Gizlenmiş Kehanetler Kitabı
Tanrı 'ya Şikâyet
Tanrı'ya Şikayet / Refik Halid Karay
Refik Halid Karay
Tanrı'ya Şikâyet
Refik Halid Karay
1888 yılında Beylerbeyi'nde Serveznedar Mehmed Halid'in oğlu olarak
doğan Refik Halid'in anne tarafı Kırım Giraylarına dayanmaktadır; baba tarafı
ise 18. yüzyıl sonlarında bir kolu Mudurnu'dan lstanbul'a göçen Karakayış ailesindendir.
"Galatasaray Sultanisi" ve "Mektebi Hukuk"ta okuyan yazar,
Meşrutiyet sıralarında gazeteciliğe başlamıştır. Kısa sürede hiciv yazılarıyla
üne kavuşmuş, "Fecri Ati" edebiyat topluluğunun kurucularından
olmuştur, "Kirpi" adıyla yazdığı taşlamaları ve siyasal yazıları
sonucu İttihat Terakki hükümetince Anadolu'nun çeşitli illerinde beş yıl
sürgüne gönderilmiş, ancak I. Dünya Savaşı'nın son yılı İstanbul'a
dönebilmiştir, Dönüşünde Robert Kolej'de öğretmenlik, Sabah gazetesi
başyazarlığı, iki kez PostaTelgraf Genel Müdürlüğü yapan Refik Halid, bu
süreçte "Aydede" mizah dergisini çıkarmıştır, Siyasal yazıları ve
görüşleri nedeniyle memleketten ayrılmak zorunda kalan yazar, Halep'e
yerleşerek yayımladığı "Vahdet" gazetesindeki yazıları ve
çalışmalarıyla Hatay'ın Türkiye'ye bağlanmasına katkıda bulunmuştur, 1938'de
yurda dönen Refik Halid, dergi ve gazetelerde günlük yazılar yazmış ve 20 kadar
roman kaleme almıştır,
Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e uzanan zaman dilimini, güçlü gözlem
yeteneği ve dilinin zenginliğiyle farklı türlerdeki eserlerine taşıyan Refik
Halid, Memleket Hikayeleri'nde Anadolu gerçeğini; Gurbet Hikayeleri ve Sürgün
gibi eserlerinde, derin memleket hasretini edebiyatla buluşturmuştur, Yazarın,
Ago Paşa'nın Hatıratı, Kirpinin Dedikleri gibi mizah eserlerinde; Bir Avuç
Saçma, Makyajlı Kadın gibi kroniklerinde; Minelbab İlelmihrab ve Bir Ömür
Boyunca adlı hatıratlarında, çok yönlü ve renkli anlatımı, sosyalsiyasal
ortamın resimlendirilmesini sağlar, Anahtar, Nilgün, İki Cisimli Kadın, 2000
Yılın Sevgilisi, Bugünün Saraylısı gibi romanlarında ise sürükleyici kurgular
içinde tasvir yeteneğiyle yaratıcılığını birleştirerek, genel olarak bireysel
ilişkileri ve özel olarak da kadınerkek ilişkilerini mekanzaman boyutlarında
derinlemesine ele alır, romanların geçtiği dönem ve mekanlara ait ince
detaylara yer vererek anlatımını zenginleştirir.
18.7.1965 tarihinde İstanbul'da ölen yazar Refik Halid, muhalif
kaleminin keskinliği, temiz İstanbul Türkçesi, renkli anlatımı, tasvir gücü ve
yaratıcılığıyla, Türk edebiyatının en güçlü isimlerinden biridir.
Kitap yayına hazırlanırken yapıtın edebi niteliği göz önünde tutularak
yazarın özgün anlatımı korunmuş, gençlerin de yararlanması amacıyla bazı
sözcükler dipnotlarla açıklanmıştır.
· Dönün Kuşlar, Dönün
Geldiğiniz Yere
· Fırat ile Dicle, Ren ile
Tuna
· îlk Cihan Harbine Dair
Notlar
· Yeni Harp Karşısında
Eskisine Bakış
· Profesör Piccard'la
Uzaktan Hasbihal
Tanrı’ya Şikâyet
Ulu Tanrı;
Yüksek varlığınla muhabere için ne posta puluyla kutusuna, ne telgraf
ve telsiz makinesine, ne tatarağasıyla hanlara ve kervansaraylara, ne havaya
bırakılmış güvercin sürüsü ile denize atılmış şişelere, ne ateş kulelerine ve
davul dümbelek seslerine, bulasa yeni ve eski usul hiçbir alete, yaver,
mabeyinci, başkâtip veya hususi kalem müdürü gibi vasıtalara, külfet ve şarta
lüzum var. Şüphesiz ki, en kolay, en ucuz, en zahmetsiz, hususiyle her türlü
sansür ve zabıta kayıtlarından korkusuz mektuplaşma ancak seninle mümkündür.
Sana odamdan ve yatağımdan, herkesin yanında veya tek başıma, yürürken ve
koşarken, karada ve denizde, havada veya su altında, diri iken veya öldükten
sonra düşündüklerimi pervasız, bellisiz, yazısız ve lakırdısız anlatabilirim.
Bu cihetten şüphe caiz değil. Lakin dinletip derdime derman bulabilir
miyim, işte şüphe götüren nokta burasıdır!
Bilirim, bazı kulların seni fazla rahatsız ederler; fazla rahatsız
etmek için de camiler, kiliseler, havralar, “savma’a”lar, 1 tekkeler, türbeler kurmuşlar; akıllarınca
isteklerini kulağına duyurmak için minareler ve çan kuleleri, kürsüler ve minherler
dikmişlerdir; hoşuna gitsin diye de rükûlara, sücutlara varmışlar, haç
çıkarmışlar, kurban kesmişler, adaklar adayıp oruca, perhize girmişlerdir.
Bütün bunlar seni biteviye durup dinlenmeden taciz için tek başlarına o yerlere
kapanmalar, ayağa kalkmalar, ilahi okuyup çalgı çalmalar acayip kıyafetlere bürünmeler,
yabancı dilden anlaşılmaz sözlerle mırıldanmalar, bin türlü şekiller, sesler,
hepsi bir kapıya çıkar: Gözüne girip dünyayı yalancı cennette geçirmek, şayet
ahrette de varsa ona ulaşmak; kısacası iki cihanda da aziz olmak...
‘"Yağma yok!" diyeceksin. Halbuki ahrettekini bilmembenim
gördüğüm dünya yüzünde yağma var; ama galiba, seninkinden başka kapıya çatmak
şartıyla...
Velev faydalı, velev değil, ben seni şimdiye kadar hiç taciz etmemiş
ender kullarındanım. Düşünülürse rahmetini dilemeye, yarı boş duran keşkülümü
göstermeye, "bir şuna bak, bir de bana!" demeye çoktan hak
kazanmıştım. Zira pek de ihsan ve iltifatına uğramış, sırtı okşanmış, kamburu
sıvazlanmış, "tuttuğun altın olsun!" tevcihini almış şansı açık
ümmetinden değildim. Bana da "yürü ya kulum!" demedin değil; ama
ikbal ve servet semtini değil, idbar2 ve gurbet yolunu işaret buyurdun;
sivrileceğime düzlüğe gittim; uçacağıma taban teptim; baş sedire kurulacağıma
kapı dibine çömeldim; hayat sedirine uzanamadım, ancak bağdaş kurabildim.
Ziyanı yok... Altıma otomobil, motor, kızak çekmedin; fakat şükür ki, ayağımda
nasır çıkarmadın. Başıma taç giydirmedin, hamdolsun ki, boynuma da münasebetsiz
bir şey, bir halka veya ilmik geçirmedin. Üstüme samur kürk giydirmedin, ama
deli gömleğine de lüzum görmedin. Sürdün, fakat süründünnedin; attın, fakat
unutturmadın; yaşlandırdın, fakat bunatmadın.
Hamdolsun yine sana!
Ve bütün bunlar içindir ki, üzerimde büyük bir ihsan yükünü
taşımıyorum; "ne verseler ana şakir, ne kılsalar ana şad!" fehvasınca
memnun, sana kendim için müracaatta bulunmamış, bunu beğenmeyip, onu kıskanıp
ikide bir kapında sızlanmamıştım. Yani secdeye kapanmamış, rükûya varmamış,
tesbihe sanlmamış, oruca yanaşmamış, Hacca yollanmamış, hülasa sana ve
seninkilere hoş görünmek, çıkarını bulmak için namaz ve tavaf, perhiz ve
riyazet hiçbir zahmete katlanmamış bir onurlu günahkârım. Ne senden! Ahrette de, amme hizmetinde bulunmamak
şartıyla bile affına razıyım...
Böyle olduğum için de kendi kendime diyorum ki: "Bilirim, çok
dinlemiştir, bezmiştir; fakat elli senede tek bir defacık sesini ulaştırmak
sevdasına düşen taciz sevmez bir kuluna elbette kulak verir."
İnşallah zehabımda3 aldanmamışımdır.
Ulu Tanrı!
Kendim için yine bir şey istemeye niyetim yok; maksadım dünya
ahvalinden düpedüz şikâyet! Bana öyle geliyor ki, arz esasından iyi
kurulamamıştır: Ancak dörtte biri kara; bu karanın da dörtte biri, sanırım,
çöldür. Evet, anhyo
nıııı, balıkların da yaşayacak... Fakat balıklardan önce, eşrefi
mahlukatın olan insanların yaşayacağı yeri düşünmen lazım gelmez miydi? Bak,
şimdi, başımıza bir "hayat sahası" meselesi çıktı; adına bakma; bu
bir memat sahası, meselesi olacak. Bazı milletlere bir yandan tenasül4
hareketi ve cenk istidadı verdin, bir yandan toprak kıtlığı... Bazısını ise
kısırlaştırdıkça kısırlaştırıyor, fakat toprağını genişlettikçe
genişletiyorsun... Bazen kullanmayı bilmeyenlerin diyarında petrol
fışkırtıyorsun, lüzumu olanlardan ise bir dirhemini esirgiyorsun. Kauçuk
yetişecek yerlerde aksi gibi lahanalar kemale eriyor, kömüre ihtiyacı olan,
yerlerde buz tabakaları asumana erişiyor. Hülasa ortada asrımıza uymayan bir
darlık ve bir düzensizlik mevcut; başımızı nare yakan da odur.
Hem, zannediyorum ki, insanlara ihsan ettiğin zekânın bu derece ileriye
gidip nice icatlara, marifetlere yol açacağını, sonunun nereye varacağını sen
de tahmin etmemiştin. Beşerin aklı bu dünyaya artık dar geliyor. Galiba
sanıyordun ki, hep, kervanla, kağnı ile nihayet deve ve at sırtında kalacağız,
yağ mumu yakıp silah olarak çene kemiği kullanacağız. Seddi Çin en büyük
istihkâmımız, kırk ambarlı Mahmudiye en büyük harp gemimiz olarak duracak.
Maalesef hayır!
Yeni Çin Sedleri yerin dibindedir; insanı topraktan yarattığından
aslımıza rücu için bu usulü daha muvafık bulduk; mezarlarımızı bütün konforu
ile, Firavunların ehramlarıyla5 kıyas kabul etmeyecek mehabetli,6
fakat bellisiz şekilde, önceden kazıp, kurup, hazırladık. Ateşten yarattığın
için en ferasetli 7 olduğu
zannedilen şeytanın bile bu ölüm için oyulmuş debdebeli ve esrarlı modern
mezarlıkların yerini, izini, kapısını, merdivenini bulup meydana çıkaramaz; onu
bile üzerinden geçip gideyim derken hâki helâke sereriz;8 farkında olmak nerede, kılı duyamaz.
Esefle gördüğüm şudur: İnsanlar artık halika9 meydan
okumaktadırlar. "Balık mı dediler, biz sana bir balık yapalım da gör.
Senin yunus balığın nihayet bir zayıf peygamberini güç bela taşıyabilmişti;
bizimki yüz tanesini götürür!" ve denizaltı gemisini icat ettiler;
balinaların hayretten karaya vurdu.
"Kuş mu dediler, biz sana bir kuş yapalım da gör. Senin
Zümrüdüankan nihayet bir çocuğu, gak dedikçe su, gık dedikçe ekmek, sırtında
zor götürebilmişti; bizimki Davut peygamberin bütün kadınlarını ve çocuklarını
alıp uçurur!" ve tayyareyi icat ettiler; kartalların marifetimize parmak
ısırdı.
"Yıldırım mı dediler, biz sana bir yıldırım yapalım da gör.
Seninki nihayet bir küçücük Sodom şehrini bin müşkülatla altüst edebilmişti;
bizimki bir Londra veya Berlin'i yerin dibine geçirir!" ve dinamiti,
bombayı, zehirli gazı, ölüm şuaını icat ettiler, kasırgaların ve zelzelelerin;
dehşetten süt dökmüş kediye döndüler.
İnsanlara kanat vermemiştin; daha iyisini buldular, motor taktılar. Su
altında gidemesinler demiştin; hem gittiler, hem de kaplumbağalar gibi evlerini
de beraber götürdüler. Yer altında yaşayamazlar sanılıyordu; yer yüzündekinden
büyük ve marifetli saraylar kurdular. Daha ileriye de vardılar:
Yıldızlanna göz koydular; gökleri aşacak ve yeni küreIere varacak, kıçlanndan
fişekli çelik arabalar hazırlamaya koyuldular. Korkarım ki, bu gidişle yanına
kadar ulaşacaklar! Hâşâ maksadım ikaz değil, sırası geldiği için
söyleyiveriyorum: Yarın, şayet öyle bir şey olur da, “fon”lardan bir
"fon", alıştıklan usulde hususi ve gizli bir memuriyetle veya
propaganda maksadıyla huzuruna gelirse bir defa da bir "lord” dinlemeden
hiçbir yana meyletme. Bilirsin, İngiliz kulların ağır, temkinli, teşrifatlı
hareket ederler; bıçak kemiğe dayanmadan, yumurta kapıya gelmeden işe girişmeyi
sevmezler; sinirlerine bekleme idmanı da yaptıran sporcu bir millettir; Rus
müzakerelerinde bizim kanımızı kumttular ama sonunda anamızdan emdiğimiz sütü
burnumuzdan getirmeyeceklerine eminim.
Ben, tabiidir ki, ucu bucağı bulunmaz "kainat”ının hangi tarzda,
merkeziyetle mi, muhtariyetle mi, yarı istiklal ile mi, ne şekilde idare
edildiğini bilemiyorum. Fakat ahvalimize bakınca öyle sanıyorum ki, arz
payitahtından uzağa düşmüş, eski Yemen'imiz gibi mütesellim 10 elinde
kalmış bir ücra eyalet. .. Biraz unutmuşa benziyor. Yoksa "manzume'lerde
bizimkinden belalı ve zor işler türedi, onlara intizam verilmekle uğraşılıyor
da güneş manzumesi ihmale mi uğradı? Muhakkak olan cihet şudur: Küremiz misli
görülmemiş bir bela içinde, bir felaket arifesindedir; ağustostan evvel
imdadımıza yetişmez, halli çaresini göstermezsen halimiz düdüktür.
Milyonlarca insan iki taraf olup birbirinin boğazına sarılacak. Mihver11
devletleri arzın mihverine doğru bir bomba sokuyorlar, fitilini ateşlernek
üzeredirler. Demokrat devletler de tul12 ve arz
daireleri boyunca ateşten çemberler gerdiler, alevden tekerlekler etrafa
yürümeye hazır. Öyle bildiğİn Atilla, Cengiz, Hülagû, Şarlman, Şarlken,
Napolyon ve umumi harp muharebeleri bu yenisinin yanında şenlik gecesi gibi
kalacak.
Ulu Tanrı, aman, halimize nazar kıl! Şimdi, bizi bir gün kabul edeceğin
"Cennet" ile "Cehennem"in işleriyle meşgul olacak sıra
değil. Temmuzun ortasındayız; bu, zaten bir netameli13 aydır. Yeni
tabirle sen âlimsin, elbette manasını bilirsin radikal bir düzene muhtacız.
Ya birdenbire zekâmızı al; ne bugüne kadar icat ettiklerimizi
kullanabilelim, ne de yeni icatlar çıkarabilelim. Ya suların bir kısmını kara
yap; dünyaya rahatça sığışabilelim.
Ya bütün petrolleri kes, tüket; maden kömürlerini kül et, savur; lastik
ağaçlarını yık, kurut; harp aletlerini kullanamayalım.
Ya Almanların duasını kabul et; gökten zembil zembil ekmek, tereyağı,
kahve, tütün, ne lazımsa, ne eksikse gönder; bet sesinden kurtulalım.
Ya İtalya'nın tek çizmesinin yanına bir tekini daha ihsan buyur, el
malına göz atıp el uzatmaktan vazgeçsin; şamatasından halas14 olalım.
Yahut da bunların hiçbirini yapmak istemezsen, dünyamıza doğru
yaklaştığını gazetelerde memnuniyetle, ümitle okuduğum kuyruklu yıldızına fazla
bir sürat ver ve şu emri tebliğ eyle:
"İstikamet, doğru arz!"
Ağustostan evvel bize yetişsin, bir anda hepimiz tuz buz olalım; tam
düzenini bir türlü veremediğin belalı dünyadan sen de, biz de kurtulalım.
Sen bunu yapmazsan, sanıyorum ki, harbe hazırlana hazırlana, yere,
göğe, denize dinamit, gaz, bomba yığa yığa, pek yakında bizler, bizim küremizi
kuyrukluyıldız haline sokup senin yıldızlarına, belki de dosdoğru sana
saldırtacağız. İşi o derece azıttık, haberin ola!
Hâşâ, elbette bilirsin!
savma'a: mabet, ibadethane
idbar: talihsizlik
zehap: sanma, sanı
tenasül: üreme
ehram: piramit
mehabet: büyüklük, ululuk, yücelik
lO
feraset: seziş, sezgi, anlayış
hâki helâke sermek: öldürmek
halika: tabiat
ll
mütesellim: tanzimattan önce beylerbeyi ve sancakbeylerinin,
bölgelerindeki sancak ve ilçeleri kendi adlarına yönetmekle görevlendirdikleri
kimse
mihver: eksen
tul: boylam
netameli: tekinsiz
halas: bir yerden, bir şeyden kurtulma, kurtuluş
İsrafil’den Cevap
Geçenlerde kopardığın şikâyet avazı Berlin, Roma ve Moskova
radyolarının güıiltüsüne karışıp havada bir müddet bocaladıktan sonra
"gecikmiş ve bazı ibareleri okunamamıştır" şerhiyle nihayet yüksek
kata erişti ve "müştekiye aklını başına devşirtecek şekilde cevap
itası" derkenarıyla Münakalat1 ve Muhaberat2
dairesine havale edildi. İşbu vazifenin benim ile diğer şube şefleri Cebrail ve
Azrail arasından hangisi tarafından icrası arsızda konuşulup şu sırada
gökyüzünde uzun, orta ve kısa dalgalar, arzdan gelen telsiz harbi şamatasından
kullanılmaz hale geldiği için benim her sesi bastıracağına şüphe olmayan meşhur
"sûr"uma müracaat lüzumu anlaşıldı. Hem, Azrail kardeş, yakında umumi
bir harp zuhuru ihtimalini ve yorulacağını düşünerek istirahati tercih
etmektedir.
İşte hoparlörümü kulağına doğru çevirdim. Zarını patlatır diye korkma,
bu, manevi bir borudur, kuru gürültü yapmaz. Göbels nutuk vermiyor, Hatip
konuşuyor.
Dinle!
İlamın görüldü, kahkaha ile gülündü. Meali hezeyan, hükmü hilafı
izan... Bana kalsaydı hiddetimden derhal kıyamet borusunu çalar, defter ve
kitaba bakmadan, mizana vurmadan hepinizi cehennemin esfeline atardım; fakat
burası dünya değildir; kurunun yanında yaşın da yanmasına cevaz verilmez. Günü
gelince görüşmek ve haddinizi bildirmek üzere şimdilik cezanızın tecili ve bir
nebze izahat verilmesi faydalı görüldü.
Kababati size ihsan olunan arzın darlığında, su kısmının bolluğunda
buluyorsunuz. Halbuki arz, "Arzullahı vâsıa"dır;1 İtalyan ve Alman
milletleri, değil böyle; ancak dokuz ayda bir çocuk doğurmak, her üç ayda ve
her batında sekiz çocuk peydahlasalar küre hem onlara, hem sizlere yine geniş
gelebilir.
Şikâyetin üzerine, geçen gün hatırladım da, şöyle yüksekten arza bir
göz attım; hayretler içinde kaldım. Mrika'da ve Amerika'da henüz balta girmemiş
ne geniş ormanlar, daha insan ayağı basmamış ne bomboş ovalar, ecinnilerin top
oynadığı ne ucu bucağı bulunmaz alanlar var. Bunları ne yapacaksınız? Küpe
atılıp turşusu kurulmaz; güneşe serilip pastırması ve tenekelere konup
konservesi hazırlanmaz. Biraz dağılınız, ferahlayınız. Sırt sırta, kıç kıça,
gölgeye toplanmış koyun sürüsü gibi şehirlere birikmişsiniz, kötü kötü
soluyarak nedir o dar hayat? Bütün felaketiniz ticaret ve zanaat diye bir araya
toplanmaktan, zaten mercimek oda, bakla sofa, bir ufak toprak parçası olan
Avrupa'da dikiş tutturmaya çalışmaktan ileri geliyor. İyi ki, arzın muvazenesi3 4 bozuk değil, iyi ki safrası hesaplı
konmuş; yoksa Hacı Davut vapurları gibi alabora olmanız işten bile değildi!
Dünyanın bir kısmında kuş uçmuyor, keıvan göçmüyor, yılan barsağını
sürümüyor; öte kısmında iğne atsan yere düşmüyor. Hem asıl acayibi mahsulce en
kıt, en az vergili ve havaca, iklimce oldukça münasebetsiz yerlere, gökten
kudret helvası yağacakmış gibi birikmişsiniz; bıçağınız hakkına bir karış yer
almak için yapmadığınız kalmıyor. Dişinize kadar silahlı, gözünüzü kan bürümüş
ne rahatsız, ne tehlikeli bir hayat sürüyorsunuz! Açılın, genişleyin, boş
yerlere yerleşin, yiyin; üremeyin! Hayır, bilakis sıkışıyor, komşu komşuya,
kardeş kardeşe, "Zırnık bile vermeyiz!", "Nah sana guguk!",
"Ağzını yala!" gibi amiyane sözler atıp bir mahalle mektebi manzarası
arzediyorsunuz ve ikide bir dalaşıyorsunuz.
Buna sabır taşından yaratılsa, yine yürek dayanmaz; çatlar.
Dünyaya nazar kıldığım sırada daha tuhafını da gördüm: İki vapur dolusu
Yahudi, üç aydır denizlerde bocalayıp duruyor. Gören de sanır ki, arzda birkaç
bin yurtsuza verilecek birkaç yüz kilometre murabba5 yer kalmamış.
Dünyayı hudutlarla, pasaportlarla, istihkâmlar, tel örgüler ve gümrük
kordonlarıyla sizler daralttınız, millet, mezhep, cemaat, rejim adlarıyla
sizler ayırıp kardeşi kardeşe düşman ettiniz. Hakkın ihsanı olan akıl ve şuuru
iyilikte değil, fenalıkta kullandınız. Siz aklınızı hayra değil, şerre
hasretmişsiniz.
Dünya yüzünde, yüz binlerce faydalısına bedel, birkaç cins, devede
kulak kabilinden numunelik uyutucu ve uyuşturucu nebat vardı. Bunu nasıl
arayıp, nereden bulup da esrardı, afyondu, morfindi, kokaindi,
"sedol" idi, "pantapon" idi, seksen sekiz çeşit zehir
çıkardınız? Kimini kabaktan nargilelere koyup içtiniz, kimini toz haline
getirip burnunuza çektiniz, kimini iğneli şişelerle kanınıza işlettiniz. Bütün
bu marifetler boş yere adı fenaya çıkmış olan bizim şeytanın bile aklına gelmezdi.
Ya canım üzümü kaynatıp, damla damla süzüp, zararlı bir içki yapmak hangi
iblisin hatırından geçerdi? Hele şu tütün hırsına bakınız! Bir otu kurutarak
ince ince zarlara sarıp dumanını yutmak ve burnunuzdan çıkarmak, insanı bacaya
çevirmek ne hokkabazlık, ne münasebetsizlik, ne kafasızlıktır!
Hangi birini sayayım, muzırsınız vesselam.
Allah insana "Bak!" dedi; evvela başkasının elindekine,
avucundakine, eşine ve malına göz koydu.
“Ye!” dedi; ilk önce komşusunun tavuğunu çalıp yuttu. "Bul!"
dedi; zehir buldu, barut buldu, bela buldu.
“Yap!” dedi; kargı yaptı, tüfek yaptı, top, tank, bomba yaptı,
hepsinden fenası para yaptı.
Arada faydalısını da buldu ve yaptı, ama ne yapalım ki, zararlısından
bir tanesini kullandı mı faydalısından bin tanesi yıkılıp gidiyor; işlediğiniz
hayır, ürküttüğünüz kurbağaya değmiyor!
Dünya daha milyonlarca insanı ferih fahur6 yaşatacak,
herkesi besleyip refah içinde ömür sürdürtecek bir genişlikte ve berekettedir.
Ama sizler, yoktan yere övündüğünüz, netameli aklınıza güvenerek, birtakım
iktisat nazariyelerine,7 hilekârlığa
ve çılgınlığa kapıldınız. Brezilya'da kahve mahsulünü lokomotiflerde yakıyor,
kimine kahve yerine at kestanesi suyu içirtiyorsunuz; Kanada’da buğdayı denize
döküyor, Çin'de ahaliye toprak yediriyorsunuz. Herkesin cebindeki ve hatta
dişindeki altını topluyor; bankada yerin dibine gömüyor; sonra kâğıt
parçalarını doğrayıp doğrayıp para yerine sürüyorsunuz. Bunlar akıllı işi
midir? Tımarhanedekileri salıverip dünya idaresini ellerine bıraksanız başka
türlü mü, daha fena mı yaparlar sanıyorsunuz? Bunda arzın kabahati nedir?
Biçare, Varna tavuğu gibi ne mümkünse veriyor.
İş o dereceye gelmiş W, İstanbul'da tifolu lağım suyu ile zerzevat
yetiştiren kötü bahçıvan bile ekonomist kesilmiş; ucuz satmamak için
patlıcanları çukura doldurup gelecek seneye gübre hazırlıyor: O patlıcanları
kendisine yutturmak suretiyle "Elcezau min cinsil amel! "1 düstunınu
tatbik etsenize... Mali buhran dediğiniz maraz, dünya darlığından, kıtlığından,
kısırlığından değil, sizin hırsınızdan, hasisliğinizden, mal bulmuş mağrihi
gibi elinize geçeni bağrınıza bastırmanızdan, başkasına yedirmemek için yakıp
savurmanızdan doğmuştur. Zamanında oturup hep bir arada, kardeşçe geçinmeye
karar verseydiniz bir kısım halk talaştan uydurma tereyağını meşe kabuğundan
özenti ekmeğe sürerek yalancı toklukla sırtına üniforma geçirip elde silah kuru
caka satmaya belki de kalkışmaz; tok ölüm cezasına çarpılmazdı.
Kara gömlekliler ise beyaz gömlekli donsuz Habez halkının avucundaki
beş leblebiye göz dikip kırk beş derece sıcakta kervan vurmaya olabilir ki,
yollanmazdı.
Bak, şüphe ile konuşuyorum; zira insan oğlu bir versen bin ister;
ayrıca başı tellisini ister; bunu da bulunca komşu
sunun kızını, kısrağını ister; vermeye gelmez. Yakın günlerde görmedin
mi, Ruhr verildi, Ren istendi; o bitti. Nemse'ye göz dikildi, o uçtu. Çekya'ya
nişan kondu; bu da yutuldu, sıra Memel'e geldi; o da haklandı, şimdi Danzig
filan derken kürreyi arzın adını hayat sahası koyarak bir baştan bir başa
dünyayı dercep etmek hulyasına geçildi.
Biz insanları "el ele, kol kola, çiftede sandık, kırmızı
fındık!" gibi tatlı, eğlenceli, dost ve masum oyunlarla sarmaş dolaş vakit
geçirirken görmek isteriz: Alt alta, üst üste boğuşurlar ve dalaşırlarken
değil. .. Harp zaten, Nasrettin Hoca'nın at üstünde, kavut denilen şekerli unu
yemesi gibi bir şeydir, ağzına atmadan çoğunu yel kapıp götürür. Hocayı bu
halde görenler sormuşlar: "Ne yiyorsun?", "Bu gidişle hiç!"
demiş. Bir şairiniz de en büyük cihangire karşı; filozofa "zafer veya
hiç" dedirtmemiş miydi? Hangi Fatih'in elinde istila ettiği ülkeler tapulu
kaldı? Hangi cihangirin imparatorluğu ayak üstünde durabildi? Hangi zafer tam
ve ebedi oldu? Buna rağmen, hâlâ içinizde bütün eski ve yeni tarihin hatalarını
tekrarlamak isteyenler, kan dökmeye can atanlar var.
Bunlardan birine demelisiniz ki:
"Eski Roma İmparatorluğu'nu kurmak istiyormuşsun; haritası
hazırmış; alâ, fakat ewela kurulmuş olanlardan elinde arta kalan biçimsiz
parçanın haritasına bak. Yolunmuş koçandan farkı yok... Bunu ibret gözüyle gör
de aynı akıbete uğrayacak olan yenisini kurmak zahmetine bari katlanma!"
Ötekine de söylemelisiniz ki:
"Daha yirmi sene geçmedi; bıyıkça değil ama, idealce sana
benzeyen, hem Allah için, senden daha su katılmamış, soyu sopu sicilli bir
Cermen, yıldırım harbine ve dünya dik20
tatörlüğüne inanmıştı. Bugün el aynası kadar bir ormana gizlenmiş,
ağaçlara yıldırım düştükçe kendi hatasını hatırlayıp içini çekiyor ve senin
hatanı düşünüp gülümsüyor. Sözünü kılıçla dinletememişti; şimdi belki
dinletirim diye sakal bıraktı ama nafile... Onun bu günahkâr derviş çehresi
sana bir ibret dersi değil midir?"
Hülasa:
Dünya denilen insan tımarhanesinin ıslahından ümit kesilmiştir; ne
yaparsanız yapınız; ister her adam başına bir top yapıp ve mermi diye içine
koyup birbirinizin başına atınız; ister toprağı oyup eşeleyip yer dibinde mekân
tutunuz ve gel zaman, git zaman köstebeklere dönünüz; ister yeryüzünden
elinizi, ayağınızı çekip kartal sürüleri gibi göklerde dolaşınız ve dağ
tepelerinde yuva kurunuz; ister kendinizi çelik derili balıklara benzetip köpek
balıklarıyla haşır neşir olunuz; zararlı, lüzumsuz, saçma, çılgın ne varsa
yapınız. Yalancı dünya cennetini sahici ahret cehennemine hasret çektirecek
vaziyete sokmak için elinizden geleni arkanıza koymayınız.
Biz karışmayacağız.
Zaten son emir de verildi.
Artık yapacak işi kalmayan ve sizin yaptıklarınıza bakıp aklı
zıvanasından çıkan şeytanı geri çektik; tedavi altına aldık. Gök hastanesinde
insanlardan yaka silkiyor ve rüyasında dünyayı gördükçe silkinip kendisini
yerden yere atıyor; hastabakıcı meleklerin içleri hun oluyor.
Baki, ne haliniz varsa görünüz, behey akıllı izansızlar!
münakalat: ulaştırma
muhaberat: haberleşmeler, yazışmalar
vâsıa: geniş
muvazene: denge
murabba: kare, dört köşeli
ferih fahur: sıkıntısız, bolluk içinde
nazariye: teori, kurarn
1 Elcezau min cinsil amel: ceza arnelin cinsindendir.
Machiavel’e Birinci Mektup
Fena şöhretli yaman üstat;
Misilsiz bir sanat ve irfan beldesi olan Floransa'da doğmuş; birçok
ikballer, idbarlar1 görmüş, düşe kalka, benim gibi ömrünü bir
ateşli hastalık halinde geçirdikten sonra yine bu şehirde ebedi ve sabit uykuna
varmıştın. O taraflara uğradığım zaman mezarını ziyaret etmediğime şimdi pek
üzülüyorum. Fakat ne yapayım ki, seyahatim senesinde yine ismin geçmekle
beraber tavsiye ettiğin yalana müstenit2 hükümet
idareciliği henüz bu derece revaç bulmamıştı.
Yani, o senelerde müstakbel talebelerin henüz orduda sarı çizmeli
Mehmet Ağa, sen de kitabıyla amel edilmez bir iltifattan düşmüş hocaydınız.
İşitirdik: Machiavel adında biri gelmiş, birkaç eser yazmış, devlet adamlarına
öğüt vermiş, “yalansız memleket idare edilmez!" demiş, göçüp gitmiş. Bu,
türbe ziyareti için bir sebep teşkil edemezdi. Onun içindir ki, esasta bir
Etrüsk, yani Anadolulu şehri olan Floransa'da müzeleri gezmiş, mermer ve mozaik
tezyinatı3
seyretmiş; bir zamanlar tezgâhlarında dünyanın en iyi çuhasını, en nazenin
kadifesini ve en ince ipeklisini işlemiş olan bu şehrin MichelAnge, Leonardo da
Vinci, Dante ve Boccacio gibi dâhiler yetiştirdiğini de düşünerek kendimi
sanata ve güzelliğe vakfetmiştim. Politikayı ve seni düşünememiştim.
Bahsettiğim devirde hükümet başında bulunanların bir yalanını, bir
fitnefücurluğunu yakaladık mı, hep birden bağırırdık:
"Machiavel’den ders almış, Machiavelism yapıyor; Machiavellik bir
siyaset takip ediyor, vurun kahpeye!"
Kıyamet koparırdık; yer yerinden oynardı; senin adına ve kitabına uygun
iş gören politikacının eler tutar yerini bırakmazdık. Zira yalanı, dolanı daha
kanıksamamıştık; yalan söyleyen kızarır, yalan dinleyen kızardı. İtalya’da ve
Almanya’da yalancılık için birer propaganda nezareti kurulmamış olduğundan
beşerin ar ve haya damarları henüz çatlamamıştı.
Hükümet işlerine, şurada burada yine bir nebze yalan karışıyordu, ama
bu, devede kulak, filde göz, üzümde çekirdek, tereyağında kıl kabilinden hiç
mesabesinde idi; yer tutmaz, ağır basmazdı. Dünyanın bu kadarcık yalana
tahammülü vardı.
En meşhur yalancı devlet adamları bütün ömürlerinde nihayet birer
ikişer yalan söylemeye muvaffak olabilirlerdi. Bismarck’ın telgrafı, Wilhelm’in
mektubu gibi ... Hemen hemen istisnasız umum kalyan başvekilleri de yalan sever
adamlardı; lakin her birinin hissesine ancak bir tek büyük yalan düşebilirdi;
arkasından kendileri düşerdi. Hülasa yalan mayası dünya gölünü tutmamıştı.
"Ey, şimdi ne oldu, göl yalan yoğurdu mu kesildi?"
diyeceksin. Kalk, kalkamazsam hiç olmazsa başını kaldır, onu da yapacak halde
değilsen kulağını ver, dinle. Memleketinde duyduğun şu uğultu, şu sağır edici
şamata, şu laf çağlayanı yok mu, işte o, baştan başa yalandır. İstediklerin
fazlasıyla oldu, dünya yalan içinde yüzüyor, kalya ise yalana boğuldu; her gün
makarnadan fazla yalan yutuyor!
"Dört yüz şu kadar senedir toprağın altındayım, dirilerin halinden
haberim yok," deme, inanmam. Nasıl inanahilirim ki, sen hayatında yalana
en yüksek meziyeti vermiştin. "Hükümet yalanla kurulur, yalanla yürür ve
yalansız kalınca ölür," demiştin. Yalana bu derece gönül bağlayan bir
adamın öbür dünyadan bile gelse sözünden, yine şüpheye düşülmez mi?
Benden hazzetmeyeceğini biliyorum, perilerimiz uymuyor, zira yalan ile
başım hiç de hoş değildir. Filvaki yaş ve tecrübe artık kadıya kör kadı
dedirtecek kadar bende lüzumsuz ve zararlı bir doğruluk bırakmadı; fakat senin
istediğin bu değildir; kör kadıya badem gözlü demekliğimdir ki, o derecesini
fakirden umma! Ona evvela kısaca kadı derim, kızdırırsa şaşı derim; susarım. En
iyisi miyoptan öteye geçmemektir. Ölümlü dünyada ancak çaresi bulunacak özür ve
kusurları söylemeye mesağ4 vardır. Bilhassa hükümet işlerinde körün:
"Vay, bana mı miyop diyorsun?" diye kusurunun bu derece
küçültülüşüne bile razı olmayıp kabadayılığa kalkışması ihtimali çoktur. O
zaman, "Halisane bir fikirle söylemiştim, gözlük takmanızı tavsiye
edecektim," der, bir uyuşma çaresi bulursun.
Ne ise, maksadım, sana akıl öğretmek değildir; senin öğretip gittiğin
akıldan şikâyettir. Dört asır evvel insanların fikrine diktiğin zehirli fidan
asıl bugün dalbudak saldı. (Hoş, o toprak buna pek de müsaitti ya...) Mezarında
böbürlen dur: Vatandaşın Markoni bir makine icat etti, adına radyo diyorlar;
bunun kadar yalancılığa elverişli bir alet bulunamaz. Zira söyleyen ile
dinleyen karşı karşıya gelmedikleri için yüz kızarması korkusu yok.
Doğrusunu istersen (kendi hesabına herhalde istersin) dünyanın son
icatları hep yalana revaç vermeye ve yalancılığı korumaya elverişli şeylerdir.
Mesela telefon nedir? Bir kıtır atma aleti. .. Hatta, esasta doğruyu bildirmek
için kurulmuş olan gazetecilik de şimdi bir yalan yayımı vasıtası oldu ve öyle
olalıberi sürümü arttı. Fotoğraf ki, hakikati aynen çekmeye yarardı, bugün, bin
türlü orostopoğlulukla, "dekupaj" ve "rötuş" ile yalancı
vesikalar haline sokuldu. Mesela benim kafamı alıp vücudu vücuduma uygun bir
Meksikalı hayduta ekliyorlar, bakıyorum ki elimde, ağzımda duman fışkıran bir
piştov, çoluk çocuk sekiz, on kişiyi kan revan içinde yerlere serip dağ yolunu
tutturmuş, gidiyorum! Sen ol da, gel bu münasebetsizliğe kızma!
Zaten sinema metre, hatta kilometre ile satılan bir uzun kuyruklu yalan
şeridinden ibarettir; boşanmak bilmeyen yalan makarasıdır. Saray gösterirler,
mukavvadan yapılmıştır; avize asarlar, uçurtma kâğıdından ... Mrika Çölü, Sen
Nehri kenarında bir dönümlük tarladır; Himalaya Dağı sandığın iki arşın boyunda
çakıl taşı yığın ı. .. Okyanusta batan gemi bir kâse su içinde yüzen oyuncak;
tufan zannettiğim terkos musluğunun açılması! Yalan tekniğini öyle kemale
erdirdik ki, artık yiyip içilen de yalana inhisar etti.
Bunu mecaz manasına söylediğimi sanma! Keşke, imkân olsa da yeryüzüne
bir daha gelseydin; koluna girip seninle bir Almanya'yı dolaşsaydık; bir yemek
yedirseydim; yalancılığın terakkisine parmak ısırır, yuttuğun et, balık ve
ekmeğin talaştan yapıldığını öğrenince çatal bıçağı da yutardın... Öyle
şaşardın! Yut, korkma, onlar da mukawadan mamuldür, hazmı mümkündür.
Ya avucuna, senin bildiğin çil çil altınlar yerine bir deste kâğıt
sıkıştırsaydım? Gözlerin faltaşı gibi açılırdı:
"Bravo," derdin. "Devletçilik benim tavsiye ettiğim
yalanı demek bu mertebeye ulaştırdı, halka sarı liralara bedel şu soluk
kâğıtları, şıkırtı yerine hışıltıyı yutturdu... Tekrar ölsem de gözüm açık
gitmez!"
Evet, keşke yeniden dirilip koluma girseydin, sana daha ’ nelerden
haber verir, neler gösterirdim. Ewela, yalancıktan harp seyrettirirdim.
"Her şeyin yalanı olur, ama harbin olmaz, bu benim aklımdan
geçmemişti!" diyeceğini biliyorum. Hakkın var, bu sade senin değil,
iblisin de aklından geçmemişti. Öyle olmakla
beraber yetiştirdiğin talebeler, bunu buldular ve yaptılar; sinir harbi, radyo
harbi, propaganda harbi, yıldırım harbi, avurt zavurt harbi, masaldaki
"Çıkayım mı?" harbi... Ya renklisine ne buyrulur: Beyaz harp.
"Bunlar da nedir, ne biçim harplerdir? Bizim bildiğimiz harbe
böyle isimler konmaz, muharebe yapılmazdı, her millet kendi itikadınca bir
Allah’a sığınır, kalkanına, kılıcına, bazusuna güvenir, ortaya atılır, ölen
ölür, kaçan kaçar, bir taraf kazanır, öteki yenilir, cerime, cizye, haraç her
ne ise, iş paraya bağlanır, sulh olurdu; yani harp bir müddet olsun
biterdi."
Hayır, şimdi kazın ayağı öyle değil. Orduları mükemmelen hazırlıyorsun,
askeri hudutlara tıka basa yığıyorsun, keenne5 sahici harbe
girecekmişsin gibi her şey tamamdır, fakat ondan sonra oturuyorsun koltuğa,
açıyorsun radyoyu, veriyorsun santurluyu, atıyorsun kıtırı ... Ha babam ha! Ha
babam ha! Bir yaylım ateş yalandır gidiyor; batarya ile yalan atışı... Göbels
topa tutuyor; Gayda duman attırıyor; Ribentrop zehirli gaz fışkırtıyor, Ciano
bombardıman emri veriyor; bir sarsıntı bir yaygara, bir h ücum ki,
mahaşarallah!
Fakat bu isimlerini saydıklarımı belli başlı ordu kumandanlar, şöhretli
generaller, şanlı zabitler sanma. Sadece politika çığırtkanlardır; masabaşı
fedaileri, maroken koltuk silahşörleridir. Sulh isteriz derlerse yalandır; harp
yapacağız derlerse kuyruklu yalandır; ne derlerse hulasası fili yuttu bir
yılandır; dünyayı yutacak bu yılan İtalyandır, Almandır.
"Peki," diyeceksin, "yalanlarla ülkeler fethediliyor
mu?” Evet, Sinyor Machiavelli, sen de şaş, ben de şaşayım; komşu memleketler
sapır sapır dökülüyor. En önce Avusturya bir içim su gibi yutuldu; sonra
Çekoslovakya hapı yuttu; Arnavutluk ise kunduralarını ararken tankı alan İşkodra’yı geçti. Macaristan’ın da eli
kulağında gibi görünüyor. İşte, sana
sinir ve radyo harbinin zafer bilançosu! Bak, kuru gürültü ve yüksekten atılan
palavra ile ne ülkeler yutulurmuş...
Korkarım sen de hayretinden, başka bir şey bulamayıp küçük dilini
yutacaksın! Haklısın! Hakiki harp bu kadar yer kazandıramazdı; yalancısı
gerçeğinden vergili çıktı.
Ama muzafferiyet senindir, zafer kocası sensin.
Bu şansız, şerefsiz, haysiyetsiz gürültüye pabuç bıraktırma harbi senin
prensibinin azman bir şeklidir.
O marifetleri yapanlar, tuhafı Yahudi düşmanlarıdır. Halbuki asıl
Yahudi dalaveresi bu işlerde, işi gürültüye getirmeye derler. Çocukluğumdan
bilirim, sünnet olurken hokkabazların avaz avaz haykırıp tepinmesinden, başıma
geleni anlamaya mecal bulamamıştım. Cismim canımdan ayrılmış, lakin feryadım
yaygaraya karışmıştı. Tıpkı hayati sahaya isabet eden devletlerinki gibi...
Meğerse radyo sinir harbinin iptidai şekilde âlâsını Çiçekçi ve Karanfil
oğulları, deniz böceği kabuğundan borularla muhallebici İstanbul çocuklarına
yaparlarmış!
"Peki," diyebilirsin. "Bu yalanlar neden bu kadar
tuttu?"
Sualin naziktir. Hele bir düşüneyim de kısmetse haftaya cevabını
veririm; hem bir miktar daha konuşmuş oluruz.
Yalancıktan ellerini öperim, siyasi yalancılık üstadı ve piri, efendim.
idbar: talihsizlik
müstenit: dayanan, yaslanan
tezyinat: bezekler, süsler
mesağ: izin
keenne: sanki
Machiavel’ e İkinci Mektup
Niyetim seninle bugün politika konuşmaktı; dünya ahvalini biraz daha
deşecek, dert yanacaktım; fakat vazgeçtim. İnsan şaşkınlıkla bir gaf yapar,
zaten sinirler gergin. "Hah," derler. ‘İşte kabahatliyi bulduk;
dostluk münasebetlerine nifak sokan, siyasi havayı bozan oymuş!" Arada
kaynar, gidersin.
Sular bulandı mı matbuat denizinde balık gibi uluorta yüzmekten
çekinmelidir.
Filvaki sana göre hava hoş; ununu elemiş, eleğini duvara asmış, daha
doğrusu şu yalan dünyadan elini, eteğini çekmiş; en sağlam sığınağa çoktan
kapağı atmışsın; canavar düdüğüne aldırmazsın; bizim, henüz kulağımız kirişte
ve yüreğimiz endişede... Harp çıkarsa, dinamit, levizit, iperit, hatta lekeli
bit, böyle it kafiyeli veya başka kafiyeden bin türlü vesait, ne felaketlere
maruzuz! Asanlar eski harplerde sadece silah yarası alırlardı, ölseler de temiz
bir hava içinde son nefeslerini verirlerdi; şimdi, ayrıca, ciğerlerine zehirli
gaz da dolduruyorlar ve cilderine kemirici yağ da döküyorlar. Geçen gün Tan bu
gazların ve yağların cinslerini ve isimlerini sayıyordu: Patlıcan yemekleri
kadar çeşitli!
Hey gidi günler hey! Eskiden maskeyi karnaval mevsiminde
"konfeti" yağmurları ve "serpantin" çardakları altında
eğlenmek için takardık; takınca keyfimizden dans ederdik; havamız biraz ter,
çokça pudra ve bol lavanta kokardı; maskara olduk derdik, gülerdik. Şimdi
burunlarının ucu karınlarına yapışmış, dev gözlü nargile gurultulu bir
beşeriyet, sıçan deliği bin akçeye, borumdan sarnıca, sİperden hendeğe, yıkıcı
bomba sağanakları ve boğucu gaz sisleri arasından telaşla koşuşup kaçışırlarken
yine bir karnaval manzarası. .. Fakat tüyleri diken diken eden korkunç, müthiş
trajik karnaval! Bir cins gaz atıyorsun, halk kahkaha içinde kıvranıyor; bir
gaz daha serpiştiriyorsun, bir ağlamadır tutturuyor; sonra, yerlere seriliyor,
depreşe depreşe can veriyor.
Hayal hassası 1 en kuvvetli, geniş ve zalim olan bir
muharrir2
bile bu kadar ürkütücü bir sahne tasa^^r edememiş, böyle toptan bir İşkenceyi
aklından geçirememiştir.
İşte, ancak ok ve kargı ile harp etmiş olan biçare dedelerimizi hâlâ
"barbar" adıyla anan yirminci asır medeni insanlarının savaş sistemi!
Dünya tarihini sonradan gelenler değil de çoktan gelip geçmişler, cedlerimiz
yazsalardı, herhalde barbarlar devrinin yerini değiştirirler; 1900'den ötesine
yerleştirirlerdi. On dokuzuncu asır sonunda "dumdum" kurşunu
kullanmak zulüm sayılmıştı; bugün o kurşun, gökten yağan kudret helvası kadar
bize hafif ve lezzetli görünüyor!
Dinamiti icat eden, zebaninin bıraktığı servetle sulh mükâfatı tesis
eden bir insanlıktan ne beklenir? Çekiver kuyruğundan!
Sen politikacılara yalan nasihat ve vasiyet ettiğin zamanlarda bu yalan
yüzünden çıkacak harp şimdikine kıyasen nihayet bir mahalle kavgasından, zabıta
vakasından ibaretti; öylesini asrırnızda Şikago haydutları saat başı yapıyor.
Koca Napolyon'un Moskova üzerine sevkettiği ordudan büyüğünü bugün bir sinema
"rnetöransen "P daha maharetle idareye muktedir... Masrafı da çok
fazla! Senin devrinde yalan, dolan tavsiyeleriyle yürüteceğini sandığın
Floransa Dükalığı topyekûn, bu devirde Berlin 'in bir kenar mahallesi kadar
nüfusa malik değildi. Şarlrnan ve Şartken diye azametleri tarihe yer etmiş
imparatorlar yok mu, şimdi Londra belediye reisinin nüfuzuna bile sahip
olmamışlardı; bilhassa iktisaden ... Artık sayılı modern diktatörlerin
kudretlerini düşün.
Bu itibardadır ki, politikada yalanın zararı o nispette arttı; zaten
ismi de değişti; yeni soyadı adı: Blöf1 Yazık ki, sen yalana yine yalan dedin,
böyle bir yaraşıklı tâbir bularak onu kibarlaştıramadın; utanmadan söylenilir
ve yakalanınca işin içinden adanmayarak çıkılır hale sokamadın. Şimdi:
"Yalan söyledim, yutmadı!” demiyoruz. "Blöf yaptım, tu
tmadı!” şeklinde hayasızlığımızı kızarmadan bir şifre ve "rerniz”le
uluorta anlatabiliyoruz; hatta buna bir zarif tebessüm ekliyoruz;
karşımızdakiler de tatlı tatlı gülümsüyorlar.
Maamafıh, düşünüyorum ki, sen kendini müdafaaya kalkışmak istersen
bana, pekâlâ bir cevap verebilirsin, şöyle diyebilirsin:
"A faziletli veya fazilet satıcı evladım! Yalan, cinsimizin en
esaslı hassasıdır; insan yalancılığı nispetinde sair hayvanlardan ayrılır,
yalnız natıka ve ağlayıp gülme cihetinden değil...
Hem bunu sade ben iddia etmiyorum. La Bruyere: 'Adem oğlu, fıtraten
yalancı doğar,' dememiş miydi? ‘İnsan, hem kendisine, hem başkalarına karşı
ikiyüzlülükten, hüviyet telıdilinden ve yalandan ibarettir,' diyen meşhur
Pascal'a ne buyurursun? Benim gibi bir şöhretli diplomat ve muharrir, Chateaubriand:
‘Çok tekrarlanan yalan sahici olur!' hükmünü vermemiş miydi? Hatta Georges Sand
bu illetimizi tevil maksadıyla: ‘İnsanlar
felakete düşmüş bir unsur olduklarından dolayı kendilerini aldatmak, oyalamak
için yalan söylemek ihtiyacını duymuşlardır,' diye yazmamış mıydı? Bütün
bunları unutup ne sebeple yalnız benimkileri diline doluyorsun?
Şu sebeple:
Onlar gördüklerini söylemekle kaldılar; sen yalanı devletçilik
düsturunun ilk maddesi yapıp kanun şekline soktun ve fetvasını verdin.
Yalan lehinde bir söz, aleyhinde bin söz söylenmiştir. Mübah görenlere
de rast geliyoruz; lakin ‘“farzıayn”3 diye yalnız
senin yakılası “ilmihal”inde4 yazılmış, bu müfsitlik5
senin kaleminden çıkmıştır. Ha, yakılası dedim de hatırıma geldi, son bir
emirle memleketinde kitaplarının satılması ve okunması yasak edildi. Sağ
olsaydın başına geleceği görürdün; ecelinle dört yüz sene ewel rahat döşeğinde
gözlerini yumduğuna bir yat, bin şükret. Orada gözden düşenlerin sadece pabucu
dama atılmıyor, dam da başına göçertiliyor. Senin devrinde bu papucu yalnız
eline vermişlerdi.
Ölülerin öldüklerine pişman olmayacaklar bir netameli senedeyiz. Bana
sığınaklarından: “Nasıl, dünyaya ka
zık kakmak istiyordunuz, şimdi fitili aldınız mı?" diyorlar ve
halimize sırıtıyorlar gibi geliyor. Karacaahmet servilerinin altındaki radyo
erişemez ve gazete girmez, bilhassa tehdide metelik verilmez sakin ülkeye bir
sene muteber, dönüş vizeli pasaport verilebilseydi, Üsküdar iskelesine şirket
vapuru değil, transatlantik işlerdi!
Kitaplarının yasak edilmesi sebebi henüz belli değil. Fakat,
zannederim, zamaneye tatbik edilip çok noksan ve pek kusurlu olduğu
görüldüğünden ya daha selahiyetli bir kalemle yenisi yazılacak veyahut birer
kere de Berlin ve Moskova akademilerine arz edilip ilaveli nüshalar basılacak.
Senin bahsettiğin yalanlar yalın katlıydı; bugün siyaset aşçıbaşıları
katmerlisini açıyorlar; pakt böreği diplomat ziyafetlerinin baş yemeği. Önce
onu yutturuyorlar; puf böreğinin daha hafifi, o kadar hafifi ki, püf böreği deseler
yeri var!
Türkçemizde “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar," diye bir atalar
sözü geçer. Bu, eski zamanlar için söylenmiş, şimdi doğrunun mumu bile
olacağından şüphem çok. Darbımesellerimizden 6 asrımıza
en fazla uyanı “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar," sözüdür. Buna
şöyle bir ilave bile ister: " ... Onuncusunda da kafasını, gözünü
yararlar!"
Bence insanın doğuşunda mevcut olduğu söylenen yalan daha ziyade kendi
kendisini aldatmak hususunda kullanılırdı; ancak dejenere olarak başkasını da
aldatmak İstidadını göstermiştir. İnsan esasta yalancı değildir, kendisini
aldatıcıdır. Kendi uydurmuş, kendi inanmış ve o yüzden bir nevi rahatlığa
kavuşmuştur. Optimist, yani tesellisini bulan adam, kendisini büyük bir
maharetle aldatmaya muvaffak olan bir bahtiyar kimse demektir.
Böylelerine her yerde rast gelinir. Ben şu günlerde o bilkatteki
ahhapların meclisine can atıyorum ve kendisini aldatıştaki cerbezesinden7
zevk alıyorum. ^h, görsen, gazeteyi açtı mı en korkunç haberlere bakıp bakıp
gülümsüyor ve "Hepsi blöf, hepsi laf, her taraf süt liman!" diyor.
Oh, yavaş yavaş bana da bir ferahlık geliyor. Bu adamın maksadı karşısındakini
aldatmak değildir; kendi kendisini aldatmak için yeni takviye kuvveti
aramaktır.
"Peki ama," diyorum. "Bütün ihtimallere rağmen harp
patlayıverse?"
Onun da kolayını buluyor, parmağını haritanın bir ucundan öte ucuna,
yukarısından aşağısına götürüyor; azıcık burada duruyor, azıcık şurada; sonra
birkaç daire, birkaç müselles8 de çiziyor: "Bam! Bum!" Bir de
bakıyoruz ki, savaş şıppadak sona ermiş. Gelsin mütareke ve sulh şartları:
Başkasına bir dakika olsun rahat nefes aldıran bu zat, takdire
layıktır; binaenaleyh fıtrat insanlara kendilerini aldatış kabiliyetini bir
lütuf olarak İhsan etmiştir; biz bu lütfu bir başkasını zarara sokmak şeklinde
yalancılığa dökerek suistimal etmişiz.
Sen de tutup o kötü huyu devlet idaresinde düstur mertebesine
çıkartmışsın!
istediğin fazlasıyla yapıldı. Artık yalan tecrübesi yetişir, biraz da
doğruyu sınayalım.
Zira yıllardan beri dip lo matlar iki kısım olup bir taraf
"aldattım, aldattın, aldattı, aldattık, aldattınız, aldattılar"; öbür
taraf "aldandım, aldandın, aldandı, aldandık, aldandınız,
aldandılar..." şeklinde aldatmak ve aldanmak fiillerinin bütün sigalarını
sayıp döküyorlar. İşte asıl vaziyetİn hulasası!
Hep bir ağızdan söylenen bu münasebetsiz politika temrinine son
verelim.
hassa: özellik
muharrir: yazar
1 metteur en scene: film yönetmeni (fr.)
farzıayn: her kulun yapması gereken ödev
ilmihal: dini kuralları öğreten kitap
müfsit: arabozan
darbımesel: atasözü
cerbeze: kurnazlık, hilekarlık
müselles: üçgen
Dönün Kuşlar, Dönün Geldiğiniz Yere
Geçen gün, yeşermiş Çamlıca tepelerine uzaktan bakarken gözüme
iliştiniz; büyük bir kafileydiniz, güneşle karşılaştıkça ak bir şimşek gibi
çakıyor, sonra beyaz kıvılcımlar döküyor; loşluğa girince dağ başı dumanı gibi
eriyor, buğuya dönüyor, görünmez oluyordunuz. Bazen geniş, yumuşak kollar gihi
açılıyor, uzuyor, yaylaşıyordunuz; bazen dertop olup havada çiçek açmış bir
tombul elma ağacına benziyordunuz.
Bazı kere de düz çöllere dalmış bir deve katarı gibi arka arkaya
diziliyor, göklerin bellisiz ince kumlarında sessiz adımlarla yürüyüp, durur
gibi göründüğünüz halde biteviye ilerliyordunuz.
Size bu yıl "Safa geldiniz, safalar getirdiniz leylekler!"
diyemeyeceğim. Diyebileceğim şudur: "Dönün kuşlar, dönün, geldiğiniz
yere!"
Evet, dönünüz kuşlarım, dönünüz, bedeviler diyarına!
Zira Avrupa'da yine harp çıktı; ne gökte rahat, ne yerde huzur, ne su
üstünde emniyet, ne deniz altında selamet... Sulh arılarının doldurduğu
petekleri cenk ayıları yutuyor; mamure1 parklarında
harp filleri karınlarını doyuruyor. Tarlalarda yine orak yerine mitralyöz
çalışıp başak diye baş biçiyor, sapan yerine tank işleyip demet diye ceset
yığıyor!
Nereye gideceksiniz? Aşina ovalarınızı görseniz tanıyamayacaksınız;
Vistül kenarındaki tünediğiniz bacaların yerinde yeller, dibinde kıvılcımlı
küller esiyor; içlerinde salma salma gezip dolaştığınız Fin göllerinde cesetler
yüzüyor, suların tüyleri ürperip kamışların dizleri titriyor, nereye?
Dönün kuşlar dönün, burda vefa yok;
Eski temiz sular, öyle hava yok;
Feryadıma karşı aksisada yok;
Bu yangın yerinde soğuk kül vardır.
Yine şairin dediği gibi:
Yüce dağ başında siyah tül vardır.
İşte, Avrupa tablosu budur!
Siz geriye dönünüz ve ters yüzü, bizi bırakıp giderken akbaba
sürülerine haber salınız, baykuşlara müjdeci yollayınız. Deyiniz ki: “Avrupa’da
beklediğiniz ziyafet sofraları ve felaket kürsüleri yine kuruldu; didiklemekle
bitmeyecek kadar ceset boldur, konmakla tükenmeyecek kadar harabe çoktur. Tıka
basa yiyiniz ve tıkanıncaya kadar örtünüz!"
Evet, nereye gidiyorsunuz, ey deryadil kuşlar? Dere kenarları; artık
tulua2
bakarak, gagalarınızla nargile höpürdetecek kadar keyifli ve ocak tepeleri;
gurubu seyrederek yine ağızlarınızla tespih çekecek kadar huzurlu değildir.
Aldanmayınız. Boş sandığınız yeşil ekin tarlaları altında tepeden tırnağa kadar
silahlı adamlar kaynaşıyor; göremezsiniz: Çiçek açmış bahar ağaçları arasında
havan toplarının vahşi derileri gibi renk renk dövmeli bedenleri saklanıyor.
Toprağın içi, eskiden, henüz işlenilmemiş demir cevheriyle doluydu;
şimdi bu madenler fabrikalara girip çıktıktan, silah şeklini aldıktan sonra
tekrar yere gömüldü, yeraltları madenlikten çıkıp hazır silah depoları oldu.
Şayet bu harp aletleri, tabiatın feyzine uğrayıp filiz verebilseler, Avrupa'nın
üstünü her dalı mermi fırlatan ve her yaprağı kurşun sıkanpolat kabuklu bir
balta girmez baobab ormanı kaplardı. Gök ise, artık yumuşak tüylerinizin haz
ile süründüğü ferah bir boşluk değildir. Azrail civcivlerinin kanatlanıp
dolaştığı ölüm sahasıdır. Şayet cenk birkaç yıl daha sürerse geceleyin
yıldızlarla, gündüzleri güneşle aranıza, yanardağı uğultusu koparan çelik bir
bulut gerilecek... Bir bulut ki, her zerresine bir tayyare gizlidir, rahmet
yerine iperitle doludur ve düşen her damlası, yakıcı, yıkıcı veya zehirleiyci
bombadan başka bir şey değildir.
Dönün kuşlar, dönün, geldiğiniz yere!
Biliyorum, içi henüz ayrıldığınız Nil ve Fırat kenarlarının, Alrika
göllerinin rahat ettirici sükûnuyla dolu gözlerinizi yüzüme dikip beni hayretle
dinliyorsunuz ve insanların hayvan aklına bir türlü sığmayan hudutsuz,
izansızlığına şaşıyorsunuz. Siz dünya görmüş, tarih ülkelerinde dolaşmış ve
eski medeniyet eserleri üzerinde, bütün kış düşüncelere varmış filozof ve
tecrübeli kuşlarsınız. Mehtaba bakıp dalışlarınızdan şairliğine, akşam ezanı
yuvalarınızda kamet getirip, iki diz üstü çökerek rükûa hazırlanışınızdan
müminliğinize inanmaktayım. Avrupa artık size yurt ve yazlık olamaz.
Sizin asırlardan beri, bir arada haşır neşir olup derelerinde kurbağa,
tarlalarında böcek avladığınız, bacalarında mesken kurup nesil yetiştirdiğiniz
ve çalışkan hayatlarına yüksek yuvalarınızın kenarından ve yüksek bacalarınızın
üstünden bakıp muhabbet duyduğunuz Avrupalı insanlar, o bildiğiniz insanlar
değildir. Suratları da, siretleri 3 de
değişti. En çirkin kuşlardan daha korkunç olan maskeli yüzlerini görseniz
iliklerinize kadar titreyip bir fersah uzağa kaçarsınız. Yeraltı
koridorlarından suni hava teneffüs edip, uydurma gıda alarak, eşinden ve
yavrusundan uzak, acıklı yaşamalarına baksanız hayvan kaldığınız ve bu
münasebetle istila gören insanlardan çok fazla hürriyete malik olduğunuz için
hep bir arada, başlarınızı göğe kaldırıp gaga çarparak Tanrı'ya şükran marşı
çalarsınız.
Artık, sakin gecelerin koynunda, ışık içinde cıvıldayan hangi şehir ve
hangi şen ve emniyetli köşe bulup da yavru çıkaracaksınız? İnsanlar bile kendi
yavrularını yuvalarından alıp elleriyle ücra dağ başlarına taşıdılar; ana
kucağından koparıp gurbet yetimhanelerine kapadılar. Şimdi, insan yuvalarına da
hışıldayarak tepeden inen bir nevi fen yılanları musallat! Avrupa, sizin Afrika
ve Asya ormanlarınızdan daha karanlık, korkunç ve muhataralıdır.4
Kaplanlarla, engereklerden daha insafsız canavarlarla çevrilidir.
Dönün kuşlar, dönün, geldiğiniz yere!
Bahar, asıl oralardadır, asıl oraların:
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır;
Ormanlar koynunda bir serin dere, Dikenler içinde sarı gül vardır.
Burada, başımıza sümbül yerine miğfer takıyoruz, ormanlar koynunda
siper kazıyoruz, serin derelerden lav akıtıyoruz ve dikenler içinde gül değil,
yaralı ve ölü arıyoruz ... Vahşiler diyarında top uğultusu duyulmuyor, radyo
narası işitilmiyor; gökten bomba yağmıyor ve yerde lağım patlamıyor. Orada
henüz bir Varşova, bir Vilpuri, bir Helsinki yoktur. Henüz denizleriniz
mıknatıslı mayınlarla bezenmemiş, karada Maginaux hatları ve bulutlar arasında
hava barajları kurulmamıştır. Sularınızda, topraklarınızda ve göklerinizde
henüz sulh hüküm sürüyor. Marsın borusu ötmüyor. Elektrik türbinleri çevirmeyen
hür nehirler ve bentsiz çağlayanlar kenarına diziliniz; altına top gizlenmemiş
korku vermez ağaçlara tüneyiniz, zehirli gaz ve barut yayılmamış bir hoş kokulu
vahşi tabiatın gönül rahatlığı veren iliğini eminiz! Çökmüş medeniyetlerin
rahat ettirici harabeleri dururken çökmeye yüz tutmuş bir aksak medeniyetin
volkanlı toprağında işiniz ne?
Dönün kuşlar, dönün, geldiğiniz yere!
Biliyorum, siz asa yerine sivri gagalarınızı vura vura giden görgülü
dervişler, gün görmüş tecrübeli seyyahlarsınız, sufiyyundan 5 ve
felasifedensiniz,6 sizinle ilim ve irfana dayanan
sohbetlerde de bulunabilirim. İnsanlığın arkasında kırk asırlık bir mazi var;
her alete, her vasıtaya, her kudrete malik olduğumuz, bilhassa kıskanç ve
meraklı yaratıldığınız için yerleri eştik, granit lahitleri deldik, devirleri
geçmiş yazılan söktük; öğrendik ki, bizden önce kaç medeniyet böyle çürüyerek
çökmüş, yerin dibine göçmüştür. Sizler, leylekler, geçtiğiniz tarihi yollarda
gözlerinizle görmüş, ayaklarınızla çiğnemişsinizdir. Eski zamanların Paris,
Londra, Berlin ve Romaları üzerinde şimdi dağ keçileri otluyor ve Semiramis’in
asma bahçelerinin yerinde deve dikenleri bitiyor. İskender’in mezarı bile belli
değildir; Cengiz’in kabrini bilen yok; Attila hangi isimsiz dere yatağında
çürüdü. Kubilay hangi Çin Şeddinin altında kurudu? Bizim medeniyetimizin ve
tarihimizin artık bir ayağı çukurdadır. Napolyon, unutulmak için nöbetini
bekliyor ve Yavuz’un kapalı türbesinde şimdiden hayaletler top oynuyor.
Sizi görmeden ewel okuduğum önümdeki kitapta Paul Valery, beni şöyle
tasdik ediyor:
"Biliyoruz ki, tarihin uçurumu bütün dünyayı içine alabilecek
kadar büyüktür ve hissediyoruz ki, bir medeniyet, bir ömür kadar dayanıksızdır.
Karşımızda Avrupa kültürünün sönmüş, yerin dibine göçmüştür. Sizler leylekler,
geçtiğiniz tarihi müşahadesi duruyor. Fen, morale hizmet etmek gayesinde iflasa
varmış ve zulme alet olarak kullanılmasından dolayı da şerefini kaybetmiştir.
Geminin sarsıntısı o derece kuwetli olmuştur ki, en sağlam asılmış lambalar
bile, sonunda yerlerinden kopup devrilmiştir."
Dönün kuşlar, dönün, geldiğiniz yere!
Bu yıl geldiğiniz Avrupa, o devrilen ışıklar ülkesidir. Öyle sanıyorum
ki, "sevki tabii" dediğimiz hayvan izanı, bizim taşkın ve sivri
zekâmızdan daha pratik ve faydalıdır. Sizler, leylekler, sulhpervercesine koca
seferler yaparak, bakınız küçük idrakinizle "hayat sahası"
muadelesini bizden, insanlardan daha iyi ve belasız hallediyorsunuz. Dünyaya
hâkim olmak hırsı çıkmaz bir yoldur, bu yolu tutan medeniyetler ve
cihangirlikler tarihin hiçbir devrinde muradına ermiş değildir. Biz bu hülya
peşinde, derin vukufumuza, 1 terakki ve icatlarımıza rağmen çöküyoruz. Biraz
bekleyiniz; nasıl şimdi, kış mevsimi eski Nil ve Fırat mamurelerinin donmuş
sükununda barınıp mesut yaşıyorsanız, yakında Tuna, Ren harabelerinde de yazın
gaga vurup sükunetle, huzurla yavru çıkaracak, mahvolmuş Avrupa medeniyeti
üstünde de nesil üreteceksiniz. Çoğu gitti, azı kaldı!
Bir dakika durunuz, beni dinleyiniz! Şeametli7 8 ülkelere
doğru, habersiz ve endişesiz, yolunuza koyulmadan önce size bu AAvrupa’nın son
yüz günlük bir bilançosunu vereyim: Dört yüz bin Finlandiyalı kar üstünde
meskensiz ve iki yüz bin düşman da kar altında cansız kalmıştır. Halbuki Büyük
Harp, henüz başlamamıştır; başlaması için güzel bahan bekliyoruz! Yalnız,
İngiltere’nin harp masrafı günde on altı buçuk milyon İngiliz lirasıdır; saatte
687,500 , dakikada 11,458 lira...
Yine bu devlete bir tayyareci senede beş yüz bin, bir bahriyeli yüz on
dokuz bin, bir piyade neferi yüz on dört bin franga mal olmaktadır! Buna başka
devletlerinkini de ekleyelim, demek ki, bir medeniyeti yıkmak için günde, el
birliğiyle en aşağı altı yüz milyon Türk lirası harcanıyor!
Avrupa'da kahramanlığın da her moral meziyet gibi değeri olmadığı
anlaşıldı: Finlandiya'ya üç aylık harp yetmiş beş milyon İngiliz lirasına mal
oldu; üstelik küpün içine başı giren ineği kurtarmak için evvela bu başı kesen,
sonra da kesik kafayı çıkarmak için küpü kırmaya mecbur kalan köylüler gibi hem
adam kaybetti, hem arazi. Gösterdiği celadet9 de havaya
gitti. Fakat Avrupa, hâlâ, muharebeyi uzatmak maksadıyla daha kuvvetli setler,
daha dayanıklı bentler, daha uzun petrol yolları, daha geniş kanallar yapmakla,
daha büyük zırhlılar, daha tesirli tayyareler hazırlamakla meşguldür. Yarın
bütün bunlar harekete geçecek ve yerin altını üstüne çevirecek. Avrupa, eski
bir şair lisanıyla size diyor ki:
Bir tutuşmuş âteşim, kurbu10 civarımdan
sakın!
Evet, sakınınız; zararsız, mümin, sulhperver, sevimli leylekler; sizin
burada işiniz yok. Geldiğiniz vahşi kıtalar, bizim bu müflis11
ve mendebur medeni dünyamızdan çok daha rahat, adaletli ve insaflıdır. Siz geri
gidiniz ve yerinize layıkımız olan akbabalarla baykuşları vekil gönderiniz.
Dönün kuşlar, dönün, geldiğiniz yere!
mamure: bayındır yer
tulu: güneşin doğması
siret: karakter, gidiş, hal
muhataralı: tehlikeli
sufiyyun: sufiler, tasavvuf ve tarikat ehli
felasife: filozoflar
vukuf: anlama, bilme, bilgi
şeametli: uğursuz, şom
celadet: yiğitlik, kahramanlık
kurb: yakınlık
müflis: iflas etmiş, yoksun
Harp îlahı ile Sulh Perisi
Sahne: Mehtaplı, rüzgârlı ve yarı bulutlu bir gece altında Varşova
harabesi. .. Havada yangın, barut, kan ve lâşe1 kokusu var; henüz yer yer alevler parlıyor ve
dumanlar savruluyor; ara sıra, sakat bacaların göçtüğü, kilise kulelerinin
devrildiği duyuluyor. .. Şehirde çökmemiş hiçbir büyük bina kalmadığı için
kılıcına dayanarak ayakta duran harp ilahının iri göğüslü, zırhlı, kalkanlı ve
miğferli kocaman şekli büsbütün büyük ve heybetli görünmektedir. Faciaya zevkle
dalmış, keyfini sürerken gök yüzünde bir kanat sesi işitiliyor. İlah azametle
başını kaldırıyor ve soruyor:
"Kimdir bu vakitsiz beni rahatsız eden, neşemi bozan münasebetsiz?
Yoksa dostum Hitler'in tayyaresi mi? O da zafer seyrine mi geliyor?"
"Hayır, gelen benim, ebedi düşmanın!"
"Nazlı sulh perisinin buralarda işi ne? Haydi kızım, haydi, git
işine... Senin yerin Versailles'da, yeşil örtülü, at nalı şeklindeki masanın
başındadır. Orada yaldızlı koltuklar, yumuşak sedirler, sıcak ve soğuk su,
kalorifer, vantilatör ve zendost2 diplomatlar vardır. Mor damarları şişmiş
çilli elleriyle ak saçlarını karıştırarak ve yapma dişlerini takırdatarak boş
nutuklar verirler. Ara sıra böbrek sancıları tutar, banyo almaya koşarlar;
karaciğerleri işlemez; Karlsbad tuzu yutmaya giderler; safra keseleri
idrarlarına karışır, birbirlerine sarılık ilacı tavsiye ederler. Hap
kullanırlar ve ceplerinde sonda gezdirirler. Senin âşıkların onlardır. Bekle,
belki yarın yine toplaşırlar, ipek kanatlarını okşarlar, zeytin dallı tacından
öperler, narin vücudunu dizlerine oturturlar, siyatikli bacaklarını zorla
kımıldatarak, yine, bir müddet seni başlarında gezdirirler. Ben ve benimkiler
dinç ve hoyrat adamlarız, tuttuğumuzu koparır, kopardığımızı yutarız. Sen bir
"örümcekli örce kadın, bürümcekli bürce kadın, al duvaklı gelin
kadın"sın, sülün beyin kuyruğuna bile dayanamazsın!... Değil ki, bizim
yumruğumuza!"
"Seninle, bu sefer doğrudan doğruya konuşmak istiyorum. Arz
üzerinde en şeametli yerin, şu dakikada, şimdilik Varşova olduğunu ve muhakkak
orada bulunacağını biliyordum. Ben, görüyorsun, Chamberlain 'siz geldim; sen
de, nasılsa Hitler ile kol kola değilsin. Anlaşmaya en müsait zaman budur
anlaşalım."
"Harp ilahı anlaşmaktan anlamaz. Bilmiyor musun ki, ben
anlaşamamazlıktan doğarım. Hem top sesi arasında peri fısıltısı işitilmez,
hilkatimden ise uyışmak beklenilmez. Bırak, seyrime ve zevkime engel
olma!"
"Şu felaketli manzara temaşaya değer mi? Bedbaht, bu nedir?"
"Zafer!"
" ...Veya hiç!"
"Efkârımı etme sen de tehyiç!"
"Senin harp ilahlığının ancak eskiden kıymeti, itibarı, yüksekliği
ve şiiriyeti vardı. O zamanlardaki muharipler çıplak bedenliydiler, meydana
pehlivanlar gibi adalelerini kabartarak çıkarlar, göğüs göğüse dövüşürler, göz
göze bakarak silahlarını birbirlerinin bağrına sokarlardı. Sen Turova harbinde
ilahtın ve o harplerde mukaddes sayılırdın; 1200 gemi dolusu genç cengâver bir
güzel kadının kurtarılması için sefere çıktığı gün ... Agamennon olmadıkça,
Menelas ve Ajaks kardeşlerle bütün o Ülisler, bilhassa Aşil bulunmadıkça sen
lüzumsuzsun. Güzellik; Hektor'u kavgada, Paris'i ok atarken, Aşil'i yaralı
görmekte ve Prenses Andromak ile Kassandr'ı esir kafilesi içinde
seyretmekteydi. İlyada, Odysseia ve Eneid gibi eserlere vücut veren harplerde
bir ilahın rolü olabilir. Sen o devirde, o yiğitlerle ve o zamanın kıyafetinde,
yani muhariplerin gibi çıplak, dinç ve atletik olduğun, Büyük İskender'e
benzediğin gün güzel ve manalı duruyordun. Bugün ise sadece kaba, korkunç ve
iğrençsin. Varşova'da bütün aynalar kınlmasaydı sana şimdi kendine bakmanı
tavsiye ederdim: İri karınlı, göğsü teneke nişanlı, çizmeli ve üniformalı bir
hantal Saksonya redif neferine dönmüşsün. Nihayet pek yükseltmek istesem, ha tır
için şunu söyleyebilirim: Mareşal Goering'i andırıyorsun. Bana inanmazsan dünya
gazetelerini dolduran karikatürlerini seyret. Ne kadar düşmanın olsam yine
istemem ki, bir ilah fanilere benzesin ve bir şişko parti şefi şekline girip
sahte vakar Nazi veya Faşist selamı versin!"
"Senin de beyinleri kurumuş diplomatlar yanında bir oda hizmetçisi
olduğunu unutma. Yatalaklar ve bunaklar koğuşunda hastabakıcılık ediyorsun,
öksürüp hapı yutturup tükrük hokkası döküyorsun. Bu hal bir periye yaraşıyor
mu?" "Kız, fakat dinle: Harp artık insanlar harbi değildir; çelik
ejderhalar ve beton devler harbidir. Kılıç çarpışmasındaki zarif ve çevik
musikiye, insani savaş nağmesine bedel topların homurtusu ve torpillerin
çatırtısı işitiliyor, harp ilahının bile kulakları sağır ediliyor. İnce sanatın
ve şiirin kaçtığı yerde bir yarı mabudun3 mevkii olur mu?
Irgatbaşı, motor ustası veya elektrik amelesi misin? Sana ilah payesi verildiği
tarihte harbeden kuvvet insan bileği ve insan yüreğiydi; tankların çelik
kolları ve benzin depoları değildi. Yeni harpleri Olimpos Dağı'nda ve
Jüpiter'in yanında yeri olan büyük bir ilah himaye edemez. O dağdan anası
tarafından atılmış, sakat ve topal kalmış olan Vulkan bu işi üzerine alsın;
çirkin ve tek gözlü Sikloplarla ancak; bu ateş ve maden ecinnisi çalışabilir.
Sen mert ve levent bir mabuttun, yerine dön, ey gaz maskesiyle maskaraya dönmüş
ilah!"
"Beni bu kıyafetimle tanımazlar, kapı dışarı ederler."
"Koluna gireyim, şu harabeden uzaklaşalım, seni sarayıma
götürürüm; sulh nedimelerim koşuşurlar, çizmelerini çekerler, üniformanı
çıkarırlar, kan ve ter kokan çamaşırlarından, bütün o modern harp kılığından,
bel kemerlerinden, palaskalardan, dürbün ve tabanca kayışlarından, maskeden
vücudunu azat ederler. İmbikten taze çekilmiş ılık gül ve çiçek sularıyla
billur banyo dolmuştur; içine girersin; sinirlerin yatışır, gevşersin. Sonra
hurma ve badem yağlı, yumuşatıcı sabunları köpürtürler, ipek liflerle cildini
ovarlar, uğuştururlar; sedire yatırırlar, uzun ve kirli tırnaklannı, tarak ve
makas yüzü görmemiş saçlarını keserler; duşun altına sokarlar, bir sıcak daha
geçirirler. Kulağına top, tüfek sesi gelmediği, burnuna barut kokusu dolmadığı
bu sakin, rahat, temiz havalı yerde, bir müddet uzanır, uyuklar, dinlenirsin.
Kalkıp pencereden baktın mı göreceğin manzara Olemp yamacından Polomosmes
ovasının görünüşü kadar yeşil, mamur, ferahlatıcı ve huzur vericidir; koyun
sürüleri dolaşıyor, çobanlar kaval çalıyor, köylü kızlar mahsul topluyor ve
havada taze başak ve yağmur yemiş toprak kokusu seziliyor. Yan odada, Aşil'in
cenk elbisesi de hazırdır: Bir miğfer, bir kılıç ve bir kısa zırh ... Tereddiye4
uğramış faniler arasından seni uzaklaştıracak kıyafet budur."
"Sen ne yapmak niyetindesin?"
“Muahedelerin5 kıymetten düştüğü, imzaların kolayca
silinip, verilen sözlerin haysiyetsizce geri alındığı bu devirde, bu yalan,
riya, hile ve ahlak düşkünlüğü asrında sulh perisi için de yol görünmüştür.
Yalnız şu son birkaç yıl içinde yırtılan kaç dostluk ve iyi komşuluk paktına
şahit oldum! Şarka koştum, garba uçtum, cenuba uğradım, şimale kondum,
didiştim, çırpındım, muahedeler, musalahalar6 yaptırdım; en
zıt fikirli devlet ricalini bir araya getirdim, yatıştırdım, uyuşturdum. Fakat
bütün bu emeklerden, zahmetlerden sonra rahat bir nefes almadan yapılanın
bozulduğunu, kurulanın yıkıldığını gördüm. Artık hangi adama inanabilir ve
hangi imzaya güvenebilirim? Bak, kulağıma tekrar sulh sözleri geliyor,
etrafımda acayip birtakım sulh teklifleri dolaşıyor. Beni tekrar aldatacaklar,
seni de... Moskova'ya gideceğim, Berlin'e döneceğim, Paris'e uğrayacağım,
Londra'ya geçeceğim, geceyi gündüze katacağım; anamdan emdiğim süt burnumdan
gelecek, kanatlarımın sızısı yüreğime işleyecek, hurdahaş olacağım. Fakat tam
"Oh" çekeceğim sırada yine karşıma seni dikilmiş göreceğim. Artık bu
ezaya katlanacak halim kalmadı; ruhum bezginlik ve bedbinlikle dolu... Bugünkü
beşeriyet bizi, harp ilahını ve sulh perisini çocuk oyuncağına çevirdi,
haysiyet ve itibarımızı bir paralık etti. Sulh, sulha benzemiyor...
"Harp de harpten başka bir şekle girdi. .."
"Dünyanın bu kadar değiştiği, eski hüviyet ve karakterini kaybedip
büsbütün başkalaştığı bir devirde eski kafalı ve eski görenekli bir harp ilahı
ile bir sulh perisi yerlerini başkalarına bırakmalıdırlar. Bu yenileri daha
tahammüllü, daha modem mizaçlı olacakları için harp ve sulh kaidesizlikleriyle
uyuşabilirler; biz devrimizi ikmal ettik. İnsanlar, artık tarafımızdan himaye
edilecek ve başlarına geçilecek bir unsur olmaktan çıkmışlardır."
"İlahsız harbetsinler..."
"...Ve perisiz sulh yapsınlar!"
(Yanan Varşova'nın karalı, kızıllı göğünde, birbirlerinin elinden
tutmuş, yüzlerinde derin bir nefret, dünyadan uzaklaştıkları görülür.)
lâşe: leş
zendost: kadınlardan hoşlanan, zampara
mabut: kendisine tapılan varlık
tereddi: yozlaşma
muahede: antlaşma
musalaha: barış
Eski Zaman Masalı
Azrail, dünyanın içine düştüğü felakete bakıp bir gün insafa geldi ve
Rabbin huzuruna çıktı, diz çöktü:
"Ulu Tanrı," dedi. "Arz üzerinde, elindeki nüfuz ve
salahiyeti etrafındakilerin zararına kullanan birçok ‘zaleme’y1 bırakıp günahsızların canına kıymaktan bezdim.
Emret de bu ölüm tevziini adaletle İcra edeyim ve dünya yüzünde hayırlı bir
tasfiye yapayım."
Rab gülümsedi ve buyurdu:
"Hay hay, sana müsaade veriyorum, nüfuz ve salahiyet sahibi olup
da bunu kendi cinsi aleyhinde fenalığa alet eden ne kadar zalim varsa canını
al, küçüğüne, büyüğüne, dişisine, erkeğine, dinine, mezhebine bakmadan hepsini
tez elden ahirete sal!"
Ölüm meleği, Hakk'ın emrini yerine getirmek için hemen harekete geçti;
kanatlarını açıp milyarlarca yıldızın ateş çemberleri arasından süzülüp alışkın
olduğu yollardan, eliyle koymuş gibi arz ı buldu ve Everest Dağı 'nın tepesine
kondu. Ayakları altında, yeni deşilmiş bir laşe gibi sıcak ve kokulu bir duman
salıvererek yatan ıstıraplı dünyaya nefretle dolu kavrayıcı bir nazar atıp şu
kısa tefekküre daldı:
"Rabbin buyrultusunda ne isim zikretti, ne liste verdi; yer yer
dolaşır, gözümle görür, aklımla tartar, elimle seçer, orağımla biçer, tekmemle
hepsini cehennemin esfeline iterim!"
Böyle düşündü ve dağdan ovaya inmeye koyuldu.
İndi; fakat başka yolcular gibi ne katıra bindi ne mağaraya sindi; ne
aslan sesinden irkildi, ne sırtlan ölüsünden tiksindi, ancak meleklere has olan
bir kolaylık ve emniyetle bir anda şehirler bölgesine girdi. Bir evin yanından
geçiyordu, kulağına bed sesler ve çığlıklar geldi; bakıp dinledi: Bir
meymenetsiz herif, elinde sopa, çoluğuna çocuğuna saldırıyor ve haykırıyor:
"Bu dam altında benim dileğime uygun hareket etmeyenlerin
ekmeklerini keserim, derilerini yüzer, altıma pöstekilerini sererim!"
Azrail kendi kendine:
"Hah," dedi. "İşte aile reisliği nüfuzunu zulme alet
edenbir azılı... Rabbin emrini icraya başlayayım, önce şu zalimi
haşlayayım."
Ve orağını uzattı, herifin kafasını bir çırpıda uzaklara fırlattı.
Yoluna bir mektep çıktı; gördü ki, hocanın biri, bir kabahatsiz çocuğu
falakaya yatırmış, indiriyor sopayı ...
"Nüfuzunu sabi, subyan üzerinde zalimcesine kullanan bir
insafsız... Geçer ayak şunun hakkından geleyim!"
Azrail böyle dedi, orağını salladı, hocayı ahirete yolladı.
Biraz yürümüştü, meydanlıkta, zıpzıp taşı oynayan çocuklara rastladı;
içlerinden bir gürbüzü kendisinden çelimsiz arkadaşlarını sille tokat birbirine
katıyordu; kaybetse bile bilyelerini alarak ceplerine atıyordu. Azrail düşündü:
"Bu çocuğun niyeti fenadır; büyüyünce vücudu, beşer için beladır.
Şer haline gelmeden hayırsızı sezmeli, yılanın başını yavru iken ezmeli!"
Dediği gibi yaptı, zehirli fidanı ağaç olmadan kökünden söküp attı.
Oradan bir başka şehre uğramıştı, gözü bir pencereden içeriye kaydı;
baktı ki bir aşifte, saçı dökük, bağrı açık, bir sedire uzanmış, ayaklarına
kapanan bir delikanlıya:
"İnci gerdanlık, pırlanta küpe, yakut yüzük, zümrüt bilezik
isterim; sarnur kürkten, atlas feraceden haberin olsun!" diye sayıp
döküyor ve delikanlının döktüğü kanlı göz yaşlarına gülüyor. Azrail'in canı
sıkıldı:
"Allahın verdiği güzellik nüfuzunu kahra vasıta yapan bir fettan
hayasız da bu... Karını itmam etsem2 gerek!"
Orağına el attı, kötü kadın can evinden vurulup yere vattı.
✓
Bir kasabaya daha yaklaşıyordu, bir kalabalık köylü cemaatiyle
karşılaştı, hepsi de ah ve efgan ettikleri için dertlerini sordu:
"Bizim bir ağamız vardır, nasılsa emire çatmış, nüfuzuna güvenerek
malımızı, mülkümüzü almış; kızımızı, kısrağımızı kurt gibi kapmıştır; ondan
şikâyete gidiyoruz."
Azrail kendi kendine:
"Bu herifin eline daha büyük bir nüfuz geçerse, dünyayı yakıp
yıkar; felaketin önüne ateş saçağı sarmadan geçmek vaciptir," diye düşündü
ve orağını çekti, merhametsizce ağanın bedenini ikiye biçti.
Gide gide emirin hüküm sürdüğü şehre gelmişti. Ne görsün, bir tarafa
kazıklar kakılmış, öbürüne darağaçları kurulmuş, yolda rastladığı şikâyetçileri
asi diye sorgusuz sualsiz ölümle cezalandırıyor.
"Zulmün bu derecesine dayanılmaz, Rabbin emrini tam yerine
getirmenin sırası. .." diyerek, Azrail tekrar orağını kaptı, Firavun
yürekli emirin kafasını koparıp bir yana fırlattı.
Bu minval3 üzere az giti, uz gitti, bir büyük limana
ulaştı. Ticarethaneler arı kovanı gibi vızır vızır işliyor, zahire4
ambarları karınca yuvası gibi tıklım tıklım doluyor, bir taraftan kervanlar
geliyor, bir yandan gemiler kalkıyor, toz dumana katılmış, iş güç, alışveriş,
yer yerinden oynuyor... Sordu:
"Bu şeker balyaları, bu un çuvalları, bu kumaş denizleri, bu
binlerce tezgâh, sıra sıra değirmen, dizi dizi altın kimlerindir?"
Cevap verdiler:
"Halkın zararına narhı5 artırıp bütün
ticareti ellerine alan dört ihtikârcı6
insafsızındır."
Azrail kendi kendisine söylendi:
"Ulu Tanrı'nın emri asıl bunlara şamildir, çoğu fenalıkta ihtikâr
âmildir."
Böyle demesiyle orağını çekmesi bir oldu; dört muhtekir7
bir anda yok oldu.
Şimdi bir başka ülkeye varmıştı. Ordugâhlar kurulmuş, askerler
yığılmış, tahıllar çalıyor, alemler dalgalanıyor, sipahiler at koşturuyor,
zırhlı filler hortum sallıyordu.
"Ne olsa, acep bayram mı, seyran mı, yoksa bir tarafa sefer
mi?" diye bakıp dururken bir adam ona anlattı:
"Komşumuz bir ufak beylik vardır, kendi halinde yaşar, sulhsever
ve insanlığa hizmet eder; fakat toprağı bereketli, madenleri işlektir, nüfusu
az, askeri kıttır: Kralımız karar verdi, ahalisini kılıçtan geçireceğiz ve
arazisini ülkemize ekleyeceğiz!"
Azrailin kan başına çıktı:
"Hele şu zalim hükümdara bak,’, dedi. "Saçı bitmemiş
yetimlere kadar bir zavallı millete kıyacak... Olsa olsa Rabbin 'ahirete sal!'
diye buyurduğu imansız budur!"
Ve orağını tepti, kan dökücü taçlının şah damarını deşti.
Bu suretle Hint'i geçti, Çin'i dolaştı, Türkistan'dan aştı, İran,
Turan, Yunan, Norman, her ülkeye uğradı, ne Avadan bıraktı, ne Barbarlar, ne
Cermenler kaldı, ne Rumenler, ne Nil boyu dedi ne İslav soyu, hangi bölgeye
varsa gördüğü birbirinin eşiydi, her yerde, herkes, mektep çocuğundan hocasına,
köy muhtarından kabile reisine, emirden imparatora kadar eline geçen nüfuzu,
karınca kaderince, etrafındakilerin zararına, şer için kullanıyordu. Hatta
Azrail tetkikatını genişletti, nüfuzsuz ve salahiyetsiz sünepe ve çelimsiz
insanların da gönüllerini yokluyor, zihinlerinden geçirdiklerini öğreniyor,
hepsinin yüreğinde azılı bir kaplan yattığını, fırsat bulunca baş zalime taş
çıkaracaklarını anlayarak, habire orağını sallıyor, aklınca tasfiye ameliyesini
tamamlıyordu.
Nihayet baktı ki, güç, kuvvet yetişir iş değil, bir ülkeye taun 8 musallat
etti, bir ülkeye kıtlık, bir kıtayı sele bastı, bir beldeyi ateşe yaktı. İnsan
neslinin köküne kibrit suyu ekmek üzereydi. Nihayet yüksekten bir nida geldi:
"Ulu Tanrı'nın huzuruna çık!"
Azrail bu sefer Alp Dağı tepesinden tekrar kanatlarını açtı,
milyarlarca yıldızın ateş çemberleri arasından bir lahzada geçip Hakk'ın
huzuruna vardı, diz çöktü.
"Nasıl, adaletle ölüm tevzi edebildin, zalimi mazlumdan
ayırabildin mi?"
Azrail başını hicapla9 önüne eğdi:
"Bak, verdiğim nüfuz ve salahiyeti sen de, namlı, şanlı bir melek
olduğun halde suiistimal etmekten, zarar ve haksızlık yapmaktan kurtulamadın.
Aciz, miskin beşerden ne beklersin? Hem, bir daha aklının ererneyeceği işlere
karışma. İnsanoğlu daha adaletli ve nezaketli muameleye layı k değildir. Benim
zalimler, mazlumlar, zelzeleler, volkanlar, taunlar ve tufanlar, kasırgalar ve
tayfunlarla kurduğum nizam ona biçilmiş kaftandır. Var, çekil yerine ve bundan
sonra yalnız vereceğim emri dinle!"
İşte bu acı tecrübe üzerinedir ki, Azrail bir daha ağzını açmadı ve
dünya, yaşça, başça, irfanca, umranca ne kadar ilerlemiş bile olsa insan
ruhunun cevherini teşkil eden nüfuz ve salahiyet suiistimalinden, kuvvet
haktır, fırsat bu fırsattır düsturundan, kısacası diktatörlükten bir türlü
kurtulamadı.
Vesselam!
zaleme: zalimler
karını itmam etmek: işini bitirmek
minval: doğrultu, tarz, biçim
zahire: sıkıntı zamanında kullanılmak üzere ayrılan yiyecek
narh: fiyat
ihtikâr: vurgunculuk
muhtekir: vurguncu
taun:veba
hicap: utanma
Tehlikeli Bir Mesele
Yarabbi, ne biçim harplere kaldık!
Daha dün, devletlerce temini için fedakârlıklardan hiçbiri esirgenmeyen
turizm korkulu bir iş ve canla başla beklenen turist korkunç bir tip oldu.
Birinci Osman zamanı Bilecik Kalesi'ne kadın kıyafetinde silahşör ve Binbir
Gece Masalları'nda saraya küp içinde haydut sokulması gibi. Yirminci asır bize
en iptidai usullere müracaat edildiğini de gösteriyor. Yakında Truva
muharebesindeki tahta atla da karşılaşırken hiç şaşmayalım!
Zaten, eskiden beri ben turist tipinden ve kafilesinden haz etmezdim;
hatta diyebilirim ki, zeki suratlı bir turiste de rast gelmedim. Bu adamlar
doğuştan mı ahmak yüzlüdürler, yoksa vapurdan trene, trenden otokara, bir
şehirden öbürüne, ha bire ha koşturulup biteviye memleket, ırk, mimari, iklim,
manzara değiştirdiklerinden mi serseme dönmüşlerdir, asıl sebebini tayin
edememekle beraber hepsinin de bön bakışlı, aptal gülüşlü, yarı mankafa, sarsak
ve sakil olduklarına kalıbımı basarım. Dikkat ediniz: Turist en bakılmayacak
şeyin önünde öyle bir sebat ve metanetle mıhlanır kalır ki, rehber kolundan
çekip sürüklemese heykel şekline girip orada dikili kalması ihtimali bile
aklınıza gelir. Sonra gülünmeyeceğe güler, yenmeyecekten yer. Şaşkın ve
beceriksizdir; zira haftalardan beri emirle, saatle, katar halinde, kendi
iradesi, ihtiyarı, arzu ve zevki haricinde yaşamaya alışmış olduğundan değnekle
sürülen bir hindi veya kösemenle yürütülen bir koyun sürüsü terbiyesini
almıştır. Turistler birbirlerinin kokusuna koşarlar ve başlarını öndekilerin
kuyruk sokumundan ayırmazlar. Hatta, çoğu defa rast geldim. Bir arıza ile
heyetten uzak düşenin acele acele arkadan koşuşu tıpkı sürüsüne yetişmeye
çabalayan bir ciğeri kelebekli cılız koyunun acıklı telaşını ve korkusunu
andırıyor!
Evet, turist kafilesi geçerken eksikliğini duyduğum bir ses vardır:
Çobanın "Purut! Purut!" diye dudak trampetesi veya çingenenin
"Gehgeh! Gehgeh!" güftesindeki tatlı davet musikisi. .. Ve sonra, hep
bir ağızdan uzun bir meleme veya gluglu!
Siz iyi giyinmiş, temiz hissini ve yakınlaşmak arzusunu veren bir
turiste rastladınız mı? Ayaklarında nalçalı kunduralar, sırtlarında lekeli
muşambalar, boyunlarında kötü dürbün ve fotoğraf kılıflar, saçlar kavulmaya yüz
tutmuş mısır püskülü renginde, yaşlısı kakavan, genci dişlek, ırkları
bildiğimiz ırkiara benzemez, dilleri işittiklerimize uymaz, hepsi de alelacayip
mahluklardır. Ne lisandan konuşurlar? Gazeteler bunları Alman, İngiliz,
Amerikan ismi altında zikreder ama inanmayınız; turistçe diye ayrı bir dil
vardır: Biraz Sloven, biraz İrlanda, azıcık Portekiz, bir miktar Bröton, Selt,
Etrüsk, Gal, ne bileyim ben, dünyanın öbür ucuna veya tarihin geçmiş, gitmiş
devirlerine ait bir lisan türlüsü... Zaten ekseriya kelime değil, nida
çıkarırlar: "Ya! Ya!", "Yah!
Yah!”, "Hi! Hi!", "Pih! Pih!" kabilinden hatta
"Oh! Ah!’’a bile benzeyen yabani savtlar . ..1
Sade dilleri değil, ceplerindeki paraları da âsan atikadandır,1 2 tedavül
hassasından mahrumdur. Hoş, ellerini paraya sürmeye yeminlidirler de... Yola
çıkmadan evvel yeme, içme, yatma ve gezme masrafını acentelere verdikten sonra
bir serseri kadar meteliksiz kalmışlardır. Susarlar veya imrenirler ama
imzaladıkları taahhütname mucibince ekstra masraf yapamazlar; dilleri
damaklarına yapışsa veya ağızları sulanıp mideleri kazınsa yine otel odasındaki
sürahiye veya lokantadaki masaya kavuşmak mecburiyetindedirler.
Bu minval üzere acente onları faşist polisi kadar sert, sadakatli,
yeminli memurlar refakatinde bir sürgün, kürek mahkumu kafilesiymiş gibi
sayarak, numaralayarak vapura doldurur; bir limana varırlar:
Hususi vagonlar, yahut otokarlar hazırdır; sanki ihtilattan3
memnundurlar; haydi, nefes almadan içine sıralan! Akabinde hareket ettiniz mi
işaretler, ıslıklar, el kol sallamalar. .. Yayan yola düzülürsünüz, sürt bre
sürt, gezinti değil, koşu ve mukavemet idmanı ... Saray, şato, müze, cami,
kilise merdivenlerini, treni kaçırmaktan korkan bir adamın istasyona saldırışı
gibi nefes nefese çıkarsınız; koridorları, salonları, fena bir haber götürüyor
gibi farkında olmayarak acele geçersiniz; bir kapı, bir kapı daha, yine kapı ve
deminki merdivenler! Bu sefer, onu yuvarlanırcasına İnmeye mecbursunuz,
arkanızdan miğferli kurunu vusta4 silahşörleri yetişiyor, kavuklu, palalı
yeniçeri hostancıları saldırıyormuş gibi! Zira otelin yemek, yahut bir başka
müzenin ziyaret saatini kaçırmamak lazımdır.
Bir turist otokarı hemen hemen bana bir itfaiye otomobili tesiri yapar;
arabanın önünde çam, adamların başında kask eksik! Bu adamlar, günün birinde,
döner, dolaşır, daha doğrusu kaçar, dere, tepe birbirlerini kovalar, harap,
perişan, yorgunluktan suratları bir karış daha uzamış, gözleri belermiş,
nihayet yurtlarına kavuşurlar. Ya zihinlerinin içi? İşte o hakiki bir hatırat
bitpazarıdır; hatıralar karmakarışık kulpsuz, dipsiz, hep kolu kırık, ayağı
çıkık, paslı, küflü; lazımlığın ortasında bardak, abdesthane ibriğinin yanında
hoşaf kâsesi münasebetsiz bir dağınıklık
halindedir. Süleymaniye Camii'ni Çin'de gördük sanırlar. Etna yanardağıyla
Çamlıca tepesinin yerlerini şaşırırlar ve Akropol'ü Mısır'a nakledip Ehramları
Aden limanının methaline5 taşırlar. Bu zihinlerde ayrı bir dünya
haritası vücut bulmuştur ve meşhur abideler acayip bir göçe uğramış, umulmadık
yerlere dağılmıştır. Seyahat acentelerinin götürü pazar dolaştırdığı turist
budur, eskiden bir bildiği varsa onu da unutmuş, yarı bunamış bir bedbahttır.
Fakat işte 1940 harbinin umacısı da yine bu turisttir; kaleyi içinden
fethe memur tebdili kıyafet akıncı alayı; turist şekline sokulmuştur. Öyle
turistler ki, bir şehre çıkınca, bakıyorsunuz hücum borusu çalıyor, dürbünler
makineli tüfek, fotoğraflar bomba, hastonlar süngü oluyor, golf pantolonların
genişliğinden cephane kutuları ve şarjörler çıkıyor, başlıyorlar ateşe! Yarım
saate varmıyor, ayak bastıkları belde fethedilmiştir. Hayret! Bunlar, Bilecik
Tekfuru'nunki gibi ne kadar da çürük, kof, armut piş, ağzıma düş kabilinden ele
geçmeye müsait, bekçisiz ve hazırlıksız kıtıpiyos memleketlermiş... Neye
güvenip de öyle gözleri yumulmuş, dünyadan habersiz duruyorlar, eshabıkehf 6 uykusunda
bulunuyorlarmış? Bitaraflık ilanına, iyi komşuluk itilafına ve kurdun kuzuya
verdiği dostane teminata mı? Bol tereyağı ile sütün ve kayak, kızak sporunun
insan aklını ve diplomasi kabiliyetini beslemediğine bundan büyük misal ve
ispat olamaz.
Zaten Şikago Haydutları filmine benzeyen bu askeri muvaffakiyete hâlâ
benim kafam yatmadı. Zannediyorum ki, öyle bir teşebbüs sulhperver şimal
ülkelerinin birinde değil de, Avrupa'nın cenubuşarkisindeki7 bir limanda
vuku bulsa idi, gümrük hamallarıyla, Karadeniz uşağı kayıkçılar pek kolaylıkla
onu akamete uğratabilirler, düzme turistleri en kısa yoldan Azrail acentesi
marifetiyle bir de öbür dünya seyahatine gönderiverirlerdi. Aman Allahım,
meğerse Avrupa'nın yukarısında ne acayip zihniyetli, ne saf diplomatlar ve ne
derviş meşrep devlet ricali varmış! Zannetmişler ki, aşağı tarafta taş üstünde
taş, omuz üstünde baş kalmayacak, fakat zahir bir tılsım, efsun, büyü sayesinde
harp, maneviyat istihkâmlarını aşıp da kendi memleketlerine dalmayacak. Tuhafı
Mars, o turizm ülkelerine zırhının üzerine seyyah muşambası geçirerek melodram
aktörü gibi sahte bir makyajla, turist kıyafetinde girdi.
Belki aldanıyorum, fakat sanıyorum ki, Amerikan tarzı filmler yalnız
çocuklarımıza evde çifte tabancalı oyun mevzuu değil, diktatörlere de tecavüz
politikası örneği oluyor. Dünya perdesinde Altın Arayıcılar ve Altına Hücum
Yerine Tereyağ ve Domuz Arayıcıları, Demire hücum filmlerinin tüyler ürpertici
sahnelerini seyretmekteyiz.
Ya çocuk ve adam kaçırma gibi ortada dönen acayip lakırdılara ne
diyorsunuz? İşte Amerikan filmlerini asıl hatırlatan bu henüz tahakkuk etmeyen
rivayetlerdir. Bir gece, sekiz, on maskeli haydut saray duvarına ip merdiven
atarak çocuk veya çocuk huylu kralın odasına giriyorlar, ağzına bir tıkaç
sokuyorlar ve kaşla göz arasında, tereyağından kıl çeker gibi biçareyi alıp
götürüyorlar. Sabahleyin sırmalı uşaklar bir de bakıyorlar ki, taht ve taç
sahibinin yatağı bomboş; yerinde, açık kalan pencereden giren yeller esiyor.
Koydunsa bul! Nerede, nerede? Şeytan aldı götürdü, satamadan getirdi diye
gözler yerde, bahçeyi dolaş bakalım; yahut bakıcıya müracaat, yahut da evliyaya
adak! Böyle bir vakanın yirminci asırda ve Avrupa'nın göbeğinde kolaycacık
cereyan edebileceğini aklınıza sığdırabilir miydiniz? Ne günlere kaldık, ey
gazi hünkâr! Böyle rivayetlerin tahakkuk etmese bile şüyûu8 hem medeniyet
tarihi, hem de harp haysiyeti namına yine bir lekedir.
Hatta bazen okuduklarıma, işittiklerime o kadar inanamıyorum ki,
Serseriler Kralı, Sevimli Haydut, Vatan Kurtaran Aslan, Kraliçenin Elmasları
gibi havsalaya, mantığa, realiteye uymaz bir sürü film hazımsızlığıyla rüya
gördüğüme ve kâbus geçirdiğime hükmettiğim bile oluyor. Ah, meğerse 191418
harbi, eski muharebe ve karanlık göreneklerine uygun ne şerefli bir savaş, bir
destanmış... İçinde komik hiçbir sahne, mesela tek silah patlamadan, sabah ile
öğle vakti arasında fethediliveren bir Danimarka yoktu! O Danimarka ki deliğe
sığmamış, bir de kuyruğuna kabak bağlamış kabilinden arkasına kocaman bir
İzlanda takmış.
Hollanda, Belçika, Yugoslavya vesaire gibi kapısı ve cumbası bitişik
azılı komşularından korkan ülkelerin turizm tehlikesini önlemek için aldıkları
mühim tedbirleri tafsilatıyla gazetelerde okuyup radyolarda dinledikten sonra
zaten perimin hazzetmemeye geldiği tipinden bana büsbütün bir tiksinme arız
oldu. Geçen gün yolda upuzun boylu, kına renginde saçlı, kunduraları tozlu,
muşambası lekeli, dişlek ve sersem bir adamla karşılaşınca elimde olmayarak
yüzüne dik dik bakmaya başladım. Riçare, tahiidir ki, hizim yurdumuza hiç de
fena bir maksatla gelmişlerden değildi, gelemezdi de ... Ama turiste fazlaca
benziyordu ve bu benzeyiş beni sinirlendiriyordu. Artık, kıyas ediniz, mesela
bir Hollandalı o şekilde bir adamla burun buruna gelince ne duyar, ne şüphelere
düşer...
Kaderde turistten korkulacak bir münasebetsiz devre yetişmek de varmış.
Göreceğimiz kötü yenilikler bu kadar mı kalacak? Zannetmem. Seyyahları gizlice
silahlandırıp tebdili kıyafet baskınları yaptırarak ülkeler fethini
düşünenlerin yarın leylek sürülerini terbiye ederek gagalarında bombalarla
bacaların tepesine kondurmaları ve canlı balıkları dinamit fabrikalarından
geçirip midelerinde saatli torpillerle denizlere akın ettirmeleri de mümkündür.
O kuşlar, bu balıklar kafile halinde seyahat itibarıyla hayvanatın
turistleridir.
Almanya'dan akıp gelen tatlı su balıklarına karşı yakında Tuna'da dört
devletin baş başa vererek tedbir aldıklarını ve şimalden dönen leyleklerin
sonbaharda Mısır üzerinden geçerken murakabeye9 tâbi
tutulduğunu işitirsem artık şaşmayacağım!
Bu harbin, insanlara birçok şeyle beraber şaşmak hassasını da
kaybettireceğine şüpheniz olmasın. Şimdiden hangi birine şaşacağımıza şaştık,
kaldık!
savt: ses
asan atika: eski eserler
ihtilat: karışım, karışma
kurunu vusta: ortaçağ
methal: giriş
eshabıkehf: yediuyurlar
cenubuşark: güneydoğu
şüyfı: dağılma
murakabe: denetleme, kontrol
Kanaryam Otüyor
Eve bir kanarya getirdiler; tahta parmaklıklı, basık, loş, dar
kafesinden çıkarıp kübik üslupta telden, nikelden, camlı ve yine kübik formda
porselen yemlikli ve suluklu, pırıl pırıl bir yenisine koydular.
Edirnekapı'daki köhne kulübeden, tali sevkiyle, mesela Ayaspaşa'daki “Namlı
Palas"a nakletmiş, sonradan görmüşe döndü; günlerce şaşkın, acemi,
hareketlerini idare edemez bir halde tünekten tüneğe, sarsak sarsak indi,
kondu; şaşkın şaşkın etrafında bakındı, durdu, düşündü, uzun bir yadırgama,
benimseme devri geçirdi ve nihayet bir sabah, ötmeye koyuldu.
Artık kendine gelmiş, benliğini bulmuştu; şen şakraktı; yeni hayatla
bağdaşmış, konfor alışkını, modern olmuştu. Sabahları herkes uyurken baş başa
kalıyorduk. Ben radyoyu açıyor, Avrupa merkezlerinde geceden birikmiş dünya
haberlerini dinliyordum. O ötüyor, ötüyordu; radyo söylüyor, söylüyordu:
“Yedi bin tonluk bir vapur, Şimal Denizi'nde bir mayına çarparak battı;
mürettebatından yalnız dört kişi bir balıkçı gemisi tarafından
kurtarıldı."
Kanaryam nağmesini kesmiyordu, neşeli türküsüne yeni ahenkler katarak,
aldığım habere kayıtsız şakıyordu. Fakat şakıyan yalnız kanarya değildi ki. ..
Batma vakasını haber ve
ren merkezin yanında bir başkası, kanaryadan daha coşkun, daha sevinçli
"Hawaii" dansına dalmış, düdükler, zilli maşalar, naralar,
çığlıklarla; keyiften, şehvetten çılgın, göbek atıp kalça sallıyor, yerlere
yatıp kucaklara atılıyordu.
Öte tarafta benim gözümün önünde, geceleyin, pusu kurup bekleyen çelik
canavarların korkusunda ışıklarını söndürerek, azgın bir kış denizinde
karanlıkta, makinelerinin sesi, yürek çarpıntısı gibi bağrında gümleyen vapur
canlanıyordu; insandan ve eşyadan fazla korku dolu ve heyecan yüklü o simsiyah
vapur... Aldığı her metre mesafenin kendisini mayına, infilaka, dalgalara
gömülüp ölümle buluşmaya bir derece daha yaklaştırdığı koskoca, sapasağlam,
insan debasının sayılı bir hüneri olan vapur!
içindekilerin, her saniye, müthiş bir gürültü ile yerlerinden
fırlarnaları ve havada taklak atarak fırtına, sis, kar tipisi altında
kendilerini bıçak gibi kesen dalgalar arasında bulmaları ihtimali olan o
vapurun yalnız böyle bir akıbete doğru gidişini düşünmek zihni durdurmaya ve
gönlü karartmaya kifayet edebilir. Harp başlayalı beri kaç kişi, çoluk çocuk, o
şekilde boğulup gitti; kaç zırhlı, tahtelbahir,1 gemi denizin
dibine inip kaldı? Bir vapurun parça parça olup batışı, etrafında kaynaşan
insan babbeleri ve havaya kalkan dalga kubbeleriyle ne korkunçtur; buna kör
tabiatın değil de şuurlu ve medeni denen o insan elinin sebep olması insanlığa
ne aykırıdır!
Ben bunları düşünüyorum, kanaryam türkü söylüyor ve yandaki radyo
merkezi Laurel ve Hardi'nin:
Honolulu Bebi!
Nerede gördüm seni?
Havasını andıran bir soytarılık çalıyor. İnnallahü maassâbirin!
Bir başka sabah radyosu şu haberi veriyor:
"...Bilmem hangi büyük devletin orduları, harp ilan etmeden, bu
sabah motorize kıtalarıyla bilmem hangi küçük devletin hudutlarına tecavüze
başlamış, deniz ve hava kuvvetleri de şehirleri ve sahilleri bombardıman
etmiştir. Ekserisi çocuk ve kadın olmak üzere sivil ahaliden sayısı bellisiz
ölü ve yaralı vardır."
Bunu işitince yüreğim burkuluyor, sararıyorum ve başımı avuçlarımın
içine alıyorum. Manzara bütün dehşetiyle önümdedir: Gök, yer, hava, su, hepsi
tutuşmuştur; her tarafta enkaz, yangın, ceset ve feryat. .. Eskiden ancak Vezüv
volkanının kızgın lavları, ateş kesilmiş kayaları, kül yağmurları ve duman
tabakaları altında kalan Pompei şehrine ait romanlarda tavsirini okuyup
ürktüğümüz felaketin birer eşi ve katmerlisi, yer yer bu ülkede tekerrür
etmektedir; bir medeniyet, tabiatın şuursuz zulmü ile değil, bir insanın
kafasının hesaplı ihtirasıyla çöküyor, yanıyor, yok oluyor. Tam o sırada bir
yan merkez "Şen dul" operetinden:
Ah kadınlar, cici mahluklar, şeker şeyler!
Korosunu, horon teperek çalıyor, söylüyor, oynuyor ve kübik kafesinde
de kanaryam, tünekten tüneğe sıçrayarak, kâh dem çekip, kâh nağme gargaraları
yaparak ötüyor, ötüyor. Ben de dertli dertli, şaşkın ve hiddetli fesüphanallah
çekiyorum!
Başka bir gün radyomun verdiği haberler yine şeametli ve insanı
canından bezdiricidir:
"...İşgal altındaki bilmem ne şehrinde tifüs ve kolera salgını
korkunç bir şekil almıştır. Halk açıkta, sokaklarda yatmakta ve hastalara ilaç
tedarikine ve ölenlerin gömülmesine imkân bulunamamaktadır."
Kederden gözlerim kararıyor. Vaktiyle ancak Çin ve Hindistan 'ı istila
eden büyük "taun" vakalarını hatırlatan bu felaket tablosu, şimdi,
yirminci medeniyet asrında, Avrupa’nın en ileri gitmiş bir şehrinde cereyan
etmektedir. Hani ya Kızılhaç cemiyetleri, binbir derde deva serumlar, doktor ve
hastabakıcı taburları, o akla hayret veren fenni katlar, vasıtalar, hastaneler,
cankurtaran otomobilleri, çelik ciğer makineleri, kolsuz ve bacaksızlara mahsus
marifetli arabalar? Hiçbiri meydanda yoktur. Meydanda görünen bir ortaçağ, bir
Kızılhaçlılar zamanına ait vahşi, hain, kayıtsız manzaradır; kendi haline
bırakılmış bitliler, yaralılar, hummalılar, can çekişenler ve feryat edenler...
Bu esnada, ben kendimi asırlarca evvelki barbarlar tarihine dalmış,
kıyas edecek derecede zaman mefhumunu ve medeniyet farkını kaybetmiş bugünün
tarihini okurken, kanaryam salıncağına geçmiş, ahenk kahkahasını cıvıldıyor ve
o facialı sahneye komşu bir Hıristiyan memleketin radyosu arapça:
Ya habibi! Ya garam, ya ley!
N akaratlı bir kaside tutturmuş, sakin çöl gecelerine methiye okuyor,
maşukasının ceylan gözlerini övüyor ve aşkın zevklerini sayıp döküyor. Hay
Allah layığını versin!
Yine bir gün radyo diyor ki:
"... Bitaraf memleketlerde tecavüz derin bir nefretle
karşılanmıştır. Ahten Puften gazetesi yazdığı başmakalesinde bütün medeni
memleketler efkârı umumiyesinin2 felakete uğrayan bu millete manevi
yardımlarını esirgemeyeceğini ehemmiyetle kaydetmektedir."
Manevi yardım? Bunun ne demek olduğunu, neye yarayacağını, böyle bir
lütuf ve ihsanın kıymetini ve maddi tesirini düşünüyor, acı acı, dertli dertli,
zehirli ve kinli gülümsüyorum. Şimdi kuru lafla komşusuna bol keseden efkârı
umumiyenin manevi müzaheretini3 sunan bu memleket için aynı korkunç
akıbeti hazırlayacak kuwet, kollarını sıvamış, palası belinde kapısı önünde
beklemektedir. Bu küçük devletler, bir koyun sürüsü gibi, içlerinden kapıp
götürülen arkadaşlarını, baş başa, omuz omuza, hepsi birden boynuzlarını
dikerek müdafaa edeceklerine, darmadağınık, hatta hâlâ birbirlerinin önündeki
bir tutam otu koparmak hırsıyla ve birbirlerine düşman, felakete seyirci
olmaktadırlar. Bu tarihi sahnenin eski asırlardaki “Tavayifı Mülûk" ve
"Derebeylikleri Saltanatı "ndan farkı nedir? İlim, irfan, tecrübe,
tetkikler, psikoloji ve üniversite, bilhassa diplomasi tarihi neye yanyor?
Kesilmek için yakalanan tavuğun feryadı ve çırpınması nasıl öbür tavuklar için
ancak geçici bir dikkatten ve sonra yem kutusuna koşmaktan başka bir hareket
hasıl etmezse, nasıl o kümeste mantık harici bir "bitaraflık" hüküm
sürerse, Avrupa kümesinde de aynı hal, aynı gafletle devam edip gitmiyor mu?
Meyus ve ümitsiz ben, bu düşüncelerle kafamı yorar; üzülür, ezilirken,
kanaryam cak cak, geveze, fikirsiz serenatlarını sıralıyor ve tam bu esnada,
kapısına tecavüz ve istila dayanmış bir radyo merkezi çingene havasına ağız
uydurmuş, zilli maşa çalıp sahan kapağı vurarak hoppaca düdükler öttürüyor.
Lâhavle velâ kuvvete!
Radyo şöyle de söylüyor:
"Bu yeni istila ve tecavüz vakası Amerika kıtasının bilmem ne
devleti nezdinde fena bir tesir husûle4 getirmiş,
Cumhurreisi yaban domuzu avından acele hükümet merkezine dönerek Avrupa harbine
karışmayı intaç5 6 ve
bitaraflığa zerre kadar haleP iras etmemek7 şartıyla iki
muharip devlete bir mesaj göndermek meselesini tetkike başlamıştır."
Ölme eşeğim ölme, yonca bitince... Gönderilse bile, o toz duman, o
kıyamet içinde mesaj değil, ferman bile okunmaz. Mesaj? Bu, metelik verilmeyen,
kaale alınmayan kaçıncı mesaj, hasıraltı edilen veya çengele takılan kaçıncı
namedir? Teyit kuvvetli olmadığı ve arkasından maddi neticesi katiyen
çıkmayacağı, bağırıla, haykırışa ilan edilen böyle bir mektubun ne kıymeti, ne
tesiri olabilir; bu boş gösterişler, her yeni bir taarruzda, aynı basmakalıp
şekliyle neden, niçin tekrar edilir? Şimdiye kadar hangisi işe yaradı ve havada
tayyareyi, karada tankı, denizde tahtelbahiri hangisi durdurabildi?
Ben, böyle yorgun kafaını avuçlarımın içinde sıkar; yalan, riya, haset,
adli hesap ve çocukça teşebbüslerle heba olan fırsatlara ve elden kaçırılan
kurtuluş çarelerine yanarken kanaryam yemlikten suluğa başını uzatıp çıkarıyor,
yiyor, içiyor, şevke geliyor ve odaya neşeli cıvıltılarını döküyor. Alevler
içinde çöken ve eninler arasında sönen Avrupa'nın her tarafından harbeden,
istila gören, yahut yarın istila görecek veya harbe girecek olan her
memleketten de radyolar davul, zurna, trampet, boru, zil ve def sesleri
arasında hopluyor, zıplıyor, öğürüyor, böğürüyor, dünyaya neşe saçıyor,
şevkinden kabına sığmıyordu. "Ha kanaryamın aklı, ha onun aklı!"
diyordum; bir kafese göz atıyor, bir radyoya, ben de şu izansız medeniyete
ağzımı açıp, gözümü yummamak için, içimden Ta sabûr!” çekiyordum.
tahtelbahir: denizaltı
efkârı umumiye: kamuoyu
müzaheret: destek
husûl: meydana gelme
intaç: sonuçlandırmak
halel: bozulma, zarar
iras etmek: bırakmak
Napolyon'a Cevap
Müeveffa haşmetlû;
Şu sırada, bilmem farkında mısınız, posta idarelerine kâr bırakmayan
pulsuz ve taahhütsüz mektuplar pek çoğaldı. Henderson 'un getirip
götürdüklerini, tayyarelerden dökülenleri, ölüye, diriye veya ölüden diriden
gazetelerde çıkanları hesaba katarsam, dünyanın sinir harbi tesiriyle bir
muhabere çılgınlığı geçirdiğine hükmedeceğim geliyor. Bu sağanak arasında, bir
makama hitaben Bayan Sabiha Zekeriya kaleminden çıkmış, güzel üsluplu, samimi
ve hikmetâmiz olan senin mektubunu da gördüm; zaten bekliyordum. İlk düşüncem
şu oldu: "Koca Napolyon, Havva cinsine karşı duyduğu yürek yufkalığından
kurtulamamış olacak ki, hâlâ bu cinsin sözüne uyuyor ve peşinde yürüyor!"
Ben, kadın yüzünden yeryüzünde senin başına gelen sergüzeştlerden
birine uğrasaydım, gökyüzünde meclisime "gılman "1 taifesinden
gayrisini sokmaz, cinsiyetleri olmayan meleklerin bile kadına müşabehetlerinden1 2 şüphelenerek
yüzlerine bakmazdım. Hele düşün, daha yaşadığın sırada bir Josephine'den ne
ihanetler görmüş, ölümünden sonra bir Marie Louise'in ne şerefsiz hareketlerine
uğramış, ya o çirkin, mendebur Madame de Stâel’in en şevketli zamanında ne iğneli
ve acı hücumlarına maruz kalmıştın!
Ne ise, şimdi bu gibi hususi mahiyetteki kabahat ve kusurlarını yüzüne
vurmanın vakti değil; sadede gelelim: Zamane Napolyonlannı da SaintHelena ile
korkutmaya yelteniyorsun; belli ki, senin dünyadan haberin yok; fakat kıymetli
bir sosyolog olan kâtiben de mi daha dünkü vakalardan malumatsız? Geçen defa
Büyük Harp'i çıkaran ve milyonlarca insanın mahvına sebep olan Kaiser'in latif
Hollanda ormanları içinde, peri saraylar gibi bir şatoya kurulup, ahir ömrünü,
beşeriyete büyük hizmetleri dokunmuş, insanlığın minnet ve takdirini kazanmış
bir allame, bir profesör, bir mütekait3 Kızılay reisi
gibi İstirahat ve huzurla geçirdiğini galiba bilmiyorsunuz. Hatta anlaşılıyor
ki, ikinci bir izdivaç yaptığından, ak saçlı yeni kan kocanın birbirlerine
abanarak lâklar, kaskatlar kenarında döne dolaşa yaşlı ve rahat bir muhabbete
daldıklarından habersizsiniz. Masaldaki Hollanda peynirinin içine girip etliye
sütlüye, karışmayan mesut fare ta kendisidir.
Asıl haberiniz olmayan bir şey daha varsa muhakkak şu: Tayyare.
Sen Waterloo'dan sonra, kanadı yolunmuş kuş gibi, "Çukura düştü
çıkamaz, pır pır eder uçamaz," bir halde deniz kenarına mıhlanmış
kalakalmıştın; İngiliz gemisine kendi ayağınla gitmekten başka çare
bulamamıştın. Eski çamlar bardak oldu, yeniler için böyle akıbetler mutasawer
değildir. İstedikleri zaman, istedikleri yerden
"pır!" diye uçarlar ve diledikleri yere konarlar. Tutabilirsen tut
bakayım.
Sonra senin elinde, yenildikten sonra hiçbir işe yar^nayan askerlikten
başka sanatın yoktu, şimdikilere göre vız! "Hatırat" sağ olsun ...
"Mücadelem" unvanlı bir eserin, bugün, "İncirden fazla
satıldığını ahret teşkilatı, zannederim, mahçup olmasın diye La’dan
saklanmıştır. Sen de duymamışsındır. Dünyada orijinal ve azizlik sever
memleketler ve milletler çok; mağluplan, sürgünleri, düşkünleri baş tacı
ederler; İkametine köşkler, muhafazasına bekçiler tahsis ederler. ^sanlığa az
zarar vermemiş olan Troçki’ye baksana, Meksika’da kuş sütü, bülbül beyni,
vitamin hapıyla besliyorlar; etrafına kordonlar çevrilmiş, kılına hata gelecek
diye titriyorlar. Masasının önünde kâtipler, kapıda tâbiler, boyuna hatırat ve
makale yazıyor. Bir yazısını Amerika gazeteleri senin imparatorluk devrinde,
bol keseden o hoppa, üvey kızına verdiğin ihsanın birkaç mislini ödeyerek satın
alıyorlar. Görüyorsun. Haşmetlûm, mahut4 ada, bir ecinni
ve kırk h azam i masalı gibi, artık zamane çocuklarını bile ürkütmüyor.
Senin o aslan yüreğinin içinde ikinci bir yüreğin vardı, ortamektep
talebesi yüreği. .. Gördüğüne âşık olurdun. Polonya’da, karşına bir Marie
Valevska çıkardılar, bin can ile abayı yakıverdin. Bugünküler öylelerini kırk
satırla kırk katıra verip karşısında pipolarını yakıyorlar. Ne olsa Akdenizli
ve Latin değil misin? Ay ışıldadı, kitara çaldı ve kız çalkalandı mı kalbin
alabora oluverir. Memleketlin olan Tino Rossi’nin okşayıcı, içkili kahve sesi.
Tirenien denizinin isterik cilvelenişi, Chianti şarabının mahmur keyfi bir
Cermene tesir etmez. Askeri muzika marş çalarken bir taraftan koca sucuk
kangalına çatal, öbür taraftan birahane kızının iri kalçasına çimdik atmak ve
ara sıra da göğüslerindeki nişanları çıngırdatarak arkadaşlarının arkalarını
sıvazlamak Germenlerin daha hoşuna gider. "Ah!", "Ofl" gibi
sulu âşık iniltisi yerine bir koca: ''Yah! ..."
Diyebilirsin ki, böyle, kan gövdeyi götürdüğü bir sırada nasıl oluyor
da mizahi tarzda kalem yürütebiliyorsun? Bilmediğin bir şeyi daha öğren: Yeni
harplerde yarenliğe büyük mevki verilmektedir. Güle güle, oynaya oynaya ölmeyi
öğrendik. Kulağını radyolara uzat, bir dinle; sanırsın ki, toplar gökte
giderken gürlemiyor, zenci havası çalıyor, makineli tüfekler gramofon plağı
çeviriyor ve kurşunlar kariokayı ıslıkla terennüm ediyor. Harp ilahını
profesyonel dansöre çevirdik!
Nerede eski harpler, nerede şimdikiler?...
Başlarından dökülen beyanname konfetileri altında harp sahası şehirleri
bir kır balosu manzarası gösteriyor; diğer taraftan radyoda verilen bazı
tuhaflık nutuklarıyla; dünya, Üç Ah bap Çavuşlar filminde Arşak Palabıyıkyan 'ı
dinler gibi kahkahadan kırılıyor. Mizah, şimdi, diplomatlar ve devlet ricali
lisanında yer aldı; formalı, nişanlı, çizmeli, kaputlu muhteşem şahsiyetler
bile beşeriyeti tebessüm ettirmek rolünü faydalı bularak Femandel'e taş
çıkarıyorlar. Böyle giderse çoğu nazırlar, kumandanlar, feld mareşaller ve
saire, hep nükteperdaz, şakacı, şaklaban olacaklar; cihan mizah rekorunu
kırmaya çalışacaklar, Mark Twain'in pabucu, Nasrettin Hoca'nın kavuğu,
Moliere'in perukası, Tristan Bemard'ın sakalı dama atılacak; benim ismim ise
arada kaynayacak. Geçen gün iki numaralı zamane Napolyon'u suya sabuna, kılığa
kıyafete, açlığa çıplaklığa, zemheride deniz mayosuyla gezip, toprak ile
teyemmüme ve necasetten taharete dair öyle nükteli sözler sarfetti ki,
Chamberlain'in abus yüzünde bile oltasına balık vurmuş gibi belli belirsiz bir
tebessüm belirdi. Yakında, iki taraftan biri elbette, tası tarağı ve pahada
ağır, yükte hafif eşyayı toplamaya dair bir nutuk verecektir; tuhaflıkta yüksek
numara alırsa bir suretini takdim ederim. Sen de bize uyar, biraz güler, eğlenirsin.
Ah, Moskova bozgunluğu dönüşünde senin yanında böyle, yirminci asır ricali
mizacında, eli gözü yummuş, elfazı5 düzgün, hoş
sohbet, nükteperdaz bir yarı vefadarın olsaydı, o söylese, sen dinlesen, sen
söylesen o dinleseydi mağlubiyetin acısını, şüphesiz bu derece duymazdın.
Aslanın cana kastetmesi gülerektir, manasına şarkta bir söz vardır,
zâhir müsteşrikler6 garp serdarlarına bunu öğretmişler. ‘Vur
ve güldür!" yeni devrin eski "vur, fakat dinle!" vecizesi
makamına geçmiş.
Ama diyeceksin ki, bunun bir sonu vardır, meşhur Fransız atalar sözünü
hatırla: "Son gülen iyi güler!" Ben sonunu, sana mektubumun başında
söylemiştim: Pırr!
Terziye "göç" demişler, "iğnem başımda" demiş. Yeni
devrin uluları arasında ihtiyatlı adamlar çoktu; çoğunun ne çocuğu, ne çoluğu,
ne de taht gibi, taç gibi ağırlığı vvar. Sen dünyaya kazık kakacağına,
veliahtlar bırakıp sülaleler kuracağına inanmıştın. Saftın, hayalperesttin,
şarklı kafasıyla düşünürdük. Saraylar, haremsaraylar, üvey evlatlar, öz
kardeşler, yaşlı analar, bir sürü ağabey ve hısım akraba, kart ve taze avrat,
takım taklavat, cariye ve ağavat, hepsine tahsisat ve irat,7 o ne debdebe,
ne darat8
idi! Nasıl taşınır, nereye sığar, SaintHelena adasını denize çökertir, Büyük
Britanya'yı kıtlığa sokardı!
Dedim ya, Mısır seni masal dünyasına atmıştı. Cücelerin ve
müneccimlerin eksikti; kapını, başında sarık, belinde yatağan bir kölemen
yeniçerisi bekler, harp meydanından ayrıldın mı binbir gece dekoruna girer.
Hintli prens ömrü sürerdin. Uzun etekli, açık göğüslü, takmış takıştırmış,
yakmış yakıştırmış mahbubeler kelebek misali perçeminin etrafında dönerdi.
Bugünün perçemlileri böyle peri hikâyelerine iltifat etmiyorlar. Taht yerine
köy evlerinde rahat bir minderleri, taç yerine de başlarında bir işçi kasketleri
var; yanlarında dolaşanlar Havva kızları değildir, kara gömlekli, palaskalı ve
tabancalı leventlerdir. Nalçalı çizmelerini vura vura yürürler, saten
terliklerinin uçlarına basa basa değil! Sen haremde vakit geçirmeyi severdin,
şimdikiler selamlıkta ve kahve ocağında oturmaktan haz ediyorlar.
İşte aranızdaki farklar!
Mektubunda Waterloo'dan da bahsediyorsun. Haşmetli sakallı Wilhelm de
konforlu şatosundan gönderdiği mesajlarla Rethond'u hatırlatıyor. Tuhafsınız
vallahi! Ordu ve donanma sahibi, nüfuzlu ve kudretli şahısların nasihatlerine
kulak asmayanlar, hiç, ölülerle sürgünlerin dırıltısını mı dinlerler? Belki de
sanmışlardır ki, şarkta açılan ateş yerinde söner, garptaki şemsiyeli sulh
babası, o esnada bermutat9 oltasını sırtlayıp şimalde balık avına
gider ve dönüşte Münih'te dostlara yine bir “bonjur!” der.
Fakat son haber fena: Geçen gün Paris seyahatine şemsiyesini
götürmemiş... "Bu da ne demek, ne biçim laf?" deme; bir korkunç
alamettir, siyasetin değişmesine delildir. Böyle acayip alametlere, işaretlere
bakarak hüküm veren dünya, bir bakımdan kuyruklu yıldızdan şeametler sezen
ortaçağa benzemiştir. İster inan, ister inanma!
Bu mektup, hiçbir tarafa meyletmemiş, harp dışında bir bitarafın
tamamen objektif fikirlerini taşıyor. Günün politikasını yapmıyorum,
bulunduğumuz asırdaki politika sisteminin tuhaflıklarına umumi nazardan dokunup
geçiyorum. Benimki laf ebeliğidir, akıl hocalığı değil. Ne oldu ise beşeriyete
oldu, galip veya mağlup çıkarını bulurlar.
Hem tarih yalnız muzafferlerden değil, Hannibal gibi büyük mağluplardan
da uzun uzun, hararetli, hararetli bahseder. Yenilen, yarın senin yanına gelir,
oturur. Bu mevkiin şerefsiz olmadığını elbette sen, herkesten ewel tasdik
edersin.
Zaten, adam sen de bir gün, galip ve mağlup hepiniz, aynı yerde
buluşacak değil misiniz? Kıyamete kadar vaktiniz var, oturur, rahat rahat
münakaşa edersiniz. Aranızda çıkacak kavgadan korkmam. Zira öbür dünyaya,
silahlarından tecrit etmeden kimseyi bırakmıyorlar. Alıret karakolunda üst baş
arama hususunda sıkı bir kontrol hüküm sürer.
Ben sulh babasını düşünüyorum: İşe yaramamış olan şemsiyesinden
vazgeçse bile, herhalde balık oltasını bırakmak istemeyecektir.
Zannederim, niyeti bu oltanın ucunda zokayı yutmuş bir kocaman alabalık
da götürmektir. Garanti edemem. Fakat, ne diyeyim, niyet hayır, âkıbet hayır!
gılman: genç erkek, delikanlı
müşabehet: benzerlik
mütekait: emekli
mahut: bilinen, adı geçen
elfaz: sözler
müsteşrik: doğu bilimci
irat: gelir
darat: varlık, mal varlığı
bermutat: alışılagelen biçimde
Napolyon, Radyoda Konuşuyor
"Burası kısa, orta ve uzun dalga Alıret radyo merkezi! Sayın
dinleyicilerimiz, şimdi 122 yıldan beri ülkemizde ebedi misafir bulunmasından
şeref duyduğumuz Büyük Napolyon, kendinden sonra gelip geçmiş bu sırada kimi
göçmüş, kimi göçrnek üzere hazırlıklara başlamış, yahut da onların boş
bıraktıkları yerlere geçmeyi tasarlamış dünya diktatörleriyle uzun sükûtunu
bozarak çok samimi, tam arkadaşça bir konuşma yapacaktır!"
* * *
"Aziz taslaklarım!
Hepinizi sevgi ile selamlarım. Bildiğiniz ve imrendiğiniz gibi ben bir
tarihte Mısır'a girmiştim ve geçit resmi yaptırdığım orduma: 'Askerler! Bu
ehramların tepesinden kırk asır, gözlerini dikmiş, sizi seyrediyor!' demiştim.
Aynı yerden, aynı sözü tekrarlamanın ne kadar güç olduğunu içinizden biri
bugünlerde, pek acı bir şekilde anladı. Bir Türk atalar sözünün belirttiği gibi
mecaz yoluyla değil, tam manasıyla Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan
oldu. Pirinç emperyalizmin bir timsalidir, anavatan ise bulgurdur. Başta ben
olduğum halde bizler, hepimiz daima pirinç için yola çıkıp dönüşte bulgur
arnbarından da mahrum kalan bahtsız adamlarız!
O sebepledir ki, cihangirlik tasarlayan bir diktatörün hayatı ana
hatlarında üç büyük safha arz eder: Birincisi şatafatla pirince gidiş seferi;
ikincisi pirinçsiz dönüş bozgunluğu; üçüncüsü de evdeki bulgurdan bir kısmını
üste verip ambardan kovuluş felaketi.
Ama diyeceksiniz ki: "Sen Dimyat'tan eli boş dönmedin; Ehramlar
önündeki nutkun pirince kavuştuğunu gösterir." Doğrudur. Yalnız bizim
hayatımız, biraz da yine bir Türk sözüyle "Bir sıçrarsın çekirge ... İki
sıçrarsın çekirge ... Üçüncüsünde ele geçersin!" hakikatini andırır. ..
Zira ilk kolay başarılardan şımarıp hırsa kapılarak Dimyat seferlerini dünyanın
dört ucunda tekrarlama nöbetine tutuluruz; başlangıçta da çok defa dünyanın
zayıf vaziyeti elverişli olur, fırsatlar yardımcılık eder; talihimizin yıldızına
güveniriz; bir cezbe1 içinde etrafa saldırırız. Nitekim demin
kendisine işaret ettiğim zavallı meslektaşım ve ırkdaşım da pirinç seferlerine
ilk önce Arnavutluk’ta, sonra Habeş ülkesinde girişmiş, başında defne dalı,
sırtında kazevi, 2 şerefli ve yüklü dönmüştü. Bu iki
sıçrayışta nefsini yenebilseydi belki evdeki bulguruna bir miktar pirinç de
katmış olmak işi kendisine çok görülmezdi. Hele bunları bazı demokratlar usulü
sessiz, sadasız, uzlaşa uyuşa, bin dereden su getire götüre yapabilseydi
unutulur giderdi. Hayır! Bizdeki şifa bulmaz illete o da tutuldu, üçüncü defa,
dev hamlesiyle tekrar sıçradı. Neticeyi benden sormaya lüzum yok ... Dünya
radyolarını dinleyiniz: Elde bir tek pirinç tanesi kalmadıktan başka bulgur
ambarına çoktan yabancı eller uzanmıştır!
* * *
Sayın mukallitlerim!3
Mezarımın üstünde iki keredir ve hele şimdi daha şiddetle düşmanın sert
adımlarını duyduğum şu kederli vaziyetimde benim kimseyi, hatta taslaklarımın
en kusurlusunu bile tenkide hakkım olmadığını pek iyi biliyorum. Zaten
maksadım, hiçbirinizi yermek değildir; suçlular arasında, baş başa verip,
dertleşmektir.
122 yıldan beri kendi hayatımı da gözden geçirerek dünya ahvalini hamdolsun
bir daha işlere burnumu sokamayacak kadar uzaktan seyrettiğim sırada beni en
fazla kedere düşüren meselenin ne olduğunu biliyor musunuz? Şudur: Yolumda ve
izimde yürümeye kalkışanların kendilerini benden daha zekâlı farz ederek benim
kadar iş başarıp acıklı akıbetime düşmeyeceklerine inanmalar! Bunlar, yani
sizler dediniz, diyorsunuz ve diyeceksiniz ki: "Biz birer Napolyon'uz ...
Fakat tecrübelerden faydalanarak onun düştüğü kuyuya düşmeyecek üstünlükte
mütekâmil birer Napolyon ... Moskovası ve Waterloosu olmayan bir
Napolyon!"
İşte yanıldığınız nokta bu... Zira hakiki diktatörün en başta gelen
belirgin vasfı veya hatası geçmişten ders almak kabiliyetinden tamamıyla mahrum
bulunmasıdır. Tarihten ders alan şahsa diktatör denmez; o, sadece devlet
adamıdır. Bir cihangir ve bir diktatör, daima kendinden önceki meslektaşlarının
çeşitli hatalarını bazen tastamamına, bazen başka şekillerde de olsa muhakkak
işlemeye yaratılıştan mahkumdur. Eğer o hataları işlemesek şüphesiz ki,
milletler bize başka bir isim verirlerdi; yahut diktatör adı korkunçluğunu
kaybederdi. Dikkat ediniz ki, kendi kendimize imparator, tribün, duçe vesaire
gibi birbirine hiç benzemeyen unvanlar takındığımız halde milletler için bir
tek ismimiz vardır: Diktatör!
Şu ciheti de unutmayalım: Hiçbir diktatör görülmemiştir ki, bir gün
gelip de: "Sen de mi Brütüs?” demeden can verebilsin. Nitekim yine demin
sözü geçen mağdur arkadaşımızın da ciğerine inansızlık reyini bir hançer gibi
saplayan kendi damadı ve sol bacağı Ciano olmadı mı? Benim de birini prens,
ötekini dük payesine eriştirdiğim Talleyrand ve Fouchet'lerim yok muydu? Tarih
bir tekerrürden ibarettir, derler. Hayır, tekerrür eden tarih ancak
diktatörlerin kanlı tarihidir!
Yüksek türediler! Kardeşlerim!
Size 122 yıldan beri ruhumu ezaya sokan bir meseleden bahsetmeme
müsaade buyurunuz:
Ne zaman dünyanın bir köşesinde yeni bir taslağım başgösterse onun
hareket tarzını dikkatle takipten kalmadım. "Hah,” derim, "başlangıç
tıpkı benimki gibi başarılı gidiyor; işte şu kral, bu devlet, o millet
arzularına boyun eğiyor; zafer zaferi kovalıyor. Belki de işi kıvamında
bırakacak, kurdun kuyruğunu koparmayacak, belayı başına davet etmeyecektir.”
Derken, bakıyorum, iştahı kabardıkça kabarıyor, başlıyor balkonlara çıkıp
acayip el, kol işaretleriyle doğuyu, batıyı, şimali, cenubu gösterip bar bar
bağırmaya ... Kendinden bahsederken pireyi deve, sözü başkasına getirince
deveyi pire görmeye ... ‘Yolu tuttu," diyorum, "ümidim boş çıktı; pek
yakında sunturluyu yiyecek!" Öyle de oluyor; hem kendi başını, hem de
milletininkini nare yakıyor. Boş yere akan kanlara ise, hepimiz buna alışık
diktatörler olduğumuz halde acımamamız elde değildir!
Radyomuzda bana ayrılan zaman sayılı olmasaydı size söyleyeceklerim bu
kadarcıkla bitmezdi. Ne çare ki, bulunduğum yerde benden çok büyük bir
diktatörün emri altındayım. Dünya yüzündeyken vekili olan Papa cenaplarını
başıma taç koymak için palas pandıras ayağıma getirmiştim ama burada o
ceberutluklar sökmüyor. Sizinki de sökmeyecek. Öyle olmakla beraber, vaziyetin
alacağı şekil üzerine ümit ederim ki, radyoda bir kere daha konuşmak fırsatını
bulacağım. Fakat bu sefer diktatörlere değil, diktatörlerin sırtını yere
getirenlere bazı öğütler vermem ihtimali vardır. Aziz dostlarım, size "Şen
ve esen kalın!" demek isterdim. Fakat bir diktatörün şu esnada ne şen ne
de esen kalmasına imkân olamayacağından sadece şunu diyeceğim: "Allah
akıbetinizi korusun ve taksiratınızı affetsin!"
cezbe: içten gelen coşku
kazevi: büyük sepet
mukallit: taklitçi
Napolyon'un Fili
Dünya vukuatı, size kâbusla karışık bir rüyada bulunduğunuz ve uyanınca
daha akla yakın bir vaziyetle karşılaşıp rahat nefes alacağınız hissini
vermiyor mu? Gazete başlıkları bir delinin abuk sabukluğuna benzemiyor ve
radyolar dimağ tehe^^cüne1 tutulmuşların kelamını andırmıyor mu?
Bir ay evvel bir kâhin, bir diplomat, bir gazeteci zuhûr edip de
"Yarın İngiliz ve Fransız donanmaları harbe tutuşacak!" demiş olsaydı
kim gülmezdi veya kim inanırdı? Halbuki muharebe budur, böyledir,
beklenilmeyenle doludur. Kaldı ki, içinde bulunduğumuz harp, hakiki manasıyla
cihan harbidir; şimdiye kadar yapılanlarla kıyas kabul etmez; ideali, daha
doğrusu menfur2 tasa^vvuru pek büyüktür, şümullüdür,3 tek bir memlekete, bir kıtaya münhasır
değildir; ölçüsüz bir paylaşmayı hedef ittihaz etmiştir.4 O nispette de
sürprizlerle çevrili olması gayet tabiidir. Binaenaleyh bizim "Olmaz olmaz
deme, olmaz olmaz," sözünün tam yeridir. Bakalım kim kimin dostu kalacak,
hangi düşmanlar birbirinin dostu kesilecek ve hangi dostlar arasında boğuşmalar
kopacak?
Bir baklava tepsisini sekiz kişi arasında taksim etmeye kalkışsanız,
tatlıların aşçı elinde evvelden biçimli ve sayılı kesilmiş olmasına rağmen yine
hır çıkar. Hayat sahasının hududunu tayin ise beşerin kudreti dahilinde
değildir. Yaşayan görecektir. Yaşayan görecektir, dedim de batınma geldi; bütün
bu akla durgunluk veren hadiseler sırasında benim zihnimi bir fil işgal ediyor.
(İşgal tabiri de böyle yerlerde artık münasebetsiz düşüyor!) Evet, bir fil. ..
Hani pek iri olmak ve kuvvetli sanılmakla beraber hayvanat ulemasının,
cüssesine göre karıncadan daha kudretsiz olduğunu söyledikleri hortumlu ve
çifte dişli şu lenduha5 hayvan! (Filde dişler başın üstünden
aşağıya doğru ters çıkmış birer boynuz değil midir? O yine ters bitmiş
hortumunu ise insan tutup mini mini kuyruğunun yerine takmak istemez mi?)
Ama benim bahsedeceğim fili, alelade bir fil zannetmeyiniz; hem
tarihidir, hem de zamane işleriyle epeyce alakalıdır. Gazetenin yazdığına göre,
onu Hint racalarından biri, Birinci Napolyon'a göndermiş, o da, düğün
hediyeleri arasında ikinci karısının memleketi olan Viyana'ya yollamış, gel
zaman, git zaman İmparator François Joseph de Macarlara ciro etmiş; şimdi Peşte
hayvanat bahçesinde bulunuyormuş ve yüz elli yaşında olmasına rağmen henüz genç
ve dinçmiş!
Yüz elli sene...
Hindistan'da kalmış olsaydı filin muhitinde hemen hemen değişmiş mühim
bir şey olmayacaktı. Fakat Avrupa'da bu müddet zarfında kaç ikbal ve idbara,6
kaç satvet7
ve nikbete, 1 kaç kıyarn ve ihtilale, ne rnuharebelere, ne taksirnlere, nelere,
ne vukuata şahit oldu! Kaç siyaset fili gömdü ve kendisini aynada fil gören ne
şehinşahların devrim kasırgaları önünde sap ve sarnan gibi savrulup gittiğini,
yerlerinde yeller estiğini gördü! Ocağına incir dikilen; kaçıncı cihangir
hanedanı ve tavanlarına örürnceklerin ağ kurup hacalarında baykuşların
tünediği; kaçıncı serdar hanümanıdır?8 9
Napolyon'un fili o tarihten beri Avrupa'nın hayatta kalan tarihi tek
canlısı olduğu için kendisiyle tanışmayı ve görüşmeyi faydalı buldum. Bu
seyahati benimkilerin çoğu gibi hayalen yapacağım için ne bizden pasaport ve
döviz, ne de başkalarından vize ve tavsiye almaya lüzum vardı; sigaramı yakıp
gözümü kapamak kcifıydi.
İşte Peşte (hececilere ne mükemmel iki kafiye!)... Filin bulunduğu
parkta, karşısındayım. Hava sıcak olduğundan kendisini havuz başında yıkanmakla
meşgul buldum; hortumunu suya daldırıp daldırıp duş yapıyordu. Neden sonra
ufacıcık gözlerini bana çevirdi; Napolyon'a mensup olduğunu bildiğinden mi,
yoksa nazü nairn içinde beslendiğine bakarak kendisini bulunmaz bir matah
zannettiğinden mi, nedir, bu gözler, başkasını hiçe sayan bir eski zaman
asaleti kuruntusuyla doluydu. Her tarafı pembe gören ve yarını düşünmeye lüzum
görmeyen bakışları beni öfkelendirdi:
"Hey koca mahluk!” diye haykırdım. "Senin dünyadan haberin
yok galiba, hâlâ Napolyon 'u tahtında mı sanıyorsun?... O, çoktan öldü, hem de
sürgünde... Hatta arkasından tahta geçen üç kraldan ikisi de yine sürgünde son
nefeslerini verdiler. Dahası var: Büyük Napolyon'un yeğeni de imparatorluğunu
ilan etti, yıllarca hüküm sürdü ve neticede menfada10 vefat etti.
Maamafıh sürgünde ölmek yalnız Fransa hükümdarlarına has bir akıbet değildir.
AvusturyaMacaristan 'ın son imparatoru genç Şarl da gurbette söndü, gitti. Az
daha sonuncu Alman imparatorunun da kaderinde böyle bir ölüm çıkacaktı;
beklenilmeyen bir hadise onu belki de şimdilik kurtardı. Son Osmanlı sultanının
da ölümü sürgündedir. Görüyorsun ya, Avrupa pek ciddi bir hükümdarlık krizi
geçiriyor. Fakat o saydıklarım sürgüde de olsa yine ecelleriyle rahat
döşeklerinde hayata veda etmiş ve yeryüzünde bir mezarları olsun kalmış talihli
adamlardır. Rusların sonuncu imparatoru Sibirya'da, bir bodrum katında
ailesiyle beraber kurşuna dizildi ve cesedi yakılıp külleri havaya serpildi.
Hoş, ondan evvelkiler de birer suikaste kurban gitmişlerdi. Bugün ise sürgünde
yarım düzine hükümdar bahtlarının açılmasını beklemektedirler."
Filin gözlerinde hafif bir şaşkınlık alameti ve dilinin, daha doğrusu,
hortumunun ucunda bir sual hareketi belirdi; manasını anlar gibi oldum:
"Hayır," dedim. "İngiltere'deki hükümdarlar şimdiye
kadar hep yurtlarında kaldılar. İzzet ve ikbal ile can verdiler. Fakat son
günlerde buna kızan ve tarihin muntazam gidişini bozmaya çalışan kuvvetli
düşmanlar türedi; kimse istikbalinden emin değil. Aman vermez bir harp içinde
dünya çalkalanıyor; yeni taksimler, yağmalar, ihsanlar var."
Fil, "Ben yüz sene ewel de, yirmi yıl önce de böyle, dipsiz kiler
boş ambar, ne mukasemeler11 gördüm!" manasına kayıtsızca başını
çevirdi ve önündeki taze ot yığınından bir iri demet çekip midesine indirdi.
"Anlıyorum ki," dedim. "Bahsettiğim heyecanlı haberler
seni telaşa düşürmüyor. Dinle, zannederim ki, şimdi vereceğim havadis
karşısında soğukkanlılığını muhafaza edemeyeceksin, maneviyatın muhakkak
sarsılacak: Avrupa'da bir kıtlık sözü dolaşıyor! "
Napolyon'un bir asır ewel, nazenin zevcesine hediye gönderdiği hantal
mahluk dikkat kesildi. Zevk alarak devam ettim:
"Gazetelerde okuduğuma göre fil beslemek nerede, mini mini
kuşların bu kış yemsiz kalması ihtimali gözönünde tutularak Viyana'daki
parklarda kuş muhipleri için ay çiçeği yetiştirilmek üzere yerler ayrılmış ve
tohumlar dağıtılmış... Daha fenasını yazdılar: Gıda maddelerinden tasarruf
maksadıyla kedi, köpek ve emsali hayvanların birçok memleketlerde itlafına
başlanmış. Buna ne buyuruyorsun? Ama diyeceksin ki, 'Ben cihan harbini de
atlatmışlardanım; o zaman da böyle sözler kulağıma çalınmıştı, arkası çıkmadı.'
Evet; lakin bahsettiğim devirde seni bir aile bergüzarı olarak tanıyan yufka
yürekli ihtiyar bir imparator henüz tahtında oturuyordu; sözü dinleniyordu,
familya ananesine riayet, Avusturya hanedanının şiarıydı; ne olsa bir eski ve
şanlı damat hediyesiydim... Bugün dünya parolası şudur: Geçmişe mazi denir,
yenmişe kuzu! Zannetmem ki, hayat sahası lakırdısından sonra Avrupa’nın artık
fil beslerneye kudreti kalsın. Tankın geçtiği yerlerde ot bitmeyeceğe
benziyor."
Tanklar yeni asrın makineli filleridir. Fil ile tank arasında mühim
benzerlikler var; ewela kabalıkları, korkunçlukları ve seyyar birer kale
olmaları dbetlerinden... Zamane Anniballeri bu fillerden kullanıyorlar, korku
ve karışıklığa sebep oluyorlar. Fakat sanırım ki, Kartacalı serdarın filleri
gibi, sonunda bunlar da hemen hemen gülünç bir acayiplikten ibaret kalacaklar
ve mukadder akıbetten kimseyi kurtaramayacaklar!
Senin dikkat edeceğin nokta kıtlık ile filin birbirine tamamen zıt iki
kelime teşkil etmesidir. Diğer bir cihet de bu: Fil kullanılmasını icap
ettirecek Avrupa’da hiçbir sebep yok... Filvaki filler Hindistan’da bir
zamanlar idam aleti olarak işe yararlarmış; mahkumu yatırırlar, başını sağlam
bir taşa dayarlar, fil ayağı altında acı badem kurabiyesi gibi üstü sert, içi
yumuşak, ezdirirlermiş. Belki buna kıyasen bizim kıtamızda da sehpa ve satır
yerine tank istimali taammüm12 eder.
Amerika’da elektrikli idam sandalyelerinin şüpheli netice vermesinden çoğu defa
şikâyet olunuyor; zannetmem ki, tank tekerlekleri en ufak bir şüpheye meydan
bıraksın! Kaplan avında da fil son derece elverişliymiş ama burada öyle bir
hayvan yaşamıyor. Kaplan lakaplı Clamenceau’yu, anlaşılan modern filsizlikten,
yani tanksızlıktan avlayamamışlardı. Bu sefer acısını çıkaran oldu ama avlanan
hiç de kaplan çıkmadı. .. Filler geçtikleri yerde ormanlar yiyip tüketirler; bu
gidişle tanklar da arzın iliklerinde ne kadar gaz varsa sömürüp damlasını
bırakmayacaklar.
Harp ve kıtlık zamanında filleri şiddetle düşündürecek bir tarihi vaka
ile sözüme nihayet vereceğim: Asya'da Cengiz türediği zaman ilk önce
etrafındaki ufak tefek devletleri yutmakla işe başlamıştı. O devirde de bu
devletler "Ona ilişir, bana dokunmaz," nazariyesine kapılarak sıfın
birer birer tükettiler; sıra büyüklerine geldi. Zamanının Paris'i, Semerkand
idi; Moğol ordusu galebe edince bolluk, bereket, medeniyet ülkeleri açlığa
düştü. Bu arada Cengiz'in gözüne, yendiği padişahın ahırlarında kırk adet
acayip hayvan ilişti, sordu:
"Bunlar nedir?"
"Fil!"
"Ne yerler? Et mi, ot mu?"
"Ot!"
"Öyle ise bırakınız yayılsınlar ve kendi karınlarını kendileri
doyursunlar!"
Fakat zavallı hayvancıklar (Tabii bu bir tasgir13 edatı değil,
rikkat14
ifade ediyor) senin gibi padişaha, padişah hediyesi olduklarından asırlardan
beri yiyeceklerini önlerinde hazır bulmaya alışmışlardı, hamlaşmışlardı; ayrıca
bozkırların Cengiz ordular üzerinden geçmiş güdük ve kavruk otlan hortumla
kopanlamıyor, yutulamıyordu; at dişi gerekti. Yangın külleri savrulan ufuklara
şaşkın şaşkın baktılar, maziyi andılar, iç çektiler, inlediler; düşüp öldüler.
Bu size bir ibret levhasıdır.
Fakat aynı hikâyenin sonunda bizler, insanlar için de böyle bir levha
mevcuttur: Fillerin sahibi ve asrının en haşmetli, zengin sultanı olan zat,
filleri kadar acıklı bir şekilde dünyasına veda etti; Hazer Denizi'nin bir
ıssız adasında son nefesini verdiği zaman yanında üç sefil balıkçıdan başka
kimse yoktu; bunlar da kefen bulamadılar, hükümdarlarını kendi tek gömleğine
sardılar, toprağa böyle gömdüler!
O bir mağluptu; fakat bana göstersinler; galibi olan koca Cengiz Han'ın
mezarı nerededir?
teheyyüc: heyecana kapılma
menfur: nefret edilen, iğrenç
şümul: içine alma, kapsama
ittihaz etmek: saymak, ...olarak görmek
lenduha: çok iri ve kaba
idbar: talihsizlik
satvet: zorlu, sindirici güç
nikbet: felaket, musibet
hanüman: ev bark
menfa: sürgün yeri
mukaseme: paylaşma, bölüşme
taammüm etmek: yayılmak, genelleşrnek
tasgir: küçültme
rikkat: incelik, naziklik
ilkbahar Hazırlıklan
Fakat bildiğiniz şekilde taze yapraklı yalancı dolma, peynirli pide
yapıp Hızır İlyas safası ve çayır gezintisi için hazırlık değil! Bu seneki
ilkbahar hazırlıklan bambaşka bir şey, müthiş şey...
Bahar gelecek. Bahar geliyor diye sevinçle gözlerimizi badem ağaçlarına
diktiğimiz, çiçeklenmesini beklediğimiz mesut tarihler nerede? Nerede bahara
yaklaşmak, kavuşmak ümidiyle “erbainleri, “hamsin"leri, “cemre"leri,
kocakarı soğuklarını saydığımız eski kışlar, hatta bıldırki kış? Nerede sulh
içinde bahara giriş?
Bu yıl bahar geliyor diye telaştayız, ürküyoruz. Bütün dünya devlet
adamları, askerlik mütehassıslar, gazeteciler, diplomatlar ve mahalle kahvesi
politikacılar, herkes ağız birliği edip bizi korkutuyor, halecana düşürüyor:
İlkbaharda harp şiddetlenecek, büyük taarruzlar başlayacak, ateş dört tarafı
saracak, kızılca kıyamet asıl baharda kopacak! Dikkat ediniz, her gün
gazetelerde iri harflerle bir “ilkbahar" başlığına rastlarsınız; fakat bu
latif mevsimin adını, mesela "... kır eğlenceleri veya at yarışlar için
hazırlıklar" gibi hoş bir cümle takip etmez; bilakis, okuduğunuz şudur:
“İlkbaharda harp her tarafa sirayet edecek!"
Bu derece şom tahminler, korkunç ihtimallerle dolu bir bahar istenir,
beklenir mi? Bahar böyle mi müjdelenir, bunu mu vaadeder, felakete mi gebedir?
“Dante"nin “Cehenneminden ilham alan ve Wagner"in kıyamet musikisini
getiren bir bahar tablosu ile bir bahar serenadı? Ne uygunsuzluk!
O baharı istemiyorum ve yarın, ağaçların tomurcuklanmasını görmekten
korkuyorum. Komşunun bahçesine gözüm ilişti mi, daha henüz kupkuru, simsiyah,
cansız ve feyizsiz duran allara: “Aman, sakın ha, çiçek açmaya, yaprak vermeye
başlayıvermeyiniz; kış bitmesin ve bahar başlamasın; uyuyunuz, ölünüz!"
diye haykıracağım geliyor.
Zira, dedikleri doğru çıkarsa çıkmayacağa da pek benzemiyor bu yıl
bahar, her tarafta menekşe, sümbül yerine barut ve zehirli gaz kokacaktır.
Nisan yağmurlarında iperit, bulutlarında dinamit, hatta çayırlarında bit saklı
olabilir! Feyizli damlalar, serin gölgeler ve şirin uğur böcekleri yerine...
Bahar yağmurları:
Tevfik Fikret'in harpsiz devirlerde rahat rahat penceresinin önüne
oturup:
Küçük muttarid, muhteriz darbeler
Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz!
Diye tıpır tıpır tarif ettiği o yağmur, kara kehanetlilere nazaran, bu
sene hiç de öyle yalı cumbasından sırtta hırka, başta takke keyifli keyifli,
geniş geniş seyredilecek bir şairane manzara olmayacak. O cici cici, topadacık
ve parlacık, yumuşak ve serin, oynak ve sevimli, tıkır tıkır habbeciklere, 92
mevsim yağmurlarına eskiden "rahmet" ismi verilirdi;
önümüzdeki baharda gazetelerin gökten ineceğini haber verdikleri demir ve zehir
yağmurunu şüphesiz ki, aynı isimle anamayız. Bunun da rahmetle münasebeti
vardır ama toprağa feyiz, bereket vermesi itibarıyla değil, insanları toptan
Allah’ın rahmetine kavuşturması cihetinden!
İçinde hoş renk, güzel koku, melal ve sevda taşıyan kadife
yumuşaklığındaki bu yeşil köpüklü, iç açıcı kelimeye zamane harbi, tüyler
ürpertici bir zırh giydirdi; korkunç bir maske taktı. Önce özleyip kucağına
atılmak için sabırsızlandığımız güzel süslü, güler yüzlü mevsimden şimdi ödümüz
kopuyor; karşılaşacağız diye titriyoruz ve kaçacak delik arıyoruz. Mrodit gibi
bir hüsün ilahının mermer heykeli yerine yaban öküzü kemiklerinden yapılmış
müstehcen bir Hotanto putu diktiler; düğün için duvak bekliyorduk, cenaze için
kefen getirdiler; gül bahçesine girmeye hazırlanıyorduk, deve dikeni tarlasına
soktular. Hulasa ilkbahar mefhumunu hayalimizde berbat ettiler. Bahara düşman
kesildik.
"Aman, bahar geliyor mu? Aman bahara yaklaştık mı? Aman, bahardan
alametler belirdi mi?" diye korka korka etrafımıza bakıyor, ağaç dalına,
gül fidanına, gökyüzüne, takvime göz atmaktan çekiniyoruz. Hiç
"Aman!" feryadıyla bahardan bahsedilir, bahar denince selatüselam
çekilir miydi? İşte yirminci asrın bütün şiiriyetini, tadını, zevkini,
hulyasını ve manasını alt üst ettiği bir kelime daha! "Hayat sahası"
gibi insana hep güzel şeyler, refah, saadet, bereket düşündüren bir parlak
terkibi de modern harp eline alınca, kıtlık, felaket, esaret, vahşet mefhumuyla
birleştirmiş. Polonya ovaları gibi tanınmaz hale sokmuştur.
Eskiden edebiyatımızda bahar tasvirleri büyük yer tutardı; hususuyla
divan şairleri bu mevsim bahsinde bülbül kesilirlerdi. "Bahar oldu
yine..." diye bir başladılar mı vezin, kafiye, rayiha, renk ve ahenk
hakikaten baharlı, baharatlı, mevsimi mübalağa ile canlandıran kıymetli
gazeller, kasideler yazarlardı. Dünya idealleşirdi. Ne gam, ne kasavet, ne
parasızlık, ne adaletsizlik, ne harp, ne isyan, her taraftan sular çağlar,
pınarlar fışkırır, latif rüzgârlar eser, derelerde kayıklar süzülür, denizlerde
yelkenler açılır, lale bahçelerinde mahbubeler dolaşır, sofralar kurulur; saz
ve söz, mey ve ney, işve ve cilve, bir saadet devridir açılırdı. O devirde de
yine harpler olurdu, fakat sahası uzak kaldıkça ancak ayda, yılda bir, hem
kimse rahatsız olmasın diye lehte çevrilmiş haberi gelirdi: Nemçelû’yu bozduk,
Lehlu’yu pusuya düşürdük gibi. ..
Oh, gelsin caizeler. .. Bu "caize" kelimesi munhasıran bir
şaire takdim edilen bahşiş manasına kullanılırdı. Edebiyat öyle itibardaydı ki;
mensubuna verilen paranın adı bile ayrı ve kibardı; hem bareme değil, lûtfa
tâbiydi. Umumi harbe kadar bahar, dünya edebiyatında hep nikbinlikle tarif
edildi. Romanlarda bile veremden öldürülecek tipleri altı ay kadar daha
yaşatırlar, ilkbaharda çiçekler açarken değil, muhakkak sonbaharda yapraklar
dökülürken gömmek inceliğini gösterirlerdi. Hatta bütün bu eserlerdeki mühim
simalar, roman kahramanları güller tomurcuklanırken doğarlar ve kasım
fırtınaları başlayınca ölürler, romantik edebiyatta ilkbahar tablosuna zehir
katmak tabiaten karşı bir insafsızlık, kabalık telakki edilirdi. İlkbaharda
kaside, sonbaharda mersiye ... Bu, bir nezaket kaidesiydi. Dedelerimiz nazik
adamlardı.
Tanzimat edebiyatında bahar manzumeleri, çoğu defa hayat, yavan,
ruhsuz, heyecansız, boş sözlerden ibarettir. Bu devirle beraber, bahar mefhumu
kıymetinden kaybetmeye başlamıştır. Ekrem Bey:
Şükûfelerde mevç uran füyuzı nevbabarı gör!
Manzumesinde olduğu gibi bahar için bir dümbelek vezni seçmiş, babarı
köçek gibi vekarsızca oynatmıştır.
Muallim Naci ise bayağılığı, basitliği daha ileriye götürmüş:
Ey süt kuzusu nedir bu naliş Kim oldu sebep bu infiale?
Diye İstanbul'un latif ve düşündürücü babarı içinde ancak sütsüz kalmış
bir kuzunun melemesini işitmiş, yalnız o manzarayı sezmiştir. Fikret'e gelince,
bu ciddi adama da bahar gelince bir hoppalık arız olmuş, bahar ona:
Saha eser, gusuni ter
Ki mürgi aşka lanedir.
Fısıldaşır, sükût eder,
Bu bir güzel teranedir.
Ayarında okurken, insanın elini belini, kaşını gözünü, kolunu bacağını,
her uzvunu oynatan kriz havası vezninde bir manzume yazdırmıştır.
Gazetelerin "ilkbaharda umumi taarruzlar başlayacak, harp her
tarafa sirayet edecek, dünya ateşe yanacak," demeleri doğru çıkarsa çıkmaz
inşallah! bahar mefhumu artık yeni şiirde büsbütün değişecektir. Acaba ne
mahiyet alacaktır? İşte misali:
İlkbahar
Hani benim çağla bademim, çayırda otlattığım kuzu
Ve kaz palazlarım
Ve "Ahfeşin keçisi?"
Hepsini doktor Şaht'ın silindirli eşeği
Heybesine koymuş, keyfinden anırıyor!
"Hani benim ipekböceğim?"
Dut yaprağının yerine "Mein Kampf"ı kemiriyor.
Ve eli olmadığından kafasını kaldırmış,
Kurbağalar marş çalarken
Dimdik,
Keskin ve seri,
Maymun gibi terbiyeli,
Nazi selamı veriyor. Fakat midesi bozulduğu için,
Karakuşa duyurmadan
"Hak, tu!"
Diyor, yediğini tükürüyor!
"Bu deli saçması da nedir? Baharla münasebeti ne?" demekte de
acele etmeyiniz. Şiir ilk nazarda sinemalardaki "Micky Mouse"
filmlerine benziyor, hayali ve acayip görünüyor, ama manalıdır, siyasi ve
içtimai bir mevzudadır, ayrıca
nükteli ve hicivlidir. İzah edeyim: Bahar mevsiminde Alman istilasına
uğramış bir bolluk. Orta Avrupa memleketi tasvir ediyor; kuzular, kaz palazları
ve keçiler, bademler de dahil, yani bütün bahar mal ve mahsulü vagonlara
konulmuş, götürülmüştür. Şairin ipekböceği dediği silahsız yerli halk aç
kalmış, fakat cebren önüne açılan maruf kitabı, nazi talimatını okuyor,
mecburiyetle nazi terbiyesi öğreniyor ve istila ordusu mızıka çalıp geçerken,
zavallı aciz böcek nazi selamı veriyor. Ama nazik midesi bu kaba terbiyeyi
hazmedemiyor, Gestapodan korktuğu için ancak gizlice, düşmana atıp tutuyor,
içinin zehrini döküyor!
Gördünüz mü, anahtarını verince eski "Lugaz"lar1 gibi enfes,
harikulade! Bütün bir ilkbahar harbi, amansız bir istila, müthiş bir
mağlubiyet, esaret ve sönmeyen kin, hepsi mevcut.
Şimdi soracaksınız: "Bu eseri yazan kimdir, hangi genç şair?"
Kimseye söz getirmemek için itirafa mecburum: Ben yazdım. Gazetelerin
"ilkbaharda umumi taarruz, umumi istila, umumi kan ve ateş" diye her
gün verdikleri şeametli kehanetleri okuyup okuyup bahardan korktuğuma, korka
korka asabi cümlemin bozulduğuna ve hal böyle devam ederse akıl muvazenemin de
bozulacağına bu manzume en belagatli bir "symptom" yani bir maraz
alametidir.
İnşallah o kehanetler birçoğu gibi boşa çıkacak ve benim şairliğim de
korku ile beraber sona erecektir.
1 lugaz: manzum bilmece, laf oyunu
Avrupa Dert Yanıyor
Sevgili büyük kardeşlerim. Başıma gelen yeni büyük felaketten elbette
haberiniz vardır; fakat insafınız olmadığı için, yardımıma koşmak şöyle dursun,
bir kerecik hatırımı sormaya, "halin nice?" demeye bile yanaşmıyor,
hepiniz yan çizmiş, uzaktan seyrime bakıyorsunuz. Halbuki ben de sizin ana baba
bir, öz kardeşinizim; bir batında doğduk, bir memeden süt emdik, bir arada
büyüdük; tabiatın bir beşiğe yatırdığı beş toprak yavrusuyuz.
Fakat benim ne talihsiz başım varmış ki, sizler, olduklarınız yerlerde,
geniş ovalarınız, yüksek dağlarınız, kocaman nehirleriniz, hesapsız servetiniz
ve pek uslu, pek sayılı ve hesaplı nüfusunuzla huzur ve refah içinde, hemen
hemen vakasız, hadisesiz yaşarken, ben sizinkilere nispetle daracık bir saha
üstünde, ova, dağ, nehir hepsi kardeşleriminkinden küçük, pek azgın, pek
taşkın, hadden efzun1 nüfusumla yürekler acısı bir cehennem
hayatı sürmekteyim. Cismimle cüsseme uymayan bu kalabalığı taşımaktan belim iki
büklüm oldu; derimin ve etimin delik deşik edilmemiş, oyulup kazılmamış tarafı
kalmadı. Binlerce maden ocağı, silah fabrikası, tersane, tünel, yeraltı
tramvayı, derken şimdi bunlara bir de iliklerimin içine kadar asker, top,
tüfek, mermi yerleştiren Maginaux hatları ilave edildi. Ewelce hastalık sadece
cildimin üst tabakasındaydı; egzama gibi bir kaşıntıdan ibaretti; artık
adalelerimin içine kadar girdi, kemirip duruyor, kanser, insan eliyle bana da
ulaştı.
Ah, bari sırtımda durmadan üreyen bu halk kendi halinde yaşar, güzel
huylu "ne verseler ana şakir, ne kılsalar ana şâd” bir hilkatte, efendi
efendicik, uslu akıllı olsaydı, hep bir arada kardeş kardeş geçinselerdi,
haklarına hürmet etselerdi, "el ele, kol kola”, "kürkünü giy, kürküm
yok” gibi zararsız oyunlar, uzun eşek, bohça, kaydırak, tura gibi idman
eğlenceleriyle, kısacası olimpiyatlarla vakit geçirselerdi, yüklerine,
gürültülerine, koşuşup itişmelerine, bu kabil tatlı çilelerine yine tahammül
eder, nüfus fazlalığından ve yer darlığından şikâyeti aklıma getirmezdim.
Hatta, insandır, birbirinin kanına girmeden duramaz onu bildiğim için ara sıra,
1870'deki AlmanFransız harbi nevinden kısa süren komşu kavgalarına da göz
yumardım.
Hayır! Şimdi, harpten ewel, kollektif şirketler kuruluyor, adeta hisse
senetleri çıkıyor, hudutlar önceden çiziliyor, bir kısım devletler şuna, bir
kısmı buna müşteri çıkıyor, başlıyorlar boğuşmaya... Sağlam şirketi tuttunsa
yenilsen bile hakkın mahfuz kalıyor. Eskiden bir devletin arazisi düşman
tarafından istila edildi mi mesele biter, silahlar teslim olunur, sulh devri
başlardı. Bugün, bir de bakıyorsunuz ki, bu devlet, beş bin kilometre ötede,
başka bir devletin arazisine sığınmış, beş odalı bir eve girmiş, beş eski nazır
ve beş yüz muhacir askerle beş sene daha harp halindedir. Hariciye nazın
notalar veriyor ve başkumandanı raporlar neşrediyor!
Bu şerait altında nasıl istersiniz ki, harp kısa sürsün... Mağlup
devletler aylangoz ağacı gibi burada gövdesini kesiyorsun, ta orada yeniden
filiz sürüyor ve dal budak salıyor.
Bir zamanlar "insan neslinin en zekisi benim hisseme isabet etti;
mucitler, kâşifler en yüksek ilim, fen adamları, askeri dehalar benim
toprağımda yetişiyor," diye sevinir, gurura kapılır, kara, sarı, kırmızı,
çikolata renkli acayip halkınıza bakar güler, sizi alaya alırdım. Cahillik
etmişim. Meğerse her keşif ve icat, her fen ve ilim adamı, her kumandan bir
fesat tohumu eker, bir harp sebebi hazırlar, bir muharebe vasıtası meydana
koyarmış. Şimdi bütün bu terakki alametlerine lanet okuyorum; hususiyle motoru
keşfedene ağzımı açıp gözümü yumuyorum: Motor araba çeker, vinç işletir, yük
taşır, su çıkarır sanmıştım; diktatör dahi çıkarırmış. Bence yeni tip diktatör
motordan çıktı, şimdi şeametli bir "motordiktatör" devri
geçirmekteyim!
Küçük kardeşiniz Avrupa'nın, bugün içi, dışı, göğü, denizi motor
kesildi, o kadar ki, beni artık on milyon kilometre murabbaında bir azametli
harp motoru sayabilirsiniz. Nereme dokunsanız dönen tekerlekler, şakırdayan
zincirler, ateş alan toplar vardır. Her yanımdan deniz altına giren veya
gökyüzüne çıkan mermiler fırlar; zehirli gazlar fışkırır ve yangın kundakları
serpilir. Kıtamın üzerinde rahat nefes alınacak, korkusuz yaşanacak, silaha
sarılmadan durulacak bir karış yer kalmadı. Bir gün, olduğum gibi "güm!"
diye patlayıverirsem hiç şaşmayınız.
Dünyanın en azılı, en başarı, en ihtiraslı, doymaz ve kanmaz insan
nesli hep benim başıma üşüşmüş; kendimi bildim bileli işleri güçleri sırtımda
cirit oynamak ve arkarnı yangın yerine çevirmek; döktükleri kan ciğerlerime
işledi, top sesinden sağır oldum ve barut dumanından kör ... Hâlâ hırsIarını
teskin edemediler. Eskiden bir Balkanlar vardı, al kanlar içinde, diye
üzülürdüm, şimdi her taraf volkanlara döndü!
Doğrusunu isterseniz, dünya yüzüne ne yeni bela karıştı ise hep benim
netameli toprağımdan çıkmıştır. Büyük ihtilaller, hürriyet düsturları hep benim
metaımdır;2
bolşevizm de benden zuhur etti, faşizm ve nazizm keza... Bakalım bu harp
sonunda, sonu "izm"li neler, ne "hiçizm"ler, ne "külahizm"
ne "dızdızizm" ne "katakullizm"ler göreceğiz; ne çeşit
selamlar uyduracağız, ne biçim kelamlar dinleyeceğiz.
Zaten bendeki insanlar sade bulundukları kıtanın değil, en
uzaktakilerin bile huzurunu, rahatını kaçırmaya memurdurlar. Ehli salip akınlar
neydi? Müstemleke İhtirası nedir? Amerikalara, Avustralyalara nasıl koşuştular
ve o sükûn içinde yaşayan canım ülkeleri ne zulüm ve ne vahşetle benimsediler,
kurşun ve kırbaçla ne şekilde medenileştirdiler?
1918 senesinden sonra kendi kendime şöyle düşünmüştüm:
"Eh, son büyük vartayı atlattım; ölen öldü, kalan kaldı ve canı
çıkmayan da aklını başına topladı. Toprağım kana doydu, ahalim kavgaya kandı.
Artık uzun seneler uslu uslu otururlar, güzel güzel geçinirler, hak ve hudut
tanırlar."
Sen misin bunu diyen ... Barış silah yarışına döndü, yirmi yıla
varmadan yine birbirleriyle kapıştılar. Havasından mı, suyundan mı,
talihsizliğimden mi nedir, beş kıtada zuhur eden cihangirlerden, fatihlerden,
yağmagerlerden ve türedilerden daha fazlası, daha uslanmaz ve nesli tükenmezi
benim ufacık kıtamda ürüyor. Vaktiyle ağabeyim Asya bir kargaşalık devri
geçirmiş, Cengizler, Hülagûlar, Timurlar görünmüş, fakat hepsi de çarçabuk
gelip geçmiş, nam ve nişanları silinmiş, nesilleri tükenmiş... Bende ise toprak
Sezar fideliği, diktatör fidanlığı! Memleketimin herhangi bir köşesinde,
şimalde ve cenupta ister ahaliden, ister hükümdar dölünden bir erkek çocuk
doğdu mu kendi kendime: "Eyvah," diyorum, "yeni bir Ogüst, bir
Fatih, bir Napolyon, bir Frederik, bir Wilhelm, bir Führer, bir Duçe mi?"
Kundaklara korka korka bakıyorum. Her beşikte bir acayip formalı, beli kayışlı
ve kolu işaretli, kimi avcı ceketli, kimi tüylü şapkalı, kiminin eli kaputunun
düğmesinde, kiminin perçemi kasketinin kenarında birtakım diktatör ve cihangir
minyatürleri, maketleri görür gibi oluyorum, istikbalimden ürküyorum.
Halbuki sizin kıtalarınızdaki beşiklerde olsa olsa bir Franklin, bir
Rooswelt, bir Gandi, bir Ağahan, bir Lindberg faydalı veya hiç olmazsa zararsız
bir uslu akıllı bebek yatabilir; sözden ve halden anlarlar. Elimden gelse,
gizlice ülkelerinize sokulup kundaktaki cici yavrularınızı alacağım,
aşıracağım; yerlerine benim şeytan çekiçlerini koyup, bir mübadeleye
başlayacağım. Şerri size bırakıp hayrı kendime çekeceğim. Benimki kıta değil,
arzın fesat kumkuması!
Hoş, bende de korku vermez sakin ve kâmil tipler yok değil ... Bunlar
şemsiyeli veya balık oltalı, kendi hallerinde 102
centilmen adamlardır; sulhu severler ve insan kıymetini bilirler. Fakat
ötekiler bunlarda sabır ve tahammül mü bırakıyorlar. Karşılarına geçiyorlar,
sokak çocukları gibi ne görseler istiyorlar, hoşlarına ne gitse saldırıyorlar,
aldıklarını, bulduklarını da hemen kırıp parça parça ediyorlar, ayrıca
arkadaşlarına da "şurası senin, burası benim, başını ben yutacağım,
kuyruğunu sen yiyeceksin," diye dağıtıyorlar. Yağma Hasan'ın böreği...
Karşıdakiler lahavle çekiyorlar; birine ses çıkarmıyorlar; ikincisine aldırmamazlıktan
geliyorlar; üçüncüsüne "yapma, ayıptır, mayıptır" diyorlar;
dördüncüsüne kaş çatıyorlar, beşincisine diş gıcırdatıyorlar, nihayet çileden
çıkıyorlar, değneği kapıyorlar, vur ha vur, bir kızılca kıyamettir kopuyor, kan
gövdeyi götürüyor, biçare kıtacığımda taş üstünde taş, omuz üstünde baş
kalmıyor.
Hani ya içinde gezindikçe gönlümü ferahlatan parklar? Hepsine siperler
kazıldı. Hani ya asfalt caddeler? Kum torbaları yığıldı. Hani ya Akdeniz'in
cennet adaları? Mayın tarlalarıyla çevrildi. Hani ya palmiyeli Riviera
sahilleri? Her ağacın altında bir nöbetçi, her kayanın dibinde bir mitralyöz.
Hani ya kayak eğlenceleri yaptıkları karlı dağlar? Cebel topları dikildi ve
cephane kızakları dizildi. Hani ya zümrüt ve altın ovalar? Traktörler yerine
tanklar yuvarlanıyor, başaklar yerine tüfeklerin süngüleri yükseliyor. Hani ya
o nur içinde yatan ve yanan şehirler? Kandili sönmüş türbelere döndü.
Zavallı, kabahatsiz halkımın ejder düdükleri ötüp havada gümbürtüler
başladığı zaman, suratlarında nur, pir bırakmayan ve hepsini yaban keçisi
sürüsü gibi birbirine benzeten maskeler, itişe kakışa, acele acele sığınaklara
bir koşuşunu görseniz taş yaratıldığınıza şükrederdiniz. Ya şehirlerden
boşaltılıp dağ başlarında akşam hüznü içinde boynu bükük kalan içli, dertli
yavrucaklara, sabi sübyana ne buyrulur? Karadağ değil, Himalaya olsa buna
yüreği dayanmaz!
Hele diplomatların şu yeni yeni buldukları tabirlere, usullere bakınız,
yalnız bunlar, akıllarından şüphe etmeye kifayet eder: Sulh taarruzu, çember
politikası, mihver siyaseti, radyo harbi, beyanname bombardımanı, mesaj alış
verişi... Artık benim tahammülüm kalmadı.
Vızır vızır, biteviye değişen hudutlara bakarken akıntılı ırmaktan
karşıya geçen bir adam gibi gözlerim kararıyor ve midem bulanıyor. Bir sabah
kalkıyorum, arazime bir göz atıyorum, "ay," diyorum, "dün
burasının rengi pembeydi, ne çabuk sarıya boyanmış, ne çabuk bayrak
değişmiş!" Başka bir gün, "Vay," diyorum, "akşam bu parçayı
yeşil bırakmıştım, nasıl da al oluvermiş!" Mübareklerin elinden daha
şimdilik, henüz arzın yerini değiştirmek, ülkeleri şuraya buraya sürüklemek,
coğrafya şekillerini alt üst etmek gelmiyor. Buna da muvaffak olurlarsa, yarın,
mesela Balkanları motora takıp Baltık Denizi’ne götürmek, Skandinavya’yı vince
takıp Akdeniz’e indirmek, İtalyan çizmesini kalıba sokup takunyalı son moda
kadın iskarpinine çevirmek işten bile sayılmayacak!
İşte benim talihsiz fa tam, işte, küçük kardeşinizin, zavallı
Avrupa'nın acıklı hali!
efzun: fazla, bol
meta: mal, varlık, sermaye
Bugünkü Harbin Baş Suçlusu
İkinci Cihan Harbi yıllarca sürdükten sonra, günü gelmiş sona ermiştir
ve şimdilik bilemediğimiz için adını söylememize imkân olmayan bir memlekette
harp suçlularını sorguya çekip cezalandırmak maksadıyla bir ‘yüksek adalet
divanı" kurulmuştur.
Mahkeme salonundayız.
Suçlu mevkiinde ve iki jandarma arasında, üzeri siyah bir çuha ile
örtülü, dimdik, kaskatı, hiç kımıldamadan, korkunç bir hareketsizlikle duran ne
idiği belirsiz bir mahluk veya bir nesne var. Canlı mıdır, cansız mıdır, yenir
mi, yenmez mi, henüz bir fikir sahibi değiliz. Giriş kartı ele geçirmekte
zorluk çektiğimizden ve geciktiğimizden yerimize iliştiğimiz zaman hâkimin
şöyle dediğini işitiyoruz:
"Sözü müddeiumumiye1
veriyorum!"
İşte müddeiumumi ayağa kalktı. Önce bombalardan yıkıldığı için yeni
tamir gördüğü göze çarpan haşmetli salona, tıklım tıklım dolu dinleyicilere
baktıktan, öksürdükten sonra gittikçe hızlanan, gürleyen bir sesle
ittihamnamesini okumaya başlıyor. Hepimiz kulak kesildik.
* * *
Sayın Reis!
1939'da başlayıp ancak bu yıl biten İkinci Cihan Harbi artık tarihe
karıştı. Fakat pek dikkatli incelemelerden sonra hazırlanan cetvellere göre
umumi dünya nüfusunun yüzde yirmi yedisi açlık, salgın hastalık, kıtal2
ve biraz da doğrudan doğruya muharebeler yüzünden gaiplere karışmıştır. Bu şu
demektir ki, yeri boş kalan nüfusu beş senede tamamlamak için baki kalan her
kadının bir bir arkasına iki kere üçüz çocuklar doğurması icap eder! Maddi
zarara gelince, elimizdeki istatistikler bunu; mamur dünyanın dörtte üçünün bir
yıkıntı haline geldiği, dörtte üç evin yerinde yeller estiği şeklinde
göstermektedir ve demektedir ki: "1939'da bıraktığımız mamurluğa yeniden
ermek için hayatta kalan insanların geceli gündüzlü çalışmaları şartıyla tam
doksan dokuz sene, on bir ay, altı gün, iki saat, kırk bir buçuk maşallah ...
(sözünü düzelterek) pardon, kırk bir buçuk dakika lazımdır! Şu hesapları, bu
derece doğru olarak meydana çıkaran cemiyeti, yani "Kavmiyetlerini
Kaybetmiş Kavimler Kurumu" teknik bürosunu takdirle anarım!"
(Alkışlar).
Size, başımızdan defolan kara bela sırasında dünya tersanelerinde ve
tezgâhlarında durup dinlenmeden yapılıp yine dünya denizlerinde ara vermeden
batırılan gemilerin miktarı hakkında bir fikir vermek için şunu söyleyeyim ki,
arzın dörtte üçünü kapladığını bildiğimiz su kısmı, dibine inen ağırlık
yüzünden her tarafta bir santim, iki milimetre boyunda yükselmiş, öbür taraftan
ise maden ocaklarından çıkarılan demir ve benzeri maddeler sebebiyle önümde
duran bir grafiğe bakarak anlıyorum yine bu zavallı kapkara arzın kara kısmında
on metre eninde ve on sekiz bin kilornetre uzunluğunda bir tünel açılmış,
dünyamız denizler kârına ve toprak zararına hissedilir derecede küçülrnüştür.
Daha korkuncu da şudur: Yine ^^^K’nin bir hesabına göre, açılan o uzun
ve derin tünel, verdiğimiz milyonlarca ölü yan yana dizilse, ferah ferah yatıp
sonsuz uykularına varacakları konforlu bir mezar teşkil edebilir. İşte, cihan
harbinin uğursuz bilançosu budur!
(Dinleyiciler hep birden: "İntikam, intikam!" diye bağırmaya
başlarlar; reis zil çalar ve bu gibi haller tekrarlanırsa salonu boşaltmak
zorunda kalacağını bildirir. Sükunet başlayınca müddeiumumi sözüne devam eder.)
* * *
Evet, sizlerin hislerinize kapılarak, "intikam" ismini
verdiğiniz, bizim ise adalet gözüyle bakarak suçluyu bulmak, kanunun kaplarını
yerine getirerek cezalandırmak tabiriyle anlattığımız mesele son durumuna
gelmiştir: İkinci Cihan Harbi'nin suçlusu bulunmuş, yakalanmıştır. (Elini
jandarmalar ortasında bekleyen kara çuha örtülü bilinmez nesneye dehşet salıcı
bir hareketle uzatarak) Dünya tarihinin bu en büyük canisi, beş kıtayı kana,
ateşe boyayan bu milletler arası haydudu, bu gökyüzü ve denizaltı gangsteri,
insan neslinin ve medeniyet aleminin bir numaralı düşmanı cezasız
kalmayacaktır!
(Çılgınca alkışlar arasında sevinçlerinden birbirlerine ve daha ziyade;
yanlarındaki kadınlara sarılanlar görülür. Coşkunluk, zil sesleriyle
bastırıldıktan sonra müddeiumumi yine eliyle o tarafı işaret ederek haykırır.)
Sen olmasaydın, senin kabına sığmayan hırsın, yıkıp yakmaya doymayan aç
gözlü enerjin başımıza musallat edilmeseydi, insanlar belki yine bir büyük harp
göreceklerdi; fakat bu harbin zararı, eskiden bildiğimiz üstünkörü harplerinkini
pek çok geçemeyecekti. Senden alınan kuvvetle, senin verdiğin imkânla, ancak
senin tükenmeyen ihtirasınladır ki, dalgaların altı yetişmiyormuş gibi
bulutların üstü de harp meydanı oldu; gökten, yıldırımı kıvılcım derecesine
indiren külçe ateşler yağdı; denizde, kasırgaları insan soluğu kadar
çelimsizleştiren tayfunlar koptu; korkularından volkanlar ağızlarını kapayıp
sindiler; bütün harp sırasında Vezüvler, Etnalar ve ötekiler, hatta daha
azılılar bir kerecik olsun homurdanmaya cesaret gösteremediler. Sen, zalim
denilen semavi afetleri bile yıldırdın. (Heyecan belirtileri.)
* * *
Çelikten kalelere tekerlek takıp koşturan sendin! Kaleleri de yine sen
kanatlandırdın; Binbir Gece Masallarında yalnız sihirli kilimi ve çocuk
masallar nda cadı karsının küpünü uçuran eski zaman hayallerini en korkunç
şekilde sen gerçekleştirip yumuşacık halı yerine zırhlı kuleleri ve topraktan
yapılmış çanak yerine çelikten dökülmüş hisarları havalandırdın, havadan rahmet
bekleyen insanlığın başına afet yağdırdın!
Din kitaplarında Allah’ın gazabı diye gösterilen birçok vakayı her
günkü felaketli haberler haline sokan ve ufacık Sodom’a karşı sayısını bir Hak
Taalâ’nın, bir de ^^^K’nin bildiği binlerce şehri dümdüz eden sensin, senin şer
ve harp 108
ilahına rahmet okutan hırsındır. Seni dünyaya getiren ana dövünsün.
Halbuki övünmek isterdi; küçücük yaşından beri gösterdiğin terakki ve zekâya,
günden güne eriştiğin kemale, mucize sayılacak yüksek eserlere ve gördüğün
takdirlere bakarak oğlundan ne hayırlı işler bekliyordu... Neler çıktı!
Sen doğmasaydın, ikbale geçmeseydin, milletleri hükmün altına
almasaydın daha doğrusu şerre değil, hayra alet olmak isteseydin insan nüfusu
tavşan ve güvercin neslini kıskandıracak nisbette çoğalmış, ölüm miktarı ise
mezarlıkları parka çevirtecek ve mezar taşçılarını işsiz bırakacak derecede
azalmış bulunacaktı. Diri kalana şaştığımız felaket seneleri yerine öldüğünü
işittiğimiz birine karşı "Olamaz! ... Bu nasıl şey?" diye inanmak
isteyemeyeceğimiz bir saadet devri!
İşte (elini tekrar uzatarak) şu katil bizi öyle bir cennetten böyle bir
cehenneme soktu. Onun cezası idam olmalıdır. Evet, idam... Ben vicdanımın
emriyle bütün inanımla, beşeriyetin vicdanına ve dileğine uyarak adalet
kapısında bunu istemek, bu hakkı almak için kürsüye çıktım! (On dakika süren
alkışlar kesildikten sonra, derin bir sükût içinde mahkeme reisine bakarak)
Şimdi, sayın reis hazretleri, emir buyurunuz da mazlum beşeriyet, zaliminin
nuhusetlP suratını görsün!
(Dinleyiciler hep birden ayağa kalkarlar, bütün gözler suçlu yerinde
kaskatı duran kara örtülü cisme çevrilir. Reisin verdiği işaret üzerine
jandarmalar çuhayı çekip sıyırırlar. Bir hayret nidası kubbeyi sarsar.)
"Aaa!"
* * *
1 nuhuset: uğursuz
(Evet, bütün dinleyiciler hayretlerinden 'Aaa!!' diye bağırmışlardır.
Zira jandarmaların çekip sıyırdıkları kara çuhanın altından, İkinci Cihan Harbi
tarihine geçmiş meşhur simalardan hiçbiri çıkmamıştır. Örtünün gizlediği şey:
Ufak boyda bir motordu; tayyarelerde, otomobillerde bütün motorlu taşıtlarda
kullanılan "diesel" sisteminde bir "moteur a explosion",
bir dinamo! Müddeiumuminin dudaklarında acı, manalı bir gülümseyiş göze
çarpıyor; dinleyicileri adeta küçümseyerek, idraksizliklerine acıyarak süzüyor
ve gür bir sesle birden soruyor:)
* * *
"Şaştınız mı bayanlar? Umduğunuzu bulamadınız mı baylar? Hepiniz
bir hayal kırgınlığına mı uğradınız sayın dinleyiciler! 'Adalet Divanı' size
ciddiliğini kaybetmiş gibi mi göründü? (Haykırarak) Aklınızı başınıza
toplayınız ve Hakka iman ediniz! Baş suçlu odur! Niçin? Neden? Şimdi, yüksek
divanın huzurunda bunu anlatacağım.
Önce, benimle beraber 1900 yılına bir göz atmanız lazım. Mesut yıl!
Saadet yılı! İnsanlar âlemi henüz bu şekildeki motoru tanımıyor, motor henüz
portatif bir şer aleti haline gelmemiş; arabalarımızı atlar çekiyor,
toplarımızı da... Ne karada otomobil var, ne denizde motorbot, ne de havalarda
uçak! Fabrikalara, gemilere, vapurlara hareket kuvveti veren, çarkları döndüren
koskoca, yerinden kalkmaz, hantal ve heyula makineler, önüne gelenin
işleteceği, kucağına alıp götüreceği, tekerlekli vasıtalara yükleteceği ve
havalarda gezdireceği harcıâlem bir şey, bir kahve değirmeni değildir.
Beşeriyetin felaketi motorun okkaca hafif, kuvvetçe ağır bir şekle girmesiyle,
kara, hava, deniz vasıtalarında kullanılmasıyla başlamıştır.
* * *
Ama diyeceksiniz ki, İkinci Cihan Harbi'nin baş suçlularını, canlıları
hesaba katmayacak mıyız? Biliyorsunuz ki, ihtirasları veya idaresizlikleriyle
harbe sebep olduğu sanılan şahıslar, uzun süren harp sırasında birer beşer öbür
dünyaya geçtiler. Kimi yaş, kimi kaza, kimi inme, kimi ameliyat, kimisi de
başkaları veya kendileri tarafından yapılan kast yüzünden! Zaten onlar neydi?
Eğer şimdi karşınızda, masum bir tavırla kabahatsiz gibi duran şu zalim kuvvet
ellerinde bulunmasaydı ateş olsalar cirimleri kadar yer yakabilirlerdi.
Herhalde bir Napoleon bile olamazlar, o kadarcık bile zarar veremezlerdi!
('Doğru! Hakkı var!' mırıltıları) Dünyayı şu hale sokan zırhlılar mıdır? Hayır!
Süvari Arkaları mıdır? Hayır! Atlar ve öküzlerle çekilen toplar, elle atılan bombalar
mıdır? Hayır!
Ya nedir? ('Motor! Motor!' sesleri) Evet, o motorladır ki, uçaklar
havalandı, tanklar yürüdü, zırhlı otomobiller koştu, asker bir yerden öbür yere
taşındı ve paraşütlerle gökten istenilen yere indi ve böyle olabildiği için de
yeryüzü, ne istihkâm, ne kale, ne siper, ne ada, hiçbir engel dinlemeden,
havadan ve karadan saldıran alev dalgalarıyla yandı; kül, kömür oldu!
* * *
Ah 1900! Bin dokuz yüz kere ah!!! Vah 1939! Bin dokuz yüz otuz dokuz
kere vah!! 1939'da motorlu ejderhaların
benzin ve petrol yutup ağızlarından ateş püsküre püsküre dağ, ırmak,
deniz, uçurum, kum çölü ne varsa aşarak ilerlemeleri, göklerde fırtınaları
yenip sis tabakalarını yararak insanların ve marnurelerin tepesinden yanar
dağları tersine çevirmeleriyledir, arz, güneşten kopup bir yanar topaç gibi
boşlukta döndüğü ilk hilkat günlerini yeniden yaşadı. Bir farkla: Bu sefer
küremiz medeniyetin son haddine erişmiş, meskun bir dünyaydı. Henüz katılaşmaya
başlamış, hayatsız bir alev tükürüğü değil! (Ürpermeler.)
Bir şahıs ve bir devlet, ne derece büyük, iyi hazırlanmış bir orduya
kumanda etse ve gözü pek olsa motorsuz bir ordu, motorsuz bir donanma, motorsuz
bir hava filosu, yani planör ve balonla yine ^^^K’nin ince hesabına göre
şimdikinden ancak %2,84 nispetinde bir zarar verebilecekti. Yani önümdeki
grafiğe bakarak söylüyorum motor yüzünden kocaman bir küp kırıldı. .. Halbuki
motor kullanılmasaydı kınlan şey yalnız kahve fincanından ibaret kalacaktı!
(Hareketler ve mırıltılar) ^^KK bize bir istatistik daha veriyor: Defolup giden
uğursuz harpte her adam başına bir motor ve beş bomba düşmüştür ve uçak
sürüleri de, her yıl başımızın üstünden geçen leylek sürülerinden tam %84,2
derecesinde bir fazlalık göstermiştir! (‘Kahrolsun!’ sesleri).
* * *
Söze karışmaya hakkımız olmamakla beraber size, ettiğiniz bedduadan
ötürü vicdanımın sesine uyarak hak vermek zorunda kaldığımı sayın reis
hazretlerinden özür dileyerek söylemekten kendimi alamıyorum. Evet, küçük 112
motorlar bize vantilatör, frijider, elektrik süpürgesi gibi ufak tefek
faydalar vermedi değil... Fakat motorun yaptığı hayır, ürküttüğü kurbağaya
değmedi. Ne Şam'ın şekeri, ne motorun yüzü! (Alkışlar) Hiçbirini istemiyoruz,
ne uçak, ne otomobil, ne de ıvır zıvır şeyler! İstediğimiz şey I900 yılına
dönmektir. Atlı araba, poyraz rüzgârı, hasırlı karlıklar ve sopalı süpürge!
Motor olmasın da sırtımızda süpürge sopasının bile eksik olmamasına razıyız...
Herhalde gökten inen bombalardan ehvendir!3 ('Yaşa! Varol!
Dilin dert görmesin!' sesleri.)
Bir insan ne derece insafsız ve merhametsiz yaratılmış olsa yine ölüme
mahkumdur, ömrü sayılıdır. Fakat motor, her gün biraz daha küçülüp kemale
ermek, yani ^^KK'nin hesabınca 1 950 yılında bir portakal şekline girmekle
beraber Paris'teki Opera binasını tereyağından kıl çeker gibi kolaylıkla
yürütecek bir kudrete erişmek bakım ı nd a n dünyanın ve beşeriyetin daima
büyüyen, ölümsüz ve sonsuz bir tehlikesidir. İşte bir numaralı düşman, fani
olan insan değildir; müebbet olan motordur. Ben göçücü bir insanın değil, yarın
her cebe sığacak olan bu şer makinesinin idamını istiyorum!"
(Sürekli alkışlardan sonra söz avukatlara verilmek istenirse de müdafaa
vazifesini kimse üzerine almaz. Reis suçlu sanılan ve idamı istenilene, usule
uyarak diyeceği bir şey olup olmadığını sorar. Jandarmalar bir düğmeye
basarlar. Motor, birdenbire, harp zamanını, o dehşet ve felaketi hatırlatan bir
sesle ve tehditle homurdanmaya başlar; sustururlar. Bunun üzerine, jüri
reyleşme odasına çekilir. Yarım saat sonra hâkim kararı okur.)
Karar Sureti:
A. Temyizi kabil olmamak ve hüküm ^^KK üyesi bulunan bütün sulhsever
milletlerce yürürlüğe girmek üzere havada, yerde, denizde kullandığımız nakli
kabil motorların idam ve imhasına karar verilmiştir...
B. Bu gibi motorlarla benzerleri, önceden bir mahalde toplatılarak
hüküm tarihinden 91 gün sonra, her memlekette, aynı saat ve dakikada dinamitle
havaya atılacaktır.
C. Bundan böyle motor yapanlar ölümle cezalandırılacak ve hiçbir devlet
reisinin suçluyu affa, cezasını azaltıp değiştirmeye hakkı olmayacaktır.
D. Her memlekette kurulacak ve her millette üyeleri bulunacak olan
MMMMM'ler, yani (Milletler Motorları Meydana Çıkarıp Mahvetme Müesseseleri)
hükmün kontrolüne memurdurlar.
(Dinleyiciciler mahkeme kararını çılgıncasına alkışlamaktayken,
birdenbire, alkışları bastıran bir gürültü kopar. Dışarıdan gelen dehşetli bir
motor patırtısı! Herkes pencerelere koşar. Bir de bakarlar ki, beş bin kadar
uçaktan teşkil edilmiş bir hava bombardıman filosu şehrin üzerini kaplamış ...
Bombalar düşmeye başlıyor, alevler yükseliyor, haykırışma, kaçışma, birbirini
ezip çiğneme, ana baba, kıyamet günü! Kulağı delik biri yanındakine:)
"Eyvah! SSSSS'nin baskınına uğradık... Yani Sulhü Selamet Saymayan
Saltanatlar Serisi hükümetlerinin!"
(Reis kürsüde kumanda vaziyeti alarak haykırır.) "Millet! Motor
başına! Zafer motordadır!"
(Bu sırada idama mahkum edilen ve suçlu yerinde bekleyen motorun yanına
koşup ona coşkunlukla sarılanlar, ötesini berisini öpenler ve "Zafer
sendedir!" diye bağıranlar görülür. Lakin salona bin kiloluk bir bomba
düştüğü için artık hiçbir şey görünmez olur; bir alev, toz, duman perdesi iner,
perde iner.)
müddeiumumi: savcı
kıtal: vuruşma, birbirini öldürme, savaş
ehven: zararı az, en zararsız
Ahiretten Röportajlar
Bana, ilk önce bir tavsiye mektubu lazımdı: Zarar görmeden gidip yine
geri dönmek için! Bu, öyle bir yolculuktur ki, dönüş bileti şimdi bizim
trenlerde de olduğu gibi verilmez. Gidiş bileti ise hele şu sırada gerçekten
bedavadır; insan, gerçekten bedavaya gidiyor!
Mektubu kimden alabilirdim?
Düşündüm ki, insanlar arasında dolaşan, hem de bu aralık yanımızdan bir
an ayrılmayıp bizimle haşır neşir olan tek melek Azraildir. İsrafil dünya
yüzüne inmez; daha büyük kıyametin kopacağı günü bekleyerek, gökte ve boru
elinde, sonu gelmeyen bir İstirahat halindedir. Cebrail artık, eski manada,
klasik "ekol"dan Peygamber kalmadığı için çoktan kadro dışı edilmiş
emekli bir melektir; ununu bol zamanda elemiş, eleğini duvara asmıştır; etliye,
sütlüye karışmıyor. Mikail'i ise hiç tanımam: Mahlukatın erzakını tahsile memur
bir melek olduğunu söylerlerse de dünyadaki şu erzak darlığına bakılınca Tanrı
nezdirndeki bu iaşe müsteşarının da vazifesini hakkıyla gördüğünde şüphem var!
El altında bir Azrail kalıyor. Acaba kendisini nerede bulabilirdim?
Sizin de aklınıza geldiği gibi, olsa olsa cephelerin en civcivlisinde, şarkta
değil mi?
Nitekim kendisini orada, iki çarpışma arası, bir yıkık duvara dayanmış,
sırtında kurt derisinden kürk, başında halis kara papa bir kalpak, telatİn
çizmeli ayaklarını uzatmış, yorgun argın, soluk soluğa, dinlenirken buldum.
Nezaketle hatırını sordum:
"Bırak allahaşkına," dedi. "Bütün yük benim üzerimde...
Ne tarafa koşacağımı, hangi cepheye yetişeceğimİ bilemiyorum. Yaratıldığıma ve
bu işe memur edildiğime bin pişman oldum. 1941 yılına kadar şöyle böyle, işin
uhdesinden geliyordum; fazla yorulmuyordum. Fakat geçen eylülden beri bir
dakika nefes aldığım yok. Son günlerde ise cinsdaşların büsbütün zıvanadan
çıktılar; insafsızlığı ele aldılar. Demiyorlar ki biçare Azrail babaya azıcık
acısak; boğuşmaya biraz ara versek; hem o, hem biz, birkaç günceğiz dinlensek!
Hayır! İnadına azdılar, azıttılar; beş kıtanın karası, adası, havası, denizi,
hepsini birden ateşe verdiler!"
Azrail derin derin içini çekti ve devam etti:
"Dakikada bir, elbise değiştirmekten bıktım, usandım. Bak, şimdi
kürklüyüm, kalpaklıyım; biraz sonra Libya'ya yetişmek lazım... Tabii, hem
iklime uymak, hem de dikkati çekmemek maksadıyla keten ceket, kısa pantolon,
Koloniyal kabalak giyeceğim! Daha sonra Pasifik Denizi'ndeki adalara,
Birmanya'ya, Hint sınırlarına uğrayacağım için peştemala bürünmek ve başıma saz
külah geçirmek icap edecek! Daha şimale, buz denizine giderken, en iyisi
Eskimolar gibi fok balığı derisine girmek ve kafama da, içi penguen tüyüyle
doldurulmuş Ren geyiği derisinden bir kukuleta geçirmektir! Çekilir iş değil!
Canımı sıkan bir mesele de şu: Eskiden havalarda, kanatlarımı sallayarak uçup
giderken kendi kendime övünürdüm; yerden ayrılamayan insanları hiçe sayar,
gülerdim. Şimdi onlarla şurada burada; gök boşluklarında karşılaştığım oluyor,
hem de sürüsüne bereket... Saymakla tükenmiyor; çarpacağım diye de
ürküyorum!"
Bunları söylerken bir yandan da dizlerini uvuyordu; vücudunda yalnız
mecalsizlik değil, yüzünde de bir bezginlik görünüyordu. Dedi W:
"Biz, bilirsin a, birbirinden ayrılmaz dört ahbap melekleriz...
Fakat ötekilerin işi kekâ! Vazifelerin en güçlü, en sevimsizi, bitip
tükenmeyeni benim omuzlarımda. İlle İsrafil’in dünya umurunda değil. .. Zaten
bu gidişle onun boru çalmasına pek de lüzum kalmayacak: 'Suriİsrafil’i
sahibinden kapıp çoktan siz çaldınız ve kıyameti siz kopardınız! Asıl tuhafı
insanlar dünyada musavat1 olmadığından, birinin çok çalışıp
öbürünün ayaklarını uzatıp bey gibi yaşadığından sızlanırlar. Biz, melek
olduğumuz halde, aynı vaziyetteyiz: Kapı yoldaşım İsrafil, işte, bir gün
gelecek de boru çalacak diye, sayısı bilinmez asırlarca yan gelip oturuyor;
Cebrail ise memur melekler bareminin en yüksek derecesinden tekaüt edildi;
cennet bahçelerinde keyfi için gül ve kabak yetiştiriyor, kevser şarabı sıkıp
serin, loş bulut mahzenlerinde yıllandırıyor. Benim ise, gece gündüz, kalubeladan
beri can almaktan canım çıkıyor! Bari insanlar, aralarında hoş geçinseler de
ölüm yalnız ecel, hastalık ve kazaya kalsa... Günde birkaç bin kişiyi, nasıl
olsa, fazla zahmet çekmeden öbür dünyaya gönderiverirdim. Hayır! Siz, ikide
bir, bitleriniz kanlanınca birbirinize saldırıyorsunuz. Ha babam ha! Vallahi,
bana bile, bunca alışkanlığımla beraber gına geldi. Ey ulu Tanrım, diye içimden
sızlandığım oluyor, artık yetmez mi, felah bulmayacaklarını anlamadın mı? Ya şu
İsrafil’e söyle, ‘sûr’unu çalsın, topunun birden hakkından gelelim; yahut azılı
ve azman yıldızlarından birine emir ver, yolundan şaşsın ve gelip hayırsız arzı
tuzla buz ederek ibretiâlem için kırıntılarını göğün boşluklarına saçsın!"
* * *
Başını öfkeli öfkeli salladı; sonra usulca ekledi:
"Bana da harp görmedin, felaket nedir bilmezsin, diyemezsiniz a!
Habil ile Kabil vakasından beri insanların başına gelen kanlı kardeş kırışma ve
kesişmelerinin yakından şahidiyim. Hele o birinci vaka hiç hatırımdan çıkmaz;
zira işe ilk başlayışımdı; daha siftahı etmemiştim; vazifemi nasıl yapacağımı
düşünerek yürek çarpıntılarıyla beklemekteydim. Söz aramızda, biraz da
üzülüyordum: O lepiska saçlı, nazlı nazenin Hawa ananızın son nefesini almaya
memur edilmek, kadından başlamak hiç hoşuma gitmiyordu. Derken: 'Haydi, emri
verildi, git Kabil’i buraya gönder!’ Oldukça rahat bir nefes aldım, ama işin
içinde bir uğursuzluk da sezdim. Fena başladık diyordum, bu dünya, artık kardeş
kavgasından, birbirini kırmaktan kurtulamaz. Çekiver kuyruğunu! Nitekim öyle de
oldu. Harpler büyüdükçe büyüdü, genişledikçe genişledi. Önceleri Turova,
Midiya, Kartaca muharebelerini bir şey sanmıştım. Deli fişek İskender ile
insafsız Cengiz’e, sonradan Hulagfı ile Timur'a, hele o Napeleon’a bir kıymet
vermiştim. 'Yordular beni bu kan tutmuş adamlar,' diye söylenirdim, 'insan
neslinin dibine dan ekecekler!' Meğerse gün gelecek, kendilerine rahmet
okutacaklarmış!"
* * *
Karşımdakinin göğüs geçirerek susmasından fırsat bularak hemen söze ben
başladım:
"Sayın üstat," dedim. "İşte benim niyetim de o adamlarla
ve benzerleriyle ahirette bir konuşma yapmak, dünyanın bugünkü durumu hakkında
fikirlerini sorup anlamak!"
"Ha, demek ki sizin Lafontaine'in meşhur hikâyesindeki oduncu gibi
beni yardımına çağırıyorsun, öbür dünyayı boylamak istiyorsun... Peki, bir
eksik, bir fazla, ne ehemmiyeti var? Zaten hesaba bakıldığı da yok... Katip
melekler başa çıkamadılar, defterleri bırakıp birer tarafa uçuştular, kaçtılar;
yerlerine sizin eski 'defteri Hâkani' ve 'kuyudu atika' ketebesinin ervahını
koyduk; aylık çıkacak diye bekleşip duruyorlar, iş görmüyorlar. Her şey
karmakarışık... Saatin gelmemiş olmakla beraber seni de aradan çıkarıveririm...
Farkında olmazlar!"
Bu sözleri işitince aklım başımdan gitti; derdimi anlatıncaya kadar
akla karayı güç seçtim; fakat nihayet işi başardım; meşhur mısrada söylendiği
gibi bin cürme bedel bir de sevap etmeye razı oldu; iyi saatine rast gelmiş
olacak ki, istisnai bir muamele yaptı; gidişgeliş bir bilet kesti. Dedi ki:
"Sen dünya yüzünde dönüp dolaşan sözlere bakma... Ahirette de
rahat kalmamıştır. Demin söylemiştim, şimdi biz, tasarruf maksadıyla ruhları da
işte kullanıyoruz, başlarını kaşıyacak vakitleri yok. Arz üstünde yapmaktan
bıktıkları hizmetlere uygun vazifeleri görüyorlar. Mesela, belki de kapıcı ile
tanıdık çıkarsın. Hani eskiden merkezi umuminin aklı başında, dirayetli,
terbiyeli bir kapıcıbaşısı vardı. Şimdi nöbette o bulunuyor."
"Ya, içeri bıraktıktan sonra çıkmama izin vermezse?"
"Hayır; o adam emir kul udur; böyle şey yapmaz. Nöbet, eski
Bekirağa bölüğünün müdüründe olsaydı hapı yuttuğun gündü!"
* * *
Üstat böylece korkumu giderdikten sonra bezgincesine toplandı, ayağa
kalktı.
"Nereye teşrif," dedim. "Galiba yolcusunuz?"
"Evet," diye cevap verdi. "Pasifik’te biraz işim çıktı
ama Libya'ya da uğrayıp yine çarçabuk buraya döneceğim. Rahat, huzur yok. Hoş
bu bir şey mi? Önümüz bahar... Sen bendeki yorgunluğu bu cephede o zaman gör!
Anamdan emdiğim kevser burnumdan gelecek!"
Bunlar son sözleri oldu; bir kanat hışırtısı işittim; baktım ki, ölüm
melâikesinin yerinde yeller esiyor. .. Daha doğrusu şiddetli bir kar fırtınası!
* * *
İmparatorun emekli ve sadakatli oda uşağı burada yine o işi görüyordu
elimdeki tavsiye mektubuna kafa tutamadığı için melek kanatlarından örülmüş
perdeyi araladı ve bana dedi ki:
"İşte, bak, haşmetlû imparator yazı masasının başında... Hiç
şüphesiz yine Josephine haspasına, o sömürge mahsulü düzenbaza aşk mektubu
yazıyor. Haberin olmasa gerek: İkisi de ahrette buluşunca, yüz şu kadar sene
oluyor, hemen birbirlerinin kucağına atıldılar, nikâhlarını yenilediler. Fakat,
hani sizler 'huy canın altındadır,' dersiniz; çok doğrudur; hatta can çıktıktan
sonra da huyun çıkmadığını burada anladım. Söz aramızda, Josephine, hâlâ ruhlar
âleminde de kocası koca Napoleon'u aldatmaktan vazgeçmedi. Bu kaçıncı
ihanetidir. Haydi, Büyük İskender'le macerasını affedelim; delikanlı gerçekten
güzeldir, dayanılır şey değildir... Fakat arkasından Kleopatra'ya inat
Antoine'a el attı; çeşni değiştireyim diye sizin kulağı küpeli Yavuz'a da
sırnaştı. Bugünlerde ise aklı hiç başında değil. Dünya yüzünden ve her
milletten bir bir arkasına, genç generaller, dinç amiraller, yiğit uçakçılar,
kahraman subaylar gelmektedir; gelmekte değil, çekirge sürüsü gibi ahiret
havasına bulut halinde hücum etmektedir. Bunların peşinde, bahçeden bahçeye,
pavyondan pavyona koşuyor. Haşmetlû imparator da dünya yüzünde yaptığı gibi bu
ihanetleri daima affediyor. Dedim ya, can çıkar huy kalır. Onun kısmeti de
kadınlar tarafından aldatılmaktan açılmış!"
* * *
Oda uşağından sormaya mecbur kaldım:
"Peki ama, ahiretteki erkekler o canım hurileri bırakıp yine
dünyadan gelme, şu bildiğimiz, bıktığımız kadınlarla mı uğraşıyorlar?"
Gülmesini zaptederek cevap verdi:
"Azizim, bunda şaşacak bir cihetyok. Huriler güzel yaratılmış,
latif mahluklar ama oldukça yavan şeyler! Ne istenirse yapıyorlar, bir denileni
iki etmiyorlar. Onlarda başkalarına göz atmak, erkeklerini aldatmak, masrafa
sokmak, sinir buhranlarına tutulmak, çıngar koparmak gibi dünya kadınlarına
mahsus fena huylar yok. Bu huylar olmayınca, hele kıskançlık duygusunu harekete
getirmedikçe bizimkiler çarçabuk kendilerinden bıkıyorlar, başlıyorlar yine arz
üzerindeki titiz, aksi, netameli, hatta ahlaksız ve şimdiki tabirinizle fam
fatal kadınlara tutulmaya, bunlar için yanıp tutuşmaya. .. Mesela ahirette de
büyük sükse yapanlar yine Semiramis, Mesalina, Teodora, Kleopatra, Marie de
Medici, sizin Bafo'nuz, Rusların Katerinası, ne bileyim ben, hep o çeşit yaman
kadınlardır. Geçen gün Silla, kıskançlık yüzünden kılıcını çekip az daha
Neron'un ruhunu ikiye bölecekti. .. Meğerse aptal Neron, Kleopatra için bir
şiir yazıp bestelemiş ve karşısına geçip Roma yangınında olduğu gibi kötü aktör
tavırları alarak rebapla soğuk soğuk çalmaya koyulmuş!"
* * *
Söz aşktan açıldığı ve bu hususta Napoleon'un oda uşağı epeyce
malumatlı olduğu için meraktan çatladığım bir noktayı anlatmak istedim:
"Kuzum Bay," dedim. "Malum a, dünya yüzünde birtakım
ebedi aşklardan, ölmez aşklardan, hak âşıklarından çok bahsolunur. Hele şu
sırada filmlerde bile kavuşamadan ölen bazı sevgilileri, son nefeslerini
verdikten sonra el ele, kol kola, bulutlar arasında gök yüzüne çıkarken
göstermek modadır. Eskiden de Leyla ile Mecnunlar, Ferhat ile Şirinler, Romeo
ve Jü lyetler, yahut da kavuştukları halde birbirlerine doyamayan Manonlar, La
Dame aux Camelias, falanlar, filanlar vardı. İşte böyleleri, ruhlar âleminde,
artık birbirlerinden ayılmadan, aynı muhabbetle, gerçekten bir arada mı
yaşıyorlar?"
Yine gülmesini güç tuttu:
"Ayol," diye söylendi. "Bahsettiğin keskin, amansız,
ölesiye, öldüresiye muhabbetler, dünya üstünde karşılarına çıkan zorluklar
yüzünden o dehşetli hale gelirdi. İnsanlar, yasak edilene daha düşkün olurlar.
Şayet Romeo ile Jülyet’in buluşmalarına aileleri engel olmasaydı,
evlendiklerinin senesinde birbirlerinden soğumaları ihtimali meğerse pek
çokmuş. Zira benden eskilerine sordum onlar buraya güle oynaya, kucak kucağa
gelmişler, ahretin ıssız bir yerinde hemen bir pavyon seçmişler, başlamışlar
baş başa yaşamaya, sevişmeye... Fakat bu muhabbete kimse karşı koymayınca,
Montagu ‘Olamaz!’, Capulet’ler 'Allah göstermesin!’ demedikleri, hatta ‘Ne
belanız varsa görünüz!’ dedikleri için iki âşık, bu sakin, hür, engelsiz
ömürden bıkıvermişler. Bir müddet sonrajülyet, Romeo tarafından öldürüldüğünü
bildiği kendi amca oğluna abayı yakmış, kocası da yeni bir vaka çıkarmak için
tekrar Capulet familyasından bir kıza göz koymuş ama burada hürriyet tam olduğu
için, iki aile de aldırış etmemişler; şimdi o kızla şöyle böyle yaşıyor. La
Dame aux Camelias’ya, yani asıl adı ile Marie Duplessis’ye gelince, Arman
uydurma bir tiptir, onu geçiyorum bu kızcağızın bütün cazibesi, ince ruhluluğu,
aşktaki harareti hep tutulduğu verem illetinden geliyormuş. Burada hastalık
olmadığından ve dünya yüzündeki hastalıklılar ahrette şifalarını bulduğundan az
günde toplandı, şişmanladı, tıkız ve kalın bir köylü kızı oldu çıktı; tıpkı
köyündeki çamaşırcı hemşiresine benzedi. Meşhurlardan yüzüne bakan yok... Bir
çiftlik kâhyasıyla ömür sürüyor, memnundur!"
* * *
Oda uşağı, hikâyesini birdenbire kesti:
"Haydi," dedi. "İmparator mektubunu bitirdi; seni yanına
sokayım. Ha, dikkat et, o, Korsikalı küçük bir aileden türemedir ama karşısında
demokratça konuşmaya tahammül edemez. Kendisine daima ‘haşmetlû’ diye hitap
etmelisin. Sonradan görmeler bu işlerde titiz oluyorlar. Geçen gün sizin
gazetelerden biri eline geçmişti; vekillere, sefirlere bile bir ‘bay’ lakabı
kullanmadan resimlerini koyduğunuz için kıyametler kopardı. ‘Ben,' dedi,
‘kimlere ve nelere Prens, Kont, Baron unvanları vermiştim... Hoş, kendime de
aslan payını, imparatorluğu aldım a!’ ..."
Uşak perdeyi açtı ve dimdik bir vaziyette, beni efendisine haber verdi.
İşte, Napoleon’un karşısındayım. Ben de onu, hepimiz gibi,
resimlerinden tanırdım: David denilen büyük ressamın, fakat emsalsiz döneğin
meşhur tablosundan ... İsabey’nin başka bir levhasından... Houdon’un büstünden
ve heykeltraş Seurre’ün yaptığı koca heykelden ve benzerlerinden ! Baktım ki,
Korsikalı cihangir bunlardan hiçbirine benzemiyor. Gayet soluk yüzlü, bodur,
adeta silik bir adam ... Öfkesi üzerinde olmalı ki, ne selam, ne hatır sorma,
birdenbire gürledi:
"Bırakın benim yakamı! Sizin başka işiniz, benden başka dil
pelesenginiz, ısıtıp ısıtıp ortaya koyacak başka misaliniz yok mu be! Hay Allah
başkaca belarnı vereydi de şu Moskova'ya gitmez olaydım, girmez olaydım, girip
de çıkmaz olaydım! Bütün gazetelerinizde, radyolarınızda, nutuklarınızda hep bu
laf, hep bu terane! 'Napoleon gittiydi, girdiydi! Sen gittindi, giremedindi! O
hem gider, hem giremez! Siz bir gidersiniz, bir daha gidemezsiniz! Ben bir
giremem, iki giremem ama bir girince bir daha çıkmam!' Nedir bu gürültü,
birbirinize meydan okuma, birbirinizi mezaka alma? Mahalle mektebi çocukları
gibi soluk soluğa yine atışıp laf yetiştirmeye çalışıyorsunuz? En ağırbaşlı
işlerde nedir bu hoppalık? Hem benim başka seferlerim, muharebelerim, bir sürü
zaferlerim, Marengo'larım, Austerlitz'lerim, İana'larım yok mu? Yalnız Moskova
ile Waterloo'yu tutturmuşsunuz; Her zaman papaz pilav yemez!"
İmparator biraz daldı, sonra derin, içli, hüzünlü bir sesle dedi ki:
"Bununla beraber, mahut dönüşü hatırladıkça şu cennet gibi yerde,
ılık ahiret havasında bile tüylerim diken diken oluyor; hâlâ sırtımda
ürpermeler duyuyorum; iliklerim donuyor. Benim yaptığım, o zamanki vasıtalarla
işlenir hata değildi. Fakat şimdi tanklar..."
* * *
Napoleon sözünü tamamlayamadı, perde şiddetle sarsıldı, içeriye bir
gözünün üzerine siyah bağ sarmış, yarı çıplak, elinde kalkan, belinde yalın
kılıç, iri yarı, kara yağız, korkunç bir adam girdi ve haykırdı:
'Tankların, zırhlı otomobillerin ilk mucidi benim! Harplerin üstadı
benim! Hâlâ dünya yüzünde benim planlarım yürüyor; benim askerlik dehamın izi
üzerinde yürünüyor! İşitmiyor musunuz? İşte Roma orduları, cenge girmeden önce,
tehlikeyi belirtmek için haykırıyorlar: Hannibal ad portas! Hannibal
kapılarımızdadır!"
Anladım ki, bu yeni gelen zat, Mrikalı serdar Hannibal' dır; Kartaca
orduları kumandanı ve askerlik tarihinde unutulmaz bir tâbiye hareketinin
misilsiz üstadı büyük Hannibal! Fakat aklımın ermediği nokta onun İsa
doğumundan iki yüz şu kadar yıl önce tankları ve zırhlı otomobilleri icat etmiş
olması keyfiyetiydi. Şaşkın şaşkın yüzüne bakakaldığımı görünce bana döndü:
"Behey çocuk," dedi. "Filleri ilk defa harp sahalarına
sokan, tank yerine kullanan, kalın derilerinden çelik ve üzerlerine bir sürü
asker bindirerek koca cüsselerinden zırhlı otomobil gibi istifade eden ben
değil miyim? "
Napoleon, "Neye yaradı," diye söylendi. "Sonunda kendi
elinle kendi aziz canına kıymak zorunda kalmadın mı?"
Bu söze karşı; Hannibal, imparatora acımsayarak baktı:
"Evet ama," dedi. "Düşmanı ma kendimi teslim ederek bir
kaya parçası üstünde, hem esir, hem hasta, hem bakımsız, içler acısı bir halde
sönüp gitmedim ya!. .."
İki serdarın da, nice parlak zaferlerden sonra dünyada uğradıkları
akıbet o derece ibret ve keder vericiydi ki, düşüncesi ahirette bile, hâlâ
zihinlerini meşgul ediyor ve yükü bellerini büküyordu.
musavat: eşitlik
Fırat ile Dicle, Ren ile Tuna
Miladın yirminci asrında, yani içinde yaşadığımız senelerin birinde,
bir seyyah, Fırat ile Dicle arasında dolaşıyor, batmış şehirlerden iz, eski
mamurelerden işaret arıyordu. Maziyi eşmeye, tarihi deşmeye gelmişti.
Yorgun ve mahzundu, elindeki kitap ona diyordu ki:
"İlk medeniyetin temeli bu yerlerde atılmıştı. Nehirlerin
kıyısında haşmetli şehirler, sayısız kasabalar vardı; kalabalık, alım satım,
yeşillik ve neşe göze çarpardı. Pazarlarında altın devşirilir, ipek arşınlanır,
insan kaynar, hayat fışkırırdı. Hükümdarlar uğrağı, cihangirler geçidi,
ihtiraslar mıknatısı, bereketler tılsımı orasıydı, oradaydı. Tepeleri bulutlara
kavuşmuş asma Semiramis bahçeleriyle Babil kulelerinin, Nemrut saraylarının,
Eti kervansaraylarının ve Sümer misafirhanelerinin debdebeli gölgeleri sulara
vurur, çırağları sularına dökülürdü. Halk, bolluk görmek, refah tatmak, servete
konmak ve rabata erişmek için dünyanın dört bir tarafından buraya akın eder;
inci ve mercan yüklü gemiler; ormanlar arası ve kanallar üzeri bu nehirlerde
gelir gider, mal getirir, mal götürürdü. İlk buğday ovalarında yetişmiş, ilk
kütüphane kenarında kurulmuştu; Allah'ın ilk defa adı orada anılmış, yerle
göğün ilk haritası orada vücut bulmuş
tu. Bugünkü Avrupa o zaman bu nehirlerin arasına sıkışmıştı; ilk Avrupa
burada yaşamıştı."
Seyyah etrafına bakıyordu: Kupkuru, bomboş, sessizliği korkunç,
korkunçluğu sessiz bir çöldeydi. Tek insan, tek bina yoktu. İki nehir,
gündüzleri bir tutarn gölge yüzü görmeden, geceleri bir kandil ışığına rast
gelmeden çamurlu yatağında feyizsiz, bereketsiz yuvarlanıp gidiyordu. Onlar,
demek ki dünkü tarihin Renleri, Senleri, Vistülleri ve Tunaları idi; bir
medeniyeti sularlar; medeniyete can verirlerdi.
Bu varlık nasıl hiç oldu, yok oldu?
Saltanat devrinde bir Ninovalıya, bir Babilli ve Tüdmürlüye:
"Yarın buralarda kuş uçmayacak, kervan geçmeyecek, taş üstünde taş; omuz
üstünde baş kalmayacak!" denilseydi, içinde yaşadığı debdebeli medeniyetin
yerinde yeller esebileceğini herhalde aklına sığdıramayacak, "Şu heybetli
duvarlar, hisarlar, abideler ve heykeller; şu granit sütunlar, taklar,
kaldırımlar ve kışlalar; şu gürleyen, kaynaşan, kabına sığmayan halk, bugün bu
dipdiri, sapasağlam mevcudiyet, kütüphaneleri, orduları, filoları,
imalathaneleri, eksiksiz varlığıyla hiç erir mi, biter mi?" diye düşünerek
herhalde o şeametli kehanete gülümseyecekti.
Halbuki bugünün seyyahı Ninova'nın toprak altındaki artığını güç
bulabiliyor; Babil izsizdir; Tüdmür'ün dörtte üçü yerin dibindedir. Hani Balis?
Hani Tormoda? Hani Tapsak? Hani ya Ksenefon, Strabon, Plin gibi eski
seyyahların ve tarihçilerin övdükleri böyle bir sürü haşmetli şehirler, koca
Gılgamış ve milyonlarca halkını barındıran Mezopotamya mamuresi?
Hatta, değil böyle milattan önceki asırların uzak medeniyeti, dünkü
Harunurreşid'in orman gölgesinde barınarak Bağdat'tan geldiği yazlık
saraylardan eser kalmamıştır; kozmografya alimi Şakir'in, Memun zamanında tul
ve arz dairelerini ölçtüğü rasathane yere gömülüdür, Abbasilerin Rakka'daki cam
ve çini fabrikaları tuz buz olmuştur. Yakın bir mazi bile şimdi orada nişanesiz
kaybolup gitmiştir.
Seyyah, haftalarca bu medeniyet mezarları üstünde döndü, dolaştı.
Elindeki kitap: "İşte," diyordu, "şu tümseğin yerinde yarım
milyonluk bir şehir kuruluydu; şu sütunun devrilip kaldığı mahalde Asurilerin
bir sarayı, Etilerin bir limanı, şu takın altında İranilerin bir hisarı veya
Makedonyalıların bir geçidi vardı." Fakat şimdi, bütün o mesafelerde
yalnız toz ve kum girdapları yapan bir münzevi rüzgârdan ve bikes1
kaldığını hisseden perişan bir seyyahtan başka hiçbir şey ve hiçbir kimse
yoktu.
Ve bu seyyah kendi kendine şöyle söyleniyordu: "Bu yerler, kabil
değil o anlatılan şenliği görmemiştir; bu nehirler, ormanlar arasından akıp,
şehirler yamacından geçmemiştir; buralarda medeniyet mekân tutup tarih dile
gelmemiştir. O hikâyeler efsanedir; âlimlerin muzipliği veya hatasıdır;
Mezopotamya şan ve şevkete, umran ve refaha hiçbir devirde ermemiştir."
Halbuki elindeki kitap ve tarih ilave ediyordu:
"Mezopotamya'yı, birbiri ardınca, doğudan ve batıdan, şimalden ve
cenuptan istila orduları kuşattı, cihangirler aştı, ihtiraslar yaktı ve ona
göğüs geremediği için bu medeniyet yerin dibine battı."
* * *
Miladın kırkıncı asrında, yani beşeriyetin içinde yaşayacağı senelerin
birinde, bir seyyah Ren ile Tuna arasında dolaşıyor; batmış şehirlerden iz,
eski mamurelerden işaret arıyordu. Maziyi eşmeye, tarihi deşmeye gelmişti.
Yorgun ve mahzundu; elindeki kitap ona diyordu ki:
"Medeniyet burada kemale ermişti. Fabrika dumanları bulutlara
sarılır, tayyare ışıkları yıldızlara karışır, trenler mekik dokur, vapurlar
koşmaca oynardı. Yollarda adım başına yüz adama rast gelinir, sokaklarda adım
atmak için yüz adamla omuzlaşılırdı. Dağlar ormanlık, tepeler bağlıktı; üzümler
sıkılır, şaraplar yapılır, nehir boyu eğlence yerlerine koşulur, Tuna'nın
dalgaları besteye sokulup şarkılar söylenir, Ren'in güzellikleri güftelerde
anılır, çalgılarda çalınırdı. Rıhtımlar malla, kanallar salla doluydu. Nüfus
günden güne artıyor, her karış başına bir insan isabet ediyordu. Binaların
damları gökte, temelleri yedi kat yerdeydi. Geceler o kadar aydınlıktı ki,
gündüzden ayırt edilmez, şehirler öyle çoktu ki, birbirinden seçilmezdi. O
günkü Avrupa bu nehirlerin kenarına ve arasına sıkışmış, ikinci büyük medeniyet
buralarda yaşamıştı."
Seyyah etrafına bakıyordu: Göz alabildiğine bomboş, kupkuru, sessizliği
korkunç, korkunçluğu sessiz bir çöldeydi; tek insan, tek bina yoktu. İki nehir
bir ağaç gölgesinde ferahlamadan, bir fener ışığında gülümsemeden, bağrında bir
sandal gezdirip, sırtına bir gemi yüklemeden, somurtkan ve zalim, berekete
yabancı, insana düşman, yavan ovalarla yalçın kayalar arasından homurdanıp
gidiyordu.
Bu varlık nasıl hiç oldu, yok oldu?
Saltanat devrinde bir Viyanalıya, bir Kolonyalıya, bir Almanya veya bir
Fransızca, herhangi Avrupalıya: "Yarın buralarda baykuşların
tüneyebileceği dam, leyleklerin konacağı bir baca bile kalmayacak; tek ağaç
filiz vermeyecek, tek adam çadır kurmayacak! ..." denilseydi, üstünde
yaşadığı zengin ülkelere bedel, bir gün, bir çöl vücuda geleceğini aklına
sığdırabilir, o derece şaşaalı, demirden, çelikten, betondan bir kıtanın yerin
dibine geçeceğini hayalinden geçirebilir miydi?
Seyyah haftalarca bu medeniyetin mezarlığında dolaştı; arandı, tarandı.
Elindeki kitap: "İşte," diyordu, "şu tepenin altında altı
milyonluk bir şehir gömülüdür; şu demir iskelet parçaları Babil kulesinin
kardeşi Eyfel'in bakıyesidir; şurada bir sıra yeraltı istihkâmları vardı;
burada Krup isimli bir büyük fabrika... Şu tak, vaktiyle şan ve şerefe işaret,
şu sütun feyiz ve berekete nişaneydi. Ötede bir müze, beride bir tersane
kurulmuştu. Şu ücra gölün kenarını eşerseniz milletler sarayı denilen haşmetli
bir misafirhanenin enkazını bulabilirsiniz..." Fakat, şimdi bütün bu
mesafelerde yalnız toz veya kar girdapları yayan bir vahşi rüzgârdan ve ölüm
ürpermeleri geçiren bir perişan seyyahtan başka hiçbir şey ve hiçbir kimse
yoktu.
Kitap ilave ediyordu:
"Avrupa'yı birkaç istilacı ve mütecaviz serdarın ihtirası yaktı ve
ona göğüs geremediği, bu hırsları yenemediği için, o medeniyet tıpkı kırk asır
evvelki Mezopotamya medeniyeti gibi yerin dibine battı.”
İşte bunun öyle olmaması içindir ki, bugün Ren ve Vistül kenarlarında,
yarın belki de Tuna ve Meuse boyunda; Avrupa'nın müdafaası harbi yapılıyor,
yapılacaktır.
Ve bana öyle geliyor ki, şimdi Elcezire'nin hâk ile yeksan olmuş o
şanlı medeniyet enkazı, o heybetli sütunlar, taklar, kuleler ve hisarlar,
asırlarca evvel gömüldükleri kumların altından, azman iskeletler gibi
takırdayarak, birbirlerine abanarak, toprakları yarıp devirerek kımıldamak,
kurtulmak istiyorlar, kırık, çatlak, sakat kafalarını kaldırıp önümüze
dikilerek bize seslenmek için çabalıyorlar:
"Halimize bakınız, kurtulmaya çalışınız!”
bikes: kimsesiz
Acıklı Komedi
Birinci tablo
(Bahrimuhit ortasında, dünyadan elini, eteğini çekmiş mini mini bir ada
Yelpaze yapraklı iri ağaçların gölgeleri
aksetmiş, sedef kumlu yemyeşil bir koy Güneşte hallanmış olgun muzların baygın
kokusu, denizin tatlı hışıltısı ve altın tüylü, mercan başlı sırma kuyruklu
şirin kuşların cıvıltısı Ruha derin bir
gevşeme veren durgun bir kuşluk vakti Diz boyu ibrişim otların arasından saklı
göbeğine kadar uzun, çelik adaleli, çıplak bir adam çıkar, uzun uzun denize
baktıktan sonra...)
ÇIP^LAK E^^EK (Kendi kendine)
Ufukta yine ne kara bir duman görüyorum, ne beyaz bir yelken! Bu ıssız adaya
düşeli tam yirmi iki sene oluyor; dile kolay ... Hâlâ dünkü gibi hatırımdadır.
Büyük Harp sona ermişti, sulh müzakerelerine henüz başlanmıştı; ben de ordudan
terhis edildiğim için, ticaret maksadıyla Yeni Kaledonya'ya gidiyordum;
bindiğim vapur serseri bir mayına çarparak hattı, yüzerek şu adaya nasılsa
çıkabildim; bütün yolcuları köpek balıkla
1 bahrimuhit: okyanus
rı yutmuştu. Tesadüfen aynı adaya düşmüş bir vahşi kızına, güzel
Porapora'ya rast gelmeseydim, bugüne kadar, yıllarca tek başıma kalmış
olacaktım. Acaba, son nefesimi burada mı vereceğim, bir daha medeni hayat
yüzünü görmek bana müyesser olmayacak mı? Dünya ahvalinden o gün, bugün,
tamamıyla habersizim. Ne talihsiz adammışım ki, misli görülmemiş bir kanlı
harpten sonra cihan tam ebedi sulha, arızasız bir selamete, hakiki saadete
kavuştuğu sırada benim nasibime ücra diyarlarda bir vahşet hayatı isabet etti. (Göğsüne
yumruklarını vurarak) Bedbaht! Medeni dünyadan uzak kalınacak zaman mıydı?
(Otların arasından, taze çiçekten çelenklerle süslediği saçları kıvır
kıvır, gayet mütenasip endamlı, pek sevimli, çıplak bir kadın zuhur eder.)
ÇIPLAK ^^DIN (Koşup boynuna
sarılarak, yarım yamalak öğrendiği Avrupalı lisanı ile) Yine mi keder dalgasına
tutuldun, sevgilim? Gel, dertli başını dizime koy, yerli türküler söyleyeyim,
şiirler okuyayım, cin, peri masalları anlatayım; seni avutayım ve uyutayım!
ÇIP^LAK E^KEK Kaç kere İhtar
ettim. Porapora, beni böyle medeniyet hasreti tuttuğu zaman yalnız bırak. Neler
düşündüğümü, kaybettiğim ne gibi saadetlere yandığımı senin basit aklın almaz.
Ah, kimbilir Avrupa ne güzelleşmiştir, nasıl bir huzura nail olmuş, ne mesut,
ne emin yaşamaktadır! Hiç şüphem yok, artık devletler arasında sarsılmaz bir
muhabbet, karşılıklı yardım, iyi komşuluk, dostluk hüküm sürmektedir. Silah
fabrikaları iflas etmiş, harp tersaneleri kapılarını örtmüş, ordular yerini
jandarmaya bırakmış, belki de gümrük kordonları bile kaldırılmıştır. Küçük,
büyük her milletin hukukuna hürmet edilmektedir. Hatta, zannederim, ayrılırken
kulağıma çalınan insani büyük proje, bir akvam cemiyeti tesisi fikri de çoktan
kuvveden fiile çıkarılmıştır; orada bütün milletler el ele vererek dünyanın ve
beşeriyetin hayrı, saadeti, selameti için çalışıp arada çıkan ufak tefek
ihtilaflar kardeşçesine halletmektedirler. (Tekrar göğsüne vurarak) Behey
talihsiz! Böyle, cihanın en bahtiyar devrinde ıssız adaya düşecek bir sen mi kalmıştın?
ÇIPLAK ^ADlN (Gözleri dolu dolu)
Anlayamıyorum, ne vehimlere kapılıyorsun? Gel, kederli başını göğsüme daya,
bizim kabile sihirbazından öğrendiğim duaları okuyayım, tilki kuyruğuyla büyü
yapayım, büyük putumuzdan ruhun için rahatlık dileyeyim; zihnine giren şeytanı
çekip atayım!
ÇIP^LAK ERKEK Medeniyeti
kurtarmak, beşeriyeti nihai huzura kavuşturmak için dört sene bağrımı
kurşunlara siper yaptım; aslancasına çarpıştım, kanımı döktüm, ciğerimi delik
deşik ettim. Sonra da emelimin tahakkuk ettiği gün, vahşet diyarlarına düştüm,
emeğinin mukabilini görmekten mahrum kaldım. Eminim, artık Avrupa'da tek silah
patlamıyor, ne gökte harp tayyaresi, ne yerde zırhlı otomobil ve tank; ne
Verdun kalesi, ne Cebelitarık istihkâmı; bunlara lüzum mu var? Almanya silahlarından
tecrit edilmiştir, bütün yanan, yıkılan yerler tekrar kurulmuştur; güzel
ovalarda tekrar çift sürülüyor, çayır biçiliyor, Ren sırtlarında bağ bozumu
yapılıp, şampanya vilayetinde yeniden şarap çekiliyor; şehirler nur içinde
yanıyordur. Halk,. refah, selamet, zevk, safaya gark olmuştur; kafile kafile
turistler her tarafa servet, saadet, neşe taşıyordur. Kimbilir ticaret nasıl
artmış, İktisadiyat ne derece mükemmelleşmiştir... Altın ceplerden dökülüyor,
gümüş kaldırımları kaplıyordur. (Göğsüne yumruklar atarak) Hey gidi kahpe felek
hey! Herkese yelek giydirdin, gömleğimi bile sırtımdan sıyırıp bana vahşi
adalarda kelek yediriyorsun!
ÇIP^LAK ^KADIN Sevgilim, biz
burada mesut değil miyiz? Bak, dallardan çeşit çeşit yemişler sarkıyor; deniz
en lezzetli böceklerini, midyelerini, istiridyelerini ayağımıza getiriyor; işte
topraklarımız av hayvanlan ile dolu, kulübemiz hoş kokulu yumuşak otlar,
çimenlerle örtülü... Ömrümüz tatlı bir rüya gibi geçiyor. Gel, kollarımın
arasına gir, vücudunu, körpe vücudumun tılsımıyla sarayım, seni teselli
ülkesine ulaştırayım!
ÇIP^LAK ERRKEK Ben sulha eren
medeni dünyaya kavuşmak, ebedi sulhun zevkini tatmak istiyorum. Ah, Avrupa;
dört sene süren müthiş bir harpten sonra müebbet sulhü bulan mesut ülke! Ey
medeniyet, beni arana al! Acaba Meuse nehri kıyısındaki baba mirası güzel
villama, rahat yatağıma, eşe, dosta kavuşmak saadetine bir daha nail olamayacak
mıyı m?
ÇIP^LAK ^KADIN (Denizi işaret
ederek) Bir duman görüyorum!
ÇIP^LAK E^KEK Bir vapur! Hem de bir harp gemisi! Kurtuldum, kurtuldum!
(Sahile doğru koşar ve adaya yaklaşan kruvazöre bir an evvel kavuşmak için,
denize atılıp yüzmeye başlar; Porapora, kederinden düşüp bayılmıştır.)
^inci tablo
(Bir küçük harp gemisinin güvertesi Bahriye zabitleri ve askerleri Herkesin yüzünde hayret, herkeste telaş Çıplak erkek, üzerine bir örtü çekilmiş,
uzanıp yatmaktadır.)
KU^^ND^N Demek ki, yirmi iki
seneden beri dünya ahvalinden hiç haber alamadınız; olup bitenlerden
habersizsiniz, tamamen vahşi bir hayat sürüyorsunuz?
ÇIPLAK E^KEK Evet, tamamen vahşi
bir hayat, hayvanlar gibi. .. Bunu, medeni kardeşlerim huzurunda söylerken
yerin dibine geçiyorum. Rica ederim, bana biraz medeniyet dünyasından haber
veriniz.
KU^^ND^N Zaten biz de son
haberleri dinlemek üzere radyoda ajans saatini bekliyorduk; işte tam vakti
geldi, hep beraber dinleriz.
^^DYO "Bu sabahki harp
raporu: Narnur ile Sedan arasında düşmanın şiddetli hücumları devam etmektedir.
Motorize kıtalardan bir kısmı Meuse nehrinin sol kıyısına geçmek teşebbüsünde
bulunmuşlarsa da, mukabil taarruzumuzla geri püskürtülmüşlerdir. Belçika'da
Liege kalesi, muhasaraya kahramanca göğüs germektedir."
ÇIPLAK E^KEK (Örtüyü atıp
yerinden fırlayarak) Bu ne söylüyor? Yirmi altı sene ewelki harp raporunu niçin
tekrar ediyor?
^RADYO (Devamla) " ...
Bruxelles'e inen paraşütçüler tamamen imha olunmuşlardır. Hollanda ordusunun
teslimi haberi Amerika'da tesiri mucip olmuşsa da, hükümet bitaraflığını
muhafaza kararındadır. Berne'den bildiriliyor: Alman ordusu İsviçre hududunda,
tecemmüler1
yapmaktadır. Roma'dan işar edildiğine göre, talebenin sokaklarda Fransa ve
İngiltere aleyhinde nümayiş yapması yasak edilmiştr. Norveç'in şimalinde
cereyan eden harbe dair malumat alınamamıştır. Britanya adalarına hava
hücumlarını önlemek üzere yeni tedbirler alınmıştır."
ÇIPLAK ERKEK (Radyo makinesine
doğru yumruklarını sıkarak, hücuma kalkışırsa da, iki nefer koşup yakalarlar ve
yere çökertirler. Kumandan düğmeyi kapatır; derin bir sükût,) Merhamet edin,
bana doğruyu söyleyin, işittiklerim doğru mu? Kulaklarıma inanamıyorum!
KUMANDAN Maatteessüf hepsi
doğru... Siz, bu vahşi adaya düştüğünüzden beri işler hep ters gitti, fırsatlar
kaçırıldı, sulhtan istifade edilemedi. Yirmi iki senedir Avrupa devletleri
komşularını ezmekle, hatta eski silah arkadaşları karşılıklı birbirlerine
katakulli oynamakla vakit geçirdiler. Ne ticaret yoluna girdi, ne refah yüzü
görüldü. Bir gün rahat nefes alınamadı. Düşman da bunları fırsat bildi,
eskisinden daha kuvvetli olarak bizim bazı eski müttefiklerimizle birleşip
karşımıza dikildi.
ÇIP^LAK E^KEK (Yumruklarıyla göğsüne vurarak) Eyvah! Eyvah! Demek
Avrupa'da yine kan gövdeyi götürüyor ...
KUMANDAN Hem nasıl! Sizin
zamanınızdakinden on misli fazlasıyla... Ordular şimdi, hep tanklarla, yakıcı
gazlar, tayyare filoları, baştan ayağa makine ve çelikle mücehhezdir. 2 Hollanda'da
üç günlük ufak bir harp, yalnız bir taraftan yüz bin kişiye mal oldu. Artık üst
tarafını siz kıyas ediniz! Fennin terakkisi sayesinde öyle yeni icatlarla
karşılaştık ki, yedi kat gökten tutunuz yerin dibine kadar alev ve ölüm
yağdığına şahit oluyoruz.
ÇIP^lAK E^KEK Demek bana
yirminci asır medeniyetinden bu haberleri getirdiniz?
KU^^ND^N (Başını önüne eğer.)
Öyle... Şimdilik bunlar. Fakat sonunda galebe yine bizde kalacaktır.
ÇIP^lAK ^D^M (Küpeşteye yaklaşıp
bir ayağını dışarı atarak) Buna, ben de eminim, fakat yine sizlere
Allahaısmarladık! (Adaya doğru bağırır.) Porapora, sevgilim, işte dönüyorum,
geliyorum, artık hiçbir medeniyet hasretine tutulmadan, şikâyetsiz sızıltısız
seninim!
KUM^ND^N Pardon, pardon, kaç
yaşındasınız?
ÇIP^lAK ADAM Kırk dört... Niye
sordunuz?
KUM^ND^N Kırk dört. .. Alâ! Daha
henüz askeri mükellefiyet dahilindesiniz. (Amirane bir tavır alır, bir düdük
çalar, karşısına dikilen neferlere) Şu asker kaçağını tutunuz, hapse atınız!
(Bir zabite dönerek) Sıcak iklime alışkındır; ilk yanaştığımız bir Mısır veya
Suriye limanında kara ordusuna teslim edersiniz! Medeniyeti kurtarmak
vazifesinden kaçmayı öğrenir, koca vahşi!
(Çıplak adamı yaka paça sürükleyip götürürlerken, perde gıcır gıcır,
inleye inleye iner.)
tecemmü: toplanma, bir araya gelme
mücehhez: donanmış
Harp İcatları ve îcapları
Bütün Avrupa gazeteleri, başta muharebeye girişmiş olanlarınki, sivil
halka gam suratlıktan çekinmelerini tavsiye ediyorlar; iri harflerle ve
gösterişli çerçeveler içinde, aşağı yukarı diyorlar ki: "Sulh zamanında
güleryüzlülük bir terbiye meselesidir, harp olurken ise fazilet ve vazifedir.
Yüreğiniz müthiş bir endişe ile burkulurken bile tebessümden çekinmeyiniz.
Birçok siviller gülümsedikleri zaman cephede çarpışanlara karşı bir ihanet
yaptıklarını sanırlar; aldanıyorlar. Harp bir kısacık buhran değildir, bir
vaziyetİn başka bir vaziyete intikalidir ve bu yeni vaziyetin her hayat şekli
gibi zor veya kolay devirleri vardır. Asıl istenilen cephe gerisinin dayanması
olduğu için, hiç kimse sinir kuvvetini zayıflatmamalı, etrafına gam, kasavet
saçmamalıdır. Zira, 'Hele siviller dayansın, askerinki kolay!' sözü bir büyük
hakikati ifade eder. Tebessümünüz zoraki bile olsa komşunuzun derdini
uyuşturacağı cihetle faydalı olacaktır. Gülümseyiniz, kendinizi herkesin başından
geçen bir dramın merkezi addetmek fazla bir enaniyet, nefısperestlik
olur."
Bu sözlerin kısacası şudur: "Gam bir zehirli gazdır, maskesi
tebessümdür; tebessüm maskelerinizi takınız!"
Bu zarif maske, her halde hakiki gaz maskesinden fazla insan yüzüne
yaraşır. İnsanı başka hayvanlardan ayıran natıka1 bassası
değildir; anladık ki, hayvanlar, çıkardıkları seslerle aralarında anlaşıyorlar,
fakat gülemiyorlar, gülümseyemiyorlar. Çehreleri kırışarak ıstırabı, şikâyeti
ifade edebiliyor, lakin sevinci gösteremiyor. Demek ki ancak gülebildiğimiz
zaman hayvandan en fazla uzaklaşmış olmaktayız. Zaten ben dikkat etmişimdir,
kedilerle köpeklerin gülen insanlara acayip, şüpheli, şaşkın bir bakışları
vardır, "Ne oluyorlar, ne demek istiyorlar, bu sesler ve bu ağzı
kulaklarına varışlar neye dalalet ediyor?" manasına idraksiz, cahil bir
bakış! Halbuki esnediğimiz, aksırdığımız, apçurduğumuz ve bu kabilden,
hayvanlarda da emsaline rastladığımız sair hareketler yapıp sesler çıkardığımız
vakit kayıtsız kalırlar, ağladığımız, inlediğimiz zaman ise, çoğu defa yanımıza
yaklaşır, derdimize ortak olurlar. Akıl erdiremedikleri tek nokta gülmek ve gülümsemektir;
yani tamamen yabancısı oldukları tek insan hususiyeti! Tebessüm, tabiatın
ihtiyat olarak doğuştan elimize verdiği bir maskedir. “Alınız, hicran ve gam
zehrine karşı kullanırsınız. Dünya boğucu gazlarla doludur, çok işinize
yarar!" der gibi...
Hatta yeni doğmuş insan yavrularım, ağucuk yaparak ilk aylarından bu
maskeyi kullanmaya alıştırmıyor muyuz? Pasif korunma kanunu beşeriyetin ezelden
ebede kadar tatbik ettiği ve edeceği bir kanunu tabiidir, silahlarının en
tesirlisi ise gülmektir. Gülmek bassasından mahrum kalsaydı, insan nesli belki
de çoktan tükenir veya dejenere olurdu.
Yazık ki, tabii maske, yani tebessüm ne kadar hoş ise, suni maske de o derece
çirkin ve korkunç ...
Ben gaz maskelerinin zarafetsizliğinden şiddetle şikâyetçiyim. Yirminci
asır fen icabını hüsün ve zevk mefhumuna muhakkak uydurmalıdır. İnsanı iki
ayağı üzerine kalkmış bir cins sevimsiz, sakil fil yavrusu şekline koymak ve
burnunu iki bacağı arasına kadar sokmak, bu miktar korkunçlaştırmak,
çirkinleştirmek, beni ademe2 benzemez hale getirmek ayıptır, acizdir.
Fen erbabıyla moda mütehassısları bir komisyon kurup bütün hassaları toplamış,
yani hem zehirli gaza yol vermeyen, hem de çehreleri değiştermeyen, değiştirse
bile, bilakis çirkin yüzlere bile halavet ilave eden bir mütekamil maske tipi
bulmalıdırlar. Öyle ki, takınca dünya Huri ve Gılman ile kadın ve erkek hep
seçme güzellerle bezensin, bu çehreler hep mütebessim ve mültefit3
görünsün. Fırsat bu fırsattır, harpte gam surat istemeyiz diyenlerin arzuları
da yerine gelmiş, bir taşla iki kuş vurulmuş olur!
Güzellik kadar neşe verici ve keder dağıtıcı hiçbir amil ve kudret
yoktur.
Şu satırları yazarken, bir aralık sokağa baktım. İki genç hanım, bir
yakışıklı delikanlı ile beraber, çehrelerinde sabah güneşinin serin ışığı,
şapkasız başlarının açıkta bıraktığı sarışın, kumral ve siyah üç renk saç pırıl
pırıl yalazlanarak, gülüşe söyleşe yürüyorlar; yokuş aşağı indikleri için
keyifli keyifli, yalpalanarak gidiyorlar. Arkadan bakarken gençliğin bilhassa
iniş ve çıkışta pek belli olan, aksamayan, gevşemeyen sert, gergin, zemberekli,
elastikliği gözü alıyor; üçü de güzel, gürbüzdür. Harbi düşündüğüm için
dudaklarımda bir müddettir tüneyen gam kargası bu manzara ile karşılaşınca
dayanamadı, uçtu; yerine tebessüm kumrusu kondu.
Şimdi, o üç güzelin suratlarını mahut ve melul gaz maskeleri kapatmış
olsaydı, bu ferahlığı duyabilir, size bu ruh hafifliğiyle şu satırlar yazabilir
miydim? Göreceksiniz, önümüzdeki yeni büyük harpte maskeler, muhakkak
zarifleşecek, şirinleşecek, yüzlerimize bir süslü lamba abajuru gibi yaraşacak,
etrafımıza keyif ve huzur verecektir.
Maamafih değişecek olan sade maskeler değildir; yeni yeni
öğrendiklerimizle harp şekli de büyük tahavvüle uğrayacaktır. 1914 harbi
başladığı zaman, düşününüz ki, tel örgü, tank, kırk ikilik top, siper
muharebesi ve hatta bir cihetten boğucu gaz, sürü sürü icatlar ve aletler henüz
meçhuldü. Bunları birer birer öğrendik ve öğrendikçe şaşkına döndük. Hepsi ne
ise ne ama şu tel örgünün daha önceden, hatta asırlarca evvel niçin
keşfedilemediğine, harplerde kullanılamadığına pek şaşarım. Dikenli tel,
taşıması ve kurması gayet kolay, fakat aşılıp çiğnenmesi fevkalade zor bir
müdafaa vasıtasıdır. İlk kullanılışında askeri hareketleri durduruvermiş,
makaslar, melinit fişekleri, asetilen lambalar, alev oklar, hafif, ağır sahra
toplan, hiçbiri tamamıyla hakkından gelememişti. ^ncak sonunda zırhlı hücum
otomobilleri işe yarayabilmişti. Halbuki, ne basit bir icattı, dikensizini,
bağlar, bahçeler kenarına çoktan beri çevirir, kuyu, havuz, kümes etrafına
girer, yemişimizi, çiçeğimizi korurduk. Askerimizi ve memleketimizi aynı vasıta
ile muhafazayı akıl etmezdik.
Hoş, böyle ne basit, ne faydalı ufak tefek icatlar vardır ki, en
karmakarışığını bulan insan zekâsı onları meydana koymakta gecikmiştir, hâlâ
gecikmektedir. Mesela bizler, kâğıt helvası arasında dondurma yemesini nice
zamandır bilirdik, bilirdik de böyle gevrek bir hamurdan yapılmış kaplarda,
tabağa lüzum kalmadan yemesini düşünememiştik. İnsanlar, faraza, denizin
dibinden kara, katı, kirli kabuklu midyeleri çıkarıp temizledikten, o kabukları
cilaladıktan sonra içlerine pirinç, fıstık ve üzüm doldurmayı, bu zor,
marifetli yemeği asırlardan beri akıl etmişlerdir de iki ekmek arasına azık
koyarak bildiğimiz pratik sandviçi daha henüz hatırlarına getirmişlerdir.
Çatal, medeniyetin yaşına göre dünkü kattır; tulumba tatlısı mürekkepli
kalemden çok daha eskidir; beşeriyet doğduğu günden beri yağmuru tanır, sicim
gibi yağdığını görür, altında ıslanır da duş dediğimiz pek sade aleti yeni
kullanmaya başlamıştır. Hem bunu yıkanmak değil, delilleri soğuk sudan geçirmek
gayesiyle bulmuştur. Düşününüz ki, kancalı İngiliz iğnesi kadar faydalı, basit
bir icat, mitralyöz kadar muğlak ve muzır bir icatla aynı yaştadır.
Bütün bu saydıklarımın ve uzatmamak için saymaktan vazgeçtiklerimin
elektrik gibi esaslı bir keşfe bağlı ciheti de yoktur. Demek ki, zahmetini
çektiğimiz ve ihtiyacını duyduğumuz, yahut bir kısmını bulup da esaslı yerlerde
istimalini hatırlayamadığımız böyle ne basit, fakat ne ameli icatlar var!
Mesela tam manasıyla pratik bir sigara tablası henüz keşfedilememiştir;
nezlenin ilacı bulunamamıştır. Mendilin yaptığı işi daha sessiz, daha temiz,
daha terbiyeli başaracak bir vasıta temin olunamamıştır. Tıraş için, yirmi asır
sonra bula bula bir jilet makinesi bulduk ki, başka işlerdeki terakkiye göre
bir adım ileri gitmediğimize numunedir. Henüz rahatça kıl düşürmek vasıtasına
bile malik değiliz; fakat beş yüz kişiyi bir çırpıda yaylım ateşle yere sermeye
yarar ne hünerli makineler icat etmişizdir!
İcatlar ve keşiflerde büyük bir anarşi, bir muvazenesizlik, bir
hesapsızlık hüküm sürmektedir.
Yeni harbe gelince, şimdilik yer altı istihkâmlarını biliyoruz ve
hayretler içinde kalıyoruz. Asansörle inilir, trenlere binilirmiş, çelik
kapılar açılır, elektrikli kapaklar kapanırmış; radyolar işler, vantilatörler
dönermiş, bir düğmeye basarmışsın toplar patlar, bir manivelayı çevirirmişsin,
yer yerinden oynarmış.
Bana kalırsa gelecek harpte bu istihkâmları eski toprak tabyalar kadar
değersiz, gülünç bulacağız. Yeni Maginaux hatları, zannederim, sadece yere
gömülü olmayacak, ayrıca da sağa sola, ileriye geriye yürüyecek. Bir modern
Seddi Çin farz ediniz ki, her tarafından ateş saça saça düşmana doğru koşuyor,
kolları açılıyor, kapanıyor ve icap edince münasip bir yer bulup yine toprağın
altına sokuluyor. Ya, böyle iki çelik hattın ayaklanıp şahlanarak; birbirine
çullanmasını, alt alta, üst üste boğuşmasını bir düşününüz ve dövüştükleri
sahadan da artık hayır bekleyiniz!
Zaten gazeteler yeni harp icatlarından bahse başladılar bile... Fransız
ordusu lastik tekerlekli acayip mitralyözler kullanıyormuş, bu mitralyözler
hücum halindeki piyade kıtalarını arkadan kolayca takip ediyor ve muhafazaya
yarıyormuş. Almanlar ise neferlerini çelik zırh ve miğferle belki de tekerlekle
bezemişler, insandan birer tank vücuda getirmişlerdir; ayrıca, tayyarelerden
görünmesin, diye istihkâm arnelesinin yüzlerini karaya boyuyorlarmış! Bunları
okuyan askeri mütehassısların son moda şapka ve tuvalet haberlerini okuyan süs
düşkünü hanımlar gibi muhakkak yürekleri çarpıntı içindedir: Ne zaman bizde
öyle giyinip kuşanacağız, öyle dolaşıp salınacağız, diye ... Fransa'da
arnelenin suratını siyaha boyamaya lüzum yok. Senegallileri kullanırlar!
Geçirdiğimiz bu harp, yarın göreceğimizden çok yumuşak, çok hafiftir ve
gelen gideni arattırır sözü yalnız insanlar için değil, harpler hakkında da pek
doğrudur. Daha henüz ölüyü soyan harpteyiz, ona rahmet okutturacak olan
kazıklısına sıra gelmedi.
Fakat bu gidişe göre eli kulağındadır.
Hem dikkat ediyor musunuz, harpler "açık artırma" adını
verdiğimiz âleni müzayede şeklini almaya başladı. Harp seneleri iki taraftan
hararetli, hararetli artırılıyor. Biri "Üç!" diyor; öteki birdenbire,
bol keseden "Dört, beş, altı!" diyerek boyuna yıllara zam yapıyor.
Milletler ve memleketler ise, bu manzara karşısında, mezata çıkarılmış esir ve
eşya gibi boyunları bükük, dizleri çözük, birbirlerine abanmış, kenarda
bekleşiyorlar.
Hüznüme dokunmuyor değil. Fakat ne yapayım ki, yeni harp parolası
tebessümdür. Ben hem bu parolaya, hem de yüreğimin sızısına uymanın yolunu
buldum. Gülüyorum ama acı acı!
natıka: düşünüp söyleme yeteneği
beni adem: insanoğlu
mültefit: iltifatkâr
Hint Denizi'ndeki Ufak Ada
Sekiz tonluk bir kotra, hafif bir meltemle yan şişmiş yelkenlerini
birer birer indirdi. Adanın gölgede süzülüp dinlenmiş bir küp suyu kadar serin
ve berrak, mini mini koyuna demirini attı. Vakit sabahtı ve sahildeki orman o
derece taze ışıklı, panltılıydı ki, ağaçlar camdan yaprak açmışa, dallar
ampulden meyve vermişe benziyordu.
Hint Denizi'nin vapur uğramaz ve seyyah ayağı basmaz bir ücra
adacığındayız; yani, hemen hemen dünya yüzünde sayılmayız bile...
Ne saadet, değil mi?
Sizlerin de bu sırada, kan gövdeyi götüren şeametli Avrupa'ya sırtınızı
çevirerek, okyanus adalarındaki inziva hayatına hasret çeke çeke, edebiyatı cedide
lisanıyla, "Oh! Uzaklara gidelim! İnci mercan dizelim!" diyeceğiniz
gelmiyor mu? Ruhunuzda zalim medeniyetten kaçmak ihtiyacı yok mu? Filvaki
yukarıdaki söz, biraz da kumruların "Üsküdar'a gidelim, lokum şerbet
yiyelim"ine benziyorsa da bizim istediğimiz, o kuşlara atfedilen;
gıdalarına uymaz, izansız temenni kabilinden değildir. Yerlerimizden uzaklaşıp
hakikaten uzak, sakin, dertsiz, münzevi inci mercan adalarına kaçmayı hiçbir
zaman bugünkü kadar candan, gönülden istememişizdir.
Hatta zannediyorum ki, İstanbul ahalisi, bu yaz mevsiminde her
senekinden fazla, uzak, ıssız sayfiyelere rağbet gösterecektir. Nitekim ben de
elektriği olmadığı için tramvay ve radyo sesi gelmeyen ve telefonu ötmeyen bir
kıra çekilmeye karar verdim. Cam fener ışığında toplanıp gürültüsüz bir gecenin
yumuşak karanlığını sırtında hissetmek ve Avrupa merkezleri yerine ağustos
böceklerinin kaygısız gevezeliğini dinlemek, bir sancının dinmesi kadar hoş
olacak!
Fakat buna kavuşuncaya kadar kendimi, haftalardan beri seyahatnameler
okumakla avutuyorum. Ruhum cesur gemiciler ve inatçı kâşifler peşinde ummanları
aşıyor, rüzgârları ve akıntılar önünde medeni ülkelerden uzaklaştıkça
rahatladığımı, inziva âlemine daldıkça ferahladığımı duyuyorum.
Emin olunuz ki, arzda henüz cennetin kökü kazılmamıştır; hâlâ umduğumuz
cenneti bulabilirsiniz. Bunu Alain Gerbault'nun üç ciltlik seyahatnamesinde
şaşırtıcı tafsilatıyla okudum. Gerbault genç bir Fransız sporcusudur; sekiz
tonluk bir kotra ile tek başına, ne kaptan, ne tayfa, ne arkadaş, Havre
Limanı'ndan kalktı, Atlantik'i geçti, Panama Kanalı’ndan sıyrılarak Büyük
Bahrimuhit'i aştı. Hint Denizi'nden Ümit Burnu'na kaydı, Afrika’yı çevirip beş
sene sonra yine, hareket ettiği limana tek başına indi!
Yani inanılamayacağı başardı.
Nefsime taallük ettiği1 cihetle daha mühim, daha faydalı bir iş
de yapmış oldu: İki haftadan beri Avrupa'nın batısında tarihin kaydeunediği bir
felaket hız devrini geçirirken beni de yanına aldı beraberce yelken açtık,
fırtınalar atlattık; inbat koyunda günlerce mıhlanıp kaldık; sonra tatlı
meltemlerle keyifli yol aldık. Ne adalara uğramadık, ne çeşit insanlarla
karşılaşmadık, ne manzaralarla oyalanmadık!
İşte hattı istivayı 2 aştık; artık kutup yıldızını
senelerce göremeyeceğiz. Yalnız önümüze serilen değil, başımızın üstündeki gök
de bambaşkadır; her şey değişmiştir. Açık denizde, bir gün bakıyoruz,
kotramızın etrafı çieklenmiş bir çayıra dönmüş, arı gözlü beyaz papatyalardan
siyah gözlü kızıl gelinciklere kadar coşkun bir kır manzarası. .. Bunlar bir
cins balıktır, bir sürünün akını ortasında kalmışız. Bir başka gün köpek
balıklarıyla çevriliyoruz; sert ağızlarını oburcasına açarak, gözleri
üzerimizde, saatlerce peşimizden geliyorlar; çıplak vücutlarımız kimbilir ne
kadar iştahlarını açıyor, arzularını kabartıyor. İçlerinden muhakkak
"Düşsenize... Atılsanıza..." diyorlar; bana ciğerci sırığı arkasından
gelen köpekleri ve ciğercinin ayaklarına sürtünüp cilve yaparak kandırmayı ümit
eden sırtları kalkık kedileri hatırlatıyorlar. İşte gece: Kotra denizde değil,
milyonlarca yıldızın cıvıldadığı bir kehkeşan ortasında, semada yol alıyor,
fosforlu böceklerin geçit yerine rast gelmişiz; gemi hızlanınca etrafına
kıvılcım yağmuru serpiyor ve gidişi bir havai fişeğinin nurlu yükselişine
benziyor.
Ya uçan balıklar?
Kotranın güvertesi mütemadiyen bunlarla doluyor, çırpınmalarından
başımız dönüyor, kulaklarımız uğulduyor.
Başımızın üzeri yırtıcı kuşlarla doludur; haykırışarak balıkların peşi
sıra koşuyorlar, iniyorlar, kapıyorlar, yükseliyorlar. Su ve gök bir kıyamet
geçiriyor. Daha sonra ne balık, ne kuş, ne fosfor, ne yıldız derin bir sükut ve
kalın bir sis! Böyle, pelteden bir deniz ve cibinlikten bir gök ortasında,
haftalar, kararsız ve iradesiz, güverteye sırt üstü uzanmış, uyukluyoruz.
Derken sis yırtılıyor, hafif bir rüzgâr yelkenleri şişiriyor ve ufukta
bembeyaz bir kumsalla çevrilmiş yemyeşil bir adanın süslü bir pasta kadar itina
görmüş şirin manzarası beliriyor. Artık karadayız, tunç bedenli ve iyi huylu
vahşiler bize karaca kebabı, muz içkisi, portakal şerbeti ve taze ananas ikram
ediyorlar; havaya ateşte çevrilen kekikli et ve güneşte pişen olgun kokulu
yemiş tütsüsü dağılıyor. Meşaleler yanıyor, sazlar çalınıyor, danslar başlıyor.
Ay çıkarken halk diz üstü çöküyor, ilahiler okuyor ve fecre kadar kâh eğlence,
kâh ibadet, mini mini yeşil ada bir bayram geçiriyor.
Fıçılarımızı berrak pınar suyuyla, ambarımızı sedef parıltılı pirinç ve
sırma sakallı hindistanceviziyle dolduruyoruz. Altın şuleli meyveler
güvertemize yığılıyor, ahalinin fildişi beyazlığındaki tebessümleriyle
arkamızdan çiçekler atılarak tekrar yelkenleri fora ediyoruz ve engine
açılıyoruz.
İşte Marquise Adaları, işte Fidji, işte Torres Boğazı ... Yeni Gine'yi
geçtik, Tirnor önlerindeyiz. Kasırgalar mı yemedik, kayalıklara mı saplanmadık,
sislerde mi bunalmadık! Ne guruplar, ne tulûlar, ne alâimisemalar, 3 ne
yıldız yağmurları ve ne yıldırım oyunları, neler de neler! Bazen gök bir
portakal rengi aldı, bazen deniz menekşe tarlası kesildi,
lale bahçesine döndü. Bulutlar Alp silsilesi kadar beyazlanıp
şaşaasıyla göz aldı, yahut kara taş kesildi. Heybetiyle gönüle korku saldı.
Fakat, ne olursa olsun yine rahatlık; medeni dünyanın sefil çalkantısı bize
kadar gelmiyordu; zaten gelecek yerlere demir atmıyorduk, medeniyetten bucak
bucak kaçıyorduk. Ve bu sırada ideal bir toprak parçasına ayak basmıştık.
Hint Denizi'nde, Direction Adası'nın beş mil cenubundaki Koko Adacığı.
.. İşte yirminci asır dünyasının tek cenneti burasıdır. Alain Gerbault bu yeri
şöyle anlatıyor: "Beni meşhur kâşif Ross'un torunlarından olan bir İngiliz
karşıladı. 1816 senesinden beri ailesi o adada yerleşmiştir, ada, ailenin
malikanesidir. Bir devletin hükmüne ve kanunlarına tabi olmayan ahali; para
hakkında hiçbir fikre malik değillerdi. Yerliler çalışırlar, hindistancevizi
toplarlar, bunları getirip Monsieur Ross'a verirler, mukabilinde kendilerine
lüzumu olan eşyayı alırlar, tekrar işlerinin başına, kulüplerine dönerler.
Adada tertemiz yollar, zarif köy evleri vardır; evlerde sıhhat kaidelerine
şiddetle riayet edilir, spor eğlencelerine ehemmiyet verilir." Ve ilave
ediyor:
"Bu, benim kurduğum bir hulya idi; Polinezya'dan geçerken ben de
öyle bir adaya sahip olmak rüyasına dalmıştım. Adacığıma, seçeceğim bir yerli
kabile iskân edecektim, para sokmayacaktım, halk spor ve sanat sevgisi içinde,
mesut, yaşayıp gidecektim ..."
Zavallı Gerbault! Şimdi şu saatte, şayet henüz sağ bulunuyorsa, Flandr
cephesinde top, tayyare, tank ateşine göğüs germiş, kahramanca dövüşüyor mu?
Yoksa yol kenarındaki 152
yamru yumru, delik deşik bir melun zırh yığınına başını dayamış,
bağrında yara, Hint Denizi'ndeki bu ufacık adayı mı düşünüyor? Yelpazeli muz
dallan altında serin kalmış pınarının berrak suyunu mu özleyerek can çekişiyor?
Hint Denizi'ndeki ufacık, münzevi ada...
Onu ben de hasretle anıyorum; belki bu satırlan okuduktan sonra sizler
de hasretle anmaya başlayacaksınız ve Ko ko Adası 'nda hindistancevizi devşiren
bir vahşi olamadığınıza yanacaksınız.
taalluk etmek: ilgili bulunmak
hattı istiva: ekvator
aliiimisema: gökkuşağı
Biraz Tarih Biraz Teselli
Bu yıl, etrafımızda harabe ve ümitsizlikten başka bir şey görmüyorum.
Belki de cesaretimizi kaybetmemeliyiz; fakat öyle zorlu zamanlar
yaşıyoruz ki, böylesi pek nadir olarak görülmüştür ve şüphesiz bir daha da
görülmeyecektir.
İngiliz imparatorluğunu hiçbir tedbir kati bir inhidamdan 1 kurtaramaz.
Sınaat, ticaret, ziraat bakımından zerre kadar ümit yok.
Bu harp, sonu nasıl biterse bitsin, herhalde arzın mahvoluşuna
başlangıçtır.
Allah’a şükrederim ki, hazırlanan inkırazın1 2 sonunu
görmekten beni muhafaza buyuracak!
Okuyucularım, şu birbiri arkasına sıraladığım şiddetli, dehşetli bedbin
sözlere bakarak hüviyetimde, kanaatimde, meslek ve meşrebimde tüyler ürpertici
bir değişiklik hasıl olduğuna İnanacaklar ve "hayatında hayli müşkül
devirler geçirdiği halde ümit ve neşesini kaybetmeyen bu muharrir de, işte,
nihayet dünyayı kapkara görmeye başladı; yazık..." diye, olabilir ki,
hayıflanacaklardır. Fakat hemen haber vereyim ki, yazımın başına dizdiğim o
altı korkunç cümlenin hiçbiri benim fikrim, benim sözüm, benim şu asra, şu
zamana ait bir mütalaa ve kararım değildir. Benden kıyas kabul etmeyecek
derecede mühim, çok şöhretli, pek ciddi adamların, kralların, lordların,
başvekillerin, başkumandanların, taht, nüfuz, kalem ve kılıç sahiplerinin
sözleri, hükümleridir.
Birincisini meşhur İngiliz hükümet reisi William Pitt 1783 tarihinde
söylemiş. Yarı bilmekle beraber yine meraka düştüm. Kendi kendime,
"Acaba," dedim, "İngiltere o sene büyük bir zelzele, bir harp,
bir felaket mi geçirmişti?" Açtım kitapları, tarihleri, tercümei halleri.
.. Hayır, buna o kasavetli sözü söyleten sadece dahili birtakım karışıkça
işler, parlamento, kabine, kral arasında husule gelen hiçten meselelermiş.
Konağının penceresinden piposunu tüttürerek etrafına baktığı zaman ne bir yıkık
dam, ne bir yaralı adam görüyormuş; bilakis Londra büyüyor, millet ürüyor,
altın türüyormuş! Filvaki Pitt, Napolyon'un Austerlitz zaferini idrak ederek
Fransa aleyhindeki siyasetinin fena darbelerine uğramış, üzülmüştü; lakin bu
vaka o sözden çok sonra, 1805'te olmuştu, yani bedbinlikte fazla acele etmiş,
zaten Wellington ile Nelson da arkadan yetişerek Britanya'yı en kudretli
düşmanından kolaycacık temizlemişti.
İkinci gamlı, bezgin söz, Fransa krallarından Louis Philippe'indir ve
1840 senesine aittir. Acaba kral o yıl tahtını mı kaybetmişti; yoksa
memleketini baştan başa sel basmış, taun sarmış, düşman çiğnemiş, en aşağı
çekirge mi kaplamıştı? Yoo, aksine bazı kıyamlar o sene bastırılmış,
suikastlardan da yine o sırada kurtulmuştu; gül gibi geçinip gidiyor, keyfine
bakıyordu denemezdi ama herhangi bir hükümdardan daha endişeli bir vaziyette de
sayılamazdı.
Üçüncüsünü söyleyen Lord Shaftesbury, dördüncüsünü söyleyen adıyla
Disraeli, sanıyla Lord Beaconsfield'dir 1848 ve 1849 senelerinde... Artık iki
lordun, birer sene ara ile sarf ettikleri bu karanlık, ümit kıran sözlere
bakarak İngiltere'nin o yıllarda yıkıcı yakıcı, yer yarılıp yerin dibine sokucu
müthiş bir afet, bir belliye, bir kanlı ihtilal, hem sosyal, hem siyasal bir
sarsıntılı inkılâp geçirdiğine hükmetmemek mümkün değil! Shaftesbury'yi herkes
tanımaz ama mühim bir şahsiyetti, tam manasıyla insandı. İngiltere'de
tımarhanelerin ıslahına çalışmış fabrikalarda amelenin refahı meseleleriyle
uğraşmış, hatta o asırda iş saatini günde on saate indirmek için ömrünün sonuna
kadar didinmiş, nefes tüketmişti. Bakınız, işte bu adam tam yüz sene evvel
İngiliz imparatorluğunu, kendi aklınca, kati bir çöküntüye uğratmıştı. Şimdi,
şu günlerde de tıpkı nazi makulesi yeni rejimlerin verdikleri boş hüküm
nevinden...
Haydi diyelim W, bu zat fazla insanlık sever, rikkatli, hisli idi;
delileri ve ameleyi düşünmesinden belli... Lakin Disraeli gibi İngiltere
kraliçesine Hindistan İmparatoriçeliği tacını giydirmiş, Mısır Hidivi'nin
Süveyş Kanalı tahvillerini devlet hazinesine indirmiş, Türkiye'ye el uzatarak
Rus Çarını küplere bindirmiş, kudretli, sert, bir politikacıya, ‘Vivian
Grey" gibi hiciv ve hücumla dolu mühim romanlar müellifi o yüksek ve
keskin muharrire ümitsizlik veren hadise neydi? Bir incir çekirdeği doldurmayacak
olan gündelik, basit parlamento işleri!
Beşinci fikir, herhalde içinde bulunduğumuz harbe dair bugünkü bir
adamın fikridir, bizim de fikrimize uygundur, demekte acele etmeyiniz. O,
filvaki, bir harp esnasında söylendi, oldukça da yenidir; ama ne 1939, ne de
1914 Cihan Savaşlarını kastediyor. Hani ya Prusya ile Fransa arasında,
başlamasıyla bitmesi bir olan 1870 harbi olmuştu; bir harp ki, ondan sonra
kopmuş silahlı ihtilafa bakınca, "Garp cephesinde sükûnet var"
dedirtecek mahiyette bir şeydi; mağlup ordular çorap söküğü gibi, önüne
geçilemeden kaçıp gitmiş, galipler ise boru çalarak köy düğününe gider gibi
oynaya sıçraya ilerlemişti; işte zamane muharriri Farelle'e o şeametli kanaati
verdiren, dünyanın sonu geldiğine inandıran vaka sadece iki komşu devletin,
başka hiçbir memleket ve milletin kılı oynamadan aralarında yaptıkları bu basit
cenkten ibaretti.
Son cümleye gelince o, Napolyon'u ezerek "Demir dük” lakabını
kazanmış, meşhur Wellington'a aittir ve bu itibarla da büsbütün manalı,
kıymetli ehemmiyetlidir. Ayrıca, nice zaferlerden sonra, ölüme yaklaştığı
sırada söylenmiş olmasını da itibara alınız, dünyanın çoktan battığına ve bu
satırları şimdi başka bir küre üzerinde, ikinci gelişinizde cinlerle muhabere
ederek öğrenmiş olmanıza zorla inanmanız lazım gelir!
O halde?
O halde dünya hiçbir zaman kimse için iyi, güzel, ümit verici
olmamıştır. Evet ama son yirmi beş sene kadar da fena oldu muydu? Tarihleri
karıştırınız kırk asırlık dünya tercümei halinde saadet devreleri devede kulak,
İstanbul'un yangın yerlerindeki ateşten kurtulmuş, tek tük evler kabilinden
kalır. Bugün harpler daha şümullü ve nüfus tüketici... Fakat eskiden de
vebalar, koleralar ve kıtlıklar vardı, milyonları kırar geçerdi. Muhasaralar
sonunda halk kılıçtan geçirilir, insan kellelerinden kuleler kurulurdu; ayrıca
esir düşenler satılır, şairler ve alimler yâd illerde, nadan3
kimselere kulluk, kölelik ederdi. Yine zelzeleler olur, volkanlar püskürür,
yerden kaynar sular fışkırır, gökten kızgın taşlar dökülür, nehirler taşar,
şehirler batar, mamureler yanardı. Elinize bir tarih kitabı alınız, felaketli
senelere kara, saadetlilerine mavi kalemle birer işaret koyunuz ve yekûnlarını
yapınız, dünyanın foyası meydana çıkar!
Zaten arz böyle arızalar geçirmemiş bile olsaydı insanın hilkati icabı
yine rahat yüzü görmek müyesser olamazdı; madem ki sevdiklerimizin ve
kendimizin ölümü ihtimaliyle en mesut dakikalarımız bile mütemadiyen endişe ve
eza içinde geçmeye mahkumdur. .. Hem rahat yataklarında kendi ecelleriyle
ölenlerin sayısı, herhalde kazaya, belaya uğramış olanlardan daha fazladır;
bunlar saadetle mi yaşadılar ve mesut mu öldüler? İnsan hiçbir felakete
uğramadığı zaman bile hiçten sebeplerle yine dünyayı başına zindan etmeye
muvaffak olan tek acayip mahluktur. Başka hayvanlar, bu itibarla bizden
mantıklı ve kârlıdırlar. İnsanın baş hususiyeti de şudur: Şikâyetçilik...
Elinizdeki gazeteye bakınız: Bir maksat ve bir mecburiyetle yaptığı tasvipleri
bir yana koyarsanız, sayfalarının dörtte üçü şikâyettir. Mektep çağındaki körpe
çocuğunuzu gündelik hayatı hakkında dinleyiniz. Bir beğenirse on sızlanır!
İşte bu hilkatimizin icabıyladır ki, musahabernin başına koyduğum
cümleler muhtelif tarihlerde çeşit çeşit insanlar tarafından söylenmiş,
yazılmış, toplanmış, kitaba geçmiş ve ısıtılıp ısıtılıp ikide bir meydana
konmuştur. İnsan, vahşi hayvanlardan fazla zalimdir, karşısındakini
parçalayamadığı zaman hiç olmazsa bedbin fikirler savurarak ruhunu zedelemek,
maneviyatını kırmak yolunu bulur. Bütün o şeametli, kasavetli sözler, doğrudan
doğruya dünyanın fenalığından değil, insan ruhunun işaret ettiğim kötü haletinden
doğmadır. Bereket ki, bu halet, bu gönül ezginliği çoğu defa yarı yapmacık ve
geçicidir. Onları söyleyenler, ertesi günü yine, bir aralık hayatı tatlı, arzı
eğlenceli bulmuşlardır. Hiç şüphe yok, Pitt, 1783'teki sözünü söyledikten
sonra, hatta belki yıl tamam olmadan etrafında bahsettiği harabe ve ümitsizlik
manzarasının silindiğini görmüş, kaç kere, "Oh, ömür ne tatlı şey ve dünya
ne cennet!" demiştir. Louis Philippe fikrini ertesi günü değiştirmiş,
rahat bir uyku, iyi bir yemek, hoş bir hazım arkasından, sarayının balkonuna
çıkıp Paris'e göz atarken şöyle mırıldanmıştır: "Hayat bir zevktir ve
benim devrim cihan için bir saadettir!"
Bedbin Lord'a gelince parlamentoda deliler hakkında istediği bir kanunu
kabul ettirdiği akşam, evvelce verdiği kati hükmü unutmuş, İngiliz
imparatorluğunun dünya durdukça baki kalacağına inanarak Kraliçe Viktorya
şerefine kadehini boşaltmıştır. Disraeli ise muhalefet mevkiinde iken kapkara
gördüğü sınaat, ticaret, ziraat meselelerini, himmetiyle yoluna koyduğu
tevehhümüne kapılarak kainatı pembe, bütün işleri tıkırında, binaenaleyh hayatı
zevkli bulmuştur. Wellington hepsinden mesut bir an yaşadı: Hazırlanan
inkırazın sonunu görmeden, tam beş, on dakika evvel, Allahın canını aldığına,
sırf kendi hakkında böyle bir lütufta bulunduğuna bakarak sevgili kullardan
olduğuna inanıp ahrete emniyetle yollandı. Halbuki şimdi o inkırazın hâlâ vuku
bulmadığına bakarak aldandığına ve aldatıldığına kızması icap eder. Zaten,
mutlaka gelecek olan Azraili davete hacet var mıydı? Beklenilen inkırazdan çok
evvel onun geleceğini anlamadığı için Waterloo muzaiTeri gözümden düşmüştür. Bu
asırdaki kadar parlak fen ve makine terakkilerine rağmen lodosu poyraza
çevirmek iktidarını bile elde edemeyen beşeriyet, dünyayı olduğu gibi kabule
mecbur olsa gerektir.
Yaşamak o kadar zevkli bir şeydir ki, insan bir âşık gibi, her
münasebetsizliğini hiçe sayarak, hatta güzel bularak onu kusurları,
kabahatleri, ezası ve cefası ile kabul ediyor; çıldırasıya seviyor, dünyayı da
bu muhabbete tek ve zaruri sahne olduğu için beğeniyor. Sızlanmasına,
dırlanmasına bakmayınız, onlar aşk cilvesidir. "Hem ağlarım, hem
giderim," fıkrasındaki gibi görenek ve gösteriş icabıdır. Hem söylenir,
hem de Azrail ile oduncu hikâyesinde olduğu gibi, "Şu yükü sırtıma
vuruver," deyip yoluna devam eder.
Quo Vadis? romanında bir taraftan Roma yanar, öbür taraftan veba etrafı
kaplar, diğer tarafta halk çıra yerine tutuşturulup bir kısmı da kaplanlara yem
olarak fırlatılırken yine güzel Liji ile yiğit Vinisiüs alev, illet, zulüm
içinde sevişiyorlardı. Hülagû orduları Bağdat'ı çevirdiği sırada Şat kenarında
elbette yine dudak dudağa gelenler ve para istif edenler vardı. Pompei’nin Son
Günleri bir aşk macerasını nakleder. Seven katlanır ve kadanan yaşar: Kimseyi
ve hiçbir şeyi sevmeseniz bile kendinizi seversiniz.
Ben de bilirim, dünya Engürü armudu gibi loppadan yutulan bir nesne
değildir; daha fazla keçi boynuzuna benzer. Fakat herhalde içinden bir damla
bal çıkarabilirsiniz. Asıl tuhafı bu balı en okkalı yutanlar dünyaya makalenin
başlangıcında sıralanan sözler nevinden en fazla zehir saçanlardır.
Siz bunlara aldırmayınız, keçi boynuzunuzu çiğnemeye bakınız!
Şu son nikbin cümle ne İngiliz başvekilinin, ne Fransa kralının, ne
Waterloo fatihinin, ne deliler Lordunundur; ömrü bir miskal bal için bir okka
odun yemekle geçen sizin gibi az nasipli bir adamındır.
Benimdir.
inhidam: çökme, yıkılma
inkıraz: batma, dağılma
nadan: bilgisiz, cahil
Keşke, Şayet, Eğer Edatlan
"Ey, artık bu kadarı da fazla! Avrupa'daki muharebelerin Afrika ve
Asya'ya sıçrayıp Amerika'yı da harekete getirerek hakiki manasıyla bir cihan
harbi şekline girdiği şu sırada, 'kavait'1 ve 'nahiv'2
bahsi dinleyemeyiz. Biliyoruz, süt içerken ağzın yanmış, şimdi yoğurdu
üflüyorsun. Etliye, sütlüye karışmamayı anlarız ama bu derecesini değil!"
Demeniz ihtimali çok... Fakat musahabemin başlığına bakıp da hüküm
vermekte acele etmeyiniz; ben bu edatları lisan kaideleri cihetinden değil,
aktüaliteye de pek uygun bir noktadan, fert ve cemiyetlerin hayatı bakımından
tahlil edeceğim. Mesela ne derece rint ve deryadil olsam yine ara sıra maziyi
düşünüp bir taraftan alnımın yazısını, diğer taraftan sehiv ve hatalarımı
gözden geçirdiğim sırada kendi kendime şöyle söylemiyor muyum:
"Keşke vaktiyle de, şimdiki gibi, politikaya hiç karışmasaydım!
Şayet muhalefet vadisine sapmasaydım bugün vaziyetim bambaşka olurdu! Eğer
yirmi yaşımda gazete çıkarmaya ve devlet ulularına çatmaya kalkışacağıma uslu,
akıllı maliye kâtipliğinde kalsaydım derece derece terfi edecek, yüksek
maaşlara geçecek, şu sırada rahat rahat tekaüt zamanımı bekleyecektim!"
İşte üç cümle ki, her birinin başına, yukarıdaki edatlardan bir tanesi
yerleşmiş. Benimki yine ne ise... Geçmiş hayat muhasebesinde dil pelesenki olan
o üç edat, bazen de bir örnrün nasıl büsbütün heder olduğunu gösteren
alametlerdendir. Ve her birinde gizli bir ah, bir heyhat, bir yazık manası,
boğuk bir inilti, kısık bir feryat, hulasa acıklı bir sergüzeşt saklıdır. En
hiçinden en refahlısına, basma donlusundan ipek gömleklisine kadar kimin, hangi
ferdin bu edatlardan dilini kurtarmasına imkan vardır? Tıbbın terakkisine ve
servetinin azametine rağmen burnunun ucundaki yamru yumru çıbandan kurtulmak
çaresini bulamadığı için Amerikalı milyarder bir banker bile:
"Keşke bu kadar çok altınım olacağına çıbansız bir burnum
olsaydı!"
Diye diye gamla yaşadı ve beş dolar haftalıkla maiyetinde çalışan katip
yamağının mütenasip burnunda gözü kala kala haset içinde öldü. O milyoner bu
kusuru kendi işlememişti; yani eline bir kör çakı alıp burnunu, bir cehalet,
gaflet veya içtihat3 hatası yüzünden ihtiyarı ile, iradesiyle
delik deşik etmemişti; sadece tabiatın gadrine uğramıştı. Fakat öyle insanlar
görülmüştür ki, kendi kuyularını kendileri kazmışlar, oturdukları dalı kendi
elleriyle kesmişlerdir. Geçenlerde New York'un bir umumi bahçesinde, tahta
kanapeye başını dayayıp uyuyan bir kadın yakalandı; meskensizdi, yani
serseriydi; tevkif edildi. Bu kadın kimdi? Bir zamanlar milyonluk
mücevherleriyle dünyanın gözünü kamaştıran, koşu atlarına, konaklara,
malikanelere, prens unvanlı kocalar ve grandük mertebesinde âşıklara malik bir
şantözdü; senelik bütçesi herhangi bir küçük devletinkinden az değildi; yani
istese ufak tefek donanmalar satın alır, karınca kaderince ordular
besleyebilirdi. Şimdi imarethanede karın doyuruyor, köprü altlarında yatıyordu.
Bu kadın, polisin eline düşmekten ve ayazdan titreyerek rutubetli bir kemer
kovuğunda mazisini düşündüğü vakit, acaba kaç kere "Keşke ... Şayet. ..
Eğer. .." edatlarıyla başlayan tefekkürlere dalmıştır. Zihninde kaç
muhteşem yatak odası tablosu canlanmış ve her seferinde kimbilir bu edatları ne
derin bir kederle tekrarlamıştır! Galata'daki büyük hanların önünden geçerken
ekseriya gözümün önüne müsrif bir mirasyedi tipi gelir: Başında yağlı kasket,
sakal bıyığa karışmış, ayağında patlak, çamurlu kunduralar, Şehvet Kurbanı
filminin sonundaki Ertuğrul Muhsin gibi bir şey... Vaktiyle satıp savdığı
haşmetli bir banka binasına bakar; belki ah çekmez; şöyle söylenir:
"Keşke hesabımı bilseydim. Şayet bunu olsun satmasaydım, böyle
sürünmezdim... Eğer elimde bir şuncağız kalsaydı bugün gül gibi geçinir
giderdim!"
Maamafih bu edatlar yalnız har sürüp harman savrulmuş servetler için
kullanılmaz; her yaşlı adamın zihninde bir başka yer tutar: Keşke
evlenmeseydim, yahut şayet evlenmiş olsaydım, yahut da eğer aile hayatına bağlı
kalsaydım, içkiye düşmese, çapkınlığa dadanmasaydım kabilinden... Fersudeleşmiş
eski bir koket kadını düşününüz: Uğrunda can vermek mertebesinde kendisine
gönül kaptırmış bir candan âşıkını, herkesin yüz çevirdiği son günlerinde nasıl
bir nedametle anar ve yukarıdaki edatları yüreği yanarak nasıl acı acı
tekrarlar:
"Keşke kapı dışarı etmeseydim... Şayet Ahmet’in parasına,
Mehmet'in gözlerine kapılıp bu can yoldaşımı ölüme sürüklemeseydim, bugün tek
başıma kalmayacaktım ... Eğer o yaşasaydı hâlâ sevilen ve sayılan bir kadın
olacaktım!"
Fakat ben öyle sanıyorum ki, tanınmış adamların, bilhassa siyaset
ricalinin âhir ömründe bu edatlar daha müdim birer mevki alır, daha sık
kullanılır, manaları daha şümullü, adeta enternasyonaldir. Faraza Napolyon'u,
SaintHelena adasında, her ümit kırıldıktan ve tamir imkânı silindikten sonra
gözünüzün önüne getiriniz. Midesindeki aman vermez kanserle bet beniz sapsarı,
bir yalçın kaya üzerinden azgın, uğultulu kendisi gibi kabına sığmaz okyanusa
bakarak ve hatalarını düşünerek; keşke, şayet, eğer edatlarıyla dolu ne nefis
muharebelerine dalmıştır: Keşke hırsına bir had çizebilseydi ve bütün dünyayı
hükmüne almak ve avucuna sığdırmak gibi boş hülyaları tatbike kapılmasaydı ...
Şayet Moskova’ya yürüyüp perişan dönmeseydi, elinde kalan sağlam ordusu
sayesinde bir Waterloo felaketini görmezdi ve eğer İngiltere’yi iki diz üstü
çöktürmek niyetini gütmeseydi, Fransa istilaya uğramazdı... Ah, evet, şayet
şunu böyle yapsa, bunu şöyle etseydi başında taç, altında taht ve elinde asa öyle
can verecekti; böyle yalçın bir adada ve adadan daha yalçın suratlı bir İngiliz
valisinin karşısında değil!
O itikattayım ki, Napolyon derecesinde son günleri keşke, şayet, eğer
edatlarının tesbihi ile geçen meşhur adam pek azdır; Josephine’i sevmesinden ve
boşamasından tutunuz da Fouquet gibi bir ahlaksıza bel bağlamasına kadar hususi
ve umumi hayatı hep hatadan ibaret olduğu için ömrünün hangi faslım karıştırsa
muhakkak bir "Keşke... Şayet. . . Eğer..." edatıyla başlayan
nedametli bir tefekküre tutulmuştur. Uzağına gitmeyelim. Uzun sürer, bizim
yakın tarihimizde de kaçırılmış fırsatlar ve işlenilmiş hatalar itibarıyla
oldukça acıklı numuneler mevcuttur. Mesela Abdülhamit, Beylerbeyi Sarayı'ndan
Yıldız tepelerine bakarak az mı düşünmüş, az mı keşke, şayet, eğer edatı
sıralamıştır?
"Keşke Mithat Paşa'yı boğdurmasaydım, sadarette bıraksaydım,
beraberce uyuşarak memlekette mutedil bir hürriyet ve ıslahat politikası takip
etseydik... Şayet tahttan indirilmeme vasıta olur korkusuyla donanmayı Haliç'te
çürütmese ve kazandığı ikinci dereceden aşağı düşürmeseydim, devlet de, ben de
bu hale gelmezdik. Eğer medeniyete sırt çevirip milleti irfansız, yolsuz,
şansız ve şerefsiz bırakmasaydım ne Balkan Harbi kopardı, ne de Türkiye uluorta
Cihan Harbi'ne girerdi."
Enver Paşa, herhalde, sebep olduğu birçok facia arasında bir de
Sarıkamış trajedisini hatırından geçirmiş ve Türkistan bozkırlarında kaç defa
"Keşke bu taarruzu yapma, diyen hocalarımın sözünü dinleseydim," diye
insafa gelmiş, vicdan azabına tutulmuştur. Şu aşağıdaki cümleler de onun
ağzından alınmıştır:
"Şayet umumi harpte bitaraf kalıp hazırlanmış, sapasağlam bir ordu
ile sulh masasına otursaydım, elimde on parçaya ayrılan imparatorluğu büsbütün
kurtarmış, misilsiz bir şerefe ulaştırmış olacaktım; ben de, yağlı hırkalı
hacılardan düzeceğim kırık dökük çetelerle Buhara illerinde kellemi koltuğumun
altına almayacaktım. Eğer hürriyet kahramanı sıfatına bir darnet ve bir
başkumandan unvanı katmasaydım tarihe ne kudsiyedi bir isim bırakacaktım!"
Ruhlar düşünüyorlarsa bugün zihninden şöyle bir fikir de geçirmiş
olabilir:
"Keşke yirmi sene evvel yaptığımı sağ kalıp da şimdi yapsaydım...
O zaman koca siyasi bir pot olan hareketim, belki bugün dahiyane bir feraset ve
dirayet sayılırdı!"
Fakat fenası budur ki, atılgan hiçbir devlet ve silah adamı hesapsız
bir işe giriştiği zaman yarın menfasında, zindanda veya ölüm döşeğinde o
edatları yana yakıla kullanacağını zihninden geçirmez; dilinde ve kavait
kitabında sanki bu kabil lafızların yeri yoktur. Keşke, şayet, eğer, öyle
acayip kelimelerdir ki, işe başlamadan evvel göz önünde tutulduktan takdirde,
bir hikmet, iş sarpa sarınca kullanıldıkları zaman ise sadece nedamet ifade
ederler. Lisan kitapları onlar için galiba şart ve temenni edatlarıdır, der.
Doğru: Önceden hesaba katılması şart olduğundan, vakti geçmiş temenniye mahal
kalmaması lazım geldiğinden ötürü!
Bugün Avrupa'da kaç hükümdar ve kaç devlet reisi var ki, gurbet
illerinde gözünün alışmadığı ve gönlünün yatmadığı yaban ve yavan manzaralara
dertli dertli bakarak, "Keşke, şayet, eğer ..." nakaratını zikir ve
tesbihle meşgul. Lakin küçüğünden büyüğüne ve her çeşit parti mensuplarına
kadar baştan aşağı kan ağlayarak bu edatları saya döke dövünen millet
Fransa'dır:
"Keşke süslü 'Normandie' vapuru yapıp sürat rekoru kırdık diye boş
yere övüneceğimize, Maginaux'yu Normandiya sahillerine kadar uzataydık da
mukavemet rekorunu kırmış olsaydık! Şayet tayyare fabrikalarında sekiz saat
mesai yerine sekiz saat konferans vererek boş vakit geçireceğimize on altı saat
iş görseydik, şimdi milli takvimimize bir matem günü geçirmeyecektik! Eğer
General Gaulle'ü dinleyip tank imalinde düşmanla yarışa çıksaydık bir buçuk
ayda harp harici çıkmazdık!"
Keşke, şayet, eğer...
Hususi ve umumi hayatının son demlerinde bu edatlarla başlayan
cümleleri en az kullanmış adam, şüphesiz, ömrünü en memnun ve faydalı şekilde
geçirmiş bir adam demektir. Yazık ki, böylesi her şubede, bilhassa devlet
işlerinde pek nadir... Anlaşılan fert ve cemiyet hayatının sonu, çok defa bir
keşke, şayet, eğer edatıyla kapanıyor; bir nedamet manzarası arzediyor.
Keşke hayat ve mukadderat böyle olmasaydı!
kavait: kurallar
nahiv: söz dizimi
içtihat: özel görüş ya da karar
Schlieffen Planı Meselesi
1904 senesi baharında Fransız askeri istihbarat dairesine Belçika'daki
Liege şehrinden "Müntekim" imzasıyla bir mektup geldi; zarfın içinde
Alman erkânı harbiye planlarına taallûku olan gayet ehemmiyetli birkaç vesika
da vardı. Acaba bu mektup ve bu vesikalar bir deli kafasının mahsulü veya bir
münasebetsizin azizliği miydi?
Fakat ne olursa olsun, binde bir ihtimali göz önünde tutarak onu
gönderen meçhul adamla temasa girişmek icap ederdi. İkinci şubeye mensup
yüzbaşı Lanbling bu işe memur edildi; arada muhabereler oldu. İlk randevu
Paris'in büyük otellerinden birinde verilmişti; zabit kapıdan kimin gireceğini
büyük bir merakla gözlüyordu. Nihayet tam saatinde başı, tehlikeli bir kazadan
kurtulmuş gibi yara sargılarıyla örtülü biri göründü; kırçıl bir bıyıktan ve
nüfuzlu, keskin gözlerden başka yüzünün hiçbir yeri meydanda değildi. Bu adam
dedi ki:
"Kim olduğumu elbette merak ediyorsunuz, hakkınız var. Fakat bunu
söylemeyeceğim ve sizler için daima meçhul kalacağım; mektuba attığım imza
yetişir, beni 'müntakim' ismiyle anarsınız."
Ve isim yerleri maharetli bir tarzda siyah kâğıtlarla örtülmüş bir
memuriyet ve hizmet varakası çıkardı; buna nazaran meçhul adamın, Alman
erkânıharbiyesi istihbarat işlerinde çalışmış olduğu anlaşılmaktaydı. Lanbling
muvafık cevap alamayacağından korkarak sordu:
"Fotoğrafını çıkarmak için bize bu varakayı muvakkaten vermeye
razı olur musunuz?"
"Olurum. Lakin şayet geri vermezseniz ve yahut isim yerlerini
kapatan siyah kâğıdı kaldırıp ismimi öğrendiğinizin farkına varırsam bir daha
benden bir şey almazsınız. Münasebetimiz kesilir."
İki saat sonra, gizlenmiş satırlara dokunulmadan varaka iade edildi.
Yüzü sargılı şahıs, bunun üzerine şöyle söyledi:
"Yaptığım alçaklığın farkındayım; fakat bana karşı daha alçakça,
daha namertçe hareket edildi. İntikam alıyorum!"
Biri Brüksel, diğeri Nis’te olmak üzere yine büyük otellerde iki
randevu daha tayin edildi ve aynı sargılı çehre ile gelen adam, tevdi ettiği1
vesika ve planlara mukabil istediği altmış bin Fransız altın frangını alıp
ortadan kayboldu.
Bu vesika ve planlar, Fransa için azami ehemmiyeti haiz olan bir Alman
istilası planıydı W, on sene sonra Schlieffen Planı ismiyle Birinci Cihan Harbi
esnasında tarihe geçecekti.
Schlieffen kimdir?
Alman erkânı harbiye reisi! Meşhur Moltke bir FransızRus ittifakı
karşısında kalındığı takdirde Almanya’nın ne suretle hareket etmesi lazım
geldiğini düşünürken şöyle bir plan hazırlamıştı: Fransız cephesinde müdafaa,
Rus cephe
sine tecavüz ... Kendinden sonra yerine gelen General Valderse de aynı
planı muhafaza ediyordu. Fakat Schlieffen, Fransız askeri kuwetinin büyümesini
ve Rus cephesinin de bir tecavüzle yıkılması ihtimalinin azalmasını dikkate
alarak o eski planı tamamiyle değiştirdi; artık Almanya şark cephesinde de
müdafaa vaziyeti alacak, garpte müthiş bir tecavüze geçecekti.
Tecavüz garpte tekerrür ettikten sonra bu plana nasıl bir şekil vermek
lazım geliyordu?
Fransa'nın şark tarafına sıraladığı istihkâmların kolayca aşılacak
manialardan2 olmadığı anlaşılıyordu. Schlieffen
bunları çevirmek için esas hücumunu şimalden yapmak kararını verdi. Zira
şimalde kale yoktu, Flandr ovaları büyük harekata müsaitti ve ayrıca eski
istila yolları olan nehirler Paris istikametinde toplanıyordu. Alman orduları
baştan başa Belçika'yı mümkün olduğu kadar geniş, taşkın bir şekilde aşacaklar,
düşman mukavemetini kıracaklar, Fransa'ya yükleneceklerdi.
Schlieffen, 1905 senesindeki notlarında şunları yazıyordu:
"Fransa'yı, Verdun, Belfort gibi harici istihkâmları zaptedilemez
bir müstahkem mevki olarak telakki etmeliyiz. Halbuki Dunkerque Lille Maubeuge Mezieres cephesi, tahkim edilmiş olmakla
beraber bu istihkâmlar arasında boş yerleri ihtiva eder. İşte Fransa denilen
müstahkem mevkiye girmek teşebbüsünü oralardan yapmaklığımız lazımdır."
Fakat bu planın muvaffak olması için Alman sağ cenahının fevkalade
kudretli, imkân mertebesinde korkunç bir
kuvvette bulunması iktiza ediyordu.' Onun içindir ki, bütün cephe
üzerinde müdafaa vaziyeti alıp azami kuvveti, kati darbeyi vurcak olan sağ
cenaha vermek şarttı. Bunun teferruatı, sağ cenaha ayrılan kuvvetleri gösteren
7 ve 1 numaralı raporlarla beraber, hepsi tamamıyla hazırlandı. İşte yüzü
sargılı meçhul adamın Fransa'ya sattığı planlar bunlardı; öyle mühim
vesikalardı.
Planı eline geçiren Fransa, büyük bir şaşkınlığa düştü ve tehlikenin
vahametinden ürktü. Zira Almanya’nın, harp zuhurunda Garp cephesine yığacağı
müthiş bir kuvvetle Liege, Namur, Charleroi, nihayet Maubeuge üzerinden geçip
Noyon ve Compiegne yolundan Paris’e yürüyeceğini ve diğer kuvvetleriyle de
şimalişarkideki Fransız askerlerini durduracağını öğrenmiş oluyordu. O zamana
kadar, Almanların Lorrainne'den hücuma geçeceğini sanmakta olan Fransa erkânı
harbiyesi planlarını değiştirmek mecburiyetinde kalmıştı. Fakat acaba,
“Müntakim” Alman niyetleri hakkında hakikati mi bildirmişti, yoksa işin içinde
bir hile mi vardı?
En emin istihbarat zabitleri hududa gönderilerek tahkikata girişildi ve
planın tatbikine doğru Almanya’da bazı hazırlıklar yapıldığı meydana çıktı:
Belçika'ya doğru çift tren hatları, lokomotif garajları, asker irkâbına3 4 elverişli
rıhtımlar vesaire...
Demek ki, “Müntakim"in sözlerine ve getirdiği planlara inanmak
için epeyce ciddi sebepler mevcuttu. Bir kısım erkânı harp büyükleri planın
doğruluğuna kanaat hasıl etmişlerdi; bir kısmı ise Almanya’nın şimalişarki
hududunu Fransızlara boşalttırmak için bir tuzak kurduklarına kaniydiler.
Nihayet ekseriyet bu son fikirde birleşti ve Schlieffen planının sahteliğine
inanılarak şimal cephesi yüz üstü bırakıldı.
1914 harbi “Müntakim’m tam bir hain olduğunu ve düşmana hakiki planlar
sattığını Fransa nazarında ispat etmişti. Zira Belçika üzerinden kopup gelen
Alman çığı, Schlieffen planının kuweden fiile çıkışından başka bir şey değildi.
Fakat Almanya birtakım hatalar işleyerek planı sonuna kadar tatbik edemedi ve
nihayet Marne’de akamete uğradığını gördü.
Askeri muharrirler, harfiyen başarılması icap eden tek bir plan yerine,
hasıl olan vaziyetlere göre değiştirilebilecek bir seri plan hazırlanmasının
doğru olduğunu söylerler. Schlieffen planı mükemmel tertip edilmişti, lakin
tamamıyla tatbikine imkân bulunamayınca kıymetini kaybedivermişti.
Nitekim General von Kluck'in başka ordular geri bırakarak Paris’i
kuşatmak üzere fazla ilerlemesi, başkumandan Moltke tarafından verilen ricat
emrinin bir anzaya uğrayıp gecikmesi, Fransız başkumandanının vaziyeti
kavrayarak istifade yolunu bulması yüzünden plan alt üst olmuştu. Almanlar
çarçabuk Paris'e girmek, düşman ordularını çevirmek ve harbi birkaç ay içinde
sona erdirmek hülyasına veda ettiler, neticede de yenildiler.
1940 yılında, işte Almanya, daha mücehhez vasıtalarla hemen hemen yine
bu Schlieffen planını tatbike kalkışmıştır. Fransa da şimalden gelecek düşman
hücumlarına karşı hududunu yine zayıf bırakmış, Maginaux hattını şarktaki
mükemmel şekliyle buraya temdit etmemiştir.
Tarih tekerrürden ibarettir, derler.
Fakat zannediyorum, daha ziyade, tarih, tarihi hataların tekerrüründen
ibaret olacak!
1 mania: engel
71
iktiza etmek: gerekmek
irkab: bindirme, bindirilme
îlk Cihan Harbine Dair Notlar
1914 senesi Temmuzunun 24'üncü günüydü; Paris'teki Alman Sefiri,
Hariciye Nezaretine gelerek, Sırbistan'a bir ültimatom veren Avusturya'ya,
Almanya'nın müzaheret1 edeceğini bildirdi. Bu, umumi bir harbin
artık önüne geçilemeyeceğini gösteren kati bir işaretti.
Harbiye Nazırlığında bulunan Mösyö Messimy, derhal erkânı harbiye reisi
ve müstakbel başkumandan Joffre'yi yanına çağırdı; heyecan içindeydi, ona dedi
ki:
"General! Pek yakında harp yapmamız icap edecek."
Joffre, yüzünün hiçbir hattı değişmeden, sararmadan, kızarmadan, ne
hayret, ne endişe, gayet sakin, tabii bir sesle sadece şu cevabı verdi:
"Eh, lazım geliyorsa yaparız."
Ve geldiği gibi, sükûneti zerre kadar bozulmamış bir halde dairesine
döndü, masasına geçti, işine koyuldu.
Joffre, cihangir Napolyon'un büyük asker tipi olarak tarif ettiği ideal
vasıfları tamamiyle haiz bir kumandandı: Gayet soğukkanlı, sağlam muhakemeli,
heyecansızdı; ne iyi, ne de fena haberlerden müteessir olurdu; ancak bunları
zihninde sıralar, layık oldukları ehemmiyeti verirdi. Zekâsı karakterleriyle
tam bir muvazene gösteriyordu. İri yapılı, hayatını müstemlekelerde2
geçirmiş olmasına rağmen sıhhati yerinde, midesi sağlamdı; aldığı haberler,
mahiyeti ne olursa olsun, uykusunu bozmazdı. İnsanları birbirinden ayırt
etmesini iyi bilir ve kendisiyle çalışacak olanları iyi seçerdi.
Fransa seferberlik ilan etti, başkumandanın, nihayet, cepheye gideceği
geceydi; dünya heyecandan, endişeden boğuluyordu.Joffre, daha önceden, ahval
henüz fenalaşmadığı bir sırada, o gece için bir dostunun evine, yemeğe
çağrılmıştı. Herkes sandı ki, pek haklı olarak mazeret bile beyan etmeden
davete gitmeyecek... Hayır, saatinde ziyafette bulundu, zaten az konuşurdu,
yine öyle yaptı; iştahlı yerdi, yine öyle yedi ve mutat olan zamanda içtimadan
çıktı. Görenler, normal vakitlerdeki gibi onu evine, yatmaya gidiyor
zannedebilirlerdi.
Şimal garından hususi trenine bindi, amansız bir harbi idare için
cepheye hareket etti!
* * *
Almanya, bu Joffre'nin karşısına başkumandan olarak 1870 harbinin
askeri dahisi meşhur büyük Moltke'nin biraderzadesi küçük Moltke'yi koymuştu.
Maksat, akrabasının tarihte bıraktığı yüksek isimden manen istifade ... Fakat
Moltke kendine güvenmeyen bir askerdi; bir mütereddit, bir müvesvis3
idi. Karısının tesiri altında dini tetkikata, tasavvufa kapılmış, yarı
meczuplaşmıştı.
Eski Başvekil Bülow'un yazdıklarına göre bir gün şu itirafta
bulunmuştu: "Bende büyük askerlere mahsus olan en lüzumlu hassa, yani
tehlikeye atılmak ve mesuliyeti hiçe saymak kabiliyeti yok!" Alman erkânı
harbiye dairesinin resmi harp tarihinde de Moltke'nin askeri meziyetleri
methedildikten sonra deniliyor ki:
"Doğuştan ince hisli, artist ruhlu idi. Seferberlik ilanı
zamanında, hatta daha evvelden sinir buhranlarına tutulmuş, sıhhati bozulmuştu.
Harp başladığı sene ise altmış altı yaşında bulunuyordu."
Halbuki Joffre de altmış ikisine, Foch altmış üçüne basmışlardı.
Fakatjoffre'nin nefsine itimadı vardı. Harpten birkaç sene evvel Boulogne
ormanında bir at gezintisi yaparken, yanındaki Kolonel Alexandre'a heyecansız,
fakat kati bir tavırla demişti ki:
"Almanları ben yeneceğim!"
Herkes biliyor ki, Marne muvaffakiyetiyle dört sene sonra temini mümkün
olan zaferin temeli atılmıştı.
* * *
Moltke azledildi ve Joffre'nin karşısına bu sefer Falkenhayn dikildi.
Fakat onunla beraber Fransız ordusunun önüne daha müthiş bir general,
yaman bir mania daha çıkıyordu. Bu ne idi?
Marne zaferinden sonra düşmanı takibe koyulan kıtalar, kati galebe
ümidiyle doludizgin koşup giderlerken General Humbert'in Faslı müfrezeleri de
ileriye atılmışlardı. Bu müfrezelerin birdenbire Çin şeddine dayanmış gibi
durduğu, yerinde mıhlandığı öğrenildi. Geriden gelen general asabiyetinden
tepiniyor, merakından çıldırıyordu. Akşam yemeğini çekilmekte olan Alman
ordusunun boşalttığını sandığı bir Belçika kasabasında yemeyi tasarlamıştı.
"Ne var? Ne oluyor? Neden ilerlemiyoruz?"
Nihayet telefon çaldı. Humbert, işin vahametini anlamayarak, kendisiyle
konuşan zabite makineden bağırıyordu:
'Tel örgüler mi? Bu durmaya bir sebep midir? Yandan çeviriniz!
Kesiniz!"
Halbuki arkasına mitralyözler konmuş olan tel örgüler ne çevrilebiliyor,
ne de kesilebiliyordu... Taburlar onların önünde dondu kaldı. Hem de, ufak
tefek değişikliklerle dört sene kaldı!
Hareket harbi sona ermişti; yeni usul bir harp, Tranşe muharebeleri
başlıyordu.
Tranşe ve tel örgü yaralılar, sakatlar ve hastalıktan, muhaceretten
ölenler hariç on milyon kişinin canına mal olmuştu.
* * *
Tayyare 1 9 1 4 harbinde kullanılmaya başlanmıştı; fakat o zamanki
toplar ancak ufki şekilde mermi atabildiklerinden bura karşı elde müdafaa ve
imha silahı olarak tüfekten başka bir şey yoktu. Askerlerin tayyareleri nasıl
vuracaklarına dair bir talimatname hazırlandı, ordulara tebliğ edildi; lakin
tecrübeler iyi netice vermedi. Nihayet ilk önce Almanya, arkasından Fransa,
harp sahalarına namluları göğe çevrilebilen hususi toplar sevkettiler. Almanya
bunları 1 91 O senesinden beri hazırlamakla meşguldü. Fransa ise bir müddet
ihmal etmiş olmakla beraber harp esnasında tekemmül ettirdi ve bir sene içinde
yeni toplarla yüz düşman tayyaresi düşürebildi ki, o zaman için bu bir rekordu!
Halbuki havadan ağır bir vasıta ile uçmak tecrübesini ilk önce, yani
mucidi sanılan meşhur Santos Dumont'tan on altı sene evvel 9 Birinciteşrin
1890'da yapmış olan Clement Adler, Harbiye Nazırı General Mercier'ye daha o
tarihte bir layiha4 vermiş, demişti ki:
"Kanaatime göre yarınki harplerde hava muharebeleri olacak, gökten
hücumlara maruz kalacağız ve hücumlara girişeceğiz. Binaenaleyh, şimdiden
topları, amudi şekilde gülle atacak şekilde ıslah etmeliyiz!"
O devirde herkes tayyareciliği Jules Vernes'in romanlarına yakışır bir
hülya sanmaktaydı. Mucidin dahiyane irşadına kulak asan olmadı; omuz silktiler.
Şimdi Adler'i hayret ve takdirle anıyorlar.
Başka mühim bir adam da, cihan harbinde şöhret bulan tayyareci
Verdines, bir gün, düşman cephesinin gerisine istihbarat ajanları indirip
döndüğü zaman şu fikri ileri sürmüştü.
"Yirmi, otuz tayyare bir arada kalksa, düşman hatlarının
arkasındaki sevkülceyş noktalarına hususi surette talim görmüş ve teçhiz
edilmiş bir miktar asker indirse, zannederim köprü, baruthane, silah fabrikası
gibi yerleri bombalamak suretiyle bu müfrezeler büyük işler görebilirler!"
Dinleyenler güldüler ve şöyle dediler:
"Sen romancısın!"
Bugünkü harpte tayyarelerin paraşütlerle yaptıkları marifet, işte o
Verdines'in fikrini daha mükemmel bir şekilde tatbikten ibarettir. Verdines'e
gülenler, şimdi ağlayanların babalarıdır.
Maamafih umumi harp esnasında birinci defa İngiliz ordusunun kullandığı
tank da Almanları, tel örgünün Fransızları şaşırttığı gibi hayret ve telaşa
düşürmüştü. Tank mucidi, yıllarca hükümet kapılarında sürünmüş, her taraftan
kovulup atılmış, icadını bir türlü kabul ettirememişti. Fakat 1917'de bu müthiş
silah Alsnes cephesinde harbe sokulup da 37'lik topuyla bütün ufku dövmeye,
siperleri atlamaya, tel örgüleri sürükleyip götürmeye başlayınca, düşmanın aklı
başından gitti. Nihayet bir tanesini ele geçirdiler ve kısa bir zaman sonra
muharebe meydanlarına onlar da tank sevkettiler. Harpte tekerlekli araba
kullanmak milattan dört bin sene evveline ait bir keşiftir. Atlı arabalar
1900'den sonra otomobil şekline girince, atlı harp arabasının ve atın da çelik
zırhlarla kaplı bir yeni çeşit arabaya ve motora tahavvül etmesi lazım
gelecekti. Harpte baş mucit olan Almanlar nasılsa bu noktayı düşünememişlerdi!
1939 harbinde ise tank Almanya'nın elinde zafer arabası değilse de hiç şüphesiz
en esaslı muvaffakiyet vasıtası oldu.
* * *
O, harp sahnesine girişini bir tesadüfe borçludur: 21 Ağustos 1941 günü
Coblence'de bulunan Alman umumi karargâhına fena bir haber gelmişti. Ruslara
mağlup olan General von Gaffon mütemadiyen gerileyerek Vistule'ün sol kıyısına
çekilmeye hazırlanıyordu. Derhal azledildi; fakat yerine kimin getirileceği
henüz kararlaşmamıştı. Moltke, her zamanki gibi tereddüt, sinirlilik içindeydi.
Bu sırada maiyetinde bulunan General von Stein'in gözüne, masa üstünde
bir mektup ilişti; odadaki derin sükûttan istifade ederek okudu. Mektupta
deniliyordu ki: "... Şayet, vekayiin aldığı şekil bir ordu kumandanına
ihtiyaç gösterirse beni hatırlayınız. Yaşımdaki asker arkadaşlarımın cepheye
gidişlerine bakarken içim kan ağlıyor; sokaklardan geçmeye utanıyorum."
Stein, bu mektubu yüksek sesle okudu ve amiri Moltke' nin suallerine
karşı izahat verdi: Müracaat eden generalin adı Von Hindenburg'dur; altmış yedi
yaşındadır, fakat demir gibi sağlamdır; Hannover şehrindeki evinde harita
üzerine bayraklar iliştirip harbi uzaktan takip ile meşguldür. Ve, Moltke'nin
asabi haline işaret eder gibi şunu ekledi:
"Ekselans! Bu general için derler ki, ordumuzun içinde siniri
olmayan tek kumandandır."
"Alâ. Hemen vazifesinin başına gitsin!"
Vakit geç idi; generali telefonda bulamadılar. Zira, saat on bir oldu
mu, hiçbir hadise onu yatağına girip horul horul uyumaktan men edemezdi.
Birbiri üstüne üç telgraf çekildi. Birincisinde: "Hazır mısınız?"
diye soruluyordu. Cevabını verdi: "Hazırım." İkincisinde General
Ludendorf kendisini, ertesi sabah hususi bir trenle gelip alacağını bildiriyor,
fakat tayin edildiği vazifeyi söylemiyordu. Üçüncüsü; bu ciheti de halletti:
Uhdesine Rus cephesindeki VIII. Ordu Kumandanlığı verilmişti.
Tek vagonlu hususi tren, gece yarısından sonra saat üçte Hannover
garına girdi; içinden tek gözlüklü şık bir general indi, yeni ordu kumandanının
karşısına dikildi, ökçelerini vurup emre hazır olduğunu söyledi.
Yolda, Hindenburg erkanı harp zabitlerinin mütalaalarını dinledikten
sonra sordu:
"İlave edecek başka bir mütalaanız var mı?"
"Hayır."
Bunun üzerine gidip yattı. Hatıratında o gece mükemmel bir uyku
çektiğini yazmaktadır. Halbuki Almanların hâlâ büyük alaylar, alayişlerle tesit
ettikleri meşhur Tanrıenberg zaferinin planını, Hindenburg, aynı gecede
zabitlerini dinlerken tasarlamış ve uykuya çekildiği zaman da bunu zihninde
bütün teferruatıyla çoktan hazırlamıştı!
Fakat. ..
Fakat, gün geldi, bu sinirsiz büyük askerin karargâhını bir dehşettir
kapladı. 1918 senesi ilkteşrininin birinci günüydü; karargâh nezdindeki
Hariciye Nezareti mümessili Berlin'e şöyle bir telgraf çekiyordu:
"Ludendorg şimdi bana müracaat ederek her an bir cephe yarılışı ve kıtalar
arasında bir itaatsizlik vakası karşısında bulunulduğundan buna meydan vermeden
sulh talep edilmesi lüzumunda ısrar etti."
O sırada karargâhtaki huzursuzluğa, şaşkınlığa, sinirliliğe şahit olan
bir Alman diplomatı, notlarında der ki: "Burada en büyüğünden en küçüğüne
kadar herkes soğukkanlılığını tamamen kaybetmişti."
İşte harpte bir millet için en korkunç, en felaketli tablo, bu son
tablodur.
müzaheret: yardım etme, arkalama
müstemleke: sömürge
müvesvis: işkilli, kuruntulu, vesveseli
layiha: herhangi bir konuda bir görüş ve düşünceyi bildiren yazı
Yeni Harp Karşısında Eskisine Bakış
Gazetelerimizin siyasi makalelerini okuyor ve yahut Ankara radyosundan
bulasalarını dinliyor musunuz? Okuyor ve dinliyorsanız, vaziyet hakkında
herhalde şu kati, tam, sağlam kanaate vasıl olmuşsunuzdur! Kimsenin bir şey
bildiği yok!
Arka arkaya dinlenirken bu makaleler bana sekiz, on kişi bir odaya
toplanıp birbirleriyle münakaşa ediyorlar, birbirlerinin dediklerini şiddetle,
hiddetle, kökünden ve temelinden yalaniayıp aksini ispata çalışıyorlar tesirini
yapıyor. O kadar ki, ayrı ayrı odalarda bulunmasalar aralarında hır çıkacağına
inanacağım geliyor. Hiçbirinin dediği ötekine uymuyor.
Kimine göre harp tehlikesi gelip çatmıştır; kimine göre ise uzaklaşıp
gitmiştir. Bazısına göre harp zaten mevcuttur, devam etmektedir; bazısına göre
mevcuttu; şimdi nihayete ermiştir.
Birini okurken ona inanıyorum; sonra ikincisini dinleyince fikrimi
değiştirip buna taraftar oluyorum; üçüncüsünde yine eski fikrime yaklaşıyorum;
dördüncüsünde büsbütün başka bir fikir hasıl ediyorum. Sonunda kendi öz fikrimi
de kaybedip tamamen kararsız, şuursuz, şaşkın ve yorgun, kafatasırnın içinde
beynimin o bildiğimiz diri ve çizgili şeklini terk ederek san havyardan
yapılmış tarama haline girdiğini, ezmeleştiğini duyuyorum, bön bön etrafıma
bakıyorum.
Kendimi tekrar toparlayınca düşünüyorum: Dünya haritasının harpsiz bu
derece geniş miktarda değişmesine imkân olmadığına ve halbuki değişmekte
bulunmasına göre harp mevcuttur; fakat kan dökülmeden koca ülkeler alınıp
verilmeyeceğine nazaran da harp yoktur.
İşte yirminci asır ortasında vasıl olduğumuz tekamül budur: Harp var
mıdır, yok mudur, fark edememek!
Harp lakırdıları, hazırlıkları, daha doğrusu kısaca, harp yapıldığı şu
sırada devlet ricali ve hepimiz için ibretle okunacak yazılar; gündelik makale
ve mütalaalardan ziyade umumi harbe ait kitaplar, bilhassa o devir adamlarının
neşrettikleri "hatıralar"dır.
Şimdi masamın üzerinde Avrupa diplomat ve kumandanlarının yazdıklar
cilt cilt "hatırat" duruyor. Umumi harpten ewel, harp esnasında ve
sulh devrinde devletlerin kimler elinde ve ne günlere kaldığı, nasıl vehimler,
hayaller üzerine yürünüldüğü okunacak facialardandır.
Bütün bu kitaplarda işin nereye varacağını bilerek harbe giren tek
kişiye rastlamadım. Bazı kimseler harbe, sonu gayet iyi tahmin edilerek mantık
ve hesapla girişildiğini iddia ederler. Bunun böyle olmadığına uzak ve yafan
tarih çok belagatli bir şahittir. Eserlerden anladığıma göre, harbe daha ziyade
zan ile, hülya ve ümitle, evdeki pazarın çarşıya uyacağı kanaatiyle, yani
tamamen mantıksız ve hesapsız girişilirmiş. Hele istila harbini açanlar,
cihangirlik hevesine kapılanlar, yıldızlara bakarak istikbali gördüklerine
inananlar kadar yanlış ve hayali programlara aldanırlarmış.
Zamane ruhiyatçıları ve hekimleri harbi tıp bakımından tahlil edilerek
bunu bir "psikoz" sayıyorlar; harp bir ruh hastalığıymış ve asıl
fenası da sariymiş. 1 Şayet bu hastalar politika
mevkiinden uzaklaştırılırsa, muharebelerin de önüne geçilirmiş! İyi ama harbe
sebebiyet verecek olan zararlı hastalar harbi çıkarmadan evvel öyle sağlam
mevkilere çıkmış bulunuyorlar ki, değil hastabakıcılar ve gardiyanlar, ordular
bile kendilerini yerlerinden indiremiyorlar. Kedinin kulağına çıngırak takmak
kabilinden bu fare hulyası derde deva olamaz. İstila harbi yapacak büyük
hastalar, dikkat ediniz, önceden dahili bir harbe girişiyorlar, evvela kendi
milletlerini yeniyorlar; sonra haricisine başlıyorlar.
Tıp bakımından muharipler madem ki hastadırlar, onlardan mantık ve
hesap bekle m ek de elbette abestir; bu itibarla vehim ve hulyaya istinat
ettiği hakkındaki mütalaam doğru çıkıyor. Mesela umumi harpte Almanya
imparatoru hazırlığına güvenmekle beraber vehim ve hulyaya da kapıldı.
"Belçika'yı çiğner geçerim, İngiltere aldırmaz!" dedi, aksi çıktı,
İtalya'yı sürüklerim sandı; yaya kaldı. Amerika seyirci durur ümidinde de
tamamen aldandı. Bilhassa altı ayda harbi bitirivermek planı bu en büyük aldanış
zafer hulyasını kökünden baltaladı. Netice bildiğimize vardı.
Maamafih sade istila harbi yapanlar değil, müdafaa harbine girişenler
de mütemadiyen aldandılar. Rusya'ya güvenerek Türkiye'ye, başlangıçta, surat
asıp çatık kaşla sakız çiğneyen İtilaf devletleri bir "hasta adam"
nağmesi tutturmuşlardı; Osmanlı Devleti bir yatalaktı; Avusturya ve Almanya bu
yatalağın iki yanına iki koltuk değneği gibi sıkışırken pandomima seyrine
hazırlanır alaycı bir vaziyet aldılar. Pandomima sandıkları bir trajedi gibi
neticelendi. Çanakkale'nin hakikaten hayalet ve Türkiye’nin bir yatalak
olmadığını anladılar. Neticede yeni bir Kaynarca bekliyorlardı. O civarda bir
muahede imzalandı ama bunun adı BrestLitovsk idi.
İstanbul'a teşrifi taha^^l edilen Çar, cenup yerine şarkı boyladı;
Bizans'ta yeni bir tahta çıkarılacakken Sibirya'da bir bodruma indirildi.
Ayasofya'da krallar elinden taç giyecekti, Ural ötesinde kırbaç yedi. Bu
bedbaht imparator tahtlar çöktürmek, devletler parçalamak, milletleri namsız,
şansız bırakmak niyetindeydi, halbuki ciğeri beş para etmez bir serseri onu
ailesiyle beraber yere çökertmiş, paramparça etmiş, mezarını bile nişanesiz
bırakmıştı.
Bulgaristan' da bir çarcık vardı ki, bütün hayatınca gaf yapmaya ant
içmişti; gözü Balkanlar imparatorluğundaydı; vurguna gidiyorum sanmıştı,
sürgüne gidiyordu. Hulasa bütün hesaplar yanlış çıkmıştı. Bu yanlışlık, asıl
tuhafı, harpten sonra da devam etti; hem bilhassa galipler harptekinden ve
mağluplardan daha fazla aldandılar.
Zira umumi harp diplomatsızlıktan o berbat hale girmişti, umumi sulh da
diplomat noksanından şu perişan vaziyete düştü. Dünya; sulh esaslarının
kurulduğu zamandaki kadar diplomat kıtlığına, kısırlığına hiçbir devirde
uğramamıştır. Diplomat, hasını olan milletin izzeti nefsi hususunda ne dereceye
kadar zillete2 katlanabileceğini sezmelidir. Harpten
sözde muzaffer çıkanlar mağlup ettiklerini sandıkları devletlere karşı diplomat
gibi değil, bir zenci kabilesini yenip esirliğe sokmak isteyen müstemleke
başçavuşu zihniyetiyle hareket ettiler. Hoş, bugün harpsiz istila yolunu
bulanların da yaptıkları odur.
Avrupa'da harpten evvel 26 devlet vardı, 33'e iblağ, yani yedi hudut
belası daha icat edildi ve dırıltı, sızıltı o miktarda artırıldı. Eskiden 5
cumhuriyet mevcuttu, bunu 1 7'ye çıkardılar. Bir düzine daha buyuruk, kuyruk ve
toy diplomat kafilesi! Bugünka Avrupa'yı ortaya koyan diplomatlar, ördek
yumurtasından civciv çıkaran tavuklar gibi bu mini mini devletçiklerin şuraya
buraya kaçışıp nihayet göle atıldıklarını görünce kenarda çırpınmaya
başladılar! Kimi devlet, haddinden fazla büyütülmüş; kimisi tahammül
edilemeyecek derecede küçültülmüş, kimisi yoktan var edilmiş, kimisi de
haritadan silinmek istenmişti. İşte sulh diplomatlarının hata silsilesi!
Harbe girişte Osmanlı Devleti'nin gösterdiği hesapsızlık ve işlediği
hata da tüyler ürpertici bir manzara arz eder. Alman ittifakına ne şekilde
girildiğini anlatan dikkate şayan bir vesikaya Cemal Paşa'nın “Hatırat”ında
rast geliyoruz. Kabinede bahriye nazırı bulunan merhumu, bir fırtınalı gecede
Sadrazam Sait Halim, Boğaziçi'ndeki yalısına çağırıyor:
“Nerede kaldınız Paşa? Arkadaşlar beklediler, beklediler, şimdi
gittiler. Size gayet memnun olacağınız bir havadis vereceğim. Almanya hükümeti
bize ittifak teklif etti; biz de bunu menafii memlekete muvafık telakki
ettiğimizden bugün ittifaknarneyi sefir ile beraber imza ettik.”
Öp babanın elini!
Dükkân gediği icar senedi bile bu kadar kolay, İstişaresiz, müzakeresiz
imzalanamaz. Cemal Paşa için yapılacak ilk şey her sebep bir yana dursun
imzadan evvel kendisine haber verilmemesini emniyetsizlik, meşruti idarede
usulsüzlük telakki ederek hemen istifasını vermekti. Hayır, öyle yapmıyor,
sadrazamı bu muvaffakiyetli işten dolayı tebrik nezaketinde bile bulunuyor!
O gün 1914 senesi Ağustosunun ikinci günüdür. Derken, ll Ağustos gecesi
(Görüyorsunuz a, her mesele karanlıkta geçiyor!) dört, beş nazır, Sait Halim'in
yalısında otururlarken içeriye Enver Paşa giriyor. Kendisine has olan sakin
tavrıyla gülerek, diyor ki:
"Bir oğlumuz dünyaya geldi!"
Nazırlar hazaratı bu mahalle kahvesi ve kadınlar hamamı ağzı ile
verilen müjdeden bir şey anlamıyorlar, alık alık Enver merhumun masum ve mahçup
edalı yüzüne bakıyorlar. Meğerse bu dünyaya gelen çocuk, Çanakkale'den içeri
soktuğu Alman zırhlıları^mş. Genç kumandan ne sadrazama, ne bahriye nazırına,
ne de mensup olduğu partiye söylemeden, sormadan, sezdirmeden arka kapıdan bu
ecnebi toplarını Marmara'ya, yani Osmanlı İmparatorluğu'nun yatak odasına
sokuvermiş. Mecliste yine itiraz, münakaşa, hitap, itap yok; yine tebrikler
var!
Zaten "Hatırat"taki usulsüzlükleri, hataları, halitaları
inceleseniz, hayretinizden küçük dilinizi yutmuş, imparatorluğun da niçin hapı
yuttuğunu öğrenmiş olursunuz! Devlet ricali, bir gün olsun, tenezzül edip de
birbirleriyle istişareye yanaşmamışlar, hepsi bir tarafta ayrı ayrı,
akıllarının dikliğine, dilediklerini işlemişler.
Bir bu yolsuzluğu, anarşiyi, başıbozukluğu düşününüz, bir de bugün Türk
milletinin başında bulunan ricalin demokrasi prensibine uygun temkinli,
ihtiyatlı, ağır başlı, kılı kırk yaran dürüst hattı hareketine bakınız;
iftihardan kendinizi alamazsınız. Eski devre kıyasen yeni rejimin açtığı
mektepler, yaptığı yollar, kuruttuğu bataklıklar, kurduğu şehirler ve işlettiği
fabrikalar, hulasa her şubede uhdesinden geldiği işler bir istatistiğe ve
grafiğe sığabildiği için m ücessem bir şekil alabiliyor. Fakat görülecek,
gösterilecek bir mühim mesele daha vardır ki, çizgi ve rakam ile ifade
olunamaz. Bu, bütün diplomatik faaliyetlerin hesabını en eski ve sağlam
demokrasilerde olduğu gibi hükümetin meclis grubunda memleketin tasvibine arz
etmesidir.
Siyasi rüşt buna derler.
Umumi harp başlangıcında büsbütün aksi hareket edildiğini, neticenin de
ne fena bittiğini yukarıda görmüştük. Zaten o devir hükümdar ve ricalinden
hiçbiri, hiçbir ülkede kati dirayet gösterememiştir. Harbi kazanan Clemenceau
ve Lloyd Georges gibileri de fena idareleriyle sulhu kaybettiler.
Talat Paşa fıtraten politikacıydı, yani kurnaz, sevimli bir tilkiydi,
halkı avlardı. Fakat diplomatlık tilkilik değildir; tilkiyi kapana sokan bir
hünerdir. Alman sefiri onu kafese soktu. Enver Paşa ne idi? Ne politikacı, ne
diplomat; barut kokusuna can atan cins bir at! Harp isterim diye eşindi,
tepindi, kişnedi, kükredi, nihayet en zararlı şekilde meramına erdi. Cemal
Paşa'ya gelince, aklınca, hem Cromwell, hem Deli Petro, hem Dâra, hem Sokullu,
hatta hem de Haussmann! Yani hem ihtilalciydi, hem ıslahatçı, hem imparatordu,
hem diplomat, hem de imarcı ve bulvarcı!
Tabiidir ki, ne birincisi diplomat, ne İkincisi cihangir, ne üçüncüsü
halaskâr olabildi.
Hamdolsun ki, bugün Türkiye bambaşka bir vaziyettedir. İşte bunu ve
bundan ewelkini iyice bildiğim, bildiğimi de yeniden kitaplarda okuyup gözden
geçirdiğim içindir ki, harbi hiç istememekle beraber dünya alt üst olsa da en
az zararla hatta epeyce kârla çıkacağımıza şüphe etmiyorum.
Ve yine bunun içindir ki, Bay Hitler nutuk söylerken, ben de teşbihte
hata olmaz memleketine güvenen Bay Roosewelt gibi uyuyorum!
sari: bulaşıcı hastalık
zillet: hor görülme, aşağılanma
"Ne idim? Ne Oldum?
Daha Ne Olacağım?
Küçüklüğünüzde nineniz, dadınız, bacınız, komşu kadın, hoca hanım,
kurşuncu Molla, içlerinden herhalde biri size kurukafa masalını söylememiş
miydi? Şayet işittiniz, dinledinizse unutmamışsınızdır. Aradan kırk şu kadar
sene geçtiği halde benim hâlâ aklımdan çıkmıyor, zira hem oldukça korkunçtur,
hem de dünya ahvalinin aldığı insafsız şekil karşısında manalı ve kendisini
hatırlatıcıdır.
Masalı anlatmadan ewel, onu, çocukluğumun üzerinden yıllar aştıktan
sonra ilk defa nerede ve nasıl bir münasebetle zihnimden geçirdiğimi hikâye
etmek isterim:
1924 senesinde Lübnan'da bir köye çekilmiş oturuyordum ve odamın bir
kenarına büzülüp pineklememek, arpacı kumrusu gibi düşünüp büsbütün gam,
kasavet bağlamamak için dağda, kırda uzun, yorucu, fakat avutup canlandırıcı
gezintiler yapıyordum. Günün birinde yoluma, çoktan terk edilmiş bir ücra
mezarlık çıktı; ama öyle servilerinin uğultusuyla ahiretten ecdadım
kulaklarıma, "Gel aramıza!" diyormuş gibi münasebetsiz davet sesleri
fısıldayan, yüzüme şeyh nefesi, türbe kokusu üfleyen loş İstanbul mezarlıklarından
değil. .. Yosunlu gölgeleri insanın içine çürük toprak ıslaklığı doldurmuyor ve
kavuklu başlar yeniçeri kıyarnlarını hatıra getirmiyor. Hoş bir yer: Bir dere
yatağı sırtındayım, üstümde beş, altı turunç ağacı, keskin bir şubat güneşi ve
çocuk gözleri maviliğinde, yani süt mavisi bir masum gök... Öyle bir gök ki,
aklından ne yağmur, ne fırtına, hatta ne de bir tek kara bulut geçiriyor; bahar
havası, ışığı, heyecanı içindeyim. Turunçlar Marmara'nın lodoslu guruplarını
hatırlatan pişkin, ağdalı bir kızıllıkla güneşin koynunda gittikçe
olgunlaşıyorlar; bal ve rayiha ile sanki, emzikli göğüsler gibi dolup
kabarıyorlar, ağırlaşıyorlar. Etrafa kızdırıcı ve şifalı bir punç kokusu,
alevli ve baharatlı bir hava yayılmaktadır; iksir gibi iç ısıtıyor, bu dekor ve
muhit ortasında gurbete rağmen bir yaşama zevki duyarken birden, gözlerime sel
yatağında haddinden fazla lekesiz, bembeyaz duran birbirinin eşi, iri,
toparlakça cilalı taşlar ilişti.
Bunlardan bir tanesine, ucu demirli gurbet asamı uzattım ve hafifçe
vurdum.
Bir dokun, bin ah dinle kasei fağfurdan
Mısraındaki gibi pek billuri değilse de taştan beklemediğim bir acayip
ses çıktı. Kavanoz, küp gibi pişmiş topraktan yapılmış eşyanın içleri boş
olunca verdikleri kuru, yarı akisli ve iniltili seslerden... O zaman gördüm ve
anladım. Son şiddetli sağanaklar sel halinde toprağı eşmiş ve bu bahtiyar
ülkede cihan harbi sırasında felakete uğrayarak kıtlıktan can verenlerin
kafataslarını meydana çıkarmış!
Yine bastonumun ucunu, ağız veya göz, bir deliğine takarak başlardan
birini yükseğe kaldırdım. Sapasağlam dişlerinin aylarca ekmeğe hasret kaldığına
inanamayacağım geldi. Etrafım o kadar aydınlık, mevsim o derece neşeli,
turunçlar öyle rayihalı ve çamurlarla cilalanıp yağmurlarla yıkanmış bu
kemikler öyle beyaz, temiz, adeta tebessümlüydü ki, keder duymadım. Zaten
bahar, insanı her mevsimden fazla ölüye uzak, diriye yakın eder; gideni değil,
geleni arattırır, uhreviliğe yabancı yapar, cismaniliğe yanaştırır.
İşte, o gün bu kurukafa, bana çocukluğumdan aklımda kalmış olan garip
masalı hatırlatmıştı; size de hatırlatayım:
Adamın biri, akşam vakti kırlarda gezerken, ayağına sert bir şey
çarpmış; bakmış bir kafatası. .. İ tip geçiyormuş, dikkat etmiş, tam alın
yerinde için için ışıldayan, fosforlu bir yazı var. Eğilmiş, gözlerini merakla
açmış ve şunu okumuş: Ne idim? Ne oldum? Daha ne olacağım?
"Allah Allah," demiş. 'Ne idim’ ile 'ne oldum'u anladım.
Fakat artık daha 'ne olacağım'ı var mı? Böyle kupkuru bir kemik parçası haline
geldikten sonra olacak bir şey kaldı mı?" Ve merak verici yazısını
arkadaşlarına göstermek, fikir danışmak için kafatasını mendiline koymuş, evine
götürmüş, götürmüş ama adamcağızın hırçın, titiz, ürkek, aksi, delişmen, yani
bugünkü tabirle kısacası sinirli bir karısı varmış; ayılıp bayılmasından,
çıngar koparmasından, ahkâm çıkarmasından korkmuş, mendilindekini gizlice dolaba
koymuş, saklamış, kilitlemiş... Meğerse bunu yaparken şüpheli hareketleri
hamının gözünden kaçmazmış... Acaba kocası oraya ne sakladı? Dostunun
namelerini mi, altın desteleri veya inci dizileri mi?
Bir gün, iki gün, dolabın önünde fare kokusu almış bir kedi hırsı veya
pastırma kokusu sezmiş bir fare telaşı ile döner dolaşır, gider gelir, eğilir
kalkar, sürünür, yoklar, bir türlü ayrılamazmış. Nihayet dayanamamış, kapıyı
kırıp açmış ve bittabi, kuru kafayı sırıtıp kendisine bakar görünce:
"Hay!" demiş, düşmüş bayılmış...
Lakin ayılınca düşünmüş: "Muhakkak, kocamın sevdiği bir kadın
vardı, öldü; o da tutup başını mezardan aldı, hatıra diye sakladı. Ben ona
gösteririm!" Ocağa çıralı kütükleri yığmış, tutuşturmuş, sonra
kıskançlığından, efsunlu yazıyı gözü fark etmeyerek kafayı bir demir çubuğa
geçirip ateşin ortasına dikmiş ve tam o sırada da kocası kapıdan içeriye
girmiş.
Adamcağız bakmış ki, alnında "Ne idim? Ne oldum? Daha ne
olacağım?" diye yazılı kuru kafa; alevlerin sıcağıyla döne çatırdaya
demirin ucunda yanıyor, çatır çatır kavruluyor... O zaman nükteyi anlamış,
şöyle söylenmiş:
"Meğerse, 'Daha ne olacağım?' diye düşünüp sormakta hakkın varmış.
Zavallı kurukafa!"
Bu masalı, şu sırada, neden tekrar hatırlıyorum ve yazıyorum?
Üsküdar'da mezara sokulurken dirildiği sanılan adamdan dolayı mı? Yoksa on yedi
yaşında ikinci cinayetini işleyen küçük katili düşünerek, yahut gırtlağından
kanlar boşana boşana yürüyen kapıcının müthiş hayalini göz önüne getirerek mi?
Bu son manzara, olsa olsa yine çocukluk zamanımın hikâyelerinden Kesik Baş'ı
zihnimde canlandırabilir. Bizim neslimizden hangi küçük vardı ki, o din
masalını, tecvit kitapları şeklindeki taş basması risalede okuduktan sonra,
karanlıkta evin üst katına çıkabilsin? Kesik Baş denilen evliya, taze kan sızan
kellesi koltuğunda, beni merdiven sahanlığında bekliyor sanırdım; gözlerimi
yummadan buradan geçemezdim. Hayır, kurukafa masalını bugün o gündelik ve
olağan vakalardan dolayı değil, daha mühim ve şümullü bir davadan nâşi
hatırlamaktayım: Bana alnında "Ne idim? Ne oldum? Daha ne olacağım?"
yazılı mahut iskelet başı, alelade bir kafa şeklinde görünmüyor, böyle bir alın
yazısıyla semanın boşluğunda bizim dünyamızı dönüyor farz ediyorum; masaldaki
kurukafayı kendi dünyamıza benzetiyorum.
Hafta içinde birbiri arkasına gelen haberler, yani yeni ittifaklar,
yeni sevkiyat, yeni hazırlıklar, Amerika bahriye şefinin harbin umumileşeceğine
dair beyanatı, askeri şura toplantıları, Fin ve Çin muharebeleri, hususuyla H.
G. Wells’in, Wilson'u ve uğursuz on dört maddesini hatırlatan beyannamesi,
hepsi arzın alın yazısındaki son sorguya hak verdirecek mahiyettedir.
Ey masaldaki kafatası, aklımdan çık! Zira haritaya bakıp da mesela
Polonya’ya gözüm ilişince, üzerindeki irili ufaklı, eğri büğrü yazılar sinemalarda
darmadağınık harfler halinde iken birdenbire toplanıp meydana "DiversFaits"
başlığını istifleyen dünya havadisi filmleri gibi birleşiyorlar ve bana
kurukafanın alnındaki sualler şekline girmiş görünüyorlar! Ne idim? Ne oldum?
Daha ne olacağım? Yarın belki de Finlanda için böyle olacak, başka komşuları
için de... Avusturya’da okuduğum budur. Çekoslovakya’da keza! Kürei mücesseme
dediğimiz tek ayaklı arz maketi korkunç sözlere inanınca kurukafadan ve
yazıları da o kafadaki yazılardan başka bir şey değildir. Ne idim? Ne oldum?
Daha ne olacağım?
Büyük harpten sonra sulh müzakereleri başlayınca, arzın kadit1
kafasına bakıtğım zaman yine bu alın yazısını sezmiyor değildim. Fakat diyordum
ki:
"Ne idin? Onu aşağı yukarı biliyorum; ne olduğunu da işte gördük,
artık ne olacağın var mı? Bu kadar kan aktı, nüfus tükendi, servet eridi,
hanıman yıkıldı, kimsede harbe, darbe mecal kalmadı; iskelete döndün. Şüphesiz
ki, asırlarca olduğun yerde, olduğun gibi kalacaksın; son çileni doldurdun,
sükûnete, rahata kavuşacaksın!"
Meğerse, yirmi sene geçmeden bu dertli kafanın uğrayacağı bir bela daha
varmış, onu alev alev yanan bir ocak ve demir bir şiş bekliyormuş.
Bizim yaşta olanlar, yani ellisini bulanlar kendi kendilerine bir
teselli icat ederler:
"Öyle bir devirde dünyaya geldik ki, cetlerimizin asırlarca
yaşamış olsalar göremeyecekleri en mühim ve en müthiş vakaları idrak edebildik:
İlk Yunan harbi, İspanyaAmerika harbi, RusJapon harbi, Trablus ve Balkan
harpleri, Birinci Cihan Harbi, Rus inkılabı, Anadolu, Habeş,JaponÇin harpleri,
İspanya ihtilali, şimdi de İkinci Cihan Harbi... Aralarında dahili yüz çeşit
kargaşalıklar da başka! Ya harplerin bol bol faydalandığı ihtiralar?
Tahtelbahirler, tayyareler, telsizler, radyolar, tanklar, zehirli gazlar,
Maginaux hatları, mıknatıslı mayınlar, neler de neler, dinamitli köfteler!
Bunların hepsi de yarım asrın içine sığmıştır ve gözümüzün önünden geçmiştir.
Tarih, zannederim, hiçbir asırda beş kıtayı birden kaplamış böyle bir
felaket serisi kaydetmiyor. Yalnız bir tanesi, bir teki insan ömrünün tamamına
kafi ve vafi 2 gelebilirdi. Onun sillesi içine
düştüm diye böbürlenmek yalnız insan denilen manasızca, mantıksızca, mecmunca
mağrur bir münasebetsiz mahlukun kân olabilir. Haydi, ellisine kadar, gençlik
ve dinçlik sayesinde, dünyanın misilsiz çekişmesine az çok bir metanetle göğüs
gerdik diyelim; lakin tam huzur ve intizama, sakin, endişesiz hayata girmek,
tatlı bir yaşlılığa ermek zamanı gelince asıl büyük kıyametle karşılaşmak hiç
de hoşlanılacak ve bilhassa övünülecek bir akıbet, bir şans sayılamaz.
İşte bu düşüncelerledir ki, her gazete sayfası bana çocu kluğu m un o
masalını hatırlatmaktadır. Hatta bazen içim o derece kararıyor ki, radyoda son
havadisleri aldıktan sonra geceleyin pencereden dertli dertli dışarıya baktığım
zaman, başımın üstündeki gök Lübnan'daki dere içi gibi bana sellerin eştiği
süslü bir mezarlık ve yıldızlar da meydana çıkmış cilalı kafataslan şeklinde
görünüyor. Bunların arasında bizim zavallı arz, muhakkak, masaldaki tılsımlı
kurukafadır ve etrafına saldığı ışık, seçebilen için, şu fosforlu alın yazısını
yaymaktadır: Ne idim? Ne oldum? Daha ne olacağım?
Maamafih bu sefer de siz benim bedbinliğime bakmayınız. Belki bir mide
bozukluğu geçirmekte olduğum için hafifçe zehirlenmiş bir haldeyim; her şeyi
olduğundan ve olacağından fena görüyorum; bir kara sevda krizi geçiriyorum;
yarın, iştahım açılınca güzel bir yemek yer, sigararnı tüttürür, köpüklü sade
kahvemi içer ve koltuğa uzanırsam, önümdeki dünya manzarası herhalde değişir. O
değişmese bile benim görüşüm değişir, tesellisini bulur, hiç olmazsa şöyle
derim:
"Adam sen de... El ile gelen düğün bayram!"
Zira her makalede, bedbinlik ve nikbinlik biraz da mide veya kese
vaziyetine bağlıdır!
kadit: iskelet
vafi: sözünde duran, sözünün eri
Profesör Piccard'la Uzaktan Hasbihal
İşittim ki, yedi kat göğe çıktıktan sonra, şimdi de denizlerin
esfelisafilinine1 inecekmişsin. Demek ki, dünyanın en fazla
yükselen ve en çok alçalan adamı sen olacaksın. İlk yaptığın güç işti; yarın
yapacağın ise daha zor... Bulutlardan yeryüzüne burnun bile kanamadan
inebildin; fakat okyanusun dibinden su üstüne cansız bile çıkabileceğine pek
aklım ermiyor!
Belki de şöyle düşünüyorsun: "Çıkmazsam ne çıkar? Yaşım yetmiş,
işim bitmiş... Zaten bir ayağım çukurda; vaziyet de kötü, hiçbir tarafta rahat,
huzur kalmadı; ahir ömrümde yine istilalar görüp muhaceretlere uğrayacağıma şu
belalı dünyadan ustaca sıyrılıvereyim. Sonsuz bir zulmet ve sükûn içinde
kimseye nasip olmamış bir istirahatgâh seçeyim ki, ona ne düşman bombası, ne
dost gözü ilişebilsin; herhangi bir fatihin hayat salısında da adı, sanı
bulunmasın. Ayrıca vatandaşlarımla, akrabalarımı da kabir ziyaretinden ve
çelenk masrafından kurtarmış olurum!"
Diyojen de bu asırda ömür sürseydi böyle yapmak isterdi. Onun
zamanındaki cihangirler ve İskenderler daha insaflı adamlarmış; "Gölge
etme, başka İhsan istemem!" diye aksi cevap veren filozofun sırtını okşar,
geçer giderlermiş. Şimdikiler olsaydı, aslında Yahudilik aramaya kalkışırlar,
arkalarına takılıp partilerine girmeyen bu kâmil insanın fıçısını bile elinden
alıp ya sürerler, yahut da temerküz2 kamplarına
sürüklerlerdi. Delidir, frengilidir diye operasyon, daha has tabiriyle
hitlerasyon yaptırmaları da mümkündü!
Seninle beraber, yeni icat tahtelbahirinin içinde olmayı istediğim
dakikalar yok değil, üstad! Muharebe ve ihtiras sahalarından uzaklaşıp denize
gömüldükçe her metrede daha rahat nefes alacağıma, propaganda ve harp
şamataları ile arama engin deryalar girerek sesler kısılıp tıkandıkça gönlüme
ferahlık dolacağına eminim. Tam manasıyla baş dinlendirecek yer, ancak senin
varmak istediğin deniz dibidir; yani dünya yaratılalı beri insan adımının
basamağı ebedi karanlık! Orada, göğsümü gere gere pervasızca diyebilirdim ki:
"Haydi gel buraya bakayım, Germen topu, Slav tankı, Anglosakson
torpidosu, Frank tayyaresi! Yetişin hele göreyim, kırk ikilik, mıknatıslı
mayınlar, iperitli bombalar, bütün motorize ordular! Artık ne perçemli, ne
posbıyık, ne iri çene, hiçbir çehreden, şemsiyeli, silindirli, gömlekli hiçbir
kıyafetten; totaliter veya demokrat hiçbir rejimden korkum yok. Onlardan beni
sekiz yüz metre deniz, yani milyonlarca, milyarlarca tonluk aşılmaz, taşınmaz
bir sıklet ayırıyor; ancak isim itibarıyla sudan olan, fakat çeliğe meydan
okuyan asıl geçilmez ve yakılmaz Maginaux istihkâmı arkasında duran benim
Profesör! Kadehimi şerefine kaldırıyorum: İnsan zararından masun bir noktaya
beni ulaştırdığın için!"
İmkân varsa, dalarken dört senelik erzakını da beraber götürmelisin. Ta
ki, dünya yüzüne çıkmak için acele etmeyesin ve harp devrini felaket haberi
girmez ve dert işlemez yuvanda huzur ve sükûnla geçirebilen tek adam da yine
sen olasın! Hani, nerede o kış mevsimini Akdeniz kıyılarında tenis oynayarak,
yelken açarak, kürek çekerek, alayla, eğlenceyle, sporla kaygusız geçiren
İskandinavya kralları? Damlarına kar çökmüş loş saraylarında başlarını haritaya
eğmişler: "Hangi istila ordusu, hangi semtten gelecek?" diye gözleri
faltaşı gibi açılmış, yürekler Selanik! Senin yurdunda da hal öyle, komşun
kraliçe de böyle! İşin nereye varacağı belli olmadan, onca zahmet ve tehlike
mukabili daldığın derinliklerden fırlayıp yine bu belalı arz üzerine dönmek
hakikaten izansızlık olur. Bir kere dibi buldun mu, otur oturduğun yerde!
Hem fikrimce denizlerin dibindeki esrarı öğrenmeye sıra gelmemiştir.
Madem ki, iniş ve çıkış meraklısısın, evvela cihangir kafalarındaki hayalat
bulutlarına veya gönüllerindeki karanlıklar uçurumuna bir çık ve in. Oralarda
yapacağın tetkikler ve alacağın neticeler şüphesiz beşer için daha faydalı
olacaktır. Okyanus dibindeki balıklardan bize, dert ve musibet gelmiyor, bırak
zavallıları kendi hallerine! Bugün ilmin ve fennin tek bir gayesi olmalıdır:
Harbi önlemek... Zekânı, teşebbüs kudretini ve cesaretini bu işe hasret; yedi
kat göğe çıkacak ve yedi kat denize inecek aletler ve nakil vasıtaları yerine
bize dünya yüzünde kardeş kardeş yaşamayı temin edecek bir serum keşif ve icat
edemez misin? Mesela, bir çocuk doğar doğmaz, ebesi göbeğini kestikten sonra
ikinci ameliye olarak bu hayırlı ilacı cam şırıngaya doldurup iğneyi kaba etine
daldırıyor. Artık korkma o yavrudan bir Sezar, bir Attila, bir Napolyon,
herhangi bir cihangir ve diktatör çıkamaz. Beyninde ve gönlünde insan canına ve
hürriyetine kastedicilik istidadının köküne kibrit suyu ekilmiştir. Müstakbel
Sezar, ordular sevkedeceğine mektep müdürü olup talebe, yahut turizm tellah
olup seyyah gezdirebiliyor; Attila, büyük yarış atı ahırlarına manej hocalığı
ve diktatörlük ediyor; Napolyon ise dünyayı silah zoru ile fethe kalkışacağına,
vatandaşı ve hemşehrisi Tino Rossi gibi şarkı söyleyip kitara çalarak sesi ve
sazı ile gönüller fatihi oluyor!
Gördün mü büyük keşfi, hayırlı icadı, inkılap ve kemali!
İşte asıl o zaman eski tarih ve vahşet devri sayılabilir ve yenisine
medeniyet ismi verilebilir. Yoksa her asırda bir cihangir ve diktatör çıkıp her
vesileyle eskisine rahmet okutacak İcraata girişecek ve bütün keşifleri,
katları, fena niyetlerine alet yapacak olduktan sonra, sekiz bin metre
derinlerde yaşayan balıkların sırrını öğrenmen ve biyoloji ilmine birkaç
malumat ekledim diye övünmen abestir. Yok, şayet yıllarca kafa patlatıp
milyonlarca lira sarfettikten sonra ölümü göze alarak daldığın derinlikten
bize, yukarıda bahsettiğim serumu getirecek ve insanları yepyeni bir adalet ve
insaf rejimine kavuşturacaksan diyeceğim yok; yolun açık olsun: Fe illâ,3
vazgeç bu manasız işten de aklını ve paranı zamanın icaplarına hasret.
I 940 senesinde görülecek iş başka türlüdür: Memleketin olan
Belçika'nın şark ve garp hudutlarına, bir patlayışta Berlin 'in altını üstüne
getirecek veya Londra'yı adalarıyla birlikte denizin dibine çökertecek yeni
icat birer top yerleştir. Yıkıcı, yakıcı, ölüm ve felaket yapıcı keşifler
zamanındayız. Bugün okyanus dibinden bir damla su alıp mikroskopta afal afal
seyrine dalmak veya bir böcek kabuğu çıkarıp, ahmak ahmak tırtıllarını sayarak
yaşını bulmak sırası değil! Dünya, "Sakalım tutuştu!" diye haykırıyor,
sen, "Dur, çubuğumu yakayım!" diyorsun; arkanda bir kan ve ateş
Avrupa'sı bırakıp denizaltı seyahati projeleri yapıyor, safayı hatırla sefer
hazırlığı görüyorsun.
Canın sıkılmasın ama, ben bir vatandaşın olsaydım, başımızda felaket
dolaşırken, senin bu derece geniş ilminle ve icat kabiliyetinle su dibinde
dalga geçirmeye hazırlandığını işitince isyan ederdim: "Be hey adam,"
derdim. "Hudutlarımızın kara tarafına ejderha gibi tanklar dizilmiş, deniz
kıyısına dağ parçası zırhlılar sıralanmış, göğümüzden her gün tabiiyetleri
meçhul, fakat niyetleri malum tayyareler vızır vızır dolaşıyor; memleket
yarının istilalarını önlemek için setler, siperler kurmakla meşgul. Sen, bu
sırada, sekiz bin metre derinlikte yaşayan balıkların acaba gözleri görür,
kulakları işitir mi, diye, şu ana baba gününde akla gelmesi kabil olmayan
şeylerle kafa patlatıyorsun. O balıklar görürler veya görmezler; işitirler veya
işitmezler, onu bilmiyorum, fakat senin burnunun ucundaki top namlularını bile
görmeyip kulağının dibindeki bomba seslerini bile işitmediğine imanım var. Sana
ne 'Yüksel ki, yerin bu yer değildir,' ne de 'Alçal ki, yerin bu yer değildir,'
diyeceğim. Diyeceğim şudur! Senin yerin düpedüz bir şifa yurdudur, düş
önüme!"
Ama sen de şöyle cevap verebilirsin: "Ben ilim, fen namına kellemi
koltuğumun altına aldım, bakınız ne keşifler yapıyorum!" Bizim ilim ve fen
erbabından beklediğimiz "Strongilos polisimüs" nevine mensup yassı
balıkların kaç sene yaşadıklarını veya "Plirium serinia" fasilesine
ait deniz yosunlarının kaç metre yükseldiklerini öğrenmek değildir. Daha
doğrusu insanlığa hürriyet temin etmeyecek bir ilmi sen gecelik külahıma dinlet
ve istilalara set çekmeyecek fenni al da rafa koy!
Şu cihet var:
Olabilir ki, yakında teşrif edeceğin en alt sularda hiç de aklımızdan
geçmeyen bir başka kainat, bizce karanlıkta kalmış daha mükemmel bir medeni
dünya vardır. Madem ki biz bile henüz oraya senin himmetinle gideceğiz, onlar
da buraya daha gelememiş olabilirler. Sen onları yakalayıp, etüt edeyim derken,
onlar seni yakalarlar, evirirler, çevirirler, "Ha, anlaşıldı,"
derler, "biz de bir şey zannettik, meğerse insanmış... Hani, arzın ancak
üstünde, ne fazla sıcağa, ne keskin soğuğa, ne hava tazyikine, ne su ağırlığına
tahammül edemediğini yarım yamalak işittiğimiz aciz mahluk! Hele şunun, bir de
beynini muayene edelim." Ve seni laboratuvarlarına götürüp marifetli
aletlerle kafatasını açıyorlar; tahlilini yapıyorlar ve sonra şu hükmü
veriyorlar: "Bu mahluklar bir cins mütekâmil basil ve mikrop nevine
mensupturlar; kendi kendilerinin düşmanıdırlar ve birbirlerini yiyerek
yaşarlar. İcat kabiliyetleri varsa da mantık yanlarına yanaşmamıştır. Zira bir
taraftan ölmüş tavuğun yüreğini bin ustalıkla kavanozda yaşatmaya çalışırlar,
öte tarafta milyonlarca insan ciğerini kurşunla delik deşik ederler; bir yandan
maymun aşısı yapıp yaşlıları gençleştirmeye uğraşırlar, öbür yandan gençleri
top, tüfek ateşiyle kırıp geçirirler, çekiverin kuyruğunu!"
Ne doğru bir hüküm!
Benim kendi hesabıma alim, mütefennin, demokrat, otokrat, sulhçu,
muharip insanın her türlüsünden sıtkım sıyrıldı. Hoş, sen de şayet bir
tesadüfle kendini fen sergüzeştçiliğine, fenni akınlara vakfetmeseydin ne
olacaktın: Muhakkak bir cihangir ve fatih değil mi? Zira baksana, İhtirası o
dereceye götürmüşsün ki, göklerin içini arşınlamak ve deryaların dibini
karışlamak azmine düşmüşsün. Bu hırs, maazallah, başka bir surette partiler
kurmak, ordular yürütmek, hayat sahaları aramak şeklinde tecelli etseydi. 19141939
harpleri arasında bir de senin yüzünden başka bir cihan harbine daha karışmış
olacak, on milyon insanı da senin uğrunda feda etmiş bulunacaktık!
Zaten doğrusunu istersen ben senin tekrar dünya yüzüne çıkmana taraftar
değilim. Şahsi düşmanın mıyım? Hayır. Fakat olabilir ki, denizin sekiz bin
metre dibinde bir zengin bakır, nikel, krom, radyum madenine, yahut maazallah
coşkun bir petrol kaynağına rastlarsın, dönüşte dilini tutamaz, söylersin.
Cihangirler için yeni bir hayat sahası, bankerler için de ihtiras meydanı
açıldı demektir. Gelsin dalgıç bölükleri deniz dibi gemileri, suda patlar
toplar ve balık şekline sokulmuş motorize ordular! Beşeriyet için toprak üstü,
yeraltı, gökyüzü muharebeleri yetişmiyormuş gibi bu defa da deniz dibi akınları
başlar. Okyanusun ağırlığı sırtında, dövüş bakalım Himalaya dağlarının tersine
çevrilmiş uçurumlarında! İnsan kanı biraz da ezelden beri güneş yüzü görmemiş
yosun ormanlarını sular ve insan cesedi, biraz da bu ormanların balıktan
sırtlanlanna yem olur.
Artık dünyanın derdi bir kat, bin kat daha artmış demektir. Mekteplerde
başlarız deniz altı coğrafyası okumaya... Deniz altında yeni İngiltereler,
Japonyalar, Almanyalar, Balkanlar, İskandinavyalar, sizler, bizler, bir sürü
devlet ve tabiatıyla dizi dizi Maginaux teessüs etmiştir. Toprağın üstünden ne
hayır gördük ki, denizin altından görelim? Gelecek nesillerinin başını nara
yakmış olacaksın; işte bütün marifetin! Kuşa döndük, tarla faresine döndük,
balığa döndük, iki kollu, iki bacaklı insanlığımızı çoktan kaybettik; bir de
şimdi insanlar yamyassı bir nevi kalkan ve pisi şekline sokacaksın; elverir!
Daha bir belayı atlatmadan yenisini açma! Daha yüzümüzden korkunç gaz
maskelerini atmadan göğüslerimize bir de balıkların teneffüs cihazını taktırıp
bizi katmerli maskara yapma! Vesselam!
esfelisafilin: cehennemin en alt katı, cehennem
temerküz: toplama
fe illâ: olmazsa
Ne Dediler! Ne Çıktı?
İçinde ve üçüncü yılında bulunduğumuz şu cihan harbinden önceydi;
gazetelerde gelecek harpler hakkında bir sürü yazılar çıkar, ortaya birtakım
fikirler atılırdı. Başa geleceğini biliyormuşum ve bir gün karşılaştırıp
doğruluklarıyla eğriliklerini meydana koyacakmışım gibi kötü bir sezinmeye
kapılarak bunlardan merak verici olanlarını ve dikkate değer bulduklarımı kesip
saklamışım.
Oysa ki ne üzerine olursa olsun, yazı toplamak, sıralamak, biriktirmek
adetim değildir. Dün çekmeleri yerleştirirken, önüme, alışmadığım bir tomar
gazete kesiklerinin düşüvermesi tuhafıma gitti; göz atınca şaşırakaldım ve
merakla okumaya başladım: "Gelecek harplerde neler olacak?" sorusuna
cevaplar...
O sırada uzak bir ihtimalle "gelecek" denilen harp, işte,
çoktan gelip çatmıştır, çoktandır dünyayı alt üst ediyor, beş kıtaya da
bulaştı; tam civcivli zamanındayız. Bakalım, harp işlerinden anlayanlar sekiz,
on yıl önce neler buyurmuşlar? Geleceği, olacağı kestirrnek bakımından ne
derece yeterlik göstermişler? Ne kadar üzerine basmışlar?
Önümdeki yazıların birinde What Would Be the Character ofa New War'
başlıklı bir eserden bahsediliyor. Bu, Londra'da basılmış bir dergiymiş; içi
Avrupalı, Amerikalı, japonyalı on sekiz tane yüksek askerin, bilginin, kimya
üstadının birbirinden habersizce yazdıkları makalelerle doluymuş. Kitabı
okurken insanı bir kasvet, bir korku, bir ümitsizlik, bir karamsamadır
basıyormuş. Ve asıl kötü tesir yapan nokta, o bilginierin takındıkları son
derece soğukkanlı, donuk, vurdumduymaz halleri, bilgiçliğe yakışır objektif
görüş ve anlaüş tarzlanymış!
Anlıyorum, meraktasınız: "Acaba harp, dedikleri gibi mi çıktı?
Olacağı sezmişler mi? Yoksa bir sürü falcılık etmişler, işin içinden yüzlerinin
akı ile sıyrılıp çıkamamışlar mı?"
* * *
Fikirler arasında gerçeğe uyan da var, uymayan da...
İngiliz generali Fuller'e göre, piyade kuvvetlerinin rolü, gelecek
savaşta yani şimdiye kadar bulaşmadan seyircisi bulunduğumuz bugünkü cihan
harbinde sıfıra inecektir. Tanklar karşısında piyade kolay yutulur, eritilir
bir yemden başka bir şey değildir. "Zira," diyor, "1918 yılının
24 Nisanında, topu topu 21 subay ve erin kullandığı yedi İngiliz tankı 3 tabur
düşmanı kaçırmış ve 400 kişiyi ölü olarak yere sermiştir." Piyadeye karşı
tank? Bu, bir harp sayılmaz, bir katliam Türkçe tabiriyle bir kırımdır!
Halbuki her tarafta görmekteyiz ki, piyade, hâlâ önemli rolünü
kaybetmemiştir; harplerin temel taşı, demirbaş kuvveti yine piyadedir... Tank
dizilerine, uçak sürülerine, makine üstünlüğüne karşı bile!
Yine bu general süvari kıtaları için de şöyle diyor: "Bir zamanlar
ad, san, dehşet salan atlı kuvvetler tıpkı piyadeler gibi ortadan kalkacak,
müzelere konacak, modası geçmiş bir kıyafet örneği olacaktır!"
Motorlu vasıtaların lök gibi karlara saplanıp benzinleri donarak
işlemez, ilerlemez olduğunu ve süvarinin ise sıfır altı yirmi beş derecede har
sarıp harman savurduğunu gözümüzle görmüş gibi bildiğimiz için, Fuller'in
aldandığında kimsenin şüphesi kalmamıştır sanırım!
* * *
Gerek dergide, gerek öbür gazete parçalarında uçaklar, yeni kopacak
harplerin en keskin, önlenmez, göğüs gerilmez bir silahı olarak öne
sürülmektedir; herkes bu yönde birleşiyor. 1914 yılının başında onlardan
beklenen fayda düşman hareketleri hakkında haber almaktan, düşman
hazırlıklarını kollamaktan başka bir şey değilken, harp sonunda uçakların silah
olarak da yüksek kıymeti anlaşılmıştı: Yarınki harp havalarda olacak! En çok
tayyaresi bulunan harbi kazanacak! İşte verilen hüküm budur.
Diyorlar ki: "Düşman, uçaklarıyla yalnız ordu teşkillerine,
kalelere, demiryollarına ve istasyonlara saldırmakla kalmayacaktır.
Fabrikalara, maden ocaklarına, değirmenlere, bütün hayat kaynaklarına
sataştıktan başka, daha korkuncu, cephe gerisine, sivillere, açık şehirlere de
bombalar yağdıracaktır. Zira, harbin sona ermesi, kazanılması üzerinde asıl
tesir yapacak olan yer, cephe gerisidir; sivil halkın kolunu kanadını kırmakla
üstünlük elde edilecektir. Bu sebepledir ki, yarının harbinde en fazla ölü
verecek, felaket görecek olan meydan, cephe önü değildir, gerisidir; savaş
alanından uzakta bulunan şehirlerdir."
Bu fikirlerin doğruluğuna hiç diyecek yok. Fakat daha doğru çıkan fikir
şudur: ‘"Yarınki büyük savaşın, harp ilan edilmeden, önceden hazırlanmış,
bir hava kuwetini ve motorlu vasıtaları ileri sürerek baskın şeklinde
yapılacağını tasınlamak lazımdır. Baskın... İşte yeni harplerin başlangıcı bu
olacak!"
Nitekim de böyle oldu!
* * *
Başka bir askerin fikrine göre uçaklar ve motorlu vasıtalar, harbin
devamı sırasında biteviye çoğaltılacak ve yeni yeni ilerlemeler göstererek
zafer bunları başaracak tarafta kalacaktır. Savaş başladığı zaman en iyi
hazırlanmış bulunmakla ancak geçici kazançlar elde edilir; sonuna doğru en çok
makine yapabilenler ve yapma kudretine hız verebilenler, bu yeterliği
gösteremeyeceklerin sırtını yere getirecektir. Zira o derece uçak, tank ve
motorlu taşıt harcanacaktır ki, onların yerlerini dolduramayanlar, önceden
kazandıklarını geri vermek zorunda kalacaklardır.
‘Yeni harplerin askerleri kışlalardan fazla fabrika ve garajlarda
yetiştirilecektir." Bir general böyle diyor ve şunu ekliyor: "Zira
geçen cihan harbinde anlaşıldı ki, en iyi asker, şoförler, fabrika işçileri,
makineye eli yatanlar ve makineye doğuştan eğimli olanlardır. Bundan ötürü yeni
harbi makine amel esi ve fabrika ustaları yapacaktır! "
Birkaç kişi, gelecek harplerde elektriğin büyük rolü olacağı ve
telsizle, hava dalgalarını kullanarak içinde adam bulunmayan büyük silahların,
tankların, denizaltıların, uçakların çok uzaktaki düşman üzerine
saldınlabileceğini söylemektedirler. Bir uçak filosu, kendiliğinden
havalanacak, istenilen yere gidecek, bombalarını boşaltacak ve dönecek...
Hiçbirinde bir tek insan olmadığı halde! Bunun, şimdilik gerçekleşmediğini
görüyoruz. Elektrik, daha insan yerini tutmuyor; ancak onun işini
kolaylaştırıyor.
* * *
Önümdeki yazılar her şeyden fazla, gelecek harplerde eczalı bomba,
zehirli gaz ve mikrobun insanlığa yapacakları zarardan bahsetmektedirler.
Bugüne kadar el atılmayan o en keskin ve amansız silah, anlattıklarına göre,
dünyanın yıkımı olacak... Madam Wolker adındaki bir kimya üstadına bakılırsa,
öyle dehşetli eczalar kullanılacaktır ki, bunlarla doldurulmuş sekiz, on bomba,
birkaç uçağa yükletilip 3 milyonluk bir şehre atılabildi mi, o şehir birkaç
dakika içinde yanıp kavruluverecektir. "Arz bile tutuşabilir!"
Kimyagerin fikri budur.
Profesör Langevin, meslektaşına kıyas edilirse biraz daha aşağıdan
atıyor. "Böyle bir şehri yakmaya 100 uçak lazımdır," diyor. Alman
generali Altrok'a bakarsanız: "Yarınki harpte yalnız sivil halkı yok etmek
yoluna gidilecek; cephelerde rahat edilecektir!" Amerikalı general Squier,
düştüğü yerdeki insanları 24 saat mışıl mışıl uyutan eczalı bir bombayı tavsiye
ediyor. Hani ya, nerede? Bunu kullanmanın sırası gelmedi mi?
Bu yazımda size, sözü geçen çeşit çeşit kötü gazların vücutlar üzerinde
yapacağı gerçekten korkunç zararları saymayacağım. Tehlike büsbütün
uzaklaşmadan öyle bahislerin sırası değil! Mikrop meselesine gelince, önümdeki
makalelerden birinde deniliyor ki: "Yarınki harplerde şüphe yok ki, bundan
da yardım beklenecektir. Fakat 1914 harbinde yapılan birkaç deneme istenilen
sonucu verememişti. Mikrobu tanınmış hastalıklara karşı düşman, güç dahi olsa
tedbirler alabilir. Bu sebeptendir ki, gelecek harpte kullanılması lazım gelen
mikrop bilinmeyen, görülmemiş bir hastalığınki olmalıdır; bu mikrobun gayet
kuvvetli, salgınlığa eğimli, lakin uzun zaman yaşayamayacak bir cinsten
seçilmesi de gereklidir ki, yayılıp sonradan öbür tarafa da zarar
vermesin!"
Bu satırları yazanlar şunu da ekliyorlar: "Laboratuvarlarda mikrop
ve hastalık denemeleriyle de gece gündüz, durmadan uğraşılmaktadır. Yarının
harbinde o zalim silahı hesaba katmamak ise yanlıştır. Harbe atılan devletlerin
sakın insanlık duygusuna kapılıp vicdansızca hareketlerden sakınacaklarına
inanmayınız. Zira, geçen cihan harbi bize gösterdi ki, harp eden bir devlet
için tek düşünce asker ve sivil, bütün düşmanı, nerede ve nasıl olursa olsun
yok etmektir!"
* * *
Sizinle bu konuşmaya bir avunma yolu bulmak için girdiğimi anlamış
olmanız gerektir. İçinde bulunduğumuz dünya harbi, şüphesiz ki eskisinden
yakıcı, yıkıcı, altüst edici, kanlı ve korkunçtur. Fakat, olacağı sanılandan
çok daha hafif, daha az zararlı geçmektedir. Zira fen ve teknik Tanrıya bin
şükür ilim adamlarının kafalarında hayalini kurdukları dereceye henüz
ulaşamamıştır.
Ulaşamaz olsun!
Ayların Yamanı Temmuz Ayıdır
Büyük hadiselerin doğum ayı olan temmuza girdik.
Temmuz, tarih itibarıyla bir bakıma pek sakar, başka bakıma pek uğurlu,
şakaya pek gelmez, omuz silkip geçilemez, "adam sen de..." denilemez
bir aydır. Devletler ve milletler tarihinde bazı kere çok hayırlı, bazen de pek
netarneli bir yer almıştır. Fakat ilk vasfı Fransa'da, Amerika Birleşik
Hükümetlerinde ve Türkiye’de olduğu gibi üç mühim hürriyet ve milli istiklal
bayramını takvime, tarihe geçirmesidir.
Bunlar meşhurlarıdır.
Meraklısı araştırırsa, gene temmuz ayına rastlayan çeşitli ülkelere
dair ne inkılaplar, ihtilaller, hükümet darbeleri, kıyamlar ve küçük kıyametler
bulabilir. O arada bizim de çoğumuzun unutur gibi olduğumuz bir
"Arnavutluk hadisesi" vardır ki, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin
düşmesi, "Büyük Kabine"nin hükümete geçmesi, Balkan Harbi'nin
patlaması, Babıali baskını, Mahmut Şevket Paşa'nın katli gibi vakalar hep bunun
arkasından çorap söküğü gibi nefes aldırmadan gelmiştir. Hatta Birinci Cihan
Harbi bile...
Zaten temmuz yalnız doğum ayı değildir; büyük hadiselerin ana rahmine
düştüğü veya sancıların başladığı bir aydır da... Mesela geçen büyük harbi
bitiren ay ikinciteşrin ise de Alman ordusundaki ilk yorgunluk ve cephe
gerisinde ilk bozgunluk temmuz içinde kendini göstermişti ve Kayser Wilhelm'in
karargâhı, harbi kaybettiğini kesin olarak gene temmuz ortasında anlamıştı.
İtilaf orduları başkumandanı zafere bir yıl sonra ulaşılacağını
sanırken, Lüdendrof, temmuz ortasında imparatoruna: "Üç ay dayanmamız
şüphelidir!” diyordu. Mütareke ve sulh maksadıyla Amerika'ya başvurulması fikri
de temmuzda belirmişti.
Birinci Cihan Harbi'ni sona erdiren gerçek tarih 1918 Temmuzudur.
* * *
İkinci Cihan Harbi ilk emarelerini temmuzda göstermiştir.
Rahmetli Chamberlain aklımda kaldığına göre karışan vaziyet dolayısıyla
hafta tatilini balık avında geçirmekten ilk defalar 1939 Temmuzunda
vazgeçmişti.
Sulha da, harbe de gebe kalan ay temmuzdur. Temmuzdan hem ürkmeli, hem
ümitlenmeliyiz.
Hatta dikkat edersek görürüz ki hususi hayatlarımızda bile temmuz çok
defa önemli rol oynamaktadır. Mesela benim için bu ay ^m manasıyla bir dönüm
noktası olmuştur: Memlekete uzun bir gurbetten sonra temmuz içinde döndüm.
"Dönüm noktası” tabiri hiçbir zaman bu hayırlı hadisedeki kadar
"dönüm” sözüyle uyuşup bağdaşamaz sanırım.
Sanki benim için icat edilmiştir.
Eskiden çocukluğumda ve gençliğimde temmuz, aşk ayı idi de... Biz her
aydan fazla temmuzda âşık olur, ilk sıcaklarla beraber aşk ateşinin ilk
hararetini de yüreğimizde o ay hissederdik.
Neden?
Zira kadına az çok yüzü görülür, insana benzer şekilde ve kıyafette
ancak yazın, yaz gezintilerinde veya komşu bahçelerinde rastlardık ondan! ...
Kalender, Fenerbahçe, Kuşdili, Göksu, Küçüksu mesireleri, temmuzda
civcivli bir hal alır, asıl mevsim temmuzda başlar, bu yerlerdeki
karşılaşmalar, bakışlar ve bakışmalarla gönüllere ilk sevda tohumları düşüp ilk
yeşermelerin diş çıkaran çocuklardaki gibi ilk tatlı gidişmeleri temmuzda
duyulurdu!
Yan taraftaki köşklere taşınmış yaz komşusu kızlarını da dut silker,
kiraz dalı çeker, hatta haşarıcalarını bizim bahçenin o tarafa sarkmış ham
kayısılarını gizlice aşırıp acele acele, pembe dilli ağzında avurtlarını
şişirerek yer vaziyette gene bu ayda gizlenerek gözetlerdik.
Yüz buldukça, perde perde o gizlenmeleri açığa vurmak, kendimizi
göstermek, bağ kuytularında mümkünse bir çift laf etmek, olamazsa mektup atmak
lazım gelirdi. Aşk mektuplarının birincisi temmuzda yazılıp mehtaplı bir gecede
verilir, sonuncusu eylül sonuna doğru taş kovuğuna bırakılırdı. Güz
yağmurlarıyla ıslanmasın diye kovuğun ağzını paslı bir teneke parçası bulup
kapatmak ihtiyatlı bir hareket olurdu!
Bağ, bahçe komşusu ile böyle uzaktan uzağa, çok kere eli eline
sürülmeden sevdalaşmak imkânını bulan gençler için yaz, göz dışarıda
kalmadığından ve seyir yerlerine devam ihtiyacı artık duyulmadığından pek
pratik hatta ekonomik geçebilir. Evdekiler, evden ayrılmak istemeyen kitap ve
kalem elde "deme kız yaz, oku; yaz" nasihatine uymuş görünerek uslu
akıllı ömür süren delikanlıyı övecek söz bulamazlardı. Öte yandaki kız ailesi
de... İki gencin beklediği şey, herkesin gezme yerlerine dağılıp evde el ayak
çekilmesi ve umumi gezintiye katılmamak için küçük hanımın bulduğu bahane: Baş
ağrısı. Fakat bunun "ecel geldi cihane, baş ağrısı bahane" lafıyla
münasebeti yoktur. Cihana aşk da hemen hemen ecel kadar bizi geç de olsa, güç
de olsa atlayıp geçmeyen bir akıbet olarak gelmiştir.
Mesire denilen ve henüz güzelce bir karşılığı elde edilemeyen
yerlerdeki sevişmeler zorluğa uğrardı. Sevgilisine ancak orada rastlayabilecek
olan bayanın bahanesi gene sıhhatle münasebetli: İç sıkıntısı ve sinir krizi!
Fenerbahçe'yi veya herhangi bir gezme yerini dolaşmadıkça hafakan dursa
yürek çarpıntısı başlıyor. .. Lokman ruhu kokusundan herkes şikâyetçi.
* * *
İşte böyle bir devirdeydik. Aylardan temmuz...
Yaşım on dokuz. (Ne mükemmel kafiye düşürdüm. Yazık ki mevsime ve
mevzua uymayan "buz", "muz"ve "otuz", l00'ün
Yahudi ağzıyla söylenen ‘'yuz" kafiyelerini kullanamıyorum.) Memleket,
yaprak oynamayan bir temmuz gecesindeki gibi huzur, sükûn, uyuşukluk içinde...
Otuz üç yıl süren bir rejimin yerleşmiş serveti ve hayat tarzı pürüzsüz,
kıtırında, gösterişli ve kendine göre saltanatlı sürüp gidiyor. Hele İstanbul,
yarından korkusuz, her şey yerli yerinde ve hiç sarsılmayacak kadar sağlam
sanılan bir kararlılık içinde, en güzel yazlarından birinin ve sıcakça hoş bir
temmuzun keyfini sürüyor.
Denizlerde, hilali gömlekler giymiş sırma cepkenli hamlacıların çekip
götürdükleri haşmetli kayıklar ve narin kikler... Karada Bender markalı
tekerleklerinin cilası güneşe rastlayınca, çekirge kanadının pembeli yeşilli
tayfina benzeyen kumaşındaki hareketli ışık oyununu tekrarlayan arabalar. Keten
mendilli, keten takkeli, top sakallı, fersah gönüllü ricalin rahat oturuşlarını
pencerelerinden seyrettiğimiz şahane yalılar... ^^İlara durgunluk veren bir
güven ... Bir varlık ki binlerce kuş barındıran çınar gibi gelişmiş, fütursuz
ve şuursuz!
Temmuz bunu yıktı. O zamanki 10 Temmuz, şimdiki tarihle 23 Temmuz...
Bu cümbüşlü kasırga bestesi ki güftesi şu idi: Yaşasın Niyazi'yle
Enverler!
Çok geçmedi, kikler kayıkhanelere, faytonlar arabalığa çekildi: Ak
sakallı rical adalara sürüldü ve ancak uzaktan baktığımız züppe evlatlar ise
utana çekine içimize karıştı. Temmuz, beklenilen oyununu bizde de oynadı.
Yepyeni bir alemin kapısını açtı.
Yurdumuzda iyi veya kötü her vakanın anası bu 1 O Temmuz'dur.
İnkılaplarımız onun oğlu ve torunudur. Yazık ki oğlunun adı “H^arp” ve bereket
ki torunununki "Sulh" oldu.
* * *
Temmuza güveniniz.
Temmuzdan çekininiz.
Temmuz cana can katabilir, canı cehenneme de yollayabilir.
Temmuz hem Cebrail'dir, nübüvvet1 getirir; hem
Azrail'dir, son nefesi alıp götürür ve çok defa da İsrafil meşhur
"sûr’fünu temmuzda öttürür!
nübüvvet: peygamberlik
Öyle Başladı, Böyle Bitecek
Ajans haberlerinden birinde yeni okuduk: "Sel süratiyle
ilerliyoruz; zira bir an önce düşmanın başşehrine girmemiz lazımdır ve pek
yakında gireceğiz!"
Girilmesi lazım gelen ve girileceği şüphe götürmez görünen bu başşehir
hangisidir? Dün Moskova idi ve o zaman haberi bildiren Alman ajansıydı. Bugün
Berlin'dir ve haber Moskova'dan gelmektedir.
Şöyle bir ajans haberi daha okumuştuk: "Yıldırım süratiyle
ilerliyoruz; zira bir an önce karşımızdaki başşehre girmemiz lazımdır ve
gireceğiz!"
Bu baş şehir hangisidir? Dün Paris idi. Yarın gene Paris olacaktır.
Birincisini Hitler karargâhı bildirmişti; ikincisini Amerikan tebliğinde
okuyacağız.
Bir aralık denmişti ki:
"Çöllerde tozu dumana katarak kum kasırgası gibi ilerliyoruz. Zira
bir an önce şu koca şehre girmemiz lazımdır ve gireceğiz!"
Bu koca şehir hangisidir? Dün İskenderiye idi. Ertesi günü Roma oldu.
Boş ümide düşen Mussolini hükümetiydi, gerçek yapan müttefikler ordusuydu.
İşte İkinci Cihan Harbi'nin üç tebliğe sığdırılmış tarihi!
Öyle başladı; böyle bitecek.
Faşizm ve Nazizm ile birlikte! ...
* * *
Almanya'nın harbi kazanacağına, Japonya ve İtalya ile beraber dünyayı
paylaşacağına, faşistlerin ve nazilerin cihanı hükümleri altına alacaklarına
bizi inandırmaya çalışanlar kimlerdi?
Beş yıldan beri bu propagandayı yapan tanıdığım çeşitli ırklar ve
milletler arasındaki şahıslara zihnimde bir geçit resmi yaptırıyorum; gene
zihnimin içindeki kampa hepsini sokuyorum; birer birer ruh haletlerini
inceledikten, bütün yazıları, konuşmaları, atıp tutuşları sinip bocalamaları
ile hayatlarını gözden geçirdikten sonra şu hükme varıyorum: Bunları dört gruba
ayırmak lazım:
1 Ruh, terbiye, irs, gelenek ve görenek bakımından militarist, yahut
otoriter, yahut da oligark olanlar; (Yani devlet nüfuzunun belli başlı birkaç
kişi ve aile elinde bulunmasını isteyenler.)
2 Kendilerini dev aynasında görenler ve devcesine iş göreceklerini
sananlar, megalomanlar;
3 Bugünkü mevkilerini az bulup göz diktikleri, imrendikleri yerlere bir
rejim değişikliği ile geçmek ümidine bağlananlar, muhterisler;
4 Faşist propagandasını yapmaya memur edilen ücretliler; yani kimin
arabasına binerlerse veya bineceklerini hissederlerse onun türküsünü çağıran
menfaatçiler.
* * *
Birinci gruptakiler arasında iğri büğrü de olsa bir kanaat sahibi
bulunanlar yahut hüküm geçiremedikleri bazı tesirler altında otomatça hareket
edenler vardır ve öylelerine samimiyseler fazla bir diyeceğimiz yoktur. Ancak
çoğu üçüncü gruba sokulmaları icap eden saf görünüşlü kurnazdırlar.
İhtiraslarını ilim ve politika nazariyelerinin yaldızına sararak gizlemek
yolunu bulmuşlardır. İkinci grubun çoğunluğunu
•
da gene onlar teşkil ederler. Yani sahici megalomani hastası
değillerdir; halka daha büyük, daha geniş, daha refahlı, daha şanlı, pek
saltanatlı ve fütuhatlı,1 yağmacı bir geleceği yalancıktan
vaadederek ve inanmış görünerek başa geçmek hırsına tutulmuş yalancı
pehlivanlardır.
Demek ki zihnimin içindeki faşistler kampında en kalabalık bölme üçüncü
grubun tıkıldığı yerdir. Dördüncü grubun incelenmesi işini hükümetlere bırakmak
daha doğru olur. Zira bu, bir konuşma konusu olamaz. Zabıta ve emniyet işidir,
fikir olmaktan çıkmış, fiile girmiştir; suçtur.
Bir de faşizmin dış parlaklığına, başlangıçtaki hamleli hareketine, o,
tereyağı yemeyip top yapmak, insan saçından sorguç takmak, sırtına kara gömlek
giyrnek veya otobüsü durdururcasına kol uzatıp selam vermek gibi kıyafet ve
adet tuhaflıklarına kapılarak bütün bunlarda insanlık üstü bir kuvvet ve
teşkilat kudreti gören küme vardır ki, dünyaya cahil gelip gitmek için
yaratılmıştır. Yarın vişne çürüğü don giyip kafasına oturak geçirecek bir başka
çeşit faşistin veya haşistin de arkasına takılır!
Bence aşın politika hırsına düşmüşlerin faşist olmak istemeleri pek
tabiidir.
Baş olursam daha âlâ, ama başa geçenin yanında yer almak, hoşa gitmek
de az menfaat sağlamaz. İş ona bir kere çatmakta, onun kapıkulluğuna
yazılmaktadır. Artık önde engel kalmaz. İstediğin neyse profesörlük mü,
amirallik, generallik, nazırlık, sefirlik, korporasyon reisliği, rektörlük,
banka müdürlüğü mü? hepsi elde bir, deste güldür.
Asıl hoşluk, kimsenin ağzını açıp da, "Bu olamaz! Usule, kanuna
uymaz!" diyememesindendir. Hele diktatör ve faşist idarelerde seçim
zahmeti, korkusu, imtihanı, azabı hiç yoktur. Duçe veya Führer seni bir seçti
mi, yyan gel de keyfine bak!
Halbuki demokrat rejimlerde bir kişinin değil, binden fazla kişinin
kulusundur. Politikacı için seçim zorluğu, herhangi bir işte de tenkide uğramak
güçlüğü vardır. Sonra bu idareler kararsızdır, güvensizdir. İkbal insana pek
kısa müddet için yar olur; hem de hareketlerin hakkında boyuna sorguya
çekilmek, hesap vermek şartıyla...
Faşistlikte ne haddine, biri sana ağzının üstünde burnun var bile
diyebilsin? İnsanın ağzını yırtarlar ve burnundan yakalayıp çengele takarlar!
Ah, Sinyor Gayda gibi bir gazeteci olmak! Ah, Dr. Goebels gibi
propaganda nazırlığına erişmek! Ya otuz yaşında, pırıl pınl formalar giyerek
beş, on düzine nişan takarak, kılıcını sürüyüp tebessümler saçarak Kont Ciano
gibi damatlığa, hariciye nazırlığına ulaşmak, İngiltere'ye harp notası vermek!
Hele Ciano’nun babası gibi hayat kaydı şartıyla nazır tayin edilmek ve bir iki
yılda, bir iki milyar liret servete kon mak!
Olmak, erişmek, ulaşmak, konmak... Ve bir kelime tenkit nerede, bütün
gazeteler tarafından alkışlanmak!
Gel de faşist çömezi olmak isteme...
* * *
Aşk ile şevk ile istediler ama olmadı. ^Kafir Churchill, Dunkerque’ten
sonra yelkenleri suya indirmedi ve Londra bombardımanlarıyla diz üstü çöküp
aman dilemedi. Roosevelt denen adam da allem etti, kallem etti, Amerika’ya harp
fikrini aşıladı, siyaset sandalyasına mıhlandı ve dünyayı gırtlağına kadar
silahlandırdı. Ya öteki? Ah, hele o! O ölümlü medücezrin yaman sihirbazı!
Eyvah, şu miskin demokrasi yok mu, hangi topsuz tüfeksiz, tanksız
tayyaresiz, ordusuz donanmasız, parlamentolu kongreli, modası geçmiş
demokrasi... Sen mi Duçe’yi önüne katacak, sen mi Roma’yı alacak, sen mi bizim
denizi bizim diyenlerden başka herkese açacaktın! İkinci cepheyi de hakikat
yapacaktın, ha? ...
İşte bir harp böyle bitti ve bir sürü ümit böyle söndü. Şimdi onların
ağzıyla konuşalım:
"Demokrasinin faziletlerini saysak mı dersin? Demokrat devletlerin
kudretini övsek mi dersin? Kesip koparamadığımız eli öpsek mi dersin? Yoksa bu
diyardan göçsek mi dersin? "
SON
Refik Halid Karay'ın Eserleri
Anı
1 Minelbab İlelmihrab
2 Bir Ömür Boyunca
Hikâye
1 Memleket Hikayeleri
2 Gurbet Hikayeleri ve Yeraltında Dünya Var
3 Memleket Hikayeleri Gençler
İçin
4 Gurbet Hikayeleri Gençler İçin
Kronik
1 Bir Avuç Saçma
2 Bir İçim Su
3 İlk Adım
4 Makyajlı Kadın
5 Tanrı'ya Şikayet
6 Üç Nesil Üç Hayat
7 Üç Nesil Üç Hayat Gençler İçin
Mizah
1 Ago Paşa'nın Hatıratı
2 Ay Peşinde
3 Deli
4 Guguklu Saat
5 Kirpinin Dedikleri
6 Sakın Aldanma, İnanma, Kanma
7 Tanıdıklarım
Roman
1 Anahtar
2 Ayın Ondördü
3 Bu Bizim Hayatımız
4 Bugünün Saraylısı
5 Çete
6 Dişi Örümcek
7 Dört Yapraklı Yonca
8 Ekmek Elden Su Gölden
9 İki Cisimli Kadın
10 2000 Yılın Sevgilisi
11 İstanbul'un Bir Yüzü
12 Kadınlar Tekkesi
13 Karlı Dağdaki Ateş
14 Nilgün
15 Sonuncu Kadeh
16 Sürgün
17 Yerini Seven Fidan
18 Yezidin Kızı
19 Yüzen Bahçe
Refik Halid Karay’a Dair Bir İnceleme
Refik Halid Karay Ankara
Hazırlayan: Ali Birinci
Tanrı ’ya Şikâyet
“Ulu Tanrı, aman, halimize nazar ktl! Şimdi, bizi bir gün kabul
edeceğin ‘Cennet’ ile ‘Cehennemin işleriyle meşgul olacak stra değil. Temmuzun ortasındayız;
bu, zaten bir netameli aydır. Yeni tabide sen âlimsin, elbette manasını
bilirsin radikal bir düzene muhtacız.
Sen bunu yapmazsan, sanıyorum ki, harbe haztrlana hazırlana, yere,
göğe, denize dinamit, gaz, bomba yığa yığa, pek yakında bizler, bizim küremizi
kuyrukluyıldız haline sokup senin yıldızlanna, belki de dosdoğru sana
saldırtacağız. İşi o derece azıttık, haberin ola!
Hâşâ, elbette bilirsin!”
Tanrı’ya Şikayet, insan canının hiçe sayıldığı, modernleşme adı
altındaki derlemenin aslında makineleşmeden ibaret olduğu ve bu ma^nelerin
katliam aracına dönüştüğü İkinci Dünya Savaşı yıllarını konu alıyor. Refik
Halid Karay, hicivli kalemiyle ve trajik olaylara mizakia yaklaşmadaki
başarısıyla okuyucusuna tam bir kara örneği sunuyor.
fütuhat: zaferler, fetihler
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar