doldurmak 251

Bölünmüş beyin 249

Brown, Michael 259

Browning, Elizabeth Barrett 30

Bugs Bunny 106

Burlington, N.C. 75, 78

Büyük patlama teorisi 270,271

C

C. elegans (halka kurdu) 23

Cadillac 227

Caesar, Julius 223

California 35,62,80,186,188,197, 289

Cambridge Üniversitesi 95,135

Capone, Al 261

Carnegie, Dale 260

Carpenter, William 49, 294

CBS 183,184

Chesterton, G.K. 169

CleverHans 301

Columbia Üniversitesi 219,242

Corneli Üniversitesi 102,268

Cotton, Ronald 76,77,78,104, 295

Crowley, "Çift Tabanca" 261

ç

Çarpıtma 80, 88,266,285

Çocuklar 15,119,153, 203,213, 214,215,230

D

Dali, Salvador 286

Dartmouth Üniversitesi 269

Darwin, Charles 155,189,302, 303, 308

Davranışçılık 131

De Humana Physiognomonia (della Porta) 200,309

Dean, John 80,81, 83,93,94,98, 296

Değişim körlüğü 102

della Porta, Giambattista 200,309

Demokrasi 198,217

Demokrat parti 183,187

Depresyon 239,286

De humana Physiognomonia 200

Dick, Philip K. 104

Didot, Firmin 198

Disney 106,218,227,245

Disneyland 29,105,106

DNA 78, 79

Doğum kontrol 176

Doktorlar 15, 36, 56, 80, 135, 190, 197,220,222,236,262,264,270, 272

Dolaşım sistemi 237

Dorsal anterior singulat korteks 137

Dr. Gregor Zilstein 112

Duchenne de Boulogne 157, 303

Dunning, David 268

E

Ego 141

Eğitim 95, 145, 154, 157, 186, 200, 219,238, 279, 280

Ein Mensch sein 190

Einstein, Albert 109, 224,276

Ekman, Paul 158,302, 303

Ekonomi 40, 223

Elektrik şokları 112

Elektrotlar 14

Elon Üniversitesi 75

Ewen, Elizabeth 200, 309

Ewen, Stuart 200, 309

F

Flört 170

Freud, Sigmund 14,27, 28, 29,50, 88,131,135,140,238,292

G

Gandhi 208,309

Garrett, Brandon 295

Gauldin, Mike 76

Gebe kalma 175

General Motors 42

Gilbert, Daniel 28

Goldwater, Barry 187

Google 227

Görüş birliği 276

Grandin, Temple 119

Guevara, Che 208, 309, 310

H

Haidt, Jonathan 264

Harvard University 295, 299

Hawking, Stephen 109,215

Henry, Patrick 111

Hewitt, Don 184

Hitler, Adolf 288

Homo erectus 154

Homo habilis 154

İ

"içerikten yoksun" konuşma 177

İletişim 88,109,124,128,141,147, 151,152,154,155,159,161,163,

164,165,170,171,172,183,198, 250,270

İnançlar 47,87,106,130,131,188, 212,240,264,266,270

İnek kuşlan 169,173

İşbirliği 113, 116, 117, 118, 124, 129,148,182,259,286

İş idarecileri 120,264

J

James, Jesse 213

James, William 48,49, 50, 84,88, 135,238,239, 242,301,312

James-Lange teorisi 242

Jastrow, Joseph 12

Jobs, Steve 285,317

Johnson, Lyndon B. 187

Jung, Cari 11,13,291

K

Kalp cerrahları 237

Kampanya el ilanları 187

Kandinsky, Wassily 226,227,228

Kant, Immanuel 47,48, 66,130

Kara Pazartesi 262

Karakter oyuncuları 199

Karar verme 15,33, 60,214,254, 268,282

Kategoriler 194,195,205,207

Katrina Kasırgası 259

Kediler 117,126,135

Kennedy, John F. 183,184,185, 186, 308

Klee, Paul 226

Klein, Gary 193

Koch, Christof 289,294,295

Koçlar 126

Komünizm 184,217

Korteks 23,38, 39,54,55,56,114, 124,136,137,138,139,272

Köpekler 60,135

"kör görüşü" 60,62, 63

Kulüpler 126

Kuşlar 137

Kültürel normlar 252

L

Levin, Darüel 101

Liddy, Gordon 81

Lincoln, Abraham 100, 209

Lippmann, Walter 198

Liszt, Franz von 85

Loblar 54

Lodge, Henry Cabot Jr. 184

Loftus, Elizabeth 83,297,298

Luria, A. R. 90,296

M

"marka değerlendirme modülü" 39

Masumu Mahkûm Etmek/

Convicting the Innocent 79

Mazo, Earl 185

McQueen, Steve 22

Memeli beyni 138

Milgram, Stanley 123,299

Mitoloji 17

Morin, Simon 263

Mosso, Angelo 135,241

Münsterberg, Hugo 84,88,95,

199

N

Nabokov, Vladimir 223

Nagin, Ray 259

Nass, Clifford 170,306

National Academy of Sciences

293,295, 311

Nazi kampı 22

Neisser, Ulric 81,98,296,297

Nickerson, Raymond S. 98

Nietzsche, Friedrich 223

Nixon, Richard 184

O

Onvell, George 259

Osten, Wilhelm von 145

ö

Öğrenilmiş davranış 158

Ölüm cezası 276

Önyargı 41,47, 78,97,151,202, 203,206,207,209,210,211,212, 235,271,272

Ötüş 169

P

Para ödülü 281

Pascal, Blaise 21

Peirce, Charles Sanders 11,49, 56, 291

Pepsi 38,39

"Pepsi paradoks" 38,39

Pfungst, Oskar 147

Planck, Max 316

Playstation 278

Polchinski, Joe 287

Poole, Bobby 77

R

Rangel, Antonio 62,114,289

Reese, Gordon 178

Renkler 53,89,146,200

Renouvier, Charles 239

Riddoch, George 60,62

Robbers, Cave 310

Robinson, William Peter 203,309

Rogers, Ted 183

Rokeach, Milton 263

Roosevelt, Theodore 88

Rosenthal, Robert 151, 302

Rüyalar 17

S

Sacks, Oliver 119,233, 250,299, 313

Saldırgan davranış 160

Samuelson, Paul 271, 316

Sanıklar 210

Schachter, Stanley 112,242,298, 313

Schacter, Daniel 92, 296

Schiller, Robert 262

Schultz, Rutch 260

Shakespeare, William 223

Shereshevsky, Solomon 90

Sherif, Muzafer 310

Simons, Dan 94, 290

Simpson, O. J. 78, 260

Singer, Jerome 242

Sinir hücreleri 54

Sizemore, Chris Costner 233,234

Smith, Howard K. 183

Somerville, Mass 239

Son teslim tarihleri 278

Sosyal davranış 110

Sözel olmayan işaretler 148,160, 165,166,167,168,190

Suç 87,201,210,243

Sürüngen beyni 23

ş

Şans 12,26, 50, 77,149,249

Şempanze 121,161

Şikago Üniversitesi 271

Şüi 158

T

Tajfel,Henri 202,308,309,311

Tansiyon 115,243

Thatcher, Denis 179

Thatcher, Margaret 179

Thompson, Jennifer 75, 77, 78, 79, 83,93,104

Toplama kampları 288

Tylenol 114,115,298

U

Uygarlık 17

V

Vannes 180

Veri madenciliği 43

Veri tabanları 64

Von Osten, Wilhelm 145,146,147

Vücut dili 147,159,165

Vücut hareketleri 167

W

Wall Street 41,43,223, 231,293, 314

Wall Street Journal 223, 314

Warner Brothers 106

Watergate Skandali 80

Weber, E. H. 48

Wundt, Wilhelm 48, 84

Y

Yanılsamalar 243,286

Yaşlılar 220,230

Yeni Gine 158

yoga 58

Psikoloji/Psikiyatri/Kişisel Gelişim serisi kitaplan:

Majör Depresif Bozukluk Hastalarının Tedavileri İçin Uygulama Kılavuzu, Çev. Ayla Yazıcı

Şiir ve Psikiyatri Kavşağında, Yusuf Alper

Duygudurum Bozukluklarında Atipik Antipsikotik Kullanımı, Editör: Simavi Vahip

Öteki Peygamberler, Anthony Storr, Çev. Aslı Day Biz - Romantik Aşkın Psikolojisi, RobertA. Johnson, Çev. Işılar Kür Buradan Böyle / Hayatın Psikososyopolitiği, Erol Göka İç Bahçe, Betül Yalçıner, Lütfü Hanoğlu Psikiyatri ve Sinema, Krin O. Gabbard, Glen Gabbard, Çev. Yusuf Eradam, Haşan Satılmışloğlu Psikiyatri Tarihi, Ali Babaoğlu

Yaşlılık ve Depresyon, Cem Mumcu, Çağrı Yazgan

Kadın ve Depresyon, Cem Mumcu, Suzan Saner, Peykan G. Gökalp

Az Rastlanır Psikiyatrik Sendromlar, David Enoch, Hadrian Ball, Çev. Banu Büyükkal

Nöroloji ve Psikiyatrinin Örtüşen Yüzleri, Betül Atabey Yalçıner, Lütfü Hanoğlu

Âşiyan’daki Kâhin - Tevfik Fikret’in Melankolik Dünyası, Serol Teber

Aşk ve Kıskançlık, Ayala Malach Pines, Çev. Canan Yönsel Kozmik Kahkaha, VamıkD. Volkan, Çev. Banu Büyükkal Cesur Yeni Beyin, Nancy C. Andreasen, Çev. Yıldırım B. Doğan Atlarla Yaşayan Kadın, Vamık D. Volkan, Çev. Banu Büyükkal

“Bilimsel Bir Peri Masalı”

Sigmund Freud’un “Aile-ve Tarihsel Romanı”, Serol Teber Kusursuz Kadının Peşinde, Vamık D. Volkan, Çev. Banu Büyükkal

Şizofreni: Sesler, Yüzler, Öyküler, Editör: Haldun Soygür

Depresyon Atlası, Andrew Solomon, Çev. Berna Çapçıoğlu, Gülderen Dedeağaç, Funda Tatar

Şizofreni Hastalığı Anlamak ve Onunla Yaşamayı Öğrenmek,

Dr. Mustafa Yddız

Kış Bakışı, Bir Ruh Hekiminin İç Bahçesi, Haldun Soygür Canavar ve Kurbanı, Çocuk Ruhunu Anlamak, Türkay Demir İnsan ve Sembolleri, C. G. Jung, Çev. Ali Nahit Babaoğlu

Aşk ve İrade, Rollo May, Çev. Yudit Namer Kim Bu Çılgın Türkler?, Ali Nahit Babaoğlu Dinamik Psikiyatri, Edwin R. Wallace, Çev. Hakan Atalay İnsanın Anlam Arayışı, Viktor E. Frankl, Çev. Selçuk Budak

Uykusuz Çocuklar: Şizofreni Yazıları, Haldun Soygür Obsesif Kompulsif Bozukluk ve Depresyon İlkbahar/1999,

Cem Mumcu, Oğuz Karamustafalıoğlu

Obsesif Kompulsif Bozukluk ve Depresyon Yaz/1999, Cem Mumcu, Oğuz Karamustafalıoğlu

Obsesif Kompulsif Bozukluk ve Depresyon Kış/1999, Cem Mumcu, Oğuz Karamustafalıoğlu

MSS ve Bağışıklık Sistemi 01, E. Timuçin Oral

MSS ve Tiroid 02, Erhan Ata

MSS ve Kronik Yaygın Ağrılar 03, Arif Dönmez Sesler, Yüzler, Öyküler Şizofreni Olgu Kitaplığı: 02, Haldun Soygür

Sesler, Yüzler, Öyküler Şizofreni Olgu Kitaplığı: 03, Haldun Soygür

Depresyon ve Eşlik Eden Anksiyete, E. Timuçin Oral Panik Bozukluğu, Şeref Özer Edebiyatta Demans, Ali Babaoğlu, Cem Mumcu

Kişi Olmaya Dair, Cari R. Rogers, Çev. Selçuk Budak Özgürlük ve Kader, Rollo May, Çev. Ali Babaoğlu Yaratma Savaşı, Steven Pressfield, Çev. Erdem İlgi Akter Köpek Gibi Büyütülmüş Çocuk, Bruce D. Perry, M. D., Ph. D. & Maia Szalavitz, Çev. Elif Söğüt Yalan Söylediğimi Nasıl Anladın?!, Paul Ekman, Çev. Erdem İlgi Akter

Ben OK’im - Sen OK’sin, Thomas A. Harris, M. D. Çev. Uzm. Psk. Nilgün Sağlam, Psikolog Hanife Uğur, Dilara Akıncı Özerk Benlik, Kul Benlik, Prof. Dr. M. Orhan Öztürk Ben, Red Hawk, Çev. Tülin Er Yarının İnsanı, Cari R. Rogers, Çev. F. Cihan Dansuk Varoluşun Keşfi, Rollo May, Çev. Aysun Babacan

Karizma Miti, Olivia Fox Cabane, Çev. Nalan Tümay

Kusursuz Kadının Peşinde (Genişletilmiş Baskı), Vamık D. Volkan, J. Christopher Fowler, Çev. Banu Büyükkal Subliminal: Bilinçdışınız Davranışlarınızı Nasıl Yönetir?, Leonard Mlodinow, Çev. Nuray Önoğlu okuyan0fus.com.tr

B

 /okuyanusvavinevi        ©okuyanus

dizûst »edebiyat        ©dizusluedebiyat

/uegu rd u kduriya edebiyatı        @ ucgu n I» kd tınyaed

/floradİzisİ

Subliminal

“Mlodinow, bilimi anlaşılır ve eğlenceli hale getirirken asla hataya düşmüyor.”        - Stephen Hawking

“Yaptığınız seçimlerin neden ve nasıl olduğunu bildiğinizi mi düşünüyorsunuz? Sizi tekrar düşünmeye sevk edecek olan bu harika yolculukta Mlodinow’u takip edin.”

- David Eagleman, Incognito’nun yazarı

“Okunması gereken bu kitap hem kışkırtıcı hem de son derece eğlendirici. Mlodinow iş, para, politika ve özel yaşamımızdaki hareket biçimimize, içgörümüzü açan bir bakış sunuyor.”

- Jerry A. Webman

(Oppenheimer Funds, Inc’de Başekonomist),

MoneyShift’in yazarı

“Az bildiğimiz bir yer olan bu tehlikeli bölgede, bilinçsiz zihne doğru güvenilir bir yolcu olan Mlodinow tarafından götürüldüğümüz, okunması son derece kolay, eğlenceli, düşünceyi harekete geçiren bir yolculuk.”

- Christof Koch, Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü, Bilişsel ve Davranışsal Biyoloji Profesörü

Leonard Mlodinow

Teorik fizik doktorasını Berkeley Kaliforniya Üniversitesi’nde Max Planck Enstitüsü Alexander yon Humbolt üyesi olarak aldı ve halen Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nde öğretim görevlisidir. Kitaplarından üçü New York Times’ın çoksatan kitaplar listesinde yer almıştır: War of the Worldviews (Deepak Chopra ile),. The Grand Design (Stephen Hawking ile) ve Drunkard’s Walk (New York times tarafından en dikkat çeken on kitaptan biri olarak belirtildi). Ayrıca, Mac Gyver ve Star Trek: The Next Generation dizileri için de yazmıştır.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar