Attilâ
Peyami Safa
ATTİLÂ
YAYIN NU: 829
EDEBÎ
ESERLER: 352
T.C.
KÜLTÜR ve
TURİZM BAKANLIĞI
SERTİFİKA
NUMARASI
ÖTÜKEN
NEŞRİYAT A.Ş.
İstanbul
Attilâ Romanını İzah Eden Başlangıç
«Attilâ»
kimdir? Bunu kimse iyi bilmiyor. Bizzat kendi bile kendisini meçhuller içinde
hissetmiştir.
Kimdir
Attilâ? Buna, beşinci asır halkının muhayyelesine tercüman olarak şöyle cevap
verelim:
O, sessiz
yollariyle, gölge vermeyen şeffaf dallariyle, alçak çalılariyle, tavuklarla
serçelerden başka bir kuş sesi duyulmayan nihayetsiz bir çölde, çalılarla
şeytanlardan doğmuştur.
Bizans
imparatoru İkinci Teodos’un elçi hey’etiyle Tuna’ya gelerek Hun’ların arasına
karışan Prisküs, Attilâ’yı görmüş ve tanımış, meclislerinde ve ziyafetlerinde
bulunmuştur. Bu müverrih Hun’lara dair birçok şey söylüyor, gözlerinin gördüğü
ve beyninin topladığı her şeyi anlatıyor; onun tasvirlerinde Hun’lar ve Attilâ
bir fotoğrafta görülebilecek şekiller kadar vazıhtır. Ve Tuna boyundaki
cihangir kavim, bir tarihte okunabileceğinden fazla canlıdır; fakat neye yarar?
O da «Attilâ kimdir?» sualine tam bir cevap verebilmiş değildir, hattâ, halefi
olan bütün müverrihler gibi manasızlığı, basit umumiyetinde mündemiç bir hüküm
vermiştir: «Attilâ bir barbardır!» diyor. Diğer müverrihler: Prospe, Dakilen
Vedidas, Jurnades de aynı şeyleri kekeliyorlar.
Sonra şark masalları, Töton ve Lâtin
efsaneleri de başka başka şeyler söylüyorlar. Lâtin efsanelerine göre «Attilâ»
kaza ve kaderin yarattığı bir ebedî azap ve harabe Mesîhidir. İnsanlığı
kahretmek ve bu aralık bütün günahkâr Romalıların fenalıklarını cezalandırmak
için yeryüzüne gelmiştir. Bu efsanelerden çıkardığımız hükme göre «Attilâ», bir
insan değil, bir timsal, esâtirî bir remz ve insanlara, bilhassa Romalı’lara
Allah’ın belasıdır.
Bir kısım
Cermen şarkı ve masallarının gözlerimiz önüne serdiği levhada gördüğümüz
manzara büsbütün başkadır. Bu levhanın «Attilâ»sı, öteki masalların ona giydirdikleri
canavar postundan soyulmuş, hiç dehşet vermeyen, hattâ sulhperver, tatlı,
misafirperver bir hâkandır, şenliklerde ve ziyafetlerde neş’eli bir arkadaş.
Macar
an’anelerine gelince, burada «Attilâ» Hun’ların ruhu olarak îzah edilmiştir.
Fakat Hun’ların «Payen - Putperest» oldukları bir devirde onlara
Hıristiyanlığın mübeşşirliğini yaptığı iddia ediliyor.
Asırlar arasında,
onu tahayyül eden kavimlere göre türlü türlü «Attilâ» vardır. Sanki o, her
insan gözü tarafından başka biçimlerde görülen namütenahi kafalı bir devdir.
«Attilâ» bir
devdir.
Şüphesiz
«Attilâ» bir devdir. Fakat muhtelif kavimlerin en kızgın ve en taşkın
hayallerinde, kelimeler arasında bile tarihî hakikati yakalamak ve «Attilâ»yı,
cihangir ve cihanşümul «Attilâ»yı en insanî ve en kardeş sîmasiyle tanımak
imkânsız değildir.
Öyle ise
«Attilâ» kimdir? Buna kendisinin verdiği cevabı öğreteceğim. «Attilâ»:
— Ben
Allah’ın kamçısıyım! diyor.
Oh, ne
muazzam bir iştiyakın ifadesi! Vaktiyle İsrail oğullarını «Arzı mev’ud’a
kavuşturan ilâhî kudreti beşinci asırda Cermenlerin elinden alarak şerre,
fesada, musibete, binbir seyyieye düşmüş insanları kırbaçlamak, onu daha zinde,
daha yüksek, fazîletkâr ve hayırhah bir medeniyete hazırlamak!» İşte Attilâ’nın
îzahı! İşte birkaç barakanın ortasında yükselen garip ve ahşap sarayındaki
tahtının üstünde kapkara bir vahşî et kümesi gibi oturan, fakat Yunanlılara,
Romalılara, Cermenlere ayakları ucunda diz çöktürerek hepsine îka ettiği büyük
hâşiyetle kiminin seyyielerini cezalandıran, kiminin şer ve fesadına mâni olan
büyük Türk başbuğu!
«Attilâ»
Allah’ın kamçısıdır.
Şüphesiz
«Attilâ» Allah’ın kamçısıdır. Zira onun esmer yağız kafası Tuna boyundaki
burc-ı bârûler üstünde parlamasaydı, birbiri ardısıra çöken, inkırazlara mahkûm
devletlerin çürük yapraklı bir albümü olan beşinci asır Avrupası kendine
gelmeyecekti. Lâğar bir atın uyuşuk adalelerine inen kamçı darbeleri niçin ve nasıl
bir zulüm olmuyorsa ve yaşamak kudreti verdiği için meşru telâkki ediliyorsa,
«Attilâ»nın da yangınlar, zelzeleler ve taunlar salarak beşeri sarsması meşru
ve ulvîdir. Bu mânâda bir barbarlığın ona izafe edilmesinden ne çıkar? «Attilâ»
yaratıcı tahripkârdır.
«Attilâ»
vahşî değildi, zira kalbi vardı. «Attilâ» kalbsiz değildi; zira muazzam bir
aşkı vardı. «Attilâ» sevdi, çok sevdi; «Attilâ» pembe-beyaz tenli, nâzik elli
ve incebelli bir medenîden çok daha fazla kadınları sevmesini ve anlamasını
bilirdi. Attilâ romanında, maceradan maceraya atılan bu kahramanın aşkları da
okunacaktır.
«Gereka»,
«İldiko» ve «Onorya»! İşte «Attilâ»nın kalbinde en büyük emellerin ve
kudretlerin hem halikı, hem de mahlûku olan üç kadın.
«Attilâ»
bir medenîden fazla kadınları sevmesini ve anlamasını bilirdi. Harblerin dâima
ön safında giden ve yüz bin ok arasında ölmeyen, ölmek bilmeyen, ölemeyen
lâyemut «Attilâ» bir kadının batırdığı zehirli dikiş iğnesiyle öldü. «Attilâ»
bir kadın tarafından öldürülmüştü. Hayır, «Attilâ» bir kadın tarafından
öldürülmeğe râzı olmuştur, çünkü «Attilâ» bir medenîden fazla kadmları
sevmesini ve anlamasını bilirdi.
Attilâ
romanı, Attilâ’ya âit her şeyi ihtiva eder; efsâne ve târih, aşk ve ölüm.
İnsanlığın
ezelî hikâyesi de zâten bunlardan başka neyi ihtiva eder?
P. S.
BİRİNCİ KISIM
GÜNDÜZLERİ, sularına meşe ve gürgen ağaçlarının gölgeleri
düşen ve ince hâreleriyle güneşin renklerini emen Tuna nehri bâzı geceler
korkunçtur. Yıldırımlarla parlar, kendisine bakan insan gözlerini delerek nüfuz
ettiği dimağlara kalın bir fosfordan çizgi çeker, sonra ovaların karanlık
boşluklarına sarılarak gözden kaybolur.
O gece de yıldırımlar nehrin sularını yırtıyorlar ve
sahildeki ağaçları paralıyorlardı. Şimşek çakar çakmaz, ovalara sığmayan
muazzam ve dehşetli bir ses, Tuna’nın sol sahilinde simsiyah boşlukları döverek
gümbürdüyordu.
Nihayetsiz ve bomboş ovada bir tek çadır ve içinde birkaç
insan vardı. Fırtına, bacakları arasına diktikleri meş’aleyi söndürerek hepsini
karanlıkta bırakmıştı.
Bunlar, Kostantiniyye’de (İstanbul) bulunan imparator İkinci
Teodos’un Hun hâkanı Attilâ’ya gönderdiği elçi hey’etiydi. Attilâ’nın
karargâhına gitmek için İstanbul’dan yola çıkmışlardı. Başelçi Maksimyen
dirayetli ve namuslu bir adamdı; hey’et âzasından Prisküs meşhur bir yunanlı
müverrihti; fakat hey’etin içinde bulunan Vijilas’ın ahlâkından şüphe edelim.
O, meş’um bir maksatla Hunların yanına gidiyordu. Attilâ’yı öldürmeğe memurdu.
Attilâ’yı öldürmek! Bu suikast Kostantiniyye’de, imparator
İkinci Teodos ve başvekili hadım Krizafyos tarafından tertip edilmişti. Evvelâ
Attilâ’nın Kostantiniyye’de bulunan bir memuru Odekon, kendisine altınlar ve
saraylar va’dedilerek kandırıldı, bu suikaste önayak olmaya memur edildi...
Romalı Vijilas ile beraber Hunların hâkanını öldüreceklerdi.
İmparator İkinci Teodos, bu suikastı sezdirmemek için meş’um
niyetlerle Hunların arasına gönderilen elçi heyetinin başına Maksimyen isminde
namus ve faziletiyle meşhur bir başelçi tayin etti. Maksimyen, reisi bulunduğu
heyetin Attilâ’yı öldüreceğini bilmiyordu.
Hey’et, Kostantiniyye’den kalkarak Hunların Tuna boyundaki
arazisine girdiği vakit, geceyarısı, bu yıldırımlı ve kasırgalı havaya
tutulmuştu.
Çadır altında birbirlerine sokuldular ve insan seslerinden
cesaret almak için konuşmağa başladılar. Bir tanesi, ıslak bezlere sarılmış
gibi tutuk bir sesle mırıldandı:
- Korkunç gece!
Ötekilerden biri sordu:
- Korkuyor musun, Vijilas?
- Buna «evet» demek için Romalı olmamak lâzım. Fakat ben
«korkmuyorum» diyemem.
- Bu havadan, bir Hun da bir Romalı kadar korkar.
Yunanlı müverrih başını salladı.
- Şüphesiz, dedi, hiç bir kahraman, kılıcının ucuna bir
yıldırım sararak Tuna’ya atamaz. Hepimiz korkumuzu itiraf edelim...
- Perisküs dâima güzel söylemeğe mahkûmdur. İmparatorun...
Bu söz bitmemişti. Hepsinin gözlerinin içinde gayet keskin
bir şimşek ziyası parladı. Gözbebekleri yanar gibi olmuştu. Sonra vücutlarını
sarsan bir gümbürtü:
Vijilas bağırdı:
- Yüzükoyun yere yatınız! Kör olacağız!
Hep birden yere yattılar. Toprak hâlâ sarsılıyordu. Çadır
bezleri başka bir sert cisme çarpıyorlarmış gibi keskin bir ses çıkarıyorlardı.
Çadırın bir ayağında yatan üç kişi, kafa kafaya ötekilerine
duyurmadan şöyle konuştular:
- Allah Attilâ’ya yardım ediyor. Hava bizi fena karşıladı.
İçime korku düşüyor Vijilas!
- Kafamıza bir yıldırım düşürmedikçe hava bizim kararımızı
bozamaz. Harbe giden Roma kayserleri gibi yıldırım ve kasırga bizim de
cesaretimizi artırmalıdır. Bu kötü havaları Hunlar kendileri için uğursuz
sayarlar. Allah Attilâ’ya değil, bize yardım ediyor.
- Cesaretini bir Romalıya yakıştırmamak kaabil değil. Fakat
düşün ki, altı saattir bu noktaya saplandık kaldık, eğer kütüklerine atlarımızı
bağladığımız ağaçlar parçalandılarsa Hunların karargâhlarına yayan gideceğiz;
yollarda açlıktan ve yorgunluktan çatlamazsak.
- Korkma! Yarım saat ötede Hunların meskenleri başlar. Onlara
derdimizi anlatabiliriz.
- Dâima en iyi şeyleri ümid edersin, Vijilas. Hâlbuki Hunlar
bize ehemmiyet vermeyebilirler. Çünkü onların nazarında Hun’dan başka adam
yoktur.
- Aramızda Attilâ’nın adamı Odekon var. Bizim rehberimiz
olur. Neden korkacağız? Değil mi Odekon?
Odekon, gökgürültüsü akislerinin bitmesini bekledikten sonra
cevap verdi:
- Tabiî... Benim yanımda iken sizi bütün Hunlar, birer Hun
imişsiniz gibi karşılayacaklar.
- Koca Odekon! Sensiz biz, gözsüz, elsiz, ayaksız birer
Romalıyız.
Bunu söyleyen adam, dudaklarını Odekon’un kulakları içine
sokarak sordu:
- Bu işi tehlikesiz yapacağız değil mi?
Odekon silkinerek cevap verdi:
- Tabiî.
- Fakat Kostantiniyye’de yaptığımız plânı değiştirelim. Orada
Krizafyos işe karıştı. Hadımların zekâsına emniyet etmeyelim. Başvekil
ukalâdır, biz yeniden düşünelim.
- Düşünecek bir şey yok. Attilâ elçi hey’etlerine sarayının
içinde oturacak ve yatacak yer verir. Geceleyin bütün oda kapıları açıktır.
Kendisinin nöbetçisi falan da yoktur. Ben hangi saatte yatağa girdiğini, hattâ
hangi saatte gözlerini kapadığını ve kaç dakika sonra uyuduğunu da bilirim.
Yarım saat sonra odasına gireriz.
- Odekon! Bıçağı sen saplayacaksın değil mi?
- İmparatorla öyle konuştuk, va’dettim.
- Hiç korkun yok mu?
- Hayır.
- Ya uyanırsa?
- Bıçağın ucu etine değdikten sonra uyanmasının ehemmiyeti
yoktur, çünkü bir saat sonra daha büyük bir uykuya dalacaktır, ondan evvel de
uyanmaz, çünkü yatağı tam kapının yanındadır ve odaya girmemle Attilâ’yı
öldürmem...
- Ve Roma’yı kurtarman bir olacaktır!
Sözünün böyle tamamlanması Odekon’un hoşuna gitmedi. Çünkü o,
her şeyden evvel bir Hun idi ve Romalıların düşmanıydı. Gerçi Kostantiniyye:
Mavi ipek dalgalı Marmarası ile, ona va’dedilen altın saraylar, işvebaz ve
sehhar kadınları ile, nâzik, diplomat, zeki erkekleriyle onu kandırmış, sâdık
bir adamı olduğu Attilâ’ya karşı suikast hazırlatmıştı. Fakat Hâkanın ölümüyle
bütün Hunların mahvolacağını ve Romalıların Tuna boyunda saltanat süreceklerini
düşünmeğe razı olamıyor, Hun damarı tutuyor, Kostantiniyye sokaklarında
rastladığı Bizans kadınlarının davetkâr gözlerini çıkarmak isteyecek kadar
millî bir kin duyuyordu.
Müverrih Prisküs, Vijilas’ın kolunu dürttü:
- Dikkat et! dedi, bir Hun hâkaanını öldürmekle bütün Hunlara
bıçak saplamak arasında fark vardır. Odekon, Hunların değil Attilâ’nın
düşmanıdır. Nitekim bizzat Attilâ, tahta çıkmak için kardeşi Bleda’yı
öldürmüştü.
Bu teselli Odekon’u avuttu. Bir şimşek çaksaydı tebessümü
görülebilirdi. Fakat yıldırımlar bitmişti. Yerine müthiş bir kasırga geldi. Ve
çadır direğini öyle bir sarstı ki, adamlar hepsi birden ona yapıştılar, yoksa
direk topraktan sökülerek uçacaktı.
Prisküs mırıldandı:
- Korkunç gece!
Büyükelçi Maksimyen de yaklaşarak direğe yapıştı:
- Çadır uçacak. Biz Kostantiniyye’de böyle havalara
alışmadık.
Fakat havaya gelen muvakkat sükûn hepsini aldattı, direği
bıraktılar ve oturdular.
Ancak beş dakika kadar konuşabilmişlerdi; fırtına birdenbire
öyle bir şiddetle esti ki, direği yerinden söktü ve çadır küçücük bir ipekli
kadın mendili gibi havalandı.
Hep birbirinin üstüne yıkılmışlardı. Civarda yıkılan
ağaçların çatırdılarını duydular.
Başlarını yerden bir müddet kaldırmadılar. Üstlerine taş,
kütük, direk yağmasından korkuyorlardı.
Kalkmaya ilk cesaret eden Odekon:
- Hunlar geliyor! diye bağırdı.
Hepsi doğruldular. Filhakika ufkun tahmin ettikleri ve asla
göremedikleri karanlık çizgisi üstünde kıvranan, sallanan, yürüyen alevler
görüyorlardı.
Odekon, hey’etin merakını hissederek:
- Hunlar geceleri meş’alelerle yürürler! dedi.
Alevler yaklaşıyordu. Biraz sonra gecenin simsiyah boşluğu
içinde atlılar farkedildi, dörtnala geliyorlardı.
Odekon, mırıldandı:
- Hunların gözü keskindir. Yirmi dakikalık yoldan bizi
görmüşler, imdadımıza geliyorlar.
Meş’aleli atlılar yüz adım yaklaştılar. Rüzgâr fasıla verdiği
vakit atnalları bir fişek sesiyle ovayı çınlatıyordu.
Atlılar, beş on adım ötede durdular. Eğiliyor ve meşalelerini
uzatıyorlardı.
- Kimsiniz? diye sordular.
Odekon, en öndeki atlıya ilerleyerek:
- Ben Attilâ’nın müşavirlerinden Odekon’um. Yanımdakiler
Kostantiniyye’den geliyorlar. Roma imparatoru İkinci Teodos’un elçileridirler.
Kasırgaya tutulduk. Çadırımız uçtu. Bir ağaca bağladığımız atlarımızın ne
olduklarını da bilmiyoruz. Hunların yardımına muhtacız.
Öndeki atlının meş’alesi Odekon’un yüzüne iyice yaklaşarak
uzandı. Kırpışan ziya, Odekon’un tüysüz, esmer, elmacık kemikleri fırlamış,
çukur yanaklı, yassı burunlu ve yuvarlak çeneli yüzünde sarı bir badana ile
dolaşmıştı.
Atlı Hun:
- Ha... Sen misin? Şimdi tanıdım... Pekâlâ... dedi.
Odekon bağırdı:
- İn aşağı! Ben senin hayvanına bineyim de atlarımızı
arayayım...
Hun, attan indi ve Odekon, onun yerine geçerek hayvanla bir
saniyede uzaklaştı ve birkaç dakika sonra dönerek arkadaşlarına seslendi:
- Atlarımız yok. Ağaç devrilmiş. Vakit geçirmeyelim. Buradaki
hayvanlara ikişer ikişer binerek gidelim.
Elçiler, hayvanlara çıkarak Hunların arkalarına oturdular.
Kamçılar şakladı. Fakat atlar, karşı taraftan gelen fırtınadan huylanmışlardı.
Kamçılar daha şiddetli seslerle şakladılar.
Tuna ovalarını geçerken sabah oluyordu. Fırtına dinmişti. Ve
hava tam bir durgunluk içinde idi. Nehrin mavi sularında hiç bir buruşuk, hiç
bir kara, hiç bir leke görünmüyordu. Ovada hiç ses yoktu; yalnız, doludizgin giden
atnallarından çıkan vahşi ses, derin sükût içinde ufuklara saplanıyordu.
Yarım saat kadar gittiler ve Hunların evleri arasından
geçmeğe başladılar. Bunlar hep tek katlı, ahşap, ortaları çatısız ve tavansız,
pencereleri küçük birer murabba halinde süssüz, boyasız binalardı. Hepsinin
medhali veya kapısı önünde atlar görünüyordu.
Odekon, arkadaşlarına bağırdı:
- Dünyâda her Hun’un bir atı vardır. Beygirsiz Hun yoktur.
Kadınlara ve çocuklara varıncaya kadar!
Hunlar, kapılarına çıkarak atlılara bağırdılar:
- Demek ovada adam varmış ha?
- Varmış ya... Hem de Kostantiniyye’den gelen elçilermiş...
- Attilâ’ya mi gidiyorlar?
- Öyle imiş.
- Ben yemin ederim ki Attilâ onları kovacaktır; çünkü artık
elçi kabul etmiyor; hele Teodos diye bir imparator tanımaz o...
- Onları Odekon götürüyor; Odekon, yani Attilâ’nın yirmi
parmağından bir tanesi.
- O başka!
Kırbaçlar gene şakladı ve atlar dörtnala atıldılar. Biraz
sonra güneş yükselerek sıcak basmıştı. Koyun, keçi, sığır, inek sürüleri
ortadan kaybolmuşlardı; çünkü Attilâ’nın beşyüz bin kişilik ordusu hepsini
yalayıp yutmuştu.
Geçtikleri bütün yollarda bir ot bile kalmamıştı. Bunları da
yiyen beygirlerdi. Hunlar ve atları her tarafı kurutmuşlardı.
Yerlerde yağmur ve güneşle kuruyan beyazlanmış insan
kemikleri görüyorlardı. Bunlar son harblerin ve katliamların eserleriydi.
Öğleye doğru kervan biraz durdu. Ufkun şark tarafından nehrin
maverasında, muazzam kaleleriyle bir şehir görünmüştü.
Vijilas, sordu:
- Artık geldik değil mi?
Odekon cevap verdi:
- Daha sekiz saatlik yol var!
Kervan ileri atıldı. Şehir hiç yaklaşmıyor, olduğu yerde
duruyordu.
Yarım saat gittikleri halde şehrin yaklaşmak değil, bilâkis
uzaklaşıp küçüldüğünü gören Romalılar hayret içinde kaldılar.
Yarım saat daha gidince artık şehir tamamiyle görünmez
olmuştu.
Müverrih Prisküs bağırdı:
- Bu ne canım! Büyü mü yapıyorlar? Koca şehir ufuklarda
kayboldu.
Odekon cevap verdi:
- Şehir kaybolmadı, fakat burada ışıklar aldatır ve göz
boyar.
Nihayet güneş batarken kervan yoruldu ve geceleyin orada
konakladı.
O gece Hunlardan biri onları evine aldı.
Kadın erkek, bütün ev halkı misafirlere hizmet için
paramparça oluyorlardı: Kurutmak için elbiselerini çıkardılar ve kendilerine
temiz çamaşır ve esvap verildi, mükellef bir yemek hazırlandı. Sofrada
misafirlere hep güzel kadınlar hizmet ettiler. Şerefli misafirlere cemîle
yapmak için, hizmetlerine güzel kadınlar tahsis etmek Hun kavminin âdetlerinden
biriydi.1
Gece başelçi Maksimyen’e ayrı bir oda ve maiyetlerine de iki
oda verilmişti.
Vijilas, Prisküs, Odekon, bir odada yatmak için ötekilerden
ayrıldılar.
Müverrih Prisküs, bir sedire uzanarak Odekon’a hitabetti:
- Sen bu evde eskisinden fazla mağrur olmak hakkını
kazanıyorsun, Odekon! Zîra îtiraf edeyim ki Hunlar necip bir kavimdir ve
insanların mertebeleri misafiri îzaz ederlerken görünür.
Odekon’un öfke ile neş’eyi birleştiren sesi duyuldu:
- Prisküs! Senin bunu anlaman için Tuna’da bir kasırgaya
tutulman mı lâzımdı?
- İtiraf edeyim ki, Hunlar Bizans’tan yanlış görünüyor.
Vijilas, dört parmağıyla alnını ovalayarak başının içini
tırmalayan bir fikri uyuşturmağa çalışıyordu. Arkadaşları buna dikkat ettiler.
Odekon sordu:
- Vijilas! Rahat etmen için daha ne lâzımdır?
Vijilas’ın yüzü sünger gibi buruştu:
- Üç gecedir uyumuyorum. Bu, Attilâ’yı öldüreceğimiz âna
kadar sürecektir. Odekon, doğrusu ya, ben korkuyorum. Attilâ bana ölmez gibi
geliyor.
- Hançerin altında bütün insanlar müsâvîdirler, Vijilas!
- İnsanlar dediğin gibidirler. Fakat ben bir devden
bahsediyorum.
- Şüphesiz o bir devdir, fakat aramızda oldukça insanlığı kabul
etmiştir.
Üç adam da birdenbire sustular. Üçü de aynı şeyi düşünüyor,
fakat düşündüklerini zayıf buldukları için, birbirlerine söyleyemiyorlardı.
Vijilas başını salladı:
- Ben geçen sene de yanına yaklaştım. O, bir devdir.
Gene sustular. Yakın odalardan birinden ince ve titrek bir
kadın sesinin yanık türküsünü işittiler. Başları kalktı. Bütün dikkatleriyle
dinlemeğe başladılar. Ses, kadının bulunduğu odanın penceresinden çıkarak
havada bir dâire çiziyor ve onların odasına giriyordu:
Yurdumda, çöllerde
Kaplan aslanın izinden gidiyor;
Şeydi kur,
Şeydi kur,
Urgan, kalkan, kokusu: gal
Dişleri çeliktendir ve pençesi bakırdan
Alas - nur!
Alas - nur!
Sakın ağzına düşeyim deme
Artık bir daha hiç, hiç kurtulamazsın!
Alas - nur!
Odekon, birdenbire başını ellerinin içine aldı:
- Ah! dedi. Ne güzel okuyor, ne güzel... Bu tâ şarktan gelen
bir sestir, şarktan, Hunların öz yurdundan... Ah... Bu, Hunların en güzel
şarkılarındandır:
Ve kendisi de biraz mırıldandı:
Dişleri çeliktendir ve pençesi bakırdan
Alas - nur!
Alas - nur!
Sakın ağzına düşeyim deme,
Artık bir daha hiç, hiç kurtulamazsın.
Odekon, «Ah...» diyordu, «Bu sıcak ses beynimin kurşunları
üstüne düşüyor ve meş’um niyetimi eritiyor...»
Vijilas, birdenbire asabileşerek ayağa kalktı. Ve dâima dört
parmağıyla alnını ovalayarak odada dolaştı...
Odekon, kendi kendine mırıldanıyordu:
Sakın ağzına düşeyim deme,
Bir daha hiç, hiç kurtulamazsın.
Vijilas, yataklardan birinin önünde durarak baktı, yine kendi
kendine hitap eder gibi:
- Ben bu gece de uyuyamayacağım! dedi.
Meraklı Prisküs, Odekon’a yaklaşarak omzuna elini koydu ve
ona doğrulmayı telkin etti:
- Ey..., dedi, söyle bakalım Odekon, Attilâ kardeşini nasıl
öldürdü? Bu meseleyi bir kere de senin ağzından işitmek istiyorum. Diyorlar ki
Attilâ tahta çıkmak için kardeşi Bleda’yı kendi eliyle ve hilelerle,
dalaverelerle öldürdü. Ne dersin? Hattâ diyorlar ki, o böyle bir kardeş
cinayetiyle bütün beşeriyetin katline bir mukaddime yapmak istemiş.2
Odekon’un başı gene avuçlarının içine düştü:
- Ah, yalan yalan! Keşke bu doğru olsaydı da Bizans’ın
altınları için değil, mağdur bir kardeşin asîl intikamı için Attilâ’yı öldürmek
isteseydim.
- Sen Attilâ’yı seviyorsun, Odekon!
- Ben buna, sizin imparator Teodos’un boyunduruğundan çıkarak
Attilâ’ya iltihak eden ve Hun hâkanının Tuna boyunda bütün Hunları itaata
sevketmesine çok yardımı dokunan kabîle reisi Koridah gibi cevap vereceğim:
«Ben bir insanım, güneşin bir pırıltısına bile sabit olarak bakamayan zayıf
gözlerim, en büyük yaratığın şaşaası karşısında nasıl kamaşmaz?» Anladın mı
Prisküs? Hançerimi Attilâ’ya saplarken gözlerimi sımsıkı yumacağım!
Fakat birdenbire gözlerini açarak başını kaldırdı:
- Sizin imparator Teodos’un ne tavşan yavrusu olduğunu ben
gözlerimle gördüm, Prisküs! 446’da idik, Attilâ, Roma topraklarını istilâ
ediyordu, üstüste yetmiş büyük şehre girdi. Teselya’dan Termopil’e kadar bütün
araziyi geçti, birbiri arkasına iki Roma ordusunu mahvetti. İşte o zaman
dizleri bükülen imparatorunuz harb tazminatı olarak 6.000 ve senevî 2.000 ölçek
altın vermeğe razı oldu.
Prisküs tashih etti:
- 2.100.
- Hakikati Roma’dan daha çok seviyorsun, Prisküs!
- Fakat Odekon! Ey Orest’in meşhur rakîbi; sen Hun
topraklarına girince değiştin. Korkarım ki Attilâ’ya her şeyi îtiraf edeceksin.
Başımı omuzlarımın üstünde iğreti hissediyorum
- Ben Attilâ’yı öldürmeği sâde senin imparatoruna değil,
kendime de va’dettim. Ben kendime karşı olan va’dimi tutarım, ben de biraz
Attilâ’yım, çünkü ben de Hun’um!
- Güzel cevap.
Vijilas, yaklaşarak tasdik etti:
- Güzel... Pek güzel doğrusu, Attilâ’yı ancak bir Hun
öldürebilir.
Üç arkadaş tekrar suikasta dâir konuşmağa başladılar. Üçünün
de uykusu yoktu. Fakat Prisküs yatmayı teklif etti:
- Uykuyu taklit edelim, dedi.
Yattılar...
Ertesi sabah erkenden, atlara binerek yola çıktılar. Budrog
ile Nais arasındaki sahaya gelmişlerdi. Dik bir tepe üstünde Attilâ’nın büyük
bir çadıra benzeyen açık renkli ahşap sarayı ve etrafını çeviren çitin
arkasında, isten simsiyah kesilmiş çadırlarıyla ordugâh görünüyordu. Tepenin
eteklerinde de çadırlar vardı. Elçiler, atları üstünde bunların aralarından
geçmeğe başladılar. Romalılar ve Hunlar, bütün dikkatleriyle birbirlerine
bakıyorlardı.
Prisküs, bu sırtlarına fare derisi giymiş, baldırlarına
paçavralar dolamış, tüysüz, çeneleri cilâlı, çarpık bacaklı, geniş omuzlu, uzun
kollu ve koca kafalı insanlara hayretle bakıyor ve Hunlara dair vaktiyle
öğrendiği şeyleri hatırlıyordu. Hunlar, yeni doğan çocuklarının yüzlerini
kızgın demirle dağlarlarmış ve sakal köklerini öldürürlermiş. Bunun için Hunlar,
kadınlar gibi tüysüzmüşler. Yemeklerinin ateş ve mevsimle münasebeti yokmuş,
vahşî nebat kökleri yahut da kalçalarıyla atın sırtı arasına yerleştirerek
ezdikleri etleri yerlermiş. Ne evleri, ne kulübeleri varmış. (Prisküs de
misafir oldukları çatısız meskenin eve de, kulübeye de benzemediğini
hatırladı.) Hunlar bir çatı altında kendilerini emin bulamazlarmış. Esasen bu
kavmin dağdan dağa, ormandan ormana gittiği, mütemadiyen mesken değiştirdiği,
çocukluktan beri bütün ızdıraplara, susuzluğa, açlığa, soğuğa mukavemete
alıştığı malûmdur. Onlar muhaceret ederlerken sürüleri yanlarındadır. İçinde
aileleri bulunan arabalarında kadınları erkeklerinin esvaplarını örer ve
dikerler, erkekleri tarafından orada kucaklanırlar. Çocuklarını orada dünyaya
getirir ve bulûğa kadar orada terbiye ederlerdi, Hunlara nereden geldiklerini,
nerede yaşadıklarını, nerede doğduklarını sorunuz, cevap alamazsınız. Zira
kendileri de bilmezler. Elbiseleri yün bir ceketten ve vahşi fare derilerinden
mamûl bir mantodan ibarettir.3
Ceketleri koyu renktedir ve vücutları üstünde durur. Başları üstünde arkaya
doğru atılmış bir miğferleri vardır. Ölçüsü ve biçimi olmayan kunduralarından o
kadar rahatsızdırlar ki, yayan yürümekten hoşlanmazlar, hele piyade olarak hiç
harbetmezler, bütün hayatları at üstünde geçer, hayvana mıhlanmış gibidirler ve
şimşek gibi giderler. At üstünde yer, içer, uyurlar. Yeryüzünde ne kadar Hun
varsa, hepsinin atı vardır. Harblerde, muhtelif âmirlerin emirlerine tâbi olarak,
plânsız ve nizamsız ileri atılırlar ve müthiş çığlıklar kopararak düşmanın
üstüne yürürler. Mukavemet görünce dağılırlarsa da aynı şimşek sür’atiyle
gelirler ve önlerine geçen her şeyi darmadağın ederler. Demir kadar sert ve o
kadar öldürücü olan sivri kemikten mamûl oklarını, muhayyirü’l-ukûl mesafelere
büyük bir maharetle atarlar. Yakından harb ederlerken bir ellerinde kılıç,
ötekinde kement vardır. Kemendi düşmanın boynuna dolayarak kılıcı çalarlar.
Prisküs, bunları düşünürken, Odekon, atı ile ona yaklaştı ve bir
çadırın önünde duran bir Hun gösterdi:
- Bak! Bu Attilâ’nın oğlu Erlâk’tır.
Çadırlardan uzaklaşınca, Prisküs veliahttan bahsederek,
Vijilas’a istihza ile sordu:
- Bu da mı prens?
- Bu atcambazı, ötekiler de fare!
Prisküs, dikkat, hayret, dehşet ve hürmet içinde mırıldandı:
- Bunlar, rüya gören bir sarhoşun hayalhanesinden doğma
haşerat, yahut hortlaklar, cadılar...
Saçları yok, gözleri birer delik, ağızları birer yarık,
burunları birer ölü kafası ve kulakları da kazan kulpu!
Başelçi Maksimyen bu sözleri duydu:
- Sahi öyle, dedi. Roma lejyonları da bu kalkansız, zırhsız
baldırı çıplakların önünden kaçtı ha?... Bunlar insan değil, vücutlarına bıçak
işlemeyen ecnebiler!
Elçi hey’eti gittikçe tepeye yaklaşıyordu. Prisküs,
Attilâ’nın yaklaştıkça garabeti artan sarayından gözlerini hiç ayırmadı.
Kalbi çarpıyordu; aynı noktaya bakan gözleri yoruluyor,
kararıyor ve içinden kurşun renkli bulutlar dolup boşalıyordu. Gökyüzüne doğru
sivrilmiş kaleleriyle tâ uzaktan gözlere vuran bu saray, tepenin en mürtefi
noktasına yapılmıştı. İçinde ancak bir imparator oturduğundan saray ismini alan
bu bina, hakikatte, Attilâ’nın ve zevcesi Kerka ile oğullarının ayrı ayrı ahşap
ikametgâhlarından, her tarafı çitlerle dairevî olarak çevrilmiş birkaç evden
ibaretti. Bu evler birer tahta perde ile birbirinden ayrılmışlardı.
Odekon, elçilerin geldiklerini içeriye haber vermek için
ayrıldı. Elçiler atlarından indiler, bir meydanlığa doğru yürüdüler, başelçi
Maksimyen çadırlarını oraya dikmeği muvafık gördü ve adamlarına emir verdi.
Eşyaları arasından kazıklar ve kancalar çıkarılırken, elçiler, kendilerine
doğru birçok Hun’un koşuştuklarını görerek tereddütle durdular.
Hunlar yaklaştıkça, hepsinin yüzlerinde müthiş bir öfkenin
bariz alâmetleri görünüyordu. Beş adım kala haykırdılar:
- Ne yapıyorsunuz? Kaçılın oradan! Attilâ’nın sarayı hizasına
çadır kurmak sizin haddiniz mi? Kendisinin bile çadırı saraydan aşağıdadır.
Elçiler, derhal varlarını yoklarını topladılar ve palas
pandıras tepeden aşağı indiler, Hunların gösterdikleri bir yerde çadırlarını
kurdular.
Hun topraklarında havadan ve insanlardan aldığı fena
intibaların birbirini takip etmesi, başelçi Maksimyen’in neş’esini kaçırmıştı.
Çadır kurulduktan sonra yere bağdaş kurarak düşünceli bir tavırla mırıldandı:
- Vijilas! Güç bir vazife deruhte ettiğimiz anlaşılıyor.
Vaktiyle Hunlar arasında bulunmuş olan tecrübe sahibi Romalı,
müfsit bir istihza ile cevap verdi:
- Gelirken çadırların önündeki Hunların ihtarlarında büyük
bir hakikat bulunduğunu şimdi anlıyoruz değil mi?
Prisküs de oldukça düşünceli görünüyor, mamaafih, Hunlar
hakkındaki müşahedelerini ve malûmatını zenginleştiren, iyi kötü her vak’adan
biraz memnun olduğunu hissettiren felsefî ve müstehzî bir tebessüm ince
dudaklarını çerçeveliyordu.
Odekon elçilerin yanından ayrılınca, saraya otuz adım kala
küçük bir meydanlıkta durakladı ve kendisinde garip bir mecalsizlik hissetti.
Vücudunun neresinden geldiğini anlamadığı bir fenalık dönüp dolaşarak nihayet
dizkapaklarını buluyor ve uyuşturuyor, bacaklarından yürümek takatini alıyordu.
Başını dik tutmak için de bir gayret sarfetmeğe muhtaç olduğunu hissederek yere
oturdu.
Kendini tartıyordu. Nesi var? Attilâ’nın sarayı önünde
birdenbire hissettiği bu takatsizlik nedir? Henüz bunu iyice anlamamıştı Fakat
kulaklarının içinde uzak, ince ve tatlı bir sesin damlalarını, şıpırtılarını
duyar gibi oluyordu. Hunların öztürküsü, misafir kaldıkları evde yakın
odalardan birinden gelen kadın sesi ve dâima o nağmeler:
Dişleri çeliktendir ve pençesi bakırdan,
Alas - nur!
Alas - nur!
Sakın ağzına düşeyim deme,
Bir daha hiç, hiç kurtulamazsın.
Birdenbire irkildi, birdenbire başının içinde büyük bir
meydan açıldığını hissetmişti ve orada, yüz binlerce Hun’un atnallarını
şakırdatarak, tozu dumana katarak birbirlerine kaynaştıklarını, simsiyah bir
insan yığını hâlinde birbirleriyle hal ve hamur olduklarını gördü. Sonra bu
dalgalar, bulutlar, karaltılar korkunç şerrârelerle kâh beyazlaşan ve kâh
kararan meçhul hayaller gibi dağıldılar. Yerlerinde bir tek hayalet, gene
kapkara ve dimdik, başı yıldızlara karışmış, kör gözleri parıl parıl yanan,
siyah elmastan mamûl vücudundan kara alevler dağılan muazzam bir mahlûk
göründü. Bu o idi, o: Attilâ! Attiiâ! Ve gözlerinin siyah alevlerini Odekon’un
gözlerine doldurarak bakıyor:
- Sen ha! Sen ha!
diyordu. Odekon yerinden fırlayarak ayağa kalktı; etrafına
bakındı. Hunların çadırlarıyla dolu vadiyi i seyrederek hakikatlara alışmak ve
başının içindeki hayaletleri kovmak istedi. Fakat müphem olmakla beraber
Attilâ’nın hayaletini dâima görüyor ve sanki gözleri hem dışarıya, hem de kendi
içine bakan iki taraflı bir rüyet kazanıyordu.
Bütün ruhuna birdenbire büyük bir korku doldu. Tehlikelerin
hepsini birden hissetmeğe başlamıştı. Şurada, karşıda sivri kaleler arasında,
Attilâ’nın ahşap sarayını gördükçe korkusu nisbetinde büyük bir hayrete
düşüyordu. Nasıl oldu da, Kostantiniyye’de basireti bağlandı? Nasıl oldu da bir
aslanı insan tırnağiyle parçalamaktan daha güç, imkânsız, budalaca ve eşekçe
bir iş yüklendi? Kostantiniyye sokaklarında, onu hakikattan bu derece uzak bir
hayâl kurmağa sevkeden hangi mel’un ve sehhar Bizanslı kadının elmas
kırıntılarıyla parlayan gözleriydi?!... Yahut İkinci Teodos sarayında hangi
kapının altın tokmağı idi? Ne sersemce tasavvur! Attilâ’yı öldürmek! Ne
hayvanca arzu! Ona bıçak saplayacağı ânı düşünürken, daha şimdiden sağ elinin
bileğinde sancılı bir burkulmayı takip eden kuvvetsizliği ve bitkinliği
duyuyordu.
İçine bir arzu geldi. Attilâ’nın yanına koşmak, ayaklarına
kapanmak. Bizans saraylarının debdebesinin, altınlarının gözlerini nasıl aldığını,
Kostantiniyye’deki ipek sedirlerin, billur kadınların kendisini nasıl teshîr
ettiklerini ve bu sersemlik içinde imparator Teodos’a ne meş’um bir cinayet
va’detmeğe mecbur olduğunu anlatmak, af dilemek istiyordu. Attilâ’nın
itiraflara karşı hassas olduğunu, zayıflara hücum etmediğini biliyordu. Fakat
etrafında, en cesurların bile tahrik etmekten korktukları öfkesi, bir kere
uyanacak olursa, onun lâvlar saçan gözleri karşısında bir saniye
duramayacağını, ölümden korkmak değil, korkudan ölmek muhakkak olduğunu
düşünüyordu.
Fakat, bir kere içine düşmüş bulunduğu bu tehlikeli
vaziyetten nasıl kurtulmalı?
Bir anda bir çare düşündü ve nihayet en münasibinde karar
kıldı. Başvekil Onejes’e giderek her şeyi anlatmak! Suikastin düşmanlar
tarafından teklif edildiğini söyleyerek, onları aldatmak için bunu kabul etmiş
göründüğünü iddia etmek. Böylece, başvekilin ve dolayısiyle Attilâ’nın da
teveccühünü kazanmış olacağını düşünerek gülümsedi ve derhâl Onejes’i aramağa
karar verdi.
*
* *
Odekon’un gelmesini bekleyen elçiler, çadırlarının içinde
sabırsızlıktan şiddetli ve seri soluklar alarak, büyük hareketler yaparak asabî
konuşuyorlar, bazan da yakın bir istikbale ait tahminler yapmaktan vazgeçerek,
sessiz, mütevekkil, süklüm püklüm duruyorlardı.
Üç dört saat geçti. Gözleri etraftan ayrılmayan, Vijilas,
arkadaşlarını dürttü;
- İşte, haber geliyor!
Parmağıyla kırk elli adım öteden gelen iki adamı göstererek
ilâve etti:
- Bunlar Attilâ’nın maiyetindendirler: Orest’le Iskota. Hani
meşhur Orest, bizim Odekon’un rakîbi.
Elçiler doğruldular. Evvelâ Maksimyen, sonra da ötekiler,
sabırsızlıkla ayağa kalkarak çadırın kapısına doğru birkaç adım attılar.
İki Hun, çadıra doğru ağır ağır ilerliyorlardı. Nihayet
geldiler ve ne başelçiye, ne de evvelce tanıdıkları Vijilas’a, hiçbirine selâm
vermeden, uluorta, kalın ve sert bir sesle sordular:
- Ne istiyorsunuz? Buraya ne maksatla geldiniz?
Bu karşılanış, bu istintak ve kendilerinden istenen bu
usulsüz, yolsuz cevap Romalıları o kadar şaşırtmıştı ki, elçiler birbirlerinin
yüzlerine bakarak ne söyleyeceklerini düşündüler.
Orest daha sert bir sesle, başelçiye âdeta emretti:
- Haydi, cevap veriniz!
Maksimyen, bu emre itaat etti:
- Fakat, dedi. Elçiler maksatlarını ve arzularını yalnız
hükümdarlara söylerler. Arada bir mutavassıt bulunması usûlden değildir.4
Iskota, bu cevaptan yaralanmış görünerek emin, kat’î bir edâ
ile, dedi ki:
- Biz buraya kendi keyfimizle gelmedik. Vazifemiz efendimizin
emirlerini yerine getirmektir.
Maksimyen, itiraz etti:
- Bu, bizzat hükümdarınızın arzusu olsa bile biz tebâiyyet
edemeyiz. Bir elçi ancak hükümdarlarla temas eder, devletlerin hukuku bunu
âmirdir. Romalılara birçok elçi hey’etleri göndermiş olan Hunların bunu
bilmeleri icap eder.
Maksimyen’in, kat’iyetle verdiği bu cevabı yeniden münakaşa
etmek istemeyen zâirler çekilip gittiler ve biraz sonra tekrar geldiler.
Orest dedi ki:
- Söyleyeceklerinizi bize söyleyiniz, yahut topraklarımızı
derhâl terkediniz!
Hükümdarlar arasında teati edilmesi lâzımgelen devlet
esrarının tebaaya nasıl ifşa olunabileceğine bir türlü akıl, sır erdiremeyen
Maksimyen ile Prisküs nazarında bu mes’ele gittikçe muamma hâline giriyordu.
Âni bir darbeye uğramış insanlar gibi şaşkındılar.
Maksimyen, kat’î hükmünü verdi:
- İmparatorumun bana verdiği talimatı ancak hükümdarınıza
bildirebilirim.
Iskota, bağırdı:
- O halde çıkıp gidiniz!
Orest ve Iskota, münakaşaya razı olmadıklarını hissettiren
âmirane bir tavırla çadırdan ayrıldılar. Başelçi Maksimyen, hizmetkârlarına
bağırdı:
- Haydi! Eşyaları toplayınız!
Prisküs’le Vijilas’ın
hayretle karışık sessiz istizahlarına cevap olmak için dedi ki:
- Devletler arasındaki
hukuku tanımayan bir kavim nezdinde Romalıların elçi bulundurmalarına lüzum
yoktur. Derhâl bu topraklardan çıkıp gidelim.
Vaziyeti eğlenceli
bulan müstehzî Prisküs’ün yüzünde mânâsı anlaşılmayan çizgiler beliriyor;
Vijilas ise tamamiyle meyus görünüyordu.
Çadır direkleri
sökülürken Vijiias, başelçiye yaklaştı:
- Hak tanımayanlara
karşı hakperest olmanın lüzumuna kail değilim. Eğer hem bir Romalı, hem de
hey’etiniz âzasından olan muhatabınızın reyini sorarsanız, ben buradan
gitmemizin aleyhindeyim.
- İmparatorumuzun talimatını Hun hâkanının maiyet efradına
îzah edilebileceğine mi zâhip oluyorsunuz? Hayır, aslâ... Bizim muhatabımız bir
imparator olmak lâzımdır, Vijilas. Hem de Roma devletinin esrarını fertlere
duyurtmaktaki tehlike de ayrıca düşünülecek pek mühim bir şeydir.
- Fakat buradan, hiç bir şey yapamadan ve hicâbâver bir
vaziyette çekilip gitmektense, yalan söylemek daha iyi olmaz mıydı? Ben Attilâ’yı
tanırım, onunla bir müddet beraber bulundum. Adamlarının ne gibi sözlerle idare
edileceğini bilirim.
Vijilas, bir an fasıla
vermeden zihnini işgal eden suikast işinin suya düşmesine tahammül edemediği
için, başelçiyi orada kalmağa icbar etmek istiyor, bu hususta bütün talâkatini
istîmal ediyordu:
- Roma menafii icap ettiği zaman: «Merasim ve teşrîfat» gibi
sun’î resmiyetlerden vazgeçmez miyiz? Bizim için Attilâ’yı görmek elzemdir.
Huzûruna kabul edilinceye kadar, imparatorumuz nâmına, maiyetine büsbütün başka
şeyler söyleyebiliriz.
Fakat Vijilas’ın
nokta-i nazarı mağlûp oldu ve dürüst Maksimyen, Hun topraklarını behemehal
terketmek kararından vazgeçmedi.
Romalılar güneş
batarken yola çıktılar. Fakat vadiden henüz ayrılmışlardı ki, arkalarından dört
atlı yetişti ve onları dört tarafından çevirerek hepsine hürmetkârâne selâm
verdi.
Bunlar Hunlardı. Bir
tanesi, yüksek sesle şunları söyeldi:
- Hâkanımız Attilâ
tarafından geliyoruz. Kendisi, herhangi bir ecnebiyi, tanımadığı toprakların
karanlıklarında seyahate icbar etmiyor. Çadırınızı buraya kurarak, bu gece
konaklayabilirsiniz. Hunlar size hizmet edeceklerdir.
Vijilas’ın yüreği
sevinçten hopladı. Maksimyen’in bu misafirperverliğe de haşin bir mukabelede
bulunarak yola devam etmesi ihtimâlinden korktu ve atını başelçinin yanına
doğru sürerek, derhâl:
- Mükemmel fırsat! Kalalım! dedi.
Maksimyen, Hunlara müsbet cevap verdi.
Hunlar gür bir sesle gerilere doğru haykırdılar. Biraz sonra
yirmi kadar atlı daha geldi, hayvanlarından indiler ve sür’atle Romalıların
çadırını kurmağa başladılar.
Bir taraftan sofra
hazırlıyorlar, öte taraftan da ovada büyük bir ateş yakıyorlardı.
Sonra bir öküz
getirildi. Ve bunun Attilâ tarafından misafirlere ikram olarak gönderildiği
söylendikten sonra, Hunlar, gayet kısa bir zaman zarfında öküzü boğazladılar ve
etlerini ayırarak ateşte kızartmağa başladılar.
Bu temâşâ, hayalperest ve müstehzi Prisküs’ün muhayyelesini
hem tahrik, hem tatmin etmeğe kâfi gelmişti. Çadırın önünde, ayakta, kollarını
göğsü üstüne çaprazlayarak kavuşturmuş, başı biraz öne doğru eğik ve dâima
mütebessim, bu manzarayı seyrediyor ve çadırın içinde siyâsetten konuşan
başelçi ile Vijilas’ın mükâlemelerine ehemmiyet vermiyordu.
Gece karanlığı
basmıştı. Havaya kızıl yılanlar salıveren alevlerin ışığında, siyah tenli
Hunların öküzü parçalamaları görülecek şeydi. Üstüne atılmalanyla hayvanı yere
devirmeleri bir oldu. Hayvan yere yatarken de hiç bir hareket yapmağa muktedir
olamamıştı. Onun bu aczinden ve itaatından, başına, buduna, ayaklarına
gövdesinin herhangi bir noktasına basan Hun kolunun kuvveti gayet iyi
anlaşılıyordu. Sonra Hunlar, hep bir ağızdan birer çığlık kopardılar ve
bıçaklarını çektiler. Havada kızıl birer parıltı görüldü.
Bir anda insan
çığlıkları, hayvanın mezbuhâne haykırışı, kızıl alevler ve şiddetli hareketler
öyle birbirine karışmıştı ki Prisküs, bâsırasiyle samiasının karışmalarını
tefrik edemedi ve haykıran şeyin de sesler olduğunu zannetmek vehmine düştü.
Uzaktan yeni atlılar
geliyorlar ve sofra takımları taşıyorlardı.
Elçiler, lezzetli ve
iştahlı bir yemek yediler. Kendilerine Hunlar tarafından hizmet edildiği için
kendi lisanlarıyla bile olsa yemekte siyasî hiç bir şey konuşmadılar. Zira
Hunlar arasında casus olarak lisan-âşinâ biri bulunabilirdi.
Yemekte mükâleme mevzuunu «Öküzün lezzeti» teşkil etmişti.
Prisküs, Vijilas’a dedi ki:
- Bir öküzün bu kadar lezzetli olabilmesi için bir saray
mutfağında, yahut bir ovada pişmesinin farkı olmadığını kabul ediyorsun değil
mi?
- Bir saray mutfağındaki âletlerin zait olduklarına mı telmih
ediyorsun?
- Doğrusu hiç bir şeye
telmih etmiyorum ve yalnız hakikati söylüyorum. Fakat bir öküzün lezzetinden
bir medeniyet mes’elesine intikal edecek kadar müfekkiremize sürat verirsek
daha mühim bir neticeye varırız.
- Nedir o, Prisküs?
- Evvelâ, senin bulduğun gibi, bir saray mutfağındaki
âletlerin hepsi fazladır; saray odalarındaki eşya da fazladır; saray
binasındaki odalar ve bir sürü kapılar da fazladır. Haydi biraz da saraydan
dışarı çıkalım, şehre bakalım, bir medenînin kıyafetinde pek çok şeyler
fazladır, evinde, hayâtında, merasiminde, muaşeretinde de pek çok şeyler
fazladır. Bu fazlalıklardan bir «medeniyet tarifi» çıkarmama müsaade eder
misin?
- Güzel sözlerini yarıda kesmene müsaade etmem.
- Medeniyet zevâidi çoğaltmak illetidir, Vijilas!
Prisküs sözlerini
bitirir bitirmez bir kahkaha attı ve böylece kendi fikriyle istihza, hem de
iftihar eder göründü.
Vijilas, Maksimyen’e dönerek:
- Bakınız, dedi, Hunlar ne müessir bir kavim! Bir medenîye
neler söyletiyorlar!
Prisküs devam etti:
- Güzel, fakat delilsiz bir îtirazda bulundun, Vijilas. Biraz
şu fare derilerine bürünmüş ve baldırlarında paçavralar sallanan sâde insanlara
bak ve düşün! Biz kadınlarımızın ipek maşlahlarını ve üstlerindeki altın
pullarını temin etmek için ne kadar çalışıyor, didiniyor, yoruluyoruz; böyle
asabî, yorgun ve yirmi sene eksik yaşamaktansa, Hunlar gibi hem uzun zaman
muammer, hem de her zaman muzaffer olmak daha iyi değil mi?
Vijilas dedi ki:
- Şu sözlerini bize hizmet eden Hunlara tercüme etmek
isterdim; herhalde bize bu nefis şaraptan biraz daha getirirlerdi.
Vijilas bu sözleri
söylerken önündeki boş kadehe doğru hiç bir işaret yapmadığı halde, sofranın
etrafında duran Hunlardan biri sesini yükseltti:
- Vijilas cenapları ne kadar emrederlerse, o kadar şarap
hazırdır.
Ve hemen kadehler
dolduruldu ve kahkahalar boşandı. Bu sürpriz Romalıların neş’elerini azamîye
çıkarmıştı. Bol bir uyku getirecek kadar şarap yuvarladılar. Yediler, içtiler
ve yattılar.
Ertesi sabah Hun
tebaasından Rustiçyüs isminde Hun ve Got lisanlarını gayet iyi konuşan eski bir
Romalı, elçilerin çadırına girdi:
- Hâkanımız Attilâ’nın huzuruna girmek istiyorsanız evvelâ
kendisinin saraya duhûl merasiminde bulunacaksınız, ondan sonra size kendisiyle
ne vakit ve nasıl temas edebileceğiniz haber verilecektir.
Başelçi sordu:
- Bu merasim ne vakit olacaktır?
- Yarım saat sonra. Ben size rehberlik edeceğim.
Bu haber Vijilas’ı
yeniden sevindirmişti. Artık Attilâ’nın huzuruna girmek, sarayında bulunmak
imkânları tamâmiyle elde edilmiş bulunuyordu. Fakat Odekon, gittiği gündenberi
hiç görünmemişti. Nereye kayboldu? Hiç olmazsa bu sabah görünmesi lâzım değil
miydi? Vijilas’ın sevincini başka tertipten bir korku ve şüphe bulandırıyordu.
Mamaafih, ihtimal ki elçilere nihayet bu hüsnü kabulü temin eden de Odekon’du
ve ihtimal ki saray muhitinde şüpheyi celbetmemek için elçilerle şimdilik temas
etmemeği muvafık buluyordu.
Çadırdan ayrılan
Rustiçyüs tekrar geldi ve merasime hazırlanmış olan elçilere:
- Buyurunuz! dedi.
Romalılar rehberlerinin arkasından, Attilâ’nın sarayı önüne
geldiler.
En küçük şeylere ayrı ayrı dikkat eden müverrih Prisküs,
Attilâ’nın saraya ve ordugâha duhûl merasimini büyük bir alâka ile seyretmeğe
başlamıştı.
Evvelâ şu manzarayı gördü: İkişer sıraya dizilen Hun
kadınları, başlarının üstünde bir uçtan tâ öbür uca kadar beyaz tüller
geriyorlar ve altından genç kızlar Attilâ’yı sena eden şarkılar terennüm ederek
yedişer yedişer geçiyorlardı. Kafile başvekil Onejes’in evinin önünden geçerek
sarayın iç medhaline kadar yaklaştı.
Başvekilin zevcesi kafilenin dışında, ellerinde et tabakları
ve bir kadeh şarap tutan hizmetkâr kadınların arkasında duruyordu.
O sırada birdenbire şarkılar kesildi, herkes olduğu yerde
hareketsiz kaldı ve başlar bir tarafa doğru çevrildi. Vadiden çığlıklar, nal
şakırtıları, öbek öbek toz bulutları yükseliyordu.
Rustiçyüs, alçak sesle elçilere ihtar etti:
- Geliyor! Geliyor! Attilâ geliyor! Kımıldamayınız!
Müverrih Prisküs, vadiye dikkatle baktı. Tepenin uçurumundan
öyle keskin sesler, haykırışlar ve o kadar kesif bir toz dumanı havaya
fışkırıyordu ki, Prisküs, taşların, toprakların, çadırların, insanların bir
anda tuzla buz olarak havaya karıştıklarını ve müthiş bir kasırga ile
savrularak toz bulutu hâlinde göğe yükselip okyanus dalgaları gibi
kaynaştıklarını zannetti. Başı, omuzlarından kopup ayrılacak kadar gerilerek
öne fırlamıştı. Ve gözleri oyuklarından sökülerek tâ o toz bulutlarına kadar
gidip iki mermi gibi saplanmak ve her şeyi görmek iştiyakıyla bakıyordu.
Gözleri yavaş yavaş bu toz duman içinde bir karartı seçti,
sonra bunu tekrar kaybetti. Biraz sonra görünüp kaybolan karartı ön ayakları
havalanmış, dörnala gelen, şaha kalkmış bir ata benziyordu. Bu karartı gene
göründü ve gene kayboldu. Hayalperest ve hassas müverrih, bu hayaletin her
tecellîsinde kalbinin durduğunu ve sonra daha şiddetle çarptığını hissediyordu.
Bu ona Tûr-ı Sîna’da ilâhî tecellîyi beklemek kadar güç gelmişti.
Kulağından beynine ve beyninden kalbine kandan daha çabuk
gidip gelen ve belki de Rustiçyüs’ün ihtarından kalma bir ses vardı, bu ses,
gizli bir uğultu ile âdeta damarlarının içinde bile çağıldıyordu:
«Attilâ geliyor! Attilâ geliyor!»
Bütün insanların kudretlerinin mecmuunu kendisinde taşıyan
adam, insanlardan ziyade ilâhlara yakın adam geliyordu. Tarihî vakaların en
küçük teferruatına ve intibalarına ehemmiyet veren Prisküs için Attilâ’yı ilk
göreceği ânın şiddetli tesirine mukavemet mümkün değildi.
Biraz sonra karartı vuzuh kesbetti Evvelâ beyazımtırak
tozbulutları arasında bir kömür parçası gibi ufak siyah bir leke hâlinde
görünen bu hayalet yaklaştıkça, dörtnala gelen bir at olduğu seçiliyordu.
Nihayet toz bulutları dağlar gibi yarıldı ve dörtnala gelen
simsiyah bir at üstünde, Attilâ’nın yıldırım süratine bile doymamış gibi önüne
meyleden gövdesi göründü.
Attilâ’nın atı, kırk metre kadar yaklaştığı ve merasim
kafilelerinin hududuna girdiği halde hep aynı sür’atle ilerliyor ve
yavaşlamıyordu. Prisküs, Attilâ ile hayvanının bir dakika sonra sarayın
cephesine çarparak paramparça olmasından korktu.
Attilâ’nın etrafında ve arkasında maiyetinden hiç kimse
yoktu. Hun hâkanı tek başına geliyordu. Bütün o çığlıklar, vadide kaldı ve bu
haykırışların eteklerde bulunan Hun çadırlarından yükseldiği anlaşılıyordu.
Attilâ’nın atı sarayın medhaline kadar aynı hızla geldi ve
orada birdenbire, yeni bir tozbulutu kaldırarak olduğu yerde şiddetle döndü,
durdu.
Genç kızlar şarkılarına başladılar:
Aslanlar dostlarıdır, kaplanlar arkadaşı;
Atlar, ona âşıktır.
Karabulut tahtıdır, yıldırımlar kırbacı;
O, Hunların baştâcı.
Cermen, Roma... her millet,
Ona esir doğmuştur.
Karabulut tahtıdır, yıldırımlar kırbacı;
O, Hunların baştâcı!
Artık Prisküs, Attilâ’yı pek yakından görebiliyordu: atının
üstünde dimdik duran ve ne başında, ne teneffüslerinde hiç bir yorgunluk
işareti olmayan geniş göğüslü Attilâ’nın kocaman bir kafası, hadekalarına birer
çivi gibi mıhlanmış, batık ve ufarak gözleri, yayvan burnu, âdeta siyah bir
teni ve Hunlar arasında müstesna olarak seyrek bir sakalı vardı. Tabiî surette
arkaya çekik boynu, dikkatle ve tecessüsle çevirdiği fakat nereye tevcih ettiği
anlaşılmayan bakışları ona şâhâne gururların en güzel ve en muhteşem edasını
veriyordu.
Şarkılar bitti ve
biraz evvelki vaveylalardan sonra kulakları çınlatan büyük bir sükût hâsıl
oldu. Elçiler, Attilâ’nın ilk sözünü veya ilk hareketini merakla bekliyorlardı.
Hun hâkanı ağzını açmadı ve kımıldamadı. Kirpikleri bile oynamıyordu.
Başvekil Onejes’in zevcesi, Attilâ’ya doğru üç adım attı ve
âhenkdar, titrek, âdeta müterennim bir sesle:
- Hâkanımızdan rica ederiz, kendisi için hazırlanan
yemeklerden buyursun.
Attilâ’nın gözleri içinde incecik bir muvafakat işareti
görünüp geçti. Bu muvafakat, Hun hâkanlarımn tebaaya gösterebilecekleri en
büyük lütuf sayılırdı.
Derhal, dört gürbüz adam, atın üstüne, Attilâ’nın hizasına
kadar gümüş bir sofra yükselttiler ve Hun hâkanı, ayağını yere basmadan her
tabak yemeğin çeşnisinden birer parça tadarak bir yudum da şarap içti ve
hayvanıyla beraber sarayın iç medhaline girerek gözden kayboldu.
Saray halkı, merasim kafileleri ve ahâli birdenbire dağılarak
birbirine kaynaşmıştı.
Arkadaşlarının yüzlerine bakan Prisküs, Vijilas’ın bembeyaz
kesilmiş olduğunu ve titrediğini gördü; fakat yanlarında Attilâ’nın adamı
bulunduğu için sebebini sormadı.
Rustiçyüs, başelçiye:
- Şimdi saraya gidiyorum, ne zaman kabul edileceğinizi size
bildireceğim, diyerek ayrıldı.
Prisküs, niçin titrediğini Vijiias’a gene soramamıştı; çünkü
Attilâ’nın mehabeti karşısında suikast düşüncesinden korku duyan Romalının, bu
meseleden haberdar olmayan başelçi yanında cevap verebilmesine imkân yoktu.
Rustiçyüs, elçilere yaklaşarak:
- Evvelâ, dedi, başvekil Onejes’in zevcesine misafir
olacaksınız ve kendisiyle bir öğle yemeği yedikten sonra Attilâ sizi karargâh
çadırına kabul edecektir.
Elçiler, Onejes’in zevcesine takdim olunduktan sonra
Attilâ’nın sarayını teşkil eden muhtelif evlerden birine girdiler. Başvekil
orada ikamet ediyordu. Fakat kendisi teftişte bulunduğu için zevcesi ona
vekâlet ederek elçileri îzaz etti.
Aslen Romalı olduğu halde Hunlara iltihak eden ve harikalı
zekâsiyle Attilâ’nın da, tebaasının da teveccühünü kazanan Onejes gibi zevcesi
de zeki bir kadındı ve sofrada elçilerle erkek gibi siyâsî bir fetânet
göstererek konuştu.
Yemekten sonra Rustiçyüs tekrar göründü. Elçilere:
- Güneş Budrug ovalarına doğru inerken Attilâ sizi kabul
edecektir, dedi.
Vaktiyle Hunlar arasında bulunmuş olan Vijilas bunun ne demek
olduğunu arkadaşlarına anlattı:
- Yani akşama doğru... Çünkü güneşin gurûbu buradan Budrug
istikametine doğru görünür.
Maksimyen ve Prisküs, artık son dereceye varan
sabırsızlıklarını gizleyemediler. Yunanlı müverrih, başvekilin zevcesine manalı
bir göz ucuyla bakarak:
- Hâkanınızı görmek ne kadar güçmüş! dedi.
Onejes’in zevcesi gülümsedi:
- Çok çalışır! dedi; her saniyesinin kıymetini bilir.
Elçiler, kendi başlarına biraz bahçeye çıktılar. Onejes’in
evinde de, bahçesinde de medenî zevk eserlerini gören Prisküs, Vijilas’ın
koluna girerek merakla sordu:
- Böyle bir kadın intihap eden başvekil her halde mükemmel
bir adam olmalıdır.
- Şüphesiz, çünkü eski bir Romalıdır. Hunların arasına
girdikten sonra, kısa bir zaman içinde yükselmiş ve başvekil olmuştur. Attilâ
da, Hunlar da Onejes’i çok severler. Attilâ Hunların imparatoru sayılırsa
Onejes de bir kraldır.
Prisküs düşündü:
- Hunların Onejes’i bu kadar sevmeleri, medeniyeti sevmeleri
demek değil midir?
- Böyle tefsir edilebilir. Meselâ Onejes onlara yıkanmasını
öğretmiştir. Hun evlerinde banyolar medenî tarzdadır. Attilâ’nın sarayında da
en asrî müştemilât banyolardır. Hunlar “güzel”i ve “kolay”ı anlamakta
gecikmezler.
Vijilas, gizli bir endişesini yalnız Prisküs’e hissettiren
bir bakışla, ilâve etti:
- Fakat bu Odekon’dan ses seda yok. Bu kayboluşuna ne mânâ
verirsin?
Prisküs güldü:
- Anlamıyorum. Bu Hunlara âit her şey bir sırdır.
Elçiler, akşama kadar gezerek, konuşarak vakit geçirdiler.
Vijilas Budrug ovalarına parmağını uzattı:
- Güneş batıyor, hazır olalım, dedi.
Filhakika biraz sonra Rustiçyüs görünmüştü:
- Haydi! Geliniz! Attilâ sizi bekliyor! dedi.
Elçiler, Attilâ’nın adamını takip ettiler.
Prisküs kalbinin çarpıntılarıyla hâdiseler arasındaki
münasebeti yeniden hissetmeğe başlamıştı. Bir dakika sonra Attilâ’nın siyah
çivi başlı gözleri karşısında bulunacağını, onun sesini duyacağını düşünmek ve
beşinci asrın en büyük muamması karşısında zekâsına düşecek olan tedkik
vazifesini ne derece yapabileceğini merak etmek ona heyecan veriyordu
Sarayın arkasında isten, çamurdan ve yalnız büyük harb
damgalarıyla kararmış büyük bir çadırın önünde durdular.
Rustiçyüs çadırın kapısında mevki aldı ve elçilere resmî bir
selâm vererek:
- Buyurunuz! dedi.
Başelçi Maksimyen en önden, Prisküs arkasından ve adım
atmakta zahmet çektiği görünen Vijilas da sonuncu olarak Attilâ’nın çadırına
girdileri
Karmakarışık bir çadırdı. Dalgalı bir denizin kıyıya attığı
parçalanmış bir gemi enkazı gibi yerde üstüste atılmış ve garip şekilleri
birbirinin içine geçerek kaynamış eşya arasında oturacak hiç bir yer yoktu.
Elçiler biraz şaşırdılar ve gözleri kararan Prisküs, evvveiâ hiç bir şeyi vâzıh
göremedi.
Attilâ, dimdik ayakta duruyordu. Elçilerin çadıra girdiğini
görmemiş gibi hiç kımıldamadı. Gözlerinin nereye baktığı da anlaşılmıyordu.
Çadıra emin ve kat’î adımlarla giren Maksimyen bile ne yapacağını, nerede
duracağını bir an şaşırmıştı. Nihayet üç Romalı, millî selâmlarıyla hâkanın
önünde eğildi.
Attilâ, gene kımıldamadı.
Başelçi Maksimyen, Attilâ’ya doğru bir adım attı ve İkinci
Teodos’un mektubunu Hunların hâkanına tevdi ettikten sonra:
- İmparator, Attilâ’ya sıhhat ve uzun ömür temenni eder,
dedi.
Attilâ’nın vücudunda ve yüzünde gene bir hareket olmadı,
yalnız alt çenesi ağır ağır açılırken, ağzından şu cevap çıktı:
- Benim için temenni ettikleri her iyi şey Romalıların olsun.
Hâkanla sefir arasında tercümanlık vazifesini Rustiçyüs
yapıyordu.
Attilâ, bu cevabı verdikten sonra başını Vijilas’a doğru
çevirerek sabit bakışlarını Romalının gözlerine mıhladı. Vijilas ürpermişti. Bu
bakışın arkasından kopacak fırtınayı hissediyordu. Fakat başını önüne eğmeğe
bile kuvveti yoktu. Ve karşısındaki ufarak siyah gözlerin yavaş yavaş
büyüdüğünü, etrafının kalın bir beyaz dâire ile çevrildiğini ve büyük kafanın
müthiş bir öfke ile gerildiğini gördü.
Attilâ’nın gözleri gittikçe büyüyordu. Prisküs de müthiş bir
ânın yaklaştığını hissedenlerdendi ki, büyük bir korku ile ürpermeğe
başlamıştı. Attilâ’nın başı dikiliyor, göğsü şişiyor, kanatları açılıp
kapanarak soluyan yassı burnundan bir tulumba gibi vahşi ve gürültülü sesler
çıkıyordu.
Nihayet başını Vijilas’a doğru biraz uzatarak, bir tabur
insanın müşterek sesini andıran korkunç bir çığlıkla haykırdı:
- Mel’un köpek! Seni benim yanıma kim gönderdi, kim getirdi?
Sen ki benim Anatolyüs ile sulh şartlarımı bilirsin. Gene pek iyi bilirsin ki
Romalılar, kendi topraklarına kaçan Hun vatan hainlerini iade etmedikçe, bana
sefir gönderemezler!
Vijilas, bir adım kadar geriye gidip sendeledikten sonra
çatlak bir kamışın içindeki vızıltıyı hatırlatan âciz bir sesle cevap verdi:
- Bu şartlara tamâmiyle riâyet etmiş bulunuyoruz.
İmparatorumuz Roma topraklarında bulunan vatan hainlerinin iadesini kabul
etmiştir, bunun içindir ki on yedi kişi tevkif edilmiş ve buraya getirilmek
üzere yola çıkarılmıştır. İmparatorumuzun mektubunda bu cihet yazılıdır. Şark
imparatorluğunda mevcut hainlerin mikdârı bundan ibarettir.
Vijilas, cevabının son cümlesini daha yüksek ve daha kat’î
bir sesle söylediği için, Attilâ’nın öfkesi en son haddine çıktı. Hunların
hâkanı, ağır eşyayı devirebilecek dehşetli bir sesle haykırdı:
- Şimdi ben seni çarmıha gerdirir ve bu hayâsızca sözlerin
için etlerini akbabalara yedirirdim ama, elçilerin hukukuna riâyet ediyorum.
Roma topraklarında bulunan hainlerin listesi evvelce yapılmamış mıydı? Ne çabuk
unuttunuz?
Sonra başını kımıldatmadan bağırdı:
- Rustiçyüs! Hâinlerin esâmîsini oku!
Rustiçyüs koynundan bir liste çıkararak adetleri on yediyi
tecavüz eden hainlerin isimlerini okumağa başladı.5
Listenin okunması bitince elçilerin bir diyecekleri olup
olmadığını anlamak için yarım dakika kadar bekleyen Attilâ, her birinin yüzüne
ayrı ayrı baktıktan sonra, sesine hâkimiyetinin sükûnu gelerek ağır ağır
söyledi:
- Şimdi sizlerin yapacağınız şey şudur: İmparatorunuza haber
gönderiniz ve tarafımdan bildiriniz ki bila-istisna hâinlerin hepsini bana
teslim etmelidir. Ben vaktiyle kölem olan bu adamların bana karşı silâh
kullanmalarına ehemmiyet vermiş değilim. Bana ne zararları dokunabilir ve
düşmana nasıl hizmet edebilirler? Benim ellerimden hangi şatoyu, hangi şehri
koparabilirler? Fakat hiyânetlerinin cezasını vermek için bu adamların teslim
edilmelerini istiyorum. Teodos’a böylece bildiriniz: Hâinleri teslim etsin,
yoksa harb!
Şartlarını anlatırken Attilâ’nın sözünü dâima «yoksa harb!»
kelimeleriyle bitirdiği Şarkî Roma’da meşhurdur. Bunu bilen elçiler mülakatın
bittiğini anlayarak hâkanı selâmladılar ve çadıra girerken muhafaza ettikleri
sıra ile dışarı çıktılar
Dışarda birbirlerinin yüzlerine bakınca üçü de sararmış
olduklarını gördüler. Arkalarından gelen Rustiçyüs dedi ki:
- Attilâ, imparatorunuzdan müsbet cevap gelinceye kadar sizi
misafir telâkki ediyor ve resmî sıfatınızı tanımıyor. Mamaafih burada
istirahatiniz temin edilecektir. Bu gece Attilâ’nın ziyafeti var. O vakte kadar
sizi hücrenize götüreceğim.
Bu «Hücre» sözünden bir şey anlamayan elçiler Rustiçyüs’ü
takip ederek sarayın arka kapısından içeriye girdiler ve ince tahta
«pano»lardan mamûl duvarları siyah bir cila ile parıl parıl parlayan garip bir
odaya ithal edildiler.
Rustiçyüs, oldukça soğuk bir nezâketle:
- Burada istirahat ediniz, ziyafet vakti size haber
verilecektir, dedikten sonra kapıyı kapadı ve çıkıp gitti.
Yalnız kaldıklarına sevinen Romalı elçiler basit eşya ile
döşeli odayı gözden geçirdikten sonra yorgun argın oturdular.
Prisküs, artık kendi zekâsına emniyetini kaybetmiş gibi
mırıldandı:
- Anlayamıyorum, anlayamıyorum, bu Hunlara, hâkanlarına,
sarayına, siyâsetine âit her şey esrar dolu, sana yaptığı muamele ne idi,
Vijilas? Hâlbuki sen Attilâ’nın sana dâima nazikâne muamele ettiğini söyler
dururdun. O ne öfkeydi: ödüm patladı. Ne dehşetli adam! Bak hâlâ
dizkapaklarımın kemiği katılaşmadı. Korkumdan hâlâ bacaklarım eriyor.
Vijilas, başını arkaya dayamıştı ve korkusundan bembeyaz
kesilmiş, baygın bir halde oturuyordu. Cevap vermeğe muktedir olmadığını
hissettiren yorgun bir baş hareketi yaptı.
Vijilas, vaziyetlerini adamakıllı tehlikeli görüyordu.
Odekon’un hâlâ görünmemesiyle Attilâ’nın öfkesi arasında meş’um bir münasebet
buluyor, suikast plânlarının Attilâ’ya haber verilmiş olmasından epeyce şüphe
ediyordu. Fakat başelçiye sezdirmemek mecburiyetinden dolayı bu mes’eleyi
Prisküs’le konuşması ve dertleşmesi mümkün değildi. Bu öldürücü şüphesinde yapyalnız
kalmak, içini boşaltamamak, yanındakinden fikir ve kuvvet alamamak Vijilas’ı
deli edecekti. Şakaklarından ter dökülmeğe başladı.
Prisküs’e manidar bakışlarla sordu:
- Bu Odekon hiç görünmedi. Kayboluşuna mânâ veremiyorum.
Artık Prisküs de tehlikeyi hissetmeğe başlamıştı. Evvelce
Vijilas’ın vesveselerinden ibaret zannettiği ele verilmiş olmak korkusu, onu da
yakalamıştı.
Bu sırada duvardan bir pencere açıldı ve çerçevenin
murabbaında, altı yaşında bir çocuk kadar kısa boylu, kambur, yusyuvarlak burnu
kıpkırmızı bir çengele benzeyen, büyük ağızlı, büyük elli ayaklı, korkunç bir
mahlûk, bir galat-ı hilkat göründü; sivri ve uzun dişlerini göstererek
sırıtıyor, garip sesler çıkarıyordu.
Sonra kayboldu ve pencere kapandı. Elçiler Vijilas’a
sordular:
- Bu ne?
- Bu, Attilâ’nın soytarısı Zerkon’dur. Yirmi seneden beri
dünyanın bir ucundan öteki ucuna ve bir efendiden öteki efendiye gider,
yuvarlanır durur. Afrikalılar onu Roma generali Aspar’a hediye etmişlerdi.
Aspar onu Trakya’da kaybetti. Cüce, Hunların eline geçince Attilâ’nın huzuruna
çıkarıldı. Hunların hâkanı, evvelâ bu musîbetin yüzünü görmek istemediği için
onu, Attilâ’nın kardeşi Bleda yanına aldı. O öldükten sonra musîbet cüce,
Attilâ’nın malı oldu.
Vijilas biraz durarak, hatırına fena bir şey gelmiş gibi
yüzünü buruşturarak ilâve etti:
- Fakat soytarının bu alayından kuşkulanıyorum. Durun
bakalım.
Hemen yerinden kalkarak oda kapısına koştu, fakat kilitli
idi.
Vijilas elçilere ayrı ayrı bakarak:
- Bizi hapsetmişler! diye bağırdı.
Evvelâ Prisküs yerinden fırladı, sonra da arkadaşlarının
korkusuna sirâyet tarikiyle yakalanan başelçi ayağa kalktı ve birbirlerine
bakıştılar.
Prisküs, ovaya nazır bir pencereye doğru yürüdü. Ve ötekileri
çağırdı:
- Bakın! Aşağıda nöbetçiler dolaşıyor! Galiba bizim için.
Hava kararıyordu. Güneş odadan tamâmiyle çekilmiş ve gece
karanlığı, süratini hissettirmeden sinsi bir hücumla bütün boşlukları
doldurmağa başlamıştı. Elçiler birbirlerinin ancak beyaz taraflarını
görüyorlardı.
Vijilas, tam bir yeisle:
— Mahvolduk! dedi.
Hepsi birden ovaya bakıyorlardı. Güneş tamâmiyle çekilmiş ve
karanlık basmış olmakla beraber, çadır direklerinde, harb levâzımatının madenî
parçalarında, su birikintilerinde mavi donuk panltılar vardı ve bunlardan
havaya gayet hafif, soluk ve esrarlı bir ışık dağılarak ovaya görülen değil
tahayyül edilen bir manzara inceliği ve güzelliği veriyordu.
Birdenbire odanın kapısı açıldı ve kalın bir ses elçileri
uyandırdı:
- Geliniz!
Üçü de şaşırarak oda kapısına döndüler ve bir adım
atamadılar. Dehlizlerden gelen titrek ziyaların önünde bir adam gölgesi
görüyorlardı ve yüzünü tanıyamadılar. Bu adam onların diliyle söylüyordu:
- Gelsenize... Ne kadar yabancı duruyorsunuz? Vijilas!...
Haydi sen rehberlik et! Sarayı tanırsın! Bu gece Attilâ’nın ziyafetine davetli
değil misiniz? Şimdi oraya gideceğiz.
Elçiler, Odekon’un sesini tanıdılar ve Prisküs’le Vijilas,
bir uçuruma yuvarlananların ellerine geçen dal parçasına sarılmalarındaki
tehâlükle Odekon’a atıldılar.
Viijlas, tıkanmış nefesini boşaltarak bağırdı:
- Sen misin Odekon?
Fakat o kadar seviniyordu ki, arkadaşına sitem edemedi ve hep
birden odadan çıktılar.
Dehlizlerde ve divanhanelerde Odekon’la pek az konuşarak
dosdoğru ziyafet salonuna girdiler.
Burası meş’alelerle tenvir edilmiş, her biri dört beş kişinin
oturmasına müsait alçak sıralarla çepçevre ihata edilen büyük bir sofra idi.
Sıraların üstünde kıymetli dokumalarla örtülü ve önünde gümüş, altın içki
kadehleri, çanakları parıldayan küçük masalar vardı. Bu örtüler alacalı
bulacalı halı işlemeleriyle Roma’da ve Yunanistan’da düğün ve ziyafet
merasiminde kullanılan «Talâmi»lere benziyordu.
Salonun her tarafı davetlilerle doluydu, fakat elçiler
Attilâ’yı gözleriyle nafile yere aradılar.
Herkes alçak sesle konuştuğu için havada bir mırıltı
uçuyordu. En başta sağ taraftaki peykede başvekil Onejes ve karşısında da
Attilâ’nın iki oğlu oturuyordu. Elçilere sol taraftaki masayı ve peykeleri
tahsis etmişlerdi ki, derece itibarıyla ikinci addolunuyorlardı.
Yerlerine oturan elçiler, mütecessis gözlerini tekrar dört
bir tarafa çevirerek Attilâ’yı aradılar, bunu hisseden Odekon kulaklarına
fısıldadı:
- Daha gelmedi. Neredeyse çıkar.
Birkaç dakika daha geçmişti. Ansızın mırıltılar kesildi ve
herkes birdenbire ayağa kalktı. Sağdaki duvarda büyük bir perde açılmış ve
meydana mühim bir manzara çıkmıştı. Yarım metre kadar yüksek, sahneye benzer
bir yerde Attilâ’ya mahsus bir sofra ve yatağa benzer bir sedir görünüyordu.
Attilâ, bu sedirde bağdaş kurmuştu ve yanındaki alçak sofrada bir tahta kadehle
bir de tahta tabak vardı.
Başvekil Onejes yerinden kalkarak Attilâ’nın yanına ağır ağır
gitti ve hürmetkârâne bir tavırla ayakta durdu.
Başvekilin bir işareti üzerine bütün davetliler yerliyerlerine
oturmuşlardı.
Attilâ bağdaş kurduğu yerden hiç kımıldamadı ve kimseye ne
selâm verdi, ne de selâm aldı.
Herkes iyice yerliyerlerine oturduktan sonra Attilâ’ nın
sâkisi kendisine şarap dolu bir kadeh verdi. Hâkan bunu birinci mertebedeki
davetlinin şerefine içmişti, o davetli de ayağa kalkarak Attilâ’yı selâmladı ve
kadehini içti. Kendilerine sıra gelen elçiler de aynı surette hareket
etmişlerdi. Bütün davetliler, mertebe sıralarıyla Attilâ’yı böylece
selâmladılar.
Bu merasim bittikten sonra tablakârlar ellerinde yemek
tepsileriyle içeri girdiler.
Yalnız Attilâ’nın masasına tahta tabakla bir tek et yemeği ve
tahta kadeh kondu; öteki insanların hepsine gümüş veya altın tabaklarla türlü
türlü yemekler veriliyordu.
Bu ilk yemek tevziinden sonra sâkiler tekrar her davetlinin
önüne koşarak kadehlerini doldurdular ve birinci selamlaşma merasimi aynen
tekerrür etti.
Ondan sonra birincisinden büsbütün farklı yemekler geldi ve
kadehler gene Attilâ şerefine boşandı; üçüncü sefer de tatlılar geldikten sonra
bu merasim bir kerre daha tekerrür etmiş ve davetliler artık kadehlerini üst
üste boşaltmağa başlamışlardı.
Davetliler için bir yudumda bütün kadehi yuvarlamak lâzımdı;
çünkü dâima dudağının ucuyla bir damla şarap içen ve hep ayık kalan Attilâ,
etrafındakilerin sarhoşluğu ile eğlenmekten hoşlanırdı.
Başvekil Onejes, Attilâ’nın bakışlarından aldığı bir emirle
asasını kaldırınca, ellerinde rübab ve nakkaareye benzeyen sazlarla iki şâir
ortaya çıktılar ve neşîde inşadına başladılar.
Bu neşîdeler, bütün davetlileri hezeyan derecesinde
coşturmağa sevketmişti. Başlar yükselip düşüyor, gözler parlayıp sönüyor,
vücutlar kalkıp oturuyor ve her çehre başlıbaşına seyredilecek garip ve
ehemmiyetli bir manzara alıyordu.
Prisküs, birçok davetlilerin gözlerinden yaş geldiğini,
gençlerin arzu ile, ihtiyarların maziye hasretle ağladıklarını gördü.
Sonra kambur ve cüce Zerkon ortaya çıkarak birtakım
maskaralıklarla davetlileri güldürdü.
Bütün bu cümbüş içinde Attilâ son derece ağır ve hareketsiz
durmuştu; ağzından çıkan hiç bir kelime, hiç bir tavır, çehresinin hiç bir
kımıldanışı yoktu ki, muammalı şahsiyetinin bir tarafını ifşa etsin.
Yalnız, o sırada en küçük oğlu Erlâk içeri girmiş ve babasına
yaklaşmıştı; o zaman Attilâ’nın bakışlarında bir şefkat parıltısı göründü, iki
parmağıyla çocuğunun yanağını tutarak onu yanına oturttu.
Attilâ’nın çehresindeki bu ânî değişikliğe dikkat eden
Prisküs yanında oturan Odekon’a bunun sebebini sordu:
Odekon kimseye duyurmamak için büyük bir ihtiyatla anlattı:
- Attilâ fala çok inanır. Kâhinler ona demişlerdir ki, öteki
çocuklarında kendisinin zürriyeti devam etmeyecektir. Fakat Erlâk Attilâ’nın
neslini idâme ettirecektir.
Cüce Zerkon yeniden maskaralıklara başlamışsa da davetlilerin
çoğu sarhoşluklarını gizleyemeyecek bir hâle gelerek peykelere uzanmışlardı.
Perdesi kapanmak suretiyle Attilâ ortadan kaybolmuş, Odekon
da bir bahane ile elçilerden ayrılmıştı.
Romalılar, artık ne yapacaklarını hiç bilmeyerek ve yeni bir
kılavuz bekleyerek şafak sökünceye kadar oturdular.
Nihayet onlara doğru tanıdıkları iki kişi yaklaştı:
- Bizi takibediniz! dediler.
Uykuları gelen elçiler bu adamların arkasından giderek
ziyafet salonundan çıktılar ve gene meş’aleleri yarı sönmüş, loş dehlizlerden,
divanhanelerden geçerek bir odaya girdiler. Burası ilk girdikleri odadan daha
çıplak bir hücre idi.
İki Hun, Romalıları oraya soktuktan sonra, kapının eşiğinde,
âdeta hakaret edici tavırlarla şu sözleri söylediler:
- Attilâ’nın emriyle bu dakikadan îtibâren mevkufsunuz.
Hakkınızda bir karar verilinceye kadar buradan çıkmayacaksınız.
Sonra kapıyı kilitleyerek, tahta kunduralarının
gürültüleriyle uzaklaştılar.
Attilâ ziyafetten ayrılınca sarayda kendi dâiresine girdi ve
yanındaki adamlarına emir verdi:
- Başvekil Onejes’i çağırınız! Odekon da gelsin.
Biraz sonra Onejes’le Odekon geldiler. Attilâ büyük bir
sofranın ortasında ve ayakta duruyordu. Attilâ kat’î cümlelerle:
- Onejes! dedi, elçileri tevkif ettireceğim; fakat mel’un
Teodos’un bana bir suikast tertip ettiğini ve o maksatla buraya elçiler
gönderdiğini bütün cihana isbat etmek lâzım. Odekon’un bu suikasti bana haber
vermesi kâfi değildir. Elçiler inkâr edeceklerdir; biz ne yapalım ki, bunların
alçakça niyetlerini isbat ile ortaya çıkaralım? Söyle bakalım?
- Kendilerine îtiraf ettiriniz!
- İşkence ile mi?
- Hayır, korku ile.
Attilâ, Odekon’a döndü:
- Maksimyen’in suikasttan haberi yok değil mi?
- Hayır, başelçi namuslu bir adam olduğu için onu hey’etin
başına getirdiler. Eğer suikast meydana çıkacak olursa Romalılar bütün cihana
soracaklar: «Maksimyen gibi dürüst bir adamdan bu alçaklığı ümit eder misiniz?»
diyecekler ve suikastı inkâr edecekler. Buna mâni...
Odekon sözünü bitirmeden Attilâ, ayağını yere vurarak
uşaklara bağırdı:
- Elçileri buraya çağırınız!
Onejes ve Odekon, başlarını önlerine eğmişlerdi; ancak pek
büyük bir öfke ile yahut da harb gibi mühim bir şeye karar verdiği vakit
Attilâ’nın ayağını yere vurduğunu bildikleri için ehemmiyetli bir sahneye
hazırlanıyorlardı.
Elçiler geldiler.
Üçü de bir sıraya dizilerek millî selâmlarıyla Attilâ’yı
selâmladılar. Başelçi Maksimyen ciddî ve muğber, Prisküs düşünceli ve me’yus,
Vijilas, apâşikâr surette medhûş görünüyor.
Attilâ, elçilerin ortasında duran Vijilas’a bağırdı:
- Yaklaş!
Ve kılıcının ucuyla yerde işaret ettiği noktaya kadar
Vijilas’ı getirdi.
Sonra ikinci bir emir verdi:
- Diz çök!
Vijilas kısa bir tereddütten sonra diz çöktü: Attilâ kılıcını
çekerek haykırdı:
- Mel’un köpek! Şimdi seni iki parçaya ayırarak Attilâ’yı
öldürmek isteyenlerin âkibetini bütün cihana göstereceğim. Yahut her şeyi
ağzınla anlat, çabuk cevap ver, hangisini istersin?
Vijilas, secdeye benzeyen bir hareketle, yere bir derece daha
çöktükten sonra:
- Anlatacağım! dedi.
Ve Attilâ’nın emriyle ayağa kalktı:
Kılıcını dâima havada tutan Attilâ bağırıyordu:
- Suallerime cevap ver: Suikast evvelâ kimin aklına geldi?
Vijilas, sual biter bitmez bir saniye gecikmeden cevap verdi:
- Başvekilimiz Krizafyüs’ün.
- Krizafyüs düşüncesini evvelâ kime açtı?
- Bana.
- Sen ona ne dedin?
- «Olabilir.» dedim, «Hunların elçisi Odekon aramızda
bulunuyor ve Kostantiniyye’nin servetine, güzelliğine imrendi, onu kandıralım.»
dedim.
- Sonra ne yaptınız?
- Krizafyüs’le beraber imparatorumuzun yanına çıktık,
meseleyi bir kerre de ona anlattık.
- Fikri beğendi, «Fakat Odekon ikna edilmek şartiyle» dedi.
- Sonra ne yaptınız?
- İmparator bizim yanımızda Odekon’u huzuruna çağırdı, evvelâ
ona iltifat ederek sordu: “Ey... Söyle bakalım Odekon cenapları? Kostantiniyye’yi
nasıl buldun?” dedi. Odekon, gıpta saçan gözleriyle: “Hârika! Hârika!” cevabını
verdi. İmparator gene sordu: “Bu saraylara ve altınlara kavuşmanın senin elinde
olduğunu biliyor musun?” dedi. Odekon: “Hayır!” cevabını verdi. İmparator
gülümseyerek: “Evvelâ bil ki,” dedi, “bu mümkündür. Fakat bir şartla: En büyük
düşmanımızın hayatı pahasına!” Odekon, imparatorun maksadını anladığını işrâb
eder bir hareket yaparak: “Hay hay!” dedi, sonra ciddî bir tavırla ilâve etti: “Ben
bir Hun’um, fakat ben de onun düşmanıyım.” İmparator, bu cevaptan memnun
olduğunu gizlemeyerek Odekon’u tahsin etti. O vakit hepimiz birbirimize biraz
daha sokulduk ve suikastın nasıl olabileceğini düşündük.
Vijilas, Maksimyen’in niçin bu hey’ete reis intihap
edildiğini, Odekon’un Attilâ’yı nasıl öldüreceğini, velhâsıl bu teşebbüse âit
tasavvurların hepsini anlattı.
Attilâ Odekon’un anlattıkları ile Vijilas’ın ifşaatı arasında
fark göremeyince söylenen şeylerin doğru olduğunu anlamıştı.
Adamlarına kâğıt kalem getirmelerini emretti. Vijilas’a da
bir köşeye oturmasını işaret ederek:
- Haydi bu itiraflarını yaz ve imzala! dedi.
Vijilas, itiraflarını yazmış ve imzalamıştı; Mak simyen’le
Prisküs de bu îtirafâtın altına şu cümleyi yazdılar ve imzaladılar: «Hey’etimizden Vijilas’ın bu îtirafâtına şahidiz.»
Attilâ, ancak bu muamele bittikten sonra kılıcını kınına
koymuştu. Elçilerin hücrelerine kapatılmalarını emrederek süratle ayrıldı.
Sarayın kapısına koştu, atına bindi ve şafak sökerken, ovayı dörtnala geçti.
Vadiyi, ovayı, nehri geçti, on beş yirmi dakikalık yoldan
sonra küçük bir kulübenin önünde atından indi.
Kapının önünde cüce Zerkon duruyordu. Onu kenara iterek hızla
içeri girdi ve kulübenin odasında, bir sedirin üstünde oturan güzel bir kadına
yaklaştı. Yumuşacık, incecik, âdeta bir çocuk sesiyle kadına:
- Affet! dedi, geç mi kaldım?
Bu kadın esmer tenli, uzun siyah saçları ormanların ve
çöllerin esrarlı râyihalarıyla dolu, parlak siyah gözleri için için yanan ve
bir buhurdan gibi tüterek yanında bulunanların başlarını göze görünmez ince bir
afyon dumanıyla saran, tatlı ve rehâvetli «Onorya» idi. Garbî Roma’nın bu
ihtiraslı ve maceralara âşık prensesi, fersahlarla uzaklardan, dağları,
dereleri aşarak, gizlice Hun topraklarına girmiş, üç haftadan beri bu kulübede
yaşıyor, fecirle beraber odaya giren Attilâ ile her yirmi dört saatte bir orada
buluşuyordu.
Hun imparatoru sedirin yanında, yerde duran bir posta boylu
boyuna uzanarak, başını Onorya’nın dizleri kenarında sedirin üstüne koydu ve
pamuk gibi yumuşak bir sesle tekrar etti:
- Affet Onorya! Geç kaldım. Fakat dinle: Şark’ın Teodos’u
beni öldürmeği kurmuş; vaktiyle yanımda bulunen Romalı Vijilas’ı bu işe memur
etmiş; namuslu bir elçinin maiyetinde bana gönderdi; aralarında bulunan bir
adam bana suikastı haber verdi; yarım saat evvel onları yakalattım. Cürümlerini
itiraf ettirdim ve imzalattım, artık dünyaya karşı bundan sonraki
hareketlerimden tamamiyle gayrimes’ul sayılacağım. Söyle bana Onorya ne yapmamı
istersin?
Onorya’nın incecik parmakları bir çalılığa giren kedi yavrusu
gibi, Attilâ’nın sert saçları arasına sokularak yumuşak ve mağrur adımlarla
yürüyordu.
Attilâ’nın yüzüne doğru eğildi ve yanaklarıyla gözlerinin
ateşini ona yaklaştırdı. Hâkanın bir bûse almak için uzanan dudakları
Onorya’nın güzel başını kaçırmıştı.
Attilâ tekrar etti:
- Onorya! Söyle bana, ne yapmamı istersin?
Kadın cevap vermedi. Boş kalan eli yavaş yavaş Attilâ’nın
elini aradı, buldu... Dizgin ve kılıç kabzası tutmakla nasırlanmış bu kaba
cengâver eli, göğsüne kadar götürerek, yumuşacık ve ipekli bir et yuvarlağı
üstünden geçirdi, kalbinin üstünde sert bir noktada durdurdu. Attilâ’nın parmak
uçları, dört köşe küçük bir kutuya değmişti.
Onorya’nın sesi ilk defa olarak çıktı:
- Al onu!
Hâkan, küçük kutuyu kadının göğsünden dışarı çıkardı. Onorya,
kutuyu Attilâ’nın elinden almış, parmaklarının ucunda tutuyor ve saçları,
fırtına ile dağılarak ormanlarda koşan bir çıplak bakirenin kızgın tebessümüyle
gülümsüyordu.
- Bil bakayım, ne var bunun içinde? diye sordu.
Attilâ merakla dikilmişti; Onorya’nın parmaklan arasında
duran lâcivert atlastan kapaklı küçük kutuya gözlerini dikerek düşünüyordu:
- Bir tılsım! dedi.
Onorya, cevap verdi:
- Evet, bir tılsım! Bak!
Ve kutuyu açarak içinden bir halka çıkardı. Attilâ’nın
gözleri altın parıltısını yutuyordu. Tılsımlara dâima inanan Hun hükümdarı,
titreyerek biraz daha doğrulurken gözlerini halkadan hiç ayırmamıştı.
Onorya, Attilâ’nın elini tutarak kaldırdı ve parmağına yüzüğü
geçirdi:
- Sana şimdi cevap veriyorum, dedi. Ne yapmanı mı istiyorum?
Dinle! Bu yüzük senin tılsımındır. Bu seni bana ebediyen bağlıyor. Fakat
dünyayı zaptetmedikçe ve kudretini benimle paylaşmadıkça bana mâlik
olamayacaksın!
Cihanın en mağrur ve mahir süvarisine emir veren bu kadın,
davul sesi ve kılıç şakırtılarıyla çıldıran ihtirasını ancak bir suretle,
dur-duraksız bir kavmi cenklere teşvik etmek suretiyle, tatmin edebileceğini
hissettiren azametli ve hâkim bir tavırla omuzlarını ve başını yükseltmişti.
Attilâ başını Onorya’nın dizlerine kapadı ve derinlerden
gelen bir sesle:
- Böyle olacak! dedi
Gürbüz boynunun adaleleri bir çocuk itaatiyle yumuşayarak
başını hareketsiz bırakmıştı.
Bu baş, yavaş yavaş, dizlerin hizasından yere kadar indi ve
Onorya’nın ipekli ayaklarının arasına düştü.
Sonra birdenbire o ağır baş ve gürbüz vücut bir sıçrayışta
çabucak doğruldu, ayağa kalktı. Attilâ’nın cephesi pencereden içeriye giren
sabah güneşiyle tam karşı karşıya gelmişti. Gözlerinde çelikle ateş
karışıyordu. Avucunu kılıcının kabzasına koydu:
- Böyle olacak! diye bağırdı.
Sonra ağır ağır yürüyerek Onorya’nın yanına oturdu:
- Dünya senin ve benim olacak! dedi.
Onorya’nın bakışları, bir uçurumun kenarını tırmanan yılanlar
gibi Attilâ’nın gözlerinin içine süzülerek yürüyordu. Kavimleri harblere
sürükleyen ve kılıç şakırtılarına doymayan, bu dünyada büyük hareketlerden ve
gürültülerden asla korkmayan bu kadının bakışları orada müthiş tesirini
artırıyordu.
Attilâ ve o, bir müddet kımıldamadılar.
Sonra Hâkan, birdenbire yerinden fırladı, gözlerinin içinden
gelen bir işaretle kadını selâmlayarak bir fırtına hızıyia kulübeden çıktı.
Kapıda, başı midesi hizasında sallanan cüce Zerkon, Hâkanı
selâmlıyordu.
Attilâ hayvanına atladı ve ufka doğru havalandı.
Sabah güneşi dimdik ışığıyla gözlerinin tâ içine giriyor,
fakat onları kamaştıramıyordu.
Bu gözler uzaklara, çok uzaklara bakıyordu; bu gözler
uzakları, çok uzakları görüyordu.
*
* *
Attilâ’nın zevcesi Kerka’nın da haftalardanberi gözüne uyku
girmiyordu. Pencerenin önünde oturuyor, fecrin ilk aydınlığında Hâkanın atına
binişini, vadiyi geçtikten sonra ovadan ufka doğru atılışını ve nihayet
uzaklarda, tâ uzaklarda, bir parmak kadar küçülerek ufkun pembe uçurumunda
kayboluşunu seyrediyor, o geri dönünceye kadar her an renkleri değişen ovadan
gözlerini ayırmıyordu.
Haftalardanberi Kerka dikkat etmişti ki, Attilâ fecirle
saraydan çıkıyor, ufuklara doğru uçuyor ve bir iki saat sonra, atının üstünde
yorgun argın, başı biraz öne düşük, ağır hülyâ zamanlarında yaptığı gibi
gözleri yarı kapalı, rahvan yürüyen hayvanının salıntılarına vücudunu bırakarak
geliyordu
Bu dörtnala gidiş ve yorgun dönüş neden? Bu her sabah aynı
saatta Attilâ’nın demir gövdesini yumuşatan ve gözlerini süzdüren hayâl nedir?
Bu vakit nereye gidip geliyor?
Kerka, bunları merak etmiş fakat cevap alamayacağını bildiği
için Attilâ’ya sorup da öğrenmemişti. Sarayda Attilâ’nın, zevcesinin,
çocuklarının dâireleri bir bahçe içinde ayrı ayrı evlerden ibaret olduğu için,
Hun Hâkanı, bu esrarlı sabah gezintilerinden dönüşte kendi dâiresine giriyor ve
haftalardan beri, geceleri, zevcesiyle temas etmiyordu.
Kerka, beş altı gündür, gizliden gizliye tahkikat
yaptırmıştı. Şayia kabilinden haber aldı ki, Garbî Roma imparatorlarından
Üçüncü Valantinyen’in kız kardeşi ve Plasidi’nin kızı Onorya Attilâ’yı görmek
için memleketinden kaçarak Hun topraklarına gizlice gelmiştir. Kerka, bu kızın
bir cihangiri teshir edecek derecede çılgın, maceraperest, ateşîn olduğunu
biliyordu; çünkü onun daha ilk bulûğ çağlarında sergüzeştlere atıldığı, hattâ
bir aralık Garbî Roma’da hapsedildiği meşhurdu. Ailesine müthiş bir kin besleyen
bu çılgın bakirenin, kendisini Attilâ’nın kolları arasına atması mümkündü.
Attlâ’nın zevcesini müthiş bir kıskançlık kemiriyordu; vakıa
kocasının ihaneti yeni bir şey değildi; hiç bir gün kadınsız yaşamayan, her gün
yeni bir maceraya atılan, hattâ Kerka’nın üstüne yüzlerce defa, bilâ-mübâlâğa
yüzlerce defa evlenen ve bir millet teşkil edecek kadar çok çocukları dünyaya
gelen Attilâ’nın, artık bu zevcesinde kıskançlık duygusunu tamâmiyle öldürmüş
olması icâbederdi. Fakat Hun hâkanı yüzlerce, binlerce kadın arasında dâima
Kerka’yi tercih etmişti; bu zevcesi onun gözdesiydi; kraliçe o idi; Attilâ
yalnız onun çocuklarına veraset hakkı veriyordu; henüz hiç bir rakîbe zuhur
etmemişti ki, onun elinden bu imtiyazı alabilmiş olsun.
Kerka bu sefer Onorya’dan korkuyordu; o esmer tenli ve
gözlerinde siyah yangınlar tutuşan çılgın ve ateşîn kızın ne yaman bir rakîbe
olduğunu hissediyordu.
Dirseğini pencere kenarına dayayarak, uykusuz başını avucunun
içine koymuş, yorgun ve melûl gözlerle her sabah Attilâ’nın güneşle beraber
ufuktan yükselerek saraya dönüşünü bekleyen Kerka’nın yanakları ıslaktı. Her
sabah fasılasız ağlıyordu.
O sabah da Attilâ hayvanın rahvan yürüyüşüyle vadiyi ağır
ağır tırmanıyordu.
Kerka, ansızın içine doğan bir kararla pencerenin önünden
ayrılarak evinin kapısı önüne çıktı. Attilâ’yı karşılamak istiyordu. Bu
istikbalin onda uyandıracağı memnuniyetsizliği bilmekle beraber, ne olursa
olsun ona yaklaşmak, üstündeki bir işaretten hakikati anlamak için zabtolunmaz
bir arzu duymuştu.
Attilâ kendi dairesinin önünde atından inince, Kerka ona
doğru koştu, birdenbire hıçkırarak ona çılgın bir âşıkane tehalükle sarıldı ve
bir kelime söyleyemedi.
Attilâ, zevcesinin başını göğsü üstünde sıkarak saçlarını
okşamaya başladı:
- Kerka... Kerka... Benim bir tanem... diyordu.
Attilâ’nın, zevcesiyle ilk aşk günlerindenberi her samîmî
nevâzişinde tekrar ettiği cümle bu idi Kocasında ümit etmediği bu sevgiyi bulan
Kerka, bütün kadınlar gibi zaafın azamîsinden, cesaret ve kudretin azamîsine
geçerek Attilâ’ya sordu:
- Nereden geliyorsun?
Kadınların bazen en küçük nevâzişle kendilerini en büyük şeye
muktedir bulacak kadar şımardıklarını bilen Attilâ, zevcesine selâhiyetinin
haddini bildirmek için birdenbire dikildi ve buz kesildi. Yüzünün biraz evvelki
yorgun ve yumuşamış adaleleri gerilmiş ve bir çelikten maske salâbetiyle ruhunu
örtmüştü. Cevap vermedi. Saraya girmek için bir hareket yapacağını ve
ayrılacağını hisseden kadın, ona bir daha sarılmak istemişti, fakat Attilâ’nın
sert elleri onu bileklerinden yakalayarak kollarını ayırdı.
O vakit kadının bütün vücudu isyanla uzamıştı. Öfkesinin
vücudunda tezahürünü kocasına daha iyi gösterebilmek için bir adım geri çekildi
ve bağırmağa cesaret etti:
- Niçin cevap vermiyorsun?
Attilâ, arkasını dönmüş ve saraya doğru yürüyordu. Kerka, bir
geyik sıçrayışıyla sarayın kapısına koştu, kollarını açarak medhali kapadı ve
Attilâ’nın yolunu keserek bağırdı:
- Dur! Bana cevap vermeden yahut cenazemin üstünden yürümeden
geçemezsin!
Attilâ durdu ve zevcesini makul olmağa sevkedecek halim bir
tahakkümle emretti:
- Kerka, çekil!
- Cevap ver!
Attilâ kararını vermek için bir tereddüt lâhzası daha
geçirerek gözlerini önüne eğerken, kadın her cümlesi bir hıçkırıkla mücâdele
eden sözlerini boşalttı:
- Cevap vereceksin. Sana yegâne çocuklarının anası olarak
soruyorum. O çocuklar benden çıktılar ve senin vârisindirler. Yarın bu
topraklara onlar hükmedecekler, onlar senin ismine lâyık bir imparatorluk idare
edecekler... Senin ebediyetin benim karnımdan doğmuştu, sen bana hakaret
etmezsin, sen benim suâlimi cevapsız bırakmazsın. Bana bu cesareti veren gene
sen ve senin bana verdiğin aşktır, onun için yolunu kesiyorum, bana cevap
vermedikçe seni bırakmıyorum... Bana kolunun kuvvetiyle değil, kalbinle hücum
edersen korkarım, yoksa üstüme yürü, etlerimi parçala, kanlı vücudumun üstünden
geç, bundan korkmam, Attilâ! Hunların atnalları altında yüz binlerce insan
parçalandı, hiç birinin mezarı yoktur, onlara acıdığım için onlar gibi ölmekten
korkmuyorum, beni de parçalayabilirsin. Ben yirmi gündür uyku uyumuyorum ve
penceremin önünde senin her sabah ufuklara gidip gelişini seyrediyorum. Yirmi
günde çektiğim azap bir defalık ölümden fazladır.
Attilâ, kımıldamıyordu. Kadın feveranları bitmeden hiç bir
şey söylememek ve hiç bir hareket yapmamak icâbettiğini biliyormuş ki,
zevcesinin içini tamâmiyle boşaltmasını bekledi.
Kadın öyle bir coşkunlukla söylüyordu ki, arada bir cümlesini
bitirmeğe nefesi yetişmiyor ve yüzü kıpkırmızı kesiliyordu:
- Senin ismin o kızın ismiyle bir arada söylenmemelidir;
anasının babasının, milletinin lanetine uğramış bir pespaye sana lâyık mıdır?
Hunların kulaktan kulağa fısıldaştıkları şey hep budur: Attilâ’yı Garbî
Roma’nın bir fahişesi esir ediyor, aslanımızın pençesini söküyor... diyorlar.
Geceleri şu bir karış ötedeki vadiye karanlık basınca, bir çadırdan öteki
çadıra giden şayialar senin ismini küçültüyor... Attilâ! Attilâ’nın karısını
dinle, Attilâ’nın çocuklarının anasına inan! Senin tam eşlerini doğuran kadının
sözlerine kulak ver! Onorya gibi yüz kadın senin sarayında câriye olmuşlardır;
onlar daha güzeldirler, hiç biri ana baba lanetine uğramamış ve zindanlara
tıkılmamıştı Bu deli kızın mâzîsini bilmiyor musun? Babası Plasidi’nin, oğlu
Valantinyen’e söylediğini unuttun mu? «Bir yılan besleyen
aynı meşime-i mâderîde sen nasıl oldu da zehirlenmedin?» dememiş miydi?
Onorya bir kara çıbandır. Hun topraklarına gizli gizli
sokuldu, senin damarlarına akıtacağı zehirle Hunları öldürmek istiyor. Şarkî
Roma suikastçılar gönderirken, Garbî Roma da bir fahişenin eliyle senin
hayatına kasdetmek niyetindedir... Güneşin doğduğu ve battığı cihetlerden şüphe
et, şarkta ve garpta seni öldürmek istiyorlar; Odekon sana nasıl Vijilas’ın
maksadını haber verdiyse, ben de sana Onorya’nın uğursuz niyetini bildiriyorum.
Kendini koru! Güneşin doğduğu yerden geldin ve battığı yere kadar giderek bütün
dünyayı fethedeceksin! Sen Garbî Roma’ya bir damat gibi değil, cihangir olarak
girmelisin!
Kerka’nın nefesi tükendi.
Attilâ, hafifçe başını kaldırarak sordu:
- Söyleyeceklerin bitti mi?
- Bitmedi. Fakat bundan sonrası aşkıma dâirdir. Artık sana
hasretimi, yirmi gündür seni ne kadar özlediğimi söylemek istiyorum. Bu daha
uzun sürer. Haydi bana misafir olarak gel. Attilâm, bugün benim olsun.
Attilâ, ağır ağır yaklaştı ve zevcesini kucaklayarak bir
elini dudaklarına götürdü:
- Şimdi kaabil değil... Yorgunum... Bu gece gelirim! dedi.
Bu vaat kadını tatmin etmişti. Fakat Attilâ’nın eli aşağı
inerken kraliçe, parmağında sarı bir parıltı görerek sıçradı:
- Bu ne?
Kadının gözleri, Attilâ’nın parmağındaki altın halkanın ışıklarıyla
gıdıklanarak büyüyor, kırpılıp açılıyordu. Birdenbire kocasının elini
yakalayarak halkayı gözlerine yaklaştırdı:
- Bu ne? diye tekrar bağırdı.
Attilâ şiddetli bir hareketle silkinerek saraydan içeri
girmek istemişti, fakat kapıyı tutan kadın:
- Öldür beni! diye haykırdı.
Attilâ, en büyük şefkatle en büyük öfkeyi birleştiren sesiyle
ihtar etti:
- Kerka!
Kadın, kanı çekilen yüzünde bir çürük lekesi gibi görünen
uçuk ve titrek dudaklarını ısırdıktan sonra bağırdı:
- Öldür beni, öyle geç!
Attilâ, kraliçeyi iki bileğinden de yakaladı ve şiddetli bir
hareket yapmadan evvel, son defa ihtar ediyormuş gibi, zabtolunmuş bir öfke
ile:
- Kerka, dedi, benim hayatıma karışma, o vakit seni dâima
seveceğim, dâima benim bir tanem ve benim kraliçem olacaksın, benim hayatıma
karışma. Attilâ bir fahişe tanımıyor ve onun zehirlerini yutacak kadar budala
değildir. Korkma! Ben Şark’ı tanırım, çünkü oradan geliyorum; Garb’ı da
tanırım, çünkü oraya gideceğim. Dostumu ve düşmanımı da tanırım ve ikisine
karşı da siperim var: kalbim ve kılıcım! Hayatım emindir. Hiç bir kadın beni
zaferden menetmeye muktedir olmamıştır ve olamaz. Git yat! Güzelce uyu... bu
gece beni bekle!
Kraliçe, Attilâ’nın boynuna atıldı ve hıçkırarak:
- Söyle! Bu halka nedir?... Yoksa uyuyamam, dedi.
Fakat Attilâ, kuvvetli bir hareketle çekilmişti. Kraliçe,
artık bütün kuvveti kesilmeye başlayan parmaklarıyla onun göğsüne tutundu:
- Söyle! diye yalvardı. Hıçkırarak, sordu:
- Ona nişanlandın mı?
Attilâ, kendini güç zabtettiğini sezdiren yutkunmalarla cevap
veriyordu:
- Sus! Çekil! Birdenbire bana fena bir şey yaptırma! Sana
bundan fazla merhamet edemeyeceğimi anlıyorum.
- Söyle! Yalnız bunu söyle! Ona nişanlandın mı?
- Ellerini çek!
Kraliçenin dermanı kesilmiş, vücudu yavaş yavaş düşüyor ve
parmakları Attilâ’nın göğsünden kalçalarına doğru vücudunu tırmalayarak
iniyordu.
Hafif bir sesle:
- Söyle! dedi.
Parmaklar Attilâ’nın dizlerine kadar inmiş ve kadının dizleri
iyice kıvrılarak vücudu yere çökmüştü.
Attilâ çekildi.
Kraliçe baygın, yüzükoyun yere serildi.
Attilâ, batî adımlarla sarayına giriyordu.
Attilâ’nın emriyle sarayın kapısına koşan cariyeler,
kraliçeyi dâiresine götürdüler, yatağına yatırdılar ve başına sirkeli
tülbentler koydular.
Kadın birkaç saat içinde üç dört kerre ayılıp bayıldı, sonra
biraz uyudu ve nihayet yatağında oturarak cariyelere kendisini yalnız
bırakmalarını emretti.
Hava kararıncaya kadar, yatağının ortasında kımıldamadan
oturdu ve etrafındaki eşyadan en büyüklerini bile göremeyecek kadar düşündü.
Attilâ’da bir imparatorluğu idare edecek kudrete mukabil
kendisinde Attilâ’yı idare edecek kudreti buluyordu. Birçok yeni imkânlar
hissettikçe rahatladı ve nihayet kararını verdi.
Başcâriyesini çağırdı:
- Bana Zerkon’u gönder! dedi
Cüce zıplayarak ve horoz sesleri çıkararak odaya girerken
kraliçe yatağından inmiş ve pencere önündeki sedire uzanmıştı.
- Buraya gel! dedi ve cüceyi sedirin üstüne çıkardıktan sonra
ayaklarının dibine oturttu.
Ömründe ilk defa olarak bir kadın vücuduna bu kadar yaklaşan
cücenin vücudu, birdenbire gevşeyerek başı öne doğru sarkıvermiş ve kamburu
havaya doğru fırlayarak sivrilmişti.
Kraliçe, Zerkon’un bir Hindistan cevizinin kılları gibi sert
ve seyrek saçlarının arasına parmaklarını sokarak, nefretini gizlemek için
başını pencereye doğru çevirdi ve söyledi:
- Rahat otur da seninle konuşalım.
Bu sıcak ve yumuşak el temasıyla bütün zekâsı tebahhur eden
cüce, başını kraliçenin ayakları üstüne bırakmış, solumaya başlamıştı.
Kraliçe, Zerkon’un Attilâ ile Onorya’yı kulübede
buluşturduğunu ve her sabah bu telâkkiye delâlet ettiğini biliyordu. Fakat
Hunlar hâkanına, âşıkane bir sadâkatla merbut olan cücenin ağzından lâkırdı
almak hemen hemen imkânsızdı. Bununla beraber, kraliçe emellerine kavuşmak ve
entrikalarını tatbik edebilmek için Zerkon’un yardımına kat’iyen muhtaçtı ve cüceyi
teshîre karar vermişti.
Biliyordu ki Zerkon, Attilâ’nın kardeşi Bleda’nın yanında
soytarı iken, bir gün ağlayarak efendisine çok garip birşey söylemiş:
- Beni evlendir! demişti.
Onun bu arzusu, Bleda’dan başlayarak etrafında herkesi ve
nihayet şayia hâlinde yayılarak bütün Hunları güldürmüştü. Zîra vücudunun hiç
bir cüz’ü beşerî bir mükemmeliyeti hâiz olmayan, kafasının kemiği münkesir
hatlarla dolu, gözlerinin rengi kırmızı bakıra çalan, burnu bir çengel gibi
tersine kıvrılmış, omuzları ve beli olmayan, karnı ile dizleri birbirine
yapışık, yamru yumru, eciş bücüş, yusyuvarlak Zerkon’da cinsî bir ihtiyaç
bulunabileceğine kimse inanmamıştı. Fakat cücenin bu arzusu tâ o vakit
kraliçenin dikkatine çarptı ve zeki kadın bunu hiç unutmadı.
Şimdi, Zerkon’u teshîr edebilmek için onun en derin ve gizli
iştiyakına dokununca, esrarengiz bir yayla harekete gelen masal kapıları gibi,
ruhunda bir çok menfezler açılacağını hissediyordu.
- Zerkon, dedi, iyi kalbli Zerkon! Ben seni evlendirmek
istiyorum!
Kraliçenin titrek, tatlı ve güneşli bir sabah rüzgârı gibi
ılık sesiyle ağzından çıkan bu söz, cüceyi birdenbire öyle bir sıçrattı ki,
bütün vücudu bir an için sedirden ayrıldı ve yerliyerine düştü. Zıplamakta
devam ediyor, garip sesler çıkarıyor ve arada bir başını kraliçenin dizlerine
ve ayaklarına vuruyordu.
Kerka, bir aralık çıplak ayaklarında sıcak bir ıslaklık
hissetti. Zerkon’un ağladığını görünce, cücenin başını tekrar okşamağa başladı:
- Sana cariyelerimden en güzelini vereceğim. Fakat sen de
bana bir hizmet edeceksin.
Zerkon, başını kraliçenin dizlerine sürerek:
- Ölürüm, senin için ölürüm! Ölürüm! diyordu.
Kraliçe, Zerkon’un üstüne eğilerek yavaş yavaş söyledi:
- Öyle ise beni dinle! Sen her sabah, Attilâ’dan bir saat
evvel yola çıkıyorsun ve koşa koşa gidip «O»nu buluyorsun, değil mi?
Zerkon tasdik mânâsına gelen birtakım sesler çıkarıyor ve
ilâve ediyordu:
- Ölürüm, ben senin için ölürüm, ölürüm!
- Peki... «O»nun adı Onorya değil mi? Valantinyen’in
kızkardeşi Onorya!
Cüce, tasdik ediyordu. Kraliçe sordu:
- Söyle bana bakayım... Attilâ onunla ne konuşuyor?
Zerkon, kesik ve kopuk sözleri arasında garip çığlıklar ve
düdük sesleri çıkararak anlatıyordu:
- Şırak... şırak... şırak... Geldi atı Attilâ’nın... Giriyor
içeriye... Pısss... Pıss... Konuşuyorlar ince ince... Du...t...
Parmaklarıyla işaret yaptı:
- Altın... Sarı... Taktı parmağına yüzük...
- Onorya taktı değil mi?
- Onorya.
- Nişanlandılar mı?
Cüce, tasdik ediyordu.
- Onorya ne diyordu?
- Fu...t! dan, dan, dan! Attilâ; dünyayı al, Attilâ şakşuk!
Ben de sana varayım.
- Sen dünyayı zabtedersen ben seninle evlenirim mi dedi?
Cüce tasdik ediyordu.
Cüce Zerkon, soytarılık itiyadıyla, sözlerinin arasına
birtakım mânâsız lâfızlar ve garip sesler karıştırmasına rağmen, kurnaz bir
mahlûktu; zekâsı, dolambaçlı entrika muadelelerini kavramakta emsalsiz bir
kabiliyet gösterdiği için, Attilâ tarafından bâzı siyasî işlerin teferruatında
da onun delâletine müracaat edildiği olurdu. Bunun için, kraliçe de, Onorya’ya
karşı tatbik etmek istediği plânlarda cücenin zekâsını kullanmak istemişti.
Dedi ki:
- Zerkon! Seninle öyle bir şey yapacağız ki, Attilâ bir daha
o kadını göremeyecek.
Cüce sevinçle kahkahalar atıyor ve bu fikri çok beğendiğine
delâlet eden neşeli hareketler yapıyordu.
Kraliçe devam etti:
- Sen hiç duydun mu ki Onorya vaktiyle Cermen şövalyelerinden
biriyle sevişmiş?
Cüce, bir tahatturun parlattığı gözlerle cevap verdi:
- Biliyorum.
- Diyorlar ki, Onorya bu şövalyeden ayrılalı çok olmuş ve bir
daha onunla konuşmamış.
- Evet. Bana... Emretti Attilâ... Konuştum gizlice garptan
gelen casuslarla... Öğrendim ben... Onorya şövalyeden ayrılmış.
- Bunu da bana söylediler. Fakat... Şimdi beni iyi dinle!
Attilâ, bu kadının hâlâ eski sevgilisiyle konuştuğunu öğrenecek olursa çok
öfkelenir, bir daha Onorya’nın yüzüne bakmaz! Öyle değil mi?
Cüce kafasını sallayarak:
- Öyle! Öyle! dedi
Kerka, yüzünde her vakitki saf mânâları değiştiren şeytanî
takallüslerle anlatıyordu:
- Ben sana bir mendil vereceğim. Bunun üstünde o şövalyenin
markası bulunacak. Ben bu markayı cariyelerime gizlice işleteceğim. Sen bu
mendili Attilâ’ya götüreceksin ve ona; «Ben bu mendili kulübede yerde buldum. O
gün Onorya bir de mektup okuyordu. Şüpheye düştüm. Kolculardan tahkikat yaparak
öğrendim ki o sabah siz gittikten sonra şövalye kulübenin penceresine gelerek
bu mendil ile mektubu kıza vermiş ve onu dudaklarından öpmüş.» diyeceksin,
Attilâ bunu duyunca sana yeniden tahkikat yaptıracak. Ne dediğimi anladın ya?
Cüce ellerini çırpıyor, sıçrıyor;
- İyi! İyi! İyi! diyordu.
Kraliçe Zerkon’un elini tutarak devam etti:
- Attilâ seni tahkikata gönderince, biraz dolaştıktan sonra
ona gidip: «Evvelki gece Hun topraklarına kırmızı gömlekli bir atlı girmiş,
ormanlardan geçmiş, bir avcı kulübesinde sabahlamış, öğleye doğru Onorya’nın
kulübesine uğradıktan sonra çıkıp gitmiş.» diyeceksin. Eğer Attilâ: “Bu avcı
kimdir? Getir bana!” diye sorarsa, vaktiyle bizim Erlak’a lalalık eden ihtiyar
Terlâ’yı söyleyeceksin, ben bugün onunla konuşacağım, her şeyi ona anlatacağım,
beni kızı gibi sever, senin söylediklerini o da Attilâ’ya anlatacaktır. İyi mi?
Zerkon, kraliçenin ellerini öperek tekrarlıyordu:
— İyi! İyi! İyi!
Kraliçe, plânının cüce tarafından anlaşılmasına ve
beğenilmesine memnun olarak doğruldu:
- Bundan sonra, güya sen Garplılarla konuşmuş olacaksın ve
Attilâ’ya giderek şöyle söyleyeceksin: “Onorya, Cermen şövalyesine de tıpkı
sana verdiği gibi bir halka vermiş. Ona da: «Eğer Attilâ’yı öldürürsen sana
varırım.» demiş.” diyeceksin. Bunu da anladın mı?
Cücenin bakır renkli gözlerinde şerrâreler göründü; bütün
vücudu kaynıyor, sevincini göstermek için soytarıca hareketler yapmaya
hazırlanıyordu. Onun yerinden fırlayarak yerlerde yuvarlandığını anlayan
kraliçe:
- Dur! dedi. Daha bitmedi. Bu gece, yemekten sonra bana
geleceksin ve markalı mendili alacaksın, anladın mı?
- Evet.
- Sonra, yarın, Attilâ Onorya’dan ayrıldıktan sonra, öğle
vakti mendili ona götüreceksin ve söylediğim sözleri söyleyeceksin. Bunu da
anladın mı?
- Anladım bunu da.
- Ne söyleyeceğini biliyor musun?
- Biliyorum.
- Bir daha anlat bakayım.
Zerkon, markalı mendili kulübede bulduğunu, kolcuların
söylediklerini birer birer Attilâ’ya anlatıyormuş gibi kraliçeye nakletti.
Kerka, gittikçe canlanarak devam etti:
- Sonra Attilâ seni tahkikata gönderirse, ona yeniden neler
söyleyeceğini de biliyorsun değil mi?
Cüce, kendinden emin olarak cevap verdi:
- Biliyorum bunu da.
Ve hiç bir şeyi unutmadığını kraliçeye isbat etti.
Kerka, bunun üzerine sedirden inerek ayağa kalktı ve cüceye
âmirâne bir işaret ederek:
- Pekâlâ! Kalk öyle ise! Şimdilik bu kadar! Eğer dediklerimi
iyi yaparsan seni evlendireceğim.
Zerkon sedirden yere yuvarlanarak, kraliçenin ayakları
dibinde takla atmaya başladı, gene o garip horoz seslerini çıkarıyor ve arada
bir Kerka’nın dizlerini öpüyordu.
Kraliçe Zerkon’un başının yassı tepesine bir fiske vurarak
bağırdı:
- Yeter! Yeter! Dedi. Artık kalk git!
Ve cüce, gerisin geriye kapıya doğru giderek elleriyle
Kerka’ya bûse işaretleri yaparken, artık gülmekten kendini alamayan kraliçe ona
seslendi:
- Hem de sana cariyelerimden en güzelini vereceğim!
Tarihin bütün büyük «aksiyon» adamları gibi Attilâ’nın
iradesi de, karar ve icra safhaları arasında bir saniye tereddüt vakfesi
geçirmeyen, tasavvurlarını imkân oldukça fiil hâline kalbeden ve ekseriya bu
imkânları yaratan en yüksek bir faaliyet derecelerine çıkardı. Bir dakikada
verdiği kararla bütün Hunları istilâlara sevkeden bu adam, suikast meselesinde
de kararını tereddütsüz vermiş ve Orest’le Rustiçyüs’ü çağırarak onlara
emretmişti:
- Derhal Kostantiniyye’ye gitmek için yola çıkacaksınız ve
orada imparator Teodos’a anlatacaksınız ki Attilâ, hayatına kastetmek isteyen
Şarkî Roma başvekili Krizafyüs’ün başını istiyor. Teodos düşünsün. Attilâ’ya bütün
Roma topraklarını yahut Krizafyüs’ün başını verecek. Hangisi onun için daha
kıymetliyse onu muhafaza ve ötekini feda etsin! Hunlara, Konstantiniyye surları
üstüne yürümek emrini verdirip verdirmemek Teodos’un muktedir olduğu bir
keyfiyettir. Roma arazisindeki, Hun hâinlerinin kâffesini teslim etmek
mecburiyeti, hiç münakaşa edilemez. Hâinler listesini kendisine hatırlatınız.
Bu şartlardan herhangi birini reddederse, Attilâ, bütün cihanın gözleri önünde
şunları yapacaktır:
Evvelâ: Roma başelçisi Maksimyen ile diğer elçiler Prisküs ve
Vijilas’ın kafalarını uçuracaktır.
Saniyen: Hun topraklarında bulunan bütün Romalıları ihraç ve
eşyalarını müsadere edecektir.
Sâlisen: Beşyüzbin atlı Teodos’u nişan alarak Kostantiniyye’ye
doğru yürüyecektir.
Orest ve Rustiçyüs Attilâ’nın bu talimatını aldıktan sonra
yola çıktılar.
*
* *
Hun elçilerinin Kostantiniyye’ye vürudları, saray ve hükümet
mahâfilinde büyük merak ve endîşe doğurmuştu, bilhassa kendi elçilerinden bir
haber alamadığı için telâş içinde bulunan İkinci Teodos, Attilâ’nın gönderdiği
adamlara fevkalâde bir hüsnükabul icra edilmesini emretti. Orest’le Rustiçyüs’ü
imparatora âit mükellef köşklerden birinde misafir ettiler ve imparator o gece
şereflerine büyük bir ziyafet verdi.
Sofrada Hun elçilerinin gayet ağır durmalarından ve teşrîfat
hâricinde hiç bir söz söylememelerinden, az şarap içmelerinden, imparator Teodos,
vahim ve tehlikeli bir teklif karşısında kalacağını hissetmişti. Merak
sevkiyle, ziyafetten sonra, elçileri derhal siyasî bir mükâlemeye davet etti.
Geceyarısı, Orest ve Rustiçyüs, imparator sarayının binlerce
âvize ile pırıl pırıl yanan büyük resm-i kabul salonuna alındılar.
İmparator, son derece dostâne ve mültefit bir edâ ile
elçilere dedi ki:
- Attilâ’mızın sıhhat ve afiyette berdevam olduğu müjdesini
tekrar eder misiniz?
Orest imparatora doğru metin bir adım attı, sağ elinin
şahadet parmağıyla havayı yırtarak kolunu yukarı kaldırdı ve Teodos’un en küçük
rütbeli bir memura bile göstermediği, yüksek ve satvetli bir hâkimiyetle
bağırdı:
- Senin de efendin olan efendimiz Attilâ, kendisine
Kostantiniyye’de bir saray hazırlamanı emrediyor. Eğer şartlarını kabul
etmezsen beş yüz bin atlısıyla buraya gelecektir.
Bu emir, başına resm-i kabul salonunun yüksek tavanından ağır
bir cisim hâlinde düşüyormuş gibi, Teodos’u şaşırttı. Elçilerin görebilecekleri
kadar bariz bir ihtilâçla sallanmıştı. Kararsız, mütelevvin, hilekâr, âciz
şahsiyetiyle bütün Roma’nın tereddisine canlı bir timsal olan imparator, cevap
olarak verebilecek bir tek kelime araştırıyor... gözleri, oyuklarında kanatları
yolunmuş haşerât gibi çırpınıyordu. Başını önüne eğdi ve nihayet, korku ile yavaş
yavaş kaldırdı:
- Attilâ eskiden dostlarına karşı bu lisânı istimal etmezdi,
dedi.
İmparatorun yüzünde bu âciz hareketleri gördükçe, başı
salâbetle dikilen Orest cevap verdi:
- Hunların hâkanı dostlarına karşı kullandığı lisânı hiç bir
vakit değiştirmiş değildir; fakat Roma’nın fısk-u fücur ile melûf imparatoru
bilmelidir ki Attilâ, hayatına kasdetmek isteyen bir insanı, dost zannedecek
kadar ne âlicenap, ne de budaladır.
Teodos bahsin dönüp dolaşıp bu mevzua geleceğini tahmin
etmişse de, verilecek hiç bir cevap olmadığı için, bu mükâlemedeki zaafını
başlangıçta hissetmişti. Onun, bütün tavırlarını mecalsiz bırakan zaafı da, bu
tahmininden ileri gelmişti. Yalnız küçük bir ümidi vardı. Nihayet ona sarıldı:
- Ben bunu sonradan haber aldım. Bilmiyordum. Hey’et-i
vükelâyı değiştireceğim. Şimdiden huzurunuzda, Krizafyüs’ün hizmetine nihayet
vereceğim! dedi.
Orest bağırdı:
- Attilâ, onun başını istiyor!
İmparator, gene sallandı. Bu kadarını tahmin etmemişti.
Mamaafih elçilerle herhangi bir münakaşanın, Hun inadını tahrikten başka bir
netice vermeyeceğini bilerek, dâima kullandığı diplomasi lisânıyla cevap verdi:
- Krizafyüs’ün herhangi bir tarzda cezalanmasına muarız
değilim. Attilâ’ya hulûsumu isbâta muktedirim, dedi.
Orest bu cevabın altında gizlenen vesveseyi ve hilekârâne
temayülleri anlamıştı:
- Hayır! dedi, artık Hun kavmi, Kostantiniyye’nin dişi
zekâsiyle oyalanamaz. Teodos unutuyor mu ki Attilâ’nın Anatolyüs’le yaptığı
sulh muahedesinde de bize teslim etmeğe mecbur olduğu hâinlerin adedi 17’den
fazla idi? En aşikâr maddeler üzerinde bile Roma’nın bize ihanetini gördük.
Artık beklemeğe vaktimiz yoktur. Bize derhal başvekilinizin kafası verilecektir
ve Roma arazisinde bulunan bütün hâin vatansızlar iade edilecektir. Attilâ
diyor ki: Teodos düşünsün; Attilâ ya bütün Roma topraklarını yahut Krizafyüs’ün
başını istiyor. Hangisi onun için daha kıymetliyse onu muhafaza ve ötekini feda
etsin. Roma arazisinde bulunan hâinlerin kâffesini teslim etmek hususundaki
mecburiyet de münâkaşa edilemez.
Orest imparatora doğru bir adım daha attı ve yumruğunu
sallayarak:
- Bu şartlardan herhangi birini reddederseniz, bütün cihanın
gözleri önünde şunlar olacaktır: Evvelâ: Bizde bulunan elçilerinizin başlarını
uçuracağız. Saniyen: Hun topraklarında bulunan Romalıların emlâk ve emvallerini
müsadere, kendilerini kovacağız. Sâlisen: Bütün oklarımızla sana ve saltanatına
nişan alacağız. Attilâ’nın fermanı budur.
Teodos artık başının dönmesini hissetmeğe başlamıştı;
istirahata o kadar muhtaç bir hâle gelmişti ki, mükâlemeyi ertesi güne tehir
ettiğini elçilere söylemek cesaretini nefsinde bulmaktan başka, hiç bir şey
istemiyordu.
Yavaş yavaş ayağa kalktı:
- Konuşmak için fena bir saat intihap ettik. Benim uyumak
için itiyâdım olan saati fazlaca tecâvüz etmiş bulunuyoruz. Yarın devam ederiz.
Elçiler, basit bir selâmdan sonra çekildiler. İmparator
dâiresine girerken başında, tam alnının üstünde müthiş bir ağrı hissediyordu ve
anlıyordu ki bu, yıkılan bir saltanatın enkazı altında kalmış felâketzede bir
başın ağrısıdır...
Hun elçilerinin imparatorla mülakatları ertesi gün sarayda
şayi olmuş ve büyük bir heyecan uyandırmıştı. Başvekil derhal saraya geldi ve
Teodos’un huzuruna çıkarak:
- Felâketi haber aldım ve ne yapacağımı şaşırdım, dedi.
İmparatoru da kendisi gibi şaşkın, meyus görünce büsbütün
telâş etti:
- Emrederseniz Roma’yı terkedeyim, hayâtımı kurtarmak için en
büyük fedakârlığa bile hazırım, dedi.
İmparator Krizafyüs’ün firarından doğacak siyasî felâketleri
derhal tasavvur ettiği için:
- Olmaz, cevabını verdi; böyle bir rezalet, bütün devletler
indindeki nüfuz ve itibârımızı kesretmeye, hattâ mahvetmeğe saik olur. Her
zamandan ziyade bugün vazifeniz başında bulunmalısınız.
Başvekil:
- Hayâtım? diye tekrar ediyordu.
İmparator, başını salladı:
- Ben de sizi, sizin kadar düşünüyorum; en büyük düşmanımıza,
en büyük memurumuzun başını vermek şimdiye kadar Garbî ve Şarkî Roma’nın başına
gelmiş bir felâket değildir; tahmin edebilirsiniz ki ben buna kolay kolay razı
olmam. Bugün elçilerle bir mülakatımız daha var. Attilâ’ya arazî olarak, para olarak,
tâvizât olarak birçok fedâkârlıklarda bulunacağım. Gecemi bunları düşünmekle
geçirdim. Attilâ’yı tatmin edebileceğimi ümit ediyorum.
Krizafyüs, imparatorun bu zayıf vaadiyle hiç de müteselli
olmadan saraydan çıktı.
Arkadiyüs’ün vârisi ve “büyük” unvanının sahibi İkinci
Teodos, Şarkî Roma’nın faziletten mahrum ve seyyiât ile âlûde bir sîmâsıydı ve
irâdesinin gevşekliğiyle halk üzerinde bütün nufûzunu kaybetmiş bulunuyordu.
İhtirassız bir adam olduğu için, elliye yaklaştığı halde yüzünde çizgi namına pek
az şey vardı ve onbeş yaşında görünüyordu.
Bâzı meziyetleri yok değildi: İyi eskrim kullanır, ok atar,
ata biner ve avda muvaffakiyet gösterirdi. Bunlardan başka o kadar hüsnühattı
vardı ki, mukarribîni kendisine «Hattat» lakabını takmışlardı ve Avrupa’da bu
unvan ile mâruftu. Ukalâ zevcesi Atenais ile hemşiresi Polşeri’nin telkini
altında iş yapardı.
Bu meseleyi de onlara danıştı. Attilâ’ya birçok tâvizât
vererek, başvekilin hayatını kurtarmasını tavsiye eden de onlardı.
İmparator ikinci defa olarak elçileri huzuruna kabul etti:
- Vaziyeti inceden inceye tedkik ve derpiş ettim, dedi.
Kudretli hâkanınızı bütün taleplerinde ve tekliflerinde haklı buluyorum. Ve
şartlarının hepsini kabul ediyorum. Ancak sizlerden bir ricam var: Hâkanınıza
bildiriniz ki, ben kendisine başvekilimin hayâtından daha kıymetli birçok
şeyler vermeği düşündüm. Eminim ki bu tâvizât Hun kavminin hayatı ve saadeti
namına, bir başvekilin kuru kafasından bin kerre daha kıymetlidir. Milletine
karşı büyük aşkından emin olduğum Attilâ, bu teklifi ciddiyetle mülâhaza ve
memnuniyetle kabul edecektir.
İmparator elçinin yüzüne baktı. Orest’te bir itiraz hareketi
görünmemişti. Teodos cesaretle devam etti:
- Tekliflerimi hülâsa edeyim. Gerek Şarkî Roma imparatoru
muhatabınız İkinci Teodos, gerekse nezdinde tavassutta bulunacağım Garbî Roma
imparatoru Valantinyen bundan böyle, Hunların hâkanı Attilâ’ya İran şahları
gibi en büyük hükümdar nazarıyla bakacaklardır ve bu baptaki hukuk ve merasimi
kabul edeceklerdir. Hâkanınızın evvelce müşavir elçi olarak bizden istediği,
fakat göndermediğimiz Anatolyüs ile Nomos emrine verilecektir. İmparatorluğumuz
bütçesi pek harap bir halde olmakla beraber, başvekilimizin hayâtını muhafaza
endişesiyle büyük bir fidye-i necat îtâsına da âmâde bulunuyoruz. Bütün bu fedâkârlıklarımıza
mukabil Hun hâkanından istirhamımız, nezdinde bulunan sefirlerimizle burada
bulunan başvekilimizin af ve âzât edilmeleridir.
Orest cevap verdi:
- Bu tekliflerinizin Attilâ tarafından nasıl karşılanacağını
bilmemekle beraber bunları hâkanımıza iblâğ etmek vazifemizdir.
Cevap, İmparatoru ve binnetîce bütün saray ve hükümet
erkânını memnun etti. Elçiler imparatorun tekliflerini sâî vâsıtasiyle
Attilâ’ya bildirdiler ve cevap gelinceye kadar Kostantiniyye’de prensler gibi
îzaz ve ikram edilerek beklediler.
Bu intizar esnasında Konstantiniyye, heyecandan
çalkalanıyordu. Halk, hükümet ve saray, menfî bir cevap ihtimâli karşısında
başvekili feda yahut harbi kabûl şekillerinden biri üzerinde şiddetle
münâkaşalara girişmişlerdi.
Nihayet Attilâ’nın cevabı geldi. Hunların hâkanı imparator
Teodos’un bütün fedâkârlıklarını memnuniyetle kabul ediyor, Hun diyarında
mevkuf bulunan Roma elçilerini serbest bırakıyor, hattâ Tuna sahillerinde Roma
ile münâzaalı olan bâzı arazideki hukukundan feragat ediyor, onyedi hâin
dâvasında ısrar etmiyor, fakat kat’iyen ve katıbeten, hattâ bilâ ifâte-i zaman,
Krizafyüs’ün başını istiyor ve bu noktada müzâkereye yanaşmıyordu.
Bu cevabı alan İkinci Teodos aşikâr surette sapsarı
kesilmişti.
- Düşünelim, düşünelim, dedi,
Elçiler memleketlerine döndüler.
450 senesi büyük vekayi ile girdi. Hun orduları takım takım
Tuna sahillerine geliyordu. Ostrogotlar, Jepitler, Heroller gibi tebaadan olan
milletler silâhlanıyorlardı ve bütün Hunların ayaklandığı haberi Avrupa’ya
yayılıyordu
Yalnız Şarkî değil, Garbî Roma imparatorluğunu da endişe
istilâ etmişti. Her iki diyarda da galeyan içinde bulunan milletler, başlarını
havaya kaldırdıkları vakit bütün hayat ve istiklâllerini kaplayan simsiyah bir
bulut görüyorlardı: Attilâ!
Ve nihayet, Attilâ’nın sarayından hareket eden iki elçi,
şarka ve garba doğru yola çıkıyorlardı. Biri Şarkî Roma imparatoru İkinci
Teodos’un, öteki de Garbî Roma imparatoru Valantinyen’in huzuruna aynı gün,
aynı saatta çıktılar ve ikisi de bu hükümdarlara aynı cümleyi söylediler:
- Senin de efendin olan efendimiz Attilâ, burada kendisine
şâhâne bir saray hazırlamanı emrediyor, zira gelecektir.
Kraliçenin Zerkon’a mendili verdiği günün gecesi Attilâ,
saraydaki odasında alçak bir sedire arkaüstü uzanmış, dizlerini dikmiş, tavanda
bir noktaya bakıyor ve arada bir gözlerini yumarak, birkaç dakika, uyur gibi
duruyordu.
Büyük vak’aların ertesi günlerinde ve daha büyük vak’aların
arefelerinde, Attilâ, mâzîyi tahayyül ve atîyi tasavvur için, bu vaziyette,
saatlerce kımıldamadan yatmayı âdet edinmişti. Başvekili, nazırları yahut
müşavirleri huzuruna girdikleri vakit Attilâ’yı ekseriya bu halde bulurlardı.
Hunların hâkanı gerek onları dinlerken, gerekse emirlerini verirken hiç bir
hareket yapmaz ve gözlerini sabit bir noktadan ayırmaz, bazen de uyur gibi görünürdü.
Bu zahirî sükûnuyla, ruhî kudretinin yayını azamî derecede geren ve birdenbire
faaliyete geçince, maniaların üstünden gökyüzüne doğru büyük kavisler çizerek
atlamasını bilen, durup dinlenmeden çalışan ve didinen bu hârikalar adamı, o
gece de yakın bir istikbâle ait mühim tasavvurlar içinde idi. Her geçen saat
muhayyelesinde, Avrupa haritasını yeni bir tahavvüle uğratıyordu.
Baltık denizinden Akdeniz sahillerine ve Boğaziçinden
Cebelitârık’a kadar hayâlen yaptığı seyâhatta, atının nalları altından büyük
arazi parçaları geçiyor ve Avrupa kıtası en yüksek şâhikalariyle uçup
gidiyordu.
Her saniye değişen ve cihangirin muhayyelesinde birbirlerini
fasılasız tâkibeden bu levhaların hepsinde de, sabit ve müşterek bir tek hayâl
vardı: esmer tenli, kurum renginde siyah gözlü ve sık uzun siyah kirpiklerinde
bir ormanın ağaçlıkları arasından görünen uzak bir yangın gibi kudretli ve
ateşîn ruhunun heyecanlı mazarası temâşâ edilen, şehvetli ve cür’etkâr, dâima
büyük şeyler isteyen ve daha büyüğü oldukça ona doymayan, ikballere aç, dilber
ve haris bir kadın hayâli.
Attilâ için zabt ve teshir hedefleri dâima ikiydi: düşman
toprağı ve kadın kalbi. Bütün hayatında bu iki emel daima tev’em olmuştu ve bir
kerre o hedeflere vâsıl olup da saltanatını tesis ettikten sonra, yine yeni
topraklar ve yeni kalbler aramıştı.
Bunun için nazarlarını şarktan ziyade garbe çeviriyor ve
Valantinyen’in taç ve tahtıyla kızkardeşinin kalbini aynı zamanda teshir etmek
istiyordu. Onorya’nın Attilâ nazarında aldığı ehemmiyet ve Attilâ’nın hayatında
işgal ettiği büyük mevki, onun istilâ emelleriyle doğrudan doğruya alâkadar
olmasından dolayı idi.
Attilâ saatlerce o halde kaldı ve saatlerce kolunu bile
kımıldatmadı Kudretlerini tasarruf ve ruhî sükûnunu temin ediyordu.
Birdenbire oda kapısı açıldı, kırmızı kırmızı ve yuvarlak bir
şekil, odanın ortasına kadar gelerek taklalar attı ve haykırdı.
Attilâ, gene hiç kımıldamamış ve sedirin yanına kadar
yuvarlanan Zerkon’un yüzüne bakmamıştı.
Cüce bir sıçrayışta evvelâ sedirin üstüne, sonra da
Attilâ’nın göğsüne çıkıp oturdu. Bu hareketi ekseriya yapar ve hâkanın
itirazına uğramazdı. Bunun için Zerkon, sarayda «en hür ve serbest Hun» diye
mâruftu.
Attilâ’nın çelik göğsü bu yeni sıkleti hissetmemiş gibiydi;
fakat cücenin hâlinde fevkalâde hâdiselere mahsus hassasiyet Attilâ’nın
dikkatini celbetti.
Hunların hâkanı cücenin çukur yanağına dostâne bir şamar
indirerek sordu:
- Anlat bakalım! Sen mühim bir şey söylemek istiyorsun.
Zerkon, markalı mendili çıkararak Attilâ’ya uzattı:
- Hele şuna bir bak! dedi.
Attilâ büyük avucu içinde bir kelebek gibi ezilip büzülen
mendilin markasını tetkik ederek:
- Ne bu? diye sordu.
Zerkon, şımarık iki kahkaha arasında:
- Bil bakayım! dedi.
Attilâ, cüce tarafından imtihana çekilen tahmin kuvvetini
denemekten hoşlanarak, nâ-mer’î bir gülümseyişle cevap verdi:
- Bu, Onorya’mn mendillerinden biri, üstündeki marka da onun
isminin baş harfleri. Fakat bu kadarcık şeyi bilmekten ne çıkar? Sen her halde
bu mendile dâir benden çok şey biliyorsun.
Cüce gözlerini açtı ve mühim bir haber vereceğini efendisine
hissettirdi. Attilâ dinlemeği vâ’detti:
- Söyle bakalım, dedi.
Cüce anlattı ki Onorya gözlerinde şeytanların bakışıyla bu
mendili uzun uzun kokluyor ve öpüyormuş. Cüce bunu gözleriyle görmüş.
Onorya’ya âit en küçük şeye ehemmiyet veren Attilâ:
- Bu mendil ha?!... dedi ve mendile bir daha baktı.
Bu küçük ipek parçasının kıvrımları ve buruşukları arasındaki
esrarı anlamaya çalışan gözlerinde ince bir dikkat parladı.
Cüce gene anlattı ki bu mendil, kulübenin penceresine gelen
bir Cermen şövalyesi tarafından Onorya’ya verilmiştir.
Attilâ, birdenbire doğruldu ve cüce tekerlek vücûduyla evvelâ
sedirin üstüne, oradan da yere yuvarlandı.
Attilâ’nın gözleri büyümüştü:
- Yalansa seni ne yapayım? dedi.
Cüce bir kelime ile cevap verdi:
- Sevme!
- Başka?
- Etlerime çivi mıhla!
- Başka?
- Beni akbabalara ver!
- Peki... Anlat bakalım.
Cüce sedirin yanında yere bağdaş kurdu ve gövdesini sallaya
sallaya bu şövalyenin eskiden Onorya’ya âşık olan ve peşini bırakmayan mahut
Cermen olması lâzım geldiğini söyledi.
Attilâ bağırdı:
- Odur!
Sonra yine eski vaziyetinde uzanarak mırıldandı:
- Herşeyi anlarız. Kaltağı zamparasıyla beraber toprağımızdan
atmakta gecikmeyelim.
Cüce bu mes’eleye dâir bâzı tahkikat yaptığını ve bâzı şeyler
öğrendiğini söyleyince Attilâ, takdirkârâne mırıldandı:
- Aferin!
Cüce, Attilâ’nın kendisini yeniden bir tahkikata memur
etmesini beklemeğe lüzum görmeden, kraliçenin öğrettiklerini birer birer
anlatmağa başlamıştı. Bir gece yarısı, kırmızı gömlekli bir atlının Hun
topraklarına girdiğini, geceyi bir çoban kulübesinde geçirdiğini ve ertesi gün
öğleye doğru Onorya’nın kulübesine girdiğini de söyledi.
Zerkon anlatırken Attilâ yine kımıldamadan dinliyor, fakat
göğsünden iniltiye benzeyen garip hırıltılar çıkıyordu. Birdenbire bağırdı:
- Kim bu çoban?
Zerkon, sedirin kenarından hâkana doğru tırmanarak cevap
verdi:
- Nais ovasında, on beş senedir sürülerinin peşinden
gidemeyen kötürüm bir ihtiyar.
- Adı nedir?
- Adını bilmiyorum, fakat vaktiyle kraliçe hazretlerinin
lalası imiş.
- Bunu kim söyledi?
- Kendisinden öğrendim.
- Kraliçeden mi?
- Hayır, çobandan.
- Demek sen çobanla konuştun?
- Konuştum.
Attilâ kolunu uzatarak cücenin başını okşadı ve acı bir küçük
kahkaha ile:
- Aferin! dedi
Bu nevâzişten azamî cür’ete vasıl olan Zerkon, Attilâ’ya
doğru biraz daha tırmanarak:
- İsterseniz, dedi çobanı buraya getireyim, size herşeyi
anlatsın; bana anlattı.
Bu biraz tehlikeli bir teklifti. Vakıa kraliçe, vaktiyle
lalası olan çobanı ikna edeceğini söylemişse de, henüz çobanla temas etmiş
değildi. Attilâ ânî bir surette çobanı görmek isterse yalan meydana çıkacaktı.
Zerkon hikâyeyi buraya kadar uzatmakla ihtiyatsızlık etmiş bulunuyordu.
Attilâ’nın vereceği cevabı sabırsızlıkla beklemeğe başladı.
Hun hâkanı biraz düşündükten sonra:
- Hacet yok, dedi, çobanı görmekten ne çıkar? Sen görüştün
ya, kâfi! Sen şimdi bir daha anlat bakayım... Şövalyenin kulübe penceresine
geldiğini gözlerinle gördün mü?
- Gördüm. Onorya benim orada olduğumu bilmiyordu. Ben gider
gibi yapmış ve biraz orada kalmıştım. Çalılar arasına gizlenerek onları
gözetledim.
- Evvelâ ne yaptılar?
- Şövalye pencereden bu mendili verdi.
- Sonra?
- Sonra Onorya pencereden başını uzattı.
Zerkon bundan ötesini anlatmaya cesaret edemiyormuş gibi
görünerek durdu. Attilâ bağırdı:
- Anlatsana!
Cüce başını Attilâ’nın vücûduna sürüyor, üst tarafını
anlatmaktan korktuğunu hissettiren hareketler yapıyordu.
Hun hâkanı doğruldu ve cücenin ensesine parmaklarını
geçirerek:
- Haydi, söyle! dedi.
Zerkon can acısıyla bir çığlık kopararak cevap verdi:
- Öpüştüler.
Attilâ, birdenbire olduğu yerden fışkırdı, ayağa kalktı ve
dört büyük adımla odanın bir duvarından ötekine doğru koşarak dolaşmaya
başladı. Vücûdunun hareket hâlinde bulunan her parçasından müthiş bir öfkenin
alevleri dağılıyordu ve topuklarının bastığı yerlerde çukurlar açıldığı
zannedilebilirdi.
Birdenbire cüceye doğru yaklaştı, onu bir eliyle saçlarının
dibinden, öteki eliyle bir kalçasından yakalayarak havaya kaldırdı, bir savuruş
savurdu, oda kapısına doğru bir fırlatış fırlattı ki, havada bir yarım dâire
resmeden Zerkon’un vücûdu, tam kapının eşiğine düştü. Fakat Hunların hâkanı,
öfkesinin bu korkunç tecellîsini görünce, ânî bir merhametle cüceye doğru
koştu, onu yerden kaldırarak sedire taşıdı ve okşadı:
- Canın acıdı mı? diye sordu.
Cüce derhal zıpladı ve Attilâ’nın boynuna sarılarak bir
kahkaha attı:
- Hayır! Kemiğim yok ki.
Bunu o kadar maskaraca ve sâfiyâne söylemişti ki, Attilâ
gülümsedi ve bir emir verdi:
- Haydi, git bana başvekili çağır.
Zerkon, bir iki sıçrayışta odadan çıktı.
Yalnız kalan Attilâ’yı, biraz evvelki öfkesi yeniden
bastırmıştı. Ellerini arkasına koyarak odada heybetli adımlarla dolaşmaya
başladı. Burnundan çıkan sesli nefesler, dişlerinin gıcırtısına karışıyor ve
bir ormanda duyulan meçhul seslerin dehşetini veriyordu.
Başvekil Onejes içeriye girdi ve Attilâ’nın hiç görmediği bu
dehşetli gazap alâimi karşısında gayrı ihtiyarî duraklayarak başını önüne eğdi.
Hâkan, başvekilin karşısında durarak canları ürperten bir
kükreyişle haykırdı:
- Onejes! Roma’ya! Roma’ya! Anladın mı? Roma’ya! Evvelâ garba
doğru! Garba! Şarktan ve garptan bize ihanet var! Şark suikastçılar ve garp
fahişeler gönderiyor! Kostantiniyye’den aldığımız yeni haberler fena! Teodos
erkekliği hacamat edilmiş hadım başvekilinin kafasına âşık. Attilâ’ya karşı hem
suikast tertip, hem de isyan ediyor? Bunlar, Garp’taki Valantinyen’le elele
vermişler, Hunlara pusu kuruyorlar. Teodos’un tertip ettiği suikasttan
Valantinyen’in de haberi var. Dün akşam bir garp casusu tevkif edildi, onun
itirafâtından bîhaber değilsin, bu suikast iki imparatorluğun müşterek
düşüncesidir. Onejes! Hun atlıları, nallarının sesiyle bütün Avrupa’yı
çınlatacaktır. Bir dakika durmayacağız. Bu gece, bütün Tuna boyunda, borular ve
davullar haykırsın: Roma’ya! Evvelâ Garbî Roma’ya! Haydi, bir saniye durma! İş
başına!
Onejes, teşrifattan ziyade korku sevkiyle, yarı beline kadar
eğilerek Attilâ’yı selâmladı ve korkudan ayağa kalkamayarak aynı vaziyette,
rükû hâlinde, gerisin geriye giderek odadan çıktı.
Attilâ kendisini arka üstü sedire attı ve gözlerini yumdu.
Bütün Avrupa gözlerinin önüne geliyor ve kendisinde yüce dağları tekmeleyerek
yıkmak kudretini hissediyordu.
Başvekil gittikten sonra, Attilâ, ellerini başının altına
koyarak gene arka üstü uzandı ve dizlerini dikti.
Onejes’in arkasında duran ve dışarı çıktıktan sonra,
Attilâ’nın gazabına uğramamak için, kamburunu duvara sürterek bir köşeye sinip
oturan cüce Zerkon, başını öne eğmiş, kımıldamıyor, sesini çıkarmıyor, kırık
bir iskemle gibi çarpuk çurpuk duruyordu.
Attilâ, ona bir baktıktan sonra gözlerini yumdu.
Zekâsının en büyük silâhı şüphe idi. Hiç kimseye inanmaz ve
en yakınlarının bile kendisine karşı muhabbet duygularında menfaat saikleri
arardı. Bunun için etrafının tabasbuslarından nefret eder; kendisine en küçük
bir cemîle yapıldığı zaman yine haşin bir bakışla cevap verirdi. İnsanlara
karşı olan itimatsızlığı, kadınlara karşı birkaç misline çıkar ve bu irice
kemikli, yumuşak etli, küçük kafalı mahlûkların, ekseriya hedeflerine desîse
ile vardıklarına zâhip olurdu.
Fitnefücur Zerkon’un kraliçeden öğrenerek Onorya aleyhine
attığı iftiraya Attilâ’nın kolayca inanması, bütün kadınlığa karşı beslediği
itimatsızlığın neticesiydi. Fazla olarak bu haris ve maceraperest kızın Garbî
Roma’daki şöhreti, bir Cermen şövalyesiyle muaşakasının Avrupa’da şuyûu,
aleyhindeki iftiranın hakikatla münasebetini teyit ediyordu.
Attilâ arkası üstü yatarken, Onorya’nın vâ’dettiği saadetin
sukût-ı hayâlini hazmetmeğe çalışıyordu. Birçok defalar, en dilber kadınların
kalbinde uyandırdıkları çıJgın temayüllerle mücadeleye alışmıştı. Sevdiği bir
kadını unutmaya muvaffak olmakla, bütün bir kavmi mağlup etmek arasında hiçbir
şeref ve zafer farkı bulmazdı, her ikisinde de iradenin uğradığı müşkilâtın
aynı kudrette olduğunu hissederdi.
Fakat bu sefer galebe güç görünüyordu, bu sefer Onorya’yı
muhayyelesinden çıkarıp atmak için, eskisinden fazla bir kuvvet sarfetmek lâzım
geldiğini anlıyordu. Bu kız, Hun hâkanının şimdiye kadar tesadüf ettiği bütün
kadınlardan pek farklı idi. Avrupa’nın en kadim ve en yüksek hükümdar ailesine
mensuptu. Son derece mağrur ve ikbalperestti, kanaatın ve tevekkülün ne
olduğunu bilmeyen yüksek ihtirası, ancak en iyi ve en güzel şeyde itminan
arıyordu. Kadınlara mahsus birçok zaaflardan âzâde idi Yüz binlerce insanı
cenklere sürükleyecek, ok yağmurlarını keyifle seyredecek, haykırışları ve
kılıç şakırtılarını musikî gibi dinleyecek ve orduların başında bulunacak
olursa, kiminin kement sallayan pazusuna, kiminin kılıç savuran bileğine kudret
zerkedecek hakîkî bir cengâver meftûniyetini hâizdi. Bu meziyetleri olmasa bile
güzeldi, harikulade güzeldi: siyah uzun saçları, Hunların kementleri gibi
insanları uzaktan yakalıyor, fakat bir kılını boynuna dolamadığı halde
kıskıvrak bağlıyordu. Bu saçların, tüten fakat dumanı göze görünmeyen bir
buhurdan gibi, mestedici, bayıltıcı bir râyihası vardı. Dâima en güzel vaat ile
en korkunç tehdidi bir anda ifâde eden gözleri, bir bakışta galeyan uyandırıyor
ve esmer tenli, kıvrak, şehvetli ve levent vücûdu, her uzvunda namütenahi
lezzetler teksif etmiş görünüyordu.
Bu mahlûk, kızgın bakire vücudu ve coşkun, hırslı ruhuyla
Attilâ’nın yüksek emellerine gıda verebilecek, kudretli ve ateşîn irâdesini
avlayabilecek yegâne kadındı. Kadınların vefasızlıklarını anlar anlamaz onlara
karşı menfî kararını derhal veren büyük hâkan, Onorya’ya karşı müstesna bir
zaaf ve tereddüt hissediyor, fazla azap çekiyordu.
Attilâ, mahir bir zendostun birçok tecrübeleriyle biliyordu
ki, bu türlü fettan kadınların kalblerini şefkat ve nevâzişten daha fazla
kudret ve kuvvetle zabtetmek mümkündür. Fettan bir kadın, hileye ve ihanete en
müsait zabt-u rabt altına alınmadıkça muktedir olabileceği her türlü seyyieyi
irtikâba her zaman amade, âsî bir tebaa, hattâ kavim gibiydi; bu nevi mahlûkat
üzerinde hakîkî hâkimiyeti tesis ettikten sonradır ki, muhabbetlerini veya
alâkalarını kazanmak mümkündür.
Attilâ, Garbî Roma ile muharebesinde galebeden sonra
imparator Valantinyen’den Onorya’yı istemeği sulh şartları meyânında teklif
etmeğe karar verdi ve başını kaldırarak cüceyi aradı.
Arandığını derhal sezmeğe alışmış olan Zerkon, bir köpekten
pek az farkla, efendisinin ayakucuna koşarak yerlerde yuvarlanmaya başladı.
Attilâ onunla konuşabilmek için biraz da insiyakî zannettiği
bu maskaralıkların kendiliğinden bitmesini bekleyerek birşey söylemiyordu,
fakat cücenin soytarılıklarına nihayet vermekte geciktiğini görerek bağırdı:
- Zerkon! Beni dinle!
Cüce derlenip toplanarak ayağa kalktı ve maskaralıktan
ciddiyete birdenbire geçmek hususundaki melekesini de isbat edecek bir
sür’atle:
- Emret! dedi.
Attilâ da sedirden inerek ayağa kalkmıştı ve oldukça mühim
emirler vereceği zamanki heybetli tavrıyla söyledi:
- Ben bu sabah Onorya’ya gitmeyeceğim ve bir daha onu
görmeyeceğim. Sen yarın, benim ona her sabah gittiğim saatta kulübesine
gideceksin. İyi dinle! Benim tarafımdan ona söylemeğe mecbur olduğun sözler pek
mühimdir. Bir kelimesini unutur, eksik yahut da yanlış söylersen istediğim
olmaz, onun için kulak ver!
Cüce, sedirin üstüne bir sıçrayışta çıkarak kulağını
Attilâ’nın yüzüne yanaştırdı.
Hun hâkanı her kelimeyi teker teker, ağır ağır söylüyordu:
- Ona, benim tarafımdan, diyeceksin ki: «Attilâ seni
kadınların en yükseği zannediyor.» Sonra diyeceksin ki: «Attilâ seni kadınların
en güzeli zannediyor.». Sonra diyeceksin ki: «Fakat Attilâ senin kalbinden,
Attilâ senin aşkından emin değildir.» Sonra diyeceksin ki: «Zîra sen Attilâ’dan
başka birini de düşünüyorsun.». Şövalyeye, mendile falan dâir hiçbirşey
söylemeyeceksin. O sana korku ile ve hayretle bakacaktır. Korku ile, çünkü
benim bunu bildiğimden endîşe edecektir, hayretle, benim bunu nasıl bildiğimi
düşünecektir. Sen, bu korku ve hayret karşısında son sözü tekrar edeceksin,
diyeceksin ki: «Zira sen Attilâ’dan başka birini de düşünüyorsun.» O belki
inkâra başlayacaktır, fakat sen hiç münakaşa etmeyeceksin. Son söz olarak
diyeceksin ki: «Hun atlıları seni istediğin yere, memleketine veya başka yere
kadar götürecekler ve sana bir kraliçe gibi hürmet edeceklerdir. Fakat
Attilâ’nın seni sevdiği ve senin yalanlarına inandığı bu topraklarda kalamazsın.
Belki o, bir gün seni bulacaktır.» Anladın mı?
Zerkon, bütün emellerinin sesi ve dili addederek dinlediği bu
talimata azamî dikkatini sarfetmiş olduğu için nefsine en kat’î bir itimatla
cevap verdi:
- Anladım.
Fakat Attilâ, cücenin her cümleyi aklında tuttuğuna emin
olmadığı için:
- Söylediklerimi tekrar et bakayım, dedi.
Zerkon, birer birer, hiçbir kelimeyi unutmadan, hiçbir
kelimeyi takdim ve tehir etmeden; Attilâ tarafından Onorya’ya söylenecek bütün
cümleleri aynen tekrar etti.
Hunların hâkanı bu hafıza mükemmeliyetine hayran olmaktan
kendini alamadı ve cüceyi birdenbire kucaklıyarak:
- Aferin! dedi. Beni iyi dinlediğini görüyorum, sana bir
mükâfat vermek isterdim ama ne yapayım ki soytarıdan başka birşey olamazsın ve
rütben yoktur. Ancak seni eskisinden daha fazla sevmeğe muktedirim.
Zerkon, hâkanın bu iltifatlarına mukabil onun dizlerini
öpüyordu. Attilâ cücenin başını kaldırarak:
- Haydi git, Onejes’e benim tarafımdan emret, sana çok mahir
ve çok namuslu iki atlı versin, onlarla yola çık ve kulübeye git, zira
Onorya’yı topraklarımızdan harice götürecek olanlar, bu atlılardır.
Zerkon artık bütün soytarılıklarını terkederek en ciddî
tavırlarıyla odadan çıktı, bununla beraber insanlara benzeyişi eskisinden fazla
değildi
Zerkon Attilâ’nın yanından ayrılınca Onorya’ya gitmeden evvel
kraliçeye müjdesini vermek istedi ve dâiresine girdi.
Kerka, uyanıktı ve yatak odasında, gecelerden beri
uykusuzluktan beyazlaşmış yüzünü eğerek iş işliyordu.
Cüce odadan içeriye bir kahkaha bombardımanıyla ve
sıçrayarak, haykırarak, zıplayarak girdi. Kraliçeye doğru atıldı ve ellerini
ayaklarını öpmeğe başladı. Evvelâ hiç bir şey söylemiyor ve sevincinin bu
mecnûnâne tezâhürleriyle kadına saadetini hissettirmeğe çalışıyordu.
Kraliçe elinden işini attı ve cücenin hezeyanlarına bir
nihayet vermesini bekleyerek, dikkatli ve nafiz gözleriyle onun hareketlerini
bir müddet tedkik etti. Fakat, Zerkon’un kendine gelmesi için fazla
bekleneceğini anlayınca, yanaklarına birer küçük tokat vurarak hem kaşlarım
çattı, hem de tebessüm ederek sordu:
- Ne var? İyi haber mi getiriyorsun?
Cüce doğruldu ve bağırdı:
- Müjde! Müjde! Müjde!
Kraliçe Zerkon’u yanıbaşına oturtarak bir kulağını tuttu ve
soytarının lâkırdı söylerken mevzu hâricinde münasebetsiz yollara sapıtmaması
için bu garip şekilli et parçasını bir dizgin gibi kullanmak istedi:
- Haydi, gevezeliği bırak da anlat! dedi ve Zerkon’un
kulağını çekti.
Cüce, Attilâ ile konuştuklarını anlattı.
Kraliçenin benzine kan geliyordu.
Cüce Attilâ’nın öfkesini, Onejes’e verdiği harb emrini
anlattı.
Kraliçe bir genç kız gibi güzelleşiyordu Cüce, Attilâ’nın
kendisine verdiği emri, yani Onorya’nın iki atlı refakatinde Hun topraklarından
çıkarılıp atılacağını da anlatınca, kraliçe, sevinçten göğsünün içinde bir
fişek patlamış gibi yerinden bir sıçrayış sıçradı ve cücenin omuzlarını
yakalayarak onu arka üstü yatırdı, vücûdunu çamaşır gibi ovalayarak,
çitileyerek, mıncıklayarak bağırdı:
- Sahi mi söylüyorsun, Zerkon, sâhi mi söylüyorsun?
Cüce, yemin ediyordu.
Kraliçe, Zerkon’u muhabbetle tokatlayarak:
- Sana ben ne yapmalıyım ki borcumu ödeyeyim? Bütün
cariyelerim senin olsun, bütün mücevherlerim senin olsun, beğendiğini al,
istersen hepsini al! Bana Attilâ’mı kazandırdın, Attilâ’m cihana değer! diye
bağırıyor ve müjdeyi cücenin ağzından bir daha, bir daha işitmek için
soruyordu:
- Sen Onorya’yı iki atlıyla topraklarımızdan çıkaracaksın ha?
- Evet, evet!
- Attilâ ona «fahişe» diyor ha?..
- Evet, evet!
- Attilâ ondan nefret ediyor ha?...
- Evet, evet!
Onlar böyle konuşurlarken içeriye pürtelâş, koşa koşa bir
câriye girerek kollarını ileri uzattı ve bağırdı:
- Attilâ geliyor!
Kraliçe yerinden fırlayarak etrafına bakındı:
- Nerede?
- Sofada!
Kerka, ayak seslerini duyuyordu; Attilâ’nın cüceyi orada
görmesinin felâket olduğunu hissederek Zerkon’a doğru koştu, onu kucaklayarak
havaya kaldırdı, elbise dolabına soktu:
- Kımıldama, ses çıkarma! dedi.
Dolabın önünden henüz çekilmişti ki Attilâ içeri giriyor ve
kollarını açarak:
- İşte geldim! dedikten sonra kraliçeyi kucaklıyordu.
Bu derâğuş uzun sürdü. Kadın mahzun bir sesle:
- Attilâm! Attilâm! diye tekrar ediyor ve kocasını sedire
götürüyordu.
Attilâ’nın gözlerine baktığı vakit anladığı pek çok şey
vardı. Hunların hâkanı kraliçesine karşı mahcuptu; Hunların hâkanı vicdan azabı
çekiyordu; yalancı bir fahişeyi bu melek kadına tercih etmenin cezasını çekmiş
bir günahkâr erkek haliyle zevcesini kucaklıyordu...
- Benim bir tanem, benim bir tanem! diyordu.
Sevişmeleri saatlerce sürdü.
Sabah oluyordu.
Fecrin mavi ışığı, pencerelerden bir buhar gibi sinsi bir
intişar ile odaya doluyor, havaya ve eşyanın üstüne yayılıyor, kraliçenin
yorgun çıplak vücûduna değince, suya tahavvül etmiş gibi güzel etini
ıslatıyordu.
Attilâ, karısının ellerini tutarak:
- Dâima bir tânemsin! dedi.
Kraliçe doğruldu ve gözlerinde şüphe ile ümidi birleştiren
tatlı bir bakış yaratarak sordu:
- Öyle mi?
Attilâ tekrar etti:
- Dâima bir tânemsin!
Kraliçe, başını yana doğru eğerek, tam bir masum görünüşüyle
ve güzel tebessümüyle mırıldandı:
- Şimdi buna inanıyorum ama...
Kerka’nın bu hâli, Attilâ’nın hoşuna gitti:
Hunların hâkanı, en itimat verici, en hakikî ve samimi
tavrıyla Kerka’nın üstüne eğilerek, ince bir nevâzişten sonra:
- Emin ol! dedi.
Sonra daha kat’î ilâve etti:
- Emin ol! Bundan sonra hiç muazzeb olmayacaksın!
Ve zevcesinin gözlerinin içinde, uykusuz gecelerin
karanlıklarından parça parça kalmış ve kat kat yığılmış siyah lekeleri görerek:
- Artık, dedi, rahat uyuyacaksın, emin ol!.. Her tehlike
geçti, ben herşeyi anladım, ben kolay aldatılmam... Niçin bana emniyet etmedin?
Kraliçenin gözleri doldu:
- Korktum, korktum... dedi.
Benzinden kan çekiliyor ve geçirdiği cehennemî gecelerin
bütün azaplarını, belki saniyelerine kadar hatırlıyordu. Tekrar etti:
- Bilsen neler çektim, neler çektim?...
Fazla bir şey söyleyemeden, başını yastığa gömdü ve sarsılmayarak
için için ince ve mes’ut hıçkırıklarla ağlamağa başladı.
Attilâ hareketsiz duruyor ve bu kadını anlıyordu, çok iyi
anlıyordu. Saçlarını okşadı:
- Benim bir tanem, benim bir tanem! diyordu.
*
* *
Onorya, kulübesinin penceresine dirseğini dayamış, Attilâ’yı
bekliyordu, henüz doğan güneş genç kadının yüzünde sabırsızlık ve endişenin
çizdiği çizgiler etrafına, pembe ışık huzmeleri sıvıyordu. Attilâ bu sabah
gecikmiş, birgün evvelkinden fazla gecikmişti.
Onorya’nın gözleri, yeni doğan güneşle benzine kan gelmiş bir
nekahat hastasına benzeyen ufukta idi; henüz bir kısmı görünen güneşin yarım
dairesi önünde, birdenbire ufkun arkasından çıkıverecek zannettiği Attilâ’nın
gölgesini bekliyordu.
Şiddetli ihtirasıyla, Attilâ’ya geciktiği saniyeleri bile
affetmiyor, arada bir, kin, isyan duygularının tazyikiyle şişen göğsüne avucunu
bastırarak, sinirlerinin muvazenesini bulabilmek için başını silkeliyordu.
Bâzan da pencere kenarına parmaklarını geçiriyor, tahtayı sıkıyor, dudaklarını
kemiriyor ve tırnaklarıyla dudaklarının acısını duymaz oluyordu.
Birdenbire ufukta bir yerine üç atlı göründü. Onorya sıçradı.
Kalbine bir bıçak ucunun girmesiyle çıkması bir olmuş gibiydi. Üç atlı ona fena
bir his verdi.
Yerinden fırlamış ve kulübe kapısına koşmuştu.
Atlılar yaklaşınca Onorya farketti ki bunların içinde Attilâ
yoktu; zira herhangi bir Hun’la Attilâ’nın ata binişleri arasındaki fark
uzaklardan bile anlaşılırdı.
Onorya’nın kararan gözlerinde birdenbire güneş, atlılar, ova
simsiyah kesilerek, yekpare bir zift külçesi hâlinde birbirlerine karıştılar.
Elini göğsüne basarak arkasını kulübeye dayadı. Atlılar iyice
yaklaştılar.
Onorya, bunların içinde yalnız Zerkon’u tanımıştı.
Cüce, yanındakilerden biri tarafından attan indirilip de
Onorya’ya doğru yürürken genç kadın bağırıyordu:
- O nerede? Hasta mı?
Cüce, gözlerini teker teker kapayarak, yanaklarını şişirip
söndürerek, mânâsı anlaşılmayan bir sürü işaretler yapıyordu.
Kadın, derhal kulübeye girdi ve cüceye:
- Gel, dedi.
Odada yalnız kalınca, Zerkon’un yüzündeki hareketler kesildi
ve bütün görünüşüne, ciddî bir vazifeye memur olduğunu anlatan garip bir
sertlik hâkim oldu.
Onorya dimdikti. Kulakları cücenin dudaklarından çıkacak ilk
sesi kapmak için aç bir adamın ağzı kadar hassastı.
Zerkon, Attilâ’nın öğrettiği cümleleri birer birer söylemeğe
başladı:
- Attilâ seni kadınların en güzeli zannediyor.
Bu cümlenin hangi neticeye mukaddeme olduğunu anlamadığı için
şaşıran Onorya, bir suale hazırlanırken, Zerkon devam etti:
- Attilâ seni kadınların en güzeli zannediyor.
Onorya, cücenin vahim ve ciddî tavırlarıyla bu sözleri
arasında hiçbir münasebet göremeyerek:
- Ey?.. Çabuk söyle! diye bağırdı.
Cüce devam etti:
- Fakat Attilâ senin kalbinden, Attilâ senin aşkından emin
değildir. Zira sen Attilâ’dan başka birini de düşünüyorsun.
Onorya, birdenbire, üstüne hücum eden bir insanı iter gibi
kollarını ileri uzatarak haykırdı:
- İftira! İftira! Ben Attilâ’dan başka hiçbir kimseyi
düşünmüyorum. İftira ediyorlar; Hunların hâkanını aldatıyorlar! Nifak
sokuyorlar! Yalan, yalan, yalan!
O kadar şiddetle bağırıyordu ki, boynunun damarları kabararak
yüzü kıpkırmızı kesilmişti.
Cüce başını eğiyordu.
Onorya’nın kolları, omuz mafsallarından çıkmış gibi, ansızın
yanlarına düştü. Yüzünün kanı çekilmiş ve rengi uçmuştu.
Bir iki adım yürüdü ve kendini sedire attı. Boğulacak gibi
oluyordu. Çırpındı, çırpındı, sonra hareketsiz kaldı.
Ona limon ve su yetiştirdiler.
Kendine gelince etrafına bakındı, kuvvetini topladı,
doğruldu, sonra gayet metin bir sesle cüceye emretti:
- Devam et! Sonra?...
Cüce, tereddüt ediyordu.
Onorya başını yükselterek:
- Haydi, korkma! diye bağırdı, sabırla seni dinleyeceğim,
başka ne dedi?
Onorya’nın tavrındaki azamet ve necâbet, odaya sonradan gelen
iki genç Hun’un gözlerinde büyük bir hayret uyandırıyordu
Cüce devam etti:
- Bu Hun atlıları seni istediğin yere, memleketine, yahut
başka yere götürecekler, sana bir kraliçe gibi hürmet edeceklerdir. Fakat
Attilâ’nın seni sevdiği ve senin yalanlarına inandığı bu topraklarda
kalamazsın, belki o, bir gün seni bulacaktır.
Zerkon’un her cümlesinde Onorya’nın bütün vücûdu bir derece
daha geriliyor ve gözbebekleri büyüyordu. Cüce sözünü bitirince Onorya’nın başı
biraz daha yükseldi ve metin sesi çıktı:
- Pekâlâ! Attilâ’ya bir iftiraya uğradığımı isbat edeceğim.
Bu cevabından sonra vücudu ansızın gevşemişti. Odadakilerin
hepsine tatlı bir sesle emretti:
- Siz dışarı çıkınız, ben biraz istirahat edeceğim.
Odadakiler çıktılar. Onorya arka üstü uzanarak derin bir
nefes aldı, içinde büyük bir mücadeleye hazırlanmaktan gelen yeni kudret,
ızdırabına galebe çalıyor ve ağlamasına mâni oluyordu.
Bütün hayatında her ızdırap, bu cidalci mahlûk için büyük bir
kudret menbâı olmuştu; bunun için ağlamamaya; kimseye derdini açmamaya
alışmıştı ve onun bütün şahsiyetine asalet veren seciye de, bir prenses unvanı
taşımasından ziyade, bu idi.
Bir rakîbesi tarafından uydurulduğuna emin olduğu bu iftirayı
meydana çıkarmak için hatırına bir sürü çareler geliyor ve onu beğenmek
müşkilâtı içinde bırakıyordu.
Nihayet yerinden kalktı ve seyahat eşyasını derleyip
toplamaya başladı.
Hunlardan biri ata bindi ve Onorya’yı da hayvanın terkesine
oturttu. Öteki Hun da Onorya’nın eşyalarını atının üstüne yüklemiş, böylece üç
yolcu, iki hayvan üstünde yola çıkmışlardı.
Kulübede vazifesi biten cüce Zerkon saraya döndü.
Onorya’yı hayvanına alan Hun, hareketten evvel başını
arkasına çevirerek sormuştu:
- Prenses hazretleri ne tarafa teşrif etmek arzusundadırlar?
- Hududa!
Hayvanlar birdenbire dürtnala ileri atıldılar. Onorya Hun
süvarisine, kollarının bütün vüs’atiyle sarılmıştı. Güneş ovanın üstünde
yükseliyordu. Çadırlar ve tek katlı Hun evleri arasından geçerek şehirden
uzaklaştılar Bununla beraber, şehir hâricinde bile hummalı bir faaliyet
görülüyordu... Hunlar oraya buraya koşuşuyor, haykırışıyor, eşyalar taşıyor ve
ailelerini arabalar içindeki seyyar evlere yerleştiriyorlardı. Bütün ova, bir
yangın veya zelzele âfetzedeleriyle dolmuş gibi, çocuklardan ihtiyarlara ve
tencerelerden şiltelere varıncaya kadar insanların ve eşyanın perakende,
darmadağınık bir meşheri hâlinde idi. Çocuklarını emziren analardan başka bir
kişi bile yerinde durmuyor, oturmuyordu. Çocuklar ve ihtiyarlar bile
çalışıyorlardı.
Bu coşkun faaliyet manzarası Onorya’yı hayran etmişti.
- Ne var?... Bu kıyam nedir? diye sordu.
Hun, gururla cevap verdi:
- Harb var!
Onorya bunu yeni öğreniyordu; Attilâ’nın yeni bir harbe
girmek istemesi, birdenbire muhayyelesini öyle şiddetli tahrik etmişti ki, buna
dâir üstüste birçok sualler sordu, fakat hiçbirine cevap alamadı. Hun süvarisi
kat’î ve nâzik bir tek cevap vermişti.
- Prenses hazretlerine harbe dâir izahat vermeğe mezun
değiliz.
Onorya sesini çıkarmadı. Artık yeknasak bir manzara hâlini
alan bu harb istihzârâtı faaliyetinden gözlerini ayırarak ufuklara bakmaya ve
yeni hayalleriyle semânın parlak renklerini karıştırmağa başladı.
Nihayet ova tenhalaşıyordu. Dört saat kadar at üstünde
gittiler. Onorya, yorulmuş gibi, Hun süvarisine biraz daha sarıldı ve
bacaklarını erkeğin kalçalarına yapıştırarak başını da süvarinin omuzuna
bıraktı.
Bu üç yumuşak ve hararetli temas, Hun süvarisinin kanını
damarlarında bir yıldırım hızıyla cevelân ettirmeğe başlamıştı. Bütün uzviyeti
kudurdu ve sinirlerinin âni bir tenbihiyle kunduralarının tahta ökçelerini atın
karnına bütün şiddetiyle vurdu
Bu süvari genç bir adamdı; bunun için Onorya’yı kendi hayvanına
almış ve eşyaları yaşlı olan arkadaşının atına yükletmişti.
Hayvan şaha kalktıkça, genç Hun süvarisi, kürek kemiklerinin
üstüne lâstikî bir kadın göğsünün ezilip şişmesini hissediyor ve sırtının
mesammeleri arasından vücuduna sıcak bir lezzet doluyordu.
Onorya, bir aralık, tatlı, âdeta âşıkane bir sesle:
- Süvari! dedi.
Genç Hun başını arkaya çevirdiği vakit, Onorya’nın fettan
gözlerinin süzüldüğünü, çehresini baygın bir sis kapladığını gördü. Fevkalâde
hürmetkârâne:
- Emrediniz, prensesim! dedi.
Onorya başını tekrar süvarinin omuzuna koyarak, hafifçe
gözlerini yumdu, incecik bir sesle:
- Yoruldum! dedi.
- Emredersiniz inelim, şu ağaç altında biraz istirahat
buyurunuz.
Geniş bir ağacın önünde hayvanlardan indiler. Genç süvari
arkadaşına dedi ki:
- Hayvanları şu gölgeliğe götür de onlar da biraz
dinlensinler.
Öteki süvari hayvanları alarak uzaklaşmıştı. Genç Hun’la
Onorya ağacın altına oturduiar.
Onorya başını yana eğerek, yorgun ve melûl bir tavırla
mırıldandı:
- Çok yorgunum. Ben dün gece de uyumamıştım.
Süvari, dizini göstererek cevap verdi:
- Başınızı buraya koyunuz ve uyuyunuz.
Onorya otların üzerine uzanarak başını süvarinin dizi üstüne
koydu. Fakat rahat etmemiş görünüyordu. Bir iki defa döndü, vücudunu Hun’un
kucağına çıkarmak için bir hareket yapınca, süvari:
- Kucağımda uyuyunuz! dedi.
Onorya’yı kucağına aldı ve güzel başını kolunun içine
yerleştirerek sordu:
- Rahat mısınız?
- Teşekkür ederim.
Onorya derhal gözlerini yumdu. Hayvanın üstünde sinirleri ve
adaleleri gerilmiş vücudu, Hun’un kucağında birdenbire gevşemişti. Yanaklarına
hafif bir pembe renk doluyor, göğsü titriyerek inip kalkıyordu.
Çabucak uyudu.
Süvari gözlerini bir lâhza Onorya’nın güzel yüzünden
ayırmıyordu. Bir anda, bir anda Garbî Roma’nın esmer tenli ve kurum gözlü,
çılgın ve çıldırtıcı, eşsiz güzeli için hayatını derhal feda edebileceğini
hissetti. Bu kadının peşinden ve bu kadınla beraber Garbî Roma’ya kadar
gidebileceğini, Hun topraklarındaki bütün rabıtalarını, malını, ailesini ve
çocuklarını bile bırakabileceğini hissetti.
Onorya’nın üstüne doğru eğildi. Bu kızgın ve dinç taze kadın
vücudundan, vahşi çiçeklerin hulâsalarına benzeyen, gayet tatlı ve zehirli bir
râyiha ile dolu, sıcak bir tütsü yükseliyordu.
Hun süvarisi dudaklarını Onorya’nın yüzüne doğru bir
santimetreye kadar yaklaştırarak durdu. Hafif bir bûse kondurmak istiyordu.
Fakat prensesin uyanmasından korktu. Kadının bir isyanı, hattâ Attilâ’ya
şikâyeti, süvariyi bir bûse yüzünden mahvedebilirdi. Bununla beraber kararını
verdi ve dudaklarının ucunu prensesin yanağına değdirdi. Artık dudaklarını geri
çekmeğe muktedir olamamıştı. Kızgın vücudun bayıltıcı râyihasını pek yakından
duyarak birdenbire sersemlemişti.
Onorya gözlerini açtı.
Süvari, birdenbire başını kaldırdı ve kıpkırmızı kesildi.
Fakat bu dehşetli korkusu, aynı zamanda büyük bir sevince istihale etmişti.
Zira Onorya, gülümsüyordu.
Bu tebessüm bir «af» mıydı? «Teşvik» miydi?
Süvari tereddüt ettiği için bûsesini tekrar etmekte bir lâhza
geç kaldı, fakat kalbinde tehlikeli bir çarpıntı hissettiği için büyük azabına
mukavemet edemeden bir daha eğildi ve bu sefer Onorya’nın dudaklarına
dudaklarını kondurdu.
Onorya birdenbire başını geriye çekmişti, fakat hem kaşlarını
çatıyor, hem de gülümsüyordu. Gözlerinde aynı zamanda hem tehdit, hem teşvik
vardı.
- İstediklerimi yaparsanız... diye mırıldandı.
Hun süvarisi kanının bütün şiddetiyle cevap verdi:
- Köleniz olacağım. Bütün hayatım sizindir. Yalnız sizin için
yaşayacağım ve her arzunuzu yerine getireceğim, dedi.
Onorya vücudunu genç süvariden ayırarak onunla yüz yüze ve
göz göze geldi; bir elini Hun’un omuzuna koyarak, resmiyetten dostluğa
geçmesini bilen hassas bir kadın mülâyemetiyle dedi ki:
- Beni dinle. Artık arkadaşız. Benim sana ihtiyacım var.
Evvelâ sana yemin ederim ki, ben Attilâ aleyhinde hiç bir fikir beslemiyorum ve
onun saadetine çalışıyorum. Şimdi, sana tamamiyle emniyet etmediğim için
düşündüğüm ve yapmak istediğim şeyleri söylemeyeceğim. Fakat, sen arkadaşınla
beni hududa kadar götürdükten sonra orada bırakıp Hun karargâhına ve Attilâ’nın
yanına döneceksin. Ona vazifeni yaptığını söyledikten sonra tekrar gizlice ata
binerek hududa, beni bıraktığın noktaya geleceksin. Ben seni orada bekleyeceğim
ve eğer gelirsen o zaman sana ne düşündüğümü, ne yapmak istediğimi anlatacağım.
Nasıl? Bu söylediğimi yapar mısın? Attilâ’nın sarayına gidip rapor verdikten
sonra gizlice hududa dönebilir misin? Evvelâ buna cevap ver!
Hun süvarisi, gözlerinde, ateşini en büyük arzulardan alarak
alevlenen meş’alelerle cevap verdi:
- Elbette! dedi. İstediğiniz vakit, istediğiniz yere kimsenin
haberi olmadan gelirim.
- Zannettiğiniz kadar serbest misiniz? Şimdi harb hazırlığı
var. Size mühim ve ânî bir vazîfe vermesinler?
Genç Hun süvarisi başıyla bir ret hareketi yaparak:
- Hayır, hayır! dedi. Benim vazifem sekiz gün sonra başlıyor.
Ben serdarlıktan talimatımı aldım. O vakte kadar oldukça serbestim ve sizin
yanınıza gelebilirim.
Onorya, bu cevaba karşı sevincini gösterdi:
- Bu âlâ, dedi. Çünki ben vazifenizi terketmenizi, benim için
memleketinizi ihmal etmenizi istemem. Hun ordusu sizin gibi genç ve mahir bir
süvariden mahrum kalmamalıdır. Ben Hunların en samimî dostlarından biriyim.
Onorya’nın bu son sözleri ne kadar doğru, yahut yanlış olursa
olsun, Hun süvarisinin âşıkane ve şehevî arzûlarıyla vatanperverâne ve millî
duyguları arasındaki tenakuzu izâleye çalıştığı muhakkaktı. Nitekim genç Hun bu
sözlerden o derece memnun oldu ki, Onorya’nın eteklerini öptü:
- Siz çok ulvîsiniz! dedi.
Bunun gibi, ihtirasını ifşa eden daha birçok şeyler söyledi.
Onorya gülümseyerek dinliyordu. Fakat uzaktan öteki Hun gözüktü. Ve biraz
ihtiyatla onlara doğru ilerliyordu.
Onbeş dakika kadar sonra tekrar hayvanlarına binerek yola
çıktılar. Akşama doğru gene tenha bir yerde atlarından inerek üçü birden
kahvaltıya benzer muhtasar bir yemek yemişlerdi.
Bütün gece, küçük şehirlerden ve kasabalardan geçerek nihayet
bir yaylaya geldiler. Her yüz adımda bir tek başına kulübelerden mürekkep
nihayetsiz bir hatt-ı müstakim hududu iş’ar ediyordu.
Atlılar hududa geldikleri vakit sabah oluyordu. Hun
nöbetçileri ucunda kemikten oklar bulunan kargılarla süvarileri durdurdular.
Genç Hun, milletinin diliyle Attilâ’nın emirlerini anlattı ve
nöbetçiler çekildiler.
Yayla huduttan sonra da devam ediyordu. Atlılar bir saat
kadar ilerledikten sonra bir ormana girdiler. Bu, vahşî güllerle kararmış orman
yolunda, Onorya süvarinin kulağına eğilerek:
- Beni burada bırak! dedi.
Genç Hun atını durdurdu, fakat itiraz ediyordu:
- Burada, yalnız başına, bir gün bir gece nasıl beklersin?
Hiç olmazsa şehre yakın bir yere gidelim.
Onorya’nın gözlerinde erkeklere gıpta veren bir cür’et vardı:
- Hayır, hayır; dedi; ben vahşî ormanları severim. Memlekette
de tek başıma onların arasında dolaşır ve ailemden uzaklaşırdım. Hiç korkma,
seni şu ağacın altında bekleyeceğim.
Teklifinde o kadar ısrar etti ve nefsine o kadar itimadı
vardı ki genç süvari münakaşa etmeyerek yere atladı ve Onorya’yı kucaklayarak
indirdi.
Arkadan gelen öteki Hun süvarisi de hayretle sormuştu:
- Bu vahşî ormanda mı kalıyorsunuz?
Onorya bir tebessümle cevap verdi:
- Evet. Beni hiç merak etmeyiniz. Ben orman yollarını
bilirim.
Yaşlı Hun süvarisi şaşkınlık içinde kalmış, fakat prensesin
arzularına tâbi olmak emrini aldığı için, fazla birşey sormamıştı. Onorya’nın
eşyasını hayvandan indirerek istediği ağacın altına yerleştirdi.
Hunların ikisi de Onorya’ya hürmetkârâne bir resmî selâm
vererek, hayvanlarıyla, ağır ağır döndüler. Genç süvari başını arkaya çevirmiş,
bir lisan kadar nâtıkalı vücut, baş ve göz ifadesiyle mutlaka geleceğini
vâ’detmişti
Onorya, yalnız kalınca büyük bir korku ve tehlikenin içinde
bulunmaktan gelen büyük bir zevk hissetti. Orman, birbirine gayet sıkı bir
nesiçle dolaşmış yapraklarıyla gökyüzünü tamâmiyle kapayan loş, ıssız, ucu
bucağı görünmeyen, her tarafı nihayetsiz ağaç parmaklıklarıyla çevrilmiş yeşil
ve büyük bir zindandı. Her köşesinde, her parça toprağında, bir ağaç arkasında
veya bir çukurda, kuytu bir yerde meçhul bir tehlike gizleniyordu. İnsanların
ve hayvanların en mühterislerini, eşkiyâ ve vahşi hayvanların her dakika
zuhurunu beklemek pek tabîiydi.
Onorya, tamâmiyle silâhsız ve müdafaasızdı. En küçük bir
hücuma karşı koymaktan acizdi. Neye güvendiğini hiç bilmediği bu ormanda ve
binbir tehlike arasında kalmaktan namütenahi bir zevk duyuyordu. İstediği büyük
heyecanı bulmak için en büyük tehlikeye doğru koşmaktan yılmayan maceraperest
mizacı, onu bu ormanda bir gün, bir gece beklemeğe teşvik etmişti.
Etrafı dinledi. Her ses korkunç bir tehditti. Yüksek
ağaçların, uykularında müthiş homurtular çıkaran canavarlar gibi, ormanın derin
boşluklarına saldıkları hırıltılara daha tüyler ürpertici sesler, çığlıklar ve
uzun haykırışlar ve kükreyişler karışıyordu. Onorya bir ağacın dibine büzülerek
oturdu ve gözlerini süzerek, düşünen ve anlayan birer mahlûk ciddiyetiyle,
yanyana sıralanmış yüzlerce ağacın orman içinde gizli bir dille konuştuklarını
zannettiren vakur ve esrarlı tavırlarına baktı. Onların hayatına karışmak,
onlar gibi muammâ-âlûd ve vakur olmak, onlar gibi şu yoldan geçen tek tük
yolcular üzerinde hayranlıkla karışık büyük bir aşk ve korku bırakmak istiyordu.
Kendisi de bu ormanı çılgınca seviyor ve ondan korkuyordu. Bu
sıra sıra ağaçların en güzel hayalleri vâ’deden ve en müthiş felâketlerle
tehdit eden kudretli duruşlarında kendisini buluyordu.
Gece oluncaya kadar, bâzı rabıtasız ve mânâsız hülyalar, bâzı
da kendisini gayelerine götürecek plânları tasavvur etmekle vakit geçirdi.
Gece karanlığı, ormanın ağaçlarını bile yutarak şişkin ve
gürbüz mevcudiyetiyle her tarafı basınca, Onorya ürperdi. Burada sabaha kadar
beklemenin, hiç bir silâhlı ve cüretkâr erkek tarafından bile kabul edilmeyecek
bir macera olduğunu hissediyor ve pişmanlığa benzeyen duygularla kuvvetli bir
korkunun hücumuna uğruyordu. Bir aralık, ormandaki dehşetli seslerin karanlığı
yiyerek azmışlar gibi şiddetlenen ve yaklaşır gibi olan tehditlerini duyarak
titremeğe başlamıştı Karanlığa gittikçe alışan gözleriyle dört tarafa bakıyor,
arada bir, kâh sebepsiz ânî bir korku ile, kâh muhayyelesinin eseri olan bâzı
gölgelerden dehşete düşerek yerinde sıçrıyordu.
Erkeklere mahsus, hattâ onlardan fazla cür’etlere sahip olmak
isteyen herhangi bir kadının zekâsından şüphe ediliyor ve bu türlü maceralarda,
kadının zayıf yaratılışıyla asla tev’em olmayan büyük felâket ihtimalleri
seziyordu.
Evhamları o dereceye vardı ki, altında oturduğu ağacın
kütüğüne sarıldı ve bu nemli, soğuk cisimden kudretli bir insan yardımı ümit
etti.
Sabaha karşı uykuya dalmıştı. Rüyasında büyük bir yılanla
boğuşmuştu ve haykırarak uyandı.
Sabah oluyordu. Ağaç kabuklarına mavi sisten bir zar yapıştı
ve geceleyin kemik gibi sert görünen orman, sabahleyin, pamuktan örülmüş gibi
yumuşak dallarıyla mavi bir loşluk içinde ürperiyordu.
Onorya, kemiklerine dişlerini geçiren rutubetten silkinmek
için yerinden kalktı ve gezinmeğe başladı.
Geceyi, korkunç canavarları ve ismi olmayan binlerce
tehlikeyi mağlup etmiş gibi gurur ve sevinç içinde geziniyor, ormanın yolunun
sonlarına bakarak genç süvariyi bekliyordu. Eğer bu adam sözünde durarak
gelecek olursa, Onorya’nın hayatında yeni bir talih devresi açılacaktı. Zira
tasavvur ettiği plânın herhalde kendisini en büyük muvaffakiyete götüreceğine
emindi.
Yarım saat kadar dolaştı ve nihayet yolun sonlarında bir toz
dumanının ortasında, ağının ortasında duran örümcek gibi, süvarinin siyah
gölgesini gördü.
Onorya, geceyi geçirdiği ağacın altına gelerek ayakta durdu.
Süvari bir dakika sonra attan yere atlamış ve kanlı yanaklarıyla, soluyarak,
kollarını açıp Onorya’ya yaklaşmıştı.
Kucaklaştılar.
Süvari, pürheyecan sordu:
- Geceyi nasıl geçirdin?
Onorya korkularını ve müthiş rüyasını gizleyerek, tebessümle
cevap verdi:
- Mükemmel!
Genç Hun, sabahleyin bile korkunç görünen ormanın sonsuz
aralıklarına bakarak, Onorya’nın cesaretine şaşıyordu:
- Dehşet! Dehşet! dedi.
Ağacın altına oturdular. Onorya havadis istedi:
- Ne yaptın? dedi
Süvari anlattı:
- Attilâ’nın yanına çıktım. Seni hududa kadar götürüp
bıraktığımızı anlattım. «Yolda size bir şey söyledi mi?» diye sordu. «Evet»
dedim, harp hazırlıklarını görerek izahat istedi. Fakat harb hakkında bir
yabancıya izahat vermeğe mezun olmadığımızı söyledim. Prenses Onorya da cevap
olarak: «Ben Hunların dostuyum.» dedi, dedim. «Benden bahsetti mi?» diye sordu.
«Bahsetmedi, fakat pek mahzundu ve mütemadiyen içini çekiyor, Hun topraklarına
muhabbetle bakıyordu.» dedim.
Onorya, süvarinin Attilâ ile konuşmasından memnun olduğunu
hissettiren bir tebessümle:
- Pekâlâ... dedi, şimdi vakit geçirmeden düşüneceğimiz bir
şey var.
Genç süvari, sabırsızlıkla:
- Merak ediyorum, dedi, ne düşünüyorsun, ne yapmak
istiyorsun? Nereye gideceksin? Beni de mi götüreceksin? Sana nasıl hizmet
edeceğim?
Onorya, süvarinin elini tuttu:
- Dinle, dedi, acele etme. Arzum şudur: Tekrar Hun
topraklarına girmek istiyorum.
Süvari teessür içinde göründü:
- Buna müsaade etmezler, dedi.
- Kimseden müsaade isteyecek değiliz. Çünkü benim Hun
topraklarına girdiğimi kimse bilmeyecek; bir köylü kadın kıyafetine girmek
istiyorum. İşte sen bana bu işte yardım edeceksin. Evvelâ şimdi git, bana bir
köylü kadın kıyafeti bul, getir. Buna muktedir olabilir misin?
Genç Hun doğruldu:
- Elbette, dedi, niçin olmasın? Şimdi gider, bir saata kadar
Hun kadınlarına mahsus basit kıyafetlerden birini bohçaya koydurur, getiririm.
Hudut yakın.
Onorya süvarinin elini muhabbetle sıkarak:
- Yalnız o kadarı kâfi değil. Ben yapayalnız huduttan içeri
giremem ve yapayalnız Hun topraklarında yaşayamam.
- Tabiî.
- Hem de lisânınızı bilmiyorum. Senin gibi Hun
münevverleriyle Got lisanlarını karıştırarak anlaşmak kabil oluyor. Husûsiyle
sen benim lisanımı da iyi konuşuyorsun. Attilâ da bunu iyi bilirdi. Köylüler
benim yabancı olduğumu anlarlar.
Süvari, bir çâre düşünmekten mütevellit muvakkat bir tereddüt
içinde:
- Doğru, ne yapalım, ne düşünüyorsun? diye sordu.
Onorya, bütün bu ihtimalleri evvelce hesap etmiş ve bir takım
çareler düşünmüş olduğu için anlattı:
- Şimdi Hunlar harb muhacereti içindedirler. Ovaları
terkedeceklerdir. Birçok Hun evleri boş kalacaktır. Tanıdığın bir asker
ailesinin evine beni oturt. Sen böyle bir çâre bulabilirsin.
Süvari düşünceye daldı Onorya’nın teklifi kolay tatbik
edilebilecek bir şey değildi.
- İyi ama... dedi, bu sırada askerî teftişler fazladır, yegân
yegân Hun topraklarında kalacak olanlar kayda geçerler.
Sonra, biraz daha düşünerek:
- Dur, dedi, bir çâresi var... Seni benim bir akrabamın
yanına götüreyim...
- Olur mu?
- Olur. Seni hudutta bulduğumu, geçen harpte ailesini
kaybetmiş ve teessüründen dili tutulmuş bir kızcağız olduğunu anlatırım. Halam
gayet merhametlidir, iyilik yapmayı çok sever, seni yanına alır.
Onorya güldü. Bu hile çok hoşuna gitmişti. Ellerini çırpıyor.
- Oh! İyi, iyi! diyordu, aç ve yorgun giderim, başımı gözümü
sararım, hasta görünürüm, mükemmel dilsiz rolü de yaparım.
Bir kerre daha kucaklaştılar. Bu yeni plânın teferruatını
kararlaştırıyorlardı. Onorya’nın asıl maksadını hâlâ öğrenemeyen süvari ikide
bir soruyordu:
- Bizim memlekette ne yapmak istiyorsun? Attilâ harbe
gidecek. Onu göremezsin. Hem benim seni tekrar memleketime soktuğumu Attilâ
duyacak olursa mahvolurum. Ne büyük fedakârlığa atıldığımı görüyorsun değil mi?
- Hiç korkma. Ben Attilâ’yı görecek değilim. Benim Hun
topraklarında bulunduğumu kimse bilmeyecektir. Bundan emin ol ve fazla bir şey
sorma. Şimdi sana herşeyi anlatamam. Yavaş yavaş herşeyi öğreneceksin.
Süvari ayağa kalkarak azimkâr bir tavırla harekete geçti:
- Pekâlâ, dedi, ben şimdi gidip sana bir köylü kadın esvabı getireyim,
burada giyin; sonra beraber huduttan içeriye girelim.
Onorya’ya doğru eğildi ve onu dudaklarından öptükten sonra
atına bindi, uzaklaştı.
Onorya süvarinin arkasından gülümseyerek bakıyordu. Bu
tebessüm, hadiseleri arzusuna râmeden kudretinin dudaklarında tecellisiydi;
bütün emellerine kavuşacağına emin olmaktan gelen, bir istikbale hâkimiyet
duygusuyla, içinde nihayetsiz bir inşirah duyuyordu.
Ayaklarını uzattı ve arkasını ağacın kütüğüne dayadı. Ergeç
Attilâ’ya, Attilâ’nın vücuduna, kalbine, iradesine, taç ve tahtına hâkim
olacağına o kadar emindi ki, daha şimdiden bunu bile az buluyor, dünyada bundan
daha fazla arzu edilecek büyük bir paye olup olmadığını düşünüyordu.
Hunların, bu yeni harb hazırlıklarında, neresini hedef yapmak
istediklerini tahmine çalıştı. Suikastın keşfedilmesinden sonra bu hedefin
Şarkî Roma olması mümkündü; fakat kendisinin Hun topraklarından ihraç edilmiş
olmasına bakılırsa, Attilâ’nın kindar bakışlarını Garba doğru çevirmesini de
imkân hâricinde bulmuyordu.
Esasen Attilâ’nın siyasî fikirlerine azçok vâkıf olan Onorya,
Hun hâkanının Şarkî ve Garbî Roma, Teodos ve Valantinyen arasında fark
bulmadığını da biliyordu.
Onorya, Attilâ’nın şüphesi hilafına, Garbî Roma’dan bir
tecessüs maksadıyla Hun topraklarına gelmiş değildi; ana vatanındaki bütün
ailesine büyük bir kini olan bu kadın, ihtirasları için yaşıyor, bundan dolayı
hiç bir millî heyecan duymuyordu
Yegâne emeli, Asya’nın ve Avrupa’nın en kudretli adamı
telâkki ettiği Attilâ’yı teshîr etmekti. Hun hâkanının her gün yeni bir zafere
namzet şahsiyetini ve bu şerefi onunla paylaşmak istiyordu.
Yaptığı plânı da mükemmel buluyordu: Hun topraklarına girmek,
yavaş yavaş saray muhitine sokulmak, hüviyetini gizleyerek, kraliçenin
cariyeleri, nedimeleri arasında bulunmak, Attilâ’nın şahsı etrafında dönen
kadın entrikalarını keşfettikten sonra, hepsine faik bir desîse ile Attilâ’nın
yegâne kadını olmak.
Her safhası heyecanla dolu görünen bu macera Onorya’nın bütün
ruhî melekelerini işletecek ve onun şiddetli yaşamak hırsını tatmin edecekti
Etrafında bulduğu her adamı, her eşyayı, her hâdiseyi, her
fırsatı maksadına vusul için ayrı ayn kullanmasını ve istismar etmesini bilen
bu kadın, genç Hun süvarisini görür görmez ondan da azamî derecede istifade
edeceğini anlayarak kararını vermişti. Tahmininde hiç yanılmadığmı gördü. Hun
süvarisini teshîr etmek güç olmamıştı. Bir Hun delikanlısının millî duygularına
hücum edilmezse, dünyanın en tatlı ve uysal insanı olduğunu ve Attilâ gibi,
hemen hemen bütün Hunların da toprakları ve kadınları zabtetmekten başka
ihtirasları olmadığını sanıyordu. Onorya’nın indinde ihtirasların en yüksek
şekilleri bunlardan ibaretti ve Hun hâkanma zaafı da bundan ileri geliyordu.
Gözlerini süzerek süvariyi bekledi.
Genç Hun bir bohça ile gelmişti.
Bohçayı açtı: İçinde birçok paçavra.
Kadın gülüyordu:
- Kadın esvabı bu mu? Bunun neresi esvap? Hangisini nereme
giyeceğim?
Süvari kara bir deri parçasını bohçadan çıkararak havada
salladı.
- Bu, gömlek! dedi.
Onorya, kahkahalarından kurtulamıyordu:
- Bunu çıplak vücûdumun üstüne mi giyeceğim?
Süvari, Garbî Roma dilberinin göğsüne gözleri parlayarak
bakarken, cevap verdi:
- Tabiî!
- Sonra?
- Üstüne bunu giyeceksin.
- Ne bu? Bir cepken mi?
- Onun gibi bir şey. Bunu da eteklik olarak bacaklarına
saracaksın.
- Peştemal gibi mi?
- Evet.
Onorya kahkahaların en güzeliyle gülüyordu... İstihzayı ve
şehveti birleştiren kahkahalar ki, her erkeği çıldırtır.
- Pekiyi... dedi, sen şu ağaçların arkasında biraz dur da ben
giyineyim.
Süvari cevap vermiyor, kımıldamıyor, gülümsüyordu. Bir zevç gibi
Onorya’nın mahremiyetine girmek istediğini hissettirdi.
Onorya, tekrar etti:
- Haydi, uzaklaş biraz!
Genç Hun başını önüne eğerek ağaçlıkların arasına doğru
yürüdü ve gözden kayboldu.
Onorya, esvaplarını değiştirdikten sonra tiz bir çığlık
kopararak süvariyi çağırmıştı.
Genç Hun yaklaşırken, kadın vücudunu yeni kıyafetiyle boydan
boya göstererek uzaktan bağırıyordu:
- Nasıl? Nasıl? Bir köylü kadınınıza benzedim mi?
Süvari koşarak:
- Mükemmel! diye bağırdı; yalnız... müsaade et de biraz
düzelteyim!
Onorya, sapından tutulan bir lâle gibi ve göğsünü öne doğru
uzatarak:
- Haydi! dedi.
Bu, herşeye müsaade eden bir emir gibi davetkârdı. Genç
süvari, Onorya’nın giydiği gömleği yakalarından biraz çekiştirerek:
- Omuzlar iyi oturmamış! dedi ve gömleğin önünü tamâmiyle
açtı. Onorya’nın göğsü çırılçıplak görünmüştü. Genç süvari, gözlerine vuran
ılık ve beyaz yuvarlakların birdenbire bütün damarlarına doldurduğu fırtına
hızıyla kadını kucakladı, ağacın kütüğüne dayadı ve bütün vücudunu kendi
vücuduna boydanboya yapıştırdı.
İki vücudun hamuru kızgın bir imtizaçla birbirine karışarak
yoğruluyordu.
Onorya çırpınarak bağırdı:
- Bırak!
Süvari, humma içinde soluyor ve mırıldanıyordu:
- Onorya... Onorya...
Kadın birkaç kere silkindi ve kultulmanın güçlüğünü hissetti.
Issız bir ormanda, kanı kaynayan bir Hun delikanlısının arzusuna kavuşmak için
hiçbir tehdit ve ihtarı dinlemeyeceğini bilyordu. Birkaç defa:
- Bırak, bırak! diye haykırdı ve bu ilân ettiği yasağın genç
Hun’da ihtirası şiddetlendirdiğini görerek en müthiş tehdidini savurdu:
- Bırak! Yoksa aramızda her şey bitecektir. Beni
kaybedeceksin. Bırak! Yoksa Attilâ’ya haber veririm.
Süvarinin kolları çözüldü. Af diliyordu. Onorya, derhal biraz
evvelki neş’esini bularak, hareket etmeyi teklif etti.
Birlikte ata bindiler.
Süvari, kucağına aldığı Onorya’yı, fasılasız öpüyordu.
Hurafelere inanan Beşinci Asır halkı için 451 senesi, meş’um
tabiî hâdiselerle başlamıştı: Büyük bir zelzele Gol arazisini ve İspanya’nın
bir kısmını yıktı, tuzla buz etti; bir gece, ay, doğarken tutulmuştu ve bir
kısım Avrupa halkı, bunu şeametlerin en büyüğü sayarak titrediler. Bir akşam,
güneşin batı tarafından, görülmemiş cesamette koyu kurşunî renkli, korkunç bir
yıldız çıkmış ve ölümün suratı gibi karanlık ve derin işaretlerle dolu
çehresini bütün Avrupa’ya çevirerek ahaliyi korkutmuş, yüzükoyun yerlere
atmıştı.
Kutup cihetinde gökyüzü, günlerce, kan renkli bulutlarla
örtülü kaldı. Kıpkızıl fezanın ortasında, ateşten mızraklarla müsellâh ordu
heyulaları cenk ediyorlardı.
Beşinci Asır halkı, bu korkunç işaretlerden, en büyük
âfetlere hazırlanmak icabettiğini anladılar. Yataklarından titreyerek
kalkıyorlar ve hergün bir felâket haberi olup olmadığını soruşturuyorlardı.
Bir piskopos Roma’ya koştu ve Havâriyyûn’dan Sen Pol ile Sen
Piyer’in mezarı üstüne diz çökerek haykırdı:
- Ey Havâriyyûn! İsa namına cevap veriniz! Fânî ömürlerimiz
nihayetlerine mi gelmiştir? Bundan sonra alacağımız nefeslerin sayısı kaç miad
hanesini geçer? Ey aziz Pol! Ölümün suratı, ciğerlerimizi ok yılanı gibi delip
geçen yıldırımlı neresiyle, ufukların ardında göründü. Gol ve İspanya
topraklarının zerreleri arasında cehennemler açıldı. Ay, dağın arkasından
yükselemedi ve kara bir avucun içinde sünger gibi buruşup kapanarak, sarı
ışığını dünyamızdan başka bir dünyaya akıttı. Kutup tarafından gök kubbesi
çatladı ve memleketler cesametinde açılan büyük pencerelerden cehennemler
gördük. Ateşten mızraklar, yanmış kömür bedenli cengâverlerin damarlarını
deşiyor ve içlerinden kan yerine alev fışkırıyordu.
Ey aziz Piyer! Bu ne hengâmedir? Bunlar neye işâretdir?
Ümmetin yüzükoyun yerlere yatıyor, milletlerin iniltileri toprakların içine
geçiyor ve fersahlarca uzakta secde edenlerin kulaklarına gidiyor. Şu anda
vücudu ürpermeyen nasrânî yoktur. Ben, saçlarının son kara telleri ağaran
ihtiyarlar, korkudan çarpa çarpa peynir dişleri dökülen nineler, çocuklarını
düşüren anneler namına size geliyorum.
Ey Havâriyyûn, anlatınız! Anlatınız! İsa aşkına anlatınız!
Akıbetimiz nicedir? Bize ne yapmak gerektir? Beyaz sakallarımızı göğsümüzün
kıllarına sararak, başımız önümüzde, gözlerimiz yaşlı bekleyelim mi? Âfetlere
tevekkül mü edelim? Semâdan gelen bu âfetler, arz tarafından zuhur edecek
nasutî bir takım siyasî belâlara işaret midir? Anlatınız! Anlatınız... cevap
veriniz!
Târihî rivayetlerdendir ki Pol ve Piyer cevap vermişlerdi.
Mezarları derin bir inilti ile şişerek şu mukabelede bulunmuştular:
- Bu semavî alâmetler, bir takım siyasî belâlara işarettir.
- Bu, ne gibi siyasî belâlara işarettir?
- Gol istilâ edilecektir!
- Ey Havâriyyûn!
- Gol istîlâ edilecektir, halkın bir kısmı harblerde, bir
kısmı katliâmlarda telef olacak, bir kısmı muhaceret edecektir.
- Ey Havâriyyûn!
- Şehirler hâk ile yeksan olacaktır.
- Ey Havâriyyûn!
- Allah’ın evâmirine itaat etmeyen ve nevâhîsini icra eden
mâsiyetkârların kâffesi kan nehirleri içinde cehenneme insibâb edeceklerdir.
- Ey Havâriyyûn! Gol kimler tarafından istilâ edilecektir?
- Hunlar!
- Hunlar mı ey Havâriyyûn?
- Hunlar ve Attilâ!
- Attilâ!
Piskopos, hâşiyet içinde mezarların üstüne kapandı ve
inildedi:
- Ey Havâriyyûn! Necat ümidi yok mudur? Bu Attilâ kimdir?
Semâlar onu himaye mi ederler?
- Attilâ taraf-ı Haktan gönderilmiştir; vazifesi küre-i arzın
çürümüş insan köklerini sökerek, yerine yeni nesillerin ve yeni medeniyetlerin
tohumlarını atmaya müsait bir zemin vücuda getirebilmektir.
- Ey Havâriyyûn! Demek ki mahvımız mukarrer ve mukadderdir?
- Sizler gibi derin bir îman ile mütehallik kalbleri Allah’ın
aşkıyla yanan, hayrat ve hasenat sahibi fânîler bu âfetleri görmeyeceklerdir.
Piskopos, mezarın üstünde sevinçle doğrularak bağırdı:
- Ya aziz!
- Zira sizlerin bu âfetleri görmenize mâni olmak için,
hayatınıza nihayet verilecektir!
Piskopos, başı gene mezarın üstüne düşerek, inildedi:
- Ey Havâriyyûn! Ey Pol! Ey Piyer! diye ağlıyordu. Sonra
doğrularak bağırdı: Başkaca necat ümidi yok mudur?
Mezarlardan cevap gelmiyordu. Piskopos tekrar etti:
- Başkaca necat ümidi yok mudur?
Fakat sualine cevap alacağı yerde, kulağının içine rüzgârlı
bir ıslık gibi şu iki kelimenin üflendiğini duydu:
- Sus ve git!
Piskopos sendeliyerek ayağa kalktı ve nuranî bir gölge
makbereden uzaklaştı.
Bu hurafelerin haber verdiği büyük âfetleri, Beşinci Asrın
siyâset adamları da hissediyorlardı. Ufk-ı siyasîde de birçok kara bulutlar
vardı: Attilâ Afrikalara kadar elçiler gönderiyor, birçok siyasî ittifaklar
yapıyor, Tuna ovalarında silâhlı Hunların takım takım ilerlemekten birgün bile
hâli kalmadıkları haber alınıyordu. Hunların bütün bu hazırlıklarına rağmen
kimlerle harb edecekleri bilinmiyordu. Attilâ ne Şarkî, ne de Garbî Roma’ya
henüz harb ilân etmemişti. Hattâ Garbî Roma ile dostâne muhâberâtta bulunması,
felâketin Şarkî Roma’ya teveccüh edeceğini zannettiriyor, fakat Attilâ’nın
siyâsî usûllerini bilen politika adamları, onun harb edeceği devletin
imparatoruna muvakkat dostluk alâmeti izhar ettiğini hatırlatıyorlardı.
Bu semavî âfetlerden başka mühim tarihî hâdiseler de vukua
gelmişti: 28 Temmuz 450 tarihinde Şarkî Roma imparatoru Teodos, attan düşerek
öldü. Garbî Roma’da da, otuz bir yaşında bulunan ve saltanat için henüz pek
genç addedilen Üçüncü Valantinyen’in yerine, memleketi vekâleten babası Plasidi
idare ediyordu, bu tarihte Pladisi de vefat etmişti.
O sırada Kartaca ve Afrika, Attilâ’nın dehâsıyla kıyas
edilecek bir adam, yani Vandalların Kralı Jenserik tarafından idare ediliyordu.
Jenserik Roma’yı müteaddit taraflardan istilâ altında
bırakmak için, Attilâ ile ittifak talep etti ve Hunlar hâkanına teklifini kabul
ettirmeğe muvaffak da oldu.
Attilâ ile diğer bir siyasî ittifak daha yapmıştı: Ren
nehrinin sağ sahilinde bulunan Frank kabilelerinden birinin reisi, 446
senesinde ölmüş ve iki oğlu, iktidarı ele almak için birbirleriyle cidale
girişerek, milleti ikiye ayırmışlardı. Bu iki kardeşten büyüğü, Attilâ’dan
yardım istedi, küçüğü de Romalılarla birleşti.
Böylece, bütün siyâsî vak’alar, Attilâ’nın Gol ve İspanya’ya
karşı harp etmesini icabettiriyordu.
Attilâ, bu yeni vak’aların tesiriyle, Şarkî Roma’ya karşı
kinini bir müddet için unuttuğu gibi, kadın meseleleriyle de uğraşmayarak
Onorya’nın hayalini muvakkaten hâtıraları arasına gömdü.
Diğer milletlerin de iştirakiyle âdedi 500.000 kişiyi geçen
korkunç ve muazzam ordusunu seferber hâline getirdi. Yalnız Tuna havalisinde
değil, daha ileri sahalarda da harekete geçen bu ordunun, Serahs’tan beri
Avrupa’da bir misli daha görülmemişti. Uzun kargıları ve müthiş mızraklarıyla
Alen’ler, Nor’lar, Bellenot’lar vücutları resimlerle dağlanmış ve insan
derisinden serpuş giyen Jelon’lar bu dehhaş ordunun efradını teşkil
ediyorlardı. Ön safta bulunan beyaz Hunlar, arka safta bulunan siyah Hunlar, Avarlar,
Bulgarlar, Hungar (Eski Macar)lar, Türkler, her nevi milletler... İtalya’nın
müstakbel fatihleri ve kayserleri istihlâfa namzet kahramanlar, bu ordunun
içinde, serdarları ve tebaalarıyla karışık bir surette bulunuyorlardı.
Ağır ağır ilerleyen ve hedefi bilinmeyen bu ordudan, yakın
işgal sahasında bulunan kabilelerin hepsi kaçıyorlardı.
Attilâ henüz ne bir taarruz emri vermiş, ne de orduya
istikamet tayin etmişti. Hunların hâkanı düşmanlarından harb hedefini gizlemek
için eşsiz bir zekâ ve fetânete mâlikti. Garbî Roma imparatorunu fasılasız
aldatıyordu.
Son defa imparator Valantinyen’e şu haberi göndermişti:
«Vizigotlar, Hunların hâkimiyetine isyan eden bir kavimdir,
fakat onların üzerinde bizim nihayetsiz hukukumuz vardır; bundan başka,
Vizigotlar Roma için de hakîkî bir tehlikedir; binâenaleyh, hem kendi hesabıma,
hem de Roma’nın menfaatine olarak ben bu serkeşleri cezalandırmak istiyorum.
Valantinyen’in Romalılar hesabına endîşe etmesine mahal yoktur.»
Fakat Garbî Roma imparatoru, Attilâ ile aynı fikirde olmadığı
için, üstüste verdiği cevaplarda Vizigotlarla harbetmek için hiç bir sebep
görmediğini bildiriyor: «Bizim himayemize sığınarak, Roma topraklarında yaşayan
bu kavme taarruz etmek, Roma’ya taarruz etmektir.» diyordu.
Attilâ, bir taraftan dostâne teminatının afyonuyla Roma
imparatorunu uyutmaya çalışırken, öte taraftan, Gol hükümdarı Teodorik’e de
şöyle haber gönderiyordu:
«Maksadım, Gol
arazisine girerek sizi Roma boyunduruğundan kurtarmaktır.»
Hunların hâkanı henüz bizzat sefere çıkmamıştı. Ordunun,
muayyen bir sahaya gittikten sonra durmasını emrettiği için, kendisi daima
sarayda kalıyor, Avrupa’nın dört köşesinden haberler getiren sâîlerle
konuşuyor, kumandanlarına mütemâdi talimat veriyor, geceleri sabaha kadar
odasında, sedirine yüzükoyun yatarak, hareketsiz düşünüyor ve o saatlerde,
huzuruna başvekil Onejes’ten mâada kimseyi kabul etmiyordu.
Her gece dehâsıyla ördüğü muhayyirü’l-ukûl istilâ ağının yeni
bir parçasını daha tamamlıyordu.
Hiç kimse, hattâ başvekil bile, Attilâ’nın plânlarını tahmin
edemiyorlardı. Hunların hâkanı ancak teferruata âit emirler veriyor,
tasavvurlarının esas çizgilerini en yakın adamlarına karşı bile meçhul
bırakıyordu.
Yalnız bir geceyarısı, başvekil Onejes vâsıtasıyla bütün
kumandanlarını çağırdı, onlar içeri girerken Attilâ yüzükoyun yattığı sedirde
oturdu, müthiş gözlerini herbirinin üzerinde ayrı ayrı gezdirerek:
- Bugün Kânunusâninin yirmiüçü! dedi.
Sonra, gözleri şaşırtan bir çeviklikle, sedirden odanın
ortasına atladı... Dimdik durdu, derhal topukları üstünde bir dâire çevirerek,
etrafını ihata edenlerin hepsine birden:
- Martta Ren kıyılarında olacağız! dedi.
Böylece ordusunun ilk hedefini, birinci defa olarak ifşa
etmiş oluyordu.
Sonra büyük bir sükûnetle ilâve etti:
- Hareket emrine hazır olunuz ve bu gece iyi uyuyunuz!
Kumandanlar dışarı çıkarken, kendisinin bir işaretiyle odada
kalan Onejes’e yaklaşarak, elini başvekilin omuzuna koydu:
- Onejes, dedi, Allah bu dünyâyı niçin bu kadar küçük
yarattı?
Attilâ’nın güneş doğmadan evvel verdiği emir, sabaha karşı,
bütün saray halkını ve karargâh erkânını ayaklandırdı. Herkes yataklarından
fırlamıştı, sarayın içinde kadın erkek, hizmetkâr, memur, âmir birbirlerine
karışarak vazîfe başına atılıyorlardı Saraydan, karargâh çadırlarından birçok
insanlar, eşya, denkler, harb levazımı, hayvanlar çıkıyor, meydana
doluyorlardı.
Attilâ, meydanda, çadırın önünde ayaküstü durarak bütün bu
faaliyete nezaret ediyor, arasıra kumandanlarından birine emirler veriyordu.
Karargâh o gün hareket edecekti.
Dünyanın hiç bir yerinde ve hiç bir devrinde, beşerî faaliyet
bu derece şiddetli ve ateşîn bir manzara göstermemişti: Ağır denkleri
kucaklayan bir tek Hun’un, içi boş bir çuval taşır gibi, vadiden aşağıya uçup
gittiği, kadınların saatlarca iki nokta arasında bir dakika durup dinlenmeden,
nefes almadan gidip geldikleri, âmirlerin hiç şaşırmadan birkaç kişiye birden
üstüste emirler verdikleri görülüyordu. Çünkü hâkaan, güneş doğarken:
- Hiç birşey unutulmasın! demişti.
Alevler arasında kalarak oraya buraya kaçışan insanlar gibi,
Hunlar, beşerî kuvvetlerin fevkinde bir sür’atle, oradan oraya atılıyorlardı.
Başvekilin zevcesiyle kraliçe bile, alelade Hun kadınları gibi çalışıyorlar,
öteberi taşıyorlardı.
Bütün Hunların yüzlerinde, henüz kızarmaya başlayan kömür
gibi, taze bir ateşin belirdiği görünüyordu.
Attilâ başvekili çağırdı:
- Onejes! dedi. Ben gidiyorum ve Hun topraklarını sana emânet
ediyorum. Roma elçileri harp sonuna kadar, eskisi gibi mevkuf kalacaklardır ve
eskisi gibi kendilerine iyi muamele edilecektir.
Sonra kraliçeyi çağırarak onunla bir çadır içinde başbaşa
kaldı:
- Dün gece rüya gördün mü? diye sordu.
Attilâ, rüyaya çok inanır, büyük harplere girmeden evvel,
yanındakilere ne rüya gördüklerini sorardı.
Kraliçe, gözleri tatlı bir ışıkla yıkanarak cevap verdi:
- Gördüm...
- Kimi gördün?
- Seni.
- Nasıl?
- Ateşten bir at üstünde idin ve bir dağ tepesinde
duruyordun. Omuzuna bir kartal kondu, gagasını alnına dokundurarak hareketsiz
durdu.
Attilâ gülümsedi. En sevdiği şeyler bu rüyanın içinde vardı:
Anâsır-ı erbaadan «ateş», Attilâ’nın en beğendiği ve kudretin timsâli addettiği
şeydi. Arazi nevileri içinde «dağ» ve hayvanlar arasında «kartal» ona daima
ulviyyetin ve satvetin en yüksek numuneleri gibi gelirdi
Kerka’yı kucaklayarak:
- Benim bir tanem, benim bir tanem... dedi...
Kraliçe, bir daha aylarca ve belki de Allah esirgesin hiç
göremeyeceği hâkanının mermer bir kapak gibi sert göğsüne küçük başını koydu ve
ona sokularak:
- Ya sen, dedi, sen de rüya gördün mü?
Attilâ gülümsedi:
- Gördüm ya... dedi.
- Güzel rüya mı?
- Güzel rüya.
- Nasıl, anlatır mısın?
- Anlatırım: Rüyayı gördüğüm vakit, yani dün gece,
Kânunusâninin yirmi üçünde bulunuyorduk. Marta kadar her günün ayrı ayrı nasıl
geçeceğini gördüm.
- A... Ne uzun rüya!
- Hayır pek kısa: Her gün durmadan ilerliyorduk.
- Oh... Sonra?
- Sonra, Mart’ta Ren kıyılarına geldik, nehrin üstünde iki
noktada büyük köprüler kurduk, karşı kıyıya geçtik.
- Sonra, sonra?...
- Düşman hep kaçıyordu. Hattâ bir kısım düşman, galiba
Franklar bana iltihak ettiler.
- A... Ne açık rüya! Âdeta masal gibi, târih gibi, resim
gibi.
Attilâ güldü:
- Tabiî... Çünkü ben böyle bir rüya görmek istemiştim.
- İnsan istediği rüyayı görür mü?
- Elbette... İnsan, gözleri açık durur, uyumaz ve düşünürse
istediği şeyi gözünde görür. Benim dün gece uyumamış olduğumu tahmin etmedin
mi?
Kraliçe, Attilâ’nın harplerden bir gece evvel uyumadığını
hatırlayarak utanmıştı, fakat Attilâ onun yüzündeki hicabı göğsünde sakladı ve
onu kucaklayarak çadırdan ayrıldı.
Akşama doğru bütün karargâh hareket etti ve vadiden indi.
Attilâ henüz hareket etmemiş ve tepede, atının üstünde bu harekete nezaret
ediyordu.
Nihayet tepede yalnız başına kaldı.
Güneş batıyordu. Ovanın ortasından tâ ufka kadar uzanan ve
bir ucu orada kaybolan siyah ve kalın bir halat görünüyordu: Hun ordusu!
Katrandan bir nehir gibi ufkun kanlı denizine akıyordu.
Attilâ’nın gurûb eden güneşe bakan ufarak, mıhlanmış birer
çivi başı gibi içeriye batık gözleri ateşten birer nokta hâlinde idi. Büyük bir
kudretle şişmiş kocaman kafası, kısa boynu hiç görünmediği için omuzlarının
üstüne yuvarlak bir kaya parçası gibi oturmuştu. Kırmızı renkli atının üstünde
kımıldandı ve birdenbire hayvanı dimdik vadiden aşağı sürdü.
Kızıl bir toz bulutu kaldırarak havalandı.
Uçuyordu... Sarayın medhalinde, ayakta duran kraliçe bu uçuşu
görememişti, çünkü hıçkıran başını avuçlarıyla kapadı.
*
* *
Onorya, altı gündenberi, genç Hun süvarisinin halasına
misafirdi. Hudut yaylalarında, bir tümseğin dibine çöreklenmiş, aç-bî-ilâç,
yarı uyuklar ve yarı baygın, dili tutulmuş bir halde bulunduğu söylenen bu
siyah saçlı, saz benizli, gözleri süzgün ve melûl, boynu bükük, yetimliği
sarkık omuzlarından akan kızcağız, altı günden beri odanın bir köşesine
çekilerek yere bağdaş kuruyor, başını dizlerinin üstüne bırakıyor, gözleri
görmek ve kulakları duymak için değilmiş gibi, etrafında olup biten şeylere
tamâmiyle bîgâne görünerek, kendi kendisi için yaşıyordu. Sinirleri bir kaç kat
muşambaya sarılmış gibi haricî tesirlerden masundu. Ve kalbi paslı demirden bir
muhafaza içinde çarpıyordu.
Süvari karargâhtaki vazifesine gittiği için, ihtiyar halası
ile Onorya gece gündüz başbaşa kalıyorlardı.
İhtiyar kadın, ilk günleri Onorya’ya hitap etmenin faydasız
olduğunu ve cevap alınmayacağını bilerek, hiç birşey söylememiş, fakat yaşlı
Hun kadınlarının gözlerini çerçeveleyen kurşunî hâle ortasında bütün
merhametini toplayarak ona bakmıştı.
Son günlerde, Onorya başını dizlerinin üstünden kaldırıyor.
İhtiyar kadına sabit ve tatlı bakışlarını geçiriyor, göz şualarının gizli
diliyle konuşmak istediğini hissettiriyordu.
Artık, ihtiyar kadın, Onorya’nın anladığını zannederek, ona
tek tük bâzı kelimelerle hitap ediyordu:
- Meleğim... Sen ne güzel, ne mazlum kızsın! diyordu; Onorya
mânâsını hiç anlamadığı ve çok hissettiği bu hitaba gülümsüyor, sonra, bir
damla yaşı gizlemek ister gibi gözlerini yumuyordu.
İhtiyar kadın, senelerin ısırdığı, pürüzlediği avucundan
Onorya’nın sabunlu ve ipek çilesi gibi kayan saçlarını okşayarak ilâve
ediyordu:
- Meleğim... Sen üzülme... Sen üzülme... Benim kızım
olacaksın. Benim kızımsm sen... Üzülme!
Onorya başını önüne eğerek omuzları arasına kaçırıyor ve
dâima gülümsüyor ve dâima gözlerini yumuyor ve dâima utanmış görünüyordu.
İhtiyar kadın anlatıyordu:
- Yarın Fletra harbe gidiyor... Attilâ’sıyla beraber... Yarın
akşam... Güneş batarken...
Ve ihtiyar kadın, gözleri dolacağını hissettiği anda, başını
birdenbire doğrultarak, metin ve kaşları çatık, ilâve ediyordu:
Gitsin. Gitsin! Hun erkeği ölmedikçe atından inmez ve
hayvanının dörtnalını düşman kanıyla boyamadan geri gelmez.
Fletra dediği, genç Hun süvarisiydi; fakat Onorya bu
sözlerden hiç birşey anlamıyordu.
Evin önünden ağır ağır denkler, çadırlar, mekkâreler,
arabalar geçiyordu. Bâzı binlerce atlıdan mürekkep dehşetli bir kafile, ovayı
at nallarıyla çınlatarak, haykırışlarla doldurarak uçurumlar açıyormuş gibi
toprak yığınlarını havaya kaldırarak ve zemîni sarsarak geçiyorlardı. Bu
haykırışların çoğu Hunların millî marşlarıydı.
Hiç bir nağmesinde elem veya rikkat bulunmayan, tek notlu,
«Glisando»suz, ruhun şiddetli hamlelerini insiyâkî bir saffet ve iptidaîlikle
ifade eden bu marşlar, bir çakal uluması gibi vahşi olmakla beraber, kahramanca
bir şiddeti ve destânî bir ulviyyeti hâizdi.
Akşam kızıllıklarında, binlerce şaha kalkmış atın
haykırışları içinde ufuklara atılmaları, ovayı çılgın gölgelerin kaynaştığı
mahşerî bir âleme çeviriyordu.
Pencerenin önünden ayrılmayan Onorya, başına büyük hayallerin
resimlerini dolduran bu manzaraya iştiyakla bakıyordu.
Ertesi gün, öğleden sonra, Attilâ’nın karargâh heyeti evin
önünden geçmeğe başladı. Genç süvari Fletra da bunların arasında olacak ve evin
önünden geçerken, veda için, halasıyla Onorya’ya uğrayacaktı.
Genç kadın, gözlerini yamaçlara dikerek, uzaklardan gelen
süvari alayları içinde Fletra’yi görmeğe çalışıyordu.
Nihayet, genç Hun içinde bulunduğu kafileden ayrılarak
halasının evine doğru hızla geldi, kapının önünde atından indi.
Halası evin arka tarafında çamaşır astığı için Fletra’nın
geldiğini görmemişti, genç süvari odaya girdi ve Onorya’yı kucaklayarak, tabiî
bir halde:
- Gidiyorum, dedi.
Onorya, dudaklarını uzattı.
Genç Hun, sıcak kırmızı balmumuna basılan soğuk damga gibi
sert dudaklarını Onorya’nın ağzına bastırdı ve ağır ağır, derin bir nefes aldı.
Sonra, dışarıda ayak sesleri duyarak birdenbire doğruldu:
- Geleceğim... Geleceğim... Galip olarak ve sana kavuşmak
için geleceğim! diye fısıldadı.
Halası içeriye girmişti. Fletra ona döndü, onunla da
vedalaştıktan sonra, tavırlarında hiç bir fevkalâdelik göstermeden evden çıktı.
Onorya, harbe giden bir Hun’un yürüyüşüne bu tabiîliği veren
itiyatta cihangir bir kavmin bütün kudretini görmüştü.
Pencereye koştu ve onun arkasına bakmadan, hayvanıyla
dörtnala uzaklaşmasını seyretti.
Güneşin yarı tekerleğini ufka sapladığı andı. Artık
süvarilerin yüzleri ve kıyafetlerinin teferruatı görünmüyor, yalnız, ufkun
ateşîn zemîni üstünde önayakları havalanmış bir at yahut şekilsiz bir kara
çamur parçası, binlerce kafa ve mızrak uçları, her saniye değişen gölgeden
resimler beliriyordu.
Onorya, Attilâ sarayının bulunduğu tepeye baktığı vakit,
orada, yumruk kadar bir karartı gördü ve bunun bir ata benzediğine hükmetti.
Sabahtan beri Attilâ’nın geçmesini bekliyor ve onun en son
geçeceğini biliyordu. Bu karartıdan herşeyi ümit ederek gözlerini o noktaya
sapladı.
Karartı vadiye doğru atılarak kaybolmuştu. Sonra, birdenbire otuz
kırk metre kadar yakında görününce, Onorya bunun Attilâ olduğunu anladı ve
farkında olmadan başını pencereden uzattı.
Attilâ’nın hayvanı, havaya kalın bir siyah çizgi çekerek bir
göz açıp kapanışında geçti.
Onorya, pencereden yarıbeline kadar eğilmiş, saçları aşağı
sarmış, birdenbire, avazı çıktığı kadar bağırdı:
- Attilâ! Attilâ! Attilâ!
Fakat, Hunların hâkanı ya bu çığlığı duymamış, yahut da, bir
kerre en büyük emeline doğru atıldıktan sonra aşk ve kadın haykırışlarına kulak
vermiyen cengâver azmiyle, belki eskisinden daha şiddetli ve hızlı ileriye
koşmuştu.
Onorya haykırmakta devam ediyordu:
- Attilâ! Attilâ! Attilâ!
Gece karanlığı bütün ovanın ve ordunun üstüne abanıyor, gök
zemîni üstündeki gölgeden resimleri de karartıyordu. Onorya haykırdı, haykırdı.
Sonra pencereden başını içeri çekerek sedire arka üstü düştü.
Karşısında ihtiyar kadın, ağzı açık, büyük bir hayretle, bu
dili tutuk kızın nasıl «Attilâ Attilâ» diye bağırabildiğini düşünüyor,
şaşkınlıktan asıl onun dili tutuluyordu.
İhtiyar kadın Onorya’ya baktı, baktı, sonra hayretiyle
şüphesine inzimam eden bir memnuniyetle:
— A kız, dedi, hani senin dilin tutuktu, «su ver!» bile
diyemiyordun, nasıl oldu da «Attilâ! Attilâ!» diye ovaları çın çın öttürdün?
Onorya, «Attilâ» kelimesinden başka hiç birini anlamadığı bu
sözlere tabiî cevap vermedi ve biraz evvelki heyecanın baş dönmesinden
kurtuluncaya kadar gözlerini yumdu.
İhtiyar kadın, bu hâdiseden sonra bile Onorya’yı Hun kızı
zannediyor ve onun bu sükûtunu diline, tutukluğuna veriyordu.
Onorya’nın yanına oturdu, gene saçlarını okşadı:
- Sen Attilâ’yı çok mu seviyorsun evlâdım? Bütün Hun kızları
onu severler. Bilseydim seninle ona çiçek götürürdük. Fakat seninle bir gün
kraliçeye gideriz. O vakte kadar da inşallah şu dilceğizin de açılır. Bak ne
güzel «Attilâ» diyordun. Haydi biraz gayret... Bir lâf daha söyle bakayım?
Onorya bu sözleri anlasaydı kulağına en çok çalınan Hun
kelimelerinden birini telâffuz ederek, ihtiyar kadını sevindirebilirdi; fakat
onun teşvikini anlamadığı için gene başını önüne eğerek susuyordu.
Nihayet ihtiyar nine, Onorya’nın yanına iyice yerleşerek
ellerinden birini tuttu:
- Dur, dedi, ben sana güzel bir Hun masalı anlatayım, dinler
misin?
Onorya, cevap vermedi. Kadın onun bu sükûtunu isteksizliğine
mi affetmek lâzım geldiğini bilmeyerek suâlini tekrarlıyordu.
- İster misin, sana bir masal anlatayım? Hem doğru bir masal:
Attilâ masalı.
Onorya, kadının sesindeki şefkatten zararsız bir şey teklif
ettiğini hissederek, başıyla bir muvafakat işareti yaptı.
İhtiyar kadın, Onorya’nın bir kelimesini bile anlamadığı bir
masala başladı:
- Evvel zaman içinde, buralarda «İskit»ler otururlarmış. Hiç
onların ismini işittin mi?
Onorya’nın müphem bir bakışla cevap verdiğini görerek,
hararetini kaybetmeden devam etti:
- İşte bu İskitler, toprağa saplı, ucu dışarıya çıkmış bir
yalın kılıca mabut diye taparlarmış...6
Eh, kolunun kuvvetine güvenip de buraya gelenlere bundan daha
lâyık Allah olur mu ya! Amma bu dediğim çok evvel, yüzlerce sene evvel, anladın
mı?
Onorya suali hissederek anlamış gibi başını salladı. İhtiyar
kadın devam etti:
- Nihayet, efendim, aradan yıllar geçmiş, bu topraklarda
milletler üstüne milletler, kahramanlar üstüne kahramanlar yaşamışlar...
Romalıların «Mars kılıcı» dedikleri bu kılıç da orada saplı kalmış. Ondan
sonra, bu topraklara bizler gelmişiz, bizler yani Hunlar! Anladın mı, Hunlar!
İhtiyar kadın, «Hunlar!» derken Onorya’ya doğru eğilerek
gözlerini açıyordu. Onorya, bu defa sualin ehemmiyetli bir şey olduğunu,
«Hunlar» kelimesinden de anlayarak başını kuvvetle salladı. Hun ninesi gülümseyerek
devam etti:
- Günün birinde bir Hun çobanı, davarlarıyla bu topraklardan
geçiyormuş. Bir de ne baksın? Sürüdeki ineklerden biri topallıyor ve
yürüyemiyor.
«Acâip!» demiş, «bu ineğe ne oldu ki?» ve eğilmiş bakmış ki
zavallı ineğin ayağı şerha şerha yaralanmış kanıyor! Meraklı çoban, ineğin
ayağının nasıl yaralandığını öğrenmek isteyerek kan izleri üstünde yürümeğe
başlamış. Gide gide kan izlerinin gittiği yerde ne görsün? Yükselmiş otlar
arasında ucu yerden çıkmış sivri bir demir, bir kılıç! Kendi kendine: «Allah
Allah!» demiş, «burada bu kadar muharebeler oldu. Kimbilir, bu toprağı hangi
kahramanın kanı beslemiş ki, buradan ot biteceği yerde kılıç bitmiş.» Nihayet
çoban toprağı kazmış, içinden paslı kılıcı çıkarmış: «Dur şunu parlatayım!»
demiş, pırıl pırıl parlatmış, sonra da: «Dur şunu Attilâ’ya götüreyim!» demiş.
O vakit Attilâ’mız yeni hâkan olmuştu. Burgontlarla muharebeden dönüyordu.
Çoban kılıcı dosdoğru Attilâ’ya götürmüş: «Al, hâkan!» demiş, «Allah senin için
yerden bir kılıç gönderdi.» Attilâ at üstünde, sevinerek kılıcı eline almış,
havaya savurmuş, sonra öperek, bunu orada bulunan kraliçe ile diğerlerine
göstermiş: «Bu, bu kılıca bütün, dünya milletlerinin boyun eğeceklerinin hak
tarafından ilânıdır!» demiş. Çoban kılıcı nasıl bulduğunu da anlatmış. O gün
bugün Attilâ’mız o kılıcı elinden bırakmaz, o kılıçla kaç muharebeye girdi,
akından akına, zaferden zafere koştu.
İhtiyar kadın masalını burada bitirdi. Gözleri bir kahramanın
duyabileceği en ulvî heyecanlarla büyüyordu, başını sağa, sola sallayarak,
gözlerini gökyüzüne doğru kaldırarak:
- Attilâm... Attilâm... Attilâm... dedi durdu. Sonra meşhur
Hun şarkısını söylemeğe başladı:
Karabulut tahtıdır, yıldırımlar kırbacı,
O, Hunlar’ın
baştâcı!...
Roma, Cermen... her millet
Ona esir doğmuştur.
Karabulut tahtıdır, yıldırımlar kırbacı,
O, Hunlar’ın
baştâcı!...
Onorya, ihtiyar kadının Attilâ’ya âit bir zafer menkıbesi
anlattığını hissederek, şarkının da inzimam eden tesiriyle başını avuçlarına
kapadı ve gözlerinin önüne, atı üstünde bulutları aşarken Attilâ geldi...
«Attilâ... Attilâ...» diye mırıldandı.
Onorya, o günden sonra, ihtiyar kadının evinde bütün
dikkatini bir noktaya vermişti: Hunların konuşmasını biraz olsun anlamağa
çalışmak.
Bu oldukça güçtü. İhtiyar kadının çobanlarla, sâilerle,
köylülerle konuşurken söylediği kelimeler arasında «evet», «hayır», «peki»,
«al», «ver», «gel», «git» gibi çok tekrarlananları öğrenmişti. Fakat biraz uzun
cümlelerin umûmî mânâsını işaretlerden anlamakla beraber, kelimelerinin ayrı
ayrı mânâlarını ve telâffuzlarını bilmiyordu.
Yalnız dilsiz değil, sağır da göründüğü için, başkaları ona
bir şey anlatmak isterken, hem bağırıyor, kelimeleri daha fasih söylüyor, hem
de fazla olarak, işaretleri, tavırları da fazla yapıyorlardı. Bu, Onorya’nın
kendisine söylenen sözlerin mânâlarını iyi tahmin etmesine yardım ediyordu.
Fakat gizli maksatlarına pek çabuk vâsıl olmak isteyen Onorya, bu yabancı dili
istediği kadar çabuk öğrenemeyeceğini anladı.
Hunlar arasında birçok eski Yunanlı, Romalı bulunduğunu
biliyordu. Bunlardan bir tanesiyle gizlice tanışarak lisan öğrenmek lâzım
olduğunu düşündü.
Her gün, bir Garbî Romalı ile tanışmak için fırsat arıyordu.
Çarşıya çıkıyor, mükâlemelere kulak veriyor, ana vatanının diliyle konuşan birine
raslamayı ümit ediyordu.
Birçok günler ümitleri boşa çıktı. Fakat bir gün, eve genç
bir sâi uğradı. İhtiyar kadına Fletra’dan mektuplar getirmişti ve tavırlarının
şiddetinden anlaşıldığına göre harbi anlatıyordu. Bu hararetli hikâyeyi pek az
anlayarak dinleyen Onorya, arada bir «Aetyüs» gibi Roma generalleri ve
serdarlarının isimlerinin de telâffuz edildiğini duyuyordu. Sâînin bu
kelimeleri Garbî Roma’nın yerli halkına mahsus güzel ve doğru bir şîve ile
telâffuz etmesine dikkat ederek, bu adamın Romalı olmasından şüphe etti.
Sâî, odadan uzaklaşınca, Onorya sokağa çıktı ve ovada
arkasından koşarak, kendi lisanıyla bağırdı:
- Baksana... Dur, dur!
Sâî derhal durup arkasına baktı. Onorya ona yaklaşarak ana
diliyle sordu:
- Sen Romalı mısın?
Sâî, bir Hun kızının bu kadar güzel bir ecnebî diliyle
konuşmasına hayret ederek cevap verdi:
- Hayır, ben Hun’um. Fakat anam Romalıdır.
- Baban?
- Hun.
- Garbî Roma’da bulundun mu?
-? On sekiz yaşıma kadar.
Onorya, sâîye dikkatle baktı, Bu, otuz yaşlarında, uzun boylu,
geniş omuzlu ve küçük kafalı bir insandı. Esmer tenli yüzünde büyük gözlerinin
akları ile muntazam başıyla, dişlerinin beyazlığı ile, narin çekme ve kanatları
yapışık burnu ile, yuvarlak çenesiyle Garbî Roma’nın zeki ve nahif, güzel ve
sinirli gençlerinden birini andırıyordu.
Onorya, derhal, günlerdenberi içinde yaşadığı sahte
hüviyetinden sıyrılarak şuh bakışlarını gencin gözleri üstünden geçirdi.
Ona hafifçe sokularak sordu:
- Harpten mi geliyorsun?
- Evet.
- Tekrar dönecek misin?
- Hayır... Ordu ikiye ayrıldı. Biri Ren istikametinde
gidiyor, öteki garba doğru. Çok ilerledik, çok…
- Sen niçin döndün?
- Ben, sâîyim. Buradaki Hun ailelerine ve saraya mektuplarla
evrak getirdim. Fakat hastayım, izin alacağım.
Onorya, biraz daha sokuldu ve masum gözleriyle önüne bakarak
başını eğdi. Ayağıyla yeri hafifçe eşeleyerek sordu:
- Senden bir ricam var, yapar mısın?
- Nedir?
Onorya utangaç haliyle ve dâima başı önüne eğilmiş, cevap
verdi:
- Şimdi söyleyemem... İşim var... Gideceğim. Akşam üstü seni
görebilir miyim?
Onorya sualinin hakikî cevabını sâînin gözlerinden almak
için, ağır ağır başını kaldırdı ve ona korkarak baktı.
Genç, dik ve ciddî duruyor, yüzünün kımıldamayan çizgileri
arasında, yalnız gözlerinin arzusunu ve istinasını gizlemiyordu. Dudaklarında
hafif bir tebessüm başlamadan evvel bitti:
- Peki, dedi.
Sonra yeni bir hayalle dolan gözlerini göstermemek için
başını yana çevirerek, sordu:
- Nerede?
Onorya, ince parmağını uzaklarda bir tek meşe ağacına doğru
uzatarak:
- Gün batarken, şu ağacın altında, dedi
Sâî, başıyla kat’î bir vaad işareti yaparak bir kelime
söylemeden uzaklaştı...
Onorya, ağır ağır eve dönerken dudaklarında şeytanî bir
tebessüm ve gözlerinde bol ve taşkın bir sevinç vardı.
Her istediğine kavuşacağından emin bir insanın çılgın
neş’esiyle eve girerken birdenbire kendini topladı, yetim ve dilsiz çocuk
hüviyetine sarındı.
İhtiyar kadın, elinde mektuplarla, Onorya’ya doğru koşuyor,
vücudu birdenbire dinçleşmiş, gözleri sevinçten büyümüş, bağırıyor, birçok
şeyler söylüyordu.
Onorya, mektuplarda Fletra’dan iyi haberler olduğunu
anlayarak ihtiyar kadının sevincine, derhal iştirak etmekte gecikmemişti.
Onorya, akşamüstü, genç sâî ile meşe ağacının altında
buluştu. Ona, kendisinin de Garbî Romalı bir ananın ve Hun bir babanın kızı
olduğunu, Attilâ Burgontlarla harb ederken babasının muharebede ve annesinin
memlekette hastalıktan öldüklerini, kendisinin de hudutta hasta ve dili tutuk
bir halde, Hun süvarisi Fletra tarafından bulunarak halasının evine
getirildiğini anlattı. Hun dilini pek az bildiğini ve öğrenmek istediğini
söyledi.
Genç sâî ağzıyla gözleri başka başka şeyler söyleyen bu garip
kıza yardım etmek arzusundan ziyade, meçhul bâzı şeyler anlamak ihtiyâcıyla
Onorya’nın ricasını kabul etti.
Her gün o saatta, meşe ağacının altında buluşuyorlar ve sâî
Onorya’ya ders veriyordu. Bâzı kere derslerin ortasında, birdenbire canları
sıkılarak, mevzu değiştiriyor ve konuşuyorlardı. Onorya soruyordu:
- Sen on sekiz yaşına kadar mı Roma’da kaldın?
- Evet, sen?
- Babam muharebede ölünce annem beni alarak buraya geliyordu,
tam huduttan geçeceğimiz sırada bir ormanda yatmağa mecbur olmuştuk. Geceleyin
üstümüze büyük bir yılan saldırdı, annem beni kurtarmak için üstüme kapandı.
Buna muvaffak olmuştu, fakat yılan annemi ısırdı ve zehirledi. Sabaha kadar
kıvrana kıvrana binbir azap çekti ve nihayet güneş doğarken öldü. Ben
haykırdım, ağladım, hıçkırdım, saçlarımı yoldum. Sabahleyin sapsarıydım, dilim
tutulmuştu.
Onorya bu yalanı söylerken ormanda geçirdiği o gecenin
korkularını ve bütün intibalarını anlatıyor, rüyasında üstüne saldıran yılana
karşı hissettiği dehşeti hatırlayarak, yalanına hakikat çeşnisi vermeğe,
ormanın dekorunu ve orada geçirdiği o müthiş gecenin her türlü heyecanlarını
anlatırken hakikî görünmeğe muvaffak oluyordu. Hikâyesi bitince gözleri daldı. Böyle
bir faciaya uğramış gibi, yalanının muhatabına verdiği tesire kendisi de tâbi
olarak biraz da gözleri yaşarır gibi oldu.
Genç adam, Onorya’nın felâketlerine karşı duyduğu merhameti,
güzelliğine karşı hissettiği hayranlık ve arzu ile karıştırarak ona arttıkça
artan bir alâka ile bakıyordu. Fakat bir anda saf bir hayretle irkildi:
- Sen, dedi. Roma’da iken imparator kimdi? Plasidi mi,
Valantinyen mi?
Onorya birdenbire sorulan bu sualin gizli sebebini öğrenmeden
cevap vermek ihtiyatsızlığında bulunmayarak sordu:
- Niçin sordun?
Genç adam ısrar etti:
- Söyle, söyle!
Onorya başını yana eğerek masum bir edâ ile:
- Bilmem ki... dedi, o zaman ben küçüktüm... Hem de...
Duyardım ki Valantinyen daha pek gençmiş... Memleketi onun yerine babası mı
idare edecekmiş, ediyor mu imiş... Fakat niçin sordun, niçin?
Genç adam Onorya’nın yüzüne dikkatle bakarak:
- Valantinyen’in bir kızkardeşi vardı, hani bir Cermen
şövalyesiyle sevişti de... Hapsedildi. Biliyor musun onu sen?
Onorya, hiç kımıldanmadan, gözlerini bile kırpmadan
mırıldandı:
- Valantinyen’in kızkardeşi mi?
- Evet canım, Onorya, şu meşhur Onorya...
Onorya, müphem ve mütereddit bir cevap verdi:
- Evet, anladım.. Hatırlıyorum... Ne olmuş?
- Sen tıpkı ona benziyorsun.
Onorya, bu bahse girerlerken hissettiği şüphe ile kendini
toplamaya hazırlanmıştı; en tehlikeli anda hiç bir şaşkınlık göstermeden:
- Öyle mi? dedi.
Sonra temiz bir tebessümle ilâve etti:
- Ben o kadar güzel miyim?
Genç adam, şüpheden ziyade hayretle dolu gözlerini Onorya’ya
yaklaştırarak bir elini uzattı:
- Ama çok benziyorsun, tıpkı, tıpkı, tıpkı...
Sonra Onorya’nın sualine cevap verdi:
- Onun kadar da güzelsin.
Eğilerek Onoya’nın elini öptü. Başını kaldırırken:
- Ellerin de bir prenses elleri kadar nâzik, dedi.
Hava kararıyordu. Genç sâî tarafından keşfedilip edilmediği
şüphesine düşen Onorya, her sözün ve her hareketin, hakikati sezdirmesinden
korkarak gene hiç kımıldamadı. Yalnız gözlerini hafifçe kapamış, bakışlarını
örtmeğe çalışmıştı.
Bu kendine doğru çekilişin verdiği sükûnetle düşünmeğe başladı.
Bu çocuk onu tanımış da ağzını mı arıyordu? Garbî Roma gençlerinin hassas ve
sinsi mizaçlarını bilirdi. Hunların hükümet ve saray muhitiyle temas eden bu
zayıf ve sinirli çocuk da, belki Attilâ’nın kendisiyle maceralarını bildiği
için, Onorya’yı görür görmez her şeyi anlamış ve ağız aramağa başlamıştı. Fakat
onsekiz yaşında Garbî Roma’dan çıktığını söyleyen bu genç, onu vaktiyle nerede
görmüş olabilirdi? Olsa olsa, Onorya, Garbî Roma’da bir saraydan öteki saraya
kapalı arabada giderken, bu genç mütecessis halk arasında onu bir iki defa
görmüştür; eğer böyle ise gencin şüphesi kanaat hâline geçmiş olamazdı.
Onorya bu noktayı anlamak için, telâşsız ve sakin bir sesle
sordu:
- Sen onu gördün mü hiç?
- Onorya’yı mı?
- Evet.
- Ço...k, pek çok.
- Nerede gördün?
- Saraydan araba ile çıkarken ben her sabah onun yolunu
beklerdim.
- Yolunu mu beklerdin, niçin?
Genç adam utangaç bir hareket yaptı:
- Hiç... diye mırıldandı.
Onorya’yı büyük bir merak sarmıştı; bunu gizlemeğe güç
muvaffak olarak:
- Niçin? diye tekrarladı.
Genç susuyordu. Onorya israr edemedi. Hava iyice kararmıştı:
- Yarın akşam, gene burada değil mi? diyerek ayağa kalktı.
Genç tekrar onun elini öpüyordu. Gölgeleri ovanın loşluğunda
dağılırken, ikisi de ayrı ayrı düşüncede idiler. Onorya kendi kendine bir tek
şey soruyordu:
«Acaba beni tanıdı mı?»
*
* *
Onorya, o gece düşünceliydi. Hun toprağında birisi tarafından
tanınmış olmak ihtimali, onu çok korkutuyordu. İhtiyar kadınla başbaşa yemek
yerken kaşları çatık, gözleri karanlık ve sofanın bir köşesine dikili, başı
eğilmiş ve omuzları düşük duruyordu
İhtiyar kadın onun bu endişesine dikkat ediyordu. Fakat cevap
alamayacağını bildiği için, hiç birşey sormayarak arasıra ona derin bir
tecessüs gizliyen kaçamaklı bir göz atıyordu. Onu lâkırdıyla oyalamak için harp
cephesinde bulunan Fletra’dan aldığı mektupların kendisinde uyandırdığı güzel
hisleri söylemeğe başladı. Onorya, bu sözlerden pek az şey anlamakla beraber
başını sallıyor, gülümsemeğe çalışıyor, endişelerini bu sahte tebessümlerden
örülmüş bir maske ile örtmeğe uğraşıyordu.
Nihayet, ihtiyar kadın, Onorya’nın pek iyi anladığı bir cümle
ile sözünü bitirdi:
- Yarın seni kraliçeye götüreceğim.
Onorya, bu vaitten pek memnun olduğunu anlatan sevinci samimî
olarak gösterdi, başını yükseltti ve gözlerini neş’eli bir hayretle açarak
gülümsedi. Sonra, bir tek kelime söyleyebilmek için, dilini pek büyük bir ceht
sarfetmeğe icbar ediyormuş gibi ağzının içinde birçok kere kımıldattıktan
sonra:
- Yarın mı? dedi.
Onorya’nın hiç olmazsa bir kelime söyleyecek kadar
konuşabildiğini gören ihtiyar kadın, sevinçle bir çığlık kopardı:
- Yarın ya, yarın! diye bağırdı. Yarın! Güzel kızım, dilin
açıldı mı? Söyle bakayım? Bir daha söyle... Bir şey daha söyle… Haydi gayret
yavrum...
Onorya, bir sakız çiğneme gibi, çenesini oynatıyor, bir
kelime daha söyliyebilmenin büyük bir zahmetle kabil olacağını ihtiyar kadına
anlatmak için yüzünü buruşturuyordu.
Fletra’nm halası, annelerin şefkatiyle sesi titreyerek:
- Haydi, bir daha söyle yavrum, sesini işiteyim, dilinin
açıldığını anlayayım, diyor ve sofradan kalkarak, dermansız vücûduna biraz
dinçlik veren bir merak ve alâka ile Onorya’nın yanına koşuyor, üstüne eğilerek
yalvarıyordu:
- Haydi, söyle bakayım, kraliçeye gitmek ister misin?
Onorya başını bir kaç kere salladıktan sonra kekeledi:
- Evet... İste... iste... yorum.
İhtiyar kadın, yumuşak beyaz saçları olmasa, bir erkeğe
benzeyen sert adaleli ve dik çizgili yüzünün buruşuklarını çoğaltan bir
heyecanla:
- Aferin! Aferin! diye bağırıyordu. Ha... İşte böyle...
Yavaş, yavaş konuşacaksın... Ya... Ben seni yarın kraliçeye götüreceğim... Ben
onu her onbeş günde bir ziyaret ederim, çünkü onun çocukluğunu bilirim, benim
onda emeğim vardır, o da beni unutmaz, hatırımı sayar.
Onorya, bu sözlerin çoğunu anlamamıştı, fakat kraliçeye
gitmekten bahsedildiğini anlıyor, tekrar ediyordu:
- İstiyorum.
İhtiyar kadın, içine kül dökülmüş gibi donuk ve tortulu
gözlerini açarak başını sallıyor:
- Ah benim Kerka’m ne merhametli kadındır, hiç kraliçe
olduğunu anlamazsın, o kadar alçak gönüllüdür, senin gibi felâket görmüş Hun
kızlarını öyle tesellî eder ki... diyor, sonra da:
- Ah benim Kerka’m! diye başını sallıyor, elini göğsüne
bastırıyordu
*
* *
O gece Onorya güç uyudu. Halanın onu kraliçeye götüreceğini
vâ’detmesi ümitlerini çok aşan bir saadetti. Şimdilik saray muhitiyle temas
etmeği hatırından geçirmemişti, fakat en büyük emeli bu idi.
Attilâ’nın sarayındaki kadın entrikalarını anlamak,
rakîbeleriyle gizliden gizliye mücâdele etmek, sarayın içindeki ihtirasları
mutlaka öğrenmek istiyordu ve Hun topraklarında vâsıl olmak istediği en büyük
gaye de bundan ibaretti. Fletra’nın ailesinin saraya bu kadar yakından mensup
olması, ele geçmez fırsatlardan biriydi, fakat tanınmak korkusu onu endişeye
düşürüyor, bütün plânlarını altüst edecek en müthiş bir tehlike vahâmetiyle
uykusunu kaçırıyordu.
Ertesi sabah, Fletra’nın halası onu erkenden uyandırarak bir
şeyler söyledi. Onorya, yatağından kalktı, saçlarını itina ile taradı ve
ihtiyar kadının kendisine verdiği gençliğinden kalma esvapları giydi.
Sabahleyin erkenden yola koyuldular. Saraya giden dik vadiyi
çıkarlarken, Attilâ’nın sarayına yaklaştığını düşünmek Onorya’ya helecan
veriyor, kalbini çarptırıyordu. Etrafına bütün dikkatiyle bakıyor, bir taş
parçasını, bir ağacı yahut bir çalılığı görmemiş olmayı zekâsına karşı bir
cinayet addederek başını dört tarafa çeviriyor, gözlerini sağa sola
döndürüyordu.
Kraliçenin dairesinden içeri girerken bu tecessüsünü
hissettirmemek için başını öne eğmekle beraber, herşeyi görmek istiyen
gözlerini etrafa çevirmekten geri kalmadı.
Burası, ümidinin hilâfına, küçük fakat güzel bir bina idi.
Duvarlarda kabartma resimler vardı. Tavanlar, itina ile
dörtköşe yontulmuş demir çubuklar üstüne oturtulmuş zarif taklardı. Hiç bir
tarafta debdebe ve tantana olmamakla beraber, bütün binaya ulvî bir sadelik
hâkimdi.
Dehlizlerde birkaç nedime ve câriye gülümseyerek onları
selâmladılar. Resmî değil, samimî bir istikbal tarzları vardı.
Onorya Garbî Roma’nın fuzûlî ve sahte bir çok saray
merâsimiyle bu sadelik arasındaki farkın tesiri altında kalarak ihtiyar kadını
takip etti.
Büyük bir odaya girdiler. Burada da eşya gayet az ve sâde
idi. Bir sedire oturdular. Nedimelerden biri ihtiyar kadına hürmetkârâne bir
şeyler söyleyerek, uzaklaştı.
Çok geçmeden mahzen kapağı renginde bir perde açıldı. Ve
içeriye uzun boylu, ince, süzgün, esmer tenli, adımları biraz yorgun, samimî,
azametsiz, fakat bakışlarında kendini belli etmeyen bir dikkat gizlenmiş, genç
ve güzel bir kadın girdi.
Ayağa kalkmaya davranan ihtiyar kadına doğru koşarak,
ellerinden tuttu ve onu yerinde oturttu, sonra yere eğilen Onorya’yı alnından
öptü.
İhtiyar kadın Onorya’yı göstererek:
- Sana felâketzede bir insan getiriyorum kraliçe, bu benim
kızım yerindedir, dedi.
İhtiyar kadının ağzından Onorya’nın elemli macerasını
dinleyen kraliçe, bir taraftan da hikâyenin zavallı kahramanına bakarak,
anlatılan sahnelerin dekoruna en canlı ve hakikî parçasını ilâve etmiş
oluyordu. Fakat epeyce dikkat edince gördü ki bu hârikalı güzel kızda, Hun
ırkının vasıflarından hiçbiri yoktu. Bulûğ çağını geçtikten sonra serpilip
yükselen, kemikleri irileşen, elleri ve ayakları büyüyen, sert saçlı ve küçük
gözlü, gururlarını erkekçe katılaşmış duygularından alan tok sözlü Hun
kızlarına benzemiyordu.
Kraliçe, bu hiç eşini görmediği müthiş güzellik karşısında
bir iç ezikliği duydu. Garip bir tarzda müteessir oluyor, kıskançlığa benzeyen
ve ondan daha başka duygular kalbini yoğuruyordu.
Bu kızın sesini duymağı merak etti. Vakıa dilinin tutuk
olduğu ona söylenmiş, fakat güç halle bir iki kelime telâffuz edebildiği de
ilâve edilmişti Fletra’nın halası hikâyesini bitirince kraliçe Onorya’ya sordu.
- Sen Hun musun, yavrum?
Onorya uzun kirpiklerini kapayarak gözlerini yumdu. Cevap
vermedi. Sonra yüzünü buruşturarak telâffuz edeceği kelimenin zahmetini
çekiyormuş gibi yaptı. Nihayet kekeledi:
- Babam... Hun.
Kraliçenin başı gayrı ihtiyari Onorya’ya doğru uzanmıştı.
- Annen Hun değil mi? diye sordu.
Onorya, kekeledi:
- Hayır.
- O hangi millettendir?
Kraliçe bunu sorarken «Garbî Romalı» cevabını alacağını
biliyordu. Tahmininde yanılmadığını gördü. Bu kızın yüzünde ecnebilik bir damga
ve şîvesi de bir nota hâlinde idi... Bakışında ve telâffuzunda yabancılığı
derhal hissediliyordu.
Kerka’ya garip bir arzu geldi. Bu kızı yanında alıkoymak
istiyordu. Bu arzusunu ihtiyar kadına derhal açtı:
- Validem... dedi, bu yavrunun yanımda kalmasına izin verir
misin?
Fletra’nın halası düşünmeden cevap verdi:
- Ben ölünceye kadar sen, kendini herşey için benden izin
almış say.
- Teşekkür ederim.
Sustular. Onorya bu mükâlemeyi anlamış, önüne bakıyor ve
sevincini göstermiyordu.
Kraliçe biraz sustuktan sonra Onorya’ya sordu:
- Sen bende biraz misafir olmak ister misin?
Onorya, bu teklife karşı duyduğu şeyi hissettirmeden müphem
bir sesle:
— İsterim, dedi.
*
* *
Kraliçenin yanında bir hafta kalınca, bütün nedimeleri
kıskançlıktan harabeden tehlikeli bir rakîbe oldu. Kraliçenin Onorya’yı çok
sevdiği hemen anlaşıldı. Günün birçok zamanlarında onu yanına çağırıyor ve
onunla pek az konuşarak başbaşa oturuyordu. Onorya, Fletra’nın halasını ziyaret
bahanesiyle Kerka’dan izin alıyor, genç sâî ile buluşuyor, ondan her gün bir
çok yeni kelimeler öğreniyor, zamanının hiç bir saniyesini faydasız sohbetlerle
geçirmiyordu.
Onorya için en iyi muallimlerden biri de sarayda, başvekil
Onejes’in zevcesi olmuştu. Got lisanını da gayet iyi bilen bu kadın, Onorya’ya
sorduklarını öğretiyordu.
Kısa bir müddet içinde Onorya, Hunlarla anlaşacak derecede
ilerledi ve tabiî dilinin tutukluğu (!) da aynı nisbette açıldı.
Sarayda Garbî Romalıların, Hun toprağına yeni gelmiş
olanlarından birine rasgelmek istemiyor, bütün mahâretiyle böyle bir tesadüften
kaçıyordu. Zira orada da Valantinyen’in kızkardeşi Onorya’ya benzetilecek
olursa kraliçenin herşeyi sezmesi mümkündü.
Günler geçtikçe Onorya ile kraliçe arasındaki samimiyet
artıyordu.
Geceleri de, uyku vaktini aşarak, başbaşa oturuyorlardı.
Kışın uzun sohbet saatlarında aşka âit mevzulara da girmeğe başladılar.
Kraliçe, Onorya’ya bir gece sordu:
- Sen yavrum, hiç sevdin mi?
Onorya, teessüfle cevap verdi:
- Hiç.
- Sen sevilmeğe lâyıksın cicim.
Onorya, utanarak mırıldandı:
- Fakat sevmeği de ne kadar isterdim.
- Sevilmekten bu kadar çabuk mu bıktın?
- Hayır... Hiç sevilmedim ki… Hiçbir erkek tanımadım ki...
- Fakat, kızım sen o kadar zekisin ki, herşeyi biliyor
gibisin.
Onorya, masumiyetin en iyi rolünü cevap vermemekte buldu.
Sonra bahsi kendisinden başka tarafa çevirmek için:
- Attilâ’yı göreceğiniz geldi mi? diye sordu.
Kraliçe birdenbire gerildi:
- Çıldırıyorum, dedi.
Onorya, saf bir hayret içinde mırıldandı:
- Onu o kadar çok seviyorsunuz ha?
Kerka tekrar etti:
- Çıldırıyorum.
Onorya gülümsiyerek:
- Onu ne kadar görmek isterdim, dedi.
Kraliçe hafifçe silkinerek:
- Görme, senin küçük kalbin için o fazla büyüktür. Kaç
yaşındasın?
- Yirmi.
- O kadar var mısın?
- Belki daha fazla. Pek iyi bilmiyorum. Başımdan o kadar şey
geçti ki, seneleri sayamıyorum.
- Çok genç görünüyorsun, çok genç, çok genç...
Kraliçe bunları söyleyerek içini çekiyor ve kıskançlığını
gizlemiyordu.
- Bilsen, dedi Attilâ’nın karısı olmak ne güç! Attilâ’yı
muhafaza etmek ne güç! Bir gün az kaldı onu kaybediyordum.
- Hastalandı mı?
- Hayır, senin annenin memleketinden fettan bir kız onu
elimden alıyordu. Prenses Onorya’nın ismini hiç duydun mu?
Kraliçe ile Onorya bakıştılar.
İkisi de farkında olmadan, ânî bir arzu ile kendilerini
sevkeden meçhul kuvvetlerin şuurundan mahrum olarak bakışmışlardı.
Onorya’nın gözleri içinden, yakalanmış olmak korkusu, iplik
gibi, bir ışıktan ürperiş halinde geçti. Fakat bu korku biter bitmez cevap
verdi:
- Evet, işittim, imparatorun akrabasından.
Kraliçe derin bir nefes alarak başını salladı:
- İşte o, dedi, Onorya... İmparatorun akrabasından değil kız
kardeşi...
Sonra kinini yutarak, içinde saklamak istiyormuş gibi
yutkundu.
Onorya, mânâsız bir sesle mırıldandı:
- Evet... Onun için... Roma’da... Fena söylerler.
Kraliçe birdenbire canlandı:
- Onorya için değil mi?
- Evet.
Kraliçe ayağa kalkarak bütün vücudunu geren ve sivrilten
büyük bir garezle:
- Biliyorum, dedi, biliyorum... Ne fettan olduğunu biliyorum.
Düşün! Bu kız Attilâ’yı kandırmak için Roma’dan buralara kadar geldi, anlıyor
musun? Buralara kadar, topraklarımıza kadar!
Onorya, avucunu ağzına kapayarak derin bir nefes aldı ve
soluğunu bırakmadan, göğsü şiş ve gözleri çok açılmış, mükemmel bir hayret
taklidiyle birdenbire bağırarak nefesini boşalttı:
- Buralara kadar geldi mi? Kim? Onorya sizin... Onorya
sizin... Onorya bizim memleketimize geldi mi?
Kraliçe parmağını dudağı üstüne koyarak, azametle gülümsedi:
- Sus, bağırma öyle... Bunu Hun topraklarında pek az adam
bilir.
Onorya, ağzının hayretten açık durduğunu kraliçeye göstermek
için, avucunu dudaklarından çekmişti:
- Geldi ha?... diye mırıldandı.
Kraliçe, yakın bir mâziyi gözlerinin önünde bularak başını
salladı:
- Geldi ya, dedi, geldi... Gizlice geldi... Bir kulübeye
yerleşti. Her sabah...
Ve Attilâ ile aralarında geçen münâkaşaları anlattı. Onorya,
dâima o mükemmel hayret teklidiyle kraliçeyi dinliyor, arada bir:
- Fettan kız, fettan kız... diyordu.
Son defa olarak:
- Yaman rakîbe!
Kelimelerini ağzından kaçırdı. Kerka, rakîbesinin bu kadar
beğenilmesine dayanamayarak irkildi:
- Fakat, diye bağırdı, ya ben ona ne yaptım? Tasavvur edebilir
misin? Ne yaptım? Öyle bir şey yaptım ki bu memlekette bir gün duramadı.
Kraliçe alınmış bir intikamdan hâlâ içinde kalmış bir kin
artığıyla tutuşan gözlerinin alevini, Onorya’nın gözlerine dolduruyor, yüzünü
ona yaklaştırarak tekrar ediyordu:
- Bir gün duramadı, anladın mı? Bir gün! Çekilip gitti.
Onorya, masum bir tavırla sodu:
- Kendi kendisine mi?
Kraliçe, göğsünün içinden gelen kindar bir gülüşle, cevap
verdi:
- Tabiî kendi kendisine değil... Kovularak... kovularak.
Onorya burada bir sevinç rolü yapmağa muvaffak olamadı ve
hareketsiz durdu. Fakat heyecanlarının yüksek tepelerine çıkan kraliçe, buna
dikkat etmemiş, bağırıyordu:
- Onu ben kovdurdum, ben kovdurdum, ben!
Onorya, hakikî rakîbesini tanıdı.
O güne kadar kendisini Hun topraklarından çıkmaya mecbur eden
insanın kim yahut kimler olduğunu bilmiyordu. Birçok kadınlar arasında kraliçe
de hatırından geçmişti; fakat şimdi öğrenmek istediği en mühim şeyi öğrenmiş
bulunuyordu. Bu mes’elenin iç yüzünü vücûda getiren hileleri ve entrikaları da
öğrenmek için, rakîbesinin ağzını araması lâzımdı.
- Büyük muvaffakiyet! dedi, çünkü bu kadın, kahramanları
teshîr etmesini bilir.
Kraliçe samimî bir sesle itiraf etti:
- Gecikseydim buna muvaffak olacaktı, eminim... Attilâ
cür’etkâr insanları, bilhassa kadınları sever.
- Epey güçlük çektiniz ama... Değil mi?
Kraliçe gülümsedi:
- Pek çok... Evvelâ sarayda Zerkon isminde bir cüce vardı ki
muharebeye gitti, onu kandırdım. O herşeyi biliyordu, herşeyi ondan öğrenirdim.
Kraliçe biraz düşündü ve mağrur gözlerle etrafına, hattâ
arkasına baktıktan sonra mahrem ve alçak sesle ilâve etti:
- Hattâ... Bir hile de yaptık!
Onorya, kımıldamadı.
Kraliçe devam etti:
- Onorya’ya bir iftira ettim! Fakat ne iftira! Ne iftira!
Anlatsam bayılırsın!
Fakat Onorya, bu cümleleri başını önüne eğerek dinliyordu.
Gözlerini kraliçeye göstermeğe kat’iyyen cesaret edemiyor, yalnız hafifçe
başını sallayarak, sönük bir sesle mırıldanıyordu:
- Sahi büyük muvaffakiyet!
Sonra başını kaldırarak, sun’î bir hayretle sordu:
- Ne yaptınız?
Kraliçe tekrar etrafına bakındı:
- Zerkon’u iyice ele geçirdim.
Onorya sordu:
- Kamburu mu?
Kraliçe bir hayret gösterdi:
- Sen onun kambur olduğunu ne biliyorsun?
- Demin siz söylediniz.
- Hayır, demin ben «cüce» dedim.
- Öyle mi?... Belki.
Onorya, gözlerini kapamadan biraz düşündü. Fakat bayılacak
dereceye gelmişti. Sesinin titrediğini, hissettirmemek için, bin kiloluk bir
cisim kaldırır gibi fevkalâde bir kuvvet sarfederek:
- Tabiî, dedi, cüceler ekseriya kambur olurlar... Bir de...
Sarayda ismi çok geçiyor.
Onorya kraliçenin odasından sabaha karşı çıktı. İki kadın
aynı adam için duydukları ihtirasla canlanarak sabaha kadar konuşmuşlardı.
Onorya, herşeyi öğrenmişti. Yatağına girerker sevinç ve
hayret içinde idi. Bir türlü uyuyamıyor, haberi olmadan aleyhine yapılan
desiselerin bütün teferruatını tekrar tekrar düşünüyordu.
Kendini bütün arzularına kavuşmuş, daha şimdiden davada
kazanmış addediyordu. Hun topraklarına sarayda çevrilen entrikaları öğrenmek
için girmişti, daha fazla müşkilâta uğrayacağını zannederken, bir gecede rakîbesinin
bütün esrarını öğrenmişti, sevinçten başı yastıkta çırpınıyordu.
Şimdi rakibesinîn hayatı bile Onorya’nın elinde idi. Atillâ,
harpten gelince, kraliçenin desiselerini, Zerkon’un ihanetini ve mendil
hikâyesini duyacak olursa, karısını öfkeden parçalayabilirdi. Onorya, Attilâ’ya
bunu haber vermek için o kadar sabırsızlanıyordu ki, hemen yataktan atlamak,
dörtnala giden bir at üstünde yüz binlerce insanın kan izlerini takibederek,
Hunların muharebe ettikleri yere kadar gitmek ve Attilâ’yı görmek istiyor, içi
içine sığmıyordu. Birdenbire bastıran uykusu onu bu telâşından kurtardı, at
nalları altına serilmiş insan cesetleriyle dolu kanlı bir rüya gördü.
*
* *
Attilâ, Ren kıyılarına dayanmak için, Kânunusani’den Mart’a
kadar, önüne çıkan bütün mânileri muvaffakıyetle kırıp ilerlemişti. İki
istikamete ayırdığı ordusunun bir kolu, Tuna’nın sağ kıyısını takibetti. Diğer
kolu sol kıyıdan gidiyor, Karadağ’da7
kendisine iltihak eden birçok yeni kuvvetlerle büyüyordu. İki kol da muazzam
bir ormanda buluşarak durdular ve Gol istilâsında muhtaç oldukları malzemeyi bu
ormanda hazırladılar.
Neker nehrinin kıyılarında bulunan Franklar, Attilâ’ nın
yaklaştığını görünce kendi krallarını öldürdüler. Ve Hunların tâbiiyetine
geçtiler; bununla da kalmayarak Attilâ ordusuyla beraber harbe girdiler.
Franklardan başka birçok kabileler ve hattâ vaktiyle Hunlara garez bağlamış
olan Burgontlar bile Attilâ’nın askerleri olmayı kabul etmişlerdi.
Bu yeni kuvvetlerin de iltihakıyla Attilâ ordusu Ren nehrini
geçmeğe hazırlanıyordu. Vaktiyle Sezar’ları, Jülyen’leri gören büyük ormanlar,
şimdi Attilâ’ya zafer ve şeref hazırlıyorlardı. Binlerce Hun baltası altında,
asırlardanberi yükselmiş akça ağaçlar ve meşeler devriliyorlar, haykırışlar ve
çatırdılar arasında köprüler, kaba ve büyük kayıklar yapılıyordu.
Attilâ, nehri müteaddit noktalarından geçmeyi tasavvur
etmişti. Bundan maksadı mânileri dağıtmak ve nehri geçtikten sonra işgal ettiği
memleketlerde ordusuna erzak bulmaktı.
Şark ordusu, Ren nehrini Avgusta tarafından geçmeğe muvaffak
oldu ve nehirle Voj dağları arasında yoluna devam etti. Attilâ, Mozel nehrinin
mültekasında Roma ordularına has geçitte ilerledi, nihayet Gollerin kadîm
metropolünde yerleşti.
Gol arazisine bu kadar düşmanca giren Attilâ, Gol halkına
Romalıların dostu olduğu ve oraya yalnız Vizigotları cezalandırmak için
geldiğini iddia etti
Attilâ’nın bu beyanatı evvelki sözleriyle tevâfuk ediyordu.
Târihin en korkunç ve gülünç sahnelerinden biri de, Roma generali Kalmok’un
arkasız iskemlesinde oturarak, şehirlerin eşrafını etrafına toplaması ve kötü
bir Lâtince ile şehir kapılarının açılması için nutuk îrat etmesidir.
Bâzı şehirler bunu kabul, bâzıları da mukavemet ettiler.
Fakat netice değişmedi: Bütün Roma kuvvetleri müthiş hücum karşısında kanlı bir
uçuş gibi kaçıyorlardı.
Kısa bir müddet içinde Strazburg, Dormes, Mayans, birbiri
arkasına Hunların eline geçti. Fakat Meç henüz zaptedilememiştir.
Attilâ şehri muhasara etti. Fakat şehrin kaleleri mukavemet
ediyordu. Hunlar noksan vesaitle şehri zaptedemediler ve yirmi mil uzakta
Iskarpon şatosunu tahribe gittiler.
Tam o sırada Meç kalelerinden biri yıkılıvermişti. Bunu haber
alan Hun ordusu, bir anda, Meç istikametine doğru saldırdı. Birkaç saatte
geldiler ve yıkılan kale yarığından şehre girdiler.
Geceyarısıydı. Şehir, kendi cesametine muadil bir alev
hâlinde havaya kalktı. Kızıl dumanlar arasında enkaz, taşlar, direkler
savruluyor, kılıçlar, kargılar, mızraklar parıldıyor ve insan kafaları,
kolları, bacakları uçuşuyordu.
Meşhur Rems şehrini zaptetmek Attilâ’yı o derece yormadı.
Ahalinin hepsi ormanlara kaçmış, bütün şehri bomboş ve ıssız bırakmışlardı.
Fakat Nikasyüs isminde bir metropolit, yanında bir avuç adama haykırdı:
- Herkes gideceği yere gitsin, fakat biz kalalım, düşmanı
karşılayalım. Allah’ın emri budur.
Hunlar henüz şehre girmemişlerdi, fakat kalelerin
dışarısında, müthiş tarrakalar arasında, bütün şehri çınlatan korkunç
haykırışlar duyuluyordu.
Metropolit haykırıyordu:
- Korkmayınız! Ey ahali! Korkmayınız!
Ahâli ve papazlardan mürekkep küçük bir yığın, kiliseye
doluyor, ellerini gökyüzüne kaldırıyor, ağlaşıyor ve kucaklaşıyorlardı.
Ödağacı kokuları arasında kadınlar bayılıyor, erkekler, diz
çöküyorlardı.
Metropolitin Ötropi isminde son derece güzel bir kızkardeşi
vardı; bayılan kadınların yüzüne su serpiyor, kollarını ovalıyordu.
Birdenbire korkunç bir çatırtı kilisenin kubbesini
inletmişti. Şehrin en büyük kulelerinden birinin daha yıkıldığını anlayan
ahâli, kilisenin kapısını kapamaya doğru koşarlarken metropolit Nikasyüs haykırdı:
- Durunuz! Kapıları kapamayınız, düşmanı karşılayacağız!
Korkmayınız! Allah’ın emri budur!
Papazlar bağırıyorlardı:
- Nikasyüs! Geliyorlar! Şehre girdiler! Nikasyüs,
doğranacağız!
Filhakika çığlıklar ansızın çok yaklaşmıştı. Kilise kapısına
üşüşen halk tenha Rems sokaklarının birdenbire çılgın atlılarla dolduğunu ve
şehrin içinden alevler yükseldiğini görerek içeri kaçtılar.
- Kapayalım Nikasyüs, kapıları kapayalım! diye
haykırışıyorlardı...
Metropolit, kilise kapısının önünde, yere diz çöken ve yalvaran
halkı, papazları dinlemiyor:
- Gelsinler, bekleyeceğiz, onları karşılayacağız! diye
bağırıyordu.
Kızkardeşi Ötropi de, kilise kubbesinin aksisedâsıyla beraber
tekrar ediyordu:
- Karşılayacağız! Karşılayacağız!
Metropolit, kimi bayılan, kimi diz çöken, saçlarını yolan,
ellerini havaya kaldıran ahaliyi yararak kilisenin merdivenlerine kadar yürüdü.
Hunlar, kilisenin önüne gelmişler; yangınların kızıl ışığında birbirine
kenetlenmiş korkunç bir yığın hâlinde, zafer sevinçleriyle müthiş çığlıklar
koparıyorlar, yalın kılıçlarını havada sallıyorlardı.
Metropolit, sırmaları ve düğmeleri kırmızı bir renkte
parlayan dinî kisvesi içinde, yüksek sesle Davud’un mezamirinden birini
terennüme başladı:
- «Ruhum
dünyâya adetâ bağlı yaratıldı... Allah’ım! Kelâmın iktizâsı odur ki beni ihya
edesin.»
Fakat ilâhiyi henüz bitirmişti ki, gözlerinin önünde, yaman
bir çizgiyle parlayıp sönen bir kılıç görmesiyle, kafasının gövdesinden
ayrılarak vücudundan evvel yere yuvarlanması bir oldu. Metropolitin kızkardeşi
Ötropi, çığlıklar arasında beliren acıklı bir haykırışla, kardeşini öldüren
Hun’un üstüne atılmıştı. Bu hamleyi gören Hun, tam vaktinde kılıcını öyle bir
uzatış uzattı ki Ötropi göbeğinden şişlendi ve kılıç tam kuyruksokumundan
çıktı.
Bâzı asılsız hurafelere göre, o sırada, kilisenin içinden
birdenbire garip ve meçhul bir ses gelmiş ve Hunlar kaçışarak şehri terk
etmişler.
Rems Metropolitinin katlini duyan Attilâ müthiş bir gayızla
köpürerek yanındakilere bağırdı:
- Yağma ve katliâm yapılmayacaktır. Kılıçlarımızı bize müsavi
olanlara karşı çekelim. Müdafaasız bir kızı öldüren kaatili yakalayınız ye
huzuruma çıkarınız.
Rems şehrini dolduran karmakarışık ordunun içinde, bir
saatte, yüzlerce kişi tevkif edildi.
Attilâ, birçok, tarafgir Lâtin müverrihlerinin iddiasına
rağmen, yağmaya ve kıtale şiddetle muarızdı. Ancak mukavemet eden şehirlere
harben giren; ve teslim olanlara azamî rahm ü şefkatle muamele eden bir
hâkandı. Fakat muhtelif kavimlerden mürekkep olan ordusu içinde, Burgontlar
gibi, Attilâ’nın bu arzusunu yerine getirmeyen milletler de vardı.
Rems Kilisesi Metropolitini katleden adam tevkif edilerek,
Attilâ’nın huzuruna çıkarıldı.
Hun hâkaanı kaatili görür görmez, çığrından çıkarak haykırdı:
- Rems Metropolitini sen mi öldürdün?
Kaatil dimdik durarak, metanetle cevap verdi:
- Evet.
- Niçin öidürdün?
- Bizden korkmuyordu.
- Ne yapıyordu?
- İlâhi okuyordu.
- Silâhı var mıydı?
- Hayır.
- Senin üstüne hücum etti mi?
- Hayır.
- Sana fena bir söz söyledi mi?
- Hayır.
- Kime hitap ediyordu?
- Allah’a.
- Sen ne yaptın?
- Duasını kafasıyla beraber kestim.
- Sonra ne oldu?
- Güzel bir kız, saçları havalanarak üstüme atılıyordu.
Metropolitin kızkardeşi imiş, sonradan öğrendim.
- Üstüne atıldı mı?
- Atılacaktı.
- Atılsaydı, sen onu bileklerinden tutup, seni rahatsız
etmekten menedemez miydin?
- Ederdim.
- Hem kardeşinin haksız yere kafası kesilmiş bir kızın, sana
hücuma hakkı yok mudur?
- Vardır.
- Sen ona ne yaptın?
- Öldürdüm.
- Attilâ’nın yağma ve kıtal istemediğini bilmiyor muydun?
- Biliyordum.
- Niçin yaptın?
- Zaferlerden sarhoş olmuştum.
Attilâ, durdu ve başını önüne eğerek, biraz düşündü. Sonra
ağır ağır başını kaldırarak:
- Sen doğruluğu sever misin? diye sordu.
Bu sefer katil başını eğerek:
- Severim, diye mırıldandı.
Attilâ öfkesiz bir sesle bağırdı:
- Cezanı sen tâyin et!
Katil, başını kaldırmadan cevap verdi:
- Cezamı Attilâ’nın kılıcı tâyin etsin!
Attilâ, katilin arkasında, kılıcını havaya kaldırmış duran
adamlarından birine işaret çekerken dedi ki:
- Benim kılıcım daha temiz kanlara bulanır; fakat senin
cezanı verecek kılıçlar vardır.
Attilâ sözünü bitirir bitirmez, katilin açık ensesine arkadan
bir kılıç indi ve kellesini ayaklarının önüne düşürdü.
*
* *
Hun hâkanının adalet aşkına rağmen bütün Gol, bilhassa
Belçika eyâletleri dehşet içinde idiler. Yığın yığın ahali, neferleri birer
yıldırım olan bu muazzam istilâ ordularından kaçıyordu. Küçük şehirler halkı
büyük şehirlere iltica ediyorlar ve orada da selâmete çıkmadıklarını görerek
sahralara, oradan da dağlara sığınıyorlardı. Ormanlara kaçanlar vahşî hayvanlar
tarafından parçalanıyorlar, nehirlerde kayıklara hadd-i istiâbîsinden fazla
binenler, suda boğuluyorlardı.
«Attilâ geliyor!» kelimeleri bütün bir şehir halkını yerinden
oynatarak dağlara, vahşî ormanlara atmağa kâfiydi.
Paris halkı da ayaklandı ve kaçmağa hazırlandı.
Jül Sezar zamanında ehemmiyetsiz, küçük, karanlık bir şehir
olan Paris, Konstans Klor’dan sonra oldukça mühim bir belde hâline gelmişti. Bu
imparatorlar halefleri, büyük istilâlara mâruz olmayan âsûde memleketler
aramışlar ve kâh Rems’de kâh Paris’te karar kılarak, kış mevsimlerinde, askerî
kıt’alarına oralarda talim yaptırmışlardır.8
Sen nehrinin sol sahilinde bir mevki-i müstahkem, bir saray,
bir amfiteatre, mabetler, hulâsa kuvvetii bir askerî teşkilâtın icâbettiği şeyler
bu imparatorlar tarafından yapılmıştı.
Şehrin ticarî ehemmiyeti de siyasî ehemmiyetiyle beraber
artmıştı. Yukarı ve aşağı Sen, bütün ticaretin antreposu hâlini almıştı
Fakat «Attilâ geliyor!» kelimeleri Paris’te en cesurların
bile gözlerini yıldırdı. Ve herkes, kurtuluş için bir çare gördü: Firar!
Paris ayaklandı.
Ahali, derhal umumî muhacerete hazırlanmıştı. Bütün ev
eşyaları sokaklara döküldü, binalar ıssız, karanlık, bomboş kaldılar; bâzı
kadınlar sokak ortasında ve eşya denklerinin yanında haykırarak doğuruyorlardı.
Halk, doğup büyüdükleri evlerden son bir veda ile çıkarken, ağlaşıyorlar ve boş
odalara bakarken bütün mazilerini hatırlayarak gözlerinin önünden
geçiriyorlardı.
Bütün bu korkudan ayakta bile duramayacak hale gelmiş...
sokak ortalarında yuvarlanan ve kaçmaya bile takati olmayan insanlar,
birdenbire cesaretlendiler ve şehri müdâfaaya karar verdiler. Paris halkına bu
şiddetli azmi telkin eden mahlûk bir kadındı: Jöneviyev ismindeki meşhur kadın!
Hârikalı bir seciyye sahibi olan bu mahlûk, sinirleri çözük
bir ip yumağı gibi gevşemiş Paris halkını, öyle bir canlandırış canlandırdı,
hepsinin hayâtını öyle bir kurtardı ki... şehir bin dört yüz senedenberi hâlâ
destanlarında, levhalarında, müzelerinde bu kadına minnettarlığını ödemekle
bitiremez.
Jöneviyev’in asıl adı Jönevefa’dır ki, bizde «Yunevefa»
suretinde telâffuz edilir.
Jöneviyev’in anası ve babası, Paris’ten üç fersah uzakta
Nanter’de oturuyorlardı. Jöneviyev, hayalperest ve dindar bir kızdı.
Küçüklüğünde hep bir odaya kapanır, ya dua eder yahut ucu bucağı olmayan
hayallere dalar, odasından ve evden de ancak kiliseye gitmek için çıkardı.
429 tarihinde Paris’e gelen iki piskopos Nanter’den geçerken,
yolda, gözlerinden fevkattabiî alevler çıkan bu kız çocuğunu görmüşlerdi.
Piskoposun biri işaret etti ve yaklaşan çocuğu kolları
arasına alarak havaya kaldırdı ve sordu:
- Senin adın ne?
- Jöneviyev!
- Kaç yaşındasın?
- Sekiz.
- Buralı mısın?
- Evet.
- Annen, baban var mı?
- Var.
Çocuk kısa, kat’î ve daha uzun suâllere makûl cevaplar
veriyordu.
İhtiyar piskopos uzun zaman düşünce içinde kaldı, sonra
kendisine doğru ilerleyen Jöneviyev’in anasına babasına dedi ki:
- Bu çocuğun her istediğini yapın, çünkü ya ben tahminimde
aldanıyorum yahut da bu çocuk, büyüyünce, Allah’ın nazarında ehemmiyetli bir mevki
alacaktır.
O günden sonra Jöneviyev’in şöhreti boyundan daha çok evvel
ve daha çok çabuk büyüdü, hâline bir ciddiyet geldi, büsbütün çekingen, ağır ve
hülyâperver bir mahlûk oldu. Bütün günlerini fakirlere, hastalara bakmak yahut
dua etmekle geçiriyordu.
Bâzı hurafelere göre Jöneviyev mefluçları tedâvi ediyor,
körlerin gözlerini açıyor, insanların en gizli fikirlerini anlıyor, istikbâli
keşfediyordu.
Azîzeler sırasına geçti.
İsmi kısa bir zamanda ağızdan ağıza dolaştı ve nihayet Frank
memleketi hudutlarını da aşarak bütün şark ve garpte tanındı.
Attilâ’nın yaklaştığını duyan Jöneviyev, her şeyin Allah
tarafından geldiğine inanan bütün ruhanîler gibi, bunun da emr-i ilâhî ile
vukubulduğuna kani idi.
Gene rivayetlere göre Jöneviyev de, Jan Dark gibi sözde
birtakım tayfler, hayâller görmüş ve Attilâ’nın Paris’e giremeyeceğini âlem-i
gaybdan öğrenmişti.
Paris müdâfaası için erkeklere söz geçiremeyen Jöneviyev
kadınlara hitap etti:
- Kalbsiz kadınlar! Çatıları altında doğduğunuz, büyüdüğünüz,
çocuklarınızı doğurduğunuz yuvaları bırakıp kaçıyor musunuz? Ne için gözyaşları
dökerek, diz çökerek Allah’ınıza münâcat etmiyorsunuz? Eğer böyle yaparsanız
şehriniz yabancı eline geçmeyecek, hâlbuki firara teşebbüs ederseniz,
kaçtığınız yerler de istilâya uğrayacak ve taş üstünde taş kalmayacaktır.
Bu nutku îrat ederken Jöneviyev’in sözleri kadar tavırları,
bakışları, haykırışları da bütün kadınları heyecana getirdi ve hepsi onun
peşinden gittiler.
Lutes adasının şarkında, bugün Notrdam Kilisesi’nin
yükseldiği noktada bir başka kilise vardı. Jöneviyev emirlerine mutî kadın
kafilesini oraya götürdü ve hepsi orada vecde gelerek dua ettiler.
Zevcelerinin ortadan kaybolduğunu görerek hayretlere düşen
erkekler de kiliseye geldiler ve kapıların kapalı olduğunu ikinci bir hayretle
gördüler.
Birisi kapıyı yumruklayarak bağırdı:
- Hey!... Kadınlar!... Duanız bitmedi mi? Akşam oldu,
çocuklarınız sokaklarda sizi bekliyorlar.
Kilisenin içinden şu cevap geldi:
- Biz burada kalacağız, dışarı çıkmayacağız. Düşmanı burada
bekleyeceğiz.
Bu cevap erkekleri çığrından çıkardı. Bâzıları ayaklarını
havaya kaldırarak iyice gerildiler ve mukaddes bir yere taarruz etmekten
çekinmeyerek kapıyı tekmelemek istediler; fakat daha mutedilleri araya girerek
nasihatin cebr ve şiddetten daha müessir olacağını, müfritlere kabul
ettirdiler.
Bu sükûnet çok sürmedi ve kadınların mukavemeti bütün
erkekleri gazaba getirdi. Hep birden kapıyı yumrukluyorlar, Jöneviyev’e ağır
sözlerle haykırıyorlardı:
- Sahte peygamber! Sahte peygamber! En fena günlerimizde
başımıza belâ oldun. Hayatımızı düşmana teslim edeceksin! Kahrol! Elimizden
kurtulamazsın. Seni paramparça edeceğiz.
Erkeklerin bir kısmı ellerine demirler alarak kapıya
geldiler:
- Kapıyı kıralım, bu sahte peygamberi kilisenin önünde
asalım! diye bağırıyorlardı.
Diğer bir kısım erkekler de:
- Hayır! diyorlardı, onu işkence ile öldürelim, kafasını
keselim, Sen nehrine atalım.
Münakaşa azıttıkça azıtırken, bir papaz yaklaştı. Jöneviyev’i
küçüklüğünde himaye eden piskopos namına bazı şeyler söylemek istedi. Erkekler
evvelâ dinlemediler ve gürültü kopardılar.
Ruhanîlere has bir itidalle emelinde ısrar eden papaz nihayet
söz aldı:
- Bu kız azizedendir, ona itaat ediniz! diye bağırdı.
Papaz parmağını göğe doğru uzatarak Allah’ı işaret ediyor,
erkekler yumruklarını havada sallıyorlardı:
- Kim demiş? Bu kız şeytan tarafından gönderilmiştir, bizi
mahvedecek. Attilâ orduları kapımıza dayandı, bu gece doğranacağız! Emzikli
çocuklarımız anasız kaldılar, evlâtlarımız öksüz kaldılar, sokaklarda
bekleşiyor, haykırışıyorlar... Bu mel’un kız kadınlarımızı kiliseye kapadı ve
basiretlerini bağladı.
Rahip, bütün bu haykırışları, kolunun semaya doğru ağır bir
hareketiyle susturuyor, râkid ve tatlı bir sesle bu isyanı yatıştırmağa
çalışıyordu:
- Hayır! diyordu, bu kız Hak tarafından sizi kurtarmağa
geldi, bu kız azizedendir, bu kıza itaat ediniz!
Haykırışlar azalıyor, fakat aynı cümleyi tekrar ediyordu:
- Onu öldüreceğiz!
Rahip, olduğu yerde hiç kımıldamadan, gözkapakları bile ağır
ağır açılıp kapanarak, tesiri derhal görülen bir itidal ile yeniden söz
alıyordu.
- Korkmayınız! Bu kıza itaat ediniz! Sent Jöneviyev’e itaat
ediniz! Sizi o kurtaracak! Gözyaşlarınızı o kurutacak! Onun sayesinde
çatılarınızın altına döneceksiniz ve doğduğunuz evlerde tabiî ömrünüzü
bitirerek öleceksiniz!
Nihayet, rahibin telkini müessir oldu ve erkekler itaat
ederek sordular:
- Ne yapalım?
Rahip bağırdı:
- Kaçmayınız! Evlerinizin yerinde ot bitmesini istemiyorsanız
kaçmayınız!
- Sokaklarda mı yatalım?
- Eşyalarınızı evlerinize taşıyınız!
- Düşman kapıda.
- Giremeyecektir.
- Nasıl emîn olalım?
- Emr-i ilâhî böyledir.
O günden itibaren Parisliler yerli yerlerinde kaldılar.
Hun hâkanının gayesi bütün Gol arazisinde yağma değildi. Som
ile Marn arasında duran Attilâ, Paris’e girmek için ısrar etmedi. Esasen
maksadı, Vizigotları Gol’ün vasatına doğru çekmek ve üss-i harblerinden
uzaklaştırarak ezmekti. Buna muvaffak olduktan sonra Alp eteklerinde Aetyüs ile
karşılaşmayı niyet ediyordu. Burgontlar’la Franklar’a ehemmiyet vermedi. Çünkü
birincileri evvelce mağlûp etmiş, ikincilerin de kaçtıklarını görmüştü.
Attilâ ordusunu kanatlandırarak Orlean istikaametine doğru
sürdü, artık bâzı yağmaların ve kıtallerin de önünü almıştı.
9 yahut 10 Nisan’da hareket ederek Mayıs’ın ilk günlerinde
menziline vardı.
Orlean şehrinde Roma hükümeti tereddî halinde idi, ordu
perişandı ve müdâfaa vâsıtaları hiç yok gibiydi. Harbe karşı hassas olan Orlean
halkı, hükümetten medet ummayarak şehirlerini bizzat müdâfaaya karar verdiler.
Attilâ’nın, Orlean istikametinde yürüdüğünü öğrenince,
kıyametin kendi başlarında kopacağını sezerek hazırlığa başladılar. Kalelerini
tahkîm ettiler, muhasarada aç kalmamak için erzak ambarlarını doldurdular. Bir
taraftan da felâketi Aetyüs’e haber vermek için metropolitlerini gönderdiler.
Orleanlılann, Garbî Roma kumandanı Aetyüs’ü davetlerinden
sonra, vukua gelen hâdiseler Hunlarla Romalılar arasında bir meydan
muharebesini katiyen zarurî bir hâle getirmişti.
Şalon’dan birkaç mil ötede, Fanom Minevre denilen Minevre
mabedi civarında, bugün bile Roma tarzında mevki-i müstahkemlerin harabelerine
tesadüf ediliyor.
Bu harabelere yakın, ucu bucağı olmayan bir ovada Vezel nehri
akar. Attilâ, büyük muharebeye karar verdikten sonra, arabalarını nehrin
kenarına dairevî olarak yerleştirdi ve daha içerilerine de çadırlarını dikti.
Aynı günde, Aetyüs ordusu da karşısına geçerek karargâh
kurmuştu.
Muharebe ertesi gün başlayacaktı.
Attilâ o geceyi nefes aldırmayan bir helecan içinde geçirdi.
Hiç bir cenkte, hiç bir akında bu derece heyecana düşmemişti.
Zira akından akına, zaferden zafere koşan, Avrupa kıt’asının
bir ucundan öbür ucuna varan ordusu, artık pek yorgundu, mütevâli zayiat insan
ve at mikdarını hayli azaltmıştı.
Çadırında, ellerini arkasına koymuş, büyük adımlarla ve başı
önünde, geziniyor, duruyor, ayağını yere vuruyor, itidalini kaybedecek gibi
oluyordu. Gece yarısını geçince adamlarına emir verdi:
- Haydi, Ostrogot, Roj ve Hun falcılarına söyleyiniz. Ovanın
gerilerinde çadır kursunlar ve tertibat yapsınlar. Ben de geliyorum. Harbin
sonunu şimdiden tefe’ül etmek istiyorum!
O asrın bütün kavimleri gibi Hunlar ve Attilâ da bâzı
hurafelere inanıyorlardı. Attilâ, birçok defalar, harbden evvel neticeyi
tefe’ül etmek istemiş ve dâima zaferi haber veren bu fallar ve büyüler onu
aldatmamıştı.
Şampanyi sahralarının ortasına büyük bir çadır dikildi.
Etrafında, kolları havaya kalkmış yüzlerce Hun, ellerinde birer meş’ale
tutuyor, hafif rüzgârla sallanan ve diplerinden kopmak istiyor gibi arasıra
kuvvetli bir çırpınışla havaya doğru uzanan ve sonra mağlûb olmuş gibi
burularak kısalan ve küçülen alevlerin ışığı altında, siyah yüzlerini ıslatan
terler parıldıyor, gürbüz kollarının pazılar; karanlık çerçeveleri içinde
şişiyordu.
Ortaya bir koyun getirildi ve yere yatırıldı.
Yanıbaşına bir rahip geldi. Beyaz bir beze sarılı asasını
havaya kaldırarak ağır ağır sallarken, elli davula hafif hafif vurulan
tokmaklar, muttarit seslerle, asanın hareketlerine vezinlerini uydurdular.
Sonra beyaz Hunlardan bir büyücü yaklaştı, durdu, ayaklarının
ucunda yükselerek, davulun âhengiyle beraber evvelâ ağır ağır, sonra,
tokmakların sür’ati arttıkça hızlı hızlı, kendi mihveri etrafında dönmeğe
başladı.
Bir taraftan, uzakta meş’ale tutan Hunlar muntazam ve batî
adımlarla dâirenin merkezine doğru yaklaşıyorlar, bir taraftan rahip, davulun
serî vezinleriyle beraber asasını sallıyor ve Hun büyücüsü, bir makine
pervanesi hızıyla mihverinde dönüyordu.
Büyücü o kadar sür’atle dönmeğe başlamıştı ki, önü ve arkası,
yüzü ve ensesi, başı ve omuzlan, tek ayağı havalanmış bacaklarının çatalı
görünmüyordu.
Nihayet yoruldu ve baygın bir halde yere uzandı, bir saralı
gibi ihtilâçlar içinde, haykırıyor, ağzından köpükler boşalıyordu.
Attilâ, çadırın kapısında, alçak bir iskemleye oturmuş,
dirseklerini dizlerine ve başını avuçlarına koymuş; meş’ale alevlerini yutan
küçük gözlerinden garip parıltılarla bu cehennemî manzarayı seyrediyor,
çığlıkları dinliyordu.
Bundan sonra elinde büyük bir bıçak tutan bir Hun yerde yatan
koyuna yaklaştı ve kafasını kesti. Öteki Hunlar da kurbanın yanına diz çökerek
etlerini parçaladılar, kemiklerinden ayırdılar.
Koyunun kaburgaları çıkarıldı.
Gene o noktada büyük bir ateş yakılarak hayvanın kaburgaları
alevlere atıldı.
Bu sırada, tepeden tırnağa simsiyah bir maşlaha bürünmüş,
beyaz sakallı bir ihtiyar Attilâ’nın önüne gelerek diz çöktü, başını hâkanın ayakları
dibine koyarak hafifleyen davul sesleri arasında, iniltili bir sesle:
- Ey Hâkan... dedi.
Attilâ, ihtiyarın başını tutarak kaldırdı.
Bu, civar ormanlarda yaşayan bir münzevî idi; istikbâli keşf
hususundaki muvaffakiyetleriyle halk arasında peygamber zannediliyordu.
Attilâ’nın askerleri onu gündüzden yakalayarak hâkana götürmüşlerdi. Attilâ
geceki âyinlere onun da iştirak etmesini istemişti.
İhtiyar ayağa kalktı:
- Ey Hâkan, dedi, emrin nedir?
Attilâ, irâde etti:
- Alevden çıkan kemiklere bak ve istikbâlimi haber ver!
Zinhar, benden korkarak hakîkatı gizleme!
Ateşten kaburgalar çıkarıldı ve bir müddet soğuk suda
bırakıldı. İhtiyar, kemiklerden birini alarak, üstündeki çatlakları tedkik etti
ve Attilâ’ya döndü, muhteşem bir sesle:
- Sen Allah’ın kamçısısın, dedi, senin sapın Allah’ın
elindedir... Ve O, kudret-i samedâniyesini arzın günahkârlarına senin vasıtanla
izhâr eder. Fakat bâzan, Hak Taâlâ, semavî intikamlarına fasıla verir. Nitekim,
Romalılar’a karşı muharebede galip olmayacaksın, tâ ki, sen, kudretinin Hak’tan
geldiğini idrâk edinceye kadar. Fakat, kaybedeceğin bu muharebede en büyük Roma
kumandanı da mahvolacaktır.
Attilâ’nın sarı alevlerle yıkanan yüzünden ızdırap ve neş’e
mânâları nöbetleşe geçtiler. Aetyüs’ün öleceğini haber veren fal doğru çıkarsa,
Attilâ, bu harbi kaybedecek olsa bile, tasavvurâtı önündeki en büyük hâillerden
birinden kurtulacaktı. Onun ölümünü bir hezîmetle tediye etmek, Attilâ
nazarında hiç de pahalı değildi.
Bu meydan muharebesinin hezimetle bitmesinden endişe eden
Attilâ, ertesi gün harbe geç başlamaya karar verdi. Böylece vakit kazanmak
istiyor ve ertesi gece yeni vaziyeti düşünmeğe hazırlanıyordu.
Ertesi gün, sabahleyin, bütün erkân-ı harbiyesini topladı ve
onlara güzel bir nutuk îrâdetti:9
«- Bunca milletlere karşı kazandığımız bunca zaferlerden
sonra ve dünyâyı zaptetmek üzere bulunduğumuz sırada, sizlere bilmediğiniz bir
şeymiş gibi harbin ne olduğunu anlatmaya çalışarak iğne sokmayı abes ve gülünç
addederim.
«Bu kabil tedbirleri yepyeni bir generale yahut da tecrübesiz
askerlere bırakalım. Bu ne size, ne de bana lâyık bir harekettir. Filhakika,
sizin itiyatlarınız harbden başka nedir? Ve mertler için silâhları ellerinde,
intikam aramaktan daha tatlı ne vardır? Oh! Evet... Kalbin intikamdan doyması
tabiatın büyük bir ihsanıdır...
«Düşmana şiddetle hücum edelim; dâima kendinden emîn olan
taraf evvelâ taarruz eder.
«Bakınız, düşmanın korkusu harbden evvel görünüyor; dâima
yüksek noktalara çıkıyorlar, tepeleri ele geçirmek istiyorlar, fakat bu faydasızdır.
«Hepimiz biliyoruz ki Romalılar’ın taşıdıkları silâhlar
kendilerine ne kadar ağır geliyor. Demem ki onlara zahmet veren ilk yaradır,
fakat toz toprak onlara çok eziyet verir. Onlar, eski bir askerî itiyatla,
kaplumbağa şeklinde kalkanlarını sırtlayarak yüzükoyun eğildikleri ve gayri
müteharrik bir yığın teşkil ettikleri vakit aldırmayınız, yürüyünüz, çiğneyip
geçiniz! Alan’lara atılınız, Vizigot’ları parçalayınız, biz muharebe
kuvvetlerinin teksif edildiği bir noktada kat’î bir zafer kazanmaya mecburuz.
«Damarlar kesilince uzuvlar düşer ve kemikleri çıkarılan bir
vücut, ayakta durmaz, yıkılır. Haydi, cesaretinizi ele alın ve tabiî hırsınızla
ileri atılınız! Bir Hun sıfatıyla kararınızın kat’iyyetini ve silâhlarınızın
mükemmeliyetini isbât ediniz. Yaralı, düşmanının ölümünü arasın, sağlamlar
düşmanlarının kanlarıyla atışlarını teskin etsinler Yaşamaları mukadder
olanlara hiç bir ok tesadüf etmez, ölüme mahkûm olanlarsa istirahat ederken
bile ölürler.
«Nihayet, eğer kader bu muharebeyi Hunlara kazandırmayacaksa,
niçin onları bütün harblerde galip kıldı; niçin kader, asırlardanberi herkese
meçhul ve kapalı olan Meotit bataklıklarının yolunu ecdadımıza açtı? Hâdiseler
bizi aldatmıyorlar. Bize mev’ud olan servet ve muvaffakiyetlerin nihâî harb
sahnesi burasıdır ve karşımızdaki, bu öteden beriden toplanmış devşirme
kalabalık, Hunların görünüşüne bir an bile tahammül edemeyeceklerdir.
“İlk ciridi ben atacağım! Eğer Attilâ harb ederken biri
istirahat etmek isterse, o şimdiden ölmüştür!»
Bu nutku tarihinde yazan müverrih Jurnades harbi şöyle hikâye
ediyor:
«Attilâ’nın bu sözleri üzerine müthiş, korkunç, muzaaf,
müfrit bir harb başladı. Bütün edvar-ı atîkada böyle kanlı harb, böyle
kahramanlık sahnelerine tesadüf edilmez. Bu hârikalı sahneye şahit olmayanlar
bütün ömürlerinde bir daha böylesini görmeyeceklerdir.»
Hemen hemen kurumuş olan ırmak, akan kanlarla dolarak
birdenbire taştı: Su içmek için ırmağa giden yaralılar, oradan kanlı ve zehirli
bir mayi içerek zehirleniyor ve ölüyorlardı.
Roma ordusunun sağ cenahıyla Attilâ ordusunun sol cenahı
temas ederek harbe başlandı. Roma ordusunun sağ cenahını garbî Gotlar, Attilâ
ordusunun sağ cenahını şarkî Gotlar teşkil ediyor, yani kardeş kardeşle
döğüşüyordu.
İhtiyar kral Teodorik, Roma saflarında dolaşıyordu. Sözleriyle,
hareketleriyle askerlerini teşcî ederken birdenbire atından düşerek safların
met ve cezri arasında ezildi gitti. Bâzı rivayetlere göre ihtiyar kralı bir
Ostrogot öldürmüş.
Birbirine karışan iki muhâsım ordu şiddetli bir harbe
tutuştular; müthiş bir çarpışmadan sonra Vizigot’lar düşmanlarını dağıttılar.
O vakit, Attilâ, Roma ordusunun merkezine bizzat hücum etmiş
ve merkezi perişan ederek harb sahnesine hâkim olmuştur.
Hun ordusunun sol cenahına galebe çalan Vizigotlar, Attilâ’yı
sağ cenahtan çevirme hareketiyle sarmaya çalışırken, aynı manevrayı yapan Roma
ordusunun sol cenahı Attilâ’yı muvakkat bir ric’ata sevketti. Bu korkunç harbte
Attilâ ölüm tehlikesi bile atlatmıştı. Kendi arabalarını siper ederek ric’at
eden Hunlar, birdenbire muhacim düşman kuvvetlerini müthiş bir ok sağnağına
tutarak geriye püskürttüler.
Gece olmuştu. Ordular birbirlerine karışmış, dost düşman
biribirini farketmiyordu. Vizigot kumandanlarından biri vadiden inerek Roma
karargâhına gitmek isterken, farkında olmadan Hun arabalarına dalmış ve bir ok
yağmuruna tutulmuştu. Vücuduna üç ok saplandı, kan revan içinde atından
yuvarlandı, askerleri onu kaçırarak ölmeden kurtardılar.
Bizzat Roma kumandanı Aetyüs bile karargâhının yolunu
şaşırmış ve bir avuç maiyetiyle beraber kollarında kalkanlarıyla, gözlerini
kırpmadan, sabaha kadar Hun ordugâhında kalmıştır.
Ertesi sabah güneş, cesetlerle dolu bir sahra üstüne doğdu.
Rivayete göre 160.000 yaralı ve ölü yerlerde yatıyordu.
Müverrih Jurnades, bu harbden sonra, arabalardan müteşekkil
dairevî kalesi içinde oturan Attilâ’yı şöyle tasvîr ediyor:
«Avcılarla ihata edilmiş bir arslan, mağarasının kapısı
önünde nasıl ihtişamla gezinirse, Attilâ da, kalesinde haykırarak ve kükreyerek
dolaşıyor ve dışarıdan sesini işiten düşmanlar korkudan tüyleri ürpererek
kaçıyorlardı.10
Romalılar ve Gotlar, karargâhına tehlikeli bir sükûnetle
çekilen Attilâ’ya karşı ne yapabileceklerini düşündüler. «Muhasara» ve «Hücum»
şıklarından birinde tereddüt ediyorlardı.
Hücumdan korktular. Nisbeten daha az tehlikeli addettikleri
muhasara fikrini kabul ettiler.
Fakat Roma ordusu içinde Got kralı ihtiyar Teodorik’in
ortadan kaybolması herkesi telâşa düşürmüştü. Muhtelif şayialar deverân
ediyordu. Kimi onun esir düştüğünü söylüyordu. Nihayet harb sahasında onu
aramağa başladılar ve cesedini, bir büyük na’ş yığını altından bulup
çıkardılar.
Cenaze büyük merasimle kaldırıldı. Gotlar matem havaları
terennüm ettiler.
Mağlûp düşmanlarına karşı fevkalâde büyük bir necabetle
hareket eden Hunlar, bu râsimeyi kayıtsız gözlerle seyretmişler ve düşmana hiç
bir suretle müdahale etmemişlerdi.
Got Kralı’nın yerine oğlu Turismunt geçti. Ordusu, onu harb
meydanında babasına halef olarak intihap etmişti. Fakat harb cephesinden iki
yüz fersah ötedeki memleketinde dört kardeşi daha vardı. Turismunt’un
intihabına muvafakat edecekler miydi? Bunu şiddetle merak eden yeni kıral,
ordusuyla beraber Tuluz’a dönmek istedi. Fakat Roma kumandanı Aetyüs’e bunu
teklif etmekten çekiniyordu.
Aetyüs, Gotların Roma ordusundan çekilip memleketlerine
dönmelerine çarnaçar muvafakat etti.
Bunun üzerine Attilâ’yı muhasara etmekten de vazgeçmişlerdi.
Karargâhında düşmanın hareketlerini dikkatle takibeden
Attilâ, Gotların harb sahnesini terkettiklerini görünce büyük bir sevinç
çığlığı kopardı. Zira o bunu zafer telâkki ediyordu ve müverrih Jürnades’in
tabiriyle: «Bu kuvvetli dehânın ruhu, tekrar zafere ulaştı ve ilk ikballerine
kavuştu.»
Attilâ, düşman ordusunun yarıdan aşağıya küçüldüğünü
gördükten sonra harbe tenezzül etmedi ve arabalarını bağlatarak yola çıktı,
Harb etmeğe zerre kadar takati kalmayan Roma ordusu bakiyesi
de geriye döndü.
Raven sarayı, düşmanı mağlûp edemeyen Aetyüs’ü cinayetle
ittihama kadar varmıştı.
Muzaffer Attilâ ordusu Tuna ovalarına döndüğü vakit, gece
yarısıydı.
Memleketlerinde kalan Hunlar, ordunun geldiğini haber alınca,
sevinçten çıldırarak yataklarından fırladılar, dışarı uğradılar ve ovaya
koştular. Yüz binlerce meş’ale yakılmıştı. Ulvî manzara... Kadınlar, kızlar,
çocuklar, harbden sağ sâlim dönüp dönmediklerini bilmedikleri babalarını,
kocalarını bulmak için ordunun içinde oraya buraya koşuyorlar, soruyorlar,
soruşturuyorlar, hasretlerine kavuşanlar bitip tükenmeyen hararetli
derâğuşlarla sevinçten ağlıyor, haykırışıyorlardı.
Her tarafta kurbanlar kesiliyor, marşlar söyleniyor, büyük
ateşler yakılıyor ve ovadan gökyüzüne doğru sarı kızıl alevler, vaveylalar
yükseliyordu.
Atının üstünde dimdik duran ve yüzünde hiç bir yorgunluk
eseri görülmeyen Attilâ, saflar arasından ağır ağır geçti ve hayvanının
bacaklarına sarılan, dizlerini öpen, coşkun ve minnettar halkın tezahürleri
arasında sarayına geldi.
Vâdînin başında kraliçe, nedîmeleri, Onejes’in zevcesi, bütün
saray halkı Attilâ’yı karşıladılar.
Hâkan, atından indi ve kraliçeyi kucakladı.
Etrafında herkes ağlıyordu.
İki ay içinde Tuna sahillerinden Ren kıyılarına kadar
vardıktan sonra, bütün Gol arazisini istilâ eden, Hun kavminin şerefini asrın
bütün nahvet ve azametlerinin fevkine çıkaran bu adama karşı,
minnettarlıklarını gözyaşlarıyla ödüyorlardı.
Attilâ tepenin kenarına geldi ve ovada zafer âyinleri yapan
Hunları seyretti.
Kraliçe de yanında idi ve yalnız kalınca Attilâ onu
kucakladı, göğsünde sıktı:
- Kerkam... Benim bir tanem... Benim bir tanem! dedi.
Kraliçe yaşlı gözlerini Attilâ’nın göğsüne silerek kuruluyor:
- Seni çok özledim, çok özledim... Hem... korktum da...
diyordu.
Attilâ sordu:
- Neden korktun?
- Dönemezsin diye korktum.
Attilâ, ovadan yükselen alevlere bakarak, tatlı ve derin
gülümsüyordu.
Kraliçe, Attilâ’nın yüzüne bakarak:
- Yorgun musun? dedi.
Hâkan, yorgun olmadığını sesindeki tazelikle de ayrıca isbât
ederek, cevap verdi:
- Hayır. Gece tecrübe ettim, beni harbetmemek yoruyor.
Sonra, kırk elli adım kadar arkada duran ve her an emrini
bekleyen adamlarından birine seslendi. Emir verdi:
- Başvekili çağırınız!
Onejes geldi. Attilâ, başvekile, mevkuf Roma elçilerinin ne
halde bulunduklarını sordu. Onejes izah ediyordu:
- Kendilerini nezâret altında rahat bıraktık. Azamî hürmet ve
iyi muamele gördüler.
Attilâ gülümsedi:
- Pekâlâ! dedi. Kendilerine söyleyiniz ki, yüz bin ok
arasında ölmeyen Attilâ’ya, bir daha suikast tertip etmeyi hatırlarından
geçirirlerse, unutmasınlar ki, hakikî bir diplomat serap arkasından koşmaz.
Kendilerini yarından itibaren serbest bırakınız.
- İçlerinde birisi bütün zamanını târih yazmakla geçirdi.
- Hangisi?
- Prisküs.
- Yazdıklarını gördünüz mü?
- Hayır, herhangi bir tesir altında kalmaması ve
mülâhazatında istiklâlini muhafaza edebilmesi için, Hunların an’anesine tebe’an
düşmanın hürriyet-i fikriyesine riâyet ettim.
Attilâ başını ağır ağır Onejes’e çevirerek:
- Dâima dirayetli ve ulvî düşünceli bir şahsiyetsiniz,
Onejes! Prisküs bunun farkında olmamışsa belki iyi bir müverrih, fakat asla
mükemmel bir insan değildir, dedi.
Attilâ, üç ay süren muharebede hasretini çektiği kraliçesinin
yanında bütün geceyi geçirdi.
Sabaha karşı, kendi dairesine dönmek için Kerka’nın odasından
çıkmış ve üst kat dehlizinde ağır ağır yürüyor, iki tarafa sıra ile dizili
beyaz esvaplı nedimelerin selâmlarına tatlı bir tebessümle cevap vererek
merdiven başına doğru gidiyordu.
Birdenbire durdu. Bir çift parlak göz, yarı karanlıkta
gözleri alan bir çift siyah bakış ona başını çevirtti. Şaşırmış ve
donakalmıştı. Nedimelerden birinin, sonundakinin... merdivene en yakın olanının
gözleri tıpkı Onorya’nın gözlerine benziyordu; o kadar benziyordu ki Attilâ
nedîmenin gözlerinden başka yüzünün veya vücudunun hiç bir noktasına dikkat
edemedi ve kendi gözlerinin içine mil gibi işleyen bu tanıdığı bakışların
tesîri altında şaşırdı.
Kendini toplayınca, nedimelerin hayretle uzayan boyunları ve
açılan gözleri karşısında, Hun hâkanı sordu:
- Sen yeni mi geldin kızım?
- Evet hâkanım.
- Ne kadar oluyor sen buraya geleli?
- Bir ay kadar oluyor hâkanım.
Attilâ, büsbütün hayret içinde kalmıştı. Yakına gelince,
yüzünü ve gözlerini daha iyi gördüğü bu kız, Onorya’ya tıpatıp benziyordu.
Gözlerinden, bakışlarından, boyuna bosuna, tavırlarına ve sesine varıncaya
kadar! Fakat bu kız Hun diliyle mükemmel konuşuyor, her şeyi anlıyor ve cevap
veriyordu. Üç ay evvel Hun topraklarından ihraç edilen Onorya içeri nasıl
sokulmuştu?
Attilâ, Onorya’ya doğru başını biraz daha uzatarak sordu:
- Sen hangi millettensin?
- Şüphesiz Hun’um.
Attilâ, kadınlarla şakalaştığı zamanki vakur lâubalilikle,
hafifçe gülümsedi:
- Şüphesiz dediğin şeyden şüphe edilebilir, güzelim. Ben
bahse girerim ki sende bir Garbî Roma tohumu var, sen bahse girer misin?
Onorya da aynı muhteşem istihza ile cevap verdi:
- Attilâ ile bahse giren insanların hepsi, kaybetmeğe
mahkûmdurlar.
Hayret! Bu tarzda konuşmak da Onorya’ya mahsustu.
Attilâ, şaşırdıkça şaşırıyor ve gözlerini dolduran hayreti
kapamak ve boğmak için, kırpıştırmaya mecbur olduğu kısa ve seyrek
kirpiklerinden başka hiç bir örtü bulamıyordu. Bu bakış o bakış, bu ses o ses,
bu tavır o tavır! Hayret! Bu kızı kollarından, omuzlarından yakalayarak
sarsmak, bağırmak: «Onorya! Onorya! Nereden çıktın? Mel’un ve güzel Onorya!»
diye haykırmak istiyordu. Fakat oradaki nedimelerden ve bunun kraliçenin
kulağına gitmesinden korkuyordu. Hem de hâlâ bir küçük şüphesi kalmıştı. Dehlizin
yarı karanlığında, bütün bir çehre teferruatını tamamiyle göremeyen gözlerinin
tahmin hatasına düşmüş olabilirdi. Bu şüphesinden kurtulmak için beklemeğe,
sabretmeğe de mecali yoktu. O dakikada her şeyi öğrenmek istiyordu. Fakat öteki
nedimelerin yanında ne daha fazla konuşmayı, ne de bu kızı kendi dâiresine
çağırmayı doğru bulmuyordu.
Kısa bir an düşündü ve nihayet kararını verdi:
- Benimle beraber gel! dedi.
İkisi de merdivenleri indiler. Kraliçenin ve Attilâ’nın
dairesi arasındaki bahçeyi geçerlerken, Attilâ, sabırsızlıkla durdu ve
Onorya’nın iki kolunu birden tutarak, gözlerini onun yüzüne yaklaştırdı. Fakat
Onorya, öpüleceğini zanneden bir bakire telâşı göstererek başını önüne eğmişti.
Attilâ, alçak sesle:
- Kaldır başını, bana bak! dedi.
Onorya itaat etmiyor, bilâkis, başını daha çok eğiyor ve
çenesini boynunun altına iyice yapıştırıyordu.
Attilâ Onorya’yı hafifçe sarsarak daha ziyade ısrarla tekrar
etti:
- Bana bak diyorum, bak bana, başını kaldır!
Onorya gene itaat etmedi, gene başını kaldırmadı.
Bahçe yukarıki dehlizden daha karanlıktı ve o anda Attilâ’nın
gördüğü kadın vücudu, biraz evvelkinden daha müphem, hudutları bile seçilmeyen,
karanlıklara karışmış bir yığından ibaretti. Şüphesi daha ziyade arttı. Bu kız
Onorya olsaydı hemen Attilâ’nın boynuna atılır, kendini tanıtır ve bu
yabancılığı göstermekte zevk bulmazdı.
Fakat bu kızın yüzünü iyice görmeğe karar vererek bağırdı:
- Emrediyorum, itaat et! dedi.
Kız başını kaldırdı ve avuçlarıyla yüzünü kapadı.
Attilâ, gürültülü bir cebr-ü şiddetin zararlarını hesap
ederek, mülâyemetle konuşmak ve kızın vereceği cevaplardan, sesinden bir şey
anlamak istedi.
- Niçin yüzünü bana göstermiyorsun? diye sordu.
- Kraliçemi çok seviyorum da onun için.
Bu cevap, küçük bir nedime ağzında çok büyüktü. Attilâ bunu
beğendi. Fakat kendini müdafaa etti:
- Ben seni, zannettiğin maksatla çağırmadım. Senin
kadınlığına dokunacak değilim. Yalnız senin yüzünü görmek istiyorum.
Onorya avuçlarını yüzünden bir lâhza çekti, tekrar kapayarak:
- Niçin? dedi.
- Seni birine benzetiyorum,
Onorya Attilâ’nın, kerpeten gibi kollarını sıkan
parmaklarından kurtularak, yürümek istedi.
Attilâ onu bırakmadı:
- Dur, dedi, bak, sen fazla inat ediyorsun, ben sana bütün
kuvvetimi istimal etmiyorum.
- Bir kadına karşı böyle hareket etmek sana yakışmaz da onun
için.
- Fakat o kadın bana haksızlık ederse, ben de ona biraz
şiddet gösterebilirim.
- Ben hiç haksızlık etmiyorum.
- Ediyorsun.
- Etmiyorum.
- Fena münâkaşa: Ben sana diyorum ki seni birine benzettim ve
yüzünü göreceğim.
- Yarın görürsün.
- Şimdi görmek istiyorum,
- Sabırsızlık da sana yaraşmıyor.
Attilâ bağırmak istiyordu: «Onorya! Mel’un ve güzel Onorya!»
Fakat şunu söyledi:
- O da bana âit. Benim mürebbiyem değilsin.
- Ben seni büyük görmeğe alışmış bir insanım.
Bu sırada beyaz bir hayalet, kraliçenin dâiresinden çıkarak
süt’atle onlara doğru geliyordu.
Attilâ, gene Onorya’nın kollarını bırakmadı.
Nihayet, bu gelen insanın kraliçe olduğunu görünce, ellerini
çekti ve sezdirmeden doğruldu.
Kraliçe ikisine de yaklaşınca yüzlerine baktı. Onorya da
doğrulmuş, ciddî ve sakin duruyordu.
Kerka, ona döndü ve şüphesini, öfkesini, telâşını pek az
belli eden kapalı bir sesle sordu:
- Burada ne arıyorsun?
Onorya, mağrur bir isyanla cevap verdi:
- Ben buraya kendi irâdemle gelmedim.
Attilâ Onorya’ya döndü ve emir verdi.
- Haydi git! Yarın konuşuruz.
Onorya uzaklaşınca Attilâ bir elini kraliçenin omuzuna
koyarak, mülayim bir tekdirle:
- İki hatan var! dedi.
Kraliçe biraz daha asabî:
- Ancak bir tanesini tahmin ediyorum, dedi.
- Bak ben sana söyleyim: Birincisi benden şüphe etmek,
ikincisi de bu şüpheni cariyelerinden birine hissettirmek.
- Şüphe etmedim, merak ettim.
- Yarın bana sorabilirdin.
- Haksız olduğumu ancak senin bu kıza niçin ehemmiyet
verdiğini öğrendikten sonra anlayacağım.
- Bu, merak değil, şüphedir.
- Belki.
Attilâ, hafif bir nefretle başını çevirdi:
- Fazla vesvese, diye mırıldandı.
Kraliçe, Attilâ’nın bir elini tutarak öptü.
- Mecbur oldum, dedi.
Sonra yalvaran sesiyle:
- Anlat bana... Niçin bu kıza ehemmiyet verdin? Niçin?... Onu
çok güzel mi buldun?
- Hayır! Sâdece siyasî bir şüpheye düştüm.
- Siyasî mi?
- Öyle ya... Bu kızda bir Romalı çehresi var. Düşmanlarımın
benim hayatıma kasdetmek için nelere müracaat ettiklerini biliyorsun. Saraya
gelen bir yabancıdan şüphe edebilirim.
- Bana sorsaydın...
- Sen yatmış olabilirdin. Fazla merak ettim. Hem sen bu kızı,
nedimelerin arasına kabul etmiş olduğuna göre, ondan şüphen yok demektir. Benim
bizzat onu yakından görmem daha muvafıktı.
Attilâ, dairesine doğru ağır ağır yürüdü ve odasına çıktı. Hâlâ
yorulmamıştı. Üç ay, Tuna boyundan Ren ötelerine ve Gol arazisine kadar,
kaleler yıkarak, şehirler yakarak, at üstünde, alev, kan ve ölüm içinde büyük
mesafeler aşan bu adam, hâlâ dimdikti, oturmağa bile ihtiyacı yoktu ve ellerini
arkasına koyarak odasında geziniyordu.
Düşündü; bu kız Onorya’ya ne kadar benziyordu! Fakat gene «bu
odur» diyemiyordu. Zira Onorya’nın huduttan çıktıktan sonra, kimseye
sezdirmeden tekrar içeri girebilmesi, yeni bir dil öğrenmesi, hele saray
muhîtine kadar sokulabilmesi, Attilâ’nın realist zekâsına mülayim gelmeyen bir
efsâneye benziyordu.
Seferde iken Onorya’yı pek az düşünmüştü. Gayesine dosdoğru
giden ve iradesiyle hedefi arasında küçük bir inhina göstermeyen Attilâ,
ihtirasını başka ihtirasların bulandırmasını hiç istemediği için, harbde
kadınları düşünmezdi. Ren ormanlarında, atından inerek büyük bir meşenin altına
uzandığı zamanlar, Onorya’nın hayâli, birkaç kerre Attilâ’nın şuurunu
kaplayacak gibi olmuş, kahramanın şiddetli irâdesi karşısında gene hafızasının
uçurumlarına kaçmıştı. Fakat bu kaçıp gizlendiği yerde rahat durmayan hayâl,
için için Attilâ’yı kemirmiş, Gol seferinde ona meçhul bir menbadan gelen büyük
bir kuvvet olmuştu.
Onorya’ya benzeyen nedimeyi görür görmez, Attilâ’da üç ay
evvelki kadının hatırası birdenbire şiddetle uyandı. Onorya’ya âit her şey,
yığın yığın hatırına geliyordu. Artık istirahat zamanlarında olduğu için,
şuurunu bu aşk hâtırasının istilâ etmesine müsâade etti ve bir kadını
düşünmekten korkmadı.
Onorya hakkındaki duygusu hiç değişmemişti.
Bu, onun aradığı kadındı ve şimdiye kadar aynı kıymette eşine
rastgelmediği kadın.
Şövalye ile muaşakasında, hattâ onu penceresine kadar
getirişinde bile kadınlığının büyük bir hassasını buluyor ve kıskançlığın
fevkinde bir hayranlıkla beğeniyordu. Zira Attilâ için «Hârika», ahlâkî
ölçülerle mesaha edilmeyen yüksek ve hudutsuz bir mefhumdu.
Odasında gezinirken Attilâ birdenbire durdu. Pencerede bir
tıkırtı işitmişti. Adetâ cama küçük bir taş yahut odun parçası vurulmuş
gibiydi. Kulak verdi. Yeniden ve daha sarih olarak aynı sesi duydu, dışarıdan
cama bir şey atılıyordu.
Pencereye koştu ve dışarıya baktı. Hafif fecir aydınlığında
bahçede beyaz ve insanî bir şekil dalgalanıyordu. Attilâ pencereden biraz
eğildi ve bunun Onorya’ya benzeyen nedime olduğunu gördü.
Kız aşağıdan seslendi:
- Beni içeriye al!
Attilâ cevap verdi:
- Kapıya gel!
Derhal odadan çıktı ve dehlizlerde bekleyen bazı
hizmetkârlara çekilmelerini emrederek, bizzat kapıya indi, kızı içeriye aldı.
Oynak meşale alevleri içinde bütün eşyası sallanır gibi olan
dehlizlerden geçtiler. Odaya girinceye kadar birbirlerine bakmadılar ve
konuşmadılar.
Odaya girer girmez Attilâ, Onorya’yı bileğinden tuttu, köşede
yanan meş’alenin önüne doğru çekti ve alevlerin aydınlığında nedimenin yüzüne
bakar bakmaz onu tanıdı:
- Onorya! dedi.
Onorya, gülümsüyordu.
Sonra, ikisinde de aynı zamanda başlayan küçük bir hareket
derhal büyüdü: Kucaklaştılar.
Bu, uzun, çok uzun sürdü. Attilâ onu kollarından bıraktığı
vakit, başını biraz geriye çekerek, bir iki dakika daha süzmüştü ve nihayet
sordu.
- Bu hârikayı nasıl yaptın?
Onorya gülümsüyordu. Bütün hikâyesini teferruâtiyle anlatmak
istediği halde, pencerelerden görünen şafak aydınlığına endişe ile baktı,
Attilâ anladı:
- Zararı yok, bir saat kadar konuşabiliriz; Kerka güneş
doğmadan evvel uyanmaz.
Bunları söylerken, bir taraftan da Onorya’nın Hun diliyle
hitap etmesine de şaşıyordu.
Oturdular.
Attilâ sordu:
- Sen huduttan çıkmadın mı?
- Çıktım, fakat uzaklaşmadım.
- İçeri nasıl girdin?
- Bir köylü kadın elbisesiyle.
- Kâfi değil bu.
- Bir de rehberim vardı.
- Böyle bir şey olacak. Kimdi o? Söyle onu affedeceğim.
- Senin maiyet süvarilerinden biri: Fletra.
Attilâ durakladı ve gözleri biraz daldı:
- Anlıyorum... dedi, pek güzel... Zavallı!
- Zavallı mı? Ben mi?
- Hayır; Fletra.
- Öldü mü?
- Meç’e giderken kaleden başına bir taş düştü ve zavallıyı
derhal öldürdü.
Attilâ ilâve etti:
- Evet, bütün seferlerde onun bir dalgınlığı vardı. Şimdi
anlıyorum ki hep seni düşünüyordu, belki taş başına inerken bile.
Bir müddet sustular, Attilâ sordu:
- Sonra?
- Fletra beni halasının evine götürdü. Fakat ondan evvel...
Onorya ormanda geçirdiği geceyi, Fletra ile aralarında geçen
sahneyi olduğu gibi anlattı.
Attilâ hep beğenerek ve gülümseyerek dinliyordu. Onorya nasıl
bir hile ile Fletra’nın halasında kaldığını ve nasıl dilsiz taklidini yaptığını
da anlattı.
Attilâ başını sallıyordu:
- Sen her şeyi yaparsın, her şeyi yaparsın! diyor, soruyordu:
- Dilimizi nasıl öğrendin? Hem de ne güzel konuşuyorsun?
- Bir sâîden öğrendim. Garbta bulunmuş bir sâî...
Attilâ, bu genci de hatırladı:
- Evet... dedi, annesi Romalıdır.
- Az daha beni tanıyordu. Hattâ Roma’da beni uzaktan uzağa
sevmiş... Yolumu beklermiş... Beni Onorya’ya benzeterek gene sevmek üzere
idi...
Attilâ doğruldu:
- Onu da mı yaktın? dedi.
- Hayır... Lisânı öğreninceye kadar onu muvakkaten teshîr
ettim, sonra benden nefret etti ve uzaklaştı.
- Bu da mı senin elindedir?
- Rolüm buna müsaitti, muvaffak oldum. Bir daha beni aramadı.
Hattâ şehirde karşılaştığımız vakitler, başını çevirir ve nefretle uzaklaşır.
Onorya, hikâyesine devam etti. Kraliçeye nasıl gittiğini de
anlattı:
- En büyük emelim bu idi. Senin sarayına girmek! Sen beni
memleketinden dışarı atmak istedin, ben senin sarayına girdim!
- Hayret etmiyor değilim.
Onorya kraliçenin aleyhinde bir îmâda bile bulunmadı. Kozunu
saklıyordu.
- Ben buyum, dedi.
Attilâ düşünüyordu. Onorya bir tehlike geçirdiğini hissetti.
Bir erkeğin üstüne bu kadar ihtirasla koşulursa, onun nefreti büyük bir
tehlikedir. Derhal şunu söyledi:
- Senin sarayına geldim, fakat iki şey söyledikten sonra
memleketime gideceğim, kendi irâdemle gideceğim.
Attilâ düşünce içinde mırıldandı:
- Pekâlâ.
Onorya saray muhitine girmek istemesinde mühim bir sebep daha
olduğunu söyledi. Attilâ:
- Tahmin edemiyorum, dedi.
Onorya, vahim bir şey hatırlayanların ciddiyetiyle
doğrularak:
- Benim bildiğim şeyleri sen bilmiyorsun! dedi: Attilâ! Seni
aldattılar.
Onorya, kraliçenin iftirasını ve desisesini Attilâ’ya
anlatmaya karar vermişti. Zira biraz daha gecikirse, yeni birtakım hâdiseler
arasında buna vakit bulamamaktan korkuyordu. Attilâ da Onorya’nın huduttan
ihracı meselesi etrafında, kendisince meçhul bâzı hâdiseleri îmâ ettiğini
anlayarak zayıf bir alâka gösterdi:
- Beni aldattılar mı? diye sordu.
Onorya, Attilâ’nın lâkaydisini sarsmak için:
- Seni aldattılar! diye tekrar etti, seni aldattılar ve
birtakım desiselere âlet yaparak büyük zekânı tahkîr ettiler.
Attilâ, Onorya’yı hafifçe kucaklayarak bahsi değiştirmeğe
temayül gösterdi:
- Sen niçin bu gece beni görünce kendini gizlemek istedin?
Bir muziplik olsun diye mi?
Onorya Attilâ’nın kollarından sıyrıldı:
- Hayır... Muziplik değil... Fakat seni görünce birçok garip
hislerin tesiri altında kaldım... Bilmiyorum neden... Senden kaçmak
istiyorum...
Romalı kadının sesinde iğbirar vardı; affetmediği bir
hakaretin kinini saklamak için, azap çektiğini anlayan Attilâ, onu okşayarak
tatmin etmek istiyor, fakat her kucaklayışında onun kollarından sıyrılıp
uzaklaşmaktaki ısrarına mâni olamıyordu.
Nihayet Onorya’nın söylemek istediği şeyi merak etmeye
başladı ve sordu:
- Beni kim aldattı?
- Benim hakkımda sana iftira atan kim ise.
- Ne iftirası?
- Şövalye hikâyesi.
- Bana kimse böyle bir hikâye uydurmadı. Sâdık bir adamım,
gözleriyle gördüğü şeyi bana anlattı.
- O fitnefücur kambur mu? O fesat cüce mi?
- Doğru bir adamdır.
- Ne vahi şeylere inanıyorsun! O cüce sana en büyük yalanı
söyledi, en büyük düşmanlığı yaptı.
- İsbat edilmedikçe böyle bir iddiaya inanmam.
- Ne kadar aldanmışsın!
Bir müddet sustular. Attilâ, hâlâ Onorya’nın fettanlık
ettiğini ve kendini temize çıkarmak istediğini zannederek, tam bir itimatsızlık
içinde sakin duruyordu.
Onun bu sükûtu Onorya’yı büsbütün çığırından çıkarıyordu.
Yüzüne her an biraz daha kan dolan ve gözleri cilalanan kadın, âşıkının bu
sessiz ittihamı karşısında kendini şiddetle müdâfaaya hazırlanıyordu:’
- Sen, dedi, Zerkon’un kadınlara karşı ne kadar zayıf
olduğunu biliyor musun?
Attilâ, bu sualden bir şey anlamadı:
- Peki... Sonra? dedi.
Onorya hararetle devam etti:
- Hatırlıyor musun ki Zerkon, bir vakitler, kardeşin Bleda’dan
bir kadınla evlendirmesini rica etmişti ve bu teklif, hâlâ, hatırlarına
geldikçe bütün Hunları güldürüyor. Hatırlıyorsun değil mi?
- Evet.
- Peki kabul eder misin ki, kadına karşı bu kadar zaafı olan
bir mahlûka güzel bir câriye ile evleneceği vâ’dedilirse, bu cüce kolayca ele
geçer?
- Kabul edelim.
- İşte bu vaitle senin sâdık dalkavuğun kandırılmıştır.
Kendisine o şövalye hikâyesi öğretilmiştir.
- Her şey mümkündür, fakat inanabilmek lâzım.
- İnan! Nihayet inanacaksın, çünkü isbât edeceğim.
Onorya o kadar hararetliydi ki, göğsünün şiddetle her inip
kalkışında kalbinin gayrıtabiî bir hızla çarptığı anlaşılıyor, arasıra titrek
ve derin nefesler alıyor, başını gittikçe yükseltiyordu.
Attilâ’nın dikkat ve alâkası artmaya başlamıştı. Kadının hiç
bir hareketini gözden kaçırmıyor ve samîmî buluyordu.
Büyük bir gazabın başlangıcında olduğunu hissettiren haşin ve
titrek bir sesle:
- Eğer, dedi, bu söylediklerini isbât edersen, Hun târihine
geçecek bâzı hâdiseler olacak demektir.
Attilâ, bu sözleriyle, desisenin kraliçe tarafından tertip
edildiğini ve bu iftira sabit olursa, onu tatlik edeceğini îmâ eder gibiydi.
Bir müddet düşündükten sonra sordu:
- Bana bir mendil gösterdiler, bu ne idi?
- Müfteri tarafından hazırlanmış sahte bir delil.
- Güzel. Bunlar hep mümkündür. Fakat sen bunları nasıl
öğrenmiş olabilirsin?
Onorya, bir erkek gibi iradeli ve azimkar görünerek cevap
verdi:
- Hun topraklarına gizlice girmekten maksadım yalnız bunu
öğrenmekti. Çünkü ne kulübemin penceresine bir şövalye gelmişti, ne de bana
böyle bir mendil vermişti. Bir iftiraya uğradığımı o kadar iyi anladım ki, bunu
meydana çıkarmaktan başka hiç bir gayem kalmadı. Saraya girmek için her şeyi
yapacaktım. Fakat tesadüf bana yardım etti ve tahmin ettiğim kadar müşkülâta
uğramadım. Nihayet, müfteri bana bizzat desiselerini anlattı. Çünkü itimâdını
ve muhabbetini kazanmıştım. Benimle sohbet etmediği geceler gözüne uyku
girmiyordu.
- Fakat, şövalyenin ormana geldiğini bilen bir de çoban var.
Hattâ şövalye bir gece onun kulübesinde kalmış.
- Bu çoban, kraliçe küçükken lalası imiş. O da kandırılmış ve
böyle bir yalan uydurmasına razı edilmiş.
- Evet Kerka bu çobanın elinde büyüdü ve onu da böyle bir
muavenete sevkedebilir. Fakat, Onorya, sen gene sözlerini isbât eden bir delil
göstermiş değilsin.
Onorya gülümsedi:
- Ne tahmîn edersin, dedi, seni kraliçen mi aldattı yoksa
şimdi ben mi aldatıyorum? Hangimize daha çok inanırsın?
Attilâ, prensibini söyledi:
- Bütün kadınlara karşı müsâvî derecede itimatsızlık
besliyorum. Bence her kadın, pek ziyâde mecbur olunca, yegâne silâhı olan
hileye müracaat eder. Aşk bile bana itimat veremez.
- Biliyorum ki, sen sözlerle kani olmazsın. Fakat sana öyle
bir delil göstereceğim ki bir lâhzada bana inanacaksın.
- Merakla bekliyorum. Ne vakit?
- Şimdi.
Onorya hâlâ gülümsüyor, yakın bir zafere, evvelinden
seviniyordu. Attilâ’nın bir elini tutarak ona sordu:
- Beni seven Cermen Şövalyesinin Valemiş’te Garbi Roma
gençlerinden biriyle düello ettiğini biliyor musun?
- Hayır.
- Bu yeni bir vak’adır ve beş altı ay evvel olmuştur.
- Senin yüzünden mi?
- Benim malûmatım hâricinde olarak. Fakat rekabet sâikasıyla
döğüştüler. Netice ne oldu biliyor musun? Şövalye üç yara alarak öldü.
Attilâ büyük bir hayretle kımıldandı:
- Şövalye öldü mü?
- Evet... Kulübemin penceresine geldiği söylenen şövalye, o
vakitten iki ay evvel ölmüştü. Bundan haberi olmayan kraliçe, iftirasını bir
hiçin üstüne kurdu. Tahkîk edebilirsin. Şövalyenin beş ay evvel öldüğünü
anlarsan bana inanır mısın?
Attilâ ayağa kalktı:
- Şüphesiz... dedi ve odanın içinde büyük adımlarla gezinmeğe
başladı.
Onorya, Attilâ’ya haber verdiği iftiranın ondaki tesirini
aradı. Odada büyük adımlarla dolaşan hâkanın hiçbir hareketini gözden
kaçırmıyordu.
Attiiâ’nın bacaklarından başka her tarafı hareketsizdi;
başında, omuzlarında, kollarında en hafif bir kımıldanma bile görünmüyordu. Ne
düşünüyor? Kraliçenin desisesini öğrendikten sonra, Onorya’nın beklediği kadar
gazaba gelmedi mi? Büyük öfkesini gizliyor mu? Yoksa, kraliçenin kuvvetli bir
muhabbet sevkiyle yaptığı hileyi ve iftirayı mazur mu görüyor?
Şafak aydınlığı odaya bol bol giriyor ve meşale alevlerinin
sarısıyla karışan bu mavi renk odayı derinleştiriyor, büyütüyor, duvarları
uzaklaştırıyor ve tavanı yükseltiyordu.
Attilâ’nın adımları sıklaşmaya başlamıştı. Arada bir duruyor,
başını kaldırıp indiriyordu. Birdenbire Onorya’nın önünde gelip durdu:
- Haydi şimdi... Git... Sabah oluyor. Kerka burada olduğunu
hissetmesin. Bu gece gene konuşuruz.
Onorya, ayağa kalktı. Kendini Attilâ’nın kolları arasında
bulmuştu. Bir müddet, nevâzişlerin küçük sesleri arasında konuşmadılar. Onorya,
birdenbire silkinerek:
- Ha... dedi, az daha söylemeği unutuyordum. Zerkon seninle
beraber harbten döndü değil mi?
- Evet, fakat bunların hepsini sonra düşüneceğiz, ben onun
cezasını mutlaka vereceğim.
- Bunu söylemek istemiyorum. Bir tehlike var: Zerkon beni
tanır, kraliçenin dâiresine sık sık girip çıkarsa beni görür.
Attilâ biraz düşündükten sonra:
- Pekâlâ... dedi, ona emrederim, bir daha kraliçenin
dâiresine girip çıkmaz.
- Ben, buraya da gelmemeliyim. Burada da beni görür belki.
- Gece yarısından sonra göremez. Fakat sen, dün gece
yarısından sonra kraliçenin dâiresinden çıkarken, görülmediğine emin misin?
- İhtiyata çok riâyet ettim.
- Pekâlâ... Bu gece de ihtiyatla çık... Pencerenin önüne
gel... Ben sana işaret veririm ve beraber odaya çıkar, orada rahat rahat
konuşuruz.
Kucaklaştılar. Attilâ Onorya’yı sarayın kapısına kadar
götürdü.
Onorya’nın gölgesi bahçenin tatlı şafak aydınlığında,
dalgalanarak kayboldu.
O Gün, kraliçe uyanmadan, nedimelerden biri, sessiz adımlarla
içeri girmiş ve korka korka, yatağın başucuna kadar yürümüştü.
Durdu ve uyuyan kraliçeye baktı. Başını tereddüt ve korku ile
etrafına çeviriyor, kararını veremiyordu.
Nihayet elini kraliçenin omuzuna götürdü ve vücûdunu sarstı.
Kerka, derhal gözlerini açmıştı. Nedime, korku içinde
gülümseyerek:
- Affet kraliçem, size mühim bir haber vermeğe geldim ve sizi
uyandırmağa mecbur oldum, dedi.
Kraliçe, gözleriyle soruyordu.
Nedime etrafına bakınarak alçak sesle anlattı:
- Yeni gelen nedime, dün gece, usulcacık yatağından kalktı,
bize hissettirmemek için sandallarını eline aldı ve çıplak ayaklarla oda
kapısına yürüdü. Sandallarını orada giyerek dışarı çıktı. Ben henüz
uyumamıştım. Bir gözümü yorganın kenarından çıkararak onu gözetliyordum. Ben de
usulcacık yataktan kalktım, sezdirmeden arkasından gittim. Kız sarayın
kapısından çıktı. Bahçede Attilâ’nın penceresi önünde durdu, cama birşey attı.
Attilâ pencereye geldi. Sonra kız sarayın kapısına gitti ve Attilâ’nın
dâiresine girdi.
Nedime bunları anlatırken kraliçe yatağında oturmuş,
kulağının üstünden saçlarını kaldırıyor, dikkatle dinliyordu.
Nedime sözlerini tamamladı.
- Şimdi kız buraya gelir. Onun için o gelmeden evvel ben
geldim, size haber verdim.
- İyi ettin. Sen şimdi git. O neredeyse gelir. Bu maharetini
ve hizmetini unutmayacağım, teşekkür ederim.
Nedime odadan çıktı.
Kraliçe tekrar başını yastığa koymuştu. Fakat aldığı haberin
zihnine verdiği uyanıklıkla gözkapakları iyice açıldı ve pası silinen gözleri
parladı. Büyük bir öfke ile dudaklarını ısırıyor, henüz aşüfte bir kızdan
ibaret zannettiği Onorya’yı derhal kovmak istiyordu. Bu harikulade güzel ve
zeki kızı, tehlikeli bir rakîbe addetmekte gecikmedi. Ne cür’et! Mel’un kız
daha ilk gördüğü gece Attilâ’ya sokulmağa kalkmış ha?...
Muvaffak da olmuş. Fakat Attilâ’nın penceresine birşey atmak
cesaretini nereden buluyor? Attilâ bu cesareti nasıl affediyor? Onu içeriye
nasıl alıyor?...
Kraliçe, Onorya’yı derhal çağırtarak sarayından kovmağa karar
verirken, bir fikirle tereddüde düştü. Attilâ’yı kızdırmamak, bir câriye
yüzünden sarayda hâdise çıkarmamak lâzımdı.
Hiç birşey bilmiyormuş gibi üç dört gün beklemeğe karar
verdi. Bu müddet zarfında Onorya’yı birisine gözetletmek de isteyerek, o gün
Zerkon’u çağırttı. Onorya’ya sezdirmeden kamburu odasına aldı:
- Haydi... Bana bir küçük iyilik daha et... Artık seni
evlendireceğim.
Harbden geldikten sonra kraliçeyi ilk defa gören cüce,
ayakları etrafında yuvarlanıyordu.
Kraliçe; ayağının ucuyla Zerkon’un çenesini dürtükleyerek
bağırdı:
- Ayağa kalk!... Beni dinle!
Zerkon, sallanarak ayağa kalktı.
Kraliçe, maskaralık yaparak sözünü kesmesin diye, Zerkon’un
kulağını yakaladı:
- Şimdi dışarıki dehlize çık, kırmızı perdenin arkasında
saklan, biraz sonra benim odama bir kız girecek. Bu kız benim yeni nedimemdir.
Ona dikkat et. Çünkü sen bu kızın her gün bütün hareketlerini takibedeceksin.
Hergün ne yaptığını bana haber vereceksin. Bilhassa geceyarısından, yani herkes
yattıktan sonra!
Ancak sabah olunca yatağa giren Attilâ, henüz uyanmadığı
için, Zerkon’u çağırıp kraliçenin dâiresine girip çıkmaktan menetmemişti.
Kraliçe, Zerkon’un kulağını bırakarak:
- Dur! dedi. Yahut kızı buraya çağırayım, daha yakından gör,
ne zararı var, o da seni görsün... Takibederken ona kendini gösterecek değilsin
ya...
Kraliçe bir bahane ile saraydan uzaklaştırarak, Onejes’in
dairesine gönderdiği Onorya’yı çağırttı.
Zerkon, kapının yanında, bir yer minderinin üstüne
çöreklenerek oturmuştu.
Kraliçe gülerek:
- Bak, dedi. Göreceksin! Ne güzel kız!.. Beğenirsen onu sana
alırım!
Zerkon kahkahalar atıyor, hoplayıp zıplıyordu.
Onorya kraliçenin odasına girdi; fakat, Kerka’ya doğru
yürürken, kapının yanındaki minderde oturan cüceyi görmemişti.
Zerkon da henüz Onorya’nın yüzünü görmemişti. Minderden
ayrılarak yerde yuvarlana yuvarlana ona doğru giderken, arkasındaki yumuşak
gürültüyü duyan Onorya, başını çevirdi ve cüceyi gördü. Zerkon da onun yüzüne
bakmış ve Attilâ’nın sevgilisini derhal tanımıştı. Birdenbire olduğu yerde
saplandı, kaldı. Hayretinden büyük ağzı o kadar açılmıştı ki horoz ibiği renkli
kıpkırmızı dili boğazına kadar görünüyordu. Bir saniye evvel yerde
yuvarlanırken birdenbire donup kalan cücenin bu hayreti kraliçeye garip geldi.
Onorya da ilk anda şaşırmıştı, yarım adım geriye sendelemiş,
Zerkon’a bakıyor hiç birşey düşünemiyor, kendini kraliçe tarafından iyice
tanınmış farzediyordu. Fakat ilk heyecan geçtikten sonra tehlikeyi atlatmak
ihtimalleri olduğunu sür’atle düşündü. Bütün hislerinin insiyâkî hızıyla bir
çâre arıyordu.
Nihayet kraliçeye döndü:
- Sarayda sık sık ismi geçen cüce Zerkon bu mudur?
Cüce, Onorya ile aşinalığından gelen bir teklifsizlikle onun
dizlerine sarılıyor ve mânâsız lâfızlarla sesler çıkarıyordu.
Hâlâ ilk hayretinden kurtulamıyan Kerka, ikisine de bakarak
cevap verdi:
- Evet, işte, meşhur cüce Zerkon bu!
O vakit Onorya, cüceye dönerek:
- Zerkon! dedi, neredesin? Yarım saattanberi Attilâ seni
arıyor, hem de çok arıyor, çabuk git! Haydi! Bir dakika durma!
Zerkon kraliçenin yüzüne baktı. Kerka dedi ki:
- Haydi git de gel! Seni bekliyorum!
Cüce kapıdan çıkarken Onorya, kraliçeye dedi ki:
- Müsâade et kraliçem, ben de onunla gideceğim. Attilâ
ikimizi de çağırtmış.
Kraliçenin muvafakatini beklemeden Onorya cücenin arkasından
çıktı.
Attilâ’nın, Zerkon’u çağırdığı yalanı muvaffakiyetle
neticelenmişti. Böylece Onorya, Zerkon’u kraliçeden ayırmış oluyordu. Fakat
Attilâ’yı derhal görmek lâzımdı. Zerkon’u hemen hâkanın yanına götürmeği
münâsip gördü.
Birlikte Attilâ’nın dâiresine girdiler.
Onorya önden yürüyordu. Hâkanın, alt kattaki iş odasında
çalıştığı haber verildi.
Onorya, Zerkon’un kapıda beklemesini emrederek Attilâ’nın
yanına girdi.
Zeki insan, mühim bir hâdise olduğunu Onorya’nın girişinden
anlıyarak, ansızın rahatsız edildiğine kızmadı ve dikkatini süratle, çalıştığı
mevzûdan muhatabına çevirdi.
Onorya’nın ilk cümlesi şu oldu:
- Bir tehlike atlattım.
Attilâ derhal anlayarak sordu:
- Zerkon’la mı karşılaştın?
- Evet. İyi anladın. Kraliçenin odasına girmiştim, cüceyi
orada gördüm. Beni tanıdı ve mahut maskaralıklarıyla dizlerime sarıldı. Evvelâ
o kadar ümitsizdim ki bir saniye içinde bütün esrarımın fâş olacağını
zannediyordum. Sonra kendimi topladım ve kraliçeye «Meşhur cüce mu mudur?» diye
sordum. Tasdik etti. Hemen cüceye dedim ki: “Attilâ yarım saattir seni arıyor!”
Ve kraliçeden müsaade isteyerek onu buraya getirdim. Şimdi çabuk bu mel’unun
Kerka ile temasını kesmeli.
Attilâ, Onorya’nın bu hilesini beğendiğini başının hafif bir
arkaya çekişiyle belli etti.
- Dışarıda mı? diye sordu.
- Evet.
- Çağır onu bana.
- Ben de geleyim mi?
- Hayır.
Onorya dışarı çıktı ve cüceye içeri girmesini emretti.
Zerkon içeriye girerek odanın ortasında bir kırık desti
biçiminde diz çöktü. Odanın havasında vahim birşey olduğunu hissediyordu.
Attilâ, arkasında kalan cüceye başını bile çevirmeden sakin
sesle:
- Mel’un, dedi, şeytana nasıl uyduğunu biliyorum.
Cücenin göğsünden, boğazından, ağzından, inilti ve hıçkırıkla
karışık bir çığlık koptu, titremeğe başlamıştı. Evvelâ yüzükoyun yere kapandı
ve başını döşemelere sürttü. Bir anda mahvolduğuna ve kellesinin uçurulacağına
hükmetmişti.
Yerde, yüzükoyun bir timsah gibi sürünerek Attilâ’nın
ayakları arasına geldi, yüzünü gözünü hâkanın dizlerine kadar sürmeğe başladı.
Vücudundaki ıslaklıktan cücenin ağladığını hisseden hâkan, yavaşça Zerkon’un
başını iterek ayaklarını geriye çekti ve ağır bir sesle:
- Affedilmeyeceksin, dedi.
Zerkon can havliyle Attilâ’nın üstüne sıçradı, bir eliyle
koluna, öbür eliyle omuzuna yapışarak:
- Canımı bağışla! Canımı bağışla! diye bağırdı ve
mecalsizlikten yere düşerek gürültülü hıçkırıklarla ağlamağa başladı.
Attilâ eğildi ve yarı hâkimiyet ve yarı nevâzişle Zerkon’un
omzuna iki defa vurarak:
- Korkma, dedi, hayatın bağışlanmıştır, esasen kabahatin
ölümle cezalandırılacak kadar büyük değildir, fazla olarak senin bana çok
hizmetin var. Bunu inkâr etmem.
Zerkon, birdenbire ferahlayarak hazin bir tebessümle güldü. O
kadar ciddî ve ızdırap çekmiş görünüyordu ki, bu yarım adamın evvelce yaptığı
maskaralıkların hâtırası bir efsâne gibiydi.
Attilâ emretti:
- Doğrul!
Zerkon, ayağa kalktı. Attilâ sordu:
- Şövalye hikâyesi yalandır değil mi?
- Yalandır!
- Kraliçe tasnî etti değil mi?
- Kraliçe!
- Mendil hikâyesi yalandır değil mi?
- Yalandır!
- Mendili kraliçe işledi değil mi?
- Kraliçe.
Attilâ odanın içinde gezindi, sonra Zerkon’un önünde durdu:
- Şimdi senin yanına «zevcen» olarak bir câriye, bir de atlı
katacağım. Üçünüz derhal Hun topraklarından çıkacaksınız ve Afrika’ya kadar
gideceksiniz. Orada Vandalların kralı Jenserik benim dostumdur. Seni ona hediye
ediyorum. Zevcenle beraber ölünceye kadar orada yaşa. Buradan giderken
kraliçenin yüzünü hiç görmeyeceksin. Yolda giderken atlıya bu mes’ele hakkında
bir kelime söylemeyeceksin. Yoksa krala haber gönderir, seni orada da
cezalandırırım.
Attilâ, kapıya doğru yürüdü ve adamlarına seslendi.
Ümerâsından birini çağırttı ve ona talimat verdi.
Bir saat sonra, kraliçenin haberi olmadan, Zerkon Hun
topraklarından çıkarılmıştı.
Kraliçe Zerkon’u birkaç kerre arattı. Nihayet cücenin Attilâ
tarafından tâ Afrikalara kadar gönderildiğini öğrenince, evvelâ hayrete, sonra
şüpheye düştü. Sarayda, kendi malûmatı hâricinde, esrarengiz birşeyler cereyan
ettiğini sezmişti.
Attilâ’nın hangi saatta çadırına gittiğini bildiği için,
bahçede yolunu bekledi ve onu karşıladı. Hâkanın muamelesinde de bir değişiklik
vardı. Soğuk duruyor ve Kerka ile konuşmak istemiyor, çabuk ayrılmak için
tehalük gösteriyordu.
Kerka azimkâr bir tavırla:
- Attilâ, dedi, seninle biraz görüşmek istiyorum.
- Devlet işleriyle meşgul olacağım saati niçin intihâb
ediyorsun?
- Biraz diyorum.
Yürümek için bir hareket yapan Attilâ, isteksizlikle durdu:
- Söyle! dedi.
- Ben sarayda garip bir şeyler hissediyorum.
- Ne gibi garip şeyler?
Kraliçe kendi kendine verdiği karara rağmen, Onorya’nın gece
yarısı yaptığından bahsetti.
- O kız dün gece senin dâirene girmiş.
- Sonra?
- Daha ne olsun? Cüceyi de birdenbire uzaklara sürdün.
Sarayımızın kahkahasıydı o...
Attilâ, âdeta tahrikâmiz bir bakışla Kerka’nın sözünü kesti:
- Raven sarayı ile muhabere edeceğim bir sırada, böyle
çocukça şeyler konuşarak zihnimi yoramam; o kızla niçin konuşmak istediğimi
sana dün gece anlatmıştım. Zerkon’a gelince, müttefikim Vandallar Kralına onu
hediye etmeği harbde vâ’detmiştim, beni şimdi bunlardan daha mühim meseleler
bekliyor.
Attilâ, derhal uzaklaştı.
Bu cevaplar kraliçeyi tatmin etmek şöyle dursun, hem
şüphesini, hem de mücâdele hırsını tahrik etmişti.
Dairisine çekildi ve yatağına uzanarak saatlarce, hava
kararıncaya kadar düşündü.
Zerkon’a tevdi etmek istediği işi kim yapabilirdi? Hiç
kimse... Artık kimseye emniyeti de kalmamıştı. Âdeta, havada göze görünmez
düşmanlar bulunduğunu vehmedecek dereceye gelmişti. Öyle düşmanlar ki, onun
gizli tasavvurlarını bile keşfediyorlardı. Zerkon’a mühim bir iş havale edeceği
sırada cücenin gidişi kraliçeyi korkuttu. Maksadını keşif mi etmişlerdi?
Kerka, bu işlerle kendisinden başka meşgul olan bulunmadığını
da biliyordu. Bütün saray harb hikâyeleriyle çalkalanıyordu. Kadın, erkek,
herkes, birbirine yeni bir harb menkıbesi anlatıyordu. Kraliçenin bu zafer
hâtıralarına karşı lâkaydîsi herkesi hayrete düşürecek bir raddeye gelmişti.
Cariyeler ve nedimeler arasında bunun dedikodusu başlamıştı.
- Memleketini hiç düşünmüyor! diyorlardı
Bir tanesi dedi ki:
- Yeni gelen kızı kıskanıyor!
- Hakkı var.
- Mehtap gibi güzel kız değil mi?
- Hem de aşüfte... Baksana.... Attilâ’nın dâiresine
geceyarısı girmiş.
Onorya, artık yapayalnız kalmıştı. Nedimelerin yanında
oturamıyor, kraliçenin yanına giremiyordu. Gece oluncaya kadar odasından
çıkmadı.
Kraliçe, bir gece evvel Onorya’yı gözetleyen ve takibeden
nedimeyi çağırttı:
- Sen gece bu kıza göz kulak ol! Bu gece de yatağından
kalkarsa derhal gel, beni uyandır! emrini verdi.
*
* *
Onorya, nedimelerden üçüyle bir odada yatıyordu. O gece de
bermûtad, hepsiyle bir iki muaşeret kelimesi teati ettikten sonra yatağına
girdi, yorganı başına çekti, uyur gibi hareketsiz kaldıktan sonra, ötekilerin
uyumasını bekledi ve kulağını onların teneffüslerine verdi.
O gece bunların gevezeliği tutmuştu. Harb menkıbeleri
anlatıyorlardı. En cırlak sesli bir tanesi, hayret çığlıkları kopararak:
- Biliyor musun? diyordu, Vezel nehrinin kollarından bir
ırmak kurumuş da, sonra Vizigotların kanıyla dolup taşmış. Bizimkiler bu ırmağa
girerek düşman kanıyla banyo yapmışlar ve esmer girip kırmızı çıkmışlar. Dahası
var: Romalılar iki yandan bizimkileri çeviriyorlarmış. Merkezde bulunan Attilâ,
tek başına atının üzerinde düşmanın üstüne yürümüş. Romalılar kaplumbağa gibi
yerde sürüne sürüne gelirlerken, korkudan ayağa kalkamamışlar ve önde Attilâ,
arkada bir avuç Hun süvarisi, düşmanların sırtlarını at nalları altında eze eze
ilerlemişler.
Onorya, başını yorganının altından çıkararak:
- Hemşireler, dedi, bu güzel hikâyelerinizi gündüzün dinlesek
daha iyi olmaz mı?
Menkıbeyi anlatan kız müstehzî bir nezâketle cevap verdi.
- Dilber arkadaş! Gündüzün ellerimiz ve ayaklarımız o kadar
çalışıyor ki, ancak rahat nefes almak için ağzımızı açabiliyoruz, senin gibi
gözde bir nedime olmadığımız için konuşmağa vaktimiz yok.
Fakat kraliçenin Onorya’yı tarassuda memur ettiği nedime söze
karıştı:
- Sahi, sahi... dedi, hiç kimseyi uykusundan menetmeğe
hakkımız yoktur; ben de kendi hesabıma uykuyu tercih ederim.
- Oh, oh... Hun kızları eskiden böyle konuşmazlardı.
- Hayır iki gözüm, icabederse ben tek başıma elli Vizigot’un
üstüne yürürüm, fakat böyle yumuşak yatakta kahramanlık taslayarak değil!
- Peki sultanım... emrettiniz, susalım.
Yorganların altında vücutlar çalkalandılar, gerindiler,
uzandılar, uykuya hazırlandılar.
Sessiz, bir yarım saat geçti.
Gergin madenî teller üzerinde bir sünger geziniyormuş gibi
ince uzun teneffüsleri duyuluyordu.
Onorya, başını yorgandan hafifçe çıkardı ve tekrar içeriye
soktu. Yarım saat kadar daha beklemişti.
Nihayet yorganı hafifçe üstünden attı, yatağın içinde oturdu
ve etrafı dinledi.
Sonra karyoladan ayaklarını sarkıtarak yere hafifçe değdirdi,
eğildi, sandallarını aldı ve kapıya doğru koştu. Orada sandalları giyerek
dışarı çıktı.
Onorya’yı gözetleyen nedime de aynı tarzda yataktan inmiş,
kapıya doğru yürümüştü...
Aralıktan dışarı baktı ve biraz durduktan sonra çıktı. Onorya
merdivenleri inerken, öteki kız, Kerka’nın odasına koşmuştu.
Kraliçeyi uyandırdı.
- Kraliçem, kız odadan çıktı, aşağıya iniyor.
Kerka, derhal sırtına bir şal örttü, odadan dışarı fırladı.
Yanındaki nedimeye:
- Sen git, dedi.
Kerka, ayaklarıyla ses çıkarmadan merdivenlerden indi.
Onorya’nın saray kapısını açmaya çalıştığını görmüştü. Bir köşeye saklandı.
Onorya kapıyı açtı ve bahçeye çıktı, kapıyı aralık bıraktı.
Kerka, biraz bekledikten sonra kapıyı açtı ve dışarıya sızdı.
Hafif bir ay ışığı vardı. Onorya’nın beyaz elbisesi, uzakta,
içinde bir vücut yokmuş gibi mavi bir ışık dalgası hâlinde sallanıyordu.
Onorya, Attilâ’nın penceresi önüne geldi. Yere eğildi birkaç
tahta parçası ve dal kırıkları buldu, birer birer cama attı.
Pencere açıldı ve Attilâ göründü. Eliyle Onorya’nın saray
bahçesinden dışarı çıkmasını işaret etmişti.
Onorya, sarayın bahçesinden çıktı ve duvarın dibinde bekledi.
Birkaç dakika sonra Attilâ da gelmişti. Bir kelime konuşmadan yürüdüler ve
tepeden aşağıya inmeğe başladılar.
Soluk ay ışığı vadiyi derinleştiriyor, uzakta küçük toprak
karaltılarını bir uçurum gibi gösteriyordu. Hun çadırlarının arkasındaki dar ve
dikenli yollardan koşarak ve atlayarak iniyorlardı. Onorya, kovalanıyormuş gibi
garip bir korku hissediyor, sıçrıyor, koşuyor, Attilâ’dan daha hızlı gidiyordu.
Onorya’ya yetişmek için mânâsız bir gayret sarfettiğini
anlayan Attilâ seslendi.
- Koşma o kadar.
Onorya durakladı ve soluk soluğa cevap verdi:
- Korkuyorum.
Attilâ, sual makamında sustu.
Onorya etrafına bakıyor, otların ve çalıların karanlıkları arasına
gözleriyle nüfuz etmek istiyor ve mırıldanıyordu:
- Korkuyorum. Bana takip ediyorlarmış gibi geliyor.
Attilâ, Onorya’yı bir koluyla kucakladı, dudağında buseyi ve
tebessümü birleştirdi, sonra ânî bir arzu ile öteki kolunu Onorya’nın
dizlerinin altından geçirerek bütün vücûdunu kolları üstünde havaya kaldırdı,
ağır ağır yamacı indiler.
Attilâ, güzel yükünü ovada kollarından indirdi. Ağır ağır
yürüdüler. Henüz konuşmuyorlardı.
Onorya, boyuna arkasına bakıyordu. Bir takım küçük sesler
duyuyormuş gibi arada bir sıçrıyor, duruyor, etrafı dinliyor, sonra gene şüphe
içinde yürüyordu.
Attilâ onun bu korkusuna bir kaç defa ehemmiyet vermemek
istemiş, nihayet sormuştu:
- Hâlâ niçin korkuyorsun?
- Bilmiyorum... Belki de kendimi mücrim hissettiğim için..
Anlamıyorum... Birtakım sesler duyuyorum.
Attilâ, muhakeme tarikiyle bu korkuyu dağıtmağa çalıştı.
- Ne tahmin edersin? Ne gibi bir tehlike düşünüyorsun? Bu
sırada bir insanın saadetini ne tehdit edebilir?
- Takip edildiğimizi vehmediyorum.
- Kimin tarafından?
- Kraliçenin bir memuru tarafından?
Attilâ durdu ve ellerini arkasına koydu:
- Bu, zannettiğin kadar büyük bir felâket değildir, yavrum.
Onorya, Attilâ’nın bir koluna asıldı ve başını ona dayadı:
- Bu sözlerinle, dedi, mühim bir şeyi konuşmaya
başlıyabiliriz.
Attilâ:
- Ben konuşulacak bir şey göremiyorum, dedi.
Onorya, bunu kendisine bir tecâvüz gibi görerek başını ve
kolunu çekti, bir anda doğruldu:
- Sen erkeksin, fazla olarak bir imparatorsun, fazla olarak
mütemâdi zaferler kazanan bir imparatorsun, fazla olarak Gol muzafferiyetinden
yeni dönüyorsun, senin için konuşulacak hiçbir mühim mes’ele yoktur, fakat
benim için var.
Attilâ, hodgâmlığını anladı ve derhal tamir etti:
- Senin meselen benim de meselemdir. Fakat ben senin için de
mühim bir vaziyet göremiyorum.
- Ben bugün tabiî vaziyetimde miyim? Ben sahte bir câriye
olarak mı yaşıyacağım!
Attilâ, güldü:
- Birçok zamanlar, sahte bir câriye olmak hakîkî bir prenses
olmaya müreccah değil midir? Hattâ, sen bugün, başında bir kraliçe tacı bile
olsa Kerka’nın yerinde bulunmak ister misin? Kadın olarak hanginizin daha
mes’ut olduğunuzu ben bilirim. Hem de sen güzel bir mâcerâ içindesin.
- Her mâcera, güzel bir neticenin ümidiyle güzeldir. Ben bu
vaziyetimin sonunu düşünmeyeyim mi? Ben böyle kalamam bir şey ümid etmeğe
mecburum.
Attilâ, elini Onorya’nın omuzuna koydu:
- Sana bir şey sorayım, dedi, Attilâ’nın kraliçesi olmak mı
daha iyidir, sevgilisi olmak mı?
- İkisi birden.
- Pekâlâ. Bunu ümid et.
- Ne zamana kadar?
- Bana zaman tâyin ettirme.
Onorya, düşündü. Kendi kendine «fakat..» diye mırıldanıyordu.
Attilâ, devam etti:
- Ben harbleri de bir anda kazanırım. Öyle bir an vardır ki,
o zaman hücum mutlaka zaferle neticelenir. Muvaffakiyet o ânı bulmaktadır.
- Fakat o an gecikmez mi?
- Hayır, fırsat dâima yanıbaşımızdadır.
Sustular. Ve ağır ağır yürümeğe başladılar. Attilâ, yavaşça
Onorya’nın belini kucakladı, durdu, onu kendisine çekti.
Bir ağaç altında idiler.
Onorya, silkindi ve etrafına bakındı.
Attilâ sordu:
- Hâlâ mı korkuyorsun, Onorya?
Ve onu tekrar kucaklamış, hafif âşıkane sesler çıkararak
öpüyordu.
Birdenbire arkalarından, bir insan çığlığı duydular. Bu, bir
anda parlayıp sönen ince ve kesik bir haykırıştı. Sonra otlar arasında bir
hışırtı ve yumuşak bir gürültü işittiler.
Attilâ sıçradı ve ağacın arkasına koştu. Onorya da onu taklit
etmişti.
Çok aramadan, çalılıklar arasında, bir kadın vücûdunun boylu
boyuna serilmiş olduğunu gördüler.
Bu, kraliçe idi.
Onorya, nefesini içine çekerek şişti ve irkildi; Attilâ
eğilmiş ve karısının elini tutmuştu.
Yanına diz çöktü, saçlarını kaldırdı, alnını okşadı:
- Kerka, Kerka.. dedi
Sonra karısını kucaklayarak çalılıkların arasından çıkardı,
ağacın altına yatırdı.
Taşınırken, yüzüne biraz hava değen kraliçe, ayılmış ve
gözlerini açmıştı, fakat kendini bir daha kaybetti.
Onorya, ağacın arkasında duruyor, korku ile başını çıkarıyor,
kendini gizlemeğe çalışıyordu.
Attilâ kraliçenin kollarını, bacaklarını ovuyor, onu ayıltmak
için itidalle çalışıyordu.
Kerka, bir daha gözlerini açtı.
Attilâ birşey söylemiyor, yalnız onu okşuyordu. Kadın hafif
bir inilti ile kımıldandı.
Attilâ, sordu:
- Nasılsın?
- Geçti.
Kraliçe doğruldu ve oturdu. Etrafına bakıyor ve bir şey arar
gibi görünüyordu.
Kendini gizlemek için ağacın etrafında dönen Onorya’ nın ayak
seslerini işiterek yüzünü buruşturdu, ve başını önüne eğerek mırıldandı:
- Alçak?
O vakit, kaçmayı zül addeden Onorya, ağacın arkasından çıktı.
Kraliçenin karşısında durdu.
Rakîbesini görür görmez canlanan Kerka’nın, bütün vücûdu
gerilmiş ve başı dikilmişti. Tekrar etti:
- Alçak!
Onorya arkasını döndü ve cevap vermedi. Attilâ, Kerka’nın
yüzünden elini çekerek:
- Haksızlığı başkalarının elinden alma ve sus! dedi.
Onorya birdenbire Attilâ’ya döndü ve sesini yükseltti:
- Haksız ben miyim?
Kraliçe bir defa daha Onorya’ya bağırdı:
- Alçak!
Attilâ kolunu kaldırdı ve ağır sesiyle:
- İkinizi de birer kelime söylemekten menediyorum, dedi
Sonra kraliçeye:
- Kalk! dedi, gidiyoruz.
Üçü de yola çıktılar. Onorya önde gidiyordu, kraliçe ve
Attilâ yanyana idiler. Kraliçe, Attilâ’nın koluna yaslanıyordu.
Yirmi otuz adım ilerde giden Onorya’nın uzun boylu gölgesi ay
ışığında, Attilâ ile kraliçe Kerka’yı gizli bir menzile doğru arkasından çeken
beyaz bir tayfa benziyordu.
Attilâ dimdik ve hissiz yürüyor ve kraliçe her adımda bir
parça daha Attilâ’nın koluna abanarak gözlerini Onorya’nın hayâline dikmiş,
zahmetle adım atıyordu. Arada bir irkildiği, sert bir hıçkırıkla sarsıldığı
oluyor; ve o anda Attilâ’nın kolunu kuvvetle belinde sıkıştıran bir hareket
yaparak kendine geliyor ve yoluna devam ediyordu.
Nihayet yarın dibine vardılar ve saraya giden dik ve
yılankavi yolu tırmanmağa başladılar.
Yol gittikçe dikleşiyor ve kraliçe Attilâ’nın koluna
dayandığı halde, yokuşu çıkabilmek için, bütün kuvvetini sarfa mecbur oluyordu.
Halbuki hep önde giden Onorya, ayağı yere değmiyor gibi uçarcasına ilerliyor ve
aralarındaki mesafe açılıyordu.
Attilâ’nın koluna vücûdunun bütün ağırlığıyla asılan Kerka,
onu bilâkis yavaş yürümeğe icbar ediyor, belki böylece Onorya ile aralarındaki
mesafenin büyümesine çalışıyordu.
Nitekim Onorya bir aralık gözden kayboldu ve kraliçe durdu:
- Yoruldum, dedi.
Yere oturdu.
Attilâ, Onorya’nın gittiği tarafa doğru iki üç adım atarak
bağırdı:
- Onorya!...
Bu kalın ve metin ses, o âna kadar ıssızlığını fark etmedikleri
ovada, bir davulun içi gibi uğuldadı.
İkisi birden, Onorya’nın çıkıvereceğini zannettikleri noktaya
gözlerini diktiler. Ses beklediler. Cevap yoktu
Attilâ, bir adım daha attı ve iki avucundan bir boru yaparak
tekrar haykırdı:
- Onorya! Onorya!
Gene cevap gelmedi.
Attilâ, o istikaamete doğru birkaç adım daha atarken, kraliçe
ona seslendi:
- Attilâ!
Attilâ başını çevirdi. Kraliçe, tekrar etti:
- Attilâ! Buraya gel!
Ve Attilâ’nın aynı istikamette uzaklaştığını görerek çığlık
gibi tiz bir sesle haykırdı:
- Gel!
Attilâ durdu.
Hafif bir rüzgâr çıkmıştı.
Birdenbire derinlerden bir inilti geldi. İkisi birden bu
seslere kulak verdiler: Tâ uzaklardan çakallar haykırışıyordu, annelerini
çağıran binlerce köpek yavrusu gibi.
Attilâ, bu seslere bir insan feryadı karıştığını duyar gibi
oldu ve koşmak için vücûdunun gerildiğini gören kraliçe, birdenbire canlanarak
ayağa kalktı, Attilâ’ya doğru koştu ve onu kolundan tuttu:
- Gitme! dedi.
Sonra hak kazanmak için ilâve etti:
- Korkuyorum.
Attilâ’nın harekete âmâde vücûdunun gerginliği hâlâ zail
olmamıştı. Bunu hisseden kraliçe bütün kuvvetiyle Attilâ’nın kolunu çekiyor ve
tekrar ediyordu:
- Korkuyorum, gitme, yalnız kalamam.
Attilâ kuru bir sesle:
- Kolumu bırak! dedi.
Kraliçe titriyor ve coşuyordu:
- Gitme, beni niçin bırakıyorsun, nasıl bırakıyorsun, hastayım,
asıl tehlikede olan benim. O değil.
- Çağırdım, gelmedi. Merak ediyorum. Kim olursa olsun bir
kadını bu saatte hiçbir erkek yalnız bırakmamalıdır.
- Evvelâ ben.
- Sesini duyar gibi oldum
- Gebersin.
Kraliçe bunu haykırarak söylemişti. Birdenbire Onorya göründü
ve yanıbaşlarına geldi. Ay ışığıyla parlayan siyah gözlerinde şiddetli bir
mücâdele hırsı görünüyordu.
Kraliçe aynı şiddetle tekrar etti:
- Gebersin!
Onorya bu sözü duymamış gibi Attilâ’ya döndü ve istihza ile
karışık öfkeli bir sesle söyledi:
- Hunlar kraliçesiz bir millettir, öksüz bir millet.
Attilâ, iki kadının ortasına doğru bir adım attı ve yumuşak
bir hâkimiyetle:
- Münâkaşa istemiyorum, dedi.
Onorya:
- Ben de istemiyorum, dedi.
Fakat kraliçe feveran hâlinde idi. Kollarının gayrıtabiî ve büyük
hareketleriyle bağırdı:
- İkinizden ziyâde ve yalnız benim söz söylemeğe hakkım var.
Kraliçesiz bir millet.. Kraliçesiz bir millet... Evet, prenses cenapları
istiyorlar ki, Hunları Garbî Romanın bir fahişesi idare etsin; prenses
cenapları istiyorlar ki, her biri yarının birer Attilâ’sı olan çocukların
namuslu anasının başından tacı kopanlsın ve bin erkek dudağıyla ıslanmış bir
fahişe başının saçları üstüne konsun.
Sonra, bir uçurumun dibinde istimdat için kollarını
uzatanların savletiyle, Attilâ’ya döndü ve kollarını uzattı:
- Attilâ; bu kadın seni tahkîr ediyor, beni değil. Hunların
kraliçesiz olduğunu söyleyen ağız senin şerefini de inkâr ediyor, demektir. Sen
buna susabilirsin, fakat bir hareketle daha beliğ bir cevap vermek şartıyla: Bu
kadını Hun topraklarından çıkarmak.
Attilâ, bir adım geri çekildi, arkasını döndü, sonra başını
kraliçeye çevirerek:
- Münâkaşa istemiyorum! dedi ve yürüdü.
Saraya gelinceye kadar bir kelime konuşmadılar.
Sarayın bahçesine girince önde yürüyen Attilâ durdu ve iki
kadına döndü:
- Yarın görüşeceğiz! dedi.
Kraliçe Attilâ’ya doğru atılmıştı:
- Bu gece, dedi, şimdi konuşalım? Ben bekleyemem,
uyuyamayacağım, herşeyi şimdi öğrenmek istiyorum, uyuyamam şimdi, şimdi
konuşalım, ben sana birçok, birçok şeyler söylemek istiyorum.
Attilâ ağır ağır yürüyordu. İki kadın da onu dairesine kadar
takip ettiler. Onorya bir şey söylemiyordu. Attilâ dâiresine girdi. Kraliçe
asabî sesle:
- Ben seninle yalnız, başbaşa konuşmak istiyorum, dedi.
Attilâ gene durdu ve Onorya’ya baktı:
- Sen biraz istirahat etmek istemez misin? diye sordu.
Vakur ve sakin duran Onorya, başıyla hafif bir hareket yaptı,
geriye döndü, uzaklaştı. Attilâ ile kraliçe odaya girdiler.
İkisi de, bir adımlık mesafe ile, karşı karşıya, ayakta
duruyorlardı; ikisinin vücûdu gergin ve dikti, yalnız kraliçe sık sık nefes
alıyor, arasıra ânî bir ihtilâç omuzlarını ve göğsünü sarsıp geçiyordu.
Attilâ, yalnız dudaklarının hafif kımıldanışlarıyla ve râkit
bir sesle başladı:
- Sen fena hareket ettin Kerka.
Kraliçe sallandı. Göğsünden garip bir ses çıktı, acı bir
kahkahaya ve iniltiye benziyordu. Başı biraz düştü ve gene doğruldu:
- Ben mi, dedi, fena hareket eden ben miyim? Düşman kızı
olduğu halde bu topraklara yılan gibi sokulan ve dünyalara hâkim olan adamla
gizli gizli temas eden ben miyim? Buradan kovulduğu halde, bir casus gibi gene
içeriye sokulan, sarayımızın, ailemizin harîmine kadar giren, türlü entrikalar
çeviren ben miyim? Bu mahlûka bu kadar yüz veren, Hunların en büyük hemşiresine
tecâvüz ettiren ben miyim? Yüz binlerce Hun...
Attilâ, kolunun ağır bir hareketiyle, Kerka’nın sözünü kesti:
- Onu bu topraklardan kim kovmuştu?
Kraliçe zayıf bir sesle cevap verdi.
- Sen!
- Emri veren benim. Fakat verdiren de sen değil misin? Şimdi
biraz da mâzîyi hatırlıyalım: Sen bu kadının bir fahişe ve bir hâin olduğunu
iddia ettin.
- Öyledir.
- Sen bu kadının bir Cermen Şövalyesiyle münâsebette
bulunduğunu iddia ettin.
- Öyledir.
- Bu Cermen şövalyesinin onun peşinden bizim arazimize
girdiğini iddia ettin.
Kraliçenin sesi döndü:
- Öyledir, diye mırıldandı.
Attilâ tekrar bir kolunu ağır ağır havaya kaldırdı:
- Öyle değil! dedi.
Kraliçe mey’us bir ısrar ile tekrarladı.
- Bana öyle haber verdiler.
- Bu da doğru değil. Şövalye hikâyesinin bütün safhalarını
biliyorum. Kerka! Bu şövalye bizim arazimize girmemiştir. Kerka! Sana böyle bir
şey haber veren olmamıştır.
Kraliçenin bir an sükûtundan sonra Attilâ, devam etti:
- Zerkon bana herşeyi anlattı.
Kraliçe mantığını kaybetmişti. Yalnız heyecanlarının emri
altında söylüyordu:
- Fakat... Bu şövalye bunu bulacaktır
Attilâ sakin:
- Hayır! dedi.
- Bulacaktır.
Attilâ, kraliçeye yaklaştı ve avucunu, kadının başına hafifçe
koyarak:
- Hayır! dedi. Şövalye yoktur. Şövalye bir düelloda ölmüştür.
Kraliçenin başı, Attilâ’nın avucu altında, birdenbire
titremiş ve alçalmıştı. Attilâ, saçlarını okşuyordu. Sesine şefkat doldu:
- Kerka; diyordu, sen fena hareket ettin!
Kraliçe birdenbire yeni bir müdâfaa tarzı bularak
cesaretlendi ve başını yükseltti:
- Mecbur oldum!
- Bu itiraftan sonra yeni vaziyeti daha iyi konuşabiliriz.
- Mecbur oldum, bir hükümdar ailesini siyasî lekelerden
kurtarmak için her vâsıtaya müracaata karar verdim.
- Hodbehod bu harekete selâhiyetin yoktur.
- Ailemin şerefini düşünüyordum.
- Attilâ herşeyi düşünür.
- Bu çıyan Attilâ’yı büyülemiştir.
Attilâ’nın sesi bir derece yükseldi:
- Dikkat et, Kerka! dedi.
Bu ihtar kraliçeyi kendine getirmişti. Attilâ odada yürümeğe
başlayarak ilâve etti:
- Sana ben çok defalar rica ettim; bana âit meselelere
karışmaman lâzımdır.
Kraliçe bağırdı:
- Fakat bu mesele bana da aittir.
- Hayır! Zevcelerimin sâir kadınlarla aramdaki münâsebetlere
müdâhele etmelerini ben kabul etmiş değilim. Bu, hepsiyle çok konuşmuş olduğum
esaslı noktadır.
- Ben kendimi kurtarmaya çalıştım.
- Senin saadetini hiç birşey tehdit etmiyordu.
- Bu kadın benim tacıma göz dikmişti.
- Onu almaya muktedir değildi.
- O herşeye muktedirdir.
- Attilâ’dan fazla mı?
- Bütün kadınlardan fazla.
- Rakîbene bu kudreti sen veriyorsun.
Bu ihtar fena halde Kerka’nın kadınlığına dokunmuştu. Gözleri
mecnûnâne bir şaşkınlıkla döndü. Ne söyleyeceğini bilmeden:
- Hayır! diye bağırdı.
Sonra evvelâ söyleyerek ve söyledikten sonra düşünerek devam
etti:
- Bu kadının adı çıkmıştır. Bu tıynette kadınlar herşeyi
yaparlar, bu tıynette kadınlar taç ve taht yıkarlar, bu kadını Garbî Roma
kovmuştur, mağlûbun tahkîr ettiği bir mahlûku, nasıl olur da galip harîmine
alır?
- Ben onu harîmime almadım.
- O girdi.
- Kendi kendisine.
- Bu da gösterir ki o herşeye muktedirdir; o, senin
istemediğin şeyi de yapabilen kadındır. Attilâ, bu kadın herşeye muktedirdir.
Fakat herşeyden maksadım her kötülük, her kötülük!...
Kraliçe cümlesini tamam etti:
- Bu kadın her kötülüğü yapmaya muktedirdir.
Kraliçe bağırırcasına ilâve etti:
- Şimdi ne olacak? Bu kadın, yarın sabahtan tezi yok, geldiği
yere dönmelidir.
Attilâ, cevap vermedi. Odada gezinirken pencereye doğru gidip
dönüyor, kraliçeye doğru geliyordu.
Kerka’nın önünde durdu ve kat’î bir sesle:
- Git yat! dedi.
- Ne olacağımı bilmeden uyuyamam.
- Ne isen osun.
- Onun da ne olacağını bilmeliyim.
- Bunu henüz ben de bilmiyorum.
- O buradan gitmelidir.
- En muvafık şey ne ise o olacaktır.
Kerka tekrar etti:
- O buradan gitmelidir.
Bu sırada kapı vurulmuştu. Nöbetçilerden biri içeri girdi:
- O kız sizi görmek istiyor, dedi.
Attilâ, başının küçük bir hareketiyle cevap verdi ve nöbetçi
çıktı. Kraliçe Onorya’nın geleceğini anlayınca, en yakınında bulunan bir yere
oturdu. Attilâ ona göz ucuyla bakarak sordu:
- Yatmak istemiyor musun?
- Hayır, mel’unun buraya niçin gelmek istediğini bilmek
istiyorum.
Attilâ, kraliçeye arkasını döndü.
Kapı açılmış ve Onorya içeriye girmişti Birşeye karar
verenlerin tereddütsüz hareketleriyle ve kat’î adımlarıyla Attilâ’ya doğru
yürüdü. Attilâ geriye dönmüştü ve Onorya ile karşılaştı. Garbî Romalı kadının
gözlerinde büyük bir azim vardı.
- Attilâ! diye başladı ve heyecanlarını tanzîm etmek için
durdu, bir nefes aldı, sonra iki kolunu da yanlarından aşağı bırakarak, erkekçe
ve askerî bir duruşla, ciddî ve metin, söyledi:
- Ben senin için vatanımı terkettim. Çünkü ismim bütün hudutları
aşıyordu ve her memlekette, saraylardan kulübelere varıncaya kadar, ağızdan
ağıza dolaşıyordu. Ben büyük olan herşeyi severim. Ben kendime, erkek olarak
insanların en büyüğünü aradım ve seni buldum. Benim için, şimdiye kadar, Garbî
Roma’da nice asilzadeler döğüştüler ve can verdiler. Hiçbirini sevmedim. Zekâ
ve kılıç ancak sende güzel şeylerdir. Siyâsetin diplomatları, kılıcın da
kahramanları yere serdi. Daha ben, on dört yaşımda iken dadım bana seni
anlatırdı. Yağmurlu gecelerde, ince damlalar saray pencerelerinin camlarında fısıldaşırken,
dizimin dibinde yer minderine çömelen dadım bana senin kahramanlıklarını
anlatırdı: «En büyük kahraman odur..» derdi. Senin politikacıları nasıl
kandırdığını anlatırdı: «En büyük diplomat odur.» derdi. Senin kadınları ne
kadar sevdiğini, onlara karşı ne kadar ince olduğunu, yakından ve uzaktan
binlerce kadının sana taptıklarını anlatırdı: «En büyük âşık odur..» derdi. O
zamandanberi seni bulmayı aklıma koymuştum. Aylarca hazırlandım. Dağlar aştım
ve gizlice sana geldim. Sana gençliğimi ve bekâretimi verdim. Hayâtımın en
güzel günleri, Tuna ovasındaki kulübede, gizlice, esrar ve muamma içinde, bütün
dünyanın en büyük kahramanı, en büyük diplomatı ve en büyük âşıkıyla yaşamak
oldu. Sonra sen cihanlar fethetmeğe gittin. Mağrur Aetyüs karşında rezîl oldu.
Raven sarayı onu ayıpladı. Ben onun da, kardeşim Valantinyen’in de senden bu
dersi almalarını istemiştim. Sen, inhitat eden beşinci asır Avrupasına tedip
sillesini vuran yegâne adamsın. Senden sonra büyük bir medeniyet doğacak. Ben
seni bu mefkürem kadar seviyorum. Bütün fettanlığım senin zekâna ve bütün
cür’etim senin kahramanlığına lâyık olmak içindir.
Vekayi o suretle cereyan etti ki, en gayrıtabiî vaziyette,
karşı karşıyayız. Ben senden vuzuh istiyorum. Ne olacağımı bilmeliyim. Eğer, bu
gece bir meşe ağacının arkasından keskin bir kadın çığlığı gelmeseydi, ve eğer,
çalılıklar arasında baygın bir kadın vücûdu bulmasaydık, ümitlerime kavuşmak
için daha fazla beklerdim. Fakat, şimdi hal başka. Her kararsız dakika beni bir
sene daha ihtiyarlatacaktır. Attilâ; bekleyemem, bana cevap ver. Yoksa iki saat
sonra, yani bu sabah, çıkarılıp atılacak değil; kendi irâdemle bu memleketten
çıkıp gideceğim ve yaralı kalbimle, Attilâ’nın kılıcından yara alan
kardeşlerimin memleketine, Garbî Roma’ya doğru gideceğim. Kararım kat’îdir.
Cevabını bekliyorum, şimdi cevabını bekliyorum.
Onorya, susunca başını biraz yukarı kaldırdı. Yüzü kansız,
gözleri ciddî ve alnı ulviydi. Kımıldamadı.
Kraliçe ayağa kalkmıştı. Titrek bir sesle:
- Attilâ! dedi, ben de senden aynı şeyi istiyorum, ben de
kararsızlıktan kurtulmak istiyorum.
Attilâ iki kadına da ayrı ayrı başını çevirdi, fakat iki
defasında da gözleri onlara değil, mühim noktalara bakıyor ve bütün hüviyetini
esrardan bir zırh kaplıyordu.
Ağır bir sesle cevap verdi:
- Herkes ne ise odur.
Sonra Onorya’ya döndü:
- Ben fedakârlıkların mânâsını anlayan bir insanım, dedi. Sen
buraya kadar geldikten sonra ne çıkarılıp atılarak, ne de gücenerek buradan
gidemezsin... Senin kalbin Attilâ’nın kalbiyle beraber kırılabilir. Ancak, şu
anda beni ikiniz de güç bir mevkide bulunduruyorsunuz. Kalbim iki taraflı bir
çevirme hareketi arasında kalıyor. Kerka benim zevcelerimin en mukaddesidir.
Kerka Hunların istikbâlini doğurmuştur, o benim baştâcımdır. Onun tacı başından
alınamaz. Fakat Kerka benim başımda ise Onorya da kalbimdedir. Ben başsız ve
kalbsiz yaşayamam ve sıhhatte bir vücut gibi her uzvun diğerleriyle âhenkdar
olmasını isterim. Kerka ve Onorya düşünmelidirler ki, baş ve kalb en kıymetli
uzuvlardır ve Attilâ’yı seven yüzlerce kadın, bu iki tahttan birine mâlik
olamamışlardır. Attilâ kıymetli zevcesine ve sevgili mâşukasına diyor ki: Bu
tahtlarında bahtiyar olsunlar, hallerinden şikâyet etmesinler. Onorya burada
kalacaktır. Zira Attilâ’nın kalbi buradadır. Kerka Attilâ’nın başından
inmeyecektir. Attilâ iki güzel kadına da rica eder: Ayaklarının arasına düşmeğe
çalışmasınlar.
Attilâ sustu. Büyük bir sükûn odayı kaplamıştı, yalnız
meş’ale alevlerinin çıtırtıları, üstlerine ağır tunç kapaklar kapanmış
çığlıklar gibi, derin derin inildiyorlardı.
Attilâ kraliçeye doğru gitti, onu kucakladı ve alnından
öperek:
- Kraliçem, git yat! dedi,
Kerka, bir kelime söylemeden, ağır ağır odadan çıktı. Sonra
Attilâ Onorya’ya doğru yürüdü ve gözlerinden öperek:
- Ruhum, git yat! dedi.
Onorya da bir kelime söylemeden, ağır ağır odadan çıktı
Attilâ’nın sarayında, yeni gelen nedimenin Onorya olduğu
anlaşılınca, herkes şaşırdı. Bu haber, bir kaç gün içinde, bütün Hun diyarını
bir sis gibi sarstı. Yalnız bundan bahsediliyordu. Birçokları Onorya’nın
dilber, dessas ve tesirli şahsında yeni kraliçeyi selâmlamağa hazırlanmıştı.
Sarayda, büyük tecessüslerini gizlemeyen bütün gözler,
Kerka’nın ve Onorya’nın üstüne çevrildi. En küçük hareketleri, büyük mânâlarla
tefsir ediliyordu.
Kraliçe sakin, vakur ve muammâ-alût idi. Ekseriya odasına
kapanıyor, ziyafetlere ve merasime iştirak etmiyor, fakat yüzüne her vakitki
nikbin mânâyı veren tebessümünü kaybetmiyordu.
Hiç kimse ona bu harikulade maceranın teferruatını soramadı.
Sarayın muhayyelesi, Onorya, Zerkon ve kraliçeden mürekkep üç şahıs etrafında,
büyük facia vak’aları icat ediyordu. Yalnız, başvekil Onejes Attilâ’ya
sormuştu:
- Yeni bir nikâh ziyafeti bekleyelim mi?
Attilâ, ciddiyetini kaybetmeyerek cevap verdi:
- Hayır Onejes! Fakat daha büyük bir ziyafete hazırlanınız!
Onejes, Attilâ’nın ne îmâ ettiğini derhal anlamıştı. Attilâ
yeni bir harb tasavvur ediyordu. Bunu, onun sözünden ziyâde, birer kurşunla
delinmiş cam gibi, kenarları sert küçük gözlerinin içinde parlayan kılıç
uçlarından anlamak kaabildi. Onejes harbin hedefini tâyine çalışıyordu. «Şarkî
Roma mı?» diye düşündü. Fakat Attilâ’nın son zamanlarda o tarafa ehemmiyet
vermediğini hatırlıyordu. İtalya ile siyasî muhaberatta Attilâ’nın istimâl
ettiği lisânı düşününce yüzüne baktı:
- İtalya’ya rnı? diye sordu
Attilâ tasavvurlarından bahsetmeği kat’iyyen sevmeyen bir
adamdı. Seciyesi her türlü ifşaata gayrı müsaitti. Attilâ gayet iyi hissederdi
ki, söz hâline geçen bir tasavvur, irâde kuvvetlerinden bir kısmını dışarıya
atar ve boş yere sarfeder; ikincisi de etraf üzerindeki saltanatı zaafa
uğratır. Mâmaafih burada Onejes’in zekâsını beğendiğini hissettirmekten
kendisini alamadı:
- Başvekillerin en mükemmelisiniz, Onejes! dedi.
Bu iltifatı bir tebessümle karşılayan başvekil, tekrar
düşünceye dalmıştı. Bu sefer de Attilâ onun düşüncesini sezdi:
- Ben seni müşkülâttan kurtarayım: Yirmi güne kadar harb
hazırlıklarına başlayacağız! dedi.
Attilâ hisli yaşamasını pek severdi. Büyük bir vak’anın âmili
olmadan geçirdiği her zamana, belki dakikalara bile acırdı. Fakat bu vak’aların
başkaları tarafından ihdas edilmesine asla dayanamazdı. Etrafında, kadınlar
bile sezerler yahut bilirlerdi ki Attilâ mes’ele çıkmasından hoşlanmaz ve bunu
ağır cezalandırırdı. Kerka’nın bilerek, Onorya’nın sezerek itaatları da bundandı.
Belki ihtilâfı, yakın bir atîde sessizce halletmeyi, kendi kendilerine
vâ’dederek Attilâ’ya tabî olmuşlardı.
Hun hâkanı, Gol seferinin hâriçteki akislerinden memnun
değildi. Bunun bâzı memleketlerde Hunların zaferi şeklinde telâkki edilmediğini
haber alıyordu. Netîcede daha sarih bir istilâya karar vermesi için bu
rivayetler kâfi gelmişti.
Hem de harb etmezse yorulurdu. En mühim devlet işleriyle
uğraştığı halde, kendisinde gene sarfedilmemiş kudretlerin sıkıntısını
hissediyordu. Sık sık ziyafetler vermesi, sabahlara kadar oturması bundandı.
Tasavvur ettiği bu yeni harb, Hun istilâlarının en
mühimlerinden biriydi. Gol seferinden ziyâde bu, beşinci asır Avrupa’sının
haritasını değiştirmiş, akvamın talî’lerini hercümerç etmiş, müstakbel
asırların büyük vak’alarını ihzar etmiştir.
*
* *
Fırtınalı bir geceydi.
Attilâ, odasında sedirine uzanmış, kolları arasında çıplak ve
güzel bir vücut sıkıyor, saadetini daha iyi hissetmek için gözlerini kapıyordu.
Bu demir kollar arasında vücudu büsbütün yumuşayan Onorya,
gözlerini pencereye dikti. Dışarının karanlıklarında sicim gibi kıvrılan
yıldırımları seyrediyordu.
Birdenbire vücudunu bir arzu canlandırdı:
- Haydi, dedi, beni atla gezdir!
Dışarıda kıyametler kopuyordu. Belki bütün ağaçlar, çadırlar,
duvarlar, çatılar havaya kalkıyor, tepeler yıkılıyor, uçurumlar açılıyordu.
Saray arasıra çatırdayarak sallanıyordu. Onorya’nın bu arzusu Attilâ’nın hoşuna
gitti.
- Kalk! dedi.
Atını hazırlattı, Onorya’yı bir koluyla kucaklayarak
hayvanına bindi ve ancak şimşek aydınlıklarıyla aydınlanan simsiyah boşluklarda
atını dörtnala sürdü.
Dik yarı inerlerken gökten yere düşer gibiydiler. Onorya
gözlerini sımsıkı kapamış, başını Attilâ’nın koltuk altına doğru sokuşturmuştu.
Ovada at kudurdu. Attilâ tek eliyle hayvanın yelesine yapışmıştı.
Her gök gürültüsünde at huylanıyor, şahlanıyor ve çıldırarak ileri atılıyordu.
Onorya, bir aralık gözlerini açtı. Bir gök gürültüsü içinde,
atnallarını işitmemiş, karanlıkta ovayı görmemiş, kendisini havada uçuyor
zannetmişti.
Attilâ, birdenbire hayvanı durdurdu ve parmağıyla Onorya’ya
bir kulübe penceresi gösterdi:
- Bak, dedi, Fletra’nın halasının evi!
Onorya bütün dikkatiyle baktı. Fletra’sını kaybeden ihtiyar
kadın, tek başına oturuyordu. İhtiyarlamış, çok ihtiyarlamıştı. Başını önüne
eğdiği için, tamamiyle beyazlanmış saçlarından başka hiçbir yeri görünmüyordu.
Bir dakika durdular, baktılar ve geriye döndüler.
Hava biraz iyileşmişti. Rahvan gidiyorlar ve düşünüyorlardı.
Onorya, maziyi ve sergüzeştinin hârikalarını düşünüyordu. Attilâ ise istikbâli
düşünüyordu.
Saraya döndükleri vakit tekrar Attilâ’nın odasına girdiler.
Bu vahşi gezinti Onorya’yı dirilitmişti.
- Attilâ, dedi, harb edersen beni de beraber götür!
Attilâ gülümsedi:
- Sana bir aşk yadigârı olarak Avrupa kıt’asında hangi
devleti hediye edeyim?
Bu şâhâne ikram Onorya’yı çıldırttı:
- Hangisini istersen... dedi.
Attilâ, gayet sâde:
- Sana yakında İtalya’yı hediye edeceğim! dedi.
Onorya’yı kucakladı ve yeni hedefini zevkle tahayyül
edebilmek için gözlerini kapadı.
1
Müverrih Prisküs’ün Extrait’lerinden, s. 56.
2
Müverrih Jurnades’den.
3
Lafonten’in: “Attilâ le fleau des rats — Attilâ, farelerin belâsı!” mısraı
meşhurdur. P. S.
4
Prisküs’ten: s. 50/51.
5
Prisküs’ten, s. 35.
6
Herodot, 1. iv, c. 76 -77; Prisküs, s. 33.
7
Bu, Karadağ ormanlarıdır.
8
Amédé Thierry, Roma İdaresi Altında Gol Târihi; 3. Cilt, 6. bap.
9
Bu nutuk müverrih Jurnades’ten aynen iktibas edilmiştir.
10
Amedee Thierry, Histoire d’Attilâ.
İKİNCİ KISIM
GOL SEFERİNDEN döndükten sonra, Garbî Roma serdarı Aetyüs,
ordu kıtaatının bakiyesini İtalya’ya sevketmişti; fakat yeni bir harp için bu
ordu aslâ kâfi değildi ve bu sefer, imparatorluğun merkezini de müdafaa icabediyordu.
Attilâ’nın ordusunu İtalya’ya yürüttüğü haber alındığı vakit,
hiç kimse mukaavemeti hatırından geçirmedi. Muasırlardan birinin tâbiriyle:
korku, İtalya’yı müdafaasız bırakmıştı...
Fakat Attilâ, Jülyen Alplerine yaklaşıyordu. Raven sarayı da
dâhil olduğu halde, her tarafı, kaplayan bozgun korkusu arasında Aetyüs’ün de
cesareti kırılmıştı. Valantinyen’e kendisini İtalya hâricine kadar tâkip etmeği
teklif etti. Böylece, imparatoru kurtaracağını, belki de Vizigotlardan yahut
Burgontlardan medet bulacağını umuyordu.
Kostantiniyye’de, imparator Marsiyen’e de müracaat ederek
imdat talep etmişti. Fakat Valantinyen’i İtalya topraklarından çıkarmak
fikrinden derhal vazgeçti. Zira bu dehşetli bir dedikodu yapmış ve kuvve-i
mâneviyesini kırmıştı. Şarktan beklediği kuvvetler gelinceye kadar vaziyeti
idareye mecbur oldu.
Hem Raven’i, hem de Roma’yı, kayserlerin diyarını ve Roma
dünyâsının târihî metropolünü aynı zamanda kurtarmaktan ümidini kesince Raven’i
feda etti ve Valantinyen’i Roma’ya getirerek şehrin kalelerini tamir ettirdi.
Aetyüs bunlarla didişip dururken, Attilâ sür’atle
ilerliyordu. Merkezden hareket ederek en kısa ve en mükemmel yolu takip
etmişti: Semiriyüm’den Akile’ye kadar Kostantiniyye ile Roma arasındaki esaslı
münâkale hattı. Bu yol, Emon ve Nopor’dan geçiyordu. Nopor’da Jülyen Alpleri
başlıyordu.
Soğuknehir havalisinden yirmi iki mil mesafede, bugün İzonzo
tâbir edilen Sontiyüs akıyordu. Attilâ burasını da bir hamlede geçti. İzonza
köprüsünden Akile’ye kadar bağlar ve ağaçlarla dolu geniş bir saha vardı.
İklimin tatlılığı, baharların erken gelmesi ve geç gitmesi eskilerce meşhurdur.
Bir Romalı müverrih: «Yazın ilk nefeslerinde bu memleketin çiçeklerle ve asma
renkleriyle bir bayram yeri gibi donandığı görülür.» diyor.
Attilâ ilk defa olarak Akile tabyelerinde mukavemet gördü. Bu
şehir, İtalya’nın en büyük ve müstahkem mevkiiydi. Natisa nehri şark tarafını baştanbaşa
sular; ve muazzam çukurlar içinde sularını dört tarafa akıtarak şehri bir kemer
gibi çevirir, yüksek kaleler şehrin etrafını ihata ederdi.
Hem tabiat, hem de san’at itibarıyla dünyanın en müstahkem
şehri addolunan Akile, kendini müdâfaaya karar verirse kat’iyyen zabtedilemez,
diyorlardı. Evvelce müteaddit defalar muhasara edilen bu şehir hiç zabtolunamamıştı.
Attilâ’nın böyle bir şehri zabtetmek için evvelkiler kadar
vâsıtaları da yoktu. Yalnız cesaretine ve Hunların kudretine güveniyordu. Zerre
kadar tereddüt etmedi. Fakat şehirdekiler Hunlara gülüyorlardı.
Attilâ’nın şehri zaptetmek için hergün yaptığı müteaddit
hücumlar muvaffakıyetsizlikle neticeleniyordu.
Böyle üç ay geçti.
Sıcaklar bastırmış, artık kırda yiyecek içecek de kalmamıştı.
Fakat Aetyüs’ün Şarkî Roma’dan istediği imdat kuvvetleri İtalya’ya çıkıyordu.
Hattâ İmparator Marsiyen’in Panoni’ye inerek Hunların hatt-ı ric’atını keseceği
de şâyî oldu.
O zaman Hunlara tabiatın fevkinde bir kudret geldi. Attilâ
Akile’yi zabtetmeğe azmetti.
Dehâsı cehennemî bir makine gibi işliyor ve gayrı mümkün
şeyleri öğretmek için, muhayyirü’l-ukûl bir kudret gösteriyordu.
Bir gün, yanında kumandanlarıyla Akile’nin kaleleri etrafında
dolaşıyor ve zerrelere bile dikkat eden ateşîn gözleriyle her tarafı tetkik
ediyordu. Birdenbire durdu, parmağını uzatarak yanındakilere birşey gösterdi:
- Bakınız şu leyleklere! dedi.
Attilâ’nın bu sözünden hiçbirşey anlamayan etrafı, hayret ve
sükût içinde Hun hâkanının işaret ettiği noktaya baktılar ve şu manzarayı
gördüler: Bir kale harabesinin içine yuva yapmış leylekler, yavrularını
sırtlarına alarak kırlara doğru uzaklaşıyorlardı.
Attilâ bu manzaraya uzun uzun baktı. Çehresi derin bir
tefekkürle kasılmış, yüzünün derisi çatlayacak bir dereceye gelmişti. Hafifçe
gülümsedi.
Artık çehresi rahatlamıştı. Yanındakilerin yüzlerine ayrı
ayrı bakarak:
- Bu beyaz kuşlara ehemmiyet veriniz, dedi.
Yanındakileri hayretten fazla rahatsız etmemek için devam
etti:
- Bu beyaz kuşlar ne olacağını hissediyorlar: Bunlar da
Akile’nin sakinleridirler, ve şehrin hârab olacağını şimdiden anlayarak hicret
ediyorlar. Bu kalelerin hepsi düşecektir.
Sözlerinin itimat uyandırması için ilâve etti:
- Falcılık yapıyorum zannetmeyiniz. İstikbâli hissetmek
kabiliyetinde olan mahlûkat, kat’î bir tehlike karşısında itiyatlarını
değiştirirler.
Attilâ söylediği şeye bizzat inanıyor mu? Yoksa ordunun
kuvve-i mâneviyesini çoğaltmak için mi bu güzel vesileyi icat etti, bilinemez;
ancak her iki ihtimalde de bu keşfi dâhiyane idi; zira havadis derhal
karargâhta şâyî oldu.
Hunlar bu vak’ayı birbirlerine anlattılar ve bir kere daha
canlandılar.
Artık yeni hücum için her vâsıtaya müracaat ediyorlardı.
Makinalar bile yaptılar, çalışıyorlar, çabalıyorlardı...
- Akile’yi alacağız! diye haykırışıyorlardı.
Bütün dünyâ bu muhasaranın sonunu bekliyordu. Attilâ muvaffak
olamazsa mahvolacaktı, muvaffak olursa o zaman da bir «dünyâ fâtihi» unvanını
bihakkın kazanacaktı.
Attilâ’nın şehre son hücumu korkunçtu. Hunlar, sanki imâl
ettikleri vâsıtaların hiç birini kullanmaya lüzum görmüyorlar ve kaleleri
tırnaklarıyla sökmek istiyorlardı.
Taarruzları öyle dehşetliydi ki, Hunlar, gayelerine vâsıl
olmadıkça, aralarında ölenleri kıskanıyorlar, sağ kalmaktan utanarak tabiî
kuvvetlerinin bir kaç misli hamlelerle atılıyorlardı.
Evvelâ en mühim kulelerden birkaçı düştü. Nehri geçmek için
vâsıtaları evvelce hazırlanmış olduğu halde Attilâ, ordusuna sabır tavsiye
etti.
Bütün kuleler düşünce, Akile, mağrur şehir nihayet teslim
işareti vermişti.
Attilâ, generallerine dedi ki:
- Ne olursa olsun bu Akileliler kahraman insanlardır; onların
şehirlerine galip bir ordunun tantanasıyla girmeyelim ve zaten kırılmış
kalplerini bir kat daha rencide etmeyelim. Ben şehre yapayalnız gitmek
istiyorum.
Maiyetindekiler, Attilâ’nın bu cesaretini mecnûnâne bulmuşlardı.
Bâzı şeyler söyleyerek itiraz ettiler ve hâkana anlattılar ki, aylardan beri
kinden ve garezden köpüren Akileliler, bu ulüvvücenapın kıymetini anlayacak kadar
şuurlu değildirler ve bu fırsatı asla kaçırmayarak en büyük ve kudretli
düşmanlarına mutlaka fenalık edeceklerdir.
Attilâ, hiçbirini dinlemedi ve tek başına şehre girdi.
Sokaklar ıssızdı, memleket ve ahâli evlere kaçmışlar, yağma ve katliâm
korkusuyla her yeri boş bırakmışlardı.
Attilâ şehirde ilerliyor ve hiç bir zulüm yapılmayacağını
temin etmek için bir muhatap arıyordu.
Ansızın, bir köşe başında, karşısına bir değil elli muhatap
çıktı. Bunlar müsellâh ve gözleri parlak, teslimin zilletini kabul etmemek için
mücâdeleye hazırlanmış, kendilerini fedaya müheyya görünen adamlardı.
Attilâ’yı görünce şaşırdılar. Onu tanımamışlardı. Fakat, tek
başına yürüyen ve tepeden tırnağa kadar vücûdunun her cüz’ünde hârikaların
işaretlerini taşıyan bu fevkalâde adamın ilk tesirine mağlûp oldular.
Attilâ durdu. Zırhlı vücutları delecek kadar metin gözlerinde
hiç bir korku yoktu. Karşısındakilere temiz, açık, cesur gözlerle bakıyordu.
Bir elini kılıcına dayamıştı.
Akilelilerde hafif bir hareket oldu. İçlerinden biri hafif
bir sesle bir şeyler söyledi. Fakat diğer biri, uzun boylu ve sağlam yapılı,
sol yanağında bir yara izi bulunan ve gözlerinin yarısını örtecek kadar şişmiş
kapaklar altından, müthiş bir garezle bakan bir tanesi ileri atıldı,
yanındakilere haykırdı ve kılıcını çekerek Attilâ’ya doğru yürüdü.
Ötekilerin hepsi de kılıçlarını çekmişlerdi, fakat bir şey bekliyorlarmış
gibi hareketsizdiler
Attilâ, hafifçe gülümsedi. Yüzünde ulvî ve tatlı bir mânâ
parlamıştı. Kılıcını ağır ağır çekti. Ağzına götürdü ve dişlerinin arasına
aldı. Sonra kollarını açtı. Göğsünü ileri çıkardı ve ona doğru, gayet sakin bir
adım attı: «Vurun!» demek istiyordu.
Elli adamdan hiç biri kımıldanamamıştı. Yalnız o şiş gözlü
adam, kılıcı tutan kolunu geriye çekmiş ve bunu Attilâ’ya saplamak istemişti.
Hun hâkanı geri çekileceği yerde, ağzında kılıçla, herifin
üzerine öyle bir yürüyüş yürüdü ki, o da dâhil olduğu halde, elli kişi bir anda
üzerlerine bir kale yıkılıyormuş gibi evvelâ iki kat eğildiler, sonra yere
çöktüler ve nihayet birbirlerini ânî surette taklit ederek hep birden yüzükoyun
yattılar.
Attilâ bir kaçının sırtına basarak yürüdü. Köşeyi dönünceye
kadar adamlardan hiçbiri ayağa kalkmamıştı.
Hunların hâkanı, kılıcını kınına koyarak hiç bilmediği
sokaklarda bakınarak ilerledi ve şehrin dışına çıkıncaya kadar kimseye
rastlamadı.
Hunlar ondan sonra şehre girdiler.
Bâzı Fransız müverrihlerinin, sebepleri kolayca tahmin
edilebilecek bir tarafgirlikle, Attilâ’nın bu şehri yağma ve tahrip ettiği
hakkındaki iddiaları doğru değildir. Attilâ, her vakitki gibi yağmayı ve
katliâmı şiddetle menetmişti, ancak hâlâ yatışmayan kinlerle mukavemet edenleri
ve mezbuhâne bir müdâfaada ısrar edenleri tenkil etmekte bir saniye tereddüde
düşmemiştir.
Bunların arasında, bir ev halkının sekiz saat süren
mukavemeti, unutulmayacak şeydi. Evin içindekiler, katliâm korkusuyla kapıyı
bacayı kilitlemişler, sokağa giren ve pencerenin önünden geçen Hunların üstüne
ağır taş parçaları atıyorlardı.
İki Hun yaralanmıştı. Bir tanesi iki saat sonra öldü. Hunlar
evin kapısını parçalamak için saatlarca uğraşmışlardı.
Attilâ haber aldı ve atıyla evin önüne geldi. Pencerelerde
erkek, kadın, çocuk başları kaynaşıyor ve hepsi, tehdide benzeyen çığlıklarla
haykırıyorlardı.
Attilâ Hunlara bağırdı:
- Biraz durunuz!
Sonra bir yerli tercüman vâsıtasıyla ev halkına sordu:
- Neden korkuyorsunuz?
- Hiç birşeyden! cevabını verdiler.
- Neden askerlerimi yaraladınız?
- Düşman oldukları için.
- Evinize kapanmakta ne fayda umuyorsunuz? Askerlerimizin
intikamın almak benim için çok kolaydır. Evinizi ateşe veririm.
- Yapamazsın.
Attilâ askerlerine emretti:
- Kapıyı kırınız, içeri giriniz, ellerinize bir damla kan
sürülmeden bu adamları tevkif ediniz, katil muhakeme olunacaktır.
İki dakika geçmeden evin kapısı çatırdayarak boylu boyuna
arkaya devrilmişti. Mızraklı Hunlar içeriye doldular. Bir vaveyla koptu. Camlar
şangırdıyor ve kırılıyordu.
Pencereden bir Hun başını uzatarak haykırdı:
- Hücum ediyorlar, teslim olmuyorlar, hepsinin ellerinde...
Sözünü bitirmeden başı pencereden aşağı sarktı... Arkasından
vurmuşlardı.
Beş dakika içinde ev halkından bir kişi sağ kalmadı.
Attilâ, mukavemette şehrin inadını temsil ve ocaklarını bir
vatan parçası gibi müdâfaa eden bu insanların cenazelerine şehirde büyük bir
ihtifal yaptırdı.
Kendisi bizzat merasime iştirak etti ve atının üstünde
Akilelilere haykırdı:
- Kahraman millet! Matemine iştirak ettiğim bu büyük aile,
Akile şehrinin müdâfaası kadar şanlı bir celâdet gösterdi. Bu dünyanın hiçbir
fâtihi Akile’nin yüksek kalelerini deviremezdi. Hiç bir kahramana bu şeref
mukadder değildi, surlarınızın önünden nice büyük cengâverlerin münhezîmen
döndüklerini biliyorum. Attilâ’nın ve Hunların şehrinizi zaptetmeleri
gururunuza dokunmasın. Çünkü bizim vatanımız dünyâdır ve her tarafı zaptedeceğimize
imânımız var, bize toprağını teslim etmeyen hangi düşmanımız var ki onlara
gıpta edebilesiniz?
Akile’nin Hunlar tarafından işgal edildiğini haber alan bir
çok İtalyan şehirleri harb etmeden kapılarını Attilâ’ya açtılar. Venedik ve
Milân da Attilâ’nın hâkimiyeti altında idi.
Attilâ bir gün Milân’da gezinirken maskaraca bir tablo gördü:
Yaldızlı tahtlara oturmuş iki imparator, sırmalı mantoları ve elmaslı
taçlarıyla, kendilerine secde eden bir halkın tâzimâtını kabul ediyorlardı. Bu
halkın Hunlar olup olmadığını tarih iyice tasrih etmiyor, fakat Attilâ bu
tabloyu sildirdi. Altın tahtlara kendisini oturttu ve arkalarında torbalar
taşıyan Roma imparatorlarının, Hun hâkanına altınlar yağdırarak ayaklarına
kapanmasını resmettirdi.
Artık Hun istilâsı tehlikesi İtalya’nın kalbini tehdit
ediyordu.
Roma telâşa düştü. İmparator, Senato ve halk, Attilâ’ya
serfürû etmekten başka çâre olmadığı noktasında ittifak ettiler. İstirham,
tazmînat, tâvizât, ne olursa olsun, cihangiri tatmin edecek her vâsıta ile
Roma’yı kurtarmaktan başka çâre göremiyorlardı.
Bütün bu vak’alara şahit olan vak’anüvis Prosper Dakiten
diyor ki:
«İmparator, Senato, halk, bütün müzâkere ve istişarelerinin
sonunda bu büyük Hâkan ile sulh akdetmeyi muvafık buldular.»
O zaman Roma’da makam-ı ruhanîyi «büyük» olarak telkîb edilen
Leon işgal ediyordu. Bütün İtalya, halâsını bu tesirli şahsiyetten bekledi.
Müthiş Attilâ ile temasında bu adamın emsalsiz dirayetinden, vukufundan, manevî
sıhhatinden pek çok şey ümit ediliyordu.
Attilâ Po nehrini geçmeden evvel, Roma elçileri Mantu
civarına vâsıl oldular.
Attilâ Roma’nın ayaklarına kapanacağını haber alınca
gülümsedi:
- Gelsinler, dedi, zavallı Roma! Bu ne sükût?
Kapitol, kendisini kurtarmak için, tarihte ilk defa bu zelîl
vâsıtaya müracaat ediyor.
Bu, Attilâ’da o kadar nefret husule getirmişti ki,
merhametine bile mâni oluyordu. Mâmaafih elçileri nezâketle kabul etti.
Leon, altınlarla işlenmiş ipek bir elbise giymişti.
Attilâ’nın huzuruna girer girmez, yere doğru bir hareket yaparken, civanmerd
Hun hâkanı ruhanîyi kollarının altından tutarak kaldırdı ve tâzimâtında
mübalâğaya düşmek zilletinden onu kurtardı.
İhtiyar Leon, tepeden tırnağa kadar râşeden ibaretti.
Kirpikleri, dudağı, sesi, omuzları, elleri, dizleri titriyordu. Yüzü
bembeyazdı. Gözlerinin dibinde yaşlar vardı. İri bir damla, gözlerinin altından
yürüyerek çenesini kaplayan kıl yığınına karıştı.
- Senden gufran istiyoruz! diye başladı.
Sen Pol ve Sen Piyer’in ruhuna bir ilâhî tertip eder gibiydi,
belki de kendini huzûr-ı ilâhîde farzediyordu.
Attilâ’nın bakışlarına merhamet ve şefkat doldu...
Leon sesine kuvvet vermek için o kadar cehdediyordu ki, zayıf
göğsündeki ihtilâçlardan derûnî gayreti anlaşılıyordu.
- Roma senin elinde! dedi. Yutkundu, ilâve etti:
- Ve bütün İtalya!
Sonra sustu. Bu sükût Roma satvetinin yıkılışını ne güzel ve
ne kuvvetli temsil ediyordu. Devam etti:
- O Roma ki...
Öksürdü.
Tekrar etti:
- O Roma ki.... Havarîlerimizin merkadleri oradadır.
Sonra dudakları kımıldadı, fakat sesi çıkmadı. Gâliba: «Sen
Pol» ve «Sen Piyer» isimlerini telâffuz ediyordu; gâliba onu bir duâ takip
etti; gâliba kılıcı Attilâ tarafından kırılmış âciz ve mağlûp bir kavmin rûhâniyetlerden
istimdadını temsil ediyordu.
- O Roma ki... diye devam etti, kahramanlarının merkadleri de
oradadır.
Artık nefes alamıyor, bir füc’eden, bir felçten veya bir kalb
buhranından kurtulmak için sık sık soluyordu. Başını arkasına dayadı ve ağzını
açtı. Gözlerinden yaşlar bol bol akıyordu. Yanında duran iki elçi, Attilâ’ya
son derece istimdatkâr nazarlarla bakarak Papa’nın üstüne eğildiler. İhtiyara
su getirildi.
Attilâ susuyor ve hareket etmiyor, bu adamı kâh nefret ve kâh
merhametle seyrediyordu.
Papa biraz canlandı ve devam etti:
- Beni Roma halkı gönderdi.
Sonra, biraz daha canlanarak:
- Beni imparator gönderdi, dedi ve nihayet ilk kuvvetlerini
bularak:
- Beni Senato gönderdi, dedi.
Ve ilâve etti:
- Senden af istiyorlar.
Gene bir sükût oldu. Attilâ gene bir şey söylemiyordu. Papa
titreyerek ayağa kalktı ve hürmetle sözlerine devam etti:
- İstediğin kadar tazminât, istediğin kadar tâvizât,
istediğin kadar hâkimiyet...
Attilâ kolunun ağır bir hareketiyle ihtiyara oturmasını
işaret etti. Sonra Hunların hâkanı ateş dolu sesiyle, fakat ağır ağır şu cevabı
verdi:
- İhtiyar!... Sen bütün Roma’sın. Kavmini senin kadar hiç
kimse güzel temsil edemez. Etleri çürümüş ve kemikleri kakırdamış bir kavmi
temsil ederken, sen onlardan fazla bir şeyi hâizsin: Mâneviyet. Fakat Roma’da
bu da kalmamıştır. Beni dâima bir vahşi olarak âleme tanıtmak isteyen senin
yalancı mütefekkirlerin, ihtimâl ki yarın birer yalancı müverrih kesilerek,
düzenbaz kalemleriyle benden intikam almak isteyeceklerdir. İhtimal ki Roma’ya
karşı göstereceğim müsamahayı bile tamâmiyle itiraf edemeyeceklerdir. Olsun.
Zulümde de, merhamette de ilâhlara mahsus bir ölçü takip eden Attilâ, Roma’nın
kendi kendine can çekişmesine ve mev’ut eceliyle ölmesine müsâade edecektir.
İtalya’yı affediyorum.
Papa, ihtimâl Attilâ’nın ayaklarına kapanmak için tekrar
yerinden kalkıyordu. Attilâ bir işaretle bunu menetti ve söyledi:
- Hayır! Teşekkür etme ki, eğer gufranım bir fazîlet
tecellîsi ise en küçük mükâfatını bile görmüş olmayayım.
Papa’nın dudakları kımıldıyor ve göğsünde rahat bir
teneffüsün hareketleri beliriyordu.
Roma, senevî muayyen bir tazminatı kabul etti ve Attilâ,
İtalya topraklarını ihtiyarıyla terketmek üzere, 6 Haziran’da müsâleha
aktolundu.
O gün Sen Pol ve Sen Piyer günüydü. Romalılar kiliselere, Havarîlerin
önüne diz çöktüler, şükranlarını edâ ediyorlardı. Hakikatta bu şükranların en
hakikî muhatabı, âlicenap ve kahraman Hun hâkanıydı: Attilâ.
Attilâ, sulh aktolunduktan sonra memleketine dönerken, Hun
payitahtından iki mühim haber almıştı. Biri Onorya’dandı. Sâîler onun bir
mektubunu getirmişlerdi. Hun hâkanı şu satırları okudu:
“Attilâ!
“Atının, İtalya topraklarını çınlatan muzaffer nallarının
sesini tâ buradan duyuyorum. Kayserler diyarı da nihayet sana râmoluyor ve
Avrupa’daki fütuhatını, cenupta birbirini velyeden zaferlerini, İskender’in
bile kıskanabilecek olduğu, muazzam bir şân ve şerefle tamamlıyorsun. «Kalbim
iftihar ve sevinçle doludur.» diyecek olursam, hakikatin yarısını söylemiş
olurum. Çünkü senin İtalya seferin benim kalbimi ikiye ayırdı: Bir parçası
kahramanlar kahramanı âşıkımın zafer sevinçleriyle doludur; fakat heyhat,
ikinci yarısı, Attilâ’nın asla iştirak edemeyeceği bâzı acı duyguların istilâsı
altındadır ki, bu satırları bana yazdırıyor.
«Attilâm! Bu harp bana her günkünden ziyâde bir Romalı kadın
olduğumu hatırlattı. Valantinyen’i bir kötürüm gibi Raven’den Roma’ya
taşıdıklarını burada haber aldığım gün, saatlerce ağladım. Çocukluk senelerimin
uzak ve derin hâtıralarına karışmış, uykuya dalmış ve uyudukça, benim haberim
olmadan büyümüş ve kuvvetlenmiş bir duygu, ruhumda birdenbire yükseliverdi:
Kardeş muhabbeti! Sonra bu, süratle, birçok yeni hisler doğurarak dal budak
saldı; aile muhabbeti, memleket muhabbeti, vatan muhabbeti.
“Oh! Senin İtalya topraklarında her zaferin, beni sevincin ve
kederin en şiddetlileri arasında çırpındırdı. Kalbimin iki yarımları biribirini
parçalıyorlar ve ayrılmak istiyorlardı. Sen, Gol seferinde Aetyüs’le karşı
karşıya çarpıştığın zamanlar bu azabı duymamıştım, zira bu şımarık serdardan
Raven sarayı kadar ben de nefret ederdim ve onun sana galebe edememesine pek
çok sevinmiştim. Fakat bu defa, Raven’en Roma’ya taşınan biraderimin,
gözyaşları dökerek inlediğini ve bana: Gel! Onorya, gel! Beni teselli et!
dediğini rüyamda görünce, zavallı kardeşimin düşmanının metresi olmak beni
tasavvurumun fevkinde bir azaba düşürdü. Hun payitahtı, senin sarayın, bana
düşman gözleriyle bakan adamların, kraliçenin ayıplayıcı bakışları, her şey
korkunç görünüyordu, gündüzleri bile koyu bir karanlık her tarafımı sıkıyor ve
beni eziyordu. Bundan kurtulmak için bir karar vermeseydim ölebilirdim,
ölebilirdim.
“Attilâm, bu kararı sana danışmadan vermeğe mecbur olmak beni
çok me’yus etmiştir. Ancak bu zarurîydi ve sen bu satırları okurken ben gene
bir takım desiselere müracaat mecburiyetinin elemiyle Hun topraklarını
terketmiş, belki de gizlice, Roma’ya vâsıl olmuş bulunuyorum. Emin ol ki bu, ne
bir aşk sevkülceyşinin icabettirdiği işvebâzâne bir firardır, ne de herhangi
siyasî bir tertibin neticesidir. Her şeyden, bilhassa kadınlardan şüphe eden
ince ve ulvî ruhun, bu iki ihtimâlin hiçbiri üzerinde zerre kadar durmasın.
Beni müsterih eden nokta şudur ki, Attilâm Onorya’nın yerinde olsaydı o büyük
kalbi ve hârikalı zekâsıyla bundan başka türlü hareket edemezdi.
“Nihayet, mühlik bir hastalığın pençesinde bulunan zavallı
Kerka’yı vücudumla bîhuzûr etmemek arzusu da kararıma ayrıca kuvvet verdi.
“Attilâm! Roma’ya ister zaferle, ister bir misafir gibi gel,
seni Onorya’nın kolları karşılayacaktır. Koynumu sana hazırlıyorum. Gel! Mutlaka
gel! Eğer beraberinde sulh de getirirsen Onorya sana câriye olacaktır.
«Ey benim güneşim! Roma’nın üstünde doğ! Tâ ki ağlayan
gözlerimin yaşları senin hararetinle tebahhur etsin!...
Onoryan»
Attilâ bu mektubu okuduktan sonra gözlerini kapadı ve bir dakika
hareketsiz durdu. Ondan sonra tabiî hayâtına devam etti. Herşeyi unutmuş
gibiydi.
Henüz İtalya topraklarından çıkmadan evvel, sâîler Attilâ’ya
Kerka’nın ölümü haberini de getirdiler. Mektubunda Onorya’nın hasta olduğunu
haber verdiği kraliçe, kırk gün yatakta kaldıktan sonra vefat etmişti.
Attilâ Alp tarîkıyla memleketine dönüyordu. Avgusta şehrinden
at üstünde, ağır ağır geçerken, halk arasından ince bir ses yükseldi:
- Attilâ! Dur! Attilâ!
Bu bir kadın sesiydi ve halk safları arasından sarı saçlı,
pembe beyaz, parlak mavi gözlü, son derece güzel bir kız Attilâ’nın yolu üstüne
atıldı, hayvanının önünde durdu, kollarını ileri uzatarak tekrar etti:
- Attilâ! Dur!
Ahâli safları büyük bir hayretle kımıldanmış, mırıltılar
yükselmiş, sonra derin bir sükût ortalığı kaplamıştı.
Hun hâkanı, atını durdurdu.
Bir suikast ihtimalinden korkan generalleri, atlarının
üstünde ellerini kılıçlarının kabzalarına götürmüşler, ileri doğru
meyletmişlerdi.
Güzel sarışın kız, bir Cermen şîvesiyle şunları söyledi:
- Büyük hâkan! Dünyâ imparatoru! Seninle beş dakika görüşmek
istiyorum, ya kabul et yahut hayvanınla beni çiğne geç!
Attilâ dikkatle baktı: Sarışın kız, büyük bir heyecan içinde,
bembeyaz esvâbiyle, rüzgârda sallanan mendil gibi titriyordu ve mütekebbir
gözlerinde bu yalvarışının kaybettiremediği tabiî bir kibarlık ve azamet vardı.
Sarı saçları öğle güneşiyle o kadar parlıyordu ki, başına alevden bir miğfer
giymiş gibi, yüzüne bakanların gözlerini kamaştırıyordu.
Attilâ, dik vücudu kımıldamadan ve gözlerini kırpmadan,
yalnız dudaklarının hareketiyle:
- Karargâha geliniz! dedi.
Sonra, yolun kenarına çekilen sarışın kıza bir daha hiç
bakmadan, atını sürdü.
Attilâ ve karargâhı geceyi o şehirde geçirecekti. Büyük bir
binayı muvakkaten işgal ettiler.
Yarım saat sonra Attilâ’ya sarışın kızın geldiği haber
verildi ve huzuruna çıkarıldı.
İki nöbetçinin ortasında idi:
- Bizi yalnız bıraksınlar! dedi.
Nöbetçiler çekildiler.
Sarışın kız, heyecanından hiç birşey kaybetmiş olmadan, tiz
ve ahenkli bir sesle anlattı:
- Ben Gol’den geliyorum ve seni bulmak için aylardan beri
dağlar taşlar aştım. Sen Meç’e girdiğin vakit ben orada idim. Anam babam orada
öldüler.
Ben kızım, kimsesiz ve yalnızım. Seni evvelce orada
görmemiştim, tanımazdım, fakat bulûğumdan sonra rüyalarıma tıpkı sana benzeyen
bir kahraman girerdi. Ve ben, kimseye söylemeden, için için bu kahramanı
severdim; emindim ki, günün birinde bu kahramana tesadüf edeceğim ve hakikate
kavuşacağım. O kahraman sensin. Ben bir asilzadeyim, fakat senin sarayında bir
nedîme olmaya razıyım. Beni de beraber götürür müsün?
Kızın gözleri yaşarıyordu. Her harikulâde şeyin tehyîc ettiği
Attilâ, titreyen bir sesle sordu:
- Senin ismin ne?
- İldiko!
- Kimsesiz misin?
- Evet. Ailem Meç mezarlıklarında kaldı.
- Sen Cermen misin?
- Ben kendimi öyle addederim; mamafih babam Ren maverasındaki
Frank prenslerinden biriydi; Burgontlardan bir kadın sevdi, aldı. Ben onların
çocuğuyum. Babam, sen Meç’i muhasara ettiğin vakit harp ederken öldü. Mükemmel
bir cengâverdi. Bana kılıç kullanmasını ve ata binmesini o öğretti.
- Sen bunları yapar mısın?
- Bir Hun kadar.
- ……
- İstersen kılıcını ver, havada bir sallayayım, hamlelerimi
gör, beğeneceksin.
- ……
- İstersen atını ver, uçurumların üstünden atlayım, en iyi
Hun binicileriyle yarış edeyim, görürsün.
- Benimle yarış eder misin?
- Ederim.
- Güzel bir iddia. Kaç yaşındasın?
- Tam yirmi.
- Oh! Tam hayâl çağı! Bu yaşta ne çok şeyler ümîd edilir,
hattâ Attilâ’yı yarışta geçmek bile.
Sarışın kız başını silkeleyerek bağırdı:
- Ne? Sen beni hayalperest mi sanıyorsun? Zavallı cihangir,
ben, gözleri altın yaldızlı tavanlara dalan ve mehtaplı gecelerde
tahtırevanların peşinden koşan, âşıkların yanık türkülerini tahayyül eden
budala ve tembel bir prenses değilim. Bana babamdan bir at kaldı, ona bindim,
dağları taşları aştım, sana geldim. Bunların hepsi hakikattir. Ben hakikate
meftunum.
- Bunları sana hep hayâl yaptırmış.
- Bunların hepsi hakikattir.
- Mâmaafih sen şimdi bile rüya içindesin, benim Attilâ
olduğuma emin misin? Bu şehrin ismi Avgusta mıdır? Şimdi kilise çanları
Allah’tan istimdat ediyorlar, acaba İsâ dünyâya geldiğinden beri iddia
ettikleri gibi beş asır olmuş mudur? Bunların hepsine kani misin?
- Sihirbaz cihangir! Öyle tesirli söylüyorsun ki, nihayet ben
bunların hepsinden şüphe edebilirim, çünkü, nihayet ben bir genç kızım, fakat
niçin bana inanmıyorsun sen? Yemîn ederim ki ben iyi kılıç kullanırım, iyi ata
binerim ve yemîn ederim ki sen Attilâ’sın.
- Peki yavrum, dediğin olsun.
- Bana yavrum deme, senin karşında bu kadar küçülmeğe
tahammül edemem.
- Senin ihtirasların da var demek?
- Hem de pek çok. O kadar çok ki senin ihtiraslarından ne bir
fazla, ne bir eksik.
- Acâib!
- Öyle ya... Meselâ sen bana hiç sormuyorsun, bir kere sor
bana bakalım, ben seni niçin arayıp buldum?
- Söyle bakalım, niçin?
- Çünkü seni seviyorum.
- Bunu söylemiştin.
- Hepsi bu kadarcık değil ama!
- Daha var mı?
- Var. Ben senin de beni sevmeni istiyorum.
- Ümit edebilirsin.
- Dahası var.
- Onu da söyle.
- Ben senin kraliçen olmak istiyorum. Dur, dur. Benimle
istihza edeceğini biliyorum. Çünkü sen, şimdi, içinden bugüne kadar senin
kraliçen olmak isteyen yüzlerce kadın hatırlıyorsun. Bunlar, kimbilir, nice
fedâkârlıklara mukabil bile senin kraliçen olamamışlardır, değil mi?
- İyi tahmin ediyorsun.
- Ama niçin olamamışlardır, ben sana söyleyeyim mi?
- Söyle.
- Mutlaka bir takım entrikalar çevirmişler.
- Belki entrikalar çevirmişlerdir ama, sebep bu mu bakalım?
- Budur
- Neden acaba sarışın kız?
- Çünkü sen kahramansın, senin mert bir ruhun var.
O zamana kadar genç kız ayakta duruyordu. Yanakları
pembeleşmiş, alnının üstünde incecik altın kıllar uçuşuyor, gözleri masum ve
fevkattabîa hayallerle yanıyordu.
Attilâ ona uzun uzun baktı. Annesiyle babasının vefatından
sonra, bu öksüz derin bir keder içinde buruşacak ve ihtiyarlayacak yerde, gençlik
onu bir hülya âlemine atmıştı. Tamâmiyle rüya içinde idi ve herşeyi tayf
hâlinde görüyordu. Attilâ ona karşı nihayetsiz bir şefkat duydu. Kan ve ölüm
işinde pişen ve nihayet kurumaya yüz tutan ruhuna, bu kız öyle bir tazelik ve
masumiyet getiriyordu ki, Attilâ birdenbire değiştiğini hissetti.
Oturdu ve genç kıza gayet müşfik bir sesle:
- İldiko! dedi. Sen de oturmaz mısın?
Sonra dizine bir avucunu koyarak ilâve etti:
- Gel, istersen dizime otur!
- Peki.
Genç kız yavaşça geldi, Attilâ’nın dizine oturdu ve bir
kolunu onun boynuna dolayarak yüzüne ta yakından baktı...
- A! dedi, senin yüzün ne tuhaf!
- Neden İldiko?
- Senin yüzünde ne çok delik var! Adetâ kafes gibi.
- Hele hele.
- Gözlerin de öyle ufak ki. Serçe parmağımın ucu kadar.
- Yo, o kadar küçük değil.
- Vallahi o kadar küçük. Hem de ne kadar esmersin. Fakat
güzelsin gene de.
Sustular.
Genç kız başını Attilâ’nın omuzuna koydu. Derin nefes alıyor
ve yutkunuyordu.
Gözlerini kapadı.
Başı yavaş yavaş Attilâ’nın omuzundan koluna düştü. Bütün
vücûdu gevşemişti. Ayakları yerden kesildi ve vücûdunda hareket kalmadı:
Uyuyordu!
Uyuyor. Attilâ ona hayran hayran baktı. Bu kız onun için
yepyeni, garip, anlaşılmaz, tatlı ve derin birşeydi. Birdenbire onu o kadar
sevdi ki, hemen kucaklamak ve bağrına basmak istedi. Fakat uyandırmak
korkusuyla hiç kımıldamadı.
Ne güzel uyuyordu. Yanaklarından kan hafifçe çekilmiş ve
yerine bir manolya beyazlığı gelmişti.
Dışarıda kilise çanları ötüyor ve esir halk kütleleri
arasından derin bir harıltı yükseliyordu. Şehir uğuldadı. Bu, mağlûpların
Allah’a yalvardıkları saatti.
Attilâ, birçok kadınların kendisi için oldukça büyük
maceralara atıldıklarını ve hârikaların cazibesiyle ehemmiyet kazanmak
istediklerini görmüştü. Fakat hiç biri bu masum ve garip genç kızın sergüzeşti
kadar ona tesîr etmedi. Hem de İldiko, Attilâ’nın bütün İtalya seferinde pek az
düşündüğü kadın hâtıralarını birdenbire uyandıracak kadar tesirli olmuştu.
Beşinci asır, ister şövalyeleriyle, ister kadınları ve genç
kızlarıyla, tam mânâsıyla bir macera ve efsane asrıydı. O devirde bütün
insanlar henüz muhayyelerine esirdiler ve birçok vehimleri hakikat zannetmekte
en maddî adamlar bile hayâllerine tâbi idiler. İnsanlık ancak müstakbel
medeniyetlerin rüyaları içinde idi ve ancak efsanevî emelleri tahakkuk ettiren,
hârikalı sergüzeştlerin peşinde koşuyordu. Erkekler, sevdikleri kadınlar için
iki dakikada canlarını veriyorlar, memleketleri için harp meydanlarında,
destânî kahramanlıklarla ölüme atılıyorlardı. Kadınlar, büyük ihtiraslara
zebûn, hedeflerine varmak için karışık entrikalar tertip ediyorlar, yahut
erkekleri bile hayrete düşüren maceraların kahramanı oluyorlardı. Adetâ hârika,
fevkalâdeliği hissedilmeyecek derecede tekerrür ediyor, bütün insanlarda itiyat
hâline geçiyor, basit yaşamak hayreti celbedecek birşey hâline geliyordu.
Bununla beraber Attilâ, İldiko’nun macerasını yeni ve
müstesna bulmuştu. Öksüz kızın halk arasından ileri atılarak haykırışı bile
unutulacak şey değildi. Başkalarında kolayca affedilmeyecek bir kusur telâkki
ettiği bu cesaret, sarışın kızda büyük bir meziyet hâlinde görünmüştü.
Attilâ kucağında uyuyan İldiko’ya bakarken bunları
düşünüyordu. Fakat genç kızın, uyurken takallüs eden yüzünde bâzı incecik fena
çizgiler de gördü, bunlar onda, ümit edilmeyecek kadar kuvvetli kin, garez ve
hile işaretleriydi.
En masum insanlarda bile her türlü kötülüğün tohumları
bulunduğuna emîn olan Attilâ, buna hayret etmedi. Henüz genç olduğu için,
maharetle idare edildiği takdirde bu kızın tehlikelerine mâni olabileceğini
düşündü.
Onorya’nın Hun topraklarını terketmesinden ve kraliçenin
ölümünden sonra Attilâ’nın yeni bir kadınla meşgul olmağa ihtiyacı da vardı.
İldiko’ya karşı gösterdiği zaafın sebepleri arasında bunu da hesaba katmak
lâzımdı.
Attilâ kadınsız yaşayamazdı. Bu, kadınlar arasında bile o
kadar malûm bir şeydi ki, hiçbiri kıskançlık sahnesi yapmaya cesaret edemezler
ve ıstıraplarını gizlerler, için için kendilerini avuturlardı. Bu hususta
Kerka’nın gösterdiği cesaret, Attilâ’nın çocuklarına zaafını bildiği içindi.
İldiko derin bir nefes aldı, kımıldandı ve gözlerini açtı.
Evvelâ yüzünü bir hayret kaplamıştı. Attilâ’nın yüzünü görünce gülümsedi ve
onun kollarında uyuduğunu hatırlayınca da sevindi.
- Uyumuş muyum? dedi.
Attilâ da gülümsedi ve samimiyetle cevap verdi:
- Uykuda ne kadar güzelsin!
Kız canlandı ve doğruldu, gözlerini ovalayarak etrafına
bakındıktan sonra başını Attilâ’ya çevirdi:
- Biliyor musun, dedi, ne kadar yorulmuşum? Meç’ten buraya
tam yirmi sekiz günde geldim. Vakıa yollarda herkes bana güzel muamele etti.
Harpte ailemin öldüğünü söylüyordum, bana acıyorlardı. Nereye gittiğimi
soruyorlardı, tabiî hepsine ayrı ayrı cevaplar veriyordum ve bunların hiçbiri
doğru değildi. Yalnız hepsine senin nerede olduğunu soruyordum. «Akile’yi
zabtetti, muhakkak ki Roma’ya girecek!» diyorlardı. Az daha başka bir yoldan
dosdoğru Roma’ya gidecektim, fakat biraz sonra Romalıların senden af
istediklerini ve sulha can attıklarını öğrendim. Mütekaid bir Frank generali
bana senin hangi yollardan döneceğini öğretti. Hiç yanılmamış, seni burada
bekledim ve burada buldum.
Attilâ, genç kızın yüzüne bakıyor, fakat sözlerinin çoğunu
dinlemeyerek başka şeyler düşünüyordu. Bu kızla evlenmenin neticelerini
hesaplıyordu. Bu derece masum görünen, bu kadar genç bir kız, kraliçe olabilir
miydi? Ne zararı var? Dünyanın her tarafında kraliçe denilen mahlûk, ancak
kralın dişisi olmak itibarıyla bir mevki sahibiydi ve devlet işlerinde hiç bir
reyi olmamalıydı? Nerede kadınlar yüksek işlere kanştırılmışsa orada millî
felâketler başgöstermişti. Hem zavallı Kerka da millî mes’elelerde rey sahibi
değildi, hattâ şahsî olarak bile, alâka göstermezdi. Çünkü herhangi bir fikrini
söylemek bile Attilâ’nın zekâsına bir tecâvüz demek olurdu.
Attilâ, bir çok defalar dirayet ve tedbir sahibi bir kadının
kraliçe olup olamayacağını düşünmüştü; fakat başkalarının reyine müracaat
etmeği her zaman bir aciz telâkki ettiği için, zevcelerinde ne malûmat, ne de
siyâsî zekâ aramıştı.
İldiko’yu tezevvüç etmenin bir mahzuru yoktu. Bir faydası da
vardı ki, o da eski zevceleri arasında kraliçe olmak için zuhur edecek rekabet
mücâdelelerinin önüne geçmiş olacak ve üzüntüden kurtulacaktı.
İldiko Attilâ’nın zaafından cesaret alarak çenesini tuttu ve
başını hafifçe sarsarak:
- Ne düşünüyorsun? dedi.
Attilâ, hissiz cevap verdi:
- Bin türlü şey, dedi ve başını çevirmek istedi.
Fakat genç kız onun çenesini iki parmağı arasında
sıkıştırıyor, yüzünü kendine doğru çeviriyor, gözlerinin içine bakıyor,
tecrübeli kadınlara mahsus bir ciddiyetle:
- Yemîn ederim ki bana âit şeyler düşünüyorsun! diyordu.
Attilâ, bu genç zekânın keşfini inkâra tenezzül etmedi.
- Evet, dedi, senin demin bana hayret veren bir arzunu
düşünüyordum.
Gülümseyerek ilâve etti:
- Bu küçücük yavru kız Hunların kraliçesi olsa devlet işleri
ne hâle girer dedim...
İldiko birdenbire Attilâ’nın boynuna iki kolunu doladı:
- Sen beni ne zannediyorsun kuzum? dedi. «Küçücek yavru kız!»
bu ne demek a canım?... Evvelâ ben ne küçüceğim, ne de yavruyum! Ben yirmi
yaşındayım. Vakıa senin karşında kendimi biraz çocuklaşmış buluyorum ama, en
ihtiyar generallerin bile senin azametin karşısında böyle küçülmezler mi?
Devlet işlerine gelince, sen hiç bir kadına, hiçbir kraliçeye bu işleri emânet
edemezsin; bu dünyâda sen varken başka hiç kimse yoktur. Fakat... Canım...
Farzedelim ki... Sen bu işleri bana tevdî etsen bile, seni utandırmam. Attilâ!
Sen beni tanımıyorsun. Fakat... günün birinde, sözüme dikkat et, iyice
tanıyacaksın! İyice tanıyacaksın! Zira... ben göründüğüm kadar değilim.
İldiko’nun yüzü garip ve karışık mânâlarla dolmuştu.
Birdenbire yaşlı ve tecrübeli, hem de şahsiyetine ehemmiyet verilmesi lâzım
gelen bir kadın tesîri yaptı ve Attilâ’nın bir kat daha hoşuna gitti.
Hun hâkanı:
- Vay benim küçücek kraliçem!... diye lâtife ederek genç kızı
kucakladı ve iki yanağından öptü.
Attilâ ertesi sabah şafakla beraber şehirden çıktı. İidiko’yu
da beraber götürüyordu.
Payitahta geldikleri vakit, kraliçenin hâtırasına hürmet için
zafer şenlikleri yapılmasını menetmişti. Matem günleri geçtikten sonra misli
görülmemiş büyük bir şenlik yapılacağı ilân edildi. Halk, derhal Attilâ’ya yeni
bir düğün hazırlandığını hissetmişti.
Hunların hâkanı bu emelini hiç kimseden gizlemedi ve İldiko
ile elveneceğini ilân etti.
Güzel sarışın kıza Kerka’nın dâiresi verilmiş ve her tarafla
teması kesilmişti. Kız mahbus gibiydi.
Kerka’nın nedimeleri, yeni kraliçeye çeyiz hazırlıyorlardı.
Kadınlar dâiresinde bir tezgâh faaliyeti vardı. Ellerindeki beyaz işler
üzerinde başlarını eğen nedimeler, arada bir gözlerinden yuvarlanan yaş
damlalarıyla çeyizi ıslatacak kadar mahzundular, Kerka’yı unutamıyorlardı.
İldiko da mahzundu. Hep pencerenin önünde oturuyor, gözleri
ufuklara dalıyor; nerede olduğunu unutuyordu.
Sonra düşünüyordu ki, vaktiyle bu odada bir kraliçe varmış ve
bu kraliçe ölmüş. Oh, bunu düşününce herşey ona korku veriyordu: bu yatak, şu
sedir, o kapı, odada her ne varsa, koyu bir duman yığını içinde eriyorlar,
biçimlerini değiştiriyorlar, canlı, korkunç, mânâlı ve garip şekillere istihale
ediyorlardı.
Bir akşam, ince bir ses, İldiko’yu esrarlı rüyalarından
uyandırdı. Birdenbire sıçramış ve kapı tarafına bakmış, içeriye ölü kraliçe
giriyor sanmıştı.
Elinde bir beyaz esvap tutan müphem bir kadın şekli, ağır
ağır ve korku ile ilerliyordu.
İldiko iyi dikkat ettikten sonra bunun başnedime Serkas
olduğunu tanıdı.
- Sultânım, diyordu bu ince ses, ışıkları yakayım mı?
Ve ışıkları yakıyor, sonra elindeki işiyle İldiko’nun
ayakları dibine oturuyordu.
Evvelâ, uzun müddet sustular.
İldiko’nun duvağını diken Serkas, işten yorulan tatlı
gözlerini yarının kraliçesine doğru kaldırdı.
- Niçin mahzunsun öyle, sultânım? dedi.
Burgont kızı evvelâ bu şefkate isyan etmek istedi, sonra
teslim olarak mırıldandı:
- Yalnızım, dedi.
Sonra birdenbire canlanarak sözüne devam etti:
- Ben böyle olacağını bilmiyordum. Beni buraya hapsettiler.
Attilâ’yı az görüyorum... burada sıkılıyorum... Beni hür olmaya lâyık bulmuyor
mu? Ben böyle şeylere alışmadım. Ben hürüm. Ben Frank ve Burgont kanı
taşıyorum. Ben esareti sevmem.
Serkas, tesellî etmek için değil, hakikati anlatmak için
cevap verdi, İldiko’ya Hun âdetlerini izah etti:
- Güzelim, dedi, bu yalnız sana mahsus değil ki... Bu bizde
âdettir: Hunların arasına giren her kadın bu dâireye kapatılır, hattâ düğünde
bile bulunmaz.
İldiko bir çığlık kopardı.
- Düğünde bile bulunmaz mı?
- Bulunmaz ya, sultânım... Düğün erkekler arasında yapılır ve
sen, burada, telinle, duvağınla oturur, Attilâ seni yatağına çağırıncaya kadar
beklersin.
- Müthiş!
- Ben belki yüzüncü duvağı dikiyorum, kaç defa Attilâ’nın
evlendiğini gördüm, hepsinde böyle oldu, müstesnası yoktur.
İldiko dudaklarını ısırıyor ve tekrarlıyordu:
- Müthiş!
Halbuki saltanat ve tahakküme âşık olan bu genç kız, neler
ümit etmişti: altın tahtlar, elmas taşlar, meş’aleler içinde mûsikî, şarap,
neş’e, şiir, kasîdeler...
Ne sukût-ı hayâl; dudaklarını ısırıyor, tekrarlıyordu:
- Müthiş!
Ve sordu:
- Attilâ sık sık mı evlenir?
- Tabiî... harb olmazsa ayda bir, hattâ günde bir evlenecek.
Genç kız taştı:
- Kabil değil! diye bağırdı.
Serkas gülüyordu:
- Kabil mi değil? İlâhî sultânım... Kimden bahsediyorsun?
Attilâ’yı tanımıyor musun? Hem onun bir sevgilisi vardır, şimdi Roma’ya gitti,
Attilâ’nın evleneceğini duyarsa dayanamaz, gelir.
- Kimdir o?
- Onorya.
- Ben bu ismi işittim.
- Daha da işiteceksin güzelim. Zâten şimdiden rivayet
dolaşıyor, gelecekmiş.
İldiko, gözleri tavanın ortasına mıhlanmış, bağırdı:
- Asla!
- Asla mı?
- Gelemez, göreceksin, gelemeyecek!
Serkas düşündü: «Bu da yaman kız! Bu da yaman kız! Attilâ hep
böylelerini bulur.» Sonra başını duvağına eğerek eski bir Hun türküsünü yanık
yanık söylemeğe başladı.
Çöllerde bir
inilti var,
Uzak
çöllerde, uzak çöllerde...
Sevgilim bu
senin sesin mi?
Ağlıyor
musun, gülüyor musun?
Çöllerde bir
inilti var,
Yurdumdan
geliyor, yurdumdan geliyor,
Sevgilim
ağlama, sevgilim gülme,
Uzak
çöllerde, uzak çöllerde...
İldiko birdenbire Serkas’ın dizlerini çiğneyerek kalktı ve
yere indi. Odada bir erkek gibi dolaşıyor ve kendi kendine söyleniyordu.
- Aslâ! Aslâ!
Serkas’ın önünde durarak bir kolunu yukarı kaldırdı ve
kaşlarını çattı. Yüzünden genç kızlığın bütün işaretleri silinmişti.
- Ne?... diye bağırdı, benim üstüme başka bir kadın ha!..
Aslâ! Aslâ! Benim damarlarımda Burgont kanı var! Ben Attilâ’yı seviyorum. Ona
bu kâfidir. Benim anam ve babam onun yüzünden öldüler. Zavallı kız! Sen beni
biliyor musun? Haydi şu güzel şarkıyı bir daha söyle! Mûsikî bana kendimi
unutturuyor.
Serkas tekrar şarkı söylemeğe başlamıştı. İldiko oturdu ve
kımıldamadan dinledi. Şarkı bitince doğruldu:
- Ne güzel! dedi. Fakat söyle bana bu Onorya bir Romalıdır
değil mi?
- Evet.
- Bir prenses midir?
- Valantinyen’in kızkardeşi.
- Attilâ onu niçin almadı?
Serkas biraz düşündü. Sonra, başucunda oturan güzel
Burgontlunun dizlerine doğru sokularak:
- Sultânım... dedi. Attilâ’yı muhafaza etmenin bir yolu
vardır.
- Söyle bakayım.
- Güzel çocuk yapmak!
- Kâfi mi?
- Kâfî olabilir. Attilâ Kerka’nın üstüne kimse ile evlenmedi,
hattâ Onorya ile bile; çünkü Prens Erlâk Kerka’ dan doğmuştu ve Attilâ, bu
oğluna bayılır.
Burgontlu kız teselli kabul etmez bir halde idi, iki dizini
birbirine vuruyor, avuçlarını sıkıyor ve bütün vücudu buruşup açılıyordu:
- Hayır! diye bağırdı. Ben sevilmek için çocuğumdan mı imdat
isteyeceğim? Hayır! Fakat söyle bana... Attilâ Onorya’yı sevdi mi?
- Çok sevdi.
- Bu kısa boylu cihangirin kimi sevip sevmediği belli olur
mu?... Nereden biliyorsun?
- Onorya Attilâ’nın aradığı kadındı.
- Ne gibi?
- Onorya ikbâlperestti.
- Başka?
- Onorya kavimleri cenge sürüklemeğe hazır bir kadındı; insan
kanını allık gibi dudaklarına sürebilirdi.
İldiko’nun gözlerinde bir karanlık görünüp geçti:
- Başka? diye sordu.
- Onorya erkek gibi cesurdu ve tehlikeye atılırdı.
- Serkas! öyle bir şey söyle ki bende olmasın ve beni
korkutsun. Rakîbemle kendimi ölçüyorum. Söyle bana, güzel miydi?
- Cidden.
- Çok mu güzeldi?
- Çok.
- Sarışın mıydı?
- Garbî Romalıydı.
- Yani esmer, öyle mi?
- Evet. Vüvûdundan öyle tatlı bir buğu dağılırdı ki, biz
kadınları bile uzaktan mest ederdi.
- Neye yarar? Attilâ kendi rengindekileri sevmez.
- Sultânım, Attilâ Onorya’yı severdi, buna inan!
Genç kız öfkeleniyordu. Esvabının eteğini avucuna alarak
sıktı, sıktı, buruşturdu ve bağırdı:
- Ben buna tahammül edemem.
Serkas cevap vermedi, İldiko ayağını yere vuruyordu:
- Göreceksin, tahammül etmeyeceğim.
Sonra etrafına bakındı, korkuyor gibiydi, birdenbire sesini
yavaşlatarak:
- Bana bir iğne verir misin? dedi.
- Dikiş iğnesi mi?
- Evet.
- Al.
İldiko iğneyi muayene ettikten sonra:
- Daha uzunu yok mu? dedi ve başnedimenin yakasındaki
iğnelerden bizzat bir tane beğendi:
- Bu iyi, dedi, bu iyi.
Ve iğneyi kendi yakasına soktu.
Rahatlamıştı.
Dizleri gevşiyor ve bacakları uzanıyordu.
- Serkas, dedi, beni ovar mısın?
- Peki sultânım.
İldiko sedire uzandı. Gözlerinin biri büyümüş, öteki olduğu
gibi kalmıştı. Yüzünde sinir kıvrılmaları vardı.
Serkas düşündü: «Bu kız Hunların târihini karıştırmak, altüst
etmek istiyor. Gol arazisinden buraya maksatsız gelmişe benzemiyor. Attilâ
koynunda yılan beslemeği sever. Halbuki âşüftenin ne masum görünüşü var!»
İldiko, Serkas’ın yüzünden anlamıştı ki, başnedime kendisine
dâir bir şeyler düşünüyor ve fena düşünüyor.
- Niçin bu kadar aeyhimde düşünüyorsun, Serkas!
Başnedime inkâr etmedi:
- Sizden korkuyorum, sultânım! dedi.
İldiko öyle bir hayret göstermeğe muvaffak oldu ki, Serkas’ın
bu samimiyetten şüphe etmesine imkân yoktu.
İldiko bağırmıştı.
- Benden mi korkuyorsun? Niçin? En âciz kadından korkulur mu?
Serkas tereddüde düştü. Biraz evvelki düşüncesinin bir su-i
zan olduğuna inanmaya başlamıştı. Mırıldandı:
- Bilmem, dedi, içime öyle doğuyor.
İldiko omuzlarını kaldırdı:
- Tuhaf şey... Hun kadınları ne kadar hassas! Yahu, sen, Serkas’çığım...
Sen, çok sevimlisin. Bırak bu evhamı ve bana söyle: Onorya kaç yaşında vardı?
- Yirmisini geçkindi.
- Ne kadar?
- Yirmibeş diyelim.
- Şimdi Roma’da değil mi?
- Evet.
- Niçin gitti oraya?
- Attilâ Akile’yi zabtetmişti. İtalya korku içinde idi,
imparatoru Raven’den Roma’ya kaçırdılar. Fakat Roma da tehlikede idi. Papa
Leon’u Attilâ’ya ricacı gönderdiler. Onorya dayanamadı. Geceleri ağlıyordu.
Kardeşini tesellîye gitmek istedi, hem de âşüfte kadındı, kendini aratmak için
kaçtı.
İldiko hiç bilmediği bu teferruatı büyük bir dikkatle
dinliyordu:
- Sonra, sonra! dedi.
- O kadar, şimdi Roma’da.
- Peki... buraya geleceğini kimden duydun?
- Giderken bana söylemişti.
- Kendisi mi söyledi? Ne dedi?
- Dedi ki: «Attilâ beni aramazsa geleceğim.»
İldiko’nun vücudu gerildi. Belini sağa sola çevirerek
çıtlatıyordu. İyice uzandı:
- Bacaklarımı oğ, Serkas! dedi.
Sonra gözlerini hüzün doldurdu. Başını geriye atıyor ve
gözlerini yumuyordu. Bir müddet hareketsiz kaldı.
- Serkas, bana bir şarkı daha söyle! dedi.
Ve başnedime yeni bir şarkı söylerken İldiko’nun kapalı
gözleri hafifçe nemlendi. Gözleri açıldığı vakit kupkuru idi. Yakasındaki dikiş
iğnesini yokladı ve canlandı:
- Serkas, dedi, düğünümden evvel bu kadından bir haber
gelirse bana söyle. Bu kadına âit herşeyden malûmatım olmalıdır.
Başnedime, kendisine itimat edilebileceğini bakışıyla
İldiko’ya hissettirdi ve bu sessiz teminât her türlü vaadin fevkine çıktı.
Yirmi gün geçmişti. Düğün yaklaştı. Müstakbel kraliçenin
dairesinde yüzlerce iğnenin vazifesi de bitmişti.
İldiko her gün başnedimeye gözleriyle haber soruyordu. Serkas
kaşlarını kaldırıyor, şimdilik bir şey olmadığı cevabını veriyordu.
Bir sabah erkenden İldiko’nun odasına girdi ve genç kızın
yatağına doğru koştu. İldiko anlamıştı ki, bir haber var.
Yatağından sıçradı ve oturdu, gözlerini açtı, açtı ve
bebeklerinin mavisi gerildi.
Serkas’ın ilk kelimesi şu oldu:
- Geliyor!
Başnedime kat’î söylüyordu. Fakat İldiko onun kadar emîn
değildi ve izahat istedi.
- Nereden duydun?
- Başvekilin zevcesinden,
- Bu kadın herşeyi bilir mi?
- Attilâ’nın mektuplarını evvelâ Onejes açar. Karısına
söylemiş.
İldiko o kadar canlandı ki, vücudunda sebepsiz ve mânâsız
hareketler yapmak ihtiyacı görünüyordu; yorganı fırlatıp attı, çıplak
ayaklarını yatağın kenarından sarkıttı ve sallamaya başladı.
Serkas anlatıyordu:
- Bir mektup göndermiş.
- Roma’dan mı?
- Roma’dan.
- Ne diyor?
- Attilâ’nın seninle evleneceğini, Kerka’nın vefatını duymuş.
Hiç sitem etmiyormus, yalnız, geleceğini yazıyormuş. Roma’ya karşı
ulüvvücenapından dolayı da Attilâ’ya teşekkür ediyor.
İldiko iki eliyle şiltenin kenarını sıkıyor, tırnaklarını
geçiriyordu. Öfkeden rengi değişti. Mırıldandı:
- Demek benden bahsetmemiş ha?
- Hayır.
- Ne gurur! Papa Leon Attilâ’nın ayakları dibine sakalını
sürdükten sonra hem Romalı, hem de mağrur olmak mümkün değildir. Fakat söyle
bana, güzel ablacığım, Attilâ bu haberi nasıl karşılamış?
- Bilinmiyor.
- Fakat ben bunu öğreneceğim. Çabuk beni giydir! Derhal
kralımı görmek istiyorum.
İldiko çabucak hazırlandı ve sekiz yaşında bir çocuk
atikliğiyle dâiresinden dışarı fırladı.
Bahçede öyle gayrı-tabiî yürüyordu ki, herkesi şaşırttı.
Attilâ’nın dâiresinin kapısında Onejes’Ie karşılaşmıştı:
- Hâkan nerede? diye sordu.
Dirayetli başvekil, bir genç kızı veya kadını ancak
kıskançlığın bu hâle getirebileceğini ve İldiko’nun mutlaka Onorya’ya dâir
haber duyduğunu anladı:
- Hâkan bu saatte o kadar meşguldür ki, kaybettiği saniyelere
bile acır. Yanına girmeğe teşebbüs etmeyiniz, makûs netice alırsınız.
İldiko bu nasîhate, alt dudağının bir nefret kıvrımıyla cevap
vererek sordu:
- Aşağı katta mı?
Başvekil mukadder bir hâdisenin önüne geçemeyeceğini anladı:
- Evet, dedi, genç kızı selâmladı ve ona yol verdi.
İldiko, nöbetçileri iterek, düşen bir cisim hızıyla,
Attilâ’nın odasına daldı ve generalleriyle konuşan Hâkana bağırdı:
- Bu efendiler biraz dışarı çıksınlar!
Attilâ, esasen mükâlemeleri biten ve çıkmaya hazırlanan
generaller odayı terkettikleri vakit, İldiko’nun söze başlamasına müsâade
etmeden dedi ki:
- Odama girdiğin hızla Meç’e dönmek istemezsen, bundan sonra
biraz daha sakin ol; ve yirminci yaşının güzelliklerini gideren böyle
hareketler yapma!
Attilâ’nın sesi yumuşaktı, fakat İldiko odanın ortasında
kaskatı kesildi.
Derhal odadan, saraydan, Tuna’dan, huduttan, aşktan çıkmak
iştiyakını hisseyliyordu. İki adım geriledi. Kararını vermek üzere idi.
Attilâ darbesinin tesirini görünce müşfik oldu, ayağa kalktı
ve ona doğru yürüdü, elini tuttu ve güldü:
- Ama sen nereye gidersen ben de beraber gelirim!
İldiko titriyordu. Bir şey söylemiyordu. Birdenbire ayağını
yere vurdu:
- Onu huduttan içeri sokmayacaksın! dedi.
Attilâ da, kızın odaya girişinden anlamıştı ki, onu böyle
coşturan şey Onorya’nın geleceğini haber almasıdır.
- Ben, kudretimin bir kısmını seninle paylaşabilirim, fakat
hepsini sana veremem. Bana emredebileceğini zannetmen de gösteriyor ki, bugün
maneviyâtın fenadır. O kadın buraya gelecektir. Benim onu nasıl karşılayacağımı
görmek için onun buraya gelmesini istemelisin. Hem de Hunlar
misafirperverdirler, kimseyi topraklarından kovamazlar.
- Bunu senin sonsözün addedeyim mi?
- Şüphesiz, ben münâkaşa sevmem.
- Ben de.
İldiko elini hafifçe Attilâ’nın avucundan çekti. Gözlerinin
mavisi birdenbire öyle buz tutmuştu ki, onlardan bir şey anlamak kabil değildi;
fakat Attilâ bu taze ateşli ruhta birçok harikulade şeyler cereyan ettiğini, ve
gözlerin küçük buzdan maskeleri arkasında gizlendiğini anladı. Hattâ garip şey,
en tehlikeli harp ve ölüm zamanlarında bile hissetmediği bir râşenin sırtından
geçtiğini duydu. Tekrar ve büyük bir arzu ile İldiko’nun ellerini tutmak
istemişti. Fakat o, gayet atik bir kıvrılışla uzaklaştı, kapıdan çıktı.
Attilâ’nın hayâtında en büyük zaaf ânıydı. O kadar müthiş
şeyler hissediyordu ki, iki gözüne de birer ok saplanacakmış gibi insiyâkî bir
korku ile gözlerini kapadı ve açtı. Hayâtında ilk defa duyduğu bu neviden bir
hissin sebeplerini anlamaması da zaafını artırıyordu.
Mecnûnâne surette bir at gezintisi yapmağa karar verdi.
Kapıyı kıracak gibi çatırdatarak açtı ve adamlarına dehşetli
bir sesle haykırdı:
- Hayvanımı hazırlayınız!
İldiko da odasına kapandı ve vaktiyle, gene aynı odada, aynı
şekilde, müthiş kıskançlık azapları içinde güç nefes alarak can veren Kerka
gibi, İldiko da saatlerce yattı, gözlerini yumdu ve düşündü.
Düğüne birkaç gün vardı ve herhalde Onorya gelmeden evvel
İldiko Hunların kraliçesi olacaktı.
Düğün gecesi bütün Hunlar Tuna ovalarına dolmuşlardı. Her
taraftan alevler fışkırıyordu... Saman yığınları ateşe veriliyor, meş’aleler
yakılıyor, öküzler kurban ediliyor; şarkılar ve haykırışlar, dumanlara ve
alevlere sarılarak yükseliyordu.
Attilâ’nın sarayı da ateş ve ses dolu idi. Birçok davetliler,
sarayın alt kat sofasına kadar beygirleriyle giriyorlar, sarayın içinde
kırbaçlarını şaklatıyorlardı.
Ziyafet salonu da hıncahınçtı: elçiler, resmî memurlar,
diplomatlar, kumandanlar, generaller, en kıymetli halılarla, dokumalarla
örtülmüş peykelerin üstündeki, altın kadehleri fasılasız dudaklarına
götürüyorlardı.
Salonda bir tek kadın yoktu.
Davetlilerden bâzıları birbirlerine soruşturuyorlardı:
- Gelin nerede?
- Hunlarda gelinin düğünde bulunması âdet değildir.
- Peki, ya güvey?
Filhakika Attilâ da ortada yoktu.
Bütün gözler, esrarengiz perdelerle kapalı duvarları
kucaklıyor ve etrafındaki her şeyden şüphe ediyordu.
Ecnebî davetlilerden bir kısmı, Attilâ’nın kimle evlendiğini
bilmiyorlardı. Bir tanesi ötekine soruyordu:
- Kız Burgontlu imiş değil mi?
- Babası Frank.
- Güzel mi imiş?
- Hârika
- Diyorlar ki kızın babasını Attilâ öldürmüş.
- Bu olabilir. Zira Moğollar’da olduğu gibi Hunlarda da
siyasiyat ekseriya memleket âdâtına karışır. Hun cihangirleri kurban ettikleri
adamın dul karısını veya kızını tezviç ederler. Asya fâtihlerinin sık sık
evlenmeleri bundandır... Cengiz Han ve haleflerinin zevceleri arasında böyle
harb ve siyâsetin birçok kurbanları vardır.
- Beşerî bir nokta-i nazarla düşünülürse güzel tazminât.
- Ve bir nevi ulüvvücenap.
- Müstesna bir âdet.
- Hem gariptir ki, galible izdivaç eden bu kadınlar, maktül
peder veya zevcelerinin kinini taşıyarak yeni zevçlerinden nefret edecekleri
yerde, umumiyetle onlara çıldırasıya merbut oluyorlar.
Konuşan ecnebilerden biri gözünü salonun kapısına dikerek:
- Bu ne?!... diye bağırdı.
Bütün gözler kapıya dikilmişti ve ziyafetin hay ve huyu
birdenbire kesilerek, herkes yerinden fırladı. Çünkü odanın içine simsiyah bir
duman doluyordu.
Salon birdenbire karıştı.
Herkes kapıya fırlamıştı, fakat dışarıya kimse çıkamadı. Her
taraf kilitliydi ve kapı aralıklarından, deliklerden, pencerelerden,
döşemelerden koyu bir duman sızıyor, göz gözü görmüyordu.
Davetliler haykırıyorlardı:
- Yanıyoruz! Yanıyoruz!
- İhanet! İhanet! Hunlar bizi yakıyorlar. İhanet! İhanet!
Kapıları kırınız! Erkekler! Kuvvet! Cesaret! Vurunuz, kırınız, dökünüz, haydi!
Cayır cayır yanmayalım!
- Attilâ, düğünü cenazelerimizin üstünde yapmak istiyor. Ona
bu gece büyük bir heyecan lâzım.
Maamâfih şâirler, cesur ve filozof Hun şâirleri; bu kıyamet
içinde bile yerlerinden kımıldamıyorlar, rebaplarını ellerinden bırakmıyorlar,
Katalonya hezimetine dâir destanlar terennüm ediyorlardı
Pencerelerden içeriye müthiş bir alev kızıllığı doluyordu.
Fakat birdenbire duman kesildi ve salonun ortasındaki yüksek sedirde Attilâ
göründü. Ne vakit, nasıl gelmişti? Önündeki alçak masada tahta bir kadeh vardı.
Kendisinden biraz aşağıda, başvekil Onejes ayakta duruyor ve
bir emre muntazırmış gibi Attilâ’ya bakıyordu.
Attilâ hareketsizdi.
Bütün davetliler de hayret içinde, kımıldamıyorlar ve ânî bir
manzara görememek korkusuyla kirpiklerini bile oynatmıyorlardı.
Dışarıda alevler ve salonda duman kesilmişti.
Biraz sonra anlaşıldı ki, bu bir düğün latifesinden ibâretmiş
ve aşağıda birkaç araba saman yakılmış.
Çabucak hâileden mudhikeye geçen ruhların neş’esi, azamîyi
bulmuştu.
Attilâ sedirde bağdaş kurdu. Sağ elini masaya dayamıştı.
Kimseye aşinalık etmedi.
Bir işareti üzerine şâirler ortaya çıktılar. Kıvrak ve
neş’eli sevda havaları çalıp söylüyorlardı. Davetliler kılıçlarıyla sıralara
vurarak tempo tutuyorlardı.
Mûsikî bitince büyük bir sükût oldu.
Herkes Attilâ’dan bir şey bekliyordu.
Kahve rengi basit bir deri elbise ile oturan Hun hâkanı,
alâyişe muhtaç olmadan, büyük bir hürmet telkin eden yegâne hükümdardı.
Misafirlere dâima yüzünün yan tarafını gösteriyor ve
Onejes’ten başka hiç kimse onun bakışlarını göremiyordu.
Attilâ tahta kadehini kaldırarak dudaklarının ucuna hafifçe
dokundurdu ve içinden bir damla bile içmedi.
Bu, herkesin işrete devam etmesi için ona mahsus bir
işaretti.
Altın ve gümüş kadehler çınladılar, buna sakilerin boşalttığı
şarapların tatlı şırıltıları da karışıyordu.
Ecnebîlerden biri ötekinin kulağına fısıldadı:
- Bu târihin en büyük adamıdır!
- Sâde ve muazzam bir adam!
- Onu fazla mağrur bulmuyor musun?
- Hâlinde azametten daha güzel bir şey var.
- Bizi hiç görmüyor gibi.
- Görmüyor ve kendini gösteriyor.
Bu muzlim ruhlardan neler geçtiği, kolayca tahmin edilemez.
- Hayâtımın en mühim gecesi.
Davetliler sızarlarken Attilâ bir perdenin arkasında
kayboldu. Yalnız başına kendi dâiresine çıktı.
Ağır ağır, sakin âlâyişsiz, odasına girdi.
İldiko orada idi. Meş’ale alevleri içinde bembeyaz gelinlik
elbisesiyle, ışıktan bir rüzgârın dalgalandırdığı maddesiz ve yumuşak bir şekil
hâlinde, ayakta duruyordu.
Attilâ odaya ilk adımını atınca durdu ve onu biraz seyretti.
Sonra gene ağır ağır yaklaştı, genç kızın elini tuttu,
dudaklarına götürerek:
- Benim güzel kraliçem! dedi.
Oturdular. Attilâ, İldiko’ya uzun uzun baktı.
Genç kız durgundu, fakat hâlinde ehemmiyetli, büyük,
anlaşılmaz bir mânâ vardı; o kadar derin bir sükût içinde idi ki, Attilâ her
tarafını maddî bir cisim gibi sıkan bu sessizlikten kurtulmak için onu
konuşturmak istedi:
- Bu geceyi nasıl geçirdin? diye sordu.
İldiko’nun dudaklarından sessiz bir cevap, rüzgâr hâlinde
çıktı ve ne söylediği anlaşılmadı.
Attilâ, ona profilini, başını hafifçe yaklaştırdı ve suâlini
tekrarladı:
- Gecen nasıl geçti?
İldiko’nun cevabında bir damla ses vardı:
- Güzel! dedi.
Attilâ ona dikkatle bakıyor ve cevabın hakikatini İldiko’nun
esrarlı yüzünde arıyordu. Onun şüphesini gören kız ilâve etti:
- Çok.
- Çok?
- Çok güzel.
- Ne yaptın?
- Odamda oturdum.
- Tebrikleri kabul ettin değil mi?
- Hayır.
- Nasıl?
- Hepsini reddettim.
- Bunun mühim bir sebebi var mı?
- Hayır.
- Belki de merasimden hoşlanmıyorsun.
- Merasim ya olmalı ve harikulâde olmalı, ya hiç olmamalı.
Bir mahbus gibi odamda kalarak, demir parmaklıklardan uzatılan somun parçaları
gibi tebrikler kabul etmek neye yarar? Gelmişler, birçokları gelmişler,
elçilerin, kumandanların zevceleri.
- Hepsini kovdun ha?
- Evet, hiç olmazsa böylece kraliçe olduğumu hissediyordum.
- An’aneye güzel hücum.
Bir müddet sustular
Sâde gelin odasında, zambaklardan başka süs yoktu. Gözlere
yalnız lekesiz bir beyazlık doluyor ve birdenbire kararıyor, her beyaz şey
simsiyah kesiliyordu.
Bu karanlıklar içinde İldiko’nun sesi parladı:
- Attilâ, dedi, bu kaçıncı evlenişin?
Bu seste, öfke ve hakaretten daha az olan şey, istihza idi.
Maamâfih üç his de barizdi ve Attilâ’ya dokundu. Yüzünü buruşturmuştu:
- Böyle şeyler sorma! dedi.
İldiko ısrar etti:
- Hayır, söylemelisin.
Attilâ, kuru:
- Bilmiyorum, dedi.
Aralarında sükût büyük bir uçurum gibi derinleşti. Bu uçurum
nefret ve kin dolu idi... Kız acı sesiyle devam etti:
- Bir daha evlenecek misin?
Attilâ cevap vermedi. Sual tekerrür etti:
- Bir daha evlenecek misin?
Attilâ başını çevirdi.
Sonra birdenbire başını doğrultarak İldiko’ya baktı. Kraliçe
harikulâde güzeldi, ölüm arzusu verecek kadar güzeldi.
Attilâ zaafını boğmaya çalışıyordu. Yumrukları sıkıldı. Bir
aralık kılıcını çekmek ve beyaz gelin elbisesini kan içinde bırakarak taze bir
geline kefen yapmak istedi.
Kız güldü:
- Attilâ! Bir daha evlenemeyeceksin! dedi.
Bu cümlede müthiş bir hâkimiyet vardı. Attilâ’nın bu
boyunduruktan kurtulması için yapacağı bir tek şey kalıyordu: İldiko’yu zifaf
yatağına götürmek!
Fakat bu her erkeğin en son kuvvetiydi ve bundan sonra,
hiçbirşey kalmıyordu.
Düşündü ki, bir kere mücadele his yoluna girdikten sonra
cihangirlerin mağlûp olmaları mukadderdir.
Erkeklere galebe eden insan, kadınlara mağlûb olur.
Attilâ ayağını yere vurarak kalktı. Kılıcını çıkardı ve attı.
Deriden esvabını çözüyordu.
Hafifliyerek İldiko’ya yaklaştı ve duvağını çıkardı.
Genç kız burada bile istiklâl istiyordu ve esvabını
Attilâ’nın parmaklarından kurtararak kendi kendine soyunmaya başladı.
Dokundurmuyordu.
Yeni hayâtına müstakil, hür ve hâkim başlamak istediği her
hareketinden belliydi.
Yatağa da kendi kendine ve evvelâ girdi.
Başdöndüren bir hâkimiyet ve cazibe ile Attilâ’yı çağırdı:
- Gel! dedi ve kendisine doğru koşan Attilâ’ya kollarını
açtı...
*
* *
Ertesi gün öğle vakti geçtiği halde Attilâ odasından çıkmadı.
Vakit akşama yaklaşıyordu. Ne gelinden, ne de güveyden ses
vardı.
Hizmetkârlar saray zabitlerine ve muhafızlarına koştular,
endişe içinde haber verdiler:
- Hâkaanımız odadan dışarı çıkmadılar. Güneş batıyor. Kapıyı
vuralım mı?
Zabitler hizmetkârların önüne düştüler ve gelinle güveyinin
oda kapısına geldiler.
Başmuhâfız parmak ucuyla kapıya birkaç kere vurdu ve bağırdı:
- Efendimiz! Efendimiz!...
İçerden hiç ses gelmiyordu. Oda boş gibiydi. Zabit evvelâ
elinin tersiyle ve gene cevap almayınca, yumruğuyla, nihayet iki yumruğuyla
kapıya şiddetli darbeler indirmeğe ve kanadı sarsmağa başlamıştı.
- Efendimiz, efendimiz!... diye haykırıyordu.
Bu çığlıkları duyan bütün saray halkı oda kapısının önüne
doldular. Endişe harem dâiresini de sarmıştı ve biraz sonra nedimeler,
cariyeler, uşaklar, müstahdemler, zabitler ve muhafızlardan mürekkep büyük bir
kalabalık sofayı doldurdu ve bir bacayı inleten rüzgâr gibi karışık ve boğuk
bir ses bütün sarayda oğuldadı.
Zabit hâlâ kapıyı yumrukluyor, tekmeliyordu.
- Efendimiz, efendimiz!...
Kapının önünde saray halkı, dehşetten ikiye büküldüler;
kadınlar, şakaklarında saçlarını avuçlamış, sabırsızlıktan çekiyor,
didikliyorlar, erkekler başları ileriye fırlamış, gözleri hayretten ve meraktan
kabarmış, sırtları şişmiş, yutkunarak bir kelime söylemeden kapıya bakıyorlardı.
Başmuhafız kararını verdi ve adamlarına emretti:
- Kapıyı kırınız!
Derhal baltalar geldi ve kapının kanadını ilk vuruşta
parçaladı.
Bütün saray halkı içeri dolmuştu. Yatağa koştular.
Attilâ boylu boyuna yatıyor ve gelin yatağın başucuna oturmuş,
yüzünü avuçları içine almış, sessiz hıçkırıyordu.
Bu garip manzara karşısında herkes birdenbire durakaldı ve
bir şey anlamadılar.
Kimse ne kımıldıyor, ne de ağzını açabiliyordu. Başmuhafız
Attilâ’nın üstüne eğildi ve ona yakından baktı. Hâkanın gözleri yarı açıktı ve
kapakları arasından lüzûcetli bir beyazlıktan başka, göze benzer hiç bir şey
görünmüyordu. Yüzünde zerre kadar kan ve hayat eseri yoktu. Kolunun biri
yorganın üstüne çıkmış ve yumruğu sıkılmıştı.
Başmuhafız yorganı açmadan dul geline döndü ve bağırdı:
- Ne oldu? Ne var?
İldiko cevap vermiyor, yüzünü avuçlarına daha fazla
sokuşturuyor ve sessiz ağlıyordu.
Halk arasından da bir inilti yükselirken, başmuhafız yorganı
açtı ve Attilâ’nın vücudunu sarstı: hareket yoktu.
Zabit doğruldu. Dimdik durdu ve iki kolunu da yukarı
kaldırarak meş’um bir sesle haykıdı:
- Ölmüş, ölmüş!
Odanın içi birdenbire karıştı.
Kadınlar yatağın ayak ucuna yüzükoyun kapandılar ve çığlıklar
kopardılar. Erkekler kılıçlarını çektiler.
Odayı korkunç bir uğultu kaplamıştı.
Nedimelerden bâzıları saçlarını yoluyorlar, bâzıları baygın
bir halde yere serilip uzanıyorlardı. Zabitlerin hepsi kılıçlarının ucuyla
suratlarını deldiler, çenelerini ve yanaklarını parçaladılar.
O zaman
için müverrih Jurnades diyor ki: «Zira böyle bir ölüye kadınlar
gibi gözyaşlarıyla değil, erkek kanıyla ağlamak lâzımdı.»
Matem çığlıkları arasında başmuhafız Attilâ’nın cesedini
yatağın kenarına çekti ve şilteyi muayene etti. Örtünün muhtelif yerlerinde,
hâkaanm çamaşırında kan lekeleri vardı. Bir cinayetten şüphe eden zabit,
İldiko’nun bileklerinden yakaladı, çekti ve çenesinin altına yumruğunu sokarak
yüzünü yukarı kaldırdı:
- Bu kan ne? Bu kan ne? diye bağırdı.
Fakat bir inilti hâlinde ve mahcup:
- O benim kanım! diyen İldiko’nun gözyaşlarıyla ıslanmış yüzü
o kadar masumdu ki, zabit hürmetle ellerini çekti, büyük bir kabahat işlemiş
gibi eğildi.
Zabit, bir Attilâ’nın cesedine, bir de İldiko’nun yüzüne
bakarak sordu:
- Anlatsanıza... Anlatsanıza.. Attilâ nasıl öldü?...
Hâkanımız nasıl öldü?...
İldiko gene yüzünü avuçları arasında kaçırıyor, parmaklarını
saçlarına daldırarak başını sıkıyor ve iniltileri arasında cevap veriyordu.
- Bilmiyorum... Bilmiyorum... Birdenbire öldü!
Zabit, odanın çığlıkları ve vaveylaları arasında İldiko’ nun
cevabını duymuyor, üstüne eğiliyor ve bağırıyordu.
- Ne? Ne dediniz?
İldiko, cevabını tekrar etti.
Fakat, başmuhâfız, tecessüsünü kudurtan esrar üzerine hücum
etti. Şiltenin altını üstünü, odanın her tarafını, hattâ İldiko’nun üstünü
başını parçalarcasına aradı, bir katl âleti bulamadı. Yalnız yorgana saplanmış
bir dikiş iğnesi bulmuştu Fakat bu iğnenin ucu zehirli ve bir batışta Attilâ’yı
öldürmüş olabileceğini hatırından geçirmedi.
O sırada birdenbire çığlıklar hafiflemişti, çünkü odaya
Attilâ’nın sevgili oğlu Prens Erlâk girmişti. İki ay içinde annesini ve
babasını kaybeden öksüz genç, Attilâ’nın cesedi üstüne kapandı ve hiç sesini
çıkarmadan dakikalarca, kımıldamadı.
Sonra ağır ağır ayağa kalktı. Bir anda yanakları çökmüş, yüzü
uzamış ve çenesinin ucu sivrilmişti. Dudakları titriyerek başmuhâfıza sordu:
- Babam nasıl öldü?
- Bilmiyoruz. Kapıyı kırdığımız vakit kraliçe bu vaziyette
duruyor ve ağlıyordu. O da bilmediğini söylüyor. Hâkanımız birdenbire ölmüş,
fakat ben bir cinayetten şüphe ediyorum. Zira kapıyı o kadar vurduğumuz halde
kraliçe ses vermedi. Fakat her tarafı aradım, bir katil âleti bulamadım. Yalnız
şu dikiş iğnesi!
Prens Erlâk iğneyi eline bile almadı ve vakur bir edâ ile
dedi ki:
- Hiç bir Hun yoktur ki Attilâ’nın bir kadın eliyle
öldürüldüğüne inansın! Şüphenize nihayet veriniz! Böyle bir rivayet
imparatorluğumuzu büyük bir zaaf ile tehdit eder! Biliniz ki babam fücceten ve
eceliyle ölmüştür.11
Yüzlerinden kanlar akan zabitler hürmetle eğildiler. Prensin
başı dimdik ve yüzü sapsarıydı.
Attilâ’nın ölümü Hunları öyle bir matem içinde bıraktı ki,
ihtiyarından çocuğuna kadar hepsi günlerce yemediler, içmediler, gülmediler,
yüksek sesle konuşmadılar. Erkekler, başları önlerine düşmüş, kederli ve sâkit
duruyorlar, kadınlar ağlaşıyorlardı. Çocuklar oynamadılar.
Attilâ’nın cenaze merasimi, ihtişamlı hayâtının bir hulâsası
gibi azametine lâyık bir tarzda yapıldı. Ovanın ortasına ipekten bir çadır
dikilmişti. Bunun içindeki şâhâne yatağa cesedi kondu.
Süvari zabitlerinden en güzideleri seçildi ve bunlar, gece
yarısı çadırın etrafında, Roma sirklerini hatırlatan heyecanlı at oyunları
yaptılar.
Şâirler rebablarıyla, müverrih Jurnades’ten aynen iktibas
ettiğimiz şu marşı terennüm ettiler:
«Dünyânın en
büyük hükümdarı
Attilâ
Moncuğun oğlu, bahâdır kavimlerin imparatoru;
Kendinden
evel misli görülmemiş bir iktidarla
Spikitlere ve
Cermenlere hâkim oldu...
Bir çok
şehirler zaptederek
Roma
imparatorluklarını dehşet içinde bıraktı.
Ancak onlar
aman dilediler.
Cizyeler
verdiler de Attilâ yumuşadı.
Kaderin de
büyük bir yardımiyle,
Bütün bu
işleri yaptıktan sonra, o,
Ne düşmanın
darbeleriyle,
Ne de
yanındakilerin ihanetiyle,
Fakat ziyafet
sevinçleri arasında,
Kudretli
kavminin göğsünde,
En küçük bir
acı duymadan öldü;
Bu ölümü kim
hikâye edebilecektir ki
Ondan
kimsenin alınacak intikamı
Olmadığını
anlatabilsin...
Cenaze çadırının etrafına saf saf dizilen ordu da, bir harb
gecesinde can çekişen yüzlerce askerin korkunç iniltilerine benzeyen bir uğultu
ile, bu marşın terennümüne iştirak ediyordu. Her neferin sesinde nağme hâline
gelmiş bir hıçkırık vardı ve bu, marştan ziyâde vaveylaya benziyordu.
Sonra, ölülere âit an’anelerine tâbi olarak, Hunlar o gece
tıka basa yediler. En büyük kederlere sefahat karıştırmak da bu kavmin millî
âdetlerindendi.
Nihayet Attilâ’yı gömdüler.
Cenazesi birbiri ardısıra üç tabuta konmuştu: Altından,
gümüşten, demirden tabutlar...
Demir tabuttan maksat: Attilâ’nın bu mâden vâsıtasıyla
dünyâyı kendine râmettiğini anlatmaktı; gümüş ve altından maksat da: Hun
hâkanının milletine servet, refah ve saadet verdiğini ifâde etmekti.
Gece yarısından sonra toprağın derinlikleri gibi koyu bir
karanlık bastı ve Attilâ’yı mezarına koydular.
Simsiyah bir gece idi. Bu güç işi yapanlar, evvelâ ne birbirlerini,
ne toprağı, ne de cesedi görebilmişlerdi. Çünkü bir fırtına çıkmış ve bütün
meş’aleleri söndürmüştü...
Nihayet bir meş’ale yakabildiler. Sarı alev çırpınıyor,
çanaktan kopmak, kaçmak, kurtulmak istiyor ve kanadı kopmuş bir sinek gibi
vızıldıyordu. Bu alevin ıstırabı o insanların hepsinde vardı. Elleri titriyordu
Attilâ, çukuruna zahmetle yerleştirilmişti. Ölüsü bile
mukavemetliydi. Mezarının etrafına muhtelif düşmanlardan müsadere edilen
silâhlar, okdanlar ve cihangire lâyık eşya diziliydi.
Attilâ’nın öldüğü gece, Roma imparatorlarından Marsiyen
rüyasında bir ok yayının kırıldığını görmüştü. Sonradan bu, Attilâ’nın ölümüne
işaret telâkki edildi.
Attilâ’nın ölümü Avrupa’da büyük inhilâllere sebebiyet
vermişti. Mütereddî beşinci asır Avrupa’sına, ilâhî bir el ile sallanan bu
kamçının saçtığı dehşetten âzâde kalan düşman memleketlerinde iğtişaşlar zuhur
etti.
Ancak Aetyüs’ün kudretiyle inhilâlden kurtulan Garbî Roma da
Attilâ’nın ölümüyle tamamen karıştı.
Bu düşman serdârı bile, imparatorluğun üstünde bir korkuluk
gibi sallanan Attilâ’nın heyulasından kuvvet alıyordu. Roma ufuklarından bu
siyah yumruk çekilince, Valantinyen ezelî rakîbi Aetyüs’ün vücudunu izâle
çarelerini aradı. Esasen Roma serdârının Attilâ’ya son mağlûbiyeti de, halk
nazarında itibarını düşürmüş ve memleketi kurtarmak için kılıçtan ziyâde
zilletin işe yaradığını göstermişti. Birgün Valantinyen rakîbini tuzağa
düşürerek kılıcıyla bizzat öldürdü, fakat bir sene sonra da aynı fecî âkibete
kendi dûçâr oldu.
Attilâ’nın ölüsü de, dirisi gibi milletlerin mukadderatını
değiştirmişti. Bunun için, aradan bin dört yüz bu kadar sene geçtiği halde hâlâ
târih Sezar’dan ve İskender’den fazla onun adını anıyor ve hâlâ «Attilâ» nâmı,
asırların arasındaki zaman uçurumlarını atlayarak bize kadar geliyor ve mâzînin
karanlıklarında şaşaasından hiç birşey kaybetmeyerek, safî ışıktan mamûl
nûranûr bir âbide gibi gözlerimizin önünde parıldayıp duruyor.
SON
11
Târihî vesikalarda Attilâ’nın nasıl öldüğü meçhul kalmıştır. Hunlar,
Hâkanlarının mev’ut eceliyle öldüğünü iddia etmişlerdir. Lâtin târihleri
düşmanın suikastına hedef olduğunu, Cermen an’aneleri de, anasının babasının
intikamını almak isteyen İldiko’nun Attilâ’yı öldürdüğünü temin ediyorlar.
SÖZLÜK
âdât:
Âdetler, gelenekler.
âhenkdar:
Uyumlu.
âkibet:
Son; bitim; sonuç; sonunda.
akis:
Yankı, eko.
aksisedâ:
Yankı.
akvam:
Kavimler, milletler.
alâim:
Belirtiler, alametler.
alâyiş:
Gösteriş; debdebe; şaşaa.
âlem-i gayb:
Gayb alemi; bilinmezlik dünyası.
âlicenap:
Cömert.
âlûde:
Dolu; bulaşmış.
âmâde:
Hazır.
amfiteatre:
Tiyatro.
âmir:
Emreden, iş buyuran..
an’ane:
Gelenek.
anâsır-ı
Erbaa: Dört unsur.
antrepo:
Ticarî malların konulduğu, korunduğu depo.
asabî:
Sinirli, gergin.
asrî:
Çağdaş.
aşinalık:
Tanışıklık.
âşüfte:
Ahlaksız ve iffetsiz; hafif meşrep; baştan çıkmış; oynak; silisiz; sürtük;
şıllık; yollu. Çekici; fettan; havalı.
ateşîn:
Ateşli.
atî:
Gelecek zaman.
atik:
Çevik; hızlı.
âzâde:
Serbest, bağımsız, hür.
azamet:
Büyüklük, ululuk.
azamî: En
fazla.
azap:
Izdırap, eziyet.
azimkâr:
Kararlı.
bahtiyar:
Mutlu.
bakî: Geri
kalan, arta kalan; ölümsüz, kalıcı.
bap: Kapı;
mec. Konu.
bariz:
Açık; besbelli; belirgin.
bariz:
Belirgin.
bâsıra:
Görme yeteneği.
batî: Ağır
kanlı; yavaş.
batî:
Yavaş, ağır hareketli; uyuşuk.
behemehal:
Mutlaka, her durumda.
berdevam:
Sürüp giden.
bermûtad:
her zamanki gibi.
beyanat:
Demeçler.
bîgâne:
İlgisiz, kayıtsız.
bihakkın:
Haklı olarak, hakkıyla.
bîhuzûr:
Huzursuz.
bila-istisna: İstisnasız.
bilâkis:
Tam tersi(ne).
bilâ-mübâlâğa: Abartısız.
binâenaleyh:
Bundan dolayı.
binnetîce:
Sonuç olarak.
buhurdan:
İçinde kokulu ağaç kabukları yakılan tütsü kabı.
bulûğ:
Büluğ; cinsel erginlik, erinlik.
bûse:
Öpücük.
cazibe:
Çekim; çekicilik.
celâdet:
Yiğitlik, mertlik, kahramanlık.
celbetmek:
Getir(t)mek.
cesamet:
Büyüklük, irilik.
cidalci:
Mücadeleci.
cihet: Yön,
taraf.
civanmerd:
Yüce gönüllü; mert yaradılışlı.
cürüm:
Suç.
çarnaçar:
İster istemez; mecburen.
çehre:
Yüz.
dehhaş: Çok
korkunç; çok dehşetli.
delâlet:
Gösterme, belirtme, belirti.
derâğuş:
Kucaklama; kucakta.
derpiş etmek: Öngörmek; göz önünde tutmak.
deruhte
etmek: Üstlenmek.
desîse: El
altından yapılan oyun; hile; aldatma.
dessas:
Hileci, oyunbaz, düzenbaz.
dirayet:
Bilgi ve kavrayış gücü.
dirayet:
Kavrayış; yetenek; beceriklilik.
duhûl:
Girme.
ecnebi:
Yabancı.
eda: Üslup.
edvar-ı atîka: Antik dönemler.
elzem: En
gerekli.
emin:
Güvenilir kişi.
emniyet
etmek: Güvenmek.
emr-i ilâhî:
Allah’a ait olan iş.
emsal:
Benzer, örnek.
enkaz:
Yıkıntı, döküntü.
erkân:
Temeller; ileri gelenler; yol ve usûl.
erkân-ı
harbiye: Genel kurmay.
esâmî:
İsimler.
esrar:
Sırlar.
esrarengiz:
Gizemli, sırlarla dolu.
esvap:
Elbiseler.
evâmir:
Emirler; buyruklar.
evham:
Kuruntular.
fânî:
Ölümlü.
fasıla:
Ara.
fâş olmak:
Açıklanmak; konuşulur olmak.
fersah: Bir
uzunluk ölçüsü (3 mil; 5 km. ye yakın).
fetânet:
Zekilik, zihin açıklığı, kurnazlık.
feveran:
Taşkınlık, köpürme, feryat.
fevkalâde:
Olağanüstü.
fevkattabiî:
Doğal üstü.
fevkinde:
Üstünde, ötesinde.
feza: Uzay.
fısk-u fücur: Hainlik ve ahlaksızlık.
fidye-i necat: Kurtuluş bedeli.
filhakika:
Hakikaten, gerçekten.
füc’e:
Birdenbire, anî.
fücceten:
Birdenbire; ansızın.
fütuhat:
Zaferler, fetihler.
galat-ı hilkat: Doğuştan sakat; bozuk yaradılışta olan.
galeyan:
Coşku; taşkınlık.
garabet:
Tuhaflık, gariplik.
gayız:
öfke, hınç, kin; gayz.
gayrı mümkün: mümkün olmayan; imkân dışı.
gayrıtabiî:
Doğal olmayan.
gayrimes’ul:
Sorumsuz.
gufran:
Merhamet etme; affetme; yarlığama.
gurûb etmek:
Güneş için batmak.
güzide:
Seçkin; beğenilmiş.
hacamat:
Vücuda hafif çizikler atarak boynuz veya bardakla kan alma şeklinde uygulanan
bir halk hekimliği tedavi usulü.
hadd-i istiâbî: Kapasite ile ilgili.
hadeka: Göz
bebeği.
hâile:
Fâcia, trajedi; acıklı olay.
hâiz olmak:
İçinde bulundurmak, içermek.
halâs:
Kurtulma; kurtuluş.
halim:
Yumuşak huylu.
hâre:
Işıklı parlak çizgi, meneviş.
harika:
Olağanüstü.
hârika:
Sıra dışı; sıra dışı mükemmellik.
harîm:
Kişiye özel, başkalarına gizli yer; harem dairesi.
haris:
Hırslı; istekli.
hasenat:
Güzellikler; bağışlar.
hâsıl olmak:
Meydana gelmek, ortaya çıkmak.
hassas:
Duygusal.
hassasiyet:
Duygusallık; ince duygululuk.
haşerât:
Zararlı böcekler; zararlı kimseler.
hatt-ı
müstakim: Doğru çizgi.
hatt-ı ric’at: Çekiliş hattı.
havadis:
Olaylar.
havâriyyûn:
Hz.İsa’nın dini yaymakla görevlendirdiği 12 arkadaşı.
hayalet:
Gerçekte olmadığı halde varmış gibi görünen şey, cin, peri.
hayrat:
Hayır işleri; hayır için yapılmış işler.
hazmetmek:
Sindirmek.
hercümerç etmek: Altını üstüne getirmek.
hey’et:
Kadro, kurul.
hey’et-i vükelâ: Bakanlar kurulu.
heyula:
Kaos; korkunç hayal.
hezeyan:
Sayıklama; saçma sapan konuşma.
hicâbâver:
Utanç verici.
hodgâmlık:
Bencillik.
hudud:
Sınırlar.
hulûs:
Saflık; iyi niyetlilik.
hurafe:
Uydurma ve garip hikâye.
husule gelmek: Meydana gelmek; olmak.
huzme:
Demet, ışın demeti.
huzûr-ı
ilâhî: Tanrı katı.
hülâsa:
Özet.
hülyâperver:
Hayalci, hayal kurmayı seven.
hürmetkârâne: Saygı göstererek.
hürriyet-i
fikriye: Fikir hürriyeti.
hüsnü kabul:
Güzel karşılama.
hüsnühat:
Güzel yazı.
iblâğ etmek:
Belirtilen miktara çıkarmak; artırmak, tamamlamak.
icbar etmek:
Mecbur tutmak, zorlamak.
ifâte-i zaman: Vakit öldürmek.
ifşa:
Açıklama.
ifşaat:
Herkesçe bilinmeyenler hakkında yapılan açıklamalar.
iftihar:
Övünç, övünme.
iğbirar:
Kırılma, gücenme.
iğtişaş:
Karışıklık; anarşi.
ihata:
Çevirme, kuşatma.
ihdas: Yeni
bir şey ortaya çıkarma.
ihraç:
Çıkarma.
ihtar etmek:
Hatırlatmak.
ihtifal:
Kalabalık anma töreni.
ihtilâç:
Seğirme; sarsıntı; istem dışı kas hareketi.
ihtilâf:
Ayrılık, aykırılık, bozuşma, anlaşmazlık.
ihtimal:
Olabilirlik.
ihya etmek:
Diriltmek, canlandırmak.
ikbalperest:
Mevki düşkünü.
iktizâ:
Gerektirme.
illet:
Sebep, âmil.
iltica:
Sığınma.
iltihak:
Katılma
imtiyaz:
Ayrıcalık, tanınmış özel haklar.
imtizaç:
Bağdaşma, kaynaşma; birbirine uyma.
inhilâl:
Dağılma; çözülme; bozulma; erime.
inhina:
Sapma, eğilme.
inhitat:
Çökme; düşme; gerileme; alçalma.
İnsibâb etmek: Dökülmek; akmak.
insiyâkî:
İçgüdüsel.
inşat: Şiir
okumak.
inşirah:
Gönül rahatlığı, iç huzuru.
intiba:
İzlenim.
intihap
etmek: Seçmek.
intikal:
Geçiş.
intişar:
Yayılma.
intizar:
Bekleyiş.
inzimam:
Üzerine eklenen.
iptidaîlik:
İlkellik.
îrat: Gelir,
gelir getiren mülk.
irtikâb:
Suç işleme.
istihale:
Bir durumdan başka bir duruma geçme; biçim değiştirme; başkalaşım.
istihlâf:
Birinin yerine geçme; halef olma.
istihza:
Alay, eğlenme.
istihzârât:
Hazırlıklar.
istikamet:
Doğrultu, doğruluk.
istimal
etmek: Kullanmak..
istîmal:
Kullanma.
istimdad:
Medet umma, yardım bekleme; yardım isteme.
istimdatkâr:
Yardım umucu.
istintak:
Sorgulama.
istirham:
Rica, dilek, merhamet isteği.
istismar:
Yararlanma; iyi niyeti kötüye kullanma.
istizah:
Açıklama isteme, isteyen; gensoru.
iş’ar etmek:
İşaret etmek, belirtmek; yazıyla bildirmek.
işrâb etmek:
İçirmek; dolaylı olarak anlatmak.
iştiyak:
Şiddetli istek, özlem.
işvebâzâne:
Nazlanarak, işve yaparcasına.
îtâ: Verme,
ödeme.
ithal:
İçeriye alınan.
itina:
Özen.
itiraf:
Bilinmesi istenmeyen bir suçu işlediğini kabul etme, içindekini saklamadan
söyleme.
itiraz:
Kabul etmeme, karşı çıkma.
itiyat:
Alışkanlık.
itminan:
İnanmışlık; gönül rahatlığı.
ittifak:
Uyuşma, anlaşma; oybirliği; birleşme, birlik.
ittiham:
Suçlanma.
izâle: Yok
etme, ortadan kaldırma.
îzaz etmek:
Ağırlamak, ikramda bulunmak.
izdivaç:
Evlilik.
izhar:
Gösterme; açığa vurma.
kâffe:
Bütün, tüm, hepsi.
kafile:
Konvoy, birlikte hareket eden grup.
kail olmak:
İnanmış olmak, aklı yatmış olmak.
kalbetmek:
Dönüştürmek, çevirmek.
kânunusâni:
Ocak ayı.
karargâh:
Durulan yer, yönetim yeri, üs.
kat’iyen:
Kesinlikle.
katıbeten:
Asla; hiçbir zaman.
kavim:
Millet.
kavis: Yay,
eğri.
kelâm: Söz,
kelime.
kesbetmek:
Kazanmak.
kesif:
Yoğun.
kesretmek:
Çoğaltmak.
kıtaat:
Kıtalar, birlikler.
kudret-i
samedâniye: Allah’ın kudreti.
kuvve-i mâneviye: Moral gücü, manevi kuvvet.
küre-i arz:
Yerküre.
lâhza:
An.
lâkaydi:
Kayıtsızlık, ciddiyetsizlik.
lisan-âşinâ:
Dil bilir.
lüzûcetli:
Yapışkan.
mâada:
Dışında, başka.
mabet:
İbadet yeri.
mabut:
Tapılan, ilah.
mağrur:
Gururlu; kibirli.
mahâfil:
Mahfiller; toplanma yerleri.
maharet:
Ustalık, beceriklilik.
mahbus:
Hapsedilmiş.
mahcup:
Hicap duyan; utangaç.
mahlûk:
Yaratık, yaratılmış olan.
mahlûkat:
Yaratıklar, yaratılmışlar.
mahremiyet:
Gizlilik; özel yaşayışa ait gizli şeyler.
mahsus:
Özellikle, özel olarak.
mahut:
Bilinen; bahsedilen.
mahzun:
Hüzünlü, üzülmüş.
maiyet:
Etraf, etrafındakiler.
makam-ı ruhanî: Hıristiyanlıkta, dinî makam.
makbere:
Mezar; mezarlık.
maktül:
Katledilmiş; öldürülmüş olan.
makûs:
Dönen, akseden; ters; zıt.
malûmat:
Bilgiler, bilinenler.
mamafih:
Bununla beraber.
mamûl:
Yapılmış, üretilmiş.
mâneviyet:
Manevilik; moralite.
mania:
Engel.
mâruz olmak:
Uğramak; karşı karşıya kalmak.
mâsiyetkâr:
Günahkâr.
masum:
Suçsuz,günahsız, temiz, saf.
masun:
Dokunulmaz.
mâşuka:
Sevgili.
mavera: Bir
şeyin ötesi
me’yus:
Kederli, üzgün.
mecal: Güç,
takat.
mecmu:
Toplam.
mecnûnâne:
Çılgınca.
medhal:
Giriş, antre.
medhûş:
Korkmuş, ürkmüş, şaşkınlaşmış.
mefhum:
Anlam, kavram.
mefküre:
Ülkü.
mefluç:
Felç olmuş; inmeli; çalışmaz…
meftun:
Gönül vermiş; tutulmuş; tutkun; hayran.
meftûniyet:
Tutkunluk.
mehabet:
Heybet ve ihtişam.
mel’un:
Lanetli,lanetlenmiş.
melûf:
Alışılmış; huy edinilmiş.
melûl:
Üzgün, kırgın, mahzun.
menafi:
Faydalar, yararlar.
menbâ:
Kaynak.
menfez:
Boşluk, açıklık, aralık, kanal.
merasim:
Tören, protokol.
merbut:
Bağlı, irtibatlı.
merkad:
Mezar.
mertebe:
Rütbe bakımından sıra.
mesaha:
Yüzey, alan ölçümü.
mesamme:
Gözenek.
mesken:
Oturulan yer, ev, hane.
mestetmek:
Kendinden geçirmek; aklını başından gidermek.
meş’um:
Uğursuz, kötü.
meşher:
Sergi; teşhir yeri.
meşime-i mâderî: Ana rahminde, ana karnındaki plasenta.
metanet:
Dayanma gücü; dayanıklılık; sağlamlık.
metropol:
Ana kent, ana şehir.
mev’ud:
Vaad edilmiş.
mevki almak:
Yer almak, yer tutmak.
mevki-i müstahkem: Güçlendirilmiş yer.
mevkuf:
Tutuklu.
mevzu:
Konu.
meyletmek:
Yönelmek, eğilmek.
mezbuhâne:
Kanlı.
mezun: İzin
verilmiş; yetkili
miad: Bir
şeyin yapılma süresi; kullanma süresi.
miğfer:
Savaşta başa giyilen metalden yapılmış sert başlık.
mihver:
Etrafında dönülen merkez.
muadil:
Eşdeğer.
muallim:
Öğretmen, hoca.
muamma:
Bilmece.
muammâ-âlûd:
Belirsizlik yüklü.
muammer:
Yaşayan, ömür süren.
muarız:
Karşı gelen; muhalefet eden.
muasır:
Çağdaş.
muaşaka:
Karşılıklı sevgi; sevişme; flört.
muaşeret:
Davranış kuralları, protokol.
muaşeret:
Görgü.
muavenet:
Yardımlaşma.
muayene:
Kontrol; hastanın durumunun incelenmesi.
muayyen:
Belirlenmiş.
muazzam: Çok
büyük.
muazzeb:
Azap duyan, acı çeken.
mudhike:
Komedi; gülünecek şey.
muğber:
Tozlu; dargın, küskün, gücenik.
muhâberât:
Yazışma; haberleşme.
muhaceret:
Göç.
muhacim:
Saldıran, hücum eden.
muhakeme:
Bir konuyu iyice düşünüp inceleyerek karar verme; akıl yürütme; usa vurma.
muhasara:
Kuşatma, çevirme.
muhâsım:
Düşman.
muhatap:
Sözü yönelttiğin kişi.
muhayyele:
Hayal gücü.
muhayyirü’l-ukûl: Akılları durduran.
muhit:
Çevre.
muhtasar:
Kısaltılmış.
muhtelif:
Çeşitli, farklı.
muhteşem:
Görkemli.
mukabil: Karşılık;
bedel.
mukadder:
Takdir edilmiş; yazılmış.
mukarrer:
Kararlaşmış; kararlaştırılmış.
mukarribîn:
Yakınlar, yakın çevresindekiler.
mukavemet:
Direnme, direnç.
muktedir:
Gücü yeten, kudretli.
muntazır:
Bekleyen; gözleyen.
murabba:
Kare, dörtgen.
musîbet:
Belâ, kötülük.
mutavassıt:
Aracı.
mutî: İtaat
eden.
muttarit:
Tutarlı.
muvafakat:
Uygun bulma, kabullenme, uygunluk
muvafık:
Uygun.
muvakkat:
Geçici.
muvazene:
Denge; dengeleme.
muzaaf:
Katlanmış; iki kat olmuş; katmerli.
muzaffer:
Zafer kazanmış, başarılı.
muzafferiyet:.Yenme, zafer kazanma, üstünlük elde etme.
muzlim:
Karanlık; gizli; belirsiz; uğursuz; korkulu.
mübalâğa:
Abartı, abartma.
mücrim:
Suçlu.
müessir:
Etken, etkili.
müfekkire:
Düşünme yeteneği.
müfrit:
Aşırı; abartılı.
müfsit:
Fesatçı, arabozan.
müfteri:
İftira eden, iftira atan.
müheyya:
Hazır.
mühlik:
Öldürücü; helâk edici; yok eden.
mükâleme:
Karşılıklı konuşma.
mükellef:
Yükümlü.
mükemmeliyet: Eksiksizlik, tam yetkinlik.
mülâhaza:
Değerlendirme; düşünme.
mülâhazat:
Düşünceler; değerlendirmeler.
mülakat:
Karşılıklı görüşme, buluşma.
mülâyemet:
Yumuşaklık; yumuşak huyluluk; uysallık.
mültefit:
Güler yüz gösteren, iyi davranan.
mülteka:
Buluşma yeri, kavşak.
münâcat:
Tanrı’ya yakarış.
münâkale:
Ulaşım; ulaştırma işleri.
münâzaa:
Çekişme; düşmanlık.
münhezîmen:
Bozguna uğramış olarak.
münkesir:
Kırılmış; kırgın.
münzevî:
İnzivaya çekilmiş; dünyadan el etek çekmiş.
müphem:
Belirsiz.
mürebbiye:
Terbiye edici, eğitici.
müreccah:
Tercih edilen; yeğlenen.
mürekkep:
Birleşik.
mürtefi:
Yükselmiş, yüksek.
müsaade:
İzin, destur.
müsadere:
El koyma, zor alım.
müsâleha:
Barış anlaşması; sulh olma; barışıklık hali
müsavi:
Eşit.
müsâvî:
Eşit.
müsbet:
Olumlu.
müsellâh:
Silahlanmış.
müstahdem:
Hizmetli; hademe.
müstakbel:
Karşılanan; gelecek zaman
müstehzî:
Alay edercesine.
müsterih:
Gönlü huzurlu; rahatlamış; rahatlayan.
müstesna:
Ayrıcalıklı, benzerlerinden farklı, seçkin.
müşahede:
Gözlem.
müşavir:
Danışman.
müşfik:
Şefkatli.
müşkilât:
Zorluk; güçlük
müştemilât:
Eklentiler, teferruata ait şeyler.
müşterek:
Ortak, ortaklaşa.
müteaddit:
Çeşitli; çok sayıda.
mütebessim:
Güler yüzlü.
mütecessis:
Meraklı.
mütefekkir:
Düşünür; filozof; düşünceye dalmış.
mütehallik:
Ahlaklanmış; ahlâk edinmiş.
müteharrik:
Hareketli
mütekebbir:
Büyüklük taslayan; kibirli.
mütelevvin:
Renkli; alacalı; dönek.
mütemâdi:
Sürekli.
mütemadiyen:
Sürekli olarak.
mütereddî:
Soysuzlaşmış; soysuz.
müterennim:
Şarkı söyleyen.
müteselli:
Teselli bulan; avunan.
müteşekkil:
Oluşmuş.
mütevâli:
Sürüp giden.
mütevekkil:
Kadere boyun eğen, işi Allah’a bırakan.
mütevellit:
Doğan, doğmuş olan.
müverrih:
Tarihçi.
nafiz:
Nufuz eden; etkili.
nahif:
Zayıf, cılız.
nahvet:
Kendini beğenme; böbürlenme; büyüklenme; kibir; gurur.
namütenahi:
Sonu olmayan.
namzet:
Aday.
nasrânî:
Hıristiyan.
nasutî: İnsanlıkla
ilgili.
nâtıkalı: Düzgün
konuşan.
nazır:
Bakan, gören.
nâzik:
İnce; kibar.
necâbet:
Seçkinlik, soyluluk.
nesic:
Dokunmuş.
neşîde:
Şiir, manzum destan.
nevâhî:
Bölgeler, bucaklar.
nevâziş:
Okşama, iltifat etme.
nezâket:
İncelik; kibarlık.
nezd: Kat;
yan; huzur.
nihâî: En
son.
nûranûr:
Işıklı; parlak.
nüfuz:
Etki.
okdan:
Okluk.
palas pandıras: Gereği gibi toplanmadan, alelacele.
piyade:
Yaya.
rabıta:
Bağ, bağlantı. alaka, tutarlılık.
radde:
Tahmin edilen zaman, miktar; derece, mertebe.
rahm ü şefkat: Merhamet ve sevecenlik.
rakîb: Aynı
konu veya kişi üzerinde çekişenlerden her biri.
rakîbe:
Aynuı konu veya kişi üzerinde yarışan kadın.
râkid:
Durgun; kımıltısız.
râmetmek:
Boyun eğmek.
râsime:
Tören, merasim.
râyiha:
Güzel koku.
rehâvet:
Bedenen duyulan ağırlık, tembellik, gevşeklik.
resm-i kabul: Kabul töreni.
resmiyet:
Resmilik, ilişkide önemsenen biçim.
Rey: Oy;
görüş.
rezîl: Ayıp
şeyler yapan; aşağılık; alçak; bayağı; âdi; kepaze.
riâyet etmek: Uymak, uygun davranmak.
riâyet:
Uyma.
rüyet:
Görüş, görme.
sabit:
Değişmez, durağan.
saffet:
Temizlik, saflık.
safî: Net;
içten; samimi.
sâfiyâne:
Safça; iyi niyetli olarak.
sâî:
Haberci; haber taşıyan.
sâki: İçki
sunan.
sâkit:
Susan; ses çıkarmayan.
salâbet:
Sağlamlık.
sâlisen:
Üçüncüsü, üçüncü olarak.
saltanat:
Hükümdarlık; padişahlık; sultanlık; istediğini yapabilme gücü.
samia:
İşitme yeteneği.
saniyen:
İkincisi, ikinci olarak.
sarih:
Açık, net.
satvet:
Şiddet ve kuvvetle birinin üstüne atılma.
seciye:
Yaradılış, huy, karakter.
sefahat: Zevk
düşkünlüğü; uçarılık.
sehhar:
Sihir yapan, büyücü.
selâhiyet:
Yetki.
selâmet:
Esenlik; kurtuluş.
semavî:
Göksel, ilahî.
sena etmek:
Övmek.
senevî:
Yıllık.
serfürû etmek: Baş eğmek; söz dinlemek.
serî:
Hızlı, süratli.
sevk etmek:
Göndermek, itmek.
sevkülceyş:
Silahlı kuvvetlerin harekâtını düzenleme sanatı; strateji
seyyar:
Gezici; hareketli
seyyiât:
Kötülükler.
sıhhat:
Sağlık, doğruluk.
sirâyet:
Bulaşma, geçme.
siyasiyat:
Siyasetle, devlet idaresiyle ilgili işler.
su-i zan:
Kötü sanı.
sukût-ı hayâl: Hayal kırıklığı.
sulh muahedesi: Barış anlaşması.
sun’î:
Yapma, uydurma.
sükût:
Sessizlik, susma, suskunluk.
şâhika:
Doruk, zirve; en yüksek seviye.
şark: Doğu.
şaşaa:
Parıltı; parlaklık; tantana.
şayi olmak:
Söylenti halinde dolaşmak.
şâyi:
Yaygın.
şayia:
Söylenti.
şeamet:
Uğursuzluk.
şerrâre:
Kıvılcım.
şuyû:
Herkesçe bilinir olma,
taat: Boyun
eğme, uyma.
tabasbus:
Yaltaklanma; kuyruk sallama.
tabye:
İstihkâm; mevzi alınan yer.
tahakkuk etmek: Gerçekleşmek; gerçek olduğu anlaşılmak.
tahakküm:
Baskı, hükmetme.
tahammül:
Taşıma gücü, katlanma.
tahattur:
Hatırlama.
tahavvül:
Dönüşme, değişme.
tahayyül:
Hayal etme.
tahkîm:
Güçlendirilmiş.
tahkîr: Hor
görme, horlanma.
tahrik:
Kışkırtma, harekete getirme.
tahrikâmiz:
Kışkırtıcı.
tahsin etmek: Övmek; sağlamlamak.
tahtırevan:
Yürüyen taht.
takallüs:
Büzüşme, kasılma.
takdirkârâne: Hayranlıkla, överek.
talâkat:
Dil akıcılığı.
talî’:
Talih, kısmet.
tanzîm etmek: Düzenlemek.
tarafgir:
Taraflı; taraf tutan.
taraf-ı Hak:
Hak tarafından.
tarassut:
Gözleme, gözetleme.
tarik: Yol.
tarraka:
Gümbürtü, gürültü.
tashih:
Düzeltme.
tasnî etmek:
Uydurmak; ortaya yeni bir şey koymak.
tasrih:
Netleştirmek; açık olarak ortaya koymak; kesin olarak belirlemek.
tatbik:
Uygulama.
tatlik etmek:
Boşamak.
tatmin:
Kanıksama, doyumsamak.
tatmin:
Kanma, inanmışlık.
Tavassut:
Arabuluculuk; aracılık.
tâvizât:
Ödünler, tavizler.
tâzimât:
Saygı göstermeler; ululamalar; ağırlamalar.
tazmînat:
Bir zarar ziyan karşılığı olarak ödenen bedel.
tazminat:
Uğranılan zarar karşılığı ödenen bedel
tazyik:
Sıkıştırma; baskı yapma.
teati:
Karşılıklı alıp verme.
tebaa:
Uyruk.
tebahhur etmek: Buharlaşmak, uçmak.
tebe’an:
Uygun olarak; tabi olarak.
tebessüm:
Gülümseme.
tecavüz etmek: Aşmak, taşmak, haddi veya sınırı geçmek.
tecellî:
Ortaya çıkma, görünme.
tecessüs:
Merak.
tedip:
Uslanmasını sağlama; terbiye etme; cezalandırma; haddini bildirme.
tedkik:
İnceleme.
teessüf:
Acınma, yerinme.
teessür:
Üzüntü.
tefe’ül etmek: Fal bakmak; fal açmak.
teferruat:
Detay.
teferruat:
Detaylar.
tefrik etmek: Ayırt etmek.
tefsir etmek:
Yorumlamak.
teftiş:
Denetleme
tehâlük:
Ölesiye istek.
tehir etmek:
Ertelemek.
tekerrür
etmek: Tekrarlamak.
teksif etmek: Yoğunlaşmak.
telâkki:
Anlayış, görüş, kabulleniş.
telkîb etmek: Takma ad vermek; lakap takmak.
telkin:
İnandırma; görüşünü başkasına aşılama.
telmih etmek: Örtülü biçimde söylemek.
temas:
Dokunma, ilgi.
temâşâ:
Seyretme, seyirlik.
temenni
etmek: Dilemek.
temin etmek:
Sağlamak.
tenakuz:
Zıtlık; çelişki.
teneffüs:
Nefes alıp verme.
tenezzül:
Kendi durum ve konumu ile bağdaşmayan bir şeyi kabul etme: bir çıkar için
doğruluktan ayrılma; alçak gönüllülük gösterme.
tenvir:
Aydınlatma; bilgilendirme.
tereddi:
Bozulmuş, yozlaşmış.
tereddüt:
Kararsızlık, ikirciklilik.
terennüm etmek: (Şarkı, türkü) söylemek.
tertip:
Düzen, planlama.
tesadüf:
Raslantı.
teshîr:
Büyüleme.
teşcî etmek:
Cesaret vermek; yüreklendirmek
teşebbüs:
Girişim.
teşkil etmek:
Oluşturmak.
tev’em:
İkiz; benzer; eş.
tevâfuk:
Uyum; uyuşma.
tevcih etmek: Yöneltmek, vermek.
tevdi etmek:
Vermek,
teveccüh:
Yönelme, sempati.
tevzi:
Dağıtım.
tezevvüç
etmek: Evlenmek.
tezviç etmek: Kadını kocaya vermek; evlendirmek.
tıynet:
Yaradılış, huy, tabiat.
timsal:
Sembol.
ukalâ:
Akıllı kişiler.
ulüvvücenap:
Cömertlik.
ulvî:
İlahî, yüce, semavî.
ulviyet:
Yücelik; ilâhilik.
üss-i harb:
Savaş üssü.
va’detmek:
Bir işi yerine getireceğine söz vermek.
vahâmet:
Tehlikeli sonuçlar doğurabilecek güç durum; ürkütücü durum.
vahîm:
Üzücü veya korkunç sonuçlar doğurabilecek; tehlikeli; korkulu.
vak’a:
Olay.
vakfe:
Durak, duruş.
vakıa: Gerçek;
olgu.
vasat:
Orta, ortalama.
vâsıl olmak:
Erişmek; ulaşmak
vaveyla:
Feryat.
vâzıh:
Açık, net.
vecde gelmek: Dinî bir duygu ya da heyecan yüzünden kendinden geçmek; bir şey
karşısında aşırı heyecan duymak.
vehim:
Kuruntu.
vehm:
Kuruntu.
vehmetmek:
Kurmak; kuruntu yapmak.
vekâlet etmek: Yerine bakmak.
vekayi:
Olaylar.
vesait:
Araçlar.
vesvese:
Kuşku, şüphe, kuruntu.
vusul:
Erişme, kavuşma.
vuzuh:
Netlik, açıklık.
vuzuh:
Netlik.
vürud:
Geliş, gelme.
vüs’at:
Genişlik.
yegân yegân:
Teker teker.
yegâne:
Tek.
yeis:
Üzüntü, keder.
yeknasak:
Tekdüze.
zaaf:
Zayıflık.
zabit:
Subay.
zâhip olmak:
Sanmak, kapılmak.
zail olmak:
Kaybolmak; ortadan kalkmak.
zâir:
Ziyaretçi.
zait:
Fazla, çok, gereksiz.
zampara:
Kadın düşkünü; hovarda, çapkın.
zebûn:
Güçsüz; zayıf; âciz; çaresiz; elden ayaktan düşmüş.
zelîl:
Aşağılanan; horlanan.
zendost:
Kadın düşkünü.
zerketmek:
Aşılamak; sıvıyı içitmek.
zevâid:
Fazlalıklar.
zevce:
Kadın eş.
zevç: Erkek
eş.
ziya: Işık.
zuhur etmek:
Ortaya çıkmak; belirmek.
zül:
Alçalış, alçalma.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar