Print Friendly and PDF

Allah...Bedri Ruhselman Ruhani Celseler




 

Yazan :

Dr. Bedri Ruhselman

Akıl bir ışıktır, her adım için;

His bir güneştir, bütün yol boyunca. Vicdan bir sestir, ufuklar vusatınca. "Mevlana Celalettin Rumi” 28.6.1949 tarihli tebliğinden. .

2 nci tabı

Tabiî ve Naşiri

GAYRET KİTABEYİ

İstanbul, Ankara Caddesi No. 131
19 5 5

BİR İKİ SÖZ

Allah’ın izniyle yazılmış olan bu kitap, spatyomdan muhtelif vasıtalarla bizleri aydınlatan büyük varlıkların yardım ve ilhamlarından kuvvet alarak hazırlamış olduğumuz. Hayat ve İca(plen kitabının ilk ve son bahsini ihtiva eder. Hayat ve İcapla» kitabının peyderpey neşrine çalışacağımız diğer bahisleri i>e bu büyük bahsin biraz daha açıklanmasına, ruhlarda husule getireceği intihaların biraz daha idrâk olunmasına ve bu intihaların tahakkuk sahasına çıkarılması yollarının biraz daha kolaylaştırılmasına yardımcıdır.

Biz bu kitapta yazacağımız şeylerle Allah hakkında, Onun duymuş ve Onun yoluna yönelmiş olan bahtiyar varlıkların ve insanların bildiklerinden daha fazla bir şey söylemiş olmayacağız. Zira O, o kadar, büyük, o kadar erişilmez, o kadar mübarek ve hiç bir şeyle kıymetine ulaşılmaz bir varlıktır ki Onun hakkında söylenebilecek her kalem sönük, her söz., cılız kalır, bütün düşünceler ve idrakler kıymetini kaybeder. Bu kıymetsizlik içinde bizim bu kitapta yazacağımız sözlerin ne değeri kalır ?..

Fakat ne yapalım!.. Ona karşı her an duymakta olduğumuz ve içimizden mütemadiyen taşdığmı his ve idrak ettiğimiz arzu ve iştiyak Onun Yüce Varlığı karşısındaki bütün değersizliğine rağmen bu kitabı yazmağa bizi şevketti.

Bu kitapda Kadri, Mustafa Molla. Mevlâna Celâleddin Rumi, Akın, Selim gibi muhtelif isimlerle yadettiğimiz sevgili ruh dostlarımızın tebligatı, dünyamız üzerindeki karanlık gaflet ve cehalet bulutlarını dağıtmağa ve insanlığın mustarip çehresinde hiç olmazsa küçük bir sevinç tebessümü husule getirmeğe çalışan yüksek ıuh plânının, dünyamızla doğrudan doğruya temasa geçmediği büyük varlıklarının yardımıyla bütün dünyanın dört bucağında bu dostlarımızın beşeriyete hediye etmekte oldukları büyük talimatın ve irşadatın bizlere nasip olan kısımlarından parçalardır. Ve işte yukarıda bahsettiğimiz Hayat ve İcapları kitabı bu tebliğlerin yardımıyla meydana gelmiştir.

Bu kitap ve Allah’ın izniyle bunu takip edecek olanlar, herkesin kitabı olmıya- bilir. Ve herkese hitap etmiyebilir. Biz bu hali bir taraftan iç üzüntüsü ile karşılarken, diğer taraftan da Yüce Tanrının değişmez icabat ve mukadderat nizam ve kanunlarının bir neticesi olarak kabul eder ve ergeç düzeleceğine, yoluna gireceğine inanırız.

Allah bu inancımızın bir an evvel tahakkukuna bizi kavuşturacak yüksek varlıkların yardımını lütfen emir buyursun ve dünyamızı bu günkü korkunç, karanlık ve başı boş durumundan kurtarsın ve aydınlığa çıkarsın.

Bedri RUHSELMAN

Bu kitapta Parantez içerisine alman bütün sözler ruh dostlarımızdan gelen tebliğlerdir.

İstanbul — TAN Matbaası 1958

İKİ YOL HAKKINDA

İnsan iki yoldan Allah’ı arar;

  1. — Dış âlemdeki eşyanın, hâdisatın, varlıkların... tetkikile. (Objektif araştırma yolu).
  1. — İç âlemdeki kudretlerin idrakile. (Sübjektif araştırma yolu)

Bunlara hatalı olarak ilim ve kalb yolları diyenler de bulunur. Bu yolların ayrı ayrı ve karşılıklı mütalâası, Allah hakkında duyabileceğimiz ve anlıyabileceğimiz bazı hakikatlere ulaşabilmemiz için lüzumlu ruh faaliyetlerinin istikametini bize gösterir. Binaenaleyh, bunlardan evvela birinci yol üzerinde durarak bunun, Allah mefhumu hakkındaki idrakimizin inkişafında sağlayacağı kazançların şartlarını ve imkânlarını araştırmamız icap eder.

  1. _ OBJEKTİF ARAŞTIRMA YOLU

Bu yol; eşya, hadisat ve dış varlıklar delâletüe Allah’ı araştırma yoludur. Yani kâinata, dış âleme nazar atfederek veya başka varlıklardan talimat alarak objektif tetkikat ve tahkikatla Allah’ı aramak, Onun kudretleri hakkında bilgi edinmeğe çalışmak yoludur. Daha ilk nazarda anlaşılabilir ki bu yol, ilahi araştırma yolunun başlangıcını ve iptidai, daha doğrusu maddi cephesini teşkil eder.

Esasen eşya ve hakayik hakkındaki görüş ve incelemelerde tetkik vasıtası olarak yalnız üç buutlu realite çevresi içinde kalan dünya maddesini yegane kıymet halinde tanımak seviyesinin üstüne idrakini yükseltememiş ruhlar içinde Allah’ı aramanın en tabii ve kolay yolu budur. Zira böylelerine göre bir şeyin varlığı, ancak onun beş his organından birini veya bir kaçını vasıtalı veya vasıtasız olarak alâkalan durabilecek -bir kesafet derecesinde bulunması ile kabul edilebilir.

Demek ki bu görüşe nazaran varlık mefhumu objektif kıymetlere dayanmaktadır. O kadar ki hattâ bu idrak seviyesinde kaldığı müddetçe insan, kendi varlığını dahi ancak bu objektif kıymetlere vurarak kabul ve takdir etmeğe çalışır.

İlahî mefhumlara ait hakiki duygu yoluna insanları götürmeğe ancak vasıta olabilen bu objektif tetkik ve tahkik yolunun bazı tehlikeleri vardır. Ve bu tehlikelerin başında da onun bu vasıtalık rolünü unutup Büyük Hakikatin nihai araştırma yolu olduğuna inanmak gelir ki maalesef bir çok insanın kolayca içine düşebileceği bu tehlike, bu gün dünyamızda alabildiğine yayılan inkarcı materyalizma imansızlığının amili olmuştur. Bundan başka nisbeten evvelkinden daha hafif olmakla beraber gene şaşırtıcı ve insanları dalalete sürükleyici diğer küçük tehlikeler de vardır. Bunlardan birincisi; Allah’ı bir şekil, bir suret dahilinde düşünmek ve tasavvur etmektir. Meselâ, büyük din kitaplarında yazıldığı gibi

«Allah, insanı Kendi suretinde yaratmıştır» sözü böyle bir düşüncenin tesiri altında temamile yalnış anlaşılmış ve yalnış tefsir edilmiştir. Yani böyle bir düşünceye saplanan kimseler, Allah’ı bir insan gibi müşekkel ve insana benzer bir varlık olarak tasavvur etmek hatasına düşmüşlerdir. Halbuki bu sözü söyliyen büyük varlıkların kastettikleri mâna, onu bu kadar sathi ve basit şekilde anlıyanları nkinden bam başkadır. Yani burada insanlara anlatılmak istenen şey; Allah’ın şekli, sureti veya biçimi vardır da insanları o biçime göre yaratmıştır, demek değildir. Böyle bir şey, haşa, olamaz. Bu, Allah insanları tasavvur ettiği, daha doğrusu iste-i diği gibi, muradı üzere yarattı ve onlara diğer cansız mevcutlarda bulun- mıyan şumullü kudretler bahşetti, demektir. îşin, bizim anhyabüdiği- mize göre en doğrusu ve hakikisi de budur. Fakat gene tekrar ediyorum: kendilerini henüz üç buutlu realitenin ifadesi içinde kalan şekilperestlik- ten kurtaramamış insanların yukardaki ifadeyi, arzettiğimiz doğru yolda anlamak ihtiyacım dahi duymıyacak kadar beşerî hükümlerinde saplanıp kalmış olmalarım da tabii görmemiz icabeder. Halbuki bu ifadenin yüksek  manasım kavrıyabilmek ve kabul etmek için, şekilperesttik seviyesinin üstüne çıkmış ve Allah’ı aramanın dış âlem kanalile olmaktan gayrı yollan da buluna bileceğini kabul etmiş bir insanın, bu hususta uzun uzadi- ye muhakeme yürütmesine bile lüzum ve ihtiyacı kalmaz. Çünkü o, Allaha şekil ve suret verilemiyeceğinin ve böyle bir şeyin bahis mevzuu dahi edilemiyeceğinin farkındadır. Burada bu sözümüzün kıymetti bir  müeyyidesi olarak ruh âleminden dünyamıza bir medyum dostumuz vasıtasile tebliğ veren büyük ve sayın ruh dostlarımızdan «Kadri» ye sormuş olduğumuz bir sualin cevabını zevkle naklediyoruz:

KADRİ: (11/6/1947)

«B. R. — Allah insanı Kendi suretinde yarattı, sözünü: Allah insani Kendi biçiminde yarattı, mânasında anlayanlara ne buyurursunuz?

«Kadri — Yanlış, çok yanlış. Böyle laflarla güzel zamanlarınızı öldürmeyiniz. Bakın size kısaca anlatayım: acaba Cenâb-ı Hakkın, Kibriyanın sureti var mıdır? Böyle bir şeyi tasavvur etmek hangi cüret sahibinin hatırından ve hayalinden geçebilir? olmayan bir şeyin (I) benzeri de olmaz. Yüksek şeyler teşbih ve tavsif edilmez.»

Büyük din kitaplarında vaktile yazılmış bu sözün, bu gün bazılarınca böyle yanlış anlaşılması, bilhassa tecrübesi kıt bazı kimselerin Allah hakkında yalnış düşüncelere sapmalarım intaç etmiştir.

Yüksek ruh plânlarından aldığımız tebligatta bu sözün izah edildiğini görüyoruz. Başka bir medyum dostumuz vasıtası ile bizi tenvir eden ve kendisini «şems» diye tanıtan bir ruh dostumuz bu hususu şöylece izah etmektedir:

ŞEMS: (6/5/947)

«B. R. — Geçen defa sizinle görüşürken aramızda geçen, Allah insanı kendi suretinde yarattı, sözünün mânasını lütfen izah e dermis iniz?

Şems — «İnsana ilahileşmek imkânı verilmiştir» Sözünün manası, insanın çok yüksek mertebelere çıkabilmesi imkânını ifade eder. İnsan isterse kendisini çok yüksek mertebelere çıkarabilir. O derecede ki ona, insanın fevkinde bir sıfat verilebilir.

«insanların yüksek mertebelere varabildiklerini duymak bazı da kendilerine verilmiştir. Elverir ki insan şuur, idrak ve feraset sahibi olup bundan istifade edebilsin. Ve kendisini kendi eliyle yüksek mertebeye çıkarabilsin. Kendi tekamülünü yani mütekamil varlığım kendi yaratsın, işte insanların ilahileşmesi (Allahlaşması değil) yani İlahî muradı taşıyan içindeki kudretleri, diğer insanların üstünde bir idrakle, duyabilmesi bu bakımdan bahis mevzuu olabilir.

«Tanrı insanı halkederken ona büyük bir serbestlik sahası, hattâ hududu olmayan fikir ve faaliyet sahası vermiştir. Bu sahada insan inkişaf eder, kendi hislerini yükseltip ve inceleştirip her tarafa doğru şualar gönderirse bunların hiç birisi boşlukta kaybolmaz. Muhakkak bir yere çarpar ve bunun neticesinde de muhakkak bir hâdise meydana gelir, işte böyle bir yere çarpan şualar, geriye döndükleri zaman tarifi imkânsız bir çok vasıflan da beraberlerinde getirirler. Bu sayede insan, yek nazarda mümkün görünmeyen ve tahayyül edilmeyen mertebelere ulaşır ve böyle yapmakla da o, kendisini ikinci defa yaratmış olur.

«Tanrı insanda bir eser yaratmıştır. Bir o kadarım da kendisine bırakmıştır. insanın böylece kendisini ikinci defa yaratması tabiri, elbette. sembolik ve Allah’ın insanı yaratmasiyle kıyaslanamıyacak bir sözdür. Ve bunun da manası insanın, içindeki İlahî nuru duyabilecek ve iradesini tam bir serbestlikle kullanıp faaliyete geçirebilecek yüksek mertebelere kendisini ulaştırabilmesi mefhumu etrafında toplanır.

«İşte, Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, sözünün mânası: Allah’ın, yarattığı insana, bu kudreti vermiş olduğunu ifade eder. Yoksa bu söz ne Tanrının insan şeklinde olduğunu, ne de insanın Allah olduğunu kastederek söylenmiş değildir.»

Yukarki tebliğin tarihinden bir sene sonra başka bir medyum dostumuz vasıtasile «Selim» naramdaki bir ruhtan alınan diğer bir tebliğde

- de yakardaki Şems ruhun izahına uygun bir İzah tarzı görülmüştür:

SELİM: (9/5/948)

«İnsan «ulûhiyet karakteri» iktisap edinceye kadar yürür. Bu yürüme bir muvasala ümidinin çağırışları ile vaki olur. Ancak «ulûhiyet karakteri» binnisbedir. Yoksa hiç bir tarafı rabbani insana ne bugün, ne de bütün zaman kadrosunca yaklaşılacak bir had ifade edemez. Birim bu sözden maksadımız şudur:

«1 — Allah insanlarin âli tabakalara çıkma ve yükselme imkânla nm her türlü şartlarüe kendi kudretlerine terkeylemiştir. Bu, iradenizin tahakkuku emrindedir.»

<2 — Visali ilahi tabirinden mürat: bir kere Onun Şaşaa ve Hüsnü Mutlakı yolunda bizim yürümemiz, ancak bir takım izafi nisbetler ifade eder. Hakka vusul iyi bir düşünce ile ancak şöyle anlaşılabilir, bir sözdür: Yani bu, Allah yolunda olmak emel ve gayesini ifade eyler. Bütün zarureti his gerek orada, gerek burada insanı müebbeden bir âli aşkın uğrunda cezbeden.»

Ayrı zamanlarda, ayrı varlıklardan, ayrı yerlerde alınmış olan tebliglerdeki bu izahlardan çıkan müşterek manaya göre şöylece düşünmemiz lâzım gelir: Allah insanı yaratmıştır. Fakat insanın serbest iradesini  kullanarak kendisini yükseltmesi ve insanüstü bir varlık haline sokması kudretini de gene insanın eline vermiştir. Bu suretle zaruri hale girmiş dan tekamülü neticesinde onun, insanüstü bir varlık haline girmesi mukadderdir. îste Allah’ın insana, kendisini böyle yüksek mertebelere ulaştırcı kudretler vermesinin mecazi bir ifadesi olarak: Tanrı, insanı Kendi suretinde halketmiştir denilmiştir ki bunun, bundan başka türlü manası da düşünülemez. Zira insan ne kadar üstün olursa olsun, ne kadar yüksek vasıflar kazanmış bulunursa bulunsun Allaha, ne benzeyebilir, ne (Allahla birleşmek manasında) Ona yaklaşa bilir ve ne de, haşa, Allah olabilir.

Bu izahlardan sonra, kitaplarda yazılmış bu sözün - ilk nazarda görüldüğü gibi - şekil ve biçim manasına, gelen suretlenme mefhumu ile hiç bir ilgisi olmayacağı ve Allah’ın ne insana benziyen, ne de benzemiyen hiç bir şekil ve sureti bahis mevzuu edilemiyeceği anlaşılır..

Bununla beraber bütün varlıkları, şekil ve suret ifadeleri dışında anlamağa ve duymağa idrakleri müsait olmayan maddeperestlerin, bu cümleyi böyle göründüğü gibi basit ve maddi manada kabul etmeleri zaruridir. Zira onlar öyle bir maddeye bağlı ve esir durumda bulunmaktadırlar ki eğer ellerinden bu maddi kıymetleri meydana getiren şekiller ve suretler alınırsa Allah’ın varlığı hakkmdaki imanları da o anda kaybolup gider.

Allaha yalnız eşya arasından, maddi kainatın icaplarının tesiri altında, sadece maddi vasıtalara dayanarak inanmak yolundan başka bir yol tanımıyanları n ruhlarında doğması muhtemel diğer bir tehlike de, Allah’ı bir takım beşerî vasıflarla sıfatlandırmak ihtiyacının duyulması, şeklinde tecelli eder.

Sıfatlar ve bilhassa bizim tanıyabildiğimiz sıfatlar, Allahla nisbeti bahis mevzuu olmayan kâinatın pek dar ve imkânları mahdut üç buutlu realitesinin çerçevelediği dünyamız gibi çok kesif dünyalarda kıymet kazana bilen maddi icaplara bağlı hususiyetlerdir. Hattâ böyle kesif mmta- kalarda, insanlar için en manevi telakki edilen kudretler bile ancak bu maddi imkânların şumulü dahilinde tezahür edebilirler. .Meselâ, bir insanın hiddetlenmesi hali, maddeler içinde yaşıyan bir ruhta, maddi tesirlere tabi olarak husule gelmiş bir aksülamelden başka bir şey değildir. Tıpkı bunun gibi, dünyada idrâk edebildiğimiz manadaki sevgi, alâka, irade, tahayyül, hafıza, düşünce, duygu, idrâk v. s. gibi bir sürü manevi ve ruhî kıymetler de hep aynı şekilde, ancak maddi ve dünyevi birtakım bağların, tesirlerin, baskıların ve icapların ruh üzerinde husule getirmiş oldukları tesirlere tabi bulunmaktadırlar ki bu bakımdan bunlar baştan başa madde karaktenle mülemma bir haldedirler.

İşte hakikat, bizim böyle en kısa görüşlerimiz karşısında dahi bu ka-- dar berraklığı ile parlayıp dururken, en yükseği büe mahdut, arızi ve hattâ zıddile malül ruh hallerinin birer ifadesi olan ve madde esareti alfanda zebun bulunan basit ve iptidaî bir takım beşerî sıfatlarla Allah’ı vasıflandırmağa kalkışmanın büyük bir hata olduğunu kabulde bir an bile tereddüt etmeyiz.

Allah’ı hiç bir sıfatla tavsif etmek doğru değildir. O beşerî ve gayrı beşerî, yani izafi ve nisbi olan her şeye intisaptan münezzehtir. Bununla beraber, sıfattan münezzeh bir Allah kabul etmekten imtina edenler varsa onlar da, dediğimiz gibi, yalnız maddeye kıymet veren, madde dışında hiç bir varlığa inanmıyan ve maddenin, elinden gitmesile her şeyi kaybedeceğine inanmış olan maddeperest kişilerdir. Esasen böylelerinin bundan başka türlü hareket edebilmeleri de kolay bir iş değildir. Zira onlar, yalnız üç buut mefhumu içinde kalan kaba maddelerin dışında ve kaba maddi ölçülerin iş’an haricinde hiç bir şey anlıyamazlar, duyamazlar ve düşünemezler. Binaenaleyh böyle kaba ve kesif dünya maddelerinin hapsettiği bir anlayişle yüksek ilahı hakikatler anlaşılamaz. Hattâ az çok süptilleşmiş ve incelmiş maddeler kanalile kâinatta tezahürat arzeden izafi ve nisbi kudretlerin, yani mahlukların varlıkları bile böyleleri için birer inkâr mevzuu olur ki bu da kâinatta hüküm süren illet ve netice kanunu dahilinde mütecelli nizamın bir icabıdır. Ve bu icaba herkes kudreti dahilinde ve nisbetinde uymakla mükelleftir.

Allah’ı sıfatlandırmanın çok yanlış bir yol olduğunu, bir taraftan böyle gene dış âlemden toplıyabildiğimiz müşahedata dayanarak söylerken, diğer taraftan bizlere nazaran daha şumullü bilgi, görgü ve ilhamlara sahip spatyomdaki ruh dostlarımızdan, medyum dostlarımız vasıtasile almış olduğumuz çok kıymetli tebligatın da bu bapta bizi kuvvetle desteklemekte olduğunu gördüğümüzü sevinçle arzederiz. Netekim böyle sevgili dostlarımızdan sayın bir varlık olan Kadrinin bir tebliğini burada okuyucularıma taktım ediyorum:

KADRİ: (11/6/947)

«Yüksek şeyler teşbih ve tavsif edilemez. Allaha sıfat yoktur. Yüksek varlık hiç bir şeyle kıyaslanamaz. Hangi dinli, hangi dinsiz olursa olsun bunu böyle kabul edecektir.

«Bunlar çok eski akidelerin zaman zaman tepkileridir. Allah yalnız Kendi arzu ve irademle ruhları yaratmıştır. O, yalnız bir tektir ve bir tek kalacaktır. Hiç birinin Onunla mukayesesi ve münakaşası doğru değildir.» Yukarda din kitaplarına temas ettiğimiz için bazılarının aklına hakh olarak şöyle bir düşünce gelebilir: Kur’anda Allah hakkında zikredilen Semi, Basir, Alîm... gibi sözler nedir?

Bunlar sıfat değildir ve olamaz. Kur’an, muhtelif ayetlerile, Allah’ın şeriki ve naziri olmadığından katiyetle bahsetmektedir. Şerik ve naziri olmamak demek, kâinattaki bütün mevcudattan hiç birisinin sıfatıyla Allah’ın münasebet ve ilişiği bulunmamak, demektir. Daha doğrusu mevcudat ve mahlukatın malûl bulundukları sıfatlardan Allah münezzehtir, dernektir. Zira Allaha isnat edilecek herhangi bir sıfatla, o sıfatı haiz bulunan bir mevcudun, haşa, Allaha benziyen bir tarafı kabul edilmiş olur ki, kati ayetlerile, Allah’ın şeriki ve naziri olamadığını söyliyen kur'anın mefadına da bu hareket temamen aykırı gelir. O halde kur’anda bahsedilen bu kelimeler neye delalet eder? Bunlar elbette yanlış değildir ve insan kudret ve anlayiş derecesinin en son haddini gözönünde tutarak, Allah hakkında ona bir şeyler duyurabilmek maksadile söylenmiş isimlerdir, sıfatlar değil...

. Demek ki bunlar, Allah’ın sıfatlan değil, isimleridir. Ve Allah’ı, haşa, tavsif ve tarif etmek için değil, insanların ruhunda İlahî mefhumlara ve İlahî duygulara en yüksek yerlerin ayrılabilmesi için gösterilmiş birer işaret ve hareket noktasıdır.

Netekim Alîm, Semi, Basir... gibi isimleri, Allah’dan gayrı hiç bir varlık hakkında söylemek caiz değildir. Zira bunlar ancak Ona has isimlerdir. Ve hiçbir varlığın nüfuz etmesine imkân düşünülemiyen Allah hakkın- daki derin ve sonsuz aciz içinde, insanın duyabileceği en yüksek duyguların ve kavrayabileceği en şümullü idraklerin ifadesi karşılığı olarak Tanrının böyle isimlendirilmesinde hiçbir mahzur olmadıktan maada, insan ruhunu yükseltici ve Allaha yaklaştırmağa yarayici birçok faydalı unsurlar da mevcuttur. Zira insan, kendi kudreti dahilinde, İlahî ihtizazların alabileceği kadarının en yüksek derecesini, vüsunun son imkânlarını kullanarak bulabildiği bu isimlerin yardimile ruhuna yerleştirebilmek kolaylığına erişir, işte Tanrı hakkındaki ruh kudretlerine ıttıla keyfiyetinde dış âlemle, iç âlemi birleştiren bir yol da budur.

Allah’ın, din kitaplarında zikredilen isimleri hakkında ruh dostumuz Kadriden almış olduğumuz aşağıdaki tebliğ, yüksek âlemlerin bu babdaki düşüncelerini bizim anlıyabüeceğimiz bir dille şoyiece ifade etmektedir:

. KADRİ: (20/8/1947)

«B. R. — Bazı insanlar kur’anda zikredilen (ilahi sıfatlar) dan bahsederler. Buna ne buyurursunuz?

«Kadri.— İsim mevzuu bahistir. Herkes kalbinde Ona bir yer verir.

isini Allah olur» Tanrı olur, başka bir şey olur, isim başka, sıfat başkadır. isim veriniz. Onu en kudsi mertebelerde gösterecek şekilde isimlendirirsiniz. Fakat sıfat nasıl verirsiniz? Kur’anda böyle şey yoktur. Allaha sıfat verilmemiştir. Buna kimse selâhiyettar değildir. Şayet böyle tefsir etmişlerse bu bir cehaletin açık misalidir. Sıfat Allaha yakışmaz. Ona lâyık bir sıfat bulunmaz.

«B. IL — Meselâ kur’anda: Semi, Basir, Alîm... gibi sözler var...

«Kadrf— isimdir, isim. Sıfat değil. Yani, Allah en yüksek bir kıymetin ifadesi olacak şekilde isimlendirilir. Bütün iyilikler Onda, bir zerresi bile insanda olmıyacak kadarının en yükseği onda mevcuttur. Ve O, bütün bunların isim babasıdır, sıfat değil. Yani Onu bir şeye benzetmek suretiyle asla sıfatlandıramazsınız.»

• Dışardaki eşyaya bakarak onların içine saplanıp kalmak, Allah’ı dünyada görebildiğimiz varlıklar arasında bulmağa çalışmak veya maddi hadiselere ait müşahedelerden alınan örneklere Allah’ı benzeterek, Ona şekiller vermeğe kalkışmak, bu hususta ilerde mütaleasına başlıyacağımız sübjektif araştırma yoluna, bu objektif araştırma yolunun bir hazırlık ve bir vasıta olmaktan ileri bir kıymet ifade edemiyeceğini bilmemek demektir. Bu bilgisizlik insanların Allah yolunda daima verimsiz ve yanlış düşüncelere sürüklenmesini mucip olur. Arkadaşlarımızdan bir zatın bir celsede ruh dostumuz Kadriye sormuş olduğu bir sualin cevabı bu hususta bizi kâfi derecede aydınlatmaktadır:

 KADRİ: (5/1/1948)

«I. A. — Biz Cenâb-ı Hakkı anarken Onun kudretini tahayyül etmekle beraber düşüncemizle, karşımızda bir sembol bulmağa çalışıyoruz. Başka türlü düşünemiyoruz. Bunun için bir çare yokmudur?

«Kadri — Cenâb-ı Hakkın her şeyde, her yerde en küçük kudreti mevcuttur. Allah’ı yalnız anmakla, Ona hatırladığım hissettirmek mümkündür.

«Onu anmak için muhakkak bir vasıtaya ihtiyaç yoktur. Bu vasıtayı arayanlar: eski insanlar, idrakleri, kudretleri sizinkinden az olan varlıklardır.

«Allah fikri, Onu tasavvur etmek derecesi; tekemmül ilerledikçe arızasız; olarak meydana gelecektir. Sİz anarken şimdilik üzerinde İsrar et- miyeceksiniz. Yalnız Onu anarken kendinizi büyük bir boşlukta hissetmeğe çalışacaksınız. Hayal, şekil tasavvur etmeye başlayınca düşünmeği kesmek lâzımdır. Çünkü o anda zihin yanlış istikametlere sapmıştır.

«ilerledikçe bu boşlukta nur göreceksiniz. O nur sizin içinizi ^apb- yacak. işte o zaman Allah’ı andığınızı öğreneceksiniz. Bunu hissedinciye kadar etrafla fazla meşgul olmamak, ruhunuzu etrafa saptırıp birtakım hayallerin vücut bulmamasına çalışmak lâzımdır. Böyle yapmazsanız neticeden çok uzaklaşırsınız.»

Yukarki tebliğ Allah’ın hiçbir tasavvura, tahayyüle ve düşünceye sığmayacağını ne kadar beliğ ve fasih bir ifade ile anlatıyor!

Gene aynı arkadaşımızın, müteakip celselerin birinde, fikrinde İsrar ederek sualini tekrar etmesi üzerine muhterem dostumuz Kadrinin vermiş olduğu cevap da evvelkinin bir devamı gibidir:

KADRİ: (16/2/1948)

«1 A. — Cenâb-ı Hakkı anma ve düşünme esnasında Onun ezelî ve namütenahi olduğu hatıra geliyor. Fakat bu kelimelerin manalarına değil, medlullerine bir türlü intikal edemiyoruz. Acaba yaradılışımız bunları anlamağa müsait değilimdir?

«Kadri — İnsan kudretinin erişeceği hudutlar vardır. Bunların dışına hiç bir kuvvet çıkamaz. Cenabı hakkın kudretini ve içinden çıkılamıyan bazı hususları anlatmak için insanlar kelimeler bulmuşlar ve onlarla izaha çalışmışlardır.

«Bu sözlerin medlullerini anlamak insanlar için (hepsi için değil, basılan için) imkân dahilindedir. Yalnız, bugün sizin bunu kavramanız hiç bir surette mümkün değildir. Çünkü size tarif edebilmek için sizin kullandığınız kelimelere müracaattan başka çıkar yol yoktur. Bunlar tarif edilmez, duyulur. Ancak duyulur, içten duyulur.»

Allah’ın, ihsanlarca malûm olan veya olmayan hiçbir kudretle kıyaslanamıyacağı hakkında. Kadrinin aşağıdaki sözleri de evvelkilerini teyit eder:

KADRİ: (4/8/1947)

«Allah öyle büyük bir kudrettir ki bütün kudretler, hiç bir kudret Onunla mukayese edilmek imkân ve ihtimali içinde değildir.»

Bununla beraber, insanların bu hakikatlere iyice nüfuz etmiş olmamaları veya yanlış bir takım düşüncelerin tesiri altında kalmaları, kendi öz varlıklarında duyabildikleri bazı ruh kutret ve melekelerinin Allah’da da mevcut olabileceğine kanmalarını intaç etmiştir. Fakat bu kanaat kar- • şısmda zuhur eden bazı halledilmez meselelerin içinden çıkılamaması, ya- • ni izafe edilen bu melekelerin insandakilerden ayırdedüme ihtiyacının duyulması, birtakım kelimelerin icadına yol açmıştır. Bununla da işin içinden çıkılamayınca insanlar lüzumsuz birtakım fikir ve faraziye spe-’ külasyonlan içinde şaşkın bir halde bunalıp kalmışlardır. Bu hususa dair en güzel misali irade mevzuunda bulabiliriz.

İnsanlar, kendilerinde en yüksek melekelerden biri gibi gördükleri irade kudretinin Allah’da da mevcut olabileceğini sanmışlar, fakat kendi îradelerile Allaha izafe ettikleri irade arasındaki çarpışmayı görünce işin içinden çıkamaz olmuşlar, bu defa da kendi iradelerine cüzi, Allah’ın iradesine de külli diye bir isim takmak zorunu hisetmişlerdir. Halbuki bu defa da külli ve cüzi iradelerin hudutlarını tâyin etmek meselesi, şeklinde karşılarına çıkan yeni güçlükler onları büsbütün çıkmaz yollara sürük- lemistir. İşte bütün bu haller, Allah’da insanlardaki gibi ruhi ve cis- mani vasıflar aramak ve Allah’ı insan gibi görmeğe ve sıfatlandırmağa kalkışmak gafletinden doğma birer hâdisedir. .Bunlar, ancak böylece birer söz olarak kalır ve bir hakikatin ifadesi olamaz.. Allaha hiçbir beşeri vasıf ve kudret izafe edilemez. Bu vasıflar, bu kudretler ancak insanlara ve mahlûk olan diğer varlıklara has birer keyfiyettir. Netekim ilerde, spat- yomdaki kıymetli dostlarımızdan Mustafa Mollanın nakledeceğimiz bir tebliğinde de bu hususa dair bazı sözler geçecektir.

Külli iradeyi cüzi iradeye nisbet etmek, her şeyden evvel Allah’ı kula nisbet etmek, demek olur. Bu ise hiçbir şeyle nisbeti bahis mevzuu dmıyan Mutlakı, izafiyetten kendisini kurtaramamak şıarıie muttasıl insana nisbet etmek demektir. Kaldi ki külli ve cüzi diye iradeyi İlahî ve insani taksime tabi tutmağa ve bunların birbiriyle olan münasebetini araştırmağa kendilerini zorla mecbur kılanlar tarafından da bu iradeler anlaşılamamış ve anlatılamamıştır. Bunun neticesinde çeşitli, garip hatalara düşülmüş veya anlaşılmaz düşünce labirentleri içinde insan müfekkiresi boğulup kalmıştır. Meselâ bu labirentlerdeki çıkmaz yollardan bir tanesi de cüzi iradeyi külli iradeye muallak farzetmekdir. Fakat biraz düşününce böyle bir faraziye ile insan iradesinin külliyen inkâr edilmiş olacağı kolaylıkla anlaşılır. Eğer hakikat böyle olsaydı ne insana irade mal etmeğe, ne de iradeyi böyle bir taksime tabi tutmağa lüzum ve ihtiyaç kalırdı. Halbuki iradesiz insan yoktur ve bütün büyük ruh dostlarımızdan almış olduğumuz tebligatta bu nokta üzerinde kuvvetle durulmaktadır. Ve müşahedelerden de ayrıca çıkardığımız neticelere göre insanda, kendi mukadderatım bile tâyin edecek kadar tam bir hürriyet ve serbestlik vardır. Hattâ bu hali biz bütün dostlarımızla birlikte, Allah’ın insana lütfetmiş olduğu bahşayişlerin en yükseklerinden ve kıymetlilerinden birisi olarak tanırız.

Hele iradeyi uydurma bir külli ve cüzi tabirile Allahla kul arasında pay etmeğe kalkışanlarla hiç bir vakit beraber olamayız.

Ruh dostumuz Mustafa Mollanın külli ve cüzi irade tabirleri hakkında söylemiş olduğu aşağıdaki sözlerini okuyucu dostlarımıza arzediyoruz.

MUSTAFA MOLLA.. (18/1/1950)

«Siz, külli ve cüzi irade, diye biri diğerinden ayrılmış veya biri diğerini tamamlar bir şey düşünebilirsiniz. Fakat bunun küllisi asla Allah olamaz. Zira mahlukla kabüi kıyas ulûhiyet daima pasiftir. Halbuki yaratıcılık aktiftir. O halde insandaki irade mevcudiyeti ile Allah’ın iradesi kıyas kabul etmiyor, sözünü açıklıyalım:

«1 — İnsan iradesi, muayyen maksatların, muayyen hudut sıalan içinde istenen şekilde tahakkukuna doğru koşan hamle demektir.

«2 — İlahî irade (külli irade değil!) adını vermek zorunda kaldığımız Yaratıcılık, namütenahi oluşun her an ve safhasına hâkim bir üstün ve  sonsuz icra kumandası, halketme isteğidir.»

M. Mollanın ikinci bentdeki sözleri dahi onun tasavvur ettiğini düşündüğümüz kuvvetli manayı verememektedir. Zira İlahî murat dediğimiz şeyde Mutlak bir ifade vardır. Halbuki Mutlak hakkında tarif ve tavsife sığacak hiç bir vasıf ve hususiyet bahis mevzuu olamaz. Dostumuzun tebliğine devam ediyoruz l

«Bununla ne demek istediğimiz meydandadır:

«Allah’ı anınız O, her şeyin fevk indedir. Zira siz ve sizden üstün olmağa çalışanlar daima. Ona doğrulmağa mecbursunuz. Sîzdeki flahî sıfat da (yani Allaha yönelmiş bulunmanızın ifadesi olan sıfat da) budur. Yoksa iradenizin külli veya cüzi manalarile, sizden başka hiç bir kudrete sembol olamıyacağını, bununla da ulûhiyete yaklaşır bir sıfatınız bulunduğunu, fakat insanlığın Tanrılıkla asla kabili kıyas olmayacağıhı anlamalısınız.»

İnsanlar; Allah’ı sıfatlandırmağa, tarif etmeğe ve hele objektif kıymetlere dayanarak isbat eylemeğe çalışmakla ne kadar boylarından büyük işlere giriştiklerini idrak edebilselerdi Allah’ı araştırmanın bu objektif yolunu, sübjektif yoldaki faaliyetlerine daha uygun ve lâyık şekilde kullanabilme kudretini kazanmış olurlardı. Bununla beraber, insanların elbette kısa görüşlerinin bir icabı olan bu hareketleri hüsnüniyete dayandıkça, Allah’ın kudretlerine ve muradını temsil eden kanunlarına uymak iştiyakından doğan gönül özleyişinin temiz ve saf bir tüzahürü olmak şiarında kaldıkça böyle, sadece maddi yollardan Onu anlamağa ve isbata çalışmaları dahi caiz ve makbul olabilir. Zira bu yol, tek başına kısır kalmakla beraber iyi niyete makrun olduğu takdirde insanı bilmeden ve farkına varmadan zamanla, adım adım Allaha yaklaşmanın hakiki yoluna kavuşturur. Binaenaleyh bu şartlar altında bu yola, bir hazırlık devresi halinde bakılabilir. Fakat eğer bu hareket iyi bir niheyete dayanmaz, her hangi bir ihtirasın, bir menfaatin tatmin ve tahakkukuna yönelir veyahut hiç olmazsa sadece bütün ilahi endişelerden uzak ve Allah yolundan ayrı ruh faliyetleri içinde yapılırsa çok fena ve tehlikeli neticeler doğurur. Çünki ilahi mefhumlar hiç bir suret ve vesile ile Allah yolundan ayrılarak satışa arzedilmiş bir pazar mataı haline asla sokulamaz. Daha doğrusu ve daha açığı, üahî mefhumlar, dünyanın binbir çeşit girdi çıktısında hiçbir maddi ve beşerî ihtirasa ve temayüle alet ittihaz edilerek birer istismar vasıtası yapılamaz. İşte böyle bir hal vuku bulmadıkça insanın, yalnız dış âlem varlıklarının ve olaylarının yardımına dayanıp objektif yollardan Allah’ı araştırmağa kalkışmasını — görgüsüzlüğü ve tecrübesizliği nazarı itibare alınarak — mazur görmek icap eder. Kadrinin aşağıdaki tebliğinde, yukarda arzettiğim hususa dair işaretler vardır:

KADRİ (20/8/1947)

«Allah sıfatlandırılır mı ?... Onu anlamak imkânı yoktur ki sıfatlan- durmak mümkün olsun. Bu kadar büyük şeylerle insan denilen küçük bir varlığın meşgul olması, ancak Onu tanıyabilmek arzusu bakımından caizdir. Aksi halde çok fenadır. Bu kadar Azîm bir Kudreti, bir kıymeti anlamak müşkülâtı varken bunu küçücük bir yere sığdırmak imkânsızdır.

«İnsanlar bir yere kadar gelirler. Ondan sonra artık Allah’ı idrak edemezler... İnsanlar bunu idrak edemedikleri halde dahi kimi Allah’ı inkar etmiş,  kimi kendine benzetmiş, kimi sıfat vermiş, kimi suret... Ya idrak etseydiler ne olacaktı!

«İnsanlar gözlerinin önünde parhyan binlerce mumu dahi görmeden bir kör karanlık içine saplanırlar. Ondan sonra da önlerine geleni çiğnerler, arkalarına geçeni teperler ve bu kadar idr aksizlik içinde bile ilahi sıfatlardan, suretlerden bahsederler. Bunlardan hiç birisi makbul olmadığı gibi üzerinde işlenmiş birer düşünce mahsulü de değildir. Katiyen bunlara yaklaşmayınız.»

Kadrinin yukarki tebliğinden de anlaşılıyor ki Allaha, objektif kıymetler içinde bir yol aramak, Onu araştırma yollarının hakikisi ve nihaisi değildir. Bu ancak insanlığın nisbeten geri tekamül merhalelerine ait iptidai ve eğer iyi hareket edilirse hakiki yola hazırlayıcı bif basamak olabilir.

Allah’ı anarken Ona mutlaka bir şekil düşünmek, bir suret biçmek, yani Allah’ı maddi durumda eşyalar ve objeler içinde ve objektif bir kıymet halinde kabul etmek ve böylece tatmin edildiğini sanmak ancak dünyaya bağlı varlıkların duyabilecekleri bir ihtiyacın mahsulü olabilir. Dar ve maddi mafhumlann üstüne idrakini yükseltmiş olan varlıklar için böyle bir hareket tarzı düşünülemez. Gene başka bir celsede bir arkadaşımızın spatyomdaki kıymetli dostumuz Mustafa Molla ile yaptığı bir görüşmesinde bu mevzua dair sorduğu suallerin cevabını zevkle naklediyorum:

MUSTAFA MOLLA: (11/1/1948)

«Sual — Halikı anarken nasıl bir tahayyül içinde bulunmalıyız?

«M. Molla — Halik herkesin fevkmda bir Şuuru Mutlaktır. Tanrının anılması, hususi bir prensiptir ki onun haricinde madde tasavvuru muhaldir. (Yani Allah’ın hiç bir madde ile nisbeti bahis mevzuu olamaz.)

«İlahî tecelli, eşyada olduğu kadar insanda da vardır. O halde İzaha sığmayan bu hal teveccühle, tahayyülle veya tarifle değil, ruhi muvazene ve ihata nisbetinde ve muhtelif idrak seviyesine göredir.

«Gaye teveccüh olunandır. Bu ne suretle ve ne halde olursa olsun. İster Halik hakkında, ister insan vicdanında aynı ehemmiyeti saklar. Gaye, tekrar ediyorum, o hazza erişmektir. Tahayyülünüzün bir şekle bağlanmasından murat nedir?»

Allah’ın eşya ile, hâdiselerle veya dış âlemin susu busu ile kabili izah olmıyacagma dair ruh âleminden verilmiş elimizde kıymetli tebligat vardır. Bunlardan bir tanesini daha taktûn ediyorum.

MUSTAFA MOLLA: (21/2/1948)

«Sual — Bu günkü fen ve beşer idraki mükevvenatın layetenahiliği- ne kanidir. Bu layetenahiliği Allah telakkisile nasıl telif buyurursunuz?

«M. Molla — Beşerîn kani olması İçendi zaviyesinden ve kendi mukadder kudretleri nisbetindedir. Layetenahi mevcutsa - ki inandığınızı söylüyorsunuz - bu, fikri beşere sığmıyacak bir hakikattir. O halde fikri beşerle kabili ihata olmayan bir Varille, yani Allah, fikri beşerle nasıl kabili tavsif ve idrak olur ?

«Sizi daima bu cihetlere sevkederken iğmazı ayın etmeğe başladınız. Sizin idrakinizin vüs'u bu meseleyi nasıl hal ve izah edemiyorsa biz de size bunların dışında hakikat kıstası ve misal vermek istediğimiz halde muvaffak olamıyoruz. Çünkü Allah’ın dünyevi realiteler yönünden izah ve ihatasına hâdım örnek bir tecrübe safhası ve intibaları asla mevcut değildir. Allah hiç bir surette, hiç bir vesile ve hâdise ile, vakıa ile kabili tev’em ve izah değildir.»

Kıymetli dostumuz M. Mollanın tebliğinde geçen sözler üzerinde dür şündükçe onların bizi hakikate yaklaştıncı mânalarının ruhumuzda ayan olmasına yol vermiş oluruz.

Bir insan ki ancak beyni ile düşünmekten, yani dünyamızda hâkim üç buut realitesi içinde mahsur bir maddi cevher yardımıyla dış âleme ait eşyayi anhyabilmekten öte bir iktidar sahibi değildir. Ve bir insan ki onun etrafı, muazzam ve sonsuz İlahî kudretlerin tezahür imkânlarından ancak bir zerresini bile güçlükle tercüme edebilmek kabiliyetinden ileri bir kıymet göstermiyen maddeler, objeler ve bunlara bağlı hâdiselerden mürekkep maddi bir kâinat heyulası tarafından ihata edilmiş ve çevrilmiştir. Böyle bir insanın; hiçbir madde tarafından mahbusiyeti, münasebeti, ölçüsü, kıyası, zarureti ve imkânı bahis mevzuu olmayan Mutlakı, bu etrafını sarmış nisbi şeyler arasında araştırmağa kalkışması ve orada bulabileceğine inanması ne dereceye kadar doğru olur? Ve eğer o böyle görgüsüzce bir harekete tevessül etmek gafletini göstermiş ise onun bu hareketinden alacağı netice ne olabilir?...

Demek ki Allah’ı araştırırken insanın objektif yola müracaatı, Onu o yol içinde bulması icabettiği için değil, bir taraftan Allah’ın her zerreye hâkim kudretinin tecelliyatma şahit ola ola istiğrak ve teemmüle dalarak, diğer taraftan da o tecelliyatın içinde faal bir unsur halinde yaşamak suretiyle tecrübe ve görğüsünü arttırarak kendisine İlahî kudretleri duyuracak olan asıl yolu, yani sübjektif ruh faaliyetini hazırlayıcı bir vasıta halinde kullanabilmesi içindir.

  1. — İÇ ÂLEMDEKİ KUDRETLERİN İDRAKİ YOLU İLE

Şimdi Allah’ı araştırmalım hakiki yolu olan; insanın, öz varlığını idrâk etmesi mevzuu üzerinde duralım. İnsan nedir?... Eğer insan yalnız maddeden ibaret olsaydı ve kâinatta maddenin üstünde, maddeyi yaratan ve ona hâkim olan bilyaratıcı Kudretin mevcudiyeti düşünülmeseydi her şeyi maddede aramak ve illeti de, neticeyi de onun bünyesinde bulmağa çalışmak en tabii ve verimli bir araştırma yolu olurdu.

Halbuki her şeyden evvel, insan yalnız maddeden ibaret değildir. Ve ... o, maddi teşekkülün ötesinde manevi bir varlığa sahiptir ki bu da hiç bir yönden maddi karakter arzetmemekle, maddeden bariz şekilde ayrılmaktadır.

Bu manevi vasıftaki varlık - ki biz ona ruh diyoruz - insan dediğimiz organizmanın maddi akşamını kuran, yaşatan, sevk ve idare eden kudrettir. Binaenaleyh ruh, bizatihi şuur sahibi müessir bir amildir. Ve kendisi bütün kâinatı yaratan Halik tarafından yaratılmıştır?

Bu düşünceyi esas tutunca ruhta, kendisini yaratan Kudrete karşı bir duygunun ve idrakin meknuz ve mündemiç bulunduğunu kabul etmek zorunda kalınz. Zira şuur, ruhun öz varlığı baklandaki bilgisi ve idrakidir. Ruhu yaratan, vareden İlahî kudret hakkında onun, kendisinde mündemiç ve meknuz bu kudretin eserlerini ergeç duyması ve anlaması ica- beder. Ancak, bu bilgi ve idrakin karanlıktan aydınlığa çıkarılabilmesi; insanın kendi içine, ruhunun, derinliklerine dönebilmesine ve bunun için ç de muayyen tekemmül safhalarına erişmiş bulunmasına vabestedir. O f- halde Allaha iman ve Onun İlâhî muradının öz varlıktaki asarını idrak L etme ve duyma kudreti ancak ruhun diğer meleke ve kudretlerinin inki- şafı nisbetinde mümkün olan bir ruh halidir. Başka âlemlerde nasıl ol- duğunu bilmiyoruz, fakat dünyamızda, Allaha iman, ancak insanlık mer- İ tebesine ulaşmış varlıklarda başlar.

Şu halde, Allah’ını anyan ve Onu bulmağa çalışan bir insan, kendi öz varlığı ile dış âlem arasında bir sınır taşı olan bedeninin içindeki kısım- Îlara dalmak ve oradaki kudretleri tanımağa çalışmak ile mükelleftir. Zira evvelâ, Allah dışarda, maddeler arasında, maddi manada bir mekan ve mahal işgal eder bir halden münezzehtir. Bu bakımdan Onu, sanki yaratıklar gibi bir cevher misillu dışardaki maddi eşya arasında z ramak ve bulmak bahis mevzuu olamaz. Buna ancak, yaratmış olduğu eşya arasında Onun ebedî ve ezelî kanunlarile tecelli eden kudretlerini sezmek istiyen- ler için bir dereceye kadar cevaz verilebilir. Ve bu da nihayet bîr müşahi- din, herhangi bir hakikat karşısında vukua gelen bir ıttılaıdır ki bu ıttıla, fe temamile maddi bir görüşün çerçevesi içinde kalmağa mahkûmdur.

& Halbuki bütün bu dışardan gelen müşahedelerle, görgü ve tecrübelerle artan, zenginleşen bir ruh olgunluğu ile şuur ve idrakini, kendi öz var- t lığına çevirmiş ve oraya nüfuz edebilmiş insan; orada kendisinin Halikı, varlığının Sebebi, illeti olan Tanrının asar ve kudretlerini görür ve duyar. Buradaki duyulan mevzu, yani İlahî eserler ve kudretler kendisine  yakın değil, kendisinin bir parçası da değil, doğrudan doğruya kendi öz varlığının sebep ve illetidir. İşte kur’anda yazılı olan: Allah size şah damarınızdan daha yakındır, ayetinin mefadı bize göre budur. Fakat bu kelamın derinliğine iyice nüfuz edebilmek için yukarki mülahazaların manalarını kavramış ve duymuş olmak gerektir.

Büyük ruh dostlarımızdan Kadri: Allah’ın insana, şah damarından daha yakın olması mevzuunu ele alarak insanın, Allah’ı mütemadi bir özleyiş ve dua ile anmasının ve duymağa çalışmasının bu hali nasıl hazırladığını aşağıdaki kıymetli tebliğinde anlatmaktadır:

KADRİ: (10/11/1950)

«İnsanlar Cenâb-ı Hakkı kalplerinde taşımalı, duayı bir an durmaksızın tekrarlanalı, demiştim. İşte bu odur ki kalbin her vuruşunda Allah’ı anmak, bunu insana hissettiren damarlarda o Yüksek Halikın mevcudiyetini hissederek Onu şükranla yadetmektir. Bu Ona olan yakınlıktan ziyade bağlılığı gösterir.

«Her an Cenâb-ı Hakkı anan ve kalbinde bir riya taşımıyan insanların mevcudiyeti, Onun mevcudiyetine en büyük bir delil değil midir? Uzaklık, yakınlık dünya için bir söz olarak kabul edilebilir. Bunu (Allaha yakın olma meselesini) izaha yetecek ne bir kuvvet, ne de bir mantık mevcut değildir.

«insan kendisini yaratana ancak yaranmağa gayret eder. Onun huzuruna yakın olmayı arzu eder fakat mesafe bahis mevzuu (hiç bir zaman) edilemez. Ona, O Büyük Kudrete yaklaşabilmek, Onun nurunu (kendisinde) kuvvetlendirmek ve Ona yakın olanlara yakın olmakla mümkündür. Fakat Onunla hemahenk olmak ve onda bir hedef kabul etmek asla... Bu hiç bir zaman doğru değildir, hatâdır.»

Bu kadar sözün kısası şudur: Allah’ı duymak, Onun kudretlerine inanmak ve bağlanmak; maddi düşüncelere dayanarak objektif tezahürlere ve realitelere saplanıp kalmakla değil, ruh kudret ve melekelerini inkişaf ettirmek ve bunları İlahî mefhumlara yöneltmekle mümkün olur. İşte çok eski zamanlardan beri söylenmekte olan hakimane bir SoZün mana ve kıymeti de bu şekilde tebarüz etmiş oluyor. Bu söz: Kemal insanın kendini tanımasında, ve içinin nurunu duyabilmesindedir, şeklinde ifade edile gelmiştir.

Allah’ı duymak yolunda ruhun sübjektif faaliyeti esas olunca, ve insanın dış âlemle olan mütekabil münasebetleri de bu sübjektif faaliyetin gelişmesine zaruri ve lüzumlu birer vasıta olunca, Allah’ı araştırma yolunda objektif ruh faaliyetinin ehemmiyeti derecesi de kendiliğinden tebarüz eder. Bu suretle anlaşılır ve kabul edilir ki Allah yolundaki sübjektif ruh faaliyetinin gittikçe verimli ve ideal bir olgunluğa doğru inkişafın] temin edici unsurları, dış alemden toplıyarak ruha maletmeğe vasıta olan objektif faaliyet, insanın dünyada geçecek bir sürü görgü ve tecrübe ile dolu hayatlarını icaplandıraçaktır ki biz bunun adına tekâmül diyoruz.

\ Hulasa, Allah’ı, Yaradanı dışımızda değil, içimizde, kendi öz varlığımızda arıyacağız ve bulacağım, sözü: Onun öz varlığımızda bulunduğunu değil, Ona ancak öz varlığımızı kuran kudretlerin tezahürlerini idrak yo- lüe yönelmenin mümkün olabildiğini, - başka türlü ifade edilemediği için - gösteren bir kelam-olur. İşte öz varlığımızın bu en müteal, en İlahî ve âli faaliyetinin mümkün olduğu kadar elverişli bir hale sokulabilmeğine ve onun nihayetsiz kudretlerinin seferber hale getirilmesine yanyan vasıtalardan biri de yukarda bahsetmiş olduğumuz ruhun muhtelif hayatlar içinde geçen kâinattaki faaliyetidir. Bu hayatlarda, tekamül derecemiz ve kudretlerimiz dahilinde yaşamak suretiyle öz varlığımızı zenginleştirmek ve öz varlığımın zenginleştirdikçe Allaha yönelmemize mahsus olan ruh kudretlerimizi faaliyete getirmek ve bu kudretleri faaliyete getirdikçe bir son, bir nihayet mefhumunun araya karışması asla bahis mevzuu olmaksızın, Allah’ı biraz daha ileri derecede duymak. Onun her şey üzerindeki Mutlak Hakimiyetinin nihayetsiz tezahürlerini biraz daha anlamak imkânlarım kazanmakta mütemadiyen devam etmek kaderi; kulların ebediyen nail olmakla şereflendikleri İlahî bahşayişlerin en mutlusu, en mukaddesi, en zevklisi ve tükenmez saadetlerle dolu olanıdır ki biz bu bahşayişlerden hissemize düşen kısımların mütemadi artış haline •de tekamül diyoruz.

Sonsuzluk ve namütenahilik mefhumlarım ihata eden İlahî kudretlere ruhların kendilerini ebediyen bağlamakta devam etmeleri, sözünden belki çoğumuz ve hattâ daha-ileri gidersek, hiç birimiz vazıh bir şey anlı- yamayız. Fakat ne yapalım?... Dünya şartlarımızın icapları, pek az duyabildiğimiz hakikatlerin ancak pek azım söyliyebilmemize müsade edecek kadar hasis davranmaktadır. Bunun için diyebiliriz ki: İlahî kudretler sonsuzdur, sözü dahi boş bir laftan ibaret kalır. Zira bu kudretler ne zaman, ne mekan, ne de herhangibir kıymet mefhumundan birisıle münasebet kabul etmez. Ve ne bizim ne de diğer bütün varlıkların anlayıp takdir edebilecekleri manalardan hiç birinin içine sığmaz. Böyle olunca, esasen ebediyeti ve sonsuzluğu 3âhi yaratan Mutlak, tarafımızdan ne kadar ileri derecede duyulur ve idrak olunursa olunsun asla anlaşılamaz. Ve bu yolda biz ne kadar yürümüş olursak olalım, Allahla aramızdaki mesafeyi zerre kadar kısaltmış olmayız. Kaldı ki esasen aramızda böyle bir mesafenin mevcudiyeti dahi bahis mevzuu değildir.

işte Mutlak böyle ölçüye ve ölçüsüzlüğe, mesafeye ve mesafesizliğe, büyüklüğe, büyüklüğün sonsuzluğuna, bütün sonsuzluğa ve sonsuzluğun sonsuzluğuna velhasıl bütün kâinatlara ve ebediyete, ezeliyete, varlığa ve yokluğa, her mefhuma, her mafhumun dışında kalana ve bütün kıymetlere nisbeti bahis mevzuu olmadan tasarruf eden ve onları bir anda var

..        2 veya yok edebilen Kudrettir. Mamafi burada çok büyük zannederek söy-î lemiş olduğumuz bu kadar söz de Onun Mutlak Kudreti karşısında gene bir başlangıç dahi olamıyacak kadar hiçtir ve sıfırdır. Şu halde ne ya-1 parsak yapalım, ne olursak olalım, Mutlak karşısında biz bir hiç olarak kalmak zaruretinden kendimizi kurtaramayız. Fakat Allah karşısındaki bu ebedî hiçliğimizi duyarak Onun sonsuz büyüklüğü hakkında ruhumuza; kazandırmış olacağımız derin duygular, öz varlığımızın mütemadiyen^ artmakta ebediyet içinde devam edecek, nurlarına nur katacak ve inkişa-i fimiz nisbetinde duymakta olacağımız Ucaların, ilhamların ve kudretlerin artmasına sebep olacaktır ki bunun da adı tekamüldür. Binaenaleyh j tevazuun bir tekamül nişanesi olduğu hakkında çok eski zamanlardan beri söyleme gelen sözün de boş bir lafdan ibaret olmayip hikmetamiz manaları ihtiva ettiğini bu suretle anlamış oluyoruz, işte ben bunları bu ka-i dar söyliyebiliyor ve bu kadar anlatabiliyorum. İstiyenler daha çok şey; anlarlar ve anlatabilirler.

Kadrinin aşağıdaki tebliğinde geçen parçalar okunurken bazı diğer noktaların da omîn tarafından izah edilmiş olduğu görülecektir.

KADRİ: (10/11/1947)

«Dünyanızda nihayetsiz hiç bir şey var mıdır? Uzun ve sonu geImediğini sandığınız her şeyin günün birinde senelerin, binlerce senenin arkasından muhakkak bir neticesi gelir. Sonu gelmiyen dünyada tek şey’ Allah sevgisidir.»

Ruh dostumuz buradaki Allah sevgisi, tabinle, Allah hakkında, yukardanberi söylediğimiz iç duygularım bir araya toplayıp ifade edivermiş oluyor. Devam edelim:

«Milyonlarca sene de geçse bunun sonu yoktur. Sonu olmadığı gibi milyonlarca âlemde bunun kudretinin en küçük şeküde takdir edilmesine/ anlaşılmasına da imkân yoktur. Bu da bir hakikattir. Bu hakikati anlamıyan bir çolf cahiller, onu günün birinde anladıkları zaman çok geç kalmış olacaklar.»

Demek ki sübjektif ruh faaliyetüe Allah’ı duymağa çalışmak gayreti*- ruhun ebedî tekamülü mefhumunun lâzım gayri müfarikıdır. Ve ruhun ebedî hayatı boyunca devamı mukadder bir iştir.

Objektif ruh faaliyetine gelince bu da, ruhlara mukadder olan sübjektif faaliyete bir hazırlık olması bakımından zaruri, ayrıca bir iştir ki bu iş böylece, tekamülün lüzumlu bir vasıtası ve icabı olarak Tanrı kanunlarının şümulü içine giren illiyet prensibi dairesinde, ruhların muhtelif hayat devrelerindeki çeşitli faaliyetlerinin tezahürlerini meydana getirir. j

Bu kadar sözden sonra artık anlıyoruz ki insanın Allah’ı duyması, Ona, inanması, kendisini Ona yakın hissetmesi için hiç bir merasime, formaliteye ve teşkilâta lüzum ve ihtiyaç yoktur. Yeter ki o; ruhunu temizlesin,; vicdanım ışıldatsın ve Allah’ı duymak ihtiyacını içten gelen bir iştiyakla duymuş olsun. O; bu yolda temiz kaldıkça, temiz insanlarla ülfet eyledikçe iyi insanlardan ve bilhassa yüksek âlemlerin varlıklarından gelen ilhamlara kalbini açık tuttukça ve hayatının her anında nefsaniyetini aşıp diğerkâmca duygu ve düşüncelerle hareket ettikçe, menfaat peşinde koşmadıkça ve nihayet her zaman niyaz ve istirhamlarını içten ve özden gelen dualar ile Allaha gönderdikçe ve hiç bir maddi endişe veya korku ile hiçbir hal ve hareketinde vicdanım çiğneyip geçmedikçe muradına elbette erecek ve kendisini Allaha yaklaştıracaktır.

ALLAH YOLUNDA OBJEKTİF VE SÜBJEKTİF RUH FAALİYETLERİNİN KIYMETİ

Buraya kadar söylediklerimizden şu netice çıkar: İnsanın, bir tek dünya hayatında olduğu gibi bütün ruh hayatının muhtelif maddi safahatında da birbirinden daha mütekâmil ve şümullü idrak ve şuur hali arzeden çağlan mevcuttur. Hiçbir varlık, tabiatta hâkim olan tekâmül kanununun bu icabından azade kalamaz.        .

Fakat nasıl ki, bir tek dünya hayatında, insanın ancak etrafındaki şeylere ve hâdiselere ve bunlarla kendisi arasındaki münasebetlere dair tedricen artanbilgisi ve vukufu nisbetinde öz varlığı hakkındaki şuur ve idraki genişlerse öylece, bütün ruh hayatı boyunca geçen muhtelif tekâmül safhalarında da o; kendi öz varlığına, öz varlığının bağlı bulunduğu müteal mefhumlara ve İlâhî duygulara ancak dış âlemle, maddelerle, tabiatla temas ede ede ve onlar içinde yaşıyarak yoğnıla yoğrula edineceği çeşitli görgü ve tecrübelerden mütevellit genişliyen şuuru ve idraki nis- -betinde nüfuz edebilir ve onlar hakkında ıttıla sahibi olmak liyakatine erişir. Yani evveldenberi tekrarladığımız gibi, sübjektif yüksek ruh faaliyetlerine ancak objektif ruh faaliyetlerinin hazırlayıcı ve yetiştirici yar- dunlarile ulaşılabilir. Zira böyle objektif hayata ait çalışmalarla hazırlanmamış, yetişmemiş ve lâzım geldiği derecede kuvvetlenmemiş bir ruh, sübjektif hayatının müteal faaliyetlerini temine yanyan büyük kudretlerini harekete getirmek imkânımna henüz varamamış bir durumda bulunmaktadır. işte böyle yetişmemiş, tabiat, kâinat ve mahlûkat baklandaki görgü ve tecrübesi lüzumlu inkişaf safhalarına varamamış bir insan ruhu, eğer yalnız henüz basit bir hayat safhasında kalmış sübjektif duy- gularile yetinir ve gerek kendisi, gerek Allah baklandaki marifeti bu duyguların mahdut sahasında aramağa kalkışırsa muvaffakiyet elde edemez. Zira sonsuz, erişilmez ve bütün hudut mefhumundan azade olan müteal mefhumlara, avuç içi kadar daralmış bir ruh hali içinde ulaşılamaz. Ve böyle yapmağa kalkışanlar, o dar duygu ve idrak sahaları içinde durgunlaşmış, tembelleşmiş ve kâinatta hiçbir işe yaramaz hale düşmüş kişilerden olurlar.

Halbuki İlâhî riza ve muradı taşıyan Allah’ın kanunları hiçbir ruhun böyle bir durgunluğunu ve ataletini tecviz etmez ve böyle idealleşmiş bir hodkâmlığa asla müsaade eylemez. O halde böyle bir hareket Allah yoluna girmek değil, bilâkis ondan koşarak uzaklaşmak olur. Bütün hayat; boyunca yapılan itikâflar, terki dünyalar, inzivalar ve merdümgerizane her türlü ibadet şekli, hangi din ve hangi mezhep namına yapılmış olursa olsun, Allah yolu değildir!..

O halde insanın, hakiki mana ve şümulile öz varlığına dönebilmesi-' nîn, Allah’ı duyabilmesinin, Allah’ın iradesine her şekilde uygun, mesut ve bahtiyar bir varlık olabilmesinin doğru yolu, yani sıratı müştekimi vardır. Bu yolun kapılan, insanın kâinatta geçireceği muhtelif maddi hayatla-; nndaki tekâmül safahatının icabatma uyarak, etrafındaki hâdiselerle,^ varlıklarla, Allah’ın muradına ve rizasına mutabık şekilde vaki olacak devamlı münasebatma ait her türlü faaliyette bulunabilmesi lüzum ve zaruretlerinin tahakkuku nisbetinde açılır..

Varlıklar bu objektif ruh faaliyetlerinde iki tarzda yaşarlar. Bullardan birisi, mahlûkatın ister istemez, otomatikman sürüklenmesini intaç.: eden zaruri bir itiş halinde vaki olur. En iptidai varlıktan insana gelin- , ceye kadar bu hâl, bütün hayat sahiplerinin herkesçe malûm olan zaruri hayat icaplarını meydana getirir: Bir ot parçası, içinde bulunduğu bataklıkta ister istemez yaşamak mecburiyetinde kalır. Bir araiba beygiri, ister istemez bağlı bulunduğu arabasını sürüklemek veya sırtındaki ağır yükün altında hayatının sonuna kadar ezilmek zorunda kalır. Herhangi ; bir1 insan ister istemez içinde bulunduğu birsürü, akıl ve hayale gelmez manialar, engeller, güçlükler içinde yabancı iradelerle pençeleşe, pençe- leşe ve ekseriya onlar karşısında mağlûp olarak boynunu eğe, eğe yaşamak zaruretini duyar. İşte bütün bunlar o nebatın, o hayvanın, o insanın  -istesin istemesin- İlâhî kanunlar mucibince tekâmül yolunda zorla ilerlemesi zaruretinden ileri gelmiş hallerdir ki, bunun önüne kimse geçe-mez. Fakat bu tekâmül, duraklamak bilmeyen bu yürüyüş, varlıklar için mukadder ezelî ve ebedî bir tekâmül yoludur ve o, her varlığın olgunluk derecesine göre ayarlanmış muayyen bir seyir süratine maliktir. Ancak, insanlara gelince vaziyet değişmeğe” başlar. Ve insanlarda dünya şuuruna lâhik birtakım yüksek iradi ruh faaliyetleri başlar. Ve onlar bu faaliyetlerinde tama mil e serbest bırakılmış bulunurlar. Bilhassa tahayyül kudretleri ile mütemayiz bulunan bu hayat safhasındaki ruhlar, mesuliyet duygusu ve idrakile yürüyecekleri yollan bizzat kendi ellerile çizerler. Bu yolların istikametleri yukarılara doğru yükselebileceği gibi, aşağılara doğru da inebilir. Yukarılara yönelmiş istikametleri tayin eden- iradeler serbestirler, her türlü engelden ve maniadan muvaffakiyetle kurtularak faaliyetlerine devam edebilirler. Fakat aşağı istikametleri tayin eden iradeler, serbestliklerini ancak muayyen bir hadde kadar kullanabilirler. Bu had yukarıda bahsettiğimiz, nebat ve hayvanlarda dmüşterek olan tabii tekâmül yolunun kenarında durur ve onu daha aşağılara doğru tecavüz etmez, işte bu zoraki tekâmül yoluna düşen insan iradesinin serbestliği o anda daralmağa başlar. Ve o zaman o, istediği gibi bu aşağı doğru inen yolunda yürüyemez. Ve kendisini tekrar yola getirici halaskar âmillerin tesiri altına girer ki, bunların başında vicdan ve vicdanın hazırlamış olduğu ıstıraplar ve azaplar gelir. Şu halde insanlar, Allah’ın düz yolundan, yani sıratı müştekimden ayrılmağa başladıkları anda bu sapıklıklarını kendilerine ihtar edici bir müş'irle, yani vicdanlk süâhlandınhnışlardır. Kendisini çiğneyip geçmek istiyenlere karşı bir an gelir ki, bu vicdan, dayanılmaz bir cehennem olur ve alevlerinin üzerinde kaldırarak yükselttiği insanı tekrar doğru yola yani sıratı müştekime ulaştırır.

Vicdan ruhun iyiyi kötüden, yani ilâhı kanunlara muvafık olanı aykırı olandan tefrik ve temyiz etme melekesidir ki, bu meleke, insanlık âleminde ruhun en yüksek, en hayırlı ve kurtarıcı, irşat edici bir kudretidir. İşte akıllı insan, bu hakikatleri görebilecek bir inkişaf ve tekâmül seviyesine ulaşmış insan, evvelâ vicdanının antenlerini, Allah’ın emirlerini taşıyan yüksek ilhamlara açarak onun hassasiyetini arttırmağa ve sesini gürleştirmeğe çalışır. Ondan sonra da o sesin gösterdiği istikametten zerre kadar ayrılmadan, dünyada kendisine düşen vazifeleri yapar. Ve bu ' suretle o büyük kurtarıcısının yakasım bir an bile bırakmaz. Cnun sesile dolan ve açılarak genişliyen ufuklar vüsatmca; yürüyerek değil, koşarak değil, uçarak değil, yıldırım süratile hamle ederek Allaha doğru koşar ve gayesine ulaşır. Ve illâ, yani velevki en küçük bir ihmal ve tekâsül neticesinde bile olsa vicdanının yakasını bıraktığı anda bütün ufuklar kararır, yan karanlık görünen yolların istikametleri kararsızlık, ümitsizlik ifade eden meçhulâtla dolu boşluklara doğru açılır; O zaman insan nereye, hangi adımını atacağını bilemez olur. Ve etrafında ağızlan açık duran binlerce karanlık kuyudan ve uçurumdan herhangi birisine yuvarlanmak tehlikesile kucak kucağa gelir. İnsan,, vicdanının gösterdiği istikamette adımlanın atarak, içinde yaşadığı tabiat hâdiselerini, hayatın binlerce tezahürlerini ve hemcinsleriyle olan münasebetlerini, vicdanının emrine göre karşılar ve kendi efal ve harekâtım Allah’ın rızasına uygun iyilik, güzellik ve doğruluk ile ayarlarsa o insan Allaha yaklaşmanın imkânlarım bulmuş olur. Ve o insan, nefsaniyelin den mütevellit her adımda önüne dikilecek engelleri çiğneyip geçmek için bütün ruh kudretlerini faaliyete geçirmeğe, seferber hale koymağa muktedir fedakâr bir kahraman haline girer.

E Bütün bu sözlerden anlaşılıyor ki. en küçük bir ot parçasından itibaren en yüksek bir insan varbğına kadar uzanan ruhların dünyadaki hayatları esasen bir Allah yoludur. Hayat Allah yoludur. Ruhların maddeler arasında geçen hayat safhaları ise Allah yolunun objektif cepheden, ruhların göstermeleri zaruri olan birer faaliyet sahasıdır. Bu hayat safhalarında şuurla, idrakle ve bilhassa süratte yol katetmek istiyenlerin her şeyden evvel kalbleririi ve düşüncelerini bütün kötülüklerden temizlemiş olmaları, dünyaya ait fena itiyatlardan mütevellit levsiyatla bozulmağa yüz tutmuş ruh nezahatini kazanmağa çalışmaları lâzımdır. Bunun için de Allaha karşı daima özleyiş ve iştiyak duyarak, Onu kalbinden hiçbir vakit çıkannıyarak ve her işinde ancak Onun rizasına uymağı kendisine şiar edinerek insanın dünya işlerini tanzim etmesi ve çalışması lâzımdır. Bu suretle hareket eden insan, diğer insanlara karşı her türlü fenalıktan, onları mutazarrır edici hareketlerden, hotkâmca düşüneeTerden çekinir ve kendi nefsi kadar, hattâ ondan daha ileri istekle başkalarını korumasını, zaif ve aciz olanlara her türlü fedakârlığı ihtiyar ederek yardım elini uzatmasını, herkesin iyiliğini kendi iyiliği gibi özlemesini ve başkalarının saadetinden sevinç, felâketinden ıstırap duymağa kendisini alıştırmasını ihmali caiz olmayan- bir vazife, hattâ bir zevk bilir. İşte Allah yoluna ancak bu kapıdan girilir. Diğer kapılar varlıkları gene ergeç bu kapının açıldığı yollara çıkarmakla beraber çok çetin, dolambaçlı, uzun ve yorucu labirentler halinde karışık ve cesaret kırıcı yollara açılır. Allah böyle dolambaçlı yollara, labirentlere saptırmadan, bu büyük ve ebedî saadet yolunun sevinçli yolculuğuna doğrudan doğruya koyjılmak kudret ve ilhamlarını bütün insanlara nasip etsin.

Burada bize büyük bir ilham kaynağı olan ruh dostlarımızın tebligatından Mustafa Mollaya ait bir parçayı sevinçle okuyucularıma bildiriyorum :

MUSTAFA MOLLA: (9/T2/1948)

«İnsanla Allah arasındaki hâdiseler tektir. O da, birbirini anhyan iki yüksek varlık halinde müebbeden bir ahengin tahakkukuna çalışmaktan ibarettir.»

M. Mollanın bu sözleri ilk nazarda şimdiye kadar söylediklerimizle, tezat teşkil ediyor, zihabını bazılarına verebilir. Ve onlarda Allah İle insanın birbirine nisbeti bahis mevzuu oluyormuş, hissini uyandırabilir. Fakat hakikatte iş böyle değildir. Yani M. Molla bu sözlerinde Allah ile İnşam hiçbir vakit bir kıyas mevzuu yapmak istememiş ve insanı Allaha karşı mütekabil alış verişlerde bulunabilecek bir varlık halinde kabul ederek bu sözleri söylememiştir. Esasen tebliğin aşağı kısımları bunu açıkça göstermektedir. Buradaki mana, insanın İlâhî yoldan ve murattan ayra ve müstekil bir hayat fonksiyonuna malik, kâinatta başı boş bir varlık olmadığını, bilâkis onun bütün ruh faaliyetlerinin, tabiat kanunlarile tecelli eden ilahi murada bağlanmış bulunduğunu ve bunun dışında hiçbir kıymet kazanamıyacağını tebarüz ettirmektedir. Yani madde kâinatının İlâhî kanunlara göre taayyün etmiş nizam ve ahengi içine, Şerbest iradeler ile ve faal durumları ile insanlar, daha doğrusu ruhlar da karışmışlardır. Ve burada bu nizam dışında ruhların herhangi bir harekette âl bulunabilmeleri asla bahis mevzuu olamaz. Tebliğe devam ediyorum:

«Allahla hiçbir fert yan yana bir kıyas rüknü olamaz. Ama, nasıl söyliyelim: Aranızda da desem gene olmuyor. O halde Allah ile kul arasındaki ruhani yollarla devam eden yüksek münasebetlerin teessüsü bir hayli şuuri tekemmülden ziyade bir büyük idrak vetiresine sahip ve ondan daha üstün bir his ünitesine malikiyettir.

«Cemiyetin de fertler gibi birer inancı veya inkârı olabilir. Kadim Yunanda tabiatçıhk mezhebi yegâne felsefe idi Bunun neticesinde insanın, üstünlüğe doğru atılmakta olan şıan tefekküre hız vermemiştir:»

Burada M. Molla bize bir tarih dersi vermekten ziyade bir hakikati İfşa, etmek için kadim yunandan bahsetmiştir. Ve bu hakikat de işte şu anda bizim ısrarla üzerinde durduğumuz mevzuun ta kendisidir: Yalnız tabiata, yani objektif araştırma yoluna saplanıp bütün hakikatleri ve hakikatlerin mucidi olan Allah’ı orada arayıp bulmağa çalışmak, insanın bu iş için lüzumlu olan yüksek ruh kudretlerinin faaliyetlerini köstekleyici bir hareket olur. Devam edelim:

«Ondan önceki devre de serapa his ve hayalden ibaretti. Görüyorsu- mız ki, tek başına ne o, ne de bu... Gerçek, ancak belki bütün bunların yekâhenk şiarında tecelli eder.»

İşte muhterem dostumuzun bu son sözleri tamamıyla bizim inandığımız bir mefhumun ifadesidir. Yani tek başına tabiat yolu insana beklediği faydayı temin edemiyeceği gibi, tek başına his yolu, yani sübjektif araştırma yolu da aynı şekilde onu umduğu yola götüremez. Ve tam randıman ancak bu iki yolun ahenkli ve tertipli şekilde birbirile kucaklaşarak istikametini Allah yoluna doğru yöneltmiş çlmasile elde edilebilir. Tebliğe gene devam ediyoruz:

«Eğer sadece tabiatı kurcalamayıpta hisleri ve hayalleri de birer muvazene unsuru olarak ele alsalardı, Yunanlılardan sonra gelen bütün milletler daha üstün bir me’haza, bir medeniyet eşiğine vasıl olabileceklerdi. Fakat ne yazık ki, semalar nisbetinde nihayetsizlesen Yunani tahayyül, bir zaman geldi ki, toprağa bakmağa ve ondan zevk ve istimdat ummağa koyuldu. O, bütün ilâhları dünyevi itiyadat ile muttasıf sayıyordu. Ve onun içindir ki, semaları, bile dünyevi motiflerle tezyine kalkıştı.»

İşte acı bir hakikatin açık ve hakimane ifadesi budur. Yunanlıların ve ona benzer eski medeniyet sahibi milletlerin, Allah hususunda toprağa, taşa ve dünyaya ait beşeri telâkkilere ve bundan doğan maddi idraklere kapılmalarının acı ve ağır neticeleri, asırlarca süren putperesliğin her türlü şeklîni desteklemiştir. Ve böylece bu medeniyetler, bazı insanların saplarmuş oldukları zararlı fikir ve duygu bataklıklarından kurtulabilmelerinde, onlara medar olacak yardımda bulunamamıştır. Halbuki Mustafa Molla dostumuzun dediği gibi, hisleri ve hayalleri büyük inkişaflara müsait bulunan eski medeniyet sahipleri, eğer hedeflerini iyi görebilmiş olsalardı, yani tabiatta karşılaştıkları eşya ve hâdisatla duygulanın ahenkli şekilde birleştirerek Allah yolunda kullanabilselerdi bugün beşeriyetin çehresi daha mesut ve daha mütebessim görünürdü. Bereket versin ki, araya karışan büyük dinlerin insanlara, ancak kabiliyetleri ve anlayişleri nisbetinde gösterebildikleri hakikat yollan, insanların daha büyük sukutlarını önlemiş ve bizlere de bugün hiç olmazsa bu kadar bir konuşma imkân ve serbestliğini vermiştir.

Tabiatı tetkik etmekle insan, orada Allah’ın yüksek kanunlarının, yani iradesinin tecelliyatını görür. Bu görüş ise tedricen onun öz varlığını olgunlaştırır. Ve öz varlığını olgunlaştırdıkça da Allah’ı duymak ve Ona evvelce mütalâa ettiğimiz manada yaklaşmak imkânını kazanır ki, bu da onun en kestirme yoldan gerçekleşen tekâmül safhalarının bir ifadesi.- olur. Binaenaleyh, iç varlığını zenginleştirmek ve olgunlaştırmak istiyen, insanın, Allah’ı iç varlığında duymak iştiyakını ve aşkını taşıyarak gözlerim tabiata çevirmesi ve tabiatı büyük bir ibret gözü ile temaşa ederken,, ruhunun bütün kudretlerde onun nizam ve ahengine uymak cehit ve gayretini göstermesi ve bu hâli kendisine büyük bir zevkle itiyat edinmesi ona Öyle yüksek dersler verir, öyle yüksek duygular ve bilgiler kazandırır ki, bunu hiçbir kitaptan okuyup öğrenmek mümkün olmaz. Fakat tekrar ediyorum, bu iş, yani tabiatın tetkiki faaliyeti, Allah’ın varlığını isbat etmek veya Allah’ı tabiattaki eşyanın içinde arayıp bulmağa çalışmak ve? yahut Allah’ı o eşyanın şekil ve suretlerine göre tayin ve tarife kalkışmak gibi bâtıl, yanlış ve sakim bir düşünce ile yapılırsa netice, evelce de uzun uzadıya söylediğim gibi sapıtmak olur. Bilâkis, tabiat bir taraftan beden gözü ile görülürken, diğer taraftan da ruh gözü ile müşahede edilecek, orada Allah aranmıyacak, fakat İlâhî muradın, İlâhî kudretin, İlâhî kanunların sonsuz tecelliyatı görülecek, duyulacak ve bu görgü ve duygu üzerinde durulacak, fakat bu durgunluk asla pasif, âtıl, tembelce ve haylazca bir zevklenme duygusu hâlinde oimıyacak, bilâkis dış âlemde, kâinatta görünen büyük ve akim alamayacağı kadar tertipli, nizamlı ahengin hayraniyeti içinde insan kendisinin de aktif bir varlık olduğunu idrak edecek ve bu idrakle, bu kevnî ve İlâhî ahenk içindeki vazifelerini ve mesuliyetlerini duyacak ve dünyada âvâre, nefsani zevkler ve eğlencelerle geçen ciddi faaliyetlerden azade bir tek saatinin bile mevcut olmadığına inanacak ve hemen işe koyularak Allah’ın kâinat ahengini temin eden büyük kanunlarının şu küçük dünyamıza ait kısımlarından kendi hissesine düştüğü kadarki icabatmı gene kendi iradesile yerine getirmeğe uğraşacak ve bunun için de hiçbir engel, hiçbir nefsani cazibe veya hırs karşısında gerilemiyecek, korkmıyacak, yılmıyacak, yorulnuyacak ve durmayacaktır. İşte en büyük ibadet budur. En büyük kulluk budur. Zira kulluk bor^ cu, sadece bir yere kapanıp bütün ömrünü baştan başa yalnız Allaha şü-. kür ve niyaz ederek geçirmek suretiyle ödenmez. Şurası şüphe götürmez ki. Allaha, kalben her an şükür ve niyaz şarttır 'bir kulluk borcudur ve- zarurerur Fakat bu hâl insanın gene o kadar mühim olan diğer kulluk -Vazifelerini ihmal etmesine asla sebep teşkil etmemelidir. Bunun yanında, kulun yapmakla mükellef kılındığı mühim İlâhî vazifeleri ve Allah’ın emirleri vardır. İşte kulun borcu, bunları da yerine getirmeğe çalışma- sile ödenir. Onun emri, varettiği kâinatın en küçük zerresine kadar, en küçük hâdisesine kadar ahengine, insanın uymasını ve o ahenk içinde mütemadiyen bozuk ve falso sesler çıkararak İlâhî nizamı bozmağa (ki hım a hiçbir kimse hiçbir vakit muvaffak olamaz) çabalamaktan kati surette çekinmesini icap ettirir. Babasının hiçbir sözünü dinlemeden hayLaz- haylaz dolaşan, onun arzusunun mütemadiyen hilâfına hareket eden veya plinden gelmediği halde babasının yapmakta olduğu işleri biteviye bozmağa çalışan asi bir evlât, istediği kadar babasının yüzüne gülsün, onu bir türlü memnun edemez. Esasen böyle hareket eden bir evlâtta da babasının yüzüne samimiyetle gülebilecek yüz ve surat kalmaz. Halbuki insanın. jlâhî vazifeleri bununla ölçülemiyecek kadar büyük, şümullü, ebedî ve- zaruridir.

İşte insan bu hakikati görür vc bu hakikat yolunda yürümekten zevk duyarak kırılmaz bir azim ve cehitle faaliyete koyulursa Allah duygusunun öz varlığındaki tatlı ve saadet verici, yükseltici sıcaklığını, âteşin bir iştiyak, bir arzu hâlinde idrak etmeğe başlar. Ve bu da kendisine esasen mukadder olan büyük huzur ve saadetin bir başlangıcı olur. Ne mutlu ona!....

Şu hâlde Allaha yaklaşmak için büyük bir yardımcı vasıta olan tabiatı tetkik etmek demek, onun karşısında fani bir gözle bakarken ebedî ruh gözü ile de görmesini ve oradaki nizama, kanunlara ve icaplara bütün ef’al ve harekâtile ve ruh kudretlerile uymasını bilmek demektir ki hu da istekle, devamlı bir iştiyakla gösterilecek cehit ve gayret nisbetinde dünyada kazanılması mümkün olan en yüksek bir kıymettir. Bittabi her şeyde olduğu gibi çalışmakla bu da evvelâ yavaştan başlar. Fakat her gün artan mümarese ve cehitle gittikçe süratlenerek inkişaf eder. İşte bu şartlar altında insan hissen yükselir, olgunlaşır, tecrübesini ve görgüsünü arttırır ve nihayet onun bu his yüksekliği öyle bir hadde varır ki o noktaya gelince insan, Allah duygusunun idrakine en lâyık durumu iktisap: etmiş olur. Ve bundan sonra da iş gittikçe kolaylaşır, yollar gittikçe açılır, ufuklar gittikçe berraklaşır. Ve insan o ufuklara doğru ok gibi ûrlı-, yarak atılır.

Tabiatı tetkik ve müşahedenin hisler üzerinde yaptığı tesirler hakkında büyük dostumuz Kadrinin aşağıdaki sözlerini okuyucularıma zevkle bildiriyorum:

KADRİ: (3/9/1947)

«Ormanlarda gurup zamanı bir suya akseden güneş neler gösterirbilir misini?, ?... Sonra, kalabalık bir yerde denize batan güneş de bir şeyler gösterir. Yalnızbaşına bir mağarada günlerce kalmış bir insan, mağaranın kapısının önündeki suya aksetmiş güneşe bakar, gene bir şeyler görür. Hep bir akis... Bir güneşin suya vurmasıdır. Ama çok başkadır. Hep başka başka lisanlardan yazılmış binlerce dit kitaptan daha kıymetlidir. Biri maddi, biri manevi, diğeri insanı huşua sevk eder, birtakım hakikatleri kendi kalbinde duyuran büyük hisleri insana bahşeder. Onun için tabiatın her hareketi, her varlığa bir şeyler anlatır. Bunları temiz bir kalb ve tek bir düşünce ile seyretmesini bilene ne mutlu.

«İşte bunları yaptıkça siz de yavaş, yavaş benim söylediklerimi duymağa başlarsınız. İçinizden taşan ve harice doğru akan bir nur, etrafınızı kaplar, size birtakım kalbleri bağlar. Ve siz de çok kuvvetli bir şekilde daima iyiye ve doğruya doğru mesafe katetmeğe başlarsınız..

«Herkesin kudreti birbirinden çok farklıdır. Herkes başka, başka duyar, başka şeyleri hisseder. Herkesin hedefi birdir. Ve hitap, herkesin anlıyacağına göre yapılmıştır. Meselâ, bir ay doğarken bir ağacın arkasından göstereceği beyaz yüzü, onu seyreden milyonların hepsine ayrı ayrı, başka başka hitap eder. Çünkü bunlara tek bir şey söylense idi, o zaman hiç biri istifade edemezdi. Bazısı onu bir ay görecek, bazısı bir kâinat, bazısı ondan kendisinin gideceği yolu soracak, bazısı çorak yerlerdeki menbaların yerini öğrenmek istiyecek. O da herkesin diline göre hepsinin isteklerini anlıyacak. Hep bir anda, bir zaman içinde bunlar olacak. Herkes nasibini alacak. Bunların hiç biri boşuna gitmez.»

Gene aynı dostumuzun tabiatı tetkik yolu ile insan varlığıma yüksek duygulara ve mefhumlara doğru nasıl kabardığı ve genişlediği hak- kındaki sözlerini, ruh âlemine mensup varlıkların bize hediye ettikleri büyük kıymetlerden biri olarak sîzlere zevkle takdîm ediyorum:

KADRİ: (13/10/1947)

«Karanlık yollar daima kendi içinden ışığım alan bir membaı ziya vasıtası ile, yahut o membaı ziya tarafından aydınlatılmış bir vasıta ile aydınlanır. (Güneş ve ay gibi) Yani bir insan hakikati ya doğrudan doğruya kendi fikir ve kalbile uğraşır, didinir, bulmağa çalışır; yahut bunu bulmuş bir adamın irşadile doğru yola ulaşır. Bunların içinde en makbulü birincisidir. Şu halde ben de sizin birinci şekilde olmanızı istiyorum. Yani size öğretmek değil, kendiniz arayıp, bulup ve öğrenip başkasına öğretmenizi arzu ediyorum.

«Semaların büyük boşluklarına dizilmiş milyonlarca pençereden size kadar her gün milyonlarca ışık ve manzara sızar. O pencerelerden gelen ışıklan tutunuz. Gözünüzü oradan akseden manzaralara çeviriniz. Kalbinize gelen ilhamlar size öğretecek birtakım mevzular ve istifadenize yâr nyacak birtakım güzel sözler bulur. Daima her manzara bir şiir gibi, her renk bir musiki gibi, her musiki bir söz gibi ruhtş. tecelli eder. Siz şayet bir ses duymuyorsanız manzaraya bakınız. Günün birinde o manzaradan size birtakım musiki nağmelerinin gelmekte olduğunu hissedeceksiniz. Ve gene bir gün bu nağmelerin birer söz haline inkılâp ettiğini ve sizin anhyacağmız bir mahiyet aldığını göreceksiniz.

«Neden daima Allah’ı anarken gökyüzüne bakarlar? Söyleyin bakayım: Bulamazsınız. Çünkü dünyada en temiz yer orasıdır, işte siz de kalbiniz sıkıldığı zaman, ilham menbalarınız kuruyunca oraya bakınız. Al- p- lah orada değil, fakat Ona lâyık en temiz yer dünyada yalnız orasıdır. Daha başka âlemlerde Ona lâyık olmak değil, yalnız Onun ismini anarken bakmağa lâyık olabilecek belki biraz daha münasip yerler bulunabilir.»

İnsan, tabiatı tetkik ede ede, kalbini iyi ile, güzel ile, temiz ile doldu- ra, doldura ve dünyada işlerini daima başkalarının hayran düşünerek fedakârlık göstere, göstere ve nihayet insanlar hakkında ki sevgisini şümul- [. lendire, şümullendire Allaha yaklaşmak aşkını ve iştiyakım ruhunda taşıdığı takdirde, bir gün gelir ki, farkına dahi varmadan, İlâhî mevcelerin, ruhundan fışkırdığım his ve idrak etmeğe başlar, işte o zaman yolunu tekrar sapıtmamak, yani içinden doğan büyük İlâhî ihtişamın haşmeti karşısında şaşırıp kendisini Allah zannetmemek veya Allahla yekvücut olduğunu sanmamak lâzımdır. Fakat şurası da bir hakikattir ki, esasen bu derece yükselmiş bir varlığın tekrar geriye dönerek böyle bir dalâlete düşebilme- ? si de artık düşünülmez. Bu dalâlet ancak, henüz görgü ve tecrübesi Allah yolunda bu kadar ilerlememiş varlıklar hakkında hatıra gelebilir. Zira tekâmül ve Allah yolu o kadar uzun ve o kadar sabır ve itidal ile yürümesi icap eden bir yoldur ki bilhassa bu yolun başlangıcında insanın karşılaşabileceği aşın derecede taşkınlık, kibir ve nahvet duygulan onu çok zararlı hareketlere ve kötü akibetlere sürükliyebilir. Sevgili dostumuz Kadrinin aşağıdaki tebliği bu noktada bizi kâfi derecede ikaz edici mahiyettedir:

KADRİ: (5/1/1948)

«Siz Allah’ı buluyorsunuz. Fakat farkında değilsiniz. Herhangi temiz bir hisle bir şeyi düşündüğünüz zaman birdenbire içinize gelen haz ve sürür, sizin Allah’ı andığınızı ve Ona giden yolu bulduğunuzu gösteren bir r işarettir. Fakat siz bunu Cenâb-ı Hakkı anarken yapmadığınız için hatırmı- L «a gelmiyor. Ve bu işle olan münasebetinizi düşünmüyorsunuz.

«Ben başta ne yazdırdım: O, her şeyde, en ufak kudretile her yerde(fir. işte sizin yaptığınız herhangi bir iyilik, Onu anarken yaptığınız güzel ’ bir iş size bu hazzı vermiştir. Zamanın ilerlemesi, yukarıda söylediğim s- gibi bunun sizde tecelli etmesini sağlar. O zaman anhyarak yaparsınız. S Fakat hakikat benim söylediğim gibidir. Bunu şimdiye kadar size ne kimse söylemiştir, ne de bilen vardır. Onun için ya çok eskilere giderler, ya- but da vahdeti vücutten bahsederler. Gerçi maksat birdir, fakat yol yan-

İşte vecit halinin taşkınlığı içinde insanlar Allaha karşı olan teveccühlerini kendi kendilerine dünya kelimelerile izah ede ede, günün birinde bu kelimelerin delâlet ettikleri beşerî manaların tesirine kapılarak, içlerindeki İlâhî duygulara ait mefhumları dünya görüşüne uydurmak tehlikesi ile başbaşa kalırlar ve bu tehlike karşısında bazen sapıtarak ruhlarının safiyetini kaybetmek yoluna düşerler. Kıymetli ruh dostlarımızdan Kadri’nin bu mevzula ilgili bir tebliğini bildiriyorum:

KADRİ: (16/2/1948)

«î. A. — Cenabıhak kudretile her şeye nüfuz etmiştir, şeklinde bir tebliğiniz var. Bu kudret bizzat Allah mıdır, yoksa Ondan sadir olan ayrı bir şey midir? Yani Mevlâ kudretile muhat mıdır, yoksa kudretine muhit midir, yahut bizatihi kudret midir?.

«Kadri — Yukarıda anlattım. Bunlar insanların uydurduğu kelimelerdir. Oğlum, hâlâ anlamadınız mı? O, her şeydir. Her şey.»

Burada bazı okuyucularımın çok yanlış bir düşünceye saplanmaları ihtimalini düşünerek biraz durmak mecburiyetini hissettim. Kadri: (Allah her şeydir) derken kâinatta gördüğümüz ve görmediğimiz mahlûkatı kastetmemiştir. Buradaki (herşey) in delâleti, Allah’ın kudreti hakkında düşünebildiğimiz bütün mefhumlar demektir. Devam edelim:

«Yani Kudret dediğimiz Kelime esasen O dur. Milyonlarca dünyalar, yaratılmış her şey, Kaadir olan Onun yalnız en ufak, tasavvur edemiye- ceginiz kadar küçük bir iradesinin eseridir. Tarif edemiyorum. Tasavvurunuzun dışında ufacık bir iradesile, size uzun uzadiye anlattığım o milyonlarca âlem bir anda mahvolur ve bir anda hepsinin daha milyonlarca misli hâlkolabüir. İşte hülâsası bu... ister, sen bunu Cenabıhakkm etrafında gör, ister Onun içinde ve iradesinde bul. Gaye aynı.. Kavrayış seni aynı hedefe ulaştırdıktan sonra sen Onu nerede bulursan kaçırma.

«Şuna emin ol ki gözün kavrıyamıyacağı küçüklükte bulunan bir mahlûkun en küçük bir hareketi bile gene Onun, O Büyük Kudretin iradesine bağlanmıştır. Bu nasıl olur? Akhn almıyacağı kadar küçüklükte bulunan mahlûkatın her birile Cenabıhak nasıl meşgul olur? İşte senin ve senin gibi milyonların anlayamayacağı bir şey olacak ki, Onun Büyüklüğünü anlıyasın.

«Onu değil, kudretini değil, kudretinin tecellisi olan hareketleri büe hiçbir varlık idrak etmekten ve Onu en küçük bir şekilde kavramaktan uzaktır. O Büyük Varlığın lütufuna erişenler de bunu kavrayamazlar. Fakat anlarlar ve öyle anlarlar ki gene anlatamazlar. Onların içine doğan bir kudret öyle bir cevherin mevcudiyetini kendilerine hissettirir. Güzel bir manzara karşısında neler hissedersiniz? Fakat bir türlü anlatamazsınız. Anlatmağa çalışsanız birtakım gösterişli cümleler arasında fikir-, teriniz bocalar, gezinir. Güya başka sına da ajıu hissi anlatmak istersiniz ama imkânsız. Bu da öyle olur.»

Tebliğin buradan aşağı kısmında Kadri, insanın iradi mevzularda ’böyle kudretinin fevkına çıkarak yanlış düşüncelere saplanması tehlikelerine temas ediyor:

cBüyük şeyler çok güzeldir. Çok güzel şeyler çok tehlikelidir. Dik- "kat!.. Siz büyüklüğe özendikçe, onun size yapması muhtemel ağırlıkları ve tehlikeleri daima, gözönüne almalısınız. Çok eskiden insaniar, buna yakın bazı hususları idrak etmişler ve, padişaha yaklaşan ateşe yaklaşır, demişlerdir, değil mi? Halbuki asıl Allaha yaklaşan ateşe yaklaşır.»

Fakat tebliğin bu son cümlesini müteakip gelen kısmı, insanın ancak Tuhen hazırlandıktan ve İlâhî ihtizazları duyabilecek kudreti iktisap ettikten sonra, içinde duyduğu İlâhî duyguların bazılarını tehlikesizce etrafındakilere anlatabilecek duruma girebileceğin ifade etmektedir:

«Fakat Onu içinde taşıyan, kendisi de ateş olduğu için ateşe yaklaşırsa mesele kalmaz. Vakitsiz hareket, insanı felâkete sürükler. Bu da -mühimdir.»

Allah’ı duymak, Allaha kendisini vermek herkes için mümkün olmakla beraber, buna liyakat kesbedecek bir duruma girmiş bulunmak da şarttır..

ALLAH’I ANLAMAK MÜMKÜN DEĞİLDİR

Allah’ı anlamağa imkân yoktur. Yani Onu bizim zekâ kudretimizle veyahut herhangi başka bir ruh melekemizle tarif ve takdir edebilmemiz mümkün değildir. Burada biz, Allah’ı duymak ve tanımak tabirlerini kullanırken Onu, bir insanı vpya her hangi bir varlığı tanıdığımız veya duyduğumuz gibi az çok maddi bir idrakle müterafık tanımak veya duymak fiilini kastetmiyoruz. Hiç bir mahluk için böyle bir kudreti göstermenin bahis mevzuu olamıyacağını defeatla tekrarlamış bulunmaktayız. Buradaki duygu, hiç bir tarife sığmaz. Ve bu öyle bir sübjektif ruh ameliyesidir ki onun dış âlemdeki objelerle ve hâdiselerle tahkiki ve tahakkuku kaabü değildir.

Allah’ı insana duyurmak için evvelden tertiplenmiş bir formül de mevcut değildir. Bilâkis bu formüller, bu formaliteler çok defa insanı Allaha yaklaştırmağa yaramaktan ziyade Ondan uzaklaştırırlar.

Allah yolunda sıkı bir inzibat altında çalışan teşekküllere de lüzum -yoktur. Burada insanların birbirine yapabilecekleri en büyük yardım, duyanların ve bilenlerin diğerlerine yol göstermesi, suyun mecrasına ulaşmış olanların susayanlara hiç olmazsa bir katracık su verebilmesi, içindeki nuru duymuş olanların, gözleri henüz açılmış kimselere bu nurdan bir parça koparıp verebilmesi, şeklinde mümkün olur. Yoksa ne emir, ne kumanda, ne zorbalık tesiri altında veya ne de çeşitli süslü merasimin cazibesile İlâhî yola katılmak mümkün değildir. Buradaki bütün gaye, vicdanın emri muktezasından olan Allaha iman ve Onu, öz varlığına dönerek duymak ve bütün efal ve harekatını Onun muradının duyabildiği kadarına göre ayarlayabilmektir. Bunu hangi din, hangi yol, hangi düşünce ve duygu tarzı yapabiliyorsa o makbuldür ve lüzumludur. Ve illa bil gayeden en küçük bir zaviye ile inhiraf etmiş her hareket, her teşekkül, her telkin, her otorite ne kadar büyük isimlerle ve iddialarla ortaya çıkmış olursa olsun boştur, faydasızdır ve hattâ zamanla büyük bir beşer kütlesinin sinesinde geniş rahneler açabilecek kadar zararlı da olabilir. Beşeriyet bugün de olduğu gibi, böyle zararlara tarih boyunca sık sık maruz kalmış ve onun ıstırabını asırlarca çekmiştir.

Bir celsede Mevlâna Celâlettin Rumi hüviyeti ile gelerek çok kıymetli tebliğler veren ruh âlemindeki bir ruh dostumuza sorulmuş bu vadideki bir suale karşı onun verdiği cevap, yukarki mülâhazatımızı desteklemektedir. *

- MEVLÂNA CELÂLEDDİN RUMİ: (7/4/1948)

«Sual — Aşkı ilahiye ulaşmak için bir tarikata intisap şart mıdır?

«Mevlâna — Biz, tarikatı dinden başka tutarız. O din bize en büyük hakikati nasıl olsa ifşa eylemiştir. O hakikat de Allah’ın varlığıdır. Allah’ın varlığından daha büyük hakikat olamaz. Bunu vicdanımızdan soruyoruz. O vicdan ki İlahî mevcelerin makesidir. Ve onun için «hak bende» demişlerdir.

«Gerçekten, Hak Müebbet bir Mutlakiyettir. Onun anlaşılması asla nasip olmıyacaktır. Fakat gene her şeyde O vardır.»

Burada «Mevlâna» her şeyde gene O vardır, derken maddi bir düşünce ile Allah’ı teşahhus ettirip Allah, veya Onun zerreleri her şeyin içine girmiştir, demek istemiyor. Yanlış anlaşılması muhtemel olan bu ifade üzerinde durmak lüzumunu bunun için hissettim. Burada, Allah her şeyde vardır, derken kastedilen mana şudur: Allah’ın kudretinin ermediği, nüfuz etmediği, hükmeylemediği hiç bir şey yoktur. Ve kâinat Onun üahî muradının ve hükümranlığının dışında kalmaz. Bu manaya göre her şeyde Onun kudretinin âsaruu görmek, her varlıkta Onun muradının hükümranlığını hissetmek, ruhların tekamülleri ile mümkün olan bir hakikattir. İşte her şeydeki Onun varlığının manası budur. Yoksa Allah, haşa, parça parça olmuşda kâinatın bütün eczasına nüfuz etmiş veya o eczayi kendi vücudüe meydana getirmiş, gibi bir mana düşünülmemelidir. Böyle bir düşünce ancak üç buutlu realiteye dahil geri dünyamız gibi kesif dünyalardaki iptidai ve maddi bir idrakin mahsulü olabilir. Şimdi gene ruh dostumuzun sözlerine devam ediyoruz.

«Biz dinî taassup ve suveri saire ile bozulmuş ruhi ahengin yollarımızı kapamaktan fariğ olması için kendi benliğimizden taşmağı tarikat bildik.

«Nerede olsa Allah’layız, fakat hiç bir yerde dünya ile değiliz. Bu yolların hiç birisi Rabbin varlığını isbattan öteye varamaz.»

Herkesin ilk hamlede kolayca anlayamayacağı kadar şumullü olan bu sözlerle açılabilecek binlerce kapı bulunur. Fakat bunların ancak pek azı insanı, o sözlerin istihdaf ettiği hakikat ışığına ulaştıracak bir yolun girizgâhı olabilir. Diğerleri ise bilâkis bu sözlerde saklı manaları zulmet bulutlan içinde karartmağa hazırlanmış, dipleri meçhul uçurumların birer başlangıcı olur. İşte ruh dostumuzun yakardaki kıymetli sözlerinin de böyle yanlış fikirlere yol açmamasını temin arzusile bilhassa onun son cümlesi üzerinde gene durmak mecburiyetini hissetmiş bulunuyorum.

Böyle kıymetli varlıklardan şimdiye kadar aldığımız tebligat üzerinde yapmış olduğumuz uzun tetkikatın bize kazandırmış olduğu tecrübeye dayanarak, bu ibarenin kastettiği mananın şu maalde olduğunu arzetmek isteriz: Bu yolların tek gayesi ve yapabileceği tek şey ancak, Allah’ın varlığı hakkında ruhların duygu kabiliyetlerini hazırlamaktır. Yoksa Tanrının her hangi bir maddeyi isbat eder gibi isbatınm kaabil olmıyacağı hakikati şöyle dursun, hattâ Onun varlığım, herhangi bir nesneyi ve mefhumu anlar gibi maddi manada anhyabilmek dahi bahis mevzuu olamaz.

Maddi isbat diyince, umumî anlayışa göre insanın aklına muteber bir takım hassi ölçüler, miyarlar ve kıymetlerle kıyas’edilerek bir şeyin mevcudiyetini tesbit ve takdir etmek gelir. Halbuki yukardan beri arzettiğimiz gibi bir İlâhî mefhumun hassi yollardan, yani objektif faaliyetlerle tetkikine imkân olmadığı zaten belirtilmişti. Ve burada Mevlânanın sözleri de Tanrının objektif değil, sübjektif ruh faaliyetfle isbatmı ifade etmektedir. îş böyle olunca «îsbat» tabirinin mutat maddi manadaki delâletinin burada yeri kalmaz.

Şu halde burada geçen isbat kelimesinin hakiki manasına göre bu sözde ruhun dışardan örnekler alarak değil, kendisinin gene kendisi tarafından ikna edilmesi, yani öz varlığında cereyan edecek bir faaliyetten sonra Allah hakkmdaki imanının teessüsü bahis mevzuudur ki yukardanberi arzede gelmekte olduğumuz sübjektif ruh faaliyeti yolile Allaha yaklaşmak Onu duymak fikrinin bu da başka bir ifadesidir. Bu izahattan sonra tebliğe tekrar devam edebiliriz;

«Halbuki gaşyi İlahî insana ne öğüt, ne merasim, ne şu, ne bu ile gâlemez.»

Burada Mevlâna sual soran zatın doğrudan doğruya sorusuna temas ederek, insanın Allaha yaklaşmasının herhangi bir tarikate sülükle mnmkün olabileceği, zihabını tashih etmek istiyor. Ve şöyle devam ediyor:

«Gaşyi İlahî bir sestir ki kulaktan vicdanlarda çınlar. O, bir nefestir ki bütün eczamızın hayatiyetini idame eder. O, bir rüyadır ki hakikatlerimizin en ulvisidir ve o rüya güneş altında daha vazıh görünür. O, bir hiin ti hardır ki bütün ruhlar ve ruhtandaha üstün nihayetsiz varlıklar tarafından namütenahi tazim ve tebcillerle anılır. Halik, bu itibarla size en doğru yolu nasibetsin. Allah, O, bizim erişemiyeceğimiz ebedî bir arzudur.»

Yukarı ki güzel ve derin sözler insanın, hiç bir dış tesir altında kalmadan, hiç bir otoritenin emir ve kumandasına kendisini tabi ve esir sanmadan vicdanının bütün hürriyetile kabul ettiği gibi, Allah’ı duyması -ve Ona iman etmesi lâzım geldiğini ve bunun için de lüzumlu olan kudretleri gene kendi öz varlığında arayıp bulmak cehit ve gayretini göstermesi icabettiğini açıkça anlatmaktadır ki dünyamızda böyle bir hakikat ancak bu kadar açık bir dille anlatılabilir. Ne mutlu bunu anhyana.

İç duygularını nazari itibare almadan Allah hakkında, objektif kıymetlere dayanarak yalnız zekâ yolile, beklenilen ve arzu edilen neticeye varmak mümkün olmaz. Yani yalnız düşünce mahsulü olarak Allah hakkında bulunmuş ve söylenmiş fikirlerin hiç birisi Ona lâyık bir kıymet arzetmez. Bunların hepsi ancak; bizim eşya, hâdiseler ve âlemler hakkındaki bilgi ve sezişlerimizin dar hudutları arasında mahsur kalmış bir anlayışın ifadesi olabilir. Halbuki O; bütün bu hâdiseleri, eşyayı ve âlemleri yaratan, varedendir. Varedilmiş eşya, hâdisat ve avalim hakkında bile bilgisi sıfır olan bir in Ranın, bu topal yürüyüşü ile o görülen eserlerin daha nülyariarcasını vareden bir kudreti bir obje gibi, dünyalarda mevcut bir madde gibi tanıyıp tarif edebileceğini farzetmek bile abes bir iş olur. M. Mollanın aşağıdaki sözleri bu düşüncemizde bizi takviye etmektedir:

M. MOLLA: (20/3/1950)

«Bütün feyizleriniz, var oluşunuzdan başlıyarak ilelebetliğe kadar bir müessirin eseridir. Sair âmiller bu irade etrafındaki tali rükünlerdir. Ve size «esas» görünenler bir öncekinin tali zuhurlarından başka bir şey değildir.

«Allah ezelî ve ebedidir, dendikçe bunların, ancak kendi ölçülerinize yaklaştırılmış, mustar kalındığı için bizzarure söylenmiş sözler olduğunu anlamalısınız. Yoksa uluhiyetin hiç bir sıfat ve ölçü ile ve bizzat şuur ve nefsani kudretinizin birleşmesüe de beşerî bir manaya inkilâp edecek bir «yaratıcılık sureti» bahis mevzuu olamaz.

. «Âlemlerin yaradılış ve seyirlerine dair ne bilirseniz Tanrıya giden yol hakkında da ancak o derece feyiz sahibisinizdir. Şu halde bir insan için en verimli çığır, işte bu derin sükûnete müstağrak sonsuzluk ve mesafeler sezişine kalben dönebilmektir.»

Muhterem dostumuz, Allaha yaklaşmak ve Onu duymak idealinde objektif dediğimiz araştırma yolundan sübjektif yola geçmenin ne kadar lüzumlu olduğunu bilhassa son cümlesüe açıkça tebarüz ettirmiş bulunmaktadır.

«insan külli kudrete sahiptir, cüzü de bundadır.

«İnsan ebedidir, fena da bundadır.        

«insan şuurludur, istiğrak da bundadır.»

«Yalnız, insanda bir şey yoktur: Uluhiyetle iştigal takati...» ’

Bizim evvelce söylediğimiz (1) ve yukarda M. Mollanın dediği gibi, hakikaten kudretin küllisi de, cüzisi de insandadır. Mutlakta bu manada bir kudret düşünülemez. Yani Onun kudretinin bizim anladığımız veya anhyamadığımız kudret şekillerinden hiç birisile münasebeti bahis mevzuu olamaz. Ve o kadar olamaz ki bu bahis mevzuu olmayişlik, Mutlak baklandaki her şeyde olduğu gibi bizim ebedî anlayişsizliğimizin, tarif ve tavsifteki imkânsızlığımızın tam bir ifadesi yerine geçer. Netekim bu işi esasından ele alan M. Molla, yukardaki sözlerinin son cümlesinde: insanda her şey vardır, yalnız bir şey yoktur: o da Uluhiyetle iştigal takati, diyerek meseleyi kökünden halledivermiş oluyor ki biz de bu söze bütün varlığımızla inanmış bulunuyoruz. Şimdi ruh dostumuzun tebliğine devam ediyoruz:

«Bu takdirde siz, en büyük isteğinizle de cüret eyieseniz en küçük bir ıttılaa erişemezsiniz. Yalnız:

«Allah büyüktür, diyiniz: Büyüklük, hudutlardan öte bir idrakse.

«Allah vardır, diyiniz: Bu varlık bütün âlemlerin, tekevvünün varlığından üstün bir mefhum ise.

«Allah ezelî ve ebedidir, diyiniz: Eğer zamansızlık içinde söylenmiş ise.

«Allah kaadirdir, diyiniz: Kudretinizin ve bütün iktidarların aciz karşılığı olmıyacak bir anlayışa erişen hususiyeti içinde düşünebilmişseniz-.-

«Rabbaniyet size büyük bir teneffüs vermiştir: gökler.

«Size yüksek bir cevelan vermiştir: bütün mesafeler.

«Size düşünmek, duymak ve tahayyül etmek hassalan vermiştir: varlığın esrarındaki ilahı kastı bildiğiniz nisbette...

«Hiç bir duruş, hiç bir tuzak, hiç bir bahane ile bağlı değilsiniz: hürriyetlerin en güzeli, en sonsuzu, en şartsızı Ondandır.

«Zevklerin en derini, en tükenmezi Ondan, Şuurun en yorulmaz ve uyumaz olanı gene Ondan.

«O dilediği için bir parıltıyı bir anda tasavvur yaptı O bildiği için siz de öğrendiniz. O verdiği için siz de istediniz. O andığı için siz de konuştunuz.

«İnsan! Sonsuz meserret ve satvet dolu insan!... Ne bahtiyar, ne ulu ne lâyetenahi şanın var!...»

MUTLAK MEFHUMU HAKKINDA

Beşerî idrakle, Mutlak hakkında bir şeyler söylemek icap ederse evvelemirde, Onun hiç bir şeyle, hiç bir tarzda ve yolda nisbet ve kıyas kabul etmediğini, Ona hiç bir kıymetin takdiri bahis mevzuu olmadığım düşün-

(1) 14 üncü sayfaya müracaat.

mek ve kabul etmek lâzungelir. Bu düşünce üzerinde durdukça insanın duygularında bir şumullenme baş gösterir. Ve bu şumullenme ile mütenasip olarak insanda, Allaha doğru bir yönelme bir kendini verme ve yükselme kudreti hâsıl olur. Ve bu kudret husule geldikçe de İlâhî duyguların kalbdeki izleri derinleşmeğe ve derinleştikçe şuurlaşmağa başlar.

Kıyas ve nisbet olunmak veya olunmamak ne demektir?

Kendisinden gayrı olanla nisbet ve kıyas kabul etmenin bir insan düşüncesile bulunabilen kıstaslarından bazılarını zikredeceğiz:

Birincisi: nisbet kabul eden, nisbi olan her şey bir sıfat taşımakla malûldür. Yani o şey, muhakkak birbirine nazaran derecelenmiş farklarla aynlan birtakım hususiyetlerden ya birile veya ötekile vasıflanmağa mahkumdur. Meselâ bir taş parçası nisbidir. Zira onda büyüklüğe nisbeten küçüklük, beyazlığa nisbeten siyahlık, yumuşaklığa nisbeten sertlik... gibi birbirile kıyasen kıymet kazanan sayısız hususiyetler mevcuttur.

Keza bir insan dediğimiz zaman yaşlılık, gençlik, basitlik, olgunluk, güzellik, çirkinlik, akıllılık, budalalık gibi birbirine nisbet edilen sayısız vasıflar onda vardır. Böylece kemal, irade, kudret, bilgi, tahayyül sevgi... gibi bütün manevi mefhumlar da nisbidirler. Çünkü bunlar da birbirine nazaran değişen derece farklarile kıyaslanırlar. Yani azlık, çokluk, basitlik, mükemmellik, yükseklik, alçaklık, şu veya bu gibi birsürü nüanslar ve farklarla birbirinden aynlan hususiyetlere göre bunlar kıymetlenirler.

İkincisi: nisbi olan her şey zıddile veya mümasilde kıymet kazanır. Meselâ: Kâinatta aynı tondaki kırmızı renkten başka hiç bîr renk olmasa, yani bütün kâinat baştan başa muayyen bir tondaki kırmızı renkle boyanmış olsa ortada renk mefhumu diye bir şey kalmaz. Keza dünyada fenalık diye hiç bir şey olmasa, yani iyilik mefhumu ile kıyas edilecek zıt veya mümasil başka bir mefhum kalmasa ortada iyilik diye de bir mefhum düşünülemez. Bunun gibi, birbirinden farklı kemal dereceleri mevcut olmasa kemal ve tekâmül mefhumları da ortada kalmaz. Mademki bir renk, bir iyiilk, bir kemal mefhumu vardır o halde bunlar nisbidirler. Daha doğrusu bunların kıymetlerinin anlaşılabilmeleri ancak bu nisbi durumlarüe kaabildir.

Üçüncüsü; nisbi olan her hâdise, her şey, her varlık kendisine nisbet olunan ve kendisile kıyas kabul eden diğer hâdiseler, varlıklar ve objelerle kıymetlenir ve hususiyet kazanır. Meselâ bir bulut ancak suya, havaya ve diğer binlerce eşyaya nisbetle buluttur. Yani onun buluttuk hususiyetini biz ancak diğer varlıkların ve eşyanın hususiyetleri karşısında kıymetlendirebiliriz. Eğer bütün kâinat ve her şey buluttan ibaret olsaydı bulutun idrak edilebilecek hiç bîr hususiyeti kalmazdı. O halde hususiyet alan, sıfatlanan her hâdise, her şey, her varlık nisbidir.

Dördüncüsü: nisbi olan her şey, her hâdise, her varlık başka bir şeyde, bir hâdisede, bir varlıkta mevcut hususiyetlerin bir çoğunun kendisinde buluınmayişi ile maluldür. Meselâ insan dediğimiz zaman taşta olan bir takını hususiyetler: Tam bir atalet, hissizlik, idraksizlik... halleri onda yoktur. Keza gül ağacında olan yapraklar ve çiçekler de onda yoktur. Nihayet, kedide olan biçim ve şekilden de o mahrumdur. Hattâ diğer insanlarda mevcut zekâ, hamakat, cesaret ve korkaklık gibi ruh halleri veyahut beden şekil ve biçimleri de kendisinde ayni derecede ve tarzda bulunmaz. Ve hattâ bizzat kendinin muhtelif zamanlarındaki ruhi ve asmam halleri bile birbirine uymaz. Demek ki nisbi olan hiç bir şey kusurdan ve eksiklikten azade değildir.

Beşincisi; nisbi olan her şey başka bir şeyde de mevcut olan hususiyetlerin, kendisile kıyası mümkün bir veya bir kaçına maliktir. Meselâ taş serttir, demir de serttir, insan canlıdır, hayvan da canlıdır, irade kuvvetlidir, hafıza da kuvvetlidir. Şu halde nisbi olan her şeyin mutlaka bir veya bir kaç cepheden kendisinden gayrı şeylerden bir çoğuna benziyen tarafları vardır.

Altıncısı: Nisbi olan her hâdise, her şey, her varlık, diğer hâdiselerin, şeylerin ve varlıkların; kendisi üzerinde azçok bir değişiklik husule getiren tesirlerinden kurtulamaz. Bu değişiklikler doğrudan doğruya olsun veya vasıtalı olsun muhakkak husule gelir. Zira değişme ile müterafık olan teessürîyet hali, nisbiliğin bir icabıdır. Meselâ bir taş parçası zamanla rüzgârların veya suların tesiri altında yontulur, şeklini değiştirir veya erir gider. Bir insan ruhu, ne kadar yüksek ve kâmil olursa olsun etrafında bulunan bir çok insanların, varlıkların ve hâdiselerin tesiri altında bilerek veya bilmiyerek kalır. Ve bu tesirlerin şekillerine, derecelerine göre onun varlığında zamanla birtakım değişmeler vaki olur.

Dünyalar birbirine tesir eder, birbiri üzerinde birsürü değişmeler husule getirir. Atomlar birbirine tesir eder ve bir takım tezahürata sebep olur.

Şu halde, nisbi hiç bir şey yoktur ki kendisine tesir eden ve bu tesirin neticesinde kendi varlığında tahavvüller husule getirenbaşka bir şeyin tesirinden azade kalabilsin.

Yedincisi: Nisbi olan her şeyin, her hâdisenin ve her varlığın mevcudiyeti, ancak yokluk fikrine nazaran varlık kıymetini iktisabeder. Yani her hangi bir şeyin var olması, yokluğuna nisbetledir. O şey varolabildiği gibi yok da olabilir. Elimde tuttuğum şu kalem var, derken onun elimde olmaması imkânı da bu varlık mefhumunda zımnen meknuzdur. Şu halde varlık yokluğa nazaran, yokluk da varlığa nazaran kıymet kazanan iki mefhumdur. «Var» başka türlü düşünülemez. Eğer kâinatta yokluk mefhumu zihinlerde mevcut olmasaydı varlık mefhumu da bahis mevzuu olamazdı. O halde nisbi olan her şey, kendi hakkında, varlık ve yokluk mefhumlarının çarpışmalarına hedef olmaktan kurtulamıyan bir imkân sembolüdür.

Ve nihayet: Nisbi olan her şey değişmeğe mahkûm kılınmıştır. Yani onun hiç bir zaman ebediyen aynı halde kalacağı düşünülemez. Bizim için hiç değişmez gibi görünen bazı şeylerin de bu görünüşleri zahiridir. Ve an-j rak bizim takdirimize sığabilen zaman kısalığının bir neticesidir. Kâinat-’ ta hareket mevcut oldukça ve hareketler birbirinin teairatmdan azade, kalmadıkça kâinat eczasının değişmezliği bahis mevzuu olamaz. Esasen kâinat bir bakımdan da bir hâdiseler müdüesidir ki, bu hâdiseler kncakj mevcudatın hareketlerle kaim olan mütekabil tesirlerine ve alış verişle-l rine bağlı bir keyfiyettir. Ve bu da kâinatta illiyet prensibi gibi muazzam! bir kanunun icabile taayyün etmiştir. Şu halde nisbi olan hiç bir şey, bul illiyet prensibinin şumulü haricine çıkarak ebedî bir değişmezlik hali arzedemez. Zaman değişir, insan değişir, mekân değişir, hâdisat değişir, kâ-l inat değişir her şey değişir, Her şey nisbidir.        

Bu mülâhazalardan sonra karşımıza şöyle bir sual dikiliyor: Şimdiye! kadar söylediğimiz illetleri acaba Mutlak hakkında, Allah hakkında dü-1 şünebilir miyiz?Bunlardan bir tanesini bile Allah hakkında düşünmek! Onun nisbiliğini kabul etmek, Mutlaklığını ve binnetice Allattığını inkâr! etmek olur. Ve bunu yapan insanın Allah’ı da nihayet yaratılmış, mahlûk! bir puttan ibaret kalır. O halde:        1

Mutlak hiç bir sıfatla malûl değildir. Binaenaleyh Onda beyazlık, si-1 yattık, yaşlılık, gençlik, kemal ve kemalsizlik gibi hiç bir sıfat bahis mev-1 zuu edilemez.        1

Mutlak, hiç bir şeyle mümaselet, müşabehet ve zıddiyet kabul etmez! Binaenaleyh Onun karşısında itibar kazanabilecek hiç bir kıymet, hiç biri mevzu düşünülemez.

Mutlak, noksanlık veya tamamiyet mefhumlarından münezzehtir. Zi-1 ra noksanlığı ve temamiyeti dahi O yaratmıştır.

Mutlak hakkında nisbeti ve kıyası bahis mevzuu olmayan hiç bir mü-l essirin, Onun üzerindeki herhangi bir tesiri de düşünülemez. Zira bütün! tesirler ve bu tesirlerin müessirleri, Onun evamirini taşıyan kanunlannınl hâkimiyeti altındadır. Ve Onun tarafından yaratılmışlardır.

Mutlak hakkında beşerî kudrette anlaşılabilen yokluğa nisbet edile! cek bir varlık mefhumu bahis mevzuu olamaz. Ve bunun içindir ki, Onunvarlığını hiç bir mahlûk idrak edememiştir, edemez ve edemiyeeektir

Mutlak hakkında değişmek, başka türlü olmak, yükselmek, alçalmak! ve tekâmül etmek gibi mefhumların hiç birisi düşünülemez ve bahis mevzuu edilemez.        

Buraya gelince, bazılarının akima şöyle bir fikir gelebilir: Peki ama Allah bıkkındaki bu düşünceden sonra Onun Varlığına dair söylenebilecek hiç bir söz, düşünülebilecek hiç bir mefhum ve mevzu kalmıyor. Boy! le şey olur mu? Elbette olur ya! Ve elbette öyle olacak! Onun içindir ka Allah’ın varlığı hakkında insan ruhundan yükselebilecek en beliğ söz, Ona. karşı duyulan sonsuz bir sevgi ile dolu hayraniyet duygusu içine dalarak susmaktır, deriz.

İşte kısır bir insan ağzı ile Mutlak hakkında söylenebilecek bir kelâm, Onun hiç bir kul tarafından ebediyen anlaşılamıyacak Varlığının namütenahide birini bile izaha yetmiyecek kadar böyle sıfır derecesinde küçük ve sönük kalır. Ne yapalım!... Belki bu sözlerden de bazı şeyler anlayacaklar veya hiç bir şey anlamıyacaklar bulunabilir ve elbette bulunacaktır. Esasen O büyük Tanrıyı anladım, diyebilen kim olmuş ki. Onun hakkında âciz bir insan ağzüe söylenebilmiş bu kadar küçük bir sözden dahi hiç bir şey anlamıyacaklar bulunmuş olmasın!...

Spatyomdan kıymetli irşatlarda bulunan ilerideki ruh dostlarımızın da hiç biri Tanrı hakkında, arzettiğimiz bu çok mahdut ve Onun ilâhî Kudretile asla mütenasip olmıyacak kadar küçük görüş zaviyemizden daha geniş bir saha içinde dünya dilimiz ve anlayişimizle bizlere bir şeyler vermek ve anlatabilmek kudretini gösterememiştir. Çünkü bizler bundan ilermni anhyabüecek durumda bulunmuyoruz. Binaenaleyh bu kudretsizlik anlardan ziyade bizim beşerî kifayetsizliğimizin bir neticesidir.

Bununla beraber onların bu husustaki bilgilerinin de ne kadar yüksek durumda bulunurlarsa bulunsunlar - Mutlak karşısında bir sıfırdan ibaret kaldığım ve kalacağım unutmamak lâzım gelir. Zira Mutlak, Mutlaktan gayri ile kabili izah ve kıyas değildir. Halbuki Mutlaktan gayrı bir Mutlak mefhumu bahis mevzuu olamaz.

Şu halde, tekâmül dereceleri ne kadar ilerlemiş olursa olsun, ne kadar yüksek ideal kemal mertebelerine ulaşmış bulunurlarsa bulunsunlar ve beşerî bütün idraklerin ne kadar üstüne çıkmış olurlarsa olsunlar, ruhların ve bütün varlıkların Mutlak hakkında, kendi seviyelerine göre ve nisbetle anlayişleri farklı birer kıymet olduğu halde Mutlak karşısında bu kıymet -kendi ifadelerine de nazaran- sıfır noktasını aşmayan Ibir aczin ifadesi olmak mahkûmiyetinden kurtulamıyacaktır. Bu hal bizim dahi kani olacak kadar akıl erdirelbildiğimiz bir hakikattir. Netekim çok kıymetli bir ruh üstadımızdan almış olduğumuz aşağıdaki tebliğ bu hususta okuyucu dostlarıma açık fikirler vermektedir.

ÜSTAD: (3/5/1936)

«B. R. — Mutlak, bir realite midir?.

«üstad — Deminki sözlerimden, anladığınız veçhile, bizim bildiğimiz realite nisbidir. Mutlak Realite, Halik hakkında düşünülebilir.

«B. R, — O halde büzlerin nisbi realitemizin Mutlak Realite karşısındaki kıymeti nedir?.

«Üstad — Sıfır... Nisbet kabul etmez.

«B. R. — Nisbi realitelerin yüksele, yüksele günün birinde Mutlak Realiteye yaklaşması mümkün olacak mı?.

«Üstad — Hayır... Yaklaşmak tabirini yakınma varmak manasına

telâkki ediyorsanız hayır.

«B. R. — Nisbi realitelerin Mutlak Realiteye ulaşması hiç bir zaman mümkün olmıyacak mı?.

«Üstad — Ulûhiyet iktisab etmek olur.

«B. R. — Ulûhiyet iktisab etmek olur, demek bu işin hiç bir zaman mümkün olmayacağı mı demektir?.

«Üstad — Evet.»

Üstadın bu tebliğinden on üç sene sonra başka bir muhitte ve evvelki medyumla hiç bir irtibatı, münasebeti ve tanışıklığı bulunmıyan başka bir medyum vasıtasile ruh âleminden aldığımız başka bir tebliğde de ayni ifadeleri görüyoruz:

M. MOLLA: (27/9/1949)

«Ruhların izafiliği onların Mutlak olmadıklarım kendiliğinden isbat ediyor. Yoksa Mutlak olmak için Halik olmak lâzımdır.»

Şimdi tekrar üstadın başka bir tebliğinde bu hususa dair geçen 'bazı kıymetli sözleri naklediyoruz:

ÜSTAD: (10/5/1936)

«B. R. — Veritelerin Mutlak Realite karşısındaki kıymeti nedir?.

«Üstad — Mutlak Realiteye yaklaşmanın imkânı olmadığını söyle miştim. Yalnız, O istikamete müteveccih olarak terakki mevzuu bahis i olabilir.

«B. R, — Mutlak Realiteye nisbetle izafi realitelerin birbirine nazaran kıymeti nedir?.        i

«Üstad — Söylediğim gibi, Mutlak Realiteye nîsbet olunacak izafi realite yoktur. Binaenaleyh Ona göre kıymet izafe edilecek bir mevzu bulunamaz.»

Üstad dediğimiz ve kendisine çok itimat ettiğimiz bu varlık, medyumlarımız vasıtasile ruh âleminde temasta bulunduğumuz varlıkların bizce en İlerde olanlarından birisidir. Bu kıymetli varlığın bile, Mutlak karşısında kendisini ne kadar küçük ve söz söyliyemiyecek derecede âciz durumda gördüğünü gene kendisinin aşağıya naklettiğimiz muhtelif tebliğleri bize birer ibret dersi verecek şekilde göstermektedir:

ÜSTAD: (24/5/1936)

«B. R. — Maddelerin gerek aşağıya, gerek yukarıya doğru mutlak btr nihayet noktası var mıdır?.

«Üstad — Mutlaktan; bahsetmeyin. Benim iktidarım Mutlaka taaUuk etmez.»        1

ÜSTAD: (6/2/1936)        İ

«B. R. — Mutlak sıfır mevcut mudur?

«Üstad — Evvelce söylediğim gibi Mutlaktan bahsetmeyiniz. Bu gibi, maddi âlemin idraki haricinde kalan mevzular tarif edihnekle bir fayda temin edilemez.»

ÜST AD: (12/7/1936)

«B. R. — Maddelerin kesafet ve seyyaliyet halleri arasındaki münasebeti temin eden kanun izafimidir, mutlak mıdır?

«Üstad — Mutlaktan bahsetmemenizi evvelce söylemiştim. Hepsi izafidir.»

119/9/1936)

«B. R. — Apsolü (Mutlak) ne demektir?

«Üstad — Ondan bahsetmemenizi rica etmiştim.»

SÜBJEKTİF VE OBJEKTİF ARAŞTIRMA YOLLARINDA
DÜŞÜLMESİ MELHUZ HATALAR

Allaha yönelmenin, Onu duymağa çalışmanın, Allah yoluna düşmenin tahakkuku uğrunda gösterilecek objektif ve sübjektif mıh faaliyetlerinin, insanı merhaleden merhaleye yükselteceği muhakkaktır. Bununla beraber insanların vicdanlarının ve ruh kudretlerinin henüz kifayet derecesinde inkişaf etmemiş olduğu devrelerde kökleşmiş bir akideye saplanıp kalmaları, İlahî yollarda yürürken kendilerinin bir takım duraklamalara maruz bulunmalarını intaç edebilir. Bilhassa dışardan gelen telkinler, görenekler, maddi zaruret veya menfaatlerden kökünü almış bir takım zorlayıcı tesirler bu duraklamaları neticelendirici başlıca âmillerdendir.

Meselâ putperest bir âileden gelen çocuğun, bu âilenin gittiği sapık yoldan kendisini kurtarabilmesi, ancak onun ruh hürriyet ve istiklâlini kazanabilecek bir duruma girmiş olmasına vabestedir. Ve illâ babanın sakim putperestlik yolunda o da babası gibi otomatikman yürümeğe devam edecektir. Muhammet, kendisini çok seven ve himaye etmiş bulunan amıcası Ebutalibe ölüm döşeğinde: «Sevgili amıcacığım, son nefesini vermeden lâilahe illahllah, deki ben huzuru İlahîde senin müsliiman oldoğuna şahit olayım» (1) teklifini yaptığı zaman o, büyük peygambere şu cevabı vermişti: «Ben, Abdülmuttalibin dini üzere ölüyorum. Ya Muhammet, senin sözlerini kabul ederdim. Fakat Kureyş benim ölümden korkarak din değiştirdiğime zahip ohır.»

Bu sahne çok manalıdır. Burada Ebutalibin müsliiman olup olmadığı mevzuu üzerinde duracak değiliz. Ancak, ibret gözüyle temaşa ederiz ki zamanında doğan parlak bir hakikat güneşi, gözlerini kamaştırdığı halde; ailesinin, kabilesinin ve muhitinin sakim ve köklenmiş kanaatleriyle zincirlenen ve sımsıkı bağlanan vicdanı bu güneşe karşı gözlerini yummaktan Ebutalibi alakoyamamıştı. Bu, binlercesine, milyonlar ve milyon- larcasma ibret dersi teşkil eden hazin bir vakıadır.

İşte böylece herhangi bir kanaate saplanıp kalmış bir âileden, bir muhitten, Ibir cemaatten dünyaya gelen bir çocuğun o aile, muhit ve cemaatin tesiri altında kalarak o kanaatin yöneldiği iyi veya kötü istikametlere kendiliğinden sürüklenmesi imkânı her an mevcuttur. Ve bu hal biraz da tabiidir. Fakat böyle dışardan gelen tesirlerin istikametlerinin kötülüğe saptığını öğrendikleri ve vicdanlarile hissettikleri anda bu istikametlerden ayrılmak için lâzım gelen kudretleri gene bizzat kendi ruhlarından almak imkânlarını araştırmakla ve ruhlarını buna daima hazır bulundurmakla insanlar mükellef kılınmışlardır.

İşte birbiri arkasından gelen dinlerin inişlerindeki ilahi hikmeti bu noktada aramak lâzım gelir. Evvelki bir dinin, dünya asırlarından ve nesillerinden artakalmış bazı curufun kararttığı nurlarım tekrar parlatmak ve ona yeni nurlar katmak için zamanı gelince başka bir peygamber başka bir dinle dünyaya indirilmiştir- Yoksa din birdir. Ve çeşit çeşit dinler yoktur. Yalnız, o tek dinin yaydığı esas hakikatler zaman zaman unutulur ve bundan mütevellit insan ruhlarında sapıklıklar, uyuşukluklar ve duraklamalar peyda olur. O zaman bu sapıklığı düzeltmek, bu durgunluğu kamçılamak ve bu duraklamayı harekete getirmek için din, yeni hayat şartlarına ve icaplarına uygun bir çehre ile kendisini insanlar arasında yaymağa lâyık ve muktedir varlıklar yani peygamberler ve mürşitler tarafından yeryüzüne tekrar arzedilir. İşte tek dinin, yani ilahi yolun muhtelif dinler halinde görülen manzarası budur.

Basiret sahibi insanlara burada düşen iş, bu tek dinin muhtelif isimdeki çeşitli safahatı arasında dünya durdukça değişmesi bahis mevzuu olmı- yan ve her safhada söylenmiş bulunan İlahî esasları ve hakikatleri; zamana göre değişmesi zaruri ve lüzumlu şe’niyetlerden ve hazırlayıcı teka- lüften ayırmak ve aradaki ayrılık ve gaynhğm ancak bu tali şe’niyetlerden, şekillerden ve merasimlerden doğmuş olduğunu anlamağa çalışmaktır. Esasen her din vazu kendisinden evvel gelen dinin hak yolu olduğunu söylemiş ancak, tekamül icabı olarak o yolun zamanla ifşası zaruret haline giren bazı yeni istikametlerini ve kaybolmuş esaslarım göstermiştir.

Din bir irşattır. Ve din vazu olan peygamberler de birer mürşittirler. İnsan bu irşadı ^kendisine, gene kendi kudretile bir cennet yolu yapabileceği gibi, kendi kudretsizliğile korkunç bir cehennemin uçurumu haline de sokabilir.

Hangi dinden olursa olsun kendi -dininden, Allah’ın yoluna ait büyük esasları, zevahire ve kimsenin telkin ve tesirine kapılmıyarak insan, en büyük kurtarıcısı ve rehperi olan vicdanından aldığı ilhamlarla hakiki yolunu bulup çıkarabilir ve onunla âmil olursa eefinetinin yolunda sayılır. Ve illa, vicdanının seslerini, onun bunun hangi maksatlar peşinde olduğu belirsiz telkin ve hükümlerine feda eyleyip ruhunu kaybeden inşan gene hangi dinden olursa olsun hakikatin düz yolunda değil, dalaletin uçurumu üzerinde bulunur. Allah bu hakikati görmek basiretini insanlara versin ve onların yegane kurtarıcısı olan vicdanlarının, nurunu par- ratsın ve o vicdanların hürriyetlerini kendilerine hissettirsin.

İhsan hem dünyada, hem dünya ötesinde yaptığı işlerin tek mesulü olarak kalacaktır. Mesuliyetini idrak etmiş bir varlığın efal ve harekâtını da gene bizzat kendisinin tâyin etmesi lâzungelir. Bunun içindir ki Allah insanlara her devirde o devrin icaplarına uygun ve anlayiş kabiliyetine göre konuşan mürşitler göndermiş ve o mürşitler insanların vicdanlarına muhtelif vasıtaları kullanarak, muhtelif dillerle İlahî hakikatlerin anlıya- bilecekleri ve duyabilecekleri kadarını fısıldamışlardır. Yeter ki insanlar Ibu nurlanmış vicdanlarile haşhaşa kalabilsinler, vicdan hürriyetine sadakat göstermenin bir tekamül zarureti ve bir ilahi murat olduğunu idrak etsinler ve Ebutalibin yolunu tutmasınlar.

Kainatta dünya dışı öyle sonsuz ve nihayetsiz ruh hayatları ve âlemleri vardır ki oralarda varlıkların tek başına kalarak kendi durumlarına gene bizzat kendilerinin çeki düzen vermesi icabedeceği zamanlar ve anlar gelecektir. İşte kimseden ne bir fikrin, ne bir nasihatin, ne bir tesellinin ve ne $e bir yardımın gelmediğini hissettikleri bu anlar, insanların tekâmülleri, için muvakkat olan hayat safhalarından birer parçacıktır. Dünyada iken tam bir hürriyet içinde vicdanlarile başbaşa kalarak onların direktiflerine uymak suretiyle kendilerini bu safhalara hazırlıyamamış olanlar, bu hal karşısında çok büyük zahmetlere ve sıkıntılara düşeceklerdir ki bu da onlann ruh hayatlarında azap ve işkence ile geçirecekleri birer merhale olacaktır.

Şu halde akıllı insanların henüz dünyada iken yapacakları en mühim iş tek dinin, her devirde ilahı bir lütuf olarak bahşedilmiş çeşitli irşat yollarile vicdanlarını nuriandırmalan, bu nurlu vicdanlarının daima gelişen, gürleşen seslerini duymaları, onunla sık sık başbaşa kalmasını öğrenerek o sesin gösterdiği istikametlerde ne pahasına olursa olsun yürümek cehit ve gayretini asla ihmal etmemeleridir. Bunun için insanların önüne her an çeşitli engeller dikilir. Ve bu engeller türlü türlü çehrelere bürünerek onu aldatmağa çalışır. Bazıları gûya kutsi ve dinî bir tavır takınır, bazıları insanın şehvani ve nefsani duygularım gıcıklar, basılan da para, şöhret, mevki v.s. gibi birtakım cazibeli hüviyetlere bürünerek insanı sımsıkı bağlamağa çalışır. İşte şeytan denilen şey, bu engellerin karşısında, insanı durduracak, yolundan alakoyaCak ya taassup ve cehalet, veyahut şahlanmış nefsaniyet ve ihtiraslardır. Zira bu bir çök başlı yılan, yani insanın içindeki bu şeytan, vicdanın en büyük düşmanı, en amansız bir kaatilidir. Ve bu canavarı tahrik eden, bir kısmım yukarıda saydığımız engeller hakikatte, akıllı insanların elinde yüksek merhalelere ulaşmağa ancak birer vasıta olarak kullanılması İcap eden birer tecrübe unsurudur ki biz bunlara, epröv diyoruz. İşte insanların dünyaya gelmelerindeki hakiki maksat da bu engelleri gaye edinerek onları, ayaklarına vurulmuş birer zencir yapmak değil, İlahî gayeler yolunda birer geçici vasıta halinde kullanarak bu eprövlerde muzaffer olmanın yolunu tutmak fırsatını elde etmektir.

Allah insanları dünyadaki bu mücadelelerinde yalnız ve yardımcısız bırakmamıştır. Yükselmek ihtiyacını duyan ve Allah yolunu tutmak is- tiyen her insan, her devirde, her türlü irşada nail olabilir. İşte Ibiz de bugün, yüksek ruh âlemlerinden almakta bulunduğumuz kıymetli tebligat ve ilhamlarla desteklenmiş olmaktan duyduğumuz bir haz içinde, yalnız bırakılmadığım duyanlar ve idrak etmek bahtiyarlığına ulaşanlar . arasında bulunduğumuzu hissetmekle sevinmekteyiz.

Bu sevincin kapısı herkese açıktır. Vicdanım esaretten ve kökleşmiş kanaatlerin zorbalığından kurtarmak istiyen her iyi niyetli insan bu kapıdan içeri girebilir. Ve girdikten sonra çok yerlerde, asırlardanberi birbiri üzerine eklenen beşerî ve nefsani düşüncelerle bulandırılmış ve karartılmış tek dinîn öğrettiği büyük ve ebedî hakikatlerin bir güneş gibi vicdanında parlamağa başladığını derhal his eder. Bu his ediş, o güneşin mütemadiyen, ruhunda yayılan, bollaşan sevinç, neşat ve huzur verici ılık nurlarının saadetini ona tattırır. Ve böylece o, ilerlemekte olduğu İlahî yolundan zerre kadar ayrılmıyan, Allah’ı kalbinden bir an bile çıkar- mıyan ve etrafındakilere mütemadiyen nur saçan kudretleri artmış, faal, faydalı ve mesut bir varlık olmanın yolunu bulur. Ve işte, ancak böyle parlatılmış vicdanlarının ışığı altında hareket eden insanlardır ki hangi dine mensup olurlarsa olsunlar, Allah, Hakikat yoluna ulaşmak bahtiyarlığına ermiş kişilerdir. Allah, yüksek âlemlerdeki varlıklarına emir ihsan buyurarak aydınlık istiyen her âciz ve muhtaç kuluna, bu yüksek varlıkların ilhamlarından bir parçacık nur nasip etsin. Onları bizim de kavuştuğumuz bahtiyarlığa kavuştursun. Ve gözlerini kamaştıran nurlara bakmak korkusunu insanlardan kaldırsın.

İhsanlar, elden ele tevdi edilerek yayılıp giden hakikat nurlarına böylece kavuşa kavuşa hakikatlerin Hakikati olan İlahî Kaynağa - kökleşmiş bazı müfsit ve menfaatlere dayanan batıl itikatları ve hurafeleri araya sokmadan - ruhlarım yaklaştırırlar. Bazıları için çok kolay olabilen bu hareket, yazık ki büyük bir ekseriyet için yukarıda bir kısmını yazdığım güçlükleri arzeder. Ve bu güçlükleri yenemiyen insan, temiz vicdanının aldığı iyi ilhamlarla görebildiği hakikat yolunun istikametlerinden sapıtır ve tehlikeli uçurumlara doğru adeta güle oynıya ve hattâ kendisini tatmin edilmiş de sanarak, koşmıya başlar. Bu sırada ne yazık ki, o kendisini en üstün bir ilhamın tesiri altında, mahiyeti kendince meçhul ve müphem bir saadete doğru koşan yüksek bir hakikatin yolcusu sanır!.. Hakikatte bunların hali, dümdüz ve tertemiz bir yolda yürüyüp dururken yan bir sokak başında aldatıcı güzeliiğile birden bire karşılarına çıkı- veren küçük bir bahçenin cazibesine kapılarak, veyahut bin bir tehditle ’ kendilerini o sokağa zorla sürüklemek istiyen bir canavarın korkunç pençesine takılarak vicdanının emri hilafına o temiz düz yolu (bırakıp, ba yan sokağa sapan insanların haline benzer. Fakat bu sokaklar belki uzun, meşekkatlerle yüründükten sonra tekrar dönülmesi icap edecek bir çıkmazdır ve belki de insanın kayadan kayaya çarpa çarpa çekilerek yuvarlanacağı ve paramparça olacağı korkunç bir uçurumdur.

Etrafında böyle her türlü nurlandıncı vasıtanın bollukla mevcut olmasına rağmen, birtakım maddi ve dünyevi hesaplarla, kökünü hodkâmlık endişelinden veya bilgisizlikten almış vicdana karşı gelen isyankâr hareketlerle maddi huzuzatm doğurduğu ruh gevşekliğinin ihtiraslarına zebun olarak Allah yolundan aynlanlar, bu yolun objektif ve hattâ sül> jektif safhalarında çeşitli sapıklık hallerinden birine düşerler. Bu halleri üç gurup altında toplamak mümkündür:

  1. — Allah’ı inkâr edenler veya ihmal eyliyenler.
  1. — Maddelerden, objelerden, yani nisbi ve izafi mahlûkattan bazılarını kendilerine Allah yapanlar.
  1. — Bizzat kendilerinin Allah olduklarına veya günün birinde ıbu mertebeye varacaklarına inananlar.

Çok mühim gördüğümüz ve bilgisizlik, görgüsüzlük yüzünden bir çok insanın masumane bir hüsnü niyetle yuvarlanmasına sebep telâkki ettiğimiz bu tehlikeli kanaatler üzerinde biraz durmak ihtiyacım duyuyoruz.

I — ALLAH’I ÎNKAR VEYA İHMAL EDENLER

Evvelâ bunların en kötüsünden işe başlıyarak Allah’ı inkâr edenler üzerinde duracağız. Allah’ı inkâr edenler Allahsızlardır. Veya daha doğrusu kendilerini Allahsız zannedenler, Allaha inanmadıklarını sananlar ve maalesef zorla uyuşturmak istedikleri ve uyuşturabildiklerine zahip Oldukları vicdanlarının hilâfına böyle olmasını istiyenlerdir. Bu hareket, hakikat yolunda olan kimseler nazarında pek acıklı bir manzara teşkil eder. Böyle insanlar ruhen parçalanmış kimselerdir. Yani iki zıt tesirin altında ruhları zebun olmuş ve zebun olmağa mahkûm kalmış kişilerdir.

Bunlar, dünya hayatının, gözlerine soktuğu maddelerle körleşerek ve avunarak ruhlarının bu parçalanışlarından mütevellit sıkıntıyı dünyada iken his etmiyebilirler. Veya daha doğrusu bu hislerini boğabilirler. Fakat ruhlarının dünya maddelerinden ayrılmağa yüz tuttuğu her anda bu ruh parçalanışı, hakiki bir parçalanma halinin bütün acı intibalanm onlara en şiddetli ve hiç bir şeyle teskini mümkün olmıyacak şekilde duyurur. Bu an: ağır hastalık anları , büyük hayat tehlikeleri anları  ve bilhassa bir daha geri dönmemek üzere ölümün çehresini gösterdiği cançe- kişme anlarıdır. İşte hele bu sonuncu halde, ruhun ikiye bölünmüş olmasının husule getirdiği hüsranların ve ıstırapların acı duygulan, vicdandan yükselen keskin ve tevbihkâr feryatlarla birlikte ruha sokulur ve onu yırtarcasına incitir. İşte bu bedbahtlar ruh parçalanışının ne demek olduğunu o zaman anlamış bulunurlar. Fakat yazık ki o anda onların artık kendilerince yapılacak işleri kalmamıştır. Ve böyle kötü bir akibete düşmemeleri için onlar, kendi cehit ve iradelerine bırakılmış olan koca bir dünya hayatı imkân ve fırsatlarını kaçırmış bulunmaktadırlar. Gerçi bu parçalanışın ve düzensizliğin tamirine, çok uzun sürecek zahmetlerden ve yeniden başlıyacak üzüntülü ve ıstıraplı çalışma ve didinmelerle dolu hayatlardan sonra tekrar imkân hâsıl olabilecektir. Fakat onların karşısına çıkan koca bir meçhulat âleminin içinde bu tamir devresinin ne var kit başhyacağı, onlar için o anda düşünülebilmesi ve duyulması kaabil mevzulardan değildir. Bu sapıklık, yani Allah’ı inkâr etmek felâketi, Allah’ı araştırma yolunun bilhassa henüz sübjektif safhasına girmiye vakit kalmadan objektif safhalarında iken insanın başına gelip çatan belâlardandır.

Bütün varlıklarının hakiki kıymetini yalnız fiziko - şimik maddelerde ve onların teşekkülâtında ariyan bir zihniyetin görüş sahası; daima değişmek, bozulmak, dağılıp gözden kaybolmak şiarında bulunan bu organik teşekkülün ancak devamı boyunca temadi eder ve bu devamın maverasında durmağa mahkûm kalır. Meselâ: Şu kalemi idare eden elimin varlığına inanıyorsam bu, onu gözümle gördüğüm, onun kalemle temasını duyduğum ve nihayet derin bir takım hislerle elimin hareketlerini takip edebildiğim içindir. Gözüme ve diğer his organlarıma, kolum hak- kmdaki bu intibaları kaybettirecek bir hâdise zuhur ettiği anda artık ben bu kolun mevcudiyetinden haberdar olamam.

Tıpkı bunun gibi bütün bedenim hakkında da vaziyet böyledir. Eğer ben kendi varlığıma ancak maddi organizmamın teşekkülâtı yolile inanmak durum .ve seviyesinde bulunuyorsam benim için varlığım, bu organizma hakkmdaki duygularımı ve intihalarımı ayakta tutan teşekkülâtı- mın, yani bedenimin, vücudümün mevcudiyetile kaimdir. Ve ben bunu o kadar kati bir realite olarak kabul eder ye benimserim ki kendi varlığıma ait aklıma gelebilecek bütün mevzuatı, hasselerime çarparak bütün müşahedatı ancak bu zaviyeden gören ve bu zaviyeye ircaa çalışan bir otomat haline girerim. Bu taktirde bedenimin mevcut olmadığı yerde ben de kendimce yok sayılmışındır. İşte bu görüş, dünya hayatını gaye ittihaz eden insanlara, ₺u hayat şartlarının kazandırmış olduğu maddi bir itiyattır. Bu itiyatla kâinattaki bütün kıymetleri ancak üç buutlu realiteye bağlı kesif maddelerde aramak gafletine düşen bazı dar görüş sahipleri, hiç bîr kıymetle münasebeti ve kıyası bahis mevzuu olmayan Allah’ı elbette hiç bir yerde bulamıyacak ve inkâr etmiye kalkışacaklardır. Bu adamların ruhlan henüz kifayet derecesinde bir duygu seviyesine yükselememiştir. Maalesef bunlar, duygularının böyle’müteal mevzulara taalluk edebilmesi için lüzumlu ve zaruri olan inkişaflarım beklemeden acele etmişler ve ilelebet yükselmesi icabeden tekâmül merdiveninin daha sekiz on basamağını bile aşamadan bittiğine ve son bulduğuna inanmışlar ve bu basamakların yüksek ve asıl verimli kısımlarına ulaşmadan o, bir arpa boyu olan sekiz on basamaklık yükselişlerinden sonra: (bir şey göremedik. Ve artık gördüklerimizden başka bir şey de kalmadı) kanaati üzerinde saplanıp kalmışlardır.

Demekti bu sapıklık insanın, bütün hakikatleri ve bilhassa hakikatlerin Hakikati olan Allah’ı, kâinat varlığı içindeki takdir kabiliyeti sıfır olan gayrı müsait maddi duygu organlarile araştırmak zorundan kendisini kurtaramadığı zamnan kapısına gelir, dayanır ve onu zorlar. Eğer o kapıyı biraz gevşek ve açık bulursa içeriye bir canavar gibi dalar ve kapıyı da arkasından kapıyarak içerde sımsıkı hapsettiği o ruhu istediği hale benzetir.

Küçük çocukların herkesçe malûm bir ruh hali vardır: Onlar, daima gördükleri, tuttukları, işittikleri şeyleri maddi duygularile anlamağa çalışırlar ve bir şeyin varlığına da ancak bu yoldan kani olurlar. Zira onlar henüz hakiki ruh kudretlerini idrak edecek kadar, dünyada bir şuur seviyesine varmış değillerdir. Çocuklar, beş duyu sistemine o kadar bağlıdırlar ki ruhun insanlık âleminde en esaslı melekelerinden birisi olan ve öz varlığın derin duygularından kökünü alan tahayyül kudretleri le ruhlarında canlandırmak istedikleri şeyleri bile muhakkak kendilerince malûm'en maddi mefhumlara uydurmağa ve benzetmeğe çalışırlar ve bunun dışında hiçbir şeyi anlıyamazlar. Meselâ, hayali bir umacı mefhumu •çocuğun nazarında: dişleri meydanda, çocukları kapan ve yiyen korkunç bir hayvandır, insandır v.s. İşte bunun içindir ki çocuklar, meselâ sevgilerinin veya sevildiklerinin muhakkak surette maddi tezahürlerini göstermek veya görmek isterler. Onlarda, duygulan inkişaf etmiş insanlardaki gibi sevginin ruhtaki derin hazlan ile yetinerek tatmin olunma hali henüz teessüs etmemiştir. Velhasıl çocuğun anlıyabileceği, inanacağı ve kabulleneceği her kıymet objektiftir ve beşeridir. Yani küçük bir çocuk için ancak üç buutlu realite dahilinde kalan maddi ve hassi mefhumlardır ki hakiki varlık kiymetini iktisap edebilrler. Ona Allah’ı bile anlatırken ancak göz yüzünde oturmuş, parlak yüzlü, çok büyük ve iyi ve bel- ’ki de sakallı bir Allah babadan bahsederler. Zira çocuğun bundan başka türlü anlamasına, kabul etmesine ve inanmasına imkân yoktur.

işte bazı insanların çocukluktan kalma bu itiyatları ilerlemiş yaşlarına kadar sürer gider. Ve bu hal onlann da bütün sübjektif veya müteal hakikatler karşısında ruhen tıpkı bir çocuk kadar maddi ve haşşi durumda kalmalarım intaç eder.

Böyle insanlar her hakikati, muhakkak beş duyu organı ile kıymetlendirmiş oldukları eşya ve hâdisata göre değerlendirmek ihtiyacım duyarlar ve bu ölçüye girmiyen her şeyi red ve inkâr ederler. Yalnız, bunların, kendilerini bir bakıma göre çocuklardan daha verimsiz hale sokan kötü bir tarafları Al, ileriye fırlayıp daha üstün şeyleri görebilmelerine yanya n tahayyül melekelerini - bozuk düzen dahi olsa - çocuklar kadar da işletmek faaliyetinden, birtakım maddi hesaplarla alakoya koya- hemen hemen kaybedecek bir duruma girmiş olmalarıdır.

İşte böyle insanlar, maddi realitelerin yüksek merhalelerini ve onlardan daha yüksek merhaleleri taşıyabilmelerine yanyan tahayyül melekelerini ve bu miyanda da ruhlarında- meknuz derin duygu idraklerini çocukluk devrinden kalma bir ruh hali içinde inkişaftan alakoyarlar. Ve bu inkişafsızhk onları öyle bir hale sokar ki üç buutlu madde dışı hiç bir mefhum onlarca artık reel bir kıymet olamaz. Yani ruhları böyle rüşeymi halde kalmış kimselerin reel olarak kabul ettikleri her kıymet, ya doğrudan doğruya bu maddelerdir veya ancak bu maddelerin tezahürlerine bağlı hâdiselerdir.

Gerçi dünyamızda mevcut eşya ve hâdisatm hepsi maddidir. Fakat bu maddeler arasında tezahür eden ve parlıyan ruhumuza ait hâdiselerin ve kıymetlerin hiç biri maddelerin malı değildir. Binaenaleyh dünyamızdaki ruh dışı kıymetleri haklı olarak dünya malı sayanlar, ruhi kıymetleri de aynı muameleye tabi tutunca şaşırıp kalacaklardır. Ve madde üstü bir varlık plan ruhu inkâr edince de bu kıymetlerin hakiki sahiplerini bulamıyacaklar, o zaman işi safsatalara, spekülasyonlara ve boş lâflara dökmiye kalkışacaklardır. Bütün bunların neticesinde kendilerince yapılacak iki iş kalır: ya bu kıymetleri dejenere birtakım faraziyken içinde boğmak ve yahut daha kestirmesi, onları topyekûn inkâr ederek susmaktır ki ekseriya yapılan ve yapılmakta olan şey de budur.

Fakat alelade madde dışı varlıklar gibi dünyanın hiç bir kıymetile ölçülmesi mihnkün olmayan maddeler hakkıridaki bu düşünce sahiplerinin yanında, maddelerin ve varlıkların hiç birisile nisbeti bahis mevzuu edilmeyen Allah’ı da aynı muameleye tabi tutmağa kalkışanlara ne diyelim?. işte sapıklık diye adlandırdığımız hareket tarzlarından birisi de budur,.

Allah’ı böylece inkâr ederler, ederler ama bu inkâr, hakikatte gene bir lâftan ibaret kalır. Zira ne kadar karartmış olurlarsa olsunlar, ruhlarının yaratıcı tahayyül melekeleri ve vicdanları, hakikati görmüş, duymuş ve onların bu hareketlerini asla tasvip etmemiştir. Şu halde bunlar iki tazyikin arasında sıkışıp kalmışlardır. Bu tazyiklerden birisi, dünyaya bağlılıktan doğan maddi itiyatların, nefsaniyet ve ihtirasatın akıl ve his üzerindeki menfi baskısı, diğeri insanın asıl hakiki varlığının ebedî malı olan tahayyül ve vicdan kudretlerinin gene akıl ve duygu üzerindeki müsbet baskısıdır, işte bu iki zıt baskı arasında insanın yukarda söylediğim ruh parçalanışı vaki otur. Ruh parçalanır. Daha doğrusu insan varlığı parçalanır ve bu parçaların gene en ağır kısmı ruh tarafında kalır. Zira Allah’ın varlığını maddi baskılara uyarak ne kadar inkâr etmeğe kalkışırsa kalkışsın, insanın öyle zamanları  - velev bir şimşek süratile dahi gelip geçse - öyle anları  olur ki o anlarda ruh, için için sızlar, kanar ve Allah’ı inkâr etmenin gelecekteki acı reaksiyonlarının sarsıntılarını bazı müphem duygu tezahürlerile içten içe insana sezdirir. Fakat ne olursa olsun, enaniyetinin en kabarık bulunduğu devrelerinde insan, bu cılız görünen ruh sezişini yenmenin ve boğmanın yolunu kolaylıkla bulur. Ve bunda hiç bir güçlük çekmeden, hattâ fazla bir cehit göstermeden belki dünya hayatı tükeninciye kadar da devam edebilir.

Hakikatte, Allah’ı kimse inkâr edemez. Eder görünür, ettiğine kendisini zorla inandırmağa çalışır. Hattâ bu ameliyede biraz da güçlük çektiği anlar olursa o zaman kendi kendisine: (canım, der. Böyle budalaca ve amiyane inançlara senin- gibi aklı başında, münevver bir adam kulak asar mı?) Güya bu onun kendi kendisine verdiği usluca ve akıllıca bir nasihattir. Fakat o, takdir edemez ki bu nasihat aynı zamanda, kendisinin en kıymetli mürşidi, öğreticisi ve kurtarıcısı olan vicdanına karşı çevirmiş olduğu korkunç bir cehalet silâhıdır. Ve bu silâhın tehdidi, daha doğrusu tazyiki altında zavallı vicdan, biçâre kurtarıcı uyuşur, siner, fakat içten içe gene mırıldanır ve fırsatım buldukça da gene feryad eder. Tâki bir gün hakimiyeti temamile eline alıp asi sahibinin yuvasını yapmanın sırası gelinceye kadar...

İhsan kendisini yalnız dünya maddelerinden ibaret sandıkça, ruhunun tekâmül ve inkişafına dünya varlığının ancak bir vasıta olduğunu unutmakta devam eyledikçe ve asıl kötüsü, hakiki varlığını, yani ruhunu inkâr ettikçe onun bu söylediğimizden başka türlü hareket etmesine de imkân kalmaz.

Demek ki Allah’ı bulmazdan önce, insanın kendi hakiki varlığım araması ve bulması lâzımdır. Kendisini kaybetmiş ve bir madde yığını içine bütün kıymetlerile birlikte ruhunu gömmüş bir insan; Allah’ı ne duyabilir, ne bulabilir, ne de anyabilir. Bu da bir hakikattir. Bununla (beraber gene tekrar ediyoruz: Bu cebrî inkârına ve unutkanlığına rağmen, asla yok edemediği ruhunu, gömülü bulunduğu madde yığınından kurtarıp çıkarmak için o insanın vicdanı, uyuşuk ve ezik halile bile boğuk ve derinden gelen sesini kesmez ve mütemadiyen sahibine duyurmağa çalışır.

Şu halde Allaha inanmak, İlahî ihtizazları ruha yerleştirmek, daha doğrusu bu ihtizazların ruhtaki varlığını idrak etmek her insan için bir zarurettir, bir ihtiyaçtır. Bunun aksine olan inkarcılık; ruhun bünyesine uygun olmayan, onda meknuz kudretlerle tezat halinde bulunan, dış âlemin kötü telkinatından, daha doğrusu dış âlemi nmuhtelif tesirleri altında uyanmış kötü ruh aksülamellerinden mütevellit, ergeç bertaraf edilmeğe mahkûm bir arızadır, bir sakat illettir..

Kıymetli ruh dostlarımızdan Akınla bir görüşmemiz sırasında onun vermiş olduğu tebligatı aşağıya naklediyorum» Bu tebligatta bahsimizi ilgilendiren çok mühim bilgiler mevcuttur:

AKIN: (13/11/1948)

«Allah’ı tanımak netice değil, illettir. Allah’ın tanınmamasına imkân olmadığım nazarı dikkate aldım. Bununla beraber Allah’ı tanımağı, in- sanı tanımak gibi düşünmeyiniz. Allah’ı tanımak değil, duymak, Onu kendi ruhunda his etmek lâzımdır. Eğer insan Onu duymazsa Ona inanamaz, Duymıyanlar ise çok geri ruhlardır. Meselâ hayvanlar da Allah’ın varlığını duymazlar.

«B. R. — Bazıları vardır ki hayatta fedakârca hareket ederler. Fakat bunlar bir taraftan da Allah’ı inkâr ederler. Fedakârlıkları bu kadar ilerlemiş olduğu halde yani ruhen ilerlemiş oldukları halde bu insanlar Allaha nasıl oluyor da inanmıyorlar?.

«Akın — Bunlar dünyaya ancak fedakârlık melekelerini inkişai ettirmek için gelmişlerdir. Haddi zatında bunlar, kendi şuur ve idrakleri haricinde «vermek» fiiline sevkedilirler. Yani bu veriş, onların ruhunda otomatikman husule gelir. Eğer bunu yapabiliyorlarsa eprövlerini mu vaffakiyetle geçiriyorlar, demektir.»

iyi anlaşılabilmesi için psişik bazı bilgileri istilzam eden bu son cüm leyi biraz izah etmek lüzumunu hissediyorum.

İnsanın otomatik faaliyeti ne demektir?.. Eğer bu bilinmezse yukarda geçen son cümlelerin manaları anlaşılamaz,        ;

İnsanların şuur ve idrakleri maddi âlemde, yani dünyamızda iki ne vi tezahür gösterir: Bunlardan birisi dünyada zahir olan, dünya bedenine bağlı şuur ve idrak şeklidir ki biz buna bağlı şuur ve idrak diyoruz. Diğeri de mutat halde, yani bedene bağlı halde tezahür etmiyen şuur ve idraktir ki buna da serbest şuur ve idrak diyoruz. Meselâ, benim şu anda elim hareket ediyor. Bunu ben idrak ediyorum. Ve şuurumla takip edebiliyorum. Bu benim bağlı şuur ve idrakimdir. Halbuki kalbim de hareket ediyor. Fakat onun hareketini ne idrak edebiliyorum, ne de şuurum buna lahik bulunuyor. Bununla beraber kalbimin hareketini de sevk ve idare eden elbette benim varlığımdır. Ama bunu ben bilmiyorum. Halbuki bilgisizce hiç bir iş yapılamaz. O halde kalbimin hareketi hususunda beninl bilgimin ve idrakimin olması lâzımdır. Kaldı ki kalbimin ve diğer iç uzuvlarımın gördüğü işler, hanim dış bedenime yaptırdığım işlerden daha çol mudil ve naziktir. Demek ki kalbimin hareketi, benim dünyadaki hayal şartlarım içinde idrakime lâhik olmayan şuurla müterafık irademe bağlı bir sevk ve idare işidir. İşte hayat icaplarına göre bu iç organlarımın fa-? aliyetini temin eden iradem ve bu irademe müteallik şuurum, bedenime bağlı olan dünya hayatımdaki varlığımla idrak edemediğim irade kudretimin güzel bir misalini teşkil etmektedir ki biz bu halde bulunan bütim ruh kudretlerine: Serbest ruh kudretleri, dediğimiz için buna da: Serbest irade, ismini veriyoruz. Ve böyle serbest şuur ve iradeye teallûl edip, dünyada maddeye merbut ruh halinin bağlı irade ve şuuruna lâhik olmayan faaliyetlere de: Otomatik veya spontane faaliyetler, diyoruz.

Bu izahatla otomatik faaliyet tabirinin manası iyice anlaşıldıktan sonra, Akının bahsettiği yukardaki otomatik fedakârlık faaliyetini de kısaca şöyle izah etmek mümkün olur: Bunlar öyle insanlardır ki ruhta inkişaf etmiş bir fedakârlık melekesine henüz sahip delillerdir. Ve Onun içindir ki bu melekeyi dünya şuur ve iradelerine de lâhik olabilecek bir kudretle henüz kullanamazlar. Ancak, onlar, spatyomda iken serbest ira>- de ve şuurlarile vermiş oldukları bir kararın tesiri altında dünyaya indikleri zaman, o tesirin devamından ibaret olan bir insiyak, bir üca ile fedakârca bazı işleri yapmak durumunda kalırlar. Dünyada çeşitli icaplar ve tesirlerle çarpışması ve çöküntülere uğraması daima muhtemel bulunan onların bağlı irade ve şuurları, bu tarzdaki fedakârca faaliyetler üzerinde kati tesirler husule getiremez. Ancak böyle hareket ede ede, bu cebri ve insiyaki tesirler altındaki fedakârca hareketlere uya uya dünyanın yı- kim ve ezici şartlan altında kalan onların irade ve şuurları tedricen kuvvetlenir, inkişafa yüz tutar ve nefsaniyetlerinin, ihtiraslarının pençesin-, den kurtulabilmek imkânını böylece kendiliğinden kazanmış olur ki bu da İlahî kanunların derin hikmetlerle dolu icabatile tekarrür etmiş ayrıca bir tekâmül yolunun misalini teşkil eder. Şimdi tebliğe devam ediyoruz:

«İşte bu halde iken bu ruhlar Allah’ı tanıtlayabilirler. -Zira henüz Onu tanımalarına yanyacak kudretlerini harekete getirebilecek tekamül derecesine bunlar varmış olmayabilirler.

«Ne kadar geri olurlarsa olsunlar, ruhlar melekelerini İşletmek için dünyaya gelmişlerledir. Meselâ, bir köpek bile sahibi için kendisini feda edebilir. Fakat Allah’ı tanımaz. Böyle bir insanın her şeyden. evvel bu melekelerinin inkişafına yarayım eprövlerini dünyada tamamlaması lâ- zımgelir. Bu suretle o, fedakârlık yaptıkça hayatında yeni bir ufkun açılmasına sebep olur. Ve bu da gelecek hayatında daha yüksek bir merhalenin kazanılması için bir hamle teşkil eder.

«B. R.— Demek ki bu adam birçok melekelerini inkişaf ettirmek için dünyaya geliyor. Ve ancak bu melekelerin ruha kazandırdığı hamlelerle Allah’ı tanıyabilecek, öyle mi? .

«Akın — Ruhu bunu duyacaktır. (1) Fakat bunu duyuncaya kadar geçen        zarfında onun dünyaya gelişleri ve ıstırapları o nisbette

artacaktır. Bu dediğiniz adam da her halde çok ıstırap çekmiş bir insan . olmalıdır. İşte bu ıstıraplar onu inceltecek ve ruhunu Allah yolunda imana sevkedecektir.»        

Akının tebliğinden çıkan mühim netice de şudur: Dünyada herhangi bir insanın gösterdiği iyi bir harekete bakıp, o adamın muhakkak her sahada yükselmiş olmasına hüküm vermek doğru değildir. Ve bunun içindir ki insanlar, diğer insanların tekâmül dereceleri hakkında, onların dünyadaki efal ve harekatına bakarak hüküm verecek durumda değildirler. Onların bu hususta daima hataya düşmeleri muhtemeldir. Bıfnu evvelce neşrettiğimiz Ruh ve Kâinat kitabında üstadlanmızdan, yani yüksek ruh âlemlerinin varlıklarından almış olduğumuz tebligatla da tebarüz ettirmiştik. Binaenaleyh dünyada bazı yüksek insanlık vasıflarını açıkça göstermelerine rağmen Allah’ı tammıyacak kadar ruhen geri kahnış varlıkların da bulunabileceğini daima göz önünde tutmak icap eder.

Allahsız insan, müthiş fırtınalarda kayalarla dolu açık bir denizin ortasında, dümensiz kalmış gemiler gibi çok fena ve tehlikeli durumdadır. Ve Allah, her istendiği ve ihtiyaç duyulduğu anda hemen kazanılamaz. Herkes için mukadder olan bu nimete ve nasibe, insanın devamlı bir cehit ve gayret göstererek hazırlanması ve Ona yaklaşmağı samimi ve bütün menfaat düşüncelerinden azade bir özleyişle istemesi lâzımdır. Yoksa evvelce bu ihtiyacı duymamış olan ve yalnız tehlikeli an gelip çatınca da aklı başına gelerek Allah, diye bağıran bir insanın bu hareketi, yuvarlanmağa başladığı uçurumdan kendisini kurtarmağa kâfi gelemez. Bunun için, o uçurum henüz görünmeden ve tehlikeler gelip çatmadan evvel insanın, O büyük ismi anmağa lâyık bir ağızı, duymağa lâyık bir ruhu kendisinde hazırlamış olması icap eder. Bu hazırlığı yapmamış, yani hayatının hiç bir safhasında Allah’ı düşünmemiş, özlememiş ve Ona inanmamış bir insan, istediği anda Allaha yaklaşmak kudretini kendisinde bulamaz. Bu çok mühim ve unutulmaması lâzım gelen bir hakikattir.

Şu halde aklı başında olan insan, Allah’ı aramak ve bulmak ihtiyacını ve özleyişini her an, her yerde, hiç bir merasime muhtaç olmadan kendi- sile beraber taşir. Zira Ona yaklaşmak arzu ve ihtiyacı, Allah kanunlarının icabatındandır. Hiç bir varlık bq kanunların şümulü haricine çıkamaz. Yalnız, bu yola girmek herkesin kendi kudret, takat ve derecesine göre çeşitli istikametlerde ve zamanlarda vaki olur. Kadrinin aşağıdaki tebliğinde bu hususlara dair çok kıymetli sözler vardır:

KADRt: (3/5/1948)

«Mahlûklar daima Haliklarına yaklaşmak için ellerinde, Ona doğru çırpman bir kudret taşırlar, (Ne mutlu bu hakikati bilip de o kudretlerini hareket ve faaliyete getirebilen kişilere! «müellif.»)

«O kudret Halika yaklaştıkça onu taşıyan mahlûku geri çevirip mahzun etmezler. Yeter ki o, Halika ulaşmak yollarını aramış, bulmuş ve hiç olmazsa kalbinden geçirmiş olsun.

«Allah o kadar büyüktür ki ben bir celsede bunun tarifine imkân. olmıyacağinı söylemiştim. O kadar Rahimdir ki bu, hiç bir kelime ile izah edilemez. Bunu bilen ve inanan ve Allah’ı bir kere bile candan anan korkmasın. Yalnız, Onu özlemesini bilsin ve içinden istesin. Ve daima kendinden küçüklere elini uzatmasını bilmiş bir varlık olsun, bu bile yeter. Ama bu kadarı size yetmez. Siz bu kadar küçük işlerle yetinmeyiniz. Çünkü onların mükafatile siz iktifa edemezsiniz. Siz de kendi bilginiz, derece ve kabiliyetiniz kadar isteyiniz ve almağa gayret ediniz.

«Ne mutlu ki siz kendi kudretinizle kendinize yeni bir veçhe verecek bir irade sahibi, karşılığını gözetmeden bir mal vermekten çekinmeyen müflis bir tüccarsınız. Bunun için dünyada sizinle alay edenler çoktur: «Elinize bir şey geçmeden kıymetli vakitleriniz ziyaa uğruyor» derler. Ne yapalım!... Dünyada böyle cahillere, aptallara ihtiyaç olacak ki akıllı geçinenlere yol göstersinler.

«Azim ve kudretinizle her zaman yeni bir kapıyı açacak cesareti gösteriniz. Noksan bilgileriniz size rehber olmuyorsa beklersiniz. Zamanı gelince daha büyük şeylere ulaşmak imkânını da bulursunuz.

«Temiz kalınız. Kendi benliğinizi tanıyınız. Bir adam çıkıpta içinizden geçenleri sizin yüzünüze karşı söylemek kudretini gösterirse ve bu sözlerden sizin yüzünüz kızarmazsa o zaman sevininiz.»

Bir defa Allah’ı inkâr etmeğe kendisini alıştırdıktan sonra insandaki nefsani duygular, yani ruhun madde baskısı ile soysuzlaştırılmış bazı kudretleri azgınlığını arttırdıkça arttırır. Kin, adavet, kıskançlık, hodbinlik ve bilhassa enaniyet canavarları, ruhta birer karanlık sultanı halinde yerleşerek taht kurar. Ve işte o zaman fasit daire teessüs etmiş olur. Ve ruh, kendisini kurtarmağa yanyacak kudretlerini bu fasit daire içinde büsbütün kaybetmek için kullanmağa başlar.

Bu daireyi kapatan kavis, bilhassa nefsaniyetin en azılı unsuru olan nahvet ve hodbinliktir. Ve insanı yükseltmek maskesi altında çok defa düşüren ve perişan eden izzeti nefis dâvası, bu nahvet ve hodbinliğin doğurduğu ruh hallerinden birisidir ki işte bu izzeti nefsini kurtarmak gayreti insanı İlahî yoldan uzaklaştırdıkça uzaklaştırır. Ben tanıdık bir zata, sıkıntılı zamanında, Allaha dua etmesini tavsiye ettiğim zaman gözlerini hayretle ve biraz da infialle açarak bana şu korkunç cümleleri söylemişti: «Doktor ne diyorsun? Ben ellerimi açıpta Allaha yalvarmak zilletine nasıl katlanabilirim ? Yalvarmak küçüklüktür.'Ben bunu yapamam. Benim izzeti nefsim var.» İşte biçareliğin ve zavallılığın şaheseri budun! Filhakika o adam bu sözleriyle belki nefsaniyetinin izzetini kazanmış olabilir, fakat buna mukabil ruhunu kaybetmiş ve öz. varlığının izzetlin çiğneyip geçmiştir. Ve bu bakımdan korkunç bir sapıklık içine saplanıp katmıştır.

Allaha karşı izzeti nefis dâvası nasıl bahis mevzuu olabilir? sen kim- ain, Allah kim!.. Allah, O Büyük Varlık senin varlığını esasen aziz kılmış, sana, senin de tasavvur edemiyeceğin bahşayişlerin en büyüklerini lütfetmiş ve manasım bile anlıyamadığm ve asla anlıyamıyacağın, tasavvur ve tahayyül dahi edemiyeceğin izzetleri sana lütfen nasip etmiş ve mukadder kılmıştır. Buna rağmen senin. Ona karşı aziz kılmağa çalışmandan ziyade, ayaklarının altına alarak çiğneyip geçmen icabeden nahvet ve nefsaniyetini Allaha karşı haşa bir silâh olarak kullanmağa kalkışmanı, korkunç bir ruh karanlığı addetmiyen müsamahalı görüşler bile en hafif tabirile bir cüretkârlık sayarlar.

Aziz dostum Kadrinin aşağıdaki sözlerini dikkatle okuyanlar bu hususta ondan, çok faydalı fikirler çıkarabilirler:

KADRİ: (16/7/1947)

«İhsan büyüklerine karşı izzeti nefsinden fedakârlık etmesini bilmelidir. Bu bir fazilettir ve bir vicdanın sesini duymaktır.

«Bir çocuğa, hattâ kendisini müdrik bir gence babası bir tokat atsa bu çocuk izzeti nefsim kırıldı, diye babasına mukabele edebilir mi?

«İşte kendisinden çok büyük bir varlığa, milyarlarda bir parçasına bile yetişmiye imkân bulunmıyan ve insana bütün ebedi hayatını ve varlığını bahsetmiş olan Büyük, Azametli Cenab-ı Hakka karşı izzeti nefis düşünebilir mi? Onun kapısına gelirken kusurlarım, kötü hareketlerini açıkça itiraf edeceksin ki O da seni affetmek lütfunda bulunsun. Sende kibir, gurur parçalan mevcutken sen bunu yapacak kudreti kendinde bulamaz ve iiânihaye'karanlık yolların bekçiliğini yaparsın.»

Ruh âleminin büyük tebligatım dünyamıza bildirenlerden kıymetli ruh dostumuz Kadrinin bir tebliğini daha burada hemen yazmak ihtiyacını duyuyorum:

KADRİ: (16/7/1947)

«Dünyada izzeti nefsi öyle bir yerde kullanmalısınız ki onu kullanmadığınız takdirde hayati vazifelerinizin ifası çok müşkül duruma,girecektir.

«Fakat nahvet ve nefsinden fedakârlık etmek endişesüe kendini Allaha yakın görmek ve Onun kapısına gelirken bile bu sıfata bürünerek yaklaşmak çok tehlikelidir.»

Bir de, çok basit bir düşünceye kapılarak şöyle diyenler vardır: Eğer böyle Kaadir, Hâkim bir Allah mevcut olsaydı insanların Onu inkâr etmesine nasıl imkân tasavvur edilebilirdi. Yani O böyle bir harekete nasıl müsaade ederdi? Bu, çok basit bir düşüncedir. Zira evvelâ. Mutlak karşı-ssnda safir olan her şey gibi Onu inkâr edenlerin küfürleri de Onun varlığı karşısında sıfırdır. Yani hiç bir kıyinet ifade etmez. Saniyen, imansız-' lann bu küfürleri, ancak kendilerine mahsus ve lâyık azaph ve sarsıntılı bir tekâmül yolunu hazırladığı için o anda kendilerine münasip gelen en uygun bir hareket tarzı olur. Öyle insanlar vardır ki ve bunlar o kadar 'geri durumdadırlar kİ Allaha.karşı gelmenin ruhlarında doğacak acı neEcelerini tadarak ancak .bu acılığın şiddetli tesiri altında, âtd ve lagar

ruhlarını harekete getirmek imkânını elde edebilirler. Ve Âdil, Allah hiç bir kimseyi kendisine lâyık tekâmül yolundan alakoymaz. Kendisine küfredenleri, değişmez kanunlarüe çizmiş olduğu yollardan - bu yollar ne kadar azaplı olursa olsun - ayırmaz. Zira Allah o ezelî kanunlarına şu veya bu tarzda uymakta herkesi tamamen hür ve serbest bırakmaktadır. Binâenaleyh iradesini kullanmakta hür olan insan ister belâsını bulur, diler mevlâsını...        *

Allah ezelden takdir etmiş olduğu sonsuz ve değişmiyen kanunlarının icabetim her an, her yerde, insanların anlıya t ilecekleri ve ihtiyaç duydukları şekil ve nisbette, vicdanlarına ilham edici vasıtaları lütfedip dünyaya göndermiştir ve göndermektedir. İnsanlar böyle ilham ve bilgi kaynaklarile muhakkak bir çok defa karşılaşmışlardır. Buna rağmen insan, enaniyetinin kör insiyakı ile hareket ederek nefsaniyetini her şeyden olduğu gibi, bütün bu ilham ve bilgi kaynaklarından da üstün görür ve onlara ruhunun antenlerini açmağa yanaşmazsa Mutlak Adalet onun bu hareketine karışmaz. Çünki insan öyle istemiş ve bunun kendisine evvelden haber verilmiş netayicine katlanmağı da gözüne almıştır. Bu suretle o, tekâmül yollarının en çetinini, en üzücü ve azaplı olanını kendine seçmiş bulunuyor. Buna kim ne der? Netekim o, bu kayıtsızlığı ve imansızlığı ile tuttuğu yolda azaplı ve müşkül durumlarla karşılaştığı zaman bu halaskâr azap ve işkencelerle ruhunu yıkayacak, temizliyecek ve ondan sonra herkes gibi vicdanının sesine uyarak imana gelmesini öğrenecektir. Hayat da bir mekteptir. Her talebe mektebi bitirebilir. Fakat bazısı bir senede bir kaç sınıf atlıyarak, bazısı da bir kaç sene bir sınıfta kalarak ve bir çok zahmetler çekerek... Büyük yardımcımız Kadri, imansız bir insanın akıbetini gittikçe gerilmekte olan bir lâstiğin şiddetle geriye çekilmesinden hâsıl olacak neticeye benzetiyor. Şöyle ki:        >

Kuvvetli, fakat fazla uzamak kabiliyetinde bulunan ve uzadıkça çek*, me şiddetini arttıran bir lâstik bağla herhangi bir merkeze bağlanmış bir top tasavvur ediniz. Bu top merkezden mütemadiyen uzaklaşmakta olsum. Topu merkeze bağlıysa lâstik bağ, ilk zamanlarda onun bu hareketine mani olmaz. Binaenaleyh top istediği gibi merkezden uzaklaşabilir. Fakat o uzaklaştıkça lâstik bağ da gerilir ve gerildikçe topu merkeze doğru çekme şiddetini arttırır. Top merkezden ne kadar çok uzaklaşmış ise onu tekrar merkeze çekecek olan lâstiğin şiddeti derecesi de o kadar artmış olur. Nihayet bir an gelir ki lâstiğin bu çekici şiddeti, topun merkezden uzaklaşmak için sarfetmekte olduğu kuvvete galip bir kudret derecesine varır. Ve o zaman topun mukavemeti kırılır ve kendisini bütün varlığı ile lâstiğin çekici kudretine terkeder. İşte bu anda gerginliği azami hadde varmış olan lâstik, «nu bütün şiddetüe ve hızüe merkeze doğru çeker. Ve böylece şiddetle çekilip merkeze çarpan top parça parça olur. Biz, bu lâstiği vicdanın ve bu parçalanışı da inkarcı ruhun zamanı gelince uğrayacağı yırtıcı azap ve hüsranlarının sembolik bir ifadesi olarak kabul ederiz. İrşatçı dostumuz Kadri, bu mevzu ile ilgili başka bir tebliğinde top misalini tekrar ele alarak şöyle konuşuyor:

KADRİ: (24/11/1947)

«Allah o kadar Büyüktür ki bu Büyüklüğünü Kendisi aleyhinde bulunanlara göstermiye tenezzül etmez. Bazıları, şayet Allah varsa şimdiye kadar bizim cezamızı vermez midi? Şu halde böyle bir şey yoktur, derler. İşte anlattığım lâstik meselesi budur. Bu, onun cezasını çekeceği öyle bir andır ki o zaman artık geri dönmeğe de imkân kalmamıştır.»

Şimdi, hiç şüphesiz evelkiler kadar şiddetli olmamakla beraber gene az çok bir sapıklık sayılan, Allaha karşı bazılarının gösterdikleri ihmalkârlığa ve lâübaliliğe de biraz temas etmek istiyorum.

Bazıları vardır ki herhangi bir dine salik bulunmaları bakımından Allah’ın varlığını inkâr etmezler. Fakat onlar, Allaha karşı olan vazifeleri sanki bu kadarla bitmişçesine kendilerini koyuverirler ve selâmette görürler. Bu da bir gaflettir. Zira insanın, kendisini böyle henüz lâyık olmadığı bir emniyet içinde görerek koyuvermesinden mütevellit Allaha karşı öyle ihmalkârlıkları ve hattâ o kadar müsamahakârca laubali hareketleri olabilir ki bu hareketler onun, büyük hüsranlara ve karanlık uçurumlara sürüklenmesine yol açar. Meselâ, sahiden ve maalesef ekseriya yalan yere rasgeldiği yerde Allah namına yemin ederek O, ismi ağıza büe ancak büyük bir saygı ve ruh sarsmtısile alınabilen AHahı, insanları aldatmak için bir kötülük vasıtası olarak kullanmak istemenin dehşetli neticelerini düşünemez. Meselâ, Allah adına ant vererek onu bunu en basit ve bayağı, hattâ çok defa kötü ve zararlı dünya işlerine sevketmekten çekinmez. Ve meselâ, sırf ona buna ve hattâ bazen en yakınlarına büe fenalık yapmak için o büyük ve mübarek ismi sıkılmadan kullanarak hiç bir insana yakışmayan ve Allah tarafından asla hoş görülmiyen yollarda beddua etmeyi alelade işlerden sayar. Çünkü onun Allaha imanı içten duyulan bir ruh ihtiyacı neticesinde doğmamıştır. Ve o insan, ancak doğuştan herhangi bir -dine intisabetmiş olmanın neticelendirdiği otomatik bir harekettir.

AHahı yalnız küçük, hasis ve maddi işlerde düşünen ve Onun ismini kazançlarına -hâşa- bir sermaye gibi kullanmak cüretinde bulunanlar hakkında spatyomdaki yardımcı dostlarımızdan çok kıymetli tebliğler aldık. Bunlardan bazılarım okuyucularımıza bildirmek istiyoruz. Zira bu bapta insanlar tarafından sık sık gösterilmekte olan kayıtsızca lâubaliliğin, yüksek âlemlerde çok üzücü tesirler bıraktığım bilmemiz faydalı ohır. İşte bu tebliğlerden bir tanesi Kadri tarafından verilmiştir:

KADRİ: (10/11/1947)

«O Yüksek Varlığın ismini anacak dünyada çok az ağız vardır. Ben size müsaade ediyorsam bu, kabiliyetinizden ziyade kalbinizin açıklığından ve fikirlerinizin karışık olmamasındandır. Nasıl O Büyük ismi anar ben bakacak, dünyanızda yer yoksa Onu anmağa lâyık ağız da çok azdır.

«Temiz kalınız, düşüncelerinizi hiç bozmayınız. Allah’ın takdiri no zaman erişirse siz bu hakikatlerin ifade ettiği manayı o zaman anlarsınız. ..Şimdi boş söz gibi gelen bu yazılar o zaman manalarını değiştirerek karşınıza başka şekilde çıkarlar ve size başka yollarda bir çok ışık daha tutarlar.»

Bir de gene basit ve maddi menfaatleri ve çıkarları yüzünden baa insanlar, Allah namına yemin etmek suretiyle bu mübarek ismi bir oyuncak hâline sokmaktan çekinmezler. Ve onu dillerine o kadar sık dolarlar ki rastgele her yerde, olur olmaz vesilelerle ve hattâ hiçbir vesile olmadan dahi sırf gevezelik yüzünden tekrarlayıp dururlar. Bu tekrarlamalar Kadrinin: O Büyük Varlığı anarken bakacak temiz yer dünyanızda ancak semanladır, sözü ile taban tabana tezat teşkil edecek kadar kötü, murdar yerlerde büyük bir kayıtsızlık ve lâübalilik ile yapılır. Ve bu hâlin dehşetini duyabilecek kadar idrak sahibi olanların bu manzara tüylerini ürpertir. Dostumuz Kadri’ye bu hususta sorduğumuz bir suale karşı onun vermiş olduğu cevabı bütün insanlık âlemine takdim ediyorum:

KADRİ: (24/11/1947)

«B. R. — Bazı insanlar vardır İd alelade işlerinde büe Allah’ın ismini öne sürerek yemin ederler. Bu doğru mudur?.

«Kadri — Allah’ı nasıl korkarak andığımı hatırlayınız. Herşeye bu mübarek lafzı koymak çok kötüdür. Bazı masum hatalar vardır. Size bir şeyin teşebbüs anındaki hareket noktasına bakınız, demiştim. Böyle bir hareket, hüsnüniyet ve iyilik maksadı esasına istinad ediyorsa büyük bir fenalık ve bir azap başlangıcı olmakla beraber mazur görülebilir.»

Burada kötü neticelerini bilmeksizin safiyetle, hüsnü niyetle ve iyilik maksadile yapılmış bir yeminin mazur görüleceği sözünün arkasında büe gizli duran ıstırap ve azap fikri, fena ve kötü niyetle yapılacak yeminin korkunç neticeleri hakkında bizi lüzumu derecesinde tenvir etmeğe kâfi gelir. Yani iyilik yolunda, bilmeden yapılan ve mazur görülen bir yeminin arkasında, insanı bu hareketinden dolayı azaph neticeler bekliyorsa kötü yollarda, adam kandırmak için yapılacak yeminin, acaba insana hazırladığı akıbet ne olsa gerektir? Bunu Kadrinin tebliğinin mabaadindeki şu sözlerden öğrenebiliriz:

«Fakat başkasını kandırmak, maddi bir İşte bir hıyanet hazırlığı vesilesi olarak Allah’ın ismi kullanılmışsa fena ve çok fenadır.»

. Ve kim bilir bu (fena) kelimesinin ifadesi altında ne korkunç ve an-, latılamıyacak manalar gizli bulunmaktadır. Şu hâlde Allah’ı duyan, Onun Büyüklüğünü ilâhı kudretlerini öz varlığında idrak etmek yolunu tutmuş bulunan bir insan hiçbir bahane ve sebeple, hiçbir şey hakkında Allah’ın ismile yemin edemez. Allah, hiçbir zaman, hiçbir kimse tarafından, hiçbir sebep altında şahit veya kefü tutulamaz. Böyle bir hareketin düşüncesi bile korkunçtur. Sen kimsin ki yalnız şükranla borçlu bulunduğun ve yalnız niyaz ve istirhamlarınla lütfuna mazhar kılınmak liyakatini kazanmağa çalıştığın Tanrıyı; mahiyetlerinin ve neticelerinin dahi ne olduğunu veya ne olabileceğini bilmediğin günlük dalaverelerini, daima seni aldatan ve hatâya sürükliyen ve böyle olması da dünya kanunlarınca- zaruri olan keyfine ve hevesatına göre yürütmek gibi basit ve hasis işlerde, bir emniyet süpabı olarak kullanmak cüretine kalkışmak talihsizliğini' göze alabiliyorsun!... Allah seni böyle bir hatâya düşmekten korusun!.

Allah ancak sevilecek, yalvarılacak, büyük bir hayraniyet ve saygı De anılacak ve daha ileride de içten gelen ateşli bir iştiyakla ve aşkla duyulacak Kudrettir. On kuruşluk maddi kazanç için başkasını kandırmağa vasıta ittihaz edilecek bir varlık olmaktan O Yaratım Kudret katiyen münezehtir.

Yarım ağızla sadece Allah var, demekle veya manasım anlamağa bile lüzum görmeden ve hiç bir şey duymadan ezberden bir iki formül okumakla tam iman olmaz.

Duymadan, düşünmeden ve bilhassa Allah’ın muradım yerine getirmek gayesile iyi bir yola girmeyi, hayırlı bir teşebbüse girişmeyi kendilerine tadsız bir meşgale, yorucu bir angariye sayacak kadar dahî vazifelerden kaçarak Allaha inandığım sanmak oldukça tehlikeli bir yolun yolculuğunu yapmak demek olur. Allah’ın dünya kanunları icabatüe de tezahür eden muradına uymadan veya hiç olmazsa uymağa çalışmadan v& uyamayınca da vicdan azabı duymadan ilahi yola girilmiş olmaz.

Her kul, Allaha karşı şu veya bu yönden suçlu olabilir. Mahlûkat için, ve bilhassa insanlar için içtinabı mümkün olmayan bu hal, onların aczi ve nisbiliği icabatmdandır ve Allah yolunda olmağa halel getirmeyim bir hâdisedir. Ancak, insan bunları bildiği halde takdir etmez ve suçunu kabul etmezse, Allaha karşı insanlık vazifelerini yapamamış olmaktan mütevellit bir üzüntü duymaz ve onların tamiri cihetine gitmezse, hattâ bu hal karşısında büyük bir kayıtsızlık içinde omuz silkip geçer ve hele Allah’ın mübarek ismini maddi çıkarım temin yolunda diline oyuncak yapmağa kalkışırsa o zaman işi kötüleştirir ve Allah’ı inkâr edenlerle kendisi arasında pek az bir mesafe bırakmış olur ki bu da kendisine elbette hayırgetirmez.        p

Allah’ın muradı: Her şeyden evvel başta, Allah’ı kalbinden bir an bile çıkarmamağa çalışmak olduğu halde insanlar arasında fedakârlık, sevgi, şefkat, yardım, af ve müsamaha, iyilik ve fazilet hislerinin yayılması şeklindeki bütün iyi ruh hailenle vicdanlarda tecelli eder. Nahvet, gurur, hodkâmlık, kin, garaz, düşmanlık, kıskançlık... Gibi başkalarının zararını mucip olan ve iyilikle telif edilemiyen ve yalnız nefsaniyetin tatminini istihdaf eden hareketler Allah katında makbul değildir. Ve bu hareketleri itiyat edinenler ne Allah’ın ismini lâyıkile anabilirler, hattâ ne de onu hatırlanna getirmeği isterler.

İşte bütün hayatım böyle fenalığa, habasete, muhitindeki insanla» kendi maddî çıkan ve menfaati lehinde tazip ve taciz edici hareketlere tahsis etmiş ve bu kötü hallerinden zevk duymak itiyadını kazanmış bir insanın hangi dinden olursa olsun Allah yolunda sayılması mümkün degildir. Yeterki o, bütün bu fenalıkları bilmeden, istemeden veya herhangi bir ruh zafına kapılıp yapmış olduğunu idrak etmiş ve bunun üzüntüsünü içinde duymuş olsun ve bir daha bunları tekrarlamamağı özliyerek, Allah’dan af dileyerek Ona her an yalvarmasını bilsin.

Ben öyle insanlar gördüm ki bunlar, bir taraftan ibadethanelere giderken ve arasıra da, yani başkalarım kandırmak icap ettiği zaman Allah’dan, peygamberlerden bahsederken, hattâ mânalarım duymadan, düşünmeden ve duymağa, düşünmeğe de çalışmadan birtakım dinî formülleri sırf gösteriş olsun diye herkesin yanında papağan kuşu gibi mırıldanarak tekrarlar dururlarken, diğer taraftan da başkalarına ve hattâ yakınlarına reva gördükleri en zarar verici kötülüklerin plânlarım kafalarında en şeytani tertiplerle düzenlemeğe çakşırlar. Halbuki bu ibadethâneler, birer İlâhî mürakabe ve istiğrak yeridir. Oralarda yalnız Allah’ı, duymağa ve Allah yolundaki temiz hareketleri düşünmeğe çalışmalıdır. Dinî kelâmlar ise insanı Allah’ın huzuruna ve Allah yoluna hazırhyan birer büyük kıymettir. Onlar ancak, hemcinslerin iyiliği ve saadeti uğrunda nefsaniyetten yapılacak fedakârlıklarla yardım, şefkat, sevgi esasına dayanan temiz düşünce ve duygulan harakete getirerek insanı hakka hazırlar. Hulâsa, bütün bunların istihdaf ettiği yüksek gaye, insan düşüncesini ve kalbini aşın menfaat duygularının kirletmiş olduğu kötü yollardan- ve niyetlerden uzaklaştırıp Allah’ın muradına ve rızasına uygun temiz yollara ve iyi niyetlere yaklaştırmaktır.

Binaenaleyh, bütün hayatı boyunca itiyat halinde tekrarlayıp durduğu kötü düşünce ve niyetlerinde İsrar ettikçe ve başkaları aleyhinde kalbinde beslemekte olduğu türlü türlü fena duygularında tatmin edilmeği kendine vazgeçilmez bir zevk edindikçe, hiçbir insanın sadece ibadethanelere gitmekle ve makine gibi ezberden formüller okumakla Allah yolunda olabileceğini, vicdan huzuruna ve istirahatine kavuşabileceğini düşünmek çok güç bir iş olur. Zira bu huzur ve istirahat ancak ve ancak vicdanın emrettiği bir hakikat yolu olan İlahî muradı yerine getirmekle mümkündür. Ve illâ, bu emrin hilafındaki herhangi bir yol bütün zahiri cazibe ve güzelliğine rağmen, büyük hüsranın ardına kadar açılmış kapısından içeri girer. Bu da bir hakikattir. Ve hiç ihmale gelmez. Mensup bulunduğu dinin bu müteal gayesini anlamış ve ondaki İlahî maksadı azçok keşfetmiş her hakikî din adamı bunu böyle düşünürken, kötü hareketlerin, kötü niyetlerin İlahî rizaya ve murada aykırı olduğunu bütün ruhu ile duyarken temiz bir kalp, yüksek bir vicdan, saygı nefsani bir düşünce ve başkaları

için. nefsinden yapılmış fedakârlık arzusfle hareket-ederken ve bütün bunların aksine olan işlerin fenalığını ve zararlarım bütün ruhu ile anlayıp dururken, sadece ismen veya şeklen bir dine bağlı olduklarım etrafındakilere göstermeği veya kendi vicdanlarına karşı bir kalkan halinde kullanmağı yeter derecede bir kefaret sayarak her türlü fenalığı meslek edinmekte beis görmiyen bazı gafil insanların bu hareketlerinin fena bir şey, olduğunu ve çok zararlı neticeler doğuracağım hiç olmazsa bilmeleri ve idrak etmeleri pek faydalı olur. Eğer onlar çok acı ve yakım hüsran ve azap diyarlarının, ilerledikçe her noktasından aynı kolaylıkla dönülmesi mümkün olmayan aldatıcı yollarının birer bedbaht yolcusu olmak talihsizliğine düşmek istemiyorlarsa... Ve eğer İlahî yolun sonsuz huzur ve> saadet kaynağı olan büyük nimetlerini bol bol tatmağa lâyık yolculuğuna namzet birer bahtiyar varlık olmağı özlüyorlarsa...

Allah bütün insanlara bu sonuncu dileği nasip etsin. Her insanda: mevcut kurtarıcı vicdan kudretinin, doğru yolu gösteren temiz sesini gürleştirsin. Herkese ergeç mukadder olan ruh huzur ve saadetine en kısa' yoldan ulaştıncı kudretleri bütün varlıklara bahşetsin ve insanların birbirine yardımları için kalblerindeki merhamet ışığım biraz canlandırarak’ aşıriardanberi ağlamakta devam eden beşeriyetin göz yaşlarım dindirsin.;.

H — MADDELERDEN, OBJELERDEN VEYA VARLIKLARDAN j BAZILARINI KENDİLERİNE ALLAH YAPANLAR

Allah’ı inkâr etmek sapıklığı yanında ekseriya masumane ve hüsnüniyetle yapılmış bir hareket daha vardır ki o da insanların, etraflarında bulunan eşyadan veya varlıklardan bazılarım Allah sanmalardır.

Azçok ruhen birşeyier hissetmeğe başlamış olmakla beraber, bu hissedişin henüz kifayet derecesinde olmaması yüzünden, ruhta mevcut objektif müşahedelerin intihalarının, bu duygulara hâkim bir duruma geçmesi neticesinde hâsıl olan bu hal, esas itibarüe kötü bir maksada matuf? değildir. Bilakis bu, kendisini yaratan Kudreti anlamak ve Ona minnet, şükran ve saygı duygularım sunmak ihtiyacının doğurduğu bir ruh hâlidir.        _        }

Her insan Allah yolunu aynı kudrette tutamaz. Ve her insanın Allaha yönetebilen bir tarafı, bir kudret ve takat derecesi vardır. Bu da o insanın tekâmülü neticesinde ulaşmış olduğu anlayış ve duyuş seviyesine göre değişir, işte iptidai, meselâ mağara devrindeki basit düşünceli ve duygu-r lu bir. insanın Allah telakkisi, kâinata dair görüşü ve duyuşu nisbeten ilerlemiş ve şümul kesbetmiş bu günün ileri durumda bulunan bir insanınkine nazaran elbette geridedir. Bununla beraber Allah duygusuna sahip olmak, en iptidai bir insanın da ihtiyaç halinde duyabileceği en tabii bir haktır.        

Halbuki kâinat baklandaki bilgi ve düşüncesi, kabiliyetleri çok mahdut duyu organlarının takdir edebildiği maddi kıymetlerin üstündeki kıymetleri'idrake müsait olmayan -böyle bir insan için.en; büyük kudret, gene o kıymetteki varlıklardan biri olacaktır. Diğer taraftan, iptidai bir insanın herhangi bir kudret hakkındaki telakkisi, bu günkü ileri bir insanın telâkkisine nazaran başkadır. O, kudret derken kendi ölçüsüne ve takdirine göre, maddi ve beşerî manada, gerek kendisi ve gerek muhiti için ya en yararlı veya en korkunç veyahut en esrarengiz gördüğü hâdiselere sebep olan varlıklara ait hususiyetleri düşünür ve nazarı itibare alır. Meselâ, akan bir nehir, ateş, güneş, ağaç, öküz, kuş, şu, bu... mukaddes birer kudret, birer varlık halinde onun için tapılacak birer mevzu olur. Fakat o bunların maddi varlıklarına değil, o varlıkların birer vasfı olan kudretlerine bağlanarak Allah mefhumuna doğru tırmanmağa çalışır.

Bu tapılan mevzular, böyle eşyalardan veya tabiat kuvvetlerinden birisi olduğu gibi bir kral, bir firavun, veya herhangi bir insan da olabilir. Bütün bunlar, maddeden başka bir şey bilmeyen insanların tasavvur edebilecekleri en büyük kudreti bizzarure gene maddeler arasında aramak mecburiyetinden kendilerini kurtaramamış olmanın bir neticesidir. Bu hal, basit ve ruh seviyesi henüz muayyen görgü ve tecrübelerle yükselemenus varlıklar için bir hatâ olmaktan ziyade bir zarurettir. Ve Allah bu durumdaki basit insanların ruhunda ancak bu yoldan, Kendisine doğru bir kapı açmıştır. Zira ondan daha büyük bir kapıdan içeri girebilmeğe ne o ruhim tahammülü vardır, ne de anlayış kabiliyeti ve kudreti buna müsaittir, işte o ilk insan böylece, kendisini yaratan veyahut yaşatan kudretin, muhitinde gördüğü en kudretli şeylerden birisine ait olduğunu sanacak ve kendisine put yaptığı o şeye tapmağa başhyacaktır.

Çok basit ve bilgisiz insanlar arasında Allaha iman ihtiyacının en iptidai, fakat Hamimiyetle ve hüsnü niyetle, inanılarak gösterilen başlangıç bir tezahürü halinde kaldığı müddetçe, böyle bir iman da makbuldür. Zira onlar, öz varlıklarında duymakta bulundukları İlahî varlığa ait istek ve iştiyaklarını, görgü ve tecrübeleri ancak bu kadarına müsait bir idrak sahası içinde tatmin edebilmek imkânına maliktirler. Büyük dostumuz        aşağıdaki tebliği bu noktayı aydınlatmaktadır :

KADRİ: (5/1/1948)

«İnsanlar bilmedikleri ve kavrayamadıkları şeylere muhakkak bir sıfat vererek onları canlandırmağa çalışırlar. Bu, ezelî bir kaidedir. Çok eski zamanlardaki insanlar da Cenâb-ı Hakkı düşünmek için uğradıkları müşkülü yenebilmek maksadile birtakım şeyleri Ona izafe edeçek daima . onun vasıtası ile Allah’ı anmağa çalışmışlardır.

«Bilmedikleri ve birçok kudretini gördükleri ateşi Allaha benzeterek ona tapınışlardır.Hakikatte ateş değil, maksut olan gene Allahtı. Sonra güneşe, taşa, nihayet öküze kadar inmişlerdi Öküze inenlerin bulundukları mıntakada en faydalı şey öküz olduğundan onu kabul etmişlerdi. Sonra yavaş yavaş fikirler inkişaf etmiş, bu defa insanlar dünyada gördükleri en muazzam şey kendileri olarak kabul etmişlerdir. Çünkü içlerinde olduğunu zanettikleri ruhlarının, büyük bir şey olduğunu idrak, edebilmişlerdir. Bu en büyük şeyin Cenab-ı Hakka bir nisbeti bulunacağını düşünerek kendi kendilerine tapmağa başlamışlardır. Netice gene kendileri değil, kendilerini vasıta ederek Allah’ı anmak ve Ona sevgilerini gön-dermektir.»        *

Demek ki büyük ruh dostumuz Kadrinin kıymetli tebliğinde sarahatle izah ettiği gibi, Allaha inanmak ve Ona tapmak ihtiyacını duyan insanlar, tekâmül derecelerine göre ilk zamanlarda, ancak en kudretli gördükleri maddi teşekküller veya canlı varlıklar ve nihayet bizzat kendi, mevcudiyetleri kanalı ile Onu aramağa ve bulmağa çalışmışlardır. Bu hal çok tabii ve insanların kudretlerileayarlı ve ölçülü bir icaptır. Allah’ın Varlığını duymak iştiyakı ile hareket eden böyle bîr insan - ilk insan da olsa - beşerî, maddi veya nefsani birtakım karışık düşünce ve hesaplara uyarak Allah’ın Mevcudiyetini sistemli bir şekilde inkâr etmekte musir olan başka bir inkâra insandan elbette daha ilerde bir duygu sahibidir. Sayın Kadrinin aşağıdaki tebliği bu bapta bizi tenvir edecektir:

KADRİ: (21/6/1948)

«t A. — Hk insanın 6000 sene evelki Allah telakkisi ile, şimdiki insanın bu husustaki düşüncesi arasında fark var mıdır?

«Kadri — Anlayış bakımından çok fark vardır. İlk insanlar güneşin ne olduğunu takdir etmez, dünyanın vaziyetini henüz kavramamış ve tabiî kuvvetleri insana yararlı bir şekle sokma imkânlarının mevcut bulunabileceğini düşünmek kudretine ermemiş varlıklardır. Yalhız, onlar da Allah’ın büyüklüğünü, çok kudretli bir varlığın bütün tabiata hâkim bulunduğunu his ve idrak etmişlerdi. Kendi bilgileri nisbetinde buna bir şeyler ilâve ederek o inandıkları varlığa inançlarım isbat etmek çarelerimi aramışlardı. Hâlâ Afrikada birçok vahşilerin telâkkileri gene buna yakındır. Neden bu kadar uzaklara... tâ 6000 sene evveline kadar gidiyorsunuz? İki arkadaşın büe bu husustaki telâkkilerini yakından tetkik ediniz, aradaki farkı derhal anlarsınız. Bu kadar uzun sene geriye gidince bu anlayış ve telakki farkı da o kadar değişir.

«Fakat o zamanlarda bile bugünkü en kuvvetli anlayış ve kavrayişe malik olanlar derecesine yakın, yüksek kudretli insanlar gene vardı. Şuna da emin olunuz ki ilim şayet ruhi kudretlerle müştereken işlerse onların meydana getireceği eser de o kadar büyük olur.

«Onların (yani geçmiş zamanlardaki o bazı ileri kudretteki adamların) ruhi kudretlerde müştereken işliyecek ilimleri eksikti. Fakat temel sağlamdı. Meselâ, o zaman fevkalâde yüksek bir musiki kudreti gösteren bir varlık, elinde bulunan iki tahta parçasından, yahut içini oyduğu bir odundan nağmeler çıkararak birşeyler ifade etmeğe çalışıyordu. Bugün, kullandığınız musiki âletlerine onlar malik değillerdi. Şimdi bu adam, elinde böyle bir âlet bulunmadı? diye acaba hiçbir zaman musikinin vermiş olduğu o yüksek hissi duymamış mıdır?

«Arada tekâmül ve asırların doğurduğu incelik farkı vardır. İlim rehber olmuş, bugünkü insanları daha yetişkin ve anlayişli, yüksek, bir hale getirmiştir. Şu halde bugünkü insanların, Allah’ı daha iyi kavramış, Onun Yüksek Kudretlerine büyük bir hâdise olarak dört elle sarılmak mecbu-. riyetini hissetmiş olmaları lâzımdı, fakat öyle mi?... Değil. Bilgi artmış, insanlar kavrayiş bakımından yükselmiş, fakat ruh hakkındaki düşünce» lerde muhtelif şekilde tesirler hâsıl olmuş ve durum gene bugünkü bildiğiniz şekle girmiştir.

«Bugünkü mütekâmil bir insan elindeki birçok vasıtalardan faydalanmak imkânına maliktir. Fakat öteki zavallı, elindeki bir küçük değnekle - bugünkünün ulaştığı kadar mesafe alamamış bile olsa - böyle bir kudreti gösterebildiği için asnnızdakilerin kazanç derecelerine pekâlâ ulaşmıştır.

«insanlar gösterdikleri kudret, cesaret ve inançlarının derecesi nisbetinde mükâfata nail olurlar. Hiçbir asır değişikliği bunda müessir olamaz. iki bin sene evvel dünyaya gelmiş, büyük fedakârlıklar yapmış bir insan, kavrayişi az olduğundan birtakım yanlış yollara sapmışise < mazurdur. O, gene tekâmülünü yapmıştır. Yalnız, bugünkü insan o elindeki yüksek imkânlara rağmen yanlış bir istikamet takip ediyorsa onun o eski insan derecesine kadar da yükselememiş bir varlık olması icap eder. Adalet de bu değil midir?»

Demek ki Allah duygusu, iştiyakı ile hareket eden bir insanın, muhitinde mevcut idrak ve ıttıla vasıtalarının imkânı nisbetinde tutabileceği yol ne olursa olsun makbuldür. Buna mukabil, bugün insanların büyük bir kısmı kâfi derecede bilgi imkânlarına ve geniş bir anlayış ve duyuş kabiliyetini sağlıyım vasıta ve kudretlere malik bulunmaktadır. Ve asırlardanberi her devirde dünyamıza büyük bir cömertlikle verilmiş ve verilmekte olan irşatlarla istedikleri anda nurlanabilecek bir durumdadırlar. Buna rağmen bunların bir çoğu dinamik ruh kudretlerini bu sahada faaliyete geçiremez ve uyuşuk bir halde kalır. Ve herhangi gizli veya aşikâr maddi bir cazibenin tesirine zebun olmaktan kendini kurtaramıyarak vicdanının gösterdiği İlâhi yoldan ayrılır. Bir kısmı da her şeye rağmenne olur ne olmazcı zihniyetle hareket ederek ruhunun derinliğinden nurlarını aksettiren hakikatleri görmemeğe çalışır. Ve ruh kudretlerini bu yolda harekete7 getirmek hususunda hiçbir hamle yapmak cehit ve gayretini göstermez. Babasından kendisine intikal eden ve üzerinden birkaç yüksek realite geçmiş bulunan çok eski zamanların kökleşmiş itikatlarına makine gibi uyar, bir şey düşünmez ve Allah yolunda yükselerek Ona daha ziyade yakınlık duymak çarelerini araştırmağı bir an bile akima getirmek istemez. Değişmeden, kendi halinde ebediyen kalmağı kendisi için kâfi ve hattâ zaruri görür. Fakat İlahî kanunların ve muradın şümulünden harice çıkmanı asla bahis mevzuu olmayan ve bu kanunlar hükmünce âtıl,, hareketsiz ve durgun bir halde kalması caiz buhınmıyan ve bunun için de taşkınlık gösteren içindeki ruh kudretlerini, kendisine ve hemcinslerine tamamen faydasız ve belki de zararlı, küçük ve değersiz maddi işler yolunda bol bol sarfetmeğe koyulur. İşte hâlâ iptidai insanların devrinden kabna ruh hayatına otomatik olarak tevarüs etmeğe razi olan böyle insanların putperestliği hiçbir zaman makbul ve mazur değildir.

Haddizatında böyle insanların ruh hali, büyük dostumuz Kadrinin dediği gibi, iki bin sene evvelki insanlarınkinden başka türlüdür. Zira eskiler zamanlarındaki tetkik ve idrak vasıtalarının noksanlığı yüzünden hakikati ancak o zamanın imkânları nisbetinde görebiliyorlardı. Ve iyi niyetlerine, Allaha kendilerini yakın hissetme iştiyaklarına dayanan bu hareketleri, onların vasıtasızlıktan mütevellit anlayiş noksanlığını telafi ederek kendilerini muvaffakiyete ulaştırıyordu. Bugünkülerin ise kabul edilebilecek böyle bir mazeretleri yoktur.

Zemanımızdaki İlmî terekkiyatın insanlara bahşetmiş olduğu hayırlı faydalardan istifade eden bir insan, ondan aldığı kuvvetle ruh kudretlerini işleterek hiçbir asırda insanların kolay kolay varamiyacaklan büyük muvaffakiyetlere pekâlâ ulaşabilir.

Bugün dünyamız çok eski zamanlardakine nisbetle bir çok bakımdan ilerlemiş bulunmaktadır. Bilhassa bugünkü insanların elinde tabiat hâdiselerini evvelkilerden daha iyi anlıyabilmelerine yanyacak daha mükemmel vasıtalar mevcuttur. Tabiat hâdiselerini daha ileri bir görüşle anlamak demek, tabiatta mevcut eşya ve hâdisatı illiyet prensibi çerçevesi içinde evvelkilere nisbeteç daha şümullü bir ihata ile takdir ve müşahede edebilmiş olmak demektir. Meselâ, çok eski zamanlarda bir ağacın yeşermesi, bir güneşin doğması, bir nehrin akması veya bir timsahın hayatı, bir ateşin yakışı bugünkü nebatat, fizik ve hayvanat ilimlerinin öğrettiği realitelerden çok başka ve daha basit şe’niyetleri ifade ederdi. Felekiyat ilimlerinin bugünkü şumül ile insanlarca malûm olmadığı çok eski devirlerde insan, güneşi semasının en kudretli varlığı olarak tanımış ve onu kendisinin sebebi hayatı sanmıştı. Böyle basit bir insan için Allah mefhumunu, güneşten daha yükseklere ulaşamazdı. Bunun için onun, güneşe tapması tabii bir hareketti. Halbuki güneşin kâinatta bir zerre dahi sayılarmyacak kadar küçük ve ehemmiyetsiz-bir şey olduğunu izah eden bugünkü astronomik devirde, bir insanın hâlâ güneşe tapmakta devam etmesi ancak, onun affedilmez ve hiçbir şekilde mazur görülmez tembelliğinin ve ruh durgunluğunun bir ifadesi olur.

Bundan başka evvelce de söylediğimiz gibi, yüksek İlahî kaynaklardan, üahî muradm ve kanunların tahakkukuna müteveccih olarak dünyaya her asırda, hadis, vahi, ilham, tebliğ gibi muhtelif yollardan inen irşatlar, ancak insanların tabiat hâdiseleri hakkındaki bilgi ve anlayış kabiliyetlerile mütenasiptir. Binaenaleyh meselâ, gökyüzünde en büyük kudretin ve kuvvetin güneş olduğunu sanacak kadar tabiat bilgisi noksan bir İnsanın ruhuna inecek ilhamların da o nisbette mahdut ve şümulsüz olması icap ederdi. Zira başka türlü, onun bu yollarda bir adım bile atabilmesine imkân hâsıl olmazdı. Bu ise umumi tekâmülün duraklaması olurdu. Halbuki üahî murat ve kanunların emrettiği tekâmül ve hiç durmadan daima ileriye atılış - adım adım dahi olsa - tahakkuk etmek zorunda bulunan bir keyfiyettir. Binaenaleyh ilk insandan itibaren kâinat baklandaki görgü, tecrübe ve bilgisi artan ve yükselen insan oğullarına, takâmül derecelerile mütenasip olan anlayış kudretlerine göre ilahi yoldaki irşatlar, gittikçe şümullendirilerek, derinleştirilerek ve zamanın icabına uyularak verilmiştir. Bugünkü İlmî terakkilerin insan ruhlarına kazandırmış olduğu geniş idrak nisbetinde yüksek irşatları ihtiva eden ve dünyanın her köşesine İlahî mıntakalardan inen tebligat, Allah hakkında tek dinin her asırda öğretmiş olduğu büyük hakikatlerin bizim anlayışımıza göre daha şümullü mânalarım açıklamaktadır. İşte bu kitap, bu tebligatın izah ettiği'büyük hakikatlerden birine ve en büyüğüne tercüman olarak neşredilmiş bulunmaktadır.

IH — KENDİLERİNİN BİZZAT ALLAH OLDUĞUNA VEYA GÜNÜN BİRİNDE ALLAHLA YEKVÜCUT OLACAKLARINA İNANANLAR

, İnsanlar kendilerini ilk tAmmağa ve ruhlarım duymağa başladıkları zaman büyük dostumuz Kadrinin yukarki tebliğinde izah ettiği gibi, öz varlıklarından fışkırdığım hissettikleri ruhani kudretlerin tesiri altında kalarak onların kuvvetli cezbesine tutulmuşlardır. Ve bunun neticesi olarak da ya bizzat öz varlıklarını kâinatın en büyük kudreti sanmışlar ve kendilerine Allah demişler veyahut içlerindeki bu kudretin büyüklüğünü hissederek onun Allahla bir münasebeti olabileceğini düşünmüşler ve günün birinde Allahla yekvücut olacaklarım, yani kendi varlıklarım Allah’ım varlığında kaybederek - hâşâ - Allahlık mertebesine çıkabileceklerini veya çıktıklarım sanmışlardır.

Allah’ı ancak etrafında görebildiği en büyük tabiat kuvvetlerinde ariyan, evvelki bahisde mütalâa ettiğimiz iptidai bir insanla böyle bir insan arasında elbette nisbi bir ileri görüş farkı vardır. Yani evvelkilerin yalnız maddi mefhumlara dayanan kanaatlerine, bu İkinciler ruhani unsurları da karıştırmağa başlamışlardır. Fakat etraflarında gördükleri tabiat kuvvetlerinden üstün kuvvet ve kudretleri idrake görgü ve tecrübeleri müsait ohmyan evvelkilerle, kendi öz varlıklarında henüz sezebildikleri ve duyabildikleri bazı ruh kudretlerinin tesiri altmda kalarak onlardan daha üstün bir kudretin mevcudiyetine akıl erdiremiyen bu sonuncular arasındaki mesafe - ister uzun, ister kısa olsun - gene bir mesafedir. Yani bunlar, aralarında az ççk irtibat bulunan iki komşu telakkidir. Binaenaleyh bunlarda evvelkiler hakkında serdolunmuş şartlar ve kayıtlar altında, yani beşeriyetin henüz .bugünkü geniş idrak ve ıttıla vasıtalarından mahrum bulunduğu devirlerde bu kanaatlerinde mazur idiler. Çünkü bunların gayesi Allahdı ve onlar bu gayelerinde samimi idiler. Zamanlarında ketlilerini irşad eden varlıklar, onların bu ruh kudretleri derecesini ve gayelerindeki samimiyeti idrak ederek kendilerile o tarzda konuşmuşlar ve • Büyük Hakikate müteallik sözlerini, onları tatmin edici, fakat aynı izahatanda daha ilerisini görmeğe başladıkları zaman ileri mefhumları da 1 anlıyabilmelerini temin edici şekilde söylemişlerdi. Bu suretle onlar o za manki kanaatlerinde haklı idiler, duygularında samimi idiler ve yollarında doğru idiler. Fakat dediğimiz gibi, insan ruhu hep aynı tekâmül seviyesinde duramaz. Binaenaleyh daha üstüne nisbetle geri olan, bulunduğu i| noktada kalmakta o, ebediyen devam edemez. O nokta, bîr evvelki noktaya nazaran kazanılmış bir merhaledir- ve bir yükseliştir. Ancak gelecek daha . yüksek bir merhaleyi kendisine kazandırmağa bir vasıta olmak şartıyla. însanlar eğer kendileri için hakikat yolu olan, samimiyetle inandıkları bir  kanaati değişmez ve son bir merhale sayarlar ve onun ötesine geçmek cehit ve gayretini göstermezler ve orada ebediyen, saplanıp kalırlarsa o kanaat sapık bir istikametin yolunu tutar ve ilk nezahatini ve safiyeini kaybeder. İşte o zaman tek dinin yeni habercileri, muhtelif isimlerde veya   hiçbir isim taşımadan o insanların araşma hakikatin yeni ışıklarım saçarak, bu istikametini değiştirmiş yollara tekrar eski nezahat ve safiyetini kazandırmağa çalışırlar. Bu da yükselmeği Allaha kendisini daha yakın î duymağı şiar edinen insanlar için büyük bir fırsat olur. Böyle fırsatlarla | karşılaşıp da ondan istifade etmiyenler ve bulundukları noktaya çivi gibi saplanıp kalanlar biraz vicdanlarım dinlerlerse bu hareketlerile ne kadar büyük hatâ işlemekte olduklarını anlamakta gecikmezler. Böyleleri, vicdanlarının kendilerini ileriye, yani ezelden ebede kadar giden hakikatin nuruna doğru fırlatıp yükseltme kudretini içlerinde duydukları halde hangi tesirin altında, ne sebep ve maksatla olursa olsun, buna mukavemet ederek huzur ve istirahatlerin} eski tempolarında musirren yürümekte ariyan gafil kişilerdir. Böyle sistematik ve vicdana mugayyir bir ; Allahlık iddiasında İsrar etmek de artık tehlikeli ve sapık bir yola düşmek olur.

işte bugün şarkta, garpta, şimalde ve cenupta görülebilen bu ruh i hali üzerinde biraz durmak istiyoruz, işe başlamazdan evvel, gene tekrar edelim ki daha ilerisini görmeğe ruh kudretleri henüz kâfi gelmiyenlerin her yerde olduğu gibi buradaki samimî inançlarına da saygı gösteririz. Zira Allah’ı gaye edinerek, başka- hiçbir menfaat düşüncesini araya karıştırmayarak ve vicdanın emrinden dışan çıknuyarak iyi düşünçelerle ve" büyük bir Allah Sevgisi ve iştiyakile harekete geçmiş her ruhun tuttuğu yol, ne olursa olsun, mukaddestir, mübarektir. Ve o varlığın yürüyebileceği en doğru yol da bu yoldur. Binaenaleyh bizim bu kılımda temas edeceğimiz noktalar böylelerine ait değildir.

.Panteistçe kanaatlerin muhtelif zamanlarda, muhtelif muhitlerde tezahür eden ve birbirinden ufak tefek farklar ayrılan şekilleri ve tarzları vardır. Fakat bütün bunlar bir tek temel noktada birleşmek suretiyle müşterek bir haleti ruhiyeyi ifade eder. Biz bu şekiller ve tarzlar üzeninde ayrı ayrı durmayacağız. Zira maksadımız herhangi bir dedikoduya zemin açmak değildir. Umumî prensipler bakımından biz sadece bu müşterek haleti ruhiyeyi ifade eden o tek noktayı ele alacağız. Bu nokta: Allah’ın insandan ayrı olmaması ve bir an gelince insanın Allah’da fena bulması, yani beşerî hüviyetin İlâhî hüviyette kaybolması mefhumu etrafında toplanır.

Bu noktanın mütalâası kitabımızın en nazik bendini işgal edecektir. J3u bahis üzerinde durmakla biz, bir hakikati ifade ederek vicdanımıza karşı duyduğumuz borcu ve Allaha karşı olan insanlık vazifemizi ifa etmiş oluyoruz.

Evvelâ şunu tekrar arzedelim ki insan hiçbir vakit Allah olamaz. Vaktile taşı, ağacı, hayvanı ve firavunu Allah sananlar nasıl iptidaî bir baleti ruhiye içinde bu hataya düşmüşler, fakat ancak ruh kudretlerinin kifyetsizlrği bu hatalarından dolayı bazılarını mazur göstermişse, bugün daha ileride olması lâzımgelen insanlar arasında da kendilerinin Allah olduklarını veya olacaklarını sanan ve büyük bir kısmının mazur görülmemesi icap eden insanlar vardır. Ve bu insanları bugünün ve bilhassa geleceğin dünya varlıkları olarak saymak biraz güç olur.

En büyük gayesi ve tek ideali Allah’ın yeryüzünde ve her yerde mütecelli Muradının tahakkuku yolunda nefsini feda etmek olan ve Mutlak bahsinde arzettiğimiz şekilde bugünkü insan idrakinin varabildiği en ileti bir anlayış ve duyuş seviyesne yükselip Allah’ı sonsuz bir aşk ve iştiyakla anarak Ona yönelen ve Onun tarif ve tavsifi imkânsız Kudretinin büyük tecelliyatınm en küçük bir zerresini bile öz varlığında duyunca ona bütün varlığiyle bağlanan bahtiyar insan, hangi isim ve hüviyet altında ve hangi yolda olursa olsun muhteremdir, mübarektir ve Allah yolundadır. Bu gayenin, bu arzu ve iştiyakın, bu bağlanışın tahakkukuna giden bütün yollar birer vasıtadan ibarettir. Ve bu arzu ve iştiyakın, bu bağlanışın tahakkukuna yarayan her vasıta meşrudur ve makbuldür. Yeter ki o vasıta, böyle bir idrak ve özleyiş içinde, temiz bir kalp ve düşünce ile kullanılmış olsun.

Fakat kendi enaniyetini ve hodkâmlığını esas tutan ve 'bütün izzet ve ikbalini bu enaniyet ve hodkâmlığının tatmininde ariyan, hele Allah’ı ve İlâhî kudretleri kendisine maletmiş görünerek, ya enaniyetinden mütevellit kibir ve gururunu tatmin etmek gayesini güden veya başkalarının vicdan hürriyetlerini boğarak onların temiz ve yüksek kudretlerini kendisine birer istismar vasıtası yapmağa kalkışan insan bedbahttır. Kendi tembelliği, inadı ile sebebiyet vermiş olduğu cehaleti yüzünden aldanarak, pek büyük zannettiği maddi ve nefsanî birkaç küçük ve gelip geçici zevkin cazibesinden ayılıp, hakiki nuru uzaktan görmeğe başladığı zaman bu insanın duyacağı büyük hüsranın azabı kendisini çok sarsacaktır. Zira, böyle bir insan, Allaha inanmış görünen bir Allahsız olduğunu dahi idrak edemiyeoek derecede anlayişten, bilgi ve duygu kudretinden mahrum, cehli ve ihtirasları içinde boğulmuş bir zavallı kişidir. Bunlar, hemen daima gittikleri yolun kötülüğünü bildikleri halde, nefsaniyetlerinin doymak bilmez izzetinden almış oldukları emirlerle iradelerine çizdikleri işi i kamete doğru kendi vicdanlarını ve etraflarındaki insanları binbir dereden su getirerek aldatıcı çeşitli dekorlar içinde sürüklemeğe çakşırlar. Fakat bilmezler ve takdir edemezler ki bu sürüklendikleri yol nasıl bir karanlıktan çıkmış ise öylece bir karanlığa doğru gider. Allah bütün dostlarımızı ve insanlığı böyle bir dalaletin yolculuğuna düşürmesin. Düşmüş olanları da biran evvel kurtarark onların temiz ve asil ruhlarını ışıldatsın.

Bu mevzu üzerinde müşahede, murakabe, istintaç ve istihraç yolla- rile elde ettiğimiz neticeleri yüksek âlemlerde bulunan büyük ruh varlıklarından elbette tahkik ederek onların nurlarından istifade etmek ihtiyacını duymuş bulunacaktık ve duyduk. Zira biz tek başına hareket eden ve kendi fikirlerini yanılmaz sayan kişilerden değiliz. Evvelâ, böyle bir nazariyenin hakikatine samimî olarak ve bütün ihtiraslardan ve menfaatlerden azade bir ruhla, daha iyisile karşılaşmak fırsatını bulamadıkları için inanmış insanları mazur gösteren büyük dostumuz Kadrinin bir tebliği ile işe başlıyor ve yüksek ruh plânlarından dünyamıza aksettirilmiş büyük irşatların bu bahse dair olan kısımlarım sevgili okuyucu dostlarımıza bildiriyoruz. Bu sözler bizim değildir. Yüksek ruh âleminin, bir çok kimse tarafından kolaylıkla anlaşılamıyacak kadar geniş ve şümullü manalar halinde ye insanların anlıyabilecekleri tarzda dünyamıza göndermiş olduğu kıymetli bir tebliğdir, bir mesajdır:

KADRİ: (20/8/19^7)

“Sual — Vahdet-i vücut felsefesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

‘Kadri — Bu vardı. Böyle bir meslek eski zamanlarda mevcuttu. O zamanın yollan şimdiye nazaran pek kapalı ve çok mahdut sahalara inhisar ediyordu. Bu çıkmazlık içinde herkes kendine uygun düşecek bazı nazariyeleri kabul ediyor ve bunu, ikna edici bir surette etrafa yayıyordu. Bu, o zaman için itiraz etmiyen bir hareketti. Fakat başka çıkar yol da yoktu.

“O zamandan beri asrın terakkisi, insanlarda tecessüs hassalarını çok arttırdı. Birtakım yolların inkişafı için büyük insanlar çalıştı. Gayret etti, bazı hakikatlere çok yaklaştı. Bu nazaryielerin, bu yükseliş ile beraber yıkılması gayet tabiî değil midir? Şimdi size bir şey sorayım: Bu vahdeti vücudu kabul eden insanlar, bu mefkureyi taşıyan muhit şimdiki zamandan kaç sene evvel mevcut olmuştu?.. Şu halde vahdeti vücuda inanmış ve bu nazariyeyi kabul etmiş insanlar da bu kadar sene sizden geridir.

“Her tecrübe, bir devre için lüzumlu bazı hakikatleri muhakkak taşır. Bir insan bütün hayatında asırlarca evvel geçmiş tecrübeleri aynen kabul eder. Ondan sonra bunlardan istifade ederek kendisi de bunun üzerine birtakım büyük şeyler yapmağa gayret eder. Bu olmazsa terakki olmaz. Dünya olduğu yerde kalır.

“Kendi fikrinden, kendi bilgisinden bir kelime bile ilâve etmeden yüzlerce sene evvel kabul edilmiş bir nazariyeyi bugün aynen kabul etmek yukarıda söylediğim gibi terakki değil, o kadar sene geri gitmektir.

“Yalnız, bu nazariyeyi o zaman kabul etmiş olanlar çok haklı idiler. Yani kendilerini ancak bu şekilde kurtarabilmiş ve etrafındakilere bu suretle bir manayi ve bir hakikati ancak anlatabilmişlerdi. Şimdiki usullerle bunun arasında çok fark vardır.

“Bir kere Cenabıhakkm Büyüklüğü böyle bir nazariyeyi düşünmeğe bile imkân vermez. Arada o kadar bariz fark vardır ki -bunun münakaşası, bir insanın ancak o ayara düşmesile kaabil olabilir. Bunlar geçmiş birer nazariyeden ibarettir. Neden daha evvelki putperestlik zamanının Ucalarım müdafaa etmiyorlar? Mademki geriliktir, bir adımlık gerilik de koşuda kaybı icab ettirir. Ha yüz sene, ha bin sene... Fark yoktur. Onlardan istifade için okumak ve istifade ettikten sonra hakikate uyan yerlerini bulmak, daha kuvvetlisini ortaya koymak lâzımdır.

“Onlar geçmiş birer tarihtir. Tekerrür etmez ve aynen kabul edilmez. Çok yükselmiş birtakım görüş ve hakikatler mevcut iken bir batağa saplanmak ancak cehaletin ve tembelliğin bir numunesidir. O tembeller ki ne kendileri bir tek katre ilâveye, ne de böyle bir faaliyet kabiliyetini kendilerinde bulmağa muktedirdirler. Her söyleneni aynen kabul etmişlerdir. Eğer isterlerse bunlar orada pineklesinler. Siz yürür gidersiniz.”

Kadrinin vasıta olduğu bu tebliğe ilâveten gene kıymetli ruh dostlarımızdan ve yardımcılarımızdan Akının vasıtalığı ile dünyamıza verilmiş yüksek plânın diğer bir mesajını dostlarımın nazar istifadesi önüne koyuyorum:

AKIN: (2/2/1949)

“Ruhlar en yüksek hallere girerler. Tekâmül sonsuzdur. Fakat onların Allah olacağım sanmak asla doğru olmaz.”

Eski İslâm ve gayri İslam mütefekkirlerden bazıları, zamanlarındaki insanlara üâhî yollarda, onların ruh kudretlerile ve anlayış kabiliyetleri- le ayarlı bazı şeyler söylemişlerdir. Müteakip zamanların genişlemiş idrak sahibi insanlarına dahi, evvelkilerden daha yüksek tertipler dahilinde düşünmeleri, duymaları ve kabul etmeleri şartıyla birşeyler öğretebilecek kudrette olan bu sözler, eğer bu şartlara riayet edecek kabiliyetteki insanların eline düşmez ve ilk söylenmiş olduğu devirlerdeki insanların nisbeten görgüsüz ve basit ruh hallerine ait bir idrakle anlaşılır ve kabul edilirse bütün kıymetlerini kaybettikten maada, zararlı birtakım yolların kapılarım da açmak talihsizliğine ve değersizliğine düşerler. Meselâ, böyle bir kapıdan içeriye girmiş insanlar arasından kendilerinin Allah olduklarını iddia eden kimseler ortaya çıkabilir. Bunlar, Allahlıklarını duyabilmenin zevklerinden bahsederler ve böyle kötü bir hareketten ürkerek uzaklaşanları  da bu zevke erememiş gafillerden sayarlar.

Halbuki hakikî zevk nedir? Ve kendilerinin duyduklarını sandıkları bir yere dayanıp kalan, ilerisine bir adım bile gidemiyen ve hatta biten, tükenen mahdut, ve temelsiz bir zevkin; hiçbir hudut, hiçbir nihayet, hiçbir son ve duruş tanımıyan ve zevk içinde zevk halinde perde perde açılarak yayılmakta ebediyen devam eden hakikî, nurlu ve bipayan zevklerin yanında ne kadar dar ve hazin bir durumda kaldığını ah, bu dostlar, hakikatte çok iyi olan, iyiliği ve saadeti istiyen ve ariyan bu insanlar bir duyabilseler!... Ve anlıyabilseler ki Allaha iman eder, kılıklı Allahsız lık idrakinden doğma bir zevk, nur içinde karanlık bir nokta gibi etrafını karartan zevksizliklerin en büyüğüdür. Ve hakiki zevk, Allah’ın erişilmez, her şeye hâkim, her şeye nafiz, her şeyin sebebi, illeti ve hikmeti olan ve her şeyi kucaklıyan Mutlak Kudretlerini öz varlığında duymakta ve nefsaniyetinden aynhp bütün insanlığın saadeti, huzuru ve selâmeti uğrunda yapabileceği fedakârlıklarla Onun Muradının naçiz bir kulu, bir hizmetçisi olduğunu idrak etmiş olmanın verdiği hızla kendisini yana yana Allaha bağlamakta. ve sonsuz bir tatminkârlık içinde ebediyen sönmek bilmeyen ve gittikçe artan İlahî aşkın ve iştiyakın müebbet ateşini içinde duymaktadır. Allah’ım, bütün varlıklara bu bahtiyarlığı duymak saadetini bahşet.

İşte vaktile söylemiş olduğu sözlerin, bugün de o zamanki gibi anlaşılmış olmasından üzüntü duyan kıymetli bir varlığın aşağıdaki tebliği, bir çok dostlarımız için ibret verici ve düşündürücü mahiyet arzeder.

MUHİDDİNİ ARABİ: (9/5/1948)

"Sual — Elyevm mevcut asanmza başka eller karışmış mıdır?

“Muhiddini Arabi — Dünyadaki eserlerim keyfiyeti, bir vecit ve hayret anında bulunduğum şu devrede beni çılgına döndürüyor. Asanın nerede?... Ne yaptım.. Ne oldu?. Neler söyledim?. Hepsi ruhumda bir azap kıvılcımı halinde başladı. Ve gittikçe büyüyor. Çünkü onları dar zihniyet hâlâ kavramadı. Anlamadı. Sabrederek düşünmedi. Bir sürü havai lâflarla beni zorluklar içine sürüklediler.”

Burada biraz duracağız. Biz ruhların oradaki durumlarını yükselmiş olmalarına rağmen, dünyada yapmış oldukları işlerin tesirlerinden azade saymayız. Onlar dünyada iken iyi ve yüksek maksatlarla başlamış oldukları işlerin ruh âleminde yükselirken, iyi veya kötü neticelerini idrak ederek mesrur veya mahzun olurlar. Bu hal, bizim ruh âlemile temaslarımızda birçok misaline şahit olduğumuz vakıalardandır. İşte Muhiddini Arabi hüviyetile kendisini tanıtan bu muhterem varlığın o andaki hali de boyledir. Tebliğe devam ediyoruz:

“Ben ne dedimse o dediğim kendinden gayn değildir. O halde ne lüzum vardı ki kitaplarım içerisinde en basit hakikatler dahi anlaşılama- huş gibi evrilip çevrilmiş, muhtelif şekil ve suretlere sokulmuş manzaradadır.”

Burada biraz duralım. Bu zat kitaplarının tahrif edilmediğini söylemekte, fakat bu kitaplarıyla kendisinin anlatmak istediği şeylerin bugünkü insanlarca başka türlü anlaşıldığından şikâyet etmektedir:

“Hayır!... Kitaplarım bozulmadı, fakat ne yazık ki fikirlerim bozuldu. Yani onların safiyeti ihlâl olundu. Yeni baştan üzerinde dursunlar. Görecekler ki ben ne söyledim ise müslümanlar daha garip bir fikir tuluatına tutuldular ve uzaklaştılar. Ecnebiler hakkımda daha doğru ve isabetli duruyorlar.

“İnsanlara adetâ yalvararak benim yürüdüğüm yolu tesbit etmeniz lâzımdır. Fakat hakkımda bu kadar konuşmam neye yarayacak?..”

Bu tebliğdeki sözlere ilâve edebileceğimiz bir şey yoktur. Anlamak kudretini gösteren, hür bir vicdanla bitaraf düşünen ve herhangi bir dış tesirin esaretinden ruhunu kurtarmak bahtiyarlığına ermiş bulunan her insan, bu sözlerin hakikî mânasını anlayacak ve anladıkça da geçmiş zamanın, iyi niyetli ve nadir yetişmiş insanlarının, zamanlarındaki insanlara, ancak onların anlayabilecekleri beden dilile anlatabilmek imkânını buldukları hakikatleri, ruh kulağile duymağa çalışacaktır. Ve böyle yaptıkça da ruhunu parlatacak, revnaklandıracak ve yükselme yollatma sokacaktır. Zira hangi isim ve hüviyet altında olursa olsun, şu veya bu tesir altında Allahlık iddiasında bulunarak gafletlerin en büyüğüne düşmüş bir insanın bile ruhu, gene bir cevherdir, bir kıymettir, bir nurdur. O insan, bu gafletten kurtulduğu andan itibaren, o nuru etrafındakiler! de aydınlatabilecek kudretli bir ışık haline sokmak bahtiyarlığına her an erişebilir. Bunun için ondan beklenen şey; idrakini hapseden her türlü hudut ve son mefhumundan kendisini kurtarıp sonsuzluğu da yaratan ve kucakhyan Allah’ın, Mutlak Kudret olduğuna - Mutlak hakkında duyup anhyabildiği en yüksek mânada - inanarak hissile, fikrüe, fiil ve hareke ti ile O Büyük Yaratıcısı yolunda yaşamak ve yükselmek zevkine erişebilmenin yollarını araştırmaktır ki bunun da çaresi, bu yola girmeği bir .ihtiyaç halinde duymağa ve özlemeğe çalışmaktır.

Gene sözlerinin bugünkü telâkkiye göre yanlış neticeler vermesinden üzüntü duyan kıymetli ruh varlıklarından, tebligatını kitabımızın muhtelif yerinde saygı ve sevinçle naklettiğimiz Mevlâna Celâleddin Ruminin 4 bir suale vermiş olduğu cevabı da hakikat araştırıcılarını aydınlatıcı bir teblik olarak yazıyorum.

MEVLÂNA CELÂLEDDİN RUMÎ: (27/3/1948)

“Sual — Divanınızın birinde "Ey Allah’ı istiyen insanlar, siz Allahsınız. İstemeğe hacet yok, sizsiniz. Bir şey kaybetmediniz. Ne anyonsunuz? Sizden başka kimse yoktur. Nereye gidiyorsunuz? Evde oturunuz. Kapı kapı dolaşmayınız. Zira siz hem ev, hem evsahibisiniz...” buyurduğunuzu tefsir buyurur musunuz?

“Mevlâna Celâleddini Rumi — İnkâr eriniydim ki bu sözlerim sizde tamamen zıddına bir tesir bırakmış. İnsan, insandır. Allah elbette onu yaratan. Fakat insan, insan olah Allahsız değildir. Öyle ise Allahla her zaman birlikte. Biran Onsuz insan olamazdı, ne demektir?..

“İnsan Onunladır. Yani O, amil olmuştur. Siz bunu daha ileri götürerek: biz Allah’dan, biz Allaha, diyiniz. Bunda Onun tamamiyetini ihlâl eder veya Onun kurusunu itmam eder bir şey, bir mana arasanız Allah’ı inkâr edersiniz. Çünkü Allah ne tamamdan, ne noksandan, ne eşyadan, ne de insandan münezzehtir, öyle ise siz İlâhî yolda insansınız. Evlâdım, Allahsız insanı anlıyamıyorum.”

Kendisini Allah zanneden ve hakikati penteizmada ve vahdeti vücutta yani kâinatın Allah ile ittihadında gören bazılarına karşı, zamanlarındaki insanların anlayış ve telâkki tarzlarına ve kabiliyetlerine göre konuşmuş olan eski mütefekkirlerin sözlerini, asırlarca sonra bugün dahi ayni mealde ve tarzda anlamağa çalışmalarının kendilerini ne kadar hatalı yollara götüreceğini yukarıki tebliğ açıkça göstermiyorsa çok yazık olur.

Her hakikat, her insana aynı dille, ayni tarzda söylenemez. Bunun hem faydası yoktur, hem de büyük mahzurları vardır. Hele tekâmülün, insanları asırdan asra düşünce, idrak ve anlayış bakımından daha ileri merhalelere götürmesi zaruretini kabul ettikten sonra, hakikatin muhtelif zamanlardaki insanlara ancak o zamanın anlayış seviyesine uygun bir lisan ve tarzda söylenmesi icap edeceğini de bizzarure kabul etmek lâzımgelir. Her orta derecede düşünebilen insanın da makul göreceği bu hali, zamanlarında insanlara hakikat yolunda bir şeyler anlatmak vazifesini yüklenecek kadar görgüleri alelade bir insan seviyesinin üstüne çıkmış varlıkların takdir etmemiş olduklarını düşünmek abestir. Bunun böyle olmasının neden icap ettiğini basit misallerle dahi kendi kendimize izah edebiliriz: ömründe ne gramofon, ne radyo ve ne de buna mümasil herhangi bir teknik vasıta görmiyen cahil bir ailenin üç yaşındaki çocuğu, bir radyo makinesinin karşısında size, buradaki seslerin nereden geldiğini sorduğu zaman siz hemen ona, bir elektrik mühendisile konuşuyor- muşsunuz gibi, radyo alıcı ve verici postalarından, bunların nasıl faaliyete geçtiklerinden, Hertz dalgalarından, dalga uzunluğu farklarından, ihtizazların saniyedeki süratlerinden, dünyanın her memleketindeki postaların alıcı verici teşkilâtından... bahsetmeğe kalkışırsanız o çocuğa bununla hiçbir şey anlatmış olamıyacağmız gibi, size sual sorduğu için de onu pişman olmuş bir duruma sökmüş bulunursunuz. Binaenaleyh burada sizin en akıllıca yapacağınız iş kısaca, çocuğun zekâsına ve anlayış kabiliyetine göre ve onu hazırlayıcı mahiyette bir şeyler uydurupp o an için tatmin etmeğe uğraşmaktır. Bunu siz o çocuğun her yaş ilerleyişinde genişlete genişlete idare ederek muvaffakiyetle yapabilirseniz o çocuğun yetişmesine çok büyük bir yardımda bulunmuş olursunuz. Zira sizin sözlerinizin, yaşına göre omı tatmin etmiş olması, o çocuğun o yaşta bilmesi lâzım gelen şeyler hakkında onu ileriye doğru hazırlayıcı en münasip yolda bulunup söylenmiş sözler olduğunun güzel bir delilidir. Çünkü Allah insanların her adımını bir ileriki adımından daha geri, fakat o a- dımı hazırlayıcı, kudrette yaratmıştır. Yeter ki siz bu hakikati bilip hocalığınızı ona göre yapasınız. Böylece o çocuğun yaşı ilerler. Ve her ilerleyişte sizin ona anlatacağınız realiteler evvelkilere nisbetle daha yüksek ve şümullü olur. Ve böylece onun anlayışı, sizin anlatışınız yüksele yüksele nihayet ona, 30 - 40 yaşına gelmiş tecrübeli bir elektrik mühendisinin anlıyabileceği şekilde, bu radyo hikâyesini anlatmak mecburiyeti karşısında kalırsınız. Buna rağmen, yani o bu yaşa geldikten sonra da. bu hikâyeyi hâlâ üç yaşındaki halile ve anlayışile dinlemek ve kabul etmek isterse o zaman bunun açık mânası şu olur; yaşının ilerlemiş olmasına rağmen o zatın zekâ ve anlayış kabiliyeti maalesef üç yaşındaki halinden pek fazla ileri gidememiştir.

Bir insanın hayatında böyle muhtelif çağlarının çeşitli anlayış kabiliyetleri mevcut olduğu gibi bütün bir beşeriyetin de muhtelif tekâmül çağlan ve bu çağlara mahsus muhtelif anlayış kabiliyetleri vardır. Siz hiç bir vakit bir mağara adamına bugün bizim anladığımız ve kabul ettiğimiz yüksek manadaki Allah mefhumunun yüzde birini bile anlatamazsınız. Bununla beraber o, Allaha karşı belki oldukça derin duygulara sahip olmuş bulunabilir. Fakat bu duygusunun illetini, esaslarım ve şümulü derecesini tayin ve tahlil etmek ve anlıyabilmek bakımından onun kudreti sizinkine sala yaklaşamaz. Demek ki bir mağara adamile sizin aranızda aşılacak yüzlerce merhale vardır. Ve her merhalenin de o merhalede bulunan varlıklara müsaade ettiği muayyen ve mahdut anlayış ve idrak imkânı mevcuttur. Her insanla, ancak, onun bulunduğu tekâmül merhalesinde konuşulan dille görüşülebilir. Bunun dışında, başka bir lisanla söylenen sözlerin hiçbir faydası olmaz ve belki de yanlış manalara ve tefsirlere yol açarak onlar zararlı neticeler de doğurabilirler. İşte bu sebeptendir ki, bu kitapta geçen sözlerin herkes için olmadığım baştaki bir iki söz sayfasında tebarüz ettirmiştik. Zira bugün dahi daha asırlarca zaman evelki ruh hali içinde yaşamakta bulunan milyonlarca insan mevcuttur. Ve böyle olması da dünya kanunlarının icabatm- dandır. Tekâmüle inanan her inşan bu icabı takdir ve kabul eder. Yalnız temenni olunan ve özlenen şey, insanların bu geri merhaleleri süratle atlatmaları ve insanlıktan bugün beklenen olgunluk yaşının icabatma uygun bir anlayış ve görüş seviyesine mümkün olduğu kadar çabuk ulaşmalarıdır. Bu da her an parlamağa, her an ileri atılmağa ve her an ön saflara geçmeğe müsait olan ve her insanda mevcut bulunan ruh kudretlerinin harekete geçirilebilmesi nisbetinde başanlabilen bir iştir. Yeter İd o insan, dediğimiz gibi, bunu istesin. Ve. istemek için de kendisini, mıhlamış olduğu bir kazığa ebediyen ve sımsıkı bağlı tutmağa çalışan kökleşmiş kanaatlerini yeni bilgilerle, yeni ilhamlarla mırlandırarak hiç olmazsa bir adım daha yukarı doğru yükseltmek suretiyle vicdan hürriyetine kavuşmanın yolunu tutmuş olsun.

Ruh »teminin yüksek plânlarından alınıp muhtelif kanallardan bizenakledilmiş büyük hakikatleri taşıyan tebligatın istisnasız olarak hepsi, insanın Allah olduğu veya Allahla birleşeceği fikrini kati bir ifade ile reddetmektedir. Bilhassa kendisine sarsılmaz itimadımız olan ve fikirlerimizin mesnedi bulunan bir büyük ruh üstadımızın aşağıdaki sözleri, ruhların hiçbir vakit Allah veya Allah’ın cüzü veyahut bir parçası olamı- yacağı noktasında ısrarla ve açıkça durmaktadır.

ÜSTAT: (31/5/1936)

“B. R. — Ruh bir madde midir?

“Üstat — Bunu evvelce de söylemiştim, ruh ancak perisprisi ile- maddedir.

B. R. — Bizzat ruhim kendisi nedir?

“Üstat — Madde değildir. Bir lemai İlâhidir. Bu kadar tarif edebilirim.

B. R. — Mademki ruh bir lemai İlâhidir. O halde onun ilk zamanlarda tecrübesiz ve görgüsüz olduğunu nasıl kabul edebiliriz?

“Üstat — Unutmayınız lemai İlâhiye dediğim zaman size ancak bu kadar tarif edebilirim, demiştim. Bunu ancak Allah’ın bir alevi mânasına telâkki etmeyiniz.

“B. R. Allah’ın Büyüklüğü ile, ruhun tecrübesizliği ve görgüsüzlük halini nasıl telif edebiliriz?

“Üstat — Unutmayınız ki — haşa — Allah’ın bir cüzü, demedim.

“B. R. — Bir cüzü, demediniz. Fakat Allah’dan sadır olan...

“Üstat — Sadir de demedim.

“B. R. — Allaha nisbet edilen? Bu sözü tekit buyuruyor musunuz?

“Üstat — Allah’ı kasdediyorsanız hayır! Onun mahlûku, Onun vücut verdiğini kastediyorsanız evet.

“B. R. — Şu halde lemai İlâhiye, sözünüzden maksat, Allah’ın vücut verdiği, halkettiği, demektir, öyle mi?

“Üstat — Evet, başka, türlü tarif edemem..”

Bu tebliğdeki sözlerin yüksek manası, bütün büyük din kitaplarının Allaha müteallik bahislerinde yazılmış olan sözlerin, hiçbir tefsire tabî tutulmadan anlaşılan manalarının ta kendisidir. Yani, Allah kâinâtı ve bu meyanda ruhlan yaratmıştır. Onun ne benzeri, ne şeriki, ne nazirî yoktur. O, hiçbir varlıkla kıyaslanamaz, hiçbir sıfatla vasıflandınlamaz. Mahlûkat, hiçbir vakit Halik olamaz. Mahlûkatın ezelde veya ebette halik oldukları kabul edilince hilkat mefhumu ortadan kalkar. Hilkat mefhumu ortadan kalkınca, Allah mefhumu bir sözden ibaret kalır. Allah mefhumu sözden ibaret kalınca da dalâlet bütün dehşetile ve korkunç- mutahripkârlığı ile ortaya çıkar. Bugün dünyanın birçok yerinde olduğu gibi.

Allah’ın emir ve kanunlarına uyan yüksek ruh plânının izni ve direktifi altında dünyamıza tebliğ vermek suretiyle bizleri irşat etmiş kıymetli ruh dostlarımızdan Mustafa Mollanın bu büyük bahisle ilgili bir tebliği-

. ni burada saygı âie naklediyorum:

MUSTAFA MOLLA: (22/4/1950)

“Asırlardanberi ölü konuşanlar!... Allah’ı, kâinatı ve insanı yekvü- cut sayan dalâlet yolcuları!.. Bir zerrenin dahi sırrını çözemezken, kendi içlerindeki serazat ışık seylâplarını Halikın makam sanmışlardır.

"Çok şey dilersiniz. Her şeyi alırsınız. Pek az düşünür, pek çok yanılırsınız. Büyük bedbaht, kendini aldatmış olandır.”

Burada biraz duracağız. Hayatının her saniyesinde idrak etmiş olduğu aczini görerek kendisini asla Allah olamıyacağını bilmesi lâzımgelen insanın gene Allahlıktan demvurması, kendisini, yani vicdanını aldatmış olmaktan başka bir şey ifade etmez. Biz evvelce de bir nebze bahsetmiş olduğumuz bu hale: ruh parçalanışı, ismini vermiştik. İşte bu ruh parçalanışı bedbahtlıkların en büyüklerinden birini teşkil eder.

Birkaç sene evvel, bir yerde, yeni mefluç olmuş zavallı bir şeyh efendi ile tanışmıştım. Kendisinin bir tarafı baştan aşağı tutmuyordu. Diğer bazı zevatın da hazır bulunduğu bu mecliste mefluç şeyh, zannedersem, başka bir hoca efendi ile bir müddet evvel yapmış olduğu bir görüşmesini şu şekilde anlatmıştı: ”Kur’andan aldığım ayetlerle adama' sözlerimi birer birer kabul ettirerek, insanın Allah olduğunu isbat ettim. En nihayet: o halde ben Allah’ım, dedim. Sustu. Ve itiraz etmedi, öyleyse, dedim, mademki ben Allah’ım, haydi bakalım şimdi bana secde et!” Hoca bu sözüm karşısında irküdi ve “yoook! bunu yapamam” dedi. Yapamaz, çünkü adamın kafası işlemiyor. Kur’anın zâhiri mânasından dışarı çıkamıyor.” Bu sırada hazirandan birisinin küçük bir itirazı karşısında şeyh efendi fena halde gazaba gelmişti. Bu yüzden artan rahatsızlığım gidermek için masanın üzerindeki damla ilâcını almak ihtiyacını duydu. Fakat masa, yanında olduğu halde uzanıp onu oradan alarak bardağa boşaltmak kudretsizliği buna mani oldu. Bu aczini gördü ve etrafındakiler de gördüler. Bilhassa o anda dikkatini benim üzerimde toplamış olduğu i- çin, evvelki korkunç iddiası ve şimdiki şu biçare aczi arasındaki şayanı ibret tezada derin bir acıma hissi duyarak baktığımı keskin zekâsile anlamış ve bu hali izzetinefsine yedirememişti. İşte o zaman, nefsaniyeti- nin şahlanışı ile ruhundan kopup gelen şu tazallümkâr, aynı zamanda isyankâr sözleri, kendi kendine veya vicdanından nefsaniyetine hitaben zahirde kalenderane bir neşe içinde söylemişti: “Behey adam! Bir taraftan Allah’ım, dersim öbür taraftan yanındaki masada duran bir ilâç şişesini bile almaktan âciz olursun. Bu ne biçim Allahlık?” Ve hazınina dönerek şunları ilâve etti: “Eğer altı aya kadar bu dertten kurtulamazsam kendimi denize atarım. Böyle çarpık Allah olmaz. Allah seni mademki Allah yaptı, bu çarpıklığımı düzeltsin.” Dehşet!.. O zaman hakikaten daha çok acıdım- Bütün Zahirî görünüşe rağmen o, bunları şaka olsun, diye söylemiyordu. Yeni felç olmuş bir adam bu şekilde bir şaka yapamazdı. Bu ancak ruhen parçalanmış insanlara mahsus çok karakteristik bir ruh halinin bariz ve acıklı bâr ifadesi idi. Ve ancak, böyle beşerî aczin duyulduğu anlarda nefsaniyetle vicdanın, idrak sahasına çıkan zorlu, mücadelesinin bir tezahürü idi. Bununla beraber, bu adamın ruhundaki derin ıstıraplarını, fani birkaç maddî cazibe, bir çocuk oyuncağının ağlıyan çocuğa temin’ettiği gelip geçici sevince müşabih bir sükûnetle muvakkaten belki gene dindirebilir. Ve bu hal bilhassa böyle parçalanmış insanların kendilerini tekrar toplıyabilmelerine imkân bahşeden büyük bir İlâhi lütuftur.

Allah, ruhlan bölünmüş böyle insanların hiç olmazsa bu muvakkat sükûnet anlarından faydalanarak, kendilerini toplıyabilmelerine yardım edecek ilhamları onların kalblerinden eksik etmesin. Ve hiçbir kimseyi parçalanmış ruh halinin böyle kötü azaplarına düşürmesin. Tebliğe devam ediyorum:

“Bir ucu ezelde, bir ucu ebette olanla; bir ucu doğuşta, bir ucu mezarda olanla nasıl bir değilse insan, kâinatın mihrakı insan hiç 'bir zaman Allah’da değildir. Fakat O Allah ki kendini sizde temaşa ettiğini söyiiyerek ne büyük tevazu göstermiştir! Onun içindir ki, ancak alçak gönüllüler Tanrı yolundadır.

"iradelerinin elleri, ihtiras zencirlerile benliklerine bağlı yaşıysalar, siz daha bedbahtsınız.."

Burada gene duracağız. Kendilerini Allah sananlar, Allah tarafından yaratılmış olduklarını inkâr edenlerdir. Zira Allah’ın kendi kendisini yaratması bahis mevzuu olamaz. Böylelerinin ruhlarında, şahlanması her an beklenen nahvet ve nefsaniyet yılanları, büyük bir tevazu kis-. vesi içinde pusu kurmuş halde fırsat kollamaktadır. Ve yazık ki bu yılanın azgınlık devresi hulûl ettiği zaman ilk sokacağı varlık gene onların kendi ruhlan olacaktır, işte bu hakikati görmeyip o nefsaniyet ve nahvet yılanının aldatıcı tevazuu ile vicdanlarını uyuşturmağa çalışan insanlar, bütüniradelerini nefsaniyetlerine terketmişler ve nefsaniyetin gizli ihtirasla dohı sürükleyişlerine kendilerini pasif olarak koyuvermişlerdir.

"Zira insan iki yolda bir dairei mahbusiyete girer. Biri, kendini kaybedip her şeyde şuursuziaşan; diğeri, her şeyin şuurunu kendi benliğinde kaybedenlerdir ki bir çenberin ayni noktasından muakis istikamette fasılasız ve göremeden koşarlar.”

Kıymetli dostlarımın müsaadelerde burada tekrar duracağım. Bu sözlerden benim anladığım mana şudur: İnsan iki bakıma göre yolunu şaşırarak kendisini kapalı bir dairenin içinde hapseder. Bunlardan birisi inkarcı maddeperestliktir. Bu yolu tutanlar öz varlıklarını inkâr ederler. Ve kendilerini tabiattaki sayısız maddelerden bazılarının bir araya top- lanmasile hâsıl olmuş ve nedense muvakkaten şuurlanmış bir atom mecmuasından ibaret sanırlar ki, günün birinde bu atomlar darmadağınık hale geldikleri zaman onlar da ferdiyetlerinin şuur ve idrakini kâinatın cansız maddeleri içinde ebediyen kaybedip gideceklerdir. Diğer yolu tutanlar ise panteistlerdir. Bunlar da kendilerinin Allahla birleşeceklerini sanarak ferdiyetlerinin şuurunun Allah’da ve kâinatın şuurunun da dola- yısiyle kendi şuurlarında kaybolacağını vehmederler. İste bu yolsuzlukların ikisi de birbirine zıt istikametlerde yürümekle beraber karanlık bir. noktada birleşmeğe mahkûmdurlar ki bu nokta da; şuur ve idraklerinin bir kül içinde eriyip gitmesi, yani varlıklarına ait şuurun yok olmasıdır. İşte bu hal, onların ruh kudretlerinin ve bilhassa iradelerinin selâmetini bozan ve kendilerini ergeç yutacak karanlık bir meçhulün âtıl ve gayesiz yolcusu haline sokan bir kanaatin mevlududur. Tebliğin mütebaki kısmına devam ediyoru;

“Size gökler sitem etmiyor.. Bilâkis sizinle çiçeklerin ıtri kadar lâtif, mehtabın ipek telleri kadar yumuşak ve yıldızların yanılmaz dikkatleri kadar uyanık bir dille Tanrı her an en güzeli, en doğruyu, en iyiyi konuşuyor.”

Bu sözler İlâhî adaletin ve iyiliğin büyük teeelliyatının çok küçük bir kısmını ne güzel bir ifade ile anlatıyor! Filhakika bütün ibu aykırı kanaatleri besliyenlere, bu yanlış yollan tutan gafil yolculara Allah buuz ve adavet etmez. İlâhî kanunlar onları, her uyandıkları ve hakikat güneşini görmeği istedikleri anda yüksek mıntakalann ve ucu bucağı bulunmıyan en muhteşem ve parlak âlemlerin mesut varlıkları haline koymağa hazır bir vaziyettedir. Yeter ki, insan bu hakikati görsün veya görmeğe çalışsın ve onun güzelliğini, doğruluğunu ve iyiliğini duyabilmek kudretine erişmenin yollarını araştırsın.

Hülâsa, eskilerin (fena fillah) sözünün mahiyeti ve ifadesi “bize göre şudur : İnsan maddî ihtirasat ve nefsaniyetile sürüklenmiş olduğu lev- siyattan kendisini kurtardıkça, içinde mevcut bulunan temiz, yüksek ve müteal ruh kudretlerinin nurunu hissetmeğe başlar. Ve maddî zevklerin hiç birisile kıyası mümkün olmayan, bu hissedişin ona verdiği büyük zevkler o zamana kadar tatmamış olduğu bir hayatı cavidanide kendisini yaşatır. İşte bu anda o, öz varlığının kâinat değerindeki namütenahi kudretlerinden bazılarının küçük bir parıltısını muhteşem bir ışık ummanı ve tufam halinde duyar. Bu umman, gene onun Öz varlığında mündemiç olan ve öz varlığının illeti ve sebebi hayatı bulunan İlâhî murada doğru yükseliş iştiyakının ve Allah aşkının huzur ve saadet verici dalgalarile beslenir ve derinleşir.

İşte böyle Allaha karşı duyulan aşk ve iştiyakın kucaklamış olduğu bir ışık ummanı ye tufam içine kendini gömülmüş gören insan, artık Allah’dan başka' bir şey düşünemez, duyamaz, göremez ve anlıyamaz olur. Ve kendisini o anda tamamiyle unutur. Bu öyle ulvî bir andır ki, eğer insan sonsuz ve her türlü şümul mefhumunu da kucaklıyan Allah’ın Mutlak varlığı mefhumu üzerinde o zamana kadar hiç durmamış ve birşeyler düşünmemiş idiyse beşerî manada ancak vecit tabirile ifade edilebilen bu andaki ruh hali içinde, o insan' kendi varlığının, Allah’ın Varlığında kaybolduğunu, eridiğini ve hatta yok olduğunu sanarak masumane bir hataya düşer ve bunun neticesinde de kendi idrak ve şuurunun günür birinde, böyiece fena âleminin ebediyeti içinde yok olacağım bir ideal, bir gaye edinmek gibi bâtıl bir fikre ve nazariyeye saplanabilir.

Allah’ın erişilmez ve hiç bir şeyle nisbet kabul etmez Mutlak Varlığı hakkındaki müteal mefhumlara insan nüfuz edebildikçe böyle vecit hallerinin, Ona yaklaşmak değil, Onda tükenmek değil, Onda yok olmak,. Onda ebedî zevale ve fenaya kavuşmak değil, bilâkis Ondan hızım, kuvvet ve kudretini alan öz varlığının bütün hudut, zaman ve mekân mefhumlarım aşan ve şümulüne payan olmayan ebedî hüviyetile, İlâhî aşk. ve iştiyakın perde perde açılarak kendinde doğacak daima yeni ve daima birbirinden nurlu ışıklarım his ve idrâk etmesi manasım taşımakta olduğunu anlar, kabul eder ve bu anlayış, kabul ediş o cavidanî hayatın sonsuz ve tükenmez saadetlerine kendisini ulaştırır.

İşte eski hükemanm ve Ulemanın, fena- fillah, sözünden - kendi zamanlarında anlaşılan manasım nazarı itibare almıyoruz, fakat bugün - vahdeti vücudü değil, bu izah ettiğimiz manayı çıkarmak ve anlamak lâzımdır. Yoksa insanın kendi içinde her an duyabilmesi mümkün olan en küçük bir parıltıyı görür görmez hemen onu Allah sanıvermesi, iptidaî bir insanın gökyüzündeki güneşin parlaklığı karşısında ona tapmağa kalkışması kadar kolay, basit fakat bugün için sapıkça bir ruh halinin ifadesi olur. Ama bugünün ileri merhalelerinde bulunan insanından beklenen şey bu kadar basit ve küçük olamaz.

Allah yolu oyuncak değildir. Herkes için zarurî ve mukadder olan bu yolun çeşitli kapılan, ancak elde mevvcut anahtarların şekline ve biçimine göre açılırlar veya açılmazlar. Ve açılmıyan kapıların önlerinde birer cehennem yatar ki, bu cehennem, gene insanın kendi içinde her an kendisiyle beraber taşıdığı vicdanıdır. Allah, herkesin kendisine isterse bir cehennem de yapabileceği vicdanım, İlâhî zevklerle dolu cennetler- haline koymak kaderini insanlara bahşetsin.

ALLAH DUYGUSU

Evvelce, Mutlak hakkında- konuşurken üstattan naklen bazı tebliğler yazmıştım. :Üstadın bu sözlerinin diğer varlıklar tarafından verilen mabadi üzerinde durmazsak bazılarının, bunlardan yanlış fikirler çıkarmaları tehlikesile karşılaşabiliriz. Meselâ, bu düşüncelere göre hiç bir- duygu ve mana içinde Allaha yaklaşmanın mümkün olmayacağı ve İlâhî mefhumlardan insanların uzaklaşmaları icap edeceği kanaatinde olduğumuzu zannedenler bulunabilir.

Haddi zatında üstadın: Mutlaktan bahsetmeyiniz. Onun yakınma varmak manasında, Ona yaklaşmak mümkün değildir, sözleri hakikati veciz bir şekilde ifade etmiş olmakla beraber bu sahadaki yüksek ve derin fikrin manasım herkesin anlıyabileecği tarzda biraz daha açıklamak mecburiyeti hâsıl olmaktadır.

Üstad: Allaha yaklaşamazsınız, dediği zaman burada yaklaşmak tabirde kastedilen mana şu idi: Yaklaşmak denince beşerî anlayışa göre akla çeşitli fikirler gelebilir.

Meselâ, yanına gitmek, Onun bulunduğu muhite girmek, Kendisile- temas haline geçmek ve en tehlikelisi de Allahla birleşip Onun bir cüzünü teşkil etmek manaları düşünülebilir. Tamamıyla maddî bir görüşe dayanan bu anlayışla, Allaha yaklaşmanın asla bahis mevzuu olmayacağı fikri üzerinde evvelce durmuştuk.

Meselâ, yaklaşmak talbirile, Onun kudretlerine yakın kudretler iktisap etmek, bazı cihetlerden Ona benzemek veya Onun gibi olmak, Onun seviyesine yükselmek nevinden mânalar da akla gelebilir. Bu mânadaki yaklaşma mefhumu da merdut ve gayrı makbuldür.

Meselâ, Allaha yaklaşmak kelimesinden, Allah’ı anlayabilecek, tarif edebilecek, Onun kudretlerini kavrayacak, mahiyetini idrak edecek duruma veya kemal seviyesine ulaşmış olmak, manaları da çıkarılabilir ki, bu tarzda yaklaşmak da asla düşünülemez ve kabul edilemez.

Ve meselâ, Allaha yaklaşmak tabirinde, insanın ruhî ve manevî kudretlerinin ve varlığının İlâhî Varlıkla birleşerek Onda' fena bir zeval bulması kasdı da mevvcut olabilir. Böyle bir mânada Allaha yaklaşmak düşüncesi asla caiz olmaz ve hiçbir vakit makbul sayılmaz.

İşte bu türlü fikirlerle Allaha yaklaşabileceğini iddia etmek bir kul için manasız, faydasız ve hatta zararlı bir hareket olur. Çünkü bu gibi düşünceler ve faraziyeler insana hiçbir şey Öğretmiyeceği ve hiçbir ruhî fayda temin etmiyeceği gibi, onu İlâhî rızaya ve kanunlara asla uygun olmayan tehlikeli bir nahvetin ve kibrin oyuncağı haline sokmak sureti- le felâketli uçurumlara sürükliyebilecek tehlikeleri de hazırlar.

Bütün bunlar iyice tetkik edilip göz önünde tutulduktan sonra Allaha yakaşmak tabirinin tamamen mecazi bir mana taşıdığını ve bunun da beşerî ifade daldığından mütevellit zarurî bir netice olduğunu kabul etmekten başka çare kalmaz. Üstatla görüşmelerimizde bahislerimizin Ibu raddeye kadar getirilmesine vaktimiz müsaade etmemişti. Binaenaleyh bu hususta kendisinden daha fazla tenevvür etmeğe muvaffak olamamıştık. Fakat Tanrıya şükrederiz şi senelerce sonra üstadın da vaktile işaret ettiği gibi (1) bu tebliyatın mabadi başka varlışlar vasıtasile bilâhare, yani takriben on sene sonra verilmeğe başlamış ve bu suretle noksan kalan bilgilerimin mühim bir kısmı ikmal edilmiştir.

Filhakika artık bugün idrak edebiliyrouz ki yukarıda zikrettiğimiz manaların dışındaki bir mana ile Allaha yaklaşmağa çalışmaklığımız sadece mümkün olmakla kalmaz, aynı zamanda Allaha karşı kulluk ve şükran borcumuzun en ileri vecibelerinden ve zaruretlerinden (birini teşkil eder. Ve hattâ bundan da öteye geçerek ruhumuzun sönmez, tatmin edilmez, sonsuz bir ihtiyacı, ateşli bir isteği halini de alır. İşte bu bahis üzerinde durmanın sırası şimdi gelmiş, bulunuyor.

(1) "Dünyanızla dört buutlu âlem arasında ilk muvasala bu celselerdir. Bunların §imdi burada kalması mukadder ve mukarrerdirBu iki âlem arasındaki muvasalanın mabaadi sizin ölçünüzle uygun bir zaman sonra olacaktır”. (Üstat: 7/2/1937).

İlâhî yolda yürümek, Allah’ı duymak ve Onun rızasına geniş bir idrak içinde ulaşmak uğrunda ebediyen yürümek ve yükselmek mefhmu hakkında, mümkün olabildiği kadar hatâdan salim bir fikir edinmek i- çin evvelâ, bu mefhumu bütün maddî mefhumlardan tamamen tecrit etmiş ve hiçbir yönden onun böyle maddî bir düşünceye temas eden tarafı kalmıyacağını tebarüz ettirmiş olmamız lâzımgelir. Bunun için de her şeyden evvel bizim, Allah, Mutlak? karşısında bütün varlığımızın bir sıfırdan ibaret olduğunu ve hiçbir kıymet taşımadığını bütün düşünmemiz icap eder. Kaldı ki, bütün maddî ve manevi kıymetlerin üstünde bulunan Allah mefhumuna gitmezden evvel Allah tarafından yaratılmış bir kâinat mefhumu içinde dahi insanın sıfır derecesinde küçük ve basit bir varlık halinde kaldığım her aklı eren insanın bilmesi ve kabul etmesi lüzumlu bir iş olur. İşte bunun için biz, ilk önce insanın kâinat içindeki hiçliğini tebarüz ettirmeğe çalışmakla işe başlıyaeağız. Ve zihnî bir kâinat} gezintisi yapacağız. Bu gezinti dünyamızdan itibaren gittikçe uzaklaşan büyüyen ve genişliyen maddî bir kâinat mefhumu içinde ne kadar küçük birşey olduğumuzu bize öğretmeğe kâfi gelecek ve bu azamet karşısında duyacağımız küçüklük hissi, asıl gayemize, yani İlâhî duyguya bizi hazırlayıcı objektif İlâhî arşatırma yolunun ilk basamağını teşkü edecektir.

Evvelce neşrettiğimiz Ruh ve Kâinat kitabında, maddî âlemler ve madde halleri hakkında serdedilmiş mülâhazattan bazılarını kısaltarak burada tekrar gözden geçirmek isityonum. Maddî kâinatı teşkil eden maddelerin makro ve mikrometrik bir saha içinde ve bu sahayı da taşarak bizim için kabili tahkik ve idrak olmayan bir seyyaliyet nizam ve tertibinde yayılıp gittiğini orada görmüştük. Ve makrometrik âlemin de idrakimiz karşısındaki azametini tebarüz ettirmek için evvelâ gökyüzünde zihnî bir seyyahat tertip etmiştik. Şöyle ki:

Gökyüzüne başımızı çevirip baktığımız zaman orada, sayısı belirsiz bir çok parlak noktacıklar görürüz. Bunların içinde iki tanesi büyüklüğü ve parlaklığı ile diğerlerinden ayrılır. Bunlardan birisi güneştir. Güneş, diğer küçük yıldızların yanında bize çok büyük ve parlak görünür. Ve bu yüzden biz ona gökyüzünün hâkimi naazrile bakarız. İşte basit bir insan düşüncesinden doğan bu realite asırlardanberî bir çok insanlar arasında hüküm süregelmiştir.

Filhakika., gökyüzünde ancak büyücek bir portakal kadar küçük görünen -temamızın bu mağrur güneşi, aklımızın alamayacağı kadar büyüktür. Yani bizim dünyamız kadar, bir milyon üç yüz yirmi altı bin dört yüz yetmiş iki tane (1) dünya bir araya gelmelidir ki güneşin cesameti meydana çıksan. Bu mukayeseyi gözümüzün önünde canlandırabilmek için, bir metre kutrunda büyük bir küre tasavvur edelim. Bu, güneş ol-

(1) Ruh ve Kâinat kitabında da belirttiğimiz gibi buradaki rakamların kıymetleri takribi ve nisbidir.

İşte bu kürenin yanında dünyamız, kutru ancak bir santimetre olan bir bilya tanesi kadar küçük kalır.

Halbuki dünyamıza nisbetle bu kadar azametli görünen güneş, kainatta bir zerreden ibarettir. Bu sahadaki tetkikatımızda bir adım daha ilerleyince öyle devasa küreler ve sevamî teşekküllerle karşılaşırız ki, onlara nazaran güneşimiz, bize göre olan bütün heybetine rağmen semanın hâkimi olmak vasfını derhal kaybeder. Ve o zaman biz, semada hangi yıldızın büyük olduğunu bilemez hale geliriz. Zira güneşten daha büyük o kadar çok yıldız ve onlardan da daha büyük gene o kadar çok yıldız vardır ki, bunlardan hangisinin en büyük olduğunu tayin etmek mümkün olmaz. Halbuki yeryüzünden biz onları arasıra görünüp kaybolacak kadar küçük ve bazen çok sönük birer nokta veya leke halinde görürüz. Ve bazen de hiç göremeyiz. Sayısı milyonları bulan ve hakikî miktarı belli olmayan bu muazzam teşekküllerden bir tanesini ele alalım: Bu, Andromede nebülözüdür. Bunun büyüklüğü güneşe nisbetle fevkalâdedir. Acaba küçük ve sönük bir leke halinde görünen bu nebülöz, semamızın güneşinden ne kadar daha büyüktür? Bin defa mı, milyon defa mı, yoksa milyar defa mı ? Hayır. Bu nebülöz güneşimizden, iki yüz otuz iki trilyon kere daha büyüktür!.

îki yüz otuz iki trilyon aritmetik bir mefhumdur. Ve bu da bize hiç bir şey ifade etmez. Bunu jeometrik bir mefhuma çevirelim. Bunun için de arzımızdan bir buçuk milyon defa büyük olan bir küdeyi düşünelim. Bu, takriben güneşimizin cesametidir. İşte bu muazzam kürenin, iki yüz otuz iki trilyon tanesini bir araya getirirsek bu nebülözün büyüklüğü hakkında kaba bir fikir edinmiş olunuz. Fakat dnüyamızdan bir buçuk milyon kere büyük bir kütlenin iki yüz otuz iki trilyon tanesini bir araya getirmek ne demek? Daha doğrusu evvelâ bu rakkamın manası nedir?.. Bir insanın azamî kudretini ele alarak, fasılasız surette bir saniyede iki rakam sayabileceğin! farzedelim: O insanın bu şartlar altında yukariki rakamı sayıp bitirebilmesi için takriben dört milyon sene sayması lâzım gelir ki, bu rakamın ifadesi Öyle bir saniyelik zaman içine, iki tanesini sığdırıverdiğimiz, şimşek süratile gelip geçici bir mefhum değil dünyamızın bir buçuk milyon defa daha büyük olan bir güneşin cesameti mefhumudur. Böyle aklımızın alamayacağı rakamlarla ifade edilen bu büyüklük karşısında bir insanın maddî varlığının ne kıymeti kalır ?

Mutat vasıtalarla insanlar tarafından görülebilen yıldızlar - astronomların söylediklerine nazaran - lantiküler bir saha dahilinde toplanmışlardır. Bu sahaya voie lactee diyorlar. Bir vua lakte içinde bulunan yıldızların sayısı yüzlerce milyona baliğ olmaktadır. Vua lakte, heyet ilmince muayyen bir sahadır. Ve bu sahanın bir ucundan öbür ucuna kadar olan mesafe 150 - 200 bin ziya senesine muadildir (1) dünyamız aşağı yukarı bu sahanın merkezine yakın bir yerde bulunuyor.

-

(1) Ziya senesi demek, bir saniyesi üç yüz bin kilometrelik sürat kıymetini ifade eden bir sene demektir.

Bu rakam insanı ürkütecek dehşette bir kıymet ifade eder; saatte bin kilometre süratle giden bir tayyare farzedelim. Bu tayyarenin gece gündüz durmadan koşması şartıyla vua laktemizin bir ucundan diğer ucuna varabilmesi için fezada tam iki yüz on küsur milyar sene uçarak koşması lâzımdır.

Fakat gene astronomlar diyorlar ki bu kadar büyük bir saha içinde yüz milyonlarca yıldızdan müteşekkil olan vua laktemiz (saman yolumuz) semanın yegâne varlığı değildir. Bu saman yolumuzun dışında kalan daha bir çok saman yollan yani ekstra galaktik sistemler vardır. Ve bunların herbirinin büyüklüğü de hemen hemen bizim vua laktemiz kadardır. Bunların aralarındaki mesafelerin uzunlukları da, bir vua lakte- nin işgal ettiği sahanın uzunluğuna yakındır. Buna nazaran, saatte bin kilometrelik yol alan tayyaremizle vua laktemizin bir ucundan diğer u- cuna iki yüz küsur milyar senede vardıktan sonra diğer komşu nebülözün hududuna ulaşabilmek için tayyaremizin gene iki yüz küsur milyar sene daha havada uçması lâzımgeleoektir. Bu, dehşetli bir mesafedir. Ve bizim en büyük süratimiz bile bu mesafenin karşısında sıfır mertebesinde kalır. Fakat iş burada durmuyor. Yukariki muazzam rakam, ancak fezada iki, kehkeşanm işgal ettiği sabaya aittir. Acaba semada böyle kaç tane vua lakte var? Efsanevî mesafelerle birbirinden ayrılan ve akla sığmıyacak kadar büyük olan bu nebülözlerin hakikî sayısı astronom- larca meçhuldür. Ancak son keşiflerle varılan neticelere göre bu nebülöz- lerden malûm olanın sayısı iki milyonu bulmuştur. Bu hesaba göre, “baş döndürücü” süratle koşan mahut tayyaremizle astronomik âlemimizin b.r ucundan diğer ucuna hiç bir vakit varanuyacağız.

Fakat unutmayalım ki maddî kâinatımız bu kadar küçük değildir. İçinden çıkamadığımız bu hesaplar kâinatımızın, ancak bildiğimiz ufak bir kısmına aittir. Kâinatımızın o kadar uzak yerlerine gitmeğe hacet yok. Vua laktemiz, yani kendi nebülözümüz içinde bulunan yıldızların bize en yakını gene bir parseklik mesafeden daha uzaktadır. Ve bu mesafe takriben üç ziya senesine muadildir. Meselâ, bize en yakın olan komşu yıldız Proksima Centori bizden 1, 11 parsek uzaktadır ki, bu takriben üç küsür ziya senesi eder. Yukarıdaki büyük mesafeler yanında bunun ehemmiyeti yoktur, demeyiniz. Çünkü saatte bin kilometre koşan tayyaremizle bu en yakın komşumuza gidebilmek için gece gündüz durmadan uçmak şartıyla üç buçuk milyon sene havada koşmamız lâzımgelir.

Şimdi, bu yıldızlardan biraz daha uzaktaki diğer bir yıldızı meselâ, kutup yıldızını ele alalım. Acaba tayyaremiz bu yıldıza kaç senede varacaktır? Kutup yıldızı, dünyamızdan kırk altı ziya senesi uzaktadır. Yanî tayyaremizin oraya varabilmesi için gece gündüz elli milyon sene uçması lâzımdır.

Ya yukarıda bahsettiğim efsanevî mesafelerdeki yıldızların bize binlerce asırlarda gelen ziyaları karşısında neler düşüneceğiz ? Meselâ, en kudretli teleskoplarla fotoğrafları alman yıldızların bizse dan mesafeleri kırk dört milyon parsektir ki, bu yüz kırk milyon ziya senesine tekabül eder. Bunun da asıl manası şudru: Bu yıldızlardan bugün kopan bîr .ziya büzmesi bize ancak yüz kırk milyon sene sonra gelecektir. Daha doğrusu, biz o ziyayı ancak yüz kırk milyon sene sonra görebileceğiz!.

Astronomların bize Öğrettiğ şeyler, fezan iti bütün sistemlerine şamil değildir. Kimbilir daha ne kadar nihayetsiz sabalar içinde ne kadar .keşfedilecek ve yazılacak veya keşfedilmiyecek ve yazılanuyacak sistemler vardır.

Fakat, bizim gözümüzde büyük kütleler ve sonsuz denecek kadar geniş mesafeler halinde yayılan bu maddî âlem, henüz keşfedemediklerimiz ve keşfedemiyeceklerimizle kıyaslanınca, bir zerreden daha küçük kıymet haline düşüvermektedir. Halbuki bütün bu meçhul âlemleri ve kâinatları içine alan ve hayalimizden dahi geçmesi varit ve mümkün ol- mıyan namütenahi âlemler ve büyüklük mefhumları vardır. Bunların hiç birile kıyası ve nisbeti asla bahis mevzuu edilemiyecek olan ve bütün bu varlıkları ve mefhumları yaratan Allah’ın Büyüklüğü ve bizim Onun karcısındaki küçüklüğümüz hakkında bir tek söz söylemeğe bile ne kudretimiz, ne de cesaretimiz kalır.

Alemler yalnız büyüklüklerile değiğl, küçüklüklerile de şayanı hayret rakamlara baliğ olacak bir genişlik içinde kâinatı doldurur. Bunu da .mikrometrik âlem mefhumu altında şöylece gözden geçirebiliriz:

Maddenin bize göre son merhalesi atomdur. Fakat bu anlayış nisbi- <tir. Yoksa hakikatte atomun da son madde olduğuğnu kabul edenlerden değiliz. Atomlar da birer âlemdir. Birer şems manzumeleridir. Atom çok küçük bir maddedir. Bir topluiğne büyüklüğündeki uzvî maddede bulunan atomların miktarını ne kadar tahmin edersiniz? Yapılan hesaplara göre bunun miktarı 8.102’ dir ki bu rakamın ifade ettiği manayı zihinde su- retlendirmek mümkün değildir. Fakat bu rakamın dehşeti hakkında belki kaba bir fikir veririz diye bir mukayese yapacağız: Evvelce Andromede nebülözü ile güneşimizi, mukayese ederken aradaki farkı gösteren rakamın kıymetini tebarüz ettirmek için bir saniyede ikişer saymak şar- tile dört milyon sene saymak lâzımdır, demiştik. Ve haklı olarak da bunu pek büyük bir rakkam olarak telâkki etmiştik. Fakat bir toplu iğne ucu cesametindeki uzvi maddeyi teşkil eden atomların sayısınaait yakardaki rakam evvelkinden daha çok fazladır. Yani bunu gene saniyede ikişer saymak şartiyle ancak yüz yirmi trilyon senede tam amlıya biliriz! Bu ise bizim için hakîkaten bir ebediyettir. Ve bu ebediyet bir toplu iğne başı büyüklüğündeki uzvi maddeyi teşkil den atom adedinin içine sığmaktadır. İşte insanın başı burada sersemler.

Acaba bir atomun büyüklüğü ne kadardır? Bu hususta verilecek rakamlar bize hiçbir şey ifade etmez. Çünkü bunlar bizim için hiçbir objektif kıymeti haiz olmıyacak kadar küçüktürler. Bununla berabre bu f. s hususta kaba ibr fikir edinmek için gene mukayese yolu ile bazı mülâhazalarda bulunmak mümkündür. Bir Crookes balonu alalım: Bu balon, içindeki havasının bir milyonda biri kalıncaya kadar tahliye edilmiştir. Bunun kenarına endüksiyon cereyanile fevkalâde küçük, mikroskopik bir delik yapılmış olsun.-Acaba bu balonun içindeki havasının miktarı tabiî hadde baliğ oluncıya kadar geçecek zamanın müddeti ne olmalıdır? Bu tahminî hesabı yapabilmek için atomları o kadar küçük farzedelim ki bu mikroskopik delikten bir saniyede yüz milyon tane atom rahatça geçebilsin.

Evvelâ, ancak bir mikroskopla görülebilecek kadar “küçük bir delikten, bir saniyede yüz milyon tanesinin kolaylıkla geçebileceği bir cismin küçüklüğünü tasavvur etmek mümkün olmaz. Kaldı ki, iş bu kadarla dâ bitmiye çektir. Çünkü eğer farzettiğimiz gibi bu delikten saniyede yâlnız yüz milyon atom geçmiş olsaydı, acaba bu balonun dolabilmesi için ne kadar zaman beklememiz lâzımgelirdi? Böyle bir sual karşısında hemen insanın aklına birkaç saatlik zaman gelir. Halbuki yapılan hesaplara göre burada o kadar uzan bir zaman geçecektir ki biz buna Crookesla beraber bir ebediyet deriz. Çünkü bu zaman: Dört yüz küsur milyon senedir! Bu hesaba göre eğer dünya ilk kurulduğu vakit böyle bir balon hazırlanmış olsaydı, bugüne kadar belki henüz yarılanmış bile olmazdı. Halbuki hakikatte iş hiç te böyle değildir. Bu balonun dolması için yanm saatlik bir zaman bol bol kâfi gelmektedir. İşte atomun küçüklüğü hakkında aklımız bu noktadan itibaren durmağa başlıyor. Zira yarım saatte dolan bu balonun mikroskopik deliğinden bir saniyede geçen atom mintan bile bizim aklımızın kabul edemiyeceği rakamlara baliğ olmaktadır. Yapılan hesaplara’göre hakikatte bu delikten bir saniyede geçen a- tomlarm sayısı 6.1021 dir. Bu ne demektir? idrakimizin hududundan taşan her büyük rakam hakkında olduğu gibi burada da evvelâ hiçbir fikrî reaksiyon göstermeyiz. Fâkat bu rakamm kıymetini de yukariki kıyas yolu ile bulmağa çalışırsak başımızın dönmeğe başladığını anlarız. Tecrübe edelim: Bu rakamı da evvelkiler gibi saniyede ikişer saymak ' şartiyle takriben yüz trilyon sene saymamız lâznngelecektir. Bu hesaba göre atomun küçüklüğü hakkında edineceğimiz fikir ne olabilir? Atomlar o kadar küçüktürler ki, saniyede ikişer saymak şartıyla onların ancak yüz trilyon senede sayısını bitirebileceğimiz miktarı mikroskopik bir de lükten bir saniyede geçivermektedir!        _

Atomun son maddi merhalede bir varlık olmadığından evvelce bahsedilmişti. Fakat atomun eczasından ve eczasının eczasından bahsederken makrometrik âlemin mütalâasında karşılaştığımız güçlüklerden ve imkânsızlıklardan daha büyük güçlükler ve imkânsızlıklarla karşılaşacağız. İşte buradan itibaren maddenin, sonsuz maddi haller âlemine adımımızı atmış bulunuyoruz.

Şimdiye kadar bahsettiğimiz sonsuzluklar, maddenin bizim şanslarımız karşısında kıymet kazanan cesametine aittir. Fakat maddenin üç buut realitesi içinde anlaşılması imkânından gittikçe uzaklaşılan namütenahi öyle seyyal halleri vardır ki, artık bunlar bizim anladığımız manadaki cesamet mefhumunları çıkarak enerjinin bilemediğimiz, anlıyamadığımız ve duyamadığımız sonsuz teşekkürlerini meydana getirmek üzere kâinatta yayılıp giderler.

Klâsik ilme göre maddeler üç halde bulunurlardı. Fakat sulp, mayi ve gaz diye anılan bu hallerin ilk ve son haller olmadıkları bugün ilimde anlaşılmağa haşlanmıştır, Evvelâ Farady tarafından nazari olarak ortaya atılan radyan madde hakkındaki fikirleri bilâhare Crookes tatbikat sahasına çıkardıktan sonra, maddenin gazüstü halleri bahsindeki düşünce sahası çok genişlemiştir. 13 cm, kutrundaki bir balonun tabii şartlar altında ihtiva ettiği atom adedi 1.1021 dür. Bu hesap Clausius ve Clarx Maxwel’in termodinamik yolu ile araştırmaları neticesinde bulunmuştur. Crookes bu balonun havasını, bir milyonda bir kalıncaya kadar boşaltmağa muvaffak olmuş ve bu suretle balonun içinde kalan maddenin, mutat, maddî hususiyetlerinden başka hususiyetlere malik olan yeni bir hale girdiğini görmüştür. Radvan denilen bu maddede ağırlık, sertlik, şekil, ademi tenafüz ve renk gibi kaba hususiyetler yoktur. Fakat bu hal, acaba maddelerin en son seyyal haddi midir? hayır.

Crookes balonunun havası bir milyonda biri kadar boşaltıldıktan sonra acaba geride ne kadar hava kalır? Bu sualle ilk karşılaşanların aklına balonda az miktarda hava kalır, gibi bir fikir gelebilir. Fakat hakikatte burada kalan havanın miktarı hiç de mûhimsenmiyecek kadar az değildir. Çünkü burada bir kentilyon tane atom mevcuttur. Esasen maddenin sonu olmayınca mutlak hâlânın da elde edilebileceği düşünülmez. O halde Crookes’un yaptığı bu ameliyeyi namütenahi kere tekrarlamak mümkün olacaktır. Fakat bu nazari bir sözden ibaret kalır. Zira en mükemmel teknik vasıtalarla bu iş ancak bir defa bile güçlükle yapılabilmiştir. Ve maddeler seyyalleştikçe bu güçlük de murabbaı ile artacakta. Buna göre, dünyamızın şartlarile, bu işin esasen bizce mevcut olnuyan sonuna kadar gidebilmeğe imkân yoktur. Ancak şöyle düşünebiliriz: Tabiî hava tazyikini bu miktara indirdikten sonra fikirlerimizi altüst eden yeni bir madde ile karşılaştık. Acaba bu ameliyeyi bir defa daha tekrar etseydik, yani geri kalan hava miktarını da tekrar bir milyonda biri kalıncaya kadar azalta bilseydik, ne çeşit bir madde ile karşılaşacaktık? Halbuki bu ameliyenin tekrarına ebediyen devam edebilsek bile balonun içindeki maddeyi asla tûketemeyiz. Zira bizim aczimizin başladığı ve imkânlarımızın durduğu yerde ne maddelerin, ne de hâdiselerin durması î- cap etmez. Biz bir ameliyeyi mümkün olsa da balonda son atom kalıncı- ya kadar tekrar edebilsek son atomun namütenahi eczasından müteşekkil, bilmediğimi?: âlemlerin sonsuz derinliğine doğru da gene aynı ameliye ile inmekte ebediyen devam edebiliriz. Bu ameliyelerden doğacak neticelerin de bugün hiçbir insan oğlunun idrakine çarpacak şeyler olmadığı muhakkaktır.

Tabiatta boşluk, yoktur. Boşluk fikri ancak bizim kafamızın boş kaldığı yerlerden itibaren kıymet kazanan boş bir- düşünce mahsulüdür. Binaenaleyh atomun eczası ve onun da eczasının eczası olmak üzere maddeler bir sonsuzluk içinde yayılır gider.

Birer şems manzumesi olan atom sistemlerinin protonlarile elektronları arasındaki mesafeler, bizim kaba ve basit görüşümüze nazaran kabili ihmal derecede küçüktürler. Fakat bu,, egosantrik bir düşüncedir. Ve böyle basit bir düşünce ile kâinatın esrarına ait mebahise yanaşıla- maz. Bunun için hâdiseleri ve varlıkları yalnız hasselerimizle değil, onların oluş hallerini göz önünde tutarak incelememiz icap eder. Filhakika bizim için ihtimali kaabil olan atom âleminin protonlarile elektronları arasındaki mesafenin güneşimizle plânetleri arasındaki mesafeye nisbetle 8.000 defa büyük olduğunu hatırlatırsak atom âleminin ne kadar muazzam bir sistem olduğu meydana çıkar. Kendimize bir elektron plâteninin üzerine oturmuş bir varlık halinde düşünelim; yukardaki hesaba göre güneşimiz olan proton kütlesi, bize şimdiki güneşimizden hemen hemen 8.000 defa büyük olduğunu hatırlatırsak atom âleminin ne kadar muazzam mesafe bomboş mu kalacaktı? Hayır. Madde kâinatında her yer bfl. diğimiz, bilmediğimiz muhtelif şekü ve tarzdaki maddelerle doludur. Esa sen maddî kâinat varlık, demektir. Yoklukla madde kâinatı fikri asla borleşemez. Zira maddi kâinat yaratılmış, halkolmuş varlıklar âlemi, demektir ki burada yokluk fikri bu bakımdan dahi düşünülemez. O halde böyle bir kâinatta bizim nazarî olarak, yalnız bir fikir halinde kabul edebileceğimiz, öyle maddeler de vardır ki bunlar bir tek atom âleminin eczası arasındaki muazzam mesafeleri doldurmaktadır. Düşüncemiz ve muhayyilemiz burada durduğu için atom âleminin eczası arasındaki bu muazzam mesafeleri dolduran maddelerin de ayrıca birer âlem olduklannan ve bunların aralarındaki mesafelerde de gene namütenahi âlemlerin mevcudiyetinden bahsetmeğe cesaretimiz kalmıyor. Bununla beraber bu da bir hakikattir. Ve bunu bir hakikat olarak kabul edince bir tek atomun da muazzam bir kâinat olduğunu kabul etmek zarureti kendiliğinden meydana çıkıyor.

Kâinat âlemlerle doludur. Bunlar, bizim çok dar olan nisbi anlayışımız karşısında bir realite kıymeti arzetmezler. Ve idrakimizi saran dar ufukların maverasındaki sonsuzluğun karanlığı içinde kaybolup giderler. Binaenaleyh yukarıda arzettiğimiz makrometrik ve mikrometrik kıymet*- ler ancak bize göredir. İdraki genişlemiş, madde hakkındaki bilgisi artmış yüksek varlıklara göre bu mefhumlar bambaşka kıymetler kazanır. Atomla şems manzumeleri, tabiat kanunları karşısında aynı tertipte birbirinden az veya çok şümulle ayrılan sistemlerdir. Bu bakımdan Crookes balonunu kâinatımıza benzetebiliriz. Ve makrometrik kâinatımızda sayısız sekstilyonlan bulan yıldızlan da birer atom gibi düşünebiliriz. Fakat bu takdirde görürüz ki, tabiat Crookesten daha çok kudretli olarak çalışmıştır. Zira kâinat balonunun muhteviyatı Crookes”inkinden daha çok seyyaldir. Yapılan hesaplara göre bir santimetre mikâbı kâinata düşemaddenin ağırlığı bir gramın bir trilyonda birinin, bir trilyonda birinin on beş milyonda biridir. Kocaman bir Crookes balonuna benziyen, fakat ondan daha çok ilerde seyyaliyet hali arzeden kâinat balonunun mutevası acaba ne muazzam ve dehşetli Jbdr enerji deposu halinde bulunmaktadır? Bunun derecesini asla takdir edemeyiz.

Bundan sonra işi bir neticeye bağlıyabilmemize yardım edecek diğer bir mefhum daha vardır ki, o da buut mefhumudur. Biz, üç buutlu bir âlemde yaşıyoruz, diyoruz. Bu ne demektir? Buut nedir? Bundun tarifi imkânsızdır- Muayyen bir buut zaruretinden doğan rakamlarla muhtelif buutlardan bahsetmek de manasızdır.

Üç buut derken biz, ancak uzunluk, enlilik ve derinlik mefhumlarından mürekkep bir mekânı aklımıza getiriyoruz ki, esasen bunun dışında hiçbir buut düşüncesi de bahis mevzuu olamaz.

Bu üç buut mefhumunu doğuran unsurlar, bizim realitemize dahil olan maddelerin mekân zaruretinden kendilerini kurtaramazlar. İşte biz maddelerin, diğer hallerinden mütevellit realitelerden tefrik edebilmek için, bu üç buutlu realitemize dahil maddelerin heyeti mecmuasına bir SAFHA, diyoruz. Fakat maddelerin sonu-yukanda da tebarüz ettirdiğimiz gibi - olmayınca, üç buutlu mekân mefhumunun dışında kalmış olan maddelerin, sayısız, namütenahi hallerine göre değişen sonsuz safhalarının mevcut olması icap eder. Ve artık bunların, bizim anladığımız manada buutları bahis mevzuu olamaz.

İşte üç buutlu maddî realiteden yukarı seyyaliyet hallerine doğru olan ilk safhaya biz, dört buutlu realite demiştik. Fakat bu, arzettiğimiz gibi, sembolik bir ifadedir, bir buut, yani bizim düşündüğümüz manada bir mekân ifadesi değildir. Bu sembol de bu safhanın, ancak üç buutlu safhamıza nazaran ilk yüksek bir madde safhası olduğunu gösterir.

Üç buutlu âlemin dışındaki maddî realitelerin, bizim düşünebileceğimiz ilk ve belki de yegâne vasfı, zaman ve mekân mefhumlarından anladığımız manaların bu maddelerden müteşekkil âlemlerde bulunmayışıdır. Böyle olunca bizim bu safhaları, malûm ve mutat hasselerimizle idrak edebilmemize imkân kalmaz. Zira bizim hassi idrakimiz, ancak hasselerimizin takdiri dahiline giren üç buutlu realitesi içindeki zaman ve mekân mefhumlarile kaabildir.

Bir şeyin varlığını hasselerimizin yardımı ile kabul edebilmemiz için onun mutlaka azçok bariz bir uzunluk, enlilik ve derinlik kıymetlerine malik olması şarttır. Ve illâ, bizim hasselerimiz onu alamadığı gibi idrakimiz de onun varlığını kabul edemez.

Halbuki maddeler namütenahi ve üç buut mefhumu da mahdut olduğuna göre, ancak bu hasselerimiz delâleti ile faaliyet gösteren dış â- lem hakkındaki anlayışımızın, kâinatın sonsuz varlıkları ve icapları karşısında tamamıyla âciz ve idraksiz kalması mukadder bir hal olur.

O halde yukarki mülâhazalarımızı telhis ederek işi neticeye başlı- " yalım:

Biz, kendimize göre büyüklük ve küçüklük mefhumu içinde yayılan maddî bir kâinatta yaşıyoruz. Bu kâinatın, his ve idrakimiz karşısında çok küçükve belirsiz kalan bir tek atomuna, zerresine düşüncemizi uzattığımız zaman bunun, âlemler içinde âlemler halinde genişlediğini, büyüdüğünü ve sonsuzlaştığını görüyor ve kendimizi bir sonsuzluk, bir hudutsuzluk, bir umman içinde hissetmeğe başlıyoruz. Bu takdirde kainat büyüdükçe büyüyor ve idrakimizin, şuurumuzun dışına çıkıp ebediyet ve e- zeliyet içinde, zaman ve mekân dışında kaybolup gidiyor. İşte bu hal bizde bir büyüklük mefhumu doğuruyor. Fakat bu büyüklük de hakikatte çok küçük bir şeydir. Zira bu atom âlemi, namütenahi daha diğer atom âlemlerini sinesinde taşıyan öyle bir kainattır ki ‘ o sinesinde taşıdığı âlemlerin de gene aynı tertipteki büyüklük mefhumları karşısında, atoma izafe ettiğimiz bu büyüklük vasfı çok küçük kalır. Şu halde mikro- metrik dediğimiz atom âlemine doğru olan kâinat varlığı zahirde, büyüklük içinde küçüklük gibi göründüğü halde hakikatte küçüklük içine maddî büyüklükleri de alan sonsuz bir ihtişam, bir azamettir ki, hiç bir beşerî idrak bu azamete ve sonsuzluğa erişemez. Fakat bu sonsuzluk, bu ihtişam ve bu azamet nedir? Bu nihayet, maddî bir varlığın bir tek cüz*- ünün oluş hallerine ait bir görünüştür. Fakat bu oluş hali acaba bütün kâinat mıdır? Aslâ!.. Zira bizim maddemizin dışında bilmediğimiz ve kim senin de bilmediği, sayıya ve hesaba girmiyen diğer öyle oluş halleri vardır ki, yukarıda bahsettiğimiz ihtişam ve azamet mefhumu, bu hallerin namütenahi yayılışları içindeki, namütenahi eczasının, namütenahi eczası halinde gittikçe artan büyüklük ve ihtişam mefhumu karşısında bir sıfır, bir hiç gibi küçük kalır.

Acaba aklımız bu sonsuzluk içinde sonsuzluk, ihtişam içinde ihtişam, büyüklük içinde büyüklük halinde yayılıp giden kâinatların başlangıcını ve sonunu nasıl bulacak ve onu Yaratan Mutlağı nasıl anlıyabile- cek? Böyle bir şey olamaz.

Kâinatımızın bize nazaran makrometrik görünen büyük eczasına gelelim. Burada da dünyamızdan itibaren yayılarak etrafımızı saran sayısız dünya topluluklarım görmeğe başlarız. Karşımıza uzaktan, bize küçük görünen, fakat dünyamızı yanında bir zerre kadar küçük bırakan güneşler çıkmağa başlar. Bu güneşlerin büyüklüğünü aklımızın alamayacağı yüksek rakamlarla ifade etmek zorunda kalırız. Bunlar aralarında gene aklımızın alamayacağı büyük mesafelerle birbirlerinden ayrılarak, uzaklaşarak bir edebiyat, bir sonsuzluk, bir ihtişam içinde genişler, yayılır ve çoğalır. O kadar ki en büyük zannettiğimiz güneş sistemlerini, yanlarında çok küçük ve kabili ihmal birer zerre haline sokan daha büyük şems manzumeleri ve bunları da gene büyüklüklerde yanlarında sıfır mesabesine indiren onlardan da büyük kehkeşanlar, nebülözler ve âlemler, makrometrik kâinatta birbirini takiben uzanıp gider. Ve artık ne bunların büyüklüklerini ve ne de aralarındaki mesafelerinin uzaklık derecesini kafamızda canlandırabilmeğe yarayacak bir rakam, bir mefhum bir . düşünce kalmaz. Bununla beraber böyle büyüklük içinde büyüklük olan bu yayılışın sonu gelmez. Fakat acaba bütün kâinat bu bizim görüp keşfedebildiğimiz veya sezebildiğimiz dünyalardan, şems manzumelerinden ve kehkeşanlardan mı ibarettir? ne gezeri... Söylediğimiz gibi sayısı milyonları ve milyarları bulan bu semavî kütleler bilmediklerimizin yanında sıfır derecesinde az miktarda kalır. Yani bu da sonsuzluk içinde yayılan bir edebiyet mefhumu halinde müdrikemizde kalbolup gider.

Fakat bu, nihayet gene üç buut gibi mahdut bir realite içinde kalan maddenin oluş haline ait bir sonsuzluktur. Halbuki üç buut safhası da maddî hallerin diğer namütenahi safahatından birisidir, işte böylece sonu hiçbir insan, hiçbir ruh tarafından bilinmeyen maddî haller ve bu hallerden müteşekkil sonsuz maddî safhalar ve her safhanın üç buutlu maddî safhada olduğu gibi namütenahi âlemleri, dünyaları ve kâinattan yardır. Bu hususta küçük bir düşünce kapısı açabilmek için son senelerde, vasıtali tetkik yollarile, astrofizikçilerin bahsettikleri bir küre hakkında biraz konuşmak istiyorum. Bu küre veya dünya dilimizdeki telâffuzu ile Origa tarzında okunan bir. isimle yadedilir. Bunu teleskoplarla doğrudan doğruya görmek mümkün değildir. Zira bu küreyi teşkil eden maddelerin vasati kesafeti bizim atmosferimizin milyonda biri kadardır. Demek- ki bu dünya heyeti umumisile bizim havai nesimimizden bir milyon defa daha hafiftir. Halbuki buna mukabil bu kürenin işgal ettiği sahanın i- çine bizim şems manzumemiz bütün planetlerde birlikte sığabilmektedir. Yani güneşimiz bu kürenin merkezinde bulunduğu «takdirde Origa, güneşimizin halen en uzak şeyyaresi olan plütona kadar etrafındaki bütün kürevî sahayı içine alacak kadar büyük bir küre halindedir. Bununla beraber bu küre gökyüzünde burnumuzun ucunda dahi olsa biz onu gene göremeyiz. Mamafi o yuvarlak bir küredir, kocaman maddî bir dünyadır, ve elbette onbn içinde de o dünyanın maddî şartlarına uygun varlıklar, ruhlar yaşamaktadırlar. Bu kadar hafif ve seyyal olmasına rağmen Origa da gene üç buut realitemize dahil olan dünyalardan biridir. Bunun gibi bizce meçhul olan kim bilir kaç milyon veya milyar tane görünmez dünya var.

Demek ki biz, üç buut idraki içinde varlığım hissetdebildiğimiz muayyen maddelerden teşekkül etmiş bir kâinatta yaşıyoruz. Bu kâinat bizim bilmediğimiz, sezemediğimiz ve asla bilemiyeceğimiz namütenahi kâinatların içinde bir zerredir. Halbuki bu zerre bize nazaran büyüklük itibari- le bir sonsuzluk içinde, uzaklık itibarile gene bir sonsuzluk içinde, ve nihayet incelik, seyyallik ve hattâ kesiflik itibarile de bir sonsuzluk içinde kaybolup gidiyor. Bu sonsuzluklar içinde, küçücük bir zerrenin sonsuzluğundan dahi dışarı çıkamıyacak kadar bir zerrenin zerrelerinin zerresi olamıyan insan, nasıl olurda bütün bu varlık ve yokluk ihtişamının yaratıcısı olan Allah’ı anhyabildiğini veya anlıyabileceğuu düşünebilir.

Kaldı ki, bütün bu sonsuzluk kere sonsuzluktur, Allah’ın namütenahi yaratıklarından ancak bir tanesi olan maddî mefhuma ait realitelerdir. Ve bunun dışında kalan, yani maddî mefhum dışında kalan ve bizce ruh ismile ancak bir tanesi yarım yamalak sezilen diğer namütenahi varlıklar ve kâinatlar hakkında bir tek şey söylemek veya düşünebilmek kudretinde dahi değiliz.

Meselâ, bunlardan biraz sezebildiğimiz bir tanesini, yani kendi ruhumuzu ele alalım : Ruh, bütün müştemilâtile beraber, yani bütün sonsuzluk ve ebediyetlerile beraber maddî bir kâinat kadar ve hatta ondan daha çok büyük ve şümüllü ve sonsuz bir kainattır. Zira ondan olan müessiriyet. kudreti ile müterafık şuur ve idrâk, bütün maddî kâinatın ve kâinatların ne eczasında, ne de bütününde mevcut olmayan bir kudrettir ki, o bu kudretile maddî kâirfata nisbeten Allaha daha yakındır. Ve işte bunun içindir ki, bir tek ruh kâinatı, madde kâinatlarından fersah fersah, yüksek, büyük, şümullü ve kudretlidir. Ve işte bunun içindirki, madde kâinatına, Allah’ın her cihetten üstün olarak yarattığı bu kadar büyük kudreti, yani öz varlığım insan, maddelere esir kılmaktan İlâhî kanunlarla menedilmiştir.

Eakat madde kâinatında görebildiğimiz, sezebildiğimiz ve düşünebildiğimiz ruh kâinatları da namütenahidir. En ufak bir zerre halinde bulunan tek hüceyreli canlı varlıktan insana gelinceye kadar dünyayı kurulduğundanberi doldurmuş varlıkların her biri ayrı bir ruhun tezahürüne zemin olan birer teşekküldür. Ve bu bir tek dünyamızda bile bu suretle gelip geçen ve gelip geçecek olan ruhların sayısı rakamlarımızın hiç birile kabili ifade olmayacak kadar çoktur. Halbuki lâyetenahi olan bütün maddî kâinatın içi ve dışı ezelden ebede kadar ruh varlıklarile dolmuş bulunmaktadır, işte ebediyetlerin ebediyeti, ezeiiyetlerm ezeliyeti, sonsuzlukların sonsuzluğu, büyüklüklerin büyüklüğü, ihtişamların ihtişamı.. gibi insan kafasının hiçbir vakit kavrayamayacağı mefhumlar hakkında bir zerrecik birşeyler duymağa bu noktadan itibaren başlıyoruz. Ve bu duygunun başlangıcı, bütün bu anlayamadığımız, kavrayamadığımız varlık ve yokluk mefhumlarının Halikı olan Allah’ın Mutlak Kudretinin her yerde her zerrede, her varlıkta ve her yoklukta tezahür eden ihtizazlarının duyulmasından mütevellit, hafifletici, yükseltici, huzur, ne- şat saadet verici iç ürpertilerinin bazen bir insan varlığının ancak dayanabileceği en yüksek vecit haline kadar değişen muhtelif safahatının insan ruhunda doğmağa başlamasile müterafık olur.

O halde Halik nerededir, derlerse bu sualin abes olduğunu söyleriz. Zira mekâni var eden Alah yarattığı mekânda aranmaz.

Halik ne zamandanberi vardır, derlerse bu sual abestir. Zira zamanı vareden Allah, yarattığı zaman mefhumu içinde düşünülemez.

Halik hangi eşyanın içinde veya dışındadır, derlerse bu sual abestir. Zira eşyayı vareden Allah, yarattığı şeylerin hiç birile mukayyet değildir.

Halik var mıdır veya yok mudur, derlerse bu sual abestir. Zira varlığı ve yokluğu yaratan Allah, varlık ve yoklukla kıyaslanamaz.

O, Mutlaktır. Mutlak ise mekân, zaman, eşya ve hâdisata makis olmaz. O halde Allah, ne, zamanın içindedir, ne de dışında... Ne mekânın. içindedir, ne de dışında... Ne eşyanın içindedir, ne de dışında... Ne varlıkların ve hâdiselerin içindedir, ne de dışında.. Ne kâinatların içindedir», ne de dışında.. Ne varlığın ve yokluğun içindedir, ne de dışında... Fakat O hem zamanın, hem mekânın, hem eşyanın, hem varlıkların, hem kâinatların, hem varlığın, hem yokluğun ve hem de bilmediğimiz ve bilemi- yeceğimiz bütün mefhumların Halikıdır. Onun varlığı kabili tecezzi ve kaabili taksim değildir. O bir kül değildir. Ve Onun cüzülere ayrılması habis mevzuu olamaz. Allah-hakkında noksanlık ve tamamiyet düşünülemez. Çünkü O Mutlaktır. O, her şeydir mi, diyeceğiz? diyelim, fakat hiçbir şey . değil de değildir. Zira Onun, şeylerle iıisbet ve kıyası bahis mevzuu olamaz. Ne herşey, ne de hiçbir şey. Onunla nisbet edilemez. Çünkü her şeyin ve hiçbir şeyin varlığı da, yokluğu da ancak Onun emrindedir. O ne kâinattır, ne varlıktır, ne yokluktur, ne bizim için olan şeylerin ve bizim için olmayan mefhumların hiçbirisidir. Fakat O, bizi her şeyi, kâinatı, varlığı ve yokluğu Yaratandır. Bütün bunların ve bilemediklerimizin, bilmiyeceklerimizin hepsinin İlleti, Sebebi mevcudiyeti, Varedici ve Mutlak Hakimidir Fakat bütün bu sözler Onun Büyüklüğü karşısında gene hiçtir, gene sıfırdır, yani Onun hakkında hiçbir şey ifade etmez. O halde susalım ve Allah hakkında bütün düşünceleri, tasavvurları ve tahayyülleri bırakalım. Ve yalnız, Onun ebedî ve ezelî kanunlarile her an vicdanımızdan akseden emirlerini gücümüz ve kudretimiz yettiği kadar yapabilmeği kendimi»bir borç değil, bir zevk, bir ihtiyaç, bir zaruret halinde hissedelim. Yani nefsaniyetimizden koparabildiğimiz ruhumuzu, bizi Yaratan, yoktan Vareden Tanrı yoluna vererek ve Onun ismini kalbden biran bile silmiyerek bütün ef'al ve harekâtımızı ona göre ayariıya- bm Ve ruhumuzun kudretlerini diğerkâmlık, sevgi, merhamet ve iyilik ynhında harekete sevk edelim. Kendimize yapılmasını istemediğimiz hiçbir kötülüğü başkalarına reva görmiyelim ve kendimize yapılmasını özlediğimiz her iyiliği -büyük fedakârlıklar pahasına dahi olsa- başkalarına yapmakta bir anlık dahi tereddüt tevresi geçirmiyelim. Ve katiyen bilelim ki bu hareket Allah’ın emri ve vicdanın işaretidir. İşte böyle yapa yapa vicdan berraklaşır, ruh temizlenir ve kalb hiçbir şeyle ne idraki, ne tasavvuru kaabil olmayan İlahî ihtizazları en yüksek manalar halinde duyarak çarpmağa başlar. İşte bu duygu ile insan, Allaha yaklaşmağa ve Çnu her şeyde ve bizzat kendi öz varlığında hissetmeğe lâyık bir'duruma girebilmek saadetine ulaşır. En büyük ibadet budur. Ve Allah’ı içinde duymanın tek yolu da budur. Bunun dışındaki her hareket, he. ~rmali- te, her şekil ve merasim ancak, insanı bu yola sevk edici hazırlayıcı iptidai bir vasıta olabilir, fakat gaye asla!...

Böyle hareket edebilenler çok büyük işler görmüş olurlar. Zira Allah o kadar büyüktür ki Ona çandan ve özden gönderilecek en küçük bir dua, Onun uğrunda ve Ona karşı duyulan bir iştiyak ve aşkla dünyada yapılacak her iş, her iyi hareket, her insanlık, her yardım ve her fedakârlık bir kâinat değerinde muazzam netieeler verir. Ne mutlu hiçbir büyüklük mefhumu ile dahi nisbeti habis mevzuu olmayacak kadar Büyük Tanrımn ismini, kalbi yanarak hiç olmazsa ömründe birkaç defacık ol- . sun anmak ve Onun aşkı ve iştiyakı uğrunda dünya işlerini nizama koyabilmek bahtiyarlığına ermiş bulunanlara!

Burada Mevlâna Celâleddin Raminin, bilhassa böyle bahtiyar bir kalble kendilerini Allaha hazırlamak yolunu tutmuş insanlara, ruh âlemin den hediye ettiği, ruhlara neşat ve nur bahşeden bir münacatmı nakletmekle mesudum. Bunu okurken tatil bir ürperti ile içinin kabararak bir âlemi lâhute doğru yükseldiklerimi düyabilen dostlarım ne kadar talihli ve bahtiyardırlar.

MEVLANA CELÂLEDDİN RUMİ: (28/5/1948)

“Zevk bir ummanın katresidir. Fakat öyle bir umman ki ancak müebbet visalin ateşile buruşandır. Ve mevcelerinde asırlar, bir an gibi köpükler halinde kabarıp hemen sönüverir.

“Hey Ulu Allah’ım, bir zaman en derin huşular içinde yalvardım. Bana en küçük bir kelebek kanadının tozundan dahi haber vermedin.

“Bir zaman buralara kanatlanıp uçarken arşini görmek için kendim den geçtim. O zaman bana, zamanı bir gül demeti gibi bahseyledin. O güller ki artık solmuyorlar. Bir müebbel baharın efsunkâr yeşilinde ve bat- mıyan bir güneşin mevecatı hüsnünde hayran ve mestim.

"Ey Ulu Olan: Senden yana dönmek için hangi yana baksam?.. İşte zaman elimde bir gül demetidir, işte... nihayet cihetlerimi de toplayıp derleyin parmaklarımın arasında, bu güllerin yaprakları gibi tutuyorum.

“Ey Müebbet Olan: Ne Senin arşın, ne benim kudretim, ne Senin îcazkâr tahtgâhlarında barınan mahlûkatm ve ne de bir tek zerrenin ü- zerinde lâyemut Varlığının esran... Hiç bir şey çözülmüyor. Mesafeleri toplıyamıyorum. Bütün cihetler birleşmiştir. Amakı Hüsnünde şaşkınını.. Beni yanma al, dersem o yan nerede?.. Nerede ki bütün cihetleri bir köpük gibi, Senin Hüsün ve ihtişamın üfleyip söndürmüştür.

“Zeval benim dışımdan kanatlandı, zevâl nereye gitti?.. Bilmiyorum.

Ebediyet içimden kanatlandı, nereye gitti?.. Bilmiyorum... Sorduğum h’çbir şev yoktur. Bir Var var ki, O ancak... Sorulmıyandır, O ancak Duyulandır. Bir zaman sonra hislerim de ortadan kaybolacak. Gaşİ, ebediyen istiğrak.

“Fakat bu da bir katredir. O da bir umman olacak, fakat hiçbir zaman Sana yakm ve Sana lâyık olmıyacak. Ey ebetlerin Müebbet Kudret ve Halikı ve ilelebetliğin icatçısı Büyük Allah’ım!”

Allah duygusunun çeşitli ruhi tezahürleri vardır ki bunların en başında sevgi gelir. Allah sevgisi, bütün sevgilerin gayesi ve illetidir. Hayat ve icapları külliyatı miyanında neşredeceğimiz, sevgiye, ait bir eserde de bu nokta üzerinde uzun uzadıya duracağız. Ancak dünyada pek az kişi tarafından, pek az sezilebilen Allah sevgisi, ilahi aşk . hakkında burada bir iki söz söylemeden geçemiyeceğim.

Allah sevgisi, yeryüzündeki en yüksek ve kaabili idrâk şekille, bir gaşi, bir vecit hâlidir. O halde bulunan insan, bütün varlığını kaybeder, her şeyi unutur; serapa bir saadet, bir zevk tufanı içinde bütün varlığının eriyip gittiğini, fakat şuurunun âlemşümul bir füshatte yayıldığını ve kendisinin bir âlemi lâhut içinde yaşadığını hisseder. İşte dünyadaki ilahi sevginin bir insan duygusu ile ancak hissedilebilen ve bir insan düşüncesi ile ancak idrak olunabilen çok küçük ve iptidaî bir safhasıdır bu!.

îdeal sevgi Allah sevgisidir. Ruh dostlarımızdan ve üstatlarınızdan Kadrinin, Allah sevgisi hakkında söylemiş olduğu sözlerinden bir kısmını aşağıda, okuyucularımızın nazarı istifadesine arzediyoruz:

KADRİ: (11/6/1947)

“Allah sevgisi büyük bir şeydir. Bu söylenmez duyulur. Ona gönül bağhyan, kapısında her gün ağhyan muradına erer.

“Ağlıyan, su vererek geliştirdiği fidanlarile, yükselmesine yardım ettiği dallarile ve uzanan kollarüe Ona doğru yükselmeğe çalışır. Ağlarken, ıstırap çekerken hep Onun yakınında ve kendini Ona hasretmiş görerek yükselir.

“Pakınız insan, boyunun erişmediği yere yetişmek için aşağı mı bakar, yoksa yukarı mı? Belki yetişemez, ama her hamle ile bir derece daha kendini yerden koparır. Hiç olmazsa bir damla Ona yaklaşır. Bu da bir kârdır, değil mi?

“Sevginin büyüklüğü, ezelisi ve ebedisi, her yerde olanı, işte tam aşk budur. Ama bunu tadanlar çok azdır. Görmeden sevmek, bulduğunu iyi seçmek, ele geçirdikten sonra kaçırmamak, hep beraber Onu tutmak ve hiçbir zaman ayrılmamak lâzımdır. Ama insan evvelâ nasıl bulsun ve ondan sonra elile nasıl tutsun ?...

'.‘Düşün, çok düşün!... Senin çok eski zamanlardaki mevcudiyetini bir defa hatırlamağa çalış. Başından geçmiş olmasına ihtimal verdiğin bütün hareketleri yanlış ve doğru bir defa şöyle hatırla... Sonra şimdiki zamanım düşün. Bu, aradaki büyük farkın meydana gelmesi için yaptığın cehitlerin, azimlerin, teşebbüslerin nasıl, nereden geldiğini hatırla. Bunlar sana işte O Büyük Varlığın birer lütfü değil mi... Sana ayda birkaç kuruş veren bir insana, sana maaş bağlamış, bir lokma ekmeğini vermiş bir âmirine yaranmak için birçok şeyler feda ediyorsun. Ondan göreceğin güler yüz için nelere, nelere katlanıyorsun. Sana bu kadar yüksek bir ikramda bulunan Allah’ın sevgisini aramağa koşmuyorsun. Hem bü ikisi de evvelce söylediğim gibi mukayese edilmeğe lâyık işler değildir.”

Allah sevgisi evvelâ en basit, en sade, fakat çok temiz beşerî bir sevgi halinde meselâ, bir baba sevgisi halinde bağlar. Bu sevgide bütün yüksek faziletlerin rüşeym halindeki tezahüratı mevcuttur. Meselâ, onda gene beşerî ölçü ile yüksek derecede bir saygı hissi vardır. Allah hatıra gelince insanın ruhunda büyük bir huzura varmış olmanın husule getirdiği ruh hali bütün berraklığı ile kendini gösterir.

Keza böyle sade, fakat temiz ve asil bir sevgide fedakârlık hissi de gene beşerî manadaki yüksek tezahür derecelerine varmıştır. İnsan, Allah’ına karşı sevgi hissini duyarken, Onun yolunda her şeyini verebileceğini de hisseder. Ve bu his zorla değil, düşünerek değil içten, özden doğarak gelir. Ve bu hissi gölgeleyici mahiyetteki her şey, Allah’ını seven bir insarn tazip eder, üzüntüye sürükler. Buna mukabil o, elindeki imkânlarını Allah yolunda kullanmaktan büyük bir zevk duyar, ruhanî bir haz içinde ka.br ki işte bu zevk, bu haz câvidani saadetin, ebedî hayatın büyük ümitlerinden, yüksek vaatlerinden, ve tükenmez nur kaynaklarından ruha azmağa başlıyan ilk parıltılardır. Fakat bu sızıntı halindeki parıltılar, o büyük kaynaktan doya doya alacağı nihayetsiz zevk ve saadetler hakkında onda derin bir takım seziler, müphem, fakat vaitkâr duygular- husule getirir. Bu seziler ve bu duygular onun Allah yolundaki faaliyetlerini arttırır. Bütün insanlara karşı derin bir yaklaşma, büyük bir şefkat, kalbden gelen bir merhamet ve yardım hissi ve özden duyulan sevgi, o in fa nın varlığını sarmağa başlar. Bu hâl, onun ruhuna dünyanın en güzel kokulan kadar lâtif ve iç açıcı hazlar verir. En güzel musiki sesleri kadar onun ruhunu okşar. En lâtif ve saadet verici bahar manzaraları ve güzellikleri kadar onun beşerî varlığını doldurur. Velhasıl hem cinslerinin sevgisi, Allah yolunda en tabiî, en gıllügıştan azade, en fera- gatkârane ve fedakârane hislerle meşbu olarak tam manasüe bir kardeş; bağlılığı ve alâkası halinde onun ruhunda tecelli eder.

Keza böyle Allah sevgisinin dünyadaki ilk tezahürleri arasında, minnet ve şükran duygularının çok derinlerden kökünü alarak kopup gelen ihtizazları vardır. Bu ihtizazlar insan kalbini haz ve sevinçle titretir. Ve- bütün varlığı ile onun, kendisini Allaha teslim etmesine yol açar. Ve bu teslimiyetin, tarifi imkânsız olan büyük bazlarım ve saadetlerini ona duyurur.

Allah sevgisinin gene beşerî tezahürlerinden olan, sevildiğini duymak heyecanı onun ruhunda bütün açıklığı ile kendisini gösterir. Ve o sevgiyi kaybetmek endişesi, arasıra kalbine inmiş karanlık bir bulut gibi onu azaba ve işkenceye sürüklediği zaman bu azabın sarsıntıları ile o. bir huzursuzluk içinde silkinir. İste bu hayırlı silkiniş, onun bu azap ve- endisesine sebep olan, kalbindeki karanlık bulutların kötü amillerini ve tehlikeli illetlerini görmesine ve onları ruhundan koparıp atmak için iradeli ve sabırlı bir. cehit ve gayret sarfetmesine ve bu suretle büyük tekâmül hamleleri alabilmesine yardım eder. Burada da kendisine doğru yolu gösteren en büyük kurtarıcısı gene kendi vicdanı olur. Binaenaleyh Allah’ı seven bir insan, vicdanının kendisini en yakın bir dost, en vefakâr bir yardımcı, en hayırlı bir kurtarıcı olduğunu bütün ruhu ile idrak etmiş ve ona dört elle sanhnak ihtiyacını öz varlığında duymuş bir kimsedir.

Nihayet, Allah’ı seven bir insan, Ona teslim olmanın, Ona kendim vermenin büyük heyecanını, ruhunun en derin köşelerinden kopup geldiği kadar, bütün dış âlemin meçhul ufuklarından dalgalanarak gene ru hununen derin köşelerine kadar inen bir saadet seli halinde duyar, bu heyecan içinde coşar ve bu heyecanla taşar. Her günün seher vakti bu 'duyuşa coşuş ve. taşış halindeki insana yeni bir saadet vadeder. Her sabahın manalarla dolu olan serin atmosferi, nazik ve okşayıcı ellerile ruhunda dolaşırken ona, ebedî hayatın sonsuz nimetlerinden küçük küçük buketler takdim eder, büyük istikbalinin bekleyicilerinden selâmlar getirir.

Her akşamın grubunda, başkaları için hazin bir kayıp, ebedî bir veda gibi görünen güneş, altın kanatlarını dünyaya sererken bu duyuş, coşuş ve taşış anlarındaki insanın ruhuna; mücadeleli geçmiş bir günün, galibiyetle sona erdirilmiş büyük bir hayat kavgasının tatlı bir emniyet ve huzur verici zafer teranelerini fısıldar. Ve onu, gelecek günün İlahî yoldan ayrılmadan yeniden girişilmesi icap eden hayat mücadelerine vp/dünya vazifelerine daha kudretli, daha cesurane bir hamle sahibi olarak hazırlar.

İşte Allah sevgisinin dünyadaki hakikî ve iptidai tezahürleri arasında bunlar vardır. Fakat her şey sonsuzdur. Allah sevgisi ise bütün sonsuzluklardan aşan ve taşan bir başka sonsuzluktur. O böyle hep beşerî manada kalmaz. Gittikçe yayılır, genişler, şümullenir ve artık hiçbir insan oğlunun anhyamıyacağı, hattâ duymasına bile imkân bulamı- yacağı hallere doğru uzanır gider. İnsan idrakinden ve duygusundan bn uzanış, öyle bir kudret ve öyle bir haşmetle ayrılarak vaki olur ki eğer insan bunun en küçük bir zerresine bile sahip olmak imkân ve^fırsatiaa erişse o anda ruhunun dayanılmaz sarsıntıları içinde, bütün maddî varlığının darma dağınık olarak eriyip gittiğini duyar. Demek ki dünya hayatında böyle bir halin vukua gelmeyişi, insan oğlunun beşerî varlığı ve hüviyeti için en hayırlı ve lüzumlu İlâhî bir lütuftur. Ve ancak bu lütuf sayesindedir ki o insan, yeryüzünde gene İlâhî maksatlara matuf olan hayırlı ve zarurî hayatını muvaffakiyetle ikmal ve itmam edebilmek fırsat ve nimetlerine kavuşmuştur.

Fakat İlâhî sevginin bir insan için tanınması mümkün olmayan bu yüksek tecelliyatma başlangıç olabilecek ilk basamaklarına doğriı tırmanmağa başlamış insanların da bugün dünyada -ender olmakla beraber- bulunabileceklerini kabul etmemek caiz olmaz. Allah sevgisi hakkındaki konuşmalarımın başında söylediğim, İlâhî aşkın vecit ve gaşi hali böyle insanların ruhlarında zahir olur. Bu hâl, kendisini bir kaybediştir. Orada insimin bütün beşerî duygulan kaybolmağa başlamıştır. Ve bu kayboluş, onların ancak bir tek duygu halinde ve bir noktada toplanması şeklinde, insan idrakinde yer tutabilir.

İşte, saygı hissinin artık beşerî hüviyeti burada kalmamıştır. O, insanın kendisini kaybedecek ve kendi yokluğunu duyacak kadar tam bir teslimiyet ve tam bir mahviyetkârlığın saadet dalgalan haline inkılâp etmiştir.

Fedakârlık hissinin de artık yeryüzündeki mutat ifadesi kalmamıştır. Fedakârlık da gene evvelki gibi insanın kendisini kaybetmesi ve anda yokluğunu duyması derecesinde tam bir teslimiyet ve mahviyetkârlığın saadet dalgaları haline inkılâp etmiştir.

Minnet ve şükran hisleri, insanların anladığı basit ve iptidaî manaslardan Uzaklaşmıştır. O da evvelkiler gibi gene ayni, kendisini kaybetme ve yokluğunu duyma derecesine varan bir mahviyetkâtlığm, tarifi imkânsız saadet ummanı içine gömülmüştür.

Hele Allaha teslim oluş, artık bir insan idrakine sığabilecek değil, ancak temas edebilecek kadar şümullü ve gayrı beşerî bir mana içinde gene kendisini kaybetmek ve yokluğunu duymak derecesine varan mahviyetkârlığın saadet deryasında hüviyetini büsbütün değiştirmiştir. Ama acaba bu, kendisini kaybediş veya yokolduğunu hissediş, hakikî bir kaybediş ve yokoluş mudur?. Asla., ve asla!.

İşte bu kaybediş, bu yokoluş duygusu, başta da söylediğim gibi, Allah. sevgisinin dünyadaki hiçbir insan tarafından tahammülü mümkün r’olmayan tezahüratının, daha birinci basamağında iken insan oğlunun ruhunda husule getirdiği ilk sarsıntılı reaksiyonların bir ifadesidir ki bu da ancak, onun tahammülsüzlüğünün ve İlâhî aşkın ileri safhalarında ağrıyacağını sezdiği, beşerî varlığım darma dağınık edici sarsıntılarının ön duygulandır.

İlâhî aşk, sel gibi akan bir tufandır. Ve o tufan önünde hiçbir dünya maddesi duramaz ve barınamaz.

İlâhî aşk, bir hayat kaynağıdır. Ve o hayat kaynağı hiçbir dünya maddesihin içine sığmaz.

İlâhî aşk, bir kudrettir,  bir ahenktir ve bir nizamın, bir faaliyetin ifadesidir. Bu kudretin, bu ahengin, bu nizamın ve bu faaliyetin tahakkukuna hiçbir dünya maddesi vasıta olamaz.

İlâhî aşk, bir kelâmdır, bir ifadedir, bir sestir, bir ihtizazdır. Ve hiçbir dünya- maddesi buna muhatap olamaz ve cevap veremez. O ancak, dünyevi idrakimize hiçbir veçhile sığmıyacak kadar, bizim için yüksek olan âlemlerin varlıklarına has bir kudrettir ki o kudretle onlar, Allah’ın yaratıcılık ismîle hiçbir vakit münasebeti bahis mevzuu olmayan ve ancak Oram emir ve iradesi altında faaliyet ve hayat imkânı bulabilen bir başka yapıcılık kaabiliyetine mazhar olmuşlardır. Fakat İlâhî yolda bunlannki de bir başlangıçtır. Ve bu başlangıcın da sonu gelmiyecektir. Ve bu mertebede bulunanlar için de tahammülü mümkün olmayan daha yüksek kudretlerdeki varlık dereceleri ve mertebeleri vardır. Bu hâl, böylece ezelden ebede kadar uzar gider. Ve hiçbir vakit sona ermez !. Hep Onun için, hep Onun yolunda, hep O... Ve ebediyen erişilmeyen, fakat ebediyyen peşinden koşulan O!..

Onun peşinden koşan insan, koştukça bahtiyar olur, koştukça bir saadet ummanmı kucaklıyan başka bir saadet ummanma, bir kudret um- manmı kucaklıyan başka bir kudret ummanma. bir ebediyet ummanmı kucaklıyan başka bir ebediyet ummanma kavuşur. Fakat... Allah huzurundaki ebedî küçüklüğü ve hiçliği ona, her yeni umman karşısında kaldığı ilk zamanlarda', kenrisini kaybetmiş ve yokolmuş şeklinde hissettirir. Ve ancak o, bu hissedişi ile bu ummanları n ummanı içinde kudretli, faal ve Allah’ın büyük emirlerini yerine getirmeğe lâyık bir tahammül derecesine ve kudretine ulaşmış bir varlık halini ve hamlesini alabilir.

Allah bütün varlıklara lütfen mukadder kıldığı bu ebedî, büyük nimet ve saadetlerin eşiğine bizleri bir an evvel yaklaştırmak için İlâhî yolda göstermemiz icap eden cehit ve gayret imkân ve fırsatlarını hepimize ihsan buyursun. Ve insanların kalbine, bu liyakati bir an evvel kazanmak arzu ve iştiyakını bir ihtiyaç halinde duymak nasibini bahşetsin.

İnşan ruhlarının Allana yaklaşmaları mevzuunda, kısaca şu mülâhazada' bulunabiliriz: Her şeyi, her hâdiseyi ve her mefhumu yaratan Halikın muradının, kâinattaki tecelliyatına nüfuz edebildiği nisbette insan, o tecelliyatın ebediyen büyüyen, derinleşen ve şümullenen akislerinin öz varlığından fışkırışı karşısında kendisinin küçülmekte olduğunu ve küçülmekte devam ettiğini duyar. Fakat bu küçülüşü ona, bütün kâinat nizamında daha aktif, daha muktedir, daha mükemmel, mesut ve vazife ehli olarak öz varlığının mütemadiyen inkişaf ettiğini ve kıymetlendiğini anlatır. Ve bu. hâl böylece ebediyet içinde sürer gider. Bu öyle bir inkişaf, öyle bir kıymet kazanıştır ki hızını, ruhun âmâkmdan kopup gelen Allah duygusu ile müterafık ihtizazların kudretinden alır, işte bu kudretin ve bu hızın ruh tarafından duyulmasının ve idrak olunmasının bir ifadesi de Allaha yaklaşmak şeklinde olanıdır.

Allah için yapılmış bütün büyük miinacatlann ve yüksek varlıkların Allah hakkmdaki duygularının özünü işte bu anladığımız, duyduğumuz ve inandığımız mana içinde bulabiliriz. Bir medyum ağzından konuşan büyük ruh dostlarımızdan Mevlâna Celâleddin Rumî’nin bir mü- nacatı diyebileceğimiz aşağıdaki tebliği yakanki sözlerimizden bir kısmının ifadesidir.

MEVLANA CELALEDDÎN RUMİ: (8-1-1949)

“Görüyorum ki bir âlemi gayıp içinde nefsim ve bütün varlığım bir sehabei gayri meriye gibidir. Aczim ve küçüklüğüm, ancak Seni hisseyliyebildiğim denberi başlamış bir kaygıdır. Onun için değil midir ki artık Sana vâsıl olmağı düşünmek iktidarından mahrumum.

“Zira sen, diyeceksin, küçüklüğünü unutmak için bir büyüklüğe müstağrak olmağı arzu ediyorsun.. Fakat senin küçüklüğün O Büyüklükle bir kıyas ise zaten ortadan küçüklük kalkmıştır. Bu yüzden değil midir ki artık hiçbir ölçüye malik değilim. Ve işte bunun için gaybe müstağrak oldum.”

Bu sözlerden bazılarının çok tehlikeli manalar çıkarmak hatasına düşebilmeleri ihtimalini gözönünde tutarak bu noktada biraz durmak istiyorum.

Sathi ve bilhassa' kablî birtakım düşüncelerin tesirine kapılarak yukariki tebliğden şu mânayı çıkarmak istiyenler belki bulunabilir: Mademki Allah’ın büyüklüğü ile kıyas edilince ortada küçüklük mefhumıi kalma; o halde her şey -hâşâ-Allah olur. Bu anlayış çok yanlış ve hatalıdır Bu kıymetli ruhun elimizdeki bütün tebligatından ve bundan başka diğer büyük varlıkların da tebliğlerinden açıkça anlaşılan manalara göre, yakardaki sözler, bir az evvel yazdığımız şekildeki mânayı ifade etmekten çok uzaktır. Ve buradaki hakiki mana, bizim mütemadiyen ü- -zerinde durduğumuz bir yolda-tebarüz.etmektedir ki o da şudur: (Allah ile kıyas edilebilecek ortada hiçbir küçüklük, bahis mevzuu olamaz. Binaenaleyh Büyüklük bahsinde yalnız O vardır. Ve her şey gibi küçüklük de Ona makis olamaz.) Yani, bu sözleriyle Mevlânânın burada anlatmak istediği şey budur: (Ey Allah’ım. Sen o kadar Büyüksün ki benim küçüklüğüm Senin yanında bütün kıymetlerini kaybeder ve ben bir hiç olurum.) Şimdi tebliğe tekrar devam edebiliriz.

’ “Ey beni eflâk içinde bihuş bırakan Yaradan, ne âlemdeyim? Ne -sonsuz bir ufku ruyete mazhar kıldın beni, ben bunlara lâyık isem şaşkınlığımı bir az azalt. Bir az bana beni ver. Ve artık bu fevkalbeşer suratın kollarında bir az durayım. Ve Seni aramak için bir cihet arayayım. Ve nihayet göreyim ki her yerde ve her cihette aramak durmuştur. Ve yalnız Sen, her yerde Şensin.”

Bu son cümle de bazılarında, gene yanlış tesirler husule getirebilir. Bunu önlemek için burada tekrar durmak mecburiyetinde kaldım. Buradaki: (yalnız Sen, her yerde Şensin) sözünden, basit ve izafiyeti mutlakıyetten ayırt edemiyen bir görüşle her şeyin -hâşâ-Allah olduğu mânasını çıkarmağa temayül edenler varsa onlara hemen arzedeyim ki tebliğin mânası böyle bir fikrin mefadından çok uzaktır. Ve bu kadar basit bir düşünce ile ele alınması caiz olmayan bu mâna, o kadar derin bir ruh halinin ifadesidir ki bunu anhyabilmek için muhakkak muayyen bir duygu ve görgü seviyesine ulaşmış olmak gerekir. Mevlâna bu tebliğini verirken vecit hâlinin öyle sarsıntılı bir anına geliyor ki o sırada İlâhî ihtizazların, varlığındaki şiddetli inikasları karşısında o, hem kendisini, hem de bütün izafi mefhumları unutuyor. Ve işte o zaman, kendini bir boşlukta hissediyor. Mutlaktan başka bir şey düşünemiyor, bir şey idrak edemiyor ve bir şey duyamıyor. Netekim tebliğin mâbâdinde de ayni ruh halinin devam etmekte olduğunu görüyoruz::

“Ümmidine isyanla doluyum. Ben de bu derece gaşye asla lâyık olmazdım. Bana neler yaptın ki aklım durdu. Meleklerinih çevremdeki ihtizazlarından bile haberdar değilim. Gözlerim, bütün sahandır.

“İlâhî Murat, beni, işte beni hicranından kurtar. Ve artık bihuş bir lâyıklığa doğru yükselen iradesizliğimi kendi hissimle -yıka. O bir az ayılsın. Ve Seni sonsuzluk olup duyayım...        '

“Ah... İşte bu da oluyor. Fakat Sen niçin sonsuzluk değilsin?.. Ondan daha öte, daha üstün ve daha başkasın?.. Seni andıkça bütün küreler birbirile deraguş haline gelirken, isminin azametine sığmıyor ve ruhumun derinlikleri ile örtünerek gaşi ve hicabı ruhanimi uyutmağa çalışıyorum.”

Bu sözlerin mânalarını, okudukça anlamak, anladıkça düşünmek ve düşündükçe de tekrar okumak ihtiyacından kendisini kurtarabilecek az mütefekkir kişi var.

ötederiberi, kullanılmakta olan bir “İlâhî vuslat” tabiri vardır. Çok tehlikeli anlayişlere yol açması muhtemel ve mümkün olan bu sözü kullanırken de insan, dikkatli olmalıdır. Kendisinin derin ve olgun bir düşünce kaabiliyetinden iyice emin olmayan bir kimse, böyle hakikaten tehlikeli bir mefhumu bizzat tefsir etmeğe kalkışırsa kötü bir duruma sürüklenmiş olabilir. Bu tabirden bizim anlıyabileceğimiz şeyin ne olduğunu, şimdiye kadar geçen mülâhazalarımız kâfi derecede gösterir. Buradaki visal mefhumunu biz ancak, çok şiddetli ve âteşin İlâhî bir aşkın, ruhta duyulan ve vecit, gaşi hallerde ifade edilebilen târifi imkânsız, derin sevinç ve saadetinin müradifi olarak kabul ederiz. Yoksa, Allahla yekvücut olmak şeklinde değil!..

O aşk ki ne duraklama tanır, ne merhalesi bellidir ve ne de bir son, bir nihayet bulacağı noktaya maliktir. Evvelce, Allah duygusunun başında sevginin geldiğini söylemiştik. İşte İlâhî aşk bu sevginin, bir insan oğlu tarafından dünyada iken, Allah yoluna açılan son kudret kapısıdır. İnsan bu aşk vadisinde derinleştikçe küçüklüğünü duyar, küçüklüğünü duydukça yazife ve mesuliyetlerini idrak eder, vazife ve mesuliyetlerini idrak ettikçe cehit ve gayreti artar, cehit ve gayreti arttıkça kudretleri yükselir, kudretleii yükseldikçe daha büyük, daha- ileri vazifeleri ve işleri kabul eder ve yapar ve daha büyük işleri yaptıkça da kendisini Allaha daha yakın görür. İşte bir deveran... Fakat bu deveran, bir daire gibi olduğu yerde dönüp durmaz, bir helezon halinde sonsuz şahikaların sonsuz zirvelerine durmadan, dinlenmeden yükselir ve yükselir.. Gene kıymetli dostumuz Mevlânâ, aşağıya naklettiğimiz diğer bir münacatile, bu deveran içine karışmanın yolunu tutmuş bahtiyarları, sihirkâr bir tesirin derin hazlan içinde bırakacaktır.

MEVLANA CELÂLEDDİN RUMİ: (21-2-1948)

“Gene sermestim... Gene bu bahis beni, âfâkın titrediği şu velût anda perişan eyliyor. Ruhumun bütün sonsuzluğu kucaklaşa...”

.Buradaki sözlerin mânasını iyice anlıyabilmek için (âfâkm titrediği) bahsi üzerinde bir az durmamız lâzım gelecektir. Azçok yükselmiş ruhların bulundukları ruhani mıntakalann, yani spatpomun oldukça ileri tabakalarının varlıkları üzerinde Allah’ın ismi-fene kendierinden aldığımız bilgilere göre- şiddetli ihtizazlar husule getirmektedir. Bazı ruhlar bunu, kendileri için dayanılmaz büyük bir sarsıntı halinde hissettiklerini söylerler. İşte bu ihtizazların, bu sarsıntıların, yüksek ruh âlemlerindeki varlıklar üzerinde husule getirdiği şiddetli intibalar, bütün âfâkm harekete geçmesi ve mânalanması (çünkü oralarda her hareket mutlaka bir mâna ile müterafıktır) ve nurlarla dolması şeklinde tecelliyat gösterir. Oralarda tecelli eden bu mânalar; önlerine geçilmez birer kudret hâ- Tinde varlıklarla sevginin, fedakârlığın, vazifenin, büyük ve İlâhî misyonların yollarım gösterir. İşte spatyomun ileri mıntakalanndaki, bizim kolay kolay sezemiyeceğimiz lâyetenahi hayat tarz ve şekillerinden bir tekinin belki en küçük bir parçası da budur.

Tebliğe devam ediyoruz :

“Hâlâ aşk nedir bilemiyorum... Her an Onunlayım. Ben nasıl olur da Allaha varırım?... Büyüyen esrar, küçülen insandır. Bu acizler anlaşıldıkça, kudretler aranır. Ve nihayet biz de insanız ve aramaktan doğru bir şey bulamadık. Hâlâ aşk, hâlâ ümit ve belki de ebediyen bunlar..”

Bu sözlerde gizli bulunan derin hakikat şudur: İnsan tekâmül ettikçe aczini anlar, sezini anladıkça Mutlak’a ait olan sırlar onun etrafını sarar, hu sırlarlakendini muhat gören insan, küçüklüğünü duyar. Fakat bu küçülüşünü duyması birtakım yollardan ondaki İlâhî aşkı arttırır, ebedî saadet ümidini kuvvetlendirir. Bu hâl böylece ebediyen devam eder, fakat o, hiçbir vakit Allahla yekvücut olmak şöyle dursun, Onunla arasındaki mesafeyi bir zerrecik bile kısaltamaz, zira esasen kendisi- le Allah arasında böyle bir mesafe asla bahis mevzuu değildir ve olamaz. Gene tebliğe devam ediyoruz::

“Hey Tanrım, ne Büyüksün!... Ne âvalim, ne zerre, hükmünde tek bir ifadeye varamıyacak kadar değersiz,,, Fakat bendeki aşkın... Bu nedir?. Onu bende görünce, senden gayn bir şey düşünemez oldum. Ve mesudum. Fakat ıstırabım, ebediyen ayrılığının veya her an visalinin sarhoşluğu yüzündendir.”

Bu sözlerdeki mâna da sarihtir ve anlayışımıza göre şeyledir: Allah’ım, Sen o kadar büyüksün ki büyüklük mefhumu, Senin yanında hiç bir değer ifade etmez. Fakat öz varlığımda kabaran aşkın, bendeki bütün bu, kâinat hakkındaki büyüklük mefhumlarını yokediyor ve varlığımı dolduruyor. O zaman yalnız Seni duyuyor ve bundan mesut oluyorum. Fakat tekrar kâinata döndüğüm zaman aşkımın hüsranım hissediyor ve ıstırap çekiyorum.

“Ben, Demek ki ne kadar büyüksem o kadar meçhulüm. Demek ki Sen ne kadar Büyüksün ki o kadar Meçhulsün... Ben ne kadar yükseleyim ki Sana vanlamıyacağının kati hükmünü verebileyim? Ben, ancak yükselmedikçe böyle bir hükme vâsıl olamayacağımı zannederken küçülmek istiyenler var...”

Son cümlenin mânası açıktır. Burada, Allahla yekvücut olduklarım veya bütün ferdiyetlerini Allah’da kaybedip zeval bulmak suretiyle -hâşâ- AUah olduklarını vehmedenlerin, ruhlarını yükseltmedikçe bu hatalı kanaatlerinden kurtulamıyacaklanm söyliyen bu kıymetli varlık, kendisinin böyle bir hataya düşmekten uzak olduğunu ifade ederken, hâlâ böyle yanlış bir yolda yürümekte ısrar edenlerin mevcut bulunduklarından şikâyet etmektedir.

“Hüküm yok, hak var.”

Bu söz de manalıdır. Hakikat; bizim, şunun veya bunun hükmünde değil, bizzat hakkın kendisindedir. Hiçbir kuvvet, hiçbir teşekkül, hiçbiı izafi kıymet; gökyüzünde bütün berraklığı ile parlayıp durmakta olan bir güneşi inkâra sebep ve vesile teşkil edemez. O halde, hakikati ondan bundan değil, bizzat kendi vicdanında tecelli eden hakkın kendisinden öğrenmelidir. Fakat bunun için de, daima tekrar ettiğimiz gibi, evvelâ vicdanın sesini duymasını bilmek, saniyen kendi vicdanının hürriyetini kazanmış olması gerektir.

“Her şey var, hudut yok... Akıl var, her şey ondan yukan ve hesapsız.

'Hey Tanrım, bunca yıldır dünyanın dört ucundan Sana yalvarışlar yükselir. Sana birer biçim biçerler, birer isim bulurlar, birer âyin gösterirler. Fakat, ben Seni, Senden gayrı düşünemiyor ve bu yüzden azabımı bin katlı duyuyorum.”

Bunu takip edecek olan sözleri daha iyi anlıyabilmemiz için son cümleler üzerinde bir az durmamız lâzımgeliyor. Bu sözlerle kasdedilen mâna şudur: Allah’ım, ben, Seni benim anladığımdan başka türlü düşünenlerle beraber değilim. Kimisi Sana bir biçim, bir şekil vermiş, kimisi Seni beşeri mânadaki isimlerle yâdetmiş, kimisi de maddî ve dünyevî kıymetlere dayanan birtakım âyinler tertip etmenin usullerini göstererek Seni takdis etmeğe çalışmıştır. Fakat ben bunların hiçbirisi gibi düşünmüyorum. Zira ben Seni, senden gayrı hiç bir şeyle kıyas edemiyor ve anlıyamıyorum. Ve bu da benim azabımı arttırıyor çünkü...

"O putun önünde, bir fecrin serin ışıklan altında secdeye varmış mutekit!... İşte duyduğu ve duyacağı en gerçek visal İNSAN için o anda ve orada... Ben de ebediyen bir puta ellerimle sarılıp ağlıyabilseydim. Nasıl olsa burada da konuşmuyorsun, nasıl olsa buradaki dilin sonsuzdur. Ve ben onu senden daha ileri olmadıkça anlıyamam... Demek ki (ben de o mutekit gibi yerimde hareketsiz kalsaydım-Müellif-) put benim boynumda olacaktı. Onu kendi hududumda anlıyacaktım."

İşte iyioe düşünmeden, duymadan ve hakikatlere azçok nüfuz etmiş olmadan, mânası kolay kolay anlaşılamıyacak kadar derin ve engin bir ifade!. Belki kıymetli insanlara ufak bir hizmette (bulunmuş olurum, diye ben de bu sözlerden çıkarabildiğim mânayı yazacağım:

(Etrafımda eşyadan birine veya kendine veya şuna buna Allah, diye tapan ey insan! Sen bu konuşmayan ve sana hiçbir şey söylemiyen putunu bağrına samimiyetle bastığın anda, onunla birleştiğini duyuyor ve Allah’ınla, yani bu putunla gerçek visalini idrak etmiş olduğunu sanarak mesut ve bahtiyar oluyorsun. Ben ise senin gibi yapamam. Fakat senin, putuna bu kadar kuvvetle sarılarak kendinin, Allah’ına ulaştığını sanmandaki samimî inanışından mütevellit saadetine gıpta ediyordum. Ve işte Allah’ı kendinden gayri hiçbir şeyle düşünmemekliğim, senin sandığın ve inandığın visal üzere onunla birleşemiyeceğim hakkındaki imanımı arttırdığı içindir ki azabım çoğalıyor. Fakat ben, Allah’ı o kadar öz- İtiyor, Ona, o kadar yakın olmak istiyorum ki, madem ki bu kadar yol yürüdükten sonra dahi vâsıl olduğum bu mertebede gene Onunla konuşamıyorum, gene Onun dilinden hiçbir şey anlayamıyorum ve mademki ebediyen mümkün göremediğim, senin anladığın mânadaki visale erişmek ümidini kaybetmiş bulunuyorum; bari hiç olmazsa ben de senin gibi kal- saydım da benim de boynumda daima taşıyabileceğim, konuşmayan, bir şey anlatmayan, fakat her an bağrımda olan bir putla visalimin gözü kapalı saadetini ve şimdiki hâlime nisbetle daha basit kudretlerim dahilinde Allahla birleştiğimi sanmak bahtiyarlığını senin gibi duyabilseydim!...) Tebliğe devam ediyoruz:

"Sen ne yaptın, ey Büyük Tanrım: Sen beni büyülttükçe önümden, ufkumdan uzaklaştım Ne kadar genişledimse o kadar Sana vanlamıyaca- ğmı anladım. Fakat ne tuhaf! Her yerde, her şeyde Şensin. Ve bu, işte yegâne tesellim. Dünyada zerrenin, burada mesafelerin sonsuzluğu içindesin. Sana bin şükür ve hamd ve bin canla minnet ey Büyük Allah ve Ebedî Ezelî olan Kudreti..’'

Tebliğin son kısımları üzerinde aynca izaha lüzum kalmıyor. Bu satırlar üzerinde biraz düşünmek zahmetine katlanmak istiyen her insan, yüksek mânadaki visal mefhumunun, basit ve maddî mânada anlaşılan ve inanılan visâl mefhumundan büyük mesafelerle ayrılmış bulunduğunu idrak etmekte gecikmez. Ve varlıklara mukadder İlâhî bir bahşayiş olan, Allaha yaklaşmak mevzuunun; ancak Allah yolunu ve emirlerini tutmak re bu mazhariyete kifayet derecesinde hak kazanmış olmak hakikati etrafında toplandığım anlar.

İLAHÎ KUDRET MEFHUMU ÜZERİNDE BİR MÜLAHAZA

Her şeyi yaratan, -her şeye vücut veren Allah’ın kudreti her şeyde, her mevcutta tezahür eder. Ve ancak bu kudrettir ki eşyayı, mevcudatı, kâinatı ve bütün varlıkları ayakta tutmaktadır.

Ruhlar, İlâhî bir lemadır, derken onların, diğer eşya ve mevcudat arasında İlâhî bahşayişlerin en büyüğüne mazhar bulunmuş oldukları mefhumunu da tebarüz ettirmiş oluyoruz. İşte, Allah insanları, kendi suretinde yarattı, kelâmının mânası, mecazen bu tarzda bir ifade şekli almış oluyor. Fakat Allah’ın kudreti, her zerrede, her yerde ve her varlıkta mevcuttur, sözü insanı, yanıltıp da, kâinatı Allah’ın eczası veya hayali imiş gibi kabul eden eski zamandan kalma inançlara sürüklememelidir.

Kainatın heyeti umumiyesi birarada mütalâa edilince Allah mefhumu kemalüe meydana çıkar, gibi çok maddî ve ayni zamanda çok yanlış bir fikir dalâletine kapılmamak da lâzım gelir. Allah taksim ve tecezzi kabul etmez. Allah’ın kemalinde noksanlık ve tamlık da bahis mevzuu olamaz. Ondan bir şey eksilmez, Ona bir şey ilâve edilmez. O mevcudatın ve kâinatın tabi bulundukları kanunların icabatından olan değişmelerin hiçbirisine tabi olmaz. Hiçbir hâdise Onda en ufak bir tesir husule getiremez. Zira bütün bu hâdiseleri, bu değişmeleri, ve kâinatın bütün bu duş hallerim idare eden İlâhî kanunlar ve onların icabeti ancak» Allah’ın emri ve muradı altındadır. Mutlak Kemal olan Allah, gelip geçici emirlerin ve isteklerin zebunu olmaz. Böyle bir şeyi düşünmeğe kalkışanlar, Allah’ın kudretini, Yaratıcılığını ve dolayısıyla Mutlakı, yani Allah’ı inkâr etmiş olurlar.

Allah kâinatı kendisine bir mesken veya destek olsun, diye yaratmamıştır. Zira böyle bir düşünce ancak, insanlık zâtının ve ihtiyaçlarının neticelendireceği bir tasavvur olabilir. Halbuki Allah böyle zaaflardan ve ihtiyaçlardan münezzehtir.

O halde kâinatta mündemiç Allah’ın kudreti: Allah’ın parçalan veya kül halindekivarlığından ifraz edilmiş eczası değildir. Böyle bir şey ne olabilir, ne de düşünülebilir. Allah’ın kâinatta mündemiç kudreti, O- nun varedici muradının, bütün varlıkları yaratan ve yaşatan hareketlere - vücut vermesi, onlara hâkim olması ve nihayet onlarde tecelli etmesi şeklinde düşünülebilir. Fakat bunu söylerken maddî düşünceden muhakkak surette ayrılmış olmak, daha doğrusu bu sözü beden dilile değil, ruh dilile ifade etmiş bulunmak icap eder.

Elimde tutmakta olduğum şu kalem, bir insan icadıdır. Fakat bu, maddî bir hâdise ve beşerî bir görüştür. Halbuki bu kalemin madde halindeki mevcudiyeti ve kalem olarak görünüşü ve kullanılmağa salih bir durumda bulunuşu, ancak bildiğimiz ve bilmediğimiz bir sürü tabiat kanunlarının icaplarına göre birer hâdisedir ki bu kanunlar mevcut olmasaydı veya başka türlü tecelli etseydi hiçbir insan kudreti bu kalemi yapamaz ve kalem hâlinde kullanamazdı. Fakat bu tabiat kanunları nedir? Bunlar İlâhî muradın tecelliyatı olan kati ve değişmez müeyyidelerdir. işte İlâhî kudretin eşyadaki en küçük varlığının, en küçük tecelliya- tından birisi hakkında bu misalle basit bir fikir vermiş olduk. Şu halde Allah’ın kâinatta mündemiç kudreti demek, onun varedici, vücud verici ve yaratıcı muradının tecelliyatı olan kanunları demektir ki bu kanunlar bütün kâinatın yaratılışlarında, tezahürlerinde, hâdiselerinde ve varlıklarında hâkimdirler. Bunlardan bir tanesinin en küçük icabı, birçok hâdisatın, birçok varlıkların, birçok nizamların o icaba göre bir anda değişmesini, var veya yok olmasını intaç edebilir, Onun içindir ki gene üâhî kanunların maddelere ait kısımları olan ve tabiat kanunları altında anılan kanunlar da İlâhî kanunlar gibi ezelî, ebedî ve lâyetegayyerdirler.

Fakat gene tekrar ediyorum: Bütün bu kanunların vazn ve sahibi olan Allah, nasıl olurda bir an için bile bu kanunların tesiri altına girebilir?.. Bunu düşünebilmek için insanın, çok az düşünce kaabiliyetine veya hiç düşülmemek kaabüiyetsizliğine mahkûm olduğunu kabul etmemiz lâzımgelir. Zira eğer Halik, halkettiği kanunların icabatına uymak, zaruretine zebun olsaydı, kendisinin de bu icaba ta göre mütemadiyen değişmesi, eksilip çoğalması, toplanıp dağılması icap ederdi. Fakat o zaman bu kanunların bilmediğimiz ve asla bilemiyeceğimiz büyük gayelerini tayin eden ve o gayelerin tahakkuku için değişmez ve ebedî nizamlar koyan Büyük, İllet, Halik nerede kalırdı? Mütemadiyen değişmesi icap ettiği kabul olunan bir varlıktan böyle değişmez, ebedî ve ezelî nizamlar ve kanonlar vazedebilmek kudreti nasıl beklenebilir?

İşte binbir dereden su getirerek, bir sürü acayip ve aklın asla kabul edemiyeceği tarzda birbirini tutmıyan tefsir ve tevillerle böyle sakat bir düşünceyi kabul ve müdafaa edenler, görgüsüzlüğün ve tecrübesizliğin . açık bir misalini vermektedirler.

Kâinatlar içinde, varlıkların kaabiliyet ve fonksiyonları, birbirine nisbetle daha yüksek bahşayişlere sahip oldukça onlarda mevcut ve mek cniz İlâhî kudretin tecelliyatı o nisbette artar ve şümullenir. Kâinatlar arasında pasif durumdan aktif duruma geçmiş olan ruhların, elbette diğer varlıklar arasında, bu bahşayişlerden en çok nimetlenmiş ve müstefit olmuş bulunduklarım kabul etmemiz lâzımgelir.

O halde kendilerinde mevcut ve meknuz olan İlâhî kudretin tecelli- yatını ruhlar, şuur ve idraklerinde vukua gelecek genişleme ve şümullerime nisbetinde anlayacaklar ve duyabileceklerdir. Bu ne demektir?

Her zerrede, her varlıkta, her şeyde olduğu gibi ruhlarda da, Allah’ın muradının tecellisi olan İlâhî kudret, onların yaratılışlarından itibaren bünyelerinde mevcut ve meknuzdur. Fakat bu kudreti ruhtan ayırmak mümkün değildir. Zira onun, ruhtan bir an için bile ayrıldığını tasavvur etmek, ruhun o anda yokolduğunu kabul etmek olur. Çünkü esasen ruhta mevcut ve meknuz olan İlâhî kudret, Allah’ın varedici muradının bir ifadesidir. Ruh ancak bu kudretin mevcudiyeti ile var olabilir. Ve bu kudretin mevcudiyeti kaimdir. O halde, bu mânaya göre ruhtaki varlığına inandığımız İlâhî kudreti, ruhtan ayrı bir şey olarak düşünmeyiz. Ruh varlığı İlâhi kudretin lâzım gayrı müfarikidir ve ondan ayrılmaz. Fakat bu söz hiçbir yakit ruh-hâşâ-Allah’dır demek mânâsım tazammün etmez. Yani buradaki İlâhî kudretten kasdedilen mâna, Allah’ın kendisi değil, Onun muradı ile gerçekleşen gene Onun yarattığı yüksek kudretler, demektir. İşte: Enelhak, diye bağıran adam, eğer sözlerinde samimî idi ise ve bunu içinden birşeyler'duyarak söylemiş bulunuyorduysa mazurdur. Zira o, bu sözün ancak, içindeki kudretin kendi idrakine ulaşabileceği kadarını duyabilmiş olmakla, hissettiği sarsıntıdan mütevellit bir vecit ve gaşi halinde söylemiş olmalıdır. Halbuki bu kudret öyle sonsuz, öyle şümullü ve öyle lâyetenahidir ki o andaki idrakinin dışında bulunan bu kudretin nihayetsiz tezahürlerine nisbetle, onun bu duygusu bir zerreden ibaret kalacaktır. Bununla beraber onun, henüz bu yüksek duygusuna alışkın bir devrede bulunmayışı, kendisini, kendisine ulûlihiyet vasfını vermek hâtasına sürüklemiş olabilir. İşte bu hjlin bile bir anlık mülâhazası, insanın ne kadar büyük nimetlere ve İlâhî bahşayişlere mazhar İnimmiş olduğunu göstermeğe kâfi gelir.

Şu halde her ruhta mevcut ve meknuz olan bu İlâhî kudretin inkişaf derecesi muhteliftir. Acaba bu inkişaf sarahatinin tenevvüü neden ileri gelmektedir? Ruhlar cansız eşya gibi halkolunmamışlardır. Onlar, İlâhî kudretin nîseheten daha şümullü nimetlerinden müstefit olmak kaderile yaratılmışlardır. İşte bu kudret, daha bizim bilmediklerimizin yanında, onları bir de yüksek bir müessiriyet ve idrak sahibi olmak şıarile mutta- sıf kılmıştır- Fakat bu müessiriyetin ve idrakin ve dahabilmediğimiz sayısız ruh melekelerinin inkişafları, birtakım kanunların icaplarına bağlı bir sürü hadisatın meydana gekoesile mümkün olur. Bu hadisatm seyri batidir. Fakat bu seyir hiçbir vakit durmaz, geriye dönmez, daima ileri, daima yukarı ve daima Allaha doğru yükselir. İşte bu yürüyüşle birlikte insanda bulunan kudretler artar, ve varlıklar arasında muhtelif seviyedeki kudret farklarının meydana gelmesine sebep olur. Bu yükseliş acaba ne vakite kadar devam eder? Ebediyen.. Zira insanın, içinde taşıdığı kud ret sonsuzdur. Ve bu sonsuzluk o kudretin tezahüratının da sonsuzluğunu icap ettiren bir hâldir. İşte bu inkişafın adına bâz, tekâmül, diyoruz» Tekâmül sonsuzdur ve daimî bir seyirle durmadan yürür gider. Şu halde, tekâmül vaki oldukça ruhun artan bütün melekeleri gibi, idraki de artacaktır. İdrak arttıkça, ruh ta meknuz olan İlâhî ihtizazlar baklandaki anlayış ve duyuş imkânları da o nisbette çoğalacaktır. İşte bu ihtizazların ve kudretlerin artması neticesinde meydana gelen hâdiseler, büyük birer kıymet olarak ruhun kâinatta aktif, kudretli ve yapıcı bir unsur haline girmesine yardım edecektir ki tekâmülden bizim şimdilik beklediğimiz gayenin ilk merhalesi de budur. Ve ruhlar; tekâmül ede ede birer İlâhî unsur, Allah’ın kanunlarını yerine getiren birer hizmetkâr, ilâç hî işlerde bütün varlıkları ile gönüllü birer vazifedar halini alacaklardır, sözünün mânası da bu suretle izah edilmiş olur.

İlâhî kudret-ki sözümüzün yanlış anlaşılmaması için tekrar ediyoruz- Asla Allah demek değildir. Allah’ın bütün kâinatlara şamil muradım taşıyan kanunları ve bu kanunların tecelliyatı, İlâhî kudretin başka bir tarzda ifadesidir. Bu kudret, insanların birer taş parçası gibi âtıl ve hareketsiz kalmalarım hiçbir vakit istihdaf etmemiştir. Ve bunun aksim de kimse iddia edemez.

O halde, sevgili dostlarımızın ve bizi anlamak istiyen fikir ve duygu sahibi insanların ve varlıkların dikkat nazarından uzak değildir ki faal olmak zaruretile yaratılan ve bu zaruretin mütemadi gerçekleşme yolundaki tezahüratında bizzat âmil olmaları lâzımgelen ruhların, bütün diğer melekelerinde olduğu gibi, iradelerinde de tam mânasile serbest olmaları icap eder. Zira iradesiz faaliyet düşünülemez. Ve faaliyet mefhumu, irade mefhumunun lâzım gayri müfarikıdır. Bu irade, dünyamızda ister Tâbir olsun, ister olmasın, daima mevcuttur.

İşte, ruhun bütün kaabiliyet, kudret ve melekeleri, kendisinde meknuz ve mündemiç bulunan İlâhî kudretin icap ve zaruretile inkişaf eder. Ve bu inkişaf vaki oldukça, o kudretin ruhtaki namütenahi tecelliyatının, namütenahi imkânlar dahilinde, namütenahi bir seyri daimî ile her türlü tezahüratına yol açılır. Ve işte bu mûdil, fakat hiçbir şeyle durdurulması mümkün olmayan ilerleyiş hali, kâinatta ayrıca bir kâinat olmak kıymet ve kaderini ruha bahşeder.

Demek ki ilahi kudret insan ruhunda mevcuttur. Ve meknuzdur. Ve inean bu kudreti duyabildiği ve anlayabildiği nisbette Allaha yaklaşmış nayılır Bu kudretin insan ruhunda bir son merhalesi mevzuu bahis olmadığı için, onu duymanın son bulduğu bir duygu ve idrak haddi de düşünülemez. Binaenaleyh, Allaha yaklaşma tâbirinin, günün birinde nihayete erecek bir hareketi veya bir münteha noktasını ifade etmekte olduğunu bu bakımdan da kabul edemeyiz. Her şeyde mevcut olan ve her şeyde ebedî bir hayat kaynağı halinde bulunan İlâhî kudret, yani Allah’ın emirlerini taşıyan kanunlarının kâinattaki tezahürleri, ruhların da ebediyetini zarurî kılmıştır.

Allaha yaklaşmanın, yani bu İlâhî kudreti, daha doğrusu, Allah’ın emirlerinden mütevellit yüksek ve müteal ruhani ihtizazları ve hareketleri duyup idrak edebilmenin, karşılaşılması mukadder olan büyük haz ve saadetlerine -bilhassa ilk zamanlarda- henüz alışılmamış bulunanların bazen tahammül edememeleri ve bunun neticesinde de birtakım ruh sarsıntıları geçirmeleri ve bu sarsıntı ile Allah’ın kendi içlerinde bulunduğunu sanmaları gibi hâllerin vukua gelmesi mümkündür- Bu hâl, evvelâ samimiyetle başlar ki bu takdirde bunu yapan kimse mazur sayılır. Fakat zaman geçtikçe bu telâkki kökleşir, körü korüne uyulması icap eden bir tarikat hâlini alır ve o zaman artık o iç nurunu, yani İlâhî kudreti, içinde göremiyen ve hattâ görmesi o anda bahis mevzuu bile olmayan başka insanlar da ayni şekilde sırf, öyle imiş diyerek kendilerini Allah ile yekvücut saymağa kalkışırlar. Ve işte o zaman, bu yola düşen bir «çok kimsenin ruh selâmeti, hakikî tehlikelerle karşı karşıya gelmiş bulunur. Ve bunlar, muvakkat, zahiri ve aidatım bir ruh huzuru ve ruhani zevk vaitleri içinde müstakbel hüsranlarının bilmeden, beşiğini hazırlarlar.

Buna mukabfl, içlerindeki nuru, yani İlâhî kudretin yüksek tecelliyatını gördükten sonra, ondan almış oldukları hızla, yerlerinden birer ok gibi fırlayıp üâhî vazifelerini idrak etmek yolunda harekete geçen insanlar, büyük ve hakikî saadetin eşiğine ayaklarım basmış olurlar. Bunlar içlerindeki o muazzam kudretin ilcasile, kendi takat ve tahammülleri derecesine göre, evvelâ insanlar arasındaki insanlık vazifelerini, üâhî kanunlara mutabık olarak ifa etmekle işe başlarlar. Dünyada iken, hemcinslerine karşı, sevgi başta olmak üzere, insanları birbirine yaklaştırıcı ve bu suretle kâinatın nizam ve umumî ahengine varlıkları sevkedici yardım, şefkat, merhamet, faziyet ve bilhassa feragat ve fedakârlık gibi insanı Allaha yaklaştıncı hisleri beslemeğe ihtiyaç hissederler. Ve asıl ehemmiyetli olanı da, hareketlerini bu hislerine uydurmağı kendilerine bir şiar edinmiş olmalarıdır. İşte dünyada iken böyle tevazula başlanan bu ilâhı vazifeler, öbür âlemlere intikalden sonra, bundan daha çok geniş ve şümullü şekiller alır ve insanı büyük saadetlerin kaynağı olan yüksek âlemlere doğru yıldırım süratile çekici hareketler, birbirini takiben onun ruhunda canlanmağa başlar. Böylece, bir insan artık Allah yolunun korkuşuz, endişesiz, istikbalinden emin, kudret sahibi, kahraman bir yolcunu olur. Ve artık onun kaderi çok yükseklerde bulunur. Bu yüksek kader içinde, hiçbir insan oğlunun aklına bfle gelmiyeeek olan hazlar, sevinçler ve şaadetler mevcuttur. Bu kadere ve nasibe ulaşabilmiş insan Allah yolunda diğerlerine nazaran çok ilerlemiştir. Ve bu suretle o, kendisini süflilikten kurtarmış, yüksek duygu, düşünce ve kudretlerin sahibi hâline sokmuştur- O artık karanlıkların meçhul kalmış âvâre bir şaşkını değil, Allah’ın, kendisine büyük vazifeler vermesi lütfuna lâyık olmağa çalışan ve aldığı vazifeleri sonuna kadar ifa etmek için göstereceği fedakârlığı büyük bir zevk edinen, yüksek âlemlerin aydınlığı içinde güneş gibi parlak bir varlık, bir büyük kıymet ve her seresinden bir saadet tufanı fışkıran bir nur kaynağıdır.

Ulu Tanrı, hepimize mukadder kıldığı bu büyük günlere bir an evvel kavuşmamız için lüzumlu kudretlerin başında bulunan imanı, sevgiyi ve fedakârlık hissini ruhumuzda süratle inkişaf ettirici sebepleri lütfen halk buyursun. Bizleri İlâhî yolun sadık, hakikî ve bütün menfaat duygularından âzade temiz kalbli, iyi niyetli yolcularından eylesin, insanlığı bu saadet verici yüksek ve temiz yoldan her an biraz daha uzaklaşmağa sevke- den bütün nefsani, hotgâmca ve düşmanca ihtirasların zebunu olmaktan korusun.

ALLAH’IM İÇİN

içimde, bir susuzluk var!..

 Bu susuzluk bir hasret, bir özleyiş, bir aşk, bir ateş oldu ve bu ateşin her alevi, sonsuz bir varlık ummanı içinden bir niyaz, bir istimdat, bir teslimiyet hâlinde yükseldi...

Bu sonsuz varlık ummanında dünyalar, âlemler, kâinatlar ve kâinatlar... nâmütenahi kâinatlar var!.-.

Bu gün, yann, gelecek bir gün, ebediyet., ve ilelebetliğin sonu gelmiyen ve gelmiyeeek olan ebetleri var!..

Varlıklar, kudretler, kudretlerin kudretleri olan kudretler... ve gene, kudretlerden daha kudretli kudretler var!..

İşte buraya gelince varlığım, büyük bir idrak sahasından kanatlanarak, önümde perde perde açılan meçhul ve sırlarla dolu aydınlıkların, herbirinde binlerce mâna saklı ruhnevaz titreyişleri arasında yükseliyor. Ve ruhuma çarpan her ihtizaz, ondan kopardığı bir parçayı, bütün bir varlık ve yokluk ummanının Tek Sahibi ve Yaratıcısı olan Tanrı yolunun kahraman yolcularına armağan ederken bu armağanı diğer kudretli yükseliş vasıtalarının yanında, kendilerine küçük bir basamak yaparak, Rao- be doğru yükselmek bahtiyarlığına eren mesul varlıkların sevinç ve saadet haykırışları, Allah’ın daha nurlu, daha aydınlık, daha tarifi imkânsız güzellik, saadet ve ihtişamlarla dolu yollarının kapılarım ruhumda, sonsuz ufuklar arkasından gelen ufaklar hâlinde açmaktadır. Ve işte o zaman ben, Allaha tam bir teslimiyeti ifade eden yaklaşma hissinin, o anda yükseldiğini idrak ettiğim varlığımın küçüklüğünü ve hiçliğini bana duyuran tatil kucağında, kendimi kaybediyorum.

Ey bu namütenahi kâinatları Yaratan!...        «

Ey bu ilelebetiiğin sonu gelmiyen ebetlerini Vareden!...

Ve ey butiin bu, zaman ve mekân sonsuzluklarile ve ilelebetiiğin e- betlerüe boy ölçüşen varlıkların, kudretlerin ve bu kudretlerden daha üstün kudretli olan sonsuz kudretlerin Yaratıcısı Ulu Tanrım!. Seni an- lıyamıyorum ve asla anlıyamıyacağım.. Fakat Senin İlâhî ismin karşısında, içimin yandığını duyarken, bu yangının zamanı ve mesafeleri aşan kızgın alevleri avucunun içinde tuttuğu varlığımın her zerresini, istikameti, yeri ve ciheti mevcut olmayan, ama mevcut olmayanı da Var eden Sana doğru bir hasret, bir özleyiş, bir aşk, bir niyaz ve yalvarış halinde yükseltiyor-.. Allah’ım, onları lütfen kabul et.

Ey Ulu Sahip!... özlediğim kadar duyamadığım ve doyamadığmı Varlığının ruhumdaki ateşi ile bahtiyarım... Ebedî olan bu ateşi, her an daha kızgın eyle ki bahtiyarlığım artsın ve son bulmasın!.. Ve sana olan ebedî aşkım, hasretim ve ebedî niyazım ve istimdadım; bütün beşerî hüviyetini sonsuz bir ezelde terkederek, sonsuz ebetlerin kucağında dinlenebilecek bir takatin eşeğine ulaşşın!..

Ey Allah’ım! .- Küçük varlığımı bir kâinata bedel kılan Senin Mutlak Kudretin karşısında ben bir hiç oldum- Ve bu hiçliğimden duyduğum bahtiyarlık kâinattan üstün saadetlerle varlığımı doldurdu. Sana nasıl ham dedeyim?... Ve beni garkettiğin artsız arasız bahşayişlerinin yükseltici kollarında büyüyen varlığımın, Sana olan şükranım hangi âciz dilimle ifa eyliyeyim ?...

Borcumu ödiyebilmek için değil, fakat emrinde olan bütün varlığımı ve hiçliğimi, Senin iradene, Senin ilâhı Muradına teslim etmenin cavidânî bazlarım ve saadetlerini bir az daha fazla teneffüs edebilmek için, ebediyen ahdettiğim bu teslimiyetimin artışı son bulmasın yarabbi.

Ey Büyük Tanrım!... İçimdeki susuzluğun, hasretin, özleyişin, aşkın ve ateşin, kâinatlar değerindeki saadetlere beni ulaştırmasına yol açan bu ezelî ve ebedî teslimiyetimizin bendeki idrakini lütfen arttır. Ve varlığımın ebediyeti boyunca, İlâhî emirlerinin tatbikatına memur, bütün yarattığın varlıklara karşı faal, fedakâr, feragatli, müşfik, merhametli, farziletli bir kulun olmak hususunda vermiş olduğum kararı destekleyici yardımları ve sebepleri halkederek, beni küçük bir hizmetçin olmak bahtiyarlığından bir an ayırma-

Ey Yaradanım!... Bütün varlıklara ve insanlara aynı derecede ihsan buyurduğun bu yüksek kaderi, onların da yegân yegân duyabilmeleri için, kendilerine kudretler yardımlar ve yardımcılar nasip et. Ve dünyanın a- ğarmıyan karanlık gecelerinde, İlâhî ihtişamının belki en küçük birer te- celligâhı olan kâinatların, varlıkların ve kudretlerin coşkun seller halindeki nurlarından habersizce, dalmış bulunduğu derin gaflet uykusundan, beşeriyeti uyandırmağa muktedir, yüksek varlıklarını lütfen vazifelendir ve insanlara er geç mukadder olan bu büyük saadeti, bir an evvel duymak bahtiyarlığını bağışla. Sana yalvarırım Allah’ım

ZEYİL

Burada sevgili okuyucularıma elimizde bulunan kıymetli tebliğlerden birkaç tanesini daha bildireceğim. Bunlar, kitabımızın şekli itibariyle metin dışı kalmakla beraber bu kitabı iyice okumuş dostlarımız için, metindeki yerleri kolaylıkla tayin olunabilecek öğretici kıymetler taşımaktadırlar.        

Bü mütemmim tebligatı gözden geçirirken bilhassa iki nokta okuyu- culanmm nazarında belirecektir. Bunlardan birisi, metinde geçen fikirlerle bu tebligatın noktası noktasına tevafuk halinde bulunuşudur. İkincisi ise, gene metinde geçen İlâhî yol baklandaki mülâhazattan birile veya diğerde bu tebligatın mutabakatını araştırmakla okuyucuların ruhlarında bu hususlara dair husule gelecek yakınlığın artışıdır.

MUSTAFA MOLLA : (27/7/1948)

"Sual - Ruhu külli ve ruhu cüzi arasındaki münasebeti anlatır mı ?

"M- Molla — Dağınık sünühatınız anlaşılır olmaktan çok daha uzaktır. Evvelâ ikinizin anlaşabilmeniz, daha doğrusu kutuplaşma telâkki edebileceğinîz merakâver halden kurtulup tefekküre ve sağlam his ve îmana mütellik bazı şurlar ve duygulara vusulünüz sağlanmalıdır.”

Bu ikazdan anlaşıldığına göre celseyi yapan ve bu suali tertip eden iki zat arasında birbirine zît iki fikrin sistematik olarak teessüs etmiş olduğu ve her ikisinin de kendi noktai nazarında gelişi güzel ısrar ederek bir anlaşma zihniyetiie hareket etmediği tebarüz ediyor. Devam ediyoruz:

"Bu böyle olduğu gibi :

"1 — İrfan sahanızdaki katilik günden güne çoğalacak ve size daha umumî ve âlemşümul hakayık izhar edilecektir.

“2 — Tetkik sahanızda bulundurduğunuz her nevi mesele! ruhiye -anlaşılabilecek çağa yaklaştınlmakta ve imkânlar çoğaltılmaktadır.

"3 — Ahar tebliğlere -kısmet oluncaya kadar- beklemekle daha iyi nüfuz edebileceksiniz. Şimdilik ikinizi de alâkadar eden bu basit ifşa ve imalar bu kadar...

"Allah ve iman bahsinde her zaman kani bulunmalısınız ki, inşan üâhî varlıktır. Fakat onun İlâhî tarafı ancak, Allah yolunda bulunmasından mütevellittir.

“Allah külli varlık değil, Allah ancak RAB dır. Allah ki Ona varlık adım dahi verirken madde ve suret hükümlerile birleştirmek tehlikesi ö- nünüzdedir-

“Binaenaleyh, şekle bürünmüş ve- merahil kateylemekte bulunmuş bir varlık olan insan veya her şey üâhî mesağ ve kavanini külliye çevresinde sabit ve öylece edebidir. Noksan veya noksansızlık, tecezzi, teferruat ve tekemmül, uhıhiyet vasfı mümeyyizi ile kabili telif olamaz. Al- Jah insanı, kiınhünü ketmeylemek kasdi mahsusu ile halkeylemiş değil, sadece ona lâyık ve lâzım olan bir hayat safhası bahsetmiştir. Heri vardıkça insanın vüs”u artar. Fakat artan ve eksilen bir varlık insanın kendi hüviyeti ve karakteri icabıdır. Bu yönden Tanrının hiçbir şekilde zeval içinde veya madde evsafında tasavur edilmesi imkânı yoktur. Allah’ı bu kadar da basit bir izanla olsun tahayyül ve tefekkür yolu ile düşünmek elinizde ve istidlal sahanızda bir keyfiyettir. Eğer Allah, bir an gelip insanla mülâki olacak olsaydı Onun şuurunda bir tezayüdün vaki olması icap ederdi. Şuuru Mutlak, Şuuru külli tabiri ile kaabili idrak ise, bu ancak size göredir. Yoksa gerçek tabir bulmağa çalışılırsa Allaha ancak Mutlak Şuur denebilir. Külli şuur binnisbe izafi ve daha beşeridir. Çünkü kül, cüz’ü ihtiva eyliyeceği gibi önde, sonra aynidir. Bu düşünce içine külden ayrılmış bir cüzü mefhumu girer. Bu cüzüler de tekessür içinde ve tekâmül merhaleleri devamınca birer hareket halinde bulunurlar. Halbuki bütün mevcudatın önü ve sonu ancak Halikın muradı dahilindedir. Ve bu de ihsanların tamamen sahai tefekkür ve tahayyülü dışında bir keyfiyettir.

“İnsan odun ki Allah’ı nefsinde duyar. Fakat bu, Allahla birleşme veya Ona seğirtme değildir. Allah yolundan uzak düşmüş olmak da imkân haricidir. Zira her varlık Allah’ın bir cüz’ü iradesini temsil ve teşmil eyler. Bu ise ancak bir murat demektir. Gaynsı iradenin külli veya cüzisini ifade ve ifham sadedinden hariçtir.”

Burada tebarüz ettirilmesinde fayda grdüğümüz bir nokta var: Bu suali soran zatın, insan iradesini cüz’î, Allah’ın muradını da Külli diye birbirine nisbetle derecelendirmeğe mütemayil oldukları görülüyor, M. Molla evvelâ bu sualin cevabım o kadar açık olarak vermediği halde bunu müteakip gene ayni zevat tarafından sorulan başka bir suali cevaplandırırken sözü buraya getirerek bu hususta daha sarih fikirler veriyor:

“Sual — Allah’ı vücut kelimesi ile birleştirmek tehlikedir, buyurdunuz. Şu halde vahdaniyet «vardır, vücut yoktur-

4<M. Molla — Allah birdir. İlâhî vahdaniyet, beşeriyet veya kâinat veya sair mahlûkat ile kaabili ifade ve tevem değildir. Zira Allah bizce kabili ihata bir varlık olmamaktan başka bizim sıamız ve nefsimiz içinde de herhangi bir tarzda makes teşkil eylemekten münezzehtir. Ona koşan, Onu ariyan, seven, Ondan birşeyler duyan biziz. Bunların hepsi kendi i- fade ve kendi tefehhümlerimizden öteye varamaz, Allah Baki ve Ebedi ise bunun insan beka ve ebediyeti ile iştirak eden tarafı yoktur. Zira insan, muvakkat âlemler, merhaleler ve çeşitli safhalar geçirir. Bunlar beşerin mizacı keyfiyeti, yani kendi mahiyeti icabıdır. İstediğinin peşinde yürür. Böylece putperestle AHahperestîn burada herhangi bir suubeti seyre duçar olduğu hesaplanamaz. Zira ne varsa insandan insanadır- Allah fikri ise vicdanî ve gayri aklidir.

“Sual — Vahdaniyeti vücut nedir?.

“M. Molla — Vahdeniyeti İlâhiye... Bu, bir kere bizim zumumuz!— Zira AH »hm birliği ifadesi, ancak çokluğu ifadesile çevrelenir. Oysaki Tanrı bir rakam ifadesinden ötededir. İkincisi, Allah vahdaniyeti içre bir küldür, sözü diğer cüzülerin onunla hemifade bulunduğu kanaatini ve mantıkî neticesini ifyam eyler- Siz nasıl bir Allah düşünürseniz sizin ruh ve vicdanınız onun kailidir. Bu böyledir, diye Allaha halel gelmediği-gibi, inkâr etmenizle de Onun varlığı ortadan kalkmaz. Tasavvuratınız daha selim ve daha munis olmalı. Başka çare yoktur. Allah birse bunda ikilik, üçlük ve namütenahilik kastı vardır. Allah yoksa bundan varlığın manasızlığı ve manasızlığın AHahı ifadeye çabaladığı duyulur. Bütün bunlar tezatlardır. Mahlûk varsa biz ondan biriyiz. Asıl endişe şudur ki, insan, insanlığından öteye çabalarken kendi ruhani bütünlüğü ve insani hasletleri payimal oluyor.

“Vücud bir sureti tasavvurdur. Halbuki Allaha vücut vermek, Onu tahdit etmektir. Buna siz nasıl inanabilirsiniz ki, hükümran olmak üzere, kâinatın en ufak zerresine kadar hükmü ezelisi payidar olan bir Tanrı kendi vaziyenizden mütalâa oluna.”

SENİHİ: <31/7/1948)

“Sual — Ruhu mutlak ve ruhu külli hakkında-bizi tenvir buyurmanızı istirham eyleriz. (Bu sual de gene vahdeti vücut nazariyesine mütemayil veya kail bir zat tarafından sorulmuştur).

“Senihi — Ruhu mutlak diye bir şey yoktur ve olamaz. Ruhu külli • diye bir şey yoktur ve olamaz. Ruh birdir. O da insan v.s. ruhları... Bu ruhların pürdalalet bir dünya 'hengâmında hayra doğru koşmaları elzem bulunmuştur. Bu yüzden irade bahşolunmuştur. Allah en iyiyi, en çok . yorulana ve en doğru istiyene veriyorsa biz de onu öylece almasını bilmeliyiz. Veren kendine değil, başkasına dönüyor, demektir. O nasıl olup hem verici, hem alıcıdır. Alıcı telâkki edilmesi bir küfürdür. Vericidir, lütfü rabbani hayrın eseridir. Hayri tutan onun yolundadır.

“Fakat asla (ruh - Allah) bir münasebet teşkil edemez. Allah’ı düşünen ve ona tapan biziz. Biz kimlersek benliğimizi tasfiye ederek Allaha doğru koşmak sayindeyiz. Nasıl bir (kül) tasavvur edersiniz ki o, cüzülerden muarra bulunsun ?.

“Allah bir vücudu mürekkep değildir. Onun vahdaniyeti akim sara- mıyacağı bir mefhumu samadanidir. Bu yüzden Mutlak kelimesi tek başına, Allah’ın bir ismi diğeri sayılabilir. Onun yanında başka bir isim daha bulundurmayınız. Zira çoğalan kelime ferdi veya çoğu anlatır. Hak bunlardan münezzehtir.

“Sual — Allah’ın bir çok isimleri vardır, değil mi ?.

“Senihi — Allah’ın pek çok isimleri bulunabilir. Yeryüzünde Onsuz tasavvur yoktur. Zira şuurumuz dahi Allah’ın lütfudur. Bir eser, müessirine binlerce isim bulmakla Onun tarif ve tavzihe çabalar. Maddeleştirir. form verir. Ayan beyan ortaya koymağa çalışır. Halbuki Allah Mevlâna- mn ruhundaki perişaniden size atlıyan kıvılcımlardan da (Bu sözler Mev- lânânın bu kitapta yazılı olan tebligatına aittir.) anhyacağınız gibi müeb- beden insan ruhunun idealidir. Ona hiçbir ruh seviye ve maksadı erişemez. Ancak biliniz ki, Allah vardır. Vahdaniyeti, bizim üzerimizde müebbet bir cüzün nişanesidir. Yoksa vahdaniyet de, kesret de, bir de son da hakkın yolunda birer işaret olamaz.

“Allah bir ve ruh kaim ve daimidir. Bundan ötesini kimse bilmez Size hayırlı yol ve selâmet.”

SELİM: (6/9/1948)

“Siz o kanaatlerdesiniz ki, hâdiselerin isimleri değişince derhal şaşırıyor ve bilginizi, kendi mutat ihtilâfı idrakinizden dolayı kaybediyorsunuz. Biriniz Allah dersiniz, bir diğeri put, der. Biriniz Tanrı, dersiniz, diğer biri Rab, der. Tabiat, der. Ağaç, der. Fakat bilmelisiniz ki; vüsunuza ve size yımışak gelecek şekle göre dersiniz. Cümlenin maksudu birdir, anladınız mı ?.”

MEVLÂNA CELÂLEDDtN RUMİ : (6/9/1948)

“Biliniz ki hüsran ve hicranın müebbedi yoktur- İnsan için, dünya, hayatı bir sürü vehim ve haşyet dolu olduğundan dolayıdır ki muvakkat kılındı. Eğer ruh, döndüğü âlemlerden bir nebze haberdar olabilme takdirine de vasıl olsaydı, işte o zaman acı bir kıyasın sahnesi içinde yaşardınız. Allah’ın bütün takdiri böylece incelenirse görülür ki bazı anlaşılmaz ve sorulmaz, diye geçiştirilen birçok hakayık haddi zâtında pek basit hükümlerle mahmuldür.

“Ey Ulu Yaradan: Bakışları derinliğinde, adetâ dünyevî intihaptım kaybetmiş, fakat maverâi hülyaların perdelerini de kaldırmış olanlara ne mutlu! Ben hâlâ Senin Vechei Lâyezaline bir an dahi vakıf olamadım Buna işte buna ve daima söylerim ve söyliyeceğim ki yalnız buna müebbet hicran, diyebilirsiniz. Fakat öyle bir müebbet hicran ki her an visalin kendisidir.”

SEMBOL: (29/9/1949)

“Sizi uluhiyetin yakınlarına isal eyleyecek tek yol ve tek hakikat onun şümulü dahilinde sizin vus’unuz ve idrak ve ihatanız nisbetinde cereyan eden bir keyfiyeti ruhanidir. Allah’ı daima en ileride irfan ve iz’an ile ihata değil fakat hisseylemeniz mümkündür, öyleyse Sonsuz bir Varlığın, mukabil cehilleriniz nisbetinde duygunuza hulûl eyliyebileceğiai kendiliğinizden kabul eylemiş bulunursunuz.

‘Vahdaniyet bir sun lemyezeldir. Onun, şuuru zatınızda tecellisi ancak o şuurun ıttılâı pürsamadaniye vüculü ile kaabili idrak olabflece-’ ğinı böylece size son defa söylemekle haz duyarım.

"Öyle ise Allaha vücul, idrakinizin ötesine açılan en büyük ıttıla kudretinizin, yani şuurunuzun üzerinde ısrar, ve ikame ile kaabildir. Ahkâm ve hakayık ancak sizin bu idrakinizde olmayan fakat cehrinizin anah- tarlarile fetih ve zaptedilebilen bir takım mükerrer ve müebbet merhalelerden gayrı bir şey değildir. Allaha vusul hakayıkm feyiz ve ihatası yönünden bir nevi ruhî vüsatin sembolü demektir- Aksi takdirde, vâsıl olunacak muayyen bir yer (makar-mekân)) mevcut değil iken nasıl olur da siz uluhiyet herhangi bir merhalede bulabileceğinizi zan ve ümit eyliye- büirsiniz! Zira Allah ne orada, ne burada, ne şurada fakat sizin l olunduğunuz her yerde ve her yerin fevkinde ve her zamanın içinde, dışında lâyemut, lâyezal bir varlıktır ki onun idrakini size ancak, içinde bulunacağınız .merhalelerin imkânları kendi nisbetleri dahilinde verebilir.'

“Aşkı İlâhiye gelince : O bir müebbed secdedir. Allah her bütünün beraberindedir. Size şimdilik, ruhani bir ihtiyat olmak üzere yani düşüncelerinizin, kısırlığa ve salâhiyetsizliğe mahkûm olmaması için bir dersi hakikat mealinde bunları söyledim. Demek ki şimdi biraz daha nurdandınız ise bu da bu anın ve bu merhalenin icabıdır. Tıpkı Kurandaki ayetlerin ahkâmı ebediyi de ihtiva eylemesi gibi sizde de rüşeymleri mevcut o- !an tebliğlerin bu mevzuda sonuncusu bu bahsimizin bir nevi sebebi hu- lûlüdür. Ona itriba eylerseniz ufku niyetiniz biraz daha artacaktır. Ancak, Allah bir öte Gayedir ki Ona vüsul ümit ve didinmeleri sizi olduğunuz yer ve mesafelerden ötelere taşır.’ ’        /

SEMBOL: (9/10/1948)

“Allah ismi sembolik bir mefhumdur. Allah’ın öyle, tasavura, tahayyüle, aşka veya ruhî bütünlüğe sığmasına asla imkân tasavur olunamaz. Bir şey ki tamamiyeti sahai rüyete sığmaz o şey elbette sonsuzdur. Sonsuzun baş şartı sizden esirgenmiş olan değil, sizin ondan alacağınız mahdut nasibeler mevcut ohışu demektir- Şu hale itibaen Allah’ı, ancak mefhum halinde idraki vüsunuza, birtakım teşevvüşata meydan bırakmadan sığdırmanız gayri kaabildir. öyleyse hissedilen, ileridir. Vuzuh yoksa bu bir nevi uzak ışığın bizdeki derecei rüyet ve inikâsı demek olur. Eğer biz o Menbaa uzak veya yakın bulunabilseydik Onun niyetimizde husule getireceği inkişaf daha başka türlü feyizlere yol açardı. Bu cihetten hissi şöylece anlatmağa mesağ vardır: His, idrakin hali tefevvukunda bir başka idrakin yürüdüğünü haber veren bir fecri ruhanidir. Ama düşününüz ki bu fecir o tulûun ihban mahiyetinde olup ondan gene birşeyler temsil eylemektedir.

“Hislerinizi ilâhileştiriniz, dersek bu, kati bir bilgisizlikten kurtuluş olur. İmdi birçok düşünüş yollan, duyguların merkezlerini, vasıtalarım birtakım indî mütalâata sevk ve raptetmekle kendilerini kendi kararlar ile hapseylemiş oluyorlar. Halbuki hisler mugalâtadan ötedir. Ve ne gariptir ki hisler akıl vüs’undan çok ileri temaşaların bîr nevi iradi meleke   mahsulü olmaktan çıkan ileri imkânlar ve savletler habercisidir,

“İşte (hissi) böyle anlamanı^ şartıyla büyük bazı mefhumu ruhani ' içinde gömülü muammaları ancak size onun vasıtası ile yaklaştırmak mümkün olur.”

Satılan Mühim Eserler

        Kr,

Mukadderat ve îcabat        Dr. B, Ruhselman        oOÜ

Ruh ve Kâinat (1-18) nefis ciltli        » »        1500

Ruhlar Arasında        » »        5G0

Medyumluk                300

Ruh Ansiklopedisi        Dr. S. Aka-L.Kuday        750

İspiritüalizm - Ruh Âlemi        »        s>        750

Pratik Manyatizma - İpnotizma, ciltli        Dr. Debi        500

Ruh kuvveti        W. Crooks        500

Öbür âlemden bu âleme, ciltli        Afşaroğlu        400

İpnotizma, ciltli        Dr. Janet        400

Ruhî Mucizeler                200

Felsefe Tarihi        M. Rahmi Balaban        500

Hakikat Yollan (1-5) ciltli                500

Tarih Boyunca Ahlâk        & »        400

-Muhiddini Arabi -—        M. Ertuğrul        250

Abdülkadir Geylani —        *        200

Ruh ve Ölüm Ötesi*—        A        2ü0

'İslâm Aslanı: Hz. Ali—        »        150

İmamı Gazali        M. Ali Ok han        250

Seyit Ahmet Rufaî                200

Hacı Bayram Veli        £        150

Kırklar Meclisi - Bektaşi Şiirleri        Kemal Burcuoğlu        150

Vasiyetname        Dr. Aleksi Karel        150

Yolcu Nereye Gidiyorsun?        S. Ayverdi        400

İnsan ve Şeytan, ciltli        » »        300

Yaşayan Ölü, ciltli        S. Ayverdi        300

Son Menzil, ciltli        » $        300

Mesih Paşa İmamı                350

Yusufçuk        » »        300

Mâbette Bir Gece                200

Ateş Ağacı        > »        200

Kenan Rufai - İslâmiyetin ışığı altında        » »        500

İstanbul Geceleri        » »        300

İnsan ve Ruh        A. Yaşnar        100

Allah’ın Kulu ve Resulü: Hz. Muhammet        €00

Kimyayı Saadet - Aziz Mahmut Hüdai        Gazali        100

Kur’an ve İslâm        G. Cemil Cönk        200

Kur’andan Hikmetler        »        j>        300

Öbür âlemden bu âleme: Mevlâna konuşuyor        200

Mesneviden Hatıralar                250

Kur’an Dili                100

Arapça - Türkçe Yeni Sözlük                500

Hoca Nasrettin        Köprülü Fuat        200

Çocuk Masalları, ciltli                400

Rusya Taihi        Fuat Tugay        400

Siyasî Patile                200

Teez Etiyen, ornan, ciltli                300

Köoğlu, (1-2) ciltli        N. Nazif        750

Şalok Holmes, resimli                500

Mukadderat        Fatma Aliye        400

Aşk Arzuhalcisi                200


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar