Bir Anadolu Hümanisti Mevlâna
Rusçadan Çeviren: Mazlum Beyhan
Biyografik Roman
Bir Anadolu Hümanisti Mevlâna: Radi Fiş
Çeviren: Mazlum Beyhan
Bir Anadolu Hümanisti
Mevlâna
Göz kamaştırıcı bir şiir
mirası bırakan bir ozan üzerinedir bu kitap. Ozanın dünyaca ünlü altı kitaplık
Mesnevi adlı destanı, otuz bir binden fazla dizeyi içermektedir. İki bini aşkın
gazelin toplandığı lirik şiirlerinden oluşan Divanı Kebir adlı kitabında ise
yaklaşık kırk dört bin dize bulunmaktadır. Ozanın felsefi ve lirik
dörtlüklerinin –rubailerinin– dize sayısı ise dört bini aşkındır.
Ama bütün bu dudak uçuklatıcı
sayılara karşın, ozanın elinden çıktığı kuşkusuz olan dize sayısı yalnızca on
sekizdir. Geri kalan dizelerin tümü –yetmiş dokuz bin dize– “kâtip-el-esrâr”
(sır kâtipleri) denen öğrencilerinin, onun ağzından kaleme aldıkları doğaçlama
dizelerdir. Ve işte yedi yüzyıldır, bu doğaçlama dizeler, düşünsel
derinlikleri, ateşlilikleri, inanılmaz müzikaliteleri ve şiirsel
mükemmellikleriyle bu göz kamaştırıcı şiir dünyasının kapısını aralayanları
derinden etkilemektedir.
Şiir yapıtlarının dışında,
söyleşilerinin toplandığı Fihi ma-Fihi adlı bir düzyazı kitabıyla, çeşitli
kişilere yazılmış yüz kırk mektubu da büyük ozandan bize kalan yazın mirası
arasındadır.
Bütün bu kitaplardan
karşımıza çıkan, batının Yunan’ından doğunun İran ve Hint’ine dek muazzam bir
coğrafyayı kapsayan çok renkli bir düşünce dünyasının yaratılarını diyalektik
bir biçimde özümsemiş bir büyük Doğulu bilgedir.
Ozan ve düşünür Mevlâna,
yaşamı boyunca, dinsel dogmaların boyunduruğuna karşı, insan ruhunun
özgürlüğünü, Haçlı Seferleri ve fanatizmin şahlanış döneminde, dil, din, ırk
ayrımı gözetmeksizin bütün insanların eşit olduğunu, insan denen varlığın
yüceliğini savunmuştur.
Ozanın şiirlerinde ve
eylemlerinde, resmi dinsel ideoloji tarafından korunan, kollanan ve kutsanan
feodallerin zorbalığına karşı, kentlerin aşağı tabakalarından insanların duygu,
düşünce ve protestolarının dile geldiğini görürüz.
Ama bizim bu kitabımız,
ozanın felsefesi üzerine bir monografi denemesi olmadığı gibi, onun şiirlerinin
irdelenmesini amaçlayan bir edebiyat çalışması da değildir. Biz burada yalnızca
bir biyografi yazmayı denedik.
İnsan hayatının şuncacık
değerinin olmadığı bir dönemde, ozanımızın göreli olarak, esenlikli bir yaşamı
olmuş. Ama onun düşünsel arayışlarının tarihi ve bıraktığı mirasın yazgısı acı
bir trajizmle doludur.
Sağlığında pek çok saldırıyı,
kovuşturmayı göğüslemek zorunda kalan ozanın yapıtları, döneminin ilahiyat
bilginlerince “din sapkınlığı” olarak nitelenmiştir. Ününün yaygınlığı ozanın
maddi baskılara uğramasını engellemişse de, düşüncelerine baskı uygulanmasını
engelleyememiştir.
Ortaçağ, felsefeden hukuk ve
politikaya kadar ideolojinin bütün öğelerini teoloji içinde birleştiriyor,
bunların hepsini teolojinin alt dallarına dönüştürüyordu. Halk yığınlarının
duyguları yalnızca dinsel gıdalarla beslenmişti. Bu yüzden de kitlelere kendi
çıkarlarını, dinsel giysiler altında göstermek zorunluluğu vardı.
Ozanın düşüncelerine
giydirdiği dinsel giysileri alabildiğine sömüren gerici din adamları, onun en
hümanist düşüncelerle dolu şiirlerini bile inanılmaz bir yobazlıkla
yorumlamışlardır.
“İnsan yüreğinin
mucizeleri”nden başka mucizeye inanmayan ozana, ölümünden sonra yaşam öyküsü
uydurma yarışı içine giren kimileri, onu “mucizeler gösteren bir din ulusu”,
“kutsal kişi”, “ermiş”, “evliya” yapmışlardır.
Ömrü boyunca, canlı duygu ve
düşüncelerini bukağılayan dinsel dogmatizmle, ayinlerle, biçimselliklerle
savaşmıştı ozan. Ama ölümünden sonra onun kimi adet ve alışkanlıkları,
dansları, giyim kuşam biçimi, hatta yazdığı şiirleri adeta, dinsel bir
kutsallık verilerek, ayin havasına büründürülerek dogma haline getirilmiştir.
Sekterlik ve onun doğal
uzantısı olan hoşgörüsüzlükle, içeriksiz skolastisizm, ozanın en uzak durduğu,
en fazla çekindiği şeylerdi. Ama ölümünden sonra, öz oğlu, ozanın adını taşıyan
ve bütün başka dinsel sektler gibi, duygu ve düşünceleri baskı altına alarak
egemenlere, zalimlere sadakatla hizmet eden ve yüzyılımıza kadar yaşayan bir
derviş tarikatı kurabilmiştir.
Bütün bunların sonunda da,
ozanın şiirindeki isyancı öz ve bizzat ozanın yaşamıyla verdiği örnek, yedi
yüzyıl boyunca resmi din ideolojilerinin damgasını taşıyan yorumlarla gözlerden
gizlenebilmiştir.
Biz burada, tarihsel
olaylara, belgelere, bize kadar ulaşmış tanıklara dayanarak ozanın yaşam
öyküsünü, ruhsal arayışlarını yeniden hatırlamaya ve hatırlatmaya çalışacağız.
Bu konudaki en büyük
dayanağımız, hiç kuşkusuz, ozanın bize bıraktığı büyük yazınsal mirastır.
Mektupları ve söyleşileri de içinde olmak üzere bu yazınsal miras, Türkiye ve
İran’da ancak şu son on yıl içinde bütünüyle yayımlanmıştır.[1]
Yine şu son on yıl içinde
Türkiye’deki müze ve arşivlerde bulunan çok değerli el yazmalarından kimi
bölümler yayınlanmıştır.
Bunların arasında ozanın
babası Bahaeddin Veled’in, öğretmeni Burhaneddin Termezi’nin, dostu Şemseddin
Tebrizi’nin söyleşileriyle, ozanın oğlu Sultan Veled’in kitapları da
bulunmaktadır.
Yaşam öyküsü kitapları,
başvurulan kaynaklar içinde özel bir yer tutmaktadır. Bunlar arasında en başta
geleni, kuşkusuz, Ahmed Eflâki’nin, büyük ozanın ölümünden elli yıl sonra
yazdığı Menakıb-ül Ârifin’dir. Pek çok dinsel söylence ve fantazya dışında bu
kitapta, Mevlâna Celâleddin Rumi ve çevresindekilerin yaşam öykülerine de yer
verilmiş, ayrıca dönemin yaşayış biçimine ilişkin paha biçilmez açıklamalar ve
çözümlemeler yapılmıştır.
Kitabımızdaki kişiler (ister
tarihsel kişiler, isterse yalnızca ozanın yakın çevresinde yer alan kişiler
olsun) tümüyle gerçektir, hepsi de dünyamızda yaşamıştır. Kitapta yer verilen
olaylar da tümüyle gerçektir.
Kahramanların portrelerini
çizerken, karakterlerini, duygularını aktarırken, olayların akışındaki kimi
kopuklukları, boşlukları doldururken, eldeki küçük verilerden yararlanılmıştır.
Bu iş yapılırken, ele aldığı sanat yapıtının yaratıldığı dönemi ve sanatçının
biçimini çok iyi bilen bir restorasyon uzmanının, belli belirsiz bir çizgi ya
da uçuk bir renk kalıntısından hareketle, çağdaş bilimin olanaklarından da
yararlanarak, zamanla silinip dökülmüş ya da edep-namus bekçilerince kazınmış
eski freskleri yeniden ortaya çıkarırken izlediği yol ve yöntemler izlenmiştir.
Yazar, kahramanının
düşüncelerinin sonuçlarını vermekle yetinmemiş, bu düşüncelerin gelişimini de
göstermeye çalışmıştır. Bunu yaparken, gerek ozanın kaleminden çıkma
mektuplarda, gerek şiirlerde, gerekse iç monologlarda görüleceği gibi, ozanın
“söz”üne sadık kalmaya çalışmıştır. Ya ozanın yapıtlarıyla ya da çağdaşlarının
tanıklıklarıyla doğrulanmış şeylerdir yazılanların tümü.
Hiçbir şiir çevirisinin,
orijinaline, bir halının tersinin ön yüzüne benzediğinden daha fazla
benzemeyeceğinin bilincinde olan yazar, yüce ozanın şiirlerinden yaptığı
çevirilerin, ozanın şiirsel mükemmeliyetini yansıtmaktan uzak olduğunu itiraf
eder. Yazarın, şiir çevirilerinde ulaşmayı düşlediği hedef, yalnızca, anlamları
olabildiğince tam yansıtabilmek olmuştur. Büyük ozandan daha önce yapılmış
çevirilerden yararlanıldığı durumlarda, çevirmenlerin adları metin içinde
belirtilmiştir.
Kitaptaki olaylar değişik
ulusal bölgelerde geçtiği ve aynı ad, Türk, İran, Arap dillerinde kimi kez
farklı biçimlerde söylenip yazıldığı için, yazar, adların yazımında, her ad
kendi dilsel ortamında nasıl söyleniyorsa, o yazımı yeğlemiştir. Okur, özünde
aynı kavramı yansıtan kimi adların farklı yazımlarıyla karşılaştığında bu gerçeği
düşünmelidir.
Düşünce ve çalışma olarak
yaklaşık yirmi yıllık zamanını almasına karşın yazar, yapıtının kusursuz
olmadığının bilincindedir. Celâleddin Rumi’nin devasalığının yanında yazarın
bilgi ve gücünün sınırlı olmasından kaynaklanan kaçınılmaz bir durumdur bu. Ama
tüm bir doğubilimciler kuşağının ortaya koyduğu ürünler olmasaydı, yazarın
bütün çabaları her şeye karşın sonuçsuz kalacaktı. Sözünü ettiğimiz
doğubilimciler arasında Türk bilgini Abdülbâki Gölpınarlı, Tahran Üniversitesi
profesörlerinden Bediüzzaman Füruzanfar, Sovyet doğubilimci E. Bertels
(özellikle de sufi edebiyatı üzerine yayını çok gecikmiş yapıtı) ve sayısız
öğrencileri arasında bu kitabın yazarının da bulunduğu V. A. Gordlevski’nin
adlarını öncelikle anmalıyım.
Yazar ayrıca kitabının el
yazmalarını okumak zahmetine katlanan ve çeşitli uyarılarda bulunan İ. S.
Braginski’ye, A. Bertels’e, Z. Osmanova’ya teşekkürü borç bilir.
BİRİNCİ BÖLÜM
Çare
Bana yapıp
ettiklerinizle değil,
Niyetlerinizle
gelin.
İbni Teymiyye
Damdaki Çocuk
Bakır rengi bir top halindeki
kış güneşi, ağır ağır ufuk çizgisine doğru alçalırken, Belh kentinin dış
mahallelerinde ve batıya doğru göz alabildiğine uzanan bozkırda, rüzgâr olanca
hışmıyla uğulduyordu.
Yere kadar uzanan feracesinin
geniş kollarına karşılıklı olarak soktuğu elleriyle dirseklerini tutan
Celâleddin, üzerinde durduğu düz, toprak damdan, bilgelerin demesine göre iki
bin yıldır karınca oğulu örneği burada kaynaşıp duran kalabalığı izliyordu. Kaç
kez, kaç fatihin istilasına uğramış, taş üstünde taş kalmamacasına yakılıp
yıkılmış olan bu kent işte yine ayaktaydı: Hep öyle çok dilli, hep öyle
gürültülü ve hep öyle dindar.
Üzerine pazar kurulan dört
ana yolla birbirinden ayrılmış toprak damlı evler, zincir halkaları gibi
birbirini izleyen hamam kubbeleri ve derviş tekkeleriyle medrese hücrelerinden
oluşan alçacık yapılar arasında Emir’in kalesi, Hinduvan bir kartal yuvası gibi
yükseliyordu.
Ağır, bakırsı ışıltılarla
arklardan akan Belhab’ın bulanık suları, kent duvarları dışında yeniden ortaya
çıkmak üzere, koyu yeşil yaprakların kararttığı bahçeler içinde kayboluyordu.
Buradan yeraltı borularına giren su, sayısız kanaldan ve arktan akarak çevre
köylerin kızıl topraklarına hayat veriyordu.
Pazar kurulan sokaklardan
ikisi ta kent duvarlarına dek uzanıyordu. Dükkânlar kapanmak üzereydi. Alım
satım işlerinin peygamberlerce konan kurallara uygun yürütülmesini denetlemekle
görevli Muhtasib, ardında bir muhafız müfrezesiyle çarşıda dolaşıyordu. Silah
yapan demirci işliklerinin ocakları sönmek üzereydi. Bakırcı ve kuyumcu
işliklerinden yükselen ezgili tınlamalar, araba, beşik, sandık ustalarının
keser sesleri ve dokumacı işliklerinin yılan ıslığını andırır iğ sesleri artık
dinmişti. Kentin yedi kapısında nöbet değiştirmeye giden Türk askerlerinin
atlarının boğuk nal sesleri duyuluyordu ıssız sokaklarda bir tek.
Damdaki çocuk soğuktan
ürperdi, omuzlarını içine çekti, rüzgâra sırtını döndü. Kentin doğu yanında yer
alan Nevbahar Kapılarının kil kuleleri, batan günün ışıklarıyla kan kızıldı.
Babasının bugün büyük camideki hutbesinde söylediğine göre, düşman işte bu
kapılardan girecekti Belh’e.
Annesinin çeyizi olan üzüm
bağıyla bahçenin ve baba evinin satıldığı şu son birkaç haftadır evin içinde
bitmez tükenmez bir hareket vardı. Evin harem bölümünde, babasının sütanası,
yaşlı Nesibe Hatun’un buyruğu altında kadınlar gözyaşlarını içlerine akıtarak
–babası ağlamalarını yasaklamıştı– halıları hasırları, yorganları yatakları,
yastıkları minderleri dürüp kaldırıyorlar, testi ve kap kacağı toparlıyorlardı.
Babasının müridleri ve öğrencileri kervan kuran tüccarlarla, kervan başılarla
pazarlık ediyorlardı.
Ve bütün bu telaşlı
koşuşturma sırasında, peygamber soyundan gelen seyidlerin yeşil sarıklarının
uçları, uzak ülke kuşları gibi havada dalgalanıyordu. İster Kur’an okuyor,
ister dua ediyor, isterse şeyhinin öğütlerini dinliyor ya da kendi
öğrencilerine ders veriyor olsun, yaptığı her işe tutkuyla kendini veren
babasının halifesi Seyid Burhaneddin, uzunca yüzü, zayıf, dal gibi bedeniyle
gerçekten de tam bir yırtıcı kuşa benziyordu.
Babası, kitaplarını elden
geçiriyordu. Hadisler, çeşitli şeriat bilginlerinin yapıtları, Mutannabi,
Senaî, Attar gibi ozanların divanları, ünlü ilahiyatçılar Gazali ve El
Harezmi’nin yapıtları ile tüm Horasan kentlerinin anası olan Belh’te, Herat’da,
Harezm’de, Semerkand’da, Nişabur’da, Tebriz’de, Şam’da, Necef’te, Basra’da...
yazılmış birbirinden değerli kitaplardı bunlar. Geçmiş yüzyılların
bilgelikleriyle dolu, deri, tahta, sahtiyan ciltli, simli kumaşla kaplı
kitaplar, birbiri ardınca babasının iri ellerinden geçiyordu. Seyid
Burhaneddin, şeyhinin ayırdığı kitapları saygıyla alıp, avluda, küçük havuzun
yanına serilmiş keçenin üzerine özenle yerleştiriyordu. Salkımsöğütlerin
altındaki sekiz köşeli havuzun hemen yanında yığılı duran kitaplar, keçeyle
güzelce sarıldıktan sonra, dört yanından yumuşak postlarla da sarıldı: Böylece
ne coşkun dağ ırmaklarından geçerken suda ıslanmaları ne de kızgın çöl
güneşiyle yanıp kavrulmaları tehlikesi kalmıştı. Bu şekilde, pamuk balyalarını
andırır, ama onlardan en az üç dört kez daha ağır, dört köşe denklerden belki
on devenin zor taşıyacağı yük olmuştu, ama babası hâlâ kitap ayırmaya devam
ediyordu.
Seyid Burhaneddin’in ardı
sıra kitaplığın eşiğine kadar giden Celâleddin’le kardeşi, babalarını rahlede
açık duran bir kitabın önünde diz çökmüş buldular: Sanki önündeki kitap
Kur’an’ı Kerim’miş gibi, sayfaları eliyle okşar gibi çeviriyor, dudakları kıpır
kıpır, başını belli belirsiz ileri geri sallıyordu. Bakışları bir noktaya
saplanıp kalmış gibiydi. Seyid Burhaneddin, şeyhini, onun bir şey söylemesine
gerek kalmadan anlıyordu. Çünkü aralarında söylenecek her şey söylenmişti ve
Seyid Burhaneddin, kaç yıl önce şeyhinden icazet almış bulunuyordu. Bu,
öğretmeninin bildiği her şeyi artık onun da bildiğini ve bundan böyle Hakk’ın sözünü
başkalarına öğretmeye yetkili olduğunu gösteren mühürlü bir kâğıttı.
Rahlede açık duran kitabın,
önemli yerlerine zencifre boyasıyla kırmızı benekler konmuş olağanüstü
güzellikteki nesir yazısını hemen tanıdı Burhaneddin. Kur’an surelerinin
gizemli anlamlarının yorumlayıcısı Ahmed İbni Ömer Ebu Canib Necmeddin
Kübra’nın kitabıydı bu. Şeyh-i Vali-taraş, yani “Ermişler yetiştiren şeyh”
lakabıyla da tanınan bir bilgindi Necmeddin Kübra.
Şu anda rahlenin önünde diz
çökmüş duran saygın, sebatlı ihtiyar, kendisinin Seyid Burhaneddin’e verdiği
icazetin benzerini Necmeddin Kübra’dan almıştı. Ve şu anda, şeyhinden yüzlerce
fersah uzakta, onun kitabının önünde diz çökmüş dururken, sanki şeyhiyle
vedalaşmak istiyor gibiydi. Sadece vedalaşmak da değil, şeyhinin, şu anda
kendisinin yapmaya hazırlandığı şeyi asla yapmayacağını, öz kentini ne olursa
olsun terk etmeyeceğini biliyordu.
Öğretmeninin, yaşlı Bahaeddin
Veled’in bu umarsız durumu karşısında Seyid Burhaneddin’in yüreği burkulur gibi
oldu. Son günlerde yüreği, çıkacakları uzun yolculuğun sevinçli heyecanı, pek
çok yabancı kent, ülke, sultanlık görecek olmanın peşin sevinciyle dolu olan
Celâleddin’i ise, Allahtan başka kimsenin önünde diz çöktüğü görülmemiş olan
babasının bu hali hiç şaşırtmamıştı.
On iki yaşındaki Celâleddin,
ayrılık acısının ne olduğunu bilmiyordu daha. Ama şu anda, evlerinin damından,
batan güneşin kızıl ışıklarıyla yıkanan kenti seyrederken, yüreğinin hüzüne
benzer bir duyguyla daralır gibi olduğunu hissediyordu. Kulaklarındaysa, büyük
camideki cemaate vaaz veren babasının öfke dolu sesi:
“Ey, Vahş kadısı ve ey siz,
Fahreddin Râzi’nin ardı sıra doğru yoldan çıkan din sapkınları! Ey, Harezmşah
Muhammed! Bilesiniz ki, şu değersiz dünyada hepinizin gözüleri kör olmuş. Bunca
mucizeleri, delilleri bırakmışsınız da iki üç hayalin peşine düşmüşsünüz! Bu
dâlâlet ve bid’at üstünlüğü, nefsinizin üst olmasından, sizi işsiz güçsüz,
ibadetsiz, tâatsız bırakmasından ve kötülüğe çalışmasından ileri gelmede! Ama
ne denilmiştir: ‘Nefsin egemen olduğu sultanlık, şeytandandır!’”
Cuma vaazında babasının
söyledikleri işte bunlardı. Ve cemaat, başları hep önde, korkudan gözlerini
bile kaldıramadan, kentlerinin bu en ünlü din bilginini büyük bir dikkatle
dinlemişti. İnsanların yazgısı iki dudağının arasından çıkacak söze bağlı olan
kadıyı ve onun sevgili efendisi Râzi’yi din sapkınlığıyla suçlamak! Bu da bir
yana, Müslüman dünyasının en güçlü hükümdarı olan Harezmşah’ı da onlarla bir
tutmak!.. Doğrusu herkesin söylemeye cesaret edebileceği şeyler değildi bunlar.
Harezmşah, Ulema ve Sufiler
Bahaeddin Veled’in vaazında
nefsine uymakla kimi suçladığını herkes biliyordu. Harezmşah Muhammed’den
başkası değildi bu. Kendini bütün Müslümanların kurtarıcısı ve koruyucusu ilan
eden Harezmşah Muhammed, Belh kentine, geçmişte Müslüman olmayanlardan alınan
vergilerden daha ağır vergiler salmıştı. Dur durak bilmeden yeni savaşlar
açıyor, yeni ülkeler fethediyor, ama kendi topraklarındaki ayaklanmaları,
başkaldırmaları, haydutlukları önleyemiyordu.
Belh kenti, dünyanın en
önemli yollarının kesiştiği yerdeydi. Çin’den Şam’a, kutsal Mekke’ye ve
Mısır’a; Hindistan ve Tibet’ten soğuk Rus ülkesine; Buhara ve Semerkand’dan
mundar Bizans İmparatoru’na ve baş belası Franklara taşınan mallar, hep
Belh’ten geçerdi. Savaşlar, yolları ellerinde tutan eşkıyalar, şah sarayının
korkunç savurganlığı, Belh’in zenginliğinin üzerinde yükseldiği iki temel
direği, zanaatkârlığı ve ticareti, için için kemiriyordu. Esnaf ve
zanaatkârların örgütü niteliğindeki Ahilerin gizli toplantılarında ve tüccar
kervansaraylarında, hükümdar ve çevresi hiç de iyi sözcüklerle anılmıyordu.
Durumdan din adamlarının da
memnun oldukları söylenemezdi. Her gün esnaf işliklerinin, aşevlerinin,
mescitlerin, hanların önünde dolaşıp dilenen binlerce dervişin sadaka
maşrapalarının içine atılan bir bakır mangırın tıngırtısının duyulması pek
enderdi. Medreselerde ders veren ulemanın durumu da zorlaşmıştı: Çünkü cömert
bağışlarıyla tekkelerin ve buralarda yaşayan dervişlerin, şeyhlerin geçimlerini
sağlayan varlıklı şehirlilerin durumları kötüleştiği için, ulemanın geçim
kaynağı olan teberru ve ianenin de kökü kurumuştu.
Aslında ulema için bir
kurtuluş yolu vardı: Şahın hizmetine girerek kadılık gibi geliri bol bir görev
almak ya da saraya kapılanıp, hükümdarın yapıp eylediklerini fetva vererek
onaylamak. Ama herkes Vahş kadısı gibi şahtan alacağı rüşvet karşılığı ruhunu
satmaya ya da bu yakınlarda dünyasını değiştiren Fahreddin Râzi gibi, şahın
birtakım garabetlerini fetvasıyla onaylayarak kendini küçük düşürmeye istekli
değildi. Bunların düşüncelerine göre ulema dediğin, egemenlikleri bir göz
kırpımı süresince olan şu fani dünyanın hükümdarlarına değil, âlemlerin
yaratıcısı olan tek ve edebi Tanrı’ya hizmet etmeliydi. Bahaeddin Veled, bunun
en azından kendisi için böyle olduğundan emindi. Çünkü ortada birtakım
alametler vardı.
Ramazanda, sahurdan sonra bir
düş görmüştü. Düşünde, Hazreti Muhammed, bundan böyle kendini, “Sultan-ül
Ulema”, yani “Bilginler Sultanı” olarak adlandırmasını buyurmuştu.
Çırpınarak ve gözyaşları
içinde uyanmıştı Bahaeddin Veled. Ve o gece düşünden sonra da fetvalarını,
adının yanına “Sultan-ül Ulema” sıfatını ekleyerek mühürlemişti. Yazdığı tek
kitap olan Maarif’i de bu adla imzalamıştı.
Ama ne Vahş kadısı ne de kadı
Zeyni Farazi böyle bir şeyi kabul edebilirlerdi. Sofuluğuyla ünlü yaşlı Marvazi
de, yeminler ederek, benzeri bir düşü kendisinin de gördüğünü, nurani bir
pirin, Bahaeddin Veled’in bundan böyle “Sultan-ül Ulema” olarak anılmasını
buyurduğunu söylediyse de, ünlü bilgini kıskananlar, fetvalarından da,
kitabından da Bahaeddin Veled’in bu unvanı silmesi gerektiğinde direttiler.
Bunlara göre, Bahaeddin Veled elbette büyük bir bilgindi, ama Horasan’da ilim
irfan yönünden ondan geri kalmayan daha pek çok bilgin vardı. Üstelik Bahaeddin
Veled, gözünde at gözlüğü varmış gibi, sınırlı bir açıdan bakıyordu dünyaya:
Hakikatin özünden çok sözü üzerinde duruyor, bilimsel gelişmelerin de
yardımıyla, eski dinsel öğütleri yeni uygulamalar karşısında yorumlayan din
ulularını yolunu sapıtmışlıkla suçluyordu.
“İki alametten de kuşkulanmak!
Bu ne densizlik, bu ne küstahlıktır! Felsefe denen Yunan hastalığına tutulmuş
bu türedi bilginler, ancak ilahi keşif yoluyla anlaşılabilecek hakikati, akıl
yoluyla deliller getirerek teyit etme hevesindeler... Allahın varlığını mantık
yoluyla kanıtlamaya çalışmaktan daha küçük bir sapkınlık değildir bu! Ve bütün
bu kurnazlıkların, kuşkulu yollara sapmaların tek nedeni, mundar ekmeğini
yedikleri Harezmşah Muhammed’in bütün yapıp eylediklerinin dine uygun olduğunu
gösterebilmek, başka bir şey değil!”
Haklılığından en ufak bir
kuşkusu olmayan Bahaeddin Veled’in, hasımları için düşündükleri bunlardı.
Aradan geçen yedi yüzyıldan fazla zaman sonra, bugünün insanına iki grup bilgin
arasındaki tartışmanın nedeni gülünç görünebilir. Yine aynı nedenle Bahaeddin
Veled’i, tam bir fanatik olarak suçlamak da mümkündür. Bahaeddin Veled, elbette
bir fanatikti ve yedi yüzyıl sonra bugün bir ilkokul öğrencisinin bile fanatik
bulacağı düşüncelere gerçekten inanıyordu. Astrolojiden simyaya, matematik ve
hukuktan tarih ve Arap gramerine, İbni Sina’nın ünlü tıp kitabı Kanun’dan
Eflatun’un düşüncelerine ve sufilerin felsefi ilkelerine dek döneminin bütün
bilgilerine sahip olan Bahaeddin Veled’in, çağdaşı olan pek çok bilgin gibi
aklın, hayatın önemli sorunlarını çözmekte yetersiz oluşuna inanması da zaten
bu yüzdendi. Esasen o dönemdeki bilinç düzeyi de, üzerinde kafa yorulan
sorulara yanıt verebilecek yeterlilikten uzaktı.
Bahaeddin Veled’in hısmı olan
din bilginleri ise, ondan daha esnek düşünüyorlardı. Aristocu düşüncenin etkisindeki
bu bilginler, köhnemiş din dogmalarını yeni tarihsel-toplumsal koşullarla
bağdaştırabilmek için mantık bilimine başvuruyorlardı. Bunların, son
çözümlemede, bilincin dogmaların boyunduruğundan kurtulması yönünde ileri doğru
bir adım attıklarını söylemek bile mümkündür. Ama, yalnızca son çözümlemede.
Çünkü bunların elde ettikleri o mini mini minnacık özgürlük, başlangıçta
despotları, kendilerine ayakbağı gibi gördükleri dogmalardan kurtararak, keyfi
yöntemlerin konumunu güçlendirmekten başka bir işe yaramamıştır.
Yığınların özgürlüğe
kavuşmasıyla, düşüncenin özgürlüğe kavuşması her zaman birbiriyle çakışan bir
yol izlemiyor. Engels’in sözleriyle, halk yığınları en can alıcı taleplerini
bile hep köhnemiş teolojik giysiler altında ileri sürmüşlerdir. Özgür
düşüncenin meyvelerini ise, halktan önce zalimlerin yediği sık görülen bir
durumdur.
Bahaeddin Veled’i haklılığına
inandıran, onda bu inancı pekiştiren şey, yalnızca yükselme arzusu ve fanatizm
değil, Belh kentinde yaşayanlardan ve din adamlarının basit halkla ilişkili
kesiminden gördüğü canlı destekti.
Bu arada Harezmşah Muhammed
öyle büyük bir gurura kapılmıştı ki, adının başına “Tanrı’nın yeryüzündeki
gölgesi” gibi bir unvan kondurmakla ve bu unvanı şahlık mührüne kazıtmakla
kalmamış, yoksul halk kesimi üzerindeki etkilerinden yararlanarak, kendisinin
egemenliğini kısıtlama girişimlerinde bulunan şeyhlere de güzel bir ders
vermeyi aklına koymuştu. Harezmşah Muhammed’in hışmına ilk uğrayan da, ünlü
sufi ozan Mecdeddin Bağdadi olmuştu.
Bahaeddin Veled’le Mecdeddin
Bağdadi kardeşten ileri yakındılar birbirlerine. Her ikisi de Necmeddin
Kübra’nın müridi olmuşlardı. Şeyh Necmeddin Kübra önce onların iradelerini
kırıp kendi iradesine bağlamış, başka bir deyişle hayatın, yıllar içinde
onların ruh kâğıtları üzerine yazdığı kargacık burgacık yazıları silmiş,
temizlemişti. Ruhları sütbeyaz Semerkand kâğıdına dönünce de, bu tertemiz, apak
kâğıtlar üzerine kendi yazısını yazmıştı. Sonra, kendilerini girdikleri hak
yolundan bir daha kimseler çıkarmasın diye onlara ağır çileler çektirerek
iradelerini yeniden çelikleştirmişti. Bahaeddin Veled’le Mecdeddin Bağdadi,
alışılmıştan çok daha kısa bir sürede icazet alarak, girdikleri bu yeni yolda
başkalarını eğitme yetkisine sahip olmuşlardı.
Ne var ki, iki arkadaşın
karakterleri birbirinden farklıydı. Zaten şeyhleri Necmeddin Kübra da onları
ayrı ayrı yollar için eğitmişti. Bahaeddin’de ateşliliğini denetleyen,
dengeleyen bir katılık vardı. Bu özelliği, zengin bilgisinin de yardımıyla onu
yalnızca bir sufi vaiz değil, büyük bir şeriat bilgini, neyin sevap neyin
günah, neyin mübah neyin memnu olduğu konularında tam bir otorite yapmıştı.
Mecdeddin Bağdadi ise,
kendinden geçişi sınırsızlığın sınırına vardıran kişiliğiyle, kendine ozanlık
yolunu seçmiş ve ünlü bir sufi ozan olmuştu.
Horasan’ın ilk sufisi,
söylencelere göre, soyu buraya yerleşen ilk Arap aşiretlerine dayanan ve
Harezmşah Muhammed’den dört yüzyıl önce Belh kentinde hükümdarlık eden İbrahim
İbn Edhem idi.
Efsaneye göre, bir gün, Şah
avda kulan kovalıyordu. Okladığı hayvanı yakalamak için dörtnala üzerine
giderken kulan birden dile gelip, “Ey hükümdar, korunmasız hayvanları kovalamak
için mi yaratıldın sen?” dedi. Utanan Şah hemen sarayına döndü, geceyi de dua
ederek geçirdi. Sabahleyin sarayının damında –oraya nasıl çıkabildiği bilinmez–
bir bedevi gördü. Hemen nöbetçilere seslendi. Az sonra küstah bedevi
huzurundaydı. İbrahim Şah, bedeviye sordu: “Sarayımın damında ne işin var?”
Bedevi karşılık verdi: “Kaybolan devemi arıyordum.” Dünkü avdaki mücizeyi
anımsayan Şah, öfkesini bastırdı, yalnızca: “Çölde kaybolan deveyi sarayın
damında aramak saçma değil midir?” dedi. Bedevinin karşılığı şu oldu: “Tahtta
otururken Tanrı’yı aramaktan daha saçma değildir.”
Allak bullak olan hükümdar
hemen üstüne eski giysiler geçirdi ve ertesi gün de sarayından ayrılıp münzevi
bir derviş olarak yaşamaya başladı. Katı bir içe bakış yoluyla iman, inanç
konularını düşünüyor, zamanın tümünü ibadetle geçiriyordu. Geçimini ise ovadan
topladığı dikenleri pazara getirip satarak sağlıyordu. Daha sonra sufilik adını
alacak olan çileciliğin temelini atan İbrahim Şah’ın büyük şeyh İbrahim Belhi
olması işte böyle gerçekleşmişti.
İbrahim İbni Edhem, Belh’te
hükümdarlık yaptı mı? Bunun burası belli değil. Hatta dünyamızda böyle bir
insanın yaşayıp yaşamadığını bile kesin bilemiyoruz. Bilim bu konuda tek bir
şeyi saptayabilmiştir: İslamiyet içinde çileci hareket, yüksek din adamlarına
ve devletle bütünleşen feodal-korporatif yapıya karşı kentlerin aşağı
katmanlarının derin hoşnutsuzluklarıyla beslenip büyümüştür. Bütün
Müslümanların kardeş olduğunu söyleyen dinin buyruklarıyla, egemenlerin ve aynı
din adına kutsallaştırılmış olan yüksek din görevlilerinin baskıları arasındaki
çelişki, bu hoşnutsuzluğu daha da büyütüyordu.
Çevrelerinde, sürüp giden
haksızlıkları önleyecek, gerçekliği adalete uygun bir biçimde değiştirecek bir
güç olmadığını gören çileciler, üzerlerine, Arapça “sof” adı verilen kaba yün
kumaştan bir aba giyip, çöllerde inzivaya çekildiler ve doğa, insan, Tanrı
üzerine düşünmeye başladılar. Giydikleri abalardan dolayı “sufi” adıyla
anılmaya başlanan bu kişiler, etik öğretilerini, birer Kur’an kavramı olan
“haram” ve “helal”e dayandırdılar. Egemenlerden alınacak her şey haram sayıldı.
Çünkü onlar ellerindeki her şeye zorbalıkla sahip olmuşlardı. Hatta iman
erlerinden biri, hükümdarın saray muhafızlarından olan komşusunun avlusuna
girdi ve ordan yem yedi diye, kendi tavuğunu bile kendine haram saymıştı.
Çileci dervişlerden, bir başkasının emeğini içerebileceği kuşkusuyla, sadakayı
bile haram sayanlar vardı. Ovadaki dikenlerle pınar suyundaysa, durum
farklıydı. Bunlar hiç kimseye ait değildi ve ancak bulundukları yerden alınıp
işe yarayacakları yere taşındıklarında değer ifade ederlerdi. Zorla ya da
hileyle bir başkasına ait olan bir şeyin kendine mal edilmesi gibi bir durum
söz konusu değildi burada.
“Kendini bilen, Tanrı’yı
bilir” şeklindeki ünlü hadisin değişik bir yorumundan yola çıkan sufiler,
“hayr”a ulaşmak için, alabildiğine ayrıntılı bir “iç yaşam” düzenlemesine
gittiler. Hakikatin kavranmasının biricik yolu olarak aşkı ilahileştirdiler ve
bunun uygulamadaki temellerini belirleyebilmek için de, karmaşık bir felsefi
sistem oluşturdular. Son olarak da, bu aşkı terennüm eden ve yüzyıllar boyunca
dünya edebiyatını derinden etkileyen bir şiir yarattılar.
Sultan-ül Ulema’nın dönemine
kadar, sufilik birkaç yüzyılı kapsayan bir yol almış ve örgütlü bir güce
dönüşmüş bulunuyordu. Sufiler, din adamlarının ikiyüzlülüklerini açığa
çıkarıyorlar, kişinin manevi hayatının titizlikle saptanmış birtakım resmi kurallara
boyun eğmesine karşı çıkıyorlar ve Tanrı’yla ilişkinin her insanın özel sorunu
olduğunu öne sürüyorlardı.
Müslüman feodalizmi içinde
sufiliğin zarar görmeden kalabilmesini sağlayan dinsel-mistik kabuk, bu
hareketin, yine yönetici sınıfların çıkarları doğrultusunda ruhun ezilme
biçimlerinden birine dönüşerek yozlaşmasının da nedeni oldu.
İlk sufi erler, egemenlerin
bir lokma ekmeğini bile kabul etmezlerdi. Ancak onlara öğüt vermeyi de
görevleri bilirlerdi. Mecdeddin Bağdadi’nin hayatından olmasının nedeni de,
onların örneğini izleyerek Harezmşah Muhammed’e öğütler vermeye kalkışması
olmuştu.
Harezmşah’a karşı koyabilecek
tek güç, onun Türklerden kurulu muhafız birliğiydi. Harezmşah Muhammed’in
annesi Türkân Hatun akıllı bir kadındı; göçebe bir Türk beyinin kızı olan
Türkân Hatun, Türklerin oluşturduğu askeri aristokrasinin yararına olarak,
Şah’ın egemenliğini sınırlandırmayı amaçlayan bir grubun önderliğini yapıyordu.
Oğlunun seferler ya da başka nedenlerle ülkede bulunmadığı sıralarda devleti
yöneten Türkân Hatun, basit halk yığınları arasında büyük etkinliği olduğunu
duyduğu Şeyh Mecdeddin Bağdadi’yi sarayına çağırdı. Şeyhin okuduğu şiirlerdeki
tutku ve bilgeliğe hayran olan Türkân Hatun, şairi mürşidi ilan etti, hatta
Şeyh’in tekkesindeki meclislere katılmaya başladı.
Mecdeddin artık saraya girip
çıkıyordu. Türkân Hatun’la, insanı Tanrı’ya kavuşturacak yol üzerine konuşuyor
(ona göre Tanrı sevgisi demek, başkalarına zulmetmemek demekti), hakikat
karşısında kendini utançlı düşürecek işlerden sakınmasını öğütlüyor ve
ekliyordu: “Ne yaparsan yap, Tanrı yaptığın her işi görür, bilir.” Kısacası,
annesi yoluyla Şah’ı etkilemeyi umarak, Türkân Hatun’u ruhsal arınma yoluna
sokmaya çalışıyordu.
Sarayda arı oğulu gibi
kaynaşan ispiyoncular, bu dinsel söyleşileri Şah’a yetiştirmekte gecikmediler.
Üstelik bunu yaparken, Şeyh’in okuduğu şiirler ve verdiği öğütlerde Tanrısal
sevgi değil, torunu bile çocuk sahibi olan Türkân Hatun’a Şeyh’in duyduğu
tensel sevginin dile getirildiği gibi kışkırtıcı yalanlar da eklemeyi unutmadılar.
Harezmşah Muhammed, Şeyh’in
öldürülmesini emretti. Mecdeddin Bağdadi’nin boynunu vurdular, bedenini
Amuderya’ya attılar.
Önde gelen din adamlarına
böylece derslerini veren Şah, bir süre sonra, bütün Müslümanların başı olan
Halife’yle hesaplaşma vaktinin geldiğini düşünmeye başladı. Bağdat’a bir elçi
gönderip, bundan böyle yalnızca Belh’te, Merve’de, Nişabur’da ve Horasan’ın
öteki kentlerinde değil, Halife’nin başkentinde, Bağdat’ta da camilerde
hutbelerin, Halife Nasır’ın değil, kendisinin adına okunmasını istedi. Bu
istek, bütün başka Müslümanlar gibi halifenin tebaası sayılan Harezmşah
Muhammed yararına olarak, Nasır’ın halifelikten feragatı anlamına geliyordu.
Bağdat, sert bir dille geri çevirdi isteği. Bunun üzerine Muhammed, ülkesinin
önde gelen din adamlarından, bütün zamanını din uğruna savaşlarda geçiren
Müslüman bir hükümdar olarak kendisinin, işi gücü Müslümanlar arasına fitne ve
fesat sokmak olan Halife’yi azletmesinin şeriata uygun olduğunu onaylayan bir
fetva vermelerini istedi. Bağdadi’nin sonunu anımsayan din uluları, yüreklerine
taş basarak Şah’a istediği fetvayı verdiler. Halife’nin üzerine yürümesi için
artık önünde hiçbir engel kalmamıştı Muhammed’in.
1217 yılı kışı Ön Asya’da
yaman geçti. Bağdat üzerine yürüyen Harezmşah Muhammed’in ordusu, Kürdistan
dağlarında korkunç kar fırtınaları ve dondurucu soğukla boğuşmak zorunda kaldı.
Hafif giyimli Harezmşah askerleri soğuktan kırılıp gittiler; soğuğun
tepeleyemediklerini de Kürt cengâverler hakladılar. Sözde kutsal savaş için
Bağdat üzerine gönderilen koca Harezmşah ordusundan geriye ancak bir avuç asker
ancak dönebildi.
Şah’ın saygınlığı derin bir
yara almıştı. Ama o hiç de uslanmışa benzemiyordu.
Ertesi yıl yazın, Harezmşah
ülkesinin doğu sınırında yer alan Otrar kentine, Cengizhan’ın ülkesinden bir
ticaret kervanı geldi. Dört yüz elli de yolcunun bulunduğu dört tüccara ait
kervanda, yaklaşık beş yüz deve yükü kunduz ve samur kürkü, mors ve
denizgergedanı dişi, misk, nefrit, altın, gümüş, Cengizhan’ın daha yeni
fethettiği Çin’den getirilmiş ipek gibi çok değerli mallar bulunuyordu.
Cegizhan’ın bundan önce barış ve ticaret önerisiyle gönderdiği elçinin hemen
ardından gelen bu kervan, iki ülke arasında karşılıklı çıkarlara dayalı iyi
ilişkilerin kurulması için elverişli bir fırsattı.
Ancak, büyüklük saplantısı
içinde olan Muhammed, tüccarların casus olarak tutuklanmalarını emretti. Otrar
valisi bu dört tutuklamayla yetinmedi, geceleyin kervandaki dört yüz elli
yolcunun boynunu vurdurdu, kervanın yükü olan değerli malları Şah’a gönderdi; mallar,
Buharalı ve Semerkandlı tüccarlara satıldı, altın ve gümüşler ise Şah’ın oldu.
Koca kervandan geriye tek bir kişi –bir deve sürücüsü– sağ kalmıştı; gidip
Cengizhan’a olup bitenleri anlatan da o oldu.
“Öfkesine hakim kişi her şeye
hakim demektir” ilkesini hiçbir zaman gözardı etmemiş olan Moğol Hükümdarı,
Harezmşah Muhammed’e bir elçi daha gönderdi. Yapılanları kahpelik olarak
niteleyip sitemlerde bulunduktan sonra, Otrar valisinin, katliamın sorumlusu
olarak kendisine teslim edilmesini istedi. Ama Şah, bu kez de tek durmadı:
Elçilerden yaşlı olanın başını vurdurdu, öbür ikisinin de sakallarını kestirip
geri yolladı.
Şeyh’i öldürme, Halife
üzerine sefer düzenleme ve nihayet Müslüman tüccarları katletme şeklinde
birbirinden ağır üç suç işleyen Şah’a karşı devletinin bütün sınıf ve
tabakalarından, gitgide büyüyen bir öfke dalgası kabarmaya başlamıştı: Din
adamları, askerler, ticaret erbabı, esnaf ve zanaatkârlar artık bütün bu olup
bitenlere dur demenin zamanının geldiğinde hem fikirdiler. Şeyh Mecdeddin’i
öldürmesinden ve kendilerini Halife’ye karşı fetva vermek zorunda bırakmasından
dolayı Şah’ı bir türlü bağışlayamayan ulema ve şeyhler de, Cenabı Hakk’ın bütün
bunları cezasız bırakmayacağı kehanetinde bulunma fırsatını kaçırmadılar.
Harezmşah’ın her yerde
ispiyoncuları, casusları vardı. Ama şeyhlerin haber alma olanakları da
şahınkinden az değildi: Hanayların kapıları, kimi hakikat, kimi bir lokma
uğruna dünyayı dolaşıp duran gezginci dervişlere her zaman açıktı.
Dinsel-sanatsal bir kardeşlik birlikteliği içinde bulunan esnaf ve zanaatkârlar
da, kulaklarına ulaşan her bilgiyi, hiç gecikmeden tekkelere, bağlı oldukları
din büyüklerine yetiştiriyorlardı.
Otrar’daki kıyımla elçinin
öldürülmesinin tek bir anlamı olabilirdi: Savaş! Cengizhan’ın, koca Çin’i bile
dize getiren, dünyanın o güne dek bir benzerini daha görmediği demir disiplinli
ordusu, bu savaşın sonunda Harezmşah’ı da, devletini de tarih sahnesinden silip
attı.
Kehanet
1219 yılının o soğuk kış
akşamında, evlerinin damından, tüm kentlerin anası Horasan’ın Nevbahar
kapılarının batan güneşle nasıl kan kırmızıya boyandığını seyreden küçük çocuk,
bütün bunları bilemezdi elbet. Ama, babasının, büyük caminin kemerli salonunda
kat kat büyüyen ve tıpkı önbiliciliğini yaptığı olay gibi ürkünçleşen ve göz korkutucu
bir tınıya ulaşan sesi, hâlâ kulaklarında uğulduyordu:
“Ben gidiyorum. Ama bilin ki,
ardımdan, göğü kaplayan çekirge sürüsü örneği kalabalık ve en akla gelmedik
silahlarla donanımlı Moğol ordularının istilasına uğrayacak burası. ‘Onları
kendi hiddetimden ve gazabımdan yarattım’ hadisinde denildiği gibi, Cenabı
Hakk’ın gazabının ordusu Horasan topraklarını istila edecek, binbir acı içinde
kıvrandıracağı Belh halkına ölüm şerbetini içirecek. Ve Şah kendi ülkesinden
kovulup, yaban ellerde, kimsesiz, bir başına ölecek.”
On iki yaşındaki
Celâleddin’in cılız bedeni sarsılırcasına titriyordu: “Onları kendi hiddetimden
ve gazabımdan yarattım!.. Ölüm şerbetini içecekler!..”
Babasının sözleri üzerine
caminin kadınlar bölümünden yükselen çığlıkları, Bilginler Sultanı’nın ürkünç
kehanetiyle kendilerini kaybederek halıların üzerine yığılıp kalan dervişlerin
ak sakallarından süzülen gözyaşlarını yeniden görür gibi oldu. Dünyaya
gözlerini açtığı andan beri görüp bildiği, dünya gibi sarsılmaz ve değişmez,
taş gibi sağlam olan şu kerpiç duvarların, şu camilerin, çarşıların, evlerin,
Nesibe ninenin, sokakta birlikte oynadığı arkadaşlarının, şu koca kentte
yaşayan ve şu anda yatmaya hazırlanan tanıdığı, tanımadığı binlerce, onbinlerce
insanın bir kemik ve kül yığınına dönüşeceğini aklı almıyordu, ama yine de
babasının sözlerinin doğruluğundan bir an bile kuşku duymuyordu. Birden
babasını bugüne dek dünyanın bir benzerini daha görmediği, tıpkı peygamber gibi
güçlü, korkunç, korkusuz biri olarak görmeye başladı.
Ama hayranlık, saygı ve
sevginin yanı sıra, babasına karşı bir başka duygu daha uyanıyor gibiydi
yüreğinde; tıpkı uykudan uyanan bir yılan gibi. Bugün olduğu gibi o zamanlar
da, tanımlanmamış olanı tanıyabilse ve görülmeyeni görebilseydi, bunun
umutsuzluk yılanı olduğunu söylerdi. Ama işte, uyanma kıpırtılarını duymasıyla
birlikte, yılanı yüreğinin derinlerine iteklemesi bir oldu.
Eğer yürekte insanlara karşı
sevgi yoksa, bilinç ne denli gelişmiş, bilgi ne denli engin olursa olsun,
bunların yararsız olduğunu –hatta yararsızlık da bir yana; tiksinç olduğunu– o
zamanlar nasıl bilebilirdi? Bilgi ve bilinç ne denli çok olursa, o denli
korkunç oluyordu böylesi durumlarda. İnsanlar her zaman, zaman perdesinin
ardında gizli olana ulaşmaya, geleceğin ne getireceğini kestirmeye çalışıyorlardı.
Dünyaya dair bilgileri ne denli az olursa, yüksek otoritelerin onlardan uzak
tuttukları bilgileri o denli büyük bir güçle kutsallaştırma gereksinimi
duyuyorlardı.
Bahaeddin Veled’in
kehanetlerinin, onda ilahi birtakım güçler bulunduğuna inanan dinsel inançları
güçlü insanları ne denli sarstığını düşünmek hiç zor değil; özellikle de bir
yıldan biraz fazla bir süre sonra bu kehanetlerin tümüyle gerçekleşmesinden
sonra. Ancak, Bilginler Sultanı, döneminin pek çok bilgini gibi, kendini bir
kâhin, önbilici olarak görmüyordu.
O, zamanın insanıydı ve kendi
zamanının kategorileriyle düşünüyordu; bu kategorilerse, teolojik
kategorilerdi.
Etik normlara karşı gelmenin
kesinlikle bir cezası olmalı, bu ağır suçun bedeli ödenmeliydi. Bahaeddin Veled
gibi geniş bilgili biri içinse, bu bedelin ya da cezanın nasıl bir şey
olacağının ve nereden, ne zaman geleceğinin kestirilmesi hiç zor değildi.
1219 yılı sonlarının o cuma
günü, Bilginler Sultanı Belh’in büyük camisinin minberinden son vaazını
verirken, on binlerce Moğol atlısı, uğursuz Otrar kentinin kapılarına dayanmış
bulunuyordu. Cengizhan’ın oğlunun komutasındaki, manda derisinden hafif zırhlar
kuşanmış yedek ordu, şişirilmiş deri tulumlarla nehri geçerek Sırıderya boyunca
aşağı sarkarken, Cengizhan komutasındaki asıl ordu çölü geçmiş, yolu üstündeki
kentleri yakıp yıkarak Buhara’ya ulaşmıştı. Moğol ordularının saldırılarını
duyan halk yollara dökülmüş, Müslüman dünyasının batısına doğru kaçışıyordu.
Ruhun ölümsüzlüğü ilkesini getirmiş olan din normlarına bağlı olmayan, yalnızca
önderlerinin buyruklarına ve putataparlığın geniş kurallarına göre hareket eden
Cengizhan ordusunun, işgal ettiği Müslüman kentlerinde neler yapıp ettiğini
Bilginler Sultanı henüz bilmiyor olabilirdi, ama bunları, Moğol istilasından sonra
Çin’e gidip gelmiş olan tüccarların anlattıklarından çıkarması hiç zor değildi.
Tüccarların Çin’deki Moğol zulmüne ilişkin öykülerine, Bilginler Sultanı’nın
çocukları da kulak misafiri olmuşlardı.
Bir kenti ele geçirdikleri
zaman Moğollar genellikle halkı kent duvarlarının dışına çıkarıyorlar, sonra
kenti yağmalamaya başlıyorlardı. Eğer yağmaya herhangi bir şekilde karşı çıkan
olursa, o zaman tüm kenti yeryüzünden siliyorlardı. Zanaatkârları, genç
kadınları tutsak alıp ülkelerine götürüyorlar, geri kalan halkı saf saf dizip
ucu çivili ağır sopalarla kafalarına vura vura öldürüyorlardı.
Müslüman tüccarların
anlattıklarına göre, Cengizhan’ın istilasından sonra Çin çöle dönmüştü. Toprak,
insan yağından yumuşamış; hava, çürümüş ceset kokularından solunmaz olmuştu.
Pekin’in kapısı önünde dağ gibi yığılı insan kemiği görmüşlerdi. Kentin
kuşatılması sırasında ise, tam altmış bin Çinli genç kız, kendilerini kent
duvarlarından aşağı atmayı, düşman eline geçmeye yeğ tutmuşlardı.
Belhli kadınları da bekleyen
yazgı bu muydu? Ama niçin? Yüzlerini bile görmedikleri Şah’la onun yardakçısı
olan din adamlarının işledikleri suçların cezasını, hem de bu kadar ağır bir
biçimde neden onlar ödeyeceklerdi? Eğer herkesin cezası niyetlerine ve yaptığı
işlere göre biçilecekse, daha yeni evli olan ve ağırlaştığı için de onlarla
birlikte bu yolculuğa çıkmayı göze alamayan, herkese karşı dürüst, sevgi dolu
kız kardeşi Fatima Hatun’un suçu neydi, böyle ağır bir cezaya uğramak için? Ya
da, komşularının kızı, ay gibi toparlak yüzlü, on yaşındaki Gevher’in?
Bu soruların yanıtlarını
bulamayan on iki yaşındaki Celâleddin, ilk kez içinde derin bir öfkenin
yükseldiğini duyuyordu. Ama kime karşıydı bu öfke? Şah’a karşı mı, kadere karşı
mı, yoksa, hiçbir suçu günahı olmayan insanların da öldürüleceğini önceden
haber veren babasına karşı mı?
Belh’in ünlü vaizinin oğlu,
ruhu karmakarışık, yüzünü kıbleye döndü ve kardeşiyle kendisine öğretmenlik
eden Seyid Burhaneddin’in, Tanrı’nın acıyıcılığından ve bağışlayıcılığından
kuşkuya düştükleri anda kılmalarını öğütlediği ve nasıl kılınacağını öğrettiği
iki rekâtlık nedamet namazı kıldı. Ama bir rahatlama duymadı içinde. Ruhunu
allak bullak eden hayaller oldukları yerde öylece duruyorlardı.
Bu hayaller arasında
Gevher’in o sevimli yüzü yeniden belirince, Semerkandlı bir tüccar olan ve
Belh’e, salt şeyhi Bilginler Sultanı’na yakın olmak için yerleşen Gevher’in
babası Şerafeddin Lala’nın, geçenlerde, dünyanın öbür ucuna da gitse şeyhinin
eteğinin dibinden ayrılmayacağını söylediğini anımsadı. Demek ki, Gevher de
onlarla birlikte gelecekti. Ve bu düşünce, az kalsın yok olup gidecek olan çok
değerli bir hazineyi kendisi kurtarmışçasına bir rahatlık duymasına neden oldu.
Dizleri üstünde doğrulup
ayağa kalktı.
Gevher’i topu topu birkaç
kez, o da şöylece bir görmüştü ve bütün konuşmaları da birkaç sözcükten fazla
değildi. Dehşet duygularıyla sarsıldığı böyle bir anda, doğrudan doğruya
ruhunun derinlerine bakan iri kara gözleri ve ay gibi toparlak yüzüyle
Gevher’in hayalinin gözlerinin önünde belirmesinin nedeni neydi? Ne zaman
kazınıvermişti bu hayal belleğine?..
Hatırlayınca yüzünü allar
bastı.
Atlayış
İki yıl önceydi; mübarek Cuma
günü. Mübarek, çünkü o gün, Seyid Burhaneddin’in, kardeşiyle kendisine
öğrettiği Arapça gramer, Kur’an tefsiri ve bütün öteki derslere ara verilirdi.
Gerçi Celâleddin derslerde hiç zorlanmıyordu, ama yine de eline bir şiir kitabı
alıp, evlerinin damındaki çardakta tek başına oturmayı bütün derslere yeğlerdi.
Akşama doğru, her zaman
olduğu gibi, yaşıtları olan komşu çocukları onların damına geldiler. Ağırbaşlı
bir evsahibi gibi konuklarını damdaki minderlere buyur eden Celâleddin, öbür
çocuklar yoldan gelip geçenlere bakar, aşık oynar ya da güçlerini
yarıştırırken, dokumacının oğlu Sinan’la birlikte çardağın altına çekilip
satranç oynamaya başladı.
Daha taşları bile
yerleştirmemişlerdi ki, birden davul gümbürtüleri duydular. Bütün çocuklar
damın kenarında üzüm salkımı gibi toplanıp aşağı bakmaya başladılar.
Kentin batı kapısına doğru
karmakarışık bir müfreze ilerliyordu. En önde, demirkırı donlu atları üzerinde
Türkler vardı. Onların hemen ardında, cüppelerinin astarlı eteklerini sığamış,
belleri hançerli, elleri mızraklı, Kıpçak, Tacik, Harezmli, Heratlı, genç,
yaşlı yaya askerler yer alıyordu. Müfrezeye, soylu bir taya binmiş bir yüzbaşı
komuta ediyordu. Başında, serbest ucu sol kulağı üzerinde sallanan yüksekçe bir
sarık vardı; sakalı rüzgârdan dağılmıştı.
Çocuklar, bu müfrezenin,
Harezmşah’ın Halife üzerine yollamak için toparladığı uğursuz orduya katılacak
bir müfreze olduğunu biliyorlardı, ama yine de mızrakların ışıltılı
temrenlerine, müfreze kumandanının belindeki yatağanın kabzasında parıldayan
değerli taşlara ve birbirinden yavuz atlara dalıp gitmişlerdi.
Müfreze kent duvarlarının
dışına çıkıp da davul sesleri artık duyulmaz olunca, sokaklar bir anda yine
eski canlılığına kavuşuverdi. Bu arada, babası fakih olan Mesud, Halifenin
Bağdat’tan elçi olarak gönderdiği Şeyh Suhraverdi ile Harezmşah’ın bu savaşa
neden olan karşılaşmalarını anlattı.
Şah, güya, Şeyh’i huzuruna
kabul etmezden önce uzunca bir süre dışarıda bekletmiş, nihayet kabul ettiğinde
de, Şeyh’in hem görev unvanının, hem de kişisel olarak onurunun açıkça
aşağılanmasından başka bir anlama gelemeyecek bir tutumla, kendisine oturacak
yer göstermemişti. Şeyh Suhraverdi, izni olursa bir hadis okumak istediğini
söylemişti Şah’a. Harezmşah izin verince de, Şeyh, hadis okunurken ya da
dinlenirken diz çökülmesi gerektiği kuralını hatırlatmıştı. Okuduğu hadis ise,
Peygamberin, bütün müminlere, Abbasioğullarına bir zarar vermekten sakınmalarını
öğütleyen hadisinden başkası değildi.
Yeniden ayağa kalktıklarında
Şah Muhammed, öfkelendiğini hiç belli etmemiş, yalnızca, “Ben Türküm,” demişti,
“Arapçayı da iyi bilmem. Ama okuduğun hadisin özünü anladım. Benim
Abbasioğullarına zarar verici ne bir eylemim oldu, ne de böyle bir niyetim var.
Bu arada kulağımıza ulaşan kesin bilgilere göre, asıl Halife’nin kendisi
Abbasioğullarına zarar vermekte, onlardan nicesini zindanlarda tutmaktadır. Bu
bakımdan ben derim ki, memleketine dönünce sen bu hadisi, seni buraya gönderene
oku asıl.” Gerçekten iyi oturtmuştu cevabı Şah Muhammed: Çünkü, tencere dibin
kara, seninki benimkinden kara hesabı, Halife Nasır’ın da kendisinden hiçbir
farkı yoktu; o da amaca giden yolda başvurulamayacak hiçbir araç tanımıyordu ve
o da taht isteklilerini zindanlara kapatma yolunu seçiyordu.
Çocuklar, aksakallı ulemaya
özeniyorlarmışçasına bir ciddiyetle, Halife’nin, tüm Müslüman toplumunun
yararına da olsa, bir başka Müslümanı, hele de Peygamberin gölgesi üzerlerine
düşmüş Abbasi soyundan birini zindana attırmaya hakkı olup olmadığını
tartışmaya başladılar. Tartışma uzadıkça uzadı; çünkü, öne sürdükleri
görüşlerin hepsi daha önce büyüklerinden duydukları şeylerdi, kendileri ise,
yeni ve değişik bir şey bulup söyleyemiyorlardı.
Celâleddin tartışmaya hiç
katılmamıştı; görüş ve düşüncelerinde özgün ve bağımsız olmayı severdi o.
Sonunda, dokumacının oğlu
Sinan:
“Boşu boşuna ne çene çalıp
duruyorsunuz?” dedi; sonra bakışıyla Semerkandlı tüccar Lala’nın damını
göstererek ekledi:
“Şu karşı dama hanginiz
atlayabilirsiniz? Evet, fakihin oğlu, bahse girmeye var mısın? Ben, atlayacağım
inancıyla –yeninden bezekleri Buhara işi çok güzel bir mendil çıkardı– işte
şunu ortaya koyuyorum.”
Damın kıyısına kadar giden
çocuklar karşı dama baktılar, aradaki uzaklığı şöyle bir ölçüp biçtiler, beş
arşından daha az değildi öbür damdan burası; arada da sık çalılar vardı.
Fakihin oğluyla dokumacının
oğlu, bedestendeki tüccarlar gibi, ellerini çapraz tutuşup hızlı hızlı birkaç
kez salladılar.
Sinan damın öbür kıyısına
kadar iyice gerildi, cübbesinin eteğini sığayıp kuşağının arasına sıkıştırdı,
takkesini çıkardı, sonra hızla koşup bir kuş gibi havada uçarak karşı dama
düştü.
Şaşılacak şey ama, yalnızca
fakihin oğlu Mesut değil, öbür çocuklar da, kendi kendilerini iyice bir
yüreklendirdikten sonra, Sinan’ın numarasını yinelemeyi başardılar. Şimdi hepsi
karşı damda toplanmış, Celâleddin’e bakıyorlardı: en sona o kalmıştı.
Ama Bilginler Sultanı’nın
oğlu hiç başarısızlığı kabul eder miydi? Doğuştan zayıf, içine kapalı, duygulu
bir çocuk olan Celâleddin, koşuşturmayı, bağırıp çağırmayı, gürültülü oyunları
sevmezdi. Kim bilir, tam atlayacağı sırada annesi çocukları aşağı çağırmak için
dama çıkmasaydı, belki o da atlayabilirdi şu lanet olası beş arşını... Oğlunun
iki dam arasındaki boşluğa doğru koştuğunu gören Mümine Hatun gözlerini
kapayıp:
“Celâl!” diye bir çığlık
attı.
Herkes dönüp bu dehşet dolu
sesin geldiği yana baktı. Celâleddin’e gelince, olanca hızıyla koşarken, tam
annesi bağırdığı sırada damın kıyısında durmak istedi, ama başaramadı ve açık
kolları iki yanda çırpına çırpına boşluğa düştü.
Seven kadınlar ve analar,
başlarına bir şey gelir korkusuyla sevdiklerini ve oğullarını bilinmeyen bir
yere atılmaktan alıkoyarlar, ruh güçlerinin olgunlaşmasına, onların bu güce
egemen olmalarına olanak tanımazlar. Ve bilincin aydınlığından yoksun
sevgileriyle, olgunlaşmamış ruhun tüm dünyayı içine doldurmak istercesine
uçuşunu desteleyecek yerde, boyunlarına sarılır ve onları evrenin ve insanın
birliğinin yüce gizine dokunmaktan alıkoyarak, bencilliğin, alçaklığın
uçurumuna çekerler.
Annesinin haykırışı müthiş
bir gong uğultusu gibi yankılandı Celâleddin’in kulaklarında. Aşağıdan
kendisine doğru hızla yaklaşan çalıların yemyeşil yaprakları üzerinde,
yüzbaşının rüzgârda dağılmış sakalı, atların sağrıları, savaşçıların mızrak ve
zırhları birbirine karışmış garip hayaller olarak göründü gözüne bir an.
Damdaki çocuklar bakışlarını
Mümine Hatun’dan çevirip Celâleddin’e bakmak istediklerinde kendisini
göremediler: Ne bu evin damında ne de öteki evin damında. Korku dolu
bağırışlarla damın kıyısına koşup aşağı baktılar: Çalılarda tek bir yaprak
kımıldamıyordu.
Kendine gelince Celâleddin’in
ilk gördüğü şey, şaşkınlıktan irileşmiş gözlerini üzerine dikmiş bir kızın
meleklerinkini andırır toparlak yüzü oldu. Baba evinin damındaki şu son
akşamda, az önce gözünün önünde belirip yiten Semerkandlı tüccar Lala’nın kızı
Gevher Hatun’un yüzü...
Ölü gibiydi Celâleddin; beti
benzi atmıştı, yüzü kan içindeydi. Hafifçe doğrulunca, kendisine doğru koşarak
gelmekte olan çocukları ve onların arkalarında da annesiyle süt nine Nesibe
Hatun’u gördü.
Eğer yaşıtlarının gözlerinde
yalnızca alay görseydi, belki katlanabilirdi buna. Ama çocukların bakışlarında
düşmüş, güçsüz birine duyulan acıma da vardı. Birden içinde baba gururunun
kabardığını duydu Celâleddin.
Ayağa kalktı. Ne söylediğini
kendisi de bilmeden, düştüğü anda gözünün önünde beliren hayalleri babasının
sözcükleriyle yorumladı:
“Yeşiller giyinmiş savaşçılar
beni yukarı çekip, gökyüzü sultanlığının duvarları çevresinde dolaştırdılar.
Sizin bağrışlarınızı duyunca da hemen geri getirdiler...”
O konuştukça, çocukların
yüzlerindeki acıma ve alay ifadeleri yerini saygıya bıraktı: Böylesi bir şey
ancak Bilginler Sultanı’nın oğluna nasip olabilirdi. Bir tek Gevher’in iri kara
gözlerinde eskisi gibi şaşkınlık okunuyordu. Celâleddin bu gözlere bakarak
tamamladı sözlerini:
“Kediler, sincaplar da
atlayabilirler damdan dama. Ama ruhlar diyarına bir yolculuğu, ancak büyük
tutkulara kapılmış insanlar gerçekleştirebilirler.”
On iki yaşında olduğu ve baba
eviyle vedalaştığı şu anda, bu sözlerinden utanç duyuyordu. Daha doğrusu
sözlerinden değil de, bunları söyleyiş tonundan, kendisini ödünç alınmış
sözcüklerle konuşmak zorunda bırakan gururundan...
Ama, özünde yalan değildi o
sözleri. Bu başarısız atlayışı, ruhun göz kamaştırıcı yüceliklerine doğru
çıkacağı sonsuz yolculuğun minnacık da olsa ilk adımı olmuştu.
Kervan
“Celâl! Celâl!”
Aşağıdan annesi sesleniyordu.
Aynı anda da, sanki onun
seslenişine karşılık verirmiş gibi, kimi yüksekten, kimi alçaktan, kimi gözdağı
verir gibi, kimi yumuşak, Belh’in uzak yakın bütün minarelerinden müezzinlerin
halkı akşam namazına çağıran sesleri duyuldu:
“Allahu ekber! Allahu ekber!”
Sular kararmıştı. İsteksiz
isteksiz merdivene yöneldi. Duvara tutunarak karanlıkta aşağı indi.
Evde kandiller yakılmıştı.
Her şeyi toplanmış odaların bomboş duvarlarında gölgeler oynaşıyordu.
Babasıyla kardeşi namaz
seccadesinde diz dizeydiler.
Öz kentinde kıldığı bu son
akşam namazı çok uzun sürdü babasının. On iki yaşındaki Celâleddin de,
kardeşinin ölçülü soluk alıp verişlerini dinleyerek uzun süre yatağında döndü
durdu.
Uyuyamayacağını anlayınca
avluya çıktı. Çınarın altındaki küçük havuzun başına gitti.
Rüzgâr dinmişti. Göğün mavi
kadifesi üzerinde yıldızlar birbiri ardınca pırıldamaya başlamışlardı. Ahırdan,
atların arada bir yeri hızlıca teptikleri ve burunlarından gürültüyle soluk
verdikleri duyuluyordu. Yakında bir yerlerden, develerin uykuda iç çektikleri
duyuluyordu; yarın sabah erkenden onları kim bilir hangi bilinmez diyarlara
götürecekti bu develer?
Başını kaldırdı Celâleddin.
Yıldızlar okyanusu içinde belli belirsiz ışıyan yıldızını buldu. Geçenlerde
babasının müridlerinden birinin yardımıyla kendi yıldız haritasını çıkarmıştı.
Yıldızına bakarak, yarın çıkacakları sonsuzluk kadar uzun yolculukta bir hafta,
bir yıl, on yıl sonra kendisini nelerin beklediğini kestirmeye çalıştı.
Onları uyandırdıklarında hava
hâlâ karanlıktı. Dışarıda develere yüklerini çatıyorlardı. Kitaplar, her biri
yüzer kilo çeken iki büyük denk halindeydi. Develerin böğürtüleri atların
kişnemelerine, yüklemecilerin bağırışlarına karışıyordu. Seyid Burhaneddin,
bazen kervanbaşıyla konuşuyor, bazen hızla fırlayıp, ıhtırılmış olan develere
yük yükleyen adamların yardımına koşuyordu: Sanki bütün hayatı bu yüklerin sağ
salim yüklenmesine ve taşınmasına bağlıydı. Ama Seyid onları yalnızca ilk
durağa kadar geçirecek, sonra kendi yurduna, Termez’e dönecekti.
Bir tek babası, kocaman
sarığı, basit cüppesiyle, bu telaşlı kalabalığın içinde sessiz ve kımıltısız
duruyordu. Derken üzerinde leylak rengi haşa olan bir at getirdiler önüne;
Seyid üzengiyi tuttu ve Bilginler Sultanı sanki ömrünün yarısını at sırtında
geçirmiş gibi, hafif ve usta bir sıçrayışla eyere atladı. Sonra da, altmış
küsur yaşına karşın dimdik, hep öyle çevresine karşı ilgisiz, katı, atını sürüp
avludan çıktı.
Sokak kalabalıktı. Yük
taşıyan develer, karınlarının altından geçen kayıştan burunlarındaki halkaya
bir zincirle bağlıydılar. Ne dizginlerinde süslü saçaklar, ne boyunlarında
püsküller ve ne de başlarında al sorguçlar vardı: Basit, boz bir örtüyle
örtülmüş yüklerin üzerine çuval bezi ve deriden korumalıklar atılmıştı, o
kadar. Kervan sahibinin, yanında, dünyanın gelip geçici zenginliklerini değil,
tıpkı yüreğinin yükü gibi, sonsuz ve acımasız gerçekleri götürdüğü hemen belli
oluyordu. Yalnızca kadınları, çocukları ve yaşlıları taşıyan develerin
hörgüçleri üzerine, çölün yakıcı güneşine ve yabancı gözlere karşı, beyaz keten
bezinden basit bir tente kondurulmuştu. Ne kadar direndiyse de, annesinin karşı
koymaları sonucu Celâleddin de keten tenteli develerden birinde gidiyordu.
Babası müridlerinin arasında
yerini almıştı: Sağında Seyid Burhaneddin duruyordu, ikisinin arkasında ise,
Şeyh Haceği, Şeyh Hacac Nessac, fakih Ahmet ve Semerkandlı Şerafeddin Lala.
Kervanbaşı elini kaldırdı.
“Bismillahi rahmani rahim!”
Ve işte develerden yükselen
ilk çan sesi!
Belhli küçük çocuk,
insanlığın onur duyduğu ozan ve bilge Celâleddin Rumi olana dek yıllar hep bu
çan sesi altında geçecek ve o kendini buldukça, zamanın sonsuzluğunu ve bu
sonsuzluktan insana bağışlanan bölümün minnacıklığını anımsatıyormuşçasına hep
bu ölçülü, tekdüze sesi duyacaktır.
İKİNCİ BÖLÜM
Sonlar
ve Başlar
Bilgisizin
edindiği bilgi
Onun
bilgisizliğini ele verir
Celâleddin Rumi
Akşam Söyleşisi
Ve yeni bir gün işte.
Yüzlerce fersah ötelerdeki bambaşka diyarlarda, baba evinin damından Belh
kentine son kez baktığı günden bu yana geçen onlarca yıldan sonra. Onlarca yıl
mı? Çok daha fazla! Koca bir hayat geçmedi mi o günden bu yana?
Tek bir dizeye sığışmış koca
bir hayat: “Hamdım. Piştim. Yandım.”
Bağdaş kurup yarım daire
şeklinde karşısına oturmuş dostları ve öğrencileri arasında, on iki yaş
yıllarındaki arkadaşlarından bir teki bile yoktu.
İşte, bu gün de karardı
pencerelerin gerisinde. Duvarlardaki çinilerin yeşilleri gölgelendi, kubbenin
altındaki büyük silmenin üzerine tünemiş kumrular büzüştüler, kuğurdayarak
uykuya hazırlandılar.
Her birini çok yakından
tanıdığı insanların yüzlerinde dolaştı bakışları. İşte Hüsameddin Çelebi...
Yakında on yıl geride kalacak, bunca süredir aynada görür gibi görür kendini
onun yüzünde, pırıl pırıl, apaçık. Sarığını, ak sakalını, uzun burnunu, badem
gözlerini değil, hayır! İçini, kendi özünü görür.
Ve Hüsameddin artık yaşlıdır.
Geldiğindeyse gençti. Pırıl pırıl bir zekâ, denge ve özveri; her şey onda
mükemmel bir uyum içindedir; kof bir güzellik, incelik duygusu değil, insanda
saygı uyandıran bir uyum. Kendi emeğiyle yaşayan bir zanaatkârın sağlıklı
kişiliği.
Celâleddin, tıpkı büyük ozan
ve bilge Hallac’a Bağdat’ta yapıldığı gibi, kendisinin de burada din sapkınlığı
suçlamasıyla derisinin yüzülmemesini, taşlanarak öldürülmemesini, tam tersine
şiirlerinin saygıyla okunup dinlenmesini nasıl Ahi zanaatkârlara borçluysa, son
kitabı Mesnevi’yi de Hüsameddin Çelebi’ye borçluydu. Eğer başarabilirse, özünü
tek bir dizeye sığıştırdığı hayatını değil, bilinçlenmesini, olgunlaşmasını,
hakikate ulaşmak için aştığı yolu, anladığı her şeyi, olduğu her şeyi
anlatacaklardı bu kitapta.
Kitap üzerine yıllardır
çalışmalarına karşın Hüsameddin’de en ufak bir yorgunluk belirtisi yoktu.
Gençliğinde, bütün kazancını Ahi şeyhi babasına sevinçle verişi gibi, şimdi de,
şu zor döneminde kendisine yardımcı olabilmek için, çalışıp çabalayarak
kazandığı her şeyi öğretmenine veriyordu.
Kaç yıl vardı ki, Celâleddin
başkalarıyla konuşurken, aynı anda kendi iç sesini dinleyebiliyor ve yine bu
sırada, bambaşka şeyler düşünebiliyordu. Şu anda da, bir yandan konuşmasını
sürdürürken bir yandan da içinden gülümsedi. Gülümsemesi, Hüsameddin’in
kendisine dileğini iletmek için yakaladığı uygun fırsatla ilgiliydi.
Hüsameddin, uygun fırsat denen şeyin buluta benzediğini, bir geçti mi, elden
gideceğini iyi biliyordu. Baş başa kaldıkları bir akşamı seçmiş ve gözlerini
yere indirerek, “Divanda topladığımız gazelleriniz,” demişti, “epeyce büyüdü.
Bunlardan yayılan ışık doğuyu da batıyı da aydınlattı. Hakim Senaî’nin
Hadika’sı, Ferideddin Attar’ın Mantık-el-tayr’ı gibi bir kitap yazıp
bırakırsanız, ihvanınız, âşıklarınız, müridleriniz sizden sonra da sizden
yoksun kalmamış olurlar.”
Nicedir kafasında olgunlaşmış
olmasına karşın kendinden bile gizlediği düşüncelerinin onun sözlerinde dile
gelmesi! Ancak bir başkasıyla birleşerek tek bir varlık oluşturmuş kişilere
özgü bir durum!
Hüsameddin’in bu sözleri üzerine
Celâleddin derhal sarığının arasından dörde katlanmış bir kâğıt çıkardı.
Kâğıtta kendi el yazısıyla Mesnevi’nin ilk on sekiz beyti yer alıyordu: “Dinle
neyden, kim hikâyat etmede! Ayrılıklardan şikâyet etmede!” Kâğıdı Hüsameddin’e
verdi: “Pekâlâ, Çelebi, sen yazarsan ben söylerim...”
O günden sonra geçen yıllar,
onların ruhsal tekliklerinin dış görünüşünden başka bir şey değildi. O günden
sonra Hüsameddin, yanından cilbendini, dividini ve rıhını hiç ayırmadı. O
günden sonra hiç ayrılmamacasına birlikte oldular. Mürşide nerde ilham gelirse:
sokakta, hamamda, pazarda, bahçede, mescitte, bir dost toplantısında ya da sema
ederken... Hüsameddin, anında yazıyordu dizeleri.
Ama şu anda Hüsameddin’e
bakışının böylesine sevecenlikle dolu olmasının nedeni belki de, bu kıdemli
müridi ve halifesinin, uzun ve çetin bir yolu aşmakta olan yolcunun, gece
yarısı son durağına giderken yolunu bulmasına yardımcı olan yıldız gibi,
kendisinin son aşkı olmasıydı. Onu şu anki haline getiren her şey Hüsameddin’de
birleşmişti; daha doğrusu, şu anki haline getiren de değil, onu kendisi yapan
her şey. Çünkü Celâleddin’e göre (artık Mevlâna diyorlardı ona, yani
“Efendimiz”), mükemmelliğe uzanan yolda insanın gösterdiği bütün gelişmeler,
kendini kendi gerçek özüne yüceltmesinden başka bir şey değildi; bunun içine
annesi Mümine Hatun’un sütünden, babası Bilginler Sultanı’nın direşkenliğine,
öğretmeni Seyid Burhaneddin’in candan çabalarından, Dervişler Padişahı Tebrizli
Şems’in göz kamaştırıcı ışığına, Konyalı Selâhaddin’in cevahir ışıltılarından,
kendisine iki oğlan veren Gevher Hatun’un –bütün şu yukarıdaki kişilerle
birlikte çoktan rahmete kavuşmuş ve şimdi onlarla birlikte Hüsameddin Çelebi’ye
akmış, onda karışıp kaynaşmış olan–, Belhli küçük kızın yumuşak sevecenliği ve
sonsuz saygısına kadar her şey giriyordu.
Hüsameddin Çelebi her zaman
olduğu gibi, herkesten daha öne oturmuş, sonsuz bir dikkatle onu dinliyor,
ağzından çıkan her sözü yazıyordu... Tıpkı kendisinin de bir zamanlar
öğretmenlerin ağzından çıkan her sözü zihnine yazışı gibi.
“Ey hak ziyası! Yüce
himmetinle bu Mesnevi’yi nereye çekmedesin? Mesnevi koşup gidiyor, ciltler
ciltleri kovalıyor... Çeken gizli. Ama görecek gözü olmayan gafillerden gizli.
Mesnevi’yi bağlamışsın, bildiğin yere doğru çekmedesin. Yazılmasına sen sebep
oldun bu kitabın. Artar, uzarsa, artıran, uzatan da sensin. Sen başlangıçların
başlangıcı, hak, hakikat ışığısın, Hüsameddin!”
Birden yüreğinde bastırılmaz
bir sevecenlik, dostluk kabarması duydu. Yüreğini dolduran bir duyguyu,
öğrencilerin önünde –onlara öğüt, sevgilisine armağan olsun diye–, hemen şu
anda söylemek için müthiş bir arzu duydu. Ama tuttu kendini: arzu şarap
gibiydi, güçlenebilmesi için bekletilmesi gerekti.
Tekkenin geniş kubbesi
altında Celâleddin’in hüzünlü sesi yankılandı:
“Dünyaya niçin geldiğin
dışında her şeyi unutabilirsin. Kendini ucuza satma, çünkü bil, değerin çok
yüksektir...”
Solunda oturan ve tüm
sözlerini içer gibi dinleyen Alaeddin Siryanus’a yöneltti bakışlarını.
Bir sabah, babası Bilginler
Sultanı’nın da yattığı mezarlığa gidecekti dostlarıyla birlikte. Pazar yerini
geçmişler, tam kentin çıkış kapılarının oraya gelmişlerdi ki, bir kalabalık
görmüşlerdi. Birden bir genç koşarak onlara doğru gelmişti: “Allah aşkına,
Mevlâna arka olsun şu çocuğa!” “Ne var, ne oluyor burda?” “Rum bir oğlan...
gencecik daha... kafasını vuruyorlar!” “Suçu neymiş?”
Köleydi, Siryanus.
Efendisinin ölümünden sonra, vasiyeti üzerine azad edilmişti. Beş parasızdı.
Açtı. Artık dayanamaz hale gelince, yeniden köle olarak satılmaktansa hırsızlık
etmeyi göze almıştı. Ancak fırından bir somun ekmek çalarken, fırıncı kendisini
yakalamıştı. Kaçıp kurtulmak için debelenen Siryanus, fırıncıya bir vurmuş ve
fırıncı bu tek vuruşla ölmüştü...
... Celâleddin, anıları
kafasından kovmak ister gibi avucuyla sakalını sıvazladı. Ama o sabahki
olaylar, birbirini izleyen tablolar halinde gözünün önünden geçiyordu.
Olayı öğrenince kararlı
adımlarla cellatla mahkûmun bulunduğu kürsüye doğru yürümüştü. Onun geldiğini
gören kalabalık ikiye yarılarak yol vermişti. Celladın önünde, elleri
arkasından bağlı, sarı, kıvırcık saçlı bir delikanlı diz çökmüş duruyordu.
Çevredeyse, muhafızlar...
Üstünden feracesini çıkarıp
mahkûmun üstüne atmış ve hiçbir şey söylemeden gerisin geri kente doğru yürüyüp
gitmişti.
Sesi kubbenin altında yankılanmaya
devam ediyordu:
“Diyebilirsin ki: ama ben
yüce şeylerle uğraşıyorum; fıkıh, gökbilim, tıp öğreniyorum... Pek güzel. Ama
unutma ki, bütün bunlar senin kendin içindir, özün için değil. Fıkıh öğrenmen,
soyulmamak, utançlı duruma düşmemek, öldürülmemek içindir. Gökbilim öğrenmen,
yıldızlara bakarak toprak fiyatlarının ve başka malların fiyatının ne zaman
ucuzlayıp ne zaman pahalılaşacağını ve bir alım satım işi yaparken en risksiz
günün hangisi olacağını önceden kestirebilmek içindir. Tıp öğrenmense, bedenine
bakmak, onu sağlıklı tutman içindir. İyi ama, sen yalnızca beden değilsin ki!
Beden attır, sen binicisin. Akıllı bir binici, atının kaldığı ahıra özen
gösterir, ama kendisi o ahırda kalmaz. Ve atın yediği yem, biniciye yemek
olamaz. Sen koşan atı yönetmiyorsun, o seni dilediği yere götürüyor...”
Cellat da, muhafızlar da
şaşıp kalmışlardı. Öğütlerini devletin bir numaralı adamı, Sultanın halifesi
Muineddin Pervane’ye bile dinleten, Sultan sarayında hüsnü kabul gören, bütün
Konya’nın mübarek bildiği bu büyük insanın feracesini mahkûmun üzerinden
kaldırıp atmak ya da kellesini bu feraceyle birlikte kesmek gibi zorlu bir
konuda onlar karar veremezlerdi. Allahtan ve Sultandan kimin korkusu yoksa,
varsın o karar versindi ne yapılacağına...
“Dünyalara değersin sen. Ama
kendi değerinden kendinin haberi yoksa elden ne gelir?!”
Mevlâna’nın bir idam
mahkûmuna arka çıktığı Sultana anlatılınca, mahkûmun salıverilmesini buyurdu
Sultan: “Nedir ki bir zavallı Rum oğlancık! Unutmayın ki, bize de günahlarımız
için Tanrı katında arka çıkıyor Mevlâna!”
Delikanlı, kendini dünyaya
yeniden gelmiş sayıyordu. Kurtarıcısı Müslüman olduğu için, onun dinine girdi,
onun müridi oldu. Saf bir genç olan Alaeddin –İslamiyete geçtikten sonra bu adı
almıştı–, kurtarıcısına duyduğu sonsuz sevgi ve saygıda biraz aşırı giderek onu
tanrılaştırma gibi birtakım taşkınlıklar gösterdi. Ve bu yüzden bir kez daha
kellesinden olmasına ramak kaldı.
Ozandan nefret eden, onun
halk katındaki ününü, saraydaki itibarını çekemeyen ulema, onu yok edecek değilse
de, şöyle esaslı bir şekilde canını sıkacak bir olay yaratmak için zaten bahane
arıyordu. Hemen kadı Sıraceddin’e gidip, Mevlâna’nın yeni müridinin ona
“efendimiz” diyecek yerde, “rabbimiz” dediğini ilettiler.
Siryanus’u yeniden
tutukladılar, yeniden mahkeme ettiler. Zihni çevikliği ve hazır cevaplığıyla
kurtardı bu kez de kellesini, ama o kurtuluşunu, yeniden doğduğu o unutulmaz
günden beri üzerinden hiç çıkarmadığı leylâk rengi feracenin gücüne
bağlıyordu...
Şimdi de Siryanus’un
üzerinde, bu hayli eski, hayli yıpranmış, ama korkunç çabaların onardığı
ferace, diye düşündü Celâleddin... Fakat Hüsameddin’e duyduğu sevginin simgesi
böyle şeyler olamazdı. Omuzundaki ferace, eğnindeki gömlek, parmağındaki yüzük,
elindeki tespih... neydi ki bütün bunlar? Zamanla kül olup gidecek şeyler.
Dizelerine hayran olduğu ozan Attar’ın anısını, öğretmeni Seyid Burhaneddin’e
duyduğu gönül borcunu ve kendisini, Celâleddin’i içine alacak, bunların hepsini
birleştirecek şey, ancak bir ruh armağanı olabilirdi.
Bir an sustu. Sonra yine öyle
alçak, ama artık hüzünlü olmayan ve yüreğindeki kabarmayı gizlemekten ocaktaki
pulat gibi kızışan bir sesle, öğretmeni Seyid’le ve remil atmayı öğrenen şah
oğluyla ilgili bir öykü anlatmaya başladı: Sevgili öğrencisi Hüsameddin’e
bugünkü armağanı olacaktı bu öykü.
“Adamın biri Seyid
Burhaneddin’e: ‘Biliyor musun, falanca adam seni çok övüyor,’ demiş.
Burhaneddin, ‘Bu adam beni nerden tanıyor ki, övmeye kalkıyor? Eğer sözlerimden
tanıyorsa, beni tanımıyor demektir. Çünkü söz ve ses, ağız ve dudaklar,
yalnızca birer belirtidirler. Eğer yapıp eylediklerimden tanıyorsa, yine
tanıdığı söylenemez, çünkü iş, ikincil ve geçici olan bir şeydir. Ama eğer beni
özümden tanıyorsa ve övgüsü sözlerime, yapıp eylediklerime değil de, özüme
ilişkinse, hakkı vardır, övebilir, çünkü beni tanıyor demektir.’
“Burhaneddin’in özle belirti
arasındaki köklü farklılığa değinirken ne söylemek istediğini daha iyi anlamak
istiyorsanız, kum falı öğrenen şah oğlunun şu öyküsüne kulak verin:
“Bir zamanlar bir şahın,
değil şahlığı, en basit bir işi bile emanet edemeyeceği, aptal bir oğlu varmış.
Şah acaba bu oğlana ne öğretsek, diye uzun süre düşünmüş, sonunda, varsın,
demiş, remil sanatını öğrensin şöyle bütün incelikleriyle. Önbilicilik,
falcılık işinin önde gelen uzmanları epey bir süre diretmişler, bu iş olmaz
diye, sonunda şah iradesinin önünde boyun eğmişler.
“Aradan birkaç yıl geçmiş.
Ustalar, şah oğlunu saraya getirmişler, etek öpüp: ‘Oğlunuz çok çalıştı, remil
ilminin bizim bilebildiğimiz bütün yasa ve kurallarını bütünüyle öğrendi’
demişler.
“Şah, yüzüğünü avucunda
gizleyip sormuş oğluna: ‘Bil bakalım elimde ne var?’ Delikanlı kum üzerine
birtakım şekiller çizmiş, noktaları dökmüş, düşünmüş, taşınmış, sonunda:
‘Yuvarlak, ortası açık bir şey’ demiş. Şah, oğlunun zekâsından memnun, ‘Bütün
belirtileri bildin’ demiş, ‘hadi şimdi de adını söyle.’
“Şehzade biraz düşündükten
sonra cevabı yapıştırmış: ‘Değirmen taşı!’
‘Pek çok belirtiyi, bilgi
gücüyle doğru olarak saptadın!’ demiş şah. ‘Ama bir değirmen taşının ele
sığmayacağını anlamaya aklın yetmedi!’”
Celâleddin uydurmamıştı bu
öyküyü. Ferideddin Attar’ın Kuş Dili adlı kitabında okumuştu. Ama öykü, Attar’a
da ait değildi; o da bunu kendisinden tıp ve eczacılık öğrendiği, Bilginler
Sultanı’yla birlikte okuyan ve mundar Harezmşah tarafından başı vurulan Şeyh
Mecdeddin’den öğrenmişti.
“Kıssadan hisse,” diye
sürdürdü sözlerini Celâleddin. “Günümüzde Bilginler, kendi alanlarıyla ilgili
olarak kılı kırk yarıyorlar, en küçük ayrıntılara dek iniyorlar. Ama
kendilerine en yakın, kendileri için en önemli olanı, yani özlerini
bilmiyorlar. Fakihler ve ulema, dünyadaki her şeye meşru-memnu, iyi-fena ayrımı
uyguluyorlar, ama kendilerinin temiz olup olmadıklarını bilmiyorlar ya da genel
olarak, kendilerinin ne olduklarından ya da olmadıklarından hiç haberleri
yok...”
Öğrenciler dağıldılar. En
son, yazdığı sayfalardaki mürekkebi rıhla kurutan Hüsameddin, öğretmeninin
bugünkü armağanından içini dolduran sevinci sözcüklerle parçalamaktan
korkuyormuş gibi, hiçbir şey söylemeden eğilip bir selam verdi ve geri geri
yürüyerek çıkıp gitti.
Hava serinlemişti. Bir an,
pencereden mavi gök görünmez oldu: birinin gölgesi görünüp yitti pencerenin
gerisinde. Oğlu Veled’di bu, ama babasını rahatsız etmekten çekindiği için
içeri girmemişti.
O ise, üşüyen ellerini
pamuklu cüppesinin geniş yenleri içine sokmuş, ucu yerdeki döşeme taşları
üzerinde bir yılan gibi uzanan tespihini düzenli aralıklarla şıkırdatarak tek
başına oturuyordu. Düşünceleri, bütün ihtiyarlarda olduğu gibi, artık var
olmayan şeylere yönelikti.
On iki yaşındaki bir çocuk,
üzerinde yağdan muşambalaşmış eski püskü bir cüppe bulunan, saçı sakalı
karmakarışık, artık görmeyen gözleri yarı çılgın bakan bir ihtiyarın
konuşmalarından ne anlayabilirdi? Bilginler Sultanı’nın kendine aşırı güvenen
oğlu Celâleddin Kur’an’ı ezberden okuyabiliyor, hadisleri, şeriatı, Arap
gramerini biliyor, büyük ozanların şiirlerini okuyordu; ama kendine dair bir
şey biliyor muydu? Babasıyla birlikte ziyaretine gittiği ihtiyarın büyük ozan
Attar olduğunu biliyordu. Pek çok şiiri ezberindeydi ozanın, ama ruhun,
sözcüklerin balçığı altında gizli dipsiz serinliklerine inebilmiş miydi acaba?
Bilimi, bilginleri el üstünde tutmasıyla ünlü Bağdat’ın, adından, varlığından
övünç duyacağı bir bilgeyi, bu gösterişsiz kente sürgün etmesinin nedenini
nasıl bilebilirdi o sıralar?
İhtiyarsa, onu bir kitap gibi
okuyordu. Şimdi kendisi yaşlandığı için bunu çok iyi biliyordu...
Gizler Kitabı
Develerin rahvan yürüyüşüne
ve bu yürüyüşe uygun olarak başlarının üzerinde yıldızların ölçülü aralıklarla
sallanışına alışmışlardı artık. Kervanı yeden görevlilerin kısık sesle
söyledikleri ağıda benzer iç karartıcı şarkılara, soğuk bir rüzgârla insanın
koynuna dolan, yüzünü dalayan, dişlerinin arasında gıcırdayan kuma da öyle...
Alıştıkları başka şeyler de vardı: Suratları, kötü tabaklanmış deriyi andıran
cellat kılıklı muhafızların koruduğu, kerpiç duvarlarla çevrili konak yerleri;
yandaki ahırda zaman zaman yeri sertçe tepen atlardan gelen boğuk sesler ve
idare lambalarının çıtırtısı eşliğinde, içinde bitlerin kaynaştığı otlar
üzerine serilmiş halılara bitkince yığılarak uyumaya çalıştıkları
kervansaraylar... Yolları üstündeki kentlerde, Bilginler Sultanı’nın geldiğini
öğrenen şeyhlerin, ilâhiyatçıların, dervişlerin, vaizlerin, yoğun ilgisi... Bir
ırmakla birlikte akıp gidiyorlarmışçasına, bir an görünüp yiten yerleşim
yerleri, insan yüzleri... Sanki iki aydır değil de yıllardır yeryüzünü dolaşıp
durmadaydılar bu kervanla ve bir öğle üzeri, Müslüman âleminde ünü Belh’ten
daha az olmayan, geniş bahçeler ve sürülmüş tarlalarla çevrili kentin duvarları
uzaktan göründüğünde, çocukluk, baba evi ve sevgili Belh yıllar öncesinin uzak,
unutulmuş bir uykusunda kalmış gibiydiler.
Horasan’ın başkenti Nişabur,
az önce dinen sağanak yağmurun çamur deryasına çevirdiği sokaklarıyla karşıladı
onları ilk. Belh’in en büyük ilâhiyatçısı ve yanındakileri, aşırı bir telaş ve
saygıyla kentin en eski medreselerinden birine götürdüler. Adamlar develerden
yükleri boşaltır ve atların terli sağrılarını silerken, büyükler, medresenin geniş
bir iç avluya açılan hücrelerine yerleştiler. Bilginler Sultanı’ysa, hep öyle
dimdik ve yüzü gülmez, medrese reisiyle biraz sohbet etti. Fildişi rengi sakalı
neredeyse bir karış uzamış, yaşlı mı yaşlı bir adamdı bu. Çocuklar, şöylece bir
yıkanıp yolun tozunu toprağını üzerlerinden atar atmaz, hemen ünlü Kur’an
tefsirini görmek istediler: iki yüzyıl önce, dünyanın dört bir yanından bu
amaçla Nişabur’a çağrılmış onlarca İslam bilgininin ortaklaşa kaleme aldıkları
dünyanın en geniş Kur’an tefsiriydi bu ve tarihçi El-Utbi’nin demesine
bakılırsa, hükümdara yirmi bin dinar gibi akıllara durgunluk verecek bir paraya
mal olmuştu.
Kitaplıkta epey kitap vardı,
ama yine de vakanüvislerin yazdıkları gibi, yerden tavana kadar dört bir yanı
kitap dolu değildi. Üstelik yüce tefsir de aralarında yoktu. Kitaplık görevlisi
olan softanın çocuklara açıklamasına göre, tefsir yetmiş yıl önce, göçebe
Oğuzların yağmaları sırasında kaybolmuştu.
Hücrelerin kalın döşeme ve
duvar taşları dümdüz ve kaygandı: Akan zaman ve burada öğrenim gören çeşitli
öğrenci kuşakları sanki cilalaya cilalaya cama çevirmişlerdi bu taşları. On yıl
kadar önceki korkunç depremi hatırlatan tek şey, taşlar arasında yer yer
görülen küçük çatlaklardı.
Celâleddin’le kardeşi büyük
bir heyecan içinde Nişabur’u dolaşmaya çıktılar. Heyecan içinde, çünkü adları
birer söylenceye dönüşmüş pek çok büyük insanın yazgısı hep bu kentle
bağlantılıydı. Yüzyıllardır askeri başarıları, korku salan hükümdarları ve
dünyanın yarısını ele geçirmiş fatihleriyle değil, manevi başarılarıyla
ünlenmiş bir kentti Nişabur.
Gün geçtikçe halktan ayrılan
ve elit zümreyle birleşmeye başlayan sufiliğe tepki olarak gelişen
“Melâmetilik” bu kentte doğmuştu örneğin.
Müslüman dünyasındaki hemen
bütün kentlerin valileri, erklerini bir de dinsel otoriteyle güçlendirmek için,
halk içinde saygı gören din büyüklerini saraylarına davet ediyorlar ve onları
cömertçe bağışladıkları armağanlara boğuyorlardı. Sufiliğin gitgide ahiret
nimetlerinin değil, dünya nimetlerinin elde edildiği bir meslek halini aldığını
gören Melâmetiler, her türlü merasimi, zahiri ve şekli her şeyi bir yana
bırakıp insanın ancak ihlâsla insan olabileceği ve bu yoldaki çabaların,
herkesin yalnızca kendisini ilgilendiren, gizli çabalar olması gerektiği
görüşünü öne çıkaran bir öğreti geliştirmişlerdi. Bu da bir yana, nefislerini
aşağı görmede, kendilerini kınamada o kadar ileri gitmişlerdi ki, yapılan hayrı
gizlemeyi, fakat şerri açıklamayı, hatta bazen şer yapıyormuş gibi görünerek
kınanmayı, nefsi aşağılatmak için en doğru yol olarak kabul etmişlerdi: Bütün
büyük din önderleri ve peygamberler de vaktiyle kınanıp aşağılanmamışlar mıydı?
Sonra, bir Melâmeti özel giysilerle, sufilerce önemli olan taçla, hırkayla
halktan ayrılmamalıydı. Bu yüzden Melâmetiler, sufiler gibi yırtık pırtık abalar
yerine, askerlerinkine benzer giysiler giydiler. Asker giysisini aşağılanmak
için özellikle seçmişlerdi; çünkü asker milletinin kursağına günahsız tek bir
lokma bile girmezdi. Bir Melâmeti yiyeceği ekmeği dilenerek sağlayacak olsa
bile, yalvararak, kendini acındırarak asla yapmazdı bu işi; sertçe hatta
hakaret ederek isterdi sadakayı; bilerek seçtiği yoksul hayatı, bir zanaat
haline getirmemek içindi bu.
İki yüzyıl önce, baskıcı
yönetimle hoşgörüsüzlük arasındaki ilişkiyi çok güzel kavramış olan Sultan Mahmut
Gaznevi’nin despotluğu döneminde, kentin başına Ebu Bekir Kerrami adında yobaz
biri getirilmişti. Sultanın sağ kolu olan Kerrami, yandaşlarının da yardımıyla,
dinsel-etik öğretilerine akıl unsurunu katanlara karşı amansız bir saldırı
başlatmış, kendileri gibi düşünmeyenlerin mallarına el koymaktan, “dalalet”le
suçladıklarına özel vergiler salmaya kadar uzanan bir dizi baskıyla, kendine ve
yandaşlarına büyük çıkarlar sağlamıştı. Ama Nişaburluların başkaldırmaları
sonucu, Sultan, Kerrami’yi görevden almak ve din adamlığıyla devlet adamlığının
bağdaştırılamayacağını ve dinsel konumundan yararlanarak dünya nimetleri
edinmeye çalışmanın yanlışlığını resmen kabul ve ilan etmek zorunda kalmıştı.
Ünlü sufi Şeyh Ebu Said
Meyheni, Nişabur’daki derviş tekkelerinden birinde, basit halk için meclisler
düzenliyor ve bu meclislerde Kur’an yorumlamak, hadislerden söz etmek yerine
aşkı yücelten, dünyada varolan her şeyi sevmek gerekliliğini vurgulayan şiirler
okuyor, şarkılar söylüyor, halkı kendinden geçirip vecd içinde bırakıyordu.
Varsıl tüccarların yaptıkları bağışları da, sofu Müslümanların din sapkınlığı
olarak gördükleri sema ve müzik âlemlerine harcıyordu. Buna karşın, kent halkı
kendisini desteklediği için, düşmanları Ebu Said’e bir şey yapamıyorlardı.
Giydiği giysiler de sufilerinki gibi yırtık pırtık değildi. “Tanrı’ya ibadet
ederken insanın üzerinde yırtık pırtık giysiler mi, yoksa atlaslar, ipekler mi
olduğunun ne önemi var?” diyordu. Düşüncelerin temiz olması, ona göre bütün
kurallardan, merasimlerden, şekle bağlı törenlerden çok daha önemliydi. Ebu
Said, ünlü Tıp Kanunu adlı kitabın yazarı olan, büyük bilge ve hekim Ebu Ali
İbni Sina’yla da karşılaşmıştı. Fanatik dincilerin can düşmanı olan İbni
Sina’yla Şeyh birbirlerinden pek hoşnut ayrılmışlardı. İbni Sina öğrencilerine,
“Ebu Said benim bildiğimi görüyor,” derken, Ebu Said de müridlerine, “İbni Sina
benim gördüğümü biliyor,” demişti. İki büyük adam, nesnel dünyanın ve insanın
ruh dünyasının kavranmasında rasyonel-mantıksal yolla, duygu-metafor yolunun eşit
ağırlıklı olduğu konusunda birleşmişlerdi.
Mükemmel bir güneş takvimi de
hazırlamış olan, gökbilimci ve matematikçi Ömer Hayyam da, Nişaburlu
zanaatkârlar arasından çıkmıştı. Zulmün ve baskının kol gezdiği yıllarda
Hayyam, ruhun özgürlüğü üzerine inanılmaz güzellikte dörtlükler yazmıştı.
Kendisine Sultan-ül Ârifin de
denilen büyük ozan Ferideddin Attar da yine Horasan’ın Nişabur kentinde
yaşamıştı.
Nişabur’un çamurlu
sokaklarında dolaşan, hanaklara, medreselere, mescitlere bakıp, pazar
yerlerinin kalabalıklarını seyreden ve meczupların ilenmelerini, dilencilerin
dilenmelerini dinleyen Bilginler Sultanı’nın çocuklarının kafasında, onlar bu
yolculuğa çıkarken, kendisi de Moğol akınıyla karşı karşıya olan ve memleketi
Tebriz’e doğru yola çıkan öğretmenleri Seyid Burhaneddin’den duydukları bütün
bu efsaneleşmiş adlar, resmi geçit yapıyor gibiydi.
Kent, kediyle doluydu. Kimi
duvar diplerine yayılmış güneşte ısınıyor, kimi de işkembe satılan tezgâhların
dibine çökmüş, kocaman açılmış gözleriyle pür dikkat, satıcının hareketlerini
kolluyordu.
Celâleddin birden kardeşinin
kolunu dürttüğünü duydu. Çevresine bakınınca, kar beyaz, cılız mı cılız bir
kedinin, ayağına bulaşan çamurları ikide bir iğrentiyle silkeleyerek, ağzında
kendisi gibi bembeyaz başka bir kediyi taşıdığını gördü. Yüreği, kediyi
kucağına alıp sıcacık, bembeyaz bir yün yumağı gibi sevip okşama isteğiyle
dolup taşan Celâleddin, bir an ihtiyatı elden bırakıp kedinin üzerine yürüdü;
ama kedi fırladığı gibi hemen oracıktaki bahçe duvarını aşıp, kayboldu. Olduğu
yerde donakalmıştı Celâleddin. Hayır, gösterdiği taşkınlıktan değil. Bir erik
ağacının kerpiç duvar üstüne sarkmış, üzerleri meyveyle yüklü dallarını ve
yeşil birer alevi andıran, dil gibi uzun, sivri yapraklarını görmüştü. Aynı
anda, güneyden esen rüzgârla, Horasan’ın bağ ve bahçelerini dolduran o güzelim
ilkbahar kokusu içine dolunca, birden bütün dünyayla, şu telaşlı, yabancı
kentin insanlarıyla, şu deminki kediyle, ayaklarının altındaki kırmızı çamurla,
feracesinin eteğini dalgalandıran rüzgârla, aşıp geldikleri kentlerle, sanki
artık bedeninin sınırları yokmuş ve çevresindeki her şey kendi parçası ve
devamıymış gibi bütün yeryüzüyle bütünleşiverdiğini duyumsadı. Uzunca bir süre
daha sarhoş gibi kendini bilmez bir halde, kardeşinin ardı sıra kenti dolaşıp
durdu. Ağzını açıp tek bir şey söylemiyordu. İçini dolduran bu duygu,
yoğunlaşıp ışıklar saçan beyaz bir inci halini alana dek konuşma gücünü
bulamadı kendinde.
Burada Gevher’i anımsadı.
Çünkü Gevher de inci demekti. Kaç haftadır gördüğü yoktu onu. Hemen adımlarını
hızlandırıp gerisin geri medresenin yolunu tuttu.
Şah Muhammed sağ oldukça
Horasan ellerinde durmayacağına and içmesine karşın, babası yine de Nişabur’da
birkaç gün eyleşmeye karar verdi: Önlerinde aşmaları gereken büyük çöl Daşti
Kebir vardı, bu yüzden hem hayvanların, hem de insanların iyice bir
dinlenmeleri gerekti. Ama bundan da önemlisi, Gizler Kitabı’nın[2] yazarı Ferideddin Attar’la görüşmeden memleketini terk
etmesi olacak şey değildi. Gerçi Attar kendisinden on beş yaş daha büyüktü, ama
hırkasını, onun can kardeşi, Harezm’de birlikte öğrenim gördüğü Mecdeddin
Bağdadi’nin elinden giymişti; Şah Muhammed denen günahkârın öldürdüğü Mecdeddin
Bağdadi’nin...
Ama yüreği parçalanarak,
ozanın din sapkınlığı suçlamasıyla ölüme mahkûm edildiğini, evinin, her şeyinin
yağmalandığını, sonra da kentten sürüldüğünü öğrendi. Yalnız, kimi söylentilere
bakılırsa, Attar yine Nişabur yakınlarında bir yerdeydi ve yapayalnız
yaşıyordu. Bilginler Sultanı o zaman anladı, Attar’ın uzaktan gelene ilk
ziyaret görevinin kendisine düştüğü kuralına uyamayışının nedenini.
Bilginler Sultanı, sığındığı
yer nereyse gidip ozanı ziyaret etmek istediğini söyleyince, kaldıkları
medresenin başmüderrisinin yanlarına kattığı derviş, eşeğiyle önde, onlar
arkada yola koyuldular. Bir süre sonra kent dışındaki bağları, bahçeleri,
ağaçları henüz yapraklanmamış, bazı çınarlarının yamru yumru dallarında geçen
yıldan kalma tek tük yaprakların göründüğü bir köyü geçtiler ve üç saat kadar
sonra güneş altında çırçıplak uzanan bir dağın eteğine vardılar. Bilginler
Sultanı sabırsızlanarak atından indi, doruğa yakın bir yerde kararan mağara
ağzına doğru hızlı hızlı tırmanmaya başladı. Derviş, saygısından mı, yoksa
sakındığından mı belli değil, aşağıda atların yanında kaldı. Celâleddin’le
kardeşi ise, babalarını iki adım geriden mağaraya doğru izlediler.
Mağaranın önündeki genişçe
düzlükte kimseler yoktu. Oysa Attar herhalde onların geleceğinden haberliydi.
Babaları, mağara sakininin ateş yaktığı ve ocak olarak kullandığı anlaşılan bir
kül yığınına doğru ilerleyince, birden karşılarından, üzerinde eski, külrengi
bir aba, başında sivri keçe külah bulunan çelimsiz bir ihtiyarın seker gibi
hafif adımlarla kendilerine doğru geldiğini gördüler. Yürüyüşünde telaştan çok,
önemli bir işle uğraşmaktayken, değerli konuğunun geldiğini duyuvermiş gibi
tutkulu bir kavuşma isteği okunuyordu. Derken, karşısına bir engel çıkmış gibi
birden durdu. Duruşu yine öyle tutku doluydu. Sonra hiç konuşmadan, ağır ağır
öne eğilip, yerden bir selam verdi. Uzun boylu, sert yüzlü, başında leylâk
rengi yas sarığı bulunan Bilginler Sultanı ve yılların iki büklüm ettiği,
yaşlı, çelimsiz ozan, karşılıklı olarak bu şekilde üç kez selamlaştıktan sonra,
gözlerini birbirlerinin gözünden hiç ayırmadan dizili taşlara oturdular ve
kımıldamaksızın, konuşmaksızın öylece birbirlerine bakmaya devam ettiler.
Ne düşünüyorlardı? Tanrı’yı
mı? Birbirlerini mi? Şeyh Bağdadi’nin öldürülmesini mi? Yoksa geçmiş
yaşamlarını ve kaderin acı cilvelerini mi? Büyük olasılıkla bunların hiçbiri
değildi düşündükleri. Birbirlerinin özüne nüfuz etmek, aynı titreşimi
yakalamak, aynı titreşimde buluşmak için bakışıyorlardı böyle. Sözü ne
yapsınlardı bu durumda? Ne işe yarardı söz?
Bu karşılıklı sessiz bakışma
uzun sürdü. Ya da en azından, aldığı terbiye gereği, ellerini göğsünde
kavuşturmuş, kardeşiyle birlikte babasının ardında sessizce ayakta duran
Celâleddin’e öyle geldi. Ozanın yaşının kaç olduğunu kestirebilmek zordu:
yetmiş beş mi, seksen mi, hatta yüz mü? İhtiyarların yaşları hiç değilse
gençler için tam bir muammadır. Hem, Mısır’dan Hindistan’a dek tüm Müslüman
dünyayı dolaşmış, dünyanın ünlü velilerinin, evliyalarının ardı sıra kendini
mükemmelleştirme yolunu aşmış, Mantık ut Tayr (Kuş Dili) gibi bir kitap yazmış,
kırk beş bin dizeyi geçen bunca yapıtında varlıklı sınıfı övmek için kalemini
bir kez olsun kirletmemiş bir ulu kişi için şu ya da bu yaşta olmak neyi ifade
ederdi ki?
Şu yırtık pırtık abalı,
karmakarışık sakallı, sivri keçe külahlı çelimsiz ihtiyar mı gerçekleştirmişti
bütün bunları sahiden? Babadan kalma ecza-ıtriyat dükkânının getireceği bol
gelirle karnı tok, sırtı pek, esenlikli bir hayatı neden tepmişti acaba? Ne
dürtmüştü onu?
İki dünya –şu yaşadığımız
dünya ve kendi ruh dünyası– yolunun daha en başında olan on iki yaşındaki bir
çocuk nasıl bilebilsindi bu soruların yanıtlarını? Karşısındaki ihtiyarsa bu
uzun yolu sonuna dek aşmış, çileli yolculuğu tamamlamıştı.
Celâleddin, Attar’ın bu
soruların da yanıtlarını verdiği Kuş Dili’ni okumuştu. Düşünmemek için okuyan
çoğu medrese öğrencisinden farklı olarak, Celâleddin okudukları üzerinde uzun
uzun düşünürdü. Ama düşünmek, kafa yormak ayrı şeydi, anlamak ayrı şey.
“Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” demeleri boşuna mıydı
Türklerin?
Kendini unuturcasına bir coşkuyla
başkalarını sevmek... Gerek Attar’ı, gerekse öteki hakikat erlerini yöneten,
yönlendiren duygu buydu. On iki yaşındaki Celâleddin bunu aklıyla kavramış
değildi, ama yüreğiyle seziyordu. Nihayet gözlerini yerden kaldırma cesaretini
gösterip de bakışları Attar’ın yarı çılgın bakışlarıyla karşılaştığı anda
sezmişti bunu. Yaşlı ozan da tam o sırada, Bilginler Sultanı’nın sessiz
sorusuna yanıt vermek ister gibi, yaşlılığın verdiği hakla, sessizliğini ilk
bozan olmuştu:
Bir av
bulup yeniden yükselmek için
Gizler
dünyasından indim yeryüzünün düzüne.
Ne bir
insan bulabildim, gizlerimi paylaşacak
Ne bir av,
yanımda götürmeye değecek.
Ozanın bakışları donup kaldı,
dudaklarının birleştiği çizgiler aşağı sarktı. Celâleddin, ozanın ne kadar
yaşlı olduğunu daha bir fark etti; mağaranın karanlık ağzı önündeki toprak
gibi, yaşlı ve yanıktı Attar.
Bu sırada babası:
“Ey, ruhumun gözü, Şeyh
Ferideddin!” diyordu; “Yıllarca aradım durdum seni. Dünya gözüyle yüzünü
görebilme onuruna erdiğim için, Allah’a bin şükür olsun!”
Bundan sonrasını duyamadı
Celâleddin. Yüreğine bir bıçak saplanmıştı sanki, öyle yakıcı bir acıma
duygusuyla doluydu içi. Sivri keçe külahlı ihtiyara değildi acıması; bütün
dünyaya acıyordu, yakında ondan yoksun kalacak olan dünyaya. İhtiyarın
sözlerinde, hayatla hesabını kapattığını ve artık tek bir şeyi: sonunu
beklediğini öylesine apaçık bir biçimde duyumsamıştı ki...
Fazla beklemesi gerekmedi
Attar’ın. Bir yıl sonra, 10 Nisan 1221’de, Moğol tümenleri Nişabur’a girdiler.
Kentin duvarları dibinde bir Moğol komutanının ölü bulunması üzerine,
kentlilerin bütün yalvarmalarına karşın, dört yüz zanaatkâr dışında bütün halk
kılıçtan geçirildi, her şey yakılıp yıkıldı ve kent baştan başa bir tarla gibi
sürüldü. Sağ kalan tek tük kişi çıkarsa, onları da öldürmek için buraya bir
Moğol müfrezesi bırakıldı.
Müslümanların ermiş bilip
saygı gösterdikleri bir ihtiyarın da ellerine geçtiğini öğrenen bir Moğol,
ihtiyarı yakalayan askere, tutsağını bin dirheme kendisine satmasını önerdi.
Bu ahı gitmiş vahı kalmış
ihtiyar karşılığında ummadığı bir zenginliğe kavuşmanın şaşkınlığı içindeydi
asker. Ama ozan onu durdurarak:
“Bu kadar ucuza satma beni,”
dedi. “Çok daha fazla ederim ben.”
Bunun üzerine asker pazarlığa
tutuşmaya kalktı; ama alıcının daha fazla vermeye niyeti yoktu; malın senin
olsun gibisinden bir el sallayıp, uzaklaştı.
Attar, istese canını
kurtarabilirdi. Ama artık o cana gerek duymuyordu.
Yaşlı ve güçsüz biri için
kimse bir dirhem bile vermiyordu. Bir Moğol askeri, talihsiz arkadaşıyla alay
etmek için: “Bak,” dedi, “sana çok iyi bir teklif: elindeki ihtiyar maymun için
bir çuval has saman vereyim sana!” Ozanın nicedir beklediği an gelmişti. “Hemen
kabul et teklifini,” dedi, “çünkü bundan daha fazla etmem ben!”
Öfkesi tepesine çıkan asker
kılıcına sarıldı. Ozanın nicedir gönlünde yatan fani dünyayı terk etme arzusu
da böylece gerçekleşti.
Celâleddin’in yüreği, aradan
geçen yaklaşık yarım yüzyıla karşın şu anda bile, tıpkı Attar’ın karşısında
durup da onun sönmekte olan gözlerine baktığı anda olduğu gibi, dünyaya karşı
yakıcı bir acıma duygusuyla doluydu.
Bu arada ozan ayağa kalktı.
Belhli büyük vaizin ardında saygılı saygılı duran iki çocuğa baktı ve
mağarasına gidip elinde bir kitapla geri döndü.
“Bir zaman gelecek,” dedi;
başıyla çocukları gösterdi, “onların yüreklerinde de dünyanın yüreği ateş
alacak ve bu ateşin kıvılcımları, hakikate susamış yüreklerini
alevlendirecek...”
Kitabı babasına verirken,
garip şey, Ferideddin Attar, ona değil, doğrudan Celâleddin’e bakmıştı. Yaşlı
ozanın, incelik kurallarına aykırı olan bu bakışlarıyla, Celâleddin’in
yüreğindeki o yakıcı acıma duygusu, nedense, yerini yumuşak, uzak bir hüzne
bırakarak yok olup gitti.
Ama artık kendisi de
yaşlandığı için çok iyi biliyordu Celâleddin: şaşılacak bir yanı yoktu bunun.
Yüzlerine bakıp insanların ruhunu kitap gibi okuyan Attar için, küçük
Celâleddin’in duygularını anlaması, daha küçük yaştan onun dünyayla
ilişkilerini zorlaştıran aşırı duyarlılığını sezmesi hiç zor değildi. Tıpkı
Attar için olduğu gibi, onun için de bir başkasının cehennemi, onun kendi
cehennemiydi.
Kente nasıl döndüklerini
anımsamıyordu bile Celâleddin. Anımsadığı tek şey, Nişaburluların o aşırı
mültefit ve nazik hallerinin telaş; aşırı saygılı hallerinin yaltaklanma;
endişeli hallerininse ödleklik gibi görünmesiydi. Bu yüzden, atının gemini
hizmetkâra uzatırken babasının Şeyh Hacegi’ye, “Yarın Allahın izniyle
yolcuyuz!” demesiyle içinde büyük bir rahatlama duydu.
Birinci Kandil
Ayak sesleri duyunca dönüp
bakmadı: çünkü medrese çoktan karanlıklara gömülmüştü, dönüp baksa da kimseyi
göremezdi. Kaldı ki, iyi terbiye görmüş birine ait olduğu belli bu yumuşak,
sokulgan ama yapmacık adımların sahibini tanıyordu: Büyük oğlu Veled’den
başkası olamazdı bu.
Kandilin alevine siper ettiği
ellerinin gölgesi duvara bir yarasa gölgesi gibi vuruyordu.
Sakalı her adımında hızla bir
tavana yükseliyor, bir yere düşüyordu... Dünya yüzünde birer gölgeyiz, hepsi
bu. Gölge kayboldu mu, yokuz. Sonsuz olan yalnızca, içimizde taşıdığımız ve
birbirimize aktardığımız alevdir... Oğlunun sessizce durup elinde tuttuğu şu
kandilin –duvarların ötesinde bir başkasınca yakılmış olan kandilin– alevi gibi
tıpkı. İçimizi yakan alev ne kadar parlaksa, o kadar uzun süre yanar ve biz
ağacın dallarına yürüyen özsu gibi dünyaya yayılmış olan hakikate o kadar yakın
oluruz...
Değerli okurum, biz sizinle,
nesnel gerçekliğin düşüncemizdeki yansısına hakikat diyoruz. Celâleddin’se
bunu, Tanrı olarak adlandırıyordu. Kendi zamanının çocuğuydu o. Ama unutmayalım
ki, bilgenin başına konmuş kuşun daha uzakları görmesi, bilgeden daha bilge ya
da daha uzak görüşlü olmasından değil, yalnızca konumunun daha yüksek
olmasındandır.
Her şeyi bilen, her şeye gücü
yeten tek tanrının tasarlanabilmesi, putataparlıkla karşılaştırıldığında, insan
aklı için büyük bir sıçramayı dile getirir, çünkü bu metaforda, insanın
kendisinden uzaklaştırılmış bir biçimde de olsa, dünyanın birliğinin ve insan
soyunun her şeye gücü yeterliğinin düşlenmesi vardır. Yine unutmamak gerekir
ki, tarih, yanlışların toplamı değil, sayısız girişimlerin, deneyimlerin ve
çabaların oluşturduğu bir zincirdir. Tek tanrılı dinlere geçiş, o dönem için,
fizyolojik olanla psikolojik olan, bedenle bilinç, nesneyle özne arasındaki
kahredici çelişkinin çözümlenmesi yolunda bir aşama kaydetmek demekti.
Yaşamının büyük bölümünü,
Müslümanların Rum diyarı adını verdikleri Küçük Asya’da geçirdiği için
kendisine Rumi de denilen Celâleddin, yaşadığı dönemin gereği olarak
düşüncelerini teolojik kılıflar altında sunuyordu.
Ama insan psikolojisinin
gizli dehlizlerinde korkusuzca ilerleyen Celâleddin, “sürekli çatışma halindeki
zıtların birliğinden ibaret olan dünya”nın, bir kez ve sonsuzcasına
yaratılmadığı, “her an yeniden yaratıldığı” sonucuna vardı.
Celâleddin, temelleri Grek,
Roma, Arap, Hint ve Çin düşünürlerince atılmış olan bir diyalektik sistem
geliştirdi.
Hegel’in açıklamalarından
öğrendiğimize göre, Celâleddin Rumi, onun, yeniden işlenmiş biçimiyle çağımız
ilerici düşüncesinin temellerini oluşturan diyalektik metoduna, büyük
katkılarda bulunmuştur.
Ama Celâleddin, yaşadığı
dönemin gereği olarak, düşüncelerini Hegel gibi soyut mantık kategorileri
şeklinde değil, coşkulu, ateşli şiirler halinde, şiirsel formla sundu.
Moğol istilaları döneminde
doğudan, Haçlı Seferleri adı verilen vahşet ve barbarlık dönemindeyse batıdan
kaynaklanan din savaşlarının ve fanatizmin sellerine kapılanları, hoşgörüye
çağırdı: Onun gözünde bütün tek tanrılı dinler öz olarak bir ve aynıydı. Baskı,
zulüm, zorbalık, kölelik döneminde, dini, dili, ırkı, sınıfı, kökeni ne olursa
olsun, ister varsıl ister yoksul olsun, bütün insanların eşit olduklarını
söyledi. İnsanlar onun için yalnızca Mükemmel İnsana ne kadar yaklaştıkları
açısından fark taşıyorlardı; gösterdiği çabaya ve yeteneğine bağlı olarak,
herkes Mükemmel İnsana yaklaşabilirdi.
Hakikate susamış insanlara
seslenirken ünlü bir gazelinde şunları söylüyordu:
Ey,
Tanrı’yı arayan!
Aradığın
sensin!
“Tanrı” metaforunun gerçek
içeriğini şiirinde böyle ortaya koyuyordu.
Yaşam ve ölüm, ruh ve madde,
insan ve insanlık, uzam ve zaman, tarih boyunca çok değişik biçimlerde adlandırıldılar
ve problem olarak çok farklı biçimlerde ele alındılar. İnsanoğlu var oldukça
da, bu sorunlar değişik biçimlerde yeniden ve yeniden dikilecek insanlığın
önüne ve bu sorunların çözümü yolundaki her girişim, eskiden olduğu gibi,
yalnızca hakikate biraz daha yaklaşmak olacaktır.
Evet, değerli okurum, şimdi
istersen yeniden yedi yüzyıl öncesine, Konya’daki bir medresede, güz gecesinin
ağır, yoğun karanlığına karşı cılızca yanan kandilin ışığına dalarak
düşüncelere ve anılara gömülmüş olan Celâleddin Rumi’ye dönelim ve yaşamını
onunla birlikte izleyelim. Toz toprak içinde kalmış birtakım sözcüklerden ve
alışılmadık ifade biçimlerinden sıkılmadan, bunların ardında gizli olan tarihin
en yüce çabalarından birinin anlamını kavramaya çalışalım: Kim bilir, zamanın
perdesini aralamayı başaran bu büyük insanı yakıp kavuran ateşi, bir parçacık
olsun duyumsayabiliriz. “Söz, giysidir, anlamsa bu giysinin altında saklanan
sır,” diyordu, sırlarını çözmek istediğimiz büyük düşünür ve ozan.
Kandili önüne bırakan Veled,
çömeldiği yerden, soran gözlerle babasına ürkek ürkek baktı. Celâleddin bir şey
söylemeden bakışlarıyla teşekkür edince, gözlerindeki soruyu sözcüklere
dökmeden, yine öyle yumuşak, sokulganlığı yapmacık adımlarla geri geri yürüyüp
çekildi. Ama oğlunun dile getirmediği sorusunun, düşünce akışının ortasında bir
engel gibi yükseldiğini duyumsadı Celâleddin: çözümlemediği bir sorun
hatırlatılmıştı kendisine. Bu engelin üstesinden gelmeye çalışırken, Ferideddin
Attar’ın Esrarname’sini, babasına değil de küçük bir çocuk olmasına karşın
kendisine armağan etmesinin bir nedenini daha –belki de en önemli nedenini–
buldu: Umuttu bu, avunçtu; kendi duymak istediğin sözleri söyleyerek, boynunu
yokluğun, ölümün baltası altına uzatabilme umudu; babaların gerçekleştiremediklerini,
oğulların muhakkak gerçekleştirecekleri, onların babalardan daha mükemmel, daha
bilge olacakları umudu...
İyi ama, eğer biz
olduğumuzdan daha mükemmel, daha bilge olamamışsak, onlar nasıl olacaklardı?
Hayır, “kendine acıma” sarmalına dolanmadan, umudun baştan çıkarıcı
telkinlerine kanmadan, soluk alıp verdiği sürece, kendinden sonra, sahibi
olduklarından daha mükemmel, daha çok şey bırakmak için çaba harcaması gerekti
insanın. O zaman belki oğullarımız bizim yapamadığımızı yapabilirlerdi.
Attar kendine acımamıştı. Ne
var ki, neredeyse bir yaşam boyu beklediği oğula ancak yetmişli yaşlarında
kavuşabilmiş, onu da on sekiz yaşındayken yitirmişti. İşte aradan geçen yarım
yüzyıldan sonra şu anda, mezar çukurunu andıran mağarasının karanlık ağzında
durup, ateşli gözlerini kendisine diken ozanın bakışlarında Celâleddin’in yeni
keşfettiği anlam buydu.
Oğulları geldi gözünün önüne.
Ay yüzlü, Belhli küçük kızın, Gevher Hatun’un, daha Konya’ya gelmeden,
Larende’deyken doğurduğu oğulları. Büyüğe baba adı Veled’i vermişti. Tanrı
hiçbir şey esirgememiş gibiydi Veled’den: Sağlıklıydı, akıllıydı, terbiyeliydi,
iyi bir eğitim görmüştü. Onları birbirinden ayrı düşürebilecek hemen hiçbir şey
yoktu: Babasının bütün düşünce ve davranışlarını anlar, onaylardı Veled. Ama ya
ötesi? Bundan öteye geçebilir miydi?
Celâleddin burada biraz
durdu. Veled onun sevgili oğluydu. Bu bakımdan adaleti oduncu kantarında değil,
kuyumcu terazisinde tartmalıydı.
Belki de, onun çıkmazı da çok
sevilmekti: İşte, yakında kırkına girecekti, sakalına kır düşmüştü, ama hâlâ
babasının ayak izlerine basar, ona öykünürdü. Evet, Veled babasını anlardı,
baba mirasını ondan daha iyi yorumlayacak ve koruyacak birini bulabilmek
gerçekten zordu. Ama bildiği her şey, kendisinin bulup çıkardığı, kendisine
kendisinin sağladığı şeyler değil, miras olarak sahiplendiği şeylerdi. Miras
olarak edinilmiş şeylerin değeri ne olabilirdi ki? Üstelik kendisi yaşamı
boyunca ne altın biriktirmiş ne ülkeler fethetmiş ne de bağ bahçe
yetiştirmişti... Neyi koruyacaktı Veled? Onun sözünü mü? İyi ama söz de,
dünyadaki her şey gibi sonluydu, ölümlüydü. Kullanıla kullanıla, içindeki
anlamı taşıyamayacak denli yıpranabilirdi, tıpkı, artık su tutamayan delik
testiler gibi. Her an yeniden doğan hakikatse, her zaman canlıydı ve bir avucunu
tutabilmek için olsun –her seferinde yeni bir kaba ihtiyaç gösterirdi. Yeni
sözler, içerdikleri hakikat aynı da olsa, eskileriyle çelişebilirlerdi. Ama
susamış insan için testinin biçiminin ne önemi vardı?
Koruyucu ve varis olmaya
tamah etmeme güç ve cesaretini bulabilecek miydi Veled acaba? Aslında hakikati
korumak demek, hakikati bulup çıkarmak demekti; bunun dışındaki bir koruma,
zaten sayısı belirsiz mezheplere, tarikatlara, sektlere bir yenisinin daha
eklenmesinden başka bir anlama gelebilir miydi? Bu kez de onun adıyla bağlı
yeni bir sekt... Oysa onun ulaştığı en önemli sonuç, insanların sektlere,
kastlara, dinlere, mezheplere bölünmesinin yanlışlığı ve anlamsızlığıydı: İnsan
soyu, tıpkı hakikat gibi tekti.
Celâleddin ürperdi. Bir
şeylere karşı koyamayacak kadar cılız, yumuşak, narindi Veled. Toparlak bir
yüz, sakalın bile gizleyemediği al yanaklar... Seyid Burhaneddin sağken,
müridlerinden biri sormuştu: “Mevlâna’nın yüzü neden soluk da, halifesi
Veled’inki böyle al al?” Seyid hemen yanıtı yapıştırmıştı: “Bilebildiğim
kadarıyla Celâleddin her zaman âşıktır, yani sevendir; sevenlerinse gözleri
ateş gibi yanar, ama yanakları soluk olur. Veled’e gelince, o çocukluğundan
beri hep sevilendir.”
Seyid’in yanıtına şöylece bir
gülümseyip geçmişti o sıra Celâleddin. Ama şimdi düşünüyordu da, rahmetli
öğretmeni haklıydı galiba. Hakikatin âşığı ve hakikatin gözdesi... İşte
aralarındaki fark! Ne yapsa, güzel, doğru, akıllıca yapıyordu oğlu: Vaazları
öyleydi, şiirleri öyle. Ama yine de bir yavanlık, tatsızlık vardı bunlarda.
Örneğin şiirleri, babasının şiirlerine benziyordu; ama bir halının tersinin, ön
yüzüne benzemesi gibi bir benzerlikti bu. Renkler coşkudan yoksundu, ilmikler
sırıtıyordu. Bu konuda istese de kendini aldatamazdı Celâleddin.
Veled’de kadınsı, munis,
yumuşak, korunmaya muhtaç bir yan vardı. Işığı bile, ay ışığı gibi yansıma bir
ışıktı. Yakıp kül eden bir ışık değil; okşayan, sakinleştiren, yumuşak bir
ışıktı. Hep babasına özenmesine, ona öykünmesine karşın, içinde,
derinliklerinde, annesi Gevher Hatun soluk alıp veriyordu. Kim bilir belki de
bu yüzden öbür oğullarından daha çok seviyordu Celâleddin onu.
Şiir yazmakta niye böyle
diretiyordu? Kendi yolunu bulsa, bir şeylerden kuşkulansa, bir şeylere
başkaldırsaydı ya! İyi de, Celâl, sen sanki baban Bilginler Sultanı sağken bir
şeylerden kuşkulanabildin mi? Başkaldırdığın oldu mu hiç? Hayır! Yalnızca onun
ardından gittin. Aslında zaman zaman kuşkuya kapılmadın değil, ama...
Mekke’de babasıyla birlikte
hacılar kalabalığına karışıp Kabe’yi tavaf etmişlerdi. Yarım sesle okunan
duaların uğultusu, coşmuş bir denizin uğultusu gibiydi. Kimse birbirinden
çekinmeden gözlerinden sicim gibi yaşlar dökerek ağlıyor, kimileri yerlere
yıkılıyordu. Kendilerini unutma ve dünyanın dört bir yanından gelmiş şu on
binlerce insana karışıp kaynaşma anını, bir mucize bekler gibi bekliyorlardı.
Sonrasında her şeyin değişeceği bir mucize... Birbirleriyle kaynaşmış,
insanlık, kardeşlik denizinde bir damlaya dönüşmüş bu insanların bir daha kin,
kibir, cimrilik gibi duyguları yaşayabilmeleri olanaksızdı.
Ne var ki, aynı gün bir grup
dervişin, gerçek mümin kime derler gibi bir konuda başlattıkları tartışmayı
nasıl kavgaya dönüştürdüklerini görmüştü; yumruklar, uçları sivriltilmiş asâlar
kafa göz demeden inip inip kalkıyor, sakallardan gözyaşları değil kanlar
süzülüyordu; gözler yine öyle yanıyordu, ama bu kez hoşgörüsüzlük ve nefret
kıvılcımlarıyla... sabahki ululama sözlerinin yerini ise, aşağılama sözleri
almıştı.
Mekke’den Medine’ye
giderlerken, bir atlıya rastlamışlardı. Altında Arap atı, üzerinde pahalı
giysileriyle varsıl bir hacıydı bu. Yanında ise, ayakları kan revan içinde
hizmetkârları vardı. On iki yaşındaki Celâleddin, hac görevini yerine getirmiş
Arabın yüzünde bir zafer kazanmışlık edası ve kendinden hoşnutluk sezmişti.
Aynı havayı daha önce pek çok başka hacıda daha gördüğü için, İslamiyette koşul
olarak konulmuş olan Hac ziyaretinin, kutsal bir görevi yerine getirmek için ya
da günahlarından arınmak için değil, hacılık unvanının ardına sığınarak,
yurtlarına döndüklerinde mundar işlerini daha rahatça sürdürebilmek için
yapıldığı sonucuna varmıştı.
Hayır, mucize
gerçekleşmemişti. Kendisinin duyduğu ve bütün hacıların da duyduklarını sandığı
o büyük coşku, insanların hayatlarını, davranışlarını zerre kadar
değiştirmemişti. Hac görevini yerine getirse de, insanın günahkâr kalabileceği
ve değil Hacca gitmek, camiye bile adım atmamış olsa bile gerçek bir Müslüman
olarak kalabileceği düşüncesi kafasında ilk doğduğunda, babasının, “İnsanlar
senin aynandır; onların günahları, senin yansındır” sözünü hatırlayarak
kendinden utanmıştı.
Bu konudaki düşüncesini dile
getirecek asıl sözler, ancak on yıl sonra dökülecekti dudaklarından:
Ey Hacca
gidenler, nereye böyle, nereye?
Tez gelin,
çöllerde döne döne
Aradığınız
sevgili burada,
Duvar
bitişik komşunuz... Durun!
Gördünüzse
suretsiz suretini onun,
Hacı da
sizsiniz, Kâbe ve evsahibi de.
Başkaldırma mı?! Daha neler!
Babası sağken, başkaldırma şurda dursun, bir şeylerden kuşkuya bile kapılması
söz konusu olmamıştı. Bir erkek ancak babasının ölümünden sonra gerçek erkek
olur, diye boşuna mı demişler?
Babasıyla kendisinin arasında
şöyle böyle bir yarım yüzyıl vardı. Bilginler Sultanı öldüğünde kendisi hepsi
hepsi yirmi üç yaşındaydı. Yaşı kırka dayanmış büyük oğlu Veled’se kendisinden
yalnızca on dokuz yaş küçüktü.
Can sıkıntısı içinde kendi
kendine telaffuz ettiği başkaldırma sözcüğü ona birini anımsattı. Bu “birinin”
hayalini zihninden kovmak için nice uğraştıysa da başaramadı.
İkinci oğluydu bu. Adını
hayalinde bile anmak istemediği isyankâr oğlu. Evet, o başkaldırmıştı işte. Ama
“arayıp bulmak” için değil, “yitirmemek” için. Babasının yolu kendisine dar
geldiği için değil, tam tersine fazla geniş, alışılmadık ve tehlikeli geldiği
için. Babasına tutunmak, onu hiç bırakmamak istemişti, ama boğulan birinin,
kendisiyle birlikte kurtarıcısını da diplere sürükleyen tutunmasına benzer bir
tutunmaydı bu... Hayır, sen başkaldırmamıştın, sana akıl, mantık, dürüstlük
denen kavramları unutturan içindeki kudurmuş kıskançlık ve bencillik hayvanı
başkaldırmıştı. El kaldırdın, hem de kime?!
Celâleddin, yüreğinde
unutulmuş bir duygunun büyümekte olduğunu ayrımsayarak şaşırdı. Öfkeydi bu;
oysa nicedir bu duyguyu unutup gittiğini sanırdı; çünkü vaktiyle kendisinde
sınırsız bir öfke uyandıran şeyler, şimdi yalnızca buruk bir keder ve acıma
uyandırıyordu.
“İç dünyada olup bitenleri
kavramak ve bu dünyaya egemen olmak, bir zamanlar Büyük İskender’in sahip
olmayı başardığı cihana egemen olmaktan daha zordur. Ama bundan da zoru: her
şeyi bilmek, anlamak ve dünyanın çılgınlığını gördüğün halde, onu değiştirecek
güçte olmamaktır! Bundan daha kahredici bir şey yoktur dünyada!”
Eski düşmanına karşı içinde
büyüyen öfke kabarmasının patlama noktasına yaklaştığını duyar duymaz,
Celâleddin kendini tuttu. Yüzünde tek bir kas bile oynamadı bu anda. Tespihi,
hep öyle ölçülü aralıklarla şıkırdayarak, eliyle yer arasında sonsuz halkalar
çizmeye devam ediyordu.
Bu öfkenin kaynağını
biliyordu: Baba mirası... Bilginler Sultanı pek seyrek olarak kendini
kaybederdi... Ama bir kaybetti mi de, korkunç olurdu.
Babasının, Belh’teki büyük
camide verdiği son Cuma vaazında ilk kez tanık olduğu bu korkunç öfkesi
Celâleddin’i müthiş şaşırtmıştı. Hadi bunun ciddi bir nedeni vardı; ya şu
Bağdat önünde mola verdiklerindeki öfkesine ne demeli..?
Dârüsselâm
Celâleddin’le kardeşi,
palmiyenin fil ayağına benzer gövdesine yaslanmışlar, peynir dürümleriyle
açlıklarını gideriyorlardı. Hepsi yorgunluktan bitkin durumdaydı. Daşti Kebir
çölüyle Kürdistan’ın sarp dağ geçitlerini arkada bırakmışlardı. Özellikle de şu
son gece, Nişabur’dan sonra atını bırakıp deve üzerine geçmesine karşın,
babasını bile bitkin düşürmüştü. Buna karşın Bilginler Sultanı develerden
yüklerin indirilmesine izin vermemiş, molanın fazla uzun olmayacağını
söylemişti.
Deve sürücüleri develerini ağaçların
altına çöktürürken, onlar karınlarını doyurmaya kervansaraya gitmişlerdi.
Sonunda serin bir yer
bulmanın keyfi içindeki çocuklar, üzerinden bir zamanlar Babil krallarının
geçtiği tarihi yolu; pide, peynir, hurma satıcılarını seyrediyorlardı. Mangallara
konulmuş pideler sıcacıktı ve inanılmayacak kadar ucuza satılıyordu.
Sabahın ilk saatleri olmasına
karşın tarihi yol canlıydı: Halifenin başkentine yakın olunduğu hemen
duyumsanıyordu. Boz tüylü Belucistan devesine binmiş bir yolcu geldi
kervansaraya; bu develerin doğudan batıya 30 fersah yol yapabildiklerini
duymak, iki kardeşi de şaşırttı. Erkeklerin üzerlerindeki uzun gömlekler,
kadınların ışıltılı giysileri, köle kızların başları üstünde taşıdıkları
sepetler, evlerin üç parçalı ön cephelerine açılmış aşırı genişlikteki giriş
kapıları... her şey bir garip, şaşırtıcıydı burda.
Satıcıların bağırışlarını
dinleyen kardeşi bir ara dirseğiyle Celâleddin’i dürtüp:
“Baksana,” dedi; “bizim
Arapça gramer öğreneceğiz diye canımız çıkarken, burda şu köylü satıcılar bile
Arapça biliyor.”
Celâleddin karşılık vermedi
kardeşine. Yolda bir kervan görünmüştü. Bir şeyler tanıdık gibi geldi bu
kervanda, ama ne olduğunu çıkaramadı. Kervan iyice yaklaşınca yerinden fırladı
ve heyecanla kervan başına doğru atıldı. Evet, yanılmamıştı, hemşerileriydi
bunlar, Belh’ten geliyorlardı.
Bilginler Sultanı’nın,
aralarında Şerafeddin Lala’nın da bulunduğu müridleriyle birlikte burada
konaklamakta olduğu haberi üzerine, onlar da burada biraz soluklanmaya karar
verdiler. Şerafeddin Lala’nın, Belh’in tüccar kesiminin önde gelenlerinden biri
olmasının da payı vardı bunda.
Ancak, kervandakiler,
memleketten doyurucu haberler verecek durumda değillerdi. Çünkü, çölün sıcağına
dayanamayacak bir yük taşımakta oldukları için, dolambaçlı bir yol izlemeye
karar vermişler, bu nedenle de çok erken yola çıkmışlardı. Belhliler,
hemşerilerine memleketten bir şeyler armağan etmek için denklerinden birini
çözünce, ortalığı bir anda mis gibi bir kuru kavun kokusu kaplayıverdi.
Yalnızca Belh’te yapılırdı bu nefis yiyecek.
Kavunun dış kısmını, hiç
koparmadan düzgün bir sarmal şeklinde soyanların hünerine çocukluğundan beri
hep hayranlık duyan Celâleddin, kervancıların verdiği kehribar rengi kavun
dilimine yüzünü yaklaştırdı, kokusunu derin derin içine çekti: Memleketinin son
bir selamı gibiydi bu doyumsuz koku.
Ama Bilginler Sultanı’nı hiç
yumuşatmadı hemşerilerini görmek: Besbelli artık kendini Belh’e bağlı
hissetmiyordu.
Yemekten sonra Celâleddin,
kervancılardan ikisinin, babasına:
“Bugün yola devam edebilmemiz
olanaksız; develer yoruldu,” dediklerini duydu.
“Dinlenecek sıra değil,” diye
karşılık verdi babası.
Adamlar diretmiş olacaklar
ki, babası uzun uzun adamları ikna etmeye çalıştı. Ancak, “Develer yoruldu!”
diyor, başka bir şey demiyordu kervancılar. Birden babasının iri, kemikli eli
başının üzerine yükseldi ve karşısındaki adamın yanağında patladı. Eli çok
ağırdı Bilginler Sultanı’nın: Tek tokatta adamların ikisini birden yere
sermişti. Kimse ne olduğunu anlayamadı bile.
“Develere, kahpe dölleri!”
Develer, gerçekten de
yorgundular. Ama kervancıların bugün yola devam etmek istememelerinin asıl
nedeni, hemşerileriyle oturup doya doya konuşmaktı. Babasıysa yalana hiç
katlanamazdı. İyi ama, kendinden küçük birine el kaldırmayı gerektirecek kadar
büyük bir yalan mıydı bu? Hem nedendi ki bu acelesi böyle?
Celâleddin şimdi anlıyordu
ki, devecilerin o küçük yalanları bardağı taşıran damla olmuştu babası için.
Acele edişinin nedeni ise, Bağdat’a vardıklarında anlaşılmıştı. Ama o sırada
babalarının öfkesi, bundan da çok, onun ağzından öyle ağır bir küfür duymak,
kardeşini de, kendisini de müthiş korkutmuştu.
Halifenin başkentine iki
saatlik bir yolları kalmışken, bir devriye kolunca yolları kesildi. Karışık
zamanlardı; bu yüzden yollarda bu türden önlemler doğal görülüyordu. Arap
muhafızlar kervanı çember içine aldılar.
“Nerden gelip nere
gidersiniz?”
Babası devenin üstündeki
oturma yerinin perdesini aralayarak, olduğu yerden, Arapça:
“Tanrı’dan gelip Tanrı’ya
gidiyoruz,” dedi. “Tanrı’nın iktidarından başka iktidar yoktur. Böyle olduğu
için de hiçbir yerden gelmiyor, hiçbir yere gitmiyoruz.”
Muhafızlar şaşkınlıktan
bakakaldılar. Peygamber dilince söylenen sözlere her zaman saygı duyardı
Araplar; kaldı ki bu garip adamın konuşma tonu, sözlerinin anlamı iyice bir
korkutucuydu. Kervanı salıvermeye de, durdurmaya da karar verememiş gibiydiler.
Sonunda, Bağdat’a, şeyhler şeyhi Suhreverdi’ye bir atlı gönderip, kendileri de
kervana eşlik ederek Bağdat’a doğru ilerlemeye karar verdiler.
Atlı, Dârüsselâm’a varıp
(Halifenin başkentinin resmi adıydı bu ve “huzur yeri” anlamına geliyordu),
anlayabildikleri kadarıyla Horasan taraflarından, içinde ulema ve şeyhlerin
bulunduğu bir kervanın yaklaşmakta olduğunu ve kervandaki yolculardan birinin
kendilerine söylediği garip sözleri aktarınca, Şeyh Suhreverdi:
“Bu olsa olsa Belhli
Bahaeddin Veled’dir,” dedi. “İçinde yaşadığımız günlerde ondan başka kimse
böyle bir dille konuşamaz.”
Bağdat’ın en ünlü
ilâhiyatçılarından biri olan Suhreverdi, döneminin bütün şeyhlerini ve önde
gelen sufi erlerini tanırdı. Vaktiyle Harezmşah Muhammed’i Bağdat üzerine
çıkacağı seferden vazgeçirmek göreviyle elçilik de yapmıştı. Bu yüzden
Muhammed’in sarayındaki ulema arasındaki çekişmeleri de, Bahaeddin Veled’i de
biliyordu. Bu ünlü şeyh ve vaiz, eğer Harezmşahının ülkesini terk etmişse, terk
ediş nedeni ne olursa olsun, Halife’nin yararına bir şeydi bu. Bu bakımdan
kendisi çok saygın bir şekilde karşılanmalı ve çok iyi ağırlanmalıydı; bütün
Müslümanlar, önderlerinin, Şah Muhammed denen mundarın taciz ettiği din büyüklerine
nasıl saygılı davrandığını da görmüş olurlardı böylece.
Halife’nin başkentinin
duvarları uzaktan görününce, başlarında beyaz bir katıra binmiş olarak Şeyh
Suhreverdi’nin bulunduğu bir kurul kervana doğru karşıcı çıktı.
Suhreverdi, Bilginler Sultanı’nın
yanına varmadan katırından indi, büyük bilgine yürüyerek yaklaştı. Bilginler
Sultanı, Bağdat’ın şeyhler şeyhinin, cüppesinin eteğinin ucundan öpmesine izin
verdiyse de, Bağdat’ta kendisinin konağında kalmaları önerisini kibarca ama
kesin bir dille geri çevirdi. Ulema takımı medresede kalırdı. “Huzur Yeri”nde
kalışını olabildiğince uzatmak her yolcunun gönlünden geçerdi, ama onlar, Allah
izin verirse Hac görevlerini yerine getirmek için bir an önce Mekke yolunu
tutma niyetindeydiler. Kente, Fırat’ın hızla akan bulanık suları üstüne
kurulmuş Hahrvane köprüsünden geçerek girdiler.
Babası hep olduğu gibi sert,
içine kapanıktı. Ama gözleri kor gibiydi; gözlerinde tutuşan hiddet alevleri
içinde, gurur kıvılcımları seçiliyordu.
Aslında Celâleddin’e şimdi
böyle geliyordu bunlar, yıllar sonra... O zamanlarsa babası hakkında böyle
şeyler düşünebilmeyi aklının köşesinden bile geçirmezdi. Bu da bir yana, o
zamanlar, öfkeyi besleyen şeyin gurur olduğunun, hatta yalnızca beslemek de
değil, kömür üzerindeki alevin, yandıktan sonra geriye yine kömür ve kül
bırakması gibi, öfkeyi doğuran şeyin de gurur olduğunu anlayamazdı ki! İçindeki
öfke kıvılcımlarını söndürmeyi öğrenmişse eğer, bu öfkenin besinini, yani
babadan geçme o sınır tanımayan gururu bir yana atmakla başarmıştı bunu. Ama
böylece uysal, boynu bükük biri olduğunu söylemek de mümkün değildi. Ruhları
hadım olmuş kimilerinin onu küstah bir din sapkını olarak nitelemeleri de bu
yüzden değil miydi zaten? Ama elden ne gelir: tutku, ruhları hadım olmuşlara
her zaman küstahlık olarak görünmüştür.
Evet o, Celâleddin, babasını,
Bahaeddin Veled’i geride bırakmıştı ve bunu da, insanın zihnini kütleştiren,
gözünü kör eden baba gururunu yenmesine borçluydu.
Bağdat sokaklarında ağır ağır
ilerliyorlardı. Güneş batmak üzereydi. Bazı pencerelerin kafesleri, içerde
yakılan kandillerle sarıya boyanmıştı bile. Sarayların, kulelerin, minarelerin,
evlerin üzerinde yeşilimsi bir ışıltı gibi sonsuz gibi uzanan Bağdat göğü ise,
alacakaranlığın içine gömülmeye hazırlanan bütün güzellikleri kendine
çağırırcasına, pırıl pırıl parlamaya devam ediyordu.
Abbasioğullarının sadık bir
hizmetkârı olarak Şeyh Suhreverdi, Bilginler Sultanı’nı, onun dinsel değerine
uygun düşecek bir şekilde ağırlamak istiyor, herhangi bir yanlışlık yapılmaması
için büyük çaba gösteriyordu. Medreseye varana dek kervana kendisi eşlik etmiş,
en iyi hücreleri ayırmış, hatta Bilginler Sultanı’nın toza batmış çizmelerini
kendi elleriyle çıkarmıştı. Bilginler Sultanı, bütün bunları gerekli ve uygun
davranışlar olarak görmüş olacak ki, hiç karşı koymamıştı.
Ne var ki, akşam namazından
sonra medrese, ellerinde saray mutfağında hazırlanmış birbirinden nefis
yemekler, türlü meyve ve yemişlerle dolu tepsiler taşıyan kadın erkek bir yığın
hizmetkârla dolunca, Bilginler Sultanı’nın tepesi attı. Hele tepsilere bütün bu
nefis yemeklerden başka çil çil altın dinarlar da konulmuş olduğunu görünce
büsbütün öfkelendi.
“Burada bize her şey
sağlanmışken bunlar da nereden çıktı? Zenginle sağlıklının sadaka aldığı nerede
görülmüştür.”
Bu sözlerle, hükümdarın
armağanlarını geri çevirerek, yemeklerin fakir fukaraya, altınlarınsa Bağdat’ın
derviş tekkelerine dağıtılmasını buyurdu.
Bilginler Sultanı’nın, günah
sayılabilecek en ufak bir hatadan bile kaçınma özenini, Halifenin armağanlarını
kendisi için haram saydığı sonucunu çıkaran Şeyh Suhreverdi öfkeyle medreseyi
terk etti.
Gerçekten de yanılmıyordu
Suhreverdi. Halifenin yalnızca dünyevi değil, aynı zamanda ruhani bir lider de
olduğunu düşündükleri için olacak, müridlerinin kendisine sorgu dolu gözlerle
baktıklarını gören Bilginler Sultanı:
“Halifenin buraya gönderdiği
armağanları alsaydım,” dedi, “peygamber cemaatini himayeyle uğraşacak yerde
kendini müziğe, raksa, şaraba kaptırmış birinden hediye aldığım için, günaha
girerdim.”
Bilginler Sultanı’nın
çocukları, Abbasi sarayında, halifelik unvanıyla asla bağdaşmayacak bir lüksün
ve ahlâksızca eğlencelerin hüküm sürdüğüne ilişkin birbirinden ilginç öyküler
dinliyorlardı durmadan. Bağdat’ta bu durumu açıklamak için peygamberin bir
hadisine gönderme yapılıyordu: “Üç oyuna melekler refakat eder: at yarışı, ok
yarışı, kadınlarla oynaş.” Ancak dayanak, yani bu hadisin nakil zinciri, kimi
ulema tarafından güvenilir bulunmuyordu, bu bir; ikincisi de bu hadis, ne koyun
boğazlama törenlerinin, ne de perdeler ardına gizlenmiş (hatta bazen açıkta)
şarkılar söyleyen köle kızları dinleyerek, şarap içip birbirlerine çiçekler
atarak düzenlenen âlemlerin bir mazereti olabilirdi.
Hatta, görevleri şeriata
uyulup uyulmadığını denetlemek olan kadıların bile, üzerlerine allı pullu
giysiler giyerek sarhoş kafayla sakallarından şarap süzdüklerine ilişkin
öyküler anlatılıyordu kentte.
Tanrı korkusuyla yetiştirdiği
oğlunun da, ney ve rebab eşliğinde kendi yazdığı şiirlerin okunduğu meclisler
düzenlediğini, bu da bir yana, kadınların da katıldığı bu meclislerde
raksedildiğini öğrense, acaba Bilginler Sultanı’nın tepkisi ne olurdu?
Rebab
Ah, rebab, sevgili rebab!
Celâleddin’in dünyada belki de çok bağlı olduğu şeydi rebab. Hatta şiir yazması
bile, belki de şiirin müziğinin, sözcüklerin ifade edebildiğinin ötesinde bir
şeyleri ifade edebileceğini düşünmesindendi. İnsanda gizli olan ruhsal güçleri
ortaya çıkarmak, insanı bıkkınlık veren gündelik uğraşların tekdüzeliğinden
kurtarmak ve her insana özgü ruh dünyasına girmeyi sağlamak için müzik ve
rakstan daha etkili bir başka şey olamazdı. Öğrencilerine en sık yinelediği
sözlerden biri şuydu: “Dünyada insanları bilgece tartışmalardan daha çok hiçbir
şey ayıramaz... ve dünyada hiçbir şey raks ve müzik kadar insanların birliğini
sağlayamaz.”
İster
Türk, ister Rum, ister Arab
Sen herkes
için aşkın dilisin, rebab.
Bir sufi vaiz olmasına karşın
Bilginler Sultanı’nın müziğe şiddetle karşı çıkması ilginçtir. Çünkü ondan yüz
yıl önce bile, örneğin Nişabur’da Şeyh Ebu Said (ve tabii daha başkaları da)
sema törenleri düzenliyorlardı, bu törenlerde Kur’an surelerinin yanı sıra, aşk
şiirleri de okuyorlardı.
Tarikat, yani mutlak’a
kavuşmak için kendilerini mükemmelleştirme “yol”u konusuna kafa yormuş sufi
kuramcılar, “yolcu”nun durup dinlenmek bilmeyen çabalarıyla ulaşacağı bir dizi
psikolojik, sabit (değişmez) “durum” belirlemişler ve bu durumlara “makam”,
yani durak adı vermişlerdir. Bununla birlikte bu değişmez durumların yanı sıra,
“yolcu”nun, bir anlık kasırga gibi gelip geçici coşkulara kapılabileceğini de
kabul etmişler ve buna da “hal” adını vermişlerdir. Greklerin de “ekstaz”
dedikleri bu durumu günümüzde belki en iyi karşılayacak kavram “esin”
olacaktır. Makamdan farklı olarak, sınırsız bir özden geçişin ödülü olarak
gerçekleşmesine karşın “hal”, “yolcu”nun irade gücüne ya da çabalarına bağlı
değildir; tıpkı, bütün düşüncelerini tek bir noktaya yoğaltmakla esine de her
isteyenin istediği zaman ulaşamadığı gibi... İnsan ruhunun uzmanı olmuş büyük
şeyhler belki bu yüzden, yolcuyu “hal”e yaklaştıracak biricik aracın müzik
olduğunu belirtmişlerdir.
Celâleddin’in tüm insanlık ve
dünyayla karışıp kaynaşmasında, kendisini sonsuz güçlü, Tanrı’ya eşit, mükemmel
insan duymasında müziğin ve rebabın payı büyüktür. İnsanların bölük pörçük,
dünyanın paramparça, özün olgudan kopuk olmasını çıkarlarına uygun bulanların,
onun elinden bu biricik aracı çekip almak için sonsuz bir hınçla çabalamaları
boşuna değildir.
Ne çok karalamadan kendini
temize çıkarması gerekmiş, ne çok tehlike atlatmış rebaba düşkünlüğü yüzünden!
Bunlardan sonuncusu, beş yıl önceydi...
Hüsameddin’le birlikte ortak
kitaplarının başında bütün gece süren bir çalışmadan sonra, o sabah canı hiç
evde kalmak istemiyordu. Yukarıdan, tavanlar üzerine üzerine bastırıyor gibiydi
sanki. Sonra çanak çömlek sesleri, ayak sesleri, evdekilerin birbirlerine
ürkekçe sordukları acaba yemek yiyecek mi, acaba istediği bir şey var mı
soruları, kısacası dış dünyadan odasının duvarlarını aşarak kendisine ulaşan
her ses dayanılmaz bir biçimde yoruyordu kendisini. Yapayalnız kalmalıydı.
Kendisiyle baş başa.
Evin arka kapısından usulca
çıkıp yürümeye başladı. Niyeti kent dışındaki üzüm bağlarına gitmekti. Sabah,
pırıl pırıldı. Dünkü boğucu sıcaktan sonra bugün beklenen esinti de yoktu.
Karşıdan gelenlerin yerden selamlarına karşılık vererek kale duvarları boyunca
yürürken, birden çok hoş, kuytu bir yer aklına geldi.
Sultan sarayının büyük
kapısına yakın bir çınar altıydı burası.
Üç yandan hanımelleriyle
çevrili yaşlı çınarın altına oturup koynundan çıkardığı kitabı okumaya başladı:
Senaî’nin bir şiir kitabıydı bu. Muhafızların bakışları, atların nal sesleri,
araba gıcırtıları, bu kuytu yeri kendilerine yuva tutmuş hezen arılarından
yükselen yoğun uğultu onu rahatsız etmiyor, yalnızlığını bozmuyordu: Ona
sormadan, kendi bildiğince akan hayatın sesleriydi çünkü bunlar.
Senaî’nin şiirlerine gömüldü.
Bir ara sayfa çevirirken
dalgın dalgın başını kaldırdı. Beş adım kadar ötesinde, kollarını göğsünde
çapraz kavuşturmuş sıska bir adam duruyordu. Seyrek sakalı korkudan titriyor,
ufacık gözlerinden kurnazlık okunuyordu. “Burada bile buldular! Herhalde
epeydir dikiliyordu başımda... Yaklaşıp okumamı kesmeye korkmuş olmalı.”
Bakışları karşılaşınca adam
gözlerini indirdi ve sanki her an ayaklarının altındaki yer yarılabilirmiş
gibi, ürkek, ihtiyatlı yaklaştı. Yerden bir selam verdi. Sonra yeninden bir
kâğıt çıkarıp uzattı.
Bir Türk fakihti bu;
Konya’nın en yeteneksiz ilâhiyatçılarından biri... Hiç değilse şu yaşlılık
günlerinde en küçüğünden de olsa bir medresede reislik ya da küçük bir kasabada
kadı yardımcılığı gibi bir görev alabilmek için, şansları kendisininkinden daha
yaver gitmiş, önemli görevlere gelmiş meslekdaşlarının ayak işlerini görürdü.
Aslında bu kadar çabalamasa amacına ulaşabilirdi belki. Öbür ulema kendisini
küçük görür, aşağılardı; ne zaman pis bir iş olsa, hep onu görevlendirirlerdi.
Kurbanlık koyun gibiydi bir bakıma.
Garibin tir tir titreyişine
bakılırsa kendisine bu kez verilen görev de pek hoş bir görev değildi.
Celâleddin yine müzikle ilgili bir sorunla karşı karşıya olduğunu düşündü:
Çünkü ulemanın, Konya Kadısı Sıraceddin’e kendisiyle ilgili yeni bir curnalde
bulunduğunu duymuştu:
“Ey bilginler bilgini,
bilgeler önderi, şeriatın temeli, peygamber halifesi, efendimiz! Biz
camilerimizde Allah’ı ulularken, bazı yerlerden yükselen şarkı ve müzik sesleri
bizim sesimizi bastırmaktadır! Bu işe bir son verilmesini sağlamanızı ve
şeriatta haram olan rebab ve semayı yasaklamanızı dileriz.”
İhtiyarın uzattığı kâğıdı
alan Celâleddin, canının sıkıldığını hiç belli etmedi. Yalnızca:
“Kadıdan mı?” diye sordu.
Kaşla göz arasında eski
yerine dönmüş olan fakih:
“Evet efendim,” dedi. “Kadı
Sıraceddin efendimizden.”
Celâleddin dürülmüş kâğıdı
açtı. Kâğıtta, usta bir kâtip elinden çıktığı belli olan incecik ve düzgün bir
yazıyla, fıkha, mantığa, usule, tefsire, tıbba, nücuma ve başka alanlara
ilişkin pek çok soru düzenlenmişti. Hepsi de şaşırtıcı, dolambaçlı, çetrefil
olarak kabul edilmiş sorulardı ve bunlardan kimine bugüne dek, bu soruları
ortaya atan bilim ve din erleri de içinde olmak üzere, kimse bir yanıt
bulamamıştı. Hele şu anda bu soruları kendisine yöneltenlerin, sordukları
soruların yanıtlarını verebilecekleri çok kuşkuluydu. On batman ekmeği taşımak
zor değildir; ama sıkıysa hadi ye bakalım! Bilimin bu ekmek taşıyıcıları, taşıdıkları
ekmeğin nasıl yeneceğini nereden bilsinlerdi?!
Sıraceddin’inse kurnaz olduğu
açıktı. Aslında, ulemanın karnının doymasını sağlayan cemaati başka yöne
çektiği için, müziği ve raksı yasaklayan bir fetva yayınlamaya herhalde karşı
değildi; ama eğer Konya’da basit halk, müziği, şiiri, rebabı, semayı seviyorsa,
elden ne gelir? Sultan sarayının güçlü adamlarından Muineddin Pervane bile
halka sevimli görünmek uğruna Celâleddin için sema âlemleri düzenliyor ve bu
âlemlere divanın yüksek görevlileriyle Sultan kızları bile katılıyorsa
Sıraceddin’in elinden ne gelirdi?
Şu ulema olacak kafasız
takımı keşke böyle bir curnal vermemiş olsaydı! Ama curnal verilmiş bir kez,
gereğini yapmak gerek!
Kendisine curnalle başvuran
ulemaya:
“Her koyun kendi bacağından
asılır,” dedi. “Sözünü ettiğiniz kişi, bütün bilgilerde örneksiz; onunla
uğraşmamak gerek.”
Kadı Sıraceddin hiç değilse
ekmeği taşıyanlarla yiyenleri birbirlerinden ayırabiliyordu. Görevi gereği
Celâleddin’in pek çok şiirini okumuştu ve onun resmi bilginleri küçük gördüğünü
biliyordu. Kendisi onlardan daha geri olduğu için değil –buralı herhangi bir
bilginin bellek ambarına atabileceğinin en az on katını sığdırabilirdi
kafasına–, bir bilgi, bilinç ziyafetinde yavan ekmekle yetinmeyeceği için.
Gramer
üstadı güverteye çıkıp,
“Gramer
bilir misin sen ey dümenci?” demiş.
Ne desin
garip dümenci,
“Bilmem
üstadım,” yanıtını vermiş.
Bunun
üzerine bizim bilgin:
“Eyvah,”
demiş kibirli, “gitti ömrünün yarısı!”
İçerlemiş
bu söze dümenci, ama belli etmemiş.
Az sonra
bir fırtına patlamış, bir fırtına ki,
Ne direk
kalmış gemide, ne yelken.
Dümenci
koşup üstada sormuş:
“Muhterem,
yüzme bilir misin sen?”
Bilgin,
şaşkın:
“Yok,”
demiş, “suyun üstünde bile duramam!”
“Eyvah,”
demiş dümenci, “gitti ömrünün tamamı!”
Celâleddin, ulemanın, Sıraceddin’in
onun bütün bilgilerde örneksiz olduğu yolundaki görüşünü sınamak için
düzenledikleri çetrefil sorulara şöyle bir baktı, sonra fakihe:
“Mürekkep ve kalem!” dedi.
Sonra ağır ağır, her sorunun
altına yanıtını yazdı, ayrıca, farklı gibi görünen olayların ortak yanını görme
yeteneğiyle, tıpkı bir yığın otu karıştırarak tek bir hapa dönüştüren bir
eczacı gibi, bütün o soruları birleştirerek tek bir soruya dönüştürdü.
Yanıtlar bitince, bir an
durup az ötesinde sessizce dikilen ihtiyarın aşırı bir çabayla götürüp
kendilerine sunacağı bu hapı yuttuklarında, kendisini sınavdan geçirmeye
kalkışan bilgin müsveddelerinin yüzlerinin alacağı şekli düşündü. Sonra kâğıdın
arka yüzünü çevirip, gitgide artan bir keyifle, kendisini sözümona oyuna
getirmeyi planlayanlara şunları yazdı:
“Ey, dünyanın büyük âlimleri!
Bilin ki, biz dünya isteklerinden vazgeçtik, medreselerle tekkeleri sizlere
bıraktık. Dilediğiniz gibi bunların gelirlerinden yararlanın. Biz her şeyden
vazgeçip bir bucağa sığındık. Kapımızı şana şöhrete kapadık. İşinize
yarayacağını bilseydik rebabı da size bırakırdık. Ama ne gelir elden? Siz
rebaba haram diyorsunuz, karşı çıkıyorsunuz. Rebabcağız garip kalmış. Biz de o
garibi okşayıp gönlünü yapmadayız. Gariplere dost olmak, erlerin kârıdır ve de
peygamber buyruğudur.”
Geç kalmışlardı muhteremler!
Daha önce almayı başaramadılarsa, artık hiç alamazlardı elinden rebabı. Belki
acı gelecekti, ama isteseler de istemeseler de bu hapı yutacaklardı.
Hep başkalarının aklıyla
yaşayan ve her zaman yüksek mevki sahibi ulemaya özenen yaşlı fakih, birkaç gün
sonra kuyumcu dükkânında Alaeddin Siryanus’a rastladı ve:
“Vallahi evlat,” dedi;
“bugüne dek belki bir eşek yükü kitap okudum, ama hiçbirinde şu sizin rebabın
helâl olduğunu görmedim.”
Celâleddin’in kara
cübbelilere karşı kazandığı zafere en çok sevinen müridlerinden biri olan ve
düşüncelerini öğretmeni gibi bilimsel bir incelikle gizleme gereğini duymayan
Alaeddin:
“O bir eşek yükü kitabı
eşekçe okuduğun için görememişsindir babalık,” dedi. “Hamdolsun biz İsa’ca okuduk,
gördük ve sırrına erdik.”
Birinci Kandilin Sonu
Celâleddin’in yüzünde bir
gülümseme belirdi... ve dondu. Düş mü görüyordu yoksa? Rebabın buğulu, boğuk
sesini duyar gibi olmuştu.
Fitil çatırdadı, alev
titredi. İçinin ta derinlerinde bir yerlerde, yavaş yavaş hal’e girmekte
olduğunu duyumsayarak, kandilin yanındaki cımbıza uzanıp fitilin yanık ucunu
düzeltti.
Rebabının uzak, buğulu sesini
yeniden duydu. Sakın oğlu Veled babasının düşüncelerini sezmiş olmasındı? Ya da
babasını müziğin nasıl etkilediğini düşünerek, onun düşünce akışını bir başka
yana yöneltmek istemesindi: şu son sıralarda babasının geceleri odasına çekilip
kendi içine kapanmasından korkar olmuştu. Belki de hakikatin sevgilisi Veled,
babası şuracıkta uyanık dururken, yatıp uyumaya utanmış ve kendisini kimselerin
duymayacağını düşünerek can sıkıntısından rebaba sarılmıştı?
Bu düşünce, içindeki sevinç
balkımasını bir anda kararttı ve düşünce akışını yeniden eski yatağına, o uzak
Bağdat gecesine yöneltti: Babası, günah olan eğlencelere kendini kaptırıp
gitmiş olan halifenin mundarlığından söz ediyordu.
Müzik, kadın gibiydi. İki
türlü kullanabilirdin onu: Bir, Halife Nasır Lidinillah gibi, içindeki insanı
uyuşturacak bir odalık ya da kapatma olarak; iki, seni kendisiyle birlikte aynı
insani şeye doğru akıtacak, aynı şeyin içinde hemhal edecek ve içindeki insani
özün uyanmasını sağlayacak bir araç olarak.
Sema, insan ruhuna ferahlık,
bahtiyarlık veren bir güzellikti. Halifenin keyif meclisleriyle sema arasında
dağlar kadar fark vardı.
Evet, şu anda babasını daha
iyi anlayabiliyordu. Bilginler Sultanı, semanın nasıl bir şey olduğunu biliyor,
neden ve sonuçlarını anlıyordu. Onun müziğe karşı çıkmasının nedeni başka
başkaydı.
Sema, uyanıştır. Ama
zındandaki tutsak uyanmak istemez. Zira tutsaklığını gereksiz yere bir kez daha
hatırlatmaktan başka bir işlevi yoktur uyanıklığın onun için. Bir gül
bahçesinde uyuyup kalmış biri, hele de uykusunda ağır düşler görmüşse,
uyanmaktan sevinç duyar. Müzik, düğün dernek, bayram şenlik içindir, yas için
değil.
“Senaî ve Attar gibi en ileri
gelenleri de içlerinde olmak üzere, sufilerin hepsi, hemen hep ayrılıktan söz
ettiler. Oysa bizim sözümüz kavuşma üzerinedir. İşin özü burada.”
Bilginler Sultanı a hü vah
etme, ağlayıp sızlanma döneminin insanıydı. Oğlu Celâleddin’se, yeni bir
dönemin habercisiydi.
Konya’da basit halkın müziği
ve şiiri sevmesi doğrusu büyük mutluluktu. Kendisinin bu kentteki yaklaşık
yarım yüzyıllık yaşamından sonra, ney ve rebab sesleri, ezan okuyan
müezzinlerin iç karartıcı seslerinden daha seyrek duyulmuyordu. Bir de gelenek
oluşmuştu: Celâleddin’in müridleri, kendilerinden biri öldü mü, cenazeyi sema
ederek, neyler çalıp besteler okuyarak kaldırıyorlardı; cenazenin önünde de
imamlar, hafızlar değil, sazendeler, hanendeler gidiyordu. Çünkü cenazenin
önünde giden imam, ölünün Müslüman olduğuna tanıklık ederdi; sazendeler ve
hanendelerse, onun Müslümanlığından başka bir de âşık olduğuna tanıklık
ederlerdi ve herkesin bildiği gibi âşıklar ölmezlerdi. “Ayrılık üzerine değil,
kavuşma üzerinedir sözümüz bizim...”
Ama kavuşmaktan söz edebilmek
için önce ayrılık denen şeyi bütün çeşitleriyle ve çok iyi bilecektin: tıpkı
bütün kavun çeşitlerini, yıldızların bütün hareketlerini, bütün yazı türlerini
bilir gibi.
Kendisinin yaşadığı ilk
ayrılık, yurt ayrılığıydı ve bunun bilincine Bağdat’tayken varmıştı...
Gerçekleşmeyen Ceza
Bilginler Sultanı’nın, Şeyh
Suhreverdi’nin ricası üzerine Bağdat’ın en büyük camisinde verdiği vaazdan
Celâleddin’in hatırında kalanlar, yere serili halıların gözalıcılığı, kubbeli
tavandan sarkan ve kandillerin ışığını yüzlerce kez çoğaltan kristal avizelerin
görkemi, ulema takımının göğüslerini döven sakallarıydı; ne camiyi sık saflar
halinde dolduran cemaatten tek bir kişinin yüzünü, ne babasının tehditkâr
vaazında söylediklerini anımsıyordu; herhalde daha önce pek çok kez duyduğu
şeyleri yinelemişti babası.
Ama, aradan yarım yüzyıl gibi
muazzam bir zaman geçmiş olmasına karşın, Bağdat’ta kaldıkları medrese
hücresinin çamur sıvalı duvarlarındaki bütün lekeleri en küçük ayrıntısına dek
gözünün önüne getirmesi için, gözlerini bir an yumması yeterdi. Bu hücredeki
ilk gecesini gözünü kırpmadan geçirmiş ve hücrenin duvarlarında, ayrıldığı öz
kenti Belh’le ilgili birbirinden korkunç tablolar canlanmıştı.
Daha camiden eve
dönmemişlerdi ki, tüm Bağdat korkunç bir haberle çalkalanmaya başladı:
Horasan’ın pek çok kentini yakıp yıkan Cengizhan orduları şimdi de Belh
kapılarına dayanmış, kenti kuşatma altına almıştı.
Bilginler Sultanı, oğulları,
müridleri bütün gece dua ettiler. Babası ne için dua etmişti, Celâleddin
bilmiyordu. Yalnız, sessizce kımıldayan dudaklarından arada bir, “şükürler
olsun sana Yarabbi!” sözleri dökülüyordu.
Belki de onursuz ulemayı
cezalandırdığı ve kendisine Horasan’ı terk etme düşüncesini esinlendirdiği için
şükrediyordu Tanrı’ya, kim bilir? Celâleddin’se, yaşlı süt nine Nesibe’nin, kız
kardeşinin ve daha doğurmadığı bebeğinin, arkadaşı Sinan’ın ve öteki oyun ve
okul arkadaşlarının, sonra, kendileriyle arkadaş bile olamadığı bütün
çocukların, tanıdığı tanımadığı herkesin canlarını bağışlaması için öfkeyle,
umutsuzlukla, coşkuyla, gözyaşları içinde dua etmişti. Dualarının özü, dünyanın
bütün dualarının özü neyse oydu: “Tanrım, ne olur, olması beklenen şey
olmasın!”
Duaları karşılıksız kalmıştı.
Cengizhan kenti almış, sevgili torunu Mutugan’ın Belh yakınlarındaki bir
çarpışmada ölmesinin öcünü de, bütün Belh halkının öldürülmesi emrini vermekle
almıştı.
Şah Muhammed, Bahaeddin
Veled’in de önceden bildiği gibi, kaçıp katliamdan canını kurtarmakla beraber,
Hazer denizinin ıssız, kumluk bir adasında, kimselerin bilip tanımadığı,
şansız, şerefsiz bir insan olarak ölüp gitmişti.
Bilginler Sultanı’nın
Belh’teki ürkünç kehaneti gerçekleşmişti. Ama Bağdat’taki kehaneti
gerçekleşmemişti. Halife Nasır Lidinillah’ın belasını bulacağına ilişkindi bu
kehaneti. Ancak, dünyadaki günlerini akla gelmedik ayıplarla, işret ve âlemle
geçiren Halife, kendi döşeğinde rahat rahat ölmüştü. Moğolların, otuz yedi yıl
sonra Bağdat’ı kuşattıklarında, çuvala tıkıp tekmeleye tekmeleye öldürdükleri
Halife, Nasır değil, bir başkası olmuştu. Gerçi El Mutasim Billah’ın da
selefinden bir farkı yoktu ve böyle bir cezayı çoktan hak etmişti, ama Nasır
cezasız kalmıştı.
Peki ama bu bir ceza mıydı?
Halife tıpkı yaşadığı gibi, bir seçkin olarak ölmüştü. Eğer Moğollar Tanrı’nın gönderdiği
ceza idiyseler, Halife işlediği suçlardan dolayı hak ettiği bir cezayı
çekmişti. Müslüman dünyasında yüz binlerce insanın, hiçbir acıyı, hiçbir cezayı
hak etmediği bir dönemde, o günah içinde yüzmüştü.
Binlerce insan, tek
suçlarının birinin atı önüne çıkmak olduğunu bile bilmeden öldürülür, yok
edilirken, haksız yere ceza çekmek, ama bu sırada bir günahın –hatta kendi
işlemediği bir günahın– kefaretini ödemek için kurban olarak seçildiğini
bilmek, ceza değil, Hallac’ınkine benzer imrenilecek bir alınyazısıdır.
Moğollardan üç yüzyıl evvel, Bağdat’ın bir caddesinde “En el Hak!,” yani “Tanrı
(hakikat) benim!” diye bağıran, bu yüzden yerlerde sürünüp kırbaçlanan, nihayet
boynu kesilen ve bu sözü bağırdığı alanda başsız bedeni yakılan Hallac, bu kahredici
acılı yolu, bu ölüm yolunu, bilinçli olarak seçtiği için değil midir ki,
kendisinden sonraki kuşaklar onun bu sözünü rehber bilip hakikat diye yollara
düşmüşlerdir?
Bilginiyle, bilgesiyle tam
iki yüz bin Belhli öldürülmüştü; kitaplar ayaklar altına atılmış, camiler,
medreseler yerle bir edilmişti. Suçlu suçsuz, günahlı günahsız, bilgili
bilgisiz denilmemişti. Katledilen bir kalabalık içinde, herkesi –yakınlarını,
mahallelisini, tüm kenti, tüm halkı– ölümün beklediğini bilerek ölen bir insan,
artık kaderin adilliğine inanabilir miydi?
Celâleddin, ölen her Belhli
için yüreğinin dağlandığını duydu, sanki bir kez de o öldü. Bu bakımdan gerçek
anlamıyla Bağdat’ta bilincine vardığı ana yurttan ayrılık, onun için hem
alınyazısına inançtan ayrılığın, hem de kendini mükemmelleştirme yolunda insan
istencinin özgürlüğüyle buluşmasının ilk adımı oldu...
Kervanları üçüncü gün sabah
erkenden, halife başkentinin batı kapısından Mekke’ye doğru yola çıktı.
Aralanmış örtünün gerisinde
toparlacık genç kız yüzünü gören Celâleddin, bir anda yüreğinin alınyazısına
karşı sonsuz bir minnetle dolup taştığını duydu: Gevher Hatun onunla
birlikteydi.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İnci
Aşk,
hakikatin açı ölçeridir.
Celâleddin Rumi
Ordu
Mekke, Medine, Şam, Halep,
Erzincan... dörtnala giden bir atlının yolundaki işaret direkleri gibi bir
görünüp bir yittiler. Bilginler Sultanı hiçbir yerde fazla eyleşmeden,
kervanını hep kuzeye, Selçuklu sınırına doğru sürdü.
Şam’dan Erzincan’a dek tüm
yollar kuzeye akan insanlarla doluydu. Topraklarını bırakıp kaçan eski Harezm
beyleri, yoksul halk, Harezmşah’ın başkenti Gürgenc’in yaşadığı korkunç
olayları anlatıyorlardı. Aylar süren kuşatmadan sonra kente giren Moğollar,
mahalle mahalle çarpışarak ele geçirdikleri kenti Amuderya’nın suları altında
bırakmışlardı.
Moğolları hiçbir şey
durduramıyordu: Ne yiğitlik, ne kurnazlık, ne de savaşkanlık. Muhammed Şah’ın
oğlu, çılgınlık olarak nitelenebilecek bir gözüpeklikle Moğol ordularını
durduracak bir girişimde bulunmuş, hatta zafer bile kazanmıştı; ama arkadan
gelen tümenler onun da işini bitirmişti. Tıpkı avcının kovaladığı bir av gibi
Hindistan sınırında Moğollara yakalanmış, düşmanın eline geçmesinler diye
annesini, karısını ve odalığını İndus’un sularına atmış, kendisi atının
üzerinde geçerek canını kurtarmıştı.
Moğol zulmünü yaşayanların,
daha Moğol sözcüğünü duyar duymaz, sanki önlerine cehennem zebanileri dikilmiş
gibi gözleri dehşetle irileşiyordu. Aslında saraya yakın yüksek memurların dış
görünüşleri bile durumu açıklamaya yetiyordu: Üzerlerinde yırtık pırtık giysiler,
pılı pırtılarını iki tekerlekli köylü arabalarına yüklemişler, ev halkıyla
birlikte yollara düşmüşlerdi. Şah ordusundan kalıntı birtakım askerler,
kılıçtan orağa kadar ellerine geçen her şeyle silahlanmışlardı. Moğolların
eline geçen Horasan, Merv, Afganistan gibi yerlerden batıya doğru yollara
düşmüş dervişler, ellerinde asâları, kemerlerine asılı Hindistan cevizi
kabuğundan maşrapalarıyla ağır ağır, yalpalaya yalpalaya yürüyorlardı. Saçları,
sakalları usturaya vurulmuş, bellerine kadar çıplak “cavlaklar”, Suriye
yönünden yukarılara doğru çıkmadaydılar. Kendilerine “gazi” denilen savaşçı
dervişlere de rastlanıyordu yollarda. İki yüzyıldır Bizans kaynaklı
saldırıların temel gücü olan Frank gavurunun bu saldırılarını püskürtmek için
Rum Selçuklusunun komutasında, Müslüman dünyasının batı sınırında toplanıp
durmadaydı bunlar.
Franklar, Bizans’ı ellerine
geçirmeyi başarmışlar, İsa’nın kabrini özgürlüğüne kavuşturmak bahanesiyle
Suriye ve Filistin’e yerleşmişler ve buralarda kendi barbar düzenlerini
kurmuşlardı: Özgür köylüler artık birer köleydiler, hatta köle bile değil,
boyunlarında, efendilerinin damgalarını taşıyan tasmalarıyla birer hayvana
dönmüşlerdi.
Bir tek Rumun Selçukluları,
Küçük Asya’da Müslümanların hiçbir zaman göstermedikleri bir direnişle, bazen
gerileyip bazen ileri atılarak, tutundukları yerleri koruyorlardı.
Sekirlerle, palalarla,
baltalarla silahlanmış Gazidervişler, kemerlerine asılı dümbelekleri çalarak,
kahramanlık türküleri söyleyerek yürüyorlardı. Sırtlarına asılı torbalarında,
bir savaşa girmezden önce düşmanı korkutmak için yüzlerini boyayacakları
boyalar, kartal tüyleri, öküz boynuzları vb. taşıyorlardı.
Tüccar kervanları, Selçuklu
başkenti Konya’ya, ordan daha kuzeye, Karadeniz kıyılarına ve güneye, Ceneviz
kolonileri olan Antalya ve Alanya’ya doğru yollara düşmüş durumdaydılar.
Cenevizliler, Ruslar, belleri kara kuşaklı Ermeniler, alınları mavi benekli
Hintliler, belleri putataparlar gibi sicim kuşaklı Yahudiler yollarda telaş
içinde koşuşturuyorlar, hanlarda at, deve, eşek arıyorlar, pazarlık ediyorlar
ama hep yaptıkları gibi aralarında tartışmıyorlardı; hepsi de tek bir düşünce
çevresinde birleşmiş gibiydiler: Yaklaşan saldırıdan olabildiğince hızla
uzaklaşmak, mallarını, canlarını güvenceye almak... Çarşılardaki dükkânların
çoğu kapalıydı. Değerli mallarını ve ailelerini gözden ırak yerlere yerleştiren
dükkân sahipleri, atlarını sürekli eyerli, kamçılarını hep çizmelerinin
konçlarında tutuyorlardı.
Yollar, hele dağ yolları,
boğazlar, geçitler hiç tekin değildi. Kırımdan canlarını kurtaran, ancak açlık,
sefillik içinde yüzen Harezm askerleri, hiç kimseye boyun eğmeyen Kürtler,
kervanlara saldırıyor, tüccarları, yolcuları soyuyorlardı. Selçuklu Sultanının
kendilerine sınır topraklarını açtığı göçebe Oğuz kabileleri de tek durmuyorlardı:
Mevsim kışa dönmek üzere olduğu için sürüleriyle birlikte yaylalardan inen
Oğuzlar, yolculardan yalnız Sultan adına değil, kendi adlarına da haraç
alıyorlardı.
Malatya’ya yaklaştıklarında,
hafif silahlar kuşanmış bir atlı birlik durdurdu kervanlarını. Moğollara
çattıklarını düşünen deve sürücüleri aman dileyip canlarının bağışlanması için
yalvarmaya hazırlanıyorlardı ki, yanıldıklarını anladılar. Moğollar değil,
Müslüman Türklerdi bunlar. Silah ve donanımlarının hafif olduğuna bakılırsa,
gerideki asıl birliğin öncüsüydüler. Nitekim öyle olduğu anlaşıldı. Bir fersah
kadar daha gittikten sonra, uygun bir yerde durmalarını ve aynı yoldan geçecek
olan ordularına yol vermelerini emredip, geldikleri gibi hızla uzaklaştılar.
Çok geçmedi, bir dönemecin
gerisinden, turna seslerine ve deve çanlarına alışmış dağ yollarını tir tir
titreten ritmik bir müzik duyuldu. Borular, davullar, nakkareler, müthiş bir
gümbürtüyle, asıl ordunun gelmekte olduğunu duyuruyorlardı. Kervanbaşı, sesini
duyurabilmek için gırtlağını yırtarcasına bağırarak, kervanın boydan boya yol
kıyısına çekilmesini emretti. Sürücüler develerini yandaki dik yamaca adeta
yapıştırdılar. Burun deliklerinden eyerlerine kısa bir iple bağlı develer,
akıllı başlarını kaldırıp, korumaların, kervancıların ve müridlerin telaşlı
koşuşturmalarını, karşılarından bir sel gibi gelen koca ordu kervana el koyacak
olsa buna sanki engel olabilirlermiş gibi, yükleri, kadınları ve çocukları
korumak için atlarıyla bir ileri bir geri gidip gelişlerini serinkanlı
bakışlarla izlediler.
Garip, coşkulu müzik iyice
yaklaştı. Bilginler Sultanı’nın müridi olmazdan önce Rum topraklarında
gavurlarla pek çok kez savaşmış olan Şeyh Hacegi, bu müziği tanıyordu: Adını
Büyük Selçuklu devletinin son hükümdarı Sencer’den alan, “senceri” denilen cenk
müziğiydi bu.
İki yüzyıl önce, Orta Asya
bozkırlarından kopan göçebe Türkmen kabileleri, İslamiyeti benimsemişler ve
Çin’den Bizans’a, Gürcistan’dan Irak’a uzanan büyük bir imparatorluk
kurmuşlardı. Moğollardan canlarını kurtarmayı başarmış, Semerkand, Merv, Tebriz
gibi kentlerden yollara düşmüş binlerce insanın kurtuluş umudu, işte bu büyük
imparatorluktan ayakta kalmayı başarmış son küçük parça olan, Rum toprakları
üzerine yerleşmiş Selçuklu Sultanlığıydı.
Kervandakiler rahat bir soluk
almışlardı. “Senceri”nin kulaklarına ulaşabilen sözlerinden anladıklarına göre,
karşılarındaki ordu, Konya’daki Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubad’ın,
Bağdat’a, çaresiz düşmüş Halifeye yardımcı olmak üzere yola çıkardığı orduydu.
Dönemecin ucundan ilk
görünenler, mızraklı süvariler oldu. Onları, hemen her savaşın yazgısını
ellerinde tutan seçme savaşçılar: alpler ve bahadırlar izledi. Altlarında
kuzguni Arap atları vardı. Atlardan bazısının boynunda, savaştaki başarılarının
ödülü olarak Sultanın armağan ettiği altın halkalı süslemeler vardı. Kardeşiyle
birlikte devenin sırtında sindikleri yerden orduyu büyük bir merakla izleyen
Celâleddin, bahadırların komutanının atında bu süslemelerden tam dört tane
saydı. Tepeden tırnağa zırhlı, eğri Dağıstan kılıçlı, dev gibi bir adamdı bu.
Ağır gürzünü, hemen ardından gelen silahçısı taşıyordu. Kendilerine çavuş denen
bu silahçılardan her bahadırın arkasında üçer dörder tane vardı.
Bahadır müfrezesinin
arkasından, hançerler ve hafif kalkanlarla silahlanmış bir birliğin korumasında
bayraktar geliyordu. Üç köşeli bayrağın rengi, Halifeye sadakat işareti olarak
siyahtı, ama tam ortasında, Selçuklu soyunun simgesi olan kızıl şahin yer
alıyordu.
Boz Belucistan develeri
üzerine yerleştirilmiş davul ve nakkareleriyle müzik takımı da geçtikten sonra,
özel bayraklarıyla sipahiler göründüler. Sipahi bölüklerinin komutanları,
savatlı silahları, altın, gümüş, süslemeli koşum takımlarıyla hemen belli
oluyorlardı.
Ama Belhlileri en çok
şaşırtan şey, ağırlıkların taşındığı arabalardan hemen önce geçen üç birlik
oldu. Atları müthiş iri, palaları çifte kabzalı, mızrakları çok uzun, kılıçları
iğne gibi ince, zırhları ağır, tolgaları ve yelmeleri değişik, kimi Ruslar gibi
sarışın, kimi İranlılar gibi yağız savaşçıların, zırhlarında, kılıçlarının kabzalarında,
arkalarına attıkları pelerinlerde Hıristiyan ve gregoryen haç işaretleri
görmek, Bilginler Sultanı’nın kolay kolay hiçbir şey karşısında şaşırmayan
müridlerini bile şaşırttı. Bu adamların Hıristiyan olduklarına kuşku yoktu;
peki öyleyse, Müslümanların Halifesini korumak için hazırlanmış bir ordunun
içinde ne işleri vardı?!
Binbir ulusun, kavmin, ırkın
kaynaştığı Küçük Asya topraklarına yerleşmiş olan Selçukluların, kendi
dinlerinden olmayanları itip horlamak şurda dursun, tam tersine, Rum ve Ermeni
vassallarını bayrakları altında topladıklarını, Gürcü, Frank, Norman ırkından
olanlardan, tıpkı Türklerden kurdukları gibi, paralı askeri birlikler
kurduklarını çok sonra öğrendiler. Batının, “Karanlık Dünya”nın şövalyelerinin
yüzyıllar süren saldırılarına karşı koyabilmelerinde, belki bu dinsel
hoşgörülerinin de büyük payı vardı.
Bitip tükenecek gibi
görünmeyen bir sıra halinde silah, araç ve gereçlerle yiyecek ve içecekleri
taşıyan atlar, develer, katırlar geçti en son. Selçuklu ordusu sanki açlık
çekilen bir diyarda, kendisine koca bir yıl yetecek yiyecek ve donanımı da
yanında götürüyor gibiydi. Celâleddin, Büyük Selçuklu Devletinin ünlü veziri
Nizam ül Mülk’ün devlet yönetimine ilişkin Siyasetname adlı kitabındaki bir
öğüdünü anımsadı: “Sefer sırasında, ordunun gereksinimi olan her şeyi önceden
sağlamak gerekir; haraç ya da başka yollarla köylüleri soyup soğana çevirmek,
onları size düşman eder.” Halkın desteğinin ne demek olduğunu bilen Selçuklu
sultanlarının bu bilgece öğüdü hâlâ tuttukları anlaşılıyordu. Kafasız Harezm
şahlarının hiç anlamadıkları, önemsemedikleri bir şeydi bu.
Aylar süren yolculuklarının
biricik sevinci oldu bu düzenli, akıllı, güçlü orduyla karşılaşma. Moğollar bu
orduyu da koyun sürüsü gibi dağıtabilecekler miydi bakalım?
Malatya önlerinde
karşılaştıkları bu düzenli ordu, sağ esen yurduna döndü: Moğollarla beklenen
çarpışma gerçekleşmemişti. Çünkü Moğollar Bağdat üzerine yürümekten vazgeçerek,
kuzeye, Kafkasya’ya yönelmişler ve Hazer’i dolanarak Volga’ya, Rusya içlerine
sokulmuşlardı. Bir süre için ertelemişlerdi anlaşılan Bağdat seferini.
Ağırlıkların arkasında giden
keskin gözlü okçu birliği de iyice gözden yitince, kervan başı coşkulu bir “Ya
Allah, ya Bismillah!” çekerek yeniden yol emri verdi.
Öğleden sonra kervan dağ
boğazından çıkınca önlerinde göz alabildiğine uzanan geniş vadiye bakakaldılar.
Güneş altında göz kamaştırıcı ışıklar saçarak parlayan dağ doruklarındaki
karlara, o dağların eteklerine, Fırat’ın çelik rengi sularının şarlayıp aktığı
derbente köprü kurmuş gökkuşağına, üzerinde yaylakçıkların derme çatma
damlarının yer aldığı yemyeşil yaylalara, bahçelere, köylere, vadinin tam
ortasında yer alan mübarek Malatya şehrine uzun uzun bakıp, seccadelerini
serdiler ve aylardır ilk kez ferah bir yürekle ikindi namazlarını eda ettiler.
Bitmez tükenmez yollardan ardı ardına geçtikleri ülkelerden sonra nihayet
varacakları yere ulaştıklarını düşünüyorlardı. Geride korkunç çöller, ürkütücü
dağ silsilelerini bırakmışlardı. Önlerinde güçlü Selçuklu Sultanınca korunan
barışçıl, dingin, verimli topraklar uzanıyordu.
Ama Bilginler Sultanı
Malatya’da hiç durmayacaklarını söyledi ve kervanın yönünü kuzeye döndürdü. Ta
Erzincan’a vardıklarında, güneydoğuya doğru kıvrıldılar.
Ateşler
Selçuklu Sultanlığı sınırları
içinde epey ilerlemişlerdi. Bilginler Sultanı, kervanını nihayet, halkının
çoğunluğunu Rum ve Ermenilerin oluşturduğu Larende adlı küçük bir kasabada
durdurdu. Burada ne kadar kalmayı düşünüyordu, belli değil, ama en azından
kapıya dayanan kışı burada geçirecekleri belliydi.
Selçuklu Sultanı’nın buradaki
valisi Emir Musa, okuması yazması olmayan, ama Sultana alabildiğine sadık bir
Türk askeriydi ve sorumlusu olduğu kenti şeriat yasalarından çok, “türe”
denilen göçebe Oğuz kabilelerinin kurallarıyla yönetiyordu. Din ulularına
sonsuz bir saygı duyduğu ve Bilginler Sultanı’nın Larende’de bir süre kalma
kararı özsaygısını okşadığı için, bu Belhli din büyüğünü, büyüklüğüne yakışır
bir saygınlıkla ağırlamayı görevi bildi.
Selçuklu ülkesinin hemen
bütün valileri, sarayında bilgin, şeyh ve ulema takımını toplayıp onların
öğütlerini dinleyen ve onları armağanlara boğan Sultan Alaeddin Keykubad’a
öykünüyorlar ve şairiyle, din bilginiyle ileri gelen kişileri konaklarında
ağırlamayı, sultanlarına sadakatle eş tutuyorlardı. Gelgelelim, Larende’yi onurlandıran
şu Belhli bilgin biraz ters, harın bir adamdı ve “Ben medreseden başka bir
yerde konaklamam!” diye tutturmuştu.
Oysa Larende, Ermeni kralı
II. Levon’dan alınalı topu topu beş yıl olmuştu, bu yüzden de, kimi eskiden
kalma, yıkık dökük, kimi de fetihten sonra kullanılmaz olan pek çok kilise ve
manastırla dolu olmasına karşın, henüz tek bir medresesi yoktu.
Ama Emir kesin kararını
vermişti: Belhli büyük bilgini ne pahasına olursa olsun kentinde alıkoyacaktı.
Söz verdi: Kışa kadar bir medrese yapacağım sana, dedi.
Sözünü de tuttu. Bilginler
Sultanı bir ay sonra yeni yapılan medreseye geçti. Evet, Nişabur’da, Şam’da,
Halep’te gördükleri gibi yüzlerce hücresi olan görkemli medreselerden değildi
bu, ama yine de, ev halkıyla beraber kendisinin, müridlerinin, yeterince
müderrisin ve on kadar da softanın –medrese öğrencisi– kalmasına yetecek
büyüklükte, alçakgönüllü bir yapıydı.
Selçuklu Sultanı’nın, ünlü ve
saygın biri olma heveslisi Emir’in saflığı ve içtenliği, yalnızca o kışı
Larende’de geçirmeye niyetlenen Bilginler Sultanı’nın burada tam yedi kış
geçirmesine yol açtı.
Celâleddin’in çocuk aklı,
Sultanın başkentine on yedi fersah uzaklıktaki bu kasabada olağanüstü
inceliğine kavuştu, çağının açık bilgilerini yine bu kasabada aldı.
Hıristiyanların, içlerine gizli tapınaklar kurdukları volkanik kayalarla
çevrili, birbirinden hünerli Rum ve Ermeni ustalarla ve Horasanlı
ilahiyatçılarla dolu bu yemyeşil vaha, onun gençliğinin de geçtiği yer oldu.
İlk bahar tadını, ilk büyük acıyı ve ilk mutluluğu da yine Larende denilen bu
kasabada tattı.
Bağlarda, bahçelerde
yürürken, tepelerdeki çayırlıklarda dolaşırken, derelerde akan buz gibi suların
şırıltılarını dinlerken, doğayı yöneten yüce güce karşı minnetle karışık taşkın
sevinci ilk burada duydu. Doğa, çocukluğundan beri onu derinden etkilerdi. Ama
ilk kez burada, on altıncı ilkbaharını sürdüğü Larende’de, doğaya karşı duyduğu
coşku, çılgınca bir kendinden geçişe dönüştü. Bu kendinden geçişi, daha
sonraları da, yaratılanların en mükemmeli olan insanoğlunun ruhunda gizli
sonsuzluk olgusu üzerine her düşünüşünde tekrar tekrar yaşayacaktı.
Yıllar geçtikçe, bütün
duyguları gibi bu coşkusunu da yönlendirmeyi öğrendi; ama bunu asla
bastıramadı; istediği zaman, ufacık bir iteklemeyle, önündeki her şeyi silip
süpürecek bir çığ gibi boşanmasına izin verdi.
Aslında zamanın perdesini
yırtıp onun duygu ve düşüncelerini yedi yüzyıl ötelerden günümüze taşıyan da
yine bu çığ olmuştur.
Geçti
katar katar
Vadiyi
sulayıp bulutlar.
Gümbürdedi
semanın davulu:
“Can
gelsin her şeye!”
Toprak uyandı...
ve baharın kokusuyla beraber
Geldi
gülün özünden de haberler.
Damarlarına
kan yürüdü dalların
Tohumdan
filize aşk yürüdü
Ağaçsa
yüreğinin sırrını ele vermede...
Epey sonra, Konya’da yazıldı
bu dizeler. Ama şiire dönüşecek gücü bulması, burada, Larende’de oldu. Hiç
farkında olmadan başlamıştı şiire; daha doğrusu olgunlaşmamış dizeler oluşmaya
başladı ilkin; tıpkı henüz olmamış kavun gibi. Garip, birbiriyle ilintisiz
birtakım seslenişler, kopuk kopuk birtakım görüntüler... Arada bir hiç eksiksiz
tam bir dizenin doğuverdiği de oluyordu. Gençlik gazellerinden kimilerini
yeniden işlemiş, altına da ilk mahlâsı olan Hâmuş imzasını atmıştı; bu ilk
gazellerini vaazlarında kullandığı bile oluyordu bazen.
Ah, gençlik, gençlik! Hâmuş,
“susmuş” demekti. Daha yanmaya başlamadan önce kendini, hayatı ve ölümü
anlamış, hakikat ateşiyle yanmış, bilgeliğe ermiş gibi görürdü... Oysa bütün
bunlar çok sonra, Konya’da gerçekleşecekti.
Larende’de ise o bahar henüz
hayatının on altıncı baharıydı ve gün batımına doğru yürüyüşten dönerken,
Karadağ’ın doruklarındaki karları kan kızıla boyayan günün son ışıkları
yüreğine nedensiz bir keder salar, yorgun bedeninin sanki usulca eridiğini ve
ilkbaharın leylak rengi akşamına karıştığını duyardı.
Geceleri yalnız karakollarda
değil, tüm kentin çevresinde ateşler yakılırdı. Kenti dört yandan kuşatacak
duvarları ören işçiler, sanki alınterleri ve sonsuz çabaları onları esaretten,
aç, sefil hayatlarından, elleri kızılcık sopalı amele çavuşlardan
uzaklaştıracakmış gibi çalışmalarını gece de sürdürürlerdi. Bu işçilerin
çevreden tümüyle kopmuş, yalnızca kendi iç dünyalarına yönelmiş bakışlarını
Celâleddin bir de, dua ettikleri sırada babasıyla müridlerinde görmüştü. Açık
başları; şerit gibi kesilmiş bir kumaş parçasıyla tutturulmuş kumral, kara
saçları; gür, kıvırcık sakalları ve kor gibi yanan gözleriyle duvar işçileri,
kendisinde hayranlıkla karışık bir merak uyandırıyorlardı.
Her yanında sivri, keskin
çıkıntılar bulunan kaba kesilmiş taşları ustaca yerleştirerek duvarı
yükseltirken, hemen hiç konuşmazlardı: Birbirlerini konuşmadan da
anlayabildikleri belliydi.
Eski uygarlıklardan kalma
mermer köşe taşları ve sütunlar da kullanılıyordu duvarlarda, karışık olarak
sıralanan mermer ve taşların üzerine yoğun Horasan harcı boca ediliyordu:
Çabucak donan ve bir dondu mu da, tuttuğunu bırakmayan bir harçtı bu; Karadağ
silsilesini koparıp birbirinden ayırmak nasıl olanaksızsa bu duvarlardan tek
bir taş sökebilmek de olanaksızdı. Yapı ustaları böyle ustaydılar işte!
Yıllar sonra, gençliğindeki
bu gözlemlerine dayanarak şöyle söyleyecekti: “Yapmak için Rum’u çağır, yıkmak
için Türk’ü.” Rumlar ve Ermeniler iyi yapıcıydılar, Türklerse iyi savaşçı.
Aslında Türkler de az şey yapmamışlar, az şey kurmamışlardı. Ama onların
yaptıkları gözle hemen görülen yapılardan değildi: Devlet yapısıydı bu; devlet
kurmuşlardı Türkler bol bol.
O yıllarda yalnızca Larende
çevresinde değil, Selçuklu Sultanlığının bütün kentlerinin çevrelerinde gece
boyu aralıksız ateşler yakılıyor, temeller kazılıyor, taş taşınıyor, bu taşlar
dantel gibi incecik bezeklerle donatılıyor, sonra da camiler, saraylar,
medreseler, hamamlar, hanaylar ama en çok da kervansaraylar, köprüler ve kale
duvarları yapılıyordu. Gürcistan’dan İran’a, Bizans’tan Şam, Kahire ve Halep’e
kadar her yandan yapı ustaları getirtiliyordu. Ermeni taşçı ustalarının
sezgileri, Horasanlı mimarların gelenekleri, Türkmen halı ve kilimlerinin
bezekleri, Rum ustaların deneyimleri... Bütün bunlar simyacı potasında değişik
metallerin kaynayıp birbirleriyle kaynaşması gibi, tek bir potada eriyor, tek
bir bütüne dönüşüyordu.
Bütün bu çalışmalar sırasında
öyle acele ediliyordu ki, sanki Konya’daki Sultandan yapı işçilerine,
valilerden mimar ve ustalara dek herkes, bu yakınlarda püskürtülen batının
Haçlı Seferlerinden sonraki şu soluklanma döneminin fazla uzun sürmeyeceğini ve
bundan çok daha büyük bir saldırının doğudan gelmesinin an meselesi olduğunu
önceden hissetmiş gibiydi. Bu saldırıya bir hazırlıksız yakalanırlarsa,
başlanan hiçbir şey bitirilemeyeceği gibi, onlardan, yarattıkları bu koca
uygarlıktan, geriye tek bir taş bile yadigâr kalamazdı.
Gerçekten de, otuz kırk yıl
gibi bir süre içinde Selçuklu Sultanlığında, bundan önceki iki yüzyıl ve bundan
sonraki iki yüzyılda yapılanlardan çok daha fazla şey yapıldı. Üstelik bu
yapılanlardan pek çoğu Moğollardan da, Osmanlılardan da uzun yaşadı: Yedi
yüzyıl sonra bugün de, o hummalı günlerin ve bozkır ateşleriyle aydınlatılmış
kan ter içindeki gecelerin anısı olarak duran anıtsal yapılardır bunlar.
Celâleddin başını omuzlarının
içine çekip ateşe biraz daha yaklaştı. Dağda eriyen karların soluğu buraya dek
ulaşıyor, topraktan sürekli sis yükseliyordu: Bahar gelmişti gerçi, ama geceler
hâlâ soğuktu. Bir Rum delikanlı ateşin üstüne asılı koca bir kazanda çorba
kaynatıyordu; molla giyimli Celâleddin’in yaklaştığını fark edince, üzerinde
oturmakta olduğu koyun postundan kalkıp, ciddi bir yüzle bir şeyler söyledi.
Celâleddin yanıt olarak, konuştuğu dili bilmediğini söyledi. Elindeki sopayı
gocuğunun altına sokmuş, başındaki tüylü papağın altında gözleri kurt gözü gibi
pırıl pırıl, ateşin başında duran amele çavuşu, sakalını sıvazlayıp, seyrek
dişlerini ortaya çıkaran bir sırıtıştan sonra:
“Gavur bu,” dedi. “Kendi
dilinde konuşuyor, sünnetsiz teres! Bayılırlar gevezelik etmeye! Ama gözünü
üzerlerinden ayırmadın mı, iyi çalışırlar!”
Celâleddin karşılık vermedi.
Alevlerin yükselip alçalan kızıl dillerine dalıp gitmiş gibiydi.
Zorbalıktan, kabalıktan,
cahillikten uzaklaşmak için bunca yol tepmişler, neredeyse dünyanın öbür ucuna
gelmişlerdi. Ama nereye gitsen, aklın ve hünerin, bilginin ve ruhun üzerinde
cehaletin sopasını kalkmış buluyordu. Yolculukları sırasında bazı yerlerde
bilginin saygı gördüğüne de tanık olmamış değillerdi; ama eğer bilgi işe
yarıyorsa gösteriliyordu bu saygı. Peki bu kahredici durum hep böyle mi sürüp
gidecekti? Oysa insanı insan yapan, yalnızca akıl ve ruhtu; yoksa et, kemik ve
deri değil; bunlar onu hayvandan üstün kılmaya yetmezdi.
O ilkbahar, Larendeli yapı
işçisinin konuştuğu dili öğrenmeye karar verdi. İçinde bu arzuyu uyandıran
şeyin ne olduğunu kendisi de bilmiyordu: Cahillikten nefret mi, yoksa ustalığa,
hünere saygı mı?
Karar verdiği bir şeyi ne
pahasına olursa olsun uygulamak, daha gençliğinde kişiliğinin önemli
özelliklerinden biri olmuştu. Bir yıl sonra, çok iyi Rumca konuşabiliyordu. Bir
süre sonra ise, Eflatun’un yapıtlarını kendi dilinden okumaya, Konya
yakınlarındaki Ortodoks kilisesinin baş rahibiyle Eflatun üzerine tartışmaya,
hatta Rumca şiirler yazmaya başladı.
Kardeşi Alaeddin, ne
düşüncelerinde ne de gezintilerinde onunla beraberdi. Aslında baştan beri pek
az şeyi paylaşırlardı, pek az ortak yanları vardı.
Larende’de geçirdikleri şu
ilk kış, kardeşini yatağa sermişti. Aşıp geldikleri uzun yoldan mı, buraların
ikliminden mi, yoksa günde sekiz-dokuz saat yarı karanlık hücrede süren
derslerin üzerine kimi kez gece boyu uykusuz kalarak gerçekleştirilen dua
fasıllarından mı, neden olduğu bilinmez, sağlığı bozulmuştu Alaeddin’in. Hiçbir
hekim, hiçbir ilaç derdine çare olamamıştı. Hatta annesinin ısrarı üzerine
kendisine okunmuş kâğıt yutturmuşlar, tütsüler tüttürmüşler, hocalara okutup
üfletmişlerdi, ama kardeşinde en ufak bir düzelme olmamıştı. Peygamber
zamanından bu yana hadislerin dayandırıldığı kırk elli kişinin adını, yüzlerce
sayfalık Kur’an tefsirlerini tek sözcük sektirmeden tuttuğu o harika belleği de
iyice zayıflamıştı.
Kendisi de tebabetten anlayan
Bilginler Sultanı, Halep’ten özel bir hekim çağırmış, bu hekimin hazırladığı
macun kıvamındaki merhemle her sabah bütün bedeni ovulmuş, her akşam da özel
bir iksir içirilmişti kendisine. Önce biraz düzelir gibi olmuş, ama ilkbahara
doğru yeniden ağırlaşmıştı. Cılız bedeni, tahta gibi göğsüyle, çökkün, kambur,
yastıklarla pekiştirilmiş yatağında yatıyor, öksürüklerinden bütün medrese
titriyordu. Artık dersleri de izleyemiyordu ve sürekli olarak annesinin bakımı
altındaydı. Celâleddin, kardeşinin her gün geçmişe doğru kendisinden biraz daha
uzaklaştığını hissediyordu.
Gevher
Medresenin avlusunda,
kardeşinin hücresinden gelen yürek paralayıcı öksürük seslerini duyan Celâleddin,
çocukluğundan beri zayıf, içine kapanık, kolay yaralanabilir biri olmasına
karşın, şu ılık ilkyaz gününde, güneşin ısıttığı avlu taşlarının sıcaklığını
da, erik çiçeklerinin acımsı kokusunu da duyanın kendisi olduğunu, canlı,
neşeli, hareketli, hayat dolu olan kardeşininse hasta yatağında yattığını, yarı
acıma, yarı utançla düşünüyordu ki, birden arkasından incecik bir kız sesi
duydu:
“Hasta için babam gönderdi
bunu... Kızılcık şerbeti...”
Döndü, Celâleddin. Babasının
müridlerinden Şerafeddin Lala’nın kızı, elindeki küçük testiyi uzatmış,
bekliyordu.
Nasıl da değişmiş, nasıl da
büyüyüvermişti! Yine öyle, toparlacık yüzlü ve gamzeliydi. Ama ağzını yetişkin
kızlar, kadınlar gibi tülbentinin ucuyla örtmüştü. Ayaklarında, sivri uçları
yukarı kıvrık, nakışlı yemeniler vardı. İri gözleriyle kendisine sadece bir an
bakmış, sonra bakışlarını yere indirmişti.
Testiyi almayı unutup
gitmişti Celâleddin.
“Buyurun!”
Ne diyeceğini bilemiyordu.
Hiçbir şey söylemeden testiyi aldı. Ama yerinden de kımıldamadı. Kız bir kez
daha gözlerini hızla kaldırıp ona baktı, sonra yeniden yere indirdi; hafifçe
eğilip selam verdi ve suda akar gibi avlu kapısına doğru uzaklaştı. Ancak avlu
kapısının kapanma sesini duyunca kendine gelebildi Celâleddin.
O ilkbahar Gevher der başka
bir şey demez oldu. Rüzgârda sallanan yaprakların, otların hışırtısında,
atların nal seslerinde, arabaların gıcırtısında hep onu duydu, onu düşledi.
Kuşların bir kanat çırpışta göklere yükseldiğini gördü mü, yüzünü allar bastı:
sanki Gevher Hatun bir an gözlerini kaldırıp kendisine bakmış gibi... Her
pınarın suyunda bu adı gördü: “İnci” demekti çünkü Gevher. Her nesnenin özünü
“inci” olarak adlandıran skolastik ilahiyatçılar gibi, gördüğü, dokunduğu her
şeye Gevher der oldu.
Yaz boyunca, onların evinin
çevresinde dolandı durdu. Hatta bu çabaları sırasında bir sabah erkenden,
Gevher Hatun pınara su doldurmaya giderken onunla bir an göz göze gelmeyi bile
başardı. Ama o kadar az gidiyordu ki pınara Gevher! Testisini sağ omuzu üzerine
yerleştirip suda akar gibi yürüyüşüyle pınara gidip gelişleri, parmakla
sayılacak kadar azdı. Bu arada Gevher Hatun’un babasına aşırı ilgi göstermeye
başlamış, onlara her gidişinde altına minderler, yastıklar koşturmuş, ayranlar,
şerbetler sunmuş ve kırışıklar içindeki yanık yüzünde Gevher’in yüz çizgilerini
bulma umuduyla, gözlerini ondan hiç ayırmamıştı.
Bu durum da tabii büyüklerin
gözünden kaçmadı.
Ağaçların meyvelerle
ağırlaşıp, dökülen yaprakların ekşimsi kokusunun yaklaşan yağmurları ve
düğünleri müjdelediği güz ortalarında bir gün babası kendisini çağırıp:
“On yedi yaşındasın,” dedi.
“Allahın izniyle artık seni evlendirmek istiyoruz. Biz annenle bir gelin adayı
bulduk, ama daha önce senin de bir görüşünü almak istiyoruz: Ola ki gönlünü
kaptırdığın bir başkası vardır?”
Hemen babasının önünde diz
çöktü, gözlerini yerden kaldırmaya cesaret edemeden, duyulur duyulmaz bir
sesle:
“İzniniz olursa, müridiniz
Şerafeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun’la evlenmek isterim,” dedi.
Bilginler Sultanı kendini
tutamayıp güldü.
“Kalk ayağa! Bizim de düşündüğümüz
oydu.”
Celâleddin babasının kuru,
buruşuk ama ürkütücü Bağdat önündeki o öfke patlamasını hâlâ unutmamıştı
–ellerine sarıldı.
Toyumuz
düğünümüz kutlu olsun dünyaya!
Tanrı
boyumuza göre biçmiş bu toyu bize
Zühre aya
eş oldu, dudu kuşu şekere
Padişahımızın
devleti sayesinde.
Ey güzel,
ne güzel yürüyorsun!
Ey
ırmağımız, bizi arayan sevgili
Deremizde
ne hoş çağlıyorsun,
Neyimiz,
ne güzel çalıyorsun,
Çözüp
ayağımızın bağnı, tutup elimizden,
Bizi ne
hoş yürütüyorsun!
Raksedin
ey ârifler, sufiler semaa girin
Çarkurun,
dönün, gülün, köpürün!
Bir bölük
halk denizler gibi coşmada
Bir bölük
halk dalgalar gibi secde etmede
Bir bölük
halk da kılıç gibi savaşıp kan içmede.
Nesrinle
gülün gerdeğinde boynuma bir davul astım
En güzel
giysi defle davul bize bu gece.
Sus, bu
gece Zühre sâki oldu, kadeh sunuyor!
Kızıl
yüzlü dilber, elinde kadeh, şarap içiyor
Sus, bu
gece padişah mutfağa girdi, helva pişiriyor!
İkinci Kandil
Celâleddin şiirlerini
genellikle yüksek sesle söylerdi. Ritm, şiirlerinde gitgide önlenemez bir güç
kazanmaya başlamıştı. Şiirlerindeki ritme artık kendisi bile boyun eğiyordu.
Önce başını sağ omzuna doğru yatırarak şiirinin sesine kulak veriyor, sonra
ağır ağır, sanki yulardan bastıran bir güce karşı korcasına, ayağa kalkıyordu.
Derken eteklerini toplayıp ilk adımı atıyor, sol kolunu yana açıp, elini havada
hareketsiz bırakarak, olduğu yerde ağır ağır dönüyordu.
Sonsuz bir dönüş içindeki
evrenin uyumunu duyuyordu içinde. Ve bu uyum tüm varlığını kapladı mı, sağ
kolunu hafif ileri atıyor ve dönmeye başlıyordu. Önce ağır ağır, sonra gitgide
hızlanarak, soluk gölgesini şiirin müziğiyle rebabın ezgisinde götürdüğü, tüm
evreni dolduran, ritmle karışıp kaynaşana ve kendinden geçene dek dönüyor,
dönüyordu.
İşte şu anda da, “Toyumuz
düğünümüz kutlu olsun dünyaya!” derken, ayağa kalkmış ve hücrenin taş
döşemelerinde ilk adımlarını atarak, çoktan uykuya gömülmüş olan koca
medresede, tek başına, yanan kandilin çevresinde dönmeye başlamıştı. Ve işte
yine, rebabın tellerinden onun dizesini tekrarlayan sesler duyulmuş, bunun
hemen ardından da, kollarının kanat gibi iki yana yükselmesiyle, hücrenin
duvarlarında gölgeler uçuşmaya başlamıştı.
Rebab, düğün bayram ediyordu
sanki: Büyü gerçekleşmiş, âşıklar birleşmişti. Ama rebabın sevincinde bir hüzün
de vardı: Birbirinde tümüyle eriyip yokolmanın, “ben” ve “sen” diye ayrı
varlıkların olmadığı bir kavuşmanın olanaksızlığının hüznü... Sevenle sevilen
arasındaki sonsuz çelişkinin giderilememesine duyulan bu hüzün, her nakaratta
daha bir esrik, daha bir çılgın nitelik alıyordu.
Ve ak sakallı ihtiyar,
gitgide daha hızlı, gitgide kendinden geçerek dönüyordu. Eteklerinin
rüzgârından savrulup duran kandilin alevi kaç kez sönecek gibi olmuştu...
Değerli okurum, gelin bu
mutlu kendinden geçiş anında onu bir kez daha yalnız bırakalım; hatta bir süre
için medreseyle Konya’dan da çıkıp gidelim. Çünkü artık Celâleddin Rumi için
aşkın ne anlama geldiğini açıklamamızın zamanı geldi.
Ozanımız, aşkı, hakikati
kavramanın biricik yolu olarak görüyordu.
Bir kuyumcunun sanatına
duyduğu sevgi, diyordu, onu metalin gerçek niteliğini kavramaya götürür ya da o
zamanın diliyle söyleyecek olursak, metalde gizli olanı kavramaya, dolayısıyla
da, o metali işleme yol ve yöntemlerine hakim olmaya götürür.
Öte yandan, metalin gizini
ele geçirme süreci, usta için, kendi kendini anlama sürecini ifade eder.
Mükemmel ustalık (yani saltık
hakikatin kavranması), öznenin nesneyle, ustanın elindeki malzemeyle tam
anlamıyla kaynaşmasını, ustanın kendini elindeki malzemeyle özdeşleştirmesini
gerektirir. Ama gerçeklikte ya da Celâleddin’in diliyle, “bu çocuklar ve yarım
yamalaklıklar dünyası”nda, böylesi bir kaynaşmaya ulaşmak olanaksız olduğu
için, tek ve saltık hakikat ancak göreli olarak bilinebilir, özdeşleştirme ise
ancak saltık dünyada tasavvur olunabilir.
Saltık olanı kavramak
istemek, ama bir yandan da saltık olanın kavranabilmesinin olanaksız olduğunu
bilmek... Celâleddin Rumi’nin şiirsel diyalektiğinin özünü, işte bu çelişkiyi
giderme çabası oluşturur. Onu, saltık hakikatin kavranabileceğini öne süren
geleneksel sufi hareketten ayıran başlıca nokta da budur.
Aslında gözlemleyenin
gözlemlenenle, kavrayanın kavrananla özdeşleşmesi, doğanın nesnel güçlerinin
canlılaştırılması biçimlerinden biridir ve dinsel dediğimiz bilinç yapısına
özgü bir durumdur.
Maddi âlemin nesnel
yasalarını mecazlara, iğretilemelere dayanan düşünce sistemleriyle kavrama
girişiminin çoğu kez fantastik olarak nitelenebilecek sonuçlar vermesine
bakarak (sufiler taşın yere düşmesini de, gezegenlerin Güneşin çevresinde
dönmesini de aşkla açıklıyorlardı), bu düşünce sisteminin gerçek bir içerikten
yoksun olduğunu ya da akılcılık çağında, herhangi bir şeyin kavranmasına
katkıda bulunamayacak, tükenmiş bir yol olduğunu düşünmemek gerektir.
Unutmamak gerekir ki,
akılcılık çağı olan, bilimsel teknolojik devrimler çağı olan yirminci yüzyılın
içinde bulunduğumuz şu son çeyreğinde bile sinektik gibi disiplinler
doğabilmektedir. Sinektika, mantıksal düşünme yoluyla çözüme kavuşturulamayan
en karmaşık teknik sorunların çözümünde iğretilemeli, mecazlı düşünme yollarına
başvurmakta ve metodolojisinin temeline çoğu kez canlılaştırma olayını
koymaktadır. Sinektikler, örneğin gemi yapımıyla ilgili mühendislik
sorunlarının çözümü için, ressamları, ozanları, müzisyenleri, kısacası,
profesyonel uğraşları gereği düşünce sistemleri mecazlara, iğretilemelere
dayanan kimseleri çağırmakta ve bunlardan, kendilerini herhangi bir nesnenin ya
da olayın yerine koymalarını ve bu sıradaki duygularını dile getirmelerini
istemektedirler.
İdealist olmaları dolayısıyla
felsefi monizmi, yani evrenin birliğini savunan sufiler için, doğada ve
toplumda yer alan olaylar, tıpkı bireyin ruhsal yaşamında olanlar gibi, genel
ve ortak diyalektik yasalara bağlıydı.
Ruhsal yaşamı, yani
mikrokosmos olarak kendi kendilerini kavramakla, tüm dünyayı, yani makrokosmosu
da kavrayabileceklerini düşünen sufiler, özellikle iç dünyalarıyla uğraştılar.
Celâleddin’in, saltık
dünyanın nerde olduğu sorusuna, “sizin yüreğinizde” yanıtını vermesinin nedeni
de budur.
Aşkın, özellikle de erkekle
kadın arasındaki aşkın, sufi felsefesinde önemli bir yer tutması doğaldır;
çünkü, bilindiği gibi, erkekle kadın arasındaki ilişki, insan-insan ilişkisi
olduğu kadar, insan-doğa ilişkisidir de aynı zamanda. Ya da, Marx’ın sözleriyle
söyleyecek olursak, insanın sosyal özünün onun ne kadar doğal özü olduğu, başka
bir deyişle, insanın ne kadar insan olduğu, en dolaysız biçimde aşkta ortaya
çıkar.
Celâleddin Rumi de, Hegel
diyalektiğini önceleyen diyalektiğini, bir yandan birbiri içinde erime
arzusunu, öte yandan özdeşleşmenin erişilemezliğini içeren aşk psikolojisine
dayandırıyordu.
Celâleddin’in duygu ve
düşüncelerine yön veren şey, dünyayla uyum içinde olma konusunda duyduğu sonsuz
arzuydu. Bu uyumu, döneminin mantıksal skolastisizm zemininde aradı, ama
mantıksal skolastisizmin mızmız, kılı kırk yaran dogmatizminde, aslanla eşek
arasındakinden daha fazla bir uyum bulamadı.
Geriye yürek kalıyordu.
Celâleddin’in, yüreği
bilincine yeğlemesinin nedenini anlamak zor değil: Sufi erlerin kendi
kendilerini gözlemleyerek kuşaklar boyu geliştirdikleri –bugün herhalde
deneysel ruhbilim olarak adlandırabileceğimiz–, “yüreğin bilimi”, gerçek
bilgiye o zamanki düz, formal metafizikten çok daha yakındı.
Ama yüreğin eriştiği bilgi,
sezgiseldir. Bununsa, simgelere ve iğretilemelere kapı aralayan hatalı muhakeme
(paraloji) ile sonuçlanacağı açıktır. Öte yandan, iğretileme sanatın
iyeliğindedir; bu kavrama başvurduğunuz anda, sanatın topraklarına girdiniz
demektir.
Bir düşünce akımı olarak
sufilik, en başından beri hep şiirle iç içe olmuştur.
Başlangıçta, sufi
meclislerinde aşk üzerinde halk şiirleri okunuyordu. Örneğin, din sapkınlığıyla
suçlandığını daha önce gördüğümüz Nişaburlu Şeyh Ebu Said Meyheni böyle
yapıyordu. Daha sonra sufiler kendileri şiir yazmaya başladılar; bunlar, bu
meclisler için özel olarak yazılmış rubailer ve gazellerdi. Bu şiirlerde,
çeşitli mecaz ve mazmunlarla, “hakikat arayıcısı”nın ruhsal durumu
yansıtılıyor, böylece dinleyiciler bu yolda coşturulmaya çalışılıyordu.
Vaazlar ve çeşitli
vesilelerle yapılan konuşmalar, bir öğreti olarak sufiliğin daha derinlemesine
çözümlemesinin yapılmasını gerektiriyordu; Ensari’nin, Senaî’nin ve Attar’ın
alegorik yapıtları işte bu aşamada ortaya çıktı.
Sufi şiiri geliştikçe, tıpkı
felsefi düşüncenin soyut mantık kategorileri geliştirilmesi gibi, imgeler,
metaforlar geliştirilmiş, neredeyse bir mazmunlar saltanatı yaratmıştır.
Celâleddin Rumi ise, bu
saltanatın sultanı, bu geleneğin doruk noktasıydı. Şiirinde en sık yer verdiği,
en sevdiği imgeler ayna, yansı ve gölgeydi. Nesnel gerçekliği, başka, ideal bir
dünyanın gölgesi olarak kabul ediyor ve bu ideal dünyayı, biricik hakikat
olarak görüyordu. Başka bir deyişle gerçekliği yansı, yansıyı gerçeklik olarak
görüyordu. Celâleddin’i ve sanatını incelerken bu noktayı gözden hiç uzak
tutmamamız gerek.
Bilindiği gibi aynada her şey
tersinedir. Ama ayna olmadı mı da, kendi kendimizi görebilmemiz olanaksızdır.
Celâleddin Rumi’nin
idealistliğini unutmamak koşuluyla, şu ayna iğretilemesini sürdürecek olursak,
belirtmemiz gerekir ki, ozanın şiiri, yedi yüzyıl boyunca insanlığın kendini
seyrettiği duru, pırıl pırıl bir ayna olmuştur; çünkü bu aynada insanın ruh
dünyası, bu dünyanın hareket yasaları ve bunlar aracılığıyla da gerçek dünyanın
gelişme ve değişme yasaları, şaşırtıcı bir derinlik ve açıklıkla yansılanmıştır.
Kimi bilim adamlarının,
“sufi” sözcüğünün Arapça yünlü kaba kumaş anlamına gelen “sof”tan değil, Grekçe
bilge anlamına gelen “sofos”tan türediğini ileri sürmeleri boşuna değildir.
Ancak Celâleddin Rumi ve
müridleri, kendilerini sufi diye değil, âşık diye adlandırıyorlardı. Bilme,
anlama yolunda onları yönlendiren şey mantık değil, aşktı.
Dalı
öncesizliktedir aşkın, kökü sonrasızlıkta
Bu ululuk,
şu akla, ahlaka yaraşır değil
Yok ol,
varlığından geç, varlığın cinayettir
Aşk, doğru
yolu buluştan başka bir şey değil
Var olan her şeyi harekete
getiren şeydir aşk, Celâleddin için. Bir tohum, bir ot, bir hayvan da sevebilir
ona göre. Ama yalnızca insan hem bedeniyle, hem bilinciyle, hem düşgücüyle, hem
belleğiyle sevebilir.
Saltık olana ulaşma arzusuyla
yanan Celâleddin için en büyük aşk, hakikat aşkıydı. Ama o, diyalektik düşünce
sisteminin gereği olarak, çileli sufiler gibi, bedensel, dünyevi ya da
kendisinin de geçici dediği aşkı küçük görmüyor, insanı hadım etmiyordu.
Sanat aşkı, toprak aşkı ya da
yurt aşkı... her aşk hakiki aşkın birer basamağıydı ona göre, dolayısıyla da
hayırlıydı.
Aşkı, güneş ışığına; insanı
sonsuza dek kendi içine hapseden bencilliği ise, bu ışıktan gözlerin kör
olmasına benzetiyordu.
Kadına duyulan aşkı
ululuyordu, çünkü böylece kendine benzer birini severek, insan hem kendi özünü,
hem de genel olarak insanlığın özünü kavrıyordu.
Ve şu anda, gece karanlığını
çınlatarak, aşkta eriyip yok olma üzerine şiirler okuyan ak sakallı ihtiyarın
döne döne yaptığı raks, bir kendinden geçiş içinde, tüm dünyayla aşkta
birleşmeden başka bir şey değildi.
Durduğunda soluk soluğaydı.
İki yanına bakındı... yavaş yavaş gerçekliğe döndü.
Kandil bitmek üzereydi.
Duvarların ötesinde hâlâ sağır ve ıssız gece sürüyordu. Oysa eskiden, bu
kendinden geçerek dönüşleri, sabaha dek sürerdi; biraz soluklandıktan sonra
yeniden başlar, öğleye, hatta bazen akşama dek yeniden döner, dönerdi.
Hayatta bugüne dek kimseden
utanmamıştı. Ama işte, şu anda kendi bedeninden utanıyordu. Bir binicinin
hedefine ulaştıktan sonra, acımasızca mahmuzlayıp durduğu, yorgunluktan
bacakları titreyen, terden sırılsıklam olmuş atının önünde duyduğu utanca
benzer bir utançtı bu.
Titreyen bacaklarıyla, zorla
bir adım attı. Veled, sindiği gölgeden çıkıp saygıyla yaklaştı ve yardım etti
ona. Evet, oydu; babasının heyecandan titreyen sesini duyarak rebabını almış ve
karanlık bir köşeye oturup çalmıştı.
Tanımakta güçlük çekiyormuş
gibi baktı oğluna. Rebabını koltuğunun altına sıkıştırmış, kendisine saygıyla
yardımcı olan şu adam onun oğlu muydu? Başında, üzerine üstünkörü bir sarık
sarılmış yün bir başlık; eyninde, sağ ve sol göğüs kısımlarına iki çift serviye
(yoksa yüreğe mi?) benzeyen nakışlar işlenmiş kısa bir kaftan bulunan, şu
sakalına aklar düşmüş koca adamın, çok, çok gerilerde kalmış bir Larende
gecesinde ana rahmine düştüğünü düşünebilmek kolay değildi doğrusu.
Yarım yüzyıl, bir göz kırpımı
süresi içinde akıp gitmişti. Mutluluktan beyni, yüreği kütleşmiş gibiydi sanki:
Ne şiiri, ne hakikati, hatta ne de aşkı düşünüyordu o gece. Görenek uyarınca
sırtı yumruklanarak odaya itilmiş, sonra üzerlerine kapı kapatılmıştı. Nasıl
abdest aldığını hatırlamıyordu bile. Şeriatın, yeni evlilerin ilk gece
okumalarını buyurduğu duayı, Gevher’in ardından nasıl okuduğunu, sonra,
fırtınanın, gölün aynası üzerine eğdiği bir kamış gibi eğilip onu nasıl
selamladığını da hatırlamıyordu. Gevher’in allar basmış, dolunay gibi toparlak
yüzü, uzun boynu, giysisinin altında davetkâr bir uysallıkla kabaran bembeyaz
göğüsleri, kışkırtıcı meme başları, içinde yaratıcı bir gücü gizleyen diri
karnı, her kıvrımı ışıl ışıl yanan esnek beden, öyle davetkârdı, zayıflığın o
büyük gücüyle öylesine doluydu ki, doğayla baş başa kaldığı zamanlarda
duyduğuna benzer, ama ondan yüz kat daha güçlü bir anlık parlamayla içinin
yandığını duydu, başı döndü ve öylece cayır cayır, kendini denizin sularına
bıraktı; dalgaların arasında bir nice zaman çalkandıktan sonra, sağanak
yağmurun denizde eriyip yok olması gibi, kendinden hiçbir şey kalmadığını, en
ufak parçasına dek tümüyle eridiğini duydu.
Veled ürününü veren o geceki
kendinden geçişi, dünyaya duyduğu aşkla kendinden geçişinin ve bu aşkla yanıp
kül olarak şiirini yaratacağı asıl kendinden geçişinin habercisiydi. Ama bunun
böyleliğini o Larende gecesinde değil, çok sonra, ta Hayatının Güneşi’yle
karşılaştığında anlayacaktı.
Az önce Gevher’i anımsayarak
söylediği aşk şöleni şiirini de kendi düğününde değil, oğlunun hayatında
–gençliğini kahreden ruhsal dilsizlik dönemi dışında– kendi hayatının
yinelenebileceği duygusuna kapılarak Veled’in düğününde yazmıştı.
Veled de, tıpkı bir zamanlar
kendisinin yaptığı gibi, bir baba dostunun kızıyla evlenmişti. Peygamberin
kızının adını taşıyordu kız: Fâtıma. Bu adda gizli bir anlam var gibi gelmişti
Celâleddin’e. Kızın babası kuyumcu ustası Selâhaddin, yüce ruhlu, olağanüstü
bir insandı. Bir köylü çocuğu olarak hiç eğitim görmemişti, ümmi idi, ama
dünyanın hiçbir medresesinde, hiçbir zaman öğretilemeyecek bir ilme sahipti:
Doğruyu yanlıştan, haklıyı haksızdan yanılmaz bir biçimde ayırabilme sezgisine.
Celâleddin’in, bu “Tanrı yolunu aşmış, perdeleri yırtmış, bir katreyken
yüzlerce deniz kesilmiş” sufi erini, “şeyhlerin şeyhi, zamanın kutbu, âriflerin
ruhu, hakikat ışığı, kalpler emini, Hızır kademli, Mesih nefesli” gibi sözlerle
övmesinin ve onu bütün müridlerinin başına şeyh yapmasının nedeni de buydu.
Selâhaddin’in kızı Fâtıma’yı
da canı gibi sever, gözünün bebeği gibi korurdu. Daha küçükken onu yanına alıp,
okuma yazma öğretmiş, kendisine, anlayabileceği bir dille dünyayı, evreni,
insanları anlatmıştı; yakınlarını bile şaşkınlığa düşüren içten çabalar
göstermişti onu eğitmek için.
Gerdek gecesi geç saatlere
kadar sema eden Celâleddin, daha sonra Mesnevi’ye devam etmek için kent
dışındaki bağlara gitmiş ve ilk iş olarak oğlu Veled’e, içeriğini gizli tutmasını
istediği bir mektup yazmıştı.
“Padişahımızın, bizim ve
bütün dünyanın gönlünün ve gözünün ışığının kızıdır Fâtıma Hatun ve sana sınama
için verilmiş bir emanettir; sakın ola ki, yanılarak yahut unutarak da olsa,
hatırını kırmayasın, gönlünü incitmeyesin. Bilir misin, bir gün Peygamber,
Ali’ye, ‘ya Ali, ciğerimi yeryüzünde yürür görsen ne yaparsın?’ buyurdu. Ali,
‘ey Tanrı elçisi, bu soruya cevap vermekten acizim. Gözümün yuvasını ona konak
kılarım, yüreğimin içini ona yurt yaparım, ama gene de kendimi suçlulardan
sayarım,’ deyince, Tanrı rahmet etsin ve esenlikler versin, Peygamber, ‘Fâtıma
benim bir parçamdır; evladımız yeryüzünde yürüyen ciğerlerimizdir,’ buyurdu.
İşte sen de ona böyle bağlı ol. Her günü, her geceyi gerdek günü ve gerdek
gecesi bil.”
Veled onu köşedeki mindere
kadar götürdü. Oturmasına özenle yardım etti. Yeni bir kandil getirdi, sönmek
üzere olan eski kandilden yaktı.
Celâleddin, gidebilirsin,
anlamında bir el işareti yaptı ve Veled’in hep öyle terbiyeli, Fâtıma Hatun’un
gözünü kırpmadan dönüşünü beklediği hücresine çekilişini izledi.
Karısı altı aylık hamileydi
ve geceleri korkudan içi içini yiyordu. Tam on iki çocuk doğurmuştu kocasına
ama hepsi birbiri ardınca ölüp gitmişti: Kimi doğarken, kimi doğumdan birkaç
gün sonra, kimi de altı ay sonra; aralarında bir ikisi de bir yıl kadar
yaşayabilmişti. Canından kopardığı canları toprağa vermekten umutsuzluğa
kapılan Fâtıma Hatun, kara toprağı kanla doyurmaya tövbe etmiş, ağırlaştığını
anlar anlamaz yükünden kurtulmak için elinden geleni yapmaya başlamıştı.
Gerekli gereksiz ağır eşyaları kaldırıyor, kadınlar meclisinde gece sabaha dek
sema ediyor, zeyle içiyordu, ama nafile!
Celâleddin durumu biliyordu.
Yeni bebek ana rahminde üç ayını doldurunca, gelinine destek olmaya karar
verdi. Onun kendisine inandığını biliyordu; inançsa, bedenin gücünü artırırdı.
En sadık müridlerinden
Tatar’la, gelinine selam ve esenlik dilekleriyle beraber, bebeği kendi haline
bırakmasını rica ettiğini iletti; çünkü bu kez bebeğin sağlıklı doğacağına ve
yaşayacağına ilişkin işaretler almıştı, dünya gözüyle nihayet torununu
görebilecekti.
Kaynatasına sonsuz bir saygı
duyan ve onun engin bilgi ve görgüsüne Tanrı’ya inanırcasına inanan Fâtıma
Hatun, kurbanlar kestirdi, yoksullara sadaka dağıttırdı ve sabırla, sevgiyle
beklemeye başladı. Ama geceler yok mu; ne kadar belli etmemeye çalışsa da, yine
de korkuyordu.
Ölen bebecikler için Veled de
yanıyordu elbet, ama Fâtıma Hatun gibi değil, soyunu kurutan kadere karşı boynu
eğikti, yüreğine taş basmıştı, ama hoşnutsuzluğunu karısına yöneltmişti.
Aziz Gevher’in ölümünden
sonra bir dul hanımla evlenen ve ömrünün sonuna dek onunla yaşayan Celâleddin
için, oğlunun gizliden gizliye ikinci bir hanım arzuladığını, ya da en azından
eve nikâhsız bir karı, odalık almak istediğini fark etmek, az acı değildi.
Gerçi İslam yasaları buna izin veriyordu; şeriat sadece kadın sayısını dörtle
sınırlamıştı; esirelerin, cariyelerin sayısı ise bunun içinde değildi; onlardan
yükünü taşıyabildiğin kadarını alabilirdin. Ama onun oğlunun ve halifesinin, her
Müslüman için uyulması zorunlu bu açık yasaya değil, yüreğin, hakikat âşıkları
için karşı gelinemez içrek yasalarına uyması gerekmez miydi?
Hücresine doğru sessizce
uzaklaşan Veled’in arkasından bakarken, yumuşaklığın ve uysallığın, katılıktan,
esip gürlemekten çok daha acımasız olabileceğini düşündü üzüntüyle. Ve
varlığının oğlunda sürebilmesi umudu yeniden titredi içinde. Karısı Fâtıma’yı
bile anlayamadığına ve zaten kahrolan kadıncağızı gizli hoşnutsuzluğuyla
incittiğine göre, onu, babasını nasıl anlayacaktı? Akılla, bilinçle değil tüm
varlığıyla anlamaktı burada söz konusu olan. Sözleri değil, söz giysisinin
altında yatan özü anlamaktı!
Birden, gelini, yetiştirmesi
Fâtıma Hatun’u oğlundan daha yakın duydu kendine; çünkü ondan, büyük önünde
boyun eğiş, uysallık gibi özelliklerini değil, isyankârlık ruhunu almıştı.
Çocuklarını birbiri ardınca yitirmesinden sonra, kendisi Hayatının Güneşi’ni
yitirince nasıl isyan etmişse, o da öyle isyan etmişti.
Öyle
karanlık bir geceyim ki, aya isyan ettim
Öyle
çıplak ve yoksulum ki, sultana isyan ettim
O güzeller
güzeli lütfedip çağırdı da beni
Gitmiyorum
evine: yola, ize isyan ettim
İnatlar
etse sevgilim, nazlar etse, üzse beni
Yine de ah
demeyeceğim: ah çekmeye isyan ettim
Altınla,
şanla, mevkiyle çelmek isterler aklımı
Bilmezler:
altına da, şana da, mevkiye de isyan ettim
Kuru bir
saman çöpüyüm ama, mıknatısa isyan ettim
Öyle bir
zerreyiz ki biz, isyan ettik dört unsura
Suya,
ateşe, rüzgâra toprağa; isyan ettik beş duyuya
Beş altı
dediğin nedir ki zaten senin?
Öyle bir
zerreyim ki ben, bir Allah’a isyan ettim
Bu söze
dayanamazsın, çünkü suyun dışındasın
Güneşe
benzediği için ben güneşe isyan ettim
Celâleddin heyecanını
bastırmak için gözlerini kapadı. Düşünceleri yine eski yatağına dönene dek
böyle kımıldamadan oturuşunun, bir an mı, yoksa sonsuzluk kadar uzun mu
sürdüğünü kendisi de anlayamadı.
Sözcüklerin suyunu içiyor,
ama bu sözcüklerin isyancı özünü anlamaya gücü yetmiyor diye oğlu Veled’i bu
kadar suçlaması doğru muydu? Söyleyen ne güzel söylemiş: “Kendilerine karşı
kayıtsız olduğumuz insanların en ağır suçlarını bağışlarız da, sevdiklerimizin
küçücük suçlarını bağışlayamayız.”
“Kadın Hak nurudur, sevgili
değil; yaratıcıdır, yaratılmış değil. Peki yaratanın ne olduğunu anlayan insan
hani? Kadını anlayan erkek hani?
“Güneş, karanlıkta yaşamaya
alışmış olanların gözlerini kamaştırır. Fakihlerin kurtlar gibi kitaplarının
içine gizlenip, kadınların yüzlerini kapatmalarını buyurmaları, onları
haremlere kapatmaları, hatta mezar taşlarına isimlerini bile yazdırmamaları, cahil
bilimlerinin karanlığına alışmış gözlerinin, kadının yüreğinden yayılan ışıktan
kamaşmasından değil midir? Bu düşüncelerine, Kur’an’da, ‘er’, kadından
üstündür, denilmesini gerekçe olarak göstermiyorlar mı bir de! Başkalarının
sözlerini papağan gibi yinelemekle, o sözlerin anlamı anlaşılmaz ki.
Kur’an’daki ‘er’ sözüyle erkekler mi, yoksa erlik sıfatını kazananlar mı
amaçlanıyor? Pek çok erkek bu makama erişememiştir ve nice kadın erlik makamına
vararak bu makama ulaşmamış erkekleri aşmıştır. Peygamberin zamanında kadınlar
yüzlerini de kapatmıyorlardı; bu da bir yana, söyledikleri güzel sözler, yapıp
eyledikleri güzel işlerle, nice kadın ün kazanmıştı o dönemde. Er doğulmaz, er
olunur. Erlikte, pek çok kadın erkeklerden daha üstündür.”
Kadın aşkının şekerini tadan
Veled, kadında kendi özünü görüp, yüreğinin sağırlığına veda edebilmeli ve ayna
önünde şeker yardımıyla insan dilini öğrenen papağan gibi, yüreğinin dilini
öğrenebilmeliydi.
“Kadın Nedir?”
Larende’de kardeşi
Alaeddin’in ilk hastalanışıydı. Anneleri Mümine Hatun, yeşil kanatlı, kırmızı
gagalı, kara düğme gözlü, bir garip kuş getirmişti eve: uzak ülkelerden gelmiş
bu kuşa “dudu kuşu” deniliyordu. Bu kuş, gerek Belh’te, gerekse Horasan’ın öbür
kentlerinde, haremlerdeki kadın kızın, evdeki çoluk çocuğun gönül eğlencesi
olan bir kuştu.
Herkese, insanı güldürecek
bir ciddiyetle bakan ve artık yurdundan ayrı oluşunun özleminden mi nedir,
başını yana eğip çevresindekileri meraklı bakışlarla süzen kuşcağız, herhalde
hasta kardeşi için iyi bir eğlence olacaktı. Dudunun yaşı küçük olduğu için
kendisine insan dili öğretmenin tam zamanıydı; hemen çalışmalara başladılar.
Önce kafesinin içine ayna
işlevi gören parlak bir metal levha yerleştirildi, sonra biri bu levhanın
arkasına geçip bitmez tükenmez bir biçimde hep aynı sözleri yinelemeye başladı.
Aynada kendi suretini gören dudu, kendine benzer bir yaratık sandığı bu
varlıkla konuşup anlaşabilmek için, kulağına ulaşan garip sesleri
yineleyecekti. Belirli sözcükleri yinelemeyi başardıkça, dudunun şekerle
ödüllendirilmesi gerekliydi. Şeker ödülü, duduya aynayı unutturmak ve şekeri
kendiliğinden istetebilmek içindi.
Çocuklar da böyle yaptılar.
Gelgelelim, ya bu dudu çok aptaldı ya da –ve büyük olasılıkla– çok akıllıydı;
aynayla konuşmaya hiç girişmedi.
Kendisi için çoktan, “boşver,
ne hali varsa görsün” diyeceklerdi ki, bir gün Mümine Hatun’u elinde şekerle
gören dudu kuşu, kendisine binbir çabayla öğretmeye çalıştıkları sözü
yinelemeye başladı: “Şeker ver! Şeker ver!”
Alaeddin gülmekten
kırılayazdı.
Çok geçmedi, bu kara gözlü
harika, kendisine şeker verilince “sağol!” demeyi, su istemeyi ve ayak sesleri
duyunca “kim o?” demeyi de öğrendi. Hatta akşamları kafesinin üzerini bezle
örtmeyi unuttular mı, gerçekten Farsça anlıyormuş gibi, “uykum var!” diyerek
uyuma isteğini bile dile getirebiliyordu.
Kış gelmiş, Alaeddin daha iyi
olmuştu. Dudu kuşuna gelince, evde herkesin sevgilisiydi, ama artık alıştıkları
için kendisine bir şey öğretmeye pek uğraşmıyorlardı. Onlar uğraşmıyorlardı ama
dudu kuşunun dudu aklıyla kendi kendine bir şeyler öğrenmek için uğraştığı
anlaşıldı.
Bir gün, sofradan ayak
sesleri duyunca, yine her zamanki “Kim o?”sunu söyledi.
Gelen babalarıydı. Dudu kuşu
birden, müthiş bir heyecanla kanat çırparak ve olanca gücüyle, “Pezevenk!”
“Pezevenk!” diye bağırmaya başladı.
Herkes donup kalmıştı.
Bilginler Sultanı’na “pezevenk” demek! Ya babası bu sözü duduya onların
öğrettiğini düşünürse?! Ama Bilginler Sultanı sessizce başını sallamakla
yetindi: dudu kuşunun bile sözünden bir ders çıkarmış gibiydi.
Dudu kuşunu derhal
Celâleddin’in arkadaşı Rum yapı işçisine armağan ettiler: Bereket versin
oğlanın ailesinde hiç Farsça bilen yoktu. Dudunun da o sözcüğü kimden, nasıl
öğrendiği bir giz olarak kaldı: Çok öfkelendiği anlarda Bilginler Sultanı’nın
ağzına aldığı tek sövgü sözcüğüydü o.
Sözü kuşlar da öğrenebilirdi,
ama sözün altındaki özü ancak insan anlayabilirdi, onu da her insan değil.
On yedi yaşında Gevher’e
duyduğu aşk, Celâleddin’in ruhunun dilini bağlayan bağları çözmüş, ona yürek
dilinin ilk sözcüklerini öğretmişti. Ama bu elbette onun bu sözcüklerin özünü
de kavramış olması anlamına gelmiyordu. Bunun için isyan ateşlerinde yanması,
bencillik denen şeytanı alt etmesi gerekiyordu.
Ama her kazanım bir yitik,
her yitikse bir kazanımdır. Bu savaşta o da Gevher’i yitirmişti!
Babasının öğüdünü tutmayan
Veled, aşkın sınavından geçememiş, bu yüzden de düğün günü oğluna gönderdiği
mektupta sözünü ettiği sır, Celâleddin’in sırrı olarak kalmıştı. Bu sırrın da
adı Gevher’di.
Hicri takvimle 623, miladi
takvimle 1226 yılı ilkbaharı’nda Gevher Hatun sağlıklı bir doğumla ilk oğlunu
dünyaya getirdi.
Celâleddin, yere serili
çarşafın üzerinde pembe bir top gibi duran dünyanın yeni konuğuna baktı. Yüzü
gururdan ve utançtan kıpkırmızı kesilmiş genç anne –topu topu on beş yaşındaydı
Gevher Hatun o sıra–, iki saatlik doğum acılarıyla birer kuyu derinliğini almış
gözlerini yerdeki oğlundan kaldırıp kocasına baktı. Hayranlıktan donup kaldı
Celâleddin.
Mümine Hatun, yüzü gelinine
dönük oturuyor ve bebeğin kundak çarşafına eski bir altın para dikiyordu.
Kuşaktan kuşağa geçen bir aile yadigârıydı bu para ve Bilginler Sultanı bunu
şimdi de gelinine armağan etmişti.
İpliği dişiyle koparan Mümine
Hatun, bebeği kundaklayıp annesine uzattı. Gevher’in bileklerindeki bilezikler,
meçhul bir melodinin ilk ezgileri gibi şıngırdadılar. Gevher, dolgun memesini
çıkarıp, kararmış meme başını bebeğin dişsiz, pembe ağzına soktu. Bebek, dilini
ritmik bir şekilde şaklatarak doymazcasına emmeye başladı memeyi: onun emiş
ritmiyle annenin bedeni de belli belirsiz sallanıyordu. Celâleddin tüm
varlığıyla seyre dalmış, yüreğinde bu ritmik salınmaya koşut olarak gitgide
coşkunlaşan bir melodinin yükseldiğini duyuyordu.
Karşısında bir tek Gevher’i
değil, doğanın bitmez tükenmez bereketinin timsali olan Zühre’yi de görüyordu.
Tam şu eski minyatürlerde olduğu gibi: Üstünde sarı bir giysi, bileklerinde
bilezikler, ayakta duruyor Zühre. Yine minyatürlerde olduğu gibi, onun önünde
bir başka kadın oturuyor. Tek fark, minyatürlerdeki Zühre’nin ellerinde tuttuğu
kopuzun yerini bu kez bebeğin almasıydı. Ama onun Zühre’si de bebeğini, sanki
evrenin tüm müziği bu bebekten çıkıyormuş gibi tutuyordu.
İranlıların eskiden Nahid,
Romalılarınsa Venüs adını verdikleri sabah yıldızının, Zühre’nin, şu anda
kafasında canlanmasının asıl nedeni, belki de, Larende’deyken yıldızbiliminin
gizlerinin kendisini çok heyecanlandırmasıydı.
Öyle çok büyük bir çağ
değildi gerçi yaşadığı çağ, ama yine de krallıkların çöküşüne, yüz binlerce
insanın ölümüne tanık olmuştu. Müneccimler, insanların da, krallıkların da
kaderlerinin göklere, gökteki yıldızların hareketlerine bağlı olduğunu
söylüyorlardı. Bu yıldızların hareket yasalarını öğrenmeliydi.
Veled, ana rahmine çarşamba
gecesi düşmüş, doğumu ise cuma gününe rastlamıştı. Yıldız zayiçesine göre
Zühre’nin etkisi altındaki günlerdi bunlar. Zühre’nin etkili olduğu dönemlerde
doğanlar, iyi huylu, hoş sesli, güzel yüzlü, doğrucu olurlardı. Gevher Hatun da
böyleydi. Sevilen çocuk Veled de, ister istemez, kendi çocuklarının da böyle
olmasını istiyordu.
Oysa tutkulu, iradeli, güçlü
çocuklarının olması için dua etmesi gerekmez miydi? Kadının zatında olan şeye,
verimsiz yaratık olan erkek, ancak kahramanlık, yararlık göstererek sahip
olabilirdi. Ama daha yolun başında olan bir çocuk, bu yolu aşmış ihtiyarın
bildiği bu gerçekleri nasıl bilebilirdi?
Aşkın gücüyle hakikat yolunda
ilk adımlarını attığı Larende yılları, hayatının hiç kuşkusuz en sakin, en
mutlu dönemiydi. Önünde yepyeni bir dünya açılmıştı ve yolunu aydınlatan ışık,
bu yolun ne kadar sarp ve umutsuzluk uçurumlarıyla dolu olduğunu gizliyordu.
Kentlerin yerle bir
edildiğine, kan sellerine ve insanların binlerle kılıçtan geçirildiğine ilişkin
haberler, çevresi dağlarla çevrili bu dingin, huzurlu, yemyeşil vadide uzak bir
rüyaya ilişkin belli belirsiz izlenimler gibi algılanıyordu. Sevdiği herkes
sağdı Celâleddin’in ve yanı başındaydı. Cahilliğin o her türlü endişeden uzak,
sessiz, dingin, mutluluk dönemiydi bu.
Ertesi yıl yazın Gevher Hatun
ona bir oğul daha verdi. Müneccimlerin ve ebenin söyleyegeldiklerinin tersine,
doğum çok zor oldu. Üç gün babası ve müridleri aralıksız dua ettiler. Ve bu üç
gün süresince Gevher Hatun’un tek bir çığlığı duyulmadı. Daha sonra Mümine
Hatun’un anlattıklarına göre, zavallı Gevher sırf Celâleddin çektiği acıları
duymasın diye, dişleriyle yastıkları parçalamış, ama tek ses çıkarmamıştı.
Doğumdan üç ay önce, bebek
eğer kız olursa annesinin, erkek olursa kardeşinin adını vermeyi
kararlaştırmıştı. Zavallı Alaeddin iyice ağırlaşmış, canlı cenazeye dönmüştü;
hiç değilse adı yaşasındı.
Gevher tosun gibi bir
oğlancık doğurdu. Büyüyünce, babasını gözünün nurundan, dünyayı ise bir hakikat
meşalesinden yoksun bırakmak için doğduysa, doğmaz olaymış bu oğlan keşke! Ama
kim bilir, Celâleddin’in onda, tıpkı aynaya bakar gibi, içine haset, hınç ve
kıskançlığın da karıştığı kendi tutkularının tersini görmesi için gelmişti
dünyaya belki de! İnsanın her niteliğinin dünyanın her dilinde iki ayrı
sözcükle ifade edilmesi elbette boşuna değildi: kıtlık, duygusuzluk,
acımasızlık, gaddarlık, esenlik-ilkesizlik, yüreklilik-çılgınlık, yufka
yüreklilik-zayıflık, temkinlilik-ödleklik... ve daha neler neler! Bütün sorun,
bu niteliklerin hangi amaca yönelik olduklarındaydı.
Doğumdan sonra Gevher bir
türlü toparlayamadı kendini. Ruhunda gerçekleşen doğumların sancılarını çeken
kocasını, kendi derdiyle oyalamamak için, gitgide ondan uzaklaştı; Celâleddin
de, karısını yönlendiren düşüncenin ne olduğunu zerre kadar düşünmeden, bu
büyük özveriyi son derece olağanmış gibi kabulleniverdi.
Nasıl böyle boş
bulunabilmişti? Böyle bir durumda hiçbir şey hissetmemek, hiçbir şey anlamamak?
Oysa onun gitgide soğuyan ellerini ellerine alması, son nefesini verene dek
gözlerinin içine bakması, yüreğine çöken ölüm korkusunu dağıtması gerekmez
miydi? Toprağa gömülen bir tohum olgunlaştığında uç sürerdi; bitkilerde bile bu
böyleydi de, aşkın olgunlaştırdığı insan yüreği için de aynı şeyin söz konusu
olduğunu neden düşünemiyorduk?
Yüreğin bilimi dışında
dünyanın hiçbir bilimi bunu ona öğretemezdi. Ama o gençlik yıllarında, yüreğin
biliminin yalnızca sözlerini yineleyip duruyordu o; tıpkı duyduğu sözcükleri
yineleyip duran dudu kuşu gibi...
Oğluna yazdığı mektuptaki giz
de işte yaşadığı bu deneyime ilişkindi. Mektubunda bütün bu ayrıntıları
açıklamamıştı ona, bundan sonra da, öldürseler açıklamayacaktı, çünkü Veled,
tıpkı babası gibi, bu sınavı geçememişti. Ama kendisi kırk yaşına geldiğinde
Veled’in anlamadığı şeyi anlamıştı. Veled’se çoktan geride bırakmıştı
kırkını...
Her şeyin içyüzünü, nedenini,
niçinini anladığın halde, dünyanın çılgınlığını elin kolun bağlı seyredip
durmak..! Geçen yıllarla birlikte şu inanç içinde iyice kökleşmişti: hiç
kimseye hiçbir şey öğretilemezdi. Yapılabilecek tek şey, yolu göstermekti. O
yolu aşmak kişinin kendisine kalıyordu.
Larende’deki son yıllarında,
daha önceki dingin, mutlu yıllara inat, birbiri üstüne acılar yaşamak zorunda
kaldılar.
Kardeşi ilkbahardan beri
yatağına mıhlanıp kalmıştı. Arada bir annesi hizmetkârların da yardımıyla,
öğleden sonra kucaklayıp bahçeye çıkarıyordu kendisini. Zerdali ağacının altına
konan mindere oturup sırtını da ağacın gövdesine dayayan Alaeddin, karlı dağ
doruklarından kopup göğün sonsuz maviliğinde uçuşan bulutları kurbanlık koyun
gözleri gibi hüzün dolu gözlerle seyrediyordu. Gözleriyle de değil, tıpkı bu
bulutlar gibi usulcacık uçuvermeye hazırlanan ruhuyla seyrediyordu sanki.
Üşüyene dek sürdürüyordu bu işi: üzerinde hırka bulunmasına ve o yaz da
havaların bayağı sıcak gitmesine karşın, bir süre sonra üşüme geliyordu
kendisine.
Ama ruhunun uçuşu hiç öyle
usul ve kolay olmadı: Boğazından bir kan boşandı; elleri, gömleği, sanki onu
ölüme bırakmamak ister gibi başını sımsıkı göğsüne bastırarak tutan annesinin
şalvarı, yatak, yorgan, her şey kan içinde kaldı.
Havaların erkenden kararmaya
başladığı bir yaz sonu ikindisinde, bir Müslümanın ölümünü duyuran tellalın
yanık sesi, Larende’nin sokaklarında dalga dalga yayıldı.
Aynı anda, sanki tellala
yanıt vermek ve evdeki kadınların ağıtlarını bastırmak ister gibi gür ve
tutkulu bir sesle, minareden müezzinin ezana başladığı duyuldu:
“Allahu ekber! Allahu ekber!”
Celâleddin taş kesilmiş gibi
kıldı namazını. Dualar öylece, kendiliğinden akıp gitti dudaklarından; ne
olduğunu bilinciyle kavramıştı, ama henüz yüreğiyle kavradığı söylenemezdi.
“Her yanları vıcık vıcık
yaralar içinde yatanları gördün mü? Yaşlanıp yüzü gözü çarpılmış, eli ayağı
tutmaz olmuşları gördün mü? Ve nihayet ölüleri gördün mü? Bütün bunlar sana
senin hakkında hiçbir şey söylemediler mi?!”
Böyle diyordu bir Hintli
bilge.
Müezzin’in tutkulu sesinde,
Celâleddin’e, boyun eğiş değil, öfke ve umut titreşimleri var gibi geldi. Her
şeye karşın varlığını sürdüren insanoğlunun hiç bitmeyen umudu... İnsanın bu
cesareti, adeta meydan okuyuşu yüreğini kabarttı; gözüne yaşlar hücum etti.
Gerçekten de, sınırsız,
sonsuz bir dünyada yaşıyordu insanoğlu. Ama ona verilen yaşam, bu sınırsızlık
içinde sanki göz açıp kapamalık bir an gibiydi. Zavallı karındaşı şu ondokuz
yıllık dünya serüveninde ne yapmış, neyi anlamış, neyi başarmıştı? Niçin
gelmişti dünyaya? Ve niçin gitmişti? Var mıydı bu soruların yanıtları?
Oğlunun ölümüne Mümine Hatun
fazla dayanamadı. Eline bulaşan kan bırakmadı sanki kendisini: Bütün ev
işlerini, her şeyi bir yana bırakıp gece gündüz dua etmeye başladı. Bilginler
Sultanı’nın, ölenle ölünmez, ölenin ardından böyle yanıp durmak Tanrı’ya hoş
gelmez, yolundaki öğütleri de kâr etmedi. Alaeddin, canının bir parçasıydı ve o
artık yoktu.
Bir gün, akşam namazı
kılarken, birden seccadesinden kalktı, nereden geldiği belirsiz bir sesi
dinliyormuş gibi dikkat kesilip çevresine kulak kabarttı, sonra iki elini
birden yüreğine götürüp olduğu yere yığıldı kaldı. Yüz çizgilerini çarpıtan
acı, gururlu bir gülümseme olarak donup kalmıştı yüzünde: Ah, işte, en nihayet!
Tabutun ardı sıra yürürken,
gevrek bir sesle Kur’an okuyan hafızları dinlerken ve kardeşinin ardı sıra
annesini de bağrına çeken kırmızı renkli toprak tümseğe bakarken Celâleddin
ağlamıyordu.
Kanından, canından geldiği,
etinden koptuğu bu varlık hakkında ne biliyordu? Evin içinde bitmez tükenmez
biçimde iş gören, kocasının her sözünü buyruk bilip tek bir şey söylemeden,
hevesle yerine getiren, kocası sormadan bir şey söylemeyen bu kadın nasıl
biriydi? Ve kadın sözcüğü Müslüman dünyada neyi anlatıyordu?
Bilginler Sultanı’nın
karısına yakışır, neredeyse çileci denilebilecek bir yaşam sürmüştü annesi.
Kocasından korktuğu için çocuklarını bile gizli gizli okşardı; çünkü bilirdi,
kocasının en sevmediği şey, oğullarının nazlı, hanım evladı olarak
yetişmeleriydi. Bilginler Sultanı’na göre, annelerin sevip okşamalarıydı oğlan
çocuklarını bu hale getiren.
Evet, gece gündüz onlarla
ilgilenir, karınlarının tok, üstlerinin başlarının pak olması için gözünü
onlardan ayırmazdı. Onların bedenlerine yönelik ilgiyi hiç eksik etmemişti
kısacası. Ama bu, dünyanın bütün çocukları için, solunan fakat hiç fark
edilemeyen hava kadar doğal bir ilgi ve özendi.
Örneğin Celâleddin’de,
babasının süt ninesi yaşlı Nesibe Hatun’un, annesinden daha çok hatırası vardı.
Nesibe Hatun onlara dev analarıyla ve Zümrüdü Anka kuşuyla ilgili birbirinden
ilginç masallar anlatırdı. Babasının da halk masalları biçemiyle verdiği kimi
öğütleri vardı ki, bunları hiç unutmamıştı Celâleddin.
Bir gün Alaeddin’le incir
çekirdeğini doldurmaz bir nedenden dolayı kavga etmişlerdi. Babası ikisini de
dizinin dibine oturtup, biri İranlı, biri Türk, biri Arap, biri de Rum dört
arkadaşın bir hiç yüzünden nasıl kavga ettiklerini anlatmıştı. Dört yoksul
arkadaş yolda giderken, iyi yürekli bir adam onlara para veriyordu. Parayla
beraber kavga da başlıyordu. İranlı, pazara gidip engür[3] alalım bu parayla, diyordu. Arap, hayır engür değil,
eynab[4] alalım, diyordu. Türk, bırakın kavgayı, biz en iyisi
üzüm alalım bu parayla, derken, Rum, stafil[5] dururken üzüm de yenir miymiş? diyordu. Böylece, aynı
şeyi istediklerini bilmeyen dört arkadaşın nasıl kafa göz yararak bir kavgaya
tutuştuklarını anlatan babaları, kıssadan hisse, demişti: Cahillik öfkeyi
körükler ve de çoğu kavga bilgisizlikten kaynaklanır. Babalarının kıssaları,
süt nine Nesibe Hatun’un masalları, onların ilk gıdalarıydı: bedenlerinin
değil, ruhlarının.
Ruhla beden ayrılmazdı; tıpkı
hayırlı bir haberi yerine ulaştırmak için tek beden olmuş atla atlı gibi. Ama
yine de, atın yemi, atlının yemeği olamazdı. Her birinin yemeği de, yararı da
başka başkaydı. Eğer atlı, atını istencine boyun eğdiremezse, at onu alır
götürürdü: Atlının ulaşmak istediği hedefe değil, ahıra.
Atınkinden daha uzun olsa da,
insan yaşamı denilen şey, yine de bir göz kırpımıydı. Hiçbir iz bırakmamacasına
toprak olup gitmemek ve senden sonrakilere insan ruhuna ilişkin hayırlı bir
haber, bir muştu iletebilmek için, bedene yüz vermek, göz yummak değil, onu
buyruk altına almak gerekti.
Küçük gördüğü, aşağıladığı
için yaşlılığında bedeninden utanç duyacağı nerden aklına gelsindi o yıllarda
Celâleddin’in?
Belh’teki baba evinin
damından karşı dama atlayacağı sırada annesinin, onun bedenini korumak için
korku ve umutsuzluk dolu bir çığlıkla, belki hiç önemi olmayan, ama yine de ve
minicik de olsa bir engeli aşma gözüpekliği olan kuşkusuz başarısını
engelleyişini ve bu çığlığın az kalsın hayatına mal olacağını anımsadı. Yüreği,
acıma ve dehşet duygusuyla doldu. Acıması, annesine ve ruhun ateşini körükleme
gücünü bulamadan bu dünyadan çekip giden herkese karşı idi; dehşet duygusu ise,
kadın denen varlığın yazgısından kaynaklanıyordu...
“Kadın nedir? Dünya neyse
odur. Sen istediğini söyle, o yine kendisidir; sen söyledin diye kendisini
yadsıyamaz. Hatta senin güya onu akıllandırmak için söylediğin sözler, ona
yarar değil zarar verir. Bir somun ekmek al, koynunda gizle, herkesi yanından
uzaklaştır, kimselere vermem bunu de, kimselerle bölüşmem; ne vermesi, kimseye
göstermem bile; çocukluğundan ortalık ekmekten geçilmese, köpekler bile yemeye
gönül indirmese, ben bunu yine de kimseye vermem, kimseye göstermem diye
diret... Sen o somunu insanlardan esirgedikçe, herkesin ilgisi ona yönelir,
üzerine düşerler... Kendilerinden esirgediğin, gizlediğin ekmeği göstermen için
önce yalvarmaya, sonra da seni kınamaya, aşağılamaya, dövmeye başlarlar. İnsan,
her zaman kendisine yasak olan şeyin üstüne düşer. Yasaklama sürdükçe onun da
yasaklanan şeye karşı hırsı, rağbeti artar. Kadın konusunda da bu böyledir: sen
ondan kapanmasını istedikçe, herkeste onu görmek isteğini kamçılamış olursun.
Herkesin tutkularını ateşlemek fesattır, oysa sen bunu ıslah sanıyorsun. Eğer
yüreği iyiyse kadının, sen yasaklasan da yasaklamasan da, o iyilik yoluna
gidecektir. Yok eğer bunun tersineyse yaratılışı, çaresiz gideceği yolu
tutacak, senin yasakların da ancak onun hırsını artıracaktır. Onun için, yapman
gereken şey, onu anlamaktır. Ona yaklaş, onu anla; süsle, beze, donat
kendisini. Kıskançlık denen şeyi bilme. Kur’an’da ‘Er, kadından üstündür,’
denilmesinin özünü iyi anla. Cahillerdir kadından üstün olanlar, çünkü kaba ve
acımasızdır cahiller; sevgi, sevecenlik, güleryüz nedir bilmezler. Hayvanlıktır
onlarınkisi ve tabiatta çokluk hayvanlıktadır. Sevgi ve acıma insanın
nitelikleridir, kabalık ve kösnüllük hayvanın nitelikleridir. Bu hayvan
erkeklerdir kadınlardan üstün olan, yoksa kadın, aklı ve yüreği olan
erkeklerden daha üstündür.”
Kadının köle yerine konduğu,
kafes arkalarında tutulduğu; insanların mahkemesinde de, Tanrı’nın mahkemesinde
de tanıklığının geçerli olmadığı; zenginler haremlerinde çok sayıda eş ve
onlarca kapatma tutabilirken, yoksulların parasızlıktan tek kadın bile
alamadığı, kısacası kadının İslam dünyasında da, batının Hıristiyan dünyasında
da insan yerine konulmadığı bir dönemde söyledi bu sözleri Celâleddin.
Ve “sır kâtipleri”, onun kimi
zaman öğrencilerinin sorularına yanıt olarak, kimi zaman söyleşilerinde
söylediği bu sözlerini, Fihi mâ fih adı verilen kitabında topladılar.
Larende’de, annesinin henüz
kapatılmamış mezarı başında dururken, hatta daha sonra Konya’da, yüreğinin
incisini kendisinden hep gizlemiş olan Gevher’in mezarı başında dururken, henüz
ne bu düşüncelere sahipti, ne de böyle düşünceleri dile getirebileceğini
tasavvur edebilirdi. Ama yıllar sonra, öğrencilerinin, dinden sapma gibi
görünmeleri nedeniyle beyaz Semerkand kâğıdına korkudan titreyen ellerle
geçirdikleri bu düşünceler, yürüdüğü yol boyunca tohumlar gibi toprağın bağrına
bıraktığı bu aziz ölülerden filizlenmişti.
Jurnal
Selçuklu Sultanı’nın Larende
valisi Emir Musa, Mümine Hatun’un gömülme töreniyle ilgili bütün işleri
sahiplenmişti. Bilginler Sultanı’nı, acısının taze olduğu sırada rahatsız
etmemek için birkaç gün beklemiş, sonra yetkili din büyükleriyle birlikte
huzuruna çıkıp, eğer müsaade olunursa, Mümine Hatun için bir türbe yaptırmak
istediklerini, yaptıracakları şeyin İslam dünyasının yüce Bilginler Sultanı’nın
eşine belki layık olmayabileceğini, ama emirliğin hazinesinin bütün
imkânlarının seferber edileceğinden emin olunmasını söylemişti.
Celâleddin, hayatı boyunca
iktidar sahiplerinin her yaptıkları işi yanlış, onlardan alınacak her şeyi
haram olarak gören babasının öneriyi hemen geri çevireceğini sandı. Ama
yanılmıştı; babası Emir Musa’ya rızasını bildirdi. Önce oğlunun, ardından
karısının ölümleri, Bilginler Sultanı’nı epey yumuşatmıştı anlaşılan.
Böyle büyük bir bilginin,
kendi yönettiği topraklar üzerinde yaşamasından gerçekten gurur duyan Emir
Musa’nın, bu hayırlı iş için hazinesini ortaya dökerken büsbütün ard düşüncesiz
olduğu da söylenemezdi: artık, diye düşünüyordu, Bilginler Sultanı, bu aziz
ölülerini bırakıp buradan bir yere gidemez. Ama sonuç tam tersi oldu.
En küçüğünden en büyüğüne,
bütün sarayların temelinde hep aynı iki öğe vardır: Entrika ve jurnal. Savaş
alanlarından gelme, saf, içten bir insan olduğu için böyle şeylerden nefret
eden Emir Musa’nın sarayı da bu durumun istisnası değildi. Larende’de Sultanı
temsil eden Emir Musa, artık yalnızca bir asker değil, aynı zamanda bir
yönetici, dolayısıyla da politikacıydı. Bu, bir kurbağayı canlı canlı yutsan
bile, yüzünü azıcık da olsa buruşturmamak, hiçbir şey belli etmemek demekti.
Yoksa, açık kollayan, fırsat bekleyen, çok daha mundar şeyleri kılını
kıpırdatmadan yutabilecek kişilere koltuğunu kaptırıverirdin.
Bugün de Konya’nın Karaman
ilçesinde durmakta olan Mümine Hatun türbesinin yapımı için emirliğin
hazinesinin neredeyse yarısının harcanması, Emir Musa’nın ayağını kaydırmak
için fırsat bekleyenlerin yüzünü güldürdü ve hemen bütün jurnaller gibi cahilce
kaleme alınmış bir jurnal, geciktirilmeden başkente ulaştırıldı:
“Rum topraklarına Belh adı
verilen kentten gelen Bilginler Sultanı Bahaeddin Veled, bir nice zamandır bu
elleri bilgisinin ışığıyla aydınlatmaktadır; ama yüce Sultanımızın bundan hiç
haberi yoktur, çünkü Sultanımızın burada valilik eden kulu Emir Musa, Bilginler
Sultanı’nı Larende’de zorla tutmaktadır. Kendisine burada bir medrese yaptıktan
başka, geçenlerde ölen zevcesi için de bir türbe diktirmiş ve bu iş için akıl
almaz paralar harcamıştır. Yüce Sultanımızın buraya valilik etsin diye
gönderdiği kulunun bu küstahlıkları, kendisinin Sultanımızın gazabından
korkmadığını gösterdikten başka...”
Sultan I. Alaeddin
Keykubad’ın her gün buna benzer jurnaller almaktan tepesi öyle atmıştı ki,
veziri kendisini sakinleştirmese, Emir Musa’nın kellesinin uçurulması için
herhalde çoktan emir vermiş olurdu. “Larende’deki birkaç has adamımıza durumu
bir soruşturalım,” demişti vezir. “Vali kulunuz hakkında ondan sonra karar
verirsiniz.”
Bir hafta kadar sonra
başkentten gelen bir ulak, Sultanın mührüyle mühürlenmiş bir mektup getirdi
Emir Musa’ya. Emir Musa, Sultan iradesini öpüp alnına götürdükten sonra,
okuması için Kadıyı çağırttı. Kâğıda daha göz atmasıyla, Kadının yüzü bembeyaz
kesildi ve sanki artık karşısındaki insan değil de, cansız bir varlıkmış gibi
bomboş gözlerle bakakaldı Emir Musa’ya.
“Sen ne cüretle
topraklarımıza bir mübarek insanın geldiğini bildirmezsin bana?! Bu ne
densizliktir! Bu ne ihmalkârlıktır! Savrukluğun böylesini bağışlanır mı
sanırsın?!”
Musa ötesini dinleyemedi.
Sultanın mektubu, kendisi için artık yaşamakla ölmek arasında kıl payı
kaldığını hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir açıklıkla ortaya koyuyordu.
Savaş alanlarında nice ölüme
tanık olmuştu. Ama insanın savaşta cesur olmasıyla, hükümdar karşısında cesur
olması çok farklı şeylerdi. Selçuklu Türklerinde, toprağı işleyen çiftçi ya da
esnaf, zanaatkâr, sıradan vatandaşlar milletin özgür bireyleri olarak şer’i
yargıya tabi iken, devlet görevlileri sultanın kulu sayılırlardı: böylece,
bunların canları, malları, şeref ve itibarları sultanın iki dudağının
arasındaydı.
Kaç günlük ömrü kaldığını
kestiremeyen Emir Musa, son bir umutla Bilginler Sultanı’na başvurdu:
hükümdarın hışmına uğraması bir parça da onun yüzünden sayılmaz mıydı?
Musa, yüce Bilginler
Sultanı’nın burayı, Larende’yi şereflendirmekte olduğundan Konya’yı haberdar
etmelerinin yerinde olacağına dair nice diller döktüyse de, Bilginler Sultanı
kestirip attı: Kendisi gibi, bir zavallı Tanrı kulunun, bir başka dünya
insanının, varlığından, şu fani dünyanın sultanını haberdar edip de ne
olacaktı? Hayır, hiç gerek yoktu buna!
Ama Emir’in elindeki Sultan
fermanını görünce, durumun renginin daha faklı olduğunu anladı. Mektubu ağır
ağır okudu, yine öyle ağır ağır dürüp deri mahfazasının içine soktu ve
düşünmeye başladı.
Selçuklu sultanlarının
şeyhlere, din önderlerine güleryüz ve saygı gösterdiklerini biliyordu. Çünkü
toprakları Müslüman dünyasının en dışında yer alıyordu ve gerek haçlıların
birbiri ardınca düzenledikleri saldırıları püskürtebilmek, gerekse Bizans
topraklarını fethedebilmek için, Müslüman halkın sevecenliğini kazanmaları
gerekiyordu. Bu sevecenliği kazanabilmek için de, her şeyiyle ideal bir
Müslüman hükümdar olmak gerekiyordu: hükümdarın iktidarı Tanrı’dan
kaynaklandığına göre, Kur’an ve hadislerde yer verilen ve din büyükleri ve
ulema tarafından yorumlanan ilahi emirlere uymak zorunluluğu vardı; başka bir
deyişle, hükümdar, onların ağzından konuşmalıydı; o konuştuğu zaman herkes
bilmeliydi ki, Kur’an ve hadis yorumlarından yola çıkan din uluları
konuşmaktadır.
Sakalını iki kez sıvazlayan
Bilginler Sultanı, önünde boyun eğmiş, hakkında verilecek hükmü bekleyen Emir
Musa’ya baktı ve:
“Doğruca Konya’ya git,” dedi;
“hiç korkmadan Sultanın huzuruna çık ve olup bitenleri olduğu gibi anlat!”
Hazinesinde kalan paradan
Hükümdara armağanlar düzen Emir Musa, yazılı yanıt göndermek yerine, üç
muhafızıyla birlikte Konya’ya kendisi gitti.
Yemen’den Gürcistan ve
Abhazya’ya, Rus topraklarından Tarsus sınırlarına, Antalya’dan Kıpçak
bozkırlarına ve Karadeniz’in karşı kıyısındaki Suğdak’a, Bizans, Frank ve
Ermeni krallıklarının sona erdiği yerden Ktezifon’a dek bir nice ülkenin,
tiranlığın ve prensliğin boyun eğdiği İslam Emirleri Sultanı, I. Alaeddin
Keykubad, valisini divanda kabul etti. Musa huzura girince yerlere kapanıp üç
kez selam verdi, ardından Sultanın üzerinde oturmakta olduğu tahtın ayağını
öptü, kendisine ayağa kalkması buyurulunca, kalktı, kollarını göğsünde
birbirinin üstüne çapraz koyup, Sultanın ya da yanındaki kara cüppeli ulemanın,
ya da üzerlerinde gözalıcı kumaşlardan cüppeler bulunan emir ve saray ileri gelenlerinden
birinin konuşma izni vermesini bekledi.
Tahtın sağ yanında duran
vezirden geldi beklediği emir:
“Konuş!”
Musa, eğilip bir kez daha
selam verdikten sonra, kendisinin hiçbir kabahati yokmuş gibi göstermeye
çalışmadan, olanı biteni bir bir açıkladı; bu arada, Bilginler Sultanı, yüce
şeyh, Bahaeddin Veled’i ululadı, kendisinin Selçuklu Devleti’ni
onurlandırmasının Tanrı’nın bir lütfu olduğunu ve bu büyük din önderinin, Yüce
Hükümdarın hakir kölesinin yönetimine bırakılmış olan Larende’yi kendisine yurt
tutmak eğiliminde olduğunu anlattı.
Trapezund üzerine çıktığı
muzaffer bir seferden henüz dönen ve böylece sayısız unvanlarına bir de
“sahiller hükümdarı” unvanını ekleyen, Harezmşah Devletinin Moğol saldırısıyla
yıkılıp gitmesinden sonra kendini haklı olarak İslam dünyasının en güçlü
hükümdarı olarak görmeye başlayan ve önünde artık yalnızca İslam dünyasına
değil, tüm dünyaya egemen olmanın yolunun açıldığını düşünen otuz beş yaşındaki
Alaeddin Keykubad, valisi Emir Musa heyecan içinde konuşurken kırmızı sakalını
birkaç kez sıvazlamış ve Bilginler Sultanı unvanını taşıyan bu yüce şeyhin,
Emirler Sultanı unvanını taşıyan kendisi için biçilmiş kaftan olduğuna kararını
vermişti.
Emir Musa, beklentilerin
tersine olarak Larende’ye sağ salim döndü. Hem de Sultandan bir sürü
armağanlarla... Beraberinde, can güvenliği için yanına katılmış saray
muhafızlarından başka, yüce şeyhe, eğer kabul buyururlarsa, İslam Emirleri
Sultanı’nın, kendisinin bilim ışığından yararlanmayı dilediğini, bu nedenle de
onun ve çocuklarının Konya’yı yurt tutmasından bahtiyar olacağını iletmekle
görevli iki yüksek devlet görevlisi vardı.
Topraklarına en aziz
ölülerini verdiği ve ömrünün son yıllarını huzur ve sükûn içinde geçirdiği bu
kasabadan ayrılmak Bilginler Sultanı için hiç kolay değildi, ama yapacak başka
bir şey de yoktu. Sultan ulaklarının sözleri, ardından sözlerini pekiştirmek
istercesine sundukları armağanlar, ayrıca gönderilmiş olan özel muhafız
birliği, Konya davetinin, Sultanın bir dileği değil, emri olduğunu açıklıkla ortaya
koyuyordu.
Yedi yıl önceki gibi yine
kitaplar, eşyalar denk edildi, eş dostla helalleşildi, Larende’de kalıp
insanlara hakikat sözünü öğretmeye devam edecek olan müridlere gerekli öğütler
verildi.
Medrese kapısının önünde,
tıpkı yedi yıl önce Belh’teki evlerinin önünde olduğu gibi kervan hazır edildi.
En son, çocuklarıyla birlikte
Gevher Hatun bindi deveye; doğumdan sonra hâlâ kendini toparlayamadığı için,
deveye bineceği iskeleye çıkarken bacakları titriyordu.
Derken, Bilginler Sultanı
ellerini göğe açıp, kendisi için şu fani dünyada sonuncu olacak yolculuğu
başlattı:
“Bismillahi rahmani rahim!”
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Kale
Dik
gözlerini, kalbin olsun gözlerin.
Celâleddin Rumi
Kül rengi gökyüzü gitgide
mavileşiyordu. Yıldızlar birbiri ardınca gökyüzünde eriyip gidiyordu. Bir tek
Zühre kalmıştı parlayıp duran. Alçacık dağların gerisinden bastırmaya başlayan
şafağın kırmızısına eşlik edercesine, o da parlak sarı ışığını yayıp duruyordu.
Müezzinler sabah ezanını
okumuşlardı. Hafif bir esinti, duvarın dibindeki yaprakları hışırdatıyordu.
Kapıların eski rezelerinin gıcırtısı, gece nöbetçilerinin kaba seslerini
bastırıyordu.
Kent kapılarının bir an önce
açılmasını bekleyen çobanların yeddiği sürülerden böğürtüler, melemeler
yükseliyordu.
Kent duvarlarının gerisinden
kadın sesleri, takunya takırtıları duyuluyordu.
Pazar yerlerinde tezgahlar
kurulmaya başlanmıştı. Silahçı işliklerinden balyoz sesleri, mücevherci
işliklerinden küçük çekiç sesleri tatlı bir ezgi gibi yükseliyordu.
Tepelerin gerisinden güneşin
görünmesiyle birlikte, bağları, bahçeleri, zengin-yoksul evleri, yolları,
arıklarıyla bütün vadi tabak gibi gözler önüne seriliverdi.
Her ev, her bahçe, her ses
bildikti: Şaka mı, tamı tamına yarım yüzyılı geçmişti bu kentte. Artık ayrılık
yakındı, ama hâlâ doyamamıştı bu kente, bu kentin ışığına, kokusuna, rengine,
çeşit çeşit dillerine, halkının o güzel huyuna, suyuna.
Gece sabaha dek Muineddin
Pervane’nin sarayında şölen vardı. Devletin en güçlü, en yetkili kişisiydi
Pervane. Verdiği şölene de müridleriyle birlikte Celâleddin ve Konya’nın bütün
ileri gelenleri çağrılıydı.
Genellikle duygu ve
düşüncelerini belli etmeyen Pervane’nin o gece, bir dalgınlaşıp bir
neşelendiğine bakılırsa, yıllardır ülkeyi yöneten, şimdiyse henüz yaşı küçük
olan sultan adına ülkenin tek hâkimi durumunda olan bu güçlü adamın canını
sıkan bir şeyler olduğu belliydi.
Destek aldığı Moğolların
askeri gücünde, düşmanlarını bölmekte kullandığı hile ve kurnazlıkta, Moğollara
karşı işbirliği yaptığı Mısır hükümdarlarının gizli desteğinde, basit halka yaydığı
korkuda, sınırsızca sahip olduğu zenginlikte ve tüm ülke üzerine yayılmış
medrese, kervansaray, mescit, cami gibi hayır işlerinde bulamadığı avuntuyu,
Celâleddin’in şiirlerinde ve söyleşilerinde arıyordu.
Soylu bir aileden gelmiş, iyi
bir eğitim almış, evlilik yoluyla hanedanla akrabalık kurmuş, akıllı bir
adamdı. Gerçeği dile getirmesi koşuluyla, kendisi hakkında en acı sözleri bile
hoşgörüyle karşılardı; hele bunları söyleyen Celâleddin’se... Çünkü iyi bir
siyasetçi olarak, gücün ve güçlünün önünde saygıyla eğilirdi, söz konusu olan
ruh gücü bile olsa...
Moğol saldırılarından birini
izleyen açlık dönemiydi. Pervane, öğüt almak için Celâleddin’in medresesine
gelmişti. Mevlâna ise çok öfkeliydi: Pervane’nin ambarları buğday doluydu,
tutup açlık için öğüt almaya geliyordu!
Önemli konuğunu ayakta
karşıladı ve kendisine oturmak için yer göstermedi. Herkesin önünde:
“Kur’anı ezbere bildiğin ve
Şeyh Sadreddin’den hadis öğrendiğin doğru mu?” dedi.
“Doğrudur efendim.”
“Bizden öğüt istersin. O
zaman öğüdümüz şudur sana: Her kim ki hayır işlemez, zorbadır. Ama ne yararı
olacak bu öğüdün sana? Sen ki, peygamber sözünden bile etkilenmemiş bir
adamsın?”
Pervane, bir karış suratla
uzaklaştı, ama öğüdün gereğini de yerine getirdi: İki ambar dolusu buğdayı
yoksullara dağıttı. Ama bir ülke tükenip gitmişse, insanları doyurmak için bir
iki ambar nedir ki?
Şölen boyunca Mevlâna’nın
sözlerini ve şiirlerini düşünen Pervane, en sonunda düşüncesini şu sözlerle
dile getirdi:
“Yine de, efendi hazretleri,
önemli olan iştir derim ben!”
Eski bir tartışmaydı bu
aralarında. Emirin ozanla; politikacının bilgeyle; iş, eylem insanının söz
insanıyla tartışması... Olaylar değişmiş, farklı farklı kanıtlar öne sürülmüş,
ama tartışmanın özü değişmemişti ve galiba değişmeyecekti: Hem neden değişsindi
ki? İş sözden, söz de işten ayrı olduktan sonra?
Badem gözleri içkiden
kısılmış Pervane, bir eli belinde, öteki dizinde, Mevlâna’nın bu kez kendisine
ne yanıt vereceğini bekliyordu.
Düşüncelerini Pervane’nin
yapıp eylediklerine kaptırıp gitmiş olan Celâleddin’inse, soruya yanıt vermekte
pek acelesi yok gibiydi.
Pervane’nin babası, Moğol
karargâhına korkusuzca girmiş bir adamdı. Yirmi beş yıl önce, Kösedağ önündeki
utançlı yenilgiden hemen sonraydı bu. Düşmanla hayli aşağılatıcı bir barış
anlaşmasıyla sonuçlanmıştı bu eylem: Selçuklu Sultanı, Moğollara her yıl haraç
vermek zorundaydı bu anlaşmaya göre. Bu utançlı bedelin karşılığındaysa,
başkent ve orada yaşayan insanların hayatları kurtarılmıştı.
Kişisel çıkarı söz konusuysa
eğer, Pervane’nin başvurmayacağı hiçbir araç yoktu. İzzeddin’le Rukneddin
arasındaki taht savaşında Rükneddin’in tarafını tutarak onun için Sinop’u
fethetmesinde, ardından Moğolların da desteğiyle düşmanlarını yok ederek
Rükneddin’i tek başına tahta geçirmesinde, sonra Rükneddin’i de yok etmesinde
ve yaşı daha pek küçük olan veliaht adına ülkeyi yönetmeye başlamasında, hep
aynı duygu söz konusuydu.
Beylerin, sultanların
öldürülmeleri, veliahtlar arasındaki kavgalarda binbir entrikaya başvurulması,
Pervane için kişisel yükselmesine yönelik olağan olaylardı. Tıpkı halktan
Moğollar adına vergi toplarken, kendi küpünü doldurmayı unutmaması gibi...
Biz, değerli okurum, sorsak
sorsak, herhalde, ‘bütün bunları yaparken acaba düşünsel olarak dayandığı temel
neydi?’ şeklinde bir soru sorabiliriz Pervane’ye. Aynı soru, Celâleddin’in
dudaklarındaysa, ‘bunları yaparken bir sözü var mıydı?’ şeklinde dökülmüştü.
Pervane, gündelik olayları
değerlendiren, her gün değişen koşullara göre davranan bir insandı. Bugün, hadi
bilemediniz yarın gerçekleşecek bir saldırıya çare bulabilirdi o, o kadar.
Bundan ötesine gücü yetmezdi.
Celâleddin, kendi kendine
konuşurmuş gibi yanıtladı soruyu:
“Bana iş görecek adam ver!
Gelsin de o yiğit, iş neymiş gösterelim kendisine! Ama hani, nerde böyle
birisi? Bilim bilimle, bulut bulutla, ruh ruhla karşılaştırılarak anlaşılır,
kavranılır. Sen bizim yolumuzda değilsin; işimiz var dersek ve bu işi sana
göstersek bile, sen onu göremezsin ki!”
Sanki bir zemberek harekete
geçmiş gibi Celâleddin yerinden fırladı.
“İş, kafasız takımının
sandığı gibi, dışsal bir şey değildir! Kendinde dışsalı içselle birleştirmemiş
bir insan, hemencecik işten yana koşar, ama vardığı yer, koştuğu yer değildir.”
Sesini yükseltti: “Söz nedir, zerre kadar anladığın yok senin; sözü küçük
görmen de bu yüzden. Söz, iş ağacının meyvesidir. Ve her meyve gibi, yeni
ağaçlar, yeni yeni işler üretir. Seni alalım, Muineddin, bak, şu anda kulak
kesilmiş benden bir söz beklemektesin. Ben bu sözü söylemesem, öfkeleneceksin.
Demek ki şu anda söz senin için, iştir. Diyorsun ki, söz, güçsüzdür. Eğer bu
sözün doğruysa, senin, sözün güçsüz olduğunu söyleyen sözün de güçsüzdür, öyle
değil mi?”
Celâleddin’in sesinde
öylesine bir inandırıcılık vardı ki, Pervane, ozanın sözlerinin kendisi
yönünden ne denli alçaltıcı olduğunun farkına bile varamıyordu. Kendinden
geçmiş, ozanın sözlerini sürdürmesini bekliyordu. Ama ozan susuyordu.
Öğrenciler sarsılmış, öylece
oturuyorlardı. Sakallarından süzülen gözyaşlarının bile farkında değillerdi.
Onların da işleri sözdü, ama şu anda söyleyebilecekleri hiçbir söz yoktu.
Bu şarap buharı, yanmış mum,
kızarmış et, rakseden dervişlerin teriyle dolu şölen salonundan kaçmak
istiyordu, Celâleddin. Kaçmak, lacivert gergefinde pırıl pırıl yıldız dokuyan
geceye dalmak ve günü, kale duvarlarının üzerinde karşılamak istiyordu...
Birden yerinden doğruldu,
ardından seğirten hizmetkârları bir el hareketiyle durdurup, çıktı.
Haklılığından en ufak bir
kuşkusu yoktu: Geçmişin ve şimdinin bütün işlerinin taşıdığı anlamı, ancak söz
içinde barındırabilir ve bunu gelecekte kendisini bekleyenlere tıpkı bir atlı
ulak gibi ancak söz ulaştırabilirdi. Ama gözünün önünde boylu boyunca serilen
vadiyi seyrettikçe, haklılığından sevinç değil, elem duyduğunu fark etti.
Evet, söz, iş ağacının
meyvesiydi. Ama ah, yalnızca meyveye değil, gölgesinde insanların dinlendiği
yemyeşil yaprakları ve dalları tutan gövdeye, gövdeyi besleyen köke de sahip
olmayı ne kadar isterdi!
Her şeyi anlamak, ama hiçbir
şey değiştirecek güçte olmamak! Yüreklerinin hareketi dünyanın hareketine denk
düşen insanların mutluluğunu o hiçbir zaman yaşayamamıştı. Kendini bildi bileli
bütün davranışları genel gidişin tersine olmuştu. İnsan yüreğinin mucizelerine
nüfuz ettikçe ve hayatının ana sözüne yaklaştıkça, insan ruhundaki her şeyin
söze bile sığdırılamayacağını daha bir duyumsuyordu. Ah, insan ne kadar
bilgeyse, payına o kadar çok acı düşüyordu galiba.
Ufuktan süt mavisi bulutlar
yükselmeye başlamıştı: Onun söz arayışları sırasındaki düşüncelerini, yapıp
eylediği işleri, bir sicimle birbirine bağlı deve katarı gibi taşıyıp
getiriyordu sanki bulutlar... Bulutların ardına gizlenmiş güneşse, peçe
ardından bakan bir göz gibi, Kazanviran tepelerinin çıplak yamaçlarını soluk
ışıklarıyla süzüyordu. Ve Celâleddin, birden, 654 yılı[6] Zülkadir ayının son cumartesi günü geçen, ömrü boyunca
unutamayacağı olayların belleğinde yeniden canlandığını hissetti.
Mucize
O yıl Sultan İzzeddin,
Moğollarla yeniden savaşa tutuşmuş ve beklendiği gibi de dersini çabucak
almıştı. Ordusunun büyük bölüğü savaş alanında kırılmış, az bir bölüğü de çil
yavrusu gibi kaçışmıştı.
Moğollar genellikle kaçanları
kovalayarak düşman kentine girerlerdi. Ama bu kez tam bir dehşet ve panik
havası içinde olan sultan ordusunun kılıç artıkları Konya’ya kaçacak yerde,
çevredeki ormanlık tepelere gizlenerek canlarını kurtarma yolunu seçmişlerdi.
Bu nedenle, öncü Moğol atlıları öğleden sonra kent önüne geldiklerinde, kale
kapıları sımsıkı kapalıydı.
Halk, Moğol ordusu kente
hücum etmeden önce kaçıp canını kurtarma telaşıyla kapıların önüne yığılmıştı.
Halkın panik içinde kapılara yüklenmesini önlemek isteyen nöbetçiler zaman
zaman silah kullanmak zorunda kalıyorlardı. Ezilenlerin feryatları, kadınların
çığlıkları, ölenlerden yükselen boğuk hırıltılar, hayvanların böğürtüleri kulak
tırmalayıcı tek bir uğultu halinde göğe yükseliyordu.
Kenti savunmak ve kapı
nöbetçilerine yardımcı olmak için silahlı Ahi birlikleri de duvar üzerinde
yerlerini almışlardı. Ama saray muhafızlarıyla birlikte bu bir avuç insan, koca
Moğol ordusuna karşı ne yapabilirdi ki? Savaş deneyimleri olmayan Ahiler, Moğol
mızraklarıyla şişlenerek ölmektense, çarpışa çarpışa can vermeyi yeğlemişlerdi.
Akşama doğru on binlerce
insan camilerde toplanmaya başladı. Kimi birbiriyle helalleşiyor, kimi ölmeden
önce son bir namaz daha kılıyor, kimi göğsünü bağrını döve döve ağlıyor, ağıt
yakıyordu. Moğolların kente girmesi durumunda kendilerini neyin beklediğini
biliyorlardı. Erkekler yediden yetmişe kılıçtan geçirilecek, kadınlar, kızlar
iğfal edildikten sonra köle olarak götürülecek, zanaatkârlar ise vahşi Moğol
bozkırlarında ölene dek bir köle gibi çalıştırılacaklardı.
Mevlâna’yla müridlerinin
toplandığı medresenin önünde geçen yürek paralayıcı sahnelerin de öbür
yerlerdekinden farkı yoktu. Medreseye komşu evde yaşayan bir tüccar da
ailesiyle birlikte kentten kaçmak istemiş, ama kapıların kapalı olduğunu
öğrenince feryat figan evlerinin önüne yığılıp kalmıştı. Adamın genç, güzel
karısı, utanmayı falan bırakmış, sokak ortasında kocasının ayaklarına
kapanarak, kendisini öldürmesi için yalvarıyordu. “Moğol uğrusunun bana neler
yapacağını bilmiyor musun?” diye haykırıyordu kadın. Adamcağız karısının
yalvarmalarına dayanamamış olmalıydı ki, hançerini başının üzerine kaldırdı.
Ama sanki yukarıda birisi bileğinden tutmuş gibi eli bir türlü inmiyordu.
Sonunda hançerin yere düştüğü görüldü, adamcağız da olduğu yere yığılıp
ağlamaya başladı. Bunun üzerine kadın, onun aşkına da, zayıflığına da lanetler
yağdırarak, hançeri düştüğü yerden alıp kendi elleriyle göğsüne gömüverdi.
Ele geçirdikleri bir kentte
kimseye acımayan Moğollar, eğer kendilerine karşı direniş göstermemişlerse, din
adamlarıyla genellikle anlaşmaya çalışırlardı. İran’dan Gürcistan’a ve Avrupa
ülkelerine dek, Hıristiyan olsun, Müslüman olsun, tüm ülkelerdeki tavırları
buydu. Resmi bir dinsel unvanları olmamakla birlikte, Mevlâna’yla müridleri de,
bu nedenle hayatlarını kurtarabilirlerdi belki. Ama halkın şu panik havasını
çaresizce izlemektense, Moğol kılıçları altında can vermek bin kez daha iyiydi.
Bütün gözler şimdi ona çevrilmişti.
Celâleddin’den bir söz bekliyordu herkes. Hakikatin kurtarıcı sözünü. Ama
hiçbir şey söylemiyordu ozan. Yoktu söyleyecek sözü. Daha doğrusu yüreği
öylesine doluydu ki, sözler yüreğinden dudağına yükselmeden birbiriyle
çarpışarak binlerce zerre halinde uçuşup gidiyordu. Ozan kendi içini
dinledikçe, yüreğinde kopan korkunç fırtınayı hiçbir sözle dile
getiremeyeceğini, bu korkunç fırtına karşısında her sözün güçsüz kalacağını
hissediyordu.
Dakikaların bile değerinin
olduğu böyle bir anda, zaman sessizlik içinde geçiyordu. Alacakaranlık kocaman
bir örtü gibi ağır ağır iniyordu kentin üstüne.
Mevlâna eğilip dört yanına
selam verdi, kendisini bağışlamalarını diliyormuş gibi öğrencilerinin yüzüne
uzun uzun baktı, sonra dönüp medreseye girdi; hücresinde karısıyla,
çocuklarıyla vedalaştı.
Yanına bir tek Veled’le
Alaeddin Siryanus’u alarak dışarı çıktı ve korkudan çılgına dönmüş kenti boydan
boya geçerek Halkabeguş kapısına doğru yürüdü.
Saatlerdir dalga dalga kapı
üzerine yüklenen halka karşı görevini canla başla yerine getirmekten iflahı
kesilen kapı çavuşu, ellerinde fenerle yaklaşan üç karaltıyı görünce, tepesi
atıp, adamlarına silahlarına sarılmaları emri verecekti ki, yanındaki Ahi
müfrezesi komutanı Celâleddin’i tanıyarak kendisini durdurdu. Yüzü utançtan kıpkırmızı
kesilen çavuş, kapıyı açmaları için adamlarına emir verdi.
Önce çelik parmaklık
kaldırıldı, ardından da iki yandan ikişer askerin asılmalarıyla ağır meşe kapı
gıcırdayarak açıldı. Veled’le Siryanus’a kendisini sabaha dek burda
beklemelerini söyleyen Celâleddin, kapıdan usulca çıkıp alacakaranlık içinde
kayboldu.
Ayın donukça aydınlattığı
bulutlar, salkım saçak, hızla akıyordu. Arada bir, bulut yırtıklarından,
yıldızların göz kırpıp yittikleri görülüyordu. Bozkır otlarının kokusuyla dolu
akşam rüzgârı, bahçelerdeki yaprakları hışırdatıyor, kent duvarları üstündeki
nöbetçilerin bağırmalarını ve halkın gün boyu süren korkusunu, kadın ve
çocuklardan yükselen yürek paralayıcı haykırışları gitgide uzaklaştırıyordu.
Gecenin içinde tek başınaydı.
Bahçelerin içinden geçerek, her dönemecini bildiği patikadan Kazanviran
tepesine doğru yürürken, içinde yavaş yavaş sözün olgunlaşmakta olduğunu
duyuyordu. Moğol ordusu bu tepenin ardındaydı.
Okyanus dalgasını
durdurabilmek olanaksızdı, ama ona karşı koyabilmek mümkündü. Moğollar için de
aynı durum söz konusuydu: Üzerlerine gitmenin bir yararı yoktu, ama onlar
geldiklerinde de yıkılmadan kalabilmek mümkündü. Dünyanın her yanında halklar
yüzyıllardır nasıl ayakta kalabilmişlerse, bu kez de öyle olabilirdi. Zaten hiçbir
şeyi olmayan insanlar için korkacak hiçbir şey yoktu. Malı mülkü olanlar varsın
mallarının derdine düşsünlerdi. Halka zulmeden iktidar sahiplerinin korkudan
ödleri patlıyormuş, varsın patlasındı. Allahın adını kullanarak yalanı gerçek
diye sunan ulema ve fakihler de varsın kaçacak delik arasınlardı. Zaten esaret
içinde olan yoksul için, yeni esaretin eskisinden tek korkunç yanı, alışılmadık
olmasıydı. Ölümden öte köy yoktu. Hem kim bilir, çürüyüp kokmuş şeylerin
yakılıp yıkılması daha hayırlı olurdu: Bunların küllerinden yeni bir inanç,
yeni bir insanlık ortaya çıkabilirdi.
Ağır ağır tepenin doruğuna
çıktı. Moğol ordugâhı ateşlerle çevrilmiş olarak geniş bir alana yayılmıştı.
Baycu’nun otağı tam ortadaydı. Alevlerin yansısı kocaman çadırın beyaz keçesi üzerinde,
muhafızların kılıçlarıyla mızraklarında oynaşıyordu. Çadırların arası,
ateşlerin çevresi, yere uzanmış uyuyan askerlerin karaltılarıyla doluydu.
Yolları üzerindeki tüm
halklar, Moğollara kan vermiş, asker vermişlerdi. Ama her şey karşılıklıydı: Fethettikleri
ülkelerin halkları içinde zamanla eriyip giderek onlar da kendi paylarına
düşeni vereceklerdi...
Gece uykudayken bile
Cengizhan’ca konan kurala uyduğu görülüyordu Moğolların. Ordunun sağ kanadı
Baycu’nun otağının sağında, sol kanadı da solunda yer alıyordu. Tümenler, atlı
birliklerin geçişine olanak sağlamak üzere, aralarında geniş bir aralık
bırakarak yerleşmişlerdi.
Ateş başındaki nöbetçilerin
gece bile eyerli olarak hazır tuttukları atların koşumlarından gelen hafif
sesler de olmasa, Moğolların uyudukları değil, bir savaş sonrasında kırılmış
yattıkları sanılabilirdi... Öylesine derin bir sessizlik içindeydi koca
ordugâh... Savaş kazanılmıştı, yarın kendilerini bekleyen tek şey, kazandıkları
zaferi kutlamaktı. Sıra neferinden en yüksek komutanına dek herkes, görevini
şan ve şerefle yerine getirmiş insanların huzurlu, saf, derin uykusu içindeydi.
Moğolların kentleri yakıp
yıkmaları, bağları bahçeleri atlarıyla ezip dümdüz etmeleri, doğaya karşı
hınçlı olmalarından değil, diye düşündü Celâleddin. Sürüleri için tarlaya
değil, otlağa ihtiyaçları var bu adamların. Kuşkusuz, yaptıkları şey vahşilik.
Ama vahşilik sürekli değil, geçici bir haldir.
Onları da baba yurdu olan
Belh’ten söküp atan o ilk ve korkunç Moğol dalgasından bu yana kırk yıl
geçmişti ve bu süre içinde çok değişmişti Moğollar. Cengizhan dünyadan göçeli
çok olmuştu ve onun soyundan gelenler artık hayvanları için otlaktan çok,
paylarına düşen toprakların kendilerine sunduğu başka zenginliklerle
ilgiliydiler. Yani sayısız zenginlikler yaratan, vergi veren, haraç ödeyen
insanların kılıçtan geçirilmelerinin, yüzyıllık emeklerin anıtı olan kentlerin
yakılıp yıkılmalarının yararı da, anlamı da yoktu. Öyleyse..? Öyleyse, bir halk
Moğollardan yalnız sayıca çok değil, ruhça da üstünse eğer, zaman içinde kimin
kimi köle edeceği belli olmazdı... Yalnızca Baycu’nun değil, koca ilhan
Hulâgu’nun bile adları anılır mıydı bakalım o zaman?!
Şafak sökene dek bekledi
tepenin üstünde. Ve Moğol ordugâhını izledikçe, yarın Konya’nın başına kötü
hiçbir şey gelmeyeceğine iyice inandı. Şafak söküp güneş yükseldikten sonra
bile ordugâhta bir hareketlilik, hele hele kente saldırıya geçileceğine ilişkin
bir belirti yoktu. Hem insan, önünde bir tabak gibi duran kente neden
saldırsındı ki?
Celâleddin yanılmamıştı.
Baycu’nun otağının sol kanadında yer alan çadırlardan birinde gece sabaha dek
ışık yanmış, çadır sakini yere serili ak keçenin üstünde gözünü kırpmadan bir o
yana bir bu yana dönerek sabahı etmişti. Moğol ilhanının, başkaldıran kardeşi
yerine Selçuklu tahtına oturtacağı Rükneddin’den başkası değildi bu. Çadırın
öbür sakiniyse, Celâleddin’le yıllardır “söz mü önce gelir, iş mi?” tartışması
yapan Muineddin Pervane’den başkası değildi. Bir zamanlar babasının Moğollarla
barış yapması gibi, şimdi de o, Konya halkının hayatını güvence altına alıyor
ve devletin gerçek yöneticisi oluyordu.
Ama tepenin üstünden Moğol
ordugâhını izleyen Celâleddin’in bütün bunları bilmesi olanaksızdı. O yalnızca
izliyor ve düşünüyordu. Güneş ilk ışıklarıyla gökyüzüne ürkekçe dokunduğunda kararını
çoktan vermişti: Konya bu kez de kurtulmuştu. Hızla tepeden aşağı inerek, kuş
cıvıltılarına boğulmuş bahçelerin arasından gerisin geri Konya’ya doğru yürüdü.
Halkabeguş kapısında büyük
bir kalabalık toplanmıştı. Dervişler, Ahiler, fakihler, mollalar, askerler,
sivil halk... Mevlâna Moğol ordugâhına kadar gitmiş ve sağ salim geri dönmüştü!
Bir mucizeydi bu.
On yıllardır yenilgi yüzü
görmemiş olan Moğollar insanlara öbür dünya korkusuna benzer, anlaşılmaz,
açıklanmaz bir korku salmışlardı. On beş yirmi Müslümanın karşısına bir Moğol
askeri çıksa ve yere yatıp kendisi dönene dek beklemelerini, dönünce hepsini
kıtır kıtır keseceğini söylese, birinin bile aklına Moğol’un yokluğunda kaçmak
gelmez, adam dönene dek boa yılanı görmüş tavşan gibi büyülenmişçesine yatar
beklerdi.
Oysa Mevlâna tek başına koca
bir ordunun içine girmiş ve sağ salim dönmüştü! Bir mucizeydi bu! Bunu başka
mucizeler de izleyebilirdi!
Kalabalığın bir yandan sonsuz
bir umut, bir yandan da umutsuzluğun acısıyla dolu gözlerinde bu düşünceleri
okuyan Celâleddin, birden güçsüzlüğün, çaresizliğin dayanılmaz acısını duydu
içinde.
İnsan yüreğinin mucizesinden
başka mucizeye inanmayan ozan, sözlerinin özünü değil yalnızca kabuğunu anlayan
ve kendilerini onun izleyicisi olarak adlandıran insanların, kendisi bu
dünyadan çekip gittikten sonra dün geceyi nasıl bir söylenceye
dönüştüreceklerini düşündü.
Gerçekten de her şey ozanın
düşündüğü gibi oldu. Kazanviran tepelerinde geçirdiği o geceden tam altmış yıl
sonra, onun adıyla bağlı bir derviş tarikatının başı olan torununun isteğiyle,
Şeyh Eflâki, Menakıb-ül Ârifin adlı kitabında, Mevlâna’nın “mübarek gücüyle”
Konya’yı nasıl Moğol yağmasından kurtardığına ilişkin bir söylenceye yer
verecekti.
Ozanın korktuğu da buydu:
Düşünce yumurtasının, sözcük kabuğuna hiç dokunulmadan içinden yenilip
bitirilmesi...
Kalabalık, açların ekmeğe el
uzatışı gibi, Celâleddin’e el uzatıyordu. Bir umut sözüydü istedikleri. O ise
susuyordu.
Tek tek her insan, kendine
özgü, benzeri olmayan, yinelenemez bir dünyadır. Ama bir sürü insan bir arada
olunca..? Celâleddin kendini iyi tanıyordu, bu yüzden de başkalarının
içtepilerini, düşünce ve duygularını çok iyi anlayabiliyordu. Onların cehennemi
onun da cehennemi ve onların cenneti onun da cennetiydi.
Eğer tek bir insanı iyi
anlamışsan, kalabalıkları anlamak hiç zor değildir. Küçücük bir kıvılcımdan,
kurumuş bozkır otları gibi alevleniverir kalabalıklar. Hele bir hanın ya da
sultanın yönetimindeki silahlı kalabalığı anlamanın hiç zor yanı yoktur.
Sultanların her hareketi, onların nesnel konumlarını belirler.
Moğol ordugâhını izleyerek
geçirdiği gece, alınyazısının Konya’ya bu kez de güldüğüne iyice inanmıştı.
İlhan Hulâgu, Noyan’ı Baycu’yu, yeni ülkeler fethetmesi için değil, fethedilmiş
ülkelerde düzeni sağlaması ve Selçuklu tahtına İzzeddin’in yerine kardeşini
geçirmesi için yollamıştı. Durum madem böyleydi, koca bir kenti yakıp yıkmanın,
insanlarını kılıçtan geçirmenin anlamı var mıydı?
Bütün bunlar böyleydi de, bir
şeyi unutmamak gerekti: Baycu’da öfke, hınç, nefret gibi insansal duygular
uyandırabilecek beklenmedik gelişmeler olabilirdi. Eh, ne de olsa Baycu da bir
insandı... Böyle birtakım duygular uyanırsa Baycu, içinde bulunduğu koşulları
da, aldığı buyruğu da, İlhan Hulâgu’yu da unutabilirdi. O zaman sonuç, kocaman
bir yanılgı olurdu. Yanılgı mı? İyi ama Celâleddin’in yanılmaya hakkı yoktu
ki... Beyler, başbuğlar, vezirler, başlarında sultanları olmak üzere başkenti
kaderine terk ederek savaş alanından sıvışmışlardı. Bütün halk kentte kalıp
kalmama, yani yaşama ve ölme konusunda onun söyleyeceği sözü bekliyordu. Evet,
her şey onun iki dudağının arasından çıkacak bir çift söze bağlıydı. Susması,
söz söylemekte acele etmemesi bu yüzdendi. Ama ne denli zor da olsa,
kendisinden beklenen sözü söylemesi gerekti.
“Korkmayın. Moğollardan
korkmanız gerekmiyor artık. Kaçmanız da gerekmiyor. Kentimize bir şey
olmayacak.”
Zayıf, avurtları çökmüş,
gözleri kor gibi yanan bir dervişten yükseldi ilk haykırış:
“Mucize! Mevlâna hazretleri
mucize gerçekleştirdi!”
Sonsuz bir bıkkınlık duydu
içinde ozan. Mucize mi? Ne mucizesi? İzlemek, gözlemek ve düşünmek ne zamandır
mucize oldu? Evet, gördükleri üzerinde düşünmek, yalnızca düşünmek..?!
Ardında Veled ve Siryanus,
Celâleddin kalabalığı yararak medresesine doğru yürüdü. Kırılmış bir lambadan
akan gazyağı gibi yapışkan çığlıklar, ardı sıra tüm kenti sokak sokak dolaştı:
“Mucize! Mucize! Mucize!”
Parmaklarıyla kulaklarını
tıkamamak için kendini güç tutuyordu.
Avluya girerken, kendisini
görür görmez gizlenen geliniyle karısını fark etti. Hızlı adımlarla medresenin
toplantı odası olarak kullanılan büyük hücresine yürüdü. Öğrencileri ve
dostları kendisini burada bekliyordu. O içeri girince herkes yerinden doğrulup
kendisini selamladı. Tam bu anda, ardında birinin herkesçe duyulan bir
fısıltıyla yine mucizeden söz ettiğini duydu:
“Efendi hazretleri Baycu’nun
otağına kadar sokuldu ve sağ salim geri döndü. Gerçek bir mucize bu! Cesaret
mucizesi!”
Cesaret mucizesi ha? Ne
cesareti? Cesaretle ne ilgisi var yapılan işin?
Ölüm değil, yüreğin ve
bilincin körlüğüydü en korktuğu şey. Ah, kendi cehaletlerinin tutsağı olan
insanlar! Korkularınızdan korkmanız gerek asıl sizin; göksel güçlere,
egemenlere, kendi tutkularınıza boyun eğişinizden korkmanız gerek! Ne kadar
karanlık bir ortam bu böyle, ne kadar karanlık kafalar! Bıçak kesmez, zifiri
bir karanlıkla kuşatılmış dört yan. Hiçbir söz, hiçbir iş, eylem bu karanlığı
sona erdirecek güçte olamaz...
Öfkeyle sesin geldiği yana
döndü. Ellerini yukarı kaldırdı:
Dokuz kat
göğü de, Yaradanı da bilmiyorum, bilmiyorum.
Boşuna
başka yol arama, gel, diyorlar bana
O
mekânsızlık mekânı neresidir, bilmiyorum, bilmiyorum.
Şu gâh
yakamı tutup, gâh beni perişan eden kötü huylunun
Nedir,
varsa eğer güzel huyu, bilmiyorum, bilmiyorum.
Bir arslan
görüyorum, dünya, önünde bir ceylan sürüsü
Ama bu
arslan kim, ceylan sürüsü ne, bilmiyorum, bilmiyorum.
Bir sel
alıp gitti beni, yatağımı aramadayım
Ama sel
ne, yatak kim, bilmiyorum, bilmiyorum.
Gürültülü
bir pazar yerinde yitmiş bir çocuğum
Pazar
nedir, gürültü ne, bilmiyorum, bilmiyorum.
Bir dost,
seni övüyorlar, bir başkası, yeriyorlar dedi.
Öven
kimdir, yeren kim, bilmiyorum, bilmiyorum.
Yeryüzü
kadın, gökyüzü koca, kedi gibi yiyorlar yavrularını
O ana kim,
o baba kim, bilmiyorum, bilmiyorum.
Kudret
elinden her an bir ok uçup durmada
O el
kimin, o ok nedir, bilmiyorum, bilmiyorum.
Erler gibi
saflar yardım, çocukluktan kurtuldum
Lala
kimdir, dadı kim, bilmiyorum, bilmiyorum.
Tek
Hakikati bilirim ben, sultanlar sultanıdır o
Baycu,
Batu kim, han hakan ne, bilmiyorum, bilmiyorum.
Rum, Türk,
Moğol, hepsine yeter sevgim
İlhan
Hulâgu kim, bilmiyorum, bilmiyorum.
Evet, yanılmamış olması ne
büyük mutluluktu! Baycu’nun ordusu gerçekten de kente girmemişti. Zamanları
yoktu buna. Hülâgu, Bağdat üzerine yürümeye niyetlenmişti.
Pervane’nin öğüdüyle, saray
ileri gelenleri, büyük tüccarlar, esnaf, zanaatkâr ve hali vakti yerinde
olanlar arasından, akıl almaz bir kurtulmalık toplandı: büyük-küçük baş
hayvanlar, altın, gümüş, değerli taşlar, Konyalı ustaların el emeği göz nuru
değerli eşyalardan oluşan bu göz kamaştırıcı kurtulmalık, Moğol ordusu
komutanınca lütfen kabul edildi.
Tahta Rükneddin’i geçiren
Baycu, Selçuklu devletinin bütün kentlerini çevreleyen duvarların yıkılması
buyruğunu verdi. Yalnız, başkent olarak öbür kentlerin gözünde önemini
korumasını sağlamak bakımında Konya için bir ayrıcalık tanındı. Bu yüzden, şu
anda yaşlı bacaklarının altında duran kunt duvarlar, onları ilk gördüğü günkü
gibi sağlam ve görkemliydi.
Duvarlar
Yarım yüzyıl önce, on iki
yaşındayken, ılık bir mayıs sabahı görmüştü bu duvarları ilk. Üzerlerinde,
insan başlı aslan, çifte kartal gibi garip kabartmalar vardı. Ayrıca, kalenin
yapımına katkıda bulunan beylerin adlarıyla, Firdevsi’nin Şehname’sinden
beyitler de kazınmıştı taşların üstüne. Bütün bu özellikleriyle Konya kalesinin
duvarları, insan ve hayvan figürlerinin resmedilmesini yasaklayan İslamiyetin
merkezi olan bir kenti değil, bir hayal beldesini çağrıştırıyordu.
Yıllar süren yolculukları
boyunca Celâleddin, vardıkları yerlerde babasını din adamlarının karşılamasına
alışmıştı. Ama burada, kara cübbeli ve kocaman kavuklu din adamlarının
arasında, düzgün bir saf oluşturan askerler de vardı. Altın işlemeli kalkanları
güneşte pırıl pırıl parlayan bu askerler, Selçuklu veziri Nizam ül Mülk’ün,
ünlü Siyasetmane’sindeki öğüdüne uyularak Gürcü, Rus, Kürt, Afgan gibi başka
ülkelerden devşirilmiş seçme askerlerdi. Celâleddin, askerler arasında Sultanın
yeşil sundurmasının bulunduğunu da fark edince iyice afalladı: İslam Emirleri
Sultanı I. Alaeddin Keykubad, Bilginler Sultanı’nı karşılamak için duvarların
dışına dek gelmiş olabilir miydi gerçekten?!
Selçuklu Sultanı’nın
gösterişli unvanı, yönetim biçimi ve sarayının görkemiyle tam bir uyum
içindeydi. Bir Müslüman adı olan Alaeddin’e, Şehname’de geçen İran Şahı
Keykubad’ın adını ekleyerek, eski İran şahlarına biçimsel bir gönderme yapıyor,
ayrıca, devlet işlerinin görüldüğü divanında da İran şahlarının yöntemini
uygulayarak, divanda kendi bulunduğu bölümü bir perdeyle ayırıyor, böylece
Sultanın yüzünü görebilmenin büyük bir onur olduğunu vurguluyordu. Sarayın
peşkircibaşı, ibrikçibaşı, şahincibaşı, hekimbaşı, çeşnicibaşı, arpacıbaşı gibi
sayısız hizmetlilerinin yönetimiyle özel bir saray emiri ilgileniyordu.
Sultanın verdiği şölenlerde konuklara ağırlıklarına göre oturacakları yeri
gösteren, sülün, geyik, bıldırcın, koyun etlerinin geliş sırasını, cepkenleri
gümüş işli, ay yüzlü oğlanların kımız, şerbet, ayran, şarap dağıtma zamanını
belirleyen de yine bu emirdi.
Selçuklu Sarayı’nın bu
görkeminde komşu Bizans’ın da etkisi vardı. Sultanlık yapan kardeşlerinin ya da
babalarının hışmına uğramaya karşı güvence altında bulunmak için pek çok
Selçuklu Sultanı, tahta geçmeden önce yıllarca Bizans’ta sürgün hayatı yaşardı.
Aynı şey Alaeddin Keykubad’ın da başına gelmişti. Gençliğinde on yıldan fazla
bir süre Konstantinopol’de Bizans İmparatoru’nun sarayında sürgün yaşamıştı.
Burada tanık olduğu, hidrolik düzenek gibi teknik gelişmeler yardımıyla,
imparatorun tahtıyla birlikte havaya kaldırılması türünden “mucize”ler
başlangıçta ilgisini çektiyse de, bir süre sonra, hep aynı mekanik oyunun
tekdüze bir biçimde yinelenip durması, her gün oynamak zorunda olduğu
azametlilik rolü bayağı bir güldürüye dönüşmüş imparatorun zavallı hali ve
bitmez tükenmez saray entrikaları, kendisinde sonsuz bir tiksintiden başka bir şey
uyandırmamaya başlamıştı.
Atabeki Bedreddin
Gevhertaş’ın kendisine verdiği, göçebe atalarının yaşamlarını anlatan
Oğuzname’yi okumak, geleceğin Selçuklu Sultanı’nın tek gönül eğlencesiydi.
Yaşamlarının büyük bölümünü avlanarak geçiren Oğuzların alabildiğine yalın
yaşam ve yönetim biçimleri, genç Alaeddin’i çok etkilemişti.
Ama Konya’da Selçuklu tahtına
oturunca, kendisinden önce konulan görkemli saray törenlerine hiç içi
atmamasına karşın, siyasal nedenlerle uymak zorunda kaldı. Ne var ki, eline
geçirdiği her uygun fırsatta sarayından kaçıyor, eğer seferde değilse, ya
devletin ikinci başkenti Kayseri’ye gidiyor ya da mevsim bahar der demez,
güneye, deniz kıyısına iniyordu. Bu arada boş zamanlarında ok, yay, eyer, bıçak
yapıyor, marangozlukla uğraşıyordu. Satranç da önemli ilgi alanlarından
biriydi: dönemin usta bir satranççısı olmuştu Sultan. Sonra İran şahlarına
öykünerek, fena sayılmayacak rubailer yazıyordu. Ama Sultanın asıl gönül
eğlencesi, yılda iki kez düzenlenen geleneksel av partileriydi. Devletin bütün
önemli kişilerinin, beylerin, valilerin, yükselme heveslisi, cesur, yetenekli
gençlerin katıldığı bu av partilerinin her biri on beş gün sürüyordu.
Çok geniş bir alandan sürülüp
toplanan hayvanlara geleneğe göre ilk oku Sultan atıyordu. Onun ardından,
devlet katındaki ağırlıklarına göre öbür beylere, valilere geliyordu sıra.
Aslında bu av partilerinin asıl amacı, devleti yönetenlerin, yeteneklerini
koruyup koruyamadıklarını sınamaktı: kimin gözü zayıflamış, kim artık yayı
yeterince geremiyor, kimin eli titremeye başlamış, kısacası kimi görevinden
almak ve yerine gençlerden kimi getirmek gerek? Kimse yönettiği topraklara
soyluluk ya da miras yoluyla sahip olmadığı için, salt Sultan adına buraları
yönetmek üzere iş başına getirilmiş kişiler olarak, görevden alınmaları da
Sultanın iki dudağının arasındaydı. Esasen bu görev, her şeyden önce, askeri
bir görevdi.
Av, bir şölen yemeğiyle sona
ererdi; bu yemekte kızartılan koyunlardan kimin hangi parçayı alacağı, Sultana
yakınlık derecesine ve yönetimdeki ağırlığına göre, önceden belliydi. Herkes,
kendisine düşen eti yerken, bir bakıma Sultana bağlılık yeminini tazelemiş
olurdu. Sultanın, şölene katılanlara etler dağıtılırken, alışılmışın dışında
parçalar saptayarak, yaşlı bir beyin görevinin sona erdiğini ya da genç bir
sipahinin yüksek bir göreve atandığını dolaylı yoldan belli etmesi sık görülen
bir durumdu.
Sultan Alaeddin Keykubad,
özünde hep bir göçebe Oğuz olarak kalmıştı. Bununla birlikte, yeni bir dini
benimseyenlerde hep görüldüğü gibi, din konusunda aşırı titizdi. Atalarına
yazıyı ilk kez yabancı din adamları benimsetmişlerdi; onlar için yazı tılsım
gibi, muska gibi ürküntü veren gizemli bir şeydi. Nitekim, cahil bir Türk
köylüsünün, yirminci yüzyılın başında bile, yerde yazılı bir kâğıt görünce, bunun
kutsal bir metin olabileceği korkusuyla kâğıdı saygıyla yerden kaldırması da bu
yüzdendi.
Alaeddin Keykubad için her
ferman, imzalandığı her yazı kutsaldı; çünkü bunlar hep Tanrı adıyla başlardı.
Bir ferman imzalamazdan önce, abdest alır, sanki namaz kılacakmış gibi temiz
olmak isterdi. Bütün bu nedenlerle, Sultanın din adamlarına karşı da aşırı
saygı duymasında anlaşılmayacak bir yan yoktu. Rahmetli kardeşi, sultanlığı
döneminde Konya’ya, tüm Müslüman dünyasının tanıyıp saygı duyduğu, İspanya
doğumlu ünlü Şeyh İbni el Arabli’yi davet etmiş, bu bilgin sufiyi manevi babası
gibi görmüştü. Haçlı saldırıları sırasında ve başı sıkıştığı, kuşkuya kapıldığı
her durumda şeyhin öğütlerini dinler, ona göre davranırdı.
Kardeşinin yerine tahta geçen
Alaeddin Keykubad da, Moğol saldırısı yıllarında sarayında İslam bilim
dünyasının önde gelen erlerini toplamıştı. Ama Bilginler Sultanı gibi bir unvan
taşıyan Belhli vaizin Konya’ya gelişi, onun için yine de olağanüstü bir olaydı,
bu yüzden de bu büyük bilgini karşılamak için düzenlenen törene kendisi de
katılmayı gerekli görmüştü.
Kervan kale duvarlarına
yaklaşınca Bilginler Sultanı devesinden inmişti. Değerli taşlarla süslü
silahlar kuşanmış, göz alıcı giysiler giymiş saray adamlarıyla, üzerlerinde
basit, siyah birer ferace ve düz bir hırka bulunan sufiler ağır ağır yürüyerek
birbirlerine yaklaşmaya başladılar.
İki grup arasında üç adım
kalınca, Bilginler Sultanı durdu, yerden bir selam verdi.
Emirler Sultanı bir adım daha
attı ve yaşlı bilginin elini öpmek için eğildi. Ama beriki elini değil,
bastonunu uzattı öpmesi için.
Önce bir şaşkınlık, sonra da
müthiş bir öfke ateşi tutuştu Alaeddin Keykubad’ın gözlerinde: “Bu ne kibir
böyle!”
Ama yapacak bir şey yoktu;
öfkesini bastırdı, bastonu usulca öptü.
İşte tam bu sırada, aklı ve
deneyimi kıt olanlarca mucize olarak nitelendirilen, görmüş geçirmiş biri
içinse anlaşılmayacak bir yanı olmayan bir kehanette bulundu Bilginler Sultanı:
“Benim kibirli olduğumu
düşünmekle yanılıyorsunuz, hünkârım!”
Bu sözler Alaeddin Keykubad’ı
yere serdi: Konuk, aklından geçenleri sezmişti! Konya’daki yaşamını kendi
sarayında geçirirse mutlu olacağını söyledi Bilginler Sultanı’na.
Bilginler Sultanı, medresede
kalmak istediğini söyleyerek öneriyi incelikle geri çevirdi ve başkente sağ
esen ulaşması onuruna Sultanın kendisine verdiği armağanları yoksullara
dağıttırdı. Bu davranışı, gerek Sultanda, gerekse devletin öbür yüksek
görevlilerinde, Bilginler Sultanı’nın bu büyük unvanı boş yere taşımadığı
inancını pekiştirdiği gibi, kendisine Konya’nın en büyük camisinde vaizlik
görevi verilmesini de sağladı.
İçinde derelerin şırıldadığı,
çevresi bağlarla bahçelerle çevrili, alabildiğine güzel yapılarla süslü bu
bayındır kentteki, Konya’daki yaşamları böyle başladı.
Pek çok pazarı vardı
Konya’nın: At pazarı, zahire pazarı, köle pazarı, Yahudi pazarı (şarap burda
satılırdı), Rum pazarı (haşhaş da burda satılırdı)... Et, süt, bal, yağ, ekmek,
yumurta, her türlü meyve, sebze aklın alamayacağı kadar bol ve ucuzdu; çünkü
rençberin emeği ucuzdu.
Esnaf ve zanaatkârları da
ünlüydü Konya’nın: Bakırcılar, kuyumcular, dokumacılar, silahçılar,
manifaturacılar her gün işliklerini açar, tezgâhlarını kurar, gün boyu iş
işleyip mal satarlardı. Her esnafın kendi çarşısı vardı ve öbür çarşılardan bir
duvarla ayrılırdı; gece olunca da çarşıların kapıları ayrı ayrı kilitlenirdi.
Dünyanın dört bir yanından
gelen insanlar, esnaf ve zanaatkâr birliklerinin, varsıl devlet büyüklerinin
hayır olarak yaptırdıkları kervansarayları, medreseleri, hanakları
doldururlardı. Özel korucu ve bakıcıları olan anıt mezarlar, tepeden tırnağa
silahlı askerlerle dolu kışlalar, yazıcılarla dolu divanlar, bilginlerle dolu
medreseler, ayyaşlarla dolu meyhaneler, fahişelerle dolu genelevler kentiydi
Konya.
Bilginler Sultanı’ysa,
ömrünün son günlerini yaşıyordu. Şu ölümlü dünyada Konya’nın son sevinci, son
durağı olduğunu çok iyi biliyordu büyük bilgin.
Bir gün Celâleddin’le
birlikte kale duvarları üzerinde duruyorlardı. Şu anda Celâleddin’in babasından
çok daha yaşlı olarak oturduğu yerin, otuz adım kadar ötesinde bir yerdeydiler.
Bilginler Sultanı, emir saraylarının kubbelerinin, cami minarelerinin yer yer
yükseldiği kenti geniş bir el hareketiyle göstererek, oğluna:
“Şu kente iyi bak oğlum,”
dedi. “Ne çok ev, konak, han, hanak, cami, medrese var! Sana, benim torunlarıma,
senin torunlarına, torunlarımızın torunlarına yaşam vaat ediyor bu kent!”
Ve Bilginler Sultanı,
hayatının son iki yılını, soyundan gelenlerin bu kentte kök salmasına ilişkin
hayallerinin gerçek olması yönünde çalışmalarla geçirdi.
Celâleddin serin sabah
rüzgârıyla ürperdiğini duydu; oysa gençliğinde sabah serinliği bedenine can
verir, zihnini arındırır, durulaştırırdı. Pervane’nin sarayından çıkarken
hizmetkârların omuzlarına koydukları hırkanın içinde büzüldü, der top oldu.
Duvar üzerindeki nöbetçilere
aldırış etmeden en yakın kuleye yürüdü, kulenin ardına geçip, yüzü kente dönük,
rüzgâra karşı korunmaya çalıştı.
Bakışları sultan sarayına
takıldı. Kalenin az ötesinde, kendi medresesinin sabah güneşi altında donuk
donuk parlayan kubbesini fark etti sonra.
Kendisine ve öğrencilerine
hâlâ hizmet eden bu medreseyi de, babası Bilginler Sultanı’nın, ölümünden az
önce gösterdiği deneyime ve önseziye dayanan bir “mucize”sine borçluydu.
O cuma Bilginler Sultanı’nın
vaazını dinlemek için Konya’nın bütün ileri gelenleri camide toplanmıştı. Şamlı
mimarların şaheseri olan ve yapımı henüz tamamlanan büyük camide toplananlar
arasında, Sultan ve ailesinden başka, sahib (divan başkanı), beylerbeyi
(orduların baş komutanı), naib, pazvant emiri (kent güvenlik görevlilerinin
başı), perdedar emiri (saray hizmetkârlarının başı), atabek (sultanın
eğiticisi), tuğra emiri (devlet mühürünün koruyucusu), yazıcılar, kadılar,
mollalar, müderrisler, ilahiyatçılar, esnaf ve zanaatkâr birliklerinin
başkanları gibi kentin ileri gelen kişileri bulunuyordu.
Akıl almaz incelikte
oymalarla süslü karaağaçtan minbere çıkan Bilginler Sultanı, gelenek üzre önce
Sultan Alaeddin Keykubad’ı ululayan bir hutbe okuduktan sonra sustu,
bakışlarını uzun uzun cemaat üzerinde dolaştırdı, sonra, kendi içinden yükselen
bir sesi dinliyormuş gibi, ağır ağır konuşmaya başladı:
“Kıyamet bilgisi Allah
katındadır... Yağmuru o gönderir, rahimde bulunanı o bilir; yarın ne
yapacağını, nerede öleceğini hiç kimse bilemez; Allah bilicidir, bilgedir.”
Kur’an’ın, otuz birinci
suresi olan “Lokman” suresinin son ayetleriydi bu. Her vaiz, vaazına Kur’an’dan
bir ayetle başlardı. Ama babası bu ayetlere kendinden o kadar ilginç şeyler
katardı ki, cemaatin bütün dikkatini bir anda kendisine yöneltirdi.
Vaazlarına genellikle her
ayetin Peygambere nerde, ne zaman, hangi koşullar altında indiğini açıklamakla
başlar ve ayetin bütün Kur’an yorumlarını, bu yorumlar üzerine getirilmiş
açıklamaları, değişik öyküleri de bilirdi. Bir yorum, ardından bir başka yorumu
getirir ve o böylece adım adım, eğer dilinden anlarsan, yüreğin doğrudan ve
yalın bir biçimde söylediği gerçeği, akıl, bilinç yoluyla kavramanın
yararsızlığını kanıtlardı. Vaaz şekli, verdiği vaazın içeriğine bütünüyle
uygundu. Akla, mantığa değil, duygulara seslenirdi. Birbirinden ilginç
örnekleri art arda sıralayarak, büyük kalabalıklarla, sanki karşısında tek bir
insan varmış gibi iletişim kurmayı iyi bilirdi.
Sözlerinin
karşısındakilerdeki etkisini ölçmek için, zaman zaman kalabalık arasından
birini seçer ve özellikle ona seslenirdi.
Cemaat arasında ön saflarda
bir yerde oturan Bedreddin Gevhertaş da vaazı dikkat ve hayranlıkla dinleyenler
arasındaydı. Ancak vaaz konusunda çoğunluğun düşüncesinden daha farklı
düşünceleri vardı Gevhertaş’ın. Müstakbel Sultanla birlikte Konstantinopol’de
sürgündeyken atabek Bedreddin Gevhertaş az mucizeye tanık olmamıştı. Ama şöyle
bir yokladın mıydı, her mucizenin altından alabildiğine yalın bir mekanik düzen
çıkıyordu. Bu yüzden de ünlü vaizi dinlerken duyduğu hayranlık ve şaşkınlıkta,
önemli ölçüde alay da seziliyordu. “Doğrusu ilmine diyecek yok vaizimizin,”
diye düşünüyordu. “Ne çok Kur’an yorumunu, bu yorumlarla ilgili olay ve öyküyü
kafasına sığıştırmış, pes doğrusu! Ama Tanrı’nın kendisini iyi bir bellekle
ödüllendirmesi bir yana, üstadın camiye gelmezden önce cilt cilt kitap
devirdiğine, saatler süren bir hazırlık yaptığına da kuşku yok!”
Atabek Bedreddin Gevhertaş
tam bunları düşündüğü anda, Bilginler Sultanı’nın bakışlarını üzerinde
hissetti:
“Emir Bedreddin, bize
Kur’an’dan bir ayet söyle!”
Sarayın en ileri gelen
kişilerinden ve en zenginlerinden olan emirin azametli yüzünü dikkatle süzen
vaiz, bu yüzde bir an görünüp yiten kuşku gölgesini görmekte gecikmemiş ve
tabii bunun nedenini hemen anlamıştı.
Vakur, azametli bir adam olan
atabek, soru üzerine sınıfta dalgın yakalanan bir öğrenci gibi şaşkın şaşkın
sağına soluna bakınmış ve o şaşkınlık içinde aklına “Müminler” suresinin ilk
ayetinden başkası gelmemişti:
“Namazlarında gönülleri
titreyen... odalıkları olmadıkça utanç yerlerin koruyanlar...”
Vaiz onun sözünü keserek:
“Şimdi sözüme iyi kulak ver.
Emir Bedreddin,” dedi. “Hiçbir ön hazırlığımız olmadan ve üzerinde hiç
düşünmeden şu ‘namazlarında gönülleri titreyenler’ sözü üzerine ne çok yorum
yapabildiğimizi dinlemek ister misin..?”
Atabek yerinden fırladığı
gibi minbere atıldı. Bilginler Sultanı’nın ellerine sarıldı. Ardından, cemaate
dönüp, Bilginler Sultanı’nın vaazına ilişkin olarak az önce kafasında beliren
kuşkuyu itiraf etti; sonra aşağı inip tüm cemaatin onaylama ünlemleri arasında
minberin eşiğini öptü: Bununla, Bilginler Sultanı’nı manevi önderi, mürşidi
kabul ettiğini herkese ilan etmiş oluyordu.
“Eh, madem böyle,” dedi
Bilginler Sultanı gür bir sesle, “minnetinin ifadesi olarak benim için bir
medrese yaptır!”
... İşte bu medreseydi
Bedreddin Gevhertaş’ın yaptırdığı medrese... Pervane’nin curnaliyle Moğolların
boğarak öldürdükleri Emir Bedreddin dünyamızdan ayrılalı çok olmuştu; Bilginler
Sultanı’nınsa kemikleri herhalde çoktan toprak olup gitmişti, ama Gevhertaş
Medresesi, onların anılarını yaşatan bir kale gibi sapasağlam ayaktaydı... Her
ikisine de Allah gani gani rahmet eylesin ve de ruhları şâd olsun!
Neydi babasının o sözü:
“Hayır işlerinden kale kur kendine! Dünyada hiçbir şey bu kaleden daha sağlam
olamaz!”
İşte tam burada, Sultan
kapılarının az ötesinde, Alaeddin Keykubad’a söylemişti bu sözü. Yapımı yeni
biten kalesini gösterdikten sonra Belhli vaizden övgü bekliyordu oysa o sırada
Sultan.
“Pek muhkem bir kale
yapmışsın kendine hünkârım. Seni ilkbahar sellerinden de, düşman süvarilerinden
de koruyacak pek güzel bir kale... Ama seni ezilenlerin feryatlarından da
koruyabilir mi? Doğrusu bundan şüpheliyim. Bu feryatların delip geçemeyeceği
duvar, zırh ve beden yoktur. Cenabı Hak sana hayır ve hak işlerinden bir kale
kurmayı nasip etsin! Çünkü böyle bir kale, granit bir kaleden yüz bin kez daha
sağlamdır ve halkın korunabilmesi de, umutlarının gerçekleşebilmesi de ancak
böyle bir kaleyle mümkündür.”
Küçük Asya’dan gelip geçmiş
Selçuklu sultanları içinde bir tek Alaeddin Keykubad kendi adından da uzun
yaşayacak anıtlar bırakmıştı ardında. Ne ondan öncekiler ne de sonrakiler
döneminde, bu ülkenin toprakları böyle bereketli, yolları böyle güvenli,
kentleri böylesine bayındır ve Konya’da basılan para böylesine sağlamdı.
Alaeddin Keykubad savaşlar
yapmış, ülkesine ülkeler katmış bir hükümdardı; ancak bu ülkeleri yağmalamadığı
gibi, kendi dininden olmayanların kılına bile dokunmamıştı. Hatta tam tersine,
bunları ülkesine davet etmiş, Selçuklu yurdunun bayındırlaşmasında bilgi ve
deneyimlerinden yararlanmıştı.
Ama bütün bunları yaparken
asıl amacı, ülkesi miydi yoksa kendine ün mü sağlamaktı? Celâleddin, Sultanın
Harezmlilerle olsun, Mısırlılarla olsun giriştiği savaşları düşününce, onun bu
savaşlardaki durumunun, sopa korkusuyla koşup dururken ardında çektiği
arabadaki yükten haberi olmayan eşeğin ya da gözünde gözlükle dönüp dururken
kuyudan su mu çektiğinin, yoksa susam dövüp yağ mı çıkardığının farkında
olmayan atın durumuna benzediğini düşündü.
Kendi ününü ya da kişisel çıkarını
düşünen bir hükümdar, gerçek bir hükümdar değil, ancak bir araçtır. Böyle biri
için savaş, eşek için sopa neyse odur. Ardında çektiği yükün ne olduğunu,
giriştiği eylemin anlamını zaman er geç ortaya koyacaktır.
Bilginler Sultanı’nın öğüdü
Alaedin Keykubad’ı çok etkilemişti: Çünkü o yalnızca bir fatih olarak değil,
ülkesini kalkındırmış, haktan, adaletten şaşmaz doğrucu bir hükümdar olarak da
ün salmak istiyordu.
Ancak bu öğüdün gereğinin
yerine getirilmesi, üstelik de bu konuda çok istekli olmasına karşın, Sultan
Alaeddin Keykubad gibi bir hükümdar için bile kolay değildi. Alabildiğine
nefret etmesine karşın, sarayındaki son derece gösterişli ve görkemli yaşam
biçimi karşısında nasıl güçsüz kalmışsa, buradaki durumu da oydu. Alaeddin
Keykubad isteklerinin gerçekleşmesi için hep iktidarının gücüne yaslanmış bir
insandı.
Celâleddin gülümsedi. Sultan
iktidarı kullanıyorsa, elbet iktidar da Sultanı kullanacaktı. Ve Sultanın
iktidarı ne denli güçlüyse, iktidarın da Sultan üzerindeki gücü o denli korkunç
olurdu. İktidar demek her şeyden önce para demekti. Peki para nerden bulunacak?
Ya hep yapıldığı gibi fakir fukaraya yeni vergiler salınarak... Ya da, adil bir
hükümdar olmak istiyorsan eğer, büyük beylerin ümüğüne basarak... Ama bu ikinci
yol çok tehlikeliydi, çünkü beyler yalnızca zengin değil, aynı zamanda
güçlüydüler de: Sultanı kollarında taşıyıp tahta nasıl oturtmuşlarsa, öylece
alaşağı etmeyi de bilirlerdi.
Alaeddin Keykubad, adil bir
hükümdar olarak ün salmak için, tehlikeyi bile bile bu ikinci yolu denemeye
kalkışmış ve çok geçmeden devletin önde gelen beylerinden birini kendisine
karşı komplo kurmak suçundan ölümle cezalandırmak zorunda kalmıştı.
Komplocular arasında eski
dostu Emir Seyfeddin de vardı. Sultan kardeşinin ölümünden sonra merhumun parmağından
saltanat yüzüğünü çıkarıp Alaeddin’in parmağına takan ve böylece onun tahta
geçişi konusunu kısa yoldan ve peşinen halleden Seyfeddin’den başkası değildi
bu. Buna karşılık o da, kendi el yazısıyla, emirin canına ve malına hiçbir
zaman, hiçbir şekilde dokunulmayacağına ilişkin güvence veren bir ferman
imzalayıp Seyfeddin’e vermiş, bununla da yetinmeyip aynı konuda Kur’an’a el
basarak yemin de etmişti.
Babası yaşındaki ihtiyarın ne
yerlere kapanıp ayaklarını öpmesinin, ne de titreyen elleriyle koynundan kendi
yazıp imzaladığı fermanı çıkarıp göstermesinin bir yararı olmuştu. Cellatlar,
boş bir çuval gibi sürüyüp götürmüşlerdi yaşlı adamı.
Seyfeddin’i bağışlasa,
hükümdarın hayatına kastedenlerin derhal öldürülmelerine ilişkin yasayı
çiğnemiş olacağı gibi, öbür komploculara karşı da haksızlık etmiş olurdu.
Ama besbelli eski dostunun
yalvarma ve ilenmeleri kulaklarında epeyce bir süre çınlamıştı Sultanın. Çünkü
gerek haraç alınması, gerekse hainlerin tepelenmesi işini Vezir Kobyak’a havale
etmiş, böylece de gönlü yüce, bağışlayıcı hükümdarlar gibi elini kirli işlere
sürmekten kurtulmuştu. Boyu küçük, ama kan içicilik ünü pek büyük bir adam olan
vezir Kobyak, herkesin gözünü öylesine korkutmuştu ki, göründüğü yerde,
Azrail’in soluğu duyulmuş gibi olurdu. Ne var ki herkes kendisinin Sultan
Alaeddin Keykubad adına hareket ettiğini, Sultanın elini kirletecek işlerde öne
hep vezirini sürdüğünü bilirdi.
Böylece, hiç istememesine
karşın, Sultan attığı her adımda, ardındaki arabada ne çektiğini bilmeden sopa
korkusuyla koşup duran eşeğe daha çok benziyordu. Tahtta otururken hakikati
aramanın, çölde yitmiş deveyi sarayın damında aramaktan farkı olmadığını
söyleyen bedevi İbrahim İbn Edhem ne güzel dile getirmişti bu durumu! Muineddin
Pervane hazretleri de şölenlerde “iş sözden önce gelir” diye keşifler
yapadursun daha!
Gerçek iktidar insanların
üzerinde değil, onların yüreklerinde kurulan iktidardır. “Elindeki fetvada
kimin mührü basılı olursa olsun, sen yine de bir yüreğine danış!” diye boşuna
mı demişler?
Hükümdarla görüşüp konuşur
olmak, tehlikeliydi. Kelleyi kolayca yitirme tehlikesi değildi bu. Herkes er ya
da geç nasılsa ölecekti... Asıl tehlike, hükümdarın bir ejderhaya benzeyen
bencilliğiydi. Bir kez ondan yana oldun mu, onun için iyi neyse, artık senin
için de iyi o olmak zorundaydı. Hükümdarın en iğrenç düşüncelerine bile karşı
çıkamazdın ve yavaş yavaş kendi inançlarını yitirirdin. Hükümdara yakın olmak,
kendi yüreğinden, hakikatten uzak olmak demekti. Sevgiyle aydınlanmış özgür bir
yüreğin kölesi olmak, dünyanın en adil hükümdarının gözbebeği olmaktan bin kat
daha iyiydi.
1277 yılının erken bir ilkyaz
sabahı Celâleddin’in düşündükleri işte bunlardı. Pervane’nin konağından erken
ayrıldığı için içinde bir hoşnutluk duyuyordu. Kale duvarları üzerindeki seksen
kuleden birine yaslanarak, tıpkı yarım yüzyıl önce babasıyla yaptıkları gibi
Konya’ya bakmaya başladı. Yarım yüzyıl önce olduğu gibi bugün de devlet
büyüklerinin konakları, tüccarların köşklerinden, tüccar köşkleri de
ekmeklerini iktidarın gücüyle ya da küplere basılı altınlarıyla değil,
alınlarının teriyle kazananların evlerinden daha yüksekti. Bu kentteki evlerin
her birine, bu evlerde yaşayan tek tek bütün insanlara hem bağlı duyuyor, hem
de onlardan fersah fersah ötelerde duyuyordu kendini.
Madeni birtakım şakırtılar
düşüncelerini kesti, yarı uykulu gece nöbetçisi, nöbeti gündüzcü arkadaşına
devrediyordu. Arı için vızıltı neyse, iktidar sahipleri için de zincir, silah
şakırtısı oydu. Sesleri duymamak için kulenin yarı karanlığına daldı, dik
merdivenleri dikkatle inip, demin duvar üzerindeyken son anda gözüne ilişen
eski Sencer camisinin fıkara mumu gibi ufak, ince minaresi yönünde yürümeye
başladı.
Kent, canlanmaya başlamıştı.
Tabii buna canlanma denebilirse eğer... Moğol ve Pervane baskısından yarın ne
olacağını bilemeyen, ancak bugünü yaşayan bir kentin canlanması bu kadar
olurdu.
Arabalarında susam küspesi,
arpa taşıyan arabacılar, dükkâna ustalarından önce varmak için koşturur gibi
yürüyen kalfalar, uzunca bir sopayı at yapmış yollarda koşturan çocuklar ozanı
tanıyor, saygıyla selamlıyorlardı. O da verilen selamları sessizce alıp,
kafasında, yıllar yıllar önce yazdığı dizeler, yürüyüşünü sürdürüyordu.
Bana
ayıptan söz etmen boşuna
Ünüm ayıp
dediğin şeydendir benim
Ününü
korumalısın diyorsun bana
Ayıbımın kaynağı
ünümdür benim...
Âşıkları da, “sır kâtibi”
Hüsameddin de görünmüyorlardı. Düşünce akışını bozmaktan çekindikleri için uzak
kalmışlardı herhalde. Ama görünmeseler de hep yakınında olurlardı: Eve bir
haber iletmek, gereken her an yardımına koşmak, hizmetini görmek, sözlerini,
şiirlerini yazmak için...
Yolun karşısından kara
cüppesiyle bir papazın kendinden yana geldiğini gördü: Celâleddin tanıyordu
onu; Dimitri Baba derlerdi kendisine; Sille’deki Bilge Platon manastırının
papazıydı. Manastırın, kafası kafasına, yüreği yüreğine uyan reisiyle günler ve
geceler süren tatlı söyleşileri sırasında tanışmıştı onunla.
Papaz, yarı beline kadar
eğilerek selamladı Celâleddin’i: Hıristiyan ya da Yahudi din adamları, Müslüman
ulemayla karşılaştıklarında yerden selam vermek zorundaydılar. Müslüman ulema
ise, bu yerden selamı genellikle hafif bir baş hareketiyle alırdı.
Celâleddin de papaza yerden
bir selamla karşılık verdi. Bunun üzerine Dimitri Baba üst üste iki kez daha
eğildi: Herhalde konuşmak istiyordu. Ama bugün Celâleddin hiç o havada değildi.
Ve gelip geçenleri şaşkınlıkta bırakarak, papaza o da iki kez üst üste eğilerek
selam verip, yoluna devam etti.
Kafasındaki ana sorunla
ilgili olmayan herhangi bir konuda konuşamazdı. Gücünün, dolayısıyla zamanının
tükenmek üzere olduğunu duyumsuyordu. Yaşamının kitabı olan Mesnevi’nin beş
cildi tamamlanmıştı. Ama son bir cilt daha eklemek istiyordu buna. Ve yeni bir
kitabın başlangıcında hep olduğu gibi, kendi yüreğinin derinliklerinde yalnız
kalmak istiyordu.
Eski Sencer camisinden daha
iyi bir yer düşünülemezdi bu iş için. Buradaki yüzüstü bırakılmış eski hücreye
kapanıp dilediği kadar kendisiyle baş başa kalabilirdi. En önemlisi de,
Belh’teki çocukluk döneminde Seyid Burhaneddin’in önderliğindeki açık bilimler
serüveninden sonra, kırk yıl önce, gizli bilimler serüvenine bu camiden
başlamış olmasıydı.
Artık söz dinlemeyen yaşlı
bacaklarını hızlandırmaya çalışarak zahire pazarının önünden geçti,
zanaatkârlar çarşısının daracık yollarına saptı. Güneşten korunmak için sundurmaların
ve evlerin ikinci kat çıkmalarının altından yürümeye çalışıyordu. Bu çıkmalar o
kadar alçacıktı ki, sokaktan geçen biri istese elini pencerelerden içeri
uzatabilirdi. Buradaki her evi, her duvarı, kaldırımlardaki her çukuru
tanıyordu. Yürüdükçe, Konya’daki yaşamının en zor yıllarına ilişkin hayaller
canlanmaya başladı zihninde: Babasının ölümünden sonra, müridlerin başına o
geçmiş ve Gevhertaş Medresesinde vaazlara başlamıştı; hayatında ilk kez,
kendisi artık kendi ellerindeydi.
Heyecan
Topu topu yirmi dört
yaşındaydı. Kumral, kıvırcık sakalı, zayıf, dalgın yüzünü çerçeveliyordu.
Hareketleri çevik, yürüyüşü hafifti; bacaklarıysa bugünkü gibi söz dinlemez
değil, zayıf bedenini bir tüy gibi dilediği yere kolayca taşıyıverirlerdi.
Genç olmasına karşın büyük
bir bilgin olarak ün salmıştı. Kur’an’ı daha Belh’teyken ezberlemişti. Yalnız
Kur’an’ı mı: Hadisleri, çeşitli Kur’an yorumlarını da... İran şahlarının
hayatı, Beyazıdı Bistami, Cüneyd, Hallac gibi tasavvuf hareketinin büyük
önderlerinin eylem ve sözleri, sufi ozan ve kuramcıların katı İslamiyetle hiç
bağdaşmayan görüşlerini dile getirmede kullandıkları simgeler de öğrendiği
şeyler içindeydi.
Şam ve Halep’in ünlü
medreselerinde büyük bilge ve şeyhlerin rahlei tedrislerinden geçmiş,
söyleşilerine katılmış, yıldızbilim, simya, cebir, geometri, temel hekimlik
öğrenmişti. Farsçadan başka Arapça ve Rumcaya da hakimdi.
Babası Bilginler
Sultanı’ndan, fetva vermenin, vaaz etmenin inceliklerini öğrenmişti. Yirmi dört
yaşına geldiğinde bir vaiz için gereken bütün manevi donanıma sahipti: Geniş
bilgi, bellek, hayal gücü ve güzel konuşma. Vaazları sırasında yeri geldikçe
sözlerinin arasına sıkıştırdığı halk deyişlerinin, halk masallarının, özlü
sözlerin, şarkı ve türkülerin sayısını sorsalar kendisi de söyleyemezdi. Rabi,
Senaî, Ferideddin Attar gibi büyük sufi ozanların şiirlerini ezberden, rahat,
akıcı bir dille okurdu. Onların kitaplarını okurken dalar gider, onların ruhun
doruklarına uzanan çileli yolculuklarına katılır, onların heyecanlarını yaşar,
düşüncelerini paylaşır, onların imgeleriyle, sözcükleriyle, onlar gibi
düşünürdü. Sonunda kendisi de onların yolunda şiirler yazmaya başladı.
Kısacası Celâleddin daha
yirmi dört yaşındayken, zamanının en büyük bilgelerinin sahip oldukları bilimi,
en büyük ilahiyatçıların, fakihlerin, sufi önderlerin sahip oldukları bilgiyi
edinmiş bulunuyordu.
Kuşkusuz, bilgi her şey demek
değildi. Bir de deneyim vardı. Öğrenci, yani izleyen olmakla, öğretmen, yani
izlenen olmak apayrı şeylerdi. Kaldı ki, herkes babasının müridleri gibi onu
bağrına basmamıştı elbet. Konya’daki ulema çevresinde kendisini kıskanan pek
çok kişi vardı ve bunlar sağda solda üstü kapalı bir şekilde, genç vaizin bu iş
için yeterli olduğundan kuşkuları bulunduğunu söylüyorlar, Bilginler
Sultanı’nın oğlu ve halefi de olsa, elinde şeyhlerden alınmış yazılı bir izin
belgesi, yani icazet olmadan vaaz veremeyeceğini, öğrenci yetiştiremeyeceğini
öne sürüyorlardı.
İşte bu nedenle kırk günlük
yastan sonra yeniden yollara düştü Celâleddin. Yeniden kutsal Halep ve Şam
kentleri bekliyordu onu: Çağının büyük bilgelerinin söyleşilerinde, kendini ve
bilgisini bir kez daha sınamak istiyordu. Halep’te, ünlü Halâviyye
medresesinde, büyük Arap bilgini, kadı ve vezir Kemaleddin-ibn-al-Adim’den
okudu. Büyük bilginle, dokuz kat gök ve görünen dünyayı oluşturan dört unsur
(su, ateş, hava ve toprak) konularında tartıştı. Zamanın özü, bir başka
tartışma konusuydu: Nehirde akan suyun, birbirinin yerini alan damlalardan
oluşması gibi, zaman da birbiri ardınca akan ayrı ayrı anlardan oluşuyordu.
Nehirdeki su sürekli bir akış içindeydi, akıp giden damlalar geri dönmüyor,
onların yerine yeni damlalar geliyordu. Ama biz bunu fark edemiyorduk, çünkü
akışın sürekliliği nehrin varlığının kanıtıydı. Ya da, ucu ateşli bir sopayı
hızla oynattığımızda, gördüğümüz şey, ateşten bir çizgi olurdu; oysa sopa her
an yeni bir yerdeydi ve ateşten çizgi gerçekte yoktu.
Al-Adim, özne olarak “el akl
el evvel”i, nesne olarak evreni kabule dayanan “yaradan” görüşüne katılmıyordu;
ona göre evrenden ayrı ve onu yaratan bir Tanrı yoktu, ya da eş deyişle, evren,
aklı evvel’in ya da hakikatin tezahüründen ibaretti, tıpkı gölgenin gölge
sahibinden ayrı bir varlığının olamaması gibi... Denizin dalgaları da, denizden
ayrı varlığa sahip değildiler. Çoklukları denizin birliğine aykırı olmadığı
gibi, yükseliş ya da alçalışları da denizin varlığına ne bir fazlalık verirdi
ne bir eksiklik...
Şam’ın, tüm bilim dünyasınca
saygınlığı kabul edilen Maksudiye medresesinde ise Celâleddin, bilim erleriyle,
Mutlak Varlığın birliği konusunu tartıştı. Kimi bilginler, varlık birliği
kavramını, çokluk fikrinin tasavvuruna bile imkân tanımayacak bir katılıkta ele
alıyorlar, kimileriyse, “bir ağacın tohumunda tek bir ağaç yatmakla birlikte,
tohumdaki bir tek ağaç, kök, gövde, dal, yaprak ve meyve gibi çokluklarıyla
birlikte vardır” örneğindeki gibi anlıyorlardı.
Ünlü bilginlerle gnosioloji,[7] varlıkbilim, tanrıbilim, mantık gibi konularda
tartışan Celâleddin, sonunda, kendisi için karanlık hiçbir konunun bulunmadığı
sonucuna vardı. Söyleşilerine katıldığı, tartıştığı şeyhler ve ulema, Belh
kentinde Sultan-ül Ulema adıyla bilinen Behaeddin Veled’in oğlu Celâleddin’e,
kendilerinin öğretebilecekleri bir şey kalmadığını dile getirerek, bu konuda
yerleşmiş bütün gelenek ve göreneklere aykırı bir uygulamayla, kendisine birkaç
ay içinde icazet verdiler.
Konya’ya, 1231 yılı güzünde
babasının iki müridiyle birlikte döndü. Yol boyunca Suriye çöllerinin kum
tepeleri, denizin dalgaları gibi karşılarında yükselip indi. Tıpkı yüzyıl önce
olduğu gibi, iğne deliğinden bile giren kumlara karşı yalnızca gözlerini açıkta
bırakacak şekilde sarınıp sarmalanmış bedeviler, ince bacaklı develerinin
üstünde, sürülerini yayıyorlardı.
Kırmızımsı uzak dağ
yamaçları, uzaktan bit sürüsü gibi görünen koyunları toprağın bağrına çekiyor
gibiydi. Çok daha gerilerdeyse, yüksek dağların morartıları seçiliyordu.
Öğleden sonra, gökyüzünün
yarısını mavimsi-kara bir bulut tabakası kapladı. Sınırsız gücünün güvenciyle
iyice alçalan bulut tabakası, korkutucu bir biçimde sanki tüm evreni kaplayacak
gibiydi. Ama kara bulutlar göğü bıçakla kesmiş gibi ikiye ayırarak, kuzeye
doğru ilerlemeye başladılar; batıda ise gök hep o iç açıcı masmaviliğiyle
parlamasını sürdürüyordu. Bu kara bulut tabakasını, kendi yurdunu da ezip geçen
ve yalnızca Selçuklu Sultanlığının toprakları üzerinde parlayan bir güneş
bırakarak kuzeye yönelen Moğol saldırılarına benzetti Celâleddin. Ama acaba bu
topraklar üzerinde güneşin parlaması uzun sürebilecek miydi?
On yıl önce de babasıyla
birlikte geçmişlerdi bu yollardan. Şimdi o zamana göre her yan daha bir
sakindi. Harezmşah Muhammed’in, Sultan Alaeddin Keykubad’ın Yassıçimen
savaşında yenilgiye uğrattığı oğlu ölmüştü; beyleriyse Harezm Devletini yeniden
kurma umudunu bütünüyle yitirmiş olarak, Selçuklu hünkârının kendilerine
bağışlamak yücegönüllülüğünü gösterdiği topraklara sinmişlerdi.
Celâleddin konuşmadan
sürüyordu atını. Zihni açık, bilinci aydınlık, belleğinde sınırsız bilgi vardı;
çağın en büyük bilginlerinden aldığı icazeti ise koynundaydı; ama yine de
içinde bir eziklik duyuyordu.
İnsan neden acıyla doğuyor,
acıyla yaşıyor ve acınarak ölüyordu? Nedense aklı olanların aklını, gündelik
ekmek derdiyle iğdiş ediyorlar; aklı olmayanlarınsa kafalarını, ambara eşya
doldurur gibi tıka basa doldurmaya çalışıyorlardı...
Ünlü ilahiyatçıların ve
şeyhlerin bütün sorulara verdikleri yanıtları ezbere biliyordu. Bunlarda kimine
aklı da yatıyordu. Ama yüreği..? Yüreği bir türlü bütünüyle benimseyemiyordu bu
yanıtları.
Akşama doğru kayalara oyulmuş
bir mağaraya ulaştılar. On yıl önce babasıyla buralardan geçerken bu mağarada
yaşadıklarına tanık olduğu münzevi dervişler, yine buradaydılar. Celâleddin
dervişlere saygıyla, ekmeğini kendisiyle bölüşürlerse mutlu olacağını söyledi.
Çileci dervişler, resmi
dinsel unvanlara sahip din adamlarını, din bilginlerini, fakihleri küçük
görürler, ikiyüzlü bulurlardı. Ama, on yıl önce hoş sözlerle gönüllerini alan,
kendilerine yardım eden Bilginler Sultanı’nın oğlu olarak Celâleddin’i
tanıdıkları için olacak, isteğini geri çevirmediler. Yalnız, böyle bir durumda
kendilerinden beklenen teşekkür sözlerini de söylemediler: İster Bilginler
Sultanı olsun, isterse onun oğlu, herkes onlar için yalnızca bir araçtı.
Nimetleri veren yalnız ve ancak Tanrı’ydı; şükredilecekse, ona şükredilmeli,
minnet ona duyulmalıydı.
Hava iyice karardı. İki
kandilin isli alevleriyle aydınlanıyordu mağara. Dervişler, yolcuların,
kendilerinin ve dünyanın varlığını unutarak namaza durdular: evet, onlar için
dünyada hiçbir şey yoktu; dünya da yoktu; var olan tek şey, Tanrı’ydı. Bütün
düşüncelerini var olan bu tek şey üzerinde yoğunlaştırarak bir an için olsun
hakikate ulaşmaya çalışıyorlardı.
Üç rekât namaz kılan
Celâleddin, yorgun olduğu için uyuya kaldı.
Gözlerini açtığında, şafak
sökmek üzereydi. Dervişler, namazlarını yeni bitirmiş gibiydiler. Celâleddin,
dervişlerin çizgilerle dolu, etkileyici yüzlerine bakarken, birden yüreğinin
bir türlü benimseyemediği sorulardan birini onlara sormayı geçirdi içinden: ola
ki, gerçekten ruhlarına ışık inmiş ve hayatın gizlerini kavramışlardı...
Bakışları bir ara yaşlı dervişin bakışlarıyla karşılaşınca, cesaret etti:
“Ey, ârif kişi, iznin olursa
bir soru sormak istiyorum: İnsan neden acı duyar?”
Derviş şaşkınlıkla baktı ona:
Gömüldüğü düşüncelerin arasına ne cesaretle dalabiliyordu bu yolcu? Bir süre
sustu, sonra yıllardır konuşmamış gibi hırıltılı bir sesle:
“Pek çok kişiden acı sesi
yükselir, pek az kişiden de tef sesi. Yüreğimi bunca zamandır dinlerim, hâlâ
tef sesi duyamadım!”
“Peki kulun çabasının sonuca
etkisi olabilir mi?”
“Hayır! Ama çaba olmadan da
olmaz. Eğer birinin kapısı önünde bir yıl dikilir durursan, sana sonunda, ‘Her
ne için duruyorsan, onun için gir içeri!’ denilir. Böyle bir kapı önünde elli
yıl durabilirsin! Ben kefilim!”
Derviş sustu. Celâleddin
koşup adamın yaşlı ağaçların köklerini andıran ellerine sarıldı. Ne cömertti bu
ihtiyar böyle! Sahip olduğu tek şeyi, kendini, kefil olarak öne sürüyordu.
Ama öte yandan, belirsizdi
ihtiyarın sözleri, simgelerle doluydu. Celâleddin yine bu sözlerde, yüreğinin
aktığı yönde sesler buldu. Tef sesinde neşe, mutluluk vardı; bu ses,
çocukluğunda, Larende yıllarında olduğu gibi, yeniden yankılanmalıydı
yüreğinde. Değil elli, yüz yıl beklemeye hazırdı bunun için. Ama kapı
neredeydi? Ve nasıl durup bekleyecekti?
Konya’ya dönünce, Gevher’in
ölüm haberini aldı. Nasıl yaşadıysa, öyle sessizce ölmüştü; hayatından bir kez
olsun yakınmamış, hep onu beklemişti. Yüreğinin ışıltılı, bembeyaz incisi
Gevher, onun yüzünü çocuklarının yüzünde sonsuzlaştırmıştı: Bir kadın sevdiği
erkeğe bundan daha büyük hangi bahtiyarlığı yaşatabilirdi? Larende’deyken
Gevher’in sayesinde dünyayla tam bir kavuşup kaynaşmayı yaşamış, bir an için de
olsa yüreğinden tef sesini duymuştu!
Düzeltilemez yanlışlar
yapmıştı, bu yüzden acının sesi yüreğinden öyle büyük bir güçle yükseliyordu
ki, artık derslerini, vaazlarını kendini vererek dinleyen herkes duymaya
başlamıştı bu sesi. Bilgeler ne demişler: “Yürek bir deniz, dil o denizin
kıyısı. Deniz kabardı mı, dalgalarını attığı kıyı kendi kıyısıdır.”
Celâleddin’in Halep ve Şam’da
aldığı icazeti görünce yılan dillerini içeri çeken kıskanç ulema, yeniden
tıslamaya başlamıştı. Bir din bilgininin, Tanrı’nın canını aldığı bir kulu için
–hele de bu kul kadınsa– yanıp tutuşması, Cenabı Hakk’ın isteğine karşı çıkması
demekti ve bu son derece yakışıksız bir davranıştı! Bu da, Bilginler
Sultanı’nın oğlunun, babasının yerini almak için yeterince olgunlaşmadığını
gösteriyordu. Yüreğinden yükselen tek ses, hâlâ acının sesiydi! Evet,
olgunlaşmamıştı daha... Kendi kendisiyle hesaplaşmasını bitirmeden kimsenin
yerini alamaz, kimselerle uğraşamazdı.
İncisini bağrına alıp ondan
gizleyen toprak, ayaklarını yakıyordu. Kentte kalacak gücü yoktu; onun için
yürüyüp, bir zamanlar mutlulukla dolduğu yere gidiyordu. Gözleri bir şey
görmeyecek denli içip sarhoş olan ayyaşlar gibi, acısıyla sarhoş olmak, ya
ölmek ya da Larende’yi çevreleyen dağlardan akan ırmakların buz gibi sularında
dirilip can bulmak için gidiyordu dağlara.
Burada, Karadağ
yaylalarındaki bir pınarbaşında buldu kendisini, nicedir bir mektup vermek için
arayıp duran derviş.
Çoktandır unuttuğu bildik bir
yazıyla karşılaştı mektubu açınca: köşeli harfler, süslü, uzun harf kuyrukları,
noktaları konmamış hızlı bir yazı... Bu... onun yazısı değil miydi? Coşkulu
sufi Seyid Burhaneddin’in? On yıldan fazla bir süredir görmemişti bu yazıyı.
Nicedir Moğolların elindeki Tirmiz’den, bunca yolu aşıp da buralara nasıl
ulaşabilmişti bu mektup? Ve sağ mıydı Seyid, yoksa bu mektup, bir yıldızın
sönüp yok olmadan önceki son ışıması mıydı?
Seyid Burhaneddin mektubunda,
öğretmeni Bilginler Sultanı’nın öldüğünü duyunca, Tirmiz’de kırk gün boyunca
gözyaşı döküp dualar ettiğini yazıyordu.
Sonra, Bilginler Sultanı’nın
oğlu ve kendisinin öğrencisi Celâleddin’in yalnız kaldığını düşününce, ona
babasının yokluğunu duyurmamak, hakikatin çileli yolunda gücü tükenir gibi
olduğunda kendisine destek olmak için ne yapıp edip onu bulmak istemişti. Ama
işte çöller, ırmaklar, dağlar aşıp Konya’ya ulaşana dek bir yıl geçmişti. Şu
anda ise, başkentte, Sencer camisine kapanmış, kendisini bekliyordu.
Celâleddin mektubu önce
gözlerine, sonra alnına bastırdı. Öğretmeninin “Sırdân” adıyla anılması demek
boşuna değilmiş! Sırrını nasıl bilebilmiş, kendisinin bile belli belirsiz ve
bulanık bir biçimde algıladığı gereksinimi nasıl duyumsayabilmişti? Şu koca
dünyada yüreğindeki kuşkuları dağıtıp, onu yeniden hayata döndürmesi için içini
açabileceği tek insandı Seyid.
Mektubu getiren dervişle
birlikte Konya’ya dönmek için, Celâleddin hemen Larende’ye indi. Atlar çoktan
hazır edilmişti: Hemen o gece Konya’ya doğru yola düştüler.
Seyid onu caminin önünde
karşıladı. Yüreği acı dolu genç bilginle, yaşlı, yıpranmış derviş birbirlerine
sımsıkı sarılıp, öylece uzunca bir süre durdular. Sırtındaki incecik eski
yeleğin altında öğretmeninin bedeninin dal gibi kurumuş olduğunu hissetti
Celâleddin. Yüzüne baktı: Bir deri bir kemik! Gaga burnu daha da sivrilmiş,
yanakları çökmüş, ağzında tek dişi kalmamıştı. Ama gür, ak kaşların
gölgelendirdiği yuvalarına çökük gözleri, hâlâ kor gibiydi.
Babasına gösterdiği saygıyla
Gevhertaş medresesine götürdü Seyid’i ve ona kendi hücresini verdi.
Hiç zaman yitirmeden başladı
Seyid: yanıt vererek değil, soru sorarak. Şeriattan, hadis yorumlarından,
yıldızbilimden, tıptan... Evet, tıptan. Şaka değil, Ebu Ali İbni Sina’nın bir
öğrencisinin öğrencisinden hekimlik de öğrenmişti Seyid.
Celâleddin’in bunca zamandır
verdiği sınavlar içinde en çetini oldu bu.
Aldığı her yanıtla, görmüş
geçirmiş dervişin kırışıklar içindeki yüzü aydınlanıveriyordu. Sonunda yerinden
fırladı ve genç bilginin önünde coşkuyla eğilerek:
“Açık bilimlerde babanı
geçmiş durumdasın. Ama baban hal sahibiydi, gizli bilimlere de egemendi. Şimdi
sen de sözü bırak ve onun haline sahip olmaya bak, ona tamamiyle varis ol.
Gizli bilimleri ben de ondan öğrenmiştim; şimdi seni bu bilimlerin yoluna
sokmak istiyorum...”
Celâleddin sevinçle diz çöküp
tövbe etti. Tövbesi, sufi dilinde, özünü mükemmelleştirmek için ilerleyeceği
yolda bundan böyle kendini tümüyle öğretmenine, yol göstericisine teslim ettiği
anlamına geliyordu.
Böylece, onu kendisine
götürecek yoldaki yolculuğu başladı.
Bilmek ve Olmak
Güneş iyice yükselmiş, güçlü
ışınlarıyla kaldırımları ocak taşı gibi kızdırmıştı. Celâleddin, yüreği
yerinden fırlayacakmışçasına bir heyecanla eski Sencer camisine vardı, kapı
yerini tutan deri perdeyi kaldırıp içeri girdi. Göz kamaştırıcı güneşten sonra
caminin hafif küf kokan loşluğunda bir an hiçbir şey göremedi. Biraz durdu,
kızgın ütüyü andıran güneşin artık omuzlarını yakamayacağı düşüncesinin verdiği
rahatlıkla, soluğunun düzelmesini bekledi. Yıllar önce Seyid’in sözlerini
dinlerken duyduğu rahatlığı düşündü: eski öğretmeni sorumluluğunu yine
üstlenmişti. Oysa şimdi iyice yaşlanmıştı ve ne sorumluluk duyduğu ne de
hakikatten başka hesap vermek zorunda olduğu biri vardı.
Gözleri karanlığa alışınca,
yerde, eski bir halının üzerinde, bir yoksulun uyuduğunu gördü. Avuçlarını üst
üste koyup başına yastık etmiş, bacaklarını iyice karnına çekmişti. Ölüm
gibiydi uyku: Öyle kımıltısız, sessiz. Ve hakikat, Tanrı’nın koynundaydı.
Minbere yakın bir yerde, yaşlı bir derviş, bacaklarını altına toplamış,
önündeki rahlede açık duran kitabın sayfalarını zaman zaman çevirerek, sessizce
bir şeyler okuyordu. Hemen ardında duran iki müridi de derslerini
ezberliyorlardı.
Celâleddin, eprimiş hasırlar
üzerinde yürüyerek caminin sağ bölümüne geçti. Buradaki küçük bir kapı,
Seyid’in Konya’ya gelince kapandığı hücreye açılıyordu.
Kapıyı itti. Ama açılmadı
kapı. Şu işe bak, demek bir kapıyı bile açamayacak kadar yaşlanmıştı. Ama
hayır, kapı çiviliydi, ondan açılmıyordu. Herhalde hücreler de çoktan harabeye
dönmüşlerdi, çünkü kırk yıl önce bile yıkıldım yıkılacağım der gibiydiler;
üstelik kendisi de nicedir hiç uğramamıştı buraya. Bütün ihtiyarlar gibi,
nicedir artık olmayan şeyleri hayatın en önemli şeyleri olarak kabul ettiğini
ve kendisini geçmişe götürecek bir yol bulamayınca yazıklandığını düşündü
acıyla.
Eh ne yapalım hücreler
yıkılmışsa, burada, caminin sağ dip köşesinde de kendisini kimseler rahatsız
etmezdi: Koşmaktan soluk soluğa kalmış bir at gibi, son menzile atılmazdan önce
burada biraz güç toplayabilir; hedefe gerçekten de fazla bir yol kalmadığını
kendine kanıtlamak için, aşacağı yolun bütün kıvrımlarını, kavşaklarını
zihninde canlandıran bir yolcu gibi durup, yolunu ve yolculuğunu düşünebilirdi...
Diz çöktü.
Gelin değerli okurlarım, 1270
yılının o sıcak yaz gününde, Konya’nın Sencer camisinin loş serinliğinde kendi
kendisiyle söyleşmekte olan yaşlı ozanımızı rahatsız etmeden yanından ayrılalım
ve biraz biz bize kalalım; çünkü öykümüzü sürdürebilmek için sufilerin gizli
bilimler kavramıyla ne demek istediklerini ve yol göstercisi Burhaneddin’in
genç Celâleddin’i soktuğu yolun nasıl bir yol olduğunu açıklamamız gerekiyor.
Sufi geleneğine göre, kendini
bilme ve kendini mükemmelleştirme yolu üç duraktan oluşuyordu. İlk durak
şeriattı. Hazırlık durağı olan bu durakta, Kur’an’da yer verilen açık
hükümlerin gereklerinin yerine getirilmesi ve Hz. Muhammed’le ilgili
söylencelerin öğrenilmesi gerekiyordu. Bu durak, henüz yola girilmiş olması anlamına
gelmiyordu, çünkü bu durağın gereklerinin yerine getirilmesi her Müslüman için
zorunluydu. Ama bu zorunluluk bir sufi için de geçerliydi, çünkü ancak
İslamiyetin her türlü dogma ve kurallarını sindirdikten sonra yola devam
edilebilir ve ikinci durak olan tarikat durağına geçilebilirdi. Yolculuğun
ilginç duraklarından biriydi tarikat ve sözcük olarak da “yol” anlamına
geliyordu.
Hazırlık durağı, açık
bilimler adı verilen bilimlerin kavranması durağıydı. Mantıksal bilgiyi
reddetmemekle beraber, sufiler bunun sınırlı bir bilgi olduğunu, çünkü bu
bilgiyle özün, aslın, cevherin değil, yalnızca belirtilerin, özelliklerin,
niteliklerin kavranabildiğini, diğer bir deyişle, “hakikatin değil, hakikat
yoluyla kavranabilenler”in kavrandığı görüşündeydiler. Mantıksal bilgi,
çözümleme ve bireşim süreçleriyle elde ediliyordu. Ama Tanrısal Hakikat saltık
olduğu için, sufilere göre, ne çözümlemeye ne de bireşime olanak tanıyordu, bu
yüzden de onu mantıksal yolla kavrayabilmek olanaksızdı.
Sufilere göre gizli bilgilere
us yoluyla değil, ancak esin yoluyla ulaşılabilirdi.
Başta ünlü İranist E. Bertels[8] olmak üzere, pek çok Sovyet bilgininin çalışmalarında,
sufi şeyhlerin aslında deneysel ruhbilimle uğraştıkları vurgulanmıştır.
Sufiler; içlerine kapanıp kendilerini dış dünyadan tümüyle yalıtarak ve sürekli
olarak kendi kendilerini gözlemleyerek sarsılmaz bir irade, ölümü bile güler
yüzle karşılayabilecek bir korkusuzluk, “düşünceleri okuma” yeteneği, döneminde
doğaüstü bir güç olarak algılanan ve ünlerine ün katan hipnotizma yeteneği gibi
nitelikler geliştirmişlerdir. Böylelikle tarikat, çağdaş bilimsel dille
söyleyecek olursak, sufilere, psikoanaliz yöntemleriyle hem kendilerinin hem de
başkalarının bilinçaltını yönlendirebilme olanağı sağlamış oluyordu.
Yol göstericisi de genç
Celâleddin’i işte bu yola sokmuştu.
Bertels’e göre, belli
nitelikleri olan “yol”, yine belli nitelikleri olan ve makam adı verilen
kendine özgü birtakım duraklar yaratmıştı.
İlk durak, “tövbe” durağıydı.
“Yolcu” bu durakta psikolojik oryantasyonunu tümüyle değiştiriyor ve bütün
düşüncesini yalnızca hakikate, saltıka yöneltiyordu. Genç Celâleddin de
Konya’daki ilk görüşmelerinde, yol göstericisinin önünde diz çöküp tövbe ettiği
sırada yolculuğuna bu duraktan başlamıştı.
Tövbe durağını izleyen durak,
“vera” (sakınma, kaçınma) durağıydı. Helali haramı birbirinden ayırma ve başta
yiyecek içicek konusunda olmak üzere, haram olan şeylere el sürmemenin
öğrenildiği duraktı bu.
Sakınmayı, her türlü hazdan
kendini alıkoyarak perhiz etme durağı (“Zühd”) izliyordu. Yolcu yolunda
ilerledikçe, kendisini hakikatten uzaklaştırabilecek şeylerden el çekiyordu.
Güzel giysiler, lezzetli yiyecekler gibi geçici şeylere heves etmemesi
gerekiyordu. Bu da bir yana, yolcunun içinde hiçbir arzu duymaması gerekiyordu.
Zühd durağı, yolcuyu “fakrı
irâdi” (iradesel yoksulluk) durağına ulaştırıyordu. Her türlü dünya nimetinden
yüz çevirmek olarak özetlenebilecek olan “fakr” durağı, “zühd” durağının doğal
sonucuydu; ancak bu durağın ileri aşamalarında yoksulluk sözcüğünden, maddi
yoksulluktan çok, bilinç yoksulluğu anlaşılıyordu.
Bilinç yoksulluğu aşamasında,
ruhsal durumları bile yolcunun kendi varlığı olmaktan çıkıyordu.
Yoksulluk ve sakınma, yolcuda
tatsız birtakım duygular uyandırabileceği için, bu durakları “sabır” (katlanma)
durağının izlemesi bir bakıma zorunluydu. Dayanılması zor şeylere sessizce
katlanmayı öğreniyordu sufi bu durakta. Sufiliğin kutuplarından biri olan
Cüneyd’in sözleriyle, “sabır, en ufak bir hoşnutsuzluk ifadesi göstermeden
acıların yutulması”ydı.
Bu duraktan sonra yolcuyu
bekleyen durak, boyuneğme (“tevekkül”) durağıydı. Bu durakta, bütün bir hayat
tek bir gün, hatta tek bir an olarak görülüyor ve yarına ilişkin bütün kaygılar
bir yana atılıyordu. Sufilerin kendilerini “zamanın insanı” yani “içinde
bulunulan anı yaşayan kişi” olarak adlandırmalarının nedeni budur. Geçen
geçmiştir, gelecek ise henüz yoktur, öyleyse yaşanılacak olan “şimdi”dir.
Dünyanın her an yeniden yaratıldığı ve her an yok olduğu görüşüyle doğrudan
ilişkili bir görüştür bu.
Son iki durak, yolcuyu
tarikatın sonuna ulaştırıyordu. Bunlardan “Tanrı’nın yazdığına boyun eğme”
durağı olan “rıza”da, her felaket ya da başarı sessizce karşılanır; felaketten
acı, başarıdansa sevinç duymak kesinlikle söz konusu olamaz. Yolcunun kişisel
yazgısı ya da kendisini çevreleyen tüm nesnel gerçeklik, onun için artık bir
anlam ifade etmez olur. Eski Yunanlıların “sarsılmazlık” olarak adlandırdıkları
duruma benzer bir durumdur bu.
Sufilik kuramcılarına göre
yol –tarikat– burada biter ve kendini mükemmelleştirmenin, “hakikat”, yani
“gerçek var oluş” adı verilen son aşaması başlar. Bu aşamaya ulaşan bir sufi
artık “ârif” demektir. O artık, sezgisel olarak hakikatin özüne ulaşabilir.
“Hakikati sezgisel olarak kavrayabilen kişi” anlamında, sufiler bu duraktaki
kişilere “hakiki oluş kişileri” adını verirler. Böylece, geleneksel sufilik
kuramı, idealist bir kuram olarak, sezgi yoluyla da olsa saltık hakikatin
bilinebileceğini kabul eder ve bu noktada diyalektiğe ters düşer. Pratikte,
hakikat aşamasına erişen bir sufinin bütün yaptığı, kendinde, seyre konu olan
nesnenin içinde bilincinin erimesini sağlayacak bir ruhsal düzenlemeyi
gerçekleştirmektir.
“Şeriat”, “tarikat” ve
“hakikat” olarak adlandırılan üç aşama, sufilerde bilincin üç basamağına denk
düşerler. İlk basamak, “güvenilir bilgi” basamağı olan “ilm-el-yakıyn”dır.
Şöyle bir örnekle açıklanabilir bu: “Her ne kadar kendim denemedimse de, bana
pek çok kez ateşin insanı yaktığını kanıtladılar ve ben buna inandım.” Bu
basamak, mantıksal bilgi basamağıdır.
“Ateşin insanı yaktığını
kendi gözlerimle gördüm” anlatımında olduğu gibi, görgüyle meydana gelen
“ayn-el-yakıyn” basamağıdır.
Üçüncü basamaksa, oluşla,
yani hakikati yaşayarak gerçekleşen “hakk-el-yakıyn” basamağıdır: “Kendimi
ateşe attım ve ateşin insanı yaktığına kendim yanarak inandım.” Hakikat
aşamasına denk düşen bu basamakta, sufilere göre, öznenin nesne içinde,
gözleyenin de gözlenen içinde tümüyle erimesi, birbiriyle özdeşleşmesi
gerçekleşmektedir.
Bu üç basamak, Hacı
Bayram’ın,
Bayram
özünü bildi
Bileni
anda buldu
Bulan ol
kendü oldu
Sen seni
bil sen seni
dörtlüğünde, “bilmek, bulmak,
olmak” eylemleriyle kısa ve özlü bir biçimde dile getirilmiştir. Üçlünün,
“bilmek” ve “olmak” şeklindeki ilk ve son eylemlerine dikkat edelim: Sufilere
göre mükemmel insanın bilgisiyle, manevi ve maddi dünyası uyum içinde
olmalıdır. Bu da bir yana, ârifin manevi yapısıyla uyuşmayan bilgi yararlı
olmadığı gibi, zararlıdır da. Böyle bir bilgi, tıpkı devletin resmi din
adamlarında görüldüğü gibi, onu ikiyüzlülüğe götürür.
Böylece, dinin dış yüzü
anlamındaki “şeriat”a karşı dinin iç yüzü anlamındaki “hakikat” kavramını
geliştiren ve şeriattan hakikate “mârifet” (bilgi) yoluyla gidileceğine inanan
sufiler, bilimle etik, bilinçle duygu, gerçek-hakikatle gerçek-doğruluk arasında
bağımlılık kuruyorlardı.
“Tarikat”ın, eş deyişle
“yol”un aşılabilmesi için son derece özel bilgilerle (mârifet) donanılması
gerekiyordu. Bu yolu kendi başına aşmaya ve bilinçaltına –ya da sufilerin
deyişiyle gizli bilgilere– ulaşmaya kalkan kişi, ruh ve beden sağlığını, hatta
hayatını yitirebilirdi. “Şeyhi olmayanın yol göstericisi şeytandır” sözüyle
anlatılmak istenen de bu olsa gerekir.
Bu uzun ve çileli yolu aşarak
hakikate ulaşmak isteyen kişi, kendine bir yol gösterici bulmak zorundaydı.
Bilinçaltını araştırırken,
duyguların en güçlü olduğu alanlardan biri olarak cinsel yaşamı irdeleyen
günümüz psikoanaliz uzmanları gibi, sufi şeyhler de, insanı bilincin
yönlendirdiği şeriattan farklı bir aşama olarak tarikat’ta “yolcu”ya aşkı
rehber yapmışlardır. Simgesel olarak cinsel duygulardan ruh dünyasına geçme, ya
da değişik bir hakikate sevgili, sevilen dediklerini, kendilerini ise seven,
âşık olarak adlandırdıklarını hatırlayacak olursak, bu psikofizyolojik olayı,
cinsel duygulardan ruh dünyasına geçme ya da değişik bir söyleyişle süblimleşme
aracı olarak kullanmakta gösterdikleri başarıyı daha iyi anlayabiliriz.
Sufiler duygusal-sezgisel
bilgiyi, bilginin en yüksek biçimi olarak kabul ediyorlardı. Bu bakımdan da
bütün sufi şeyhler, öğrencilerinin simgesel, iğretilemeli düşünme yeteneğini
geliştirmeye çalışıyorlardı.
Öte yandan iğretileme,
sanatın alanına girdiği için, sufi düşünce biçimi en iyi anlatım yolunu ister
istemez şiirde buluyordu.
Bir filozof için
düşüncelerini soyut mantık kategorileriyle açıklamak ne kadar doğalsa, sufi
şeyhler için de iğretilemelerle, şiirle konuşma o kadar doğaldı.
Yol’a her giren yolcu’nun,
yol’u sonuna dek aşması söz konusu değildi kuşkusuz. “Nimetler herkese eşit
olarak verilir, ama herkes bunlardan yetenekleri ölçüsünde nasiplenir” der
sufiler. Öte yandan, aşılan yol –tarikat– aynı olmasına karşın, sonuçta çok
farklı kişiliklerle karşılaşılabilmektedir. Sufilik tarihi boyunca gelip geçmiş
ünlü şeyhlere baktığımızda, kimi zaman birbirine taban tabana ters kişiliklerle
karşılaşıyoruz: Öfkeli, sakin, acımasız, yumuşak, söylevci, vaiz, savaşçı,
düşünür vb. vb.
Bunda kuşkusuz dönemin,
ortamın, psikofizik özelliklerin ve sufiyle yol göstericisinin eğilimlerinin
etkisi bulunmaktadır.
Celâleddin’in yol göstericisi
sert ve çılgın denilebilecek ölçüde coşkulu bir insandı. Daha Belh’teyken,
Bilginler Sultanı’nın dersleri sırasında bazen öylesine kendinden geçerdi ki,
sık sık, kısa kesik haykırışlarla öğretmenin sözünü keser, ne yaptığının
farkında bile olmadan çıplak ayağını mangalda yanan kömürlerin arasına sokar ve
en sonunda öğretmeninin sabrını taşırıp, “Seyid’i dışarı atın, toplantımızın
huzurunu bozuyor!” demesine yol açardı.
Ama Seyid, Bilginler
Sultanı’ndan farklı olarak, ahlaki konularda tutucu değildi. Bilginler Sultanı,
tıpkı devletin resmi din adamları gibi, şarabın herkes için haram olduğunu
söylerdi. “Şarap içen kişi, kızışmış ite, mundar domuza döner” sözü onundu. Bir
gün yine bu sözü söyleyince, Seyid kendini tutamamış ve “Kızışmış ite, mundar
domuza dönen kişiye elbet haram olmalı şarap, ama dönmeyene de anasının ak sütü
gibi helal olmalı” deyivermişti.
Seyid, şeyhi gibi vaiz de
olmamış, çileci dervişlik yolunu seçmişti. İç dünyasına bir gömüldü mü, dış
dünyayla her türlü bağını keserdi.
Yaşlılığında kendisini
Kayseri camilerinden birine imam yapmışlardı. Seyid bazen, örneğin bir sabah
namazını öğleye, ya da öğle namazını akşama kadar uzatıyor, bu arada ardındaki
cemaatin de kendisine uymak zorunda olduğunu unutuyordu.
Sonunda imamlıktan ayrılmak
zorunda kaldı:
“Kusura bakmayın,
Müslümanlar!” dedi. “Ben, görüyorsunuz işte, sık sık dellenir gibi oluyorum.
Kendinize daha akıllı bir imam bulun siz!”
Çile
Celâleddin doğruldu. Seyid
ona bir aba giydirdi. Beline boyun eğme kuşağı bağladı. Hemen oracıkta genç
bilginin sakallarını kestiler, kaşlarını yoldular, saçlarını kazıdılar. Seyid,
öğrencisinin başına bir serpuş giydirdi.
Bu andan başlayarak
Celâleddin artık ne bilgin, ne vaiz, ne de müderristi. Seyid Burhaneddin’in yol
gösterdiği öğrencilerinden biriydi yalnızca. “Mürid”, “iradesini teslim etmiş
kimse” demektir. O artık her konuda şeyhine boyun eğmek, onun her dediğini,
doğru-yanlış, anlamlı-anlamsız demeden olduğu gibi uygulamak zorundadır.
Çile, genel olarak müridin,
mürşidin iradesine boyun eğme kararlılığını sınamakla başlar. Celâleddin’in,
babasından büyük bir gurur miras aldığını bilen şeyh, her şeyden önce bu gururu
kırmakla işe başladı.
Ve işte Bilginler Sultanı’nın
oğlu, Müslüman dünyasının ünlü bilgini, Selçuklu başkentinin büyük camisinin
vaizi, şeyhinin buyruğuyla hela temizlemeye başladı. Seyid Burhaneddin, en ufak
bir göz yumma, hoşgörü göstermiyordu ona. Hatta belki de, tersine...
Özsaygısını paçavraya çevirmek için onu öbür müridlerinden daha çok
sıkıştırıyordu. Celâleddin’se onun bu tutumunun gerisinde, kendisine olan özel
sevgisinin yattığını anlıyordu.
Bahar başlarıydı. Dağlardan
akan kar suları, arıkları ve kanalları doldurup taşırmıştı. Ağzını burnunu
beyaz bir mendille örten Celâleddin’se, deri bir kovayla durmadan pislik
taşıyordu. Bu kademhane kuyuları da nasıl derin olur, nasıl ağır kokarmış
Yarabbim! Onun gün boyu kova kova taşıyıp boşalttığı kuyuları, ilkbahar suları
sabaha dek yeniden dolduruveriyordu! Geceleriyse, hamamda üç kez yıkandıktan
sonra, horozlar ötene dek, babasının Maarif adlı kitabında toplanmış
söyleşilerini okuyordu. Yol göstericisi, bu kitabı ardı ardına yüz bir kez
okumasını istemişti.
Celâleddin, verilen her
görevi sevinçle, hevesle yerine getiriyordu. Bedenine çektirdiği acılar,
Gevher’in öldüğünü öğrendiği günden bu yana yüreğini yakıp kavuran ateşi
birazcık olsun dindirebiliyordu. Ama yine de, için için hep şeyhin kendisine
“yeter artık!” diyeceği günün ne zaman geleceğini merak ediyordu. Seyid’se hep
susuyordu.
Günlerdir açtı Celâleddin.
Ama burnunun direğini kıran hela kokusundan ağzına bir lokma ekmek koyabilecek
hali de yoktu. İyice süzülmüş, zayıflamıştı; uykusuzluktan gözleri çökmüştü.
Suların ardı kesilince,
galiba onun da hela görevi bitti. Ama yol göstericisi hâlâ susuyor, o da gün
boyu çukurlarda biriken pisliği, geceleri temizleyip taşımaya devam ediyordu.
Seyid, öğrencisinin işinin azaldığını görünce, ona yeni bir görev verdi: İki
müridle birlikte her gün kentte dolaşıp, dilenecekti.
Hela işinden de kahredici bir
işti bu. Kendi arkadaşları arasında, pis de olsa, bir işi yapmanın yine de
çekilir bir yanı vardı; çünkü onlar hiç değilse bunun şeyhin buyruğuyla
yapılmakta olduğunu biliyorlardı. Hiç tanımadığın insanların, hele vaaz
verdiğin cemaatin önünde alçalmaksa, katlanılır gibi değildi.
En zoru da, din adamlarından,
fakihlerden, ulemadan, hafızlardan sadaka istemekti. Her biri sanki zehir gibi
kinli bir hoşnutlukla fırlatıyorlardı bakır mangırları maşrapasına. Oysa bu
sakalsız, bir deri bir kemik dervişin, Bilginler Sultanı’nın oğlu olduğunu pek
az kişinin anlayabildiğinin farkında değildi Celâleddin.
Bedenin uğradığı
yoksunluklar, geceler boyu süren uykusuzluklar, tek bir söz ya da belli
belirsiz bir bakıştan insanların karakterlerini, niyetlerini, onları
yönlendiren şeylerin neler olduğunu hemen sezebilecek bir duyarlığa ulaştırmıştı
onu. İnsanları gitgide, tutkularının aracı olmuş cansız varlılar ya da yuvasına
taş yerleştirilip iyice kurulduktan sonra bırakılıvermiş mancınık gibi görmeye
başlamıştı. Her belirli etken, hemen hep önceden kestirilebilecek belirli
sonuçları doğuruyordu.
Daha önce varlıklarını bile
bilmediği mahallelere gidiyordu. Meyhanelerde pişkin hovardalar, işret düşkünü
aylaklar, köpeğin önüne kemik atar gibi, hindistancevizi maşrapasına bir mangır
fırlatıyorlardı. Umumhanelerde saçları, elleri, ayakları kınalı, giysileri
gösterişli fahişeler, günahlarının bedelini ödemek ister gibi, maşrapasını hiç
boş bırakmıyorlardı. Kervansaraylarda ve esnafın iş tuttuğu çarşılarda kimin ne
kadar sadaka vereceği önceden belliydi: Tüccar takımıydı bunlar, şeriata göre, kazançlarının
onda birini zekât olarak vermeleri gerekti. Ama kimi gün zarar etmiş olurlar,
hiç sadaka vermezlerdi, kimi gün de zekâtlarını başkalarına vermiş oldukları
için, maşrapası boş dönerdi. Ama ne olursa olsun, esnaf ve tüccar takımı,
tefeci taifesinden daha vicdanlıydı. Yaptıkları hayrın ve buna karşılık
dervişlerden aldıkları duanın, çileli kervan yollarındaki binbir tehlikeden hem
canlarını, hem de mallarını koruyacağını düşünürlerdi.
Onu en fazla etkileyen,
yoksulların yüreğiydi. Bu dünyada olmasa da, öbür dünyada ödüllendirilme
beklentisiyle onlar da sadaka verirlerdi. Ellerindeki son bir dilim kuru
ekmeği, avurtları çökük, zayıf, yoksul dervişlerle alabildiğine doğal bir
biçimde bölüşür, bazen hallerinden utanırlardı. Sokaklarda, hatta sokaklarda
bile değil, pis kokulu lağım dereleri boyunca, toprağa serilmiş paramparça bir
hasır üzerinde yatıp kalkan bu insanların doğallığı, saflığı, temiz yürekliliği
onu sık sık kentin bu dış mahallelerine çekerdi. Zanaatkârlar çarşısı da en
sevdiği yerlerden biriydi: Aynı sofraya oturup yemek yiyen kalfa ve çıraklar,
dilenen dervişleri sofralarına buyur ederler ve yemeklerini onlarla eşit olarak
bölüşürlerdi.
Zengin konaklarına gelince,
iş değişirdi. Adam devletin ne kadar önemli bir görevindeyse ve ne kadar zenginse,
hizmetkârlarının burunları da o kadar büyük olurdu. Hadımağaları padişahlarının
erkekliğiyle nasıl övünürlerse, bunlar da efendilerinin verdiği sadakanın
büyüklüğüyle övünürlerdi. Ama onların bu hali Celâleddin’i eğlendirmekten çok,
şaşırtırdı.
Bir bahar ve yaz mevsimi
boyunca, kenti ve insanlarını, öteki tüm hayatında tanıdığından daha iyi
tanımıştı. Bazen tek bir günde bile yaşadıkları onu öylesine etkiliyordu ki,
hela temizliği işini daha ağırdan alsaydı, hâlâ o işle uğraşıyor olacağını ve
kente çıkıp bu yaşadıklarını yaşayamayacağını düşünerek, hela çukuru
temizlerken o kadar canla başla çalıştığına yazıklanıyordu.
Ama coşkun ve sınırı aşmış
sufi Burhaneddin’e “Seyyid-i Sırdan” denilmesi boşuna değildi. Celâleddin’in
aklından tam bu düşünceler geçerken, artık hela temizlemeyeceğini söyledi ona.
“Yalnız, unutma,” diye
ekledi: “Ruhu temizlemek, hela çukuru temizlemekten daha zordur.”
Seyid Burhaneddin, dönemin
çoğu çileci dervişleri gibi, açlığı başlı başına bir bilim deryası gibi
görürdü. Dünyada oruç geleneği olmayan tek bir halk bile yoktu. Kendini bilmek
isteyen kişi ise, Seyid’in düşüncesine göre, her gün oruçlu olmalıydı.
“Toprağın altında gizli suyu
küreğin açığa çıkarması gibi, açlık da anlama ve sezme pınarlarını açığa
çıkarır. Yolcu’yu tam gideceği yere götüren en iyi attır açlık. Ama onu ehil
bir elin biraz eğitmesi gerektir.”
Helaların pis kokusunda
kurtulan Celâleddin, kendini karlı bir kış sabahı ininden çıkan kurt gibi
acıkmış duyuyordu. Ama ağzına üç dört günde bir kez su ve bir lokma kurumuş
ekmekten başka bir şey koyması yasaktı. Arada bir de haşlanmış ya da tuzlanmış
şalgam yemesine izin vardı. Şeyhe göre, şalgam insanın görüşünü güçlendirirdi.
Açlık acısı gitgide
dayanılmaz bir hal alınca, şeyhi bir gün kendisini yanına alıp kente götürdü.
Sultanın sarayının bulunduğu tepeyi dolaştılar, kentin ana caddesini boydan
boya geçerek sağa dönüp kasaplar çarşısına vardılar ve bir ciğerci tezgahının
önünde durdular. Kelleler, ciğerler, dalaklar, yürekler, işkembeler,
bağırsaklar çengellere asılmış sallanıyordu. Aşağıda, tahta bir yalakta da,
yoğun, kırmızı bir sıvının içinde, işkembe ve bağırsak kazıntıları yüzüyordu.
Tezgah sahibi telaşla koşup
şeyhi karşıladı. Büyük din adamları buralara hiç uğramazlardı; yalnız Kadı
Sıraceddin’le Sadreddin Konevi’nin arada bir adam gönderip bir şeyler
aldırdıkları olurdu.
Seyid, bir el hareketiyle
ciğerciyi durdurdu ve üzerinde mavi, yeşil sineklerin uçuştuğu tahta yalaktaki
iğrenç sıvıyı göstererek, Celâleddin’e:
“Açlığa dayanamayacak gibi
oldun mu, buraya gelir ve ‘Ey benim kör olasıca nefsim!’ derdim. ‘İtlerin önüne
atılmak için bekleyen şu mundar sıvıdan başka zırnık vermem sana! İçin
atıyorsa, çök yalağın başına ve zıkkımlan!’”
Celâleddin birden hayalinde
kendini dört ayak üzerinde yalağın başına çökmüş, sağında solunda hırlaşan
köpekleri iterek, ağzı yüzü kan içinde, yalaktaki o pisliği lap lap içerken
gördü.
Mide bulantısından tam üç gün
ağzına tek lokma bir şey koymadı.
Güze doğru açlığa iyice
alıştı ya da daha doğrusu, şeyhinin öğüdüyle karnına taş bağlayarak açlıkla baş
etmeyi öğrendi.
O zaman şeyhi yeni bir görev
verdi ona. Babasının söyleşilerini yüz küsur kez okumuştu. Şimdiyse Seyid
ondan, Kur’an’ın çeşitli surelerini okumasını istiyordu. Bu işi, surelerin
ezgisi ve tınlayışı, kafasında hiçbir hayal uyandırmayana dek sürdürecekti.
Müridinin iradesini
çelikleştiren, ona kendine egemen olmayı öğreten şeyh, şimdi de onun tek bir
şey üzerinde yoğunlaşmasını sağlamaya çalışıyordu.
Bir gün, söyleşileri
sırasında müridlerden biri Seyid’e sordu:
“Kendini Allah’a adamış kişi
diye kime derler?”
Şeyhin yanıtı şu oldu?
“Her soluğunda ‘Allah!
Allah!’ diyene.”
Sonra da müridlerine “Allah”
sözcüğünün gizli anlamını açıkladı:
“Sözcüğün ilk iki harfi olan
elif ve lâm için biz bugün artikel, yani tanımlık diyoruz. Sözcüğün özünü
oluşturan bölümünü, yani ‘ah’ı ise, her canlı varlık, her soluk alıp verişinde
söylemektedir. Böylece, aldığımız her solukta Allah’ın adını anmış ve onu
ululamış oluyoruz.” Şeyh sözlerini:
“Ancak biz,” diye tamamladı,
“aldığımız her soluk dua olana dek çabalamalıyız.”
Sufi şeyhler, günlerce
çabalayarak aynı düşünce üzerinde yoğunlaşmanın, saltıklık denizine dalmakla
sonuçlanacağına inanıyorlardı. Gerçekte ise, müridlerine öğrettikleri, soluk
alıp verme gibi istenç dışı fizyolojik süreçlerin yönetimi ve
yönlendirilmesiydi.
Şeyhin sözleri gitgide daha
anlaşılmaz, daha belirsiz oluyordu. Müridlerin, ne anlama geldiğini sökmek için
günler geceler boyu kafa yordukları iğretilemelerle, insanı oluşturan güçleri,
hakikat yolunda yürürken kendisinin geçirdiği “hal”leri anlatıyordu.
Vegilius’un Dante’yi cehenneme götürmesi gibi, Seyid-i Sırdan da geleceğin
büyük ozanını, bitkiler, hayvanlar dünyasından akıl ve hakikat dünyasına
götürüyordu. Bitki dünyasını, uzayıp giden boyundan bilinçsizce tad alan bir ota
benzetiyordu; hayvan dünyasını ise, tıpkı büyük ozan ve düşünür Senaî gibi,
uzaktan pek güzel görünen, ama içine girince pis kokan fantastik bir kente
benzetiyordu. Şeyhe göre, yalnızca kendileri için yaşayan insanlar da bu kente
aittiler. Böylelerinin varlık nedenleri, kendilerini ve soylarından gelenleri
korumak için savaşmaktı. Bu kentte iki hükümdar vardı: Karanlık ve ateş;
ruhların karanlığı ve tutkuların ateşi. İki at vardı: Beyaz ve siyah; gündüz ve
gece. Kentin hükümdarları yalnızca kendi çıkarlarını düşünüyorlar, atlarsa
binicilerini yiyorlardı.
Celâleddin sık sık, şeyhin
düşüncelerini açıklarken, Senaî ve Attar’ın imgelerine başvurduğunu görüyordu.
Ancak bu kendisini hiç şaşırtmıyordu. Hatta bundan gizli bir hoşnutluk duyduğu
bile söylenebilirdi, çünkü bu ozanların hemen bütün yapıtlarını neredeyse
ezbere biliyor, bu nedenle de, yol göstericisinin sözlerini daha ağzından
çıktığı anda anlıyordu.
Ancak Seyid-i Sırdan’ı, hep
başkalarının sözlerini yineleyip duran bir papağan sanmak yanlış olur. Bütün
şeyhler gibi onun için de, sufi ozanların yarattıkları imgeler, iğretilemeler,
Avrupa biliminde felsefe terimleri neyse oydu: Hiç kimse bu terimleri
kullanırken, onları ilk kez kullanan felsefeciye gönderme yapmayı gerekli
görmez.
Kentin en büyük ayıbı olan
açgözlülüğü, şeyh yedi başlı bir ejderhaya; kıskançlığı, gözleri boynunda, dili
yüreğinde olan bir dev’e; hayvansal duyguları, dumanlar içindeki bir dağda
yaşayan korkunç canavarlara benzetiyordu. Sürekli panik halinde yaşayan bu
canavarların kafaları yalnızca gözden, bedenleri ise yalnızca elden oluşuyordu.
Müridlerinde, iğretilemeli
düşünme yetisi geliştirmeye çalışıyordu şeyh. Geçirebileceği bütün
deneyimlerden geçirdikten sonra, kendilerinden, tutku ve arzularından arınmış
birer bitki ve hayvana dönmelerini istedi. Sınırsız hayal gücüyle Celâleddin
bütün müridlerden önce başardı bunu.
Kış geçti, bahar yerini
yeniden yaza bıraktı. Celâleddin zayıflamış, kavrulmuştu. Saçları uzamış,
sakalı yeniden göğsünü dövmeye başlamıştı. Ama eskisi gibi fazla kıvırcık
değil, düz ve sertti sakalı; tıpkı kürek gibi. Bakışları dışarıya değil, kendi
içine yönelik olduğu için çevresinde olup bitenleri hiç ayırt etmiyor gibiydi.
Ama bazen, geceleyin, avluya çıkıp karanlık ve bol yıldızlı gökyüzünün altında
bedenini bahar rüzgârının serinliğine bıraktı mı ya da erkenden kalkıp duvar
dibinde sabah güneşinin bedenini ısıtışını duyumsadı mı, tir tir titremeye
başlıyordu. Korkudan mı, sevinçten mi, yoksa bir önseziden mi, belli değil.
Bu taşkın duyguyu ilk kez,
“yol”culuğunun ilk duraklarındayken duymuştu: vera, zühd ve fakr
duraklarında... “Yol”culuğunun ikinci yarısında, özellikle de rıza durağında
ise, derin bir ruh huzuru içinde bulmuştu kendini. Doğa sahneleri, deniz, ateş,
dizi dizi insan yüzleri gibi değişik görüntüler canlanmıştı zihninde. Öbür
müridlerin gördüklerini söyledikleri, uzun, ak giysiler içindeki kutlu
ihtiyarlara hiç benzemeyen görüntülerdi bunlar.
Yol gösterici, duraktan
durağa başarıyla geçen, dile getirilmesi en zor duyguları, dünyadan, doğadan
tablolarla kolayca betimleyen öğrencisini gizli bir hoşnutlukla izliyordu.
Bir gün, akşam söyleşisinden
sonra, şeyh ve müridleri derin düşünceye dalmışlardı. Dışarıda, içeriye sızmak
için iğne ucu kadar delik arayan bir rüzgâr uğulduyordu. Mangalda yanan
kömürlerin üzerinde küçük alev dilimleri oynaşıyordu. Şeyh, birden:
“Ziya’ya bir tabak kavurma
verin!” dedi.
Bunu söylerken ne başını
çevirmiş ne de bakışlarını mangalın üzerindeki alevlerden ayırmıştı.
Müridlerin en genci olan ve
en arkada oturan Ziya, bir çığlık kopardı, suçüstü yakalanmış gibi kendini
yalvarırca yere attı. İçinde bastırıp yok edemediği düşünceyi şeyh nasıl
anlayabilmişti..? Hem de onun yüzüne bile bakmazken..? Bakışları mangaldaki
ateşe dikiliyken..?
Mısır’dan gelen ve o gece
medresede Seyid’in konuğu olan bir derviş, konukluğun verdiği cesaretle, şeyhe
bu mucizeyi nasıl gerçekleştirdiğini sordu.
“Çok kolay,” dedi Seyid.
“Yirmi yıl var ki ben içimde tek bir arzu duymadım. Yüreğim, pırıl pırıl bir
ayna gibi. Bu yürekte bir arzu belirirse eğer, bu kesinlikle bir başkasının
arzusunun yansısı demektir. Arzuyu duyanın kim olduğunu bilmekse, hiç zor
değil. Bunların hepsi benim müridim çünkü!”
Bir tek Celâleddin, birkaç
kez şaşırtmıştı şeyhi. Bilginler Sultanı’nın oğlunun düşüncelerinin akışı, ruh
halindeki değişmeler, duygularını dile getirirken yarattığı imgeler, zaman
zaman şeyh için bile giz olarak kalabiliyordu.
Bu, Celâleddin’e yol
göstericilik görevinin bittiği, daha doğrusu “yol”un sonuna yaklaşıldığı
anlamına geliyordu. Şeyh, kafasından şöyle bir hesap yaptı: Gerçekten de,
yakında bin bir gün olacaktı; sufilerde geleneksel olarak çilenin süresi de bu
kadardı.
Çilenin üçüncü
ilkyazındaydılar. Seyid bir gün Celâleddin’i çağırdı.
“Ömrümün son demlerindeyim...
Bu bakımdan, dünya gözüyle, kırk günlük yalnızlık ve orucu, seyir denizine
gömülüp ilham incisini çıkarışını da görmek istiyorum.”
Bir yıl önce olsa, bu sözlere
nasıl sevinirdi Celâleddin! “Yolcu”nun çektiği çilelerin sonuncusu olan kırk
gün boyunca bir hücreye kapanmak, yol’un da sonuna gelindiği anlamını
taşıyordu. Ama anlaşılan geçen iki yıl boşa geçmemişti: Çünkü Celâleddin artık
bu yolun sonunun falan olmadığını biliyordu. Hakikati aramak için çıktığın bu
yolculukta onu ne zaman bulabileceğini bilmek şurda dursun, genel olarak bulup
bulamayacağını bile bilemezdin. Ne var ki, bu işte eski durumuna dönebilmen de
olanaksızdı.
Diyecek bir şey yoktu; buyruk
buyruktu; başını sessizce öne eğdi:
Seyid, küçük bir seccade, bir
testi su ve biraz arpa ekmeği konarak hücrenin hazırlanmasını buyurdu. Ertesi
sabah da Celâleddin’i hücresine kendisi götürdü, hayır dualar edip onu orda
bıraktı, sonra da hücrenin kapısını kapayıp, kendi elleriyle kille sıvadı.
Kırk günlük süre içinde şeyh
iki kez uğradı hücreye. Boş testiyi dolusuyla değiştirdi ve Celâleddin’in yüzüne
bakmamaya çalışarak, girdiği gibi sessizce çıktı. Oysa Celâleddin onun girişini
fark etmemişti bile.
İlkinde, sufi deyişiyle,
başını hayret yakasının içine çekmiş, kendinden geçmiş bir durumda düşünme
köşesinde oturuyordu. Onu böyle görünce şeyhin aklına Kur’an’dan bir ayet
gelmişti: “Size ibret yine sizsiniz, ama bundan haberiniz yok.”
İkinci girişinde Celâleddin’i
gözyaşları içinde bulmuştu: Yüzü duvara dönük, hıçkırıklardan boğulurcasına
ağlıyordu. Şeyh ona ne bir şey sordu ne bir şey söyledi; yine sessizce çıktı
hücreden.
Sonunda süre doldu. Müridi
için sonsuz heyecanlanan şeyh son geceyi gözünü kırpmadan geçirmişti. Şafakla
beraber, kapıyı söktürdü ve içeri ilk kendisi girdi.
Küçük kubbesinin tepesindeki
açıklıktan giren zayıf bir ışıkla aydınlanan hücrenin ortasında duruyordu
Celâleddin. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme vardı.
Her ne arar isen, sendedir,
sende.
Kırk gündür Celâleddin’in
ağzından dökülen bu ilk sözler, yol göstericiyi anlatılması imkansız bir
heyecan içinde bıraktı. Kolları, yel değirmeninin kanatları gibi çırpındı...
başından eksik etmediği yeşil sarığının ucu omzundan göğsüne, göğsünden omzuna
gidip geldi birkaç kez... Sonra da, artık bastırmayı sürdüremediği bir çığlık
koptu ta göğsünden ve koşup müridine atıldı, onunla kenetlenmiş olarak öylece
kaldı.
Nasıl heyecanlanmasındı şeyh:
Celâleddin, şeyhin hücreye ilk girişinde aklına gelen ayete karşılık vermişti!
Şeyhinin düşüncesini okuyan mürid, artık müridlikten çıkmış, ârif olmuş
demekti.
Heyecanı yatışıp dilinin bağı
çözülünce:
“Gizli, açık bütün bilimleri
kavramış bulunuyorsun,” dedi şeyh. “Benim gibi değersiz bir kuluna, dünya
gözüyle senin bu halini gösterdiği için rabbime şükürler olsun! Şimdi artık git
ve insanlara yaşadıklarının dışındaki yeni hayatı tanıt, kalplerini iyiliğin
ışığıyla doldur...”
Aynı gün şeyh, Celâleddin’e,
serbest ucunu sağ omuzu üzerinde bıraktığı ulemalık sarığını sardı; âriflerin
giydiği hırkayı giydirdi. Sonra da müridlerini toplayıp, artık yol
göstericilerinin kendisi olmadığını, bu görevi, babası Bilginler Sultanı’na
değimli bir oğul olduğunu gösteren Celâleddin’in üstleneceğini söyledi. Şeyhin
bundan sonra yaptığı da, Konya’ya ilk gelişinde Celâleddin’in kendisini
yerleştirdiği hücreye gidip kapanmak oldu.
Celâleddin, yol göstericilik
görevine ek olarak yeniden Gevhertaş medresesinde müderrisliğe başladı.
Müridleriyle söyleşiler yapıyor, vaazlar veriyor, öğrenciler yetiştiriyor, din
bilginleriyle tartışıyor, herkese açık meclisler düzenliyordu.
İnsanlar onun için artık
eskiden olduğundan çok daha açıktı. Bir kitap gibi okuyordu onların içlerini.
Öyle ya, bir insanın çekebileceği her şeyi çekmiş, düşleminde, bir insanın
insan olmazdan önce aşacağı bütün yolu aşmıştı. Az ama öz konuşuyordu. Ama
inanç doluydu sözleri; en önemlisi de, ta yüreğinin derinlerinden çıkıp gelen
sözlerdi bunlar ve ettiği her söz tam hedefi buluyordu. Meclisleri, her gün
biraz daha kalabalık olurken, müridlerine her gün yeni müridler ekleniyordu.
Acının Sesi
Bir yıl daha geçti. Önceleri
Celâleddin her akşam şeyhiyle söyleşiyor, gün boyu biriken duygu ve
düşüncelerini onunla bölüşüyordu. Sonra gitgide bu söyleşiler seyrekleşmeye
başladı: Seyid geceleri ya dua ediyor ya da derin düşünceye dalıyordu. Bir süre
sonra ise, söyleşiler büsbütün kesildi.
Seyid, kuşun artık
kanatlandığına, varlığıyla onun uçuşuna engel olmamaya karar vermişti. Hatta
birkaç kez Celâleddin’e Kayseri’ye göçmek istediğini bile söylemişti. Ama
Celâleddin bırakmamıştı kendisini. Şeyhin deneyimlerine ve bilgeliğine
başvurmak, ona yüreğini açmak –evet, yüreğini birine açman gerekirdi, çünkü
ayna olmadı mı yüzünü göremezsin–, bir bahadırın, kullanmasına hiç gerek
kalmayacağını bilse de, belindeki kılıçtan duyduğu güvene benzer bir güven
veriyordu ona.
Sıcak bir yaz günü, ihtiyarın
gönlünü şenlendirmek isteyen müridleri, kendisini bir katıra bindirip, kent
dışına, bahçelerin serinliğine çıkarmak istemişlerdi. Kentin doğu kapılarından,
yani on yedi yıl sonra Celâleddin’in Moğol ordugâhına gitmek üzere çıkacağı
Halkabeguş kapılarından çıkarak, Kayseri yolundan ağır ağır bahçelere doğru
ilerlemeye başlamışlardı. Resmi dildeki adı Dar ül Feth olan Kayseri –Sultan
orduları sefere çıkmadan önce orada toplandıkları için bu ad verilmişti kente–
devletin ikinci başkentiydi. Kayseri yolunda olduklarını fark eden şeyh,
dalgınlaşmış, yıllar öncesini, bu kentteki yaşamını düşünmeye başlamıştı. Nasıl
oldu anlayamadı: katır, yolun kıyısındaki çalıların yeşil yapraklarına
uzanmıştı herhalde... Sonra dengesinin bozulduğunu hissetmiş, yol boyu uzanan
arka düşmemek için bir sıçrayışta arkın üzerinden atlayınca da, Seyid kendini
yerde bulmuştu.
Bayılan şeyhlerini güçlükle
ayıltan müridler, kendisini lanet olasıca katırın üstüne yeniden oturtarak,
Sultan ordusunun komutanlarından İsfahsalar’ın bahçesine kadar getirmişlerdi.
Katırın her adımında dayanılmaz ağrılar duyan şeyhi, kale duvarlarına yaklaşık
yarım fersah çeken bahçede indirmişler ve hemen Celâleddin’e haber salmışlardı.
Celâleddin bir ata atlayıp
yel gibi yetişmişti bahçeye. Sonra ilk iş, bir bıçakla şeyhin çizmesini
kesmişti. Bacağı kırılmıştı şeyhin. Yaraya, acıyı alan bir merhem sürmüş, sonra
çıkık kemiği yerine oturtarak, büyük bir meşeden eğmeç biçiminde çıkardığı iki
kabuğu destek yapıp sıkıca sarmıştı.
Bütün bu işlemlere gıkını
çıkarmadan katlanmıştı Seyid. Ta ki Celâleddin işini bitirip yüzüne kaygıyla
bakınca:
“Doğrusu müridime diyecek
yok!” demişti sitemle. “Önce şeyhinin arzusunu kırdı, ardından da arzusunu
gerçekleştiremesin diye bacağını!”
Utançtan allar bastı
Celâleddin’in yüzüne: Gitmek, özgürlüğüne kavuşmak istiyorsa, şeyhini burada
tutmaya ne hakkı vardı!
Şeyhin bacağı iyileşip de
sopaya dayanarak hücresinden çıkmaya başlayınca, Celâleddin:
“Şeyhimiz bizi bir dosttan ve
yol göstericiden yoksun bırakmayı neden bu kadar çok ister?” dedi. “Yoksa
bizden bir şikayetti mi vardır?”
“İki aslan aynı yuvada
kalamaz!” dedi Seyid. “Merak etme, yakında dostun olacak!”
Yüreği burkularak salıverdi
ihtiyarı Celâleddin. Sanki bir daha görüşemeyecekleri yüreğine doğmuştu. Seyid,
iyice güçten düşmüş, bir deri bir kemik kalmıştı.
Çok geçmedi, Kayseri’den acı
haber ulaştı: “Fahr-al-meczûbin” Seyid-i Sırdan, bu geçici dünyadan ayrılıp,
sonsuzluk dünyasına göçmüştü.
Aynı gün Celâleddin yanına
bir tek kuyumcu Selâhaddin’i alarak Kayseri’ye doğru yola çıktı. Selâhaddin,
rahmetli şeyhin en sevdiği müridlerinden biriydi ve Celâleddin’le birlikte çile
çekmişti.
“Şeyhim Bilginler
Sultanı’ndan edindiğim iki hazinem vardır: Güzel konuşma ve esin. Güzel
konuşmayı Celâleddin’e armağan ettim, çünkü onda zaten fazlasıyla esin var.
Selâhaddin’e ise, tek eksiği olan esini armağan ettim.”
Rahmetli Seyid Burhaneddin’in
bu sözünün üzerinden yıllar geçmişti sanki.
Önce Bilginler Sultanı, sonra
Gevher, şimdi de Seyid Burhaneddin... Otuz üç yaşında olmasına karşın sakalına
aklar düşmüş Celâleddin, kendini koca dünyanın ortasında yapayalnız kalmış gibi
duyuyordu...
Kış başlarıydı. Dağ geçitleri
kapanmıştı. Bu yüzden epey çetin, dolambaçlı bir yoldan gitmeleri gerekiyordu.
Böylesi bir yolda Selâhaddin’e, onun soğukkanlılığına gereksinimi vardı.
Sertçe esen rüzgârla birlikte
yüzlerini kamçılayan yağmura karşı at süren bu iki kişi garip bir çift
oluşturuyordu. Kor gibi bakışları kendi içine çevrilmiş, başındaki leylak rengi
sarığın ucu rüzgârda yas bayrağı gibi dalgalanan, zayıf bir Celâleddin... ve
üzerinde kara bir kaftan bulunan, gür, ak sakalı atın koşuşuna uygun olarak
göğsünü döven, elli yaşlarında, duruşu azametli, ama kır düşmüş gür kaşlarının
altındaki gözleri çocuksu bir Selâhaddin...
Selâhaddin’in köyü Kâmil’de,
Ahi şeyhinin tekkesinde geceledikten sonra yeniden yola düzüldüklerinde,
Celâleddin nedense, yanı başında at koşturan kuyumcu ustasını, bir uçurumun
kıyısında bitmiş, son anda tutunduğu biricik dal parçası gibi gördü. Bu
önseziyi, şu düşünce izledi: Son saygı görevlerini yerine getirmek için
şeyhlerinin mezarına doğru at sürerlerken, ikisi gerçekte birbirlerine doğru
koşuyorlardı.
Önsezisi doğru çıktı ozanın.
Yol göstericisini kaybetmişti, ama onun öldüğü yere giden yolda, ömrünün sonuna
dek kendisine bağlı kalacak, onu herkesten iyi anlayacak gerçek bir dost
kazanmıştı. Ve tabii onunla birlikte, üyesi olduğu Ahilik örgütünden binlerce
yeni yandaş da... Ama daha o günlere gelinebilmesi için kendisini çok uzun bir
yol bekliyordu.
Sultanın Kayseri valisi Sahib
Şemseddin, Seyid’in toprağa verilmesi işiyle kendisi ilgilendi ve hayatı
boyunca görünüşü, gösterişi küçük gören bu hakikat erinin gömülme töreninin her
türlü aşırılıktan kaçınılarak, ama öte yandan da merhumun saygınlığına yaraşır
bir ağırlıkta yapılmasını buyurdu. Yakınlık ve güleryüz göstererek Seyid’in son
günlerini huzur içinde geçirmesini sağlayan valiye Şeyhinin kitaplarından anı
olarak almak istediklerini armağan eden Celâleddin, hiç zaman yitirmeden
Selâhaddin’le birlikte Konya’ya döndü.
Seyid’in ölümü Celâleddin
için, tarikat yıllarında binbir emekle yükseltilmiş metanet kalesini yerle bir
eden bir darbe oldu. Yüreğin dinginliğini koruyan duvarlar yıkıldı: Dinginlik
onun yüreğine göre değildi anlaşılan.
Seyid’in kendisine sık sık
yinelediği bir söz vardı: “Ben esrik, coşkulu, çılgın bir adamım. Bu yüzden de
evde kadın, çocuk gibi sorumluluklar alamam. Ama sen sakın unutma: İslamda
nikâh ‘lazım’dır.”
Hem sıkıntılarını unutma
umudu, hem de şeyhinin buyruğunu yerine getirme arzusuyla, Celâleddin evlenmeye
karar verdi.
Muhammedşah dulu Kira Hatun
düştü bahtına. Düğünsüz derneksiz, sessizce getirdi hanımını evine; ilk
kocasından olma beş yaşındaki Yahya’yı da kendine oğul edindi.
Güzel, uysal bir kadın olan
Kira Hatun, sınırsız bir saygıyla bağlı olduğu kocasına biri oğlan biri kız iki
çocuk doğurdu.
Ama bu evlilik Celâleddin’e,
Gevher’le Larende’de yaşadıklarının hiçbirini vermedi, öyle uzaklara gitmişti
ki, artık karısının onun iç dünyasına girebilmesi tümüyle olanaksızdı.
Geceleri, insan boyundaki
çıraların ışığında, durmaksızın, babasının söyleşilerini ve Seyid’in öğütlerini
okuyordu. Gündüzleriyse ilahiyatla ilgili çeşitli sorunlar üzerinde düşünüyor,
Senaî ve Attar’ın divanlarına gömülüyor, fani dünyanın gündelik telaşıyla alay
eden karamsar Arap ozanı Muttannabi’nin şiirlerini okuyordu. Ama ne uykusuz
geçen geceler ne bedenini açlıkla terbiye, ne evlilik, ne kitaplar... hiçbiri
yüreğini dolduran acıyı, bu acıdan yükselen kahredici sesi bastıramıyordu.
Yüreğini dolduran acıya
ilgisiz kalmayacak, bu acıyı paylaşacak insanların bulunduğunu ve hakikat
yolunda kendi içine gömüldüğü yıllarda, tekke duvarlarının dışında gelişen
olayların halkta derin bir umutsuzluk yarattığını, ancak vaazlarını dinlemeye
önce yüzlerce, sonra binlerce insan akın etmeye ve medresesiyle tekkesi
öğrencilerine ve müridlerine dar gelmeye başlayınca anladı.
Sultan I. Alaeddin Keykubad
dünyadan göçeli çok olmuştu. Sultanı, Gıyaseddin’in zehirlediğini herkes
biliyor, ama kimse bunu açıkça söyleyemiyordu: Zehirli bir duman gibi korku kol
geziyordu başkentte. Sultanı, hayal perdesindeki deriden kuklalar gibi
parmağında oynatan Vezir Kobyak, o dönem için bile insanın aklını durduracak
bir kıyım politikası uyguluyor ve çeşitli kışkırtmalarla Sultan Alaeddin
döneminin bütün yöneticilerini ve genel olarak kendisi için tehlikeli olabileceğini
düşündüğü herkesi öldürtüyordu. Kimileri evleriyle birlikte yakılıyor, kimileri
çağrılı oldukları şölenlerde tuzağa düşürülüp öldürülüyor, kimileri de uydurma
suçlamalarla idam ediliyordu. Yeni Sultan ava gidip, şarap içip, cariyeleriyle
eğlenerek iktidarın keyfini sürerken, Kobyak ve çetesi de devlet hazinesini
yağmalıyor, tüccarı haraca kesiyor, esnaf ve zanaatkârı anasından doğduğuna
pişman ediyordu. Küçük bir jurnalle insanlar sokaklardan, pazar yerlerinden
toplanıyor, doğruca cellat kütüğüne götürülüyordu. Fetvalarıyla Kobyak’ın
kudurmuşluklarını onaylayan din adamları da eksik değildi. Ve herkesin yaptığı
yanına kâr kalıyordu.
Oysa Sultan I. Alaeddin
Keykubad baba katili oğluna güçlü bir kale, onlarca yıldır yenilgi yüzü
görmemiş, zamanında Cengiz Han’ın bile korkulu rüyası olmuş binlerce kişilik
güçlü bir ordu bırakmıştı.
Bu güçlü ordu Sivas
dolaylarında Moğollarla karşı karşıya geldiğinde, görmüş geçirmiş komutanlar,
genç Sultan Gıyaseddin’e, dağ geçitlerinin tutulmasını, Moğolların asıl güçleri
olan süvarileri savaş alanına sokmalarını engellemek için sayısız tuzak
kurulmasını, tek tek her taşın, her kayanın savunulmasını öğütlemişlerdi. Ama
Gıyaseddin bu çok yerinde öğüdü tutacak yerde, Kobyak’ın çevresine toplanmış,
askerlikten, savaştan hiçbir şey anlamayan, ama şarap sarhoşu genç hükümdarın
bir de zafer sarhoşu olmak istediğini sezen çanakyalayıcıların, “İslamın koca
sultanı, dağın Kürdü gibi tuzak kurup düşmanın bu tuzağa düşmesini mi
beklermiş?! Size yaraşan, Moğol’un üstüne yürüyüp savaş alanında işini
bitirmektir!” öğüdüne uymuştu.
Despot hünkarın çevresindeki
dalkavuklar güruhu, böylece, koca Selçuklu Devleti’nin alınyazısını da
belirlemişti.
23 Haziran 1243 günü Kösedağ
mevkiinde iki sancak karşılaştı: Selçuklu-Abbasi ordusunun kara sancağıyla,
Moğolların kızıl sancağı.
Moğollar, hep yaptıkları
gibi, sağ kanada en seçme Gürcü ve Ermeni yiğitlerden oluşan vurucu birliği
yerleştirmişlerdi. Selçukluların da kiralık Hıristiyan askerleri vardı ve
bunlar Gürcü Darlan Şarvanidze’yle, Ermeni prensi Van’ın komutası
altındaydılar. Ama düşman saflarını ilk yaran yiğit Gürcü komutan, aynı zamanda
Selçuklu Ordusunun da ilk şehidi oldu. Komutanlarını yitiren birliğin dağılması
ise çok sürmedi.
Bütün zayıf karakterli
kişiler gibi, Gıyaseddin bu ilk başarısızlıktan korkuya düştü. Ordusundan
düşman saflarına dalan ilk birliğin dağılmasını yenilgi gibi algıladı. Postu
kurtarmak için bir sıra neferi kılığına girerek, ordusunu alınyazısıyla baş
başa bırakıp, Tokat’a doğru kaçtı.
Ordu paniğe kapılmış, kaçmaya
başlamıştı. Moğollar kaçanların omuzlarında girdiler Selçuklu ordugâhına ve
silah, araç, gereçlerle yedek yiyecekleri, halıları, çadırları yağmaladılar.
Selçuklu Sultanı’nın çadırı son derece gösterişliydi. Çadırın iki yanına,
egemenlik ve güç simgesi olarak aslan, kaplan ve leopar bağlanmıştı. Ama
Sultanın yüreği tavşan yüreği olduktan sonra, bu güç simgeleri ne işe yarardı!
Ordugâhı yağmalamalarına
karşın Moğollar yine de tam üç gün pusu, tuzak korkusuyla daha fazla
ilerleyemediler. Sivas kapısında Moğolları Kadı Necmeddin değerli
armağanlarıyla karşıladı. Armağanlar Moğol noyanın kalbini yumuşatmıştı: Üç gün
boyunca kenti yağmaladıktan sonra, halkın canını bağışladı.
Çeyrek yüzyıldır fetihten
fetihe koşan Moğollar artık bir şeyi çok iyi anlamışlardı: Eğer kendilerine
karşı direnmemişlerse, halka ölüm korkusu salmak, onu öldürmekten daha iyiydi.
Çünkü ölülerden vergi, haraç alamazdın. Ama Sultanın her sefere çıkışında
ordusunu topladığı “Dar ül Feth”i bağışlamadılar. Bütün erkekler kılıçtan
geçirildi Kayseri’de; kadın, çocuk, usta ve sanatkârlar köle olarak götürüldü;
yolculuğa katlanamayanlarla, hasta ve güçsüzler de birer mızrak darbesiyle ayak
bağı olmaktan çıkarıldılar.
Tam üç ay Selçuklu Devleti’ni
yağmalayan Moğollar, sonunda kış konakları olan Kafkasya’ya çekildiler. Artık
Selçuklu yurdunun bir ucundan öbür ucuna her yanında kızıl Moğol bayrakları
dalgalanıyordu.
Zahire ambarları
boşaltılmıştı. Bağlar bahçeler viranhaneye dönmüş, bir zamanların bolluk,
bereket ülkesinde açlık kol gezer olmuştu.
Moğolların, kendilerini
Selçuklu ülkesinin tek hakimi olarak görmeleri ve Celâleddin’in Kazanviran
tepelerinde sabahladıktan sonra Konya halkının başına kötü bir şey
gelmeyeceğini söylemesi için daha on beş yıl gerekecekti.
Bu ilk yenilgiden sonra,
açlıktan kırılan halk batıya, Bizans sınırına doğru akın etmeye başlamıştı. Bir
zamanlar ülkelerinden kaçmak için yolları dolduran Harezmlilerin,
Horasanlıların yaşadıkları acıyı şimdi de Selçuklular yaşıyorlardı. Türklerin
altın, gümüş, halı ve her türlü değerli eşyaları, bir lokma ekmek karşılığı
Bizanslı prenslerin ve tüccarların eline geçiyordu.
Bir kargaşa dönemi
başlamıştı. Toparlanıp kendilerine karşı bir güç oluşturulmasını önlemek için
Moğollar, devleti birkaç parçaya böldüler; bu da yetmedi, devletin başındakiler
arasına da ayrılık tohumları ektiler. Başkent Konya’da aynı anda üç sultan
birden vardı: Gıyaseddin’in üç küçük oğlu... Aslında bunların üçü de sultan
falan değil, yalnızca Moğolların “haraçgüzar”ıydı. Kendini Sultan Alaeddin’in
oğlu gibi gösteren düzmece Türkmene bağlı eşkıya çeteleri, başkentin çevresinde
bile soygun ve yağmalar yapabiliyorlardı.
Ve koruması altına girilecek,
yardımı istenecek hiç kimse yoktu.
Böyle kargaşa ve umutsuzluk
dönemlerinde hep olduğu gibi, basit halk, bakışlarını yine Tanrı’ya yöneltmişti.
Manevi bir destek, avunç arıyordu; ama resmi din büyüklerinden değil, sufi
şeyhlerinden, çileci dervişlerden... Fakihlerin ve ulemanın Selçuklu döneminde
de, Moğol döneminde de karnı toktu; sufi erleri ve çileci dervişlerse hiç
değilse açlığın ne olduğunu kendi deneyimleriyle biliyorlardı. Kavga, kargaşa,
yabanıllık dönemlerinde insanları birbirlerini sevmeye çağırıyorlar, zorbalara
karşı canını değilse bile, insan onurunu korumanın yolunu öğretiyorlardı.
Evet, sufi şeyhler her ne
kadar öbür dünyayla ilgili olsalar da, Moğol’un bile ellerinden alamayacağı
yüce değerlere sahiptiler.
Celâleddin de işte tam bu
dönemde ün kazandı ve Konya’nın en sevilen sufi vaizi oldu.
Dünyada bilinebilecek her
şeyi biliyordu; aklın ulaşabileceği her şeye ulaşmıştı aklı. Ama kabaran
yüreklere karşı elinden ne gelebilirdi?
Kendini anlamıştı. Kendini
anladığı için insanları da anlamıştı. Ama bu, ona sevinç getirmemişti.
Anlamış kişi, yani ârif,
yiyecek bulmak için yuvasından uçup gitmiş, ama aradığı yiyeceği bulamadığı
gibi, yuvasına dönüş yolunu da bulamamış kuşa benzerdi. Ruhsal bir kargaşa,
heyecan ve panik haliydi ârif için hayat.
Şam yolunda konuştuğu münzevi
dervişin sözlerini gitgide daha sık hatırlar olmuştu: Yüreğinden yükselen acı
haykırışlar, halkın çektiği acıların da eklenmesiyle kat kat artarken, tef
sesinden en ufak bir iz yoktu. Şeyhi Seyid-i Sırdan’ın, “Yakında kendine bir
dost bulacaksın” sözleriyle işaretini verdiği Tebriz’den doğan güneş Konya’yı
ışıtana dek, bir tef sesini duyamayacaktı.
Evet, o bu buluşma gününe
hazırdı: Tıpkı ovulup temizlenmiş, yağı doldurulmuş, yerine yerleştirilmiş bir
kandil gibi... Kendini yakacak bir kıvılcım bekliyordu. Tebrizli güneşin
Konya’ya geldiği gün yandı bu kandil; bir daha hiç sönmemecesine...
Hayatında o gün yer almasaydı,
kendisi ne olurdu? Müslüman dünyasının, bilge ya da cahil, esrik ya da pısırık,
ünlü ya da ünsüz binlerce, on binlerce şeyhinden, din ulusundan biri. O gün, o
günkü karşılaşma oldu onu o yapan.
O gün vaazı, namazı, ayeti,
duayı, bilimi, bilgiyi bir yana bıraktı. Aşktan, insanı sevmekten başka her
şeyi bıraktı.
Bir
zamanlar düşmezdi elimden Kur’an
Şimdi onun
yerini rebab aldı
Hiç
durmadan Tanrı’yı anan
Dudaklarım
şiirin eline kaldı.
Celâleddin doğruldu. Sanki
aradan çeyrek yüzyıl geçmemiş gibi açık, aydınlık bir biçimde canlandı o gün
belleğinde. Çınlayan, genç bir sesle hizmetkâra seslendi:
“Bana Hüsameddin Çelebi’yi
çağır!”
Hazırdı artık. Aşk güneşinin
adına, büyük yapıtını tamamlamak için çalışmaya başlayabilirdi.
Uyku sersemi hizmetkâr,
Sencer camisinden yanında “sır kâtibi” Hüsameddin’le birlikte döndüğünde,
kentin üstüne yeniden gecenin karanlığı çökmüş, açık ağzı yukarı dönük yeni ay,
ufukta yarım mızrak boyu yükselmişti.
Hüsameddin içeri girerken,
kendisine selam yerine şu sözlerin söylendiğini duydu:
“Ey kalplere hayat düşüren
Hak ziyası Hüsameddin! Ey, ârifler ulusu, kalplerin ve akılların emini! Ey,
gönlün ve dinin Husâmı! Nicedir altıncı cilde başlayalım der dururdun...
Hazırsan, geç, buyur hadi...”
Böylece Mesnevi’nin son
cildine başladılar.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Güneşle
Karşılaşma
Dünyada ne
çok insan vardır ki, yaşıyorlar
diye
biliriz, ama ölüdürler; ve ne çok insan
vardır ki,
ölüdürler diye biliriz, ama yaşıyorlardır.
Ebu Hasan El Harakani
Yolcu
Hicri takvime göre 642 yılı
cumadalahir ayının yirmi beşinci günü, miladi takvime göre ise 25 Aralık
1244’te, Kayseri’yi Konya’ya bağlayan yolda, yapayalnız bir yolcu ilerliyordu.
Altındaki ufacık, boz eşeğin ahenkli yürüyüşüyle öne arkaya sallanan yolcu,
ılık güz güneşi altında uzanan vadiyi dikkatli bakışlarla süzüyordu.
Yol boyu geçtiği Selçuklu
kentlerinin hemen hepsi bir yıkıntı halindeydi. Ipıssız uzayıp giden yolun iki
yanında yer yer kemikler görülüyordu. Kemiklerin başına toplamış besili
kargalar öylesine yağ bağlamışlardı ki, üzerlerine doğru gelen yolcuyu görünce
uçup kaçacak halleri kalmadığı için, isteksiz bir iki adımla, yolun iki yanında
uzanan sürülüp ekilmemiş mahzun tarlalara doğru geriliyorlardı. Havada
aladoğanlar, alıcıkuşlar kanat çırpıyordu. Bu ıssız yerlerden pek seyrek de
olsa, okçuların eşliğinde, sırtında uzun bir saç örgüsü sallanan, çekik gözlü
bir han ulağının dörtnala geçtiği görülüyordu. Kim bilir hangi uzak
diyarlardan, hangi gizli haberi iletiyordu bu ulaklar?
Kervansarayların çatıları
yoktu. Geceleri, insanın içini ürperten uzun kurt ulumaları duyuluyordu; Moğol
zaferlerine övgü düzüyordu sanki kurtlar.
Çocuklara okuma yazma
öğretmekle birkaç yıl geçirdiği Erzurum’da, tanıdığı kimseyi bulamamıştı yolcu.
Yıkıntılar arasında ürkek, soluk gölgeler dolaşıyor; geceleriyse kentin
alanlarına kurulmuş çadırlardan, testi testi içtikleri kımızla sarhoş olmuş
Moğol askerlerinin vahşi ulumaları duyuluyordu.
Ahilerin verdikleri öğütler,
ettikleri yardımlar olmasaydı, yolcunun herhalde şu önünde bulunduğu vadiye dek
ulaşabilmesi olanaksızdı. Tebriz’den yola çıktığı andan başlayarak, Ahiler,
elden ele aktarılan bir mektup gibi, kendisinin menzilden menzile ulaşmasını
sağlamışlardı.
Konya dolaylarında da yer yer
yıkıntılara rastlanmaktaysa da, manzaraya hakim olan daha çok sürülmüş tarlalar,
üzerleri meyve yüklü ağaçlardı. Avurdu avurduna geçmiş, ama inatlarından bir
şey yitirmemiş köylüler, eskiden olduğu gibi, kımıl kımıl, bahçelerde
çalışıyorlar, arpa dövüyorlar, tezek kurutuyorlardı. Uzaklardaki tepelerde,
gerçekte eskisine göre seyrelmiş olmakla birlikte, yine de dışardan bakan
birine sayısızmış gibi görünen koyun sürüleri otluyordu. Yol, yük hayvanlarının
ayakları altında ezile ezile iyice sıkışmış, sertleşmişti.
Öğleden sonra önce minareler,
ardından da kentin kale duvarları göründü. Aslan ve melek kabartmalarıyla süslü
kulelerin mermerleri güneşten ışıl ışıldı. Kale duvarları çevresindeki derin
hendeği dolduran suda göğün maviliği yansılanıyordu. Hendekler üzerindeki
zincirli köprüler de hiçbir şey olmamış gibi, salıverilmişti. Tüm ülke üzerinde
esen kanlı kasırgadan bu kenti koruyan ne olmuştu?
Yolcu, yüzyıllık çınarların
gölgesinde eşeğinden indi. Kente girmezden önce, üstüne başına düzen vermesi,
düşüncelerini toparlaması gerekti. Eşeğin üzerindeki heybeden hasırını
çıkarmaya davrandığı sırada, çınarların altında, kendisininki gibi ufacık bir
eşeği yeden bir köylünün bulunduğunu gördü. Köylünün eşeğinin iki yanına
kocaman iki sepet çatılmıştı. Bakışlarıyla köylüyü ve eşeğini izleyen yolcu,
çınarların hemen gerisindeki tarlada, büyükçe bir karpuz tepeceği gördü ve
eşeğini o yana doğru sürdü.
Ardında ayak sesleri duyan
köylü, ürkek ürkek başını çevirip baktı ve durdu. Şalvarının üstüne kocaman bir
kırmızı kuşak bağlamış bir Türk köylüsüydü bu. Bedeni güneşte kurumuş gibi
cılız, yüzü yanıktı. Sağ yanağında büyükçe bir ben vardı.
Yolcu, köylünün yanına
varınca, kendisine bir karpuz satıp satamayacağını sordu. Köylü yanıt yerine,
karpuz tepeceğine uzandı; iki büyük, çizgili karpuz seçti, elinde şöyle bir
tarttı, sonra fiske vurup yokladı ve hoşnut bir ifadeyle yolcuya uzattı
karpuzları. Para kabul etmedi yolcudan. Bir yabancıdan –yolcunun uzaklardan
geldiğini hemen anlamıştı– karpuz için para almak, iyi bir Müslümanın
yapabileceği bir şey değildi ona göre.
Yolcu teşekkür etti. Eşeğini
çınarlardan birine bağladı. Heybesinden çıkardığı hasırı ağaçların gölgesine
serdi. Sonra yine heybeden bir bazlama, bir matara, bir de eğri yemen bıçağı
çıkardı. Tam karpuzlardan birine bıçağı çalacağı sırada, ardından köylünün
sesini duydu:
“Karpuzları soğutsan iyi
olur... Şuracıkta kuyu var!”
Anlaşılan gözucuyla onun her
hareketini izlemişti.
“Yalnız, kuyuya sarkıtınca,
kova karpuzların ağırlığından devriliyor,” diye sürdürdü sözlerini.
“Kolayı var!” dedi yolcu.
Heybesinden bir sicim
çıkardı, göz açıp kapamaya kalmadan iki karpuzu da sımsıkı saran ağ gibi bir
örgü yaptı ve köylüye uzattı.
“İyi akıl!” dedi köylü.
Yolcu karşılık vermedi bu
övgüye.
Karpuzlar kuyuda soğurken,
hasırının üzerinde oturup sırtını çınara verdi, gözlerini yumdu. Besbelli
yolculuk epey yormuştu kendisini.
Kaç yaşlarında olduğunu
kestirebilmek güçtü. Kırk da denebilirdi, elli de. Yüzü esmer, sakalı seyrekti.
Cılız bedenini, Buhara işi renkli bir cübbe örtüyordu. Başında, çevresinde kısa
bir sarık dolanmış bir başlık, ayaklarında yumuşak deriden çizmeler vardı.
Giysilerine göre değer verilecek olursa orta halli bir tüccar olduğu
söylenebilirdi. Gelgelelim bakışları hiç de tüccar bakışı değildi. Yılışık,
yaltak, kuşkulu bakan gözler yerine, kor gibi yanan, delici gözleri vardı.
Heybesinden sicimi çıkardığı sırada, heybede, şeyhlerin asâlarına taktıkları
türden metal bir baston topuzuyla, üzerinde kutsal yazılar bulunan el dokuması
kumaştan bir başlık görmüştü köylü. Sakın bir derviş olmasındı bu yabancı?
Ama yok; elleri derviş eline
benzemiyordu; iş görmeye alışkın, yıpranmış ellerdi bunlar: Tırnakları kalın
kalındı. Sonra, karpuzları nasıl da çarçabuk ağ gibi bir örgü içine
alıvermişti! Hey Yarabbim! Zaman öyle bir zamandı ki, yolda gördüğün bir adam,
sultan da olabilirdi, sıradan biri de!
Yolcuysa, hep öyle gözleri
yumuk, oturuyordu. Belleğinde birbiri ardınca insan suretleri canlanıyordu:
Kurnazı, ahmağı, acımasızı, yufka yüreklisi, açgözlüsü, açık sözlüsü,
sinsisi... Sonra yıkılmış kentler, harabeye dönmüş saraylar, evler, sokaklar...
Yol yüzünden yorgundu yolcu. Ama zihnini zora koşmuyordu. Biliyordu: Hayallerin
böyle dağınık düzen akışlarıyla bulunurdu asıl gerekli olan söz, asıl gerekli
olan imge. Deneyi vardı çünkü; cenk atı neyse, insan ruhu da oydu. Eğitimliyse
eğer, sıyrılır çıkardı beladan, yoksa dehleyip topuklamanın hiçbir yararı
yoktu.
Tebriz’in sokakları canlandı
gözünün önünde. Hülâgu Han’ın tepelediği bugünkü Tebriz’in sokakları değil,
çocukluğunun Tebriz’inin neşe dolu kaygısız sokakları... Sonra, sıradan bir
sepetçi olan babası... Annesiyle birlikte kolera salgınında yitirmişti
babasını.
İşte, göl başında oturmuşlar,
sepet örüyorlar babasıyla birlikte. Kendisi yedi yaşında var yok. Üzerinde bir
entari... Yaranın acımaması için giydirmişlerdi bu entariyi. İki gün önce
sünnet olmuştu. Gözünü bile kırpmamıştı sünnet sırasında. Ve işte şu anda,
alabildiğine gururlu, oturmuş babasıyla birlikte sepet örüyordu. Artık tam bir
erkekti, babasıyla eşitti.
Gölde ördekler yüzüyordu.
İkide bir gölün sığ sularına başlarını daldırıp, çamurlar içinde yiyecek bir
şeyler arıyorlardı. Kıyıda ise, kuluçkadan yavruları daha yeni çıkan dişi
ördekler müthiş bir telaş içinde kanat çırpıyorlar, gırtlaklarını yırtarcasına
bağrışıyorlardı.
Beklediği hayal buydu işte
yolcunun. Saçları ağarana dek kendini hep bir kaz palazı gibi duymuştu yolcu.
Kendisine yaşamı bağışlayan babası da, önünde hakikat yolunu açan Şeyh
kalmışlardı.
Şeyh Ebubekir de sepet örer,
geçimini sepetçilikle sağlardı. Ama o, sıradan bir sepetçi ustası değildi,
Ahilik örgütünün de başıydı. Şeyh Ebubekir’den ne çok şey öğrenmişti! Ahlak
ilkelerinden, hayır, hakikat, adalet üzerine olan görüşlerine dek bildiği her
şeyi hiç esirgemeden vermişti ona şeyhi. Şu deminki köylüyü onca şaşırtan örgü
sanatını bile şeyhinden öğrenmemiş miydi? Ama kendisinde bir şey vardı ki,
Ebubekir bunu görmüyor, anlamıyordu. Bir tek Ebubekir mi? İçindeki gizli ateşi
bugüne dek kimseler anlamamış, kafasındaki düşünceleri bütünüyle paylaşan kimse
çıkmamıştı. Tavuklar arasında kalan çirkin ördek yavrusunun yazgısıydı onunkisi.
Ebubekir’den de bu yüzden
ayrılmıştı: Kendisini anlayacak bir dost, bir şeyh, bir öğretmen bulabilmek
için. Öz kentinden, Tebriz’den, buradaki işliğinden, bağlı olduğu Ahi ocağından
ayrılması da bu yüzdendi. Ne çok ülke dolaşmış, ne bilge kişilerle, şeyhlerle,
alimlerle oturup konuşmuştu! Ama hayır! Hiç kimseden içini yakan sorulara
doyurucu bir yanıt alamamış, hiç kimse onun isyancı ruhunu anlayamamış ve hiç
kimse onun uzlaşamaz düşüncelerine katlanamamıştı. Kendisinden nice şeyler
öğrenmek fırsatını bulduğu büyük bilge İbn el Arabi bile yolcuya fazla
derinlikli gelmemişti. Bilimine, bilgisine diyecek yoktu; ama araç olmaktan
çıkıp amaca dönüşen bilim, hakikat önüne gerilmiş bir perde demekti. Bunu İbn
el Arabi’ye söylediğinde, büyük bilgin boynunu bükmüş ve:
“Sözlerin ne kadar acımasız,
evlat!” demişti.
Bağdat’ta ünlü şeyh
Evhaddedin Kirmani ile söyleşiyorlardı.
“Ne yapıyorsun?” diye
sormuştu bir gün şeyhe;
“Su dolu tasta ayı
seyrediyorum!” demişti şeyh.
Âriflerin diline yabancı
değildi yolcu. Şeyh demek istiyordu ki, her damla suda ve her zerrede hakikatin
mutlak ve mükemmel güzelliğini seyrediyorum. Yolcunun buna verdiği karşılık şu
olmuştu:
“Boynunda kançıbanı mı çıktı?
Neden başını kaldırıp da gökte seyretmiyorsun ayı?”
İbn el Arabi bile onu
anlayamamışsa, başkalarından ne umabilirdi? Ve Kirmani gibi bir bilge sözlerine
katlanamamışsa..? Ama, dünyanın bir yerlerinde onu anlayabilecek, ruhunun
aynası olabilecek biri mutlaka vardı. Hatta kim bilir, duvarları, Moğol akını
öncesinde nasıl idiyse, yine öyle duran şu kentteydi bu kişi? Üzerinde
kuluçkaya yatarak kendisini dünyaya getiren tavuktan fersah fersah ötelerde
bile kendine benzer birini bulamamış bir ördek yavrusu olarak, daha ne kadar
gezip duracaktı şu dünyayı? Yüreğini yakıp kavuran ateş, yoksa bir giz olarak
sonsuza dek kendisinde mi kalacaktı?
“Buyur!”
Varlığını çoktan unuttuğu
köylü duruyordu karşısında. Üzerlerinden yol yol su damlacıklarının süzülüp
yuvarlandığı karpuzları tutuyordu elinde.
Eşeğine çatılı kocaman
küfeler tepeleme karpuz yüklüydü. Neredeyse yere değecekti karpuzların
ağırlığından küfeler. Yolcu, arpa unundan yapılmış bazlamasını ve şarap dolu
matarasını göstererek:
“Buyur, birlikte yiyelim,
kardeş!” dedi.
Köylü ikiletmedi. Bir dizini
kırıp, dik tuttuğu öbür dizinin üzerine abanarak, hasıra oturdu. İlk lokmayı
yolcunun almasını bekledi, sonra, biraz sıkılgan, kendisi kopardı bazlamadan ve
iştahla çiğnemeye başladı.
Sofrada oturuş biçimi,
lokmaları çiğneyişi (önce sağ avurduna alıyordu lokmaları, sonra sol) ve yemeğe
ilk başlayan olmamaya özen gösterişi kendisinin bir “oğlan” olduğunu
gösteriyordu. Bir zamanlar yolcunun da mensubu olduğu Ahi örgütünün en küçük
pâyesiydi oğlanlık.
Yolcu karpuzun üst kısmını
takke gibi kesti, sonra alt kısmını da aynı şekilde kesip, ortadan ikiye ayırdığı
kan kırmızı karpuzu hasırın üstünde kovdu. Köylü cebinden yassı bir çakı
çıkardı, şalvarına sildi, karpuzdan kestiği bir dilimi, kabuğu üzerinde küçük
parçalara ayırdı.
Yemeklerini konuşmadan
yiyorlardı. Köylü, edep erkân gereği susulması gereken sürenin dolmuş olduğuna
hükmetmiş olmalı ki:
“Uzaklardan geliyora
benzersin...” dedi. “Neler olup bitiyor dünyada?”
“Sabır kalmadı dünyada,” diye
karşılık verdi yolcu. “Ve mahmurluk ölçüyü aştı.”
Elini boydan boya ufuk
çizgisi boyunca sallayarak, sürdürdü:
“Sanki sizde durum daha mı
başka?”
Köylü edebe aykırı olduğunu
düşünerek, gözlerini yerden kaldırmadan:
“Bizde de iki yıl üst üste
kıtlık oldu,” dedi. “Bizim Kâmil’de, topu topu on iki can kaldı. Köyün geri
kalan tüm insanı kırıldı. Ama bu yıl, çok şükür, durumumuz daha iyi.” Bir süre
sustu, sonra:
“Allah kerim!” diye ekledi.
“Allah kerim ve insanlar
kör!”
Bu sözlerinden, yolcunun
kılık değiştirmiş bir sufi olduğuna iyice inandı köylü. Konuşması dervişlerin
konuşmasına benziyordu: Onlar gibi dünyaya bakışı karamsardı.
“İnsanlar kör olmaya körler
ya, hepsi değil,” dedi. “Konya’da Tanrı cemalini gören şeyhlerin din ulularının
haddi hesabı yok!”
Yolcunun yüzünde ilk kez
gülümsemeye benzer bir kasılma oldu. Şeyhler, din uluları, çilekeşler!
Yolculuğu boyunca çöllerdeki kum tanesi sayısınca şeyh, din ulusu, derviş,
çilekeş görmüştü. Müşterileri kendi tezgahlarına çekmek için çığrışan pazarcı
esnafına benzer şeyhler, din uluları... “Benim dergâhıma gelin! Saçınızı
kestirin, sakalınızı kazıtın ve benim kutlu ellerimden hırka giyin!” Oysa
bunları ilgilendiren tek bir şey vardı: Kendi ünleri ve kutsallıkları. Din
uluları, büyük çilekeşler! Bütün dünyayı anlamaya çalışmak umurlarında değildi
bunların. Dünyaları kendileriyle sınırlıydı çünkü. Dindar, namuslu, temiz
olmalarıyla böbürlenirlerdi. Dindarların gaddar hoşgörüsüzlüklerinden daha
korkunç bir şey var mıdır şu dünyada?
“Şeyhler, sufiler, inanç
yolunun haramileridir! Sen onları bırak da, en iyisi şu mataradan iki yudum
şarap çek, kardeş!”
Yüzünde gülümsemesi donup
kaldı köylünün. Bir şeyh için bunlar nasıl sözlerdi böyle! Bir de dervişliği
kondurmuştu ona! Ya şu şarap işine ne demeli? Sakın bir Ahi savaşçısı olmasındı
bu adam? Çünkü Ahiler hem şarap içerler, hem de sufileri pek sevmezlerdi. İyi
ama, öyle olsa, lokmalarını önce sağ avurduna alması, sofrada Ahi töresince
oturması gerekmez miydi?
“Orasını bilmem. Yalnız,
bizim kuyumcu ustası Selâhaddin, imanı, inancı tam, adil bir şeyhtir. O
olmasaydı, ben acımdan ölürdüm. Bizim köyden, Kâmil’dendir kendisi...”
Kuyumculuk zanaatından bir
şeyh... Üstelik köyde doğmuş... Besbelli bir Ahi şeyhiydi bu Selâhaddin. Hey
gidi köylücük! Bilmez misin ki, şeyhler, dervişler iki elleriyle birden
zevahire yapışmışlardır, özü görmezler? Dünyaya sırt dönmeyen, kendilerini
halktan ayırmayan, halkla birlikte çalışıp ter döken, beyler ve onların
ardındaki Moğol uğrusuna karşı esnaf ve zanaatkârın biricik savunucusu olan
Ahiler, fütüvvet erleri bile, törelerini, kitaplarını, geleneklerini, kısacası
araç olan şeyleri amaca ve kardeşliklerini, hakikati kendilerinden gizleyen bir
perdeye döndürmediler mi? Ahilerden neden uzaklaştım sanırsın?
Bir süre susan köylü:
“Sultan ül Ulema’nın oğlu,
Mevlâna Celâleddin de hakikat ilmini bilen şeyhlerimizdendir,” diye ekledi.
Yolcunun yüreği hop etti.
Heyecanını göstermemek için, matarayı aldı, başının üzerine kaldırdı.
“Biz şeyhlerden falan
anlamayız! Cevahir kutusunu tepetaklak etmişiz! Bekçimiz, neşe olmuş! Ha kan,
ha şu karpuzun suyu, ha şarap, hepsi bir bizim için!”
Başını geriye atıp, matarayı
dikti.
Yolcunun su içer gibi rahat,
alışkın yudumlarla şarap içişine bakan köylü, birden kararını verdi: Hayır, ne
tüccar, ne sufi, ne de Ahiydi bu adam! Baba İshak müridiydi! Baba İshak’ın
kıyımdan kurtulan müridlerinden biri!
Moğol istilasından beş yıl
kadar önce, Anadolu’da, baba katili Gıyaseddin’e karşı başlatılan büyük
ayaklanmanın başıydı Baba İshak. Yandaşlarınca resulullah, yani peygamber
olarak görülen Baba İshak’ın başlattığı ayaklanma, Selçuklu Devleti için çok
ciddi bir tehlike olmuş, hatta nerdeyse devleti yıkacak güce erişmişti.
Özellikle beyleri, soyluları kılıçtan geçirmişlerdi Baba İshak yandaşları bu
ayaklanmada. Her yerde tellallara, Baba İshak’ın Amasya kalesinde asıldığı
bağırtılmış olmasına karşın, yandaşları buna inanmamıştı: Hiç peygamber ölür müydü?
Baba İshak olsa olsa gökteki makamına çekilmişti!
Şeyhlere karşı öfke... Kanla
şarap aynılığından söz açma... Bunlar hep gizli işaretlerdi. Bu adam, başkentin
çevresini talan eden ve her yerde, “Alaeddin Keykubad’ın oğlu, gerçek sultan,
bizimle birliktir!” diye haberler yayan Türkmen müfrezelerinin gizli
ulağıydı... Evet, kesinlikle böyleydi!
Kendi ferasetine duyduğu
hayranlıktan yüzüne allar basan köylüye müthiş bir cesaret gelmişti. Mataraya
uzandı.
“Her kim ki bize dosttur,
hasılada paydaştır!”
Malatya’dan Sivas’a,
Tokat’tan Amasya’ya dek, Anadolu’nun Türkmen merkezlerini ele geçiren,
Gıyaseddin’in ordusunu yenilgiden yenilgiye uğratan Baba İshak yandaşlarının
ağızlarından düşürmedikleri bir sözdü bu. Baba İshak, Selçuklu’ya karşı öyle
başarılı olmuştu ki, Selçuklu bugün nasıl Moğol’u arkasına almışsa, o zaman da
Frankları arkasına alarak Baba İshak’a ancak karşı koyabilmişti. Kırşehir
önlerindeki büyük savaşta, safları arasında kadınların da bulunduğu Baba İshak
birliklerini Frankların yardımıyla yenilgiye uğratan Gıyaseddin, küçük çocuklar
dışında, ayaklanmaya katılan bütün köylüleri öldürtmüştü. Ve ayaklanmacılar
sanki gavurmuşlar gibi, mallarının beşte birine devletçe el konmuş, kalan da
–kadınlar da içinde– askerler arasında paylaştırılmıştı.
O zaman Ahiler köylüleri
desteklememişlerdi. Ve yanılmışlardı. Hemen gidip şeyhe haber vermek gerekti.
Baba İshak’ın köylüleri, gerçek sultan (ülkeyi Moğol uğrusuna satan değil) ve
Ahiler el ele verdiler mi, bu gücün önünde Moğol denen uğursuz bile duramazdı!
Yolcu, hiçbir şey olmamış,
hiçbir şey fark etmemiş gibi, matarayı köylüye uzattı. Salak herif, kendisini
bir eşkıya çetesinin çaşıtı ya da silaha sarılmış bir köylü güruhunun gizli
ulağı sanmıştı. Oysa, kendi yüreğinden başka kimsenin ulağı değildi o!
Alışkın olmadığı için
besbelli, sert gelmişti köylüye palmiye şarabı. Adamın yüzünü buruşturmasını
izleyen yolcu:
“Yetişkin bir erkek için tek
hasıla, kendi yüreğidir,” dedi. “Ve bu hasılanın da paydaşı yoktur. Bütünüyle
dosta verilmiştir o.”
Söyleşilerinin bittiğini
belirtir bir tavırla yerinden kalktı, hasırını topladı. Kuyuya gidip
giysilerini temizledi. Elini, yüzünü yıkadı. Ve köylüye, kentte hangi
kervansarayın daha iyi olduğunu sorduktan sonra, kentin Halkabeguş kapılarından
alınyazısına doğru yürüdü.
Merc’el-Bahreyn
Yolcu gözlerini açtığında,
güneş, kalmakta olduğu Pirinççiler kervansarayındaki odasının kubbe penceresine
vuruyordu. Dışarıdan su şırıltıları, takunya sesleri geliyor, sarrafların
konuşmaları duyuluyordu. Günlerden cumartesiydi. Ama alım satımla geçecek yeni
bir haftanın başladığı gün için böyle bir kervansarayda olması beklenen
hareketlilik yoktu. Pek fazla konuk da yoktu kervansarayda.
Nicedir derviş tekkelerinde,
medrese hücrelerinde konaklamıyordu yolcu. Çünkü buralarda, özellikle de tekkelerde,
şeyhlerce konulmuş kurallara uymak, meclislere katılmak zorunluluğu vardı.
Böyle yerlerde kalıp da özgürlüğünü daraltmak istemiyordu yolcu. Kaldı ki, sufi
akımlarından hiçbirine bağlı da değildi.
Medreselerde ise çeşitli
sorulara muhatap oluyor, ilahiyat üzerine çeşitli tartışmalara katılmak zorunda
bırakılıyordu. Medreselerden yetişme ulemanın yaptığı gibi, yerli yersiz
sorulan her soruya yanıt veremiyordu yolcu. Zaten düşüncelerini dobra dobra ve
kendi kârınca söylemeye kalkacak olsa, Allah mahfaza, hemen din sapkınlığıyla,
hatta Allahsızlıkla suçlanırdı. Deneyimleri vardı bu konuda. Uzun yolculuğu
boyunca şunca İslam ülkesi dolaşmış, ama hiçbirinde uzun süre kalmamıştı. Kim
bilir, kendisine “Pervâne” denmesi de belki bu yüzdendi?
Bir de, tekkelerde ve
medreselerde kendisini tanıyanlar çıkabilirdi; o ise bunu hiç mi hiç
istemiyordu. Özgürlük gerekti ona: herkesçe tanınma, ün, kurallar, töreler,
âdetler, incir çekirdeğini doldurmayan konuşmalar, dereden tepeden söyleşiler,
soyut tartışmalar değil. O bir yabancıydı ve yabancılar da kervansaraylarda
kalırdı.
Oturdu. Sakalını taradı.
Kuşağını bağladı. Kendisine hem masa, hem yatak görevini gören hasırını
katladı. Heybesini açtı. Şam işi, gösterişli bir ferace çıkardı heybeden,
giydi.
Eliyle heybenin içindekileri
yokladı. Sadaka toplamakta kullanılan hindistancevizi kabuğu, üzerinde Allah’ın
adı yazılı metal baston topuzu, şapka, şapkanın içinde –bir boruya sokulmuş–
mektup... hepsi yerli yerindeydi. Mektup, Tebriz’deki Ahi şeyhinden, Konya’daki
Ahilerin başına yazılmıştı. Ama yolcu, Ahilerin yardımına ancak başka çaresi
kalmadığı zaman başvururdu.
Heybenin gözden geçirilmesi
bitince, koltuk altına bağlı para kesesini çıkardı. Kesedeki bütün altın
alayları[9] ve gümüş dirhemleri kuşağının arasına yerleştirdi.
Sonra keseyi yine koltuk altına bağladı. Elini heybesine daldırıp, altın-gümüş
iplikli, uzun bir kordon çıkardı; üstünü başını son bir kez yokladıktan sonra,
çıktı. Avludaki çeşmede abdestini aldı. Dükkâna gidip, kaldığı oda için bir
kilit satın almak istediğini söyledi. Yolcunun üzerindeki Şam işi pahalı
feraceyi gören dükkân sahibi, yağlı müşterisine yaranmak için yaltakça
davranışlarla Halep işi, Ceneviz işi kilitlerle, Ermeni, Gürcü, Semerkandlı,
Buharalı ustaların ellerinden çıkma, düz, yuvarlak, boyunduruklu, kabzalı, tek
parça, kırmalı, iki parça... sandığından bütün değerli kilitleri çıkardı. Ha
deyince nasıl açıldığı anlaşılmayan, kurnazca tasarlanmış anahtarı üç dişli,
ağır bir kilit seçti. Dükkân sahibi bir altın istedi kilide. Pazarlık etmeye
falan durmadan, parayı sandığın içine attı. Bir de küçük hasır satın aldı.
Kilidin anahtarını gösterişli kordonuna, kordonu da omzuna astı.
Artık zengin bir Şamlı
tüccardan hiçbir farkı kalmamıştı. Kervansaraydaki odasının meczup bir dervişin
hücresinden farksız olduğu ve kapısında ağır, pahalı bir kilidin asılı olduğu
bu odada, bir sadaka kutusuyla bir Kur’an ve bir eski hasır parçasından başka
bir şey bulunmadığı kimin aklına gelirdi?
Kervansarayın kapısının
önünde, sokak sarrafları oturuyordu. Bu adamlarda, en son kur üzerinden, bakır
mangırdan, altın dinara, Mısır ya da Halep yusufundan Ceneviz florinine,
Venedik dukasından Selçuklu alayına kadar bütün paralar birbiriyle
değiştirilebilirdi. Aynı zamanda simsarlık, tefecilik, mültezimlik de yapan bu
sarraflara para emanet etmek de mümkündü. Paraya karşılık, üzerindeki yazı ve
işaretleri kendilerinden ve meslekdaşlarından başka kimsenin sökemeyeceği bir
deri parçası verirlerdi. Ama bu deri parçası gösterilerek, Kahire’den Buhara’ya
Derbent’ten Cenova’ya kadar herhangi bir yerdeki bir başka sarraftan aynı
miktar para alınabilirdi.
Yolcu, sarraflardan birinin
önündeki küçük halıya bir gümüş dirhem atıp, karşılığında on akça aldı;
paraları kuşağının arasına yerleştirdi; sonra gitti, hasırını Piriççiler
kervansarayının duvarının dibine serdi, üzerine bağdaş kurup oturdu.
Hiç acele etmiyordu. Yıllar
süren yolculuklarında edindiği bir alışkanlık vardı: Yeni bir kentte, kolları
sıvayıp temaslara başlamazdan önce, ilk günü, şu anda yaptığı gibi kentin bir
köşesinde oturarak, ikinci günü ise pazar yerini dolaşarak geçirirdi. Görmüş
geçirmiş yolcunun dikkatli gözleri bu iki gün içinde, kentin nasıl soluk alıp
verdiğini gözler, halkın yaşayışıyla ilgili en can alıcı noktaları saptardı. Ve
herhangi bir özel çaba harcamasına gerek kalmaksızın, rastlantılar, gerekli
kişilerle karşılaşmasını sağlardı.
Pirinççiler kervansarayı, iki
büyük caddenin kesişme yerinden az ötedeydi. Büyük medrese, kervansarayın ana
kapısının çapraz karşısına düşüyor, onun az ötesinde bir başka medrese ve ara
sokaklarda hamam kubbeleri görülüyordu. Burası kentin canlı, işlek bir
köşesiydi.
İkindi namazından hemen
sonra, karşıdaki yol bir anda medrese öğrencileriyle doluverdi. Öğrencilerin
kimi karınlarını doyurmak için aşçı dükkânlarının çokça bulunduğu pazar yerine
doğru yönelirken, kimi de saygılı saygılı, divan toplantılarına giden
müderrislerinin ardı sıra yürüyordu.
Pazar yerinden birer ikişer
dönen tüccarlar, fazla neşeli görünmüyorlarsa da, yeni haftanın bu ilk
sabahının alışverişinden pek şikâyetçiye de benzemiyorlardı. Satıcılar,
tezgâhtarlar, kervanbaşılar, yarı şaka yarı ciddi, gayri müslim sarraflara
sövüyor, bağırıp çağırıyorlardı. Ellerindeki sopaları tak tak yere vurarak ve
hindistancevizi kabuğundan sadaka maşrapaları içindeki bakır mangırları
şıkırdatarak gelişlerini haber veren birkaç derviş yaklaştı yolcunun yanına,
sonra aynı teranelerle geçip gittiler.
Kalabalığın arasında, kimine
odun denkleri, kimine pınar suyu dolu kırbalar çatılmış eşekler de görülüyordu.
Sakalar, şerbet satıcıları durmamacasına bağırıyorlar, sözün kısası, kentte,
benzeri bütün kentlerde görülen olağan yaşam sürüyordu. Ve eğer şu kalabalıkta
aşağılanmaya benzer bir eziklik duyumsanmıyor olsaydı, ne Moğol uğrusundan, ne
de açlık belasından söz edebilmek mümkündü. Satıcıların sesleri pes perdeden
çıkıyordu, ama pek neşeli oldukları söylenemezdi. Sarrafların ellerini
ovuşturup durmaları da, iyi bir alışveriş yapmış olmalarından çok,
alışkanlıktandı. Gelip geçenlerin yüzlerine, kendi düşünceleriyle baş başa
kaldıkları anlarda, bir eziklik ve hüzün anlamının yerleştiği görülüyordu.
Ama işte birden kalabalıkta
bir dalgalanma oldu. Sanki bir kamışlığın üzerinden rüzgâr esmiş de bütün
kamışlar bir yana yatmış gibi, bütün başlar aynı yöne döndü. Ya bir Moğol
noyanı, ya sultan, ya da devlet büyüklerinden biri geliyor olmalı diye
düşünüyordu ki yolcu, dört bir ağızdan yükselen bir ad, onun kulağına dek
ulaştı:
“Mevlâna Celâleddin geliyor!”
Bu adı ilk kez, on yıl kadar
önce, Şam’dayken duymuştu yolcu. Sonra da, gitgide daha sık olmak üzere, bazen
Halep’te, bazen Erzurum’da, bazen Kayseri’de, bazen Tebriz’de duymuş ve sonunda
dayanamayıp yollara düşmüştü.
Hasırından kalkıp, ağır ağır
kavşağa doğru yürüdü.
Rahvan bir katıra binmiş bir
adam bu yana doğru geliyordu. Giysilerine bakılacak olursa, ulemadandı. İki
yanını, at üstündeki kumandanın çevresini saran yaya askerler gibi, müridleri
ve öğrencileri sarmıştı. Kara, kaba sakalı göğsünü dövüyordu. Sarığının ucu,
sağ omzunun üstünde sallanıyordu. Hayvanın gemini tutan elleri cübbesinin geniş
yeni içinde kaybolmuştu. Yüzü, esmerdi. Gözlerini, kendisine yönelmiş
bakışların, saygıyla adını ünleyen insanların farkında değilmiş gibi, yere
indirmişti. Kendi düşüncelerine mi gömülmüştü, yoksa böylesine yoğun bir ilginin
odağı olmaktan sıkıntı mı duyuyordu, anlamak zordu.
Yolcu kalabalığı
dirsekleriyle yararak öne çıktı; yola atılıp katırın dizginlerinden tuttu.
Dizginleri yakalamak için yaptığı ani hareketten kolları feracesinin yeninden
sıyrılmış ve sicimle örülmüşü andıran cılız, yol yol damarlı kolları
görünmüştü.
Tarihe geçen o cumartesi günü
Celâleddin, kim bilir kaçıncı kez, pamukçu esnafının bağışlarıyla yapılan
“Pembe Furuşan” medresesinde bir tartışmaya çağrılıydı.
Tartışma konusu, iki hadisi
şerifti. Hadislerden birinde Hz. Muhammed, “Cenabı Allah’ın ilk yarattığı,
beyaz bir incidir”, öbüründe ise, “Allah’ın ilk yarattığı şey, akıldır”
diyordu.
Tartışma, hadislerdeki
sözcüklerin anlamları üzerinde alevlenmişti: “Beyaz inci” ve “el akl el evvel”
yani “ilk akıl”, acaba Arapçada aynı kavramları mı dile getiriyordu? Bu bir;
ikincisi de, “Akl-ı kül”, “Nefs-i kül” ve “kâinat” acaba “el akl el evvel”in üç
değişik ciheti miydi? Yoksa bunlar tek ve mutlak varlıktan mı sadır
ediyorlardı?
Konu üzerindeki tartışma
ikinci haftasına girmişti. Ve bu tartışmalar Celâleddin’de nicedir duyumsuzluğu
andıran, sağır, küt bir kederden başka bir şey uyandırmıyordu. Bunca bilge,
bunca seçkin bilim eri sanki birbirini anlamak, dinlemek için değil de,
karşısındakinin, dil sürçmesi de olsa, bir açığını yakalamak ve bundan
yararlanarak, kendisinin ne kadar bilgili olduğunu göstermek için toplanıyordu.
Birisi konuşurken soluk almak için durmaya görsün, hemen bir başkası sözü
kapıyor ve yerli yersiz, ardı ardına hadisleri sıralamaya başlıyordu. Kısacası,
özveri göstererek hakikatin arandığı değil, herkesin ne kadar okumuş, bilgili,
akıllı olduğunu sergileme fırsatını kolladığı buluşmalar oluyordu bunlar.
Usanç veriyordu bu buluşmalar
Celâleddin’e. Ama bu kez tartışmayı ünlü müderris Seyfeddin düzenlemişti: Bir
zamanlar Celâleddin’e karşı düşmanca tavırlar içinde olan Seyfeddin, sonunda
onun büyüklüğünü kabul etmişti. Çağrıyı geri çevirmek, kendisinin kin güttüğü
şeklinde yorumlanabilirdi.
Yolda giderken, Celâleddin’in
yüreği şu son yıllarda sık sık duyduğu utançla burkuluyordu yine. Binlerce
insan, büyük bir umutla gözlerini bilim erlerine, bilgelere çevirmiş, hayata
karşı ruhlarına güç verecek bir şeyler beklerken, “beyaz inci”nin ne demek
olduğu ve “ilk akıl”la aynı anlama gelip gelmediği gibi şeyleri tartışmanın
sırası mıydı? İnsanlara son derece esirgenerek, son derece kıt bir şekilde
bağışlanmış olan zamanı, böylesi tartışmalarla öldürmek doğru muydu?
Şu günlük güneşlik güz
gününde yüreğini buran utanç, öncekilerin hepsinden daha yakıcıydı nedense. Bu
yüzden de, insanların kendisini görmek için bekleştiği kavşağa yaklaştıkça,
başını daha çok önüne eğiyordu.
Katır birden durdu.
Celâleddin gözlerini kaldırdı. Tüccar giyimli yabancının, katırının
dizginlerini tutan damarları kabarık ellerini, seyrek sakalını ve kor gibi
yanan gözlerini gördü.
26 Kasım 1244. Sıradan bir
güz günü. Ne imparatorlukların yazgılarını değiştiren büyük bir savaş oldu o
gün, ne de milyonlara hükmedecek yeni bir sultan tahta çıktı. Yeni bir anakara
ya da yeni bir enerji türü de bulunmuş değildi o gün. İnsanları derinden
etkileyecek ve tanık oldukları şeyi sonsuzcasına unutmamalarını sağlayacak
hiçbir şey olmamıştı, yedi yüz küsur yıl öncesinin o güz gününde.
Ama yüzyılların karanlığı
içinde günümüzden uzaklaştıkça, sonuçları insanlara daha da şaşırtıcı gelen bir
karşılaşma oldu o gün.
Birbirlerini birbirlerinde
keşfeden, birbirlerini anlayan, seven iki insanın buluşması hiç kuşku yok ki,
mucizelerin en göz kamaştırıcısıdır. Ama bu buluşma günü çoğu kez, yalnızca bu
iki insanın kişisel yazgıları için önemli bir gün olarak kalır.
Günümüzden tam yedi yüz kırk
beş yıl önce, Konya’da buluşan bu iki insansa, yalnızca birbirlerini
birbirlerinde keşfetmekle kalmadılar, çok büyük başka bir keşfi daha
gerçekleştirdiler: İnsanlık için insan keşfedildi o gün! Bu karşılaşma
olmasaydı eğer, kuzeyde Orta Asya’dan güneyde Arabistan’a, doğuda Endonezya’dan
batıda Kuzey Afrika’ya kadar çok büyük bir coğrafyada yaşayan on milyonlarca
insan, bir başka biçimde duyacak, bir başka biçimde düşünecekti.
İnsanın “kültür” adı verilen
ikinci doğası için, Sokrates’le Platon’un, Schiller’le Goethe’nin buluşmalarına
eşdeğer bir buluşmaydı bu.
Şiirlerinde çok büyük bir
coğrafyaya yayılmış insanların inançlarını, duygularını, halk öykülerini,
sonsuz bir coşkuyla mükemmelliğe yönelmiş insan ruhunun olağanüstü gücünü dile
getiren bir ozan doğdu o gün; dünyanın en büyük ozanlarından biri: Celâleddin
Rumi.
O günden bu yana nice önemli
tarih, nice şanlı kişi unutuldu gitti. Zaman, kale duvarlarını yıktı, çoğu
yapıdan tek taş kalmadı. Mevlâna’nın o güz gününün sabahını geçirdiği, pamuk
tüccarlarınca yaptırılan medresenin nerede olduğu bile bilinmiyor bugün.
Tebrizli Şemseddin’in o günü doğuran geceyi geçirdiği Pirinççiler
kervansarayınınsa yerinde yeller esiyor... Ama Celâleddin Rumi’yle Şemseddin
Tebrizi’nin karşılaştıkları yer, insanların belleğinde bunca yüzyıldır
korunuyor.
Yolunuz Konya’ya düştüğünde,
kent merkezine yakın bir yerde bulunan “Selçuk Palas”ı sorun. Otelin köşesinde
durun. Milli Eğitim Bakanlığı İl Müdürlüğünün karşısı, Merc el Bahreyn’dir.
Yani, “İki denizin kavuştuğu yer”.
İster parlatılmış bir metal,
ister durgun bir su yüzü olsun; ayna olmadı mı, insan kendi yüzünü göremez. Bir
başka insan olmadı mı, insan kendini anlayamaz; insan ancak başka insanlar
aracılığıyla kendini gerçekleştirir, kendini anlayabilir.
Ama insan ayna değildir.
İnsan, hem ışık yayıcı, hem de yansıtıcıdır. Aynı anda hem özne, hem de
nesnedir. Bu bakımdan, iki insanın ilişkisi, özellikle de Celâleddin’le yeni
dostu gibi insanların arasındaki ilişki, diyalektik yasalarına göre,
çelişmelerin giderilmesi yoluyla zıtların birliğinin gerçekleşmesi şeklinde
gelişen karmaşık bir psikolojik süreci dile getirir.
Ozanın, dostuyla tam bir
özdeşleşmeye, kendini onda eritmeye duyduğu arzu, kendi gerçek özünü anlama –ya
da onun sözleriyle–, ilahi hakikati anlama arzusundan başka bir şey değildi.
Ama tam özdeşleşme, kendi “ben”inin bir başkasında bütünüyle erimesi mümkün
olmadığından, hakikat de ancak göreli olarak bilinebilir.
Ansızın karşısına çıkıp
katırının dizginlerinden tutan esrarengiz yabancıyla dostluğu, Celâleddin
Rumi’nin hümanist düşüncelerine yepyeni bir nitelik kazandırdı.
Bize, kendimizi bir başka
insanda buldurtan; bize, “işte öteki yarım, işte devamım!” dedirten bir söz,
çoğu kez yalın, sıradan bir sözdür. Bu sözler, genellikle, yalnızca bir
simgedir. “Söz, bir giysidir,” diyor Celâleddin Rumi, “anlamsa, onunla örtünmüş
giz.”
26 Kasım 1244 günü, daha
karşılaştıkları ilk anda en canalıcı konudan başladılar konuşmaya.
Katırın dizginlerini hep öyle
sımsıkı tutan yolcu, kor gibi yanan gözlerini Celâleddin’in gözlerinden
ayırmadan, sordu:
“Ey, iki dünyanın fikir ve
mana sarrafı! Söyle, Hz. Muhammed mi, yoksa Beyazid Bistami mi daha yücedir?”
Beyazid Bistami, seven
“ben”in, sevilen “ben”de eriyip yok olmasından hareketle, Tanrı’nın insanla
özdeş olduğunu savunarak “vahdeti vücud” anlayışına yepyeni bir yorum getiren
bir mutasavvıftı. Şöyle diyordu, sufilerin bu büyük önderi: “Yılanın derisini
atışı gibi, kendimden kendimi fırlatıp attım... ve O oldum!” Sonraları pek çok
sufi akımının, tarikata giren Sâlikler için bir hedef olarak benimsedikleri bu
yokoluş haline Beyazid Bistami “fena” adını vermişti. Bu düşünceleriyle sünnet
ehli bilginlerin ve aşırı şeriat yanlılarının düşmanlığını kazanmasına,
dinsizlikle suçlanmasına karşın, Beyazid Bistami sufilerce el üstünde tutulmuş,
kendisine “Sultan ül Ârifin” denmişti.
Yine de, esrarengiz
yabancının, hem de bunca insanın ortasında böyle bir soru sorabilmesi, akıl
almaz bir küstahlıktı. “Sultan ül Ârifin” de olsa, hiç bir sufi şeyhiyle,
Allah’ın elçisi karşılaştırılabilir miydi? Bu ne densizlikti böyle!
Celâleddin’in yolcuya verdiği yanıt şu oldu:
“Bu nasıl soru böyle? Elbette
ki Hz. Muhammed yücedir!”
Celâleddin’in yerinde
ulemadan kim olsa, vereceği yanıt daha başka olamazdı. Kuşkusuz, Şemseddin de
bu yanıtı bekliyordu. Ama işte tuzak da, verilmesi kuvvetle muhtemel olan bu
yanıtın içindeydi.
Yolcunun dudaklarında belli
belirsiz bir gülümsemenin ürpertisi dolaştı.
“Madem öyle, Hz. Muhammed’in
şu sözüne ne demeli? ‘Yüreğim pasla kaplanıyor, bu yüzden rabbime günde yetmiş
kez istiğfar ederim.’ Halbuki Bayezid, ‘Kendimi bütün noksan sıfatlardan tenzih
ederim. Bende gayri Tanrı’dan başka bir varlık yok!’ diye davada bulunmada?”
Celâleddin, sertçe dürtülmüş
gibi, doğruldu. Yabancı, yalnız küstah değil, anlaşılan bir o kadar da sıradışı
biriydi. Kim bilir, belki o da Celâleddin gibi hakikatin saltıklığı, onu
kavramanınsa göreliliği üzerine kafa patlatıp duruyordu?
Yanıt vermezden önce
Celâleddin gözlerini dikip yabancıya uzun uzun baktı. Artık heyecanını
gizlemeye çalışmıyordu.
Onun heyecanı yolcuya da
geçmişti. Daha sonra, Şemseddin, o ana ilişkin olarak şunları anımsayacaktı:
“Sözlerimi bir anda ve bütün derinliğiyle kavramıştı. Ve ben sözlerimi
tamamlamak, yüreğinin temizliğinden nasıl sarhoş olduğumu söylemek fırsatını
bile bulamadım kendisine.”
“Hz. Muhammed salla’llâhü
aleyhi ve sellem her gün yetmiş makam aşıyordu. Ve her yeni makam ve mertebeye
ulaşmasında, bir önceki makamdaki yetkinsizliğinden istiğfar ediyordu.
Bayezid’e gelince, o tek bir makamdan geçti; ama öyle yüce bir makamdı ki bu,
bu yücelik onu kendinden geçirdi ve Bayezid bu kendinden geçişin coşkusuyla o
sözleri söyledi...”
Kim daha yüce: Muhammed mi,
Bayezid mi? Bu sorunun ardındaki gizli anlam bilinmiyorsa, soru, Hıristiyan
tanrıbilimcilerin, “bir iğnenin ucuna kaç melek sığabilir?” ya da, o gün
Celâleddin’in de katılacağı tartışmanın konusu olan “beyaz inciyle anlatılmak
istenen, ilk akıl mıdır?” soruları kadar içeriksiz ve anlamsız görünebilir. Bu
soruyla Şemseddin’in Celâleddin’e asıl sormak istediği –günümüz felsefe diline
çevirecek olursak– şuydu: Saltık hakikati kavramak, yani sonsuzca bilerek
sonsuza son çekmek olanaklı mıdır, yoksa insan bilgisinde yansıyan gerçek daima
yaklaşık ve göreli, dolayısıyla da kaydettiğimiz her yeni aşama bir öncekinin
yadsıması mıdır?
Celâleddin’in yanıtını
duyunca, boğuk bir çığlık kopardı, kendinden geçip olduğu yere yığıldı kaldı.
En azından, vakanüvisler, olayın görgü tanıklarına dayanarak, bunun böyle
olduğunu yazıyorlar.
Buradaki “kendinden geçti”
deyimini, ozanın olağanüstü ruhsal gücünü vurgulamaya yönelik masum bir abartma
olarak kabul etme eğilimi vardır. Ama bize kalırsa bu, gerçekti. O zamanın
insanları âşık olurlardı, aşktan yatağa düşer, ölürlerdi. Sevdikleriyle, dostlarıyla
buluştular mı, bu buluşmanın sevincini günlerce, haftalarca yaşarlardı.
Derin bir düşüncenin, bir
özlü sözün dile getirildiğini duydular mı, ağlarlar, sevinç çığlıkları
atarlardı. Bugün bizim umursamadığımız bir aşağılayıcı, hatta incitici söz için
onlar ya bu sözü söyleyeni öldürür ya da onun elinden ölürlerdi. İlk kez
karşılaştıkları olağandışı bir şey, şaşırtıcı bir olay karşısında tir tir
titrerler, yerlere kapanırlardı. Bize kalırsa, ne ritorik bir öge, ne de
herhangi bir abartma var bu sözlerde.
Günümüz hipertrofik uygarlık
bilinci, bizi duygularımızı dile getirmede hep ölçülü olmaya alıştırmış. Ancak,
biçim özden ayrılmaz. Biz kuşkusuz, on üçüncü yüzyılın insanlarıyla
kıyaslanamayacak ölçüde çok şey biliyor ve herhalde onlardan çok daha mantıklı
düşünüyoruz. Ama acaba duygularımız onlarınki kadar güçlü mü, coşkulu mu? Ne
gelir elden! Celâleddin Rumi’nin dediği gibi: “Her kayıp, bir kazanımdır ve her
kazanım da bir kayıp...”
Celâleddin Rumi katırından
yere atladı, yolcunun üzerine eğildi, bileklerini ovdu, kollarını birkaç kez
iki yana açıp göğsünde kavuşturdu.
Şemseddin gözlerini açtı.
Kalktı. Birbirlerine atılıp kucaklaştılar. Ulema, Celâleddin’in öğrencileri,
halk, şaşkın bakışlarla sahneyi izliyordu.
Celâleddin yolcunun koluna
girdi. Birlikte, yürüyerek kuyumcu ustası Selâhaddin’in evine gittiler, halvet
oldular.
Mükemmel İnsan
İnançsızlık
denizinde inanç incisini buldun
Cehennemde
olduğun halde, cenneti buldun
Hiç ara vermeden üç ay sürdü
Celâleddin Rumi’yle Şemseddin Tebrizi’nin söyleşisi. Güz geçmiş, kış geçmiş,
ilkbahar ucun ucun kendini göstermeye başlamıştı. Celâleddin’i bilen, tanıyan
herkes için o ölmüş, onun suretinde bir başkası doğmuştu.
Sonraları, ozanın oğlu Veled
şunları anımsayacaktır: “Birdenbire çıkıp geldi Şems ve onunla birleşti.
Şems’in göz kamaştırıcı ışığında Mevlâna’nın gölgesi kayboldu... Şems’in yüzünü
görmesiyle, önünde bütün gizler açıldı, her şey gün ışığı gibi ortaya çıktı.
Böylece o, kimsenin görmediğini gördü, kimsenin duymadığını duydu. Ve artık
onun için, yüksekle alçak bir oldu. Şems’i çağırdı ve ona dedi ki: ‘Dinle,
padişahım, dervişini dinle! Evim sana lâyık değildir, ama seni gerçek bir
sevgiyle sevdim ben. Kölenin elinde ne varsa ve bundan sonra ne olacaksa, hepsi
efendisinindir. Bundan böyle bu ev, senin evindir!’ Mevlâna, Şems’le, onun
anlatılmaz, söze kaleme sığmaz sözleriyle büyülenmişti... Onsuz şurdan şuraya
adım atmıyordu. Onun yüzünü görmedi mi, gözleri nursuz kalmış gibi oluyordu.
Gece gündüz ayrılmıyordu ondan. Ondan ayrı kalmaya dayanamıyordu. Onun denizinde
yaşayan bir balığa dönmüştü. Şemseddin onu, hiçbir Türk’ün, Arab’ın düşünde
bile göremediği bir dünyaya çağırdı... Şems ona her gün yeni bir bilginin
kapısını aralıyordu. Mevlâna ondan önce de gizli bilgilere ermiş bir insandı,
ama Şems’in ona kapısını araladığı bilgiler bambaşka, yepyeni bilgilerdi...”
Esrarengiz dostunun
Celâleddin’i çağırdığı dünya nasıl bir dünyaydı ve Şems’in Celâleddin’le
bölüştüğü bilgiler hangi bilgilerdi?
Halvet oldukları sürece neler
konuştular, birbirlerine neler anlattılar, birbirleriyle neleri bölüştüler?
Bunları hiç kimse bilmiyor. Kendi sözlerinden anlaşıldığına göre bunları ozanın
oğlu da bilmiyor. Ama bir yıl kadar sonra, Celâleddin’in isteğiyle Şemseddin’in
anlattığı her şey, başkalarının yanında ettiği her söz, “sır kâtipleri”nce
yazıya geçirildi. Daha sonra bu yazılanlardan, kopyaları günümüze dek ulaşan
Makalât (Söyleşiler) adlı kitap oluştu. Temize çekilmeyen, karalama olarak
kalan bu kitap, değişik kişilerce değişik şekillerde okundu. Öte yandan
Şemseddin’in sözleri, imgeleri alabildiğine gizemli, alegorikti. Bunu, kendisi
de kabul ediyordu. “Sözlerim öykünmecilere göre değildir: Onlar bu sözleri ne
yineleyebilirler ne de izleyebilirler. Kapalı ve karmaşıktır sözlerim. Bunları
yüz kez yinelesem, her kezinde başka bir anlam ortaya çıkar. Ama asıl
anlamları, özleri, asla ulaşılamamış, anlaşılamamış olarak kalır.”
Bir bakıma, üstü kapalı
konuşmak Şems için bir zorunluluktu. Resmi dinsel dogmalara karşı nitelikteki
sözleri dolayısıyla cezalandırılma tehlikesini savuşturmak için bir önlemdi bu.
Ama yine de, gerek Şems’in
kimi sözleri, gerekse Celâleddin’in ona gönderme yaparak şiirlerinde yer
verdiği kimi düşünceler, bazı sonuçlara ulaşabilmemizi olanaklı kılmaktadır.
Bir kez, bilginlere alaycı bir yaklaşımı var Şemseddin’in. Skolastik, kitabi
bilgi, ona göre, yalnızca bu bilginin güçsüzlüğünü açığa çıkarması bakımından
yararlıdır (Celâleddin’i anımsayalım: “Günümüz bilginleri, maşallah, bilimde
kılı kırk yarmayı biliyorlar, ama kendileri için en önemli olan şeyden haberleri
yok!”)
Dini meslek edinmiş ulema ve
fakihlerle, sufi şeyhlere yaklaşımı da daha farklı değildir Şemseddin’in.
“Şeyhler ve sufiler, büyük din yolunun haramileridir.”
Bilginlerin bilimi amaç
haline getirmeleri gibi, şeyhler ve tanrıbilimciler de dini bir amaç haline
getirmişlerdir. Bilginlerin ve ulemanın elinde bilim ve din, “hakikati gizleyen
bir perde” olmuştur. Oysa din de, bilim de amaç değil, yalnızca araçtır.
Peki, amaç nedir? “Dünyada
her şey insan içindir, insana adanmıştır; bir tek insan, yine insana
adanmıştır?..” Böyle diyordu Şemseddin. Ve yaşadığı dönemin insanı için son
kerte doğal bir davranışla, düşüncesinin kanıtını Kur’an’da arıyordu. Kur’an’ın
on yedinci suresinin yetmişinci ayetinde şöyle denilmektedir: “Biz Ademoğlunu
onurlu kıldık, denizde, karada binitli yaptık, azık verdik, arı olan şeylerden,
yaratmış olduğumuz şeylerin çoğundan onu tümüyle üstün kıldık.” Buradan hareket
eden Şems, “Tanrı,” diyordu; “tahtı, tacı ve gökleri onurlu kılmamış. Bu
nedenle, göğün yedinci katına ersen ya da yedi kat yerin dibine insen, ne
çıkar? Yürek sahibini sevmek gerek, ona yardımcı olmak gerek. Kendini bilmiş
insan, her şeyi bilmiş demektir.” (Celâleddin’i anımsayalım: “Sen iki dünya
edersin; yere ve göğe bedelsin. Ama kendi değerini bilmezsen, ne gelir elden?”)
Şemseddin şöyle diyordu:
“Herkesin yüzü Kâbe’ye dönük. Ama alın Kâbe’yi ordan, herkesin birbirinin
yüreğine secde ettiği görülecektir. Biri ötekinin yüreğine, öteki bu birinin
yüreğine...”
Yani, amaç, insandır. Ama,
kuşkusuz her insan değil. Yalnızca kişisel çıkarlarıyla ilgilenen, hayatın
nimetlerini bir tek kendisi için toparlamanın gündelik telaşı üzerine çıkamayan
bir insan, insan olarak kendi varlığının önüne kendisi perde olur. (Yine
Celâleddin’i anımsayalım: “Dünyada her şeyi unutabilirsin; bir tek şey dışında:
Neden varsın bu dünyada? Kendini ucuza satma, çünkü ederin pek yüksektir
senin!”)
Amaç, mükemmel insandır. Peki
kimdir Şemseddin için mükemmel insan? Kendini bilen ve kendinden geçip özünü
unutan insan.
Pek çok sufi düşünür gibi onun
da dünyaya bakışı tekçidir. Ama bu tekçi dünya görüşünden, dönemin hiçbir
düşünüründe tanık olmadığımız aşırı sonuçlara ulaşmıştır. Kendisinin sufilik
içindeki pek çok akımdan hiçbirine katılmamasının nedeni de budur. “Herkes
şeyhine gönderme yapıyor,” diyordu. “Oysa ben suyumu doğrudan doğruya pınardan
içiyorum... Benim sözlerimin özü, özeti şudur: Bâtınımdaki zâhir olsaydı, bütün
âlem tek bir renge boyanırdı; kılıç da kalmazdı, kahır da.”
Ona göre, mükemmel insan,
amaçtır; yaratılışın şahikasıdır. Burdan bir adım daha atar: Ârif insan,
kendini tanımış ve kendinden geçerek dünyayla kaynaşmış insan, Tanrı’ya
eşittir. (Anımsayalım: “Ey Tanrı’yı arayanlar, bırakın aramayı, sizsiniz
Tanrı!”)
Mükemmel insan Tanrı’ya eşit
olduğuna göre, insanın mükemmelleşmeye yönelik her arzusu, bir şeye kendini
bütünüyle vermesi, çalışırken olsun, aşkta olsun kendinden geçmesi kutsaldır.
Şemseddin, insanların paralarına pullarına, ünlerine şanlarına, hatta dinlerine
imanlarına göre bölümlenemeyeceğini açıkça söylemiştir. Onun için yoksul da
varsıl da, gavur da Müslüman da insandır. “Bir gavur göster bana! Önünde
eğilirim! Bana gavur olduğumu söyle, seni öperim. Müslümanlıkta gavurluk,
gavurluktaysa Müslümanlık vardır.”
Veled’in babası için
söylediği, “Yüksek ya da alçak, onun için hep birdi artık” sözlerini bu anlamda
değerlendirmek gerekir.
Şemseddin Tebrizi’nin
Celâleddin’e kapısını açtığı yeni bilgiler özetle bu konuları kapsıyordu. Onun
kamutanrıcı (panteist) ve insancıl düşünceleri, hiç kuşku yok ki, emekçi
sınıfların en çok da Ahilik adı verilen, zanaatkârların kardeşlik kuruluşunun
düşünsel ortamında besleniyor, onların çıkarlarını dile getiriyordu. Ama
geleneksel dar kafalılığı, sıkı kuralları ve töreleriyle Ahilik de yetmiyordu
Şemseddin’e. Bunların kendi aralarında kurdukları kardeşlik, tüm insanlığın
kardeşliği önüne gerilmiş bir perdeydi. Anti-feodal köylü ayaklanması olan Baba
İshak ayaklanmasını, kendi çıkarları da o yönde olmasına karşın
desteklememeleri de, bu darkafalılıklarının sonucuydu.
Şemseddin’in, şeyhi sepetçi
Ebu Bekir’den ayrılmasının nedeni buydu. Gerçi Ahilerle bütün bağlarını
koparmış değildi, gereksindikçe onlardan yardım ve destek görüyordu; ama
Ahilerin kendisinin düşüncelerini asla paylaşamayacakları da apaçık ortadaydı.
Aslında şu koca dünyada, Celâleddin’le karşılaşana dek, düşüncelerini paylaşan
tek kişi çıkmamıştı. “Böyle birine rastlayamadım. Çok aradım, bulamadım.
Sonunda Mevlâna’da buldum aradığımı” diyor kendisi.
Şemseddin, Celâleddin’de,
ozanın kendisi için bile giz olan güçleri bulup çıkardı.
“Kapı sıkı sıkıya kapalıydı.
İnsan giysileri giymiş yüce padişah gelip ardına kadar açtı bu kapıyı ve eşikte
göründü.”
Celâleddin, üzerinde üç ayrı
gücün baskısını duyuyordu: Bilginler Sultanı’nın oğlu olarak neredeyse
kutsallaştırılmış ilahiyat bilginliği; Şamlı ve Halepli şeyhlerin verdikleri
icazetlerle onaylanmış üstün derecede kitabi bilgi; Seyid Burhaneddin’in yol
gösterciliğinde aşılan kendini mükemmelleştirme yolu... Bu üç güç, zamanla
tükenip gidecek yerde, tam tersine, kazanda kaynayan suyun üzerinde basınç
altında biriken buhar gibi patlayıcı bir güce dönüşmüştü.
Bu gücü ilk fark eden
Şemseddin oldu; gelip kazanın kapağını açtı ve böylece tüm dünya, Celâleddin’in
yüreğinden yükselen (kendisinin de yıllardır duymaya hasret kaldığı) tef sesini
dinledi.
Kanlı gözyaşlarının, ahların,
inlemelerin yerini, insan olmanın sevincini dile getiren şarkılar aldı. İnsan
olmanın gururunu; insanın büyüklüğüne ve gücüne duyulan inancı dile getiren
şarkılar...
İnançsızlık
denizinde inanç incisini buldun
Cehennemde
olduğun halde, cenneti buldun
Celâleddin eskiden sürekli
olarak Kur’an okur, din kitaplarına, büyük din bilginlerinin yorumlarına
gömülür, sufi şiirleri okurdu.
Şemseddin de kitabi bilgiden
nasipsiz değildi; dostu Celâleddin’in zamanın bütün bilgileriyle donanmış
olduğunun farkındaydı. Kitapların, çoğu bilim erine olduğu gibi Celâleddin’e
de, canlı dünyayı kapatan bir perde; yaşayan, devinen dünyanın üstüne gerilmiş
bir kefen işlevi görmeye başladığını fark etmişti. Bu yüzden de kendisini
babasının Makalât’ını ya da Mutannabi’nin Divan’ını okurken gördü mü, tutulmuş
gibi:
“Okuma! Okuma! Okuma!” diye
haykırıyordu.
Ulemanın, şeriat
bilginlerinin, kendilerinden önceki ustaların yargılarına kölece bağlılıkları,
önlerinde akan hayata gözlerini kapayışları, bütün canlı duyumlara, coşuşlara
kapalı oluşları, Şemseddin’i çileden çıkarıyordu. “Biz dirisine sahibiz; ölü
Tanrı’dan bize ne?”
“Nihilizm”, o çağlarda
bilinen bir sözcük olsaydı eğer, düşünceleri hadım edilmiş zihni perişanlar,
Şemseddin’i herhalde nihilistlikle suçlarlardı. Onlar, “küstahlık” ve
“cehalet”le suçladılar. Ve yedi yüz küsur yıl boyunca bu suçlama kitaptan
kitaba geçti ve günümüze dek bir tek bilim erinin, bu suçlamanın aslını
astarını, ilk kaynaklara başvurarak araştırmaya vakti olmadı.
Sufi söyleşilerinde Şemseddin
uzakça bir köşeye oturuyor ve konuşmaktan çok dinliyordu. Biliyordu çünkü:
ağzını açıp da düşüncelerini söyleyecek olursa, kendisini hemen din
sapkınlığıyla suçlayacaklardı. Ama bir gün, dayanamadı: yine bol bol hadisler
aktarılıyor, geçmiş zaman din ulularının özlü sözlerine, peygamberlerin
mucizelerine, ermişlerin, evliyaların kerametlerine göndermeler yapılıyordu.
Oturduğu yerden bağırdı:
“Daha ne zamana kadar
şeyhlerin, velilerin sözlerini yineleyip duracaksınız? Hiç kendi sözünüz yok mu
sizin?”
Bir taş gibi düştü bu sözler
kalabalığa. Ağır, uzun bir sessizlik oldu.
Ulema üzerinde sorunun
etkisinin büyük olduğu kesin. Çünkü dönemin hemen bütün vekayinamelerinde bu
olaya yer verildiğini biliyoruz.
Celâleddin’in, dostunu
“sefiller sultanı” diye ululaması boşuna değildi. O, ruhuyla ve
davranışlarıyla, kibiri gizleyen sözde nezakete ve menfaat zehirini gizleyen
güleryüze, tatlı dile karşıydı. Dönemin ilahiyat çevresine hakim olan bu haller
ona bütünüyle uzaktı. Açık, doğru, özü sözü bir, sıradan bir halk insanıydı o.
Celâleddin eskiden müridler
yetiştirir, fetva verir, vaaz eder, bilimsel tartışmalara katılırdı.
Şimdi bunların yerini şiir,
sema, kudüm, ney, nefir almıştı. Eskiden hep başı önüne eğikken, elemliyken,
şimdi nefese doluydu, sevinçliydi, mutluydu.
Eline hemen hiç kitap
almıyordu. Kitabın yerini ney ve rebab almıştı. Vaazlar, fetvalar, öğrenciler,
müridler, toplantılar, tartışmalar bırakılmıştı artık.
Deftere
düşkündüm ben de Utarid gibi
Üst yanına
otururdum ediplerin
Ne zaman ki
gördüm, kâğıda benzer yüzünü sâkinin
Sarhoş
oldum, kırdım kalemlerimi.
Kitapların tozlu
sayfalarının, medreselerin sağır duvarlarının, bitmez tükenmez duaların ve
vaazların onu ayırdığı dünya, olanca cıvıltısı, rengi, kokusu, coşkusu, insanı,
tutkusuyla karşısında belirivermişti işte:
Gecenin karanlığına gömülü
ıssız sokaklar. Gece sokağa çıkması yasak halk. Bahçelerden yükselen iç
bayıltıcı kokular. Pazar yerleri: doğru-noksan teraziler, hırsızlar,
yankesiciler. Kale duvarları, kesik başlar. Kuyumcu işliklerinden yükselen
ezgili çekiç sesleri. Azametle bıyık buran beyler, rüşvet alan paşalar,
gerizekâlı padişahlar. Moğol akını, yıkılan şehirler, yanan köyler, kafesli
pencerelere yapışıp kalmış kadın gözleri. Yüzleri dağlanan köleler. Sultan
divanlarında kâtiplerin divit gıcırtıları. Av, avcı, doğanlar. Hamam
camekânlarında resimler. İmaretler, ahlaksızlık yatağı tekkeler, çocukları
ayartan dervişler, sahtekâr şeyhler. Ayaklarına batmış dikeni bile çıkarmadan
sevgiliye koşan âşıklar. Delilere taş atan, değneğe binip at koşturan çocuklar.
Ağızları köpük köpük, ilençler yağdıran hocalar. Muhtesip, dizdar, ayakbastı
parası, haraç. Geçit vermez dağlar, bir babayiğit yüzünden haraç alınamayan
köyler. Dogmatik âlimler, meyhaneler, sarhoşlar, rindler, Ahiler, sipahiler.
Düğünler, davul, zurna, dümbelekler. Tavla, satranç, top, çevgân... Zindanlar,
uykudan medet uman mahpuslar. Bilgelerin sözlerini yineleyip duran papağanlar.
Yel değirmenleri, su değirmenleri. Açlıktan ölen insanlar. Posta güvercinleri,
ekin, ekmek, yağmur, kıtlık. Aşırı yük almış gemiler, yelken basmış tekneler.
Paşa çadırları, sancaklar. Ölü yıkayıcıları. Dilleri peltek, bacakları sarsak
sarhoşlar. Öğrencilerini kırbaçlayan öğretmenler. Zincirini geven deliler.
Zincirinden boşanıp pazar yerine kaçan deliler, birbirini çiğneyerek çılgınca
kaçışan halk. Ağzı var dili yoklar. Deniz gibi suskun ârifler. Eşek satıcıları
gibi gürültücü cahiller... Kısacası bütün bir hayat...
Yaşadığı dünyayı olanca
canlılığıyla ve ayrıntılarıyla yansıtan (ve tabii böylece bu dünyanın günümüze
ulaşmasını sağlayan) şiirler yazıyordu artık Celâleddin.
Bir vaizden şaire dönüşürken,
derin bilgisinden, kültüründen bir şey yitirmiş değildi elbet. Ama şiirlerinde
gereksiz ayrıntılara girerek ne kadar bilgili olduğunu göstermekten özenle
kaçınıyordu. Onun amacı bu değildi. Onun amacı hakikat erlerini, eksiksiz
insanları göstermekti.
Dünyanın efendisi olan
kişilerdi bunlar. Sefere çıktılar mı, güneşle ay yastık olurdu kendilerine. At
sürdüler mi, yedinci kat gök meydan olurdu önlerinde. Yıldız kaselerinden şarap
içerler, birbirlerinin aşkıyla candan geçerlerdi. Gülden neşeli, selviden
hürdüler. Giysileri gün ışığıydı. Kan dalgaları arasındaydılar, ama etekleri
tertemizdi. Dikenler içindeydiler, ama gül gibi gülerlerdi. Mahpustular, ama
küpteki şarap gibi kabarıp coşarlardı. Cehennem ateşleri içindeyken, dileyene
cennet bağışlarlardı. Hepsi de hüküm sahibiydi, ama ne bir şey diler, ne dua
ederlerdi. Sancak sahibi sultanlar bir habbe bile değildi onlar için. Alkış
istemezlerdi. Bin de olsalar hepsi birdiler. Gökte bir ay ve bir güneş vardı,
ama onların gökleri sayısız ay ve güneşle doluydu. Her ülkede bir padişah
olurdu, onların şehriyse öyle bir şehirdi ki, padişahla doluydu. Ne kadı vardı
bu şehirde, ne bey; ne şahne vardı, ne muhtesip. Kibir, kin nedir bilmezler,
birbirlerine secde ederlerdi. Şehirlerinin bir tek hakimi vardı: Sevgi, Her
yürekte yaşayan, yalnızca sevgiydi.
Ozanın özgür insan ideali
böyleydi. Ama bu ideal ne geçmişe, ne geçmişin yitik cennetine, ne bilinemez
bir geleceğe, bu gelecekte gerçekleşmesi beklenen cennete ve ne de öte dünya
cennetine ilişkin, soyut bir idealdi.
Herkes mükemmel insan
olabilirdi. Bu yüzden de her insan kutsaldı. Duvar dibine kıvrılmış yatan şu
dilenci, şu çarık diken adam, hatta şu alnı dağlanmış köle, mükemmel insan
olabilirlerdi.
Her çağda, her ülkede,
bağırlarında dünyanın yüreğinin attığı insanlar vardı. Ama onların
mükemmelliklerini herkes hemen göremezdi. Bunun için yürek gözü gerekti kişiye.
Ozana dünyayı yeniden
gösteren, ona, insan denen varlığa yepyeni bir biçimde bakmayı öğreten
Şemseddin, hiç kuşkusuz, ozan için ideallerinin timsaliydi. “Şems”, güneş
demektir Arapça. Ve ozan dostu için, “Ordusu da kendisi, ordusunun kumandanı da
kendisi olan padişah! Ordusu güneş ve dünya olan padişah!” diyordu.
Öte yandan ozan da
Şemseddin’in gözünde eksiksiz bir insandı: Bağrında dünyanın yüreğinin çarptığı
bir insan. Dostunda o güne dek kimselerin görmediğini gören ozan, onda gizli
olanı açığa çıkardı. Celâleddin’in Şemseddin’de olmayan bir yeteneği vardı:
Dile getirilemez olanı dile getirebilme... Ve böylece birbirlerinden ayrılmaz
oldular: sözle mâna, özle akış gibi... Artık onlar, ancak birbirleriyle
vardılar.
Dostunun katledilmesinden
sonra Celâleddin şöyle demişti: “Bizim ikimizin birliği, kimsenin anlayamayacağı,
hatta kimsenin hayal gücüne sığmayacak bir birlikti. Evet, ben ‘o’ diyordum,
ama bizi ayıran yalnızca bu, ‘o’ sözcüğüydü. Çünkü ne ‘o’ vardı, ne de ‘ben’.
Biz, iki dünyanın bir incisiydik. Ayrılamaz olandık. Bir insan tüm dünyayı
dolaşsa, arşı âlaya yükselse, kendi kendinden ayrılabilir mi? Vahid’in
parçalara ayrılması yoktur.”
Şemseddin, Celâleddin’e kendi
özünü de yansıtan yepyeni bir yol gösterdi. Ozanın, içini dünyaya özgürce
açabilmesini sağlayacak olan bu yolun adı, semaydı. Müzik ve raksla Celâleddin
öylesine kendinden geçiyordu ki, şiirler kendiliğinden dökülüyordu
dudaklarından. Şemseddin Tebrizi, ozan yapmıştı Celâleddin’i.
Ozanı, kendi ruhsal güçlerine
kendi kendisinin vurduğu boyunduruktan kurtardıktan sonra, başkaları ne der
diye düşünmeden, onu, iç dünyasına teklifsizce el uzatanlardan gözü gibi
korumaya başladı Şemseddin. Onun için Celâleddin’in zamanından daha değerli
hiçbir şey yoktu sanki dünyada. Medresenin kapısının önünde oturup,
Celâleddin’le görüşmek isteyenleri durduruyor:
“Mevlâna sana mutluluk,
esenlik armağan ediyor,” diyordu. “Ya sen ne getiriyorsun ona? Gönül borcunu
ödemek için ne vereceksin ozana?”
Bir gün, Şems’in bu
sahiplenmelerine tepesi atan bir şeyh:
“Be adam, bizim ona ne
getirdiğimizi sorup duruyorsun; peki ya sen, sen ne getirdin ona?” diye
bağırdı.
Şems, sesini yükseltmeden,
usulca:
“Kendimi getirdim ben ona,”
dedi. “Başımı koydum uğruna.”
Ürkünç bir kehanet gibiydi
sözleri.
Ayrılık ve Buluşma
Genç, ama etkinliği,
saygınlığı büyük müderristeki değişiklikler herkesi müthiş şaşırtıyordu.
Dahası, davranışları tüm din adamlarına gölge düşürecek nitelikte bulunuyordu.
Mevlâna’daki değişiklikler karşısında yalnızca ulema ve fakihler değil,
hoşgörüleriyle ünlü sufiler bile çileden çıkmış gibiydiler. Tabii en çok da
Mevlâna’nın müridleri yakınıyorlardı bu durumdan. “Neden yüz çevirdi şeyhimiz
bizden?” diyorlardı. “Hepimiz kişizadeyiz, ünümüz var. Hepimiz küçük
yaşlarımızdan beri Tanrı’yı dilemedeyiz. Şeyhimize bağlıyız, ona kuluz,
köleyiz, âşığız. Bizce onun Tanrı mahzarı olduğuna şüphe yok. Ondan birçok
keremler gördük. Ondan duyma bahtiyarlığına erdiğimiz şeyleri her kulak
duymamıştır. Doğanlar gibi hepimiz avlandık, ona bunca av getirdik. Bizim
sayemizde ününe ün kattı, bizim sayemizde dostları çoğaldı ve bizim sayemizde
düşmanları yok olup gitti. Kimdir bu karabasan gibi aramıza giren Şems ki,
şeyhimiz yüzümüze bile bakmaz oldu? Soyu sopu belirsiz bir derviş! Mevlânamıza
nazar eden, onu efsunlayan bir büyücü belki de! Halk büyük vaizinden, biz en
büyük mürşidimizden yoksun kaldık, bahtımız karardı! Yüreklerimiz koparılıp
çıkarıldı göğüs kafesimizden! Bir cahil, bir küstah herif, kapısının itiymiş
gibi efendimizin evinin önüne oturmuş, onun gül yüzünü görmek isteyenlere ahret
sualleri sorup duruyor! Bu ne iş, ne gidişti?!”
Şemseddin her şeyi görüyor,
her şeyi duyuyordu. Önünde açılan yepyeni dünyayla esrimiş, coşmuş dostununsa
bir şey gördüğü duyduğu yoktu.
Selçuklu emirlerinden
Celâleddin Karatay, o kış, hayır olarak yaptırdığı medresenin açılışı onuruna
Konya’nın bütün ileri gelen din bilginlerinin, şeyhlerinin yeni medresede
toplanmalarını buyurdu. Bir köleyken özgürlüğü bağışlanan Karatay, aslen Rumdu
ve devlet hizmetinde valiliğe dek yükselmişti. Sonradan Müslüman olan bütün
dönmeler gibi de, yeni dininde alabildiğine sofuydu. Bilginler Sultanı’yla
oğlundan da güleryüz ve yakınlığını esirgememiş, hatta babasının yüce
niteliklerinin Mevlâna’ya yüklenmesine karşı çıkan ulemaya karşı, Mevlâna’yı
desteklemişti. Bu bakımdan, çağrıyı geri çevirmek, Karatay’a hakaret gibi
olacaktı. Kaldı ki bu, Şemseddin Tebrizi’yi Konya’nın ileri gelen ulemasına
tanıtmak için de iyi bir fırsattı.
Medreseye birlikte gittiler.
Mevlâna’yı hemen alıp baş köşeye, Kadı Sadreddin’le Karatay’ın yanına
oturttular. Şems ise, kapının orda, ayakkabıların çıkarıldığı yerde kalmıştı.
İlahiyat bilginlerinin,
şeyhlerin, müderrislerin bilgilerini gösterebilmeleri için bu tür toplantılarda
hep yapıldığı gibi, ortaya bir tartışma konusu atıldı. Bu toplantının konusu,
bugün bize anlamsız gibi görünebilecek olan, o dönem içinse çok önemli olan,
toplantılarda en saygın konuğun oturtulacağı yerin neresi olduğu konusuydu.
Başka bir deyişle, “baş köşe” diye nereye derlerdi?
Ulema ve şeyhler, hep olduğu
gibi, birbiri ardınca Kur’an’dan alıntılar, hadislerden aktarmalar yapmaya,
peygamberlerin yaşamıyla ilgili söylencelere, din ulularının yazıp
söylediklerine göndermeler yapmaya başladılar. Bir yerin ötekinden daha önemli,
daha “baş köşe” olduğunu kanıtlamak için akıl almaz mantık oyunları
yapıyorlardı. Ama her mantık oyunu, Kur’an’dan, hadislerden yapılan her alıntı,
karşı mantık oyunları ve karşı alıntılarla çürütülüyordu.
Tartışma uzadıkça uzamıştı.
İkide bir Şemseddin’in bulunduğu tarafa bakan ozanın öfkeden içi içine
sığmıyor, ama hiçbir şey belli etmeden sıranın kendisine gelmesini bekliyordu.
Sonunda söz sırası ona geldi.
“Baş köşe, bilginler için
odanın tam karşısı, ârifler için köşesi, sufiler için kıyısıdır. Ama âşıkların
mezhebinde baş köşe, sevgilinin yanıbaşıdır.”
Bunları söyledikten sonra
yerinden kalktı, kapıya doğru yürüdü. Kalabalık ikiye yarılarak kendisine yol
verdi. Az sonra da Bilginler Sultanı’nın oğlu, saygın şeyh, büyük bilgin, ünlü
müderris Mevlâna Celâleddin’in, soyu sopu, sıfatı sanı belirsiz yabancının
yanına oturduğu görüldü.
Mevlâna’yı oğlu Veled,
kuyumcu Selâhaddin, sır kâtibi Hüsameddin ve birkaç müridinin izlediği görüldü.
Geri kalanlar oturdukları yerde kaldılar.
Şaşkınlık mırıltıları
yükseliyordu her ağızdan.
İlk kendine gelen Şeyh
Sadreddin’in öğrencilerinden biri oldu. Bütün sesleri bastıran gür, ama
zehirli, kin dolu bir sesle:
“Peki, sevgili nerde?” dedi.
“Gözün yok ki göresin
sevgiliyi
Tepeden tırnağa sensin
sevgili!”
Celâleddin bu iki dizeyi
okuduktan sonra salondan ayrıldı.
Celâleddin’in medresedeki
davranışı, bütün kente yayılmış, hatta haber devlet ricaline, saraya dek
ulaşmıştı. Beylerin öfkeleri sınırsızdı. Aslı nesli bellisiz küstah bir yabancı
gelmiş ve seçkin bilginlerini yoldan çıkarmıştı. Gece gündüz beraberdiler. Ar,
namus, edep, hayâ duygularını bir yana atmışlar, baş açık, ayaklar çıplak,
sokak çengileri gibi raksediyorlardı. Bütün bunlar yetmezmiş gibi şimdi de,
atalarca konmuş, Tanrıca kutsanmış nizamı bozmaya cüret ediyorlardı. Her şeyi
tepetaklak etmek gerekti onlara göre: Yoksul serseriler tahta çıkarken (tövbe tövbe!),
devlet büyükleri, beyler kapı önlerine inmeliydi. Başkentte böylesi bayağı
başkaldırmalara katlanmak zorunda kalınacağı, Baba İshak çapulcularının
Tanrı’ya küfürlerinden ve zındıkça kışkırtmalarından belli değil miydi zaten?
Karatay, öfkelenenleri yatıştırmaya
çalıştı: “Ârifler,” dedi, “kendilerini unutacak denli kendilerinden
geçiverirler. Nerde ne zaman ne diyecekleri belli olmaz bunların. Ama onlar
şöyle ya da böyle dediler diye dünyanın düzeninin değiştiği mi var? Boşa mı
demiş atalarımız, ‘Helva demekle ağız tatlanmaz!’ diye?”
Ne var ki, bir işe yaramadı
Karatay’ın bu yatıştırıcı sözleri.
İşi gitgide bayağılığa
dökmeye başlamıştı kimileri. Şems’i sokakta gördüler mi, yüzüne karşı
sövüyorlardı. Tanınmış kimi kumandanlar, yüz kaslarında seğirmelerle, ellerini
kılıçlarına atıyorlardı.
Celâleddin her şeyin yoluna
gireceği umudundaydı. Böylesi aşağılamalara, ülkenin en güçlü iki adamından
biri olan Karatay izin vermez, veremez, diye düşünüyordu.
Ama Şemseddin, medresenin
loşluğundan dışarı yeni çıkan ve önünde açılan dünyanın ışıklarından gözleri
kamaşan dostundan çok daha iyi görebiliyordu durumu. Birliğin ancak zıtların
çarpışmasıyla elde edilebildiği bu dünyada, sevgi de kuşkusuz nefretle iç
içeydi. Ve sevgi ne denli bencillikten, çıkarcılıktan uzaksa, açgözlülerin,
çıkarcıların nefretlerini de o denli çok çekiyordu üzerine. Deneyimi vardı bu
konuda. Biliyordu. Üzerinde odaklanan nefretin dağılması, yatışması için zaman
gerekliydi. Bunun için de ne yapıp edip Konya’dan ayrılmalıydı.
Ama Celâleddin, değil
ayrılığa, ayrılık düşüncesine bile katlanabilecek halde değildi.
Ey canımın
canı, gül bahçesine gitme bensiz
Ey gök,
dönme bensiz, ey ay, ışıma bensiz
Ey
yeryüzü, kalma bensiz, ey zaman, geçme bensiz
İki dünya
da hoş seninle: bu dünyada kalma bensiz
Öte
dünyaya gitme bensiz.
Ey dizgin,
at sürme bensiz; ey dil, okuma bensiz
Ey göz,
görme bensiz; ey can, gitme bensiz
Ay bile
senin ışığınla aydınlıktır geceleyin
Geceyim
ben de, gökyüzüne gitme bensiz
Gülün
lütfuna sığındı da kurtuldu ateşten diken
Dikeninim
senin, gül bahçesine gitme bensiz
Bak dur
bana böyle, sürme beni bensiz, gitme bensiz
Aşk diyor
herkes sana, bense aşk padişahı
Ey
herkesin fikrinden, vehminden çok yüce
Çok üstün
dost, gitme bensiz.
Şems’in buna ne karşılık
verdiğini, ikna etmek için dostuna neler söylediğini bilmiyoruz. Bildiğimiz bir
şey var: Yakın bir dosta ve düşünce arkadaşına sahip olmanın mutluluğundan
sonra yeniden yalnız kalmak, Celâleddin için ölümden beterdi. Aklı bu ayrılığın
düşüncesine bile karşı çıkıyordu.
Tadına
doyamadığım ömür gibi gidiyorsun ama bizi unutma
İnadımıza
ayrılık atına eyer vurdun ama, bizi unutma
Gökkubbe
altında ne dostlar bulursun sen ama
Eski
dostunla bir ahdin var, o ahdi unutma
Ay
değirmisini başına yastık ederken her gece
Dizimizi
yastık ettiğin zamanları unutma
Bir deniz
kesilen gözlerimin kıyısında gördüğün
Safran
dalları ve ağustos gülleriyle kaplı aşk ovasını unutma
Ey
Tebrizli Şems, yüzünü gördüğümden beri dinim aşktır
Ey dinin
övündüğü güzel, bizi unutma.
Ve bir sabah vakti erkenden,
dostunun yarasını tazelememek, düşmanlarını sevindirmemek ve izine düşmelerini
önlemek için, kimseyi görmeden, kimseyle vedalaşmadan, geldiği gibi sessizce
kayboldu Konya’dan Şems.
Sır Kâtibi Çelebi Hüsameddin,
Şems’in gidişiyle ilgili olarak, ozanın ağzından şunları yazdı:
“Aziz veli, iyilik davetçisi,
ruhların özü; kandilliğin, sırçanın ve kandilin sırrı; önce gelenler için de,
sonra gelenler için de hakikat ışığı; Allah ömrünü uzun etsin ve hayırlısıyla
bizi birbirimize kavuştursun; altı yüz kırk üç yılı şevvalinin yirmi birinci
Perşembe günü gitti.”
Hicri takvimle 21 Şevval 643
günü, miladi takvimle 15 Şubat 1246 gününe denk düşer. Bu hesapça, topu topu
onbeş ay yirmi beş gün birlikte olabilmişlerdi Celâleddin’le Şems.
Celâleddin’in sözlerinden bu ayrılığın sonsuzcasına olmadığı anlaşılmaktadır.
Şems, hiç kimseye, hatta Celâleddin’e bile nereye gideceğini söylememiş
olmasına karşın, ozan, dostunun kendisine bir haber ulaştıracağına inanıyordu.
Bir ay boyunca, dostları ve
düşmanları, ama daha çok da düşmanları (tabii dost gibi görünmeye çalışarak),
Şems’in izini aradılar, ama bulamadılar. Uzun yıllar süren yolculukları ve bu
süre içinde hemen bütün dinsel okulları, hemen bütün sufi akımlarını tanımış
olması, Ahilik ve her türden halk hareketleriyle ilişkisinin olması, Şems’e
gizliliği iyi öğretmişti.
Bu arada ulemanın ve onların
arkalarındaki beylerin, Şemseddin gider gitmez Mevlâna’nın aklının başına
geleceği ve eski çevresine döneceği umutları gerçekleşmedi.
Kendisiyle birlikte
Şemseddin’e bağlanan (ki bunların da çoğu Ahi idi) birkaç öğrencisi dışında,
Celâleddin kimseyi görmek istemiyordu. Hindibahri kumaşından bir ferace
diktirmiş, eski İran’da yas rengi olan duhâni, yani siyaha yakın mor renkte,
şekerâviz denilen, altı geniş, üstü dar bir sarık sarmıştı. Artık o da Şems
gibi, raks için uygun olan yumuşak deriden çizmeler giyiyordu. Yine yas işareti
olarak, mintanının göğüs düğmeleri açıktı. Ozanın ölümünden sonra oğlu Veled,
oluşturacağı derviş tarikatının ayin giysilerinde aynı yöntemi benimseyecek ve
gömlek düğmelerinin iliklenmemesi bir gelenek olarak kalacaktır.
Celâleddin bir daha medresede
kürsüye ve camide minbere çıkmadı. Topluluklara yeni inancının duyurusunu, şiir
müzik ve raks toplantılarında yapıyordu.
Sonraları, halkın büyük
desteği, devlet büyüklerini onun şiirsel yeteneği önünde eğilmek, kendisini
saraylarına, konaklarına çağırmak zorunda bıraktı. Celâleddin’in arada bir bu
çağrılara uyarak sultan sarayına ya da beylerin, emirlerin konaklarına gittiği
oluyordu. Ama şiirsel yeteneğini egemenleri övmede kullanan çağdaşı Kani gibi
sadaka toplamak için gitmiyordu buralara. Yoksullara arka olmak, kendi
yandaşlarından başı sıkışanlara yardımcı olmak amacını taşıyordu bu
ziyaretleri. Devlet büyüklerine yaptığı bu ziyaretlerde, çevrelerinde dönenip
duran Kani’ler kendilerini ne kadar överlerse övsünler, onlar için asıl ve
tarihsel değeri olan hükmü, hakikatin ve gelecek kuşakların vereceğini; ve bir
de, padişahların da ölümlü olduğunu kendilerine hatırlama fırsatını buluyordu.
Bunu yaparken Celâleddin hiç kuşkusuz, “İnsanları yöneteceksen, kendinin insan
olduğunu unutacaksın” özdeyişini biliyor, bunun derin bir bilgeliği
yansıttığından kuşkulanmıyordu. Ama bildiği bir şey daha vardı: İnsanlıktan
şuncacık nasibini almamış en kötü insan bile insanlığı sonsuzcasına silkip
atamaz. Bu bakımdan egemenlerin evlerine gittiğinde onların insanlığına değil,
onlardaki “hiç unutulmamak ve soylarının gözünde kendilerini aklamak”
şeklindeki insani zayıflığa sesleniyordu.
Aylar geçiyor, Celâleddin’in
toplantıları gitgide daha kalabalık oluyordu. Celâleddin’in, şeyhi Seyid’in
cenaze törenine birlikte at sürüp gittiği; Şems’in, adını ilk kez Konya’ya
gelirken karpuz tarlasındaki köylüden duyduğu, daha sonra ise Celâleddin’le
birlikte evine kapandığı Kâmil köyünden kuyumcu ustası Feridun Selâhaddin,
kendisi gibi zanaatkârların Celâleddin yandaşı olmalarında başlıca etkendi.
Konya ve çevresindeki bütün Ahi zaviyelerinin şeyhinin oğlu olan Hüsameddin
Hasan’ın, şeyhlik makamından vazgeçip, elinde Semerkand ve Bağdat kâğıtları
dürümü, öğretmenin şiirlerini yazıya geçiren “sır kâtibi” olmasıyla, Ahilik
şerbetini onun babasının elinden içen Konya’daki fütüvvet ehlinin hepsi, olduğu
gibi onu izlemiş ve onlar da Mevlâna’ya uymuştu. Ancak Ahiler derviş ya da sufi
olmamışlardı ve yine kendi sanatlarıyla uğraşmayı sürdürüyorlardı. Onların,
zaman zaman kazançlarının yarısını bölüşmeye kadar varan gönüllü yardımları
olmasaydı, herhalde Celâleddin Rumi gibi bir ozan da olamazdı; çünkü Ahilerin
yardımı olmaksızın, Celâleddin’in başta ailesini, sonra öğrencilerini ve
yetiştirmelerini ayakta tutabilmesi, yaşatabilmesi olanaksızdı.
Öte yandan Şemseddin’in
ayrılığı dayanılacak gibi değildi. Dostunun yokluğu kahrediyordu Celâleddin’i.
Gel, gel
ki ayrılığınla bende
Ne akıl,
ne din kaldı
Şu fukara
gönülde
Ne karar
ne sabır kaldı.
Yüzünden
hayaller toplayan
Bir aynaya
benzerdi bu yüz
Gel de gör
şimdi nasıl
Sarardı,
buruştu bu yüz.
Başın
kille ıslak da olsa, yıkama gel
Ayağına
diken de batsa, çıkarma gel
Gel gel de
kurtar beni şu gel git sözünden
Gel gel de
kurtar beni âh edip inlemekten.
Celâleddin’in ölümünden yarım
yüzyıl sonra vakanüvis Eflâki, “şeriat yanlısı kör yüreklilerin, bencillerin ve
burnu büyük cahiller”in, Celâleddin için, “Babası Bilginler Sultanı gibi büyük
bir bilginken, rakstan ve oruç tutmaktan aklına zarar verdiği ve bütün bunların
hep o Tebrizlinin başının altından çıktığı” yolunda dedikodulara başladıklarını
yazacaktı.
Bu arada Celâleddin’in
müridleri, şeyhlerinin yeni “din”inden ve Şems’le dostluğundan hiç memnun
değillerdi. Ozanın çevresinde basit halk kesimlerinden yeni izleyiciler
toplanmakta; kendileriyse, şeyhsiz, mürşidsiz kalmaktaydılar. Celâleddin’in
büsbütün elden kaçıp gitmemesi için, devlet büyüklerinin ve bizzat başvezir
Sahip Ata’nın tavsiyesiyle, ozana gidip pişman olduklarını söylediler, bağış
dilediler.
İnsan yüreğinin gizlerine
ulaşan sanatçılar, ozanlar ve evrenin yasalarını bulan bilim adamları,
ilginçtir, basit kurnazlıklar, hileler karşısında korunmaya muhtaç çocuklar
gibi, alabildiğine umarsızdırlar. Büyük bir sanatçının, bilginin bayağı
kişileri yönlendiren kişisel çıkar güdülerinin nerelere, hangi kokuşmuşluklara
dek uzanabileceğini kestirebilmeleri zordur. Oysa bu insanlar için kurnazlık,
açgözlülük, alçaklık ve ikiyüzlülük, balık için su neyse odur. Onlar dolaplar
çevirdikçe, alçaklık, ikiyüzlülük ettikçe kendilerini doğal ortamlarında
duyarlar.
Celâleddin, kendisinden bağış
dileyenlerin hepsini o tertemiz yüreğiyle hemen bağışladı. Ama eski dostlarının
dönüşü, yüreğini dağlayan acıyı hiç azaltmadı. “İnsanlardan öylesine koptum ki,
sanki artık ben bir insan değilim...” diyordu ozan acıyla.
Şems’in Konya’dan
kaybolmasının üzerinden tam bir yıl geçmişti. Soğuk bir şubat günü, üstü başı
perişan, soğuktan tir tir titreyen bir kalenderi derviş çaldı ozanın evinin
kapısını. Selam faslı bittikten sonra boruya sokulu bir mektup verdi derviş
Celâleddin’e.
“Hatun! hatun!” diye bağırdı
Celâleddin sevinçle. “Hayırlı haber! Evde ne var yoksa topla! Hayırlı haber!”
Bu sözlerle, kendisi de
üzerinden feracesini, ayağından çizmelerini çıkardı.
Haykırışıyla bütün evi telaşa
salmıştı. Yatağından ilk fırlayan yetim Yahya oldu. Daha yaşını bile
doldurmayan Melike kız ağlamaya başladı. Kira Hatun ağlayan bebeğini
kucakladığı gibi evin selamlık kısmına geçti. Dört yaşındaki Alim de anasının
şalvarına tutunmuş ardından geliyordu. Ozanın hem evlatlığı, hem öğrencisi
Kimya bile, irileşmiş gözleriyle kapı aralığından içeri bakmaya başlamıştı.
Mevlâna çizmesiyle feracesini
kalenderi dervişe kendi elleriyle giydirdi.
Sonra konuğa yemek
çıkardılar. Celâleddin, dervişin bazlamasından kopardığı iri parçaları daldıra
daldıra tarhana çorbasını içişine; sonra pilav tabağında üç parmağının arasına
sıkıştırdığı pirinci topak haline getirerek ağzına atışına öyle bir hayranlıkla
ve sevgiyle bakıyordu ki, sanki karşısındaki hiç tanımadığı herhangi bir derviş
değil, dünyanın en mübarek insanıydı.
Dervişin getirdiği mektuptaki
yazı, Şems’in yazısıydı.
Derviş, anlatmasına
bakılırsa, Şam’dan geliyordu. Kaç kez, Şemseddin’in yüzünü bile görmediğini
söylediyse de, Celâleddin ona inanmadı. Dervişin, Şems’in bulunduğu yeri
söylememe konusunda söz vermiş olduğunu düşünüyordu.
Şam! Canlar canının kendine
bulduğu sığınak demek Şam’mış!
Celâleddin hemen o anda
cevabını yazdı mektubun.
Sabah, derviş daha abdestini
bile almadan, kendi mektubuyla birlikte evden ne kadar para pul toplanabildiyse
hepsini verip, hemen yola çıkmasını ve mektubunu Güneşi’ne bir an önce
ulaştırmasını rica etti dervişten.
Katırına binmesine bizzat
yardım etti adamın ve ta kent kapılarına kadar geçirdi kendisini; sonra da
gözden yitene dek ardından baktı, baktı...
Birbiri ardınca iki mektup
daha yolladı Şems’e. İlkini, Şam’a deri götüren bir tüccarla, Şam’daki Ahi
şeyhine vermesi ricasıyla; ikincisini, yine aynı adrese, bir müridiyle...
Ama iki mektubu da karşılıksız
kaldı.
Bunun üzerine oğlu Veled’i
çağırdı. Bir mektup daha yazdı. Mektupla birlikte, kuyumcu ustası
Selâhaddin’le, “sır kâtibi” Hüsameddin’in, kendi adamları arasından
topladıkları bir kese altın verdi oğluna.
“Benim elçim olarak git,
altınları ayakları dibine saç ve kendisi hakkında kötü düşünüp kötü
konuşanların hepsinin pişman olduklarını, bağış dilediklerini, lütfedip
dönmesini dilediğimi söyle.”
Veled, mektubu öpüp başına
koydu, sonra koynuna soktu ve adam toplamak, yol hazırlıkları görmek için izin
isteyip hemen çıktı.
Bu son mektubunda şunları
yazıyordu Celâleddin:
“Andolsun o Tanrı’ya ki, sen
sefer edeli bütün gece yanmış mum gibi tümden ateşe dönüp bittik. Yüzünün
ayrılığıyla bedenimiz haraboldu, canımız o harabede bir baykuşa döndü. Dizginini
bu yana çevir, zevk ve neşe filinin hortumunu bu yana uzat. Sen yokken sema
haram oldu ve neşe şeytan gibi taşlandı. Sensiz dudaklarımdan bir tek hoş gazel
dökülmedi. Ta ki mektubunu aldım da, o sevinçle beş altı gazel düzdüm. Ey
Ermeni, Rum ve Şam ülkesinin övündüğü Şems, himmet et ve akşam çağı sabah
nuruyla aydınlansın artık!”
Veled, yirmi sadık adamıyla
yola çıktı. “Dağları saman çöpü gibi aşar, ovalarda yel gibi koşarken, kışın
dondurucu soğuğundan ve yazın kavurucu sıcağından şeker, hurma tadı alırken”
kulağında hep babasının kendisini uğurlarken söylediği sözler vardı:
Tez yola
düşün erler,
Bulun o
kaçan güzeli
Tatlı
ezgilerle, altın bahanelerle
Kandırıp
getirin o ay yüzlüyü eve
Söz verir,
başka zaman gelirim derse
Kanmayın
sakın dillerine
Onun bir
tatlı sözüyle nehirler ters akar
Efsunludur
nefesi, havayı bağlar
O güneş
yüzlü kutlulukla ah bir gelse eve
Otur
Tanrı’nın şaşılacak işlerini seyreyle
Ancak Şam’da bulamadı Veled,
Şems’i. Bakmadık medrese, mescit, han, hanak, kervansaray bırakmadı. Kendisini
Şam’daki öğrencilik yıllarından tanıyan Ahi şeyhi, Veled’in uzun yalvarmaları
üzerine, sonunda Mevlâna’nın mektubunu yerine ulaştıracağına söz verdi.
Sonunda, Veled, Şems’in
Halepli Ahiler arasında gizlendiğini öğrenince, daha bir hafta önce hiç durmadan
geçtiği Halep’e koştu hemen.
Şems, Veled’le adamlarının
kaldıkları medresenin kapısı önünde göründüğünde, Konyalı konuklar tıpkı bir
padişahın önündeymişçesine kendilerini yere atıp Şems’in ayaklarına yüz
sürdüler.
Mevlâna’nın tembihiyle
Veled’in ayakları dibine saçtığı altınları gören Şems:
“Muhammed huylu Mevlâna,
altınla gümüşle bizi ayartabileceğini nasıl düşünür?” dedi. “Mevlâna için
olmasaydı, asla çıkmazdım Halep’ten. Hatta ‘Baban mezardan çıktı, seni görmek
için Halep önüne kadar geldi, seni gördükten sonra gene ölecek, gel de bir
görün kendisine’ deselerdi, ‘ne yapayım, ölürse ölsün’ derdim ve Halep’ten
kımıldamazdım bile. Ama Mevlâna için geldim işte!”
Mevlâna Şems’in tatlı
ezgilerle, altın bahanelerle kandırılıp getirilmesini istemişti, ama buna hiç
gerek kalmamıştı. Yine de Veled hem babasının isteğini yerine getirmek için,
hem de Şems’in onlarla birlikte Konya’ya dönme kararından duyduğu sevinçle
Şam’da birkaç gün süren sema meclisleri kurdu.
Bu arada Mevlâna Konya’da
sabırsızlıktan ölüyordu.
Gözüm
seğrimede, yoksa sevgili mi geliyor?
Yüreğim
hoplamada yoksa sevgili mi geliyor?
Bahçe
selam veriyor, selvi ayağa kalkıyor
Ya biz
niye dururuz, padişahımız geliyor!
Sonunda Veled, Şemseddin’le
birlikte dönüş yoluna düştü.
Şems’in, onun da ata binmesi
için bütün ısrarlarına karşın, Veled yolculuğunu yürüyerek yaptı: “Ey padişah!
Seninle eşit olmaya gücüm yeter mi benim! Hem padişah ata binsin, hem kul!..
Olacak şey mi bu? Sen mâşuksun, ben âşığım. Sen efendimsin, ben kulunum. Hatta
sen cansın, ben seninle diriyim. Benim yaya gitmem, senin maiyetinde başımı
ayak yapıp yürümem gerek!”
Başını ayak yapmak!
Veled, ömrünün sonuna kadar
babasının otoritesi altından çıkamadı. Oysa çok iyi eğitim almış, akıllı,
yetenekli biriydi. Ardında güzel düzyazı ve şiir kitapları bıraktı; Türk
şiirinin kurucularından biri oldu. Şiirlerinin, babasının şiirleri yanında çok
sönük kalmasında kuşkusuz onun bir suçu yoktu. Yüzyılda bir doğan bir deha gibi
şiir yazabilmek kolay iş midir?
Veled hep mürid oldu.
Kişiliği, mürid kişiliğiydi onun.
Mevlâna’nın da, oğlunun
kendisine öykünmek yerine, kendisini sürdürmeyi başarabileceğinden kuşku
duyması bu yüzdendi. Bütün dinlerin, inanışların üzerine çıkmış, aklı ve yüreği
bukağılayan tarikat bağnazlığından olduğu kadar dünyada hiçbir şeyden korkmayan
ozanın ölümünün üzerinden on yıl bile geçmeden, babasının adıyla bağlı bir
derviş tarikatı kurdu Sultan Veled; egemen sınıflarca hemen destek ve teşvik
gören bu tarikat, günümüze dek varlığını sürdürmüştür.
Bir aydan uzun sürdü Konya’yı
bulmaları: Şems at üzerinde, Veled ve adamları yaya...
Larende’ye ulaştıklarında,
Veled sonunda babasına muştucu gönderdi.
Celâleddin, kendisine bu
kutlu haberi getiren ulağa, eğnindeki feraceden, başındaki sarığa varana dek
sahip olduğu her şeyi verdi. Sonra da yalın ayak, başı kabak, yakınları,
yandaşları ve fütüvvet ehliyle birlikte Şemseddin’i karşılamaya çıktı.
Mevlâna’yı gören Şems,
atından indi. Önce kucaklaştılar, sonra da birbirlerine secdeler ettiler.
Güneşim
ayım geldi, kulağım gözüm geldi
Gümüş bedenlim
geldi, altın madenim geldi
Başımın
sarhoşluğu geldi, gözümün nuru geldi
Başka bir
şey diyorsan, o başka şeyim geldi
Yolumu
vuran geldi, tövbemi bozan geldi
Ölümden
niye korkayım, o âbıhayat geldi.
Şemseddin, Konya’ya 1247 yılı
8 Mayısında döndü. Daha önce kendisine kara çalan, hakkında ileri geri
konuşanlar, bir bir gelip bağış dilediler, tövbe ettiler. Pişman olan düşmanın
pişman olmayanından daha tehlikeli olduğunu bilmesine karşın Şems, onları
yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle bağışladı. Aslında onu selamlamaya
gelen müridlerin, dervişlerin çoğu kendisinin ne dostu ne düşmanıydı; yalnızca
ne yaptıklarını bilmeyen kişilerdi bunlar.
Yine o eski coşku dolu yaşam
başladı. Her akşam, bütün gece süren sema âlemleri düzenleniyordu. Dileyen
herkese açık olan bu toplantılar, her gün biraz daha fazla kişinin katılımıyla
gerçekleşiyordu.
Selçuklu başkentinde moda
olmuştu sema. Büyük devlet adamları, hatırı sayılır tüccarlar, konaklarında,
bağlarında, bahçelerinde düzenledikleri sema âlemlerine Mevlâna ile Şems
katılmazlarsa, kendilerini aşağılanmış sayıyorlardı.
Mevlâna için yeni inancının
ifadesi olan şey, onlar için, Moğol soygununu, Selçuklu devletinin içine
düştüğü utançlı durumu unutmalarına katkısı olacak bir kendinden geçişti.
Mevlâna da şiirleri için sınırsız esin ortamını yine semada bulmuştu. Kimi
zaman, Şems’in bile dile getirmekten kaçındığı düşünceleri, şiirlerinde dile
getirme cesareti buluyordu.
Senin
küfrüne karşı iman da neymiş?
Zümrüdüanka
huzurunda bir sinek, o kadar!
Evet,
bengisudur iman, küfürse kara yerdir ama
Senin
ateşine karşı bir saman çöpüdür bunlar ancak
Canın
sıfatı imandır, bu can da nefesle candır ama
Nefese yer
hani, gönül ummana dalmışsa?
Varsın
gece küfür, iman da mum ışık olsun
Ama güneş
doğdu mu,
“Hadi,”
der iman küfre,
“gerek yok
bize artık burda.”
At için
eyer neyse, odur din için de iman
Ama
neylesin atı, yolu aşk ve hızı aşk olan?
Evet, cehaletin,
soysuzlaşmanın gecesinde iman bir mum, bir ışıktır belki; ama insanın üzerine
aşk güneşi doğdu mu, inanç, inançsızlık, iman, küfür... Hiçbirinin saman
çöpünce değeri yoktur.
Celâleddin Rumi eğer
hümanizmanın vatanı sayılan Avrupa’da yaşıyor olsaydı, başka bütün yapıp
eyledikleri, yazıp söyledikleri şurda dursun, bir tek bu şiirinden, aşkı dinden
yüce tutan, hakikate ulaşmış insanı ise Tanrıymışçasına ululayan bu
dizelerinden ötürü, ya diri diri ateşte yakılır ya da işkenceyle vücudu parça
parça edilirdi.
Celâleddin’in hümanizması,
bütün genelliğine karşın, kesinlikle soyut değildir. Hakikate ulaşmış insanı
ulularken, aslında insan kişiliğini yüceltmektedir ozanımız.
Onun için dost, adı Şemseddin
Tebrizi olan, canlı bir insandır. Ama aynı zamanda ona, gerek din adamlarınca,
gerekse sufi geleneğince Tanrı’ya ya da onun peygamberlerine ait olduğuna
inanılan bazı sıfatlar yakıştırır.
Kuyumcu ustası Selâhaddin’in
evinde düzenlenen bir toplantıda, yorulan çalgıcılar müziğe ara verince,
fırsattan yararlanan genç bir derviş, Şems’e yaklaşıp, saygıyla:
“Ey mübarek insan!” dedi.
“Söyle, sen ermiş misin?”
Derviş çok gençti. Gözlerinde
saflığın, tertemizliğin ve inanmışlığın ışığı vardı. Şems’in vereceği yanıt
kendisi için gerçekten çok önemli olduğundan cesaret edebilmişti böyle bir soru
sormaya. Ama Şemseddin, delikanlının saf sorusunun gerisinde, çok bilmiş
birilerinin haince tuzağının gizli olduğunu anlamıştı.
Neresinden baksan tehlikeli
bir soruydu bu. O dönemin soyut dinsel düşünüşüne göre ermişlik, hakikatin
anlaşılmasında daha sonra yerini akılcılığa ve bilimselliğe bırakacak olan,
onaylanmış, itiraz edilemez Tanrısal yetkinlik demekti. Sıradan bir insanın
sözü ya da düşüncesi, yalnızca kendisini bağlardı ve hiçbir şeyi kanıtlamakta
kullanılamazdı. Bir sözün Tanrı adına söylenmesi ise bambaşka bir anlam ve gücü
ifade ederdi. Kur’an’dan bir alıntı, ya da Kur’an yorumlarına, peygamberin ve
kutsal oldukları kabul edilen ermişlerin, din ulularının sözlerine ve
eylemlerine yapılan bir gönderme, düşünsel ve siyasal savaşta, gerçek
düşünceleri ve bunların ardında yatan çıkarları gizlemede kullanılırdı.
Şems “hayır” dese, kendini
hiçlemiş olurdu. Ama evet demenin de tehlikesi az değildi: Ermişlik, kanıt
gerektirirdi, çoğu kez de bu kanıt, hemen gerçekleştirilmesi gereken bir
kerametti.
Şems, Arap halk masallarının
Keloğlan’a benzer kahramanı Cuhra’nın başından geçen bir minik öyküyle
yanıtladı soruyu.
Bir gün, komşuları Cuha’ya
sokaktaki bir adamı göstererek, “Baksana,” demişler, “ne lezzetli yiyecekler
taşıyor adam!” “Bana ne?” diye karşılık vermiş Cuha. “Dikkatle baksana, adam
yiyecekleri senin eve götürüyor!” demiş komşuları. “O zaman size ne?” demiş
Cuha.
Şems, genç dervişin gözünün
içine baktı:
“Ermiş miyim, değil miyim,
size ne?”
Halk içinden çıkmış bir
kişiydi Şems. Çok okumuş olmasına karşın, konuşmalarında yalnızca Kur’an’dan
alıntılar yapmakla yetinmez, sık sık halk masallarından, söylencelerden
örnekler verirdi. Celâleddin’in dikkatini de kitabi bilgiden çok sözlü halk
sanatına yönelten odur. Ve biz bugün Celâleddin Rumi’nin başta Mesnevi olmak
üzere, şiirinde, döneminin bilgisi dışında değer biçilemez halkbilimsel ögeler
de bulabiliyorsak, bunu her şeyden önce Şems’e borçluyuz. Mesnevi adlı bu
görkemli kitaptaki pek çok konu, olay ve öykü, Şemseddin Tebrizi’nin, sır
kâtiplerince yazıya geçirilen söyleşilerinden alınmıştır.
Tebrizi’nin yanıtı gerçekten
çok kurnazcaydı, ama yine de kentte başlayan karışıklığı yatıştırmaya yetmedi.
Basit, halktan insanlar, doğal olarak Şems’in bir ermiş olduğuna inanıyorlardı:
Mevlâna’nın kendisi için o denli yüce sıfatlar yakıştırdığı bir insan başka
türlü olabilir miydi?
Mevlâna’yla dostuna pişman
olduklarını söyleyip, onlardan bağış dileyen kimi din adamlarıyla ulema ise,
“Daha neler!” diyorlardı. “Mevlâna ne dediğini bilmiyor... Eğer Şems gerçekten
ermiş olsaydı, bugüne dek kendisinin gösterdiği bir keramete tanık olurduk!”
Cinayet
Bir söyleşisi sırasında,
sözleri yine çeşitli sorularla, itirazlarla, Kur’an’dan alıntılarla kesilen
Şems, içinden Veled’e: “Görüyor musun, işi nerelere vardırdılar?” dedi.
“Niyetleri beni Mevlâna’dan yine ayırmak. Pekâlâ! Sevinsinler sevinebildikleri
kadar. Bu kez öyle bir gideceğim ki, kimseler izimi bulamayacak!”
Celâleddin de ortada kötü bir
şeyler döndüğünü seziyordu. Ama yeni bir ayrılığı aklının köşesinden bile
geçirmiyordu. Tam tersine, dostu artık Pervaneliğe bir son verip, Konya’ya
yerleşmeli, burada kök salmalıydı.
Ozanın on altı yaşındaki
evlatlığı Kimya, Mevlâna’nın bile bunca saygı gösterdiği bu sıra dışı insandan
nicedir gözünü alamıyordu. Şems, gerçekten de, herkeste sıra dışı, olağanüstü
bir insan izlenimi bırakmıştı. Her hareketinde, sarsılmaz bir kararlılık vardı;
bir şeyhin mübarek havasına yahut çileci bir dervişin katılığına, yüzü
gülmezliğine benzemeyen bir şeydi bu. Dudaklarında hep belli belirsiz bir
gülümseme, bakışlarında yumuşak bir hüzün okunurdu, ama yürüyüşü, hareketleri
bir delikanlınınki gibi hızlı, çevikti. Söze hakimiyeti kusursuzdu; bir bakışta
insanın ta içini okurdu.
Güzün, alçakgönüllü bir düğün
yapıldı ve Kimya, Şemseddin’in karısı olarak, Kira Hatun’un kanatları altından
çıkıp, medresenin Şemseddin’e ayrılan öbür yarısına geçti.
Kocasının kendisine çocuksu,
hüzünlü bir bağlılığı vardı. Pek az birlikte olabileceklerini önceden sezmiş
gibi ona acırdı hep. Ama sevmenin halkçası değil midir, acımak?
Celâleddin’in beklentilerinin
tersine, dostunun evliliği, ayrılıklarını daha da hızlandırdı.
Burada nihayet, Celâleddin’in
ölene dek hatırlamak bile istemediği bir kişiyi, Larende’deyken doğan oğlu
Alaeddin’i anmamız gerekiyor; gencecik yaşında ölen kardeşinin adını yaşatmak
için onun adını verdiği Alaeddin.
Garip, anlaşılmaz biriydi
Alaeddin. Herkesin, ama en çok da ağabeyi Veled’in tersine gitmeyi severdi.
Veled saygılı, nazik, uysaldı. Alaeddin’se ateşli, öfkeli, kinci. Bir gün,
Veled’in bir altın dinarı kaybolmuştu. Evin her yanını aramış, bulamamıştı
parayı. Derken bir gün, rastlantıyla, Alaeddin’e ait bir kitabın içinde
bulmuştu parayı. Veled, öfkeyle kardeşinin üstüne yürümüş, berikiyse pis pis
gülerek:
“Sen,” demişti, “kutsal
kişisin; ne yapacaksın parayı?!”
Babaları güçlükle
barıştırabilmişti ikisini. Celâleddin, ilkin, oğlunun kendini kanıtlamak, baba
baskısından kurtulmak, kendi yolunu arayıp bulmak istediğini, zamanla
uslanacağını düşünüyordu. Ama ne gezer!
Aslında şeytani bir yeteneği
olan Alaeddin, medreseyi güçlükle bitirebilmişti. Hatta babasının etkinliği
sayesinde müderrislik postu bile kapmıştı. Ama bütün davranışları, görevine,
öğrencilerine, meslekdaşlarına, hatta babasının adına saygı duymadığını
gösteriyordu. Evi, ailesi, çoluk çocuğu beş parasız, yiyecek bir lokma
ekmeksizken, kendisi günlerce üzüm bağlarında ne idüğü belirsiz arkadaşlarıyla
içer, serserilik eder, kapatma üstüne kapatma alırdı eve.
“Allah aşkına, Allah aşkına,
Allah aşkına,” diye yazıyordu ozan, oğluna. “Eğer babanın içini rahat ettirmek
istiyorsan, evini ve ev halkını unutma. Dilerim gözünün önündeki perde bir an
önce kalkar, çünkü atını sürdüğün yönde seraptan başka bir şey yok. Pek çokları
atlarını oraya yönelttiler, ama varınca su bulunmadığını gördüler. Yapma,
yapma, yapma, her şey burada! Cesur, asil ve insaniyetli bir kişi olarak,
mutluluğun için duacı olanların yüreklerini yaralamamanı bekliyoruz senden. Şu
yaşlı baban on kez Emir Seyfeddin’e ve onun adamlarına gidip, ayakkabıların
çıkarıldığı sofalarda el bağlayarak bekledi; bilesin ki, bunlar benim alıştığım
şeyler değildir. Ama sana acıdığım, seni esirgemek istediğim için buna bile
katlandım. Allah aşkına, evinden, ailenden, öğrencilerinden uzak durduğun
yeter. Sana mektup yazmak zorunda kalacak yerde, minnet ve şükran duaları
edeyim; yatıştır şu babanın yüreğini!”
Ama ne öğüdün, ne azarlamanın
yararı vardı. Gençlik bencilliği, yıllar geçtikçe gelişerek kişiliğinin özünü
oluşturdu Alaeddin’in. Özgürlüğünü kazanmak, bağımsız olmak, özgün olmak,
kendini kanıtlamak ateşiyle yanıp tutuşuyordu, ama vardığı nokta, gururunun,
zayıflıklarının, utançlarının kölesi olmak oldu. Özgün olmak şurda dursun, tam
bir kuklaydı! Ağabeyinin ve babasının hareketlerini yansıtıyordu; ama tıpkı
aynadaki gibi, tersine oluyordu bu yansıma.
Beklendiği gibi, Şems’in
Konya’ya gelip Mevlâna’nın dostu, Veled’in öğretmeni olması, Alaeddin’in ondan
nefret etmesi için yetip arttı. Şems’in evliliği bu nefreti daha da artıran bir
etken oldu.
Güzel bir kızdı Kimya. On
dördünü doldurduğunda, Alaeddin onu kendine almak istemişti. Ama Celâleddin çok
sevdiği evlatlığını, hem de üçüncü karı olarak, kendi oğlu da olsa, Alaeddin
gibi birine vermek istememişti. Ve işte sonuçta güzel Kimya, şu Allahın cezası
Tebrizlinin karısı olmuştu!
Yeni evliler medresenin
ocaklı sofasına yerleştiler. O güz havalar korkunç soğuk gidiyordu; medresenin
hücreleri buz gibiydi. Şemseddin ve Kimya, biraz olsun ısınabilmek için,
sofanın bir bölümünü keçe bir perdeyle ayırmışlardı.
Kimya’ya varlığını duyurmak
isteyen Alaeddin, babasını her ziyarete gelişinde, inadına bu sofadan
geçiyordu. Sonunda Şems’in şurasına geldi. Bir gün Alaeddin, sözde cübbesini
unuttuğu bahanesiyle yine onların bölümünden geçmek isteyince, Şems:
“Gözümün nuru,” dedi. “Zâhir
ve bâtın edebleriyle bezenmişsin ama, bundan böyle bu eve hesaplı girmen gerek.
Ben burayı yalnız kalmak, halvet olmak için seçtim, yol geçen hanı olsun diye
değil!”
Alaeddin, kudurmuş gibi
dışarı fırladı ve bir daha babasını ziyarete gelmedi. Olayı anlattığı dostları,
sürekli olarak ona hak veriyor, hatta kendisini kızıştırıyorlardı: “Adama bak,
dağdan gelmiş bağdakini kovuyor! Böylesine sabretmek için, insanın sabır taşı
olması gerek!”
Alaeddin, öyle bir hayat
sürüyordu ki, dostları arasında, devlet büyüklerinin çanakyalayıcıları,
Şemseddin’le Mevlâna’nın gizli, açık düşmanları da bulunuyordu.
Oğlunun davranışına ilişkin
söylentiler kulağına ulaşınca Mevlâna ona bir mektup daha yazdı: “Eğer birileri
oğlumuzu küçültmek için onu doğasına aykırı bir yola iterse, o bu yola koyulmak
için fazla acele etmesin. Say ki, o hücre babanın hücresiydi... Ne çok kafasız,
boş insan, salt başkaları da öyle işler yapıyor diye kötü yola sapıyorlar.
Akıllı bir insan, bilmem kimin de tek gözü yok diye, tutup da tek gözünü
çıkarır mı hiç?”
Bu mektup da işe yaramadı.
Alaeddin’de iyi ve güzel olan her şey, bencilliğin, kıskançlığın, kin
duygusunun altında ezilip yok olmuştu. Şemseddin’le Mevlâna’nın
konuşmalarından, bu konuşmaların basit halk üzerindeki etkilerinden korkan
saray ileri gelenlerinin ve yobaz din adamlarının maşası haline gelmişti,
tutkularının tutsağı Alaeddin.
Kış başlarında bir gün,
kuyumcu ustası Selâhaddin, öbür fütüvvet erleriyle birlikte Mevlâna’yla
Şemseddin’i bir sema âlemine çağırdı. Ozan, kendinden geçmiş durmadan sema
ediyor, bir yandan da doğaçlama dizeler dökülüyordu dudaklarından. Onun coşkusu
öbürlerine de geçmişti. Bitkin düşen çalgıcılar, nöbetleşe birbirlerine
devrediyorlardı sazlarını. Ozansa yorgunluğu, zamanı unutmuş gibiydi. İki gün,
iki gece aralıksız sürdü bu ruh ziyafeti.
Evde yalnız kalan Kimya,
gecelemek için Kira Hatun’a gitti. Üçüncü gün ocağı yakmak için kendi evine
geçince, yatağın hemen yanına, yere bırakılmış bir tepsi gördü. Üstü bir
kapakla örtülmüş tepside baklava ve börek vardı. Tepsinin yanına da koca bir
karpuz bırakılmıştı.
Sevinçle doldu yüreği genç
kadının. Biricik erkeği, güneşi, nerde olursa olsun onu hiç unutmuyordu;
baklava Kimya’nın en sevdiği tatlıydı.
Şems’in dönüşünü beklerken,
baklavanın hepsini yedi. Karpuzu ise ona bıraktı: Böyle coşkulu sema
âlemlerinden sonra susuzluğunu karpuzla gidermeyi severdi Şems. Ama baklava o
kadar tatlıydı ki, Kimya su içmek için karşı konulmaz bir istek duydu içinde.
Şu karpuzdan bir dilimcik
yese, herhalde Şems’i darılmazdı kendisine. Hem karpuz kocamandı; havalar da
soğuk olduğu için, kocası dönene dek yumuşayıp ekşimesi söz konusu olamazdı.
Vakit öğleye yaklaşıyordu; nerdeyse dönerdi Şems, Selâhaddin’in evinden.
Kocasının her zaman başucuna
koyduğu heybesini açtı. Kayık biçimli şapkası, üstünde Allah’ın adı yazılı
baston topuzu yoktu heybede. Sema meclislerine giderken yanında götürürdü
bunları Şems.
Eğri yemen bıçağını çıkardı
Kimya. Karpuzun tepesini takke gibi keserken gülümsedi: Sevdiği de hep böyle
keserdi karpuzu. Sonra da kestiği iri bir dilimin davetkâr, kıpkırmızı etlerine
dişlerini gömdü.
Şems öğleden sonra eve
dönünce Kimya kendisini karşılamadı. Telaş içinde perdeyi kaldırıp hücreye
giren Şems, karısının bacaklarını iyice karnına çekmiş, yatakta kıvrandığını
gördü. Ne olmuştu?
“Hatun! Kimya! Can yoldaşım!”
Ne karşılık verdi, ne
yerinden kımıldadı Kimya. Gözleri acı ve dehşetten ayrılmıştı. Soluğu belli
belirsizdi. Üzerine eğilince Şems onun başını çevirmeye çalıştığını fark etti.
Bakışlarını izledi... Ve tepsideki kesik karpuzu gördü. Yoksa içi yanıyordu da,
karpuz mu yemek istiyordu.
Kalkıp tepsiye gitti. Karpuzu
ve bıçağı aldı.
O anda, insan sesine
benzemeyen, hırıltılı, boğuk bir çığlık koptu Kimya’nın göğsünden.
Şems’in elinden düşen karpuz,
yerdeki taşlar üzerinde kanlı lekeler bırakarak paramparça oldu...
Müslüman göreneğince, Kimya
ertesi sabah toprağa verildi. Şemseddin, başı önünde, hiç konuşmadan kabul etti
başsağlığı dileklerini. Onun ne başsağlığı dileğine, ne avunmaya ihtiyacı
vardı. Cenazeyi kaldırırlarken, ağıtçıların feryatlarını ve hafızların
dualarını duymuyor gibiydi. Sırtında birilerinin nefret dolu bakışlarını
duyuyordu yalnızca. Ve birtakım fısıltıları: “Lanet olasıca! Getirdiği tek şey
uğursuzluk oldu!” Bir çelik kelepçe yüreğini ha bire sıkıp duruyordu Şems’in.
Medrese yasa gömülmüştü.
Şemseddin hiç dışarı çıkmıyor, kimseyle görüşmek istemiyordu. Gerçekten de
mutsuzluk getiriyor, sevdiklerinden nefret edilmesine ya da onların
öldürülmelerine neden oluyordu. Kimya’yı sevmişti, onu öldürmüşlerdi.
Mevlâna’yı sevmişti, üzerine şimşeklerin toplanmasına neden olmuştu. Allah
korusun, Mevlâna’ya bir şey olacak olursa, kendini asla bağışlamazdı. Celâleddin,
tıpkı bir dalgıç gibi onun ruhunun derinlerine dalmış ve oradan emsalsiz
inciler çıkarmıştı. Ama bu inciler Celâleddin’in kendi incileriydi, onun kendi
sözleriydi. Elde ettiği bu zenginliği korumalı, çoğaltmalıydı o. Bunun için de
Şems’in kaybolması gerekti. Bu kez her şeyi etraflıca düşünmüştü. Kalenderi
dervişlere başvurmuştu bu kez. Onlar onu öyle bir saklarlardı ki, en yaman iz
sürücüler bir araya gelse, izinin tozunu bile bulamazlardı. Perşembe günü
gelmeye söz vermişlerdi kalenderi dervişler.
5 Aralık 1247 Perşembe günü,
Şemseddin hücresinde yalnızdı. Akşam, dışardan kendisine seslenildiğini duydu.
Kalktı, dünyada son adımlarını atmakta olduğunu bilmeden kapıya doğru yürüdü.
Ertesi sabah, onu görmek için
medreseye gelen Mevlâna, azizini bulamayınca koşup Veled’in bölümüne daldı:
“Bahâeddin, ne uyuyorsun?
Kalk, kalk çabuk! Şeyhini ara! Gene can burnumuz onun hoş kokusundan mahrum
kaldı!”
Veled yatağından fırladı.
Uyku sersemi, şaşkın şaşkın babasına bakıyordu. Celâleddin kendinden geçmişti
sanki:
“Daha duruyor! Kalk, bütün
şehri ayağa kaldır! Çabuk!”
Veled çarçabuk giyinip
hücresinden fırladı. Şemseddin hiçbir yerde yoktu. Ne medresede, ne Ahilerin
zaviyelerinde, ne camilerde ve ne de kervansaraylarda... Kent kapılarının gece
nöbetçileri de, gündüz nöbetçileri de, ona benzer birinin kentten çıktığına
tanık olmamışlardı.
Günler süren aramalar
boyunca, Mevlâna bir an olsun gözlerini kırpmadı. O günlere ilişkin olarak, çok
sonraları Veled şunları anımsayacaktır:
“Şeyh, onun ayrılığından
sanki deliye döndü. Elini ayağını kaybetti. Fetva veren şeyh, aşkla sarhoş
olmuş ozan kesildi. Zahitti, meyhaneci oldu. Ama üzüm suyundan yapılan şarabı
içen ve satan meyhaneci değil. O ışık şarabından başka şarap içmeyen ışıklı bir
candı.”
Gene yas işareti olan bal
rengi külah ve Hint kumaşından duhâni ferace giydi; yukarı doğru incelen mor
sarık sardı. Göğüs düğmelerini açtı, ayağına yumuşak deriden çizmeler giydi.
Dört köşeli Arap rebabı yerine, altı köşeli rebab yaptırdı. Rebabın altı
köşesi, âlemin altı köşesini anlatıyordu: Doğu ve Batı, Kuzey ve Güney, Gök ve
Cehennem. Bu rebabın sesi, dünyanın neresinde olursa olsun, Şems’e kesinlikle
ulaşacaktı.
Bu arada birbirinden gizemli,
birbirinden korkunç birtakım söylentiler Veled’in kulağına kadar ulaşmaya
başlamıştı. Sözde, Yahudi mahallesinde kafayı çeken iki asker, Şems’in adı
geçince bıyık altından gülerek, “O güneş bir daha asla doğamayacağı bir yere
battı!” demişlerdi. Alaeddin’in adamlarından biri de, sözde, “Şems nerde?”
sorusuna, “Rüzgârı yazıda, suyu kuyuda ara!” diye yanıt vermişti.
Peki Alaeddin nerelerdeydi?
Kayseri’de ortaya çıkacaktı Alaeddin. Gündüzleri namaz kılarak, geceleri içki
içerek geçiriyor, sık sık kendinden geçip buz gibi sulardan, yıkanan kanlardan
söz ediyordu.
Yo, yo! Herkes olur da, o
olamaz! Veled, bu korkunç olasılığı, kafasında belirmesiyle birlikte
uzaklaştırıyordu.
Peki, ya medreseyi temizleyen
hizmetçi kızın, bir gün su için pınara değil de, hayvanların suvarıldığı
yakındaki kuyuya gidince, yolda kurumuş kan izleri görmesine ne demeli?
Veled, geceleri uykusundan
bağırarak uyanıyor, ağlamaya başlıyordu.
Yıllar sonra bir gece Veled
yine dehşetten inleyerek uyanacaktı uykusundan. Gündüz derinlemesine
düşünemediğimiz, düşünmek istemediğimiz ya da gerçek olabileceğine ihtimal
vermediğimiz pek çok şey, gece bilincimizin ışığına çıkıverir. Çünkü
bilinçaltı, küçük birtakım işaretleri, belli belirsiz birtakım izleri, imaları,
kinayeleri, tam algılanamayan uçuk birtakım duyumları birleştirerek çalışmasını
uykuda da sürdürmektedir.
Çağının bütün dindarları gibi
Veled için de düş, ilahi bir keşifti. Ama bu kez gördüğü düşe inanmakta güçlük
çekiyordu. Önce gidip gerçeği kendi gözleriyle görmeliydi.
Ertesi gece, kendisine en
yakın üç adamıyla birlikte medreseden çıktı. Ellerinde ne kandil, ne çıra
vardı; zifiri karanlıkta hırsızlar gibi yürüyerek kuyuya gittiler. Ay ışığından
da yoksun olan geceyi bir tek, soğuk Aralık yıldızları uzak ışıklarıyla
çaresizce aydınlatmaya çalışıyorlardı.
Kaldırılan kuyu kapak taşının
boğuk sesi. Ucunda birkaç tane demir çengel bulunan ip sanki sonsuzluğa iniyor.
Su sesi. Üç arşını kaldı ipin
dışarıda.
İpi tutan, kuyunun içinde
birkaç kez sertçe savuruyor ipi. Sonra asılıyor. İp geriliyor, ama çekilmiyor.
Dördü birden asılıyor bunun
üzerine. Avuçlarını kanata kanata çekiyorlar... İpin ucundaki ağırlığın kuyunun
duvarlarına her çarpışı, Veled’in yüreğini göğüs kafesine sığmaz ediyor.
Derken “yük” kuyunun ağzında
görünüyor. Şemseddin’in şişmiş cesedi... İpin ucundaki çengeller, üzerindeki
giysiyi paramparça ettikten sonra, çıplak, cılız böğrüne saplanmışlar. Veled
çengelleri çıkarıyor. Kan yok.
Ne yapmalı şimdi bu cesedi?
Şaşırıyor Veled: Çünkü son ana dek inanmak istemediği bir gerçekle karşı
karşıya. Bir çare düşünmemiş olması bu yüzden. Bir tek şey açık: Hiç kimse
Şems’in ölüsünü görmemeli. Birbirlerine yeminle bağlanmış bu dört kişiden
başka.
Birden çözümü buluyor Veled.
Kendilerine şu anda kullandıkları medreseyi yaptıran Bedreddin Gevhertaş’ın,
öldüğünde kendisini gömmelerini vasiyet ettiği bir de mezar yaptırdığını
anımsıyor medresenin yanına. Oraya, evet yalnızca oraya gömebilirler Şems’i bu
gece kimseler görmeden.
On yıl sonra, Veled’in genç
karısı Fâtıma Hatun, bir gece uyanınca, kocasını sarsıla sarsıla ağlar durumda
bulur. Onu şimdiye dek hiç böyle görmemiştir. Merak eder... Nesi vardır
kocasının acaba? Veled, karısının korkusuz, sözünün eri, cesur biri olduğunu
bilir. Ama yine de bu gizi ne sözle, ne imayla, hiçbir zaman, hiçbir kimseye
açmayacağına yemin etmesini ister.
Fâtıma Hatun tam yarım yüzyıl
susar. Artık iyice yaşlanmıştır ve artık ne Celâleddin ne de Veled bu
dünyadadırlar. Sırrını mezara götürecek gücü bulamaz kendinde ve dünyaya
gelmesini Mevlâna’ya borçlu olan oğluna açar. Mevlâna’nın ölümünden elli yıl
sonra, büyük ozanın torununun sır kâtibi şeyh Ahmet Eflâki de, Fâtıma Hatun’a
dayandırılan bu rivayeti vakayinamesine yazar.
Şems’i çağıranlar, beklediği
kalenderi dervişler değildi. Aralarında Alaeddin’in de bulunduğu yedi kişinin
pususuydu bu. Ve Şems kapıya çıktığında, yedi uzun hançer art arda bedenine
inip kalkmaya başlamıştı.
Akan kanları yanlarında
getirdikleri kırbalardaki suyla yıkadılar; cesedi de kuyuya attılar.
“Şemseddin’in atıldığı kuyuyu
Veled düşünde gördü. Üç can dostuyla birlikte gidip cesedi kuyudan çıkardı ve
toprağa verdi.” Fâtıma Hatun’un anlattıkları bu kadardı. Ama Şems’in nerede
toprağa verildiği yedi yüzyıldır bir gizdi.
Evet, aradan yedi yüz küsur
yıl geçti.
Bu süre içinde ne çok ünlü,
ünsüz insanın kemikleri toprak oldu. Dünya üzerinde büyük küçük ne çok cinayet
işlendi.
Yedi ince, uzun bıçak.
Kırbalarda getirilmiş suyla yıkanan kan. Kuyu. Her şey ne kadar basit. İnsanı
iğrendirecek bir basitlik!
Her dram, ancak manevi
anlamına, özüne tam vardığımızda bizi heyecanlandırır.
Celâleddin Rumi, 5 Aralık
1247 günü Konya’da oynanan dramın özünü tüm insanlığa açtı. Bu bakımdan zamana
karşı koyabildi bu dram.
Öldürülenle öldürenin
babası, birbirlerinde Mükemmel İnsan’ı buluyorlardı. Tüm evrenin ve insanlığın
anlamını kavradıktan sonra, o “insan”a duydukları aşkla, kendilerini
unutuyorlardı. Böylesi mükemmel insan olma yeteneği ise her insanda gizli
olarak vardı.
Alaeddin, Şems’i
öldürmekle tüm insanlığa kastetmiş oldu. Ve böylece de kendini öldürdü. Kendi
adını, ölü ya da diri, insanlar listesinden, insanlık listesinden sildi.
Anımsayalım: “Bir insanı
öldürmüş kişi, tüm insanlığı öldürmüş demektir ve bir insanı diriltmiş kişi,
tüm insanlığa can vermiş demektir.”
Celâleddin gerçeği
öğrendikten sonra bir daha küçük oğlunun yüzünü görmedi.
Öldüğünde cenazesine de
gitmedi. Ve Alaeddin’in kanından gelenlerin izleri, soyları kaybolup gitti.
Bir gün, Alaeddin’in oğlu,
Bahaeddin Veled’in oğluyla karşılaştı. “Biz de,” dedi, “Mevlâna’nın soyundanız.
Neden bizi yabancı tutuyorsunuz. Babanın suçunu oğullara da çektirmek hangi
kitapta yazar?”
Veled’in oğlunun verdiği
yanıt şu oldu: “Sen bu soydan kesilmiş bir uzuv, bu ağaçtan kesilmiş bir
dalsın!”
Bu tragedyadan ilk haberi
alan kişiydi Veled. Ama ne yapabilirdi? Elinden ne gelirdi? Katillerden biri
kendi kardeşiydi. Ve katilin babası, onun da babasıydı.
Sonraları şunları
hatırlayacaktır Veled:
“Gece gündüz sema ediyor, yer
gök ağlayışıyla inliyordu. Ağlayışını küçük de duydu, büyük de. Eline geçen
parayı pulu, altını gümüşü çalgıcılara dağıtıyor, nesi var nesi yoksa
bağışlıyordu. Bir anı bile semasız, şiirsiz, rakssız geçmiyor, durup dinlenmek
bilmiyordu. İş artık o hale varmıştı ki, çalmaktan elleri uyuşmayan sazende,
söylemekten sesleri kısılmayan hanende kalmadı; hepsi paradan, puldan bıktı.
Şarap içmedikleri halde, içmişler gibi mahmurlaştılar. Bu halleri şaraptan
olsaydı, hiç değilse içkinin etkisi geçince kendilerine gelebilirlerdi; ama
onlar çalıp söylemekten, uykusuzluktan bitmişlerdi. Yorgunluktan hepsinin canı
burnundaydı. Ateş düşmediği halde yürekleri küle dönmüştü. Şehre bir velveledir
düştü. Bir tek şehre mi? Bütün âleme.
“Herkes, ‘böyle bir kutup’,
diyordu, ‘iki dünyanın da şeyhi ve imamı olan böyle bir İslam büyüğü, nasıl
olur da deliler gibi coşar köpürür? Halk onun yüzünden dinden imandan çıktı,
şeriatı unuttu. Aşka sarılmayan, varlığını aşka rehin etmeyen kimse kalmadı.
Bütün hafızlar kendilerini şiire çaldılar, çalgıcılara koştular. Genç, yaşlı
herkes semaya düştü, cennet atlarına binip şiir okumaya koyuldu. Yolları,
mezhepleri aşk; duaları, namazları, tapınmaları hep şiir, gazel oldu. Aşk,
sarhoşluk ve kendinden geçiş tek uğraşları; bunun dışında her şey onlara göre
hezeyan. Tebrizli Şems ise, hepsi için padişahlar padişahı.’”
Celâleddin gerçekten de
kendinde değildi. Babası bu ruh halindeyken Veled, başta babası olmak üzere,
cinayeti herkesten gizlemekten başka ne yapabilirdi?
Dostunun öldüğüne ilişkin
söylentiler zaman zaman Celâleddin’in de kulağına çalınıyordu. Ama inanmak
istemiyordu o bunlara: “Kim diyor aşkın ruhu öldü diye? Kim diyor ümit güneşi
söndü, o edebi diri öldü diye? Güneşe düşman kişi dama çıkmış, sonra da
gözlerini yumup, güneş battı, diye konuşuyor!”
Adamın biri kendisine
Şemseddin’i gördüğünü söyledi bir gün. Ozan, üstünde başında ne varsa
yırtarcasına çıkarıp adama bağışladı. Kendisine, “Yalan söylüyor bu adam,
verdiği haberin aslı astarı yok; neden kendisine giysilerini bağışladın?”
dediklerinde de, “Bu verdiklerimi zaten yalan söylediği için verdim,” dedi.
“Doğru söyleseydi, canımı verirdim!”
Şems’i aramak için Şam
yollarına düştüğünde bile bir şey söylemedi Veled babasına.
Daha sonra şunları yazacaktır
Veled: “Şam’da Şemseddin’i bulamadı Mevlâna. Ama aradığı, kendinde görünmüştü.
‘O güneş benim varlığımdan doğdu’ diyordu. ‘Mademki ben oyum, öyleyse aradığım
nedir? Onun güzelliği de, hoşluğu da hep ben değil miyim? Onun güzelliğini
överken, övdüğüm güzellik benim sıfatımdı. Ben kendimi aramadaydım, şarap gibi
küp içinde kendi kendime coşup köpürmedeydim. Ben o idim, o da ben...”
Şam’a keklik gibi giden
Mevlâna, Konya’ya alıcı kuş gibi döndü.
Dostunu makrokosmosta yitiren
Mevlâna, onu kendi iç dünyasında, mikrokosmosta bulmuştu.
Gelenek uyarınca,
gazellerinin son iki dizesinde ozanlar kendi adlarını geçirirler. Celâleddin
artık gazellerinin son iki dizesinde ne yapıp edip dostu Şemsi Tebrizi’nin
adına yer veriyordu.
Yeniden kazandığı dostuydu bu
gazelleri söyleyen; ozanın kendisiyse yalnızca bu gazellerin aktarıcısıydı. Ama
bir yandan da bunların doğup olgunlaştıkları yer, onun ruhuydu. Öyleyse bunlar,
bir bakıma onun gazelleriydi. “Ben o’yum, o da ben!”
Kalabalık bir dost ve öğrenci
grubuyla Şems’i aramak için ikinci kez Şam yollarına düştüğünde de, oğlu ozanı
engellemedi. Ozan bu kez dostuna rastlamak, karşıdan gelen herkesin gözünde
onun yüzünün yansısını bulmak umuduyla pazar yerlerinde ve sokaklarda
dolaşmadı. Onu aratmak için adamlarını medreselere, camilere, kervansaraylara
yollamadı. Aylarca Şam’da kaldı ve bütün zamanını semayla, çalıp söylemeyle
geçirdi. Ve İslamın bahçesi diye anılan Şam şehri, bütün bu süre içinde tıpkı
Konya gibi şiirlerle, şarkılarla inledi. Şems eğer buralarda olsaydı, bu aşk
çağrılarına kayıtsız kalamaz, ne yapar eder varlığından bir haber verirdi. Ama
işte bu kez de hiçbir haber çıkmamıştı kendisinden.
Celâleddin yeniden Konya’ya
döndü. Ancak bu kez ruh hali bambaşkaydı. Yavaş yavaş uslanıyor gibiydi. Eski
coşkunluklarının yerini bir sessizlik, düşüncelilik almıştı. Yanında da yeni
öğrenciler, müridler vardı.
Evet, dostunu kucaklayamamış,
onun sesini duyamamış, gülümseyen yüzünü görememişti. Ama bu, O’nun Hakikat
Güneşi’nin sonsuzcasına batmış olması anlamına gelir miydi: “Eğer o bense, o
zaman benim aradığım nedir? Onun güzelliği, hoşluğu bende. Ben kendimi aramada,
küp içindeki şarap gibi kendi kendime coşup köpürmedeydim.”
Buna karşın, üçüncü bir kez
daha Şam yollarına düşmek için içi içine sığmıyordu.
Şam’ım
kara gece gibi kara kâküllü güzelleri yüzünden
Rum
ülkesinden kalkıp bir daha Şam’a koşalım
Eğer
Hakikat Güneşimiz oralarda gizleniyorsa
Kulluk,
kölelik kapımıza uğramamış olmasına karşın
Varıp şu
Şam şehrine kul köle olalım
İyi ama, Şemseddin ya kendi
yurdunda, Tebriz’de gizleniyorsa? Dünya gözüyle dostunu bir kerecik daha
görebilmek için oraya da gitmeye hazırdı. “Şemseddin’le buluşmayı çok özleyen
gönlüm kulağıma durmadan, Tebriz’e koş, bir de Tebriz’i sor soruştur, orası
gerçekten ziyaret edilecek bir yerdir, deyip durmada.”
Ama Veled artık bu noktada,
sakladığı kanlı sırrın ağırlığına daha fazla dayanamayacak ve babasına, dostunu
bu dünyada aramasının boşuna olduğunu söyleyecektir. Tabii doğrudan ve apaçık
değil; birtakım anıştırmalarla, dokundurmalarla.
Yazık ki,
dertlere, hasretlere karılıp gittin buradan ey sevgili
Hiç
istemedin, yalvardın, yazıklandın, ama gittin ey sevgili
Hep
çareler aradın, hileler düzdün, ama sonunda yine
Çaresiz
kaldın, bırakıp bizi buralarda, gittin ey sevgili
Yüzün aya
benzerken, kucağın güllerle doluyken
Nasıl oldu
da gittin şu aşağılık toprağa sen ey sevgili?
Hani nerde
o nükteler, o sözler, o her sırrı bilen akıl?
Dostlar
arasında otururken, karıncalarla yılanlar
arasına
gittin ey sevgili
Hani nerde
o tatlı cevapların? Neden hep susuyorsun?
Bizi
hasretlere atıp, nasıl gittin ey sevgili?
Nereye
gittin? Hani yolun, hani izin?
Bu kez
gittiğin yol, ah nasıl kanlı bir yol, ey sevgili
On yıl sonra, sır kâtibi
Hüsameddin’le Mesnevi’nin ilk cildini yazarlarken, bir ara Hüsameddin, kaç
yıllık dostluklarının hatırıyla, Şems’in hikâyesini de yazmalarını önerir.
Ozanın buna yanıtı şudur:
“Bana acı çektirme
Hüsameddin! Fitneyi, kan dökücülüğü araştırma! Bana Şems Tebrizi’den söz etme!”
Ve ölene dek de dostları,
ozana dostu hakkında tek soru yöneltemeyeceklerdir. Hatta eski bir yarayı
kanatmama özeniyle, onun adını bile sakınarak anacaklardır. Şems’in
Celâleddin’le söyleşilerinin yazıldığı kitabın karalama olarak kalmasının ve
ozanın dostlarının Şems’in sonu konusunda suskun kalmalarının nedeni budur.
Güneş gibi, hakikat gibi
ölümsüz olan Şemseddin Tebrizi’nin gizemli kayboluşu, zamanla onun ölümsüz
olduğu inancını doğurdu. Konya’ya nasıl geldiyse yine öyle, apansız, Mevlevi
dervişlerin tekkesinin kapısında bir yeni zaman peygamberi gibi
görünüvereceğine inanıldı.
Ta yüzyılımızın ortalarında,
eski küçük bir tekkenin onarılması sırasında ortaya çıkarılabildi Şemseddin
Tebrizi’nin mezarı.
Yerde tahta bir kapak. Kapağı
kaldırınca, taş bir merdiven beliriyor. Bir adam boyu yüksekliğinde küçük bir
odaya iniyor merdiven. Solda, duvara bitişik durumda, alçıyla sıvanmış,
sanduka.
Yukarı, güneşe çıkıyoruz.
Türbenin hemen önünde,
Selçuklu dönemine ait kuyu kalıntıları.
Az ötede bir minare
görünüyor. Çok sonra, Osmanlı İmparatorluğu döneminde yapılmış bir minare bu.
Ama minarede kullanılan taşlardan birinin üzerindeki yazıdan, bu taşın, bir
zamanlar Celâleddin Rumi için yaptırılan Gevhertaş medresesinin duvarında
kullanıldığı anlaşılıyor.
Tuhaf, anlatılmaz bir
heyecanla kabardığını duyuyoruz yüreğimizin. Biz Tanrı’ya inananlardan değiliz.
Yedi yüz küsur yıl önce, bir kış akşamı öldürülüp gizlice bu mezara gömülen
Şemseddin adlı kişinin ölümsüz olduğuna da inanmıyoruz kuşkusuz.
Ama biz, insanoğlunun
mükemmelliğe duyduğu sevdanın ölümsüzlüğüne inanıyoruz. Ve insanları kendi
özünden çok sevenlerin nasibi ne zamana dek bıçaklar ve kurşunlar olacak, bunu
merak ediyoruz...
ALTINCI BÖLÜM
Hasat
Bilge,
yüce varlığın seyrine dalar
Gafil ise
onda dostluk düşmanlık arar
Deniz,
deniz olduğu için dalgalanır
Çöpe sor,
hep onun içindir dalgalar.
Ömer Hayyam
Tef Sesi
Celâleddin çarşıda üzgün
üzgün yürüyordu. Kimi dükkân sahipleri, dükkânlarının önünde küçük hasır
iskemlelere oturmuş, çay içip söyleşiyorlardı; kimileri de erken bastırmış
ilkyaz sıcağından dükkânlarının serin dip köşelerine çekilmişlerdi. Terlikçiler
çarşısında, her dükkânın önünde hevenkler halinde, ışıl ışıl pullarla süslü,
burunları kıvrık, kırmızı, yeşil, mavi, sarı, her renkten terlikler asılıydı.
Çevreleri küçük çocuklarla sarılı tatlı satıcıları, bağıra bağıra tatlılarının
lezzetini duyuruyorlardı. Pazar yerinin kalabalığı içinde, iki yanına
portakalla dolu küfeler çatılmış bir eşek ağır ağır ilerliyor, onun hemen
ardında da, sırtında taşıdığı her yanına bıçaklar saplı tahta tabladan dolayı
kirpi görünümünde bir hamal, yükünün ağırlığından iki büklüm, kendine yol
açmaya çalışıyordu.
Celâleddin’i görenler,
konuşmaktalarsa susuyorlar, oturuyorlarsa saygıyla yerlerinden doğruluyorlardı.
Herkes selamlıyordu kendisini. O ise, başı önünde, dalgın, düşünceli yürüyordu.
Ne çok insan vardı her yanda! Her zaman onların arasında, onlardan biri
olmuştu. Ama ne kadar yalnızdı!
Bakırcılar çarşısına doğru
kıvrıldı. Batan güneş gibi kıpkırmızı bakır tepsiler, asılı oldukları
duvarlardan göz kamaştırıcı ışıklar yansıtıyorlardı. Sıra sıra dizili dövme
bakır ibriklerin kuğu boyunları göğe ağmak ister gibiydi. Bakırcıların çekiç
sesleri, çarşının uğultusuna karışıyordu.
Kırkını gerilerde bırakmıştı
artık. Doruğa tırmanana, içine tüm dünyayı, tüm insanları sığdırana dek, hayat
geçip gitmişti. Ve işte yine yalnızdı. Kendine bir başka insanda kavuşmak ve
sonra onu yeniden aramak üzere yitirmek sanki alnının yazısıydı.
Mevsimlerin hükmü ise hiç
değişmiyordu. İşte yeniden ilkyaz gelmişti. Kavaklarda yaprak tomurcukları
patlamaya, minicik gövertiler uç vermeye başlamıştı. Kuru gül dallarında ilk
tomurcukların kabartıları görülüyordu.
Ruhu bir güneş olmuştu: Her
yere ışık gibi giren, dokunduğuna hayat veren. Ama güneş gibi tıpkı, bulunduğu
yücelikte, o sonsuz gücüyle yapayalnızdı. Gözleri kamaşmadan kim bakabilirdi
onun yüzüne?
Güneşin bile kendini görmek
için yansıya gereksinimi vardır.
Ne çok insan var çevrede! Ama
tümünün de aynası bencillikle perdelenmiş. Peki de, kendilerini gerçekte
seviyorlar mı acaba? Hayır! Onların sevgileri, kendilerine haz veren
yiyeceklere, içeceklere; nesnelere sahip olma imkânı veren paraya ve tıpkı
nesneymişler gibi insanlara egemen olma imkânı veren iktidara... Ruhları,
nesnelerin gelişigüzel tıkıştırıldığı bir ambar... Ve bu ambarda cansız bir nesne
gibi kendileri de yer alıyorlar.
Peki ama, nesnelerden,
arzulardan büsbütün yüz mü çevirmeli? Elbette değil. Ama bunlar gelişigüzel
olmamalı; bir ilişki olmalı aralarında. Ambarı, her nesnenin bir anlamı olduğu
ve öbür nesnelerle ruh bağı içinde bulunduğu bir eve dönüştürülmeli.
İyi de, bu ruh ne? Akıl desen
değil, yürek desen değil... Birleşik olanla tek olana nüfuz etme ve tek olanda
birleşik olanı ortaya çıkarma arzusu olmasın? Tüm dünyayı kendi iç dünyan
yapmak ve iç dünyanı da bu dış dünyayla kaynaştırmak için durmadan yeni alanlar
elde etme, kendini ve tüm dünyayı kavrayarak, hiç durmadan daha ilerilere, daha
derinlere gitme arzusu belki de...
Ruhsuz bir insan için evren
de bir ambardır; ağzına kadar anlamsız, birbirleriyle ilintisiz nesnelerle dolu
bir ambar... Ancak insan ruhu evreni ambar olmaktan çıkarıp bir eve
çevirebilir; kendi evine...
Küçücük bir çiçekte ve
gökyüzünde ışıyan bir yıldızda genel ve tek olan anlamı bulabilmek; kendi
düşüncendeki, emekleyen bir bebekteki, kımıldayan bir solucandaki genel ve
ortak anlamı, ilişkiyi görebilmek ve tüm varlığınla bunu duyumsayabilmek...
Devleti yönetenlerin
saraylarında, varsıl konaklarında değil, burada, şu yeterince doymayan,
yeterince uyuyamayan, ama her gün, her saat kendilerini başkalarına veren, her
çekiç vuruşuyla, deri üzerine attıkları her dikişle anlamsız nesnelere can
veren, ruhlarını maddeleştiren insanların emeklerinde, onların şu küçücük
işliklerinde aramak gerekti insan ruhunun kaynağını.
Yürek vuruşu ritminde, ezgili
bir çekiç sesi geldi kulağına: Arada bir çınlayan, sonra boğuklaşan, birden
kesilir gibi olan, sonra yeniden başlayan bir ses.
Bu tatlı sesten yüreğini
sıkıştıran bütün keder dağıldı, yerini gitgide çoğalan ve tüm varlığını
kaplayan bir sevinç aldı.
Durdu, sesi dinlemeye başladı.
Bir elini feracesinin eteğine doğru aşağı sarkıttı, öbürünü yukarı savurdu.
Sonra bir adım attı; başını sağ omuzuna doğru eğdi ve önce yavaş yavaş, sonra
gitgide hızlanarak tozlu yolun ortasında döne döne raksetmeye başladı.
Ey minik
yaprak, söyle, nerden buldun dalı delecek gücü?
Nasıl
çıktın zindanından dışarı?
Anlat
bize, anlat ki, biz de kavuşalım ışığa,
biz de
çıkalım zindanımızdan dışarı!
Ey servi,
yerde bitiyorsun ama nasıl da atılmışsın
gururla
göklere!
Kimden
öğrendin, nasıl yapıyorsun bunu?
Öğret bize
de, yükselmeyi göklere!
Kalabalık şaşkınlıktan
donakalmış, yolu tozuta tozuta rakseden ozanı seyrediyordu.
Kapıya en yakın oturan kalfa,
elinde çekiciyle donakalmış gibi durunca, kuyumcu ustası Selâhaddin gözlerini
kaldırdı ve sokakta rakseden Celâleddin’i gördü. Öbür kalfa ve çıraklar,
işlerine gömülmüşler, bir şeyin farkında değillerdi. Usta, anlamıştı:
Celâleddin’i vecde getiren, onların işliklerinden yayılan çekiç sesleriydi.
Selâhaddin’in yüzü, her zaman
sınırsız bir serinkanlılığı yansıtan bu yüzde ender görülen gülümsemelerden
biriyle aydınlandı. Başıyla kalfasına “devam et” anlamında bir işaret yaptı,
sonra çekicini alıp, kakma yapmak için hazırladığı altın varakı dövmeye
başladı. Onun hemen ardından kalfa da çekicine sarıldı. Ama heyhat! Önündeki
işe dikkat edecek yerde kalabalık ortasında bir yandan raksederken bir yandan
da şiirlerini okuyan ozanı izleyen ustanın önündeki altın varak, tülbent gibi
incelmiş, örs üzerinden pul pul aşağı dökülüp ziyan olmuştu.
Ustaya bir haller olmakta
olduğunu fark eden kalfa ve çıraklar çalışmayı bırakmışlar, onu izliyorlardı.
“Durmayın! Dövün! Dövün!”
diye bağırdı birden Selâhaddin.
Bunun üzerine yeniden
çekiçlerine sarıldılar. Gitgide hızlanan, çınlayan seslerle çekiçleri minik
örsler üzerine inip kalkmaya başladı. Celâleddin’in dönüşleri de iyice
hızlanmıştı. Yolun tozlarını savura savura, fırtınanın çevrintilediği bir
hortum gibi dönüyordu kuyumcu işliğinin önünde.
Ey, baştan
aşağı kanlara kesen gonca, sen ki kendinden çıktın!
Bize de
anlat: Nedir bu aşk? Öğret: Nedir kendinden çıkma?
Bacakları kendiliğinden
harekete geçti Selâhaddin’in, bir de baktı, işlikten çıkmış! Kapıda kalfayla
çıraklara bağırdı:
“Durmayın! Dövün! Dövün!
Dövün!”
Kendisi de başladı raksa.
Aynı çekiç ezgileri ve aynı dizeler eşliğinde, aynı ritmle... Aynı kendinden
geçişle... Tüm dünyayı kendi özünde duymuşluğun ve tüm dünyayla karışıp
kaynaşmışlığın o anlatılmaz duygusuyla...
Ama yaşlıydı Selâhaddin.
Fazla sürdüremedi raksı. Durdu.
Celâleddin’e yerden bir selam
verdi; güçsüzlüğü için kendisini bağışlamasını diledi.
Celâleddin onu omuzlarından
kucaklayıp öptü. Sonra tek başına raksetmeyi sürdürdü.
Kuyumcu
işliğinden bir define çıktı
Anlamı ne
hoş, güzelliği ne büyük!
O akşam Selâhaddin, işliğini,
araç gereçlerini ve bozulup ziyan olmuş altın varaklarını işçilerine armağan
edip, ölene dek ayrılmamak üzere ozanla birlikte gitti.
Geçen
yılki kırmızı kaftanlı ay parçası, bu yıl boz bir
hırkaya
bürünüp geldi.
Geçen
yılki gönüller yağma eden Türk, bu yıl Arap
şekline
girdi de geldi.
Giysi
değişti ama sevgili o sevgili, şişe değişti ama
şarap o
şarap.
Hele bir
iç bak, verdiği sarhoşluk hep o tatlı sarhoşluk!
Gece
bitti. Ey sabah şarabı içen erler, aynı meşale gene
göründü
sırlar penceresinden.
Ruh
göçünden değil, birlikten söz etmedeyiz biz:
damlaların
birliğinden.
Kuyumcu ustası Selâhaddin’in
aynasında hem kendi yansısını, hem de Şems’in yansısını gördüğünü ozan bu
dizelerle açıklıyordu.
Şeyhi “sırlar bilicisi” Seyid
gibi, Selâhaddin de, çilecilikte en son noktaya ulaşmıştı. “Yol”da ilerlerken,
hiç aralıksız günlerce namaz kılmış, haftalarca ağzına bir şey koymamacasına
oruç tutmuş ve aylarca yapayalnız bir hücreye kapanmıştı.
Ama Seyid’den farklı olarak,
taşkın ve coşkulu değil, serinkanlı, dengeli, kararlı bir kişiliğe sahipti.
Ozan tam on yıl hiç ayrılmadı
Selâhaddin’den. Tıpkı daha önce Şems için yaptığı gibi, yetmiş küsur gazelinin
son iki dizesinde, “Salâh-ı Hakk-u-din”, “Salâh-ı din”, “Salâh-u dil-ü din”
gibi mahlâslarla onun adını taç yaparak dostunu ölümsüzleştirdi.
Çok sonraları Veled şöyle
yazacaktır: “Selâhaddin’de Şems’in artamlarını bulunca, dostlarına şöyle dedi:
Bundan böyle benim kimseyle işim yok, başımda şeyhlik havası esmiyor, bundan
böyle hepiniz Selâhaddin’in rızasını dileyin, ona uyun. Sonra beni çağırdı:
Selâhaddin’in yüzüne iyi bak. Hakikat padişahı nasıl bir insan, görmeye çalış.
Can âleminin hükümdarı, mekânsız ve sınırsız ülkeler padişahı Şemseddin’den
başkası değildir Selâhaddin. Bundan böyle sen de ona uy.”
Şems’in gelişinden sonra
vaazı tümüyle bırakmış olan Mevlâna, kendisinden vaaz etmesini dileyenleri hep
geri çeviriyordu. Ama Selâhaddin’in bu konudaki dileğini kıramadı ve tek bir
kez minbere çıkmayı kabul etti. Kendisini sevenlere, “Selâhaddin’in yanında
Şems’in adını anmayın, çünkü aralarında hiçbir fark yoktur. Ama erenlerde ilâhi
bir kıskançlık vardır,” diyordu.
Gerçek ruh büyüklüğünün ne
olduğuna hayatlarının sonuna dek erememiş olanların kıskançlığı ise, hiç
kuşkusuz Celâleddin’in sözünü ettiği kıskançlıktan değildi. Ozanın
Selâhaddin’le dostluğu, Şems’in ölümüne sevinen ve Mevlâna’nın artık yatışıp
eski haline döneceğini umanlar için tam bir hayal kırıklığı oldu.
Üstelik Selâhaddin bir köylü
çocuğu, sıradan bir zanaatkârdı. Herkes gibi yiyip içen, herkes gibi gündüzleri
çalışıp geceleri uyuyan, kısacası herkesinkine benzeyen hayatı her gün, her an
gözler önünde olan sıradan birinin yüceliğini kabul etmek... Ayaktakımı,
yalnızca kendilerini büyük insanlarla birleştiren şeyleri görürler, kendilerini
onlardan ayıran şeyleri görmek istemezler ve göremezler. “Hiç kimse kendi
yurdunda peygamber olamaz” sözü de bu yüzden söylenmemiş midir? Hak etmedikleri
halde büyüklük savında olanların da, kendilerini tanıyanlar ve kendileri gibi
olanlarla aralarına kalın duvarlar, kılıçlar, muhafızlar, görkemli törenler,
sözümona bilgece sözler ve kibirli, kurumlu hallerle bir engel yükseltmelerinin
nedeni yine bu değil midir?
Müridler arasında dedikodular
ve yakınmalar yine başlamıştı. Birinden kurtulduk derken, başımıza bir başkası
çıktı, diyorlardı. Gene tuzağa düştük. Üstelik bu gelen öbüründen de beter. O
ışıktı, bu ise kıvılcım. O söze ve yazıya hakimdi, bilgiliydi, erdemliydi.
Keşke bu köylünün yerine yine o hemdem olsaydı şeyhimize!
Salt sağ olanı aşağılamak
için, ölmüş olana ne övgüler, ne övgüler...
“Hiç olmazsa o Tebrizliydi, kibardı,
nazikti; bunun gibi çocukluğundan beri tanıdığımız bir Konyalı değildi. Okuması
yazması, iki çift sözü bir araya getirecek bilgisi bile yok bunun. Bizden niye
üstün, anlayamıyoruz. Kötüyle iyiyi bile birbirinden ayırt edemez. Sabahtan
akşama dek işliğinde kuyumculuk eden, tak tuk-tak tuk çekiç sallayan bir adam.
Bütün komşuları kendisinden yaka silkmiş durumda. Doğru dürüst bir Fatiha bile
okuyabildiği şüpheli. Bir şey sormaya kalksan, gözlerini belertir kalır.
Mevlâna gibi büyük bir bilgin, ne diye böyle bir adama kapıldı, anlamıyoruz.”
Selâhaddin, gerçekten de okur
yazar değildi. Ama okur yazar olan her insan düşünceli olamayacağı gibi, okur
yazar olmayan her insan da düşüncesiz demek değildir ki; hele de söz konusu
olan rasyonel-mantıksal düşünme değil, duygusal-simgesel düşünme ise; “kafatası
içindeki değil, göğüs kafesi içindeki akıl”sa...
Selâhaddin, sıradan halk
arasından çıkmış, halkın sağduyusunun, hakikat sezgisinin timsali olmuş bir
insandı. Başkalarının yıllar süren öğretimle edindiklerini, Selâhaddin yaşıyla,
deneyimleriyle elde etmişti. Kaldı ki, kendisinin Seyid gibi, Şems gibi ve
nihayet Celâleddin gibi öğretmenleri olmuştu. Bir gün şöyle söylemişti
Celâleddin’e: “İçimde bilmediğim ışık kaynakları varmış, bunları sen ortaya
çıkardın ve tıpkı bir ateş gibi harlandırdın.”
Cahil olan, okuma yazması
olmayan, kuyumcu ustası Selâhaddin değil, onun bilgin düşmanlarıydı.
Özel yaşamında uyguladığı
katı disipline, öğretmenlerini bile şaşırtacak düzeyde telkin gücüne ulaşmış
bir insandı Selâhaddin. “Üstün yeteneğiyle herkesi geride bırakıyordu,” diye
yazıyor Veled. “Âriflerden yıllar içinde alınabilecek şeyleri, insana bir
solukta armağan ediveriyordu Selâhaddin. Dilsiz dudaksız sırlar söylüyor, dile
getirmeksizin mana incileri deliyordu. Kulaklar, tek bir harf duymadan, bir ses
işitmeden yararlanıyordu kendisinden. Sözleri gönülden gönüleydi.”
Dönemin en bilgili, en
kültürlü insanlarından biri olan Celâleddin, tek üstünlükleri sağlam bir bellek
olan hazır bilgi tüketicilerinden nefret ediyordu. Selâhaddin, hakikati
başkalarının düşüncelerinde aramıyor, onu, sırlarına girerek ölü altına can
veren elleriyle kendi bulup çıkarıyordu. Ozana göre, hakikatin küçücük bir
parçasına da olsa kendi çabasıyla ulaşan kişi, büyük defineyi de bulup
çıkarabilirdi. Bir köylü çocuğu olan kuyumcu ustası Selâhaddin, Şems’in
sözlerini, yani giysiyi değil, bu sözlerin anlamını, bu giysinin altındaki özü
anlamış ve Mevlâna’nın iman ettiği insanı sevmek, emeğe saygı duymak gibi yeni
değerlere o da yürekten iman etmişti. Ve Celâleddin, seçtiği yolda attığı her
adımın hakikate uygun olup olmadığını tam on yıl boyunca onun yüreğinin
aynasından izledi. Mevlâna’ya ayna oldu Selâhaddin; tıpkı bir zamanlar Şems’in
olduğu gibi.
Bir gün dostlarıyla söyleşi
sırasında, Farsça “küp” anlamındaki “hum” sözcüğünü “hunb” diye söyleyen ozanı
düzeltmek isteyenler oldu. “Sözcüğün doğrusunun ne olduğunu sizin kadar ben de
biliyorum,” dedi ozan. “Ama Şeyh Selâhaddin böyle söylüyor. Ben de ona uymayı
daha doğru buluyorum. Doğrusu onun dediği gibidir.”
Pek çok insan, koşullara
bağlı olarak kimi zaman erdem, kimi zaman ayıp olarak nitelendirilen şeylerden
şu ya da bu ölçüde habersiz olabilir. Ama ayıpların en büyüğü, hiçbir şeyden
haberi olmadığı halde, kendini her şeyden haberli sayan, bu yüzden de kendinde
her şeyi yapma yetkesi gören kişilerin halleridir.
Devleti yönetenler,
Selâhaddin’i Şems’ten çok daha tehlikeli buluyorlardı. Halkın aşağı
katmanlarını temsil ediyordu Selâhaddin. Bu ise, Celâleddin’in sözlerinin,
halkın bu kesimince anlaşılmaya başlandığını, yakında onları harekete
geçirebileceğini gösteriyordu. Devlet yöneticilerini kıskacına alan nefret ve
korku, ozana büyük bir özveri ve sevgiyle bağlı olduklarına inanan mürid ve
dervişlerin “ilâhi kıskançlığı”nı daha da kızıştırıyordu.
Yeni bir komplo. Yine bir
cinayet düzenlenmesi. Bu kez kuyumcu Selâhaddin’e yönelik.
Ama yüce sanlı bilginlerin
yüzkarası olarak gördükleri ayaktakımı, gerçekten de Selâhaddin’in arkasındaydı
ve onun gücünü oluşturuyordu. Şemseddin Tebrizi’nin sahip olmadığı bir güçtü
bu.
Komploculardan biri pişman
olarak, Selâhaddin’i ortadan kaldırmaya yönelik girişimi Mevlâna’ya açınca,
ozan telaşla dostuna koştu.
Selâhaddin’in her zaman
serinkanlılık ve temkin yansıtan yüzü bir gülümsemeyle aydınlandı.
“Merak etme, bana bir şey
yapamazlar!”
Aynı gün, dost düşman demeden
herkesi medresede topladı. Bakışlarını tek tek her birinin üzerinde
dolaştırdıktan sonra:
“Mevlâna tarafından seçilmiş
olmamı kimileri çekemiyor,” dedi. “Ama bunlar bilsinler ki, ben yalnızca,
Mevlâna’nın kendi hakikatini gördüğü bir aynayım.”
Öyle büyük bir irade gücü
seziliyordu ki bu sözlerde, söylenceye göre, komplocular, boa yılanı görmüş
tavşan gibi tutuldular, girişimlerinden vazgeçip bağış dilediler.
Hiç kuşkusuz sorun yalnızca
irade, telkin gücünde değildi: Çünkü Şemseddin Tebrizi’de de vardı aynı güçler.
Ama Şems Konya’da bir garipti. Ardındaki tek güç, çıplak söz, çıplak düşünce
idi. Selâhaddin’in ardında ise, Konyalı zanaatkârlar, dolayısıyla de bütün
Selçuklu ülkesinde örgütlü fütüvvet erleri, Ahiler vardı.
Kösedağ önlerindeki utanç
verici yenilgiden sonra Sultan ve devletin öbür yöneticileri, gerçekte,
Moğollar için vergi ve haraç toplayan birer memura dönüşmüşlerdi. Yıldan yıla
artan bu vergilere halkın dayanacak gücü kalmamıştı. Kimsenin elinde bir şey
yoktu ki, bir de onu vergi olarak versin...
Toprak aristokrasisi, büyük
beyler, emirler bile batkın durumdaydılar. Savaşlar, açlık, soygun, yağmalar ve
köylü ayaklanmalarıyla onların toprakları da terk edilmiş durumdaydı. Geriye
bir tek zanaatkâr işlikleri kalıyordu.
Kaldı ki, zanaatkâr
ilişkileri olmazsa, feodaller, halkı boyunduruk altında tutmaya ve vergi
toplamaya yetecek kadar bir askeri gücün bile donanımlarını sağlayamazlardı.
Üstelik Ahiler yalnızca ekonomik bir örgütlenmeyi değil, ortaçağ Avrupasının
şövalye tarikatlarına benzer bir dinsel-askeri örgütlenmeyi de
gerçekleştirmişlerdi. Ahi kardeşliğine kabul edilip kuşak kuşanan bir
zanaatkâr, profesyonel bir asker kadar değilse de, silah kullanmayı da
öğreniyordu. Genç usta ve kalfalardan oluşturulan Ahi müfrezeler, ülkenin en
güçlü silahlı örgütü haline gelmişlerdi.
Komploya yeltenen üç beş
zavallı derviş şurda dursun, paralı askerleri olan beyler, emirler bile
Ahilerden korkarlardı. Moğol zaferinden birkaç on yıl sonra Selçuklu
topraklarını dolaşan bir Arap gezgine göre, ülkede, çoğu kaçıp gizlenen genel
valilerin görev ve sorumluluklarını Ahiler üstlenmişlerdi. Ahi şeyhlerinin
kararlarıyla halka zulmeden feodaller, tiranlar, onların adamları, askerleri,
korucuları gözlerinin yaşına bakılmaksızın öldürülüyorlardı.
Başvezir Pervane bile
Ahilerin gücü karşısında boyun eğmişti. Toplanmakta olan vergilerin
adaletsizliği konusunda Ahilerin kendisine ilettikleri yakınma üzerine
Celâleddin’in Pervane’ye yazdığı tek bir mektup, haksızlığın düzeltilmesine yetip
artmıştı. Pervane, ozanın yüzüne karşı söylediği gerçekleri dinliyor, her
fırsatta onun öğütlerine başvuruyordu; çünkü ozanın güleryüzünü, kayrasını
kazanmak, Ahilerin, fütüvvet erlerinin desteğini arkasına almak demekti.
Kuyumcu ustası Selâhaddin’le ve
ondan sonra da Ahi şeyhi Hüsameddin’le dostluğu, ozan için büyük bir
güvenceydi. Bu dostluklar, doğrudan doğruya halkı arkasına almış olması
anlamına geliyordu.
Selçuklu ülkesinin en büyük,
en ünlü kişileri, vezirler, emirler, beyler, saygılarını sunmak için sık sık
ozanı ziyaret ediyorlar, onu saraylarına, konaklarında düzenledikleri şölenlere
çağırıyorlardı. Ancak Celâleddin’in yakın dost, öğrenci çevresi bütünüyle
değişmiş bulunuyordu. Tüccar Hacı Emir, ipekçi Ahi Ahmed, pamukçu Nasreddin
Katani, çiftçi Ahi Muhammed, azad edilmiş bir köle olan Siryanus, berber Çoban
Dellâk, dülger Bedreddin, debbağ Hüsameddin, hanende Osman Şerafeddin ve Kemal
Kaval, neyzen Hazma, rebabçı Ebu Bekir, Bedreddin Yavaş, Rum ressam Aynüddevle,
Ermeni usta Kaloyan, mimar Bedreddin Tebrizi, tellâk Ahi Natur ve Selçuklu
başkentindeki bütün Ahilerin başı olan Ahmedşah gibi kişilerin başı çektiği bu
çevrede, ayrıca terziler, tabağlar, kasaplar, çulhalar, esnaf, işçi,
zanaatkârlar, her kesimden Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar, Rumlar,
İranlılar, Araplar, Ermeniler, Türkler yer alıyorlardı.
Dostlarıyla bazen medresede
söyleşen Celâleddin, bazen de onlarla uzun yürüyüşlere çıkıyordu. Sille’deki
ünlü Bilge Platon manastırında haftalar geçiriyor, Konya çevresindeki cennet
bahçelerini andırır üzüm bağlarında sema âlemleri düzenliyor, raksediyor,
şiirlerini okuyordu. Köylüler, tüccarlar, azat edilmiş köleler, âhiler,
fütüvvet erleri, bu şiirleri yazıyorlar, ezberliyorlar ve başka insanlara
okuyorlardı. Ulemanın kıskançlığından ve yöneticilerin nefretinden Celâleddin’i
koruyan yine bunlardı.
Bu nefret, ozanın ölümüne
kadar dinmeyecek, devletin en güçlü kişilerinden, Sultanın genel valisi
Sahib-ata bir gün yakınlarına şöyle diyecektir: “Mevlâna büyük adam. Ama
kendisini ayaktakımı çevrelemiş. Bu heriflerin hepsini kılıçtan geçirip
Mevlâna’yı onların arasından çıkarmak gerek!”
Bu sözler ozanın kulağına
ulaşınca, tıpkı bir zamanlar Selâhaddin’in, kendisine karşı komplo düzenlenmesi
haberini karşıladığı zamanki gibi bir gülümsemeyle:
“Güçleri varsa, hiç
durmasınlar!” demişti.
Basit insanların güven ve
sevgileriyle, ruh soyluluğunun simgesi olan kuyumcu ustası Selâhaddin sayesinde
Mevlâna’nın coşkunluğu yatıştı. Yıllar geçtikçe, her hareketin düşünceyle, her
sözcüğün yüreğin buyruğuyla uyum içinde olduğu sınırsız bir yüce huzura kavuştu
Celâleddin.
“Sonsuzluğun tadına baktık
ama edebi uykuya dalmadık. Biz zamanın hem yüreğiyiz, hem ruhuyuz, hem de
sancağıyız.” Böyle diyordu ozan.
Halk yalnızca bilinciyle,
beyniyle değil, yüreğiyle de anlıyor, benimsiyordu kendisini. Bu da ozanda,
haklılığına, dünyayı algılayışının doğruluğuna sarsılmaz bir inanç yaratıyordu.
Söz
Selâhaddin’le dostluğu,
ozanın yaşamının en mutlu dönemi oldu. Tam olgunluğa erdiği, ama hâlâ
alabildiğine güç dolu olduğu bir dönemdi bu. Çevresi, kendisine yürekten bağlı
inanç erleriyle kuşanmıştı.
Zindanlar içinde en korkuncu,
insanın kendi kafasında kurup yükselttiği zindandır. Celâleddin bu zindandan
çıkıp özgürlüğüne kavuşmuş, dogmalardan, şeriat yasalarından, geleneklerin
bukağılarından kurtulmuştu. “Sarığımı rehin ettim. Secdeden, seccadeden
bezdim,” diyordu artık.
Müslüman geleneklerine
tepeden tırnağa aykırı bir olgu olarak, ozanın izleyicileri arasında kadınlar
da bulunuyordu. Şaşacak bir şey yoktu bunda: Aşkın ululanması ve insan yüreğine
tapma, elbette kadınlar arasında beklenen yankıyı bulacaktı.
Vakanüvisler bu bakımdan
adlarını anma cesaretini gösterememişlerse de, içlerinden bazılarının takma
adları günümüze ulaşabilmiştir.
Güzelliğinden dolayı Tavus
diye anılan harpçı ve şarkıcı bir kadın bunlardan biriydi. Hayranlarının
kendisine verdikleri para ve mücevher armağanlarıyla zenginleşen Tavus, bütün
kölelerini, hizmetkârlarını azat etmiş ve ozanın izleyicisi olmuştu.
Yine, bütün eşitler arasında
bir eşit olarak ozanın çevresinde toplananlar içinde yer alan Fahrünisa hanımın
adı da günümüze ulaşan adlar arasındadır.
Hatta, ozanın öğrencilerinden
bir hanımın, Tokat’ta bir tekkenin başına geçtiği bile bilinmektedir.
Beylere, emirlere, devlet
büyüklerine güleryüz göstermeyen ozan, onların karılarıyla görüşüyor,
söyleşiyordu; kadınların kalbi, kocalarınınki gibi iktidar ve mal hırsıyla
katılaşmamıştı. Saray ileri gelenlerinden Emineddin Mikael’in karısı, kadın
geceleri düzenliyordu. Bu gecelerde kadınlar şarkılar söyleyip raksediyorlar,
ozanın şiirlerini okuyorlar, geceye katılan ozanın üzerine gül yaprakları, gül
suları serpiyorlardı. Ve sofu ulema bütün bunları dehşetten fincan gibi açılmış
gözlerle izliyordu. Bu kadınlar arasında Gömeç Hatun adında bir de prenses
vardı; Sultan Gıyaseddin’le Gürcü prensesi Tamara’nın kızı olan Gömeç Hatun,
başvezir Pervane’nin karısıydı ve daha çok “Gürcü” takma adıyla anılıyordu.
Gürcü Hatun devletin ikinci
başkenti olan Kayseri’ye, kocasının yanına giderken, “ayrılık acısı dayanılmaz
olunca yüzünü görebilmek için”, resim öğrenimini Konstantinopol’de gören ressam
Aynüddevl’e, Celâleddin’in bir portresini ısmarlamıştı.
İslam’da insan ve hayvan
resimleri yapmak yasaklanmış olduğu için ressam epey bir süre ikirciklendikten
sonra, yanına en güvenilir adamlarını alarak, siparişi yerine getirmek için
medreseye, Celâleddin’e gitti. Daha ağzını açmadan, ozan onun niyetini
anlayarak:
“Eğer becerebileceksen, hemen
başla!” dedi.
Pervane’nin karısı, ne de
olsa yarı Gürcü, yani Hıristiyan sayılırdı; Aynüddevl ise, İslamiyeti kabul
etmiş bir Rum’du. Ama Celâleddin, Bilginler Sultanı’nın oğluydu. Tam on
kuşaktır Müslümandı. Her şey bir yana, bir ressama poz vermeyi kabul etmiş
olması bile, Müslümanlık açısından putataparlığa eş bir din sapkınlığıydı.
Aynüddevl hemen işe girişti.
Yardımcıları en güzel Kahire kâğıtları, boyalar, fırçalar getirmişlerdi. İlk
çalışma bir boy portresi oldu. Ressam çok heyecanlıydı. Portre bitince,
kâğıdına gerçeğin ancak soluk bir kopyasını yansıtabildiğini gördü. Hemen
ikinci bir çalışmaya başladı. Ama karşısında duran insanın yüzünün ifadesini,
iç anlamını bir türlü yansıtamıyordu kâğıda. Sürekli değişiyordu bu anlam;
sanki karşısında bir değil, birçok insan duruyordu.
Yirmi kadar farklı porte
çalışması yaptı Aynüddevl. Ama fikrince tümü de başarısızdı. Ressamın gözünde
umutsuzluk gözyaşları belirince, Celâleddin onu şu dizelerle avuttu:
Ah bir
görebilseydim kendimi!
Beyazı
verir renklerin bileşimi
Ama benim
ruhum sükûn nedir bilmiyor
Yine de
içim çok rahat
Sınırsız
denizinde ruhumun
Denizler
boğuldu çünkü.
Aynüddevl’in yaptığı yirmi
resmin yirmisini de bir sandığa gizleyen Gürcü Hatun, resimleri Kayseri’ye
götürdü. Bugün bu resimlerin ne olduğu bilinmiyor.
Ama yedi yüzyıllık yasağa
karşın, ozanın boy portesi resimlerinden birinin kopyası, yaşadığımız çağa
kadar ulaşabilmiştir. Gelgelelim, bu tek kopya resim de, İstanbul Yenikapı’daki
tekkenin 1906’da yanmasıyla, yok olmuştur.
Halkın sevgisiyle korunan
Celâleddin, düşündüğü her şeyi, içinden geldiği gibi sultanların bile yüzlerine
söyleyebiliyordu.
Bir gün, medresesine,
maiyetiyle birlikte Sultan II. İzzeddin Keykavus gelmişti. Ozan, konukların
oturmasını bekledikten sonra, hiç iltifatta bulunmadan, söyleşisini kaldığı
yerden sürdürmüştü. Çünkü Sultanın, söyleşisini dinlemek, onun öğütlerinden
yararlanmak için değil, kardeşlerine karşı verdiği taht kavgasında onun
otoritesinden yararlanmak için geldiğini biliyordu.
Çulhacılar, debbağlar,
dülgerler arasında bir süre oturan Sultan:
“Biz,” dedi; “Mevlâna
hazretlerinden öğüt nasihat almaya gelmiştik!”
“Ne öğüdü vereyim ben sana!”
dedi Celâleddin; “Sana çoban ol demişler, kurt oluyorsun. Bekçilik et demişler,
hırsızlığa yelteniyorsun. Seni sultan yapmışlar, sen tutup şeytana uyuyorsun!”
Söylenceye göre, bu sözler
padişaha çok dokundu ve Mevlâna’nın huzurundan ağlaya ağlaya çıkıp gitti.
Sultan, maiyetinin ve
Celâleddin’in öğrencilerinin önünde gerçekten ağladı mı? Bunu evetlemek oldukça
zor. Ama Sultanın oturup ağlanacak bir durumu vardı: Ozanın öğüdünün de açıkça
ortaya koyduğu gibi, Ahiler, zanaatkârlar tümüyle kendisine karşıydı. Taht
uğruna girişilmiş bir kardeş kavgasında, bu güçlerin desteği olmaksızın
başarıya ulaşmaksa, olanaksızdı.
Gerçekten de, çok geçmedi,
İzzeddin’in yazgısı belirlendi: Tahta kardeşi geçti. II. İzzeddin Keykavus ise,
önce gurbet ellerde, Konstantinopol’de kendisine sığınacak bir yer aradı,
ardından, yıllar süren dönüp dolaşmalarında sonra, ta Kırım ellerinde bir
sürgün olarak yaşamını noktaladı.
Söz, Celâleddin için eylemdi.
Şöyle diyordu: “Ben toprağı inciye dönüştürüyorum. Çalgıcıların teflerini
altınla dolduruyorum. Susamışlara şarap sunuyorum; kurumuş topraklara Kevserler
akıtıyorum. Tüm dünyayı cennete, gamlıları sultana, kiliseleri mescide,
darağaçlarını minbere çeviriyorum.” Kendisi için, “Ben öyle bir kulum ki, efendimi
azat ettim, öyle bir ustayım ki, ustama usta oldum,” diyordu. “Şu dünyaya daha
dün geldim, ama dünyayı bayındır eden benim.” Yoksa ozan kendinde mucizevi
güçler mi görmektedir? Hayır! O, mucizelere inanmaz.
“Bana mucizeden söz
ediyorlar,” diyordu öğrencilerine. “Birisinin buradan Kâbe’ye bir günde
gittiğini söyleseler, buna hiç şaşırmam; bunun keramet denilecek bir yanı
yoktur. Çünkü bu eğer kerametse, sam yelinde de bu kerametler var; nereye
isterse bir anda gidebilir. Keramet ona derler ki, seni ikilikten kurtarsın,
aşağılıkken yüce yapsın, bilgisizken akıllı etsin, cansızken canlılığa
eriştirsin. Aslında ilk önce de sen bir hiçtin, topraktın, Tanrı seni bitki
dünyası mensubu yaptı. Sonra o dünyadan sefer ettin, et ve kan pıhtısına
dönüşerek hayvanlar dünyasına ve oradan da sefer ederek, en sonunda insanlar
dünyasına geçtin. Ne geldiğin yoldaki konakları bilirsin, ne hangi yoldan
geldiğini, ne de nasıl geldiğini... Seni getirdiler, bir de baktın ki,
gelmişsin! İşte gerçekten keramet denilecek şey budur!”
İnsan bütün dünyayı içine
sığdırabilir.
İnsani olan her şey,
Celâleddin’in dünyası içindeydi. O, şiirlerinde, kendisinin mucizevi birtakım
yeteneklere sahip olduğundan değil, dünyada insan olmanın mucizesinden ve insan
denen varlığın sahip olduğu sınırsız olanaklardan söz ediyordu.
Elli yaşındaydı. Binlerce
dizeden oluşan yüzlerce şiir yazmıştı. Ölümünden sonra “sır kâtipleri” Divanı
Kebir’i oluşturduklarında, bu büyük kitapta iki bin yedi yüz üç gazel, bin yedi
yüz doksan rubai, toplam olarak, yaklaşık elli bin dize bulunduğu görülecekti.
Onun için her şey şiir
söyleme nedeni olabilirdi. Moğollarla savaş, söğüt ağacında ilk yaprakçıkların
görünmesi, sokakta oynayan çocuklar, aç bir sokak köpeği, aklına gelen herhangi
bir düşünce, dostunun ya da düşmanının bir sözü vb vb. Şems’in gelişinden
sonra, eline kalem almamıştı. Çünkü büyük bir coşkunluk, kendinden geçiş
dönemiydi bu: konuşuyor, bağırıyor, sövüyor, haykırıyordu. Ama bu haykırışları,
hatta sövgüleri, onun, simyager potasını andıran yüreğinin ateşiyle şiirin
altınına dönüşüyor, sır kâtipleri de bu şiirleri hemen yazıya geçiriyorlardı.
Bir gün öğrencileriyle söyleşirken, Horasan’da şiirin ayıp sayıldığını, orada
kalmış olsaydı, herhalde bir vaiz olarak kalacağını; şimdi şiir yazmasının
nedeninin ise, Anadolu halkının şiiri ve müziği sevmesi olduğunu söylemişti.
Gerçekten de, Belh’te
kalsaydı. Celâleddin ne olurdu? Bu soruya yanıt verebilmek pek kolay değil.
Büyük olasılıkla Moğollar tarafından öldürülürdü. Bu bir olasılık. Ama kesin
olan bir şey var: Şiir, kendisi için hiçbir zaman bir amaç olamazdı.
Şiir üzerine fazla bir şey
söylememiştir Celâleddin, “Nedir ki şiir, onun üzerine laf edeceğim!? Benim
şairlikten çok daha önemli başka zanaatım var!”
Yine de, ozanımızın şiir,
kafiye üzerine ne düşündüğünü kimi şiirlerinden ve söyleşilerinden
anlayabiliyoruz: “Ben kafiye düşünürüm, sevgilimse bana şöyle der: ‘Benim
yüzümden başka bir şey düşünme! Tek beni düşün, ey benim kafiye düşkünüm! Hem
harf dediğin nedir ki, onu düşünesin! Harf, üzüm bağını çevreleyen çittir.’
Sonunda gazelden de, beyitten de kurtuldum! Müfteilün, müfteilün, müfteilün
öldürdü beni. Bir yanıltmacadan başka bir şey olmayan kafiyeyi sel götürdü.”
Döneminin saray şairleri
güzel oturmuş kafiyeler, özgün benzetmeler için kafa patlatıyorlardı. Oysa asıl
üzerinde durmaları gereken şey, düşünceydi. Onların tek düşündükleri,
ustalıktı: Kimselerinkine benzemeyen kafiyeler bulmak, benzetmeler yapmak,
padişahı övmek, padişah düşmanlarını yermek.
Celâleddin’in ilgisi yoktu bu
tür şiirle. Onun istediği şey “can tenceresinden kanlı köpükler saçmak, iki
cihanın sözünü de bir ağızdan, bir hamlede söyleyivermek”ti. “Kafiyeyi, sözü,
sesi birbirine vurup paramparça etmek ve seninle bu üçü olmaksızın, baş başa
konuşmak istiyorum,” diyordu.
Kafiye ve vezin konusu
Celâleddin’i de düşündürüyordu aslında. Ama bu konuda zorlandığı için değil;
tam tersine, kafiyenin ve veznin kendisini sınırlamasından, düşüncelerini
bukağılamasından dolayı. Dinlerin, tarikatların katı kurallarından, kör
inançların ve dogmaların zindanından kendini kurtarmış bir insanın, kafiyenin
zincirlerine bağlanıp kalması düşünülemezdi.
Celâleddin’in nasıl yeniden
yana, öncü bir kişi olduğunu anlamayanlar, zamanında olduğu gibi, bugün de,
onun şiirlerinde kafiye ve ölçü bozuklukları olduğundan söz ediyorlar. Oysa
ozanın düşünceleri, tutkuları, klasik saray şiirinin kafiye, vezin bukağılarına
vurulamayacak denli güçlü, coşkuluydu. Bu nedenle de ozan, şiirinde ne
yaptığını çok iyi biliyordu.
Hayatı ve dünyayı, sürekli
bir oluş, sürekli bir değişme ve yenilenme olarak gören ozan, “Şu hem var, hem
yok olan dünyadan, yoklar azar azar gittiler, varlar geliyorlar,” diyor ve
ekliyordu: “Eski mallar satanların nöbeti geçti. Biz yeni şeyler satıyoruz. Bu
pazar, bizim pazarımız artık.”
Elli yaşına geldiğinde, bir
ozan ve düşünürün bu dünyada erişebileceği her şeye erişmiş olduğu
düşünülebilirdi. Konya’nın bağlarında, bahçelerinde, Gevhertaş medresesinin
duvarları arasında söylediği şiirler, binlerce fersah ötelerde bile biliniyor,
okunuyordu. Sözleri, İslam dünyasının dört yanına yayılmıştı. Buhara’dan
Semerkand’a, Tebriz’den Kahire’ye, Yemen’den Şam’a ve Kordoba’dan Malaga’ya
kadar binbir değişik ülkeden insanlar, Moğol boyunduruğunun ve feodal-köleci
toplum yapısının zindan karanlığında bir meşale gibi yanıp çevresini ışıtan
Mevlâna’ya koşuyorlardı.
Ama bütün bunlar yetmiyordu
ozana; ölene dek de yetmeyecek ve o hep daha ileriye, daha ileriye ulaşmak
isteyecekti. Elde ettikleriyle yetinmek, onun için manevi ölümdü; yaşamak,
hayatla birlikte değişmek demekti.
Bugün
Ahmed benim, ama dünkü Ahmed değil
Bugün Anka
benim, ama kursağı yemle dolu olan değil
Bir
padişah vardır ki, bütün padişahlar onu arar
Bugün o
padişah benim; dün bildiğin padişah değil.
“İster din ulusu ol, ister
meyhane rindi; fark etmez benim için bugün pazar mı, cuma mı?” diyordu ozan.
Cuma Müslümanların, pazarsa Hıristiyanların kutsal günüdür; ama Celâleddin için
bütün dinler eşittir. Din, ırk, ulus, sınıf ayrımı yapmaksızın tüm insanlara
sesleniyordu o. “Gelin, birlik şarabından içelim. Çünkü hepimiz bir ağacın
dalı, bir ordunun askerleriyiz!”
İnsanlığın birliğinden söz
etmek, görülmemiş bir yüreklilikti o dönem için. Ve Celâleddin, kendisini
izleyenlerden de aynı yürekliliği, aynı duygu ve düşünce gücünü göstermelerini
istiyordu.
Halkın ozanıydı Celâleddin.
Bu yüzden de tüm insanlığın ozanıydı.
Her büyük sanatçı ulaştığı
yüceliği ve kendi değerini bilir. Celâleddin Rumi de biliyordu bunu.
Bir gün medresede,
öğrencilerinden birinin hücresine girerken, öğrencisinin, uyuduğunu görmüştü.
Öğrenci rahat etmek için sırtını Celâleddin’in şiir kitabına yaslamıştı.
“Demek böyle!” dedi ozan.
“Şiirlerimiz böyle arkaya atılmış! Ama Tanrı tanığımdır ki, bu şiirler doğudan
batıya tüm dünyayı dolaşacak. Tapınaklarda, toplantılarda, şölenlerde insanlar
sözlerimi yineleyecek, şiirlerimi okuyacak. Her halk şiirlerimle güzelleşecek,
onlardan yararlanacak.”
Celâleddin insanlığın ölümsüz
olduğuna inanıyordu. Bu yüzden de kendisinin ölümsüzlüğüne inanıyordu.
“Su gibi akıp gitmedeyiz. Ama
şarap gibi, halkın kanının içindeyiz. Ayaklarımızı uzatıp yerde hareketsiz
yatıyor olsak ne çıkar? Uçsuz bucaksız denizlerde seyreden bir yelkenlide
uzanıp yatmış insanlar gibi sonsuzcasına hareket edecek, ilerleyeceğiz!”
Yanılmadı ozan. Yedi
yüzyıldır şiirleri mescitlerde, tekkelerde, şölenlerde, toplantılarda,
üniversitelerde okunuyor. Bilginler bu şiirleri inceliyor, cahil insanlar
inançla, ezberden okuyor.
Hindistan’dan Kuzey Afrika’ya
kadar, Celâleddin Rumi’nin şiirini bilmeyen, şu ya da bu şekilde bu şiirin
etkisi altında kalmayan tek bir düşünür ya da ozan bulabilmek olanaksızdır.
On dokuzuncu yüzyıl
İran’ında, halk ayaklanması önderi Süleyman Han idam edilmeye götürülürken onun
şiirini okuyordu.
Yüzünü
göster, gül bahçesini görmek istiyorum
Dudaklarını
aç, bala banmış güller istiyorum
Ey
güzellik güneşi, bir an sıyrıl buluttan ve görün
O ışıklar
saçan yüzü görmek istiyorum.
Gene
davulların çağıran sesini duydum da
Doğan gibi
uçup geldim: padişah kolu istiyorum
Ey aşk
yeşilliğinden kopan tatlı esinti
Bana da
dokun, reyhan kokuları istiyorum
Bilirim,
bütün güzellikler ödünçtür, iğretidir
O yüzden
ben mutlak güzelliği istiyorum
Yoksulum alabildiğine, ama
küçük bir akik istemem
Benzersiz akiklerin madenini
istiyorum.
Celâleddin, halk Farsçasıyla
yazıyordu şiirlerini. Farsça, ortaçağda, yakın ve Ortadoğu’nun edebiyat
diliydi; Latincenin Avrupa’daki durumuna benzetilebilir Frasçanın bu durumu.
Ancak Celâleddin’in, Arapça, Rumca ve Türkçe şiirleri de vardır.
Günümüzde dünyanın hemen
bütün büyük dillerine çevrilmiştir Celâleddin’in şiirleri. Goethe, Hegel bu
şiirlere hayran olmuşlardır. Yirminci yüzyılın büyük ozanlarından İkbal, onu
öğretmeni ve yol göstericisi olarak kabul ettiğini söylemiştir. Ünlü Türk ozanı
ve komünist Nâzım Hikmet de, hapishanede, ilk iki dizesini Celâleddin’den
aldığı, son iki dizesiyle ona yanıt verdiği bir rubai yazmış,[10] ayrıca son romanında birkaç yerde Mesnevi’nin
başlangıç dizelerinden alıntı yapmıştır.
Celâleddin kendisini de,
kendisini izleyenleri de “âşık” olarak adlandırıyordu. İlk Türk âşıklarından
biri, zamanının bilimini, bilgisini öğrenmek için Karadeniz kıyılarından
Konya’ya yayan gelen genç bir Türk köylüsüydü. Celâleddin’in ölümünden az önce
onunla birlikte olmuş, onun söyleşilerine katılmış bu genç Türk âşığının adı
Yunus Emre idi.
Yunus’un
bu sözünden sen mana anlar isen
Konya
minaresini göresün bir çuvaldız
gibi dizelerinden Konya’ya
geldiği anlaşılan Yunus Emre’nin, burada Celâleddin’in söyleşilerinde ve sema
meclislerinde bulunduğunu gösteren dizeleri de vardır:
Mevlâna
sohbetinde saz ile işaret oldu
Ârif
maniye daldı çün biledür ferişte
Celâleddin’den kırk yedi yıl
sonra ölen Yunus Emre’nin,
Mevlâna
hüdâvendigâr bize nazar kılalı
Anun
görklü nazarı gönlümüz aynasıdır
gibi dizelerinden de, ozana
büyük saygı duyduğu anlaşılmaktadır.
Celâleddin Rumi’nin isyancı
bir özle dolu coşkulu şiirlerinin gerçek mirasçısının, babasının adına bir
dervişlik tarikatı kurup şiirler yazmaya çalışan Sultan Veled’den çok, Baba
İshak izleyicilerinin anti-feodal halk hareketine katılan bu genç Türk âşığının
olduğunu söylemek yanlış olmaz.
O zamanlardan günümüze, yedi
yüzyıldır, Türk şiiri işte bu iki ayrı koldan akıp gelmededir. Bu kollardan
biri, halk şiiri geleneğini sürdüren âşık şiiri; öbürü ise padişahların, feodal
beylerin gönüllerini şenlendirmek için yazılan klâsik divan şiiridir. Kollardan
ilkinin kaynağında Yunus Emre, ikicisinin kaynağında ise Sultan Veled
bulunmaktadır. Ama hiç kuşkusuz kolların her ikisi de, adı Celâleddin Rumi olan
büyük okyanustan kaynaklanmaktadır.
Elli yaşındayken Celâleddin
bütün bu okyanusu; hakikat yolculuğu boyunca anladığı, sezdiği, gördüğü,
duyduğu ve olduğu her şeyi bir yerde toplamak için bir kitap yazdı. Kendisinin,
adını yalnızca Mesnevi koyduğu bu kitabı, başkaları yıllar yılı “İran Kur’an’ı”
olarak adlandırdılar.
“Mesnevi”, her beyti başka
kafiyeli manzume demektir; kafiye genişliği olduğu için, eskiden manzum
hikâyeler çokluk bu yolla yazılırdı ve pek çok ozanın bu yolla yazılmış pek çok
yapıtı bulunmaktadır. Ama günümüzde “Mesnevi” denildiği zaman, yalnızca
Celâleddin’in yapıtı anlaşılır.
Yapıt incelendiğinde, ozanın
bunu nerelerde, nasıl, hangi koşullar altında yazdığı da anlaşılmaktadır.
Sokakta yürürken, öğrencileriyle söyleşirken, evde otururken, sema ederken,
hatta hamamda yıkanırken söylediği anlaşılan dizeler bulunmaktadır Mesnevi’de.
Celâleddin söylüyor, Hüsameddin hemen cilbendinden kâğıdını, divitinden
kalemini çıkarıp vecd içinde yazmaya koyuluyordu.
Mesnevi’yi okurken duyulan
yalnızca ozanın sesi değildir. Araya Hüsameddin’in ya da başka birilerinin
soruları girer; ozan bu soruları yanıtlarken birden yolculuk yıllarının
anılarına dalar, sonra yine yaşadıkları zamana döner; derken bir hikâye
anlatır, bu hikâye kendisine bir başka şey anımsatır, ona geçer, ordan okuduğu
bir kitaba atlar, kitaptan yaptığı alıntı kendisine bir atasözünü anımsatır,
atasözü Kur’an’dan bir sureyi çağrıştırır, derken Mutannabi’nin bu sure üzerine
bir sözünü anımsar, buradan Attar’a, Senaî’ye geçer... Senaî deyince, babası
Bilginler Sultanı’nın anlattığı bir halk söylencesi aklına gelir, bu söylence
Şemseddin’in anlattığı bir başka söylenceyi anımsatır, derken araya şeyhi
Seyid’in bir öğüdü girer ve bütün bunlar, yaratıcı bir mimarın özgürce
yararlanacağı yapı gereçlerine dönüşür.
Kitapta söyleştiği kişilerin
arasında Hüsameddin başta gelir. Celâleddin dostuna, Mesnevi’nin yazılmasına
önayak olduğu için teşekkür eder ve geceler boyu kendisini ha bire yazmak
zorunda bıraktığı için bağış diler.
Mesnevi’de savaşlar, felsefi
ilkeler, tartışmalar, öyküler, söylenceler özgür bir ölçü içinde yer alır.
İnsanların gündelik konuşmalarında bile kimi zaman uygun sözcüğü bulmakta
zorlandıkları görülür; Mesnevi’de ise, bu kadarcık bir zorlanma bile görülmez;
alabildiğine rahat, özgür dizelerle yazılmıştır. Bu rahatlık ve özgürlük
nedeniyledir ki, yedi yüz küsur yıl sonra bile Mesnevi’yi okuyan kişi, kendini,
ozanın yüreğinde bu dizeleri yaratan olayların içinde buluverir.
Mesnevi’den öğrendiğimize
göre, ozan bir sabah nicedir ağzına bir lokma bir şey koymadığını fark eder.
Bir parça ekmek yedikten sonra da, üzüntüyle, yediği şu bir lokma ekmeğin bile
düşünce akışına engel olduğunu söyleyerek, Hüsameddin’e bir başka sefere kadar
kalemi kâğıdı kaldırmasını önerir. “Hedefe ulaşmak ancak sabırla mümkündür.”
Mesnevi’nin birinci cildi
böyle biter.
Ancak “bir başka sefer” epey
zaman sonradır. Hüsameddin’le birlikte ağızlarına birer lokma ekmek koydukları
o sabahla, ölümsüz kitabın ikinci cildine başladıkları gün arasında koskoca bir
beş yıl geçecektir.
Bu arada da Celâleddin bir
büyük kaybın daha acısıyla uğunacaktır. Hayatının bu son kaybı, kuyumcu ustası
Selâhaddin’in ölümüdür.
“Mevlâna ve Selâhaddin,” diye
yazıyordu Sultan Veled; “İki bedende bir can gibiydiler. Tam on yıl boyunca,
sütle şeker gibi uyum içinde yaşadılar. Birbirleriyle sarhoş oldular ve
ayrılığın mahmurluğunu bilmediler. Dostları saf olup çevrelerinde yer aldılar.
İkisi denizdi sanki, öbürleriyse köpük. İkisi iki aydı, öbürleri yıldız. İkisi
iki padişahtı, öbürleri kul. Herkes kendilerinden yararlanmadaydı.”
Ama Selâhaddin artık çok yaşlıydı.
Yakalandığı ölümcül hastalık bedenini bir mum gibi eritiyordu, ama iradesi hâlâ
o çelik iradeydi ve çektiği acıları kimseye göstermiyordu. Var gücüyle
direniyordu hastalığına karşı.
Mevlâna dostunu her gün
ziyaret ediyor, onun o müthiş iradesinin hastalığı yeneceğine inanıyordu.
“Mevlâna dostunun ölmesini
istemediği için,” diye yazıyor Veled; “Selâhaddin’in hastalığı uzadıkça
uzamadaydı. Sonunda bir gün dayanamadı ve Mevlâna’ya, ‘İzin ver de bu
dayanılmaz acılardan kurtulmak için öbür dünyaya göçeyim artık,’ dedi.”
Selâhaddin’in hiçbir zaman
hiçbir isteğini geri çevirmemişti ozan. Kendisi için ne kadar acı olsa da, bu
isteğini de yerine getirmeliydi. Dostunun çektiği acılar ne kadar büyük
olmalıydı ki, ayrılık acısını bile göze alıyordu.
Yüzüne uzun uzun bakarak
vedalaştı Selâhaddin’le ve bir daha kendisine hiç uğramamak üzere ayrıldı
yanından.
Üç gün ziyaret etmedi
dostunu. Selâhaddin isteğinin kabul edildiğini anlamıştı. Ölüme hazırlandı.
“Beni acıyla, ağıtla değil, şarkıyla, neşeyle verin toprağa,” diye vasiyet
etti.
Ozan ve dostları vasiyeti
yerine getirdiler. 29 Aralık 1258 günü, benzeri o güne dek Müslüman dünyasında
görülmemiş bir cenaze töreniyle toprağa verildi Selâhaddin. Cenaze alayında
davullar, kudümler, defler çalınıyor, besteler okunuyordu. Celâleddin, alayın
en önünde, başı açık, sema ediyor, naralar atıyor, gazeller okuyordu.
Yaydan ok
fırlar gibi gittin, bak kirişi hâlâ ağlamada yayın
Sana
ağlamayı ancak insana ağlamayı bilen bilir, Selâhaddin!
Şeriatçıların, mollaların
şaşkınlıktan dilleri tutulmuştu: Neler yapıyordu bu çılgın, bu dinsiz Mevlâna?
Ama Celâleddin’e kimse bir
şey yapamazdı.
Selâhaddin’i yitirdikten
sonra tam beş yıl sustu ozan.
Selâhaddin olmasaydı, Şems’in
içinde yaktığı ateşte Celâleddin’in kendisi de yanıp yok olabilirdi. Selâhaddin
onu hem kendi ateşinde yanmaktan korudu, hem de bu ateşin beylerin nefret
rüzgârlarıyla sönmesini önledi; bu ateşi yatıştırdı, yumuşattı, ehlileştirdi.
Ama artık her şey yanmış, her
şey söylenmişti. Ve Celâleddin, Mesnevi’nin esinlendiricisi Hüsameddin Hasan
ortaya çıkmasaydı, bu büyük yitikten sonra büyük olasılıkla tıpkı şeyhi ve yol
göstericisi Seyid gibi, ömrünün sonuna dek kendi içine kapanırdı.
Konya Ahilerinin şeyhinin
oğlu olan Hüsameddin, babasının ölümünden sonra şeyhlik postuna oturmayı
reddetmiş ve küçük bir tekkenin başına geçerek, ozanın “sır kâtibi” olmuştu.
Şems’i kabul edenler arasında, ozanı ulemanın ve beylerin hışmına karşı
Selâhaddin’le birlikte koruyan ilk kişiydi Hüsameddin. Ayrıca, müridlerine,
zanaatlarını bırakmayıp, ozana ve öğrencilerine para yardımı yapmalarını
söyleyen ilk Ahi önderiydi.
Selâhaddin’in ölümünden sonra
ozan, izleyicilerinin başına Hüsameddin’i geçirdi. Artık herkesin derdiyle
Hüsameddin uğraşıyor, öğüt veriyor, yol gösteriyor, kendisine iletilen sorunları
çözüyordu. Ozan eline ne geçerse bir puluna bile dokunmadan Hüsameddin’e
gönderiyor, o da herkesin hakkı neyse, dağıtıyordu. Bir gün Aksaray’ın ileri
gelenlerinden Taceddin Mutez, ihvana bir sofra düzülmesi, sema meclisi
düzenlenmesi ve kendisine dua edilmesi için Celâleddin’e yüklüce bir para
gönderdi. Ozan, hep yaptığı gibi parayı doğruca Hüsameddin’e yollayınca oğlu
Veled kendini tutamadı:
“Ne gelirse Hüsameddin’e
gönderiyorsun. Evde hiçbir şey yok. Biz ne yapacağız?”
Oğlunun yakınmasına yanıtı şu
oldu ozanın:
“Vallahi, billahi, tallahi,
Bahaeddin, yüz bin tane zahit açlıktan ölecek hale gelse, bizde de tek bir
somun olsa, onu da Hüsameddin’e göndeririz.”
Bir gün de bir dostu:
“Üç naibten hangisi daha
yüce: Şems mi, Selâhaddin mi yoksa Hüsameddin mi?” diye sordu.
Şu yanıtı verdi ozan:
“Ey yoldaş! Şems güneş
gibiydi. Selâhaddin aya benzerdi. Şah Hüsameddin’se yıldıza benzer... Güneş
batınca geceyi ay aydınlatır. Ay bulutun ardına girince de, yıldızların hükmü
başlamaz mı?”
Ama belki de ozanın son aşkı
olduğu, o güne dek sevdiği, yitirdiği herkesi kendinde birleştirdiği için
Hüsameddin’in yeri bir başkaydı. Ozanın ona bağlılığı anlatılacak gibi değildi.
Nesi var nesi yoksa ona veriyor, onun hiçbir isteğini geri çevirmiyordu. Onları
ilk kez birlikte görenler, Mevlâna’yı Hüsameddin’in öğretmeni değil, müridi
sanabilirlerdi.
Mesnevi üzerindeki
çalışmaları ilerledikçe, ozanın da Hüsameddin’e bağlılığı arttı. Bunun kanıtı,
Mesnevi’nin kendisidir: Sayfalar ilerledikçe, ciltler birbirini kovaladıkça,
Hüsamedin’e övgülerin düzeyi de yükselmektedir.
Yine de –kendisine bu kadar
bağlı olmasına karşın– ozanda ölümsüz yapıtına devam etme isteği uyandırabilmek
için Hüsameddin’in beş yıl uğraşması gerekmiştir.
Hicri takvimle 662 yılı Recep
ayının 15. günü, bugünkü takvimle ise 1264 yılında Celâleddin, Mesnevi’nin
ikinci cildinin hüzün dolu dizelerini dikte etmeye başladı.
Bir süre
gecikti Mesnevi. Kanın süt olması için zaman gerek
Zaman
gerek, bahtının sana verdiği yeni çocuğun doğması için
Hak ziyası
Hüsameddin göğün yücesinden dizgin çevirdi de
Akord
edildi Mesnevi çengi, çalınmaya başlandı.
Mesnevi dünya edebiyatında
eşi benzeri olmayan bir yapıttır. Bu, her şeyden önce bir ozanın yazdığı değil,
söylediği bir yapıttır. Şiir, açıkça ve yüksek sesle okunmak içindir. Yirminci
yüzyıl ozanlarına mal edilen bu yeniliği, Celâleddin on üçüncü yüzyılda
uygulamıştı.
Mesnevi, büyük bir söz
ustasınca yaratılmıştır. Ama söz konusunda en ufak bir şekilde zorlandığı
görülmez kitabında... Şiir formunun büyük ustasıdır Celâleddin, ama şiirini
yaratmak için hiç zorlanmaz.
Önceden tasarlanmış bir planı
da yoktur Mesnevi’nin. Hiçbir düzene, kurala, yasaya uymaz. Tek yasası
özgürlüktür. Özgür düşünce, özgür ruh, özgür anlatım, özgür çağrışımlar...
Altı cilt, yirmi beş bin altı
yüz on sekiz beyit, on beş yılda yaratılmışlardır. Ama biçim olarak, dünyaya
bakış olarak bunların tümü, tek bir kitaptır.
Çağrışım gücü sınırsızdır
Celâleddin’in. Ve bir olgunun özünü gösterebilmek için bağdaştırılmaz oldukları
sanılan şeyleri bağdaştırır, bir arada olamazlar diye bilinen şeyleri, bir
arada gösterir. Çağrışım, Mesnevi’nin motorudur; bu motorun yakıtı ise
Celâleddin’in diyalektiğidir.
Ozan yüksek sesle düşünür.
Bir düşünce bir başkasını çağrıştırır, bu bir başkası da bir başkasını.
Düşüncesini pekiştirmek için araya bir halk hikâyesi sıkıştırır. Bu hikâyedeki
tiplerden (insan da olabilir bunlar, hayvan da) biri, kendisine eski İran ya da
Yunan mitolojisinden bir söylenceyi anımsatır; derken bu söylenceyi, kendi
başından geçen, bazen gülünç, bazen hüzünlü bir olaya bağlar; sonra buradan
yine ilk hikâyeye döner; ama hikâyeyi tamamlamadan araya felsefi bir ilke, bir
atalar sözü ya da Kur’an’dan bir sure sokar, bu arada öğrencilerinin sorularını
yanıtlar, sonra, kaçıncı defaysa artık, yeniden ilk hikâyeye döner, sözün
kubbesini diker: Düşüncesini olanca tamlığıyla açıklamıştır artık.
Ve böylece, şiirli bir
anlatım, tıpkı hayatın kendisi gibi özgürce akar gider. Hep aynı vezinde ve
öykü anlatma biçeminde olduğu için bazen monotonlaşır: Tıpkı çok uzun bir süre,
aynı hızda yağan yağmur gibi... Ama sonra birden coştuğu, köpürdüğü görülür.
Kimi kez neşelidir, kimi kez hüzünlü. Ağza alınmaz sözlere bile rastlanır yer
yer.
Ne üzerinedir peki bu kitap?
Dünyanın birliği, insanın birliği üzerine; ama aynı zamanda da dünyanın ve
insanın sonsuz çeşitlilikleri üzerine. İnsanın yüceliği üzerine: ama yanı
zamanda da insanın zayıflıkları üzerine. Aşk üzerine; ama aynı zamanda da
nefret üzerine.
Mesnevi”nin ne üzerine olduğu
sorusuna yanıt verebilmek için, yine Mesnevi gibi bir kitap yazmak gerekir.
Bu oylumda epik yapıtları
halklar genellikle yüzyıllar içinde yaratırlar. Üstelik Mesnevi’ye pek çok
halkın öyküleri, masalları, söylenceleri, atasözleri, deyimleri, deyişleri
girmiştir. Ama yine de bu kitap bir kişi tarafından yaratılmıştır. İnsan
aklının kolayca alabileceği bir şey değildir bu. Bu kitaba ortaçağda İran
Kur’an’ı denilmesinin nedeni de bu olsa gerek.
Sonraları Mesnevi’ye Sufizm
Ansiklopedisi ve On üçüncü Yüzyıl Folklor Ansiklopedisi diyenler de olmuştur.
Bu adlandırmalar da kanımızca yanlış sayılmaz. Yine yanlış sayılamayacak başka
adlandırmalar da yapılabilir Mesnevi için: bilim dergisi, moral ve etik
kurallar düsturu, psikoanaliz klavuzu ya da bilinç akışı elkitabı gibi...
Bu kitapta her şey var. Her
şey üzerine her şeyin söylendiği bir kitap, Mesnevi. Dünya gibi bir kitap:
birliği, sınırsız çokluğunda görünen...
Ne sultanlar, padişahlar
tarihidir Mesnevi, ne de Gemici Simbad’ın Serüvenleri...
Tüm dünyayı kendi özünde
duyma ve kendi varlığının bilincine varma arzusu içindeki insan ruhunun
senfonisidir bu kitap.
Bu alışılmadık kitabın
yazgısı da alışılmadık oldu. Tamamlanmasından sonra pek çok kişi baştan sona
ezberledi Mesnevi’yi. Mesnevi’yi ezberden bilenlere “Mesnevi-han” denildi.
İran’da, Orta Asya’da,
Hindistan’da ama en çok Anadolu’da, Celâleddin Rumi’nin şiirinin okutulduğu,
yorumlandığı “Dar-ül Mesnevi” adı verilen özel okullar açıldı. Arapça, Türkçe
ve Farsça yüzlerce cilt Mesnevi yorumu yazıldı.
Bu kitabın Avrupa’da on
dokuzuncu yüzyıla gelinene dek pek az tanınmasını ise, ancak ortaçağ Hıristiyan
Avrupası’nın dinsel hoşgörüsüzlüğü ve dünyanın zengin bir kültüre sahip
halklarının çoğunu vahşi olarak gören burjuva Avrupası’nın cehalet dolu
kibriyle açıklayabiliriz.
Ölümsüzlük
Konya’daki iktidar her gün
biraz daha zayıflıyor, güçten düşüyordu. Çeşitli yerlerde art arda
ayaklanmalara tanık olunuyordu. Beyler arasındaki kavgalar, kadıların
rüşvetçiliği, kesenekçilerin acımasızlığı ülkeyi tümüyle iflas ettirmişti.
Köyler ıssızlaşmıştı. Yollar aç eşkıyaların egemenliğindeydi. Bir zamanlar art
arda kervanların geçtiği yolları otlar bürümüştü. Bir zamanların güçlü Selçuklu
devletinin sonu yaklaşıyordu.
Celâleddin kimseyle
görüşmüyordu. Hüsameddin’i kendine naib seçişinin üzerinden on yıl geçmiş,
Mesnevi’nin altıncı ve sonuncu cildinin sonuna yaklaşmışlardı. Hep yaptıkları
gibi, Hüsameddin yazdıklarını okuyor, Celâleddin de bunlardan hangilerinin
nasıl düzeltilmesi gerektiğini söylüyordu. Kitabın tamamlanması için de bir tek
“üç şehzadenin öyküsü” kalmıştı. Ama bu öykü Şems’in söyleşi kitabında da
vardı. Dolayısıyla Veled de ekleyebilirdi bunu Mesnevi’ye.
Hayattaki işini bitirmişti
Celâleddin. Ayrılık zamanı gelip çatmıştı.
Oradan oraya göç
sıkıntılarıyla geçen çocukluk, öğrenim için o gurbetten bu gurbete dolaşma,
azmi güçlendiren, iradeyi çelikleştiren ama bedeni yıpratan çileler nedeniyle,
yetmiş yıldır kahrını çeken bedenine artık sözü geçmez olmuştu.
Bir mektubunda Hüsameddin’e
şöyle yazıyordu:
“Beden dediğin binbir illetle
dolu bir binek hayvanı: Bir bakıyorsun hasta, bir bakıyorsun kaplan gibi; hele
bazen bir topal eşek ki, hiçbir zaman yüreğin buyruklarına uymaz, onunla atbaşı
gitmez. Sarsak, ağır aksak, bir geri döner, bir ileri gider, ne ölür, ne
iyileşir.”
Günlerini hep kendi içine
gömülmüş olarak geçiriyordu. Bazen, bu halinden sıyrılıyor, ölüm üzerine garip
şiirler söylüyordu:
Ey,
kafesinden uçup gitmiş olanlar, gösterin bize yüzünüzü!
Ey gemisi
sulara gömülenler, balık gibi bir an görünün bize!
Yoksa
günlerin havanında inci gibi dövülüp toz mu oldunuz?
Ama ne
çıkar, o toz günlerin sürmesidir, sürmelenin siz de!
Ey
doğanlar, ölüm gelip çatınca korkmayın sakın!
Ölüm
ikinci doğumdur âşıklar için; doğun, doğun!
273 güzünde, Konya’da pek sık
görülmeyen bir soğuk oldu; sürekli yağmur ve içe işleyen bir rüzgârla
birlikte...
Bir cuma günü evine dönerken
ozan sağanak yağmura yakalandı. Sırılsıklam ıslanmış, çok üşümüş durumda döndü
evine.
Sabah yatağından kalkamadı.
Zayıf, soluk bedeni ateşler içinde yanıyordu. Gözleri kor gibiydi.
Kira Hatun hemen hekimlere
haber saldı. Sadık dostları, Ekmeleddin Tabib’le Gazanferi koşup geldiler. Bir
deri bir kemik kalmış ozanı muayene ettiler. Tanıları humma oldu. Çeşitli
şifalı otların sularını içirdiler, merhemler hazırlayıp bütün bedenini ovdular.
Birkaç gün sonra ateş düşmeye başladı.
Ertesi hafta çarşamba günü,
sabaha doğru bütün Konyalılar müthiş bir çatırtıyla evlerinden dışarı
uğradılar: Her yan zangır zangır titriyordu.
Gündüz iki yer sarsıntısı
daha oldu. Yoksul mahallelerinde çatıları çöken evlerde ölenler oldu.
Konyalılar –Pervane’yle öbür devlet büyükleri de içlerinde– evlerinden çıkıp
çadırlarda gecelemeye başladılar.
Akşam, altı Ahi büyüğü,
işliklerinden çıktıktan sonra sağlık durumunu öğrenmek için Celâleddin’e
uğradılar.
Veled kendilerini hastanın
yanına götürdü.
Ozan, sırtını yastıklara
dayamış, yatağında yarı oturur durumdaydı. Ayakları soğuk su dolu bir leğenin
içindeydi. Ellerini de zaman zaman yine soğuk su dolu bir leğençeye daldırıyor,
ateşini düşürebilmek için ıslak elleriyle yüzünü, göğsünü ovuyordu.
Ahilerin ozana uğramaktan tek
amaçları basit bir hasta ziyareti değildi. Gökte, yerde ve yerin altında olup
biten her şeyden ozanın haberdar olduğuna inanıyorlar ve birbirini izleyen yer
sarsıntılarının sonucunun ne olacağını, ne yapmaları gerektiğini öğrenmek
istiyorlardı. Ama hastanın durumunu görünce, kafalarındaki soruyu sormaya
cesaret edememişlerdi.
Celâleddin’se onların derdini
anlamıştı. Eski vakayinamelerden öğrendiğine göre, Konya’da ilk iki yer
sarsıntısı tehlikeli oluyordu, o da her zaman değil... Bu bakımdan, sağlık
dileklerine teşekkür ettikten sonra, soluklanmak için sık sık durarak:
“Yer sarsıntısına gelince...”
dedi; “Korkmanıza gerek yok. Garip dünyamızın karnı acıkmış.” Elini tahta gibi
kuru göğsüne dokundurarak sürdürdü:
“Yakında yağlı bir lokma yer,
yatışır...”
Ertesi sabah, gösterişli
cübbesi, üç arşınlık sarığı ve yanında müridlerinin en kıdemlisiyle Şeyh
Sadreddin Konevi geldi ziyaretine. Az dert açmamıştı ozanın başına bu yaşlı
tilki. Sema etmeleri, şarkı söylemeleri, şiirleri konusunda aslı astarı olmayan
ihbarlarda bulunmuş, ozana kara çalmaya çalışmıştı. Ve hiç kuşkusuz ozanın
ölüme yaklaşmasında bütün bunların da payı vardı; çünkü, bilindiği gibi,
ozanları öldüren, hastalıktan çok, üzüntüdür. Ama Şeyh Sadreddin akıllıydı: En
azından, ne zaman duracağını ve gerileyeceğini bilecek kadar. Çetin cevizdi bu
kez karşısındaki. Bunu anlamıştı. Bu yüzden de son yıllarda herkesin önünde
ozana saygı göstermekle kalmıyor, onun şifa bulmaz bir hayranı olduğunu
söylüyordu her yerde.
İşte şimdi de geçmiş olsun
demeye gelmişti ozana.
Bedeni güçten düştüğü için,
ruh gücünün de zayıflamış olduğunu, hele oğlu Veled’le naibi Hüsameddin’in
yanında eski defterleri açmayacağını umuyor, ozanla bu son görüşmesinden sonra
kendini onun tek gerçek yorumcusu ve halifesi gibi göstermeyi tasarlıyordu.
Öyle ya, ölülerin bir şeye itiraz ettikleri görülmüş müdür?
Şeyh başıyla bir işaret
yaptı. Mürid hemen yerden bir selamla hastanın yatağının önüne biri kızılcık,
biri nar şerbeti dolu iki testi bıraktı. Hummaya iyi geldiğine inanılırdı
kızılcık ve nar şerbetinin.
Sonra kendisi de yerden bir
selam verdi ve:
“Cenabı Hak’tan Sultanımıza
acil şifalar vermesini diliyoruz,” dedi.
Ozanın ruh gücünün de beden
gücüyle birlikte azalmış olacağı hesabında yanılmıştı şeyh.
Yatağında biraz daha doğrulan
Celâleddin, sesinde en ufak bir alay titreşimi olmaksızın, coşkuyla:
“Şifa sizin olsun, saygıdeğer
Şeyh,” dedi. “Sevenle sevgili arasında, zardan bir gömlek kaldı. Sizi bilemem,
ama ben sevenlerin kucaklaşmasının çırıl çıplak olmasını yeğlerim!”
Başını hafifçe döndürüp
yatağın başucunda oturmakta olan Hüsameddin’e baktı.
Bırak
gömlek kıldan da ipekten de ince olsun!
Aşk
kucaklaşması anadan doğma tatlı olur.
Ruhumdan
bedenimin gömleğini çıkarıp attım
Çırıl
çıplak son aşamaya yakalaşıyorum.
Soluklanmak için durdu.
Sessizlikte Hüsameddin’in kamış kaleminin gıcırtısı duyuluyordu. Yıllar süren
ortak çalışmalarından alışkın olduğu bu gıcırtı, sanki yedek bir soluk olmuş,
canlandırmıştı ozanı. Başı önüne eğik duran Şeyh Sadreddin’i de, donup kalmış
gibi kımıldamaksızın kendisine bakan Hüsameddin’i de görmüyor gibiydi.
Bakışları uzaklarda, belirsiz bir noktaya takılmıştı. Kendi sesini dinleyerek
sürdürdü:
Sen ne
bilirsin, içimde nasıl bir padişahla birlikteyim ben?
Bakma
altın sarılığına benzimin, ayağım demirdendir benim.
Bir
bakarsın güneşim, bir bakarsın inciyle dolu bir denizim.
İçinde
bütün gökyüzü vardır, dışında bütün yeryüzü gönlümün
Şu dünya
denen küpün içinde balarısı gibi uçmadayım
Vızıltımı
feryad olarak alma: balla dolu bir yurdum var benim
Hepsi benim
buyruğumda: devler, cinler, insanlar
Bilmiyor
musun, Süleymanım ben: yüzüğümde mühür var.
Neden
solup döküleyim ki, her parçam açılmış benim!
Eşek
kiracısına kul olur muyum hiç: eyerlenmiş burak’ım var benim.
Sustum: bu
sözleri anlayabilecek bir akıl yok sende belli
“Anlayışım
keskindir” diye boşa kulak sallama,
aldatamazsın
beni!
Sadredin, başı önünde ayrıldı
Celâleddin’in evinden. Ne cariye, ne köle, ne kapatma vardı bu evde. Kendi
hankahındaki gibi hizmetkârlar, hadımağaları, perdeçavuşları da yoktu. Ama
kırık dökük bir iki eşyayla pek çok yoksulca döşenmiş bu evin sahibinde öyle
bir güç vardı ki, işte, yanına padişahlar gibi kibirle giren devletin en büyük
ilahiyatçısı, güneşi görünce eriyen bir buz boncuğu gibi, yok olarak,
hiçlenerek çıkmıştı.
Hiçlendiğini rastladığı
herkesin fark etmesinden korkan Şeyh Sadreddin, bakışlarını uzaklarda belirsiz
bir noktaya dikip, Tanrı kayrasına ermişçesine vakur, azametli adımlarla
yürümeye başladı.
Öte yandan ozana da pahalıya
mal olmuştu şeyhle bu söyleşisi. Bütün gün, tek bir sözcük bile ağızlayacak güç
bulamadı kendinde, yatağında kımıltısız yattı.
16 Aralık 1273 günü ılık,
güneşli bir gündü. Ozan, daha iyi hissediyordu kendini. Bütün gün
ziyaretçileriyle söyleşti, şiirler söyledi. Hüsameddin, ağzından çıkanları
olduğu gibi yazıyordu.
Veled ve ikinci evliliğinden
olan oğlu Alim Çelebi ozanın başucundan hiç ayrılmıyorlardı.
Veled kaç gecedir gözlerini
kırpmadığı için, gözleri yuvalarına çökmüş, yanaklarındaki allıktan iz
kalmamıştı.
Sabaha doğru ozan oğluna
seslendi. Yuvalarına çökmüş gözlerine hüzünle baktıktan sonra:
“İyiyim ben...” dedi. “Hadi
git biraz dinlen.”
Veled, döndü, gözyaşlarını
zor tutarak çıkıp gitti. Celâleddin oğlunu bakışlarıyla izlerken, dudaklarından
dizeler dökülmeye başladı:
Hadi git
yat, bırak geceleri dönenip duran şu yanmış dertliyi
Sabahlara
dek yapayalnız sevda dalgaları arasında
bocalayan
dertliyi
İster git,
cefa et bize, ister gel, bizi bağışla
Kaç
bizden, selamet yolunda yürü, kaç ki sen de belaya uğrama.
Sürünmedeyiz
biz gözyaşları dökerek gam bucağında
Yüz yerde
yüz değirmen kur akan gözyaşlarımızın yolunda.
Güçlü biri
var, yüreği mermerden; o bizi alıp götürmede
Öyle biri
ki: dilediğini öldürür de kimse kan hesabı soramaz ona.
Ey yüzü
sararmış âşık! Bana senin bağlılığın gerekli değil.
Yalnız
hakikate bağlan sen, yüzü güzel olan tek Hakikattir.
Dün gece
bir pir gördüm düşümde, aşk köyündeydi
Eliyle,
“Yanımıza gel!” diye bana işaret etti.
Öğretmeninin titrek bir sesle
söylediği bu dizeleri, Hüsameddin bu kez mürekkeple değil, gözyaşları ve gönül
kanıyla geçiriyor olmalıydı kâğıda. Dünyaya hayran ozanın, büyük aşkının son
itirafıydı bu sözler. Gözyaşları boşa dökülmemişti; hakikat değirmeninin taşını
bu gözyaşları çevirecekti. Büyük ozan bu son şiirinde, oğlu Veled’in,
kendisinin anısına sadık bir halife değil, hakikate sadık bir başkaldırıcı
olması umudunu da dile getiriyordu.
Pazar, kahredici bir
suskunluk içinde geçti. Celâleddin iyice kötüleşmişti.
Haber, önce zanaatkâr
işliklerinin yer aldığı çarşıya ulaştı, ordan derviş hanaklarına, medreselere,
mescitlere, kentlilerin evlerine, beylerin konaklarına, yoksul mahallelerine,
çevre köylere ulaştı. Konya, sanki az sonra inecek bir darbe karşısında sinmiş
gibiydi. Güneşin kıpkırmızı tekerleği batıda Tekkeli dağlarının ardına
çekilirken, kentin sokaklarını da feryatlar kapladı. Bilginler Sultanı’nın
oğlu, Gevher ve Kira hatunların kocası, Veled ve Alim Çelebi’nin babası,
Şemseddin Tebrizi’nin dostu, kuyumcu ustası Selâhaddin’in, Hüsameddin
Çelebi’nin, Alaeddin Siryanus’un ve daha nicelerinin öğretmeni, Konya
medresesinin başı, büyük sufi Mevlâna Muhammed Celâleddin artık yoktu.
Ama Mesnevi’nin ve Divanı
Kebir’in yazarı Celâleddin Rumi sonsuza dek insanlıkla birlikte kalacak,
insanlık var oldukça yaşamaya devam edecek, daha doğmamış kuşaklarla birlikte
yeniden, yeniden doğacaktı.
O, bu gerçeği de biliyordu:
“Ben o padişah değilim ki,
tahtan ineyim de tabuta gireyim. Alnımda ölümsüzlüğün damgası var.” Bu
bakımdan, vasiyet etmişti:
Kimse
ağlayıp sızlamasın öldüğüm gün
Hele
ayrılıktan hiç söz edilmesin.
Buluşma
günüdür ölüm, ayrılık değil
Güneşle
aya batmaktan ne ziyan gelir?
Yere hangi
tohum ekildi de bitmedi?
İnsan
tohumuna gelince başka olacak değil ki!
Bütün gece oğulları,
dostları, öğrencileri, başucunda bekleyip son görevlerini yaptılar. Şafakla
birlikte Konya’nın her yanında tellalların sesleri duyuldu:
“Selâ!.. Selâ!.. Selâ!..”
O geceyi Konya’da nice insan,
kimi evde, kimi tekkede, kimi kervansarayda, kimi de medresede, kendilerini
büyük ozanla son vedalaşmaya çağıracak acı işareti bekleyerek uykusuz geçirdi.
İşaret alınır alınmaz, kadınlar, çocuklar, zanaatkârlar, Ahiler, fütüvvet
erleri, bilginler, rintler, bey konaklarının hizmetkârları, çevre köylerden
gelen köylüler, bütün halk yollara döküldü ve ozanın yıllarca üzerinde taşıdığı
feracesine sarılı tabutunun ucundan tutabilmek için birbirini çiğnercesine
dalgalanmaya başladı. Görenek uyarınca tabutun önünde sekiz öküz çekiliyordu,
bunlar mezar başında kurban edilecekti.
Cenaze alayı, sultan
sarayının bulunduğu Alaeddin tepesini, cenazenin kalkacağı camiye bağlayan ana
caddeye çıktığında, kalabalık inanılmaz boyutlara ulaştı. Türkler,
Horasanlılar, Rumlar, Ermeniler, Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler...
Herkes gelmişti, herkes ozanla kendi meşrebince vedalaşmak istiyordu. Hafızlar
Kur’an, hahamlar Tevrat okuyor, Hıristiyan din adamları kendi ayinlerini yapıp
Zebur’dan ezgiler söylüyorlardı. Nefirler, neyler, rebablar çalınıyor,
mazharlar dövüyor, aşk şiirleri okunuyordu. Kimi feryat figan ağlıyor, kimi baş
açık, yalınayak sema ediyordu. Sonunda kalabalığın baskısından yürüyemez oldu
cenaze alayı. Bunun üzerine Pervane’nin bir işaretiyle muhafızlar kılıçlarını
sıyırıp kalabalığı dağıtmaya giriştiler.
Bu, ozanın ölümünden sonra
onu halktan ayırmanın ilk girişimiydi. Ulema, fakihler ve ozanın dostlarının
taşıdıkları tabut kalabalığın baskısından yere düşüp parçalanmasaydı, halka
kılıç çeken muhafızların başına neler gelirdi kim bilir? Ama parçalanmış
tabutun içinden bembeyaz kefeniyle ozanın ölüsü görününce halk donmuş gibi
kımıltısız kalakaldı. Dostları ozanı yerden kaldırdılar, kaskatı sessizlikte,
okunan dualara tabutu onaranların keser sesleri karıştı.
Bu sırada, başlarındaki
kocaman kavuklara uzun sarıklar sarılmış bir avuç ulema arasından yaşlı bir
adam fırladı ve çevik bir yürüyüşle Sultan Kapısına çıkan yokuşun başında duran
Muineddin Pervane’nin yanına gitti. Bir zamanlar ozanı sınavdan geçirmeye
kalkan ulemanın buyruk kulluğunu yapan adamdan başkası değildi bu. Pervane’nin
yanına varınca, yağlı sakalı yere değene dek eğilip üç kez selam verdikten
sonra, soluk soluğa:
“Ey emirler padişahı!” dedi.
“Din ulularının sana bir sorusu var: Şeyhlerine cenaze töreni düzenleyen
Müslümanların arasında Hıristiyanların, Yahudilerin ne işi var? Bir İslam
padişahının cenaze törenine ne hakla katılıyor bu gavurlar? Cenabı Allah’ın
sevgili kulu Mevlâna Muhammed Celâleddin’e son görevimizi dinimizce ve
töremizce yerine getirmemiz için, emir buyurun, defolsun bu adamlar!”
Pervane, başını öne eğerek:
“Haklısın, fakih!” dedi.
Sonra Yahudi ve
Hıristiyanların din önderlerini yanına çağırıp, dindaşlarını alıp buradan
gitmelerini söyledi.
“Ey, gönlü yüce hünkârım!”
dedi Peder Stefani; “Güneş nasıl ışığıyla tüm dünyayı aydınlatırsa, Mevlâna da
hakikat ışığıyla tüm insanlığı ışıttı. Güneş herkesindir. ‘Yetmiş iki milletin
sırrını benden öğrenin!’ diyen o değil miydi? Biz dindaşlarımıza çekilip
gitmelerini söylesek bile, onlar bizi dinlemezler...”
Yahudilerin önderi Hayaffa da
gözyaşlarını yeniyle silerek:
“Mevlâna ekmekti,” dedi.
“Ekmekten kaçan aç görülmüş müdür?”
Muineddin Pervane’ye
kollarını çaresizce iki yana açmak düştü. Başka ne gelirdi ki elinden? Hiçbir
güç bu kalabalıkta gavuru Müslümandan ayıramazdı. Zaten Celâleddin için onların
hepsi bir değil miydi?
Gel, ne
olursan ol, gel!
İster
tanrıtanımaz ol, ister ateşetapar!
İster bin
kez tövbeni bozmuş ol!
Bizim
dergâhımız umutsuzluk dergâhı değildir.
Gel, ne
olursan ol, gel!
Tabut yeniden omuzlara
alındı. Yeniden şiirler, dualar, şarkılar, hıçkırıklar, feryatlar duyuldu. Ve
yeniden kalabalığın baskısıyla cenaze alayı durdu. Kılıçlar, sopalar yeniden
sıyrıldı. Tabut yeniden başlar üstünden yere düştü.
Şimdi tabut içinde geçtiği
yolu, yaşarken yirmi dakikada aşardı Celâleddin. Tam dört kez tabutu yere
düştü. Tam dört kez muhafızlar halka karşı kılıç üşürdüler. Ve tam dört kez
dülgerler –ozanın has dostları– onun son bineğini onarmak zorunda kaldılar.
Sabah erken yola çıkan cenaze alayı ancak gün batarken camiye ulaşabildi.
Tabut musallaya konunca, Şeyh
Sadreddin öne çıktı, yeninden tespihini çıkardı, çekmeye başladı. Namazı o
kıldıracaktı. Celâleddin’in vasiyeti böyleydi. Muarrif:
“Şeyhlerin padişahı,
buyurun!” diyerek, Sadreddin’i çağırdı.
Sadreddin cemaatin önüne
geçmek için ilerleyince, öldüğü an ozanın başucunda bulunan ve gözlerini
kapatan Ekmeleddin Tabib dayanamadı:
“Edebe riayet et, muarrif!”
dedi. “Şeyhlerin padişahı yalnız Mevlâna’dır.”
Sadreddin, elinde tespihi,
kalakaldı. Başı uğulduyordu. Bir iki adım atıp tabutun önüne geçti. Tam tekbir
getirecekken, kendinden geçip yere yığıldı.
Bunun üzerine Kadı Sıraceddin
önce çıkıp namazı kıldırdı.
Ve sonunda bu korkunç gün
bitti. Belhli Bilginler Sultanı’yla Konyalı kuyumcu Selâhaddin’in mezarlarının
önünde taze topraktan bir tümsek daha yükseldi. Öküzler kesildi, etleri
yoksullara üleştirildi. Kalabalık ağır ağır dağıldı.
Mezardan, batan güneşin
kızıllığı içindeki kente son dönen Hüsameddin oldu. Dostu, öğretmeni Mevlâna
Celâleddin toprakta değil, onun gönlündeydi. Akşamın alacakaranlığına gömülmüş
evlerine doğru dağılan bütün şu insanların gönlündeydi. Ozan burada da gerçeği
söylemişti.
Ölümümüzden
sonra mezarımızı yerde arama
Âriflerin
gönüllerindedir mezarımız bizim.
O günden bu yana yedi
yüzyıldan fazla zaman geçti. Ve işte biz Konya’da, Alaeddin tepesinin
üzerindeyiz. Kenti çevreleyen kale duvarlarının izi bile yok ortada. Rüzgâr
ağaçların yapraklarını hafiften hışırdatıyor. Müslüman dünyasının güçlü
hükümdarının sarayının bir zamanlar bu tepe üzerinde bulunduğunu yalnızca yarı
yıkık bir kuleden anlayabiliyoruz.
Kentin ana caddesinin
sonundaki caminin minareleri buradan çok iyi görünüyor. Caminin kubbesi,
Konya’nın kış göğünün renginde. Celâleddin Rumi yedi yüz küsur yıl önce bu
yoldan gitti son yolculuğuna. Kubbe-i Hazra’nın yeşil kubbesi de, gömülmesinden
iki yüz elli yıl sonra dikildi mezarının üzerine.
“Yeşil Türbe” bugün bir müze.
Ozana ait pamuklu hırka, üç sikke, el yazması şiirleri, çağdaşlarının el
yazması kitapları burada korunuyor. Baston topuzundan, üzeri besmeleli kayık
biçimli şapkasına dek, Şemsi Tebrizi’den geriye kalanlar da bu müzede bugün.
Geniş iç avluda sürekli bir
su şırıltısı var. Sabahtan akşama dek, hiç bitmeyen bir akın halinde insanlar
geliyor buraya. Çarşaflı köylü kadınlar; kara gözlüklü, mini etekli,
boyunlarında fotoğraf makineleri asılı Avrupalı turistler... Ankara’dan,
İstanbul’dan, Afganistan’dan Hindistan’dan insanlar... Esnaflar, zanaatkârlar,
öğrenciler...
Müzenin girişinde ayakkabılar
çıkarılıyor. Teypten, hafifçe, ozanın en sevdiği çalgılar olan rebab ve neyle
çalınmış müzik yayını yapılıyor. Camlı dolaplarda, beyaz giysileri içindeki
âşıklar donup kalmışlar. Hemen yanımızda birisi, ozanın duvarda asılı bir
sözünü okuyor fısıltıyla:
“Ya göründüğün gibi ol, ya
olduğun gibi görün!”
Ne sultanlar, ne vezirler
kaldı dünyamızda. Hele onların yayınladıkları fermanları, emirleri bugün birkaç
uzman kişi dışında kimseler hatırlamıyor. Selçuklu sultanlarının adlarını bile
doğru dürüst sayabilecek olanlar sınırlıdır.
Yedi yüz küsur yıl geçti ama
insanlar durmadan Celâleddin’e koşuyorlar. Günde, yaklaşık on altı bin kişi.
Niçin?
Caddeye çıkıyoruz. Şu anda
bize aklın alamayacağı kadar uzak görünen o gün gibi tıpkı, güneş Konya ufkunda
ateşten bir top halinde. Üzerimizden geçen tepkili bir uçak, ardında göğü
boydan boya çizen bembeyaz bir şerit bırakıyor. Yedi yüz küsur yıl geçti.
Ama bize öyle geliyor ki,
insanoğlunun Ay’da yürümesi Celâleddin Rumi’yi hiç şaşırtmazdı. Aklının ve
ruhunun gücüne egemen olan insanın, evrene boyun eğdireceğine inanan biriydi o.
Araç değil, amaç
ilgilendiriyordu onu. Ve amaç: Mükemmel İnsan’dı.
[1] Radi Fiş’in
elinizdeki kitabının ilk yayın tarihi 1972’dir –ç.n.
[2] Ferideddin Attar’ın
Esrarname adlı kitabı –ç.n.
[3] Farsça, Arapça ve
Rumca “üzüm”.
[4] Farsça, Arapça ve
Rumca “üzüm”.
[5] Farsça, Arapça ve
Rumca “üzüm”.
[6] Miladi takvimle
1256.
[7] Gnosioloji:
Gizemsel-sezgisel bilginin bilimi... Bu tür bilginin bilinebileceğini öne süren
filozoflar için kullanılan gnostikm sözcüğü de, Yunanca kökeni doğaüstü bilgi
ya da bir tür dinsel bilgi anlamına gelen bu sözcükten türetilmiştir -ç.n.
[8] E. Bertels:
İzbranniye Trudi Sufizm i sufiskaya Literatura. Moskova.
[9] Alay: Sultan I.
Alaeddin Keykubad zamanındaki Selçuklu parası.
[10] N. Hikmet’in, R.
Fiş’in sözünü ettiği rubaisi şudur: Bir gerçek âlemdi gördüğün ey Celâleddin,
heyüla filan değil uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illeti-üla filan
değil Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi: “Suret hemi
zıllest...” filan diye başlayan değil -ç.n.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar