Siyasal İktidar-TRT İlişkisinin Dünü
GİRİŞ
BİRİNCİ BÖLÜM 1924-1946 DÖNEMİ SİYASAL İKTİDAR VE TRT
İLİŞKİSİ
İKİNCİ BÖLÜM 1946-1960 DÖNEMİ SİYASAL İKTİDAR VE
RADYO İLİŞKİSİ
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 1960-1970 DÖNEMİ SİYASAL İKTİDAR VE TRT
İLİŞKİSİ
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 1971-1980 DÖNEMİ SİYASAL İKTİDAR VE
TRT İLİŞKİSİ
BEŞİNCİ BÖLÜM 1980 SONRASI DÖNEM SİYASAL İKTİDAR VE
TRT İLİŞKİSİ
SONUÇ
EK 1. SÖYLEŞİ:
KAYNAKÇA
SİYASAL İKTİDAR - TRT
İLİŞKİSİNİN DÜNÜ
Prof. Dr. Yusuf Devran
Siyasal İktidar-TRT İlişkisinin Dünü
Prof. Dr. Yusuf Devran
Yusuf Devran 1969 yılında Gümüşhane’de doğdu.
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon Bölümü’nü bitirdi. 1993-1996
yılları arasında Londra’da bulundu ve South Thames College’in Medya ve Dizayn
Fakültesi’nden Stüdyo Yönetmenliği ve Multimedya konusunda BTEC HNC (High
National Certificate) derecesi aldı. 1996-1999 yılları arasında Samanyolu
Televizyonu (STV) haber merkezinde haber yönetmeni ve dış haberler muhabiri
olarak çalıştı. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde medya alanında
yüksek lisans ve siyasal iletişim alanında doktora yaptı. 1999’da Yeditepe
Üniversitesi’ne girdi ve 2003-2005 tarihleri arasında İletişim Fakültesi Dekan
Yardımcılığı görevini yürüttü. 2005 yılında doçent ve 2011 yılında profesör
olan Yusuf Devran, Şubat 2011 tarihinde Marmara Üniversitesi İletişim
Fakültesi, Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü öğretim üyeliğine atandı.
"Siyasal Kampanya Yönetimi: Mesaj,
Strateji ve Taktikler", "22 Temmuz: Bir Dönemin Sonu mu Başlangıcı
mı", "Göstergeler ve Halimiz" ve "Haber Söylem
İdeoloji" başlıklı kitapları kaleme aldı. "Siyasal İktidar-TRT
İlişkisinin Dünü" adlı bu çalışmasını yüksek lisans tezinden uyarladı.
Ayrıca medya, kamuoyu ve siyasal iletişim alanlarında kaleme alınmış makaleleri
farklı dillerde yayımlandı.
BYTGM: Basın Yayın Turizm Genel Müdürlüğü
BYYO: Basın Yayın Yüksekokulu
CHP: Cumhuriyet Halk Partisi
CGP: Cumhuriyetçi Güven Partisi
DP: Demokrat Parti
DPT: Devlet Planlama Teşkilatı
HP: Halkçı Parti
İTÜ: İstanbul Teknik Üniversitesi
MBK: Milli Birlik Komitesi
MC: Milliyetçi Cephe
MHP: Milliyetçi Hareket Partisi
MSP: Milli Selamet Partisi
MP: Millet Partisi
RP: Refah Partisi
SODEP: Sosyal Demokrat Parti
SHP: Sosyal Demokrat Halkçı Parti
SYHK: Siyasi Yayınlar Hakem Kurulu
TİP: Türkiye İşçi Partisi
TSİP: Türkiye Sosyalist İşçi Partisi
YSK: Yüksek Seçim Kurulu
GİRİŞ
Kitle iletişim araçları etkinlik ve yaygınlık
özelliği nedeniyle rejimler, siyasi partiler ve politikacılar için ayrı bir
önem taşımaktadır. Bu araçlar totaliter rejimlerde egemen ideolojilerin
toplumda kök salmasına, demokratik ülkelerde ise sistemin rahat işlemesine,
güçlenmesine, halkın özgürce ve bilinçli olarak yönetime katılabilmesine katkı
sunma gibi bir görevi yerine getirmektedir. Öte yandan bu araçlar sadece bir
siyasi partinin yayın organı gibi hareket ettiği, öteki görüşlere
mikrofonlarını ve kameralarını kapalı tuttuğu zaman siyasi gündemin en çok tartışılan
konusu haline gelmektedir.
Bu çalışma 1926 yılından 1990’lı yılların
başına kadar Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu ile siyasal iktidarlar ve
partiler arasında yaşanan gerginlikleri, tartışmaları ve çatışmaları
belgeleriyle ortaya koymaktadır. Türkiye’de TRT kavgası siyasi partiler
arasında uzun süre ve çok yoğun bir biçimde yaşanmıştır. Çünkü siyasi parti
yetkilileri bu kurumu etki altına alınca iktidara gelebileceklerine ve
dolayısıyla ülkenin yönetimine sahip olacaklarına inanıyordu.
Demokrat Parti (DP) 1950 yılında iktidara
geldikten sonra kendisini Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) saldırılarından
koruyabilmek için azami ölçüde radyodan yararlanabilmenin yollarını aramış, çok
özel içerikli programların hazırlanmasını sağlamıştır. Neticede bu programlar
1960 ihtilalinden sonra gerçekleştirilen Yassıada duruşmalarının konularından
biri olmuştur. TRT ile ilgili ikinci en önemli tartışmalı dönem ise İsmail
Cem’in genel müdürlüğe atanmasıyla başlamış, daha sonraki Nevzat Yalçıntaş ve
Şaban Karataş döneminde de devam etmiştir. Bu dönemde TRT özellikle yoğun
ideolojik çatışmaların aracı ve nesnesi haline gelmiştir. TRT’nin en fazla
tartışmalı üçüncü dönemi ise Cem Duna’nın genel müdür olmasıyla başlayan
dönemdir.
İşte bu çalışma TRT nezdinde yaşanan bu
tartışmaları detaylı bir biçimde ele almakta ve özellikle Türkiye Büyük Millet
Meclisi tutanaklarına geçen konuşmaları ve bilgileri okuyucularına sunmaktadır.
Bu yönüyle belgelere dayalı bir nitelik de taşımaktadır. Çalışmanın birinci
bölümünde kuruluşundan 1946 yılına kadarki dönemde radyo konusu ele alınırken,
ikinci bölümde 1946 ile 1960 yılları arasındaki dönem üzerinde durulmaktadır.
Üçüncü bölümde TRT’nin özerk bir statüye kavuşturulmasından 1971 muhtırasına
kadarki dönem irdelenmektedir. Göreceli olarak daha uzun tutulan dördüncü
bölümde ise 1970’lerin yoğun ideolojik çatışmasının TRT özelinde nasıl
yaşandığı konusu kapsamlı bir biçimde ortaya konmaktadır. Beşinci bölümde ise
12 Eylül 1980 ihtilaliyle başlayıp 1990’da ilk özel televizyonun kuruluşuna
kadarki zaman dilimi değerlendirilmektedir.
Özetle, ağırlıklı olarak TBMM Genel Kurul
tutanaklarına dayanan bu mütevazı çalışmanın Türkiye’nin yakın tarihindeki
medya-siyaset ilişkisini ortaya koyması bakımından yararlı olabileceği
umulmaktadır.
BİRİNCİ BÖLÜM
1924-1946 DÖNEMİ
SİYASAL İKTİDAR VE TRT İLİŞKİSİ
1.1.
Radyonun Kuruluşu
Türkiye’de radyo işletmeciliği 21 Şubat 1924
tarih ve 406 sayılı Telsiz ve Telefon Kanunu’na göre kurulmuştur. Bu kanun ülke
içinde telsiz ve telefonla haberleşme yetkisini Posta ve Telgraf Genel
Müdürlüğü’ne vermiştir. Kanunun çıkmasından sonra çeşitli ticari kuruluşlar
radyo işletmeciliği konusunda ruhsat almak için başvuruda bulunmuştur. Ardından
İçişleri Bakanlığı 1926 yılında radyo işletme hakkını İş Bankası, Anadolu
Ajansı ve bazı girişimcilerin ortaklığıyla kurulan Türk Telsiz Telefon A.Ş.’ye
10 yıl süreyle vermiştir (Tuncay, 1988: 123). Bu şirketin kuruluş sermayesinin
%70’i özel hukuk hükümlerine bağlı ve tümüyle devlet emrinde olan Anadolu
Ajansı ile İş Bankası’na, geri kalan %30’u da şirket sermayedarları olan özel
kişilere aitti (Vural, 1986: 105). Şirketin hisse oranlarından da anlaşılacağı
üzere devlet özel sektöre destek vererek radyo yayıncılığını özel teşebbüs
aracılığı ile gerçekleştirmeyi amaçlamıştır. Bu politika Atatürk’ün o dönemde
uyguladığı özel girişimi teşvik etme ve destekleme şeklinde özetlenebilecek
ekonomi politikası ile örtüşmektedir.
Türk Telsiz Telefon A.Ş. ile devlet arasındaki
ilişkilerin esaslarını sözleşme metninin 11, 13 ve 28. maddeleri
belirlemektedir. Bu maddelere göre:
a- Radyonun fenni,
ticari, hesabi bilumum sefahatini takip etmek için devletin tayin ettiği
komiserlerin maaşlarını şirket ödeyecektir. Ayrıca hükümet komiser aracılığıyla
şirketin hesap defterlerini incelemeye yetkilidir ve şirket bu incelemeye her
türlü kolaylığı sağlamakla yükümlüdür.
b- Devlet yayın
hizmetini kısmen veya tamamen durdurmak, kimi abonelerin alıcı kullanmalarını
yasaklamak ve olağanüstü durumların ortaya çıkması halinde istasyonlara tümüyle
el koymak hakkını saklı tutmaktadır.
c- Şirket, hükümetçe
kendisine gönderilecek her türlü resmi bildiriyi ücretsiz olarak, yayınlamakla
yükümlü olacaktır.
Özel girişim bünyesinde yürütülen yayınlar,
gerek bu konuda iş deneyimlerinin bulunmaması, gerekse özel girişimin bu
kamusal görevi gereğince yüklenmemesi sonucu, uzun süre kendini haber ve müzik
olarak göstermiştir (Aziz, 1981: 81).
Belirli özel günlerde TBMM başkanı, başbakan,
bakanlar ve siyasal iktidarın önde gelen temsilcilerinin mikrofona çıktıkları, bu
kişilere ilişkin olmakla birlikte haber değeri olmayan gezi, açılış toplantısı
gibi olaylara büyük önem ve öncelik verildiği söylenebilir. Ayrıca çeşitli
nedenlerle radyoda konuşma fırsatı yakalayan konuşmacıların devlet ve parti
büyüklerini yüceltici ve övücü sözlere yer verdikleri de görülmüştür. Gerek
haberlerde gerekse diğer programlarda "protokole uyma" alışkanlığı
işte bu dönemden kalma bir alışkanlıktır. (Kocabaşoğlu, 1980: 89). Bu tür
yayıncılık yürütme anlayışının belki de en önemli nedeni devletin kendi
imkânlarını kendi kurduğu bir şirkete devretmesi ve böylece bu şirket üzerinde
etkili ve söz sahibi olmasıdır.
1.2.
İktidarın Radyoya Bakış Açısının Değişmesi
İktidarın radyoya bakış açısı aydınların radyo
yayınlarına gösterdiği ilgi sonucunda değişmiştir. Özellikle şirket
ortaklarından Falih Rıfkı Atay’ın Rusya’yı ziyaretinde oradaki uygulamaları
görmesi, bu değişim fikrini pekiştirmiştir. Nitekim Falih Rıfkı Atay, 1931’de
Rusya dönüşünde yazdığı bir yazıda şöyle demektedir: "Rus ihtilalcileri radyo
ve sinemaya umulmaz terbiye hizmetleri vermişlerdir. Radyonun sesleri en uzak
köylerin izbalarında duyulur... Radyo yalnız oynamaz, şarkı söylemez ve
konuşmaz. Bazen kuvvetli, bazen da biricik terbiye vasıtasıdır. Büyük bir
genişlik içine dağılmış milyonlarca insanı kültüre, malumata ve sanata doğru
götürmektedir" (Gönenç, 1981: 4).
Aydınların radyoya ilgisi 1934 yılında
yoğunlaşmış, basında radyo eleştirmenlerinin düzenli yazıları çıkmaya başlamış
ve gazeteler özel radyo sayfaları düzenlemiştir (Kocabaşoğlu, 1980: 123).
Ayrıca ülkenin farklı bölgelerindeki Kemalistlerin yaptığı eleştirilerin radyo
konusundaki düşüncelerin değişmesinde etkili olduğu söylenebilir. Örneğin
Samsun Halkevi Reisliği’nin Cumhuriyet Halk Fırkası Umum Kâtipliği’ne
gönderdiği "Türk inkılabının ideolojisini yayın ve tatminde radyodan
beklenen hizmete dair bulunan temenni raporu" başlığı altındaki mektup
radyo ile ilgili beklentilerini açıkça sergilemektedir.[1] Söz konusu
mektupta Halkevi Reisliği, kendi ifadesiyle, Türk inkılabının ideolojisine
uygun bir terbiye esasının kurulmasında radyonun önemini vurgulayarak bu konuda
radyodan belli bir görev beklediğini dile getirmiştir. Hatta Rusya’nın örnek
alınmasının gerektiği belirtilen mektupta, bu ülkede her köyde bir radyo
dershanesinin kurulduğu ve bu dershanelerde halkın radyoyu dinleyerek
bilinçlendiği ifade edilerek radyo sayesinde mevcut rejimin nasıl
ebedileştiğine işaret edilmiştir (Varlık, 1981: 224-226).
Bu tür eleştiriler dönemin genel sosyo-politik
ve kültürel ortamına da uygun olarak yaygınlaşmış, radyo yayınlarının yeniden
gözden geçirilmesi ve radyonun devletleştirilmesi önerileri savunulmaya
başlanmıştır. 1934 yılında, radyonun Matbuat Umum Müdürlüğü’nce denetlenmesi,
aynı yılın sonlarına doğru Türk müziği yayınının yasaklanması yerine, opera ve
caz gibi yabancı müziklere yer verilmesi ve radyo söz yayınlarında birtakım
atılımların ortaya çıkmasında kuşkusuz bu eleştirilerin de payı olmuştur
(Belge, 1932: 35).
Batı müziğinin öne çıkartılmasında Atatürk’ün
bu müzik tarzına olan hayranlığı da önemli bir faktördü. Atatürk ünlü Alman
tarihçisi Emil Ludwig’le yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: "Musikiye
pek çok itina gösterdiğimizi biliyorsunuz. Garp musikisi bugünkü haline
gelinceye kadar ne kadar zaman geçti? 400 yıl... Bizim bu kadar beklemeye
vaktimiz yoktur. Bunun için Garp musikisi almakta olduğumuzu görüyorsunuz"
(Yener, 85: 6-7). Ecevit Türk halkının kendi radyosunda kendi musikisinin
yasaklandığı yıllarda Arap musikisi dinlemeye başladığını belirtiyor. Ona göre
bugün başta musiki kültürü gelişmiş kimseler olmak üzere, pek çok kişinin
yakındığı arabesk müzik kültürünün Türk toplumunda yerleşmiş olmasının başlıca
nedenlerinden biri 1930’lardan gelen Arap müziği dinleme alışkanlığıdır
(Ecevit, 1988: 20). Nitekim devletin Türk müziğine koyduğu bu yasak karşısında
halkın Suriye, Irak ve Yunanistan radyolarını izlemesi ve onların
propagandalarına açık olması yüzünden hükümet bu yasağı kaldırmak zorunda kalmıştır.
Kemalist ideolojiye aşırı bağlı olanlar
radyodan toplumu dönüştürücü icraatlar beklerken radyo yetkilileri, şirketin
sözleşmesi gereği farklı düşüncedeydiler. Nitekim bir radyo yetkilisi 1932
yılında yaptığı bir konuşmada görüşlerini şu şekilde açıklıyordu: "Biz her
şeyden evvel tüccarız. Müşterinin istediğini yapmaya mecburuz (Gönenç, 1977:
4). Ancak bu düşünce aydınların savunduğu görüşler karşısında sönük kalmıştır.
Radikal aydınlar radyo konusunda iki farklı
öneride bulunmuşlardı. Birinci öneriye göre, radyo partinin elinde olmalı ve
devrim ilkelerini içte ve dışta yaymalıdır... İkinci öneri ise radyodan bir
eğitim ve kültür kurumu olarak yararlanılması şeklindedir. Bu kadar yoğun
tartışmalara rağmen bu dönemde radyonun resmi ideolojinin istenilen ölçüde
toplumun geneline ulaştırılması konusunda etkili olduğu söylenemez. Öte yandan
halkevlerinin de kendi çalışmalarında radyodan yeterince yararlandığı
söylenemez. Çünkü o dönemde hem ülke radyo açısından yeterli teknik imkâna
sahip değildi hem de toplumda yeterince alıcı bulunmuyordu.
Hükümetin radyodan mevcut ideolojinin yayılması
açısından daha etkin bir görev üstlenmesini arzu etmesi, radyo işletme tekelini
elinde bulunduran şirketin maddi kazanç elde etmeyi öncelik görmesi, az
gelişmişlik şartları, sermaye yetersizliği, alıcıların pahalılığı, ithal
güçlükleri ve ruhsatsız alıcıların denetim zorluğu radyonun devletleştirilmesi
konusundaki kanaatin netleşmesine neden olmuştur (Tigveş, 73: 103). Nitekim 26
Mayıs 1934’te kabul edilen Matbuat Umum Müdüriyet Teşkilat ve Vazifelerine Dair
Kanun’la, radyo yayıncılığı yetkisi devletin eline geçmiş oldu.
Radyo konusundaki ikinci eleştiri dalgası 1934
yılından sonra dünyada meydana gelen ideolojik çalkantıların ardından yapılmaya
başlandı. Bu eleştirilerde bazı bölgelerde kurulacak radyoların yeterince
denetlenemeyeceği ve bu yüzden casusluk için kullanılabileceği dile
getirilmiştir. Özellikle Almanya’nın ve İtalya’nın Nazi ve faşist örgütlerinden
beslenen maceracıların taşınabilir boyuttaki radyo vericileriyle karanlık işler
çevirebileceği ve bu ideolojiler hesabına çalışabileceği konusundaki endişeler
yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. Bu yüzden söz konusu dönemde Türkiye’de
radyoculuk açısından bir durgunluğun, bekleme sürecinin yaşandığı söylenebilir.
Oysa Semih Tuğrul’un da belirttiği gibi bu dönemde çok sayıda yabancı ülke,
ulusal radyo kuruluşlarını güçlendirmiş, politik amaçlarla yabancı dillerde
yayın yapmaya başlamıştır. Örneğin Moskova, Londra, Berlin ve Sofya radyoları
Türkçe yayınlar yapan radyoların başlıcalarıydı. (Tuğrul, 1975: 52).
Bu dönemde çıkarılan Telsiz Kanunu’nun üçüncü
maddesinde "... Devletin umumi ve askeri emniyet ve asayişinin gerekli
kıldığı hallerde her türlü telsiz tesisatına (radyo alıcıları dâhil) hükümetin
el koyabileceğini hükme bağlamaktadır" denilerek olaya ilişkin hassasiyet
vurgulanmıştır (İlal, 1972: 79). Bu hassasiyet yüzünden amatör radyoculuğa iyi
gözle bakılmamış ve bu tür yayıncılık yasaklanmıştır. Ancak 1950 yılından sonra
devletin bu katı tutumu yumuşamış; polis radyosu, meteoroloji radyosu ve okul
radyoları gibi kurumsal radyolara müsamaha edilmiştir.
Nitekim 1939’da savaşın başlamasıyla radyonun
rolünü daha iyi anlayan hükümet, radyoya ve radyo hizmetine yeni bir şekil
vermiştir. 22 Mayıs 1940 tarihinde çıkarılan 3837 sayılı Kanunla Matbuat Umum
Müdürlüğü kurularak, bu kuruma İçişleri Bakanlığı’ndan basın, PTT Genel
Müdürlüğü’nden ise radyo yayınları bağlandı. Bu yeni düzenlemede radyoya
yüklenen görev şu şekilde belirlenmiştir (Tamer, 1983: 90):
Memleket içinde ve
dışında milli siyaset ve menfaatlerimizi ihlale matuf olabilecek propagandaları
karşılamak, rejimin dâhili ve harici siyaseti hakkında kamuoyunu aydınlatmak ve
gereğine göre uygun göreceği araçları kullanarak yayın yaptırmak ve yaydırmak,
devlet icraatını kamuoyuna layık olduğu ölçü ve önemde duyurmak, radyo
postaları aracılığıyla halkın siyasi, içtimai, harsi ve bedii ihtiyaçlarını
tatmin edecek programlar yapılması ve yayınlanmasını sağlamak, memleketi
yabancı memleketlere tanıtmaya yarayan her türlü faydalı yayını yapmak.
Zamanla bu yasal düzenlemeyi yeterli görmeyen
hükümet 16 Temmuz 1943 tarih ve 4475 sayılı Basın ve Yayın Umum Müdürlüğü
Teşkilatı, Vazife ve Memurları Hakkındaki Kanun adında bir yasa çıkartarak
basın-yayın hayatını daha sıkı bir biçimde kontrol etmeyi amaçlamıştır. Öyle ki
yasa, söz yayınları üzerindeki sıkı fiili denetimi sıkı bir sansür haline
getirmiş ve bu konudaki tüm yetkileri genel müdürlüğe vermiştir. Hatta genel
müdüre yayınlarda değişiklikler yapabilme yetkisi de verilmiştir. Bu yetki
nedeniyle 1946 yılından sonra siyasi parti temsilcileri, radyodaki siyasi
içerikli programlar yüzünden, hep genel müdürü suçlamışlar ve onu sorumlu
tutmuşlardır (Bkz. Aksoy, 1960). Dolayısıyla genel müdürün değişmesiyle sorunun
çözülebileceğine inanmışlardır.
İKİNCİ BÖLÜM
1946-1960 DÖNEMİ
SİYASAL İKTİDAR VE RADYO İLİŞKİSİ
2.1.
Çok Partili Hayata Geçiş ve Radyo
II. Dünya Savaşı’ndan sonra siyasi düşünce
alanında önemli değişiklikler olmuştur. Oya Tokgöz’ün ifadesiyle bu
değişikliklerden en önemlisi hiç kuşkusuz devlet yönetimindeki geleneksel
kadroların parçalanmasıdır. Bunun siyasi düşünce alanına yansıması ise, siyasal
iktidarın halka dayandırılması görüşünün yaygınlaşmasıdır. Siyasi düşünce
alanındaki bu yöneliş kendisini siyasi katılım olarak göstermiştir (Tokgöz,
1979: 13).
II. Dünya Savaşı’ndan sonra İnönü’nün
direktifleriyle Meclis çatısı altında çok partili demokrasiye doğru bir
hareketlenme oldu. İnönü’nün bir muhalefet partisi kurulması fikrini
desteklemesinin değişik nedenleri vardı. Bu, kısmen Türkiye’nin liberal ve
demokratik bir ülke olduğunu kanıtlama çabasından, kısmen de savaş yıllarının
devletçi politikasının savaş sonrasında daha az başarı kaydetmeye başlamasından
kaynaklanmaktaydı. Ayrıca yabancı kredi kaynakları, ABD gibi liberal bir
ekonomi ve siyaseti tercih etmekteydiler. Birleşmiş Milletler’in bir üyesi ve
savaşta demokratik ülkelerin destekçisi olan Türkiye’de CHP liderliği, siyasi
liberalleşmeye izin vermek durumundaydı (Bkz. Tunaya, 1952). Nitekim CHP daha
fazla direnemedi. Böylece 1946 yılının başında Demokrat Parti kurulmuş oldu.
Siyasi alandaki demokratikleşme ve liberalleşme
kısa bir zaman sonra radyonun yayıncılık anlayışına da etki etti. Gerek Celal
Bayar ve gerekse bazı DP Milletvekilleri, birçok konuşmalarında, radyonun CHP
taraftarı yayın yaptığını, kendilerinin bu yayınlara karşı cevap
haklarının olması ve radyodan kendilerinin de yararlanması gerektiğini
savunmuşlardı. Bayar, kendi imzasını taşıyan 24 Temmuz 1947 tarihli bir DP
beyannamesinde, "... Partiler arasında gözetilmesi icap eden eşitlik
hakları gereğince, mesela radyodan muhalefetin de iktidar gibi faydalanması
hususları, bu cümleden olarak zikredilmiştir" demektedir. DP Genel
Başkanvekili de "Demokratik prensiplere sadık olduğunu iddia eden bir
hükümetin ilk yapacağı şeylerden biri, muhalefetin her türlü neşir ve
propaganda vasıtalarından istifadesine imkân bırakmaktır" diyerek
taleplerinin gerekçesini şöyle açıklıyordu (Aksoy, 1969: 19-24):
Bu gün bütün dünyada
matbuat kadar, hatta belki de ondan daha mühim bir neşir, telkin ve propaganda
vasıtası olan radyoyu kendi inhisarında tutan ve muhalefetin ondan
faydalanmasına imkân bırakmayan bir hükümetin, hatta şeklen olsun, kendisinin
demokratik prensiplere taraftar olduğunu iddia etmesine imkân yoktur. Bugün
yeryüzünde hiçbir demokrat memleket gösterilemez ki, onun radyo
istasyonlarından, muhalefetin sesi yükselmesin. Muhtelif şirketler tarafından
kurulmuş muhtelif radyo istasyonlarına malik olan memleketlerde, her partinin
bunlardan istifade etmesi pek kolaydır. Fakat bizde olduğu gibi, ancak bir tek
devlet radyosu istasyonu bulunduğu takdirde, hükümetin bu en kuvvetli
propaganda vasıtasını, yalnız iktidar partisinin inhisarında tutmayarak
muhalefetin de bundan faydalanmasına imkân vermesi icap eder.
Bayar, siyasi havanın gerginleşmesi üzerine
Cumhurbaşkanı İnönü nezaretinde, 12 Temmuz 1947’de iktidarla muhalefet arasında
imzalanan ve tarihte 12 Temmuz Beyannamesi adıyla geçen mutabakat metninin
gerçekleşebilmesi için radyo mikrofonlarının muhalefete açılmasını gerekli
görmüştü.
DP yetkilileri bu arzularının gerçekleşmesi
için sadece beyanatlarda bulunmaktan öte, işi hukuki zemine de oturtmayı
düşünmüştü. Bu nedenle DP milletvekilleri TBMM’ye bu konu ile ilgili bir kanun
teklifinde bulundu. Ama Bayar, bir bakıma CHP’nin buna olumlu bakacağından pek
ümitli değildi. Bayar, "... Gazetelerde görmüşsünüzdür, bir demokrat
milletvekili arkadaşımız, Demokrat Parti’nin de radyodan faydalanabilmesini
sağlamak için bir kanun teklif etmiştir. Kabul edilip edilmeyeceğini ben de
sizin kadar bilmiyorum." diyerek endişesini ifade etmişti (Aksoy, 1960:
17).
Bayar’ın da sözünü ettiği kanun teklifini
DP Meclis Başkan Vekillerinden Fikri Apaydın hazırladı. Kanun teklifinin
gerekçesini Apaydın şöyle izah etmektedir (Adıvar, TBMM, 24.5.1949, D.8,
T.3, C.19: 655):
Radyo cihazları
asrımızın en modern yayın vasıtasıdır. Birçok memlekette şirket halinde olan bu
tesislerden siyasi partiler ücretli ücretsiz neşriyat yapmak suretiyle
fikirlerini, söylemek istediklerini, halkları arasında kolayca
yayabilmektedirler. Ancak radyo memleketimizde devlet malı olup bu cihazla
yapılacak neşriyata hükümet birtakım tahditler koymuş olduğu için CHP haricinde
kalan siyasi partiler memleket olaylarına ait fikir ve düşüncelerini bu vasıta
ile halka yaymak hakkından mahrum kalmışlardır.
Demokrasinin
memleketimizde esaslı bir şekilde yerleşmesi ve kökleşmesi konusunda radyo
cihazlarıyla yapılacak neşriyatın en büyük rolü oynayacağı, inkârı mümkün
olmayan hakikatlerin başında gelir. Gerek bu milli gayenin tahakkuku, gerekse
siyasi partilerin eşit haklara sahip olmaları düsturunun fiilen belirtilmesi,
teklif olunan fıkranın kanuna ilavesi zaruretini doğurmuştur.
Gerekçesi bu şekilde izah edilen kanun teklifi
ise şöyledir:
Basın ve Yayın Umum
Müdürlüğü Teşkilat Vazifesi’ne ait 4475 numaralı kanunun 20. maddesine bu
gerekçedeki mucip sebepler dolayısıyla aşağıdaki fıkra ektir:
İlavesi teklif olunan
fıkra:
Teşekkülleri hükümetçe
kabul ve tasdik edilmiş olan partiler, yukarı fıkralarda yazılı fıkralara
tabi olmaksızın haftada ikişer saati geçmemek şartıyla, seçecekleri organları
ücretsiz olarak, devlete ait radyolarda neşriyat yapabilirler.
Partilerin bu şekilde
yapacakları neşriyatın saatleri parti idareleriyle radyo idaresi arasında
kararlaştırılır. Bu neşriyattan radyo idaresi mesul değildir.
Özetle radyonun mikrofonlarını muhalefete
açması konusu ülkeye demokrasiyi getirme vaadinde bulunan CHP için adeta bir
sınav kabul edildi. Bu nedenle DP, 1949 yılına kadar bu konuyu gündemde sürekli
sıcak tutmaya çalıştı. Neticede siyasi partilere seçimlerde propaganda yapmak
amacıyla radyodan yararlanma hakkı verildi.
2.2.
Siyasi Partilerin Seçimlerde Radyodan Yararlanması
1946 yılına kadar tek parti döneminde değişik
siyasi görüşlerin radyodan yansıtılması gibi bir sorun olmamıştır. Çok partili
siyasi hayata geçilmesiyle birlikte radyonun tek bir siyasi görüşün hizmetinde
olduğu konusunda tartışmalar da başlamış oldu.
Siyasi ortamda rakipsiz olarak çalışan hükümet
çok partili döneme geçişle rakip kazanmış, bunun sonucu olarak
iktidar-muhalefet çatışması ortaya çıkmıştır. Çok güçlü bir ana muhalefet
partisinin varlığı, yönetim erkini elinde bulunduranların daha dikkatli ve daha
titiz olması bakımından teşvik edici bir rol oynasa da radyo
teşkilatı konusunda böyle olmamış, iktidar bu aracı istediği gibi kullanma
ve denetleme alışkanlığını çok partili dönemde de sürdürmek istemiştir.
Muhalefetin de aynı amacı gütmesi nedeniyle radyo bu iki siyasi erk tarafından
elde edilmeye çalışılmıştır. Nitekim yoğunlaşan bu tartışmalar sonucunda 24
Mayıs 1949 tarih ve 5392 sayılı Basın-Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü Kanunu
kabul edilmiştir. Bu kanunla, seçimlere katılan partilere radyo aracılığıyla
seçim propagandası yapabilme hakkı verilmiştir.
Kanunun 23. maddesinde siyasi partilerin seçim
zamanı yapacakları radyo konuşmaları şöyle düzenlenmiştir: TBMM
genel seçimlerinde programlarını izah için, seçim tarihine on beş gün
kaladan iki gün öncesine kadarki sürede partilere on beşer dakikalık dört
konuşma hakkı tanınıyordu. Ancak bu hak TBMM’de en az üç kişilik grubu
olan ve en az üç il merkezinde teşkilatı bulunan partilere verilmişti.
Konuşmalarda suç unsuru bulunup bulunmadığını incelemek için metinlerin
Cumhuriyet Savcılığı’na gönderilmesi öngörülüyordu (İlal, 1972: 81). Muhalefet,
kanunu pek doyurucu bulmamış, yayınlar üzerinde savcılık denetimi olmasını
düşünce hürriyetine aykırı olarak nitelendirmiş ve konuşma sürelerinin çok kısa
olmasından yakınmıştır (Tamer, 1983: 91). Nitekim Bayar, bir toplantıda yaptığı
konuşmada konu ile ilgili endişelerini şöyle dile getirmiştir: "Seçim
zamanı mücadele zamanıdır. Son seçimler esnasında radyodan faydalanmak istedik,
radyo kanununa göre okunacak yazılar bir heyet tarafından kontrol edilecek
dediler. Eğer heyet konuşmalarınızı tasvip ederse o zaman konuşabilirsiniz.
Demokrat Parti, seçim esnasında kendi prensiplerini yayabilmek için o
komisyonun atıfetine sığınmak zorunda kalacaktır. O komisyon ki hükümet ve Halk
Partisi aleyhinde söz söylemeyi cinayet addeder" (Aksoy, 1960: 33).
Bu uygulamayı yeterli görmeyen Demokrat
Partililer siyasi partilere tanınan sürenin daha da uzatılmasını ve bu
uygulamanın yerel seçimleri de kapsamasını talep etmiştir. DP Milletvekili
Kemal Özçoban Meclis’te yaptığı bir konuşmada "... Konuşmalar konusunda
partilere biraz daha fazla yer verilsin. Bizim isteklerimiz fazla ise
azaltalım. Fakat konuşma sayısını ve süresini biraz fazlalaştıralım...
Binaenaleyh radyo ile konuşma serbestisinin hiç olmazsa belediye ve genel
meclis üyeleri seçimlerine teşmil edilmesini rica edeceğim" diyerek kanunu
yeterli bulmadıklarını vurgulamıştır (Özçoban, TBMM, 24.5.1949, D.8, T.3).
Bu tartışmalar ve yakınmalar üzerine Cumhuriyet
Halk Partisi, 1950 seçimlerinden önce çıkardığı, 22 Şubat 1950 tarih ve 5545
sayılı Milletvekilleri Seçimi Kanunu’yla muhalefetin radyodan faydalanma
imkânlarını genişletmiştir. Buna göre en az beş seçim bölgesinde aday
göstermiş partiler günde bir defa, yirmiden fazla çevrede aday göstermiş
partiler iki defa onar dakikalık propaganda konuşmasını seçimden önceki onuncu
ile üçüncü günler arasında yapabiliyordu. Konuşma sırası için kura çekiliyor ve
savcılık denetimi kaldırılıyordu. Seçim propaganda konuşmaları hakkındaki bu
ilkeler aynı yıl çıkarılan 5669 sayılı kanunla belediye meclisi ve 5670 sayılı
kanunla il genel meclisi seçimlerine de teşmil edilmiş ve 1950’de yapılan her
üç seçimde de uygulanmıştır (İlal, 1972: 217). Böylece Demokrat Parti bu
konudaki isteklerini belli ölçüde elde etmiş oldu.
Muhalefetteyken radyonun siyasi partilerin
mesajlarına açılması konusunda ısrarcı olan Demokrat Parti, iktidara geldikten
sonra muhalefetin bu konudaki taleplerine olumlu bakmadı. Bunun nedeni CHP’nin
kendisine yönelik gerçekleştirdiği sert muhalefet anlayışı idi. Bu tür bir
muhalefete alışık olmayan Menderes CHP’yi "... orduyu aleyhlerine tahkir
etmekle ve ortamı bozuk göstererek ülkenin sükûnetini bozmakla" itham etti
(Aydemir, 1989: 194).
Menderes’in bu düşüncesi radyonun kullanımı
konusundaki düşüncelerinin de yeniden şekillenmesine neden oldu. Menderes, 1954
genel seçimlerinden sonra bu konudaki düşüncesini, "Devlet radyosu her
şeyden evvel bir terbiye ve kültür müessesesidir. Bunun dışında herhangi bir
şekilde ondan istifadeye kalkışmak, hatta daha ileriye gidip seçim gibi
heyecanlı bir zamanda bu kültür müessesesini başka türlü halka tanıtmak doğru
bir şey değildir" şeklinde ifade ediyordu (Aksoy, 1960: 64). Menderes bu
ifadesiyle aslında bundan sonra seçimlerde radyoda siyasi parti konuşmalarına
yer vermeyeceğini ima ediyordu.
Nitekim öyle de oldu. 1954 seçimlerinin hemen
akabinde çıkarılan 30 Haziran 1954 tarih ve 6428 sayılı kanunla, 5545
sayılı kanunun seçim zamanlarında siyasi partilerin radyodan
yapacakları seçim propagandasını düzenleyen 45 ve 46. maddeleri
yürürlükten kaldırılmıştır. Demokrat Parti’nin bu girişimi bundan önce yaptığı
eleştiriler konusundaki haklılığını ortadan kaldırmıştır. 1950 öncesinde
kendilerinin sesinin kısıldığını ve mağdur edildiğini savunan DP yetkilileri,
iktidarı ele geçirince muhalefetin sesini kısarak bir ölçüde tutarsızlıklarını
sergilemiş oldular.
2.3.
DP ve CHP’nin Radyo’dan Cevap Hakkı Talepleri
Çok partili demokratik hayata geçtikten sonra,
radyolar partilerin siyasi yayınlarına açılırken, "cevap hakkı"
konusunda herhangi bir düzenleme yapılmamıştı.
Radyo yayınlarına hâkim olan bir iktidarın bu
imkânı kendi parti çıkarlarına alet etmesini önlemek için başvurulacak en iyi
araçlardan biri, şüphesiz ki, "cevap hakkı"dır. Çünkü gerçekleri
çarpıttığı takdirde bunun cevabı ile karşılaşacak bir iktidar, tek taraflı
olarak yalanı rahatça söyleyebildiği halde hiçbir mukabele ile karşılaşmamış
olan bir iktidara kıyasla, çok daha ölçülü ve çok daha dürüst bir yolu tutmaya
mecbur kalmaktadır. Dolayısıyla bu hak, iktidarı elinde bulunduran gücü bir
anlamda frenleyen, daha ilkeli ve ölçülü olmaya zorlayan bir araçtır. Öte
yandan bu hak, muhalefet için de bir umut ve güvence işlevi görmektedir.
Muammer Aksoy, iktidarın her türlü sövüp
sayması ve hakikatleri tahrif etmesi karşısında, tecavüze uğrayan muhalefete
veya bağımsızlara, cevap verebilme hakkını tanımayan rejimin ancak demokrasi ve
hürriyet nizamından kilometrelerce uzakta bulunan totaliter veya yarı totaliter
bir sisteme mensup olabileceğini belirtmiştir (Aksoy, 1960: 39).
Türkiye’de çok partili demokratik hayata
geçtikten sonra, radyolar partilerin siyasi yayınlarına açılırken "cevap
hakkı" konusunda herhangi bir düzenleme yapılmamıştı. Celal Bayar, kanunda
böyle bir hak ve yetkinin bulunmamasını bir eksiklik olarak görerek şunları
ifade ediyordu (Aksoy, 1960: 40): "Bir gazetede aleyhine bir yazı çıkan
her vatandaş bunu aynı sütunda tekzip etme hakkına maliktir. Radyoda ise buna
imkân yoktur." Demokrat Partililer ayrıca Radyo Gazetesi adlı programda
her gün isim zikredilmeksizin CHP’nin propagandasının yapıldığını iddia
etmekteydiler.
Demokrat Parti yetkilileri "cevap
hakkı"nın yanı sıra kendilerine hiç olmazsa ayda bir kez yarım saatlik
ücretsiz konuşma hakkının da verilmesini talep etmişlerdi. Böylece ülkenin
gündemindeki önemli konular hakkında kendi fikirlerini kamuoyu ile paylaşmış
olacaklardı. Nitekim 1949 yılında çıkarılan Basın-Yayın ve Turizm Genel
Müdürlüğü Kanunu’nun Meclis’teki görüşmeleri sırasında taleplerini şöyle dile
getirdiler: "... Memleket her gün dâhili ve harici bakımdan hayati
meselelerle karşı karşıya kalmaktadır. Siyasi partilerin bu meseleler
hakkındaki görüşlerini millete bildirmelerinden memleket bakımından büyük
faydalar elde edilecektir..." (Apaydın, TBMM, 24.5.1949, D.8, T.3, C.19:
654). Fakat bu talep, çıkan kanunda yerini bulamadı.
Ne gariptir ki DP’nin bu taleplerine olumlu
cevap vermeyen Cumhuriyet Halk Partisi yetkilileri 1950’den sonra, muhalefete
düşünce, aynı serzeniş ve isteklerde bulunmuşlardır. DP iktidarının ilk
yıllarında CHP’nin talebi, radyoda muhalefete de söz hakkı, "hiç değilse
cevap hakkı" verilmesi şeklinde olmuştur. CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek,
iktidardan haftada bir 15 dakikalık radyo konuşması yapma imkânı isterken,
"Böylece sesimizi ve görüşümüzü memlekette duyurmak imkânını
bulacağız" diyordu (Kocabaşoğlu, 1980: 347-352). Daha sonra CHP bu konuda
bir kanun teklifi vermiştir, ama teklif kanunlaşamamıştır.
2.4.
Oy Verme Sürerken, Radyodan Seçim Sonuçlarının Açıklanması
Seçim Kanunu’nun 134. maddesi, seçimlerde
radyonun izleyeceği yayın politikasına ilişkin uygulamaların nasıl olacağı hususunu
şöyle açıklamıştır: "Oy verme gününden önceki üç gün içinde ve oy verme
gününde umumi veya umuma açık yerlerde seçim propagandası için toplantı veya
propaganda yapanlar veya bu maksatla yayınlarda bulunanlar veya her ne surette
olursa olsun seçimin düzenini bozabilecek veya oy vermenin tam bir serbestlikle
yapılmasına tesir edebilecek mahiyette söz veya yazı ile propaganda yapanlar ve
asılsız şayia çıkaranlar 6 aya kadar hapis veya 500 liraya kadar ağır para
cezasıyla cezalandırılırlar." Konu ile ilgili maddenin bu kadar açık
olmasına rağmen siyasi partilerin seçim esnasında kanuna uymadıkları, bunun
sonucu olarak birbirlerini suçladıkları görülmüştür.
Demokrat Partililerin 1950 seçimlerinde
CHP’lilerin seçim günü yayın yasağını ihlal ettiğini iddia ettikleri gibi,
CHP’liler de 1954 ve 1957 seçimlerinde DP’lilerin bu yasağa uymadıklarını ileri
sürmüşlerdir. Örneğin Fatin Rüştü Zorlu Meclis’te yaptığı bir konuşmada, CHP
yönetimini şu cümlelerle eleştirmiştir (Zorlu, TBMM, 4.12.1957, D.11, C.1: 90):
"1950’de saat 11’de radyo neşriyatına başladılar. Aynı kanun meriyettedir.
Kendileri devlet reisidir, ona mani olmuyorlar, ne zaman mani oluyorlar, seçimi
kaybettiklerini gördükleri anda. O zaman üç gün Türk efkârı umumiyesi seçim
neticelerini İngiliz radyosundan öğreniyor. Bunu mu istiyorsunuz?"
Aslında bu ihlal sadece 1950 genel seçimlerinde
değil, 1957 seçimlerinde de yapılmıştır. 27 Ekim 1957 günü oy verme işleminin
sona ereceği saat olan 17’yi beklemeden, saat 14.30’dan sonra radyolar seçim
sonuçlarını yayınlamaya başladı. CHP yayının durdurulması için iktidara ve
Yüksek Seçim Kurulu’na başvurdu. Yüksek Seçim Kurulu’nun yayının durdurulmasına
ilişkin kararına karşın siyasal iktidar yayını sürdürmüştür (Kocabaşoğlu, 1980:
350).
Yüksek Seçim Kurulu, açıkladığı kararında
konuya ilişkin şu görüşleri dile getirmiştir (Yüksek Seçim Kurulu Kararı:
27.10.1957 tarih ve 178/173 sayı):
Radyo saat 14’ten
itibaren seçim neticelerini yayınlamaya başlayacağını öğle ajansı yayınında
bildirmiştir. Seçim neticeleri resmen malum olmadan, hususi bilgilerin ilan
edilmesi Milletvekilleri Seçimi Kanunu’nun 134. maddesine aykırıdır. Seçim saat
17’de hitam bulup, neticeler seçim kurallarınca tespit edilmeden radyo
tarafından yapılacak neşriyat oyunu kullanmayan milyonlarca vatandaşın reyini
tam bir serbestlikle kullanmasına tesir edebileceği gibi, vatandaşlar arasında
bir telaş yaratmak suretiyle seçimin düzenini de bozabilecek mahiyettedir.
Resmi olmayan seçim neticesinin bütün radyolarda neşredilmemesi hususunun çok
acele karara bağlanmasını arz ederiz, diye yazılı bulunduğu ve 514 sayılı
yazıda da bu husustaki İl Seçim Kurulu’na müracaatlarının yetkisizlik sebebiyle
reddedildiğinden bu karara itiraz edildiği ve resmi olmayan seçim neticelerinin
radyolarda neşredilmemesi hususuna acele karar verilmesi istenildiği
anlaşılmakla gereği düşünüldü. Milletvekili Seçimi Kanunu’nun 94. maddesi
sarahatine göre oy verme müddeti saat 17’de biteceğine ve sandıkların tasnif
neticesini ancak sandık başında ilan etmeleri mümkün olup, radyo ile yapılacak
ilanın, seçmenin kararı üzerinde müessif olabileceği memul ve bu itibarla Seçim
Kanunu’nun aradığı hüküm sükûneti ve karar serbestisine müessir olabileceğine
göre, itiraz hakkında karar verilmesi lazım iken vazifeleri dâhilinde
bulunmadığından bahisle müracaatın reddine karar verilmesi yolsuz ve itiraz
varit bulunduğundan, Ankara İl Seçim Kurulu kararının bozulmasına ittifakla
karar verildi.
Fatin Rüştü Zorlu bu karara ve CHP’nin şikâyeti
üzerine verdiği yazılı cevapta gerekçelerini şu şekilde sıralamıştır (Aksoy,
1960: 123):
... Yüksek Seçim
Kurulu kararına rağmen, devlet radyosunda seçim kampanyası müddetince mevzuata
aykırı olarak yayın yapıldığı, seçim günü oy verme devam ederken seçim
neticeleri namı altındaki birtakım gayri kanuni haberleri radyo ile yayınlamak
suretiyle seçmenin tam serbestlikle oy verme prensibinin ihlal edildiği...
ileri sürülerek hakkımda Meclis tahkikatı açılması istenilmektedir.
Pek muhterem
arkadaşlar bildiğiniz gibi, bir kere devlet radyosunun devlet icraatını
milletin bilgisine arz etmesinden tabii bir şey yoktur. Bütün vatandaşlar
memleketlerinde muhtelif sahalarda neler yapıldığını öğrenmeyi elbette
isterler. Şuurlu bir milletin her ferdi memleketinin muhtelif sahalarındaki
gibi bayındırlık işlerinin yapıldığını, iktisadiyatını, ziraatını, ticaretini
alakadar eden her sahada ne gibi yeniliklerin husule geldiğini öğrenmek
istediği gibi dış siyasette olsun iç siyasette olsun ne gibi kararlar
alındığını ve bu kararların in’ikasatının ne olacağını bilmek de ister. Bütün
milleti bu hususta aydınlatmak umumiyetle bütün neşir vasıtalarının en başlıca
vazifelerinden biridir. Modern dünyada neşir vasıtalarının başında radyo
gelmektedir. Binaenaleyh radyonun devlet icraatını muhterem halkımıza haber
vermesinden ve memlekette olan bitenleri ona duyurmasından tabii bir şey
yoktur. Bu hiçbir zaman bir suç teşkil etmez. Ve buna onların anladığı manada
propaganda demek de doğru değildir. Eğer propagandayı literal manası ve mefhumu
ile yani yayma manasına alırlarsa bu da pek tabii bir şeydir. Çünkü yukarıda da
arz ettiğim gibi bütün devlet icraatını halka yaymaktan tabii bir şey olamaz...
Seçim kampanyası
esnasında da devlet radyosunun bu asli vazifesinden tecerrüt edeceğine dair
hiçbir kanuni madde mevcut değildir. Böyle bir maddeyi gösteremezler.
Bu açıklamadan da anlaşıldığı gibi Zorlu, seçim
esnasında radyonun, seçim sonuçlarını yayınlamasını kanuni bir icraat olarak
telakki etmektedir.
DP’li Emin Kalafat da, kendilerini suçlamaları
karşısında, CHP’lileri 1950’de seçim günü kamuoyunu radyo yayınlarıyla
yanılgıya düşürmekle itham ederek, "Seçim günü neticelerin radyo ile beyan
edilmesi bir cürüm ise, bu cürümü 1950’de işlemiş olan eski Başbakan Günaltay,
başkalarından hesap sormadan, evvela bizzat kendisi millete hesap vermelidir."
demiştir (Aksoy, 1960: 119). Aynı Kalafat, 1957 seçimlerinde, seçim günü oylama
bitmeden, sonuçları radyo ile açıklamalarını, "... Hâlbuki seçim günü
tasnif edilen sandıklara ait müteferrik neticelerin radyo ile verilmesi, milli
iradenin tecellisi gibi bir hadise etrafında umumi efkârı bir an evvel tenvir
etmesi gayesine matuf ve propaganda ile alakası olmayan alelade bir haber verme
hizmetinden ibarettir... Aslında radyodaki müteferrik seçim neticelerine göre,
birkaç yüz seçmenin şu veya bu partiye rey vermiş olmasını bildiren bu haberler
üzerine, seçmenin seçim serbestisini kaybederek korkuya kapılıp, o birkaç yüz
oy kazanan parti lehine oy vereceğini sanmak Türk seçmeninin aklı selimine
hakarettir." şeklinde açıklamaya çalışmıştır (Aksoy, 1960: 120). Ayrıca
Kalafat, saat 14.30’dan 17.05’e kadar devam eden yayında ancak 20.000 oyun
cihetinin açıklandığını ve bunun da seçimlerin genel gidişatı hakkında bir
kanaati doğurabileceğini sanmadığını belirtmiştir.
Siyasi parti temsilcilerinin bu ifadeleri
ilkesizliklerini ve tutarsızlıklarını açıkça ortaya koymaktadır. Bu beyanlar
aslında dönemin siyaset anlayışını da açıkça göstermektedir. Her parti kendi
çıkarına olanı, haksız da olsa, meşru görmektedir. Hatta haklılığını
kanıtlayabilmek için kendilerinden önceki iktidarın yaptığı uygulamaları kanıt
göstermektedir.
1957 seçimlerinden sonra CHP’nin sandalye
sayısının artması, muhalefetin siyasi temposunu daha da yükseltmesine neden
olmuştur. CHP, DP’nin icraatlarını daha sert bir üslupla eleştirirken Menderes
ise CHP’nin bu tutum ve davranışını "anarşiyi kışkırtma" olarak
yorumlamıştır (Aksoy, 1960: 98). Şöyle ki;
İnönü radyodan da
bahsediyor. Radyoyu neden muhalefet aleyhinde konuşturuyorsunuz demek istiyor.
Cevabını vereyim: Memleketin dört bucağında zehirli ve meşum bir propagandayı o
derece ileri götürdüler, sanki bugün yarın bu memlekette bir ihtilal kopacakmış
gibi bir hava yarattılar ki, bunların yalandan ibaret olduğunu vatandaşa
anlatmak, zihinlerde memleket mevzuunda uyanması muhtemel en küçük tereddütleri
izale etmek maksadıyla vatandaşları tenvir etmek ve söylenenlerin yalandan
ibaret olduğunu bildirmek için, anarşiye paydos denilinceye kadar radyoyu
milletin hayrına olarak kullanmaktayız, kullanacağız. Onlar bu anarşik
hareketlerinden vazgeçinceye kadar her zaman kullanacağız.
Menderes, bir adım daha ileri gitmiş ve tüm
basını ve aydınları memleketi bunalıma sürüklemekle itham ederek, kendilerinin
tüm hakikatleri halka anlatana kadar radyoyu kullanacaklarını söylemiştir.
Şöyle ki (Kocabaşoğlu, 1980: 351; Aksoy, 1960: 99);
O halde sesimizi
işittirmek bir vatan vazifesidir... Hadiselerin intizarında olarak tedbirsiz
kalmaktansa, esasen vazifemiz olan halkımızı tenvir ve irşat yollarını
aramayacak mı idik? Devlet radyosu ne güne duruyordu?.. Halkın radyo ile
aydınlatılması DP’ye göre bir vatan meselesi olması münasebetiyle, CHP’nin
yaygaralarının, radyo yayınları ile halkın aydınlatılması sonucunda
durdurulması gerekiyordu.
Menderes basının delalet içerisine düşerek
muhalefete yardım ettiğini düşünüyordu (Aksoy, 1960: 99): "Gazetelerin
hemen hemen muhalefet hesabına çalıştıklarını görüyoruz. Bunun geçici bir
delalet eseri olduğunu biliyoruz... Verdiği beyanatı, kongrelerde
konuştuklarını, hatta konuşmadıklarını, basın toplantılarını eksiksiz
yazmıyorlar mı? Bire bin katarak hadiseleri muhalefet lehinde göstermek için
her çareye başvurmuyorlar mı? Bizim radyoda ara sıra konuşmamız olsa olsa ancak
onlara bir mukabele teşkil edebilir. Radyo devletindir. Hükümet radyoyu yalnız
duyurulmayan hakikatlerin milletimize duyurulması vazifesi ile kullanmıştır.
Memleket tenvir edilmiştir. İnönü’nün asıl istemediği de zahir budur..."
diyen Menderes aslında basının tarafsız bir yayın politikası izlememesi
nedeniyle, toplumu gerçeklerden haberdar edebilmek için radyoyu kullanmak zorunda
olduklarını dile getirmiştir.
İnönü ihtilal öncesinde 16 Nisan 1960 günü
Meclis’teki bir konuşmasında ise "Şartlar tamam olduğu zaman, milletler
için ihtilal meşru bir haktır" demiş ve bu söz ihtilale "yeşil
ışık" yakma şeklinde yorumlanmıştı. (Kili, 1976: 138). İsmail Cem ise daha
açık bir dille 27 Mayıs ihtilalini, yönetim dışında kalmış ordu ve aydının
(bürokratların) kendi partileri CHP ile işbirliği yaparak tekrar iktidara ortak
çıkmaları şeklinde belirtmiştir (Cem, 1979: 370).
İnönü ihtilalden sonra yayınladığı bir
genelgede "... CHP’liler 26 Mayıs gününde memlekette mevcut şartların
ağırlığını asla unutmaksızın, inkılap idaresinin karar ve icraatını tam bir
güvenle takip etmeli, siyasi faaliyetin başlamasını ve umumi seçimlerin
yapılmasına müsait durumun hasıl olmasını huzur ve sükûnet içerisinde
beklemektedir" demektedir. İnönü bu genelgede "İhtilalin her bakımdan
hazır olan bir toplumsal ortamda meydana geldiğini ve meşru bir devrim hareketi
olduğunu söylemektedir. Böylece hareketi meşru saymakta ve kabullenmektedir
(Kili, 1976: 138). Ayrıca bu ifadeler Menderes’in CHP hakkında ileri sürdüğü
"ihtilal kışkırtıcılığı yapma" iddiasını da doğrulamaktadır.
2.5.
Menderes: "Radyo Devletin Malıdır..."
CHP iktidarı döneminde DP’liler, radyoyu
CHP’nin yayın organı olmakla, tarafgir yayın yapmakla ve muhalefetin sesine
kulak vermemekle suçluyordu. DP, 1950’den sonra, radyo konusunun ne kadar
hassas bir konu olduğunu anlayınca, buna ayrı bir özen göstermişti. Hatta
Menderes Meclis’te yaptığı bir konuşmada: "Radyoyu murakabe etmek
istiyorlarsa, hangi neşriyatta, ne zaman, ne bozukluk görürlerse haber versin,
haber veriniz, düzeltmeye amadeyiz" diyerek konuya ne kadar dikkatli ve
iyi niyetli yaklaştıklarını vurgulamıştı (Menderes, TBMM, 14.1.1952, D.9, T.2:
121). Bu iyi niyete rağmen, CHP’lilerin kendi dönemlerini unutarak, Menderes’e
fazlasıyla yüklenmeleri sonucunda DP’liler şu karşılığı vermiştir (Aksoy, 1960:
83):
Biz radyonun, tek
taraflı bir propaganda vasıtası olarak kullanıldığına asıl Halk Partisi
zamanında şahit olduk. Onlar, radyoyu istedikleri şekilde istismar ediyorlardı.
Demokrat Parti’ye karşı yapılmak istenen bütün hücumları, radyo vasıtasıyla en
ücra köylere kadar yaymaya çalışıyorlardı. Demokrat Parti’nin değil sesini,
ismini bile kimseye duyurmamak için azami derecede itina gösteriyorlardı. Hatta
seçim zamanları dahi türlü bahanelerle partilere ayrılan saatler dışında
mütemadiyen CHP propagandası yapıyorlardı. Nitekim o zamanki Başbakan Şemsettin
Günaltay her türlü tarafsızlık endişelerini bir tarafa bırakarak radyonun
mikrofonunu 72 dakika siyasi işgal altına almaktan çekinmemiştir.
Yapılan eleştiri ve suçlamalara karşı iktidar
mensuplarının yaptığı açıklamalar, muhalefetin sesini dindirmeye yetmedi.
Aksine, muhalefet her fırsatta radyonun değişik programlarda DP’nin reklamını
yaptığını yaymaya çalışmıştı. Bu tartışmalara neden olan birinci konu ise
hükümet icraatlarının radyodan yayınlanmasıydı. Aslında hükümet icraatı ve
siyasi yayınlar hakkında iki partinin de iktidarda ve muhalefette iken farklı yaklaşımlar
sergilediği görülmektedir. Siyasi partiler sanki bir önceki hükümet döneminde
yaptıkları açıklamaları unutmuşçasına, iktidara geldiklerinde farklı
uygulamalar yapmışlardır.
DP ve CHP’nin muhalefetteyken radyoya
yönelttikleri eleştiriler ya da iktidardayken radyoya ilişkin olarak yaptıkları
savunmalar da büyük bir benzerlik göstermektedir. Başbakan Yardımcısı Nihat
Erim 1949 yılında muhalefetin eleştirilerini cevaplarken, "Ancak hükümeti
ne iktidar ne de muhalefet partisi ile karıştırmamak lâzımdır... Hükümet
memleket idaresi kendisine mevdu bir mekanizma olarak, bir heyet olarak
vatandaşı kendi icraatı, kendi kararları karşısında elindeki bütün vasıtalarla
en geniş ölçüde tenvir etmeyi bir vazife bilir" diyordu. Üç yıl sonra ise
DP iktidarının Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu, "Devlet Radyosu
vatandaşı tenvir eden bir radyo olmak itibariyle vatandaşlara devletin
icraatları hakkında malumat vermekle mükelleftir. Binaenaleyh devlet radyosunda
devletin adamları konuşacaktır" derken aynı görüşleri dile getiriyordu
(Kocabaşoğlu, 1980: 345).
Menderes de Antalya’da yaptığı bir konuşmada
şöyle demiştir:
Radyo bir devlet
vasıtasıdır. Bunu kullanan da hükümettir. Hükümet beyanatını, mesul adamlarının
demeçlerini vermek, radyonun vazifesidir. Radyo orta malı değildir. Radyoyu
onlarla paylaşacak değiliz. Bunu son defa olarak bilmeleri lâzımdır. Radyodan
particiliği kaldırmak, tam tarafsız yapmak, devletin neşri efkârı mevki’ine
getirmek için elimizden gelen gayreti sarf etmekteyiz.
Elbette vatandaşların hükümet icraatlarından,
memlekette ne olup bittiğinden haberdar olmasından tabii bir şey olamaz. Gerek
hükümetin icraatının gerekse muhalefetin alternatif politikalarının radyodan
halka duyurulması demokratik rejimin bir gereğidir. Ama bu konuda bir ölçünün
de olması gerekir. Nitekim Menderes, yaptığı konuşmalarda bu ölçü konusundaki
yaklaşımını şöyle tarif etmiştir (Menderes, TBMM, 11.1.1952, D.9, T.2, C.12:
89):
Kendilerinin vaktiyle
devlet radyosu hakkında yapmış oldukları beyanlara tamamen iştirak etmekteyiz. Devlet
radyosu, devletin malıdır. Hükümet de devletin organıdır. Devlet, hükümet
vasıtasıyla kendi noktai nazarını herkese bildirir. Devlet radyosu, devletin
malı olan radyo, devletin organı olan hükümet tarafından kendi noktai
nazarlarını memleketin dört bir tarafına yaymak maksadıyla kullanılır.
Vatandaşlar, sabahtan
akşama kadar, devletin icra organı olan hükümetin neler yapmakta olduğunu
öğrenmek isterler. Bu kendilerinin hakkıdır. Bunu hükümetin ağzından, hükümetin
noktai nazarı olarak öğrenmek ihtiyacındadırlar ve hükümet bu noktada kendine
düşen vazifeyi yapmak mecburiyetindedir. Devlet radyosunun çalışmasını, ana
prensip olarak böyle anlamak icap eder...
Menderes siyasi parti açıklamalarının radyoda
yer alabilmesi için bugünkü anlamda bir "haber değeri" ölçüsünün
olması gerektiğini şöyle savunmaktadır (Menderes, TBMM, 11.1.1952, D.9, T.2,
C.12: 89):
... Fakat radyo
hakkında, muhtelif memleket meseleleri hakkında hükümetin ne düşündüğünü, ne
yapmak istediğini vatandaşın bilmesi lâzım gelir. Bilmek istemesi de hakkıdır
arkadaşlar. Bu bir propaganda meselesi değildir. Memleketin hangi esbabı mucibe
ile hangi yollarla sevk-ü idare edildiği, her an bilinmek icap eder. Yoksa
karşılıklı bir münazara halinde değil. Demokratik idarede aslolan memleketin
sevk-ü idaresidir. Prensipleri ve tatbikatı vatandaşa vakti zamanında
duyurmaktan, esbabı mucibesiyle izah etmekten ibarettir. Yoksa sadece muhalefet
ne demiş, muvafakat ne söylemiş karşılıklı bir münazara tertibi ile milletin
hakemliğine gitme şeklinde değildir...
Samet Ağaoğlu da CHP’lilerin radyoyu
"partizan radyo" şeklinde suçlamalarına ilişkin 21 Aralık 1951
tarihinde Bütçe Komisyonu’nda yaptığı bir konuşmada, muhalefetin suçlamalarının
yersiz olduğunu ve doğru olmadığını belirterek, "Radyoda DP ismi diğer partilerden
daha az geçmektedir. Parti umumi kongrelerine ait haberler ise tam müsavi
nispette verilmiştir." demektedir.
2.6.
Meclis Müzakerelerinin Radyoda Verilişi
Demokratik ülkelerde radyonun, milletin
temsilcisi olan yasama organının müzakerelerini tarafsız bir biçimde
yayınlaması milli iradeye saygının tabii bir sonucudur. Milletin,
temsilcilerinin söz ve hareketlerini günü gününe takip edebilmesi demokrasinin
ve bilgi edinme hakkının bir gereğidir.
Sadece iktidar partisine mensup olanlar değil,
muhalif ve tarafsız milletvekilleri de milletin vekilleridir. İktidarın görevi,
milli iradeyi temsil ederek, her alanda son kararı verebilmek (kanunları ve
Meclis kararlarını çıkarmak); muhalefetin görevi de, yine milli iradeyi temsil
ederek, eleştiri ve bilhassa kontrol hizmetini yerine getirmektir. Radyonun
yapması gereken ise bu iki farklı cephenin görüş ve önerilerini topluma
objektif bir biçimde aktarmaktır. Kimi milletvekillerinin bu bağlamda itirazı
radyonun bu görevini yerine getirmediği şeklindedir.
Radyonun TBMM ile ilgili yayınlarında
beklenilen şey Meclis’teki görüşmelere programlarda daha fazla yer ayırmasıdır.
Nitekim Bülent Ecevit yaptığı bir konuşmada "Meclis’in en üst bir organ
olduğunu bu nedenle faaliyetlerinin de o denli önemli olduğunu dikkate alması
gerekir" diyerek radyodan beklentilerini dile getirmiştir (Ecevit, TBMM,
27.12.1958, D.11, T.1, C.2: 1081). Radyodan beklediği hassasiyeti göremeyen
Ecevit "Bizim çalışmalarımızı radyonun yayınlamasından vazgeçtik, devlet
radyoları, Meclis’te bir CHP’nin bulunduğundan bile habersiz
davranmaktadır" diyerek şaşkınlığını dile getirmiştir (Ecevit, TBMM,
28.2.1959, D.11, T.2, C.7: 1099).
Milletvekillerinin tartışmalarına bu bağlamda
en çok konu olan program Meclis Saati adıyla bilinen Büyük Millet Meclisi’nde
Bugün adlı programdır. Meclis’in toplandığı günler, saat 22’de yayınlanan bu
programda o günkü Meclis çalışmalarına ilişkin haberler verilmiştir. Basın
Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü görevlilerince hazırlanan söz konusu program DP
iktidarının ilk yıllarından başlayarak, muhalefetçe "partizan"
yayının araçlarından birisi olarak eleştirilmiştir.
Gerek muhalefet gerekse iktidar partisi
milletvekilleri bu programla ilgili şikâyetlerde bulunmuştur. DP müfettişi
Cezmi Türk, Meclis’e verdiği bir sözlü soru önergesinde, bu programla ilgili
olarak şu endişe ve şikâyetleri dile getiriyordu (Türk, TBMM, 14.1.1852, D.9,
T.2, C.12: 16):
1. Devletin radyosu
ile yayınlanan Meclis müzakerelerini, hangi makam, tespit ve kontrol
etmektedir?
2. Meclis Başkanlık
Divanı bu neşriyat ile ilgili midir?
3. Bu yayınlar veya
yayınlar arasında okunan bültenleri tetkik ve takip ediyor mu? Bu işle görevli
memur var mı?
4. Hükümet bu
vasıtalardan Meclis müzakerelerini kendi arzusuna göre yayınlanmasını, muvafık,
muhalif veya müstakil milletvekillerinin muhtelif mevzular hakkındaki
beyanlarını tek taraflı, ters veya eksik aksettirmesini önlemek için ne gibi
ciddi tedbirler alınacak ve bu işe ne zaman başlanacaktır?
Ayrıca Türk, bununla kalmayıp, kanunlar
Meclis’ten çıkmadan, radyodan buna etki yapacak yayınlar yapıldığını, hükümetin
icraatlarına ilişkin sözlü soruların içi boşaltılarak verildiğini de iddia
etmiştir.
2.7.
Radyonun Siyasi Mesajlara Kapatılması
1950’de seçimleri kaybeden CHP, bir anda
muhalefete düşünce hayal kırıklığına uğradı. İktidarı kaybeden bürokrat ve
aydınlar düştükleri siyasi durumu kabullenmekte zorluk çektiler (Cem, 1979:
370). Bu nedenle hükümeti, tüm faaliyetlerini yerli yersiz eleştirmeye
başladılar. Radyo, siyasi tartışmalara kolayca alet edilebilecek bir kitle
iletişim aracı olması nedeniyle, tartışmaların en çok odaklandığı konu oldu.
Menderes bunun üzerine her fırsatta CHP’yi ülkede huzursuzluk meydana
getirmekle ve orduyu aleyhlerine harekete geçirmekle suçladı. Bu olumsuz hava,
hükümet olduğu ilk yıllarda radyo yayınları konusunda hassasiyet gösteren, bu
konuda muhalefetin endişelerini dikkate alacağını belirten Menderes’in
fikirlerinin değişmesine neden oldu.
Artık Demokrat Parti radyoya kendince yeni bir
görev ve anlam yüklemişti. Bu görev Hadımlıoğlu’nun ifadesiyle "Devlet
radyosu her şeyden evvel bir kültür ve terbiye müessesesidir. Bunun dışında
herhangi bir şekilde ondan istifadeye kalkışmak, hatta daha ileriye gidip seçim
gibi heyecanlı bir zamanda bu kültür müessesesini başka türlü halka tanıtmak doğru
değildir." şeklinde tanımlıyordu. (Hadımlıoğlu, TBMM, 10.6.1954, D.10,
T.1, C.1: 325).
Ağaoğlu da yaptığı bir konuşmada "Diyorlar
ki, radyodan muhalefetin istifadesini temin edelim. Bizim prensibimiz ise,
partileri, iktidar olsun muhalefet olsun radyodan tamamen çıkartmaktır.
Mademki, devlet radyosudur, mademki devlet inhisarı altındadır, o halde ne
iktidarın ne de muhalefet partisinin propagandası radyoda yapılamaz"
diyerek ileriye yönelik niyetlerini açıklıyordu (Ağaoğlu, TBMM, 23.2.1952, D.9,
T.2, C.13: 566).
Bu kanaatin iktidar partisi taraftarlarında
kabul görmesi ve benimsenmesi nedeniyle DP bu fikirleri kanunlaştırmaya karar
verdi. Yeniden çıkarılacak kanunun gerekçesinde "Kamu hizmetine verilen ve
devletin sesini aksettirmesi gereken devlet radyosunun seçim propagandası
sırasında, devlet otoritesini ve güvenliğini bozacak şekilde
kullanılmaması" gerektiği belirtilerek, devlet radyosunun her şeyden önce
bir terbiye ve kültür müessesesi olduğu savunulmuştur (Tamer, 1983: 91).
Bu ve benzeri gerekçelerden sonra Meclis, 22
Şubat 1950 tarih ve 5545 sayılı Milletvekili Seçim Kanunu’yla siyasi partilere
tanınan, seçimlerde radyodan siyasi propaganda yapma hakkı, 30 Haziran 1954
tarih ve 6428 sayılı kanunla ortadan kaldırıldı. Bu yeni düzenlemeye göre (md.
44), "Devlet ve hükümet işlerinde görev alanların, bu işler etrafında
yapacakları konuşmalarla, ilgili daire ve kurumların kendi faaliyetlerini
gösterir şekilde yayınlayacakları her türlü matbua, seçim propagandası
sayılmaz."
Muhalefet bu kanuna karşı direndi ve tepki
gösterdi. Menderes ise bu kanundan rahatsız olan ve eleştirilerde bulunan
muhalefete, konuyu küçümseyerek, gerekçelerini şu şekilde izah etmiştir
(Menderes, TBMM, 30.6.1954, D.10, T.1, C.1: 319):
Şimdi bu radyodan
kaldırdığımız konuşma hakkı nasıl bir haktır? Dört senede bir kullanılacak bir
hak. Çıkacak orada bir iki laf söyleyecek de, bilhassa burada olduğu gibi
tahrifat yaparak konuşacak, bu, kaleminden kan damlayan arkadaşımız bu şekilde
10 dakika konuşacak ve Demokrat Parti’nin dört senelik idaresinin bütün köylere
kadar nüfuz eden çalışmaları ortadan silinecek ve devlet çapında ta uzak
şubelere kadar yayılmış o işler millet tarafından görülmeyecek, takdir
olunmayacak, sadece radyoda 10 dakika konuşmakla bütün işler olup bitecek, buna
imkân yoktur. İşte muhalefetin elinden alınan böyle bir silahtır. Fakat onlara
göre bundan sonraki muhalefete kelime-i şahadet getirmek düşmektedir. Böyle
konuşmak bu yüksek kürsünün ehemmiyeti, ciddiyeti ve kutsiyetiyle mütenasip
olmayan mübalağalardır. Hatta mülatafa yerine alınacak kadar hakikatle asla
irtibatı olmayan mübalağalardan ibaret kalacak.
Bu değişiklikten sonra yukarıdaki kanun
maddesinde de belirtildiği üzere, siyasi partiler artık radyoda seçim
propagandası yapmayacaklardı. Artık sadece "hükümetin icraatlarına ilişkin
açıklamalar radyo mikrofonundan yayınlanabilecektir. Menderes bu konuda
"Yeni mevzuata göre radyoda DP konuşmayacak, başka partiler de Halk
Partisi de konuşmayacaktır. Buna itiraz eden yoktur. Hükümet halka icraatını
söyler, fakat objektif olarak söyler, diyorlar. Demek oluyor ki hükümetin
objektif olarak söylemediği zaman ise, milletvekilidirler, grupları vardır, bir
parçayı ele alırlar, işte sizin neşriyatınız, bir hükümet böyle konuşmaz,
derler. Prensipte mutabıktırlar. İki parti de radyoda konuşmayacaktır. Fakat
hükümet parti değildir. Vakıa hükümet bir partinin içinden çıkar. Fakat hükümet
olduktan sonra, o büsbütün başka teşkilat haline gelir" diyerek bir
anlamda muhalefete güvence vermişti (Menderes, TBMM, 30.6.1954, D.10, T.1, C.1:
319).
Bu düzenlemeden sonra bu defa da iktidar ve
muhalefet arasında "hükümet icraatı" ile "parti icraatı"
konusunda farklı yorumlar yapılmaya başlandı. Aslında bu farklı yorumlama,
farklı siyasi teşkilat olmaktan değil, iktidarda veya muhalefette bulunmaktan
kaynaklanmıştır. Nitekim başbakan Menderes, bu farklı yorumlar sonucunda,
muhalefetin şikâyetlerde ısrar etmesi üzerine, onlara, bu konuda titiz
davranılacağına dair şu sözü vermiştir (Menderes, TBMM, 30.6.1954, D.10, T.1,
C.1: 381):
Size söz veriyorum:
Maliye Vekili’nin de sözleri radyodan verilmeyecek. Ne sizin, ne bizim radyoda
sözlerimiz geçmesin, ne olur? Fransa’da 16 tane parti var. Mikrofonun başında
bunlar sabahtan akşama kadar konuşuyorlar mı? Dünyada böyle bir şey yoktur.
Soruyorum size: radyo yokken demokrasi yok muydu? Bu radyo meselesini vatanın
birinci meselesi haline getirdiniz. Radyoda taraftar neşriyatı, politik
neşriyatı, propagandaya taalluk eden neşriyatı durdurduk. Böyle bir şey olursa,
dostane dikkatimizi çekin, nazarı dikkate alacağımızı görürsünüz. Lehimizde
olduğu gibi aleyhimizde de oluyor. Radyoyu mekteplerdeki münazara gibi
kullanamayız. Münazara heyeti karşılıklı inip çıkacak. Horoz mu dövüştürüyoruz?
Biz hükümet icraatını konuşuyoruz. Türkiye, memleket kazan biz kepçe
mütemadiyen karıştıracağız, karıştıracağız... Bu tansiyon yetmedi mi? Hakikaten
8-10 seneden beri Türk milletinin sinirlerini o derece gerdi ki, olgun bir
millet olmasa hadiseler çıkardı. Ne lüzum var?.. Müspet işler üzerinde dev
adımlarıyla yürürken hayır onları bırak gel seninle rejim mücadelesi yapalım.
Ha bre, de bre. Radyoda bu... Mürüvvetli olun, âlicenap olun mukabelesini kat
kat göreceksiniz.
2.8.
CHP: "Partizan Radyoya Son Verilecek!.."
CHP iktidarı döneminde DP’liler radyoyu,
CHP’nin yayın organı olmakla, tarafgir yayın yapmakla ve muhalefetin sesine
kulak vermemekle suçluyordu. Bu eleştiriler karşısında CHP seçimlerde radyoyu,
siyasi propagandalara açmıştı. DP iktidara geldikten sonra konunun
hassasiyetine itina göstererek, titiz bir siyaset izlemeye çalıştı. Hatta
Menderes "... Derhal kabul edeyim ki radyo neşriyatında daha dikkatli ve
objektif olmaya çalışacağız" dedi (Aksoy, 1960: 83). Fakat bu güven telkin
edici vaatler, tartışmaları sona erdirmede başarılı olamadı. Nitekim, CHP bu
konuda kendilerinin daha objektif olduğunu kanıtlamak için parti programında,
kurultaylarında ve seçim beyannamelerinde, iktidara geldiklerinde radyonun
tarafsız yayın yapacağını dile getirmiştir.
Ayrıca parti programında radyo ve resmi neşir
vasıtalarının tarafsızlığını ve bunlardan bütün partilerin eşit şartlarla
istifade etmesini sağlayacaklarını, partizan radyoya son vereceklerini ve
devletin radyosunu iktidarların elinden kurtarmak için özerk bir müessese
kuracaklarını dile getirerek radyo konusundaki sorunları çözeceklerini vaat
etmişti (Aksoy, 1960: 165-166; Kili, 1976: 127).
2.9.
Tartışma Konusu Olan Radyo Programları
2.9.1. Vatan Cephesi Uygulaması
1957 seçimlerinden sonra basının ve muhalefetin
DP’ye karşı sert tavır takınması üzerine, Menderes, kendilerini savunmak için,
radyoda değişik uygulamalar başlatmıştır. Bunlardan birisi de Vatan Cephesi
uygulamasıdır.
Vatan Cephesi’nin kuruluş nedeni parti
önderlerinin çeşitli açıklamalarına dayanılarak şöyle özetlenebilir: Devlet
otoritesi yıkılmaya çalışılmaktadır. Buna karşılık iktidar kendini savunma
imkânlarından mahrumdur. Muhalefet ve bağımsız basının iktidarı yıkmaya
çalışması karşısında iktidarın ayakta olduğunu, halkın iktidara güvendiğini
ispat edebilmek için Vatan Cephesi yayınlarına başlanmıştır (Kocabaşoğlu, 1980:
351).
Akkan Suver Vatan Cephesi’ne ilişkin şu
görüşleri dile getirmektedir: Dönemin şartları hiç kaale alınmaksızın
bakıldığında, Vatan Cephesi, işleyişi ile tasvip edilecek bir iş değildir...
Ancak bu olayı bir de şartları içine koyup öyle görmek yerinde olur... Basın
gitgide DP iktidarına karşı bir havaya girmiştir... Basın DP iktidarının
artılarını değil, sadece hatalarını belirtiyordu... Menderes bu tarz
gazeteciliği nankörlük saymıştır... Vatan Cephesi’ni Menderes bu ihtiyaçla
kullanmıştır. İkinci neden olarak muhalefet tarafından "seçimdeki muhalif
reylerin toplamının DP reylerinden biraz üstün olduğu belirtiliyor, DP’nin
öteki partilerle kıyas edilemeyecek derecede daha çok oy aldığı unutuluyordu.
Başvekil Menderes, vatandaşın DP’yi tuttuğunu, onun her gün biraz daha büyüdüğü
gerçeğini canlı bir şekilde ortaya koymak istemiştir (Suver, a.g.e.: 53-55).
Bir DP yetkilisi de Meclis’te yaptığı bir
konuşmada Vatan Cephesi olayının gerekçesini şöyle açıklamıştır (Aksoy, 1960:
38):
... Vatan Cephesi
neşriyatı ise, biraz evvel de belirttiğim gibi, bir memleket meselesidir. Milli
tesanüdü ve devlet otoritesini yok etmeyi ve iktidara karşı milletin itimadını
sarsmayı hedef tutan muhalefetin ve bazı basın mensuplarının sözleri karşısında
memleketin huzur ve emniyetine inandıklarını beyan edenlerin isimlerini
radyodan vermeyi, hükümet, milli tesanüdü siyanet eden bir âmme hizmeti
saymaktadır. Bunun parti ile hiçbir alakası yoktur. Zira bu cepheye Halk
Partililer de iltihak edebileceklerdir... Eğer bir tel’in varsa, o muayyen bir
zihniyete aittir. Memleket menfaatlerini ve bütünlüğünü haleldar edecek kardeş
kavgasını körükleyen zihniyet, hakikaten melun ve menfur bir zihniyettir.
Söylenmiş bütün sözler, onların ne partilerine ne de şahıslarına aittir. Doğrudan
doğruya ve yalnız o zihniyete müteveccihtir. Buna rağmen bunu şahıslara mal
etmek ister ise, ben buna mani olamam. Fakat bu noktada hassasiyetlerini
bildiğim için Vatan Cephesi neşriyatına devam ederken, bu gibi hususlara dikkat
edileceğini arz etmek isterim.
İnönü, 20 Mart 1959’da düzenlediği basın
toplantısında bu uygulamalara ilişkin görüşlerini şöyle açıklamıştır (Aksoy,
1960: 163):
İktidar demokratik
rejimi yerleştirmek için, güç birliği şeklinde çalışmalarını birleştiren
idealistlere karşı, Vatan Cephesi adı altında yeni bir faaliyete geçmiştir. Bu
faaliyetin kanun ve insaf dışı mahiyeti şuradadır: Devlet müessesesi olan
radyo, bütün vatandaşlara karşı eşit mesuliyetleri olan devlet memurları,
iktidar partisinin hususi ve şahsi olan Vatan Cephesi teşkilatında faal bir
surette kullanılmıştır. İktidarın bu tasarrufu, bütün manasıyla kanun
dışındadır.
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı
üzere, Vatan Cephesi adı altında Demokrat Parti’ye kaydolanların adları
radyolardan sık sık yayınlanmaya başlandı. Öyle ki bazı insanlar, haberleri
olmadan adlarının Vatan Cephesi’ne yazdırılıp radyodan okunduğuna tanık
olmuştur. Hatta hayatta olmayan kişilerin ve 7-8 yaşındaki çocukların CHP’den
ayrılıp DP’ye geçtiği duyuruluyordu. Bu durum birtakım insanların tepkilerine
yol açmış ve radyo Vatan Cephesi Radyosu olarak nitelendirilmiştir (Tamer,
1983: 92).
Vatan Cephesi’ne katılanların listelerinin
okunmasına 1 Ekim 1958 tarihinde başlanmış ve 26 Ocak 1960 tarihine kadar bu
listeler haber bültenleri içinde yayınlanmıştır. Bu tarihten sonra Ankara
Radyosu’nda oluşturulan ve her gün saat 14’te yayınlanan Yurdun Dört Köşesinden
Haberler adlı programda listelerin okunması sürdürülmüştür. Önceleri on dakika
süreli olan bu program 16 Mart 1960 tarihinden sonra 30 dakikaya çıkarılmıştır.
Daha sonra yapılan hesaplamada bu yayınların tümünün 5887 dakika olduğu
anlaşılmıştır (Kocabaşoğlu, 1980: 351).
Özetlemek gerekirse iktidar muhalefetin sert
eleştirileri ve kendisini iktidardan düşürme çabaları karşısında, kamuoyunun kendilerinin
yanında olduğunu vurgulayarak ayakta kalmaya çalışmıştır. Bu yayınların
iktidarın amacına ne kadar hizmet ettiği bir araştırma konusudur. Kesin olan
bir şey varsa bu uygulamanın Yassıada duruşmaları sırasında mahkemenin Menderes
ve arkadaşlarını suçladığı konulardan biri olmasıdır.
2.9.2. Radyo Gazetesi
Radyo Gazetesi’nin hazırlanış amacı, "II.
Dünya Savaşı ile ilgili olarak her yirmi dört saatin payına düşenleri Ankara’ya
uzak yakın oturan bütün dinleyicilere, bunları tahliller, tahminler ve gerekli
bilgiler eşliğinde vermekti (Bkz. Radyo Dergisi, C.1, S.2, 15.1.1942: 10).
Savaş yıllarının en çok dinlenen programlarından birisi olan Radyo Gazetesi,
birtakım değişiklikler geçirerek 1960 yılının 27 Mayısına kadar varlığını
sürdürmüştür. Bu değişimlerden birincisi, Radyo Gazetesi’nin bir
yorum-değerlendirme programı olmaktan giderek uzaklaşması ve haber bültenine
dönüşmesidir. Radyo Gazetesi’nin zamanla kazandığı bu özellik, geçirdiği ikinci
değişimle de yakından ilgilidir. Programda yalnızca dış olay ve gelişmelere yer
verilmesi ilkesinden 1954 yılından sonra vazgeçilmiştir (Kocabaşoğlu, 1980:
310-311).
İktidarla muhalefet arasındaki siyasal
barometrenin yükseldiği dönemlerde Radyo Gazetesi iktidarın bir müdafaa aracı
olma fonksiyonunu üstlenmiştir. Böyle durumlarda özellikle DP iktidarının son
günlerinde, Radyo Gazetesi başbakanlıkta ve başbakanın yönergeleri
doğrultusunda, hatta bizzat kendisinin Burhan Belge’ye yazdırmasıyla
hazırlanırdı. Özellikle Menderes, muhalefetin saldırılarına cevap vermek amacıyla
bu programa ayrı bir önem vermişti. Hatta programa ilişkin olarak "Yalan
yazanlar karşısında, hakkın hakikatin gazetesi de bu" derdi (Suver,
a.g.e.: 54). Bu programda Menderes’in yaptığı konuşmadan biri şöyleydi (Aksoy,
1960: 113):
... Aziz vatandaşlarımız,
muhalefetin Meclis grubu, sizlerin kendi elinizle seçmiş bulunduğunuz Büyük
Millet Meclisi’nde 170 küsur kişiden ibarettir. Sizin milli iradenizle halen
vazife görmekte olan devlete karşı, işte bu 170 küsur kişi Meclis’in hem içinde
hem dışında isyan ve itaatsizlik bayrağını kaldırmış bulunmaktadır.
Bundaki gaye, milli
iradenin yani sizlerin iradenizin hasılası olan devlet yerine kendilerini bir
devlet olarak geçirmek ve onu size zorla kabul ettirmektir... Çünkü bu fiil ve
hareketlerin serbestçe cereyan ettiği cemiyeti, nizam içinde bir cemiyet
telakki etmek mümkün değildir. Böyle bir cemiyet anarşi ve hercümercin içine
girmiş demektir. Meclis’in içinde güya nizamcı fakat dediklerini söktüremeyince
hem orada ve hem de derhal Meclis’in dışına çıkıp nizam düşmanı tavrını
pervasızca takınan bir muhalefet, hakiki demokratik idarelerde rejimin lüzumlu
ve zaruri bir parçasını teşkil eden bir unsur olmaktan elbette çıkar.
Muhterem
dinleyicilerimiz, sizin teşkil ettiğiniz, milli idarenizin, ona şekil ve hüviyet
verdiğiniz devletinizin ve onun icra vasıtası olan hükümetin, Meclis
kararlarına en yüksek derecede riayet ve hürmet temin edeceğinden ve bugünkü
anarşi yaratma teşebbüslerine son vereceğinden kimsenin asla şüphe etmemesi
icap eder.
2.9.3. Meclis Saati
Meclis Saati adlı program, Meclis’in toplandığı
günlerde yapılan çalışmaları içeren ve aynı gün saat 22’de yayınlanan bir
programdı. Bu program Basın-Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü görevlileri
tarafından hazırlanıyordu. Bu program da muhalefetle iktidar arasında veya
iktidar partisinin kendi milletvekilleri arasında tartışma konusu olan bir
programdı. Diğer bölümlerde de açıklandığı gibi, DP’li Cezmi Türk verdiği bir
önergede bu konudaki endişelerini dile getirmişti.
CHP, diğer programlarda olduğu gibi, bu program
yüzünden de sürekli, radyonun şahsında DP’yi eleştirmekten geri kalmamıştır.
Ecevit TBMM’de yaptığı bir konuşmada "... Demokrat Parti’nin grup
toplantısı çağrılarını haber olarak verdiği halde, bizim çağrılarımızı haber
şöyle dursun, ücretli ilan olarak bile yayınlamamaktadır. Yaz ortasında Meclis,
Cumhuriyet Halk Partisi grubu tarafından olağanüstü toplantıya çağrıldığı
sırada, acele bir grup toplantımızın ilanını, bir amme müessesesi olan radyo,
devlet radyosu geri çevirmiştir. Ve bizim Meclis faaliyeti ile ilgili ilanımızı
okumayı reddettiği saatte, Gençlik Parkı’ndaki bir pavyonun striptease ilanını
okumuştur" (Ecevit, TBMM, 28.2.1959, D.11, T.2, C.7: 1099).
2.10.
Haberler ve Siyasi Niteliği Ağır Basan Diğer Yayınlar
1945 yılında radyonun düzenli bir haber saati
yoktu. Ayrıca haberlerin dili de sık sık eleştiri konusu oluyordu. Özellikle
kırsal yörelerde haberlerin dilinin anlaşılmadığından yakınılıyordu. Haber
yayınları içinde en büyük ağırlık haber bültenlerindeydi. Günlük haber
yayınları genellikle her biri 15 dakikalık dört bülten halinde düzenleniyordu.
Haber programları içinde ayrı bir ağırlığı ve
önemi olan yayınlar ise Radyo Gazetesi, Pazar Gazetesi, Dış Politika İcmali,
Günün Meseleleri, TBMM’de Bugün, 1958 yılından sonra da Kıbrıs Yayınları vb.
adlı haber programlarıdır. 1940’lı yılların başlangıcında, özellikle savaşla
ilgili son gelişmeler hakkındaki bilgileri ve yorumları halka iletmeyi
amaçlayan bu programların çoğu, 1954’ten sonra Menderes’in çizdiği yayıncılık
anlayışı doğrultusunda hazırlanmıştır.
4 Temmuz 1958’de yayınlanmaya başlayan Kıbrıs
Saati Programı, her akşam 20:00-20:15 arasında yayınlanarak, Kıbrıs’a ilişkin
haberler, yerli ve yabancı basında çıkan konu ile ilgili haberler ve bu konuda
yapılan yorumları içeriyordu (Kocabaşoğlu, 1980: 311). Radyo, Kıbrıs konusunda
hassas bir politika gütmesine rağmen dış olaylara ilişkin haberlerinde dikkatli
ve özenli davranmıyordu. Özellikle 1958-1960 döneminde radyolarımızda,
sömürgeci Fransızlara karşı bağımsızlıkları için savaşan Cezayir Ulusal
Kurtuluş Örgütünden, tıpkı o tarihlerde Paris Radyosu’nun yaptığı gibi
"asiler" diye söz edilirdi (Tuğrul, 1975: 110).
2.11.
Radyo Dinlemeyenler Derneği Kuruldu
Demokrat Parti’nin radyoyu, muhalefet anarşi
kışkırtıcılığı yapıyor gerekçesiyle meşru müdafaa aracı olarak kullanmaya
başlamasından sonra, bir grup insan bir araya gelerek, bu uygulamalar aleyhinde
bir kamuoyu oluşturmak amacıyla Radyo Dinlemeyenler Derneği adı altında bir
dernek kurdu.
1 Aralık 1958 tarihinde, Avukat Bedri
Çalışkur’un önderliğinde kurulan derneğin tam adı "Radyo istasyonlarından
ajans haberlerini ve partizan neşriyatı dinlemeyenler derneği" idi. Dernek
İstanbul valisinin verdiği bir emir üzerine kapatılmıştır. Vali Ethem Bilginer
konuyla ilgili yaptığı açıklamada şöyle demişti (Aksoy, 1960: 115):
Radyo istasyonlarından
ajans haberlerini ve partizan neşriyatı dinlemeyenler tüzüğü namıyla üç şahıs
tarafından hazırlanarak 1 Aralık 1958 tarihinde vilayete getirilen kâğıtlar,
gerek muhtevaları, gerekse bu üç şahsın kasıt ve niyetleri bakımından, suç
mahiyetinde görülerek, kanuni gereği yapılmak üzere Cumhuriyet Savcılığı’na
tevdi edilmiştir. Kendilerince bu sabahki gazete neşriyatı ile muttali olunması
üzerine haklarında verilecek adli karara intizaren merkez telakki ettikleri yer
polis tarafından kapatılmak suretiyle, faaliyetleri vilayetlerimizce men
edilmiştir.
Radyo haber bültenlerini dinlemek
istemeyenlerin dernek kurduğu, radyo yönetiminin aleyhinde davalar açılmaya
başlandığı 1958’in ikinci yarısında CHP de çeşitli düzeylerde "Hukuk
Büroları" kurarak radyo yayınlarını banda kaydetmeye ve suç unsuru bulunan
yayınlar hakkında dava açmaya karar vermiştir (Cumhuriyet, 28 Ekim 1958).
Ayrıca TBMM’nin bazı üyeleri, olayı daha da tırmandırmak için radyolarını
mühürlemişlerdir (TBMM, B.73, 9.5.1974, O.1: 488).
2.12.
Radyo Yayınlarının Yassıada Duruşmalarında Gündeme Gelmesi
Yassıada duruşmalarına konu olan hususlardan
biri de radyo meselesiydi. Radyo ile ilgili olarak Menderes başlıca şu dört
konuda suçlanıyordu:
1. Radyo Gazetesi adlı programı hazırlayan
Burhan Belge’ye para verilmesi,
2. 1957’de yapılan genel seçimlerde oy
kullanımı devam ederken, seçim sonuçlarının radyodan açıklanmaya
başlanması,
3. Radyo Gazetesi adlı programda partizanca
yayın yapılması,
4. Vatan Cephesi yayınları.
İddianamede, siyasi partilerin seçim zamanı
radyodan yararlanmalarının kanunla yasaklanmasının ardından Menderes’in
"Hükümet’in icraatlarını" açıklama adı altında partisinin
propagandasını yaptığı ileri sürülerek şu ithamlarda bulunulmuştur (İleri,
1986: 62):
1950 seçimlerinde
radyodan eşit olarak istifade ile iktidara gelmişlerken iktidarı elde edince
her konuda olduğu gibi radyo mevzuunda da söylediklerini unutarak Demokrat
Parti’nin bir yayın vasıtası haline getirdikleri ve bu radyodan muhalefetten
istifaları Vatan Cephesi’ne iltihakları devamlı olarak yaydırdığı, bu yüzden
partisini 13 milyon civarında borçlu duruma düşürdüğü, yine devlet radyosundan
muhalefete, muhalefet lideri İnönü ile muhalefet mensuplarına ve hatta
şahıslara tecavüz mahiyetinde yayında bulundurduğu ve bu mahiyette yayınları
ihtiva eden Radyo Gazetesi’ni bizzat yazdığı veya sanık Burhan Belge’ye dikte
ettiği, hatta seçim zamanlarında da muhalefetin radyoyu tamamen Demokrat
Parti’nin bir malı haline getirdiği görülmüştür. Ethem Menderes hatıra
defterinin 2 Kasım 1959 tarihli yaprağında "... Avni Doğan’a, seçimi
kaybedeceğimizi hissedersem Halk Partisi’ni dağıtırım, yine iktidarda
kalırım." demiş. Düşüncesi de bu. "Radyo mücadelesiyle Halk
Partisi’ni eriteceğim. İsmet Paşa’yı mahvedeceğim."
Mahkeme Radyo Davası kararının gerekçesinde
konuyu "Radyonun iktidar yararına ve muhalefetin aleyhine kullanılması ve
örneğin 27 Kasım 1957 günü seçimler bitmeden kısmi sonuçların yayınlanması,
radyonun DP organı haline getirilmesi davası" şeklinde dile getirmiştir.
Vatan Cephesi ile ilgili dava kararının
gerekçesinde ise "Muhalefeti bir düşman topluluğu ve ehli salip camiası
ilan etmek, kurduğu dikta rejimini savunmak üzere Vatan Cephesi kurmak ve
yönetmek, onu örtülü ödenekten beslemek..." şeklinde söz edilmiştir
(İleri, 1986: 17). Bunların dışında Menderes’in CHP’nin yaptığı ihtilal
kışkırtıcılığını halka şikâyet etmek üzere radyodan yaptığı konuşmalar da
ayrıca yargılama konusu olmuştur.
2.13.
"Partizan Radyo"nun "Yassı Radyo"ya Dönüşümü
İhtilal öncesinde 5392 sayılı BYTGM kanunu ile
yönetilen radyo teşkilatı bu dönemde de aynı kanunla yönetilmiştir. Ancak 27
Mayıs yönetimi Türkiye radyolarının çalışma prensiplerini yeniden belirledi.
Buna göre radyo, ne hükümet organının ne de herhangi bir zümrenin veya şahsın
nüfuz istismarı amacıyla kullanılmayacaktı (Vural, a.g.e.: 119). Ancak ihtilal
yönetiminin radyoyu kendi çıkarı için kullandığı açıkça görülmüştür. Bu konuda
ilginç bir örnek, 26 Ocak 1964 Pazar günü dinleyici isteklerinde yayınlanan,
"oy teskere teskere canım teskere" adlı türkünün, askerlik
hizmetinden şikâyet eder bir mahiyet taşıyan ve şerefli vatan hizmetlerini
yapan erlerimiz üzerinde olumsuz etki yapabilecek nitelikte bulunması ve bu tür
müziklerin radyolarımıza sokulmaması yolundaki uyarıdır (Kocabaşoğlu, 1980:
410).
Bu ve benzeri uygulamalar nedeniyle Milli
Birlik Komitesi döneminde radyoya halk arasında "Yassı Radyo" lakabı
takılmıştır. Neticede radyonun her iktidar değişiminde, yeni gelenin bir
öncekini kötüleme (ve yalnız bunu yapma) aracı olduğu, toplumda yaygın bir
kanaat haline gelmişti. CHP padişahlık devrini; DP, CHP devrini; Milli Birlik
Komitesi ise DP devrini kötülüyordu (Özdek, 1977: 40).
1960-1964 yılları arasında en çok tartışılan
programlar arasında haberler ve siyasi niteliği ağır basan yayınlar gelmiştir.
Bu haber programlarının en ilginç olanı Yassıada Saati’dir. Yassıada
duruşmalarını yansıtan bu program, güdümlü bir program olduğu gibi, gerek yayın
gününün belirsizliği, gerekse kendine ayrılan süreyi aşması yönünden zaman
zaman radyo programlarını altüst etmiştir.
Eski dönemden kalan iki haber programı ise TBMM
Saati ve Kıbrıs Saati’dir. Bu dönemde TBMM’nin çalışmalarını yansıtacak olan
TBMM Saati programının hazırlanmasına ilişkin yönetmelik çıkarılmış ve bu program
gazetecilere hazırlatılmıştı.
1960’dan önce Demokrat Parti’yi radyoyu
partizanca kullanmakla, kendi partisinin yayın organı olarak tek taraflı yayın
yapmakla itham eden Milli Birlik Komitesi bu sefer kendi darbesini meşru kılmak
için radyoyu kullanmada bir beis görmemiştir. Gerçi ihtilalin yapıldığı bir
memlekette radyonun ihtilalcilerin emelleri doğrultusunda kullanılmayacağını,
radyoya salt devlet yayın organı fonksiyonu verileceğini beklemek de çok safça
bir duruştur.
2.14.
1945’ten Sonra Siyasal İktidarla Birlikte Radyo da Yönünü Batı’ya Çevirdi
II. Dünya Savaşı’nın yoğunluğu Türkiye’yi hem
iç politikada, hem de dış politikada etkiledi. Dönemin başında Sovyetler
Birliği ile iyi olan ilişkiler kesilmişti. Türkiye bir yandan iktisadi
işbirliği, kredi ve yardım anlaşmalarıyla kapitalist emperyalist sistemin
ekonomik ağı içine çekilirken başka bir yandan da kültür anlaşmalarıyla
emperyalizmin ideolojik kültürel etkisine açılmış, askerlikten haberleşmeye
kadar pek çok alanda kapitalist emperyalist sistemle bütünleşmeye zorlanmıştır.
ABD ile yaşanan bu siyasi yakınlaşma devlet
radyosunun da bu ülke ile ilgili yayınlara ağırlık vermesine neden oldu. 1945
yılında radyolarımızda ABD’nin bağımsızlık günü, 1946’da da Missouri ve
Providence zırhlılarının İstanbul’a gelişleri geniş programlar biçiminde yer
almıştır. Daha sonra Türkiye’de Marshall Planı ve NATO Saati programları
radyolardan yıllarca düzenli olarak yayınlanmıştır. Ayrıca doğrudan doğruya
ABD’den gelen müzik bantları da yayına sokulmuştur (Gönenç, 1977: 16).
Demokrat Parti iktidara geldikten sonra İngiliz
Kültür Heyeti, ABD Sefareti Basın ve Radyo Ataşeliği, USIS, VOA gibi yabancı
kuruluşlar Türkiye radyolarında etkinlik sağlamaya çalışmışlardır. Radyo ile
söz konusu kuruluşlar arasındaki ilişkilerin başlatılmasında ilk girişimler
anılan kuruluşlardan gelmiştir (Kocabaşoğlu, 1980: 343). Ankara’daki Amerikan
Haberler Merkezi (USIS) aracığıyla sağlanan ilişkilerde dikkati çeken nokta, bu
merkezin radyoya sadece program malzemesi sağlamakla yetinmemesi, programları
bütünüyle kendi stüdyosunda hazırlaması, bu amaçla Ankara’daki bürosunda
herhangi bir radyo istasyonunu besleyebilecek nicelik ve nitelikte bir stüdyo
geliştirmesi ve bu stüdyoda hazırlanan programların banda alındığı biçimiyle
yayınlanmış olmasıdır. Bunlar arasında Köy Doktoru Cennette, Bir Film
Çevriliyor ve Panorama adlı programlar yer almaktadır (Gönenç, 1977: 16).
Bunlara ilaveten radyolarda özel Noel ve Paskalya Yortusu programlarının
yayınlandığı da ayrı bir gerçektir (Tuğrul, 1975: 49).
Batı ülkeleriyle özellikle ABD’yle yakın bir
ilişkiye giren radyo yönetimi sosyalist ülkelerin benzer girişimlerini kuşkuyla
karşılamıştır. Örneğin Rumen Büyükelçiliği’nin hediye ettiği müzik plaklarının
sakıncalı olup olmadığını tespit etmek amacıyla, titizlikle incelettirmiştir
(Kocabaşoğlu, 1980: 343).
1960 yılından sonra ABD ile olan ilişkiler
iyice arttı. Ayrıca bunlara İngiliz ve Federal Alman kökenli programlar da
eklenmiştir. 1961 yılında Amerikan Haberler Merkezi, yabancı ajans ve radyo
kökenli yayınlar tüm söz yayınlarının %16’sını oluşturmuştur. Bu programların
en çok dikkat çekenleri ise Küba Sorunu, ABD Dış Yardımı, Utanç Duvarı gibi
konularda hazırlanan programlardır. Bu ve benzeri programlarla ABD’nin yaşam
değerleri iletilmeye çalışılmış ve ABD lehinde kamuoyu oluşturulmuştur. Bu
programların kaynağının belirtilmemesi de ayrı bir gerçekti (Gönenç, 1977: 16).
Türkiye batı radyolarıyla bu tür sıcak
ilişkiler kurarken birçok yabancı radyo istasyonu Türkiye’ye yönelik yayın
yapmaya çalışmıştır. Ülkemizde bu radyolara "muzır radyo" adı
verilmişti. Nitekim 27 Mayıs’tan sonra bu konuda hazırlanan bir raporda kırka
yakın istasyonun muzır yayın yaptığı ve bunlara karşı alınacak önlemler
arasında il radyolarının kurulması, halka ucuz radyo alıcısı dağıtılması vb.
öneriler sayılmaktadır (Kocabaşoğlu, 1980: 419).
Türkiye’ye karşı muzır yayın yapan radyolardan
en önemlisi Bizim Radyo adlı radyodur. DP ile CHP arasındaki çekişmenin
kızışmaya başladığı 1957 genel seçimlerinden sonra, 15 Mart 1958 tarihinde deneme
yayınlarına başlayan Bizim Radyo, 1 Nisan 1958 tarihinde günlük yayınlarına
geçmiştir.
Bizim Radyo’yu, Moskova’ya kaçmış olan Laz
İsmail Mara, Nazım Hikmet ve Yakup Demir yönetiyordu. Bu kişiler aynı zamanda
TKP’nin yöneticiliğini yapıyorlardı. Bizim Radyo’nun gerçek yöneticisi ne Nazım
Hikmet ne de Yakup Demir’di. Asıl müdür, DTCF’de Almanca Kürsüsü’nde hocalık
yapan Prof. Dr. Herbert Melzig’di.
Zeki Baştımar (Yakup Demir) söz konusu radyonun
yöneticiliğine geldikten sonra, o dönemlerde siyasi suçlardan dolayı Türkiye’ye
kaçan, Ankara Radyosu eski spikerlerinden Gün ve Necil Togay çiftini de bu
radyoda çalıştırmıştır.
Bizim Radyo’nun amacı Sovyet görüşünü yaymak,
bu ülkelerde kargaşalık çıkarmak, komünist partileri iktidara getirmektir.
Aclan Sayılgan’a göre Bizim Radyo’nun üç özelliği vardır:
a) Gizli Türkiye Komünist Partisi’nin
Moskova’da meskûn harici bürosunun resmi organıdır.
b) Aşırı solcuların harekete geçmelerini
sağlayacak bir paravan parti olan Türkiye İşçi Partisi’nin devamlı
destekçisidir.
c) Bizim Radyo, tamamen Moskova’nın
direktiflerine göre yayın yapan bir radyodur.
Bizim Radyo, görünüşte, Demirperde gerisinde
faaliyet gösteren ve Batı Avrupa yoluyla komünizmi Türkiye’ye sokmak için
Çekoslovak hükümetinden yılda 210.000 Dolar para alan Türkiye Komünist
Partisi’nin sesi olmasının yanı sıra, Sovyet emperyalizminin ahlak dışı bir
propaganda aracı olmasıyla da dikkat çekiyor.
Bizim Radyo’nun işlediği konular şunlardır:
a) AP hükümeti, Suat Hayri Ürgüplü
başkanlığındaki hükümet, İnönü hükümeti ve MBK’yi eleştiren programlar,
b) Türk zinde kuvvetlerini TKP etrafında
toplamaya yönelik (Demokratik Milli Cephe) programlar,
c) NATO, CENTO gibi Türkiye’nin üyesi olduğu
paktları kötüleyen programlar,
d) Türk halkının ordu, polis, adliye, din,
milli eğitim gibi kurumlarını kötüleyen, halkın bunlara olan güvenini sarsmaya
yönelik programlar...
Bizim Radyo açıkça, ülkemizde mevcut aşırı sol,
sol teşekkül, aşırı sol gazete, dergi ve şahısların da bir numaralı
propagandacısı olmuştur. Bizim Radyo’ya malzeme sağlayan basın, Cumhuriyet,
Akşam, İşçi-Köylü, Ant, Türk Solu, Forum, Tip Haberleri gibi gazete ve
dergilerdir. İlhan Selçuk, İlhami Soysal, Çetin Altan, Osman Nuri Koçtürk vs.
gibi yazarların yazılarına yayınlarda sıkça yer verilmiştir (Bkz. Sayılgan, 1969).
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
1960-1970 DÖNEMİ
SİYASAL İKTİDAR VE TRT İLİŞKİSİ
3.1.
1961 Anayasası ve TRT
Çok partili hayata geçtikten sonra radyo siyasi
tartışmaların birinci maddesi olmuştu. Bunun nedeni elbette radyonun sahip
olduğu güçlü ve önemli özelliklerdi. Bu nedenle iktidar partisi radyoyu,
ömrünün uzun sürebilmesi ve diğer seçimleri de kazanabilmesi için önemli bir
araç olarak görüyordu. Bir anlamda siyasi partilerde radyoya sahip olmakla
hükümete sahip olunabileceği anlayışı hâkimdi.
CHP 1946’dan sonra, çok partili siyasi hayatın
gereği olarak, DP’nin de aşırı talepleri sonucunda radyoyu muhalefete açmıştı.
DP, 1950 yılında iktidara geldikten sonra bir süre radyo konusunda iyi niyetli
ve hassas bir politika izlemişti. Hatta Menderes muhalefete, bu konudaki bütün
önerilerini dikkate alacağını ve gereğini yerine getireceğini vadetmişti. Fakat
CHP ansızın iktidarı kaybedince ani bir şoka girmiş, sert muhalefetine gerekçe
olarak da radyoyu seçmişti. Menderes de muhalefetin eleştirilerine karşı radyoyu
"meşru müdafaa aracı" olarak değerlendirdi. Bu çekişmeler ve ülkede
yaşanan değişik olaylar nedeniyle ordu darbe yaparak yönetimi eline aldı.
Özellikle Yassıada duruşmalarında mahkemenin en önemli konularından birini
radyo oluşturuyordu. Mahkeme Vatan Cephesi yayınları ve Radyo Gazetesi gibi
programlarla Menderes’in radyoyu partizanca, kendi partisinin reklamını yapmak
amacıyla kullandığına karar vermişti.
Kısaca radyonun Türk siyasi hayatında unutulmaz
bir anısı oldu. Bu mazi radyo konusunun titizlikle ele alınmasını sağladı.
1960’dan sonra radyo konusunda getirilen yeni düzenlemelerin altında, gerekçe
olarak, bu olumsuz tecrübenin olduğu söylenebilir.
Nitekim 1961 anayasasıyla getirilen yeni
anlayışla, bu konuda yeni bir düzenleme (26. ve 121. madde) yapılmıştır.
Anayasanın "Basın dışı haberleşme araçlarından faydalanma hakkı"
başlığını taşıyan 26. maddesi şöyledir:
Kişiler ve siyasi
partiler, kamu tüzel kişileri elindeki basın dışı haberleşme ve yayın
araçlarından faydalanma hakkına sahiptir. Bu faydalanmanın şartları ve usulleri
demokratik esaslara ve hakkaniyet ölçülerine uygun olarak kanunla düzenlenir.
Kanun halkın bu araçlarla haber almasını, düşünce ve kanaatlere ulaşmasını ve
kamuoyunun serbestçe oluşumunu köstekleyici kayıtlamaları koyamaz.
Ersan İlal’e göre radyo ve televizyon
yayınlarının olağanüstü etki gücü nazarı itibara alınarak, kişilerin ve
partilerin kamu tüzel kişileri elindeki radyo ve diğer basın dışı yayın
araçlarından eşitlik esaslarına uygun olarak faydalanması esası konulmuştur.
Böyle bir hüküm, siyasi alandaki eşitliğin gerçekleşmesi ve seçimlerin usulüne
uygun surette cereyan edebilmesinin şartıdır (İlal, 1972: 38).
1961 anayasasının 121. maddesinin gerekçe
bölümünde de TRT’nin özerkliğinin nedeni şöyle açıklanmıştır (Tuğrul, 1975: 59):
Radyoların partizan
tutumu ve partizan bir yayın vasıtası haline getirilmesi, memleketimizde uzun
yıllar ciddi bir huzursuzluk konusu olmuştur. Bu sebeple, radyo muhtariyeti ve
tarafsızlığı anayasa teminatı altına alınmak istenmiştir.
Madde metninde ise bu gerekçe doğrultusunda şu
esaslar getirilmiştir:
Radyo ve televizyon
istasyonları, ancak devlet eliyle kurulur ve idareleri tarafsız bir kamu tüzel
kişiliği halinde kanunla düzenlenir. Kanun, yönetim ve denetimde ve yönetim
organlarının kuruluşunda tarafsızlık ilkesini bozacak hükümler koyamaz.
Her türlü radyo ve
televizyon yayınları, tarafsızlık esaslarına göre yapılır.
Haber ve programların
seçilmesinde, işlenmesinde ve sunulmasında kültür ve eğitime yardımcılık
görevinin yerine getirilmesinde devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğünün,
insan haklarına dayanan milli, demokratik, laik ve sosyal cumhuriyetin, milli
güvenliğin ve genel ahlakın gereklerine uyulması, haberlerin doğruluğunun
sağlanması esasları ile organların seçimi, yetki, görev ve sorumlulukları
kanunla düzenlenir.
Devlet tarafından
kurulan, devletten mali yardım alan haber ajanslarının tarafsızlığı esastır.
Görüldüğü gibi, maddenin amacı siyasal
iktidarın etkisinden uzak hiyerarşi veya idari vesayet dışında bir özerk
kuruluş ya da kuruluşlar düzenlemektir (İlal, 1972: 84). Başka bir deyişle
radyonun siyasal iktidarın yayın organı haline gelmesini önleyebilmek için
özerklik ilkesi getirilmiştir. Bu ilke getirilirken radyo ve televizyon
yönetimi başka özerk bir kuruluş olan üniversitelerle birlikte ele alınmıştır.
Böylece bir bakıma, radyo ve televizyona üniversiteler gibi, özgürce çalışma ve
yayıncılık faaliyetinde bulunma görevi verilmek istenmiştir.
3.2.
Özerk TRT’nin Siyasi Bir Görünüme Bürünmesi
Özerklik düşüncesi radyo ve televizyonu siyasal
iktidarların etkisinden, baskısından kurtarmak, serbestçe ve tarafsız yayın
yapabilmesini sağlamak amacıyla gündeme gelmiştir.
TRT çalışanları özerkliği 1960 sonrası
söylenemeyenleri söyleme biçiminde algılarken (İlal, 1972: 5 ve 90), AP’liler
ise daha farklı bir biçimde yorumlamıştır. AP milletvekili İbrahim Göktepe’nin
bu konudaki görüşleri şöyledir: "1950’den itibaren seçimle tek başına
iktidara gelemeyeceğini anlayan CHP’nin, bu gayretleri çok zaman çeşitli devlet
müesseselerini, seçilmiş iktidarın karşısına dikme gayreti şeklinde tezahür
etmiştir. İşte 1961-1971 döneminde uygulanan ve hükümetlerin elini kolunu
bağlayan TRT özerkliği de öyle bir gayretin sonucudur." Göktepe bir adım
daha ileri giderek TRT’nin anarşi kışkırtıcılığı yaptığını bu vesileyle TRT’nin
banka soyan, adam kaçıran eşkıya ile kanun kaçaklarıyla röportajlar yaparak
yayımlamak dalaletini gösterdiğini savunmuştur (Göktepe, TBMM, B.73, 9.5.1974,
O.1: 484).
TRT, yayın hizmetini yaparken kendi mevzuatı
çerçevesinde kamuoyunun serbestçe oluşumuna yardımla görevlendirilmiştir.
Oysaki bu fonksiyonel anlayışta, kurum içerisinde bir birlik sağlanamamıştır.
Bazı kurum mensupları, TRT’ye verilen özerkliği kişilere verilen özerklik
olarak anlamışlar ve hatta gazete sütunlarında bu işin tartışmasına
girmişlerdir. Bu keşmekeş içinde yapılan yayınlardan bir kısmının kamuoyunda
belli bir ideolojiyi oluşturmak anlayışına dayanması, hizmetin tarafsızlığını
zaman zaman önlemiştir. (Özdek, 1977: 74).
Demirel ise TRT’nin, ülkede meydana gelen
siyasi olayları ekrana getirmesini "TRT’nin anarşiyi kışkırtması"
olarak yorumlarken, muhalefet bu davranışa karşı çıkmıştır. Şubat 1969
tarihinde Taksim’de meydana gelen, 2 kişinin ölümüne ve yaklaşık 114 kişinin
yaralanmasına neden olan bir olayın 22 Şubat 1969 Cumartesi akşamı yayınlanan
"Panorama" adlı programda yer almasına karşı çıkıldı ve nitekim bu
görüntüler yayınlanamadı. Demirel bu tür görüntülerin yayınlanmasıyla halkın da
kışkırtılacağı kanaatini taşımıştı. Bu yüzden 359 sayılı kanunun 17. maddesine
(Milli Güvenliğe Dokunan Haller) dayanarak yetkisini kullanmıştır (Milliyet, 23
Şubat 1969).
TRT’nin bazı uygulamaları, Demirel’in
endişelerini haklı çıkartmıştır. Ankara Televizyon Dairesi Başkanı Mahmut Tali
Öngören yayınladığı bazı programlarla belli bir ideolojiyi topluma pompalamakla
itham edilmiştir. Tartışmaya konu olan programlardan biri de Öngören’in 10
Kasım akşamı yayınlanan bir programıydı. 12 Kasım 1969 tarihli Milliyet
gazetesinde yer alan aşağıdaki haber bu düşünceye ışık tutmaktadır:
Ankara Televizyon
Dairesi Başkanı M. Tali Öngören’in, Atatürk’ün ölüm yıldönümü gecesi
hazırladığı özel programda, Sovyetlerin çektiği bir filmi oynattığı ve komünizm
propagandası yaptığı iddiasıyla yetkileri elinden alındı. Olay bir AP’li
senatör tarafından Meclis’e getirildi.
Bunun üzerine Genel
Müdür Adnan Öztrak TV dairesine gitmiş, ‘Türkiye’nin kalbi’ adını taşıyan filmi
durdurmuştur...
Öztrak konuyla ilgili
şunları söyledi. "Öngören hiçbir ilgisi olmadığı halde Sovyetler Birliği
Büyükelçiliği’nden aldığı bir filmi komisyondan geçirmeden yayınlamıştır. Bu
bakımdan idari tedbir olarak yetkilerini kaldırdım. Öğleden sonra film Ankara
Savcısı tarafından seyredilecek.
M. Tali Öngören ise
konuyla ilgili olarak ‘Ben müsterihim. İyi bir şey yaptım kanısındayım’ dedi.
Özetle bu ve benzeri nedenlerden dolayı hükümet
TRT’yi "... Halka gerçeği söylüyoruz diye ortalığı karıştırmakla, her şeyi
olduğundan daha kötü göstermekle, TRT’de çalışanları bozguncu olarak"
nitelendirmiştir (Akarcalı, 1988: 31-32).
3.3.
"TRT, Devlete Karşı Hal-i İsyanda"
Adalet Partisi’nin TRT programlarına TRT
kanununun 17. maddesine istinaden müdahalede bulunmasını, değişik muhalif grup
ve siyasi partiler bunun özerklik yüzünden Demirel’in TRT’yi istediği gibi
kullanamamasından kaynaklandığı şeklinde yorumlarken, Demirel bu konuda farklı
gerekçeler ileri sürmüştür. Demirel, TRT’nin "Devlete karşı hal-i isyanda
olduğunu" iddia ederek, meselenin parti meselesi değil, devlet meselesi
olduğunu vurgulamıştır (Milliyet, 29 Mart 1965). Bu nedenle TRT’nin bu açıdan
tarafsız olamayacağını, hatta devletten yana olması gerektiğini belirtmiştir.
İkinci gerekçe olarak, Demirel, Kasım 1969’da
Cumhuriyet Senatosu’nda yaptığı bir konuşmada şu görüşleri ileri sürmüştür
(Cumhuriyet Senatosu Tutanağı, 11 Kasım 1969: 222):
Muhterem senatörler,
bizim devlet radyosunu iktidarın borazanı haline getirmeye ihtiyacımız yoktur.
Neden yok? Çünkü biz, Devlet Radyosu’nu kullanmak suretiyle propaganda yapma
ihtiyacı içerisinde değiliz. Biz büyük bir partiyiz. Türkiye’nin her köşesinde teşkilatımız
var. Bugün 358 milletvekili ve senatörümüz var. İcap ettiği zaman yurdun her
köşesine yayılırız. Salon salon, köşe köşe derdimizi anlatırız. Milletin
derdini de alırız. Böyle yapageldik. Onun içindir ki, bizi böyle basit
meselelerin arkasında görmeyiniz. Ama açık olarak söylüyorum, bugün millet
muzdariptir ve radyonun tarafsız olması anayasa gereğidir. Biz tarafsızlık
sağlanmasını istiyoruz. Zannediyorum ki, bunu isterken de icra olarak ve
siyasal iktidar olarak sorumluluğumuz içindeyiz. Nasıl düşünebiliriz, tarafsız
olmayan bir radyoyu niye ıslah etmiyorsunuz demek muhalefete düşer aslında.
CHP ise Adalet Partisi ile aynı kanaatte
değildi. Tam aksine TRT’nin bu tür faaliyetlerini tarafsızlığın iyi bir
uygulaması olarak görüyordu (Ecevit, Milliyet, 26 Mart 1965). TRT Genel Müdürü
Adnan Öztrak ise verdiği demeçte kurumun tarafsız davranmadığı yolundaki
iddiaların doğru olmadığını belirterek herhangi bir tarafgirliğin söz konusu
olmadığını, "TRT’nin 22 Şubat 1965’ten 7 Mart 1965 tarihine kadar yayınladığı
siyasi haberlerde kelime adedi 18 bin 233’tür. Bunun sadece 1.844’ü muhalefete
ait olup, 16 bin 479’u hükümet, bakanlar ve iktidar partilerine aittir. Hükümet
üyelerinin banda alınan konuşma ve demeçleri bu rakama dâhil değildir. Durum
budur, takdir umumi efkârındır." şeklindeki ifadesiyle dile getirmiştir
(Milliyet, 31 Mart 1965). Neticede CHP Parti Meclisi bu durum karşısında
radyonun bağımsızlık niteliğini ihlal edebilecek her teşebbüse karşı mücadeleye
kararlı olduğuna dair bir bildiri yayınlamıştır (Milliyet, 31 Mart 1965).
3.4.
İktidar TRT’yi Üç Koldan Kuşatma Altına Aldı
Hukuki nedenlerden dolayı TRT’nin yayın
politikasına müdahale edemeyen AP iktidarı farklı yöntemlerle TRT’yi etki
altına almaya çalışmıştır. Bu yöntemleri kısaca şu şekilde açıklayabiliriz:
a- TRT programlarının takip edilmesi: AP
özellikle 1965’ten sonra TRT yayınlarını sıkça takip etmiş, kimi yayınları 359
sayılı kanunun 17. maddesine istinaden yayından kaldırtmıştır. Ayrıca kimi
programların sakıncalı olduğunu iddia ederek adli yargıya başvurmuştur.
1965’ten 1969 yılına kadar TRT programları için 200’den fazla soruşturma
açılmış; bunlardan yalnız ikisi dava konusu olmuş ve 198 soruşturma
takipsizlikle sonuçlanmıştır (Tuğrul, 1975: 173).
b- Mali Denetim: Maliye bakanlığı, TRT’ye
ödemesi gereken transferleri geciktirerek, kurumu adeta dize getirmeyi denedi.
TRT yeni kurulduğu zaman yapılan ilk teknik planlamada yeni radyo
istasyonlarının yapımları tamamlandığı zaman, yayınların, şebeke düzeninde
yürütülmesi öngörülmüştü. Bu amaçla yeni radyo verici istasyonlarının, bunların
yanı sıra, çeşitli illerde kurulacak ve tümü de kısa dalga tekniğiyle çalışacak
olan 30 kadar vericinin yaptırılması tasarlanmıştı. TRT’nin AP hükümeti
tarafından karşı karşıya bırakıldığı finansman ve transfer zorlukları, bu
tasarının tümünün gerçekleşmesini engellemiştir (Tuğrul, 1975: 173).
Buna ilaveten Maliye Bakanlığı müfettişlerince
TRT’nin denetlenmesi yönünde, Turizm ve Tanıtma Bakanlığı tarafından Danıştay’a
müracaat edilmiştir. Nitekim Danıştay verdiği kararla bu tür bir denetlemenin
kanunlara uygun olmadığını "... Ancak Yüksek Murakabe Heyeti aracılığıyla
(mali meselelerle ilgili) çalışmalar hakkında bilgi alınabileceğini"
karara bağlamıştır (Milliyet, 26 Nisan 1965).
c- Özerklik konusunda olumsuz kamuoyu
oluşturma: Turizm ve Tanıtma Bakanlığı, TRT Yönetim Kurulu’ndaki hükümet
temsilcilerini de devreye sokarak Fransa’dan Gerard Bellorgey adında bir
yöneticiyi Türkiye’ye davet etmiş; radyo ve televizyonların özerk bir statüye
sahip olmalarının tutarsızlığı ve kitle iletişim araçlarının yönetim biçimleri
ne olursa olsun, iktidarın kendi icraatlarını açıklamak için radyodan ve
televizyondan da yararlanabilmesi gerektiği yolunda konferanslar verdirmiştir
(Tuğrul, 1975: 172) Bunun dışında AP, TRT yöneticilerinin özerklik zırhına
bürünerek millete karşı isyanı teşvik ettiklerini sık sık ifade ederek, halkı
bu konuda aydınlatmaya çalışmıştır.
3.5.
AP: "Devlet Radyosu, Kendi Eliyle Çizdiği Özerklik..."
Daha önce de belirtildiği gibi, AP iktidarı
TRT’nin tavrı yüzünden değişik uygulamalara başvurmuştur. Bu uygulamaların en
son halkası TRT kanununun değiştirilmesidir. Söz konusu kanun tasarısının
gerekçesinde, bu kanunun çıkarılma nedeni şu şekilde açıklanmaktadır: "...
Öyle bir anayasal rejimin temellerini sarsmaya, kendi kurduğu düzeni
değiştirmeye, anarşiyi amaca ulaştıracak bir yol olarak tahrike ve devlet
idaresini saldırılar ile ezmeye kalkışacak bir devlet radyosunun kendi eliyle
çizdiği özerklik adlı tebeşir dairesi içinde devletle ilişkisini kesmiş, ulaşılmaz
dokunulmaz bir emanet-i mukaddese halinde..." olduğu belirtilerek, bu
durumun hiçbir hukuk mantığına sığmadığı ifade edilmiştir (Milliyet, 16 Nisan
1969).
Ayrıca TRT’den sorumlu devlet bakanı da basına
yaptığı açıklamada "Bu tasarı TRT’nin bir anarşi teşvik unsuru olmaması,
anayasa çizgisi dışına çıkmaması, yasaların kabul etmediği doktrinleri
yeşertmeye zemin hazırlamaması, milli menfaatlere aykırı düşen propagandalara
ekranlarını ve mikrofonlarını açık tutmaması için" bu değişikliğe
gittiklerini belirtmiştir (Milliyet, 3 Mart 1971).
Yeni tasarı TRT Yönetim Kurulu üye sayısını
9’dan 16’ya çıkarmakta, yayınların tarafsızlığının kriterleri ile müeyyidesini
tespit etmekte, bariz şekilde taraflı yayın yapanların görevden
uzaklaştırılması esasını getirmektedir. Tasarı Yönetim Kurulu’ndaki hükümet
temsilcisi sayısını bire indirmiş, ancak Maliye, Milli Eğitim ve Dışişleri
Bakanlıklarının birer uzman temsilci ile kurulda temsil edilme esasını
getirmiştir. Kurulda iki müzik uzmanı, meslek kuruluşlarınca seçilecek dört
üniversite ile ilgili fakülte ve akademilerce seçilecek üç kişi bulunacak, geri
kalan üç üyeliğin biri TRT Genel Müdürü’ne, ikisi de TRT içinden seçilecek bir
yönetici ile bir elektronik mühendisine verilecektir.
Adalet Partisi 1965’te Ragıp Gümüşpala
döneminde de böyle bir tasarı hazırlamıştı. O taslak da aynı prensipleri
getiriyordu. Bu prensiplerin belki de en göze çarpanı "TRT kanununa aykırı
yayınla ilgili sorumluların görevine Bakanlar Kurulu’nun son vermesi" idi
(Milliyet, 30 Mart 1965).
Nitekim CHP Meclis’te düzenlediği grup
toplantısında konuyu değerlendirerek "... Radyonun bağımsızlık niteliğini
ihlal edebilecek her teşebbüse karşı mücadeleye kararlı olduğunu belirtmiştir
(Milliyet, 31 Mart 1965).
Bu kanun tasarısı kanunlaşmayınca Adalet Partisi
1969 yılında konunun başında belirtilen tasarıyı hazırladı. AP, TRT özerkliğini
kaldırmak isterken, TRT çalışanları da buna karşı çıkıyordu. Karşı çıkarken de
çoğu kez birbirleriyle dövüşmeyi unutmuyorlardı... Bunun nedeni özerklikle
mevcut iktidarlara karşı olmak arasındaki ayrımın yeterince bilinmemesiydi...
Bu durumda TRT çalışanları kendilerini özerklik savaşçısı olarak görmekteydi.
Kültürel seviyesi yüksek, nitelikli programlar yapmaktan çok yürekli programlar
yapma düşüncesini taşıyordu. Çünkü en kolay alkış bu yolla alınabilirdi (Tamer,
1983: 5-6).
Akşam Gazetesi’nden İlhami Soysal bu tasarının
amacının "... TRT diye uydurma birtakım meseleler çıkararak halkı
uyutma..." olduğunu belirtirken, Türkiye’ye karşı korsan yayın yapan
"Bizim Radyo" olaya şu şekilde yer vermiştir (Sayılgan, 1969: 93):
TRT tasarısı ile
ilgili olarak basında yayımlanan yazı ve yorumlarda, AP iktidarının hazırladığı
nizam, TRT, orman tasarısı ve diğer faşist baskı tasarıları güttüğü başlıca
amacın seçimler arifesinde memlekette faşist bir ortam yaratmak ve böyle bir
ortamda seçimlere gitmek ve netice almak olduğu ileri sürülmektedir.
Demirel’in bu tasarıyı kanunlaştırmaya ömrü
yetmedi. Çünkü 12 Mart Muhtırası imdada yetişti. Bu değişikliği yapmak da 12
Mart yöneticilerine kaldı. Nitekim 1568 sayılı Yasayla 359 sayılı kanunda
değişiklik yapılmış ve özerklik kaldırılmıştır.
3.6.
Demirel: "Plan, Biçildiği Şekilde Giyilmesi Gereken..."
Adalet Partisi iktidara geldikten sonra
"plan" kavramından ne anladığını beyan ederek, önceki dönemdeki
düşüncelerden farklı yanlarının olduğunu belirtmiştir. Demirel plana ilişkin
görüşlerini şöyle açıklamaktadır: "Plan, biçildiği şekilde giyilmesi
gereken bir dar ceket değildir. Planı, sorumsuzluk, hareketsizlik ve vatandaş
ihtiyaçlarına sırt çevirmenin bir bahanesi sayan görüşe katılmıyoruz. Planı,
halkın benimseyeceği, seveceği, gönüllü olarak işbirliği arzusu duyacağı bir
milli vesika olarak kabul ediyor, plan hedeflerini halka, işçiye, müteşebbise,
idareciye geleceğin imkânlarını ve icraatını bugünden haber veren bir faaliyet
muhtırası olarak mütalaa ediyoruz (Şenyapılı, 1977: 17).
Bu ekonomik düşünceye sahip olan Demirel’in
Kasım 1965’te açıkladığı hükümet programında "temeli vatandaşın bir karar
verme ve kazanma gayretine dayanan karma ekonomi sistemimizde"
televizyonun eğitim değeri yüksek bir yayın vasıtası olduğuna inanılıyordu ve
Demirel "Bu sebeple Türkiye’de televizyonu en kısa zamanda gerçekleştirme
kararında olduklarını" vurguluyordu (Şenyapılı, 1977: 18).
Bu düşüncenin iktidarda egemen olması
sonucunda, 1. Beş Yıllık Plan’da öngörülmediği halde, Federal Almanya ile
yapılan bir anlaşma ile Televizyon Eğitim Merkezi kurmak için gerekli araç ve
gereçler sağlanmış, 1966 yılında kapalı devre stüdyo yayınına başlanmış ve
nitekim 31 Ocak 1968 tarihinde haftada üç gün deneme yayınına başlanmıştır
(Bkz. Öngören, 1976a: 119-149).
3.7.
Bölge Radyolarının Kuruluşunun İlginç Öyküsü
Bölge radyoları uygulamasına, milli güvenlik
açısından sakıncalı görüldüğü için, tek parti döneminde iyi gözle bakılmamıştı.
Fakat çok partili siyasi hayata geçtikten ve Demokrat Parti iktidara geldikten
sonra bu tutum ve kanaat değişmiştir.
Demokrat Parti, daha önce de belirtildiği gibi,
kendi ifadesiyle "Memlekette anarşiyi canlandırmak isteyenlere"
karşı, kendi mesajlarını halka verme çabası içindeydi. Menderes radyo
aracılığıyla CHP’yi halka şikâyet etme ve dolayısıyla halkı kendi safına çekme
düşüncesindeydi.
Nitekim Bakanlar Kurulu’nun 10 Şubat 1959 tarih
ve 4/11296 sayılı kararıyla 27 ilde küçük güçte radyo verici istasyonları
kurulması kararlaştırılmış ve ilk aşamada bunlardan 7 tanesinin yapılmasına
ilişkin sözleşmeler 1959 Eylülünde imzalanmıştır (Kocabaşoğlu, 1980: 379). 1959
yılında İzmir, Adana, Gaziantep, Kars, Erzurum, Van’da radyo istasyonları kurma
çalışmaları başlamış ve nitekim 1961’de İzmir’de, 1962’de Adana, Antalya ve
Gaziantep’te, 1963’te Kars’ta, 1964’te ise Van’da radyo açılmıştır (Tamer,
1983: 46).
27 Mayıs yönetimi söz konusu vericilerin yapım
işlerinin tamamlanmasını bile beklemeden Toprak Mahsulleri Ofisi Genel
Müdürlüğü’nün elindeki 1KW’lık vericiyi devralarak 15 Aralık 1960 tarihinde
Erzurum il radyosunu hizmete sokmuştur. Erzurum Radyosu’nun hızla kurulmasının
nedeni halkın radyodan yararlanması veya halkı aydınlatıcı bilgilerin verilmesi
değildi. Söz konusu radyonun kurulma gerekçesi bu konuya açıkça ışık
tutmaktadır: "Sizleri yabancı radyoları dinlemekten kurtarmak için,
Erzurum’da bir radyo istasyonu tesis ettik. Bugün neşriyata başlıyoruz. Yabancı
radyolardan çok defa fesat, fitne hatta zehir gelir. Erzurum radyosu bu
kötülüklerden koruyacak (Kocabaşoğlu, 1980: 380) şeklindeki beyanat Erzurum
Radyosunun kurulmasının nedeninin "halkı yabancı ülke yayınlarını
izlemekten alıkoymak" olduğunu göstermektedir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
1971-1980 DÖNEMİ
SİYASAL İKTİDAR VE TRT İLİŞKİSİ
4.1.
"Biz TRT’ye Elemanlarımızı Yerleştirdik."
12 Mart yönetimi TRT’nin yönetimine de kısa
zamanda el koymuş ve genel müdürlüğe, Tuğgeneral Musa Öğün’ü getirmişti. Musa
Öğün askeri bir disiplin anlayışı çerçevesinde kısa zamanda kurumu disipline
etmeyi başarabilmişti (Tuğrul, 1975: 170).
Musa Öğün, kurumu siyasi çekişmelerden ve
odaklaşmalardan arındırabilmek için yeni atamalar yapmak durumundaydı. Refik
Özdek "Hedef TRT" adlı kitabında bu konuda şunları söylemektedir:
"İşte o günlerde solcu bir meslektaşım bana hınçlı hınçlı aynen şunları
söyledi: Milliyetçiler hiç umutlanmasın, biz TRT’ye kadromuzu soktuk,
yedeklerini ve yedeklerinin de yedeklerini hazırladık. Bu yedekleri kimse
tanımaz, ama işin tekniğini bilen, gereğini bilen elemanları aradığınız zaman
onları bulacaksınız. Siz TRT’nin ne olduğunu bilmeden, o kurum için adam
hazırlamadan, insana yatırım yapmadan ele geçirmek istiyorsunuz... İşte ele
geçirdiler, ama adam bulamayacak, yüzlerine gözlerine bulaştıracaklar... Bizimkiler
gelecek ve onlar hiçbir şeyi değiştirmemiş olacaklar" (Özdek, 1977: 72).
Bu sözler o dönemdeki TRT içinde olan politik
gruplaşmaların boyutunu açıkça ortaya koymaktadır. Toplumun tümünü kapsayacak,
ülkenin her insanına karşı eşit sorumluluk görevini yerine getirecek
Türkiye’nin radyo ve televizyonundan, böyle bir konumda elbette objektif bir
tutum beklemek doğru olmaz. Gerek sağcısı ve gerekse solcusu TRT’yi adeta
kurtarılması gereken bir kale gibi görüyorlardı. Nitekim dönemin başbakanı
Nihat Erim yaptığı konuşmalarda da bu konuya ışık tutmaya çalışmıştır. Erim,
TRT kameralarına şu açıklamada bulunarak kendi açısından konunun ne derece
tedirgin edici olduğunu açıklamıştı: "Öyle yayınlar oldu ki bundan
tedirgin olmayan, rahatsız olmayan vatandaşımız kalmadı. Bazı yayınlar, mesela
Köyün Saati programında yayınlananı okudum ve tüylerim ürperdi."
Böyle bir ortamda TRT Genel Müdürü olan Musa
Öğün basına yaptığı açıklamada şöyle demektedir: "TRT, bütün vatandaşlara
hitap edebilecek radyo postasını henüz kuramamıştır... II. Beş Yıllık Kalkınma
Planı’nda yurdun iki radyo programı ile kaplanması öngörülmüş olmasına rağmen
bugün ancak yurdumuzun %83’ünde bir radyo iyi dinlenebilmektedir... TRT’nin
görevi, kamuoyunun serbestçe oluşumuna yardım etmek, Atatürk devrimleri ve
Cumhuriyetin anayasada belirtilen nitelikleri ışığında yayın yapmaktır... Oysa
anlayışta bir birlik sağlanamamıştır. Bazı TRT mensupları özerkliği yanlış
anlamışlar, bu keşmekeşlik içinde kamuoyuna belli bir ideolojiyi oluşturmak
anlayışına dayalı yayınlar yapmışlardır..." (Özdek, 1977: 74).
Musa Öğün döneminde TRT’de görülen en büyük
gelişme şüphesiz teknik alanda olmuştur (Cem, 1976: 24). Bu dönemde ABD yapımı
diziler TRT’de kendini hissettirmiştir. Örneğin, Kaçak, Sirk Dünyası, Uzay
Yolu, Görevimiz Tehlike gibi filmler haftanın belirli günlerinde
yayınlanmaktaydı. Bu diziler arasında politik tartışmalara konu olan ve daha
sonraki dönemlerde başbakanın emriyle yayından kaldırılan, Görevimiz Tehlike
adlı dizi filmdi. Hatta bu konuda Meclis’e soru önergeleri de verilmişti.
Siyasi tartışmalara konu olması nedeniyle
kısaca bu dizi film üzerinde duralım: Bu dizide ajanların tümü Amerikalıdır.
Tümü de davranışlarının nedenini birer "süper-milliyetçi" olmalarına
bağlamış gibi sunarlar. Dizide karşımıza konan yabancılara gelince, bunların
tümü de kötü insanlardır. Aralarında iyi insanlar varsa, bunlar, ABD’lilerle
işbirliği yapan casuslardır. Dizinin en kötü insanları ise Latin Amerikalılar,
Araplar ve sosyalist ülkelerin insanları olarak gösterilmiştir... (Tuğrul,
1975: 188; Şenyapılı, 1977: 72).
Semih Tuğrul, 12 Mart yönetiminin başından
sonuna kadar Türk insanını Amerikan casusluk örgütlerinin zararsız olduklarına,
hatta yararlı işler başardıklarına inandırmaya başladığını iddia etmektedir. Bu
dönemde Chaplin’in filmlerinin TRT’de yayınlanması yasaklanmıştı. Semih Tuğrul
buna gerekçe olarak, 12 Mart yöneticilerinin ABD taraftarı bir tutum
sergilemesini ve Chaplin’in filmlerinde küçük insanların, ezilenlerin,
yoksulların sorunlarına eğilmesi ile Hitler ve Mussolini’yi eleştirmesini
gösteriyordu (Tuğrul, 1975: 189).
1960 ihtilali döneminde olduğu gibi bu dönemde
de TRT, 12 Mart İhtilali’nin gerekçelerini halka anlatabilmek için birtakım
programlar hazırlamıştır. Bu programlar "Sağda Solda Vuruşanlar" ve
"12 Mart’a Nasıl Geldik?" gibi güdümlü programlardı.
4.2.
"TRT, Türk Milletinin ve Devletinin Emrinde Çalışmalıdır."
1971 muhtırasından önce Adalet Partisi
hükümetleri TRT’nin anarşiyi kışkırttığı ve bunu da özerk statüsü dolayısıyla
yapabildiği gerekçesiyle, özerkliği kaldırmaya çalışmıştı. Fakat bu konuda
hazırlanan kanun tasarıları nihai amacına ulaştırılamamıştı (Bkz. İlal, 1972).
12 Mart yönetimi özerklik konusunda sergilediği tavrıyla Adalet Partisi’yle
aynı kanaati taşıdığını göstermiştir. Dolayısıyla Adalet Partisi’nin yıllarca
savunduğu düşüncenin doğru olduğunu askeri yönetim icraatıyla ortaya koymuştur.
Nihat Erim, TRT kanun tasarısı parlamentoda
görüşülürken bu konuda şu görüşü beyan etmiştir (Bkz. Nihat Erim, TBMM’deki
konuşma, 26 Kasım 1971): "Radyo Televizyon Kurumu tarafsız olmalıdır,
fakat bağımsız olmamalıdır. Devlete bağlı Radyo Televizyon Kurumu gibi bir
kurum bağımsız olamaz... Özerklik yerindedir, fakat bu özelliği tarafsızlığı
muhafaza etmek, ihlal etmemek şartıyla icradan tamamen uzak, icra hiçbir şeye
karışamaz şeklinde yetkilerle kurumun teçhiz edilmesi şeklinde anlamaya imkân
yoktur." "TRT’nin başlıca görevi Türk Milletinin bütünlüğünü
sağlayıcı bir rol oynamak olmalıdır" diyen Erim, TRT’nin Türk Milleti ve
Devletinin emrinde çalışması gerektiğini vurgulamıştır. Bu görevin ise sadece
özerklikle değil, özerklik olmadan da sağlanabileceğini işaretle,
"özerklik" kelimesinin çıkarılmasının sebebini "Şimdiki TRT
kanununda ıslahat yapmak ihtiyacı belirmiştir. Bu kamuoyunda adeta ittifak olarak
ortaya çıkmıştır. Fakat burada özerklik kelimesi kaldıkça, hangi maddenin
özerkliğe tecavüz ettiği şüphesiz daima yaşar... Özerklik kelimesinin
kaldırılmasıyla TRT hükümetlerin emrinde olmayacaktır" şeklinde bir yorum
getirmektedir.
Kısaca Nihat Erim’in 26 Kasım 1972 tarihinde
kanun tasarısı üzerinde yaptığı konuşmada TRT içerisinde huzursuzluk olduğunu
ve yayınlardan herkesin rahatsız olduğunu belirterek yeni bir düzenlemeye
gidilmesi gerektiğini belirtmiştir.
359 sayılı kanunun "Türkiye Radyo-Televizyon
Kurumu adıyla tüzel kişiliğe sahip özerk bir kamu iktisadi teşebbüsü
kurulmuştur. Kurumun remzi TRT’dir. Kurumun merkezi Ankara’dadır"
şeklindeki 1. maddesi, 1568 sayılı değişiklikle "Türkiye Radyo Televizyon
Kurumu adıyla tarafsız bir kamu tüzel kişisi kurulmuştur. Kurumun kısa adı
TRT’dir. Merkezi Ankara’dadır" şeklinde ifade edilmiştir. Böylece TRT
özerk statüsünden çıkarılarak tarafsız bir hüviyete kavuşturulmuş oldu (Bkz. 2
Ocak 1964 tarih ve 11596 sayılı Resmi Gazete ve 359 sayılı kanunun 1568 sayılı
değişikliği).
İhtilal yönetiminin yaptığı ilk şey yönetim
kademesine asker kökenli yöneticileri getirmek olmuştur. 1960 ihtilali
sonrasında ve 12 Mart döneminde de aynı politika güdülmüştür. Albaylar,
binbaşılar, yüzbaşılar... vs. TRT birimlerinin başına getirilmiştir. İsmail Cem
Genel Müdür olunca şu tür bir manzarayla karşılaşmıştı. "... Kurumun kilit
noktalarında emekli subaylar bulunmaktaydı. Genel Müdür Program Yardımcısı
emekli bir albaydı. Program Yardımcılığı Planlama Daire Başkanı da emekli bir
subaydı. Bütün radyo ve televizyon programlarını emekli subayların
yönlendirmesini sağlayan bu anlayış zinciri, Televizyon Dairesi Başkanlığı’na
bir başka emekli albayın getirilmesi ile tamamlanmıştı. TRT Genel Sekreterliği,
Savunma Sekreterliği, Personel Daire Başkanlığı emekli subaylarca yönetilen
öteki kilit noktaları TRT’nin" (Cem, 1976: 17).
TRT çalışanları Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde
Faruk Gürler’i açıkça desteklemişti. İsmail Cem bu dönemi şöyle özetlemektedir:
"... 1974’ün ilk ayları cumhurbaşkanı seçiminin günleriydi. Rahmetli Faruk
Gürler’i seçtirmek için ellerinden geleni yapmaktaydılar (Cem, 1976: 24). Faruk
Gürler’i seçtirmek için televizyonda uzun uzun yayınlanan ilginç törenler, 14
Ekim seçimi gecesinde yapılan gazetecilik lafları ve kasıtlı yorumlar, 12
Mart’ta sanık olanı suçlu gösterme çabaları, haber yöneticilerinin tuttuğu
politikacılara sık sık yer verilmesi, radyo ve televizyonun egemen sınıf
politikalarıyla yönetilmesi zihinlerden çıkmıyordu" (Cem, 1976: 40).
4.3.
"TRT’nin Görevi Belli Bir Görüşü Halkoyuna Kabul Ettirmek Değil..."
Seçimlerden hemen sonra CHP-MSP koalisyonunun
CHP kanadı, iktidar ortağının da onayını alarak, genç bir gazeteci-yazar olan
İsmail Cem’i genel müdürlüğe atadı. Ancak yeni Genel Müdür, böylesi görevlere
getirilecek kişilerde kanuni olarak aranan bazı niteliklere sahip olmadığından,
CHP-MSP Hükümeti, bu engeli aşmak amacıyla kanun kuvvetinde bir kararname
çıkarmak yolunu seçmiştir.
İsmail Cem’in genel müdür olması muhalefet
partileri tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Cem henüz daha icraat yapmadan
da değişik platformlarda olumsuz hava oluşturulmaya başlanmıştı. Bütün bu
eleştiriler Cem’in Milliyet gazetesinde yazdığı köşe yazıları ve onun düşünce
yapısı üzerine kurulmuştu. Parlamento da bu konuyu gündemine aldı. Partiler
Meclis’te verdiği değişik önergelerle ve bunun üzerine yapılan konuşmalarla
kendi görüşlerini aktarmış, atamanın yanlış ve hatalı bir karar olduğunu
belirtmiştir.
Adalet Partisi milletvekili İbrahim Göktepe
Ecevit Hükümeti’nin Devlet Memurları Kanunu’nun ek geçici 10. maddesine, 11
sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile bir hüküm ilave ederek TRT Genel
Müdürlüğünü istisnai memuriyet saymasını, anayasa ve ilgili kanunlara aykırı
olarak nitelendirerek, eleştirilerini şöyle sıralamıştır (Göktepe, TBMM, B. 73,
9.5.1974, O.1: 485-486):
... Bu tayin açıkça,
devlet makamlarını yağma etme usulünün elim bir tatbikatıdır. Cumhuriyet
tarihinde bu kadar keyfi, bu derece şahsi bir tasarruf gösterilemez.
Bu genel müdür tayini,
TRT kanununa da aykırıdır. Bu kanunun dokuzuncu maddesi, genel müdürün bu
görevi yapabilecek ehliyet, bilgi ve tecrübe sahibi olmasını şart kılmaktadır.
Hükümet tasarrufunda olmayan bu hüküm, yüce meclislere, kanunlara, özellikle
konmuş bulunuyor... İsmail Cem’in TRT’yi sol propagandanın emrine ustalıkla
vermekte olduğu gözlerden ırak değildir.
Kimdir bu Genel Müdür?
Bu Genel Müdür idam edilen Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının, yani bu üç komünist
eşkıyanın adlarını bütün sevdiklerinin adları gibi unutmayacağını yazabilecek
derecede onların hayranıdır...
Devletimizin komünist
emperyalizme karşı korunması için girmek mecburiyetinde kaldığımız ittifakları,
"Tehlikeli askeri anlaşmalar" olarak vasıflandıran bu genel müdürün,
Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliği bahis konusu olunca kimden yana olacağını
söylemeye lüzum hissetmiyorum.
Bu Umum Müdür, Türk
polisi hakkında bakınız ne diyor:
"Biz toplumun
polisiyiz ve de yolumuza çıkan gençleri iyice benzetiriz. Copla vuracağımıza
göğsünüzü kurşunlarız. Sizin yurtlarınıza orta çağ talancısı gibi gireriz, kızlara
saldırırız."
Cumhuriyetçi Güven Partisi’nden Vefa Tanır da,
İsmail Cem’in bir günlük devlet memuriyetinin olmadığını söyleyerek, Deniz
Gezmiş ve arkadaşlarını kitaplarında öven ve Anayasa Mahkemesi’nin kapattığı
TİP hakkında methiyeler yazan bir düşünce sahibinin TRT Genel Müdürü olmasının
doğru olmadığını belirtmiştir (Tanır, TBMM, B.73, 9.5.1974, O.1).
TRT tartışmaları, özellikle bu dönemde yayın
politikasından daha çok kişiler üzerine kurulmuştur. Partiler TRT’nin siyasi ve
sosyal içerikli programlarını eleştirmekten çok, yöneticilerin siyası
düşüncelerinin ne olduğu üzerinde durmuşlardır. Hatta genel müdürler henüz yeni
atanmışken bütün muhalefet partileri tarafından topa tutulmuştur. Bu anlayış
bir bakıma o dönemde siyasi partilerin iki kutuplu dünyada, farklı iki
ideolojiyi benimsemesinden ve bu iki ideolojinin birbirine bakış açısından
kaynaklanmış olabilir.
Nitekim Menderes döneminde radyo ABD
emperyalizmini yaymakla, kapitalist hayat tarzını millete aşılamakla itham
edilirken, 1965’ten sonra da komünizmin reklamını yapmakla ve anarşiyi
kışkırtmakla suçlanmıştı. Bu yüzden radyo ve televizyon ülke ve devlet sorunu
haline gelmişti. Tabii ki siyasilere göre bu işin suçlusu Genel Müdür’dü.
İsmail Cem Genel Müdür olduktan sonra TRT’yi 12
Mart idarecilerinin etkisinden kurtararak kendisine göre bir ekip ve yönetim
anlayışı getirmiştir. Bu anlayış kendi ifadesiyle görevsel yayıncılık anlayışı
olarak adlandırılmaktadır. Görevsel yayıncılık anlayışı, gerek radyo ve gerekse
televizyon yayınlarında her bir programın bir göreve yönelik olması, her bir
programın topluma birtakım yararlar sağlaması ilkesine dayanıyordu.
Programların ve haberlerin hazırlanışı sırasında bu ilkeler baz alınıyordu.
11 Mart 1974’te bir basın toplantısı düzenleyen
Cem, TRT’nin görevinin şu şekilde olacağını belirtmiştir (Bkz. Cem, 11 Mart
1974 tarihli gazeteler):
TRT’nin görevi belli
bir görüşü halkoyuna kabul ettirmek değil, bütün görüşleri yansıtarak
halkoyunun serbestçe oluşumuna yardım etmektir... Önce halka son derece saygılı
olacaktır TRT. Hem genel tutumu, hem de görev anlayışı açısından. Benim başlıca
ölçülerimden biri, halkın ne istediği ve ne beğendiğidir. Çeşitli sorunları ele
alırken, dinleyici ve seyirciyi soyut bir öğrenci, TRT’yi ise her şeyi bilen
akıl gibi görmeyeceğim. TRT haber ve kültür görevini halkın eğilimlerini
dikkatle değerlendirerek halkla diyalog kurarak gerçekleştirecektir...
Ayrıca Cem, "işçi sınıfının gelişmediği
bir toplumda sosyalizm olamaz" doğrusundan hareketle, elin kolun bağlanıp
beklenemeyeceğini, değişimi hızlandıracak çabaların harcanması gerektiğini
vurgulayarak, TRT’nin bu bağlamda görevini şöyle dile getirmektedir (Cem, 1976:
106):
Mesele TRT
boyutlarında ele alındığında, TRT’nin mevcut sınıfsal çerçeveden bağımsız
olduğunu, tek başına toplumun temel ilişkilerini değiştirebileceğini söylemek,
tabii ki yanlıştır. Ancak bu noktadan hareketle, nasıl olsa üstyapı kurumudur,
çaresiz altyapıya bağımlıdır deyip, TRT’yi yok saymak onun zararlarını azaltma
ya da yararını arttırma çabasını önemsememek, aynı ölçüde yanlıştır. Her koşul
altında yapılabilecek çok şey vardır. Ve kitlelerin büyük evrimine katkıda
bulunmak ancak her koşul altında ve her fırsatta kitle yararına kullanmakla
mümkün olur.
Bu beyanatlar TRT’nin sınıf bilincini
oluşturabileceğini ve sosyalist devrimin gerçekleşmesine katkıda
bulunabileceğini ve görevinin de bu olduğunu göstermektedir. Kısaca bu dönemde
halkçılık anlayışına yeni tanımlamalar yapılarak, sınıf bilincinin
oluşturulmasının amaçlandığı söylenebilir.
Cem’in görev anlayışı BBC’nin eski Genel
Müdürlerinden Sir Hugh Greene’nin 1962’de dile getirdiği şu görüşle aynı
doğrultudadır: Radyo ve TV yayın kurumlarının izleyeceği programcılık
politikasına yön veren kişiler, kamuoyunun köhneleşmiş isteklerine boyun eğmek
yerine, dünyada ve kendi ülkelerindeki yeni atılımları, yeni gelişme ve
oluşumları dikkate almak, bu konularda halka öncülük etmek, gerçekleri
göstermekle yükümlü olduklarını hiçbir zaman unutmamak zorundadırlar.
Cem’in tarafsızlık anlayışı ise TRT’nin siyasi
partiler karşısında alacağı tutumdur. Cem bu konuda "TRT’nin görevi
iktidarın sesi olmak değil" diyerek kendisine göre bir tanımlama
getirmiştir (Bkz. Cem, 1976).
Genel müdür olmadan önce Cem, 9 Haziran 1971
tarihinde yazdığı yazıda "TRT’nin özerkliğinin kalkması halinde,
iktidardaki siyasi partiler, bu kurumu kendi özel araçları gibi kullanma
imkânını dahi bulabileceklerdir" demektedir. Fakat genel müdür olduktan
sonra tarif ettiği bu tarafsızlık anlayışı ile, objektif yayıncılık
yapabileceğine inanmıştır. Bu nedenle Cem bu dönemden sonra özerkliğin TRT için
olmazsa olmaz bir şart olmadığını düşünmektedir. Hatta ilk demeçlerinin birinde
"TRT’nin özerk olup olmamasının pek bir öneminin bulunmadığını,
tarafsızlığı gözeterek kurum sanki özerklik statüsüne sahipmiş gibi çalışacağını
açıklamıştı (Tuğrul, 1975: 206).
Bu görüş sadece Cem’in görüşü değildi. Bu
dönemde yönetime gelen ekip de aynı düşüncedeydi. Programlardan sorumlu TRT
Genel Müdür Yardımcısı Hıfzı Topuz, Fransa’da televizyonun özerk olmadığını ve
tarafsızlık anlayışıyla radyo ve televizyonun iyi bir şekilde yönetilebildiğini
ifade ederek bu konuda şunları söylemiştir: "... Ben özerkliğe aykırı
davranışla karşılaşmadım. Görevimi yerine getirirken hiç baskı görmedim. Ben
görevimi yaparken, TRT kurumunda hiç kimse savcılığa çağırılmadı. Eskiden çok
olurmuş. Örneğin bir program denetimcisi otuz beş kez savcılığa çağrılmış
eskiden. Kaldı ki bakanlıklarla işbirliği yapmamız da bizleri zora
sokmuyor" (Tuğrul, 1975: 239-240).
Hâlbuki 1971’den önce Cem ve bu düşüncedeki kişiler,
Adalet Partisi’nin özerkliği kaldırmasına ilişkin kanun taslağı hazırlaması
karşısında etkin bir mücadelede bulunmuşlardı. Hatta TRT çalışanları da bu
konuda aynı tavrı sergilemişlerdi. Buna rağmen aynı kişilerin bu dönemde
özerklik olmadan da tarafsız olunabileceği görüşünü benimsedikleri
görülmektedir. Bunun en önemli nedeni, iktidar ve muhalefetin kendine göre
yorum yapmasıdır.
Bu yeni anlayış TRT’ye yöneltilen eleştirileri
dindirmeye yetmedi. Çünkü TRT’nin siyasi partilerin faaliyetlerine ilişkin ne
gibi kriterlere göre yayın yapabileceği kesin ölçülerle belli değildi. Anayasa
ve TRT kanunu bu konuda kesin bir ölçü koymamaktaydı. Bu yüzden İsmail Cem’in
bu konuda izlediği politika partiler tarafından şiddetle eleştirilmişti.
Cem’in TRT’ye yüklediği sınıf bilincinin
gelişmesi ve değişimin hızlanması şeklindeki görev, yayıncılık anlayışında
temel ilke olarak belirlenmişti. Bu yüzden belirli görüşteki meslek
kuruluşlarının, kendi ilgi alanlarında olsun veya olmasın, haberlerine ve
bildirilerine ayrı bir önem ve yer verildi. Bu konuda izlenen politika sonucu
TRT Yönetim Kurulu karar almak durumunda kaldı. Örneğin DİSK’in bildirilerini
ve toplantılarını haber veren TRT, milliyetçi olduğu için MİSK’in haberlerini
yayınlamazdı. En büyük sendikal kuruluş olan TÜRK-İŞ’in haberlerini özetleyerek
ve özetlerken özünden saptırarak verirdi (Özdek, 1977). 1974 yılı kasım ayında
yapılan TRT danışma kurulu toplantısında TÜRK-İŞ’i temsil eden konuşmacı
"her bültende DİSK’in adının ezberletircesine verilmesinin doğru olmadığını"
belirtmişti. Cem ise bunun nedenini "TRT’nin DİSK’e işçinin temsilcisi
olarak bakması" anlayışından kaynaklandığını belirtmişti (Cem, 1976: 175).
11 Mart 1975 günü İzmir’de Türkiye Sosyalist
Partisi İl Teşkilatı, DİSK’e bağlı Petrol İş Sendikası ve TÖB-DER şubelerinin
de bulunduğu bazı dernekler, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni faşist diye niteleyen
bir bildiri yayınlamışlardı. Merkeze bilgi için geçilen bu haberin, saat
23.00’te haberlerde yayınlanması için Genel Müdür talimat vermişti. Haber "İzmir’de
bazı dernek, sendika ve kuruluşlar yayınladıkları ortak bildiride, yarından
itibaren geçecek bir haftayı baskı, terör ve faşist uygulamaları protesto
haftası olarak ilan ettiklerini açıkladılar. Aralarında Türkiye Sosyalist
Partisi İzmir İl Örgütü, Petrol-İş sendikası ile TÖB-DER şubelerinin de
bulunduğu kuruluşlar, 19 Mart’a kadar sürecek hafta içinde hâkim sınıfların
baskı ve tahakkümünü artıran askeri müdahaleyi ve bu dönemdeki uygulamaları da
protesto ettiklerini bildirdiler" şeklindeydi. Bu konuda Yönetim
Kurulu’nun soruşturma açılmasına ilişkin karar vermesine rağmen, müfettişler
olayın üzerine gitmemiş, bilahare Silahlı Kuvvetler’in olaya el atması
sonucunda savcılık soruşturma açmış ama dava zaman aşımına uğradığı
gerekçesiyle kapanmıştır. Bu durum üzerine TRT Yönetim Kurulu söz konusu
haberden alıntı yaparak şu kararı aldı (Bkz. Atatürk İlkeleri, Programlar ve
Müzik Konularında Uyulması Gereken Esaslar ve Alınacak Tedbirler, TRT yay. no:
72, 19):
Böyle bir haberin
devlet radyo ve televizyonundan verilmiş olması,
a- Anayasa ile görev
olarak verilen tarafsızlık ilkesine ve bu temel yasanın özüne ve sözüne,
b- Haber ve
programların seçilmesi, işlenmesi ve sunulmasında aranılan devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğü ve milli güvenliğin gözetilmesi esasına,
c- Türk toplumunun
moral ve savunma gücünün artırılmasına hizmet etmesi ilkesine,
d- 12 Mart 1971
tarihinde bir muhtıra yoluyla yapılan askeri müdahalenin gerçek amacına
aykırıdır.
Ayrıca dernek haberlerinin veriliş biçim,
içerik ve süresine yapılan itiraz ve eleştiriler sonucunda TRT Yönetim Kurulu
"Mesleki teşekküller, Dernekler Kanunu’na göre faaliyet göstermekle
mükelleftirler. Bu gibi dernekler yasak ve izne tabi faaliyetleri düzenleyen
Dernekler Kanunu’nun 6. bölümünün 35. maddesine göre amaçları dışında herhangi
bir faaliyette bulunamazlar. Bu itibarla, bu gibi mesleki teşekküllerin
faaliyet alanları ile ilgisi olmayan faaliyet ve demeçlerinin TRT haber
yayınlarında yer almaması lazımdır" şeklinde yaptığı yorumla, derneklerin
kendi kanuni çalışma alanları dışındaki konulara ilişkin bildiri
yayınlayamayacakları ve bunların da TRT’den verilemeyeceğini karara bağlama
ihtiyacı hissetmiştir (Bkz. Atatürk İlkeleri, Programlar ve Müzik Konularında
Uyulması Gereken Esaslar ve Alınacak Tedbirler, TRT yay., no: 72, 20).
Nitekim Cem’in genel müdür olmasının üzerinden
kısa bir zaman geçmeden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde TRT hemen gündeme
geldi. Adalet Partisi Milletvekili İbrahim Göktepe yaptığı bir konuşmada
"CHP, ele geçirilecek en büyük hedef olarak daha ilk günden, TRT’yi
seçmiştir. Böylece CHP radyo konusunda yıllarca haklı veya haksız şikâyetçisi
olduğu bir yolu bizzat ve hırçınca ihtiyar eylemiş bulunuyor. Bu, boşuna bir
gayret olmaz. Bu gayret ve tasarrufla CHP, TRT’yi solun borazanı haline
getirmek istemektedir. Bunun için de zihniyeti herkesçe bilinen bir şahsı,
durumu uymadığı halde birtakım hukuki zorlamalara başvurarak genel müdür olarak
tayin etmekle işe başlamıştır" şeklinde eleştiride bulunmuştur (Göktepe,
TBMM, B.73, 9.5.1974, O.1: 484).
Adalet Partisi Erzurum Milletvekili Rasim
Cinisli de TRT konusunda verilen bir önerge münasebetiyle yaptığı konuşmada
TRT’nin tarafsızlığını ihlal ettiğini şu ifadelerle dile getirmiştir (Cinisli,
TBMM, B.73, 9.5.1974, O.1: 493-494):
... TRT tarafsızlığını
ihlal etmiştir. 67 vilayette imza toplanarak 141 ve 142. maddelerin af kapsamı
dışında kalmasını isteyen yüz binlerce vatandaşın hareketleri, basın
toplantıları, parlamento üyelerinin basın toplantısı TRT haber bültenlerinde
yer almadığı halde, siyaset yapması yasaklanmış derneklerin, günlerce TRT’nin
haber bültenlerinde, 141 ve 142. maddelerin af kapsamı içine alınmasına dair
bildirileri yayınlanmıştır.
Siyaset yapması
yasaklanan bu derneklerin bildirileri ancak yeni Dernekler Kanunu’na göre
savcılıktan alınan müsaade ile yayınlanabilir.
Hâlbuki yayınlanan bu
haberler savcılıktan müsaade kâğıdı alınmadan yayınlanmıştır. Bu türlü başı boş
gidişe sayın hükümet nasıl seyirci kalmıştır?
Cinisli, Meclis’e verdiği soru önergesinde de
bu endişelerini ayrıca vurgulamıştı. Söz konusu önergede Cinisli, şu iddialarda
bulunmaktadır (Cinisli, TBMM, B.94, 11.6.1974, O.1: 92):
Türk Ceza Kanunu’nun
141 ve 142. maddeleri gereğince mahkûm olanları iktidar kanadı affetmek
istediği halde muhalefet partileri af şümulü dışında bırakmak kararındadırlar.
İki ayrı görüş parlamento ve kamuoyunda müzakeresini sürdürmektedir.
Kamuoyunu serbestçe
oluşturmakla görevli TRT ise, tek taraflı ve ısrarlı bir tutum içindedir.
Anayasamızın 121. maddesine göre tarafsız olması gereken TRT günlerden beri
devlet yıkıcılarının da af kapsamı içine alınmasını isteyen bazı derneklerin
bildirilerini yayınlamaktadır.
Siyaset yapması yasak
olan TÖB-DER gibi iktidarın sözcülüğünü yapan derneklerin bildirileri,
Dernekler Kanununa aykırı değil midir? Kanuna aykırı olan bu bildiriler TRT’de
nasıl yayınlanabilmektedir?
Derneklere ait
bildirilerin TRT’de yayınlanabilmesi için Dernekler Kanunu’nun 39. maddesi
gereğince Cumhuriyet Savcılığından izin alınması lâzımdır. Bu izin alınmış
mıdır? TRT Cumhuriyet Savcısının izni olmadan iktidarın sözcülüğünü yapan
derneklerin bildirilerini nasıl yayınlayabilmektedir?
Altmış yedi ilimizde
yüz binlerce vatandaş Türk Ceza Kanunu’nun 141 ve 142. maddelerinden ötürü
mahkûm olan devlet yıkıcılarının af kapsamı dışında bırakılması için yüzlerce
metrelik dilekçelerle parlamenterlere ve yetkili mercilere başvurmaktadırlar.
Birçok kuruluş bildiriler yayınlayarak aynı görüşü kamuoyuna duyurmak
istemişlerdir. Parlamenterler heyetler halinde basın toplantısı yapmışlar,
milyonlarca vatandaşın düşüncelerini dile getirmişlerdir.
İktidarın tutumuna
karşı olan bu gelişmeler TRT tarafından kamuoyuna duyurulmamıştır. Yayınlanan
bildirilere ve parlamenterlerin basın toplantılarına TRT bültenlerinde yer
vermemiştir. Bu suretle TRT tarafsızlığını çiğnemiş, anayasayı ihlal etmiştir.
TRT’nin bu belli
tutumu karşısında TRT Kanunu’nun 34. maddesinin yer vermiş olduğu yetkiye
dayanarak bir işlem yapılıp yapılmadığını, öğrenmek istediğimi saygılarımla arz
ederim.
Başbakan Ecevit ise yaptığı yazılı açıklamada
uygulamanın yasal olduğunu ifade ederek şu cevabı vermiştir (Ecevit, TBMM, B.4,
11.6.1974, O.1: 93):
Türkiye Radyo
Televizyon Kurumu’nu yayınları arasında TÖB-DER gibi derneklerin bildirilerinin
yer aldığı gerekçesiyle Erzurum Milletvekili Rasim Cinisli’nin 359 sayılı TRT
Kanunu’nun 34. maddesi gereğince ne işlem yapıldığı ve ayrıca Dernekler
Kanunu’nun 39. maddesine göre de bu bildirinin savcılıkta görülüp görülmediği
sorulmaktadır.
1. TÖB-DER 10 Mayıs
1974’te bir bildiri yayınlamış ve bu bildiri TRT haber bültenlerinde
değerlendirilmiştir. Adı geçen bildiri;
TRT Haber Merkezi’ne,
Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Mehmet Koncaoğlu’nun imzasını taşıyan alındı
belgesiyle 1974 - 81 sayı, 9 Mayıs 1974 gün ve 75 numaralı kararla birlikte
gelmiştir. Esasen bu alındı belgesinden başka sorudaki gibi bir izin alınması
bahis konusu değildir.
2. 359 sayılı kanunun
34. maddesi, bir kamu tüzel kişisi olan TRT kurumunun, "İdari, mali ve
teknik" konularda Yüksek Denetleme Kurulu’nun denetimi altında olduğunu belirtmektedir.
3. Kanunun aynı
maddesi başbakanın, ancak "idari, mali ve teknik" konular kavramı ve
kapsamı içinde kalmak şartıyla belirli bir konunun incelenmesini Yüksek
Denetleme Kurulu’ndan isteyebileceğini saptamaktadır.
4. Gene aynı madde,
Yüksek Denetleme Kurulu’nun yıllık ve ara raporlarında, kurumun ancak
"idari, mali ve teknik" işlemleri ile ilgili olarak bazı konuları
teftiş ve tahkiki temenni olunursa bu takdirde başbakanın uygun görmesi ile bu
araştırmanın Maliye Teftiş Kurulunca yapılacağını hükme bağlamıştır.
5. Bu bakımdan, söz
konusu yayınla ilgili olarak, 359 sayılı TRT Kanununun 34. maddesi gereğince ne
işlem yapıldığı ve bir işlem yapılıp yapılamayacağına ilişkin soru, bu maddenin
kapsamına girmediğinden, Başbakanlıkça yapılacak kanuni işlem bulunmamaktadır.
Bu dönemde izlenen yayıncılık politikasından
biri de Türk kökenli ülke ve bu ülkelerin liderlerine veya temsilcilerine
ilişkin haberleri yayınlamama veya haberleri çarpıtarak verme siyasetidir.
Kırımlı Türkler’in lideri Mustafa Cemiloğlu’nun sürgündeki Kırım Türkleri’nin
yurtlarına dönmesini istediği, bunun için de müebbet hapis cezasıyla Sibirya’ya
sürüldüğü biliniyordu. Daha doğrusu basın hürriyeti olan ülkelerde biliniyordu.
Bu dönemde TRT bu olayla ilgili haber yayınlamaktan kaçınmıştı. Mahkûmlar
cehenneminde bulunan, köle olarak yaşamaktansa açlık grevi ile kızıl
emperyalizmi protesto ederek ölümü göze alan Cemiloğlu’nun kahramanca
mücadelesi de batı ajanslarında flaş haber olarak verilmişti. Komünist
ülkelerin dışında bütün ülkelerde, hatta bazı komünist ülkelerde yayınlanan bu
haber TRT’den de verildiğinde birçok kişi buna kızmıştı (Özdek, a.g.e: 308).
TBMM’deki bazı milletvekilleri de bu görüşe
katılmıştı. Kars Milletvekili Doğan Araslı bu tür yayınlar konusunda TRT’yi
eleştirmişti (Araslı, TBMM, B.38, 13.1.1976, O.1).
Bütün dünyada zulüm altında bulunanların
özgürlük mücadelesiyle ilgili haberlere TRT bültenlerinde yer verilmesi çağdaş
habercilik anlayışının bir gereğidir. Ta ki bu zulmü kim yaparsa yapsın. Yayın
kuruluşu, özgürce kamuoyunun oluşmasını hedef edinmişse ister kapitalist, ister
sosyalist, isterse faşist insanlar bu zulmü yapıyor olsun, bu tür haberlere
ayrı bir önem verilmesi gerekir. Çünkü bu zulüm insanlık suçudur ve insanlığın
ayıbıdır. Fakat bu dönemde TRT’nin bu tür bir anlayışla hareket etmediği
söylenebilir. Zulüm yapan ülke Çin veya Rusya ise buna pek yer verilmezdi. Doğu
Türkistan’daki Türklerin, Kerkük Türklerinin, Kırım Türklerinin sürgün
edilmesinden ve zulüm görmesinden söz edilmesi ırkçılık sayılıyordu. Hatta bu
tür yayınlarla bu ülkeleri gücendirmiş oluyoruz şeklinde bir düşünce egemendi.
Nitekim Ecevit, yaptığı bir açıklamada gerek Çin Halk Cumhuriyeti’nin, gerek
İran ve Irak’ın ve gerekse Rusya’nın bu tür yayınlardan şikâyetçi olduğunu bu
nedenle ülkemize notalar verdiklerini, dolayısıyla bu tür yayınların o ülkenin
iç işlerine karışmak anlamına geldiği düşüncesiyle, TRT’de bu türdeki program
ve haberlere yer verilmemesi gerektiğini açıklamıştı. O dönemlerde TRT’de
çalışan Refik Özdek TRT’nin bu konudaki bir uygulamasını şöyle özetlemektedir
(Özdek, 1977: 169):
Doğu Türkistan’dan göç
ederek Türkiye’ye gelen ve Salihli’ye yerleşen Türklerle bir röportaj yapmak
için TRT ekibi Salihli’ye gitmişti. Röportajda göçmenlerin liderine sorulan
"Sizin buraya nasıl geldiğinizi, bugünkü durumlarınızı ve oyunlarınızı
saptamaya geldik" şeklindeki soruya, bu kişinin "Komünizme özenenler
bakıp bize ibret alsınlar" şeklinde cevap vermesi karşısında TRT
elemanları onu hemen susturdular:
"Yoo, siyaset
yapmak yok, komünizmi karıştırma, bizim konumuz değil, buraya nasıl
geldiniz?"
"Uçsuz bucaksız
Taklamakan Çölü’nü, sonra yüksek Tibet Yaylası’nı yürüyerek, at sırtında, zaman
zaman çarpışarak aştık, Hindistan’a geldik, oradan da Türk Hükümeti’nin ve
Birleşmiş Milletler’in yardımıyla Türkiye’ye geldik..."
"Bu kadar uzak
yoldan niçin geldiniz?"
"Efendim, biz
Türküz, Türkistan ana yurdumuz, burası da ikinci yurdumuz... Söylesem politika
olan o şey var ya, işte o sebepten ana yurdu bırakınca ikinci yurda
geldik..."
Öte yandan Sovyetler Birliği’ne bağlı ülkelerin
aleyhlerinde yayınlanan haberler de eleştirilmişti. Örneğin, kötü yemek
verildiği için mürettebatı isyan eden bir Rus savaş gemisinin Rus savaş
uçakları tarafından Baltık Denizi’ne batırılmasına ilişkin haberi Tass Ajansı
da doğrulamıştı. Bu haber TRT’de yayınlanınca birtakım sol düşünceye mensup
insanlar tarafından kurum şiddetle eleştirilmişti (Özdek, 1977: 309).
Seçimlere ilişkin haberlerde de, daha önce bu
konuda uygulanan prensiplere göre hareket edilmediği gerekçesiyle, Cem yönetimi
eleştirilmiştir. 16 Mart 1975’te İstanbul’un Kartal ilçesinde yapılan Belediye
Başkanlığı seçiminin veriliş tarzı, TRT’nin belirli bir görüşü desteklediği
şeklinde iddialara neden oldu. Şaban Karataş bu konuya ilişkin şu görüşleri
dile getirmektedir: "...TRT ilçelerde yapılan belediye başkanlığı
seçimlerini iki cümle ile yayınlar. Şu kazandı, şu kadar oy aldı, der geçer. Bu
böyle değil, belediye başkanlığını kazanan CHP’nin aldığı oy "Milliyetçi
Partiler Topluluğu" diye adlandırılan, MSP, CGP ve MHP tarafından AP
adayının desteklendiği, DBP’nin, TSP’nin adaylarının, bağımsızların aldığı
oylar. Üstelik 23.00 haberlerinin ikinci sırasında, ertesi sabah 7.30
haberlerinin üçüncü sırasında, 8.00 haberlerinin özetlerinde veriliyor"
(Karataş, 1978: 301).
Günümüzde bu tür haberler daha da geniş olarak
verilmektedir. Ancak dönemin gergin ortamı ve TRT üzerindeki siyasi
tartışmaların yoğunluğu düşünülürse bu eleştirilerin nedeni daha kolay
anlaşılabilir. Nitekim bundan önce de, ihtilal dönemleri hariç, özellikle DP
döneminde seçim sonuçlarına ilişkin haber yayın politikası da şiddetli bir
şekilde eleştirilmişti.
Gerek siyasi içerikli haberler gerekse
partilerle ilgili haberler yukarıda da belirtildiği gibi hep eleştirildi. TRT
Yönetim Kurulu bu konuda şöyle bir karar almıştır: "Haber yayınlarında
haberlerin sıralanmasında kabul edilen niteliklerinden biri şudur: Haber
sıralanmasında protokoller esas yerine kamuoyunun ilgisi esası daha hassas
şekilde uygulanmalıdır. Ancak, devlet başkanının faaliyetini yansıtan haberlere
öncelik tanınmalıdır. Bu prensip daima göz önünde tutulmalı, haberlerin
sıralanışında bu protokoller esas, çok önemli bir haber lehine bozacak
nitelikte iç ve dış haberler olmadığı zamanlarda bozulmamalıdır" (Bkz.
Atatürk İlkeleri, Programlar ve Müzik Konularında Uyulması Gereken Esaslar ve
Alınacak Tedbirler, a.g.e: 19).
Bu dönemde, 12 Mart TRT’si yönetimince ekrana
çıkması yasaklanan Ruhi Su, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Çetin Altan gibi yazar ve
sanatçılar rahatlıkla ekranda görünebildiler. Bu durum bazı siyasi partilerce
iyi karşılanmadı (Bulak, 1976: 205-209). Muhalefetteki siyasi partilerin ekrana
sol düşünceli kişilerin çıkmasına tahammülleri yoktu. Hatta konu TBMM’de
yapılan konuşmalarda gündeme gelmişti. Örneğin Adalet Partisi Muğla Milletvekili
konuya ilişkin verdiği meclis araştırma önergesinde şu iddialarda bulunmuştu
(Budanlı, TBMM, B.69, 30.4.1974, O.1: 249-250):
... TRT Kanunu’nun
yayın ilkeleri matlabı altındaki yayın maddelerine aykırı davranışlar içine
girildiği ve TRT’nin 12 Mart öncesinin anarşi kundakçılığı yaptığı devre
döndürülmek istendiği görülmektedir. Bilhassa personel arasında görülen yarar
ve dost kayırma, sol tandanslı kimselere her türlü yayın hizmetlerinde (program
hazırlama, mikrofonda ve ekranda görülme) kullanmak suretiyle radyoyu ve
televizyonu milletin değil, solcuların elinde bir uydu haline getirme hazırlığı
içine girildiği söylenmektedir. Aslında millete has ve milli olması lazım gelen
radyo ve televizyonumuzda milletin katiyen kabul etmediği ve muayyen bir
zümrenin adamı olmaktan öteye gidememiş sol tandanslı kişileri onore etmek için
ekranlara çıkarılmaktadır. Bilhassa son günlerde Erol Aksoy adındaki bir
kişinin takdimciliğini yaptığı "Sanat Olayları" köşesinde münhasıran
solcu yazar ve şairlerin, büyük bir itina ile ve allandıra ballandıra büyük
Türk ozanı şeklinde reklamları yapılmaktadır. İlk önce bir açıkoturumda,
mizahçı bir solcu (Aziz Nesin), arkasından bir başka solcu şair ve bunu da
diğerleri takip etmektedir. Bunun nerede duracağı bilinmemektedir...
Muhalefet bu konuda böyle düşünürken CHP aynı
düşünceyi paylaşmamaktaydı. Nitekim bu eleştirilere CHP milletvekili Sadullah
Usumi şöyle cevap vermiştir (Usumi, TBMM, B.73, 9.5.1974, O.1: 483):
Bir açık oturumda
mizahçı solcu bir yazar konuşmuş. Buldanlı ve arkadaşları buna kızıyorlar.
Tabii konuşacak. Çünkü size göre sol görüşlü yazar televizyonda ve radyoda
konuşmaz: ya dayak yer, ya da hapishanede yatar, gözleri kör olana kadar. Solcu
yazar dedikleri Aziz Nesin’dir arkadaşlarım. Milletin vekilleri sanatsever, edebiyata
saygılı olmalı ki, millet de ileri gitsin. Eline kalemi sadece çamur atmak için
alan bir Buldanlı kalkacak ve hayatını kalemine bağlayıp Türkiye’nin adını
sınırların dışına İtalya’ya, İngiltere’ye, Rusya’ya ve Amerika’ya götüren Aziz
Nesin’i suçlar biçimde ‘solcu yazar’ diyecek. İşte bu yüzden çağ dışı kaldınız
Sayın Buldanlı.
4.4.
TRT, Yoğun İdeolojik Tartışmaların Hedefi Oluyor
İsmail Cem partilerin kendisini ve TRT’yi
eleştirmelerini radyo ve televizyonun etkin konumu yüzünden haklı olarak görmekteydi:
"Gerçekten AP, MSP, MHP, DP ve CHP, TRT konusunda hükümete yaptığı
baskılar konusunda haklıydılar. TRT halkın yararına bir yayıncılığı ilk olarak
etkin bir biçimde gerçekleştirmekte ve önceliği halka vermemiş bu siyasi
kuruluşların, dolayısıyla yıldırımlarını çekmekteydi" (Cem, a.g.e: 154)
diyen Cem, partilerin TRT’yi gündemde tutmalarının gerekçesini ise şu şekilde
açıklamaktadır (Cem, 1976: 173): "... Çünkü Radyo ve Televizyon
yayınlarında bu kadar geniş propaganda kabiliyeti olduğu müddetçe siyasi
çevreler elbette bu müesseseler üzerinde bazı iddialarda bulunacaklardır."
İsmail Cem, Ecevit’in tüm hizmet döneminde
kendisine şu veya bu şekilde telkinde bulunmadığını beyan etmektedir. Bu konuda
"... TRT’ye ilişkin en küçük bir öneri ya da eleştiride bulunmaktan adeta
dikkatle kaçınıyordu. Sayın Ecevit’in bütün başkanlığı süresince ve titizlikle
izlediği bir ilke olmuştu bu. TRT ve benim üzerimde en küçük bir etki
yapabilecek sözlerden, konulardan dikkatle uzak durmuştu. Haberler ve yayınlar
üzerinde hiçbir etki girişimi olmamıştı" demektedir (Bkz. Cem, 1976).
Fakat TBMM’de, daha sonraki bölümde de
açıklanacağı üzere, "Görevimiz Tehlike" adlı dizinin Ecevit’in
emriyle yayından kaldırıldığına ilişkin tartışmalar çıkmış ve bu konuda bir
yazılı soru önergesi verilmişti. Ecevit ise yaptığı yazılı açıklamada "Bu
konuda TRT’ye herhangi bir emir vermediğini, bir konuşma sırasında bu dizi ile
ilgili şahsi görüşünü belirttiğini ve bunun TRT’yi bağlamayacağını" ifade
etmişti.
Cem, Ecevit’in kendisine herhangi bir telkinde
bulunmamakla birlikte Türkiye’nin sol kanadı ile çok yönlü bir etki-tepki
ilişkisinin olduğunu belirtmektedir. İlk aylarda bazı sol grupların eleştiride
bulunmasına rağmen daha sonra tüm sol Cem’e destek verdi. Cem solu, Atatürkçü
sol, CHP solu ve Marksist sol olarak üç gruba ayırırken Atatürkçü solun
bakışını şu şekilde açıklamaktadır (Cem, 1976: 102-103):
... Bu grup TRT’ye
saldırmak için bir ay bile bekleyemedi. Bu düşünce açısından, haberlerde sağ
partilere yer vermek, eğlence programı ya da spor programı yapmak neredeyse
ihanetin ta kendisiydi. Hele kazara dini duyguları istismar eden bir yayını
yumuşatsanız, çocuk psikologlarının önerisiyle, çocukları düşündüğünüzden
kaldırsanız gericiliğiniz hemen tescil olunmuş demekti... Nihayet ve her şeye
rağmen ayrıcalıklarına, özelliklerine rağmen bir üstyapı kuruluşu olan TRT’nin
ancak altyapısının sınırlarını çok akıllıca zorlayarak bir serbestlik alanı
bulduğu diyalektik bir yaklaşımla üstesinden gelinebilecek TRT sorununa
pozitivist açıdan yaklaşan bizim Atatürkçü solun kavrayabileceği bir şey
değildi. Sözgelişi solcu bir halk türkücüsünü ekrana çıkarmanız, onlardan övgü
almanıza yetmekteydi. Onların doğrultusunda davranmış olsaydım, belki de dar
çerçevede hemen beğenilecekti TRT ama, kitlelerle kurduğu diyalogu ve zamanla
kazandığı etkinliği asla bulamayacaktı.
CHP solunun bir bölümü Demirel ve AP’nin ekran
ve mikrofondaki varlığına, AP’nin Ecevit’i eleştirmesine sinirleniyordu.
Hâlbuki Cem, bu tür bir anlayışın yasal olmadığını, hatta sola ve Türkiye’ye
zarar vereceğini belirtmektedir.
Ayrıca Cem, kendi döneminde solun eşit temsil
edilebilme konumuna geldiğini belirterek şöyle devam etmektedir: "... Eğer
işveren kuruluşu konuşmuşsa, işçi kuruluşu da hemen konuşabilirdi. Ziraat
odalarının yanı sıra Ziraat Mühendisleri Odası, Eğitim Bakanı’nın yanı sıra
TÖB-DER ve çeşitli kitle kuruluşları haberlerde hakları olan yerleri ilk defa
aldılar. 1974’te solun sorunu sağın susturulması değildi, kendisinin
konuşabilmesiydi... (Cem, 1976: 104).
Bu iki sol gruba rağmen, Cem’e tam destek veren
grup ise, sosyalist sol ve sınıfsal sol (sendikasız işçiler, memurlar, işçiler,
aydınlar) oldu. Sosyalist solu temsil eden DİSK, eski TİP çevreleri, TÖB-DER
gibi kuruluşlar ve sosyalist bilim adamları, ilk günden başlayarak TRT’ye arka
çıktı. Bu desteğin asıl nedeni elbette ideolojikti. Çünkü sınıf bilincinin
sağlanması ve değişim hızının sağlanması ancak bu kuruluşlar ve TRT arasında
etkileşimle gerçekleşebilirdi. Nitekim bu dönemde TRT’nin görevi de görsel
yayıncılık yapmak, değişimi hızlandırmak şeklinde belirlenmişti. Bu açıdan bu
kuruluşların haberlerinin TRT haber bültenlerini kapsaması, radyo ve
televizyona yüklenen misyonun icabıydı.
Sosyalist solun TRT’yi eleştirmesi radyo ve
televizyonun çağdaş prensipler doğrultusunda idare edilmediği, tarafsızlığının
sağlanmadığı, ülke menfaatlerini savunmadığı veya kalkınmaya fayda
sağlamadığından değil, tamamen ideolojikti. Sosyalist sol Cem’i değil radyo ve
televizyonun Marksist düşünceye göre, olumlu fonksiyonu olmayacağı yolunda eleştirdi.
Bu anlayışa göre "... TRT bir üstyapı kuruluşudur. Dolayısıyla altyapı ile
olan ilişkisine, bir çeşit kaderci bağlarla bağlıdır. Altyapı üretim ilişkileri
değişmedikçe, TRT ancak egemen sınıfın sözcüsü olabilir. Dolayısıyla TRT’ye
olumlu bir işlev yüklemek imkânsızdır." Hâlbuki Cem bu konuda farklı
fikirdeydi. Cem’in bu konudaki yaklaşımı ise şöyledir: "... Nitekim
Marksizm kuramcıları altyapı-üstyapı ilişkileri üzerine getirdikleri doğruların
bazı yanlış kullanımlara yol açabileceğini görerek çeşitli uyarılarda
bulunmuşlardı: Üstyapının tabiatıyla altyapıyı belirlediğini, ancak üstyapının
da kendini belirleyen altyapıyı değişime doğru etkilediğini ve evrime, hatta
devrimine önemli katkıda bulunduğunu belirtmişlerdir" (Cem, 1976: 106).
Adalet Partisi ise başından beri Cem’i meşru
bir genel müdür olarak kabul etmemiştir. Cem’in gerek gazetede yazdığı
yazıları, gerekse 11 sayılı Kanun Hükmündeki Kararname buna gerekçe olarak
gösterilmiştir.
Cem’in Genel Müdür olabilmesi için Kanun
Hükmünde Kararname çıkarılmasının yasalara aykırı olduğunu ve devlet memuriyet
geleneğinde olumsuz icraatların başlangıcını teşkil edeceğini ileri süren
Adalet Partisi, ayrıca Cem’in Türk polisini suçladığını, anarşiyi kışkırtmakla
meşgul olduğunu dolayısıyla bu düşünceye sahip bir kimsenin Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin en önemli ve etkili bir kurumu olan TRT’ye genel müdür
olamayacağını iddia etmiştir. İktidar partisi dışındaki muhalefet partileri de
bu konuda aynı görüşleri savunmaktaydılar (Bu konuda bkz. TBMM’nin Mayıs-Ekim
1974 Tarihli Tutanakları).
İsmail Cem kendisinin bu şekilde suçlarla itham
edilmesini şu şekilde açıklamıştır: "... Büyük sermaye çevreleri TRT’ye ve
benim yönetimime karşı olmakla haklıydılar. Televizyon en etkili yayın aracı
durumuna gelmişti. Ve bu araç bütün geçmiş uygulamaların aksine sağ ve sola,
işçiye ve işverene eşit imkân sağlıyordu (Cem, 1976: 108). Bu bakımdan Cem, sağ
partilerin bu uygulamaları eleştirmesini işçi kesiminin sesinin duyurulmasına
bağlıyordu.
CHP milletvekili Sadullah Usumi de TBMM’de
yaptığı konuşmada bu şikâyetlere karşı, "Evet TRT’de sol görüş de çıkıyor
arkadaşlarım. Çünkü Türkiye’de artık topal, tek bacaklı demokrasi sona erdi.
Evet, sermayenin doğrultusundaki Adalet Partisi de, diğer partiler de
konuşacak, ama bilesiniz ki sol da konuşacak. İşçilerin, emekçilerin, alın
terinin yanındakiler de konuşacak." şeklinde karşılık verdi (Usumi, TBMM,
B.73, 9.5.1974, O.1: 483).
AP yetkilileri giderek TRT’nin tarafsızlığını
yitirdiğini ileri sürerek partileri ile Cem’in arasının gerginleşmesine neden
oldu. Bu nedenle Cem, Demirel’i yasal hakkını kullanmaya davet etmişti. Genel
Müdür Cem "Altı aydır süregelen ağır suçlamalar bundan sonra da devam
edecek, fakat kanuni yola başvurmaktan kaçınılacaksa TRT hakkında AP Genel
Başkanı’nın suçlamaları içyüzünü kavrayamadığımız düşüncelerin bir sonucu
olmaktan öteye gidemeyecektir. Kanuni merciin önüne getirilmeye cesaret
edilememiş bir isnat olarak boşlukta sallanıp duracaktır." demişti. Hatta
Cem, kendinden emin olarak adeta Demirel’e meydan okumuştu: Demirel’i gerekirse
TRT Seçim Kurulu’na başvurmaya davet eden Cem basına yaptığı açıklamada şunları
ifade etmiştir (Milliyet, 3 Eylül 1974):
Adalet Partisi Sayın
Genel Başkanı’nın TRT’ye yönelttiği suçlamalar son derece ciddidir.
Dolayısıyla, AP Sayın Genel Başkanı’nın TRT Genel Müdürü hakkında kanuni
mekanizmayı bir an önce işletmesi, meseleyi ve iddialarını kanuni karar
merciinin önüne getirmesi gerekir.
AP Sayın Genel
Başkanı’nın sık sık belirtmiş olduğu gibi Türkiye bir hukuk devletidir. Her iddiayı
değerlendirebilecek bir kanuni mercii ve her suçun bir müeyyidesi vardır.
Türkiye’de Sayın AP Genel Başkanı’nın ısrarla iddia ettiği gibi TRT siyasi
tarafsızlığı gerçekten kalmamış bir kurumsa ve gerçekten Anayasayı ihmal
etmişse ve eğer söz konusu suçlamalar inanarak öne sürülmüşse, AP’nin Sayın
Genel Başkanı hiç vakit kaybetmeksizin kanuni merci olan TRT Seçim Kuruluna
başvurmalı ve TRT Genel Müdürü’nün görevden alınmasını talep etmelidir. Bu
sadece bir hak değil, görevdir aynı zamanda. Zira dört üniversite rektörü ve
Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri’nden oluşan TRT Seçim Kurulu’na başvurma
yetkisi ancak Meclis’te grubu bulunan siyasi partilere ve başbakana
tanınmıştır. AP Sayın Genel Başkanı’nın öne sürdükleri suçlamalar boşlukta
bırakılamayacak kadar ciddidir.
AP Sayın Genel
Başkanı’nın iddia ettiği gibi eğer TRT’nin tamamen anayasa ve kanun dışına
çıkması diye bir durum gerçekten varsa, bu seyirci kalınacak bir durum
değildir. Dolayısıyla hukuki yola başvurmalarını ve iddialarını kanuni karar
merciinin önüne getirmelerini, TRT olarak AP’nin Sayın Genel Başkanı’ndan
hassaten rica ederiz.
1974 yılında CHP ile ortaklaşa hükümet kuran
MSP ilk dönemde, muhalefet partilerinin aksine bu konuda temkinli konuşuyor ve
sabredilmesi gerektiğini vurguluyordu. MSP Konya Milletvekili Şener Battal bu
konuda açılan bir meclis araştırması önergesinde partisinin görüşlerini şu
şekilde dile getirmiştir (Battal, TBMM, B.73, 9.5.1974, O.1):
... Sayın Genel Müdür
İsmail Cem İpekçi’nin işe başladığı günkü bazı beyanatlarını müspet
karşıladığımı belirtmek isterim. Sayın İpekçi, ‘TRT’nin görevi belli bir
görüşün halkoyunun serbestçe oluşmasına yardım etmektir’ diyerek,
arkadaşlarımızın önergedeki endişelerini izale edici bir tutum içerisinde
olduğunu ifade etmiştir...
Battal, "TRT’nin çok önemli bir haber ve
kültür aracı olduğunu belirterek, dil konusunda yapılan suçlamalara
katıldıklarını, Türkiye’de bir dil anarşisinin olduğunu belirtmektedir. Bu
anarşiyi seneler önce ders kitaplarına bu tür kelimeleri koyarak okutan MEB’in
başlattığını ve TRT’nin bu konuda dikkatli olması gerektiği görüşünü ileri
sürmüştür. Ayrıca Battal, TRT’nin suçla itham edilmesi için zamanın henüz çok
erken olduğunu belirterek, konuya soğukkanlılıkla yaklaşılması gerektiğini,
konunun rüzgâr yapmak için alet edilmesinin doğru olmadığını"
belirtmiştir.
Fakat MSP bu iyimser tutumuna rağmen, aslında
Cem’in habercilik anlayışından hoşnut değildi. Cem, bunun gerekçesini şu
şekilde izah etmektedir (Cem, 1976: 146):
... MSP’liler kendi
haberlerinin CHP’ninkiler kadar yer almadığını, oysa kendilerinin de hükümette
bulunduğunu belirtir, bazen sık sık telefon ederlerdi. Oysa şunu her zaman her
yerde ve kesinlikle söyleyebilirim ki, bizim dönemimizde siyasi partiler ve
siyasi parti haberleri konusunda aşırı bir dikkat ve objektiflik vardı... MSP
bu konuda yakınırdı ama hükümetteki bakanların daha fazlası CHP’liyse, hükümet
haberlerinde CHP bakanlarının isminin daha çok geçmesinde benim ne yanlışım
olabilirdi... MSP’nin koalisyondan yakınmaları daha çok bu ve benzeri konularda
olmuştu sanırım...
Fakat CHP-MSP hükümetinin yıkılıp yeni
hükümetin kurulmasından sonra, MSP’nin Cem konusunda farklı bir kanaate sahip
olduğu görülmektedir. Erbakan, yeni hükümetin Cem’i görevden alacağını
belirterek "TRT asla Moskof gibi hareket etme serbestisine sahip
olmayacak. Bu TRT bizim memleketimizin ahlakını tahrip ediyor, solculuk
propagandaları yapıyor. Onun için hükümet olarak TRT’nin başındakini azletmeye
karar aldık" demiştir. Cem ise bu sözleri üzerine Erbakan’ı mahkemeye
vermiştir (Cem, 1979: 222).
CHP-MSP koalisyon hükümeti yıkılıp, yeni
hükümet kurulduktan sonra, iktidarın ilk işi TRT’nin genç genel müdürünü
görevden almak oldu. Çünkü Adalet Partisi muhalefette iken Meclis’te bu konuda
çok çaba harcamıştı. Ayrıca Erbakan da TRT’nin CHP’nin haberlerine çok zaman
ayırmasına rağmen MSP ile ilgili haberlerin radyo ve televizyondan
verilmediğine ilişkin serzenişlerde bulunmuştu. Bu nedenle bu iki parti de bu
konuda hemfikirdi.
Siyasi partilerin Cem’i görevden uzaklaştırmak
için ileri sürdüğü gerekçeler, tayin kararnamesinde de belirtildiği gibi,
kısaca şunlardır (Bkz. Cem, 1976 ve Karataş, 1978):
a- Cem’in devlet memuriyetinin olmaması,
b- Cem’in Milliyet Gazetesi ve kitaplarında
yazdığı yazılar,
c- Türk örf ve âdetlerine aykırı yayıncılık
yapması,
d- Sınıfçılık ideolojisi gütmesi,
e- 24 Ocak 1975 tarihinde İstanbul
Üniversitesi’nde meydana gelen olayların saptırılarak kamuoyuna sunulması ve
Üniversite Senatosu’nun olaylara ilişkin açıklamasına yer verilmemesi,
f- Bu vesileyle tek taraflı yayınlarla
anarşinin kışkırtılması,
g- TRT’yi solun, sol kuruluşların borazanı
yapması... vs. idi.
Bu ve benzeri gerekçeler su yüzünde görülen ve
kâğıt üzerine yazılabilen gerekçelerdi. Aslında bunlardan da öte Cem’in
görevden alınması bir anlamda ideolojikti. Buna göre, "... Marks’ın,
Lenin’in ve öteki komünist kuramcıların emirlerine göre hareket ettiği için,
her şeyi Marksist açıdan ele aldıkları için, temel kültürü ‘politik olarak’ ele
geçirmek ve sonra onu proletarya kültürüne dönüştürmek istedikleri için, bu
amaçlara ulaştırmak için TRT’yi araç olarak kullanmak istedikleri için, gerçek
demokrasinin zıddına hürriyetsizlik rejimine zemin hazırladıkları için,
Türkiye’de aydının başta gelen görevinin Lenin’in emirlerine uymak olduğunu
söyledikleri için Cem’in görevde kalması mümkün olmazdı (Özdek, 1977: 178).
Hükümetin Cem’i bu ve benzeri düşüncelerle
itham etmesi Hükümet-Cem kavgasının başlamasına neden oldu. Bu kavganın
gerekçesi ise daha önceki döneme kadar gitmekteydi. CHP milletvekili Sadullah
Usumi bunu şu şekilde izah etmektedir (Usumi, TBMM, D.73, 9.5. 1974, O:1):
1974 Türkiyesinde
önemli değişiklikler olmuş, sermaye-emek dengesine saygı gösteren ve
özgürlükten yana olan siyasetçiler iş başına gelmiştir. Özgürlüğe ve
tarafsızlık ilkesine saygılı bir iktidarın bu anlayışını devlet müesseselerine
de intikal ettirmesi kadar tabii bir şey olamaz.
Nitekim TRT de bu
anlayışa kavuşturulunca, birden kızılca kıyamet koptu. TRT’yi eleştiren
önergeler sıralanmaya başlandı. Eğer emeği ve emekçileri bir kenara iterek,
büyük iş adamlarıyla her gün boy boy röportajlar yapılmış ve onların sorunları
üzerine eğilinmiş olsaydı, şu anda TRT için bir meclis araştırması talebi de
bahis konusu olamazdı, belki de TRT için methiyeler işitebilirdik.
Değerli milletvekilleri,
şimdi ifade etmeye çalıştığım hususların ışığı altında TRT için ileri sürülen
iddialara bir göz atalım:
TRT’nin yayın
politikası, kanunun tarafsızlık prensiplerine taban tabana zıt bir seyir takip
etmekteymiş. Tarafsızlık yayınlarda sadece siyasetçilere aynı ölçüde hak
tanımakla sağlanamaz. Aynı zamanda fikirlerde de bu ölçüye riayet etmek
gerekir.
Bütün dünyada olduğu
gibi, ülkemizde de sermaye ile emeğin çatışması vardır; bu doğaldır. Asırlarca
güçleri arkasına alan sermaye, daima emeği ezmiş ve çeşitli imkânlarıyla
emekçinin sesinin çıkmasını engellemiştir. Emekçi de kitaplarda ve gazetelerde
yazılamadığı ve kendi öz malı olan devlet radyosundan anlatılamadığı için,
dünyanın demokratik ülkelerinde kendi durumunda olanların ne gibi haklara kavuşturulduğunu
yıllar yılı öğrenmemiştir. Bu yüzden de hakkını değil, sermayenin lütfettiğini
alabilmiştir. Sermaye sahipleri ise, hükümetleri daima yanında bulmuş ve
istediği gibi at oynatabilmiştir.
Cem de hükümete karşı
verdiği bu mücadelenin gerekçesini şöyle açıklamıştır (Cem, 1976: 224):
... Zaman zaman
mücadeleyi fazla mı uzattığımı kendime soruyor, ancak mücadelenin benim genel
müdür kalmamla değil, aslında halkın TRT’sini savunmakla ilgili olduğunu
düşünerek, son ana kadar direnmeyi görev biliyordum. Gerçekten ben, Türkiye’nin
hak yığınlarının, köylülerin, işçilerin ve aydınların adına mücadele
etmekteyim. TRT’nin özellikle onların yararına çalışması, onların sorunlarını
yansıtarak çözümleri kolaylaştırması, onların anayasa doğrultusunda kendilerini
ve çevrelerini değiştirme sürecine TRT’nin yasal görev olarak katkıda bulunması
için vermekteydik, bu mücadeleyi. Hukukun üstünlüğü, hukuk devleti, anayasa
ilkelerinin korunması için kendimizi tüketmekteydik.
Başka bir açıklamasında da Cem, bu mücadelenin
nedenini, "bir kurumun, bir ekibin, Türkiye’deki sınıfsal ve siyasi güç
dengeleme direnişi" olarak belirtmektedir (Cem, 1976, 270).
Bu ikili siyasi çekişme konuyu bir ülke sorunu
haline sokma durumuna gelmişti. Bu yüzden Cem, televizyon ekranından kendi
icraatlarını savunmak zorunda kalmıştı. 2 Mayıs 1975 günü akşamı, televizyonda
2,5 saat süren bir konuşma yaparak hükümeti halka şikâyet etti (Tuğrul, 1975:
70). Cem mesajında "... Radyo Televizyon gibi yayın kurumlarının mikrofon
ve kameraları halkın malıdır, halk için kullanılır" diyerek kavgasını
gerçekten halk adına yaptığını ispat etmeye çalışmıştı. Cem, kendisine karşı
çoğu yersiz eleştirilerin, duygusal saldırıların MC Hükümeti, bu hükümetin
sözcüleri ve hükümeti destekleyen bir kısım basın tarafından yoğunlaştırıldığı
günlerde, TRT’yi şahsi savunması ve icraatın övgüsü için iki saatten fazla
kullanmasında sakınca görmemiştir... Cem bu ilginç programda, önceden
kendisinin hazırladığı hemen belli olan bir yığın soruya, önceden hazırladığı
bir yığın karşılık vermiş, açıklama yapmış ve girişimlerini savunmuştur
(Tuğrul, 1975: 472).
Cem I. MC Hükümeti kurulmadan önce de, Sadi
Irmak döneminde muhalefet partilerinin kendisini eleştirmesi üzerine
televizyondan kendini savunma ihtiyacı duymuştu. Hatta bu konuşmadan sonra MC
Partileri bir araya gelerek, Başbakan Sadi Irmak’tan İsmail Cem’i görevden
almasına ilişkin bir bildiri yayınlamışlardı.
Ayrıca Cumhuriyet Senatosu ve Meclis Genel
Kurulu’nda da bu konu hemen gündeme alınarak, Cem’in anayasayı ve parlamenter
demokratik rejimi tanımadığı ileri sürülerek acilen görevden alınması gerektiği
vurgulanmıştır.
Cem bu beyanatında da özetle şunları dile
getirmekteydi (Cem, 1976: 183):
... Son aylarda
Türkiye’nin en fazla iftiraya uğrayan, en hadsiz isnatlara hedef tutulan kurum,
tarafımdan yönetilen kurumdur.
Çevresinde Bizans
entrikaları döndürenler, iftira şebekelerinin saldırılarına uğrayan TRT’dir.
Gerçeklerin
görülmesine kızanlar ve aynaya küsenler elbette TRT’yi suçlayacaklardır.
Halkın sorunlarından
söz edilmesini arzu etmeyenler ekran ve mikrofonun halka uzak tutulmasını
isteyenler elbette TRT’yi suçlayacaklardır.
TRT milletin
malıdır... Ben milletime şikâyet ediyorum... Bütün müfterileri, Bizans
entrikalarını döndürdükleri olayları, muhasebesi yapılmak ve yargılanmak üzere
milletimin yüce vicdanına, halkımızın şaşmaz adaletine havale ediyorum.
Cem’in bu beyanatı, onun görevden alınmasına
ilişkin kararnamede şu şekilde ele alınmıştı (Cem, 1976: 239; Karataş, 1978:
327): "İ. Cem İpekçi, 26 Ocak 1975 günü radyo ve televizyondan yayınladığı
bir demeci ile kamu düzenini bozmuş, parlamentoda kendisine yöneltilen
eleştirilere cevap verirken devlet memurluğu niteliği ile bağdaşmayan ifadeler
kullanmıştır... Genel Müdür bu demecinde ‘Bütün müfterileri, Bizans
entrikalarını, döndürdükleri dolapların muhasebesi yapılmak üzere halkımın
şaşmaz adaletine havale ediyorum’ demiştir."
1971 Muhtırası’ndan önce de hükümet ile TRT
yönetimi arasında böyle bir mücadele vardı. O dönemde kurum personeli ve CHP
"özerklik mücadelesi veriyoruz" diyerek Adalet Partisi’nin kanun
değiştirme çabalarını, hükümetin TRT’nin siyasetine katılma isteğini boşa
çıkarmayı başarmıştı. Demirel o zaman, TRT anarşi kışkırtıcılığı yapıyor
diyerek, devlet ve ülkenin bekası için böyle bir teşebbüste bulunduğunu halka
anlatırken, özerkliği savunanlar ise TRT’nin çağdaş yayıncılık anlayışından
uzaklaştırılacağı ve Adalet Partisi’nin borazanı haline getirileceği
gerekçesiyle direnme göstermişti. Nitekim bu işi halletmek askeri yönetime
kalmıştı.
Özetle, 1970’li yılların ortalarındaki TRT
çekişmesi özerklik tartışması değil, anarşi kışkırtıcılığı yapma, tarafsızlığı
bozma, sınıfçılık ideolojisi gütme, Türk örfü ve âdetlerine aykırı yayın
yapma... gibi iddialar üzerine kurulmuş bir tartışmaydı. Bu tartışmayı sona
erdirecek bir yönetim olmayınca konu adalete intikal etti. Nihayet Türkiye
tarihinde benzeri görülmemiş mahkeme olayları ve tartışmalar sürüp gitti...
4.5.
"Sorun, Halkçılığın Ne Olduğu..."
Şimdiye kadar ele alınan konularda İsmail
Cem’in halkçılık anlayışına ne kadar önem verdiği ayrıntılı bir şekilde
görülmektedir. Siyasi partiler, dernekler, kuruluşlar ve şahıslar TRT
yönetimini eleştirdikçe onlara verilen cevap "Bu yayınların halk için
yapıldığı"ydı. Fakat halkın istediğinin yapılması konusunda özde herkes
aynı şeyi düşünmekteydi. Aslında sorun halkçılığın ne olduğu veya halkçılıktan
ne anlaşılması gerektiğiydi. Yoksa bütün yönetimler Atatürk ilkeleri
doğrultusunda TRT’yi yöneteceğini vadetmişti. TRT Kanunu da böyle
emretmektedir.
Herkes kendi düşüncesine göre bu konuda bir
yorum geliştirmişti. Bu yorum farklılığı halkçılığın, savunulan görüşten farklı
bir şey olmadığını ispat edebilme düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Başka bir
anlatımla çoğu siyasi temsilci yaptığı işin yanlış olmadığını ya da doğru
olduğunu kanıtlamak için, bu tür farklı yorumlarla halkçılık anlayışını belki
de istismar etme yoluna gitmiştir.
TRT yöneticileri bu dönemde yayınladıkları
programlarla "halka inmek", "halkla bütünleşmek" gibi bir
sloganla hareket ediyorlardı. Bu iki kavram da müphem şeyler. Nasıl halka
inilebilir veya nasıl halkla bütünleşilebilir ki? Halkçılık demek sınıf bilinci
meydana getirmek mi? Kuşkusuz bunlar tartışma konusudur. Sosyalist düşünceye
sahip olanlar bu konuda farklı yorumlar yaparken, sağdaki gruplar da farklı düşünceye
sahipti. Şaban Karataş Genel Müdür olduğunda TRT’deki bu durumu şu şekilde
özetlemektedir (Karataş,1978: 19):
... Milleti halkçılığa
alıştıracak. İşçi çağırır işçiye benzemez, köylü çağırır köylüye benzemez. Güya
halktan birinin ağzına mikrofon dayar, ezberlemiş mübarek:
‘Ben onu bunu bilmem,
kömürler devletleştirilsin, yollar devletleştirilsin, der.’
Tiyatro mu
oynatıyorsun, desen halk düşmanı olursun, halkımızın uyanmasını istemeyen
kapitalistlerin ve emperyalistlerin uşağı olursun...
Nitekim TRT’de, farklı halkçılık yorumlamaları
yüzünden uygulanan yayıncılık anlayışı sonucu TRT Yönetim Kurulu bu konuda bir
yorum yapma ve konuya açıklık getirme ihtiyacı hissetmiştir. Şöyle ki (Atatürk
İlkeleri, Programlar ve Müzik Konularında Uyulması Gereken Esaslar ve Alınacak
Tedbirler: 15);
Halkçılık: Türk
Milletinin, Atatürk’ün ana amaç olarak gösterdiği çağdaş uygarlık düzeyine bir
an önce çıkarılması, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlardaki her hamlenin
daima Türk toplumunu yüceltecek bir anlayış içinde yapılmasını öngörür.
Atatürk’ün halkçılık anlayışı Türk toplumunu meydana getiren fertleri bir
bütünün ayrılmaz ve eşit haklara, eşit sorumluluklara sahip üyeleri olarak
kabul eder. Başka bir deyimle, insanın insana veya bir zümrenin başka bir
zümreye tahakkümüne asla izin vermez.
Türk toplumunun bir
bütünün ayrılmaz ve eşit haklara ve sorumluluklara sahip fertlerden meydana
geldiği anlayışı, halkın hem maddi, hem manevi gelişimi için geçerlidir. Bu
anlayış feodalist bir yaşam düşüncesini reddettiği kadar, biraz önce de ifade
edildiği gibi her türlü sömürüye de şiddetle karşıdır. Türk toplumunu vücuda
getiren fertler arasında bir imtiyaz tanımaz (Anayasa: Madde 12). Anayasanın
153. maddesinde numara (7) altında zikrolunan "Lakap ve unvanların
kaldırıldığına dair 26 Teşrinisani 1934 tarihli ve 2590 sayılı kanun’ bu
düşünceyi açık olarak yansıtır. Hatta Atatürk’ün ‘Köylü efendimizdir’ sözü Türk
toplumunu vücuda getiren fertler arasındaki eşitlik ilkesinin yanı sıra Türk
aydınını, Türk köylüsünü ve genel olarak Türk toplumunu çağdaş uygarlık
düzeyine doğru maddeten ve manen yükseltme ve yüceltme görevinin durmaksızın
sürdürülmesi yolunda verilmiş bir işaret olarak kabul olunabilir.
Ayrıca Yönetim Kurulu, işçilerin problemlerinin
radyo ve televizyondan verilmesinin tabii bir şey olduğunu ama buna rağmen,
sınıf kavgası meydana getirecek şekilde bu insanları ezilen zümre olarak lanse
etmemek gerektiğini vurgulamıştır. Yönetim Kurulu açıklamasına şöyle devam
etmiştir (Atatürk İlkeleri, Programlar ve Müzik Konularında Uyulması Gereken
Esaslar ve Alınacak Tedbirler, a.g.e.: 42-43):
İşçi sorunlarını
yansıtan programların, Türk toplumunun bütün kesimlerinin sosyal ve ekonomik
dertlerinin orantılı bir şekilde olması lazımdır.
Türk işçisi kısmen de
olsa, oldukça iyi teşkilatlanmış ve hayat seviyesi bir dereceye kadar
düzelmiştir. Başka bir deyimle çalışanların geniş bir kesimi sosyal güvenlik
kapsamına alınmıştır. Bununla beraber, genel olarak işçilerin ve özellikle
ziraatla meşgul olanların sorunları üzerine eğilmek elbette ki gereklidir.
Ancak, genel olarak işçilerle ilgili konuları bir sosyal sorun düzeyinde ele
alarak işlemek bunun için de işçinin devamlı olarak ezilen bir sınıf olduğu
imajını yaratmamak, sınıf kavgasını körükleyecek görüntü ve mesajlardan
kaçınmak, kamu düzeninin sağlanması bakımından zorunludur.
Bunun yanında tarımla
uğraşan her türlü sosyal güvenden yoksun bulunan köylünün sorunları da aynı
anlayış içinde ele alınmalıdır.
Diğer taraftan,
işverenin de bu toplumun kalkınmasında payı ve rolü olduğu göz önünde tutulmalı
ve konuların işlenmesinde bu kesimin de görüşlerine yer verilmelidir.
4.6.
Siyasi Parti Liderleri Kendilerine Rakip Olacakları Yaşatmaz
MC Hükümeti İsmail Cem’i genel müdürlükten
alırken onun yerine Nevzat Yalçıntaş’ı atamıştı. İsmail Cem’in görevden
alınması için büyük çaba harcayan sağ kitle, Nevzat Yalçıntaş’ın yirmi beş gün
içinde TRT’yi örnek kurum haline getireceğine inanıyordu.
Sağ taban yeni Genel Müdür’den adeta mucize
bekler bir havaya girmişti. Bunun aksine sol kesim ise Yalçıntaş’ın gerek sağcı
olması gerekse daha önce milliyetçi partilerin birleşip hükümeti kurmaları
gerektiği yolunda bir bildiri yayınlayan on dört profesörden biri olması
münasebetiyle, farklı bir peşin hükme sahipti. Bunlara göre, Yalçıntaş
kapitalistlerin adamıdır. Onların emellerine hizmet edecek, TRT’yi MC
Hükümeti’nin borusu haline getirecektir. Bundan böyle televizyon halkın değil,
halkı sömürenlerin hizmetinde olacak, emekçilerin sesi duyulmayacaktır...
Bu farklı peşin hükümler dönemin siyasi
atmosferinin gergin olmasından kaynaklanmıştı. Özde iki düşünce arasındaki
gergin ilişkilere radyo ve televizyon ve onun idarecileri alet edilmişti.
Bu derece elektrikli bir ortamda genel müdür
olan Yalçıntaş, o zamanki TRT’nin havasını ve izleyeceği politikayı şöyle
anlatmıştı (Bkz. TRT Danışma Kurulu Toplantısı Tutanağı, 20 Ekim 1975):
... Türkiye’de
etkinlik bakımından bu kadar güçlü yayın araçlarının devletin tekelinde
bulunması onların daha büyük bir sorumluluk duygusuyla yönetilmesini
gerektirmektedir. Devlet tekelinde bulunan radyo ve televizyon yayınlarını
toplumun bir bütün olarak ihtiyaç ve yararlarına hizmet eder şekilde
kullanmalıdır. Bu hizmet sadece belirli grupların tercihlerine göre şekillenmiş
bir yayın politikası ile sürdürülemez. Demokrasilerde yayın idaresi böyle bir
anlayış çerçevesinde uygulamayı yapmalıdır. Çünkü demokratik rejimlerde söz,
vicdan, basın, seyahat ve çalışma hürriyeti gibi devlet tekelinde bulunan yayın
araçlarından güvenilir, doğru haber ve bilgi alma ilkesi de bu rejimin ayrılmaz
bir parçasıdır. Aksi halde demokratik devlet idarelerinin aniden veya tedricen
yıkılmasında basın yayın araçlarının önemli rolü olabilir...
... Tarafsız ve dürüst
bir radyo-televizyon yayını, demokrasi rejiminin vazgeçilmez bir şartıdır.
Böylece devletin üst kademe yöneticileri, hükümetler daha yüksek bir sorumluluk
duygusuyla, daha hassas bir titizlikle tekellerinde bulunan kamu yayın
kuruluşları idaresini kurmak görevindedirler. Bu kuruluşların idareleri siyasi
ihtirasları olanlara, ideolojik saplantıları bulunanlara, sorumluluk taşımayan
macera eğilimlerine verilmemelidir. Aksi halde bu yayın organlarına karşı güven
sarsılır, kitleler kısmen de olsa tek yönlü olarak şartlanmaya başlar. Ve
demokrasi zedelenir.
... Türkiye’de
kişileri, grupları, kuruluşları politize etme yönünde teşkilatlı bir eğilim ve
çaba vardır... TRT’nin bu politizasyon hedeflerinden biri olmaması
beklenemezdi... Farklı ve birbirine zıt politik eğilimlerin hedefi yapılmak
istenen TRT etrafındaki karşı görüşler arasında şiddetli tartışmalar çok yakın
geçmişte tekrar ortaya çıktı. Bu tartışmalar giderek şiddetli politik
mücadeleler, yıpratıcı ve yıkıcı fikir çatışması halini aldı.
Yalçıntaş’ın yayıncılık anlayışını şu şekilde
özetlemek mümkündür:
1. TRT Türk milletinin bütününün ortak malıdır.
Bazı teşkilatların, zümrelerin, şahısların hatta TRT yöneticilerinin ve
elemanlarının inhisarında telakki edilemez... Türk milletinin değerlerine,
hedeflerine, zevklerine, tercihlerine öncelik ve ağırlık verilmelidir.
2. Radyo ve televizyon yayınları tam bir tarafsızlık
içinde yürütülmelidir. Üniversite, yüksek adli kuruluşlar ve TRT’nin günlük
siyasi mücadele haline getirilmesi ilme, adalete ve Türkiye’de kamu tekelinde
olan yayına karşı inancı zedeler. Politikanın aracı haline gelen ilim, ideoloji
ve demagoji, adalet, haksızlık ve tarafsız olması gereken yayın ise propaganda
haline dönüşür. Herhangi bir ülkede böyle bir durumun ortaya çıkması halinde
esef edilecek husus ilmin, adaletin ve yayının tartışılması değil fakat
bunların siyasetin aracı haline gelmeleridir. Bu ise toplumu hasta hale
götürücü, buhran yaratıcı önemli bir gerileme faktörü teşkil eder...
3. Radyo ve televizyon yayınları milli birlik
ve bütünlüğe hizmet etmelidir. Yayınlar bölücü, ayrıcalık yaratıcı, kin ve
düşmanlık aşılayıcı nitelikte olmamalıdır. Türkiye’nin ülkesi ve milleti ile
bir bütün olması ilkesi, yayınların tümünde gözetilecek vazgeçilmesi mümkün
olmayan bir esastır. Sosyal gruplar halinde çatışma, inanç ayrılığı ve
bölücülüğü TRT tahrik etmemeli ve bu çeşit temayülleri beslememelidir...
Yalçıntaş TRT’nin yakın ve çok geçmişte siyasi
emellere alet edilmek istenildiğini belirterek bunun yanlışlığı üzerinde
durmuştur. Bu nedenle üzerine düşen görevin radyo ve televizyonun kitleleri
etkileyebilme özelliği nedeniyle toplumu sınıflara bölücü değil, tam aksine
bütünleştirici rol oynamasını sağlamak olduğunu ifade etmiştir.
Bu düşünceden yola çıkarak Yalçıntaş, radyo ve
televizyonda yayınlanan ve savunduğu görüşlere ters düşen programlara son
vermişti. Fakat siyasi gerginlik yüzünden partili gruplarca sürekli rahatsız
edilmeye çalışılmış, hatta ölüm tehditlerinde bile bulunulmuştu. Ayrıca TRT’de
elektronik cihazların bulunduğu yerde yangın çıkartılmıştı. Bu sırada Danıştay,
Nevzat Yalçıntaş’ın genel müdürlüğe atanmasına ilişkin kararı durdurarak
kararnameyi iptal etti.
Yalçıntaş MC Hükümetlerinin kurulması yönünde
çaba harcamış bir kişiydi. Bu yüzden MC Hükümeti tarafından ittifakla göreve
getirilmişti. Ancak zamanla Adalet Partisi içerisinde bölünme eğilimlerinin
doğması, Yalçıntaş ile Demirel’in arasının açılmasına, daha doğrusu Demirel’in
Yalçıntaş’a cephe almasına neden oldu.
Adalet Partisi’nin bölünerek erimeye yüz
tutması ve kan kaybetmesi yüzünden bazı AP’li parlamenterler -bu durumun
nedenini Genel Başkan Demirel’de görmeleri yüzünden- kendilerine birleştirici,
yıpranmamış bir genel başkan aramaya başladılar. Fakat bu yeni başkan Demirel’e
de karşı olmayacak bir kişi olmalıydı. Bu parlamenterlerin üzerinde durduğu
kişi Nevzat Yalçıntaş’tı. Yalçıntaş bu talep karşısında böyle bir teşebbüste
umulan sonucun alınacağına kani olmadığını, bu teşebbüsün bölünmeyi artırıp
hızlandırabileceğini, bunun hem parti hem de memleket için hayırlı olmayacağını
ve Demirel’in tecrübe ve liyakati ile barıştırma, birleştirme ve bölünmeyi
önleyebileceğini dile getirerek onlara teşekkür etmişti.
Yalçıntaş, genel müdür olduğu dönemde koalisyon
ortağı partilerin kendisine hiçbir baskı veya telkinde bulunmadığını ifade
etmektedir. Fakat AP genel başkanlık teklifinden sonra Demirel’in tavrı
değişti. Demirel, Güniz Sokak’a teklifsiz giren bazı milletvekilleriyle yaptığı
bir toplantıda Yalçıntaş’tan "İşte sizin AP genel başkanı yapmak
istediğiniz adam" diyerek ona karşı olan tavrını sergilemişti.
Demirel 1971’den önce Adnan Öztrak’a karşı
yaptığı gibi, bu dönemde de 1975 yılı bütçesinden Maliye Bakanlığı’nın TRT’ye
ödenmesi gereken 417 milyon lirayı TRT’ye ödetmedi. Ardından kurum için
planlanan yatırımlar yapılamadı ve hizmetler aksamaya başladı.
Yalçıntaş, Danıştay’ın iptalinden sonra ikinci
kararnameyi imzalayıp Köşk’e göndermesi gereken hükümetin teklifte bulunmaması
veya bunu geciktirmesi yüzünden görevden ayrılmak durumunda kalmıştı. Yalçıntaş
bu konuda "Münasebetlerimi her zaman iyi götürdüğüm ve memleket
davalarında yardımcı olmaya çalıştığım hükümetle benim aramdaki sürtüşme bir
çatışmaya dönecek, kamuoyuna duyurulacak ve bir skandal olacaktı" (Özdek,
a.g.e.: 283) diyerek istifasının gerçek nedenini açıklamış oluyordu.
Bu dönemde hükümet-Yalçıntaş ve
muhalefet-Yalçıntaş ilişkilerinin televizyonun kullanımından veya yayıncılık
anlayışından şekillenmediği görülmektedir. Muhalefet onu düşüncesinden dolayı
itham etme yoluna giderken, Adalet Partisi kendi iç siyasi çekişmesi yüzünden
ona cephe almıştı. Bu nedenle Yalçıntaş görevinden ayrılmıştı. Hükümet ise
artık Adalet Partisi Genel Başkanlığı’na aday gösterilmeyecek birisini genel
müdür yapma niyetindeydi. O da Prof. Dr. Şaban Karataş’tı.
4.7.
Demirel’e Rakip Olmayacak Genel Müdür Bulundu
Nevzat Yalçıntaş’ın görevinden ayrılması
sonucu, TRT Genel Müdürlüğü’ne 19 Ocak 1976 tarihinde Şaban Karataş atandı.
Karataş, bu makama getirilmeden önce TRT Yönetim Kurulu üyeliği görevini
yapmaktaydı.
Karataş, göreve geldiğinde kurumun son derece
düzensiz ve plansız bir durumda olduğunu belirtmektedir. Bunun nedeninin
muhabir, prodüktör... gibi sınıfları başıboşluğa iten özerklik romantizmi
olduğunu söylemektedir (Karataş, a.g.e.: 26).
Karataş en çok tartışma konusu olan haberlere
ilişkin yeni ilkeler geliştirerek siyasi parti yetkililerinin TRT’yi hedef
tahtası yapmalarının önüne geçmek istiyordu. Nitekim Karataş yönetiminin
hazırladığı 1977 yılı genel yayın planında konumuzla ilgili olarak şu esaslara
yer verilmektedir (TRT 1977 Genel Yayın Planı: 34):
... Haber yayınlarının
tarafsızlık, doğruluk, anlaşılırlık, sürat, tazelik ve ilgi çekicilik
nitelikleri taşımasını sağlamak,
Yurt ve dünya
olaylarının gerçeğe uygun olarak verilmesini sağlamak, karamsarlığa, yanlış
anlamaya götürebilecek ve toplumu tahrik edebilecek maksatlı haberlere yer
vermemek,
Siyasal
açıkoturumların TRT mevzuatının gereklerine uygun şekilde düzenlenmesine özen
göstermek; dengeli bir biçimde karşıt görüşlere yer verilmesini sağlamak,
Haber sıralamasında
haberin önemi ve kamuoyunun ilgisi esasını hassas şekilde uygulamak,
TRT ilkeleriyle uyumlu
olarak ve haber niteliği taşımak şartıyla siyasi partilerin haberlerine,
mevzuata ve kurumun iç kurallarına uygun biçimde dengeli şekilde yer vermek,
Anayasanın başlangıç
bölümünde belirtilen ilkelerine aykırı demeçlere, kaynağı ne olursa olsun
itibar etmemek,
Haberlerle yorumları
birbirinden açık olarak ayırmak ...vs.
Karataş haberler konusundaki yaklaşımını 21-22
Haziran 1976 tarihinde toplanan Genel Danışma Kurulu’na ise şu şekilde
açıklamıştır (Karataş, a.g.e.: 69):
Haber ve haber
programlarında, memleketimizin içinde bulunduğu siyasi şartların tesirini biz
tabii sayıyoruz. TRT’yi bu ortamın ve şartların içinde düşünmenin, bu şartların
ve ortamın dışında mücerret bir objektiflik ve mücerret bir tarafsızlık,
akademik bir tarafsızlık içinde düşünmenin realist olacağı inancında değiliz...
Burada, şimdi şu anda, haber yayınlarında Cumhuriyet anayasasının ve kanunun
bize verdiği yetki durumundayız. Çünkü açıkça arz edeyim ki haber yayınları
bakımından TRT herkes tarafından üzerinde az çok konuşulabilecek kıstasları
geliştirme devresini aşmış değildir... Şikâyetleri değerlendirirken gördük ki,
kendilerine en çok zaman ayrılanların en çok şikâyetçi olduğu gerçeği ortaya
çıktı. Bunun yanında muhteva iyi değerlendirilmemiştir. Söylenen iyi
anlaşılmamıştır... Özellikle siyasi partilerin değerli temsilcilerinin bize bu
yayınlar bakımından az çok üzerinde anlaşılacak kriterler geliştirmede yardımcı
olmalarını rica edeceğim. Ancak o takdirledir ki TRT’nin haber hizmetlerini bu
kriterler bakımından iyi veya kötü yürüttüğü, daha rahat ve daha kolay iddia
edilebilir ve bu iddialar daha rahat ve daha kolay değerlendirilebilir.
Haberler ve haber programları ile ilgili
mevzuatın yetersiz olması, yönetimi birtakım kriterler geliştirme çabasına
itmiştir. Bu kriterleri demokrasinin de gereği olarak ilgili görüşlerin
alınması suretiyle ortaya koymak en doğru ve en kalıcı bir yöntemdir.
Daha önce de (20 Eylül 1975 tarihinde) TRT
Yönetim Kurulu bu konuda bir karar almak mecburiyetinde kalmıştı. Kurul
"... TRT’nin siyasi parti faaliyetlerini aksettirme bakımından
tarafsızlığını nasıl ve ne şekilde kullanacağı hususu kurum içinde devamlı bir
tartışma konusu olmuş ve olmaktadır" diyerek birtakım kriterler geliştirme
kararı almıştı. Bu konuda Kurul’un yaklaşımı şu şekildeydi (Atatürk İlkeleri,
Programlar ve Müzik Konularında Uyulması Gereken Esaslar ve Alınacak Tedbirler,
a.g.e.):
a- Dünyanın her
yerinde çok partili düzenlerde siyasal nitelikteki yayınlar hükümetlerle devlet
organlarından biri olan radyo ve televizyon kurumları arasında en nazik konuyu
teşkil etmektedir.
Türkiye’de yasalar
hükümetle muhalefet partileri arasında Radyo-Televizyon konusunda ihtilaf
çıkmasını önlemekle TRT’nin tarafsızlığına herhangi bir zarar gelmesine engel
olmaktadır.
b- TRT anayasa, TRT
yasasının hükümlerine ve kendi fonksiyonunun gerektirdiği ilkelere bağlı kalmak
şartıyla, iktidarda veya muhalefette olsun, bütün partileri, anayasa
çerçevesinde faaliyet gösteren meşru birer siyasal kuruluş olarak görmek ve
hepsinin programındaki esaslara saygı göstermekle de mükelleftir.
Her siyasi parti,
anayasanın saptadığı ortak amaca programlarında belirtildiği gibi değişik
yollardan varılabileceği kanısına sahip olarak hareket etmektedir. Yasalar da
bunu dikkate alarak muhtemel aşırılıkları, istismarları önleyecek şekilde
düzenlenmiş ve Türkiye radyolarının bir siyasal partinin yayın ve propaganda
organı haline gelmemesini sağlamak üzere her türlü tedbiri düşünmeye gayret
göstermiştir.
Ancak yasalar, hükümet
bildiri ve konuşmalarının veriliş şeklini; hükümete dâhil olmayan siyasal partiler
için, T.B.M.M.’deki üye sayısı 10’dan az olmamak şartıyla, hükümet bildirisi ve
konuşmalarında kendileriyle hükümet veya hükümete dâhil siyasal partilerden
birisi arasında tartışmalı olan bir konuda doğacak cevap hakkını; TBMM Saati
adı altında meclislerin faaliyetini bütçe konuşmalarını, TBMM’den naklen yayın
şeklini, seçimlerde siyasi partilerin propaganda yayınlarını düzenlemiştir.
Bunun dışında TRT
geçen zaman içinde edindiği tecrübelere istinaden ve yasalar içinde kalmak
şartıyla, siyasal partilerin radyo-televizyondan yararlanma koşullarını daha
detaylandırmıştır. Buna göre TRT ilkeleriyle uyumlu olmak ve haber niteliği
taşımak şartıyla:
1-Siyasi parti genel
başkanlarının her türlü faaliyetleri;
2- Siyasi parti genel
başkan yardımcı veya vekillerinin il kademesine kadar bizzat katıldıkları
toplantılardaki konuşmaları;
3- Siyasi partilerin
genel sekreterlerinin il kademesine kadar bizzat katıldıkları toplantılardaki
konuşmaları;
4- Genel başkanvekili
(genel başkan yardımcısı) ve genel sekreterlerin merkezde partileri adına
düzenledikleri basın toplantıları ile partileri adına yaptıkları açıklamaları,
5- Siyasi parti
gruplarının başkan ve başkan vekillerinin parlamento çalışmalarına ilişkin
basın toplantısı, açıklama ve demeçleri,
6- Partilerin yetkili
organlarının kararları ve sözcüklerin açıklamaları 120 saniyeyi geçmeyecek
şekilde özetlenerek yayınlanacaktır.
c- Bu durum TRT
personelinin de kendi kurumlarının tarafsızlığına gereken dikkati
göstermelerini siyasal nitelikteki yayınlarda kendi görüş ve kanaatlerini
katmaksızın, en sıkı şekilde objektiflik ölçütleri içinde kalmalarını,
anayasanın özüne ve sözüne iyice nüfuz ederek bunu zedeleyecek her nitelikteki
kişisel görüş, kanaat, demeç, vesaire programları yansıtmamaları veya
tertiplememeleri de zorunludur.
Objektif olabilmek
için de ülkenin siyasal, sosyal, kültürel ekonomik sorunlarını, içinde
bulunduğumuz yüzyılın başlıca siyasal akımlarını, her türlü yargı ve çıkar
duygusundan uzak olarak bilim açısından incelemek gerekir. Kurum personeline
düşen görev budur.
Genç elemanlardan
mürekkep kadrolar dünyanın her yerinde çoğu kez, kendi kişisel inançlarının ve
çevre etkilerinin altında bir yöne kayabilirler, tarafsızlıktan
uzaklaşabilirler. TRT kendi içindeki bu gibi eğilimleri de ortadan kaldırmak, gereken
eğitimi yapmak zorundadır.
Bu durumda anayasanın
başlangıç bölümünde belirtilen devrimin anlam, amaç ve ilkeleriyle çelişen,
anayasanın 153. maddesinde belirtilen devrim yasalarının özüne ve sözüne ve
Atatürk ilkelerine aykırı, toplumu içinden çıktığı karanlıklara, nesilleri
yeniden ızdıraplara itmeye çalışan teşebbüs ve zorlamalarla, kaynağı ne olursa
olsun, bu yöndeki demeçlere haberlerde olanak sağlamamalıdır.
Ayrıca, her türlü
habere ait özetlerin o haberin ana hedefine uygun olarak hazırlanmasına,
özellikle siyasal demeçlerin mahiyetini değiştirecek şekilde özetlemelerden
kaçınılmasına da dikkat edilmelidir.
Bu görüş neticesinde, TRT bütün siyasi parti
açıklamalarını yayınlama kararı alınca, siyasi partiler radyo ve televizyon
bültenlerinde yer alabilmek için, basın toplantısı düzenleme ve beyanat verme
yarışına girişti. Hâlbuki haber değeri taşımayan ve aktüel olmayan bir
beyanatın haber olarak yayınlanması, çağdaş habercilik anlayışıyla
bağdaştırılamaz. Nitekim Karataş, bu konuda ciddi kriterler koyma eğilimine
girmiş ve gerekli çalışmalarda bulunmuştu. Bu çalışmalar iki yönde yapılmıştır:
Birincisi haberlerle ilgili kamuoyu yoklamalarının yapılması, ikinci ise siyasi
partilerin konuya ilişkin görüşlerinin tespit edilmesi şeklindeydi.
TRT tarihinde haberlerle ilgili kamuoyu
yoklamaları ilk olarak bu dönemde gerçekleştirilmiştir. Ankara’da yapılan
kamuoyu araştırmalarına göre halkın haberler konusundaki kanaatleri şu
şekildeydi (Karataş, a.g.e.: 72):
a- Haberlerin sunuluşu aynen devam etsin diyenler
%84,7,
b- Haberler anlaşılır bir dille sunuluyor
diyenler %85,26,
c- Yurt haberlerine ilgi duyanlar %60,68,
hükümet çalışmalarıyla ilgili haberlere %23,28, siyasi partilerle ilgili
haberlere %7,48, dış konularla ilgili haberlere ise %7,84,
d- İç politika haberleri bakımından, şimdiki
uygulama devam etsin diyenler %42,9, daha çok verilsin diyenler %20,5, çok
fazla yer veriliyor diyenler %14,3, bir fikrim yok diyenler de %22,3,
e- En doğru ve inanılır haberleri veren kaynak
olarak televizyonu gösterenler %88,27.
f- Televizyonda yayınlanan haberlerin tarafsız
olduğunu söyleyenler %48,4, taraflı diyenler %26, bir fikrim yok diyenler de
%25,5.
Bu oranlar siyasi partilerle ilgili haberlere
olan ilginin nispeten az olduğunu göstermektedir. Ayrıca %26,7’lik oran ve
diğer maddelerdeki oranlar haberlerin tarafsız olmadığı konusundaki
yaklaşımların küçümsenmeyecek derecede olduğuna işaret etmektedir.
Fakat "haber değeri" nasıl tespit
edilecek veya hangi konu neye göre haber niteliği kazanacak, bunun net bir
şekilde belirtilmesi gerekiyor. Ayrıca "tarafsızlık" kavramı da net
olarak açıklanmış, sınırları belirlenmiş bir kavram değildir. Bu yüzden
haberlerin veriliş biçimi, uzunluğu, sırası, özetleniş şekli... vs. siyasiler
tarafından kolayca eleştirilebilmiştir.
Bu sorun 1960’dan önce de TRT ile ilgili
tartışmalarda hep gündeme gelmişti. Ama ne yazık ki o zaman da bu konuda
çoğunluğun ittifak edebileceği bir kriter geliştirilemedi. Her parti
"tarafsızlık" ve "haber değeri" kavramlarını kendi çıkarına
göre yorumlamaya çalıştı. Fakat ne gariptir ki, iktidarı kaybeden tüm siyasi
partiler muhalefette hep aynı görüşü savunmuşlardır. O da oy potansiyeli ne
olursa olsun her partiye eşit temsil esasının konmasıdır. Hâlbuki bu siyasi
partiler aynı görüşü iktidarda olduklarında paylaşmamaktadırlar.
Karataş da bu konuda somut veya netleşmiş
fikirlere ve kanaatlere sahip değildi. Çünkü genel danışma kurulu
toplantılarında siyasi temsilciler eleştiriden öteye gidememekte ve somut
kriterler önerememekteydiler.
Bu yüzdendir ki TRT Yönetim Kurulu bir karar
alarak yeni bir yorum ve kriter ortaya koyma yoluna gitmiş ve partilerin de
konuya ilişkin görüş ve önerilerinin alınması esasını kabul etmiştir. Bu karar
aynen şu şekildedir (TRT Yönetim Kurulu’nun 1976/297 sayılı kararı, bkz.
Karataş, a.g.e.: 73-78):
Anayasa, radyo ve
televizyon yayınlarının tarafsızlık esaslarına göre yapılmasını hükme
bağlamıştır. TRT genel yayın esasları içinde de haberlerin toplanması,
seçilmesi ve yayınlanmasında tarafsızlık... ilkesine yer verilmiştir.
TRT’nin siyasi
partiler karşısında tarafsız yayın yapması gereği tartışılmayacak bir konudur.
Bu gerçek herkes tarafından kabul edildiği halde yeterli ölçülerin henüz
geliştirilmemiş olması, uygulamada çeşitli güçlükler ortaya çıkartmaktadır. Bu
güçlükleri tek cümleyle özetlemek mümkündür: tarafsızlık nasıl sağlanacak?
Soruyu biraz açmak gerekirse, tarafsızlığı
sağlamak amacıyla katı kurallar mı uygulanacaktır?... Kurallar nasıl
belirtilecektir?... Mesela bütün siyasi partilerin genel başkanlarının
konuşmaları aynı uzunlukta mı verilmelidir?... Bu takdirde seçimlere katılmamış
veya katıldığı halde parlamentoda temsil edilmeyen bir siyasi partinin genel
başkanı arasında süre yönünden sağlanacak eşitlik, gerçekte büyük bir haksızlık
değil midir?
Siyasi partilerin yönetim biçimindeki
farklılıklar da tarafsızlığın sağlanması konusunda bazı sorunlar yaratmaktadır.
Genel sekreter yardımcılarıyla daha üst kademedeki yöneticilerin demeçleri
TRT’de yayınlandığından, bu defa bir siyasi parti içinde demeci yayınlanan
kişilerin sayısı karara bağlanması gereken konu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu
açıdan bakıldığında demeci yayınlanan üst kademe yöneticilerin sayısı 4’ten
10’a kadar değişmektedir.
Bir başka soru: Siyasi partilerin yolladıkları
bültenler veya yöneticilerin demeçleri hakaret unsuru taşısa bile haber olarak
yayınlanacak mıdır?
Anayasa,
parlamenterlerin parlamento içinde açıklayacakları görüşlerden ve bunları
dışarıda tekrarlamaktan dolayı sorumlu tutulmayacakları hükmünü getirmiştir.
Siyasi partilerin, genellikle parlamenter olan yöneticileri bu
dokunulmazlıkları dolayısıyla demeçlerinde yer alan suçlamaları sebebiyle dönem
sonuna kadar yargılanmayacaklardır. Bu durumda TRT Haber Merkezi’ndeki
görevliler, başkalarının ortaya attıkları iddialar yüzünden yargı organının karşısına
çıkacaklar, hatta yargıç önünde de tek başlarına kalacaklardır. Üstelik
yasalara göre hakareti yaymak hakaret etmekten daha büyük cezayı
gerektirmektedir. Bu durum da dikkate alınırsa Haber Merkezi’ndeki görevlilerin
karşı karşıya bulundukları güçlükler daha iyi anlaşılacaktır.
Yeterli ölçütlerin henüz geliştirilmemiş olması
nedeniyle hükümetle ilgili haberlerin yayınlanmasında çeşitli güçlükler ortaya
çıkmıştır. Hükümet üyeleri de siyasi parti yöneticileri gibi görüş tekrarına
düşmüşlerdir.
Siyasi partilere yazılmak üzere hazırlanan yazı
ve yayın esasları okunup yapılan görüşmeler sonunda: "Yönetim Kurulu’nca
benimsenen bu görüşlerin siyasi partilere gönderilmesine, siyasi partilerin
görüşleri alındıktan sonra değerlendirilmesinin Yönetim Kurulu’nda yapılmasına"
karar verilmiştir. Şöyle ki (Karar 1976/297);
Uygulamayı
düşündüğümüz yeni kuralları ilişikte sunuyoruz. Siyasi Partilerimiz bu metni
inceleyerek görüşlerini en geç 15 Kasım 1976 gününe kadar Kuruma bildirmek
lütfunda bulunursa, bu görüşler olduğu gibi Yönetim Kurulumuza sunulacaktır. En
son değerlendirme Yönetim Kurulumuzda yapılacaktır.
Siyasi Partilerimizin
bu konudaki yardımlarını bekler, saygılar sunarım.
TRT’nin haber
yayınlarından uygulamayı düşündüğü esaslar şöyledir:
1- Siyasi nitelikteki
demeç, bildiri, açıklama veya benzeri görüşlerin TRT’de haber olarak
yayınlanabilmesi için mutlaka haber niteliği taşıması ve aktüel konularla
ilgili olması gerekir.
2- Radyo ve Televizyon
yayınlarında ses ve görüntü unsurlarının büyük önem taşıdığı dikkate alınarak,
gerek hükümet üyeleri, gerekse siyasi parti yöneticilerinin yazılı demeçlerine
bundan böyle haber bültenlerinde yer verilmemesi kararlaştırılmıştır. Yazılı
demeç yerine hükümet üyeleri veya siyasi parti yöneticilerinin gazetecilerin
önünde yaptıkları açıklamalar yayınlanacaktır. Bu açıklamalar, bir toplantıda
konuşmak, gazetecilerin sorularını cevaplandırmak veya basın toplantısı
düzenlemek biçiminde olabilir.
3- Siyasi partilerin
yönetim organında görev alan kişilerin özellikle son yıllarda büyük artış
gösterdiği ve yönetici sayısı bakımından siyasi partiler arasında büyük
farklılıklar bulunduğu dikkate alınarak, siyasi parti yöneticilerinden yalnızca
genel başkan, genel başkanı görevlendirerek TRT’ye adını önceden bildireceği
bir parti yöneticisinin haberlerine yer verilmesi kararlaştırılmıştır. (Genel
başkandan sonraki en yetkili kişinin bulunduğu görev siyasi partilere göre
değişiklikler gösterdiği için bu seçim genel başkanlara bırakılmıştır.) Ancak,
bu haberlerin yayınlanabilmesi için yukarıda yazılı olduğu gibi açıklamaların
gazeteciler önünde yapılması gerekmektedir.
4- Başbakan’ın bu
sıfatıyla ve hükümet icraatıyla ilgili gezileri izlenecektir. Siyasi parti
genel başkanlarının yurt içi gezileri izlenmeyecektir. Ancak siyasi parti genel
başkalarının partilerince düzenlenen açık hava toplantılarında yaptıkları
konuşmalar görüntülü ve sesli olarak verilecektir. Açıkhava toplantılarında,
toplantıya katılan kalabalığın görüntüsü ekrana getirilecektir. Kalabalık
görüntüsü verilirken tarafsızlığın sağlanabilmesi için çekimler toplantının
düzenlendiği alanın çevresindeki alana hâkim bir binadan yapılacaktır.
Kameramanlar,
kalabalık görüntüsü tespit ederken yakın plan çalışmayacaklar ve toplantının
yer ve saat yönünden aynı gün film yetiştirmeye uygun olması gerekmektedir.
5- Parlamentodaki
grupların başkan vekillerinin düzenleyecekleri basın toplantıları da sesli ve
görüntülü olarak yayınlanacaktır. Grup başkanvekillerinin yazılı demeçleri
dikkate alınmayacaktır. Meclis’in tatilde bulunduğu dönemlerde veya Meclis
dışında yapılan yahut Meclis’in çalışmalarıyla ilgili olmayan konuşmalar haber
bültenlerinde verilmeyecektir.
6- Parlamentodaki
grupların toplantılarından film çekilecek ve yapılacak açıklamalar haber
bültenlerinde verilmeyecektir.
7- Aynı partiden gerek
genel merkez, gerek gruplar adına aynı gün birden çok açıklama yapılmışsa, bu
açıklamalar birleştirilecektir. Açıklamalar birleştirilirken, bir konuşmacı
için ayrılması gereken süre haberin tamamına uygulanacaktır.
8- Siyasi partilerin
büyük kongre veya kurultay diye adlandırılan genel kurullarıyla, genellikle
parti meclis ve temsilciler meclisi diye adlandırılan il temsilcilerinin de
katıldığı, partinin genel kuruldan sonraki en yüksek karar organı olan
topluluğun çalışmaları da radyo ve televizyondan sesli ve görüntülü olarak
yayınlanacaktır. Ancak, bu yayın için, konuşmaların gazetecilerin önünde
yapılması gerekmektedir.
9- Hükümet üyelerinin
kendilerine bağlı kuruluşlara yaptıkları ziyaretlerle ilgili haberler
verilmeyecektir.
10- Gerek hükümet
üyelerinin, gerekse siyasi parti liderlerinin yabancı devlet adamlarıyla
yaptıkları görüşmeler hariç, kabul haberleri yayınlanmayacaktır.
11- Senatör ve
milletvekillerinin verdikleri genel görüşme, araştırma ve soruşturma önergeleri
bundan böyle yayınlanmayacaktır. Yalnızca gruplar adına ve grup başkanlarının
imzalarıyla başkanlıklara sunulan önergelere haber bültenlerinde yer
verilecektir. Komisyon çalışmaları da habercilik açısından önem taşıyorsa yine
görüntülü olarak TV’nin haber bültenlerinde yayınlanacaktır.
12- Hükümet üyeleri ve
siyasi partilerin yöneticileri görüşlerini açıklarken siyasi olsun, olmasın bir
başka kişi veya kuruluşu hedef alacak tarzda hakarette bulunurlarsa bu görüşler
verilmeyecektir.
13- Ancak bütün bu
kurallar uygulanırken haber değeri göz önünde bulundurulacaktır. Habercilik,
katı kurallarla sınırlandırılmayacağına göre, içinde çok önemli unsurlar
taşıyan bir yazılı demecin veya bir görüşmenin haber bültenlerinde yer almaması
düşünülemez. Aynı şekilde, daha önceki görüşlerin tekrarı niteliğinde olan, bu
yüzden de haber niteliğini kaybeden açıklamalar da, yukarıdaki şekil şartına
uygun olsa bile yayınlanamaz. TRT, yasaların ve genel yayın esaslarının verdiği
görevi yerine getirirken gazeteciliğin kurallarını da artık olağan hale gelen
yazılı demeçler, mesajlar ve bildiriler için uygulayacaktır.
14- TRT’ye
gönderilecek metinlerin de mutlaka başlıklı kâğıda yazılması, bir yetkili
tarafından imzalanması ve partinin resmi mührü ile damgalanması gerekmektedir.
Antetli kâğıda yazılı olmayan, üzerinde mühür ve imza bulunmayan metinler kabul
edilmeyecektir. Siyasi partiler bu yazıya verdikleri cevaplarda kısaca şu
prensipleri önermişlerdi: DP, haber değeri ve aktüel olmayan bir konu TRT
tarafından yayınlanmamalıdır, diyor. MSP, TRT bir kamu kuruluşudur ve tektir.
Taraflı davranışının seyirci ve dinleyici bakımından müeyyidesi yoktur. Bu
nedenle bu ölçüde takdir yetkisi verilmemelidir. CGP, siyasi nitelikteki demeç
bildiri, açıklama veya benzeri niteliği taşıması ve aktüel konularla ilgili
olması yolundaki görüşün dayandığı ölçü, objektif bir uygulama yapmaya
elverişli değildir. Son derece keyfi uygulamalara, sübjektif değerlendirmelere,
yaygın ve haklı şikâyetlere yol açabilecek niteliktedir. MHP’nin cevabında
haber niteliği, eşitlik ve çağdaş habercilik ilkesi önerilmektedir. Ayrıca MHP
bu konular üzerinde ortak bir ölçüt belirtmenin zor olduğunu, bunu TRT’nin
tespit etmesi gerektiğini belirtmektedir. Adalet Partisi de, siyasi mahiyetteki
demeç, bildiri, açıklama ve benzeri görüşlerin TRT’de yayınlanabilmesi için,
haber vasfı taşıması ve aktüel olması gerektiğini belirtmiştir (Karataş,
a.g.e.: 81-85).
Görüldüğü gibi partilerce yapılan öneriler,
genel kriterler olup bunların nasıl anlaşıldığı izah edilmemektedir. Bu nedenle
bu ilkeleri yeterince yorumlayıp uygulamaya koyabilecek yetişmiş elemana
ihtiyaç vardır. TRT kaliteli elemanlar yetiştirip onlara hür bir çalışma ortamı
sağlayabilirse bu konudaki şikâyetler nispeten azalabilecektir. Bu nedenle, iş
özde TRT’ye ve onun yöneticilerinin samimiyetine kalmıştı.
TRT, 1975 yılında parti açıklamalarına ilişkin
haberlerde süre ilkesini uyguladı. Buna göre bir parti genel başkanı demecine,
parlamentoda temsil ediliyorsa 90, edilmiyorsa 60 saniye ayrılmıştı. Fakat bu
ölçü çok önemli görülen ülke sorunlarına ilişkin konularda aşılabilmiştir.
Ayrıca partilerin genel kurul toplantılarının ve Meclis’te temsil edilen
partilerin genel kuruldan sonraki en yüksek organlarının toplantılarının
görüntülü ve sesli olarak ekranda verilmesi cihetine gidilmiştir (Karataş,
a.g.e.: 236).
TRT’nin 19 Ocak 1976 tarihinden 31 Ağustos 1976
tarihine kadar haber bültenlerinde partilere şu kadar süre ayrılmıştır
(Karataş, a.g.e.: 239):
AP 248 dak. 2 san.
MSP 92 dak. 38 san.
CGP 155 dak. 35 san.
MHP 174 dak. 51 san.
Toplam: 671 dak. 26
san.
CHP 490 dak. 32 san.
DP 229 dak. 52 san.
TBP 85 dak. 56 san.
Toplam 806 dak. 20
san.
Bu tablo hakkı yenen partileri açıkça
göstermektedir. TRT haberleri konusunda en çok susması gereken CHP ve AP,
kendilerine diğer partilerden daha çok süre ayrılmasına rağmen, en fazla
yakınan ve hakları yenilen parti olduklarını söylemişlerdir.
Karataş, MSP’nin haberlerine az zaman
ayrılmasına gerekçe olarak, MSP’nin düzenli olarak bülten göndermemesi ve
Erbakan’ın hükümet icraatlarına ilişkin açıklamasının başında sürekli olarak
"Milli Selamet Partimiz..." şeklinde cümleleri sarf etmesi,
dolayısıyla bunun parti propagandası sayılacağı şeklinde izah etmektedir. Bunun
yanı sıra DP’nin açıklamalarına da nispeten az yer verildiği görülmektedir (Karataş,
a.g.e.: 241).
4.8.
Karataş da Siyasi Partilerin Eleştirilerinden Nasibini Aldı
Şaban Karataş, Genel Müdür olacağı sırada
dönemin başbakanı ile yaptığı görüşmede "Ben oraya geldiğim zaman kurumu
ben yönetirim. Eğer içinize sindiremeyecekseniz böyle bir tasarrufta
bulunmayınız" (Bkz. Ek: 1, Şaban Karataş’la Yapılan Röportaj) şeklinde
görüş beyan etmişti. Nitekim Karataş bütün hizmet süresince başbakanın bu
konuda şu veya bu şekilde kendisine telkinde bulunmadığını, hatta AP grubunda
kendisine karşı yöneltilen eleştirilerde milletvekillerine sabırlı olmalarını
tavsiye ettiğini belirtmiştir.
Ecevit ise Karataş’a başlangıçtan beri Genel
Müdür gözüyle bakmadı. Cem’in görevden alınmasına ilişkin kararnamenin Danıştay
tarafından iptal edilmesi yüzünden, Ecevit, Yalçıntaş gibi Karataş’ın da
görevden ayrılması gerektiğini vurgulamıştır.
Ecevit TRT Genel Müdürü’nün protokol
ziyaretlerinde bile Karataş’ı "Şahsıyla ilgili değil ama kusura bakmasın,
kabul etmeyeceğim" diyerek ziyaretini kabul etmedi. Hatta Ecevit 1976 yılı
bütçesi üzerinde görüşlerini belirtirken "Şimdi bugün genel müdürlük
görevinde bulunan zatın da aynı bilim adamı haysiyet onuru içinde hareket edip
etmeyeceğini millet merakla beklemektedir" diyerek Karataş’ı açıkça
istifaya davet etmişti (Bkz. Karataş, a.g.e.: 176).
Solun Karataş’a bakışının iki boyutu vardı.
Bunlardan birincisi onun sağcı ve milliyetçi bir düşünce yapısına sahip olması,
ikincisi ise İsmail Cem’in yerine atanmasıydı. Aslında CHP’nin şikâyetleri
birinci nedenden kaynaklanmaktaydı. Çünkü CHP hükümet olunca tekrar Cem’i bu
göreve getirebilirdi. Hâlbuki bu makama Cem’in yerine başka bir kimseyi tayin
etme yoluna gitti. Nitekim Karataş hakkında CHP’nin yaptığı şikâyetler de bunu
göstermektedir. Onun sağcı, Turancı, milliyetçi oluşu... vs.
Ecevit, Karataş’ın görevden ayrılmaması
yüzünden TRT’ye iyice yüklenerek, sadece Genel Müdür’e ilişkin olan
açıklamalarını genişleterek programları da kapsamaya başladı. Bu konuda ileri
sürülen görüşler ise şu şekildeydi (Cem, 1976: 178):
... Karataş anayasa ve
yasaları çiğnemeye devam ederek, bir yandan şükran borcunu ödemekte, bir yandan
da kendisine verilen misyonun gereklerini büyük bir hızla yerine getirmeye
çalışmaktadır. Bunun sonucu olarak da TRT, artık kamu yararlarına anayasa ve
özel yasası doğrultusunda hizmet gören bir kamu kuruluşu olmaktan çıkmış,
iktidardaki bir avuç politikacının çağ dışı, antidemokratik, haksız, halk
düşmanı, aydınlıktan korkan, tek yanlı ve her halde anayasal düzene ve yasal
düzenlere taban tabana zıt eylem ve emeklerin silahı haline dönüşmüştür.
Bu açıklamalar, Karataş’ın halk düşmanı ve
milliyetçi olması yüzünden eleştirildiğini göstermektedir. Öte yandan
Karataş’ın milliyetçilik konusundaki yaklaşımı ise şöyledir (Bkz. Ek: 1):
... Eğer Turancılık
bütün dünyada Türkleri kendi milletinden saymaksa ben Turancıyım. Turancılık bu
insanları bir bayrak altında toplama da olabilir. Ama illa da bir bayrak
altında toplansın diye kendisini mahvetmesi de değil. Turancılık, Türklerin
kendi kaderlerini paylaşmaları için dünyada ne kadar metot varsa hepsine
başvurmak da olabilir. Yani dünyada Türklerin kendisine sahip çıkması ve
Türklerin bir millete mensup olduğunu kabul etmesi Turancılıksa ben Turancıyım.
Ben bu konuda mesela Ziya Gökalp’ın "Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan
vatan, büyük ve müebbet ülkedir Turan" şeklinde ifade ettiği görüşe
katılırım. Ama o Turan neresi olursa olsun, isterse 20 tane devlet olsun...
Diğer bir eleştiri noktası da Karataş’ın halk
düşmanı sayılmasıydı. Karataş da CHP’yi halkçı saymamaktaydı. Ona göre
halkçılık sadece sokaktaki insanları savunmak değildir. Bu kesimin dışında
kalanlar da halktır. O nedenle halkçılık bütün halkın dertlerini, arzu ve
isteklerini ve hedeflerini savunmaktır. Eğer TRT halk için yayın yapıyorsa
halkla bütünleşmeli. Bunu da halkın yayınlar konusunda ne düşündüğünü öğrenerek
tespit edebiliriz. Yoksa sadece mikrofonlara, devletçiliği bile bilmeyen,
"her şey devletleştirilsin" diyen, sokaktan geçen işçinin sesini
vermekle değil. Ayrıca Karataş kendisini bu şekilde suçlayanların amaçlarının
Türkiye’yi adım adım Bolşevizm’e hazırlamak olduğunu belirterek, kendisinin
buna engel olmaya çalıştığını, bu yüzden bu kesimin bu tür saldırılarına maruz
kaldığını belirtmiştir (Bkz. Ek: 1).
CHP Karataş’la olan fikri ayrılık yüzünden, bir
adım daha ileri giderek onun görevden uzaklaştırılması için özel bir komite
kurdu. Türkiye’de ilk defa bir siyasi parti bir genel müdürü görevden
uzaklaştırmak, onun görev yapmasını engelleme yollarını araştırmak üzere kendi
parlamenterlerinden oluşan dört kişilik bir özel komite kurmuştu. Hatta bu
komiteye "Karataş’ı devirme komitesi" diyorlardı. Bu komitenin
görevi, "TRT yayınlarının Anayasa ve TRT yasasına aykırılığını saptamak,
Karataş’ın Danıştay Kararlarını uygulamaması karşısında gerekli yerlere başvuru
dilekçesi hazırlamaktı" (Özdek, a.g.e.: 235).
Yukarıda belirtildiği gibi TRT Seçim Kurulu,
CHP’nin bu itirazlarını, genel müdürün görevden alınması için yeterli neden
olarak kabul etmemişti. Buna rağmen bu konudaki tartışmalar dinmedi. Çünkü bu
gibi mücadelelerin özünde ideolojik düşünceler yatmaktaydı. O nedenle bu kurum
sürekli takibat altında tutulmuş, görevlilerin rahatça çalışabilmesini
engelleme yoluna gidilmişti.
Karataş’ın genel müdür olması MSP’lilerin
önerileriyle gerçekleşmişti. MSP’nin TRT’ye ilişkin şikâyetleri radyo ve
televizyondaki programlardan çok, siyasi parti açıklamalarına ilişkin
anlayıştan kaynaklanmaktaydı. Daha önce verdiğimiz istatistiki oranlar bu
şikâyeti haklı göstermektedir. Hatta Karataş, Erbakan’ın kendisine telkinde
bulunması üzerine şöyle cevap vermişti: "Siz başbakan yardımcılığı
görevine devam ederseniz memnun olurum, TRT’yi de benim idare etmeme müsaade
ediniz." Karataş, bu sözlerinden sonra herhangi bir telkinde
bulunulmadığını ifade etmektedir (Şaban Karataş’la Yapılan Röportaj, bkz. Ek:
1)
MSP giderek TRT’nin AP’ye daha fazla zaman
ayırdığını hatta AP’nin meddahlığını yaptığını ileri sürmüştü. Karataş ise
günün geç saatlerinde yapılan toplantıların haberlere yetiştirilmesinde zorluk
çekildiğini, bu yüzden eleştirilere maruz kaldıklarını aksi takdirde hiçbir
partiye ayrıcalık göstermediklerini ifade etmiştir.
MSP bütün bunların sorumlusu olarak Haber
Dairesi Başkanı Hami Tezkan’ı görmekteydi. Dolayısıyla bu kişinin görevden
alınmasıyla problemin halledileceğini düşünüyordu. Nitekim Karataş, bu talebi
yerine getirmedi. Bu yüzden MSP işi daha da büyütme cihetine gitti. Bu defa
hedef genel müdür oldu.
MSP Konya Milletvekili Şener Battal bu konuda
yaptığı bir açıklamada, TRT Genel Müdürü Şaban Karataş’ın kanunsuz bir işgalci olduğunu
ileri sürmüş, Karataş görevden alınmazsa ağababaları için sıkça gensoru
vereceklerini söylemişti. Ayrıca Battal TRT’nin bu tür yayınları karşısında
susmayacaklarını ifade ederek MSP ile ilgili haberlerin TRT ekranlarına
sokulmamasından yakınmıştı (Milliyet, 11 Şubat 1977).
4.9.
Sınıfçılık Tezi, Yerini Milliyetçiliğe Bıraktı
Daha önce de vurgulandığı gibi sağ partiler
(MHP hariç) siyasi parti açıklamalarının TRT’de yayınlanış tarzlarıyla ilgili
bazı şikâyetlerde bulunmuşlardı. CHP ise bunun yanı sıra Karataş’ın kişiliğine
karşı da birtakım eleştiriler yapmıştı. Cem, sınıfçılık ilkesine göre
yayıncılık anlayışını sürdürürken, Karataş milliyetçilik esası doğrultusunda
hareket etme eğilimindeydi. Nitekim Karataş düzenlediği basın toplantısında
"... TRT ekranlarında ‘Yaşayan Edebiyat’ diye vatan haini, kahramanlar
gibi takdim edilmeyecek, enternasyonal marşları çalınmayacaktır. ‘Özgürlüğün
bedeli’ deyip, komünist çeteciler övülmeyecektir. Kanun kaçakları ile
röportajlar yapılmayacaktır. Fesat erbabının sancısı buradan gelmektedir.
Ellerine geçirdikleri yalan ve desise tezgâhlarında çoktan eskimiş ve piyasadan
kalkmış yalanları dokuyanların tehditleri, kursaklarında kalacaktır. Şunu
burada milletin huzurunda tam bir inançla belirteceğim: Bu devletin hakiki sahipleri,
bu toprağın öz çocuklarıdır. Bizim hizmette yüzümüzü ağartacak olan, bizi
emanete ehil kılan ana kaynak milletin öz toprağı ve öz kültürüdür. İthal malı
fikirlere ithal malı ihtiraslara, bu ülkenin gerçek evladının karnı toktur.
Yalanla, hile ile, kışkırtma ile ikbal yolu arayanlar, karanlık niyetlerine
gömülüp tükenecektir." demek suretiyle gerçek misyonunu ve kendisini
eleştiren CHP’nin asıl amacını, kendine göre açıklamış oluyordu (Karataş,
a.g.e.: 128). Gerek Cem’in gerekse Karataş’ın beyanatları iki genel müdürün de
konuya belirli misyonlarla yaklaştığını göstermektedir. Cem Marksist açıdan
radyo ve televizyonun yapacağı görevlerin neler olabileceğini, dolayısıyla
TRT’nin üstlenmesi gereken misyonun ne olduğunu izah ederken, Karataş tam aksine
bir anlayışla hedefini tarif etmektedir. TRT’nin içine düştüğü bu durum, özde
farklı olan bu iki zıt düşüncenin farklı dönemlerde kuruma uygulanmasından
başka bir şey değildir.
Karataş yukarıda açıklanan düşüncesi
doğrultusunda kendisinin TRT’ye getireceği yenilikleri veya değişiklikleri şu
şekilde açıklamaktadır (Karataş, a.g.e.: 88):
... Benim televizyon
programlarına girmesini istediğim şey milli mefahirimizin belli başlı
eserleriydi... Bunun zor olduğunu biliyordum. İlhamını ihtilallerden alan moda
çevrelerinin batı işportasından ithal ettikleri telakkiye göre bu bir reaksiyon
hareketi olacaktı... Elimizde anayasa, kanun, yönetim kurulu kararları vardı.
Bunlar Türk kültürünün Türk milletinin tanıtılmasına mani değildi. Sonra
dünyada sanat hareketleri, şekilde ve muhtevada sola yatkındı. Kaliteyi
gözetmek şartıyla bunların yerlilerini de milli eserlerimiz arasına alacaktık.
Benim kültürümün müsaadesi nispetinde fikrimi keskin bir misalle şöyle anlatmak
isterim: Bir Tolstoy, bir Gogol mukallidi evet ama Çernişevski asla. Kısa
vadede milletin örfüne, âdetine, dinine ve genel ahlaka saygısızlık
etmeyecektik. Dildeki çirkinliklerle, yapı bozukluklarıyla mücadele
edecektik...
Eskiye göre, bu farklı düşünceden dolayı, TBMM
bütçe görüşmelerinde ve önerge görüşmelerinde Şaban Karataş’a atfedilen suçlar,
halkçılıktan uzaklaşma, devrimci yetenekleri görevden alma, programların çağ
dışı yöntemlerle hazırlanması, partizan militanları yerleştirmek, Türkçülük,
milliyetçilik ve Turancılık düşüncesini yaymak, sosyalist cumhuriyetlere karşı
olumsuz intibalar uyandıracak yayınlar yapmak... vs. idi. Bunların hepsi ayrı
ayrı ele alınabilecek genişlikte konulardır. Ama kısaca Meclis’te bu konuda
verilen iki önergeyi ele alalım.
CHP İstanbul Milletvekili Doğan Öztunç bu
konuda verdiği bir önergede şu görüşleri dile getirmektedir (Öztunç, TBMM, B.4,
26.6.1977, O.1: 117):
Anayasa buyruğunu ve
yüksek mahkeme kararlarını çiğneyerek TRT gibi özerk bir anayasal kurumun
başına anti-demokratik yollardan Şaban Karataş’ı getiren ve onu orada tutan
Başbakan Süleyman Demirel ve hükümeti de anayasa suçu işlemektedirler.
Şaban Karataş bir süre
önce bir gazetede yaptığı röportajda kendisinin tarafsız olmadığını ve taraf
olduğunu bu nedenle de gelecekte tuttuğu taraf saflarında siyasete atılabileceğini
ifade etmiştir.
Bu ifadesi ile TRT’ye
yerleştirdiği partizan militanlarla yaptığı program ve eylemlerle Karataş,
TRT’nin tarafsızlık ilkesini de zedelemiştir.
TRT kitle haberleşme
aracı olmaktan çıkmış, halka dönük olmaktan uzaklaşmış, eğitici fonksiyonunu
yitirmiştir.
TRT’de devrimci,
yetenekli, bilinçli tüm kadrolar tasfiye edilmiş, yeni tayinler partizanca
düşüncelerle oluşturulmuştur.
TRT programları çağ
dışı düşüncelerle, tek yönlü siyasal amaçlarla ve bilimsel olmayan yöntemlerle
hazırlandığı için halkımız TRT’yi protesto etmek suretiyle izlememeye
başlamıştır.
Bu nedenlerden dolayı
Danıştay kararlarını uygulamayarak Şaban Karataş’ı hukuk dışı yollardan TRT
Genel Müdürlüğü’ne getiren ve onu orada tutan Başbakan Süleyman Demirel
hakkında Anayasanın 90, TBMM birleşik içtüzüğünün 12 ve Türk Ceza Kanunu’nun
152, 237, 238 ve 240. maddelerine göre meclis soruşturması açılmasını
saygılarımla arz ve teklif ederim.
Kars Milletvekili Doğan Araslı da verdiği
önergede şöyle demektedir: "... Her fırsatta bir araya gelişlerini, sola
ve komünizme karşı olmakla açıklayan cephecilerin, sosyalist bloğa mensup
ülkelere el açarak sağladıkları ekonomik yardım ve kredi anlaşmalarını
kamuoyundan saklarcasına TRT haber bültenlerinde geç saatlerde kısaca geçiştirilirken,
Ecevit’in Romanya’ya yaptığı çağrılı ziyaret kamuoyuna başka anlam çıkarılsın
isteği ile yansıtılmıştır (Araslı, TBMM, B.38, 13.1.1976, O.1: 349).
Doğan Araslı’nın söz konusu önergesi aynen
şöyledir:
Anayasamızın 121.
maddesi, ‘Her türlü radyo ve televizyon yayınları, tarafsızlık esaslarına göre
yapılır’ hükmünü getirmektedir. Anayasanın bu açık ve zorunlu hükmüne rağmen,
TRT, radyo ve TV yayınlarında, yalnız yasanın öngördüğü ‘tarafsızlık’ ilkesi
değil, kamuoyu da tek yanlı haber almaya zorlanarak, anayasanın temel kuralları
çiğnenmektedir.
TRT’yi Cephe
Hükümeti’nin ve çağ dışı zihniyetin borazanı, ekranı niteliğine sokmakla
görevlendirilen yeni genel müdür ve düzenlediği yeni kadrosu bu kuruluşu adeta
Cephe Hükümetine kiralamıştır.
Geçen yıllarda yayınlanan
programları, tekrar tekrar radyo ve televizyondan sunan TRT, haber
programlarında da aynı yöntemle hareket etmektedir. Nitekim büyük kesimi Ecevit
hükümeti zamanında gerçekleştirilen, temelleri atılan, hatta işletmeye açılan
tesisler, cephenin dışı Demirel tarafından yeniden açılır, yeniden temelleri
atılırken, TRT mikrofon ve ekranları da kamuoyuna yönelik bu aldatmacaya alet
edilmektedir.
TRT’nin işgalci
yöneticileri, haber düzenlemelerinde de basınla ilgili ahlak kurallarını
çiğneyerek, Cephe hükümetinin tezvirat ekiplerine doküman vermektedir. Her
fırsatta bir araya gelişlerini, sola ve komünizme karşı olmakla açıklayan
cephecilerin, sosyalist bloka mensup ülkelere el açarak sağladıkları ekonomik
yardım ve kredi anlaşmaları kamuoyundan saklarcasına TRT haber bültenlerinde
geç saatlerde kısaca geçiştirilirken, CHP lideri Sayın Ecevit’in, kuşkusuz
Türkiye’nin hayrına olan Romanya’ya yaptığı çağrılı gezi kamuoyuna başka
anlamlar çıkarılsın isteği ile yansıtılmıştır.
TRT’yi Cephe
Hükümeti’ne ve bu hükümetin çağ dışı anlayışına kiralayanlar, özellikle seçim
yasaklarının başlamasına bir-iki günün kaldığı şu sıralarda, cephenin dört
lideri ellerinde kürek, mala ve makaslarla televizyon ekranının değişmez
tipleri haline gelmiştir. Geçen yılın Eurovision şarkı yarışmasında ‘Delisin’
adlı parçalarıyla ün yapan ‘Cici Kızları’ anımsatan bu görünümle, dört liderin
sık sık ekranlarda boy göstermeleri kamuoyunda da tepkilere yol açmaktadır.
Kıbrıs Barış
Harekâtı’nın yıl dönümünde o tarihi dönemin Başbakanı Sayın Ecevit’in adını
dahi anmaktan çekinenler, bu tutumları ile bir zafer gününün yıl dönümünün tüm
ulusça kutlanmasını bile kıskanmışlardır. Aynı günlerde yayınlanan haber
programlarının baş konukları yine cephenin dört lideri olmuştur.
Başbakan Süleyman Demirel’in
yeğeni Yahya Demirel’in hazineyi 30 milyonu aşkın bir yolsuzlukla dolandırması
olayına ilişkin kamuoyunun haklı tepkisini yansıtan muhalefet liderinin
görüşleri kamuoyundan saklanmış, bu yolsuzluk olayını meydana çıkaran Ticaret
Bakanlığı Müsteşarı’nın evi gece dinamitlenir, kurşunlanırken TRT bütün
bunlardan tek satırla olsun söz etmemiştir.
Meclis müzakerelerinde Karataş Turancılıkla
suçlanırken sağ parti temsilcileri buna cevaben "Atatürk Cumhurbaşkanlığı
bayrağına 16 yıldız koydururken Turancı mıydı?" şeklinde cevap
vermişlerdi.
Bu tür müzakereler TRT Yönetim Kurulu’nda da
yapılmaktaydı. Dış Türklerle ilgili bir film veya programdan ötürü kurulda uzun
süren müzakereler yapılmaktaydı (Karataş, a.g.e.: 189). Bu programların
başlıcaları, "Doğu Türkistan Folklorundan Örnekler", "Kaf
Dağından Gelenler", "Malazgirt", "Birleşen Yollar"...
vs. idi. Bu tür programlara yapılan eleştiriler "ilgili ülkelerin bu tür
filmlere hoşgörü ile bakmadığı ve Türkiye Cumhuriyeti’ne nota verdiği"
yolundaydı. Bu eleştirilere göre:
- Hallaçça (Türkçe’nin İran’da yaşayan bir
dalı) isimli bir TV programı İran’ın protesto notası vermesine,
- Faşizm-Komünizm programı SSCB’nin Türkiye’yi
protesto etmesine yol açmış,
- Kerkük’le ilgili bir program ise Irak ile
Türkiye arasındaki ilişkileri iyice sarsmıştı.
Bu yayınlar yüzünden şikâyetlerde, kurumun
başına getirilen kişinin Türkiye’nin dış güvenliğini sarsıcı bir tutum
içerisine girdiği belirtilmişti.
TRT Seçim Kurulu, yapılan bu şikâyetler üzerine
ilgili filmleri banttan izleyerek "Birleşen Yollar" ve
"Rabia" adlı filmlerin Karataş’tan önce yayınlandığı, "Doğu
Türkistan Folklorundan Örnekler" dokümanter filmi ile "Kaf Dağından
Gelenler" isimli filmin ve "Malazgirt" isimli tiyatro eserinin
ırkçı nitelikte bulunmadığı yolunda karar verdi (Şaban Karataş, a.g.e.: s.
192). Ayrıca Dışişleri Bakanlığı da TRT’nin yayınlarından dolayı, protesto
notası verilmediği ve dış politikanın olumsuz yönde etkilenmediğini beyan
etmişti.
Karataş ise "Türk-İslam kültürü ayakta
durdukça Türk’ün Türk’le ve Müslüman’la, dünyanın neresinde olursa olsun,
ilgilenmesi tabiidir" diyerek meselenin bu yöne çekilmesini yanlış
bulmaktaydı.
Kısaca, 1970’li yıllarda çatışma halinde olan
fikirlerin birinci kutbunu sosyalist ülkeler, ikinci kutbunu ise batı ülkeleri
oluşturmuştu. Bu nedenle bu ülkelerin lehlerinde ve aleyhlerinde olacak
yayınlar, bu düşüncelerin Türkiye’deki savunucuları tarafından değişik
bahanelerle eleştirilmişti.
4.10.
İyi Niyet Komisyonu, Siyasi Partileri Tatmin Etmedi
Ecevit Hükümeti TRT Genel Müdürlüğü’ne 2 Mayıs
1978 tarihinde Cengiz Taşer’i atadı. 1978’den sonra da TRT partilerce şiddetli
bir şekilde eleştiriye maruz kalmıştır. Hatta önceki dönemde olduğu gibi, bu
konuda TBMM’ye de önergeler verilmiştir. Yapılan eleştirilerde TRT’nin eşit
davranmadığı, tarafsız olmadığı, düzen yıkıcılarını haklı göstermekle anarşiyi
kışkırttığı, CHP’nin borazanı olduğu... vs. ifade edilmektedir (Bkz. Demirel’in
19 Kasım 1979 tarihli Basın Toplantısı, Milliyet, 20 Kasım 1989). Örneğin
Denizli Milletvekili Mustafa Kemal Aykurt ve dokuz arkadaşı bu konuda bir genel
görüşme önergesi vererek endişelerini dile getirmişlerdi. Önergede şu
eleştiriler yer almaktaydı (Aykurt, TBMM, B.111, 23.10.1979, O.2: 754):
Anayasamızın 121.
maddesine göre TRT’nin tarafsız olması gerekir. TRT tarafsızlığını yitirmekten
öte, rejime ve hatta Cumhuriyete zarar veren bir kuruluş halindedir.
Vatandaşlarımızın ödediği vergilerle beslenen bu kuruluş bugün milyonların
vicdanlarını incitir vaziyete gelmiştir.
Demokratik hukuk
devletinin anayasal haber organı olan TRT vatandaşın en tabi haklarından birisi
olan ‘serbestçe haber alma hürriyetini yok etmeye yönelik yayınlarını
pervasızca sürdürmektedir.
Büyük emeklerle ve bin
bir güçlüklerle kurulan bu yayın organı Anayasanın 26. maddesinin açık ifadesine
rağmen, kamuoyunun serbestçe oluşmasına yardımcı olmak şöyle dursun, bugün
belirli bir ideolojinin sesi ve görüntüsü haline gelmiştir. Haber yayınlarından
tutun da, eğlence, tiyatro, müzik ve çocuk yayınlarında dahi sol ideolojinin
aracı gibi çalmaktadır.
Haberlerde eşitlik ve
tarafsızlık kaybolmuştur. İçerisinde bulunduğumuz nazik duruma rağmen
Türkiye’deki ve dünyadaki anarşik olaylar tek taraflı işlenmekte, düzen
yıkıcıları haklı gösterilmeye çalışılmakta, dinleyici ve seyirci sistemli bir
şekilde CHP ve sol fikirler etrafında toplanmaya çalışılmaktadır.
17 Ağustos 1978
tarihinde yayınlanan KUP programı ile Cumhuriyet Dönemi kötülenmiş ve bölücülük
teşvik edilmiştir. 3 Ekim 1978 tarihinde İstanbul’da cereyan eden kanlı anarşik
olayların hemen ertesi günü, anarşistleri kahraman gösteren Oyunun Kuralları
adlı TV filmi gösterilmiş, anarşistler övülmüş ve takdir edilmiştir. Aralık
1978 ayında demiryollarının nasıl sabote edileceği hakkında filmler
gösterilmiş, bunun akabinde yurdumuzda peş peşe tren sabotajları olmuştur.
İşte bu haliyle TRT
birçok çevrelerin, teşekküllerin ve geniş vatandaş kitlelerinin artan şikâyet
ve protestolarına sebep olmuş ve toplumda büyük bir huzursuzluk kaynağı
doğurmuştur.
Bütün bu sebeplerle,
düzenlediği programlar ve yaptığı yayınlarla Anayasaya ve 359 sayılı Kanun
hükümlerine aykırı hareket eden, milli ve manevi değerlere aykırı, yıkıcı ve
bölücü akımlara ve yabancı ideolojilere alet olan TRT hakkında anayasanın 88,
içtüzüğün 100 ve 101. maddeleri gereğince bir genel görüşme açılmasını arz ve
talep ederiz.
Adana Milletvekili Hasan Gürsoy da başbakan
tarafından yazılı olarak cevaplandırılmak üzere sorduğu soruda, TRT’nin açıkça
tarafgirlik yaptığını iddia etmiştir (Gürsoy, TBMM, B.103, 13.6.1979, O.1:
662):
1- TRT Türk milletinin ve devletinin sesini
duyurması gereken bir müessese midir? Yoksa CHP’nin propaganda aracı mıdır?
2- Eğer TRT’nin dürüst ve tarafsız olduğunu
kabul ediyorsanız, Devlet Bakanı Sayın Enver Akova’nın Bursa’da "Hükümetin
1981 yılına kadar sürüp sürmeyeceğini olaylar gösterecektir" şeklindeki
beyanatını, TRT’nin 7 Mayıs 1979’daki bülteninde "Hükümet 1981’e kadar
devam edecektir" şeklinde tahrif ederek vermesini nasıl izah edersiniz?
3- TRT’nin milli birlik ve beraberliğimizi
zedeleyici neşriyatını tasvip ediyor musunuz?
TRT Genel Müdürü bu önergeye ilişkin olarak,
kurumun tarafsız olduğunu ve herhangi bir partinin tarafgirliğini yapmadığını
belirterek şu şekilde cevap vermiştir (Taşer, TBMM, B.103, 13.6.1979, O.1:
663):
Önergenin 5.
maddesinde yer alan Enver Akova’nın 7 Mayıs 1979 tarihinde Bursa’da yaptığı
konuşması ile ilgili haber, önergede ileri sürüldüğü şekilde verilmemiştir.
Enver Akova’nın
konuşmasına ilişkin sözleri, TRT haber merkezince hazırlanan bültenlerde aynen
"Devlet Bakanı Akova, açıklamasının sonunda, bir süre önce altı bakan
tarafından öne sürülen istemlerin olumlu sonuçlar vermeye başladığını bildirdi.
Akova, hükümetin 1981 seçimlerine kadar uyum içinde yürüyebilmesi için çaba
göstereceklerini sözlerine ekledi." biçiminde yayınlanmıştır.
Yukarıda aynen alınan
haber bülteninden anlaşılacağı üzere Devlet Bakanı Akova’ya atfen "Hükümet
1981’e kadar devam edecektir." şeklinde bir ibare kullanılmamıştır. Kaldı
ki, Enver Akova’nın kendisi de, Bursa’daki konuşmasının TRT’de tahrif edilerek
verildiği yolunda, kurumumuza herhangi bir başvuruda bulunmamıştır.
Bu çekişmelerin ve eleştirilerin ardından
Taşer, görevden alınıp yerine 13 Aralık 1979 tarihinde Doğan Kasaroğlu
getirildi. Kasaroğlu yaptığı açıklamada "TRT, çok partili siyasi hayatın
vazgeçilmez unsuru olan siyasi partilerimize ait yayınlarda kesinlikle tarafsız
olacaktır. Siyasi partilerin TRT’den nasıl yararlanacaklarına dair Anayasa’nın
126. maddesine uygun bir kanun çıkarılmalıdır. Eğer bu kanun çıkarsa şikâyetler
azalır" diyerek partilere hem güvence veriyordu, hem de yol gösteriyordu.
Nitekim Kasaroğlu, TRT’nin siyasi partilerle ilgili yayınlarının düzenlenmesi
konusunda danışmada bulunmak ve soruna ortak çözüm getirmek amacıyla bir
"İyi Niyet Komisyonu" oluşturdu.
Komisyon toplantısına CHP’den Genel Sekreter
Yardımcısı Altan Öymen, AP Genel Başkan Yardımcısı Yiğit Göker, MSP Genel
Sekreteri Oğuzhan Asiltürk ve MHP Genel Sekreter Yardımcısı Yaşar Okuyan
katılmıştı. Böylece yeni genel müdür, siyasi partilerin konu ile ilgili kanun
çıkarmalarını teşvik ediyor ve kendisine yöneltilen eleştirileri dindirmeyi
amaçlıyordu (Cankaya, 1990: 52-54).
Ancak bu dönemde de (1979) televizyon
programlarının yanı sıra TRT yöneticilerine yöneltilen eleştiriler yoğunluk
kazandı... TRT’nin haberlerde özellikle koalisyon ortaklarına gerek görüntüleri
gerekse demeçleri ile geniş yer verirken, muhalefete daha az yer ayırması yeni
yönetimin kınanmasına ve eleştirilmesine neden oldu (Bulak, 1980: 52).
4.11.
Hükümet İcraatlarının Yayınlanması Sorun Oldu
Hükümet icraatlarının siyasi mahiyetteki
yayınlardan ayrı olarak radyo ve televizyondan yayınlanması, 1950’lerden beri
hep eleştirildi. Bu eleştirilerin nedeni bu tür yayınların olup olmaması değil,
partilerin "Hükümet İcraatları" adı altında radyo ve televizyonla propaganda
yapmasıdır. Her parti muhalefette iken ileri sürdüğü iddiaları iktidara gelince
unutmuş, bütün iktidar partileri gibi davranmaya devam etmiştir. Bu yüzden
birçok muhalefet partisi, hükümetin, icraatlarını tanıtması adı altında siyasi
propaganda yaptığına ilişkin TBMM’ye önerge vermiştir. 1960’tan önce CHP’nin
DP’yi bu konuda nasıl eleştirdiği ve iktidarın konuya nasıl yaklaştığı önceki
bölümlerde kapsamlı bir biçimde anlatılmıştı. 1970’den sonra da aynı tür
tartışmalar gündemde yerini korudu. Örneğin Adalet Partisi’nden İbrahim
Göktepe, yaptığı bir konuşmada partisinin bu konuya yaklaşımını şu şekilde izah
etmiştir (Göktepe, TBMM, B. 73, 9.5.1974, O.1: 484):
Anayasanın teminatı
altında bulunan çeşitli siyasi partiler arasındaki yarışma, imkân eşitliği
dâhilinde yürütülecektir. Bu yarışmada TRT’de, siyasi partilerin başlıca
yetkililerinin beyanlarını değerlendirerek ve adil, hâkimiyete uygun ölçüler
dâhilinde kamuoyuna intikal ettirecektir. Burada ehemmiyetli olan husus,
TRT’nin siyasi partiler arasında ayırım yapmamasıdır. TRT, hükümet icraatı
bahis konusu olunca da, siyasi partiler arasındaki eşitliği bozmaması asıldır.
Hükümet icraatını veriyorum diye, hükümet yetkililerinin karşısındaki siyasi
partileri, şahıslar veya çeşitli kuruluşları hedef alan birtakım şahsi ve indi
tarizlerini, ithamlarını veremez. Verirse, herkesin ve tabiatıyla TRT’nin, buna
verilecek cevaplara da katlanması gerekir.
İktidar partilerinin konuya yaklaşımını ise
sorumlu devlet bakanı Meclis’te yaptığı konuşmasında şu şekilde ifade etmektedir
(Birgit, TBMM, B.73, 9.5.1974, O.1: 495-496):
Muhterem arkadaşlarım,
burada üzerinde durulacak husus, bu yayın araçlarının demokratik rejim, devlet
düzeni ve millet yararına kullanılmasını sağlayacak, daha doğrusu hukuki
düzenlemeyi sağlam esaslara dayandıracak bir kanunu bir an evvel çıkarmak ve
tanzim edici hükümlerini yürürlüğe koymaktadır.
Yani, bugün TRT’nin
elinde bulunan yasa bu espri içerisinde getirilmiş. Sonra...
Şimdi, hükümet elinde
vs. şöyle böyle diyorlar, CHP-MSP’nin elinde diyorlar.
Şüphesiz partiler
arasındaki yarışma, fırsat eşitliği ve eşit şartlara dayanılarak
yürütülecektir. Bu yarışmada, TRT’nin siyasi partilerin başlıca organlarını ve
sorumlularını değerlendirmesi ve kamuoyuna duyurması tabiidir. Bu bakımdan
TRT’nin tarafsız hareket etmesi göz önünde tutulacak başlıca husustur. Burada
önemle üzerinde durulması gereken bir başka nokta var. Hükümetin faaliyetleri
karşısında TRT’nin durumu ne olmalıdır?
Muhterem arkadaşlarım,
geçmiş yılların siyasi mücadelesinden intikal etmiş olan bir yanlış hatıra, bir
yanlış anlayış ve ona dayanan slogan günümüze kadar gelmiştir. TRT, hükümet
icraatından bahsettiği zaman, bu iktidar partisine mal edilir ve denir ki,
radyo tarafsız değildir. Çünkü hükümetin icraatını anlatmaktadır. Aslında
hükümeti ekseriyet partisi veya partilerinin bir organı gibi görmek anayasa
bakımından sakat bir görüştür. Hükümet, Cumhuriyet hükümetidir ve ekalliyetin
de, muhalefetin de hükümetidir. Bu bakımdan gerek kamu düzeninin korunmasından,
hürriyetlerin kullanılmasından, toplumun tüm meselelerinden, anayasanın tahmil
ettiği görevlerin gereği olarak sorumlu bulunan hükümetin icraatını kamuoyuna
intikal ettirmesi, vatandaşlarına duyurması kendisi için tabi bir haktır ve
vazifedir. TRT’nin bunu anlayışla karşılaması lazımdır.
Görüldüğü gibi gerek iktidar gerekse muhalefet
partisi hükümetin icraatlarının radyo ve televizyondan yayınlanması konusunda
hemfikirdir. Problem ise uygulamadan çıkmıştır.
BEŞİNCİ BÖLÜM
1980 SONRASI DÖNEM
SİYASAL İKTİDAR VE TRT İLİŞKİSİ
5.1. "Devletin
Radyo ve Televizyonundan, Devletin Batırılmasına..."
12 Eylül 1980 ihtilalına yol açan nedenlerden
biri olarak da Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu gösterilmiştir. İhtilalı
gerçekleştiren komutanlara göre TRT yetkilileri, 12 Eylül’de radyo ve televizyonda
açıkça komünizm propagandası yapılmasına müsaade etmişler, hatta bu tip
programları sık sık gerçekleştirmişlerdir. Hatta Kenan Evren, televizyonda
gerçek olmamasına rağmen, ülkede işçi memur ayrımı yapıldığını ve
sınıfçılık anlayışının körüklendiğini belirterek televizyonda yayınlanan bir
program hakkında şunları söylemektedir (Evren, 1982: 47):
... Programlardan
birisi şuydu: Olay Seydişehir Alüminyum Fabrikası’nın bulunduğu yerde geçiyor.
Evvela bir çocuk
parkını gösteriyor... Bu çocuk parkında zenginlerin çocukları sallanıyor,
eğleniyor, gülüyorlar, oynuyorlar. Bir tane işçi çocuğu pencerenin kenarına
oturmuş, basit bir evde, penceresi demir parmaklıklı, özlemle
onları seyrediyor, gidemiyor. Gece rüyalarına giriyor. Ondan sonra ertesi
gün gece karanlığında kalkıyor, gidiyor kendi başına çocuk tahterevallisine
biniyor. Babası bunu görüyor ertesi gün alıyor çocuğunu, bahçeye götürüyor.
Giderken oradaki bekçi bunu sokmuyor ‘yasak’ diyor. ‘Buraya yalnız
mühendislerin çocukları girer’ diyor. Çocuk ağlayarak eve geliyor. 12 Eylülden
sonra ben Seydişehir’e gittim. O fabrikayı gezdim ve ‘Fabrikanın lojmanlarını
da gösterin bana’ dedim. ‘O çocuk parkını da göreceğim’ dedim.
Gittim
lojmanları dolaştım, 8-10 daireli lojmanlar var. Sordum burada kim oturuyor...
Bir dairesinde mühendis oturuyor bir dairesinde işçi oturuyor, bir dairesinde
memur oturuyor. Karışıklar... Yani işçiler başka yerde, memurlar başka bir
yerde oturuyor değil. Sonra birisine ‘Sizin çocuklarınız çocuk bahçesine
gidiyor mu?’ dedim, ‘Gider efendim’ dediler. ‘Ben şöyle bir program seyrettim’
dediğimde, ‘Yalan onlar’ dediler. Bakın nasıl propaganda yapıyorlar.
TRT elemanlarının bu tür yayınlar yapmasının
sebebini, kuruma verilen özerklik haklarının kendi şahıslarına mahsus zati ve
ferdi haklar gibi görmeye ve kullanmaya başlaması olarak gören Evren,
başka bir konuşmasında da "Artık devletin radyosundan ve televizyonundan
devleti batırmaya imkân ve fırsat verilmeyecektir" demiştir.
1981 yılında yapılan TRT 10. Genel Danışma
Kurulu Toplantısı’nda, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti
Başkanlığı’nı temsilen, bir konuşma yapan Ziya Nebioğlu "Daha önceki
yıllarda kendisini politika cereyanına, politikacıya kaptıran TRT,
kuvvetli bir soğuk algınlığından sonra zatürreden yatağa düşmek üzeredir"
diyerek, bunun sebebini şu şekilde izah etmiştir (Nebioğlu, 1981: 21-22):
... TRT bugünkü
durumuna bir ayda ya da bir yılda gelmemiştir. 1961 Anayasası ile özerk olan
TRT, daha sonraki yıllardaki değişiklikle özerkliğini kaybederek ‘tarafsız kamu
tüzel kişiliğine sahip’ bir kuruluşa dönüştürülmüştür. Bu değişiklikten sonra
siyasi partiler, en etkili bir kitle iletişim aracı olan TRT’ye el atmışlar,
eski TRT genel müdürü Sayın Cengiz Taşer’in ifade ettiği gibi kurumu, yani
TRT’yi ‘mıncıklamaya’ başlamışlardır.
Yasaya göre ‘Milletin
bölünmezliği, ülkenin bütünlüğü’ yayın prensibi ile devletten yana olan TRT ne
yazık ki kendi bünyesi içerisinde siyasi partiler ya da ideolojik görüşler
paralelinde bölünmeye, hatta kutuplaşmaya sahne olmuştur.
Görüldüğü gibi, TRT kurumunun yayınları,
ihtilalin nedenlerinden biri olarak ileri sürülmektedir. Bu nedenle, 12
Eylül’ün hemen ertesi günü TRT’nin sorumluluğu Tümgeneral Servet Bilgi’ye
verildi. Bilgi iki hafta kadar sonra 24 Eylül’de bu sorumluluğu tekrar Genel
Müdür Doğan Kasaroğlu’na devretti. Nitekim Kasaroğlu’nun emekliye ayrılması ile
boşalan Genel Müdürlüğe Emekli Tümgeneral Macit Akman atandı. Daha önceki
ihtilal dönemlerinde olduğu gibi bu dönemde de TRT asker kökenli yöneticilere
emanet edilmiş oldu.
TRT 12 Eylül’ü müteakip, Kenan Evren’in 15
Eylüldeki basın toplantısında Milli Güvenlik Kurulu’nun TBMM binasındaki yemin
törenini naklen verirken, haber bültenlerinden sonra Olayların İçinden
programıyla yeni gelişmeleri duyurmaktaydı (Bkz. Cankaya, 1990: 55).
5.2.
Yeni Genel Müdüre İstifa Tepkisi
Macit Akman 23 Ocak 1981 tarihinde, ihtilal
yönetimi tarafından TRT Genel Müdürlüğü’ne atandı. Akman görevi teslim
aldığında yaptığı konuşmayı ve kendisine gösterilen tepkiyi şu
şekilde açıklamıştır (Akman, 1995: 2-3):
23 Ocak 1981 Cuma günü
saat tam 10.00’da TRT’ye geldim. Kapıda teknik ve idari yardımcılar, basın ve
halkla ilişkiler şube müdürü ile basın mensupları beni karşıladılar. Genel
Müdürlük makamının bulunduğu 3. kata çıktım. Orada sayın Genel Müdür Doğan
Kasaroğlu tarafından karşılandım. Makam odasına girdik. Odada, haber ve yayın
işlerinden sorumlu genel müdür yardımcıları da dâhil diğer yardımcı arkadaşlar
ve şimdi iyi hatırlayamadığım birkaç kişi daha vardı. Bir aralık Sayın
Kasaroğlu’na "Sizin ayrılmanızla Kurum’da bir sarsıntı olacaktır. Bu
sarsıntıyı, yardımcıları göstererek, arkadaşlarımın yardımları ile asgari
hadde indirmeye çalışacağız" dedim. Bu ifademin esas maksadı, muhatabımın
gönlünü almaktı. Daha cümlemi bitirmiştim ki haber işlerinden sorumlu genel
müdür yardımcısı, ‘Paşam, ben de ayrılıyorum’ dedi. Bunu takiben program yayın
işlerinden sorumlu genel müdür yardımcısı, sağlığı dolayısıyla yardımcılık
görevine devam edemeyeceğini, pasif bir vazifeye tayinini istedi. Bu ifadeler
beni hakikaten çok üzmüştü. Bu reaksiyon niye ve kime karşıydı? Bugün dahi
bunun cevabını bulamıyorum. Her ne ise hangi şart veya şartlar altında olursa
olsun, bana tevdi edilen görevi en iyi şekilde yapmak, benim için kaçınılmaz
bir sorumluluktu.
Akman, TRT çalışanlarına yayınladığı ilk
mesajında, "Her türlü siyasi düşünce ve akımların dışında kalarak, bu
konuda en küçük bir hoşgörüye yer vermeden, yalnız Atatürk’ün çağdaş uygarlık
yolunda, devletin ve büyük Türk Milleti’nin hizmet ve emrinde
olacaklarını" belirtmişti (Akman, a.g.e.: 4).
1960’lı yıllardan beri, personelinin kurum
içinde gruplaşmalarına sahne olan TRT’nin bu dönemdeki yapısını, kurum hakkında
edindiği genel izlenimi yeni genel müdür şöyle özetlemiştir:
Kurum idaresinde zaman zaman hâkim olan politik
görüşlerin, birinin diğerine hâkim olma veya savunma gayretleri, personeli
siyasi görüşlerinin adedi kadar birbirini hoş görmeyen, hatta birbirine karşı
gruplara bölmüştü. Bu bölünmeler, menfaat gruplarını da ortaya çıkarmış, bunlar
karışıklığı daha da arttırmıştı. Birbirine karşıt dernekler kurulmuş, bunların
faaliyetleri zaman zaman idareyi tetikler duruma gelmiş, zaman zaman da
idareciler yanlarına alabilmişlerdi. Tabii, bunların sonucu, Kurum,
devamlı zelzeleye tabi bir alan halini almış, gruplar 6’ya, 8’e ulaşmış,
bunların aralarındaki mücadele kamuoyuna ve basına aksetmiş, bu da grupların
kamuoyunu ve basını yanlarına alma gayretlerini ortaya çıkarmış, velhasıl açık,
kapalı birçok oyunların hedefi olmuştur. Genel müdürlerden bazıları, belki de
güvensiz ortamı dikkate alarak kendi görüşleri paralelindeki
şahısları etrafına alabilmek için geniş çapta kadrolaşma tayinleri
yapmışlar ve hatta bu maksatla Kurum dışından yüzlerce kişiyi kadroya
almışlardır. Bu da huzursuz bir bünyenin meydana gelmesinde önemli bir amil
olmuş, tabiri caiz ise bünye bölünmüş, hastalık haline gelmiştir.
Akman, TRT’nin 10. Genel Danışman Kurulu
toplantısında da, "Bir devlet kurumu olan kurumda personelin siyasi
düşünceleri ne olursa olsun devlet hizmetini birinci planda tutması lazım
gelirken, maalesef o ideolojilerin veya fikirlerin kurumda, tabiri caizse ‘at
oynatmalarına’ ve kendi düşüncelerinin kamuoyuna yerleşmesini sağlamaları
istikametinde yönelmiştir. Bu doğrudur, yüzde yüz doğrudur. Kurum bu hale
gelince, gelen idareciler, (biraz onları korumak istiyorum) kendilerini korumak
için ekip oluşturma zihniyetine gitmişler, fakat kendileri belli bir pozisyonda
bulunduklarından belirli tesirlerle kısa zamanda kurumdan ayrıldıklarına yahut
o görevlerinden ayrıldıklarından ekiplerini bırakıp gitmişler, yeni gelen
ekibiyle gelmiş, bir de ekipler saltanatı başlamış. O kalıntılar, o ekipler
gene kurulmuş birbirine düşer duruma gelmişlerdir. Dolayısıyla kurum
fonksiyonunu yerine getirmede çok etkin tesirler altında kalmıştır"
diyerek TRT’nin içine düştüğü siyasi bunalımı, başka bir ifade ile, siyasilerin
kurumu ne hale getirdiğini ifade etmiştir (Bkz. Akman, TRT 10’uncu Genel
Danışma Kurulu Toplantısı: 26).
Bu dönemde, Akman’ın açıklamalarında da
görüldüğü gibi, TRT devletin yanında ve emrinde bir kurum konumuna getirilmek
istenmiştir. Nitekim programlarda ideolojik yayınlara son verilmişti. Artık
radyo ve televizyona ihtilalin gerekçeleri doğrultusunda bir görev verildi. Bu
durumda TRT’nin çağdaş habercilik anlayışına göre programlar
hazırlaması ve yayıncılık yapmasını beklemek doğru olmaz. Çünkü TRT’den
beklenen bu değildi. O nedenle çağdaş habercilik ve programcılık
anlayışına göre hazırlanacak tarafsız programlar yerine, devletin yanında olan,
mevcut askeri yönetimin idaresini meşrulaştıran ve buna gerekçeler gösteren
yayınlar ana ilke olmuştur. Nitekim 2954 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyonu
Kanunu bu dönemde hazırlanmış ve 14 Kasım 1983 tarihinde Resmi Gazete’de
yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.
5.3.
TRT’ye Türk-İslamcı Genel Müdür Aranıyor
2954 sayılı TRT Kanunu’nun 4. maddesinde
kurulması öngörülen Radyo ve Televizyon Yüksek Kurulu üyeliğine seçilen Prof.
Dr. Tunca Toskay, Yüksek Kurul’un 28 Mart 1984 tarihinde Bakanlar Kurulu’na
önerdiği adaylar arasındaydı. Bakanlar Kurulu’nun 28 Mart 1984 tarihli
kararnamesi ile Toskay yeni dönemin TRT Genel Müdürü oldu.
Önceki dönemde de olduğu gibi, bazı sivil
toplum örgütleri, Toskay’ı herhangi bir siyasi düşünce ve teşkilata yamamaya
çalıştı. Kimileri Toskay’ın Halil Şıvgın’ın arkadaşı olduğunu ve Başbakanlık
Müsteşarı Hasan Celal Güzel tarafından desteklendiğini söylerken, (Bkz. Nokta,
Mart-Nisan 1984) kimileri de Aydınlar Ocağı’nın adamı olduğunu ifade ediyordu
(Milliyet, 29 Mart 1984).
Tunca Toskay, basına yaptığı açıklamada
"Kanunların çizdiği sınırlar içerisinde yayın yapacaklarını"
söylemiştir (Milliyet, 29 Mart 1984). Yayıncılık anlayışını milli değerler
çizgisinde tutan Toskay’ın bazı kelimelerin radyo ve televizyonda
kullanılmasını engellerken, çok sesli müziğe nispeten daha az yer vermesi, Türk
kültürel değerlerinin anlatılmasına ağırlık veren programlar hazırlatması ve
bazı birimlerin başına yeni atamalar yapması tüm muhaliflerin ve bazı siyasi
partilerin tepkisine yol açtı (Öngören, 1985 a: 2-5).
Toskay, televizyonda yayınlanan kültür
programları ve belgeseller ile Türk-İslam ülküsüne uygun görüşleri, Osmanlı
anlayışını ve İslam Dini’nin esaslarını gizlice ve sinsice topluma benimsetmeye
çalışmakla itham edilmişti (Öngören, 1985a.: 2-5).
Nitekim muhalefet hem basında hem de
parlamentoda konuyu gündeme getirdi. HP (Halkçı Parti) Genel Başkan Yardımcısı
Engin Aydın "TRT, kurdun ve hilalin simgesi haline gelemez, buna heves
edenler karşılarında bizi bulacaklardır" derken, HP milletvekili Barış Can
da Meclis’e bir soru önergesi vererek yaptığı konuşmada,
... Gazetelerde sayfa
sayfa haberler çıkıyor. Bazıları:
"TRT’de operasyon
yapılıyor, kadrolaşmaya gidiliyor."
"Kapatılan ve
halen yargılanan bir siyasi partinin yandaşları kilit noktalara
getiriliyor."
"TRT’de obalar
kuruluyor."
"TRT, kurdun ve
hilalin simgesi olamaz" ve buna benzer haberler.
Evet sayın milletvekilleri, basında bu haberler
çıkıyor, gazetelerin değişik siyasi görüşlere sahip köşe yazarları TRT’yi
eleştiriyor ve bir noktada birleşiyorlar; TRT’de kadrolaşma var. Böylesi bir
ortamda halkın vergileriyle ayakta duran TRT’de olup bitenlere seyirci
kalamayız. Yüce Meclis’imiz konuya el atmalıdır. TRT, başıboş bırakılacak bir
kurum değildir. Kamu kurum ve kuruluşlarının hukuka uygun olarak çalışıp
çalışmadığını kontrolle görevli, başta Devlet Denetleme Kurulu olmak üzere, tüm
denetim organları bir an önce harekete geçmeli, gerçek ne ise ortaya
çıkarılmalıdır. Bu yapılmadığı takdirde ve basında çıkan haberlerde belirtilen
hususlar gerçekleştiğinde belki iş işten geçecektir." diyerek yetkilileri
adeta imdada çağırmıştı (Can, TBMM, B.5, 27.9.1984, O.1: 57)
SODEP (Sosyal Demokrasi Partisi) Genel Başkan
Yardımcısı Muzaffer Saraç ise "TRT bir ideolojinin mevzii olarak seçilmiş
durumdadır. Bu gelecekte tehlikeli durumlar yaratabilir." derken DYP
(Doğru Yol Partisi) Genel Başkanı daha genel bir görüş ileri sürerek
"Atamalarda sırf bir fikriyata hizmet gayesi güdülüyorsa TRT ve memleket,
bundan zarar görür, geçmişte bunların örnekleri vardır. Tekrarından kaçınılması
lazımdır", şeklinde bir yaklaşım sergilemişti. Bu eleştiriler karşısında
ANAP (Anavatan Partisi) Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Keçeciler "TRT’deki
atamalardan hükümetin sorumlu olmadığını" söylemişti (Öngören, 1985b:
73-80).
5.4.
Televizyon İzlemeye Fırsat Bulamayan Genel Müdür
Tunca Toskay’ın görev süresinin dolmasından
boşalan genel müdürlüğe 27 Mart 1988 tarihinde Cem Duna atandı. Duna bu göreve
atanmadan önce Başbakan Dış İşleri Özel Danışmanlığı görevini yürütüyordu.
Dolayısıyla Özal’la yakın ilişkisi vardı. Nitekim, kararnamenin imzalanması
sırasında dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Özal’a "Başbakan’ın çok yakın
bir danışmanının, bu kurumun tarafsızlığını gölgeleyebileceğini" ifade
etmiş, Özal ise Duna’nın ANAP’ın değil, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın
danışmanı olduğunu söylemişti. Siyasi partiler ise bu atamaya şu tepkide
bulunmuşlardı (Milliyet, 25 Mart 1988):
Mehmet Keçeciler: "Memlekete hayırlı
olsun. Başarılı olacağına inanıyorum."
Erdal İnönü: "TRT genel müdürünün,
anayasanın gösterdiği doğrultuda görev yapmasını istiyoruz. TRT’nin tarafsız,
doğru karar veren ve her partiden siyasal görüşleri duyuran bir kurum olmasını
bekliyoruz."
Süleyman Demirel: "TRT’nin bundan sonra ne
yapacağı önemlidir. Bu zamana kadar yaptığını yapacaksa A şahsı olmuş, B şahsı
olmuş önemli değil. Eskisi gibi devam edecekse bir şey ifade etmez. Bakalım bu
yeni yönetim, bu hükümetin tesirinde ne yapabilecek? Bu bir fırsattır."
Baki Tuğ: "Yeni genel müdürden TRT’yi
milletin TRT’si haline getirmesini bekliyoruz. Bu olayda da hanedan mesuliyeti
hissediyoruz. Başbakan, aileden olmazsa kimseye sorumlu görev vermiyor."
Köksal Toptan: "Umarız ki anayasa ve TRT
Yasası’nın hükümleri içinde kalarak TRT’yi yönetir."
Cem Duna kendisi ile yapılan bir röportajda
"TV seyretme fırsatının olmadığını" söyleyerek TRT’ye ve televizyona
olan yakınlığını belirtmekteydi (Milliyet, 27 Mart 1988). Dolayısıyla bu
atamanın, yerinde olduğunu, uzunca düşünme sonucu yapıldığını söylemek zor.
Nitekim Duna "Ani gelişmeler sonucunda kendisine bu görevin
verildiğini" itiraf etmişti (Milliyet, 25 Mart 1988).
Duna’nın göreve başladıktan hemen sonra,
yaptığı atamalara karşı siyasi partilerden eleştiriler yükselmeye başladı.
Özellikle Nuri Çolakoğlu, Serpil Akıllıoğlu ve Ali Kırca’yı aktif göreve
getirmiş ve bu isimler perde arkasında genel müdürlük görevini üstlenmişlerdi.
Bazı siyasi partiler buna tepki olarak "Milletin bölünmez bütünlüğünü
korumakla görevli kurumda kovuşturmaya uğramış, bölücülükten yargılanmış,
mahkûm olmuş kişilerin etkili ve yetkili göreve getirilmesine" karşı
olduklarını dile getirdiler.
Duna’nın genel müdürlüğü, 1970’li yıllarda
olduğu gibi, siyasiler tarafından, parlamentoya taşınmış ve birçok tartışmalara
neden olmuştu. Örneğin, DYP Sinop milletvekili Yaşar Topçu ve 30 arkadaşı, TRT
ile ilgili olarak sorumlu Devlet Bakanı hakkında gensoru açılmasına ilişkin
önerge hazırladı. Önergede "Bölücülükten yargılanmış ve mahkûm olmuş
kişilerin etkili görevlere getirildiği ve kurumdan sorumlu bakanın
sorumluluğu" vurgulanarak, Anayasanın 133. maddesi ile TRT Yasası’na
aykırı bu kadrolaşmanın daha ileri seviyeye varmaması için gensoru açılmasının
talep edildiği dile getirilmiştir (Topçu, TBMM, B.10, 11.10.1988, O.1: 56-57).
Bu önerge üzerine Doğru Yol Partisi’nin
görüşlerini açıklayan İsmail Köse, Duna yönetimini şu şekilde eleştirmiştir
(Köse, TBMM, B.10, 11.10.1988, O.1: 59):
Genel Müdür, geldikten
bu yana, dil genelgesiyle başlayan, Anadolu’nun vatan olarak seçilmesi ve fetih
gününü ‘işgal’ sözüyle nitelendiren zihniyet devam ederek, biraz sonra
açıklayacağım, kimliklerini vereceğim kişilerin kadrolaşmasına meydan
vermiştir. Bu bakımdan TRT Kanunu’na ters uygulamalar yapmıştır. Neden? ...
Kadronun içerisine alınan ve genel müdürden sonra söz sahibi olan kişi, Türkiye
İhtilalci İşçi Köylü Partisi mensubu ve Türk adli makamları tarafından 20 yıla
mahkum edilmiş Nuri Çolakoğlu’dur.
Değerli
milletvekilleri, Nuri Çolakoğlu’nun içerisinde bulunduğu Türkiye İhtilalci İşçi
Köylü Partisi’nin hedefi nedir? Şimdi sizlere, Ankara 4. Kolordu Komutanlığı
Sıkıyönetim Askeri Savcılığı’ndan tanzim edilen iddianameden birkaç cümle
okuyacağım.
Aziz Milletvekilleri,
iddianamede, illegal örgüt Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin hangi
düşüncede olduğu ve kurucuları arasında Nuri Çolakoğlu’nun bulunduğu bu
partinin amacı nedir? İddianamedeki bu düşünce ne şekilde ifade edilmiştir,
şimdi onu izah ediyorum:
‘İllegal örgüt olan bu
yıkıcı kuruluşun amacı, gençlik hareketlerini ideolojik amaçlarla yıkıcı bir
şekilde yönlendirmek, gençlik teşekküllerini komünist faaliyetlerin cephe
teşekkülleri durumuna getirmek, işçi, köylü kitlelerini örgütleyerek komünist
faaliyetlerin amacı istikametinde eyleme geçirmektir.’ İşte, Nuri Çolakoğlu’nun
bulunduğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin amacı iddianamede böyledir.
Değerli
milletvekilleri, yine bu iddianamede devamla, ‘işçilerin tek tek fabrikalarda,
köylülerin kırlarda ve milli sınıfların mesleki hareketlerini ortak bir hedef
etrafında toplamak en başta gelen görev’ seçilmiştir. Yine iddianamede, adı
geçen kuruluşun ilk hedefi, ‘işçi sınıfının önderliğinde halk savaşı ile kazanacağı
milli demokratik devrim zaferi için birleşerek mevcut düzeni yıkmaktır.’ Bu
amaçla kurulan ve faaliyetlerini legal ve illegal parti kurmak zaruretinde
gören kuruluş, Marksist, Leninist ve Maocu düşüncenin gösterdiği yolda
faaliyetlerine devam etmiştir. İddianamede, amacı şöyle izah edilmiştir:
‘İşçi, köylü, genç,
aydın ve diğer grupların bir araya gelmesini amaçlamış, burjuvazi ve toprak
ağalığı diktatörlüğünü çökertip proleterya diktatörlüğünü kurmak, mevcut düzeni
yıkarak sosyalizmi gerçekleştirmek amacına yöneliktir.’ Yakalanıp
tutuklandıktan sonra alınan savunmasında, Nuri Çolakoğlu, ‘Halkın davasına
sahip çıktığım, halkın mutluluğunu istediğim, bunun tek yolunun halk ihtilali
olduğuna inandığım, bu uğurda mücadele ettiğim ve Marksist-Leninist ve Maoist
düşünceye inandığım, bir ihtilalci olduğum için bugün karşınızda
yargılanıyorum’ diyerek, mahkemede ifade vermiştir.
Milli müessesemiz
olan, devletin milli güvenlik politikalarına uymak mecburiyetinde olan, anayasa
ve kanunlarla görevi ve programlarının çerçevesi çizilen TRT’nin işte bugün baş
sorumlusu, yetkilisi, kadrolaşmayı yapan zat işte bu Nuri Çolakoğlu’dur.
Bu, zincirin bir
halkasıdır değerli milletvekilleri, Nuri Çolakoğlu, Türkiye İhtilalci İşçi
Köylü Partisinin evraklarını tanzim, sevk ve idare ettiği, parti
faaliyetleriyle ilgili çalışmalarını sürdürdüğü için, samimi ikrarları üzerine
suçu sabit görülmüş, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığının 3 No’Iu Askeri
Mahkemesince yirmi yıla mahkum edilmiştir.
Değerli
milletvekilleri, dil genelgesi ile başlayıp, ‘Anadolu’nun işgali’ lafı ile
devam eden ve Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi mensuplarının kadrolaşmasına
zemin hazırlayanlar, yine, TRT’de bir daire başkanlığına da Ali Kırca’yı
getirmişlerdir. Ali Kırca, Türk Ceza Kanunu’nun 141 ve 146. maddelerine
muhalefetten hakkında dava açılmış ve tutuklanmıştır. Yine başka bir tarihte,
1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’na muhalefetten gözaltına alınmıştır. Bugün,
yine bu milli kuruluşumuzun Haber Dairesi Başkanlığı’na getirilen Ali Kırca da,
Türk Ceza Kanunu’nun 141 ve 146. maddelerinde sayılan suçları işleyenlerle
mücadele arkadaşı olduğu, dosyasındaki güvenlik tahkikatlarından bellidir.
Muhterem
milletvekilleri, Televizyon Daire Başkanlığı’na getirilen Serpil Akıllıoğlu
ismindeki zat ise, yine yukarıdan beri izahına çalıştığım kadrolaşma
hareketinin içerisinde bulunduğundan, kurumu tarafından muayyen zamanlarda
disiplin cezalarına çarptırılmıştır. Yine dosyasında bulunan güvenlik
tahkikatında, ‘Anarşistler devrimcidir. Nitekim Atatürk de bir devrimciydi’ diyerek,
onların eylemlerini Atatürk ilkeleriyle bağdaştırmaya çalışmıştır. Bunu,
programda belirtmiş, beyan etmiş ve konuşmalarında anarşistleri övmüştür. Yine
güvenlik tahkikatında, bazı tutuklu ve serbest olan aşırı solcularla irtibatlı
olduğu, haftanın belirli günlerinde kültürel yayınlar çalışmasında bulunduğu,
ailece toplanıp ideolojik konuları görüştükleri tespit edilmiş ve dosyasına
konulmuş, dairesinin dikkati çekilmiştir.
Değerli
milletvekilleri, geliniz, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü
bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetimizin varlığını tehlikeye düşürmek, temel
hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin bir kişi veya zümre tarafından
yönetilmesini veya sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde
egemenliğini sağlamak, dil, ırk, din ve mezhep ayırımı yaratmak veya sair
herhangi bir yoldan, yani TRT yoluyla bu kavram ve görüşleri uygulayan ve
programlayan zihniyete ve kadroya "dur" diyelim. Böyle yapılmadığı
takdirde, kadrolaşmanın önüne geçilmediği takdirde, Sayın Bakanın bu kadrolaşmaya
karşı takındığı kayıtsız tavır devam ettiği sürece, korkarız ki, yarın açılacak
yaraları sarmakta geç kalacağız, maalesef telafisi imkânsız zararlar
doğacaktır.
SHP (Sosyal Demokrat
Halkçı Parti) adına görüşlerini ifade eden Ali Topuz, Nuri Çolakoğlu ve birkaç
arkadaşının görevden alınmasıyla TRT ile ilgili şikâyetlerin bitmeyeceğini ve
SHP’nin bu kadrolaşma ve çekişme ile meşgul olmadığını ifade ederek,
eleştirilere yaklaşımını şu şekilde açıklamıştır (Topuz, TBMM, B.10,
11.10.1988, O.1: 72-73):
İnsanlar,
düşüncelerinden dolayı ya da yaşamının bir döneminde yapmış olduğu bir işten
dolayı, yaşam boyu suçlanamaz demokrasilerde. Bir suçlama, ancak o günün
koşulları içinde yaptığı ile ilişkilendirilerek söz konusu edilebilir. Şimdi,
bu kürsüden isim verilerek, TRT’deki görevlilerden birkaç kişi suçlandı.
Kimleri suçladınız? Buradan kendisini savunma hakkı olmayan kişileri
suçladınız.
TRT bir devlet
kurumudur, oraya tayin edilen kişiler de belli prosedür içinde tayin edilir.
Eğer, bu tayinde bir yanlışlık yapılmış ise, bunun giderilmesi için yapılacak
mücadele gensoru yolu değildir, onu başka türlü yaparsanız; onu yaparsınız,
yapmalısınız, ama gensoru müessesesinin, hele TRT ile ilgili getirilmiş bir
gensoru müessesinin, Türk toplumunun yaşamıyla bu kadar ilgili olan TRT ile
ilgili bir gensorunun, böylesine dar bir kalıp içerisine sokularak ve haksız
birtakım eleştirilere yol açacak biçimde ortaya konulmasına katılmadığımızı ve
buna gerek olmadığını bir defa daha ifade etmek istiyorum.
Görüldüğü gibi, ANAP’ın atadığı genel müdürü
SHP desteklerken, bazı ANAP milletvekilleri de bu eleştirilere katıldıklarını
ifade etmiştir.
ANAP milletvekillerinin bir kısmının da Duna’ya
karşı olması sonucunda Özal, Duna’nın görevinden istifa etmesini istedi.
Nitekim Duna 25 Nisan 1989 tarihinde bir basın toplantısı düzenleyerek
"Özal’ın emriyle göreve geldiğini ve talebiyle görevden ayrıldığını, Özal
ile arasının açılmasına yol açan gerekçenin başında ittifakçı kanadın TRT’deki
sol kadrolaşma iddiası ile kendisinin suçlanması olarak gördüğünü" ifade
etmiştir.
ANAP’ın ağır toplarından Mustafa Taşar, Eyüp
Aşık ve Alpaslan Pehlivanlı gibi ittifakçı kanada mensup milletvekilleri 26
Mart seçim yenilgisinin faturasını TRT yönetimine çıkartmaya çalışmıştı.
Gelişen Türkiye programlarının Şubat ve Mart aylarında yayınlanmaması, seçim
yasakları nedeniyle siyasi haberlerin ayrılması, Uruğ davasında Özal’ın
mağlubiyetinin TRT’den ilan edilmesi... gibi olaylar sonucu Özal, Duna hakkında
düşüncesini değiştirmişti.
Duna, ANAP’ın ve sağ muhalefetin kendisine
yaptığı eleştiriler üzerine "TRT hakkında her zaman olduğu gibi benim
dönemimde de basında ve kamuoyunda seviyeli seviyesiz çeşitli yazılar yazıldı.
Ancak TRT çeşitli mücadelelerin yürütülmesine araç bir kurum değildir, yayınların
kalitesi ve sağlıklılığı celbeden bir kurum olmak zorundadır" diyerek,
kurumun yayınlarına bakılması gerektiğini ve kurumun politik mücadelelere alet
edilmesinin doğru olmayacağını vurgulamıştı (Milliyet, 28 Nisan 1989).
Nitekim Duna’nın görevden alınması üzerine
Mehmet Keçeciler "Duna’nın istifasını memnunlukla karşıladım. ANAP Grubu
zaten Duna’nın görevden alınmasını istiyordu. Biz bu milletin tutumuna tercüman
oluyoruz" derken, SHP milletvekili olan Adnan Keskin "Özal TRT’yi özel
çiftliği gibi kullanmasını sağlayacak bir genel müdür arıyor" demiştir.
DYP Genel Başkanı Süleyman Demirel de "Başbakan’ın TRT’yi tümüyle ele
geçirme çabası görülüyor. Bundan sonra gelen, iktidarın her istediği şeyi
yapacaktır" şeklinde bir yorum yapmıştı (Milliyet, 27 Nisan 1989).
5.5.
Milliyetçi, Muhafazakâr, İlerici ve Çağdaş Genel Müdür Aranıyor
Cem Duna görevden alındıktan sonra, Devlet
Bakanı Mehmet Yazar yaptığı açıklamada yeni TRT genel müdürünün portresinin
milliyetçi, muhafazakâr, ilerici ve çağdaş olacağını söylemişti (Milliyet, 27
Nisan 1989). Bunun üzerine SHP Adana milletvekili Cüneyt Canver, bakan Mehmet
Yazar tarafından yazılı olarak cevaplanmak üzere şu soruyu sordu (Bkz. TBMM,
B.90, 18.5.1989, O.2: 290-291):
TRT Genel Müdürü Cem
Duna’nın istifasından sonra yaptığınız açıklamada atanacak yeni genel müdürün
milliyetçi, muhafazakâr, ilerici ve çağdaş olacağını söylemektesiniz. Buna
göre;
1- Sayın Bakan,
müstakbel genel müdür aynı anda hem muhafazakâr hem ilerici ve çağdaş nasıl
olacak açıklar mısınız?
2- Sayın Bakan,
müstakbel genel müdürde tarafsızlık, laiklik, anayasa ve hukukun üstünlüğüne
inanmak gibi temel vazgeçilemez özellikler de aramakta mısınız? Açıklar
mısınız?
Mehmet Yazar bu soruya 28 Nisan 1989 tarih ve
12755 sayılı yazıyla şu şekilde cevap vermiştir:
1- Muhafazakârlık,
kelime olarak bir durumun korunması anlamında ise de; siyasi terim olarak
anlamı, zaman ve mekân içinde değişmiş ve gelişmiştir.
Nitekim, İngiliz
muhafazakâr partililerin on dokuzuncu asırda muhafazakârlıktan anladığı ile,
yirminci asırda anladığı aynı şey değildir.
Bugün muhafazakârlık,
geçmişin ve günün değerlerinden faydalı ve geçerli olanlara itibar etmek
anlamında kullanılmaktadır. Bu değerlerden faydalı veya geçerli olmayanların
yerini yeni değer ve düşüncelere bırakması tabiidir, zaruridir. İnsan ve toplum
hayatı, ilelebet donmuş kalıplar içinde yaşanamaz. Bu itibarla, muhafazakârları
hiçbir değişme ve gelişmeye açık olmayan kişiler olarak görmek yanlış olur.
Gerçeklere aykırı olur.
Mesela, Sayın Thatcher
muhafazakâr bir partinin lideridirler. Kendilerine ilerici ve çağdaş değildir
denebilir mi?
Bir başka örnek, Japon
toplumu genellikle milli gelenek ve değerlerine bağlı muhafazakâr bir toplum
olduğu halde, Japonya’yı gerici ve çağdaş olmayan ülke olarak değerlendirmek
kimsenin aklından geçmez.
2- Yeni genel müdürde,
soruda belirtilen değer vasıflarının da aranması elbette gerekir.
TRT’nin bu derece tartışma konusu olması
üzerine Kenan Evren de konuya el atmıştı. Evren, Duna’nın istifasından sonra,
Radyo Televizyon Yüksek Kurulu Başkanı Yılmaz Büyükerşen’i Çankaya’ya davet
etti ve "TRT Yüksek Kurulu, genel müdür adaylarını tespitinde şu ana
kadar, kurulun amacına uygun bir tutum sergilemediği yolundaki görüşler ağırlık
kazanmıştır. Benim herhangi bir yönlendirmem söz konusu olamaz. Ancak bu kez
kurul olarak hiçbir şeyin etkisi altında kalmadan adaylarınızı rica
ediyorum" diyerek, konuya olan hassasiyetini dile getirmiştir.
Kimi insanlar Evren’in bu tavrını, Basın
Müşaviri Ali Baransel’in genel müdür olmasını sağlama olarak yorumlarken,
Evren; "Ben çok yakınımda görev yapan kişilerin hangi kuruluşta olursa
olsun, yönetim kurullarında görev almasını arzu etmem. Kaldı ki TRT’de hiç
etmem. Çünkü TRT’nin her icraatı ile benim aramda bağlantı kurulmaya
çalışılır" demişti (Bkz. Nokta, 21 Mayıs 1989, 26).
Nitekim Yüksek Kurul’un önerdiği Danyal Gürdal,
Nedim Tekin ve Kerim Aydın Erdem arasından Bakanlar Kurulu 7 Temmuz 1989
tarihinde Kerim Aydın Erdem’i genel müdür olarak atadı. Erdem göreve
başladığında yaptığı ilk basın toplantısında hedefinin "milli
televizyon" olduğunu açıkladı. Bu beyanat sonucunda basın ve muhalefet
Erdem’in referansının Aydınlar Ocağı olabileceğini ortaya attı. Aydınlar Ocağı
Genel Başkanı Nevzat Yalçıntaş ise bu atamada doğrudan etkili olmadıklarını
söylemişti (Bkz. Milliyet, 12 Temmuz 1989).
Kerim Aydın Erdem, kendisinin eleştiriye
tutulacağını bilmekteydi. Bu nedenle TRT’nin tüm eski genel müdürlerini Gündem
adlı bir programda bir araya getirerek onların görüşlerini almıştı. Ancak
önceki genel müdürler gibi o da kimseye yaranamadı. Önceki dönemlerde olduğu
gibi bu dönemde de çok geçmeden TRT’nin hükümetin borazanı olduğu şeklinde
eleştiriler yapılmaya başlandı. Ama bu dönemde siyasi partilere, onların
açıklama ve faaliyetlerine, TBMM ile ilgili haberlere nispeten daha çok yer
verildiği, siyasi ve sosyal konulara ilişkin açık oturumların düzenlendiği
söylenebilir. Hatta Söz Meclisten İçeri ve Parlamentoda Geçen Hafta gibi siyasi
içerikli programlar hazırlanmıştır.
Kerim Aydın Erdem’in şahsında TRT’yi, ANAP’ın
borazanı olarak itham eden muhalefet, 1991 Ekim seçimlerinden sonra iktidara
gelince, aynı eleştirileri muhalefete düşen ANAP’ın yaptığı görülmüştür. Çok
partili hayata geçtikten bu yana partiler bu tür tavır sergilemiştir. Çünkü
siyasi partiler, diğer bölümde de ifade edildiği gibi, "hükümet
faaliyeti" ve "parti faaliyeti" gibi kavramların ne ifade ettiği
yolunda farklı anlayışlara ve kanaatlere sahipti. Bu farklı bakış siyasi
partilerde var olduğu müddetçe bu gibi eleştiriler de kaçınılmaz olacaktır.
5.6.
Haber Değeri ve Niteliği, Aranan Ölçüt Oldu
2954 sayılı kanun, sadece parlamentoda grubu
olan siyasi partilerin açıklama ve faaliyetlerinin radyo ve televizyondan
verilmesini uygun görürken, diğer partilere bu imkânı tanımamaktadır. TRT
Kanunu’nun 20. maddesi "Bu kanunda belirtilen yayın esaslarına uymak ve
diğer siyasi partilere cevap hakkı doğuracak bir unsur taşımamak kaydıyla,
hükümetin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde grubu bulunan siyasi partilerin
açıklama ve faaliyetlerinin yayınlanması, bunların haber değeri ve niteliği
taşıması şartına bağlıdır. Türkiye Radyo Televizyon Kurumu, hükümet veya bir
siyasi parti açıklama ve faaliyetlerini yayınladıktan sonra bunu dengelemek
maksadıyla hemen ardından veya aynı bülten içersinde karşı görüşleri almak için
çaba harcamak ve yayınlamak zorunda değildir" şeklinde bir yaklaşımla
siyasi partilerle radyo ve televizyon ilişkisini düzenlemiştir.
Görüldüğü gibi kanun, hükümetin ve TBMM’de
grubu bulunan siyasi partilerin açıklama ve faaliyetlerinin yayınlanmasını
"...Haber değeri ve niteliği taşıması..." şartına bağlamıştır. Bu
durumda neyin haber değeri taşıdığı hususu önem kazanmaktadır. Yasada ayrıca
"... TRT karşı görüşleri almak için çaba harcamak ve yayınlamak zorunda
değildir..." hükmü yer almıştır. Bu düzenlemenin, 12 Eylül 1980 öncesi
uygulamalara bir tepki olarak metne konulduğu söylenebilir. Hatırlanacağı üzere
önceki dönemlerde, bir siyasi partinin demeç ve açıklamalarından sonra, diğer
partilerin aynı konu ile ilgili açıklamalarına yer verilmekteydi. Böylece TRT
mikrofon ve ekranları, siyasi partilerin önemli bir içeriği bulunmayan söz
düellolarına tanık olmaktaydı. Neticede ise, izleyicide çok olumlu etkileri de
görülmemiş; tersine genelde haberlere karşı bir ilgisizlik olmaya başlamıştır
(Aziz, a.g.m.: 95). Kaldı ki, bir siyasi partinin yaptığı açıklama ve
faaliyetlerin yayınlanması, kanunun 5. maddesindeki genel yayın esaslarına
uyması, diğer siyasi partilere cevap hakkı doğuracak bir unsur taşımamasına
bağlanmıştır.
TRT, 20. maddenin sadece parlamentoda temsil
edilen partilerin açıklama ve faaliyetlerinin açıklanmasına izin vermesi
nedeniyle, özellikle 2954 sayılı kanunun çıkmasını takip eden yıllarda,
Meclis’te temsil edilmeyen partilere mikrofon ve ekranlarını kapamış ve onların
haberlerine yer vermemişti. Fakat istisna olarak SODEP’in yaptığı ilk genel
kurul haberleri televizyonda yer almıştı (Bulak, 1983: 148-151).
5.7.
"Hükümet ve Parti Ayrı Şeydir."
Türkiye’de çok partili hayata geçildikten bu
yana, radyo ve televizyon yayınlarında hükümet ve parti ayrımı söz konusu
olmuştur. Muhalefet partileri hükümetin de bir parti olduğu, dolayısıyla
hükümetle ilgili haberlerin parti haberi olduğu ve partinin reklamı yapıldığı
görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bu dönemde de aynı mantık ve yaklaşım
geçerliliğini korumuştur.
Muhalefet partisi (Halkçı Parti) Kars
milletvekili Ömer Kuşhan parlamentoda yaptığı bir konuşmada, "İktidar
partisi ayrı şey, hükümet ayrı şey dediler. Gerçekten çok değişik bir mantık,
hem öyle zannediyorum ki, ilk defa gündeme getirilen, ilk defa sunulan bir şey.
Yani, iktidar partisinden bahsederse TRT yanlı olacak, onun icraatını
götürmekle icraatını yürütmekle, uygulamakla yükümlü veya icraatını uygulayan
hükümetten bahsedince, o zaman yansız olacak..." (Kuşhan, TBMM, B.33,
4.12.1984, O.1: 701) diyen Kuşhan, hükümet icraatı televizyonda yayınlanıyorsa
TRT’nin yanlılığının söz konusu olduğu görüşünü ileri sürmüştür.
İktidar ise bu düşünceyi paylaşmamıştır.
İktidara (ANAP) göre hükümet ile iktidar partisinin birbirinden ayrılması
gerekir. TRT elbette hükümet icraatını vatandaşa ve dış dünyaya anlatacaktır.
Ayrıca hükümetin ne yapmak istediğini halkın bilmesi gerekir. Ancak hükümetin
her TRT ekranına çıkışını iktidar partisi hanesine yazmak doğru değildir.
Hükümet icraatının TRT’de yayınlanmasının
iktidar partisinin açıklaması olarak görmemek gerektiğini ifade eden ANAP
milletvekili Fecri Alpaslan, televizyon ekranlarında partilerin görünme
süresini tespit ederek kendi partilerine daha az yer verildiğini ispat etmeye
çalışmıştır. Alpaslan bir konuşmasında, "Bakınız, burada enteresan bir şey
var: 1988 Ocak ayı içersinde, Doğru Yol Partisi, televizyon ekranlarında 38
dakika 20 saniye görülmüştür. Sosyal Demokrat Halkçı Parti de 38 dakika 20
saniye görülmüştür, ama Anavatan Partisi 18 dakika 30 saniye görülmüştür"
diyerek, kendi haklarının yenildiğini ispat etmeye çalışmıştır (Alpaslan, B.28,
1.3.1988, O.1: 237).
Kısaca, Hasan Celal Güzel’in de vurguladığı
gibi, TRT anayasa ile getirilen sistemin tamamını ve bütün anayasal organları,
başta TBMM ve siyasi partiler olmak üzere savunmak ve onların yanında yer almak
durumundadır. Çünkü TRT’nin yanında ve emrinde olduğu çok partili demokratik
rejimde, TBMM ve siyasi partiler belli başlı kan damarları gibidir. Bu
müesseseler olmadan, demokratik rejimden bahsedilemez. Bu kurumların varlığı ve
sağlamlığı oranında demokrasi de var olabilir. Demokratik sistemin işlerliği
açısından, TRT, parlamento ve siyasi partilerle millet arasında köprü olmakla
mükelleftir. Dolayısıyla kurum bu organlara ilgisiz kalamaz. Siyasi partilerin çalışmalarını
aksettirmeyen bir kitle iletişim aracı, kamuoyu oluşturmaya yardımcılık
görevini de yapamaz (Güzel, TBMM, B.28, 1.3.1988, O.2: 252).
5.8.
Tarafsızlık ve Yansızlık, Televizyondan Eşit Olarak Yararlanmak mıdır?
Tarafsızlık ilkesi gerek anayasada gerekse
kanunla dile getirilmektedir. Anayasanın 133. maddesi "... Her türlü radyo
ve televizyon yayınlarında tarafsızlık ilkesini gözetir..." demektedir
(Bkz. 1982 Anayasası, md. 133). 2954 sayılı kanunun 5. maddesinin m fıkrası
"Haberlerin toplanması, seçilmesi ve yayınlanmasında tarafsızlık, doğruluk
ve çabukluk ilkeleri ile çağdaş habercilik teknik ve metotlarıyla kamuoyunu
ilgilendirecek konularda yeterli yayın yapmak; tek yönlü, taraf tutan yayın
yapmamak ve bir siyasi partinin, grubun, çıkar çevresinin, inanç veya
düşüncenin menfaatlerine alet olmamak" şeklinde esaslar getirmektedir
(Bkz. 2954 Sayılı TRT Kanunu: 10-11).
Muhalefet parti temsilcileri Meclis’te
yaptıkları konuşmalarda, bütün partilerin, milletvekili sayısı dikkate
alınmadan, televizyondan eşit olarak yararlanması, başka bir ifade ile
televizyonun partilere ilişkin haberleri eşit süre içerisinde vermesini talep
etmişlerdir.
Kars milletvekili Ömer Kuşhan bu konuda yaptığı
konuşmalarda şu görüşleri ileri sürmüştür (Kuşhan, TBMM, B.33, 4.12.1984, O.1:
701):
TRT Kanunu’nun
tarafsızlığı söz konusu, TRT Kanunu’nda siyasi görüşü temsil eden partilerin
eşit ağırlıkta yansıtılması söz konusu, TRT’nin milletin hizmetinde olarak,
milletin bütün kesimlerini temsil eden, siyasi görüşleri temsil eden partilerin
eşit şekilde TRT’de yansıtılması söz konusu.
Bu TRT, yansız; bu TRT, televizyonda veya
radyoda haberleri verirken muhalefet partilerinden bir görüntü vermiş ise,
iktidar partisinden beş görüntü vermeyi itiyat haline getirmiş TRT; bu TRT
televizyonda ve radyoda, özellikle Meclis’te yapılan görüşmelerde, iktidar
partisinin ağırlığını bütün gücüyle vermeye çalışmakta ve bu TRT yansız
bulunmakta! ... Ne şekilde olduğunu sizler değerlendirin sayın milletvekilleri.
MDP milletvekili Doğan Kasaroğlu da TRT’nin
haber bültenlerinin sürelerini hesap ederek, iktidara bakanlarıyla birlikte,
habercilik esaslarına dikkat edilmeden, uzunca yer vererek, kendisini yansız ve
tarafsız bir kamu kurumu olmaktan tecrit ettiğini ileri sürmüştür. Kasaroğlu
konuşmasında bu konuda TRT’nin yaklaşımını ve nasıl olması gerektiğini şöyle
açıklamıştır (Kasaroğlu, TBMM, B.33, 4.12.1984, O.1: 696):
Demokrasi, çok partili
bir yönetim tarzıdır ve milli hâkimiyetin ortaya çıkması, kamuoyunun serbestçe
oluşması için TRT’nin yansız, tarafsız ve herkesin sesini vatandaşa duyuran bir
yayın programı, bir yayın politikası uygulamasını gerekli kılmaktadır.
Değerli
milletvekilleri, ne yazık ki, şu anda TRT’nin uygulamakta olduğu programların
ve haber bültenlerinin bu özelliği koruyabildiğini iddia etmemiz mümkün
değildir. Bu konuda son 10 günlük televizyon 20.30 haber bültenleri üzerinde
yaptığım bir araştırma sonucunu açıklayarak ne demek istediğimi anlatmaya
çalışacağım.
Bu 30 dakikalık haber
bülteninde, evvela Sayın Başbakan, başlayacak olan bakanlar kurulu toplantısı
ile ilgili açıklama yapmıştır. Arkadan, Plan ve Bütçe Komisyonu’nun çalışmaları
gösterilmiş ve bu komisyonun üyeleri teker teker bir sessiz film gösterisi gibi
ekrana yansıtılmış; ne diyorlar, hangi görüşleri savunuyorlar, bir tek kelime
yok; ancak Sayın Bakan Kurtçebe Alptemoçin’in konuşması verilmiştir.
Arkasından, köprü
ortaklık senetlerinin satışıyla ilgili, Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı Daire
Başkanı konuşmuş ve Sayın Başbakan gene ekranda teşekkürlerini sunmuştur.
Gene aynı haber
bülteni içerisinde, Sayın Tarım Bakanı Hüsnü Doğan uzun uzun yer almış ve bazı
yurtlar falan dâhil açılışları yapılmıştır.
Keza aynı programda
vakıf haftası dolayısıyla Sayın Devlet Bakanı Kazım Oksay yer almış ve konuşma
yapmıştır.
Son olarak da, genellikle
haber bültenlerinde en az 6 bakanı tamamlama alışkanlık haline geldiği için,
diğer vesileyle de Sayın İçişleri Bakanımız Yıldırım Akbulut televizyonda yer
almış ve tablo tamamlanmıştır. Bir 30 dakika için de yeterli bir propagandadır.
Plan ve Bütçe Komisyonu görüşmeleri dâhil, diğer partilerin sesi ekranda yoktur
ve görüşleri aksettirilmemektedir. Aynı şey 30 Kasım tarihli 20.30 bülteninde
de var; orda da saydım, 6 bakan yer alıyor.
Eğer TRT Kurumu 5.
maddede, yani ‘Yayın Esasları’ maddesinde yer alan ‘TRT, karamsarlık,
umutsuzluk ve olumsuz etkiler yaratacak yayın yapmaz’ ilkesinden hareketle,
sadece hükümetin her şeyi gül pembe gösteren sözlerini yayınlıyor. Muhalefetin
görüşleri, vatandaşın içine düştüğü yokluğu, fakirliği anlatacak görüşlerine fırsat
vermek istemiyorsa, bu sebeple muhalefete yer vermiyorsa, şunu ifade etmek
isterim ki, yaptığımız gezilerde vatandaş muhalefetin sesini istiyor,
kendilerine sahip onlar olduğunu, davalarına sahip çıkanlar olduğunu Meclis’te
görmek istiyor ve bunu görmemek sebebiyle demokrasi ve rejim açısından
umutsuzluğa düşüyor. Bunu özellikle hatırlatmak isterim.
HP de TRT’nin bu politikasını eleştirerek,
haberlerin hükümet üyelerinin boy gösterdiği arena haline getirildiğini ileri
sürmüştür. HP milletvekili Barış Can Meclis’te partisinin görüşlerini dile
getirirken, "Türkiye’de sadece Anavatan Partisi ve onun iktidarı yoktur.
Türkiye’de siyasi partilerimizin temsil ettiği milyonlarca vatandaşımız ve
onların mensubu bulunduğu toplum kesimleri de vardır; onlar da bu ülkenin
insanlarıdır. TRT, onların da seslerini duyurmak, onlara da ekran ve
mikrofonlarında yer vermek zorundadır. Bu 2954 sayılı radyo ve televizyon
kanunu ile TRT’ye görev olarak verilmiştir. Ancak TRT, geçmiş dönemlerde
örneklerini yaşadığımız ince taktiklerle bu görevi geçiştirip, iktidarların
borazanı haline çok kolay getirilebilmiştir. Bugün de aynı süreci yaşamaya
başladığımızı görmenin üzüntüsünü duyuyoruz. TRT iktidarın borazanı olmaz ve
TRT millete kulak vermek zorundadır" demiştir (Can, TBMM, B.5, 27.9.1984,
O.1: 57).
Dönemin bir diğer muhalefet partisi olan DYP de
TBMM’de konuya ilişkin verdiği meclis araştırması önergesinde aynı görüşleri
ifade etmiştir. DYP Hatay milletvekili Murat Sökmenoğlu ve 41 arkadaşının
imzaladığı önergede, "Devletin radyo ve televizyonu, bir Anayasa
müessesesi olmanın gerektirdiği temel nitelikleri bir yana bırakarak, uzun
zamandan beri iktidarın tek yönlü şartlandırma aracı halinde görev yapmaktadır.
Bu anlayış, bu müesseseyi nihayet "demokrasinin engeli olma" gibi rejim
için tehlike arz eden bir duruma getirmiştir. Haber verme tekeli, vatandaşı
doğruları öğrenmekten mahrum bırakmakta, kamuoyu ülke gerçeklerinden haberdar
olamamaktadır. Buna ilaveten önemli devlet kaynaklarında tasarruf etme imkânına
sahip bulunan TRT, adı geçen kaynakları kullanmakta gereken titizliği
göstermemekte ve birçok yolsuzluk ihbarının gazete sütunlarını doldurmasına
sebep olmaktadır" denilerek, kurumun demokrasinin engeli olma durumuna
getirildiği vurgulanmıştır (Sökmenoğlu, TBMM, B. 35, 16.3.1988, O.1: 132.).
Kuşkusuz, TRT’nin protokol haberlerine yer
vermesi çağdaş habercilik anlayışı ile bağdaşmaz. Haber bültenlerinde haber
değeri olsun olmasın, bakanlarla ilgili haberlere uzun uzadıya yer verilmesi,
muhalefet partilerinin tepkilerine yol açmıştır. Partiler haber bültenlerinin
sunulduğu sırada, saat tutarak konu hakkındaki iddialarını somut delillerle
ifade etmeye çalışmışlardır. Örneğin DYP Erzurum milletvekili İsmail Köse
Meclis’te yaptığı bir konuşmada, TRT’nin partilere eşit yer vermediğini,
iktidar partisinin devamlı korunduğunu ifade ederek, iddialarını dakika
örneklendirmelerle şöyle dile gitmiştir (Köse, TBMM, B.28, 1.3.1988.O.1: 226):
TRT’nin tutumu,
iktidar partisine zaman olarak ağırlık vermesi, farklı siyasal düşüncelere yer
vermemesi, bu maddenin tek taraflı uygulandığının en belirgin örneğidir. Açılış
programıyla başlayan; yani 20.00 haberleriyle başlayan ve maalesef gece
haberleriyle kapatılan bu programdaki, radyo ve televizyondaki bütün haberler
topladığımız takdirde hükümete ait haberler takriben sekiz saati bulmaktadır.
Bu sekiz saatlik yayını, devletin, eşitlik ve adalet ilkelerine uygun olarak
yapmayıp, yalnız iktidar partisine, yalnız hükümete ayıracaksanız ve bu zamanın
yüzde 80’ini de spikerin sesinden duyuracaksınız. İşte, feveranınız buna,
Hükümetin bütün bakanları akşam sıraya diziliyor televizyon ekranında. Hangi
faaliyeti yapmış olursa olsun, haber değeri olmasa dahi, bir sayın bakanın, bir
yerden bir yere gidişi dahi maalesef haber olarak verilmektedir. Ama sayın bakan,
genel görüşme, meclis araştırması önergelerinin müzakeresinin ve hatta çok
değerli milletvekilimizin memleket ve millet meseleleri hakkındaki gündem dışı
konuşmalarının televizyondan verilmesi çok görülmektedir. Daha sonraki
açıklamalarımızda konuya yine geleceğiz, yanlış düşüncede olduklarını izah
edeceğiz.
Bu eleştirilere karşı iktidar partisinin ilgili
bakanı "TRT kurumunun tarafsız olması esastır; siyasal açıdan partiler
arası fark gözetilmemesi esastır. TRT kurumunun bugün bu amacı ne kadar gerçekleştirdiğini
savunmuyorum. Belki bu konuda zaafları vardır" demek suretiyle prensipte
diğer partilerle aynı görüşte olduğunu ifade etmiştir. İktidar partisi,
muhalefetle aynı ölçüleri paylaşmasına rağmen bu eleştirileri izale edecek
icraat yapmamıştır. Bu durumda iktidarın öne sürdüğü gerekçe ise haber değeri
kavramıdır. Yani eğer muhalefet partilerine haberlerde yer verilmiyorsa bunun
nedeni, o partinin açıklama ve faaliyetlerinin haber değeri taşımamasından
kaynaklanmıştır.
5.9.
Siyasi Partilerin Haber Değeri Kavramına İlişkin Görüşleri
Haber değerinin ne olduğunu ve nasıl
anlaşılması gerektiği konusunda siyasi parti temsilcilerinin farklı tanımları
ve algılamaları söz konusudur. İktidar bu kavrama ilişkin yaklaşımını şöyle
dile getirmiştir (Pakdemirli, B.40,12.12.1998. O.2: 235):
Geçen defada burada
TRT müzakere edilirken ‘efendim haber değeri var veya yok’ diye bir tasnif
yapıldı, hatırlarsanız. Şunun haber değeri vardır bunun yoktur... Bunu kim
tespit ediyor? Herhalde TRT de bir hiyerarşi vardır tespiti yapan da budur. Ben
oradan bunu söylerken kendi yaşadığım bir olayı hatırladım ve onun için
söyledim. Efendim, anayasal bir kuruluş var; çözümü hep beraber bir araya
gelebiliyorsak bulalım yani.
Şimdi burada söylenen
küçük latifeleri büyüterek mesele yaparak Meclis’i terk etmek yanlıştır.
Ben on beş gün evvel
cumartesi günü Manisa’da 4 tane kuruluşa gittim, iki büyük temel attım, iki
büyük kuruluşu da açtım. Sonunda tam havaalanından çıkarken Galatasaray’la
ilgili bir şey sordular. Dedim ki, bu Bakanlar Kurulu’nun işidir. Tabi ki
Galatasaray’ın arkasında hep birlikte varız, gerekirse fonu da düşünürüz,
gerekirse tenzilatta yaparız. Haber değeri varmış, bu birinci manşetteydi,
benim öteki dört tane kuruluşla ilgili yaptığım konuşma, büyük yatırımlar
hiçbir şekilde ifade edilmedi. Yani, demek ki kendilerine göre haber değeri
olan buymuş. Hâlbuki bana sorarsanız esas haber değeri, temelini attığım 2000
konutluk siteydi, açtığım liseydi... Bana göre haber bunlardı; ama bunun
kararını ben vermiyorum ki, Sayın Başbakan da vermiyor. İşte bakın, birisi
geldi burada istediğini çekti, istediğini çekmedi, gitti. Yani bununla
ilgili... Ben şunu söyledim... Hayır, arkadaşlarımızı istiskal etmek maksadıyla
söylemedim ki. Aynen şöyle dedim: ‘Haber değeri yoktur, herhangi’ dedim. Nasıl
anlarsanız anlayın. Benim anlayışım o arkadaşın takdirinde. Yani burada TRT’nin
çekimlerini kim yapıyorsa, hangi hiyerarşidense, onların takdirinde herhalde.
DYP milletvekili İsmail Köse ise haber değeri
kavramını yapılacak yayının çok sayıda kişiyi ilgilendirmesi olarak
yorumlamaktadır. Köse’nin görüşü şu şekildedir: (a.g.e.: 229)
Habercilik teori ve
pratiğinde haber değeri niteliği ve esasını yapılacak yayının toplumdaki çok
sayıda kişiyi ilgilendirmesi bazının teşkil ettiği bir gerçektir. TRT haber
yayınlarında bunu uygulamakta, toplumdaki kişilerin bilgi edinmesini sağlamak
yerine, iktidarı memnun ve mutlu kılmak yollarını tercih etmektedir. TRT
yayınları içerisinde, gerçek haberi vatandaşın öğrenebilmesi istisna haline
gelmiştir. Türk Milleti her gün biraz daha, yabancı radyolara muhtaç hale
getirilmiştir.
Kanunda, siyasi
haberlerin ve olayların kişisel değerlendirmelerin dışına çıkarılmasına,
emredilmesine rağmen TRT, tamamen kişisel değerlendirme ve iktidarın menfaati
istikametinde yayın yapmaktadır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki diğer
gruplar ve bunların genel merkez faaliyetleri, maalesef, televizyonda, eşitlik
ve adalet prensipleri içerisinde gösterilmemektedir.
SHP milletvekili Ali Topuz da; "TRT’de
haber değeri olsun olmasın bir bakan bir yerde bir kurdele kesti mi onu
gösteriyorsunuz; Anavatan Partili bir belediye başkanı kaldırımları söktüğü
zaman gösteriyorsunuz, yeniden yaptığı zaman gösteriyorsunuz; ama iktidar
partisine mensup olmayan bir muhalefet partisine mensup belediye başkanının
uygulamalarıyla ilgili televizyonda bir tek program gösterdiniz mi, söyler
misin bana?" diyerek TRT’nin gerçekte haber değeri kavramına objektif
yaklaşmadığını, sadece iktidarın faaliyetlerini haber olarak algıladığını ileri
sürmüştür (Topuz, TBMM, B.10, 11.10.1988. O.1: 77):
Yaşar Topçu ise TBMM’de yaptığı bir konuşmada
olayı şu şekilde açıklamıştır (Topçu, TBMM, B.28, 1.3.1988. O.1: 239).
Türkiye’de anayasanın
26, 31 ve 133. maddeleriyle kamunun eline verilmiş TRT’den başka kuruluşlar da
vardır: bunlardan bir tanesi ajanstır. Yanımda getirdim; eğer okunmasını
istiyorsanız, okuyayım; bakanı da burada karşımızda oturuyor. Sayın Demirel’in
gittiği gezinin ve yaptığı konuşmanın haberini Anadolu Ajansı veriyor; TRT
kameraman gönderiyor, çekiyor; ama neşretmiyor. Buna karşılık, TRT’nin
neşrettiği bir haberi kısaca okuyayım, çok iyi ise devam etsin. Çok önemli;
okuyayım TRT’nin haberini: "Yunanistan’ın başkenti Atina’da Kamu Düzeni
Bakanı’nın yakınlarından birisinin arabasına yerleştirilen bombanın patlaması
sonucu, büyük bir hasar meydana geldi. Patlamanın sokakların boş olduğu
saatlerde olması sebebiyle can kaybı olmadı.
Kimin haberiymiş...?
Yunanistan Kamu Düzeni Bakanının yakınlarından birisinin haberiymiş.
Nitekim Topçu, konuşmasında halka gerçekleri
göstermediğinden ve taraflı yayın yaptığından dolayı TRT’nin 1960 öncesinde
olduğu gibi, rejim sorunu haline geldiğini ifade etmiştir.
İktidar ise muhalefeti ikna edip, icraatlarıyla
sorunu çözemeyince partileri adalete başvurmaya davet etti. Bu konuda Adnan
Kahveci, "Bu uygulamalardan şikâyetçi olan varsa ve haklı olduklarına
gerçekten inanıyorlarsa, demokratik rejim içinde, hukuk devleti içinde,
başvuracakları yerler ve merciler vardır ve nitekim geçmişte de bu başvurular
yapılmıştır. Bu iddialarla ilgili araştırmaların önce tarafsız yargı
organlarınca yapılmasının gerektiğini hepimiz takdir etmek zorundayız."
diyerek şikayetleri hukuka başvurmaya davet etti (Kahveci, a.g.e.: 383). Oysa
ANAP bu yolu seçmeden, TRT’ye bu konuda daha dikkatli davranması yolunda Radyo
ve Televizyon Yüksek Kurulu vasıtasıyla uyarıda bulunabilirdi. Fakat iktidar bu
uygulamadan memnundu ki böyle bir yola başvurmayı denemeyi bile düşünmemiştir.
Meclis kulislerinde bu konuda geçen bir
konuşmada partilerin TRT’ye nasıl müdahale ettiği Milliyet gazetesinin 24 Şubat
1993 tarihli Melih Aşık’ın köşesinde şu şekilde izah edilmektedir: ANAP
milletvekili eski Milli Eğitim Bakanlarından Vehbi Dinçerler Meclis Basın
Bürosu’nda bir grup gazeteci ile TRT’nin haberleri üzerine sohbet ediyordu. Dinçerler,
sohbetin bir yerinde, hükümetin TRT’nin haberlerine nasıl müdahale ettiğini
minik bir örnekle anlattı: "Devlet Bakanı Cavit Çağlar her akşam 19.30
civarında Haber Merkezi’ne telefon edip, o akşam haberlerde neler olduğunu
soruyormuş, arkadaşlar. Tabii hoşuna gitmeyen bir haber varsa, bunu usulünce
belirtip, bültenden çıkarttığını söylememe gerek yok. TRT, artık tamamen
iktidarın borazanı olmuştur. Böyle rezalet nerede görülmüş, söyler
misiniz?" Lafın burasında, TRT’de yıllarca müdürlük ve Haber Dairesi
Başkanlığı yapmış Ercan San dayanamadı: "Ooo Beyefendi, dedi, bizim TRT ne
rezaletler görmüştür, anlatsam şaşırırsınız." Dinçerler gerçekten
şaşırmıştı. Anlat da öğrenelim der gibi bakınca Ercan San dostumuz anlattı:
Cavit Çağlar hiç olmazsa sadece telefon açıp soruyormuş. Sizin Mustafa Taşar
her gün haberlerin bir fotokopisini ister, o fotokopi onaylanmadan haberler
yayına giremezdi Beyefendi, yayına giremezdi.
TRT ise kamuoyu araştırmaları yaparak ve
bunları yayınlayarak kendine göre olayı açıklamaya çalışmıştır. Kısaca bir
örnek verecek olursak, TRT 1984 yılında yaptırdığı bir kamuoyu araştırmasının
sonuçlarına göre katılımcıların %70,8’i haberlerin tarafsız, %23,9’u ise yanlı
olduğuna inandığını belirtmiştir. Öğrenim durumu kendi içinde incelendiğinde,
öğrenim seviyesi düştükçe, haberin tarafsızlığına inananların oranında
yükseliş, haberin taraflılığına inananların oranında düşüş olmuştur. Cinsiyet
farklılığı ise cevapları etkilememektedir (Bkz. Radyo ve Televizyon Yayınları
Kamuoyu Araştırması 1984: TRT yay, Ankara, 1985: 34-35).
5.10.
Siyasi Partilerle İlgili Yayınlar ve Cevap Hakkı Talebi
2954 sayılı "Türkiye Radyo ve Televizyon
Kanunu’nun 19. maddesi T. C. hükümetlerine haber bültenleri dışında yayınlamak
üzere, hükümet uygulamalarını tanıtmak amacıyla radyo ve televizyon programları
yayınlatmak yetkisi vermiştir. Kanunda şöyle denilmektedir (2954 sayılı TRT
Kanunu, yıl, md. 19: 24):
Türkiye Radyo ve
Televizyon Kurumu’nun yayın esaslarına uymak, cevap hakkı doğuracak nitelikte
olmamak ve siyasi çıkar amacı taşımamak kaydıyla, mevzuat veya idari kararlarla
yürürlüğe konan ve halkın katılımı ile başarıya ulaşabilecek hükümet
uygulamalarının; gerekçelerinin, yararlarının, vecibelerinin, usul ve
esaslarının kamuoyuna benimsetilmesini amaçlayan tanıtıcı radyo ve televizyon
programları, Hükümet tarafından Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu dışında
hazırlanır ve kurum tarafından haber bültenleri dışında yayınlanır ve bu
yayının hükümet uygulamasının tanıtılması olduğu yayın sırasında belirtilir. Bu
yayınların yayın süreleri ayda otuz dakikayı geçemez. Hükümet bu süreyi bir
defada veya bir ayda toplam otuz dakikayı aşmamak üzere birkaç defada
kullanabilir. Kullanılmayan süreler müteakip ay sürelerine eklenemez.
Kanunda yer alan bu madde, yeni bir düzenleme olmakla
birlikte, TRT’nin kuruluşundan bu yana geçen süre içerisindeki yayınların bir
incelemesi yapıldığı zaman, bu uygulamanın, kanun kapsamında olmamasına rağmen,
uygulanmakta olduğu görülür. Daha önceden yasal olmadan yapılan bu yayınların,
kanun kapsamına alınması, kurumun bu tür davranışlara girmesini önleyecek bir
işleyiştir. Gerçi maddenin ilk bakışta siyasal iktidar için radyo ve
televizyonun kullanılmasını sağlayıcı ve muhalefete eşit hak tanımayan bir
içerikte olduğu söylenebilirse de maddede öngörülen şartlar, sınırlar iyi
işletildiği ve titizlikle uyulduğu durumda, bu sakıncanın ortadan kalkacağı
söylenebilir (Aziz, a.g.e.: 94).
Programın kurum dışında hazırlatılmasının
öngörülmesi hükümetin TRT eleman ve cihazlarını arzu ettiği gibi kullanmasını
önleme amacına yönelik bir düzenlemedir. Bazı televizyoncular ise 19. maddenin,
iktidara böyle bir hak tanıyıp muhalefete tanımamasının, radyo ve televizyonun
tarafgirliğini yasallaştırdığını ileri sürmüşlerdir. Hâlbuki 1950 yılından beri
hükümetin icraatları radyodan ve televizyondan verilmektedir. Bu konuda prensip
olarak partiler aynı görüşü, yani radyo ve televizyonun hükümetin icraatlarını
tanıtması gerektiği görüşünü paylaşmalarına rağmen, sorunun uygulamadan çıktığı
görülmektedir.
Menderes radyo mikrofonlarını parti
faaliyetlerine kapatırken bile hükümetin icraatlarının yayınlanmasını, bunun
dışında tuttu. Nitekim CHP de bu konuda farklı düşünmemişti.
Hükümete verilen bu hak ilk kez, kanunun
yürürlüğe girmesinden 2,5 ay sonra 31 Ocak 1984 tarihinde yayınlanan 20
dakikalık bir tanıtıcı televizyon programı ile kullanıldı. "AVA" adlı
bir yapımcı şirkete hazırlatılan ve hükümetin birkaç aylık icraatı çoğunlukla
Başbakan Turgut Özal tarafından anlatılan program kamuoyunda ve partiler
arasında geniş yankılar uyandırmıştı. Nitekim DYP Genel Başkanı Yıldırım Avcı
ile HP Genel Başkanı Necdet Calp TRT’ye başvurarak cevap hakkı istemişlerdir.
Ancak kanun gereği, cevap hakkının ancak mahkeme kararı ile olabileceğini
belirten TRT, 27. madde gereğince başvurunun Asliye Ceza Mahkemesine
yapılmasını söylemiştir (Bkz. Yılmaz, TBMM, B.5, 17.4.1984, O.1: 300).
Nitekim Nejdet Calp 22 Şubat 1984 tarihinde
görevlerini kötüye kullandıkları gerekçesiyle TRT Genel Müdürü ve diğer
yetkililer hakkında Ankara Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunmuştur.
Mahkeme Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne mensup 3 öğretim üyesinden
müteşekkil bilirkişi raporuna istinaden şu kararı vermiştir (Bkz. TBMM, B.5,
17.4.1984, O.1: 302):
Yukarıda sözü edilen
bilirkişi raporunda da belirtildiği gibi, 2954 sayılı Türkiye Radyo ve
Televizyon Kurumu Kanunu’nun 19. maddesi hükümete, TRT Kurumu’nun yayın
esaslarına uymak, cevap hakkı doğuracak nitelikte olmamak ve siyasi çıkar amacı
taşımamak kaydıyla mevzuat ve idari kararlarla yürürlüğe konan ve halkın
katılmasıyla başarıya ulaşılabilecek olan hükümet uygulamaları usul ve
esaslarının kamuoyuna tanıtılmasını amaçlayan tanıtıcı radyo ve televizyon
programları hazırlayıp yayınlatma hususunda yetki vermiş bulunmaktadır.
Yine, bilirkişi
raporunda da belirtildiği gibi, Başbakan Turgut Özal’ın, 31 Ocak 1984 günü saat
21:00’de televizyonda görüntülü olarak yayınlanan konuşması, yasanın 19.
maddesinde belirtilen bu esaslara tamamen uygun olup, bu konuşmanın
televizyondan yayınlanmasıyla, Türk Ceza Yasası’nın 23 ve 240. maddelerinde
düzenlenmiş bulunan görevi kötüye kullanmak veya görevi ihmal suçlarıyla
başkaca herhangi bir suç oluşmayacağından, bu yayın dolayısıyla TRT kurumu
genel müdürlüğü görevlileri hakkında kamu adına takibat yapılmasına mahal olmadığına,
karardan bir örneğin müşteki Nejdet Calp’a tebliğine, itirazı kabul olmak üzere
Ceza Mahkemeleri Usulü Kanunu’nun 163 ve 164. maddeleri uyarınca karar verildi.
Muhalefet, bu gibi şikâyetlerden sonuç
alamayınca bir adım daha ileri giderek bu konuda kanun teklifi hazırlamıştır.
Ankara milletvekili Sururi Baykal ve İstanbul milletvekili İbrahim Ural’ın
hazırladığı kanun teklifini, TBMM Anayasa Komisyonu inceleyerek, teklifin
reddine karar vermiştir. Kanun teklifinde hükümetin kanunun 18. maddesine dayanarak,
belli konularda bildiri yayınlayarak halkı aydınlatabileceği, 19. maddenin
yerinin 18. madde ile doldurulabileceği, dolayısıyla 19. maddenin kaldırılması
gerektiği önerilmişti. Anayasa Komisyonu ise bu teklife şu cevabı vermiştir
(Bkz. TBMM, B.53, 17.4.1984, O.1: 292):
Türkiye Büyük Millet
Meclisi Başkanlığına,
Türkiye Büyük Millet
Meclisi Başkanlığı’nca 5 Mart 1984 tarihinde komisyonumuza gönderilen, İstanbul
Milletvekili İbrahim Ural ile Ankara Milletvekili Sururi Baykal’ın 14 Kasım
1984 tarih ve 2954 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu’nun 19. maddesinin
yürürlükten kaldırılmasına dair kanun teklifi, Komisyonumuzca 5 Nisan 1984
tarihli toplantısında Devlet Bakanı Sayın Mesut Yılmaz’ın da katılmasıyla
incelenmiştir.
14 Kasım 1983 tarihli
ve 2954 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu’nun 19. maddesi, Türkiye
Radyo ve Televizyon Kurumu’nun, mevzuat veya idari kararlarla yürürlüğe konan
ve ancak halkın katılımı ile başarıya ulaşabilecek hükümet uygulamalarının,
gerekçelerinin, yararlarının, vecibelerinin, usul ve esaslarının kamuoyuna
benimsetilmesi amacıyla, cevap hakkı doğacak nitelikte olmamak ve siyasi
menfaat amacı taşımamak kaydıyla, kendi yayın esaslarına uygun tanıtıcı radyo
ve televizyon programları düzenlenmesini öngörmektedir.
Teklif sahipleri,
anılan maddenin siyasal çıkar amacıyla kullanılabileceğini, aynı kanunun 18.
maddesine göre, hükümetin belli konularda bildiri çıkararak halkı
aydınlatabileceğini ileri sürmektedir.
Komisyonumuz,
görüşmeleri sonunda, Türkiye Radyo ve Tele-vizyon Kanunu’nun 19. maddesinin,
hükümet çalışmalarının halka tanıtılması, mevzuat ve idari kararların kamuoyuna
en iyi biçimde duyurulması amacıyla getirildiğini, maddede belirtilen
kısıtlamalara uyulmadığında yasal yollara başvurmanın ve Türkiye Büyük Millet Meclisi
denetiminin her zaman mümkün olduğu görüşünde birleşmiştir. Ayrıca, hükümet
bildiri ve konuşmalarını hükümet bildirisi olduğunu açıklamak kaydıyla Türkiye
Radyo ve Televizyon Kurumu’nca yayınlanması öngörülen, aynı kanunun 18.
maddesinin kapsamının 19. maddeden farklı olduğu bu nedenle teklifte
belirtildiği gibi 18. maddenin 19. maddenin yerini dolduramayacağı görüşü
komisyonumuzca benimsenmiştir.
Bütün bu nedenlerle
komisyonumuz teklifin reddine karar vermiştir.
Aslında muhalefetin bu konuda kanun teklifi
vermesinin birkaç nedeni vardı. Bunlar (Bkz. TBMM, B.53, 17.4.1984, O.1: 293);
1- Yasa, hükümete siyasi yönü ağır basan
uygulamaların propagandasını yapma imkânı vermektedir.
2- Siyasi çıkar amacıyla kullanılmaktadır.
3- İktidar patisinin propagandasını yapma
imkânı vermektedir.
4- Partiler arasında gözetilmesi gereken
eşitlik ilkesine ters düşmektedir.
ANAP adına kanun teklifi üzerinde görüşlerini
dile getiren Pertev Aşçıoğlu, maddenin iktidar partisinin propagandasını yapma
imkânı sağladığı görüşüne karşılık, "Elbette ki bu hükümet, adı üstünde
iktidar partisinin hükümetidir ve icraatı da bütün sevabı ve günahıyla iktidar
partisini ilzam eder. Hükümetin yapacağı her hatalı hareketin ve her
başarısızlığın faturası, elbette ki mensubu olduğu iktidar partisine
çıkarılacaktır. Hükümetin her başarısının, her muvaffak olmuş icraatının sevabı
da müsaade edin de iktidar patisinin kâr hanesine yazılsın. Bu, siz isteseniz
de istemezseniz de, biz istesek de, istemesek de böyle olacaktır, eşyanın
tabiatı icabı bir hadisedir, bundan daha tabii hiçbir şey yoktur."
şeklinde görüş beyan ederken, kanunun partiler arasında gözetilmesi gereken
eşitlik ilkesine ters düşmediğini ifade etmiştir (Aşçıoğlu, TBMM, B.53, 17.4
1984, O.1: 294).
HP’nin konuya yaklaşımı uygulamanın suistimal
edildiği ve muhalefete yer verilmediği doğrultusundadır. Nitekim Aydın Güven
Gürkan teklif üzerine yaptığı konuşmasında partisinin 19. maddeye yaklaşımını
şu şekilde izah etmiştir (Gürkan, TBMM, B.53, 17.4.1984, O.1: 297).
19. madde, ‘cevap
hakkı doğuracak nitelikte olmamak’ diyor. O halde Hükümet Halkçı Parti’nin ya
da Milliyetçi Demokrasi Partisi’nin adını ağzına almaz ise cevap hakkı doğmuyor
demektir; ama hükümet kendi icraatı kanalıyla siyasal tercihlerini halka
anlatmak imkânını elde etmektedir. Eğer Halkçı Parti’nin adını anmazsa, eğer
MDP’nin adını anmazsa, benim de cevap hakkım doğmamaktadır; ama bu yansızlık
mıdır? Sizin programınızdan fışkıran, sizin oylarınızla oluşmuş bir hükümetin
siyasal tercihlerinden doğan uygulamaları anlatması, methetmesi, haklı
göstermesi; fakat bu arada bizim hiç adımızı zikretmemesi, bizim kendi
tercihlerimizi, kendi görüşlerimizi, kendi isteklerimizi, kendi modellerimizi
anlatmamamıza neden olmalı mıdır? Bunu demokratik mi buluyorsunuz?
Değerli milletvekilleri,
ayrıca 19. madde halkın katılımıyla başarıya ulaşmasını icap ettiren, başarıya
ulaşması mümkün olan konularda hükümetin bu hakkını kullanabileceğini
söylemektedir; ‘halkın katılımıyla’ demektir. Ben bundan, okuma seferberliğini
anlıyorum, ben bundan ekmek israfının önlenmesini anlıyorum, ben bundan enerji
tasarrufunu anlıyorum, ben bundan turizm seferberliğini anlıyorum, ben bundan
belki bir milli dış politikanın benimsenmesini anlıyorum; ama her ay muntazam
bir biçimde muhalefet partilerine söz hakkı tanınmaksızın, hükümetin her
siyasal tercihini uzun uzun, 30 dakika boyunca anlatmasını anlamak istemiyorum;
ama yapılan bu mudur? Yapılan, halkın katkısını gerektiren ve ulusal
nitelikteki bazı konuların halkın benimsetilmesine yönelik bir olgu mudur?
Tabir o kadar açıktır ki, lütfen birlikte düşünmemizi istirham ediyorum; yasada
diyor ki; ‘halka benimsetilmesi için’ ne demektir halka benimsetilmesi?
Anavatan Partisi’nin siyasal tercihlerinin halka benimsetilmesi söz konusu
değildir. Kanun, ‘benimsetilmesi’ tabirini kullandığına göre, ancak milli
hedeflerin benimsetilmesi söz konusudur, yoksa bir parti programının ve onun
icraatının benimsetilmesi değildir.
Aydın Güven Gürkan, kendilerinin ayda bir, 30
dakikalık bir televizyon programıyla hükümetin icraatlarını anlatmasını çok
görmediklerini, hatta bu sürenin daha uzun olması gerektiğini ancak muhalefete
de böyle bir hakkın tanınması gerektiğini ifade ederek şunları dile getirmiştir
(Gürkan, a.g.k.: 297):
Biz itiraf ediyoruz
ki, halkımızın politik aydınlatılmasından, bilinçlendirilmesinden yanayız. Onun
için aslında, hükümetin ayda kullandığı 30 dakikayı çok görmüyoruz. Mümkün olsa
da 60 dakika olsa, mümkün olsa da 90 dakika olsa, mümkün olsa da bütün siyasal
tercihlerinizi halka açık seçik anlatabilseniz. Biz bundan sadece güvence
duyarız. Anlarız ki, bir demokratik parti halkla diyalogunu kurmuştur. Biz
bundan ürkmeyiz. Bizim karşı çıktığımız nokta, hükümetin icraatının anlatılması
noktası değildir. Bizim karşı çıktığımız nokta, aynı esneklikle, aynı sağduyuyla,
aynı hakseverlikle bu hakkın muhalefet partilerine tanınmamasıdır. Bu
demokratik midir?
MDP ise meselenin maddenin tamamen kaldırılması
değil, yeni baştan tedvir edilmesi olduğu görüşünü benimsemiştir. Bugünkü
uygulamaya göre hem haber bültenlerinde hükümetin her türlü faaliyetlerinin
verilmesinin hem de yarım saatlik bir süre ile aynı konuları anlatan
programların hazırlanmasının doğru olmadığını belirtmiştir (Kasaroğlu, TBMM,
B.53, 17.4.1984, O.1: 299).
DYP de 19. maddenin iktidar tarafından siyasi
menfaat sağlamak amacıyla kullanıldığını ileri sürmüştür. Hatta DYP Sinop
milletvekili Yaşar Topçu Meclis’te gündem dışı yaptığı bir konuşmayla, olayı
örneklendirerek, hükümetin yaklaşımının ne derece yanlış olduğunu açıklamıştır.
Topçu konuşmasında şu görüşleri ileri sürmüştür (Topçu, TBMM, B.11, 20.1.1988,
O.1: 481-483):
Bakın, nasıl siyasi
çıkar amacı güderek yapılıyor? 30 Aralık günü bir program yapılıyor. O
programda Kütahya’nın Köprüören Köyü gündeme getiriliyor; aynı zamanda
Manisa’nın Gördes ilçesinin Doğanpınar Köyü gündeme getiriliyor. Gübre yerine
kerme kullanılarak ziraat yapılan binlerce köyün olduğu bir yerde, memlekette,
Köprüören Köyü seçiliyor. 280 hanelik nahiye olan (bucak merkezi olan) bu
köyden 108 aile Almanya’da çalışmaktadır. Almanya’dan dönüş yapmış olan 25
aileden bir tanesi bulunuyor ve ‘Türk köylüsünün inanamayacaksınız ama durumu
bu hale geldi’ diye yayın yapılıyor. O zaman hükümetin şunu cevaplamasını
istiyorum; sayın bakan biraz sonra buraya gelecek...
O yayın hangi mevzuata
ve kararnameye dayanıyor? Onu burada açıklamasını istiyoruz. TRT yönetimi,
ikide bir ‘Bu programlar bizim dışımızda hazırlanıyor’ diyerek işin içinden
sıyrılmaya kalkıyor.
Diğer taraftan,
Gördes’in Doğanpınar Köyü’nde bir tek traktör yokken, bir tek çamaşır makinesi
yokken, köy, yüz binler, milyonlar kazanıyor ve bunun sonucu evleri çamaşır
makineleri, bulaşık makineleri, otomatik makinelerle dolu bir yer olarak
gösteriliyor. Sizin söylediğiniz işlerin bandı var bizde; isterseniz gelin
beraber seyredelim. Konuşturulan kızın babasının beyanı var.
Bir başka mevzua
geçiyorum. 17 Ocak 1988 tarihinde, sayın başbakan, karşısında bir iktidar
partisi (hem de divan üyesi) milletvekilini alıyor... İktidar partisi
milletvekilinin hükümetle ne alakası var?
Milletvekili
arkadaşımız o programda neden yer alıyor? Meclisin Başkanı’nı seçmesinin,
hükümet uygulamasıyla ve hükümet kararlarıyla ne alakası var? Meclis, başkanını
anayasaya göre seçmiyor mu? Meclis başkanını hükümet mi seçiyor? Hükümet mi
seçti buradaki başkanlık divanını?
Yalnız ben size şunu
söyleyeyim: Siz, bu kanunları böyle çiğneyerek, işinize geldiği gibi
kullanırsanız; iktidar kimseye ebedi değil, bir gün başkasının eline geçer,
sonra girecek delik ararsınız. Sıkıntı doğurur. Kanunların objektif uygulamasını
bir kenara bırakırsanız başkaları gelir, onu kendi istediği şekilde uygular.
Eğer, kanunlar yanlışsa, hükümetsiniz, bakın bir aydır boş oturuyoruz,
birleşimler açılıyor kapanıyor, açılıyor kapanıyor, yeni tasarılar getirin
konuşalım.
TRT’den sorumlu, dönemin Devlet Bakanı Mesut
Yılmaz bütün bu eleştiriler üzerine yaptığı konuşmada "Asıl tartışma
konusu yapılan, hükümetin bu konuda yararlanış biçimi değildir. Asıl tartışma
konusu yapılan kanunun ta kendisidir... Bu kanunu biz çıkarmadık. Bu kanunu
bugün Türkiye’de yürürlükte olan on bine yakın kanun gibi hazır bulduk. Bu
kanunu hazırlayan hükümet bizden önceki hükümettir. O hükümet zamanında
hazırlanan kanun tasarısında bu programların hükümet tarafından TRT Kurumu
dışında değil, bizatihi TRT tarafından hükümet adına hazırlanması öngörülmüştü.
Herhangi bir süre tahdidi de yoktu. Her akşam da bunu ekrana getirmek mümkündü.
Daha sonra Milli Güvenlik Konseyi’nde kabul edilen nihai şekilde ise, bu
programların hükümet tarafından TRT kurumu dışında belli esaslara göre
hazırlanması ve ayda yarım saatlik süre ile sınırlandırılması esası kabul
edilmiştir. Binaenaleyh, ortada bir yetki gaspı söz konusu değildir. Burada
adeta kanunun bize verdiği bir yetkiyi niçin kullandığımız için
eleştiriliyoruz. Hâlbuki bunun tam tersi daha mantıki olurdu. Eğer kanun bize
bu yetkiyi vermişse ve biz o yetkiyi kullanmamışsak, asıl o zaman bizi
eleştirmeniz lazımdı" diyerek, bu yetkiyi kanunun kendilerine verdiğini ve
bu hakkı kullanacaklarını vurgulamıştır (Yılmaz, TBMM, B.30, 2.2.1984, O.1:
513).
Özetle,siyasi partilerin bu programa ilişkin
eleştirileri ve iktidarın yaklaşımı sonucunda şu sonuca varmak mümkündür:
"İcraatın içinden" programı nispeten siyasi reklam filmi görünümüne
sokulmak istenmiştir. Filmin jeneriğindeki arabalar, arabadan inişler,
bakanların boy göstermeleri bir reklam filmi havası vermektedir. İktidar, bunun
tersine, sadece maddenin emrettiği hükümler doğrultusunda bu programı
hazırlatsaydı ve TRT kurumu da sorumluluğunu yerine getirseydi bu tür
problemler ortaya çıkmayabilirdi.
5.11.
Meclis Çalışmalarının, Radyo ve Televizyondan Verilmesi
2954 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon
Kanunu’nun 21. maddesi Türkiye Büyük Millet Meclisi ile ilgili yayınlara
ilişkin esasları belirtmiştir. Buna göre (Bkz. 2954 sayılı kanun, md. 21: 5);
Türkiye Radyo
Televizyon Kurumu, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurul çalışmalarını
dengeli ve tarafsız bir biçimde özetleyen yayın yapar.
Türkiye Radyo
Televizyon Kurumu, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurul toplantılarından
(açılış, ant içme töreni gibi) canlı yayınlar yapabilir. Kurum, bu konuda
Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü sınırlamalarına tabidir.
Kanunun bu konudaki yaklaşımı bu derece açık ve
netken, TRT’nin bazı programlarında olduğu gibi, Meclis çalışmalarına ilişkin açıklamalarda
da tarafgir davrandığı hatta muhalefetin sesini sık duyurmadığı ileri
sürülmüştür. MDP milletvekili Doğan Kasaroğlu parlamentoda yaptığı bir
konuşmada, "Milliyetçi Demokrasi Partisi’nin Meclis’e verdiği gümrükle
ilgili genel görüşme önergesinin müzakereleri yapılırken, 20.30 bülteninde, ne
böyle bir genel görüşme yapıldığı, ne Milliyetçi Demokrasi Partisi’nin bir
önerge verdiği, ne de bu konuda sözcülerin konuştuğu belirtilmiş, görüşme
sadece Sayın Bakanın birdenbire bir konuşması şeklinde verilip
geçiştirilmişti" demiştir (Kasaroğlu, TBMM, B.33, 4.12.1984, O.1: 697).
DYP Milletvekili Murat Sökmenoğlu da konuya
ilişkin verdiği soru önergesinde şu soruları sormuştur (Sökmenoğlu, TBMM, B.34,
2.11.1988, O.4: 552):
1- TBMM Genel
Kurulu’nda muhalefet partilerine mensup milletvekilleri tarafından yapılan
gündem dışı konuşmalara cevap veren hükümet üyelerini TV haber bülteninde uzun
uzun ekrana getirip muhalefet milletvekillerinin ise ne isimlerini ne de
konuşmalarının içeriğini vermeyen TRT’nin gayesi nedir?
2- Tek parti özlemi
ile habercilik anlayışına sahip sorumlular hakkında ne gibi işlem
yapmaktasınız? Yoksa bu anlayış cumhuriyet hükümetinin telkini ile mi
olmaktadır?
3- Meclis içinden
verilen haberde sadece bakanları ekrana getiren bu TRT mi çağdaştır? Bu TRT ile
mi Türkiye çağ atlayacaktır?
Bu önergeye ilgili Devlet Bakanı,
"Bakanların Millet Meclisi Genel Kurulu’nda yaptıkları konuşmalar haber
değeri göz önünde tutularak, TV bültenlerinde yer almaktadır. Bu konuşmaların
hangi vesileyle yapıldığı değil, içeriği önem taşımaktadır. Hükümet üyelerinin
Millet Meclisi Genel Kurulu’nda yaptıkları konuşmalar, bilindiği gibi, bir
konuda açıklama, gündem dışı konuşmaları cevaplandırma ya da bir tasarı ya da
teklif üzerinde görüş açıklama biçiminde olabilmektedir. TV haber bültenlerine
bu konuşmaların hepsinin yansıması mümkün değildir. Haber bültenlerindeki süre
kısıtlığı yüzünden o gün içinde gelişen tüm olayların bir haber değeri
süzgecinden geçirilmesi zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.
Bu çerçevede, hükümet üyelerinin Millet Meclisi
Genel Kurulu’nda yaptıkları konuşmalarda, konuşmanın biçimi değil haber ölçüsü
esas alınmaktadır. Kaldı ki sayın parlamenterlerin gündem dışı konuşmalarına da
yer verilmektedir. Bu uygulamada, TRT’nin amacı günün gelişen olaylarının haber
değerini göz önünde tutarak, ekrana getirmektir." sözleriyle cevap
vermiştir.
Muhalefet milletvekillerinin, TBMM’ye vermiş
oldukları meclis araştırması, genel görüşme ve gensoru önergelerinin radyo ve
televizyondan kamuoyuna verilmemesi için, iktidarın TRT’ye baskı yaptığı,
muhalefet tarafından ileri sürülmüştür (Bkz. TBMM, B.34, 2.11.1988, O.4: 552).
Hükümet ise kendisinin TRT yayınlarına müdahale etme hakkının olmadığını,
TRT’nin yayınlarını kendi takdirine göre yapmakta olduğunu ve yasal organlarıyla
bunu denetlediğini ifade etmiştir (Bkz. TBMM, 31.10.1989, O.1: 130.).
Ayrıca dönemin TRT’den sorumlu Devlet Bakanı bu
konuda sorulan bir başka soruya şu şekilde bir açıklama getirmiştir (Bkz. TBMM,
1.9.1985, O.1: 33):
1- TRT Haber Merkezi,
Meclis çalışmalarını 2954 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu’nun 21.
maddesi uyarınca özetleyerek kamuoyuna yansıtmaktadır.
Genel Kurul’da yapılan
görüşmeler radyoda yayınlanan TBMM Bülteni’nde belirli ölçüler içerisinde ve
belli kurallara uyularak özetlenmektedir. TBMM tutanaklarına aynen uygunluğu
imkânsızdır.
Milletvekillerinin
hükümete veya bir bakana yöneltilen soru önergeleri yayınlanırken,
milletvekillerinin ismi ve sorusunun ne olduğu kısaca verilmekte ve bu soruya
verilen cevap da yayınlanmaktadır.
Yöneltilen soruda
verilen örnek incelenmiştir. Soruyu soran sayın milletvekili ile sorusu
verilerek Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı’nın cevabı yayınlanmıştır. Soru ve
cevabın Meclis Bülteni’nde yayınlanması yıllardır yapılan uygulama
doğrultusundadır.
2- TRT Haber
Merkezi’nde haberleri denetleyen birçok kademe vardır. Bu kademelerde denenmiş,
tecrübeli ve müdür düzeyinde yayıncılar bulunmakta, ayrıca, başkanlık makamı da
son denetimi yapmaktadır. Bir haberin kaynaktan alınışından yayına verilişine
kadar süren aşamada en az 5 kişi tarafından denetlendiği söylenebilir.
Ayrıca, merkeze
geçilen haberler en az iki kaynaktan doğrulanmaktadır. Haberin önemine göre bu
sayı daha da yüksek olmaktadır. TRT Haber Merkezi kendi içinde yeterli bir
denetim mekanizmasına sahiptir ve yıllardır uygulanan işleyiş içinde
haberciliğin kurallarına uygun, süratli çalışabilen bir denetim mekanizması
kurulmuştur.
3- TRT Haber
Merkezi’nin kurulmuş bulunan bu sağlam denetim mekanizması içinde yanlış haber
yayınlanması hemen hemen mümkün değildir. Çünkü geçilen haberlerde doğruluğun
sağlanması için gereken her şey yapılır. TRT Haber Merkezi’nin her gün
yayınladığı pek çok haber sıkı ve süratli bir denetimden geçirilerek yayına
verilir. Bu haberlerin yanlış olması ihtimali yüzde birden çok daha az bir
orandadır. Ancak, mesleğin kendi kuralları içinde son derece ender karşılaşılan
bir durum da olsa, yazılı basın da dâhil hiç hata yapılmaması düşünülemez.
4- Meclis Bülteni’ni
hazırlayanlar TRT’nin Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı içinde kurduğu ve
yıllardır hizmet veren TRT Parlamento Haberleri Müdürlüğü’nde çalışan yayıncı
kişilerdir. Bu büronun başında bir müdür ve iki müdür yardımcısı vardır. Bu
kişilerin denetiminden geçen haberler merkezde yine denetime tabi tutulur.
Kimi parlamenterler de, demokrasinin ülkemizde
tam anlamıyla yerleşebilmesi için, Meclis çalışmalarının özet olarak değil,
canlı olarak televizyondan verilmesine ilişkin önerge vermişlerdi. Söz konusu
önergeye cevaben Devlet Bakanı Adnan Kahveci "TRT’nin Meclis’teki tüm görüşmeleri
ekrana getirmesinin çağdaş yayıncılıkla bağdaşmayacağını" ileri sürerek
şöyle demiştir (Kahveci, TBMM, B.28, 1.3.1988, O.1: 219-220.):
2954 sayılı kanunun
21. maddesinde, ‘Türkiye Büyük Millet Meclisi ile ilgili yayınlar’ hakkında
düzenleme yapılmıştır. Söz konusu bu maddenin ikinci fıkrası, ‘Türkiye Radyo
Televizyon Kurumu, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurul toplantısından
(açılış, ant içme töreni gibi) canlı yayınlar yapılabilir’ hükmünü
öngörmektedir.
TRT, bu hüküm
uyarınca, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu’ndan canlı yayınlar
yapmaktadır. Önergede, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki faaliyetlerin ve
görüşmelerin naklen yayınından maksat, Meclis’in çalıştığı günler, çalışma
saatinin başlangıcından, çalışanların bitiş saatine kadar geçen süre
içerisindeki faaliyet ve görüşmelerin canlı yayınlanması ise, çağdaş
yayıncılıkta böyle bir kural ve uygulama maalesef olmamaktadır. Nitekim
demokrasinin beşiği olduğu iddia edilen İngiltere’de bile BBC kameraları dahi,
ancak geçen hafta Avam Kamarası’na girebilmiştir. O da naklen yayın için değil,
sadece çekim içindir. Yani, biz İngiltere’den çok daha önce bu kameraları Yüce
Meclis’imizin içine soktuk ve gerektiğinde de kanun koyucunun belirttiği
şartlar dâhilinde canlı yayın yaptık.
Demek ki,
demokrasimizin ilerlemesi ve halkın haber alma hürriyeti sadece parlamentodan
devamlı naklen yayın yapmakla sağlanamamaktadır. Kaldı ki, eğer devamlı naklen
yayın yapılacaksa, bunun Genel Kurul gibi, komiteleri de kapsaması acaba
gerekmemekte midir? Sadece genel kurulu mu, yoksa bütün komiteleri de mi
yayınlayacağız? Ayrıca, BBC’nin Avam Kamarası’na gelmesi, Avam Kamarası’nda
görüşülürken, şu konular gündeme getirilmiş, onları da araştırdık. Acaba,
dinleyiciler locasında gösteri yapılmasına, bu uygulamalar teşvik eder mi?
Oturumun hangi bölümünün yayınlanacağının iyi tespit edilmesi gerekmektedir.
Bütün oturumun
yayınlanması için Türkiye’de TV-1’in bütün zamanını Salı, Çarşamba, Perşembe
günleri genel kurul çalışmalarına ayırması gerekecektir; oturumun uzadığı
saatlerde ve günlerde televizyonun bütün programını iptal etmesi de
gerekecektir.
Bu açıdan, şunu
sormamız gerekir: Televizyonun asli görevi nedir? Televizyon, genel kurulun
bütün yayınlarını naklen yayınlayacaksa, esasında televizyon bütün yatırımlarını
bugünden durdurabilir, bütün yapacağı şey, genel kurula üç dört kamera
yerleştirip, bütün personelinin kıdem tazminatlarını ödeyip yahut da emekli
ikramiyelerini ödeyip, kapı önüne koyabilir.
Fakat acaba bu ne
ölçüde doğru olur?
Yine, İngiltere’de
yapılan görüşmelerde, yapılan analizlerden bir tanesi de, naklen yayının,
milletvekillerinin muhtevadan çok, gösteri yapmaya yönelik faaliyetlerini
teşvik edeceğidir.
Meclis faaliyetlerini
halkımızın takip etmesi konusunda, TRT zaten gördüğünüz gibi devamlı bir kamera
bulundurmakta, önemli gelişmeleri halkımıza iletmektedir."
Öte yandan TRT kameramanlarının istediği zaman
toplantı salonuna girip, kendine göre çekim yapması, istediği kişiyi banda
kaydedip ekrana çıkarması veya istemediği kişiyi çekmemesi milletvekillerince
eleştirilmiş ve konu Mecliste dile getirilmişti. SHP milletvekili Turan Beyazıt
bu konuda bir düzenlemenin getirilmesini talep ederek, şunları dile getirmiştir
(Beyazıt, TBMM, B.40, 12.12.1988, O.2: 236.):
Burası, birilerinin
gelip, görüşmeleri görüntüleyeceği yer değildir, hiçbir zaman değildir, işin
ciddi tarafı bu.
İkinci konu, Türkiye
Radyo Televizyon Kanunu, benim değerlendirdiğim kadarıyla, bu kuruma Meclis
müzakereleri konusunda diğer basından ayrı bir imtiyaz tanımamıştır.
Bugün, şimdi, bir
gazeteci, foto muhabiri arkadaşımız, şuraya girse, resim çekse, bırakır
mısınız? Bırakamazsınız, giremez çünkü.
O halde, TRT, canı
istediği zaman, kendisine verilen talimata uygun olarak nasıl girer çıkar,
Başkanlık Divanı’nın bundan nasıl haberi olmaz? Beni bağışlayın, bir tabir
kullanacağım; ama bu kürsüde kullanılmaz bu tabir, burası Meclistir, burası
falan yer değildir arkadaşlar...
Bugün, muhalefet
gruplarının sözcüleri konuştu. Eğer bu TRT, dört dörtlük tarafsızsa, muhalefet
gruplarının sözcülerinin de görüntüsünü tespit eder; bir saniye, iki saniye
yansıtır; ama onlarınkini tespit etme, sayın bakan kürsüye çıkınca görevi ifaya
gel... Bu TRT’nin tarafsızlığıdır.
Sayın başkan, zatı
âlinize tenkidimi ve sitemimi tekrarlıyorum: Zatı âliniz, muhalefet sözcülerini
görüntülemeyen TRT’yi, belki dikkatinizden kaçmış olabilirdi ikaz edildiği
halde, salondan çıkarmayarak, hükümetin görüntüsünü almasına müsaade etmeniz
suretiyle adaleti tesis etmediniz.
Oturumu yöneten başkan ise bu konuda kendisinin
bir ihmalinin olmadığını belirtmiş ve hatta TRT’nin Başkanlık Divanı’ndaki
üyeleri de görüntülemediğinden yakınmıştır (Bkz. TBMM, B.40, 12.12.1988, O.2:
238.).
Meclis Grup Başkanvekili de oturum sırasında
yaptığı kısa bir açıklamada milletvekillerinin bu endişelerine ortak
olmaktadır. Başkanvekili açıklamasında şunları dile getirmiştir (Bkz. TBMM,
B.60, 28.1.1987, O.1: 224.):
TRT, Meclis’lerin
çalışmalarını kendi keyfi usullerine göre yansıtamaz. Meclis’teki
çalışmalarının, Meclis Başkanlığı’nın göstereceği direktif içerisinde
yürütülmesi gerekir. Eskiden, ben şahsımdan misal vereyim, Cumhuriyet
Senatosu’nda Başkanvekilliği yaptığım zaman, alınan görüntüler sadece ön
sıralardan ibaret olmaz idi. Şimdi, kaç defa ihtar ettiğimiz halde, sadece ön
sıralar gösteriliyor; arka sıralarda oturan milletvekilleri, sanki o birleşime
veya oturuma katılmamış gibi görünüyor ve bunun için de muazzam şikâyetler
alıyoruz.
Şimdi, şuraya gelmek
istiyorum: Meclis’i yöneten bir kişi vardır; Cumhuriyet Senatosu çalışmaları
televizyona veyahut radyoya aksettiği zaman, "Falanın başkanlığında, falan
divan üyeleri ile toplanmış" der ve böyle başlardı. Şimdi, yasak savulur
gibi, saat 01.00’dan sonraki yayınlara konulmak suretiyle, Meclis görüntüleri
ekrana getirilmektedir.
Ben, sizlerden aldığımız
güvence ile bu şekilde yayınlar devam ederse, kendi birleşimimde TRT’nin
ekiplerini bu salona almayacağım arkadaşlar.
Gerçekten halkın seçtiği temsilcileri
denetleyebilmesi için onların çalışmalarından haberdar olması gerekir. Bu
demokrasinin icabıdır. Bu nedenle, TRT’nin bu konuda çok özel ve önemli bir
görevi vardır. Olayı sadece Meclis’in televizyonda teşhir edilip edilmemesi
olarak görmemek gerekir. Sorun halkın seçtiği insanların, çalışmalarını
izleyerek onlardan haberdar olması ve parlamenterleri şu veya bu şekilde
yönlendirebilme imkânının sağlanabilmesidir. Aksi takdirde halkın iradesinin
Meclis’e yansıması söz konusu olamaz.
Meclis çalışmalarının yansıtılmasında ortaya
çıkan sorunlardan biri de 2954 sayılı kanunun ilgili 21. maddesinde "Türkiye
Büyük Millet Meclisi genel kurul çalışmalarının radyodan dengeli ve tarafsız
bir biçimde özetleyen yayın yapar" şeklinde ifade edildiği üzere,
çalışmaların sadece radyodan verilmesinin öngörülmüş olmasıdır (Bkz. 2954
sayılı TRT Kanunu, md. 21.). Hâlbuki 359 sayılı kanun "Türkiye Büyük
Millet Meclisi saati" başlıklı 13. maddesinde radyo ve televizyon şeklinde
bir ayırım yapmadan, genel kuruldaki görüşmelerin yayınlanmasını öngörüyordu
(Bkz. 359 sayılı kanun, md. 21).
Kanundaki bu yeni yaklaşım parti temsilcilerinin
TRT’yi eleştirmesine neden oldu. SHP İzmir Milletvekili Kemal Anadol bu
maddenin öngördüğü şekilde yapılacak yayınların gerçekte faydası olmayacağını
ifade ederek şu görüşleri ileri sürmüştür (Anadol, TBMM, B.11, 20.1.1988, O.1):
TRT Kurumu 21.
maddedeki ‘radyo’ sözcüğüne dayanarak, Genel Kurul görüşmelerini sadece
radyodan vermekte; Türkiye Büyük Millet Meclisi, birleşimine rastlayan gece
saatlerinde radyo görüşmelerini özetlemektedir. Meclis görüşmelerini 21.
maddedeki ‘radyo’ sözcüğüne sığınarak televizyona sokmayan TRT, aynı maddenin
ikinci fıkrasında and içme ve açılış törenlerini, işine geldiği zaman,
televizyonda yayınlayabilmektedir; ancak, televizyon, yasanın öngördüğü Meclis
Saati’ne kapalıdır. Meclis Saati’nin radyodan yayınlandığı gecelerde, otobüs
yolcularının dışında, nüfusumuzun tamamı televizyon izlemektedir. Kısaca,
radyodan Meclis Saati yayınlanmasıyla yayınlanmaması arasında hiç fark yoktur;
önem taşıyan televizyon yayınlarıdır.
Meclis çalışmalarının yayınlanmasına ilişkin
ileri sürülen ve eleştirilen görüşlerden biri de "bu yayınların geç saatte
verilmesi veya halkın rahatça izleyebileceği bir saatte verilmemesidir. Mehmet
Akkılıç, "Meclis araştırmaları ve görüşmeleri vatandaşa yeterince intikal
ettirilmiyor. Gece saat 10:00’da bir Meclis Saati vardır; ancak o saatte
herkes, yüzde doksan televizyon seyrettiği için kimse dinlemiyor. Herhalde
kendileri de katılırlar buna. Binde beş nüfus ancak dinliyor; o da yolda olan
televizyonu olmayan kimseler dinliyor. Acaba bunun için bir şey, bir imkân
düşünüyorlar mı? Vatandaşımız Meclis’in çalışmalarını gerçekten izlemek,
dinlemek istiyor; buna dair bir çalışma var mı? Bir açıklama yapabilirler
mi?" diyerek hükümetin konuya yaklaşımının ne olduğunu açıklamasını ve bu
konuda yeni bir çalışmanın olup olmadığını öğrenmek istemiştir (Akkılıç, TBMM,
B.33, 4.12.1984, O.1: 704.).
Hükümet, partilerin bu şikâyet ve taleplerini
cevaplandırırken, TV’nin Meclis çalışmaları ile ilgili haberlere, haber
bültenleri içerisinde yer verdiğini, siyasi parti liderlerinin beyanatlarını
halka ilettiğini belirterek, üstü kapalı olarak, televizyonda Meclis
çalışmalarının arzu edilen ölçü ve şekilde verilmesine ilişkin talepleri
geçiştirmeye çalışmıştır. Dönemin TRT’den sorumlu Devlet Bakanı Adnan Kahveci
hükümetin görüşlerini şu şekilde dile getirmiştir (Kahveci, TBMM, B.11,
20.1.1988, O.1: 484):
TRT, demokratik
sistemin sağlıklı işlerliği açısından, parlamento ve siyasi partilerle, millet
arasında köprü olmakla mükelleftir. Kurum hiçbir zaman bu organlara karşı ilgisiz
kalamaz. Kurum, yüce Meclis’te ve siyasi partilerde olup biteni, Meclis’in ve
siyasi partilerin çalışmalarını aksettirmeyen bir kitle haberleşme vasıtası
olamaz; siyasi partileri birbirine düşürücü yayınları kamuoyuna ulaştırmaya
yardımcılık görevini de yapamaz. Bunlar bizim hükümet olarak benimsediğimiz
görüşlerdir.
Türkiye Büyük Millet
Meclisi çatısı altında meydana gelen her olay (bu oturumdaki gibi) TRT
tarafından titizlikle takip edilip, yayınlanmaktadır. Komisyonların ve genel
kurulun çalışmaları yanında, siyasi partilerin grup toplantıları, grup
sözcülerinin Meclis gündemindeki konularla ilgili açıklamaları, Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nin her toplantı gününde, TRT’nin mikrofon ve ekranlarına
getirilmektedir.
Meclis’in çalışmaları
hakkındaki haberler, haber bültenleri içinde tam bir tarafsızlıkla
sunulmaktadır. Şunu belirtmek isterim: Hükümet programı görüşmeleriyle ilgili
yayınlarda da bu yıl yeni bir tarzda, kürsüde dile getirilen görüşler,
televizyonda canlı yayın olarak 10 saatin üzerinde yayınlanmıştır. Bunu
bilhassa hatırlatmak isterim.
TRT, yalnız Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nden yaptığı bu yayınlarla yetinmemiş, değişik partilere
mensup sayın milletvekillerinin Meclis’i temsilen katıldıkları forumlarda,
toplantılarda, hatta milletlerarası forumlarda, onlara özel ekipler tayin
ettirmiş ve özel yayınlar yapmıştır.
Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nde grubu bulunan siyasi partilerimizin Meclis içindeki faaliyetleri bu
şekilde aksettirilirken, partilerin Meclis çatısı dışındaki çalışmalarının değerlendirilmesinde
de aynı tutumun muhafaza edildiği görülmektedir.
Bu cümleden olarak,
muhalefet partilerinin özellikle sayın genel başkanlarının her zemindeki
faaliyetlerinin, TRT tarafından takip edilmekte, duyurulmakta olduğu bir
gerçektir.
Mesela, muhalefet
partilerinin sayın genel başkanlarının yurt içindeki gezileri, katıldıkları
toplantılar, özel ekiplerle günü gününe takip edilerek, görüntüleri, çoğunlukla
sesleri ile birlikte ekrana getirilmektedir.
5.12.
Seçimlerde Radyo-Televizyonun Kullanılması
Seçim Kanunu’nun sağladığı görüntülü ve sesli
propaganda yayını yapma imkânı özellikle 1980’den sonra halkın gerek partiler
ve gerekse liderler hakkında daha görsel bilgi edinmelerini sağlamıştır.
1983 genel seçimlerinde ANAP, seçmenlerce hiç
tanınmayan bir siyasi parti olarak seçimlere katılmıştı. Milli Güvenlik
Konseyi’nce seçime katılmasına izin verilen Halkçı Parti (HP) ve Milliyetçi
Demokrasi Partisi (MDP) de ANAP’la aynı durumdaydı. Bu bakımdan 1983 seçim
kampanyası sırasında seçime katılan partilerin tanıtılması ve tanınması
bakımından kitle iletişim araçlarına çok iş düşmüştür. Radyo ve televizyon
haberlerinde kampanyalara yer verilmiş, bundan daha da önemlisi liderlerle açık
oturum düzenlenmiştir (Tokgöz, 1990: 264). 22 Ekim 1983’te seçime katılan
partiler açık oturum düzenlemişlerdir. Açıkoturuma MDP adına Turgut Sunalp, HP
adına Nejdet Calp ve ANAP adına Turgut Özal katılmıştı. Televizyonda renkli ve
canlı olarak saat 21:10’da yayınlanan açık oturumun ilk bölümünde, genel
başkanlar programın yöneticisi Hüsamettin Çelebi’nin sorularını cevaplandırdı.
Açık oturumun diğer bölümleri ise 23, 24 ve 25 Ekim günlerinde yapıldı
(Cankaya, 1990: 60; Milliyet, 23 Ekim 1983).
Açıkoturumdan hemen bir gün sonra Milliyet
gazetesi küçük çaplı bir kamuoyu araştırması yaptı. Buna göre izleyicilerde
Sunalp’ın sinirli birisi olduğu izlenimi hissedilirken, Özal’ın taktik ve
politik açıdan daha dikkatli olduğu kanaati oluşmuştur. Bu açık oturumdan sonra
izleyicilerin %57,7’si bu programın siyasi kararlarına yardımcı olduğunu,
%42,7’si ise kararlarına etki etmediğini ifade etmiştir. Daha da önemlisi bu
ilk açık oturum programından önce oy oranı %20,7 civarında seyreden ANAP’ın
oylarının %27,3’lük bir seviyeye yükselmiş olmasıdır (Bkz. Milliyet, 23-28 Ekim
1983).
Özal’ın diğer liderlere oranla daha tutarlı
olması, onu kamuoyunda daha itibarlı bir duruma çıkarmıştır. Nitekim DYP Sinop
Milletvekili Yaşar Topçu Meclis’te yaptığı bir konuşmada bu durumu şu şekilde
ifade etmiştir (Topçu, TBMM, B.28, 1.3.1988, O.1: 238.):
6 Kasım 1983
seçimlerinde, Sayın Genel Başkanınızı, TRT, Türk kamuoyunun karşısına
çıkarmasaydı, Halkçı Partinin o zamanki sayın lideriyle, Milliyetçi Demokrasi
Partisi’nin o zamanki sayın lideri karşılaştırılmasıydı, Türk vatandaşı sizin
liderinizi mukayese etme imkânı bulamasaydı, siz iktidar olarak bu sıralarda
oturabilir miydiniz? Oturmuyor muydunuz? ... Çoktan seçimi kaybetmiştiniz. Türk
vatandaşı doğruyu orada öğrendi.
Gerek liderlerin açık oturumlara katılmaları ve
gerekse, siyasi partilerin propagandaları ve bu propagandalarda görüntü
kullanabilmeleri (Anayasa Mahkemesi Kararları Dergisi, 1989: 246.) Türk siyasi
hayatı bakımından önemli bir yenilikti. Bu uygulamalar, halkın liderlerin
şekillerini, hal ve hareketlerini, ayrıca jest ve mimiklerini görerek onlar
hakkında daha iyi karar almalarını sağlamıştır. Çünkü bir insanın sadece sesini
dinlemek, o kişi hakkında kanaat oluşturmak için yeterli olmayabilir. Liderin
jest ve mimikleri ifadelerinin samimi olup olmadığına, tutarlılığına ve hatta
kişiliğine ışık tutabilmektedir. Bu nedenle görüntü unsuru kimi liderler için
artı puan getirirken, kimileri için de olumsuz etki yapabilir.
Nitekim yapılan araştırmaların bir kısmı
seçmenlerin seçim kampanyalarında adaylar ve sorunlar hakkındaki bilgilerinin
çoğunluğunu televizyonda yayınlanan siyasal reklam filmlerinden sağladıklarını
ileri sürmüşlerdir. Televizyondaki siyasal reklamların seçmenlerin ilgisini
arttırdığı, adayları daha iyi tanıttığı, seçimler hakkında bilgisi olmayanları
ikna ettiği, oy vermeye geç karar verenleri karar vermeye ittiği, daha önceden
karar verenlerin oy verme kararını ise pekiştirdiği gözlemlenmiştir (Tokgöz,
a.g.m.: 261-262).
Parti liderlerinin 1983’te başlattıkları
açıkoturum geleneği sık sık olmasa da daha sonraki dönemlerde de devam etti.
(HP ve SODEP birleşerek SHP oldu. MDP de ANAP’a katıldı.) 18 Nisan 1989 günü
TBMM’de grubu bulunan üç siyasi parti lideri saat 21.45’te 2 saat süren bir
programa katılmışlardı. Hacettepe Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr.
Bozkurt Güvenç’in yönettiği "Liderlerin Gözüyle Türkiye 89" adlı
canlı yayınlanan açıkoturuma, Başbakan Turgut Özal, SHP Genel Başkanı Erdal
İnönü ve DYP Genel Başkanı Süleyman Demirel katılmıştı (Cankaya, 1990: 73.).
Görüntülü reklamları ve siyasi propagandaları
kendileri için önemli bir seçim kazanma yolu olarak gören ANAP "Seçimlerin
Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun"da yeni bir düzenleme
yaparak, radyo ve televizyonda partilere paralı reklam imkânı tanınması yolunda
kanun hazırlamıştı. Nitekim o dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren siyasi
partilerin radyo ve televizyondan paralı propaganda yapmalarının anayasaya
aykırı olacağı gerekçesiyle bu öneriyi reddetmişti. Evren gerekçede, böyle bir
düzenlemenin anayasanın eşitlik ilkesine ters düştüğünü ve TRT Kanunu’nda reklam
yayınlarında siyasi propagandanın yapılamayacağı hükmü mevcutken bu kez böyle
bir uygulamaya gidilmesinin kanunlara ve anayasaya ters düştüğünü ifade
etmiştir (Milliyet, 7 Ocak 1987).
Nitekim Radyo ve Televizyon Yüksek Kurulu,
siyasi içerikli propagandaların gerek etkili olması gerekse siyasetin
tarafsızlığı ve seviyeli olması düşüncesinden hareketle 26 Mart yerel
seçimlerinden sonra bir rapor hazırlamıştır. Raporda Merhaba Politika adlı
programında Çetin Altan’ın sorularıyla konuşmacıları politikacılar aleyhine
konuşmaya zorladığı belirtilmektedir. Seçim programı gibi özel ve büyük
programlarda görevli spikerlerin bu tür programlar için yeterli olması
gerektiği de vurgulanan raporda, Aziz Üstel’in sunduğu Seçmen Konukları bölümü
de eleştirildi. Ayrıca raporda, "Karikatürize edilmiş, cahil, çıkarcı,
hayalci politikacı tiplerinin, kitlelerin kendi iradesiyle seçerek göreve
getirdiği yerel yöneticilerin belirlendiği bir günde ekrana yansıtılması,
demokratik gelişmenin gerekleriyle ve toplumsal hoşgörüyle bağdaştırılamamıştır"
denilmiştir (Milliyet, 28 Nisan 1989).
Kısaca, televizyonun siyasi partilere, onların
görüntülerine ve liderlerine açılması sonucunda, halkın politikacıları tanıma
imkânı da artırılmış oldu. Radyo ve televizyonun kamusal alan olarak işlev
görmesi neticesinde köy köy gezen politikacılar, bu yeni platformu kullanarak
daha kolay bir şekilde, zaman sıkıntısı çekmeden, çizgi ve hedeflerini halka
anlatabilme imkânına kavuşmuş oldu.
5.13.
1991 Seçimlerinde Siyasi Parti ve Radyo-Televizyon İlişkisi
ANAP 20 Ekim genel seçimlerinde bir taraftan
TRT’nin imkânlarını iktidar baskısıyla kendi lehinde kullanırken diğer
taraftan da başlangıçta Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın oğlunun ortağı olduğu
Star-1 televizyonundan yararlanarak büyük bir avantaj sağlamıştı. Bu durum
karşısında TRT boy hedefi olurken siyasi partiler Star-1’e karşı temkinli
yaklaşıp ona reklam veriyordu. TRT’de yayınlatılması mümkün olmayan bazı
reklamlar Star-1 televizyonunda yayınlatılıyor ve bu durum karşısında siyasi
partiler birbirlerini suçluyordu. Bu çekişme sırasında bütün siyasi partiler
TRT ve özel televizyon konusunda vaatlerini sergilerken TRT’yi
özerkleştireceklerini ve özel televizyon kanununu çıkaracaklarını açıklıyordu.
Yapılan açıklamalarda, Başbakanlık Basın
Merkezi ile TRT Haber Dairesi arasında doğrudan bir hat kurularak ANAP
haberlerinin başbakanlık onayıyla yayınlandığı iddia edilmişti. Bunun üzerine
TRT yetkilileri ise bu iddialar karşısında "Bu söylentiler haber
politikamızdan memnun olmayanlar tarafından çıkartılıyor." şeklinde cevap
vermişlerdir.
Seçim yaklaşırken TRT haber bültenlerinde
dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz, kabine üyeleri ve ANAP yöneticilerine
ayrılan süre dikkat çekici boyutlara ulaşmıştı. Ekim ayının ilk haftasında TRT
haber bültenlerinde ana muhalefet partisine 13 dakika yer verilirken, DYP’ye 24
dakika ayrılmıştı. 1991 yılı Ekim ayının ilk haftası baz alınarak yapılan bir
araştırmaya göre, TRT haber bültenlerinde, Mesut Yılmaz 35 dakika 30 saniye
ekranda görünerek Turgut Özal’dan sonra ekran rekoru kıran ikinci lider oldu.
TRT Başbakan Mesut Yılmaz ile ilgili haberlere hem bülten içindeki Seçime Doğru
bölümünde hem de haberler içinde ekran hakkı vermişti. Diğer siyasi partiler
ise sadece Seçime Doğru içinde görüşlerini aktarabildiler. Mesut Yılmaz Samsun
yakınlarındaki Derebent Barajı açılış töreni nedeniyle 12 dakika ekrana gelerek
bir bültende en fazla konuşmayı yapan lider olmuştu. Mesut Yılmaz’ı her gün en
az 6-7 bakan izliyordu. ANAP’lı bakanlar söz konusu hafta içinde 35 dakika
ekranı kullanmışlardı. 28 Ekim 1991 tarihli TV 1 20.00 ana haber bülteninde
sırasıyla dönemin ANAP Genel Başkan Yardımcısı Halil Şıvgın, Devlet Bakanı
Fahrettin Kurt ve Başbakan Yardımcısı Ekrem Pakdemirli ile ilgili haberler yer
almıştı (Cumhuriyet, 8 Ocak 1991).
DYP Genel Başkanı Süleyman Demirel’in
yaptırdığı bir araştırmaya göre son bir yıl içinde
Cumhurbaşkanı Turgut Özal 31 saat, ANAP Genel Başkanı (Akbulut-Yılmaz) 13
saat, Türk Kadınını Tanıtma ve Güçlendirme Vakfı Başkanı bir saat, SHP 6 buçuk
saat, DYP ise 5,5 saat TRT televizyonunun haber ve haber programlarında yer
almıştı (Cumhuriyet, 8 Kasım 1991).
TRT’de siyasi partilere ayrılan bölümde ANAP 50
dakika, SHP 40 dakika, DYP 30 dakika, RP-DSP-SP 20’şer dakika ekrana
gelmişlerdi. ANAP dışındaki siyasi partiler bu duruma itiraz ederek bu
sürelerin eşit olmasını istemişlerdi. Ancak partilerin çabaları bu eşitliği
sağlamaya yeterli olmamıştır.
Star-1 televizyonunda yayınlanan ANAP’ın
terörle ilgili reklamlarına, DYP ve MÇP (Milliyetçi Çalışma Partisi) sert tepki
gösterdi. Bu nedenle DYP Star’daki reklamlarını geri çekti. Ayrıca Star-1
televizyonu sahibi Cem Uzan’a bir telgraf gönderen Süleyman Demirel, olayı
kınarken, MÇP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş de yasal yola başvuracağını
açıkladı. Bu tepki sonucu Star-1 televizyonu ANAP’ın terörle ilgili
reklamlarını yayından çekme kararı aldı.
Cumhurbaşkanı Turgut Özal da ülkenin çeşitli
yerlerinde konuşmalar yapmış ve açıkça iktidarı destekleyici açıklamalarda
bulunmuştu. TRT’nin Özal’ın bu konuşmaları aynen yayınlaması muhalefetin sert
eleştirisine neden olmuş, Özal’ın konuşmaları da siyasi parti liderleri gibi
seçim yasağına alınmıştı.
Radyo Televizyon Yüksek Kurulu TRT’nin bu
durumu ve gazetelerde yer alan "TRT haberlerine Başbakanlık denetimi
yapıldığı" yolundaki haberler üzerine, TRT Genel Müdürlüğü’ne bir uyarı
yazısı göndererek, seçim döneminde siyasi tarafsızlık ilkesine uyulması
konusunda titizlik gösterilmesini istemişti. Ayrıca RTYK Başkanı Yılmaz
Büyükerşen, basına çıkan bu haberlerin doğruluğu kesinleştiğinde, TRT Genel
Müdürü’nün görevden alınması için hükümete teklifte bulunacağını belirtmişti.
TRT Genel Müdürü bu gibi spekülasyonlara konu edilirken, muhalefet iktidara
geldiklerinde TRT Genel Müdürünü değiştireceğini ve TRT’yi yeni bir statüye
kavuşturacağını vadetmişti.
SHP Genel Sekreter Yardımcısı Ertuğrul
Günay, haberlerde tarafsızlık ilkesinin çiğnendiği gerekçesiyle TRT Genel
Müdürü Kerim Aydın Erdem, TV Daire Başkanı ve Haber Dairesi Başkanı hakkında
suç duyurusunda bulunacağını açıklamıştı. Ayrıca Günay, Ekim ayı başından beri
TRT’nin açıkça ANAP’ı kayırdığına dikkat çekmişti (Cumhuriyet, 11 Ekim 1991).
SHP’den sert bir hareket de Denizli
Milletvekili Adnan Keskin’den gelmişti. Keskin, Ankara Cumhuriyet
Başsavcılığı’na başvurarak Ulaştırma Bakanlığı, TRT ve Star-1 yetkilileri
hakkında "seçimlerin dürüstlük ve eşitlik ilkelerini çiğnedikleri
gerekçesiyle" suç duyurusunda bulundu. Söz konusu dilekçede "TRT
Genel Müdürü Kerim Aydın Erdem’in iktidar partisinin seçim yasaklarını
çiğneyen, seçimlerin eşit ve tarafsız bir ortamda yapılmasına gölge düşüren
görüntülü haber ve yayınlar nedeniyle suç işlediği savunuluyordu (Cumhuriyet, 8
Ekim 1991).
Refah Partisi de iktidara geldiğinde TRT’nin
yayın anlayışını değiştireceğini ve TRT’yi millileştireceğini, milli ve dini
değerlere ters düşen yayınlara son vereceğini açıklamıştı.
Acaba 20 Ekim genel seçiminden sonra durum
değişti mi? Veya 20 Ekim genel seçiminden önce TRT’ye veryansın eden muhalefet
iktidara geldiğinde TRT’nin yaptığı bu haksızlığı veya yanlışları düzeltti mi veya
düzeltme yolunda adım attı mı? Bu sorulara cevap verebilmek için basında çıkan
konu ile ilgili haberlerin incelenmesi gerekmektedir.
4 Kasım 1991 tarihinde basında çıkan bir haber
oldukça ilgi çekicidir: "TRT, Demirel’le dirsek temasında" başlığını
taşıyan haber şöyle devam etmektedir: TRT Genel Müdürlüğü için adı geçenler
arasında DYP Milletvekili adayı Ali Baransel, gazeteci-yazar M. Yaşar Bostancı
ve Ertan Karasu bulunuyor. TRT yapısını koalisyon hükümetine hazırlıyor. Kurum
TRT genel müdürünü doğrudan Bakanlar Kurulu’nun atamasına imkân tanıyan yasa
değişikliği taslağı üzerinde çalışıyor... Seçimden kısa bir süre sonra DYP ile
dirsek temasına başlayan TRT üst yönetimi, Süleyman Demirel’in TRT’de ayda bir
açık oturum yapılması ve kurumun daha özgür bir yapıya kavuşturulmasına yönelik
açıklamalarından sonra bir dizi hazırlığa girişti... TRT kaynakları, Genel
Müdür Erdem’in görevinde kalamayacağına kesin gözüyle bakıyor..."
(Cumhuriyet, 4 Kasım 1991). Daha sonra Ali Baransel RTYK’ye öneriliyor ve Cumhurbaşkanı
bu öneriyi onaylamıyordu.
İktidar, daha önceleri tarafsız davranmıyor
dediği TRT’nin tarafsızlığını sağlayacak çalışmalar yapacağı yerde işe genel
müdürden başlamaya niyetleniyordu. Ama yetkililer bu işin zor olacağının da
farkındaydılar. O nedenle TRT yetkililerini kendi çıkarları doğrultusunda
kullanmaya zorlamak partilerin ilk politikası oldu.
Devlet Bakanı Cavit Çağlar 12 Kasım’da
basına yaptığı bir açıklamada, kendi dönemlerinde TRT’nin yasal sınırları
çerçevesinde yayın yaptığı görüşünü onaylıyordu.
6 Aralık 1991 tarihli Cumhuriyet gazetesinde
"Ecevit’ten TRT’ye protesto" başlığı altında yayınlanan bir haberde
Bülent Ecevit’in TRT’yi Başbakanı ziyaretiyle ilgili bir haberden dolayı
protesto ettiğini bildiriyordu. Ecevit açıklamasında "TRT sadece Başbakanı
ziyaretim sırasındaki övgü sözlerimle iyi dileklerimi yayınladı, görüşmemizin
içeriği ile ilgili haberlere hiç değinmedi. Oysa basın toplantısındaki
açıklamalarım Türkiye’nin bazı yaşamsal sorunları ile ilgili uyarılarımı ve
çözüm önerilerimi içeriyordu... TRT’nin bu davranışını protesto ediyorum"
diyordu (Cumhuriyet, 6 Aralık 1991).
8 yıl iktidarda bulunan ve özellikle 20 Ekim
1991 genel seçimlerinde TRT’yi dilediği gibi kullanan ANAP, iktidarın daha ilk
ayında, henüz hiçbir şey belli değilken, bu kurumdan yakınmaya başlamıştı.
ANAP’lılar yaptıkları birçok açıklamada "TRT tarafsızlık ilkesini
çiğniyor" feryadında bulundular. Genel seçimden önce DYP ve SHP’liler
ellerine kalem alıp kimin ekrana kaç dakika çıktığını hesap ederken şimdi de
artık aynı işi ANAP’lılar yapmaya başladı.
4 Aralık 1991 tarihinde ANAP Grup Başkanvekili
Mustafa Kalemli düzenlediği basın toplantısında "TRT yayınlarında çifte
standart uygulanmaktadır... TRT, DYP’nin grup toplantılarını ve açıklamalarını
gayet geniş vermekte, bizim grup toplantılarımız ve açıklamalarımız
makaslanmaktadır... Bunu protesto edeceğiz... Bu tutumuyla TRT tarafsızlık
ilkesini çiğnemektedir..." diyerek TRT hakkında kanaatlerini sergiliyordu.
Yine ANAP’lıların yaptığı bir araştırmaya göre son yirmi günde (10-30 Kasım
arası) TRT ekranlarında Demirel 3,5 saat, Cumhurbaşkanı 22 dakika, Mesut Yılmaz
ise 25 dakika yer almıştı. Kerim Aydın Erdem’i kendi dönemlerinde ve kendi
istekleriyle genel müdürlüğe getiren ANAP’ın bu haykırışı beklenmeyen bir
sonucun hayal kırıklığıyla karşılanışının ifadesiydi.
DSP Genel Başkanı Ecevit, partisinin
Bakırköy ve Bağcılar’da 15 Aralık 1991 tarihinde düzenlediği toplantıda
"TRT’nin DSP’yi yok saydığını ve sesini kıstığını" iddia ederek
hükümetin buna lakayt kalmamasını istemişti.
8 Ocak 1992 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde
"Muhalefet TRT’nin peşinde" başlığı ile yayımlanan haber oldukça
ilgi çekicidir. ANAP genel merkezi kendilerine yer verilmediği gerekçesiyle
şöyle diyordu: "RP haftada bir saat manevi yayın için yasa önerisi hazırladı.
TBMM Başkanı Cindoruk da kısa süre sonra TRT tekelinin kalkacağını söyledi...
ANAP Genel Merkezi son iki ay içerisinde siyasi parti lider ve yöneticilerinin
ekranda ne kadar yer aldıkları konusunda bir araştırma yaptı. Bu araştırmaya
göre DYP ekrandan 31, ANAP ise 1 saat yararlanabildi... Refah Partisi Genel
Başkanı Necmettin Erbakan TRT haber bültenlerinde siyasi partilere eşit oranda
yer verilmesi ve bütün kanallarda haftada en az bir saat dini yayın yapılması
için yasa önerisi verdi... Erbakan TRT haberlerinde parti eşitliğinin
sağlanabilmesi için haber dairesinde siyasi partilerden birer temsilci
bulunmasını önerdi... Erbakan ayrıca TRT’yi sirk aynasına benzeterek ‘TRT uzunu
kısa, şişmanı zayıf gösteriyor’ dedi."
Bu arada bir tavır da Cumhurbaşkanı’ndan geldi.
Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın kendisini dilediği gibi ekrana getirmediği için,
TRT’yi RTYK’ye şikâyet edeceği iddia edilmişti. Cumhurbaşkanlığı basın sözcüsü
Kaya Toperi, 2 Ocak 1992 tarihinde düzenlediği basın toplantısında, Özal’ın TV ekranına
çıkmamaktan rahatsızlık duyduğunu ifade ederek şöyle devam etti: TRT son
zamanlarda tamamen tek yanlı olarak birtakım mülakatlara ve açık oturumlara yer
vermektedir. Burada da sayın Cumhurbaşkanı’nın kendisini savunma olanağı
olmadan bu tür program hazırlanması doğru olmasa gerekir. Bu konuda RTYK’ye
gerekli girişim yapılacaktır."
RTYK yetkilileri, Cumhurbaşkanı bu durum
karşısında kendilerine yazılı şikâyette bulunduğu takdirde, TRT kanununa göre,
Kurul’un müeyyide tatbik gücü olmadığını, TRT’ye direkt müdahale
edilemeyeceğini, ancak şikâyet konusu çerçevesinde RTYK’nin tavsiyede
bulunabileceğini dile getirmişti.
Ayrıca bu durum nedeniyle TRT yetkilileri
siyasi parti liderlerinden, Cumhurbaşkanı’na cevap hakkını verecek konuşma
yapmamalarını rica ederler. Aksi takdirde Özal’a cevap hakkını kullanma hakkı
doğacağını bildirirler. Nitekim de öyle oldu. 3 Ocak 1991 tarihinde yayınlanan
Soru Yağmuru programına katılan Süleyman Demirel’in kendisine cevap hakkı
doğuracak konuşma yaptığını bildiren Özal, TRT’ye başvurarak bir hafta sonraki
aynı programa diğer bir parti temsilcisinin değil de kendisinin katılmasını
talep eder. Nitekim Özal’ın bu talebi yerine getirilerek Mesut Yılmaz’ın
katılacağı programa Özal davet edilir.
Belli ki TRT yönetiminin muhalefete ve Özal’a
beslediği bu tutum iktidar tarafından memnuniyetle karşılanıyordu. Çünkü bu
olaylar olup biterken iktidar kanadından hiçbir açıklama bile gelmemişti. 17
Aralık 1991 tarihinde Sabah gazetesinde çıkan bir haber de bu görüşü
doğrulamaktadır. Söz konusu haber aynen şöyledir: "TRT Genel Müdürü
şimdilik kalıcı. DYP-SHP koalisyon hükümetinin TRT Genel Müdürü Kerim Aydın
Erdem’den daha fazla şikâyetçi olmadığı ve görevden alınması konusunda acele
davranmayacağı bildirildi. Son bir aylık çalışması başarılı bulunan Erdem’in
özel televizyona olanak sağlayan yasa çıkarılıncaya kadar görevde kalacağı
kaydedildi... Bu gelişme üzerine hükümetin yeni bir TRT Genel Müdürü arayışına
şimdilik nokta koyduğu bildirildi."
Basında çıkan bu beyanat ve haberlerden
anlaşıldığı gibi, iktidar partisi TRT’yi sürekli kendi çıkarları
doğrultusunda kullanırken muhalefet buna veryansın etmektedir. Ama ne yazık ki
muhalefette olan parti sonraları iktidara geldiğinde verdiği vaatleri de
unutarak aynı hatayı sürdürmekten kendini alıkoymamaktadır.
Bu konuda dikkati çeken nokta, iktidarın TRT’yi
istediği gibi çıkarlarına alet edebilmesidir. Kurumun iktidardan yana tutum
izlemesi çalışanların yasal statüsünün bir sonucudur. Bu statü değişmediği
müddetçe bu gibi durumların devam etmesi de kaçınılmazdır.
5.14.
Siyasi Partilerin Özel Televizyona Bakışları
Bu bölümde 20 Ekim 1991 genel seçiminden önce
ve sonra, siyasi partilerin mevcut özel televizyonlara (Star-1, Mega-10)
bakışları ele alınacaktır.
20 Ekim genel seçiminden önce
Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın oğlunun da ortağı olduğu Star-1’in
yayınladığı ANAP’ın terör filmi ve seçim kurallarına aykırı hareketi
muhalefetin sert eleştirisine neden olmuştu. Bu durum karşısında SHP kendi özel
televizyonunu (Mega-10) kurarken DYP, DP, DSP ve SP ise Star-1 televizyonundan
yararlanıyor ve bir yandan da Star-1’in açıkça ANAP taraftarı bir politika
izlemesini eleştiriyordu. Hatta korsan olarak niteledikleri bir televizyonla,
çıkarları gereği, ilişki içine giriyorlardı.
Star-1’in bu yanlı tutumu nedeniyle Denizli
SHP Milletvekili Adnan Keskin, Yüksek Seçim Kurulu’na başvurarak "Seçim
yasaklarını çiğneyen Özal ve Star-1’in yayınlarının durdurulmasını" talep
etmişti. Daha sonra söz konusu başvuruyu değerlendiren YSK şu açıklamayı yaptı:
"Bizim yasaklama yetkimiz yok. Bu konuda görev Cumhuriyet
Savcılığı’nındır. Biz suçluyu takip edecek müessese değiliz."
Yüksek Seçim Kurulu’nun bu cevabi yazısı
sonucunda Adnan Keskin Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurarak, Ulaştırma
Bakanlığı, TRT ve Star-1 yetkilileri hakkında, seçimlerin dürüstlük ve eşitlik
ilkelerini çiğnedikleri gerekçesiyle, suç duyurusunda bulundu. Adnan Keskin
dönemin Ulaştırma Bakanı Sebahattin Yalınpala, Bakanlık Müsteşarı Hamit
Cemiloğlu, TRT Genel Müdürü Kerim Aydın Erdem, PTT Genel Müdür Vekili Osman
Gözüm, Star-1 koordinatörü Yekta Okur ve Ahmet Özal’ın bu suçtan ötürü
cezalandırılmasını istedi. Keskin, dilekçesinde şunları ifade etmişti:
"Seçime katılan siyasi partilerden bazılarının, yasanın sağladığı
propaganda imkânları dışında ve yasal düzenlemelere aykırı olarak ilan ve
reklamda bulunmaları seçimlerin dürüstlüğü ve eşitliği ilkesinin ihlali
niteliğindedir. Kamu kurum ve görevlilerinin anılan tekel ve yasakları ortadan
kaldıracak bir biçimde özel televizyon yayınına imkân tanımaları, en başta
Anayasanın ihlalidir. Anayasa ve yasa kurallarının uygulanması, öngörülen
kurallara işlerlik kazandırılması ve böylece hukuk ihlallerinin önlenmesi sayın
savcılığın görevidir. YSK’ce belirlenen düzenleme ve denetim dışında, siyasi
partilerin bir özel kuruluşun televizyon yayınlarında paralı ilan ve reklam
yapma ve yaptırmaları suçtur..." (Cumhuriyet, 8 Ekim 1991).
Zamanın DYP Genel Başkan Yardımcısı Yaşar
Topçu 7 Ekim 1991 tarihinde basına yaptığı açıklamada "Star-1
televizyonu 24 saat Sayın Özal ve Yılmaz tarafından hanedanı kurtarmak
için kullanılıyor. Yüksek Seçim Kurulu bu duruma seyirci kalamaz" demişti.
Yaşar Topçu basın toplantısında, ayrıca, PTT imkânlarını Star-1’e
kullandıran dönemin PTT Genel Müdürü ile TRT kameralarında çekilen görüntülerin
Star-1’e aktarılmasına göz yuman TRT Genel Müdürünü suçlayarak, Telsiz Genel
Müdürlüğü’ne ve YSK’ye başvuracaklarını açıklamıştı. PTT’nin imkânlarının
"korsan" olarak nitelendirdiği Star-1’e kullandırılmamasını isteyen
Topçu, konuşmasında "Türkiye’de kazandığı paranın vergisini ödemeyen Ahmet
Özal, televizyonunu, babası için, Mesut Yılmaz için kullandırıyor..."
demişti (Milliyet, 8 Ekim 1991).
Muhalefetin diğer kanadını oluşturan
RP’nin Genel Başkanı Necmettin Erbakan partisinin seçim beyannamesini
açıkladığı 7 Ekim’de Star-1’deki yayınlar için "Hiç kimsenin tenezzül
etmeyeceği yakışıksız propaganda ve neşriyat" diyerek zamanı gelince bunun
hesabını soracaklarını ifade etmişti.
Star-1’in bu denli taraflı yayını üzerine DYP
Genel Başkanı, bu kanalda yayınlanan reklamlarını geri çektiklerini açıkladı.
Ayrıca Star-1 televizyonuna bir telgraf gönderen Demirel, ANAP’ın terörle
ilgili reklamını yayınlamasından ötürü, Star-1’i kınadığını bildirdi. Bu durum
karşısında Cem Uzan söz konusu reklamı yayından çektiklerini açıklamış ama
reklam etkisini göstermiş ve amacına ulaşmıştı. Nitekim geçici bir sürtüşmeden
sonra DYP tekrar reklamlarını Star-1’de yayınlamaya başladı.
Öte yandan MÇP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş de
Star-1’de kendi görüntüsü ve sesinin yer aldığı ANAP reklamlarıyla ilgili
olarak yargı yoluna gideceklerini açıklamıştı.
Bir taraftan Star-1 ile sürtüşmeyi devam
ettiren siyasi partiler, diğer taraftan da alternatif çözümler arıyorlardı. Bu
yönde ilk atılım SHP’den geldi. Star-1’in korsan olduğunu, Anayasa ve yasalara
aykırı olarak yayın yaptığını belirten SHP yetkilileri, yasal izin olmamasına
rağmen, SHP tandanslı bir özel televizyonun kurulmasını ve yayın yapmasını
meşru görüyordu. Kurulan bu yeni televizyonun adı Mega-10’du.
Yüksek Seçim Kurulu, dönemin DYP Genel Başkan
Yardımcısı Yaşar Topçu’nun başvurusu üzerine, 9 Ekim 1991 tarihinde bir
toplantı yaparak Star-1 yayınlarını kamuoyuna ulaştıran kurum ve kuruluşları
uyarmıştı. Toplantıda, link hatlarının kullandırılması nedeniyle özellikle
PTT’nin son bir kez daha uyarılmasına karar verilmiş, ayrıca bir duyuru
hazırlanarak tüm yetkililer (savcılık, PTT, TRT ve Belediyeler) uyarılmıştı.
YSK’nin bu kararına karşı Star-1 ve Mega-10
yetkilileri "Bu karar bizi bağlamaz, biz haber niteliği olan her şeyi
yayınlarız. Biz uydu aracılığıyla yayın yapıyoruz." demişlerdi.
PTT, YSK’nin "seçim yasaklarının ihlal
edilmemesi" yolundaki uyarısına uyarak, link hatları dâhil, tüm personel
ve araç-gerecinin Star-1 tarafından kullanılmasını durdurdu. Ayrıca PTT kablolu
TV şebekesinden verdiği Star-1 yayınını da kesti. Bu nedenle Star-1 haberini
Almanya’daki stüdyolarından vermek zorunda kalmıştı.
Yaşar Topçu, PTT’nin YSK’nin kararını ihlal
etmesi durumunda yetkili adli mercilerden, PTT’nin araç ve gereçlerinin
mühürlenmesini isteyebilecekleri uyarısında bulunmuştu. Ayrıca Ankara
Cumhuriyet Başsavcısı da Star-1’in YSK kararlarını ihlali durumunda soruşturma
başlatacaklarını açıklamıştı.
YSK’nin bu kararı üzerine bazı belediyeler de
kurmuş oldukları çanak antenleri hizmet dışı bırakırken, kimi belediye
başkanları da "YSK bize uyarısını resmi olarak bildirdiği anda yayını
keseriz" demişlerdi. Sincan ve Düzce belediyeleri bu karara ilk uyan
belediyeler olurken, SHP Genel Sekreter Yardımcısı Ertuğrul Günay da tüm SHP’li
belediyelerin bu karara uyacaklarını açıklamıştı. Bu durumu SHP’liler,
kendilerinin zaferi olarak kabul ediyorlardı.
Bu olaylar olurken ANAP Genel Başkanlık Saymanı
Şadan Tuzcu, ANAP’ın bundan sonra diğer imkânları kullanacağını, YSK kararına
saygılı olduklarını belirterek, daha önce Star-1’e ödedikleri paraları da geri
alacaklarını bildirmişti. Neticede Star-1 televizyonu artık köşeye sıkışmıştı.
Ekim ayının ilk haftasında Star-1 ile İstanbul
Belediye Başkanı arasında çıkan sürtüşme kamuoyuna yansıdı.
Cağaloğlu’ndaki Star-1’e ait anteni kaldırmak isteyen Nurettin Sözen’i Star-1
televizyonu zorba ilan etmişti. Ama bu olaydan nasibini alan kişi İstanbul
Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Mete Tapan oldu. İstanbul 2
numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Üyesi olan Taban, Kültür
Bakanı Gökhan Maraş tarafından görevinden alındı. Böylece Star-1’in intikamını
ANAP’lı Kültür Bakanı almış oldu.
SHP, Star-1’e bir taraftan savaş ilan etmiş,
diğer taraftan da kendi belediyeleri aracılığıyla bu televizyonun yayınlarını
devre dışı bırakmaya çalışmıştı. Ayrıca anayasa ve yasalara göre Türkiye’de
yayın hakkının sadece TRT’ye ait olduğunu değişik açıklamalarında, savcılıklara
ve YSK’ye başvurularında açıklayan SHP’li yetkililerin, Star-1’i de
"korsan" addetmelerine rağmen, Mega-10’u desteklemeleri hatta 10
milyar liralık maddi yardım sağlamaları oldukça ilginçtir.
Türkiye’nin ikinci özel televizyonu Mega-10,
1-5 Ekim 1991 tarihleri arasında deneme yayını yapmış, bilahare normal
yayınlarına başlamıştı. Şirketin kâğıt üzerindeki sahipleri (Us Filmcilik ve
Yorum Ajans Sahiplerinden Osman Uslu, Mehmet Ural, Ahmet Somuncuoğlu ve Necip
Varol) söz konusu televizyonun SHP’den bağımsız olduğunu belirtirken, SHP’nin
günde sadece 30 dakikalık yayın hakkına sahip olduğunu belirtmişlerdir. SHP,
Mega-10 yetkilileriyle bir anlaşma yaparak günlük 2 saatlik yayının 30
dakikasını kendilerinin kullanmasını sağladı. Dolayısıyla bu ikinci özel
televizyon aracılığıyla her gün 30 dakika siyasi reklam ve propaganda yapma
imkânına sahip oldu. SHP’nin bu yayını 19 Ekim 1991 tarihi akşamına kadar
sürmüştü.
Ayrıca Star-1’in antenlerini kendi
belediyelerince devre dışı bıraktıran SHP, dönemin Genel Sekreteri Hikmet
Çetin imzası ile kendi belediyelerine bir genelge göndererek, belediyelerden,
Mega-10’un yayınlarının kolayca izlenebilmesi için gerekli çalışmaları ve
yatırımları yapmalarını istemişti.
Star-1’i korsan sayan ve Türkiye’de yayın
hakkının TRT’ye ait olduğunu değişik mahallerde açıklayan SHP’li yetkililer,
yaptıkları açıklamalarda kanal kiralamalarına gerekçe olarak Cumhurbaşkanı
Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal’ın sahibi olduğu Magic Box’ın ve devlet kurumu
olan TRT’nin yanlı yayın yapmalarını gösteriyordu (Milliyet, 2 Ekim 1991).
Bu arada, Ankara Büyükşehir Belediye
Başkanı Murat Karayalçın Bursa’da katıldığı bir toplantıda Bursa
Büyükşehir Belediye Başkanı’ndan Mega-10’un Bursa’da izlenilmesi için yardım
istemişti. Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Teoman Özalp da konuyu yetkili
kuruluş olan Bursa Kültür ve Turizm Vakfı’na götüreceğini açıklamıştı.
SHP’nin bu durumunu Sabah Gazetesi Yazarı Bekir
Coşkun 6 Ekim 1991 tarihinde Onuncu Köy adlı köşesinde yazdığı günlük
yazısında şöyle açıklıyordu: "Star-1’den dolayı iki yıl boyunca
ANAP’ı hukuk dışı olmakla suçladıktan sonra, seçime 20 gün kala aynı işi
yapıp, hukuk dışı TV kurmak... Hangi aslan Sosyal Demokrat’ın aklıdır
bilemiyoruz... Cumhurbaşkanı ve oğlu anayasayı deldiler diye soruşturma
önergeleri verdikten, suç duyurusunda bulunduktan sonra SHP’nin de aynı işi
yapmasına izin veren Erdal İnönü’nün hangi mantığa dayandığını da... Eğer
Star-1’in yaptığı anayasa suçuysa, SHP’ninki de anayasa suçudur. Yarın nasıl
hesap sorabilirler?.. Bu işin yasal yanıydı... Bir de bundan sonra olacakları
izleyin: Muhtemelen SHP ‘Demokrasi Kanalı’nın sahibi Mega-10 adında bir
şirket... Statüsü Ahmet’in televizyonu ile aynı... Dönemin açıkgöz sermayesi
ile ailesel ortaklık kurmak, kimi SHP’lilere de SHP’ye de yaramayacak gibi...
Demokrasi Kanalı’nı izleyin artık."
20 Ekim genel seçimlerinden bir gün sonra
Mega-10 yetkilileri basına bir açıklama yaparak "Almanya’daki hukuksal ve
teknik sorunlar nedeniyle" yayınlarına ara verdiklerini açıklamışlardı.
SHP 20 Ekim genel seçimlerinden önce bu tür bir
yol izlerken, DYP geçici bir gerginlikten sonra Star-1’e reklamlarını vermeye
devam etmişti. DYP İzmir İl Teşkilatı, ANAP ve SHP’nin televizyon ataklarına
karşı, hiç olmazsa, İzmir çapında televizyon imkânından yararlanmayı
planlamışlardı. Gezici verici ile yayın yapacak Ege-1 adlı televizyon Süleyman
Demirel’in konuşmalarını verecek ve DYP’nin İzmir Milletvekili adaylarını
tanıtacaktı.
Söz konusu tarihten bir gün sonra (21 Ekim 1991
tarihinde) Mega-10 yayın hayatına ara verirken, Star-1 televizyonunun
yönetiminde bir kavga çıktı. Ortağı Cem Uzan’la anlaşmazlığa düşen Ahmet Özal,
gümrük komisyoncusu Turgay Aksoylu aracılığı ile Star-1 televizyonuna haciz
koydurdu. Bu durum karşısında TV yetkilileri Süleyman Demirel’e başvurarak
haciz işlemini durdurmasını istediler. Nitekim Demirel, İstanbul Valisi Hayri
Kozakçıoğlu’nu arayarak işlemin durdurulmasını istedi. Star-1 ancak Demirel’in
girişimi üzerine yayınına devam edebildi. Ayrıca Adalet Bakanı Seyfi Oktay da
haciz sırasında icra müdürünü telefonla arayarak haczin durdurulmasını rica
etmişti (Hürriyet, 29 Aralık 1991).
Başbakan Demirel 31 Aralık 1991 tarihinde
düzenlediği basın toplantısında Star-1’in yayınının durdurulmasını
kendisinin engellediğini belirterek şöyle devam etmişti: "Star-1 olayının
Türkiye Cumhuriyetini neresinden alakadar ettiğini şu anda size söyleyemem."
Demirel konuyla ilgili TBMM’de bir araştırma yapabileceğini belirterek,
anayasanın özel televizyona izin vermemesine rağmen, PTT’nin Star-1’le anlaşma
imzaladığını dile getirmişti (Hürriyet, 31 Aralık 1991).
DYP Sakarya Milletvekili Ahmet Neidim de Aralık
1991 ve Ocak 1992 tarihlerinde TBMM’ye soru önergeleri vererek, Star-1’in
reklam karşılığı faturalarını usulüne göre verip vermediğini ve bunların nasıl
vergilendirileceğini sormuştu.
Hükümet ile muhalefet arasında bu tür olaylar
sürüp giderken Star-1 televizyonu kendi içinden alternatifini çıkararak 8 Ocak
1992 tarihinde deneme yayınına başlamıştı. Bu konuda ilk açıklama Telsiz Genel
Müdürlüğü’nden geldi. Söz konusu açıklamada, Tele On’un korsan yayın yaptığı ve
görüntü kargaşasına yol açacağı bildirilmekteydi.
Bu açıklamalara bakıldığında, DYP’nin 20 Ekim
genel seçiminden sonra Star-1 televizyonuna, özellikle Cem Uzan-Ahmet Özal
kavgasından sonra, seçimden öncekinden daha farklı davrandığı bir gerçektir.
Hatta Demirel, yaptığı basın toplantısında, olay hakkında bir şey
söylemeyeceğini, konuyla ilgili bir meclis araştırması açılabileceğini
bildirerek, tavrını açıkça sergilemekteydi.
Her ne kadar DYP ve SHP milletvekilleri konu
üzerine gitmeye çalışsalar da, Demirel’in temkinli olduğunu görüyoruz.
Demirel’in bir yandan özel televizyon yasasını çıkartmayı beklerken, Star-1’den
de kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmayı düşünüyor olması kuvvetli bir
ihtimaldir. Kısacası Demirel bu konuda idare-i maslahat politikası gütmüştür.
SONUÇ
Siyasi oluşumların toplumda yer edinebilmeleri
ve iktidar mücadelelerinde başarılı olabilmeleri, kitlelere seslerini
duyurabilmelerine ve kendilerini tanıtabilmelerine bağlıdır. Yüz yüze
iletişimle kitlelere ulaşmanın güçlüğü kitle iletişim araçlarını ön plana
çıkarmıştır. O nedenle bu araçlar siyasi oluşumların ilgi odağı olmuştur.
Radyo ve televizyon, klasik anlamdaki siyaseti
zorlamaktadır. Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla, liderler meydan
meydan gezip programlarını açıklama, halkı aydınlatma zahmetinden
kurtulmuşlardır. Aynı zamanda, siyasi partiler miting düzenleme gibi fazla
külfeti olan faaliyetleri ikinci plana atmakta, siyasi çalışmalarını ağırlıklı
olarak radyo ve televizyon aracılığıyla yapmaktadır.
Ülkemizde radyo ve televizyonun siyasal
iktidarlar ve partilerle olan ilişkilerine bakıldığında siyaset ile medyanın
son derece iç içe olduğu görülecektir.
Radyonun ilk döneminde, şirketin ticari kuruluş
esaslarına göre hareket etmesi Kemalist devrim taraftarlarını rahatsız
etmiştir, oysa radyonun devrim ilkelerini halka iletmesi gerektiği ileri
sürülmüştür. Aydınlar da yaptıkları açıklamalarda ve yazdıkları makalelerinde,
Sovyetler Birliği’ndeki uygulamaları da örnek göstererek, radyonun asıl
görevinin müzik yayını yapmak değil, tam aksine, halkın devrim ilkeleri doğrultusunda
terbiye edilmesi olduğunu savunmuşlardır. Nitekim bu ve benzeri eleştiriler
sonucunda radyo devletleştirilmiş, müzik yayınlarına varıncaya kadar yönetimin
tercihleri yayın politikasında etkili olmuştur.
Tek parti döneminde radyo CHP’nin ilkelerini yaymakla
görevli bir araç olarak görülürken, çok partili hayattan sonra gerek radyo
gerekse televizyon kitle iletişim aracı olma kimliği kazanmıştır.
Çok partili hayata geçildikten sonra
Türkiye’nin Batı’ya özellikle ABD’ye yanaşması, radyonun bu ülke kuruluşları
ile ilişkiye girmesine, Sovyet Bloku ülke kuruluşlarına karşı temkinli
davranmasına neden oldu. NATO Saati, Küba Sorunu, Utanç Duvarı... vs. adlı
programlar bu düşünce sonucu hazırlanmıştır.
1930’lu yıllarda, aşırı ırkçı akımların dünyada
revaçta olması nedeniyle açılması uygun görülmeyen bölge radyolarını, 1950’den
sonra, DP iktidarı, mesajlarını tüm halka ulaştırmak amacıyla, açmaya
başlamıştır. 1960’ta da ihtilali yapan askeri yönetim halkın yabancı radyoların
olumsuz yayınlarından etkilenmemesi için bölgesel radyo uygulamalarının faydalı
olacağını düşünmüştür.
Çok partili hayata geçildikten sonra, radyonun
siyasi parti faaliyetlerine açılması ve Türkiye’deki demokrasi sürecine katkıda
bulunmasının yanında, 1960 ihtilaline giden yolun da radyodan geçmesi veya
olayın faturasının radyoya kesilmesi anlamlıdır. Kitle iletişim araçları
demokrasinin oturmasına, yaygınlaşmasına neden olabileceği gibi tam aksine,
demokrasi kanallarının tıkanmasına da yol açabilmektedir.
Kitle iletişim araçları toplumun objektif
olarak aydınlatılması ve halkın iktidara katılabilmesi sürecine katkıda
bulunmasının yanı sıra, tek yanlı kanaatlerin oluşmasına da neden
olabilmektedir. Dolayısıyla demokratik ülkelerde kitle iletişim araçlarının
hükümetin veya herhangi bir partinin yayın organı gibi değil, demokratik
düşüncenin vazgeçilmez bir unsuru olarak kabul edilmesi gerekir.
Hükümetin radyo ve televizyonu kullanarak halkı
yönlendirdiği ve bilgilendirdiği düşüncesi eksiktir. Gerek toplum ve gerekse
bireyler, bu tip suistimaller karşısında, radyosunu kapatma veya herhangi bir
tepkide bulunma yolunu seçebilmektedir. Bu uygulama, demokratik ortamda baskıcı
uygulamaların umulduğu gibi sonuç vermeyeceğini göstermektedir.
DP radyoyu, iktidarı kaybeden bürokrat, ordu ve
CHP taraftarlarının amansız saldırıları ve muhalefetleri karşısında müdafaa
aracı olarak görmüştür.
1960 ihtilali sonrası 359 sayılı yasa ile TRT
özerk bir kuruluş haline getirilerek, siyasal iktidarların radyo üzerindeki
etkisi azaltılmaya çalışılmıştır. Ancak siyasal iktidarlar, "özerklik
statüsü altında komünizm propagandası yapılıyor" gerekçesiyle mali denetim
kartını kullanarak radyo üzerinde etkili olmaya çalışmıştır.
Özerklik statüsünün TRT’nin tarafsızlığını
sağlamak amacıyla getirilmesine rağmen, kurum çalışanları bunu söylenemeyenleri
söyleyebilme şeklinde algılamış ve bu iyi niyeti komünizm propagandası yapmakla
suistimal etmişlerdir. Nitekim özerkliği TRT’nin olmazsa olmaz şartı kabul eden
CHP, sol aydınlar ve TRT çalışanları, İsmail Cem’in Genel Müdür olmasıyla bu
fikirlerinde ısrarcı olmamışlardır. Dolayısıyla bu kesim için önemli olan
TRT’nin statüsü değil, TRT’nin yöneticilerinin yayıncılık anlayışıdır.
İsmail Cem’in TRT Genel Müdürü olmasıyla
Marksist düşünce radyo ve televizyon aracılığıyla rahatlıkla propaganda imkânı
bulmuştur. Bu uygulamalar sağ düşünceyi benimseyen derneklerin tepkilerine yol
açmıştır.
Siyasi partiler her akşam ekranda görünerek,
halkın sempati ve beğenisini kazanacaklarını kabul etmişlerdir. Özellikle Şaban
Karataş döneminde haber bültenlerinde her bir partiye 120 saniye zaman
ayrılması kararının verilmesi, siyasi partilerin, her gün yerli yersiz tüm
konularda açıklama yapmalarına ve haber bültenlerinin düzeysiz siyasi
mesajlarla sulandırılmasına neden olmuştur. Bu nedenle TRT yönetiminin siyasi
partiler konusunda, kendi yayıncılık ilkeleri doğrultusunda hareket etmesi,
çağdaş habercilik ve yayıncılık açısından daha tutarlı bir yaklaşımdır.
1980 öncesinde şiddetli ideolojik tartışmaların
yaşandığı bir dönemde, TRT yöneticileri bu sürece katkıda bulunmak amacıyla,
kendi ideolojik düşünceleri doğrultusunda filmleri tercih etmiştir. İhtilal
dönemlerinde ise radyo ve televizyon kurumu askeri kişiler tarafından idare
edilmiş ve darbeler meşru gösterilmeye çalışılmıştır.
Radyo ve televizyonda siyasi parti
faaliyetlerinin yayınlanmasına önem verilmesi, açık oturumların yayınlanması,
liderlerin beyanatlarının objektif olarak halka iletilmesi partilerin gerek
liderlerinin tanınmasına ve gerekse fikirlerinin öğrenilmesine katkıda
bulunmuştur. 1983 genel seçimlerinden sonra Özal ezici çoğunlukla iktidara
gelebilmişse bunun en önemli nedenlerinden biri, seçimlerden önce televizyonda
düzenlenen açık oturum programlarında gösterdiği üstün performanstır.
Muhalefet partileri, TRT’den siyasi partilere
ve faaliyetlerine daha duyarlı olmasını veya partilerin radyo ve televizyondan
daha fazla yararlanmalarına imkân sağlamasını talep ederken, muhalefetten
iktidara geçen parti de, önceden talep ettiği şeyleri unutup, radyo ve
televizyonu kendi partisinin yayın aracı haline getirmeye çalışmıştır. Bu
düşüncenin ana nedeni, radyo ve televizyonun iktidarı elde etme ve hükümetin
ömrünü uzatmada sihirli bir araç olarak görülmesidir.
TRT tekeli döneminde radyo ve televizyonu kendi
çıkarları doğrultusunda kullanan iktidar partisi, aynı zamanda özel televizyonu
da bu amaç için kullanabilmiştir. Bu durum TRT yöneticilerinin koltuk
endişesinden ve özel televizyonun, iktidarın kendisine vereceği imkânlardan
yararlanma düşüncesinden kaynaklanmaktadır.
Ülkemizde birçok sorunun fatura edildiği radyo
ve televizyonda yayınlanan haber programlarını izleyen bireyler, politikacılar
hakkında şu veya bu şekilde bir kanaate sahip olabilmektedir. Bireylerin
politikaya ilgisinin artması veya bunun tam tersine siyasi sürece katılmaması
bu bilgilenme sonucunda oluşabilmektedir. Bu nedenle demokratik ülkelerde,
demokrasinin ürünü olan siyasi partilerin radyo ve televizyonu kendi çıkar
araçları olarak değil, demokrasinin dolayısıyla kendi varlıklarının vazgeçilmez
unsuru olarak görmeleri gerekir. Aksi takdirde bundan herkes zarar görecektir.
Kitle iletişim araçları, toplum kanaati
üzerinde etkili olabilmesi nedeniyle, belirli düşüncedeki çıkar gruplarının
hedefi haline gelmektedir. Bu nedenle radyo ve televizyon kurumlarının,
başkalarının müdahalesine imkân vermeyen, çağdaş anlamda yayın yapabilecek bir
statüye kavuşturulması toplumun ve demokrasinin yararına olacaktır.
EK 1. SÖYLEŞİ:
Şaban Karataş’la 23 Şubat 1993 tarihinde yapılan söyleşi.
Yusuf Devran: 359 sayılı kanunla sınırları belirtilen yayın esaslarını nasıl
anlıyorsunuz?
Şaban Karataş: TRT’nin 359 sayılı kanunla gösterilen yayın esasları hemen hemen iki
üç paragrafta özetlenebilir. Başlıca yayın esasları her çeşit çalışma ve yayın
faaliyetlerinde Anayasanın özüne ve sözüne bütünüyle bağlı olmak, insan
haklarına dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal cumhuriyete, Türk
devletinin ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne bağlılığını
güçlendirmek, Atatürk devrimlerinin Türk toplumunun çağdaş uygarlık düzeyine
ulaşmasını öngören dünya görüşünü yerleştirmek ve geliştirmek, milli güvenlik
ile genel ahlakın gereklerini gözetlemek.
Şimdi aslında bu dört paragraflık başlıca yayın
esasları TRT kurumunun nasıl idare edileceğini göstermektedir. Ancak TRT İsmail
Cem döneminde kullandırıldı. İsmail Cem ben halkımdan yanayım diyor. Bana bu
mevzuda en çok destek sosyalist soldan geldi diyor. Niye Marksistlerden geldi
demiyor?
Yusuf Devran: Sizin döneminize ilişkin de Turancılık suçlamaları yapılıyor?
Şaban Karataş: O zamanki ruh halini söyleyeyim ortada gerçekten müşkül bir durum
vardı. Madem herkes yorumda serbest. Bizi de Türk milliyetçiliği ile
devletçilikle falan yorumluyorlar. Biz de Türk milliyetçiliğini yorumladık.
Yani Türk milletinin baki kalmasını sağlayan faktörler, yani ne o, Türk
milletinin töresi, Türk milletinin dili. Biz böyle gördük. Yani Türk
milliyetçiliği açısından bakmayı da kendi yorumumuz olarak aldık. Ve anayasaya
da kanunlara da aykırı olmadığına kanaat getirdik. Mesela diyor ki kültür ve
eğitime yardımcılık hizmetinde Türk eğitimi ile ilgili kanuna riayet eder. O
kanun gerçekten maarifin hedeflerini güzel tarif etmiş. Onlara işte bu da kanun
dedik. Öyle talimat verdik. Onun için benim zamanımda hazırlanmış genel yayın
planı. Bu genel yayın planında tabii ki kanunun söylediği Atatürk ilkelerine
saygı var. Esas şu: Bütün fertleri kederde, tasada, kıvançta ortak, bölünmez
bir bütün halinde, milli şuur ve ilkeler etrafında toplayan Türk
milliyetçiliği. Müzikte de böyle. Mesela, dedik ki Türkiye dışındaki Türklerin
1975 halk musikileri ve halk oyunlarında yapılmış çalışmalarında malzeme
sağlanacak ve yayınlara aktarılacaktır.
Yusuf Devran: Halkçı ve Atatürkçü olmamakla da suçlamalar yapılıyor?
Şaban Karataş: Orada Atatürk’ün şahsı ve cumhuriyetin kuruluşunda riayet ettiği,
ortaya koyduğu ilkeler açısından meseleye baktığımızda TRT’de bunları anlayacak
ve yorumlayacak kişi yoktu. Belirli günler var. Atatürk’ün ölüm günü yayın
yapıyorlar. Seyisini çağırıyorlar "ata nasıl binerdi?", aşçıbaşını
çağırıyorlar "kuru fasulyeyi nasıl yerdi?" gibi şeyleri
anlattırıyorlardı. Ben bunları küçük düşürücü olarak görüyorum. Biz bunu
yapmadık. Biz milli Türk devletinin kurucusu olarak görüyoruz. Devletin başına
geçirmişler, önder seçmişler... Ona biz Türk milliyetçisi olarak bakıyorduk...
Bu gibi programları yapacak adam yoktu. Adamları seçerken de böyle seçtik. Biz
TRT’yi idare ederken kapıdan Marksist girmişse girmemiş mesabesindedir.
Yusuf Devran: Sizce TRT bu bağlamda ne yapmalı?
Şaban Karataş: Bir defa TRT halkla bütünleşmeli. Birileri için yayın yapıyorsanız onu
beğenip beğenmediğini sormanız lazım.
Yusuf Devran: TRT’ye program hazırlarken, yapımcıların asıl amacı neydi?
Şaban Karataş: TRT Yönetim Kurulu kendine göre Türk milletini nasıl adam etmek
gerektiğine dair birtakım önyargılarla program hazırlardı. Mesela çok sesli
müziğin yayın oranlarını düşünürseniz Atatürk’e karşı gelmekle itham
edilirsiniz. Dini yayınlarda da açıklamalar Allah’ın buyurduğu gibi değil,
kendilerinin nasıl olmasını istediği gibi yapılıyordu. Uyduruyorlardı. Kendi
anlamadıkları dinlerini gösteriyorlardı. Bir hoca çıkıp Kur’an okudu mu,
efendim laik Türkiye Cumhuriyeti’nde nasıl Arapça Kur’an okunur?.. Biz bunlarda
ısrar ettik. Müzik mi diyorsunuz, programları halka soralım. Halk hangisini
seviyor? Mesela Türk Halk Müziği bugünkü haliyle devam etsin diyenler %92,
opera yayınları devam etsin diyenler %2,5. Bunun ideolojik yanı yok. Mesele
Türk milletini adam etmek üzere dünyaya gönderildiklerini düşünen bu insanların
bu devlet kurumuna yerleşmesi.
Yusuf Devran: Kurumsal anlamda ya da kurumun geleceği noktasında neler yaptınız?
Şaban Karataş: Biz gelecekte o kurumda Türk milletinin gerçek değerleriyle
anlatılacağı program ve haberi hazırlayacak elemanı yetiştirmek niyetindeydik.
Çünkü mevcut elemanların hiçbirisi buna elverişli değildi. Biz oradaki yayın
hizmetlerinde çalışanların %100’ünü yok sayarak oraya adam aldık. Ama
mevcutların %25’i kadar adam aldık.
Yusuf Devran: Siyasi liderler size hiç müdahale etti mi?
Şaban Karataş: Hükümetin başındaki zata (Demirel’e) ben genel müdür olursam orayı
benim yöneteceğimi, içlerine sindiremezlerse beni genel müdür yapmamalarını
söyledim. Nitekim herhangi bir telkin olmadı. Feyzioğlu ve Erbakan dostluk ve
ahbaplık şeklinde çok uygun bir insanla telkinde bulunmak istediler. Ben
"Kendilerinin başbakan yardımcılığına devam ederlerse memnun olacağımı,
TRT’yi benim idare etmeme müsaade etmelerini" söyledim. Ondan sonra bir
şey söylemediler. Süleyman Bey ve Türkeş Bey hiçbir şekilde ima bile etmediler.
Yusuf Devran: Komünizm rüzgârının önünü kesmek için neler yaptınız?
Şaban Karataş: TRT’deki elemanlar Dev-Yol ve Dev-Sol diye ikiye ayrılmışlardı.
Aralarında birlik sağlayamıyorlardı. Aksi takdirde TRT’ye el koyacaklardı. Biz
"Komünistlerin bu memlekete hiçbir şey yapamayacaklarına" dair yayın
yaptık. Nasıl yaptık? Dünyada bu konuda hazırlanmış filmler var. Mesela
Rusya’da ilme nasıl itibar edildiğini gösteren Nisenko hadisesini getirdik.
Biliyorsunuz Nisenko genetikçi değildir. Oradaki genetikçiler rejimi rejime
ezdiren bir madrabaz, soytarıydı. Bunları getirdik. Demiryolu Çocukları,
Duvarların Ötesi’ni getirdik. KGB’yi getirdik. Tabii bu arada CIA’yı da
getirdik. Ve dünyada siyaset sahnesinde devletlerin, iktidarların el değiştirmesine
neden olan bu fesadın mahallerini teşkil eden ajanların ne olduğunu millete
gösterdik. "Belediyecilik, halk hizmeti, zenginlik nedir?" bunları
konu edinen filmleri getirdik. Küçük Ağa’yı çevirdik.
Bence asıl mesele şu: Bilinçli, bilinçsiz
bilhassa İsmail Cem TRT genel müdürü olunca ortaya çıktı. Daha önceki
dönemlerde de vardı. Evvelki dönemlerde Marksistlerden TRT içerisine büyük
sızmalar oldu. TRT’de sözü geçenlerin çoğu Marksistti. İsim söylemek
istemiyorum. Özdemir İnce diye birisi var. Marksist temaları işliyor bu şair.
Kasaroğlu genel müdür olunca bu kimseyi etkili göreve getirdi. Bunların amacı
Türkiye’yi bolşevizme hazırlamaktı.
Yusuf Devran: Ecevit’in yaklaşımı nasıldı?
Şaban Karataş: Ecevit kesin kanaatleri olan, kanaatleri oluşturulmuş bir insan değil.
Kendi içinde tutarlı değil. Ben Turancıyım. Eğer Turancılık bütün dünyadaki
Türkleri kendi milletinden saymaksa ben Turancıyım. Turancılık bu insanları bir
bayrak altında toplamaksa da olabilir. Turancılık, Türkleri kendi kaderini
paylaşmaları için gerekli yollara başvurmaları da olabilir. Yani dünyada
Türklerin kendisine sahip çıkması ve Türklerin bir millete mensup olduklarına
inanmalarıysa ben Turancıyım.
Ben mesela Ziya Gökalp’in,
"Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne
Türkistan vatan.
Büyük ve müebbet bir ülkedir Turan."
şeklindeki görüşlerine katılırım. Ama o Turan
neresi olursa olsun, isterse yirmi tane devlet olsun. Ben Türkiye
Cumhuriyeti’nin Orta Asya’dan gelmiş Türklerin (Kürtler, Lazlar, Çerkezler...
vs. Türktür.) olduğuna inanıyorum.
Mesele şu: Ecevit diyor ki, "Anadolu öyle
bir yerdir ki, dünyanın her yerinden buraya insanlar gelmiş, bir potada
kaynaşmış. Bu arada Asya’dan Türkler de gelmiş. Böyle diyen bir insanın
Turancılığı savunduğunu söylemek üzerinde konuşulacak bir mesele değildir.
İsmail Cem, Ecevit’in ideoloji arkadaşıydı. Onu gayesine hizmet etmesi için
Genel Müdür yaptı. Ecevit’in amacı aşama aşama barışçı yollarla Marksizme
geçmekti. Bugün aklı başına gelmiş gözüküyor.
Yusuf Devran: Sol grupların halkçılık anlayışı neydi?
Şaban Karataş: Hem Marksistlerin hem de Atatürkçülerin halkçılık anlayışı yanlıştır.
Yani şunu söylüyorum: Bunlar halk deyince emekçi, okumamış, sokaktaki insanları
kastediyorlar. Halkçılık anlayışı Erol Güngör’ün kitaplarında izah ettiği
gibidir.
KAYNAKÇA
Atatürk İlkeleri, Programlar Müzik Konularında
Uyulması Gereken Esaslar ve Alınacak Tedbirler, TRT yayınları. No: 72.
Akarcalı, S. (1988). Yapısal Fonksiyonel Kurum
Açısından TRT Kurumu. AÜBYYO Yıllığı.
Akman, M. (1985). TRT’de 3 Yıl 2 Ay: Bir Devrin
Perde Arkası. İstanbul: TRT
Aksoy, M. (1960). Partizan Radyo ve DP. Ankara:
Forum.
Alemdar, K. (1981). Türkiye Radyo Televizyon
Kurumunun Geçirdiği Aşamalar Üzerine Bazı Görüşler. İletişim, 1, 1-11.
Arıdor, Ş. (1948). Yurdumuzda Radyo. Radyo, 7,
83-84.
Aydemir, Ş. S. (1989). Menderes’in Dramı.
İstanbul: Remzi Kitabevi
Ayikan, A. (1978). Türkiye’de Televizyonun
İşlevi. TRT Yayıncılık ve Haberleşme Dergisi, 4 (38), 22-23.
Aziz, A. (1973). Yeni TRT Yasası. A. Ü. SBF
Dergisi, 27 (4), 101-134.
Aziz, A. (1975). Televizyonun Yetişkin
Eğitimindeki Yeri ve Önemi. Ankara: Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü.
Aziz, A. (1979). Kırsal Kesimin
Toplumsallaşmasında Radyo ve Televizyon. A. Ü. SBF Basın ve Yayın Yüksek Okulu.
Aziz, A. (1980). Radyo ve Televizyonun Bireyin
Tutum ve Davranışlarına Etkisi. Amme İdaresi Dergisi, Haziran 13 (2), 20.
Aziz, A. (1981). Radyo ve Televizyon Yayınları
ile Eğitim. Ankara: A. Ü. Eğitim Fakültesi.
Aziz, A. (1982). Radyo ve Televizyonla Eğitim.
Ankara: Ankara Üniversitesi Eğitim Araştırmaları Merkezi.
Aziz, A. (1984). 2954 sayılı Türkiye Radyo
Televizyon Yasası. Amme İdaresi Dergisi 17 (1), 78-106.
Beşiroğlu, A. (1978). Hükümet Bildirileri. TRT
Yayıncılık ve Haberleşme Dergisi, 4 (36), 1-8.
Bulak, S. (Der). Televizyondan Görüntüler.
Varlık Yıllığı, 1977-1978-1980-1981-1975-1976-1983-1984.
Cankaya, Ö. (1990) Dünden Bugüne Radyo ve TV,
Ankara: Ajans Türk.
Cankaya, Ö. (2003) Bir Kitle İletişim Kurumunun
Tarihi: TRT 1927-2000. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Cem, İ. (1976) TRT’de 500 Gün. İstanbul:
Gelişim Yayınları.
Cem, İ. (1979). Türkiye’de Geri Kalmışlığın
Tarihi. İstanbul: Cem Yayınları.
Duran, L. (80). TRT’de Seçim Propagandası
Konuşmaları Üzerine Ön Denetim: İdare Hukuku Dergisi. 13.
Duru, O. (1982). Türkiye’de İlk Radyo Yayını ile
İlgili Bir Belge. Milliyet Sanat Dergisi, 42, 9.
Ecevit, B. (1988). Devlet Medya İlişkileri.
İstanbul: Hürriyet Vakfı Yay. (9-11 Nisan 1988 tarihli İstanbul’da düzenlenen
"Çağdaş Teknolojik Gelişmeler Işığında Devlet Medya İlişkileri" adlı
seminerin tutanağı.
Evren K. (1982). Kenan Evren’in Yeni Anayasayı
Devlet Adına Resmen Tanıtma Programı Gereğince Yaptıkları Konuşmalar. Ankara:
TBMM Basımevi.
Gönenç G. (1977). Türkiye’de Radyo ve
Televizyonun Tarihçesi. Elektrik Mühendisliği, 246.
Gönenç, G. (1981). Türkiye’de Radyoculuğun
Tarihinden Sayfalar. Bilim ve Sanat 10, 13-16.
İlal, E. (1972). Radyo Hürriyeti, Özerklik ve
1961 Anayasası. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları.
İleri, R. N. (1986). 27 Mayıs Menderes’in
Dramı. İstanbul: Yalçın Yayınları.
İpekçi, İ. C. (1976). TRT’de 500 Gün. İstanbul:
Gelişim Yayınları.
Karataş, Ş. (1978). TRT Kavgası. İstanbul: Emek
Matbaacılık.
Kili, S. (1976). 1960-75 Döneminde CHP’de
Gelişmeler. İstanbul: Boğaziçi Ün. Yayınları.
Kocabaşoğlu, U. (1980). Şirket Telsizinden Devlet
Radyosuna: TRT Öncesi Dönemde Radyonun Tarihsel Gelişimi ve Türk Siyasal Hayatı
İçindeki Yeri. Ankara: SBF.
Kösoğlu, N. (1984). Televizyon Programları.
Töre, 13 (153), 11.
Nebioğlu, Z. (1981). TRT Onuncu Genel Danışma
Kurulu Tutanağı.
Oskay, Ü. (1971). Toplumsal Gelişmede Radyo ve
Televizyon: Geri Kalmışlık Açısından Olanaklar ve Sınırlar. Ankara: A. Ü. SBF
Basın ve Yayın Yüksekokulu.
Öngören, M. T. (1976a). Ankara TV’si 1968.
AÜBYYO Yıllığı.
Öngören, M. T. (1976b). Çelişkiler İçindeki
TRT. Varlık Yıllığı, 17, 199-203.
Öngören, M. T. (1977). Ankara Televizyonu. A.
Ü. SBF Basın Yayın Yüksekokulu Yıllığı, 1974/1976 içinde (119-149). Ankara: A.
Ü. SBF Basın Yayın Yüksek Okulu.
Öngören, M. T. (1982). Türkiye’de Televizyonla
İlgili Çeşitli Tarihler. İletişim, 4, 267-295.
Öngören, M. T. (1982). Yeni Anayasada TRT.
Milliyet Sanat Dergisi, 54, 39.
Öngören, M. T. (1982). Radyo ile Soğuk Savaş.
Milliyet Sanat Dergisi, 45, 39.
Öngören, M. T. (1983). Televizyonda 6 Kasım
Seçimleri Üzerine. Milliyet Sanat Dergisi, 84, 44.
Öngören, M. T. (1985a). Televizyonda Yeni
Dönemin Anlamı. Milliyet Sanat Dergisi, 130, 2-5.
Öngören, M. T. (1985b). 1984’te
Televizyonculuğun Neresine Geldik. Varlık Yıllığı, 26, 73-80.
Özdek, R. (1977). Hedef TRT. İstanbul: Ekonomik
ve Sosyal Yayınları A.Ş.
Sayılgan, A. (1969). Korsan Radyolar (Bizim
Radyo) ve Türkiye’deki Hoparlörleri. Ankara: TRT.
Solak, İ. (1975). İsmail Cem Dosyası. Ankara:
Anka Yayınları.
Suver, A. (1979). Darağacında Üç Yiğit.
İstanbul: Su Yayınları
Şenyapılı, Ö. (1977). TV’nin Türk Toplumuna
Etkileri. İstanbul: Milliyet Yayınları.
Tamer, E. C. (1983). Dünü ve Bugünüyle
Televizyon. İstanbul: Varlık Yayınları.
Tanrıkorur, Ç. (1984). TRT Kimlerin Elinde.
Töre, 13, 20-22.
Taşer, C. (1976). Kamuoyu ve Kamuoyunu
Oluşturan Bir Araç Olarak Radyo ve Televizyon. TRT Yayıncılık ve Haberleşme
Dergisi, 2 (18), 8-10.
Taşkıran, S. (1979). TRT Kimin?. Türkiye
İktisat Gazetesi, 17, 2-8.
Tokgöz, O. (1976). Televizyonun Kadının
Siyasallaşmasında Etkisi. A. Ü. SBF Dergisi, 31 (1/4), 131-149.
Tokgöz, O. (1977). Siyasal Haberleşme ve
TRT’nin Rolü. A.Ü. SBF Basın Yayın Yüksekokulu Yıllığı 1974/1976 içinde
(79-95). Ankara: A. Ü. SBF Basın Yayın Yüksek Okulu.
Tokgöz, O. (1979). Siyasal Haberleşme ve Kadın:
1973 Genel Seçiminde Ankara’nın Çankaya İlçesi’nde Yapılan Araştırma. Ankara:
A. Ü. SBF Basın ve Yayın Yüksek Okulu.
Topuz, H. (1977). Televizyon, Radyo, Basın ve
Afişle Seçim Savaşları (F. Doğan, çizen). İstanbul: Milliyet.
TRT 1974 Genel Yayın Planı. TRT Yayınları.
TRT 1975 Yılı Yayın Programı Tasarımı.
TRT 1977 Genel Yayın Planı. TRT Yayınları. No:
84.
TRT Danışma Kurulu Tutanağı: 20 Ekim 1975.
TRT Kamuoyu Araştırması (1985). TRT Yayınları.
Tuğrul, S. (1975). Türkiye’de Televizyon ve
Radyo Olayları. Ankara: Koza Yayınları.
Tunaya, T. Z. (1952). Türkiye’de Siyasi
Partiler. İstanbul: Doğan Kardeş Yayınları.
Tuncay, İ. (1988). Devlet Medya İlişkileri.
İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları.
Varlık, M. B. (1983). Türkiye’de Radyo
Yayınlarına İlişkin Bir Belge. Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu Dergisi,
5, 135-140.
Vural, S. (1986). Radyo-Televizyon Kurumlarında
Yönetim ve Türkiye’deki Uygulama. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi.
Yener, F. (1985) Ektiğimizi Biçiyoruz:
Radyomuzda ve Televizyonumuzda Müzik. Milliyet Sanat Dergisi. (103) 10.
[1] "Medeni âlemde çok ileriye varan milletlerin hayatını örnek
tutarak içtimai çalışma metotlarının başından sonuna kadar tetkikatımızı
derinleştirmek lâzım gelir. Ben, iptidai ve sistematik bir maarif sistemi
programının esaslı surette organize ettirilerek köylü hayatına tatbikini Türk
inkılabının ideolojisine uygun bir yeni milli terbiye esasının kurulmasını en
pratik olarak radyodan bekliyorum.
Bu sahada örnek aldığım "memleket, bütün
dünyada ilk defa olarak başka bir rejim"in tatbik sahasını teşkil eden
Rusya’dır. İçtimaileşme prensiplerinin en geniş davalı esaslarına dayatıldığı
iddia olunan bir inkılap sisteminin en har müdafii, en koyu propagandacısı, en
mutaassıp ve müfrit taraftarı radyodur.
Halk terbiyesinde iki nevi metodun (1- Terbiyevi
tedbirler 2- İcbari tedbirler.) birinci sınıfına dâhil icra vasıtalarının en
kuvvetlisini teşkil eden bu irşat ve tenevvür vasıtasının kullanılması
hakikaten fevkalâde ümit verici neticeler doğurur.
Rusya’da Rus inkılabının ideal manzumelerine
uygun olarak mütehassıs komitelerin nezaret ve murakabeleri altında tanzim
edilen radyo programları ile idare edilen radyo faaliyeti rejimin gün geçtikçe
artan bir şevkle ebedileşmesini ve halk tabakaları tarafından kolayca
anlaşılmasını temin ediyor.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri İttihadı’nın bu
gayeyi temindeki icrai tedbirleri tetkikatıma göre gayet amelidir. Bu
tedbirleri burada örnek teşkil edebileceği kanaatiyle kısaca zikrediyorum:
1- Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri İttihadı
ülkesinde her köyde bir radyo dershanesi açılmıştır.
2- Bu dershanelerde günün muhtelif saatlerine
köyleri teşkil eden halk tabakalarının devamları ile yapılan neşriyatı can
kulağı ile takip etmeleri temin kılınmıştır.
3- Halkın bu dershanelere devam keyfiyeti
hükümet mürakabesi, bilhassa zabıta amirlerinin yoklaması ve gelmeyenlere veya
devamsızlara ceza tertip ve tayini suretle teyit edilmiştir.
Şu izahattan da anlaşılır ki, radyodan
beklenilen netice, terbiyevi ve tekamüli bir yol takip etmekle beraber, icra
vasıtalarını teşkil eden hususat icbari unsurlarla takviye edilmiştir. Her
günün muhtelif saatlerinde ve mutemedi bir değişiklik şeraiti içinde, içtimai
seviye yüksekliğini temin edecek ve inkılap esaslarını kökleştirecek ne kadar
mevzu aklü hayale gelirse yekavaz bir lisanla 150 milyonluk koca bir camiaya
mütemadiyen tekrarlanır.
Hâlbuki bizde en ziyade ihmal edilen,
gelişigüzel ve hiç kıymeti haiz bulunmayan programlarla idare edilen müessese
budur. Türk inkılabının istinat ettiği ideal manzumelerini yayan, içtimai
hayatımızdaki değişikliklerden köylüyü haberdar eden kıymetli bir radyo
organizasyonuna karşı bulunan ihtiyacımızı artık daha fazla ihmal edemeyiz.
Bu hususta inkılabın ruhuna uygun radyo
programlarının tayin ve tespiti ile bunların yeniden teşkil olunacak radyo merkezlerinden
neşrü tamimini ve köylerde radyo dershaneleri açılması keyfiyetinin tafsil ve
daha açık tatbiki çarelerinin zikrini mütehassıslarına bırakırım.
Benim maksadım büyük inkılap adamlarımıza;
vatanseverlikten doğan naçiz bir temenni izharından ibarettir. Türk inkılabının
müdiranı umuru inkılabın geleceğe kök salması çarelerini daha ileriye
götürdükleri sırada, bunu da nazarı itibara alırlarsa esaslı bir koruma
vasıtasını kazandırmış olurlar.
Zira Türk inkılabının da en har müdafii, en
koyu propagandası, en mutaassıp ve müfrit tarafları radyo olacaktır.
Türk içtimai seviyesinin yükselmesi, medeni âlemde nazım rolünü yapanların en önünde bulunması için yeni milli terbiyeyi yaratacak umumi ve esaslı bir maarif sistemi ile onun icra vasıtalarına sahip çıkmak, Türk camiasının dahi en ileriye gitme refahı için büyük çaredir."
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar