AŞK AHLÂKI... HİLMİ ZİYA ÜLKEN
AŞK
AHLÂKI
HİLMİ ZİYA ÜLKEN
HİLMİ ZİYA ÜLKEN
AŞK AHLÂKI
türkiye iş bankası kültür yayınları, 2010
Üçüncü Baskıya Önsöz
Bu kitabın amacı insanı “demokrasi” ahlâkına
yükselten “eğitim” yollarını aramaktır. Demokrasi, araç-değerlerde eşitlik,
ideal-değerlerde hürlük isteyen o çağdaş sistemdir ki, sosyal adâlet ancak
böyle bir sistemde gerçekleşir. Bu kitap, siyaset ahlâkına hazırlayan bir
“eğitim” yolu sayılmalıdır.[*1]
İlk baskısı kırk yıl (1931), ikinci baskısı on
iki yıl (1958) önce çıkmış olan bu kitabın üçüncü baskısını, genişletilmiş ve
daha sadeleştirilmiş olarak yayımlıyorum. Kırk yılda Türkçe hızlı adımlarla
değişti. Dil, sadeleşme sözü bile yetmez denecek bir çabuklukla kalıba dökülen
(forgé) yeni kelimelerle doldu. Türkçe düşünülüp yazılacağına “Osmanlıca” denen
eski dilden yabancı kelimeleri çıkarıp yapmalarını koyan bir çeviri yoluna girildi.
Oysa ki, ustaları Türkçe düşünüp Türkçe yazıyorlar.[1] Hemen yarım yüzyıl önce çıkan bu kitabı genç
kuşakların okuyacağı hale getirmek, baştan yazmaktan daha güç oluyor.
1927-35 sayımlarına göre Türkiye’nin nüfusu
yaklaşık olarak 15 milyondu. 1970 sayımında 36 milyonu geçti, İstanbul’un
nüfusu (yaklaşık olarak) 800 bindi, bugün 3 milyona yaklaştı. Ankara’nın nüfusu
500 bin iken bugün 1 milyonu aştı. Şehirlerde rahat yürünüyordu, bugün sokaklar
hıncahınç. Semtler arasında tramvay ve otobüs yetiyordu; bugün sokakların
almadığı 16 bin dolmuş ve taksi, 22 bin özel araba ile taşıt araçları 40 bine
yaklaşıyor. Yolları genişletme çabası, bu nüfus ve hareket tıkanmasını
önleyemiyor. Şehirlerde itip kakma yoktu. Şimdi dolmuşlara binmek için, halk
her gün cambazhane egzersizi yapıyor. Yaşlı, çocuk, hasta, herkesten “atlamak”
dedikleri olmayacak bir marifet (!) bekleniyor. Yapamayanlar dürtülüp itiliyor.
Evle iş arası, her günkü sersemletici yolculukta gerilmiş sinirler, medeni
milletlerin ve eski Türkiye’nin zarifliği ve “terbiye”sinden eser
bırakmamıştır.
Dahası var: Kitabın çıktığı yıllarda
“gecekondu” derdi yoktu. Bugün üç şehrin[*2] kenarları, hatta ortası yarı köylü yarı şehirli karma
mahallelerle dolu. Gecekonduların belediye tüzüklerine aykırı, kaçak kuruluşu,
şehrin yaşayışını altüst ettiği gibi, köylerin de normal yaşayışını bozmuştur.
Köyünden kopan, bir daha köylü olamıyor, hele şehirli hiç olamıyor. Ne tarıma
ne endüstriye yarayan, kökünden kopmuş bulanık bir kalabalık, şehirlerin dirlik
ve düzenini sarsıyor. Onlara da yazık oluyor, şehirlere de! Böyle bir
değişmeden sonra çağdaş millet düzeni bulunabilir mi? 1965’te Zagreb’deki bir
UNESCO toplantısında, bir sosyalist ülke üyeleri, kendi gecekondularından çektikleri
sıkıntıyı anlatıyorlardı. İstanbul’da gecekondu yüzde 45, Ankara’da yüzde 60,
İzmir’de yüzde 44 olduğuna göre, bu bulanık nüfusun en büyük yoğunluk
gösterdiği yer Ankara’dır. Bu değişmeler yüzünden şehir güveninin ne kadar
sarsılmış olduğu meydanda! Ama tarlasını, sabanını bırakıp şehre koşan halk,
köylerde, kasabalarda da güvenlik bırakmamıştır. Bir baltaya sap olamayan bu
acınacak insanlar, kiminde acıma sınırını da aşıyor ve karanlık bir ufukta
kayboluyorlar.
Bu kitap yazıldığı sırada, dünya bir krizin
başında idi. Bugün onun ta içinde, en civcivli yerindedir. O zaman toplumun
organizmayla çatışmasından doğan ruh ve ahlâk hastalığı söz konusu idi. Bugün
aynı çatışma, sarsılmış bir toplum içinde ruh ve ahlâk krizinin en şiddetli
şekillerini doğurmuştur. Orada yaratıcı kişilik, organizmanın sağlam toplumla
çatışmasından, bu çatışmayı aşmak için çabalardan doğuyordu. Bugün yaratıcı
kişilik, sarsılmış toplumla insanın çatışmasından, bu açığa vurulmuş
çatışmaları aşmak için insanın yaptığı bin bir çabadan doğuyor. Çökmüşlerin,
parazitlerin, vurguncuların en geniş boyuttaki küstahlığı ortasında,
tehlikeleri hiçe saymanın ve doğruluğun örnekleriyle meydana çıkıyor. Gergin
sinirler, bozuk eğitim, saldırıcı davranış, hiçbir ahlâk ve sağlık kuralının
işlemediği çılgınlık atmosferi üstünde kahramanca harekete yükseliyor.
Çatışmaların şiddetine, sosyal enkaz altında kalanlara rağmen, çekiçle örs
arasında insanlık kıvılcımı daha kamaştırıcı bir ışıkla meydana çıkmaktan geri
kalmıyor. İkiyüzlü ahlâkın yerine utanç damarı çatlamış yüzsüzlük geçtiği için
alçaklıkla övüneni hemen tanıyorsunuz! Bütün şiddetiyle ona karşı koyuyorsunuz.
Ölçüyü kaçırıyor ve suçlu oluyorsunuz. Ama bu hamle kanunun vermediği cezayı
veriyor.
Bu kitap yazıldığı zaman Amerikanizm ve Sovyet İmparatorluğu,
uygar dünyayı tehdit eden iki tehlike gibi görülüyordu. Bu tehlike kırk yılda
büyüdü büyüdü, İkinci Dünya Savaşı’nda ve sonra salgın haline geldi. Fakat
“Üçüncü Dünya”[2] denen çoğu yalınayaklar dünyasında, kampana çaldığımız
zamandan beri kendine bir çıkış yolu bulamadan, eski yerinde sayıyor.
Ütopyaların gerçekleştiği bir dünyadayız. Çirkin yüzlü gerçeği görmekten
ürkenler, ütopyada, “dünya cenneti”nde afyon kurtuluşu bulduklarına
inananlardır. Çatırdayarak çöken dünyada gerçekçi kalmak çok güç! Afyon herkese
daha kurtarıcı görünüyor. Elli yıllık tecrübe, kafası gözü yarılmadan kalanları
da uyandırmıyor. Ya kırk katır, ya kırk satır!.. Masalların bu kaçınılmaz sonu,
bugünün çulsuz insanlığı için de kader midir? Oysa ki, ne katır ne de satır.
Zorbalıklara son verecek, millet olma şuurudur. Kör dövüşünde bozulmamış “insan
hakları,” aynı toplumda eşitlik ve hürlüğün birden gerçekleşmesidir. Bu yol,
ütopyaların uyuşturduğu kafaları zorbalık elinde ezilmekten kurtaracak yol
değil midir? Zorbalar, “Biz milletiz!” diye bağırdığı halde, zavallı Üçüncü
Dünya neden millet olma sözünden ürküyor? Bu yol, insanlık sofrasında yalnız
milletlerin yeri varken, millet olmayı “geri kalma” gibi gösteren kozmopolitlik
zehrinden kurtaracak yol değil midir?
Aldous Huxley bir kitabında,[3] “filozoflar yerine pul koleksiyonu yapanların
yönettiği” uydurma bir toplum düşünmüştü. Bu toplum, Ford’u hicvetmek için
tasarladığı makine-adamların, lâboratuvarında tüpler içinde yetiştirilmiş
soysuzların uydurma toplumuydu: Çabanın, passion’un, sevginin ortadan
kaldırıldığı böyle bir toplum için bundan şiddetli hiciv olamaz. Bu yapma
toplumda, hypnopédie metodu ile daha çocukken verilmiş bir altşuur eğitimi
insanları istenen kalıba sokuyor. Onları duygusuz, sevgisiz, ihtirassız,
yarışmasız makineler haline getiriyor. Orada dram, çatışma, rekabet kalmıyor.
Nasılsa, Shakespeare’i bilen bir kimse, aralarında acayip bir yaratık gibi
görülüyor. Huxley’in hicvi yalnız makineleşen medeniyete indirilen bir tokat
değildi; aynı zamanda bu karikatürün imkânsızlığını gösteren bir tabloydu.
Sibernetik bu işe safdil ciddiliğiyle sarıldığı sırada, hangi makine-adam
duygusuz, iradesiz, passion’suz olarak gökten inmiştir? Eski bir Şâh’ın bulduğu
hesap âletiyle yeni robot arasında öz değil, yalnızca söz farkı var.
Aynı yazar Gayeler ve Araçlar[4] adlı başka bir kitapta, bütün insan güçleri yerinde
kalmak üzere, toplumu düzenleme çareleri aradı. Bu, benim sosyal değişmeleri
durdurmaya kalkmadan, her devirde, düzenli veya sarsıntılı her toplumda
aradığım “ideal” ve araç-değerler arayışıma benziyor. Hemen şunu katayım: Bu
bir dilek değil, bir olgu tespitidir. İnsanlık, sarsıntıları ve zikzakları
içinde oraya doğru gidiyor. Huxley, bu kitaba şöyle başlıyor: İnsan çabasının
ideal hedefinde herkes aynı düşüncededir. İsa’dan Marx’a kadar, peygamberler tek
yoldan bahsetmişlerdir, diyor. Barthelemy de Ligt’in şu tekerlemesini veriyor:
“Şiddet ne kadar yüksekse, devrim o kadar azdır. Bir devrim insanlığı
ilerletmiyorsa, ona başarılı gözüyle bakılamaz.” Laski’ye göre: “Jakobenlerin
diktatörlüğü olmasaydı Cumhuriyet yıkılırdı.” Fakat Huxley’e göre, tam tersine,
“Jakobenlerin bu canavarlığı, Cumhuriyet’i yıkmıştır. Şiddet ne kadar uzun
sürerse, onu kullananlar, şiddetsizliğin düzeltici eylemine başvurmada o kadar
güçlük çekerler. Neredeyse bir şiddet geleneği kurarlar ve artık yalnız
şiddetin barbarlığına, kahramanlık ve fazilet gözüyle bakılmaya başlanır.” Biz
de Huxley’i şöyle tamamlayalım: İnsanları eşya haline koyan, görevlileri
kafasız makinenin vidaları yapan, sorumluluğu kaldıran, “bürokrasi” dizginini
bir şoförün eline veren bu en kötü despotluk şeklini tarihte ve bugün Yakın ve
Uzakdoğu’da, Yeni Dünya’da biliyoruz. Bu makinede, ideal ve araç-değerler
sistemi işlemez hale gelmiştir. Onu Montesquieu, Mill, Marx gördü, bugün de
dinamik psikoloji ve örgütleşmeyle uğraşanlar görüyorlar.[5] Eski öğrencim ve aziz dostum yeni denemesinde, “Eros
devri geçti!” diyor üzüntüyle. “Artık yalnız makineye ve paraya değer
veriyorlar.”[6] Görünüşte haklıdır ama bu korkunç makineleşme,
isyanını da birlikte doğuruyor. Bu isyan Eros’tan, Sevgi’den geliyor. Herbert
Marcuse bunun farkına vardı.[7] Sevginin kuvveti coşma kuvvetidir, basit bir sex
(cinsiyet) deliliği değildir. Çıplak dervişler gibi[8] dünya yüzünde dolaşanlar, sahte hayata, kalpazanlığa,
savaş tehdidinden doğan gerginliğe, milyonları ütopya uğruna salhaneye
sürükleyenlere, onları alkışlayan ve yaldızlı unvan dağıtanlara karşı isyandır.[9] Sevgi, sahteliğe karşı savaş ve tabiatla bir olmanın
sembolü olmuştur. Çatırdayarak yıkılan enkaz altında bir kısım yaratıcı
gelenekler de yaralanmıştır. Bundan kim sorumludur? Dünyayı dolaşan yeni
dervişler bütün kültürleri tanımak, içten yaşamak, anlamak ve oradan insanlığı
çıkarmak istiyorlarsa,[10] bu yol kırk yıl önce gördüğümüz, her çağda canlanmış
olan insanlığın ezeli yolundan başka nedir? Kırk yıl önce “dünya
mahşerleri”nden söz etmiştim. Bugün yeryüzü onları görüyor. Yine o zaman yeise
düşenler, kötüler ve zorbalar arasından içleri kavrulmadan yükselenler
olacağını, ideal değerlerin bayrağını yalnız bu inanç kahramanlarının
taşıyacağını söylemiştim. Geçen zaman her yerde, hele Budistlerde, zulme ve
baskıya şiddetle değil, medeni cesaretle karşı koymanın büyük örneklerini
verdi. Gerçeği bütün acılığıyla gören, ona gözlerini yummayan, bir masal uğruna
insanlığı kana bulamayan, bu canavar taktiği karşısında yalnız medeni cesaret
taktiğini kullanan insanların günden güne çoğalması, yarın belki bir ordu
olması Aşk Ahlâkı’nın zaferidir.
9 Mart 1971
Not: Yeni baskıyı birincinin bir misli
genişletilmiş olarak veriyorum. İkinci baskıya katılmış olan “Açıklamalar”ı
yine metin dışında bıraktım. Ancak, kitaptaki fikirlerle ilişiği olduğu için
Descartes, Spinoza, Kant ve Nietzsche’ye ait parçaları ayrı punto ile sırası
geldikçe, metne koymayı doğru buldum. Kırk yılın düşündürdükleri kitabın temel
fikirlerinin kadrosu içinde yer almıştır. 1932’de Viyana’da Turkish Press adlı
bir kitap içinde Aşk Ahlâkı’ndan İngilizceye çevrilerek yayımlanmış olan
parçayı da, kitabın dışarıdaki aksini gösterdiği için buraya almada sakınca
görmedim. “İçindekiler”i cetvel olarak verirken, birinci bölüme “İNSAN: Ruh ve
Beden” dedim. Metinde ise bu başlık “Ruh ve Beden” diye geçmektedir. Okuyucu
buradaki eksiği ilk sayfaları hatırlayarak tamamlayabilir.
İkinci Baskıya Önsöz
Aşk Ahlâkı bundan yirmi sekiz yıl önce
çıkmıştı. O zamandan beri Türkçe sadeliğe doğru büyük adımlar attığı için,
ikinci baskısında ilk iş kitabı bu değişikliğe göre ayarlamak olmuştur. İlk
yıllarda çıkan tenkitlerden bir kısmı onda kötümserlik izleri görmüş, bir kısmı
telkinci ifadesine ve bir yerinde Sûfilerden bahsetmesine bakarak onda
mistisizm aramıştır. Bir kısmı bütün söylenenlerin felsefe tarihinde bilinen
hakikatler olduğu ve yeni hiçbir şeyden bahsedilmediğini ileri sürmüştür. Bu
tenkitlere ayrı ayrı cevap vermedik; onların aldandığını görmeyi, her fikrin
eskilerine neler borçlu olduğunu bilen dikkatli ve insaflı okuyucuya bıraktık.
İkinci baskıyı yaparken bunlara birer cümle ile dokunacağız.
Aşk Ahlâkı’nın dayandığı, çoklukta birlik
felsefesi dir (monopluralisme). Bunun benzerlerini felsefe tarihinde Platon’dan
beri Plotinus’ta, Nicolas de Cusa’da, J. Bruno’da, Schelling’de, J.M. Baldwin
ve Bergson’da, vs. bulmak mümkündür. Fakat bu birleşik görüş her birinde ayrı
ayrı manzaralar almıştır. Nitekim Aşk Ahlâkı’nın çoklukta birliği de onlardan
herhangi birine indirgenemez. Mutasavvıflar Plotinus’a dayandıkları için
onların çoklukta birliği bu felsefeye benzer. Fikir tarihimizde onunla
kaynaşmış denecek kadar işlenmiş olan bu dünya görüşü, ileri sürdüğümüz
düşünceye bazı bakımlardan benzediği için örneklerimizi sık sık Sûfilerden
aldık. Fakat bu benzeyişin yalnız görünüşte olduğunu her vesile ile işaret
etmeyi unutmadık. Birinci baskının önsözünde bunu açıkça söylemiştik. Buna
rağmen iki görüşü karıştırmada ısrar edenlere diyeceğimiz bir şey yoktur. Ne
Schelling, ne Baldwin, ne Bergson mistiktir; fakat onların mistiklerdeki ahlâki
ve metafizik tecrübede bir hakikat payı buldukları da doğrudur.
Aşk Ahlâkı müspet, ideal ve iyimser bir görüşü
savunurken gerçeğin sakatlıklarını belirtmekten vazgeçemezdi. En dar şeklinde
dahi her ahlâk görüşü idealisttir. İyiyi ve sağlık halini ideal bir düzende
gerçekleştirme çarelerini ararken, gerçeğin kötü ve hasta tarafını belirtmekten
vazgeçmemiştir. Aşk Ahlâkı’nın kötümser çehresi bu sakat gerçek manzaralarına
aittir, fakat geniş bir görüş içinde bütünlüğü kavranan gerçeğin bu kusurlardan
nasıl kurtulduğunu gösterirken o tamamen iyimserdir. Böyle bir iyimserlik
hayalci de değildir, çünkü ele aldığı konu yalnız zihinde kurulan yapı değil,
her manzarasıyla gerçektir, bunun için de gerçekçidir.
Aşk Ahlâkı’nın çoklukta birlik ve evrim
görüşüne, Baldwin ve Bergson’a göre kattığını, kitabın metninde bulamayanlara
bu ikinci baskıda “Açıklamalar”ı veriyoruz. Burada ele aldığımız temel
kavramların tariflerini, bunlardan çıkardığımız sonuçları bulacaklardır. Aşk
Ahlâkı’nın savunduğu tezleri açıklarken şunu da katalım ki, burada düşünce
tarzı bugünkü fikirlerimizden bazı noktalarda ayrılmaktadır. Onları yalnız bu
kitabın açıklaması olarak ileri sürdük. Her şeyden önce, orada natüralist bir
felsefeye bağlıyız. Esasında metafizik olmakla beraber, yine de gelişme tarzında
natüralist kalmaktadır. Bugün ise, esasta ona sadık kalsak da natüralizmle
kalmamakta, aşkınlık (transcendance) aramaktayız. Bu farkı bu önsöz içinde
belirtmeye ne imkân ne de lüzum vardır. Çünkü biz, bugün de doğruluğunu kabul
ettiğimiz bu fikirleri aşmış olmakla beraber, onlardan ayrılmıyoruz. Yalnızca
Aşk Ahlâkı ve İnsanî Vatanperverlik’te savunduğumuz tezlerin hakikatten bir
merhale olduğunu söylemek istiyoruz. Aşk Ahlâkı, bütün olarak insanın
gelişmesine dayanan bir ahlâktır ve bu gelişmeyi biyolojik, sosyal ve
psikolojik gerçeklerin birbirine tesirinden doğan bir gelişmede görmektedir. Bu
nokta da “Açıklamalar”da, “sosyalden önce”, “sosyal” ve “sosyalden sonra” üç
insani gerçek derecesinin safha safha meydana çıkışını anlatırken izah
edilmiştir. İnsani realitenin “şahsi şuur” dediğimiz üstün mertebesini
“sosyalden sonra” sayarken, Bergson ve Durkheim’a ne derecede yaklaştığımızı
veya onlardan ne derece ayrıldığımızı da söyledik. Sosyalden sonra dediğimiz
şahsi şuur, sosyologların gösterdikleri gibi yalnızca belirli sosyal şartlar
içerisinde doğan ve kaybolan cemiyetin fonksiyonundan ibaret değildir. Sosyal
şuur nasıl organizma üzerinde meydana çıkan yeni bir gerçeklik safhası ise,
şahsi şuur de öylece sosyal şuur üzerinde meydana çıkan yeni bir realite
safhasıdır. Bu görüşle cemiyeti ferdi şuurlara indirmeye çalışan psikologlardan
da ayrılıyoruz.
Aşk Ahlâkı’nın değişik ve çeşitli gerçekler
halinde görünen bütünün gelişmesine dayandığını söylerken, bu kitapta ilimci
görüşleri reddetmedik. Fakat bütünün parçalar toplamından fazla bir şey
olduğunu anlayabilmek için, ilimci görüşleri aşan ontolojik bir görüşle onlara
bakmak zaruretini de işaret ettik. Temelinde natüralist olduğumuz halde, bu
kitapta ontolojiye yönelişimiz buradan anlaşılır. Fakat ne burada, ne İnsanî
Vatanperverlik’te bu görüşü geliştirme fırsatını bulabildik. Çünkü her iki
kitabın da konuları bilgi ve varlık değil, eylem (action) ve ahlâktır. Bu
konuya bundan sonraki kitabımızda gireceğiz.[*3]
İlim bakımından ahlâk sorusunu ele alan birçok
teori vardır. Bunlardan biri fizik üzerine kurulmuş ahlâktır ki Türkiye’de
enerjetizm adıyla tanınan Namdar Rahmi ve Naci Fikret’in görüşleri
bunlardandır. Namdar Rahmi, Namık Kemal adlı eserinde ahlâkın prensiplerini
fiziki enerji kanunlarından çıkarmaya çalışıyordu. İlim temeline dayanan ikinci
ahlâk teorileri biyolojik ahlâklardır. Bunların bir örneğini, Dr. Akil Muhtar
İlim Bakımından Ahlâk adlı kitapta verdi. Akil Muhtar’a göre ahlâkın temeli
organik hayatta, içgüdülerde, onların en ilerisi olan “gelişme içgüdüsü”nde
aranmalıdır. Batı’daki benzerlerine göre bu teoride yeni olan cihet,
“gelişme”nin bir içgüdü olarak ileri sürülmesidir. İçgüdülerin ne dereceye
kadar yetkinleşme faktörü olduğunu burada tartışacak değiliz. Ancak onların
kaderci ve karanlık çerçevesini kırma ihtiyacının bu tarzda ifade edilmesinin
değerini belirtmeliyiz.
İlim üzerine kurulan ahlâklardan biri de
psikolojik ahlâktır. Paulhan, Parodi ve Ribot gibi Fransız düşünürlerinde veya
Müler-Freienfels’te gördüğümüz bu ahlâk teorilerinin bir benzerini son yüzyıl
fikir tarihimizde bulamıyoruz. Fakat sosyoloji üzerine ahlâk kurma düşüncesi
hemen ilk sosyologlarla birlikte başlamıştır. Prens Sabahattin, yeni cemiyetin
ahlâkını “ilmi-içtima”dan çıkarmak istiyordu. Ziya Gökalp’e göre de ahlâkın
temeli yalnız sosyolojik olabilir. Bunun sebebi, her iki düşünürün ilimden
önce, sosyal eylem problemiyle ilgilenmeleri ve başka yönlerden ziyade bu
probleme toplumla cevap vermeye kalkmalarıdır. Fakat ne Gökalp, ne onun yolundan
gidenler Durkheim’daki sosyolojik ahlâk ile Lévy Bruhl’deki “âdetler” ilimi
arasında esaslı farkı hesaba kattılar. Birincisi daha önceki ilimci teoriler
gibi ahlâkın muhtaç olduğu normları sosyal hayatın tahlilinden çıkarıyor.
Halbuki ikincisi yalnız âdetlerin objektif tahliliyle yetiniyor. Buradan
normatif bir ahlâk çıkarmıyor. Hatta prensip bakımından bütün normatif
ahlâkları tenkit ediyor. Âdetler ilmi insana her zaman sabit kalacak bazı
normlar, kaideler veremez. Ancak, bize değişmekte olan örf ve âdetlerin
gerçeğini göstererek, sağlam ve sağ bir eylem tarzı bulmamıza yarayabilir. Bu
manada ahlâkın sağlık korumadan (hygiène) farkı yoktur. İki Fransız sosyologun
görüşleri arasındaki bu fark kendi zamanlarında bir çatışmaya sebep olmadığı
için, Türkiye’de bu davranışa şaşmamalıdır.
Buraya kadar gördüğümüz ilimci ahlâklarda
birleşik nokta, hepsinin tek bir gerçek üzerinde tahlillere dayanarak insanlara
bütün zamanlar için bir ahlâk düsturu aramalarıdır. Sosyologlar ahlâkın
kurallarının, yalnız sosyal gerçeğin tahlilinden çıkarılabileceğini söylerken,
belki insanın bütün varlığını kuşatan sosyal gerçeğin bu bakımdan öteki
gerçekliklere üstün bir rolü olduğunu söylemede haklıdırlar. Fakat bu gerçeğin
yalnız ve daima, daha önceki gerçeklere dayanarak gelişebileceğini, sosyal
dediğimiz her şeyin önce biyolojik, hatta fiziki realitelere dayanması
gerektiğini, bundan dolayı da sosyal gerçeği aşan veya ondan önce gelen
gerçeklerin insana ait her şeyde onun kadar rolü olduğunu unutmada
haksızdırlar. İlimci ahlâk teorilerinin tahlili, onlardan herhangi birine
bağlanmaksızın, insanın bütününü kavramaya, bunun için de gerçeklerin bütününe,
onların birbirine etkisine dikkatimizi çevirmeye bizi sevk eder.
Fakat bu kadarı yeter mi? İlimci teorilerin her
birinden veya onların toplamından ahlâki normları çıkarmak kabil midir? İzafi
ve değişmekte olan realitelere ait veriler –en geniş ölçüde ele alınmış olsalar
bile– mutlak ve değişmeyen ahlâk kurallarını bize verebilir mi? İlkçağ’da
Platon, modern çağda Kant, ahlâkı duygulardan ve gerçekten çıkarmak isteyen
görüşlere neden hücum ettiler? Niçin onu gerçek üstünde, mutlak alanında
aradılar? Ahlâkı bir hijyen haline getirmeye, her an değişmekte olan hayattan
pratiğimiz için iğreti kaideler çıkarmaya ne derecede hakkımız olabilir? Bu
kaidelerin değişeceğine inandıkça onları her zaman için düstur tanımaya imkân
kalır mı?
Her türlü teori dışında, ahlâki bir eylemden,
insandan beklediğimiz nedir? İnsanın bu eylem sırasında özgür oluşu değil mi?
Başka türlü, yükümlülüğü, sorumluluğu, görevi, vicdanı, iyiliğin kötülüğe
tercihini nasıl anlayabilirdik? Sosyologlar –bütün ilimci ahlâklardan ziyade–
bu ahlâki prensipleri açıklamaya çalışıyorlar. Onlara –hele Durkheim
sosyolojisine göre– bütün bu duygular sosyal evrimin neticesidirler. Etnolojik
ve sosyolojik veriler, onlara göre, belirli bir sosyal gelişme derecesinde bu
duyguların doğduğunu göstermektedir. Şu halde, ahlâki prensiplerin temeli olan
ahlâki fiilin muhtarlığı ve hürlük, sosyal hayatın belirli bir devresinde,
belirli sosyal şartlardan doğan ve başka şartlar altında kaybolabilen bir eser
olacaktır. Böyle bir determinasyon zincirinin halkası olarak anlaşılan hürlüğün
ne manası kalır? Ahlâki hürlük, hiçbir determinasyonun neticesi olmayan bir
temel olarak alınmadıkça, yalnız bir postülattan ibaret kalır. Bir insanı
hareketinden dolayı sorumlu sayabilmek için, onun bu hareketi kendi dışından
gerektirilen sebeplerle yapmaya mecbur olmaması gerekir. Aksi halde sorumluluk
bir gerçek değil, ancak sosyal bir değer hükmü, bir kavram olacaktır.
Bu düşünceler bizi yalnız sosyolojik ahlâkın
değil, bütün ilimci ahlâkların yetmezliğini kabule götürmektedir. Bunun içindir
ki, Aşk Ahlâkı realiteler toplamına, onların karşılıklı etkisine dayanarak
bütün insan gerçeğinin gelişmesini açıklarken, yine de natüralist izahı aşma
zarureti üzerinde duruyordu. Yani bu natüralist açıklamalar, temelinde insan
felsefesine dayanmaktaydı. Hâsılı, sosyolojik bir ahlâkın çözemediği problemler
sınırlandırılmalıdır. Onların bütün ahlâkı açıkladığını zannetmemelidir. Nitekim
F. Rauh, haklı olarak, sosyolojik ve psikolojik verileri aşan ve insan
felsefesine dayanan bir ahlâki tecrübeden bahsetmiyor mu? Gurvitch, daha ileri
giderek bu tecrübenin temelini “hürriyet tecrübesi”nde, ilim verileriyle
açıklanması mümkün olmayan bir sahada aramaktadır. Aşk Ahlâkı, böyle bir temele
dayanma lüzumunu ileri sürmekle beraber, bu temeli derinleştirmeden uzak
bulunuyor. Orada natüralizmin üstün görünmesi de bundan ileri geliyor. Bundan
dolayı ahlâkın biyolojik bir hazırlığı olduğu gibi, sırf sosyal bir ahlâk da
vardır. Fakat sosyal ahlâk yalnızca, her sosyal zümrenin kendi fertlerine
yüklediği kaideler sisteminden ibarettir. Eğitimle benimsenen ve
alışkanlıklarla ferde yerleşen bu kaideler, başka bir sosyal zümrenin
kaideleriyle çatışabilir. Değişen bir toplumda bu kaideler kuvvetini
kaybedebilir, çözülebilir ve yerlerini başkaları alabilir. İzafi ve değişmeye
elverişli olmakla beraber, bu kaideleri örf ve âdetlerle karıştırmamalıdır.
Birinciler, başka sosyal olaylardan ayrı ve “ahlâki” dediğimiz kişiler arası
münasebetlere ait bir emir ve yasaklar sistemi oldukları halde; ikinciler,
bütün sosyal olayları ayrılmamış bir halde içlerine alırlar. Örf ve âdetlere,
sosyal değerler ve kurumların tortuları diyebiliriz. Onlarda bilgi, sanat, ahlâk
ve din, dil ve hukuk kurumları bölümleşmemiş bir halde, bir nevi konglomera
teşkil etmektedir. Kurumlar ve değerlerin zaman içinde birikmesinden mi bu
âdetler yığını doğmuştur? Yoksa âdetlerin çözülmesinden mi kurumlar meydana
gelmiştir? Her iki hali de gösterecek misâller vardır. En yaratıcı, en şahsi,
en kendiliğinden olan kurumlardan, yani bilgi, sanat ve teknikten derece derece
daha az şahsi olanlarına doğru inilerek, sonunda en kişi-dışı,[*4] en hareketsiz olan âdetlere doğru inildiği
söylenebilir.[11] Nitekim hareketsiz ve kişi-dışı âdetlerden başlayarak
onların farklılaşması ve özelleşmesinden derece derece şahsi ve kendiliğinden
değerlerin doğduğu da söylenebilir.[12] Hangisinin sebep ve sonuç olduğu söylenemeyecek
surette, bu iki hareketin birbiri ardından gelmesi de mümkündür. Etnolojik
veriler her iki yorumlamayı yapmaya elverişlidir. Şu da var ki, kişiliğe ait en
hür fiillerden başlayarak toplumun derece derece otomatikleştiğini,
katılaştığını söylemek sosyal hayatı kişisel ve hür fiillere irca etmek gibi
bir imkânsızlık olacaktır. Nitekim tamamen otomat ve kişi-dışı bir hayattan
bütün kişisel ve orijinal faaliyetlerin doğduğunu söylemek de, aynı suretle
başka bir imkânsızlık olacaktır. Biz ilerlemiş veya başlangıç halinde bütün
toplumlarda hangi türlü değerle karşılaşsak, bu iki kutuptan birini göremeyiz.
Modern bir Avrupalının gündelik hayatında olduğu gibi, bir Arapesh veya
Hotantolu’nun hayatında da bilmek, hoşlanmak, beğenmek, kullanışlı şeyler
yapmak, kişiler arası münasebetleri ve hayat ötesini düşünmek, bilme
imkânlarını aşan bu alanı inanma imkânlarıyla doldurmak; bütün bunlarda
konuşma, yazma, malları değiştirme, hareketlerin karşılıklı tartılması gibi
birbirini tamamlayan, fakat yine de ayrı kalan faaliyetlerin rolü vardır. Bu
faaliyetlere kurumlar, bunların bütününe kültür diyoruz. Kültürü teşkil eden
kurumlar, aslında ne kişiye ait, ne kişi-dışıdırlar. Ne tamamen kendiliğinden,
ne de tamamen otomattırlar. Onlar, zümreye ait olmaları bakımından mekanik ve
tekrara elverişli, takat zümre fertlerinden her birinin bir davranışında, bir
hareketinde gerçekleşmeleri bakımından kişisel ve kendiliğinden olmaya
elverişlidirler. Başka deyişle sosyal kurumlar, doğuşlarında kendiliğinden-mekanik
veya kişilik-kişi-dışı olmak üzere çift karaktere sahiptirler. Yukarda
saydığımız faaliyetleri isimleriyle ifade edersek bilgi, teknik ve sanat gibi
yaratıcı değerlerde, dini ve ahlâki aşkın (transcendant) değerlerde, yahut dil,
iktisat ve hukuk gibi normlarda bu çift karakter görülebilir. Bunlardan
herhangi birini, meselâ bilgiyi veya dili ele alalım: Öğrenmek, bilmek
dediğimiz işlemler, zümre içinde ortak klişeler halinde meydana gelirken,
zümre, fertlerinden her birinde ayrı tesir yapan bir sembol-mana sistemi teşkil
ederler. Burada bilme veya konuşma sembol olarak, mekanik, mana olarak
kendiliğinden; veya sembol olarak kişi-dışı, mana olarak kişiliktir. Fakat dil
veya bilgi geliştikçe, manalar ve ifadeler kutuplaşır. Sosyal hayatın yaratıcı
kişilik şuurunu meydana getirirler; semboller de tekrarlı, basmakalıp bir hal
alırlar; toplumun kişi-dışı derinliğini, dışşuurunu teşkil ederler. Birincilere
toplumun yaratıcılığı, ikincilere otomatizmi deriz. Bu ikinciler, içerisine
bütün değerler ve kurumların tortularını almak üzere, toplumun örf ve
âdetlerini vücuda getirir. Yeni kurulan bir sosyal düzende, yeni başlayan bir
sosyal harekette, bu kendiliğinden-mekanik çift karakterli dinamizm
görülebilir. Fakat sosyal hayat yerleştikçe, alışkanlıklar halini aldıkça, bir
yandan kendiliğindenlikler, yaratıcılıklar, öte yandan mekanizmler ve
otomatizmler ayrılır: Birincisi toplumun zevki, sağduyusu, dikkati, hafızası,
inancı olur. İkincisi bir zümrenin her günkü hayatında hüküm süren ve bütün bu
zevk, bilgi, inanç ve dikkatini besleyen otomatizmler ve mekanizmler halini
alır ki, bunlara toplumun örf ve âdetleri diyoruz: Misafir karşılamak,
ağırlamak, selamlaşmak, sofrada, işbaşında, büyükler önünde belirli tavır ve
hareket almak, tekerlemeleri ve sözleri bulmak, daha çocuk oyunlarından
başlayarak otomatikleşen sosyal hayatın altşuurdaki derinliğini meydana getirir
ki, bunlarda ahlâki, hukuki, lisani, bedii, vs. kurumları ayırmak güçtür; fakat
derin bir inceleme sonunda, örf ve âdet bütününde bu kurumlardan her birine
karşılık olan otomatizmleri, bunlarla zamandaş sosyal şuurun açık ve seçik
değer ve normlarını bulmak kabildir.
Böyle bir tahlilde biz ahlâkın, bir sosyal
kurumlar sisteminde, kişiler-arası münasebetlere ait aşkın inanma alanı
olduğunu görüyoruz. Bundan dolayı da ahlâkın, sosyal gelişme sonunda değerlerin
farklılaşmasından meydana çıkmak şöyle dursun, her toplumda bütün sosyal
faaliyetlerde hazır, zaruri bir dayanak olduğunu söyleyebiliriz. Her nerede
kişiler-arası münasebetler varsa orada mutlaka ahlâki fiil vardır; fakat ahlâki
fiilin gelişmesi, orada açık ve seçik ahlâk kaideleri ve emirlerinin ifade
edilmesiyle zamandaş, sosyal otomatizmler içinde ahlâki örf ve âdet tortusunun
meydana gelmesine de sebep olur. Hâsılı, sosyal fiilin dinamizmi, başka deyişle
kişiler arası münasebette meydana çıkan ahlâki tecrübe, bir yandan ahlâk
emperatiflerini, kaidelerini yaratırken, bir yandan da onu ahlâki dışşuur
haline getirir, sosyal otomatizmlere atar ve ahlâk örf ve âdetini doğurur. Aynı
hali estetik fiilin dinamizmi için söyleyebiliriz: Orada da sanat şekillerinin
ve şuurunun gelişmesine paralel olarak sanat otomatizmleri sosyal şuurda bedii
örf ve âdetler halini alır. Bir örf ve âdet konglomerası içinde bütün
kurumların bulunması bundan ileri gelir.
Şu halde sosyal ahlâk bütün ahlâk değildir.
Ahlâki hayatın doğuşunda olduğu kadar, gelişmesinde sosyal olguya hazırlık olan
veya onu takip eden bir dinamizm, bir hür fiil vardır ki, onu, toplum içinde
cereyan etmesine rağmen sosyal hayata mal etmek kabil değildir. Onun gelişmesi
toplumun iki kutbunu meydana getirdiği zaman dahi, yine bu dinamizm her an yeni
yaratılışlarıyla bir yandan sosyal otomatizmleri, bir yandan sosyal kuralları
besler. İşte biz Aşk Ahlâkı’nda bu faaliyete, kişilik şuuru veya toplumdan
sonraki şuur diyorduk.[13]
Ahlâk problemi, klâsik felsefede bilgi ve
varlık problemlerinden sonra gelir. Böyle olmakla beraber bugünkü dünyanın
içinde bulunduğu geçiş krizi, ona merkezi bir önem vermektedir. Sarsılmış bir
dünyada ilk düşünülen şey, bilginin ve âlemin düzeninden önce eylemlere düzen
vermektir. Bu yüzyıl başında, felsefede eylemin düşünceden önce geldiği fikri
kuvvetle ilerlemeye başlamıştı. Bu öncelik, yeni bir açıklama şekli aramadan
ziyade ahlâk ve eylem probleminin hemen cevap beklemesinden ileri gelmektedir.
Felsefe ahlâkla başlamaz, eylem ahlâkla başlar. Sosyal düzenden veya ahlâktan
başlamak şeklinde iki alternatif konamaz. Çünkü her iki terim birbirine zaruri
olarak bağlıdır. Probleme toplumdan, yani ilimden mi ve ilime dayanan reformdan
mı, ahlâktan, yani eyleme ait felsefi sezgiden mi girmeli? Bu iki terimden her
ikisi de ötekisine bağlı ve onunla kaimdir. Bundan dolayı alternatif yerine
“tamamlayıcılık”tan hareket etmek ve ilimlerin determinizmini felsefenin
hürriyeti ile tamamlamak biricik yol gibi görünüyor. Biz Aşk Ahlâkı’nda eyleme
üstün değer vermekle beraber, ilimlerle felsefenin yaklaştığı bu noktayı
bulmaya çalıştık. Kastların, tabakaların ve sınıfların silindiği bir devirde
soyut fikir, ağacından kopmuş bir çiçek gibi solmaya mahkûmdur. Fikir, eylem ve
siyaset içindir. Bazen siyasetler ideolojiler tarafından yeniliyor. Halbuki
ideolojiler gerçekle ilgisiz planlar çizdikleri için, siyasetin bu şekli, rüya
veya yalanla beslenmektedir. Gerçek bir siyaset total gerçeğin bilgisine
dayanmalıdır.
Organik ve sosyal gerçekliklerin çatışmasından
doğan şuur ve hürriyet fikriyle her türlü çatışmadan önceki dinamizm halinde
anlaşılan hürriyet fikri birbirine indirgenemez. Aşk Ahlâkı birinci tezi
savundu. Onu ikinciyle uzlaştırmak isteyen kitabın buhranı buradan gelmektedir.
Bugün düşüncemiz daha ziyade ikinci yön üzerinde gelişmektedir.
Aşk Ahlâkı’na, her şeyden önce bir “aşama”
(dépassement) ahlâkı denebilir. Ruhun gelişmesi, realite derecelerinin
birbirini aşmak için yaptığı hamleler olarak görülmüştür. Bunun için orada
Nietzsche ile Bergson, başka bakımlardan aynı derecede etkilidirler. Biyolojik,
sosyolojik ve metafizik ahlâkların orada birleşmesi de bundan ileri geliyor.
İkinci baskı çıktığı sırada, dünyada hümanizm
ve yurtseverlik çatışmasını halletmeye çalışan önemli kültür adımlarıyla
karşılaşıyoruz. Bu iki baskı arasına; dünya krizi, İkinci Dünya Savaşı,
demokrasilerle komünizm arasındaki büyük gerginlik ve kültürleri yaklaştırmaya
çalışan bugünkü hümanizm hareketi girdi. NATO, Birleşmiş Milletler, UNESCO bu
hamlenin başarılarıdır. Totaliter rejimlerin bir kısmı tarihe karıştı.
Komünizm, saldırıcı hareketlerine rağmen kendi sistemi içinde çıkmaza girdi.
Fakat kapitalizmler de buhrandan kurtulamadılar. Bütün olanlar bizim 28 yıl
önce söylediklerimizi, 25 yıl önce de İnsanî Vatanperverlik’te, yalnız bir
cephesinden açıkladıklarımızı desteklemektedir. Kapitalizmle komünizmin
çözülmez gerginliği dışında bir mertebeler cemiyetinin mümkün olduğunu ve bunun
bir ideoloji veya ütopya değil, bütün toplumların içinde yaşayan ve meydana
çıkarılacak bir gerçek olduğunu, kör kuvvetle ruhun savaşında, kör kuvvetin çığ
gibi geldiği zamanlarda bile, günümüze kadar gelen vakalar göstermektedir.
17 Kasım 1958
Birinci Baskıya Önsöz
“Halka rağmen halk için kitap” veya kısaca Aşk
Ahlâkı adı ile sunduğum bu küçük eser, cemiyet ve şuur hakkındaki fikirlerimin
oldukça halka yayılmış, kısaltılmış esaslarını içine almaktadır. Yakında
yayımlamaya çalışacağım İnsanî Vatanperverlik ve Kendime Dönüş[14] adındaki başka iki kitapta da aynı fikirleri
geliştirerek, daha konkre şekillerde birçok meseleye tatbik ettim.[*5]
Çoğu kere teoriler, zengin endüksiyonlara ve
zihni incelemelere dayanarak vücuda geldikten sonra, ikinci elden yığın için
kolay anlaşılır, basitleştirilmiş bir hale konur. Nitekim bu kitabın içine
giren ana fikirleri de on yıla yakın bir zamandan beri Cemiyet ve Marazi Şuur,
Bugünün Filozofları,[*6] Aristo Felsefesi ve Modern Düşünce[*7] adındaki kitaplarda açıklamaya çalışmıştım. Şu kadar
var ki, memleketimizde henüz bu cinsten sırf teorik mahiyette eserlerin basım
ve yayını maddece pek güç bir iş olduğu gibi, içinde bulunduğumuz manevi ve
ahlâki kaos hali de beni birkaç yıldan beri bütün arzularıma rağmen, mümkün
olduğu kadar kütle seviyesine hitap etmeye, eyleme geçmeye sevk etmektedir.
Esasen devrimiz kadar düşüncenin irade ile
birleştiği, fikir adamlarının sırf teori insanları olmaktan çıkarak, doğrudan
doğruya sosyal eylem ve faaliyete katılan ve ona yön veren insanlar haline
geldiği bir devir yoktur, denilebilir. Tibaudet’nin Profesörler Hükûmeti
adındaki eserinde misâlleri ile gösterildiği gibi her felsefi düşünce mutlaka
hayat ve cemiyete dokunmak zorunda oldukça, bütün siyasi hareketler sosyal
felsefelerden ilham ve direktif almaktadırlar. Kanaatimce, bu kitap yarı
biblique (kitabi) ifadesi ve nâsçı lisanı ile, sonsuz bir felsefe münakaşasına
kapı açmaktan ziyade, aydınların görüşleri (opinion) arasında ahlâki ve fiili
sahada birleşik noktalar bulmak hedefini gütmektedir. Kitabın savunduğu fikir,
l) insan meselesi, 2) ahlâk meselesi, 3) siyaset meselesi olmak üzere üç
safhadan ibarettir. Esasta bu sorular birbirine mantıki bir tutarlılıkla bağlı
olmakla beraber, telkinci ifadesinin bütünlüğünü bozmamak için sınıflama
yapılmamış, aralarındaki bağlantılar görülmez bırakılmıştır.
Felsefe tarihinde bu fikirlerin benzerlerini
bulmaya çalışanlar olursa, onlara ilk önce Platon’un Şölen’ini, İsa’nın,
mutasavvıfların ve meselâ Mevlânâ’nın aşk felsefelerini hatırlatırım. Fakat
biraz derinleştirilince görülür ki, bu benzerlik sırf yüzeydedir; hatta yalnız
isim birliğinden ibarettir. Çünkü Platon’da aşk anlayışı tamamen idealist ve
antimateryalist olduğu gibi, mutasavvıflarda da mistik ve esrarlı bir öze
dayanmaktadır. Bu kitapta ise ihtiras ve “aşk” fikri “mistik” içeriğinden
sıyrılmış olan, psikososyal tahlillere, organik bir temele dayanmaktadır.
İhtimal modern felsefede Feuerbach’ın “aşk”
felsefesi ile Schopenhauer ve Freud’un teorilerinde bu fikirlerin köklerini
bulmak isteyenler olacaktır. Bu manaya göre kendimi vitalist felsefenin mensubu
görmekten çekinmem. Şu kadar ki, burada vitalizmi pragmatist filozoflardaki
gibi dar anlayışı ile değil, Husserl ve Alman sezgicilerinde yahut bir kısım
yeni realist metafizikçilerde görüldüğü üzere çok daha geniş bir tarzda
anlamak, yüksek ruhi realitenin görünüşlerini kabataslak hayata irca etmemek
gerekir. “Vahdetçilik” bu felsefeye verilebilecek en uygun isim olsa gerektir.
Hemen sarihleştirmek isterim ki, bu kelime ile maddecilerin dar monizmini
değil, fakat realitelerin gittikçe yükselen silsilesinde tabiatın çokluk
içindeki birliğini gören bir pannaturizmi kastediyorum. Feuerbach felsefesi
Platon idealizmini maddeye indirmek için yapılan ilk hamledir. Freud’da bunun
yetkinleştiğini ve sona erdiğini görüyoruz. Bu felsefelerin eksikliği, tabiatı
yalnız bir yanı ile görmeleri ve yarım gerçeklerin modeli üzerine yapma sistem
kurmaya çalışmalarıdır. Freud sistemi sosyal gerçeği hesaba katmadığı için
daima bir taraflı olmaya ve hakikatin tek cephesine saplanıp kalmaya mahkûm
olacaktır.
Söz arasında bir dostum bana bu kitapta hangi
tezi savunduğumu sormuştu. Kendisine kısa ve şifa verici bir cevap bulabilmek
için dedim ki: İsa ile Nietzsche’yi barıştırmaya çalışıyorum! Gerçekten, bu iki
isim modern ahlâk görüşlerinde sanki iki zıt kutup gibi karşılanabilir. Biri
mistik öteki rasyonel[15] görüşü temsil eden bu iki cereyanı, bu bakımdan,
birleştirmeye imkân olmadığı şüphesizdir. Ancak, bu uzlaştırmadan kastım şuydu:
İsa ile Nietzsche’yi birleştirmek demek, bir manaya göre idealizm ile realizmi,
fertle toplumu kudret felsefesinde[*8] uzlaştırmak istemek, demektir. Diyebilirim ki,
kitabın bütün ağırlık merkezi bu nokta üzerinde toplanmaktadır.
Memleketimizde şimdiye kadar toplumculuk
görüşlerinde, insanı çevresi ile açıklama eğilimi hâkimdi. Buna karşı aynı
kuvvette olmamakla beraber, antitez olarak fertle ve ruhi faaliyetle açıklama
teşebbüsleri oldu. Bu cereyanların eksikliği inhisarcı ve tek görüşlü
olmalarındadır. Bu kitabın manası, ruhi ve sosyal gerçekleri kabul ettikten
sonra, onların bağlantısını bulmakta ve terkibini yapmaktadır. O derece ki,
ahlâk ve siyaset meselesi ruhi gerçekle sosyal gerçek arasında münasebet
sorunudur diyebilirim.
Yine aynı sebeplerden dolayı, bu cereyanın
zihincilik ve duyguculuk görüşlerine ait bir terkip olduğunu söyleyelim.
“İhtiras felsefesi,” köklerini ruhi hayattan ve hele onun şuurdışı,[16] duygucu (affectif) kaynaklarından aldığı için
affectiviste’tir. Fakat “ihtiras felsefesi,” bizzat zihni faaliyetleri
uyandırdığı, olgunlaştığı zaman da sağduyu halini aldığı, rasyonale doğru
çevrildiği için aynı zamanda, özel bir manada entelektüalisttir. Bu sebepten o
ne ruhi hayatı çağrışımlara ve duyumlara irca eden zihinci felsefe gibi
hâdiseler üzerine atılmış bir “mücerredat” ağına kalbolmuş, ne de
duygululuğumuzun (affectivité) müphem ve mantıkdışı kökleri içinde kaybolarak,
duygucu empirizm gibi yeni metotlarla eski mistik düşünceye bir nevi dönüşten
ibaret kalmıştır.
Kitap için söylediğim giriş görevindeki şu
birkaç sözden sonra, artık onun doğrudan doğruya güttüğü hedeflere geçebilirim.
Bunlardan birincisi, belki en önemlisi, şüphesiz, halkla aydınlar arasında
varlığını fark etmemek imkânsız olan büyük açıklık meselesidir. Bir süreden
beri kulaklarımızı dolduran bütün halkçılık sözlerine rağmen, kanaatimce, bu
derin boşluk asla doldurulmuş değildir. Hatta, bir noktadan daha da artmıştır.
Eskiden bu ayrılık “divan” edebiyatı ve “saray” zihniyetine ait farklardan
ileri geldiği için, milli edebiyat akımı ve “halka doğru” ideali bu uçurumu
kaldırmak maksadı ile doğmuş bulunuyordu. Fakat bütün gayretlere rağmen mesele
asla ağırlığını kaybetmedi. Çünkü, önce aydınlar zümresi adını verdiğimiz
teşkilâtsız ve belirsiz kütle, ortak ahlâki-fiili prensiplere sahip olmaktan
çok uzaktır. İkincisi, halkçılık halka inmeyi ifade eder. Halbuki, halkı
yükseltmek için halka rehber olabilecek vasıflara sahip olmak, onlara ahlâki ve
fiili alanda örnek ve misâl olmak gerektir. Halkı sevmek ve halk tarafından
sevilmek, hâsılı halkı iptidai zihniyetinden modern ve medeni zihniyete
yükselebilmek için iki sınıf arasında, duygululuğun köklerine dayanan bir köprü
kurmak lâzım gelecektir. İşte Aşk Ahlâkı’nın hedef edindiği en mühim gayelerden
biri bu bağlantıyı aramak olacaktır.
Kitabın, bunun için teklif ettiği şekil, burada
kabataslak ifade edeceğim bir “ahlâki mertebeler” teorisidir. Her toplum içinde
sırf ilmi, iktisadi ve askeri bakımlardan sınıflar ve mertebeler bulunduğu
gibi, ötekilerinde olduğu üzere dıştan görülmeyen, ancak ince bir görüşten de
saklanmasına asla imkân olmayan bir de ahlâki mertebeler düzeni vardır. Bu
mertebeler bazen toplumların fiili düzeni ile birleşik, bazen onunla
ilgisizdir. Kuvvetli bir şuur ve eğitim esasına bağlı olan bir birleşme
neticesindedir ki, ancak bir ülkede aydın ve idareci zümrenin ahlâki ve fiili
dayanışma kazanmasına, kütle üzerinde etkili olmasına, kütleye şuur vermesine,
onu elinden tutarak götürmek istediği noktaya kadar kendisine rehberlik
etmesine imkân olacaktır.
Kitabın, peşinden koştuğu başka bir gaye de,
aydın zümrenin biricik ilham kaynağı olan rasyonel düşünce ile halkta henüz
devam eden mistik düşünce arasındaki uçurumu görmek ve ikincisinden birincisine
geçiş çareleri aramaktır. İnsanlığın dinlerden ilimlere, mistik zihniyetten
akli ve felsefi zihniyete geçmekte olduğunu söylemek yetmez. Fakat başlıca memleketimiz
gibi, bu geçişi çok hızlı ve buhranlı şekillerde yapan toplumlarda, ötekinden
daha az mühim olmayan bir meseleye cevap vermek gerekir. Bahsettiğimiz geçiş,
ağır ve dereceli bir ilim eğitiminin eseri olmaktan ziyade, birden değişmelerin
ve yıkıcı vakaların neticesinde meydana gelmektedir. Bundan dolayı, yeni ve
mühim birtakım soruları yanıtlamamız gerekiyor: l) Bu birdenbire geçişlerden
doğan kütle ruhundaki buhranı nasıl ve neyle tamamlayacağız? 2) Değişmeden hiç
haberi olmayan kütle ile ondan büsbütün ayrılmış olan aydın arasındaki manevi
boşluğu nasıl dolduracağız? Bu sorulardan birincisi halka dini ahlâk yerine
yeni bir ahlâk ve ideal telkin etmek mecburiyeti, ikincisi de aydın veya rehber
olduğunu kabul edeceğimiz bir zümre ile halk arasındaki bağlantının tarzı ve
usûlü üzerine bizi düşündürmeye sevk edecektir.
Bu sorulardan birincisine ait düşüncelerimi
İnsanî Vatanperverlik adındaki başka bir kitaba bırakarak[17] burada yalnız ikinci soruya mümkün olduğu kadar
dokunmak istedim. Birbirinden dünya görüşü bakımından ayrı iki zümre arasında,
ben iki şekilde münasebet tasavvur edebiliyorum: Kin ve sevgi.[18] Bunlardan birincisi iki zümreyi birbirine karşı
gittikçe daha kapalı, daha mutaassıp çevreler haline getirecek; ikincisi
kuvvetli tarafın zayıf tarafa sokulmayı düşünmesine tesir ederek, ona rehberlik
edebilmek için şartları kazanmasını temin edecektir. Bu iki münasebet şeklinin
ifade ettikleri usûllere ben “Kinin Şiddeti” ve “Sevginin Şiddeti” diyorum.
İsterseniz buna başka bir isim de verebilirsiniz. Fakat zannederim ki,
kendisine bir düşman gözüyle bakarak hücum ettiğimiz insana karşı gösterdiğimiz
şiddet, bir babanın evladına ve bir hocanın öğrencisine karşı gösterdiği
şiddetin aynı değildir. Birinde gaye, hürriyeti gasp etmek; ötekinde ise gaye,
hürriyeti hazırlamaktır.
Memleketimizin günlük soruları arasına giren
rasyonel ve mistik fark, insanlık tarihinin bütün gelişmesi ve bütün manasıdır.
Bundan dolayı, bu farkı görmek demek, asla modern milli ve insani idealleri,
İlkçağ’ın idealizm (ülkücülük) hareketlerinden duvarla ayırmak demek değildir.
Tam tersine, modern idealizmin kaynaklarını insani dinlerin ülkücülüğünde
bulmak, aradaki büyük zihniyet ve muhteva farkına rağmen, tarihi ve felsefi bir
zarurettir. Nitekim, modern ülkücülüğün en büyük değer verdiği nefsini feda
etmek, kurban etmek inançları, sembolik bir tarzda anlaşılmak şartıyla, bütün
insani dinlerde vardır.
Proudhon’un deyişiyle söyleyelim ki, insani
dinlerin Allah’ı, modern insanlık anlayışının mistikleştirilmiş bir timsali,
bir remzidir.
İhtiras felsefesinin –19. yüzyılda vücuda gelen
ve en aşırı şekillerde gelişen fertçilik– toplumculuk akımlarının bir nevi
terkibi olduğunu söylemiştim. Gerçekten, Darwin’de “yaşamak için savaş” fikri
ile ilmi olgunluğunu bulan fertçi anarşizm, Nietzsche’de bütün ahlâki kaideler
ve inançların üstüne çıkan bir immoralizme ulaşmıştır. 19. yüzyıl felsefesi bir
yandan Auguste Comte, Karl Marx ve Herbert Spencer’da aşırı toplumculuk
şeklinde gelişirken, öte yandan da Stuart Mill, Max Stirner ve Nietzsche’de
aşırı fertçiliğe doğru giderek ruhi kudretin yer ve değerini göstermişti.
Fikrimce bu iki akım arasında zıtlık ve antinomi münasebeti yoktur. Onlar,
ancak insanın izahında aynı derecede ağır basan iki gerçekten birine
dayanmaları ve yalnız onu ağırlık merkezi diye almaları bakımından
ayrılabilirler. Bu sebepten, modern felsefenin en mühim meselesi, insani
kişilik üzerinde aynı derecede hissesi olan bu iki gerçeklik arasındaki
münasebeti bulmaktır.[19]
Kitapta hâkim olan esaslı felsefi görüşten
sonra, en fazla yer onun ahlâki ve siyasi sonuçlarına ayrılmıştır.
Eser başlıca bu pratik gayeyle yazılmış olduğu
için, burada birkaç satırla bütün bu sonuçlamaları kısaltmaya çalışacağım:
1) Montesquieu ve Proudhon’un dedikleri gibi,
bu kitabın da birinci hedefi, icat etmek değil keşfetmektir.
2) Vakalar üzerine tesir edebilmenin yolu
irademiz dışında cereyan eden gelişmeyle (évolution) veya vakaların akışına
hiçbir şey katmayan karışıklık, zorlama ve birden değişmeyle değil,[20] gerçek mertebeleri keşfetmek, şuuru bütün
aydınlığıyla üzerlerine çevirmek, onları gizliden açığa çıkarmakla mümkün
olacağını söylemektir.
3) Devletlerin idaresi bir ilimdir ve bu ilim
yalnız mertebeleri tatbik etmeye, insanları piyonlar haline getirmekten
vazgeçmeye hizmet eder. İlkçağ’dan beri birçok devlet böyle idare edilmemiştir
diye bu esasa itiraz edilebilir. O zaman ben de Nasreddin Hoca’nın potin
üzerine mest almak hikâyesini hatırlatırım.[21]
4) Modern toplum hayatı, yukarıda işaret
ettiğim gibi, mesleki dayanışmaları, ideal ve çalışma birlikleri, siyasi
partiler, vs. ile gittikçe daha çok düşünce ve fiili birbirine yaklaştırıyor.
Topluma düzen vermek isteyen hiçbir ciddi ve esaslı fiil, kuvvetli bir teoriye,
daha önceki ilimsel çalışmalara dayanmadan meydana çıkamıyor. Eksik bilgi ve
derin tahlile dayanmadan girişilen işler vakaları boşuna zorlamaya ve çok defa
sarf edilen bütün emeklerin boşa gitmesine ulaştığı gibi, ahlâk ve siyaset ile
tamamlanmayan, yani fiile inemeyen bir teori de gerçekleşmeden kalmaya ve
unutulmaya mahkûm oluyor.
5) Âdalet, “aşk ahlâkı”nın neticesinde
kazanılan “irfan”ın eseridir.[22] İrfan, bütün (intégral) hakikatin bilgisi olduğu
halde, ilimler ancak parçalı ve eksik gerçeklere ait izafi bilgilerdir. Bundan
dolayıdır ki, gerçekliklerin bir yanına saplanıp kalan eksik ilimle[23] asla adâlet ve siyaset olamaz. Realiteden gaflet eden
hayal içindeki romantik siyasi, asla adâleti uygulayamaz.
6 Mart 1930
Baş
İnsan zincirler içinde uyanır; fakat kendi
çabalarıyla bu zincirleri birer birer kırarak, büyük emekler ve kurbanlar
karşılığında hürriyetini kazanır. İnsan “toplumun” pasif bir unsuru olarak
doğar; fakat hayatın direnme ve tepkileriyle gittikçe daha fazla bir kişi
olmaya ve iç hürriyetini kazanmaya başlar. Ruhun hürlüğü cemiyet tarafından
sınırlanmış, zincire vurulmuş, baskı altına konmuş bir şey değildir ki, onu
geri almak, zincirlerinden kurtarmak ve baskıdan çıkarmaktan bahsedilsin ve
cemiyet bir mevhume, bir hayal, insanlar arasında itibari bir anlaşma değildir
ki hür iradelerin birleşmesinden doğmuş bir maksat, bir menfaat, bir kuvvet
etrafında toplanılmış densin. Madde ve hayat nasıl birer hakikatse cemiyet ve
ruhun hürlüğü de öyle birer hakikattir. Hakikat, bu türlü türlü gerçeklerde
görünen birlikteliktir. Birlik, külli olan tabiattır; ve tabiat art arda yeni
gerçekler, yeni görünüşler halinde zuhur eder. Ruhun hürlüğü tabiatın son
görünüşüdür. İnsanın cemiyet içinde uyanıp zincirlerini kırmasından, uzviyetin
cemiyetle çarpışmasından, meyillerin kolektif baskı ile karşılıklı bir etkiler
silsilesi doğurmasından, yepyeni bir gerçek olan ruh âlemi ve ruhun hürriyeti
meydana gelir. Şu halde ruh, cemiyete göre önceki değil, sonraki bir âlemdir.
Madem ruhun hürlüğü geri alınmış bir şey değil,
insanın çabalarıyla yeni doğan bir âlemdir, o halde her cemiyet için ruh
hürlüğünden ve hürriyet isteğinden söz edilemez. Cemiyet vardır ruh
bağımsızlığının alâmeti bile yoktur. Cemiyet vardır, içinde bütün fertleri
birer kişi (personne) olmuş, kütlenin kör kuvveti üstüne yükselmiştir. Madem ki
her cemiyette hürriyetten bahsedilemez ve hürriyetten bahsedilen her cemiyette
bütün fertler birer kişi olamamıştır, o halde hakiki hürlük ancak kişi olan
insanlar ve yalnız hür kişilerden kurulmuş cemiyetler içindir. Çünkü hürlük
gasp edilmiş bir şey değildir ki geri verilsin ve önceden var olan bir şey
değildir ki, üzerinden baskı kaldırılsın. Madem ki hürriyet geri verilecek,
geri alınacak ve kurtarılacak bir şey değil, ancak yeniden elde edilecek,
çabalarla kazanılacak bir hazinedir; öyle ise kimseye hürriyet vermekten bahsedilemez
ve hiç bir cemiyete hürriyet bahşedilemez. Çünkü hür kişilere sahip olmayan, iç
hürriyeti kazanmamış olan bir cemiyete hürriyet vermek küçük bir çocuğun eline
nazik bir âlet ve tehlikeli bir silâh vermek gibidir ki, onu kırması veya bir
kaza çıkarması elbette mukadderdir.
İnsanın hürlüğü kişi olmakladır; kişi olmak
duygululuk bakımından passion (tutku, ihtiras) haline gelmek, sonsuz, sürekli
arzulara sahip olmakladır. Çünkü tutku haline gelen arzu gayesiz ve tatminsiz
olmuş; ve bu suretle bir gayeye, bir tatmine bağlanan kesintili, süreksiz
arzuları aşmıştır. Uzvi arzular uzvi gayelere bağlıdır, onların tatminiyle sona
erer. İçtimai gayeler, değer hükümlerine bağlıdır, onların gerçekleşmesiyle
sona erer. Fakat ihtiras nihayetsizdir; hedefleri ve gayeleri kendi içindedir.
Ferdin veya umumun faydası için değildir. Asla bir tatminle sona ermez. Bu
sebepten ruhun kudreti uzviyet ve cemiyeti aşarak ihtiras halini aldığı
zamandır ki, kişilik kazanır ve içsel hürriyete ulaşır. Ruhun hürriyeti,
arzuları öldürmekle değil, onları olağanüstü geliştirmekle kazanılır. Ta ki,
ihtiraslar vücut bulsun, yüksek hedeflere çevrilerek sevgi halini alsın. Zira,
kişilik, kudretini buradan alacaktır. Eski ve yeni bütün ülkücü hareketlerin
kaynağı ihtirastır. Büyük dinler, büyük ahlâk eylemleri, ilim hareketleri,
keşifler ve icatlar ihtirasın ve aşkın eseridir.
İhtiras ruhun bir konuya kulluğu değil, tam
tersine bütün kudretinin bir konu üzerinde yoğunlaşması, zekâ ve iradesinin en
şiddetli, en yoğun bir hal alması demektir; buhranlı yaş çağlarında safha safha
kişiliğin kurulması, orijinali yaratma gücünün doğması demektir. Eskiler
ihtirası (passion) düşkünlükle (manie), alışkanlıkla, heyecanla
karıştırmışlardır. Halbuki bütün bunlarda ruh bir konuya kul olmuş, onun hükmü
altına girmiştir. Biz arzularımızı, ruhumuzun kudretini bir hedefte
kutuplaştırarak onu elde etmeye çalışacak yerde, bu hedef arzularımızı
hapseder, bize rağmen bizi kendine bağlarsa bu tutku değil, düşkünlük olur.
Düşkünlük, arzularımızın ya uzviyete ya cemiyete esir olması demektir.
Tutkunluk ise, arzularımızın sonsuz tabiatı kendine konu yapması, bütün
kudretini bu konu üzerinde kutuplaştırması demektir. Madde, uzviyet, cemiyet
eğer tabiatın birer parçası olarak alınırlarsa ihtirasa konu olurlar. Fakat yalnız
başına alınan uzviyet bir gayedir, uzviyet için arzu ise tutkunluğu öldürür.
Her düşkünlük bir mahkûmluktur: Kumar, içki, siyaset ve söz düşkünlüğü gibi.
Fakat her tutku bir hâkimiyettir: Hakikat, ahlâk, siyaset, sanat tutkuları
gibi. Tutkunluk ancak tatminle sona ermeyen sınırı olmayan hedeflere çevrilir.
Çünkü zaten kendisi nihayetsiz bir arzudur. Ve ihtiras, cüzi madde ve sınırlı
bir konuya çevrildiği zaman bitmezlik vasfı kaybolarak düşkünlük halini alır.
Ruh, düşkünlük halinde kendi âcizliğinin kölesidir. Heyecan halinde, çevrenin
değişik tesirlerine bağlanır: Onlarla başlar, onlarla biter. Arzuları öldürüp
kendine cebrettiği zaman kendi içine kapanmaya mecbur olur, bütün kudret ve
faaliyetini kaybeder. Ruh ancak tutkunluk halindedir ki faal ve yaratıcı olmuş,
hem ortama karşı hürlüğünü kazanmış, hem de yeni bir gerçek olmuş, varlığın
yeni bir görünüşü derecesine yükselmiştir. Çünkü tutku ve kişilik halinde ruh
ne maddenin, ne cemiyetin kanunlarına bağlıdır; başlı basma bir âlemdir. Ve
ancak kendi kaderine, kendi kanunlarına bağlıdır. Bu sebepten ruh, ihtiras ve
kişilik halini aldığı zaman sonsuz tabiat içinde yeni bir gerçek ve oluş
halindeki birliği tamamlayan bir unsur olur. Öylesine ki, tabiat tutku ile
sırlarını insana açar ve birlik ancak ihtiras ile tamam olur. Onu kaldırınca
tabiat karanlıkta kaldığı gibi, insan da dış kaderin kör kuvveti elinde ezilir.
Hakiki ilim arifliktir (gnosis) ve ariflik[24] birliğe ulaşarak, eşyanın kaderini ruhun kaderi ile
tamamlayarak meydana gelir. Eşyayı bilmek, çokluğu incelemek eksik ve yüzde
kalan ilimdir. Hakiki bilgi yalnız birliğin ilminde, yani arifliktedir.
Madem ki ruh bir gerçektir, öyle ise onu eşyayı
görür gibi görmek lâzımdır. Madem ki hakikat birliktedir ve ruh birliği
tamamlayan bir aynadır, o halde ruh en görünen, en açık olan hakikattir. Ruhu
eşya gibi hakikat olarak görmek, bilinmeze ve sırlara asla kapılmamak, daima
aydınlığa, açıklığa doğru gitmek demektir. Aydınlıktan kaçan, bilinmezden ve
sırlardan medet umanlar hakikat için kaybolmuş olanlardır. Bütün âlem müphem
enerji bulutlarından vazıh sistemlere, müphem bir hayat başlangıcından vazıh
hayat şekillerine doğru gidiyor. Gelişme müphemden ve belirsizden açığa,
belirliye ve aydınlığa doğru gitmek demektir.
Sanat, esrarlı, karışık bir orman halindeki
Hint binalarından açıklığın ve aydınlığın timsali olan Parthenon’a; müphem ve
bulanık süslemeler yığını içinde kaybolan Endülüs saraylarından temiz ve sade
üsluplu günün yapılarına; Upanişatların gizli ve karanlık havasından Homeros’un
ve Sofokles’in su gibi açık ve ahenkli passion’lar dünyasına doğru ilerliyor…
İnsanlık her gün bir adım daha doğruluğu, iyiliği, güzelliği aydınlıkta ve
açıklıkta bulmaya başlamıştır. Artık eşyanın temeli ve değerlerin mihveri
mistik düşünce değil, gittikçe daha mantıki daha açık ve sarih hakikatin içinde
ahlâkı, sanatı, ilmi ve teknik çalışmayı toplayan rasyonel düşüncedir.
Ruhun duygu yolunda kudreti ihtiras iledir ve
ihtiras tasavvurun fiile geçmesi, aklın irade ile birleşmesi, hayalin yaratıcı hayal
gücü halini alması demektir. Bu yüzden, ruhun kudreti mutlaka fiile geçecek,
eylem (action) halinde dünyaya yayılacak, cemiyeti ve tabiatı kendine birer
binek atı gibi kullanacaktır.
Ruhun kudreti ihtiras ile fiile geçecek, ahlâk
toplumda gerçekleşerek siyasete ulaşacaktır. Ruhun hiçbir hamlesi yoktur ki,
tasavvur olarak kalsın, hiçbir tutku yoktur ki ileri sürülmüş sözden ibaret
olsun. Tutku “teori” ile “pratik”in kişilikte birleşmesi demektir. Fikir
insanının fiile geçmesi ve fiilin mutlaka fikirden kuvvet almasıdır. Fikrin
iman olması, ilmin ariflik[25] derecesine yükselmesi, inancın bir enerji dalgası
gibi etrafa yayılarak cemiyetleri kendine çevre yapmasıdır. Madem irfan
(âriflik), birliğin ilmidir ve madem birlik tabiatın kaderini ruhun iç
kaderiyle tamamlamaktır, öyleyse arifliği yaymak ruhu âleme hâkim kılmak,
insanlığa doğru gitmek demektir. İhtirasın gayreti, insanlık için gayrettir.
Bütün ülküler (idealler), hedefi insanlık olan bütün büyük eylemler tutkunun ve
sevginin (aşkın) eseridirler.
Passion hem tasavvur hem fiildir. Hem teori hem
pratiktir. Bu yüzden, onda ideal gerçekle, hayal hakikatle, imkân zaruretle
birleşmiştir. İhtiras ne kör fiil gibi karanlıkta yürüyen bir kudret, ne tembel
tasavvur gibi yerinde saymaya mahkûm bir âlemdir. İhtiras imanı eşyaya indirmek
ve ideal arkasından hakikati görerek koşmaktır. O, vatanın gerçeğini insanlığın
ideali ile, kör kütlenin hakikatini hür kişilerin hayaliyle birleştirmektir.
Biz eskiden beri her yerde büyük fikir yapılarını kitap sahifelerinde bırakan
tembel düşünürlerle hiçbir ideale bağlanmayan, kör fiilden başka düstur
tanımayan devlet adamlarını görmeye alışkınız. Bütün Osmanlı tarihinde bu iki
insan örneğine misâl olacak pek çok kimse gösterebiliriz. İlmi iman haline geçmediği
için fiilden uzak kalan fikir adamları ya sürgün içinde kaybolmuştur ve devlet
benciliğin, rasgele ve itkisel çırpınmaların elinde kalmış ya da iltifat ve
ikbâle muhtaç olan imansız ve passion’suz fikir adamları “sırmalı ülemalık”a
alçalarak boş kafadan çıkan emirlere âlet olmuş, zulme fetva vermek alçaklığına
katlanarak uşaklığı kabul etmişlerdir. Fakat bizim hiç görmediğimiz, hiç
alışkın olmadığımız bir örneği varsa, o da ihtirasın ve aşkın kudretiyle ilmini
iman haline koyan, fikri fiille birleştiren, davâsının götürdüğü ahlâki ve
siyasi neticelere kadar inmek cüretini gösteren insandır. İşte biz bu insanı
arıyoruz ve bütün davamız yarının cemiyetinde, her gün daha fazla bu insana
doğru yürümektir.
İnsan (Ruh ve Beden) Meselesi
“Kendi kendini tanı!”
Âlemin mihrakı insandır. Ham gerçeğe katılmış
her ne varsa insanın eseridir, onun içindir. İnsan ise her şeyden önce ve en
mühim vasfıyla ahlâki varlıktır. Ahlâki varlık demek ferdin fiilleriyle
kamulaşması; parçanın kişilik halinde bütüne açılması demektir. İnsan,
bedeniyle insan değildir; doktrinleriyle ve mevhumeleriyle[26] de insan değildir. O ancak doymak bilmez bir eylem
(action) kaynağı olan ihtirasından kurtulmuş kişiliğiyle insandır. O,
nihayetsiz bir ruh ve beden gücüdür. Bu sürekli faaliyet büyüyen bir ağaçtır ki
kökleri uzviyete uzanır, çiçekleri toplumun içinde fikirler halinde yayılır ve
gelişir. Bedenin eğitimi onu hazırlamak içindir; fikrin açılması ruh ve beden
kaynağından gelir, onların eseridir.
Halkın anlayışı, çoğu kere bu hakikatten
gafildir. O, yalnız bedenin yetişmesiyle bir gayeye erişileceğini sanır. Bilmez
ki ruhsuz bir bedenin büyüyüp yetişmesi düşkünlüklerin dizginini salıvermek; ot
bitmeyen bir toprağı sulamaktır. Zira azgın bir at gibi şahlanan düşkünlükler
insanı uçurumlara sürükler, kısır bir toprağa dökülen sular kötü kokulu
bataklıklar vücuda getirir.
Halkın anlayışı farz eder ki fikirleri
beslemekle insana ulaşmak kabildir. Ne boş hülya! Ruh ve beden ağacının
dallarından koparılan fikir çiçeği hiçbir toprakta yaşayamaz. Onun ömrü
sayılıdır; mademki kökünden ayrıldı, saksıda veya toprakta, o, günü gelince
kuruyacaktır.
Bize gaye ve tatmin nedir bilmeyen arzular,
yani ihtiraslarla beslenen ruh lâzım: Bu ruh, konusuna sonsuzca susamıştır,
fakat heyecan gibi onun kölesi değildir. Bu ruh içten, sürekli “sevinç” denen
bir duygu halinin kaynağıdır, fakat heyecan gibi her vakit alçalıp yükselen,
kesintili bir duygu zaafının tutsağı değildir. Hâsılı bu ruh madde ve anlamın
tek vücut halinde ifadesi olan faal ve şuurlu tutkudur (passion).
Ruh ve beden bir akış, bir nehir, bir fiiller
ve haller silsilesidir. Ondan hiçbir şey çıkarılmaz, hiçbir şey yok edilemez.
O, uzvi, içtimai ve sonsuz arzulardan kuruludur. Geleceğe açık bir fiiller
süresi halindeki ruhun akışında, arzular birbirini aşarak öteki arzulara karşı
hürlük ve üstünlük kazanır. Ruhun mutlak hürlüğü arzularının sonsuz olması
iledir. Zira ki uzvi arzular tatminlere, içtimai arzular içtimai değerler ve
gayelere bağlıdır. Fakat ne onlar, ne passion hiçbiri mutlak olarak hür olamaz;
çünkü passion’un uzvi ve içtimai arzuları aşması mümkündür, fakat onları
ortadan kaldırması mümkün değildir.
Eskiler, ruhun terbiyesi arzuları öldürmektedir
zannederler ve aşağı arzuları hapsederek, ruhu bir zindan mahkûmu haline
getirirlerdi. Böylece, ya arzuların yok edilmesi için yapılan çaba ruhu
bulandırarak “meczup”lar[27] yetiştirir; yahut da onları yok etmek mümkün olmadığı
için, işini aslında, yapan ve yapmaz görünen “ikiyüzlü”lere zemin hazırlanır.
Halbuki ruh ve beden sürekli ilerlemeye
elverişlidir: Yani o basit eğilimlerden sonsuz ve sürekli ihtiraslara, hayvani
hayattan zihnin ve ahlâkın ihtiyaçlarına kadar yükselebilir. Her basamak onun
için bir öncekine göre kurtuluştur; “Nirvana”dır. O halde neden hürlüğe
kavuşmak için tabiata karşı gidelim? “Nirvana”ya varmak için neden ruh ve
bedenin köklerini kurutalım, uzviyete dizgin vuralım ve arzuları yok edelim?
Hayır! Eskiler hata etmişlerdir. Ben diyorum ki, ruh, sürekli bir terakkiye
elverişlidir. Yalnız onu hareket ve faaliyete getirmesini, sonsuz şevkle aranan
konular yaratmasını, ve asıl, kendine bakmasını, eşyadan kendine dönmesini
bilmek gerek! Bunları yapan insanın ruhu kudretlidir. O bir kuyrukluyıldızın,
hızıyla gerisinde bıraktığı ışık gibi, bütün iptidai meyillerini, cemiyetin
değişen inançlarını, gurur ve nahvetini, küçük saadetlerini ve gelecek ümidini
ardında bırakır.
Hakikatlerin hakikati insanın hakikatidir;
saraylar, âbideler, ilimler ve felsefeler, dinler ve âhiretler onun içindir.
Ruhların birbirine yaklaştığı yer insanın vatanı oluyor.[28] Âdemoğlunun kalbi fethedildiği gün yeryüzü bizim
vatanımız olacaktır. İnsanların dışları birbirlerinden ne kadar uzak, ne
derecede yabancıdır! Asırlar ve iklimler –yani tarih ve coğrafya– insan
kudretini bir kabukla kapladığı gibi, uzviyetler ve cemiyetler de onun cildine
bin türlü damgalar vurmuşlar. Bir asker, bir tüccar, bir şair, bir Hintli, bir
Avrupalı ve bir köylü birbirinden gezegenler kadar uzak görünmezler mi? Fakat,
insanın içinde kaynayan nihayetsiz ihtiras ocağı aynı ateşle yanmaktadır. Aynı
Prometheus onların hararetini vermiştir. Mesleğin ne ehemmiyeti var! Servetin,
ilmin ne ehemmiyeti var! Onlar birer savaşma silâhıdır. Biz savaşa girmiyoruz.
Düşmana karşı yürümüyoruz. Biz insanları değiştirmek istemiyoruz.[29] Şimdilik yeni bir şey katmak istemiyoruz. Onların
içlerinde uyuyanı meydana çıkarmak, ruhlarını aydınlatmak istiyoruz.
Herkese kendi alıştığı dille hitap edelim. Hiç
kimseyi yabancı hakikatlerle karıştırmayalım. Onlara şuurlarının altında uyuyan
hazineyi meydana çıkarmaları için yardım etmekten başka bir şey yapmayalım.
Seninle ruhun hakikatini bulalım.[30]
Asıl mesele onu bulmakta, bulamayana yardım
etmekte, zayıflara cesaret vermekte, inat edenden ümit kesmemekte, yoktur
diyenlere, bir gün bulacaksın demekte değil midir?
Ruhun iktidarını inkâr edenlere, yalnız madde
vardır, ölü ve mekanik maddeden başka hakikat yoktur diyenlere hitap ediyorum:
Neden tabiatı izah için enerjiye, kendiliğinden oluşa, dinamizme
başvuruyorsunuz? Neden hayatın doğuşunu lâboratuvarlara sokmak için boş ve
neticesiz vaatlerinize müspet hiçbir şey katamıyorsunuz? Niçin hayvan
cemiyetlerinin cansız bünyesinde hiçbir hareket ve gelişme uyandıramıyorsunuz?
Nihayet niçin sonu başlangıçla, bilineni bilinmeyenle ve en açığı en müphemle
izaha çalışıyorsunuz. Eğer hayat ve ruhi faaliyet maddeden çıkmış ise; ya
maddenin aynıdır ki, o zaman neden ondan başka türlü hassaları olduğunu size
sorarım. Veya maddenin zıddıdır ve sonradan meydana gelmiştir denilirse, o
zaman nasıl olup onu madde doğurmuştur diyebiliriz? Ya da ondan önce potansiyel
halde vardı derseniz, daha esaslı bir güçlük içine düşersiniz. Çünkü görünen
ruhi faaliyeti açıklamak için, maddede görülemeyen ve tespit olunamayan esrarlı
prensipler aramaya, aynı zamanda kendiliğinden (spontané) ve dinamik gibi
tasavvura mecbur olursunuz. Şunu da söyleyelim: Fikirlerin ve tasavvurların
gerçekliğini inkâr ederek madde üzerine bir teori kurmak istediğiniz zaman
unutuyorsunuz ki, yine fikirler ve tasavvurlara dayanmaktasınız. Siz hayalcilik
ve fikirciliğin zıddı maddeciliktir zannederek hataya düştünüz. Çünkü
hayalciliğin zıddı gerçekçiliktir. Ve gerçek madde gibi hayatı ve ruhu da içine
alan birlikte ve tabiattadır. İnsan onun hülâsası ve kemâlidir. Maddemiz
simyanın “hacer-i felsefi”si,[31] hayatımız ilmi cifrin “mâi hayat”ı olmadığı gibi,
ruhumuz da mitolojinin[32] ve mevhumelerin[33] “akıcı ve uçucu” olan “ruhu ebedi”si[34] değildir. Fakat o bir nevi faaliyet ve bir olgular
akışıdır. Onu inkâr etmek varlığın açılmalarını görmemektir; medeniyete
gözlerini yummak, bir mevhume yüzünden hakikat karşısında inat etmektir. Eğer
madde basit ve gözle görünür, elle tutulur olduğu için mevhumelere inanmaktan
ve aldatılmaktan bıkan kütlelere en elverişli bir hakikat diye telkin
edilecekse, madde parçalandıkça enerjiye kalbolduğu, enerjinin sonsuz küçük
parçalara ayrıldığı onun da kesin olarak bilinemediği görüldükçe (Heisenberg),
biliniz ki bu onları yeni bir mevhumeye atmak, yeni bir puta taptırmaktan başka
bir şey değildir. Ona, en yakın, en görünür gerçek olan ruhun hakikatini
gösteriniz. Onu insanlıkla karşı karşıya getiriniz.
Çok mâhir bir heykeltıraş vardı. En güzel
modeller üzerinde hayalinin şaheserini yapmak istiyordu. Fakat ne yazık ki
elinde mermer yoktu; hatta alçı ve killi toprak bile yoktu. Sanatkârın lâtif
şekillerine uymamakta inat eden kara toprak, onun bütün emeklerini boşa
çıkardı. Heykeltıraş meyus ve kederliydi. Fakat o haksızdı. Çünkü eserini
meydana koymak için hamurunu hazırlamalı idi. Halbuki o bunu hiç de hatırına
getirmemişti. Bir yapı kurmak için mimar toprağının sağlam olup olmadığını
düşünüyor da, neden bir fikir binası kurmak için onun temelleri olan insan
ruhları ve bedenlerinin metinliğine bakmayalım? Fikirler, teşkilâtlar,
idealler, partiler, siyasetler, onun üzerine kurulur ve ona dayanır. O yoksa
bunlar da yoktur, o sağlamsa bunlarda da devam ve metanet vardır.
Gafil der ki, teşkilât ruha kuvvet verir ve
servet, teşkilâtları icat eder. Ben derim ki, hazineler ruh kudretinin
eseridir. Ve hangi kalbi kararmış Karun teşkilât yapmıştır, hangi teşkilât
ruhsuzlara ruh, ahlâksızlara ahlâk bahşetmiştir? Kanunların bazı topraklarda
mesut, bazı topraklarda berbat olması bundandır.
Ruh şevk demektir. Bir şeyi istemek ve bir
şeyin arkasından koşmak demektir. Nemrut göğe yükselmek için savaş arabası
önüne kartallar bağlamış, onların ilerisine yem olacak taze et koymuştu.
Kartallar bu yeme asla ulaşamadan onların ardından uçtuğu için, Nemrut sonsuzca
göğe yükseldi. Parçayı isteyen ruh parçada kalacaktır. Birliği, sonsuzluğu
isteyen birliğe erecek, kişi (personne) olacaktır. Ruh maddeyi istemektir.
Madde için şevk duymak dünyaya hükmetmektir. İş ve iş ehline en büyük payeyi
vermektir. Maddeyi isteyen ruh, onun evlâdı değildir. Ruhun şevkle atıldığı
madde, onun yaratığı olamaz. Maddeye değer veren, ruhun ona aşkıdır. Ruha
kuvvet veren onun maddeye tutulmasıdır. Maddeden ayrılan ruh, kendi içine
katlanarak ölmeye mahkûm olmuştur.
Ruh ile madde bir bütündür. Bu bütün, âlemdir
ve bunun tecellisi kişiliktir. Biz kişiliklere dayanacağız. Ve onlarla âleme
hükmedeceğiz.
İlmin neşteri insan ruhuna işleyemez. Sosyoloji
ve biyoloji, kabuğun üzerinde dolaşacaklar ve bakışlarını asla derinlere nüfuz
ettiremeyeceklerdir.
İnsanda kalmak mı istiyorsunuz? İnsandan
başlayın. Tabiata ve cemiyete ulaşmak mı istiyorsunuz? Yine insandan başlayın.
Kaleyi fethettikten sonra dalga dalga bütün eşya onun üzerinde resmolunacaktır.
İdealiniz yalnız madde midir? Maddeyi mi
tanrılaştırıyorsunuz? Yine insandan, yine ruhtan başlayınız. Zira, biliniz ki,
tapılana değer veren tapandır. Bir köpekle bir altın külçesini bin yıl karşı
karşıya koyun: Köpek onu elde etme şevki duymayacaktır. İnsandan ihtirası
kaldırınız: Maddenin, tabiatın, hayat ve cemiyetin manası hemen değişecektir.
Öyleyse meselelerin meselesi ruh ve beden
meselesidir. Ancak o temel üzerindedir ki ahlâk meselesini kurmak mümkün olur
ve ahlâklı bir zemin üzerindedir ki cemiyet, siyaset ve iktisat meselelerini
koymaya yetki kazanırız. Ve meseleler birbirine zincirleme bağlıdır. Ne biri
daha önce, ne öteki daha sonra olabilir. Biri tamamlanmadan ötekine asla
geçilemez. Halkın gafleti bu meseleleri bilmemekte, birinden ötekine
gelişigüzel atlamakta, çoğu başı son ve sonu baş gibi almaktadır.
Her işin başı sükûn, telkin ve sabırdır. Temiz,
gayretli, neşeli ve ahenkli bir gençlik yetiştirmek için iş zevki vermek
usûllerin en güzelidir. Bunu her yerde telkin ediniz. Çoğu der ki: “Önce
kendini düzelt de ondan sonra âlemi düzeltesin!” Ben derim ki bu söz noksandır.
İnsan önce kendisini düzeltemez. Âlemi düzeltmek arzusu insanın kendisine de
düzen verir.
Babayı terbiye eden çocuktur: Çünkü baba
çocuğuna iyi alışkanlıklar vermek için kendi hareketlerine dikkat eder. Sabırlı
ve tahammüllü olmaya alışır. Bize ne bencil maddeciler, ne de gafil hayalciler
lâzım. Biz artık pratik ülkücüler istiyoruz. Gerçekle temasa gelmiş ve
insanları tanımış işadamları istiyoruz.
Biz artık birçok şey bilen ve hiçbir şeye
inanmayan adamı değil; insani bir ahlâka inanan ve tesir etmeye muktedir olan
insanı arıyoruz. Biz artık tartışan, tenkit eden, alay eden ve sözde fikirlerin
uydurma kalesi içine kapanarak hareketsiz kalan insana değil, telkinin sükûnu
içinde dinleyen ve bize yeni canlar üfleyen, yeni şeyler telkin eden, bizden
telkin alan insana değer veriyoruz. Sükûn ve sabırla bu adamları arayalım.
Belki çok zamanda pek az netice ile döneceğiz. Bize kemiyet değil, keyfiyet
lâzım! Elimizde kalan, Sudan Çölü’nün kumları değil, okyanusun dibinden
çıkarılmış incilerdir. Miktarın ne ehemmiyeti var! Bize ruh ve beden kudreti ve
keyfiyet lâzım! “İşte insan!” diyebileceğimiz şey lâzım!
Kendinize bakınız! Orada âlemin küçük bir
nüshasını göreceksiniz.[35] Orada unsurların birleşmesini, orada tabiatın kanunlarını,
hayatın büyüyüp gelişmesini, cemiyetin değerlerini ve değişmelerini
bulacaksınız. Kendinize bakınız! Bakışınızı derinlere götürdükçe, sizde
birleşen bu âlemler safha safha sırlarını açacaklardır. Ve bunlar henüz siz
değilsiniz. Size ait olmayan şeyleri sahiplerine iade ediniz.[36] Bakışınızı daha derinlere götürünüz! Göreceksiniz ve
bulacaksınız ki, siz onların bittiği yerde başlıyorsunuz. Ve onları kendinizde
öldürdükten sonra yaşıyorsunuz: Sizde nihayetsiz bir hazine var. Doymak
bilmeyen ihtiraslar, kuvvetini ondan alıyor. Sizi ölümlü ve esir eden
“unsuriyet”inizdi,[37] size ebediliğin ve hürlüğün zevkini verecek, uzvi
arzuların ve mevhumelerin üstüne yükselen nihayetsiz arzularınız, yani
passion’larınızdır.
İhtirasların birbirini aşarak yüceleşmeyi
sağladığını söylerken Spinoza’nın bu konudaki fikirlerini hatırlayalım. Bu
fikirlere ne kadar yaklaşıp, ne kadar ayrıldığımızı görelim:
Etika: IV
– İnsan köleliği ve duyguların kuvvetlerine dair
İnsanın kendi
duygularını yönetmedeki güçsüzlüğüne kölelik diyorum. Vakaa, duygulara bağlı
olan insan kendi kendisine sahip değildir. Ben bu bölümde bu hali kendi
sebepleriyle açıklamaya, duygulardan iyi olanla kötü olanı göstermeye
çalışıyorum. Fakat daha önce tamlıkla eksiklik, iyilikle kötülük üzerinde
düşünmek daha elverişlidir.
Bir kimse
bir şeyi yapmaya azmederse ve bu azme tam olarak sahipse, eseri tamdır.
Tamamlanmamış olduğunu farz ettiğimiz bir eser görülür ve yapanın amacının bir
ev kurmak olduğu bilinirse, ev eksiktir, yahut yapanın onu hedefine ulaştırdığı
görülürse o tamdır.
İyi veya
kötüye gelince, onlar düşünce tarzlarından ve kullandığımız kavramlardan başka
bir şey değildirler. Bundan dolayı, aynı şey hem iyi hem kötü, hem de ilgisiz
olabilir. Meselâ musiki melankolik için iyi, taşkın mizaçlı için kötüdür.
Bununla birlikte bu kelimeleri yine de kullanmak zorundayız. Göreli (izafi) bir
anlamda, iyi deyince bizi hedefe gittikçe yaklaştıracak bir araç olduğunu
bildiğimiz bir şeyi, kötü deyince de bu modeli meydana getirmeye engel olduğunu
kesinlikle bildiğimiz şeyi anlayacağız. Birisinin daha az tamlıktan
(yetkinlikten) daha çok tamlığa, yahut daha çok tamlıktan daha az tamlığa
geçtiğini söylediğim zaman da, her şeyden önce bunu gösteriyorum.
Axiom –
Tabiatta hiçbir şey yoktur ki, ondan daha güçlü ve daha kuvvetli bir başkası
bulunmasın!
Önerme I –
Yanlış bir fikirde, doğrunun ortadan kaldırdığı hiçbir müspet cihet yoktur.
Önerme III
– İnsanın varlıkta devam etmesine sebep olan kuvvet sınırlıdır ve dış sebeplerin
gücü onları sonsuzca aşar.
Önerme IV
– İnsanın, tabiatın bir parçası olmaması imkânsızdır.
Kanıtlama
– İnsanın (özel şeylerin) varlığını korumasına sebep olan şey, Tanrı’nın veya
Tabiat’ın gücüdür. Ve bu hal, bu gücün sonsuz olması bakımından değil, fiili
(actuel) bir insan özü ile açıklanabilmesi bakımındandır. Buradan şu sonuç
çıkar ki, insan, zorunlu olarak daima passion’lara bağlıdır.
Önerme V –
Passion’un veya duygunun kuvveti insanın başka etkilerini veya gücünü aşabilir.
Kanıtlama
– Herhangi bir passion’un kuvveti ve artışı, varlıkta devam edişi, bir dış
sebebin gücü ile belirlenir; öyleyse o, insanın gücünü aşabilir.
Önerme VII
– Bir duygu ancak zıt bir duygu ile ve kendisinden daha kuvvetli bir duygu ve
passion tarafından aşılabilir veya ortadan kaldırılabilir.
Kanıtlama
– Ruh bir duygunun hükmü altında bulunduğu zaman, Beden de onu işleme gücünü
artıran veya eksilten bir duygu ile duygulanmıştır. Öyle ise, o ancak bir maddi
sebeple azaltılabilir veya yok edilebilir ki, bedeni kendisinden daha kuvvetli
olan bir duygu ve passion’la duygulanır. O zaman Ruh daha kuvvetli bir duyguyla
duygulanmış olacaktır ki, bu da birincinin varlığını ortadan kaldıracak veya
gölgede bırakacaktır. Bundan dolayı, bir duygu ancak kendisinden daha kuvvetli
bir duygu tarafından aşılabilir ve azaltılabilir.
Önerme
VIII – İyi ve kötü bilgisi, sevinç ve keder duygularının şuurundan başka bir
şey değildir.
Önerme XV
– İyi ve kötüye dair doğru bilgiden doğan bir arzu, hükmü altında bulunduğu
duygulardan doğar, başka birçok arzuyla yok edilebilir veya azaltılabilir.
Önerme
XVIII – Eşit şartlar altında sevinçten doğan bir arzu, kederden doğan bir
arzudan daha kuvvetlidir.
Scolie –
Şimdi size aklın hangi yolu gösterdiğini ve hangi duyguların insan aklının
kurallarıyla uyuştuğunu, hangilerinin ona zıt olduğunu açıklayacağım. Akıl
Tabiat’a aykırı hiçbir şey istemeyeceği için, o herkesin kendi kendisini
sevmesini, kendisine faydalı olanı aramasını, insanı daha büyük bir tamlığa
(yetkinliğe) götüren her şeye karşı istekli olmasını ister. Mademki erdem
(fazilet) insanın kendi tabiatının kanunlarına göre hareket etmekten başka bir
şey değildir; öyle ise; l) Erdemin ilkesi insanın kendi varlığını korumak için
savaşmasıdır. 2) Erdem kendi kendisi için istenmelidir: Kendisine karşı istek
duyulan ondan daha değerli bir şey yoktur. 3) Varlığımızı korumak için hiçbir
dış şeye ihtiyacımız olmaması imkânsızdır. Öyle ise, dışımızda bize faydalı
olan ve kendilerine istek duyacağımız birçok şey vardır. 4) Aynı tabiatta iki
kişi birleşseler, her birinin ayrı ayrı olduğundan daha kuvvetli bir kişi
olurlar; öyle ise, insana insandan faydalı bir şey yoktur.
Önerme
XXIX – Tabiatta bizim tabiatımızdan büsbütün farklı herhangi özel bir şey,
bizim eylem gücümüzü ne tamamlayabilir ne eksiltebilir ve hiçbir şey, bizimle
ortak bir yönü yoksa, bizim için ne iyi ne de kötü olabilir.
Önerme XXX
– İnsanlar passion’ların hükmü altında bulunmaları bakımından tabiatça
birbirlerinden farklı olabilirler.
Önerme
XXXV – İnsanlar yalnız Akıl düsturuna göre yaşadıkları için birbirleriyle
tabiatça uyuşurlar.
Önerme
XXXVI – Erdem peşinde olanların yüce iyiliği hepsinde ortaktır ve hepsi bundan
aynı derecede sevinç duyarlar.
Önerme
XXXVII – Erdem peşinde koşan kimse kendisi için istediği iyiliği başkaları için
de isteyecektir. İnsan kendisi için istediği iyiliği başkalarının da istediğini
görürse, onu devamlı olarak sevecektir.
Bir duygu
ancak daha kuvvetli bir duygu ile, bir passion daha kuvvetli bir passion’la
aşılabilir, herkes daha büyük bir zarar korkusuyla zarar vermekten vazgeçer.
Bir toplum, ortak bir hayat kuralı kurma gücüne sahipse, bu kanun ile böyle bir
toplum kurulabilecektir. Böyle bir topluma “site” (cité) denir. Onun kanunları
altında bulunanlara da “siteliler” (citoyens) denir.
Önerme XL
– İnsanları ortak bir topluma doğru götüren, yani onları dirlik haline koyan
şey faydalıdır. Siteye dirliksizlik getiren şey ise kötüdür. İnsanların dirlik
ve uyuşma halinde yaşamalarını sağlayan şey, onların aynı Akıl düsturuna göre
yaşamalarını sağlayan şeydir. Tersine, dirliksizlik uyandıran şey kötüdür.
Önerme
XLVI – Bütün kin duyguları kötüdür. Öyleyse akıl düsturuna göre yaşayan kimse,
mümkün olduğu kadar kin duygularının hükmü altında bulunmamaya çalışacaktır ve
bunun sonucu olarak bir başkasının da bu duygu altında bulunmaması için
çalışacaktır. Fakat kin karşılık bir kinle artmış veya sevgi ile söndürülmüş
olabilir. Öyleyse Akıl düsturuna göre yaşayan kimse, Kin’i Sevgi ile, yani
yüksek gönüllülükle karşılamalıdır. Uğradığı hakaretlere karşı kin ile öç almak
isteyen kimse, sefalet içinde yaşar, bahtsız olur. Tam tersine, Kin’i Sevgi ile
yenmeye çalışan kimse, sevinç ve huzur içinde onu yener.
Önerme
XLVII – Ümit ve korku duyguları kendi başlarına iyi olamazlar. Kedersiz ümit ve
korku duygusu yoktur, çünkü korku bir kederdir ve korkusuz ümit de yoktur.
Bundan dolayı bu duygular kendi başlarına iyi olamazlar. Ancak taşkın ve aşırı
bir sevinci azaltabilmeleri bakımından iyi olabilirler.
Şunu da
katalım ki, bu duygular bir bilgi eksikliği ve bir ruh güçsüzlüğü gösterirler.
Bundan dolayı, huzur, ümitsizlik, iç rahatlığı ve vicdan üzüntüsü güçsüzlüğün
belirtileridir. Her ne kadar Huzur ve İç rahatlığı sevinç duyguları ise de,
onlar önceki bir kederi, yani korkuyu ve ümidi içerirler. Öyle ise, ne kadar
Akıl düsturuna göre yaşamaya çalışırsak, ümide o kadar daha az bağlı olmayı,
korkudan kurtulmayı, talihe mümkün olduğu kadar emretmeyi ve eylemlerimizi Akıl
danışmasına göre yönetmeyi başarırız.
Önerme
XLVIII – Aşırı değerlendirme ve aşırı değersiz görme duyguları her zaman
kötüdür.
Etika:
Bölüm III – passion’ların kökü ve tabiatı üzerine
Önerme
XLII – Bir kimse sevgi veya şeref ümidiyle sürüklenerek birisine iyilik
yaparsa, yaptığı iyiliğin nankörlükle karşılandığını görünce kederlenecektir.
Önerme
XLIII – Kin karşı bir kin yüzünden artmıştır ve tersine, sevgi ile yok edilmiş
ve ortadan kaldırılmıştır.
Önerme
XLIV – Sevginin büsbütün yendiği kin, sevgi halini alır ve sevgi, bu sebepten,
kendinden önce kin bulunmayan sevgiden daha büyük olur.
Önerme
XXII – Gurur, insanın kendi hakkında, olduğundan daha üstün değer vermesi
halidir.
Önerme
XLIV – Şöhret veya ikbâl hırsı, ölçüsüz bir şeref arzusudur. İkbâl hırsı bütün
duyguların beslendiği ve kuvvetlendirildiği bir arzudur. Bundan dolayı, bu
duygu güçlükle yenilebilir.
Etika:
Bölüm IV – İnsan köleliği ve duygulanışları
Önerme
LVII – Gururlu kimse dalkavuklar veya yüze gülücülerin bulunmasından hoşlanır
ve yüksek gönüllülerin bulunmasından nefret eder. Gurur, insanın kendisine
gerçekte olduğundan üstün değer vermesinden doğan bir sevinçtir. Öyleyse
gururlu kimse, dalkavukların ve yüze gülücülerin etrafında olmasından hoşlanır.
Önerme
LVIII – Şan ve şöhret akla aykırı değildir, kökü oradan gelebilir. Boş yere şan
ve şöhret denen şey, yalnız halkın sanısı ile beslenen kendini beğenme halidir.
Bu sanı ortadan kalkınca, herkesin sevmesinden ibaret iyilik de kaybolur. Şan
ve şöhretini halkın sanısından çıkaran kimsenin her gün korku ile kıvranarak
şöhretini korumak için çabalaması, kendini zorlaması ve kendine kötülük yapması
bundan ileri gelir.
***
Spinoza ile ortak tarafımız passion’ların
birbirini aşarak yükselmesindedir. Ondan ayrıldığımız taraf, onca insanın
birbirine rakip passion’larından kötülük doğduğu halde, “akıl düsturuna göre”
passion’ların birbiriyle uyuştukları fikridir. Biz bu akılcı görüşe değil, Max
Scheler’in geliştirdiği duygucu görüşe katılıyoruz.[*9] Passion’ları, sevgiyi fenomenolojik metotla “saf
duygu fenomen”leri halinde görüyoruz. Empirik veriler dışında öz (wesen) olarak
anladığımız bu duygu fenomenlerini değerlerin temeli sayıyoruz. Spinoza gibi,
passion’ların yarışmasını kabul ediyor, fakat oradan değerler âleminin
mertebelerini çıkarıyoruz. Akıl, bu mertebeler dışında tarafsız bir ölçü, bir
hakem değil, mertebelerin ulaştığı zirve, değerler piramidinde “evrensel”e
(üniversel), aydınlığa ve insanlığa doğru yükselişin hedefidir. Akla uygun
düşünmek, evrensel olarak düşünmek, bundan dolayı passion’ların sonsuza,
evrensele çevrilen eğitiminden geçerek değerler hiyerarşisinin zirvesinde
evrenseli bulmak demektir. “Ortak duyu”nun (sens commun) “akıl”ı ile
passion’ların yücelmesinden ve “ideal sevgi”sine yükselmesinden doğan “Akıl”ı
ayırmalıdır. İlmin, sanatın, tekniğin, insani ahlâkın hedefi olan “akıl” budur.
Buna, “bulanık”tan (ambigü) aydına, karmaşıktan basite, özelden evrensele doğru
yükseliş halindeki evrim diyoruz.[*10] Bu bakımdan evrimci görüşten uzaklaşan Scheler’den
de bu noktada ayrılıyoruz. Çünkü, duygu fenomenlerini saf özler olarak görmek
başka, bu özlerin bir tabiat evriminden geçtikten sonra kavrandıklarını
söylemek başkadır. Bu noktada Husserl de son kitaplarında (Avrupa Düşüncesinin
Krizi gibi) evrimci görüşe açık bulunmakta idi. Bizce insanlığın toplum ve ruh
olarak gelişmesinde art arda iki büyük süreç hüküm sürmektedir: 1) İntibaksız
heyecanlılık (émotivité) ki, bunu émotionnalité’den ayırmalıdır. Burada
insanlık zümrelerinin birbirine ve tabiata karşı savaşında bir kırbaçlanma ve
yetişme safhasındayız ki, tepkiler başarısız bir bocalama içindedir. 2) Ketvurma
(inhibition) veya durdurma ki, burada tepkiler olgunlaşmış, intibaklı ve
başarılı fiiller halini almıştır. İnsanlık tarihinde passion’ların yücelmesi,
“akıl” ve “irade” yetilerinin kurulması bu safhada meydana çıkar.
(“Teheyyüciyet” ve “Heyecan” adlı makaleler: Felsefe ve İçtimaiyat dergisi,
1927; Umumi Ruhiyat, taşbasma, 1928; Ahlâk, 1945. Edebiyat Fakültesi’nde bu
konuyu ele aldık. Hâkimiyet adlı kitapta daha etraflı olarak üzerinde
duracağız.)
***
Ve ihtiraslarınız hepinizde başka türlü
birleşerek sizi birbirinizden ayırır; siz ise bu halinizle başkalarına ait
mallarla övünen müflis bir tüccar gibisiniz. Sizin olmayan şeyler için
övünmeniz neye yarar? Sağlığınız, güzelliğiniz, unvanınız, şöhretiniz ve
servetinizi terk ederek varlığınızın bütün çıplaklığıyla kaldığınız yeryüzünün
mahşerlerinde, kaderin azameti önüne nasıl çıkacaksınız? Halbuki ruhunuzun
iktidarı hakikaten sizindir; onunla iftihar etmeye lâyıksınız; çünkü o mevcut
olduğu için siz varsınız. Ve sizden söyleyen onun lisanıdır. Ben dediğiniz
vakit biz diyeceksiniz. Kendime döndüm dediğiniz vakit insanlığa
kavuşacaksınız. Ölmeden öleceksiniz ve hakiki hayata gözlerinizi açacaksınız.[38]
İki sultana birden kulluk edilemez. Ya maddeye
ya ruha kulluk ediniz. Maddeye kulluk eden nesillerce öyle kalacaktır. Fakat
ruha kulluk ederseniz, onunla maddeye hâkim olacak veya dünya saltanatını elde
edeceksiniz.
Ruh bedenle birdir; madde mananın aynıdır. O,
âlemin kemâl halinde birliği, o unsurlarda “kesiflik” şeklinde görünen birliğin
parıltısıdır. Bedensiz ruh bir hayal, maddesiz mana bir vehimdir.
Ruh bir istek, bir arzu ve bir niyettir. O
ancak bir şeyin isteği, bir maddenin arzusu ve bir fiile niyettir. Bu istenen
şey, bu madde ve bu fiil olmadan ruh yoktur. Niyeti fiilinden ayırmak ve hiçbir
şeye şevki olmayan arzuyu tasarlamak bile mümkün değil; nerede kaldı ki
eskilerin gafletine düşerek mezarlığın hayaletleri gibi aslı olmayan bir
kuruntuya inanalım.
Ruhta bâtın,[39] esrar[40] ve karanlık yoktur. O zâhirin,[41] açıklığın ve aydınlığın en olgun halidir. Biz ruh
iledir ki âlemin karanlık, gizli ve müphemini meydana çıkarıyoruz. Ruh iledir
ki perişanlığa düzen ve karanlığa ışık getiriyoruz. Nasıl olur da o, sırrın,
esrarın, müphemin ve bâtının kaynağı olur? Ruh, âlemin aynasıdır. O ne kadar
temiz ve açık ise, içindeki akisleri de o derece besbelli ve hakikidir. Hakikat
ruhta ve ruh her yerdedir. Eskiler esrardan ve bâtından bahsetmişler; ben derim
ki, hakikatlerin hakikati olan ruh, bunlardan büsbütün arınmıştır.
Sevinç[42] ve sevgi ruhun iki kanadıdır. Bunlar ona kuvvet,
sonsuz olan akışına hız verir. Bunlarla o, tehlikenin uçurumlarından aşarak
hakikat ve zaferin şahikalarına ulaşan bir gökyüzü kartalıdır. Sevinci olmayan
sevgi ümitsiz ve kırılmış bir ruhtur: Artık onun kudreti ve büyüklüğü
kalmamıştır. Sevgisiz bir sevinç, iptidai ve hayvani bir ruhtur. O hiçbir zaman
yükselemeyecek ve hâkim olamayacaktır. Sevinç devamlıdır, ahenklidir. İçtendir.
Sevinç hâdiselerle gelmez, hâdiselerle gitmez. Günün küçük vakaları onu bulandırmaz.
Heyecan –ki onun âciz takipçisidir– gösterişler ve taşkınlıklarla dermansız
düşerek deniz peltesi gibi, vakaların dalgalarına kendini bırakır. Ey yol
arayan (tâlip)![43] Heyecanlarından kurtulup içten sevince ulaştığın gün beden
ve ruhun olgunluğa ulaşmıştır, onun için artık tehlike yoktur.
Aşk ise kemâle gelmiş bir ihtirastır.
Kabuklarından ayıklanmış bir çekirdektir. Bütün çıplaklığıyla ve saflığıyla
ruhtur. Sonsuz arzularınız kesintili uzviyet ve cemiyet hedeflerine kul olmaktan
kurtulduğu zaman aşk olur. Tabiatı, birliği, güzelliği, sonsuzluğu konu
edindiği zaman aşk olur. Tatmin ile sona erecek bir emele koşmaktan vazgeçtiği
zaman aşk olur.
Can sıkıntısı, sevgisini ve içten sevincini
kaybeden bir kimsenin kâbusudur. Hareketten, faaliyetten zevk almayan insan
için her nefes bir yük, her arzu bir üzüntüdür. Hayat tatsızlığı[44] onu her türlü düşkünlüklere, kumara, içkiye, haset ve
iftiraya, âkıbet intihara kadar götürür. Hayatını bir cehennem haline getiren
bu kâbustan kurtulmak için, ey yol arayan, ruhunu sevgi ve sevinç ile doldurman
gerek!
Size “İlkçağ Hikmeti”ni[45] değil, aşk ahlâkını teklif ediyorum. Sizden
vazgeçmenizi, ölçülü olmanızı, arzulara karşı koymanızı ve azla yetinmenizi
değil, sonsuzca istemenizi, küçük ve aşağı arzuları aşmanızı, onlara değer ve
ehemmiyet vermemenizi istiyorum.
Ruhunuzu terbiye ediniz derken, ona baskı
yapınız, daraltınız, ona zulmediniz demiyorum. Fakat ona sonsuz hamleler verin;
öyle uçsuz bucaksız emeller arkasından onu koşturun ki küçüklükler ve
bayağılıklar ondan uzak kalsın, diyorum!
Bahçıvan, elma ağacını yetiştirmek için
toprağına gübre verir, su döker. Alttan fışkıran dalları keser. Ta ki bütün
kuvvet yukarı dallardaki çiçeklere ve yemişlere gitsin. Ben de öyle yapacağım
ve ruh beden ağacını yetiştirmek için önce onun toprağına su vereceğim,
köklerini besleyeceğim. Ta ki beden yeşersin, ruha at koşturacak bir meydan
olsun, onu büyük işlere sevk etmek için altına koşulacak sağlam bir at
bulunsun.
Meydan bulunur at bulunmaz; at bulunur meydan
bulunmaz. Fakat ruha büyük işler gördürmek için, bize şahlanmış at ve
temizlenmiş meydan lâzım! Ne yapayım ben o ruhu ki, bedenini harap etmiştir ve
yola çıkmadan atını öldürmüştür. Varılacak menzili kalmamıştır.
Ruhun terakkisi[46] maddeye hâkim olmakladır. Her gün daha ileriye
atılmakladır. Atını öldüren yerinde kalır, bataklığa düşer. Yalnız derinliğine
terakki ruhu karartır, onun kurtuluşu ileriye ve eşyaya doğru terakkidedir:
Derinliğini de o buradan kazanacaktır. Ona can, hareket ve ateş verelim, o
büyük emeller için de ateşlenmesini bilecektir. Onu faaliyete sevk edelim, o
büyük işlerin zevkini de tatmaya başlayacaktır.
Kaplan yavrularını kızıl kumaşlarla, saldırmaya
alıştırırlar. Kediler makaralarla avlarına atılmayı öğrenir. Oyun benim ilk
silâhımdır; ben atıma onunla gem vuracağım ve gemi azıya alıp yola
çıkartacağım. Çünkü oyun tehlikeden zevk almaktır, engelleri hiçe saymaktır.
İsteği fiile getirmek, hayali hakikate çıkarmaktır. Oyun dostluktur: Kuvvetin
ve cüretin neşeyle, gönülden birleşmesidir. Ey yolunu arayan! Altmış yaşında
olsan oynamaya çalış; çünkü hayata yeniden başlarsın.
Felsefe ruhun sporu, oyun bedenin felsefesidir.
Zaten âlem bir bütün halinde iken nasıl olur da siz onları ayırabilirsiniz?
Kişilik ki küçük bir âlem ve büyük bir nüshadır.[47] İki ayrı ustanın elinden çıkabilir mi? Birisi ona
dışından et ve can katsın, birisi onun içindeki kudreti uyandırsın, bu nasıl
mümkün olur? Hayır, gaflete dalmayın! Bu şehir dışarıdan imar edilemez. İnsan
bir bütündür: Onun cevherine hâkim olduktan sonra kabuğu ve dalları
–kendiliğinden– ele geçecektir.
Yalnızca bedenin yetişmesi diye bir mesele
olamaz: Ruhun felsefesinden gaflet edilir de tek başına bir vücut terbiyesi
hülyasına düşülürse insan yerine makine yetiştirilmiş olacaktır. O manasız bir
madde ve ruhsuz bir kalıptır. Bu ölü maddeye can katmak ve boş kalıba ruh
üflemek artık kabil değildir. Çünkü yol yanlış tutulmuştur ve hakikatin tersine
yürünmüştür. Ruhun bedenle birliğinden habersiz olanlar, yaptıkları topraktan
putlara boş yere ruh üflemeye çalışacaktır; ve âkıbet, bir türlü canlanmayan
putlarını öfkeyle kıracaklardır.
Spor bize güven ve cüret verecektir. Biz onunla
içimizdeki kuvvete inanacağız; ve yine onunla ulaşılmayacak şeylere ulaşmak
isteyeceğiz, kendimizi aşmak isteyeceğiz.
Spor bize sabır ve dayanma verecektir. Onun
yardımıyla kuvvetimizi ölçmeyi, yenilgiler karşısında yeis ve korkuya
kapılmamayı öğreneceğiz. O bizi, dışından yönetilen makine-adam olmaktan
kurtaracak; isteyen ve yapan, teşebbüs insanı haline getirecektir.
Spor ruhun açıklığını ve saflığını
geliştirecektir. Orada kudretler ölçülecek, cüret ve sabır başarı kazanacak;
hile ve gösterişe imkân olmadığı görülecektir. Hâsılı, ruh ve beden
felsefesinin bir unsuru gibi kabul ettiğimiz spor, bizi kudretli ve ahlâklı
olmaya hazırlayacaktır.
Fakat ben, bütün düşkünlükler gibi spor
düşkünlüğünden nefret ederim. Çünkü o, maddeye esir olmaktır. İnsanın bir
unsuru ve âleti olan beden kuvvetini Tanrı haline getirmektir. Spor
düşkünlüğüne uğrayan hasta, ne yazık ki, aracı gaye yerine koymuştur. Ona
göstermeniz gerekir ki bu yol ruhun bütün gücünü öldürür; bir çürük temel
üzerinde hiçbir bina kurulamaz. Düşkünde nefse güven, kibir ve övünme halini
alacak; cüret, küstahlık, tecavüz derecesine alçalacaktır. Hasta artık inatçı
ve kindardır: Çünkü içini yarışmanın ve hasedin akrepleri kemirmektedir. O bir
defa kırılınca bir daha ümit ve cesaretini kazanamayacaktır. O vehimlere, kuruntulara,
yatağında kendisini kavuran ruhi kıvrantılara kurban olacaktır. Ona acıyınız ve
onu bu dertten kurtarmaya çalışınız!
Bazıları diyeceklerdir ki, bedeni terbiye etmek
için ona düzen ve baskı[48] vermek lâzım! Ben bu dâvayı reddederim. Vücut bir
makine değildir; biz ona cambazlık öğretmek, “marifetler” kazandırmak
istemiyoruz. Onu dıştan idare edilen bir tahta kukla haline koyma hevesinde
değiliz. Çünkü bu yol bizi körlüğe ve esirliğe götürecektir. Bizim, boyun eğen,
gözlerini kapayan, götürüldüğü yere giden, kendiliğinden hiçbir şey yapmasını
bilmeyen insana ihtiyacımız yok. Bize, fikirlerin arkasından körü körüne
sürüklenecek insan değil, kendi içinden fikirler ve idealler doğuracak insan
lâzım! Biz, insanlara tapanların zümresini değil, hürriyeti içinde duyanların
dostluğunu kurmak istiyoruz.
Mümkün mü ki ibadet bizi inanmaya götürmesin,
zâhitlik[49] bizi tasavvufa sevk etmesin? Yaparken inanmasak bile
yaparak inanırız. İcra etmek, ruhun koşu meydanında yarı yolu almak demektir.
“İlmile âmil”[50] olmaya ne lüzum var! Biz zaten eylemimizden[51] ilmimizi çıkarıyoruz. Bir millete putlarını kırdırmak
için, tapınağın kapısını unutturmak yeter.
Ben size ruhun hakikatine ulaşmak için
bedeninizden başlayın, faaliyet ve cüret kazanınız diyorum. Ve bunu ruha ibadet
gibi icra ediniz. Ta ki nefsinize güveniniz tamam olsun. İhtirasınız, aşkınız,
sevinciniz olgunlaşsın. Ve gözünüzü kendinize çevirdiğiniz zaman orada olmuş,
pişmiş bir şey bulasınız.
Bahçıvan, elma ağacına canlılık ve bereket
vermek için ona en güzel cinslerden aşılar yapar; böylece onda eksik olan renk
ise, en güzel renkli yemişleri yetiştirebilir ve onda bulunmayan güzel koku
ise, en lâtif kokuları doğurabilir. Yeter ki elma ağacının kökleri kuvvetli
olsun, suyu ve gübresi verilsin, alttan fışkıran zayıf dalları temizlensin.
Nitekim biz de iyi beslenmiş ruh ağacına fikir
aşısı yapabiliriz; faaliyete getirilmiş ve cüreti uyandırılmış insana idealler
teklif edebiliriz. Çünkü onun içi artık şahlanmış bir at gibidir: O, gemini
kırmak ve atılmak isteyecektir. Onun içi kaynayan bir su gibidir: Kapağını
atmak ve taşmak isteyecektir.
O, karanlıkta yolunu kaybetmiş bir gezgin
gibidir. Ona ışık tutmak ve yol göstermek gerek! O, yarımlılığının azabını
duyan ve tamamlanmak isteyen insandır. Ona rehber olmalı ve onu tamamlamalıdır.
Hareketten zevk alan için boş durmak ölümdür.
Çalışmayı seven insan can sıkıntısını ve onun buhranlarını tanımayacaktır.
Faaliyet içinde yaşayan, “Doydum!” demeyecek, her an daha fazlasını
isteyecektir. O, durgunluktan, monotonluktan nefret edecek, her an yenileşme ve
değişme isteyecektir. O, aradığına erişmeden daima yeni bir şey arayacak, bir
bilinmezin arkasından koşacaktır.
Yolunu arayan, ebedi sağlığı kazanmak için
bilerek hasta olmuştur. Ölüler gibi durgun ve emelsiz kalmaktansa “inanmak”
ihtiyacıyla yanmayı tercih etmiştir. O, hakikaten hastadır; onda can sıkıntısı
ve durgunluk ezası yerine eksikliğin ve yetmezliğin azabı geçmiştir.
O, her an daha fazla istediği ve hiçbir zaman
halinden memnun olmadığı için “gün”ünün azabını “yarın”ının hayalleriyle
doldurmaktadır.
O, inanmak ihtiyacıyla, kendi hülyalarına
hakikat diye bakmış ve mevhumelerini[52] dışta görmeye başlamıştır. Sonunda o, eliyle yaptığı
puta tapmış, kendini dev aynasında şişirilmiş ve büyütülmüş olarak görmeye
varmıştır. O, inanmak ihtiyacıyla, hayallere ve mevhumelere inanmış; Nemrut ve
Firavun gibi kibir ve kibrin en zavallı şekline kadar alçalmıştır.
Eğer o bunları yaptıysa, kabahat kimde?
Ruhundaki boşluğu doldurmaya ihtiyacı varken biz ona rehber olmadıysak, ona
karanlıkta ışık göstermediysek, kusur kimde?
Ben oyum, demeyiniz; fakat ben ondayım,
deyiniz! Ben kudretliyim, demeyiniz; fakat bende ruhun iktidarı var deyiniz.
Çünkü nihayetsiz iştiyakları uyandıran siz değilsiniz; hakikaten ruhun
iktidarıdır. Benliği aradan kaldırınız! Gururunuz, övünmeniz, benciliğiniz eşya
ile aranızda perdedir. Onları atmadan hiçbir şeyi olduğu gibi göremeyeceksiniz.
Tasarınızdaki âlemin gerçekte olduğundan büsbütün başka bir manzarası var. Bu
vehimlerinizden sıyrılınız ve şeyleri olduğu gibi görünüz!
Ruhunuzdaki boşluğu doldurmak mı istiyorsunuz?
Size öyleyse hakikati vereceğim. İçinizdeki susuzluğu gidermek mi istiyorsunuz?
Size bir kaynak göstereceğim, oradan kana kana içiniz. Doydum, deyinceye kadar
içiniz. Bu hakikat, tutkunun ve aşkın hakikatidir ve bu kaynak insanlıktır.
İhtiras sonsuzca istemektir[53] ve aşk konusu içinde kaybolmaktır.[54] İsteklerinin içinde kendinden geçmektir. Benliği
aradan silmek ve eşya ile karşı karşıya gelmektir.
İhtiras, gaye ve tatmin aramamaktır. Ve aşk,
tatminsizliği sevmektir, halinden memnun olmaktır.
İhtiras, seçme hürlüğü denen küçük iradeyi terk
etmektir. Ve aşk, beden ve ruhun kudretine bağlanmaktır. İhtiras, iç âlemimizin
kaderidir. Ve aşk, bu kadere inanıştır.
İnsanlık ise aşkın küllileşmesidir. İnsan
gerçeği üzerinde ahlâki binanın kurulmasıdır. Âlemin, insan denilen bir mihrak
etrafında yer almasıdır.
Ruhumuzdaki açlığı doyurmak için, bu iki
hakikati size yol gösteren iki ışık ve iki fikir gibi veriyorum.
Niçin size aşkı ve insanlığı, bu iki hakikati
gösteriyorum? Çünkü birisi başlangıçtır ve öteki sona ermektir. Biri yola çıkmak,
öteki ulaşmaktır. Biri daima ilerleme halindeki ruhu koşturan kuvvettir, öteki
onun her zaman varmak isteyeceği âkıbettir. Birisi olandır, öteki olması
gerekendir; biri gerçektir, öteki gelecektir. Biri güçtür, öteki fiildir. Biri
maddedir, öteki “form”dur. Hâsılı, biri yerdir ve öteki göktür. Mümkün mü ki
onları birbirinden ayıralım, her birine ayrı bir hakikat diyelim? Bütün
halindeki insanın iki görünüşünü bağımsız birer cevher gibi kabul edelim?
Formsuz maddenin manası var mıdır, kuvvetsiz bir fiil tasavvur edilebilir mi?
Gerçeksiz ideal hayal, idealsiz gerçek ise zayıflık ve eksikliktir.
Yalnız sevgiye inanmak, ona bir hedef, bir konu
vermemek asla ilerleyememektir; bitmez tükenmez topraklar üzerinde hedefi
serapla karıştırarak sürünmektir. Sade insanlığa inanmak, bizi ona ulaştıracak
hakikati ve kuvveti görmemek de hayaller ve bulutlar âleminde kalmaktır.
Sevgiye ideal gözüyle bakılamaz ve insanlığı meydana çıkmış gerçek saymak
hatadır. Eşyanın tabiatını görünüz ve ona karşı koymayınız. Ruh ve bedenin
birliğindeki düzeni bozmayınız!
İbadetle ruhu terbiye edilen mümin, dua ile
yüzünü Allah’a çevirir. Züht ve takva[55] ile gönlü temizlenen tâlip (yol arayıcı) “esma ve
tesbih” ile birliğe ulaşırdı.[56] Dua ve esma,[57] dinin Hakka açılan iki kapısıydı. Dua ile Hak kelâm[*11] haline gelir; ve kelâm insanı küllileştirir, halk
ile Hakkı bir kılardı. Esma ile Hak tasavvur haline gelir; nefs konunun aynı olur
ve âlem birlikten ibaret kalırdı.[58]
Ben derim ki, eylemle, cüretle ruhun binek
atını kırbaçlayan insan, ihtirasa, sevgiye ve insanlığa dair düşünceyle akışına
yatak bulmuş, cüretine hedef vermiş olacaktır. Biteviye hareket ve cidâlden
zevk alan insan, onunla aradığını bulacak ve yoluna ulaşacaktır.
İhtiras tohumdur, aşk filiz vermektir. İhtiras
topraktır, aşk göğe yükselmektir. İhtiras bedendir, aşk ruha çıkmaktır. İhtiras
vatandır, aşk hudutları aşmaktır.
İhtiras gerçektir, aşk gerçeğe doymamaktır.
İhtiras vatandan başlamak ve vatanda bitirmektir; aşk vatanda ve insanlıkta
bitirmektir.
İhtirasta kalan, birliği bozmuştur; eşyanın
düzenini tersine götürmüştür; olanı olması gereken, vatanı ideal farz etmiştir.
Aşka yükselen birliğe ulaşmıştır, olanla olması gerekeni birleştirmiştir.
Vatanı gerçek, insanlığı ideal kabul etmiştir. İhtirasta kalan yalnız
yurttaştır. Aşka yükselen insani yurtseverdir.
Aşk, konusunda kendini yok etmektir: İnsanlık
sevgisinin, insanlık idealinin var olması için kendini feda etmek, şehit
olmaktır. İnsani idealin şehitleri, bütün şehitlerden büyüktür. İhtiras için
ölen, toprakta kalacaktır; aşk için ölen, göğe yükselecektir. Göğe yükselmek,
ideale ulaşmak, insanlığı kurban halinde gerçekleştirmek demektir; yok olarak
unutulmamak demektir. Her göğe yükselen, insanları da yükseltecektir. Göğe
yükselenler, insanlığa varlık vereceklerdir. İsa göğe yükseldi, Hüseyin göğe
yükseldi, Ali göğe yükseldi, Sokrates göğe yükseldi, Buddha göğe yükseldi. Bu
büyük şehitler bir dem için ölmediler, bir kavim için ölmediler; ebediyet için
öldüler, insanlık için öldüler.
Bu büyük şehitler, bütün insanlığı sevmek için
bir insanı sevmekten vazgeçenlerdir. Bütün insanlara mutluluk vermek için tek
mutluluğu yıkmaktan çekinmeyenlerdir. Bütün kalpleri kazanmak için bir kalbi
kırmaktan korkmayanlardır.
Sevgi, halinden memnun olmaktır. Istıraptan en
büyük hazzı duymaktır. İnsanlık sevgisi, insani ideali meydana çıkarmak için
çektiği azabını sevmektir; mutlu olmaktır. Bütün insanların mutluluğu için
kahrını ve cefasını sevmek, mutlulukların en büyüğüdür.
Zevkini seven bedbaht olacak, ihtirasta
kalacaktır; ıstırabını seven mesut olacak, aşka yükselecektir. Aşka yükselenler
insanlığa varlık verecektir.
“Bu benim hakkım,” demeyenler hakların en
büyüğünü; bir kişiyi sevmek hakkını terk edenler, bütün insanları sevenlerdir;
en büyük sevgiye yükselenlerdir.
İsa aşka yükseldi, Ali aşka yükseldi, Platon
aşka yükseldi, Mevlânâ aşka yükseldi. Ve onların ardında insani ruhun
kudretine, cüret, fazilet ve Hakka inanan bir ümmet, kanatları kırılmış kısır
gerçeğin hücum ve alaylarına meydan okuyarak, asırdan asıra, günden güne daha
çok muzaffer olmaktadır.
Milli kinlerin üstünde insanlık sevgisi var.
Sınıf kinlerinin yukarısında insanlık aşkı olacaktır.[59] Kin Deccal’dır; çirkin ve eksik gerçektir. Aşk
Mehdi’dir: güzel ve mükemmel hakikat olacaktır. Kin dağıtacak, aşk
birleştirecektir. Kin öldürecek, aşk tekrar diriltecektir.
Aşka varmak için kinin geçidini aşmak gerek! Birliğe
ulaşmak için çokluk köprüsünden geçmek gerek! İnsanlık sevgisine ulaşmak için
ihtiras ocağında pişmek gerek!
Dinlerin üstüne yükselmek için Müslimlerle
İsevilerin çarpışmaları mukadderdi. İnsanlığın birliğine ulaşmak için milli
kinlerin aşılması mukadder olacaktır.
İran’la Turan’ın düşmanlığı, yerini dostluğa ve
insanlığa bırakacaktır. Açlarla tokların cidâlinden ahlâki mertebeler ve nizam
doğacaktır.
Sevgi, ruhun kudretine teslim olmaktır. Kibir
ve nahveti atıp benlik dâvasından geçmektir. Bencilik iradesini bırakıp, ruhun
ve bedenin kudretine dayanmaktır. Mutlaka bir şeye, bir inanca bağlanmaktır.
Bir şeye bağlanmasını bilenler, kölelik bağlarından kurtulanlardır. Bir şeye
inanmasını bilenler, maddeye, sultana ve hırslarına kul olmaktan kurtulanlardır.
Aşk, ruha teslim olmaktır. Zira o dış gözünün
kör olması, iç gözünün bütün varlığa açılmasıdır. İç gözüyle varlığı bulanlar
maddeye, sultana, hırslarına hükmedeceklerdir. İsa maddeye hükmetti, Sokrates
bedene hükmetti, Muhammed dünyaya hükmetti, Gandhi sultana hükmetti. Bu büyük
sultanlar bir gün için taç giymediler, bir millet için unvanlar almadılar.
Ebedi insanlık saltanatını kurmak için günün şöhret ve şereflerinden
vazgeçtiler.
Madde âleminde düzeni kuran çekimdir;[60] hayat âlemine düzen veren meyil ve ilgidir,[61] cemiyet âleminin mihveri vecd ve heyecandır.[62] Ruh âleminde ise eşyayı ahenk içinde toplayan,
fiillerimize bütünlük veren “aşk”tır.
Çekim, ilgi, içgüdü,[63] meyil, vecd, heyecan, duygudaşlık en sonra aşk
âlemlerin mertebelerinde varlığın safha safha zuhurudur.
Âlem, aşk halinde kemâle gelir. Tabiat, insanda
“nüsha-i kübra”[64] olur. Tabiat insanlığa çevrilince cemiyet olur.
İhtiras ve aşk yolundan insanlığa ulaşmak, birliğe ve hakikate ermek demektir.
Aşk, maddeye esir olmamaktır. Allah’a, yani
sonsuz birliğe ulaşmaktır. Fertte cemiyeti, insanda insanlığı sevmektir. Şekle
değil, tecelliye[65] bakmaktır. Her yerde ve her şeyde onu görmektir.
Ruhunu bir kişiye hasreden, eşyaya gözlerini kapamıştır. Yalnız parçayı seven,
bütüne varamayacaktır; bütünü seven parçaları da sevecektir. Parçayı seven
aldanacak, hayal kırıklığına uğrayacak, meyus olacaktır. Parçayı seven
uslanacak, bıkacak, pişman olacaktır. Bütünü seven hakikati sevecek; her yerde
ve her şeyde onu bulacaktır. Bütünü seven bıkmayacak, uslanmayacak, biteviye
Bütünü seven birlik halindedir. Birlik halinde
olan insandır. Biz insanı arıyoruz ve âlemi onun etrafında yeni baştan
kuracağız. Çokluk ve çeşitlilik hakkındaki âlemden insana varmak mümkün müdür?
İnsana ulaştıktan sonra, oradan bütün âlem fethedilebilir. İnsan kişiliktir:
Parçalanamaz, parça kabul edemez. Onu teşkil için, biz ruhla bedene hareket ve
faaliyet verdik; ihtirasını, sevgisini insani hedeflere çevirdik; ona teklif
ettiğimiz insani hedefler, iç hürlüğü, birbirini sevme ve kardeşliktir, içtimai
adalettir. İyiliktir, güzelliktir.
Ruhunda istiklâl olmayan hür değildir. İçinden
hürlüğü duymayana kimse onu dışından veremez. Hür olmak, sultana, mevhumelere
ve herhangi bir baskıya bağlanmamak, varlığını, içinden yaşadığı bütünlükten
çıkarmaktır.
Hür olmak, birliğin her vasfına sahip olmak[66] “makine-adam” olmamak, makineleşmenin içinde kendini
kaybetmemektir.[67]
Hür olmak, ihtisas (uzmanlık) ve meslek içinde
kişiliğini parçalamamak, ihtisası ve mesleği kişiliğine bağlamaktır. Yani
uzmanlığın parça-adamlığından bütünü kendinde aksettiren kişilikle, onun
evrensel görüşüyle kurtulmaktır.
Dostluk, hür insanlar arasında ruh birliğidir.
Kardeşlik, hürlüğü içinde duyanlar arasında insanlık birliğidir. Ancak onlar
birbirlerini anlayacaklar ve birleşeceklerdir. Yalnız onların arasında, aynı
şeyi ifade eden birleşik bir dil olacaktır.
Adalet, tabiatın düzenine uymaktır; insanları
ahlâk mertebelerine göre ayırmaktır. Hürlerin kölelere, tamların eksiklere,
kudretlilerin zayıflara, sevenlerin sevmesini bilmeyenlere borcudur.
İyilik zıtları ve parçaları, yalanı ve
hastalığı aşan birliğin gerçekleşmesidir. Yetkinlik ve tamamlık halinde
âlemdir. Karanlıktan, sırdan ve müphemden kurtulmak; aydınlığa, görünüre ve
vuzuha çıkmaktır. Kötülük ise eksik olmaktır. Karanlıkta ve müphemde kalmaktır;
tamlığa erişememektir.[*12]
Âlemin kemâli güzelliktir. Ahenk, düzen ve
birlik onda tecelli eder. İçgüdü, ahlâk, sempati ve sevgi onun içindir; ve
bunlar birliği fiile getirmek üzere ruhun yaptığı çabalardır. Safha safha her biri
tamamlanmamış olan, eksik olan bu çabalardan yalnız aşk, birliğin
gerçekleşmesidir. Aşk iledir ki âlem kemâle gelir ve bize güzellik suretinde
görünür.[68]
Sanat ve hikmet (bilgelik) ruhun terbiyesi için
teklif ettiğim, insani hedeflere ulaştıracak, insanlığın açtığı ilk iki yoldur.
Sanat, şekillerin vuzuh ve kemâline ruhun
derinliğini katmaktır. Eski dünyanın “plastik” güzelliğini, yeni dünyanın
“manevi” zevkiyle birleştirmektir. İnsani ve birleşik medeniyet yapısında kat
kat yükselmektir. Sanat, Yunan ve Roma’dan başlamak, Doğu’nun ve Batı’nın
ortaçağından geçmek, yeni dünyanın şekil ihtilâline ulaşmaktır.[69]
Hikmet, aklın sükûn ve ahengini ihtirasın
kuvvetiyle uzlaştırmaktır. Eski medeniyetin “feragat” ahlâkıyla yeni âlemin
egemenlik (buyruk)[70] iradesini birbirine katmaktır. Beden ve ruhun
ilerlemesinde geçilen merhalelerden safha safha yükselmektir. Hikmet Yunan’dan
başlamak, “sûfi”lerden geçmek, insani yurtseverliğe varmaktır.
Beden ve ruh ağacının beslenmesi için ona
dışından vereceğimiz aşılar; onun gelişmesi için yapacağımız zihni ve insani
öğretmeler bunlardır.
Bahçıvan elma ağacını temizlemek için lüzumsuz
dallarını ve kuru yapraklarını keser, kökündeki azmış otları ayıklar. Nitekim
biz de, ruh ve beden ağacına temizlik ve asillik vermek için onu kaba ve kötü
unsurlardan ayıracağız. Bünyesine karışan eksik kuruluşlardan onu sıyırmaya
çalışacağız. Şu kadar var ki, burada bizim ruh ve bedene karışmamız bahçıvanın
elma ağacına karışması gibi olmayıp, su kaynatan bir adamın kaynama fiiline
karışması gibidir. Çünkü ruhun arınması, kendi içinde olup bitecek bir şeydir.
Ve su kaynatan adam ısıyla suyu yan yana getirdiği zaman kaynama fiili
kendiliğinden olup bittiği gibi, bir insanın iç âlemini temizlemek istediğimiz
zaman da, ona kendisine bakmasını ve kendine telkin yapmasını öğretmemiz
yetecektir. Aradığımız asillik ve temizlik fikri, yalnız şartlarını
hazırlamakla yol arayanın ruhunda yerleşecek, yayılacak, ona hâkim olacaktır.
Yolunu arayanın kendine yapacağı ilk telkin,
her türlü devamlı çalışmadan zevk almak; dinlenme, eğlence ve çalışma
zamanlarını düzene koymak telkini olacaktır. O bütün bunları yapmaya karar
vermeyecek, “yapmak istiyorum veya yapacağım” demeyecektir. Belki “yapmaktayım,
zaten yapıyorum” diyecektir. Böylece o, yavaş yavaş hakikaten boş durmaktan
azap duyacak, çalışmak ona en devamlı, en büyük zevki vermeye başlayacak;
sonunda o, çalışmalarına, eğlencelerine, dinlenmelerine ayırdığı vakitlerin
düzenliliğiyle hiçbir yorgunluk ve neşesizlik duymayacaktır. Yolunu arayan, bu
telkinleri her gün, çevrenin gürültülü ve dağıtıcı etkilerinden en uzak olduğu
uyuma ve uyanma saatlerinde, kendi kendisine çekildiği zaman yapacaktır.
Kendimize teklif edeceğimiz telkinlerden biri
de halinden memnun olmak, günlük hayatın mutluluğunu duymak, işinden ve
hayatının şeklinden neşe ve tat çıkarmasını bilmek telkini olacaktır. O,
“Rahatsızım, yaşayışımdan memnun değilim, daha yetkin bir hayat istiyorum!”
demeyecek; belki o, “Yaşayışımdan memnunum, mutluluk duyuyorum, her gün daha
iyi oluyorum ve ileride daha iyi olacağım!” diyecektir. Hakikati göremeyen buna
isyan edecek ve, “Halinden memnun olmak kendini aldatmaktır, ıstırap çeken
zaruret içinde yaşayan nasıl mutlu olur?” diyecektir. Yahut da o, “Daha güzel,
daha iyi bir hayatı aramaktan nasıl vazgeçmeli, halinden memnun olmak, boynu
büküklüğe, kanaate ve sonunda miskinliğe varmak değil midir?” diyecektir. Fakat
böyle demekle hataya düşmüştür. Çünkü halinden memnun olmak dünyayı sevmek,
dünyayı tam birlik halinde görmek demektir. Üstün âlemi[71] yeryüzüne indirmektir. Üst âlemi yeryüzüne indiren,
her şeyde ve her yerde birliğin tecellisini görecektir. Dünyanın bütün
cilvelerini sevecektir. Zannetmeyin ki o, böyle düşünmekle boynu büküklüğe ve
miskinliğe varmıştır. O, herkesten ziyade ilerleyişe,[72] gelişmeye inanan, yarından büyük şeyler bekleyendir.
Zira bilir ki, birliğe varmak için çoklukta yorulmak lâzımdır. Yeryüzü
cennetine ulaşmak için cehennemden geçmek gerektir. Zira o bilir ki, birlik
“zıtların birleştiği” yerdedir. Çokluk olmazsa birlik yoktur. Yanlış olmazsa
Hakka varılamaz. Cehennem yoksa cennet de yoktur. Birliği sevmek, zıtları ve
karşı koyanları sevmek demektir. Yolun kahrını ve sevgilinin cilvesini sevmek
demektir.
Halini hoş görmek tutkusunu sevmektir; sonsuz
savaşında ruhun kudretini görmektir. Sınırsız şeyler istemek, fakat
düşkünlüklerinin elinde kul olmamak; arzularının azap ve kıvrantısına
uğramaktır. Çünkü düşkün olan gerçekten bahtsızdır; cennette olsa onun ruhu
cehennem içindedir. O, arzularını fiile koymadığı için azaptadır… O, arzularını
fiile koyduğu fakat onlardan kurtulamadığı için azaptadır. Düşkün zavallıdır,
daima bahtsızdır.
Halini hoş görmek, asla arzularından vazgeçmek
değildir. Bir hırka ve bir lokmaya razı olmak, dünyadan geçmek, kaza ve kadere
teslim olmak değildir. Çünkü kadere teslim olan kendisine dönememiştir; ruhunun
kudretini görememiştir. Çokluk ve değişiklik cehenneminde yorulmadan, “Birliğe
erdim!” diyen Hakkı ve birliği büsbütün kaybetmiştir. İhtirası elden çıkaran
okyanusun ortasında yelkensiz ve küreksiz kalmıştır. Olgun insan, dünyaya âşık
olandır, dünya mutluluğunu sonsuzca isteyendir.
Teklif ettiğim kendine telkinlerden üçüncüsü de
düşündüklerini fiile koyabilmek; tereddüt ve vehimler içinde kalmayarak,
sağduyuya uygun olan isteklerini meydana çıkarmak; düşünmek ve muktedir olmak
telkinidir. Yolunu arayan “şöyle düşünüyorum ve onu yapmak istiyorum”
demeyecek, “düşündüklerimi yapmaya mecburum; düşüncelerimin kuvveti beni arzuma
rağmen onları yapmaya sevk ediyor. Ben istemesem bile o düşünceler
gerçekleşecek” diyecektir. O suretle ki yol arayanda muktedir olmak ve yapmak
iradesi, kendi benliğinin gücünden gelmeyip, ruhuna hâkim olan düşüncelerin
itişinden ve gücünden doğmuş olacaktır. Halbuki benlik dâvasına kalkarak,
benliğinin isteklerini yerine getirseydi heveslerine yenilecekti, dileklerinin
kölesi[73] olacaktı. Buna biz “ilcai” deriz ve böyle bir insanın
iradesi, şımarık çocuk iradesidir ki, elinde değnekle camları kırıp ev halkını
birbirine katar. Yoğurdun şekerden ayrılmasını ister ve aklına gelen hemen
yapılmayınca kederinden kendini harap eder.
Tekrar edelim: Muktedir olmak, aklına geleni
yapmak, ortalığı gürültüye vermek değildir; fakat sağduyuya[74] uygun olan hâkim bir düşüncenin kendi gücü ile eyleme
geçmesi, yani onu yapmaya bizi mecbur etmesi demektir.
Güçlülük, cüret etmekten gelir. Her an tehlike
ihtimalini düşünen, gecesi gündüzü tedbir kuruntusuyla dolu olan güçlü olamaz.
Güçlü olmak önce yalnız gayeyi düşünmekle mümkün olur. Bir ip cambazı gibi
cüreti olan, altındaki uçurumu düşünmeden ve göz kırpmadan hedefine doğru
gider. Çünkü gaye zihinde o kadar kuvvetle yerleşecek ve insan öylesine ondan
ibaret kalacaktır ki, istemese bile o meydana çıkmış ve bütün vasıtalarını
kendi başına hazırlamış olacaktır. İstemek hiçbir şey değildir. Fakat kuvvetle
düşünmek muktedir olmaktır. Çünkü güçlü olan biz değiliz, zihnimizin düşünceden
ibaret olan iktidarıdır.
***
Nietzsche’ye göre, yaşamanın boşuna dönen bir
çark olması nihilizm fikrini doğurmuştur. Buna “Ezeli Dönüş” diyor ki, “Ezeli
bir yokluktur. Ahlâk, onca yeise karşı varlığı korumaktadır. Ezilen ve kahra
uğrayan sınıfların yokluk içindeki hamlesidir. Yaşama ümitsizliği doğuran
tabiat önünde güçsüzlük değil, insanlar karşısında güçsüzlüktür. Ahlâk,
zorbalık ve şiddet kullanan insanlara düşmanca davranıştır.” Halbuki
Nietzsche’ye göre “asıl değer kudret iradesine sahip olanlarda, hâkimlerdedir.
Onlar başarıya ulaşacaklar, üstün sınıf olacaklardır.” Bu yüzden Nietzsche
zayıfları tutan ahlâka karşıdır: “Bir tabiat ‘galat’ı (monstre) can sıkıcı
duygudan daha değerlidir!” diyor.[*13] Ne paradoks!..
Nietzsche insanın iyi olarak doğmadığını, büyük
passion’ları olduğunu söylerken Rousseau’ya haklı olarak hücum eder. Fakat
insan büyük passion’larla doğmaz, onları kazanır. Rousseau’nun başlangıçta iyi
olan insan teorisi bir Altınçağ (Âge d’or) hayalidir. Böyle bir çağ yoktur.
İnsan eksik ve kusurlu olarak doğmaktadır. (Yeni Felsefi Antropoloji’de Arnold
Gehlen bunu anlatıyor.)[*14] Fakat bu eksiklik ona çaba ve savaş gücü
vermektedir. Kendini tamamlama gayreti insanda gelişerek passion’ları doğurmaktadır.
Passion’ların doğuşu Nietzsche’nin dediği “kudret iradesi” yanında
düşkünlükler, kudretsizlikler, yalan ve kötülük halini de alabilir. Bu sahte
kudretle passion’ların kudretini ayırmalıdır. Nietzsche “kudret iradesi”nde
onları karıştırıyor. Adaletle zulmü, iyilikle kötülüğü, kinle sevgiyi,
insanlıkla canavarlığı ayırmıyor. Bu yüzden, ideali İyilikle Kötülüğün
Ötesinde’de (Jenseits von Gut und Böse) arıyor. Kudretsizliğe, onun maskeli
şekli saydığı acımaya ve insanlık sevgisine hücum ederken, asıl kudretsizliğin,
düşkünlük ve yalandan doğan vahşette, sadizmde, zulümde, sahte hayatta,
aldatıcı sözde, kalp güçte olduğunu görmüyor. Düşkünlüğün ve yalanın doğurduğu
sözde-kudret iradesiyle, yaratıcı passion’ların doğurduğu asıl “kudret
iradesi”ni ayırmalıdır. Keramete, kılıca, paraya dayanan “cüretli” söze
aldanmamalıdır. Cüretin hâlisi (authentigue) passion’ların yücelmesinden, fikir
sevgisinden kuvvet alan medeni cesarettir. Sokrates’in, Giordano Bruno’nun,
Lütfi Molla’nın, Esad Efendi’nin medeni cesaretleridir. “Kudret iradesi” yalnız
orada olduğu için, Nietzsche’nin sandığı gibi “iyi ve kötünün ötesinde” değil,
aşağı dereceden göreli “iyi”leri aşarak “insanlığa”, “insani bütünlüğe” yönelen
yüce iyilik idealindedir.
***
Güçlü olmak, sağduyunun gerçekleşmesi demektir.
Sağduyu, sağlam ihtirasların ve büyük sevgilerin eseridir. Sağduyu
kuruntulardan ve hayallerden kurtulmak konusunu hakkıyla tanımak demektir. Bu
yüzden o büyük bir aşk kadar ve hakiki bir güç kadar nâdirdir. Marangozun iyisi
kerestesini seçmesini bilendir. Aylandoz ağacından olduktan sonra en güzel
camlı dolap bile neye yarar? Benliği aradan kaldıran, eşyayı tanıyacaktır.
Ondaki uygun görüş kuvvetine biz sağduyu diyoruz. Sağduyu, halkın aklı (ortak
duyu) gibi ucuz bir matah değildir. Halkın gözü mevhumeler ve hayallerle
bulanıktır; bunları kaldırmak pek az babayiğide nasip olur.
Hayvan yularından çekilir. İnsan gözünden,
kulağından çekilir. Bizim kadar aldanmaya hazır yaratık var mıdır? Yüzümüze
gülenleri dost sanırız; kulağımıza gelen sözlere hemen inanırız. Etrafımızı
dalkavuklar sarınca, kendimizi dev aynasında görmeye başlarız. Artık bu hal ile
bizde sağduyu mu kalır? Gözümüzü benlik perdesi bürüyerek, kibir ve nahvetten
her şeyin ve herkesin üstünde olduğumuzu zannettikten sonra nasıl olur da
eşyayı olduğu gibi görebilir ve hakikati tanıyabiliriz? Kendimizi sultan farz
ederiz; halbuki maddenin, heveslerimizin esiriyiz. Ruha kulluk etmesini
bilirsek ve içimizdeki gurur ejderini kırarsak “âşık, maşuk ve aşkı
birleştirerek,”[75] yani konumuzu bire irca edecek yerde kendimizi konuda
eritirsek, o zaman eşyayı hakkıyla tanıyacak ve sağduyumuzu kaybetmeyeceğiz.
Marangozun meziyeti tahtasını tanımaktır.
Çiftçinin meziyeti toprağını ve tohumunu tanımaktır. Hakimin meziyeti de insanı
tanımak olmalıdır. Çünkü o ülküsünü insana telkin edecek, ahlâki ve siyasi
yapısını insan üzerine kuracaktır. Bir marangoz gibi kalp insanı sağlamından,
sahtesini temizinden, bayağısını asilinden ayırt edemeyen nasıl hakim (bilge)
olur? Sağduyusunu[76] kaybeden, kibre ve benciliğe esir olan nasıl olur da
maddesini seçer, onun üzerine bina kurmaya kalkar? İnsan tanımak ve dost seçmek
meziyetlerin en basiti, iktidarların en büyüğüdür. Onu kazanan her şeyi
kazanacak, onu kaybeden hiçbir şey kazanamayacaktır. Eğer insan tanımıyorsak,
yüzümüze gülenleri, etrafımızda sahte bir medih ve riya havası yapanları,
değerli insanlardan ayıramıyorsak kurmak istediğimiz ahlâk ve siyaset binasının
âkıbeti bir gün tahtadan bir yapı iskelesi gibi devrilip gitmek olacaktır.
Size teklif edeceğim telkinlerden biri de sükûn
ve sabır telkinidir. Hedefe bir an önce varmak için çırpınmayınız, telâş
etmeyiniz! Vakaların aksi neticelerinden yeise düşerek heyecana kapılmayınız!
En sonra söylemeniz gereken şeyi ilk önce söylemeyiniz. Vakaların tesiriyle
doğup kaybolan taşkınlıktan sakının. Çünkü aceleniz sizi şaşırtacak,
taşkınlığınız yenilmeye götürecektir. Zaten az olan kuvvetinizi bir seferde
tüketerek yarı yolda kalmak neye yarar! Sabır ruhun meziyetlerinden en
büyüğüdür. İhtiras onunla gerçekleşir ve insan onunla gayesine ulaşır. Sabır
tabiata meydan okumaktır. Sabır, kini yenmek ve kötülüğü öldürmektir. Az şey
isteyen sabredemez. Hemen ulaşılacak şey isteyen sabredemez. Ancak büyük,
sonsuz ve ulaşılamayacak şeyler isteyendir ki, sabredecek ve ebediyetten yol
alacaktır.
Çünkü büyük emelleri olan küçük emellere
gülecektir. Bitmeyecek şeyler isteyen sonlu arzular karşısında telâş ve heyecan
göstermeyecektir. Ey yolunu arayan! Bil ki insanlar ancak küçük şeyler için
telâş ederler, heyecanlanır ve kendilerini yerler.
Sabır, kendini yenmek, nefsini öldürmek
değildir. Sabır, içindeki kuvvetle vakalara hükmetmek ve onları aşmak, vakaları
arkasında bırakmak demektir. Güne değer veren, hükmolunacaktır. Güne değer
vermeyen, sabredecek ve günü aşacaktır. Günü aşanlar insanlığa ulaşacaktır.
Sabreden ebedi olacak; sabredemeyen, günlük
işler yapacak ve ölümlü kalacaktır. O, ihtirasıyla heyecanlarına hükmetmek;
biten şeyleri bitmeyen şeyler içinde eritmek demektir. Ruhunu tabiat gibi
ebedileştirmektir. Sabır, ruhun tabiatla birlik haline gelmesidir. Sabretmek,
vakaların önünde yenilmemek, eksikliğe acımak ve affetmektir. Sabreden, sonucu
bekleyecek, hedefine adım adım yürüyecek; sabreden, vakaların vaadinden gözü kamaşmayacak,
tehdidinden telâşa düşmeyecek, er geç muzaffer olacaktır.
Karnı acıkan, ağaçtan yemiş toplar ve doyunca,
oracıkta uyuyakalır, ta yeniden acıkıncaya kadar! Komşusunun yardımına koşan
onu tehlikeden korur, kurtarınca yaptığından vicdanı rahat eder, yaptığı
beğenilir: Herhalde hedefine ulaşmış olur. Ama tekerleği, salı yürüten gücü,
ateşin yaptığını, böceklerin (karıncaların, arıların) nasıl yaşadığını arayan
kimsenin gözü bir konuya çevrilmiştir: Yorulmadan dinlenmeden onu arar. Bu
ömürler boyu süren sonsuz arayış, tükenmeyen sabırla projektör ışığı gibi
karanlıkları aydınlığa çıkarır. İnsanlar ondan faydalanır. Aydınlığa çıkan
buluşları kendilerini doyuran değer haline koyarlar. Ama arayanın tükenmeyen
şevki, bu tatminlerle ilgisiz, kendi yolunda sürer gider. İşte passion’un işi
budur! Isı dünyasına dalmış Carnot, ışık dünyasına dalmış Helmoltz, elektrik
dünyasına dalmış Faraday, Hertz, böcekler dünyasına dalmış Fabre, çocuk
dünyasına dalmış Pestalozzi, karanlığa yer yer ışık tutan passion adamlarıdır.
Sanatın yaratıcıları da onlar gibidir. Goethe Faust’u 60 yılda yazdı. Mimar
Sinan Süleymaniye’yi 18 yılda yaptı. Gandhi Hint’in kurtuluşu için 30 yıl şehir
şehir vaaz etti. Tekniğin, ilmin passion adamları gibi sanatın, ahlâkın,
ahlâklı siyasetin passion adamları da aynı yolun kahramanlarıdır.
Size söylenen her sözü sonuna kadar dinleyiniz.
Onu söyleyen düşmanınız veya dostunuz, söylediği size uygun veya aykırı olsun!
Sabrediniz ve onu sonuna kadar dinleyiniz. Çünkü her söz, tam veya eksik,
hakikattir.
Size çevrilen silâhlardan irkilmeyiniz. Hücum
edenler kuvvetinizden korkanlardır ve sizi tenkit edenler cüretinizde tehlike
görenlerdir. Sabrediniz: Çünkü korkan geri dönecek ve tehlike gören
vazgeçecektir.
Size yüz vermeyen talihe levmetmeyiniz. Ne hücumuna
uğradığınız vakit yeise düşün; ne de vakalar size güldüğü zaman mest olunuz.
Yalnız ve yalnız sabrediniz. Çünkü hâdise ile gülen hâdise ile ağlayacaktır. Ve
içinden gülen her zaman gülecektir.
Size en sonra, kendinizi itham ediniz, hatayı
kendinizde bulmaya alışınız, diyeceğim. Biliniz ki, nefsinize yapacağınız
telkinlerden en müşkülü odur. Çünkü insan içini temizlemedikçe noksandır. Ve bu
yüzden bütün âlemi eksik görmeye meyleder. Her şeyde hata bularak, gözümüze
öyle bir perde çekeriz ki, âkıbet hatanın kaynağı olan kendimize bakmak gücünü
kaybederiz. Kendine bakmak, eksiğini görmek, mesafe ne kadar büyük olursa olsun
yanlışını anladığı yerden geri dönmek faziletlerin en büyüğüdür.
Kendine bakan eksiğini görecektir. Eksiğini
gören her gün tam olmaya biraz daha yaklaşacaktır. Düşkünlüklerine kul olan,
gururu kendine bakmasına engel olan eksiğini göremeyecektir. Hatada inat eden
hakka doğru asla yol alamayacak ve daima eksik kalacaktır.
Zafer kudretledir ve kudret, ruh ve bedenin
gücüdür, dedim. Ruh ve beden gücünün ihtiras ve aşk olduğunu, aşkın fedayı
nefste ve cürette gerçekleştiğini size gösterdim. Anlaşıldı ki bir ski
şampiyonunun zaferi uçurumları hiçe saymasındadır. Ve bir ilim âşığının zaferi
hücumları ve tenkitleri küçümsemesindedir.
İhtirası sabırla gerçekleşen, aşkı cüretle
kanatlanan insan, ancak iğreti aşkı hakikisinden, sahte ihtirası asilinden
ayırdığı zaman yolun zirvesine ulaşacaktır. Ve insan, ancak bakışını günün
vakalarından kendine çevirdiği zaman, eşyanın çokluğu ve değişikliğinden âlemin
birliğine, bütünlüğüne döndüğü zaman hakiki sevgiyi ve asıl ihtirası
bulacaktır. Zira günün vakalarına bağlanmak gölgeleri gerçek sanmak ve
vehimlere kul olmaktır; eşyanın çokluğundan, düşkünlüklerinden kurtulamamaktır.
Kendinizi itham ediniz! Yanılmayı kendinizde bulunuz. Çünkü hata sahte ihtiras
olan düşkünlüktedir ve iğreti aşk olan vehimlerdedir.
Hazlarına kul olmak düşkünlüktür. Kendinizi
düşkünlükten kurtarınız! Haz bizi aşka götüren yol ise de, haz bizi hakka
götüren hayal ise de, ona kul olmak aşkı öldürmek ve hakka gözlerini
kapamaktır. Zira, yolunda geciken, menziline varamayacaktır ve hayal içinde
kalan hakka erişemeyecektir. Haz veren şeylerden zevk alınız ama onlara asla
ram olmayınız. Haz veren şeyleri sevincinizin[77] ve sevginizin hizmetçisi gibi kullanınız; ama onlara
asla kendinizi vermeyiniz.
Çevresine kul olmak vehim ve hayaller içinde
yaşamaktır. Kendinizi itham ediniz, gölgeler elinde kalmaktan kurtarınız!
Ruhunuza ateş veren, sevginize taze ufuklar açan çevre ise de, onu son menzil
yapan insan, şöhret ve hükûmet düşkünlüğüne kurban olacaktır. Çevresine kul
olmak, aşk için yapmayıp halk istediği için yapmaktır. İhtirasının emrettiği
şeyi beğenilmemek ve tenkit edilmek korkusuyla yapmaktan çekinmektir. Ne derler,
ne diyecekler, diye düşünmektir. Ne derler diyen, ne dediğini bilmeyendir. Ne
diyecekler diyen, her adımında çevresinin vehim ve hayalleri içinde yürüyen,
hak için büsbütün gözleri kapalı kalacak insandır.
Kendinizi itham ediniz! Hatayı kendinizde bulmaya
alışınız. Ruhunuza yalnız aşkı hâkim kılmak için maddeye kul olmaktan
kurtulunuz. Bedene ve cemiyete hizmet etmeyiniz. Düşkünlüklerinizden,
tutkularınızdan, hayaletlerinizden birer birer soyunarak Hakkın huzuruna
temizlenmiş ruh olarak, yalnız aşk olarak çıkınız.
Korkuların ötesine geçiniz! Aslâ korktuğunuz ve
ümit ettiğiniz için yapmayınız. Yalnız sevdiğiniz için yapınız. Allah korkusunu
aşan Allah’a ulaşmıştır.
Ukbâ[78] ümidini kalbinden silen ukbâya zaten erişmiştir.
İhtirasınız öyle nihayetsiz ve cüretiniz o kadar sınırsız olsun ki fani
arzuları kaybetmek korkusunun kalbinizde yeri kalmasın. Mevhumelerden[79] korkmayınız, onlardan silkinip hudutları aşınız!
Halkın, hakkınızda söylediği ve söyleyebileceği şeylerden korkmayınız!
İhtirası, cüreti ve aşkı olmayanların boş itirazları arasından ruhunuzun bütün
saflığı ile geçin. İç hürriyetinin zevkinden gafil olanların öç alma ve ceza
tehdidinden korkmayınız! Çünkü onlar ruhunuzun gücüne karşı kurulmuş tuzaklardır.
İntikam zaafın alâmetidir. Ve ceza, bir körük soluğu gibi, ruhunuzun ateşini
her seferde daha fazla canlandıracaktır.
Şöhret ve unvanınızın, makam ve rütbenizin geri
alınması tehdidinden korkmayınız! Çünkü hakiki şöhret yalnız ruhun iktidarının şöhretidir
ve onu hangi türedi vermiştir ki sizden geri alabilsin? Ruhunuzun makamı büyük
ruhlar arasında iken unvanın ve rütbenin ne kıymeti var? Belki onları terk
etmek kudretinizin delilidir.
Korkuların en büyüğü olan ölüm korkusunu da
terk ediniz! Hayatın şevkini ebedi kılmak için, her gününüzü vehimler ve
gelecek tasaları içinde cehenneme çevirmekten kurtarmak için önünüzde
insanlığın sonsuz bir hayatı olduğunu düşünün! Ölümlülüğün azabından sıyrılarak
ölüm korkusunu aşınız! Ölüm korkusunu terk eden, biliniz ki, hak dilediğinde,
yarı yolu almış demektir.
Büyük ruhlu insan kimdir, nerededir, onu
göremiyorum diyenlere bu satırları ithaf ederim. Gerçekten o bir radyum parçası
kadar nâdirdir. Fakat işte asıl mesele onu bulmakta ve görmekte değil midir? O
da sizin gibi yaşamıyor mu? Yemek yiyip nefes almıyor mu? Onun da sizin gibi
uzviyeti ve temayülleri yok mu? Bütün bu vasıflarıyla tıpkı size benzeyen,
hatta belki sizden zayıf olan onu, nasıl olur da tanıyabilirsiniz? Bu gözlerle
baktıkça o her zaman, sonuna kadar sizden gizli kalacaktır.
Hakiki insan, parlak kıyafetlerden, yapma
tavırlardan, mağrur ve alaycı ilimden nur almaya muhtaç olmayacak kadar sade ve
kudretli olandır.
Hakiki marangoz, bize birçok mükemmel dolap
vaat eden değil, belki bir dolap yapandır. Hakiki mimar bize birçok hayali bina
resmeden değil, fakat bir bina vücuda getirendir. Nitekim hakiki insan da
sözüyle değil, fiili ile tanınır. Muhteşem tavırlara ve parlak sözlere
bakmayınız. Fedayı nefs fiilde gerçekleşir. Cüret, sabır ve aşk fiilde kendini
gösterir. İnsan işbaşında anlaşılır. Büyük insanı tanımak istiyorsanız,
kastınız basit bir görünüş altından zengin bir hazineyi meydana çıkarmaksa,
parlak söze değil, feda edilmiş hayata bakınız.
Hak yolunda yürüyünüz! İnsanlık sevgisiyle,
başarma ihtirasıyla ve inancın verdiği cüretle ilerleyiniz. Yolunuzun üzerinde
bazen güller ve çiçekler vardır. Fakat çok defa dikenlerle, bataklarla
karşılaşacaksınız. Biliniz ki onlar hakiki insanın gözünde bulunmaz bir
nimettir.
Zulüm ve kahır devirleri ruhlar için bir
imtihan meydanıdır. Orada kuvvetliler zayıflardan, imanlılar imansızlardan
ayırt edilir. Hakkın yolu orada başlar. Ölümsüzlerin ve dünya malına
bağlananların yolu orada sona erer. Kimi, zulmü görünce cüretinden pişman
olacak, ağlayacak ve dâvasından zilletle vazgeçecektir. Kimi, kahra uğrayınca
aczini itiraf edecek, terk ettiği dostlarından af niyaz edecektir. Ve kimi,
âkıbetinden yılacak, cefaya katlanamayacak, kendini kurtarmak için dostunu
düşmanına teslim edecektir. Kimi, dehşetinden yeise düşecek, bütün ümit ve
neşesini kaybederek perişan olacaktır. Fakat büyük ruhlar için zulüm, cidâl
zevkini ve zafer sevincini körükleyen bir rüzgârdır. Onlar, kahrı ve cefayı,
ateşler içinden geçen bir semender[80] gibi daha canlı ve daha hararetli kat edeceklerdir.
Orada insan, mahşer günü gibi ruhunun bütün çıplaklığıyla kalacak ve hakiki
olan sahtesinden ayrılacaktır. Zulüm ve kahır devirleri ruhlar için bir imtihan
meydanıdır.
Çevresine kul olmak, vehim ve hayal içinde
kalmaktır. Fakat çevresini inkâr etmek, kırılmak ve bütün başarı ümitlerini
kaybetmektir. Çevrelerinin kör kuvvetine boyun eğenler, sürülerin hırsına âlet
olmuşlardır. Fakat çevresinden gafil olanlar yeisten yeise düşerek perişan
olmuşlardır.
Çevresini tanımak gerektir! Onunla her zaman
dirsek temasını sağlamak ve kütleye hâkim olmak gerektir. Yaban ahlatını
ıhlamur sanan, yalancı taşlara elmas diye bakan hayal kırıklığına uğrayacak ve
kırılacaktır. Bastığı toprağı tanıyan az adım atacak, fakat her halde
atacaktır. Hiçbir yere dayanmayanlar asla başarı kazanamayacaklar, dayandığı
yeri bilmeyenler mutlaka bir gün çökeceklerdir.
Büyük ruhlar hangi maksat ardından koşsa yine
büyüktür. Değer söylenen sözde değil, söyleten kuvvettedir. Hangi dâva ardından
koşarsa koşsun, ruhun cüreti, aşkı ve samimiliği o dâvayı ilâhi ve ebedi
kılmaya yeter. Ve en temiz fikirler, en büyük hakikatler kindar, kibirli ve
sahte insanların elinde paçavra haline gelmeye mahkûmdur.
Hak yolu, her devirde ve her yerde birdir. O
yoldan geçen fikrin bizce ne farkı var! O yoldan geçmeyen fikrin bizce ne
kıymeti var!
Gafil bu kitabı fazla davalı[81] bulacak ve belki peygamberlik yapıyor diye hücum
edecektir.[*15] Ona deyiniz ki: Bu kitabın dâvası, yalnız fazileti
aramaktır. Ve bir kısmı da onu yanlış görecek, burada bir filozof, bir edip
veya bir heveskâr eseri arayarak vehim ve hayale kapılacaktır. Sırmalı ulemalık
onları gaflete düşürmüştür. Bu kitap şiir değildir. Bu kitap bilgelik taslağı
ve sözde felsefe[82] değildir. Bu ancak ruhun kitabıdır ve yalnız insana
hitap eder.
Gömleği olmayan mutlu adam neye yarar? Bize
gömlekli mutluluk lâzım! Biz kötülüğe gücü olmadığı için iyi olan insanı
istemiyoruz. Biz köşesinde oturan ve zayıflığından kimseye zararı dokunmayanı
değil; güçlü olanı, sonsuzca isteyeni ve bundan dolayı iyi olanı arıyoruz.
Siz bana ruhu zayıf, ihtirası zayıf insanlar
gösteriyorsunuz ve, işte bak, erdemli adam, diyorsunuz. Ben o fazileti ne
yapayım? Siz bana ruhu kudretli ve ihtirası büyük insanlar veriyorsunuz: Fakat
o ruh hilekâr akla ve o ihtiras zehirli bir oka çevrilmiştir. Ben o aklı ne
yapayım?
Ruhun olgunluğu ihtirastadır. İhtiras, bir şeyi
kuvvetle istemek ve yapmak demektir. Büyük şeyler isteyen fakat yapmasını
bilmeyen âcizdir. Güçlü olsa da ne istediğini bilmeyen, hislerine yenilmiş ve
eksik insandır. Eskiler yalnız, fiile geçmeyen ve istekte kalan fikir adamları
yetiştirdiler. Çocukça hevesleri arkasından kütleleri uçuruma sürükleyen
fikirsiz fiil adamları yetiştirdiler. Bu iki insan birbirine yabancı ve düşman
kaldı: Fikir boş yere feryat etti ve fiil delice, halkı birbirine kattı. Yirmi
asrın bu eski derdi bugün de kapanmış değildir. Yine güçsüz ve tesirsiz fikir
adamı, yine fikirsiz ve boş sözle halkı sürükleyen siyaset adamı dünya yüzünde
sürüp gidiyor.
Ya fikir gerçekleşmek istedi; fiilin koruması
altına girdi. Fakat zavallı fikir kafasız fiilin elinde oyuncak oldu. Ve onun
düşkünlüklerine, yalanlarına, mevhumelerine âlet olma zorunda kaldı. Ya da binde
bir, bu gücü kendi yarattı!
Ruhun olgunluğu istemek ve yapmaktadır. Kafa
yumruğa kölelik edince, bütün asaletini kaybedecektir. Yumruk kafanın hükmünü
asla kabul etmeyecektir. Biz bu iki eksik hakikati ruh ve bedenin bütünlüğünde
birleştirmek istiyoruz.
Okyanusun içinde fırtınaya tutulmuş bir
gemideyiz. Küreklerimiz kırılmış ve yelkenlerimiz uçmuştur. Kaza kayalarına
çarpıp yıkılmak ve dalgaların içinde kaybolmak belki de kaderde yazılmıştır.
Artık oturup inci dizemeyiz. Güzel sözler, hayali fikirler için kaybedilecek
vaktimiz yoktur. Biz zaafın ve miskinliğin faziletini değil, ruhun ve kudretin
faziletini istiyoruz. Biz vaaz eden, nasihat eden ahlâkı değil, fakat güçlü
olan ve dünyanın düzenini değiştirecek ahlâkı arıyoruz.
Nefsi yenmek, onu kudretli kılmak içindir. Onun
zaaflarını öldürerek yalnız aşkını, kudretini hâkim kılmak içindir.
Yazık o alaycılara ki aşkı inkâr ederler; onu
bir hastalık ve bir vehim gibi görürler.[83] Aşk bütün ruhtur. Bütün bir hayattır. Tabiata, sonsuzluğa
susamaktır. O olmasa medeniyetin ne manası kalırdı! İlim onun eseridir, sanat
onun eseridir. Düşünce ve hakikat onun yapısıdır. İnsanlık onun âbidesi
olacaktır. Bırakınız insan sürüleri ondan gafil[84] yaşasın; ve korkanlar, ümitt edenler, kibir ve
nahvete kul olanlar aşkın lezzetini duymasınlar. Fakat bize o ateşte nefsini
feda edenler yeter! Çünkü onlarla biz donmuş kalıpların içinde uyuyan ruhu
uyandıracağız. Sahte bakışların arkasında saklanan günahı ilân edeceğiz. Ve hakiki
kuvvetin nerede olduğunu göstereceğiz.
Ruhun ölmezliği bize ne lâzım! Çünkü o bizi
ümit ahlâkına götürür. Biz ne cennet, ne saltanat ümidiyle yapıyoruz. Biz
yalnız aşk için ve aşk ile yapıyoruz. Biz iyiliği seviyoruz ve ancak sevdiğimiz
için onu icra edelim diyoruz. Bize ruhun ölmezliği değil, fakat ebediliğe âşık
olan ruh lâzım!
Dostlarınıza karşı zekânızı kullanmayınız.
Fakat bütün ruhunuzla hitap ediniz. Ruhun bu zehirli silâhını yalnız madde ve
tabiat için saklayın! Biliniz ki zeki görünmek emeli kibir ve nahvetinizi
artıracak; tenkit ve istihza ruhlarınız arasında uçurumlar açacaktır. Yine
biliniz ki zırhlarına bürünen silâhşor, kuvvetine güvenemeyendir. Ve sahte
zekânın arkasında saklanan insan, ruhunda kudret olmayandır.
Hayatı bir oyun gibi alınız! Oyun, tehlikeden
zevk almak, mihnette neşe bulmaktır. Tabiatın ahengine arzularını uydurarak,
ruhunun veznini eşyadan çıkaran çocuk gibi siz de vakaların dalgaları
karşısında kendinizi tutmadan, onları aşmanın sevincini duyarak aşınız.
Oyun, zafer sevinci içinde engelleri görmemek
ve küçük hezimetleri büyük neşeler içinde aşmaktır. Hayatınızı asla bir
vazifenin ifası veya bir emrin icrası gibi almayınız. Fakat ona içinizden gelen
ve tabiatın ahengini tamamlayan bir arzunun zaferi diye bakınız. Küçük hezimetleri
büyük zaferinizin sevinci içinde aşınız! Çünkü hayat bir oyundur ve oyun
muzaffer olmanın sevincidir.
Sözlerime büyük bir filozofun dediklerini
katıyorum. Descartes bir “metot” düşünürüdür ama, Prenses Elisabeth’e
mektupları bu konuda düşündüklerini özetliyor: [*16]
İnsana
kendi hakkında gerektiğinden daha iyi bir kanaat besleten gururun, ancak zayıf
ve aşağı ruhlara ait bir eksiklik olması, kuvvetli ve iyiliksever ruhların
kendilerini hor görmesini gerektirmez. Fakat insanın üstünlükleri kadar
eksikliklerini de tanıyarak kendi hakkında doğrulukla hüküm vermesi gerekir.
Descartes, Ahlâk Üzerine Mektuplar
Bilinmesi
gereken ikinci şey ruhumuzun tabiatıdır. Kendimize halkın bir parçası gözüyle
bakınca herkese iyilik etmekten zevk alırız. Gerekirse başkasının iyiliği için
hayatımızı tehlikeye koymaktan bile sakınmayız ve daha ileri giderek,
başkalarını kurtarmak için, elimizde olsa, ruhumuzu bile feda etmek isteriz.
İnsanların yaptığı bütün kahramanlıkların kaynağı ve kökü işte bu düşüncedir.
Övülmeyi umdukları için gururla yahut tehlikeye aldırış etmedikleri için körü
körüne ölümü göze alanlar, beğenilmekten çok acınmaya lâyık kimselerdir. Fakat
bir kimse vazife için hayatını tehlikeye koyduğu, başkalarının iyiliği için
kötülüğe katlandığı zaman, bir parçası bulunduğu millete borçlu olduğu için
yaptığını düşünmese bile yine bunu müphem bir düşünceyle yapmaktadır.
Elisabeth’e Mektup
Ahlâk (Eylem) Meselesi
“Kaybeden kazanacaktır.”
“Hayatını bulan onu kaybedecek ve
Ruhunda hareket ihtiyacı olan boş
durmayacaktır. İmana susamış olan inanacaktır. O bir iş bulacak, yoktan kendine
mevzu çıkaracak ve asla can sıkıntısından, boşluktan şikâyet etmeyecektir.
Kendine bir rehber ve mürşit[85] bulacak, bir fikir arkasından koşacak, mutlaka
inanacaktır.
Asla inanmayanlar, hiçbir gün bir inanca
ulaşamayanlar, bir fikre köle olup körü körüne sürüklenenler gibi, biliniz ki
hasta insanlardır. Bunlar daima şüphe içinde kıvranacaklar, hiçbir neticeye
varmadan yollarda kaybolacaklar; ruhlarındaki azabı insanlara hücum ile
örteceklerdir. Yazık o insanlara ki cehennemi yeryüzüne indireceklerdir. Bir
fikre, bir kuru söze kul olup körü körüne inananların hali onlardan da fecidir.
Çünkü bunlar, içlerindeki ışığı söndürmüş olanlardır. Ruh için, hürriyet
yaratıcı düşünce için, büsbütün mahvolmuş olanlardır.
İnanmak, varlığın birliğine ulaşmaktır. İlmin
dışında âlem bırakmamaktır. Ruhu parçalamaktan kurtarıp zaruretler yolundan
hürriyete kavuşmaktır.[86] İnanmak yetkinliğe (perfection) doğru yol almaktır;
hakikati görmek ve dünyaya hâkim olmaktır. Yanılmalar içinde kıvranan ruhu,
kurtuluş kıyısına çıkararak maddeye, hayata ve cemiyete hükmedecek yolu
kazandırmaktır.
İlimle imanı ayıran, hayal kurucu olarak
kalacaktır.[87] Ruhunu parçalara bölecektir. Çelişmelere[88] düşerek kendi kendini yok edecektir. Dogmatik imanı
yüzünden ilmi kuvvetten düşecek, aşırı derece daraltılmış bilgisi yüzünden
imanını temelsiz bırakacaktır. İlim onda, “Ben âcizim, hakikat için neye
yararım!” diye bağıracak; ve iman onda hayaller gibi bulutlarda gezecektir.
Sonunda ilmi, bir yapı iskelesi gibi yıkılacak ve imanı bulutlarda kalınca bir
çocuk balonu gibi onu terk edecektir.
İlimle inancı birleştirense hakikate
ulaşacaktır. Ruhu, bütün halinde kişilik olacak ve tabiatla, insanla, duyuları
aşan varlıkla diyalektik karşılaşmadan biteviye genişleyen kendi varlığını
yaratacaktır. İlmi, aynı zamanda onun inancı olduğu için şüphe ve acz içinde
yıkılmayacak; inancı, bir yandan ilmi olduğu için, asla boşlukta kalmayacak ve
onu terk etmeyecektir.
İlimle imanı birleştiren kimse, bütünlüğe,
birliğe, insanlığa ulaşandır. O, yalnız bilen değildir, yalnız inanan da
değildir. Hepsinin üstünde o, gerçeklerin bütünlüğünü iç ve dış gözü ile
görendir.[89] Ruhunda hareket ihtiyacı olan daima arayacak ve
içinde inanma ihtiyacı olan arifliğe ulaşacaktır.
Arif hakka ulaşandır. Akıl ile duyguyu
birleştirendir. İlimle imanı uzlaştırandır. Vatanda insanlığı ve insanlıkta
vatanı görendir. İdeal ile gerçeği, olanla olması gerekeni, yerle göğü bir
kılandır.
Arif, çokluğu bilen, birliğe inanandır ve bu
çokluğu birlikten çıkarandır. İnsanlık sıfatıyla vatana değer verendir.
İnsanlığı vatan için değil, vatanı insanlık için bir merhale gibi görendir.
Tarihi gelecek ile, hatırayı ümit ile, vatan sevgisini insanlık aşkıyla bir
kılandır. Arif için tabiattan başka tapacak ve aşktan başka kanun yoktur.
Hakikati arayınız! Bıkmadan, usanmadan,
biteviye arayınız. Çünkü hakikat bu arayıştadır. İrfan bilgiye doymamaktır.
Ermek, asla ulaşılmış olmamaktır. Kader, hedefe erişmiş olan hak ile ona ermek
için duyulan aşkı işaret ederek, “Bunlardan birisini seçiniz!” demiş olsaydı,
tereddütsüz, “Bana aşkı ver, çünkü sonuna ermiş olan hak yalnız sana
mahsustur,” derdim.
Hakikati arayınız!.. Vardığımız hiçbir noktaya
son menzil gözüyle bakmayınız. Biliniz ki yol, asıl ondan sonra başlayacaktır.
Siz bir serabın arkasından koşup hiçbir şeye ulaşmayan hayal kurucu değilsiniz.
Siz hakkın yolcularısınız! Sonsuz tabiattan, her gün yeni kıtalar fethedecek ve
hakikat yolunda her gün bir adım daha atacaksınız.
İsteyen mutlaka yol alacaktır. Arayan her halde
bulacaktır. Siz bir kere hakkı isteyiniz: Er geç yolunuzda o sizin karşınıza
çıkacaktır.
Hakkın yolunu bulan, “Hak bendedir!” diye
bağırmayacaktır. Rehber olan, size sırlar âlemini açacağım demeyecektir. Fakat
içinize ateş düştüğü zaman onu arayıp bulacaksınız. Sel olduğunuz zaman ummana
karışmak isteyeceksiniz. İmana susadığınız zaman bir kaynaktan onu dindirmek
için koşacaksınız. Fırtına gibi coştuğunuz zaman, bir rehberin sevgisinde sükûn
bulmak için onu gönülden dinlemeye rıza göstereceksiniz.
Bırakınız, dünya cehenneminde ruhları
kavrulanlar her şey kemâle varmış, her şey hallolmuş sansınlar! Fakat siz her
gün yeni baştan yola çıktığınızı biliniz ve hak yolunu arayınız. Çünkü arayan,
rehberini bulacaktır; ve rehber, ruhunda ateşi sönmüş olanlara, “Geliniz size
yol göstereyim!” demeyecektir.
Ruhlarınızın arasında Çin setleri vardır, gûr
hufreleri açılmıştır. Hanginiz başvurduğu kalpten cevap aldı? En derin
yaranızla feryat ettiğiniz zaman en yakın dostunuz biliniz ki, içinden başka
nağmeler dinliyordu. Teselli bekleyenin sedası kayalarda parçalandı. Ruhunu
açmak isteyen kahra uğramıştır. Ümit eden, yeise ve hüsrana düşmüştür. Bir kör
dövüşünde yaşıyorsunuz. Yeise ve hüsrana düşen ya köstebek gibi kendi içine
katlanıp kalacak, ya ateşini bir kabukla örtecek, mahvolmamak için sürüngenler
gibi zehrini dışına akıtacaktır.
Ey terk edilmiş ve ey kırılmışlar! Şefkat
aradınız, fakat sizde cefanın hıncı var. Dostluk beklediniz, sizde ihanet azabı
var. Ruhlarınız birbirine uçurumlar ve Çin setleriyle kapalıdır. Siz affetmeyi,
sevmeyi, çoktan unuttunuz. Sizde yalnız yeis ve intikam kalmıştır. Siz
ezilenler ve ezenlersiniz. Siz kahredilen ve kahredenlersiniz. Ve siz zulme
uğradığı için zulmedenlersiniz. Kırıldığı için kırmak isteyenlersiniz.
Yalnızlığın ıstırabını duyanlara acıyınız.
Çünkü onlar hakikaten acınmaya lâyıktır. Şehirlerin cehennemi gürültüsü içinde,
insanların, eşyanın, fikirlerin arasında onlar, münzevi çöl sakinlerinin
yalnızlığını ve ıstırabını duyarak yaşarlar. Cemiyetin ortasında cemiyetten
uzaktırlar. Dertlerine ortak bir dostları yoktur; ümitleri yoktur, aşkları
yoktur. Onlara son nefesinde bir damla su verebilen bir el yoktur. İçlerine
kapanarak, gecelerin hüznüne bir sevgiliye sarılır gibi sarılırlar.
Karanlıklar, sokaklar ve kahvehane peykeleri ruhlarının gölgesidir. Yalnızlığın
azabını duyanlar cemiyete ısınmak isterler, fakat sokulamazlar. Cemiyetten
kaçmak isterler, yalnızlığın dehşetine katlanamazlar. Ne onunla beraber, ne
ondan ayrı kalırlar.[90] Bu uçsuz bucaksız dünyanın içinde kendilerini terk
edilmiş görürler. İnsan, tek başına bir cemiyet olandır. İçinde bütün bir âlemi
taşıyandır. Kütlelerin ortasında fert olarak kalandır; dağ başında ruhuyla bir
cemiyet yaratandır. Bütün güç ve gayretinizle bu insanı arayınız! Yalnızlığın
azabını duyanlara acıyınız!
Terk edilen ve kırılanlar, ezilenler ve
ezenler, kahra uğrayanlar ve kahredenler! Ruhlarınız birbirine Çin setleriyle
kapalıdır, içinizde yalnızlığın acısından başka ne var?
Kalpleriniz kararmadan önce, cefa ateşinde kül
olmadan önce hakikati arayınız! Aradan benliği kaldırınız. Her türlü ikilikten
vazgeçiniz. Birliğe ulaşınız; ihtiras haline geliniz. Tabiatla ruhu aşkta
birleştiriniz. Arzuların size değil, sizin arzulara bağlı olduğunuzu biliniz!
Bir serap olan iradenizi gözünüzden siliniz. Ben istiyorum demeyiniz, fakat
ruhun iktidarı istiyor deyiniz. İhtirasın ve aşkın, içinizdeki “kader”
olduğunu; muktedir olan ve yapanın siz değil, ancak ruhun kaderi olduğunu
takdir ediniz. Biliniz ki, tabiat bir vahdettir ve ruhun kaderi bu vahdetin
parçasıdır. Hislerinde kalan kendi içine kapanacaktır. Düşünceye yükselen
ruhunu âlemle birleştirecektir. Duyularda kalan âlemi çokluk halinde görecek,
mefhuma (concept) yükselen birliğin şuurunu duyacaktır. Düşüncesinin kudretiyle
duyularını mefhumlara bağlayan birlikte çokluğu bulacaktır.
Arif, duyularından başlayıp düşünceye
yükselendir. “Algı”larını (perception) mefhumlar âlemiyle mezcedendir.
Cemiyetin yekpâreliğine özel renkler katan ve kişilikler yaratandır. Ummanın
dıştaki dalgalanmaları altından birliğin sonsuz sükûnunu bulup çıkarandır.
Yolunu arayan rehberini bulacak, birliğe varan ruhunun kapılarını bütün âleme
açacaktır.
Âlem sürekli değişme ve olmadadır. İnsanlık bu
oluşun son haddidir. Size derim ki hak görünende tecelli eder. Ve insanlık
bütün güçlerin meydana çıkışıdır. Bütün tohumların açılmasıdır. Hak, insanda
zuhur edecektir; çünkü insan, olan değil, olması gerekendir. Gerçek değil
idealdir. İnsanlık, şimdi bu anda yoktur, ancak olmaktadır ve olacaktır. İnsan
bir kemâl değildir, ancak bir varoluş[91] ve bir oluştur.[92] Biz, “nüsha-i kübra” olan insan-ı kâmil olmak dâvasında
değiliz. Fakat, insana ulaşmak istiyoruz. Ve dâvamızın bütün değeri bu
istektedir.
Rehber, yolunu arayanı aramayacaktır. Fakat
yolunu arayan, kendi rehberini bulacak, ondan ihtirasını doyuran bir konu
alarak ruhundaki boşluğu doldurmak için iman isteyecektir. Rehberin bütün
çabası içine ateş düşen; cüreti, ihtirası ve aşkı uyandırılmış olan yol arayana
irfan vermektir.
İrfan vermek, akılla duyguyu birleştirmektir.
Tabiatla nefsi birlik haline koymaktır. Ruhu azabından kurtarıp âlemle temasa
getirmektir. İçindeki kudretin, tabiat denen bütünden bir parça olduğunu
görmektir. Her yerde ve her şeyde o kudreti bulmaktır. Aynı zamanda irfan,
nefsi tabiatın potasında erimekten ve ruhu toplumun ocağında yanmaktan
kurtarmaktır.
Hakkın, ne fertte ne cemiyette olmayıp çoklukta
tecelli eden birlikte, insanda tecelli eden insanlıkta, hâsılı birliğe ermiş ve
iç hürlüğünü kazanmış olan kişilikte olduğunu telkin etmektir.
Kişilik insanın kemâlidir. İhtirasını irfan ile
süsleyen ruhtur. Hakkı cüretle gerçekleştiren, imanı fiil haline koyan varoluş
(existence) ahlâkın varoluşudur. Ve bundan dolayı onun en önemli vasfı
“ahlâkilik”tir. Ahlâklı olmak, imanını dünyaya yaymak, irfanını fiil haline
koymak demektir. Bu ise, ruhu kudretli olmakla kabildir. Ruhunda cüret ve aşk olmayanın
irfanında değer yoktur. Onun kişiliği yoktur, kişi olmamıştır, ahlâki varoluş
değildir. O, boş bir kalıptan, ateşi sönmüş bir ocaktan ibarettir. Ruhunda
kudret olan, irfan kazanmaya adaydır. Çünkü o, yolunu arayandır, sevendir.
Kendinden geçmesini, ideal uğruna kendini feda etmesini bilendir. Çünkü o, kişi
olma yolunu aramıştır ve hakikaten ahlâkı sevmiştir.
İrfan isteyen, ahlâkı seven, varlığın
bütünlüğüne kendini verecektir. Kendini vermek, ferdi iradesini silmek
demektir. Tabiatın bir parçası olan ruhun kaderine rıza göstermek demektir.
Kendini vermek, birliğe ve tabiatın kanunlarına bağlanmak; düşkünlüklerin ve
vehimlerin zincirlerinden kurtulmak, üzerinden benlik yükünü silkip atmak
demektir. Kendini vermek, ruhun gerçek hürriyetine, “Nirvana”ya ulaşmak
demektir. İrfan isteyen, rehberin şahsına değil, onun temsil ettiği birliğe ve
hakikate kendini verecektir.
İrfanın ilk adımı kendine bakmaktır. İçindeki
âlemi gören, dışarıdaki âlemi de anlayacaktır. Bu adım, menzillerin en
müşkülüdür. İnsan uzun müddet yanlışta dolaşmadan doğruya varamayacak; çok
zaman eşyaya gafletle bakma yüzünden kendine dönemeyecektir. Zaten kendine
dönüşün bütün değeri bu noktada değil midir? Yolunu arayana, rehberin vereceği
ilk öğüt budur: Kendine bakan orada bir âlem görecektir. Tabiatın bir
parçasını, öbür kısmı eşya olan birliğin bir cüzünü, ruhun kaderini bulacaktır.
O anlayacaktır ki: Ruh bir ayna ve bir akis
değildir. Bir mevhume ve bir hayal değildir. Bir gölge ve bir görünüş değildir.
Ruh tıpkı enerji gibi, hayat gibi bir faaliyet ve gerçektir. Sonsuz oluş
halindeki varlığın bir cüzüdür. Ruhun hakikatine böyle inanan ve onu eşya gibi
açık gören için âlemin manası değişmiştir. Bir göz hastalığına uğrayanlar için
eşyanın yarısı silinmiş olduğu gibi, hayallere[93] kul olup kendine bakmasını bilmeyenler için de
hakikatin yarısı kaybolmuştur. İşte bu, ruhun hakikatidir.
Şuuru aşan gerçeği vehim sayan idealistlerin,
maddeden başka bütün gerçeklere gözlerini kapayan maddecilerin, ruhu ayrı bir
cevher ve içe kapanmış bir âlem farz eden iki âlemcinin,[94] sırlar ve hayaller gibi maddede manevi güçler gören
ruhçuların[95] gafletinden kaçınınız. Çünkü gördüğümüz, eşyanın
hayali değil kendisidir. Perdenin öbür yanında kuklaların ipini çeken yoktur,
esrar ve meçhul yoktur. Ruhun dünyaya çevrilen faaliyetidir ki, bize hakikatten
sahneler açar.
Eşya nasıl hak ise ruh da öyle haktır.
İnsanlıkta kemâlini bulan âlem ruhla bedenden ibaret bir bütündür. Hak bütündedir
ve birlik görünüşte tecelli eder. Tekrar edelim: Ne bu âlemin dışında taht
kurmuş, ne de maddenin içerisine gizlenmiş ayrı bir âlem vardır. Perdenin
arkasında kuklaları oynatan esrar ve üstünlük yoktur. Bizi uydurma hayaller
içinde bırakan, bize hükmeden bir bilinmez değil, ruhumuzun ışığı altında her
gün daha çok aydınlanan ve bizim hükmettiğimiz bir bilinmez vardır.
Ruhu eşya gibi bir hakikat olarak görünüz!
Tıpkı şu tuttuğunuz kalem gibi, biliniz ki, ruhunuz da bir varlıktır. Taşın
düşmesi ve suyun kaynaması nasıl bir gerçek ise ruhunuzun her hamlesi ve her
eylemi de öyle bir gerçektir. Dikkatiniz, cehdiniz, ihtirasınız, cüretiniz,
aşkınız tabiatın birliğini tamamlayan birer unsurdur. Bunlar vehim değildir,
gölge değildir. Tabiatın paraziti veya tabiat galatı değildir. Gafil der ki:
Ben ruhu nerede bulayım? Her yerde eşya görüyorum. Cansız, canlı ve zümreli
tabiatta yalnız eşya ve eşyanın değişmeleri var. Kendime bakınca orada ancak
bedenimi ve onun değişmelerini, yine eşyayı, yine eşyayı görüyorum. Fikirler
gölge halinde eşyadır; değerler mevhume halinde eşyadır. Ben ruhu nerede
bulayım? Her yerde yalnız eşya ve onun gölgeleri var. Fakat bu söz yanlıştır.
Âleme ibret gözüyle bakınız. Gölgeyi değil, ışığı görünüz. İhtiras tabiatın
çiçeğidir. Dikkat, âlemin bir unsurudur. Aşk, oluş halindeki birliği tamamlayan
son sözdür.
Mum dibine ışık vermez. Bütün âlemi aksettiren
ayna yalnız kendini aksettirmez. O ancak başka bir aynanın içinde kendinden
haberdar olur. Fakat ruh, varlığından habersiz bir ışık değildir. Ruh bir ayna
ve bir akis değildir. Eşya ile kendisinden ibaret birliğin şuurudur. Eğer biz
çok defa kendimize dönemiyorsak ve her şeyi bildiğimiz halde yalnız kendi
kendimizden habersizsek, bunun sebebini dışımızda aramayalım. Düşkünlüklerine
ve kuruntularına esir olan asla kendini varlık gibi göremeyecektir. Günün
ayrıntılarına bağlı kalan, kendini onların içinde kaybedecektir. Hâdiselerin
çokluğu arasından kurtularak kaç kere ruhunuzun birliğine dönebilirsiniz? Siz,
teknesi bin yerinden rahne almış gemiler gibi, her zaman günlük tasaların
salgınında kalacaksınız. Size, kendinize dönünüz, demekle eşyaya sırtınızı
dönünüz, mana halinde yaşayınız, demiyorum. Fakat, bir an için eşyanın
hükmünden kurtulunuz. Ruhunuzda nedamet, vicdan azabı, hatıra, keder ve
kırıklık şeklinde devam eden eşyanın izlerinden bir an için sıyrılarak, bütün
bu dalgaların altındaki ummana bakınız, diyorum. Yıllarca hâdiseler içinde
yolunu kaybettikten sonra bir dem murakabe[96] ile kendini bulan insan bütün hayatını kazanmıştır.
Murakabe, eskiye göre nefisle baş başa kalmak,
mahşerde iki eli kanda olsa her şeyi terk etmek ve yalnız hakkı dinlemektir.
Murakabe, ruh ile ruh olmak için dünyayı, ukbâyı ve terki terk etmektir.[97]
Eskiler hakka varmak için hak olmayanı terk ile
başlarlar; dünya ilgilerinden vazgeçmeyi, arzuları öldürmeyi, yaşama tasası
adına her ne varsa bırakmayı teklif ederlerdi. Ben derim ki, murakabeye varmak
için hiçbir şeyin terk edilmesini istemeyiniz! Fakat en büyük arzu ile ruhu
isteyiniz. İhtirasınız, cüretiniz ve sevginiz o kadar sonsuz olsun ki, dünya
faydaları, vehimler, korkular, pişman oluşlar ve kırılışlar sizden uzak ve terk
edilmiş kalsın...
Nefsine hükmetmesini bilen cihana hâkim
olacaktır. Nefsine hükmetmek, tutkusunu ve sevgisini ruhunun mihveri yapmaktır.
Küçük menfaatlerini, huzur ve saadetini, korkusunu, ümidini, gurur ve nahvetini
ayaklar altına almak ihtirasının aydınlığı yanında onları karanlıkta
bırakmaktır. Nefsine hükmetmek, asla arzularına zincir vurmak ve kendine
cebretmek değildir. Böyle yapan, içindeki gücü öldürecek ve bedbaht olacaktır.
Fakat, maddeye ve cemiyete köle olmaktan kurtularak, düşkünlük bentlerini yıkan
bir ruh, sel olup taşacak, yatağını kendi kazacak, akacağı yeri bulacak ve
mutlaka zafere ulaşacaktır.
İrfanın ikinci adımı kendinde aşkı görmektir.
Aşk, ruhun olgunluğudur. Hem zaafıdır hem kuvvetidir. Lütfudur ve şiddetidir.
İnsan onunla, cehennemin lezzetini tadar ve bela tacını giyer. Cefadan safa
umar ve ölümde hayat bulur.[*17]
Aşk, vuslattan uzak olmaktır. Ona asla
erişememektir. Visâli, vasıl olmamak için istemektir. Yanmaktan ve yanmaktan
zevk duymaktır. Âşık, vuslatı istemez, çünkü ulaşılmazı istemiştir. Âşık ümit
etmez, çünkü en büyük zevki bulmuştur. Âşık sevdiği için övünmez, çünkü
kendinden geçmiştir. Vuslatı ve sona ermeyi uman âşık değildir. Aşkıyla övünen
âşık değildir.
Aşk, âlemi kendinde gören ihtirastır. Aşk,
gözleri açılmış ve varlığın oluşunu kavramış olan ihtirastır. İhtiras gizli bir
hazinedir ki, aşk halinde aydınlığa çıkar. Gizli ve karanlık varlık öyle bir
derin birliktir ki, âlemin çokluğunda kendini keşfeder. Nihayetsiz bir
kaynaktır ki, ruhun bütün hamleleri ondan kuvvet alır.
İhtiras, bir hedefte sona ermeyen, tatmin edilemeyen,
çıkar ve fayda aramayan arzudur. Uzviyetin arzuları uzvi ilgiden doğacak ve
hedefe ulaşınca sona erecektir. Cemiyetin arzuları da bir gayenin, bir değerin
gerçekleşmesini bekleyen emirlerdir. O, gaye gerçekleşince sona erecek ve
tatmin edilecektir.
Açlık yemekle ve susuzluk içmekle giderilir.
İyilik halka hizmet içindir. İyi kimse, cemiyete faydası olan, kötü kimse
cemiyete muzur olandır. Doğru söz, bir cemiyeti tatmin edendir. Yanlış, o
cemiyeti ruhça bozandır. Güzel, cemiyet için hoş gelendir. Lüzumlu, cemiyete
fayda verendir. Cemiyet değer hükmü demektir. Ve değer hükmü, ilgiler uyandırıp
tatmin ile sona eren müspet ve menfi sosyal arzulara dayanır.
Yalnız ihtirastır ki, gayesi kendinde olduğu
için gayesiz,[98] tatminsiz, fayda gütmez arzuları doğurur. İhtirastır
ki uzviyet ve cemiyetin bağlarından kurtularak ruha hürriyet verir.
İdeal eğer zamanın üstüne çıkmak, dar sınırları
aşarak bütüne ve evrensele yönelmek[99] demekse, yalnız sevgi ve onun gelişmesinden doğan
insanlık ideal olabilir.
Ahlâk eğer benliğinden geçmek, benciliği aşarak
imanını bütün zamanlar, bütün mekânlar için düstur olacak bir fiil haline
koymak demekse, yine yalnız ihtiras ve yalnız aşk üzerine kurulan bir ahlâk
olabilir; ve bu ahlâkın binası yalnız insanlıktır.[*18]
Çünkü uzviyetin sonlu, sınırlı ve ölümlü olan
arzuları üzerine hiçbir ideal kurulamaz. Ve cemiyetin değişik, izafi ve indi[100] değerleri üzerine hiçbir sabit ahlâk kurulamaz.[101] Büyük dinler, ancak ihtirastan kuvvet almışlar;
insani ahlâklar yalnız aşk üzerinde kurulmuşlardır.
Korku üzerine kurulmuş ahlâk olamaz. Cehennem
korkusu ve kılıç korkusu, Allah korkusu ve kanun korkusu eğer bizi
düzeltecekse, bu düzelmenin gözümde hiçbir değeri ve insani ahlâk ile bir
münasebeti yoktur.
Dışımızdan gelen bir emre boyun eğmek ve
bağlanmak üzerine kurulmuş ahlâk olamaz. Bilmediğimiz bir yerden, bilinmezden
ve sırlardan gelen bir emre baş eğen ahlâk olamaz.
Çünkü bu, kişiliğini kaybetmek; sırlara ve
bilmeceye karşı, vahşiler ve çocuklar gibi, korku ile karışık bir saygı ve
çekinme duymaktır.
Ümit üzerine kurulmuş ahlâk olamaz. Uçmak
(cennet) ve gelecek ümidi, mağfiret ümidi ve şöhret ümidi; eğer vaat ettikleri
tatmin ve menfaatle bizi faziletli yapacaklarsa; bu vaatlerin bir hayal ve bir
tuzak olduğu anlaşıldığı vakit fazilet bitecektir. Veya bu ümitler tatmin
edildiği, sahte mutluluğa varıldığı ve şöhret temin edildiği zaman ahlâka lüzum
kalmayacaktır.
Benlik iddiasına dayanan ve gurur üzerine
kurulan ahlâk olamaz. Her şey bendedir diyen, hakikaten her şey eski
sahiplerine iade edildiği zaman bomboş kalacaktır. Gurur, birliğin azametini
bilmemektir. Tabiatın kaderinden gaflet etmektir. Ruhunu körletmektir; gurur,
irfansız olmaktır. Gurur ile ve gurur için yapılan bir hareket, ahlâka hizmet
etmek şöyle dursun, belki de insani ahlâka tecavüzdür.
Yalnız ihtiras, yalnız sevgi üzerine kurulmuş
bir ahlâk olabilir. Eğer yaptığımız hareketi ondan hiçbir fayda ve hiçbir
tatmin beklemeden yapıyorsak; yaptığımız hareketi yalnız içimizden gelen sonsuz
bir şevkin kudretiyle icra ediyorsak, bu hareket gerçekten ahlâki olabilir.
Büyük ülkücüler (idealistler) aşk ahlâkına
ulaşanlardır. Yarın insanlığı fiil haline koyacaklarsa, yalnız aşk ahlâkına
ulaşanlar olacaktır.
İhtiras ahlâkı, örf ve âdete bağlı olmayan,
zamanla ve mekânla değişmeyen ahlâktır. Sevgi ahlâkı, menfaate ve tatmine köle
olmayan, dıştan veya sırlardan gelen hiçbir emre boyun eğmeyen, yalnız içten
gelen mutlak emirlere, ruhun kudretine bağlı olan ahlâktır. İnsanlık ahlâkıdır.
İhtiras, ruhun uzviyet ve cemiyetten
kurtuluşudur. Bitmeyen faaliyete, daima aramaya, sonsuzluğa susamaktır. İhtiras
hedefini sonu gelmemek üzere istemek ve bunun için hedefine hâkim olmaktır.
İhtiras, asla düşkünlük değildir. Çünkü düşkünlük, hedefine kul olmaktır.
Maddenin, uzviyetin, cemiyetin belirli bir konusuna bağlanmak, onlardan
kurtulmaya çabaladığı halde kurtulamamaktır. Ayyaş düşkündür, kumarbaz
düşkündür, müsrif düşkündür. Servet, unvan ve şöhret meraklısı düşkündür. Kitap
ve koleksiyon meraklısı bazı hallerde ihtiraslı bazı hallerde düşkündür; ikbâl
ve mevki hırsına uğrayan düşkündür. Bunlar maddeye, uzvi eğilimlere, içtimai
konulara; zevk için, tatmin için araç olan şeylere esir olanlardır. Düşkünler,
tatmin edecek vasıtayı tatmin olunacak gaye haline getirenler; ruha sükûn ve
şifa verecek hazlara kendini kaptırarak onlardan cefa ve eza duyanlardır.
İhtiras ruhun kudretidir. Düşkünlük onun aczi ve miskinliğidir. Tutku yeryüzünün
cenneti, düşkünlük onun cehennemidir.
Uzviyet ve cemiyet birbirine zıt iki âlemdir.
Varlığın bütünü içinde bakılınca iki unsur, yalnız başına alınırsa iki düşman
ve çarpışan iki kuvvettir. Nitekim madde ile hayat bütün içinde iki tamamlayıcı
unsur, fakat tek başlarına iki rakip kuvvettir. Madde tembel kalmak ister,
hayat değişir, çoğalır. Madde parçalanır, hayat nesillerde sürer gider. Madde
her zaman aynı halde kalır; hayat gelişir, büyür ve ölür. Barutla ateş gibi,
geceyle güneş gibi, âlemlerin zıtlığı en fazla uzviyetle cemiyet arasında
kendini gösterir. Uzviyet, iştahlardan ve onların doyurulmasından ibaret bir
düzendir. Cemiyet ise, bir kısım meyilleri geliştiren, bir kısmını yasak eden
(maddi-manevi) bir baskıdır. Uzviyet arzudur, cemiyet arzuyu durdurmaktır.[102] Uzviyet doyum ve sükûndur, cemiyet emirdir. Bazı
meyiller vardır, cemiyet onları yasak ettiği halde uzviyet icra eder. Bazı
fiiller vardır cemiyet onların yapılmasını durdurur. Hâsılı uzviyet, cemiyetin
emirler ve yasaklardan ibaret “baskı”sına kendi düzenini uydurmaz: Ya cemiyetin
“baskı”sı uzviyetin “düzen”ini bozarak arzular ve hayallerde buhran doğuracak
ve bundan marazi şuur çıkacaktır,[103] ya uzviyetin düzeni cemiyetin baskısına uymadığı
için, sahte bir hayat doğuracaktır ki; bu suretle uzviyetin sükûnuna zıt gelen
cemiyetin emirleri sanki yapılmış gibi görünecektir. Ya da, yasak olmasına
rağmen, uzviyetin durdurmadığı temayüller sanki yapılmamış gibi
gösterilecektir. Sosyal görevin ağırlığı, uzviyeti ya buhrana ya da firara
götürecektir. İçtimai haramların şiddeti iştahlar ve içgüdüleri ya ihtilâle ya
da gizli tatmine götürecektir. İçtimai nezaket, “kamu sanısı”nın (opinion
publique) baskısı, duyulmayan şeyi duyar gibi göstermeye, yapılan hareketleri
örtmeye, duyulan hisleri kapamaya ve asla yapılmayan şeyleri icra ediyormuş
gibi görünmeye uzviyeti zorlayacaktır. Böylece, uzviyetle cemiyetin zıtlığından
ruhun bütün buhranları, fakat ondan daha ağır, ondan daha derin bir hastalık doğacaktır:
Yalan.
Yalan, tabiatın yüz karasıdır; birliğin düşmanı
ve Hakkın yanında şeytandır. Her ne kadar cemiyet tabiattan bir parça olduğu
için yalan, tabiatın mahsulü ise de, o kendi mahsulünden nefret eder. Tabiat,
birlik halinde asla yalanı doğurmaz. Ancak çokluk ve fark halinde bu yaratış
galatı meydana gelir. Hakkın aydınlığa çıkması için gerekir ki, yanlış vücuda
gelsin ve doğrunun görünmesi için yalan doğsun.
Yalan, insan iradesinin eseri değildir. İndi
bir söz, mevhum bir görüntü değildir. Yalan bir gerçektir. Tabiatın çokluk
halindeki buhranıdır. Eşya gibi, ruh gibi, bir gerçektir. Bir merhaledir ki,
tabiat ancak çokluktan bir daha birliği kazandığı zaman kaybolur. Uzviyet ve
cemiyet çatışmasının üstüne tabiatın tüm birliği ile çıkıldığı zaman kaybolur.
İhtiras ve sevgi halinde ruh, tabiatla sırdaş olduğu ve tabiatın lisanını
konuştuğu zaman kaybolur. Aşk halinde ruh, tabiatın birliğine tamamen uygundur.
Birlik haktır ve yalan orada güneş altındaki buz kitleleri gibi erir ve ortadan
kalkar.
Korkular, vehimler ve kuruntular cemiyetin
baskısı altında uzvi düzenin ilk isyanlarıdır. Korku, parçanın bütünden
habersiz olması demektir. Kendini aşmayı, fedayı bilmemesi demektir. Birlikten
gafil olması, fark içinde kalması, benlik dâvasından geçmemesi demektir. Çocuk
cemiyetten daima korkacaktır. Kişiliği olmayanlar, tamam olmak için başka
birine muhtaç olanlar korkacaklar, cemiyeti başlarında bir ejder ve bir heyulâ
gibi göreceklerdir.
Vehim, kendini tanımamak demektir. İçindeki
güce inanmamak demektir. Cemiyetin baskısını diyapazon gibi ruhunda bin defa
büyüterek bir bardak suda fırtına çıkarmaktır. Gölgesinden korkmak ve kendi
sesine mana vermektir. Vehim, hayatına bir yatak kazamamak, tereddütler,
kararsızlıklar içinde kalmaktır. Birlikten gafil olmak, fakat birliğe kurban
gitmektir. Kadere inanmamak, fakat kaderin elinde ezilmektir. Vehim, tabiatın
lisanından anlamamak; sabra ve zaruretler şuuruna ermemek, ihtirastan ve
sevgiden yoksun olmaktır.
Hüseyin, Kerbela yolunda menzil menzil
yüklerini attı. Bütün boşuna dostlarını bıraktı. Hak meydanına yalnız tutkusu
ve yalnız aşkı olanlarla girdi. Dehrin kötülüklerinden korkanlar, dost ne der,
düşman ne der, diyenler, bir vehme bin bahane bulanlar, benlik dâvasından
geçmeyenler, hak için, insanlık için mücadeleye girmeyip gurur ve bencilik için
gaza verenler, menzil menzil Hüseyin’i Kerbela yolunda terk etti. Ve bu yüzden
Hüseyin’in dâvası temiz kalmıştır. İnsanlık yapısına bir taş konulmuştur. Çünkü
yoldan dönenler ruha zincir vuranlardır. İhtirasın ayağına dolaşanlar ve aşkın
kanadını kıranlardır. Hüseyin’in dâvası temiz kaldı. Ve bu yüzden çölün günlük
saltanatı yerine insanlığın sonsuz saltanatına temel kurulmuştur.
Biz insani ahlâkı korku ve ümitten, vehim ve
kuruntudan, gurur ve övünmeden kurtulmuş olan ihtiras üzerine, sevgi üzerine
kuracağız.
Ruh ki sade ihtiras ve sade aşktır. İki zıt
âlemin çatışmasından doğan bir kıvılcıma benzetilebilir. Çekiçle örs arasından
çıkan parıltı gibi, kolektif baskı ve uzvi temayüllerin çarpışması sonunda yeni
bir gerçek doğmuştur: Buna biz ruhi faaliyet diyoruz. Ruh tabiattaki çözülmeyi
tamir etmiştir; farkları yine toplamış,[104] çokluğu birliğe çevirmiştir. Bu çatışmanın ilk eseri
sebepsiz devamlı heyecan (émotivité) ve duygululuktur. Cemiyetin hem sürekli
hem devreli olan baskısı, uzvi heyecanı devamlı ve temelli bir hale koymuştur:
Eski heyecanları baştan yaşamaktan hisler ve his-hatıralar doğmuş; uzvi
hayallerin devam edip yerleşmesinden hafıza ve hayal-hatıralar meydana
gelmiştir.
Cemiyetle uzviyetin çarpışmasından doğan ikinci
eser, hayal gücüdür. Doyurulmayan temayüller hayal hazinesini meydana getirmiş,
arzuların kolektif baskıya isyanı, fiile geçemeyen tasavvur şeklini almıştır;
uzviyet karşı hücumunu yapmış, fakat henüz saldırıcı ve faal olmamıştır.
Çekicin örse vurmasından çıkan üçüncü eser,
iradedir. İrade, cemiyet karşısında ferdin kurulmasıdır. Temayüllerin mertebeye
konulmasıdır. Arzulara dizgin vurulması, seçme ve tercih gücünün doğmasıdır; bu
merhaleyle uzviyet saldırışa geçmiş, cemiyete karşı faal olmuştur.
Bu karşılıklı dövüşün son eseri, ruhun kemâli
ve kişiliğin temeli olan ihtirastır. İhtiras hayal gücünün irade ile
birleşmesidir. Tasavvurun fiille evlenmesidir. Sonsuz arzuların iktidar haline
gelmesi, cemiyeti aşması, yaratıcı olması, tabiatın lisanını konuşmasıdır.
İhtiras iledir ki, ruh, hürriyetini kazanmış ve tabiatın birliğini
tamamlamıştır.
İnsanlık, devamlı heyecan[105] ve duygu devresinde eşya ile kendisini aynı görmüş,
içinde uyanmaya başlayan yeni kudreti bütün âleme yaygın sanmıştır. İnsanlığın
bu çocukluk devresidir. Orada her şey, canlı ve cansız bütün çevre, sanki bir
aile gibi, vahşinin heyecanlarına bağlıdır.
İnsanlık hayal gücü devresinde kabuklu
hayvanlar gibi kendi içine katlanmıştır. İnsan, cemiyetin sınırlarını aşmak
istemiş, kahramanlar tasavvur etmiş, fakat mitoslar (mytos’lar) yaratarak iç
âleminde mahpus kalmıştır.
İnsanlık, irade devresinde başbuğlar
yetiştirmiş, cemiyetin sınırlarını genişletmiş, saltanatlar kurmuş, hükmedenler
ve hükmedilenler diye sınıflara ayrılmıştır. Bu devrede, cemiyetlerin dar
çerçevesi kırılarak hükmedenlerle hükmedilenler kendi aralarında sınıf
dayanışması kurmuş; gelecekteki insanlığa zemin hazırlanmıştır.
İnsanlık, ihtiras devresinde hür insanlar
yetiştirmiş; cemiyet artık bir aile ve bir toprak olmaktan çıkarak bir işleyiş
ocağı haline gelmiştir. İş zümreleri gitgide genişleyerek bütün dünyaya yayılma
istidadını kazanmaya başlamıştır. İhtiras devresinde, insanın yaratıcı gücü son
derece gelişerek tabiatın hazineleri en fazla meydana çıkarılmış; sanat, ilim
ve teknik en çok bu devrede olgunlaşmıştır.
İrade devrinin bencil ve gururlu başbuğları
yerine bu devrede ideal sevgisinden kuvvet alanların dostluğu geçmiştir. Bu
devrede hür insanlar zümresine doğru en büyük adım atılmış; ve cemiyetlerin
asalet üzerine, servet üzerine, zorbalık üzerine kurulu yıpranmış sınıfları
birer birer çökerek; onların yerine yalnız ruh asilliğine dayalı yeni
mertebeler geçmeye başlamıştır ve başlayacaktır.
İnsanlık bu devrelerden yer yer, zaman zaman
geçmektedir. Bu geçiş, tarihi kaderin eseridir. Bu diyar ihtiras devresinde
iken bir başkası henüz hayal gücü devresindedir. Bu devirler mutlaka
geçilecektir. Ve mutlaka birliğin kemâli olan ruhun hürriyetine ulaşılacaktır.
Bu devrelerden bize en yakını ve en mühimi
irade devresidir. Çünkü biz o devrenin içindeyiz. Onun içinden yükseliyor ve
ondan kurtulmak istiyoruz. Vahşi cemiyet, çöl medeniyeti, heyecanlılık
devresindedir. Eski Şark devletleri hayal gücü[106] devrine yükselmiştir. Hint’in sırriliği, İslâm’ın
batiniliği bu devrenin dehasıdır. Eski Yunan, hayal gücü devresinden irade
devresine geçiştir. Türk saltanatı, irade ve hayal gücü devrelerinin savaşması
ve birincinin ötekini yenmesidir. Batı medeniyeti ise yalnız irade
medeniyetidir. Orada hayal gücü devresinin unsurları Hıristiyanlık şekli
altında devam etmeye çalışır. İrade devresinde maddi güç ve iktidar
medeniyetinin mihveri olmuştur; asillik, zorbalık (tahakküm) ve servet üzerine
kurulan sınıflar ve mertebeler vücuda gelmiş; hâkimler ve mahkûmlar, efendiler
ve köleler, zenginler ve yoksullar arasında uçurumlar açılmıştır. İrade
medeniyeti, ruhun telkin ve hayal şeklindeki iç kudretleri yerine yalnız
zekânın ve yalnız maddeye hükmetmenin geliştiği devirdir. Bu yüzdendir ki,
irade medeniyetinde teknik en fazla gelişmiş, çokluk ve değişiklik halinde
tabiat kendi dizginleriyle ele geçmiş, bu medeniyet makine medeniyeti haline
gelmiştir. Yine bu sebeptendir ki, irade devrinde duygular katılaşmış, hayal
gücü zenginliğini ve asilliğini kaybetmiş, kalpsizlik veiçtimai adaletsizlik en
aşırı, en acı şeklini almıştır. Fakat yine de irade medeniyeti bir ilerlemedir.
İnsanlığın yolunda büyük bir merhaledir. Çünkü ruh, cemiyetin elinde köle
olmaktan ve deniz peltesi gibi dalgalarla sürüklenmekten kurtulmuştur. Eşyaya
ve cemiyete hâkim olma kudretini kazanmıştır. Ancak bu zafer, yolun yarısıdır.
Daha geçilecek büyük bir merhale var. İç âleme dönmek, hayal gücünün kaybolan
değerini yeniden kazanmak, irade ile telkini birleştirmek, dünyaya hükmetmek
için ruha hâkim olmak gerekir. Bunu yapacak, ihtiras ve aşk medeniyetidir.
İnsanlık yer yer ve zaman zaman bu devreye
girmiştir. Kâh Muhammed’le, İsa ile, Buddha ile, kâh büyük ahlâkçılarla,
sosyalistler ve insaniyetçilerle ihtiras devresi, ruhun hürlüğü devresi
kapılarını açmıştır.
Her devir şehitler vererek cidâle girer. Bu
devir de şehitlerini vermiştir. Yer yer ve zaman zaman fiil halini almıştır. Bu
devir mutlaka gerçekleşecek ve insanlık bununla kemâle gelecektir.
Ahlâk, parçayı bütün için hazırlamaktır; ferdin
fiillerini, cemiyet ve insanlık için düzene koymaktır. Ahlâk, son hedefinde,
yalnız insanlık içindir ve ancak insani ahlâk olacaktır. Fakat biliniz ki, bu
hakikat daha pek tazedir ve henüz her yerde fiile geçmemiştir. O kabul edildiği
zaman, insanlık gerçekleşecek ve ruh gayesini bulacaktır. Eski medeniyetler
birbirinden uçurumlarla ayrılırdı. Onların esrarlı hudutlarını kırarak en
yaygın cemiyetler içinde kütleleri birbirine katan, insani ruhun gelişmesi
olmuştur.
Eski cemiyetler yalnız uzviyet ahlâkına
inanırlardı. Onlar için ahlâklı hareket uzviyetin istediğini vermemek, arzusuna
ram olmamak, hırsı boğmak ve şehveti öldürmekti. Onlar için ahlâksız hareket
yalnız uzviyete ve şehvete ait olan arzulardı. Kütleleri birbirine katan,
zümreleri vahşi hayvanlar gibi boğazlaşmalara sürükleyen manevi kusurlar,
kötülemeler, leke sürmeler, hasetler, iftiralar ve yalanlar üzerinde durulmaz,
bunlar asla ahlâksızlık gibi görülmezdi.
Dünün ve bugünün cemiyetleri yalnız “desinler”
ahlâkına inanıyorlar. Eğer bunlar fazilete değer veriyorlarsa, bu, faziletli
görünmek içindir. Eğer iyilik yapıyorlarsa âlem onlara iyi desin diyedir. Eğer
bir zümre için feragat gösteriyorlarsa, bu mutlaka, “Bak ne babayiğit adam!”
desinler diyedir. Olmamak, fakat görünmek onlar için yeter. “Desinler”
ahlâkında olan kimse hakka, adalete, iyiliğe, şefkate inandığı için değil,
zümresi onu takdir etsin, şeref kazansın, büyük görünsün diye bunları yapar.
Desinler ahlâkı, eğer vahşi cemiyette ise uzviyet ahlâkına, onun vehimlerine,
cinsi korkularına, tabiata aykırı baskılarına da değer verecek ve uzvi
yasaklara karşı saygılı desinler diye onlardan kaçınacaktır.
Uzviyet ahlâkı tek, basit ve arkaik olan
toplumlara özel bir ahlâktır. Fakat desinler ahlâkı riyakâr, bencil ve çıkar
düşkünü bir ahlâktır. O kadar çıkarlarına esirdir ki, gerekirse en geri
cemiyetin mevhumelerine bile uyarak, “faziletli desinler” diye, o hayatı
taklide razı olacaktır. İnsani ahlâk insanlığın bu iki aşağı devresinden büsbütün
kurtulmuş, onlarla bağlarını kesmiş olan sevgi ahlâkıdır.
Sevgi ahlâkı, hürriyet ahlâkıdır. Kölelikten
nefret eden, hiçbir kuvvete ve hiçbir insana ibadet etmeyen ahlâktır. Uzviyet
ahlâkı uzviyete esirdir. Desinler ahlâkı örf ve âdete esirdir. Bu sebepten eski
ahlâklara bağlananlar, ruhunda hürriyet olmayanlardır. Daima üstlerindeki bir
kuvvete, esrara, başına buyruk bir insana boyun eğmeye mecbur olanlardır.
Kölelikten zevk alanlar ve bir zâlimin hevesleri uğrunda körü körüne
sürüklenmekte fazilet görenlerdir.
Eski ahlâklara bağlananların, hiçbir ahlâka
inanmayanlardan ne farkı var? Ruhunda hürriyet olmayan, kötülük yapmasa da,
kötülüğe âlet olacaktır.
Mesnevi der ki: Müşrikler bir genci ateşe
atmışlardı. Anası feryat etmiş ve verin bana evladımı diye üstüne atılmıştı.
Lâkin ateşte yanan, “Neden şikâyet edersin ana?” dedi. “Burada saadet var.
Niçin beni bundan mahrum etmek istersin. Sen de gel benimle beraber yan, yan da
büyük saadeti seninle paylaşalım.” Bu ateş insanlık ateşidir. Onda yanmak aşk
ahlâkıdır. Bu ateşe herkes giremez. Yanmış desinler diye, kimse hayatını, ümit
ve rahatını, ölümlü ve değersiz zevkini feda edemez. Oraya ancak aşk ile ve aşk
için girilir. Dünyaya hükmetmek için dünyasını feda etmek lâzımdır.
Devrin en büyük ruhu ve birliğin büyük âşığı
gözlerini dünyaya kapamış; haktan onun yerine bir imam ve kutup seçilmesi günü
gelmişti. Bir gece sabaha kadar bütün hak âşıkları dua ile, rahmet secdesine
kapandılar: Yarabbi! Mertebelerin en büyüğünü bana nasip et. Beni bu lütfundan
yoksun eyleme, dediler. İçlerinde servetini halk uğruna feda etmiş Kârunlar
vardı. Gizli ve açık bütün fenleri bilen âlimler vardı. İlmin ve fazlın
rütbesini yedi ceddinden nakleden kâmiller vardı. Fakat onlardan hiçbirisi
hakkın kapısında makbul olmadı. Ve Bağdatlı bir marangoz ustası, devrin imamı
ve kutbu nasp edildi. Çünkü o gufran gecesinde, bütün eller bir çıkar dileği
ile göğe yükseldiği zaman, yalnız o, Allah’tan şöyle niyaz etmişti:
Yarabbi! Bu âciz tenime öyle nihayetsiz yanma
iktidarı ver ki, bütün günahkârların, sapıklıkta ve gaflette kalanların yerine
cehenneminde ben yanayım. Aşk ahlâkı diye işte buna derler ve bu menzile
erenler, insanlığı gerçekleştirenlerdir.
Uygurların Budist oldukları sırada yazılmış
Maitrisimit adlı eserlerinde şu duayı okuyoruz: Zengin Maitra Kaïnaka din
adamlarına altın dağıttıktan sonra denizaşırı geziye çıkmak istiyor. Bu
gezisine engel olan anasına vurarak yola koyuluyor. Rüya ülkesinde kazaya
uğruyor; dayanılmaz bir kuvvet onu güneye atıyor. Verdiği eski sadakalar
yüzünden, yolda muhteşem şatolar onu biraz alıkoyuyorlar. Ama, Maitra’yı günahı
daima güneye atıyor. Orada kellesi kızıl demirle dağlanmış biri ona soruyor: Ey
mutsuz kişi! Ne yaptın da buraya geldin? O diyor ki: Büyük bir suçum var. Benim
kadar suçlu biri gelinceye dek burada kalmalıyım. Ama, başka birinin, anasına
benim gibi vuracağını sanmıyorum. Kızıl demir onun da başından geçiyor. Fakat
acı ona yüce bir istek ilham ediyor: Sakın hiç kimse benim yerimi tutacak kadar
kötü olmasın! Ve bu iyilik etme fikri onu kurtarıyor.[*19]
İnsanlığı gökten yere indirmek güç iledir. Güç
siyaset iledir. Siyaset ahlâk iledir. Ve ahlâk ruh ile, ruhun kudretiyledir.
Eskiler demişler ki, siyaset ahlâk ile olmaz.
İmanla ve doğru sözle iktidar mevkiine varılamaz; muzaffer ol da nasıl olursan
ol! Gayene ulaş da istersen alçaklık et! Maksadın büyük olsun; geçtiğin yolun,
kullandığın âletin ne ehemmiyeti var! Yarın iyilik yapabilmek için gerekirse
bugün kötülük yap.[*20] Fakat eskiler yanılmışlardır. Adalete asla zulümle
varılamaz. İyiliğe giden yol kötülükten geçmeyecektir. Zulüm, zulüm için
yapılır. Kahreden, devlet hırsını doyurmak için, saltanat mevkiine geçmek için
kahreder. Hiçbir ideal yoktur ki hile elinde paçavra olmasın: Hiçbir gaye
yoktur ki zulmün elinde bayağılığa düşmesin. Her gün, idealden koparılmış bir
parçadır. Her iş gayeden kazanılmış bir adımdır. İdealin güzelliği o sonu
gelmez parçaların toplamında değil midir? Ve her adımda bir cüretin, bir
sevginin izi varsa, biliniz ki gayenin ülkesine girilmiş, gayeden büyük bir yol
alınmıştır. Günün birinde doğruluğu kurmak için her gün yalan söyleyen, sonunda
yalanı kurmuş olacaktır. Bir gün adalete ulaşmak için her gün zulüm yapan,
sonunda zulme ulaşmış olacaktır.
Ahlâksız siyaset vatan için değildir, insanlık
için değildir. Hatta bir sınıfın ve bir zümrenin hukuku için değildir. O yalnız
koltuk hırsını doyurmak içindir. Ve bir zorbaya baş eğdirmek için, bir gafiller
sürüsünü bir zâlime kul etmek içindir.
Fakat siyasetsiz ahlâk yalnız çocuklar içindir.
Dünyadan elini çeken bunaklar içindir. Biz doğru olmayı ne yapalım, doğruluğu
yetiştirmedikten sonra! Biz iyi olmayı ne yapalım, iyiliği kuvvetle fiile
koymadıktan sonra! Biz nasihat eden, vaaz eden, kuru sözlerle hiçbir neticeye
varmayan ahlâkı değil; fakat telkin eden, güçlü olan ve insanlara içinde mutlu
olacakları yeni bir cemiyet veren ahlâkı istiyoruz.
İrade medeniyeti, cansız tabiata hükmetmek için
ruhun bütün gücünü madde üzerinde toplamıştır. Yalnız dikkati, refleksi ve
zekâyı beslemiştir. Bu yüzdendir ki ruh, gözünü eşyadan kendine çevirmek için
pek az fırsat bulmuş ve sonunda bütün gerçeği maddeden ibaret farz etmeye
başlamıştır. İrade medeniyeti –kendiliğinden– insanı makineleştirmiş, cansız
tabiata hükmetmek isterken, bir bakımdan, onun hükmüne girmiştir. İrade
medeniyeti insanda, ruhun gücünü inkâr ederek, maddeyi tanrı haline
getirmiştir.
İrade medeniyeti, kibri ve böbürlenmeyi
körüklemiş, benciliğe alev vermiş: Cemiyetçilik, idealcilik, insaniyetçilik
yerine, sınıf çıkarlarını, zümre zorbalıklarını koymuştur.
İrade medeniyeti maddeye hükmedeyim derken,
maddenin hükmü altına girmiş; ve âkıbet kendi silâhıyla vurulmuş, içinden
yıkılmaya başlamıştır.
Bir kafile ki, hayat iksirini bulmaya
çıkmıştır, önünde uçurumlar ve ateşten yollar var. Hakka varmak için bu
tehlikelere ve bu azaplara katlanmak gerek! Bir kafile ki içinde şöhret
arayanlar var. Servet ve yükselme umanlar var. İşte bak, bizden aşağı kaldı,
demesinler diye gelenler var. Ceza tehdidiyle, zorla sürüklenenler var. Kaç
yolcu orada hayat iksirini bulmuş olmak için yola çıkmıştır. Kaç yolcu, iksiri
iksir için aramıştır?
Yolcular elbette yorulacaktır. Kahra uğrayacak
ve cefa çekecektir. Ruhunda kuvvet olmayanlar şikâyet edecek, feryat edecek,
kara bahtına lânet eyleyecektir. Kimi maksadına figan ederek varacak ve kimi
yeise düşerek yolunu terk edecektir. Seyyah ona derler ki, yolu yol için
aşmıştır. Yolun mihnetini, kahrını ve cefasını sevmiştir.
Yolun kahramanı, yalnız iksiri arayan ve
mihnetini seven değildir. Yolun kahramanını ümitsizlere ümit veren, meyusa
cesaret üfleyendir: Şöhret arayanı yoldan çeviren, ilerde yükselme umanı
vazgeçirendir. İman arayana hakkı ve aşkı öğretendir.
Büyük yolcu bununla da kanamaz. O hayat
iksirine ulaşmak istemeyecektir. O hiçbir zaman son menzile vardım demeyecek;
her gün yeni baştan yola çıkacaktır. Hayat iksirini elde edince, ardından
ulaşılacak iksirler, yeni iksirler gelecektir.
Yolcunun kemâli varacağı menzili
bildirmesindedir. Geçtiği yolu ve yolun mihnetini, zaafını ve kuvvetini söylemesindedir.
Aşkını ve onun emirlerini, vehimler içinde saklamadan ilân etmesindedir;
hayatında sır ve karanlık taraf bırakmamasındadır.
Bu kafile, insani ahlâka ulaşmak için ruhunda
kudret olanların kafilesidir. Hayat iksiri, onları insanlığa götüren “hakikat
ihtirası”dır. Yol sevgisi onlara sürekli iş zevkini veren “iş ihtirası”dır.
Yolculara ümit ve cesaret üflemesi, işimizi gücümüzü “çevre” kılan, bizi
cemiyete bağlayan tesir etme aşkıdır. Daima yeni menzillere varmak ihtiyacı, iş
ve hakikat arayış sevgimizin asla tükenmemesini sağlayan sonsuzluk duygusudur.
Menzilin, yolun ve aşkın ilân edilmesi,
gizliden, sahteden ve yalandan bizi kurtararak ahlâkımıza tunçtan temeller
kuran açıklık, “vuzuh” ihtirasıdır. Ruhun büyük savaşında rehberlik eden beş
ihtiras onu emniyetle insani ahlâka ve insani siyasete götürecektir.
Size ruhun bu beş asil ihtirasını göstermeden
önce, niçin ahlâkın başka bir temel üzerine kurulmayıp yalnız ihtiras ve sevgi
üzerine bina edileceğini söyleyeceğim.
Haz üzerine kurulan ahlâk, hazzı feda etmek
gerektiği zaman, manasını kaybedecektir. İdeal uğrunda kendini feda etmek için,
ilk önce zevkini çiğnemek ve hazzını feda etmek gerektir.
Hazların ve arzuların yok edilmesi temeline
dayanan ahlâk, ruhu güçsüz bırakarak yalnız ferdin mutluluğunu düşünen, faal
(aktif) olmayan bir ahlâk olacak; tabiata karşı gittiği, kendini zorlama[107] üzerine kurduğu için tabiat onu er geç yıpratacak,
yapma ve iğreti kalacaktır.
Dayanma ve katlanma[108] üzerine kurulan ahlâk, öteki gibi yapma ve iğreti
olmaya mahkûmdur. Tabiatın kuvveti karşısında dayanma gücü kırıldığı ve
katlanma kalmadığı zaman, bu ahlâkın yapısı da kendiliğinden yıkılacaktır.
Fazilet akıntıya kürek çekmekle değil, yenmek
sevgisi ve sevinciyle yürümektedir. Eşyanın tabiatına sırtını çevirmekte,
biteviye kırılmakta, bu kırılmayı bir şeref sanmakla değil, insanlığa ulaşmak
için eşyayı bilerek yürümekte, mutlaka zafere ulaşmakta; zafere ulaşmak için
gerekirse ölmektedir.
Fayda üzerine kurulan ahlâk, fayda ve çıkarlar
çarpıştığı anda yıkılacaktır. Bir zümre içinde fertlerin faydasını, bir cemiyet
içinde zümrelerin faydasını, bir medeniyet içinde milletlerin çıkarını
birleştirmek imkânsızdır. Fayda ahlâkı ister bencilik üzerine kurulsun, ister
sosyal çıkar üzerine dayansın görelidir, değişiktir, iğreti olmaya mahkûmdur.
Cemiyet üzerine kurulan ahlâk, sosyal değerlere
bağlı olarak yer yer, zaman zaman değişmek zorundadır. Cemiyet ahlâkı, bize
hiçbir halde hiçbir düstur teklif edemez. Çünkü dün doğru olan, bugün
yanlıştır. Anti-Toroslar’ın yukarısında hak olan, aşağısında hatadır.[109] Cemiyetlerden doğan şey, ahlâk değil, ancak örf ve
âdettir.
Duygu üzerine kurulan ahlâk, tıpkı duygular
gibi sübjektif ve değişik olmak zorundadır. Duygular bizde özel, garip ve ferdi
olan şeylerdir. Hisler bizi kendi içimize kapanıp kalmaya zorlayan
garabetlerdir. Ne kadar insan varsa o kadar his vardır. Ahlâk ise zaman ve
mekân üstünde devam etmek, evrensel olmak (universel) demektir. His ahlâkı,
ancak anarşi ahlâkıdır. Akıl üzerine kurulan ahlâk, elbette bütün ahlâkların en
küllisi, en sağlamıdır. Fakat tahlil edince görürsünüz; o da bizi doyuramaz.
Tetkikle anlaşıldı ki, akıl her zaman aynı kalan ve değişmeyen bir güç
değildir. Ahlâkın bütün emirlerine bir şekil (form) hazırlarsa da, içindeki
muhtevayı (contenu, inhalt) asla veremez. Çünkü ahlâki hareketin, külli ve
devamlı olduğu kadar, kendiliğinden[110] ve faal olması gerekir. Onu temellendirmek için
mutlaka içerden gelen ve yayılmaya, etki etmeye elverişli bir kuvvet gerekir.
Bu sebepten, ahlâkı akıl üzerine kurmak
isteyenlerden bir kısmı, aklı, bilinmez bir âlemden içimize gelen külli emri
ifade kuvveti gibi görmüşlerdir.
Fakat bilinmez, bilinemez ve esrar üzerine,
tecrübemizin ulaşamadığı âlemden gelen bir emre boyun eğme üzerine kurulmuş
ahlâk; hürriyetten, ruh muhtarlığından, kendiliğinden ve faal olma güçlerinden
mahrum bir ahlâktır. Çünkü o, ya Allah’ın ve göklerin bilinmezinden inen bir
dogma yahut vicdanın esrarlı âleminden geldiği kabul edilen bir emre itaattir.
Bu iki âlemden her ikisi de tecrübemizin dışında ve bu sebepten hayaldedir.
Ahlâk yalnız hayat içindir. Ve ancak bilgimize giren gerçeklere ve tabiatın
bütünlüğüne dayanabilir. Ahlâkı madde üzerine, hatta cemiyet üzerine kuramayız.
Çünkü ahlâk insan içindir; insanda başlayacak ve insanda hedefini bulacaktır.
Bir hareket ve bir tesir düsturu olacaktır. Bu düstur zamanla ve mekânla
değişmeyecektir. İnsan ruhu oluş halindeki varlığın bir parçasıdır. Bir
gerçektir. Dış ve iç tecrübemizin konusudur. İnsan ruhunda hazlar ve arzular,
mevhumeler ve değerler gibi tatminle sona ermeyen, iğreti ve kesintili olmayan,
zamanla ve mekânla değişikliğe uğramayan; devirlere, dillere, medeniyetlere,
modalar, fikirler ve ihtiyaçların değişmelerine rağmen her zaman aynı kalan bir
güç vardır: Bu güce, yüksek ve insani konulara çevrildiği, yükseldiği ve
yüceldiği zaman “aşk” adını veriyoruz. Aşk ruhun kendiliğinden ve sonsuza dönük
gücüdür. Aşk iledir ki, ruh tabiatın birliğine uygundur. Kendi eylemlerine ve
iç kudretine sadıktır. Aşk iledir ki ruh, muhtarlığını ve hürriyetini
kazanmıştır. Cansız ve canlı tabiatın, cemiyetin baskısından kurtulmuştur. Aşk
iledir ki ruh, sonsuz varlıkla birleşen güç olmaya başlamıştır. Birlik ve
bütünlüğe kapılarını açmış; feragate, fedayı nefse ulaşmıştır. Bunun için biz,
ahlâkı yalnız ihtiras ve aşk üzerine kuracağız.
Kant, aklın evrensel formu üzerine mutlak
“emir” halinde ahlâkı kurmak istiyor. Fakat bu emir fenomenlerin dışından, “sır”
âleminden geldiği için tatmin etmiyor. Burada Kant’ın Âdetler Metafiziğinin
Temelleri’nden bir parça alıyorum:
Saf bir
ahlâk felsefesinin zorunluluğu “ödev” ve “ahlâk” kanunlarının varlığından kendi
kendine çıkar. Ahlâki bir değerin var olması için, yani bir yükümlülük kurmak
için bir kanunun kendisinde mutlak zorunluluk bulunmalıdır. “Yalan
söylememelisin!” emrinin başka akıllı varlıkları bir yana bırakarak yalnız
insanlar için geçerli olmaması gerekir. Başka ahlâk kanunları için de mesele
böyledir. Bundan dolayı yükümlülük prensibi insanın tabiatında veya onun bu
âlemde, içinde bulunduğu hal ve şartlarda araştırılmamalı, a priori olarak
yalnız saf aklın kavramlarında araştırılmalıdır. Tecrübe ilkelerine dayanan
herhangi bir emir, bazı bakımlardan evrensel bir emir olsa bile, böyle bir
emre, pratik kural olmasına rağmen, asla a h l â k i k a n u n denemez.
Âlemde,
hatta âlemin dışında mutlak olarak iyi diye kabul edilmesi mümkün biricik şey,
i y i n i y e t t i r. Zekâ, insanın benzeyişleri kavrama melekesi, tikeli
seçme melekesi, zihnin başka yatkınlıkları, meselâ cesaret, karar, sebat,
ölçülülük nitelikleri bakımından birçok yerde istenen şeylerdir; fakat bu
tabiat vergileri onları kullanan irade ve niyet iyi değilse, son derece uğursuz
ve kötü olurlar. Talih vergileri için de mesele aynıdır. Güçlülük, servet,
sosyal mevki, hatta sağlık, refah ve mutluluk adı verilen halinden memnun
olmak, bu kazançların ruh üzerinde etkisini evrensel amaçlara çevirecek ve
düzeltecek olan iyi niyet olmadığı takdirde, böbürlenme halini alan kötü bir
kendine güvenmeye çevirebilir. İyi niyete elverişli olan ve onun eserini çok
daha kolaylaştıran, buna rağmen mutlak iç değeri olmayan nitelikler olduğu
gibi, daima iyi bir niyeti gerektiren nitelikler de vardır. Bu, haklı olarak,
üstün takdiri sınırlayan bir şarttır. Duygularda, ihtiraslarda ölçülülük,
kendine hükmetme, sakin düşünme gücü yalnız birçok bakımdan iyi değildir, aynı
zamanda kişinin iç değerinin bir kısmını meydana getirir. Bununla birlikte
onlara asla özce iyi denemez. Çünkü iyi niyet ilkesi olmadan onlar son derece
kötü olabilirler: Bir katilin soğukkanlılığı onu yalnız daha tehlikeli yapmakla
kalmaz, aynı zamanda gözümüzde daha tiksinilecek hale getirir.
Burada her
şeyden önce ödeve zıt sayılan bütün hareketleri bir yana bırakıyorum, çünkü bu
hareketler ö d e v l e yapılacak yerde, ö d e v e k a r ş ı yapılmaktadır.
Nitekim ö d e v e u y g u n olarak yapılan hareketleri de bir yana bırakıyorum.
Zira ödeve uygun olan bütün hareketler ahlâki sayılmazlar. İnsanın, hayatını
koruması, ticarette kazanması, mutluluk şartlarını hazırlaması, vs. ödeve
uygundur. Fakat bunlar namusluca yapılabileceği gibi, başkalarına saldırarak
veya zarar vererek de yapılabilir. Hayatını korumak bir zevk, eğilim ve haz
konusu olmak üzere ödeve uygun bir harekettir. Fakat hayatını korumak acıya,
eğilim ve arzulara rağmen ödevle yapıldığı zaman ancak ahlâki eylemden söz
edilebilir.
Başkalarına
iyilik yapmak bir ödevdir: Hatta sempatik öyle ruhlar vardır ki, başka bir
fayda ve övünme saiki olmaksızın, onlar çevrelerine sevinç yaymaktan büyük
tatmin duyarlar. İddia ederim ki bu durumda böyle bir eylem ödeve ne kadar
uygun olsa da, asıl ahlâki değere sahip değildir; başka eğilimlerle diyelim,
mevki hırsıyla birlikte gelişir. Çünkü bu eylemler ödevle değil eğilimle
yapılmışlardır. Farz ediniz ki bir iyilikseverin içi başkasına sempatiyle
bakmayı körleştiren şahsi bir dertle kararmış, yine de bahtsızlara iyilik
yapabilme gücünü saklamış olsun. Ancak, kendi derdine büsbütün dalmış olacağı
ve artık hiçbir eğilim onu sevk etmediği için, bu durumu onu başkalarına karşı
duygusuz bir hale getirecek. Fakat eğer o eğilimle değil, ödevle hareket etmiş
olsaydı, o zaman hareketi hakiki ahlâk değeri kazanırdı. Eğer tabiat filan ve
falanın kalbine pek az sempati vermişse, eğer şu adam başkalarının acılarına
karşı ilgisiz ise, bunun sebebi onun da başkalarında aynı hallerin bulunduğunu
farz etmesidir. Kendi mutluluğunu sağlamak bir ödevdir. Zira kendinden memnun
olmamak, birçok tasanın ve doyurulmamış ihtiyaçların baskısı altında yaşamak
ödevlerini bozmak için onda şevk uyandırabilir. Fakat burada da ö d e v e
bakmaksızın, bütün insanlarda kendiliklerinden en kuvvetli ve en içten mutluluk
eğilimi vardır. Çünkü bu mutluluk fikrinde eğilimler bir b ü t ü n halinde birleşirler.
Yalnız kendini mutlu kılmayı emreden düsturda bazı eğilimlere karşı çok zarar
verici bir özellik vardır.
Eğilim
olarak sevgi (amour ) kendi kendine emredemez; ancak bizi iten bir eğilim
olmaksızın, hatta bize karşı koyan dayanılmaz bir hal, bir kaçınma ve çekinme
olduğu halde, sırf ödevle iyilik yapma, duyguya ait değil, pratik bir sevgidir.
Bunun da kökü eğilimlerimizde ve duygularımızda değil, irademizdedir;
yumuşatıcı şefkatte değil, eylem ilkelerindedir. Halbuki yalnız bu sevgi
emredebilir.
İşte
ikinci önerme: Ödevle yapılan bir hareket ahlâk değerlerini, onunla ulaşılan
hedeften değil, kendisine göre karar verilen “kural”dan (maxime) çıkarır. O,
eylem hedefinin gerçekliğine değil, yalnızca isteme ilkesine bağlıdır.
Eylemlerimizin hedefleri ve onlardan çıkan sonuçlar (iradenin amacı ve saiki
olmak üzere) bu eylemlere hiçbir mutlak ahlâk değeri veremezler. Ancak, bu
eylemlerden beklenen sonuçlarla ilgileri bakımından göz önüne alınan iradede
var iseler, ona ahlâki değer verirler.
İradeyi bütün eğilimlerden, impulsion’lardan
boşalttığım zaman geriye eylemlerin kanuna evrensel uygunluğundan başka bir şey
kalmaz. Bu da ona prensip (ilke) görevini görür. Başka deyişle, o tarzda
hareket etmeliyim ki, kuralımı evrensel olabilecek gibi işleyeyim. Burada
iradeye prensip görevini gördüren şey, sadece kanuna uygun hareket etmektir
denebilir. Meselâ şöyle soralım: Sıkıntıda olduğum zaman sözümü yerine
getirmeme niyetiyle bir vaatte bulunmamalıyım. Burada sorunun alabileceği
manaları kolay ayırabilirim: Sahte bir vaatte bulunmak öngörüşlü müdür, ödeve
uygun mudur?
Böyle bir
hareket birçok durumda öngörüşlü olabilir. Zira o beni yalnız içinde bulunduğum
sıkıntılı durumdan kurtarmakla kalmaz, ilerde uğrayabileceğim daha büyük bir
sıkıntıdan da kurtarabilir. Burada sözümü tutmak hiçbir öngörüşle, eğilime uyma
ile, ödeve uygun hareketle açıklanamaz. O ancak sırf ödevle ve kanuna saygı ile
yani kanuna evrensel boyun eğme halinde yapıldığı zaman gerçekleşebilir.
İrademin
ahlâkça iyi olması için çok ileri bir inceliğim olması gerekmez. Hatta
tecrübesiz, birçok olayı karşılamada güçsüz olsam bile, “Düsturunun evrensel
bir kanun olmasını isteyebilir misin?” diye kendimize sormamız yeter. Eğer bunu
istemezsek, ahlâklılık kaybolur. Bu ise ne ilimle, ne tecrübeyle ne örf ve
âdetlere bağlanmakla elde edilebilir.
Her türlü
ahlâklılığa karşı dudak büken ve onu hayal gücünün vehmi gibi görenlere, ödev
kavramlarının karşı çıkması gerektiğini göstermek kadar, onların arzularına
uygun, onları doyuracak bir şey olamaz. Hayatın bazı anlarında, hele yaş
ilerledikçe ve akıl yürütme tecrübeylele olgunlaştıkça, hakaki erdemin
(fazilet) âlemde var olduğundan şüphe edebilmek için erdem düşmanı olmak
gerekmez. Yalnızca, gerçekleşen iyiliği görme arzusunda olmamak ve soğukkanlı
bir gözlemci olmak yeter. O zaman ödeve dair fikirlerimizin tam yıkılmasından
bizi korumak için, ruhumuzda onu emreden kanuna saygı duygusunu saklamak için,
saf kaynaklardan çıkan eylemler bulunmadığı zamanlar bile, şu ve bu hareketin
yapılması söz konusu olmadığını, aklın bütün olgulardan ve tecrübelerden
bağımsız olarak yapılması gereken şeyi tâyin ettiğini bilmek yeter. İşte bu
bilgi irademin tam deney üstünde a priori ilkeler tarafından gerektirildiğini
bize göstermektedir.
Tabiatta
her şey kanunlara göre işler. Yalnız akıllı varlıklardır ki kanunların
tasarlanmasına göre (yani iradesi olan ilkelere göre) hareket etme yetisine
sahiptir. İrade pratik akıldan başka bir şey değildir. Böyle bir iradenin
gerektirilmesine baskı (contrainte) denir. Yani objektif kanunların tam iyi
olmayan iradeyle ilişiği akıllı varlığın iradesinin gerektirilmesi gibi
tasavvur edilir. Objektif bir prensibin tasavvuruna (yani bu prensibin iradeye
baskı yapmasına) aklın emri ve bu emrin formülüne “emperatif” denir. Bütün
emperatifler yükümlü olmak (ödev) fiili ile ifade edilirler ve sübjektif
bünyesi gereğince bu kanun (yani baskı) ile zorunlu olarak belirlenmiş olmayan
iradenin objektif akıl kanunuyla ilişiğini gösterirler. Filan şeyi yapmak ve
filan şeyden kaçınmanın iyi olacağını söylerler. Fakat bunu, yapılması iyi
olduğu tasavvur edildiği için, bir şeyi daima yapan iradeye söylerler.
Bütün
emperatifler ya şartlı (hypothétique) olarak yahut mutlak (catégorique) olarak
emrederler. Şanlı emperatifler istenilen başka bir şeye ulaşmak için araç gibi
görülen mümkün bir hareketin pratik zorunluluğunu gösterirler. Mutlak emperatif
bir hareketi kendi kendisi için zorunlu ve başka bir hedefle bağlantısız,
objektif olarak gerekli gibi tasavvur eden emirdir.
Her pratik
kanun mümkün bir hareketi iyi olarak ve bundan dolayı da pratik bakımdan akılla
gerektirilmeye elverişli bir süje için zorunlu olarak tasavvur ettiği için,
bütün emperatifler iyi bir iradenin prensibine göre zorunlu olan hareketi
gerektiren formüllerdir. Eğer hareket yalnız başka bir şey için araç olarak iyi
ise, emperatif şartlıdır. Eğer kendi başına (an sich) iyi diye tasavvur
edilmişse, o zaman da “emperatif kategorik”tir. Şartlı emperatifler ya maharet
kurallarıdır, ya öngörüşün (prévoyance) öğütleridir. Yahut da ahlâklılığın
emirleri veya kanunlarıdır. Öngörüş emperatifleri aynı mahiyettedirler. Yani
her ikisi de analitiktir.
Tek bir
kategorik emperatif vardır, o da şudur: İşleyebilmeyi sağlayan, aynı zamanda
evrensel kanun olan kurala göre hareket et!
Ümitsizliğe
düşüren bir yığın kötülüğe uğradıktan sonra bir kimse, uğradığı bu hareketlerin
ödeve saldırış olduğunu kendi kendisine soracak kadar aklı başında olmak
şartıyla hayattan bezmiş olabilir. O zaman aradığı şey, eyleminin kuralı
tabiatın evrensel kanunu olup olmayacağını araştırmaktır. Fakat kuralı şudur:
Kendime karşı sevgiden dolayı hayatımı kısaltmayı prensip olarak koyuyorum.
Eğer daha çok uzatırsam, umduğum tatminlerden fazla kötülüklere uğrayabilir mi?
Fakat görülür ki, hayatı yok etmenin kanun olduğu bir tabiat kendisiyle çelişme
halindedir ve bu kural asla tabiatın evrensel kanunu olamaz; bundan dolayı
ödevin yüce ilkesine zıttır.
Evrensellik ilkesi, insani dinlerin, büyük
filozofların, bilginlerin (sage), büyük sanatçıların ve yaratıcı âlimlerin,
nihayet eşyayı tanıyan ve âlet yapanların, zanaatçıların düsturudur. Hepsinin
ilk kımıldatıcısı ve son hedefi yalnız evrensel hakikattir. Buddha, Muhammed,
Lâ, Sokrates evrensel hakikat âşığıydılar. Gandhi “Satyagrâha” düsturu ile
hakikat ihtirasında Müslümanlığı, Hıristiyanlığı, Brahmanizmi, hâsılı insanlığı
birleştirdi. Maddeye veya ruha inansın; çoklukta kalsın veya birliğe ulaşsın;
bütün hakiki ülkücülerde (idealcilerde), büyük insaniyetçilerde ortak bir temel
ve bir düstur vardır: Evrensellik!
Hakikat ihtirası, hakkı hak için istemektir.
Hakkın dileğinde asla doymamaktır. Hakikati başka bir gayenin hizmetçisi haline
koymamaktır: İsterse bu gaye fayda gibi aşağı veya cemiyet gibi yukarı olsun!
Hakikati son menzil sayarak billurlaşmış bir inanışa kalbetmemektir. Her an
yanılabileceğine inanmak ve geçilen yol bütün bir ömre mal olsa bile yanlış
olduğu anlaşıldığı anda, ilk menzile dönebilmektir. Yanlış üzerinde asla inat
etmemektir. Hakikat uğrunda gururunu, şöhretini, ümidini ve menfaatini terk
etmektir. Eşyayı olduğu gibi kabul etmektir. Mevhumeler ve hülyalar içinde
kalmamak, eşyanın tabiatına aykırı olan ve gururunu okşayan kurunlarla kendini
asla aldatmamaktır. Kendine, kavmine ve ümmetine asla hakkından fazla değer
vermemek; âlemin ve ruhun kaderlerini tanımak; onlara cebretmeye ve karşı
koymaya kalkmadan hareketlerini tabiatın düzenine uydurmaktır. Birliğe ve
kemâle doğru her dem seferber olmaktır. Hakikat ihtirası, tabiattan her gün
yeni kıtalar fethetmek, fakat hiçbir zaman kemâle geldim ve hakka ulaştım
dememektir.
Peygamberler bize ruhun ve eşyanın
hakikatinden, birlikten bahsettiler. Kadere imanı, fiillerimizi ona uydurmayı
ve bu yoldan eşyaya ve tabiata hükmetmeyi öğrettiler. Gözümüzdeki perdeyi
kaldırdılar; ırkların ve dillerin, asırların ve ülkelerin üstüne yükselerek bize
şeylerin ve ruhumuzun tabiatını gösterdiler.
Filozoflar, cüretle, tümellik âlemine girdiler.
Elimizden tutup bizi o âleme götürdüler. Karışık yollarında ve tehlikeli
geçitlerinde kaybolmamak için bize yol gösterdiler ve usûl verdiler.
Peygamberlerin bize haber verdiği bu âlemden daha ayrıntılı, daha derin
bahsettiler. Bize insanlığımızı öğrettiler.
Hakimler (bilgeler), hakikat âlemine girdiler.
Orada kaldılar ve öyle yaşadılar. Hayatlarıyla yükselmenin, birliğe ve varlığın
düzenine uygun yaşayarak mutlu ve faziletli olmanın örneğini verdiler bize.
Sanatçılar, hakikat âlemine doyamadılar. Ona hasretlerini, şekillerin kemâli
için duydukları açlığı sanatla ödediler. Keşke bin gözümüz ve bin kulağımız
olsaydı da tabiatı doya doya içseydik, dediler. Olgunluğa ve birliğe hasretle,
daima yeryüzünde ve noksanlık içinde kalarak feryat ettiler.
Bilginler, hakikate nüfuz etmek için çokluktan
başladılar. Parçalar üzerinde kaldılar ve orada derinleşerek bizi birliğe
götürmek istediler. Daima hakkı hak için aradılar. Daima ruhun ve eşyanın
hakikatini, âlemin kaderlerini[111] yani tabiatın kanunlarını, kabuğun altındaki özü,
insanlığımızı aradılar.
Âlet yapanlar bize eşyanın hakiki değerini
gösterdiler. Tabiata karşı koymanın zararını ve tabiata uymanın değerini
öğrettiler. Eşyanın özüne uyarak ona hâkim olmanın yolunu buldular. İnsanın
tabiattaki yerinin en küçük, fakat bununla birlikte en büyük olduğunu haber
verdiler.
Hakikati arayan, hakikate varmak için
tehlikeleri hiçe sayan, ilk büyük menzili aşmıştır; cürete, tehlikeden zevk
almaya, kendini hak için kurban etmeye ulaşmıştır.
Bir hiç için cüret miskinlikten ve aptalca
hesaplı olmaktan elbette çok yüksektir. Hak için cüret yalnız kuvvet değil, en
büyük fazilettir.
Kahraman desinler diye tehlikeye atılmak
korkakça ölmekten ve küçük hesaplarla ümit etmekten değerlidir. Tehlikeyi
tehlike için istemek ondan da değerlidir. Hak için tehlikeye atılmak yalnız bir
değer değil, en büyük fazilettir.
Gurur için kendini feda etmek miskince
yaşamaktan ve zilletle ölmekten bin kere hayırlıdır. Fakat hak için kendini
kurban etmek en büyük fazilettir.
Hakikat ihtirası bizi ahlâka ve insanlığa
götüren birinci yoldur. Peygamber ve filozoflar, hakim, sanatçı ve bilginler bu
yolun yolcularıdır: Kimi umman, kimi bir avuç su, kimi cahil, kimi gizli, kimi
açık;[112] hakikat ihtirasında ve birlik aşkında hepsi aynı
kapının kullarıdır. Kâh bir peygamberin izinde, kâh bir hakimim ağzında, kâh
ise bir şairin sazında hak görünmüş ve birlik dile gelmiştir.
Hak yolunda giden zanaatçıyı bir hakim gibi
yüksek tutunuz! Ve hak yolundan ayrılıp hakikati kibrine, şöhretine, vehmine
kurban eden bilgini taşa tutunuz!
Sizi hülyalar içinde dolaştırıp seraplar vaat
eden ve kırılıştan kırılışa düşüren sahte peygamberlerden sakınınız![113]
Sizi tabiatın zıddına götürmek isteyen,
ruhunuzu daraltan ve kuvvetinizi israf eden sahte hakimden sakınınız!
Şişirilmiş özsüz eserlerle halkı hayrette
bırakarak avlayan, kibir ve hırsını doyurmaktan başka emeli olmayan sahte
bilginden sakınınız!
Çürük tahta ile kötü dolaplar yapan ve sizi
kandıran sahte zanaatçıdan sakınınız!
Hak yolundan ayrılan ve hakikat ihtirasını
bırakan, peygamber veya marangoz olsun, ondan el çekiniz ve yüz çeviriniz!
Onunla her türlü teması kesiniz, ta ki siz temiz kalasınız! Ve onu kötülüğü
içinde yalnız bırakarak şiddet göstermeden, sonunda yola gelmeye mecbur
edesiniz!
İş ihtirası, işine dört elle sarılmak,
yorgunluğunu sevmek ve mihnetinde safa bulmaktır. İş ihtirası, işini her şeyin
üstünde görmek, onun için huzurunu feda etmek, işinin her gün daha canlı, daha
yaratıcı olmasını istemek ve işinden asla şikâyet etmemek ve halinden memnun
olmaktır.[114] İş ihtirası, işinden başka şeyi sevmemek, ondan asla
bıkmamak, usanmamak, daima onu istemektir. İşi bir görev (fonction), bir emir
ve bir vasıta gibi yapmamak; fakat işi yalnız iş için ve iş sevgisiyle
yapmaktır.
İş ihtirası, işini küçük çıkara, şöhrete ve
benliğe kurban etmemektir. Bir baskı altında korku ile, ümit ile iş
görmemektir. “Bak ne çalışkan adam!” desinler diye asla çalışmamaktır. Yalnız
ve yalnız aşk ile ve aşk için çalışmaktır. Fakat bana diyeceksiniz ki, böyle
adamı nerede bulayım? İşçi, isteğiyle yeraltına girer miydi? Çiftçi, kızgın
güneş altında kendi rızasıyla kavrulur muydu? Kim gelecekteki kârı ummadan
cefaya katlanmıştır? Hangi insan hoş görülmek için çarpışmamış, takdir
edilmeden çalışmak istemiştir? Fakat bu telâşınız boşunadır. İş ihtirası,
okyanusun dibindeki cevher gibi nâdir olmasaydı ben size, onu arayınız,
bıkmadan, usanmadan arayınız, der miydim?
Korkarak iş yapan, ümit ettiği ve takdir
beklediği için çalışan, işine kul olandır. Kölelik zincirini eliyle boynuna
geçirendir. Ancak sevdiği için çalışan işinin efendisidir. Yalnız o hürriyete
kavuşmuş ve köleliği kabul edenlere hükmetmek ruhun ona verdiği ödev olmuştur.
İş ihtirası, şehvete ve şöhrete kul
olmayanların, işini bir âşık gibi sevenlerin, filozofların, hakimlerin, hakiki
bilginlerin, büyük sanatçıların, ruhunda hürriyet olan bütün işçilerin
düsturudur. Hakikat yolunda onlara hararet veren, ruhlarına sonsuz bir sabır ve
dayanma gücü üfleyen iş ihtirasıdır.
Beni İsrail peygamberleri saban arkasından
koşup tarla sürerek bize rehber oldular. Gandhi iplik büküp bez dokuyarak halka
yol gösterdi. Hakimler iş içinde piştiler. Hikmeti[115] çekiçle örsün arasından, kunduranın çivisinden
çıkardılar. Hak uğrunda hayatlarını feda ettiler. Sanatçılar bir taşa can
katmak için, bir tahtadan ruh çıkarmak için ömürlerini yıprattılar. Ruhunda
hürriyet olan bütün işçiler insanlık sevgisiyle zevklerini işe vakfettiler. O
kimse ki kendisini işinin efendisi sayar, hakikaten efendilik edecektir. O
kimse ki işinden şikâyet eder, ruhunda sevgi olmadığı için yalnız korkarak ve
ümit ederek yapar; o kimse ki işini bir baskı ve bir zulüm gibi görür, işine
esir olur: Hakikaten kölelik edecektir.
İşçiler cemiyetin efendileridir. Gelecek
insanlığın direkleri onların omuzlarında duruyor. Kol işçileri ve fikir
işçileri, el işçileri ve dil işçileri hangi meslekte, hangi zümrede, hangi
toprak ve hangi dilde olursa olsun hürriyete ulaşan, şahsiyet olan, insanlığa
temel kuran insanlardır. İş onların omzunda yük, başında kâbus ve dilinde
şikâyet değildir. Fakat iş onların kalbinde sevgidir, başında emel ve dilinde
memnunluktur. Bir millet içinde insanlığa yönelen iş adamı, iş ihtirasına
ulaşandır. İçinden gelen sonsuz hamle ile hayatını insani bir işe vakfedendir.
Yoksa her gördüğün demirci veya sanatçı işçi değildir. Hakikat yoluna zorla
sürülen hakim olamaz. Çekicinden şikâyet sesi gelen demirci olamaz. İşçiler ezilen
bir sınıf değildir. Belki insanlığın temelini kuranlardır. İçlerinde aşk olan
ve büyük vazifeyi omuzlarına seve seve alanlardır. İşçiler yolun mihnetinden
zevk alanlar, yorgunluğu hoş görenler ve yarın mutlaka muzaffer olmayı
bekleyenlerdir.[116]
İşine ihtirasla, sevinçle sarılan, ruhun
hürriyetinde yeni bir merhaleye varmıştır.
İş ihtirasının doğurduğu ilk fazilet hayat
neşesidir. Çünkü o, çabanın ve başarının sevinci içinde yüksek bir ruh
seviyesini saklayacaktır. Yaratma neşesi, iş adamından çevresine yayılacak ve
işçiler birbirini sevdikçe, dayanışmaları güçlendikçe iş örgütü gittikçe
yerleşecektir.
İş sevgisinin meydana getirdiği ikinci fazilet
yaptığı işten memnun olmaktır. Şevk ve gayret içinde, her an yaptığı ve yarattığı
şeyin en güzel şey olduğunu bilmektir. İşçi yapıcıdır, yaratıcıdır. Çırak olsun
usta olsun yaptığı, insanlığa katılmış bir değerdir. O bu görevle başa baş
parazit insanlar üstünde bir değer olduğunu bilmeli ve onun sevinci ve gururunu
duymalıdır.
İş ihtirasının verdiği üçüncü fazilet, güçlü
olmak, beklemek ve direnmektir. Zaman olur ki yolumuzda uçurumlar açılır.
İnsanlar bizi terk eder, eşya bizi terk eder. Zaman olur gaflet içinde
kaldığımızı anlayarak başımızı taştan taşa vurmak isteriz. Fakat içinde gerçek
duygusu, iş ihtirası olan; yalnız zafer, her halde zafer isteyen telâş
etmeyecek, yeise düşmeyecektir. Yetkinliği neticeye hemen ulaşmada değil, fakat
işi sevmede bulan asla ulaşmak için çırpınmayacak; hedefe doğru emniyetle,
kuvvetle yürüyecektir.
Sonsuzca isteyen, hakikatten her halde ve daima
bir şeyler elde edecek; sınırlı isteyen telâş edecek, şaşıracak, beklemenin
azabı içinde buhranlar geçirecek ve bir gün küçük ve yakın hedeflere ulaşınca
“beklediğim bu muydu” diyerek hayal kırıklığına uğrayacaktır.
Tesir etme sevgisi, ruhun kendini kendi dışında
tamamlamak için yaptığı olgun (yetkin) halde bir gayrettir. Etki aşkı inanışla
olaylar arasında köprüdür; ruhla âlem arasında birliğe ulaşmak için yapılan en
yüksek hamledir. İnsanın kendini aşması ve insanlara tesir etmesi için
enginlere açılmasıdır. Ruhu, zekâ kalesine kapanıp kalmaktan, gurura ve
benciliğe kul olup yalnızlığa çekilmekten, inanışı bir his garabeti gibi
zindanda bırakmaktan kurtarmaktır. Tesir sevgisi, telkinin İsrâfil süru gibi
esen yeliyle ruhları birlik haline koymaktır. Bir dâva uğrunda birleşenlerden
kahramanlar, alçakgönüllü feragat adamları çıkarmaktır. İnanışı, hareket
halinde, fiil halinde zindanından, zincirlerinden kurtararak âlemle
birleştirmektir.
Ruh, tesir etme sevgisi ile kendini toplumla
tamamlar ve kişilik olur. Zincirlerini kırarak yeryüzüne ateşi indiren
Prometheus olur. Tasavvuru fiil haline getiren hürriyet olur. Tesir etme aşkı,
parçayı bütünle, ferdi cemiyetle, insanı insanlıkla birleştiren en yüce fiil
olur.
İnsanın kişi olması, ruhun hürlüğünü kazanması
için hakikat ihtirası, iş ihtirası yetmez. Gerçekten gafil olan körlük
halindedir. Hakikat için yola çıkan fakat yolun mihnetine katlanmasını
bilmeyen, işinin, cemiyetin kölesidir. Hayat iksirini arayan, yolun cefasına
katlanan, fakat tesir aşkının inancını yaymak şevkinden yoksun olan da henüz
hürriyete kavuşmamıştır. Çünkü onun ruhu ya yalnız tasavvur halindedir, inanış
halindedir, ya da yalnız hareket, fiil, irade halindedir. Tesir aşkına sahip
olmak, ihtirasın kanatlanması demektir, güçsüz tasavvurun fiille güç kazanması,
yoksul fiilin tasavvurla zengin olması demektir. Tesir aşkı varlığın birliğine
doğru yol almaktır. Ruhun hürriyetinde ilk büyük merhaleyi aşmaktır.
Tesir etme sevgisi peygamberlerin, hakimlerin,
filozofların sevgisidir. Büyük telkin adamları ve hatiplerin sevgisidir. Büyük
idealcilerin, şehitlerin ve insanlık kurbanlarının sevgisidir. Tesir aşkı,
hakikati gören ve yolun mihnetine katlanan işçilerin sevgisidir. Tesir aşkı,
insanlık uğruna kendini feda eden, dehrin belasını kabul eden insanların
sevgisidir. Büyük insan yalnız hakikati gören ve yolun cefasına katlanan
değildir. Büyük insan hakikat için cidal eden, hakikati fiil haline koyan ve
hakikat uğruna kendini ateşe atmaktan ve çarmıha gerilmekten zevk duyan
insandır.
Peygamberler, hakikat uğrunda recme uğradılar,
zincire vuruldular, çöllerde terk edildiler. Hakimler hazineleri küçümsediler,
sultanları hiçe saydılar. Tesir sevgisi uğruna dünyalarını feda ettiler. Çünkü
inancını telkin etmeyen, fikrin belasını çekmeyen sahte peygamberdir. İnanışını
fiil haline koymayan, sultanlara meydan okumayan, hakim değildir.
İş ihtirası bize kendinden geçmeyi öğretti.
Kendimizden geçmeyi ve hedefimiz içinde kendimizi unutmayı öğretti. Tesir etme
aşkı bize kendini fedayı öğretecektir. Gururu, nahveti, övünmeyi aşarak
gönülsüzlüğe ulaşmanın yetmediğini, hayatın kendisini feda etmek ve candan
geçmek lâzım olduğunu tâlim edecektir. İş ihtirası konusunda kendini
unutturmaktır. Allah’ı arayan Allah’ta fani olacaktır. İnsanlığı arayan,
insanlıkta fani olacaktır. Fakat tesir aşkı ancak nefsi feda ile, kurban ile
gerçekleşir. Kurban insanlığın yaratıcısıdır. Yaşamaya hak kazanmak için
ölmesini bilmek gerekir. Yaratarak devam etmek için, nefsini kurban etmek
gerektir.
Yaratış, nefsi fedanın eseridir. Prometheus
insanı yaratmak için nefsini feda etti. İsa insanlığı yaratmak için nefsini
feda etti. Tesir aşkı, hakikat zaferine ulaşmak için kendini aradan silmektir.
Dâhi kendini aradan silerek eseriyle devam edendir. Ölerek yaşayandır.
İnsan, tesir etme sevgisiyle iradeli ve aktif
(faal) olmuştur. Faal olmakla ruhu hürriyet kazanmıştır. Ruhun hürriyeti
böylece bir menzil daha aşmış yani faziletlere ulaşmıştır.
Tesir aşkının kazandırdığı birinci fazilet
yaratıcılıktır.
Artık insan yalnız arayan ve bilen değildir.
Fakat bildiğini yayan, kabul ettiren, hakikat imanını kurmak için gerçeğin
üstüne yükselendir.
İkinci fazilet, alçakgönüllülüktür. İmanla
eşyayı, ruhla âlemi birleştirmek için, bir fikri özel bir kanaat olmaktan çıkarıp
kamu inancı haline getirmek için mutlaka benlik dâvasından vazgeçmek,
alçakgönüllülüğe erişmek gerekir.
Üçüncü fazilet kızmamak, kırılmamak, kin
beslememektir. Çevreye tesir etmek için ruh ve âlemi birlik halinde görmek, her
şeyde aynı fikrin tecellisini bulmak gerektir.
Ruh ile âlemi birlik halinde gören için
birliğin dışında başka bir âlem yoktur. Her hareket, her fikir ya birliğin
kendisidir veya parçasıdır. Birlikse bizim aynımızdır. Birliğin parçası ise
eksik hakikattir.
Kızmak, fikri bir kale içine hapsetmektir.
Kırılmak birlikten gafil olmaktır. Kin beslemek Don Kişot’un değirmene hücumu
gibi hayali bir kuvvetle hücum etmek ve iyiliğin dışında kötülük farz etmektir.
Halbuki iyilik, ancak birliğin gerçekleşmesidir. Ruhun âlemle bir fikirde
birleşmesidir. Ve noksanlığa karşı kızmak, kırılmak ve kin beslemek boşuna ve
manasızdır. Kızmak ve kırılmak: Kendi içine hapsolup tesir kuvvetini büsbütün
kaybetmektir.
Tesir aşkının bize verdiği son ve en büyük
fazilet nefsi feda etmektir. İnsanlığın kemâli kurban iledir. Kurban, ideal
uğrunda şehit olmaktır. Istırabın ateşinde kalpleri eritmektir. İnsani cüretle
misâl olmaktır.
Kendini fedayı göze alan mutlaka zafere
ulaşacaktır. Nefsini fedaya ulaşamayan, yarı yolda kalacaktır. Başından
geçemeyen zaferden vazgeçmelidir. Cânâna varmak isteyen canını feda etmelidir.
Kurban!.. Ey her şeyden uyanık kendinden
geçiş!.. Sözde-kahramanın yüzündeki maskeyi yalnız sen yırtacaksın. Bizi
noksanlıktan insanlığa yalnız sen ulaştıracaksın!
Sonsuzluk sevgisi, hayat iksirine asla ulaştım
dememek, her menzilde yeni baştan yola çıkmaktır. Sonsuzluk aşkı, birliğe,
tabiata, kemâle susamaktır. Bedenin, cemiyetin zincirlerinden kurtularak
enginlere açılmaktır. Sonsuzluğa âşık olmaktır. Hudutsuz bir imkânlar âlemi
karşısında, her gün yeni kıtalar keşfeden hedefsiz yolcu olmaktır. Bir gün bir
kutba ulaşmak ve kutupların arkasında yeni kutuplar bulmaktır. İnanışların
kapalı fanusunu kırarak, onun yerine sonsuzluğa imanı koymaktır.
Bilinmeze ve sırlara esir olmamak, fakat ruhun
ışığını bilinmezlere çevirmek ve sırlara doğru yelken açmaktır. Yeni hakikatler
karşısında asla hayret ve isyan duymamak, varlığın birliğini onlarla her an
tamamlamaya hazır bulunmaktır.
Güzelliği, bedenin hazlarına ve cemiyetin
değişen değerlerine hasretmemek; güzeli, sonsuz tabiatla ruhumuzun
kaynaşmasında, daima yeni birlikte aramaktır. Doğruluğu, kolektif heyetlerin
her an değişen kanaatlerinde değil, fakat derinliğine girmek için büyük bir
şevkle çalıştığımız tabiat ve ruhun, yani birliğin düzeninde bulmaktır.
İyiliği, uzviyete ve cemiyete uygun olan fiilde
değil, fakat sonsuz âlemin kendi kendini yaratan ve her an yeniden tamamlanan
birliğinde görmektir.
Sonsuzluk sevgisi, hakikatin, güzelin,
doğrunun, iyinin kaynağını bulmuştur. Onları izafi değerler olmaktan kurtarmış;
“olan”ı aynı zamanda ideal, “mutlak”ı aynı zamanda ilerleyen ilkeler
(principes) haline getirmiştir.
Hakikat bizdedir, eşyadadır ve böyle olduğu
için “olan” ve mutlaktır. Fakat sonsuz âleme karşı açlığımızla hakikat
değişmeyecek, biteviye ilerleyecektir. Güzellik bizde ve eşyadadır; ve bu
sebepten hem olgu hem mutlaktır. Fakat sonsuzluk sevgisi, güzelin alanını her
an genişletecek; o değişmeyecek, devamlı olarak ilerleyecektir.
Hakikat sonsuz tabiatta ve sonsuzluğa karşı
duyulan ihtirastadır. Güzellik sonsuz tabiatta ve sonsuzluğun sevilmesindedir.
Yazık o gün gelir gelmez can kaygısına düşüp
feryat edenlere! Yazık o aşkı inkâr edenlere, feragati hor görerek kurban ile
alay edenlere! Yazık o insanlık şehidini silik bir hatıra sanıp, fazilete karşı
unutulma tehdidini savuranlara!
Sizin için çalınacak saat yaklaşmıştır: Vicdan
azabını kim temizleyecek? Topraklara karışacaksınız, eseriniz nerede? Otlar ve
hayvanlar gibi gelip geçeceksiniz; mahvolmak zaten mukadderken, insani ve
muazzam bir eserin içinde yaşamaktan güneş durdukça maahrum olacaksınız.
Muhammed, Allah’ın başlangıçsızlığı ve
sonsuzluğuna âşıktı. “Vema arefnâke hakkan illâ bimarifetike.” - Hadis.
Ey tabiat! Sırların nihayetsizdir, ben
karşınızda aczimi itiraf ediyorum. Seni aramaktan vazgeçiyorum, demeyeceksin.
Fakat, “Ey tabiat! Sırların nihayetsizdir. Ve ben bu nihayetsizlik karşısında
daima artan bir şevk duyuyorum. Nefes aldıkça aramak, her an derinliğe daha
fazla sokulmak için aşkım var!” diyeceksin. Çünkü âlemin hudutsuzluğundan ürken,
aramaktan vazgeçen, açılmamak üzere hakikate gözlerini kapamıştır.
Mevhumelere esir olanlar, cemiyetin zincirleri
içinde kalanlar, korkuları ve ümitleri ile yaşayanlar yalnızlığın azabı içinde
kıvranarak tek başına kalmamak için çırpınanlardır.
Kör inanış fanusunu kıramayan, cemiyete son
menzil gibi bakacak ve bir mağara uykusu içinde kalacaktır.
Kör inanış fanusunu kıran ve, heyhat ki,
yalnızlığın azabıyla kıvranan sonsuzluğa atılmak cüretini duyamayacak; terk
edilmiş ruhunda teselli arayacak; teselli için mevhumelere, hayallere, korku ve
ümitlere tekrar dönecektir. Yazık o imansızlara ki eksik hakikat olan ruhun
kudretine inanmamışlardır. Aldanmak ve avunmak için inkâr ettikleri âleme
bedbaht olarak dönmüşlerdir.
Sonsuzluk sevgisi ruhumuza öyle nihayetsiz
hamle verir ki; bütün sonlu arzuları, onların azap ve pişmanlığını, bütün
geçici değerleri, onların korku ve ümidini, gerimizde kaybolan bir yol gibi
terk edip geçeriz. Hazlar bizim efendimiz değil artık kölemizdir. Değerler
bizim sultanımız değil fakat cânânımızdır. Cemiyet başımızda heyulâ, kalbimizde
teselli ve avunma değildir. Birliği tamamlayan bir unsurdur. Ruhun kendine
doğru çevrildiği bir hedeftir.
Neleri ardında bırakacaksın? Neleri aşkın için
terk edeceksin? İlkin cumhurun kanaatini: Ki o kanaate sen esir idin. Ondan bir
heyulâ gibi korkuyordun. Veya içindeki yalnızlık ejderini öldürmek için
inanmadan ona teselli gibi bağlanıyordun. İlk defa cumhurun kanaatini, onun
hesabına, terk edeceksin. Halk ne der ve ne diyecek diye vehim ve hayal içinde
kalmayacaksın. Cumhura rağmen ve daima cumhur için olacaksın!
Ve sonra çıkarlarını terk edeceksin: Ki o
çıkarlar senin efendindi. Âlemi ondan ibaret görüyordun. Eşya onun başladığı
yerde başlıyor ve bittiği yerde bitiyordu. Dostluk onunla kaimdi. Kendi çıkarını
başkasının faydası için, dostlarının mutluluğu için, vatan için, sonsuzluğa
karşı duyduğun sevgi için terk edeceksin.
Ve sonra en meşru huzurunu, mutluluğunu terk
edeceksin. Bu benim elbette hakkımdır, diyordun! Çünkü sen dostuna sadık
olduğunu ve halka hizmet ettiğini ilân ediyordun. Halka hizmetin bitecektir.
Bir an gelecek ki dostuna sadakatin düşmanlık olacaktır. Ve halka hizmetin
ihanet yerine geçecektir. Dostluğun ötesinde vatan var. Vatanın maverasında
insanlık var. İnsanlığın arkasında sonsuzluk var. Ve sen sonsuzluk sevgisi ile
en meşru huzurunu, en haklı saadetini gün gelecek ki terk edeceksin!
Ve daha sonra bütün düşkünlüklerini terk
edeceksin! Benim onlardan kime zararım var, diyordun. Kendi âleminde kendi
buhranlarınla yaşıyordun. Hayır! Sen düşkünlüklerinden kurtulmak istiyorsun.
Fakat ne yazık onları üzerinden silkip atamıyor, bir türlü vazgeçilemeyen
günahlar gibi, onlardan memnun görünmeye çalışıyorsun. Niçin kendini zorlayarak
tabiata karşı gideceksin? Neden boş yere kuvvetini israf edecek ve bu dövüşten
daha fazla yenilmiş olarak çıkacaksın? Bunların hiçbirine lüzum yok. Aşkını
tabiatın sonsuzluğuna ver; asla bitmeyen, tükenmeyen hakikati, güzelliği ve
iyiliği ara. Her menzilin ardında yeni menziller bul. Ruhun, şahlanmış bir at
gibi, maddenin bağlarını çözecek; düşkünlüklerin güneş altındaki buz yığınları
gibi kendiliğinden dağılacak ve kaybolacaktır.
Ve ondan sonra benlik dâvasından geçeceksin.
Gururunu ve övünmeni terk edeceksin! Şeytanı haktan ayırıp fesadının tuzağına
düşüren benlik dâvası değil midir? Her kim ki birliğin yanında bir zerre olan
zekâsıyla gururlanır ve kendini eşyanın üstünde farz eder. Her kim ki içinde
cevher yoktur ve kendini ayrı bir âlem zanneder; yalnızlık cehenneminde yanmak
onun cezasıdır. Sahte dostlarla kuşatılmak, aldatılmak; sevgiden ayrı kalmak,
terk edilmek onun cezasıdır. Nice sultanlar, benlik yüzünden perişan oldular.
Nice hükümranlar kibir ve nahvetleriyle terk edildiler. Yalnızlığın azabı
içinde can verdiler. Sen gururunu asla kırmadın. Gaflet içinde onu bir fazilet
ve bir cevher gibi sakladın. Sen o yüzden hakiki dostlarını kaybettin. İnsanlar
birer birer içlerinin kapısını sana karşı örttüler. Seni yalnız riya karşıladı.
Ve hile arkandan koştu. Terk edildin, azap çektin ve bu azabın kibrinden ve benciliğinden
geldiğini asla anlamadın.
Fakat ben bu kökleşmiş derdi nasıl terk edeyim?
İçimdeki bu ejderi nasıl çıkarıp atayım, diye tasalanma! Çünkü sonsuzluk
sevgisi seni birliğin bitmez tükenmez hakikatlerine, güzelliklerine,
iyiliklerine boğacak; uğraştığın işe bütün varlığını vermeni, kendinden
geçmeni, kendini feda etmeni öğretecektir.
Yanlış inanışlarını[117] terk edeceksin! Ben şeytanı zaten içimden attım;
artık bende masalların, sırların ve bilinmezin yeri kalmadı, deme! Çünkü yanlış
inanışlar yalnız gökten inenler değildir. “Kurtuldum!” dediğin gün omzunda en
büyük pençeler vardı. Hakiki asalet olan ruh ve ahlâk asaletiyle kalacaksın!
Zadegânlık masalını ve eşraflık efsanesini terk edeceksin. Eşyayı olduğu gibi
göreceksin. Vehimler ve kuruntular içinde kalmayacaksın! Gafiller ve basiret
gözlüler; sevenler ve sevmesini bilmeyenler; korkanlar, ümit edenler, yalnız
aşka inanan ve aşk içinde yaşayanlar, benliğinden geçemeyenler, kabarma ve
böbürlenme içinde mahvolanlar meydanda dururken, artık yine insanların eşit
olduğundan, olması lâzım geldiğinden bahsetmeyeceksin! Demagoji denilen boş bir
hayale esir olup gaflet içinde yüzmeyeceksin! Çünkü sonsuzluk sevgisi, eşyayı
sana gösterecek ve gözündeki perdeyi büsbütün kaldıracaktır!
Ve en sonra gelecek ümidini terk edeceksin!
Omuzlarından bütün yüklerimi attım, hiçbir şeye esir değilim, deme! Gelecek
ümidine esirsin! Eğer feragate katlanıyorsan, yarın daha büyük şeylere sahip
olmak içindir. Eğer bugünkü çıkarını terk ediyorsan, daha büyük çıkarlar
kazanmak içindir.
Gelecek ümidini kalbinden silmedikçe ne
feragatinde değer, ne cüretinde mana, ne gönülsüzlüğünde fazilet vardır. Bugün
verdiğini yarın alacaksan, bezirgândan ne farkın kalır? Almamak üzere
vereceksin. Ödenmemek için yapacaksın. Çünkü zafer ancak bu veriştedir. Gelecek
ümidini kalbinden silmeyen, beklediği çıkmayınca meyus olacak, hayal
kırıklığına uğrayacaktır. Ve fazilet bitecektir. Hiçbir kuvvet, gelecek ümidini
senin kalbinden çıkarmayacaktır. Yalnız ve yalnız tabiatın sonsuz güzelliğine,
iyiliğe, hakikate âşık olduğun zaman, asla korktuğun için ve ümit ettiğin için
yapmayacaksın; doğruluk aşkıyla, sonsuzluk sevgisiyle yapacaksın.
Açıklık ihtirası, ahlâkın çatısıdır. İnsanın
hürriyete ulaşması ve ahlâki varlık olmasıdır. Açıklık ihtirasına ulaşmayan
insan, ruhu ne kadar olgun olursa olsun, ahlâkça noksandır. Şeytan, ruhun bütün
iktidarlarına sahip olduğu halde açıklık ihtirasınana ulaşmadığı için Tanrı’nın
gözünden kovulmuş oldu. Hayat iksirini arayan ve yolun mihnetine katlanan, yolu
yol için isteyen ve dünyaya tesir eden, asla ulaştım demeyen, iksirin arkasında
iksirler bulan kudretli insandır. Faziletleriyle, insanlık binasına temel
kurandır. Fakat kudretli olmak, büyük olmak değildir. Büyük olmak için ruhu
kudretli olmak ve ruhun faziletlerine sahip olmak eylemiyle kemâle gelmek
lâzımdır.
Açıklık ihtirası, peygamberlerin ve hakimlerin
baştacıdır. İnsanlık kahramanlarının, büyük insanların faziletidir. Ona sahip
olan, erginlerin sofrasında yer bulandır. Aşkın ışığı altında hakikatten gayri
bir şey bırakmayandır. Hayatı karanlıktan, gizliden ve sırlardan kurtarandır.
Ruhun açıklığı ve aydınlığı önünde gizli ve müphem hiçbir noktaya imkân
vermeyendir.
Açıklık ihtirası, ahlâk açıklığı yapısının
çatısıdır. Yalanın, sahte hayatın ve utancın üstüne yükselmektir. Hak ile halkı
bir görmektir. Hak için halk elinde taşlanmayı, kötülenmeyi kabul etmektir.
İnandığını, yaptığını ilân etmek, onun neticelerinden asla korkmamaktır.
Kusurunu itiraf etmek, günahını halkın karşısında bağırmak, halkın kötülemesi
ve hor görmesiyle nefsini temizlemektir. Hayatında gizli, karanlık bir taraf
bırakmamaktır.
Doğru fiilini halka rağmen ilân etmek ve yanlış
fiilini halk için ve halkın kötülemesi için açığa vurmaktır. Açıklık ihtirası
peygamberlerin ve erenlerin; hakimlerin ve büyük insanların ihtirasıdır.
Açıklık ihtirası, mevhumeleri büsbütün aşmak;
maddeye ve ruha sultanlık etmektir. İnsan ancak, açıklık ihtirasıyladır ki
günahın, suçun ve utancın perdesi altında saklanmış olan gizli hayatını
aydınlığa çıkaracaktır. Ya suçu itiraf ederek ruhunu temizleyecek, ya günahın
üstüne yükselerek değerleri aşacak; yalandan, sahte hayattan nefret eden hakiki
ahlâka ulaşacaktır.
Vicdanın mahkemesi boş sözdür: İtiraf edilmemiş
günah, teşhir edilmemiş fiil, hakiki ahlâkın önünde Çin seddi olacaktır. Gizli
kalan, utancın perdesi altında saklanan hayat, iki ejder, iki tabiat galatı
doğuracaktır: Ya itiraf edilmemiş cürüm yalan olarak, sahte hayat olarak
cemiyeti yiyen bir ejder gibi devam edecektir. Ya gizli kalan hareket kuruntu
olacak, vehm olacak, insan azap içinde kendi kendini yiyecektir. Biz bu azaba
vicdanın mahkemesi diyoruz. O ne ruhumuza iç açılması verecek, ne cemiyete
ahlâki düzen getirecektir.
Saklanmış kabahatler ve vicdan azapları
ruhumuzda ihtilâli, cemiyette sahte hayatı devam ettirmekten başka hiçbir şey
yaratmayacaktır.
İnsanlar, ruha sükûn ve açılma vermek için
bazen vicdanın mahkemesine başvurdular. Allah’ın kayırmasına sığındılar.
Kurtuluşu kendi içine kapanmada buldular. Heyhat ki eşyanın hakikatinden gaflet
ettiler. Ruhu buhranlar, kuruntular ve gizliliğin azabı içinde bıraktılar.
Nefsi boş yere zorladılar ve tabiata karşı gittiler.
Bazen de iç dramına bir son vermek için, vicdan
azabı dedikleri ruh ihtilâlini söndürmek için, içlerindeki zehri boşaltacak bir
yatak aradılar. Ve zaman zaman şeyhin veya rahibin huzurunda yapılmış gizli bir
itirafta selâmet buldular.
Heyhat ki yine hakikatten gaflet ettiler! Çünkü
bu itiraf karanlığı ve gizli hayatı kaldırmamıştı. Korkakça yapılmış ve ruhun
kahramanlığını öldürmüştü. Zehrin kaynağını kurutmamış, boş yere ve iğreti bir
devâ bulmuştu.
Fakat dinler, bazen hakikate cidden ulaştılar.
Ruhumuzu buhran içinde bırakan perdeyi yırtarak açıklık ihtirasına el koydular.
Ruhun kurtuluşu halkın huzuruna çıkıp günahını ilân etmektedir. Halkın huzuru,
hakkın huzurudur. Allah’ın kayırması, yalnız kendini kötü görmeyi (melâmeti)
kabul edenler içindir, dediler. Biz bu hak yolunu bulanlarla beraberiz. Ve
onlar gibi diyoruz ki, faziletlerin fazileti, perdeyi yırtan ve gizli hayatın
üstüne yükselen açıklık ihtirasıdır.
Açıklık ihtirası, bize en büyük fazilet olan
doğruluğu öğretecektir. Eski cemiyetler, “doğru olunuz” demiş, dinler doğru
olmak için bizi cehennem azabıyla tehdit etmiş, ne değeri var! Doğruluk bir
hükmü takip ettikten ve bir cebrin arkasından geldikten sonra bütün asilliğini
kaybetmiştir. Çünkü cehennem tehdidiyle ve kanun korkusuyla elde edilen
doğruluk, sahneye zorla sürülen gözleri yaşlı bir çocuk gibidir ki, şaşkın
hareketleriyle bütün temsili bozacaktır. Ruhunda kudret olmayan ve dıştan
sürüklenen insanın görenek doğruluğu neye yarar? Bize korktuğu ve ümit ettiği
için değil, kibrinden, övünmesinden ve kimseye boyun eğmediğinden değil, fakat
yalnız açıklık ihtirasıyla, aydınlık sevgisiyle doğru olan insan gerek!
Doğruluk, ahlâki âlemin o dar kapısıdır[118] ki, oradan ancak ruhunda aşk olanlar geçer,
boynundan zincirleri atanlar, ihtirasın basamaklarından adım adım yükselerek
açıklık ihtirasına ulaşanlar geçer.
Açıklık ihtirası, bize asık yüzlü, haşin sözlü
doğruluğu değil, ruhumuza giren munis ve cazibeli doğruluğu öğretecektir. Korku
ile doğru olan, korkunun nüfuz etmediği yerde eğri kalacaktır. Ümit ile doğru
olan, umduğu çıkmadığı zaman kalbini kapayacaktır. Övünme yüzünden doğru olan,
boş yere kalpleri kıracak ve yalnızlık zindanına kapanacaktır. Fakat aşk ile
doğru olan, gönüllere girecek ve insanları birbirine bağlayacaktır. Kimsenin
kusurunu yüzüne vurmayacak, yalnız kendi kusurundan söz edecektir. Kimsenin
mutluluğunu boş yere bozmayacak, yalnız kendi saâdetini feda edecektir.
Doğruluk onun elinde bir hançer olmayacak, gözlerinde ışık ve sıcaklık veren
bir güneş gibi parlayacaktır. Aşk ile doğru olan en derin benliğini açacak ve
en derin benliğinde yer bulacaktır. Samimilik diye işte buna derler! Yoksa o
sıradan ucuz bir matah değildir. Ona erişen ahlâk âlemine girmiştir. Ruhu
erginliğe ulaşmış ve erenler sofrasında yer bulmuştur. Dostluk denilen hür ve
olgun insanların faziletine lâyık olmuştur.
Zannetmeyin ki ben sizi bana benzediğiniz için
ve aynı hakikatleri söylediğiniz için seviyorum. Hayır! Ben sizi benden farklı
olduğunuz ve hakikate yeni cephelerinden baktığınız için seviyorum. Çünkü insan
ihtiraslarında da derinleştikçe şahsiyet kazanacak ve şahsiyetli oldukça
başkalarından sayısız farklarla ayrılacaktır. Fakat zaten bana benzeseydiniz ne
lüzumunuz kalırdı? Çokluk olmasaydı, birliğin manası mı olurdu? Ruhumuzun bu
bin bir cilveli çeşitliliği değil midir ki beni size bağlıyor ve zıtların
toplanmasından bizi hakka ulaştırıyor. Şahsiyetlerin birleşmesinden bizi
insanlığa götürüyor.
Beni İsrail peygamberleri gibi kavminizi
kötülemeyiniz; üzerine göğün belalarını dâvet etmeyiniz. Fakat yalnız hakikati
gösteriniz ve doğru yoldan bahsediniz. Kimsenin kusurunu yüzüne vurmayınız. Ona
yalnız iyi olmanın çarelerini söyleyin; ve asla sizde kötülük var, ruhunuz
eksiklerle doludur, demeyiniz. Fakat büyük iş görmek ahlâklı olmakladır,
ahlâklı olmak ruhu kuvvetli olmakladır. Ve ruhun kuvveti yalnız şu yolladır,
deyiniz. Halkın karşısında eksiksiz ve günahsız görünmek vehmine kapılmayınız;
kendinizi itham ediniz! Halkın huzurunda hatanızı itiraf ediniz. Büyüklük bu
kendinizi yermededir[119] ve ruhun kudreti bu itirafta meydana çıkacaktır.
Eşyanın hakikatinden gaflet etmeyiniz. İradeyle
âleme bir şey katmak, ondan bir şeyi eksiltmek hülyasından kendinizi
kurtarınız! Çünkü eşya[120] asla değişmez; onun gelişmesi kendi içindedir.
Satranç taşları gibi biz eşyayı yan yana koyarız, birbirinden ayırırız.
Benzeyenleri bir araya getiririz. Âleme düzen verdik zannederiz. Fakat eşya
yine o eşyadır.
Öyle ise yeise düşüp yoldan sapmak mı lâzım? Bu
kör dövüşünün sonu yoktur diyerek savaş meydanını bırakmak mı lâzım? Hayır,
hayır! Bıkmadan usanmadan, biteviye söyleyiniz ve telkin ediniz ki, biz eşyanın
düzenini değiştirmek istemiyoruz. İçimizde uyuyan kudreti uyandırmak, gizliyi
meydana çıkarmak, var olan ve gerçek olan kuvvetlere dayanmak istiyoruz. Biz
asla olmayacak şeyler istemiyoruz. Hiçbir vakit cansıza can katalım, içi
kararmış olana ruh üfleyelim, demiyoruz. Fakat taşları ayırmak, ayıklamak,
birbirine benzeyenleri yan yana koymak istiyoruz.
Aramızda bir perde var: Bu yanda duran öteki
kuklaların ipini çekiyor ve öte yanda duran buradaki kuklaları oynatıyor. Kimse
perdenin arkasını bilmediği halde yine herkes sanıyor ki, ip kendi elindedir.
Âkıbet bir gün perde düşünce bütün âlem birbirini görecektir. Anlayacaktır ki,
ne oynayan var ne de oynatan! Hepsi bir oyuncunun elindedir. Ve günü gelince kuklalar
kutusuna yerleşecektir.
Timoçin, Gökçe’yi öldürdü. Kayser, İsa’yı
çarmıha gerdi. Elinde kırbacı tutan, kimseden akıl danışmayacak ve gücü
yetmeyen, fikri, zorla susturacaktır. Hayata inmeyip bulutlarda gezen fikre
dokunmaya zaten lüzum yoktur. Çünkü o, göklerdeki zindanında açlığından
ölecektir.
Muhammed, gökten yere indiği için, hakkı
kuvvetle bir kıldığı için “fahr-i-kâinat” olmuştur.
Açıklık ihtirasıyla ruhu temizlenen insan,
ahlâk âlemine tamamen girmiştir. Ahlâk âlemi, ideal olan insanlık âlemi ile
gerçek olan ruh âleminin temasa geldiği yerdir. Ruhun ideale (ülküye) susamış
olduğu, bütün gayretini oraya ulaşmak için sarf ettiği yerdir. Bunun içindir ki
ahlâk âlemi ruhun arınmış, seçkinleşmiş ve üstün bir hedefe çevrilmiş olan
fiillerinin âlemidir. Orada yalnız hedefler ve fiiller vardır.
Birinci hedef “birlik”tir. Orada her şey
birleşecek, çatışmalar ve kinler bir bütünün içinde kaybolacaktır.
İkinci hedef “kendine yetme”dir: Birlik halinde
âlem yetkin olacak, yani hedefi sonsuz olacak ve orada bütün eksiklikler
birbirlerini tamamlayacak. İyilik eşyaya hâkim olacaktır.
Üçüncü hedef “sükûn”dur; ruhun şevkleri sonsuz
oluşta kendine yetecek, gerçeklerin bütün hazlarını görmek için eşyaya ve
çokluğa dönmekten başka dilek kalmayacaktır. O zaman ruh, tamamlığın verdiği
mutlak bir sükûn ve rahatlığa kavuşacaktır.
Dördüncü hedef “mertebeler”dir: Varlığın
oluşunda sükûna kavuşan insan, bu hedefe yaklaşan ve ondan uzak kalanları
mertebelere ayıracak ve bir mertebeden ötekine geçmeyi daima mümkün görecektir.
Beşinci hedef “adalet”tir ki, gerçeğin düzenine
ve ruhun mertebelerine uygun hareket etmektir. İnsan bu hedefle birlikten yine
çokluğa, kendine yetmekten eksikliğe inecek, ideali sakat gerçekle temasa
getirecektir.
Birlik, eşyada fark görmemektir. Senle benin
üstüne yükselmektir. Bütün insanlara bir gözle bakmak; milliyet dâvalarını,
sınıf kinlerini aşarak insanlığa ulaşmaktır. Birlik, zıt olan şeyleri düşman
gibi değil, fakat birbirini tamamlayan parçalar gibi kabul etmektir. Eşya bütün
çeşitleri ile zaman zaman değişip asla bir kalıba girmediği halde; bu ebedi
oluşun evrensel varlıktaki cilvelerden ve sonsuz bir ummandaki dalgalardan
başka bir şey olmadığını teslim etmek gerekir. Çünkü, âlemde değişmenin ölçüsü
zamandır, diye bir kanaat var: Zaman sürekli bir yaratılış halindeki birliğin
zuhurudur. Zaman, mekânın ebediliğidir. O bir ânı daim, ezeli bir halihazırdır.
Zaman, değişmeler içindeki değişmezin şuurudur. Çoklukta tecelli eden birliğin
düşünülmesidir.
Birlik, milliyeti aşarak insanlığa ulaşmak;
vatan sevgisinden insanlık idealine yükselmektir. İnsani ahlâkın esaslarına
dayandığı için vatan sevgisi onun temelidir. İnsan olduğu ve insani ahlâka
inandığı için yurtsever olmaktır. İnsani ahlâkı çiğneyen bir yurtseverlikten
her ne pahasına olsa vazgeçmektir. Vatana hizmet bahanesiyle yalanı, sahteyi ve
hileyi asla kabul etmemek, yüce bir gayeye götürdüğü bahanesiyle geçilen
yoldaki kötülükleri asla meşru görmemektir. Birliğe ermiş ve kemâle gelmiş olan
insanlığı, yığın için ve kalabalık için asla feda etmemek; gerçek hürlüğe
ulaşmış olan ruhu cumhur için ve cumhur uğruna nefsini fedaya sevk etmemektir.
Birlik, insani vatanseverlik ve ortaklaşa
fertçiliktir. Yani hakikatin ne yalnız insanlıkta ne de başlangıç olan
vatanseverlikte olmayıp, ancak insani gayeye yükselmek isteyen vatan sevgisinde
olduğunu kabul etmektir. Ve birliğin ne başıboş (anarchique) fertçilikle, ne de
insanları bir atom yığını sanan toplumculukta değil, ancak ortak hedeflere
çevrilen ruhun hür fiillerinde olduğunu göstermektir.
İnsaniyetçilik, tek başına bir sevgi ve bir
ülkücülüktür.[121] Onun kurbanları ve şehitleri vardır. Fakat o
zaferden vazgeçerek yalnız onun aşkına bağlanmıştır. Ne yapayını ben o aşkı ki
hedefini kaybetmiştir.
Vatanseverlik, yalnız başına bir zafer ve bir
gerçektir. Onun kahramanları ve dâhileri vardır. Fakat o, aşkı terk ederek,
çirkin ve eksik hakikate esir olmuştur. Ne yapayım ben o zaferi ki gelişmeyi
öldürmüştür.
Gerçek ve ideal tek başına alınınca noksanlık
ve hayalciliktir. Hakikat ancak bunların birleşmesindedir. Bunları kuşatan
birliktedir. Birlik ise yalnız insani vatanseverliktir.
Ruhun hürriyetine ulaşmak, içten muhtarlığı
olan ferde ulaşmak bir gaye, bir idealdir. Fakat hiçbir hedefe bağlanmayan
ferdin hürriyeti tabiat düzenine isyandır. Ve âkıbet gerçeğin darbesine
uğrayarak kanatlarını kırmaya mahkûm olacaktır. Tabiat elinde harap olan ruhun
hürriyeti bana ne lâzım! Cemiyetin zaruretine bağlı kalmak ve kamu baskısı
altında içten gelen ruh hamlesini öldürmek eksik bir gerçek ve yalnızca olağan
bir şeydir. Fakat ruh olmadıktan sonra kalıp neye yarar! Kendini aşmak arzusunu
yok ettikten sonra, kitlelerin kör kuvveti neye yarar?
Bir yandan Çin şeddi ile birbirinden ayrılık,
yalnızlık azabına esir ferdin hürriyeti bizi baş döndürücü bir boşluk[122] haline götürecektir. Ötede kitlelerin kör kuvvetine
esir eden, keyfiyeti kemiyet[123] elinde bayağılaştıran, kişiliğimizi ayağa düşüren,
sıradan söze kurban eden cemiyetin zarureti, bizi ölü bir sükûn içinde
bırakacaktır. Çünkü bunlar eksik, tamamlanmamış gerçeklerdir. Hakikat ancak
birliktedir. Birlik ise ortaklaşa fertçiliktedir.[124]
Vatan, insanlığa ulaşmak için bir menzildir.
Vatan uğrunda cidâl yüce bir hareket ve bir ruh hamlesi denilmek için, önce
onun insani bir hareket olması gerektir. Vatanı sevmek ancak insanlığı sevmekle
mümkündür. Vatanda insanlığın kurtarılması için savaş, yalnız insanlık için
savaştır. Yeryüzünün her köşesinde hürriyet havasının esmesi ve bağımsızlığın
doğması için yapılan en yakın ve en doğru hamledir.
Vatanı candan sevmek için bütün insanlara bir
gözle bakmak gerektir. Vatan dâvasını kahramanca savunabilmek için, insanlık
sevgisiyle kurban olabilmek lâzımdır.
Gandhi, Hint’in bağımsızlığını insanlık aşkıyla
istedi. Çünkü Hint’in kurtulması insanlığın kurtulması için bir menzil
demektir. Kuşlar yuvasını korur. Vahşi hayvanlar inini savunur.
Toprağını korumak ve yuvasını sevmek bir ülkü
(ideal) değil, gerçek bir şeydir. Kâfiristan dağlarındaki vahşi de toprağını
sever, Atlas Dağları’ndaki Berberi de vatanını korur. Fazilet aşkını ve
insanlık idealini çiğneyerek vatana ulaşmak isteyenler elbet bir gün onu da
kaybedeceklerdir.
İnsanlıktan gafil olanların vatan sevgisi,
hayvanların inine bağlanışı gibidir: O bir adım ilerlemeyecek ve yeni bir şey
doğurmayacaktır.
Kendi vatanıyla ilgisi olmayanların insanlık
sevgisi, ikiyüzlünün yoksula acıması gibidir: O, benciliğini asla terk
edemeyecek, insanlık için parlak vaatlerde bulunduğu sırada, yanı başındaki
insanların sefaletten öldüğünü görmeyecektir. Fakat insani vatansever, ahlâk
savaşına önce kendi vatanından başlayacaktır. Ruhun hürlüğünü ve adaletin
hükümranlığını önce kendi toprağında kuracaktır. Eksik hakikat olan vatanı
sevdiği için kendini feda etmeyecek, ancak insanlığı sevdiği için önce vatanını
insanlığa ulaştırma idealiyle kendini feda edecektir.
Biz vatansever olduğumuz için insanlığa hak
kazandığımızı değil; fakat yalnız insanlığı ve hürlüğü sevdiğimiz için
vatansever olduğumuzu ve bağımsızlığa hak kazandığımızı iddia ediyoruz.
Hotantolu’nun vatanseverliği bizim için asla değer değildir. Biz yeryüzünde bir
gün gelip hakiki hürriyetin ve insani ahlâkın gerçekleşmesi için işe vatanla
başlamak lâzımdır, diyoruz. Fakat asla vatanı insanlık için son menzil
saymıyoruz.
Türk cemiyeti bağımsızlığını kaybettiği gün
insanlığa da veda etmiştir. Başka bir milletin boyunduruğunu kabul edenlerde
ruh asilliği ve ahlâk cesareti kalmamıştır: İsterse onlara bütün hürriyetler ve
servetler bağışlansın. Fakat onlar zâlim bir yığın elinde ezilmeye,
emperyalizmin hükmüne girmeye, gerçek hürlük ve eşitliğe kapılarını kapayanlar
elinde uşaklığını kabul etmeye mahkûm olacaklardır.
Biz cürete, aşka ve ihtirasa ulaşan hür
kişileri yetiştirmek için, kafaları boş, cepleri ve mideleri dolu aşağı
insanlardan kurtulmak için vatan istiyoruz, bağımsızlık istiyoruz.
Biz sömürge (koloni) halkına zincir vuran
vatanseverliği ve dâvasının kazancını kendi ırkına hasreden insaniyetçiliği
değil, fakat hakiki hürriyete ve hahiki insanlığa ulaşmak için biricik yol olan
insani vatanseverliği istiyoruz!
Biz rengini kaybetmiş şekilsiz, manasız bir
vatanseverliği değil; insanlığın huzuruna bağımsız bir kişilik olarak, yeni bir
kitap ve yeni bir sözle çıkmak isteyen, insani hürriyete yeni bir hamle veren
ve yeni şeyler katan insani vatanseverliği istiyoruz! İsa ve Muhammed, Platon
ve Tolstoy, Dante ve Goethe, tarihin sahifelerinden silinip gitmeye mahkûm olan
kavimleri insanlığın huzuruna birer bağımsız kişi olarak çıkardılar.
Kendine yetme, oluşun her merhalesinde ulaşılan
yeni bir konaktır: Canla, gönülle onu bekleriz; elde edince ilerisinde
konaklar, yeni konaklar olduğunu anlarız. İnsanın asıl kudreti bu ardı arkası
gelmeyen konaklara doğru açılmış sonsuz arzusundadır. İşte bu, dıştan perişan
ve düzensiz görünen âlemin, aslındaki ahengi ve düzenliliğidir.
Tamlık, eksikliğin ulaşmak için kanat çırptığı
ve ölümlülüğün ebedileşmek için atıldığı âlemdir. Hiçbir zaman ulaşmasak bile
yine daima bunun için çırpındığımız, her kırılışta daha büyük bir hamle ile
ardından koşmak istediğimiz âlemdir. Sonsuz varlıkla bir olmak, bizi ideal
insanlığa götüren kudrettir.
Tamlık âlemde ve tamlık sevgisi bizdedir. Biz
mükemmel değiliz; fakat bütün eksikliğimize rağmen kemâle âşık olduğumuz için,
şu etrafınızda gördüğünüz eşyanın, biliniz ki en mükemmeli yine bizdedir. Tam
olma aşkı, içinde sevinç ve gözünde yaş olmaktır. Alnından akan kanlarla dağa
çıkmaktan zevk duymaktır. Ayağında bağlar ve kırık kanatlarla göğe yükselmekten
lezzet almaktır. Tam olma aşkı, eksiği bilmek ve mükemmeli istemektir. Hayale
ve gerçeğe asla esir olmamaktır.
Tam olmak, iyiliğin gerçekleşmesidir. Dıştan,
tam olmayışlar ve kötülüklerle dolu gibi görünen âlemin, gerçekte iyilikten
ibaret kalması demektir. Ruhun tabiatla birleşmesi, insanın eşya ile aynı dili
konuşmasıdır. Tam olmak, eksiklerle dolu olan ruhun, ulaşmak için çabalar
yaptığı iyilik âlemidir.
İyiliğin karşısında bağımsız bir varlık gibi
kötülük yoktur. Ancak eksiklik ve tam olmayış vardır. Birlik halinde âlem yalnız
iyilikten ibarettir. Çokluk halinde âlem iyiliğin yarı gerçekleşmesidir ki, biz
ona haksız olarak kötülük diyoruz: Bir hastalık salgını ve bir ölüm tehdidi
yahut bir ıstırap nöbeti bize tabiatın kötülüğü gibi gelir. Bir eşkıya
saldırısı veya bir sahtekârın hilesi bize ruhun kötülüğü gibi gelir. Bunları
biz haksız yere iyiliğin karşısına ayrı bir âlem gibi koyarız. Fakat tabiatın
düzeni ancak onlarla tamam olacaktır. Bir salgın ve bir ıstırap tek başına âlem
değildir. Ve ruhun kötülüğü, eşya geniş ölçüler içinde görülünce kaybolacaktır.
Haydut sosyal zaruretler elinde oyuncaktır. Hilekâr biyo-sosyolojik
determinizmin âletidir. Tabiat onlara bu rolü vermeseydi, ruhun ihtirası ve
aşkı nereden çıkacaktı; eşyanın iç hamlesinden doğan birlik nasıl vücut bulacaktı?
Tabiatın salgın ve ıstırap şeklinde bir
eksikliği olmasaydı, onu tamir etmek için büyük çabalar doğmayacak ve tabiat
körlük olarak kalacaktı. Ruhun yalan şeklinde bir eksikliği bulunmasaydı, onu
ortadan kaldırıp ruh ile tabiatı birlik haline getiren “aşk ahlâkı”
doğmayacaktı: Ruh kaderin elinde oyuncak ve kör bir kuvvet olarak kalacaktı.
İyiliğin karşısında, ona düşman bir kuvvet gibi asla kötülük yoktur. Fakat
sonsuz varlığın tamlığı ve ideal olan iyiliğin karşısında yalnız eksiklik olan
kötülük vardır. Tamlık aşkı, eksiği bilmek ve olgunluğu istemektir: Kötülüğün
eksiklik olduğunu bilmek, bütünlüğü ve iyiliği aramaktır. Eksiği tamamlamaya
çalışmak; fakat ona, bir düşman kalesine yürür gibi, hücum etmemektir.
Tabiatın karanlığını zekânın meşalesiyle aydınlığa
çıkarmak ve ruhun noksanını aşkın hamlesiyle düzeltmektir. Tabiatın kör
darbeleri karşısında dehşet duymamak ve zekânın tedbirleri ile onu dağıtmaktır.
Ruhun kötülüğü önünde öfkelenmemek, kötülüğe kızmamak fakat onu aydınlığa
çıkarmak; noksanlığı, sakatlığı meydana koyarak onları güneş altındaki buz
parçaları gibi dağıtmaktır.
Fenalığa kızmamak, kırılmamak; kötülüğe kin ve
öç duygusu ile hücum etmemek, Aşk Ahlâkı’nın en büyük kaidesidir. Kötülüğü
eksiklik diye görmek, birliğin ve tamlığın içinde onu eritmek kudret ahlâkının
düsturudur. “Hakikata vardım!” diyen, fakat eksik gerçeğe esir olanlar, yanlışa
varoluş gibi bakacaklar, kötülüğe aykırı bir varlıkmış gibi hücum edeceklerdir.
Böylece vehme dalacaklar, Hürmüz ile Ehrimen cidâline kurban gideceklerdir.
Zümre baskısında ve sınıf kininde, yalanın salgınında ve “ahlâksızlığa karşı
kinle ve öfkeyle savaşıma” hayalinde kalacaklar; asla ideal insanlığı
göremeyeceklerdir. İdeale inanan, fakat gerçekten gafil olanlar kötülüğü inkâr
edecek, ileri gidilmiş sanacak ve asla eksik olanları, eksik kalacakları hesaba
katarak yola çıkamayacaktır. Onlar hayale kapılacaklar; insanlığa, ulaşılmış
son menzil gibi bakacaklar ve kötülüğe karşı şiddetsizlikle savaşmada kurtuluş
bulacaklardır.
Fakat eksik kalmaya mahkûm olanlar, tabiatın
kaderi gereği asla ileri gidemeyenler bu yüce hareketi duymayacaklar ve onu
kırmaya çalışacaklardır.
“Kin ahlâkı” yıkacak, asla yeni bir şey
kurmayacaktır. Şiddetsizlik ahlâkı, gökyüzünde büyük şeyler kuracak, fakat yüce
binası çirkin gerçeğin elinde harap olacaktır.
Zulme uğrayan ve kin besleyenlerin, ezilen ve
öç almak isteyenlerin ahlâkı yeni kinler doğurmaktan ve yeni intikamlara zemin
olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bir yanağına vurulunca öbürünü
çevirenlerin ve eksikliği inkâr edenlerin ahlâkı, zulmün eli mukadder
kuvvetlerle yıkılıncaya kadar ezilmeye mahkûmdur. Biz, ne Deccal’a esir
olanları, ne de meleklere ders verenleri istiyoruz. Bize birlik ahlâkı, aşk
ahlâkı gerek. Kötülüğün eksiklik olduğunu bilen, onu düzeltmek isteyen, zararı
önünde tedbir alan ileri ahlâk gerek!
Kötülüğe karşı öfke ve kinle savaş insanlığa
veda etmektir.
Kötülüğe karşı şiddetsizlikle savaş, hayal
içinde kalmak ve gerçekle ideal arasında aşılacak köprüyü yıkmaktır.
Kin değil, şiddetsizlik değil, fakat biz
“kinsiz şiddeti”, “sevginin şiddeti”ni istiyoruz.
Birliğe âşık olan, eksikliği ve eksikleri de
sevecektir. Kötülüğün noksanlık olduğunu bilen varlığın ıstırabını beraber
duyacak,[125] acıyacak ve bir baba sevgisiyle ona baskı koyacak,
zararı ortadan kaldıracaktır. Daima onun ileride daha iyi ve daha mutlu olması
için savaşacak, bu ümitle onu yetiştirecek ve yarın onu bir dost gibi bağrına
basmak için, bugün ona şiddet ve baskı gösterecektir.
İçinde savaşa yükselen acımaya, ümide ve
affetmeye ulaşmıştır. Acımak, noksanı sevmektir: Varlığın oluşunu sevdiği için
çokluğu istemektir. Daha yükseği aradığı için eksikte ona doğru giden yolun bir
menzilini görmektir. İlerideki iyi için kötülüğü hoş görmek, hak uğruna yolun
kahrına katlanmak ve mihnetini sevmektir. Amacının ne olduğunu bilen, şiddeti
yükseltmek için kullanacaktır. Yarın hürriyete ulaştırmak için, bugünkü baskıyı
unutmayacaktır.
Ümit, kemâl aşkının faziletidir. Ümit etmek,
kendimiz için “gelecek” hayalini beslemek, huzur ve mutluluk aramak değildir.
Fakat eksiğin çabalarla aşılacağını, kötülüğün her savaşta iyiliğe ulaşacağını
ve ruhu alçalma[126] içinde sürünenlerin sonunda bir gün sevgiye ve
kudrete kavuşacaklarını beklemek, kalbini eksik ve düşük olanlara kapamamak
demektir. Ümit eden odur ki, bir gün daha iyiye ulaşmak için acıyışını
şiddetle, sevişini kuvvetle örter.
Affetmek, eksiklikten gelen hatayı merhametle,
ümitle, hoşgörüyle karşılamaktır. Eşyanın tabiatını bilmek, âlemin düzenine
uygun olmak ve taştan fazlasını taştan istememektir. Kendisine verilen zararı
göstermemek, fakat yalnız eksiği düzeltmek için şiddet göstermektir.
Kemâl ehli odur ki, kötülüğü eksiklik görür,
noksanın acısını birlikte duyar, bir gün daha iyiye ereceğine daima ümit
besler. Onu düzeltmeye çalışır, üzerinden acıma ve şiddetin baskısını
ayırmadan, eksiklikten gelen bütün yanılmalarını affeder.
Acımak, ümit etmek, affetmek; ilerleme
ahlâkının üç büyük faziletidir ki, insan onlarla yetiştirici olur ve onlarla
kütlelerin ruhuna hükmeder.
Sükûn[127] ruhun tam olmaya başlamasıdır. Eksikliğin ve
yetmezliğin azabından kurtulup iç açılışına kavuşmasıdır. Vehimleri,
tereddütleri, üzüntüleri ve kuruntuları bırakması, hakiki mutluluğa ermesidir.
Zevkten, heyecandan doğan küçük mutlulukların yalancı cennetini aştıktan sonra,
iç sevincinin hakiki cennetine ulaşmasıdır.
Sükûn, ihtirastan geçip sevgiye varmaktır.
Çokluktan geçip birliğe ulaşmaktır. Cehennemden başlayıp cennette sona
ermektir.
Gafil der ki, arzu asla doymamak ve ıstırap
çekmektir. Sükûn yalnız vazgeçmekte ve mutluluk, arzuları öldürmektedir. Ben
derim ki, arzular ancak mezar başında terk edilir. Arzulara karşı kendini
zorlamak azap ve kuruntudan başka ne doğurabilir? Olympos’un tanrıları gibi küçük
arzuların üstüne çıkmak gerektir. Sonsuzca arzulara, ihtirasa ve aşka ulaşmak
gerektir!
Sükûn ancak aşk iledir. Ve ruh, aşkta sükûna
ulaşır.
Sonsuz eylem (action)[*21] içinde olan değil, fakat isteyen ve muktedir olmayan
azap duyacaktır. Bitmez tükenmez bir kaynak olan, asla, usandım, demeyecek,
fakat damla damla akan taşmak isteyecek; bu doyumsuz, tembel hayatından
bıkacak, usanacaktır. Ruhun sükûnu dinlenmede değildir. Boş ve tembel kalmada,
arzuları öldürmede değildir. Ruhun sükûnu taşmada, kaynamada, sürekli[128] bir hareket (eylem) içinde olmadadır. Ruh ancak aşk
ile birliğe ulaşır ve birlik halinde sükûn bulur. Birlik demek, ruhun âlem gibi
oluş olması, onunla birleşmesi demektir. Mukadder bir kuvvet olması, tabiatın
ahengi ve düzenini tamamlaması demektir.
Sükûna ulaşan, can sıkıntısının ve pişmanlığın
azabından kurtulacaktır. Bir şeyler isteyen, fakat hiçbir şeyden zevk almayan
insanlar gibi ruhu buhran içinde kalmayacaktır. Hayatı aşk içinde ve yolun
sevinci ile geçtiği için, başkalarının aşkında gözü kalmayacak ve başkalarının
sevincini asla kıskanmayacaktır.
Sükûna eren, hakikat aşkına ve iş ihtirasına
ulaşandır. Kimsenin işinde gözü olmayan ve kimsenin çabasını hor görmeyendir.
Sükûna ulaşan, zaafların imtihanında birer birer ruhun buhranlarını aşandır.
Cehennemden geçerek cennete vardığı için yanmanın, azap çekmenin ne demek
olduğunu bilendir. Çokluğun mihnetini çektikten sonra birliğe kavuştuğu için,
çokluk içinde yolunu şaşırmanın, perişan olmanın derdini duyandır. Sükûna
ulaşan, sükûnsuzluğun azabını anlayan ve zayıfları hoş görendir.
Sükûna varmak, insanlık idealine ulaşmak
demektir. Âlemle bir olmak demektir. Sükûnsuzlukta kalmak, milliyet kini ve
sınıf kavgasını aşamamak, fark içinde ezilmek demektir. Hürmüz ile Ehrimen’in
kavgasında harap olan asla sükûna varamaz. İnsanlığın kapıları onun için
kapanmıştır. Yarı yol olduğunu bilmeyen, kendini son menzil sayan buhran
içinde, sükûnsuzluk içinde kalacaktır. Yazık o insanlara ki, iç açılışını
görmemişlerdir ve bununla övünmek isterler. Bırakınız onlar terk edemedikleri
azabı, esir oldukları düşkünlüğü fazilet gibi göstermek istesinler. Siz
ruhunuzun kapılarını âleme her gün daha fazla açtıkça, birliğe ulaşacaksınız,
yüce sükûna ereceksiniz. Noksanlığınızı bilerek ilerlemeyi seveceksiniz:
Merhametiniz, ümidiniz ve affınızla kütlelerin ruhuna hakikaten hâkim
olacaksınız.
Tabiat kaderini[129] inkâr eden gafil, onun bir çığ gibi dehşetli baskısı
altında ezilerek harap olacaktır. Tabiat kaderini tasdik eden arif, tabiatın
kaderine ruhun kaderini katarak âleme hükmedecek, taliin alnına basarak
varlığın oluşunda yol alacaktır. Menfi iradesini bir yana atan, ruhun
kudretiyle âleme hükmedecektir.
Sükûna erişenler, işte bu kahramanlardır: O
herkesin geçebileceği kadar geniş bir kapı değildir: Her yol arayanın aşacağı
kadar kolay bir geçit değildir. Hakkı istemede, “Ben yokum, yalnız hak var!”
diyenler sükûna varmışlardır. Peygamberler, veliler, hakimler[*22] ve bütün büyük insanlar, göğün ebedi mutluluğunu
yeryüzüne indirerek iç rahatlığı içinde yaşamış ve yüce sükûna ulaşmışlardır.
Sükûna erenler karar vermek, hoş görmek,
sabretmek faziletine erenlerdir. Bu üç faziletle biz birlikten yine çokluğa
döneriz, gökten yine yeryüzüne ineriz ve kütlelerin ruhuna hâkim olmak için
hazırlanırız. Karar vermek tam inanca varmaktır! Ahlâk, bir işi işlemek
gerektiği zaman şüphe ve tereddüt içinde kalmamak, vehimlerle, kararsızlıklarla
gücünü tüketmemektir. Tereddüt eden, vehim içinde kalan, sonunda o işi işlese
bile bütün kuvvetini ve asilliğini kaybetmiş olacaktır. Ruhu sükûna ermeyenler,
daima vehimler ve kararsızlıklar içinde kalacaklar, insanlara örnek büyük bir
hareket yapamayacaklardır.
Hoş görmek, geçmişini unutmak, geçilen yola
değer vermektir. Kimse ruhundaki sükûnu doğarken kazanmış değildir. O, ne
sarsıntılı buhranların, ne büyük fedayı nefslerin eseridir!.. Kaç yolcu yarı
yolda kalmış, kaç yol arayan sükûna varmadan mahvolmuştur! Yolun mihnetini
bilen ve insan kalbinin tarihini yazan insan, zaafları, buhranları ve
kararsızlıkları itham etmeyecek, olgunluğa ermek için eksikliğe değer verecek,
kudrete ulaşmak için zaafı hoş görecektir.
Sabretmek, sürekli bir faaliyet içinde sükûna
eren ruhun en büyük faziletidir. Sabretmek, bir fiilin, bir sözün, bir fikrin
karşısında telâş ve buhran içinde kalmamaktır. Bir şeyi sonuna kadar götürecek
kudrete sahip olmadığımız zaman telâş ederiz, buhran içinde kalırız; ruhumuzun
kapısı eğer sürekli işleyişe, ihtirasa ve sevgiye açılmamışsa yorgunluk
duyguları, can sıkıntıları ve sabırsızlıklar bizi kaplayacaktır. Fakat sükûna
ulaşan ruh bir işi sonuna kadar dinleyecek ve bir fikri uygulanışa kadar
götürecektir. Karar veren, hoş gören ve sabredenler kütlelerin ruhuna hâkim
olacaktır.
Mertebeler birlik ahlâkının esasıdır. Biz
doğruya mertebelerle ulaşırız. Savaş içinde sükûn mertebelerle elde edilir.
Âlem bir mertebeler düzenidir; insan da bir mertebeler düzenidir. Maddeden
hayata, cemiyetten ruha yükseliş mertebelerledir. Kimse ruhunda yükselme
sevgisi ve birlik ihtirası ile doğmamıştır. Fakat arzuların beslenmesi nefse
kuvvet vermiş ve nefsin kendi kendini aşarak seçkinleşmesi bizi ahlâki
gayretlere götürmüştür. Birlik, oluş ve sükûn, büyük bir iç savaşmasımın
eseridir. Kimse peygamber doğmamıştır, fakat peygamber olmuştur.[130] Yolun mihnetine katlanan ve büyük şeyler isteyen,
hakikaten büyüklüğe ulaşmıştır.
Mertebeler bizi eşitlik hayalinden kurtarmış ve
sınıf kavgası yolundan aşarak daha ileriye ulaşmak için çokluktan geçileceğini,
daha iyiye varmak için noksanlıkta geçit verileceğini öğretmiştir.
Mertebeler, ruh ve eylem kudretine göre
insanların derecelere ayrılması demektir. Öyle birtakım dereceler ki, birinden
ötekine geçmek yalnız içimizdeki çabalarladır;[131] bu ruh gücünü gösteren eylemde en yüksek dereceye
kadar çıkacak ve savaşta nefesi kesilen uçurumlara düşecektir.
Mertebe görüşü, gerçeği tanımak, ileriye
inanmak ve mutluluk için savaşmak demektir. O, ne eşitlik mevhumesi gibi hayale
saplanarak ruhunda kudret olmayanı tutkuya ve sevgiye yükselene, kusurlarını
düzeltmeyeni kendi çabalarıyla yaratana karıştırmıştır; ne de Hint’in kastları
ve Avrupa’nın sınıfları gibi insanlar arasında aşılmaz uçurumlar ve geçilmez setler
açmıştır.
Mertebeler ahlâkında, ne sınıf kavgasının
buhranlar ve kinlerine, ne de kast toplumunun tekeline ve taassubuna rastlanır.
Her mertebe öteki için bir hedef ve gaye olacak, her mertebe bir öncekini
yöneltecek ve yetiştirecektir. Bir mertebe imtiyaz ve övünme değildir. Fakat
bir görevdir ve kutsal bir iştir. Eşyaya hükmetmek için birliğe ulaşmak gerek!
Birliğe ulaşmak için mertebelerden geçmek gerek! Mertebeleri geçmek ise ancak
irfan iledir ve irfan iç savaşıyladır. İrfan (ariflik) kazanmayan, basamakların
en aşağısında tabiatın kör kuvveti gibi kalacak; hâkim olmadan hüküm olunmaya,
emretmeden emrolunmaya mahkûm olacaktır.
Peygamberler mertebeleri aşarak o makama
yükselmişlerdir. Büyük insan, büyük doğan değil, fakat kendi kendini yaratarak
içinde devrimler geçiren ve mertebeleri aşa aşa birliğe ve kemâle ulaşan
insandır. Gözlerini açınca kendisini sultan görenlerin büyüklükle bir ilişiği
yoktur. Büyüklük varılan menzilde değil, çekilen mihnette, yapılan cehittedir.
Heykeltıraş hak vergisi olmadan, kayalar yontmuş olsa neye yarar! Kim bilir,
belki de daha az çabayla en güzel eserler vücuda gelirdi. Fakat bir ahlâk
kahramanı eserini mutlaka yolda yapacaktır. Onun için kaybedilmiş tek adım
yoktur. Fedayı nefs ne kadar büyükse, eser o derece muazzamdır. Ruhun çabası ne
kadar kuvvetli ise ahlâkın binası o derecede sağlam ve kuvvetli olacaktır.
Mertebeler, cemiyetten başlamak ve kişilikte
bitirmektir. Vatandan başlamak ve insanlıkta sona ermektir. İçinde şahsiyet
olmayan ve iç hürriyetine imkân vermeyen kütleden hareket ederek, hür
insanların ve bağımsız kişilerin cemiyetine kadar yükselmektir. Bu uzun
yolculukta dört büyük merhale aşmak, dört menzilde konak vermek gerektir:
Bunların birincisi halk menzilidir. İkincisi vatandaş menzilidir, üçüncüsü vatansever
menzilidir ve dördüncüsü insani vatansever menzilidir. Mertebeler birbiri
üzerine, ehramın katları gibi kurulmuştur: Birini inşa etmeden ötekine
geçilemez. Bu binaya asla düşünceyle ve fikirle girilemez. Oraya ancak, ahlâki
tecrübe ile girilir. Ve tecrübe, insanı kemâle getirerek bir kattan öbür kata
geçmek imkânını bağışlar: Kabul ettim demek yetmez, icra etmiş olmak gerektir.
Her kat bir imtihan meydanıdır. Her katın ayrı
hakikati ve ayrı rehberi vardır. Kemâle gelmek, birliğe erişmek için bütün tecrübelerden
geçmiş, bütün ahlâk imtihanlarını vermiş olmak lâzımdır.
Birinci mertebe, halk mertebesidir. Bir zümre
ile yola çıkan bir yığına bağlanan herkes bu mertebeye girmiştir. Halk daima
bir şeyin hükmü altındadır ve iyi olduğu zaman onda hâkim olan yalnız korku
ahlâkıdır. O, niçin bir kitleye bağlı olduğunu bilmeden ona bağlanmıştır. Bir
çiçeğin toprağa bağlanışı gibi, o kendi toprağı içindedir. O, bir yığının
hükmüne esir olduğu için iyidir. Ve bu bağlar gevşediği zaman bütün
faziletlerini kaybedecektir. Onun her zaman hükmeden, tehdit eden, yol gösteren
bir kuvvete ihtiyacı vardır. Halk korku ile boyun eğer. Hüküm olunmak ve idare
edilmek ister. Kendiliğinden hiçbir teşebbüse giremez. Ancak bir makine gibi
dışından kımıldatılması lâzımdır.
Korku ahlâkı, cemiyet düzeninin ilk temelidir.
Halk ruhunun dizgini ve halkın hakiki ustasıdır. Kanun korkusu, Allah korkusu,
sultan korkusu ve silâh korkusu halka inzibat vermiş, kütleleri vahşice
boğazlaşmaktan korumuştur. Kemâle gelmeyen insanların dışından disiplin
kuvvetini, içinden vicdan azabını kaldırmak, onları karışıklık[132] içinde bırakmak demektir.
Halka karşı daima insani sevgiyi hükmetme
gücünün şiddetiyle kullanmak gerekir: Acımak, ümit etmek ve affetmek halkın
üzerinden asla eksik edilmeyecek üç esaslı görevdir. Halkı seviniz! Zaaflarını
ve noksanlarını da seviniz. Ona daima şefkatle ve ümitle bakınız. Ona karşı
kinsiz ve hiddetsiz, acımanın ve insanlığın şiddetini gösteriniz! Çünkü halk
çocuk gibidir. İçinden sevmek, fakat yüzüne gülmemek lâzımdır. Halka vaat
etmek, kuvvetli ve kısa söylemek, korku ile ümit arasında bırakmak lâzımdır.[133]
İkinci mertebe, vatandaş mertebesidir.
Noksanlığın, yetmezliğin azabını duyarak daha güzel ve daha yüksek bir hayata
susamış olan herkes bu mertebeye yükselmiştir. Gelecekte çıkar arayan, daha
üstün bir yer isteyen her insan vatandaş mertebesine ulaşmıştır. Vatandaş,
gelecek ümidiyle toprağına bağlanan, daha güzel bir hayata erişmek için bu
günün kahrına katlanandır. Onu faziletli yapan güç, ümit ahlâkıdır. O, yarını
beklediği için iyidir. Bu ümidi kırıldığı ve o yarın meydana çıkmadığı zaman
vatandaş faziletini kaybedecektir. Onun vaat eden, önünde geniş ufuklar açan,
kendisine dostlukla yol gösteren bir rehbere ihtiyacı vardır.
Vatandaş ümit ile itaat eder. Takdir edilmek ve
yükselmek ister. O, cemiyetinin kanunlarına daha çok hürriyetle bağlanmıştır.
Çünkü bu kanunlara yarının hülyasıyla boyun eğecek ve onların mükemmel, daha
güzel olmalarında kendisinin de bir payı olduğunu bilecektir.
Gelecek ümidi, âhiret ümidi, ikbâl ümidi ve
cennet ümidi vatandaşı hayırlı olmaya, vazifesini bilmeye, fedakârlık ve
feragat göstermeye sevk etmiştir. O olmasaydı, halkı aşan ve korkunun üstüne
yükselen insana inzibat vermek, onu bir canavar olmaktan korumak nasıl mümkün
oturdu? Kemâle gelmemiş insanların dışından geleceğin çekim gücünü, içinden
zafer şevkini kaldırınız, onları uçurum kenarında, dayanıksız bırakırsınız!
Vatandaşı daima hoş görmeli, verebileceğinden fazlasını istememeli, onu her
zaman kendi hakikatı içinde sevmelidir. Vatandaş iyidir ve kendi ahlâkıyla
büyük iyilikler yapacaktır. Onu asla yerinden ayırmamak gerek.
Vatandaşa geniş ufuklar gösteriniz! Çünkü o
daha mükemmel olmayı isteyecektir.
Ruhunda itaat etmeye ve kendini aşmaya hazırlık
var. O bir delikanlı gibidir ki yarının hülyaları içinde bugününden birçok şey
terk etmeye hazırdır. Vatandaşa hitap etmek, heyecanlı ve güzel söylemek,
kalbini ümit ve hülya ile doldurmak gerektir!
Üçüncü mertebe, vatansever mertebesidir. İçinde
gurur olan, benlik dâvasından geçmeyen ve kendi hürriyetini her şeyin üstünde
gören herkes bu mertebeye ermiştir.
Yurtseverin gözünde âlemin mihveri kendisidir.
Vatan onun kahramanlığı için bir sahnedir. Ve onun kahramanlığı benlik dâvası
için bir vesiledir. O hiçbir şeyin hükmü altında değildir. Kimseye boyun
eğmediği için ve gururundan başka hiçbir kudrete bağlanmadığı için iyidir. Onu
faziletli yapan ancak gurur ahlâkıdır. O, kendine göre, hiçbir kütleye, hiçbir
zümreye, hatta âleme bağlı değildir. Hiçbir kuvvet ve hiçbir kanun ona dizgin
vuramaz. O yalnız kendi kuvvetine bağlıdır. Yalnız kendi iradesine ve kendi
heveslerine değer verir. Hürriyeti onun için ister. Kahramanlığın, bu yüzden
manası vardır. Vatan ve savaş bu yüzden onda bir yer almıştır. O hiçbir kuvvete
bağlanmadığı için iyidir. Yalnız kendisine güvendiği, düşkünlüğe ve köleliğe
kafa tuttuğu için iyidir.
Vatansever, başını yere eğmemek için nefsini
feda eder, takdir edilmek, “ne büyüktü” denilmek için feragate katlanır.
Kütlelerin başına geçmek, kütlelerin alkışıyla karşılanmak ister.
Vatansever kendini hür zanneder, fakat o
herkesten fazla kütlelere esirdir. “Kütleleri arzuma ram ettim” zanneder, fakat
o herkesten fazla kütlelere ram olmuştur. O, cemiyete hükmetmek ister, ama âkıbet
bilmeden hüküm olunacaktır.
Gurur ahlâkı vatansevere düzen verir, şahlanan
ihtiraslarına dizgin vurur. Mertlik gururu ve cesaret gururu, benlik gururu ve
asalet gururu onu fazilete, cürete, kendini fedaya sevk edecektir. İhtarası
uyanan ve bununla birlikte ruhu kemâle gelmemiş olanlar, dışından halkın
alkışı, içinden gurur ahlâkı sökülüp atılınca, vahşi bir kurt sürüsü haline
gelecektir.
Vatansevere karşı daima dost, daima sabırlı
olunuz. Çünkü ruhunun tam olmayışını yığınların takdiriyle doldurmaya muhtaçtır.
Gurur ahlâkıyla, o kendi hakikati içinde her zaman iyi kalacaktır. Çünkü o
olmasaydı eksik kalan hırsları ve noksan ruhuyla, bir tabiat galatı gibi
kendinden ürkecek ve bir ejder olacaktı.
Vatansevere telkin ediniz! Çünkü o, kendi
kudretine inanmıştır. Bu zemin üzerinde telkin edilmeye, daha faziletli olmaya,
bir gün kendini aşarak yaratıcı olmaya elverişlidir. O bir cahil gibidir ki,
ancak gururu okşanarak tesir altına girer ve telkine en fazla elverişli olduğu
için ruhunun kalesi bu yoldan çok çabuk fethedilir. Vatanseveri alkışlamak,
telkinli ve derin söylemek, gururunu okşayarak kalbine hâkim olmak lâzımdır!
Dördüncü mertebe, insani vatansever
mertebesidir. İhtirası aşarak aşka ulaşan, varlığın oluşuna katılan ve kemâl
için yola çıkan herkes bu mertebeye ermiştir. Benlik dâvasından vazgeçen,
kendini aradan silerek ruhun kaderi ile âlemin kaderini birlik ve bütünlük
içinde gören her insan bu mertebeye ulaşmıştır.
Vatanı insanlık için ilk konak, cemiyeti ruha
ve ahlâka ulaşmak için ilk adım yapan her yolcu insani vatanseverdir.
Onun gözünde âlemin mihrakı insandır. Medeniyet
insanın eseridir ve onun içindir. Çünkü insan birliğin aynasıdır. Parça değil,
bütündür. Uğrak değil, dilektir. Her aklı ve dili olanı insan sanmayın! İnsan
demek ruhunda kudret olan ve aşk ahlâkına yükselen demektir. İnsani vatansever,
bütün mertebelerden birer birer geçerek aşk ahlâkına ulaşmıştır. Fazileti,
gurur için kahramanlıkta değil, insanlık için nefsini fedada bulmuştur. Âlemin
birlik içindeki çoklukta, hakikatın mertebelerde olduğunu anlamıştır. Eşyaya
kendi hakikati içinde bakmış, “taştan fazlasını asla taştan istememiş,” herkese
kendi diliyle söylemiştir.[134] Halka baba gibi sevginin ve acımanın şiddetiyle vaaz
etmiş; vatandaşa ümit ve cesaret vererek heyecanlı hitap etmiş; vatansevere
cüretini takdir ederek, asla kaybolmayacak şeyler için nefsini fedayı telkin
etmiştir.
İnsan olmak, ruhunda inkılâp geçirmektir.
Küfürden sonra imana gelmektir. İçten ruh değişmesine uğramaktır.[135] Kendinden geçtikten sonra kendine dönmektir. Birliğe
dalmayan çokluğun lezzetini tadamayacaktır. Gerçeği içinden yaşayıp ondan
kendini ayırmayan eşyadaki zıtlar ve çatışmaların manasını anlamayacak, zevkine
varmayacaktır. Her şeyde doğrunun ve güzelin hissesini bulmak ve her yerde
hakkın tecellisini görmek bu demektir. Yalnız aşk ahlâkına erişenler bu zevke
varacaklar ve dünyadan geçenler asıl dünyanın tadını alacaklardır.
Aşk ahlâkına erenlerin birbirine hitabı gönül
diliyledir. Onlar kemâl ehlidir, ne vaaz ne nasihat ne de telkine ihtiyaçları
vardır. Onlar ancak birlik lisanıyla konuşurlar: Yani aralarında yalnız dostluk
vardır. Ve dostlar birbirleriyle yalnız sohbet ederler.
Sohbet, insani vatansever dilidir. Sevgi
ahlâkına yükselenler arasında ancak dostluk ilişiği vardır. Dostluk, fertlikten
kişiliğe yükselenlerin, hür insanların, hürriyeti içinde duyanların
cemiyetidir. Yalnız ve yalnız onlar arasında eşitlik olabilir. Nasıl olur da
siz korkuya ve sırlara kul olanların, vaatler ve ümitlerle yaşayanların,
gururundan başka bir şeye inanmayanların, kütlenin takdirine ve alkışına muhtaç
olanların hür insanlarla ve kemâl ehliyle eşit olduğundan söz edebilirsiniz?
Hayır, onlar asla eşit değildir. Kalbimiz ve ümidimiz onlarla beraberdir. Biz sınıf
değil, mertebe istiyoruz. Biz hayal içinde, vehm içinde kalmak istemiyoruz.
Fakat cüret ve nefsi feda ile her gün aşılması mümkün olan mertebelerden
yükselerek gelecekteki insani eşitliğe ulaşmak için bugün hakikati görmek
gerektiğini ve bu olgunluğa ancak mertebelerle varılacağını kuvvetle dâva
ediyoruz.
Aşk ahlâkına erenler ruhlarında hürriyet
olanlardır. Dışlarındaki hiçbir kuvvete, hiçbir var olana,[136] hiçbir kütleye muhtaç olmadan kendi başlarına bir
şahsiyet olanlardır. Çünkü onlar kalplerini âleme açmışlar ve ruhun kaderiyle
âlemin kaderini bütün haline koymuşlardır. Yalnız onların arasında birlik
vardır. Ancak onların kalpleri birbirine açılmıştır. Yalnız onlar ruh
hürriyetine ve manevi eşitliğe ulaşmışlardır.
İnsani vatansever, sevgisini insanlığa
vakfedendir. Acıyışını, ümidini, affını bütün insanlara dağıtandır. Noksanı hoş
gören, kötülüğü affedendir. Halkı halk olduğu için, vatanseveri cüret ve
kahramanlığı için sevendir. Kütlenin ruhuna gerçekten hâkim olarak, eşyanın
düzenini ve insanların mertebelerini bozmadan onları bütünlüğe doğru
götürendir.
Adalet, birlik ahlâkının neticesidir: Eşyaya
sevgi ile bakmak, birlikten çokluğa dönmek, gökten yere inmektir. Sevgi ile
eşyayı görmek, noksanlığı içinde onu sevmektir. Taştan fazlasını taştan
istememektedir. Sevgisini âlemin mertebelerine göre vermektir. Şiddeti asla
vaat yerine kullanmamaktır. Kayser’in hakkını Kayser’e vermek ve eşyanın
düzenini bozmamaktır. Adalet, akılla duyguyu aşkın bilinmesinde, birliğin
kavranmasında, irfanda birleştirmektir. Hissin hükmünü akılla tamamlamak, aklın
kararını duyguyla genişletmek ve derinlik vermektir. Benliği ve benlik dâvasını
doyuran duyguları silkip atmak; yalnız birlik ve mertebeler sevgisiyle hareket
etmektir. Aslâ düşkünlüklerine ve tercihlerine, asla zümre ve sınıfının değişik
kanaat ve değerlerine göre icra etmemek; fakat hareketlerinde yalnız ve yalnız
bütün eşyaya bir gözle bakan birlik ve mertebeler sevgisini düstur olarak kabul
etmektir.
Hiçbir zaman “şunu tercih ediyorum, bu daha
caziptir” demeyiniz. Fakat yalnız bütünü sevdiğiniz için parçanın mertebesine
de sadık kalınız. Birlik sevginiz olduğu için çokluğa da aşk ile bakınız. Aslâ
“bu benim beğendiğim harekettir” demeyiniz. Fakat her harekete birlik yolunun
bir basamağı diye bakınız. Ve mertebelerde onun hakkı ne ise onu veriniz. Eğer
bana zaaflarınızdan bahseder ve, “Biz Allah değiliz, küçük sevgileri nasıl terk
ederiz. Bizi hayata bağlayan bin bir rabıtayı nasıl kırar da sevdiklerimizi ve
tercih ettiklerimizi silkip atabiliriz?” derseniz, hata edersiniz; zira ben
size “adil olunuz” derken asla “içinizdeki kuvveti öldürünüz, irade kuvvetiyle
aşkı boğunuz, akıl zinciriyle hissi zindana koyunuz” demiyorum. Fakat “öyle
nihayetsiz sevginiz olsun ki, günün sevgileri, küçük tercihler ve seçmeler onun
yanında sönük kalsın, öyle cüretli ve insani ihtiraslarınız olsun ki,
sempatiler ve ilgiler kendiliğinden unutulmuş ve terk edilmiş olsun” diyorum.
Çünkü bitmez tükenmez aşkı olan, intihapsız
bütün eşyayı sevecektir. Bütünü seven parçayı da sevecektir. Fakat yalnız
parçayı seven asla bütünü sevmeyecek, hayal kırıklığına uğrayacak ve meyus
olacaktır.
Adil olmak, birliğe âşık olmaktır. Ruhunun
kapılarını eşyaya açmak, iç kaderle âlemin kaderini bir kılmaktır. Bilgiden
irfana yükselmektir.
İlim cüzidir; irfan küllidir.[*23] Âdil olmak yalnız irfanımız, yani birlik sevgimiz
olmasıyla mümkündür.
Adalet, her başa gücü yettiği kadar yük
vermektir; kimseden, yapmasına imkân olmayan şeyi beklememektir. İçinde hürriyeti
duymayana, zorla “hür olacaksın” dememektir. Fakat kişi olmuş ve iç hürriyetine
ulaşmış olanın omzundan baskıyı kaldırmaktır. Korku ahlâkında olanlara
sorumluluğu[137] olan iş vermemek, onların kurtuluşu namına, oylarına
danışmamak, cumhura rağmen fakat daima cumhur için olmaktır. Halkı yalnız
insani sevginin, acımanın ve affın şiddetiyle idare etmektir. Halka hürriyet
vermemek, fakat huzur vermektir.
Ümit ahlâkında olanlardan kahramanca fayda
gütmez hareketler beklememek, onlara daima ufku dar, vaatlerle dolu işler
vermek, yalnız meydana çıkması için çalıştıkları en yakın gayede oylarına
danışmaktır.
Vatandaşı heyecanlı ve vaat edici nasihatlarla
yönetmektir. Ümidini asla hırsa kalbedecek kadar körüklememek, meyus edecek kadar
söndürmemektir.
Gurur ahlâkında olanlardan nefsi feda
beklememek, onlara yalnız kahramanlık ve şöhret işlerini vermek, hiçbir övünme
payı ayırmayan büyük ve insani vazifeleri asla onlara vermemektir. Şöhret ve
ikbâl düşkünlüğüyle cumhurun alkışına esir olanlara asla cumhurun idaresini
teslim etmemektir. Gurur ahlâkında olanların gururunu tatmin etmek, fakat
onlara hiçbir zaman büyük yetkiler[138] vermemektir. Onları şerefli bir dinlenmeye
bırakmaktır.
Cemiyetin büyük yükü aşk ahlâkında olanların
omzundadır. En ağır vazifeler ve en fayda gütmez[139] işler onlara verilecektir. Cüreti, nefsi fedayı,
feragati onlardan beklemek hakkımızdır. Hürriyet ve yetki onlara bahşedilecek
fakat en büyük sorumluluk yine onların omuzlarına yüklenecektir. Mertebeleri
düzenlemek ve adaleti uygulamak onların vazifesi olacaktır. Vazife mecbur
olmaktır ve mecbur olmak iç kaderin emirlerine bağlanmaktır. İç kader yalnız
ihtiras ve aşk olduğu için, aşk ahlâkına yükselenlerde tam vazife duygusu var
olacaktır.
Adaleti uygulayanlar vazife duygusuyla âdil
değildirler. Fakat insani ideale yönelen tesir etme aşkıyla âdildirler. Tesir
etme sevgisi olan, onu icrayı vazife bilecektir. Hiçbir gücenme, kırılma ve
nefrete esir olmadan, hiçbir âlaka ve sempatiye bağlanmadan sırf adaletle
hareket edebilmek için vazife duygusuna başvurmak yetmez. Ancak, kendisinde
birlik aşkı olan kimse âdil olacak ve insanlığı seven, hiçbir insanı
başkasından ayırmayacaktır.
Adaleti tatbik edenler, Allah korkusuyla, kanun
korkusuyla asla âdil değildirler. Çünkü korkan, hakkı değil, fakat nefsini
düşünecektir ve korkunun nüfuz etmediği yerde zâlim olacaktır.
Adaleti tatbik edenler, gelecek ümidi ve benlik
gururuyla âdil değildirler. Çünkü ümit eden, hakkı değil, nefsini düşünecektir.
Gururlanan, “halk âdil desin” diye işi yürütecektir. Fakat ümit eden, umduğu
çıkmayınca zulmedecek; ve halkın takdirine her şeyin üstünde değer veren cumhur
hatada birleştiği zaman hakkı terk edecektir.
Adaleti tatbik edenler, ancak insanlık
sevgisiyle ve aşkın kaderini yerine getirmeye mecbur oldukları için âdildirler.
Sırlar âleminin kanunlarıyla adalet icra
edilemez. Çünkü Allah ya mukadderata düzen verendir: O, düzeni kendisi
bozmayacaktır; o halde onun adaletine lüzum yoktur. Ya her an ona yeniden düzen
vermektedir; o halde bu sürekli değişmede haklı ve haksızı belirtmeye imkân
yoktur. Allah adalete düzen veren olamaz: Çünkü mükemmeldir. İnsanın zaaflarını
ve ıstıraplarını, noksanlarını ve günahlarını tatmamıştır.[140] Ezeli soruyu yine ortaya koyalım: Madem iyilik ve
kötülük Allah’tandır, öyleyse niçin kötülüğü ayıplar ve günahları cezalandırır?
Şeytan, adalete düzen verici olamaz: Çünkü
noksandır ve noksan kalmaya mahkûmdur. Kemâlin ve birliğin zevkini tatmamıştır.
Kalpsiz bir zekâyla ve hissiz bir akılla kalmıştır.
Yalnız insan adalete düzen verici olabilir.
Çünkü onda birlik ve çokluk vardır. O, mertebelerin sahnesidir; o, bütün
derecelerden geçmiştir. Noksandan kemâle, zaaftan kudrete, kötülükten iyiliğe
sürekli bir ilerleme yoludur. Çünkü insan, eksiğin tam olmak ve hayvanın ruh
olmak için sonsuz cehitle açtığı savaş meydanıdır.
Sınıflar ve kastlar halindeki bir cemiyette
adalet olamaz. Hâkim sınıfın mahkûm sınıfa, yüksek sınıftan birinin aşağı
sınıftan birine karşı âdil olması imkânsızdır. Çünkü refah içinde olan sefalet
çekenin, olgunluk iddia eden eksikliğini ilân edenin halinden anlamayacaktır.
Sınıflar ve kastlar şeklindeki bir cemiyette
insanlar birbirinden uçurumlarla ayrılmıştır. Orada merhamet, riya ve insanlık
bir tuzaktır. Bu tuzak, sınıfların kinini yumuşatmak ve rakibin gazabını
uyuşturmaktır.
Kimse kendi kurulmuş ocağından ötesini göremez.
Sınıflar halindeki cemiyette yalnız sınıf menfaatleri, tahakküm korkuları ve
sahte asillik gururu hâkimdir. Anadan doğma asillikle övünen, ruh asilliğine
erişemeyecek, benlik dâvasında, kibir ahlâkında kalacaktır.
Ne sınıfı ne mertebeleri olan karışıklık[141] (kaos) halindeki bir halk kütlesinde adalet olamaz.
Çünkü orada ruh ve ahlâk asilliğinin kurulması için dereceler ve mertebeler
doğmamıştır. Hiç olmazsa gurur ahlâkının doğmaması için eşraflıkla övünme ve
kast cemiyeti de kalmamıştır. Kaos halindeki bir halk kalabalığında kişilerin
eşitliğine bir hamlede ulaşıldığı farz edilmiştir.
Zavallı kütle, bu hayali ve mevhum hürriyete
aldanarak iplerini hokkabazın eline veren kuklaların durumuna düşmüştür. Böyle
bir cemiyette insanlar eşit farz edilecek, fakat gerçekte yine tabiatın düzeni
hâkim olacak; insanlar hür farz edilecek, fakat yine korku ahlâkı halkı idare
edecektir. Bu iki cepheli sahte hayatın entrikasından kendilerine pay
çıkaranlar, kurnazlar, hilekârlar, sahneyi arkadan idare edecekler ve hak
yolundaymış gibi görünerek, halkın gafletinden faydalanarak, karanlıkta mâsum insanlara
hayal seyrettireceklerdir. Artık nasıl olur da siz bu kaos halindeki halk
yığınında, hakikate göz yumulan ve mevhumeler içinde yüzülen bir çevrede
eşyanın düzeninden, insanlığın mertebelerinden ve adaletten söz edebilirsiniz?
Vahşi cemiyetler arasında asıl olan
düşmanlıktı. Fakat sürülerin ehlileşmesi, âletin ve tekniğin ilerlemesi,
toprağın işletilmesi, zümreler arası uzlaşmayı doğurdu. Kan kardeşliği ile
uzlaşma, evlenmeyle ve karşılıklı ziyafetle uzlaşma, evlâtlık alma yolundan
uzlaşma zümreleri birbirine bağlayan ilk sebepler oldu. Bir fert başka ferdin
değil, fakat bir zümre başka zümrenin evlâtlığını kabul ederek onun kaderine,
onun örf ve âdetlerine girdi. Görüyorsunuz ki, hukukun ilk şekilleri din,
siyaset ve iktisat buyrukluğu[142] üzerine kurulmuştur.
Kastlar arasındaki uçurum bir zümrenin başka
zümre hesabına zorlama yolundan, her şeyden vazgeçmesiyle kalmıştır.
Zadegânlık fikri, anadan doğma şereflilik
iddiası, servet zorbalığı,[143] kılıç zorbalığı üzerine kurulmuş bütün hukuk
mitosları ve adalet kaideleri bu iptidai hayatın arta kalanlarıdır.
İnsan ruhunun gelişmesi iç hürriyeti ve
kişiliğin muhtarlığını meydana getirdikten, ihtirasın ve sevginin kudreti
âdetleri ve gelenekleri aşarak cemiyete hâkim olduktan sonra, artık eski
devirlerin masallar üzerine kurulmuş hukukuna inanılamaz. Adaleti bu çürük
temel üstünde kurmaya asla kalkılamaz.
Adalet, ancak gerçeğin derin bir tahlili
üzerine insani ideali bina etmek fikrinden, olanla olması gerekeni “hakikat”te
birleştirme tasasından, hakikati mertebelerde görme, insani eşitlik ve hürlük
idealine mertebeler yoluyla safha safha yükselme arzusundan doğacaktır.
Derler ki: Eşyanın tahlili bizi başka bir yola
götürür. Tabiatın kör kuvveti elinde biz bir oyuncağız. Ve yine derler ki:
İnsan insanın kurdudur; zulüm acı da olsa bir zarurettir. Fakat ne yapalım ki,
tabiatın kör kuvveti gibi şuur da bir hakikattir. Ve şuur bu kör kuvvetlerin
çarpışmasından doğan varlığın üstün ışığıdır. O bir buhrandır ki ruhun
kudretiyle ahengini bulur. O bir yalnızlık azabıdır ki ancak birlikte huzurunu
bulur. O bir sonsuz ve tatminsiz dilektir ki yalnız tabiatla aynı dili
konuştuğu zaman sükûn ve şifa bulur.
Ruhu kudretli olmak demek, şuurunu iç
yalnızlığından kurtararak eşya ile birleşmek demektir. Eşya ile birleşmekse,
doğru olmak ve insanlığın mertebelerini bilmektir. Ruhun kör kuvvetlere hâkim
olmak için yaptığı bu hamleleri tanımaktır. Zayıflıktan güçlülüğe, eksiklikten
olgunluğa doğru yükselişi değerlendirmek demektir.
Ve adalet işte bu doğrulukla mertebeler
bilgisini sevgi ahlâkında birleştirmek demektir.
Ruhu kudretli olan mutlaka doğru olacaktır.
Doğru olan da mutlaka âdil olacaktır. Gökten zorba olarak inen ve kendini en
kudretli farz edenin, biliniz ki, saati çalınmıştır. Onda ruhun ve birliğin
kudreti yoktur. O, filler ve ejderler gibi kuvvetlidir. O, noksandır ve
oyuncağını kıran çocuklar gibi, noksanlığın azabını zulüm ile dindirmek
istemiştir.
Kimse kudretli olarak doğmamıştır. Fakat ruhun
savaşları onu kudrete ve doğruluk yolundan kurtuluşa götürmüştür. Kimse
faziletli doğmamıştır. Fakat yalanın ve sahte hayatın azapları, onu kudretli
olmaya, kendini aşmaya, hakikat önünde irkilmeden yurümeye sevk etmiştir.
Ahlâkın esası, günün birinde insanları hakiki
hürlüğe, hakiki eşitliğe ulaştırmak için, âdil olmaktır. Âdil olmak, insanları
ahlâki mertebelere ayırmak, işleri ve vazifeleri bu mertebelere göre eşit
olmayarak dağıtmaktır.
İnsanları soy asilliğine, servet asilliğine,
herhangi bir vesilenin kibir ve gurur asilliğine değil, kendini en uzak insani
ideale bir anda eriştim farz eden hayali eşitlikçiliğe değil; fakat yalnız ruh
asilliğine ve ahlâk asilliğine göre ayırmaktır.
İnsan taş değildir. O, bu koca âlemin içinde,
âkıbet bir gün yalnız olduğunu ve tek başına yaşamanın azabını duymuştur.
Toplanma ihtiyacı, koruma ve korunma, sevme ve sevilme ihtiyacı bu azabın
çocuğudur.
Gittikçe toplanan, büyüyen, dev gibi
büyüklükler alan kasabalar, şehirler ve büyük şehirler bu ihtiyacın safha safha
genişleyen, kuvvet kazanan şekilleridir. İhtiraslar derinleştikçe insan kendi
içine kapanır ve benciliğe daha fazla kul olur. Yalnız kalmanın azabını daha
derinden duymaya başlar.
Şefkat ihtiyacı, hakikat ve iyilik ihtiyacı
daha büyük, daha sonsuz olur. Ve işte ondan dolayıdır ki, bugünün insanları bir
yandan benlik dâvasında ve benciliğin köleliğinde bu derece taşkınlığa
giderken; öte yandan içlerindeki azaba bir teselli ve kurtuluş bulmak
ihtiyacıyla birliğe ve insanlığa olan inançları, geleceğin cemiyetine büyük
açlıkları da o kadar artacaktır.
İlim asilliği üzerine asla adalet kurulamaz.
İlim, irfan derecesine yükselmedikçe fazileti doğurmayacaktır. İlim, hakikat
ihtirasına ve ruh kudretine dayanmadıkça, benlik iddiasını bir yana atıp
konusundan ibaret kalmadıkça, âleme tepeden bakmak ve böbürlenmek için
kullanıldıkça, ilim hâsılı birliğin ilmi, bütün olarak varlığın ilmi olmadıkça,
asla ahlâka ulaşamayacaktır. Fakat ruhunda cüret ve hareketinde fazilet olan
değirmenci çırağı ve marangoz ustası, o sahte âlime bin kere üstündür.
Ahlâkın birinci mertebesi eksiğini itiraf
etmektir. Ruhunda cüret, kendini fedaya kudret olmadığını, gerçek için savaşa
gücü yetmediğini söylemektir. Fazilet uğruna huzurunu terk etmeye, menfaatini
çiğnemeye katlanmayacağını ilân etmekten korkmamaktır. İşi ehline bırakmak ve
sahte kahramanlık dâvasına kalkmamaktır. Cüret taklidini ve insanlık
hokkabazlığını terk etmektir. Çünkü bu bir imtihan meydanıdır. Ahlâk
bezirgânlığına çıkan, ilk adımda iflas edecek ve adalet hokkabazının perdesi
düşerek, bütün ipleriyle meydanda kalacaktır.
Ahlâkın ilk ve en büyük adımı adalet kürsüsünde
zulmü kurarak halkın gafletinden faydalanmamak, işi sahibine bırakarak
çekilmektir. Çünkü ruhun cüretli ve büyük hamlesi onu er geç yerinden koparıp
atacaktır.
Biz yalnız ruhun ve ahlâkın kudretine
sığınıyoruz. Zulmün cefasını ve zorbalığın kahrını yalnız ahlâk ile ortadan
kaldırmanın mümkün olduğunu iddia ediyoruz. Yalnız ahlâkın kudretiyle karanlığı
dağıtmak ve kahrın elini kırmak kabil olduğunu söylüyoruz. Ne büyüktür o
insanlar ki zulmü zulümle karşılamazlar, fakat insani cüretin sonsuz olan
kuvvetiyle adalet kürsüsüne hâkim olurlar ve kötülüğü affederler.
İsa’nın eline kılıç vermek Kayser’in kalbine
Allah’ı indirmek lâzımdır![*24]
Adalet felsefesi muktedir olmayı ve affetmeyi
telkin eder. Acımayla kuvveti birleştirmeyi, ahlâk sevgisiyle âleme hükmetmeyi,
sahip olmak için sevmek ve sevmek için sahip olmayı teklif eder.
Aradığımız, yararlılıklar ve ödevler düzenidir!
Yararlılık, çabalarla ele geçmiş bir ülke, yarışma sonunda başarısını ispat
edenin kazandığı bir rütbedir. Mutlak hürlüğün olduğu yerde yarışmaya para,
kuvvet ve talih karıştığı için eşitsizliği artırır; kazanana imtiyazlar ve
“haklar” verir. Fakat yararlılık vermez. Kurnaz, becerikli, mal mülk sahibi
olmak “yararlı” olmak demek değildir. Bu kelime yalnız ideal-değerler
yarışmasında üstün derece alanlar için kullanılır: Keşif yapan bilginin, büyük
eser veren sanatçının, icatlar getiren teknikçinin, cesaret ve kahramanlığı ile
örnek olanın eyleminde yararlılık vardır. O miras değildir, babadan geçmez.
Savaşlarla kazanılır. İnsan onunla şeref alır. Yararlılıkta aşılan her derece
ödevlerde üstün bir yükü bekler. Biri ideal yarışmasından gelen şerefli kazanç,
öteki bu kazancın yüklediği sosyal hizmettir. En ağır hizmet en büyük
yararlılığa karşılıktır. Toplum bu düzene uymak zorundadır. Dirlik bu uymadan
doğar. Uyulmazsa, araçlar idealleri ezmeye başlar. Böyle bir yerde düzen dirlik
kaybolmuştur. Töreye bağlı bir toplumda ideal-değerler için savaş yararlılığı
sağlar, araçların dizgine konması kör kuvvetin çiğneyişini durdurur.
Yanlış olarak bazen ödevlerle haklar karşı
karşıya konulmuştur. Halbuki haklar belirli bir sosyal düzenin kanunla verdiği
özel ayrıcalıktır (imtiyaz) ki, mirasla yeni kuşağa geçer. Bir toplumda hak
olan başka bir toplumda değildir. Haklar ve ödevler düzeni görelidir,
değişicidir. Bir toplumun verdiği hak sosyal değişmelerle yük ve baskı olmaya
başlar. Hanedanlar, beylikler bir zaman haktı. Toplum değişince yük olmaya
başladı. Böyle bir durumda değişen haklarla ödevler nasıl düzen kurabilir?
Hak-ödev düzenleri belirlenemez. Toplumun sırtında yük olan hak ile bir ödev
karşılaşınca “hak”lar kötü görülecek ve ödev temelsiz kalacaktır. En ağır
ödevleri görenlerle yük haline gelmiş “hak”lar nasıl karşılanacaktır? “Hak yok
ödev var” demek için, gerçekten hakkın bir imtiyaz olmaktan çıkmış olması
gerekir. Oysa ki, her devrin kanunu gözünde haklar imtiyazdırlar.
Karşılıklarında hiçbir ödev yoktur. Ödevlerse, böyle bir durumda,
imtiyazlıların ezdiği kimseler elindedir. O zaman, “Hak yok ödev var” sözü “Hak
yok haksızlık var” sözünün aynı olur. Çünkü büyük yetkisi olan büyük yararlılık
sahibi değil, yalnız güç ve “hak” sahibi olandır.
İdeal-değerleri canlı olan bir toplumda
hak-ödev düzeni değil, yararlılık-ödev düzeni vardır. İnsanlık, araç-değerleri
hak değil ödev saydığı zaman toplum düzeni kazanacaktır. Oğuz töresinde
yararlılık-ödev dirliğinin geçerli olduğu devirler olmuştur. Kahramanlara,
yiğitlere yararlılar denmiş ve üstün ödevleri onlar almıştır. Eski devirlerin
ideal-değerleri savaşta toplandığı için yararlılık kelimesini de askerlikte
kullanmışız. Nişan, rütbe yararlılığı görülen kahramanlara verilirdi.
Kahramanlık yalnız savaş değil, barışta da vardır: Fikir, sanat, teknik, ilim,
ahlâk, dil ideal-değerlerdir. Hepsinin ayrı yarışmaları ve kahramanları vardır.
Hepsinde ayrı yararlılık kazananlar kendi rütbelerinin şerefini ve bu şerefe
karşı kendi ödevlerini almalıdırlar. İdeal-değerler geliştikçe her birinin
yararlılıkları ve rütbeleri meydana çıkmaktadır. Beylik babadan gelirdi,
paşalık, gazilik elde edilirdi. Çünkü biri soydan imtiyaz, öteki kazanılmış
şeref demekti. Ve yalnız kişinin kendisine vergiydi. Yarının toplumunda bütün
değerlere ait yararlılıklar yüksek sosyal hizmetle karşılanacak, ödülle satın
alınmayacaktır.
Platon bir mağara benzetmesi yapmıştı. Ben de
böyle bir benzetme veriyorum. Mağarada zincire vurulu adamların gözlerinde
pigment maddesi kaybolmuş, görme nevritine tutulmuşlardır. Her şeyi bulanık ve
tek renkte görmeye başlamışlardır. Bir fırsatta bunlardan biri zincirinden
kurtulur ve dünyaya çıkar. Fakat ne güneşi, ne eşyanın çeşitliliğini
görmektedir. Onun için her şey bulanık ve tek renklidir. Ona, eşya “şöyledir,
böyledir” dendiği vakit o, bundan bir şey anlamayacak, hürlüğünü kazandığı
halde yine “eşya bulanık ve tek renklidir” diye inat edecektir. Mağaradan
kurtulan bu kimse için artık eşyanın çeşitliliğini görmeye ve anlamaya imkân
yoktur.
Xenophanes der ki, arslanlar tanrılarını
arslan, kurtlar kurt şeklinde tasarlamışlardır. İnsanlar da
tanrılaştırdıklarını kendi güçlerine göre seçerler. Korku halinde olanlar
ürkeceklerini, çıkarından başka ufku olmayanlar en büyük çıkarcıyı seçerler.
Kibirlilerin başkanı kendini dev aynasında gören olmalıdır. Gerçek kişilerin ideal
insanı da bu pis dünyada temiz kalan, insanlık sevgisinde cüret gösterendir. Bu
mertebeler aşılmadan, korkanların ve çıkarcıların eline seçme hürlüğü
verirseniz hürlüğe değeri olmayanları hür saymak, eşit olmayanları eşit görmek
gibi bir paradoks toplumu altüst edecektir. Böyle bir hal anarşi ve
despotluktan başka bir şey değildir.
Koşu atları yarışa girmek için düdüğün
çalınmasını bekler. Düdüğü çalan kim? Bu, atını en öne sürmek için hile
karıştıransa, yarışın ne hükmü kalır? Yarış temiz biniciler arasındadır, cins
atlar arasındadır. Ne küheylan uyuz eşekle yarışa çıkar, ne korkak cüretliyle
bir sıraya girer. Üç elmayla beş armudun toplamı olamaz diye ilkokulda size
öğretmediler mi? Korkanlar, kibirliler, gerçekten temiz ve cüretli olanlar
kendi aralarında yarışa çıkmalıdır. Hileci hakemin bu karıştırmadan kendine pay
çıkarmasına meydan vermeyin! Hileli yarışı durdurun! Herkes kendi yerini alsın.
Bulanık suda balık avlayanlardan korkunuz.
Cüce kendini dev aynasında görünce, “Sakın bu
dağları ben yaratmış olmayayım?” derdi. Yaratmak mı? Bu dağları aşmak bile ne
güç şey! Aynaya değil, cüceye bakanlar ona güldüler. “Bırak elindekini! Bu
senin işin mi?” dediler. Ama cücenin başka bir gücü var. O, Keloğlan gibi tavan
arasında eski dolapları karıştırır. Kimsenin giremeyeceği deliklerden hazneler
çıkarır. Elinden ayna düşünce, cüce asıl şimdi büyük tehlike olmuştur. Çünkü
yalandır, hiledir, sahte güçtür. Burnunun dibini görmeyen dev ise ortalığı
yakar yıkar, dünyayı ters çevirir. Yalnız tavan arasındaki Keloğlan’a
dokunamaz. Âlemi hangi kılığa soksa Keloğlan ve cüce tekrar orada yerini alır.
Hacıyatmaz gibi yeniden meydana çıkar. Ve dev, şaşı gözleriyle onu tanımadığı
için, her yıkılışta başka bir kılıkla o hep eski yerindedir. Cücenin alt
edildiği, devin gözleri açıldığı zaman nerede?
Yalanın hak kazandığı tek yer büyük pislikleri
gizlemesindeydi! Vurgunculuk kötü, onunla övünmek bin kat daha kötüdür. Hangi
devirde madrabaz çıkmamıştır? Ama bundan utanıldığı için, hiciv bu maskeyi
yırtsa bile kimse alın karasını üzerine almamıştır. Yalnız histerik denen ruh
hastası kendini teşhirden utanmaz. Ortodoks’un “melâmet”i (humiliation), suçunu
halkın önüne sererek cezasını bekler. Biri hasta diye, öteki bir iyileşme yolu
diye özürlüdür. Bugünün sapkınlığıysa, utanılacağı teşhir etmekten haz duyuyor.
Mahremlik, vitrin halini almıştır. Yalancılık zekâ hakkı gibi meşru
görülmüştür. Düşkünlük ve kötülüklerle övünülen bir devirde teşhir salgın
(exibition) halini almıştır. Ondan kendinizi koruyunuz. Teşhir edilen rezalete
karşı halkın tepkisi, bütün “itibari yalanlar”a tabiatın çıplaklığı ile karşı
koymaktır. İlkçağ’da Kinikler[*25] böyle yapmamışlar mıydı? Bin yalanın, öteki isyanın
iki teşhiri. Hangisi daha kusurlu?
Dağdan inen şehri basacak. Uygarlığın ışığı
köylere gidecek yerde, bilgisizlik ve kavrulmuşluk uygarlığı karartacak.
Yollardan lağımlar akacak. Kültür yakılarak, ateşinin çevresinde vahşet
dansları yapılacak. Bu kör dövüşünde son kozu oynayanın kazancı ne olacak?
Kalabalığın, yığının, kör kuvvetin, sahte eşitliğin kazancı ne olacak? Hürlük
adına oynanan oyundan kalan son koz kör kuvvetin yıkılışlarıdır. Demokrasi,
yığının baskısı değildir; eğitimdir. Kafanın bedene, fikrin maddeye
hükmetmesidir. İçindeki cevher kül altında kalmış halktan gelmez; bilgiyle,
idealle halka doğru gider ve o cevheri meydana çıkarır. Halka rağmen halk için
ve yalnız halkı yetiştirmek içindir.
Platon demiş ki, hükümdarlar hakim, hakimler
hükümdar olduğu zaman insanlar mutlu olur: Bu iki kutup birleşmemiştir. Ancak,
kafasıyla, ruhuyla yükselenler çoğaldıkça bu kutuplar bir gün yaklaşacaktır.
Bunu Platon’un istediği gibi bir kişi değil, kişilerden meydana gelen bir
sınıf, bir kafa ve ruh sınıfı yapacaktır.
Yalınayak, başı kabak karda kışta titremenin ne
demek olduğunu bilmeyen sabırdan, sevgiden söz edebilir mi? Önce altlarına
döşek verin, karınlarını doyurun; sonra kafalarını ve ruhlarını oldurursunuz.
Tarlasına göz dikti diye komşusuna kurşun sıkan, bacısına yan baktı diye
bağrını bıçaklayan, sevgi nedir bilir mi? Kan gütmekten onu kurtarın ki,
kardeşlik nedir anlatasınız! Kanun nedir duyurasınız! Yol uzun, dağlar büyük ve
siz sabırsızsınız. Bu yolu menzil menzil geçeceksiniz.
Yılgınsa kusur kimde? Şehirliden, kapıdan
ürkmüşse kabahat ürkende mi, ürkütende mi? Ne verdik ki neyi alacağız? Nasıl
yetiştirdik ki, yetişeni sorguya çekeceğiz? Sorguya çekilecek biri varsa bilip
de bildirmeyen, doğruyu göstermeyen, varını yoğunu aldıktan sonra hâlâ oradan
bir şey bekleyendir.
Sorumluluk başka, yükümlülük başkadır. Tarih
yaprakları nice sararsa, yine şu parlak satır okunur: Aydınlar ve Kapı kulları,
bizler sorumluyuz! Bunu böyle bilelim. Ancak, yüzyılların yanlışı bir kalemde
silinmez. Yetişmeyeni yetiştirmek gerek! Sorumlu cezasını çeksin. Ama
yetişmeyenin eline kullanamayacağı âlet verilmesin. Siyasi hürlük irade
özerkliği ile atbaşı gider. İkincisini kazanamayan birincisini kullanamaz. Yol
uzun ve aşılacak dağlar büyüktür. Yetiştirme çabasıyla bu yolu menzil menzil
geçeceğiz. Kendimizi unutur, zamanın yapacağını bir güne sıkıştırmaya kalkarsak
hürlüğe değil, toplum deliliğine ulaşırız.
Burada (s.
45 ve 87) sık sık geçen “ariflik” İlkçağ sonunda gnostisizm görüşü değildir.
Gerçi, “arif” kelimesi Arapçadan Türkçeye bu eski gnostique karşılığı olarak
geçmiştir. Ancak tasavvuf dilinde “ariflik” ile gnostique’ler arasında çok fark
vardır. Ariflik iç gözü ile bakmak olduğu için, dünyaya çevrili dış gözü sanki
kapalı gibidir. Fuzuli’nin, “Arif oldur bilmeye dünya vü-mâ-fihâ nedir”
mısraında kastettiği bu idi. Biz arif deyince modern görüşte yeni bir şey
anlıyoruz. Bu, Scheler gibi bilgi ve inanç alanlarını kesin sınırla ayıracak
yerde, bilginin inançla tamamlandığını kastediyoruz. Bilgi bize gerçekleri,
onlara ait tahlil ve terkipleri verir. Fakat gerçekler bilgiyi parçalar,
çokluklar halinde kalır. Ne fizik, ne biyoloji, ne sosyoloji bizi bütün olarak
varlığa ve onunla bağlantımızı kuran eyleme götürür. Fizikten çıkan pratik onun
tekniği olan türlü araçlardır. Biyolojiden çıkan pratik onun teknikleri olan
Tıp dallarıdır. Psikoloji ve sosyolojiden çıkan pratikler eğitim ve insan
yönetme sanatları olan Pedagoji ve Politik’tir. Fakat bu parça bilgiler ve
teknikler bize mutlak bir eylem düsturu veremez. Çünkü onlarda biz çokluk ve
değişiklik üzerinde işlemekteyiz. Oysa ki, bilgilerimizin parçaladığı gerçekler
aslında bir ve sonsuz olan tabiatla onun içinde bizim yerimizdir. İlimler ayrı
ayrı kapılardan bizi bu birliğe doğru götürür, ama yine de birliği vermez.
Çünkü sonsuzluk bilgi sınırını aşar. Öyleyse biz parçaları bilir ve onları aşan
birliğe inanırız. Eylemimiz (action) bu parçalı bilgilerden birliğe çevrilen
inanışımızdan çıkar. Ezoterik bir tarzda anlaşılan dinler bunu kastettikleri
gibi, ideolojiler de bunu kastetmektedirler. Şu farkla ki, ideolojilerde
bilgilerin payı, yani eylem inancında ilimlerin rolü daha büyüktür.
Âlem
sürekli değişmektedir (s. 89). İnsan ruhu uzviyetle toplumun çatışmasından
doğan çözülme (aliénation) ve yeniden kurulmalardan (conversion) meydana gelir.
Bu problemi Psikanaliz ve Sosyoloji arasındaki yaklaştırmayla, Cemiyet ve
Marazî Şuur, Veraset ve Cemiyet adlı kitaplarımda çözmeye çalıştım. Ruhun bu
genetik incelemesine dayanarak Umumi Ruhiyat’ı yazdım. Aşk Ahlâkı da bu temel
fikirden ve Telkin, Kendine-Telkin üzerindeki çalışmamdan doğdu.[*26] Çalışmalarımın felsefi hareket noktası tabakalı bir
âlem görüşü ve plüralizm idi. Bunun için de 1920 civarının geçer felsefesi olan
Emile Boutroux görüşüne dayandırıyor, bunu Aristoteles üzerindeki çalışmamla
destekliyordum. Bu yüzyıl başının iki önemli konusu sosyoloji (Durkheimcı,
Marksçı vd.) ve psikanaliz (Freudçu, Adlerci, vs.) idi. İki konu da Türkiye’de
tanınmakta idi. Yalnız, kanaatime göre, biri toplum öteki dinamik ruh
gerçeklerini ele alan bu iki araştırma yolu arasında münasebet görülmemişti.
Oysa ki psikanalizin itilme (refoulement) mekanizmasıyla sosyolojinin baskı ve
çatışma (conflit) görüşü, aslında birbirine çok yakındı. Sigmund Freud’un
sosyoloji bilmemesi, eline geçen Gustave Le Bon’a ait Psychologie des
foules’dan hüküm çıkarmaya kalkması, araştırmasını çıkmaza götürüyordu.
Sosyologlar da bu yeni araştırma konusuna ciddi gözüyle bakmamışlardı. İnsanın
bir yanı organizma bir yanı toplum olmadığı ve iki gerçek insanda iç içe
bulunduğu için, toplum baskısıyla içgüdü tepileri arasındaki münasebet,
probleme yalnız bu açılardan biriyle değil, ancak her iki açıdan ve onların
karşılıklı etkisinden bakmakla çözülebileceği fikri bende kuvvetle yerleşmiş
bulunuyordu. Daha önce (1916) toplumun mantıki düşüncesi dışında kalan “ifade
edilmezlik” (inéxprimabilité) haline Charles Blondel “marazi şuur” demekteydi.
Bana öyle geliyordu ki, Blondel’in Durkheim ile Bergson arasında yaptığı
yaklaştırma yetmezdi. Çünkü bu, ruhi ve biyolojik gerçeği pasif bir hale
getiriyordu. Oysa ki toplum gibi uzviyet de aktiftir ve insanda çatışma iki
gerçek alanı arasında savaşı ifade eder. Felsefe Yıllığı’nda (1931)
yayımladığım bu tezi Akıl Sağlığı Cemiyeti’nde tartışmalı bir konferans konusu
yaptım. Dr. Fahrettin Kerim Gökay bu teze karşı vaziyet aldı. Dr. Şevket Aziz,
Dr. Ahmet Kenan, Dr. Hadi, vs. benim tezimi desteklediler. 1941’de aynı
cemiyetin bir kongresinde Dr. F.K. Gökay toplum ve uzviyet çalışması üzerinde
Batı’da yeni görüşler başladığını söyleyince, on yıl önceki tartışmayı
hatırlattım ve fikrimin geç de olsa olumlu karşılanmasından duyduğum sevinci
bildirdim. Gerçi bu fikir 1940’lara doğru Maurice Dide tarafından kısmen ele
alındığı gibi Horney ve Alexander tarafından 1938-45 aralarında birer açıdan
ele alındı.[*27] Erich Fromm yine bu yıllarda birçok eseriyle
psikanaliz ve sosyoloji ilişiği konusunu ele almıştır. 1940’ta Maurice Leconte,
Prof. H. Claude’un kürsüsünde verdiği Conflits sociaux et psychoses adlı tezde
reaktif deliliklerle toplum krizi arasındaki münasebeti inceledi. Malinowski,
psikanaliz ile etnoloji verilerini karşılaştırdı ve Oedipus kompleksinin kültür
çevrelerine göre değiştiğini gösterdi (B. Malinowski, La sexualité et sa
répression dans les sociétés primitives, çev.: Jankélévitch, 1932, Payot).
Bastide, sosyoloji ile psikanalizin münasebetini bütün cepheleriyle ele aldı
(Roger Bastide, Sociologie et Psychanalyse, 1950, P.U.F.). ABD’de bu konuya
türlü açılardan bakanlar çoğaldı, hatta 1955’ten sonra sırf bununla uğraşan bir
dergi çıkmaya başladı. Son sosyoloji kongrelerinde (7. Dünya Sosyoloji
Kongresi, Varna, Sociologie médicale) bu konudaki çalışmaların çeşitliliği ve
çokluğundan dolayı ayrı bir seksiyon halini aldı. Fakat şunu da katalım ki
problem hiçbir yerde tam olarak sosyal baskı veya baskılarla arzular ve
eğilimlerin çalışması şeklinde ruhi hayatın dinamik ve dışşuur gelişmesini
açıklamış değildir. Problem etrafında etnolog, sosyolog ve psikanalizcilerin
araştırmalarını toplayan Bastide’in eseri çatışma olayını Durkheim ve Marx
açısından inceleyenler üzerinde durmakta, her iki açıdan problemi çözme
teşebbüslerindeki başarı paylarını göstermektedir. Bu araştırma beni Aşk
Ahlâkı’nı yazmaya götürdüğü gibi, toplumla uzviyet arasındaki çatışmaya ait
tetkikler benden sonra Erich Fromm’u da buna benzer neticelere götürmüştür. Bu
zat Kendisi İçin İnsan, Psikanaliz ve Din ile Hasta Toplum ve Sağ Toplum adlı
kitaplarında aynı problemlerden 1935-55 arasında benzer sonuçlar elde etti.
Başlıca Sevme Sanatı adlı kitabı Aşk Ahlâkı’na çok yakın bir yoldadır.[*28] Dayandığım felsefi görüş farkından başka, kitabım
bir eylem sistemi, bir etik olmak istediği halde Erich Fromm’un eseri ve
başkaları, bir ruh sağlığı tekniği olarak görülmelidir. Buraya bir de Maurice
Dide’in 1940’larda kullandığı bir kelimeyi benimseyerek Aşk Ahlâkı’nda Etik
hedefini güden bu tezin genellikle psikoloji ve psikojenetik bir giriş olmak
istediğini, nitekim Umumi Ruhiyat’ta bu niyetle davrandığımı hatırlatmalıyım.
Siyaset Meselesi
“Lime Tekûlûne Mâ lâ tef’alûn.”[*29]
Bütün faziletler adalette toplanacaktır. Çünkü
ruhun kudreti ancak hak önünde irkilmemek içindir ve doğruluk ancak âdil olmak
içindir. Adalet bizi insanlık ülküsüne (idealine), ruhun hürlüğüne ve kişiliğin
muhtar oluşuna götüren tek yoldur. Züht,[144] mümini Allah’a götürdüğü gibi, adalet de en büyük
ideal olan insani hürlüğe götürecektir. İbadeti terk eden için nasıl din
inancının yolu kapanmışsa adaleti terk eden için de hürriyet ve insanlığın yolu
büsbütün kapanmıştır.
Eşyanın hakikatine ait derin bir tahlil ile
mertebeleri keşfederiz ve ancak mertebelerledir ki adaleti tatbik ederiz.
Mertebeleri keşfetmek ilerlemeye[145] inanmak; bir mertebeden ötekine her an
geçilebileceğini kabul etmek demektir. Yarının cemiyetinden ümitli olmak, hür
insanların insanlığı için temel kurmaktır. Eşyanın hakikatini bilerek siyaseti
ahlâk üzerine ve ahlâkı ruhun kudreti üzerine dayandırmak, kadercilerin kara
fikrinden, hayal kurucuların zavallı iyimserliğinden kurtularak insanlık için
en emin yoldan işe girişmek demektir.
Eşyanın tahlili hangi hakikatlerle bizi
karşılaştıracaktır? Önce hayvani hakikatle. Pençenin kuvveti, içgüdünün
kuvveti, hile ve zorbalığın kuvveti bu hakikatin görünüşleridir. İnsan insanın
kurdudur. Rekabet en kuvvetliyi hâkim kılar. Kurt kuzuyu öldürür. Hile
safdilliği mahveder. Hakikat tabiatın kör kuvvetindedir. Acımak bir hayal,
şefkat bir masaldır. Biz ne yapsak, ne istesek, yine son söz kuvvetlinin
olacaktır.
Fakat âlem yalnız ondan ibaret değildir. Daha
ilerde içtimai hakikatle karşılaşacağız: Kütlenin kuvveti, çoğunluğun kuvveti,
kamu fikrinin ve düşüncesiz heyecan dalgalarının kuvveti bizi sürükleyen,
irademize hükmeden hakikatin yeni bir görüntüsüdür. Doğru ve yanlış yoktur,
fakat kütlenin kabul ve reddettiği vardır. İyi veya kötü yoktur, çoğunluğun
istediği vardır. Kamu fikrinin kör kuvveti elinde irademiz oyuncaktır. Güzellik
ve doğruluk, kütlenin, sayının, çoğunluğun ezici kuvveti karşısında neye yarar?
Fakat eşyanın daha derin bir tahlili, bizi yeni
hakikatler karşısında bırakacaktır. Ruhun kudreti, hayvani kuvvet gibi,
kütlelerin kuvveti gibi, yeni bir hakikat ve âlemin yeni bir safhasıdır. İnsani
ruhun gelişmeleri eşyanın tabiatında (la nature des choses) son sözdür.
Hâdiseler zincirinin son halkasıdır. Ruhun işleyişi, hayatın ve cemiyetin
üzerinde doğan en yeni hakikattir.
Kaliteler âlemi, manevilik âlemi, aşk âlemi
tabiatın yeni bir kaderi, irademizi sürükleyen yeni bir kuvvettir. Kim der ki
ruhun kudreti, hayvani ve içtimai âlemlerden daha az gerçektir. Kim der ki,
ruhun hakikati birlik içinde küçümsenecek bir unsurdur. Fakat hayır, o âlemin
olgunluğudur; eşyanın son ucudur. Tabiat bütün kudretini, dehasını ruh ile
meydana koymuştur. Nasıl olur da biz onu hiçe sayarız ve değerini inkâr ederiz?
Gerçeklerin gelişmesinde ruh, en yüksek dereceyi kapsar. İnsanlığın
mertebelerinde ruh asilliği birinci mertebeyi teşkil eder. Medeniyet ruh
asilliğinin eseridir. Sanat, ilim ve felsefe ruhun hürlüğünden doğmuştur. Nasıl
olur da biz, ruhun kudretini küfranla karşılarız ve onun hakkını reddederiz?
Ruhun hakikati bir cevherdir,[146] onu umman içinden bulup çıkarmak gerek! Hayvani
hakikatin ve kütle kuvvetinin elinde harap olmaktan onu kurtarmak gerek! Çünkü
o, kütle ile hayvanın, cemiyetle uzviyetin sürekli çarpışmalarından doğan en
nâdir neticedir. Fakat o, sürülerin elinde mahvolabilir. Hayvan, fikri
yiyebilir. Madde ve hayat kuvvetinin kör dalgaları önünde tabiatın bu müstesna
çiçeği ezilip kaybolabilir. Hint’in büyük âbideleri dehrin belası elinde ne
hale geldi? Binlerce yılın feyzini bir istila kasırgası ve bir çoğunluk salgını
yok etmeye yeter. Bir yığın uğultusu gözünde Beethoven senfonisinin ne değeri
var? Kafileler Rembrandt’ı çiğneyip geçmekte ne mahzur görür. Fakat ruhun
eserini öldürmek tabiata isyan etmektir. Birlikte gafil olmak ve ilerlemeye göz
yummaktır. Bütün âlemin ortak ve en büyük eseri olan ruhu ve ruhun en büyük
ürünü olan medeniyeti korumak gerektir! Onu fırtınaların üzerinden, kör
dalgaların arasından aşırarak daima yeni bir kıyıya ulaştırmak gerektir!
Ruh asilliği, insanlık yapısında yeni bir kat
daha yükseltmek için, artık dizginleri ele alacaktır. Hayvani kuvvet elinde,
kütlelerin çoğunluğu altında ezilmesine meydan vermeyecektir. Medeniyetin
yarıya gelmiş ehramını bir taş yığını olmaktan kurtarmak için yeni vakalar
önünde gözlerini dört açacaktır.
Ruh asilliği hilenin ve zulmün elinde perişan
olarak kendi mahsülünün ayaklar altında süründüğünü ve para kuvvetinin zekâ
eserini köle gibi kullandığını artık görmeyecektir. Şuursuz yığınların elinde
oyuncak olmayacak, fakat yığınlara şuur vermek için onları eli altında
tutacaktır. Şefkati kuvvetle barıştırarak ve işbaşına geçerek cemiyete yeni bir
düzen verecektir.
Ruh asilliği, kılıç ve para zorbalığı,
zadegânlık ve âhiret tahakkümü üzerine kurulmuş bütün sahte cemiyet
iskelelerini yıkarak onların yerine kütlelere şuur, hürriyet ve terakki
bahşedecek olan insani mertebeleri kuracaktır. İnsanları, halk, vatandaş,
vatansever, insani vatansever diye dört mertebeye ayıracaktır.
Halk demek, cahil, fakir, başıbozuk ve avam
demek değildir. Zira ilim tahakkümü yapmak isteyenler kibir ve nahvetlerine
esir olarak, nice faziletleri hor gördüler ve nice hak ariflerini cahil diye
çiğneyip geçtiler. Onlar elbette bir gün eksik ruhları ve sahte ilimleriyle
alçalacaklardır. Servet tahakkümü yapmak isteyenler beş günlük kâşânerlerine mağrur
olarak gerçekten ruhu zengin nice insanlık işçilerini fakir diye ayırdılar;
ilmin, sanatın ve medeniyetin sahiplerini hakir gördüler. Âhiret tahakkümü
yapmak isteyenler, Allah adını zulümlerine âlet ettiler; hürriyet ve terakki
isteyenleri kâfir diye kendilerinden ayırdılar. Kılıç tahakkümü yapmak
isteyenler, kılıcın cebir ve şiddetiyle, iş görmeyenleri aşağı gördüler ve
kılıç hakkıyla bir sınıf yaparak geride kalanları başıbozuk diye ayırdılar. Ve
zadegânlık tahakkümü yapmak isteyenler ilmi, serveti ve fazileti kendilerine
hasretmek sevdasına kapıldılar; Arap atları gibi nesebi ve tomarı olmayanları
insanlığın ve faziletin şereflerinden mahrum bırakarak onlara hakaret makamında
avam dediler. İşte ruh asilliği, artık gevşekliği ve şiddetsiz direnmeyi elden
bırakarak, bu sahte cemiyet iskelelerini darmadağın edecektir.
Halk demek ayrı bir sınıf ve başka bir âlem
demek değildir. Halk bir mertebedir ki insan onunla yola çıkar. Bir basamaktır
ki oradan olgunluğa yükselir.
Halk demek şuursuz yığın demektir. Biz ona şuur
vermek istiyoruz. Dâvamız halka rağmen yalnız halk içindir. Şuur irfan
demektir. Nice âlimler vardır, onlarda insanlık bilgisi doğmamıştır. Nice
cahiller vardır ki aşkın sırrına ulaşmışlar ve hakikatin nerede olduğunu
anlamışlardır.
Halk demek korku ahlâkını henüz daha aşamayan
demektir. Âlim veya cahil, zengin veya fakir, avam veya havas arasında irfana
ermeyenler, yalnız korku ile iyi olanlar ve ruhlarında insanlık aşkı uyanmamış
olanlar halktandır.
Biz sahte sınıfları zihinlerde yıkarak, yerine
insani mertebeleri kuracağız. Dâvamıza halkın mertebesinden başlayarak onun
oyuna ve kanaatine bakmadan, gözündeki bağları çözecek, onu hak yoluna
çıkaracağız.
Halkın yolu hakkın yoludur. Hak ile hak olmak
için dâvaya halk ile başlamak gerek. Yarın sevgiye ulaşmak için bugün korkudan
saygıya geçmek gerek. “Hikmetin başı Allah korkusudur.”[147] Çocuk, arzusuyla ilaç içer mi?
Kimse aşk içinde doğmamıştır. Aşka erişmek
için, olgun kişi olmak için ateşte pişmek ve cemiyetin baskısından geçmek
gerektir. Ruh bir miras değildir. Gökten inmiş bir Allah vergisi, babadan kalma
bir irat değildir. Ruhun kudreti örsle çekicin arasından çıkan bir kıvılcımdır
ki dövüle dövüle kazanılır. Ve bin bir dövüşmenin zahmet ve azabıyla elde
edilir.
Halkın yolu korku ahlâkıdır. Ve korku ahlâkı
ruhlarımızı pişiren ilk ocaktır. Oraya her giren pişip çıkar mı? Kimi, özündeki
bütün hamlığıyla kışır bağlar, kimi har ateşte kavrulur kalır. Kimi, şeklini ve
hüviyetini kaybeder. Kimi, yandıkça yeniden kuvvet alarak meşakkat ve azap
içinde aşkın kemâline ulaşır. Bu böyledir diye oraya girmemek olur mu? Ateşten
korkup geri dönmek, sürünün ve hayvani kuvvetin cenderesi altında ezilmek
demektir.
Korku, saygıya hazırlanmak içindir. Ve saygı
itaat olunmak içindir. Kanun olmayan yerde cemiyet yoktur. Ve kanuna boyun
eğilmeyen yerde ahlâki âleme girecek kapı kalmamıştır. Halk için kanun, içinden
gelen seste değil, ruh asilliğinin ona dışından verdiği emirdedir: İç
hürriyetinee ulaşanların, ahlâki erginliğe erenlerin, insani mertebeleri aşa
aşa aşk ahlâkına yükselenlerin uyguladıkları adalettir. Halk için kanun,
adaletin emrini külli bir kaide olarak icra etmek demektir. İlim, irfan
derecesine gelmedikçe, bilmekten olmaya varılmadıkça, “kanun” gerçekte var
değildir. Akılla duygu uzlaşmadıkça, aşk ahlâkına yükselmedikçe, “kanun” var
değildir. Halkın boyun eğmesini beklediğimiz kanun, yalnız böyle bir kanundur.
“Sırmalı ulema”nın havada sözleri asla kanun
olamaz. Kâşâne sahibinin bencil mantığı asla kanun olamaz. Âhiret bezirgânının
karanlık imanı asla kanun olamaz. Kılıç zorbasının keyfi emirleri asla kanun
olamaz. Eşraf ve zadegânın kibir ve çıkarla verilmiş kararları asla kanun
olamaz.
Dâvamız, halka rağmen fakat yalnız halk
içindir. Biz kütleye şuur vermek ve yarın hakikaten iş ihtirasına, hürriyet
aşkına vasıl olan kütle ile insanlığa temel kurmak için ona hâkim olmak
istiyoruz. Biz halkı bir gün hakiki hürriyete ulaştırmak için üzerinden iğreti
ve sahte hürriyeti kaldırmak istiyoruz. Biz halkı hürriyet davulları ve eşitlik
zurnalarıyla kandırarak vehim ve hayal içinde bırakmak ve bulanık suda balık
avlamak istemiyoruz; fakat eşyanın hakikatine sadık olmak, ruhların ve
kişiliklerin derin farkını hesaba katarak hakiki hürlüğe büyük çabalarla ve
ateşli bir adalet aşkıyla ulaşmak istiyoruz.
Eğer halktan ayrıldıysak, yalnız halka hizmet
içindir. Biz kanunu kalplerde yaratmak ve kütleyi ne yaptığını bilir hale
getirmek istiyoruz. Günün birinde tek bir cemiyete, hür insanların insanlığına
ulaşmak için bugün var olan büyük farklar önünde hayale kapılmamak ve gözümüzü
dört açmak istiyoruz. Biz kendini gökten inmiş farz eden, ruh ve ahlâk inhisarı
yaparak bütün tesir ve kudretini kaybeden sahte ilmin “seçkin”lerini değil;
kütlenin elinden tutup onu şuura, hürriyete ve aşk ahlâkına götürmek isteyen
öncüleri istiyoruz.
Vatandaş demek, kanunlara ümitle boyun eğen
demektir. Gelecek tasasıyla adaleti isteyen demektir. Ceza korkusuyla değil,
fakat yarının mutluluğu arzusuyla davranan ve kendi toprağında her gün daha
iyiyi, daha güzeli gözleyen demektir. İçinde sorumluluk güneşi bir fecir gibi
doğmaya başlamış olan insan demektir. Halkın şuurundaki karanlık yanında bu
fecir bir ilerleyiş değil midir? Vatandaş, yarını beklediği için vatanını
sevendir. Güzel günlerin ümidiyle, bugünün cefasına ve kahrına katlanandır.
Kanun onun gözünde geleceğin ve mutluluğun iyi bir habercisi olan bir seda
gibidir. Vatandaş kendiliğinden hiçbir teşebbüse girme gücünde değildir. Fakat
önünde açılan ufuklarla, yarın için yapılan emin ve hakiki vaatlerle o büyük bir
kuvvet ve sağlam bir temel olacaktır. Halkı vatandaş yaptık; vatandaşın ruhuna
ateş düşürmek için artık fırsat arayacağız.
Vatandaş kanunu yapmaz, şekil vermez. Fakat
onun için teklifler yapar, oyunu bildirir. Zira kanun külli kaidedir. Vatandaş
ise yalnız gelecek tasasıyla adalet isteyecektir. Bütün hakikatleri içine alan
bu kaidenin kendi küçük hakikatine ait payını işlemek isteyecektir.
Eğer vatandaş kanun yapmaya, ona şekil vermeye
kalkarsa, ilkin kendi ümidini fiile geçirmek, kendi geleceğini kaide haline
koymak isteyecektir. Fakat bu imkânsızdır! Ne vatandaşların ümidini bir
mihverde toplamak; ne de toplandığı –hayalde– kabul edilen bu ümitleri aşk
ahlâkıyla insani adalete ulaştırmak kabildir. Referandum[148] bugün için bir masaldır. Bütün insanlar iç hürlüğüne
ve aşk ahlâkına yükselmedikçe ondan söz etmek kendini aldatmaktır.
Roma vatandaşı, Roma için kanun yaptığı vakit,
küçücük meydanında bir avuç insanın ümitlerini toplamıştı. Fakat Roma kanunu
Romalı olmayanları, köleleri, hatta Roma’nın fakir ve avam sınıflarını dışarda
bırakan insani olmayan bir kanundu.
İnsaniyetçiliğin öncüsü olan Fransa’da
vatandaş, kanun yapmaya kalktığı zaman kendi zümresinin ümidine esir olarak,
koloni (sömürge) ahalisini, bütün kıtaların kavimlerini, Fransız olmayan
Avrupalıları, hatta Fransa’nın fakir halkını dışarda bırakan insani olmayan bir
kanun kurmaya kalkmıyor mu?
Halkın oyu sorulduğu ilân edilen ülkelerin
çoğunda oy veren, kanun yapan halk değil, hatta bütün vatandaşlar değil, ancak
vatandaşların bir kısmıdır. Servetiyle basın ve yayını ellerinde tutan, “kamu
sanısı”[*30] denen karayelini bir dümen gibi kullanan sınıf kendi
ümidine ve kendi geleceğine göre kütlenin kaderini tâyin eder. İtirazlar,
gürültüler ve parti çatışmaları çok defa bu hareketin âdil ve insani olup
olmamasından değil, fakat aynı işi görmek isteyen başka vatandaşların şikâyet
ve hiddetindendir.
Eğer kanun ruh asilliğinin, ahlâk asilliğinin
eseri olur da vatandaş yalnız oyu ile ona katılırsa, hakikaten bu oydan
faydalanılacak ve bütün mertebeler gibi o da adaletten kendi payını alacaktır.
Fakat kanun aşk ahlâkına, birlik ve bütünlük
irfanına ulaşmamış kimselerin eseri olursa, bu kanundan bütün mertebeler,
onunla birlikte vatandaş mertebesi de zarar görecek ve buhran içinde
kalacaktır.
Vatandaş demek, âlim, zengin, hemşeri ve
zadegân demek değildir. Zira ilim, mutlaka insanı korkudan kurtaramaz; servet
insana daima gelecek ümidi vermez. Âlim vardır, hayatı vehim ve kuruntu
içindedir. Nice zenginler vardır ki, mal ve mülkünü kaybetmek korkusu ile azap
içindedir. Onlara göre siyaset korkunun sillesidir. Basın yayın ve kamu sanısı
bir korku vesilesidir. İsa’nın kelâmı Demokles’in kılıcı gibi her zaman
tepelerinde asılı durmaktadır. Vatanın her çocuğu vatandaş değildir. Hemşeri
vardır ki daha zihninde gelecek ilgisi doğmamıştır. Vehimler, hayaletler ve
kuruntular içindedir. Dünün kölesidir ve geleceği görmek için gözünden perde
kalkmamıştır. Öyle eşraf ve zadegân vardır ki beş karışlık tarlasını elden kaçırmak
korkusuyla yurt ve insanlık dâvasından vazgeçer ve cidâle girdiği zaman bu
giriş, yarın daha kuvvetli olmak için değil, fakat dünün zaaflarını kurtarmak
içindir.
Vatandaş, ayrı bir sınıf ve dünya değildir.
Vatandaş zengin veya fakir, âlim veya cahil, eşraf veya avam, fakat halk
içinden yükselmiş olan ümit ve gelecek ahlâkının mertebesidir.
Vatansever, kanunları cüretle ve kahramanlıkla
savunan demektir. Zulüm içinde yaşamaya katlanmayan, kendi vatanında hürriyetin
bekçiliğini yapan demektir. Vatansever kanun yapmaz, fakat kanunları korur.
Adaleti yerine getirmez, fakat adaletin icra edilmesine hizmet eder. Kanunların
zorbalar elinde, sahtekârlar ve anlayışsızlar elinde alçalmasına meydan vermez.
Vatansever bir mertebedir ki vatandaşın içinden yükselecek, gurur ve takdir
ahlâkına dayanacaktır.
O, alçakça yaşamaya ve zâlimler elinde
kahredilmeye katlanamadığı için faziletli olan, isyan edendir. Halkın
beğenmesini beklediği ve alkışa muhtaç olduğu için halk ile birlikte olan ve
adaleti korumak isteyendir. Vatansever, adaleti kendi hürlüğü için aramaktadır.
Çünkü zulüm gururunu kıracak, takdir ve alkış ise gururunu okşayacaktır.
Eğer kanun yalnız aşk ahlâkının eseri olup,
vatansever ona oyu ile katılacak ve onu tehlikeler karşısında koruyacaksa, bu
olaydan hakikaten fayda gelecek ve bütün insani mertebeler adaletle idare
olunabilecektir.
Fakat kanun, ruh asilliğine ve insanlık
sevgisine erişmeyen insanın, benlik dâvasından vazgeçmeyen vatanseverin eseri
olursa, bu kanun, adaleti korumak şöyle dursun, belki bilmeden ve farkına
varmadan insani mertebeleri yıkacak ve zulmü kuracaktır.
İnsani vatansever, kanunları aşk ahlâkıyla,
birlik ve bütünlük bilgisiyle koyan ve insani mertebelere göre adaleti
uygulayan demektir. Cumhura rağmen, fakat yalnız cumhur için olan demektir.
Kütlenin bütün yükü, toplumun bütün sorumluluğu insani vatanseverin
omuzlarındandır. O, bu yükü severek almıştır. Bu sorumluluğa isteyerek
katlanmıştır. Onca hayatın manası, tutkunun ve aşkın değeri yalnız bu
katlanıştadır. O kendini feda ederek bu mertebeye ermiştir. Ve bu feda edişle
ona hizmet edecektir. İnsani vatansever asla halkın takdirine muhtaç olduğu
için değil, fakat hak için ve insani birliğin gerçekleşmesi için halka hizmet
eder. Ve bu yüzden halkın olgunlaşması için yapılması gereken şeyi, halka
rağmen ve halkın yermesine veya övmesine rağmen yapar. Kusurunu halkın
huzurunda açığa vurmaktan ve yol ne kadar büyük olursa olsun, hatasından geri
dönmekten asla çekinmez. Cumhura hoş görünmeye muhtaç olmadığı için parlak
sözler, boş ve imkânsız vaatlerle kütleyi avutmaktan tamamen uzaktır.
Gerçekliğin yalnız mertebelerde olduğunu ve şiddet yerine vaadi, alkış yerine
acımayı kullanarak gerçeğe göz yummanın her şeyden vazgeçmek olduğunu asla
gözünden uzak bulundurmaz.
İnsani vatansever bütün korkularını,
ümitlerini, vehim ve çıkarlarını, en meşru huzur ve refahını, dinlenmesini ve
keyfini, şöhret ve övünme zevkini cumhur için, cumhura şuur, ilerleme ve
hürriyet vermek için terk eden insandır. Onun son gayesi vatan değil,
insanlıktır. Fakat insanlığa ulaşmak için vatandan, hür insana ulaşmak için
henüz ruhu gelişmiş olmayan halktan işe başlamak gerektiğini, kendi vatanından
başlamayanın ve vatanı için savaşmayanın insanlık hesabına hiçbir değeri
olmayacağını hiçbir zaman unutmamıştır.
Eğer kanun, yalnız aşk ahlâkının eseri olup
benlik sevdasından vazgeçenlerin, birlik ve olgunluk irfanına erenlerin, insani
mertebelerden her birine kendi hakkını vererek adaleti tatbik edenlerin
şûrâsından çıktı ise, orada gerçekten insanlık için en sağlam temeller
kurulmuştur.
Kara fikirli kadercilik, ruhumuzun üzerinden
samyeli gibi estiği zaman, dizginleri boşaltarak ideal postasının okunu
kırmaktan başka yapacak şey kalmamıştır.
Âlemler nihayetsizse ben ne yapayım? Kaderin
kuvveti aşılmazsa ve vakaların üstünden geçen yalnız kör tabiatsa, içimdeki
dünyayı inkâr mı edeyim?
Eğer âlem sonsuz ise, bu yalnız onda ruh olduğu
içindir ve insan sonu gelmeyen arzulara sahip olduğu içindir ki, dünyada
sonsuzluk bulmuştur. Hayat maddeden çıkmıştır, cemiyet canlı varlığın üzerinde
doğmuştur ve ruh hayatla cemiyetin evlâdıdır diye cümlesini kör bir kuvvetin
oyuncağı farz edemeyiz. Eğer bunlar yoksa, sonsuz çeşitleriyle bu felek
devranının manası nedir?
Eğer bunlar varsa, inkâra sapmak hakikat önünde
gaflete kapılmak değil midir?
Fidias’ta ve Newton’da, ehramlarda ve radyo
istasyonunda güneş gibi parlayan ruhun kudreti[149] bir hayalet midir? Kör kuvvetin ve hayvan hayatının
bir gölgesi midir? Bırakınız birlik bütün cilveleriyle bizde hüküm sürsün.
Gözlerinizi eşyanın bir cephesine bağlayarak kendi elinizle zinciri boynunuza
takmayınız! Biliniz ki cemiyetin ve hayatın kanunları yalnız içinizin kanunları
ile, ruhun kudretiyle tamam olur.
Kadercilik boynumuza zincir geçirdiyse,
zorbaların kahrına katlanarak tahakkümü bir oldubitti gibi kabul etmekten ve
Mehdi’yi bekler gibi kaderin son sözünü söylemesini, son perdenin oynanmasını
beklemekten başka yapacak ne kalmıştır? Afrika klanları arasında ruh hürriyeti
duyulamaz, fakat bir devir yapmış ve bir medeniyet geçirmiş ülkelerde yağmur
duasına çıkar gibi makinenin büyük eserini beklemek miskince kadercilik değil
de nedir? Biz kör kuvvetlere kul olmak istemiyoruz. Makinenin bizi
hayvanlaştırmasını beklemeye ne lüzum var. Hayvan her zaman ruhu öldürmeye susamıştır.
Birliğe gözlerini kapayan ve Gazali’nin körleri gibi hakikati tek yönden
yakalayanlar ya uzviyetin ya cemiyetin kaderine kurban olacaklardır. “Kuvvetli
zayıfı ezer, elbette zafer zekânın ve hilenin hakkıdır,” diyenler ruhlarında
kuvvet olmayan, hakikaten ezilmeye lâyık olanlardır. Çünkü ruhun gücü ahlâkın
gücüdür. Ve ahlâkın kudreti, yürüyen bir hayatın kudretidir. İsa’nın zaferi,
Muhammed’in ve Hüseyin’in, Yesevi’nin, Hacı Bektaş’ın, Saint François, Saint
Paul ve Saint Ignas’ın zaferi, Tolstoy ve Gandhi’nin zaferi hayvanın ve
cemiyetin kaderine rağmen, yalnız ruhun kudreti, ilerleyen hayatın kudretidir.
Fakat o aptalca iyimserliğe kendinizi
kaptırmayınız! Her şey düzeldi sananlar, her zaman ortalığı pembe görenler,
bırakınız gafletleri içinde inat etsinler. Onlar için artık yapılacak hiçbir iş
kalmamıştır. Yol bitmiş ve son menzile varılmıştır. Eşitlik istediler; bütün
insanlar eşit olmuştur. Asırların hülyası bir günde ayaklarına gelmiştir. Yüce
mutluluğa erişmişler ve cenneti yeryüzüne indirmişlerdir. Neden hâlâ emelden,
ülküden bahsetmeli? Niçin meydandaki hakikati terk ederek yeni gayeler
arkasından koşmalı? Ellerindeki mutluluğu korumak onlara yetmez mi? Artık yeni
şeyler kazanmak değil, varılan menzili kaybetmemek ve ona bekçilik etmek gerek!
Hayal kurucu iyimserlerin masalını basın sütunlarından, sokak başlarından,
kahvehane sohbetlerinden, her yerden dinleyiniz! Hep aynı nakaratı, aynı
teraneyi işiteceksiniz: Hürriyet istemediniz mi? İşte size hürriyet verdik.
Eşitlik yok diye şikâyet etmediniz mi? İşte size kanun karşısında hakların ve
sorumlulukların en mutlak eşitliğini, insani gayelerin varılacak son menzilini
armağan ediyoruz. Daha ne istiyorsunuz?
Doğruluk istiyoruz. Artık masal dinlemekten,
perde arkasında karagöz oyunu seyretmekten, aldanmak ve aldatılmaktan usandık;
olduğu gibi görünmek; çirkin hakikati yaldızlı cümleler arkasında saklamadan,
korkmadan, irkilmeden meydana çıkmak istiyoruz. Örtülen yarayı deşmek, saklanan
günahları gün yüzüne çıkarmak istiyoruz. Artık sokak başlarında halkın
gafletine tuzak kuran, gazetelerle ve renkli kitaplarla eşitlik afyonunu
kütlenin beynine akıtan hokkabazlara tahammülümüz kalmadı. Biz mucize
istemiyoruz. Aslâ olmayacak şeyleri yapan ve gökyüzünü yere indiren insanı
aramıyoruz. Fakat biz yalnız çirkin hakikatin karşısında irkilmeden, doğruluk
istiyoruz. Bu sebepten diyoruz ki, artık can sıkmaya başlayan aramızdaki
perdeyi koparıp atmanın zamanı gelmiştir: Kuklalar bütün ipleriyle meydana
çıkacaktır. Sahte maskelerin arkasında saklanan çirkin suratlar bütün
acılığıyla meydana çıkacaktır. Hürriyet masalının arkasında gizlenen ruh
köleliği ve tahakküm ejderi bütün dehşetiyle meydana çıkacaktır. Eşitlik
efsanesinin ardında pusu kuran ruh farkı ve ahlâk uçurumu bütün azametiyle
meydana çıkacaktır.
Nasıl olur da korku yüzünden iyi olanı ümit
ahlâkına bağlananla bir tutarız? Gururundan başka bir şeye inanmayanı aşk
ahlâkına erişenlerle eşit sayarız? İnsan vardır üzerinden korkuyu kaldırınca
bütün fazileti kaybolacaktır. Ve yine insan vardır, üzerine korku baskısını
koyunca, gururu çiğnenmiş ve kendine zulüm edilmiş olacaktır. İnsan vardır,
hürriyeti asla duymamıştır, duymayacaktır. Ve yine insan vardır ki hakiki
hürriyete ulaşmıştır. Niçin hakikatte bir olmayanı bir tutalım? Boş yere
kendimizi aldatalım? Omzunda bir okka yükü taşıyamayan dermansızları beş insana
bedel olan pehlivanlarla eşit sayalım? Burnunun ötesini görmeyen insanları
dünyalara hükmetmek için yaratılmış olanlarla kıyas edelim?
Neden bu sahte eşitliğin arkasından hayvanın
dizginlerini bırakalım ve hotkâmlığa hürriyet verelim? Mademki yükler eşittir,
haklar da eşit olsun. Mademki kuvvetliyi zayıfla, âlimi cahille ve şeytanı
melekle bir tutuyoruz, o halde kuvvetlinin zayıfı, âlimin cahili ve şeytanın
meleği ezmesine meydan vermeyelim.
Fakat hayır! Bırakınız ezilsinler; aldatılsın
ve kahredilsinler. Hayal kurucu iyimseri asırlık uykusundan belki yalnız bu
uyandırabilir. Zorla örtülen hastalığın kökünü belki yalnız bu meydana
çıkarabilir. Ülküleri getirip cenneti yeryüzüne indirdiğini farz eden hayal
kurucu uğradığı kazaların sebebini bir türlü göremedi; düştüğü batakların
manasını bir türlü anlayamadı. Başını her taşa çarpışta başka bir bahane aradı.
Kusuru günde, vakada ve tesadüfte buldu. Yine aldandı, daima aldandı.
Bırakınız kuvvetli zayıfı, zengin fakiri ve
şeytan meleği ezsin! Bırakınız eşitlik perdesi ve hürlük maskesi altında
hayvanın kuvveti ruh asilliğinin, ahlâk asilliğinin belini büksün; bırakınız
meşaleyi söndürerek halkı karanlığa düşürenler bu kör dövüşünde yağmayı sonuna
kadar götürsünler! Çünkü bize hayal kurucunun gafletinden silkinmesi lâzımdır.
Her neye mal olursa olsun derin uykusundan uyanması lâzım! Hürriyetin ilk
istekte ele geçen bir sokak kızı değil, fakat ulaşılması en müşkül menzil,
erişilmesi en güç emel olduğunu; pençeleşe pençeleşe zincirlerini kırarak ancak
ona ulaşmak mümkün olduğunu artık anlaması lâzım!
Allah’a varmak için Allah aşkı gerektir: Âkıbet
bir gün hürriyete kavuşmak için hürriyet aşkıyla yanmış olmak gerektir.
Korkudan ve kuruntudan bir türlü sıyrılmayan halk için hürriyet aşkı ne
demektir? Hayatını ümitlere bağlayan vatandaş için hürriyet aşkı ne demektir?
Her zaman halkın alkışına muhtaç olan gurur ahlâkı için hürriyet aşkı ne
demektir?
Heyhat! Onlar nerede, benliği aradan silmek ve
ölmeden ölmek nerede?
Size hitap eden ben değilim, fakat devrin
fikridir, yürüyen bir hayatın manasıdır. Hissediyorum ki âlem yeni bir
istikamete doğru yürümektedir. Hâdiseler, kitaplar, vakaların çığları,
kelimeler ve taşlar, her şey bana söylüyor ki hürriyete doğru bir adım daha
atılmıştır! İnsanlık için ruhun yeni bir hamlesini bekleyiniz! Hamleler asla
kütleden çıkmaz fakat kütle içindir ve kütleye şuur vermek için yalnız külli
ruhun[150] ve ahlâkın eseridir. Yani bir devrin manasıdır.
İnsanlığın ıstırabıdır. Bu ıstırap yürüyen bir hayatın yeni bir hayatı doğurmak
için kendini feda etmesidir. Tehlikeleri hiçe saymasıdır. İnsanlığa bir adım
daha yaklaşmak için yeni tarihi tecrübeleri bekleyiniz! Hayvanın ve kütlenin
kör kuvvetleri asla hamle yapamaz. Cemiyet zincir demektir. Ona yalnız men
etmek, hudut koymak, tazyik etmek, inandırmak ve eskiye bağlamak yaraşır. O
kendi kendini aşmaya, hudutu geçip enginlere açılmaya, daima yeniyi ve sonsuzu
istemeye asla razı değildir. Her şey bana söylüyor ki devir yeni bir hamle
hazırlıyor. Bu hamleyi tabiatın kör kuvvetlerinden değil, fakat insanın
kudretinden, ahlâkın kudretinden bekleyiniz!
Bu hamle makineleşmenin eseri değildir. Sınıf
kavgasının, zümre kininin mahsulü değildir. Bu hamle hürriyet aşkının, kendini
aşmanın, adalet için sonsuz açlığın hamlesidir.
İhtiras haline gelerek mevhumeleri aşan, daima
yeniyi ve sonsuzu isteyen ruhun hamlesidir. Muhammed’de sınıf kini mi vardı?
İsa’da ve Sokrates’te zümre kavgası mı hâkim oldu? Zerdüşt ve Buddha zümre
hissiyle mi dâvaya kalktılar? Buddha zihinlerde sınıfları yıkarak ahlâki
mertebeleri kurdu. Muhammed mal ve nesep asilliğini inkâr ederek, yalnız ruh ve
ahlâk asilliğini kabul etti. Sokrates sitede ahlâkı mihver yaptı. İlimleri,
felsefeleri, siyasetleri bir yana bırakarak âlemin mihrakının insan olduğunu
gösterdi. Bu mihrak etrafında eşyayı yeniden düzene koydu. Bu hamle taş
devrinde de olmuştur. İnsanın silâhı, âleti ve ekmeği ne olursa olsun, her
devirde hayvanla kütlenin çarpışmasından gittikçe daha büyük ıstıraplar, daha
engin ihtiras hamleleri doğmuştur. Her ateşe giren pişip çıkmaz; kimi kavrulur
harap olur, kimi bükülür şeklini kaybeder, kimi yanar, yandıkça kemâle gelir.
En büyük ıstırap en geniş ihtirası doğurur. Deha derin bir azabın evlâdıdır.
Dev gibi tecrübeler içinde hayatla cemiyetin çarpışmasından doğan ıstırabın ve
aşkın gücü insanlık için yeni hamleler yaratmıştır.
Buddha, kafalardan kastların uçurumunu
kaldırdı. Zincir vuran sınıfları yıktı, kör kuvvet önüne set çekti. Ve bunların
yerine ruh asilliğini, ahlâkın mertebelerini koydu. Âhiret bezirgânlığı
yapanların, Brahman’ların, yani papazların, kılıç zorbalığı yapanların
Kışatrya’lar, yani askerlerin, servet tahakkümü yapanların, yani zenginlerin
elinde insanlık için, hürriyet ve adalet için bir zehir ve bir hançer olan kör
kuvveti yıkarak onun yerine kütleyi, çoğunluğu, şuur kazanmamış halkı değil,
yalnız bizi insanlığa ve adalete götürecek tek yol olan ruh asilliğini, ahlâk
asilliğini koydu.
Nirvana ruhun kurtuluşu demektir. Buddha
insanları asla zekâlarına, bilgilerine, hile ve şeytanlıklarına,
yumruklarındaki kuvvete ve servete göre değil, yalnız ruhlarındaki çaba, cüret
ve aşk kudretine, ahlâk yolunda yaptıkları fedayı nefsin derecesine göre
ayırdı. Bir gün bütün insanları Nirvana mertebesine yükseltebilmek idealiyle,
bugün ruhu zayıf olanları güçlü olanlardan, doğruluk ve kahramanlıkta ergin
olanları eksik olanlardan mertebelerle ayırmayı hürriyet için, insanlık için ve
ona giden adalet yolunu gerçekten kazanmak için, kabul etti. Biz de böyle yapacağız;
ve kaderciye ruhun kudretini göstererek hayal kurucuyu asırlık uykusundan
uyandıracağız. İnsanları sınıflara değil, mertebelere ayırmak için yeniden işe
başlayacağız!
Allah kuvvetlilerin belini bükmek için
zayıfları seçti. (Ahdi Atik.) Çünkü yalnız servetiyle övünen korkudan kendini
kurtaramadı. Ve sadece kılıcının kuvvetine güvenen, talih onu terk etmeden
rahat ve huzurunu terk etti: Her an yenilme korkusuyla zaferin bütün neşesini
kaybetti. Her şeyden önce ilmine mağrur olan, insanları hor gördüğü ve gönlünü
onlara kapadığı için eşyanın hakikatinden gafil kaldı. Ruhunda iktidar olan mal
ve mülke kul olmayacak, günün zaferlerine güvenmeyecek, benlik dâvası elinde
ruhu alçalmayacak, fakat yalnız cüretiyle, aşkıyla ve eyleminin kudretiyle
iftihar edecektir.
Allah mağrurların boynunu bükmek için, hak
önünde baş eğenleri memur etti.
Bugünün cemiyeti, ahlâkı kurmaya ve hakiki
adaleti uygulamaya elverişli midir? Sınıf tahakkümünü kaldırmadan; paranın,
siyasetin öldürücü yarışmasına sınır koymadan; gözleri bağlayan sahte
eşitliğin, zulme kapı açan uçurumlu eşitsizlik yerine bizi hürlüğe ve
ilerlemeye götürecek mertebeler eşitsizliğini koymadan cemiyete düzen vermek;
küçük önlemlerle günün buhranı önüne geçmek kabil midir?
Bugünün cemiyeti, üstümüze bol gelen bir elbise
midir ki bazı yerlerini kısaltıp bir tarafına yama koymakla ona şekil vermek
mümkün olsun? Tahtadan bir dolap mıdır ki kesilsin ve biçilsin de istenilen
hale getirilsin?
Fakat bunlara asla imkân yoktur. Çünkü ahlâk
havada bir söz ve kuru nasihat yığını değildir. Çünkü ahlâk cemiyete göredir ve
cemiyet içindir. Her şey eski halinde akıp gittikten sonra; cemiyet bir demir
çember gibi, gelişen hürriyet aşkını ve insani ahlâkı cendereye koyduktan
sonra, en güzel arzuların, en yüksek dileklerin ne kıymeti kalır? O uzvi bir
bütün, yekpâre ve canlı bir varlıktır ki, tahtadan bir kukla gibi dışından bir
parça eklenemez ve hiçbir parça katılamaz. Madem bu çember dardır ve ona küçük
önlemlerle istediğimiz şekli vermek imkânsızdır; o halde biliniz ki bugünün cemiyeti,
insani ahlâkı kurmaya elverişli değildir.
İnsani ahlâkı telkin edenler, iyiliğin ve
adaletin fiile geçeceği ideal bir cemiyeti her zaman kurmaya çalışırlar.
Peygamberler bu cemiyeti üstün bir âlemde görerek yeryüzünde ona örnekler
verdiler. Filozoflar gökteki şehri yeryüzüne indirerek doğrunun, güzelin ve
iyinin fiile geçtiği cemiyeti kurmak istediler. Platon bu teşebbüse misâl oldu.
Fakat insan hayvanın elinde ezilip, fikir fiile geçmeden öldü. Çünkü ruhun
kudreti henüz hayatın ve cemiyetin kör kuvvetine hâkim olacak dereceye
gelmemişti. İyimser hayal kurucu hileli siyasinin elinde kurban edildi. Deccal
Mehdi’yi öldürdü: Çirkin cemiyet güzel hayalleri perişan etti. Ve hakimler her
şeye rağmen ideal cemiyeti içlerinde yaşayarak çirkin gerçeğe karşı direndiler.
Artık ruhun gelişmeleri, insanlığı arınmış
gerçeğe doğru götürüyor. Doğruluğu kuvvetle birleştirip, hayali hakikate
indiriyor. İnsanlık ihtirası, içinde büyük arzuları büyük güçlerle
evlendiriyor. Ve biz her gün biraz daha ziyade hür insanların insanlığına,
ideal cemiyete, eşyanın ve mertebelerin derin tahliliyle yaklaşıyoruz.
Lâkin Buddha bütün bunlardan önce, perdenin
arkasındaki sır âlemini silerek ideal cemiyeti yeryüzüne indirmiş; insanları
hakiki hürlüğe sevk edecek tek yol olan mertebeler ahlâkını kurmuş, ruh
asilliğini hayvanın ve kütlenin kör kuvvetine hükmettirerek insanlığa giden
bütün kapıları açmıştı.
Bugünün cemiyetinde buhran var! İktisat
kavgası, ahlâk şikâyeti, sanatın inatçı kısırlığı, açlık ve içtimai sefalet,
her şey gösteriyor ki, bugünün cemiyeti buhran içindedir. İlkçağ’dan beri zaten
var olan esaslı dâvalar, hele bugün yeni sebeplerin işe katılması yüzünden en
ağır şeklini almıştır.
Sınıf baskıları binlerce yıldan beri vardı;
büyük sitelerden zamanımıza kadar cemiyetin bünyesinde en çok hâkim olmuştu.
İnsani dinler sınıf baskısını kaldırmak için atılmış ruhun ilk ve tamamlanmamış
hamlesidir. Demokrasi çığırları onu tamamlamak istedi. Acaba bu gazayı
başarabildi mi? Fakat çok yazık! Bir adım bile atmadı. Çünkü demokrasi
çığırları en uzak ideale bir anda erişebileceğini, bir mucize ile insanları
hürlük ve eşitliğe ulaştırdığını farz etti. Halbuki yine her şey eski
yerindeydi. Ne melek biraz hileyi öğrenmiş, ne şeytanın bir parça kalbi
yumuşamıştı. Bu sebepten, perde arkasında komedya oynanmaya devam etti. Ve
insanlar yeni baştan iki sınıfa ayrıldı: Aldananlar ve aldatanlar.
İlim, ayağa düşerek, Kayserili bakkalın elinde
bir kazanç haline geldi. Sanat insani ve derin değerini kaybederek propaganda
âleti ve vahşinin oyuncağı şeklini aldı. Siyaset, ikbâl hırsına ve şöhret
emellerine vesile oldu. Kimin arkasında fazilet diye bir yumurta küfesi yoksa o
bütün hakları ve mevkileri elde etti. Kimin içinde bir hayvan zekâsı belirmişse
bütün kapılar onun için açıldı. Hakikat aşkına bir hastalık gibi bakıldı.
Fazilete dudak büküldü ve ruh asilliği ile alay edildi. Bugünün cemiyeti eski
düzeni yıktı, ama yerine hiçbir düzen getirmedi. Zümre baskısını kaldırmak
parolasıyla geldi; fakat daha büyük buhranlar doğurdu. Halka şuur vermek düsturunu
ortaya attı; ama, halkı insanlığa yükselterek hürriyete doğru götürecek yerde,
hürriyeti halkın ayağına atarak “harcı-âlem” etti. Eksikliği tamlığa doğru
götürecek yerde, eksiğin mükemmel olduğunu inat ile iddia etti. Bugünün
cemiyeti bir hercümerç ve bir kaos cemiyeti haline gelmektedir. Onu ancak
gerçeği görmek, yol ne kadar büyük olsa yanlıştan geri dönmek ve insanlık için
mertebeler ahlâkıyla yeni baştan yola çıkmak kurtarabilir.
Maddeci bu buhranı şöyle açıklayacaktır:
Cemiyet hayatı, üretim için yapılan ortak faaliyet hayatıdır. Âletler ve teknik
bu faaliyeti büyültmek için bulunan vasıtalardır. Üretim (istihsal) ihtiyaca
uygun olduğu zaman her zümre kendine yeter. Fakat tekniğin ilerlemesiyle üretim
birdenbire ihtiyacı aşınca, fazlasını bir yana yığmak gerekir ki işte bu fazla
üretimden değişim (mübadele), artık-değer, para ve ferdi mülkiyet doğmuştur. O
zaman cemiyette ferdi mülkiyet yüzünden üretim işinde çalışmaksızın
kazananlarla yine eskisi gibi bu çalışmayı devam ettirenler iki esaslı sınıf
olarak ayrılacaktır. Artık bir kısım insanlar ötekilerin çıkarına, bütün
güçlerini sarf edecekler ve böylece cemiyette efendiler ve köleler arasındaki
uçurum meydana gelecektir. Efendiler toprağı işletmek için köleleri çiftliklere
bağlayınca derebeylik ve serflik doğacak, teknik gelişerek toprağın altı
işletildiği ve makine medeniyetiyle büyük endüstri doğduğu zaman işçi ve
burjuva sınıfları kurulacaktır. Bu gelişmenin zaruri neticesi sınıf baskısı,
sınıflardan her birinde doğan dayanışmadır. İçtimai adaletsizlik, fakirlik ve
sefalet, işçinin sömürülmesi ve karşı hareketi hep bunun eserleridir. Demokrasi
çığırları burjuva sınıfının icat ettiği bir masaldır. Hürriyet onun
hesabınadır; eşitlik onun, yalnız o sınıfın arasındadır. Buhranın kökü yalnız o
sınıfın kavgasındadır.
İlk bakışta doğru ve kandırıcı görünen bu
izahların, tahlil edince, yanlışları ve eksikleri meydana çıkar.
Önce: Maddeci, cemiyet hayatının ilk
şekillerinde mistik zihniyetin ne büyük rolü olduğunu hiç hesaba katmamış,
yalnızca onun geçim tarzına dikkat etmiştir.
İkincisi: Maddeci, zümreler arasındaki savaşta
köleliğin doğmasını yanlış açıklamış ve yenilmiş olan cemiyetlerin yenen
cemiyet elinde ezildiğini, sonradan yenilenlerin yenenler zümresine evlâtlıkla
girdiğini, toprağa yerleşmenin ve çiftçilikle uğraşmanın daha klan halindeki
cemiyetlerde başlayan bir hâdise olduğunu unutmuştur.
Üçüncüsü: Maddeci, cemiyetin bütün şekillerinde
dini hayatın ve kolektif tasavvurların rolünü bir gölge haline indirmiş, ilk
başkanların, Potlaç’ın, yani dini-iktisadi değişimin doğuşunu açıklamamıştır.
Dördüncüsü şudur ki; maddeci, burjuva
cemiyetinin eski sınıfları büsbütün kaldırıldığını ve artık baskının bir sınıf
ve soyluluk işi değil, bir zekâ ve teşebbüs sorunu olduğunu; ruhunda her cüret
olanın bunu bencilik hesabına kullandıktan sonra burjuva mertebesine gireceğini
unutmuştur.
Beşincisi şudur ki; maddeci, cemiyetin
geleceğini yalnız kütle yolu ile yani en az şuurlu olan kısmın teşkilâtıyla
çözmeye çalışmıştır.
En sonra maddeci, yeryüzünün binlerce cemiyetinden
pek azının bu gelişmeyi kazandığını ve iktisadi ilerlemenin yalnız başına
cemiyetler için kanun olamayacağını hiç de göz önüne almamıştır. Hâsılı
maddeci, bugünün buhranında çok kuvvetli bir âmili biricik sebep olarak görmüş
ve insanın hayatını kaderci bir iktisat felsefesine bağlamıştır.
Öte yandan ruhçu da bu buhranı şu yolda
açıklayacaktır: Cemiyet disiplin, kaide ve baskı demektir. Bütün insanları bir
şekle sokmak; ferde, kişiliğe ve özelliğe ait her şeyi ortadan kaldırarak onun
yerine tek-şekilliliği koymaktır. Orijinali yok etmek, her şeyi ortalamaya
indirmektir. Halbuki hakikatte hiçbir insanın başkasına benzemesi mümkün
değildir. Renkler, şekiller, hisler ve inanışlar her birimizde o kadar farklı
birleşmiştir ki, yeryüzünde insanlar kadar türler vardır. Her insan bir
âlemdir. Hiçbiri ötekine icra edilemez. İnsanlık yoktur, insanlar vardır. İnsan
tipi yoktur, sonsuz insan tipleri vardır. Nasıl olur da biz bu hudutsuz cemiyet
farklarını cemiyetin yekpâreliği içinde eritiriz? Bu birbirinden uçurumlarla
ayrılmış olan ruhları bir sınıfın, bir zümrenin veya daha büyük bir cemiyetin
çabalarına, çıkarlarına bağlarız? Oysa tarihi ilcalar ve siyasi sebeplerle
insanlar bir otorite altına alınmış ve birlik içinde özellikleri unutulmuştur.
Bu, hakikati bilmezlikten gelme tarihin her devrinde vardır. Fakat hiç olmazsa
kastlar, sınıflar, mezhepler, aileler bir dereceye kadar farkı hesaba katmakta
idi. Bugünün cemiyeti ise kanun karşısında eşitlik prensibi ile farkları
büsbütün silmiş; kişiliğin, ferdin ve ruh hürlüğünün bütün hakkını çiğnemiştir.
İşte ona göre buhranın asıl kökü buradadır.
Hakikaten bugünün cemiyeti kemiyet önünde
keyfiyeti, kütle önünde kişiliği ihmal eden, gittikçe daha ordinaire’e
(“sıradan”a) giden bir cemiyettir. Ruhçu bu noktaya cidden yerinde dokunmakla
beraber dâvasında birçok yanlışlara düşmüştür.
Önce ruhçu unutmuştur ki, vahşi cemiyette insan
kendisini başka insanlardan değil, eşyadan bile ayırma gücünde değildir. Ferd
olmak, kişi olmak, ruhunda ayrı bir âlem görmek çok yüksek cemiyetlerin içinde
vücut bulmuş yeni bir hâdisedir.
İkincisi; bütün eşya birbirinden birtakım
özelliklerle ayrılır; fakat esaslı birtakım vasıflarla da bir nevin ve bir
cinsin içine girer. İnsan, farkları ve özellikleri ile birbirinden ayırt edilse
de, en derin vasıflarıyla umumi bir neve girmektedir. Her insan bir ırkın, bir
dilin, bir zümre ve bir ailenin vasıflarını kendinde başka başka nispetlerde
topladığı için, bağımsız bir varlık, tek başına bir varoluştur. Fakat her
insanda ihtiras, aşk, korku ve ümit ile ruhun kudreti aynı şekilde görüldüğü
için, o bir birliğin parçası ve bir nevin ferdidir.
Üçüncüsü; bugünün cemiyetinde kişiliği ve
orijinali öldüren, düzen ve monotonluk fikri değil, daha çok hilenin ahlâk
yerine, zorbalığın içtimai adalet yerine geçmesidir.
En sonra, ruhçu şu noktada da yanlışa düşmüştür
ki, birbirine yabancı âlemler olan fertlerin bütünü, asla ahenk ve düzene
varmayan kaostan başka bir şey değildir. Oysa bizim söz konumuz olan insanlık,
zaman ve mekânın bunca farkına rağmen, insani ruhun birliğinde birleşecektir.
Maddeci, buhranı kütlenin fert elinde
ezilmesinde buluyor. Ruhçu buhranı, ferdin kütle elinde kahroluşunda görüyor.
Ayrı ayrı birer hakikat payı olan bu iki zıt fikri nasıl uzlaştırabiliriz?
Gerçekten işçinin patron elinde ezilmesi birinci dâvanın, sanatçının bilgisiz
ve duygusuzlar elinde kalması ikinci dâvanın delilidir. Fakat bu iki fikri
birleştirmeyi istemek çelişmeye düşmekten başka ne olabilir? Bütün yanılma her
ikisinin de meseleye birer cephesinden bakmasındadır. Hakikat ne maddede ne de
ruhtadır. Belki, her ikisini içine alan birlik ve bütünlüktedir.
Hayatla cemiyetin çarpışması ruhu doğurur.
Fakat ruhun ilerlemesi buna karşı cemiyete ve hayata yeni şekil ve yönelişler
verir. Birlik, ruhun olgunlaşması ile tamam olur. Buhran, mücadelenin ve
darbenin şiddetinde değil, bunun duyulmasındadır. Fırtına ne kadar büyük olsa,
şuur olmadıktan sonra korku yoktur. Buhran kütlenin fert elinde ezilmesinde
değil, ruhun olgunlaşmış, terakki etmiş olmasında, bu boğuşmanın ıstırabını duymasında,
ondan kurtulmak için çırpınmasındadır.
Ne fert kütlenin ne kütle ferdin elinde
ezilmiştir. Fakat gittikçe daha çok gelişmekte olan ruhun kudreti her türlü
baskıya, zorbalığa ve zulme karşı isyan etmektedir. Adalet ihtiyacı yalnız ruh
için vardır.
Öyle ise, ruhçunun şu bakımdan hakkı vardır ki,
buhran ıstıraptan ve ıstırap şuurdan doğar. Şuur ne kadar yüksek ve kudretli
ise hayatla cemiyetin çatışmasından doğan ıstırap da o kadar büyüktür. Ve
maddecinin şu noktada hakkı vardır ki; şuur asla ezeli bir varlık değil,
hayatla cemiyetin, yani iki ayrı tabiat kuvvetinin çarpışmasından doğan yeni
bir gerçektir. Bu çarpışma en ziyade üretim faaliyetinde, sınıf ve cemiyet
gerginliğinde canlanır. Böylece iki görüş tarzı bütüncülüğün sentezci görüşünde
birleşmiştir.[*31]
Âkıbet buhran bir sona erecek ve günün cemiyeti
yerini bir başkasına bırakacaktır. Bu değişme, cemiyetin rolünü tamamlayıp
yıkılmasıyla mı, yoksa şekilden şekile geçerek daha yüksek bir cemiyet halini
almasıyla mı olacaktır? Bugünün cemiyeti, içinden çürüyen bir ağaç gibi, göçüp
gidecek midir? Yoksa, geniş bir âlemin içinde eksiklerini tamamlayarak
gelişecek midir?
Eski medeniyetlerin yıkıntıları içinde
dolaşırken kaderin karşısında boyun eğen kötümser, bu asır için de son saatin
çaldığını kederle ilân edecek ve ilerisi adına yas havaları hazırlayacaktır.
Biz bu karanlık dâvadan tamamen uzağız. Asırlar insanları, binaları ve
âbideleri yıpratır. Fakat ruhun sürekli hamlesi olan medeniyete asla kesinti
veremez. Eserlerin, zihniyetlerin, ırkların derin farkına rağmen Eski Mısır’da
doğan Yunan’da gelişmiş, Roma’da temel kurmuş ve Rönesans’tan beri olgunlaşmaya
başlamıştır.[*32]
Her devir, buhran içinde sona ermiş, bununla
birlikte onlardan sonra gelen devirlere zemin olmuştur. Çünkü her devir
ilerleyen ruhun yeni bir hamlesiyle doğmuştur. Fakat, şuur daha yüksek ve daha
kudretli olduğu zaman, donmuş bir şekil alan cemiyet artık ona baskı yapmaya ve
yeni buhranlar doğurmaya başlayacak, her buhran daha geniş bir cemiyete doğru
yeni bir hamleyi hazırlayacaktır. Biz karanlık fikirli kötümsere katılmak şöyle
dursun, en büyük buhranı en güzel doğum haberi gibi karşılayacağız.
Medeniyet, önceden çizilmiş bir plana göre
belirli hedeflere doğru yol alan bir hareketli midir? Hareket edenin, gidişi
gayelere bağlı bir cismin tabii gidişi gibi, düzenli ve sürekli bir gelişmenin
(évolution) eseri midir? Eşya, mukadder olarak basitten mürekkebe doğru gelişen
bir kanunun elinde yoğrulmakta mıdır? Değişmek, daima daha gelişmiş, daha
ilerlemiş olmak, asla bir şekil ve bir halde kalmamak tabiatın kaderi midir?
Büyük bir amaca ulaşmak için, kemâle ve hürriyete kavuşmak için mutlaka zaman
çarkının devrini tamamlaması ve yazılan günün gelmesi mi lâzımdır? Hâdiselerin,
iradelerin ve devirlerin üstünde gerçekten, bizi fatal olarak gayeye götüren
bir değişme kanunu var mıdır? Bütün bu sorulara “evrimci”[*33] “Evet!” diye cevap verecektir. Çünkü évolution’cu,
asla çözülmeyecek bir işe girmiş; tabiatın kör zaruretini gaye ve hedef
fikriyle birleştirmeye kalkmıştır. Eşyadaki sonsuz şekil değişmeleri karşısında
âciz kalan, bunları düzen ihtiyacıyla bir kanuna bağlamak isteyen insan, kemâle
ve iyilik gayesine doğru eşyayı götüren bir başka zarureti tasavvur zorunda
kalmıştır. İşte fikrin bu garip mahsulü bizi yanılmadan yanılmaya götüren
tekâmül dâvasıdır.
Bir nevin içinde gelişmeye, évolution demek
caiz değildir. Tohumun ağaç olması ve sitenin kemâle gelmesi “evrim” değil,
gelişmedir. Ancak bir neviden başka neve geçildiği zaman değişmeden
bahsedilebilir. Afrika klanlarından bir site çıktığı nerede görülmüştür?
Onların insanlık bütününe karışması için fatal bir kanunun hükmetmesini
beklemek âhirete intizar etmektir. Medeniyet, hedefine kaç günde varacağını
bilerek menzilden menzile geçen ve vakti gelince son hedefe ulaşan bir kervan
değildir. Seyahat gündemi düzenlenmiş, uğrayacağı yerler önceden çizilmiş olan
bir gezgin değildir. Olacak bütün işlerin olmasını ezelden haber veren bir
“levhi mahfuz”[151] değildir. Bırakınız “evrimci,” gafleti içinde
Mehdi’yi bekleyenler ve gökten “maide” inmesini intizar edenler gibi her şeyin
“kendiliğinden” düzeleceğine ve bütün işlerin bir gün gelip olgunluğa
ulaşacağına inansın! Fakat biliniz ki, eşyanın değişmesi belirli olmayan
(indéterminé), zorunsuz (contigent) olan arızaların eseridir. Bu arızalar daha
yüksek neticeler doğurabileceği gibi, daha eksik mahsuller de verebilir. Biz
bunlardan kendi hesabımıza “başarılı ve mutlu” olan arızaları tabiatın
ilerlemesi diye ayırmalıyız. Hayatla cemiyetin çatışmasından şuurun çıkması,
şuurun gelişmesinden ruhun ve irade hürlüğünün doğması bir ilerlemedir. Fakat
bu ilerleme önceden çizilmiş bir évolution kanununun gerçekleşmesi değil; ancak
yüzlerce kaybedilmiş teşebbüsün arasından çıkan birkaç tabiat hamlesidir.
“Bekleyiniz! Bir gün istekleriniz kendiliğinden
meydana çıkacak, zamanı gelince her şey olacaktır!” diyenler, bu eski “tekâmül”
masalının gafleti içinden hâlâ çıkmayanlardır. Bekleyelim! Fakat binlerce yıl
aynı halden dışarı bir adım atmamak için tabiat zaten yardımcıdır. Hint’in
kastlarını kaç din ve kaç istila yerinden oynattı? Afrika klanlarını hangi
teknik kuvvet millet haline getirdi? Her şey yavaş yavaş “evrim”le ve
kendiliğinden olacak diyenler, yerinde saymaya karar vermiş olanlardır.
Her hayat şekli toptan, uzvi bir bütündür;
bölüm kabul etmez bir sistemdir. Onu ya olduğu gibi alır ya da reddederiz. Ağır
ağır değiştirmek, zamanını beklemek, kendiliğinden olmasına hazırlanmak, yavaş
yavaş ona bir şeyler katıp bir şeyler çıkarmaya çalışmak, sonunda, hiçbir şey
yapmadan yerinde saymaktır.
Biz bu garip dâvayı güdenlerdense; açıktan
açığa canlı geleneğe bağlananları yahut da bugünün cemiyetini doğru bulan ve
bütün görünüşüne rağmen buhranı inkâr edenleri tercih ederiz.
Mademki eşya, görünmeyen bir elin çizdiği
yoldan geçerek ağır ağır değişmiyor; mademki gerçeğin çeşitleşmesi eski
putların yerini tutan ve zaman denen esrarlı bir kuvvetin elinden çıkmıyor; o
halde âlemin sonsuz çeşitliliği, birden yıkılmalar ve yeniden yaratılmaların
eseri midir? Cemiyetlerin şekil değiştirmesi büyük katastrofların mahsulü
müdür? Yeniyi kurmak için mutlaka eskiyi kökünden yıkmak mı lâzımdır?
İnsanlığın ilerlemesine yalnız ihtilâllerle ve hercümerçlerle mi varılır? Yeni
bir bina kurmak için önce temeli kökünden kazımak, geçmişten kalan her şeyi,
bütün fikirleri ve bütün hatıraları silip atmak mı icap eder?
Her hamle eskiyi inkâr etmek ve medeniyetin
gelişmesine doğru yeni baştan yola çıkmak mıdır? Bunların hepsine birden
ihtilâlci, “Evet, böyle lâzımdır!” diye cevap verecektir. Çünkü beklemek ona
göre yerinde saymaktır. Cemiyet nihayet bir bütündür; ölü unsurları saklamak
onu tembellikte bırakmaktır. Çünkü düstur, hep veya hiçtir. Ya tamamen yapmak
veya hiçbir şey yapmamak lâzımdır. İkisinin arasında bir üçüncü yol yoktur.
Lâkin ihtilâlci, medeniyetin ruh eseri ve ahlâk binası olduğunu unutmuştur.
Onun asla yerden bitme bir mantar gibi yetişemeyeceğini; geçmişi inkâr eden piç
bir hamlenin büsbütün kısır kalmaya mahkûm olduğunu düşünmemiştir. Ve o gaflet
içinde, tamiri kabil olmayan büyük hatalara düşmüştür.
İhtilâl, bir devri tahrip etmek, yarının
binasına temel olacak bir binayı kökünden yıkmaktır. Benden öncenin yokluk
olmasını istemek, Penelope’nin asla bitmeyen halısı gibi, hakikatin kuruluşuna
her gün yeniden başlamaktır. İhtilâl, ağacın köklerini kesmek, fakat çiçek
vermesini beklemektir. Ruhun iktidarına ve ahlâkın büyük eserine karşı
gözlerini kapayarak, benlik dâvasına kalkmak, kibir ve inadına kul olmaktır. İhtilâl,
birlik için ve hakikat aşkı için yapmayıp halkın beğenmesi ve kütlenin alkışı
için yapmaktır. Sefaletin ve hor görülmenin kinleriyle beslenmiş olan bir
çoğunluğu doyurmaktır. Noksanlığı doyurmak fakat kemâle asla varamamaktır.
İhtilâl, çıkarı çiğnenmiş olan bir sınıfa çıkar sağlamak; hotkâmlığını tatmine
fırsat bulamayanların eline fırsat düşürmek, kindarın öç almasına yardım etmek,
ruhun büyük eserini şuursuz ve kişiliksiz kütlenin kör kuvveti için ve onun
elinde feda etmektir. Âkıbet ihtilâl, benlik dâvası ve gurur içinde eşyanın
hakikatine, bütünlüğüne kulak tıkayarak (tegafül ederek)[152] dünya kendisiyle başlıyormuş farz etmek, bir çocuk
gibi her şeyi döküp saçmak; her şeyi yıktığını vehmederken bu garip
sarhoşluktan uyanarak eşyanın yine eski yerlerinde olduğunu hayretler içinde
görmektir.[153]
Öyleyse bu dâva nedir? Madem âlemin başındaki
fırtınada zamanın bir hükmü yoktur ve yeniyi kurmak için önce eskiyi yıkarak
başlamak, aslında hiçbir şey yapmamaktır; mademki âlem ne “evrim”le, ne de
ihtilâl ile şekil değiştiriyor; öyleyse eşyaya düzen vermek için bu çaba ve bu
dâva nedir?
Dâva şudur ki hayat ve kütle kuvveti nasıl
hakikatse ruhun hürriyeti de öyle bir hakikattir. Gerçekte maddenin ve uzviyetin
nasıl birer yeri ve mertebesi varsa, ruhun ve ahlâki hayatın da öyle bir yeri
ve değeri vardır. Ruhu inkâr etmek, gerçeklerin bir kısmına karşı gözlerini
kapamak, birliği görmemektir. İleriyi inkâr eden buhran içinde kalacak, her
zaman halinden şikâyet edecek, kaderin ve kuvvetin elinde kul olacaktır.
Çarpışmayla ilerleyen sükûn bulacak, yeni düzen getirecek, hakiki hürriyeti
kazanacaktır.
Eşya keyfimize göre değişmez. Terakki, önceden
belirlenemeyen[154] mutlu arızaların eseri olup, bizzat eşyanın
içindedir. Biz ancak gizli olanı meydana çıkarabiliriz. Gözlerimizdeki bağı
çözerek çatışmadan çıkan gerçeğe ibret gözüyle bakabiliriz. Biz ancak hakiki
mertebeleri kurmak için insanların yalnız eşyaya değil, aynı zamanda içlerine bakmaları
gerektiğini telkin edebiliriz.
Biz, tabiat alanında ne evrimci, ne de
ihtilâlciyiz. Ne gökten maide[155] gelmesini bekliyor, ne de cenneti yeryüzüne
indirdiğimizi iddia ediyoruz. Biz gerçekler arasındaki çatışmalardan doğan
insanlığın ilerlemesini, yaratıcı[156] ruhu aydınlığa çıkarmak, eşyanın düzeninde ona kendi
hakkını vermek istiyoruz.
İnsan hür olarak doğmamıştır, fakat içinde
hayvanla toplumun çalışması bu hürriyeti pençeleşe pençeleşe kazanmıştır. İnsan
ruha ve ahlâka sahip olarak dünyaya gelmemiştir. Fakat uzviyetle cemiyetin
çarpışmasında iç hürriyetini, cüret ve ihtirasını, ahlâki iradesini
kazanmıştır. İnsan zincirler içinde doğar; fakat hayatı pahasına bu zincirleri
kırarak en son ve en güç olan bu hürriyete ulaşır. İnsanlık zincirler içinde
uyanmıştır; ruhun ve ahlâkın hürlüğüne ancak çatışmayla, çabayla, ıstırapla ve
kurbanlarla ulaşacaktır.
İnsanlığın kurtuluşu iç hürriyeti iledir. Ve iç
hürriyeti ihtiras ile, aşk iledir. Gözünde bağ olanlar, hakikati tersinden
görenler, inat eden, gaflette ısrar edenler ne derlerse desinler, gerçeğin
akışını bozmaya ve tabiatın tersine gitmeye kalkmadan, mertebeleri kuracağız.
Gelecekteki hakiki eşitliğe insan ruhunun bütün eşitsizliklere karşı bitmez tükenmez
savaşından geçerek yalnız mertebeler siyasetiyle ulaşacağız.
Dostum bana diyor ki, neden bizde faziletli
adam çıkmıyor? Niçin kimse bir ideal uğruna cüret gösterecek ve kendini feda
edecek teşebbüse girmiyor? Niçin akşam olunca herkes ocağına kapanıp, memleket
işlerine ilgisiz kalıyor? Ve en canlı meseleler önünde “adam sen de, âlemi
düzeltecek ben mi kaldım” diye çekinme duyuyor? Halbuki bu insanların birçoğu
doğruluğa, cesarete, hakka, ahlâk eylemine değer veren ve fazilete inanan
adamlardır. Bunlarda eksik olan cesaret midir? Vatan sevgisi midir? Yoksa
bunlar hakikaten ahlâkla ilgileri olmayan kimseler midir? O zaman dostuma şöyle
cevap verdim: Cesaret inançtan gelir. İnsanlığa inanmak, bir kuvvete inanmak,
hatta kendine inanmak, ihtiras ve aşk halini alıp taşacak şekle geldiği zaman
cüret olur, kendini feda olur. Bir hiç için, nefsi feda olamaz. Sky şampiyonu
hayatını, karlı dağların zaferi için tehlikeye koymuştur. Cüret ancak insani
bir hareket için yapıldığı vakit ahlâkidir, övülmeye değer. Cüret yalnız siyasi
bir kanaat, içtimai bir dâva, insani hürriyet için yapıldığı zaman fazilettir.
Fazilet iman iledir ve büyük bir iman, devirlerin üzerinden geçen burçlar kadar
nâdir bir şeydir. Niçin faziletli adam çıkmıyor? Çünkü fedayı nefsi bütün değerlerin
üstünde bir değer gibi gösteren iman doğmamıştır. Herkes huzur içinde yaşarken,
kendi huzurunu eliyle bırakmayı telkin eden fikir gelmemiştir. Ne zaman büyük
imanlar doğar ve aramıza kitaplarını getirirlerse; cüretler, feragatler ve
hakiki fedailer onların ardından gelecektir.
Ve hakikaten gafil olan diyor ki: “Ahlâk
cemiyetin elindedir. Ahlâklı olmak içtimai değerlere bağlı olmak; ahlâksız
olmak onları ihmal etmektir. Teşkilâtı kuvvetli, disiplini tam olan cemiyette
elbette ahlâk olacaktır. Kanun borçluyu peşinden kovalar ve suçluyu en gizli
köşelerde yakalarsa, herkes verdiği sözde duracak ve başkasının hukukuna
saygılı olacaktır. Dakikaya hazine gibi bakılan bir cemiyette insan asla
sözünden dönmeyecek ve dostuna ihanet etmeyecektir. Vicdan bile, cemiyetin
içimizde yaşayan kuvveti ve devam eden baskısıdır. Kanundan kurtulduğumuzu
zannettiğimiz zaman cemiyet vicdan azabı halinde bizi takip eder. Cemiyet,
ahlâki hayatı her yanından kuşatmıştır. O derecede ki ahlâklı olmak, cemiyetin
kuvvetli olması demektir.”
Ve ben ona şöyle cevap verdim: Korku ahlâkı,
ümit ahlâkı hakikaten cemiyetindir. Vicdan azabı, iyilik ümidi bize dışımızdan
gelir. Ona insani ahlâk değil, ancak örf ve âdet demek gerektir. Her cemiyetin
ayrı örfü olduğu için içtimai ahlâk asla sabit ve mutlak olamaz. Toplum
ahlâkına bağlı olana namuslu adam denir: O korku ve ümit ile ahlâklıdır. Fakat
aşk ahlâkına bağlı olana faziletli insan deriz ki bütün yaptırıcı kuvvetler[157] ve yükümlülükler[158] dışında devam ederek bütün zamanlar ve mekânlar için
sabit ve mutlak olan fail ve hakiki ahlâk, yalnız o ahlâktır.
Yine bir gün dostum diyordu ki: “İnsan hayata
birçok yerden bağlı olmalıdır. Fakat beni dünyaya bağlayan hiçbir rabıta
kalmadı. Allah beni terk etti. Âhiret ve ölmezlik inancı beni terk etti. Bin
ahd ile bağlı olduğum ve kalbimi kendilerine verdiğim en yakın dostlarım beni
terk ettiler. Sevdiğim kadın, bana ümit vermek şöyle dursun, iltifat bile
etmedi. İlim ihtirası bu memlekette rağbet bulmuyor.” Hiçbir hedef olmadıktan
sonra kimin için yola çıkmıştır. Âlem onu terk etse, o âlemle beraberdir.
Ben ona şu yolda cevap verdim: Sende eksik olan
bağlantılar değil, aşktır. Aşkı olan bakâyı[159] ne yapsın? O, Allah’ı yeryüzüne indirir. Aşkı olan
iman yokluğundan şikâyet eder mi? Aşkı olan dostlar için değil, yalnız hak için
yola çıkmıştır. Âlem onu terk etse, o âlemle beraberdir.
Aşkı olan hiç rağbete itibar eder mi? İlim
takdir edilmiş, o bundan neşelenmeyecek; ilim hor görülmüş o bundan keder
çıkarmayacaktır. Fakat o yalnız hakikat ihtirası ve ilim aşkıyla yola
çıkacaktır. İman ancak birliğe inanmaktır. Birliğe, kemâle ve insanlığa âşık
olmaktır. Parçada kalan, vatanda ve zümrede kalan, siyasette kalan elbette bir
gün kırılacak, hakikaten rabıtalarını kaybedecek, meyus ve perişan olacaktır!
Ruhunuza kurtuluşu vermek için size yalnız
sevgiyi teklif ediyorum! Tabiatın tersine giderek içinizdeki kuvveti
öldürmenizi, arzuların ve ihtirasların tükenmesine yani yokluğa ulaşmanızı
değil[160] fakat ruhunuzun bütün kudretiyle tabiata
katılmanızı, içinizin kaderiyle[161] birliği tamamlamanızı teklif ediyorum.
Bütün insanları seviniz, kalbinizi bütün eşyaya
karşı açınız! Ta ki bir insana sevginiz sizi benciliğe ve kıskançlığa
götürmesin; sizi kinin ve merhametsizliğin cehennemine sokmasın; hayal
kırıklığına düşürüp yeisten yeise uğratmasın.
Bütün hakikatleri seviniz, varlığın hiçbir
görünüşüne kalbinizi kaptırmayınız! Ta ki maddeyi ihmal etmeniz sizi vehim ve
hayal içine koymasın; cemiyeti hor görmeniz, sizi “seçkin”ler sınıfının
zindanına düşürmesin ve ruhu inkâr etmeniz sizi ilelebet gözleri bağlı ve eksik
bırakmasın!
Birliği seviniz, kalbinizi insanlığa veriniz;
ta ki tamlığın yanında eksikliği aşağı görmeyesiniz. Eşyayı iyi ve kötü diye
sınıflamayasınız. Düşmanınızı affedesiniz[162] ve kimseye karşı kin beslemeyesiniz. Ta ki ruhunuzun
buhranını bir hamlede silkip atasınız; şüphenin, tereddütün ve kara fikirlerin
cehenneminden sıyrılıp çıkasınız!
Kalbinize iman vermek için size yalnız aşkı
teklif ediyorum! Şüphenin azabından kurtulmak için, yıkılan tapınakları yeniden
yapmanızı, bilinmeze ve sırlara dönerek ruhu eski hülyalara kaptırmanızı değil;
fakat yalnız bütün genişliğiyle eşyaya, bütün cilveleriyle gerçekliğe ihtirası
ve sevgiyi vakfetmenizi teklif ediyorum. Çünkü mister sizi daima korku içinde
bırakacak, korku size iman vermeyecektir. İman, sükûn ve iç rahatlığı demektir;
güvenme ve kuvvet demektir. Korku ile nasıl imana varılır? Nitekim ümitle de
imana varılamaz. Çünkü ummak, şüphe ile inanma arasında olmak, imanın hasretini
çekmektir. Ve nihayet gurur ile de asla imana varılamaz. Çünkü yalnız kendi
kuvvetine inanan, bir gün başını taşlara çarptığı zaman meyus olacak, bütün
imanını ve neşesini kaybedecektir. Fakat açıklığı seven, birliğe iman edecek,
asla şüpheler, tereddütler, kara fikirler elinde yıkılmış olmayacaktır.
Dostluk mâbedine ulaşmak için size yalnız aşkı
teklif ediyorum! Aslâ kalbinizi birkaç insana, onların şefkat ve ihtimamına
hasrederek dünyayı unutmanızı, eşyaya tercih ve seçim gözü ile bakmanızı değil;
fakat yalnız sizin gibi sonsuzca kalbini verme gücünde olan insanlarla içten
konuşmanızı, sevginin lisanından anlayanlarla birleşmenizi teklif ediyorum!
İnsanda insanlığı görenlerle, aşk ahlâkına yükselenlerle bir yolda olunuz! Ta
ki ruhun asilliği nâdanlık elinde ayaklar altına alınmasın; gök durdukça hak
için gözü bağlı kalacakların kahrına uğramasın. Varlığın sonsuzluğunu
sevenlerle, birliğe ulaşmak için yola çıkanlarla sohbet ediniz! Ta ki noksanını
bilmeyenler elinde harap olmayasınız; ve hakkı arayana yol gösterebilesiniz.
Ve büyük yolun kahrına katlanmak için yeni
başlayanlara rehberlik edesiniz! Hayat iksirini arayanlar ve yolun cefasını
sevenlerle, doğru olan ve doğruluğu telkin edenlerle, asla bıkmak bilmeyenlerle
dost olunuz. Ta ki ruhun savaşını demirden ellerle koruyasınız. Ta ki halkın
gafleti benlik dâvasına kalkan mağrurun hasedi yüzünden insanlık uğrundaki
bütün emekleriniz boşa gitmesin.
Hakihi hürriyete ulaşmak için adalet yolundan
geçiniz. Adaleti tatbik edebilmek için önce ahlâki mertebeleri kurunuz. Ve
mertebeleri kurmak için ruh asilliğini, aşk ahlâkını kör kuvvet önünde
ezilmekten kurtarınız! Aşk ahlâkına erişmiş insanlar arasında dostluk kurunuz.
Bütün insanları biricik hakiki ve hür cemiyet olan dostluk şûrâsına doğru
götürünüz! Çünkü bizi hürlüğe ve asıl eşitliğe götüren, dostluktan başka yol
yoktur.
Dostluk mâbedini kurmak için, bütün sahte
dostluklardan onu ayırt etmek ve korumak gerektir. Huyu suyu birdir diye
birleşip aralarında hiçbir iman bağı olmayanların meclisi asla dostluk
değildir. Onlar kırk yıl bir kazanda kaynasa, cemiyet dâvasında bir adım ileri
gidemezler. Tesadüfle, alışkanlıkla, kan kardeşliğiyle birleşen, aralarında ruh
kaynaşması ve ahlâk birliği olmayanların meclisi de hiçbir zaman dostluk
değildir. Çünkü bunlar ömür boyu dağılmasa bile toplanmasında ne mana, ne de
değer vardır. Bencilikle, ikbâl hırsı ve çıkar kaygısıyla birleşenlerin
arasında asla dostluk olamaz. Bir gün gelip menfaatler çarpışacak, dün kardeş
olanlar vahşi kurtlar gibi birbirine saldıracaktır. Ne yazık o insanlara ki
dostu düşmandan ayırt edemez. Ve ruhunda açıklık ihtirası olmayan, gizli işten
nefsini kurtaramayanlarla, dostluk dâvasına kalkar. Riya ile yüzüne gülenleri
acı sözle hakikati söyleyenlere tercih eder. Ne yazık o insanlara ki
metholunmak ve takdir toplamak için dost arar; ve asla hakiki dostu bulamaz;
yalnızlık cehenneminde yanmak onların nasibidir.
Korku ile birleşenlerin meclisi asla dostluk
değildir. Bir fırtınadan kaçıp ağaç altında toplananlar fırtına geçince
–kendiliğinden– dağılacaklardır. Korkan, nefsinin kaygısına düşecek; ve mahşer
yerinde bedenleriyle sokulup yaklaşanların ruhları seyyareler gibi birbirinden
uzak ve yabancı kalacaktır.
Ümit ile birleşenlerin meclisinde asla dostluk
olamaz. İmaret kapısında çorba bekleyenlerin dostluğu, kazan küçük olduğu zaman
düşmanlığa kalbolacaktır. Ümit ile menfaat ve şöhret sevdasına düşecek,
beklediği çıkıncaya kadar dost görünecek ve beklediği çıkmadığı zaman bin bir
vesile ile yol arkadaşını terk etmekten çekinmeyecektir. Ümit eden beklediği
çıksa bile yağma sevdasına düşecek, kendinden başka bir şey asla
düşünmeyecektir.
Dostluk yalnız aşk ile ve aşk ahlâkına erişenler
arasında kurulabilir.
Dostluk birliğe ve kemâle âşık olmaktır. Benlik
dâvasından geçip insanlık için kendini vermektir.[163] Tek başına kalmaktan, ruhunun kapılarını âleme
kapatmaktan kurtulmaktır. Ey gururu bir kale gibi hislerine set çeken! İçindeki
ejderi öldürmeden, sen asla dost olamayacaksın ve dostluğun sıcak tesellisine
kavuşamayacaksın. Kimseye ihtiyacım yok, ben kendi kendime yeterim, diye boş
yere avunma! Çünkü senin kadar kütleye muhtaç olan yoktur. Seni öldürmek için
etrafındaki o sahte övme ve takdir havasını, o riyali alkış sedasını bir dakika
susturmak yeter. Seni yalnız kalmanın cehenneminde bırakmak için aradan o
hayalet perdesini ve dev aynasını kaldırarak maskeleri düşmüş olan dalkavuklar
alayını bir an bütün acılığıyla meydana çıkarmak yeter. Ne zaman içindeki
övünme ejderini taştan taşa çarparak öldürürsen, ne zaman hak için ateşlere
düşmenin ve cefa çekmenin hasretini duyarsan, o vakit hakikaten dostluğa lâyık
olacaksın ve içini sana açan insanları bulacaksın.
Dostluk bağışlanmaz, kazanılır. Dostluk para
ile satın alınmaz; bir lûtuf ve ihsan gibi verilmez. Fakat insan o mertebeye
erince zaten başka bir lisan kalmayacaktır. Korku ahlâkında olan, aşk ahlâkına
erişenle asla dost olamaz. Gururuna kul olan melâmete[164] yükselenle asla dost olamaz. İnsan, affettiği,
acıdığı ve kendisinden bir şey umduğu kimsenin dostu değildir. İnsan, kendisiyle
bir köle ve bir alt rütbeli gibi konuşan kimsenin dostu değildir. İnsan,
kendine bir tanrı gibi bakan ve kendini yüksek gören kimsenin dostu değildir.
Dostluk yalnız aşk ahlâkına ermiş olanlar arasında olduğu için vehim ve
hayalden kurtulmuş olan biricik hürriyet ocağıdır. Aynı kaynaktan ateş alan ve
aynı hedefe dönmüş olan insanların arasında olduğu için, dostluk biricik
eşitlik mertebesidir.
Dostluk, fırtınadan kaçanların sığındığı bir
kovuk; kavgada silâhını kaybedenlerin iltica ettiği bir ocak değildir. Dostluk,
zayıfların teselli bulmak için başvurduğu, tek başına hayat savaşına girmekten
ürkenlerin dayanacak bir temel diye dört elle sarıldığı şefkat yuvası ve bir
keşişler tekkesi değildir. Dostluk, bizi günahlarımızla kabul eden ana kucağı
ve bizi her zaman korumaya muhtaç gören baba ocağı değildir. Fakat dostluk,
ruhunda cüret olanların; sonsuz ihtirasa ve yaşama şevkine erenlerin; biteviye
cidâlden zevk alıp tek başına çarpışmaktan ürkmeyenlerin; karanlık gecede, dağ
tepesinde kendi kendine bir cemiyet olanların cemiyetidir.
Dostluk bir miskinhane ve bir bakım yurdu
değil, ruhunda sağlık olanların, sevmesini bilenlerin, hür kişilerin
birleşmesidir.
Korkanlar, ümit edenler, övünenler ve övülme
bekleyenler boş yere oraya gelmesinler. Kuruntu ve hayal içinde yaşayanlar,
ruhundaki buhranı sinek vızıltısı gibi âleme dinletmek ihtiyacında olanlar, o
kapıya başvurmaktan sakınsınlar. Çünkü dostluk kapıları, bütün insanlara
açıktır. Fakat, içinde aşk olmayan, tek başına kalmaktan korkanlar, orada aradıklarını
bulamayacak, yeise düşecek, hayal kırıklığına uğrayacaklardır. Onlar,
güçsüzleri koruyan bir dergâh arıyorlardır: Orada fırtınalar uğrağı bir dağ
başı bulacaklardır. Onlar kuruntularını dökecek, zehirlerini boşaltacak bir
sığınak arıyorlardı: Boş yere zahmet ettiler! Çünkü orada, yalnız fırtınaya
göğüs gerenler, ebedi sağlığı bulanlar karar kılabilir.
Onlar, yalanacak bir çanak ve yağmalanacak bir
bucak arıyorlardı: Fakat hak isteğinde varını yoğunu dökenlerin boş
dağarcıklarını bulacaklar; onlar alkış, riya ve takdir istiyorlardı: Fakat
herkesin kendi âlemine dalmış olduğu bir aşk ve ihtiras çevresi bulacaklardır.
Kim bu dostluğa değer olduğunu ispat edecek?
Kim içinde gizli bir dünya taşımadığını gösterecek ve hakikaten aşk ahlâkına
yükseldiği görülecektir? Ben bu mertebeye erdim demek, kudretiyle övünmek değil
midir? Kendini âlemin üstünde gören nasıl olur da benlik dâvasından kurtulur ve
melâmete ulaşır? Ben kişioğluyum,[165] ben zenginim veya ben âlimim, diyenler, övünmenin
kölesi olarak kendilerini âlemden ayırdıkları gibi, ben aşk ahlâkına yükseldim,
diyenler de yeni bir sınıf yaratmış, yeniden övünme köleliğine düşmüş
olmayacaklar mıdır? Kimin fazileti gerçekten yüksektir? Eğer bütün delili kendi
sözünden ibaretse kime güvenelim ve dostluğa değer görelim?
Fakat bu bir ceza meydanıdır: Bu bir imtihan
kapısıdır. Biz güzel sözler ve parlak cümleler değil, iş istiyoruz! Cüret ve
fedayı nefs istiyoruz. Kurban istiyoruz!
Demirci, ocağın başında belli olur. Âlim,
eseriyle kendini verir. Fazilet adına verilen hutbelerin ne kıymeti var. Biz
melâmetin yüksekliğinden bahsedenleri değil, fakat melâmetin kendisine
ulaşanları bekliyoruz. Biz keramet masallarını dinlemekten usandık, artık asıl
kerameti istiyoruz.
Aşk ahlâkı imtihan meydanıdır. Dostluk bu
imtihanın en büyük mizanıdır. Biz dostlukla mertebeleri kuracağız. Ve onunla
eşyaya yeni baştan düzen vereceğiz. Dostluk sıradan bir mata’ değildir. Yabani
otlar gibi yollarda toplanan bir şey değildir. O bütün bir ömre mal olan
cehitlerle, hakiki feragatler ve kurbanlarla elde edilir. Feragat bir insan
için huzurunu terk etmek, kurban bir kişi uğruna nefsini feda etmek değildir.
Küçük sevgilerle dostluk elde edilemez, minnet kazanılır: Ve minnet kazanan
övünmekten, övülme ihtiyacından asla kurtulmamıştır. Biz feragati ideal için,
fedailiği hak için, adalet için, insanlık için istiyoruz. Haydutlar da dağ
başında birbirini korurlar. Ve bu yüzden dostluk, okyanusun incileri gibi, en
büyük emeklerle en az elde edilen bir cevherdir. Ona ulaşmak için yolun kahrına
katlanmak, ona ulaştıktan sonra mana ve değerini bilmek ve ona dayanarak ahlâki
mertebeleri kurmak gerektir!
Birlikte yola çıkanlar, her menzilde yeni
kurbanlar vererek hedeflerine bazen tek başına ulaşırlar. Kimi yolun başında
pişman olur; kimi bataklığa takılıp yoldan çıkar; kimi karanlıkta rehbersiz
kalır ve yolunu şaşırır; kimi de müşküller içinde pençeleşe pençeleşe her
adımda yeni bir zevkini feda ederek, her menzilde yeni bir isteğini bırakarak,
yolun cefasını ve kahrını severek hedefe ulaşır. Zaferi istemeden zafere
ulaşır. Dostluk bu sonsuz deneyimler geçidinde kazanılır. Dostluk bu sürekli
imtihan sırasında elde edilir.
Bir kere dostluk zümresini kurduktan sonra
gurur ehli, korku ve ümit ehli kendiliğinden ayrılacaktır. Dostluk bir imtihan
işi ve bir kurban tecrübesi olduğundan, kimse içinde cevher olmadan onu tecrübe
etmeye kalkamayacaktır. Nefsiyle savaşmasını bilen ve kendi kendini yaratan
insan halk arasından, korku ahlâkının içinden çıkarak en büyük hamleyi yapacak
ve ruhun hürriyetine, aşk ahlâkına ulaşacaktır. Bu sebepten, kimse hakkından
fazlasını dileyemeyecek; korkularını, vehim ve kuruntularını terk edemeyen halk
arasında; gurur ahlâkını aşamayan, takdir ve alkışa muhtaç olduğu için kahraman
olan, vatansever mertebesinde kalmaya rıza gösterecektir.
Kişioğlu olmasıyla, hazinesiyle gururlanan,
mertebelere isyan edecektir. Korku ahlâkında kalan cüreti lüzumsuz görecek,
tehlikeli faziletin zararından bahsedecektir. Ümit ahlâkında olan, kapısından
ekmek beklediği yer hesabına mertebeleri inkâr edecek ve size şeytan gözüyle
bakacaktır. Siz ki yalnız ruhun iktidarına ve ahlâk asilliğine güvenirsiniz;
siz ki elinizde zehirli hançer değil, fazilet kılıcını taşırsınız; siz ki
insanlara başka bir âlemin yaratıklarına değil, fakat asıl kendinize baktığınız
gibi bakarsınız; hilenin ve kör kuvvetin elinde tek başınıza perişan
olacaksınız. Dostluk mâbedine sığınınız. Size benzeyenlerle birleşiniz. Aşk
ahlâkına erişenlere el veriniz. Tek kalmak isteyerek kütleye kul olmayınız!
Fakat hür şahsiyet olarak cemiyeti isteyiniz. O zaman halk korktuğu için size
bağlı olacak, vatandaş ümitlerini size bağlayacak, vatansever sizden takdir ve
alkış bekleyecektir.
Toplanınız! Dostluk mâbedine yalnız toplanmak
için, toplanmanın zevkini tatmak için geliniz. İnsanlara karşı iyi olmak için,
iyi olmaya çalışmak için, gururun ejderini kırmak ve ahlâkın büyük eserini kör
kuvvet elinde yıpranmaktan kurtarmak için toplanınız! Noksanlığı affetmek için,
kin beslememek ve öç almamak için; bütün dâvanın yalnız açla tok kavgasında
değil, sınıf kininde ve zümre gerginliğinde değil, fakat, zulümle adaletin
büyük farkında olduğunu göstermek için geliniz, toplanınız! Yarının cemiyetine
doğru yola çıkmaya cüreti olmayanlardan, yolun kahrına ve cefasına
katlanmayarak acı acı feryat edenlerden, işini hor gören ve her dem halinden
şikâyet edenlerden ayrılmak için; bin çabayla kazanılan eseri ayaklar altında
sürünmekten kurtarmak için geliniz, toplanınız!
Dostluk mâbedine girmek için mesleğin ve
meşrebin, sınıf ve zümre farkının, dil ve toprak ayrılığının ne ehemmiyeti var!
Oraya farkı aşmak için, ayrılıktan kurtulmak için, insani birliğe ulaşmak için
girilecektir. Oraya hür insanların cemiyetini hazırlamak için, gelecekteki
insanlığa misâl olmak için girilecektir. Oraya kütlelere hâkim olmak için
adaletin hüküm sürdüğü geleceğin devletine temel kurmak için girilecektir.
Oraya, bugünkü cemiyetin eksiklerini deşmek için, derdin kökünü meydana
çıkarmak ve yarınki neslin ruhunu ve ahlâkını bu esaslara göre yetiştirmek için
girilecektir.
Bu sebepten, insani vatanseverlerin toplandığı
dostluk mâbedi önce hür ve eşit insanların ideal cemiyetine misâl olacak, sonra
ahlâk mertebeleri kurarak yarının sorumlu adamlarına yeni terbiyenin esaslarını
verecek ve nihayet insani ideal etrafında toplanan canlı bir nesille ideal
devletin temellerini atacaktır.
İnsan kusurlar içinde doğar, fakat nefsiyle
mücadele ede ede üstün değerlere doğru yol alır. İnsan günahlar âleminde doğar
ve kendini cezadan cezaya çarparak iyi olmak sanatını öğrenir. İnsan kuruntular
ve hatalar âleminde doğar, fakat bir kere ruhun kudreti uyandıktan sonra artık
masalda teselli bulamaz, enginlere açılmak ister. Ve insan cemiyete kul olarak
doğar; fakat içinde uyanan âlem dışa taşmaya başladığı zaman zincirlerini kırar
ve hakiki hürriyetini kazanır.
Cidâlin kahrına katlanmayan üstün değerlere
nasıl ulaşır? Cezaya razı olmayan günahlarından nasıl kurtulur? İçinde bir âlem
uyanmayan, ona bağışlanmış hürriyeti ne yapsın? Biz olgunluğa susamış olduğumuz
için eksikliği itiraf ediyoruz. Ve hakiki hürriyete kavuşmak için ruhça esir
olduğumuzu inkâr etmiyoruz. Bu yüzdendir ki, yarının nesline ruh iktidarı,
ahlâk asilliği vermek için bugünün kusurlarını açıklamak gerektir!
Ruhun iki türlü hastalığı vardır: Biri, kendi
içine kapanmıştır; zararı önce yalnız kendine, sonra bulaşarak başkasınadır.
Öteki, salgın halini almıştır, tâûn gibi yayılmakla doyurulur: Zararı her gün
daha fazla büyüyerek dalga dalga bütün cemiyete yayılır. Birinin zulmü kendine,
ötekinin kastı en başta çevresinedir. Biri ruhun günden güne intiharıdır; öteki
ruhun saldırısı ve halkı ezmekle iftiharıdır. Biri ruhun bütün şevkini ve
kudretini kaybederek, durgun bataklar gibi uyuşması, bela ve salgın kaynağı
olmasıdır. Öteki, zehrini rüzgârlara verip halkı aşılamaktan zevk alması,
içindeki dert ile dünyayı kana boyamak istemesidir. Hâsılı biri yıkılış, öteki
bu yüzden etrafa saldırışıdır.
Ruhun yıkılışından doğan ahlâki belalar
tembellik, sabırsızlık, ilgisizlik ve korkaklıktır. Ruhun saldırışından doğan
ahlâki belalar dedikodu, yalan, kibir, kin ve zorbalıktır. Yarının neslini bu
dertlerden kurtarmak, ona yalnız cüret ve ihtiras terbiyesini, aşk ahlâkını
telkin etmek lâzımdır!
Tembellik, bataklığın içinde sönen güneş gibi
ruhun günden güne erimesi, büyük işler karşısında bütün şevkini ve ateşini
kaybetmesidir. İçimizde yanan alevin büsbütün sönerek, ruhumuzu karanlıklar
içinde bırakması; fırtınaların kıyıya attığı kırık bir tekne haline
getirmesidir. İnsanın ihtiras ve aşk âlemine veda ederek, bir taş yığını gibi
cansız kararıp kalmasıdır.
Tembellik, ruhun kudret ve iradeden mahrum olup
arzulara kul edilmesi; içindeki hayvanın feryatlarına karşı medetten âciz
kalmasıdır. Tembellik, kör kuvvetin ruhu alt etmesi, sırtına binip dizginlerini
eline almasıdır. Onu bir çingene ayısı gibi sokaklarda gezdirip halka rüsva
etmesidir. İnsanın hayalinde kerpiçten kâşâneler kurması; ihtirasın yerine
düşkünlükleri, aşkın yerine kuruntular ve hayaletleri koymak için boş yere
üzülmesidir. Uçsuz bucaksız çölün ortasında, kurtulmaya çalıştıkça günden güne
daha fazla kumlara gömülen kaybolmuş yolcu gibi yeisle ve düşkünlükle
pençeleştikçe daha çok esir olmasıdır.
Tembellik, işten nefret etmektir. Yerinden
kımıldamamak, yarını düşünmemek, ruhun daima kendini aşan kudretini söndürerek
hayvanlar gibi yaşamaktır. Acıkınca yemek, uykusu gelince devrilip yatmak;
fakat ne diyorum, hayır içindeki hayvanı bile doyurmadan âciz kalmaktır. Ve bu
sebepten tembellik, işsiz kalmaktır; kahvehanelerde gece yarılarına kadar
miskinler gibi pineklemek, sokaklardan geçenleri yarı uykulu gözlerle
gözetlemek, cami avlularında sinek avlamak, köşelerde yolcu saymaktır.
Tembellik, can sıkıntısından ölmektir; hayatını
renksiz, şekilsiz ve ziyasız ölü bir külçe haline getirmektir. Hiçbir yerde
zevk almamak, hiçbir şeyden neşe duymamaktır. Kendini avutmak için kâğıtlara
ömrünü vermek, aptalca iptilâlara esir olmaktır. Azap içinde günlerini saymak,
vücudunu ağır bir yük gibi sürüklemektir.
Yazık o insanlara ki ardından koştukları hiçbir
emel kalmamıştır! Can sıkıntısının cehenneminde yanmak onlara mukadderdir!
Tembellik, bir veba salgını gibi bulaşır. Ondan
korununuz! Tembelin yanında oturmayın, onunla yol arkadaşı ve sohbet arkadaşı
olmaktan kaçınınız. Onu asla dinlemeyiniz: İçindeki ışık sönmüştür. Burnunun
dibini göremeyecek kadar gözleri kapanmıştır. Yıllarca bir yere dalıp baksa,
onu bu miskin köşesinden kimse kımıldatmasa, dünya bu haliyle biteviye devam
etse, o ne kadar mutlu olacaktır.
Fakat tembelin içinde cehennem kaynar: Hiçbir
zaman gün yüzü görmeyecek arzular, sırtlan yavruları gibi durmadan onun göğsünü
deşer. Ah o bir kımıldayabilseydi!.. Ve kımıldayanların, ihtirası, aşkı
olanların, enginlere açılanların o amansız düşmanıdır. Derdi günü onların
içyüzünü keşfetmek, onları küçük görmek, hiçe saymak, bununla beraber yine asla
affedememektir. Varsın o da böylece teselli bulsun! Fakat tembellik, bir veba
salgını gibi bulaşıcıdır. Ondan sakınınız! Kör kuvvetin ateşi söndürmesine
meydan vermeyiniz!
Ruhun zayıflamasından doğan başka bir bela da
sabırsızlıktır. İnsan, içindeki gücü öldürerek, sade cesetten ve kesafetten
ibaret kalınca kurtlar asla suyun yüzüne çıkmayacak, acıkan arzularına hiçbir
zaman yem veremeyecektir.
Uzaktan akseden bir çan sesi gibi, her gün yeni
bir zaafın elinde kaybolan hırsın şikâyetleri sönerek devam edecektir.
Sabırsızlık, asla ulaşmamak, maksadına asla
varamamak korkusuyla çırpınmaktır. İhtiras ve aşka büsbütün veda etmektir.
Seven, yolun uzamasını, kahrın günden güne daha beter olmasını istediği halde,
o yalnız hedefin dileğinde, son menzile bir hamlede ulaşmak sevdasındadır.
Tembellik içinde gevşeyen ruhu, enginlere açılmak ve daima daha çok istemek
şöyle dursun, içindeki hayvanı doyurmaktan, yalnız hayvanı doyurmaktan başka
bir şey düşünmemiştir. Yolun cilvesi, onu harap edecektir.
Halbuki her şey yoldadır ve hedefte hiçbir şey
yoktur. Bütün iş yolun cilvesinde ve yolun kahrını, cefasını sevmektedir. Bu
sevgiyi kaybeden, ihtirasa ve aşka veda etmiştir. Onun ruhu bütün kudretini
tüketmiş, kapılarını hürriyete büsbütün kapatmıştır. Olgunluk için, hürlük için
ruhunda aşk olmayan; miskince yaşamaktan ve hayvanlar gibi yerde sürünmekten
zevk alan, ulaşılmayacak büyük şeyler istemesini asla bilmeyecektir. Her ağaç
dibini cennet farz eden çölün bitkin yolcusu gibi, burnunun dibindeki hedeflere
ulaşmak için çıldıracak; ona varmak için kendini harap edecek ve ona vardıktan
sonra hamlesi biterek hayal kırıklığına uğrayacaktır.
İçinde enginlere açılmak için kudret olmayan
insan nasıl olur da yolun kahrına katlanır? Hak uğruna ölümde zevk bulur; vatan
için ve insanlık için nefsi fedayı kabul eder? Onun şanı dünyada cehennemlere
girmek, hayatını her gün yeni azaplar, helecanlar ve telâşlar içinde zindanlara
çevirmektir.
Sabırsızlık bir işi sonuna kadar götürmemektir.
Bir sözü sonuna kadar asla dinlememek, kimsenin hakkına saygı göstermemek,
manasız ve küçük hedeflerine bir an önce ulaşmak için başkalarının hakkını,
zevkini ve fikrini çiğneyip geçmektir. Ebedi bir sıla[166] hasreti içinde yaşamak, her gün yeni bir şeyi, tren
garlarında yolcu bekler gibi, helecanlar içinde beklemektir. Manasız hedeflere
ulaşmak için halkı çiğneyip geçmekte zarar görmemek, bir hiç için kavga
çıkarmak, sıra beklememek, hayvanlığı yüzünden herkese saldırmak, en sonra
söylenecek şeyi ilk önce söylemek, halkı birbirine düşürmek ve sonunda hedefin
hırsıyla gözünü karartarak yolu görmekten ve adımlarını bilerek atmaktan âciz
bir halde yenilmelere uğramaktır!
Hayvan, ruhu alt ettiği zaman, insan zincirini
kendi eliyle boynuna geçirerek bir zindana kapanır: Bu, sefil benciliğin
zindanıdır: Bu, adi hırsların ve düşkünlüklerin zinciridir. Artık oradan bir
adım ileri gitmek istemeyecektir. Hırslarının feryadından, iptilâlarının
vaveylâsından başka bir ses dinlemeyecektir. Bir gün bu gürültüden de bıkacak,
fakat onları asla susturamayarak kendi buhranları içinde perişan olacaktır.
Hayvan, ruhu alt ettiği zaman, insan âleme
bütün kapılarını kapayacak; kendi derdi kendi buhranı içinde yanıp kül
olacaktır. Gözü manasız hedeflerden başka bir şey görmeyecek, kulağı içindeki
ejderin sesinden başka bir ses işitmeyecektir. Dünyaya karşı kalbi kör ve aklı
sağır olacaktır.
Hayvan, ruhu alt ettiği zaman, insan taş yığını
gibi histen ve merhametten uzak bir külçe haline gelecek, etrafındaki
insanların felaketine, vatanın derdine, ıstırap içinde inleyen bir kütlenin
feryadına ve insanlığın geleceğine karşı canavarlar gibi duygusuz ve ilgisiz
kalacaktır. “Benden sonra tufan; ve benden ötesi yokluk!” diyendir. Önünde
kütleler uçuruma sürüklenirken, baş ağrısını en büyük dert olarak gösterendir.
Kayıtsız, içindeki kuruntulara ve vehimlere esir olup, “Dünyayı düzeltecek ben
mi kaldım, varsın bir hayal için birbirlerine girsinler. Her şey yine olacağına
varır. Biz ne büyük dâvalara kalkanları gördük, hangisinin istediği oldu? Kimin
yerinde namı nişanı kaldı? Bize kendi derdimiz yeter, adam sende!” diyecek;
benciliğinin ayıbını tevekkül perdesi altında örtmek isteyecektir. Fakat
biliniz ki, onun ilgisizliği yalnız âlem içindir; duygusuzluğu yalnız
insanların azabı ve felaketi içindir. Kayıtsız, asla kendine çevrilen en küçük
bir zararı affetmeyecek, ayağına takılan taşın bir felaket gibi matemini
tutacaktır.
Kayıtsız, önünde kıyametler koparken kendi zevk
ve hevesine esir olup yerinden kımıldamak istemeyendir. Vatan düşman ayakları
altında çiğnenirken, memleket ihtilâller içinde yanarken, halk açlığından
tarlalarını bırakıp sokaklarda dilenirken, sefil hırslarının elinde ezilmiş
olan benciliğinden başka hiçbir şeyi düşünmeyendir. Bin yıllık imanına
küfrolunduğu, zümresinin fikrine hücum edildiği zaman isyan arzuları duymayan,
değirmen gıcırtısı dinler gibi ona karşı duygusuz ve ilgisiz kalandır.
Kayıtsız için hayat, bir hoşça vakit geçirmek
ve keyfine bakıp bu fani dünyanın zevkini sürmektir. Dünya ne derse desin,
insanlar hangi dâvanın ardından koşarsa koşsun, hayvanlığını serbest bıraktıkça
ve menfaatine dokunmadıkça umrunda olmamaktır.
Yazık o gafillere ki uyuşan ruhlarını bir
varlık sanarlar; içlerindeki hayvanı doyurmak için dünyayı bir pula satarlar;
kör kuvvetin elinde harap olmak onların nasibidir!
Kalbinde iman olanlar, can kaygısına düştükleri
zaman, kendilerini kötülerler; başlarını taştan taşa vurarak aşağı arzu ve
hırslarını öldürmek isterler. Fakat kalbinde iman olmayan, ruhları bir zindan
gibi kararanlar, büsbütün kuruntular ve vehimler içinde kalacak, sonunda kendi
gölgelerinden bile korkup sineceklerdir.
Korkak, eski bir pinti gibi hayata dört elle
sarılacaktır. Can kaygısıyla yoldan ve yolun tehlikelerinden, dosttan,
düşmandan, herkesten, hatta kendi sesinden korkacaktır.
Korkak, adi bir köpek gibi kuvvetin önünde
boyun eğecek, zulme karşı yaltaklanacaktır. İki günlük sefil ömrün “fidye-i
necatı”[167] için imanını, kanaatini ve bütün dostlarını terk
etmeye rıza gösterecektir. Büyük emeller arkasından koşup fikir için cidâl
yapmak ne gezer! O, kendi huzuru ve menfaati için bile tehlikeye atılmaktan
korkacaktır. Yarın en büyük saadete erişmek için bugünkü en küçük saadetini
terke razı olamayacak; zafer için, başarı için asla içindeki hayvanı öldürmeye
cesaret edemeyecektir. Korkak, bir anın ölümlü zevkine esir olarak ebediliği
feda eden, hayvanlığın elinde insanlığı ve kemâli süründürendir.
En küçük zevkini feda etmekten çekinen, zafer
için hayatını bir bankoda masaya sürmesini bilmeyen insan, yalnızca yerinde sayacak,
elindeki o değersiz serveti de düşükçe bırakıp sahneden çekilecektir.
Hakikatler sizin gözünüzden gizlenemez! Dağ
üzerinde kurulmuş bir şehir kimin gözünden saklanır. Biliniz ve iman getiriniz
ki, postunu kurtarmak sevdasına düşüp dostunu ele veren, sonunda zebun olacak
ve elindeki son parçayı da kaybedecektir.
Allah korkusuyla emir dinleyen, ceza korkusuyla
kanuna boyun eğen, elbette ilk fırsat çıktığı zaman dine tecavüz edecek ve
kanunu çiğneyecektir.
Korkuların en büyüğü ölüm korkusu mudur? Fakat bu,
hakikaten gaflet içinde kalmaktır. Eğer öldükten sonra o değersiz bedenin
âkıbetini düşünüyorsanız, emin olunuz ki onun için çürümek mukadderdir. Eğer
ölmezden önceki hali düşünüyorsanız, bu yüzden tasalanmaya asla lüzum yoktur.
Çünkü o sırada hâlâ hayattasınız. Bu sebepten, korkan, nihayet postunu da
kaybedecek; yelkenlerini ve emanetlerini düşmana teslim eden, bir gün küçük
tekneyi de elden çıkaracaktır.
“Dar kapıdan geçiniz! Zira helâka götüren kapı
geniş ve yol büyüktür ve andan girenler çoktur. Zira hayata götüren kapı dar ve
yol ensizdir ve ânı bulanlar azdır.”[168] Mümin ona derler ki, küfre düşmeden imana yükselemez
ve hatada kaybolmadan hakikatı bulamaz. Cefaya katlanmadan mutluluğa ulaşamaz.
Savaşınız! En büyük düzelişi kötülüklerin arasından çıkarınız. Noksan olunuz ki
olgunluğa erişmek için cehdedesiniz! Şerir[169] olunuz ki, hayırlı olabilmek için nefsinizi kurban
edesiniz! Zira kimse kemâl içinde yaratılmamıştır ve kimse hayırlı olarak doğmamıştır.
Kendini vâsıl olmuş farz eden büsbütün yerinde kalacaktır ve kendini üstün
değerlere ulaşmış gören asla noksanlığından kurtulamayacaktır. İş ihtirasına
ulaşmak için tembelliğinizi itiraf ile başlayınız. Ve sabrın olgunluğuna varmak
için telâşınızı kötüleyiniz. Ve tesir aşkına ulaşmak için daha pek çok âlakasız
olduğunuzu biliniz! Cürete ve kurbana yararlı olmak için içinizde bir türlü
ezilmeyen o alçak nefsi âleme ilân ediniz!
Bugüne kadar size yalnız, ruhun kendi içinde
kalan hastalıklarından bahsettim. Bunların kötülüğünü ve bu kötülüğün
bulaşmasını anlattım. Şimdi size ruhun saldırışlarından bahsedeceğim. Salgın
halini alan hastalıklarını, doğrudan doğruya kastı çevre olan fenalıklarını
anlatacağım. Gölgede beslenen yılanların nasıl uyandığını, güneş yüzü görmeyen
ejderlerin nasıl meydana çıkıp etrafa yayıldığını söyleyeceğim. Size
tembelliğin doğurduğu tabiat galatını, telâşın meydana çıkardığı yaratılış
bozukluğunu; size kayıtsızın çirkin eserini ve korkunun hain evlâdını tasvir
edeceğim.
Eskiler size, fenalık yapmayınız ve kimseye
tecavüz etmeyiniz, zulmetmeyiniz, demedi mi? Yalanı bir âfet gibi ve kibri bir
veba gibi göstermedi mi? Fakat ben size onları derdin kökü değil, asıl belanın
piçleri olarak göstereceğim. Kimse kendi halinde oturan insana fena demedi;
yerinden kımıldamayan, halka zararı dokunmadan âlemle ilgisiz yaşayan insanı
hor görmedi. “Sabırsızın zehri yalnız kendini harap ettikten ve korkak kendi
postunu elden çıkardıktan sonra neden onları itham edelim?” dediler. Fakat ben
size onları küçük birer kusur değil, asıl derdin kökü ve ahlâki belanın kaynağı
olarak gösterdim.
Hakikaten tembellik belaların anasıdır. Hayali
bir batakhaneye çevirip ruhun bütün cinayetlerini bulanık bir bakışın perdesi
altında saklayan ve meydana çıkmak için fırsat bulamamış suçlara yataklık eden
odur. Onunla biz fısk-ü-fücura daldık, komşunun malına göz diktik ve kendimize
ait olmayan şeylere el uzattık; onunla biz halkı birbirine katan masallar icat
ettik, gizli günahları deşme hevesiyle mâsumu kötülemekten zevk aldık.
İşsizlik bizi herkesin hayatına sanki günahı
bizimmiş gibi karışmaya sevk etti. İnsanlığımızı unuttuk. Vazifelerimizi ve
sevgimizi unuttuk. Dünya büyük işler içinde çalkalanırken, kütlelerin üzerinden
çığlar geçerken, biz herkesin iç hayatına zorla girmek istedik; zaafımızın
azabını kudrete hücumla dindirdik. İhtirası kıskandık ve aşkı hor gördük.
Heyhat ki biz gaflet içinde kaldık. Çünkü tembellik hayalimizi bir hile
kazanına çevirdi. Orada hırsını yatıştıramayan arzular kaynayarak birer fesat
tohumu ve cehennem zebanisi halini aldı. Cüretimiz olmadığı için cüreti olana
hücum ettik. İhtirasımız olmadığı için ihtirası olanın hayatına el uzattık ve
onu kötüleyecek sözler çıkardık. Aşkımız olmadığı için ve sevmesini asla
bilmediğimiz için, kalbinde aşk olanların yollarını kestik ve onları halka linç
ettirerek fazileti ayaklar altına aldık.
Fakat biliniz ki, ruhu kudretsiz olan, er geç
ruhunda kudret olanın ayağına düşecektir ve yolun pervasız kahramanlarına
karanlıkta tuzak kurmak isteyenler sonunda bu tuzağa kendi elleriyle
takılacaktır.
Tembellik, fesadı kucağında büyüten emektar bir
cadı karısıdır. Akşam, basık damlarda onun beslediği yetişkin kurtlar, insan
kalbini kemirmek için baş başa verir toplanırlar. Sokak başlarında ve kahvehane
peykelerinde, gölgesinin takibinden kurtulmak için karanlık köşelerde dedikodu
ocağını yakıp, hile kazanını kaynatırlar.
Ey bir aslan cesedi üzerine leş kargası gibi
çullananlar! Ruhunda kudret olmadığı için kudreti hiçe saymak ve cüretin
ayağına karpuz kabuğu koymak isteyenler! Haset sizin silâhınızdır ve iftira
sizin zehrinizdir. Siz dedikodu ile azabınızı avutacak ve yeisinizi teselli
edeceksiniz. Onlar olmasaydı kim size yardım ederdi? Muhacir beygiri gibi
arzularınızın arabasını yol ortasında bırakarak yere çöken hasta ruhunuz size
nasıl ümit verir ve teselli ederdi? Kudretliyi batırmadan, büyük yaratılmış
insan için küçüklükler icat etmeden, ihtirası çamurlara düşürüp aşkı
alçaltmadan siz nasıl teselli bulur, nasıl huzura kavuşurdunuz? Evet, karanlık
köşelerde, kötülerin sığındığı loş izbelerde cadı kazanını kaynatmak,
“dedikodu”nun kucağında biraz olsun avunmak ve âkıbet kendi kurduğunuz tuzağa
düşerek iftiralarınıza kurban olmak sizin nasibinizdir.
Dedikodu ne tatlı hastalıktır! Alışan asla onu
bırakmak istemez. Öyle cazip ve aldatıcı bir kapandır ki şikâyet edeni az sonra
kendisine esir eder. Bir an gelir “bu uğursuz alışkanlığı bırakınız” diye halka
öğüt verirken, onun zevkine kapılıp yeniden bir zavallıyı tuzağa koymak için
hazırlık yapılır. Herkes onu yerer, fakat yerer ve kötülerken, bilmeden,
farkına varmadan yine bütün işi bir yeni av bulmak ve bir insanı
çekiştirmektir.
Dedikodu ne mâsum bir günahtır! Uzaktan, kavga
gürültü etmeden, kimseyi incitmeden bütün âlemi sahnesinden geçirir. Kiminin
başına külah giydirir, kiminin kuyruğuna teneke bağlar. Söyleyen ve dinleyeni
sevindirir. Onda bir kötülük kastı yoktur. Hoşça bir vakit geçirmek ve
sohbetinize tat getirmek biricik emelidir. Niçin onu hor görmeli ve ona bir
bela gibi bakmalı?
Evet, onun yüzsüz bir tavrı ve sahte bir
mâsumluğu vardır: En gizli köşelere, en temiz meclislere bu sayede sokulur.
Dedikodu tatlıdır; fakat içinde öldürücü zehirler saklayan bir yemiş gibi
tatlı! Dedikodu mâsumdur, fakat koynunda yılan besleyen bir güzel kadın gibi
mâsum! Sakın bu sahte yüzlü ahlâk ûcubesine[170] kendinizi kaptırmayınız. Kucaklamak için uzanan
ellerinin altında zehirli hançer vardır. Bir veba salgını ve bir tâûn
istilasından kaçar gibi ondan kaçınız! Çünkü o, iftira sahnesinde kahramanların
sükûtunu göstererek sizi eğlendirirken, yarın sizin sükûtunuzu ilân ederek yeni
biçareleri eğlendirmeye kalkacaktır.
Dedikodu bir kazandır ki kaynayınca ondan yalan
çıkar. Ve yalan bütün kötülüklerin anasıdır. Oraya hakikat tohumu atılır,
oradan iftira çiçeği alınır. Yalan, tabiata isyan etmek ve birliği baştan
çıkarmaya çalışmaktır. Bütün günahlar yeryüzünden kalksa, yalan, cehennemi
doldurmaya yeter. Ve insan yalandan vazgeçmeyi kabul etse bütün günahlar ve
kötülükler kendiliğinden ondan uzaklaşır. Çünkü yalan söyleyen ve yalanı her ne
bahaneyle olursa olsun kabul eden kimse bütün kötülükleri örtmeye güçlü
demektir. Ve yalan söylemeyen, yalandan bir âfet gibi kaçınan, bütün
kötülüklerden kaçarak, sonunda en doğru, en iyi insan olacaktır.
Yalan bir zehirdir ki söyleyenle kabul edeni
aynı zamanda öldürür. Onu kaldırmak bütün şerirleri yok etmek ve onu saklamak
bütün fenalıkları beslemek demektir. Yalancı, tabiatın en güçsüz fakat en
kuvvetli yaratığıdır. Yalan, aczin kudret önündeki silâhıdır; noksanlığın
olgunluk karşısındaki dayanağıdır. Âciz, yalanla eksikliğinin intikamını alır;
tabiatın kendisinden esirgediği şeyi onunla tamamlar. Tembel olduğu için
arzularını meydana koymayı bilmeyen, sabırsız olduğu için hakikat önünde,
kütlenin ezici kuvveti önünde irkilen insan, elbette zaafını bir maske ile
örtecek ve sonunda bütün belaların kaynağı olan yalanın kucağına düşecektir.
Bileğinde güç olmayan, pehlivanlarla boy
ölçüşmeye asla kalkmayacaktır. Fakat ruhunda kuvvet olmayan çok zaman hakikati
inkâr edecek ve pehlivanlarla boy ölçüşmeye kalkacaktır: Çünkü onun, ruhundaki
noksanlığı örtecek bir âleti vardır. Yalan tabiatın en çirkin yaratığı, fakat
en kuvvetli silâhıdır. İki ucu zehirli bir hançerdir ki, vuranı da vurulanı da
aynı zamanda öldürür.
Hiçbir bahane yalanı meşru kılmaz. Lâtife bu
çirkin ejderin gülümsemesi, “kitabına uydurmak” onun sahte ve hileli
hikmetidir. Yalan tabiatın zıddı, yalan her zaman birliğin düşmanıdır. Bencilik
için yalan, övünme için yalan, suç için yalan daima yalandır. O cüretten,
ihtirastan ve sevgiden yoksun olmaktır. Işıktan ve açıklıktan kaçmak, ilelebet
misterler içinde, karanlık içinde kalmaktır. Yalan hakikaten ürkmek, günahı
gizleyen köşelerde miskince yaşamaya razı olmaktır. Fakat yalnız kendini değil,
bütün insanlığı zulmete sürüklemektir. Suçu fazilet gibi göstermek, günahı bir
kutsal perde altında saklamaktır. Hiçbir bahane ile onu meşru göstermek, ona
değer vermek caiz olamaz.
Fazilet yalnız doğruluk için doğruluktadır.
İnsanlık ve vatan için, hakikatin tehlikeleri ve zararları önünde
irkilmemektir. Fakat insani duyguları çiğneyen ve vatanı feda eden doğruluk,
biliniz ki yalandan daha büyük suçtur. Benciliği ve menfaati doyurmak için
doğruluk fazilet olmak şöyle dursun, en büyük kusurdur. Doğruluk adı altında
insanlığa tecavüz etmekten, vatanı belalara düşürmekten, içinizdeki hayvanın
ağzına bir lokma atmaktan sakınınız! Çünkü bunlar bütün kötülüklerin anası olan
yalandan daha fecidir.
Haydutların takibinden kaçarak evinize sığınan
mâsumu insanlık adına koruyunuz ve size onun hakkında sorulduğu zaman,
görmedim, deyiniz. Çünkü zulüm karşısında insanlığı korumak en büyük
fazilettir.
Vatanı tehlikeye sürükleyen bir işi öğrenmek
için size cebredildiği ve elinize zincirler vurulduğu zaman, görmedim ve
bilmiyorum, deyiniz. Çünkü, koca bir kütleye insanlık gururu ve hürriyet
bağışlamak faziletlerin en büyüğüdür.
Dostunuz suçlu olduğu halde sizi tevkif ederek
yanlış yere size ceza verdikleri zaman, bir insan mahvederek kendinizi
kurtarmak için asla hakikati ilân etmeyin ve, evet, suçlu olan benim, deyiniz!
Çünkü doğruluğu bencilik için ve menfaat hesabına kullanmak suçların en
büyüğüdür.
Zulüm önünde ve kötülük karşısında hakkın
savunulması asla yalan değildir. Yalan ancak adalet ve iyilik karşısında zulmün
ve kötülüğün maske takmasıdır, cüret ve iktidar önünde aczin, korkaklığın boyun
bükmesidir.
İnsan eğer düşkün değilse, iki sebepten yalan
söyler: Ya kendini cezadan kurtarmak veya benciliğini tatmin eden bir lokma
kazanmak için. Önce halkın gözünde günahını örtmek için, kanun gözünden suçunu
saklamak için, hakiki insanlar karşısında ahlâki noksanlarını gizlemek için
yalan söyler. Ceza korkusundan günahını halkın önünde ilân etmeye ve kendini
suçlandırmaya cesareti olmadığından, aczinden yalan söyler. Hakikaten
recmedilmeye[171] lâyık ise de, suçunu itiraf edince onu affetmek
gerektir. Fakat bir lokma yüzünden yalan söyleyen; çanağın dibindekini bitirmek
için, atılan kemikleri kemirmek için düşüklüğü[*34] kabul ederek yalana başvuran asla affedilmeyecektir.
Yalancı, kuvvetlinin bir lokmasını daha alayım
diye yerlerde sürünür; onun arkasından koşar; karşısında onun övülmesi, göklere
çıkarılması için yazılmış destanlar okur, efsaneler uydurur. Kütlenin var
kuvvetini kendine bağlamak için dindar görünür, boyunca tespihler ve seccadeler
yığar; fermanlıya yaranmak için “sureti-hak”tan görünür. “Geçer akçe
fikir”lerin çığırtkanlığını yapar; zâlimin elinden bir kemik daha kapmak için
ipliğini pazara çıkarır, riya yarışmasında zekâsını ayaklara düşürür.
Ve yalancı zayıfın elindeki son lokmayı da
kapmak için ona iftira eder; asla yapmadığı suçlarla halkın gözünde adını
kötüleyerek bu yüzden bir engeli daha devirmek ve hedefine bir adım daha
yaklaşmak ister. Ruhunda kudret olan insan, iftiranın karanlığı içinden bir
güneş gibi bütün saflığı ile sıyrılıp çıkacaktır. İçinde vatan aşkı ve insanlık
inancı olan insan, riyanın körleten karanlığını bir ışık kaynağı gibi dağıtacak
ve bütün asilliği ile hakikat âleminde kalacaktır.
Size daima aşkı telkin ettim ve ona ulaşmak
için her şeyden önce övünme ve kurumlanmayı terk eyleyiniz dedim. Hakikaten
üstün değerlere doğru kanatlanmak için en büyük engel odur. Kurtuluşunuz
sevgidedir ve sevmek yalandan nefret etmekledir. Fakat benlik dâvasında olanın,
böbürlenmeden kurtulamayanın doğruluğu neye yarar? Doğruluk, hak önünde baş
eğmektir. Halkın huzurunda suçluluğu kabul etmektir. Hakka âşık olmayan ve aşk
için kötülenmeye razı olmayan, doğru olamaz. Doğru olmak cezaya severek
katlanmak ve suçlandırılmaya bile bile atılmak demektir. Cezadan korkan,
suçlandırılmadan utanan hiç doğru olabilir mi? İnsan iki şeye birden âşık
olamaz: Ya sevgiliyi veya kendini sevmek gerektir. Kendini seven sevgiliyi
elbette ihmal edecektir ve sevgiliyi seven benliğini aradan silecektir.
Övünmeyi ve kurumlanmayı terk etmeyen hakikati asla sevmeyecek; yalanın
karanlığı içinde kalbini karartarak, büsbütün orada kalmaya mahkûm olacaktır.
Kibir, bir değerin sonucu değildir. Zira değer
yalnız âşık olmakladır. Bir şeyi sevmek ve bir hedefte fani[172] olmakladır. Kibri olan hiçbir konuya dalamaz. Ve bir
konuya dalmayanın ise asla değeri yoktur.
Kibri olanlar, dünyayı kendilerinden ibaret
farz eden, fakat hakikattete hiçbir şey olmayanlardır. Aslâ yaratmasını bilmeyen
ve yeni bir şey meydana koymadan güçsüz olanlardır. Dünyaya boşu boşuna gelip
gittiklerini unutarak her şeyin kendileri için olduğunu vehmedenlerdir.
Kibir cüretten, ihtiras ve aşktan mahrum
olmaktır. Kendini vermesini bilmemek, nefsi fedanın zevkini hiçbir zaman
duymamaktır. Herkesin ona hizmet etmesini beklemek ve kendini âlemin merkezi
zannetmektir. Bütün kapıların onun için açıldığını, bütün insanların onun
hesabına işlediğini hayal etmektir. Bu sebepten, kibri olanlar, dünyanın
onlarla meşgul olduğu kuruntusundadır. Ve hakikaten herkesi kendileriyle meşgul
etmek isterler. İhmal etmek, onları öldürmek demektir; saygı, takdir ve alkış
onların gıdası; unutulma onların en büyük cezasıdır.
Kibri olan, “her şey bendedir” dâvasında iken
gözlerine bir perde çekmiş ve eşyadan gaflet içinde kalmıştır; cemiyet bana
hizmet eder sevdasında iken cemiyetin zincirleri içine düşmüş ve halka kulluk
etmiştir. Dünyanın kitapları kibirliyi bu derdinden kurtaramaz. Dünyanın ilmi
ona bir parça hakikat vermeye kâfi değildir, Kârun’un hazineleri içinde olsa
onun ruhu bir dilenci kadar fakirdir. İbni Sina’nın kütüphanesinde can verse,
onun irfanı bir çocuk kadar âcizdir. Hakikaten kibirli bir çocuk gibidir: Sanki
her şey onun için kurulmuştur. En küçük duygusuna o cihanlar kadar ehemmiyet
verir. Bir hiç için âlemi birbirine katıp en manasız bir dâva üstünde günlerce
durarak inat eder. Hakikat karşısında ilgisiz kalıp insanlık uğrunda yerinden
kımıldamayan o, lüzumsuz bir heves için kavga çıkarmak ve boş yere ayak
diremekten asla çekinmez. Hakikate erişmek için yolun cefasına bir dakika
sabredemeyen o, aptalca bir inat yüzünden bir fikrin üstünde kaç yıl zincir
atıp taş yığınları gibi kalmaktan geri durmaz. Kibirli, dünyaya bir yük olan
vücudunu “mahzi nimet” bilir ve yolları kapatmış fincancı katırları gibi
hakikat karşısında kafa tutar, Nuh der, fakat peygamber demez.
Kibirli yalnız kendini beğenir: Hakikate karşı,
bilerek gözlerini yumar. Bütün nimetleri ve bütün şerefleri yalnız kendine
hasretmek ister. Başkasına da değer verilmesi, başkasında da şeref verilmesine
hiçbir zaman katlanamaz. O dururken nasıl bir başka insandan bahsedilebilir?
Kimsenin zekâsını onun yanında övmeyiniz. Onun huzurunda kimsenin faziletini
anlatmayınız. Çünkü bütün değerleri, bütün şerefleri, bütün faziletleri kendine
hasretmek dâvasındadır. Fakat gafil, bilmez ki fazilet dâva eden faziletten
mahrumdur ve olgunluğa erdiğini farz eden büsbütün eksiklik içinde kalmaya
mahkûmdur.
Kibirli, saygının, takdirin ve alkışın yalnız
kendine ait olmasını utanmadan isteyecektir. O kudretliyi kıskanacak ve
fazileti hasetle karşılayacaktır. Kibirli, her şeyi hor görecek ve herkese
kendinden aşağı bakacaktır: Fakat yalnız sevmesini ve kendini feda etmesini
bilen insanlara haset edecek, onları asla affedemeyecektir. Çünkü o herkesi
aşacağını yalnız onların karşısında güçsüz kalacağını bilir.
Kibirli, her gün yeni bir rakibin kendini
aştığını görecek, her şeyi unutsa yine halkın ihmal etmesini unutamayacaktır.
Çünkü o, bir zindan gibi kararan ve darlaşan ruhunda rakibin zafer yankılarını
duyacak: Her şey ona, seni aştılar ve seni daha birçokları aşacaklar, diye acı
hakikati feryat edecektir. Kibirli her şeyi affetse, yalnız kendini unutulma
çölünde bırakan ve halkın hafızasından sileni affedemeyecektir. Bir heyulâ gibi
her yerde o karşısına çıkacak ve onu vicdan azabı gibi en kuytu köşelerde takip
edecektir. Kibirli, kendisine koltuk verenleri göklere çıkarıp, varını yoğunu
onlara teslim edecek fakat bir kere gururunu kırmaya kalkanları asla
affetmeyecek, onlara karşı bitmez tükenmez bir kin besleyecektir. Kin onun
biricik silâhı ve güçsüzlüğünün öcünü alan biricik dostudur.
“İyilikten başka bir şey düşünmeyen melekler,
kini tanır mısınız?”[173] Ey hakikat tutkusuna ve üstün değerlere eren
insanlar, affetmemek ve gururu için öç almak duygusu beslemenin ne demek
olduğunu bilir misiniz? Siz, âleme gözlerini kapatan, eşyanın sonsuz
çeşitliliğinden gaflet eden, yalnız ve yalnız karanlık bir noktanın pençesi
altında yaşayan bahtsız ne azap çeker, hisseder misiniz? Yüz kere affettiğiniz
halde, yine asla sizi affetmeyi aklından geçirmeyen ve sizi hançerlemek için
fırsat bekleyen gafilin çektiği sefaleti duyar mısınız? Siz ey ideal sevgiye
erişenler, benliğinden geçip sevgilinin vecdiyle varlığını unutanlar! Sevmesini
asla bilmeyenleri, kendinden başka hiçbir şey düşünmeyenleri son günde de
affederek, düşüklük[174] içinde sürünürken ellerinden tutup onlara yol
göstererek gönüllerine nur verecek misiniz? Gözlerinizdeki perdeyi kaldıracak
mısınız?
Güneşin ışığına hangi bulutlar dayanır? Yerden
çıkan ateşlere hangi karlı dağlar direnebilir? İdeali sonsuz olarak sevdiğiniz
zaman, eşyada kötülük, eksiklik ve zaaf gördüğünüz, size kasteden kindara el
uzatıp affettiğiniz zaman, onun kalbi aydınlanacak, gözünden perde inecektir.
Eğer o yine yumuşamamakta, hakikati görmemekte inat ederse, asla meyus
olmayınız. Ondan ümidinizi kesmeyiniz. Zira bu, ideal sevginizin noksan
oluşundandır. Ve elbette bir gün o da ateş içinde pişecek veya büsbütün yanıp
yok olacaktır.
Kindarın eline fırsat geçince, vay onu ihmal
edenlerin ve onunla boy ölçmeye kalkanların haline! O zaman ortalığı bir harman
yerine çevirecek, gururunu kıranların başlarını kıracak, ona hakikatten
bahsedenleri zulmün elinde yere serecektir.
Kibir ve gururun neticesi kin ise, kinin
varacağı son menzil de zulümdür. Zâlim, yalnız kin için değil, fakat keyfi ve
hevesi için, eğlence için, bir hiç için zulmedendir. Zâlim yalnız benciliğini
doyurmak için, zorbalığını âleme zorla kabul ettirmek için değil; fakat âlemi
hiçe saydığı, kibrinden başka bir şeye inanmadığı için zulmedendir.
Zâlim, oyuncaklarını kıran çocuk, eşyaya
öfkeyle saldıran kaçık gibidir. Eşyayı kendisi için hazırlanmış sayarak, eşya
ona hizmet etmediği gün gazabından hepsini harap eder. Çocuk nasıl eşyanın
değerini bilmediği ve tabiatın manasından habersiz olduğu için her şeyi yıkmak
ve tahrip etmek sevdasında ise, zâlim de onun gibi, eşyanın manasını bilmediği
ve insanın değerinden gafil olduğu için binlerce yılın yetiştirdiği cevherleri
bir an içinde harap eder.
Zâlim her zaman keyfi ve hevesi için,
benciliğini doyurmak ve dünyaya kazık çakmak için zulmetmez. Fakat o bazen bir
fikir ve bir dâva uğruna, insani bir kanaat adına da zulmeder. Allah adına
insanları kahreder ve hürriyet adına onları zincirlere bağlar. Hak diye hakkı
çiğner ve millet diye milleti ayaklar altına alır.[175]
Ben derim ki zulümlerin en fecisi budur. Zulmü
zulüm için yapandan korkmayınız! Çünkü onun açık bir cephesi vardır. Fakat zulmü
adalet için ve hürriyet adına yapandan sakınınız! Çünkü onun ruhu karanlık bir
zindan gibidir ki, oraya giren her şey rengini ve manasını kaybederek bir
gölgeden ibaret kalır. O bir inatçı çocuk gibidir ki bir söz için dünyayı
birbirine katar. O bir kara fikre saplanan deli gibidir ki dünyayı o fikirden
ibaret görür ve onu inkâr edenlere gazabından hücum eder. Onda hürriyet aşkı
değil, fakat hürriyet kelimesinin kara fikri hâkimdir.
Zâlim, Allah için öldürür, hürriyet için
öldürür. İnsanlık için öldürür ve heyhat ki, bu arada Allah aşkı çiğnenir ve
hakiki hürriyet şevki ayaklar altına alınır.
Zâlim, eşyadan gafil olan, insani mertebeleri
bilmeden aklına koyduğu bir fikri kabul ettirmek için hâdiseleri zorlayarak
tabiat düzeninin tersine gidendir. Zâlim, çokluğu inkâr ederek bir hamlede ve
zorla birliğe varmak isteyendir. Eşyayı kendi hayali ve dar çerçevesine
sığdırmak isteyen, onun sonsuz çeşitliliğini bu sıkı cendereye sokamayınca
öfkelenerek keyfine, hevesine göre her yanını baltalamaya kalkan insandır.
Zâlim, körü körüne bir fikre saplanan, kibri ve
gururu yüzünden kimsenin reyine danışmayan, benlik dâvasından geçmeyerek
dünyayı bir kara fikre kurban eden insandır.
Zâlim, eşitliği kurmak için insanları bir boya
getirmek sevdasına düşen ve tabiat buna isyan edince, kimini başından, kimini
ayağından keserek cümlesini aynı kalıba dökmek isteyendir.
Zâlim, günlük zaferi kurtarmak için ebedi
zaferi mahvetmekten çekinmeyen; benden sonra tufan diyerek, fikri ile beraber
kendi adını da öldüren insandır.
Zulmeden milletler, tarihin sahnesinden
büsbütün tart olunmuştur. Bir zamanlar kılıç kuvvetiyle yeryüzüne baş eğdiren
kavimler, hâdiselerin çığı altında çil yavrusu gibi dağılmış, o eski
saltanatların yerinde yeller esmiştir.
Asurilerin izi mi kaldı? Eski İran’ın
hatıraları bile kaybolmaya başlamıştır. Cengiz’in azametli kavmi ormanlara
sığınmış barbar kabilelerine döndü, zulmeden milletler, fazilete ve ahlâka
inanmayan milletler tarihi kaderin altında ezilerek göçüp gitmişlerdir.
Fakat zulmetmeyen milletler; yalnız kılıç
kuvvetiyle ve zorbalıkla gururlanmayan, fazilete değer veren, ahlâk
kahramanları yetiştiren milletler, ebedilik şarabından içmişlerdir. Onlar için
ölüm yoktur. Mademki onlar insanlık âbidesine hizmet etmişler ve ona taş
getirmişlerdir; mademki yalnız benlik dâvası için ve içlerindeki hayvanı
doyurmak kastıyla yaşamamışlar; fazilet istemişler ve ebediliğe susamışlardır,
elbette onlara ebedilik lâyıktır. Ve bu sebepten, milleti zincire vuran
Asurilerin yerinde yeller estiği halde Beni İsrail peygamberlerinin aç ve
çıplak kavmi bütün kudret ve faaliyetiyle devam etmektedir. Sokrates’in lisanı
yeryüzünde insan oldukça yaşayacaktır. Muhammed’in kitabı, muazzam istilalar
altında kalan bir çöl kavminin hayatını ölmez kılacaktır. Zulmetmeyen, fazilete
inanan ve daima geleceğin cemiyeti için hazırlanan milletler hâdiselerin
çığları altından daima taze ve diri olarak çıkacaklar, tarihi kaderin elinde
asla mahvolmayacaklardır.
Kendine hayrı olmayanın başkasına hiç hayrı
dokunmaz. Nefsini düzeltmesini bilmeyen insan, âlemi düzeltmeye nasıl ve ne
cesaretle kalkar? Bir millet ki kendi kusurlarını itiraf etmesini, kendini
düzeltmek için çirkin gerçeği görmeye katlanmasını öğrenmemiştir. Bir millet ki
kendini dev aynasında görmüş; kör kuvvetin tahripleriyle övünmüş, kibir ve
nahvet içinde hakikate karşı gözlerini kapamıştır. O milletin medeni dünyaya
bir yeni yol arkadaşı gibi girmesine, insanlık hesabına en küçük hizmette
bulunmasına imkân yoktur.
Bir millet ki zulmüyle övünmüş, canavarlıkları
şeref diye göstermiş; insanlık için, geleceğin ebedi saltanatı için hiçbir
hazırlık yapmamış, günün zaferleri içinde mest olarak fazileti ve ahlâkı
büsbütün unutmuştur: O milletin devam etmesine, ebedi olmasına asla imkân
yoktur.
Kendi toprağının sefaletlerine karşı kayıtsız olan,
kendi vatandaşlarını bin riya ile aldatan, kendi dostlarını kibriyle karşılayan
ve kendi halkına zulmeden bir millet elbette dünyaya hayretmeyecek ve tarih
elinde cezadan cezaya çarpılacaktır.
Bütün insanlık tarihinde kaç fazilet örneğine
rast gelirsiniz? Çapulculuk ve zorbalık kahramanlarıyla dolu olan Ortaçağ’ın
derebeylerinde insanlık ve hürlük için savaşan kaç ahlâk kahramanıyla
karşılaşırsınız? Dalkılıçların menkıbeleri ve binlerce kudret ve akın hikâyesi
içinde kaç feragat ve ahlâk anısını dinlersiniz? Zulmün ve zorbalığın “eflâke
ser çeken” âbideleri arasında kaç insanlık binasının yükseldiğini görürsünüz?
Yunus, insanlık için feryat ettiği zaman sesi
cihangirlerin kılıç şakırtısı arasında kaybolmadı mı? Şeyh Bedrettin hak uğruna
darağacına çıktıktan sonra cüret onunla birlikte ölmedi mi? Ve aşk onun
mezarında son sözünü söyleyip çekilmedi mi? Üstümüzden bir kara bulut gibi
geçen zulüm ve baskı[*35] devirlerinde Namık Kemal’in “Vaveylâ”sını
dinleyenlerin kulakları tıkanmadı mı? Ve ayaklarına zincir vurulmadı mı? Ruhun
değerli çiçeği, ahlâkın nâdir eseri henüz olgunlaşmadan, yeni mahsuller vermeye
başlamadan ayaklar altında çiğnenmedi mi? Neden bir cüretin kırılması ardından
korkular ve vehimler tufanı getirdi? Niçin bir büyük fedayı nefs yeni fedaileri
doğuracak yerde, yalnız yenilmeleri ve kara fikirleri doğurmuştur? Niçin
İsa’nın bir Saint Paul’ü ve Saint Sébastien’in binlerce martiri olduğu halde
bizde Molla Lütfi’nin, Esad Efendi’nin[176] kurbanı ardından gelen bir hakiki müridi ve
“Kemal”in yolundan giden bir çırağı çıkmamıştır. Çünkü noksan olan kahraman
değil fakat yeni bir insandır. Çünkü feragatlerin ardından yeni feragatleri
doğurmak için zaferi değil aşkı aramak; kurbanı[177] zafer için değil fakat aşk için yapmak gerektir.
Hint fakirlerince donmuş bir cisim gibi
hareketsiz kalmak en büyük meziyettir. Fenikeliler için evlâdını ateşlere atmak
bir ibadet, Ispartalılara göre burnusu altında sakladığı hayvanın göğsünü
parçalamasından doğacak acıyı duyurmadan çalmak bir cesarettir. Tembelliğe,
fazilet ve zulme adalet gözüyle bakılan devirler az mıdır? Mademki faziletin
bir düsturu yoktur, neden daima aynı kalan bir ahlâktan bahsetmeli? Biz bu
dâvayı esasından reddederiz. Örf ve âdet asla ahlâk değildir. Ahlâk, ruhun
terakkisinden doğan en son gelecektir. İnsanlık hissinin yetiştirdiği bir
çiçektir. En yüksek cemiyetlerde bile örf ve âdet içinde kendimizi
hapsettiğimiz zaman insani ahlâktan ayrı kalmamız zaruridir. Ve aşkın bir
cevher gibi doğduğu her yerde faaliyet bir değer ve cüret, hakiki bir
meziyettir. Hasta bir hayal gücünün esaretinden kurtularak fiile geçen ve
ihtirasla iradede kişiliğin bağımsızlığına ulaşan her cemiyette hürlük bir
değer ve insanlık en büyük idealdir. Biz tarihin karışık ve aldatıcı
sahnelerindeki örf ve âdet resmigeçidinden değil, fakat tabiatın en yeni
meyvesi olan ruha ve bağımsız kişiliğe dayanan insani ahlâktan bahsediyoruz.
İnsani ahlâk gözünde her zaman ve her yerde
yanılma[178] olan şeyler vardır. Birçok örf için doğru sayılan
öyle hareketler vardır ki, ruh için noksanlıktır. Ve insani ahlâk gözünde
hakiki kusur sayılmalıdır.
Size önce yalnız ruhun noksanlığından
bahsettim. Şimdi bu noksanın doğurduğu içtimai belaları anlatacağım. Devrin
fikri her ne olursa olsun, kütle gözünde beğenilir veya beğenilmez sayılsın,
daima cemiyet için bela olan; onu miskinliğin, sahte hayatın, zulüm ve
tahakkümün elinde alçaltan öyle dertler vardır ki, her vatan ve her zaman için bunlara
karşı koymak hakikat aşkının, insani vazifenin en mühim işi sayılmalıdır. İşte
size burada izah etmek istediğim cemiyet buhranları, zümrenin doğurduğu
hastalıkla birlikte ruhun kocalmasından ve zümre elinde alçalmasından doğan
insani hastalıklardır.
İçtimai belaların kökü, insan gücünün
noksanında ve içtimai değerler her ne şekilde olursa olsun, kütle her kime
değer verirse versin, ruh noksanlığının doğurduğu ahlâk buhranındadır. Her
nerede ruhun kudreti kör ve sağır kütle altında ezilmişse, insan kendi
güçsüzlüğünü sahte bir hayat ile örtme zorunda kalmışsa orada ahlâk buhranı
vardır.
İçtimai belalar kütleyi içinden kemirmeye
başlamışsa ve ruhun güçlülüğü değil, güçsüzlüğü bile mevcut değilse, orada
yalnız ölü cemiyet, yalnız mutlak sükûnet vardır. Fakat madem uzviyet cemiyete
tam intibak edemeyen bir âlemdir; öyleyse hiçbir yerde mutlak sükûna
rastlanamaz. Elbet şuur, zaaflar ve eksikler içinde uyanacak, intibak edemediği
cemiyetin yükünü üzerinde duyacak, değerler ve inançlar âleminin arkasında gizli
bir hayat yaşayacak, günah işleyecek; ve böylece eksikliğini duyarak erginlik
şevki kazanacak; günah işleyerek fazilet aşkına yükselecektir.
İnsan, cemiyetin önünde zaafını hissetmeden,
içine katlanmış bir hayata dalmadan asla kişilik kazanmayacak, içtimai
belaların buhranını duymadan ruhunda ideal cemiyeti yaşayamayacaktır. Öyleyse
biz her şeyden önce noksanlığı, ideal-değerlerin soysuzlaşması değil, fakat bu
değerlere yükselmek için atılmış ilk adım ve ahlâksızlığı ahlâkın çözülmesi
değil, asıl ahlâka doğru ilk merhale; içtimai belaları mutlu bir cemiyetin
yıkılışı değil, ideal cemiyet için atılan en büyük hamle gibi görmeliyiz.
Ruh ve beden gücünün eksikliğinden doğan
içtimai belalar, tembelliğin, yalanın ve zulmün doğurduğu öyle buhranlardır ki,
cemiyetin türlü sınıf ve mesleklerinde türlü şekillerde görünür. Önce
tembellikten doğan içtimai belalar gelir ki, cemiyet saltanat ve burjuvazi
şeklinde baskısını artırdıkça, bunlar daha canlı ve açık bir hal alır. İnsan
gittikçe daha ağırlaşan vazifenin yükünden kaçar ve emeksiz neticeye varmak
için değerler arkasına gizlenir: Cemiyetin mihveri olan işbölümünü çiğneyerek
zümreler arasında, iş görmeden kazanmak ister. İkincisi yalandan doğan içtimai
belalardır ki işbölümünü fesat âleti gibi kullanmaya, meslek yarışmasını
hastalık kaynağı haline getirmeye sebep olur. Rakibini aşmak için hile yapmak,
üstün değerli görünmek için yalana başvurmak birçok vazifel ve mesleği
sahtekârlığın çirkin silâhı haline getirir.
En sonra zulümden doğan içtimai belalardır ki,
yine cemiyetin sınıflar, zümreler ve kliklere ayrılarak baskının çoğaldığı
zamanlarda ideal-değerlere yükselmek için ruhunda kudret olmayan, ahlâk
asilliğinden mahrum olanlar ya ezilerek düşkünce uşaklık edecekler ya da ezecek
ve insafsızca zorbalığa kalkacaklardır. Ruhunda cüret ve medeni cesaret
olmayanlar asla âdil olamazlar; ezmek ve ezilmek onların nasibidir.
Tembelliğin doğurduğu içtimai belaların en
başında “dilenmek” gelir. Bunlar çalışmadan kazananlar, omuzlarında cemiyet
yükünü taşımadan herkesin vardığı neticeye varmak isteyenlerdir. Dilenmek
içtimai değerleri çiğnemek, işe ve insanlığa saygı göstermemek, kütlenin emekle
elde ettiği neticeye yorulmadan, zahmet çekmeden varmaktır. Dilenmek, yaşamak
için savaş gücünü ve insanlık şerefini kaybetmektir. Bütün insanlık vasıflarını
bırakarak düşükçe kazanmayı en ufak emek sarf etmeye tercih etmektir. Dilenmek
yalnız kendi şahsiyetine, kendi şerefine değil, asıl cemiyetin şeref ve
haysiyetine tecavüz etmektir ve bu yüzden, dilenmek ne kadar büyük bir noksanlıksa,
onu korumak ve ona cesaret vermek de o derecede büyük bir kusurdur. Dilenen,
cemiyete hakaret ediyorsa, ona cüret veren bu hakareti desteklemekle daha büyük
tecavüzü yapmaktadır. Sokaklarında dilencilerin sakatlık ve kusurlarını teşhir
ederek dolaşmalarına, düşükçe sızlanmalarına, her an insanlık şeref ve
haysiyetine tecavüz etmelerine izin veren cemiyet, düşüklüğü kabul etmiştir.
Hakikaten dilenciler kadar aşağılaşmaya lâyıktır.
Dilenmek sanmayın ki her zaman sefaletin
çocuğudur ve hayat buhranı insanları dilenmeye sürüklemiştir. Hayır, o bir
zaman fazilet ve değer farz edilmişti. Ortaçağ’ın dilenci tarikatları, Allah
için para isteyenler, benliği öldürmek için alçalma yolundan geçenler, hak
âşıkları adı altında dua ile ekmek satın alanlar ve tekkelerde imaret
kazanından emeksiz yaşayanlar; ruhun tembelliğini, cidâl önündeki korku ve
zaafı Allah adına merhamet ve şefkat dilenmekle örtmek isteyenler, sefaletin
değil, ruh güçsüzlüğünün eseridirler. Ve yine kütleler açlık tehlikesi
karşısında kaldığı zamanlar işçiler, işini bırakmaya; esnaf, dükkânlarını
kapayıp buhranın önünde ezilmeye mahkûm olduğu zamanlar, içinde cevher olan
insan hâdiselere karşı koymuş, devre isyan etmiş, beynine kurşun sıkmış,
dilenmemiştir.
Dilenmek her zaman sefaletin eseri değildir.
Onu koynunda besleyen tembelliktir; beden ve ruhun güçsüzlüğüdür. Çalışma
gücünden, iş bulma ve iş vermeyenle savaşma gücünden mahrum olmasıdır.
Cemiyetin bütün insanlara verdiği iş yüküne katlanmayarak şerefsiz, haysiyetsiz
düşüklük içinde yaşamaya razı olmasıdır. Dilenci tarikatları hakka giden yolu
görememişler, haktan ve halktan ayrılmışlardır.[179]
Melâmete[*36] asla düşüklükle varılamaz. Benliği öldürmek, yaşama
kudretini ve hayat için cidâli mahvetmek değil, fakat hata önünde ısrar
etmemek, olgunluğu istemek için noksanlığı görmek, günahını halk önünde ilân
etmekten çekinmemek demektir.
Dilenen, insanlık şerefini ayaklar altına alan,
olgunlaşma dileğini öldüren, noksanlık ve zayıflık içinde kalmaya mahkûm
olandır.
İnsan, kendinde dünyayı tamamlayan bir kudret
gördüğü, işi sevdiği, içindeki ihtiras ve aşk ile muhtar kişilik haline geldiği
zaman Allah için, kul için ve ekmek için asla alçalma kabul edemez. Sefaletin
insani bir dert olmaktan çok uzak bulunduğu devirlerde dilencilik o kadar
yayıldığı halde, on binlerce insanın ölüm tehlikesi ile çırpındığı bugünkü
iktisadi buhran devirlerinde dilencilik gittikçe ortadan kalkmaya başlamıştır.
Çünkü insan gittikçe daha fazla kişilik kazanmış; kendini bir başkanın, bir
sultanın ve bir tanrının kişiliğinde tamamlamayacak; üzerine kanat geren bir
iktidara muhtaç olmayacak hale gelmiştir. Varlığını sultana borçlu olan, sultan
için ve sultana karşı alçalmayı elbette kabul edecektir. Varlığını Allah’a
borçlu olan, Allah uğrunda ve Allah karşısında alçalmada ahlâk tecavüzü
görmeyecektir. Fakat ruh ve bedeninde yaşama gücü olan ve varlığını sonsuz
varlığın sevgisinden çıkaran, hiçbir şey karşısında boyun eğmeyecek,
dilenmektense ölmeyi tercih edecektir.
Büyük endüstri memleketleri, kişiliğin
muhtarlık kazandığı ve kişi muhtarlığının tabiatı işletme için en büyük
faaliyet çabası yarattığı memleketlerdir.
Ziraat ve küçük endüstri henüz kişiliğin
muhtarlığını kazanmadığı, insanın korku ve ümitlerden kurtulup iş ve ihtiras
devresine yükselemediği ülkelerdir. Biz birincilerde dilencilik ve parazitliğin
gittikçe kaybolduğunu, isyanlar ve intiharların çoğaldığını görmekteyiz.
Tembellikten doğan içtimai belalardan biri de
fuhuştur. Kadının büyülü ve kutsal bir varlık olma değerini kaybettiği bütün
cemiyetlerde fuhuş, gelişmeye başlayan bir hâdisedir. Bununla birlikte, ona
cemiyet hayatının bir sonucu ve eseri gibi bakmak gerekir. Madem cemiyet,
kadını sihri kuvvetin sembolü[180] haline koymuştur; öyleyse onun esrarlı, cazip ve
bütün arzuları kendine çeken bir merkez olması zaruridir. Ancak kadın,
çalışmadan ve herkesin üzerindeki ortak iş yükünü benimsemeden cemiyetin
kendisine verdiği bu mevhum ve esrarlı değerden faydalanmaya kalkarsa, işte bu
fuhuş olur. Kadın ister dindar bir memlekette, ister bütün dini ve kutsal
inançları aşmış olan bir cemiyette yaşasın, çalışmadan, emek sarf etmeden
kazanmada vücudunu âlet olarak kullanırsa fuhuş yapmıştır. Fuhuş, dine ve
sihrin esrarlı sınırına tecavüz etmek, uzviyet ahlâkını çiğnemek, tabiata
aykırı davranmak değildir. Fakat fuhuş sadece emek sarf etmeden kazanmak,
cemiyetin sırtında parazit geçinmek, ruhunda cidâl için kuvvet olmadığından,
düşüklük içinde müşteri beklemek ve yol başında rast gelene vücudunu satmaktır.
Fahişe, hiç kimseyi sevmediği halde, her rastladığını sever görünmeye; en
bayağı insana yüz suyu döküp bir pula insanlığını terk etmeye; dostluk,
samimilik ve aşk için körü körüne kalbini kapatmaya mahkûm olacaktır.
Fahişe yalnız kendini değil, insanlığı
alçaltandır. Fuhuş, kadının hür ve eşit kişiliğine en büyük hakarettir. Her
rastlayanın zevkine âlet ettiği vücudu ile hayatını kazanan, çalışmaktan ibaret
içtimai yükü taşımaktan kaçtığı için şerefini yok etmeye razı olan kadın,
yalnız kendine değil, bütün kadınların ve insanların şerefine tecavüz etmiştir.
Fuhuşa düşmek en büyük ahlâk düşüklüğü ise onu beslemek ve beş dakikalık zevk
için ona cüret etmek de o kadar büyük düşüklüktür. Sokaklarında çıfıt çarşısı
gibi zevk pazarlığı yapanların, alçalarak yaşamak için şerefini bir pula
satanların cemiyetinde bütün insanların şerefine tecavüz edilmiştir. Sevmek,
dost olmak, sevdiği ile birlikte yaşamak asla fuhuş değildir. Cemiyet sevgisini
ve hakiki dostluk hayatını kötüleyerek, ruhun asilliğini hor görür ve samimilik
ahlâkına dirsek çevirirse, o cemiyette sahte bir zahitlik baskısı altında
fuhuş, asık suratlı namus bekçiliği yanında zina mutlaka yer tutacaktır.
İnsanların hür kişiler haline geldiği her cemiyette fuhuş bir insanlık lekesi
ve içtimai bir bela gibi görülmeye başlamış; sihrin ve eski atabuyruklu ailenin
zincirinden kurtulmuş olan kadın, hayatını kendi gayretiyle kazanmayı ve yalnız
sevdiği insanla ve ona sadık yaşamayı hürriyetinin düsturu diye almıştır.
Tembellikten doğan içtimai belalardan bir
başkası “kumar”dır. Kumar ihtiras ararken düşkünlüğe düşmektir. Zevk ararken
belaya esir olmaktır. Yorulmadan kazanmak, talihinin sırtından geçinmek, on
binlerce insanın dişten tırnaktan artırdığı ömür kazancını oturduğu yerde bir
tesadüf oyunuyla gasp etmektir. Kumar, ruhun tembelliğini zorla kırbaçlamak,
işsizliğini, ıstıraplarını uyuşturmak için ruhu korkunç bir zehirle harap
etmektir. Ölüye can katmak, ruh hastasına hayat üflemek istemektir. Kumar can
sıkıntısını öldürmek için zorla düşkünlük yaratmak ve düşkünlükle insanlığın
hem ruhu, hem maddesinde en büyük gediği açmaktır. Kazanırsa insanı çalışmadan
yaşamaya, cemiyetin sırtından geçinmeye sevk etmektir. Kaybederse, insanı
yeise, hüsrana, cinayet ve intihara sürüklemektir. Her iki halde de insanı
kadere, talihe esir etmek, tesadüflerin hükmü altında bırakmaktır. En küçük
emek sarf etmeden “talih” şeytanının elinden hazineleri alan yalnız nefsi için
değil, fakat cemiyeti için en büyük beladır. Çünkü ruhunda kudret olmayan, işten
nefret eden, içinde asla doyurmaya güçlü olmadığı arzular uyanan insan, bu
emeksiz, parazit kazancına şikâr önündeki bir sırtlan gibi atılacak ve kumarbaz
kendisiyle beraber bütün ruhu zayıf olanları
Kumarbaz, çalışma gücünden, sevgiden, yüce
değerlere yükselme gücünden mahrum olduğu halde, ruhunun aczi içinde yine zafer
bekleyen insandır. Talihin gönderdiği sahte zaferle, çalışanların hakkını yiyen
ve halkın sırtından geçinendir. Aşkın kudretinden mahrum olanın zaferi, nefret edilecek
bir göz kamaşmasıdır. Zira bu zafere ulaştığı zaman, insan onu kaybetmek
korkusuyla kıvranır; zafere ulaşmadığı zaman asla varamamak ve yenilmek
korkusuyla kıvranır. Kumarbaz kendisiyle birlikte birçoklarını zehirleyendir.
Bakınız! Size daima ruhun noksanından
bahsettim. Ve ahlâkın bütün buhranlarını ruh noksanına bağladım. Çünkü, iyilik
karşısında kötülük diye ayrı bir âlem yoktur. Ancak üstün değerler önünde
eksiklik, irfan karşısında gaflet vardır. Bütün var olanlar başarmak için
çabalar ve yarı yolda kuvvetini tüketirler. Fakat yalnız fazilet, her tarafa su
gibi, hava gibi yayılır. Yalnız onun düşmanı yoktur. Kötülüğe karşı iyilik
yapan kimse meyveli bir ağaca benzer ki, üzerine ne kadar çok taş atılırsa o
kadar fazla meyve verecektir.
Tembellikten doğan içtimai belalardan biri de
“piyango”dur. Piyango, başka bir biçimde hayatını talih ve tesadüfe bırakmak
demektir. Çalışmadan kazanmak, gökten “yiyecek”[181] inmesine ve ilâhi rahmetin gelmesine bel bağlamak
demektir. Kadere bağlanmak ve tevekkül içinde yaşamak; ümidini, iradesini
karanlıkta bırakmaktır. Piyango, kara fikirli kaderciliğe inancı artırmak,
zaten bir türlü kurtulamadığınız miskince yaşamaya bir de hayal tuzağı kurarak
bizi köleliğe götürmektir.
Kazanan çalışmadan elde edilmiş bir servetin
kıymetini bilmeyecek; kazanmayan, talihine lânet ederek kara fikirleri içinde
ezilecektir. Fakat o yalnız bir insana zarar vermekten ibaret değildir.
Piyango, insanları boş bir zevk ve rekabete sevk ettiği, kadercilik elinde köle
kıldığı gibi; insanlar arasındaki kazanç eşitsizliğini yararlılığa dayanmadan,
lüzumsuz yere artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Ve gayesiz kazanılan
servetin eşitsizliği uçurumların en kötüsüdür. Piyango, talihliye haksız
servetler dağıtırken on binlerce çaresizi miskin bir hayal içinde yaşatacak,
ömrünü bir “devlet kuşu”na bağlayan iradesizler sürüsü yaratacak, cemiyette
parazitler yetiştirmekten başka bir iş görmeyecektir.
Tembellikten doğan içtimai belaların sonuncusu
“faizcilik”tir. Faizci, elindeki serveti üretici kılmak şöyle dursun; yerinden
kımıldamadan, parayı işletmeden, onu cemiyete faydalı bir hale[182] getirmeden kazanmak isteyendir. Faizci ve
murabahacı, içinde çalışma sevgisi olmayan o tembel kimsedir ki, parasını
ucunda zehirli yem olan bir olta gibi kullanır. Yaşlı bir insan avcısı gibi,
oturduğu yerde şikârını bekler. Acz içinde, muhtaç birini ele geçirdiği zaman
varını yoğunu emip bitirinceye kadar gider. Çünkü, para faiz getirir ve faiz
çalışmadan elde edilir. Borcu olan ve borcunu ödemekte güçsüz kalan, faizcinin
kölesidir. Onu bir uşak gibi kullanır. Artık onda kişilik ve ruh hürlüğü nerde
kalır?
Faizci yalnız hakka tecavüz eden ve tembellik
içinde kazanan değil, aynı zamanda borçluyu ezen ve böylece elindeki göz
kamaştırıcı tuzakla kişiliklerin bağımsızlığına zincir vuran insandır.
Yalanın doğurduğu içtimai belaların en başında
“imansız ilim” gelir. Aslâ inanmadığı şeyleri telkin eden, vaaz ettiği şeylerin
daima aksini yapan, ilmi bir süs ve bir zekâ oyunu haline getirip hayatın
düsturunu onunla ilgisiz bırakan insanın ilmi, varlığı yokluğundan çok daha
kötü olan “imansız ilim”dir.
İlmine inanmayan, telkin ettiği şeylere gülen
kimse, kara cehalet içinde iş görmeye kalkandan daha zararlıdır. Çünkü önce o,
hiçbir şeye inanmak gücünde olmadığı için, sevgiden, üstün değerlere yükselme
gücünden yoksundur. Sonra o, sahte bir ilim gösterişi arkasında taşıdığı
benciliğinin öldürücü zehridir. İmansız ilim sahibi noksanını itiraf edinceye
kadar adi bir sahtekârdan farksızdır. Bilgi onun elinde bir kalp akçe gibi
sürülmeye ve halkı kandırmaya yarayan âlettir. İtiraf edilmiş olan imansız ilim
ise manasız bir emek ve bir hamal yükünden başka bir şey olamaz.
İlim yalnız fiil (action) içindir, ahlâklı
siyaset içindir. İmana kalbolmayan, fiile geçmeyen, ahlâk için temel olmayan
ilmin bir dakikalık zahmete değer yeri yoktur.
Hakikat diye baktığı şeyin neticelerinden
kaçanlar, baş tarafına inandığı halde sonlarından[183] ürkerek yarı yolda kalmak isteyenler, asla kabul
etmediği bir fikri telkin edenler, inanmadığı şeyi okutan ve inanmadan okuttuğu
şeyin arkasından gülenler, hakikaten ilim kalpazanları ve hakikat
sahtekârlarıdır. Öğreticinin en büyük vazifesi, öğretmek değil, fakat telkin
etmektir. Aslâ inanmadığı fikirleri korkuyla ve ümitle okutmaya mecbur olan,
ilmini övünme ve gösteriş için bir âlet ve bir süs gibi kullanmak isteyen
sırmalı ulemanın memlekete yaptığı zararı hiçbir sahtekâr ve hiçbir dolandırıcı
yapamaz. Ahlâk asilliğine sahip olan âlimlerin yerini cemiyette hiçbir insan
dolduramayacağı gibi; imansız bir ilmin arkasında sahte bir şahsiyet taşıyan
bilgiçlerin[*37] cemiyete ettiği kötülüğü de hiçbir insan edemez.
Öğretici için ahlâklı olmak, imanını müspet ilimden çıkarmak ve yalnız inandığı
şeyi telkin etmektir.
Yalanın doğurduğu içtimai belalardan biri de
“haksızlığı hak diye göstermek”tir. Haksız olduğunu bile bile bir dâvayı üstüne
alıp, suçu adaletin gözünden saklamaya ve hukuk adı altında parlak sözler ve
nümayişlerle halkı aldatmaya çalışanlar, cemiyet içinde başı yukarda gezen,
namus iddiasında bayağı sahtekârlardır. Haksızlığı hak diye göstermek, biliniz
ki, suça âlet olmak ve cemiyeti kandırıp para kazanmaktır. Kazanmaktan başka
hedefi olmayan ve kazanmak, herkesten daha çok kazanmak için parlak sözlerle
halkı aldatmaktan, adaletin gözünü boyamaktan çekinmeyen kimse, elbet hakkı bir
pula sattığı gibi yarın vatanı da satmaktan çekinmeyecektir. Kim hakikati
gizleme ve günahı maddelerin[184] bulanık manası altında örtme gücünde ise, kimde
haksızlığı hak diye göstermek mahareti varsa, halkın önünde en fazla rağbeti o
kazanacaktır. Ve kim bu cemiyet kalpazanını doyurmaya muktedirse, hak onun
tarafında tecelli edebilecek; ve beş günlük dünyalık için vicdanını pazara
çıkarmaktan utanmayan insan, ancak rızkına bir küçük rahne vurulduğu zaman,
“Hak!” diye bağırmayı hatırlayacaktır.
Hukuk adaletin bekçisidir. Ve hukuk adamları
yalnız, vatanda adaletin fertler hesabına korunmasını temin içindir. Kazanç
onlar için vasıtadır ki böylece kanun karşısında fertlerin hakkını korumak ve
hürriyete bekçilik etmek imkânını bulurlar. Fakat kazanç, hukuk adamlarının iş
görmesi için bir vasıta olmaktan çıkar da doğrudan doğruya hedef ve en büyük
hedef haline gelirse, o zaman daha fazla kazanmamak için bir sebep yoktur. Ve
daha fazla kazanmak için her şeyden faydalanmak, kanunun maddeleri arasındaki
ince yollardan geçmek, işi kitaba uydurmak, haktan ayrılmadan kazanmaya imkân
varsa orada kalmak, en fazla kazanmak için icap ederse haktan da ayrılmak ve
haksızlığı hak diye göstermek elbette yolunu kaybeden insan için en “akıllıca”
harekettir. Onu hürriyet uğrunda cidâle götürmek istiyorsanız elinden bu sahte
âleti alınız.
Yalanın meydana getirdiği içtimai belalardan
bir başkası da “rüşvet”tir. Kanunun dar yollarından geçerek riya perdesi
altında, cemiyeti tuzağa düşüren, dostluk adı altında hukuku altüst eden
rüşvet, biliniz ki yalanın meydana getirdiği içtimai âfetler içinde en
fecisidir. Rüşvet vermek, hak perdesi altında haksızlığı satın almaktır; ve
rüşvet kabul etmek, kanunu mezata çıkarmak, adaleti bir pula satmaktır. En
küçük hakkı çiğnemek için rüşvet kabul eden insan, yarın vatanını düşmana
satmakta hiçbir sakınca görmeyecektir. Rüşvet, dostlarını feda etmek, insanlığı
ayaklar altına almak, fakat bütün bunları sahte bir doğruluk çehresi altında ve
“sureti haktan” görünerek yapmaktır. Yalanı bir âfet gibi gören, her türlü
belanın oradan çıktığını bilen insan asla rüşvetin tuzağına düşmeyecektir.
Fuzuli, “Selam verdim, rüşvet değildir diye
almadılar,” diyor. Memurluk ruhunun kökleşmiş olduğu yerlerde insan korku
ahlâkından daha ileri geçemez; ve korkunun nüfuz etmediği gizli köşelerde yalan
bütün dehşetiyle hüküm sürer. Memur âmire yaranmak ihtiyacındadır. En iyi memur
âmirinin hoşuna gidecek işleri yapmakta en fazla mâhir olandır. Yaranmak, hoş
görünmek, kendinde var olandan ziyadesini göstermek ve karşısında olandan daha
çoğunu görmek demektir. İyi memur, korktuğu, saydığı ve ümit ettiği için
iyidir. Fakat kötü memur yükselmek ihtiyacıyla riyaya başvuracak ve yalan onun
elinde her katın kapısını açan tılsımlı bir anahtar olacaktır. Bilerek ve
bilmeyerek yalan tuzağına düşmeyi kabul eden âmir, korkudan ve ümitten doğan
fazileti kendi eliyle mahvedecek; kanunu ayaklar altına alarak içtimai düzeni
çiğneyen insan, rüşvetin en mahrem köşelere kadar sokulmasına fırsat
verecektir. Yalanı kaldırmak için bütün ruhlarda ihtirası ve üstün değerlere
yükselme ateşini körüklemek lâzımdır! Mertebelerden haberi olan kimse bu mevhum
dâvadan vazgeçecek ve adaleti aşk ahlâkının hükmü altında tatbik ederek,
sevmenin ve acımanın şiddetiyle yalanı ve onun buhranlarını dizgin altına
alacaktır. “Memurluk” ruhu yerine “içtimai vazife” ruhunu koyacaktır.
Zulümden doğan içtimai belaların en başında
“iltimas” gelir. Hak önünde hisle davranmak, adaleti herkes için değil, fakat
yalnız hoşlandığına ve tercih ettiğine tatbik etmek, hakikat karşısında
benliğinden geçecek yerde hakkı yalnız kendine uygun ve hoş gelende, arkadaşlık
ve sempatide aramak zulümlerin en mâsumu, fakat en büyüğüdür. Beğenmek, hoş
görmek, başkalarına tercih etmek, elbette insanlığın gereğidir. Birliğe âşık
olmaya inansak bile, zaafımız bizi çokluğun sevgisine bağlar. Elbette
sevdiğimiz için fedakâr oluruz; babamız bize herkesten yakın gelir. Fakat
birlik aşkından gafil olan ve üstün değerlere doğru yükselişe gözlerini
kapayanlar, biliniz ki, bu çokluk sevgisi içinde saplanıp kalacaklardır;
insanlığı, hakikati ve hakkı benciliklerine kurban edeceklerdir. Ve bu sebepten,
iltimas, çok yakın bir hisse ve çok derin bir âlakaya dayandığı zaman bile, en
büyük aşkı, hakikat ve insanlık aşkını, bir küçük hisse feda ettiği için;
zaafları yüzünden yüce değerlere yükselme imkânını mahvettiği için, görünüşte
mâsum, fakat gerçekte en büyük zulümdür.
İltimas ümit ile olur; alkış toplamak ve
gururunu doyurmak için olur. Yalanla ve rüşvet hırsıyla, âmir korkusu ve
beğenilmek arzusuyla olur. Nihayet en temiz ve mâsum bir hisle, yakınlık
sevgisi ve aile vazifesiyle olur. Hangi şekilde olursa olsun, ister çirkin
hedefler için, ister temiz niyetlerle yapılsın, iltimas her zaman hakikate göz
yummak, adaleti çiğnemektir; her zaman zulümdür. Korku ve ümit ahlâkında
kalanlar, ancak korktukları ve ümit ettikleri için iltimastan kaçacaklar; fakat
daima Allah’tan, kanundan ve âmirden kendileri için iltimas bekleyeceklerdir.
Gurur ahlâkında olanlar, kimsenin lütfuna ve iltimasına baş eğmeyecek, fakat
kendilerine baş eğene, kibir ve gururlarını okşayana iltimas etmekten
kurtulamayacaklardır.
Yalnız aşk ahlâkına yükselenler, birlik halinde
yüce değerler için şevk duyanlardır ki, hakikat önünde benliği aradan
silecekler, zaaf için kemâli asla feda etmeye razı olmayacaklar; ne tercih
etmeyi ne de tercih edilmeyi isteyeceklerdir.
Zulümden doğan içtimai belalardan biri de
“sınıf tahakkümü”dür. Allah namına ve hükümdar namına, serveti sayesinde ve
ilmi pahasına tahakküm, zulümlerin en çok yayılmış ve en fazla yıkıntı yapmış
olanıdır. Sınıf tahakkümü ruhun büyük eserini yıkarak ahlâki mertebeleri bir
perde arkasında bırakmış; hakiki hürriyetin yerine sahte bir hürlük ve eşitlik
maskesi koymuştur. Papazların, Budist rahiplerin, hocalar ve kazaskerlerin,
sultanlar, derebeyler ve hükümdarların tahakkümü yeryüzünden her gün daha fazla
çekilmektedir. İhtirasın ve ruh iktidarının kör kuvvet önünde mücadelesi
gittikçe daha fazla eserini vermekte gecikmemiştir. Fakat daha yol bitmemiştir;
varılacak çok menzil, verilecek birçok kurban var. Servet tahakkümü ve ilim
tahakkümü, insanın büyük gazasını daha çok zaman sürdürecek, aşk ahlâkı ve
mertebeler cemiyeti kuruluncaya kadar zulmün yeni zincirleri insanın üzerinden
eksik olmayacaktır.
Servet tahakkümü, eski ruhban sınıfların,
zadegân zümresinin ve hükümdarı kuşatan “kurenâ”[185] topluluğunun yerine geçmiş; kütleyi para kuvvetiyle
elinde oyuncak ederek hürlük ve eşitlik adı altında halka zincir vurmuş olan
yeni bir zulüm şeklidir. “Kurenâ” meclislerinin sahte nezaketini ve riyakâr
teşrifatını miras alan servet tahakkümü yeni bir zadegânlık taklidi yapmaya
özenir. Para, işlemeden bir kuvvettir. Firavunlar gibi insan emeklerini ve
binlerce hayatın pahasını kendi hesabına işleten bir müstebittir. Para, kör
kuvvetin ruh iktidarı önünde dövüşe girebilmek için icat ettiği son silâhtır.
Kütle onun yenilmiş rakibi değil, zulmüne hizmet ettirmek için zincir vurduğu
âletidir. Kütlenin zulmetmeyişi zulme muktedir olmadığı içindir; ve eline
fırsat geçmediği, tahakküm silâhını hükmü altına almadığı içindir. Nitekim
kütlenin eline böyle bir fırsat geçince, ruh ve ahlâk hürriyetini zincirlere
vuran yeni bir zulüm onun tarafından başlamıştır.
İster hürlük tahakkümünde olsun, ister eşitlik
tahakkümünde, insanlık haklarının kanatları kırılmış, dengesi bozulmuş ve yere
düşmüştür! Ona yeni kanat vermek, hedefe doğru yol almasına yardım etmek gerek!
Bu yol, kararmış insan haklarının yeniden canlanması yoludur. İster hürlük
tahakkümünde olsun, ister eşitlik tahakkümünde, devlet, teşebbüsü kendi seçtiği
kimselere verdikçe, hak gerçekleşir mi? Hukuk ne acayip şeydir! Bir Mecelle
veya Codex yığını bölümleri, maddeleri, birbirini tutmaz yorumlarıyla ruh
olmaktan çıkar; yalnız şekil ve kalıp olur. Artık bu kalıba ne mantık işler, ne
tecrübe! O kalıba göre ayak uyduran, onun karanlık labirentlerinde yol
bulmasını bilenler, orada çıkarlarına uygun hükümler çıkarabilir. Bu hükümler
öyle ince bir sanatın işidir ki, önünde ne mantık dayanır ne tecrübe! Bu
maharet, zekâyla kurnazlığın işbirliği yaptığı bir karışık yolda at oynatmasını
bilenlerin maharetidir. Yalnız servetin, çıkarın, tahakkümün dizginleri ele
almasını temin eder. Hak ise, akıldan ve tecrübeden doğar; tarihin evlâdıdır.
İnsanlığın büyük kafaları onun sağlam ve ışıklı yolunu çizmiştir. Ancak o
“hukuk” olunca, şekil ve kalıp olmuş, içinde dolaşması yalnız işin ustalarına kalmıştır.
Bu ustalar, çıkar yolların sırlarını kendilerine saklayan hukukçular, halkın
oyunu bu yollarla avlamasını bilen siyasilerdir. Onlar servet tahakkümüyle,
şuursuz devlet makinesiyle anlaşmamalıdırlar ki, iyilik ve doğruluğun
kahramanları olsunlar. Oysa ki işleri güçleri bu anlaşmadadır. Bu dev-makinenin
şoförü olmadan kütleyi nasıl istedikleri yere götürürler. O oldukça hürlük ve
eşitlik nasıl gerçekleşir? Servete çıkar yolu göstermeden, işleri dostlara ve
aracılara bırakmadan istedikleri planları nasıl kurarlar?
Aracılar, kendi başına işleyen kapitaldeki
artık-değeri içtimai belaların her türlüsüyle (iltimasla, rüşvetle, zehirli
sempatiyle) bir kat daha artıracaktır. Aracılık, kontrolü azaltacak, kontrol
işine içtimai belaları karıştıracak ve işin doğruluğunu, sağlamlığını, hedefine
uygunluğunu bozacaktır. Aracılık kapitalizmin ve sosyalizmin tufeylisidir.
Devletin dev-makinesi ondan daha az zararlı değildir. Sorumluluk, bu makinede
büyük çarktan vidalara kadar dağılarak kaybolacaktır. Her memur bir robot
haline gelecektir. İşinin başında, çarkın bir dişi gibi işleyecek, fakat işin
bütününü bilmeyecektir. Böyle bir çarkın götürdüğü âlet körlemesine işleyerek,
bir yerde kayalara çarparak işlemez olacaktır. Onunla aracılık birleşince
netice daha ağırdır. İş mutlaka kafa olgunluğu ister. İş yalnız ihtisas
ordusunun, ideale doğru ilerleme şevkini kaybetmemiş ilim ordusunun elinde
olmalıdır. Aracılar aradan kalkınca işler yoluna girecektir.
Devlet kör kuvvete hükmetmek için dev-makine
şoförlüğü yerine, bilgiyle fiili birleştirmiş ihtisas adamlarına danışırsa
işler yoluna girecektir. Araya halkın gafletinden faydalananlar girmeyecektir.
Bir parazit zümre yetişmeyecektir. Ama bu mümkün mü? Hürlük tahakkümü ve
eşitlik tahakkümü her ne pahasına olsa, dizginleri elinde tuttukça, Makyavel’in
zehirli silâhından başka bir şey işlemeyecektir. İnsanlık haklarının
kahramanları kurban olacak ve böyle başlayanlar gün geçtikçe bu vasıflarını
kaybedecektir. Servetin ve mülkün birikmesi büyük kütleyi gün geçtikçe yoksul
bırakmaktadır. Bu hakikati insanlık dinleri,[*38] felsefeler, hikmetler, hayalyürüten (utopique)
insanlık görüşleri görmüşler ve anlamışlardır. Zamanımızda bu bir ilim ve
teknik haline gelmeye başladı. Bu teknik sınıf savaşının, hürlük ve eşitlik
haklarına dayanarak, bu hakları çiğneyen bir dev-kuvvet olduğunu gösterdi. Bu
dev-kuvvetin nasıl doğduğu, büyüdüğü ve çığ gibi insanlık üstüne yığıldığını
kendi tekniği, hesabı ve sayılarıyla açıkladı. Buna hayal demeyin! Şu var ki,
insanlığın bu ince anatomisinde eksik kalan çok mühim bir taraf var. İnsanlık,
karşımızda olup bitmiş bir gerçek değil, insan çabalarının son hedefi, hasreti
çekilen ideal “birlik”tir. Bu ideal “birliğe” “çokluk”tan, milletlerin gerçek
çokluğundan gidilir.[*39] Millet denen gerçeğe ayağını basmayan için “birlik”
ideali hayal olarak kalacaktır. İnsan için bütün dâvalar, cemiyet ve ruh için
savaşlar bu gerçek üzerinde başlayacak, kuvvetle ona dayanarak ideale
yükselecektir. Biz bu yükselişe “insani vatanseverlik” diyoruz.
İş böyle olunca, servet tahakkümünden doğan
zulmün her şeyden önce millet içinde ortaya konması, neşterin ona vurulması,
devânın orada aranması gerekir. Devlet, ulus buyrukluğuna (milli hâkimiyete)
dayanan devlettir. İnsan hakları denen “hürlük” ve “eşitlik” onun sınırlarında
gerçekleşir. Hürlük, başına buyruk olup eşitliği yok ettiği zaman,
“demokrasi”nin dengesi bozulmuş ve tahakküm en aşırı şekline ulaşmıştır. Fakat
“eşitlik” de başına buyruk olup hürlüğü kaldırdığı zaman tahakküm üstün
değerleri âlet-değer derecesine düşürmüş, insanları sürü haline, “devlet”i
hürlükten mahrum bir memur makinesi haline getirmiştir. Bu şuursuz makine kendi
başına işledikçe, ideal için savaşları gölgede bırakan, hatta onları ezen bir
“yeni sınıf,”[*40] bir dev-makine olmuştur ki bunun başına geçmek
fırsatı bulan şoför, kütleyi istediği yola sürükleyen yeni bir müstebitten
başka bir şey olmamıştır. Devlet bu dev-şoförlüğü yerine, bilgiyle fiili
birleştirmiş ihtisas adamlarına danışırsa işler yoluna girecektir. Araya halkın
gafletinden faydalananlar girmeyecektir. Bir parazit zümre yetişmektedir. Ama
bu mümkün mü? Hürlük tahakkümü, her ne pahasına olsa, dizginleri elinde
tuttukça, Makyavel’in zehirli silâhından başka bir şey istemeyecektir. İnsanlık
haklarının kahramanları kurban olacak ve böyle başlayanlar gün geçtikçe bu
vasıflarını kaybedecektir.
Zulmün doğurduğu içtimai belalardan başka biri
“ilim adına zorbalık”tır. İlim tahakkümü, hakiki imandan doğan ilimle kütleye
hâkim olmak, cemiyete yön vermek değildir; fakat, halkın kendi bilgisine muhtaç
olduğunu bildiği için, onu pahalıya satmak, muhtacı ayağına düşürmek, çok ve
daha çok kazanmak için cemiyetin hayatı ve sağlığıyla oynayarak ilim
bezirgânlığı yapmaktır. Zulmün bu şekli zulümlerin en kötüsüdür. Kılıçla
tahakküm eden zaten kuvvetten başka bir şey tanımayacaktır. Servetiyle zulmeden
benciliği ve şeytanlığı düstur diye almıştır. Fakat cemiyetin hukukuna,
hayatına, sağlığına bekçilik etme vazifesini üstüne aldığı halde bunu bir
sarraf ve bir murabahacı gibi kullanmak isteyen kimse, elbet zulümlerin en
kötüsünü yapmıştır. Sağlık adamının hedefi, halkın hayatına bekçilik etmekten
çıkarak kazanmak ve en çok kazanmak olunca, yoksulların hayatına suikast
edilmiş demektir.
Kılıç tahakkümü, kılıcı kazanç için
kullanmaktan doğmuştur. Allah tahakkümü, âhireti dünyaya hükmetmek ve dünyayı
kazanmak için âlet yapmadan doğmuştur. İlim de bir kazanç aracı haline geldiği
zaman bütün değer ve asaletini kaybederek cemiyet için en zararlı ve tehlikeli
bir silâha çevrilir.
Bencilik için yarışma her ne vasıta ile olursa
olsun zulme ulaşacak; ve kör kuvvet, tahakkümünü sürdürmek için kendi arasında
teşkilât yaparak bir menfaat zümresi haline dönecektir. Rahipler sınıfı,
zadegân sınıfı, servet ve ilim zorbalarının sınıfı işte böyle meydana
gelmiştir. Kör kuvvet tek başına asla mücadele edemez. Halkın sırtından kazanma
yarışları ancak bir sınıf halinde birbirine dayanarak kuvvet almıştır ve
almaktadır.
İnsanilik (humanisme), insanlığa yönelen
ülkülerin hedefidir. Eski ve yeni bütün cemiyetlerde bir insan ideali vardır.
Ancak, inancını dünyaya yayan dinlere gelinceye kadar bu ideal tek bir
cemiyetin örnek insanı olarak kalmıştı. İnsanilik, “evrensel dinlerle” başladı.[*41] Yeniçağ’da akıl-ışığına, müspet bilgiye,
ezilmişlerin öç alışına dayanan insanilik hamleleri doğdu. Bu kitapta üstün
değer olan insani yurtsever, işte bu hedefe koşan insandır. İlk bölümlerden
beri bunu sık sık söyledik. Burada insani yurtseverin siyasetini anlatırken, bu
konuyu açıklayacağız.
Vahşiler kendilerinden başkasını insan
saymazlar. İlkçağ’ın medeniyet kurmuş büyük siteleri başkalarını barbar diye
ayırır, insan gibi görmezlerdi. Onlarca köle sanki eşya ve hayvandı. Platon,
Aristoteles gibi koca filozoflar dahi bu dar ve kör görüşe saplanmıştı. Yeryüzü
İsa’dan 600 yıl önce başlayan bir devrim geçirdi: Kastları, köleleri
kalkındıran, insanlara bir gözle bakan dinler doğdu. Ne var ki, bunların
başarısı yarım kaldı. Çünkü, her biri dünyanın bir köşesinden ışık tutan bu
insani görüşler, ayrı dilleri ve kültürleri tek yol diye yayarken birbiriyle
çatıştılar. Hıristiyan ve İslâm insanlıktan, Budizm ve Mani insanlığı birbirini
yok etmek istedi. Hepsinin hedefi insanlığın birliği iken, sonunda onu
parçalamaya vardı.
“Akıl-ışığı”[*42] insanlığı birleştiren daha büyük kuvvet olduğu
sanısında idi. Çünkü, mistik düşünce gibi çatışan inançlar yerine, ortak
sağduyuya dayanıyordu. Ancak, akıl-ışığı gelenekleri, tarihleri değil, yalnız
günün gerçeğini gördüğü için, ışığını çevirdiği dünya kültürlerini aydınlatacak
yerde karartıyordu. Yunan-Roma kökünden gelen fikre ve sanata güveniyor, başka
kökleri hiçe sayıyordu. Akıl-ışığı direnmelerle karşılaştı, o da insanlığı
parçaladı.
“Müspet bilgi insaniliği”[*43] kesin ilimlerin çözeceği iddiasıyla doğdu. Dinlerin
ve Renaissance’ın tekelciliği yerine ilimin evrenselliği ve gerçekçiliğini
getirdi: İlim görüşünü kavrayan herkes dünya medeniyetinin eserlerinden
faydalanacaktı. Artık ilim metotlarını kullanan bilgi ordusunu yetiştirmekten
başka yapacak şey yok sanıldı. Şu kadar ki, bu metotlar kültürlerin
çeşitliliğini aydınlatacak yerde, “geri düşünce” diye silip süpürmeye kalktı.
Bu metodu iyi kullanan kuvvetliler zayıfları ezdi. Batı’nın yarattığı müspet
ilim insaniliği, sonunda Batı zenginliğini ve zorbalığını artırmaktan başka bir
işe yaramadı.
Zayıfların öç alması fikrinden doğan insanilik
(humanisme) pratiğe ve eyleme dayandı. Müspet ilmi, zayıfları örgütlemede
kullandı. Nerede zayıflar birleşirse, orada ilim onları diriltiyordu. “Ezenlere
karşı birleşme” insaniliği ötekileri aşmaya başladı. Dinlerin, akıl-ışığının,
müspet ilimin tecrübelerinden faydalandı; fakat onları aşarken, yine bütün
idealler gibi o da dünyaya kendi kültürünün tek açısından bakıyordu. Kendi
dilini, kendi örgütünü yayarak birleştirmek isterken, o da insanlığı
parçalıyordu.
Bütün bu insani (humaniste) açılar
inhisarcıdır, parçalıdır ve parçalayıcıdır. Onlarla hedefe ulaşmak mümkün
değildir. İnsanilik bütüncü ve birleştirici olmak gerek. Bu eksikliği duyanlar
çırpınıyorlar, dinlerin birleşmesinde insaniliği arıyorlar. Her biri bütünü
başka açıdan gören,[*44] kendinden başka açıları reddeden dinler birleşince
insaniliği doğurabilir mi? Onların başarısızlığını görenler ideolojileri
birleştirmek istediler. Bu ise hayallerin en hamıdır. Dinler hiç değilse
kutsalda birleşiyordu. İdeolojiler birbirini açıkça reddediyor, başka ülkeler
ve başka sınıfların çıkarlarına dayanıyor. Aynı şeye biri var öteki yok derken
onlar nasıl birleşir? İdeolojiler, garibi şu, aynı müspet ilme dayanıyorlar,
ama çıkarlarına göre birbirini amansızca inkâr ediyorlar. Onlar nasıl
birleşebilir?[*45] Ezenlere karşı savaştan yola çıkanların insaniliği
her yerde baş kaldırdığı zaman, asıl dâvayı unutup can kaygısına düşüyorlar.
Sovyet insaniliği Amerika’nınkini, Çin insaniliği Rus’unkini tehdit ediyor.
İçlerinde duran saldırıcı ejderin başını bir türlü koparamıyorlar.
Dünya mahşer yerine döndüğü, kapalı çevreler
her yandan sarsıldığı zaman, insanilik dâvasında olanların kavgası ortalığı
bulandırıyor: Bulanık suda balık avlamak için: Gerçekte birleştirici insanilik
yalnız kültürlerin çokluğuna dayanandır. Kültürlerin şahsiyetini, tarihini,
geleneğini, ayrı renkte yaratıcılığını tanıyan çokluk ve çeşitlilik içindeki
birliği görme gücünde olan insaniliktir.[*46]
Emperyalizmlerin en çekilmezi ise fikir adına
yapılanıdır. “Dünyaya düzen veriyorum!” diye milletlerden yaşama hakkını almak,
“Hürriyet getiriyorum!” diye hürriyetleri zincire vurmak ve eşitlik vaadiyle
hükmettikleri üzerinde eşitsizliklerin en büyüğünü yaratmak fikir midir, ideal
midir? Milletlerin tarihlerini tanımamak, kültürlerini inkâr etmek, insanlık
sofrasında yararlı oldukları yeri vermemek, hangi dâva için olursa olsun,
zulümlerin ve vahşetlerin en büyüğüdür. Kör gözlü ve parçalayıcı insanilikler
geçmişte bu zulmü yaptı. Bugün de yapmaya devam etmelerine son vermek gerektir.
Milletlerin uyanma çağında artık buna meydan vermemek gerektir!
Nietzsche’nin
sürü ahlâklarına savaşı boşuna değildir. Onlarda korkunun, ümidin ince
hesaplarını, faydacılığını gördüğü için faziletlerinde ikiyüzlülük buluyor.
Zayıfın ve hastanın kendini dev aynasında görmesinden doğan kibri de bunlara
katınız! Yanıldığı nokta, sahte ahlâklarla savaşırken bütün ahlâkı, yarım
faziletlere hücum ederken bütün fazileti inkâr etmesidir.
İnsanları
mertebelere ayırmasını biliyordu. Fakat hastaları, acıyanlar ve acınması gerekenleri
en başa koyan Hıristiyanlık mertebeleri yerine, kudretlileri en başa koyan yeni
bir mertebelilik ileri sürerken “kudret” anlayışında ölçüyü kaçırıyordu.
Kudretli, orijinal olandır, kişiliği geliştirendir. Adi değerlere
alçalmayandır. Nietzsche, “kudret aristokrasisi” dediği yeni bir mertebelilik
kuruyor; ama servetin, hasisliğin, faydacılığın, oburluğun, hilenin ve zulmün,
halkın dar görüşünü parlak parolalarıyla istediği yere sürükleyen körleştirici
kudretin yerine hangi kudreti getiriyor? Yalana meydan okurken “üst-insan”ın
getireceği değerler levhası aristokratik bir yalan değil mi? Körü körüne halkı
sürükleyen parlak sözler üst-insanın yeni levhasında yazılmamış mıdır? Hangi
devir bu sahte parolalarla dolu levhalardan kurtulmuştur?
Nietzsche’nin
istediği “geleceğin kuvvetlileri” ilme, ahlâka, objektif görüşe dirsek çeviren
geleceğin sihirbazları olamaz. Geleceğin kuvvetlileri, faziletleri mertebeye
koyan, göreliliği gördüğü için onları birer birer aşan, Spinoza’nın
mertebelendirdiği göreli faziletler ve değerler üstünde objektif bilgiye,
mutlak fazilete, yaratıcı sanata dayanan sonsuza açık yarışçılar olacaktır.
Nietzsche, Spencer’ın “bakkal felsefesi”ne, Mill’in karşılık bekleyen
faydacılığına hücum ederken, onun yerine kahramanının yaratıcılığındaki
aristokratik faydacılıktan başka neyi koyuyor? Aristokratik fayda! Üst-insanlar
için mi, halk için mi? Halkı ezerek bir zümreyi doyurmak için mi? Kendilerini
üstün görenlerin yolunu aydınlatmak için mi? Nietzsche’nin kahramanında
Makyavel’in “ahlâksız”ı gizlenmiştir. Bayağıdan, sahteden nefret eden, kişinin
yaratıcılığını arayan Nietzsche ise kudreti orada değil, ideal hedeflere,
insanlığa çevrilen değerlerde aramalı idi.
İnsanlık
sürü değildir, geçilen yarım yol değildir. Yarım, çarpık ve sakat toplumların
ulaşmak için çarpıştığı hedeftir. Her seferinde bir kısım insanların ulaşma
gücü gösterdiği ideal-değerdir. İnsanlık yoksa, üstün-insan da yoktur. Toplum,
yerinde sayan kör kuvvetten ibaretse, üst-insanlar sürülerin gözünü boyayan
değer levhalarının büyücüleri ise, feleğin kör çarkında yükselip yine aynı yere
düşmekten başka şey yapmıyorsa, bunca zahmet niye? Böyle anlaşılan üst-insan,
en büyük gözbağcıdan başka nedir? Küçük faydalar peşinde koşan zayıfların
hilesi bunun yanında hiç demektir. Zayıfların yalanından değil, sürüleri
sürükleyen sözde-kudretlinin yalanından kaçınız! “Yalancı peygamberlerden
sakınınız.” İsa, “Ben yeryüzüne kurtuluş getirmek için değil, kılıç getirmek
için geldim!” diyordu (Meta, 10. Bölüm, 34).
Nietzsche,
Cizvit’in sahtekârlığına, borsa kurtlarına, piyasa vurguncularına, seçim
avcılarına, politika oyunlarına nefretle, Hıristiyanlığın ve sözde-demokrasinin
“fazilet”lerine şiddetle hücum ederken, her türlü fazileti reddetmek
istemiyordu. “İmmoralist”i (immoraliste) övmesi ahlâk adına yapılan
maskaralıkları hicvetmek içindi. Bir yerde üst-insanın faziletini şöyle
övüyordu: “Faziletin karşısında ortalama insanın içgüdüleri var. Fazilet
zararlıdır, akla uygun değildir. İnsanı yalnız bırakır, passion’la aynı şeydir.
Düzene, kural altındaki gizli yalana karşı canlılığı savunur.” “Bahtsızlığından
utanan, sefaleti sokaklarda teşhir etmeyen, ıstırabını gizleyen bahtsızları
severim.”[*47] Nietzsche’nin istediği, sürülerin ikiyüzlü
ahlâklarına karşı, cürete ve samimiyete dayanan hakiki ahlâkı savunmaktı. Ama
Nietzsche, papaza kızıp oruç bozan olduğu için, kahramanlığı ve açıklığı
överken üst-insana yeni bir büyücü rolü gördürüyor. Biz onun söylediğine değil,
demek istediğine bakalım!
Nietzsche,
insanın aslında iyi olduğuna inanan Rousseau’ya kızıyor. Bunda gerçekten
haklıdır. “İnsan, yaratıcının elinden iyi olarak çıkmış, sonradan bozulmuştur,”
sözünü ilk cümlemizde reddettik: “İnsan zincirler içinde doğar, kendi
çabalarıyla büyük kurbanlar pahasına bu zincirleri birer birer kırarak
kişiliğini ve hürlüğünü kazanır!” dedik. Bu bakımdan çabanın yaratıcı gücüne
güvenmekte haklıdır. Ancak, bu yaratıcılık kör feleğin tekerleği gibi yerinde
sayan bir oluşa hapsedilemez. “Yaşamak oluştur, oluşun ise hedefi yoktur. Çünkü
hedef oluşun sona ermesidir,” derken Nietzsche, yalnız yaşama şuurunu anlatıyor
ve yalnız burada kalsa haklıdır. Ancak, biz yaşama şuurunu aşıyoruz. Savaşımız
kör kuvvetleri aşar. Gözü açık insanlık şuuruna ulaşmak içindir. Çarpık, eğri,
sakat insan toplumlarının, yığınların, kapalı cemaatlerin üstünde, âlemlere
hükmeden şuura ulaşmak içindir. Bu şuur feleğin kör çarkı değildir. Gözleri
açıktır, hedefleri vardır. Bu hedeflere doğru yeni araçlar kullanarak
yükselmektedir.
Hazırlayıcılarından
biri Rousseau olan “İnsan Hakları” bu ideal-değerlerin levhasını vermiştir.
İnsan Hakları, insanlık tarihinin fikir savaşlarında kazanılan değer levhası
olduğu için, o ideal-değerler levhasıdır, yaz boz tahtası değildir. İlkçağ’da
uyanan “demokrasi” fikri yalnız İnsan Hakları’nda ifadesini bulmuştur: “Hürlük”
ve “eşitlik” aynı kuvvetle uygulanınca “sosyal adalet” gerçekleşir. Yalnız
böyle bir insanlıkta kişilerin kardeşliği kurulabilir. İnsan Hakları’nı
uygulayan bir devlette “buyrukluk” yerini bulmuş demektir. Ancak, hürlük
eşitliğin, eşitlik hürlüğün hakkını yediği zaman buyrukluk yerine zorbalık
çıkmaktadır. Sözde kalan hukuk eşitliği, halkın gözünü boyayanların hüküm
sürmesine sebep olmuyor mu? Nietzsche’nin nefret ettiği “bakkal felsefesi”
hürlük adına doğan bu çeşitli zorbalıkların eseri değil mi? Fikirde, sanatta,
eylemde sürü haline getirilen toplum, yaratıcılığını nereden alacak?
Afiş-sanat, propaganda-fikir, sürü ahlâkı hakiki hür kişiler toplumuna özlemi
öldürmeyecek mi?
İnsan
Hakları bayrağını açan Yeniçağ bu iki zorbalığın elinde oyuncak olmuştur.
Burada filozofların mı, deprem halindeki gerçeğin mi kusuru var, kestirilemez.
İkisinin de sorumluluk paylarını bilmek gerek! Ama, “tarih” boşuna geçmemiştir.
Kazanılan büyük adımlar ileriden büyük şeyler beklemek cesaretini vermektedir.
Üst-insanlar toplumu, ideal-değerlere, İnsan Hakları Devleti’ne doğru bayrak
açanların toplumudur. Kör kuvvetlerin direnmesine rağmen zafer yolu açıktır.
Önce bilmek gerek ki her toplum ideal-değerlerle araç-değerlerden
kurulmaktadır. Her toplum gücü yettiği kadar ideal ve araçları ayırmaktadır.
Kabilelerden milli kültürlere kadar hepsinde bu ayırışın yeri vardır. Fikir,
sanat, ahlâk idealdirler; teknik, hukuk, siyaset araçtırlar. İdeal-değerlere
çevrilen coşkunluk baskı altında kaldığı zaman, insanlar donmuş kalıplar içinde
düşünme ve yaratma gücünü kaybetmişlerdir. İnsanlık tarihinin en büyük kazancı
ideal-değerleri zincirden kurtaran kültür hamleleridir. İdeal-değerlerde
hürlük, araç-değerlerde eşitlik İnsan Hakları sisteminin gerçekleşmesini
sağlayacaktır. İnsanlık 2.500 yıldır fikir, sanat ve inanç hürlüğü için
savaşıyor. Oysa ki bu hürlüğü zincire vuran, kültür gelişmesini durduran hayvan
gücü henüz yenilmemiştir. İdeal-değerler için verilen kurbanları ziyan olmaktan
kurtarmalıdır. Hürlüğü orada hür bırakmalıdır.[*48] Bunu sağlamak için araç-değerlerde disiplin
kurmalıdır, bu disiplin insanlara gerçek eşitliği sağlamalıdır.
İdeal-değerlerde mutlak hürlük olmalı, bu hürlük araç-değerlerin eşitliği ve
disipliniyle korunmalıdır. Sosyalizmin istediği yalnız araç-değerlerde
kalmalıdır, ta ki insanlığın istediği ideal-değerler gerçekleşebilsin. Böyle
bir sisteme “mertebeler devleti” diyoruz. Hürlük ve eşitliğin tek yanlı
gerçekleşmeleri, karşılıklı iki ejder halini almıştır. Bu iki ejderin saltanat
kurma hırslarını görmeyen kalmamıştır. Tutunmaya çalışanlar, saltanatların
kalktığı bir devirde yeni adlarla saltanatları devam ettirmek isteyenlerdir.
Arada, kişiliğini kaybetmiş ve soysuzlaşmış olanlar için, bu iki ejderden
birine lokma olmaktan başka dilenecek ne kalmıştır? Kuvvetler dengesi kuran
politika çobanları bir yana, bu devin ağzına lokma olmak isteyenlerin
soysuzluğuna (eski terimle “dejenereliğine”) lânet etmekten, milli hâkimiyeti
korumak için milli kültürlere dayanmaktan başka yapacak şey yoktur. Hangi
devirde olursa olsun, insanlık sofrasında yer almak için bir kültürün
temsilcisi olmak gerektir. Soysuzların böyle bir sofrada yeri ve söz hakkı
yoktur. Yarının insanlık sofrasında yalnız milletler yer alacaktır. Ve
kültürlerini yaratanlar, hürlük ve eşitliğin İnsan Hakları’ndaki yerlerini
tanıyarak zorbalıklara karşı koyacaklardır.
Sosyal hayatı, ölçüyle inceleyen ilk ilim
“iktisat”tır. İktisada yardımcı da “demografi”dir. O, nüfus değişmelerini,
üretim merkezlerinin yoğunlaşmasını inceler. İktisatla demografiye yardım eden
matematik ölçü (istatistik ve ihtimaller hesabı) bu ilimlerin araştırmasını
kesinleştirir. Sosyal hayatın gelişme ve krizleri üzerinde en çok konuşma
yetkisi duyanlar “bilgilerinin kesinliği yüzünden” bu ilimlerdir.
Klâsik iktisatta “ilk kanun” ifadesi serbest
pazarda sürüm-istek arası ters orantı idi. Liberal iktisat denen bu görüş,
olayların hiçbir dış tesir olmadan kendi zaruretlerine göre işledikleri fikrini
yerleştirdi. Ancak, liberal iktisadın dayandığı serbest pazar aynı halde
kalmadı. Milletlerarası üretim yarışmaları bir pazarın gerilemesine sebep
olunca gümrük sınırlamaları meydana çıktı. İktisat olaylarına karışan siyasi
faktör göz önüne alındı. Koruyuculuk (protectionisme), karışıcılık
(interventionisme) şekillerinde uygulanan devlet iktisadı doğdu. Klâsik iktisat
insan iradesini aşan sanki astronomik bir determinizme bağlı görülmekte idi. Bu
iktisada göre serbest yarışma kendi zaruri sonuçlarına doğru gelişecektir.
Devlet iktisadı olağanüstü zamanlarda kaçınılmaz bir tedbir olarak meydana
çıkmış ise de, iktisadi determinizmi açıklayan bir kesinliğe sahip değildi. Bu
yüzyıl başlarında “güdümlü iktisat,”[*49] fizik olaylarına olduğu gibi iktisat olaylarına da
“planlama” ile karışılabileceği temel fikrinden hareket etti. İktisadi
kanunlara astronomik tipte değil, fiziki olaylar tipinde bakılmaya başlandı.
Fakat, klâsik iktisadın ortaya koyduğu
machinisme, artık-değer olayları Marx’ın dikkatini çekti: İktisadi olaylar
kendi determinizmleriyle bütün sosyal olayları gerektirmektedirler. Bu da
başlıca kapital birikmesi ve büyük üretimin doğurduğu artık-değerle kapitalist
ve işçi sınıflarının ayrılması olaylarında kendini gösterir. Marx’a göre,
sosyal olayların altyapılarını, kapital birikmesinden doğan iktisat olayları
teşkil eder. Bu özel halden bir genelleştirme ile yalnız modern toplumda değil,
bütün toplumlar tarihinde altyapı dediği iktisadi olayların üstyapı dediği her
türlü sosyal olayı gerektirmiş olduğu sonucunu çıkardı. Ulaştığı hüküm şu idi:
Üretim araçlarındaki her değişme üstyapı olaylarında da bir değişme meydana
getirir. Bu değişme sosyal yapının evrimini değil, yeni bir yapıya geçişi, yani
devrimi doğurur. Kapitalist üretim seviyesinde, işçi sınıfının kapitalist
sınıfı tasfiye etmesiyle devir tamamlanacaktır. Marx, bu suretle ifade ettiği
sosyalizm görüşüne “ilmi” adını veriyor. Bu iktisat anlayışını ayıran esaslı
vasıf, yalnız gelecek topluma ait “ilmi öngörüş”ü değildir; aynı zamanda
iktisadi determinizmi sosyolojik determinizm haline getirmesidir. Bu bakımdan,
ilk fikrinde düzeltme yapan bazı mektuplarında altyapı ve üstyapı olayları
arasında karşılıklı etki olduğunu kabul eder. Yalnız, bu özel buluşunu şimdiki
ve tarihteki bütün toplumlara yayınca ilimden çıkmış, ideoloji yapmış oluyor.
Gerek klâsik gerek sosyalist şekillerinde
iktisat, sosyal yapıyı henüz bütün olarak görmemektedir.
Le Play, Max Weber, Tönnies, Pareto, Durkheim
ilimci olarak sosyal yapıya ait yeni cepheleri aydınlattılar. Le Play, toplumun
dayandığı temel tabiat şartlarını gördü. Weber manevi yapının iktisadi yapıya
tesirini açıkladı. Tönnies, “topluluk” ve “toplum” dediği iki sosyal tipin
özelliklerini, ikincide meydana çıkan kapitalizmin birincide niçin meydana
gelemediğini gösterdi. Pareto, toplumun az değişen derin köklerini, alojik
“tortu”ları inceledi. “Türeyiş”lerin (dérivation) ideolojiler halinde yalnız
yüzeyde kaldığını anlattı. Durkheim, sosyal olayların özel karakterini;
işbölümünün, farklılaşmanın demografik sebeplerini açıkladı. Toplumların
doğuşunda ilk zümrelerin dini hayatından değerler farklılaşmasının nasıl
meydana geldiğini izah etti. Sosyologlardan her biri kurumlar ve zümreler
sisteminin bir yarıma ait yeni açıklama getirdiler. Bu açıklamalarda belirli
şartlar içinde kalmak üzere, üretim sisteminin gelişmesinden doğan olaylara ait
Marx’ın araştırmalarının değeri olduğu görülüyor. Yalnız, bu açıklama, sosyal
yapıdaki faktörler karması içinde alınınca değerlenecek; iktisatçının
soyutlaştırılması görüşünden, yani ilim değil ideoloji halini alan görüşten
vazgeçmek gerekecektir.
Bizim kültürümüz iki unsurdan meydana gelir:
İnsani unsur, biyolojik unsur. İkincisini tabiatın yaptığı (anoia) çok eski
savaş gücü temsil eder. İnsani unsur ise planlı ve şuurlu olan ortak etkiyi
temsil eder ki onunla biz kültürü ve insanlığımızı anlarız. Birincisi olmasa
tarih geri doğru giderdi. Sosyal değerler bütününe ait üretimlere iş deriz. Bu
söylediğimize göre sosyal faaliyet aynı zamanda hem iş, hem ödevdir. Sosyal
değeri olan herhangi bir şeyi üretmek ve değiştirmek bakımından “İŞ”tir.
Toplumca[*50] verilmiş bir görevin yapılması bakımından “ÖDEV”dir.
İşbölümü yalnız yatay (ufki) değil, aynı zamanda dikeydir (şakuli); böylece bir
ödevler hiyerarşisi meydana gelir. Mertebeli işbölümünde, ödevleri belirleyen
şey işin yapılmasındaki yatkınlık (kabiliyet) ve yararlılıktır (liyakat).
Yararlık derecelerine göre ödev derecesi vardır. Atölyede yapılan çanak,
üzerine sürülen boya ve resim, heykel, şiir, melodi, nutuk, problem çözülmesi,
inanç fiili, ahlâk eylemi (kahramanlık ve cesaret), hukuki fiil, sözleşme,
cümle teşkili gibi görünüşleriyle bir kültür içinde değer üretimleridir.
Baştakilerde üstünlük görerek ötekileri ikinci plana indirmek sosyal gerçeği
bozmaktır. İş, bütün olarak ele alınan sosyal değerler üretimidir. Kapitalist
toplumda maşinizmin nispetsiz gelişmesi yüzünden teknik değerin üstün yer
alması, değerler sisteminin tam olarak görülmesini engelleyen bir sapmadır. Bu
sapışla ne tarihi ne bugünkü toplumları açıklamak kabildir. Değerler bütünü
olarak alınan toplumda artık-değeri doğuran araç-işler (iktisadi, hukuki,
siyasi) ideal-değerlerin kontrolü altına girdikçe, çağdaş toplum bu krizden
çıkacaktır. Sosyalist toplumda tüm değerler disiplin altında olduğu için,
üretimin istediği yarışma hürlüğü kaybolmaktadır. Kapitalist toplumda, ideal ve
araç-değerlerde hürlük olduğu için, araçlardaki hürlük, toplumda artık-değer
birikmesini, ekonomik eşitsizliği doğurduğu gibi, hukuk işlerini de ticaret
haline getirir. Kapitalist ve sosyalist toplumların krizi araçlarla gayelerin
ayrılmamasından ileri gelmektedir. Halbuki birçok kültür çevrelerinde ve
tarihte bu ayrılış onların normal işleyişini sağlamıştır. Sosyal iş, bir üretim
meydana getiren herhangi bir faaliyettir. Bu bakımdan küçük çiftçinin tarım
işi, tezgâh endüstrisi, büyük tarım, fabrika işi (el emeği, ustabaşılık, pratik
mühendislik, yüksek mühendislik), inşaat (mimarlık, ressamlık, heykelcilik),
dil mahsulleri (nesir sanatları, tarih, roman, şiir), musiki, opera, bale, kafa
işi (ilim, felsefe, ideoloji) birer sosyal iştir. Çünkü en kabasından en lüks
ve manevisine kadar hepsi sosyal hayata yeni bir şey katmakta, birbirini
tamamlamakta, bütün bu üretimler sistemi sosyal hayatın devamını, huzurun
gelişmesini sağlamaktadır.
İş olmak bakımından sosyal faaliyette yarışma
hürlüğü vardır. Çünkü maddi ve manevi, en çok ve en kaliteli üretim yapabilmek
için yatkınlıkların hür olarak işlemesi, tam yarışma halinde bulunması gerekir.
Vakaa ne kölelikte, ne toprak köleliğinde, ne kapital işçiliğinde bu hürlük
vardır. Ancak Batı kültüründe birçok kültürler bu safhalardan geçmemiş olduğu
gibi, gaye-değerlere ait üretimler tarih boyunca bu hürlüğü kazanma yolundadır.
Demokrasi tarihi bu hürlükler için savaşlarla doludur. Ödev (yükümlülük) olma
bakımından sosyal faaliyette disiplin vardır. Belirli işlerin karşılığı olan
ödevler toplumca bu işleri yapanlara verilmiştir. Küçük teknik üretimi yapanın
ödevi, ancak kendi ürettiği maddeyi taşımak, ustabaşının ödevi küçük üretimde
kontroldür. İşler genişledikçe ödevler büyür ve o nispette yetkiler
(compétence) yükselir. En yüksek ödevler ve yetkiler en ağır zihin ve ruh
işleri yapan kimseler elinde olacaktır. Halbuki kapitalist bir toplumda en
yüksek manevi işleri yapanlar (keşif ve icat yapanlar, yaratıcı sanatçılar,
fikir adamları) nâdir olarak[*51] karşılık yetki ve ödevlere sahiptirler. Yüksek
yetkiler çoğunda hiçbir şey üretmeyen, yahut araç-değerlerde servet biriktirmiş
veya araç-değerde çalışmış olanların elindedir. Sosyalist toplumda ise yetkiler
yalnız teknik işçilerin elinde gibi görünürse de, aslında idare edenlerin,
teknik işçiler adına hüküm sürenlerin kurduğu bir bürokrasi sınıfı elindedir.
Diktatörlere âlet olan bu sınıfın ise makineden farkı ve orada hiçbir kişi
sorumluluğu yoktur.
Yararlıklar-ödevler hiyerarşisinde her işe bir
ödev karşılık olduğu için, sorumluluk sarih olarak bütün iş dereceleri arasında
paylaşılmıştır. İşler yükseldikçe ödevler de büyür ve o nispette yetkiler
yükselir. İşleri bir yandan nevilere, öte yandan mertebelere ayırmalıdır.
Neviler bakımından işler, önce objesine göre, l) maddi iş, 2) manevi iş, diye
ayrılır. Öznesine göre, l) beden işleri (el, kol, ayak), 2) zihin işleri, 3)
kafa ve duygu işleri, diye ayrılır. Burada çeşitli üretimlerde sarf edilen
emeğin miktarı, şiddeti, sosyal bakımdan değeri, mahsulün önemi sıraya
konabilir. İşin nevilere bölünmesi için işçilerin çok ince bir yatkınlık
(kabiliyet) testine tâbi tutulmaları gerekir. Bu da aileden başlayarak bütün
öğretim yaşlarında uygulanacak meslek yöntemi incelemesiyle mümkündür. Ancak en
kuvvetli meslek yöntemleri bile işçiyi tek iş tipinde hapsedemez. Yarışmanın
verimli olabilmesi için işçinin türlü eğilim ve yatkınlıklarını aynı zamanda
geliştirmeli, bir iş dalından başkasına geçebilme gücü verilmelidir.
İşleri yarışma bakımından da derecelere ayırmak
gerekir. İşin nevi ne olursa olsun, kendi nevinde en çok, en faydalı, en yetkin
verimi meydana getiren işçi yarışmada üst dereceyi kazanır. Bu derecelenmeye
kol, kafa ve ruh yaratışına ait bütün işler girdiği gibi, her birimde verimin
sosyal değeri, sarf edilen zihin gücü, irade gücü bakımlarından yarışmaya giren
işler derecelenir. Bu derecelenmede işçinin yaratışındaki eylem (action)
değeri, yani ahlâk manevi ölçüdür; verimin sosyal faydalılığı maddi ölçüdür.
Manevi ölçüye göre işçilerin yarışmadaki eylem güçleri, 1) sevgi derecesinde,
2) gurur derecesinde, 3) umma derecesinde, 4) korkma derecesinde olabilir. İş
yarışmasında sevgi derecesi işin passion haline getirilmesi, işin iş için
yapılması demektir. Gurur derecesinde işin kamu sanısınca alkışlanmak için
yapılmasıdır. Umma derecesi, işin çıkar beklediği için yapılması, korkma
derecesi (disiplin altında) yapma zorunda olduğu için yapılmasıdır. Maddi
ölçüyle verimin sosyal faydalılığı derecelenir. Fakat burada yiyecek gibi en
yakın fayda ile konfor gibi daha uzak, zevk ve eğlence gibi en uzak faydalar
sıralandığı zaman, fikir verimlerinin yiyecek verimini yaratıcı kılmak, ruh
verimlerinin konfor verimini tamamlamak için zaruri şart olduğu düşünülünce,
maddi ölçü yanında onların önceliği göz önüne alınacaktır. Zihin ve irade
güçlerinin derecelenmesi maddi ve manevi ölçüleri tamamlayacaktır. Bu dört
çeşit yarışma derecesi arasında bazen tam uygunluk olabilir; bazen ahlâk eylemi
derecesinde en yüksek olan, sosyal faydalılıkta, zihin ve irade çabasında daha
aşağı olabilir. Sosyal iş yarışmasını derecelerken bu dört tip derecelenmeyi
aynı zamanda göz önüne almalı ve yararlılıklarla verimler arasındaki nispeti
ayarlamalıdır.
Kafa, ruh ve beden işçilerinin dereceleri bu
suretle belli olunca, onların ahlâk, zihin, irade çabaları ve verimlerinin
sosyal fayda ile orantılı birer sosyal ödevi olacaktır. Herkes bir işçidir.
Toplumda her insan köylü, beden işçisi, memur, görevli (employé), esnaf,
sanatçı, bilgin, fikir adamı olarak maddi-manevi işin birer türünde
çalışmaktadır. İş yarışındaki derecelerde –nevi ne olursa olsun– eylem, zihin,
irade gücü, sosyal faydalılık bakımından birer sıralanma yapıldığı zaman köylü,
beden işçisi, kafa işçisi, ruh işçisi en yüksek veya en küçük derecede
birleşebilirler.
Yukarıdan aşağıya doğru üst derecede işçiler,
sosyal işlerin planlanması ödev ve yetkilerine sahip olmalıdır. Üçüncü derecede
ise, toplum içinde değişim yetkisi olacak, dördüncü derecede yalnız üretim
yapacaklardır. Her derece bir üst derecenin kontrol ve denetlemesine bağlıdır.
Sosyal faaliyette işler yükseldikçe imtiyazlar arttığı, işte yükselmeyi geniş
bir yarışma sağladığı için eylem, zihin ve irade yarışmasında yüksek derecelere
çıkanların sosyal şevkleri arttıkça, yönetim, kontrol, planlama yetki ve
ödevleri de artacaktır. Üretim hürlüğünde en yüksek derecede olanlar ödevlerde
de en büyük yükümlülüğü almış olanlardır. İnsan haklarının araçlar-idealler
diye ayrıldığı bir demokratik dereceler sisteminde araç-değerlerin baskısına
yer kalmayacaktır: Çünkü iktisat, hukuk, siyaset işleri milletin düzen ve
dirliği elindedir. Sosyal düzeni sarsan eşitsizlik faktörleri ortadan
kalkmıştır. Buna karşı ideal-değerlerde tam yarışma hürlüğü yaratıcılığı
sağlayacaktır.
Sosyal hayatı ideal ve araç bütün değerlerin
disiplinsiz bırakıldığı sınırsız bir hürriyet alanı sayacak olursak, orada tam
bir sosyal Darwinizmin hüküm sürmesi gerekir. Bu ise hiçbir kültürde yoktur ve
yalnız zoolojik hayata aittir. Böyle bir durumda insan ruhu ve iradesinin rolü
kalmayacak; büyük kuvvetlerin küçükleri yok etmesini beklemek zaruri olacaktır.
Bu toplum görüşü, büyük üretim güçlerinin küçüklerini (tröst ve kartellerin
ferdi teşebbüsü, büyük endüstri milletlerinin küçük milletleri) yutan bir
iktisadi fatalizme götürecektir. Öte yandan, toplum hayatını akılla düzenlenmiş
bir plan içinde, her türlü yarışmayı kaldıran bir disiplin olarak kabul etmiş
olsak (bu planı bürokrasi düzenleyeceğine göre) sosyal işler yalnız birer ödev
gibi yapılacaktır. Oysa ki, böyle bir sistemde: 1) Malların yetkinleştirilmesi,
ucuzlatılması, kalite yükseltilmesi ancak belirli sınırlar içinde kalacaktır.
2) Böyle bir plan en yetkin şartlar altında bir kişi veya bir heyetçe
düzenlenmiş olmalıdır. İhtiyaca göre değişecek planı kuran ve uygulayan kimse
veya heyetin en doğru, en iyi hareket ettiğini kim ispat edebilir? Bu işi ele
alanların, hür bir sistemde iyi oldukları kadar kötü olmaları da mümkündür. Şu
halde kapitalist ve sosyalist sistemler İnsan Hakları Devleti’nin gerçekleşmesi
için yetmez görünmektedir. Öyle bir sistem uygulamalıdır ki (yetişkin uzmanlar
sınıfına sahip milletler bu yola girmiş bulunmaktadır), orada insanlar bütün
değerlere ait üretim işlerini gittikçe daha verimli kılabilecek bir hürlüğe
sahip olsunlar; (bu hürlük bilgi, irade ve eylem yetişkinliğine bağlıdır) fakat
aynı zamanda bu hürlük, kendi sistemini veya başka sistemleri yıpratacak bir
kör kuvvet haline gelmiş olmasın. (Uzmanlar sınıfından mahrum bir toplumda,
araç-değerlere ait mutlak hürlük için böyle bir tehlike vardır. Daha İlkçağ’da
filozoflar buna demagoji ve bundan doğan bozuk demokrasiye timokrasi
diyorlardı.)
İnsan toplumları, zaten başlangıçtan beri az
çok böyle bir gaye-araç sistemi içinde bulunmaktadırlar. En basit üretim
şekillerinde bile birlikte meyve toplarken, ava çıkarken zekâ, irade ve
kabiliyet güçlerine göre farklı mahsuller almaktadırlar. Onlarda iş
yarışmasının olmadığı iddia edilemez. Polinezya fratrilerinde zümreler arası
“potlatch”lar, maddi üretimden dini âyinlere (sanat üretimine) kadar sosyal
işlemler de yarışma esasına dayanmaktadır. Aynı zamanda bütün toplumlarda
(başlangıç şekillerinde dahi) kamunun fertler üzerinde baskısı, disiplini
olduğu için iktisadi işler belirli ödevler halini almaktadır. Şeref kazanmak
için en çok mal yağmalayanlar (bağış, ziyafet, düğün şeklinde), en üstün
potlatch verenler, yani en üstün üretim ve tüketim yapanlar, yarışma
neticesinde başa geçerek disipline hâkim olmakta ve sistemin çözülmesini
önlemektedirler: Kabilelerde başkanlığa yükseliş, başbuğ ailelerinin doğuşu,
hanedanların kuruluşu şeref kazanma yarışının sonuçlarıdır. Savaşlardaki başarı
ve şeref kazanmayı da buna katınız!
Şu kadar ki, üretimde ideal-değerler
araç-değerlerin hükmü altına girer, yarışanlardan en güçlüler, en hilekârlar
(Makyavelcilikle yükselenler) başarı kazanırlarsa sistemin normal işleyişi
bozulacak, sistem çözülecek ve sosyal Darwinizm hükmünü yapacaktır. O zaman
toplum kuvvetliler-zayıflar, ezenler-ezilenlerden ibaret iki ayrı sınıfa bölünecektir.
Böyle bir çözülmenin yakın şekilleri feodal üretişten kapitalist üretişe geçiş
sırasında görülmektedir. Kapitalist üretişte ezen kuvvet anonim bir şekil
almış,[*52] belirli fertler elinde toplanan artık-değer kapital
birikmesiyle sosyal çatışmaların en büyüğünü doğurmuştur. Yeni dünyaların
fethi,[*53] Asya’nın eski kültürlerinin yok edilmesi ve
sömürülmesi bu tahakküm şekillerinin son halkasıdır. Böyle bir toplumda liberal
iktisat kadercilikten, güdümlü iktisat kapitalistleşen sınıfın tahakküm
aracından başka bir şey olmayacaktır. Sosyalist toplumda ise, güdümlü iktisat
proletarya adına hüküm süren “yeni sınıfın,”[*54] bürokrasinin sorumsuz makine haline gelmesine sebep
olduğu için, tahakküm bu yeni sınıfı kullanan diktacıların elinde bulunacaktır.[*55] Sistem olarak hürriyetsiz eşitlik zaten üretim
yarışmasını imkânsız hale getirmiş (fikir, sanat, ahlâk hürriyetlerini ortadan
kaldırmış) ve ideal-değerler üretimi teknik üretimin hükmü altına girmiştir.
Dünya bu krizin içindedir. Kapitalist dünyada
kendi krizlerini görenler olduğu gibi, sosyalist dünyada da kendi krizlerini
görenler var. Fakat her yerde yükseköğretim ve uzmanlık çoğalmakta, demokratik
eğitim bir uzmanlar sınıfı doğurmaktadır. Bu sınıf hudutsuz hürriyetçi toplumda
politikacılarla, hudutsuz eşitçi toplumda bürokratlarla savaşacak kuvveti
kazanmaktadır. Yeni kuşaklar iki saldırıcı dünyaya karşı protesto edecek
dereceye gelecektir.[*56] Bu sınıf hudutsuz hürriyetçilik ve hudutsuz
eşitçilik tahakkümüne karşı koyacaktır. Bilgiyle, ahlâk eylemiyle silâhlanmış
olan bu sınıfın savaşı kör bir savaş değildir. Bu savaşla bilgi, eylem ve
cesaret işbaşına gelecek, her işin bir ödeve karşılık olduğu gerçek demokrasi
kurulacaktır.
Zulümlerin insanlık kadar eskisi, en yerleşmişi
olduğu için kaçınılması en gücü, bu yüzden belki de en zararlısı tolerans
yokluğudur. “Kendi fikrinde olmadığı için kardeşine zulmeden herkes bir tabiat
galatıdır.”[*57] Böyle anlaşılan toleranssızlık, zulümlerin hayvana
çok yakını, bu yüzden sökülüp atılması çok güç olduğu için, en korkuncudur. O
mutlaka elinde kuvvet olandan gelmez. En güçsüz kimseden gelebilir. Kökü
kendine güven değil, güvensizliktir. Aşırı şeklinde işkence ve kıtâl olur.
Çünkü kaynağı korkudur. Yabancı bir inancın onu zehirleyeceğini sanar. Yabancı
fikir önünde dehşetle irkilme, “zarar”ından kurtulmak için bütün kapılarını
kapama, korkusundan, şaşkınlıktan saldırma, taassubun ve toleranssızlığın
vahşetlerini doğurur. Bu vahşet köyde ve şehirde çıkabilir. Öğretmenin boynuna
yular takıp köy dolayında yalınayak gezdirebilir, yüzüne katran sürdürebilir.[*58] Pogrom’la[*59] bir mahalle halkını kılıçtan geçirebilir. İnancı
başkadır diye bir millete saldırabilir.
Bazen de sırf çıkar tasasından doğar; inançla
ilişiği kalmaz. Başkasının toprağını, kazancını zorla almak için kuvvetin
saldırışı olur. Bu şeklinde zulüm taassuptan gelmez. Hatta, garip bir tolerans
maskesiyle örtünür. Bütün kaynaklar eline geçtikten sonra herkesi hür bırakır.
Çünkü bu cılız inançların hiçbir tesirsi kalmamıştır. Tarlasını, maden
kuyusunu, tezgâhını kaybetmiş olan çıplak sürülerin inancından ne zarar gelir?
Bırakınız onlar kendi âdetleri içinde kalsınlar, kimse kimseye karışmasın!..
Bir kelime daha: Öyle kalmaları en elverişli değil midir? Mümkün olsa onları
geri âdetlerine bağlamalı, ta ki oradan bir adım kımıldayamasınlar. Ama ne
hacet, zaten kımıldama gücünde değildirler. “Bırakınız, istediklerine
inansınlar!” demek, “Sakın yerinizden kıpırdamayın!” demekten daha iyi bağlamaz
mı? Yok edici böyle bir toleransla toleranssızlığın en şiddetlisinden hangisi
daha tehlikelidir?.. Biliniz ki, fanatizmin sayısız kötülüğü varsa da, tolerans
maskesi altındaki zulmün yanında hafif kalır.
Bu iki işkence şekli bir yerde birleşebilir.
Bir yandan çıkar için yapmadığını bırakmaz ve ilkel inançları başıboş
bırakırken, bir yandan kudretli bir fikir önünde cin görmüş vahşi gibi
titremeye ve korkudan saldırmaya başlar. Korkunun en son silâhı, kaçamayınca
saldırmaktır.
Son
Her şeyde bir mihver arayınız! Yıldızları
birbirine çarptırmamak için tabiat, güneşi başkanlığa seçti. Değirmenci birçok
arklardan gelen suyun kuvvetini dağıtmamak için onları bir mihver etrafında
topladı. İsterse âlemin gidişi insandan habersiz olsun; isterse tabiatın
kanunları insanı hiç de hesaba katmadan sürüp gitsin. Madem eşya ile bin türlü
ilişkilerimizde hedef yalnız kendi varlığımızdır, öyleyse niçin âlemin
kanunları bizi kendi varlığımıza ve hedefi yalnız kendi varlığımız olan
hareketlere bir mihver koymaktan alıkoysun? Biz olsak da olmasak da tabiat
istediği gibi işleyedursun. Cemiyet kendi kaderine bağlı[186] bir kuvvet olsun ve kütlenin kanunları bir çığ gibi
insanların üzerinden geçedursun, fakat onların vücudu gibi, bizim varlığımız da
bir gerçektir. Biz olmasaydık âlemin birliği başka türlü olacaktı. Fakat biz
var olduğumuz için birlik ancak bizim âlemi tamamlamamızla mümkündür. Tabiatta,
hayatta, cemiyette ve ruhta türlü türlü cilvelerle görünen birlik, yalnız bizde
bütün tecellilerini (görüntülerini) toplar. Çünkü bizde hem cansız tabiat, hem
canlı varlık, hem inanış ve fiil halinde kütle, nihayet hem de ihtiras ve sevgi
halinde ruhun iktidarı vardır. Biz başlı başına küçük bir âlem, âlemin bir
nüshası ve bir aynası, elbette eşyanın ve hâdiselerin mihrakıyız.
Çiçeğin rengi bizim içindir, bülbülün sesi
bizim içindir ve âlimlerin kitaplarında feleğin devri bizim içindir. Elbet biz
olmasak yine çiçeğin rengi ve bülbülün sesi olacak. Fakat madem ki biz varız ve
bir ayna gibi âlemi içimizde aksettirerek, bir örümcek gibi onu ağında yeniden
kurarak, avını arayan bir kaplan gibi fasılasız onu izleyerek ardından koşan
biz varız; öyleyse âlem ancak bizimle tamam olur. Bu birlik bizimle kurulur,
hareketler ve hâdiseler bizim etrafımızda dalga dalga bestelenir. Botanik
bilgini istediği kadar çiçeklerin bir türe ve bir cinse girmek için varlığa
geldiğini dâva etsin, çileği armut ağacıyla, menekşeyi meşeyle bir sınıfa
koymak istesin; fakat sanatçının bahçesinde menekşeler daima koklanmak ve
sevilmek için yetiştirilecektir. Cemiyetler ve kütleler hangi fatal kanunların
cenderesi altında bulunsa, yine onların manası atımıza meydan olmasındadır.
Ruhumuzun büyük hamlelerinde, hakikat aşkı için yaptığımız savaşa temel
olmasındadır. Muhammed’in cemiyeti, Sokrates’in cemiyeti ve Gandhi’nin,
Rousseau’nun, İsa’nın cemiyeti ne kadar birbirinden uzak ve birbirine yabancıdır!
Vahşi kabileleri ve kast uçurumları, Afrika klanları ve XIV. Louis sarayı,
esirler ülkesi ve demokrat insanların sitesi büyüklüğü, yoğunluğu, uygarlığı,
teknik araçları o kadar birbirinden uzak olan kaç türlü cemiyet içinde hep aynı
ihtirasın kudreti, aynı ruhun hamlesi ne büyük hareketler yapmıştır! Çünkü
âlemin mihrakı insandır. Ve onun uyandığı günden beri birlik ancak âlemin
onunla tamam olmasındadır.
Ruhun yaratış gücü fiilde gerçekleşir; hareket
haline geçer; bir radyo istasyonunda etrafa yayılan dalgalar gibi insanlara,
kütlelere ve cemiyetlere yayılır. Ruhun iktidarı bizi âlemle bir kılar; birliğe
ulaştırır; kendini her şeyde ve her şeyi kendinde bulur; eşyanın gölgesi, gizli
bir âlem, kapılarını dünyaya kapamış yalnızlık diyarı olmaktan kurtulur; ruhun
iktidarı her yer ve her zaman için geçer bir güç olur. O vakit, ondan çıkan
fiiller yalnız kendisi için, kendi hesabına, bir yere ve bir zamana göre değil,
her yere göre ve her zaman içindir. Öyleyse bütün fiiller ruh içindir ve ruh
bütün fiiller ve bütün insanlar içindir. İşte insanın mihveri üzerinde âlemi
kuran bu fiili güç, eylemin gücü, kütleleri kendine bağlayan, cemiyetleri
ardından sürükleyen, insanlara yeni ufuklar açan bir iktidardır. Tabiatın
sarsılmaz kanunları elinde bir demir çark gibi işleyen cemiyetler, ancak ruhun
iktidarı ve ahlâkın atmosfer[187] gibi mücadelesiz yayılan kudretiyle yerlerinden
kımıldamış, şeklini değiştirmiş ve yeni kalıplar içinde dökülmüşlerdir. Nice
saltanatlar yıkıldı. Nice köle kütleleri zâlim sitelerin akınları altında
ezildi; fakat yalnız İsa esirlerin kalbine ateş vererek, Roma’nın enkazı
üzerinden bir tufan gibi geçerek yeni devre doğru cemiyetleri harekete getirdi.
Cemiyetleri yerinden kımıldatıp insan
kütlelerini büyük maksatlar ardından koşturan, eski medeniyetlerin enkazı
üzerinde yeni insanlar doğuran ahlâkın iktidarı, ihtilâlsiz ve teşkilâtsız,
fakat hakiki siyasettir. İsa bir devlet adamı gibi söylüyordu. Muhammed bir
devlet adamı gibi hareket ediyordu. Gandhi kılıçsız siyaset yapıyordu. Ahlâka
dayanmadan dünyayı fethe kalkanların nam ve nişanı kalmamıştır; zekâ ve
şeytanlıkla hükûmet kurmak isteyenlerin binaları kendilerinden önce
yıkılmıştır. Hakiki siyaset yalnız ahlâkın siyasetidir: Eğer siyaset deyince
dünyaya yeni bir fikirle gelmek ve kütlelere onu kabul ettirmek için güç sahibi
olmak anlaşılıyorsa, elbette biricik siyaset ahlâk mücahitlerinin ve
idealcilerin siyasetidir. Ruhun iktidarı olgunlaşıp taşmaya başladığı zaman
ahlâk olur; ve ahlâkın kudreti kütleleri hükmü altına alıp cemiyetlere yeni
hedefler verdiği zaman siyaset olur. Ruh ancak ahlâk ile fiile geçer ve ahlâk
siyaset ile tamamlanır.
Siyaset, yoktan var etmek, olmayan şeyi meydana
çıkarmak, yıkıp baştan kurmak ve ihtilâl yapmak değildir: Eski İran’ı yıkan
Mazdek, İslâmiyet’in yayıldığı bir harabeden başka bir şey bırakmadı.
Anarşistler daima yıkıp asla yeni bir şey yapmadılar.
Siyaset, gökten sofra beklemek; her şeyin vakti
gelince kendiliğinden olacağını ilân etmek değildir. Âleme birçok şey vaat edip
sonunda hiçbir şey yapmamak, insanı miskince boynu bükük beklemeye alıştırmak
değildir. Cennet bekleyenler ve mutluluğun ayaklarına geleceğini sananlar,
sosyal demokratlar bu gaflet içinde siyaset yaptıklarını farz ederken yerinde
saymaya mahkûm olan çaresizlerdir.
Siyaset yalnız gizli kuvvetleri aydınlığa
çıkarmak, pas tutmuş olan cilalı yüzü temizleyerek içimizdeki gücü
kanatlandırmaktır. Karanlığa ışık tutmak, uyuyan kuvvetlere şuur vermektir.
Eşyanın üzerindeki örtüyü kaldırıp hakiki düzenini göstermektedir.
Vehimler, kuruntular ve hayaletlerden
kurtularak eşya ile karşı karşıya gelmek, kütlenin ve hayatın kör kuvveti
üstünde aklın gücünü ve ahlâk saltanatını kurarak vakaların akışına uygun yola
doğru atını kırbaçlamak, akıntıya kürek çekmemek, kör dövüşüne girmemektir.
Siyaset, hakikat önünde gözünü dört açmak, ruhun büyük eserini kör dalgalar
altında çiğnenmeye bırakmamaktır.
Gerçek siyaset yalnız ahlâka ve hakiki ahlâk
yalnız ruh ve beden kudretine dayanacaktır. Bu sebepten, siyasetin düsturu
zafer değil, fakat aşktır. “Er geç muzaffer ol da nasıl olursan ol!” diyen,
zafere ulaşmak için ahlâkı çiğneyecek ve ahlâkı çiğneyen ruhun kudretinden,
ideal-değerler yolundan mahrum olacaktır. O zaman siyaset bir fikir dâvası ve
bir insanlık cihadı değil, bir bezirgân dolabı ve bir eşkıya tuzağı haline
gelecektir. Düsturu zafer olan ona ulaşınca kaybetmemek için korkacak,
ulaşamayınca onu elde edemediği için korkacak, fakat daima korkular ve vehimler
içinde kalacaktır. Düsturu zafer olan, yarım kalmış teşebbüsleri ve neticesiz
kurbanları gördüğü zaman hayal kırıklığına uğrayacak ve yolundan dönecektir.
Fakat düsturu aşk olan asla korku bilmeyecek; cüreti zafer için değil, fakat
aşk için yapacak, kurbanı zafer için değil, aşk için verecek, teşebbüsü
kırılınca asla yeise düşmeyecek, cihadından hiçbir kazanç ve hiçbir netice
beklemeyecek, her dâvadan sonra yeni baştan yola çıkmak şevkini saklayacak,
düsturu aşk olan zafer beklemediği halde zafere ulaşacaktır. Hakikati görmek
eksik gerçeğin ideal-değerler için yola çıkması demektir. Tabiatın kör
kuvvetini ruhun kudretiyle tamamlamak, yaratışın çirkin çamurundan ihtiras ve
aşk ile en güzel heykeli meydana çıkarmaktır. Noksanlığı görmek, kemâle inanmak
demektir. Ruhun çabalarıyla olgunluğa ulaşmanın mümkün olduğunu kabul etmektir.
Her şeyin eğitimle ve eğitimden doğduğunu iddia etmek; hayal kurucu iyimser
gibi son menzile ulaştığını zannetmemek ve kara fikirli kaderci gibi bataklığın
içinde saplanıp kalmamaktır. Madem ruhun bütün kudreti cehitte ve
ideal-değerler aşkındadır ve madem eksiği görmek olgunluğa inanmak demektir,
öyleyse insan ceht ile, ihtiras ile, aşk ile tabiata düzen verme ve eksik
gerçeği ideale götürme, eksik binanın çatısını kurma gücündedir. Cehtetmek ve
kendi kendisini inşa etmek önce temeli görmekte, zaafları ve noksanlarını
şerhetmektedir. Bu sebepten eğitimin ilk işi mevhumelerden kurtulmak; ikinci
işi, noksan ve çirkin gerçeği görmek; üçüncü işi, kaderciliğe kul olmayarak
kurtuluş için cehtetmek; dördüncü işi, her çabayla ideal-değerlere biraz daha yaklaşarak
ruhun bütün kudretinin kemâl şevkinde, ihtirasta ve aşkta olduğunu görmektir.
Öylesine ki eğitimin gayesi ruhu zincirlerinden kurtarmak ve ona yön vermektir;
ruhun kurtuluşu noksanlığı görmek ve hakikat için şevk duymaktır. Şu halde
eğitim bu dört dereceli çabayla hedefine ulaşmıştır.
Her insanın hayatında bu dört dereceden
geçilir. Herkes kendi çabasıyla bu dört mertebeyi aşıp ruhun kurtuluşuna
ulaşabilir. İşte biz, eğitimin kurduğu kendi kendisiyle savaş ve eksikliğine
karşı çaba merdivenine “mertebeler” diyoruz. Mertebeler her insan içindir; her
cemiyet içindir ve bitmeyen tarih boyunca bütün insanlık içindir. Birinci
mertebe korku, ikinci mertebe ümit, üçüncü mertebe gurur, dördüncü mertebe aşk
mertebesidir. Bir insan kendi cehitleriyle mertebeleri aşabileceği gibi, her
nesil devlet eğitimiyle bütün mertebelerden geçebilir. Ve insanlık vahşi
cemiyetlerden büyük medeniyetlere kadar bu mertebeleri safha safha geçmiştir.
Büyücü medeniyetleri korku ahlâkında, akıl dinleri ümit ahlâkında, saltanatlar ve
mutlakıyetler gurur ahlâkında, milletler ve milletlerarası cemiyetler aşk
ahlâkındadır. Çocuk korku ahlâkında, ikinci gençlik ümit ahlâkında, delikanlı
gurur ahlâkında ve yetişkin insan aşk ahlâkındadır. Her cemiyette kütleler
kendiliğinden mertebelere ayrılır: Halk, vatandaş, vatansever, insani
vatansever, her türlü sosyal sınıfların perdesi altında her zaman birbirinden
ayrılmıştır. Görmek, bu perdeyi kaldırarak altındaki mertebeleri keşfetmek
demektir.
İnsanlık, mertebeleri ruhun yükselmesiyle aştı;
ruhun yükselmesi ise cemiyetle uzviyetin karşılıklı tesirinden doğdu. Her
nerede bu tesir daha kuvvetli ise, çarpışma daha derinse, orada ruhun yükselişi
daha büyük, daha canlıdır. Bu yüzden, cemiyetin baskısı ile uzviyetin tepkileri
arttığı zaman şuur fiilleri gelişmeye başlar ve mertebeler kendiliğinden
kurulur. Çok gelişmiş bir cemiyette eğer devlet mertebeler temeli üzerine
kurulmuşsa ferdin eğitimini o esasa göre hazırlamak ve onu bütün mertebelerden
geçirerek aşk ahlâkına getirmek kabil olur. Şu kadar var ki, mertebelerin
geçilmesi yalnız “dıştan eğitim” yoluyla değil, fakat daha ziyade “içten
eğitim” ile mümkündür. Zira cemiyetin baskısı ne kadar büyük olursa olsun, aşk
ahlâkına ulaşmak demek, muhtar kişilik kazanmak ve ruhun kurtuluşuna varmak
demektir. En fazla özellik ve uzmanlık kazanarak, orijinal ve yaratıcı olmak
demektir. Bu ise ancak yarışmalarla mümkündür. Mertebeleri aşmak ve gayeye
ulaşmak için herkesin birbirini aşmak istemesi gerekir. İhtiras ve cüret
bakımından, hakikat ve iş sevgisinde, feragat ve fedayı nefs dâvasında en büyük
hürriyetle yarışmaya girmek ve herkesi geçmek için en fazla cehit sarf etmek,
sonunda insanı aşk ahlâkına götürecektir.
Mertebeler devletinde herkes en çok hürlükle
işini yapar; fakat en çok disiplinle vazifesini görür. Yani her kişinin bir işi
ve bir vazifesi vardır. İşi o kimsenin insanlık için sarf ettiği maddi ve
manevi gayrettir. Herkes bir işçidir; ve her işçi en olgun ve en güzel eseri
vermek için başka işçilerle yarışa girmekte hürdür. Bu yarışma onu iş ihtirasına
ve hakikat aşkına götürecektir. Fakat herkes aynı zamanda bir vazife sahibidir;
çünkü cemiyetin bir parçası ve devletin bir unsurudur. Vazife, kanun
karşısındaki yükümlülüktür. Fertliğin ortak kararlar önünde silinmesidir. İş
kazanılır, vazife yüklenilir. İnsan, iradesiyle ve çabasıyla hürriyete ve
yarışmada mertebeleri aşarak aşk ahlâkına yükselir. Vazife ise ona ancak
mertebesi nispetinde bağışlanır. Bir mertebeler devletinde kanun, vazifeleri
mertebelere göre tâyin eder. En büyük sorumluluk ve en ağır vazife aşk
ahlâkında olanlara verilir. Ve mertebelerden inildikçe vazifeler daha küçük,
daha ehemmiyetsiz olmaya başlar. O suretle ki devletin ve yönetimin yükleri
yukarıdan aşağı gidilmek ve bir mertebeden ötekine doğru azalmak üzere
dağılmıştır. İşinde yükselen vazifede de yükselecektir. İşinde geri kalan
vazifede de geri kalacaktır. Vazife bir yükümlülük ve disiplin gücü olmakla
beraber onu elde etmek insanın kendi çabasına bağlıdır.
Mertebeler devletinin gayesi, iş hürriyeti ve
çaba yarışması ile insanları birbirini aşmaya ve üstün değerler için yükselmeye
sevk etmektir. Ve bu yoldan cemiyeti, erginliğe ulaşmış insanların eline
vermek, adaleti onlarla takip etmek, sorumluluğu tam veya yarım anlamış veya
hiç anlamamış insanlara göre vazifeleri eşit olmayarak bölmek; nihayet yine aşk
ahlâkına yükselenlerle toplu ve disiplinli bir mertebeler eğitimi vermek;
kütleye ağır ağır şuur kazandırarak onları cehde, ihtirasa ve bir mertebeden
üst mertebeye geçme bakımından yarışmaya hazırlamaktır.
Mertebeler devleti iş hürriyetiyle insanlığa,
vazife disipliniyle vatana karşı borcunu ödeyecektir. Mertebeler devleti bir
yandan hâkimiyeti (buyrukluğu) kuracak ve eşitliğe doğru götüren cemiyet
eğitimini hazırlayacaktır. İş hürriyeti teknik, fikir, ahlâk ve sanat gelişmesini
temin edecek, vazife disiplini kanunları tatbik, devleti idare ve maddi
ihtiyaçları tedarik bakımından adaletle hareket edilmesini sağlayacaktır.
Halbuki liberal bir devlette işler ve vazifeler bu tarzda ayrılmadığı gibi bir
insanda iş ve vazife de birleşmemiştir. Denebilir ki, orada her şey iştir. Ve
vazife bile yarışmaya ve hürriyete elverişli bir nevi kazançtır. Doktorluk,
öğreticilik, hukukçuluk, tıpkı tüccarlık ve mühendislik gibi bir vazife değil
fakat hür bir iş ve meslektir. Mertebeler sisteminde ise bütün insanlar birer
vazife ile cemiyete bağlıdır; fakat o, vazife cinsinden veya başka cinsten
birer de işe sahiptir. Kazanmak, maddi ihtiyacı temin maksadıyla olup, bu ise
içtimai bir vazifedir. Bu yüzden işlerde kazanç için değil fakat yalnız cemiyete
en büyük mahsulü verme bakımından hürriyet ve yarışma vardır.
Komünist bir devlette işler ve vazifeler diye
bir bölünüş yoktur. Orada her iş bir vazifedir ve her vazife bir yükümlülük ve
zarurettir. Ferdin iş bakımından muhtarlığı ve yarışma hürlüğü mevcut değildir.
Orada devleti idare etmek, kanunu tatbik etmek ve maddi ihtiyacı hazırlamak
nasıl birer vazife ise; teknik, fikir ve sanat işleri de yine öyle birer
vazifedir. İş ve vazife aynı olduğuna göre en büyük güç en ağır işi yapanın
elindedir. Yani eserin ve ruhi mahsulün değil, fakat sarf edilen emek ve
zahmetin değeri vardır. İşçi cemiyetin hâkimidir. Vazife ona göre ve onun
tarafından bölünecektir.
Komünist devlette iş bakımından yarışma ve
hürlük olmadığı, kişilerin özel yaratış gücüne değer verilmediği için
mertebeleri kurmak ve aşağı mertebelerden yukarıya doğru yükselmek imkânsızdır.
Ve yine iş hürriyeti olmadığı için sanat, fikir ve ahlâk yarışmasıyla büyük
eserlerin ve orijinal yaratışların (hele manevi alanda) doğması çok güç
olacaktır. En sonra cemiyete tek fikri, tek sanatı ve tek görüşü cebirle hâkim
kılmak isteyince, eski çağlar gibi derin taassup (fanatizm) içine yeniden
düşülecektir.
Liberal devletlerin zaruri âkıbeti iktisadi ve
siyasi yarışmalar içinde sınıf tahakkümüne düşen bir anarşizmdir. Bugünün
devletleri bu iki zıt yöne doğru gittikçe birbirinden ayrılmaktadır. Mutlak
yarışmaya giden liberal demokrat devletlerin en canlı misâlini Amerika Birleşik
Devletleri’nde ve mutlak hürriyetsizliğe giden devletlerin misâlini de Sovyetler
Birliği’nde görüyoruz. Bu iki tip gerçekten birbirinin zıddıdır. Birinde yalnız
iş hürriyeti, ötekinde yalnız vazife disiplini hâkimdir. Amerika’da iş
hürriyeti günün birinde, iktisadi ve siyasi tahakkümlere ulaşacak; Rusya’da
hürriyetsizlik fikir, sanat ve ahlâk hareketlerini durdurarak yeni bir ortaçağa
zemin hazırlayacaktır. Ben derim ki, insanlığın ilerisi bu iki istikametten
birinde değildir. Fakat işle vazifeyi, hürriyetle disiplini, fertle cemiyeti,
vatanla insaniyeti birleştiren mertebeler devletindedir. Ancak mertebeler
devletiyledir ki birbirini boğazlayarak bir kurt sürüsü haline gelen
ihtirasların kuvvetini yüksek bir hedefle toplamaya ve ferdin gelişmesini
durduran bir cendere halindeki cemiyeti, hür kişiliklerin ortak iradesine
bağlamaya imkân olacaktır.
Açıklamalar
Giriş
1 – İnsan zincirler içinde uyanır. Fakat kendi
çabalarıyla birer birer bu zincirleri kırarak hürriyetini kazanır.
Kitabın hareket noktası olan bu fikri açıklamak
için, bu konuda en eski görüşlere kadar inmemiz gerekir: a) Kaderci görüş
insanı devamlı olarak zincirler içinde kabul eder. İradesi kaderin
zincirleriyle bağlıdır. İslâm’da Cebriyye, Hıristiyanlıkta Kalvinizm, başlıca
Jansenizm bu görüşü temsil ederler. Bossuet’ye göre tarih önceden çizilmiş bir
kaderin (prédestination) gerçekleşmesinden ibarettir. Pascal’ın düşüncesi aynı
tesir altında gelişti. O yalnız düşüncenin kendi sonsuzu ve inceliği ile bu
kaderin önünde ayrı bir yeri olduğunu söyler: “İnsan bir kamıştan, fakat
düşünen bir kamıştan ibarettir!” O, bütün varlık gibi kadere boyun eğer, fakat
düşüncesi onu ayrı bir âlem yapar. Pascal’ın fikirlerindeki incelik onu “kader
zinciri” görüşünden kurtarmamıştır. İslâm dünyasında bu kaderci anlayışın
karşısında, onun tam zıddı olan hürriyetçi bir anlayış vardır ki, önce Kaderiyye
sonra Mutezile diye tanınan mesleklerce temsil edilmektedir. Onlara göre Allah
insanlara iyilik ve kötülükten birini seçebilsinler ve hareketlerinden sorumlu
olsunlar diye hürriyet vermiştir. Hürriyeti Allah yaratmıştır, fakat insan buna
sahip olduğundan dolayı –bütün varlıklardan ayrılarak– sorumludur. Öyleyse
insanın hürlüğü yine Allah’ın “takdiri”nin eseridir. Eşariler bu hürriyetin
insanda doğurtulmamış, ancak Allah tarafından ilâhi bir “feyz” olarak verilmiş
olduğunu söylerler (Tefviz). Madem her şeyi yaratan Allah’tır, küçük bir
çocuğun sorumluluğu yoktur. Âhirette cezalandırılanı da Allah isteseydi iyi
yapabilirdi. Rasyonalist bir görüş içinde insanın kötülüğünden dolayı
cezalandırılmaması gerekir. Hürriyet ancak Allah’ın bir feyzi olabilir. Onun
neden cezalandırdığını ve ödüllendirdiğini bilemeyiz. Allah’ın hikmetinden
sorulamaz. Bu imancı görüş de meseleyi çözmekten uzaktır. Çünkü cûzi irade[188] artık bir gölgeden ibaret kalıyor. Onu ancak içtimai
adalet için bir hipotez olarak kabul edebiliriz. Fakat öyle bir hürriyetin
metafizik hiçbir değeri kalmayacaktır.
Sûfiler insanın hürlüğünü Allah’ın külli
iradesinin kabulü şeklinde açıklarlar. Onlara göre cûzi irade aldatıcıdır.
Hakiki hürriyet ancak mutlak varlığın şuurundan ibarettir. Her şey mutlak ve
tek varlığın tecellisidir. İnsan da onun tecellisidir. Bu anlamda insan
Allah’ın sonsuz sıfatlarının mazharı, yani zuhur ettiği yerdir. Tarikat eğitimi
müritten bu “aldatıcı” hürriyeti alarak onun yerine “hakiki” hürriyeti verir.
“Şeyhe iradesini teslim” ile başlayan bu tasavvufi eğitimde hakiki hürriyet
“mutlak varlık”la insan arasında karşılıklı sevgi sayesinde[189] kazanılır. Sûfi maddeye, uzviyete, siyasete ait
bütün determinasyonların baskısından ancak mutlak varlıkla karşılıklı sevgi,
Allah’la birleşme yardımlıyla kurtulur. Başka deyişle, bu, külli iradeyi kendi
nefsinde yaşayarak hakiki sorumluluk duygusuna erişmeyi ifade eder. “Vahdet-i
vücud” teorisi bu suretle ilâhi takdir ile anarşik ferdi hürlüğün zıtlığından
ve hipotetik hürlük görüşünden kurtulmuştur. Plotinus’tan mülhem olan bu görüş
Platon ve Hıristiyanlıktaki iki zıt düşünceyi mutlak varlıkta
birleştirmektedir. Platon’a göre sevgi, insandan ideal âleme doğru yükselir ve
kökü ilâhi olan Eros’tadır. Hıristiyanlıkta ise Agapé, yani Allah’tan insana
doğru inen sevgidir. Aziz Augustinus bu iki sevgiyi (caritas, charité; şefkat
veya ihsan) Allah’ta bütün insanları sevme şeklinde birleştirmektedir. Tasavvuf
ise buna daha kesin şeklini verir. Mutlak varlıkla insan arasında karşılıklı
sevgi hakiki şuur ve hürriyetin anahtarıdır.
Bununla birlikte tasavvuf insanla mutlak
varlığın ilişiğini bütünle parça ilişiğine bağladığı için Allah’tan insana,
insandan tekrar Allah’a giden kapalı bir kavse ulaşmaktadır. Buna türlü
vesilelerle Hak-Halk kavsi, Bâtın-Zâhir kavsi, Vücub-İmkân kavsi deniyor. Bu
kavisler mutlak varlıkla “âlem” ve “insan” ilişiğini içinden çıkılmaz sürekli
bir devir, kapalı bir sisteme koymakta ve düşünceyi durdurmaktadır. Bundan dolayı
teolojinin en buhranlı sorusunu geniş bir tarzda çözdüğünü iddia eden “vahdet-i
vücud,” hakikatte, bu içinden çıkılmaz kavisler teorisiyle düşünce yerine
hayreti koymaktadır.
Fikir tarihinde insanın hürlüğü dolayısıyla
atılan en mühim adım J.J. Rousseau’ya aittir. Ona göre insan hürriyet içinde
doğar. Sonradan cemiyetin zincirlerine girerek bu hürriyetini kaybeder (Sosyal
Sözleşme). Allah’ın elinde her şey iyi olarak yaratılır, sonradan cemiyetin ve
yapma hayatın elinde kötüleşir (Emile). İnsanın altın çağı asli hürlük, iyilik
ve mâsumluktur. Kötü olan, suni cemiyet bağlarıdır. Onlar insanı asli
saflığından uzaklaştırmıştır. İçten (implicite) bir sözleşme ile, bu yapma
hayatın baskıları gevşedikçe asli hürlüğümüze dönebiliriz. Rousseau’daki asli mâsumluk
görüşünün kökleri Kiniklerdedir. Her iki görüş Hıristiyanlığın “asli günah”
(péché originel) anlayışı ile esaslı surette sarsılmıştı. Rousseau onlara
modern demokrasilerin temeli olacak gibi yeni bir şekil verdi.
Şu kadar var ki, Rousseau’nun –Kiniklerden
mülhem– yapma (artificiel) cemiyet görüşü gerçeğe uymamaktadır. Tarihte ve
bugün her yerde cemiyetle karşılaşıyoruz: İnsanın cemiyet dışında yaşadığı bir
devir tamamen farazidir.
Bundan dolayı cemiyet hayatına hiçbir suretle
“yapma” diyemeyiz.
İlk defa obskürantistler Comte de Bonald ve J.
de Maistre, sosyal hayatın tabii varlık olduğunda ısrar ederek, yalnız
Rousseau’ya değil bütün ideologlara hücum ettiler. Böylece içtimai gerçek
üzerine dikkatin çekilmesi cemiyet ilmini hazırladı. Montesquieu sosyal hayatta
tabiat kanunları nevinden kanunların hâkim olduğunu söylüyordu. Saint Simon bu
görüşü kuvvetlendirecek deliller getirdi. Fakat başlıca Auguste Comte ve Le
Play’den beri sosyal gerçek cemiyet ilminin sarih konusu haline geldi. Durkheim
ve hemen bütün sosyologlara göre, insan cemiyet içinde doğar ve gelişir. Yeni
doğan çocuk henüz şekilsiz ve cemiyet-dışı bir varlıktır. Ona kişiliğini ve
hürlüğünü, kişiliğe ait bütün güçlerini veren cemiyettir. Zamanımızda bu
sosyolojik görüş Rousseau felsefesinin tam zıddı olarak gelişmektedir.
Fakat psikolojinin kişilik ve karaktere ait
tetkikleri sosyolojiyi desteklemiyor. İkincisine göre cemiyetin mahsulü olan
kişilik ve hürriyetin, birincisine göre bağımsız bir gelişme yolu vardır. Hatta
daha ileri giderek, sosyoloji nasıl insan ruhuna ait her ne varsa cemiyetle
açıklamaya çalışıyorsa, psikoloji de cemiyette her ne varsa onu insan ruhunun
gelişmesi ile açıklamaktadır. Böylece iki ilim, zamanımızda aynı konunun iki
zıt yönde açıklanmasına girdikleri için araştırma alanlarını ayıramıyor ve
sürekli çatışma halinde bulunuyorlar. Felsefi doktrinler arasındaki çatışmanın
yerini şimdi, aynı objektif metodu kullanmak iddiasıyla iki ilim arasındaki
çatışma almıştır. Bu antinominin içinden nasıl çıkmalı?
Bize göre –ki bunu bu eserden önce Veraset ve
Cemiyet,[190] Cemiyet ve Marazî Şuur,[191] Umumi Ruhiyat[192] adlı kitaplarımızda anlatmaya çalışmıştık– insanda
biri cemiyete, öteki ferde ait iki ayrı alan yoktur. İnsan bir manzarası ile
sosyolojinin, bir manzarası ile psikolojinin inceleme konusudur. Şu kadar var
ki, insana ait hâdiseleri tetkik ederken başlangıç olaylardan işe girerek şuur
ve kurumlaşmaları üç sıraya dizebiliriz: 1) Organik şuur, 2) sosyal şuur, 3)
kişilik şuuru. Bunlarda sosyal kurumları merkez olarak aldığımıza göre
birincisine, presosyal, ikincisine sosyal, üçüncüsüne hipersosyal diyebiliriz.
Henüz kurumlaşmamış[193] olan insanın organik hayatı birincisine girer.
Burada objektif kurumlarla organizma arasında çatışma ve intibak süresi meydana
çıkar. Türlü kültür çevrelerinde ayrı manzaralar alan bu çatışma çocukluktan
olgunluğa doğru her birinde süresi değişmek üzere, bir ruhi dönüş (conversion)
süreci[194] doğurur. İşte kültür çevrelerine göre ayrı
manzaraları olan kişiliğin ve ruhi bütünlüğün kazanılmasından ibaret bu üçüncü
devreye hipersosyal diyoruz. Bu fark kültür çevreleri arasında olduğu kadar
tarihi çağlar arasında da görülebilir. Artık hürlük ve kişiliğin
kazanılmasından ibaret olan bu üçüncü devreyi sosyolojik araştırmalara
bağlayamayız: O, cemiyetin sırf kompleksleşmesi neticesi değildir. Organik ve
sosyal gerçeklikler arasındaki çatışmanın mahsulü olan yeni gerçek, üstün
dereceden hipersosyal ruhi gerçektir. Bu 1 no’lu açıklamanın başında işaret
ettiğimiz gibi. İnsan sosyal baskı ve organik ilcalar içerisinde doğar. Bu iki
gerçek arasındaki çatışma insanda içe katlanma sürecini meydana getirdikten
sonra, gerek organik gerek sosyal şuurdan farklı üstün ruhi realiteyi, kişiliği
ve hürriyeti yaratır. Bu görüş tarzına göre, Rousseau’nun açıklamasını kabul
edemeyeceğimiz gibi, sosyoloji ve psikolojinin klâsik açıklamalarına da
katılmayacağız. Üstün ruhi realite, bu çatışmaların, intibaksızlıkların, tekrar
intibak denemelerinin sonunda meydana gelen kişiliğe ait sentezdir. Bunun için
de, onun kendi çabalarıyla zincirlerini kırarak hürriyetini kazandığını
söylüyoruz.
2 – Kişilik ve ihtiras: Her cemiyet içinde
erken veya geç, aşağı veya yüksek dereceden kişilikler gelişir ve cemiyetler
otomatizmlerle, kişidışı kaidelerle, örf ve âdetlerle değil, onlara hâkim olan
kişilerle evrim kazanır. Bundan dolayı Aşk Ahlâkı’nın temeli olarak kişiliğin
nasıl meydana çıktığını tahlil etmeliyiz.
Bir insanın kişilik kazanması, cemiyet içinde
içsellik (intériorité) kazanarak cemiyete aktif bir surette yeniden intibak
etmesi demektir. Şu halde kişiliğin kuruluşunda üç safha vardır: 1)
Organizma-cemiyet çatışmasından önce ilk intibak şekilleri; 2) içleşme,
içedönme (introversion) ve intibaksızlık; 3) aktif intibak çabaları ve
kişiliğin kuruluşu. Kültür çevrelerine göre, bu safhaların süresi, şiddeti
değişir. Bazılarında her üç safha birbiri ardından gelir. Bazılarında üçüncü
safha çok gecikir ve nâdir olarak gerçekleşir. Aynı şeyi tarihi çağlar için de
söyleyebiliriz.
Kişilik, ruhun üç yetisinin paralel gelişmesine
imkân verir: İhtiras, zekâ, irade. Bu paralel gelişmeyi sağlayan ve bütün ruhi
hayatın belkemiği görevini gören “meleke”dir (habitude). O, dikkatin aydın
şuura çevrilerek teferruatın otomatizme atılmasını temin eder. Bu sayede
dağınık ve müphem ruhi hayat kemikleşir, organize olur. Zekâ ve iradeye paralel
olarak ihtirasların gelişmesi kişiliğe özel rengini verir. Her kişilik bir
ihtirasın disiplini altına girer. Bundan dolayı kişiliklerin incelenmesine
ihtirasların genetik incelenmesi ile girmelidir.
Fikir tarihinde ihtiras pek farklı manalarda
anlaşılmıştır. Aristoteles, passion’u mantık ve metafiziğin on kategorisi
arasında sayıyordu. Onda bu kelime fiziki veya ruhi manada dıştan etki almayı
ifade ediyordu, etkileme anlamındaki action’un zıddı idi. Descartes, Traité des
Passions adlı kitabında kelimeyi yalnız ruhi hayata hasretti. Ona göre şuurun
düşünce ve iradeden ibaret iki esaslı sıfatı vardır. Başka ruhi hâdiseler
şuurun etkilenmesinden ibaret pasif hallerdir ki, Descartes bunlar arasında
bütün duygu hallerini sayıyor. Aynı fikir başka kartezyenlerde görülmektedir.
İlk defa Kant, passion’un öteki duygu hallerinden, başlıca heyecandan üstün
olduğunu işaret etti. Fakat zihinci ve iradeci felsefelerin ona karşı menfi
davranışı devam etti. Ancak zamanımızda psikologlar passion’u bağımsız olarak
incelemeye başladılar. Renouvier ondaki gayesizlik (non finalité) karakteri
üzerine dikkati çekti ve ahlâkın kuruluşunda üstün rolünü gösterdi.[195] Bu görüşü ayrıca Nietzsche ele aldı ve felsefenin
temel taşlarından biri yaptı.[*60] Théodule Ribot ihtirasların empirik tahlilinde bu
fikirlerden faydalandı.[*61] Fakat öte yandan ruh hekimleri passion’u anormal
hâdiseler arasında saymakta idiler. Onlara göre bu hâdisede görülen taşkınlık,
gayesizlik, devamlılık, başlıca anomali vasıflarıdır. Birçok psikiyatri kitabı
passion’u duygu hayatının anormal bir manzarası gibi gösterdiler. Dr. Maurice
Dide, Les Idealistes Passionnés adlı eserinde, L’Hystérie et l’Évolution
Humaine’de, Hésnard ve Rogue de Fursac, Psychiatrie kitaplarında passion’u
marazi hâdiseler arasında saymaktadırlar. Buna karşı Ribot’dan beri birçok
psikolog bu görüşe karşıdırlar. André Joussain, Les Passions Humaines adlı
eserinde onların doğuşu, gelişmesi ve dağılışlarını tetkik ederken, onu tam normal
hâdiseler arasında görüyor. Hatta ruhi hayattaki üstün rollerini belirtiyor. Le
Fondement Psychologique de la Morale adlı eserinde de ihtirasların ahlâktaki
rolleri üzerinde duruyor. Bu kitapta savunduğumuz ve açıkladığımız tez ile
Joussain’in ihtiraslara dayanan ahlâk görüşü arasında esaslı farklar olmakla
beraber, ikisi de aynı zümreye girer.
Pskiyatristlerin bu kanaati passion’un organik
şuur hâdiselerine benzememesinden, başlangıç manada intibakını kaybetmiş
olmasından ileri geliyordu. Halbuki ruhi hayatta belirli bir seviyede kaybolan
intibakın yerine üstün seviyede başka intibaklar geçebilir. Passion’un gündelik
hayattan ve halktan başlayarak farklılaşmış ve yükselmiş insanların hayatına
kadar bunca zengin ve çeşitli rollerine dikkat edilecek olursa, bu hükmün
yanlışlığı anlaşılır. O derecede ki, belirli bir hedefe yönelmeyen, ihtiraslı
(passioné) olmayan insan çok nâdirdir. Şu halde felsefe tarihinin farklı
görüşlerinden ayrılarak passion’ları tamamen psikolojik hayata ait süreçler
halinde ele almalıdır.
İhtiras, bir kısım dış görünüşleri bakımından,
bazı ruhi olaylara benzer, fakat onlardan esaslı surette ayrılır. Bu farkları
tespit ettikçe onun karakterleri daha iyi meydana çıkarılabilir.
a) İhtiras, heyecandan şiddet ve müddeti
bakımından farklıdır. Birincisi devamlı ve ağır, ikincisi devamsız ve
şiddetlidir. Bu farkı ilk önce Kant işaret etti. Bazı şiddetli heyecanlara halk
yanlış olarak ihtiras adını vermektedir. Bununla birlikte, her devamlı ihtirasa
zaman zaman heyecanlar yandaşlık edebilir. Bu da onların karıştırılmasına sebep
olur.
b) İhtiras duygu hayatının en yaygın hâdisesi
olan hislerden de farklıdır. İhtiraslar dinamik oldukları halde hisler daha
ziyade statik, birinciler bir konu üzerinde derinleştikleri halde ikinciler
yaygındır. İhtiraslarda inhisarcılık olduğu halde, hisler başka duygu halleri
ile, başka hislerle barışabilirler. Hâkim bir ihtiras başka ihtirasları, hele
basit eğilimleri yener ve siler. Onun ruhta hüküm sürmesi feodalleri kaldıran
monarkın hüküm sürmesine benzer.
c) İhtiraslar, görünüşü bakımından kendilerine
benzeyen melekeler ve alışkanlıklardan (accoutumance) da farklıdırlar. Her iki
süreç de ruhun kadrolaşmasını, yoğunlaşmasını temin eder. Fakat ihtiraslar
duygu hayatına ait oldukları halde, meleke ve alışkanlıklar zihni-fiilidirler.
Bununla birlikte, ihtirasların kuruluşunda alışkanlıkların büyük rolü vardır.
d) Bir de ihtirasları düşkünlüklerden
ayırmalıdır. Bu ayırışı yapmayan bazı ruh hekimleri bu yüzden yanlış olarak
ihtirasları marazi hâdiseler arasında saymaktadırlar. Düşkünlükler veya
maniler, adi şekillerinde psychasthénique’lerde (psikastenik) meydana çıkar...
Kuruntular (obsessions), tikler ve marazi korkularla birlikte bulunurlar.
Heyecan bozukluğundan (émotivité) ileri gelirler. Heyecanların sebepsiz olarak
devam eden şekilleri ya manileri veya fobileri doğurur. Kaçınma heyecanlarından
fobiler, atılıcı heyecanlardan maniler hâsıl olur. Fakat hepsinin ortak vasfı
intibaksızlık, güçsüzlük ve pasiflik manzarası göstermeleridir. Manyak, kendi
manisinin konusundan kurtulmaya çalıştıkça daha çok içine düşer. Manyağın
şuuruna musallat olan fikir (idée obsédante) tam bir âciz ve güçsüzlük doğurur.
Manilerin azgın şekillerine psikasteniklerde değil manik depresiflerde,
hezeyanlı deliliklerde rastlanır. En hafif şekillerinden şiddetli deliliğe
kadar her görünüşünde güçsüzlük ve hastalıktır. Manilerin ihtirasla
karıştırılmasının sebebi ikincilerinde devamlı, derinleşmiş ve darlaşmış duygu
halleri olmalarıdır. Fakat ikinciler her şeyden önce aktif ve yaratıcıdırlar. Aşağı
derecede kaybolan intibakın yerine üstün dereceden bir intibakı koymuşlardır.
Hiçbir ihtiras mani ile karıştırılamaz. Yalnız bazı ihtiraslar devrelerini
tamamladıktan veya kırıldıktan sonra maniye inkılâp ederler. Manileri doğuran
marazi heyecanın (émotivité) başlıca ve onu normal heyecandan ayıran vasfı, dış
uyarım olmadığı zaman da heyecanlı tepkinin devam etmesidir. Düşkünlükler
(mani) gündelik dilde meleke veya alışkanlıklarla karıştırılır. Oysa melekeler
yaratıcıdırlar ve müphem şuurdan aydınlık şuura ilerlemeyi, dikkatin
ayrıntılardan (détails) bütün ve şekiller üzerine çevrilmesini sağlarlar.
Alışkanlıklar şuurun gevşeme (détente) haline ait oldukları için yalnız çevreye
uymayı sağlarlar ve pasiftirler. Fakat her iki olay da normaldir. Düşkünlükler
ise heyecan hastalığı olarak, tam marazi olaylardır. İçki, sigara, kumar, vs.
düşkünlüklere gündelik dilde “kötü alışkanlık” denmesi, bu karıştırmaya sebep
olmaktadır.[196] Halbuki verdiğimiz misâllerdeki olaylar, kurtulmaya
çalıştıkça bastıran, kendileriyle savaştığımız ve irademizi yenen duygusal
marazi olaylardır. Aynı ayırışı düşkünlüklerle passion için de yapabiliriz.
Sanat, ilim, spor, teknik, keşif, icat, araştırma, siyasi tesir, ahlâk
mücadelesi, şehir kurma, teşkilât kurma, vs. passion’lar yaratıcı ve aktif ruhi
faaliyetlerdir. Bunlarda ruhi hayat tek konu üzerinde toplanmış, kesifleşmiş,
şiddet kazanmış ve bundan dolayı da tesirliliği artmıştır. Bu passion’lara
sahip olanlar bunlardan kurtulmaya çalışmak şöyle dursun, bu sayede irade ve
zekâları derinleşir ve kudret kazanır. Passion’lar orta seviyede insanlarda da
görülür: Koleksiyon, spor, toplumculuk, baş olmak (liderlik), hayırseverlik,
bahçıvanlık, çiçek yetiştirme, av (çeşitli şekillerde), kitap okumak, yazı
yazmak, para biriktirmek (servet), inşaatçılık, üretim yapmak, seyahat, fikir
yaymak, savaşmak (fikir savaşı, askeri savaş, siyasi savaş) ki genel olarak
mücadelecilik denebilir, düşünmek, vs. passion’ları gibi. Bunlar orta seviyede
insanlarda yaygın olmakla beraber kuvvetlendikçe, derinleştikçe üstün seviyeler
kazanır ve büyük adamların yaratıcılığı halini alırlar.
Bunlardan bazıları, ruh-beden gücünün
çöküntüsüne sebep olarak kişilik çözülmesi haline gelince passion olmaktan
çıkarak düşkünlük halini almaya başlarlar: Servet passion’u pintilik derecesine
alçalır. Yazma passion’u grafomani derecesine düşer (bu ikinci şekilde
yaratıcılığını kaybeder), okumak ve düşünmek passion’u bibliyomani halini alır.
Siyaset passion’u başarısızlık ve ruh güçsüzlüğü içinde kahvehanelerde dünyaya
düzen vermek isteyen gevezelik halinde siyaset düşkünlüğü olur.
e) İhtiras, bir bakımından eğilime (temayüle)
benzer. Vâkıa ihtirasın kaynağında daima bir temayül bulunur. Fakat birçok
temayüller bir arada yer alabildiği halde bir ihtiras başka bir ihtirasla
bağdaşamaz. İhtiraslar kıskançtır, inhisarcıdır. Tek başına bütün şuura hâkim
olurlar. Âdeta ruhi hayat onların disiplini altına girer. Çocuklukta yan yana
uyanan birçok eğilim arasında birlikte gelişme ve yarışma olduktan sonra bunlardan
biri ötekileri yenebilir; hatta bütün eğilimleri gölgede bırakarak tek başına
insana hâkim olabilir. O zaman bu hâkim temayül ihtiras halini almıştır. Fakat
ihtirasa yalnızca hâkim temayül demek de doğru değildir. Çünkü hâkim bir
temayül ötekilerle şuuru paylaştıkça henüz ihtiras olmamıştır, olmaya
hazırlanmıştır. Bundan dolayı temayül ve ihtirası, birbirine en çok
yaklaştıkları halde yine ayırmak lâzımdır. Çocuklukta müzik, yazı, spor, şiir,
güzel konuşma, baş olmak, vs. gibi birçok eğilim aynı zamanda gelişebilir.
Delikanlılıktan sonra bunlardan biri hâkim olunca passion halini alır. Eğer bu
paralel eğilimler ileri yaşta da devam ederse ruhi hayat bölünür. Derin ve
yaratıcı kişiliğe vergi passion kurulamaz.
İhtirasın vasıfları nelerdir?
a) İhtiras her şeyden önce süreklidir. Belirli
bir hedefe vardıktan ve tatmin olunduktan sonra sona ermez.
b) Bundan dolayı da ona gayesi kendinde
(autotélique) olan arzu demek gerekir.
c) O, nihayet hiç değilse hükümde (en droit)
sonsuzdur. Çünkü ihtiras sahibi kendi ruhi eğiliminin asla sona ermeyeceği
kanısındadır. Bu vasıflar ihtirasa sonsuzluk şuuru verir. Başka ruhi hâdiseler
bir gayeye varınca sona erdikleri halde ihtirasların sona ermez oluşları
insanda sonsuzluk şuurunu doğurur. Ruh hekimlerinin onları marazi saymaları da
bundan ileri gelir. Halbuki, sonsuzluk şuuru ihtirasla bir defa uyandıktan
sonra ruhi hayatın temeli halini alır. Zihni süreçlerin, akıl yürütmelerin
(düşünce ve hayal gücünün) sonsuzluğu ile uyuşur. Tabiatın ve varlığın
sonsuzluğu tarafından desteklenir. Bu suretle, görülüyor ki, ruhi hayatta
sonsuzluk şuurunun doğuşu marazilik alâmeti olmak şöyle dursun, üstün dereceden
intibak ve kudret alâmetidir.
d) İhtirası bir de fayda gütmez désintéressé
temayüldür diye tarif edebiliriz. Çünkü bütün temayüller belirli bir hedefe
karşı ilgiden doğarlar. Bu hedefe ulaşmak, bu tatmin onların faydasınadır.
İhtiraslar tatminle sona ermedikleri için, fayda endişesinin dışındadırlar. Bu
vasıfları onlara, tam sübjektif olmalarına rağmen, tatmin ve fayda dışında objeye
çevrilmeleri dolayısıyla duygu hayatının objektifliğini verir.
İhtirasların bu vasıflardan ikincisi üzerinde
duran Renouvier, onların ahlâk hayatına temel olacaklarını söylemişti. Eski
filozoflar ise ihtiras ile ahlâki hayatı birbirinin zıddı sayıyorlardı. Bunun
sebebi, onların, ihtirası (passion) büsbütün farklı bir manada anlamaları idi.
Vâkıa her türlü aktiflikten, yaratıcılıktan mahrum olan, yalnızca arzu, korku,
heyecan gibi pasif hallere münhasır diye anlaşılan passion’un ahlâki hayata
temel olacağından bahsedilemez. Bu manada anlaşılan passion’un neden dolayı
Aristoteles’te, Zenon’da, ilk modern filozoflarda (örn. Descartes) ahlâkın
zıddı sayıldığı kolay anlaşılır. Fakat ilk önce bu manadan uzaklaşmaya başlayan
Spinoza’dır. Etik’te ihtirasların mertebelenmesi suretiyle derece derece ahlâki
hayatın düzenlenmesi fikri ile karşılaşıyoruz. Bu kitapta tarif ettiğimiz
ihtiras ile Spinoza’nın “pasif haller” diye tarif ettiği ihtiras tamamen ayrı
olmakla beraber, ihtirasların mertebelendirilmesi bakımından onu başlangıç
saymak lâzım gelir.
Klâsikler trajediyi akıl ile ihtiras arasındaki
mücadelede görüyorlar ve bağlanışı aklın ihtirası yenmesinde arıyorlardı.
Romantikler, başlıca Shakespeare bu görüşe karşı ihtirası değerlendirdi.
Dramlarını ihtirasın zaferinden çıkardı. Hamlet’te baba intikamı, Macbeth’te
mevki hırsı, Coriolanus’ta halk ruhu, Julius Caesar’da halk ruhuna dayanarak
ikbâle yükselmek, Kral Lear’da baba sevgisi, Othello’da kıskançlık, Romeo ve
Juliet’te aşk, vs. passion’un ortak duyuyu ve aklı kudretle aşarak nasıl hüküm
sürdüğünü gösteriyor. Bu bakımdan romantiklerin tahlil tarzını (Cervantes,
Goethe, Schiller, Hugo, vs.) bugün anladığımız manadaki ihtirasın hazırlığı
gibi görebiliriz. Faust, ihtiras etrafında kurulmuş olan yaşayış ve kişilik gelişmesinin
dramıdır. İbsen ve Strindberg de aynı doğrultudadırlar. 19. yüzyılda marazi
psikoloji, soyaçekme fikirlerinin kötüye kullanılması yüzünden, İbsen
ihtirasları tahlil ederken patolojik oldukları hakkındaki görüşün tesirsi
altında kaldı. Fakat zamanımız psikolojisi ihtirasların daha etraflı bir
tahlilini yapacak durumdadır.
İhtirasa ait misâlleri gündelik hayatta olduğu
gibi tarihte de bulabiliriz. Onları önce hedeflerine göre sınıflamak, tavsif
edilebilmeleri için daha elverişlidir.
a) İhtirasların bir kısmı ilâhi hedeflere
çevrilmiştir. Bunlara dini ihtiraslar diyebiliriz. Dini idealde Tanrı,
ihtirasın objesidir. Hz. Hüseyin, Buddha, Hallac Mansur, Bayezid Bastami,
Nesimi; Batı’da Sainte Ursule, Mme. Guyon, Saint Paul, vs. gibi. Mistik denen
bu insanlarda ihtiras süjenin ilâhi, dini obje içinde erimesine, objeden ibaret
kalmasına sebep olur. Bundan dolayı, mistiklerde gaye Allah’la birleşmek,
Allah’tan ibaret kalmaktır. Panteizm bir teori olmazdan önce passion
religieuse’ün neticesi olan bir ruh halidir.
b) Bir kısım ihtiraslar da dini-siyasi
hedeflere çevrilmiştir. İlâhi gayeyi yeryüzünde gerçekleştirmeye çalışırlar.
Hz. Muhammed, Hz. İsa, Musa, vs. gibi.
c) Bir kısmı doğrudan doğruya siyasi hedeflere
çevrilmişlerdir. İskender, Sezar, Fatih, Yavuz, Napolyon, vs. gibi.
d) Bir kısmı inkılâp ve içtimai reform idealine
çevrilmişlerdir: Condorcet, Danton, Atatürk, vs. gibi. Fakat bir kısmı aynı
zamanda kurucu siyasi ihtiras ile birlikte görünürler: B. Frederik, B. Petro,
Atatürk gibi.
e) İhtirasların bir kısmı da tabiata, keşiflere
çevrilmiştir: Arşimed, Pascal, Lavoisier, Pasteur, vs. gibi.
f) Bir kısmı tabiattan yeni terkipler meydana
getirmeye, icatlara çevrilmiştir: Marconi, Edison, Stephenson gibi.
g) Bir kısmı düşünceye ve ruha çevrilmiştir:
Sokrates, Bruno, Descartes, Kant gibi.
h) Bir kısmı iç ve plastik sanatlara
çevrilmiştir: Fuzuli, Petrarca, Hafız, Goethe, Mevlânâ, Mimar Sinan, Leonardo,
Michelangelo gibi.
i) Bir kısmı maceraya, bilinmez ülkeyi aramaya
çevrilmiştir: Roald Amundsen, Kristof Kolomb, Marco Polo, Cook, Kaptan Scott,
Vasco de Gama gibi.
j) Bir kısmı cinsi âlakaya çevrilmiştir: Don
Juan, Casanova, Lord Byron, Binbir Gece Masalları gibi.
k) Bir kısmı rüya ve ambition’a çevrilmiştir:
Don Kişot, Hamlet, Faust, İskendernâme’nin kahramanı efsanevi “Ebu Ali Sina,”
Peer Gynt, Atta Trol (Heine’nin kahramanı) gibi.
l) Passion’ların eski masallar ve mitolojiler
içindeki örneklerini de vermek kabildir: Herakles, Dionysos, Oedipus, Enea,
Deli Dumrul, Tepegöz, Köroğlu, Gılgamış gibi. Bu sonuncusunun hikâyesi,
ölmezliği aramanın bitmez tükenmez macerası olduğu için passion hakkında
verdiğimiz tarife en elverişli olanıdır.
Hedeflerine göre tasvir ettiğimiz bu
ihtiraslarda bazı ortak noktalar bulunmaktadır:
1) Onlar objeye bağlanma bakımından birleşirler.
Bir ihtiras, objesine ne kadar bağlanırsa o kadar kuvvetlidir. Kendinden
geçerek objeye kendini terk etmekten ibaret olan bu hale extase (vecd)
denebilir. Fakat burada bitki ve hayvanların çevresine esir olmasından ibaret
hal ile passion’daki extase’ı Max Scheler’in yanlış olarak yaptığı gibi
karıştırmamalıdır. Passion’da süjenin objeye kendini vermesi şuurlu ve
iradidir. Süje ve objenin bu bağlantısı süjenin kendini obje için feda etmesi
şeklini alarak, bütün passion’larda az veya çok nispette “fedayı nefs”
(sacrifice) vasfını meydana çıkarır. Sanat, ilim, fikir, siyaset, vs.
adamlarında görülen bu obje içinde kendini yok etme hali, passion’a ahlâki
temel olma imkânını vermektedir.
2) Öte yandan passion’larda duyulardan gelen
adi gündelik gerçek yerine ideal varlığı koyma temayülü hâkimdir. Her passion,
objesini az çok idealleştirir. Bu güç en basit şeklinde gerçeğin yerine hayali
koymaktan başlayarak gittikçe duyu gerçeklerinin yerine kavramları ve fikirleri
koymaya doğru gider. Bundan dolayı her passion bir ideleştirme (idéation)
çabasıdır. Passion’lara ait bu umumi vasfın aşırı şeklini Don Kişot’un aktif
rüyasında görürüz.
3) Gerçekten passion’un duyular yerine koyduğu
hayal ve fikirler soyut (abstrait) ve hareketsiz değildirler. Hemen hareket ve
fiil halini almaya meyl ederler. Passion’un fikir yaratması ile statik
kavramlar ve hayallerin farkı buradadır. Bunun için de passion’ların
idéo-motrice kudretini göstermek üzere Don Kişot, Hamlet, Faust, Peer Gynt
misâllerini vermek doğru olur.
İhtiraslar başlıca, a) kendiliğinden, b)
uyandırılmış, olarak iki gruba ayrılır. Kendiliğinden ihtiraslar da yine sosyal
organik çatışma içerisinde meydana çıkarlar. Fakat onları uyandıran dış
faktörler ilk bakışta görülemez. Onlar daha ziyade çocukluktan beri gelişen temayüller
arasından birinin ötekileri yenmesi ve karanlıkta bırakması yolu ile meydana
gelmiş hissini verirler. Bunun için onlara, esaslarında yine latent ruhi bir
çatışma bulunduğu halde, sanki hiçbir çatışma olmadan organik şuurun
gelişmesinden doğmuşlar gibi kendiliğinden denilmeleri de bundandır. Onlar
bazen o kadar erken gelişirler ve çatışmadan o kadar uzak görünürler ki, ilk
bakışta sanki doğuştan veya soydan imiş intibaı verirler. Fakat aslında, ne
doğuştan ne soydan hiçbir ihtiras yoktur. Ruhi gelişmesi içleşmesi ve tekrar
bütünleşmesi (réintégration) çok erken olan gençlerde ihtirasların uyanması bir
harika (prodige) manzarası alabilir. Bu vaktinden önce gelişmeler daima büyük
bir kudret vaat etmez. Hatta bazı erken gelişme çabuk bir dağılma ve tükenme
ile bitebilir. Fakat ihtirasların ve kişinin bu erken gelişmesinin cidden
dehaları hazırladığı haller de vardır.
Uyandırılmış ihtiraslar daha çoktur. Onlar
kendi karakterlerini, doğuşlarını organik-sosyal gerçekliklerinin çatışmasını,
içleşme ve tepki çabalarını bütün safhaları ile gösterirler. Onların gelişme
yıllarında hangi sebeplerle, nasıl kurulmaya başladıkları ve neler tarafından
uyandırıldıklarını tespit etmek kabildir.
İhtirasların ruhi hayatı merkezleştirme ve
organize etme bakımından oynadığı mühim rol ve onların bu konuda zekâ ve irade
ile ilişiğini belirtmek için ruhi hayatın evrimli (évolutif) üç safhasını
karşılaştırmamız gerekir:
a) Önce ihtirasın organik şuur derecesinden
farklı olan rolü üzerinde duralım. Organik şuurda temayüller, hedeflerine
ulaşınca sona eren fiillerdir. Temayül süreci ihtiyaç-arzu-iştah-tatmin
safhalarından geçerek sona erer. Bu süreçte deneme ve yanılmalarla algı, arama,
dikkat, alışma, intibak, hatta sınırlı bir şekilde hatırlama fiilleri rol
oynar. Bu sürecin duyusal, zihni, fiili gerçekleşmesinde en basit refleksler,
duyumlar ve şartlı reflekslerin hazırlayıcı ve şartlandırıcı vazifeleri vardır.
Hiçbir organik şuur yalnızca refleks, duyum ve şartlı reflekslerden ibaret
değildir. Ancak onlarla şartlandırılır. Bu başlangıç halinde ruhi fiiller
olmaksızın kompleks organik şuurun gelişmesine imkân yoktur. Fakat bütün
organik şuurun bu başlangıçta pasif hâdiselerden doğduğunu iddia etmek yanlış
olur. Tepkibilim ve behaviorisme’in (davranışçılık) yanılması bütün organik şuuru
bu başlangıç şartlara ircaya kalkmalarıdır. Halbuki bu şartlar çevrenin
organizma üzerindeki tesirsinden doğan pasif cevaplardan ibarettir. Ve bunlarda
henüz organizmaya vergi olan hiçbir şuur faaliyeti uyanmamıştır. Oysa
organizmanın başlangıç bitki süreçlerinde dahi çevre üzerinde aktif bir rolü
vardır. Bu faaliyet hayvan ve insanda daha gelişmiş, çevreye göre organizmanın
özerkliği artmıştır.
İnsanda organik şuurun çevre ile münasebeti
tamamen aktif bir münasebettir. Temayüller organik bütünü gerçekleştirme
gayesini güder. Hering, Eugenio Rignano organik hafızadaki bu gayeliliği
göstermişlerdi.[197] Her organik fiil kendi bütünlüğündeki bir değişmeyi,
düzeltme ve tamamlama hedefini gütmektedir. Açlık, susuzluk temayülleri
organizmadaki bir eksiği tamamlama, cinsiyet ve emzirme temayülleri
organizmadaki bir fazlalığı, sarf edilmemiş bir üretimi atma arzusu şeklinde
meydana çıkar. Müspet veya menfi bir entegrasyon ihtiyacı vasfını gösteren her
iki temayül zümresi, organizmanın gayeli ve organize bir faaliyetler kompleksi
olduğunu ve bu kompleksin asla mekanik parçalar bütününe irca edilemeyeceğini
gösterir. Bu organik gayelilik ve hafıza organizmada eski tecrübelerden
faydalanma, yani “tarihi bir süreç” bulunduğunu, her organik fiilin hayat
zarfında kazanılmış tecrübelere dayandığını, ayrıca bu potansiyelin organizmaya
mahsus soydan bir potansiyel ile tamamlandığını da göstermektedir. Henüz
organik soyaçekmeye ait hâdiseler tamamıyla aydınlığa çıkmış olmadığı için
organik şuurun gelecek nesillere neler kattığı ve neleri değiştirdiğini kesin
olarak söylemeye imkân yoktur. Bu ciheti Veraset ve Cemiyet adlı kitabımızda
tartışmıştık.[*62]
Bununla birlikte organik hafızanın temin ettiği
tecrübe potansiyelinin nesiller zarfında devam eden soydan veya neviden
potansiyel ile tamamlandığını işaret etmek doğru olur.
Bir potansiyeller kompleksi olan aktif ve
gayeli organik şuurun başlıca karakteri, hedefine varınca tatmin edilmek ve
sükûna ulaşmaktır. Hayvan ve insan doyunca aramaktan vazgeçer. Tatmin edilince
temayül süreci sona erer. Temayülün –bütün öteki ruhi fiillerle birlikte– harekete
geçmesi için organik dengenin bozulması, eksilme veya artma şeklinde yeni bir
dengesizliğin doğması lâzımdır. Bundan anlaşılır ki, organik şuur kesintili
olarak faaliyette bulunan bir şuurdur. Her süreç kendi başına kapalı bir devre
teşkil eder. Bir süreci ötekine bağlayan ruhi bir hâdise yoktur. Yalnız organik
egzersiz ve yatkınlıkları (accoutumance), refleks ve şartlı refleksler yardımı
ile eski tecrübelerden faydalanma imkânı kazanır. Fakat buradaki hafızayı üstün
derecede dinamik hafıza ile karıştırmamalıdır. Çünkü bu hafızada geçmiş ile
şimdi arasında hiçbir ruhi bağlantı yoktur. Organizmaya kesintili bir zaman
süresinde yaşamaktadır. Bu sürede temayül süreci sona erince zaman yeniden
başlamakta ve eski yaşanmış hal ile yenisi arasında bir hatıra bağı
kurulmamaktadır. Bunun için üstün hafıza melekesi ile kıyas edilince organik
şuurun “hafızasız” olduğu da söylenebilir.[*63] Başka deyişle, organik şuurun ancak zaman
sezgisinden mahrum, süreksiz, kesintili, kendine mahsus bir nevi “hafızası”
vardır. Bu manada organik şuur cemiyet içinde gelişen hafızalı şuurdan olduğu
kadar ihtiras ve kişilik ile gelişen üstün kişilik şuurundan da farklıdır.
b) Organik şuurun üzerinde daha üstün derecede
olarak sosyal şuuru görüyoruz. Sosyal bir teşkilât içerisinde gelişen insanın
şuuru, mahiyetçe henüz sosyalleşmemiş insan şuurundan veya sosyalleşmeyecek
olan hayvan şuurundan farklıdır. Sosyal şuurun ağırlık merkezi değer
gayeliliğidir. Burada fert, eğitim vasıtasıyla değerlere çevrilir. Bütün fiilleri
bu değerler ölçüsünden geçer. Bundan dolayı sosyal şuurun fiilleri
“değerlendirme fiilleri”dir. Sosyal bir organizasyon içersinde gelişen şuur
belirli bir değerler levhasına göre ayarlanmıştır: Herhangi bir fiili bu
levhaya uygun olmalıdır. O her fiilin faydalı, kullanışlı, iyi, güzel, doğru,
meşru, vs. olmasına dikkat eder. Aynı suretle zararlı, kullanışsız, kötü,
çirkin, yanlış ve meşru-değil, vs.’den kaçınır. Her sosyal teşkilât bir
değerler levhasıdır. Her değerler levhası bir gayeler-vasıtalar sistemidir.
Gördüğümüz değerlerden bir kısmı bir cemiyet içinde yalnız gaye olarak
konulmuştur. Faydalı, kullanışlı, meşru değerler gibi vasıta-değerleri,
gaye-değerleri şartlandırırlar ve gerçekleştirmeye yararlar. Onların “varlık
şartlarını” teşkil ederler.
Fakat bu vasıta-değerlerle, sosyal hayat
yalnızca hazırlanmış olur. Ancak onlar yardımıyla ulaşılan gaye-değerler elde
edildiği zaman sosyal hayatın istediği düzen ve huzura varılmıştır. Bir
cemiyette faydalıyı, kullanışlıyı, meşruyu elde etmekle sosyal düzen elde
edilmiş olmaz. Fakat onlar olmadan da asıl isosyal düzenin gayelerine
ulaşılamaz. Onlar sosyal gayelerin gerçekleşmesi için zaruri ve kaçınılmaz
şartlardır.
Bununla birlikte her cemiyette sosyal bir
düzenin gerçekleşmesine çalışırken insanların vasıta-değerleri gaye-değerler
yerine almaları mümkündür. Böyle bir durumda sosyal hayatın hedefi alçaltılmış
ve değerler kısırlaştırılmış olacaktır. Faydadan, kullanışlıdan başka değer
tanımayan bir insan, şarttan gaye yerine almış ve cemiyeti egoist hayat
seviyesine indirmiş demektir. Her sosyal düzenin zaman zaman dengesini
kaybetmesi vasıta-değerlerle gaye-değerler arasındaki ilişiğin bozulmasından
ileri gelir. Nitekim vasıta-değerlerin bulunmadığı bir cemiyette de yalnızca
gaye-değerler hiçbir suretle sosyal düzeni gerçekleştiremezler. Böyle bir durum
cemiyeti ütopyaya veya gerçekle ilgisiz bir baskı düzenine götürür.
Sosyal şuur bütün fiillerini değerlere göre
ayarlamak zorunda olduğu için, orada da bir gayelilik meydana çıkar. Fakat bu
gayelilik organik şuurun gayeliliğinden farklıdır. Çünkü burada gayeler belirli
bir temayül sürecinin dışında ve üstündedir. Gayeler sanki cemiyetin üzerinde,
ulaşılması gereken aşkın hedeflerdir. İnsan onlarla doğrudan doğruya temasta
değildir. Ancak vasıta-değerler yardımıyla bu gaye-değerlere çevrilirler ve
onları derece derece gerçekleştirirler. Bu gerçekleştirme, gayelerin taklit
edilmesi suretiyle olur. Her taklit, örnek-değere belirli bir dereceden
katılmak ile mümkündür. Bundan dolayı sosyal şuurda değerlerle bağlantı,
“taklit” ve “katılma” süreci ile yukardan aşağıya ve aşağıdan yukarıya iki
türlü hareketle meydana çıkar. Sosyal şuurun hayat boyunca süren bir eğitim
neticesinde değerlere katılma ve değerleri taklidi Platon’un kendi idealizmini
tasvir ettiği tarza uygun olarak cereyan eder. Ve böylece insandan gayelere,
gayelerden insana doğru giden çift hareketli bir bağlantı, bütün sosyal şuurun
kurulmasını açıklar. Burada sosyal hafıza ortak gayelere ortak tarzlarda
yönelme fiilleriyle zaman süresini şartlandırır: Geçmiş ve gelecek kronoloji ve
takvim yardımıyla ayarlanır. Zaman süresi bayramlar, ortak hatıralar, yıllar,
aylar olarak bölümlere ayrılır. Sosyal şuur bölümlü, devreli ve bazen Kinik
karakterde bir süreklilik kazanmış hafıza ve zaman şuuru şeklini alır.
c) Kişilik şuuru, organik ve sosyal şuurdan
üstün bir derece olarak ihtiras, zekâ ve iradenin ortak faaliyeti içinde
meydana çıkar. Üstün şuur derecesi ancak sosyal şuurun gelişmesinden sonra
doğabildiği için, buna isosyalden sonraki şuur (conscience hypérsociale) demek
doğru olur. Kişisel şuur insanın organik şuurdan başlayan temel yapısına
dayanır. Fakat sosyal şuurda –ayrılan güçlerin tekrar birleşmesi yolu ile–
üstün bir terkip halinde meydana çıkar. Gerçekten sosyal şuur vasıtalı (médiat)
bir gayeler sistemi olduğu için orada tasavvurlarla fiiller birbirinden
ayrılmaya meyleder. Cemiyet kendi organizasyonu içinde bulunan şuurlu varlıklar
üzerinde bir emirler ve yasaklar sistemidir. Her nerede cemiyet varsa orada bir
emirler, yasaklar sistemi vardır. Bu sistem değerler düzeni halinde görünür.
Organik şuurun bütün temayülleri bu emir-yasak sistemine bağlıdır. Bu
temayüller iyi-kötü, doğru-yanlış, meşru-meşru değil, haklı-haksız,
faydalı-zararlı, kutsal-kutsal dışı, güzel-çirkin, vs. diye kesin olarak ikişer
kutba ayrılır. Organik temayüllerden bir kısmı yasak olduğu için durdurulur.
Bir kısmı emredildiği için, fazlasıyla icra edilir, bir kısmına da yalnızca
müsaade edilir. Temayüllerin bu suretle parçalanması sosyal şuurda
tasavvurlarla fiillerin birbirinden ayrılmasına sebep olur. Bir yanda fiil
halini alamayan tasavvurlar, öte yanda tasavvur halini alamayan fiiller meydana
gelir. Tasavvurlarla fiiller arasındaki intibaksızlık bir nevi ruhi bütünlüğü
kaybetme (désintégration) doğurur. Bundan dolayı, ya fiiller tasavvurlardan, ya
tasavvurlar fiillerden daha geniş olacak ve organik şuura göre intibaksız bir
şuur hali meydana gelecektir. Buna özel bir manada “marazi şuur” denebilir. Bu
meseleyi Cemiyet ve Marazî Şuur adlı kitabımızda açıkladık (1931). Organik
şuurdaki ilk eğilimlerde, tasavvurla fiil arasında başlangıç derecesinde bir
bütünlük vardır. Her eğilim ilk dereceden bir kasıt (intention) olduğu kadar,
ilk dereceden bir fiildir. Halbuki sosyal şuurda bu bütünlük kaybolmuştur.
Eğilimin niyet, tasavvur, kasıt, arzu, hayal kısmı, emirler sistemine uygunluğu
nispetinde gerçekleşmiş, hareket, icra, mekanizm, vs. kısmından ayrılmıştır. Bu
ayrılıştan doğan başlıca neticeler şunlardır:
1) Başlangıçtaki ruhi bütünlüğün parçalanması,
ruhi hayatın doğuşu içinde bir nevi intibaksızlık devresi meydana getirdiği
için marazi şuur dediğimiz safha. Bu safhada masal uydurma (fabulation), yalan
düşkünlüğü (mythomanie), kaçma hastalığı (fugue), korku hastalığı (phobie)
manilerle, hayal kurma, içe-dönüş (introversion), vs. şekillerinde ikinci
çocukluktan ergenliğe kadar gelişen ruhi hayat bunun görünüşleridir.
2) Türlü kültür çevrelerinde uzama süreleri
değişmek üzere bu dönüş (conversion) 10-12 yaşından 18-24 yaşına kadar
gerçekleşir. Ve çocuk kişiliğini kazandıkça ruhi terkip ve kişilik şuuru
meydana çıkar. Ruhi bütünleşme, sosyal şuurun parçaladığını organik şuurun
tekrar tamir için yaptığı çabaların neticesidir.
3) Marazi şuurun yanında doğan ikinci bir
netice de yalan ve ahlâki buhrandır. Organik şuurda yalan ve sahte hayat
yoktur. Eğilim bütünlüğü hayvan ve insanda ikiyüzlü hayata imkân bırakmaz.
Fakat sosyal şuur tasavvurlarla fiilleri ayırdıkça, güçlerle gerçekleştirmeler
arasındaki ahenk kaybolur. Çocuk, yapamadığı şeyleri hayal eder. Düşünür yahut
düşünemediği şeyleri yapar. Bu intibaksızlık çocukta mâsum bir uydurma eğilimi
doğurur. Marazi şuur kadrosuna giren bu uydurma temayülü (fabulation) faydayla,
yani vasıta-değerle uyuştuğu zaman yalana çevrilir. Yalan ve sahtelik insanda
ahlâkdışı hayatın başlangıcıdır. Organik şuurun kendini tamir için yaptığı
çabalar marazi şuuru ortadan kaldırdığı gibi yalanı ve sahte hayatı da
kaldırabilir. Fakat kişi şuuruna geçiş ile yalandan ahlâki şuura geçiş mutlaka
paralel cereyan etmez. Yalan ve sahte hayatta kişi şuuru kurulmaya başlar.
Ancak yarım kalır. Vasıta-değerler, gaye-değerlerin yerini alır. Egoizm
değerlerin mihrakı olur. Bundan dolayı sahte hayat her cemiyette var olmakla
beraber, başlıca sosyal düzenin bozulduğu ve vasıtaların gaye yerine geçtiği
kriz hallerinde artar. Her cemiyette yalancı ve riyakâr nazik ve tatlı yüzlüden
ayrılır. Kötülenir ve menfi değer sayılır; fakat değerler düzeninin bozulduğu
bir cemiyette yalancı ve riyakâr azgın bir tip, cemiyeti temelinden sarsan
hastalık haline gelir. Kişilik şuurunun yarım kalmasından ibaret olan bu
hastalığa karşı sosyal düzeni ayarlamak ve kişi şuurunun tam gelişmesi
çarelerini aramak suretiyle mücadele etmek gerekir.
Kişi şuuru, her organik şuurun bir sosyal şuur
çözülüşünü tamir suretiyle meydana getirdiği üstün bir yaratıştır. Durkheim
gibi sosyologlar bu kuruluşu doğrudan doğruya cemiyetin neticesi sayarak buna
sosyal kişiliğin kuruluşu derler. Psikologlar da bunu ruhi hayatın
kendiliğinden gelişmesi ve olgunluğu sayarlar. Halbuki organik şuurla sosyal
şuur veya cemiyet arasındaki çatışma, çözülme ve tekrar intibak süreci göz
önüne alınmaksızın kişisel şuurun ve kişiliğin kuruluşunu açıklamaya imkân
yoktur. Bu süreçte hâkim hâdiseler duygu hayatında ihtirasın, zihni hayatta
aklın, fiili hayatta iradenin gelişme süreçleridir.
İhtiras, gayesi kendi içinde, fayda-gütmez ve
sonsuz olması dolayısıyla, gerek organik temayülleri, gerek sosyal gayelere ait
temayülleri aşar. Birinciler doğrudan doğruya (immédiat) gayeli, ikinciler
vasıtalı (médiat) gayeli oldukları halde, ihtiras gayesizdir (atéléologique).
Bundan dolayı bütün ruhi hayat süreçlerini aşar. Fakat ihtiraslar, organik ve
sosyal şuuru aştıkları kadar birbirlerini de aşarlar. İhtiraslar arasında
devamlı bir mücadele vardır. Buna ihtirasların yarışması denir. Bu, ayrı ayrı
insanlar arasında olduğu kadar, aynı insanın şuurunda da cereyan eder. Aynı
şuurda birbiriyle yarışan ihtiraslar, nihayet tek ihtirasın hâkimiyeti ile sona
ererler. Büyük şahsiyetlerde ihtiras yarışması tek ihtirasın bütün ruha hâkim
olmasına varır. Yaratıcı insanlarda ruha hâkim tek ihtiras görülür.
İhtirasın disiplini altında zihin, irade ve
duygu hayatının bütün güçleri seferber olur, belirli bir yöne doğru yönelir,
derinleşir ve yaratıcılığı artırır. Teşkilât kuranlar ve kumandanlarda, kâşifler
ve mucitlerde, ilim ve fikir adamlarında, sanatın türlü dallarında, yaratıcı
hâkim bir ihtirasın ruhi hayatı idare ettiğini, onun objeye nüfuz etmesine,
bilgi ve değer yaratıcılığı kazanmasına sebep olduğunu görüyoruz. Rönesans’tan
beri bütün keşifler büyük ihtirasların eseridir. Tabiatın çeşitliliğine,
değişikliğine, kompleksliliğine insan başka türlü nüfuz edemezdi. İnsan
zihninin anlayışı, dikkati, ilgisi, bu çeşitlilik ve değişiklik önünde
dağılacak, bundan dolayı da hiçbir yönden derinleşmeye imkân olmayacaktır.
Ancak ihtiras yardımıyladır ki, insan anlayışını, bu dağınıklık ve değişiklik
içerisinde belirli vasıflar üzerinde devamlı surette işletmekte, dikkatini
yalnız bazı cihetleri aydınlatacak ve öteki kısımları gölgede bırakacak tarzda
uzun süre kesifleştirmektedir. Bunun için ihtiras doğrudan doğruya bir bilgi
fiili değilse de, onun yardımıyla süje ve obje arasında devamlı bağlılık
kuracak, süjenin objeye ait vasıfları kavrayacak surette merkezleşmesi mümkün
olmaktadır.
İhtirasın duygu hayatına ait tabiatı bilginin
objektifliğini asla değiştiremez. Tam tersine, onun fayda gütmezliği,
sonsuzluğu, gayesi kendi içinde oluşu ilmi bilginin istediği objektifliği,
kişi-dışı oluşu (inpersonnel) ve evrenselliği temin eder. Çünkü bunlarla insan,
eğilimlerin fasılalı ve kesintili, bu yüzden kesifleşmesi imkânsız dağınık
kavrayışlarından kurtulur. Sosyal şuurun gayeci, sübjektif görüşünden yükselir.
Vâkıa sosyologlar ilmin de sosyal olduğunu söyleyerek buna cevap vereceklerdir.
Fakat ilim sosyal şartlar tarafından geliştirilmekte ise de, gerçek
hükümlerindeki objektifliğin sosyal olduğunu söylemeye imkân yoktur. Değer
hükümlerine gelince, bunlar bir cemiyet veya medeniyet için umumi ve ortak
olabilirler, fakat bundan dolayı zümre içinde kendilerini duyanlar ve yaşayanlar
için duyguya ait ve sübjektif olmamaları icap etmez.
Fakat kişi şuuru objeyi belirli bir hedefe
ulaşmak için vasıta olarak değil, sırf obje olduğu için, objektif ve kişi-dışı
(gayri-şahsi) olarak kavrar ve gariptir ki, duygu hayatının bu üstün derecesi
bilginin istediği vasıfları herhangi bir zihni melekeden daha kuvvetle sağlar.
Çünkü zihni bir yeti –meselâ algı, hatırlama veya dikkat– ancak fasılalı ve
kesintili olarak objeyi bir süre için bir manzarasıyla kavrar. Bu fiiller her
an çeşitli, değişik manzaraları olan objenin kavranması için yetmez. Bunun
için, objenin bütün vasıflarıyla temasa gelebilecek devamlı, sürekli, şedit bir
faaliyete ihtiyaç vardır. Bu faaliyet yardımıyla zihnin dikkat, algı, anlayış
gibi güçleri birbirini tamamlayarak objeyi bütünlüğü ile kavrama imkânı hâsıl
olur.
İhtiras ve başka şuur olaylarının bilginin
kuruluşunda rolü olduğunu söylemek, bilginin tabiatının bu olaylara tâbi
olduğunu söylemek değildir. Tam tersine, bilgi, bütün süje, yani şuurun objeyi
kavramasından ve süjenin kendini aşmasından ibaret çift kutuplu bir fiildir,
psikolojik olayları aşar. Bu bakımdan ihtiras ve başka şuur olaylarının bilgi
şartlarını hazırladığını söylerken her türlü sübjektivizm ve psikolojizmden
uzak bulunmaktayız. Tam tersine, bu ruhi-sosyal şartlar bütünü bilginin
objektifliğini sağlayan şartlardır.
Öte yandan bu tarzda anlaşılan bilgi süreci
soyut ve zihinci bilgi teorileriyle de açıklanamaz. Çünkü bu tarzda anlaşılan
bir bilgi sürecinde ruhi-sosyal şartların, yani bilgiyi çevreleyen varlık
şartlarının[198] rolü hesaba katılmamıştır. Halbuki bilgide varlık
şartları birlikte göz önüne alınmalıdır. Onlardan bağımsız bir bilgi süreci
tamamen soyut, yapma (suni) gerçeğe uymayan bir süreç olur.
Bir ihtirasın gelişmesini ele alalım: Bu bir
servet ihtirası olabilir. Arpagon veya Shylock’ta olduğu gibi gülünç hallere
düştüğünü, Goriot Baba’da veya Birotteau’da olduğu gibi dramatik manzaralar
aldığını görebiliriz. Burada muhterisi (passioné) gülünç veya ulvi, korkunç veya
alçak hale koyan nedir? İhtirasının gelişmesi sırasında ortak duyuyu aşan başlı
başına bir ruhi kader olması! Muhterisi, servet biriktirmek için büyük
gayretler sarfına, cürete, tehlikelere atılmaya, ortak duyunun razı olmayacağı
olağanüstü işlere girmeye yönelten bu ruhi kaderdir. Onların yerinde ortak
duyunun kaidelerine uyan orta halli bir insan olsaydı ne yapardı? Bu ölçüsüzce
atılmalara, bu cüretlere kalkacağı zaman enini boyunu düşünür, çoğundan
vazgeçerdi. Ortak duyuya göre hareketlerini ayarlayan ölçülü adam,
yaptıklarından çoğunu “lüzumsuz”, “tehlikeli”, “makul değil” bulacak, bu yüzden
ihtiyatlı adımlar atarak yerinde sayacaktı. Halbuki, muhteris ortak duyuyu
aştığı için, ayağının sürçmesine aldırmadığı için, yine ortak duyuya göre
“gülünç” olmaktan çekinmeyecektir; önüne çıkan engelleri aşacak, onlarla
çarpışacak, darbelerine, yıkıldığı zamana kadar karşı koyacaktır. Brand[*64] dağa çıkmaya karar veriyor, fırtınaya ve çığlara
rağmen yola koyuluyor, karısının, çocuklarının onu durdurmak için
yalvarmalarına rağmen yoluna devam ediyor, onları gerisinde bırakarak daima
zirveye doğru ilerliyor. İbsen’in dramındaki bu tahlil bütün ihtiraslar için az
çok doğrudur. Don Kişot’un, Faust’un, Peer Gynt’ün gidişleri bundan başka türlü
mü? Hepsi aynı ruhi kudretin ve kaderin gidişine tâbi değil mi? Hepsinde ortak
duyuya, sosyal akla karşı gelen aynı yaratıcılık yok mu?
Servet ihtirası ne ise şöhret, bilgi, spor,
hâkimiyet, sanat ihtirasları da aynıdır. İhtirasta doymak bilmez, bitmez
tükenmez sahip olma ihtirası bulunduğuna göre, o ne şöhreti, ne bilgiyi, ne
sporu, belirli bir hedefi elde etmek için yapmamaktadır. Ortak duyuya sorunuz:
“Serveti ne için istiyorsun?” Size rahat, huzur, iyi yaşamak, vs. gibi
ulaşılacak gayelerden birini söyleyecektir. “Bilgiyi ne için istiyorsun?” Para
kazanmaktan başlayarak, insanlara mutluluk ve rahatlık vermek gibi türlü
gayelerden bahsedecektir. “Sporu ne için istiyorsun?” deyin, vücut sağlığı
için, güzellik için, milli haysiyeti ve şerefi yükseltmek için, diyecektir.
Bütün eğilimler bir muhterisin elinde bulunduğuna göre cevaplar hemen
değişecektir. Servet ihtiraslısına sorduğumuz zaman o size şöyle diyecektir:
Serveti sırf servet olduğu için istiyorum. Bilgi ihtiraslısı olan da şöyle
cevap verecektir: Bilgiyi bilgi için istiyorum. Yani bilgi ile ulaşmak
istediğim hiçbir gaye yoktur. Bilgiyi sırf bilgi olduğu için arıyorum. Bu
cevaplar bizi şaşırtabilir. Sağduyunun cevapları gayeli olduğu için manalı,
ihtirasın cevapları gayesiz olduğu için manasız görünebilir.
İhtiras eğer kendi konusunu ne için istediğini
bilmiyorsa, boşuna işleyen, hedef ve gayeden mahrum bir mekanizma demek değil
midir? Fakat bu görünüş aldatıcıdır. Çünkü ihtirasın da gayesi vardır, ancak bu
gaye kendi dışında değil, içindedir. Asıl kendisinden ibarettir. İhtiras kendi
kendisini aramaktadır. Bundan dolayı da belirli bir hedefe ulaşınca sona
ermesine imkân yoktur. Zira kökü, hayati faaliyet olan eğilimin kuvveti devam
ettikçe ihtiras da kendi kendisinin gayesi olmaya devam eder.
Onun, tabiatı gereğince sağduyu ile çalışması,
cemiyet içinde menfi kuvvet sayılmasının esasıdır. Bundan dolayı mitolojilerde
ve eski dinlerde ihtiras sosyal düzeni koruyan tanrılara karşı asi kuvvetler,
meselâ Prometheus veya Dionysos tarafından temsil edilmektedir. Ancak onların
da aslının ilâhi olduğu, yani tanrılarla aynı kökten geldiklerini hatırlamak
şartıyla!
İhtirasın sağduyu ile çatışması ona dramatik
bir manzara verir. Eğer ihtiras, gelişmesi sırasında sürçecek olursa, bu onun
sağduyu tarafından gülünç hale konmasına sebep olur ve “komedi” halini alır.
İhtiras, gelişmesi sırasında sarsıntılara, direnmelere uğrar, sonunda yıkılarak
biterse bu hal de sağduyunun kişilik şuuruna karşı açılan gözü ile, bunun bütün
ciddiliği içinde karşılamasına sebep olur ve “trajedi” halini alır. Fakat
ihtiras daima sarsıntılı ve şiddetli bir ritim içinde yürümez. Dıştan büyük bir
sükûn, hatta hareketsizlik izi bırakanları da vardır. Bir pul koleksiyoncusu,
bir böcek araştırmacısı (entomologiste), hatta bir lâboratuvar veya kütüphane
kurdunun hayatı dıştan görünmez, o kadar sessiz geçer. Meşhur nümismat Ahmet
Tevhid Bey’in hayatı dıştan son derecede hareketsiz, hatta cansız görünürdü.
Meşhur böcek âlimi J.H. Fabre dıştan bakınca silik, orta halli bir adam
zannedilirdi. Fakat bu görünüşler aldatıcıdır. Napolyon’un veya Cook’un
ihtirası ne kadar kudretli ve yaratıcı ise bunlarınki de o kadar kudretlidir.
Bu görünüş ihtiras konularının herhangi bir şok veya engele uğrayacak neviden
olmayışından geliyor. Nitekim aynı insanlar böyle engellerle karşılaşınca
hayatlarında derhal şiddetli tepkiler başlar.
İhtiras, hâkim olduğu süjeye mutlak bir emir
halinde görünür. Bu emir, fiziki ve sosyal çevrenin dıştan emirlerinden
ayrılır. Nitekim süjenin bu çevrelere göre ayarlanmış olan şartlı fiillerinden
de ayrılır. Süje tabii çevreye uyma zaruretini duyar. Çünkü bu çevrenin
şartlarına uymazsa arzularını gerçekleştiremeyeceğini, tatmin edilemeyeceğini,
intibaksız kalacağını bilir. Süje sosyal çevreye de uyma zaruretini duyar.
Çünkü bu çevreye uymadığı takdirde cemiyetin dışında kalacağını, tepkisi ve
cezasıyla çarpılacağını, istediklerini elde edemeyeceğini bilir. Her iki halde
de çevreye uyma zarureti birtakım şartların bir araya getirilmesini gerektirir.
Bunun için dıştan gelen emirlere uymak bu şartlar toplamına göre hareketlerini
düzenlemek demektir. Halbuki ihtirasın emri dıştan değil, içten gelmektedir.
Şartlı değil, mutlaktır. Muhteris, içinden gelen sesi dinlemeye ve ona boyun
eğmeğe kendini mecbur görür. Cook’u kutuplara doğru iten, Pasteur’ü
lâboratuvarına kapatan bu emirdir. Eseri cemiyet için faydalı veya zararlı,
müspet veya menfi bütün ihtiraslarda aynı içten gelen emre boyun eğmeye kendini
mecbur görme duygusu hâkimdir. Sağduyuya göre meselâ bilgi belirli bir hedefe
hizmet içindir: Bu hedef cemiyetin iyiliği veya ferdin kârı olabilir. Bazen
ferdin kârını temin ederken cemiyetin zararına da olabilir. Makyavel gayelere
hizmet eden bütün vasıtaları meşru saydığı için, siyasi hâkimiyet uğruna
Prens’in kötülüğünü kabul ediyordu. Sağduyunun ayarladığı bir işin hedefi
önceden çizilmiş olduğu için onun nereye varacağını bilebiliriz. Fakat
ihtirasta hedef yoktur: Bilgi bir kişinin kazancı veya sosyal iyilik için
değildir. Bilmek için bilmek, bu hedefsizliği yüzünden –tesirleri bakımından–
hayırlı olduğu kadar zararlı da olabilir. O bu fiilin sorumluluğunu üzerine
almaz. Çünkü, yalnız iyilik gayesine göre elde edilmiş değildir.
İhtirasa hücum edenler bu vasıflar üzerinde
dururlar. Düşünmezler ki, o, bir değer normu değil, tabii bir kuvvettir. Her
tabiat kuvveti gibi fayda da verebilir zarar da! İş onu kullanandadır. Bu
tabiat kuvveti (hayati, sosyal), başka tabiat kuvvetlerinden devamlılığı,
derinliği, kutuplaşmış olması ile ayrılır. Bu sayede yaratıcı olur. İnsanı
kendi kaderine boyun eğdirmesi ve onda mecbur olma hissini doğurması ile ruhun
belkemiği olur. Fiziki ve sosyal çevrenin kesintili ve süreksiz tesirlerine
bağlı olarak hareket eden ve gerçekle ilgisiz hayal dünyasından başka
bağımsızlığı olmayan insanın bütün dikkatini gerçeğe, gerçeğin belirli bir
yönüne çevirerek ona hâkim olmasını temin eden ihtiras aynı zamanda insanın
hürlüğünün de başlangıcıdır. Onunla insan kendi kaderini yaratır ve kendi
kuvveti ile başka tabiat kuvvetlerine karşı durabilir. Onunla kesintili şuur
hallerini kesintisiz, sürekli bir şuur oluşu haline getirebilir. Gerçekle
ilgisiz ve hareketsiz hayal dünyasını gerçeğe çevrilmiş bir zaman akışı
içindeki dinamik kuvvet, hafıza ve yaratıcı hayal gücü haline koyabilir.
İhtiras hangi konuya dönerse onu
mutlaklaştırır. Karanlık bir dünyaya çevrilen bir ışık huzmesi gibi gerçeğin
bir parçasını ve yalnız o parçasını bütün açıklığı ile aydınlığa çıkarır.
İhtiras bunun için dünya üzerinde etraflı bir kuşbakışı değil, karanlıklara
doğru açılmış derin bir projektör ışığıdır. Derindir, inhisarcıdır, sınırları
içindekini mutlak yapar, sınırları dışındakini ihmal, hatta inkâr eder. Bunun
için de gerçeğin bir parçasını fethederken bütünün kavranmasını güçleştirir.
Fakat ihtiraslar birbirini tamamlayınca ayrı açılardan ışıklanan âlemin bütününü
kavramaya imkân olur.
Organik şuurun gözü yalnız eğilimin devam
ettiği süreyi görür; hafızası yoktur. İhtiyaç-arzu-tatmin kapalı süreci ile
bağlı olduğu çevrenin esiridir. Sosyal şuurun gözünde renkli camlar vardır:
Değerler levhasının camları! O, eşyaya faydalı, iyi, güzel, haklı, kutsal,
geleneğe uygun, meşru olup olmadıklarına göre bakar. Onları oldukları gibi
göremez. Doğru olduklarını söylediği zaman da hükümlerini veren bu renklerden
birindeki camdır. Çünkü doğru hükmünü belirleyen sağduyu, değerler levhasının
bütününe bağlıdır. Hangi filozof, sırf kabul edilmemek korkusuyla, sağduyunun
ötesinde doğruyu aramaya cesaret etti? Sosyal şuurun renkli camları insana
kaleydoskopik ve geniş bir manzara verir, fakat gerçeğin kendisini veremez.
İşte arkadaşım Mehmet karşımda eti ile kemiği ile duruyor. Bu bir gerçektir.
Fakat onun hakkında hüküm verirken, onun içinde bulunduğu “dünya”yı sağduyunun
gözlüğü ile tanırken, bu renkli hayal âleminden başka bir şey elde edemem.
Öyleyse gerçeği nasıl kavrayabilirim? Duyu
verilerim beni aldatmadığına, arkadaşını Mehmet bir hayal olmadığına göre,
gerçeğin kavranmasından şüpheye mahal yoktur. Ama ne organik şuurun
ihtiyaç-tatmin süreci, ne sosyal şuurun renkli camları bu ayrı ayrı şüphe
edilmeyen gerçeğin bütününü kavramama elverişlidir. Eğer ben her iki şuur
derecesinin zaruret ve imkânlarından bağımsız, yalnızca bir fotoğraf plâkı
olsaydım, tarafsız ve objektif olarak, gerçeğin nüanslarını kaydederdim. Fakat
ben böyle bir kayıt cihazı değilim. Duyularım organik ve sosyal şuurun zaruret
ve imkânlarından ayrı olarak işleyemezler. Bunun için, her iki merhalede
bildiğim âlem gerçekten uzaktır. Ancak ihtiras halindedir ki, âleme kutuplaşmış
olarak çevrilmekteyim. Bu kesif ve sürekli çevrilişim beni âleme karşı faal kılar.
Organik şuurun ihtiyaç-tatmin kapalı sürecinden kurtulurum. Gerçeğe (daha
doğrusu ihtirasın aydınlattığı gerçek parçasına) çevrilen bakışım onu elde
etmekle doymayacağı için, ona ait merakım, tecessüsüm sonsuz olduğu için,
ihtiyaç-tatmin kapalı sürecine göre hürriyet kazanacaktır. Ancak değerler
levhasının renkli camlarını da aşabilmeliyim. Onun hazırladığı soyut mantıki
şemalar düşünme imkânlarımı sağlar, fakat gerçeğe ulaşma imkânını vermez. Fayda
veya hak, güzellik veya meşruluk gözlüğü ile baktığım zaman işleyen daima aynı
düşünce mekanizmasıdır. Bununla birlikte hiçbirinde gerçeğe ulaşmayı temin
edemez. İdelojiler birbiriyle çarpıştığı, biri ötekini yok etmeye çalıştığı
zaman aynı düşünce mekanizmasını kullanıyor. Bunun için, gözümden camları
çekebilmeliyim. Eşyaya devamlı olarak ve her türlü değer hükmü dışında
bakabilmeliyim. Bunu yapmaya da imkân yoktur. Yalnız ihtiras iledir ki, gerçeği
değil, fakat bir gerçek parçasını aydınlatabilirim. Bu aydınlatışta organik
şuuru olduğu gibi sosyal şuuru da aşarım. Çünkü aydınlanan gerçek parçasına
şuurumun bütün gücü arzu, tatmin ve değer süreçlerinden bağımsız olarak
çevrilmiştir. Oraya dikkatimi çevirseydim bu sonuca ulaşamazdım. Çünkü dikkat
ya objenin parıltısından doğan bir kamaşma halidir ki, bu parıltı ile birlikte
silinir. Yahut benim zorla uyandırdığım bir haldir ki, sonunda yorularak
dağılır. Her ikisinde de yükselip alçalan kesintili ve süreksiz dikkatim eşyayı
olduğu gibi kavrayamaz. Çünkü onu idare eden ya organik ya sosyal şuurdur.
Dikkati onlar uyandırır ve onların ritmi ardından sona erer. Biz asıl şeylere
değil, değerlerin gösterdiği hedeflere dikkat ederiz. Dikkatin kendi başına
devamlı, istikrarlı ve derin bir güç halini alması ancak ihtiras yardımıyladır.
İhtirasın derinleştiği konuda dikkatimiz de derinleşir ve ihtirasın devam
kudretine göre, dikkat de devam eder. Biz bir görüş tarzına değil objeye dikkat
ederiz. İhtirasımızın çevrildiği obje bu suretle bizim tarafımızdan anlaşılmış
olur. Anlamak, sezmek eğer objeyle doğrudan doğruya temasa gelmek, onu bir
düşünce zincirinin halkalarından geçirmeden bir hamlede kavramak demekse, ancak
ihtirasın objesine çevrilen bir dikkat fiili iledir ki, biz bu neticeleri elde
edebiliriz. Fakat ne dikkat, ne anlayış, ne sezgi gerçeğin bütün çeşitliliğini
kavrayabilir. Bu derinliğine bakış yalnız bir gerçek parçasını kavrayabilir ve
sosyal şuurun hazırladığı mantıki şemalarla bu parçalı bilgiler arasında
bağlantı kurabilir.
İhtiras, objesini mutlaklaştırır. Eğer o
bilgiye değil de bir değer fiiline, meselâ iyiliğe çevrilirse, iyilik için
iyilik şeklini alır. Bu tarzda bir kavrayış iyiliğin göreli (relatif) olmaktan
çıkarak mutlaklaşması, yani Kant’ın tabiri ile vicdanın emri ve vazife olması
demektir. Her ihtirasta bir mecbur olma gücü vardır demiştik. Muhteris kendini
bu fiili yapmaya mecbur görür. Fakat bu mecbur olma herhangi bir hedefe
çevrilebilir. Duyan için bir yükümlülük olsa bile henüz ahlâki fiil halini
almış değildir. Nitekim her ihtiras kendi dışına karşı ilgisiz olmasına karşın
kendi objesine karşı sorumludur. Çünkü o objesinde yaratıcı olduğu kadar objesi
de onu gerektirir. Buna bir araştırmacının araştırma konusuna karşı, bir
sporcunun oyununa karşı, bir toplayıcının topladığı maddelere karşı sorumluluğu
diyebiliriz. Bu maddeler cansız, hatta tarihte olduğu gibi hazır değil,
matematikte olduğu gibi ideal olsa bile!..
Ancak ihtiras, ahlâki bir hedefe, iyiliğe de
çevrilebilir, onun konusu iyilik olabilir. Bu artık belirli bir hedef için
iyilik değil, umumiyetle iyiliktir. Başka deyişle bu, evrensel ve mutlak
iyiliktir. Ona çevrilen ihtiras da “iyilik için iyilik” halini almıştır. Artık
süje bu fiili icraya kendini mecbur gördüğü zaman, onu herhangi bir tabii
hâdisenin (hatta herhangi bir ruhi hâdisenin) zaruretine benzetemeyiz. Bu, ruh
gücünün muhtarlığı ile hareket eden insanın kendi kendini “ahlâki fiil”i
yapmaya mecbur görmesi demektir ki, ihtirasın bu özel haline Kant, mutlak emrin
şuuru, yani “vazife” diyor. Burada ahlâki süjenin sorumluluğu ahlâki obje, yani
mutlak olarak cemiyet veya insanlık karşısındaki sorumluluk şeklini almıştır.
Aynı mutlaklaştırma sanat konusunda da görülür.
İhtiras sanat güzelliği değerine çevrildiği zaman onu mutlaklaştırır; başka
deyişle, cemiyetin istediği din için sanat, fikir için sanat veya propaganda
için sanat olmaktan, sanatı herhangi bir gaye hizmetine koymaktan çıkarak sanat
için sanat haline getirir. Organik şuur derecesinde sanat yalnız oyun gibi,
eğilimlere bağlı geçici bir eğlencedir. Sosyal şuur derecesinde sanat değerler
levhasının bir parçasıdır ve belirli bir sosyal gaye içindir. Kişilik şuuru
derecesinde o başka değerlerden ayrılmış, kendi başına bir değer olmuştur.
İhtiras, sanatı gayesi kendi içinde sonsuz bir yaratma alanı haline
getirmiştir, bundan dolayı “sanat için sanat” teorisi yanlış değildir ve onun
başka fonksiyonlarını reddetmeden, bu üstün derecesini ifade eder.
Sanatçıyı atölyesine, bilgini lâboratuvarına,
fikir adamını kütüphanesine bağlayan ihtiras bir yandan da kutup kâşifini,
kumandanı, coğrafya ve arkeoloji araştırmacısını kıtadan kıtaya dolaştırmaktadır.
Fakat bundan dolayı biri mekânda derinleşen, öteki genişleyen, biri yerli öteki
göçebe iki ihtiras tipi ayırmak doğru değildir. Bu ayrılış ihtirasın
tabiatından değil, objesinin türünden ileri gelir.
İhtiras inşa edici olduğu kadar tahrip edicidir
de! Sevginin yaptığını kin yıkar. O sevgi halinde yüceldiği kadar kin halinde
de daralır.[199]
Birinin yapıcı, birleştirici, yaratıcı gücüne
karşı öteki yıkıcı, uzaklaştırıcı, tahrip edici gücü ile hüküm sürer. Kindeki
bu alçalış aşk ahlâkının zıddı olmakla beraber, onun kendini kontrol bakımından
en büyük uyandırıcısıdır. Kin olmasa sevgi de olmazdı. Fakat bundan dolayı
sevginin olduğu her yerde kinin de olması gerekmez. Aslâ kin bilmeyen ruhlar
olduğu gibi, asla sevgi bilmeyen ruhlar da vardır. Bu kontrol, ruhun kendi
kendinde olduğu kadar ruhlar arasında da geçer.
Kıskançlık, haset, gıpta, takdir, beğenme tıpkı
hayret, sevinç, keder gibi duygulardandır. Bunların ihtiraslar arasında yeri
yoktur. Ancak her ihtirasın dramatik gelişmesinde bu duygular meydana çıkar ve
kaybolurlar. Biri ötekinin yerini alır. İhtiraslar zikzaklı veya ritmik
hareketlerinde heyecanlarla ve duygularla ifade edildiği zaman, bu hal çok defa
onlarla karıştırılmalarına sebep olur. Yoksa organik şuurda başlayan, sosyal
şuurda gelişen bu duygu halleri ayrı ayrı birer ihtiras şeklini alamaz.
3 – İhtirasların gelişmesi bilgide olduğu kadar
ahlâkta, sanatta ve başka değer alanlarında da rol oynamaktadır.
İhtiraslar daima aynı kalan ruhi süreçler
değildir. Türlü eğilimler arasındaki yarışma, onlardan birkaçının ötekileri
gölgede bırakması, sonunda ihtiras halini almalarına sebep olduğu gibi, türlü
ihtiraslar arasındaki yarışmada içlerinden yalnız birinin bütün ruha
hükmetmesine sebep olur. Fakat ihtirasların bu tarzda monarşik hâkimiyeti,
ulaştıkları tek şekil değildir. Birbirleriyle çatışan ihtiraslar, hepsinin
yıkılışı ile de sona erebilirler. Bu tarzda çatışmalarda ihtirasların birbirini
tahrip ettiğini ve tükettiğini görürüz. İhtirasların tükenişi de iki türlü
olur:
a) İhtiraslar görünüşlerindeki sonsuzluk
şuuruna rağmen, başka ruhi olaylar gibi sona erer ve tükenirler: Oyun, spor,
aşk, koleksiyonculuk, inşa, sanat, vs. şekillerinde bu çok çeşitli ihtirasların
ruha uzun bir süre hâkim olduktan sonra nihayet gevşedikleri, yerlerini ya
başka ihtiraslara yahut adi eğilimlere bırakarak kayboldukları sık sık görülür.
Geçici ihtiraslarda yaratıcılık vasfı zayıftır. Bir ihtirastan başka ihtirasa
geçmek suretiyle değişiklik gösterenler çoğu kere psikopat bünyelerdir: Onlarda
meslek ve eğilim değiştirme ruhun başlıca vasfıdır. Bu hal de yaratıcılık
gücünü son derecede azaltır.
b) Bazen kuvvetli ruhlarda bu geçici
ihtiraslardan birkaçının paralel olarak devam ettiği, birbirine zarar vermeden
geliştiği de görülür. Bunlara en çok evrensel zekâlarda yahut büyük
dilettante’larda rastlanır: Leonardo, Goethe, Gide gibi. Fakat ihtirasın bu
şekilde gelişmesi çoğu kere verimliliğine karşı sonuçlanır. Bunun için bu tipin
ortalama şekli basit meraklılıktan yukarı çıkamaz.
c) Bir de, en büyük ihtirasların dahi,
yorularak tükendikleri çok görülen hallerdendir: En değerli ihtiras bile
sonsuzluk şuuruna rağmen fiilde sonsuz değildir. İhtirasın şiddeti nispetinde
ruhi ve organik bünye üzerindeki yorucu tesirsi büyüktür. Bu yüzden kuvvetli
bir ihtiras, taşıdığı bedeni ve şuuru yıpratarak en sonra kendi gücünden
kaybetmeye ve bazen tükenmeye mecbur olur. Bir ihtirasın çarpışma, dağılma veya
yorulma suretiyle sona ermesi ruhi hayatı disiplinsiz ve boş bırakır.
İhtiraslardan boşalan ruh can sıkıntısı ve buhran (spleen) içinde kalır.
Kuvvetli ihtiraslar tarafından güdülmemiş olan ruhlar kendi başlarına
alışkanlık, otomatizm, sosyal gayelilik, vs. şekillerinde orta dereceden türlü
intibaklar yaratarak devam ederler. Fakat hâkim bir ihtirastan kuvvet alan ve
üstün enerji gösteren ruhlar bu kuvvetten mahrum kaldıkları zaman birdenbire
disiplinsizlik ve güçsüzlük buhranı içine düşerler. Onların bu durumu her
zamanki enerjilerine göre büyük bir ruhi alçalış olduğu için marazi bir hal
sayılabilir: Bu bazen melankoli, bazen mani krizleri ile kötü şekilde sona
erer. Bazen de ihtiras yerini otomatizmlere ve basit meraklara bırakmak üzere
aşağı dereceden bir ruhi hayat dengesi insanı kurtarabilir. Kudretli ruhların
sonunda uğradıkları yalnızlık, terk edilme halleri bu tarzda teşekkül eder.[200]
d) Fakat ihtirasların bütün bu şekillerden
farklı olarak da gelişmeleri mümkündür. Bu da onların kırılacak, parçalanacak,
yorulacak yerde yücelmeleri (sublimation) şeklidir. Bir ihtirasın yücelmesi
daha üstün bir gaye-değere çevrilmek üzere ruha düzen vermesi demektir.
Böylece, ihtiras vasıta-değerlerle yavaş yavaş ilişiğini keser; tamamen başkacı
(altruiste) ve evrensel olur. Sempati, sevgi, aşk halini alır. Umumiyetle
ihtirasların yücelmesine onların sevgi halini alması diyebiliriz. Sevginin
başlıca nevileri şunlardır:
I) Eros sevgisi. Bunu Platon Şölen adlı
diyaloğunda tahlil ediyor. Maddi veya hazlara ait bir Eros olduğu gibi, manevi
bir Eros da vardır. Birincisi zevk ve şehvete, ikincisi idée’lere
çevrilmektedir. Platon asıl aşkın birincisinde değil ikincisinde olduğunu
söylüyordu.
II) “Diké” sevgisi. Bu da yine Platon’un birçok
diyaloğunda gösterdiği gibi adalet sevgisi, yani ahlâk hissidir. Burada sevilen
bir insan, hatta umumiyetle bir idée değil, fakat en geniş olarak bütün
idée’ler âlemi, onların yetkin şekli olan “iyilik idée”sidir.
III) “Agapé” sevgisi. Hıristiyanlığa göre
Allah’tan insana doğru çevrilir. Tasavvufa göre de, insanla Allah arasındaki
karşılıklı sevgi şeklini alır. İhtirasın “tasavvufi aşk” olması “mutlak
varlık”la insan arasındaki karşılıklı bağlılık ve birlikten ibaret olan en
üstün şuurun kazanılmasını temin eder. Sevginin bu şekli panteist dünya
görüşüne ulaşır.
IV) Kozmik sevgi, panteizmden farklı olarak insandan
bütün varlığa doğru çevrilir. İnsan, fertlere, zümrelere, bütün canlılara,
hatta bütün eşyaya çevrilen bu yaygın sevgi şeklinde kendini varlıkla bir
hisseder. Jung “altşuur”a (subconscient) dair tahlillerinde, kolektif altşuurun
bütün insanlar arasında bu tarzda yaygın bir kozmik sevgi şeklini aldığını,
bunun parçada bütünü görmek, parça yardımıyla bütünü sevmek şeklinde formüle
edildiğini anlatıyor. Kozmik sevgiyi eski Hint dininde, bazı Eski Yunan
misterlerinde, bir kısım mistiklerde, Mevlânâ Celaleddin Rumi’de, vs.’de
görüyoruz.
Burada bahsettiğimiz ihtirasların yücelmesi
hâdisesinde, bu şekillerden her birinin ayrı ayrı yeri vardır. Panteist veya
kozmik sevgi bu kitapta anlatılan sevgi şekline uygun değilse de insanın ruhi
yükselmesinde üstün bir dereceyi ifade eder. Aşk Ahlâkı’nın anladığı sevgi
panteist sevgi değildir. Çünkü insanda gaye-değerlere doğru çevrilen dereceli
bir yükseliş sürecine dayanır, fakat mutlak varlıktan insana doğru inen bir
sevgi sürecini hesaba katmaz. Kozmik sevgi insandan varlığa çevrildiği için,
onunla ilişiği daha kuvvetlidir. Eros, diké, kozmos sevgileri aşk ahlâkının
dayandığı ihtiras yücelmesinin dereceleridir.
V) Burada bir de Hıristiyanlıkta, başlıca
Augustinus tarafından açıklanmış olan caritas (şefkat) sevgisinden
bahsetmelidir. Caritas (veya charité) Allah’ta insanları sevmek demektir.
İnsanların birbirlerine karşı sevgilerini Allah’a bağlanmadan çıkaran mistik
sevgi şeklidir, bununla birlikte o, tasavvuftaki “ilâhi aşk”tan farklıdır.
4 – Aşk ahlâkını anlamak için ihtirastan doğan
bir hikmet şeklini anlamak gerekir.
Hikmet (sagesse) Yunanlılarda hayata düzen
veren bilgi, hakim (bilge) de (sage), bu bilgiye sahip kimse, bilge diye tarif
ediliyordu. Fakat hikmet Yunanlılara mahsus değildir. Çinliler aynı manada
t’seu, Türkler ata veya ede diyorlardı. Hint’te de buna karşı guru’lar vardı.
Bilgelik deyince klâsik olarak Yunanlıların
kastettikleri mana anlaşılmaktadır. Halbuki Eski ve Yeniçağ’da, türlü
medeniyetlerde türlü “bilgelik” şekilleri vardır. Fakat bunları başlıca iki
gruba ayırmak kabildir: 1) Menfi hikmet, 2) müspet hikmet.
1) Menfi hikmet deyince insanın kendiliğinden
ve tabii güçlerine karşı koyan, onlara karşı menfi bir tavır alan hikmet
anlaşılır. Buna göre insanın hayatına düzen vermesi ve huzura kavuşması için bu
kuvvetleri düzenlemelidir. Menfi hikmet de türlü şekillerde görünür:
a) İlcaları, ihtirasları akıl yoluyla
düzenleyerek ölçülü bir hale getirmekten ibaret olan Sokrates’in yoludur. Bu
yol Platon ve Aristoteles tarafından açıklandığı gibi, Ortaçağ filozofları
tarafından da tutulmuştur. Yeniçağ’da da bazı taraflıları vardır.
b) Arzulara, ihtiraslara karşı koymak, onlara
mukavemet etmek yolunu teklif eden Zenon’un ve Stoa okulunun “hikmet”
anlayışıdır. Bu yol ölçülülük yerine arzuları yenmek, mutluluk yerine fazilet
arar. Modern Çağ’da Kant tarafından geliştirilmiştir.
c) En sonra bir de arzuların yok edilmesinden
ibaret olan menfi “hikmet”in en aşırı şekli vardır. Bu şekil de Buddha ve
Schopenhauer tarafından ileri sürülmüştür. Buna göre arzular varlığın esası ve
ıstırapların kaynağıdır. Varlık ıstıraptır. Mutlu olmak için arzuları yok etmek
gerekir. Bu kötümser görüş menfi “hikmet”lerin en şiddetlisidir.
Fakat bütün şekilleri ile menfi hikmetler doğru
değildir. Çünkü tabiata karşı koymakta, gerçeği inkâra kalkmaktadır. Hayata
düzen vermek, hayata karşı koyarak değil, hayatla beraber olabilir. Bundan
başka, arzular ıstırap kaynağı değildir. Asıl ıstırap hayata dışından gelen
tesirlerden doğmaktadır. Haz ve arzu merkezden çevreye doğrudur (centrifuge), elem
çevreden merkeze doğrudur (centripète). Arzu hayattan fışkırır ve haz doğurur.
Elemler bize fiziki veya sosyal çevrenin tesirlerinden gelir.[201] Arzu yokluğundan ibaret olan elemler
sözde-elemdirler (pseudo-douleur) ve asıl elemlerin yanında küçük bir yer
tutarlar. Böyle olunca Platon’dan beri kabul edilen, “arzu ıstırap doğurur”
fikrini benimsemeye imkân yoktur. Kısaca, menfi hikmetler insanın gerçek
varlığına uygun değildirler. Bununla birlikte, onlarda bir hakikat payı vardır.
O da, arzulara karşı direnen, onları durduran kuvvetin de arzular gibi insanın
tabiatına ait oluşudur; bu kuvvet sosyal şuurdur. Menfi hikmet ancak sosyal
şuurun organik şuura karşı koyduğu baskılar ve yasakları ifade etmesi
bakımından haklıdır.
2) Müspet hikmet, hayata düzen vermek için
hayat güçlerini yok etmeye çalışmayan, onlara uygun olan hikmet şeklidir.
Müspet hikmet organik şuura değil, kişilik şuuruna dayanır. Hayatın düzenini
başlangıç temayüllerden değil, kişiliğin gelişmesine bağlı olan üstün ruhi
güçlerden alır. Menfi hikmeti reddederek değil, onu aşarak kurulur. Bundan
dolayı menfi hikmete göre bir ilerleme ve gelişme teşkil eder.
Müspet hikmet de türlü şekillerde ifade
edilmiştir:
a) “Mistik hikmet” halinde, kısmen
Hıristiyanlık ve İslâm’da “tasavvuf” tarafından ifade edilmiştir. Burada
kişilik şuurunun bütün güçleri –ihtiras, irade, sevgi– gerçeküstü “ilâhi” bir
hedefe çevrilmiştir. Hayat kudretinin gerçeküstü objeye kendini vermesi, onda
erimesinden ibaret olan vecd hali bu hikmetin başlıca vasfıdır. Müspet hikmetin
bu şeklinde hayata düzen veren “akıl” (ratio) değil, kişilik şuurunun bütün
güçleri, yani ruhtur (esprit). Bu suretle insanlık İslâm ve Hıristiyan
dünyalarında yeni bir devreye girmiştir. “Mistik hikmet” kişilikten doğan yaratış,
feragat, evrensellik bakımından büyük bir ilerleme teşkil eder. Fakat obje
içinde kendinden geçme (extase), gerçek duygusundan uzaklaşma olması bakımından
eksiktir.
b) Müspet hikmetin asıl gelişmiş şekli,
gerçekhedefe çevrilen modern şeklidir. Burada kişilik şuurunun hedefi eşya,
tabiat, insanlık ve tabiatüstüdür. Fakat artık kişilik şuuru “mutlak varlık”
içinde erimemektedir. Tabiat, tabiatüstü ve insanlık onun sonsuz hedefleridir.
Biz bu hikmete “aşk ahlâkı” diyoruz ve onu Nietzsche’nin “hikmet” görüşünden
ayırıyoruz.
5 – İhtiras, ruhi hayatın iki temel kudretini,
irade ve zekâyı birleştirir.
Böylece “yapmak” ile “düşünmek” arasındaki
ikilik ortadan kalkar: Zekâ irade ile tamamlanır veya irade zekâ tarafından
harekete geçirilir. İhtiras ve yüceltilmiş şekli ile sevgi halinde insan,
belirli bir hedefe çevrilen tasavvurlarını fiil haline getirme gücünü kazanır.
Klâsik felsefede bu iki güç birbirinden ayrı kalmaktadır. Platon ve Aristoteles
zekâda “temaşa” gücü görmekte ve onu aşağı bir derece saydıkları action’un
üstüne koymaktadırlar. Fakat zekâ action değilse de acte’dır, yani her şey onda
gerçekleşir. Bununla beraber “irade”nin rolü inkâr götürmez: O Hıristiyanlıkta,
önce “asli günah” halinde menfi bir rolle meydana çıkar. Descartes’ta akıl ve
irade şuurun iki sıfatı, iki esas melekesi olarak görünür, fakat ikisi ayrı
kalırlar. Kant’tan sonra da bu görüş devam eder. İlk defa Schopenhauer’da akıl
iradeye tâbi olmaya başlar. Nietzsche’de “kudret iradesi” bütün melekelerin
kaynağıdır. Pragmatistlere göre “teori”yi gerektiren “pratik”tir: Bu son görüş
Yunan’dan beri felsefede hâkim olan bir kanaatin, “pratik”i gerektiren
“teori”dir kanaatinin zıddıdır.
Fakat Yeni-Hegelci Benedetto Croce, Pratik
Felsefesi’nde bu krizi şu şekilde çözmeye çalıştı: Ne akıl ne irade yalnız
başlarına yeterli melekeler değildir. İradesiz akıl soyut bir şemadan, akılsız
irade şuursuz bir itkiden ibarettir. Gerçek olan bu iki farklı melekenin
birbirini tamamlamasından başka bir şey olmayan “kasıtlı fiil”dir. Bu suretle
Croce klâsik felsefe dışına çıkmaksızın, Hegel’in sentez metodunu düzeltmekte,
aynı zamanda pragmatizmin veya “iradeci felsefe”nin aşırılıklarına
düşmemektedir. Croce’ye göre iktisat, ahlâk, hukuk, yani bütün pratik felsefeyi
tâyin eden, bu akıl-irade sentezidir. Fakat burada iki soru açık kalıyor: a)
Asıl hakikat değeri ve bilginin bu sentezle ilişiği nedir? b) Akılla iradenin
birleşmelerini nasıl temin edebiliriz? Croce birincisini konusu dışında
bırakıyor. İkinci nokta kısmen psikoloji tarafından desteklendi. Psikologlar
beynin dinamojenik faaliyetinden bahsediyorlar.[*65] Beyinde her fikir bir hareket halini almaya
meyleder. Bu bağlantının köklerini sinir sisteminin sansori-moteur yapısında
buluyoruz. O suretle ki, duyu sinirleri ile hareket sinirleri ayrılmadan önce,
her sinir hem duyu hem hareketi nakledebilir. Bununla birlikte, beynin
farklılaşmış faaliyetinde fikirler hareketlerden ayrılmaya başlar. Üstün zihni
fonksiyonlarda bu ayrılış daha barizdir. Artık bir akıl yürütme veya çağrışımın
fiili hayata, yahut bir otomatizm veya refleksin zihni hayata doğrudan doğruya
bağlı olduğundan bahsedilemez. Nasıl oluyor da üstün ruhi hayatta bu melekeler
tekrar birleşiyorlar? Croce teorisi bu noktayı açıkta bırakıyor.
Bize göre temayül seviyesinde organik şuur
hareket ve fiilin bütünlüğüne dayanır. Fakat sosyal şuurda hareketler ve
tasavvurlar gittikçe birbirinden ayrılır. Hareket halini almayan fikirlerle,
fikir halini almayan hareketler iki ayrı saha teşkil eder. Buradan, iç ve dış
hayatın ikiliği, marazi şuur ve yalan çıkar. Sosyalleşme süreci geliştikçe bu
fark büyür. Fakat her farklılaşma organik şuurun asli bütünlüğü ile karşılaşır.
İlk gerçeklik olan organik şuur sosyal şuurun parçaladığını tekrar
birleştirmeye çalışır. Bu suretle ruhi bütünlüğe doğru yeniden hareket başlar:
Ancak bu hareket organik şuura, çocukluğa dönüş değildir. Yeni bir kuruluş ve
üstün bir gerçeklik doğuşudur.
Sosyal şuurun doğuşunda alışkanlığın –bütün
durdurma, sansür ve itilme mekanizmalarıyla birlikte– kişilik şuurunun doğuşunda
da ihtirasın ve kişiliğin birinci derecede rol oynadığını görüyoruz. İlkçağ
medeniyeti asli bütünlüğün parçalanmasında birinci merhaleyi teşkil ediyordu.
Yunan’da akıl (temaşa) iradeden ayrılmıştır. Matematik, mantık, metafizik
kurulmuştur. Ortaçağ medeniyeti bu parçalanmanın keskin şeklidir. Orada
değerler “gök” ve “yer” diye iki kutba ayrılmış, gaye ve vasıta-değerler iki
ayrı âlem halini almıştır. Modern medeniyette Rönesans’tan beri yeniden irade
gücü gök değerleriyle yer değerlerini birleştirmek için cehde girmiştir. Buna
Yeni-Schellingçi filozof J.M. Baldwin, metafizik bir mana verecektir.
Osmanlı devirinden önce tasavvur ve fiil
bütünlüğüne doğru bazı hamleler olmuştur. Osmanlı devri İslâm medeniyetinin en
çok içe kapanan devresidir. Ancak bu çağda ayrılış fiil adamlarının lehine,
fikrin aleyhine işlediği için fikrin bağımsızlığı da kaybolmaya başlamıştır.
Fikir adamlarının yerlerinden uzaklaştırılması,[202] hür düşüncenin susturulması, modern Batı düşünce ve
ilminden habersizlik, bu çağın gerilemesinin başlıca alâmetleridir.
Bilgi
6 – Âlemin mihrakı insandır.
Bu kısım bir belirtmeyle başlıyor: Bu da,
insanın âlem içindeki yerine aittir. Bu cümle Eski Yunan’dan, başlıca
Kiniklerden beri bilinen antroposentrizmin canlanması gibi görünüyor. Fakat
metne dikkat edilince bu eski görüşle ilişiği olmadığı, hatta onu tenkit ettiği
anlaşılır. Eski görüş metafizik anlamda ruhu bedenin merkezine koyduğu gibi
insanı da âlemin merkezine koyuyordu. Buradan, insan küçük bir âlemdir (mikrokosmos)
görüşü doğuyordu. Farabi Stoacıların bu fikrini sonradan benimsemiştir. Buna
göre âlemde her ne varsa insanda da vardır. İnsana bakan orada küçük bir âlem
ve büyük bir nüsha (nüsha-i kübra) görecektir. Fakat bu anlamda antroposentrizm
ancak metafizik-teolojik bir dünya görüşü içinde savunulabilir. İnsanı, varlık
dereceleri arasında üstün bir derece olarak gören natüralist bir felsefe
antroposentrizmden çok uzaktır. O ancak insanın varlığa açık davranışı,
çevresini ele geçirme gücü, âlem içinde kendi “dünya”sını yaratması bakımından
“âlemin mihrakı” sayılabilir. İnsan öteki varlıkları ruh kudreti ile
aşmaktadır. Ruh kudreti nedir? O, “kökleri organizmada, çiçekleri cemiyetin
içinde” diye tasvir edilmektedir. Bu manada ruh kudreti ruh ve beden birliğine,
insanın bütünlüğüne dayanmaktadır ki, bu görüş zamanımız antropoloji, biyoloji
ilimleri tarafından destekleniyor. Goldstein insanın ruh-beden birliği esasına
göre organizmanın yapısını tetkik ediyor.[203] Yeni psikosomatik tıp bu temele dayanıyor.[204] Bu yeni araştırmalar 17. yüzyılda Descartes
tarafından ileri sürülmüş olan ruh-beden ikiliği fikrinin doğurduğu buhrandan
derece derece kurtulmaktadır. Kartezyenizm görüşü bir yandan ruhun beden ve bedenin
ruh üzerine tesirsi gibi açıklanması son derece güç metafizik bir problem
meydan çıkarmış, öte yandan bu ikiliği açıklamak için ruhla beden arasında
türlü şekillerde savunulan bir paralellik olduğu tezini koymuştur. Fakat bu
paralellik tabii bir şekilde açıklanamadığı için de bunu ya Allah’ın her an
devam eden müdahalesi ile, ya ezelde kurulmuş ilâhi bir ahenk ile veya ilâhi
iradeyi meydana çıkaran vesile sebeplerle, yahut mutlak varlığın iki sıfatı
arasındaki ahenkten ibaret panteist bir açıklama ile çözmeye çalışmıştır. Bütün
bu açıklama tarzlarının ilim sahasında yetmezliği en sonra iki ayrı cevherden
birini fedaya götürmüş, ruhi hâdiselere “gölge-hâdise” gözü ile bakılmış, bu
suretle insanın tabiatına aykırı mécanisme teorisinden doğmuş yanlış bazı psikoloji
görüşlerinin gelişmesine sebep olmuştur.
Halbuki insanın bütünlüğü, ruh ve bedenin
birliği fikri bu buhranları ortadan kaldırır. Bu kitapta savunulan tez de
budur. Yalnız burada metafizik ve teolojinin aradıkları ruhun bedenden bağımsız
devamı düşüncesini sağlamaya imkân kalmamaktadır. Nitekim kitabın birçok
yerinde bu cihet itiraf edilmektedir. Esasta natüralist bir felsefeden hareket
eden Aşk Ahlâkı, metafizikçilerin anladığı, maddeden bağımsız cevher manasında
ruhun ebediliği fikrinden vazgeçmiş, onun yerine ruhta ebedilik şuuru, fikrin
ebediliği veya devamı, değerler âleminin devamı fikirleriyle yetinmiştir.[205] Bu tarzda anlaşılan “insanın mihraklığı” fikri
zamanımızda Max Scheler ve daha sonra bazı felsefi antropologlar tarafından da
desteklenmektedir.
7 – Ruh bir oluş ve akış halindedir.
Asrımız başındaki felsefenin büyük önderleri bu
hükümde birleşmektedir. 17. yüzyılda Descartes ve Locke’un savundukları
cevherci veya statik şuur fikri yerine, zamanımızda hemen bütün filozoflar
başka tarzlarda, şuurun bir süreç, bir oluş, bir dinamizm olduğunu
söylemektedirler. Daha geçen yüzyıl sonlarında William James’e göre şuur bir
akıştır (W.J., Précis de Psychologie). H. Bergson’a göre şuur, kalitatif
değişmeler halindeki sürekli bir oluştur ki, o buna süre (durée) diyor: (Les
données immédiates de la conscience): E. Husserl’e göre şuur objeye çevrilmiş
kasıtlı fiillerden (acte intentionnel) ibaret ışıklı bir huzme, bir cereyandır.[206] Bu bakımdan yeni psikoloji çığırları da onları
destekliyor. Şu farkla ki, onlardan mühim bir kısmı (tepkibilim veya
davranışçılık) “materyalizm”e ve “mekanizm”e bağlanmak üzere bu felsefelerin
orijinal şuur görüşünü kaybetmektedirler. Bu kitapta, biz, esas bakımından
filozofların bu şuur görüşüne katılıyoruz. Onları çevre tesirlerinden doğan
tepkilere irca eden davranışçı görüşü reddediyoruz. Şu kadar var ki, ruhun
gelişmesini natüralist metotla biyoloji, sosyoloji ve psikoloji verilerine ve
onların karşılıklı etkisine[207] göre açıklamak isteyen genetik görüşe geniş yer
veriyoruz. Bu suretle üç realite arasında sürekli, karşılıklı tesirler kişilik
şuurunun gelişmelerini açıklamaya yardım edecektir. Bu bakımdan her üç
filozofun organizma ve cemiyetten tamamen bağımsız, orijinal ve hür bir alan
olarak kabul ettikleri şuur alanını tekrar kendi varlık şartları ile
çevrelenmiş, karşılıklı etkilere bağlı determinasyon alanı olarak görüyoruz.
8 – Ruhun kendi kendini yaratması ve terakkisi
ne demektir?
Burada, ruhi sürecin karşılıklı etkiler şeması
içinde nasıl geliştiğini göstermek istiyoruz. Bu suretle, ruhi gelişme
belirsiz, hür bir oluş olarak görülmemekte, kendi varlık şartları içinde,
birçok realite dereceleri arasındaki ilişiğine, onların birbirine tesirlerine
bağlı olarak açıklanmaktadır.
a) Ruhi faaliyet ile insan kendi kendini, üstün
organik ve sosyal gerçeklere dayanan ve onları aşan üstün kişiliğini, değerleri
yaratmaktadır. Değerler yalnızca morfolojik ve demografik zorunluluklara
(nécessité) bağlı olarak anlaşılan cemiyetin eseri değildirler. Morfolojik
bünye, teknik ve demografik, coğrafi (écologique) zemin cemiyetin şu veya bu
tarzda olmasını hazırlayan varlık şartlarıdır. Fakat bu şartlar, asıl cemiyetin
doğması için yeter değildirler. Bundan dolayı sosyal şuurun onları harekete
getirmesi gerekir. Sosyal şuur ise ruhi hayatın belirli bir gelişme
derecesidir. Değerlerin doğuşu, cemiyetin varlık şartlarının değil, asıl sosyal
şuurun, yani sosyal-ruhi faaliyetin eseridir.
b) Ruhun kendini yaratması derece derece
organizmayı, cemiyeti, hatta kendi kendini aşmasına sebep olur. Ruhi faaliyet
önce organik deteminizmi aşar. Yani organik şuur derecesinden sosyal şuur
derecesine yükselir. Ruhun terakkisi organik temayüllerin yetmezliği yüzünden
onları kuşatan sosyal gayeliliği, değer gayeliliğini meydana çıkarır. Organik
hayatı daha üstün dereceden, bir determinasyon içine alır. Bu sosyal şuurun organizmaya
göre daha özerkli (autonome) ve bundan dolayı da onu gerektirme gücüne sahip
olmasıdır. Cemiyetin emir ve yasak sistemi veya baskı olması bu demektir.
c) Ruhun gelişmesi daha üstün derecede kişilik
şuuru halini alır. İhtiras, zekâ ve irade kişiliğin üç cephesini meydana
getirir. Bu derecede ruhi faaliyetin özerkliği daha üstün ve bundan dolayı da
sosyal şuuru gerektirme (détérmination) gücü daha ziyadedir. Sosyal şuur
organik şuuru gerektirdiği gibi, kişilik şuuru da sosyal şuuru gerektirir. Bu dereceye
ruhun kendi kendini aşması diyebiliriz.
d) Kültür çevreleri, medeniyetler ve tarihi
çağlar arasındaki farklara rağmen, yeryüzünde insanların ortak ve benzer
çabaları insani ruhun kendi kendini yaratmasından, derece derece özerkliğini
kazanması ve bu üç safhadan geçerek meydana çıkmasından ileri gelir. Yalnız her
kültür bu safhalardan birbirinden farklı tarzlarda geçer ve her tarihi çağda bu
safhalardan birinin rolü daha büyüktür.
9 – İnsani varlığın bütünlüğü, bölünmezliği
hakkındaki temel fikrin açıklanması için, burada bu bütünlüğü görmeyen eski
felsefi teorilerin veya bütünlüğün görülmesine engel olan ve insanın yalnız bir
cephesini aydınlatmaya çalışırken onu “bütün” zannederek yanlışlığa düşen ilmi
teorilerin veya açıklamaların tenkidi yapılmaktadır.
I. Felsefi kuramlar karşısında insani varlığın
bütünlüğü:
a) Önce burada materyalizmi tenkit etmek
gerekir. Çünkü, İlkçağ’dan beri materyalizm atomizm şeklinde, insanı sonsuz
küçük maddi unsurların terkibi saymakta idi. Modern Çağ’da da önce Gassendi’nin
safdil materyalizmi, sonra Descartes’ın mécanisme teorisinden esinlenmiş olan
mekanik materyalizm aynı yanılmada devam ettiler. Bu tek taraflı ve yanlış
görüşün başında La Mettrie’nin L’Homme-Machine adlı eserini hatırlamalıdır.
Ayrıca d’Holbach, Cabanis, Helvetius, Diderot, vs. aynı zümreye girerler.
Mekanik materyalizmin değiştirilmiş şekli 18. yüzyıl sonunda tekrar Louis
Büchner, Haeckel, Vogt, vs. tarafından ileri sürüldü. Nihayet diyalektik
materyalizm adı altında, Hegel’in metodunu kullanarak yeniden meydana çıkan
materyalizm, temelinde, aynı kanıtları kullanmaktan ileri gidemedi. Âlemin
temel-yapısı madde veya hareketli maddedir. Hayat, şuur ve insan bu ilk temel
gerçeğin türlü terkip ve değişme şekilleridir. Maddenin dinamik gelişmesi
âlemin bütün safhalarını, en sonra insanı ve insan cemiyetlerini meydana
getirmiştir. Fakat, bu iddia insana vergi olan vasıflardan birçoğuna karşı
zihni körleştirerek, onu yalnızca tabii şartlarına irca ederek açıklamak
istemektedir. Aynı kuram hayatın, hele fikrin hiçbir zaman maddeden çıkmamış
olduğunu, hiçbir tecrübenin bunu desteklemediğini görmezlikten gelmekte ve
ısrarla, fikrin ve hayatın maddeden doğduğunu söylemektedir.
b) Tam karşısında, ona zıt bir teori görüyoruz,
bu da idealizmdir. Onun kanaatine göre, gerçeklik derecelerinin en üstünü
fikirdir, her şey fikirden doğmuştur. Aşağıdan yukarıya doğru çıkarak fikri
açıklamak kabil değildir. Çünkü aşağı olan üstün olanı açıklayamaz. Fakat, aksi
mümkündür. Yani fikirden cemiyete, cemiyetten hayata ve maddeye kadar inerek
aşağı gerçeklik derecelerini açıklamak kabildir. İnsan, esasında, fikirden
ibarettir. Onun beden veya madde tarafının ehemmiyeti yoktur. Onu manalandıran
ve açıklayan fikir olacaktır. İdealizmde Eski Yunan’dan beri –Parmenides ve
başlıca Platon’dan beri– görülmektedir. Hıristiyanlık ve İslâmiyet’te Allah’tan
“kelime”nin meydana çıkışı, her şeyin aslında kelâm oluşu (logos), varlığın
logos’tan meydana gelişi, bu idealist tezin devamıdır. Modern felsefede
Berkeley’le dirilen ve sübjektivizm şeklini alan idealizm daha sonra Kant’ta ve
izinden giden Fichte, Schelling ve Hegel’de olgunlaştı. Fikirden başka gerçek
tanımayan bu felsefenin tepkisi olarak, her ne kadar iradecilik felsefesi doğdu
ise de, idealizm ayrıca Leibniz, Ravaisson’da mutlak spritüalizm şeklinde
metafizik bir doktrin halini aldı. Bütün manzaraları ile bu felsefe âlemi ruha,
insanı fikre irca ettiği için, tek taraflı ve hatalı bir görüştür. Çünkü, ne
insan yalnız fikirden, ne de âlem yalnız ruhtan ibarettir. Materyalizm, ne
derece tek görüşlü ve hatalı ise idealizm ve spritüalizm de insanın bir
manzarasını mutlaklaştırdığı için aynı derecede tek görüşlü ve hatalıdır.
Konkre ve çok cepheli varlığı kavramaktan aynı derecede uzaktır.
c) Bu iki zıt teoriyi reddettikten sonra, bu
kitapta insan hakkında ileri sürülen görüş, çokta bircilik veya bütüncülüktür
(totalisme). İnsan –yukarda da işaret ettiğimiz gibi– ruhla beden, hatta
cemiyet ve madde, birçok manzarası olan bir “bütün” ve bir “birlik”tir. Bu
bütünün bildiğimiz manzaralarının incelenmesi belirli ilimlerin doğmasına sebep
olmuştur. Fakat, henüz bilmediğimiz manzaraları da olabilir. Meselâ “altıncı
duyu”dan ve “telekinezi”den bahsedenler insanın bu tarzda bir manzarasını
işaret ediyorlar. Dışşuur ve altşuur[208] ile uğraşanlar klâsik psikolojinin kavramadığı bir
başka manzarasını aydınlatmaya çalışıyorlar. Psikanaliz konusunu teşkil eden bu
manzarayla, metafiziğin konusunu teşkil eden öteki manzaranın birbirine ne
derecede bağlı olduğu ve birinin açıklamalarının ötekine yarayıp yaramayacağı
meydana çıkmış değildir. Şu kadar ki, maddeci veya dualist tıbbın uğradığı
güçlükler bu bakımdan son zamanda esaslı rötuşlar yapmaya bu ilim mensuplarını
mecbur etmiş bulunmaktadır.[209]
II. İlimler karşısında insan bütünlüğü:
Bir de insana ayrı ayrı cepheden bakmaya
çalışan ve her biri kendi açısından onu tam olarak anladığını iddia eden
ilimlerle karşılaşıyoruz. Bunlara, zamanımızda, genelde “insan ilimleri”
denmektedir.
a) Biyoloji, insanı hayat olaylarının kompleks
şekillerine icraya çalışmaktadır. Claude Bernard’dan beri biyolojinin şaşılacak
bir hızla ilerlemesi, bu ilimin insanı tamamen açıklayabileceği kanaatini
uyandırmıştı. Fakat bu biyoloji, her şeyden önce, çoğu hayvan üzerinde yapılmış
tecrübeleri insana yaymak suretiyle vücuda gelmiş, bu yüzden temeli tehlikeli
analojilere dayanan bir ilimdi. Son zamanlarda insanın bünyesiyle hayvanın
bünyesi arasındaki esaslı farkları göz önüne alan bazı biyolojistler, insan
biyolojisini hayvan biyolojisinden tamamen ayrı esaslara göre kurmak lüzumunu
duymaya başladılar.[210] Fakat mesele bununla da çözülemez. Çünkü insan
yalnızca biyolojik hâdiseler kompleksi değildir. Bu tarzda ilerlemiş bir
biyoloji ile de insanın bütünlüğünü kavramaya imkân yoktur.
b) Empirik psikoloji insanı anlama iddiasında
daha ileri durumda olduğunu zannetti: Önce biyolojinin yardımıyla, sonra da
ondan bağımsız olarak ruhi süreci açıklama bakımından birçok gayret sarf etti
ve bu gayretleri boşuna da olmadı. Bazen duyulardan, bazen refleksler ve
tepkilerden hareket ederek oldukça kompleks hâdiselere kadar yükseldi.
Metotları arasında farklar ne kadar büyük olursa olsun, türlü psikoloji
çığırlarının ilme temin ettiği ortak kazançlar olduğu şüphe götürmez. Bununla
birlikte, bu ruhi tahlillerin sonunda bütün insanın kavrandığı iddia edilebilir
mi? Hatta, psikoloji daha geniş görüşlü olmak için, insanın içinde bulunduğu
“sosyal şartlar”ı, bünyesini teşkil eden “somatik şartlar”ı hesaba katmış bile
olsa, bütün bunlar asıl açıklamanın tek görüşlülüğüne engel olmamaktadır.
c) İnsanı açıklamaya çalışan ilimlerden biri de
şüphesiz sosyolojidir. Eskiden, iktisat, hukuk, ahlâk, demografya gibi sosyal
ilimlerden her biri ayrı ayrı bu iddiada bulunmakta idiler. Şimdi, onların
konuları toplamını, yani cemiyeti tetkik eden sosyoloji bu parça ilimleri
lüzumsuz bırakacak tarzda geniş açıklamalara kalkmaktadır. Sosyolojik
doktrinler arasında ayrılıklar ve tartışmalar psikolojik çığırlardakinden daha
da büyüktür. Böyle olmakla beraber onlardan her birinin insanın “içtimai”
dediğimiz varlık şartlarını aydınlatacak yeni bilgiler getirdiğini ve bu
bilgilerin ihmal edilemeyeceğini söylemek lâzım gelir. Fakat hemen şunu da
katalım: Ne sosyal ilimler, ne onların toplamı, ne de yeni metotlarla bu geniş
konuyu eline alan sosyoloji insan bütününü açıklamış değildir. İnsanın bize
yüklediği problemlerden çoğu yine dışarda kalıyor: Vazife ve yükümlülük nedir?
Sorumluluk ve hürriyet nedir? İnsanın kaderi, şuuru ve ruhunun mana ve değeri
nedir? Bunların sosyal determinizme çevrilmesi ile mesele çözülebilir mi?
d) Fakat, insan ayrı ayrı biyoloji, psikoloji
ve sosyolojiden –hatta bütüncü olduğunu iddia eden modern antropolojiden– her
biri ile açıklanamadığı gibi, onların toplamı ile de açıklanamaz. İnsan
yalnızca biyo-psiko-sosyal bir sentez değildir. Bazı psikologlar “sosyal
şartlar”a önem veriyorlar. Bazı sosyologlar da biyo-psişik olaylar üzerinde
duruyorlar ve insani hâdiselere “total hâdiseler” diyorlar. Fakat her iki
görüşte de yalnızca türlü açıklamaları birbirine katmaktan, yan yana
getirmekten fazla bir şey yoktur. Birincilere misâl olarak bazı Amerikan sosyal
psikologlarını, ikincilere misâl olarak da Marcel Mauss’u gösterebiliriz.[*66]
e) Bundan dolayı insanın bütünlüğünü
kavrayabilmek için felsefi bir görüş zaruridir. Bu görüşte ilimler ona yardım
edebilirler, fakat ancak onun tarafından tamamlanmak şartıyla! Peşinden insanı
parçaladıktan sonra, bu parçaları yapma olarak birleştirmeye kalkmamalı,
“insani bütünü” önceden ele almalı, felsefi bir tarzda koymalı sonra bu bütünün
manzaralarını açıklamak için ilimlerin ortak çalışmalarından faydalanmalıdır.
Aşk Ahlâkı’nın gütmüş olduğu totalist-monist metoda göre, insani bütüne
ilimlerle tam nüfuza imkân yoktur. Çünkü o esasında, akıldışı unsurları içine
alır: “Meselelerin meselesi insan meselesidir.” “İnsanı ilme tamamen irca kabil
değildir.” Fakat, ilim verilerine dayanarak insanın doğuşundan beri bütün
gelişmelerini “karşılıklı tesir” metodu ile açıklamalıdır. Burada karşılıklı
etki ve “karşılıklı bağlılık”[211] bütünle parçaları arasındaki bağlılığı görmeye
yardım etmektedir.
10 – Kendinize bakınız! Orada âlemin bir
nüshasını göreceksiniz!
Aşk Ahlâkı’nın bu cümlesi İlkçağ’dan beri
felsefede türlü şekillerde tekrar edilmiştir. Bundan dolayı yeni bir hakikatten
bahsetmek iddiasından çok uzaktır. Bununla beraber, tabiattan insana dönüş,
“kendini tanıma,” birçok medeniyette türlü şekillerde görünmektedir. Aşk
Ahlâkı’nın bunlardan hangisine katıldığı veya onlardan nasıl ayrıldığını
anlamak için bu görüşleri gözden geçirmelidir.
a) Sokrates’te “kendini bilme” felsefenin
hareket noktasıdır. Delphi tapınağının kapısına yazılı olan bu cümle ile
Sokrates, şunu kastediyordu: Safdil tabiat felsefesi bizi şüpheciliğe, sofizme
götürüyor. Bu suretle hakikate ulaşmaya imkân yoktur. Fakat kendinize bakınız!
Orada evrensel ve değişmez kavramları bulacaksınız ve hakikatle temasa
geleceksiniz. Bu hakikat, Sokrates’e göre sırf “ahlâki,” Platon’a göre aynı
zamanda “metafizik” idi. Sokrates’in metodu tamamen rasyonalist idi: Akıl her
şeyi aydınlatır ve her şeyin anahtarıdır, diyordu. Halbuki daima, aklın
aydınlatamadığı şeyler kalmaktadır. Sokrates bunlara dayanmak istemiyordu.
b) Gnostiklerde “kendini bilme” mantıki düşünce
yolu ile değil, kalp (gönül) yolu iledir. Kendimize baktığımız zaman orada
mantıki, evrensel kavramların arkasında hiçbir zihin şemasına sığdırılamayan
ruh hallerini, zihinle kavranması mümkün olmayan mutlak hakikati buluruz. Bunun
için zihni bilgi yolu olan “ilim” ile kalp bilgisi olan “irfan”ı ayırmalıdır.
Asıl içe bakış, kalbin hakikatini kavramaktadır. Bu görüş sonradan Gazali ve
modern felsefede Pascal tarafından savunuldu. Geometrik zihniyete karşı Pascal
“kalbin mantığı”nı ileri sürüyordu. Bununla beraber, gnostik görüş bütün
çeşitlerine rağmen iki ayrı hakikat, biri sathi biri derin, iki apaçıklık
(evidence) ayırmasıyla göze çarpmaktadır.
c) Tasavvuf bu görüşü bir metafizikle
tamamladı. Sûfiler de “kendinize bakınız” diyorlar. Fakat onlara göre bu bakış
mutlak varlığın kavranmasının biricik yoludur. Kendini bilen Allah’ını bilir.[212] Çünkü nefs, tasavvufa göre küçük âlemdir, orada
birliğin bütün manzaralarını bulabiliriz. Sûfi bu bakışta ilmi değil, irfanı
kullanır; bundan dolayı gnostiklerle birleşir. Bu yoldan gidenlere arifler der.
Fakat tasavvufa göre, ilim, insanı aynı hakikate dolambaçlı yollardan
götürecektir. (Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetname’sine bakınız.)
Tasavvufun “kendine bakış”ı kal (söz) yerine “hal”i koyduğu için, gayede
konuşmaksızın anlamak ve anlaşmak demektir. Fakat tasavvufun dayandığı panteizm
ve mistik felsefe Aşk Ahlâkı’nın prensiplerinden ve hedefinden uzaktır.
d) Modern ilimde “kendini bilme” biyoloji,
sağlık koruma, psikoloji, vs. yardımıyla kendi varlığına dereceli bir nüfuz
olarak anlaşılmaktadır. Bu ilmi nüfuzun daha derin şeklini psikanaliz vermeye
çalışıyor. Bazen bu türlü ilimler insanı tanıma bakımından birbirine yardım
etmekte, birbirini tamamlamaya çalışmaktadır. Aşk Ahlâkı’nın natüralist bütüncü
görüşü bir bakımdan bu ilmi nüfuz tarzına yakındır. Çünkü orada kendini tanımak
için insanı açıklamaya çalışan ilimlerden faydalanmak, onların verilerinden
haberli olmak lâzımdır. Fakat ne bu veriler, ne de onların toplamı bu meseleyi açıklamaya
yeter. Çünkü insan onları aşmaktadır.
Öyleyse ilimlerin birbirini tamamlayan
metotlarını insana nüfuz için zaruri adımlar saymalı ve onları ihmal
etmemelidir. Fakat, insanın zıt kuvvetler arasındaki çatışmalar ve yeni
yaratışlarla geliştiğini göz önüne alarak bu ilimlerin açıları birbirinden
habersiz bırakılmamalıdır.
e) Karşılıklı etki ve karşılıklı bağlılık
sürecinin ötesinde asıl yaratış ve oluş halindeki “insani varlık”la
karşılaşırız. Ona nüfuz için elimizdeki ilim metotları veya onların sentezi
yetmez. O zaman, insani varlığa “ariflik” gözü ile, yani insanın bütünlüğünü
parçalardan ve ilimlerin cephe görüşlerinden önceye koyan bir gözle bakmalıdır.
Burada “ariflik,” eski manasından farklı olarak, insani varlığın bütünlüğüne,
âlem içindeki yeri bakımından bakma tarzı olarak anlaşılmalıdır.
11 – Size İlkçağ hikmetini değil, “aşk
ahlâkı”nı teklif ediyorum. Sizden vazgeçmeyi, mutedil olmayı değil, sonsuzca
istemeyi, küçük ve aşağı arzuları aşmayı, onlara kıymet vermemeyi istiyorum.
“İlkçağ hikmeti”[*67] nedir? Bunun için Yunan felsefesindeki bilgi
(sophia) veya hikmet görüşüne bir parça dokunalım.[*68]
a) Platon ve Aristoteles’te “hikmet”in esası
itidal (ölçülülük) suretiyle mutluluktur (eudemonia). Hâkim (bilge), âlemin
düzenine uygun yaşayarak mutluluğa ulaşır. Cosmos ile nous arasında ahenk
kurar. Çünkü her ikisi de “akıl”a (logos) uygundurlar. Bu ilk hikmet (bilgelik)
görüşü, Konfüçyüs’ün hikmet anlayışı ile aynı mahiyettedir. Her ikisi de akılla
hayata düzen ve ahenk vermek, akılla kavranır olmak (intelligibilité) ve itidal
(tempérence) prensibinde birleşirler.
b) Stoa ahlâkı bu prensipten hareket etmekle
beraber, bir dereceye kadar ondan ayrılır. Ona göre hikmetin hedefi, âlemin
üstünde, idée’lerde değildir. Çünkü âlem organik bir bütündür ve Allah onun
ruhudur. İnsan, küçük bir âlemdir. Onda da ruh bedenin merkezidir ve bedeni
idare eder. İnsan için ideal, bu düzeni kendinde hâkim kılmak, yani akıl gücü
ile arzuları yenmektir. Bunun neticesinde Stoa ahlâkında akılla arzular
arasındaki mücadelede aklın üstün yeri, dolayısıyla arzuları yenme gayesi
birinci derecede yer alır. Klâsik ahlâk görüşünde ihtirasın menfi rolü ve
ihtirasların akıl tarafından yok edilmesi fikri buradan ileri gelmektedir.
Bundan sonraki ahlâklar, bu fikrin tesiri altındadırlar.
c) Epikürcülük ahlâkında hazların kaynağı
mide-hazzı sayıldığı ve hepsinin tatminsizlik yüzünden eleme ulaştıkları kabul
edildiği için, mutluluk ancak haz ve elemin üstüne yükselmede, ataraksiya
halinde aranmaktadır.
Ataraksiya bir tür duygu üstü halidir ki,
insanı elem ve hazza karşı aynı derecede kayıtsız kılar. Acaba böyle duygu üstü
bir ilgisizlik hali var mıdır? İnsan duygu hayatının bu iki temel kaynağından
kurtulabilir mi? Bu bakımdan, Epikür’ün ahlâkı tanrıların hayatını örnek olarak
almak isterken hayale kapılmıştır. Stoa ahlâkına gelince, onun arzuları
durdurma yolunda yaptığı çaba Ortaçağ’da zâhitlik (ascétisme) ahlâkını
doğurmuştur. Fakat ahlâksızlık eşyanın tabiatına aykırı olduğu kadar, arzuları
yok etmek de eşyanın tabiatına aykırı değil midir? Çünkü arzuların kökü
tabiattadır ve yok edilmeleri kabil değildir. Bu ancak Buddha’nın istediği
manevi intihar demek olan kurtuluşta (Nirvana) gerçekleşir. Hayat ise asıl bu
arzu kaynağından gelmektedir.
d) “İlkçağ hikmeti”nin kalıntıları modern
felsefede Descartes, Spinoza ve Leibniz’de devam etmiştir. Klâsik trajedi ruhu
bu zihniyetten mülhemdir. Zamanımızda dahi aklın ihtirasları, iradenin arzuları
yenmesi şeklinde bu görüşün son savaşmalarına rastlanıyor.
Fakat rasyonalizmin mutlak hâkimiyetine dayanan
“İlkçağ hikmeti” zamanımızda gittikçe terk edilmektedir. Bedihi (apaçık) gibi
kabul edilen arzu ve ihtirasın menfi rolü üzerinde Kant ve Yeni-Kantçılardan
beri şüpheler uyanmış, hatta onlar Renouvier gibi, bazılarında, ahlâkın temeli
vazifesini görmeye başlamıştır. Henüz bu yeni çağın bütün buutları ile kurulmuş
olduğu söylenemez. İlk hamleler rasyonalizme ve eski ahlâka hücum ederken bunu
umumiyetle ahlâka hücum şekline koymakta idi. Bu menfi hareketin ardından
müspet yeni ahlâkın kurulması gelmektedir.
a) Nietzsche içgüdüleri değerlendirdi.
Trajedinin Doğuşu adlı ilk eserinde Yunan rasyonalizmini asıl Yunan dehasının
batışı olarak gördü. Modern Çağ’da rasyonalizmin derece derece insanın öz
kaynaklarını kuruttuğunu, bu kaynaklara yeniden dönmek zamanı geldiğini bütün
eserlerinde savundu. Fakat bu savunma “Antik Hikmet”le birlikte bütün ahlâka
hücum şeklini aldığı için, kendisinin bir immoralist olduğunu ilân etti.
Nitekim onun izinden gidenlerden André Gide, A. Sellière, Yeni-Nietzscheci’ler,
“immoralizm”i (immoralisme) açıkça ilân etmektedirler.
b) Bununla birlikte, biricik ahlâkın “akıl”a
göre kurulmuş ahlâk olmadığını düşünenler “içgüdü” temelinden yeni ahlâkı
çıkarmaya çalışırlar. J.M. Guyau, Yükümlülüğe ve Yaptırımcılığa Dayanmayan Bir
Ahlâk Taslağı adlı eserinde[213] bu teşebbüse girişti. Bunu da Nietzsche gibi, hayat
kuvvetinden, içgüdülerden, hayatın yaratıcılığından çıkardı. Bu ahlâkın
temelinde eski ahlâkların birçoğu ile uzlaşabileceğini iddia etti. Burada
müspet değer sayılan hayat ve arzu, ahlâkın da biricik temeli oluyor. Fakat,
yalnız hayata, yalnız biyolojiye dayanarak ahlâk kurulabilir mi?
c) Biz ahlâkı menfi değer olmaktan çıkan
ihtiraslar üzerine kurarken, onlardan ayrılıyoruz. İhtiraslar Renouvier’de
olduğu gibi, vazife duygusunun temeli olarak alınmıştır (Renouvier, Le
Personnalisme, suivi d’une étüde sur la perception externe et sur la force,
Paris, 1926). Renouvier’ye göre, ahlâki vazife ile ihtiras arasında ahenk
vardır.
Fakat ihtiraslar, bize göre, şuurun organik
herhangi bir görünüşü gibi kaba (brut) hâdise değildirler. Organik ve sosyal
şuurlar arasındaki mücadeleden doğan insanın üstün bir derecesine, kişilik
şuuruna aittirler. İhtirasların kuruluşu için organik ve sosyal şuur
derecelerinin ayrı ayrı rolleri olduğu gibi, onların aşılması da lâzımdır.
İhtirasın kuruluşu için önce sosyal şuur emir
ve yasaklarıyla organik şuuru sınırlamalıdır. Başka deyişle, sosyal gayelilik
sisteminin “akli” kaideleri arzuları, içgüdüleri baskıya koymalıdır. Bu çatışma
neticesinde tasavvur, fiil ayrılığında “içe katlanma” süreci nihayet
derinleşmiş bir temayül, bir ihtiras halini almalıdır. Hâkim bir ihtirasın
disiplini altında kişilik şuuru teşekkül etmeli ihtiraslar kişilik şuurunun
gelişmesinde tekrar sosyal gayeliliğinin üstün hedeflerinden birine çevrilerek
“yükselme”lidir. Bu hâdiseler zincirinde ihtirasın ham hâdise değil, bu
yaratıcı sürecin son halkası olduğu ve meydana çıkması için organik, sosyal
şuurun bütün gelişme safhalarına muhtaç bulunduğu görülür. Halbuki, Guyau ve
başkalarında hayat, arzu veya içgüdü ham ve ilk hâdise olarak ele alınmakta
idi.
“Aşk ahlâkı”nın “İlkçağ hikmeti”ne karşı ileri
sürülmesi –görülüyor ki– yeni cereyanın sonucudur. Fakat onun basit bir devamı
değildir. Aşk ahlâkı organik arzuları ve sosyal gayeleri aştığı ve onlara ait
tatminleri feda ettiği için idealizm, feragat ve vazgeçmenin kaynağı olarak
görülmektedir. İhtiras sevgi halinde ideal-değerlere çevrildiği zaman kendisinde
hiçbir sahip olma dileği (possession) kalmaz. Çünkü üstün gayeye çevrilen arzu
hiçbir noktada sona ermeyeceği ve daima yeniden isteyeceği için “sınırlı” olan
şeyin arzusu gibi bir “sahip olma”ya ulaşamaz. Sevgi halini alan ihtirasta
insan asla elde edemeyeceği sonsuzu istediği için “ulaşmak”, “erişmek”, “elde
etmek” hedeflerini kaybetmiş ve bu bakımdan ümitsiz bir çaba içine girmiştir.
Fakat ihtiras ve sevgiyi bu ümitsizlikten kurtaran, “kasıt” bakımından başka
arzulardan farklı oluşudur. Umumiyetle içgüdüler ve arzularda kasıt, bir şeye
ulaşmak, bir şeyi elde etmek olduğu halde, ihtirasta kasıt asla ulaşamayacağı
bir arayışı sevmektir. Yani burada kastedilen şey ulaşma hedefi olmaktan
çıkarak “fiil”in kendisi olmuştur. Ahlâkın bütün eğilimlerinin ihtiras ve sevgi
ile “feragat” ve “başkacılık” şeklini alması, böylece mümkün olur. Aksi halde
feragatin “başkacılık” halinin[214] insani varlık dışında sosyal gerçeklikten veya
duyuüstü akılla-kavranan (intelligible) âlemden gelmesi gerekir ki, bütün bu
açıklamalar insanın tabiatına ve gerçekliğe uymadıkları için savunulmaları
imkânsızdır. Platon’un, Comte’un, Durkheim’ın duyuüstü, fertüstü bir gerçeklik
derecesinde ahlâkın temelini aramaları, fakat bu gerçekliği hiçbir konkre
varlık temeline bağlamadıkları için boşlukta bırakmaları, egoizm ile altruism
arasında boş yere zıtlık kurmaları bundan ileri gelmektedir. Halbuki, sosyal
şuur derecesinde dahi, insan organik arzuları aştığı için, bir dereceye kadar
başkacılık kazanmakta ise de, bu kazanış sırf çabalarıyla kendini aşmasından,
yani kendi kendine hareketinden geldiği için dıştan empoze edilmiş bir kuvvetin
eseri değildir. Nitekim sosyal şuur, kendi başına alınınca bir gayelilik
sistemi, hem de cemaat halinde kapalı bir sistem olarak yeniden bir nevi egoizm
teşkil eder. İnsan, bu sosyal gayeliliğe, sanki içgüdülere bağlanır gibi,
bağlanır. Onlardan bir parçanın bozulması kendi huzurunu sarsar. Bu “cemaat”
sistemi onun için saklanması gereken bir şey, bir yuva, bir örümcek ağı halini
alır. Sosyal şuurun bu rolünü Bergson Din ve Ahlâkın İki Kaynağı[215] adlı eserinde çok iyi görmüştü. Bununla birlikte
Bergson, bu cemaati içgüdülere irca etmede haksızdır. Onlar içgüdülere göre
mühim bir hamle, üstün bir hamle, üstün bir özerklik derecesi, bir nevi
hürriyet teşkil etmekle beraber, kapalı bir sistem olarak kalırlar. Bundan
dolayıdır ki, biz Aşk Ahlâkı’nda ahlâkın tek prensibinden değil, ancak dereceli
prensiplerden bahsetmeliyiz.
Etik
12 – İhtiyaç nedir?
Aşk Ahlâkı, bu bölümde ihtirasın doğuşunu
açıklamak için arzudan değil, “ihtiyaç”tan başlamaktadır. Kitap bu probleme
umumi olarak dokunmakta, bunu derinleştirmektedir. Fakat, aynı problem sonradan
1946-49 arasında İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde verdiğim “Değer Teorisi” derslerinin
esaslı konusunu teşkil etmiş ve bu dersler 1948 ve 1949’da polikopya olarak
öğrenciler tarafından bastırılmıştır. Derslerin son kısmı olan değer teorisinin
türlü değerlere tatbiki bahsi yarım kalmış, ancak “Umumi Sosyoloji” derslerinde
bu araştırmalardan faydalanılmıştır. Burada, kısaca bu meseleye dokunalım.[216]
Arzu, bilgi sürecinde şuurun içindekilerle
(contenu) hazır bulunan herhangi bir objeye çevrilmiş bir eğilimin ifadesidir.
Biz ancak verilmiş olan şeyleri isteriz ve istediğimiz şeyler bilgi sürecine
girerler. Fakat ihtiyaç, şuur verilerinde “hazır-bulunmayan,” (absent) eksik
olan bir objeye çevrilmiş temayülü ifade eder. Bunun için ihtiyaç bilgi
sürecini aşar. Verilmiş olan şeylerden hareket ederek verilmemiş olan, belirsiz
olan, hazır olmayan şeylere doğru yönelir. Demek ki, “ihtiyaç”ta “hazır” şuur
alanını genişleten, hazırdan hazır-bulunmayana doğru onu sürekli bir aşma
haline koyan bir hareket vardır. Arzu bilgi alanına ait olduğu gibi ihtiyaç
yeni bir alana, hazırla hazır-bulunmayanın dinamik münasebetine, yaratıcı olan
değer alanına aittir. İhtiyaçlar değer âleminin temelini teşkil ederler.
Onlarda asıl bilgiyi harekete getiren ruhi dinamizmin esasını buluyoruz.
İhtiyaçlar içkin (immanent) verilerden aşkın (transcendant) âleme, bilinmeyene
doğru harekete getirirler. İhtiyaçlar bize varlıkla yokluğun tezatını değil,
“bulunan”la “bulunmayan”ın tamamlayıcılığını verirler. Bu tamamlayıcılık daima
bulunandan bulunmayana doğru ihtiyaç istikametinde hareket ettiği için dinamik
ve yaratıcı mahiyettedir. Aşk Ahlâkı’nda tohumlarını verdiğimiz bu fikir
sonraki derslerimiz ve kitabımızda bütün değerler sahasına tatbik edilmiştir.[*69]
13 – Örfler veya kültürlerdeki türlü ahlâk
görüşleri:
Aşk Ahlâkı, bunları tetkik ederken, hiçbirisini
reddetmek için ele almıyor. Tenkit ederek integral bir insan görüşünde ahlâki
fiilin ilerleyici (progressif) hareketindeki yerlerini ve derecelerini
göstermek için ele alıyor.
A) Burada, önce birçok kültür veya dinde
rastlanan ahlâk görüşleri insani ilerlemenin mertebelerine göre birbirini
tamamlayan dört ahlâk derecesi halinde göz önüne alınmıştır.
a) Korku üzerine ahlâk olabilir mi? Eski Mısır
ve Asur dinlerinde, Zerdüşt dininde, Zen-Avesta’da, Yahudilikte-Tevrat’ta
korku, ahlâkın başlıca prensibidir. İslâmiyet’te de “Hikmetin başı Allah
korkusudur” hadisi bu fikrin devam ettiğini gösterir. Fakat İslâmiyet korkunun
yanında daha üstün âmilleri de meydana çıkarmış olduğu için, ona sırf korku
ahlâkı denemez. Korku üzerine kurulmuş ahlâklar, birçok kültür ve dinde konkre
bir şekilde ifade edilen en şiddetli emirler, sınırlamalar ve yasaklardan
başlayarak, mister karşısındaki müphem ürküntü duygusu şeklinde “metafizik
korku”ya gelinceye kadar türlü manzaralar alır. Eskatolojilerde tasvir edilen
dehşetli âhiret sahnelerinden –Mısır, Asur kitabeleri, vs.– Gazali’nin mistik
korkusuna (İhya-ü Ulûm-ed Din’in son kitabı) ve zamanımızda Kierkegaard’ın
metafizik ürküntü (angst) tahliline kadar korkunun türlü derecelerini görüyoruz.
Gerek en konkre olanında, gerek mistik korkuda, gerek adi anlamı ile biyolojik
korkuda veya “metafizik” ürküntüde ortak bir cihet vardır:
Korku, şuurun uğradığı birden saldırış önünde
kendi başına kalmasının verdiği ürküntüdür. Korkuda, biz dış tesirlerden
aldığımız elemlerle kendimize çekiliriz ve yalnızlığımızdan dehşet duyarız.
Halbuki haz bizi arzu halinde dışımıza, başka canlılara ve insanlara bağlar.
Kendimizi başkalarında, başlıca haz konusu olan şeylerde kaybederiz. Hazzın bu
hali kendinden geçme vecd ki orada kendi varlığımızı unuturuz. Elem ise, bizi,
en yüksek şeklinde, kendi başımıza terk edilmiş bırakır ve bundan dolayı korku
ve ürküntü doğurur. Biyolojik korkudan metafizik ürküntü ve dehşete kadar
hepsinde bu hal hâkimdir. Korku, Kierkegaard’ın dediği gibi, yokluk önündeki
baş dönmesi, yokluk ürküntüsü değildir. Tersine, varoluşumuzun yalnızlığının,
başka var olanlarla her türlü ortaklığın kesilişinin verdiği ürküntüdür. Ölüm
korkusu da, ölüm ötesinin korkusuna bağlıdır ki, buraya bütün âhiret duygu ve
tasavvurları girer. Kendi başına yokluk veya yok olma duygusu yoktur.
Hayvanlarda, saldırış önündeki korku, onları sürü halinde sığınma hareketine
sürükler, birbirine yaklaştırır. Fakat bu yaklaşmanın kendinden geçmedeki gibi
başka varlıklarla bir olma ile ilgisi yoktur. Biyolojik veya metafizik korkuda
acı şuuru organizmayı sığınmaya acıdan kurtulmak için başkalarına tutunmaya
götürür. Fakat bu “sığınma” kendinden geçme gibi hakiki bir birlik değildir.
Sırf yalnızlığın ve terk edilmiş olmanın ürküntüsü içinde bulunmaktır. Panik
veya dehşet hallerindeki birbirine sığınma da kendinden geçmenin ortaklığından
çok farklı bir yaklaşma doğurur. Bu dehşet halinde duyumlar ani olarak
durdurulur, sanki felce uğrar. Bunun için her korku ve dehşet, eğilimler
üzerinde bir baskı görevini görür. Temayüllerin itilmesiyle organizma disipline
girer. Hafızayla beslenen korkunun insanda ilk ahlâki fren olması bundandır.
Korkuda insanla korkulan şey (cemiyet veya tabiat) arasında bir mesafe vardır.
İnsanın içine çekilmesi bu mesafeyi meydana getirir. Ümitte insanın arzu ve
temayülü canlanır, terk edilmiş varlığını yeniden başka varlıklarla birleşmeye,
onlarla tamamlanmaya götürür. Bu birleşme ancak, “şimdiden” sonra
gerçekleşebileceği için ümit daima geleceğe çevrilir. Ümitte de insan ve obje
arasında mesafe devam eder. Fakat, onun kaldırılması için ilk çaba başlamıştır.
Korkuda ve ümitte insan gelecekten bir şey “beklemek”tedir. Birincisi ümitle
ümitsizlik arasında kararsız bıraktığından tam bir kudretsizliğe götürür. İkincisi
yeisten kurtardığı için geleceğe doğru hareket kuvvetini uyandırır.
b) Ümit üzerine kurulmuş ahlâk olabilir mi?
Büyük dinlerin çoğunda “vaat”, “vaid” yani ceza tehdidi yanında büyük bir rol
oynamaktadır. Fakat dinler geliştikçe vaadin payı korkudan daha büyük olmaya
başlar.
İslâm ahlâkı korku ile ümit arasındadır
(beynelhavf ver-reca). Yani ümide korku kadar büyük yer verir. Hıristiyanlık
ahlâkı Yahudiliğe tepki olduğu için, korkudan çok ümit üzerine dayanmaktadır.
Bundan dolayı Hıristiyanlığa ümit ve selâmet (salut) dini derler. Fakat
Kur’an’da “ümide,” kalbi Allah’a bağlamaya, ümidin en mistik şekli olan rıza ve
teslimiyete ait âyetler, bütün “mukaddes” kitaplardan daha fazladır.
Ümit etmek en basit bir ihtiyacın tatmini, bir
arzunun hedefine ulaşmasındaki beklemeden başlayarak, en mutlak ve mistik
manasıyla kalbini Allah’a bağlamak ve selâmeti Allah’tan beklemeye varıncaya
kadar bütün şekillerinde “bekleme” ifade eder.
Bundan dolayı ümit, organik ve sosyal şuur
derecesindeki varlığın, sınırlı varlığın gelecek varlığa çevrilmesi, hazır
varlığın hazır olmayan varlıkla tamamlanmak için çabası demektir. Bu anlamda
ümit, bilme sınırlarını aşarak hazır olmayana doğru atılan dinamik bir şuur
hali olduğu için, bilme dışında yeni bir alana, “inanma”ya aittir. Fakat inanma
yalnız ümit ile değil, daha çok korku ile ilgilidir. Biz ümit ettiğimiz şeye
olduğu kadar korktuğumuz şeye de inanırız. Çünkü, her ikisi de hazır olanla
hazır olmayan arasında bilgiyi aşan bir bağlantı kurmuşlardır. Bundan dolayı
ümit bütün ideallerin, ideolojilerin olduğu gibi bütün ahlâki dinlerin ve büyük
ahlâk çığırlarının başlıca âmillerinden biri olmuştur.
c) Kişilik ve benlik gururuna dayanan bir ahlâk
olabilir mi? Kişilik ve benlik insan ruhunun temeli olmakla beraber ruhi
hayatın ancak gelişmiş şekillerinde “benlik şuuru” halinde meydana çıkar. Çocuk
kendi benliğinden habersizdir. Birkaç yaşından sonra sosyal ve tabii çevrenin
baskılarıyla karşılaştıkça içine katlanır. İnatçılık, huysuzluk şeklinde
çevreye karşı direnme gösterir. İlk yaşlardaki bu intibaksız tepkiler daha
sonra, derece derece intibak kazanır. Fakat çevreyle benliğin sınırları
çizilmeye başlar. Erginlik yaşı ikinci bir intibaksızlık başlangıcıdır. Burada
içe katlanma daha kuvvetli, benlik şuuru daha derindir. Bu ikinci buhran
çağından sonra erişkin yaşı boyunca ikinci ve tam intibak safhasına girilir.
Fakat erginlik psikolojisinin dönüşünden (conversion) kişiliğin tam kuruluşuna
geçiş her tarihi çağda, türlü kültür çevrelerinde ayrı manzaralar alır. Çok
erken olduğu yerler olduğu gibi, çok geciktiği yerler de vardır.
Bununla birlikte, kişiliğin intibakını
kazanmasından önceki safha, içe katlanmanın verdiği aşırı kendine güvenme,
insan ruhunun mühim bir dönemini, romantizm ve benlik gururunu meydana getirir.
Bu “romantik” dünya görüşü yalnız belirli bir tarihi çağın –18. ve 19.
yüzyılların– mahsulü değildir. Az çok farklı şekillerde birçok kültürde veya
her kültür içinde insani gelişmenin belirli bir devresinde rol oynar. Henüz
daha tam yetişkinliğini kazanmış olmamakla beraber, romantik dünya görüşü insan
için bir kuvvettir. Bilinmeze çevrilen korku, geleceğe çevrilen ümitten sonra
insan “kendine güvenme” ile olgunlaşmaya başlar. Bundan dolayı birçok ahlâk
doktrininde benlik gururunun mühim rolü olmuştur. İnsanın, hayatına düzen
vermesi, iyi olması artık yalnız korktuğu veya ümit ettiği için değil, aynı
zamanda kendine güvendiği, kendini değerlerin mihrakı gibi gördüğü içindir.
Bununla birlikte, tam kendine güvenme, daima insanın kendinde değerlerin
projeksiyonunu görmesindendir. Yani bu güven insanın kendini üstün görmesinden
gelmekle beraber, üstünlük duygusu her şeyden önce bir değerler skalasına göre
kendini takdir etmesinden doğmaktadır. Her kendine güven, çevreye, değerler
sistemine tam bir bağlılığı ifade eder. Benlik gururu bunun için cemiyetin
kendi hakkında vereceği hükme bağlandığını, yani cemiyetin hükmü altında
bulunduğunu gösterir. O derecede ki, korku ve ümitte henüz başlamış olan
sosyallik gurur ahlâkında olgunlaşmıştır. Korkan ve uman insan, kendisiyle cemiyet
arasında henüz doldurulacak bir “mesafe” görmektedir. Halbuki benlik gururu
olan, övünen insan, sosyal değerlerin tam içinde yaşamakta, onlara tam
bağlanmaktadır. Bunun için, övünmekten kuvvetini alan ahlâklara özel bir
deyişle “desinler” ahlâkı diyoruz. Çünkü, bu suretle insan, kendisinin en
üstün, en şerefli, en kuvvetli tanınması, kendisine “böyle denilmesi” için
değerleri benimsemektedir. Bu benimseme küçük yaşta başlar ve safha safha ömür
boyunca gelişir.
d) Sevgi üzerine dayanan bir ahlâk olabilir mi?
Korkunun, ümidin, gururun ahlâktaki dereceli paylarını gördük. Fakat bunların
hiçbirinde insan tam olgunluğunu kazanmış değildir. Ancak sevgi halinde insan
iyi bir hareketi, korktuğu, neticesinden bir şey umduğu veya övündüğü için
değil, işin aslında, sırf bu hareketi sevdiği için yapar. Ve hakiki ahlâk fiili
de ancak burada gerçekleşir. Sevgi halinde insanla cemiyet arasında mesafe
yoktur. Fakat o, cemiyetin içinde değerlerin pasif bir bağlısı da değildir.
İhtirası, iradesi, zekâsı belirli hedeflere çevrilerek onu cemiyete karşı aktif
bir duruma koyar. Cemiyete sırf alıcı olduğu için değil, orada yaratıcı ve
verici olduğu için bağlıdır. Bu bağlılık, tekrar edelim, pasif değil aktiftir.
Erişkin olan ve tam intibakını kazanmış bulunan insanın kişilik şuuru bu aktif
bağlılığı kazanabilecek hale gelmiştir.
Öyleyse hakiki ve tam ahlâk yalnız sevgi
üzerine dayanan ahlâktır. Nitekim, bütün büyük dinler ve ahlâk doktrinleri
üstün derecede sevginin değerini kabul ederler. Hıristiyanlık, İslâmiyet ve
Hint dini sevgiyi değerlendirmede birleşirler. Yunanlılar –başlıca Platon–
ahlâkın temelini insandan ideale çevrilen Eros’ta görüyorlardı. Hıristiyanlık
bunu Allah’tan insana doğru inen Agapé’de görüyordu. Bu iki zıt görüş
Augustinus tarafından caritas’ta, yani insanların Allah’ta birbirlerini
sevmelerinde birleştirilmişti. Fakat bu birleştirme yapma görünüyor. Çünkü
sevgi, insandan insanlara, eşyaya, sonsuza, mutlaka yükselebilir. Mutlaktan
eşyaya, insanlara doğru çevrildiğini nasıl tespit edelim? Beşeri sevgiyi kozmik
ve ilâhi sevgi haline getiren de yine “mutlak”a çevrilen hareket değil midir? O
halde, sevginin kaynağı insandır. İnsanlar arasındaki ruh birliği bu “mutlak”a
çevrilen sevginin ilk basamağıdır. Biz mutlak şuurunu yalnız bu suretle
duyabiliriz.
B) Korkudan sevgiye kadar derece derece ruhun
ilerleyişini izlemek için, insanda organizma ile cemiyet arasındaki çatışmayı
gözden geçirmelidir. Ruhi gelişmenin manivelâsı bu iki asli ve zıt gerçeklik
derecesi arasındaki gerginlik ve çatışma ile bunun doğurduğu sentez ve yeniden
kuruluş süreçleridir.
a) Organizmayla cemiyet arasındaki çatışmanın
ilk esen marazi şuurdur. Burada kastettiğimiz marazi şuuru, umumiyetle bünye
sakatlığı, ruh sakatlığı, zehirlenmeler, vs. neticesinde meydana çıkan
deliliklerden veya düzelmez ruhi sapışlardan ayırmalıdır. Burada kastettiğimiz
ruhun kendi gelişme yolu üzerinde bu gelişmenin eseri olan iğreti
intibaksızlıklar ve bunun türlü görünüşleridir. Eğer insan, yalnızca organik
şuurdan ibaret olsaydı, gayeci temayüllerinde hiçbir sapıntıya uğramadan –üstün
hayvanlardan birçoğu gibi– normal fakat başlangıç halinde bir şuur seviyesinde
yaşayabilirdi. Eğer insan organik şuurdan mahrum olsaydı ve yalnızca sosyal
şuurdan –yani değer gayeliliğinden– ibaret olsaydı, yine onun bu gayeleri
gerçekleştirme fiilleri hiç engele uğramayacak ve bir nevi normal şuuru
olacaktı. Şüphesiz bu ikinci durum tamamen farazidir. Çünkü, organik şuura
dayanmayan veya organik şuuru baskıya koymayan ayrıca (isolé) bir sosyal şuur
tasavvur edilemez. Gerçekte, insan aynı zamanda hem organik hem sosyal şuura
sahiptir. Yani organizma ve cemiyet denen, ikincisi birinciyi dizgine vurmuş,
birincisi üzerinde disiplin kurmuş iki realitenin arasında gelişmektedir.
Organik şuuru olduğu için acıkacak, isteyecek, doyacak, tekrar isteyecektir.
Fakat sosyal şuuru olduğu için de bu isteklerini baskıya koyacak, onları
haram-helal, emredilmiş-yasak edilmiş diye kesin sınırla ikiye ayıracaktır.
Organik şuur ne derecede gerçek ise sosyal şuur da aynı derecede gerçektir.
Organik şuurun kökleri de aynı derecede tabiattadır. Bunun için, insanın
gelişmesinde organizma-cemiyet çatışmasından ve bunun doğurduğu ruhi
neticelerden kaçınılamaz. İşte “marazi şuur” bu manada ruhi hayatın ilerleme
yolunda geçilmesi zaruri bir merhaledir. Çocukluk, ikinci çocukluk, ergenlik,
erginlik yaşlarında bunun türlü şekillerini görürüz.
b) Organizma-cemiyet çalışmasının ikinci eseri,
yalanın, sahte hayatın ve ahlâksızlığın doğuşudur. Marazi şuur içinde mâsum bir
masal uydurma olarak başlayan yalan, normalleşen şuurda faydacı bir gayeye
çevrildiği zaman ahlâksızlığın tohumu olur. Bunun için ahlâksızlığı da marazi
şuurla birlikte ruhi hayatın oluşu içinde, onun zaruri eseri olarak görmelidir.
Marazi şuur nasıl yalnız çocukta değil türlü kültürlerin içinde, onların sosyal
gelişme derecelerine göre rol oynamakta ise, yalan ve sahte hayat da, insanın
ömrü boyunca olduğu kadar insanlığın ömrü boyunca da derece derece değişen bir
rol oynamaktadır. Vahşi cemiyetlerin âyinlerine bakacak olursak, onlarda marazi
şuura benzer pek çok manzarayla karşılaşırız. Fakat onların mitolojik
zihniyetleri ile çocuğun masal uydurması, mitomanisi (mythomanie) henüz
ahlâksızlık ve sahte hayatın meydana çıkmasına elverişli değildir. Ancak
insanların kendilerini zümre ile iç içe yaşamaktan kurtararak içlerine
çekilebilecekleri, gizlenebilecekleri bir hayat şekline elverişli olan bir
medeniyet seviyesinde yalan ve sahte hayat doğmaya başlar. Gerçek ile görünüş,
hakiki insan ile onun maskesi birbirinden ayrılmaya başlar. İnsan başkalarına
karşı asıl hüviyeti ile değil maskesi ile çıkar. Romalılar tiyatrolardaki bu
maskelere persona diyorlardı. Bunun için personne ve personnage kelimeleri de
başlangıçta “maske” yani dış görünüş manalarında kullanılmıştır.[217] Bu manada, insanın kişiliği henüz asıl kimliği
değil, ancak görünmek istediği takma hüviyetidir. Yalanın ve ahlâksızlığın
doğuşu insan ruhunda dramın ve facianın, komedyanın doğmasına sebep olmuştur
ki, bunun en bariz örneği Yunan sanatıdır. Nitekim ilk defa bu parçalanmış
hayatla, görünüş ve oluş arasındaki bu belirgin yırtılışla mücadele arzusu,
yani ahlâk problemini ortaya koyma ve bunu insan düşüncesinin mihveri haline
getirme ihtiyacı da Yunan’da meydana çıkmıştır.
c) Kişiliğin doğuşu, bu “maske” hüviyeti ile
asıl hüviyet arasındaki uçurumu kaldırmak için insanın yaptığı çabaların
eseridir. Oluşla görünüş arasındaki duvar insanı rahatsız ettiği için, onda,
olduğu gibi görünmek veya göründüğü gibi olmak gayreti uyanmıştır. Buna
doğruluk sevgisi veya cesaret diyoruz. Doğruluk sevgisi cemiyetin hükümlerine
karşı asıl hüviyetini gizlemekten çekinmemektir. Her şeyden önce asıl hüviyetin
savunmasını yapmak, cemiyetin ve hükümlerinin hücumuna uğrayacaksa, bu
hücumlara göğüs germektir. Doğruluk sevgisinin ve cesaretin uyanışını Sümer
mitolojisinde, Gılgamış efsanesinde buluyoruz. Gılgamış kendi şehrine karşı,
çirkin, fakat gerçek olan Enkidu’nun koruyucusu olarak çıkar. Yunan
mitolojisinde hileci tanrıların ve yalnızca kol kuvveti ile övünen
yarı-tanrıların karşısında samimilik ve doğruluğun örneği olarak Dionysos
görülmektedir. Fakat Yunan düşüncesinde, başlıca Kinikler ve kısmen Sofistler
“olduğu gibi görünme”nin ilk kahramanlarıdır. Bu da gösterir ki, doğruluk
sevgisi ve cesaret Westermarck’ın zannettiği gibi, yamyamlığın, vahşetin,
şiddetin yumuşamasından doğmuş bir sosyal kurum değildir.[218] Çünkü daha doğuşunda onlarla mücadele ederek meydana
çıkmıştır. Kahraman nâdir olarak aynı zamanda hem vücut, hem ruh kuvvetini
temsil eder.
İhtirasın ve sevginin eseri olan doğruluk,
cüret ve cesaret, maskeli hüviyet ile asıl hüviyet arasındaki uçurumu
kaldırmış, ahlâka temel olmuştur. Bu büyük adım da Sofistlerin ardından gelen
Sokrates tarafından atılmıştır. Büyük ahlâkların hepsinde doğruluk ve cesaretin
önemli rol oynadığı görülür. Sokrates’e paralel olarak Buddha’nın hayatı,
İsa’nın hayatı, Muhammed’in hayatı örnek diye verilebilir. Ortaçağ’da
martirler, veliler, Yeniçağ’da Savonarole, Bruno, J. Husse, Luther; 17.
yüzyıldan sonra modern cemiyetin fikir kahramanları, yeni demokrasilerin
bayraktarları, bugün katılaşmış cemiyetle mücadele eden fikir ve ruh cüretleri
bunlardandır.
C) Cemiyetle organizma arasındaki gerginlikler
ve çatışmalar, tarihin birçok çağında, türlü kültür çevrelerinde türlü
neticeler doğurmuştur. Bunlardan bazıları belirli bir tip içinde donup
kalmıştır. Bazıları sosyal ve ruhi gelişmeye göre bir tipten ötekine
geçebilmiştir. Biz burada kültür çevrelerinin bu sosyal-ruhi tipler bakımından
etraflı bir tahlilini yapacak değiliz. Ancak, insanlık tarihinde üzerinde
durulmuş ve aşılmış olan başlıca tipleri işaret edeceğiz.
a) Cemiyetle organizma arasındaki çatışmanın
ilk eseri heyecanlılık (émotivité) ve duygululuktur.[219] Burada bir değerler sistemi içinde insanın heyecanlılık
ve duygululuğunun birinci derecede rolü olduğunu, yani değerlerin maraziye
şiddetli heyecanlılığa göre ölçüldüğünü görüyoruz. İlkel ve bazen vahşi denilen
kültürlerden birçoğu hâlâ bu durumdadırlar: Onların gündelik ve olağanüstü bir
hâdise karşısındaki tepkileri bizim “marazi” heyecan dediğimiz tipe
girmektedir. Bizim iradesiz, ilcai, uyumsuz, duygusal taşkınlık içinde, vs.
dediğimiz ve aşağı değer saydığımız birçok tepki onların gözünde cemiyetin en
beğendiği üstün değerlerdir. Onların başkan veya seçkin saydıkları ve büyücü,
sihirbaz, vs. dedikleri insanlar bizim cemiyetlerimizde yarı deli ve hasta
sayılan insanlara benziyorlar. Tam tersine, bizim ölçülü, dengeli ve değerli
saydığımız insanlar, onların gözünde aşağı değerde herhangi bir insan gibi
görülüyor. Bunun için, Şamanizm âyinlerini, totemci inançtaki cemiyetlerin
değerlendirme tarzlarını tarihte kaybolmuş bazı kavimlerin inançlarına ait
izlerle karşılaştırmak doğru olur.[220]
b) Cemiyetle organizma çalışmasının ikinci
eseri hayal gücüdür (imagination). Bir değer sistemi içinde insanın hayal gücü
ile projeksiyonlarının, tabiata ve eşyaya aksetmiş imajlarının üstün rol
oynadığı görülmektedir. İlkel veya vahşi dediğimiz cemiyetler henüz bu devreye
erişmemişlerdir. Ancak onlara göre daha üstün sayabileceğimiz cemiyet şekilleri
içinde bu ruhi güç meydana çıkmaktadır. Hayal gücü insanın realiteden kaçmasına
yarayan kudretidir. Realite insan üzerinde baskı yaptığı, onu her tarafından
engeller ve çıkmazlarla çevirdiği zaman, o ancak içine katlanmak ve hayal
dünyasını kurmak üzere kurtulabilir. Hayal gücünün kökleri yine
heyecanlılıktadır. Fakat artık heyecanlılık gibi hazır olan veya hazır olmayan
obje karşısında eriyecek yerde, iç varlığının daha gelişmiş yaratıcılığı yardımıyla
kendini objeye aksettirebilir. Bu aksettirme işi o kadar yaygındır ki,
çocuktaki masal uydurmadan başlayarak türlü cemiyetlerin tarihinde büyük rolü
olan mitolojilerin kuruluşuna kadar uzanır. İlkçağ’ın başındaki medeniyetleri
bugünkü bazı kavimlerle birlikte bu hayal gücü devresine koyabiliriz.
c) Cemiyetle organizma arasındaki çatışmanın
üçüncü eseri akıl ve iradedir. Sosyal emirler ve yasaklar sisteminde tasavvurla
fiilin, içle dışın ayrılması, birbirinden bağımsız iki güç halinde “akıl” ve
“irade”yi meydana getirmiştir. Şuurun konkre hayallerinden ayrılmış (isolé)
zihin kavramlarına yükselmek için tasavvurun fiilden ayrılmasının son haddine
gelmesi gerekir.[221] Burada hayaller konkre muhtevalarından sıyrılarak
genel kavramlar ve şemalar halini almışlardır. Buna karşılık fiilin tasavvurdan
ayrılması da son haddine gelmelidir ki, her türlü hayal ve kavramdan bağımsız
bir hareket ve faaliyet prensibi halini alabilsin. Vâkıa böyle bir ayrılış
gerçeğe uygun değildir. Çünkü en az derecesinde dahi iradede tasavvur unsuru
vardır. Bu ayrılış hareketi de Yunan’dan başladı. Yunan düşüncesi bir yandan
mitolojik zihniyetten akli zihniyete, ratio’ya (akıl) geçerken bir yandan da
düşünceye muhtaç olmayan, sırf fiil halini almakta idi. Herakles ve Atlas gibi
kahramanlarda bu irade kişileştirilmiştir. Fakat Yunan medeniyeti, aslında bir
akıl (logos) medeniyeti olarak kaldı. Asıl “irade”nin gelişmesi Ortaçağ’a,
İslâm medeniyetine aittir. Orada “irade,” Allah’ın mutlak iradesi olarak
anlaşıldı. İnsanın cüzi iradesi, ancak onun bağışladığı küçük bir parçadan
ibarettir ve arızidir. Her şey külli kudret olan “Allah’ın iradesi”nden doğar.
Bu düşünce tarzında kulların Allah’a ve onun vekiline mutlak bağlılığı
yüzünden, İslâm medeniyetinde kişiye ait hürriyetin hiçbir rolü olmadığını
gösterir. Fertciliğin doğmasına engel olan bu hayat tarzı, Osmanlı deviri
boyunca da gelişmiş, akılla irade ayrı kalmak şöyle dursun, akıl iradenin hükmü
altına girmiştir.
d) Organizma ve cemiyet çatışmasının dördüncü
eseri tutku ve sevgidir.
Schopenhauer’un “irade metafiziği”ne ve iradeci
psikolojinin aşırılıklarına rağmen beşeri irade, doğuşu bakımından en üstün
ruhi meleke olarak görünmemektedir. Onun rolü ilk önce yalnız karşı koyma,
direnme, durdurma (inhibition) şeklinde menfi roldür. İrade, bu bakımdan yapma
kudretini değil, yapmamayı, mâni olmak için cehdi ifade eder. “İlâhi irade”nin
mutlaklığı ancak bu beşeri iradenin menfiliğine nazaran düşünülmüştür. Fakat
ihtiras ve sevgide insanın kudreti müspettir. Kendiliğinden temayüllerden
başlar ve insanlara, eşyaya, âleme çevrilerek değerler halinde yaratıcı olur.
Değerleri yaratmak, değerleri anlamak ihtiras ve sevginin eseridir. İnsan bu
aktif ve yaratıcı güçler yardımıyla iç hayatını dışa, tasavvurlarını fiiline
bağlayabilir. Akılsız iradenin ve iradesiz aklın yarımlığından kurtulur.
İhtiras ve sevgi ile insanın menfi iradesi, yaratıcı ve aktif müspet irade
halini alır. Demek oluyor ki, irade başlangıçta yalnız durdurucu ve menfi,
bundan dolayı da iptidai dereceden bir kuvvet olduğu halde, sonradan ihtiras ve
sevgi sürecinin ruhi hayata kazandırdığı bütünlük yüzünden yaratıcı, müspet ve
yüksek dereceden bir kuvvet olmuştur.
“Aşk ahlâkı” böylece akli ve fiili hayatı aktif
birer güç haline koymak üzere modern cemiyete bariz karakterini vermektedir. Bu
manada “aşk ahlâkı,” aynı zamanda bir “iş ahlâkı”dır. Duygusal manzarası
bakımından ihtiras ve sevgi güçlerine dayanan “aşk ahlâkı” fiili manzarası
bakımından iş ahlâkıdır. Mekanik-iktisadi bir düzende insana iradesi dışında yüklenmiş
olan işin kabulü hiçbir ahlâki netice doğurmaz. Köleye efendisi tarafından,
serfe derebeyi tarafından, işçiye patron tarafından ekonomik bir zaruretin
neticesi olarak yüklenmiş olan iş, kölede, serfte, işçide işe karşı hiçbir
sevgi uyandırmaz. Bundan dolayı bütün sosyal devirlerde iş teşkilâtlarının
ahlâkı doğuracağından bahsetmek güçtür. Fakat kişilik şuuru geliştikçe, işi
alanla iş arasındaki münasebet değişmeye başlar. İşe sevgi ve ihtirasla bakan
insanda iş ahlâkı, işe karşı yükümlülük, sorumluluk duygusu vardır. Ancak ne
geçmişte, ne bugün işçinin henüz kütle halinde işe sevgi ve ihtirasla
baktığından bahsedilebilir. Bu, ancak işçinin kişilik şuuru kazandığı, işi
dıştan yüklenmiş bir baskı gibi almadığı, yani işini kendi organize ettiği
durumlarda meydana çıkmaya başlar. Kişilik şuurunun gelişmesiyle paralel olan
iş ahlâkı, işçinin hürriyeti için mücadeleye giriştiği sendikalizm
hareketlerinden, kooperatizm ve sosyalizm şuurundan, küçük iş cemaatlerinin
doğuşundan –Belçika, Hollanda, İngiltere’de zamanımızda yaygın olan
teşekküllerden– sonra başlamıştır. Bugün Sovyetler, işi “devlet” baskısıyla ve
cebirle organize ettikleri için patron yerine “devleti” koymakta ve
kendiliğinden iş sevgisini tekrar ortadan kaldırmaktadırlar. Fakat,
kooperatistler, sosyalistler, Batı’nın bazı memleketlerinde kendi kişilik şuuru
gelişmelerine paralel olarak iş ahlâkını geliştirmektedirler.
“Aşk ahlâkı”nın ruhi gelişme ile tarihi gelişme
arasında gördüğü paralellik bazı tanınmış tarih felsefelerini, meselâ J.
Vico’nun, Hegel’in, Comte’un tarih felsefelerini hatırlatmaktadır. Onlarda,
insanlığın bir hedefe doğru ilerlemek üzere ruhi bir gelişme geçirdiği fikri
hâkimdir. Ancak, onlarda bu gelişme daima akla göre, yarım sayılan melekelerden
derece derece olgunlaşan akla doğrudur. Vico’ya göre tarihi gelişme heyecandan
hayal gücüne, oradan akla doğrudur. Hegel’e göre gelişme tarihi oluş içinde
mutlak idée’nin gerçekleşmesidir. Comte’a göre gelişme fetişist inançlardan
müspet ilimin, aklın buyrukluğuna (hâkimiyetine) doğrudur. Oysa Aşk Ahlâkı’nın
anlattığı tarihi gelişme (bazı benzeyişlere rağmen) bu yoldan geçmemektedir.
İnsan ruhu, vâkıa heyecanlılıktan (émotivité) başlıyor. Fakat mutlaka akla
doğru gitmiyor. Soyut kavramların ve aklın doğuşu, ona göre daha üstün olmakla
beraber, yarı merhaledir. Çünkü, orada irade ve zihin ayrılmıştır, ruhun
bütünlüğü kaybolmuştur. Bu bütünlüğü zekâ ve fikir kendi başlarına asla
sağlayamazlar. İrade de akılla birleşmedikçe kör bir meleke olarak kalır.
İradenin gözünün açılması, aklın aktif bir hale gelmesi için, bu terkibi
yapacak daha üstün bir güç lâzımdır ki, o da sevgidir. Sevginin kaynağı
ihtiraslardır (umumiyetle duygu hayatı). Şu halde, tarihi gelişmede akıl ve
iradenin terkibini temin eden üstün meleke yine duygu hayatı olmaktadır.
Kişilik şuuruna dayanan “aşk ahlâkı”na ulaşmak
için, ahlâkın geçtiği merhaleleri şöyle sıralayabiliriz:
1) Organizma ahlâkı: Cinsi yasaklar üzerine
kurulur. Vahşilerin tabularından, şiddetli cinsi yasaklarından başlar ve
zamanımız cemiyetlerinde, ahlâkın temeli olarak yalnız cinsi iffet meselesini
gören görüşlere kadar gelir.
2) “Desinler ahlâkı”: Ferdi övünmenin değerlere
ayna vazifesini gördüğü erginlik ahlâkıdır ki, cemiyetlerin de aynı suretle
erginlik hayatını temsil eden böyle bir ahlâktan geçtikleri veya içinde
bulundukları görülür.
3) Doğruluk ahlâkı: Sevgi ve ihtirasu üzerine,
kişilik şuurunun gelişmesinden doğan “cüret” duygusu üzerine dayanır.
J.M. Guyau ahlâktaki tehlike zevki ve cüret
duygusunun kökünü yalnız hayatın yayılıcı kuvvetinde buluyordu. Halbuki, bu
biyolojik faktör yalnız başına hiç de bu rolü oynamamaktadır. İnsani ruh,
ihtiras, sevgi ve kişilik şuuru derecesine yükselmedikçe doğruluk ahlâkı
meydana çıkamaz.
“Aşk ahlâkı,” insanı, kendini feda etmeye,
kendine ait her şeyi terk etmeye götürür. Fakat bu terk ediş, insanın tabiatına
zıt değildir ve asla tabiatı zorlamaktan doğmaz. İnsanın asıl hüviyeti organik
şuurdan kişilik şuuruna kadar bütün gelişme evrelerinde “hayat”a dayanır ve
hayatın mahiyeti hayattan vazgeçme değildir. Bu bakımdan arzuları yok etmek
isteyen Budizmin görüşü hatalıdır. Arzu yok edilemez, aşılabilir. Arzuyu terk
etmek için yok etmeye çalışmamalı, aşmaya, daha üstün gayeli arzulara yönelmeye
çalışmalıdır. Böyle bir hamle başlangıç arzuların terk edilmesine sebep olur. Sosyal
şuura ait arzuların uyanmasına, organik şuura ait arzuların aşılmasına ve “terk
edilmesine” sebep olur. Kişilik şuuruna ait arzuların (yani ihtirasın sonsuz
arzularının) uyanması da organik ve sosyal şuura ait arzuların terk edilmesine
sebep olur. Hâsılı, arzuların terki insanın mahiyetine aykırı davranarak,
tabiata karşı giderek değil, tam tersine insan tabiatının gelişmesine uygun
hareket ederek elde edilmektedir.[222]
Arzuları terk etmenin türlü dereceleri vardır:
I. Cumhurun kanaatini terk etmek; ihtiras ve
sevginin üstün derecesinde kamu sanısına bağlı kalmamaktır. İnsanın kamu
sanısından[223] tamamen kurtulmasına imkân yoktur. Fakat kudretli
ruh kendi hayat planı ve kendi enerjisiyle hedefine yöneldiği zaman, onu hiçbir
kamu sanısı, hiçbir dedikodu ve mırıltı, yolundan alıkoyamaz. İbsen Brand’da,
Peer Gynt’te, Goethe Faust’ta, Batı medeniyetine vergi bu ihtiras kudretini ve
kamu sanısına karşı meydan okuyuşu tasvir etmekte idiler.
II. “Menfaatini terk edeceksin.” Ahlâkın bu
kaidesi en yaygın ve umumi olanıdır. Bundan bahsetmeyen hiçbir ahlâk doktrini
yoktur. Hatta faydaya dayanan İngiliz ahlâkçıları bile umumun faydası için
kişilik çıkarının terk edilmesi temelinde başka ahlâklarla birleşirler. Ancak
çıkar, çıkar için terk edilemez. Yalnız insanlık sevgisi, ruhların iştiraki
(communion) çıkarın terk edilmesini sağlayabilir.
III. Huzur ve saadetini terk edeceksin.
Yunanlılarda mutluluk ahlâkın başlıca hedefi sayılıyordu. Fakat ilk defa Stoa
ahlâkçıları gayenin mutluluk değil, fazilet olduğunu ve gerekirse fazilet için
mutluluğun terk edileceğini söylediler. Bu görüş, zamanımızda en geniş
boyutları ile Kant tarafından müdafaa edildi. Kant’a göre ahlâkın hedefi asla
mutluluk değildir. Vazife için hareket eden, mutluluğunu terk etmeye hazır
olacaktır. Böyle bir gayeye ise, yalnızca akıl kaidesine göre uyulamaz. Ona
ancak, vazifeyi her şeyden fazla sevdiğimiz ve her şeye üstün gördüğümüz zaman
saygı gösterilir.
IV. Benlik dâvasını (övünmeyi) terk etmek; ahlâkın,
yalnız egoizmden değil, aynı zamanda (hatta daha çok) égocentrisme kurtularak
elde edileceğini gösterir. Hakikaten övünme basit bir egoizm değildir. Çünkü
övünen mutlaka kendi çıkarını düşünen, kendinden başkasını düşünmeyen demek
değildir. Övünen her şeyden önce değerler sistemini kendine irca eden, yani
kendini âlemin merkezi sanan insandır. Bu ise faydacılıktan (utilitarisme),
bencilikten büsbütün başka bir şeydir. Övünen sırf övünmek için bazı aşırı
fedakârlıklar da yapabilir. Yoksullara sadaka dağıtabilir. Kapısını yoksullara
açabilir. Fakat bu işleri kendini ahlâk eyleminin hedefi, yani insanlık içinde
erittiği için değil, tam tersine, değerleri kendine irca ettiği için yapar.
Bazı faziletlerin gösterişini yapmak o faziletlerin işlenmesini kısmen sağlamış
olsa bile, asıl fazilet adına büyük bir eksiklik olarak kalır. Çünkü, kendini
terk etmek ve cüret henüz daha yoktur. Égocentrisme’in bırakılması egoizmin
bırakılmasından daha güçtür. Çünkü fazilet gösterişi bazen asıl faziletten daha
parlak görünür. Bu aldatıcı manzara égocentrisme’in etrafında bir cazibe
halkası yaratır. Onu kırmak ve doğruluğun cesaretiyle[224] onu meydana çıkarmak, kendi nefsinde onu aşmayı
başarmak ahlâki hamlelerin en büyüklerindendir.
V. Gelecek ümidini terk etmek. Gerçekten
ötekilerden güç, hatta bazen imkânsız görünür. Çünkü bütün idealler ve
ideolojiler gelecek ümidi üzerine kurulmuştur. Her biri kendi açısından insanın
veya insanlığın geleceğine ait hayali bir plan çizmektedir. Bütün şikâyetler
ancak, bu plana inanış nispetinde hafiflemekte ve katlanılır hale gelmektedir.
Nasıl olur da dinlerin, ideallerin, ideolojilerin, ahlâkların “gelecek ümidi”ni
bir yana atabiliriz?
Bazı dinlerde bütün ağırlık merkezi “ümit”tir;
imanın temeli odur. Bununla birlikte, ümit etmek eğer kısa vadeli ise, umulan
şey gerçekleşmeyince onun ardından hayal kırıklığı ve ümitsizlik gelecektir.
Ümit etmek aşkın âleme ait ise, doğrudan doğruya inanca bağlanmış demektir.
İnanma devam ettikçe ümit de devam eder. Başka deyişle inancı gerektiren ümit
değildir. Tam tersine, ümidi gerektiren inançtır. Aşkın âleme inanmanın
gevşediği devirlerde, ümit de kaybolur. Fakat konusuna sevgi ile bağlı olan
kimse bu konu ile ulaşacak “hedefi” değil, konunun kendini, “yol”u aradığı
için, asıl kendi sevgisinden başka bir şey ummayacak, bundan dolayı da ümidi
aşmış olacaktır.
14 – Ahlâk Teorileri:
Eski Yunan’dan beri ahlâki hayatı düzenlemek
veya ahlâkı açıklamak için birçok teori ileri sürülmüş olduğu bilinir. Biz
bunları “aşk ahlâkı” bakımından kısaca gözden geçireceğiz ve tenkitlerini
yapacağız. Bu teorileri daha etraflı olarak Ahlâk (1946) ve Felsefeye Giriş
(1958) adlı kitaplarımızda açıklamıştık.
a) Haz üzerine ahlâkı kurmak isteyen ilk kuram
hedonizmdir. Bu görüşe ahlâkların başlangıç derecesi ve kabası diyebiliriz.
Hedonizme göre, ahlâkın gayesi insanları mutlu kılmaktır. Fakat, organik şuura
ait hazlar doyumla sona ererler, kısa fasılalıdırlar. Bundan dolayı devamlı haz
yoktur. Ayrıca beden hazları insanda kolaylıkla ıstırap doğururlar, bedeni ve
dolayısıyla ruhu yıpratırlar. Onlarla devamlı mutluluğu sağlamaya imkân olamaz.
b) Mutluluk ahlâkı (eudemonisme) Platon ve
Aristoteles tarafından daha üstün bir şekil olarak ileri sürüldü. Platon’a
göre, ahlâkın gayesi “üstün iyilik”e ulaşmaktır. O da bu dünya hazları ile
değil, ancak ebedi olan (başı ve sonu olmayan) idée’lere ait hazla elde edilir.
Onun sağlayacağı mutluluk idée’lerin temaşasından doğan yüce mutluluktur
(félicité). Fakat Aristoteles daha realisttir: Mutluluğun bu dünyada
gerçekleşeceğine kanidir. Ancak, devamlı hazzı temin için hazzın elem doğuran
aşırı çok ve aşırı azlarından kaçınmalı, “tam orta”da bulunmalıdır. Mutluğun
esası “itidal”dir. Mutluluk ahlâkı, şu halde, ölçü ve düzen ahlâkıdır. Fakat,
hayatın önceden kestirilemeyen hâdiseleri bu ölçüyü sağlamaya elverişli midir?
İrademizde olmayan sarsıntılar, ölçüyü bozdukça, mutluluğu biteviye bozmayacak
mıdır? Aynı hal fert için olduğu gibi cemiyet için de söylenemez mi? Bu suretle
de, iyiliğin gerçekleşmesi bazen imkânsız bir hale gelecektir.
c) Çıkar ahlâkı (utilitarisme), derin
düşünülmüş bir haz ahlâkından başka bir şey değildir. Bunun için de Jeremy
Bentham kitabına Ahlâk Aritmetiği adını vermişti. Fakat çıkar ve fayda ahlâkı
doğrudan doğruya egoizm üzerine dayanmaktadır. Eğer insan bencilikten başka
hiçbir kuvvet tarafından yöneltilmiyorsa, insanı hayvanlardan ayıran hiçbir
fark yoksa, çıkar ahlâkı bir nevi zaruret olur. Fakat böyle bile olsa,
hayvanlarda dövüşme içgüdüsünün yanında yardımlaşma içgüdüsünün bulunduğunu
görüyoruz. (Kropotkin, Etika, çev.: Ahmet Ağaoğlu.) Kaldı ki, insan yalnız
içgüdülerden ibaret değildir. Onda başka insanlara kendini vermeyi sağlayan
üstün bir duygu hayatı vardır. Sevgi, sempati, başkası için yaşamak, insanda
“çıkar” düşüncesi kadar gerçektir ve ahlâkı yalnız ikincisi üzerine kurmak
yanlıştır.
d) Direnme ahlâkı (stoicisme), arzuları
yenmeyi, iradeyle ve akılla arzulara rağmen yaşamayı telkin eder. Bu ahlâk
varlık düzeni ile insan düzeni arasındaki ahenk (yani insanın küçük âlem olduğu)
fikrinden doğmuştur. Mademki insan âlem gibi rasyonel bir düzendir, o halde o
düzeni bozan arzuları yenmelidir. Stoik ahlâk tipi İlkçağ’da Epikürcü
(épicuriste) tipin zıddı olarak idealleştirildi. Birincisi arzuları öldürdüğü,
kendine hâkim olduğu halde, ikincisi arzulara göre yaşamaktadır. Züht ahlâkı bu
Stoa ahlâkından doğdu. Tasavvuf “nefsi-levvâme” ile arzuları öldürmeyi telkin
ederken buradan esinlenmişti. Bu ahlâkın daha aşırı genişlemiş şekli hayat
kaynağı olan bütün arzuların yok edilmesinden ibaret olan Budizmdir. Fakat ne
Stoa ahlâkı ne Budizm gerçekleştirilebilir. Çünkü arzular insan tabiatının
gereğidir. Onları durdurmak veya yok etmeye çalışmak insanlık tabiatına karşı
koymaktır. Bununla birlikte, insanın hayatında “arzularla savaşma” bir devre
teşkil eder. Bu devre organik şuurun sosyal şuur tarafından aşılması, arzuların
sosyal baskı altında sınırlandırılması merhalesidir. Eğer bu devre kişilik
şuuru tarafından aşılmamış olsa, insan marazi şuur ve parçalanma
(désintégration) halinde kalacaktır. Organik şuur sosyal şuur tarafından
aşıldığı gibi, sosyal şuur da kişilik şuuru tarafından aşılacaktır. Bu ikinci
merhale, sonsuz arzular, yani ihtirasların doğuşu demektir ki, burada arzuları
kendine zıt bir kuvvet tarafından yok etmeksizin, arzuların yine arzular
tarafından aşılmasından bahsedilebilir.
e) Bir kısım İngiliz filozofları, ahlâkı his
üzerine kurmaya çalıştılar. Adam Smith, Shaftesbury, Hutcheson, vs. gibi. His
ahlâkı arzu ve fayda ahlâkından daha geniş bir duygu temeline dayanmaktadır.
Çünkü sempati, şefkat, sevgi, acımak, vs. gibi bütün hisleri kuşatmaktadır.
Ancak tecrübeden (empirie) ahlâkı çıkarması bakımından ötekilerle birleşir. His
ahlâkçıları doğrudan doğruya şuurda ahlâk verilerinin hazır bulunduğunu kabul
ederler. Fakat, ahlâk bir gerçeğin tespitinden ibaret değildir. Olması istenen
bir halin, bir idealin aranmasıdır. Ahlâki fiil gerçekten ideale doğru atılışta
meydana çıkar. Bundan dolayı da yalnız “hazır” şuur verileri ile çözülemez.
Hazır olmayana (absent), gerçekleşmesi istenene, olması gerekene (devoir-être)
aittir. Öyleyse tecrübenin bize verdiği duygu hallerinin tahlili ile ahlâka
ulaşılamaz. Bunlar arasında yalnız gerçekten ideale, varlıktan gerekmeye
(mecbur olmaya) doğru hareketi sağlayan duygu halleri ahlâki fiilin âmili (mobile)
olabilir. Bunlar da daha önce gördüğümüz gibi, ihtiyaç ve ihtiras süreçleridir.
Bu süreçler statik bir şuurda verilmiş olarak bulunamaz. Ruhun gelişme yolunda
üstün bir derece olarak meydana çıkışları kavranabilir. Öyle ise, sırf empirik
bir duygu tahlili üzerine ahlâkı kurmaya imkân yoktur.
f) Eski Yunan’dan beri ahlâk teorilerinin büyük
bir kısmı, ahlâkı akıl üzerine kurmaya çalışmışlardır. Platon ve Aristoteles
bunlardandır. Ortaçağ filozofları –İbni Sina, Saint Thomas, vs.–, modern
filozoflar –Descartes ve ekolü– aynı yolu tutmuşlardır. O derecede ki ahlâkta
akılcılık prensiptir denecek kadar yerleşmişti. Bir zaman ahlâkın tecrübeden
çıkarılacağı kesin olarak reddolunuyordu. İlk tecrübecilerin, şüphecilerin
bundan dolayı sarih bir ahlâk sistemi yoktu. Ahlâkta saf akıl sahasını yetmez
gören Kant dahi, temelinde yine akılcı olarak kalıyordu. Bunun sebebi, ahlâki
kaidelerin evrenselliklerini, geçerliliklerini tecrübeden çıkaramayacakları,
ancak evrensel olan akla dayanacakları kanaati idi. Fakat eğer ahlâk mutlak
hüküm arıyorsa, aklın hükümleri mutlak değildir. Şartlıdır, beyanidir. Eğer
ahlâk insan ruhuna uyan kaideler arıyorsa, aklın kaideleri soyut ve
muhtevasızdır. İnsan ruhunun onlara uyup uymayacağı peşinden söylenemez. Aynı
akıl ahlâkın olduğu kadar başka pratik davranışların, siyasi hareketin, vs.
esaslarını da verebilir.
g) Akıldan başlamakla beraber Kant ahlâkı,
vicdan ve yükümlülük üzerine kurulmaktadır. Bunun için, ilmi kuran saf akıl ile
ahlâkın temeli olan pratik aklı ayırmaktadır. Birincisi fenomen (phenomenon)
sahasına ait olduğu halde, ikincisi numen (nooymenon) sahasına aittir. Kant’a
göre ahlâki düstur yalnız rasyonel bir surette ifade edilmekle beraber,
prensibi pratik akıl veya numenden (nooymenon) gelmektedir: Şartsız, külli ve mutlaktır.
Tecrübe ile hiçbir ilgisi yoktur. Kant teorisinin üstün ciheti ahlâki düsturun
tecrübe-üstü, mutlak vasfını görmesindedir. Kant, ahlâkın bu vasfına o kadar
ehemmiyet verdi ki, tecrübeden, duygudan, hatta saf akıldan hareket eden bütün
ahlâk teorilerini şiddetle reddetti. Kant’ın haklı olduğu yönü ahlâki düsturun
formülünün tecrübeden asla çıkarılamayışında idi. Fakat haksız olduğu cihet,
ahlâkın muhtevasız olarak kurulacağını zannetmesinde idi. Halbuki ahlâk bu
içeriğini ister istemez insan ruhundan, onun ahlâki eylemi (action) yaptırıcı
kuvvetinden almaktadır. Bu da dış âleme ait tecrübeden olmasa da, ruhi
gelişmenin kendi kendine ait tecrübesinden çıkarılabilir. (Kant teorisi için
Felsefeye Giriş adlı kitabımızın ikinci cildinin “Ahlâk” bölümüne bakınız.)
h) Zamanımızda yaygın olan bir teori de ahlâkı
cemiyet üzerine kurmak isteyen teoridir. Bir yandan L. Lévy ve Brühl’ün Âdetler
Sosyolojisi, bir yandan Durkheim’ın sosyolojik ahlâkı, bu yeni görüşün önderi
olmuştur. Önemli bir kısım Kıta ve Amerikan sosyologu bu yolu tutmaktadırlar.
Sosyolojik ahlâk teorisi, ahlâkın, esasında, sırf sosyal olduğunu, hem eğitimle
geçen kaideleri yeni nesillere vermek, hem de her neslin sosyal tecrübesini
buna katmak suretiyle geliştiğini kabul eder. Platon’un üstün “iyilik” prensibi
kadar Kant’ın “vazife” prensibi de, Durkheim’a göre, sosyal ahlâkın temelini
teşkil eder. Çünkü “cemiyet” hem bizim dışımızda objektif gayeler halinde, hem
de içimizde eğitim ve alışkanlıkla kazanılmış sübjektif yükümlülük halinde
görünmekledir.[225] Bu suretle sosyolojik ahlâk rasyonalizmi olduğu
kadar empirizmi de hesaba katmakta ve sosyolojik açıdan eski teorilerin
birçoğunu yorumlama yolu ile içine almaktadır. Fakat bu derece kuşatıcı
görünmesine rağmen, sosyolojik teori, prensibi bakımından beşeri ahlâkı kurmaya
elverişli değildir. Çünkü: 1) Ahlâki failin muhtarlığı olmadıkça, sorumluluk ve
yükümlülüğün manası kalmaz. Sosyolojik teori bu muhtarlığı sosyal determinizm
ile uzlaştırmak için ancak bir postüla olarak koymak zorundadır. O zaman da
gerçeklik ispat edilemez. 2). Bu teori, ahlâkı bir gerçek hükmü ile açıklıyor.
Halbuki bir ahlâk teorisi olarak değer hükmünü kurması gerekirdi. 3) Prensibi
bakımından relativisttir. Onunla mutlak, evrensel bir ahlâkın kurulduğu
söylenemez. Başka deyişle, bu ahlâkı bir inanç konusu haline getirmek kabil
değildir. Sosyal ahlâk beşeri ahlâkta ancak bir derece teşkil eder. Bu da
sosyal şuurun organik şuura göre üstün bir derece olmasından ileri gelir.
i) Fakat sosyal şuur, kişilik şuuru tarafından
aşılır. Bundan dolayı da, sosyal ahlâk kişilik ahlâkı tarafından aşılmaktadır.
Kişilik ahlâkı bir kişiye mahsus ahlâk demek değildir. Hür bir kişinin şuuruna
dayanan, fakat hedefi evrensel olan ahlâk demektir. Kişilik şuuru insanın gelişmesinde
en üstün merhaledir. Orada sosyal zaruretin üstünde yeni bir determinizm
sahasının, kişiliğe ait determinizmin doğduğunu görürüz. Bu gerekirlik cemiyete
göre nispi bir muhtarlık teşkil eder. Kişilik şuurunun kurulması için sosyal
şuur lâzımdır, fakat kâfi değildir. Çünkü orada sosyal determinizm üstünde ona
nazaran bir nevi hürriyet sahası demek olan kişilik determinizmi vardır. Aklın
iradeyle tamamlanması, temayüllerin ihtiras halinde derinleşmesi kişilik
şuurunu sosyal şuura hâkim kılar ve onu üstün bir derece haline getirir.
Ahlâkın prensipleri olan sorumluluk, yükümlülük, vazife artık kendilerine
gereken muhtar (autunome) temeli bulurlar. Cemiyet içinde bu prensipler yalnız
postüladan ibaretken, şimdi gerçek bir zemine dayanırlar.
Sosyolojik ahlâk bu prensipleri “cemiyetin
içleşmesi” dediği bir süreçle açıklamaya çalışıyordu. Ona göre kişilik şuuru,
sosyal şuurun bir görünüşünden ibarettir ve nüfus kesifliği, farklılaşma,
işbölümü, vs.’nin, eğitim ile yeni nesillere yerleşmesi suretiyle açıklanmaktadır.
Fakat, sosyal determinizmin bu mekanik neticeyle kişilik şuurunun
kendiliğindenliği, hürriyeti arasında mahiyet farkı vardır. Yeni bazı
sosyologlar –meselâ Moreno, Gurvitch, vs.– kendiliğindenliği cemiyetin
temelinde görmek için microsocius kavramını icat ediyorlar. Fakat bu
microsocius, hakikatte, cemiyeti hazırlayan organik şuurdan başka bir şey
değildir ve onunla ahlâki hayatın prensibi açıklanamaz. Çünkü, oradan ne
vicdanın istediği “irade muhtarlığı”nı, ne ahlâki fiilin istediği yükümlülük ve
sorumluluğu çıkarmaya imkân vardır. Bu duygular sosyal şuur tarafından
hazırlanmakta ise de, ancak kişilik şuuru içinde gelişebilirler. Çünkü ahlâkın
istediği iradi fiil orada gerçekleşir. Vazifenin aradığı, “gayesi kendi
içinde,” mutlak emir ihtirasta, sevgide gerçekleşir; vazifenin başka herhangi
bir gayeye vasıta olarak değil, sırf vazife olarak yapılması, yani vazifenin
vazife için yapılması onun mutlak bir sevgi konusu olması demektir. İhtiras
–daha önce gördüğümüz gibi– gayesi kendi içinde, fayda gütmez ve sonsuz
temayüldür. Vazifenin aradığı şartlar yalnız orada vardır. Bundan dolayı,
kişilik şuuru hakiki beşeri ahlâkın temelidir. Sosyal şuurdan kişilik şuuruna
yükselince göreli (izafi) ahlâktan mutlak ahlâka, ahlâk teorilerinin aradığı
hakiki ahlâka yükselmiş, görecilik (izafiyetçilik), sübjektivizm ve
şüpheciliğin buhranından kurtulmuş oluruz.
15 – Açıklık ihtirası ve birlik ne demektir?
“Birlik” arayışı ilim sahasında konkre
varlıkları tetkik eden ilimler arasındaki karşılıklı bağlantıları meydana çıkararak,
buradan varlığın bütünlüğünü gösteren ilim birliğine yükselmek demektir.
Metafizik sahasında varlıkların çeşitliliği üstünde onlara temel olan sonsuz
varlığa çıkmak demektir. Pratik sahada farkları aşarak bütünlüğe, zümre ve
tabaka düşmanlıkları üstünde milli birliğe, milli kinleri aşarak insanlığa
ulaşmak demektir. Parçalarla bütün, milletlerle insanlık arasındaki bağlantı,
gerçekle ideal bağlantısıdır. Gerçeklik ve ideal, bütünün hakikatinde
birleşirler. Bu fikirler ilk defa Fransız Yeni-Kantçı filozof Charles Renouvier
tarafından Personnalisme adlı eserinde ileri sürülmüş, bizim tarafımızdan da
metafizik sahadan pratik sahaya –bazı değişikliklerle– nakledilerek,
Renouvier’den oldukça farklı bir tarzda İnsanî Vatanseverlik şeklinde
geliştirilmiştir. Aşk Ahlâkı’ndan sonra ayrıca bu fikirleri İnsanî
Vatanperverlik adlı kitabımızda açıkladık (1933). Bunun için burada
inceliklerine girmeyeceğiz. Renouvier bu meseleyi “Gerçeklik, İdeal, Hakikat”
adlı bölümde izah ediyor. Renouvier’ye göre “beşeri ideal bugünkü insan
karakteri ile gerçekleştirilmesi imkânsız bir şeydir. Onun kökten
değiştirilmesi ancak asırlar boyunca bütün insanlığın tecrübesine ve tarihine
başvurmak suretiyle mümkün olabilir. İyimser sosyalizme ilham veren bu ideal
yerine, bizce bugün harabe halindeki bir tabiatın içinde, âlemin ve cemiyetin
ilk kemâli hakkında transnatüralist bir faraziyeyi kabul etmelidir.” Başka bir
yerde şöyle diyor: “Ahlâki vazife ile ihtiras arasında ahenk vardır. Yapılacak
her fiil iyi bir gayeye göre düşünüldüğü zaman, ihtiraslı bir ilcanın
objesidir.” “İhtiraslar psikolojisi prensip bakımından canlı varlıklarda
action’un ferdiliği üzerine dayanır. Ferdi action bu gibi hallerde türlü
imkânlara cevap verir ve bu yaratışın esaslı şartıdır. Bu ferdiliğin mahiyeti,
algılarla ve heyecanlarla düzenlenen fiillerdeki kişilik şuurudur. Onun ilk
vasfı bilgi ve hürlüğü koruma ihtirası, düşünme ve icra etme kudreti duygusu,
duyulara ait zevklerin aranmasıdır.” “Hiyerarşi veya sınıflamanın temeli,
eğitimcilerin nezareti altında genel bir eğitim ile kurulacaktır. Eğitimin
gayesi kabiliyetler ve yararlılıklara göre mertebeler ve fonksiyonların
dağıtılmasıdır. İlerlemeler ve ödüller, istidatlar ve yapılan işler
nispetindedir. Her şey üstünlerin hükmüne bağlıdır. Bütün sosyal kuvvetler
barış çalışmalarına göre idare edilmelidir. Doğuştan gelen bütün imtiyazlar
kaldırılmalıdır.”[226]
a) İnsaniyetçilik yalnız başına alınınca
ütopyadır. Çünkü soyut insancılık gerçeğe dayanmayan idealdir. Bundan dolayı da
kavranması imkânsızdır. Oysa çoğu kere “insaniyetçilik” gerçekle ilgisiz, sırf
ideal, hatta ütopya olarak ileri sürülmüş ve savunulmuştur. İlk defa Platon
duyuların gerçekliğini inkâr ederek, yalnız “ideal”i gerçek sayacak kadar
aşırılığa düşmüştü. Platon’un izinden gidenler –Farabi, Tommaso Campanella,
Thomas More, vs.– ütopya yüzünden gerçeği inkâra devam ettiler. Fourier’nin
Familistére’i (Phalanstère) zamanımız bilgisi içinde ütopyayı devam ettirdi.
Marx ve çığırında olanlar bütün bu hareketlere “ütopik sosyalizm” diyerek
hakiki ve “ilmi” sosyalizmin yalnız kendi çığırlarında olduğunu iddia ettiler.
Fakat bu yeni cereyan da, öte yandan ideale karşı körleşmeye ulaştı.
İnsanlık bir gerçeklik değil, ancak ideal
olarak vardır: Kültür çevrelerinin çokluğu, meselâ Çin’in ve Hint’in Batı
medeniyetlerinden ayrı birer âlem oluşu bu iddiayla çelişiktir.
b) Buna karşın, kapalı vatancılık ve
milliyetçilik de imkânsızdır. Kapalı milliyetçilik görüşü fatalizme götürür.
Çünkü ideali inkâr eder, kendi kaderini terakki etmez yahut pek güç değişir bir
gerçekliğe saplatır. Bu anlamdaki dar milliyetçilik ile kapalı site medeniyeti
arasında fark kalmaz. Bununla beraber, İlkçağ filozofları dahi bu kaderci site
çevresini aşmaya başlamışlardı. Stoacılar “dünya hemşeriliği”nden bahsediyorlardı.
Ortaçağ’ın, dini kaderciliği de “kurtuluş (salut) dini” şevki ile daima tek yol
olmaya çalışıyordu. Unutmayalım ki, kapalı veya kaderci vatancılık görüşü
zamanımıza kadar devam etmektedir. Sitelerin yıkılmasına, kast farklarının
aşılmasına, milletlerarası ümmetler ve imparatorlukların doğuşuna rağmen,
kaderci vatancılık yeni faktörlerle canlanmıştır: Bunlar arasında “ırk”, “din”,
“medeniyet” peşin hükümleri en büyük duvarları teşkil etmektedir. “Beyaz ırk”
iddiası, “Batı medeniyetinin üstünlüğü” fikri, “emperyalizm” peşin fikri
uzlaşmanın başlıca engelleridir.
b) İyimser hayalcilik ile kötümser kadercilik
aynı derecede yetmezdirler ve yanılmaktadırlar. İlkçağ’dan beri bu iki zıt
görüş karşı karşıyadır. Fakat insani varlığın hakikati bunlardan yalnız biri
ile gelişmemiştir. Cemiyetlerin çarpışmaları gerginliklerini artırdığı, onları
içlerine kapanmaya, birbirine düşman olmaya götürdüğü kadar, aynı çarpışma,
fikirlerin, mahsullerin, duyguların birbirini etkilemesine, cemiyetlerarası
ideallerin yayılmasına ve kuvvetlenmesine de sebep olur. Bundan dolayı,
cemiyetlerin çatışması yalnız kötümser kaderciliği beslemektedir, diye bir
iddia yanlıştır. Nitekim sosyal ilişkilerin artması kültürleri birbirine
bağlayarak her türlü farkları, düşmanlıkları ortadan kaldırdığı şeklindeki bir
iddia da aynı derecede yanlıştır. Bu iddialardan birincisi hâlâ, ırkçılar,
emperyalistler, Doğu düşmanı Batıcılar tarafından savunulmakta olduğu gibi,
ikincisi de bugün aşırı terakiciler, UNESCO’nun dar yorumlamasına bağlananlar,
komünistler tarafından savunulmaktadır. Hakiki bütünlük, her ikisini, yani
gerçeklikle ideali birleştiren insani vatanseverliktedir. İnsani vatanseverlik
çoklukta birlik, değişiklikte sabitlik, başka deyişle kültür çeşitliliğine
dayanan insancılık demektir.
16 – Sevgi ahlâkının verdiği huzur (sérénité)
ile, ihtirasın doğurduğu huzursuzluk (insécurité) arasındaki zıtlık göze
çarpmaktadır.
İhtiras doymak bilmez bir arayış, sonsuz bir
arzu olduğu için, kudretine rağmen devamlı bir huzursuzluk ve iç kıvrantısı (angoisse)
doğurur. İnsan bu huzursuzluk içinde kendi varlığını keşfeder. Fakat bu varoluş
hiçbir huzur ve sükûna ulaşmayan sürekli bir arayış halinde kalır. İhtirastaki
huzursuzluğun arayışı varoluşçuların insan anlayışını hatırlatmaktadır. Ahlâkın
aradığı ve sevginin verdiği huzur ve ahenk ile bu huzursuz varlık zıtlık
halindedir. Birinden ötekine nasıl geçilebilir? Bu diyalektik zıtlık terkibe
elverişli değildir. Ancak ihtirastan sevgiye yükselme sayesinde bu zıtlığı
aşmak mümkün olur. Bu ise insan ruhundaki bir “dönüş”ün (conversion)
neticesidir. (Raoul Allier, Psychologie de la Conversion adlı eserinde bu
dönüşe ait Afrika yerlilerinin din değiştirmeleri dolayısıyla yaptığı esaslı
gözlemleri vermektedir.)
Aşk Ahlâkı’nın burada ileri sürdüğü ve
savunduğu fikir ihtirastan sevgiye yükseliş, Yeni-Schellingçi filozof J.M.
Baldwin’in Théorie génétique de la Réalité, la Pancalisme adlı kitabındaki
tezini hatırlatmaktadır. Bu filozofa göre, tabiat ve ruh ikiliği ancak varlığın
mutlak güzelliğinde birleşerek “vasıtasız” tam bilgi halini alır. Baldwin,
ruhla tabiatın sanat gözü ile birleşmesine “pancalisme” diyor ve bu birleşmenin
“mantıktan sonraki” (hypérlogique) bir ruh hamlesi olduğunu, ruhun
“mantıktan-önce” (prélogique) müphem olarak birlikte bulunduğu tabiata, bu
sefer sanat sezgisi ile ve şuurlu olarak tekrar döndüğünü kabul ediyordu.
Bizim, Aşk Ahlâkı’nda savunduğumuz fikir onun yerine, cemiyetten önceki,
gayelerinden ayrılmamış olan organik şuurun müphem bütünlüğüne cemiyetten sonra
(hypérsocial) kişilik şuurunda ihtiras ve sevgi ile tekrar dönüldüğü, ruhun
tabiatla birleşmek suretiyle “sevgi”de birliğe ve bütünlüğe ulaştığını kabul
etmektedir. Baldwin’in pancalisme’i idealist bir bilgi ve varlık teorisi idi.
Bizim hipersosyal gerçeklikte aradığımız şey insani varlığın gelişmesini
açıklamaya çalışan bir görüştür. Fakat Baldwin’in üçüncü safhada ulaştığı
“güzellik” terkibi ile bizim son safhada ulaştığımız “sevgi” aynı mahiyette
değildirler. Çünkü görüşümüz, esasında realist olarak kalmaktadır. Realite
idée’den ayrıdır. Gördüğümüz eşya fikirlerden ibaret değildirler. İdeal de
üstün dereceden bir varlıktır. İdeal ile gerçeklik arasındaki bağlantı varlığın
iki derecesi arasındaki bağlantıdır. Şu halde varlığın oluşu idéo-réel bir
karakterdedir.[227] Bu mesele, İnsanî Vatanperverlik’te daha etraflı ele
alınmıştır.[228] Şu halde, Baldwin’in yeni-idealist felsefesi ile Aşk
Ahlâkı’ndaki insani varlığın gelişmesi arasındaki benzeyiş yalnız görünüşte ve
kelimelerdedir. Esasta birincisi idealist- gnoseolojik, ikincisi ideorealist-
ontolojik iki düşünce tarzı olarak kalırlar. Nitekim “sevgi”de ruhla tabiatın
birleşmesi hiçbir ayrılık, nüfuz ve kaynaşma ifade etmez. Yalnız birbirini
tamamlama, ahenk ve anlama manasına gelir.[229]
a) Huzursuzluktan huzura, ihtirastan sevgiye
geçiş, Antik hikmete dönüş demek değildir. Vâkıa Yunan filozoflarının başlıca
hedefi huzur arayışı idi. Modern felsefede ise statik kâinat görüşü ve sabit
değerler sistemi ile birlikte mutlak huzur imkânı da kaybolmuştur. Bir
dinamizm, hareket ve değişme felsefesinde, bir tarih felsefesinde tam huzur
aramaya imkân yoktur. Böyle olmakla beraber, modern felsefe de bir nevi “huzur”
arayışından vazgeçmemiştir. Bunu ya “en son gayeye” atmış yahut değişmenin
ritminden çıkarmaya çalışmıştır. Buna biz “terakki inancı”, “gelişme
(évolution) imanı,” vs. diyoruz.[230]
b) Fakat bu felsefelerde “huzur” varoluşun
kanunundan çıkarılmıştır. Eğer var olan şeyler mahiyetlerden ayrı iseler yahut
mahiyetlere nüfuz imkânı yoksa, “yaşanmış tecrübe” bize yalnızca sınırlı
halleri verecek ve hiçbir kanuna ulaşılamayacaktır. O zaman ne Comte’un “Üç Hal
Kanunu”ndan, ne Hegel’in “diyalektik oluş”undan bahsetmeye imkân olacaktır.
Nitekim tam varoluşçuluk için bütün bu yollar kapalıdır.
c) Biz, ihtirastan sevgiye geçerken varoluşla
öz (essence) arasında başka türlü bir bağlantı kurmaya çalışıyoruz: İhtirastan
varlığın hiçbir umumi kanunu çıkarılamaz. Fakat “sevgi” halinde bütün
ihtiraslar tabiatın sırlarını çözmeye başlarlar. Ruhla tabiat arasında bir
bitişiklik, birlikte var olma (co-existence) hali meydana gelir. Sevgi
(tasavvufun düşündüğü gibi) ruhla tabiatı kaynaştırmaz, bir potada eritmez.
Onlar ayrı kalmak şartıyla, birlikte var olan iki akış halini alırlar. Ruhun
tabiattan haberli olması ve ona sırlarını açması bu sayede mümkün olur. Bundan
dolayı da varoluştan hiçbir öz (mahiyet) çıkmamak üzere var olan insanla
varlıkların özü arasındaki mahrem bir konuşma keşiflerin anahtarını verir.
Kısaca, varlığın bütünlüğüne ait bilginin huzuru, asıl huzursuzluğun içinden
çıkarılmıştır.
17 – Mertebeler Ahlâkı (Mertebeler Cemiyeti):
Değişmeler içinde bütünlük, çoklukta birlik
varlığın mertebelere ayrılmasını gerektirir. Varlık hiçbir zaman farksız bir
bütün olarak görünmez; var olanların mertebeleri olarak görünür. Cansızlardan
insana ve değerler âlemine kadar mertebeler olduğu gibi, insanda da sosyal-ruhi
gelişmenin doğurduğu mertebeler vardır. İnsanlığa, mertebeler dışında,
“yekpâre” ve tek şekilli gibi bakmak, onu anlamamaktır. İnsanların sosyal-ruhi
kudret seviyelerine göre ayrıldıkları mertebelere uyan bir de ahlâki
mertebeleri vardır. Bu mertebelerin vahşilerdeki kadın-erkek, kabilelerdeki
başbuğlar-halk, sitelerdeki yüksek soylular-askerler-çiftçiler-köleler, vs.
gibi sosyal sınıflar ve tabakalarla ilişiği yoktur. Burada bahsettiğimiz
mertebeler insanın ruhi-sosyal kabiliyeti ve kudret seviyesini ifade eder.
Vahşiler veya üstün cemiyetlerdeki dini-iktisadi bir düzene göre kurulmuş olan
sosyal sınıflar ve kastlardan en yukarıda olanlar arasında, kudret seviyesi
bakımından en aşağı derece, veya en aşağıda olanlar arasında en yukarı seviyede
bulunanlar olabilir: Bir başkan ailesinin ruhi güç bakımından çok zayıf, bir
köle ailesinin çok yüksek olması mümkündür. Nitekim Antik Çağ’da başkanlar
arasından bayağı ve gülünçleri çıktığı gibi (Hyperbolos, Neron, vs.) köleler
arasından da bilgeler ve filozofların yetiştiği (Kinikler, Sofistler, Seneca,
vs.) çok görülmüştür.
Mertebeler, çoklukta birlik ahlâkının
temelidir. Mertebelere uygun yaşamak demek, 1) mutlak eşitlik hayalinden
vazgeçmek, 2) kast ve sınıf farkına kul olmamak demektir. Birincisi bizi
sınırlanmamış demokrasiyi reddetmeye, ikincisi de her türlü mutlak eşitsizliği
kabul etmemeye götürür. Mertebeler, varlığın gerçeklik bünyesine uygun
yaşayarak terakkiye elverişli bir halde bulunmamıza imkân verir. Mertebeleri
göz önüne almadan yaşayan, davranan insan ya eşitlik (égalité) hayaliciliğinin
ya eşitsizlik (inégalité) kaderciliğinin önünde ezilerek, gerçeği tanımamak
yüzünden terakki imkânlarını ortadan kaldıracaktır.
a) Organik şuurdan kişilik şuuruna doğru
gelişme halindeki insanı inceleyerek mertebeleri tespit edebiliriz. Böyle bir
ihtiyaç, birçokları tarafından duyulmuştur. Ahlâki ve hukuki sorumluluğu olan
insanın nasıl yetiştiğini anlamak için ilk önce sosyal zaruretten psikolojik
özerkliğe doğru gelişme sürecini gözden geçirmelidir. Bu süreç bize –her şeyden
önce– psikolojik bir dönüş (conversion) olarak görünüyor. Sosyal determinizmden
ruh hürlüğü nasıl doğmuştur? Draghicesco bu problemi La Réalité de l’Esprit
adlı eserinde ele alıyor. Ona göre cemiyet bir virtüöz, insan organizması bir
piyano gibi tasavvur edilecek olursa, ruhumuz bu piyano üzerinde çalınan
kompozisyon gibi anlaşılmalıdır. Fakat bu görüş ruhi hayatı tamamen pasif bir
netice haline koymaktadır. George Mead, Mind, Self and Society adlı kitabında
ruhla cemiyeti aynı realitenin iki manzarası, aynı paranın iki yüzü gibi
görmektedir. O suretle ki, ne biri ne öteki üstün sebep durumundadır. Bu görüş
Amerika’da Cooley, Almanya’da Theodor Litt tarafından benimsendi. Psikoloji ile
sosyoloji arasındaki karşılıklı ve saldırıcı açıklama iddialarını ortadan
kaldırır gibi göründüğü için de cazip geldi. Fakat bu suretle bir vakanın
tespitinden başka hiçbir şey çözülmüş olmadı. Cardiner, Psychological Frontier
of Society’de meseleyi yeniden ele aldı. Fakat kültür antropolojisi açısından
tetkik edilmiş olan konu, bu sefer kültürün psikolojik payını ve kurum
(institution) olarak sosyal mevkiini göstermeye çalışırken yine sınır
meselesini müphem bırakmaktadır.
Moreno ve Gurvitch tarafından sosyal zaruret ve
ferdi hürriyet antinomisini çözmek için ileri sürülen microsocius kavramı da bu
suretle cemiyeti iki veya daha çok fertten mürekkep en küçük zümreye kadar
indirmiş ve bu zümrenin kendiliğinden doğuşunda her türlü baskı, cebir ve
kaideyi kaldırmış görünüyor. Böylece kendiliğinden küçük zümrelerin
bağlılıklarından daha büyük zümreler ve cemiyetler meydana geldikçe, sosyal
baskı çıkmış oluyor; başka deyişle cemiyet kendiliğinden bir zümrenin
mikroskopik unsurlarına kadar indirilmiş ve bu suretle de hürriyet meselesinde
cemiyet-fert zıtlığından kurtulmuş olunuyor. Fakat kendiliğinden zümreleri
idare eden hâdiseler, ruhi ve sosyal gerçeklikler arasında limiti teşkil
ettikleri için, bunların sosyal hürlük sahası olduklarını söylemek güçtür.
Böyle bile olsa, mikroskopik zümrelerdeki hürlüğün veya kendiliğindenliğin
aradığımız ahlâki muhtarlık ve yükümlülüğün temeli olan hürriyet olduğunu
söylemeye imkân yoktur.
b) Bundan dolayı, ruhi ve ahlâki hayatın
gelişmesini sosyal gelişmeden çıkaran eski görüşün kökleri Comte’a kadar iner.
Bu görüş sonradan Gumplovicz ve Roberty tarafından savunulmuştur. Fakat bu
bakımdan asıl çalışmalar şüphesiz ki Durkheim ekolüne aittir. Sosyal
determinizme bağlı olarak ferdi hürriyetin tekâmül ettiği fikri Durkheim’ın
bazı eserlerinde, meselâ Sosyoloji Metodunun Kaideleri; Ahlâki Olgunun
Gerektirilmesi[231] (Ahlâk Eğitimi), vs. hazırlanmakla beraber, asıl
Fauconnet tarafından Sorumluluk, Bouglé tarafından Değerler Evrimi[232] ve başka eserlerde izah edildi. Bunlara göre, ferdin
ahlâki hürriyetinin cemiyet dışında ayrı bir yeri yoktur. Cemiyetten bağımsız
ruhi realiteye dayanmaz. Ahlâki hayat sosyal hayatın bir parçasıdır. Eğer
modern cemiyetlerde fertler hür ise, ahlâki fiillerinde muhtar sayılıyorsa,
bunun sebebi bu cemiyetlerin bünye bakımından fertleri hür kılacak bir eğitim
vermeleridir. Cemiyetler kesifleştikçe, kompleksleştikçe değerler bakımından
farklılaştıkça, işleri bölündükçe cemiyette fertler de özellikler ve farklar
halinde görünmeye başlarlar.
Sorumluluk aslında yaygın ve ortak olduğu
halde, ferdileşir, içlileşir. Değerlerin iç hayata girmesi sosyal gelişmenin
umumi bir kanunudur. Fakat bu görüşün kabul edilmesi için, 1) aynı sosyal
şartların daima aynı neticeleri doğurması gerekir. Halbuki ferdileşme ve içte
zenginleşme bütün kültür çevrelerinde –şartların az çok aynılığına rağmen–
meydana gelmiyor. 2) Böyle bile olsa, sebep ile neticenin aynı mahiyette olması
gerekir ki, ferdi hürriyete ve ahlâki muhtarlığa sosyal hâdisenin görünüşü
diyebilelim. Halbuki sosyal sebeplik ile ahlâki muhtarlık arasında beraberlik
olsa bile, tabiat ayrılığı yoktur. 3) Sosyal determinizm ruhi hayatın yalnızca
varlık şartını teşkil eder. Bu şart ruhi hayatın gelişmesi için gereklidir,
fakat yeter değildir. Sosyal hayatla ruhi hayat arasında tabiat farkı vardır.
Hâsılı sosyal determinizm ile ferdi hürriyeti açıklama teşebbüsü boşunadır.
c) Bunun, yanı başında bir de psikolojik
gelişme teorisi devam etmektedir. Onun kökleri de psikolojinin doğduğu
zamanlara kadar çıkar. Bugün de gerek ferdi gerek sosyal psikologlar, hayvandan
insana ve insandan gelişmiş insana doğru gelişmeyi açıklamak için sosyolojinin
yardımına başvurmadan kendi konuları içinde açıklama yapmaktadırlar. Bu düşünce
ilk defa Weber, Wundt, Ribot tarafından ileri sürüldü. Ribot Umumi Fikirlerin
Evrimi, Ruhi Soyaçekme, vs.[233] adlı eserlerinde bu tezi açıkladı. Şimdi Guillaume,
Lhermite, Piaget, vs. aynı yolda çalışıyorlar. Bu çalışmalar arasında nispeten
en verimlileri psiko-sosyolojik olan araştırmalardır. Bunlar ruhi gelişmenin,
yanı başında daima varlık şartı olarak sosyal faktörleri hesaba katıyorlar.
Charles Blondel Kolektif Psikoloji, Marazî Şuur adlı eserlerinde, Hubert Ruhi
Büyüme’de,[234] Nimkow başka bazı eserlerde bu tarzda
araştırmalarına devam ediyorlar. Blondel’e göre sosyal hayat dil vasıtasıyla
ruhumuzun mantıki kadrosunu verir, onu ortak ve ifade edilir hale koyar. Fakat
asıl ruhi hayatı yaratamaz. Onun kendine vergi bir oluşu vardır ki, tam ferdi
olan bu ruhi hayatı orijinal olarak bazı marazi şuur vakalarında tespit ediyor.
Fakat, biz bu marazi şuur olaylarını cemiyetten önceki veya cemiyetin büsbütün
dışındaki bir gerçekliğin görünüşü değil, cemiyetin içinde hatta onun
etkilerinden doğan ruhi hayatın yeni bir görünüşü olarak anlıyoruz. Hubert
başlangıçta sosyolog olarak çalıştığı için genetik bir tarzda ruhi hayatı
anlatırken sosyal faktörlere daha büyük ehemmiyet verir. Fakat, ruhi hayatı
cemiyete ircaa kalkmaz. Onun kendine vergi gelişmesini kabul eder. Sosyal
psikologların sosyal foktörlere verdikleri öneme karşılık, sosyal hayatı da
ruhi hâdiselerin gelişmesi ile açıklamaya çalıştıklarını unutmamak gerekir. Bu
araştırma tarzı –çalışma hipotezine göre– bazen cemiyete bazen ruha üstünlük
vermekte ve açıklamaları buna bağlı olarak şekil almaktadır. Herhalde hâkim
olan görüş ruhi hayatın kendi (spécifique) kanunlarına göre gelişmesidir.[235] Sosyal hayatı yalnız “varlık şartları”, “kadrolar”,
“faktörler” derecesine indiren bu görüş, gerçekliğin tabiatına uygun değildir.
Cemiyet, ruhi hayatın yalnız pasif şartlarından ibaret değildir. Her yerde
cemiyet –gerek maddi faktörler toplamı, gerek sosyal şuur olarak– insan
üzerinde aktif bir rol oynamaktadır. Bundan dolayı cemiyetten bağımsız bir ruhi
gelişme sürecinden bahsetmek, meseleyi çözme yolundan çok uzaktır.
d) İnsan ruhunun gelişmesini, insanın gerek
türlü kültür çevrelerinde gerek zaman akışında aldığı türlü güç seviyelerini
açıklayabilmek için ne sosyolojik gelişme ne de psikolojik gelişme teorileri
yetmektedir. Bunun için sosyal ve organik gerçekliklerin aynı derecede aktif
olduklarını göz önüne alan karşılıklı tesir metoduna göre düşünmek doğru olur.
Henüz bu karşılıklı tesir metodunu tamamen uygulamış sosyolog görünmüyor. Çünkü
sosyolog ve psikologlar arasındaki münasebet henüz yardımlaşma ve birbirini tamamlama
ilgisi haline gelmemiştir. Bunun yapılabilmesi için cemiyetin tabiat ve
karakteri ile organizmanın tabiatı ve karakterini aynı derecede hesaba katan
bir araştırmaya girmek lâzımdır. Bu ise cemiyeti sırf ekonomik şartlarına
indiren dar eski Marksist görüşle mümkün olmadığı gibi cemiyet dışında şuuru ve
organizmayı pasif bir alıcı balmumu tarzında anlayan bir sosyoloji görüşü ile
de mümkün değildir; öte yandan ruhi hayatı sırf refleksler ve tepkilere indiren
davranışçı bir görüş içinde de bu karşılıklı tesiri anlamak kabil olamaz. Bunun
için, cemiyetin ekolojik ve demografikşartlarla birlikte kurumlar sistemi
halinde bütün aktifliği ile ele alınması, organik şuurun de eğilimler ve
algılardan başlayarak yine aktif olarak görülmesi gerekir. O zaman iki realitenin
karşılıklı tesirlerinden hareket ederek, kişilik şuurunun gelişmesini açıklamak
kabil olacaktır. Bizim Veraset ve Cemiyet, Cemiyet Yapısı ve Soyaçekme,[236] Toplum ve Marazî Şuur’da,[237] Umumi Ruhiyat’ta[238] yapmak istediğimiz bu idi.
Karşılıklı tesir süreci içinde meydana
çıktığını gördüğümüz dört mertebe şunlardır:
1) Birinci mertebe: Halk mertebesidir ki, korku
ahlâkına karşılıktır.
2) İkinci mertebe: Vatandaş mertebesidir ki,
ümit ahlâkına karşılıktır.
3) Üçüncü mertebe: Vatansever mertebesidir.
Gurur ahlâkına karşılıktır.
4) Dördüncü mertebe: İnsani vatansever
mertebesidir. Aşk ahlâkına karşılıktır.
18 – Adalet: Her başa gücü yettiği kadar yük
vermektir.
“Aşk ahlâkı”nda adalet fikrinin merkezi bir
yeri vardır. Bütün faziletler adalette toplanır. Adalet ruh mertebelerine uygun
hareket etmek üzere ahlâkça ilerlemeyi temin eder. Âdil olma fikri çok eskidir.
Çiftçi cemiyetlerde toprak ölçüsü (kadastro) sırasında meydana çıkmıştır.
Yunancada adalet (diké) kelimesinin kökü bunu gösteriyor.
a) Yunanlılarda –Platon ve Aristoteles’te–
adalet yalnız tabakalardan her birine yararlı olduğu şeyi vermek demektir.
(Platon, Gorgias: Çiftçinin fazileti tarlada çalışmak, kadının fazileti ise ev
ile uğraşmaktır.) Kiniklere göre “adalet” ve “kanun” görelidir (itibari).
Tabiatta ne kanun vardır ne de adalet. Hükmeden yalnız kuvvettir. Sofistler de
aynı düşüncededirler. Sokrates adalet kavramının evrenselliğini göstermekle
beraber ne kendisi ne öğrencileri sitenin sınırları dışına çıkmadılar. Kölelik
sosyal kurumu, insani adaletin anlaşılmasına engel idi.
b) Stoacılarda adalet fikri gelişti. Atina
siteliliği yerine dünya hemşeriliği geçti. Artık adalet bir site halkı için
değil, bütün insanlar için isteniyordu. Bununla birlikte yine kölelik kurumu
devam ediyordu. Bunun dışında sınırlı bir “insanlık” fikri doğmaya başlamıştı.
İnsanlık kavramı, bu başlangıç şeklinde dahi, adaletin yerleşmesi için zaruri
şart idi. Trajedi yazarı Sophokles esirliği kabul ediyor, fakat Euripides ilk
defa köleliğe karşı olumsuz davranış gösteriyordu.
c) Hıristiyanlık, köleler arasında doğan bir
din olduğu için kölelerin hürlüğünü temin etti. Yayılışında, Roma’nın
Hıristiyanlığa hücumunu efendilerin kölelere hücumu şeklini aldı.
Hıristiyanlığın zaferi kölelikten kurtuluşu temsil etti. Fakat yeni dinde
adalet yerine ihsan (charité) (veya şefkat [caritas]) fikri geçti. Bu, Allah
sevgisinde insanların birbirini sevmesi demektir. Bu suretle insani birliğe
doğru mühim bir adım atıldı. Fakat Yunanlılardaki “adalet” fikri kısmen
kayboldu. Yunan ahlâkı göreli adalet fikrine, Hıristiyan ahlâkı charité fikrine
dayanmaktadır.
d) İslâmlık yeniden adalet fikrini canlandırdı:
“Allah adalet ve şefkati emreder,” (“İnnallahe ye’mürü biladli vel-ihsan”)
âyeti, adaleti charité ile birleştiriyor. İlk halifeler, bu adalet görüşüne
uygun hareket ettiler. Fakat İslâmlıktaki adalet de tam insanlık fikri ile
birleşmediği için yarım kalmaktadır. Çünkü: 1) İslâmlık köle azat etmeyi büyük
fazilet saymakla beraber resmen köleliği kaldırmamıştır. 2) İlk yüzyılda Arap
olanlarla olmayanlar (Şüyuh ve Mevâli) arasındaki zıtlık büyük rol oynamış,
Araplar kendilerini azatlı kölelerden ayırmışlardır. 3) İlâhi adalet daima
esrarlıdır ve hikmetine nüfuz edilemez. 4) Bununla birlikte, Yahudilikte ilâhi
adalet yalnız suçluyu değil, onun soyunu da cezalandırır. Oysa İslâmlıkta Allah
yalnız suçlunun şahsını sorumlu sayar, dünyada ve âhirette onu cezalandırır.
Bundan dolayı İslâm’ın adaleti Tevrat’ın adaletinden üstündür.
e) Modern cemiyette “insanlık” fikrinin
doğmasıyla beraber, adalet fikri de gelişmeye başladı. Tabii hukukçular ve
sosyal sözleşme teorisyenlerinde adalet fikri büyük bir yer aldı (Suarez,
Spinoza, vs.) “Milletler Cemiyeti” fikrini ve milletlerarası hukuku doğurdu.
Fakat Fransız Devrimi, “İnsan Hakları Beyannamesi”nde adalet fikrini eşitlikle
karıştırdı. Bu iki prensibin aynı zamanda ve aynı kuvvetle savunulması
imkânsızdır. Çünkü aralarında bir nevi dichotomie vardır. İnsanların kabiliyet
farklarına göre adalet gerçekleşince eşitlik kaybolur. Mutlak eşitliği
uygulamaya kalkınca insanların da bir kısmına karşı adaletsizlik yapılmış olur.
Bundan dolayı, modernler bir vevi ütopik adalet fikrine saplandılar.
f) Hakiki adalet ancak bir mertebeler devletinde,
mertebeler ahlâkına göre gerçekleşebilir. Böyle bir adalet henüz “plan”
halindedir. Gerçekte hiçbir yerde tam olarak vardır denemez: 1) Liberal
demokrasilerde yoktur. Çünkü eşit olmayan bütün insanları hür diye kabul eder.
Bu yüzden kuvvetlinin zayıfı ezmesine ve adaletsizliğe sebep olur. Eşitlik
gerçekleşirse hürlük kaybolur. Hürlük gerçekleşirse eşitlik kaybolur. 2)
Komünizmde (genellikle mutlak eşitliği güden cemiyetlerde), bütün iddialarına
rağmen adalet hiç yoktur. Çünkü adaleti eşitliğe göre gerçekleştirirken hürlüğü
ortadan kaldırır. 3) Adaletin gerçekleşmesine yaklaşan cemiyet ancak mertebeler
sistemine göre kurulmuş bir kooperatizm (sosyalizm) olabilir.
I. Hürlük ve eşitlik gerçek değil, ancak
idealdirler.
II. Bu ideale derece derece –ve mertebelere
uygun olarak– sosyal adaletin tatbiki ile yükselmek mümkündür.
Renouvier’nin Personnalisme’inde adalet
kavramına mühimbir yer ayrılıyor. Aşk Ahlâk’ına, nispeten yakın olduğu için
kısaca bahsediyoruz: Ona göre, iki türlü adalet vardır: Objektif adalet, sübjektif
adalet. Objektif adalet tabiatın düzenidir. Sübjektif adalet ruhi bir düzendir
ki, ona ahlâki akıl demek doğru olur. Sübjektif adalet ahlâki faillerin
fiillerinin karşılıklı sınırlanmasını gerektirir. Bu, faillerin birbirine karşı
görevlerini gerektirir. Sübjektif adalet asıl adalettir. Objektif adalet
yaratıkların iradesine bağlı olmayan tabiat hâdiselerinin düzeninden ibarettir.
Bu düzenin bozulduğu bir âlemde sübjektif adaletin hüküm sürmesi güçleşir.
Çünkü orada kişiler arası menfaat çatışmaları ve bundan dolayı da ihtiras
zıtlıkları meydana gelir. Mutluluksuz adalet geçicidir. Adaletsiz mutluluk
imkânsızdır. İçinde adalet ve mutluluğun gerçekleşebildiği yetkin bir âlemi
mantıkça mümkün kılan biricik tabiat, Leibniz’in tasvir ettiği monad’lar arasındaki
“ezeli ahenk”in hâkim olduğu tabiattır.
Bizim bu kitapta ve İnsanî Vatanseverlik’te
izah ettiğimiz “adalet” fikri, Renouvier’den çok farklıdır. Biz, objektif ve
sübjektif iki tür adalet ayırmıyoruz.
Değerler âleminin mihrakı ve değerlerin birbirini
tamamlayarak bütünleşmesi demek olan adalet –bizce– tamamen objektiftir. Fakat
bu objektiflik cansız tabiata değil, ideal varlık alanına aittir. Adalet en
üstün derecede objektif ve idealdir: İyilik, doğruluk, güzellik, faydalılık
düzenleri onun içindedir. Bir hareketin âdil olması için onun önce iyi, doğru,
güzel ve faydalı olması gerekir. Adalet bu bakımdan şahsi ve gayri-şahsi
değerleri kendinde birleştirir. (Bu konu, İnsanî Vatanseverlik’te
incelikleriyle ele alınmıştır.) Objektif adaleti sağlamak için tabiatın
bütününde ilâhi şuurun ve gaye-sebebin işe karışmasını düşünmeye lüzum yoktur.
Çünkü, biz böyle bir tabiatı anlayamayız. Fakat ideal-değerler düzeni yalnız
ihtiras ve sevgi halinde tabiatla birleşebilir. O takdirde tabiat ona karşı kör
ve sağır olmaktan çıkar. Ruhun düzeni ile tabiatın düzeni arasında –ruhtan
tabiata doğru çevrilmek şartıyla– ahenk ve uyuşma (coordination) kurulur.[*70] insanın tabiat hakkında sevgisi buradan geldiği
gibi, kendi değer düzeniyle tabii düzen arasında bulduğu bu nâdir “ahenk”
sayesinde adaleti evrenselleştirmesi de buradan ileri gelir. Fakat bu ahenk
yalnız ihtiras ve sevgi derecesinde elde ettiği çok nâdir bir varlık sezgisi
anına, aklı aşan ve şuurla tabiat arasında bütünlüğe ulaşan virtüel bir sezgi
anına bağlıdır.
Politik
“Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz?”
Kuran
19 – Bütün faziletler adalette toplanacaktır.
Kişiliğe bağlı olan ve kişiliğe bağlı olmayan
değerlerin zirvesi adalettir. Âdil olan insanın hareketi aynı zamanda doğru (vrai)
olmalıdır, aksi halde adalet kaybolur. İyi olmalıdır. Yani en geniş anlamı ile
insanların iyiliği hedefini gütmelidir. Haklı olmalıdır. En sonra bu hareket
bütün başka hareketlerle ahenkli ve güzel olmalıdır.
a) Faziletlerin adalette toplanması için insan
cemiyetinin ve insan ruhunun terakkiye elverişli olması gerekir. Bu bakımdan şu
fikirlerle karşılaşırız:
1) “Aydınlanma” (Lumière), 18. ve 19.
yüzyıldaki fikir çığırı insan zihninin tam terakkisine inanmakta, geleceği
geçmişten daima daha iyi diye kabul etmektedir. Turgot, Saint Simon, Condorcet,
Comte, H. Spencer, Stuart Mill bu terakki fikrini savundular. Bizde
Meşrutiyetçiler (İttihat ve Terakki), “tekâmülcü” ilk Türk düşünürleri, Batı
medeniyetini bu açıdan tanıdılar, hâlâ da hararetli mensupları vardır.
2) Buna karşılık Darwincilik, K. Marx, Georges
Sorel terakki düşmanlığını temsil ediyorlar. Darwin bir değişme
(transformation) teorisinin kurucusu olmakla beraber, bunu Lumièrecilerin
“terakki”sinden tamamen ayırıyor. Marx’a göre her devir çökerek yerine yenisi
gelecektir. İnsanlarda iyiliğe doğru tabii bir gelişme yoktur.
3) Bu iki zıt görüş karşı karşıya duruyorlar.
Gerçek bunlardan hiçbirinde değildir. İnsanlıkta tabii, kendiliğinden bir
mükemmelleşme (yetkinleşme) yoktur. Zıt kuvvetler arasındaki çatışma daha üstün
yeni gerçeklerin doğmasına imkân vermektedir: Ruhun kudreti bu gerçeklerden
biri ve en mühimidir. Objektif “ruh” âlemi, “değerler” âlemi bu çatışmaların
mahsulü olan varlığın yeni bir derecesi, tabiatın yeni bir kaderidir.
4) Max Scheler’in gösterdiği gibi bu kudret son
derecede kırılmaya elverişlidir (fragile). Madde ve kaba hayat dünyasının en
ufak bir darbesi onu mahvetmeye yeter. Böyle olmakla beraber, o bütün aşağı
dereceden gerçekleri organize etmek, meydana çıkarmak, keşfetmek gücüne
sahiptir: Schopenhauer ve Nietzsche’nin gösterdikleri gibi, bu yüzden bu üstün
gerçeğe bütün dikkati çevirmek ve onu kör kuvvetlerin yıkıcılığından korumak
gerekir.
b) Bu tarzda anlaşılan terakki fikri zihinci
felsefenin eski terakki görüşünden büsbütün ayrılır: Bu görüşe göre ruhun
mertebeleri kendiliğinden kurulmaz, çabalarla kazanılır. Bundan dolayı da o
kötümser kadercilikten de ayrılır.
20 – Bugünün cemiyeti ahlâkı kurmaya ve ahlâki
adaleti uygulamaya elverişli midir?
a) Sınıf tahakkümünü kaldırmadan; paranın,
siyasetin öldürücü rekabetine hudut koymadan; gözleri bağlayan sahte bir
eşitliğin, zulme kapı açan eşitsizliğin yerine bizi hürlüğe ve terakkiye
götürecek mertebeler eşitsizliğini koymadan cemiyete düzen vermek kabil midir?
1) Ufak tefek değişikliklerle bu istenen şeyler
gerçekleşemez. Bugünün cemiyetinde yama halindeki düzeltmeler ve reform
teşebbüsleri ile hiçbir netice elde edilemez. Bugünün cemiyeti yeni bir eğitim
düzenine girmedikçe, insani ahlâkı kurmaya elverişli değildir.
2) Fakat objektif ruhun gelişmeleri insanlığı
gittikçe hayalden gerçeğe doğru ulaştırıyor. 2.500 yıldır bu yolun üzerindeyiz.
Buddha ilk defa mertebeler ahlâkını kurmuştu. Vâkıa, prensibi bizce yanlıştır,
çünkü arzuları yok etmek istiyor. Halbuki bütün varlık arzudur ve yok edilemez.
Tam tersine, arzuların sonsuzca gelişmesi ruhun terakkisidir. Bununla birlikte
Buddha’nın mertebeler ahlâkı büyük bir hazırlıktır.
3) Bugünün cemiyetinde buhran: İlkçağ’dan beri
var olan meseleler bugün en ağır şeklini almıştır.
b) Sınıf tahakkümü, türlü şekillerde binlerce
yıldan beri vardı, buna karşı her devirde türlü şekillerde mücadeleler oldu.
1) İnsani dinler bu yolda ilk hamleyi yaptı:
Budizm, Hıristiyanlık, İslâmiyet, Konfüçyüscülük dinleri ayrı ayrı şekillerde
sınıf, tabaka, zümre tahakkümleri ile mücadele ettiler. Sonradan, kendi
bünyeleri içinde dini zümrelerin tahakkümüne meydan vermiş olmakla beraber,
köklerinde İlkçağ’ın paganist dinlerinin kast (caste) zihniyetini ortadan
kaldırma bakımından büyük rolleri olmuştur.
2) Demokrasi cereyanları onları tamamladı.
İlkçağ’dan beri demokrasiler kast ruhu ile mücadele ettiler. Batı’da 16.
yüzyıldan sonraki rolleri çok büyük oldu. Fakat uzun bir çaba sonunda varılacak
en uzak ideal olan hürriyete bir hamlede eriştiklerini zannettikleri için,
teşebbüsleri yarım kaldı.
3) Demokrasi cereyanlarının hürriyete bir
hamlede varmak istemeleri iki kısır ve zararlı neticeyi doğurdu: Biri
hürriyetin kötüye kullanılmasından ibaret olan demagojidir, ikincisi de
olgunlaşmamış hürlük yüzünden hürlüğün kaybolmasından ibaret olan
totalitarizmdir ki, en aşırı şeklini komünizmde görüyoruz.
Bugünün cemiyeti bir kaos halindedir. Onu ancak
mertebeler ahlâkı için yapılan bir eğitim ve siyaset çabası kurtarabilir.
c) Maddecinin bu buhrana karşı bulduğu tedbirler
sınıf şuurunu artırmak ve devrimlerle yeni bir sınıf tahakkümü yaratmaktadır.
Onun sosyal adalet vaatleri bu korkunç tahakkümlerin yanında aldatıcı bir
ütopya halini almaktadır.
d) Fakat ruhçu da, bu buhranı basitleştirerek
çözeceğini zannetmektedir. Maddeci, buhranı kütlenin fert elinde ezilmesinde,
ruhçu buhranı ferdin, kişiliğin kütle elinde ezilişinde görüyor. Bütün yanılma
her ikisinin meseleye birer cephesinden bakmalarından ileri geliyor. Hakikat ne
madde, ne ruhtadır. Her ikisinin birlik ve bütünlüğündedir. Aşk Ahlâkı bu
görüşte Max Scheler’in, Arnold Gehlen’in, Nicolai Hartmann’ın, Brüning’in yeni
insan anlayışı ile birleşmektedir.
21 – Buhranın aşılması bugünkü cemiyetin
yıkılıp bir başka cemiyetin doğmasıyla mı, yoksa bu cemiyetin tamamlanarak
devamı ile mi mümkündür?
a) Kötümserin tezi: “Bu cemiyet yıkılacaktır.”
Bu tez doğru değildir. Eski Mısır ve Sümer’den bugüne kadar medeniyet birçok
zikzaklara rağmen bir zincirin halkaları halinde devam etmektedir. Her devir
buhran ile bitmesine rağmen hemen onun içinden doğan yeni devirlere zemin
olmuştur. Her devir ilerleyen insanlığın yeni bir hamlesiyle doğmuştur.
b) Önceden çizilmiş bir plana göre gelişme mi
vardır? (Finalisme) Bu hareket basitten karmaya doğru giden bir gelişme midir?
(H. Spencer’ın évolution’u.) “Tekâmül” varlığın zaruri bir kanunu mudur?
“Zaman”ın âlemdeki olgunlaşmada zaruri bir rolü var mıdır? Bu sorulara Spencer,
Gumplovicz, hatta Durkheim –farklı şekillerde olmakla beraber– müspet cevap
veriyorlardı. Halbuki hâdiseler bu görüşleri desteklememektedir. Âlemde zamana
tâbi olarak kendiliğinden bir değişme ve mükemmelleşme olduğunu hiçbir şey
ispat etmiyor.
c) Buna karşı évolution’a cephe alan kuvvetli
bir akım da vardır. Lowie, Boas gibi antropologlar évolution faraziyesini reddediyorlar.
Lalande, évolution yerine tabiatta çözülmenin, involüsyonun olduğundan
bahsediyor. Roberto Ardigo évolution’a karşıdır. Georges Sorel, terakki ve
kendiliğinden gelişme fikrine hücum ediyor. Bergson’a göre “yaratıcı evrim”
kendiliğinden cereyan etmemektedir. Yeni mutasyon tecrübeleri değişmenin ani,
sarsıntılı, zikzaklı olduğunu gösteriyor. Zamana bağlı olan, tabii ve
kendiliğinden bir gelişmeden değil, ancak çarpışmanın, şuurun, çabanın eseri
olan üstün varlık seviyelerinin kuruluşundan bahsedilebilir.
d) Bir tür içinde gelişme évolution değildir.
Tohumun ağaç olması, sitenin kendi tipi içinde olgunluk kazanması, bir şeklin
kendisine vergi olan bütün güçleri gerçekleştirmesini, evrim veya bünye
değiştirmesiyle karıştırmamalıdır. Ancak, bir türden başka türe geçildiği, bir
kültür çevresi başka bir kültür çevresi halini aldığı zaman “evrim”den
bahsedilebilir. Buna kültür değişmesi diyoruz. Fakat bir kültürün tamamen başka
bir kültüre kalbolması çok nâdir bir hâdisedir.
22 – İnkılâp (devrim) ne demektir?
Mademki şeylerin değişmesi “zaman” denen
esrarlı bir kuvvetin elinden çıkmıyor; o halde âlemin sonsuz çeşitliliği
birdenbire yıkılmalar ve yeniden yaratılmaların eseri midir?
Her hamle eskiyi inkâr etmek ve medeniyetin
gelişmesine doğru yeni baştan yola çıkmak mıdır?
a) Kültür ve medeniyet teknik ve maddi araçlar
toplamından ibarettir diyenlerin görüşüne göre yenileşme ve terakki lehinde
deliller vardır. Fakat bunun da, yıkarak değil, eskiye dayanarak genişlemekte
olduğunu medeniyet tarihi göstermektedir.
b) Kültür ve medeniyetin aynı zamanda “manevi
değerler” ehramı olduğu da meydandadır. Orada yıkılış, yeniden kuruluş ne
demektir? Yeryüzünün geçirdiği büyük şekil değiştirmeleri olmuştur. Bunlar
temelli zihniyet ve ruh değiştirmeleridir. İnsanlıkta primitif düşünce,
mitolojik düşünce, akli düşünce gibi çeşitler görülüyor. Acaba bunlar ayrı
tipler midir, yoksa devrimlerin neticesi midir? Gerçekten inkılâp iseler, bu
safhalardan bütün insanlığın geçmesi mukadder midir? Bugünkü verilerle bunlara
kesin olarak cevap vermek kabil değildir. İnsanlığın bir kısmı bunlardan
birinci, bir kısmı dördüncü safhadadır. Bu fark ve gecikme tesadüften mi, bazı
faktörlerin yetmezliğinden mi ileri gelmektedir?
c) İhtilâl[*71] bir devri harap etmek, yarının temeli olacak bir
binayı kökünden yıkmaktır. Toqueville, Devrim ve Eski Rejim[239] adlı eserinde, Fransız Devrimi’nin her şeyi kökten
değiştirdiği iddiasına rağmen, eski sosyal kurumlardan birçoğuna dayanmak
zorunda kaldığını, birçoklarının da bütün iddiaya rağmen sonradan dirildiğini
gösteriyor. H. Taine Çağdaş Fransa’nın Kaynakları[240] adlı büyük eserinde aynı suretle bu medeniyetin
tarihi köklerini meydana çıkarmaktadır.
Maddeci görüş bu fikri yalanlıyor. Marx, Sorel,
Rappoport, Lenin yeninin eski içinden çıkmakla beraber daima yıkarak çıktığına
kanidirler. Fakat aynı görüşün tanınmış düşünürlerinden Bernstein, Kautsky,
Jaures, De Man, vs. devrim ve yıkıntı fikrine karşıdırlar.[241]
Buna karşı ruhçu görüşte de inkılâp taraflıları
vardır: Edvard Bergson’a göre évolution, tabiatın devamlı hamleleri ve
inkılâpları ile gerçekleşiyor. Fakat inkılâp veya ani değişme tabiatın “bir
defaya mahsus” eseridir. İnsanın eseri değildir. İnsan ruhuna ait olan dönüşler
(conversion) ve değişmeler de bunun içine girer. Biz dünyayı değiştirmiyoruz;
değişmiş veya değişmekte olan bir dünyanın içinde yaşıyoruz ve onu
keşfediyoruz. İnsan âlemde değil, ancak kendinde değişme yapabilir. Bu da onun
çabalarıyla daha üstün bir ruhi seviyeye çıkmasından ibarettir.
d) “İnkılâp”, “ihtilâl,” hatta “reform” adı
altındaki bütün dıştan karışmalar kendiliğinden sosyal birer tecrübeden
ibarettir. Sosyal tecrübe müspet, menfi, başarılı, başarısız, saplantılı, dağıtıcı,
gerileyici, vs. olabilir. Kendiliğinden sosyal tecrübeler tekrar edilemeyen
tarihi olaylardır ki, burada tecrübeci de tarihi oluşun bir parçasıdır ve onun
eseridir. Onun kudretine, derecesine, akışına ve rolüne göre hakkında hüküm
verilebilir. “Tarihi tecrübe” ve onu yapan kimse, tarih filozofunun, bir
sosyologun –hatta bir psikologun– tetkik konusunu teşkil eder.
23 – Biz ne kendiliğinden yetkinleşme
(évolution), ne tabiatı değiştirme fikrindeyiz.[242]
a) İnsan hür olarak doğmamıştır. Fakat hayvanla
kütlenin (cemiyetin) çatışmasında bu hürriyeti pençeleşerek kazanmıştır.
b) İnsan “ruha” ve “ahlâka” sahip olarak
doğmamıştır. Fakat uzviyetle cemiyetin çarpışmasında kurbanları (sacrifice)
sayesinde “iç hürriyeti”ni, “cüret” ve “ihtiras”ını, “ahlâki iktidarı”nı
kazanmıştır.
c) İnsanlık şuuru, zincirler içinde uyanmıştır.
Ruhun ve ahlâkın hürriyetine “cehit”le, ıstırapla, kurbanlarla ulaşacaktır.
Cüret, medeni cesaret ve ahlâkın kökleri
“vahşet” duyguları ve sadizm değildir. İmanın coşkunluğu merhamet ve vahşet
hislerini aynı zamanda doğurmaktadır. Westermarck’ın aksine olarak vahşetten
merhamet ve şefkate doğru bir âdetler yumuşamasından bahsedilemez. İlk
cemiyetlerde de en şefkatli ve en vahşi hisler yan yana yer almaktadır. Onlar
arasında sanki diyalektik bir zıtlık ve tamamlayıcılık vardır. İnanış
hamlelerinin bu ambivalent eserleri insan ruhunun en mühim vasıflarından birini
teşkil eder.
Sırf sosyal olan ahlâklar korku ahlâkı, ümit
ahlâkı, kısmen gurur ahlâkıdır. Hipersosyal olan ahlâk, “aşk ahlâkı”dır. Bu
bakımdan sırf sosyolojik ahlâklar kadar Bakunin, Kropotkin gibi anarşistlerin
de ahlâk görüşleri yetmezdirler. Çünkü birinciler yalnız sosyal temelleri,
ikinciler kişilik çatılarını göz önüne almaktadırlar.
24 – Dostluk cemiyetini kurmak.
Dostluk aynı ruhi seviyede olanların birleşmesi
demektir.
a) Dostluk bağışlanmaz, kazanılır.
b) Dostluk fırtınadan kaçanların sığındıkları
bir ocak değildir.
c) Korkanlar, ümit edenler, övünen ve övülme
bekleyenler oraya giremezler.
Platon’da “dostluk” büyük bir yer almaktadır.
Filozof birçok diyalogunu bu konuya ayırmıştır. Stoacılar ve Epikürcülerde de
dostluk esaslı bir konu teşkil eder. İslâmiyet’te Peygamber’in arkadaşları
(eshab) ilk büyük dostlardı. Fichte’nin “Kapalı Ticaret” cemiyetinde,
Renouvier’nin personnalisme’inde aynı suretle dostluk merkezi önemini
saklamaktadır. Hıristiyan mistisizminde ve tasavvufta, Confrérie ve Ahilik
şeklinde esaslı sosyal kurum olmuştur. Herhalde kişiliğin bağımsızlığı ve
bütünlüğü üzerine kurulan dostluk mistik birliğe dayanan dostluğa üstündür.
Zamanımızda Bergson, Scheler, Karl Jaspers dostluğa kendi felsefelerinde esaslı
yer vermektedirler. Emmanuel Mounier, anarşiye kadar giden hürriyet ve
hürriyetsiz eşitlik sistemlerine karşı personnalisme, “şartlı hürriyet”ini
savunuyor.
25 – Tembellik ruhun veya hayatın enerji
eksikliği değil, ruhun disipline girme egzersizini kaybetmesidir.
a) Bu disiplini insana sosyal şuurun emir ve
yasak sistemi verir. Her çalışma, dikkat, çaba devresinin ardından, bir dinlenme,
gevşeme, yayılma devresi gelir. Şuurun ve bedenin bu ritmik hareketi, onun
devamlı, uzun faaliyetine imkân verir. Bu ritim kaybolduğu zaman gevşekliğin,
dinlenmenin ardından gerginlik, dikkat gelir. Bu uzun süreli gevşeme hali bir
nevi ruhi alçalma şeklini alır ki, işte bu tembelliktir. Tembel bir defa ruhi
hayatının bu dalgalı ritmini kaybedince bir daha dikkat ve çaba sarf etmek
istemez. Fiziki ve ruhi enerjisi olsa bile onu kullanmaz. Bu gevşeklik hali
onun için en rahat ve tabii hal olur. Hayat ritmine uymayan devamlı bir
gevşeklik hali de aynı derecede yoldan sapmadır. Bunun için hayat ritmini bozan
bir çalışmanın, “iş”in övülmesine imkân olmadığı gibi, gevşeklik ve tembellik
halinin övülmesine de imkân yoktur. Sosyalistler ve daha ileri giderek Marx,
işin tahlilini yaparken bu ritmi unutmaktadır. Rappoport, Eloge de la Paresse
adlı kitabında bu aşırılığa karşı tepki veriyor. Fakat her iki görüş ve gerçeğe
göre sapış teşkil eder. Platon’a göre boş zaman (loisir) sahibi sosyal sınıfla
iş gören sınıfın ayrılması cemiyetin esasını teşkil ediyordu. Yunan filozofuna
göre fikir adamı, cemiyete hâkim olacak insan, “temaşa” halinde olmalı, bunun
için de iş görmemelidir. Fakat Platon işle boş zamanı yapma olarak ayırıyor.
Gerçekten refah sahiplerinin işle ilgisi olmayacağı için kendilerini büsbütün
temaşaya, düşünceye verebilirler gibi görünür. Fakat bu imkânsızdır. Refah
sahipleri de mülklerini idare için bir nevi iş içindedirler. Ayrıca onların
yalnız gelirle geçinmeleri, “mirasyedi” olmaları halinde eğer kendilerine icat
edebilecekleri, hiçbir işleri yoksa, gevşek ve ritmini kaybetmiş bir hayat
içinde fikir ve temaşa gücünü de kaybederler. Bundan dolayı John Dewey haklı
olarak, Eğitim ve Demokrasi adlı eserinde bütün insanların işi boş zamanla
tamamlamaları ve Yunan sitesinde olduğu gibi, insanların bir yanda iş sahipleri
bir yanda boş zaman sahipleri diye ayrılmamasını tavsiye ediyor. Fakat J. Dewey
bu teklifinde bir noktadan haksızdır: Boş zaman kendi başına düşünce imkânı
yaratamaz. Ancak, her insanda işle boş zamanın birbiri ardından gelmesi demek,
gerginlik ve gevşeme şeklindeki hayat ritmini kazanması demektir ki, insana
yaratıcılığını veren ve onu tembelliğin çöküntüsünden kurtaran da budur.
b) Kayıtsızlık, ilgisizlik (indifférence) hali
Epikür’ün bahsettiği haz ve elemin üstünde olma (impassibilité) hali değildir.
O da ilgisizlik gibi görünür. Fakat hakikatte duyu hallerine karşı vurdumduymaz
veya tasasız olmayı değil, onlar tarafından ezilmeyecek derecede onların
üstünde bulunmayı ifade eder. Epikür’ün istediği bu hal gerçek midir, temin
edilebilir mi? Bu nokta ayrı bir meseledir. Bir de modern felsefede haz ve
eleme karşı aynı derecede tarafsız, ilgisiz kalmayı teklif eden Lammenais’nin
görüşüyle karşılaşıyoruz. Bundan dolayı o kendi görüşüne Philosophie de
l’Indifférence diyor. Ortaçağ filozoflarından Jean Buridan ilgisizliği
savunduğu için, samanla arpa arasından birini tercih edememesi yüzünden
açlığından ölen eşeğin halini ifade etmek üzere, “Buridan’in eşeği” sözü meşhur
olmuştur. İki alternatif karşısında tercih yapamamak, ilgisiz kalmak,
iradesizlik ve hareketsizlikten başka bir şey değildir. Bu halin kökleri
psikolojik zaaf olan iradesizlikte, duygu zaafı olan duygusuzlukta (apathie)
aranmalıdır.
c) Dedikodu (commérage) kamu sanısının bir nevi
görünüşüdür. Fakat kamu sanısının kötüye kullanılmasından doğan bir ahlâki
hastalık halini alır. İş hayatı iyi teşkilâtlanmış, insanları işi gücü ile
uğraşan, kamu hayatları ile özel hayatlarını ayırma imkânlarını kazanmış olan
bir cemiyette dedikoduya zaman ve imkân yoktur. Bunun için de, cemiyette
işbölümünün tamamen kurulmuş, herkesin kendi işine kendisini vermiş olması
gerekir. Bundan dolayı meslek, uzmanlık zümreleri iyi ayrılmış, kişilik
şuurları gelişmiş olan cemiyet bünyelerinde dedikodu azdır; onun yerini kamu
eleştirileri, tartışmalar alır. Tek şekilli kapalı cemaat halinde yaşayan
cemiyetlerde, komşuluk ve kandaşlık bağları birinci derecede gelen sosyal
bünyelerde sosyal kontrolün en basit şekli dedikodudur. Nitekim köy dedikodusu,
mahalle dedikodusu ve en kendiliğinden şekli olmak üzere akraba dedikodusu
bunun başlıca nevileridir. Buna karşı iyi organize olmuş büyük şehirlerde,
düzenli iş hayatı içinde dedikodu azalır. Nietzsche’ye göre philistin’lerin
başlıca hücum ve tahrip silâhı dedikodudur! Çünkü iradesiz ve cüretsizdirler.
J.M. Guyau da buna benzer kanaattedir. J.J. Rousseau sahte cemiyet hayatına
hücum ederken başlıca dedikoduyu tenkit ediyordu. Platon’un “iyilik ahlâkı” onu
aşmaktadır. Kant’a göre, ahlâkın prensibi olan vazife her türlü kişiler arası
takdir ve tenkidin üstündedir. Aşk Ahlâkı hem Rousseau gibi his ve samimiyete,
hem Platon gibi idealizme, hem de Kant gibi “Mutlak ve Şartsız Emir” ahlâkına
değer verdiği için “dedikodu”yu aşağı görmektedir. Aşk Ahlâkı, aynı zamanda
Nietzsche gibi, kudret ahlâkı olduğu için de, philistin’lerin silâhı olan
dedikodunun düşmanıdır.
d) Yalan, ahlâk düşüklüklerinin en büyüğüdür.
Orada sahte hayat, samimiyetsizlik ve bütün rezaletler başlar. Le Senne, Le
Mensonge et le Caractère adlı kitabında yalanı terkibine ulaşamayan ruhi
çelişme (contradiction) hali olarak gösteriyor. Theophrastos ve La Bruyère,
karakterlere dair tetkiklerinde yalanı ve ondan doğan menfi karakterleri tahlil
ediyorlar. La Rochefoucauld, Özdeyişler’inde bütün karakterlerin kökünde
gösterişi ve yalanı görecek kadar ileriye gitmiştir. Onun kamu sanısına aykırı
ve paradoksal olan görüşü fikir ve ahlâk tarihinde Makyavel gibi tesir yaptı.
Bazıları, başlıca Nietzsche philistin’lerin, “sürü”nün ahlâkına hücum etmek
için onu delil gibi göstermektedir. Fakat La Rochefoucauld’nun düşüncesi
paradoks olmaktan yukarı çıkmaz. Bununla birlikte, onda ruhi hayatın
gelişmesindeki bir merhaleyi işaret etmesi bakımından kısmi hakikat vardır.
İnsan sosyal şuurda tasavvur ve fiillerini ayırdıkça iç ve dış hayatları, asıl
mahiyeti ve görünüşü ayrılmaya başlar. Nezaket kaideleri, gösteriş, insanda bir
maske-kişilik teşkil eder. Bu halin aşırılığı riya ve yalan derecesine çıkar.
Bundan dolayı yalan, marazi şuur gibi sosyal baskının neticesidir. Fakat kişilik
şuuru kuruldukça görünüş ve öz birleşir, yalan yerini gerçek hayata,
samimiliğe, cürete bırakır. Bundan dolayı normal bir şuur gelişmesinde yalan,
geçilen bir merhale olarak kalır. Ve insan daima sosyal şuur vasfını
kaybetmediği için de kişilik şuurunun bağımsızlığına rağmen yine görünüş ve
gösterişin kalıntıları devam eder. La Rochefoucauld’yu haklı gibi gösteren bu
cihettir. Hıristiyanlık ve İslâmiyet yalana karşı çok şiddetli hücumlarda
bulunmuşlardır. Agustinus’un, J.J. Rousseau’nun İtiraflar’ı orta ve modern
çağlarda yalana karşı savaşların iki büyük eseridir. Gazali, Kant birçok
vesilelerle yalana hücum etmekte, yalnız onun ahlâki bir zaruret olduğu halleri
göstermektedirler. Bu gibi haller yalanın bir fazileti icra etmek, yüksek bir
iyiliği gerçekleştirmek sırasında başvurulduğu hallerdir. Fakat bunların hiçbir
suretle “işi halleden yalan” (dürug-u maslahat-âmiz) veya “kitabına uydurmak”
ile ilişiği yoktur.
e) Övünme (vanité): Arap aşiretlerinde övünme
“fahriye” şeklinde bir edebi tür doğuracak derecede köklüdür. Her türlü kabile
cemiyetlerinde potlatch rekabeti ve atalarla övünme vardır. Övünen, kendi
kişiliği vesilesiyle temsil ettiği cemiyetin üstün değerlerini över: Mısır
firavunları, Asur kralları, bıraktıkları kitabelerde zaferlerini, yaptıkları
büyük işleri övüyorlar. Bazı kabartma taş resimlerinde yenilen kralları diz
çöktürmek, savaş tutsaklarını öldürmekle övünen Mezopotamya krallarını
seyrediyoruz. Orhun kitabelerinde Türk kağanı milletine ettiği iyiliklerle,
kendi cesareti ile övünmektedir. Osmanlı tarihinde Yıldırım ve Timur arasındaki
mektuplar övünmenin en ağır misâlleridir. Yunan ve Roma’da övünmeyi mitolojide
ve kahramanların hayatında görüyoruz. Filozoflar, akıl ve ölçülülük ile
övünmeye karşı vaziyet almışlardır. Buddha’da, Konfüçyüs’te, Beni İsrail
peygamberlerinde övünme esaslı ahlâk düşüklükleri arasında gösterilmektedir.
Kuran’ın övünmeye karşı durumu gayet sarihtr.
Tasavvufta tevazu, melâmet o kadar esaslı faziletlerdir ki, övünmeye karşı
davranışı kolayca anlaşılabilir. Övünmeden cüret ve cesaret ahlâkına geçilmez.
Yani, hangi şekilde olursa olsun, övünme cüret ahlâkının kökü değildir: a)
Sokrates’in cesareti övünmeden çıkamaz. b) Nietzsche’nin cüret ve tehlike zevki
övünmenin gelişmesi değildir. c) Her ikisi de övünmenin antitezidirler. Çünkü
övünmede benlik iddiası vardır. Halbuki onlarda “ego”dan (ben) kurtulmak,
benliği aşmak, hareket noktasıdır. Bu her şeyden önce ahlâki aşkınlık
(transcedance) ile mümkündür. Övünmede ise benin merkezliği (égocentrisme)
hâkimdir.
f) Ahlâk ve zulüm diyalektiği: Karakterolojik
tahlil neticesinde adalet karşısında zulmün manası ve yeri tahlil edilebilir.
Zulüm, her şeyden önce kişinin obje veya şey, hemcinsin (prochain) yabancı
(autrui) yerine alınmasından, onu insan olarak anlama imkânının kaybolmasından
doğar.
1) Çocuk psikolojisinde saldırıcılık ve
vahşilik, zulmün başlangıcı olarak görünüyor. Çocukta tahrip eğilimi, saldırış
içgüdüsü diye bazı psikologların vasıflandırdıkları bu hal (Bovet, Instinct
Combatif) ayrı bir içgüdü gibi görülecek yerde, çocukta prochain duygusu ve
kişi şuurunun henüz doğmadığı zamanlardaki tepkiler gibi anlaşılmalıdır. Çocuk,
ketlemelerin zayıf bulunduğu devrede dış tesirlere karşı düzensiz, impulsif
tepkiler yapar, bu onu huysuzluğa, şiddete götürür.
2) Marazi psikolojide saldırıcılık ve zulüm
sadizm ve mazoşizm şekillerinde görünür. A. Adler, Tempérament Nerveux adlı
eserinde bu nevi davranışların kökünde “aşağı olma kompleksi”ni görmektedir.
Fakat bu yalnız bünyevi ve soydangelme yetmezlik yüzünden altşuurda (subconscient)
böyle kompleksi olan çocuklarda değil, normal bünyedeki bütün çocuklarda da
belirli bir yaşta meydana çıkmakta ve ruhi gelişme, kişilik şuurunun kuruluşu
ile düzelmektedir. Bundan dolayı biz bu “geçiş devresi” anlamındaki marazi
görünüşleri sosyal şuurun neticesi sayıyoruz.
3) Zümre hayatınca saldırıcılık (mütecavizlik)
duygularının gelişmesi sosyolojik ve psikanalitik açıklamaların birbirini
tamamlaması suretiyle anlaşılabilir. Burada da “saldırıcılık” hâdiseleri sosyal
gayelilik sistemi içinde insanların bu değer-gayeleri taklit etmek için
takındıkları hayali kişilikten doğmaktadır. Bu bakımdan haydut roman ve
filmlerinin, vahşi hayvan tasvirlerinin, mani halinde spor maçlarının, vs.
rolleri vardır. Talcot Parsons bu bakımdan çocuk kriminolojisine ait tetkikler
yapmış ve görüşümüzü destekleyecek fikirleri bu kitabın ilk baskısından 15 yıl
kadar sonra ileri sürmüştür.[*72]
4) İlk cemiyetlerde vahşet ve şiddet eğilimleri
dini âyinlerde açıkça görülmektedir. Malinowski, Melanezya’da Cinsi Hayat adlı
eserinde,[*73] Westermarck, Ahlâki Fikirlerin Gelişmesi’nde[*74] bu vahşi âdetler ve âyinlerden uzun uzadıya
bahsetmektedirler. Bunun için birçok etnoloji kitabında bol bol misâllerine
rastlanacak olan “kelle avcılığı” âdetini gösterebiliriz. Bu âdete göre
vahşiler savaşlarda öldürdükleri insanların kafataslarından ehramlar yapmakta
ve bu kelle avcılığı ile övünmektedirler. Bu âdetin Cengiz ve Timur’un Türk
memleketlerine hücum eden ordularında devam ettiği, Balkanlar’daki kavimlerin,
yine Türklere karşı kelle avcılığı yapmak suretiyle dehşet verdikleri ve onları
çekilmeye mecbur ettikleri hatırlanacak olursa, bu âdetin nispeten medeni
kavimlere kadar geldiği anlaşılır. Vahşilerin âyinleri arasında dağlama, cilde
dövme resimler kazdırma (tatouage), derileri soydurma, vs. gibi âyinler dini
karakterde olan şiddetli âyinlerdendir.
5) Vahşet ve merhamet duygularının müphem çift
değerli (ambivalent) gelişmesi bu hâdisede en çok göze çarpan noktadır. İlk
cemiyetlerde görülen vasıf vahşet-merhamet duygularının karışık olarak
bulunmasıdır. Gelişmenin başlıca vasfı, bu müphem ve kompleks duygu şeklinin
yüksek cemiyetlerde iki ayrı kutba bölünmesidir. Bu suretle bir yandan vahşet
kurumları, öte yandan merhamet kurumları zamandaş olarak kurulmaya başlar. Bir
yanda gladyatör oyunları, vahşi hayvanlara atılan insan kurbanları eğlence
halinde devam ederken, öte yandan da merhamet, şefkat ahlâkları meydana çıkar.
İnsanlık ideali doktrin ve din halini alır. Zamanımızda Kızılhaç ve Kızılay
kurumları, hayvanları koruma cemiyetleri, barış ordularının, yanı başında en
vahşi tahrip silâhları uygulamasıyla birlikte kurulmakta ve aynı cemiyetin
içinde aynı zamanda rol oynamaktadır. Merhamet ve vahşetin bu tarzda
kutuplaşması aralarında diyalektik bir zıtlık olmasından ve aynı kökten
gelmelerindendir.
6) Tiranlık veya despotizm, adalet fikrine
tepki olarak doğmuştur. Eski Yunan bilgelerinde (hâkimlerinde) adalet fikri
tabii düzen fikrine bağlıdır. Bu fikre karşı Sofistlerin “kanun”u itibari,
sosyal ve ahlâki düzeni yapma görmelerinden ileri geliyor. Kanun veya düzen
tiran tarafından zorla kurulur. İnsanlar onu düzen diye kabule mecbur olurlar.
Sokrates’te adalet fikri manevi (ahlâki) düzene dayanır. Platon’da “adalet”
ideal âleme, üstün idée’ler dünyasına mahsustur. Ortaçağ’da Yunanlıların adalet
fikri ile Hıristiyanlığın charité fikri karşılaştı. Ortaçağ filozofları türlü
şekillerde bunları uzlaştırmaya çalıştılar. Yunan’da Hiéron’un Tiranlık Kitabı,
Ksenofon’un tiranlık hakkında düşünceleri İlkçağ’ın bu meseledeki fikrini
temsil edebilir. Yunan’da ostracisme’in doğuşu, Yunan site meclislerinin
tahakküm edenleri bir süre için siteden tart etmeleri, tiranlığa son vermiştir.
Modern düşüncede Hobbes, Leviathan’da tek taraflı sözleşme ile halkın iradesini
eline alan tiranın tasvirini yapmaktadır. Fakat Locke ve daha sonra Rousseau,
sözleşmenin bu şekline karşı bulundular ve tiranlığa karşı halk idaresini,
demokrasiyi savundular. Yakında bu konuda en iyi tetkik Léo Strauss’un De la
Tyrannie adlı eseridir.
g) Dilenmek: Her şeyden önce bu hâdise dinlerde
“sadaka” halinde meydana çıkmaktadır. Büyük beşeri dinler yoksullara yardımı,
“sadaka”yı esaslı dini vazifelerden saymaktadır. Tasavvuftaki “melâmet” fikri
ile sadaka fikri birleşerek sonradan dilenci tarikatları (ordre des mendiants)
şeklini almıştır. Melâmet ehli olan Sûfiler en azla yetinen insanlardır;
yoksullara yardım da dinin esasıdır; mademki Sûfiler fakirdirler, o halde Allah
yolunun bu ergin insanlarına herkesten fazla yardım etmelidir. Sûfiler
ölmeyecek kadar yiyecek yardımı dışında hiçbir şeyi kabul etmezler. Bununla
birlikte tatbikatta sadaka ile yoksulluğun bir konuda birleşmesi, iki dini
faziletten birtakım teşkilâtların doğmasına sebep olmuştur. Allah rızası için
sadaka istemek, insanların merhameti ve dinin emir ve faziletlerini istismar
ederek tembellik ve kötü teşhire sebep olduğu zaman, hakiki anlamıyla bir
sosyal hastalık halini alır. Bu bakımdan, dilenmek ruhun alçalmasıdır.
Cemiyetin dilenme ile mücadele etmesi, dilenciliğe meydan vermeyecek tarzda
teşkilâtlanması gerekir. Dilencilik bakımından iki görüşü karşılaştırmalıyız:
1) Yoksula yardım sonradan soysuzlaşmıştır. 2) Aslında zaten ruhu zayıflatan
bir prensibe dayanmaktadır. İkinci yorumlama Darwincilik ve Nietzsche
tarafından ileri sürülmektedir. Buna göre acımak, insan ruhunu alçaltan bir
duygudur ve sürülere mahsustur, üstün insanın gelişmesine engeldir. Fakat bu
görüş gerçeğe uygun değildir. Dilenmek kötü ise, yoksulları mücadelede
mahvolmaya bırakmak ondan daha kötüdür.
h) Fuhuş: Eski cemiyetlerde, ahlâkın mücadele
ettiği bir hâdise olmazdan önce bir kurum olarak meydana çıkmıştır. İlkçağ
dinlerinin birçoğunda erotik âyinler ve cinsiyet merasimleri görülmektedir.
Eski Mısır’da, Fenike’de, Anadolu’da, Kıbrıs’ta bereket (fécondité) ve cinsiyet
tanrıları vardı. Astarté, Afrodit, Venüs bu tanrıların en yakın şekilleridir.
Phallus âyinlerine ait birçok eser bulunmuştur. Dulaure, Les Divinités
Génératrices adlı kitabında bu âyinlerin doğuşu ve gelişmesini anlatmaktadır.
İlkel cemiyetlerde dini hayatın ambivalent karakteri bu hâdiseyi açıklamaya
imkân verir: Bir yanda aşırı cinsi yasaklar, şiddetli haramlar, öte yanda
senenin belirli günlerine mahsus olmak üzere aşırı taşkınlıklar, serbestlikler,
cinsiyet, içki ve yemek yasaklarının iğreti olarak kaldırılması bu dinlerde
görülen başlıca ambivalent vasıftır. Gerginlik ve gevşemenin en mühim
görünüşleri olan bu iki devreli hâdiseden gevşeme, hatta taşkınlık devresi,
âyin karakterinde fuhuşun kurumlaşmasına sebep olmuştur. Fakat kurumları
farklılaşmış ileri cemiyetlerde cinsiyet ve bereket tanrıları ile birlikte, bu
âyinler de kaybolmuş, dini hayat spiritüel ve saf bir şekil almış, iffet, bu
hayatın zaruri unsuru haline gelmiştir. Bu da ancak göksel dinlerden beri
görülmektedir. İleri cemiyetlerde fuhuş cemiyet içine çevrilmiş, tek bir kurum
halinde sınırlandırılmış, dini-sihri karakterini tamamen kaybetmiştir. Bu
tarzda fuhuş, cemiyetin iffet anlayışını koruyan menfi bir kurumdur. Çünkü,
Durkheim’ın yorumlama tarzına göre, fuhuşun kesin olarak ayrılması sayesinde
aile ve namuslu kadın iffeti korunmaktadır. Fakat, fuhuşun tamamen yasak
edildiği devirler de vardır: Bizans’ta Jüstinyen kanunu, yeni Almanya’da Hitler
kanunu gibi. Fuhuşa karşı dini tepkiler Ahdi Atik’te, İncil’de başladı.
İslâmiyet aynı tepkilere devam etti. Zâhitlik ve dini ismet fuhuşla mücadele
etti. Fakat buna rağmen Yeniçağ’da gizli veya aşikâr olarak fuhuş sürüp gitti.
Gizli fuhuşun korkunç tahribâtına karşı cemiyetler, şehir dışında kontrol
edilmiş kuruluşlar olarak onu muhafaza etmeyi tercih ettiler. Bugünkü uygar
dünyada yeri budur. 1) Cinsiyet ve mister ahlâkı bakımından fuhuş, ruhi
sapıklıklara, iffetin kaybolmasına sebep olur. İffet kadın kişiliğinin en
önemli unsurudur. Bundan mahrum kalmak cemiyet içinde şeref ve itibarını
kaybetmek, bu yüzden de bütün başka ahlâki kusurları yapabilecek hale gelmek
demektir. 2) Vazife ahlâkı bakımından, başka bir insana bir kişi gibi değil,
bir şey gibi bakmak demek olduğu için ahlâkın prensiplerine tamamen zıttır. 3)
Aşk ahlâkı bakımından sevgisiz olarak vücudunu satmak, kişilik şuurunu yıkacak
en ağır harekettir.
i) Kumar, faiz ve piyango: Umumiyetle paraya
ait düşkünlükler ve bunların sömürme kurumu halini alması demektir. Bu
kurumların da İlkçağ cemiyetlerinde doğuşuna ait izler görülüyor. Asur ve
Hammurabi kanunlarında faize ait hükümler var. Yahudilerin faizciliği, Avrupa
mali sermayesinin doğuşunda önemli bir rol oynamıştır. İslâmiyet, faizi ve
kumarı aynı derecede şiddetle yasak etmektedir. Buna karşı da, sosyal yardım
kurumları olarak “zekât”ı farzlarının en üstünü saymıştır. (“Fussilet”
sûresinde zekât vermeyen kâfirdir deniliyor. Halbuki diğer farzlar için bu
kadar şiddetli bir âyet yoktur). Sosyal sömürme aracı olan faiz ve kumarı men
etmesi, zenginlerin ve refahlıların halka yardımını en büyük farz haline
koyması suretiyle İslâmiyet, üstün derecede bir dayanışma ve cemiyet dinidir.
Sosyalistler, Batı’ya Yahudiler tarafından sokulmuş olan murabahacılığa karşı
fikirle mücadele etmişlerdir. Gabriel Deville’in Principles Socialistes’i, F.
Dugast’ın La Justice Sociale’i, vs. bu konuda İslâmiyet’in temel fikirlerini
yeni şekillerde savunmaktadırlar. Dostoyevski Un Joueur adlı romanında,
Shakespeare Shyiock’ta, Balzac La Peau de Chagrin’de, La Cousine Bette’de,
César Birotteau’da, Tolstoy Diriliş’te, Emile Zola Thérèse Raquin’de, Abbé
Prévost Manon Lescot’ta bu uğursuz düşkünlüklerin bütün korkunç âkıbetleri ile
birlikte tasvirini yapmaktadırlar.
j) Sosyal adalete engel olan birtakım mesleki
fonksiyonlar vardır. Bunları cemiyet kabul eder ve sosyal düzenin devamı için
bunların bulunması da gerekir. Fakat bu fonksiyonların iyi işleyebilmesi ve
sosyal gayelere hizmet için birçok şarta ihtiyaç vardır. Bu şartlar bulunmadığı
zaman bu fonksiyonlar cemiyete karşı işlemeye başlarlar. Bunlar, bir yandan
sosyal vazife, bir yandan da kazanç fonksiyonu olan mesleklerdir. 1) Hakkı
savunduğu için vazife, bunu bir bedel karşılığı yaptıkları için kazanç mesleği
olan avukatlık; 2) sağlığı temin ettiği için vazife, bunu kârla yaptığı için
kazanç mesleği olan hekimlik; 3) Ortaçağ’da memleketi korumak ve savunmak işi
olduğu için vazife, bunu ücret karşılığı yaptığı için kazanç mesleği olan
“ücretli askerlik,” dini irşada memur olduğu için vazife, bu vazifeyi bir çıkar
haline getirdiği için kazanç mesleği olan dini sınıf, bu mahiyettedir.
Bunlardan “ücretli askerlik” ile “dini sınıf” tarihe karışmıştır. Bugünün
cemiyetinde hâlâ rol oynamakta devam eden ilk ikisidir. Cemiyet umumun iyiliği
gayesine göre iyi organize olursa bu meslekler, askerlik ve din adamlığı gibi
sosyal hizmetten ibaret olan yüksek gayelerine uygun işlenmiş olurlar. Aksi
halde, bunların Ortaçağ’dan beri görüldüğü gibi gayelerinden sapmış bir halde
işlemeleri mukadderdir.
Bu sosyal fonksiyonların menfi işleyenlerinden
görülen zararlar geçen yüzyıllarda medeni dünyada şiddetle hissedilmiş, onlarla
mücadele edilmiş ve demokrasinin gelişmesi nispetinde onlardan kurtulmak mümkün
olmuştur. Fakat bir kısmı hâlâ durmaktadır. Demokrasinin kilişecilik ve
militarizm karşı zaferinden başka bir şey olmayan bu düzenlemeler, zamanımızda
ilimi sömürme vasıtası haline getiren bir zihniyete karşı mücadele açmak
suretiyle tamamlanmalıdır. Bu mücadele de medeni dünyanın birçok memleketinde
açılmıştır. İngiltere’de sosyalistler bu mücadelenin başındadırlar. Laski
Siyaset Grameri adlı eserinde bu konuya giriyordu. İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra “Beveridge Planı” bu tarzda fonksiyonların zararlarını hafifleten veya
yok eden bir sistem olarak ileri sürüldü. İngiltere’de bir zaman iktidar
mevkiine gelen sosyalist hükûmeti bunu kısmen başardı.
a) İmansız ilim: Aslâ inanmadığı şeyleri telkin
eden, vaaz ettiği şeylerin daima aksini yapan, ilimi bir süs ve bir zekâ oyunu
haline getiren, telkin ettiği şeylere gülen insan, kara cehalet içinde iş
görenden daha tehlikelidir. İlim sosyal hareket içindir. İlmin gayesi ferdin
çıkan, süs ve şöhret değil, cemiyete hizmettir.
b) Bilgisiz action ve ilimsiz iman da
kapkaranlık yeni bir skolâstik doğurur.
Cemiyeti klişe fikirlerin dondurulmuş
kadrosunda, istibdat ve taassupla idare eder. Bu taassup, “asrilik”, “hürriyet”
ve “demokrasi” adına olduğu için dini taassuptan daha tehlikeli ve onun kadar
dardır. Cemiyet fonksiyonlarının bozukluğundan doğan bütün tahakkümler, bu iki
dengesiz durumun neticesidir. Bundan dolayı her şeyden önce “imansız ilim” ve
“ilimsiz iman” ile mücadele etmeli, onları ortadan kaldırmanın çarelerini
aramalıdır. Thibaudet’nin Le Gourvernement des Professeurs, Mazaryk’in Le
Socialisme, Laski’nin Grammaire de la Politique, Pose’un Le Pouvoir,
Jouvenal’ın La Souveraineté adlı eserlerinde yer yer bu meselelere temas
edilmiştir.
İnsanı değiştirmek mümkün müdür?
Devrimciler, buna evet diye cevap veriyorlar ve
kendi teşebbüsleri ile değiştirmeye kalkıyorlar. Marx, Lenin bunlardandır.
Marksçılar ihtilâlle yeryüzünün değiştirilebileceğine kanidirler. Fakat
Marksçıların mühim bir kısmı bu yoldan ayrılmış, ihtilâl yerine ağır değişmeyi
savunmaya başlamışlardır.
Genetikçiler, bitki ve hayvanlar âleminden
yaptıkları tecrübelerle ani-çeşitlemeler (mutation) meydana getirdikleri için
aynı tecrübeleri insanlarda da yapabileceklerini iddia etmektedirler. Fransa’da
Jean Rostand, Rusya’da Mitchurine böyle düşünüyorlar. J. Rostand Peut-on
Modifier l’Homme, M. Vemet L’Homme, Maitre de sa Destinée adlı eserlerinde
doğrudan doğruya mutation tecrübelerine dayanarak bu fikri savunmaktadırlar.
Fakat mutation tecrübeleri uzun nesiller devam edemiyor, bir müddet sonra eski
haline dönülüyor. İnsan üzerinde tecrübeler çok sınırlıdır. Bu meseleyi
Toplumun Yarattığı Soyaçekme[*75] adlı kitabımızda ele aldık. İnsanda görülen
mutation’lar, istenilen zamanda istenildiği kadar tekrar edilebilenler değil,
ancak ani ve büyük çevre değişmelerinin, büyük ve şiddetli melezleşmelerin
doğurduğu neticelerdir ve yalnız bunlar tarihte nâdir vukua gelen dönümler
teşkil ederler. Bunun dışındaki mutation’lar birkaç kuşak sonra asli hallerine
dönmeye meyletmektedirler.
Hâsılı, varlıktaki değişme ile insanın kendi
çabası, eseri kendinde meydana çıkan değişmeleri, ruhi dönüşleri ayırmak
lâzımdır. “Güdümlü iktisat” ve “iktisadi plan” ile yapılan sosyal müdahaleler
insanı değiştirecek değildir. Bu ancak iktisadi hâdiselerin determinizminden
faydalanarak onların cereyanını düzenlemek için topluma karışmak demektir.
İnsan, bir kader içinde yaşamaktadır. Bu kader
onun içinde bulunduğu ve iradeyle istenilen şekle konmasına imkân olmayan
“varlık şartları”dır. İnsanın değişmesi bir olgudur. Bunu tespit etmek başka
şey, tabiata, maddi şeylere tesir ederek insanı değiştirmek istemek başka
şeydir. İnsanın terakkisi, olgulara iradi karışmayla tabiatı değiştirmeden
ayrılır: a) İnsan makine değildir. b) İnsan madde değildir. c) İnsan bitki veya
hayvan gibi de değildir. d) İnsanı insan olarak ne derecede değiştirebiliriz?
Buna verilecek cevap, insanı kuşatan kaderin bilinmesine bağlıdır. Burada kader
kelimesinin dini anlamlardan tamamen ayrılması gerekir. Bu anlamda, insanın
kaderi onun türlü gerçekler derecesinden varlık şartlarıdır. 1) İnsan fiziki
çevrenin kaderine bağlıdır (buna coğrafi şartların kaderi de girer). 2)
Soyaçekme kelimesiyle ifade ettiğimiz biyolojik bir kadere bağlıdır; neslinden
geldiği insanların kabiliyetleri –genel hatları ile– onun kabiliyetlerini
belirtir. 3) Belirli bir cemiyet yapısı içinde yaşamaya mecburdur. İstediği
zaman, onu istediği gibi değiştirebilmek elinde değildir. 4) En sonra sahip
olduğu ruhi güçler ve istidatlarla çevrilidir. Onları da temelli değiştirmek
onun elinde değildir. Bütün bu şartlar altında insanı değiştirmek için, onların
toplamı üzerinde tesir edebilecek bir halde bulunmalıdır. Bu da pek nâdir
meydana gelir. Buna bir cemiyetin derin değişmelere uğradığı ve tekrarına imkân
olmayan “tarihi tecrübe”ler denir.
Hakiki siyaset ahlâka, hakiki ahlâk ruhun
mertebelerine dayanır. Ruhun mertebelerinden geçmek, psikolojik ve sosyal
gelişme demektir.
Mertebeler devleti ne demektir? Bu, Platon’un
Devlet diyalogunda tasvir ettiği devletten tamamen ayrıdır. Nitekim Yunan
filozofunun bu hayali devletten vazgeçerek, ömrünün sonunda yeniden ele aldığı
Yasalar diyalogundaki devletten de farklıdır. Bu, Aristoteles’in Politika’daki
devletine de kıyas edilmez. Çünkü Platon’un devleti yalnız bir tabakada
komünizmi teklif etmektedir, ancak bu ideal sitede yine geçilmez sosyal
tabakalar devam eder. Aristoteles’in devleti realist ve fertçi görünür;
esasında Yunan sitesinin bütün karakterlerini muhafaza eder. Aynı sebeplerden
dolayı onu ütopyacıların devletine, meselâ Augustinus’un İlâhi Site’sine,
Campanella’nın Güneş Ülkesi’ne, Thomas More’un Ütopia’sına da benzetmeye imkân
yoktur. O, esasında, modern cemiyetin gerçeklerine dayanır. Onların hiçbirini
kökten değiştirmek iddiasında değildir.
Bunun için Rousseau’nun sosyal sözleşme
devletinden, anarşistlerin her türlü siyasi baskıya düşman devletinden de
tamamen ayrılır. Hâsılı, ideologlardan hiçbirisiyle birleşemez. Mertebeler
devletinin karakterini belirtmek için onu zıddı olan iki devlet şekliyle
karşılaştırmalıdır. Bunlardan biri komünist devletidir. Orada vasıta ve
gaye-değerlerin disiplin altında olması gaye-değerler (fikri, ahlâki, bedii,
dini) alanında hürriyetsizliğe, bu yüzden gaye-değerlerin yaratıcılığını
kaybetmesine sebep olmaktadır. İkincisi liberal devlettir ki, orada vasıta ve
gaye-değerlerde mutlak hürriyet, vasıta-değerlere sahip olanların bütün cemiyete
tahakküm etmesine ve gaye-değerlerin itibarını kaybetmesine sebep olmaktadır.
Her iki devlet şekli de modern cemiyetin gelişmesini çıkmaza düşürmektedir.
Mertebeler devletinde vazifeler ve işler mertebelere göre sınıflandırılmıştır.
Gaye-değerlerde tam hürriyet, vasıta-değerlerde tam disiplin vardır. Bundan
dolayı herkes vasıta-değer bakımından sosyal disipline bağlı, gaye-değer
bakımından hür olunca ne liberalizm olduğu gibi halkın ve yoktan servet
kazananların ideal-değerleri tahrip etmesine imkân kalır; ne de totaliter
idarelerde olduğu gibi fikrin, sanatın, ahlâki eylemin baskı altına girmesine,
yaratıcılığını kaybetmesine imkân verilir. Aşk Ahlâkı’nın zaruri sonucu
mertebeler devletidir.
[1] Sayın Ömer Asım Aksoy bu başarılı yazarlardandır.
[2] Kapitalist ve komünist iki cepheye katılmayanlara Le Tiers-Monde
(Üçüncü Dünya) deniyor.
[3] Aldous Huxley, Le Meilleur des Mondes, çev.: Jules Castier, 1941. A.
Huxley, tanınmış İngiliz tabiat bilgini Thomas Huxley’in torunudur. Bu eserin
aslı 1932-33 yıllarında yazıldı. Ben Fransızcasını ancak 1945’ten sonra okudum.
[4] Aldous Huxley, La Fin et les Moyens, enquête sur la nature des idéals,
çev.: Jules Castier, 1939.
[5] Bu konuyu, henüz yayımlamadığım “Hâkimiyet” adlı kitapta etraflıca ele
aldığım için burada yalnızca dokunuyorum.
[6] Prof. Nermi Uygur, Denemeler.
[7] Herbert Marcuse, Eros et Civilisation, Editions de Minuit, 1955.
Guitton, Essai sur l’Amour humain, haz.: Aubier, 1948. Remy de Gourmont,
Physique de l’Amour, Essai sur l’instinct sexuel, 1944.
[8] Horasan erenleri birçok araştırmalara konu olmuştur. Başlıcaları: Fuat
Köprülü, İlk Mutasavvıflar, Anadolu’da İslâmiyet, Hasluck, Claude Cahen, vs.
[9] Herbert Marcuse, Vers la Libération, Editions de Minuit, 1969. (Yazar
burada kapitalist dünya kadar, sosyalist dünyaya da çatıyor ve aynı derecede
onu suçlandırıyor.)
[10] H.Z. Ülken, Humanisme des Cultures, 1967 (İnsanî Vatanperverlik’in
değişmelerle Fransızcası).
[11] H.Z. Ülken, Sosyolojinin Problemleri, 1955.
[12] Aynı kitapta bu şekilde ifade ettik. Aşağıdaki izahı Sosyal Kurumlar
ve Zümreler adlı kitabımızda yapıyoruz.
[13] Yeni görüşümüzle onun arasındaki farkı işaret etmek şartıyla.
[14] Bu hal tercümesi çıkmamıştır.
[15] Nietzsche’nin vilalist ve volontarist olduğu şeklinde apaçık bir
hakikate dayanarak itiraz etmek isteyenlere derim ki, burada söz konusu olan
rasyonel felsefenin hedefi değil, kullandığı ispat yoludur.
[16] Dışşuurlu (inconscient) demek daha yerinde olur.
[17] Bu eser Aşk Ahlâkı’nın neşrinden iki sene sonra, 1933’te çıkmıştır.
[18] İlk baskının önsözünde yalnız bu iki zıt duygu üzerinde durulmaktadır.
Halbuki, herhangi iki kapalı zümre arasında, duygu bakımından ilgisizlik
münasebeti de olabilir.
[19] Spencer’ı ötekilerle aynı zümreye koymakta haklı olmadığımı işaret
edeyim.
[20] Birden değişme (variation brusque) veya mutasyonun esaslı değişme
âmili olduğu, “genetik” araştırmaları tarafından iddia ve teyit edilmektedir.
Bu nokta üzerinde Veraset ve Cemiyet adlı kitapta durduk. Burada bünye
değişmeleri ve melezleşmelerden çok farklı olan içtimai krizler ve sarsıntılar
söz konusudur.
[21] İlk baskıda yazılıdır. Bu hikâye Bektaşi hikâyesi diye de
tanınmaktadır.
[22] “İrfan” gnostiklerinlerin gnosis dedikleri mutlak bilgi şeklidir.
Burada bu mistik manasında değil, bütün izafi bilgileri kuşatan geniş felsefi
bilgi manasında alınmıştır. Ancak bilimci felsefe veya pozitivizminin felsefi
hakikatine “mutlak” sıfatı verilemeyeceği için kelime burada müphemdir
(équivoque).
[23] Burada eksik bilimden kastedilen bilgi eksikliği veya yanlışlığı
değildir. Yalnızca ilimlerden her birinin tek bir gerçekle meşgul olmak
bakımından relatif hakikatlere ulaştıklarını işaret etmektedir. Önsözde, ilimci
felsefeye bağlı kalındığı söylenmekle beraber, bütün eserde ilimlerin kısmi
hakikatlerine karşı felsefenin total hakikatinden bahsedilmektedir ki, bu da
eserin Bergson, Husserl, yeni realist ontolojilere bağlı olduğunu gösterir.
[24] Ârif oldur bilmeye dünya vü mâ fiha nedir. - Fuzuli
[25] Gnosticisme. (Ek bölümündeki açıklamaya bakın.)
[27] Cezbeli: Extatique. Fakat sonradan “deli” manasına kullanılmıştır.
[28] El-kalbü ile-l’ kalbi min-el kalbi sebilâ (Gönülden gönüle gönül
yoludur).
[29] Sosyal zaruretler (demografik, ekonomik, ekolojik, teknik vb.
sebeplerle) toplumları, ruhi zaruretler kültürleri, yaş dönüşleri de şuur
hayatını değiştirir. Biz onları aydınlığa çıkarır ve yalnız bu zaruretleri
bilerek olaylara tesir edebiliriz.
[30] Dışşuur (inconscient) psikolojisinin, psikanalizin, dinamik
psikolojinin ve psiko-somatik tıbbın yaptığı budur.
[31] Pierre philosophale, simyacılara göre bir madeni altın yapan taş.
[35] Tasavvufta insana Nüsha-i kübra derler. Biz onu küçük nüsha diye
değiştirdik.
[36] İsa’nın şu sözünü hatırlatır: “Kayser’e ait olanı Kayser’e veriniz!”
[37] Tasavvufa göre madde âlemi, burada organik ve içtimai şuurun süreksiz,
fasılalı fiilleri manasına alınmıştır.
[38] “Mûtû kable en temûtû!” (Ölmeden önce olunuz!) hadisine işaret. Burada
uzvi ve içtimai arzuların aşılmasını delâlet eder.
[43] Tâlip, tarikatlarda yol arayana derler. Biz bu kelimeyi bugünün
toplumunda çağdaş insanlık savaşlarında yol arayan için yeni bir anlamda
kullanıyoruz.
[44] Tedeum vitae (spleen). Baudelaire’in, yazılan ve şiirlerine konu
aldığı bu son yüzyıl Batı kültürünün yaygın hastalığı.
[45] La sagesse antique (bilgelik).
[47] Tasavvuftaki “Nüsha-i kübra”nın karşılığı.
[48] Bu kelimeler burada tam discipline ve contrainte karşılığı olarak
alınmalıdır.
[50] Bilgisi ve söyledikleri ile yaptıkları birbirini tutan.
[51] Action: Bu kelime fizikte ve tabiat ilimlerinde “etki” diye
anlaşılmalıdır, karşılığı tepkidir (réaction). Ahlâk ve siyaset alanında action
ötekinden büsbütün ayrı olduğu için eylem diyoruz (“etmek”, “eylemek”ten).
[53] İhtirası olan zaten “doydum” demeyeceği için bu söz gelmeyecek bir
sonun işaretidir.
[54] Kendi “obje”si içinde kendini eritmektir.
[55] Ascèse, ascétisme: Dinin kalp eğitiminde kurallara son derece dikkatli
ve uyucu olma hali. Kalbi temizlemedeki bu dikkat “çile çıkarma” adını alır.
[56] Tasavvuf yollarına ait kurallar! Allah adlarını tekrar etmek.
[57] Hak (vérité) aynı zamanda Allah ve tümel varlık demektir. Zikr ve
tesbih “varlık”la “kelâm” (verbe) arasında bağ kurardı. İncil’de, “Başlangıçta
her şey kelâmdı,” deniyor.
[58] Tasavvuf tabirleri, burada ruhi gelişmeyi anlatmak için sembol olarak
kullanılmıştır. Eski terimler olan “nefs” ve “mevzu” süje-obje münasebetini
ifade ediyor.
[59] Sınıf savaşının doğurduğu sınıf kini elbet bir gerçektir. Ancak, bu
durumda da her sınıf içinde kuvveti sağlayan, dayanışma ve sevgidir. Sınıf
savaşında da unutulmayan, sevgisine sadık kalan ve kurban olanlardır.
[60] Çekim kanunu (cazibe: gravitation).
[64] Tasavvufa göre insan mikrokozmos ve varlığın büyük nüshasıdır.
[66] Tasavvufta bu, Esma ve Sıfat adını alıyor.
[67] Goethe’nin Faust’ta “Homunculus” dediği yapma adam. İhtisas ve meslek
adamı.
[68] J.M. Baldwin’in Yeni-Schelling’çi kuramına bakınız.
[69] Kitabın önceki baskılarında da belirtilmemiştir (e.n.).
[72] “Memnun olmak” kötülüğe karşı savaştan memnun olmaktır.
[75] Aristoteles felsefesinden Yeni-Platonculuğa, oradan tasavvufa geçen
görüş.
[79] Illusion, préjugé (peşin hüküm).
[80] Ateşin yakmadığı kertenkele cinsi, mitolojik bir hayvan.
[81] Dâva théoréme karşılığı değil, thèse karşılığıdır. Dâvalı Fransızcada
prétentieux şeklinde kullanılıyor.
[82] Burada ukala felsefe “tefelsüf” (philosophème) yerine kullanılmıştır.
[83] Bazı psikiyatri kitaplarında passion (ihtiras) ruh hastalıkları
arasına konmuş, amour (aşk) da cinsi sevgiden (libido) ibaret gibi
gösterilmiştir. Birincisini söyleyenler insanlık tarihinin hamleleri önünde göz
hastalığına tutulmuş olanlardır. İkincisini söyleyen psikanaliz, cinsi sevgiyle
yücelmiş hedeflere çevrilen sevgiyi boş yere karıştırıyor ve ikinciyi
birinciden doğmuş sanıyor. Tam tersine, cinsi sevgi sevileni yücelten ve iki
insanı üstün duygularla bağlayan bir güç olduğu zaman, üstün değerli sevginin
kanadı altına girmiş; gudde boşalmasından ibaret hayvani fiilden çıkmış demektir.
Eşek de insan da karnını doyurur. Ama insanın sofrası bir yarân meclisi,
Platon’un “ziyafet”i halini alır.
[85] İrşad eden, yol gösterici, uyandırıcı.
[86] Fiziki zaruret, biyolojik zaruret, sosyolojik zaruret, psikolojik
zaruret birbirini tamamlayan zaruretlerdir; insan bunların içinde gelişerek
kişilik halini aldıkça hürlüğünü kazanır. Bunun için insan zincirler içinde
doğar, büyük çabalarla hürlüğünü kazanır diyorduk.
[89] Eskiler buna arif (gnostique) ve böyle bilgiye irfan (gnosis)
derlerdi.
[90] G. d’Annunzio: Triomphe de la Mort.
[96] Tasavvuf dilinde “nefis muhasebesi”, “içe bakış.”
[97] Tasavvufa göre terk etmenin üçüncü derecesidir: a) Dünyaya ait bütün
arzu ve emellerden vazgeçmek; b) âhirette vaat edilen saadetler ve manevi
hazlardan da vazgeçmek; c) hatta “terk etmek” veya “vazgeçmek” şeklindeki
idealizm iddiasının gururundan dahi vazgeçmek demektir.
[101] Âdetler ilmi ile mutlak ahlâkın farkı.
[103] Cemiyet ve Marazî Şuur adlı kitabımızın konusudur. Büyük bir kısmı
Felsefe Yıllığı, c. I, 1931’de neşredildi.
[104] Tasavvufta “fark” duyu ve zihin derecesinde gerçeklerin çokluğu,
“cemi” akıl ve irfan derecesinde farklar yani çokluktan birliğe yükselmektir.
Bu iki derece ayrı kaldığı gibi Sûfi’ye göre “Cemi’”den yine “fark”a, yani
birlikten çokluğa geçilebilir.
[109] Bu sözün aslı Pascal’a ait olup, “Pireneler’in (Pyrénées) aşağısında
doğru olan yukarısında yanlıştır,” şeklinde ifade edilmişti.
[111] Tabii zaruretler (fizik, biyolojik, sosyolojik, psikolojik
zaruretler).
[113] “Yalancı peygamberlerden sakınınız. Onlar size koyun postu ile gelir,
ama içten kurtturlar.” Meta İncili (7. Bölüm - 15).
[114] De Man, La joie au travail adlı eserinde konuyu incelemek için Brüksel
endüstri işçilerinde geniş bir monografık anket tatbik etmiştir. Bazı Amerikan
sosyologları da aynı konuyu ele alıyorlar. Fakat işçinin yaşama zoruyla
istemediği işe sürüklendiği, işverenin baskısı ve gündelik yetmezliği yüzünden
sevinç yerine yalnız üzüntü ve öfke içinde kaldığı haller de gerçektir. Bundan
dolayı işi sevgi ve sevinçle yapmak ancak Fourier’nin dediği gibi ideal bir iş
organizasyonuna aittir.
[116] Bu sözler işçilerin derdi olmadığını değil, sınıf çatışmasındaki
dertleri üstünde geleceğin önderleri olacaklarını gösterir. Yalnız bu anlamda
kafa, ruh ve kol işçileri içinde üstün gücü olanlar yarının önderleri arasında
yer alacaktır.
[118] “Dar Kapı” İsa’nın bir vaazını işaret eder. André Gide’in bu isimdeki
romanı aynı şeyi ifade etmektedir.
[123] Niteliği nicelik elinde.
[124] Individualisme collectiviste.
[125] Mitleid: Birlikte duymak; acımak.
[129] Tabiatın zaruretleri ve bunların tek veya bütün olarak tesiri.
[130] Aslında peygamberlik doğuştan bir vergidir. Burada eski metinden
ayrılıp “Eren” (Saint) demelidir.
[134] “Kellim-ün-nase âlâ kadri ukulihim.” - Hadis.
[135] Ruhi conversion geçirmek.
[137] Responsabilité: Mesuliyet.
[140] Fakat yetkin varlık olduğu için her şeyi bilir, öyleyse noksanları ve
kusurları da bilir. Bunun için adildir demek lâzım gelirdi.
[142] Hâkimiyet (souveraineté). Buna şimdi egemenlik de diyenler var.
Buyruk, başına buyruk, buyruğu geçmez şeklinde eskiden beri Anadolu’da
kullanılır.
[145] Burada terakki (progrès) manasına.
[146] Burada cevher kelimesi, felsefedeki substance karşılığı değil, bijou
karşılığıdır.
[147] Re’s-ül-hikmeti mahafetullah.
[148] İsviçre kantonlarında tatbik olunuyor. Fakat milletler ve genel
seçimler için uygulanması imkânsızdır.
[149] Buna yalnız zekânın denemez. Çünkü zekâ, irade ve ihtirasla birlikte
ruhun birer kanadıdır.
[150] Geist, esprit üniversel.
[151] Tasavvufta, bütün yaratılanların ezeliyette var olduklarını ifade eden
dini sembol.
[153] Tocqueville, L’Ancien Régime et la Révolution-La Démocratie en
Amérique.
[155] Tevrat’a göre Musa’nın kavmine gökten inen yemek.
[156] İnsani varlığın diyalektiğini tabiat diyalektiğine karşı koyuyoruz.
1931’de yaptığımız bu ayırışı 1960’ta J.P. Sartre Critique de la Raison
dialectique adlı eserinde yaptı. Fakat Ruh Diyalektiği’nde biz ilimci idik
varoluşçu değildik.
[158] Obligation: Mükellefiyet.
[160] Tasavvufa göre “fena fillah” olmak Allah’ın mutlak varlığında kendi
varlığını eritmektir. Burada sembolik olarak insanlığa karışmayı ifade ediyor.
[161] Nefsi emmare (tasavvuf dili ile söylenirse).
[162] “Biliniz ki Allah sabır edenlerle beraberdir.” - Kur’an
[163] Égoisme’e karşı altruisme.
[164] Allah sevgisi ile halkın önünde günahlarını yere sererek, benliği
ortadan kaldırmak.
[167] Eşkıyaya verilen kurtuluş parası.
[170] Monstre, tabiata aykırı yaratık.
[171] Şimdi Amerika usûlü, buna “linç etme” diyorlar; halkın suçluyu kanuna
teslim etmeden, taşa tutarak öldürmesidir.
[172] Sevginin objesinde benliğini eritmek.
[173] “Anges, pleins de honté connaissez-vous la haine?” - Baudelaire
[174] Düşüklük: Faziha, rezilat (vice).
[175] “Millet diye, millet diye, millet tepelendi.” - Tevfik Fikret
[176] Tekfir edilerek öldürülen Süleymaniye müderrisi, ne yazık ki vakanüvis
tarihlerinde “Kâbız mülhid” diye iki satırla geçmektedir.
[178] Ahlâki hata: Erreur morale.
[179] Bugün de (1960-70) Ortaçağ’ın dilenci tarikatlarına benzer avare
takımlar şehir şehir, ülke ülke dolaşırken aynı cemiyet isyanını temsil
ediyorlar. Bunlar sanki, “Bu halimizle biz değil toplum utansın!” demek
istiyorlar.
[181] Mâide: Gökten inen yemek.
[182] İslâm’da mutlak faiz (riba) ve kayıtlı “riba” ayrılmaktadır. İkincisi
sosyal hizmetlerde kullanılanıdır.
[186] Bu kelimelerden “tarihi determinizm”i değil, çok faktörlü sosyolojik
determinizmi anlıyoruz.
[188] Libre-arbitre, yani iyi ve kötüden birini seçme gücü, asıl yaratıcı
olan müspet irade (volonté) ve bir şeye karşı koymamaktan ibaret menfi iradeden
(nolonté) ayrıdır.
[189] Aşaqtu ve aşaqani (ben sevdim, o da beni sevdi) hadisi bunu
gösteriyor.
[190] Bu eseri Sosyal Yapı ve Soyaçekme adıyla yeniden yayımlıyoruz (1971).
[191] Felsefe Yıllığı (c. I, 1931) içinde çıkmıştır.
[192] Umumi Ruhiyat (taşbasma, eski harflerle, 1928).
[193] Non-institutionalisé, institutionalisé.
[194] Processus (eskiden procédé [usûl] kelimesiyle karışık olarak vetire
deniyordu).
[195] Renouvier, Le Personnalisme.
[196] Dupré, Emohvilé, Payot ve Hilmi Ziya, Teheyyüciyet (Felsefe ve
İçtimaiyat, 1927).
[197] Eugenio Rignano, La mémoire Biologique.
[198] Condition d’existence tabiri ilk defa Marx tarafından ileri sürülmüşse
de, burada büsbütün başka bir tarzda kullanıyoruz.
[199] Yago’da, Othello’da, Hamlet’te, vb. ihtiras kin halini almıştır.
[200] Sainte Héléne’de Napolyon’un hayatı böyledir. Sanat ve fikir
ihtiraslarında bu yıkılış, zihin çözülmesi yoksa, pek azdır. İbni Rüşd gibi
devletin ve halkın terk ettiği fikir ihtirasları, Campanella gibi 27 yıl
sürgünde kalanlar bile kuvvetlerini kaybetmemiştir.
[201] Bu tahlil Pradine tarafından Journal de Psychologie’nin 1934 yıllarına
ait sayılarındaki yazılarında yapılmıştır.
[202] 1960’ta Üniversite’ye vurulan darbe bunlardan biridir. 1933’te Hitler’in
yaptığı, bir ideolojiye dayandığı için küçük mazereti var. Ayrıca üniversite
hocalarının başka ülkelerde iş bulma ve emeklilik hakkını tanımıştı.
[203] Goldstein, La Structure de l’Organisme.
[204] E. Weiss et English, Medecine Psychosomatique.
[205] İbni Rüşd ve Comte gibi.
[206] E. Husserl, Logische Untersuchungen.
[207] Action réciproque (wechselwirkung).
[208] Inconscient ve subconscient karşılığı olan bu kelimeleri daha uygun
olarak “dışşuur” ve “altşuur” diye kullanıyoruz. Çünkü “şuur-dışı” insconscient
değil, şuur âleminin dışı demektir. Halbuki burada şuurun (ruhun) görülmeyen derinliği
kastedilmektedir.
[209] Alexander, La Médecine Psychosomatique; E. Weis et O. Spurgeon
English, Médecine Psychosomatique, Delachaux et Niestlé.
[210] Böyle düşünen Marcel Mauss’un Journal de Psychologie’de yayımlanmış
olan fikirleri ölümünden sonra çıkan Anthropologie et Sociologie adlı kitapta
toplanmıştır.
[211] Karşılıklı etki fikri (wechselwirkungslehre) üzerinde Kant’tan sonra
ısrarla durulmuştur. Fakat “karşılıklı bağlılık” (interdépendance) daha
yenidir.
[212] “Men arafe nefsehû fakad arafe Rabbehû.”
[213] Esquisse d’une Morale Sans Obligation ni Sanction.
[215] Les Deux Sources de la Morale et de la Religion.
[216] Bu dersleri 1964-65 yılında İlahiyat Fakültesi’nde yeniden verdik ve
aynı yıl Bilgi ve Değer adı ile yayımladık.
[217] Marcel Mauss, “Le personnage et la place de la personne” (Extrait du
Journal of the Royal Anthropological Institute vol. LVVIII, 1938), paru dans:
Sociologie et Anthropologie, 1950.
[218] Edward Westermarck, L’Origine et le développement des idées Morales,
çev.: Robert Godet, 1929. Payot ve Westermarck, vahşi duyguların gelişmesinden
cesaret, iyilik, başkalarını düşünme (altruisme) faziletlerinin doğduğunu iddia
ediyor.
[219] Burada émotivité’yi émotionalité’den ayırmalıdır. Birincisi maraziye
benzer bir heyecanlanma istidadı şeklinde görünür.
[220] Marcelle Bouteiller, Chamanisme et guérsion magique, 1950, P.U.F.
(I’action médicomagique, pp. 248-265).
[221] İlkçağ’da başlayan bu hareket Ortaçağ’da Ordu-Kilise veya Devlet,
Skolastik Medrese şekillerinde kurumlaşmıştır.
[222] Erich Fromm, psikanaliz tahlillerine dayanarak cemiyetin sağlığını
kuracak bir ahlâk arıyor (Erich Fromm, Société saine, 1956). M.A. Bloch da
ahlâk hayatını eğilimler ve sempatiden çıkarmaya çalışıyor (M.A. Bloch, Les
tendences et la vie morale, 1948, P.U.F.).
[223] Eski tabirle “efkâr-ı umumiye.” Bunun yerine “umumi efkâr” ileri
sürülmüşse de tutunamamış ve Fransızca aslını karşılamamıştır.
[224] Medeni cesaret (courage civique).
[225] E. Durkheim, Ahlâk Terbiyesi, çev.: Hüseyin Cahit Yalçın.
[226] C. Renouvier, Le Personnalisme, suivi d’une étüde sur la perception
externe et sur la force, non. édit., 1926, Félix Alcan.
[227] H.Z. Ülken, Varlık ve Oluş, 1969, Üniversite Basımevi, Ankara.
[228] H.Z. Ülken, Humanisme des Cultures, 1967, Üniversite Basımevi, Ankara.
Bu kitap İnsanî Vatanperverlik’in tercümesi ise de birçok ilâveler ve
yenilikler vardır.
[229] Bu bakımdan Max Scheler ile düşüncemiz arasında yakınlık daha
büyüktür.
[230] Évolution karşılığı “tekâmül” demiyoruz. Çünkü bu Arapça kelime
“tekemmül” (perfectionnement) ile karışmaktadır. Halbuki aralarında çok ayrılık
vardır. Bu ayrılığı gören Emrullah Efendi 60 yıl önce évolution karşılığı
“havelan”ı ileri sürmüştü.
[231] Règles de la Méthode Sociologique; Détermination du Fait Moral.
[232] Responsabilité; Evolution des Valeurs.
[233] Evolution des Idées Générales; Héréditê Psychologique.
[234] La Psychologie Collective, La Conscience Morbide; La Croissance
Mentale.
[235] Almancada entwicklung hem gelişme hem evrim (évolution) demek olduğu
için bu kelimeyi développement yanında ve az çok farklı anlamda kullanıyoruz.
[236] İlk yazılışında Veraset ve Cemiyet adıyla yayımlanmıştı.
[237] Cemiyet ve Marazî Şuur (1931, Felsefe Yıllığı, C.T.).
[238] 1928’de eski harflerle taşbasma olarak çıkmıştır.
[239] Toqueville, La Révolution et l’Ancien Régime.
[240] H. Taine, Les Origines de la France Contemporaine.
[241] Lenin bir cemiyeti yıkarak yenisini kuracak yerde endüstrileşme gücünü
artırdı ve zaten var olan Rusya’yı kuvvetlendirdi.
[*1] Sosyal adalet deyince
eski toplumlarda ne anlaşıldığını, bugünün sosyal bunalımında ne gibi
çıkmazlara girildiğini, siyaset ahlâkına dair bir kitabım anlatacaktır.
[*3] Nitekim Bilgi ve Değer
(1965) ile Varlık ve Oluş’ta (1969) bu konuyu derinleştirdik.
[*4] Impersonnel: Gayrı
şahsi.
[*5] Konkre (concret) eski
terimde “müşahhas” idi. Fakat bu kelime personnifié anlamı ile karıştığı için
bulanıktı. Yeni terimde “somut” kelimesi ileri sürüldü.
[*6] Yirminci Asır
Filozofları adıyla 1935’te çıkmıştır.
[*7] Bu eser 45 yıldan beri
yayımlanmamıştır.
[*8] Bu iki isim yalnız
mistik ve akılcı olmalarında değil, Tanrılı ve Tanrısız olmalarında da ayrılır.
[*9] M. Scheler, Nature et
Formes de la Sympathie, 1928.
[*10] Roberto Ardigo, A.
Lalande gibi. Bu evrim Spencer’daki basitten karmaşığa gidişin tam aksidir.
[*11] Esma: İsimler
(Esmai-hüsnâ: Tanrı’nın 99 adı) (Tanrı’nın güzel isimleri).
[*12] Ancak, her kötü olan
eksik ise de, her eksik olan kötü değildir. Çünkü kötülüğün yetmezlikten,
kusurdan daha derin bir kaynağı var: Zulüm! Zulüm aktif eksikliktir, yalnızca
eksiklikse pasiftir ve bazen kötülük değildir.
[*13] F. Nietzsche, La Volonté
de Puissance, Fransızcaya çev. H. Albert.
[*14] A. Gehlen, Der Mensch,
Seine Natur und Seine Stellung in der Wet.
[*15] 1931’de bir zat Kadro
adındaki dergide böyle hücum etti ve “Bir tekzip” (yalanlama) adlı yazıyla
cevabını aldı (Galatasaray dergisi, 1931).
[*16] Prof. Mehmet Karasan’ın
tercümesinden.
[*17] Hallac Mansur’un
Kitab-üt Tavâsin’de söylediği bu idi. İsa’nın söylediği de bu idi. Birbirine en
zıt iki dünya görüşü olduğu halde, Nietzsche de sevincin hazdan değil acıdan
doğduğunu söylerken onlarla birleşiyor.
[*18] “Kant ahlâkı” ve “aşk
ahlâkı”nın münasebeti, s. 106.
[*19] Maiteria Semita tanınmış
bir Budist eseri olup Uygur Türkleri Türkçeye çevirmişlerdi.
[*20] Makyavelizm
(Machiavélisme) kastedilmektedir.
[*21] Buna fiil, hareket de
diyoruz, ancak bu kelimeler başka anlamlarda kullanıldığı için eylem demek daha
doğrudur.
[*22] Türkçede bilge diyoruz,
eski Türkler “ata” diyorlardı. Birincisi henüz kök tutmamıştır.
[*23] Şimdiki terimde “tikel”
ve “tümel” deniyor.
[*24] Zaten İncil’de de şöyle
deniyor: “Ben yeryüzüne selâmet (salut) getirmeye geldim zannetmeyin. Selâmet
değil, kılıç getirmeye geldim.” (Meta - Böl: 10-34)
[*25] Cynique’ler kanunları
yapma sayan ve tabiata dönen Diyojen ve Antisthenes idi.
[*26] Bu sonuncusu
yayımlanamamıştır.
[*27] Karen Horney, Névrose et
Société, Les voies nouvelles de la psychanalyse, çev.: J. Paris, L’Arche, 1951;
Franz Alexander, Relatié et Névrose, Principes de Psychanalyse, çev.: Stern ve
Anzieu, 1952.
[*28] L’Art d’aimer, çev.:
Laroche, 1958; Man for himself, Psychoanalysis and Religion, 1958; Société
aliénée el Société saine, çev.: J. Claude, 1956 vb.
[*29] Şuarâ suresinde, “Onlar
yapmadıkları şeyleri söylerler,” derken Kur’an halka büyük vaatlerde bulunduğu
halde hiçbirini yapmayan demagog hatipleri kastediyor.
[*30] Opinon publique (eski
terimle, efkârı umumiye).
[*32] Medeniyetin Yürüyüşü
(İnsan dergisi, 1938; makalelerime bakın).
[*33] Darwin gerçek değişmeye
“le hereux hasard” diyor.
[*34] Faziletin (erdem) zıddı
düşkünlüktür (faziha). (Fransızca vertu ve vice karşılığıdır.)
[*35] Eski şeklinde kullanılan
“itisaf” kelimesi persécution (tazyik, baskı) karşılığıdır.
[*37] Bilinç kelimesini,
eskiden beri Türkçe ayırmaktadır. Âlim için bilgili ve bilgin diyoruz.
[*38] Başta zekât, sosyal
yardım emri, faizi yasak etmesiyle İslâmlık, ilk şeklinde Hıristiyanlık ve
Budizm böyledir.
[*39] Humanisme des
Cultures’te (1967) İnsanî Vatanperverlik’ten (1933) daha geniş olarak bunu
söyledik.
[*40] Milovan Djilas, Yeni
Sınıf (Komünist Sisteminin Bir Tahlili), çev.: Tayfur Sonkur, 1959, Ankara.
[*41] Etienne Gilson,
Humanisme thomiste; Louis Gardet, La Cité musulmane; Muhammed Abduh ve
Cemaleddin Efgâni’nin Hıristiyan veya İslâm hümanistleri.
[*42] Lumière veya Aufklärung
felsefesi ki, Rönesans’ta uyanan modern felsefe ve ilim görüşünün (Galileo,
Descanes ve Leibniz) 18. yüzyılda aldığı yaygın şekildi.
[*43] Humanisme positiviste
ki, başlıca vasfı bilginin ilerlemesine (progrès) dayanan iyimser görüştür.
Condorcet, Auguste Comte, H. Spencer, Stuart Mill bu görüşte idiler.
[*44] Ekber Şah’ın
Hindistan’da, veziri Kebir’e yazdırdığı Ekbernâme ile yapmak istediği dinleri
birleştirme teşebbüsü, bunların başında gelir. Bugün de Jacques Maritain,
Olivier Lacombe vb. tarafından ileri sürülmektedir. Tolstoy, La fin de notre
ère’de buna benzer şeyler söylüyordu.
[*45] Le conflit des
humanismes, P.U.F.
[*46] Raymond Schwab, La
Renaissance orientale, Payot, 1950, p. 13-17; R. Mc Keon, Shin-Hiang Chen, B.L.
Atreya, vtc., Originalité des Cultures, UNESCO, 1953; Hilmi Ziya Ülken,
Humanisme des Cultures, 1967, Ankara Üniv. Basımevi.
[*47] F. Nietzsche, La Volonté
de Puissance.
[*48] Çünkü, ölçüsüz hürlük
kendini hile elinde zincire vurmaktadır.
[*50] Bu ödevi veren toplum
bir klan, aşiret, aile; bir lonca, guilde, tezgâh, fabrika; bir sendika, işçi
örgütü olabilir. Bütün şekillerinde bir kültür ve dil çevresidir.
[*51] Polonya’da büyük
kompozitör virtüöz Paderewsky cumhurbaşkanı seçilmişti. Lenin, filozof ve
ideolog iken devlet başkanı oldu. Çekoslovakya’da sosyolog Mazaryk
cumhurbaşkanı oldu.
[*52] Anonim şirket de buradan
doğmuştur. Hollanda şirketi, Hindistan şirketi sömürge işletmesi için doğmuş
anonim şirketlerdir. (M. Rachid-Erer, La société anonyme devant la crise
économique, İstanbul, 1938.)
[*53] Pierre Chaunu, La
conquête et l’exploitation des nouveaux mondes, P.U.F. 1969.
[*54] Milovan Djilas, Yeni
Sınıf (Komünist Sisteminin Bir Tahlili), çev.: Tayfur Sonkur, 1959, Doğuş Ltd.
Şti.
[*55] “Bulunmaktadır” demek
daha doğru (çünkü fiilde bu gerçekleşmiş) ise de, ilerde daha birçok tipleriyle
karşılaşmak mümkün olduğu için “bulunacaktır” dedik.
[*56] “Gelmektedir” denebilir.
[*57] Voltaire, Dictionnaire
philosophique portatif, Flammarion, vol. 1.
[*58] Milliyet gazetesi, 26
Ocak 1971 (Öğretmene yular takıp sokakta dolaştırdılar). Aynı gazete, 27 Ocak
1971 (Öğretmene yular takan Kula’nın Börtlüce köyünden Muhtar Yunus Ceyhan ve
beş kişi tutuklandı).
[*59] Rusya’da ve Almanya’da
“getto” denen Yahudi mahallelerinde yapılan kıtâl.
[*60] Fr. Nietzsche,
Généalogie de la morale.
[*61] Th. Ribot, Psychlolagie
des Passions.
[*62] Bu kitap genişletilmiş olarak
ve ilavelerle 1971’de Toplum Yapısı ve Soyaçekme adıyla çıkmıştır.
[*63] Rignano, “organik
hafıza” (mémoire organique) terimini kullanıyorsa da, burada hakiki hafıza
yoktur.
[*64] İbsen’in bir dramının ve
oradaki başlıca karakterin adı.
[*65] Dwelschauvers, Traité de
Psychologie, çev.: Şekip Tunç.
[*66] Marcel Mauss, Sociologie
et Anthropologie (Rapports réels entre psychologie et sociologie), 1960, P.U.F.
[*68] Gündelik bilgi olan
episteme ile hikmet bilgisi olan Sophes’i Yunanlılar ayırıyordu.
[*69] Bu kitap Bilgi ve Değer
olup (Ankara, 1965) 1964-65 ders yılında okutulmuştur.
[*70] Karl Jaspers tabiatı
insan için tamamen kör ve sağır sayıyor. Halbuki her büyük passion için
tabiattan birer kapı açılmıştır.
[*71] Arapçada bu kelime
şuurun çığırından çıkması demektir. Fakat devrim (révolution) bir devrenin
tamamıdır.
[*72] Talcot Parsons,
Elements, pour une Scoiologie de l’Action trad de I’américain, 1955.
[*73] La vie sexuelle des
sauvages du nord-ouest de la Mélânésie, 1930.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar