Print Friendly and PDF

BÜLBÜLDERE VE FERİKÖY MEZARLIKLARI

Bunlarada Bakarsınız

  

MEZARLIKLARIN TARİH İLMİNE KATKISI:
BÜLBÜLDERE VE FERİKÖY MEZARLIKLARI
ÖRNEĞİ

Hazırlayan: Yılmaz ALTUNSOY
KONYA-2020
İÇİNDEKİLER

Bilimsel Etik Sayfası 1

Özet 2

Abstract 2

İÇİNDEKİLER 4

KISALTMALAR 7

Ön Söz ve Teşekkür 9

GİRİŞ 11

Tarih İlminin Sessiz Kaynağı Olan Mezarlar 20

İslâm İnancında Kabir ve Kabristan Mefhumu 31

Osmanlı Mezar Taşlarının Alâmet-i Fârikaları 35

BİRİNCİ BÖLÜM 44

  1. BÜLBÜLDERE VE FERİKÖY MEZARLIKLARININ TARİH İLMİNE

OLAN KATKISI 44

  1. Bülbüldere ve Feriköy Mezarlıkları 44

  2. Karakaşilere Göre Bülbüldere Mezarlığı 55

  3. Bülbüldere ve Feriköy Mezarlığındaki Semboller, Şekli Unsurlar ve İnanç

Sistemleri İle Olan İlişkisi 59

  1. Genel 62

  2. Fotoğraflı Kabirler 71

  3. Kıbleye Bakmayan Kabirler 76

  4. Fatihasız Mezar Taşları 77

  5. Tokalaşan El Sembolü 86

  6. Akasya Ağacı 88

  7. Jakin-Boaz Sembolü (Sütun-ı Süleymani) 93

  8. Üç Sütun Sembolü 97

  9. Obelisk Sembolü 99

  10. Galaksi (Satürn) Sembolü 102

  11. Mermer Kapaklı Mezarlar 103

  12. Ahid Sandığı Sembolü 104

  13. Kelebek Sembolü 106

  14. Işık Sembolü 110

  15. Perde Sembolü 111

  16. Vazo Sembolü 114

  1. Bülbüldere Mezarlığında Medfun/Sabetayist Bazı Önemli Şahsiyetler ... 116

    1. Şemsi Efendi (Simon Zwi) 116

    2. Maliyeci Cavid Bey (Karakaşi Cavid Bey) 127

    3. Hasan Tahsin (Osman Nevres) 132

    4. Karakaşi Rüştü Bey 145

İKİNCİ BÖLÜM 156

  1. SABETAYİZM’İN KISA TARİHÇESİ 156

    1. Dönmelik, Sabetayizm, Avdetilik, Sazanikos, Sebtiyunluk 156

    2. İlk Olarak Fark Edilmeleri 161

    3. Mistik Siyonist: Sabetay Sevi 167

    4. Evlilikleri 170

    5. Mesihliğini İlan Etmesi 177

      1. Devlet Hadise İle İlgilenmeye Başlıyor 190

      2. Sevi’nin İslam’ı Kabulü 196

      3. Sabetay Sevi Din Değiştirmeye Neden Zorlandı? 210

      4. Sabetay Krallığını İlan Etmişti, Osmanlı Tahtını Tehdit Ediyordu... 218

      5. Sabetay’ın Ölümünden Sonra Cemaatin Üç Kola Ayrılması ve
        Bazı Önemli Sabetayist Şahsiyetler 228

    6. Sabetay Sevi Hakkında Osmanlı Arşiv Belgeleri 241

    7. Sabetayistlerin Türk Toplumu Üzerindeki Etkileri 247

      1. 18 Emir ve Evlenme Yasağı 248

      2. Dönmelerin Jön Türklerle Münasebetleri 260

      3. Dönmelerin İslami Tarikatlarla Münasebetleri 268

      4. Dönmelerin Önemli Dini Günleri ve Dört Gönül Bayramı 275

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 284

  1. SABETAYİST DÖNMELERİN ERKEN CUMHURİYET

DÖNEMİNDE TÜRK SİYASET VE BÜROKRASİSİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
284

SONUÇ 302

BİBLİYOGRAFYA 313

EKLER LİSTESİ 333

EKLER 334

KISALTMALAR

a.g.e. :

a.g.m. :

a.g.y. :

ATASE :

:

AÜ DTCF :

b. :

Adı geçen eser.

Adı geçen makale.

Adı geçen yayın.

Askeri Tarih Stratejik Etüd.

Ankara Üniversitesi.

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi.

Bin (Arapça oğlu manasında).

BCA :

T.C. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı Cumhuriyet Arşivi.

Bkz. :

Bakınız.

BOA :

T.C. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı Osmanlı Arşivi.

c. :

CHP :

Çev. :

Dos. :

Dr. :

DVN. :

EUM. :

F. :

GŞÜ.

H. :

Haz. :

HR. :

HU. :

İ. ŞD. ISAM İTC

KK. :

Kls. :

KLS. d. :

KSÜ :

M. :

MEB :

MKT. :

:

MS :

Cilt.

Cumhuriyet Halk Partisi.

Çeviren.

Dosya.

Doktor.

Divan Beylikçi Kalemi.

Emniyet-i Umumiye Müdüriyeti.

Fasikül.

Gümüşhane Üniversitesi.

Hicri Takvim.

Hazırlayan.

Hariciye.

Hariciye Umumi.

İrade Şura-yı Devlet.

İslam Araştırmaları Merkezi.

İttihat ve Terakki Cemiyeti

Kâmil Kepeci Fonu.

Klasör.

Kilise Defterleri.

Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi.

Miladi Takvim.

Millî Eğitim Bakanlığı.

Mektubi Kalemi.

Milattan Önce.

Milattan Sonra.

Nu. :

Numara.

R. :

Rumi Takvim.

RSK. :

Ruus Kalemi.

s. :

Sayfa.

S. :

Sayı.

SBF :

Siyasal Bilgiler Fakültesi.

SBBF :

Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi.

SET. :

Son erişim tarihi.

SFR. :

Sefaret.

ss. :

Sayfa aralığı.

SÜ. :

Selçuk Üniversitesi.

SYS. :

Siyasi.

TBMM :

Türkiye Büyük Millet Meclisi.

TC :

Türkiye Cumhuriyeti.

TDV :

Türkiye Diyanet Vakfı.

THR. :

Tahrirat Kalemi.

TMIK. :

Tesri-i Muamelat ve Islahat Komisyonu

TTK. :

Türk Tarih Kurumu.

UM. :

Umum Müdürlüğü.

v.s. :

Vesair.

Y. A. HUS. :

Yıldız Sadaret Hususi Maruzat Evrakı.

Yay. :

Yayınları/Yayıncılık.

YKY. :

Yapı Kredi Yayınları.

ZB. :

Zaptiye Nazırlığı.



Ön Söz ve Teşekkür

Mezarlıklar her zaman ilgimi çekmiştir. Sessizler vadisinde yatanlar acaba bir zamanlar nasıl bir hayat sürmüşler, dünya hayatında neler yapmışlar, hep merak etmişimdir.

Yahudiler ve Sabetayistler de tarih okumalarım içinde ağırlıklı bir yer teşkil etmiştir. Asırlardır vatancüda olarak hayat süren ve dünyanın dört bir yanında dağınık vaziyette yaşayan bu kabilenin, nasıl olup da düştükleri yerden ayağa kalktıkları ve dünya siyaset ve iktisadiyatına hâkim bir pozisyona geldikleri doğrusu herkes gibi beni de düşündürmektedir. Yahudi zümresi içinde yer alan Türkiye’ye has Dönmeler güruhu ise, son 350 senede bu topraklarda birlikte hayat sürmüş olmamız hasebiyle ayrıca mucib-i merak ve alakadır.

Yüksek lisans tez konumu, kıymetli hocamız Prof. Dr. Caner Arabacı ile istişare ederken, mezarlık ve Dönmelik konusunu birlikte işleyebileceğimiz bir tez konusu olarak karar kıldık. Daha önce bu hususta çok fazla akademik çalışma olmaması, Dönme mezarlık ve mezar kitabelerinden hareketle, burada yatanların dini ve millî aidiyetlerinin tespitine yönelik bir tez üretiminin yapılmamış olması, beni bu konuda çalışma yapmaya daha da teşvik etmiş ve heyecanlandırmıştır.

Çalışmamızda metodolojik olarak önce mezarlıkların tarih ilmindeki yeri ve önemine değinildi. Daha sonra İslam mezarlıklarının hususiyetleri özetlenmeye çalışıldı ki, özellikle Bülbüldere ve fer’i olarak da Feriköy Mezarlıkları ile arasındaki farklar tebarüz etsin. Sonrasında ise veri toplama çalışmamızı her iki mezarlık için yaptık ve topladığımız verileri bilgiye dönüştürmeye gayret ettik. Elde ettiğimiz verilerin bizi doğrudan Dönme, Yahudi kültür ve inanç sistemine götürmüş olduğunu müşahede ettik. Son olarak da Dönmelik nedir, meşhur Dönmeler kimlerdir, Dönmelerin inanç ve gelenekleri nelerdir ve bunların Türk toplumu üzerindeki etkileri ne şekilde olmuştur bunları tetkik etmeye çalıştık. Ümit ederiz ki çalışmamız ileride bir kitaba dönüşür ve sadece akademik camianın değil, tüm insanların hizmetine vesile olur.

Yılmaz Altunsoy

Konya 2020

GİRİŞ

Mezarlık kelimesi, menşe itibariyle Arapça “ziyâret” kelimesinden türetilmiştir. Mezar, Arap lisanında “ziyâret mekânı” demektir. Bu kelime Türkçeye aktarılırken, -lık eki almak suretiyle “mezarlık” şekline bürünmüştür. Mezarlığın eş anlamlısı olarak Arapça’da “makber1 ve “ cebban ” kelimeleri, Farsça’da ise “ mezarat”, “kabristan”, “ gülistan ” tâbirleri kullanılmaktadır. Önemli kişilerin mezarlarına ise “ravza”, “meşhed”, “kubbe”, “türbe , “kümbet”, cami, tekke, türbe gibi yapıların hemen yanında yer alan küçük mezarlıklara Türkçe’de “hazire” ve daha çok tekke ve zaviye mezarlıklarına “vâdi-i hâmûşan” yani “sessizler vadisi” denildiği bilinmektedir. Uykuda olanlar manasına gelen “hâmûşan” kelimesi mecaz yoluyla kabristan şekline dönüşmüştür. Daha çok Mevleviler tarafından kullanılmaktadır. Evliya Çelebi de Seyahatname’sinde mezar kelimesi ile eş anlamlı olarak “suskunlar vâdisi” tâbirini kullanmıştır. Mezarlıklar üzerinde araştırmaları olan Alman tarihçi Hanz-Peter Laqueur ise mezarlıklar için “ölüler kenti” demektedir.

Arkeoloji terminolojisinde ise mezarlıklara ölüler şehri manasına gelen “nekropolis” denilmektedir. Mezar taşlarındaki yazılara da, aynen cami, mescit, çeşme, sebil gibi yapılarda olduğu gibi “kitâbe” denilmektedir. “Kitâbe-i Seng-i Mezar tâbiri de aynı manaya gelmektedir. Kitâbelere, kabartma ve oyma olarak ölünün adı, doğum, ölüm tarihi, işi yazıldığı gibi bazen bir şiir veya edebi bir cümle yazılması da sıkça görülmektedir. Türkistan ve Anadolu’da kubbeli mezar binalarına yani türbelere “ künbet” tabir olunmaktadır. “Lahid” kelimesi de Arapça mezar, çukur demek olup, ölülerin konulduğu sandukaları ifade etmek için kullanılır. “Makam” ise, veliyullahın mezar ve türbelerini ifade etmek için kullanılmıştır. Mezar ile hemen hemen aynı manâya gelen bir başka tabir ise “merkad” olup, asıl manası uyuyacak yerdir. Ölüm bir daha uyanmamak üzere uykuya dalmak demek olduğu için, bu tâbir meydana gelmiştir.

Mezarlıklar, kültür varlıklarımız içerisinde önemli bir yer tutarlar. Mezarlıklar ve özellikle de mezar taşları, kitâbeleri, içinde bulundukları muhitin şartlarını, yaşadıkları zamanın ruhunu, mimârisini, kültürünü, dinini, inancını, orada meskûn olanların mensûbiyetini göstermesi açısından çok büyük önemi haizdirler. Mezarlıkların tarih ilmi açısından önemi ise, daha çok bulundukları dönem hakkında yanılmaz, şaşmaz bilgiler vermesi noktasındadır. Mezarlıklar, belli devirler ve coğrafyalar itibarıyla meydana getirilen medeniyetlerin ve o medeniyetlerden nebeân eden kültür ve alt kültürlerin samimi, riyâsız ve ilk elden şâhitleridirler. Mezarlıklar konuşamayanlarla dolu, sessiz medeniyet tanıklarıdırlar. Mezar taşları ve kitâbeleri, konuşamayan sahipleri adına konuşurlar ve ziyaretçilerine bir şeyler fısıldarlar. Ne de olsa onların şehri, dirilerin şehrinden daha önce vücut bulmuştur. Türbeler, mezarlıklar ibadet yerlerimiz değil, İslâm beldelerine girişin bir çeşit mikat mahalleri, hudut çizgileridirler. Bir beldeden diğerine geçişte, ölüler diyarı olan makberistanlar, bir nevi gümrük vazifesi görürler. Dünyada devletlerarasında gümrükler olmasa bile, mezarlıklar, ibâdethaneler, diğer yapılar hudutları belirleyen ana unsurlar olarak bu vazifeyi deruhte ederler.

Mezarlıkların ana unsuru olan mezar taşları ya da kitâbeler, geçmişin gelecekle olan irtibat noktalarıdır. Âdeta geçmişle kurulan bir köprü, öncekilerin şimdikilerle ve gelecektekilerle olan susmayan sessiz dilleridirler. Mezarlıklar bu dil sayesinde her şeyden önce bir tarih, kültür ve medeniyetin devamı ve kimliğin tespiti için aidiyet mekânlarıdırlar.

Mezarlıklar bünyelerinde büyük bir sembolizm serveti taşırlar. Yaşanılan devirlerin inanç sistemlerinin mükemmel aynasıdırlar. Mezar taşlarında, orada yaşayan zümrenin, korkularını, acılarını, üzüntülerini, sevgilerini, neşelerini de görmek mümkündür. Aynı zamanda mezarlıklar ve mezar taşları, bulundukları coğrafyanın kime ait olduğunu gösteren tapu senetleri hükmündedirler. Bu özelliğindendir ki, bir coğrafya istilâya uğradığında, o coğrafyanın önceki sahiplerine ait olan mezarlıkların tahrip edilmesi, tarihimizde sıkça görülen vakalardandır. Birinci Cihan Harbinde, Van ve civarındaki Müslüman ahâliye mezâlim icra eden Ruslar ve onların yardımcısı Ermeni çetelerinin yaptıkları işlerin başında, istilâ ettikleri mahallin Müslüman mezarlıklarını tahrip etmeleri gelmiştir. Bu neviden hâdiseler tarihimizde çokça vukua gelmiştir. Balkan Harbi ile Birinci Cihan Harbi arasında, Makedonya bölgesinde bulunan Türklere ait mescit ve mezarlıkların önce Bulgarlar ve daha sonra da Rumlar tarafından tahrip edildiği tarihimizin kaydettiği önemli hadiselerdendir. İstilâcı unsurların, işgâl ettikleri sahalarda bulunan mezarlıkları tahrip etmelerindeki amaç, şüphesiz o beldede bulunan İslâm izlerini silmek ve bu şekilde o mahallere daha kolay hâkim olabilmektir. Mezarlıkların, üzerinde bulundukları topraklara sahiplik damgası vurmaları gibi sessiz ama etkili görevleri bulunmaktadır. Bir şehrin, aynen çeşmeleri, câmileri, mescitleri, medreseleri, hanları, hamamları ve konakları gibi, kendisini çevreleyen mezarlıkları da sahiplerinin kimler olduğunu gösterebilir. Her mezar taşı, o şehirde yaşamış bir insanın fâni âlemde bıraktığı bir iz olduğuna göre, aynı zamanda o şehrin veya kasabanın geçmişinin de bir parçası mahiyetindedir.

Kazım Karabekir Paşa’nın hatıralarında anlattığına göre, Mondros Mütârekesinden sonra, Ermenistan veya Maverâ-yı Kafkasya’yı teftiş için, ABD Başkanı tarafından görevlendirilen General Harbord Erzurum’a geldiğinde, orada hazır bulunanlara: “Erzurum da Ermeniler Türkler’den ziyade imiş, şimdi hiç Ermeni kalmamış” deyince, Erzurum Belediye Reisi Zâkir Efendi: “İşte mezarlıklar burada, Erzurum’un ölüsü de Türk, dirisi de” demiş ve bu beldenin mâzide ve hâlen Türklerle meskûn olduğunu, şehir mezarlığı sayesinde ispat etmiştir.

Yine aktarılan başka bir tarihi bilgiye göre, Yunan Harbi yıllarında Erzurum’a gelen bir başka Amerikalı General Hamilton’un etrafını saran Ermeniler, Erzurum’un kendilerine ait olduğu iddiâsını ileri sürmüşlerdir. Bunun üzerine Erzurum Belediye Reisi bu defa da Hamilton’u yanına alarak hem Ermeni ve hem de Türk mezarlıklarını göstermiştir. Tabi ki Ermeni Mezarlığı, Türk mezarlığı yanında son derece küçük kalmıştır. Erzurum Belediye Reisinin: “Madem bu Ermeniler Müslümanlardan çoktu, o zaman kendi ölülerini mi yediler?" demesi üzerine Amerikalı General, Ermenilerin yalan söylediğini anlamıştır. Belediye reisinin bu davranışından sonra, bu kesin gerçek üzerine heyet bir şey demeden şehirden ayrılmıştır. Erzurum’un Müslüman ölüleri, dirilerini ve bu vatan parçasını işte böyle kurtarmıştır. Esasen tarihî eserler, bütünüyle bir memleketin tapusu ve karakteri hüviyetindedirler.

Ankara Etnografya Müzesine, İzmir’den getirilen süslü ve kırık bir mezar taşı üzerinde, güneş üzerine işlenmiş devr-i dâim işâreti olduğu tespit edilmiştir. Bu işaretler her ne kadar Anadolu Türk mezar taşı simgelerine benzemese de, süslerin altında Hacı Ali Bey yazısını tespit eden araştırmacılar, bu mezar taşı üzerinde işli olan güneş ve devr-i dâim işaretlerinin, Orta Asya Türklerinin Şaman inançlarından gelen remizler olduğunu ortaya koymuşlardır. Aynı güneş figürlerinin kabartma tarzında Selçuklular’da da kullanıldığını tespit eden araştırmacılara göre, mezar taşı Türklerin bir nevi Anadolu’ya ait tapu senedidir. Ölüler şehrin asıl ve kadim sakinleri olup, yaşayanlar ise şehri geçmişleriyle sahiplenirler. Yahudiler de çok önceleri, kendilerini, atalarının yattıkları mezarların bulunduğu yerlerin vârisi saymışlardır. Mumford’a göre bu çok güçlü iddia bir bakıma ezeli bir iddiadır.

Mezarlar ve mezarların kitâbeleri mâhiyetinde olan mezar taşları sadece orada medfun olanlar hakkında değil, o zamanı ve zaman içinde toplumların başından geçenleri, kazandıkları zaferleri, mağlubiyetleri, mâruz kaldıkları tabii afetleri, inançlarını, o bölgede yaşayan insanların duygu ve düşüncelerini de anlatmaktadırlar. Mezar taşı kitâbeleri bazen de, orada medfûn olanın isteği dışında, düşmanlarınca bir kin ve nefret unsuru olarak, gelecek nesillere mesaj vermek için yazılmaktadır. Bu türden hadiselere İslâm ve Osmanlı tarihinde pek tesâdüf edilmese de, Batılılarda örneklerini bulmak mümkündür. Budin’in son Osmanlı Vâlisi Abdurrahman Abdi Paşa’nın, AvusturyalIlara, iki buçuk ay direnmesinden ve 2 Eylül 1666 tarihinde şehit düşmesinden sonra, Macarlar tarafından Abdurrahman Abdi Paşa’nın şehit düştüğü yere dikilen mezar kitâbesi bu türdendir. Macarların yaptırdığı kitâbede: “145 yıllık Türk egemenliğinin son Budin Vâlisi Abdurrahman Abdi Arnavut Paşa, bu yerin yakınında 1666 Eylül ayının 2. günü öğleden sonra yaşamının 70. yılında maktul düştü. Kahraman düşmandı, rahat uyusun!” yazılıdır. Şüphesiz Macarlarca dikilen bu mezar taşı, hem Osmanlı’ya ve hem de kendi nesillerine önemli bir mesaj niteliğindedir. Avusturyalılar Budin düştükten sonra bu şehirde bir tek Müslüman bırakmamışlar ve Osmanlı eserlerini de kâmilen tahrip ve ifnâ etmişlerdir.

Mezarlıklar, bir milletin en kıymetli kültürel miraslarının başında gelmekte olup, aynı zamanda içinde bulundukları toplumların kurumsal hafızasıdırlar. Nasıl ki hafızasını yitiren bir şahıs, kendisini hiçbir yere ait hissetmez ve gideceği yönü bilemezse, aynı şekilde kurumsal hafızasını kaybeden milletler/toplumlar da, gideceği yönü tâyin edemeyip, kısa zamanda savrulup gitmeye ve yok olmaya mahkûmdurlar. Milletlerin kurumsal hafızası, millî kimliği gibidir. Kimliğini ve kişiliğini kaybeden milletler ayakta kalamazlar. Mezar taşları ve kabristanlar da, dil, din, gelenek, görenek gibi bir millete şahsiyet veren kültürel unsurlar olup, milletlerin geçmişleriyle olan bağlarını kurmasına yardımcı olurlar. Mezar, medeniyetin direğidir. Direği olmayan ne din, ne de medeniyet ayakta kalabilir. İskeletsiz ceset gibi yığılır kalır.

İslâm inancına göre dünyada ilk kabir kazma geleneğini başlatan Hz. Âdem’in oğlu Kâbil’dir. Kardeşi Hâbil’i, gözünü kör eden kıskançlık, ihtiras ve bencillik duyguları ile haksız yere öldüren Kâbil, kardeşinin cesedini ne yapacağını ilk önce bilememiştir. Derken Allah, yeri eşeleyen bir karga göndermiş ve ona kardeşini nasıl gömeceğini, bir karga eliyle öğretmiştir. İşte dünya üzerindeki ilk mezarlık/kabir Kâbil’in kazdığı ve kardeşini defnettiği mezarlıktır. Muhtemelen bu mezarlık son derece iptidai bir çukurdan ibarettir. Bu kıssaya göre, insanlara mezarlık yapmayı ilk öğretenin karga olduğunu söylemek herhalde yanlış olmayacaktır.

Mezarlıkların âbide haline gelmesi ya da en azından toprak üstünde kalan kısmının belli bir yapısal görüntü arz etmesi tarihte ilk defa ne zaman başlamıştır tam olarak bilinmemekle birlikte, Eski Ahit’te, Hz. Yâkub’un, eşi Raşel’in (Rahel) kabrinin baş kısmına bir taş diktiğinden söz edilmektedir. Diğer taraftan İncil’de Ahitofel’in kendisini astığından ve daha sonra babasının mezarı yanına yani aile kabristanına defnedildiğinden bahsedilmektedir. Buradan aile kabristanlıklarının tarihinin epeyce eski olduğu anlaşılmaktadır.

Türk kültüründe de gerek İslâm öncesi ve gerek İslâm sonrasında kabirlere büyük ehemmiyet verildiği görülmektedir. İslâm öncesi Türklerde büyük “tümülüs” ya da “kurganların” üzerine taş dikmek bir gelenektir. Bu taşlar üzerinde aynı zamanda kitâbeler de nakşedilmiştir. Eski Türklerde kurgan şeklindeki mezarlıkların üzerine “bengütaş” denilen büyük bir taşın dikildiği ve bu taşların etrafına da “balbal tesmiye edilen başı kopmuş heykellerin sıralandığı Orhun Kitâbelerinden anlaşılmaktadır. Orhun Kitabelerinin de aslında Tonyukuk, Kültigin ve Bilge Kağan’a ait, insanlık âleminin sosyal muhteva bakımından en mânâlı mezar taşları oldukları düşünülmektedir. Ayrıca Yenisey Kitâbeleri de Kırgızlara ait mezar taşlarından ibarettir. Türklerde mezarlık ve kitâbe kültürünün en az 2000 sene öncesine dayandığının delili işte bu âbidelerdir. Bu âbideler, Türkçe'nin en eski metinleri, yazıtlarıdırlar. Yazıların en sade ve eskileri ise, mezar kitâbeleridir.

Diğer taraftan, XX. asırda yapılan kazılarda, Moğolistan’ın Altay Dağları çevresinde, MÖ IV-II. asırlara ait olduğu tespit edilen “kurgan” adı verilen Türk mezarlıkları bulunmuştur. Bilindiği üzere kurgan türü mezarlıklar, en eski Türk kavimlerinin mezarlık formlarını yansıtması bakımından önemlidir. Kurgan mezarlıklar, toprak üzerinde gözle görülen bir yığma tepe (tümülüs) ve toprak altındaki merkad olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır. Kurgan türü mezarlık yapılarının en eski çağlardan, XVIII. asra kadar kullanıldığı düşünülmektedir.

Varlık sahnesine çıkmış olan birçok kültürde mezar taşı geleneği bulunmakta olup, Anadolu’da yapılan arkeolojik kazılar, bilinen 7 çeşit mezar türünün varlığını ortaya koymuştur. Bu mezarlıklar, toprak mezarlar, kaya aralığı mezarları, küp mezarlar, sandık mezarlar, oda mezarlar, kuyu mezarlar ve yığma mezarlar olarak sınıflandırılmaktadır.

Osmanlı Cihan Devleti, mezarlıklara, diğer Müslüman devletlere nazaran daha fazla önem vermiştir. Zira Osmanlı, mezarlıkların, kültürel miras aktarımına olan katkısının ve yaşanılan coğrafyanın kimliğini ortaya koyma noktasındaki fonksiyonun farkındadır. Osmanlı, birçok kabristan için vakıflar kurmuş, daha önce kurulmuş olan vakıfların gelirlerini artırıcı tedbirler almış ve bu vesileyle mezarlıkların hayatta kalmasına özel ihtimam göstermiştir. Sadece Kerkük Livasında, Kanuni devrinde, iki mezarlığa çok önemli miktarda gelirlerin vakfedildiği görülmektedir. Bu mezarlardan Dakuk’ta bulunan Hz. Hızır Nebi’nin makâmına gelen gidenlerin ihtiyaçları için sarf edilmek üzere 1.000 akçe ve İmam Zeynel Âbidin mezarı için de Dakuk’a bağlı Baura Köyünün gelirleri vakfedilmiştir. 17 mezarlık görevlisi ile bu mezarlığa gelip gidenlerin ihtiyaçları için vakfedilen gelirin yekûnu 10.243 akçedir.

Yine Kanuni devrinde, 1550 senesinde Halep şehrinde, toplum içerisinde itibar gören kişiler için 21 türbe, bir meşhed, bir medfen, bir mezar, bir kabir ve beş makam vakfı kurulmuştur.

Türkler, İslâm’ın, mezarlıkların sade inşa edilmesi yönündeki akidesine rağmen, eski alışkanlıklarını devam ettirmişlerdir. Türkler, ya eski kültürlerin etkisiyle ya da sakıncası bulunmadığı yönündeki kanaatle kabir/mezar inşası hususunda İslâm’ın koyduğu hudutları biraz olsun zorlamışlardır. İslâm sonrası Türk topluluklarında ve devletlerinde, halk tipi sade mezarlıkların yanında, devlete, millete faydalı işler yapmış mühim şahsiyetler için anıt mezarlar, gösterişli kabirler inşa edildiği görülmektedir. Meşhur Türkolog Jean-Paul Roux, Türklerdeki ölü ve mezar kültünün Kur’an inancına ters olmasına rağmen muhâfaza edildiğini yazmaktadır. Ancak buna rağmen Türkler, özellikle Osmanlılar mezarlık ve mezar taşları konusunda, ölçülü olmaya dikkat etmişlerdir. Osmanlı devlet adamları ve padişahlarının mezarları bile, başka toplumlarınkiyle mukayese edilemeyecek kadar sâdedir. İlber Ortaylı’ya göre, Osmanlı mezarlıkları kadar zarif, güzel, insanlarla iç içe olan, insanların da gidip, rahat edip, "ürpermeden oturabildiği" bir mezarlık yoktur. Dünyanın muhtelif yerlerinde, birçok devri çalışan mezar epigrafisi uzmanlarına göre, Osmanlı mezar taşları estetik ve ihtiva ettikleri kesin bilgi sebebiyle, emsalleri içinde en gelişmiş misallerdir. Pierre Lotti, Eyüp mezarlığından bahisle: “Bu mezarlıkta bizim Avrupa mezarlıklarımızdaki gösteriş yoktur. Doğulu hüzün daha tatlı ve daha muazzamdı. Şurada burada siyah servilerin yükseldiği büyük ve boş araziler, çıplak tepeler uzaktan uzağa, bu büyük ağaçların gölgesi altında, yeni altüst edilmiş toprak parçaları, eski mâtem taşları, başlarında sarıklar taşıyan garip Türk mezarları...sözleriyle, Osmanlı mezarlarının zarâfet ve gösterişten uzaklığına vurgu yapmış, Avrupa mezarlıklarının şatafatı karşısında, Eyüp mezarlığının sâdeliğine duyduğu hayranlığını dile getirmiştir.

Tarih İlminin Sessiz Kaynağı Olan Mezarlar

Mezarlıklar, özellikle kitâbeli mezar taşları, geçmişe ışık tutan son derece önemli tarihi vesikalardır. Çoğu kez mezar taşları ve üzerindeki kitâbeler, hiçbir yerde bulunamayacak bir takım bilgileri ihtiva ederler. Önemli şahsiyetlerin terceme-i hâlleri, yer isimleri, meslekler, devlet müessese isimleri, örfi hususiyetler, soy bağları, etnik bilgiler çoğu zaman mezar taşlarından tespit edilmektedir. Her biri birer kitâbe olan ve tarih ilmine ciddi katkı sunan mezar taşları birkaç alt bölüme ayrılabilir. Bunlar: malzemesine göre kitâbeler (demir, taş, mermer, tahta gibi), diline göre kitâbeler (Grekçe, Türkçe, Osmanlıca, Arapça, Farsça, Latince gibi), devirlerine göre kitâbeler (Yunan, Roma, Bizans, Osmanlı, Göktürk, İslâm gibi), alfabelerine göre kitâbeler (Uygur, Göktürk, Arap, Latin gibi) şeklinde tasnife tâbi tutulabilir. Kitâbeleri inceleme ilmi olarak tarif edilebilecek olan epigrafi sayesinde, kitâbeler birer tarihi delil ve vesika haline dönüştürülebilmektedirler.

Osmanlı mezar taşları ve kitâbeleri, devirler itibariyle bir kısım değişiklikler ihtiva ettiğinden dolayı, mesela Osmanlı insanının kullandığı başlıkların zaman içinde nasıl bir değişim ve dönüşüme tâbi olduklarını, yaşadıkları zamanın aktüel modasının ne olduğunu, kitabelerde yazan nazım ve nesirlerden, o devir insanlarının hayat ve ölüme dâir neler düşündüklerini buralarda görmek mümkün olmaktadır. Mezar taşı kitâbeleri sadece tarih sahasında çalışma yapanlar için değil, sanat tarihi, tıp, sosyoloji, siyaset, mimarlık, edebiyat gibi sahalarda çalışanlar için de eşsiz bir laboratuvar hükmündedirler.

Bilindiği üzere tarih ilmine yardım eden yardımcı ilimler vardır. Bu yardımcı ilimler vasıtasıyla tarih ilminin kaynakları arasında yer alan “Müzelik Malzemelere” ulaşmak ve bu malzemelerden doğru analizler yapmak mümkün olabilir. Geçmişte yaşanmış olan ve tarih ilminin sahasına girecek kadar sosyal ve içtimâi hayâtımıza tesir eden bir kısım hadiseleri anlamak adına, bir hatırayı yaşatan ve günümüze aktaran kitabeler, abideler, heykeller, lahit ve mezar taşları mutlak manâda inceleme konusu yapılmalıdır. Mezar taşları en sade ve yalansız kitabeler olarak, kitabeleri ilmi olarak okuyup değerlendiren ilim dalı olan epigrafinin ilgi sahası içindedirler. Mezarlık kitabeleri ile uğraşmanın ve hele hele yeni bir kitabe bulup bunu insanlığın hizmetine sunmanın tarifi imkânsız bir hazzı olduğu muhakkaktır.

Mezar taşları, biyografilerin yazılması ve kütüphane ve arşiv malzemelerinin boşluklarının doldurulması noktasında da son derece ehemmiyetli kaynaklardır. Mezar taşları, hem biyografik mânâda (en azından doğum ve ölüm tarihlerini öğrenmek adına), hem mimâri sanatsal yapıların ortaya koyduğu kültürleri anlama adına ve hem de o yerleşim yerinin ne kadar eski zamanlara gittiğini öğrenmek adına tarih ilmine katkı sağlamaktadır. Örneğin, Müslümanlara ait olan bir kabristana rastladığımızda, bu tespitimiz, burası şu anda gayrimüslimler tarafından sahiplenilmiş bir belde olsa bile, geçmişte İslâm Medeniyetinin burada var olduğunu anlamamıza ciddi katkı sağlayacaktır. Ayrıca kabirlerde yazılı olan her türlü kitâbe ya da mâlûmat, tarih ilminin kaynaklarından olan terceme-i hâllerin tespitinde de fayda sağlamaktadır. Ahmed Hikmet Müftüoğlu, Karacaahmet Mezarlığındaki mezar taşlarından bahisle: “Mermer mezarlar, bağırlarında gömülü mustarip beşeriyetin acıklı tercüme-i ahvâlini ebediyetin sonsuz boşluğuna karşı haykırmak ister gibi gazaplı, meyus duruyorlardı” demek suretiyle, gayet beliğ ve edibâne bir şekilde, mezar taşı kitâbelerinin beşeriyetin acıklı terceme-i hâllerinden bahsettiklerini ifade etmektedir. Bir ülkede yazılı mezar taşlarının ve kitâbelerin çokluğu, aynı zamanda o ülkede yazının kullanımının da bir göstergesidir. Mesela Göktürkler asrında mezar kitâbelerinin varlığı ve çokluğu, o devirlerde okuma yazmanın varlığının ve yaygın olduğunun delili mahiyetindedir. Mezarlıklar bir toplumun medeniyet seviyesini gösteren, rengini en iyi anlatan, nadide yerlerdir.

Mezar taşları en sade kitâbeleri ihtiva etmesi noktasından, sadece terceme-i haller cihetinden değil, aynı zamanda geçmişten bize haber vermesi açısından da ehemmiyet arzetmektedir. Kitâbeli mezarlar aynı zamanda devirler arasında birer kültürel bellek taşıyıcısı ve muhaberat mecrasıdırlar. Birer mezarlık kitâbesi hüviyetinde olduğu yukarıda belirtilen Orhun Âbidelerinin gün yüzüne çıkarılması, Türkistan’ın bilinmeyen ve kafa karıştıran tarihini aydınlatmada son derece önemli bir vazife görmüştür.

Türkiye’de ilk defa “kim, kimdir” suâline cevap verecek mâhiyette ortaya konulan eser, Mehmet Süreyya Efendi’nin Sicill-i Osmani isimli biyografi şâheseridir. Bu eserde 17 binden fazla terceme-i hâl yer almaktadır. İlber Ortaylı’ya göre, bu devasa eser, mistik bir ruh ve inatçı bir kafanın ürünüdür. Mehmet Süreyya Bey, gece-gündüz demeden, perişan bir kılıkla, mezarlıkları gezerek bu eseri oluşturmuştur. Bu nekrolojik tutku, onun eserinde yer alan bilgilerin çoğunu mezarlıklardan ve mezar taşlarından toplamasına sebep olmuştur. Ortaylı’ya göre, böyle bir kaynağın genişletilip, işlenmemiş olması Türkiye’de ilmi tarihçilik açısından bir nâkısadır Gerçekten Mehmet Süreyya Bey’in eserine orijinallik katan en önemli hususun eserinde terceme-i hâllerine yer verdiği son dönem Osmanlı devlet adamları hakkındaki mâlûmatların çoğunun mezar taşı kitâbelerine dayanmasıdır. Altı ciltten müteşekkil eserin, ana kaynağının kabir taşları kitâbeleri olması, bu malzemenin tarih ilmi için ne kadar kıymetli bir kaynak olduğunu ortaya koyması açısından ehemmiyetlidir.

Mezar taşı kitâbeleri, özellikle Orta Çağ ve daha eski devirlerde yaşayan mühim devlet adamı, sanatçı, şâir, fikir adamı gibi zatların şeceresinin tespitinde de birer pusula vazifesi görmektedirler. Mesela XIV. asırda yaşamış olan Timur’un ceddinin Cengiz’in amcaoğlu Karaçar olduğu bilgisi çok kıymetli olup, bu bilginin kaynağı Timur’un mezar taşıdır. Zira Timur'un şeceresi mezar kitâbesinde yazılıdır. Bu şecere, Tumana Han'a kadar çıkmaktadır. Ayrıca Timur’un mezar kitâbesinde, Cengiz’in büyük annesi olan Alangua’dan, büyük bir saygı ve ihtiramla bahsedilmektedir. Timur’un nesebi ve soy bağı, ölümünden sonra, torunu Uluğ Bey tarafından Türkistan'ın kuzeyinden getirtilerek Semerkant’ta yontulduktan sonra, mezarı üzerine dikilen kitâbesinde yer almaktadır. Buna göre Timur’un soy bağı şu şekildedir: Emir Timur Gürkan b., el-Emir Taragay b., el-Emir Berkel b., el- Emir Aylangız b., el-Emir İcil b., Karaçar Noyan b., el-Emir Suguççin b., el- Emir İrdemci Borula b., el-Emir Kaçulay b. Tumanay Han. Bu silsile, Cengiz Han ile aynıdır. Görüldüğü üzere bir mezar taşı bazen açık bir tarihi belgeye dönüşebilmektedir. İstanbul’da da bu neviden çok sayıda tarihi mezar taşı bulunmaktadır. Hatta sadece İstanbul’da değil, Çin’in Kansu eyaletinden Macaristan Ovalarına kadar olan geniş coğrafyada serpiştirilmiş binlerce Türk mezar ve taşları bulunmaktadır. Yeryüzünde bu kadar geniş bir coğrafyaya âbidevi mezar taşlarını yayan başka bir millet bulunmamaktadır.

İlber Ortaylı’ya göre, özellikle İstanbul’da bulunan ulema hânedanlarına ve kadılara ait mezar taşları birer tarihi belge mâhiyetinde olup, ihtimamla korunması icap etmektedir. Zira bazen kabirde yatanlara ait ne hususi, ne de umumi hayatlarında izlerine rastlanmayan bazı mâlûmat mezar taşlarında bulunabilmektedir. Evliya Çelebi, Seyahatnâme’sinde, eskinin padişahlarının mezar taşlarında, ne kadar ömür sürdüklerinin, ne kadar saltanat müddetleri olduğunun, yaptıkları eserlerin ve fethettikleri ülkelerin yazıldığını anlatmaktadır. Ancak ne yazık ki bu mezarlar süratle, blok halinde yok olmaktadır. Türkiye’deki Osmanlı dönemi mezarlıkları, zengin koleksiyoncular, “kendini bilmez” turistler ve “görgüsüz” yerli ahâli tarafından yağma edilmektedir. Ortaylı’ya göre, sağa sola devşirilip götürülen bu mezar taşlarının, tarihimizle ilgili ne kadar mühim birer biyografik kaynak oluklarını tasavvur etmek güçtür.

Mezar taşları ve kitâbeleri aynı zamanda şekil, yazı, nakış itibariyle de milletlerin sanat tarihi açısından büyük öneme sahiptirler. Muhtelif asırların sanat tarihini yazacak olan tarihçilerin en birinci müracâat kaynakları arasında mezar taşlarının geldiği şüphesizdir. Misal olarak millî serpuşların, devirler itibariyle ne şekle dönüştüğünün tâkibi dikey şekildeki mezar taşlarından rahatlıkla yapılabilir. Osmanlı’da XIX. asırdan önceki dönemlere ait mezar taşları daha çok serpuş, sarık şeklinde iken, 1830’lardan sonra Osmanlı insanının umûmi başlığı fes olunca şahideler de fes şeklini almıştır.

Buradan da anlaşılmaktadır ki, mezarlıklar sadece ölene ait değil, o devrin cemiyet hayatına ait izler de taşımakta, o devrin sosyal, kültürel, iktisadi durumu hakkında da bizlere bilgiler vermektedirler79 . Bernard Lewis bu duruma dikkat çekmekte ve Osmanlı dönemi mezar taşları incelendiğinde kişinin yaşarken giydiği başlığın, mezar taşı şâhidesinde de yer aldığını anlatarak, bir kişinin yaşarken giydiklerinin mezarında da kendisini yalnız bırakmadığını belirtmektedir.

İslâm öncesi mezar taşları ve şâhidelerdeki heykelciklerde, mezarda yatanın ağız, burun ve gözleri belirgin olarak yer alırken, İslâm’ın heykel sanatına, putperestlik çağrışımı yapmasından dolayı mesâfeli durmasından nâşi, Osmanlı mezar taşlarında sadece yatan ölünün serpuşu ile alakalı kabartma ve desenlere rastlanmaktadır. Osmanlı İslâm toplumu içinde her kesimin başlığı birbirinden farklı olduğundan, bu farklılık mezar taşlarına oyularak işlenen şekliyle de ortaya konulmuştur. Mezar taşlarındaki kavukların, sarıkların, kallâvilerin ve feslerin tiplerinden, mezar sahibinin mevkii ve hangi yüzyılda yaşadığı anlaşılabilmektedir. Mesela sarık ve kavuk ilmiye sınıfını, kâllavi ise daha çok devlet adamlarını sembolize etmektedir. Fes umumi manâda Türk münevverinin kullandığı bir serpuştur. İslâm inanç sistemi, Türk mezar ve kabristanlarını tam olarak sade bir hâle getirememiş olsa da, en azından heykelvâri yapıların ortadan kalkmasına sebep olmuştur. Osmanlı insanının mezarlarının kısmen gösterişli, sanat yönü kuvvetli ve pahalı bir yapıdan, iktisadi gerilemeyle birlikte daha sâde, ucuz ve gösterişsiz yapılara dönüştüğünü söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Toplumların ve kişilerin İktisâdi vaziyetine göre mezarların şekli şemâli de değişmektedir. İnsanların fukarâlaşması, mezarlıkların daha da basitleşmesine sebep olmuştur.

Ayrıca mezarlıklar, orada yaşayan ahalinin, dönem itibariyle sosyoekonomik durumu hakkında da mükemmel veriler sunabilirler. Yakın zamanlarda, Roma’da, Mussolini’nin evinin altında ortaya çıkarılan ve II. asra ait olduğu düşünülen bir Yahudi mezarlığında kıymetli bir eşyanın bulunmaması, tarihçileri, bu mezarlığın zenginlere değil avâma ait olduğu yönünde bir fikre sevk etmiştir.

Jean-Paul Roux, “Türklerin Tarihi” isimli eserinde, Kırgızlardan bahsederken, Kırgızların Slav özelliklere sahip olduklarına dâir tezin, arkeologlarca mezarlıkların gün yüzüne çıkarılmasıyla teyit edildiğini yazmakta ve bu milletin sonradan Türkleşmiş Avrupalılar olduklarını savunmaktadır. Bu nazariye ve görüşe göre, kabristanlar, arkeolojik kazılar ve antropolojik incelemeler neticesinde, orada medfun olan halkların hangi etnik gruba ya da ırka mensup olduklarının tâyin ve tespitinde de önemli rol oynamaktadırlar. Ayrıca çoğu kez, mezarlıklarda yapılan antropolojik kazı ve incelemelerde, belli bir devirde, o coğrafyada yaşayan insanların tipolojisi, boyu, kafatası şekli gibi bulgular elde edilmekte ve ilim dünyasının hizmetine sunulmaktadır.

Altaylar’da, Hunlar devrinden kalma prens mezarlarında, Türk iskeletleri ve kılıçları bulunmuştur. İskeletlerin ortalama boyunun 1 metre 80 santime yakın olması, Türkler’in uzun boyluluğunu ortaya koyması açısından önemli antropolojik kazanımlardır. 22 Temmuz 1941’de Timur’un mezarını açan Rus Arkeolog Mikhail Gerasimov ve çalışma arkadaşları, onun yapılı ve bir yetmiş boylarında, o devre göre "boylu boslu ve dik duruşlu" bir adam olduğunu doğrulamışlar ve sağ kol ve bacağının sakat olduğunu da ispatlamışlardır. Ayrıca saçının-sakalının kızıl olduğuna dair söylentiler de, kafatasına yapışan bir bıyık ya da sakal telinin kızıl olmasından dolayı tasdiklenmiştir Bu kazı çalışması, Emir Timur hakkındaki birçok söylenti ya da iddiânın doğrulanması ya da reddedilmesi manasında son derece faydalı olmuştur.

Benzer şekilde Tuncer Baykara da, Türklerin tiplerini belirlemede arkeolojik çalışmaların önemli olduğundan bahisle, Göktürk çağının mezar taşlarının incelenmesi neticesinde, Göktürklerin çekik gözlü ve Mongoloid simâlı olmadıklarının tespit edildiğini belirtmektedir. Ona göre, bu mezar taşlarının geniş coğrafyadaki örnekleri bize yeterli bilgi vermektedir. Diğer yandan, 1960’larda Kazakistan’ın Almatı şehrinin yakınlarında yer alan Esik Kurganındaki bir mezarda bulunan altın elbiseli bir prensin eşyalarındaki bazı şekillerin, Göktürk Alfabesinin en eski şekilleri olma ihtimâlinden bahseden Baykara’ya göre, bu husus genel bir kabûl görürse, Türklerle ilgili birçok bilgi, çok daha eskilere gidecektir.

Mezar taşlarının ve kitâbelerin tarih ilmindeki rolü o kadar büyüktür ki, bazen büyük bir tartışmayı, bir mezarlık kitâbesinde bulunan küçük bir mâlûmat gidermeye kâfi gelebilir. İlber Ortaylı, İstanbul’un isminin Emevi kuşatması esnasında “Sitinbol” olarak yerleştiğini, ancak bu kelimeye yakın olan “İslâmbol” kelimesinin de Türkler tarafından kullanıldığını anlatmakta ve XVIII. asırda bazı kitâbelerde ve mezar taşlarında, resmi yazışma, ferman ve kayıtlarda görülen İslâmbol kelimesine tesâdüf edildiğini söylemektedir. Ona göre mezar taşlarında görülen bu ibâre, İstanbul’un İslâmlaştığının da ilânı mâhiyetindedir. Diğer taraftan Cerrahpaşa Câmii'nin haziresindeki bir mezar taşında "mahalle kethüdası" yazılmış olduğundan bahseden Ortaylı, Osmanlı’da o güne kadar mahalle kethüdalığının bilinmediğini, bu bilginin bir mezar taşından elde edildiğini anlatmaktadır.

İslâm öncesi Türk tarihine dair araştırma yapan tarihçiler, Selçukluların İslâm’ı kabul etmezden evvel hangi dine inandıkları konusunda çoğu kez terdeddütte kalmışlardır. Eski Türk boyları arasında Şamanlığın yanında Hristiyanlığın da yaygın olup olmadığı konusunda yapılan tartışmaları, Daniel Chwolson ve Wilhelm Radloff isimli araştırmacıların ortaya koydukları Nastûri mezar kitâbeleri büyük oranda sona erdirmiştir. Bu kitâbeler, Yedi Su eyaletindeki Türk boyları arasında Hristiyanlığın yaygın olduğunu açıkça izah etmiştir. Burada da görüleceği üzere, mezar taşı kitâbeleri, büyük bir unsur olan Türklerin bir kısım boylarının, İslâm öncesi akidelerinin öğrenilmesine ışık tutmuştur.

Yine, kıymetli bir vakayinâme kaleme almış ve belli bir devre ışık tutmuş olan Fındıklılı Silahdar Mehmed Ağa’nın ölüm tarihi hep 1136 (M. 1724) olarak bilinirken, daha sonra Türk ve İslâm Eserleri Müzesinde bulunan mezar taşında yazan “Allahu sübhânehu ve ta„âlâ sâbıkan Silahdâr-ı şehriyari Fındıklılı Mehmed Ağa kuluna bi'l-cümle mü’minîn, mü’minâta rahmet eyleye. Bi-hürmeti'l-Fâtiha 1130 şeklindeki ibârenin şehâdeti ile ölüm tarihinin 1136 değil 1130 olduğu anlaşılmıştır. Bazen mezar taşı kitâbeleri, diğer kaynaklarla ve vesikalarla birlikte değerlendirildiğinde, meşhur ailelerin soy ağaçlarının ve silsilelerinin tespitine de yaramaktadır. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, bu neviden çalışmalar yapmış ve Anadolu’da etkili olan beylik ve ailelerin şecerelerini çıkarmıştır.

Avram Galanti, Manisa yakınlarındaki Kasaba isimli şehirde, 1904 senesinde, oranın Musevi mezarlığında bulduğu 1391 tarihli bir Musevi mezar kitâbesinden hareketle, buranın henüz Osmanoğulları tarafından fethedilmezden evvel, Musevilerle meskûn olduğu yönünde tarihi bir çıkarsama yapmakta ve tarihe not düşmektedir. Bilindiği üzere Yahudiler, 67 senesinde vuku bulan Titus bozgunundan sonra, dünyanın her yanında dağınık vaziyette yaşadıklarından, muhtelif yerlerde, küçük mezarlıklarına tesâdüf edilmektedir. Bu türden arkeolojik keşifler, Yahudilerin bu toprakların eski sahipleri olduğuna değil, sadece buralarda misâfir ya da muhâcir olarak iskân olunduklarına işaret edebilir.

Buna benzer bir tarihi tespiti de Barthold yapmaktadır. Karahanlı Müslüman Türk Devletinin Doğu Türkistan’da yer alan Hotan şehrini fethi, tüm kaynakların ittifakıyla, 1032 senesinde ölen Kadir Han Yusuf tarafından yapılmıştır. Ancak, Hotan’ın Karahanlılar tarafından fethedilmesinden önceki zamana ait durumundan bahseden bir hikâyeye göre, bu şehirde bir Hristiyan kilisesi ve Müslüman mezarlığından bahsedilmektedir. Bu mezarlığın tespiti, Müslümanların buraya daha Budizm devrinde ve Karahanlılar’dan evvel gelmiş olduklarını göstermektedir. Yine bir mezarlığın keşfi, tarihin çok da bilinmeyen bir devrine ve bölgesine şehâdet etmiştir.

Avrupa Tarihi” isimli eserin müellifi tarihçi Roberts’a göre, Avrupa kıtasına, MÖ 2000'li yıllarda, Rusya ve İberya taraflarından gelen istilâcılardan, girişimci ve gayretli ırkların ikisine sırayla “Kupa” ve “Savaş Baltası” ismi verilmiştir. Savaşçı ve yağmacı oldukları düşünülen halklara verilen bu isimlerin kaynağı ise, bunların mezarlarında bulunan eşyaları olmuştur. Roberts’ın anlatımına göre, Kuzey Avrupa’ya yerleşen bu iki halka verilen isimlerin menşei sadece onların mezarlarında bulunan kupa ve baltadır. Bu hâdise, mezarlıkların tarih ilmine olan katkısı bağlamında son derece uç bir örnektir. Bu, bir ırka, millete ya da halka verilen ismin menşeinin, onların mezarlıkları olmasından dolayı, mezarlıkların tarih nokta-i nazarından ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlamamıza yarayan güzel bir misâldir. Aynı şekilde Roberts, IV. asırda Belçika topraklarında devlet kuran Frankların ne kadar savaşçı bir millet olduklarına dair mülâhazasını da, bunların mezarlarından elde ettiği bulgulara dayandırmaktadır.

Osmanlı mezarlıklarının kendine has bir düzenlemesi vardır. Farklı grup, sınıf ve zümrelere mensup olanların bir arada yattıkları dikkate değerdir. Bunlar bazen Yeniçerileriken, bazen de belli bir tarikata, aileye mensup olanlardır. Laqueur’e göre, mezar taşlarını tek tek ele aldığımızda çok fazla şey söylemeseler bile, bunları grup olarak, kitlevi bir şekilde ele aldığımızda, gerçekten çok şey ifade edebilirler. Ona göre, mesela Ormanalı kuruyemişçi Abdullah Efendi’nin İstanbul’daki kabri tek olarak ele alındığında tarihi bir vesika olarak kıymeti hâiz olmayabilir, ancak bu mezarın yakın çevresinde yüzlerce Ormanalı medfunun mezar taşı bulunduğunda durum değişmektedir. Çünkü bu mezarların tesâdüfi olarak bir arada olma ihtimâli yoktur. Aynı yöreden olan insanların bir arada defnedilmiş olması, Anadolu’dan İstanbul’a olan göçler hakkında bize bilgi vermesi açısından tarih ilmine katkı sağlamaktadır.

Mezarlar ve özellikle mezarların başında bulunan kitâbeler, ait oldukları devrin birer aynası durumundadırlar. Mezar taşları kişilerin terceme-i hâlleri ile sanat tarihi dışında, aynı zamanda tarihi topografya, demografi, sosyal ve idari tarih, kıyâfetler ve aile yapısı gibi sahalarda da bilgi sahibi olmamızı sağlarlar. Tecrübeli ve ne aradığını bilen bir epigraf, bu kitâbeler aracılığıyla çok kıymetli sonuçlara ulaşabilir ve elde ettiği bilgileri tarih ilminin hizmetine sunabilir.

Başta mezar taşı kitâbeleri olmak üzere, kitâbelerin önemi Avrupa’da tarihe ışık tutması noktasından erken dönemlerde anlaşılmış ve XIX. asırdan itibaren epigrafik çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Avrupalı epigraflar önce Latin ve Yunan lisanında yazılmış olan kitâbeleri inceleme sahalarına almışlar, daha sonra da İslâm epigrafisine yönelmişler, XIX. asrın sonu ile XX. asrın başlarında ilk önemli çalışmaları yayımlamışlardır. Bu araştırmacılar arasında Max van Berchem İslâmî epigrafi çalışmaları konusunda en fazla bilinen âlimdir. Epigrafi ilmi, Avrupa’da erken tarihlerde başlamasına rağmen, Türkiye’de XIX. asrın sonlarında ortaya çıkmaya başlamıştır. Türkiye’de epigrafi sahasında ilk çalışmaları yapan kişi Halil Edhem Eldem’dir Eldem’den sonra İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Ahmed Tevhid Ulusoy, Mübarek Gâlib ve Abdürrahim Şerif Beygu gibi isimler, yaptıkları çalışmalar ile Türkiye’de epigrafi ilmine öncülük etmişlerdir. Epigraflar tarafından elde edilen mezar taşı kitâbe bilgilerinin merkezi bir bilgi bankasına yüklenmesi ile hiç şüphesiz özellikle bir dönem payitaht olan İstanbul’u yakından ilgilendiren mezarlıkların tarih ilmine olan kaynaklık vasfının değeri daha iyi anlaşılmış olacaktır.

İslâm İnancında Kabir ve Kabristan Mefhumu

Ölü, ölüm, defin, mezarlık ve mezar inanışları, telakkileri, toplumdan topluma, inançtan inanca farklı şekillerde algılanmış ve birbirinden ayrı ritüellere konu olmuştur. Cenâze merâsimleri ve mezarlıklar kimi kültürlerde (eski Mısır gibi) ihtişamın ve gösterişin dışa aksi olarak benimsenip, alt kültürlerinin bir parçası haline getirilmişken, kimilerinde ise kendini beğenmişliğin simgesi olarak görülüp, ayıplanmış ve hoş karşılanmamıştır. İslâm’da daha çok bu ikinci yaklaşım kabûl görmüştür.

İslâm’da mezarlıklar/kabristanlar, şeklen diğer dinlerdekilerden farklıdır. İslâm inancına göre, bir kabre birden fazla ölünün konulması mekruh ve hatta bir kısım ulemaya göre ise haramdır. Ancak yer darlığı gibi sebeplerle aynı kabre birden fazla ölünün gömülmesi tatbikâtına da zaman içinde yer verilmiştir. İslâm mezarlığında mecbur kalınmadıkça kadınlar ve erkekler aynı yere birlikte defnedilmez. Aynı şekilde mecbur kalınmadıkça bir Müslümanın, gayrimüslim mezarlığına konulması da câiz

görülmemiştir. İslâm mezarlıklarında ölülerin defnedildiği kabirler, herhangi bir yırtıcı hayvanın açamayacağı şekilde derin olmalıdır ve cenazenin yüzü kıble tarafına gelmelidir.

İslâm’a göre kabirler, yerinin belli olmasına kifayet edecek şekilde yerden birkaç karış yüksekte olabilir. Hatta Şâfi mezhebine göre, kabrin toprakla aynı seviyede yani düz (musattah) olması gereklidir. Bir defasında Hz. Muhammed, Osman bin Maz’ın kabri başına bir taş dikmiş ve “Bununla kardeşimin kabrini tanır ve bulurum, ailemden ölenleri de yanına gömerim” demiştir. İslâm Peygamberi Hz. Muhammed, bir tapınma mahalline dönüşmesini engellemek amacıyla, mezarların üstünün tesviye edilmesini (tesviyet el-kubur) emretmiştir. Bu emre uymak isteyen sahabelerin bir kısmının, mezarlarının üzerinin tesviye edilmesini vasiyet ettikleri bilinmektedir.

İslâm fukehâsınının ekserisine göre, mâhiyeti ne olursa olsun kabre yazı yazılması mekruh sayılmıştır. Ancak Hanefi fıkhına göre, ölenin kabrinin kaybolmaması ve saygı duyulup çiğnenmemesi için gerekirse yazı yazılmasında bir sakınca bulunmamaktadır. XVII. asrın mühim İslâm âlim ve fakihlerinden olan Muhammed Emin İbn-i Âbidin’e göre, kabirlerin üzerine, şiir, âyet, öleni övmeye mâtuf yazılar yazılması mekruhtur.

Hanefi fukahasından Ömer Nasuhi Bilmen’e göre de, kabirlerin üzerinde oda veya kubbe yapılması ve yazı yazılması, İmam-ı Yusuf’a göre tahrimen mekruhtur yani helâlden çok harama yakındır. Ancak bununla berâber âlimlerden, sâlih kimselerden ve yüksek mevki sahiplerinden olanların mezarlarının kaybolmaması için, yanlarına taş konulmasında ve isimlerinin yazılmasında bir beis bulunmamaktadır. Ancak bu taşlara hiçbir zaman âyet yazılmamalıdır, zira zamanla taşların kırılıp dökülmesi söz konusu olabilmektedir. Hatta Mâliki mezhebi imamlarına göre her ne sebeple olursa olsun kabir taşlarına Kur’an kelâmı yazılması haramdır. Ayrıca kabirlerin mermer, taş gibi malzemelerle masraflı ve gösterişli bir şekilde inşâsı da câiz görülmemiştir. Kabirlerin süslenmesi, sembollerle bezenmesi, mum yakılması gibi âdetler de gizli şirke sebebiyet verebileceği düşüncesiyle men edilmiştir. Mezar taşlarında medfunun kimliğini, makam ve mevkiini belirtecek söz ve işaretlerle, bezemelere sıcak bakılmamıştır. Hz. Peygamber, mezarların alçıyla bezenmesine de, manasız bir hodfüruşluk ve geçersiz bir övünme vesilesi olmaması için yasak getirmiştir. Ancak zamanla fukahâ, bazı mezarlıkların tabi etkilerden korunmasının temini ile yıkılmasının ve yırtıcı hayvanatın zarar vermesinin önüne geçilmesi için, mezarlıkların yapımında alçı kullanılmasına göz yummuşlardır. Bir kısım ulemâ ise, mezarlıkların balçıkla da sıvanmasına karşı çıkmışlardır. Bu karşı çıkmanın kaynağı muhtemelen, ölen kişinin balçıktan dolayı, dışarıda okunan ezanı duyamayacağına dair uydurma bir hadistir.

İslâm’daki ölü ve mezarlık kültüründeki sâdelik Batılı ilim adamlarının da gözünden kaçmamıştır. Türkler ve İslâm dünyası üzerinde geniş çaplı araştırmalar yapan ve son derece kıymetli eserler veren Roux, ölü kültünün İslâm’a zarar veren bir unsur olduğunu yazmakta ve hicretin ilk yıllarından itibaren Müslümanlarca türbe inşâ edilmediğinden bahsetmektedir. Ona göre şeriat, ölülerin çölde yazıtsız bir kapak taşının altına gömülmesini emretmektedir. Bu mezarlar çoğu kez şekilsiz birer taş yığınından ibarettir. Kahire fetvaları her zaman mezarlıkların tahribi yönünde olmuştur. Buna karşılık mezarlıkların, bulunduğu araziyle karıştırılmaması ve ayaklar altında çiğnenmemesi için, bir karış yüksekliğinde yapılması dini bir uygulama hâline gelmiştir.

İslâm inancına göre, en güzel mezar, yeri belli olmayan ya da belli olsa bile toprak gibi kaybolmaya yüz tutmuş olan mezardır. Hz. Aişe’den nakledilen bir hadise göre, İslâm Peygamberi Hz. Muhammed şöyle buyurmuştur: “Allah Yahudi ve Hristiyanlara lanet etsin ki, peygamberlerinin kabrini mâbet hâline getirdiler.” Yine Hz. Aişe’den rivâyet edildiği üzere, bazı sahabeler, Habeşistan’da, üzerinde bazı resimlerin işlenmiş olduğu Marya isimli bir kiliseden bahsedince, Hz. Peygamber: “Onlar içlerinde sâlih bir kişi olduğunda ve o öldüğünde kabrinin üstüne mescit (mâbet) yaptılar ve oraya da bu resimleri işlediler. İşte onlar kıyamet günü aziz ve celil olan Allah'ın yanında yaratılmışların en şerlileridir” buyurmuşlardır. İslâm, kabirler ve kabirlerin/mezarların yapısı hakkında son derece kısıtlamalara gitmiş, bununla alâkalı yasaklamalar getirmiştir. Bunun birkaç sebebi olmakla birlikte en başta geleni, İslâm’daki tevhit inancını muhafaza etmektir. İslâm fukahâsı ve âlimleri, kabirlerin kendi toprağından fazla toprak ile yükseltilmesine bile müsâmaha göstermemişlerdir. Kabirlerin üzerinin kubbevâri yapılarla yükseltilmesi, kabir taşlarına manidar sözler ya da kaderden şikâyet edici sözler yazılması İslâm’da hoş görülmemiş hatta yasaklanmıştır. Ancak, kabrin yerden bir iki karış yükseltilmesine, kerpiç kullanılarak, deve hörgücü gibi yapılmasına, başına bir taş konularak, ölünün isminin bu taşa yazılmasına cevaz verildiği de görülmektedir. Ne varki, İmam Şâfi’ye göre kabrin üstünün kemerli değil, düz olması tercih edilmelidir.

Hayrettin Karaman’a göre, İslâm akidesinin mezarların şekli ve umumi olarak mezarlıklar hakkındaki hassasiyetinin iki temel sebebi vardır. Bunların ilki, câhil insanların, ulu kimselerin, fevkal beşer olarak gördükleri şahısların mezarlıklarını mâbet haline getirmesinden duyulan endişedir. Yani işin özünde, İslâm inancındaki tevhidi anlayışı muhâfaza etmek ve putperestliğe kayacak davranışlara meydan vermemek bulunmaktadır. Diğer bir sebep ise, İslâm’ın israfı şiddetle men etmesidir. İslâm hayat nizamıdır, yaşayanlarla ilgilenir. Aç, çıplak, işsiz, güçsüz insanlar dururken, ölülere servet harcanmasına sıcak bakmamaktadır. Bu yüzden kabirlerin yapımında ifrat ve tefritten kaçınmalı, hatt-ı muvâsala temin edilmelidir.

İslâm mezhepleri içerisinde, kabirlere, türbelere en fazla aksülâmel göstereni, Arabistan’daki Beni Temim kabilesine mensup olan Abdülvehhap Bin Muhammed tarafından, 1745’te kurulmuş olan Vehhâbilik mezhebidir. Vehhâbilik, Osmanlı’nın en karışık ve zor dönemlerinde Necd taraflarında ortaya çıkarak yayılmıştır. Vehhâbilik mezhebinin İslâm akidesi yorumuna göre, peygamberden şefaat dilemek, türbe yapmak, kandil yakmak, tespih çekmek, ölüleri ziyâret etmek şirktir. Mezarlıklar, kabirler, türbeler putperestliği çağrıştırdığından câiz değildir. Emir Suud (Suud bin Abdülaziz) Medine'yi 20 Şubat 1807'de zapt ettiğinde türbeleri ve ashab mezarlarını yıkmış, sadece Ravza-i Mutahhara'ya (Hazreti peygamberin mezarı) dokunmamıştır. Bugünkü Suudi Arabistan idârecileri onun soyundan gelmektedir.

Vehhâbilere benzer şekilde, Bâtıniye’nin yedi imamından dördüncüsünü teşkil eden Bab’ın ortaya koyduğu “Babaiye” mezhebine göre de, eğer kendilerinden birine iktidar nasip olursa, Kâbe dâhil olmak üzere tüm peygamber ve evliya kabirlerini yıkmak o kişiye vaciptir.

Osmanlı Mezar Taşlarının Alâmet-i Fârikaları

Osmanlı mezar taşlarının diğer mezarlardan ayrılan birçok yönü bulunduğu yukarıda kısmen zikredilmiş olduğundan, burada daha çok süsleme ve ziynet açısından Osmanlı mezar taşlarının hususiyetlerine ve farklı yanlarına değinilecektir. Ancak konuya girmeden önce, yerli ve yabancı birçok insan tarafından sıkça dile getirilen bir hususa dikkat çekmeden edemeyeceğiz. Osmanlı İslâm mezar taşları ve umumi olarak mezarlıkları, birçok noktadan diğer milletlere ait kabristanlardan ayrılmakla beraber, en önemli tefrik hususu, Osmanlı mezarlıklarına girildiğinde insanların içini bir kasvet ve korkunun değil, huzura yönelen bir ruh ikliminin sarıyor olmasıdır. Osmanlı mezar taşları insanlara korku, ürperti ve endişe değil -derin manalar taşıyan bezemeleri ve kitâbeleriyle- ölümün güzel yüzünü aksettirmektedir. Osmanlı mezar taşlarındaki manalı ve insanı tefekküre sevk eden sözler, aynı zamanda dünyanın fâniliğine ve bu muvakkat hayatta, ebedi âhiret yurdunun esas maksat ittihaz edilmesine ilişkin en iyi eğitmen vazifesi de görmektedir. Şimdi diğer şekli unsurlara değinebiliriz.

Kur’an’ın putperestliği kesin bir şekilde reddetmesinin bir sonucu olarak, mezarlıkların şekli unsurlarında ciddi olarak sâdeliği emrettiğine daha önce değinmiştik. İslâm’da resim yapmak sûretiyle insanların sûretlerinin ortaya çıkarılması da aynı gerekçe ile reddedilmiş, sadece cansız varlıkların ve bu arada bitkilerin resmedilmesine müsade edilmiştir. Aynı şekilde heykel yapılması da İslâm’da yasak edilmiştir. Ancak zamanla baş kısmı olmamak veya hayatta kalamayacak bir görünümde olmak ya da üstüne basılan, dayanılan halı, minder gibi saygı gösterilmekten uzak eşya üzerinde bulunmak kaydıyla, insan ve hayvanların resmedilmesi câiz görülmüştür. Haç gibi İslâm dışı sembollere ise asla cevaz verilmemiştir.

İslâm’ın resim, heykel gibi sûret tasvirlerine izin vermemesinin temelinde daha çok İslâm Peygamberi Hz. Muhammed’in hadisleri yer almaktadır. Hz. Muhammed, evde gördüğü resimli bir örtüyü yerinden çıkarmış ve şu sözü söylemiştir: “Kıyâmet günü insanlardan en şiddetli azâba uğrayacak olanlar Allah ’ın yarattıklarının benzerini yapanlardır129. Ayrıca Hz. Peygamberin, içinde resim bulunan evlere meleklerin girmeyeceğine dair meşhûr bir hadisi de bulunmaktadır . Bir defasında İbn-i Abbas, resim çizmekle geçimini sağlayan bir kişinin kendisine bu hususta dinin ne emrettiğini sormasına mukâbil, resim çizenlerin âhirette cezalandırılacağına dâir hadisi aktardıktan sonra, o kişiye, eğer bu işi devam ettirmek zorundaysa cansız şeyleri ve ağaçları çizmesini tavsiye etmiştir.

Bazı âlimlere göre, Kur’an’da Hz. Süleyman’ın heykeller yaptırması ve Hz. İsa’nın da çamurdan kuş yapması kötülenmemektedir. Bu yüzden tapınma maksadı gütmeyen heykel yapımına meşrû gözle bakılmıştır. Bu görüşe göre heykel ve resim, tapınma ve saygı duyulma gâyesiyle yapılması, başka bir dinin sembolü olması ve çıplaklık unsuru taşıması sebebiyle haram kılınmıştır.

Yine bir kısım âlimlere göre ise, canlı-cansız ayırımı yapılmaksızın, Allah’ın yaratmasına benzeyecek şekilde, eşyanın resmedilmesi câiz değildir. Zira insanlık tarih boyunca sadece canlı olan varlıklara değil, cansız varlıklara da (güneş gibi) tapmıştır. Bu yüzden cansız varlıkların resmedilmesinde de putperestliğe kaçma ve şirk koşma tehlikesi vârit olabilecektir. Bu görüşe karşı çıkanlara göre ise haram olan bu cansız varlıklara tapmak olup, onların resmini yapmak tapmak manasına gelmemektedir. Bunlara göre, başka bir dinin sembolü (haç gibi) olmaması halinde, cansız varlıkların resimlerini yapmakta dinen bir sakınca bulunmamaktadır. Günümüzün teknolojik imkânları ile fotoğraf çekmeyi de değerlendiren âlimlerin ekserisine göre, fotoğraf çektirmekte devlet adamlarının tanrılaştırılması, müstehcenliğin ve ahlâksızlığın yayılması gibi İslâm dininin onaylamadığı durumlar haricinde dinen bir beis yoktur. Ayrıca, İslâm uleması arasında, şekil ve resimlerden oluşan harflerin kullanılmasının caiz olduğu hususunda da bir ihtilaf bulunmamaktadır. Bunun da istisnası, haç gibi bâtıl dinlerin sembollerin bulunduğu eşyaların kullanılmaması şeklindedir. İslâm’da haram ve helâl kılınan şeylerin nesneler değil, fiiller olduğu gerçeği karşısında, bu konuda yasaklananın resim ve sûretlerin bizzat kendisinin olmayıp, bunların kişileri şirke götürmesi, kutsallık ve tapınma vâsıtası olduğu, ağır basan bir yaklaşım olarak görünmektedir. Buna göre bahse konu endişenin ve tehlikenin varlığı durumunda yasaklılık hükmünün câri olacağı, bunun bulunmayıp daha çok bir ihtiyacın, estetik duygusunun ifadesi olduğu durumlarda bu tür faaliyetleri aslî hüküm olan mubâh çerçevesinde değerlendirmenin uygun olacağı düşünülmektedir. İslâm’da özün şekilden önce olduğu hakikati karşısında, amellerin niyetlere göre olduğu anlayışı doğrultusunda, mesela resim yapan bir kişinin kendisini yüce yaratıcıya benzetme ve kendisini onunla özdeşleştirme düşüncesinde olmayıp, kendisine verilen bu istidâdın bir lütf-ı İlâhi olduğunu bilmesi ve gurura, kibire kapılmaması ve yaptığı resmi ahlâk dışı kullanmaması hâlinde, resim yapmanın sakıncalı olmayacağı fikri İslâm âlimleri arasında genel kabûl görmektedir.

Diğer yandan, Müslümanların ekseriyetle uydukları resim yapma yasağı, İslâm Medeniyetinde estetik duygunun ifâdesi olarak ortaya çıkan başka türlü sanatların gelişmesine de imkân sağlamıştır. Müslüman sanatçılar resim yapma yasağının bir sonucu olarak, hususan hat, tezhip, süsleme ebru, minyatür gibi sanat dallarında ön plana çıkmışlardır. Resim yapma yasağı, İslâm sanatını derinden etkilemiş olduğundan, süsleme ve hattatlık gibi, İslâm’ın yasaklamadığı başka sanat dallarının ileri derecede gelişmesine sebep olmuştur.

Geleneksel İslâm süsleme sanatlarının, Osmanlı mezar taşlarına olan yansıması daha çok, belli cansız varlıkların, kelimelerin, bitkilerin kitâbelere, şâhidelere oyma usûlü ile resmedilmesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Osmanlı-İslâm erkek mezar taşlarında umumiyetle görülen süs, mevtanın hayatta iken kullandığı başlığıdır. Bunun dışında ne amaçla kullanıldığı pek belli olmayan süslere daha çok kadın mezar taşlarında rastlanmaktadır.

İslâm sanatçılarının önemli sanat dallarından olan süsleme sanatında genellikle ilham kaynağı, resim yapma yasağının dışında yer almasından dolayı, bitkiler olmuştur. Bitkilerin, süsleme sanatında en önemli materyal olduğu gerçeği tüm İslâm dünyası için olduğu gibi, Osmanlı mezar taşları süslemeleri için de geçerlidir. İstanbul’da bulunan Osmanlı mezar taşları üzerindeki süsleme ve bitki motifleri üzerinde yapılan ve 1725 ile 1922 tarihleri arasını kapsayan bir araştırmaya göre, mezar taşlarında daha çok servi, gül ve hurma ağaçları klasik motiflerinin tercih edildiği görülmüştür. Bunların yanında servi ağacına sarılmış asma yapraklarına, lale, karanfil ve sümbül çiçeklerine de rastlanmıştır. Bunların tek tek ya da kombine edilerek mezar taşlarına nakşedilmesinde, bir şeyleri sembolize etme çabasından çok estetik duygular ile hareket edilmiş olduğu düşünülse de, mesela gül çiçeğinin Hz. Peygamberin kokusu olduğuna ilişkin kutsallığın, bu çiçeğin tercih edilmesinde etkisinin olduğu da muhakkaktır.

Osmanlı kadın mezar taşlarında ise daha çok, XVIII. asırdan itibaren, tabakta yer alan nar motifine tesâdüf edilmektedir. Nar meyvesinin tercih edilmesinde de tıpkı üzüm ve hurmada olduğu gibi, bu meyvenin cennet meyvesi olarak Kur’an’da geçmiş olmasının etkisi bulunmaktadır. Nar meyvesi, mezar taşlarında az da olsa işlenmiş olup, üreme sembolüdür. Tabaktaki incir meyvesi, mezar taşlarında daha çok göze çarpmaktadır. İncir de bolluk ve bereket sembolüdür. Ancak başka kültürlerde bu şekilde sembolize edilen meyve ve bitkilerin, İslâm mezarlıklarında tam olarak anlam taşıyan semboller olduğunu söylemek zordur. Çiçek saksıları, kabartma çiçek süsleri, küçük ağaç, küçük nebâtat ve meyve tabakları daha çok kadın mezar taşlarında görülmektedir. Meyve tabaklarında, yukarıda bahsedilen meyveler dışında bazen armut, şeftali, kayısı gibi meyvelerin de resmedildiğine tesadüf edilmiştir. Kadın mezar taşlarında bir gül goncası, başlığın alt kısmındaki boyun bölümüne yerleştirilirken, erkek mezar taşlarında ise açmış bir gül, kavuğun kıvrımları arasına konulmuştur. Eğer gonca hiç açmamışsa, mezarda yatanın çok genç olduğuna işaret etmektedir.

Osmanlı mezar taşlarındaki bütün desenler daha çok doğadan alınan bitkilerden oluşmaktadır. Ancak Ege Bölgesinde, mezar taşlarında özellikle cami, türbe, ev ve şehir figürlerine rastlanılmaktadır. Bu tür mimari tasvirler Balıkesir, İzmir, Tire, Menemen, Bergama, Manisa, Gölmarmara, Akhisar, Kula, Turgutlu, Gördes, Alaşehir gibi yerlerde sıkça görülmektedir.

Akdeniz bölgesinde yer alan çeşitli tiplerdeki mezar taşlarında da bitkisel bezemeler, çiçek, dal, akantus yaprakları, serviler, laleler, sümbül, hurma ağacı, asma dal ve yapraklarının stilize edildikleri görülmektedir.

Osmanlı mezar taşlarında, mezarda yatanla ilgili tasvirlere pek az rastlanılmaktadır. Eğer mevta belli bir sosyal ya da dini bir gruptan değilse arma ya da mesleki tasvirlere pek tesadüf edilmemektedir. Arma tasvirleri de zaten Batılı manada değil, belli bir grubun işareti, sembolü olma noktasında vücût bulmaktadır. Armalar daha çok Yeniçerilerin nişanı ve tarikatların gülü şeklinde tezahür etmektedir. Özellikle kadın mezar taşlarında tarikat gülleri motifi çokça görülmektedir. Hemen hemen tüm tarikatlarda erkek mezar taşlarındaki kavukların arasına iliştirilen gül desenli motifler, Bektaşi tarikatında farklılık arz etmektedir. Bu tarikata ait mezar taşına iple geçirilmiş olan on iki köşeli teslim taşı işlenmiştir. Teslim taşı, Bektaşi dergahına bağlılığın bir işareti olarak görülmektedir. On iki köşe, Bektaşilikteki on iki imam inancını sembolize etmektedir. Hayatta iken Bektaşiler tarafından taşınan bu arma ya da sembol, öldükten sonra Bektâşi mezar taşlarına işlenmektedir. Teslim taşı motifi, Bektâşi mezar taşlarının taçtan sonraki en önemli plastik ögesidir.

Ölenlerin mesleki tasvirlerine dair remzi tasvirler, daha çok İstanbul’daki gayrimüslim mezar taşlarında bulunmaktadır. Bu taşların çoğu ait oldukları kişilerin hayatta iken yapmış oldukları işleri temsil eden motifleri ihtiva etmektedir. Mesela demircilerde çekiç, örs, kerpeten, meyhanecilerde testi, bardak, tüccarlarda terazi gibi. İslâm mezar taşlarında bu tür mesleki remizlere az rastlanmaktadır; Tulumbacılara ait mezar taşlarındaki tulumba, donanma kuvvetleri mensuplarına ait mezar taşlarındaki çıpa, istim çekici, türbin çarkı gibi. Ancak yukarıda da bahsettiğimiz gibi, Osmanlı İslâm mezar taşlarında mesleki işâret ve motiflere az rastlanır ve olanlar da daha çok Batı’dan ilham alanlara aittir. İslâm mezarlıklarında kişilerin meslekleri ve sosyal statüleri hakkında daha çok rastlanan simgeler serpuşlardır. Serpuş, Osmanlı insanını en iyi tanımlayan alâmettir.

Osmanlı insanı umumiyetle dine olan merbutiyetini bir tarikat üzerinden tesis etmeyi yeğlemiş ve bir tasavvuf şeyhine intisap etmeyi tercih etmiştir. Anadolu’da bulunan onlarca tarikata mensup âvamdan havassa, gedâdan padişâha kadar çok geniş bir yelpâzede, büyük kitleler bulunmaktadır. Tarikatlara mensup olan dervişlerin mezar taşlarında, âzâsı oldukları dergâhın alâmet-i farikası bulunmaktadır. Yukarıda kısmen Bektâşi tarikatından olanların mezar taşlarına işâret etmiştik. Şimdi de diğer tarikat mezar taşlarına kısaca değineceğiz.

Daha önce de bahsetmiş olduğumuz gibi tarikat üyelerinin mezar taşlarında en fazla dikkati çeken motif gül desenidir. Ancak her gül deseni bulunan mezar taşının, belli bir tarikata ait olduğu da tam olarak ileri sürülememektedir. Zira gül, umumi olarak tüm İslâmlarda kullanılan bir motiftir. Ancak öylesine motifler vardır ki, belli bir tarikatı, sekti tarif etmekte oldukça işe yaramaktadırlar. Mesela Mevlevilerin mezar taşlarındaki başlığı uzun “ sikkeyi ”, Bektâşilerin “ teslim taşını ”, farklı şekillerdeki taçları buna misâl olarak verilebilir. Bektâşilerin başlarına giydikleri serpuşa “taç” denilmekte olup, Bektâşi erkekleri genelde iki tür başlık kullanmışladır. Bu başlıklar dilimlidir ve dilim sayıları dördün katları şeklindedir. Başa giyilen taç, dilim sayısına göre isim almaktadır. Dört dilimli taçlara “ethemi” ya da “haydari” denilmektedir. Daha sık rastlanılan taç, on iki dilimli olan “ hüseyni ”dir. İşte bu Bektâşi taçları mezar taşlarına da yansımıştır. Kadın Bektaşilerde ise daha çok rastlanılan motif, bir vazodan taşan gül desenli motiftir. Gül deseni Kadiri tarikatına mensup kadın mezar taşlarında da sıkça görülmektedir. Ayrıca Kadiri mezar taşlarında “18 köşeli yıldız” ile “8 yapraklı gül” motifli kabartmalara da tesâdüf edilmektedir. Kadiri ve Nakşilerin taçları “müjgânlıdır” (kirpikli). Bayramilerin tacı altı, Celvetilerin ise on üç terklidir. Melâmi-Hamzaviler ise kendilerini içinde bulundukları toplumdan setrettikleri için mezar taşlarında da başlık, sembol veya bilgi bulunmamaktadır. Ancak onların Melâmi-Hamzavi oldukları, serpuşsuz mezar taşlarından anlaşılmaktadır. Sümbüli tarikatının kurucusu Sümbül Sinan Efendi’ye intisap edenlerin mezar taşlarına “sümbül motifi” işletildiği görülmektedir.

Mezar taşlarından, ölen kişinin bir tarikatla ilişkisi olduğunu ve hatta o tarikattaki makâmını sadece remzi motiflerle değil, bazen ve daha çok da mezar taşı kitâbelerinde yazılmış olan ibârelerden anlamak mümkün olmaktadır. Bazı mezar taşı kitâbelerinde ölen kişinin unvânı şeyh, baba, derviş, sufi, bacı şeklinde yazılıdır. Bazen de orada medfun olan kişinin unvânı yerinde “kutbü’l ârifin” ya da “gavsü’l-vâsilin” gibi ibâreler bulunmakta olup, bunlar o kişinin tarikatın kurucusu ya da lideri olduğuna delâlet etmektedir. Ayrıca şâhidede bulunan yakarış kısmındaki “ya Hu” ya da “ya Hakk” gibi ifadeler de, mevtanın Bektâşi ya da Mevlevi olduğuna kesin bir delildir.

BİRİNCİ BÖLÜM

1. BÜLBÜLDERE VE FERİKÖY MEZARLIKLARININ TARİH İLMİNE OLAN KATKISI

1.1.Bülbüldere ve Feriköy Mezarlıkları

İstanbul’un Anadolu yakasında bulunan onlarca mezarlıktan birisi, aynı isimle anılan semtte yer alan Bülbüldere Mezarlığı’dır. Bu mezarlık vapur iskelesi tarafından gelindiğinde yolun sağ tarafında, oldukça dik bir yamaçta ve set şeklindedir. Bülbüldere Mezarlığı esasında iki kısımdan müteşekkildir. Kapıdan girince sağ taraftaki mütevazı kabristan Üsküdarlılara, sol taraftaki gösterişli makberlerin olduğu, engebeli ve dik olanı ise Selânikliler olarak bilinen farklı bir zümreye aittir. Ya da Mehmet Haskan’ın tarifi ile Bağlarbaşı yolu tarafı ve Bülbüldere kenarı Selâniklilere, Selânikliler sokağı tarafı ise Üsküdar’ın yerli ahalisine aittir. XVIII. asır mahkeme kayıtlarında “Mekabir-i Müslimin” olarak geçen bu mezarlık XIX. asrın sonuna doğru kısmen de olsa, Selânik’ten göç eden Avdetilere ayrılmıştır. Osmanlı Devleti’nde, Dönmelere nasıl olup da ayrı bir mezarlık bölümü tahsis edildiği halen merak konusudur. Zira Osmanlı hukukuna göre Yahudiler ve Hristiyanlar için farklı mezarlıklar tahsis edilebildiği halde, kendilerini Müslüman gibi gösteren Dönmelere hangi statüde farklı bir mezarlık bölümü ayrılmış olduğu anlaşılamamıştır. Muhtemelen hem Osmanlı insanı Dönmelerin hüviyet-i asliyesini bildiklerinden ve hem de Dönmeler kendilerini ahirette de farklı yerde gördüklerinden olsa gerek ki, adı konmamış, zımni bir mutabakat ile bu iş gerçekleşmiş olmalıdır.

Sabetayistler üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınan Soner Yalçın, Bülbüldere Mezarlığının çeşitli kaynaklarda Sabetayistlerin mezarlığı olarak geçtiğini yazmaktadır. Ona göre de bu mezarlığın tamamına Dönme Mezarlığı demek doğru değildir, arazinin eğiminin arttığı üst taraftaki birinci adada bulunan mezarlar Sabetayistlere aittir. Sabetayist zümre, bu mezarlık kendilerine tahsis edilinceye kadar ölülerini başka bir yere gömmemiş, Selanik’e nakletmiştir. Selanik’teki kabristanları da, aynen inanç sitemlerinde olduğu gibi, Yahudiler ile İslamlara ait mezarların tam ortasındadır. Selanik’te bulunan üç Dönme zümresine ait mezarlıkların en önemli ve onları Türk mezarlıklarından ayıran hususiyeti, mezarlıklarındaki tezyinat ve gösteriştir.

Selânikliler zümresi, 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi (93 Harbi), 1897 Osmanlı-Yunan Harbi (Teselya Harbi) ve nihayet 1912 Balkan Harbinden sonra peyderpey Selânik’ten İstanbul’a gelmeye başlamışlardır. İşte mezarlığın Selânikliler kısmı 93 Harbi sonrası Selânik’ten hicret eden ve İstanbul’a yerleşen bu zümrece oluşturulmuştur. Reşad Ekrem Koçu, her iki kısımda da rastladığı en eski mezar taşlarının Selânikli Kolcuzâde Mustafa Halim bin Abdullah (1764-1765), Mehmed Ağa (1801-1802), Abdi Osman (1787-1788), Selânikli Süleyman Ağazade Mehmed Ağa (1794-1795), Sâlimzâde Süleyman İbni Ali Ağa (1878), Dudu Paşazâde Abdurrahman Ağa (1861-1862), Selânikli Motoş Ağazâde Abdurrahman Şevki Bey (1889-1890) isimli şahıslara ait olduğunu söylemektedir. Ancak Mehmet Haskan, bu mezarlıkta daha eski tarihli mezar taşlarına da tesadüf ettiğini bildirmektedir. Haskan’ın tespitlerine göre, bu mezarlıktaki en eski kabir Kazdağı Mehmed Efendiye ait olan 1650 tarihli kabirdir. Buradan anlaşılan, mezarlığın tarihçesinin en eski XVII. asra dayandığıdır. Haskan, şimdiki şeklini 1883 senesinde alan bu mezarlığa ilk Selâniklilerin gömülmesine bu tarihten 120150 sene önce yani bu zümrenin dini reisi olan Sabetay Sevi asrından hemen sonra da başlanmış olabileceğini bildirmektedir. Soner Yalçın ise bu kabristandaki en eski mezar taşlarının 1914 İsmail Halil, 1915 Abdurrahman Tevfik Kalyoncu, 1920 Osman Barda, 1922 Felek Ali Bengisu, 1928 Hüsnü Cazzar isimli kişilere ait olduğunu söylemektedir. Soner Yalçın’ın verdiği tarihler Haskan ve Koçu gibi bu sahada çalışan tarihçilerin verdikleri ile son derece uyumsuz olup, Yalçın’ın belirttiği tarihlerin en eski olanları olmadığı görülmektedir.

Ekrem Koçu, “İstanbul Ansiklopedisi” isimli eserinde bu kabristandaki meşhur birkaç kişinin ve ailenin de ismini vermektedir. Bu isimler ve aileler; meşhur muallim Şemsi Efendi (1917), Karadeniz’in derinliklerinde kaybolan Millet Vapuru süvarisi Besim Kaptan (1960), İbrahim Necmi Başaran (1959), Dilber, Duhani, Kapancı, Kibar, İpekçi, Karakaş, Şamlı, Kavram aileleri şeklindedir. Hatta öyle iddialar vardır ki, Sabetayizm’in Karakaşi kolunun kurucu lideri olan Osman Baba’nın kemiklerinin 1910 senesinde Bülbüldere Mezarlığına nakledildiği ve oğlunun yanına gömüldüğü bile söylenmektedir. Koçu, bu mezarlığa “Bülbülderesi Mezarlığı”, “Selamsız Mezarlığı” ve “Selânikliler Mezarlığı” isimlerinin verildiğini söylemektedir. Aslında Dönme zümresinin Selânik’te de mezarlığı bulunmaktadır. Ahmed Safi’nin beyanına göre, Dönmeler nerede ölürlerse ölsünler mutlaka velev kemikleri de olsa Selanik’e getirilmektedir.

Ona göre Bülbüldere kabristanına sadece fakir Dönmeler gömülmektedir. Galanti’ye göre ise bir Dönme hangi şehre yakın ölürse, o şehirdeki hususi mezarlığa gömülmektedir. Ancak Dönmeler artık sadece Bülbüldere ya da Feriköy mezarlıklarına değil, başka mezarlıklara da defnedilmeye başlanmışlardır. Bunlardan birisi de Zincirlikuyu Mezarlığıdır. Bülbüldere Mezarlığı artık dolmuş olmasından dolayı gömülmeye başladıkları Karacaahmet, Zincirlikuyu ve diğer mezarlıklarda da kendilerine has adaları bulunmakta, orada bile İslamlarla ihtilat etmemeye hususi ehemmiyet vermeye devam etmektedirler.

David Baer’in tarifine göre, “İstanbul'un Anadolu yakasında, Üsküdar İskelesi'nin üst tarafında, 1. Süleyman'ın eşi Hürrem için yaptırılmış gri taşlı, XVI. yüzyıl camisini geçtikten sonra, Selânikliler Caddesi üzerinde, mihrabının üstünde Selânik'te inşa edilmiş son camiyle aynı kitâbenin bulunduğu bir camiyi geçip, Bülbüldere'nin ana girişine, Selâniklilerin Mezarlığı olarak da bilinen İstanbul'daki başlıca Dönme mezarlığına” girilmektedir.

Şekil 1. Bülbüldere Mezarlığını Gösteren Kroki21


Mezarlık ve mezarlığın girişindeki Fevziye Hatun Mescidi/Câmi XVII. asırda yaptırılmış, cami ve mezarlığın Selânikli kısımları İstanbul’a göç eden hepsi zengin Selânikliler tarafından, 1883’te yeniden inşa edilmiştir . Reşad Ekrem Koçu’nun bildirdiğine göre ise, câminin kitabesinde yapılma tarihi 1882-1883 olarak yer almaktadır. Mezarlığın Selâniklilere ait olan kısmı da cami ile aynı tarihte oluşmaya başlamıştır. 1883’te câmiyi inşâ eden kişi Yusuf Efendi’dir. Caminin duvarları kâgir, çatısı ahşaptır, taştan olan minaresinin şerefesi kapalıdır. Cami, 1956-57 senelerinde, Dönme iş adamlarından Selânikli Dilber Kardeşler tarafından hemen hemen yeniden inşa edilmiştir. Bu restorasyonda kapalı olan şerefe, çanak şekline tebdil edilmiş ve eski kitâbesinde yazan “Bânisi Yusuf Efendi” yerine “Hayır Sahipleri” yazılmıştır. Mehmet Şevket Eygi’ye göre, bu cami göz boyamak için yapılmış olup, kıblesi de yanlıştır. Caminin, 1956-57 restorasyonunda kaldırılıp, caminin sağ duvarının dışına konulan kitâbesinde şu manzûm sekizlik yer almaktadır:

Habbezâ kim vâdi-i Bülbülde ashâb-ı kerem

Yaptılar bu mâbedi elhak lâtifü dilnüvaz

Münzevi bir zâhid-i hakbine benzer gûyiya

Hakka el açmış bu kabristan için eyler niyâz

Şâhirah üzre dikilmiş aşk ile ayler nidâ

Essela yâ mü’minin gel benle eyle keşf-i râz Re’fetâ itmâmına yazdım zehi tarih-i tam Âbidâ gel Cami-i Feyziyye’de eyle namaz

Fotoğraf 1. Feyziye Camii- Bülbüldere Mezarlığı Girişi (Fotoğraf: Yılmaz Altunsoy)


Laqueur’e göre bu mezarlık, XVII. asırda Yahudilikten İslâm’a geçmiş olan Dönmelerin mezarlığıdır. Mezarlıkta arazinin eğiminin arttığı, üst taraftaki birinci adada bulunan mezarlar, konumları ve şekli yapıları ile sadece bu mezarlıkta bulunan diğer Müslüman kabristanlarından değil, İstanbul’un diğer yerlerindeki mezarlıklardan da farklı özellikler göstermektedir. Ona göre, oldukça pahalı mermerlerden mamul olan bu mezarlar, Güney Avrupa mezarlıklarında olduğu gibi çeşitli motiflerle (kesik sütunlar, üzeri örtülmüş kül vazoları, açılmış kitap gibi kitabeler) süslenmiştir. Ayrıca dik bir yamaca, büyük bir hassasiyetle teraslanarak oturtulan bu mezarlarda, İstanbul’un hiçbir mezarında olmayan bir etkinin olduğu da muhakkaktır. Bu mekânın Selâniklilerce tercih edilmesinin mistik birkaç nedeni de bulunmaktadır. Bu zümrenin inancına göre Mesih Sabetay Sevi ölmemiştir ve tekrar geri gelecektir. Ancak Mesih ile buluşabilmek mutlaka bir dere kenarında mümkün olabilecektir. Ayrıca Talmud’a göre, Mesih, bülbüllerin sesine, şakımasına gelecektir ya da Yalçın Küçük’ün ifadesiyle Mesih, bülbüller öterken gelecektir. Soner Yalçın da, aslında Şişli-Nişantaşı civarında meskûn olan Sabetayist zümrenin, mezarlık seçimini Avrupa yakasında değil de, Asya yakasında yapmış olmasına bir mana vermeye çalışmaktadır. Ona göre de, Talmud’a göre, Mesih’in bülbüllerin öttüğü yere gelecek olması, Sabetayistlerin inançları arasındadır. Bülbüldere mezarlığının olduğu mevkii, bülbüllerin bir zamanlar kendine mekân seçtiği bir yerdir. Ancak artık korna seslerinden burada bülbül sesi duyulmamaktadır. Soner Yalçın’a göre, Sabetayistlerin bu mezarlığı kullanmalarındaki kolaylığın sebebi, bu zümrenin Halveti Aziz Mahmud Hüdai Dergâhı ile olan münasebetidir. Yani onlar, bu mezarlığı kendilerine tahsis ettirirken, Hüdai Dergâhından destek almışlardır. Kabrin hemen yanındaki Halveti Asadar Baba Türbesinin varlığı da bunu göstermektedir. Ancak bu iddialar Hüdai Vakfı’na yakın çevrelerce yalanlanmıştır. Altınoluk dergisi tarafından yapılan bir röportajda, H. Kamil Yılmaz isimli akdemisyen, 1628’de, Aziz Mahmud Hüdayi ile aynı sene vefat etmiş olan Asadar Osman Baba’nın, o tarihte henüz iki yaşında olan Sabetay Sevi ile hiçbir alakasının olmadığını ifade etmiş ve bunların tarihî vetirede yakınlıkları fiilen ve fizîken mümkün değildir demek suretiyle, Asadar Osman Dede’nin bulunduğu bu yere Sabetayistlerin gömülmüş olması sebebiyle, Aziz Mahmud Hudayi’nin, Sabetayistlerle ilişkilendirilmesinin yanlış olacağına dikkat çekmiştir.

Mesih’in bülbüllerin öttüğü yere geleceği efsanesi birçok ilmi eserin ve roman türü edebi metinlerin de içine girmiştir. Bunlardan en ilginç olanı Liz Behmoaras tarafından kaleme alınan “Mazhar Osman, Kapalı Kutudaki Fırtına” isimli eserdir. Yazar eserinde, Sabetayist olarak tanımladığı Mazhar Osman’ın biyografisini, akıcı bir üslupla ve son derece keyifli bir şekilde kaleme almıştır. Sultan II. Abdülhamid Han zamanında Tıbbiyeden Akliye ve Asabiye mütehassısı olarak mezun olan Mazhar Osman Bey, daha sonra Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesini kurmuş ve sahasında Ord. Profesörlüğe kadar yükselmiş bir ilim adamıdır. Tevfik Fikret, Fikret Mualla, Naşit Özcan, Afife Jale gibi meşhurların da doktoru olan Mazhar Osman’ı farklı kılan tarafı, yıllardır fıkralara, dost sohbetlerine konu olması ve kendisi hakkında malumat sahibi olan ya da olmayan milyonlarca insan tarafından espri ile karışık bir şekilde hatırlanacak bir şahsiyete malik bulunmasıdır. Behmoaras, Mazhar Osman’ın hayatını anlattığı eserinin bir yerinde, küçük Mazhar’ın Atiye ismindeki annesinin defin merasimine şu sözlerle yer vermektedir: “Atiye ’yi Üsküdar’da Bülbülderesi ’ne gömdüler. Defin sırasında mezarlığın yaşlı bekçisi, büyüklerin arasında pek ufak tefek kalan, bir köşeye sığınmış Yusuf’u (Mazhar Osman) süzüyordu. Sonunda ağır adımlarla yanına yaklaştı. Alçak sesle adeta huşu içinde konuştu: „Evlat buraya neden Bülbülderesi derler bilir misin? Bülbüller o gelinceye kadar ötecekler. İşte o zaman basü ba’del mevt zamanı olacaktır... Sen dua et bülbüller hep ötsün. Çünkü o, onların sesine gelecektir. (Küçük Yusuf Mazhar Osman sordu:) O kim? Bekçi yanıt verdi: Mesih!... Sabetay Zwi”.

Çalışmamızın ana konusunu ihtiva eden bahse konu mezarlıkta, 22 Haziran 2019 tarihinde yapmış olduğumuz incelemede, Bülbüldere Mezarlığının, ilk yapıldığı senelerdeki ihtişamından uzak bir durumda olduğu müşâhede edilmiştir. Mezarlık eskimiştir ve son derece bakımsız görünmektedir. Mezarlık topografik olarak engebeli bir arazi üzerinde müessestir ve yaklaşık olarak 3,6 hektar alana sahiptir. Selâniklilere ait olan kısımda yukarıdan aşağıya doğru mezarlık iki ana bölüme ayrılmış olup, sağ taraf Karakaşilerin, sol taraf ise Kapancıların bölümüdür. Mezarlık son derece bakımsız olduğundan, içinde yaban otları bitmiş, bir kısım mezar taşları ve mermerler tahrip olmuş durumdadır.

Fotoğraf 2. Benim sol tarafım Kapancıların, sağ tarafım ise Karakaşilerin bölümüdür-Bülbüldere Mezarlığı.


Sabetayistler halen Sabetay inancının tüm teferruatına vakıf olarak, doğumdan ölüme kadar onun adetlerine uygun olarak yaşayan, oturdukları yerlerden, gömüldükleri mezarlıklara kadar, farklılık arz eden bir zümredir. Necip Fazıl’a göre, Sabetayistlerin ayrı bir mezarlığa defnedilmeleri, Sabetay Sevi’nin emir ve öğütleri mucibince yapılmaktadır. Sabetay Sevi 1675 senesinde Ülgün’de ölmeden önce, yakınında bulunan cemaat mensuplarına, kendisini Müslüman mezarlığına koymamaları için yalvarmıştır.

Selahattin Galip’e göre, Sabetayistlerin İslâm toplumu içinde kaybolup gittikleri, asimile oldukları yönündeki görüş ve kanaat samimi değildir. Zira Sabetayistler, ayrı mezarlıklara gömülmekte, gazete ölüm ilanları bile ayrı bir üslup ile verilmekte, Sabetayistlerin cenaze namazının hangi camide kılınacağı ilan edilmekle birlikte, hangi mezarlığa defnedilecekleri belirtilmemektedir. Zira Sabetayistlerin hangi mezarlığa defnedileceği cemaat tarafından bilindiğinden buna gerek duyulmamaktadır.

Galip şu suali kendisine tevcih etmekte ve cevabını yine kendisi vermektedir: “Acaba dönmelik gerçekten tarihe karıştı mı? Üsküdar Bağlarbaşı 'uda ki Dönme mezarlığında acaba kimler yatıyor? Müslümanlar mı? Haşa ... Hristiyanlar mı? Olamaz? Yahudiler mi? Kafalarını kesseniz yatmazlar orada!... O halde kimler yatıyor ve kimler gömülüyor bu mezarlığa?”.

Necip Fazıl’a göre, Üsküdar’daki hususi mezarlıklarında yatan ve her açıdan ayrılık hayatı yaşayan Dönmeler, ticaret ve sanayi hayatına hâkim olmuşlar ve Türk milletini çürütme gayesinden hiç ayrılmamışlardır.

Mahkeme kararıyla kendisini Sabetayist olarak tescil ettiren ve Mustafa Kemal Paşa’nın ilkokul öğretmeni Simon Zwi’nin (Şemsi Efendi) birkaç kuşak sonraki torunu olduğunu iddia eden Ilgaz Zorlu’ya göre, Üsküdar Bülbülderesi mevkiinin Sabetaycılar tarafından özel bir ehemmiyeti vardır. Çünkü Talmud’a göre Mesih bülbüllerin sesine gelecektir. Bülbülderesi Mezarlığının, Sabetayistlerce, bülbüllerin fazlaca bulunduğu bu mevkide kurulmasının mistik manası budur. Ona göre yine Bülbülderesi mezarlığının girişinde bulunan Fevziye Hatun Camisi de Sabetaycı aileler tarafından yaptırılmıştır. Zorlu’ya göre, bugün Türkiye’de bulunan en büyük Sabetaycı mezarlığı Bülbülderesi olup, burada bir tane bile Yakubi gömülü değildir. Zorlu, 1924’ten sonra buraya gömülen Sabetayistlerin sayısının 20 binden fazla olduğunu ifade etmektedir.

Kendisi de Selânik doğumlu olan yazar Münevver Ayaşlı’nın Bülbüldere Mezarlığı hakkındaki şu sözleri de son derece dikkate değerdir: “Dönmeler İstanbul’da da yine eskisi gibi İzmir’de, Selânik’te olduğu gibi yaşamışlardı. Dönmelerde o kadar fark gözetenler vardı ki, kendi mezarlıklarına gömülmek isterler, zinhar Türk Müslüman mezarlıklarına gömülmek istemezlerdi. Kendi mezarlıkları Üsküdar’da Bülbülderesi Mezarlığıdır. Çok çok bakımlı Müslüman mezarlığından çok Hristiyan mezarlığına benzer46. Ayaşlı, Dönmelerin Selânik hayatı ile İstanbul hayatının aynı olduğuna vurgu yapmakta ve cemaatin Müslümanlardan ayrı mezarlığa gömülme tutkusunu ifade etmektedir.

Feriköy Mezarlığı ise daha sade ve mütevazıdır. Feriköy Mezarlığı, ismini bulunduğu Feriköy semtinden almaktadır. Tepelik alanda kurulu olan mezarlık, İstanbul’un Avrupa yakasında Şişli ilçesi hudutları içerisinde, Hasret Caddesi ile Yay Caddesi arasında kalmaktadır .

Şekil 2. Feriköy Mezarlığını Gösteren Kroki

Sabetayist İlgaz Zorlu'ya göre Dönmeliğin bir kolu olan Yakubîler, Feriköy'de kendileri için ayrı olarak satın alınan bir bölüme defnedilmektedir. Ancak Baer, Yakubilerin Feriköy’deki Müslüman mezarlığına defnedildiklerini söylemektedir. Burada medfun olan meşhur Yakubiler arasında Yalman Ailesi, Dışişleri eski Bakanı Coşkun Kırca, Dışişleri eski Müsteşarı Feridun Cemal Erkin, hem mason ve hem de Dönme olan Hüseyin Cahid Yalçın, Tevfik Rüştü Aras’ın eşi Makbule Aras da bulunmaktadır. Yalçın Küçük’e göre, Sabetayistlerin Yakubi koluna mensup olup, pek de afişe olmaktan imtina etmeyenleri Feriköy’e defnedilmektedirler. Yakubiler, İslam’a en fazla yakın gibi görünen grup olduklarından, mezar taşları da Müslümanlarınkine benzemektedir. Ancak Yalman ailesinin mezartaşı biraz farklıdır. Yalmanların mezartaşı, sade, süssüz ve üzerinde İslami yazılar bulunmayan, oldukça yüksek ve geniş, üstünde sadece "Yalman Ailesi" ve aile üyelerine ait bir düzine ismin yazılı olduğu, kitap şeklindeki bir mermer kütlesidir.

Yakubilerin medfun olduğu Feriköy Mezarlığı, Bülbüldere Mezarlığına göre daha az karakteristik özellikler taşır ve çok daha az sayıda Dönme’ye ev sahipliği yapmaktadır. Bu yüzden çalışmamızda daha ziyade Bülbüldere Mezarlığı üzerinde duracağız.

1.2.Karakaşilere Göre Bülbüldere Mezarlığı

Bülbüldere Mezarlığı ziyaretimizde bize eşlik eden, cemaatin Karakaşi koluna mensup, 81 yaşındaki Ercan Uncu ile yapmış olduğumuz mülakattan bazı ana başlıkları çalışmamıza derç etmeyi uygun görüyoruz.

Ercan Uncu (81 yaşında ve mezarlık derneğinde yönetici) 35 senedir bu mezarlıkla ilgilendiğini, buraya önceden ve sonradan defnedilenlerin çoğunu tanıdığını ifade etmiş ve bizimle şu kıymetli bilgileri paylaşmıştır:

— Ercan Bey burası (Bülbüldere) nasıl bir mezarlıktır? Biraz bilgi verebilir misiniz?

— “Bu mezarlığın geçmişi en az 300 senedir. Padişahlık devrinde Selânik’te yaşayan cemaat mensupları, ticaret yapmak ve para kazanmak için sık sık İstanbul’a gelirlermiş. Burada Marpuççularda bir handa kalırlarmış. Nasıl şimdi Anadolu’da yaşayanlar para kazanıp ailesine göndermek için İstanbul’a geliyorlarsa aynı bunun gibi. İşte buraya gelen cemaat mensuplarından, burada vefat edenler, Selânik’e götürülmektense bu mezarlığa konulmaya başlanmış. Çoğu da erkek tabi bunların. Ancak asıl yoğunluk Mübadele’den sonra gelenler ile olmuş. Mübadele’de gelenlerin ekserisi İstanbul, İzmir, Ankara, Adana ve nadiren de olsa Çanakkale ve Sinop’a yerleşmişler. Çanakkale ve Sinop’a gelenler birkaç aileyi geçmez. Asıl merkez İstanbul’dur”.

Fotoğraf 3. Ercan Uncu ile Yapılan Mülakattan Bir Görüntü- Bülbüldere Mezarlığı


— Selânik’ten mübadele ile göç edenlerin yani Yakubi, Karakaşi ve Kapancıların hepsi burada mı medfun?

— “Değil Şimdi burada Kapancılar ve Karakaşiler var. 1942-45’e kadar bu iki cemaat, burada ayrı yerlere gömülürdü. Daha sonra Zincirlikuyu’ya gömülmeye başladılar. Yeniler buraya gelmez. Onlar Zincirlikuyu’dalar. Ben 34 senedir buradayım. Bir cemaat mensubunu gördüğüm zaman, oturup kalkmasından, duruşundan, konuşmasından hangi cemaate mensup olduğunu hemen anlarım. Beni burada gören cemaat mensupları her ne hikmetse, beni görür görmez, kendilerinin hangi aileye mensup olduklarını anlamamam için, lanettain başka bir mezarlığın başında dua etmeye başlarlar. Ben arkamı dönüp gittiğimde, bir de bakmışım ki o insanlar az önce dua ettikleri mezarda değil, başka bir mezarda dua etmekteler. Amaç bana kendilerini tanıtmamak”.

Gizemli bir tarafları var değil mi?

“Var idi. Şimdi hiçbir şey yok. Palavra hepsi. O eskiden tutku ile bağlı oldukları şeyler bugün artık aşikâr. Her şey tık tık bilgisayarda çıkıyor. Bunlar dünyanın her tarafına yayılmış. Mesela Fransa’da var, Amerika’da var, İtalya’da var, Kanada’da var (Bu arada bülbül sesleri yoğun olarak işitiliyor). Mesela benim annemin halasının kocası, Mübadele esnasında İstanbul yerine Arjantin’e gitmiş. Takmış peşine 10 kişi, 15 kişi. Bilmiyorum yani, bunlar kulaktan dolma şeyler. Ben o devre yetişmedim. Sonra bir ya da bir buçuk ay sonra dayanamıyor ve geri dönüyor İstanbul’a. Çünkü Arjantin’de çevre yok, dayanışma içinde olacak bir grup yok”.

— Burada bazı meşhur ailelerin kabirlerini gördük. Mesela İpekçi Ailesi burada, Mustafa Kemal Paşa’nın öğretmeni Şemsi Efendi burada. Başka kimler var? Ahmed Emin Yalman burada mı mesela?

“Hasan Tahsin var mesela. Onun mezarı İzmir’de ama burada anıtı var. Hasan Tahsin ilk kurşun atan kişidir. Yalmanlardan eski Jandarma Genel komutanının babası burada. Mesela Şamlılar var. Bunlar 1915’ten bu yana buraya gömülüyorlar. Antika, ağır işlemeli, bir kabirdir. Akrabaları yeni ölenleri bu mezara koymak istediler ama bunun imkânsız olduğunu söyledik kendilerine. Yandan tünel açarak girmeyi bile düşündüler. Daha önce birisi bunu da yapmıştı”.

Bülbüldere ismi nereden geliyor biliyor musunuz?

“Eskiden burada bülbüller ötermiş. Oradan geliyor”.

— Bize anlatacağınız bir anekdot var mıdır?

— “Şimdi bizim cemaat (Karakaşi) daha çok ticaretle uğraşmaktadırlar.

Diğerleri ise (Kapancı) bürokrat ağırlıklıdır. Yakubiler de ayrı bir gruptur ve Feriköy’de yatarlar. Onlardan buraya hiç gelen yok. Bu ayrılma ve sürtüşmenin sebebi eski zamanların papazlarıdır. Daha çok dedikodular yüzünden bu hale gelinmiştir.”

Ercan Uncu ile kamera kapandıktan sonra yaptığımız hususi sohbette kendilerinin Sabetay Sevi inancına göre yetiştirildiklerini, ancak aklı ermeye başladıktan sonra, araştırarak İslâm’a daha fazla meyyal hale geldiğini ve kendisini tam olarak Müslüman hissettiğini ifade etmiştir.

1.3.Bülbüldere ve Feriköy Mezarlığındaki Semboller, Şekli Unsurlar ve İnanç Sistemleri İle Olan İlişkisi

Bülbüldere mezarlığına atılan ilk adımda hissedilen duygu, içinde bulunulan kabristanın ne tam manasıyla İslâm ve ne de tam manasıyla Yahudi mezarlığı olduğu, sanki bir sentez yapılmaya çalışıldığıdır. Mezarlıkta Sünni İslâm’a uygun çok az ritüel ve simge bulunmakta, az sayıda İslâmi referansa rastlanmaktadır.

John Freely, Bülbüldere Mezarlığının Avdetiler bölümünü ziyaret ettiğinde, buradaki mezar taşlarında ve kabir formlarında, orada medfun olanın Müslüman, Hristiyan ya da Yahudi olduğunu belirleyen bir tek işarete bile rastlamadığını söylemektedir. Ona göre bu mezarlıkta, ne Müslümanların hilali, ne Hristiyanların haçı ve ne de Yahudilerin Davut Yıldızı bulunmaktadır. Ancak Freely, ya bilerek hakikati ketmektedir ya da bahse konu dinlerin tek alamet-i farikası olarak Hilal, Haç ve Davud Yıldızını görme yanlışlığı içine düşmektedir. Bu semboller umumi manâda bahse konu dinlerin ayırıcı remz ve işaretleri olmakla beraber, bunlar dışında onlarca işaret, remz, alamet türünden figürler, şekiller ve desenler bulunmaktadır. Mesela bir şahidenin başındaki fes deseni tek başına, nasıl şek ve şüpheye mahal vermeyecek şekilde orada medfun olanın İslam olduğunu gösteriyor ise, bir kabristandaki yedi kollu şamdan deseni ya da figürü de şüphesiz orada yatanın Yahudi olduğunu bildirmektedir.

Mezarlıklar simgelerin/sembollerin harman olduğu yerlerdir. Belli bir medeniyete, dine, inanca, kültüre mensup olan insanların medfun olduğu kabristanlardaki ana semboller, orada yatanlar hakkında bizlere bilgi vermeye yetmektedir. Ancak herhangi bir sebeple kendilerini ve ait oldukları inancı gizleyenlerin, mezarlıkları da gizemlerle dolu olmakta ve adeta araştırmacıları bir bulmacayı çözer gibi zorlamaktadır. Bülbüldere Mezarlığı da zor ve gizemli çalışma sahalarından birisidir. Zira başta da bahsedildiği üzere, bu mezarlığın yamaçlı olan kısmında yatanların hangi dine, kültüre ve millete mensup olduklarını anlamak ilk başta son derece zor olmaktadır. Bunun için yapılması gereken şey, araştırmamızı biraz daha derinleştirmek ve detaylarda yoğunlaşmak, ikincil (ezoterik) semboller üzerinden okumalar yapmaya çalışmak olmaktadır.

Sembol, Yunanca menşeli bir kelime olup, kırık bir cismin iki parçasının meydana getirdiği teşhis işareti manasındadır. Semboller dış dünya ile aramızdaki duygu vasıtalarıdır. Dış dünyadaki gerçekliğin içe yansımasıdır. Yani semboller bir nevi ilham ve duyma yoludur.

Sembollerin tabiatında gizem bulunmaktadır. Ancak gizemli olmakla beraber, tüm insanlara aynı lisanda hitap eden, anlatılmak istenen şeyi en sade ve tabii şekilde ifade eden işaretlerdir. Sembollerin bize ne anlatmak istediğini doğru bir şekilde okuyabilmek için, sembolün ait olduğu kültürün kodlarının da bilinmesi gerekir. Sembollerin bilinmesi, çözülmesi, deşifre edilmesi, geçmiş ile günümüz sembol kültürü arasında bir köprü kurulması demektir. Zira semboller birer iletişim aracı haline gelmiştir.

Semboller yukarıda da kısmen bahsedildiği üzere ana semboller ve ikinci semboller olarak sınıflandırılabilir. Ya da başka bir ifadeyle, aleni manâ taşıyan semboller ve gizli manâ taşıyan semboller olarak da tasnife tabi tutulabilir. Literatürde, açık mana izhar edenlere “egzoterik”, gizli mana taşıyanlara ise “ezoterik” semboller denilmektedir. Mesela Davut Yıldızı egzoterik bir semboldür ve nerede görülse akla hemen Yahudiliği getirir. Ancak “İki Sütun” sembolünün ne olduğunu ilk aşamada bilebilmek, ehil olanlar dışında pek mümkün değildir. Bu sembolün bize ne mesaj verdiğini anlamak için Tevrat’taki Krallar Kitabının VII/1-12. bölümlerine bakmak, Hiram Usta’nın kim olduğunu bilmek gerekir. Çift sütun sembolü, ezoterik bir semboldür. Her iki sembolün de birbirine bakan veçheleri bulunmaktadır. Eğer bir sembol, ezoterik yönünü tamamen kaybetmişse, artık sembol olmaktan da çıkmıştır. Zira gizlilik, gizemlilik sembolizmin asli unsurudur.

Simge ile sembol çoğu kez birbirine karıştırılmaktadır. Simge hiçbir zaman sembol kadar mana yüklü değildir. Simge herhangi bir sahada, herhangi basit bir işi anlatmak için kullanılabilir. Mesela yavaş gidilmesinin istenildiği bir güzergâha konulan kaplumbağa simgesi bu işi anlatmaya kâfidir ve hemen herkes bu simgeden aynı şeyi anlar. Ancak semboller öyle değildir. Sembollerde gizemli manalar vardır. Her sembol aslında bilinçaltına göndermeler yapmaktadır. Sembollerin ne manâya geldiğini anlayabilmek için, o sembolün ait olduğu dünyayı, âlemi bilmek, tanımak gerekir. Mesela “artı (+)” simgesi ya da işareti toplama yapılmasını/değer üretilmesini ifade eder. Ancak mesela “kelebek” sembolü ne manaya gelir, bunun mutlaka ehlince araştırılması gerekmektedir. Sembollerin sırları, manâları halen tam olarak çözülebilmiş değildir. Bazen bir araştırmacı çalışmasını tamamladığı anda bile, o sembolün verdiği mesajı tam olarak çözememiş olabilir. Semboller araştırıcıdır, keşfedicidir, insanları taharriye, düşünmeye sevk ederler. Altıncı hissi çalıştırarak, hadiseleri daha kolay kavramamızı sağlarlar. Semboller birçok parçayı birbirine bağlamamız ve böylece ana resmi tamamlamamızı temin ederler. Semboller aynı zamanda ruhu da teskin ve terbiye etmeye yardımcı olurlar. Sembollerin gizemi, insanın acziyetini anlamasına ve yüce bir kudrete sığınarak, bilinçaltı korkularını yenmesine de yararlar. Ayrıca semboller toplumsal dayanışmayı da sağlarlar. Aynı sembol altında birleşen ve gördüğü sembol karşısında benzer duygulara kapılan insanlar, birbirlerini daha iyi anlarlar.

Bülbüldere Mezarlığı bize neler söylemektedir? Orada medfun olan insanlar kimlerdir? Hayatta iken, içinde yaşadıkları Türk toplumunun sosyal, siyasi, ekonomik, kültürel hayatına ne gibi tesirleri olmuştur? İşte bu ve benzeri suallerin cevaplarını bulabilmek için, bahse konu mezarlıktaki makberlerin, mezar taşı kitabelerinin dillerine bakmak, onları semboller üzerinden okumak gerekmektedir.

  1. Genel

İlk göze çarpan, kabirlerin büyük bir kısmının, İslâm’ın, topraktan birkaç karış yükseklikte yapılmasının dışında müsaade etmediği ölçüde gösterişli olmasıdır. Öyle ki, bazı kabirler üzerine yaptırılan yapılar ve mezar taşları neredeyse iki-üç metreyi bulmaktadır.

Fotoğraf 4. Yaklaşık 2,5 metreyi Bulan Bir Mezar Taşı- Bülbüldere Mezarlığı (Fotoğraf Yılmaz Altunsoy)


İslâm mezarlıklarında pek rastlanmayan türden yapılar, mezar taşları üzerindeki ağıt, nasihat, şiir ve diğer mevki bildiren yazılar, porselen ilekaplanmış ve cilalanmış resimler, obeliskler, Süleyman Tapınağından alınmış Jakin ve Boaz sütunları, üç başlı mermerler, mermer kabartmalı uzunca ve gösterişli sütunlar, akasya ağacı motifleri, birbiri ile tokalaşan el sembolleri mezarlıkta sıkça göze çarpmaktadır.


Fotoğraf 5. Yaklaşık 2,5 metreyi Bulan Bir Mezar Taşı- Bülbüldere Mezarlığı (Fotoğraf Yılmaz Altunsoy)

Fotoğraf 6. Obelisk Türü Mezar Taşı- Bülbüldere Mezarlığı (Fotoğraf Yılmaz Altunsoy)


Bülbüldere Mezarlığında görülen sembollerin bir kısmı doğrudan Yahudilikle alakası olmamakla birlikte, dolaylı olarak bu inanca işaret etmektedir. Dolaylı semboller daha çok masonluk üzerinden oluşturulmuştur.

Bu durumda masonluktan ve masonluk ile Yahudilik arasındaki bağdan ve münasebetten de kısaca bahsetmekte fayda bulunmaktadır.

Fransızca kökenli bir kelime olan mason, “Maçon” kelimesinden türetilmiştir ve “Duvar Ustası” manâsına gelmektedir ancak çırak, usta, işçi gibi tabirleri sık sık kullanan masonluk, bu alt tabakanın değil, bu tabakayı sömüren emperyalist, kapitalist baronların rağbet gördüğü bir dayanışma örgütü görünümündedir. Masonlara Farmason ya da Franmason (serbest mason= serbest duvar ustası) da denilir. Masonlar iki grupta değerlendirilmelidirler: ameli masonlar ve kabul edilmiş masonlar. Ameli masonlar kurucu masonlara verilen isim olup, kabul edilmiş masonlar ise cemiyete sonradan dâhil olmuş olan masonlardır. Masonların kadınlar locası da bulunmakta olup, buna “Evlatlık” denilmektedir.

Masonluğun kendine has son derece katı kuralları bulunmaktadır. Mesela hiçbir mason kendisi dışındaki bir masonun mason olduğunu ifşa edemez. Mason cemiyetlerine alınmak için mutlaka başka bir masonun tavassutu gerekir, ruhsal ve zekâ olarak normal olmak gerektiği gibi bedeni olarak da özürsüz olmak temel şarttır. Mason olduktan sonra sakatlanan bir kişi artık cemiyet içinde idarecilik yapamaz. Anarşist eylemlere katıldığı belirlenen bir mason cemiyetten tard edilir. Mason olmak için erkek olmak, 21 yaşını ikmal etmiş olmak ve ketum olmak gereklidir. Ayrıca en az lise mezunu olmayan ve fakir olanların da bu cemiyette yeri yoktur. Sonradan fakir ve muhtaç hale düşen mason için, cemiyet gerekli destek ve dayanışmayı ortaya koyarak, o kişinin fukaralıktan çıkmasına yardım etmektedir.

Masonluk, önceleri küçük localar bazında faaliyet göstermiş olsa da, 1717 tarihinde Londra’da bulunan dört locanın birleşmesi ile oluşan “Londra Büyük Locasından” sonra kurumlaşmış ve cemiyet hayatında daha da etkili olmaya başlamıştır. Masonluğun ilk kurucusunun ve fikir babasının “Hiram Usta” isminde bir Yahudi olduğu bilinmektedir Hiram Usta bir yapı ustasıdır. İstanbul Karaköy’de bulunan tarihi Ziraat Bankası binasının balkonunda, elinde balyozu ile Topkapı Sarayına doğru bakan heykel, Masonluğun kurucusu olan Hiram Usta’ya aittir. Hiram Usta, tarihte birkaç kez yıkılmış olan Salamon Tapınağını tekrar inşa etmek emelinde olan bir Yahudi’dir. Ancak bugün duvar ustalığından anlaşılan, yıkılmış olan fiziki duvarı yeniden yapmak değil, kendilerince manevi bir tapınağın inşası için çalışmaktır.

Masonluğun halen geçerli olan temel kanunları 1723 senesinde Rahip James Anderson tarafından hazırlanmış ve Anderson Kanunları olarak adlandırılmıştır. Masonluğun temel kavramları arasında dikkat çekenler hürriyet, eşitlik ve kardeşlik olup, bu kavramlar çerçevesinde Masonlar Fransız İhtilal-i Kebirinde de etkili olmuşlardır. Bu kavramların, Jön Türkler ve İttihatçılar tarafından da kullanılmış olması tesadüf ile izah edilecek türden değildir.

Mason cemiyetlerine girebilmek için belli bir dine mensup olma şartı olsa da, ilerleyen safhalarda masonluğun siyasi emellerine göre hareket edilmesi mecburidir. Kendi aralarında birbirlerine “Birader”, dışarıdaki insanlara ise “Harici” demektedirler. Masonlukta birden otuz üçe kadar dereceler bulunmakta olup, ilk üç derece remzidir. Dörtten sonrası ise felsefi derecelerdir. Rotary, Lions gibi masonluğun alt kollarının amacı ise, Masonluğa adam devşirmektir. Bu kulüpler bir nevi hazırlık sınıfı gibidirler. Bu kulüplerin bir başka amacı ise Masonluğu setretmek, onu saklamaktır. Lions kulübü, mason diktatörlüğünün, hedefine gitmesi için kurulmuş, beynelmilel paravan bir yapıdır ve kökü dışarıdadır (Şikago).

Masonluk gizli bir cemiyet değildir, ancak faaliyetleri son derece gizlidir. Görünüş ile hakikat arasında uçurumlar bulunmaktadır. Oportünizm ve kendini saklamaya matuf takıyyecilik bu örgütün en mümeyyiz vasfıdır. Cemiyetin temel düsturları arasında, “Masonluk kendini her yerde hissettirmeli, fakat hiç bir yerde görünmemelidir anlayışı bulunmaktadır. Ayrıca Sabetayistlerin en belirgin sloganları olan “Benzeme Benzet” prensibi de, beynelmilel masonluğa şamildir.

Dünyanın her tarafında, binlerce loca tarafından temsil ve idare edilen Masonluğun Türkiye’ye gelişi ise 1720 tarihinde olmuştur. İlk açılan bu loca Galata’da kısa bir süre faaliyetine başlamışsa da, 1748’de, I. Mahmud döneminde kapatılmıştır. Osmanlı’ya Locaların kurumsal manâda gelmeleri 1853 Kırım Harbinin hemen akabine denk gelmektedir. Kırım Harbinde, Ruslara karşı, Osmanlı’ya İngilizlerin müzahir olması, Osmanlı’nın localara sessiz kalmasını sağlamıştır.

Şerif Mardin, Ebuzziya Tevfik’ten nakille, Türkiye’de ilk kurulan locanın İngiliz sefiri Sir Henry Bulwer tarafından 1857 senesinde, daha sonra ise Fransız sefiri tarafından, buna rakip olarak Union d’Orient locasının ise 1858’de kurulduğunu belirtmektedir. Union d’Orient locasının 1863 senesinde elli üç Türk’ü tekris (masonluğa kabul edilme) etmeyi başardığı bilinmektedir.

Osmanlı Devleti ileri gelenleri, ilk başlarda masonluğun ne manaya geldiğini anlayamamıştır. Bazılarına göre masonluk milletlerarası insani bir yardımlaşma ve dayanışma cemiyeti olarak algılanmışsa da, bazıları için ise Hristiyanlığın bir mezhebi ya da Hristiyanların kendi içinde bir meselesi olarak kabul gördüğü anlaşılmaktadır. Hoca İshak Efendi tarafından 1862 senesinde kaleme alınan “Şemsu’l Hakika” isimli eserde, bunların Hristiyanlığın eksiklerini tamamlamak için ortaya çıktığına ve İslam’ı tanımaları halinde Müslüman olacaklarına dair bilgilerin yer almış olması bu durumun bir delilidir.

Başlangıçta kuruluş sebepleri ve asıl niyetleri tam olarak anlaşılamayan bu örgütün, Birinci Cihan Harbi başta olmak üzere, birçok siyasi ve sosyal hadiselerde, ihtilallerde oynadığı rol zamanla ortaya çıkmış ve bu cemiyetin masum bir yardımlaşma ve dayanışma cemiyeti olmadığı, siyasi faaliyetleri ve gizli emelleri olduğu anlaşılmaya başlanınca da, başta Rusya ve Mısır gibi ülkelerde olmak üzere, cemiyetin faaliyetleri yasaklanmıştır.

Mason cemiyetlerinin faaliyetleri ile Yahudilik arasındaki rabıta zamanla diğer milletler tarafından da fark edilmeye başlanılmıştır. Masonluğun, Yahudilerin dünya milletlerini köleleştirmek için kullandıkları en müessir bir karargâh olduğu, Yahudi nüfusunun bu emellerine ulaşmak için yetersiz kalmasından dolayı, bu eksikliğini masonluk hareketi ile tamamlamaya çalıştığı, yaygın bir kanaat haline gelmiştir. Atilhan’a göre, masonluk ya da farmasonluk, İbrani ırkından olmayanların tabi olduğu bir Yahudi dinidir. Ona göre masonluk, gizli ve esrarlı varlıklarıyla dürüst ve asil insanların hazmedemedikleri ve anlayamadıkları garip teşrifat ve âdetleriyle etrafına topladığı zayıf seciyeli ve muhteris şahsiyetleriyle bir Yahudi tarikatı, bir Yahudi aleti ve bir İsrail oyuncağından başka bir şey değildir. Benzer bir ifade de Ramsaur tarafından kullanılmıştır. Ona göre, Selanik’te hatırı sayılır bir Yahudi nüfusunun bulunması ve bu Yahudilerin çoğunun mason olması, masonluğun uluslararası Yahudilik yoluyla dünyaya hâkim olma çabası olarak yorumlanmasına yol açmıştır.

Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’na göre ise masonluk, dünya ölçüsünde işleyen ve kontrolü tamamen yabancıların elinde olan cehennemi bir politika makinesidir.

Yahudilik ve masonluk arasındaki münasebetler artık dünya efkâr-ı umumiyesi tarafından da anlaşılmıştır. “The World Congueror” isimli eserinde Louis Marschalko bu hususu açık bir şekilde dile getirmiştir. Marschalko’ya göre, Dünya Yahudi Yahova Krallığı’nın kurulmasında en etkili araçların başında, muhtelif mezheplerin arka planında, Yahudi Protokollerinde adı geçen ve Farmasonluk olarak bilinen esrarengiz bir kuvvet yer almaktadır. Marschalko, İngiltere’nin en büyük mason teşkilatı olan Bnai Brith’in bir Yahudi mason teşkilatı olduğunu ifade etmekte, 267 locayı bünyesinde barındırdığını ifade etmektedir. Ona göre bu, Yahudi tesiri bakımından benzer bütün teşekküllerden daha fazladır.

Müellifi malum olmayan Mason Diktatörlüğü kitabına göre, masonluk, Yahudi tasavvufu Kabalizmin tatbikatıdır ve Siyonizm’i hedefine götüren bir Yahudi teşkilatıdır. Cevat Rıfat Atilhan ismindeki, ömrünü Siyonizm’le mücadeleye adamış münevverimize göre, farmasonluk, Yahudiliğin çehresini gizleyen ve onu kamufle eden bir müessesedir. Yine Atilhan’a göre, milletimizin, dinimizin, vatanımızın, mukaddesatımızın tek büyük, ezeli ve ebedi düşmanı vardır. Bu düşman, birçok isimler ve maskeler taşıyan ve hakikatte tek bir cisim olan Siyonizm’dir. Yani dünya saltanatını ve bütün insanlara tahakküm etmeyi, insanlığı kendi kölesi yapmayı gaye edinmiş olan İsrailoğludur. Ona göre, din, Allah, beşeriyet ve asalet düşmanı olan bu korkunç canavarın Fransız İhtilalinden beri kullandığı en büyük maske ve şerlere alet ettiği teşkilat, Farmasonluktur. Esasen inkılapçı ve mason garbın zihninde, ezeli ve ebedi İslam ve Kur’an husumeti bulunmaktadır.

Alman Nazizm’inin kurucu lideri ve İkinci Cihan Harbi’nin en büyük aktörü olan Adolf Hitler ise meşhur hatıratı olan Kavgam kitabında, Farmasonluğun Yahudi aleti olduğunu anlatmaktadır. Yahudilerin başka memleketlerdeki idarecileri ve burjuva sınıfını farmasonluğa sokarak, kendi hedeflerine alet ettiğini, bu teşkilatlara girenlerin Yahudi’nin oyuncağı haline geldiğini, ancak farkına varamadıklarını uzun uzadıya anlatmakta ve masonluğun Yahudilik ile aynı amaçlara hizmet ettiğini belirtmektedir.

Mason localarının Yahudiler tarafından sevk ve idare edildiğini iddia edenlerin içinde ve hatta başında Amerikalı meşhur tarihçi yazar yazar Wıll Durant ve Fransız meslektaşı Roger Lambelin gelmektedir. Ayrıca Yahudi protokollerini, 1905 senesinde ilk defa neşreden Rus yazar Sergey Nulyef’e göre, Yahudilik, mason cemiyetlerinin arkasındaki gizli güçtür. Yahudi protokollerinde alenen, Yahudilerin, dünyanın her tarafında mason locaları açacaklarına, bu teşkilatların kendilerine ait gizli bir yapılanma olduğuna, değerli ya da değerlendirmek kabiliyetinde olanların oralara çekileceğine, bu locaların Yahudiler için başlıca haber alma ve faaliyetlerinin en önemli vasıtaları olacağına, bütün locaları sadece kendileri tarafından bilinen ve kendilerinden olan büyüklerine bağlayacaklarına, görünen loca temsilcilerinin bu gizli isimlerin emrinde olacağına dair ayrıntılı bilgilere yer verilmektedir.

La Verite İsraelite isimli Fransızca neşriyat yapan bir Yahudi gazetesi, 12 Mart 1912 tarihli sayısında Farmasonluğun ruhunun, Yahudiliğin iman esaslarındaki başlıca temeller olduğunu, Yahudi dili, Yahudi fikirleri ve Yahudi teşkilatının masonlukta ruh bulduğunu anlatmaktadır. Gazeteye göre,

Farmasonluğa mesnet olan onu besleyen ümit ve emel, İsrail’in dikenli yollarını aydınlatan, ona daima taze kuvvet veren Yahudiliktir .

Masonluğun amacını ise Marschalko şu şekilde özetlemektedir: “ Bu fesatçı liderlerden belki daha tehlikeli olan yardımcı birlikler vardır. Son istatistiklere göre, dünyada altı milyondan fazla mason bulunmakta ve bunların dört milyonu da Amerika Birleşik Devletlerinde yaşamaktadır. Bu masonların ekseriyeti Komünist değildir, fakat istemeyerek de olsa Komünist gayelerine hizmet etmektedirler. Daha da öteye, maddî menfaatler uğruna, nihaî Komünizm olan ve Komünizm vasıtası ile Yahudi diktatörlüğünü kurmak, insan hürriyetini kaldırmak isteyen Yahudilere yardım etmektedirler”98.

Marschalko’ya göre masonluk kökünden kazınmalıdır, yoksa tüm dünyaya zulüm getireceğinden şüphe duyulmamalıdır. Ona göre: “Eğer bunun kuvveti (Masonluk-Yahudilik) kökünden sökülmez ve bu siyasî, iktisadî ve fikrî inhisarını devam ettirirse, on veya yirmi yıl içinde insan hürriyetinin, vatan ve millî gurur mefhumlarının ilgasını beraberinde getirecek bir mutlak ‘Dünya Zulmü’gelecektir. Sonunda, bir tarafta millî, ırkî ve dinî hiçbir bağı kalmamış dört milyar köle, diğer tarafta bütün milletlerin efendileri olacak on beş milyon seçkin insan kalacaktır.

Masonluk, Siyonizm, Yahudilik arasındaki münasebetler o kadar aşikar hale gelmiştir ki, masonların ritüel ve simgeleri bile buna delildir. Armstrong’a göre, masonların kullandığı pek çok sembol Yahudilik ile bağlantılıdır. Mason sembolleri içinde bulunan pergel, cetvel, gönye, şakul ve tesviye gibi aletlerin birer manâsı vardır ve Yahudiliği çağrıştırmaktadır. Zira Yahudilik inancına göre, Allah dünyayı adeta bir mimar gibi inşa etmiştir ve daha sonra kendi haline bırakmıştır. Allah’ı, binaları yaptıktan sonra, kendi haline terk eden mimara benzeten Yahudilik inancı, mimarların en fazla kullandığı aletleri masonluğun simgeleri haline getirmiştir. Öte yandan Hiram Usta bir yapı ya da duvar ustasıdır. Vazifesi ise duvar inşa etmek ya da yıkılan duvarı yeniden yapmaktır. Bu duvarın yıkılan Süleyman Tapınağı’nın duvarı olduğu açıkça ortadadır. Zaten Siyonizm’in temel gayesi de Kudüs’e Yahudileri yerleştirmek ve Süleyman Tapınağının yıkılan duvarlarını yeniden inşa ederek, mabedi ayağa kaldırmaktır. Bu mabedin ayağa kaldırılması da simgedir. Mabet ayağa kalktığında Yahudi krallığı da ayağa kalkmış demektir.

Mason cemiyetleri ısrarla bu bağlantıları inkâr etmekle ile beraber, Yahudilikle bir alakalarının olmadığını iddia etseler de, Masonluk ile Yahudilik, Yahudilik ile de hem siyasi hem de geleneksel Siyonizm aynı hedefleri gerçekleştirmeye matuf, aynı merkezden idare olunan yapılanmalardır. Bunda herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır. Yahudi’siz hiçbir mason locası yoktur, Farmasonluk Yahudi düşmanlığından uzaktır.

Münhasır ilk Osmanlı mason locası Macedonia Risorta 1895’te Selanik’te açılmış olup, bu locanın lideri Emanuel Carasso’dur. Bahse konu locaya çok sayıda Dönme de üye olmuştur. Başta Maliyeci Cavid Bey, Osman Adil Bey, Celal Derviş Bey, Fazlı Necip Bey, Faik Nüzhet Bey olmak üzere birçok Dönme masondur. Dr. Rıza Nur’a göre, masonluk Türklerce dinsizlik ve küfür olarak algılanmıştır. Halkta bunlara karşı umumi bir nefret ve kin vardır. Ona göre, İstanbul’da açılan mason localarına kaydolan Türklerin büyük çoğunluğu Dönmelerdir.

  1. Fotoğraflı Kabirler

Bülbüldere Mezarlığının Avdetilere ayrılmış olan kısmında ilk göze çarpan, kabir şâhidelerinin üzerinde, kimisinde büyük boyutlara ulaşan fotoğrafların varlığıdır. Bu fotoğraflar, orada medfun olan kişinin vesikalık fotoğrafı olup, üstleri seramikle kaplanmıştır. Mezarlıklarda fotoğraf kullanımı, Müslümanlar’da pek az rastlanan bir durumdur. Bülbüldere mezarlığında ziyaretçiler kapıdan içeri adım atar atmaz, şık giyimli, çoğu 1930’larda ölmüş, hoş görünüşleri, sosyal statüleri ve zarif elbiseleri olan mevta fotoğrafları ile karşılaşır.

Bülbüldere Mezarlığındaki mezar taşları üzerinde bulunan ve üzeri porselenle kaplanmış olan fotoğrafların büyük bir kısmı Osman Hasan isimli bir fotoğraf ve porselen ustasına aittir. Sepya tonlu, porselen kaplanmış bu mezar taşları üzerindeki baskılı fotoğrafların sanatçısı olan Osman Hasan, bu tekniği Rum veya İtalyan ustalardan öğrenmiş ve Bülbüldere Mezarlığındaki şahidelere büyük bir ustalıkla tatbik etmiştir. Yazar Kösemen, Osman Hasan imzalı mezarlık fotoğraflarını konu alan eserinde, Osman Hasan hakkında kısa malumat vermekte ve Bülbüldere Mezarlığındaki Osman Hasan imzalı mezar taşlarını gün yüzüne çıkarmaktadır. Kösemen’e göre bu mezarlıklardaki fotoğraflar Osman Hasan stilini meydana getirmiştir.

Fotoğraf 7. Osman Hasan İmzalı Bir Mezar Taşı Fotoğrafı- Bülbüldere Mezarlığı (Fotoğraf Yılmaz Altunsoy)


Mezarlıklarda fotoğraf kullanımı, teknolojinin gelişmesine paralel olarak gittikçe artmaktadır. İslam mezarlıklarında da son zamanlarda fotoğraf kullanımının yaygınlaştığı göze çarpmaktadır. Ancak Bülbüldere Mezarlığındaki fotoğraflı mezar taşlarını farklı ve orijinal kılan husus, bu mezarlıklardaki fotoğraf kullanımının yaklaşık yüz sene öncesinde görülmeye başlanmış olmasıdır. Aslında mezarlıklarda fotoğraf kullanımı Yahudilikten çok Hristiyanlığa hastır. Ortodoks Hristiyan mezarlarının çoğunda mevtanın fotoğrafının kabir taşına işlendiği görülmektedir. İslam mezarlıklarında fotoğraf kullanılması, İslam inancının bu husustaki men edici yorumuna rağmen artarak devam etmektedir.

Fotoğraf 8. İslam Mezarlıklarında Fotoğraf Kullanımına Bir Misal. 2001’de Şehit Edilen Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ın Mezarı-Sakarya Hendek Şehir Mezarlığı (Fotoğraf

https://www.sabah.com.tr/yasam/2020/01/24/efsane-emniyet-muduru-gaffar-okkan-olumunun-19-yilinda- aniliyor), SET. 11 Ağustos 2020.


Baer’e göre, burada yatan Sabetayistlerin 1930’larda vefat etmiş olanlarının, yaklaşık ellili yaşlarda ölmüş oldukları anlaşılmakla birlikte, o senelerde Türkiye’de erkeklerin ortalama 36 ve kadınların ise 39 yaşına kadar yaşadıkları dikkate alındığında, Dönmelerin cemaat içi evlilikten dolayı sağlıklarının bozulduğu ve erken yaşlarda öldükleri yönündeki anlayış doğru gözükmemektedir. Dönmeler, kendi çağlarına göre, diğer gruplarla mukayese edildiğinde yüksek bir ömür yaşamışlardır. Bunlar içerisinde 80 yaştan fazla yaşayanların sayısı az değildir.


Fotoğraf 9. Devrine Göre Şık Giyimli Bir Bayan Sabetayist- Bülbüldere Mezarlığı (Fotoğraf M.C.

Kösemen)

Fotoğraf 10. 83 Yaşında Vefat Etmiş Bir Sabetayist- Bülbüldere Mezarlığı (Fotoğraf Yılmaz Altunsoy)


Kapancı mezarlığı kısmında, 1924 ile 1934 arasında vefat etmiş olanlarının mezar taşlarındaki fotoğraflar İtalya’da bir porselen fabrikasında cilalanmıştır. Yine Kapancıların mezarlarının başında bir övünç vesilesi olsa gerektir ki, “Selânikli” ibaresinin bulunması dikkat çekicidir. Karakâşilerin mezarlarında bu ibare bulunmamaktadır, zira Selânikli olmak toplumda menfi bir anlayışa sebebiyet vermektedir. Ancak Kapancıların bu hususta daha pervasız ve cesur oldukları düşünülmektedir. Kapancıların önde gelen mensuplarından bankacı Namık Kapancı, Osman, Mehmet ve Yusuf Kapancı ile eşleri ve kızları da burada medfundur.

Kapancı kısmında dikkati çeken bir diğer husus ise burada yatan Sabetayistlerin çoğunun meslek erbabı ve tanınmış kişiler olmasıdır. Selânikli meşhur Doktor Ziya Osman, Terakki Fevziye Ticaret Mektebinin yönetim kurulu üyeliğini yapmış olan Selânikli Doktor Rıfat İnsel, Doktor Osman Öğütmen, Doktor Mehmet Vamık ve Doktor Tevfik gibi tanınmış tıp üstatları burada yatmaktadır. Ayrıca iş hayatında ünlenmiş Mısırlı ve Hamarat aile mezarlıkları, tanınmış birçok bankacı, avukat, bürokrat Sabetayist de buradadır.

  1. Kıbleye Bakmayan Kabirler

Bilindiği gibi İslam’da ölüler kıble doğrultusunda konulur ve ölü sağ tarafı üzerine kıbleye doğru döndürülür. Bu anlayış ve uygulama sadece mezarlıklarda değil, kişi vefat ettiğinde de yapılır. Hatta daha da ilerisi, kişi henüz ölmeden ancak ölüm alametleri belirdiğinde de aynı şey yapılır. “Halet-i intizar” denilen durumda hasta sağına doğru yatırılır ve yüzü kıbleye çevrilir. Bu şekildeki tatbikat sünnete uymanın gereğidir. İslam mezarlarının baş şahideleri yani mevtanın baş kısmı da böylece batı tarafına denk gelmiş olur. Bu husus İslam mezarlıklarının vazgeçilmez şekli unsurlarının başında gelmektedir. Hatta denilebilir ki, İslam mezar baş şâhidelerinin batıya dönük olması, ölünün baş yönünün de kıble istikametinde olduğunu gösterdiğinden, en önemli İslam mezarlığı sembolüdür. İslam’da, Müslümanların yönlerini kıbleye çevirmelerine dair hükmün kaynağı Kur’an’ı Kerim’deki ayetlerdir. Bakara Suresi 143-144. ayetlerde Allah müminlere yönlerini Kâbe’ye, Mescid-i Haram’a çevirmelerini emretmektedir. Müslüman mezarlarının yönünün Kâbe’ye müteveccih olması işte bu ayetlerin bir muktezasıdır. Allah, Kur’an’da açıkça, kıbleye dönme emrini vermesinin sebeplerinden birisinin de, Peygamberin izinden gidenleri, iki ökçesi üzerinde gerisin geriye döneceklerden ayırmak olduğunu bildirmektedir. Avdeti zümresinin mezarlarının kıble yönünde olmaması, bu ilahi ikaz ile de örtüşmektedir.

Sabetayist mezarlarını, Müslüman mezarlardan ayıran en önemli hususun, bu mezarların çoğunun yönünün kıbleye bakmaması olduğunda şüphe bulunmamaktadır. Zira İslam inancına sahip olmayan Dönmelerin Kabesi Selanik’tir. Selanik dışında defnedilen Dönmelerin yönü Selanik istikametine çevrilmektedir. Ayrıca burada bulunan mezarların büyük kısmının üstü, Yahudi mezarlarında olduğu gibi kapalıdır ve sembollerle doludur.

Mezarlığa yaptığımız saha ziyareti esnasında, mezarlık içerisindeki görevliye bu hususu sorduğumuzda verdiği cevap şu olmuştur: “Bunların hepsi Müslümandır. Geçmişte bir şeyler olmuş olabilir ama hepsi Müslüman bunların. Mezarların yönü sizi aldatmasın. Ölülerin hepsinin başı kıbleye doğrudur. Sadece yoldan geçenler mezar taşlarını rahatça okusun diye taşların bir kısmı ayak tarafına konulmuştur. Kim çıkarıyor bu deli saçması sözleri?”. Mezarlık görevlisinin bu sözleri inandırıcı değildir. Müslümanlara ait mezar taşının yönü, mevtanın kıbleye bakması gereken yönüne göre pozisyon almalıdır. Zaten yukarıda da bahsetmiş olduğumuz üzere, Feyziye Camisinin de kıblesinin yanlış olduğu bilinmektedir.

  1. Fatihasız Mezar Taşları

İslam mezar taşlarında rastlanılan en önemli lafzi unsur, her mezar taşı kitabesinde ziyaretçilerden Fatiha talep edilmesidir. Ancak Bülbüldere Mezarlığında çok sayıda Fatiha talep etmeyen mezar taşına rastlanmış olsa

da, Fatiha isteyen mezar taşları da yok değildir. Hikmet Tanyu bu durumu, Dönme mevtalar içinde samimi olarak dönmüş olanların varlığına bağlamış olsa da, 1952 senesinde Büyük Doğu mecmuasında tefrika olarak

yayınlanan Nazif Özge isimli bir Dönmenin ifşaatına göre, bu durum da bir riyakârlıktan ibarettir. Sanki ölü Müslümanmış gibi, tıpkı dükkânlarındaki Besmeleye nazire olarak, mezar taşlarının bazılarında Fatiha ibaresi bulunması, gayrı samimi davranışlarından sadece bir tanesidir.

Bülbüldere Mezarlığında dikkat çeken bir diğer husus ise, İslâm mezarlıklarında, dini memnuiyetten dolayı pek görülmeyen uzunca kitabe ya da yazıların bulunuyor olmasıdır. Mezar taşlarının bir kaçında, Sabetayist zümreyi çok iyi tarif eden şu ve benzeri cümlelere rastlamak mümkündür: “Sakladım, söylemedim. Derdimi gizli tuttum, uyuttum”. Bu cümleler Selanikliler olarak bilinen bu zümrenin inanç sistemini tartışmaya yol açan unsurlardan birisidir. İşin garip tarafı ise bu yazının yer aldığı mezar taşının altında, ziyaretçilerden Fatiha talep edilmiş olmasıdır. Oysa Sabetayist mezar taşlarının büyük çoğunluğunda böyle bir talep içeren ifade bulunmamaktadır.

Fotoğraf 11. Bir Sabetayist Mezar Taşı- Bülbüldere Mezarlığı ((Fotoğraf Yılmaz Altunsoy)


Bülbüldere Mezarlığında bulunan Sabetayistlerin çoğunun mezar taşlarında ilahilerden şiirlere, ağıtlardan nasihatlere kadar birçok metin yer alırken, yine birçoğunda, Müslüman mezarlarında görmeye alışık olduğumuz Fatiha talebine dair bir ibare bulunmamaktadır. Fatiha talebi olmamasına mukabil birçok mezar taşında “Tanrıdan merhumu bağışlaması” istenmektedir.

Fotoğraf 12. Dua ve Fatiha Talep Etmeyen Sabetayist Mezar Taşı-Bülbüldere Mezarlığı


Fotoğraf 13. Dua ve Fatiha Talep Etmeyen Sabetayist Mezar Taşı-Bülbüldere Mezarlığı


İslam mezarlarında pek rastlanmayan ancak Bülbüldere Mezarlığında bulunan uzunca yazı ve şiirlerden birkaç misal:

Dumanla karışık nefesin / Bırakamadın sanki sevgilin / Şimdi artık yanında dostun sigara senin / Nur içinde yat sevgili Gültekin”.

"Hayatım birçok hastalıkların ıstırabına göğüs gererek mütemadi çalışmakla geçti. İngiliz, Fransız, Alman lisanlarını edebiyatına vakıf olarak öğrendim. Manchester’da büyük babamızdan tevarüs ettiğimiz ticari mevkii pek az zaman sonra kardeşim Nuri'ye terk ettim. Muvaffakiyetimin varisi hakikisi olan Nuri ailemi yükseltti. Ben 22 yaşında Selânik topraklarında gömüldüm. Şimdi kemiklerim bile kalmadı. İsmimi yâd için Nuri'nin mezarına resmimi koydular. Babam kardeşlerim Hüsnü ve Nuri'nin kemiklerini benim de resmimi sinesinde taşıyor”.

"Zafer işte budur... / Gelinlik çağıma yakışsın diye / Bu taştan çelengi ördüğüm için /Gözünüz yaşlarla beni yâd edin / Zifafı burada gördüğüm için / Anneme uğrayın size okutsun / Bir kitap yazıldı öldüğüm için..."

“Burada Selânikli Terakki ve Fevziye Mektebi muallimlerinden Ethem Müfit gömülmüştür. O güzel huyları, temiz yüreği ile herkesin çok sevdiği bir insandı. Daha yaşamak hakkı iken, ölüm onu gurbette bir otel odasında buldu. Tanrı'nın isteği böyle imiş. Kader kendisini evlat zevkinden esirgemişti. Bu büyük acısını okuttuğu talebelerin, kendisini bir baba gibi seven yeğenlerinin sevgileri ve bilhassa hayat ortağı Emine'sinin muhabbet ile unuttu. Ey zair! Bu sessiz taşlar önünde biraz dur, bir Fatiha’nla sonsuz bir yolun bu geri dönmeyecek yolcusuna ebedi selamlar dile”.

“Merhum elli sekiz senelik hayatını Türk musikisine vakfetmiş. Beş yüzü mütecaviz eser bestelemiş, yüzlerce şakirt yetiştirmiştir. Alaturka musikinin son asırda en yüksek nağmelerini yaratan o hassas dimağ şimdi şu topraklara karışmıştır. Cenabıhak merhumu cennet teraneleri içinde mağfirete zevcesiyle biricik kızını da musiki âleminde bıraktığı ölmez adı teamülle teselliyete mazhar eylesin”.

“Hayatımı birçok hastalıktan mustarip olarak geçirdim. İngiliz, Fransız ve Alman dili ve edebiyatını öğrendim. Babamın babasının Manchester'daki şirketi bize miras kaldıktan kısa bir süre sonra, onu ailemizi yücelten, başarımın gerçek mirasçısı olan kardeşim Nuri'ye bıraktım. Yirmi iki yaşımdayken Selânik'te gömüldüm. Şimdi geride kemiklerim bile kalmadı. Adımın hatırlanması için, fotoğrafımı Nuri'nin mezarına koydular”.

“Ey zair! Burası şimdi aydınlara kavuşmuş bir büyük ruhun kıymetini saklayan muazzez bir kabirdir. Bütün varlığını kendi cinsinin hayrına vakfeden bir yüksek ruh, Hakk'a, hakikate tapınış bir kâmil insandı. Çok hayırlı işleri arasında gelecek nesillerin iyiliğine yararlı olmak için, Fevziye Mektebi'ni de kuran odur. Eli, dili hayra yürüyen bu mübarek varlık, şimdi Mevla’sına kavuştu. Hak nuruna erdi. Ne mutlu”.

“Zair, burada 23 yaşında bir nevcivan iken vefat eden Uzun Ahmed Ağa ahfadından Avcuzade Ahmet Zühtü medfundur. Hayatının hasta olarak geçirdiği son üç senesini tamamıyla tetebbu, kuş ve çiçeklere hasretmişti. Hayfa ki kendi ömrü de çiçeklerinki kadar süreksiz oldu. Bu kabir sükut etmiş büyük bir ümidin ve bir an sönmeyen o yüksek zekanın turab olmuş bir hatırasıdır”.





Fotoğraf 14. Nasihat ihtiva eden sözleriyle bir Sabetayist mezar taşı-Bülbüldere Mezarlığı (Fotoğraf

Yılmaz Altunsoy)































Fotoğraf 16. Henüz 20 yaşındayken ölen oğluna ağıt yakan babasının sözlerinin yazıldığı bir Sabetayist
mezar taşı-Bülbüldere Mezarlığı (Fotoğraf Yılmaz Altunsoy)


Fotoğraf 17. Henüz 20 yaşındayken ölen kız kardeşine ağıt yakan kardeşinin sözlerinin yazıldığı bir
Sabetayist mezar taşı-Bülbüldere Mezarlığı (Fotoğraf Yılmaz Altunsoy)


Fotoğraf 18. İlginç sözlerin yazılı olduğu bir Sabetayist mezar taşı-Bülbüldere Mezarlığı (Fotoğraf Yılmaz

Altunsoy)


Fotoğraf 19. Parlak bir zekâya sahip olmasına rağmen henüz 26 yaşında ölen bir Sabetayist’e ait mezar
taşı-Bülbüldere Mezarlığı (Fotoğraf Yılmaz Altunsoy)


Fotoğraf 20. Yüksek bir zekâya sahip olmasına rağmen henüz 23 yaşında ölen bir Sabetayist’e ait mezar
taşı-Feriköy Mezarlığı (Fotoğraf M.C. Kösemen)

  1. Tokalaşan El Sembolü

Tokalaşan eller, Yahudi sembollerinden olup, Hz. Yakup’un, Allah ile yapmış olduğu anlaşmayı sembolize etmektedir. Tevrat’ta Tanrı’nın elini tutma fiili ile alakalı birden fazla ayet bulunmakta olup, bu ayetler el sıkışma sembolünün de ilham kaynağı olmuştur. Bu ayetlerden Samuel 2, Bab 22’de yer alan: “Rabbin azarlamasından, burnundan çıkan güçlü soluktan, denizin dibi göründü, Yeryüzünün temelleri açığa çıktı. Rab yukarıdan elini uzatıp tuttu, çıkardı beni derin sulardan. Beni zorlu düşmanımdan, benden nefret edenlerden kurtardı, çünkü onlar benden daha güçlüydü” ayetleri bu sembolün önemli membalarından birisidir.

İlhami Soysal’a göre, tokalaşma aynı zamanda bir masonik iletişim şeklidir ve önemli bir ritüeldir. Ellerin sağdan ve soldan birbirine sarılarak birleştirilmesi aynı zamanda masonik kardeşliği ifade etmektedir.

Masonlukta, masonların birbirlerini tanımalarını sağlayan farklı sembolik el sıkışma işaretleri vardır. Başka bir ifadeyle el tutma ya da sıkma sembolü, tutulan eli karanlıktan çıkarma, hayata döndürme manasını da taşıyan özel bir dokunuştur. Mason localarına üye olanların ilk inisiyasyon sırasında öğrendikleri ve ileriki hayatları boyunca birbirlerini daha kolay tanıyabilmeleri için başvurdukları el sıkma hareketinin ya da sembolünün birçok şekli bulunmaktadır. Ezoterik el sıkışma ve kavrama biçimlerinden “boaz” çıraklık, masonlardan birisi başparmağıyla diğer masonun ilk boğumuna bastırırsa bu “tubulcain” yani üstad masonun geçit tutuşu ve son olarak da aslanpençesi şeklindeki el sıkma hareketi ise üstad bir masonun hakiki el tutuşudur.

Dünyanın birçok yerindeki Yahudi mezarlıklarında tokalaşan el sembollerine rastlamak mümkündür. Aşağıdaki fotoğraflarda Bülbüldere Mezarlığındaki bir şahide ile Newyork Brooklyn’deki bir Yahudi mezar taşını görmektesiniz. Tokalaşan el sembolü her iki mezarlıkta da kullanılmıştır.


  1. Akasya Ağacı

Akasya ağacı hem Yahudilikte ve hem de masonlukta önemli bir semboldür. Yahudilikte ve Hristiyanlıkta ölümsüzlüğün sembolü olan akasya, masonluğun da değerli bir ağacı olup, masonluğun kurucusu Hiram Usta’nın mezarı üzerinde yaprakları gece eğilip, gündüz göğe doğru bakan, odunu çürümeyen bu ağaç nura kavuşmağa çalışan masonun timsalidir. Fransa’da 1902’den beri, bu isimde bir mason risalesi neşredilmektedir. Ayrıca Mason Diktatörlüğü isimli eserde, masonların mabetleri tarif edilirken şu ifadelere yer verilmekte ve bu mabetlerde bulunan akasya ağacına dikkat çekilmektedir: “Doğu, batı ve güneyde üç penceresi vardır. Nazırların önlerinde oturdukları ve J ve B harflerini taşıyan iki direğin başları akasya yaprakları ile örtülüdür, tepelerinde yarık narlar bulunur. Michel ayrıca mason localarından birinin de Akasya Locası olduğunu ifade etmektedir. Akasya locaları hakkında geniş malumat veren İlhami Soysal da bu bilgiyi doğrulamaktadır. Ayrıca masonlar tarafından Akasya isimli bir de dergi çıkarılmıştır. Akasyanın masonlar için simgesel önemi haiz bir bitki olduğunun bir delili de Mimar Sinan Dergisi tarafından yayınlanan, büyük mason üstadı Hayrullah Örs’ün mezarı başındaki anma merasimindeki anlatımdır. Buna göre, 6 Kasım 1977 Pazar günü masonlar Hayrullah Örs kardeşlerinin, akasya dalları ve rengârenk çiçeklerle süsledikleri mezarı başında toplanmışlar ve Ebedî Maşrıka intikal eden Büyük Üstatlarının izhar etmiş bulunduğu arzusuna uyarak, ittihat zinciri kurmuşlardır.

Masonluk aslında efsanelerden beslenen bir anlayış ve inanıştır ve bu efsanelerin tamamına yakının kaynağı Yahudi kültüdür. Bir mason efsanesine göre, masonluğun kurucusu olan Hiram Usta öldükten sonra gömülmüş ve cesedinin gömülü olduğu yerin kolayca bulunabilmesi için de üzerine bir akasya dalı dikilmiştir. Bu ritüel şu ifadelerle anlatılmıştır: “Hiram, efsanede, öldürücü darbeyi yedikten sonra düşer. Masonik ritüelde aday, işte o zaman, tabuta yatırılır, üzerine siyah bir örtü, bunun üzerine de bir akasya dalı konur.

Akasya aynı zamanda Tevrat’ta ismi geçen kutsal bir ağaçtır. Bu ağacın ismi Tevrat’ta birçok yerde geçmektedir. Şöyle ki:

— Üzerinde buhur yakmak için akasya ağacından bir sunak yap.

— Kırmızı boyalı koç derisi, akasya ağacı...

 

— Sırıkları akasya ağacından yap, altınla kapla. Masa onlarla taşınacak.

  • Konut için akasya ağacından dikine çerçeveler yap.

  • Konutun bir yanındaki çerçeveler için beş, öbür yanındaki çerçeveler için beş, batıya bakan arka tarafındaki çerçeveler için de beş olmak üzere akasya ağacından kirişler yap.

  • Dört gümüş taban üstünde duran akasya ağacından altın kaplı dört direk üzerine as. Çengelleri altın olacak.

  • Perdeyi asmak için akasya ağacından beş direk yap, altınla kapla. Çengelleri de altın olacak. Direkler için tunçtan beş taban dök.

  • Sunağı akasya ağacından kare biçiminde yap.

  • Sunak için akasya ağacından sırıklar yap, tunçla kapla.

  • Üzerinde buhur yakmak için akasya ağacından bir sunak yap.

  • Sırıkları akasya ağacından yap ve altınla kapla.

  • Gümüş ve tunç armağanlar sunan herkes onları Rabbe adadı. Herhangi bir işte kullanılmak üzere kimde akasya ağacı varsa getirdi.

  • Konut için akasya ağacından dikine çerçeveler yaptı.

  • Konutun bir yanındaki çerçeveler için beş, öbür yanındaki çerçeveler için beş, batıya bakan arka tarafındaki çerçeveler için de beş olmak üzere akasya ağacından kirişler yaptı.

— Perde için akasya ağacından dört direk yaparak altınla kapladı. Çengelleri de altındı. Direkler için dört gümüş taban döktü.

— Besalel Ahid Sandığı'nı akasya ağacından yaptı.

— Besalel akasya ağacından bir masa yaptı.

— Sırıkları akasya ağacından yaparak tunçla kapladı.

— Böylece akasya ağacından bir sandık yaptım. Öncekiler gibi iki taş levha kestim. İki levhayı da alıp dağa çıktım.

— Sırıkları akasya ağacından yaptı, altınla kapladı .

— Besalel yakmalık sunu sunağını akasya ağacından kare biçiminde yaptı1600.

Yukarıdaki Tevrat ayetlerinden de görüldüğü üzere akasya ağacı Yahudilik için son derece önemli bir semboldür. Masonluğun kurucusu Hiram Usta’nın Tevrat’ta ismi geçen ilham kaynağı Adoniram’dır. Adoniram angaryacıların başı ve Süleyman Peygamberin hizmetkârıdır. Adoniram’ın, üç kalfa tarafından öldürüldükten ve bir dağ başına götürülüp gömülmesinden sonra, yerini kolayca bulabilmek için üzerine akasya ağacı dikilmiş olması ve Süleyman Peygamberin hizmetinde bulunanların Adoniram’ı bu akasya dalı sayesinde bulmuş olmaları, bu bitkiye izafe edilen kutsiyetin bir ifadesidir.

Bülbüldere Mezarlığının Sabetayistlere mahsus bölümünde çok sayıda akasya motifli mezar taşı bulunmaktadır. Bunlardan üç tanesi numune olarak aşağıda gösterilmiştir.


Bülbüldere Mezarlığındaki akasya motifli mezar taşlarının benzerleri, Amerika’daki Yahudi mezar taşlarında da görülmektedir.

Aşağıdaki fotoğraflardan da görüleceği üzere, Amerika’daki Yahudi ve mason mezarlıklarında bulunan mezar taşlarında akasya motifi sıkça kullanılmakta ve bu haliyle Bülbüldere Mezarlığındakilerle benzerlik arz etmektedir.


Bülbüldere Mezarlığındaki Sabetayist zümrenin kabirlerinde bulunan akasya motiflerinin gerek Yahudi inancı ve mason ritüel ve simgeleri arasında önemli bir yer tutması ve gerekse de Amerika’da bulunan Yahudi ve mason mezarlıkları ile olan benzerlikleri, bu zümrenin dini inanç ve aidiyetleri konusunda bizlere fikir vermektedir.

  1. Jakin-Boaz Sembolü (Sütun-ı Süleymani )

Jakin ve Boaz yani iki sütun sembollerinin de menşei Tevrat’tır. Süleyman Peygamberin, Hiram Usta’ya yaptırdığı, on üç sene süren tapınağın temel yapı unsurlarından birisi de iki sütundur. Tunç ustası olan Hiram Usta, her birinin yüksekliği on sekiz arşın ve çevresi de on iki arşın olan iki tunç sütun dökmüş ve sütunların üzerine de beşer arşın yüksekliğinde dökme tunçtan iki sütun başlığı yapmıştır. İşte Tevrat’ın adlandırmasıyla, Hiram Usta tarafından tunçtan dökülen bu iki sütundan sağdakinin adı Jakin, soldakinin adı da Boaz’dır. Yahudi inancına göre Jakin “pekiştirir”, Boaz ise “güç Tanrı’dadır” manasına gelmektedir. Başka bir ifadeyle ise Jakin “yerleştirecek”, Boaz ise “kuvvette” manasındadır. Bu sütunlar aynı zamanda mabedin ve hanedanın devamlılığını simgelemektedir. Sütunlar, Mısır sütunları model alınarak dikilmiştir. Yahudilerin Babil istilasına uğradıkları hengâmda bu sütunlar kırılmış ve sütunların madeni olan tunç Babil’e götürülmüştür.

Jakin ve Boaz sütunları, cihanşümul masonlukta da kendisine yer bulmuştur. Masonların ana düşünce, sembol ve rirüellerinin çoğu Kabala kaynaklıdır. Jakin-Boaz sütunları da Kabalist bir eser olan Cheare Ora'dan alınmıştır. Birçok mason locasında icra edilen ritlerde bu semboller yer almaktadır. Ancak kullanım ve yerleşim şekli Süleyman mabedinden biraz farklı olabilmektedir. Mesela İskoç ritinde sütunların yerleri aynen Tevrat’taki gibidir. Yani Jakin sağda, Boaz ise soldadır. Buna karşılık Fransız ritinde bu semboller ters taraflardadır. Fransız ritinde Çıraklar Jakin, Kalfalar ise Boaz sütununda sıralanırlar. Mason yazarlara göre Jakin güneşe, Boaz ise aya yakındır. Bu yüzden Jakin sütununun rengi kırmızı iken Boaz sütununun rengi beyaz ya da siyahtır. Aslında Tevrat’ta geçen bu iki sütun tunçtan mamul oldukları için bunların asıl rengi bu madenin tabi rengi olan tunç rengidir. Bu sütunların renklendirilmesi işi sonradan masonlarca uydurulmuştur.

Jakin ve Boaz sütunlarının cinsiyeti de bulunmaktadır. “Tesis edecek” manasına da gelen Jakin (J) erkek sütundur. Çünkü İbranice’de J (Jod, Jot) erkek, faal, aktif, etken demektir. “Kuvvet” manasına gelen Boaz (B) ise B (Beth), ev, mesken, rahim, kabul yani pasif, dişi, edilgen demektir. Çıraklar ve kalfalar nafakalarını bu sütunlarda alırlar. Biraderler sütunları tezyin ederler. Sütunlarda sessizlik esastır. Michel’e göre, Süleyman mabedinin giriş kapısının iç sağ tarafındaki tunç sütun olan Jakin ile soldaki sütun olan Boaz kelimeleri birleşince “Allah, bizzat kendisinin merkezinde bulunduğu mabetle dini, sağlam bir surette kuvvete istinat ettirir” mesajı ortaya çıkmaktadır.

Sabetayist zümre için Jakin ve Boaz sütunlarının büyük ehemmiyeti bulunmaktadır. Zira diğer soydaşları olan İsrailoğulları gibi onların da hayattaki en büyük amaçları Kudüs’te bir Yahudi Devleti kurmak ve Süleyman Mabedini, yani Jakin ve Boaz sütunlarını yeniden inşa etmektir. Sabetayist inanca göre bu büyük hedefi yerine getirecek olan Mesih Sabetay Sevi’den başkası değildir. İşte Sabetayistlerin kabristanlarında bu iki sütun sembolünü kullanmış olmalarının altında yatan o kurtuluş gününe olan özlemdir. Bu inanca göre Mesih Sabetay Sevi yeniden gelecek ve Süleyman Mabedini inşa edecektir. Bu mabet kıyamete kadar ayakta kalacaktır. Sabetayistler bu istek ve özlemlerini, bahse konu mabedin iki unsuru olan Jakin ve Boaz sütunlarını mezarlarına dikerek, dile getirmekte ve ruhsal tatmin yolunu bu şekilde bulmaktadırlar. Ayrıca “Hakikat Tanrısı, İsrail Tanrısı, bize yukarıdan bir tapınak gönderecektir” inancı, Dönme iman esaslarındandır. Jakin-Boaz sütunları, aynı zamanda bu tapınağı da çağrıştırmaktadır.


Sabetayistler için Süleyman Mabedinin bir başka simgesel önemi daha bulunmaktadır. Bilindiği üzere bu mabet tarihte iki defa yerle bir edilmiştir. Bunlardan ilki MÖ 586 senesinde Babillilerce, diğeri ise 70 senesinde Romalılarca yapılan yıkımlardır. Her iki yıkım gününün de Ab ayının 9. gününe tesadüf ettiğine inanılmaktadır. Ab ayının 9. günü aynı zamanda Sabetay Sevi’nin dünyaya geldiği gündür. Sevi’nin doğum tarihinin, Süleyman Mabedinin iki yıkılış günü ile aynı olduğunu, Sabetay Sevi hakkında en tafsilatlı biyografi eserini kaleme almış olan Gershom Scholem de kabul etmektedir. Bu durum Sabetayistlerce, Sevi’nin Mesih olduğunun bir delili olarak addedilmektedir. Süleyman Mabedinin yeniden inşa edilmesi inanç ve isteği, diğer Yahudi sektlerinde olduğundan daha fazla bu zümrede bulunmaktadır.

Türkiye dışında yaşayıp vefat eden Yahudilerin mezarlıklarında da aynı sembolleri görmek mümkündür.


  1. Üç Sütun Sembolü

Bülbüldere Mezarlığında sıkça rastlanan bir başka gizemli sembol ise üç sütunlu, yüksek kabir üstü yapılardır. Bu yapıların İslâm ile bir ilgisi bulunmadığı gibi, masonluk sembollerinden olduğu bilinmektedir. İlhami Soysal masonlukta üç sütunun ne manâya geldiğini şu şekilde izah etmektedir: “Bir locada, temel olarak ve kesinlikle, akıl, kuvvet ve güzelliği temsil etmek üzere üç sütun vardır. Yapının kendisinde bu sütunlar yoksa bile, sonradan locaya bu sütunlar eklenir. Bu sütunların anlamı da, „bütün büyük ve önemli işlerde izlenecek yolu bulmak için akıl, onu destekleyecek güç ve geliştirmek için de güzellik gerekli ’ biçiminde açıklanır ” .

Masonluktaki bu üç sütun sembolünün, mabedin girişinde sağda ve solda duran iki sütun sembolü (Jakin-Boaz) ile karıştırılmaması gerekmektedir. Bu üç sütunun adları Kabala’nın üç Sefirotunun adı ile aynıdır. Bunlar, Chochmah, Geburah ve Chesed'dir.186 Bu üç sütuna mason locasının üç görevlisi tekabül etmektedir. Aklühikmet, Kuvvet ve Güzellik bu 188

üç sütuna uymaktadır.

Bir başka anlatım şekliyle, Sefirot ya da Hayat Ağacı şekle aktarıldığında on Sefirot üç sütunda gruplanmaktadır. Sağ sütun merhameti, sol sütun yargıyı ve orta sütun ise dengeyi sembolize etmektedir. Denge Kabalistik felsefede anahtar bir kavramdır. İşte masonlukta görülen bu üç sütun sembolünün bir kaynağı da budur.

Şekil 3. On Sefirot'un Üç Sütun Altında Gruplanmış Olarak Gösterimi


Bülbüldere Sabetayist Mezarlığında, çok sayıda üç sütunlu kabristan görmek mümkündür.


  1. Obelisk Sembolü

Obeliskler, eski Mısır mimarisinde kullanılmış olan, tepesi piramit şeklindeki dikine uzun abidevi taşlardır. Başka bir ifadeyle obeliskler, dört köşeli bir kaide üzerinde incelerek yükselen ve en yüksek noktasında piramit biçimini alan tek parça düzgün taşlara verilen isimdir. Obeliskler dairevi ya da dörtkenarlı olabilmektedirler. Dikilitaşlar genelde çift olarak yapılmış ve tapınakların girişlerine dikilmişlerdir. Dikilitaşlar eski Mısır’da güneş tanrısı Ra’yı temsil etmekteydi. Bu taşlar, kralın Tanrı’ya yaklaşma isteğinin ve hâkimiyeti altında bulundurduğu topraklardaki gücünün sonsuzluğunu sembolize etmektedir. Zira bu taşın hem doğu ve hem de batı tarafı her zaman güneşe temas etmekteydi.

Dünyanın birçok bölgesinde bu dikey kuleyi andıran taşlara rastlamak mümkündür. Bu taşlardan dünyaca meşhur olanlarından ikisi de İstanbul Sultanahmet Meydanı yakınındaki dikilitaşlar olup, en önemlisi MÖ 1500’lerde eski Mısır firavunlarından Kral Tutmetis III adına yaptırılan ve Karnak Tapınağının önüne dikilen taştır. Bu taşın Mısır’dan getirilmesi Roma Kralı Julianus Apostat asrına (361-363) müsadiftir. Taş bugünkü yerine imparator Theodosius’un emriyle İstanbul Valisi Proklus tarafından dikilmiştir (390). Bugünkü yüksekliği 18,74 m. dir. İkinci dikilitaş (obelisk) ise VII. Konstantinos Porphyrogennetos'a ait olandır ve Sultanahmet meydanında, ilk dikilitaş ile bugünkü İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi binası arasında yer alır (bu taşa Colossuni sütunu veya örme sütun da denir). Dikdörtgen ve kare şeklinde yontma taşlardan örülerek inşa edilmiştir (994). Yüksekliği 20,68 m'dir ve 1,60 m yüksekliğinde mermer bir taban üzerinde oturur.

Eski Mısır’da sıkça görülen obelisklerin Yahudi ya da mason sembolleri arasında yer aldığını tam olarak söyleyemesek de, bu dikilitaşların, Hiram Usta tarafından inşa edilen Süleyman Mabedindeki Jakin-Boaz sütunlarından ilham alınarak yapılmış oldukları iddia edilmektedir. Weisse, Asur obelisklerinin masonik sembollerden olduğunu ifade etmektedir. ABD’nin kurucu başkanı olan George Washington meşhur masonlar arasında yer almaktadır ve cenazesi de masonik ritüellere uygun olarak defnedilmiştir. Ayrıca 1884’te Amerika’nın kalbi olan Washington’a dikilen ve 169 metre uzunlukla dünyanın en yüksek obeliski unvanına malik olan anıtın temel taşı da masonlarca temin edilmiştir.





Fotoğraf 33. Obelisk Anıtı- Washington DC

(Fotoğraf https://odatv.com/bulbulderesi-ve-suleyman-mabedi-1303101200.html)

Bülbüldere Mezarlığında obelisk türü mezar taşlarına sıkça rastlanmaktadır.

Fotoğraf 34. Obelisk Mezar Taşları- Bülbüldere Mezarlığı (Fotoğraf Yılmaz Altunsoy)



































Fotoğraf 35. Obelisk Mezar Taşları-Salem Yahudi Mezarlığı-New York/Brooklyn195


  1. Galaksi (Satürn) Sembolü

Bülbüldere Mezarlığındaki Dönme mezar taşları içerisindeki bir mezar taşı son derece ezoterik ve gizemlidir. 1970’lerden kalma Zeybek ve Cercis ailelerine ait olan bu mezar taşında, yıldızlar ve gezegenler tasvir edilmiştir. Bahse konu mezar taşındaki on gezegenden bir tanesi kahve renklidir. Buradaki gezegen ve yıldızlar belli bir akışı ya da düzeni göstermemektedir ancak bunların sembolik bir değere haiz olduğu şüphesizdir.

Mezar taşındaki gezegenlerden birisi Satürn’dür. Satürn ise İbranice Sabetay demektir. Wolfson isimli yazara göre, hem Kabalistik ve hem de genel astrolojik fikirlerin etkisi, hem melankoliyi ve hem de dehayı simgeleyen Satürn/Sabetay gezegeni ismi çevresinde dönmektedir. Sabetayist kozmolojide Satürn merkezi bir konumdadır . Bülbüldere’deki bir Sabetayist mezar taşı Süleyman Zeybek ile işaretlenmiş ve 1881 tarihi etiketlenmiştir. Kösemen’e göre Süleyman Zeybek, Baruhya Russo yani

Osman Baba olarak sembolleştirilmiştir ve onun torunudur. Süleyman Zeybek’ten neşet eden diğer isimler, belli bir Karakaşi zümreyi göstermektedir. Gezegen sayısının on olması ile de yukarıda kısmen bahsetmiş olduğumuz on Sefirotun ilgisi bulunmaktadır. Sonuçta buradaki isimler hayat ağacının dallarından ibarettir. Sefirot da hayat ağacı demektir.

Kösemen’e göre kahverengi olan gezegen ise -zaten büyük olması ile de anlaşılmaktadır ki-Jüpiter’dir. Jüpiter bu mezar taşında Abdullah Cercis ile etiketlenmiş olup, bu gezegen muhtemelen İbranice adı Tzedek olan Jüpiter, eski vasiyette efsanevi bir doğruluk kralı ve yüksek papaz olan Melchizedek ile ilgilidir. Bu nedenle Abdullah Cercis, Karakaşiler arasında önemli bir dini şahsiyet olmalıdır ve bu mezar taşı diğer Karakaşi önemli isimler hakkında bize bilgi vermektedir.


Fotoğraf 36. Sabetay Sevi ile Müridlerini Simgeleyen Satürn ve Diğer Yıldızlar Mezar Taşı- Bülbüldere
Mezarlığı (Fotoğraf Yılmaz Altunsoy)

  1. Mermer Kapaklı Mezarlar

Dönme Mezarlıklarının çoğunda mezarlar mermerle kaplanmıştır. İslam mezarlıklarında kabirlerin üstü mermerle ya da başka bir malzeme ile kaplanmamakta, toprak ile örtülmekle kifayet edilmektedir.

Fotoğraf 37. Mermer ile kaplı mezar-Bülbüldere (Fotoğraf Yılmaz Altunsoy)


  1. Ahid Sandığı Sembolü

Ahit Sandığı, Eski Ahid’te ismi geçen ve İbranice’de Aron Ha Kadeş denilen, başka birçok kaynakta Şehadet Sandığı ya da Tanrı Sandığı olarak tesmiye edilen bir sandıktır. Allah ile İsrailoğulları arasında akdedilen bir anlaşmanın ve on emirin yazılı olduğu levhaların saklı olduğu, akasya ağacından mamul sandığın şekli ve ölçüleri Tanrı tarafından bildirilmiştir. Bahse konu sandığın uzunluğu 2,5 ve eni ile yüksekliği ise 1,5’er arşındır.

İçi ve dışı altınla kaplanacak olan sandığın kapağının her iki tarafına iki melek tasviri işlenecektir.

Kur’an’da da Ahid Sandığından “tabut” şeklinde bahsedilmekte, bu sandıkta Harun ve Musa Peygamberlerin ailelerinin bazı kalıntılarının olduğu ve melekler tarafından taşındığı bildirilmektedir.

Bugün Yahudiler, Tevrat tomarlarının muhafaza edildiği dolaba Ahid Sandığı demekte ve Tevrat'a gösterdikleri saygıyı buna da göstermektedirler. Ahid Sandığının nerede olduğu bilinmemektedir.

Yahudi inancına göre Mesih gelecek ve kutsal Ahid Sandığı’nı bulacaktır, Şekinah’ı ortaya çıkaracaktır.

Fotoğraf 38. Ahid Sandığı şeklinde kabirler-Bülbüldere Mezarlığı (Fotoğraf Yılmaz Altunsoy)


Bülbüldere Mezarlığında, Yahudilerce kutsal addedilen Ahid Sandığı’nı sembolize eden onlarca kabir bulunmaktadır. Sabetayist zümre, Mesih’e olan özlem ve sevgilerini, mezarlıklarını Ahid Sandığı şeklinde yaparak dile getirmektedirler.

Aynı şekilde başka memleketlerde yaşayan Yahudilere ait mezarlıklarda da, Bülbüldere’ye benzer şekilde Ahid Sandığı formunda kabirler bulunmaktadır. Bu da göstermektedir ki, Sabetayist zümre aslında esas dinlerinden hiç kopmamış ve kabir motif ve şekillerinde de kendi dindaşları ile aynı tarzda buluşmuştur. Aşağıdaki fotoğraf ile Fotoğraf 38’deki fotoğraflar mukayese edildiğinde bu durum açıkça görülmektedir.

Fotoğraf 39. New Orleans Yahudi Mezarlığı-ABD


(Fotoğraf https://odatv.com/bulbulderesi-ve-suleyman-mabedi-1303101200.html)

  1. Kelebek Sembolü

Bülbüldere Mezarlığında en fazla rastlanılan figürlerin başında “kelebek” sembolü gelmektedir. Çok sayıda mezarda tesadüf edilen bu sembol, daha çok devlette görev almış bürokratlar ile doktorların kabirlerinde bulunmaktadır. Bu sembol, Dönmelere has bir sembol olarak algılanmaktadır. Kösemen’e göre, kelebek motifi metamorfoza, başkalaşıma, evrime, yeniden doğuşa ya da Kabala’da yaygın olan bir başka inanca işaret olabilir.

Gerçekten de kelebekler, tırtıldan metamorfozunun daha güzel ve güçlü bir şeye yani kelebeğe dönüşmesiyle, dönüşümün de simgesidirler. Buradaki dönüşümün keskin ve çarpıcı olması, Yahudilikten İslam’a olan dönüşüme ve Dönmelere ilham kaynağı olmasını ya da mezarlıklarında sembol olarak kullanılmasını sağlamış olabilir. Ya da kelebeğin, tırtıldan kelebeğe dönüşmesi yani bir bedenden başka bir bedene tenasüh etmiş olması ile Kabalistlerde ve tabiki de bu arada Sabetayistlerde ortak inanç olan ruhun başka bir bedende yaşamaya devam etmesi yani reenkarnasyon (tenasüh) arasında bir bağ kurmak suretiyle bu canlıyı sembol haline getirmiş olabilirler. Zira Sabetayist inanca göre Sabetay Sevi ölmemiştir ve tıpkı kelebekler gibi başka bir bedende, başka bir şekil altında yaşamaya devam etmiştir. Kabalistlerde ortak olan tenasüh inancı, Hz. Âdem’den bu yana son Mesih’e kadar, Mesih’in değişik şekillerde görünmüş olduğunu düşünmeye imkân vermektedir. Scholem’e göre, XIX. asırda Dönmeler, Hz. Âdem’den beri Mesih’in ruhundan 18 tenasüh olduğunu hesaplamışlardır. Dönmelerin Graetz tarafından neşredilen 18 Emirnamesinin ilki “Tanrı birdir ve Sabetay onun peygamberidir. Âdem, İbrahim, Yakup, Musa ve Ester ile diğerleri, Sabetay’ın ruhunun sadece parçalarıdır. Böylece Maaminim, Sabetay’ın, Âdem, İbrahim gibi isimler altında 18 kez bu dünyaya geldiğine inanır . ,.” şeklinde devam etmektedir. Bu emirden açıkça Sabetaycıların reenkarnasyona/metamorfoza iman ettikleri anlaşılmaktadır.

Karakaşi zümrede zirveyi bulan bu reenkarnasyon inancına göre, Sabetay Sevi’nin ölümünden sonra doğmuş olan Baruhya Russo yani Osman Baba, Tanrının enkarnasyonudur. 1716 senesinde bu zümre için, bu mistik inanç genel kabul görmüştür. Bülbüldere Mezarlığının daha ziyade Karakaşi grubuna ait olduğu düşünüldüğünde, kelebek sembolü daha da önem arz etmektedir.

Kelebeklerin bir diğer özelliği ise polimorfik olmasıdır. Yani avcılardan ya da diğer düşmanlarından kaçmak için renk değiştirip, kamufle olmalarıdır. Kelebeğin bu hususiyeti, Dönme zümresinin kamufle olma anlayışı ile de örtüşmektedir. Kelebek figürleri aynı zamanda hayatın faniliğini ve ruhların göçünü de temsil etmektedir.

Sarı Kelebek, İkinci Cihan Harbi yıllarında Hitler Almanya’sında soykırıma maruz kalan ya da toplama kamplarında çile çeken Yahudiler için bir nevi hürriyetin sembolü olarak görülmüştür. Toplama kamplarındaki

Yahudiler kelebeği sanatlarında ve edebi metinlerinde bol miktarda kullanmışlar ve kelebekli şiirler yazmışlardır. Bu şiirlerden bir tanesi ve belki de en meşhur olanı Pavel Fridman’a ait olanıdır:

KELEBEK

Sonuncuydu

En sonuncuydu

Öyle parlaktı ışıltılıydı göz kamaştıracak kadar sarıydı ki

Belki de güneşin gözyaşlarıydı şarkı söyleyen

Beyaz bir tasa karşı

O kadar o kadar sarıydı

Yükseldi yukarıya hafifçe

Biliyorum gitti o çünkü

Bir elveda öpücüğü vermek istedi dünyaya

Yedi haftadır burada yaşıyorum

Kapatılmış olarak bu kampa

Ama burada buldum soydaşlarımı

Karahindibalar çağırıyor beni

Ve bahçedeki beyaz kestane Mumlar...

Ne ki başka bir kelebek görmedim asla

O kelebek sonuncuydu...

Yaşamazlar kelebekler burada toplama kampında...

Pavel Fridman





Fotoğraf 40. Kelebek motifli mezarlar-Bülbüldere Mezarlığı (Fotoğraf M.C. Kösemen)

Fotoğraf 41. Kelebek motifli bir Yakubi Mezarı-Feriköy Mezarlığı (Fotoğraf M.C. Kösemen)


































  1. Işık Sembolü

Bülbüldere Mezarlığında görülen bir diğer sembol ise ışık sembolüdür. Kabala’ya göre, yazılı ve sözlü Tevrat birdir. Çünkü ikisi de vahiyden doğmuştur. Tanrı’nın her bir sözü yetmiş sese bölünmüş ve bu yetmiş sesin her birisi de yetmiş ışık halinde gözükmüştür. Böylece İsrailoğulları vahiy sesini hem işitmiş ve hem de görmüşlerdir. Görme fiili ışık sayesinde olmuştur. Yine Kabala’ya göre Tanrısal insan saf ışıktan oluşmuştur. Bu yüzden mistik Yahudilikte ve Kabala’da ışık önemli bir semboldür. Hatta kimilerine göre ışık Kabala öğretisinin ana sembolüdür.

Diğer taraftan Sabetaycıların önemli dualarından birisinde Sabetay Sevi, Nehoray olarak tasvir edilmiştir. Nehoray ise Aramice’de ışık demektir.

“Gel, gel, gel, gel, gel, Sabetay Sevi

Gel, gel, gel, gel, gel, sen Nehoray’sın

Sonra, sonra, sonra geç kalma

Ruhum gel, ruhum gel, kalmadı magimino”

Judah Levi Tovah (Derviş Efendi).

Bülbüldere Mezarlığı ile başka memleketlerdeki Yahudi Mezarlıklarındaki ışık sembollü kabirlerin fotoğraflarını aşağıda görebilirsiniz. Böylesine önemli bir sembol olan ışık, Bülbüldere’de çokça kullanılmış olmakla, diğer Yahudi kabristanlarına benzemektedir.


  1. Perde Sembolü

Bülbüldere Mezarlığında sık rastlanan mezar taşlarından birisi de üzerine perde örtülmüş olanlardır. Perde, Tevrat’ta sıkça geçen ve Kabala inancında yeri olan bir semboldür. Tevrat’ta birçok ayette perdeden bahsedilmekte ve Tanrının evine yapılacak olan perde tarif edilmektedir. Mısır’dan Çıkış, 26. bölümde geçen ayetlerin bir kısmı şu şekildedir:

  • 1. Tanrının evini on perdeden yap. Perdeler lacivert, mor, kırmızı iplikle özenle dokunmuş ince ketenden olsun, üzeri Keruvlar'la ustaca süslensin.

  • 2. Her perdenin boyu yirmi sekiz, eni dört arşın olmalı. Bütün perdeler aynı ölçüde olacak.

  • 3. Perdeler beşer beşer birbirine eklenerek iki takım perde yapılacak.

  • 5. Birinci takımın ilk perdesiyle ikinci takımın son perdesine ellişer ilmek aç. İlmekler birbirine karşı olmalı.

  • 6. Elli altın kopça yap, perdeleri kopçalayarak çadırı birleştir. Böylece konut tek parça haline gelecek.

  • 7. Konutun üstünü kaplayacak çadır için keçi kılından on bir perde yap.

  • 8. Her perdenin boyu otuz, eni dört arşın olacak. On bir perde de aynı ölçüde olmalı.

  • 9. Beş perde birbirine, altı perde birbirine birleştirilecek. Altıncı perdeyi çadırın önünde katla.

  • 10. Her iki perde takımının kenarlarına ellişer ilmek aç.

  • 12. Çadırın perdelerinden artan yarım perde konutun arkasından sarkacak.

  • 13. Perdelerin uzun kenarlarından artan kumaş çadırın yanlarından birer arşın sarkarak konutu örtecek.

  • 31. Lacivert, mor, kırmızı iplikle özenle dokunmuş ince ketenden bir perde yap; üzerini Keruvlar'la ustaca süsle.

  • 33. Perdeyi kopçaların altına asıp Levha Sandığı'nı perdenin arkasına koy. Perde Kutsal Yer'le En Kutsal Yer'i birbirinden ayıracak.

  • 35. Masayı perdenin öbür tarafına, konutun kuzeye bakan yanına yerleştir; şamdanı masanın karşısına, konutun güney tarafına koy.

  • 36. Çadırın giriş bölümüne lacivert, mor, kırmızı iplikle özenle dokunmuş ince ketenden nakışlı bir perde yap.

  • 37. Perdeyi asmak için akasya ağacından beş direk yap, altınla kapla. Çengelleri de altın olacak. Direkler için tunçtan beş taban dök.

Örtü ile ilgili olarak Tanrı'nın Musa'ya emrettiği ilk ayet şöyle demektedir: "Bir perde için elli düğüm yapacaksın... ve onun karşısında yer alan perde için de elli düğüm yapacaksın!..” 218. İbranice İncil’e göre cemaat çadırı olarak da bilinen Tabernacle (İbranice Miskhan) yani ikamet yerinin

218 Akıncı, a.g.e., s. 16.

nasıl yapılacağı bu ayetlerle tarif edilmiştir. Buradaki tarifte en fazla dikkat çeken obje perdedir.

Bülbüldere Mezarlığında, diğer İstanbul mezarlıklarında hiç rastlanmayan türden, üstü perde ya da perdeye benzer örtü ile örtülmüş mezar taşları dikkat çekmektedir. Bu mezar taşları üzerindeki örtünün Tevrat ve Kabala menşeli olduğu düşünülmektedir.


Fotoğraf 44 ve 45’da görülen perdelerin düğümlü olması, tam da Tevrat’ın yukarıda zikredilen ayetlerindeki perde şekliyle uyum halindedir. Fotoğraf 47’de ise Amerika’daki bir Yahudi mezarlığında kullanılan düğümlü perdeli mezar taşı görülmektedir.


Fotoğraf 47. Beth Abraham Yahudi Mezarlığı Brooklyn- New York.

1.3.16. Vazo Sembolü

Bülbüldere Mezarlığında çokça müşahede ettiğimiz sembollerden birisi de vazodur. Birçok kabirde rastlanılan bu sembolün ne manaya geldiğini yine Kabala’da bulmaktayız.

Kabala’ya göre, daha doğrusu Kabalistik sisteme Mesih inancını sokan İzak Luria Aşkenazi Kabalasına göre, Tanrı gönderilen bir ışık ve onun yansımasından ibarettir. Gönderilen bu ışık kütlesi kaynağına geri dönmüşse de, 268 adet ışık ilk kaynağına dönememiş ve maddeye yapışıp kalmıştır. Tanrısal enerjinin tekrar kaynağına dönmesi için bir tamir/restorasyon vetiresi yaşanacaktır. Buna Kabala literatüründe “tikkun felsefesi” denilmektedir.

Başka bir ifadeyle Tanrının varlığından habersiz, maddi âlemde sıkışıp kalmış olan Tanrısal ışık parçalarının serbest kalması ve geriye, ait olduğu âleme dönmesi halinde ilk mükemmellik sağlanmış olacaktır. Yani dünyanın kurtuluşu, bu ışıkların yapışıp kaldığı maddi yapının parçalanmasına bağlıdır. İzak Luria inancına göre, Mesih’in geliş zamanı Tikkun’un gerçekleşmesiyle olacaktır. Buna göre, Tikkun gerçekleşecek,

Mesih yeniden dünyaya gelecek ve dünyayı kurtaracaktır. Tikkun vetiresi başladıktan sonra, kırık parçalarda hapsolan ışık huzmeleri kurtulduğunda, ilahi ışığın sürgünü de sona erecek ve hem evren ve hem de insanlık kurtulmuş olacaktır.

Sabetay Sevi, Luria’nın bu doktrinine uygun olarak 1648 senesinde kendisinde Mesihlik alametlerini görmüş ve Tanrı’nın kutsal ruhunun kendi bedenine girdiğini iddia ederek, Tanrı’nın, söylenmesi yasak olan adını telaffuz etmiş ve Tikkun’un gerektirdiği her türlü gizemli davranışı sergilemiştir. Luria felsefesine göre, dünyada sıkışıp kalmış olan bu ışık huzmesi vazolara dolmuştur ve ışığın şiddetine dayanamayan son altı vazonun kırılması ile Tikkun gerçekleşecektir.

Sabetay Sevi’nin Mesihliğini ilk ilan ettiği ve Sinagoga giderek Tanrı’nın yasak olan ismini telaffuz ettiği hengâmda, onun arkasından giden kalabalığın elindeki vazolar, bu Tikkun inancının bir gereği olsa gerektir. Gerçekten de Sabetay Sevi’nin bu ilk Mesihi yürüyüşünde arkasından gidenlerin ellerinde içi çiçekli vazolar bulunuyordu.

Diğer yandan Sabetay Sevi’nin 1676 senesinde Ülgün’de ölmesinden sonra, son eşi olan Jochebed (Ayşe), kardeşi Yakup Kerido’yu, Sabetay Sevi’nin ruhunun içinde yer aldığı mistik bir vazo olarak tanımlamıştır.

Tikkun, ışık, vazo, Mesih ve kurtuluş imgeleri arasında önemli bir yeri olan vazo sembolünün, Sabetayist zümre tarafından benimsenip, kabristanlarında bu sembole fazlaca yer verdikleri düşünülmektedir. Aşağıdaki fotoğraflarda, bazen baş ve bazen de ayak şahide kısımlarındamermer vazoların bulunması ile bu mistik anlayış arasında bir bağ olduğu kanaatine varılmaktadır.


1.4. Bülbüldere Mezarlığında Medfun/Sabetayist Bazı Önemli Şahsiyetler

  1. Şemsi Efendi (Simon Zwi)

Bülbüldere Mezarlığında göze çarpan bir diğer husus ise Türk eğitim camiasında ismi duyulmuş olan birçok Sabetayist’in burada yatıyor olmasıdır. Şüphesiz burada medfun olan eğitimcilerin başında Mustafa Kemal Paşa’nın ilkokul öğretmeni olan ve Kapancılar koluna mensup bulunan meşhur Sabetayist Şemsi Efendi (Simon Zwi- 1852-1917) önemli bir yere sahiptir.

Şemsi Efendi’nin doğum tarihi konusunda tam bir mutabakat yoktur. 1851 ya da 1852 senesinde Selanik’in doğu mahallelerinden olan Koca Kasım Paşa Mahallesinde, ikisi de Sabetaycı olan Rabia Hanım ile Abdi Efendi çiftinin oğlu olarak dünyaya geldiği bilinmektedir. Şemsi Efendi’nin Babası Abdi Efendi tuhafiyecilikle geçimini sağlayan, orta halli bir Selaniklidir.

Şemsi Efendi, ilköğreniminin ardından gittiği, Selanik Rüştiyesinden 1867 senesinde mezun olmuştur. Arapça, Farsça ve Fransızca’ya vâkıf olan Şemsi Efendi, ailesinin geçimine katkıda bulunmak maksadıyla, 1869-1871 tarihleri arasında Aynaroz’da gümrük kâtipliği yapmıştır. Daha sonra eğitim hayatına giren Şemsi Efendi, 1871 senesinden itibaren, Selanik’te açılan bir ecnebi okulunda öğretmen olarak çalışmaya başlamıştır.

Şemsi Efendi, Selanik Maarif Müdürü Radoviçli Mustafa Bey’in yardım ve desteği ile 1872 senesinde, Selanik Çarşamba Dergâhı isimli bir tekkenin karşısında kendisine ait ilk mektebini açmıştır. Bu mektebin adı “Şemsi Efendi Mektebi” dir. Bu okulda, 280 öğrencili üç ilkokul sınıfı ve 260 öğrencili üç ortaokul sınıfı bulunmaktaydı. Okulun yeri bugün tam olarak bilinmemektedir. Şemsi Efendi’nin açmış olduğu bu okul, açacağı diğer okullar gibi pek fazla uzun ömürlü olmamıştır. Daha sonra İsmail Hakkı Efendi isimli bir eğitimci ile beraber Selanik’te eski bir mescidi, 1879 senesinde okula çevirmişler ve müştereken bu özel okulu işletmeye başlamışlardır. Ancak bu ortaklık da pek uzun sürmemiştir. Ortaklığın bozulmasının sebebi, Kapancıların finanse ettiği okula, Şemsi Efendi tarafından Karakaşi ailelerin çocuklarının da alınmak istemesidir.

Şemsi Efendi’nin Selânik’te açmış olduğu ve finansmanını Sabetayistlerin Kapancı grubunun sağladığı Fevziye Mektepleri isimli okul, devrinde gâvurluk öğrettiği gerekçesiyle, Hafız Kerim isimli bir kişinin önderliğindeki Müslümanlar tarafından basılmış, Şemsi Efendi okulun penceresinden atlamak suretiyle kaçıp saklanarak kendisini zor kurtarmıştır. Ancak başka bir sefer, ahali kendisini sokakta yakalamış ve darp edip, tehditkâr sözler söylemişlerdir. Hristodulu, Şemsi Efendi’nin fanatik Müslümanların öfkesini topladığını, Müslümanların ne pahasına olursa olsun bu okulun kapanmasını istediklerini ve okula sık sık saldırılar düzenlediklerini yazmaktadır. Hristodulu, Şemsi Efendi gibi Selanikli Sabetayist bir Dönme olan Galip Pasiner’in, 1938’de Akşam gazetesinde neşrettiği hatıralarından nakille, bu öfkenin sebebinin, Şemsi Efendi’nin başka dinlerin usulüne göre eğitim veriyor olmasına bağlamaktadır. Ancak Şemsi Efendi, bu “haşerelerin” tehdit ve baskılarına aldırış etmeden, canı pahasına eğitim faaliyetlerine devam etmiştir. Pasiner, okulun eğitim sisteminin başka dinlere göre inşa edildiğini anlatmakta, ancak bu hususta detay vermemekte, okula yapılan baskının sebebini de "...Şemsi Efendi

çocuklara gâvur usulünde ders okutuyor, oyun oynatıyor ve jimnastik yaptırıyormuş... ” demekle yetinmektedir. Oysa Şemsi Efendi,

öğrencilerine Sabetayistlerin kurallarını ve prensiplerini öğretmektedir. Bu hususta detaylı malumatı, Şemsi Efendi’nin altıncı nesilden torunu olduğunu iddia eden Ilgaz Zorlu vermektedir. Ona göre, Şemsi Efendi, devrinin en büyük Sabetayist Kabalistik düşünce adamıdır. Onun bu okulları açma gayesi ise, 1800’lerde yaşanan Osman Baba hadisesinden sonra cemaatin bölünmüş olan halini toparlamak, Kapancı ve Karakaşileri bir çatı altında toplamak ve yeniden cemaat içi birliği sağlamaktır. Bir diğer amacı ise, Sabetayist düşünce ve dini kurallarını yeni nesillere aktarmaktır. Akaid dersi vermesinin sebebi de budur. Ancak ne var ki, Şemsi Efendi’nin Kabalacılık açısından tatbik etmek istediği radikal fikirleri, içinde yaşadığı çağın şartlarını aşan durumlardır.

Bu dönemde Şemsi Efendi’nin yardımına, 1873-1874 yıllarında Selânik Valiliği yapmış olan Mithat Paşa yetişmiştir. Mithat Paşa, Şemsi Efendi’nin okulunun kapatılması meselesini Selânik Vilayet Meclisine getirmiş ve oradan çıkan karar gereğince okul eğitim faaliyetlerine devam etmiştir. Mithat Paşa tarafından korunup kollanan Şemsi Efendi, Mithat Paşa’ya karşı minnet duygusu içine girmiş ve Mithat Paşa tarafından açılan Mekteb-i Sanayi’de öğretmenlik yapmaya başlamıştır. Mithat Paşa ile olan yakınlaşması, onun fikirlerinden de etkilenmesine yol açmıştır. Şemsi

Efendi, Mithat Paşa sayesinde beşinci dereceden bir Mecidi Nişanının ve Maarif nişanlarının sahibi olmuştur. Şemsi Efendi, Mithat Paşa’dan öğrendiği yenilikçi fikirler sayesinde hürriyet, meşrutiyet gibi kavramları başta talebesi Mustafa Kemal olmak üzere, o devirde kendisinden ders alanlara aktarmaya gayret etmiştir.

Fevziye Mektepleri Sabetayist okullarıdır. İlk kurucusu Şemsi Efendi ve ilk müdürü ise daha sonraları Osmanlı Devleti’nin Maliye Nazırlığını da yapmış olan ve 1926 İzmir Suikastı davasından dolayı idam edilen Cavid Bey’dir. 1900 senesinde okula tüm mal varlığını bağışlayan Mısırlı ailesi de, on kişilik kurucu listesinde yer alan diğerleri gibi Karakaşi gruba mensuptur.

1879 senesinde Mekteb-i Terakki isimli okulda öğretmenlik yapan Şemsi Efendi, bir ara İstanbul’daki Şemsü’l Maarif isimli okulda çalışmak ve idarecilik yapmak için İstanbul’a davet edilmişse de, anlaşma vaki olamadığından tekrar Selanik’e geri dönmüştür.

Şemsi Efendi’nin Selanik’teki eğitimcilik hayatı, 1912 Balkan Harbine kadar sürmüştür. Şehrin 8 Kasım 1912 günü Yunan kuvvetlerine teslim edilmesinden sonra, Şemsi Efendi İstanbul’a göç etmiştir.

Şemsi Efendi, Tanzimat ile birlikte başlayan maarifte usul-i cedidin sıkı tatbikatçılarından birisi olmasıyla Selanik’te ve hatta İstanbul’da bile ün salmıştır. Aslında devrin eğitim fakültesi mahiyetindeki “Darü’l Muallimin” de okumamış olan Şemsi Efendi, tamamen kendi gayretleri ile eğitimci olmuş ve o yönde çalışmalar yapmıştır.

Şemsi Efendi’nin Selanik’i terk etme sebebinin, bu şehrin Yunan işgaline düşmesi olmadığı düşünülmektedir. Zira Şemsi Efendi kendisini Türk milleti ve devleti ile tam olarak özdeşleştirmiş bir kişiliğe sahip değildir. Onun yüzü hep Batıya dönük olmuştur. Şemsi Efendi’nin 1912 senesinde Selanik’ten çıkmasının sebebini, Sabetayist gruplar arasında yaşanan tartışma ve kavgalara bağlayanlar da vardır. Şemsi Efendi Selanik’ten kendi rızası ile çıkmamıştır, gönderilmiştir. Zira Şemsi Efendi’nin “kışkırtıcı ve karıştırıcı” tavrından cemaat rahatsız olmuştur. İstanbul’da, cemaatinin kendisine alaka göstermemesinden dolayı son derece sıkıntılı günler geçiren ilköğretim müfettişi Şemsi Efendi, 1917 senesinde İstanbul’da Eyüp semtinde ölmüştür. Kabri Bülbüldere Mezarlığındadır. Makbule isimli bir hanım ile evlenmiş olan Şemsi Efendi’nin Yekta ve Marife isimli iki kızı dünyaya gelmiştir.

Şemsi Efendi’nin bizim tarihimizdeki ehemmiyeti yeni usullerle eğitim veren okullar açmış, başarılı bir eğitimci olmasından değildir. Şemsi Efendi’yi farklı kılan husus, onun, Türkiye Cumhuriyetinin ilk cumhurbaşkanı olan Mustafa Kemal Paşa’nın ilk öğretmeni olmasıdır. Yoksa Şemsi Efendi, çoktan hafızalardan çıkmış gitmiş ya da belki hiç ismi bile duyulmamış olabilirdi.

Şemsi Efendi’nin hayatına dair az sayıdaki eserden anlaşıldığına göre, Mustafa Kemal Paşa’nın ilk öğretmeni olan Şemsi Efendi, sadece önemli bir eğitimci değil, aynı zamanda siyasi ve fikri planda hedefleri de olan bir ideal adamıdır. Tevrat, Kabala ve Yahudilik konusunda ciddi bilgi donanımına sahip bir Kabalisttir. Altıncı kuşaktan torunu olduğunu iddia eden Ilgaz Zorluya göre, hayatının büyük bir bölümünü Zohar’ı tetkik ederek geçirmiş olan bu kişinin en büyük ideali, Sabetayist grupları yekvücut hale getirmektir. Ancak buna muvaffak olamadan ölmüştür. Baer, Şemsi Efendi’nin mezarının konumunun Kapancılar ile Karakaşiler arasında, Kapancılar bölümünde olmakla birlikte, iki cemaatin en yakın olduğu noktalardan birisinde olmasını, hayatı boyunca bu iki cemaati birleştirme amacı için çalışmasına bir remz olarak değerlendirmektedir.

Fotoğraf 51. Mustafa Kemal Paşa’nın Öğretmeni Şemsi Efendi’nin (Simon Zwi) Kabri- Bülbüldere Mezarlığı (Fotoğraf Gonca Altunsoy)


Sabetaycı cemaatin önemli din adamlarından (haham) olan Şemsi Efendi, aynı zamanda politik bir şahsiyettir. Osmanlı’da 1908 Meşrutiyet ihtilaline kadar herhangi bir siyasi faaliyete karışmamış olan Sabetayistlerin, Meşrutiyet öncesinde bazı siyasi çalışmalar yaptıkları bilinmektedir. Bu çalışmaları yapanlardan birisi de Şemsi Efendi’dir. Şemsi Efendi, II. Meşrutiyet öncesi Selanik’te nutuklar irat etmiştir. Hatta bu nutukları irad etmiş olması ve 1908’de yapılan seçimlere aktif olarak katılmış bulunması, Dönme güruhunda, vaziyetlerinin dikkate alınmadığı için tenkit konusu bile yapılmıştır. Şemsi Efendi, Meşrutiyet sonrası kız talebelerini de yanına alarak kutlamalara katılmak üzere İstanbul’a gelmiştir. Burada Sultan Reşad ile de görüşen Şemsi Efendi, Sultan’ın gerçekleştirmiş olduğu Rumeli seyahati esnasında, 7 Haziran 1911 tarihinde Selanik’e gelmesiyle kendisini “Şeyhü’l Muallimin” sıfatıyla karşılamıştır.

Ilgaz Zorlu’nun anlatımına göre, Kabalist üstad ve Atatürk’ün meşhur öğretmeni Şemsi Efendi’nin Mesih konusunda farklı görüşleri ve bu hususta Ladino lisanı ile yazmış olduğu bir de risalesi bulunmaktadır. Şemsi Efendi’ye göre, Mesihi dönem üç ana bölümden oluşmaktadır. İlki Mesih’in gelişinin haber verileceği dönemdir ve bunu gerçekleştiren Rav Ari'dir (Luria). İkincisi Mesih’in insan suretinde yeryüzüne inerek daima Rabbe inanan bir cemaati ortaya çıkaracağı dönemdir ki, bunu gerçekleştiren Sabetay Sevi'dir. Son dönem ise Mesih’in yeniden geri geleceği dönemdir ki, o da aslında ona inanan kutsal cemaatinin tamamen yok olacağı 6000 yılına denk gelmektedir. Şu an İsrail 'de yaşayan Kabalistler de 6000 yılını Mesih’in geri geleceği dönem olarak beklemektedirler. Bunun nedeni de, Rabbin dünyayı altı günde yaratıp (her gün 1000 yıla denk gelmektedir) bir gün dinlendiği şeklindeki Torah metnine dayandırılmış olmasıdır. Buradan da anlaşılmaktadır ki, Şemsi Efendi eğitimciliğinin yanında dini, mistik yönü de olan bir Hahamdır. Fakat onun Sabetayist bir din adamı olduğu ve hahamlık yaptığı pek bilinmemektedir. Asıl adı rabbi Simon Zwi olan bu şahıs, bütün hayatını Sabetayistlerin eğitimine adamıştır.

Mustafa Kemal küçük bir çocuk iken ve okul çağına henüz vasıl olmuşken, annesi ile babası arasında yaşanan bir tartışmadan bahsetmektedir. Hemen hemen bütün okul kitaplarında yer alan meşhur bir tartışmadır bu. Tartışmanın konusu Mustafa Kemal’in hangi okulda tedrisat yapacağıdır. Annesi Zübeyde Hanım onun mahalle mektebine gitmesini ve geleneksel usullerle eğitim almasını isterken, Ali Rıza Efendi ise küçük Mustafa’nın Şemsi Efendi Mektebine gitmesini istemektedir. Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım arasında bu hususta çok şiddetli tartışmalar yaşanmıştır ama iş ustaca halledilmiştir. Mustafa ilk önce âmin alayları ile mahalle mektebine gitmiş ama kısa bir müddet sonra bu okuldan alınarak Şemsi Efendi Mektebine yazılmıştır. Hristodulu’ya göre, Şemsi Efendi adında radikal bir Dönme eğitimcinin özel okulu, küçük Mustafa için en uygun seçim olmuştur.

Mustafa Kemal, 1886 veya 1887 senesinde başlamış olduğu bahse konu mektepte, Ali Rıza Efendi’nin vefatından iki sene öncesine kadar (1891) okumuştur. Mango’ya göre, mensup olduğu topluluktaki genç kızları eğitmek için açılan ve bir Dönme olan Şemsi Efendi’nin okulunda Mustafa Kemal 7-8 yaşına kadar okumuştur. Hüda Derviş’e göre Şemsi Efendi başta olmak üzere bu okuldaki hocaların hepsi Sabetayist yani Yahudi Dönmesi idiler. Yalçın Küçük, Şemsi Efendi okulunda eğitim görenlerin tamamının 1907 senesine kadar, gayrı Hristiyan ve gayrimüslim olduklarından bahsetmekte ve bu hususa delil olarak da Ilgaz Zorlu’nun mahkemesindeki savunmalarını göstermektedir.

Şemsi Efendi’nin Mustafa Kemal Paşa’nın eğitim ve gelişimindeki etkisini Yahya Akyüz şu sözlerle dile getirmiştir: “Şemsi Efendi: Atatürk'ün ilk öğretmenidir. Eğitim tarihimizde yeni pedagojik yöntem ve uygulamaları ilk deneyenlerdendir. Öğrencileri, bir üst düzeyde okul olan Rüştiyedeki öğrencilerden daha bilgili yetişiyorlardı. Atatürk'ün dinde bağnazlığa karşı görüşlerinde, yenilikçi fikirlerinde, disiplin duygularının gelişmesinde Şemsi Efendinin öğretim ve uygulamalarının şüphesiz payı vardır. Akyüz’e göre, Mustafa Kemal’in Latin Alfabesine geçiş kararının altında da Şemsi

Efendi’den almış olduğu eğitimin tesiri bulunmaktadır. Özcan Mert de bu hususu kabul etmektedir. Baer’e göre, Şemsi Efendi ile bu ülkenin kurucusunun sahibi olduğu seküler fikirler arasında bağ bulunmaktadır.

Benim Ailem: Atatürk’ün Saklanan Ailesi isimli eserinde Ali Güler, “Şemsi Efendi’nin öğretmen olarak çalıştığı Terakki ve Fevziye adlı okullar, “Dönmeler”, “Avdetiler” veya “Selânikliler” diye bilinen cemaat tarafından kurulup hizmete sokulan özel okullar olarak bilinmektedir. Burada öğretim açısından devlet okullarının programları tatbik edilerek “İslâm Akaidi” gibi dersler okutulurdu. Bu durum söz konusu eğitim kurumlarının Müslüman Türkler tarafından da benimsenmesine yol açmıştır” demek suretiyle, bu okulların birer Sabetayist eğitim kurumları olduğunu kabul etmekte ve eğitim müfredatı içinde İslâm akaidine dair derslerin de bulunduğunu anlatmaktadır. Ancak verilen bu derslerde, İslâm akaidi hangi bakış açısı ile anlatılmaktadır? Bu sualin cevabı bulunmamaktadır. Ayrıca Ilgaz Zorlu burada okutulan akaid derslerinin Kabala’ya dair olduğundan bahsetmektedir. Diğer bir tartışma konusu ise bu okullarda okuyanların tamamının Dönme olup olmadığı meselesi olup, Cengiz Şişman’a göre 1907’den önce bu okullarda Dönme olmayanların kabul edilip edilmediği belli değildir. Ancak 1907’den sonra Dönme olmayan ve doğrudan Yahudi olan talebeler de eğitim almışlardır. Ona göre, Selanik’teki okullara devam edip, Dönme olmayanlara tek örnek Selanik doğumlu yazar Münevver Ayaşlı’nın yakınlarıdır.

  1. Maliyeci Cavid Bey (Karakaşi Cavid Bey)

Osmanlının son Maliye Nazırlarından olan Cavid Bey, 1875 senesinde Selânik’te dünyaya gelmiştir. Dönme camiasından Recep Naim Efendi’nin oğludur. İlk ve orta öğrenimini Selânik’te ikmal eden Cavid Bey, orta ve yüksek tahsilini İstanbul’da yapmış, 1896 senesinde Mekteb-i Mülkiye’den mezun olmuştur. Ziraat Bankasında ve diğer bazı devlet dairelerinde memur ve bürokrat olarak çalıştıktan sonra, 1902 senesinde memleketi olan Selânik’e geri dönmüştür. 1902 de Selânik’e tekrar avdet etmesinin en büyük sebebi, Selânik merkezli İttihat ve Terakki Cemiyetine dâhil olmaktır. Burada Şemsi Efendi tarafından, Kapancı zümresinin finansman ve desteği ile kurulan Fevziye Mektebinin, 1903-1908 yılları arasında beş sene müddetle müdürlüğünü yapmıştır. Daha sonra birkaç kez Selânik ve Çanakkale mebusluğu görevlerinde de bulunan Cavid Bey, Hüseyin Hilmi Paşa ve İbrahim Hakkı Paşa'nın kurduğu kabinede 1909 yılının Haziran ayından itibaren maliye nazırlığı yapmıştır. En son 1918’de kurulan Ahmet İzzet Paşa kabinesinde maliye nazırı olarak görev almış ve 8 Kasım 1918 tarihinde Ahmet İzzet Paşa kabinesinin istifa etmesiyle beraber nazırlıktan ayrılmıştır. 31 Mart hadisesinden sonra, Meclis-i Mebusan tarafından, tahtından indirilen Sultan Abdülhamid Han’a hal tebliğ etme vazifesi, soydaşı olan Emanuel Karasso ile birlikte kendisine tevdi edilmiş, ancak Cavit Bey hal tebliğ heyetinde bir Dönme ve bir de Yahudi’nin bulunmasını doğru bulmadığı için kendi iradesi ile bu görevi reddetmiştir.

Cavid Bey, İttihatçı olmasına rağmen Alman ekolüne mesafelidir, Cihan Harbi öncesi İtilaf Devletlerine yakın bir duruşu vardır, aslında harbe taraftar değildir. Liberal fikirlidir, Osmanlının dış devletlere ya da finans kurumlarına borçlanmasını teşvik etmiştir. Maliye Nazırlığı döneminde, Özellikle Yahudi finans çevrelerine çok yakın durmuş ve devletin de buralardan borç almasını temin etmiştir. Osmanlı Mebusan Meclisinde görev yapan Gümülcineli İsmail Hakkı Bey’e göre, Cavid Bey’in 1910 senesinde Fransa’da görüşme yaptığı dört bankanın dördü de Yahudilere aittir. Hatta Osmanlı’ya borç vermeyi kabul eden Deutschebank, bir Yahudi olan Jacques Menashe’nin aracılığıyla bu işe rıza göstermiştir. Paul Besemmer, Cavid Bey’e yöneltilen, Siyonist bankalarla işbirliği yaptığına dair iddiaların birer iftiradan ibaret olduğunu söylemektedir. Ancak Cavid Bey ve Talat Paşa, Siyonist suçlamalar muvacehesinde hükümetten düşürülmüşlerdir. Cavid Bey aynı zamanda, Veritas locasına müntesip bir masondur.

Mütareke’den sonra, İttihatçı olduğu için muhakeme edilen Cavid Bey, 15 seneye mahkûm olmuştur. Bir süre gizlense de, 1919 senesinde Avrupa’ya kaçmış, 1921 Londra Konferansında Türkiye’yi temsil etmiş, Duyun-ı Umumiye azalığı yapmıştır. Lozan’da mali müşavir olarak görev alsa da sonradan azledilmiştir. 1926 yılı Haziran ayında yaşanan Mustafa Kemal Paşa’ya İzmir Suikastı hadisesinde gözaltına alınmıştır. Kendisine kaçmasını tavsiye edenlere aldırmamış ve suçsuz olduğuna inandığı için kaçma tekliflerini reddetmiştir. Cavid Bey ve diğer bazı İttihatçı kökenli sanıkların, suikastla alakası olmadığı bilinmektedir. O zamanki idarenin amacı, İttihatçı kalıntılarını tamamen ortadan kaldırmak ve İttihatçıların yeniden iktidara gelmelerinin önüne geçmektir. Cavid Bey savunmasında, Cihan Harbinden mesul tutulamayacağını, her zaman sulh yanlısı olduğunu, iktisadi faaliyetlerle uğraştığını, hayatını millete hizmete adadığını, dünya zevki namına bir şey bilmediğini anlatıp beratını istese de, mahkemece idama mahkûm edilmiştir. İdam kararını öğrenen Cavid Bey’in son sözleri şunlar olmuştur: “Mahkemenin kararı haksızdır, ben masumum. Hüseyin Cahit Bey'e selamımı söyleyiniz. Çocuklarıma ve refikama baksın. Yalnız şunu söyleyeceğim. Bir gün Allah sizden intikam alır.

Cavid Bey’in infazı, Dr. Nazım Bey, Filibeli Hilmi Bey ve Yenibahçeli Nail Bey ile birlikte, 26 Ağustos 1926 tarihinde gerçekleşmiştir. Kader arkadaşları gibi kendisinin de mezar yeri belli değildir. İdam edildikleri cezaevinin avlusuna gömülmüşlerdir. 1950’den sonra, Cavid Bey’in kemikleri Ankara Cebeci Asri Mezarlığına taşınmasına rağmen, burada da mezar yeri bilinmemektedir.

İttihatçılar içerisinde ekalliyette olan bir İngiliz taraftarı güruh vardır. Cavid Bey de bu güruhun içindedir. İktisaden Fransız, siyaseten İngiliz yanlısı olduğu için, Almanlarla aynı safta cihan harbine girmemizi istememiş, İngilizlerle ittifak yapılmasını teşvik etmiştir. İngiliz taraftarı olması, o dönemde İngiliz siyasetine Siyonistlerin hâkim olması olarak yorumlanagelmiştir. Birinci Osmanlı Mebusan Meclisinde Dersim Mebusu olan, muhalif kanada mensup Mutedil Hürriyetperveran Fırkası temsilcisi Lütfü Fikri Bey, meclisteki bütçe konuşmalarının birisinde açıkça, Nesim Ruso, Emanuel Karasso, Metr Salem ve Jacques Menashe gibi Yahudilerle olan münasebetinden dolayı Cavid Bey’i Siyonist olmakla suçlamıştır. Cavid Bey aynı zamanda, birçok dinden oluşan Osmanlı toplumunu idare eden padişahın İslam halifesi olmamasını istemiştir.

Avrupa yıllarında beş parasız kalan Cavid Bey için Fransa Başbakanı Clemanceau’nun “o halde Yahudiliği neye yaradı” şeklinde söz söylediği, hatıratında yer almaktadır. Yani Yahudiliği herkes tarafından bilinmektedir ve kendisi de Clemanceau’nun bu sözlerine hatıratında itiraz etmiş değildir, zımnen Yahudi olduğunu kabul etmiş durumdadır. Osmanlı Cihan Devletinde ticari anlaşmaları gerçekleştiren Cavid Bey, Yahudilerin Filistin’e göç etmelerini sağlayacak para konusunda gerekli tedbirleri de almıştır. Avrupa’daki finans çevreleriyle olan ilişkilerinde hep bunu gözetmiştir. Yahudilerin hedeflerini gerçekleştirmelerinde, Osmanlı Devleti üzerinde baskı uygulamıştır. Rıza Nur’a göre ise, maliyeci Cavid Bey, Lozan’da Duyun-ı Umumiye borçlarının, Osmanlı’dan ayrılan devletçiklere taksiminde, sadece faizlerin taksim edilebileceğini söylemiş, anaparasının taksimine yanaşmamıştır. Rıza Nur, Cavid Bey’e itimat etmediğinden müstakil bir ecnebi mütehassısı olan Günter’den bu hususta görüş almış ve Günter, borçların devletçiklere taksiminde anaparanın da taksim edilebileceği yönünde görüş bildirmiştir. Ancak Cavid Bey bu görüşe de yanaşmamış ve bu haliyle de devlete “ihanet” etmiştir. Rıza Nur, Lozan’da mali işler müşaviri olan Cavid Bey’in muhalif fikrine rağmen, sermaye kısmının da hisseleri nispetinde bu devletçiklere taksim edildiğini bildirmekte ve Cavid Bey’in fikrine bakınca bunun büyük bir muvaffakiyet olduğunu söylemektedir.

Sabetayistlerin Karakaşi kolunun ruhani lideri olan Cavid Bey, 1926 senesinde kurban gittiği İzmir Suikastı davasına, İttihatçı-Millî çekişmesinden mi, yoksa Karakaşi-Kapancı çekişmesinden dolayı mı bulaştırılmıştır, tam olarak belli değildir. Ancak bilinen tek şey, İzmir Suikastı ile doğrudan ya da dolaylı bir ilişkisinin olmadığıdır. 1924

mübadelesi ile Türkiye’ye gelen Dönmelerin, özellikle bu iki kolu arasında, devlette etkin olma mücadeelsi yaşanmıştır.

Cavid Bey, Osmanlı’nın son devrinde sadece iktisadi hayatta değil, sosyal ve siyasi hayatta da izler bırakmış Dönmelerden birisidir. İttihatçılar içinde moda olan Arap düşmanlığını körükleme işinde Halide Edip, Hüseyin Cahid, Celal Nuri gibi isimlerin başında Cavid Bey gelmektedir. Cavid Bey hakkında ileri sürülen Siyonistlik iddiası ise pek de dayanaktan mahrum değildir. Onun maliye nazırlığı devrinde piyasaya çıkan on para üzerindeki Davut Yıldızı bunun bir göstergesi hükmündedir. Cavit Bey’in İngiliz siyasetine yakın durmasının sebebi de, o devrin süper gücü olan İngiltere’de Yahudi lobisinin güçlü olması olabilir. Cavid Bey ölünceye kadar Siyonistliğe rağbet eden adam damgasını sırtında taşımıştır. Mahkeme kararıyla Sabetayist Yahudi olduğunu tescil ettiren Ilgaz Zorlu’ya göre Siyonizm hareketine Sabetayistler büyük destek vermişlerdir. Ilgaz Zorlu, bir dönemin etkili isimlerinden Ahmed Emin Yalman ve Cavid Bey’in İsrail’in kuruluşunu destekleyen fikirler ileri sürmelerini de rastlantı olarak görmediğini ifade etmekte ve bu suretle Cavid Bey’in Siyonist olduğunu belirtmektedir. 1926 mahkemesinden sonra affedilmesi için ünlü Yahudi zengini Rothschild’in bile Mustafa Kemal Paşa’ya ricada bulunmuş olması, onun Siyonistliğinin bir başka delili olarak görülmektedir.

Gazeteci Mustafa Kaplan, başta Şemsi Efendi (Simon Zwi) olmak üzere Halide Edip Adıvar, Ahmed Emin Yalman, Şefik Hüsnü Değmer, Sabiha Sertel, Abdi İpekçi, Coşkun Kırca ve sabık Maliye Nazırı Cavid Bey gibi isimlerin yeni kurulan Türkiye Devletinde son derece etkili rol sahibi olduklarını, bu şahısların birer Yahudi oldukları halde kendilerini Müslüman gibi göstermelerinin ise bir sosyal trajedi olduğunu söylemekte ve onları kapalı devre çalışan insanlar olarak nitelemektedir. Ona göre, bunlar gibi Dönmelerin gerçek kimlikleri ile sosyal hayatta var olmaları ve hatta İsrail tarafından kabul görmeleri, kapalı devre olmalarından daha iyi bir durumdur.

  1. Hasan Tahsin (Osman Nevres)

Hasan Tahsin’in asıl ismi Osman Recep Nevres’tir. 1884323 yılında Selânik’te, Recep Ağa ile Rabia Hanım’ın oğlu olarak dünyaya gelmiştir Dedesinin adı Alaybeyoğlu Osman Bey’dir. Osman Nevres Efendi’nin üç kardeşi bulunmaktadır. Birisi kendisinden büyük olan üvey kardeşi Mehmet Recep Bey, diğerleri ise öz kardeşleri olan Binnaz ve Melek Hanım’lardır. Hasan Tahsin’in asıl ismindeki Recep babasından, Osman ise dedesinden gelmektedir. Hasan Tahsin ismini ise Teşkilat-ı Mahsusa tarafından verilen gizli bir görev için Romanya’ya giderken sahte isim olarak almış ve ömür boyu bu adı kullanmıştır. Asıl Hasan Tahsin de, Osman Nevres Bey gibi bir gazetecidir ve “Silah” isimli bir gazeteyi çıkardığı için Silahçı Hasan Tahsin olarak anılmış, ancak 1914 senesinde faili meçhul bir cinayete, kimilerine göre de, İttihad ve Terakki’nin kendi iç hesaplaşmasına kurban gitmiştir.

İlk eğitimini Selânik’te Simon Zwi (Şemsi Efendi) okulunda yapmış, daha sonra ise Cavid Bey’in müdürlüğünü deruhte ettiği meşhur Sabetayist okul Fevziye Mektebine gitmiş, Cavid Bey, kendi meşrebinden yani Karakaşi olan ve aynı zamanda zekâ ve çalışkanlığı ile ön plana çıkan küçük Osman Nevres’i çok sevmiş ve onunla ilgilenmiş, İttihatçı olmasında ciddi katkı sağlamıştır. İttihat ve Terakki’nin desteğiyle, 1908’de meşrutiyet ilan edildikten sonra, Osman Nevres, Paris Sorbonne Üniversitesi’ne hukuk ve felsefe tahsili için gitmiş ve burada sosyalist olmuştur. Paris’te sosyalist derneklerin ve partilerin düzenlemiş olduğu toplantı ve konferanslara katılmayı ihmal etmeyen Osman Nevres, Belçikalı sosyalist Van Der Velde’nin tesiri altında kalmıştır. Aynı zamanda millî şairlerimizin en büyüklerinden olan Yahya Kemal Beyatlı ile de Paris’te sıkı dostluk kurmuş olan Nevres’in Sorbonne Üniversitesinden mezun olup olmadığı tam olarak bilinememektedir.

1912 senesinde, kendisi gibi Karakaşi olan Dr. Nazım Bey’in tavassut ve desteğiyle Teşkilat-ı Mahsusa bünyesine giren Osman Nevres, kendisine verilen ilk görev olan Balkan Cemiyeti rüesasından Buxton Kardeşler isimli iki İngiliz kardeşin vurulması işini, 2 Ekim 1914 tarihinde Bükreş’te ifa etmiştir. Romanya Kralı I. Carol’un cenaze merasimine katılmak üzere otellerinden çıkan Noel Buxton ve kardeşi Charles Buxton’a ateş eden Osman Nevres, cemiyetin asıl mesulü ve azılı Türk düşmanı olan Noel Buxton’ı çenesinden hafifçe, ancak kardeşini ciğerinden ciddi şekilde yaralamıştır. Seken kurşunlardan birisi de Bulgaristan Kralının oğlunun şapkasını delip geçmiştir. Uzun bir muhakemeden sonra Osman Nevres, Romen adli makamlarınca 15 yıl kalebentlik cezasına çarptırılmış, ancak Osmanlı’dan çekinen Romen makamları cezasını 5 sene kalebentliğe çevirmiştir. Lord Noel Buxton, Osman Nevres’i cezaevinde birkaç defa ziyaret etmiş, kendisine yiyecek, içecek, kitap götürmüş ve Osman Nevres ile sıkı bir dostluk kurmuştur. Ahmed Emin Yalman’a göre, bu tarihten sonra, Hasan Tahsin ile dostluklarını ilerleten Buxton kardeşler, bu dostluğun da tesiriyle Türk düşmanlığını terk etmişlerdir. Osman Nevres, 8 Aralık 1916 tarihinde, Birinci Cihan Harbinde Türk ve Alman ordularının Bükreş’i işgal etmelerinden sonra serbest kalmış ve İstanbul’a dönmüştür. Daha sonra muhtemelen hapishanede yakalandığı bir hastalığın tedavisi ya da belki başka bir gizli görev için, Osmanlı Hükümetinin sevkiyle, 1917 senesinde İsviçre’nin Lozan şehrine gitmiştir. Osman Nevres, 1918 senesinin ortalarında, büyük bir ihtimalle o dönemde moda olmaya başlayan vagonla ticaret yapmak için İzmir’e gelmiş ve orada Hukuk-ı Beşer isimli bir gazete neşretmeye başlamıştır. Ancak bu gazete, 10 Aralık 1918 tarihli sayısındaki “hissiyat-ı diniyeyi rencide edici” yayınından dolayı, sıkıyönetim kararnamesinin 6. maddesine istinaden İzmir Merkez Kumandanlığı kararı ile kapatılmıştır. Bolşevizmin etkisinde kalan Osman Nevres, Müslüman kadınların açılıp saçılmasını ve erkeklerle beraber tiyatro ve eğlencelere gitmesini savunmuştur. Nitekim o dönemde Aydın’da kumandan olarak görev yapan Sakallı Nurettin Paşa, Hasan Tahsin Efendi’nin Aydın’da vermiş olduğu bir konferansta Bolşeviklik propagandası yaptığını, İzmir Valisi Rahmi Bey’e bir şifre ile bildirmiştir.

Hasan Tahsin ya da Osman Nevres ismini Türk tarihi açısından ehemmiyetli ve farklı kılan husus ne gazeteciliğidir, ne de Buxton kardeşlere kurşun sıkmış olmasıdır. Onu tarihi bir şahsiyet haline getiren hadise, Birinci Cihan Harbi sonunda müttefiklerce Paris’te varılan mutabakat neticesinde, 15 Mayıs 1919 günü Yunan Evzon Alaylarının İzmir’e işgal amaçlı olarak çıkmış olması ve akabinde yaşanan ilk kurşun meselesidir. İzmir Konak meydanında şehre ayak basan Evzonların, tam Konak Saat Kulesi’ni geçip, Kemeraltı bölgesine giriş yaptıkları esnada patlayan bir silahtan çıkan kurşun, Evzon Alayının bayraktarını yere devirmiş ve bu ilk kurşun bir manâda Yunan katliamının ilk fitilini ateşlemiştir. İşte bu ilk kurşunu atanın kim olduğu hep tartışılagelmiş olup, birçok kaynakta Hasan Tahsin yani Osman Nevres ismi ön plana çıkmıştır.

Yunan Harbinde ya da Millî Mücadele’de ilk kurşunu, Yunan’a karşı, Sabetayist Dönme Osman Nevres’in attığına dair ilk bilgiye, Karakaşi Rüştü Bey’in ifşaatından sonra, ona cevap mahiyetinde bir tefrika kaleme alan Sabetayist (Yakubi) yazar Ahmed Emin Yalman’ın yazılarında rastlanmaktadır. Yalman 4 Ocak 1924 tarihli Vatan gazetesinde Yunan’a ilk kurşunu Hasan Tahsin Bey’in attığını yazmıştır. Ancak bundan evvel ya da sonra uzunca bir müddet bu ilk kurşunu kimin attığına dair gerek resmi ve gerekse gayrı resmi kaynaklarda herhangi bir malumata rastlanılmamıştır. Elimizde bulunan 1931 yılı resmi tarih kitaplarında da Hasan Tahsin ya da Osman Nevres isimlerine rastlanmamaktadır. Hadiseden 12 sene sonra yazılan bir resmi tarih kitabında bu ismin yer almaması şaşılacak bir şeydir. Ahmed Emin Yalman’dan önce, ilk kurşunu Osman Nevres’in attığına dair bilgi olmadığı gibi, kurşunun kime atıldığı, nerede atıldığı, kimin attığı hususunda da rivayetler muhteliftir. Osman Nevres Efendi’nin ilk kurşun kahramanı ilan edilmesinden sonra yazılan çizilenlerde de birbirini tutmayan bir sürü rivayet bulunmaktadır. Mesela, Osman Nevres kurşunu kime sıkmıştır, sıktıktan sonra oracıkta mı süngülenmiştir, kaçarken mi yakalanmıştır, evinde mi kıstırılmıştır belli değildir.

Genelkurmay tarafından kaleme alınan ve daha çok ATASE belgeleriyle oluşturulan bir esere göre de İzmir’in işgali esnasında ilk kurşunu kimin attığı belli değildir. Bahse konu eserde bu husus şu şekilde ifade edilmiştir: “Kordon boyunda yapılan dinî törenden sonra Alay Komutanı ve Sancağı, bu sancaktan daha büyük çapta bir Yunan bayrağı olduğu halde, yürüyüş kolu kordon boyunca hükümet konağı-Kışla-Güzelyalı istikametinde, Türk mahalleleri içinden Karantina’ya doğru yürüyüşe geçti. Yerli Rumlar kitleler halinde. Yunan yürüyüş kolunun her iki tarafını sarmış vaziyette gidiyorlardı. Etrafı gürültücü ve elleri silâhlı yerli Rumlar tarafından çevrilmiş bir halde ilerleyen yürüyüş kolunun baş tarafı Kışla hizasını geçip tramvay yoluna saptıktan sonra, bir tabanca sesi duyuldu. Bunun üzerine, Evzon Taburu evvelâ geldiği istikamette kaçmaya başladı. Saat kulesi hizalarına gelince kışlaya karşı mevzilenerek, tüfek ve makineli tüfeklerle, kışlanın kapı ve pencerelerini ateş altına aldı. Bu sırada Rumlar da oralardaki Türkleri öldürmeye ve soygunculuğa koyuldular. Resmi bir hüviyeti olması hasebiyle bu eser son derece ehemmiyetli olup, eserin hiçbir yerinde Hasan Tahsin ismine rastlanmamaktadır. Bu konuyu ve ilk kurşunu atanın Hasan Tahsin olduğunu dile getirenlerin başında Rahmi Apak gelmektedir. Ancak Rahmi Apak bile bu hususta kesin bir hükme varamamakta, hapisten yeni çıkmış, genç, uzun boylu ve yağız bir delikanlının ilk kurşunu atan kişi olabileceğini, bu kimliği meçhul şahsın silahından çıkan kurşunun müheykel Evzon bayraktarını yere devirmiş olabileceğini anlatmakta ve “Bu silahlardır ki İstiklal Savaşını yaratmıştır” demek suretiyle, kurşun atan birden fazla kahramanı kabul etmektedir.

Kimilerine göre ilk kurşunu patlatan bir Yunan askeridir, kimilerine göre bir İtalyan ajanı, kimlerine göre bir Rum, kimilerine göre bir hapishane kaçkını ya da Giritli Hasan Tahsin isminde bir şahıs ve kimilerine göre ise Saatçi Aziz Efendi’dir. Bazılarına göre ise ilk kurşunun şerefi o sırada kahvehanede oturan Germencikli İbrahim’e veya hapishaneden yeni çıkmış olan Arap Rasim adındaki bir gence aittir. Maarif Vekâleti tarafından 1931 tarihinde basılan resmi tarih kitabında ise Yunan Evzon taburlarının, Yunanlılar tarafından açılan ateşi bahane ederek, kışlayı ateş altına aldıklarından bahsedilmekte ve Hasan Tahsin ismi kitabın hiçbir yerinde zikredilmemektedir.

Ekrem Buğra Ekinci, bir rivayete göre İzmir’de düşmana ilk kurşun sıkanın İzmir Merkez Kumandanı Kaymakam (Yarbay) Arif Bey olduğunu, yaveri Aziziyeli Hoşafoğlu Hüseyin’den nakille ifade etmektedir. Hoşafoğlu Hüseyin hadiseye bizzat şahit olan kişidir ve gördükleri aynen şöyledir: “Arif Bey, işgali pencereden seyrediyordu. Bir ara dayanamayarak elimdeki mavzeri aldı. Halkın şeytan askeri dediği Efzon askerlerinden Yunan bayrağını elinde taşıyana sıktı. Asker yerden bir arşın (yarım metre) sıçrayıp elindeki bayrakla beraber taşların üzerine düştü. Piyadeler geri kaçıştılar. Biraz sonra Yunanlılar makineli tüfek atışına başladılar.

İsmail Hami Danişmend’e göre ilk kurşunu sıkan Türk yiğidinin kim olduğu malum değildir. Danişmend bu hususta şunları söylemektedir: “İzmir’e çıkarılan ve vaktiyle asırlarca Türk tabiiyet ve himâyesi altında Katolik-Lâtin taarruzundan masun yaşadıkları için mevcudiyetlerini bile bize medyun olan Yunan askerlerinin başında miralay Saphiriotis/Saphiropolis isminde bir cani vardır: O sırada mahut Averoff ve Limnos zırhlıları da, limandadır. Yunan barbarları karaya çıkar çıkmaz fes giyen veyahut «Zito Venizelos!» demeyen masum ve silâhsız insanların hepsini öldürmeye başlamışlardır: Bu kanlı faciayı gemilerinin güvertesinden gören İngiliz ve Amerikan bahriyelilerinden bazıları denize atılıp insanlık namına Türklerin imdadına yetişmek istedikleri için, kaptanlar şehre karşı perde vazifesini görecek tenteler çektirmişler ve bu suretle gemilerdeki askerlerin karadaki faciayı görmelerine medeniyet namına set çekmişlerdir! 17. Kolordu askerlik dairesi reisi cennetmekân Süleyman Fethi Bey 'ın Türk ordusu tarihine şeref veren şanlı şehadeti işte o sıradadır; Yunan vahşileri bu muhterem Türk askerine «Zito Venizelos!» diye bağırmasını teklif edince kahraman zabitimiz: „Ben Türk askeriyim, öyle şey söyleyemem' dediği için orta çağ barbarlarına rahmet okutacak bir vahşetle kahpece şehit edilmiştir. O sırada otuz Türk zabiti daha şehit edildikten başka, halktan bazı ihtiyarlar denize atılmış ve dükkânlar yağma edilmiştir. Türk milleti namına ilk kurşun işte o sırada atılmıştır. Yağız çehreli bir Türk genci bu ilk kurşunuyla Yunan bayraktarını gebertip yere sermiş ve ondan sonra da son kurşununa kadar tek başına harp etmiştir; mübarek adı bile malum olmayan bu aslan yavrusunu millî tarihimiz daima hürmet ve minnetle yâd edecektir: Ona yakışan yegâne isim «Türk» ismidir”.

Görüldüğü üzere, İsmail Hami Danişmend’in bile Osman Nevres isminden haberi bulunmamaktadır. İlk kurşunu atan şahıs tarihimizde meçhul olarak kalmış ve bu durumdan istifade etmek isteyen malum Sabetayist zümre, hemencecik kendi adamları olan Osman Nevres’e bu işin şerefini vermişler ve bu vesile ile kendi zümrelerinin halk nezdinde yücelmesini temin etmişlerdir. Şimdi herkes, kaynağına bakmadan, delili var mı yok mu düşünmeden, ilk kurşunu atanın Hasan Tahsin (Osman Nevres Recep) olduğuna inanmaktadır. Sabetayist kadroların en iyi bildiği ve icra ettiği iş işte bu algı yönetimini yapmak ve toplumu kendileri lehine imale etmektir. Yalçın Küçük bu hususu şu net ifadelerle dile getirmektedir: “Asıl adı Osman Nevres olan Hasan Tahsin'in ilk kurşunu attığı iddiası da yıllar sonra icat edilmişti; bu, "Kurtuluş ateşini İbrani asıllılara bağlamak için bulunmuş bir formüldür ve dolayısıyla "yalan" diyebiliyoruz. Yalnız bir yalandan, bugüne göre sürdürülmek istendiğine göre bir büyük yalandan, bir büyük yalana 355 gitmemek durumundayız”.

Ali İhsan Sabis Paşa tarafından kaleme alınan Harp Hatıralarım isimli eserde de bu hususta şu bilgi verilmekle yetinilmekte ve Hasan Tahsin ya da Osman Nevres Recep ismi hiçbir şekilde geçmemektedir: “. Yunan askerleri şehre çıkar çıkmaz, yerli Rumlar da iltihak ederek, adeta bir katliam yapılmış; oradaki Askerlik Kalem Reisi Miralay Süleyman Fethi Bey şehit edilmiş, Kolordu Kumandanı vesaire esir alınmış.. .”.

Soner Yalçın, Efendi isimli kitabında bu hususa değinerek, Hasan Tahsin adına, 1973 senesinde, İzmir’de anıt yaptırılması gündeme geldiğinde, İzmir Belediyesi Eski Reisi Behçet Uz’un, 22 Ocak 1973 tarihinde bir basın toplantısı düzenleyerek, ilk kurşunu Hasan Tahsin’in atmadığını, atanın tespit edilemediğini söylediğini yazmaktadır. Eski reis ve bakan Uz’a göre, İzmir’de Yunanlılara ilk kurşunu atan gazeteci Hasan Tahsin değildir. O işgal günü hadiseleri arasında öldürülenlerden sadece birisidir. İlk kurşunu kimin attığı tespit edilememiştir. Bu yüzden Hasan Tahsin Bey adına anıt yaptırmak manasızdır. Bunun yerine, o gün şehit edilenlerin tümü adına bir anıt dikilmesi daha yerinde bir davranış olacaktır. Buna benzer bir başka iddia da İzmir’in tanınmış isimlerinden eski milletvekili Avukat Necdet Öklem’den gelmiştir. Ona göre de, ilk kurşunu atan Hasan Tahsin değildir ve Hasan Tahsin evinde öldürülmüştür. İlk kurşun, Yunan Evzon alayı askerlerinden ya da onlarla birlikte yürüyen bir Rum’un tabancasından belki de kazara çıkmıştır.

Yine Ahmet İzzet Paşa da Feryadım isimli hatıratında bu mevzuda şunları söylemekte ve Hasan Tahsin isminden hiç bahsetmemektedir: “Yunanlıların İzmir’e ayak basmaları bir vahşet ve zorbalık örneğidir. Sebepsiz yere Müslüman halkı tahkir ettiler, dövdüler ve öldürdüler. Müslümanları, Türk asker ve subaylarını, hatta Vali ve kumandanı „Yaşasın Venizelos’ diye bağırmaya mecbur ettiler. Kurmay Albay Şehit Süleyman Fethi Bey, bu zorlamaya mert bir şekilde karşı koyduğu için öyle bir şekilde dövülmüş ve yaralanmıştır ki, bunun etkisiyle bir iki gün içinde ruhunu teslim etmiştir. Allah ’m rahmeti üzerine olsun Döneme bizzat şahitlik yapan ve Mütareke devrinin sadrazamı olarak bilinen Ahmet İzzet Paşa’nın Miralay Fethi Bey’i tanıyıp, onun düşmana karşı yaptığı mukavemeti bilip, Hasan Tahsin ya da Osman Nevres Recep ismini hatırlamaması pek düşünülecek bir şey değildir. Eğer Hasan Tahsin ismi, 15 Mayıs 1919 hadiselerinde geçmiş olsaydı, Ahmet İzzet Paşa’nın ona da rahmet okuyacağından şüphemiz yoktur.

Hasan Tahsin ismi, onun vefatından 18 sene sonra devletin resmi evrakları arasına girmiştir. Dönemin Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya, her ne hikmetse durduk yere İstanbul ve İzmir Valiliklerine birer yazı gönderterek, Hasan Tahsin hakkında bu vilayetlerden malumat talep etmiştir. İstanbul Valisi Muhiddin Üstündağ ve İzmir Valisi Fazlı Güleç’e gönderilen 10 Mayıs 1937 tarih ve 4687 sayılı yazının muhteviyatı şu şekildedir: “Balkan ihtilal komitesi reislerinden Bakiston biraderlerden birini öldürmesi üzerine Romanya’da müebbeden hapse mahkûm edilip, ordumuzun Romanya’ya girmesi üzerine kurtarılan ve bilahare İzmir’de meş’um işgal sırasında Yunan bayrağını ilk çeken Yunan neferini öldürmesi üzerine şehit edilen Tahsin ismindeki zatın hayat ve hüviyeti hakkında münasip surette malumat elde edilmesini ve efrad-ı ailesi mevcut ise nerede ve kimler olduklarının tespitini ve Tahsin’in son resminden bir tanesinin münasip surette tedarik edilerek Vekâlete gönderilmesini rica ederim.

İzmir Valiliğinden gönderilen 22 Mayıs 1937 tarih ve 5157 sayılı yazıda, Hasan Tahsin isimli zatın asıl isminin Osman Nevres olduğu, Buxton kardeşler suikastını icra etmesinden dolayı Romanya’da müebbeden hapse atıldığı ve daha sonra ordumuzun Romanya’yı işgal etmesiyle hapisten kurtarıldığı bilgilerine yer verilmiştir. Ayrıca, Hasan Tahsin’in teverrüm ettiği, İttihad ve Terakki tarafından tedavi ettirildiği, sonradan İzmir’e gelerek bir Fransız kadını ile metres hayatı yaşamaya başladığı, burada Hukuk-ı Beşer isminde bir gazete çıkardığı ve 15 Mayıs 1335 (1919) günü Yunan askerlerine bomba attığı ve orada şehit edildiği de yazılmıştır. İzmir Valisine göre, o gün Türklere yapılan işkence ve katliamlara işte atılan bu bomba sebep olmuştur. Bahse konu zatın fotoğrafı ise tedarik edilememiştir.

İstanbul Valiliğinin cevabi yazısı ise 2 Ekim 1937 tarihlidir. İstanbul Valisinin verdiği malumat, İzmir Valisinin verdiğinin bir nevi tekrarı gibidir. Ancak İstanbul Valiliğinden gelen cevabi yazıda son derece ehemmiyetli ve calib-i dikkat bir malumat yer almaktadır. İstanbul Valisi ilk defa resmi bir evraka girecek şekilde, Hasan Tahsin’in Selanik Dönmelerinden olduğunu beyan etmiştir. Ayrıca İstanbul Valiliği ilgili yazıda, Hasan Tahsin’in ilk kurşunu attığından hiç söz etmemiştir.

İstanbul Valiliğinin, Hasan Tahsin Bey’in, Yunan Harbinde ilk kurşunu atan kişi olduğundan bahsetmemiş olması dikkat çekicidir. Zira Anadolu’da düşmana ilk kurşun atma hadisesi, İzmir’in işgalinden altı ay önce Güney’de vukua gelmiştir. Mütareke sonrası başlayan işgallere karşı ilk direniş Fransızlara karşı Hatay-Dörtyol civarında meydan gelmiştir. Hareketi başlatan yani düşmana ilk kurşunu sıkan da Kara Hasan Paşa müfrezesine bağlı Ömer Hocaoğlu Mehmet Kara isimli bir Türk’tür. Bakınız bu hadise bir resmi tarih dokümanı olan Genel Kurmaybaşkanlığı yayınlarında nasıl ele alınmıştır: “Fransızlar, İskenderun’a asker çıkardıktan sonra, 11 Aralık 1918’de takviyeli bir piyade alayı ile Dörtyol kasabasını işgal etmişlerdir... Bir müddet sonra Dörtyol’a yakın Özerli köyünde Fransız askerleri, halka yine hakaret etmeye başlamışlardır. Bu hakaretlere tahammül edemeyen köy halkı karşı koyduklarından Fransız ve Ermenilerden kurulu bir müfreze halkın malını yağma etmiş ve köy ihtiyar heyetinden Muhtar Şeyhmuzzade Mehmet Ağa ile üye Abdülkadir Ağazade Yusuf Ağa’yı elleri bağlı olarak Fransız işgal komutanının kapısı önünde süngülemek suretiyle şehit etmişlerdir. Bu duruma katlanamayan Ömer Hocaoğlu Mehmet (Kara) çatışmaya girdiği Ermenilerden ikisini vurarak Karakese köyüne kaçmıştır. Fransızlar ve Ermeniler bu cinayetten sonra Dörtyol’un hemen güneyinde bulunan Karakese köyüne taarruz etmişlerdir. Buradaki halk kendisini savunmak için Dörtyol’a ve Özerli’ye giden yolları taştan barikat yapmak suretiyle kapatmış ve buraya gelen Fransızlara ateşle karşı koymuşlardır. Fransızlar bu umulmayan karşı koymada büyük şaşkınlığa uğramışlar, çarpışmalar sırasında 15 asker kayıp vererek Dörtyol’a çekilmek zorunda kalmışlardır. 19 Aralık 1918’de yapılan bu çarpışma, Türk milletinin saldıran düşmana karşı ilk ayaklanması ve direnişi başlatması bakımından çok önemlidir. Bunun üzerine Kara Hasan Fransız kuvvetlerine rastladığı yerde taarruz etmeye başlamıştır. 1919 başından itibaren harekete geçen Kara Hasan ve arkadaşları Türkiye’de ilk millî mukavemeti meydana getirmişlerdir .. ,”

Hakikat şudur ki, 15 Mayıs 1919 tarihi düşmana ilk kurşunun sıkıldığı tarih değildir. Düşmana ilk silahlı mukavemet bundan tam altı ay önce 19 Aralık 1918 tarihinde Hatay civarında olmuştur ve düşmana ilk kurşunu sıkan da Kara Mehmet isimli bir Türk yiğididir. 15 Mayıs 1919 günü de Yunan işgaline karşı İzmir halkında mukavemet olmuştur, başta Miralay Fethi Bey olmak üzere birçok şehidimiz vardır, ancak düşmana ilk kurşunu kimin sıktığı belli değildir. Hasan Tahsin efsanesi, Sabetayist gazeteci Ahmed Emin Yalman tarafından Sabetayist zümreyi savunma adına ilk defa dile getirilmiş olup, daha önceki kaynaklarda bu bilgiye asla rastlanılmamaktadır. Bu bilgiye kaynak olarak Miralay Ali Kemal Sırrı Bey’in raporu gösteriliyorsa da, Jandarma Umum Kumandanı Ali Kemal Sırrı Bey’in o esnada İstanbul’da vazifeli olması ve bahse konu raporunda da ilk kurşunu atanın Hasan Tahsin olduğuna dair bir bilgiye yer vermemesi hakikati karşısında, bu rapora dayanılarak yapılan izahat boşa çıkmaktadır. Ali Kemal Sırrı Bey’in raporuna mehaz olan rapor büyük ihtimalle İzmir Mıntıka Müfettişi Yüzbaşı Ziya Bey’in 5 Haziran 1919 tarihli raporu olup, bahse konu raporda açıkça “...Nereden atıldığı henüz anlaşılamayan ve en kuvvetli ihtimal zikredilen müfreze etrafında bulunan revolverli kimselerden birisinin belki de kendi ihtiyarı dışında olarak tabancasının patlamasından meydana çıkan bir sedayı takiben Yunan er ve subayları derhal geldikleri istikamete doğru kaçmaya başlamış” denilmek suretiyle, ilk kurşunu kimin attığının bilinmediği ifade edilmektedir. Yani kaynak raporlarda yer alan bilgiler de doğru yansıtılmamış, Sabetayist emele uydurulmaya çalışılmıştır. Kimileri Hasan Tahsin efsanesi için gazeteci dayanışmasının bir ürünü derken, kimileri de bunu Sabetayist zümrenin dayanışmasına bağlamaktadır. Bu dayanışma o haldedir ki, İzmir sokaklarında fes giyerken kimsenin görmediği, her zaman şapka giyen Osman Nevres’in ölümünden sonra ailesine yardım yapan da bir Yahudi olan Heinrich Van Der Zee olacaktır. Hasan Tahsin’in de, onun bir dönem elinden tutan, onu eğiten, ittihatçı yapan, aynı Sabetayist zümreye mensup olduğu büyüğü Cavid Bey gibi mezarı belli değildir. Bülbülderesi mezarlığında adına dikilmiş bir anıt vardır.


Fotoğraf 52. Osman Nevres adına dikilmiş sembolik mezartaşı- Bülbüldere Mezarlığı (Fotoğraf Yılmaz
Altunsoy)

Hasan Tahsin ile alakalı söylenecek çok söz bulunmaktadır ancak bu çalışmanın hacmi daha fazla yazmamıza müsaade etmemektedir. Seyyid Kutub’un şu sözleri tam da Hasan Tahsin’in durumunu, daha doğrusu ölümünden yıllar sonra onu kahraman bir Müslüman Türk gibi göstermeye gayret edenlerin durumunu izah etmektedir: “ (Yahudiler) İslam’la ve Müslümanlıkla hiçbir ilgisi olmayan kimseleri birer İslam bilgini ve kahraman olarak tanıttılar. Kendi yararlarına kullandıkları bazı sahte kişileri de birer önder olarak takdim ettiler. Bu sahtekârlıklarını ve yalanlarını da birer gerçekmiş gibi göstermeye çalıştılar.

  1. Karakaşi Rüştü Bey

Karakaşi Rüştü Bey, Sabetayistlerin Karakaşi koluna mensup, Fevziye mekteplerinden mezun bir tüccardır. Babası Selanikli Ömer Çelebi ahfadından Karakaşzade Mehmet Efendidir. Karakaşi Osman Rüştü Bey 1878 tarihinde Selanik’te dünyaya gelmiş ve 24 Şubat 1931 tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir. Kabri Bülbüldere Mezarlığındadır. Vakit gazetesi muhabirlerinden İhsan Arif Bey’in beyanatına göre Rüştü Bey, orta boylu, tıknaz, esmer ve kumral saçlı bir insandır. Oğullarından birisinin tarifine göre aşırı Türkçüdür ve Hamdullah Suphi Bey ile dostluk münasebeti vardır.

Karakaşi Rüştü Bey’i Türk ve Dönmelik tarihi açısından önemli kılan husus, Rüştü Bey’in 1 Ocak 1924 tarihinde TBMM’ne vermiş olduğu bir dilekçedir. Cumhuriyet döneminde Sabetayist zümreye ilk defa dikkat çekilmesini sağlayan ve toplumda bu zümreye karşı farkındalık meydana getiren bu dilekçede Dönmelerin kim oldukları, hüviyet-i asliyelerinin ne olduğu uzun uzadıya anlatılmıştır. Rüştü Bey’e göre kendisinin de mensubu olduğu Dönme zümresi ne Türk’tür ne de Müslüman. 300 seneden beri Türk toplumunu aldatmaktadırlar. Görünüşte Müslüman olan bu zümre, aslında Yahudi inanç ve adetlerini yaşamaya devam etmektedirler. Dönmeler resmen ve şeklen İslam’ı seçmiş görünmekle birlikte, aslında dönememişlerdir ve Müslümanları aldatmışlardır.

Karakaşi Rüştü Bey’in meclise vermiş olduğu dilekçe Yunus Nadi’nin sahibi olduğu Yenigün gazetesinde tefrika suretinde yayınlanmış ve bu şekilde efkâr-ı umumi bu hadiseden haberdar olmuştur. Mustafa Kemal Paşa’ya hitaben yazılan dilekçede, dışarıda Müslüman, içeride Yahudi adetlerine göre yaşayan bu zümrenin bir an önce eski adet ve inançlarını terk ederek, içinde bulundukları ikiyüzlü tutum ve davranıştan dönmeleri için gerekli tedbirlerin alınması istenmiştir. Ona göre Osmanlı Devleti bu Avdeti zümresini asimile etmediği için mesuldür. Karakaşi Rüştü Bey’in bu ifşaatından sonra tartışmalar alevlenmiş, başta Akşam, İkdam, İleri, Mihrap,

Resimli Dünya, Resimli Gazete, Son Saat, Tanin, Vatan, Yedigün ve Yenigün gazeteleri olmak üzere, dönemin birçok basın kuruluşunda konu kendisine yer bulmuştur. Sabetaycılık etrafındaki tartışmalar üç dört sene boyunca devam etmiştir.

Karakaşi Rüştü Bey’in meclise yazdığı mektup, Dönmelerin ve dönmeliğin ne olduğunu anlamamıza yaraması noktasından son derece önemlidir. Bundan dolayı, bu tarihi mektubun önemli bahislerini, buraya derç etmeyi uygun buluyoruz. Karakaşzade Rüştü Bey kendi cemaatini ifşa ve Türk milletini de ikaz babında çok önemli açıklamalarda bulunmuştur. Ona göre, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti birbiriyle mütecanis unsurlardan oluşan milliyet düsturu ve mefhumu üzerine bina edilmektedir. Bunun için ocaklar açılmış, risaleler, kitaplar neşredilmiş, maarif programı buna göre teşekkül ettirilmiştir. Zaten kapitülasyonlar da bu maksada mebni olarak kaldırılmıştır. Geleceğin Türkiyesi, Türklük anlayışı ile yoğrulmaktadır. Bunun içindir ki İslâm olduğu halde gayr-i Türk zihniyeti taşıyan Arnavut ve Araplar bile hudud-u millî dâhiline kabul edilmemektedir. Saf Türklük içinde mürai ve sahtekâr olanlar var ise de, bunlar asıl hedeflere ulaşılmasına mani olacak kabiliyet ve güce malik değillerdir. Eğer bu kitleler tespit edilirse onların tecrit edilmesi ya da hudud-ı millî dışına atılması lazımdır. Rüştü Bey’e göre, Türkük içine sızmış ve İslam görüntüsü altına girmiş bir kitle mevcuttur. Bu kitle, iki üç asır evvel İspanya'nın engizisyonundan kaçıp, Türklerin cenah-ı şefkat ve sahabetine iltica etmiş ve bilâhare bir mesele-i siyasiye cürmüyle olan reislerinin telkiniyle sahte olarak İslâmiyet nâm ve kisvesine bürünen Selanik Dönmeleridir.

Rüştü Bey, Dönmelerin üç kısımdan oluştuğunu ve aslen ve ırken Yahudi olduklarını ifade etmektedir. Dönmelerin Türklükle alakası olmadığı gibi, İslam’la da ruhen ve vicdanen bir ilgisi bulunmamaktadır. Bunlar zaman zaman renk değiştirerek İslamları aldatagelmişler ve onlardanmış gibi görünmeye gayret etmişlerdir. Bin türlü riya ve sahte tavır ve kıyafetlerle büyük Türk kitlesi arasına sokularak pek çok servet kazanmış olan Dönmeler, memleketin büyük ticarei ve iktisadî noktalarını elde ederek mühim ve mühlik (helak eden) bir âmil olagelmişlerdir. TBMM, behemehâl, Makedonya’dan getirilecek olan Dönmeler konusuna el atmalı ve aslen ırken, harsen Türk ve İslam olmayan bu kitleyi Mübadele’den muaf tutmalı ya da muaf tutmayacaksa da ülkenin değişik yerlerinde dağıtmalıdır. Son olarak Karakaşi Rüştü Bey, TBMM azalarına şöyle seslenmiştir: “Ey Türklüğün istiklâl ve selâmet ve saadeti için her türlü varlığını fedadan çekinmeyen Büyük Millet Meclisi Azây-ı Kiramı! Bunlar için ne düşünüyorsunuz? Mübadele edecek misiniz? Hususi mübadele usulleriyle bunların tekrar mütekâsif (yoğunlaşan) bir tarzda İstanbul, İzmir, Bursa gibi memleketin iktisadî kapularında bu yabancı, zeki kitlenin sahte İslâm ve sahte Türk nikâblariyle (örtüleriyle) yerleşip kazanmalarına müsaade edecek misiniz?.

Karakaşi Rüştü Bey’in Meclise yazdığı mektupta özet olarak şunlar ifade edilmektedir:

— Millî mefkûre peşinde koşan yeni Türk hükümeti mademki Türklük üzerine bir devlet bina etmiştir, o zaman kendi tebaasının mütecanis olmasına dikkat etmek zorundadır.

Eğer milletin birlik ve beraberliğini tehdit eden bir unsur varsa, bu, o devletin inzibat kuvvetlerince halledilebilir. Ancak bu birliği tehdit eden büyük bir zümre ise o zaman iş millet namına Meclise düşmektedir.

Müslüman Türk milletinin birlik ve mütecanisiyetinin önündeki manilerden birisi de, asırlardır kendilerini Müslüman Türk olarak gösteren, sahtekâr Selanik Dönmeleridir.

Dönme taifesinin dinen İslam ile ırken de Türklükle hiçbir alakası yoktur.

Bu zümre mensupları bin türlü riya, sahte tavır ve kıyafetle Türk milleti içine sokulmuş ve servet sahibi olmuştur.

— Mademki hükümet mübadele meselesini Türklere hasretmiştir -dindaşınız olan Arnavutlar bile hariçte kalmıştır- o zaman Müslüman ve Türk olmayan bu kitlenin de ya mübadele dışı bırakılması ya da geldiklerinde damgalanarak, Türk ve İslam milleti ile tamamen kaynaşıp, asimile olmalarının temin edilmesi elzemdir.

Karakaşi Rüştü Bey’in bu ifşaatı, konu etrafında ehil olan ya da olmayan birçok kesimin fikir beyan etmesine ve Sabetayist zümre hakkında toplumda bir bilinçlenme meydana gelmesine sebebiyet vermiştir. Rüştü Bey’in yazdıklarından sonra Türkiye Hahambaşılığının görüşüne başvurulmuş ve Hahamlık “Onlar bizim itikadımıza kısmen muhalif bir tarikat takip ederlerdi” cevabını vermiş ve isterlerse tekrar Musevi dinine avdet edebileceklerini söylemiştir. Nasıl ki Endülüs’ün sükûtundan sonra, Hristiyanların baskılarından bezen Yahudiler Marrani olmuş ve daha sonra da yeniden eski dinleri olan Yahudiliğe dönmüşlerse, Türklük içindeki Dönme Yahudilerin de tekrar eski dinlerine avdetleri mümkündür. Yahudilikte tekrar kabul şartları Halakah’ta düzenlenmiş olup, Tanrı’nın birliğini inkâr etmeyip, putperestliğe sapmayanlar için geri dönüş kapısı açık bırakılmıştır. Yahudilere göre Sabetayistler kâfir değil, günahkâr Yahudilerdir.

Karakaşi Rüştü Bey’in bu ifşaatı, Türk ve Sabetayist zümrede infiale meydan vermenin ve senelerce süren tartışma zeminine oturmanın dışında, resmi manâda bir sonuç vermemiş, bir karara iktiran etmemiştir. Rüştü Bey’in bu çıkışının altında yatanın, mensubu Dönme zümresini mübadeleden hariç tutmaya matuf olduğu yönündeki iddialar ise gerçeklerle pek de örtüşmemektedir. Zira Rüştü Bey iki alternatifli bir çözümden bahsetmektedir. Bunlardan ilki bu zümrenin mübadele dışına çıkarılması iken, diğeri ise mübadeleye tabi olmaları halinde, Türkiye’nin değişik yerlerine dağıtılmaları suretiyle tamamen asimile edilmeleri yönündedir.

Karakaşi Rüştü Bey’in bu dilekçeden ayrı olarak dönemin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’ya hitaben, 29 Aralık 1923 tarihinde yazdığı bir mektup da bulunmaktadır. Meclise hitaben yazdığına nazaran kısa olan bu mektupta da benzer konular ele alınmıştır. Rüştü Bey ısrarla Dönmelerin ne ırken ve ne de dinen Türklerle maddi-manevi bir iştiraki bulunmadığını beyanla, bu zümrenin millî hudutlar dışında bırakılmasını ya da asimile edilmelerini talep etmiştir.

Bahse konu dilekçeler devlet nezdinde ciddiye ve itibara alınmamış olsa da, Dönme zümresine mensup gazeteciler tarafından dikkate alınmış ve o devrin değme Dönme yazarlarından Ahmed Emin Yalman’ın başyazar olduğu Vatan gazetesinde dizi halinde bu hususta yazılar yazılmıştır. Ahmed Emin Yalman büyük bir panik göstergesi olarak, Dönmeleri zayıf ve küçük göstermeye çalışan yazılar kaleme almıştır. Yalman ilk iş olarak Rüştü Bey’in yakınlarıyla geçinemediğini, sinir hastası olduğunu, karısından ayrıldığı için ruhi dengesini kaybettiğini beyan ederek, malum ifşaatın failini efkâr-ı umumiye nazarından ıskat etmeye çalışmıştır. Yalman, 4 Ocak 1924 tarihli Vatan Gazetesinde meseleyi tamamen inkâr yoluna gidemeyeceğinden, bu zümreye mensup olup da, vatan için canını feda eden Hasan Tahsin, Kaymakam Şükrü Bey gibi isimlerin faziletlerini tek tek sıralama yoluna gitmiş ve bu zümreyi millet ve devlet nezdinde meşrulaştırma gayreti içine girmiştir.

Ahmed Emin Yalman tarafından Vatan gazetesinde yapılan, Rüştü Bey’in şahsı ve anlattıklarıyla alakalı neşriyata, Rüştü Bey 8-24 Ocak 1924 tarihleri arasında, Vakit gazetesinde tefrika suretinde cevaplar vermiştir. Rüştü Bey bu yazı dizileriyle mensubu olduğu Sabetayist zümrenin ele alınır yanını bırakmamış ve resmi dilekçelerde bahsetmediği ne kadar cemaat sırrı varsa tamamen ifşa etmiştir. Ahmed Emin Yalman, Rüştü Bey’in dilekçesine cevap vermiş olmakla adeta arı kovanına çomak sokmuş ve pandoranın kapağını kendi elleriyle açma gafletinde bulunmuştur. Rüştü Bey 8 Ocak 1924 tarihli Vakit Gazetesine verdiği beyanatlarında; validesinin kendisine kuzu eti yedirmediğini, cemaat tarafından Dönmeler dışında bir kadınla temas etmesine müsaade edilmediğini, aksi takdirde cemaatten tard edilmekle tehdit edildiğini, cemaat içi ibadetlerini dışarıya aksettirmemesi için tembihte bulunulduğunu, mumsöndü ayinlerini (dört gönül bayramı), kendi aralarında üç kabileye ayrıldıklarını, bu kabilelerin tek amaçlarının menfaat olduğunu, mübadeleye illa tabi olacaklarsa mutlaka Anadolu’ya dağıtılıp, Türklerle kaynaşmak suretiyle asimile edilmeleri gerektiğini anlatmıştır.

Neşriyatı yapan gazete, konuyla alakalı uzmanlarından da görüşler almış, bir doktor, Dönme zümresinin hastalıklı (veremli) olduğunu ve içimize alınmaması gerektiğini, bir iktisatçı, zeki ve çalışkan olan bu zümre içimize alınırsa memleketin iktisadiyatının bunların eline geçme ihtimali olduğunu bu yüzden alınmamaları gerektiğini, bir sosyolog ise bu zümre eliyle inkılapların daha iyi oturtulacağından bahisle, içimize alınmaları gerektiğini beyan etmişlerdir.

Ertuğrul Düzdağ’ın naklettiğine göre, Rüştü Bey, 17, 18 ve 24 Ocak 1924 tarihlerinde Vakit gazetesine aynı minval üzere açıklamalarda bulunmuştur. Kendisinin halis muhlis bir Dönme olduğunu, ancak cemaati tarafından aforoz edildiğini anlatan Rüştü Bey, yaptığı ifşaatlardan memnun olduğunu, korkmadığını ve gerekirse kendisini istiklal mahkemelerine verebileceklerini, kendisinin Genç Selanikli imzasıyla bir tehdit mektubu aldığını, bu mektupta “Rüştü Bey sen Dönmelerin elinde can vereceksin” yazdığını anlatmış ve cemaat içi hurafe ve ayinleri teker teker deşifre etmiştir. Yaptığı ifşaatlarda, Dönmelerin de bir halifesi olduğunu ve el’an İstanbul’da ikamet ettiğini, ancak şu anda ismini vermeyi doğru bulmadığını, Dönmelerin, çocuklarını Yahudi esaslarına göre sünnet ve nikâh ettirdiklerini, beşik kertmesi adetlerini, gece yarısı Yahudiliğe göre kıyılan dini nikâhlarını, nikâhlarda hahamlarca edilen duaları, kadın mevtaları erkek gassalların yıkadıklarını, kuzu bayramı gecesi yaşananları ve bu yaşananlardan meydana gelen mukaddes çocukları tek tek anlatmıştır.

Karakaşi Rüştü Bey bu ifşaatlardan hemen hemen bir sene sonra, sanki iki sene önceki gazetelerde çıkan sözler kendisine ait değilmişçesine keskin bir dönüş yapmış ve bu defa da kendi zümresini müdafaa etmiştir. 26 Kasım 1925 tarihli Son Saat gazetesinde, İbranice dua okuyan hemen hemen hiçbir kimse kalmadığını, ortada hurafe namına bir şey bulunmadığını, binlerce insan içinde üç beş kara cahil mutaassıbın mevcudiyetinden naşi bütün Dönmelere günah isnat etmenin günah olduğunu beyan etmiştir. Rüştü Bey’e göre, Dönmelerin ibadethaneleri, duaları, kitapları, hurafeleri, büyük mürşit olan Gazi Paşa’nın nur-ı ziya bombalarıyla berhava olmuştur. Yeni yetişen Dönme nesli, Türk hars ve terbiyesini bütünüyle kabul etmiştir. Gazi Paşa’nın inkılapları sayesinde Türklük ve Dönmelik ayrılığı sayfası tamamen kapanmıştır. Asırlardır Dönmeler Türklerin sürurlarıyla mesrur, ıstıraplarıyla da müteellim olmuşlardır. Rüştü Bey hangi saikla bilinmez ama tamamen çark etmiş ve Ahmed Emin Yalman ile aynı çizgiye gelmiştir. Ona göre memlekette artık Dönme yoktur. Ancak aradan geçen zaman içerisinde kamuoyu Dönmeleri tanıdığı için, Rüştü Bey’in bu son ifadelerine halktan tepki gelmiştir. Kamuoyu matbuata yazdığı mektuplarda şunları sormuştur: “Binlerce ticarethaneye sahip olan Dönmeler neden yanlarında hiç Türk çalıştırmazlar, neden Türklerle kız alıp vermezler, neden dini nikâhlarında imam bulundurmazlar, neden cenazelerini Türk imamlara yıkatmazlar, neden kendileri için ayrı mezarlık ihdas ederler, neden nadiren de olsa

Türklerle evlenen mensuplarına çok kötü davranırlar?396. Karakaşzade’nin bu keskin dönüşü Resimli Gazete’yi çileden çıkarmış olmalı ki, 19 Aralık 1925 tarihli sayısında Rüştü Bey, Dönme komisyonculuğu yapmakla ve hakikatleri ketmetmekle itham edilmiştir.

Karakaşi Rüştü Bey’in durduk yere neden kendi cemaatini önce itham ve daha sonra da tebrie etme çabası içine girdiği bugün bile tam olarak anlaşılamamıştır. Daha sonraki yıllarda ise tartışmaya Sebilü’r-Reşad (Sırat-ı Müstakim) ve Büyük Doğu mecmuaları da katılmış, hususan Ahmed Emin Yalman’ın yaptığı İslam karşıtı neşriyata, Yalman’ın Dönme kimliği üzerinden cevaplar verilmiştir.


Fotoğraf 53. Karakaşi Osman Rüştü Bey'in Kabri- Bülbüldere Mezarlığı (Fotoğraf Yılmaz Altunsoy)
İKİNCİ BÖLÜM

  1. SABETAYİZM’İN KISA TARİHÇESİ

    1. Dönmelik, Sabetayizm, Avdetilik, Sazanikos, Sebtiyunluk

“Dönme”, “Sabetayist” ya da biraz daha eskiler için “Avdeti” kelimeleri aslında hiç de yabancısı olmadığımız kavramlardır. Osmanlı insanı bir de bu kavramlara “Sebtiyunlar” kelimesini ilave etmiştir. Ancak içeriği ve ne manâya geldiği fazlaca bilinmez. Fazlaca bilinmeme sebebi, XVII. asırda çıkan bu Yahudi tarikatının ya da cemaatinin kendisini büyük bir gayret ve ihtimamla saklamış olmasıdır. Bu tarikata mensup olanların dış görüntü olarak İslâmlardan hiç bir farkı yoktur. İsimleri Müslüman ismidir, hayat tarzları İslâm’a tam uygun olmasa da, İslâm ile çelişmez. Buna büyük önem

verilmiştir. Avdetiler, çift kişilikli, çift dinli, çift kültürlü bir zümredir. Sokakta Müslüman, evde Yahudi’dirler. Camilere giderler, abdest alırlar, namaz kılarlar. Bu onlara göre vaciptir. Müslüman gibi Müslümanlara ait dini bayramları kutlarlar, ancak bu sadece görünüştedir. Bu zümre her ne kadar dışarıda İslamların ibadethanelerine gitseler de, kendi evlerinde, Yahudiliğe ait mabetleri vardır. İslamların bayramlarını kutlarmış gibi yapsalar da kendilerine ait, kendi dini akidelerinin gereği olarak senede 12 dini bayramları vardır ve bunları günü geldiğinde kutlarlar. Bu bayramlar içerisinde Adar ayının 22’sinde kutlanan Kuzu Bayramı ve Ab ayının 9. gününe tesadüf eden Meserret Bayramı (Sabetay Sevi’nin doğum günü) da bulunmaktadır. Yaygın düşünceye göre Sabetayistler, dönmüş gibi

yapmışlardır, ama dönmelikleri görünüşten ibarettir. Yahudilikte mürailik esastır ve olabildiğince dönmüş gibi yani samimi gibi davranmak şarttır. Mesela bunun için çocuklarını Yahudi dindaşları gibi doğar doğmaz değil, İslamlar gibi yedi sekiz yaşına geldiğinde sünnet ettirmektedirler. Camille Vallaux ve Jean Brunhes tarafından 1921 senesinde kaleme alınan Tarihin Coğrafyası isimli esere göre Sabetaycıların görünüşte ihtida etmiş gibi olmalarının sebebi, İslamlarla daha etkili mücadele etmektir.

Avdeti kelimesi Arapça kökenli olup, eskiye dönme, rücu etme manâsında bu zümre için kullanılmıştır. Batı membalarında ise dönme kelimesinden kaynaklı “Dönmeh” ya da “Doenmeh” ibarelerinin, Yahudilikten İslâm’a dönenler için kullanıldığı görülmektedir.

Bir başka tanımlamaya göre ise, “Dönme” kelimesi Fransızca iki kelimenin bir araya gelmesinden oluşmuştur. Bu kelimelerden ilki “ ”, diğer ise “neme” dir. Bunlardan “dü” kelimesi Fransızca iki anlamına gelirken, “neme” kelimesi ise kişilik, kimlik manasındadır. Bu iki kelime birleştiğinde ortaya çıkan “düneme” kelimesi çift karakterli, çift kimlikli olma manâsına gelir ki, bu da tam olarak Türkiye Dönmelerini tavsif eder. Bu yorum Fars kaynaklarına dayanmakta olup, bize göre bu kelimelerin tesadüf eseri bir araya gelmesi ile oluşmuştur ve hakikati yansıtmamaktadır. Dönme kelimesi Türkçedir ve Türkiye kökenli Dönmeler için kullanılmıştır.

Dönmelerin ne tarafa döndükleri tam olarak anlaşılamamaktadır. Görünüşte Yahudilikten İslâm’a döndükleri bilinmektedir. Ancak İslâm ıstılahında, başka bir dinden İslâm’a giren ve İslâm ile müşerref olanlara “ihtida etti” yani “hidayete erdi” denilirken, Yahudi Dönmeleri için bu kelime kullanılmamış, “Dönme” tabiri istimal edilmiştir. Bunun sebebi, aslında Yahudilerin tam olarak ihtida etmemiş olmalarından kinaye olsa gerektir. Osmanlı insanı, İslâm’a geçtiğini söyleyen Yahudilerin, aslında hiçbir zaman samimi ve özden bir dönüş yapmadıklarına inanmıştır. Zaten ileride de göreceğimiz üzere, Sabetay Sevi isimli sahte Mesih’in, İslâm’a döndüğünü ilan etmesinden sonra, tekrar eski dinine döndüğü ve bu yüzden Arnavutluk’a sürüldüğü bilinmektedir. Yani Türkiye Yahudileri önce İslâm’a dönmüş ya da dönmüş gibi yapmış, ancak hemen tekrar kendi dinlerine bir dönüş daha yapmışlardır. Yani sürekli bir dönme fiili içinde, çift kişilikli olarak hayatlarına devam etmişlerdir.

Osmanlı kaynaklarında Dönmeler için “Sebtiyun” kelimesinin sıkça kullanıldığını görmekteyiz. Bu kelimenin Dönmeler için kullanıldığından şüphe olmamakla birlikte, kelimenin etimolojik ya da semantik olarak nereden kaynaklandığı konusunda tam bir açıklık ve netlik bulunmamaktadır. Dönmelerden sürekli şüphe duyulduğundan dolayı “septik” yani şüpheci kelimesinden mi türetilmiştir, yoksa Yahudiler’de cumartesi gününün kutsal olmasından mı kaynaklanmıştır tam belli değildir. Ancak kuvvetle muhtemeldir ki, cumartesi gününün kutsallığından kinaye olarak bu kelime seçilmiştir. Zira Arapça Cumartesi gününün karşılığı “Sebt” kelimesidir. Bu günün İbrani lisanındaki karşılığı ise “Şabat”tır. Hatta Yahudilerin, cumartesiyi kutsamaları ve Şabat orucunu o gün tutup, insanlarla ihtilat etmemelerinden ve o günü ibadet ve dinlenme vasıtası olarak görmelerinden dolayı, “Cumartesiciler” olarak da tesmiye edildikleri bilinmektedir. Bu cemaat mensuplarına yalnızca Edirne’de “Sazanikos10 yani küçük sazan balıkları denildiği de görülmektedir . Bilindiği üzere, Sazan balığı renkleri sürekli değişen bir balıktır. Selânik menşeli Yahudi Dönmeleri de sürekli renk değiştirdiklerinden, Sazan balığına benzetilmiş olmalıdırlar. Bütün bu niteleme ve isimlendirmelere soğuk duran Dönmeler kendilerine “Selanikliler” denilmesini tercih etmektedirler. Ancak bu tabir, ilk baştan bu yana Dönmeliğin maskesi ya da örtmecesi şeklindedir.

Dönmeler ve Dönmelik üzerine araştırmalar yapan Abdurrahman Küçük, “Dönme” ile “Münafık” kelimeleri ve kavramları arasında bir ilgi kurarak, her iki kavramın ıstılahî manâlarını açıklamakta ve ortak yönlerini saymaktadır. Küçük’e göre, münafık kelimesi, Asr-ı Saadet'te zahiren Müslüman olduklarını açıklayıp, bâtınen küfürlerini sürdüren; İslâm'ın başlangıcından beri Allah'a ve ahiret gününe inanmadıkları halde, mecburen

ve isteksiz olarak Hz. Muhammed'e uymuş olan kimseleri tanımlamak için kullanılmaktadır .

Abdurrahman Küçük, Dönmeliğin tanımını şu şekilde yapmaktadır: “Dönme, XVII. yüzyıldan itibaren Türkiye'nin muhtelif şehirlerinde, bilhassa Selânik'te, Müslüman adı ve kıyafeti altında yaşayan "Gizli Müslüman- Musevi Cemaati" fertlerine, Osmanlı Türkleri tarafından, Yahudilik„ten İslâm'a döndüklerini belirtmek maksadı ile verilen bir isimdir. Müslüman adı ve kıyafeti altında yaşayan, fakat Yahudi inanış ve âdetlerini devam ettiren dönmelere, eskiden nezaket kastı ile "avdeti" de denilmiştir. Bir başka kaynakta da şöyle denilmektedir: "Bu tabir (Dönme); 1912 Balkan Harbi'nden evvel Osmanlı İmparatorluğu hudutları içinde bulunan Selânik şehrinde mukim bir kısım Osmanlı vatandaşlarını ifade etmektedir. Evvelce Musevi dininde bulunmakta iken, bazı siyasi sebeplerle İslâmiyet'i kabııl etmiş olmaları yüzünden kendilerine dinden dönmüş manasına “Dönme” denilmekte idi17. Başmuharriri Mehmed Akif olan Sebılıü'r-Reşad mecmuasına göre ise, Sabetay Sevi Mehmed-i Rabia’nın (IV. Mehmed=Avcı Mehmed) huzuruna çıkarılmış ve dininden bu esnada dönmüştür. Bu hadiseden beri, Sabetay Sevi ile beraber İslam’a dönen efradına “Dönme” denilmiştir.

Küçük’e göre, hem Dönmeler ve hem de münafıklar ikiyüzlüdürler, müraidirler, göstermelik davranışlar sergilerler, “Müslüman olduk” derler ama aslında olmamışlardır. Tüm davranışları göz boyamaya matuftur. Bunlardan, hem Müslümanlar ve hem de hakiki Yahudiler her zaman endişe duymuşlardır. Bu zümrenin en kötü yanları ise, eski inançlarına yani Yahudiliğe hizmet etmek gibi bir huylarının olmasıdır.

  1. İlk Olarak Fark Edilmeleri

İngiliz Sefiri Porter, 1768’de Türklerin, Dönmelerin gizli hayatlarının farkına varamamış olmalarına şaşırdığını yazmıştır. Birçok kaynakta Osmanlı mülkünde yaşayan Dönmelerin ilk önce Hristiyan misyonerler tarafından fark edildiğine dair malumat bulunmaktadır. XIX. asrın başından itibaren yoğun bir misyoner akınına uğrayan Osmanlı toprakları, Hristiyanlarla birlikte Dönme Yahudilerin de misyonerlerin hedefinde olmasına sahne olmuştur. Misyonerlik yapacakları coğrafyada yaşayan etnik gruplar hakkında çeşitli kitaplar okuyan ve her türlü bilgi donanımına sahip olan misyonerler, Dönmelerin açık sırrına da vakıf olmuşlardır. Onlara göre Mesihçi Dönmeler, devşirilmeye, din değiştirmeye en fazla yatkın olan gruplardır. Bu hususta bir Alman misyoner olan Joseph Wolff, 1924’te İskenderiye’de tanıdığı bir Yahudi’den, Selanik’te Molcho ve Kordo adında, dışarıda Muhammedi olduklarını söyleyen ancak onlara kız alıp vermeyen bir Yahudi grubun var olduğunu işitmiştir. Wolff’un anlatımına göre bunlar Müslümanlarla asla evlenmemektedirler, kızlarını Dönmelere ya da Hristiyanlara verebilmektedirler. Wolff’un anlatımına göre Dönmeler, Protestan Hristiyanlara yakın bir zümredir. Yine 1826 senesinde Selanik’i ziyaret eden Benjamin Barker isimli misyoner, Dönmelerin gizli Yahudi olduklarından, ancak Müslüman Türklerle aynı imtiyazlara sahip olabilmek adına, haricen Türk’müş gibi davrandıklarından bahsetmektedir. Ona göre bu Dönmeler’in Türkler’le herhangi bir bağı bulunmamaktadır. Onlar, Yahudi tören ve ibadetlerini muhafaza etmekte, dışarıda Türkçe, evde ise Ladinoca konuşmakta ve çocuklarını da aynen Yahudiler gibi doğumlarının sekizinci gününde sünnet etmektedirler. Ancak Türk adetlerini takip etmek adına daha ileri yaşlarda sünnet ettirdikleri de olmaktadır. Bir başka Misyoner olan Edward M. Dodd ise Dönmelerin, Selanik’in Rum ve İslam ahalisinden daha asil olduklarını ve kendileriyle ticaret yapmanın diğer unsurlara nazaran çok daha emniyetli olduğunu, zira Dönmelerin Yahudiler gibi kibirli olmadıklarını, hoş sohbet olduklarını ve ticari muamelatlarında dürüst olduklarını söylemektedir. Şüphesiz bu misyonerler tesadüfen Dönmelerle tanışmış değildir. ABD merkezli Boston Kadınlar Cemiyeti isimli misyoner örgüt, Türkiye’ye gönderilen misyon şeflerinden bir kısmını Ermenilerle ilgilenmesi için tavzif ederken, bir kısmını da İzmir’deki Dönmelerle irtibat sağlaması için vazifelendirmiştir.

Dönmeler ya da Sabetayistler hakkında çok fazla malumat olmamasının iki önemli sebebi vardır. Bunlardan ilki, Türkiye Dönmelerinin kendilerini ifşa etmeme konusunda gösterdikleri hassasiyet ve bundan dolayı kapalı bir kutu misali, kendi içlerine kapanık olan hayat tarzını sürdürmüş olmalarıdır. Bu anlayış üç asırdan fazla bir müddet muhafaza edilmiştir. Dönmelerin ilk ifşa olmaları 1722 senesine tesadüf etmektedir. Dönemin Selanik Valisi Hasan Paşa, Dönmelerin ne İslam, ne de Yahudiliği takip etmediklerini görüp, bu zümreyi imha etmeye karar vermiş, ancak kısa bir müddet içinde bu emeline muvaffak olamadan kendisi ölmüş ya da öldürülmüştür. Bu durum dindar Dönmeler tarafından kendi inançlarını ve konumlarını sağlamlaştırmaları konusunda bir fırsata dönüştürülmüştür.

Diğer bir ifşa olma hadisesi de 1875’li yıllarda meydana gelmiştir. Selânikli bir dönmenin, elbisesini tamir ettirmek için terziye bırakması ve elbisenin içinden çıkan kâğıtlarda İbranice duaların, Davut Yıldızı’nın, Sabetay Sevi’nin mührünün, Tevrat ve Talmud’ta bulunan duaların yazılı olması, Osmanlı toplumunun ilk defa Dönme gerçeği ile yüzleşmesini sağlamıştır. Daha sonra Selânikli bir Yahudi olan gazeteci Sam Saadi Levy, bu kâğıtları gazetesinde neşretmiştir.

Gazetelere düşmeyen bir başka hadise ise terzinin tesadüfen yaptığı keşfiyattan yaklaşık 13 sene önce vukua gelmiştir. Devletin, Dönmelerin hakiki durumundan haberdar olduğu tarih, bu tarihtir desek herhalde yanlış bir şey söylemiş olmayız. 1862 senesinde Selanik Valisi olan Hüseyin Hüsnü Paşa tarafından Babıali’ye gönderilen bir telgrafta, Selanik’te aniden kaybolan Şerif Çavuş isimli bir şahsın aranması esnasında tesadüf elde edilen bazı garip şeylerden bahsedilmektedir. Kaybolan şahsı aramakta olan inzibat görevlileri bir Dönme şahsa ait eve girmişler ve girdikleri bu evde birisi Kanuni Sultan Süleyman’a ait olmak üzere iki adet kılıç ele geçirmişlerdir. Ayrıca kanlar içinde bir Yatağan Bıçağı ile birlikte adam dövmekte kullanılan değnekler bulmuşlardır. Hüsnü Paşa bu durumdan şüphelenmiş ve durumun ayrıca tahkik edildiğini 4 Haziran 1862’de Sadarete bildirmiştir.

Sadaretten gelen 6 Haziran 1862 tarihli cevabi yazıda, “Fi 6 Zilhicce 1278 tarihiyle müverrah telgrafnameleri alınarak Şerif Çavuş'un gaybubetinden dolayı, maznun olan mahal ve eşhasın taharrisi emrinde maruf olan himmetleri bai's-i mahzuziyyet olmakla badezîn dahi taharriyyat-ı mukteziyye icrasıyla iş’ar olunduğu veçhile keyfyyetin zahire ihracına ve neticenin icrasına itina buyrula . ,.” denilmek suretiyle tahkikatın mahallinde devam ettirilmesi ve sonucun ortaya çıkarılması emrolunmuştur.

Yapılan tahkikat neticesinde Avdeti taifesine mahsus olan hanede bulunan kanlı bıçağın Şerif Çavuş’a ait olmadığı anlaşılmış olmakla beraber, ele geçen falaka değneklerinin, kendi usulleri hilafına hareket eden kadın ve erkekleri terbiye etmek için Avdetilerce kullandıklarının anlaşıldığı, İslam’a tam meyledenleri gizlice telef ettiklerinin ortaya çıktığı, bahse konu evin bu zümrece meşveret ve mücazat amacı ile kullanıldığının tespit edildiği Sadarete bildirilmektedir. Avdetilere ait olan bu hane, geceleri Avdeti erkekler ve gündüzleri de Avdeti kadınlarca istişare ve mücazat amaçlı olarak kullanılmaktadır. Hüsnü Paşa, durumu bir telgraf ile 16 Haziran 1862 tarihinde Sadarete bildirmiştir. İşte bu hadise ile Osmanlı Devleti durumun vahametinin farkına ilk defa varmıştır, ancak nasıl bir yol izleyeceğini tam olarak bilememektedir. Aynı konudan “Tarihin Esrarengiz Bir Sahifesi” adlı makalesinde bahseden Ahmed Emin Yalman’a göre, evin bekçisi olan Nimetullah ismindeki Dönme hanım, Hüsnü Paşa tarafından konuşturulmak istenmiş, ancak Nimettullah kadın cemaatin sırlarını deşifre etmemiştir. Ona göre bu hadise cemaati dağıtacağı yerde, aksine daha da kenetlenmelerine sebep olmuştur.

Yine bir başka hadiseyi aktaran Ahmed Safi isimli bir yazarımızdır. Ona göre 1864 senesinde Kambur isminde bir Dönme, Selanik’te Müslümanlarla irtibata geçmiş ve kendi cemaatinin bir kısım sırlarını deşifre etmiştir. Kambur’un beyanlarına göre “Saadethane” ismini verdikleri bir Yakubi evinde Sevi ile Yakup Çelebi’nin hususi eşyaları bulunmaktadır.

Eşraftan Abdullah Efendi ismindeki bir zat durumu Vali Hüsnü Paşa’ya aktarmıştır. Dönmelere karşı aksülamel gösteren Hüsnü Paşa bahse konu evi basmış ve arama yapmıştır. Arama esnasında iki sandık, III. Selim’in, aynı taifeden bir şerbetdara verdiği bir kılıç ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya ait bazı hediyeler bulunmuştur. Hüsnü Paşa sandıkların açılmasını istemiştir ancak Dönmeler Padişah hazretlerinin açık emri olmadan sandıkları Paşa’ya teslim etmek istememişlerdir. Vali durumun sıkıntılı olduğunu ve bir isyana dönüşme potansiyeli taşıdığını görünce Dersaadet’ten müsaade talep etmiştir. Ancak Yakubi taifesi Paşa’dan daha atik davranmış ve muhtemelen mabeyindeki bazı memurlara rüşvet vermek suretiyle, Paşa’nın Yanya Valiliğine tayin edilmesini temin etmişlerdir. Böylece iki sandık dolusu cemaat sırrı ifşa edilemeden ortadan kaldırılmıştır.

Sabetayistlerin kendisini siyasi ve içtimai sahada ortaya koymaya başlamaları daha çok Abdülhamid Han asrında olmuştur. Masonlar, İttihatçılar ve ordu içindeki yandaşları ile birlikte Abdülhamid Han’ı devirenler ya da devirenlere akıl hocalığı, üst akıllık yapanlar Sabetayistler olmuştur. Sabetayistler gerek Balkan Harplerinde, gerekse de Birinci Cihan Harbinde Osmanlı aleyhine faaliyette bulunmaktan çekinmemişler, bunu alenen yapmışlardır. Vallaux ve Brunhes’e göre 1908 Jön Türk inkılabının kısm-ı azamını, işte bu zahiren Müslüman olan ama batınen İslamlar ile mücadele eden Dönmeler idare etmişlerdir. Dönmelerin bugünkü Türklüğün mukadderatında büyük tesirleri vardır.

1924 yılında, Sabetayistlerin Karakaşi koluna mensup olan Karakaş Rüştü ismindeki bir Dönme, ilk defa, Dönmelerin çift karakterli ve iki dinli olduğunu, aslında dönmediklerini, Türk ve Müslüman olan halkı kandırdıklarını ortaya koyan bir dilekçeyi Meclise vererek, kendi cemaatini deşifre etmiştir. Karakaşi Rüştü, Osmanlı’yı, Sabetayist zümreyi zorla asimile etmediği için tenkit etmiş ve bu zümre hakkında gerekli kanuni düzenlemenin yapılmasını istemiştir. Bahse konu dilekçe 1 Ocak 1924’ten itibaren Yunus Nadi tarafından Yenigün gazetesinde tefrika halinde yayınlanmıştır. Hadise o dönem basınında ve TBMM’de uzun müddet tartışılmış, ancak daha sonra üzerinde durulmayarak kapanmıştır. Birçok Sabetayist aile ellerindeki belge ve bilgileri bu hadiseden sonra korkarak imha etmişlerdir. 1937 senesinde Yunus Nadi ile Ahmed Emin Yalman arasında çıkan ve odağında Yalman’ın Dönme olduğunun ifşa edildiği tartışma ise, Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul matbuatına gönderdiği bir emirle son bulmuştur.

Dönmelerin fazla bilinmemesinin diğer bir nedeni de, 1917 yılında Selânik’te çıkan yangında, tüm kütüphanelerinin, arşivlerinin ve soy kütüklerinin yanmış/yakılmış olmasıdır. 1924 Karakaş Rüştü hadisesinden sonra cemaatin kendini iyice içine kapatmış olması da, bilgi azlığının sebepleri arasında gösterilmektedir. Bütün bu sebeplerin yanında, Osmanlı insanının çok kültürlülüğe olan yatkınlığı, başka dini inanç sahiplerine olan müsamahası, bu hususta algılarının pek de açık olmamasına sebep olmuştur denilebilir. Dönmelerin fark edilmeleri ve Türk toplumunda Dönmeler aleyhine bir aksülamel meydana gelmesinin sebebi, bu zümrenin farklı bir inancı takip etmesi değil, İslam’a zarar verecek bazı fiil ve davranışlara tevessül etmeleridir.

Dönmeler, 1924 Mübadele’sinden sonra, Türk toplumunu özünden, köklerinden, dininden, medeniyetinden, tarihinden koparmak için başlatılan bir proje kapsamında, ciddi bir görev yürütmüşlerdir. Cumhuriyetin ilk yıllarında devlete ve toplumun önde gelen kurumlarına (basın, kültür hayatı, siyaset, üniversiteler, hariciye vs.) hâkim olan Dönmeler, Türk toplumunu bambaşka bir hüviyete dönüştürme konusunda epeyce emek sarf etmişlerdir. Devlet ilk defa 12.11.1942 tarih ve 4305 sayılı kanuna dayanan Varlık Vergisi ile Dönmelerin hukuki statüsünü tanımıştır. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Başbakan Şükrü Saraçoğlu ikilisi bu kanunla Dönmelerin karşısına (D) işareti koymuş ve onlara gayrimüslimler ile Müslümanlar arasında bir vergi oranı uygulama yoluna gitmiştir. Buna göre Dönmeler (D), Müslümanlardan (M) iki kat daha fazla vergi ile muhatap olmuşlardır. Özde Yahudi olan Dönmeler ise bu vergi uygulamasına, kendilerinin de Türk ve Müslüman olduklarını iddia ederek, itiraz etmişlerdir. Mesela D grubuna dâhil olan Bezmenlerin o dönem vergi yükü 1 milyar lirayı aşmıştır.

  1. Mistik Siyonist: Sabetay Sevi

Sabetay Sevi, 1 Ağustos 1626 tarihinde, İzmirli bir tavuk tüccarı olan ve Türkler arasında Kara Menteş olarak iştihar eden Mordecai (Mordehay) ile Clara Sevi’nin ortanca oğlu olarak İzmir’de dünyaya gelmiştir. Aile Mora yani Pelopennes asıllıdır. Sabetay Sevi'nin babası Mordehay, Selanik, Manisa, Urla ve başka yerlerden gelen Yahudi göç dalgasıyla birlikte Yunanistan'dan İzmir'e gelmiştir. Sevi ailesinin, İspanya’dan göç eden Sefarad Yahudilerine mi, yoksa Almanya kökenli Aşkenaz Yahudilerine mi mensup olduğu konusunda ihtilaf olmakla birlikte, Aşkenaz Yahudilerinden oldukları konusu biraz daha ağır basmaktadır.

Gershom Scholem’in, David Kahana isimli yazardan aktardığı şu bilgi, bu hususta yegâne malumat olarak ortada durmaktadır: Yazar’a göre, Sabetay Sevi, kendisini ziyarete gelen bir Polonyalıyı, Almanca-İbranice karışımı olan Yeddişçe lisanı ile “schweig” yani “sus” diyerek azarlamıştır. Sevi’nin Almanca biliyor olması, onun ve ailesinin Aşkenaz kökenli olabileceğine işaret etmektedir. Bazı yazarlar ise Sevi ailesinin Yunan kökenli olmasından dolayı “Romanyot” asıllı olabileceğine hükmetmektedirler. Sabetay Sevi’nin anne ve babası, o Mesihliğini ilan etmeden (1666’dan önce) önce ölmüşlerdir. Babası zaten gut hastasıdır ve sürekli alil haldedir. Sevi’nin annesine düşkün olduğu, Sabetayist kaynaklardan anlaşılmaktadır. Hatta öyledir ki, kendisi Gelibolu’da esir ve sürgün hayatı yaşarken, cemaat üyelerine yazdığı mektuplarda, annesinin mezarını ziyaret etmenin ve mezar taşına yüz sürmenin, Kudüs’te hac yapmak kadar kıymetli olduğunu anlatmıştır. Kendisini ilk Mesih olarak tanıyan Gazzeli Nathan’ın bu buyruğa uyduğu söylenmektedir.

Baba Mordecai Sevi, tavuk ticareti ve yabancı şirketlerin mümessilliği ile zengin olmuş bir Yahudi’dir. Üç oğlu bulunmaktadır. Joseph ve Elijah isimli oğulları ticarete kabiliyetlidir ve baba Sevi tüm işlerini bu oğulları üzerine bina etmiştir. Ancak ortanca oğlu olan Sabetay farklıdır. Ticaret ile ilgilenmek istememektedir. O daha çok ilimle ve dini konularla alakadar olmak niyetindedir. Yaradılışı icabı, fıtri meyli bu yöndedir. Babası küçük Sevi’yi zorlamamış ve onun din ilimlerinde eğitim almasını desteklemiştir. İlim denildiğinde o dönemde Yahudiler için Talmud, Hristiyanlar içinse İncil akla gelmektedir.

Sabetay’ın ilk öğretmeni Joseph Escapa olmuştur. Bir Yahudi Rabbisi yani din adamı olan Escapa o zamana kadar böyle parlak bir talebeye sahip olmamıştır. Hafızası son derece kuvvetli olan bu küçük Yahudi, henüz 15 yaşında olmasına rağmen Talmud başta olmak üzere tüm dini eserleri okumuş, hatta hıfzetmiştir. Yahudiliğin mistik yönü olarak tarif edilebilecek Kabala ve Zohar’ı tedris etmiş ve henüz on sekiz yaşına geldiğinde, kendisine dini manâda büyük bir paye olan “Hakham” unvanı verilmiştir. Hayatı boyunca delilik, aptallık, sahtekârlık, büyücülük gibi birçok ithama maruz kalmıştır ama hiç kimse ona cahil ya da bilgisiz diyememiştir. Dini ilimlere olan vukufiyeti had safhada olmuştur. Bu vukufiyettir ki, zamanı geldiğinde kendisini, aslında mevcut olmayan payelere ve manevi makamlara layık görmesini sağlayacak ve zaten her ne başına gelecekse de ondan sonra gelecektir.

Sabetay, yirmili yaşlardan sonra artık eğitim hayatının tamamlandığına karar vermiş ve inzivaya çekilmiştir. Disiplinli bir hayatı benimsemiş, malayani ve boş şeylerden günah olduğu için uzak durmuş ve münzevi bir hayat sürdürmeye başlamıştır. Ancak bir süre sonra Kabala üzerinde çalışmaya ve eğitimini bu yönde devam ettirmeye karar vermiştir. Manevi alanda hem ilim ve hem de zühd ile hızla ilerlemiştir. Onun manevi sahadaki bu ilerlemesine paralel olan başka bir gelişme de kardeşlerinin ticaretinde meydana gelmiştir. Kardeşleri, babalarından aldıkları ticari tezgâhlarını büyütmüşlerdir. Öyle ki, İzmir’in en zengin ve itibarlı ailelerinden birisi Sevi ailesidir artık. Aile maddi alandaki bu gelişmeyi, Sabetay’ın manevi gelişiminin ve dindar oluşunun bir mükâfatı olarak görmüş ve kendisine bundan dolayı maddi-manevi destek olmuştur. Sabetay hayatı boyunca gelir getiren bir iş yapmamış, ailesinin maddi desteği ve cemaatinin katkılarıyla hayatını idame ettirmiştir.

  1. Evlilikleri

Babası, her baba gibi evladının bir an evvel kendi yuvasını kurmasını arzu etmiş ve onun için Sevi ailesinin sosyal statüsüne denk bir aileden, zengin ve güzel bir kız bularak, oğlunu evlendirmek istemiştir. Nitekim aranan eş adayı kısa zamanda bulunmuş ve dillere destan bir düğün ile Sabetay dünya evine ilk adımını atmıştır. Ancak düğünün üzerinden çok kısa bir zaman geçtikten sonra, Polonyalı eşi soluğu mahkemenin önünde almıştır. Eşinden yani Rabbi Sabetay’dan ayrılmak istediğini bildirmiştir. Ayrılma sebebi ise, eşi ile bir türlü hem hal olamamasıdır. Yani Sabetay bu ilk eşine elini bile sürmemiştir. Ona bir eş gibi davranmamış, kendi zahit hayatını devam ettirmiştir. Mahkeme Sabetay’ı huzuruna çağırmış, iddiaları yüzüne okumuş ve savunma yapmasını istemiştir. Genç damat Sabetay iddiaları kabulle beraber, herhangi bir mazeret ileri sürmeyince, Yahudi Mahkemesi boşanmalarına karar vermiştir. Sabetay Sevi boşanma belgesi olan “Get”i eşine takdim etmiş ve böylelikle ilk evliliği sona ermiştir.

Bundan sonra yapacağı iki evliliği de aynı gerekçe ile başlamadan son bulmuştur. Genç Sabetay’ın reculiyetinin olmadığı ya da ergenlik çağlarından itibaren gördüğü bir kısım rüyaların reculiyetine psikolojik olarak zarar verdiği yazılıp çizilmiştir. Henüz sinni buluğa erdiği sıralarda yani on altılı yaşlarında iken gördüğü bir rüyada, bir ateş ya da alevin inerek erkeklik organını yaraladığı ve buna bağlı bir travma eseri olarak evliliklerinin başarısız olduğu söylenmiştir. Öyleyse neden üç defa evlilik yaptığı suali her zaman kafalarda yer etmekle birlikte, bunun da Mesihlik için ilahi bir remz ya da bir işaret olduğu iddia edilegelmiştir. Bu iddiaların kaynağı da yine Sabetay’ın kendisidir. Ona göre, kutsal ruhun (Ruach Ha’kodesh) eşlerinin hiç birinin Tanrının takdir ettiği eş olmadığı, kendisine ilham edilip, bildirilmiştir. O, evliliklerindeki başarısızlığını, kendisinin kutsal kitap Torah ile evli olması ile izah etmekten kaçınmamış, ayrılıkla sonuçlanan evliliklerine de mistik bir hava vermeyi ihmal etmemiştir.

Evlilikleri içerisinde en ilginç olanı ise, üçüncü eşi olan Sarah ile yaptığı evlilik olmuştur. Sarah isimli Yahudi kızı, annesi ve Nayır ismindeki babasını kaybetmiş ve Polonya’da bir Manastır’a bırakılmıştır. Aslında Yahudi kızı olmasına rağmen, kimsesizlikten dolayı Manastır’da bir Hristiyan gibi yetiştirilmiş olan Sarah, ölmüş olan babasının, kendisinin tanassur etmesinden dolayı kabrinde rahat uyuyamadığını ve huzursuz olduğunu, bu durumu, rüyalarına girerek kendisine söylemiş olduğunu ve bir an evvel Manastır’dan kaçarak, şehirdeki Yahudi mezarlığına gitmesini ve birkaç gün sonra ölülerini gömmeye gelecek olan Yahudilere sığınarak, kendisini bu hayattan kurtarmasını söylediğini ileri sürmüştür. Sarah bu rüyaya uyarak, Manastır’ın penceresinden aşağıya atlamış ve yere düşmemesi için de babasının ruhaniyeti onu kollarına almıştır.

Gerçekten birkaç gün sonra mezarlığa gelen Yahudiler, her halinden Yahudi olduğu belli olan, üstü başı rezil rüsva ama sanki bu dünyaya ait değilmişçesine güzel olan kızı bulmuşlar ve hikâyesini dinleyince ona sahip çıkmışlardır. Rivayetlere göre, kız mezarlıkta bulunduğunda üzerinde ”bu kız Mesih’e eş olacak” şeklinde bir yazı vardır. Kızı daha fazla saklamaktan çekinen Yahudiler, yaptıkları araştırmalar sonucunda, kızın bir erkek kardeşi olduğunu ve Hollanda’da ticaretle uğraştığını öğrenmişler ve kızı gizli yollarla erkek kardeşinin yanına, Amsterdam’a yollamışlardır. Ancak kız burada mutlu olamamış, kardeşinin kendisine Yahudi bir eş bulması ve evlenmesi yönündeki telkinlerine kulak tıkayarak, kendisinin Mesih ile evlenmek için yaratıldığını, eşi olacak olan Mesih’in dünyaya teşrif ettiğini herkese ilan etmiş ve Mesih’i bulmak için tüm dünyayı dolaşmaya başlamıştır. Ancak öylesine gayrı ahlaki bir hayat sürmüştür ki, iddiası olan Mesih’e eş olmak misyonundan çok uzaklarda bir yerlerdedir. Büyük kurtarıcının eşi olmak için yaratıldığını iddia eden Sarah’ın iffetli ve namuslu bir kadın olması, dindar bir hayat sürmesi beklenirken, o tam manâsıyla bir fahişeye dönüşmüştür. Tıpkı Suzanne Portnoy’un kaleme aldığı “Kasap, Fırıncı, Şamdancı” kitabındaki çılgın Yahudi kadın gibidir. Kimseye bağlanmadan, dilediği erkekle birlikte olmayı hayat felsefesi ve tarzı haline getirmiş, ahlaksız bir kadına dönüşmüştür. Ancak Sarah, kendisine zekice gizem katmaya ve sürdüğü ahlak dışı hayatı mistisize etmeye devam etmiştir. Ona göre, Tanrı kendisine, Mesih’in eşi oluncaya kadar, dilediği erkekle beraber olması ve nefsani arzularını tatmin etmesi için izin vermiştir.

Durumdan haberdar olan Sabetay, bu sıralarda Mısır'da Raphael Joseph'le birliktedir ve derhal kızın bulunmasını istemiş ve onunla evlenmesi gerektiğini etrafına söylemiştir. Ona göre, daha önce yapmış olduğu iki evliliğinin başarısızlıkla sonuçlanmasının sebebi, Tanrı’nın bu evliliklere onay vermemiş olmasıdır. Ancak bu defa Tanrı peşinen, Sarah’ın kendi eşi olmasını istemiş ve bunu Sarah’a bildirmiştir. Sarah’a derhal elçiler gönderilmiş, elçiler kızı alarak Mısır’a ya da Kudüs’e getirmişler ve Sabetay’a takdim etmişlerdir. Rivayete göre, eş adaylarının her ikisi de birbirlerini görür görmez, “evet bu benim eşim olacak kişi” demişlerdir.

Sevi, Sarah ile 1664 ilkbaharında evlenmiş, ancak diğer evliliklerinde olduğu gibi üçüncü eşi olan Sarah’ın da eline bile dokunmamıştır. Bu evliliğe kendisini motive eden sadece ve sadece kadının beyanlarını Tanrısal bir buyruk ve ilahi bir işaret olarak algılamış olmasıdır. Sevi’nin eşi Sarah, bazı yazışmalarında ve mektuplarında, Musa Peygamberin kızı olan ve Mesih’e eş olacağı bilinen Leydi Kraliçe Rebeccah ismini kullanmaktan da imtina etmemiştir. Kendini peygamber kızı olarak ilan eden Sarah, evlilik öncesinde olduğu gibi, evlilik sonrasında da bir fahişe gibi davranmaya devam etmiştir. Karısına erkeklik yapamayan Sabetay, karısının etraftaki genç erkeklerle birlikte olmasına da ses çıkarmamıştır. Mesih, sahte kraliçe ile sahte bir evlilik yapmıştır. Hiç şüphesiz, bir fahişe ile evlenmiş olmasının arkasında yatan bir başka sebep de, kutsal kitapları olan Tanah’ta anlatılan, Hoşea peygamberin bir fahişe ile evlenmiş olmasıdır. Sabetay Sevi, bir fahişe ile evlenmiş olmasını bu şekilde izah etmiştir. Yalnız bir fark vardır, Hoşea Peygamber, karısı Gomer ile evlendiğinde Gomer bakiredir. İlk çocukları da ortak çocuklarıdır. Gomer isimli Yahudi kadın, ikinci çocuğu olan Lo Ruhuma’yı (merhamete ermeyen) ve daha sonraki çocuklarını başka erkeklerden peydahlamıştır. Hoşea Peygamber bu durumu bilmesine rağmen Tanrı’nın kendisine: “Git kendine bir kötü kadın ve zina çocukları al; çünkü memleket Rabbin ardından ayrılarak çok zina ediyor diye emrettiğini söyleyerek, fahişe olan eski karısını tekrar nikâhına almıştır.

Sarah’ın, sahte Mesih üzerinde etkisi olduğu şüphesizdir. Sarah’ın gücü sadece, Mesihlik alameti olmasından kaynaklanmamıştır. Sahte Mesih, Sarah’ı eş olarak aldıktan ve Mesihliğini ilan ettikten sonra, yaptığı bir kısım içtihatlar ile geleneksel Yahudi inancında yaptığı reformlarda Sarah’ın izi ve etkisi olmuştur. Yahudi inancına göre kadınlar ile erkekler sosyal hayatta çoğu kez birbirinden ayrılmaktaydı. Kadınlar ile erkekler aynı hizada yürümez, kadınlar sinagogta Tevrat okunurken minbere çıkamaz, erkeklerle dans vs. yapmazlardı. Ancak Sabetay, Mesihliğini ilan ettikten hemen sonra, kadınlar ile erkeklerin sosyal hayatta tamamen eşit olduklarını, sokakta ya da kapalı yerlerde dans edebileceklerini, minbere çıkabileceklerini söylemiştir. Zaten bu tarz bir hayatın uç noktalarında yaşayan Sarah için bu “Yahudi Açılımı”, iyiden iyiye kendisini ait olduğu hayatın içine sürüklemeye başlamıştır. Sarah, duygusal olarak yakınlık duyduğu her adamla ilgilenerek, diğer kadınlara bu yönde menfi örnek olmuştur. Ancak, kadın açılımı o noktaya gelmiştir ki, daha önce kendisinden boşanan kadınlar ile bir araya gelmek ve sohbet etmek Yahudiler için caiz olmazken, Sabetay bu kaideyi de değiştirmiş, kendisinden boşanan iki eski eşi ile görüşür ve konuşur hale gelmiştir. Bu durum her halde en fazla Sarah’ı rahatsız etmiş olmalıdır. Sarah her ne kadar eşine sadık, namuslu bir kadın profili çizmemiş olsa da, güç timsali olan Mesih’i kimse ile paylaşmak istemeyeceği de ortadadır. Kadın açılımı, en çok da açılımın öncüsü olan kadını vurmuştur. Sessiz devrimlerin, en önce kendi çocuklarını yemesi gibi bir şeydir bu. Sabetay, kadınlara hürriyet kisvesi altında, Yahudi geleneklerine aykırı olarak, birçok içtimai ahlaksızlığa kapı aralamıştır. Bunu yapmaktaki en büyük hedefi, hiç şüphe yok ki, kadınların desteğini almak ve kocaları üzerindeki güç ve etkilerinden, kurmaya çalıştığı “Mesihi Nizam“ adına istifade etmektir. Kadınlar bu özgürleştirme hareketine güçlü bir şekilde destek vermişlerdir. Havva Ana’nın suçunun affedildiğine inanıp, Tanrı’nın Mesih eliyle kadınlara yeni bir paye verdiğini düşünerek, yeni sosyal statülerine dört elle sarılmışlar, bu statüyü Tanrı nezdinde beraat ilanı olarak görmüşlerdir.

Bazı kaynaklarda, Sabetay’ın Kudüs’ten Mısır’a gittiği esnada, yani Sarah ile evlenme kararı verdiği hengâmda, manik depresif bir halet-i ruhiye içinde olduğu, sağlıklı karar almaktan çok uzak bulunduğu, bu büyücü ya da fahişe kadının iddia ve taleplerine, Mesih olma saikı ve sarhoşluğu ile karar vermiş olabileceği aktarılmaktadır. Üçüncü eşi ile olan evliliği tam 7 yıl sürmüştür. Bu eşinin ölümünden sonra ise dördüncü evliliğini Ülgün’de Jachobed (Ayşe) ile yapmış ve hayatının sonuna kadar da bu kadınla yaşamıştır.

Sabetay Sevi, karısı Sarah ile İzmir’e avdet ettikten ve Mesihliğini ilan ettikten sonra, bir gece Yüce Tanrı’nın ruhunun kendisine temessül ettiğini ve tam olarak Mesihliğinin onaylanması için, karısı ile cinsel birliktelik yaşaması gerektiğinin kendisine tebliğ edildiğini bildirerek, eşiyle beraber olmuştur. Aynı tebliğ her nasıl olmuşsa Sarah’a da gelmiştir. Zifaf gecesinden sonra, fahişeliği dillere destan olmuş olan Sarah’ın aslında bir bakire olduğuna dair kanlı çarşaf, halka açıkça gösterilmiştir.

Sabetay artık Mesihliğine kendisi de inanmıştır. Gazzeli Nathan ya da kendisine gönülden inanan Yahudi cemaatinin yüceltmelerine ihtiyacı kalmamıştır. Nathan ya da benzerleri vazifelerini yapmışlar ve Sabetay’ın içindeki gerçekliği (!) erken fark ederek, ona ayna olmuşlardır. Artık aynaya hacet yoktur. Mesih olduğu ve yüce bir misyon için vazifelendirildiği açıkça ortadadır (!). Sabetay bu yalana öylesine inanmıştır ki, artık alelade hadiseler bile kendisine Mesihliğinin Tanrısal onayı gibi gelmeye başlamıştır. Kim bilir belki de kanlı çarşaf, son derece zeki, hayalperest ve düzenbaz bir kadın olan Sarah tarafından planlanmış bir düzmeceden ibarettir. Beraber olmalarının Tanrı buyruğu olduğunun kendisine de bildirilmesi gibi. Ancak Sabetay artık akıl tutulması yaşamaktadır. Bakire olmayan eşinin, bekâretine dair tiyatronun sahnelenmesine göz göre göre inanmış ve inanmakla da kalmayıp, halkını da buna inandırmaya çalışmıştır. Bununla iki şeyi hedeflemiş olmalıdır; öncelikle, Yahudiler için evlenmek ve neslin devamı için çocuk sahibi olmak son derece önemlidir. Mesih’in recul olmadığının bilinmesi, onun yüce hedefleri için bir nakisedir. Diğer taraftan ise, her ne kadar Hoşea peygambere, bir fahişe ile evlenmesi Tanrı tarafından emredilmiş olsa da bu bir istisnadır. Asıl olan bakire ve ahlaklı bir kadınla evlenmek olmalıdır. Sarah’ın aslında ahlaklı ve namuslu bir kadın olduğunun, halk tarafından bilinen kötü şöhretinin bir yanılgıdan ibaret bulunduğunun, mistik bir hadise ile ortaya konulması, hem Mesih’i, hem de eşi Sarah’ı (Rebeccah) tebrie etmeye yarayacağından şüphe yoktur. Ancak cemaatin aklıyla da alay eder pozisyona düşmemek gerekmektedir. Bunun için bu hadiseyi, Mesihliğin bir alameti haline dönüştürmek, son derece akıllıca bir manevra olarak görülmüş olmalıdır. Ancak hakikat şudur ki; Sarah bir Kibele Rahibi ya da hadmedilmiş biriyle evlenmiş gibi pek tatmin olmuş görünmezken, kocası kendi ağzıyla söylediği üzere, diğer evliliklerinde yaptığı gibi eşinden uzak durmuştur. Daha sonrasında, Sarah’ın bu ilişkinden bir erkek çocuğu dünyaya getirdiği ve isminin de İshmael (İsmail) Mordecai olduğu yalanı yayılmış olsa da, ekser kaynakların ittifak ettiği husus şudur ki, Sabetay çocuksuz olarak ölmüştür. Gershom Scholem, “1666 Ekim'inde veya (sonraki bir hamilelikten) 1667 yazında, Sarah'ın ona bir erkek çocuk doğurduğu, çocuğun gerçekten ergenlik çağında öldüğü bir vakıadır. Coenen ve onun peşinden giden yazarlar, Sabetay'ın çocuklarına yapılan bütün atıfların inanan safdillerin hayal ürünü olduklarını ifade etmekle yanılmışlardı. Bu özel kehanet gerçekleşmişti ve adı Ishmael Mordecai olan çocuğun var olduğuna ilişkin delile itiraz edilemez demek suretiyle, Sevi’nin çocuğu olmadığı yönünde düşünce serdeden ender Yahudi yazarlar kategorisinde yer almıştır.

Birçok kaynak, Mesih’in eşine karşı yapılan fahişelik ithamının boşa çıkarılması, bunların birer iftiradan ibaret olduğunun ortaya konulması için, Tesniye 22/13-30 da belirtilen ayetlere uygun olarak böyle bir yalana başvurulmuş olabileceğini belirtmektedir ki, gerçeğe en yakın analiz bu olsa gerektir. Zira kutsal kitap bekâreti son derece önemsemekte, bakire çıkmayan kızların, babasının evinin kapısı önünde taşlanarak öldürülmesini yani recm cezasına çarptırılmasını emretmektedir. Mesih’in böylesine aşağılanan bir kadınla evlenmesi, Mesihlik makamına zarar verebilecek, hatta muhalifleri tarafından aleyhinde kullanılabilecek önemli bir silahtır. Bu silahın, geleneksel Yahudiliğe inanan ve Mesihlik alametlerinin, sırf bu yüzden Sabetay’da olmadığını düşünen inkârcılardan alınması gerekmektedir.

  1. Mesihliğini İlan Etmesi

Yahudi kaynaklarına ve dini otoritelerine göre 1648 senesi, Mesihi bir sene olmuştur. Yani Yahudileri zulümlerden kurtaracak ve dünyaya sultan edecek olan Mesih’in geleceği sene bu senedir. Madem Mesih bu sene gelecektir, Sevi’ye göre, Yahudi âleminde kendisinden bu makama daha uygun kimse olmadığına göre, kendisi Mesih olmalıdır. 1648 senesi dolmadan Mesihliğini ilan ederse, cemaatinin ve dindaşlarının beklediği “Mesih-i muntazır” olma vasfını haiz olabilecek olan Sevi, eğer fırsatı kaçırırsa hiç kimsenin ona inanmasını beklemenin doğru olmayacağını düşünmektedir. Kendisini harekete geçmeye zorlayan Sevi, en yakınındakilere kendisinin beklenen Mesih olduğunu ifşa etmiş, ancak yakınındakilere bu sırrı zamanı gelinceye kadar gizli tutmalarını öğütlemiştir. Ona göre henüz açıktan tebliğ ve ifşa etme zamanı gelmemiştir. Ne de olsa hem İsa Peygamber ve hem de Müslümanların Peygamberi olan Hz. Muhammed de benzer bir usul ile hareket etmemiş midir? Önce çok yakınlarına sırrını açıklayıp, belli bir güce kavuştuktan sonra da herkese ilan edilmesi ve mücadelenin başlatılması, peygamberi bir metot ile olmalıdır. Bu yüzden sahte Mesih de bu şekilde davranmıştır. Ancak 1648 senesi sona ermek üzere olmasına rağmen, kendi kendisini Mesih ilan etmesinden başka, onun Mesihliğine işaret edecek, tasdik edecek hiçbir ilahi işaret, hiçbir Rabbani gelişme olmamıştır. Henüz 22 yaşında olan Rabbi Sabetay’ın Mesihliğine, kendi etrafındaki bir avuç sadık adamından başka inanan yoktur. Sahte Mesih bir şeyler yapmak zorundadır, yoksa Mesihlik iddiası sonuçsuz kalabilir hatta aleyhine kullanılabilir sonuçlar meydana getirebilecek durumdadır.

Sabetay Sevi bir gün sinagoga gitmiş, minbere çıkmış ve ilk defa tanrının ismi olan “Shemhamforash” ismini kürsüden söylemiştir. Yahudi inancına göre, Tanrı’nın ismini büyük sürgünden sonra hiç kimse tam olarak telaffuz etmemiştir. Bu konuda inançlarından gelen bir yasak bulunmaktadır. Tanrı’nın tam adını söyleyecek olan kişi sadece Mesih’tir. Başkası söylerse, kâfirlikle itham edilmektedir. Meşhur Rabbi Sabetay, kâfir olamayacak kadar dindar, sofu bir Yahudi’dir. O zaman mutlaka Mesih olmalıdır ki, bu sözü telaffuz edebilsin. Ya da tam bir bozguncu.

Sabetay Sevi’nin beklenen Mesih olmadığını ileri süren önemli Yahudi din adamları vardır. Kutsal kitaplarda tarif edilen Mesih ile Sabetay arasında hiçbir bağ kuramayan din adamlarının ilk işi onu tekfir etmek ve dinden aforoz etmek olmuştur. Yahudi Cherem kanunlarına göre Sabetay Sevi lanetlenmekte ve şu sözlerle dinden atılmaktadır: “Meleklerin ve kutsal varlığın emriyle onu, Tanrı ’nın ve insanların önünde, Tevrat’a ve indirilmiş 613 ayetine dayanarak Elisha’nın çocukları lanetlediği gibi kutsal kitapta yer alan bütün lanetlerle lanetliyor ve aforoz ediyoruz. Gece ve gündüz, uyuduğunda ve uyandığında, dışarı çıktığında ve içeri girdiğinde lanet onunla olsun ve Tanrı onu affetmesin. Tanrı’nın kutsal kitapta yazan bütün kini ve öfkesi başından aşağıya yağsın. İsmi cennetten çıkarılsın. Anısı İsrail yurdundan silinsin. Kimse onunla beraber olmasın, kimse onunla konuşmasın ve ona bir şey yazmasın, kimse onun varlığını çatısı altında kabul etmesin, kimse ona dört arşından fazla yaklaşmasın ve onun elinin yazdığı hiçbir şeyi okumasın. Ancak bu aforoz cezası, beklenen etkiyi göstermek yerine, Sabetay Sevi’nin hedefine bir adım daha yaklaşmasını sağlamıştır. Zira geleneksel din anlayışına sahip olan din adamları tarafından aforoz edilmiş, dışlanmış ve reddedilmiş olmak da Mesihlik alametlerindendir. Bu aforoz ve lanetleme eylemi, tam tersi bir sonuç meydana getirmeye başlamıştır. Artık Mesih’in yolu açılmaktadır...

İzmir artık Sevi için emniyetli bir şehir olmaktan çok uzaktır. Zira şehirdeki önemli Yahudi din adamları Sevi’nin dinden çıktığına fetva vermiş ve onun öldürülmesini kararlaştırmışlardır. Her ne kadar, bu ölüm fermanı kabil-i tatbik olmaktan çok uzak olsa da, daha fazla karmaşaya sebebiyet vermek istemeyen Sevi, İzmir’den ayrılmak zorunda kalmış ve İstanbul’un yolunu tutmuştur. Aynı zamanda, bir gün bu şehre tüm dünyanın kralı olarak geri döneceğini yakın dostlarına telkin etmiş ve onları inançlarında diri olmaya teşvik etmeyi de ihmal etmemiştir. Ailesinin yardım ve destekleriyle Mesihi davasını başka Yahudi topluluklarına anlatmak ve kendisine tabi cemaatler bulmak için seyahatlere çıkan Sevi, önce anavatanı olan Mora’ya gitmiş, sonrasında ise Atina’yı ziyaret etmiştir. Bu şehirlerde beklenen ilgiyi göremese de isminin duyulmuş olması bile onu mutlu etmeye yetmiştir. Bu seyahatinde asıl önemli durağı ise meşhur Sefarad Yahudilerinin toplanma yeri olan, Makedonya’nın önemli şehri Selânik olacaktır. Selânik o dönemde dünyanın önemli Kabalistik merkezlerinden birisidir. Ancak burada da Mesihliğini ilan etmeye cesaret edememiştir. Zira Selânikliler kendisinin Tanrı’nın ağıza alınması yasak olan ismini söylemiş olmasından haberleri vardır. Burada sadece deli damgasını yemekle kalmıştır. Moralsizce de olsa tam sekiz sene seyahat etmiş ve gittiği her yerde Yahudi cemaati ile istişarelerde bulunmuştur. Yaptığı bir nevi Mesihliği için kamuoyu oluşturmak ve zemin hazırlamaktır. Ayrıca Hristiyan dünyasından bir kısım din adamları ile de görüşmüş ve Mesih inancının onlarda da olduğunu görerek, bundan kendi davasına destek almıştır. Yani bir nevi modern

Evangelizm’in temellerini o tarihlerde atmıştır. Evangelist inanca göre, Hazreti İsa, Yahudiler Kudüs’e dönmeden gelmeyecektir. Yahudileri Kudüs’e götürecek olan ise Mesih’tir. Yani bu anlayışa göre, Hristiyan dünyası kendi menfaatini istiyorsa, Yahudilerden çıkacak olan Mesih’e de inanmak durumundadır. Bu fikri epeyce işleyen ve olgunlaştıran Sevi, Selânik’ten sonra rotayı İstanbul’a çevirmiş ve 1650 senesinde İstanbul’a gelmiştir. Sevi, İstanbul’da Abraham isimli bir Yahudi tarafından karşılanmış ve kendisine Mesihlik beratı verilmiştir. Bir parşömen kâğıttaki beratta aynen şunlar yazılıdır: “Ben Abraham Acher, büyük bir sıkıntı içinde kırk yıldır bu mağaraya kapatıldım, çünkü Mısır nehrinde yaşayan büyük canavar hâlâ tahtta oturuyordu. Mucizelerle dolu çağın neden hâlâ gelmediğinin sırrını çözmeye çalıştım ve Tanrının bana şu sözleri söylediğini duydum; -5386 yılında Mordecai Sevi’nin bir oğlu olacak ve adını Sabetay koyacak. Ve o büyük ejderhayı devirip, iblisi öldürecek. O Tanrı’nın kutsadığı kişi olacak ve benim (Tanrı’nın) tahtıma oturacak. Krallığı sonsuza dek sürecek ve benim halkımın, İsrail’in kurtarıcısı ondan başka kimse olmayacak. Aynı metin Gershom Scholem’in eserinde şu şekilde yer almaktadır: “Ve ben Abraham kırk yıl boyunca onun nehirlerinin ortasında yatan büyük ejderhanın gücünden dolayı acı çekerek, bu mucizelerin sonu ne zaman gelecek diye (merak ederek) (krş. Daniel 12:6) kapalı kaldıktan sonra sevdiğimin sesi duyuldu (dedi ki), "Duyun 5386 (1626) yılında Mordecai Sevi'nin bir oğlu olacak ve ona Sabetay Sevi diyecekler. Büyük ejderhaya boyun eğdirecek, delici yılanın gücünü ve düzenbaz yılanın gücünü ellerinden alacak ve o gerçek Mesih olacak. Elleri olmadan (yani silahları olmadan) (sonun zamanı gelene kadar) savaşa gidecek. Krallığı ebedi olacak ve Beni İsrail'in ondan başka kurtarıcısı olmayacak. Ayağa kalk ve fakir ve zayıf olmasına karşın bu adamın gücünü işit. (O) gözümün bebeği ve kalbimin ta kendisi gibi benim sevdiğimdir... (ardından ilk kurtarıcı olan Musa'ya atfı ima eden çevrilebilir gibi olmayan bazı Kabalacı sözcük oyunları geliyor) ve o benim tahtının üstünde oturacak, çünkü el Tanrı'nın tahtı üstündedir.

Şimdi bu belgeyi ve yaşanan hadiseyi değerlendirdiğimizde karşımıza şu hakikat çıkmaktadır: Şeyh uçmamakta, müritleri onu uçurmaktadır. Sahte belge ile sahte rüyalar ve sözde Tanrı ile doğrudan görüşmelerle, sahte evliliklerle ve bunların meydana getirdiği sahte bir dünyanın içinde kendini Mesih olarak gören şahısla, hayali ve mistik bir kurgu yapılmaktadır. Bu kurgu içerisinde kutsal kitaplar, inanan Yahudi cemaati mensupları, Sinagoglar, aile bireyleri yani herkes sadece bir araçtır. Amaç ise, toplumu belli bir ütopya peşinden koşturmak ve bundan maddi ya da manevi fayda temin etmektir. Sonsuza kadar kral olarak kalacak olan Sahte Mesih Sabetay’ın krallığı henüz kurulmadan ve Yahudiler Kudüs’e gidemeden, 1666 senesinde Osmanlı tarafından bu hayali krallığa son verilecektir. Korku nedir bilmeyen, ejderhaları yenecek ve Yahudilerin halaskârı olacak olan Sevi, 1666 senesinde davasından dönecek ve bırakınız Yahudileri kurtarmayı, kendi canını bile zor kurtarıp, İslâm’a geçecektir. Yani bahse konu berat belgesi de, her şey gibi sahtedir, Abraham da sahtedir, Nathan da sahtedir, Sabetay da sahtedir. Hatta Yahudilerin Tevrat’a dayanmayan, sonradan Kabbala ile dinlerine dâhil ettikleri Mesih inancı da sahtedir. Bu kadar sahte bir dünya, halen Yahudi toplumunu etkilemeye devam etmektedir. Asıl şaşılacak olan husus budur. Abraham tarafından verilen belgenin sahte olduğunu herhalde en iyi bilen yine Abraham olsa gerektir. Abraham İstanbul’da yaşayan bir hahamdır. Dünyanın her yanında inançlarından ve başka sebeplerden dolayı zulüm gören Yahudilere nispet edilmeyecek kadar iyi şartlarda ve hür bir ortamda yaşayan Abraham, kendilerine kapıları açan, bağrına basan ve asla inançlarına müdahale etmeyen Osmanlı padişahını zalim, ejderha ya da iblis olarak niteleyecek kadar gözü dönmüş bir tavır içine girmiştir. Yahudilerin genel karakteristik seciyeleri budur. İşte bu yüzden Yahudiler dünyanın her yerinde dışlanmış ve zulme uğramışlardır. Yahudiler, normal zamanlarda yaşadıkları memleketin tüm kurallarına, müesses nizamın gereklerine harfiyen uyarlar, hatta bırakınız kurallara uymayı tabasbus derecesinde başlarındaki otoriteyi yüceltmektedirler. Sabetay Sevi’nin 18 Emir’i arasında bu hususta bir emir de yer almaktadır. Ancak ne zaman ki, kendilerine itimad-ı nefisleri gelir ve ne zaman ki gücü elde ederler ve ne zaman ki sancağı altında yaşadıkları devlet zayıflamıştır, işte o zaman hakiki yüzlerini ortaya koymaktadırlar.

Sabetay bu sahte belgeyi ilahi bir emir gibi kabul etmiş ve Hristiyanların 1666 senesinde bir Mesih beklediklerini de bildiği için, 1666 senesine kadar biraz daha sessiz kalmayı ve fazlaca ortaya çıkmamayı yeğlemiştir. Amacı davasında Hristiyanların da desteğini almaktır. Yahudilerin tek hedefi İslâm’dır. İslâm’ın mümessilliğini de Türkler yapmaktadır. Türkler aynı zamanda o dönemde, Arz-ı Mev’ud olarak tarif ettikleri, kendilerine vaat edilmiş kutsal toprakların sahibi pozisyonundadırlar. Türkler, Sabetay’a göre Ye’cüc ve Me’cüc’tür (Gog ve Magog). Anadolu’daki Türk Devleti ise işgal edilip, ortadan kaldırılması gereken Edom’dur. Bu büyük güce karşı mücadelede kendilerine yardım edecek olanlar ise Hristiyan dünyası olacaktır. Hristiyan dünyasının desteğini almadan bu büyük ejderhanın (Türkler kastediliyor) yenilmesi mümkün değildir. Bu yüzden, kendi Mesihi fikirlerine, Hristiyanların da yamanmalarının temin edilmesinde, kendilerince büyük fayda vardır. Yani denilebilir ki, Sevi, modern Evangelizm’in, İslam’a karşı Haçlı-Siyon ittifakının tarihsel planda temelini atan adamdır. Sevi, İstanbul’da da fazlaca kalamamış ve rotasını Kudüs’e doğru kırmıştır.

Sabetay Sevi, 1662 (1663) yılında Kudüs’e gelmiş, Arz-ı Mev’ud’un kalbini ve kurmayı planladığı krallığının başkentini ziyaret etmiş, kısa bir süre Kudüs’te kaldıktan sonra ise Mısır’a geçmiştir. Mısır’da yaşayan Yahudilerin başı konumundaki, Osmanlı Devleti’nin bölgedeki vergi tahsildarı olan Çelebi ile tanışmıştır. Yine o tarihlerde Kudüs’te Yahudiliğin önemli eğitim merkezlerinden birisi olan Talmud Kolejinde, Gazzeli Nathan olarak bilinen bir hahambaşı da bulunmaktadır. Gazzeli Nathan, Kudüs’e Polonya’dan gelmiş olan bir Aşkenazi ailesine mensuptur. Nathan Gazzati olarak da ün yapmış olan bu Kabalistik kâhin, Sabetay Sevi’nin beklenen Mesih olduğunu ilan etmiştir. Gazzeli Nathan ya da bilinen diğer adıyla Nathan Levi, fakir bir aileye mensuptur. Babası Avrupa’da, Kudüs’te yaşayan fakirler için yardımlar toplayan bir din adamıdır ve oğlunu da iyi bir din adamı olarak yetiştirmiştir. Nathan fakirdir ama zengin bir ailenin (Samuel Lizbona) bir gözü görmeyen, güzel bir kızıyla evlenmiştir. Sabetay Seviden en az 17 yaş daha küçük olmasına rağmen, yapmış olduğu Kabbalistik kehanet ve tahminlerle şöhretşiar olmuştur. Sabetay Sevi 1662 senesinde Kudüs’te olmasına ve Nathan ile aynı şehirde yaşamış bulunmasına rağmen, o dönemde herhangi bir tanışıklıkları olduğuna dair bilgi bulunmamaktadır.

İşte bu Kabalistik feylesof Nathan Levi, bir gün oruçlu iken, tek başına Tanrı’ya gözyaşları içinde dua ederken, kendisine peygamberlik geldiğini ve peygamberliğinin de Mesih olduğuna inandığı Sabetay Sevi’ye meylettiğini ifade ederek, Sabetay’ın beklenen Mesih olduğunu ilan etmiştir. Gazzeli Nathan, 1665 senesinde bir Şabbat (Cumartesi) günü rüya mıdır, hayal midir, yakaza mıdır belli olmayan bir âlemde, garip şeyler gördüğünü iddia etmiştir. Dünyanın yaratıldığı gündeki gibi gökyüzünde birbiriyle çarpışan ışıklar ve o ışıklardan nebean eden harflerin oluşturduğu bir yazıyı okumuştur. Yazıda: “ve Tanrı bana, kurtarıcının, Sabetay Sevi’nin geldiğini bildirdi ”yazmaktadır. Aynı rüyada gaipten gelen bir ses ise şunu söylemiştir: “Bir yıl ve birkaç gün geçtikten sonra gerçek sana gösterilecek ve gözlerin Davut soyundan gelecek olan Mesih krallığına şahit olacak.

Kendisinden başka iki kişi ya da bir güç tarafından da Mesihliğinin tasdik edilmiş olması, Sabetay Sevi’nin alenen kendi Mesihliğini ilan etmesine sebep olacaktır. Mesihliğini, İzmir’de, ifşa ettiği tarih yaklaşık olarak Aralık 1665 senesidir, yani tam kırk yaşındayken. Burada İslâm Peygamberi Hz. Muhammed’e bir öykünme ve onu taklit izleri bulunmaktadır. Zira 40 yaşı, nübüvvet yaşıdır. Sabetay Sevi, kendisine düşman olan hahamların bir kısmının Mesihliğini kabul etmesinin de tesiri ile kendi yalanına kendisi inanan insanlar misali, iyiden iyiye Mesihlik havasına girmiş ve İzmir’de tam kırk yaşındayken Mesihliğini ilan ettiğinde, etrafındaki cemaat tarafından büyük oranda desteklenmiştir. Zamanın ruhu, yaşanılan hadiselerin çetinliği, Sabetay’ı Mesih olarak ilan eden Nathan ve Abraham gibi din adamlarının şahitliği, karısı Sarah’ın ilahi bir emir alarak kendisi ile evlenmek istediğini bildirmesi, Hristiyan âleminin Mesih beklentisinin bu yıla denk gelmesi gibi hadiseler neticesinde, Sabetay, Mesihliğini artık tereddüde mahal vermeksizin açıklamıştır. İnsanlar kendisine öyle tezahüratlarda bulunmuşlardır ki, ihtimal kendisi bile buna şaşırmıştır. “Kralımız, Mesih’imiz, Kurtarıcımız, Halaskarımız^ Çok Yaşa. Vive Sultan Sevi” nidaları her tarafı inletmiş, insanlar gözyaşları içinde kendisine inanmış ve teveccüh göstermiştir. Kendisine karşı çıkan Yahudi Rabbileri ve Hahamları bile bu coşkun akan sele kendilerini kaptırmaktan alıkoyamamışlardır. Halk arasında öyle bir sevgiye ve itibara mazhar olmuştur ki, şöhreti ülke hudutlarını da aşmıştır. Artık dünya Yahudileri beklenen kurtarıcısına kavuşmak için gün saymaya başlamışlardır. Hollanda, Ukrayna, İspanya, Almanya, Polonya, Fransa, Rusya gibi ülkelerde yaşayan Yahudiler, diasporadan kurtulup, Sion Tepesi’ne kuracakları devlet için heyecan duymaya başlamışlar, bir an evvel yaşadıkları ülkelerdeki mallarını, mülklerini satarak, İsrail Devleti'ni kuracakları Filistin’e doğru büyük bir göçe hazırlanmışlardır. Erken dönem Siyonizmi’nin etkisine kapılan Yahudiler yollara düşmüşler, kendi krallıklarının sancağı altında yaşamak için heyecan ve aşkla büyük bir yürüyüş başlatmışlardır. Ancak hiç kimsenin aklına şu soru gelmemiştir: Dünyanın süper gücü olan Osmanlı’ya rağmen nasıl olacak da Kudüs merkezli bir İsrail Krallığı kurulabilecek, Türklere rağmen bu iş nasıl başarılacaktır? Yahudiler o derece efsunlanmış durumdadırlar ki, hiç kimsenin aklına böyle bir soru gelmediği gibi, bunu düşünmeye bile gerek görmemişlerdir. Ne de olsa “Mesih dünyaya teşrif etti, Tanrı yardım edecek ve büyük ejderha yani Türkler yenilecek” diye düşünmüşlerdir. Bu sırada Türk Devleti ise Girit meselesi ve kendi içinde yaşanan bir kısım karmaşalarla meşgul olduğundan, bu küçük Yahudi gailesine zaman ayırmayı bile gerekli görmemiş, kendi hudutları içinde meydana gelen, Musevi şeriatını tahkir etmeye matuf bu sahte Mesih hareketini başta epeyce bir müddet küçümsemiş ve ehemmiyet vermekten imtina etmiştir.

Sabetay Sevi, Mesihliğini ilan etmekle kalmamış, dünya Yahudilerinin tümüne hitaben bir de Mesihlik bildirisi kaleme alarak, her tarafa dağıtılmasını sağlamıştır. Bahse konu bildiride şu sözler yer almıştır: “İsrail’deki kardeşler dinleyin. Mesih’imiz İzmir’de dünyaya geldi, adı Sabetay Sevi. Çok yakında herkese krallığını gösterecek ve Sultandan kraliyet tacını alıp, kendi başına geçirecek. Türklerin Sultanı, Kenan diyarındaki bir köle gibi onun peşinden gidecek, çünkü güç ve şan Sabetay’ın eline geçecek. Fakat aradan dokuz ay geçtikten sonra Mesih’imiz İsrail’in gözleri önünde kaybolacak ve hiç kimse onun ölü mü yoksa diri mi olduğunu bilemeyecek. Ancak o, hepimizin bildiği gibi hiçbir faninin şimdiye dek geçemediği Sabbation Nehri’nden geçecek. Orada Musa’nın kızıyla evlenecek ve Mesih’imiz Musa ile birlikte Kudüs’e gelecek, yaşlı Yahudiler atlara binecekler. O ise bir ejderhaya binecek, ejderhanın yularının dizginleri yedi başlı bir yılan olacak. Yolunun üzerinde ona İsrail’in düşmanları olan Gog ve Magog güçlü bir orduyla saldıracak. Ama Mesih düşmanlarını sıradan insanların yaptıkları silahlarla bozguna uğratmayacak. Burundan aldığı nefesle onları bozguna uğratıp, tek bir sözle helak edecek. Ve Kudüs’e girdiğinde, Tanrı gökyüzünden altından ve değerli taşlardan bir taht indirecek. Bu tahtın ışıltısı tüm şehri dolduracak, ona oturan Mesih, Yüce

Rahip, kendini kurban olarak sunacak. Ve o gün tüm dünyada ölüler mezarlarından kalkacak. İşte tüm bunları size haber veriyorum.

Sabetay Sevi, Mesihliğini ilan ettikten ve kendince bu kutlu ilan etrafındaki Yahudiler ve diğer şehirlerde, ülkelerde yaşayan Yahudiler nezdinde makes bulmaya başladıktan sonra, Yahudi inancına ait olan birçok kuralı değiştirmeye başlamıştır. Ne de olsa kendisi Mesih’tir. Peygamberlerin kural koyma yetkisi varsa, kendisinin olmaması nasıl düşünülebilir, diye söylemiştir. Artık Yahudilerin çektikleri acılar, ıstıraplar, sefaletler son bulacaktır. Bu eza ve cefalar Tanrı’nın kendileri için verdiği bir ceza olmanın yanında, ahiret yurdunu kazanmaları için bir imtihan vesilesidir. Ancak Mesihi çağ başladığına göre, acılar da son bulmalıdır. Tanrı da böyle istemiş olsa gerek ki, Yahudi milletini kendisi ile mükâfatlandırmış diye düşünmekte ve ilk iş olarak 10 Tevet orucunu bir ibadet ve Tanrı’ya yaklaşma, arınma şeklinden çıkarmak suretiyle ve eğlenceye dönüştürmek maksadıyla bir tebliğ yayınlamıştır. Dinde reform adı altında, keyfi, şehevi ve hissi bir kısım kurallar getirerek, cemaatinin dindar bir millet olmasını önlemeye, tamamen sefihane bir hayat yaşamalarını teşvik etmeye başlamış, içki, kadın, eğlence artık bundan sonra Yahudilerin yeni hayat tarzı olmuştur. Aslında yapılanlar reformdan ziyade, devrim mahiyetindedir. Artık sabretmenin yerini harekete geçmek, ibadet etmenin yerini eğlenmek, korkunun yerini başkaldırmak, sinmişliğin yerini ise itimat-ı nefs almıştır. İtimat-ı nefs o raddeye gelmiştir ki, kutsal Şabbat gününde sinagogta yapılan dini ayinlerde, Osmanlı Sultanının adını anmak adetleri iken, padişahın adının yerine kendi adının konulmasını emredecek hale gelmiştir. Hatta hükümdarlık tacını kendisi giymiş, bunun için bir de merasim yapılmıştır. Artık konu, Yahudilerin iç meselesi olmanın ötesine geçmeye, devlet için bir dâhili emniyet meselesi olmaya başlamıştır. Öyle ki, safdil bazı Bektaşiler de, Sabetay’ın gerçek

Mesih olduğunu kabul ettiklerini beyan etmişler ve kendisine tabi olmuşlardır. İran Şiileri arasında da kabul gördüğüne dair rivayetler vardır. Zira Şiilikteki Mehdi inancının, Yahudilikteki Mesih inancından etkilenerek meydana geldiği ve Şiiliğin oluşumunda Yahudi etkisinin bulunduğu iddia edilegelmiştir. Hatta sadece Müslümanlardan değil, Hristiyan unsurlardan da kendisine biat edenler olduğu rivayet edilmektedir. Yahudilerin çoğu, Mesihleri yani kendilerini Kudüs’e götürecek ve selamete çıkaracak olan krallarının geldiğini, bundan sonra ona itaat edeceklerini, onun dışında kral ya da otorite tanımadıklarını, vergi vermeyeceklerini, yasalara uymayacaklarını alenen beyan etmişler, çalışmayı da bırakmışlar, borçlarını ödemez olmuşlar ve ticari hayat durma noktasına gelmiştir.

Yahudilerin ya da daha doğru ifadesiyle dönemin Sabetayist Yahudilerinin içinde bulunduğu psikolojik ve sosyal durumu Kievli bir ilahiyatçı olan Golyatovsky şöyle anlatır: “Kalplerini ve evlerini terk ettiler. Günlük işlerini bıraktılar ve kısa bir süre içinde bir bulutla onları Kudüs’e taşıyacak Mesih’in peşine düştüler. Çoğu günlerce oruç tuttu, hatta çocuklarının yemek yemesini bile engelledi. Kışın en sert soğuğunda nehirlerde yıkanarak, hazırlıksız dualar okudular. Hristiyanlara yukarıdan bakıyorlardı ve kendi Mesih’lerinin onlar üzerinde bir tehdit olduğunu söylüyorlardı. “Bekleyin çok yakında sizlerin efendisi olacağımızı göreceksiniz!” diyorlardı. Ne Talmud bilgileri, ne saçlarını sürekli ayırma adetleri, ne de nesiller boyu süregelmiş İncil’den yavaş yavaş uzaklaşmaları Mesih hakkında duydukları her şeye safça inanmalarına engel oldu. Herhalde mantıksal ve düşünsel melekelerinin düzgün çalışmaması onları diğer uç noktaya taşıdı ve sadece yaşamın duygusal yanıyla temas kurmalarına yol açtı. Zira onların arasında çok bilgiçlik taslayan ve Sabetaycılığa karşı çok güçlü muhalefet eden bir hareket bile ortaya çıktı: Hassidizm. Hatta çılgınlığın hangi boyutlara ulaştığını anlatan Joseph Kastein, o döneme ait bir belgede şu ifadelerin yer aldığını anlatmaktadır: “Onlar, rivayetlerin aksine Mesih olduğunu iddia etmeyip, sadece kutlu ulusu bir araya getirmek üzere Tanrı tarafından görevlendirildiğini söyleyen bir adamın etrafında toplanıyorlar. Geçen ay şehrin zengin Yahudilerinden olan Abraham Perena ailesiyle birlikte Kudüs’e gitti. 3000 Pound gibi çok düşük bir fiyattan evini sattığı ve satın alan kişinin Yahudilerin bir kralı olduğuna ikna olması halinde ondan tek bir kuruş almayacağını kabul ettiği söyleniyor. 1666 senesinde Edirne’de sokaklarda ellerinde kazma kürek olan Yahudilerin varlığından bahsedilmektedir. Bu Yahudiler, Mesih’in geçeceği yolu düzeltmekle meşguldürler.

Daha vahim ve bir o kadar da trajikomik olanı ise, Yahudilerin bir kısmının yani Sabetay’a gönülden bağlı olanların saçlarını kısa kestirmeye başlamış olmalarıdır. Bunun sebebi ise, yakında çalacak olan Mesihi borunun sesini daha iyi duyabilmektir. Sabetayistlerde öylesine bir inanç zehirlenmesi yaşanmıştır ki, içlerinde ilim adamlarının ciddi olarak kesafetle bulunduğu cemaat, sadece kalplerinin ve kör inançlarının kontrolü altında hareket etmişlerdir. Akılları iptal olmuş, kalpleri ise dakikada belki yüzlerce defa atar hale gelmiştir. İnançları ve hırsları, akıllarını perdelemeye yetmiş de artmıştır bile. Cemaat artık tehlikeli ve kontrol dışı bir sahaya doğru süratle savrulmaya başlamış, adeta pimi çekilmiş bir bomba misali, ne zaman, nerede ve nasıl patlayacağı belli olmayan, korkunç bir hüviyete bürünmüştür.

Artık ok yaydan çıkmak üzere olduğundan, birilerinin bir şey yapmaması halinde, bu küçük mistik kavim hem kendi başlarına ve hem de Osmanlı Cihan Devleti’nin başına pahalıya mal olabilecek hale gelmiştir. Sevi artık imzalarını, “Yüce Mesih, bir aslan kadar kudretli, bir ayı kadar güçlü, Tanrı’nın atadığı Sabetay Sevi” şeklinde atmaya başlamıştır. Osmanlı’nın hadiseyi hafife alması, Yahudiler arasında, Osmanlı inzibat ve devlet adamlarının da Sabetay’dan çekindiği şeklinde yorumlara neden olmaya başlamıştır. Oysa mesele, Osmanlı için, adiyattan ve ehemmiyetsiz bir şey olarak algılanmıştır.

  1. Devlet Hadise İle İlgilenmeye Başlıyor

İzmir’de yaşananlar, aşırılık, çılgınlık, şaşkınlık, ne yaptığını bilmezlik sınırının çok ötesine geçmeye başlamıştır. Öyle ki, Sabetayistler, tamamen din çizgisinin dışına çıkmaya başlamışlar, işin daha da kötüsü, din dışı hayat tarzını da Mesihi davet ve tebliğlerle yapmışlar ve bunu da bir nevi ibadet olarak algılamışlardır. Kadim dinleri göz göre göre tahrip olmaya başlamış, ancak bu duruma ses çıkaracak, daha da ötesi yapılanları engelleyebilecek bir dini otorite de kalmamıştır. Yine de sessiz kalmayı doğru bulmayan ve Eski Ahit’e açıkça meydan okuma durumunu kabullenemeyen bazı hahamlar, gizlice bir plan yapmanın yolunu tutmayı denemek istemişlerdir, ancak kendilerinin, Sabetay ya da yandaşları için yapabilecekleri önleyici, mani olucu bir güçleri kalmamıştır. Daha önce kendisini aforoz etmelerine rağmen, aforoz işlemi bile hahamların aleyhlerine kullanılmış, Mesihlik alameti olarak kabul görmüştür. Yapılacak tek şey, din adına yapılan bu sahtekârlığı ve bu sahtekârlığın başkahramanı olan Sabetay Sevi’yi Osmanlı Kadısına şikâyet etmek olmuştur. Ancak Sabetay erken davranarak, kendisi hakkında ölüm kararı veren bazı Hahamları kadıya şikâyet etmek maksadıyla, İzmir Kadısını ziyarete gitmiştir. Kadı Efendi’ye, Sultan hakkında aleyhte propaganda yapan bazı Hahamlar olduğunu söyleyerek, onların cezalandırılmasını istemiştir.

Kadı Efendi meselenin giriftliği ve ülke emniyetini tehdit eder mesabede olmasından dolayı sadrazam ile istişare etmiş ve Sabetay’ın İzmir’den acil olarak İstanbul’a nefyine karar vermiştir. Bunun üzerine Sabetay tutuklanmış ve tutuklu olarak Ocak 1666’da İstanbul’a gönderilmiştir. Ancak onun her hareketi Yahudiler tarafından bir hikmete mebni olarak değerlendirildiğinden, bu nefiy ve tutuklama hadisesi de, onun Mesih olduğuna delil olarak mülahaza edilmiştir. Onlara göre, Sabetay İstanbul’a gidecek, Osmanlı padişahını alt edecek, tahtını elinden alacak ve krallığını ilan edecektir. Ne de olsa Mesih’tir. Mesih’in vazifelerinden birisi, belki de en önemlisi bu değil midir? İşte Tanrı bu iş için kendisine bir fırsat ve imkân vermiş olmalıdır, diye düşünülmüştür. Ancak hadisenin aslı başkadır. İstanbul Şubaşı’sı Mustafa Paşa tarafından sorguya çekilen Sabetay, yaptığı her şeyi ve iddia ettiği Mesihliğini inkâr etmiştir. Bu duruma sinirlenen subaşı, kendisini dövmüş ve zindana atılmasını emretmiştir. Sabetay, İstanbul’da toplam iki ay kadar hapiste kalmış ve daha sonra ise Gelibolu yakınlarındaki Aydos (Abidos) Kalesine sevk edilip, orada bir nevi göz hapsinde tutulmuştur. Bazı kaynaklarda Sabetay’ın, sorgu esnasında, kendisini Mesih olarak kabul eden Yahudileri suçladığı bile iddia edilmiştir. Sahte Mesih, henüz Sadrazam ya da Padişah ile tanışma ve istintak edilme şerefine nail olmadan, sadece bir Subaşı’nın (Emniyet müdürü) sorgusunda korkudan tir tir titremiş ve tel tel dökülerek, kendisine umut bağlayan insanları suçlama yoluna gitmiştir.

Sadrazam Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa’nın lütfu ve ihsanı ile İstanbul’daki kötü hapishane şartlarından kurtulup, merkezden epey uzak ve İzmir’e daha yakın bir konumda olan Gelibolu Aydos Kalesinde göz hapsinde bulunan Sabetay’ın, dünyanın her yerinden Yahudi ziyaretçileri, ellerinde hediyelerle gelmişler ve kendisini ziyaret etmişlerdir. Hatta öyledir ki, Kudüs

yerine Gelibolu Aydos Kalesini ziyaret etmenin, Hac yerine geçeceğini bile söyleyenler olmuştur.

Sabetay’ın ziyaretçileri arasında, kendisi ile Mesihliği paylaşmak isteyen Nehemia Kohen isimli bir Yahudi de bulunmaktadır. Kohen, günlerce Sabetay ile tartışmalar yapmış, ancak bir türlü kendisi ile uzlaşma zemini bulamamıştır. Sabetay’ın Mesihliği kimseyle paylaşma niyeti yoktur. Kohen, ikna edemediği Sabetay’a düşman kesilmiş ve her yerde aleyhinde propagandalar yapmaya başlamıştır. Kohen, Padişah IV. Mehmed ile de görüşmek istemiş ve bu amaçla Edirne’ye gelmiştir. Ancak Sadaret Kaymakamı Mustafa Paşa ile görüşebilmiş, bu görüşmede Sabetay’ın sahte Mesih olduğunu, Filistin’i Osmanlı’dan koparmak istediğini, kendi krallığını kurmak niyetinde olduğunu ifşa etmiştir. O dönemde Çanakkale Müslümanları da Sabetay’dan şikâyetçidir, zira o kadar fazla ziyaretçileri gelmektedir ki, hayat birden pahalanmıştır.

Meselenin milletlerarası bir mahiyet kazanması, Sabetay’ı ziyaret için başka memleketlerden kalkıp gelen Yahudilerin meydana getirdiği karmaşa, bu karmaşadan diğer devletlerin şikâyetçi olmaları gibi sebeplere dayanmaktadır. Yoksa Yahudiler arasında meydana gelen ve Yahudi şeriatını değiştiren bir akım, Osmanlı Devleti’ni hiç ilgilendirmemektedir. Ancak, gerek dâhili asayişin temin edilme mecburiyeti ve gerekse de hareketin milletlerarası krizlere sebep olma potansiyeli taşımaya başlaması, konunun bir an evvel nihayetlendirilmesini zaruri kılmıştır. Bu sebeplerle, devletin zirvesi yani Köprülüzade Fazıl Ahmed Paşa, Şeyhülislâm Minkarizade Yahya Efendi, Sadrazam Kaymakamı Kara Mustafa Paşa, Padişah İmamı Vaiz Vani Efendi ve Padişah IV. Mehmet doğrudan konunun içine girmeye karar vermişlerdir. Sabetay, Eylül 1666 tarihinde, sorgulanmak üzere Çanakkale’den Edirne’ye tenkil edilmiştir. O zaman padişah ve devletin önemli idarecileri Edirne’de bulunmaktadır.

Sabetay Sevi ise tutkularından hiçbir şekilde taviz vermemiş, etrafında kendisine inanan ya da inanmayan önemli kişilere mektuplar yazarak, onları kendisinin Mesih olduğuna inandırmaya çalışmaya devam etmiştir. Bu mektupların bir kısmı bu anlaşılması güç, esrarengiz, gizemli mektuplardır. İşte mektup yazdığı bu kişilerden birisi de Polonyalı meşhur kâhin Nehemia Kohen’dir. Sabetay Sevi, Nehemia Kohen isimli Kabalist Yahudi kâhinin şöhretini, kendisini ziyarete gelen diğer Yahudilerden öğrenmiştir. Kohen, kendi çağdaşı olan Gazzeli Nathan gibi, bu çağda Yahudiler içinde bir Mesih’in zuhur edeceğini etrafındakilere ifşa etmiştir. Söylenenlere göre Nehemia rüyasında Tanrıyı görmüştür. Tanrı, Mesih’in başına kral tacını koymuştur. Tanrının, Mesih’in başına taç koyduğu sene ise yaşadıkları sene olan 5408 senesidir. Bu kehaneti işiten Sabetay’ın, buna kayıtsız kalması söz konusu olmamış ve Nehemia’ya kısa ama anlaşılması zor bir mektup yazarak: “Pek yakında senin öcünü alacağım ve bir annenin çocuğunu rahatlatması gibi seni rahatlatacağım. İki çeşit rahatlık olacak: İntikam günü kalbimde ve benim kurtuluş yılım geldi çattı. İmza: Dünyadaki tüm krallardan üstün Sabetay Sevi demiştir.

Sabetay Sevi, Nehemia Kohen ile görüşmek ve ondan kendisini tebşir edici sözler işitmek için yanıp tutuşmuştur. Kâhini davet etmiş ve daveti kısa zamanda karşılık bulmuştur. Kohen uzun bir yolculuktan sonra, Sabetay Sevi’nin misafiri olarak 1666’da Çanakkale’ye gelmiştir. Sabetay Sevi’nin amacı, kendi Mesihliğinin ilanı ve pekişmesi için Nehemia’yı kullanmaktır. Nehemia ise hemen hemen tek misyonu olan Mesih’in gelmesini tebşir görevini seve seve üstlenmiştir. Özellikle Kabalisttik düşünce ve Mesihi inanç üzerine yapılan, üç ya da dört gün süren, halvet, ilmi sohbet ve müzakerelerden sonra, Nehemia bir karara varmıştır. Nehemia’nın ezbere bildiği Yahudi kitaplarına ve kutsal kaynaklara göre “Mesih'in gelişinden önce ne Ephraim kabilesinin Mesih'i ortaya çıkmıştır, ne de Yusuf'un oğlunun önce muzaffer olacağı, ama ardından Kudüs kapılarında savaşırken öleceği Ye ’cüc ile Me ’cüc savaşları olmuştur. Geride yalnızca birkaç tamamen salihin kalacağı şekilde Yahudilerin yaban yerlere savrulacağı son bela da henüz Beni İsrail’in başına gelmemiştir.

Hiçbir şey yiyip içmeden, sert tartışmalar ile geçen üç-dört günden sonra ortaya çıkan tablo, Sabetay için hiç de iç açıcı değildir. Nehemia, Sabetay’ı ilmen ve aklen tam manasıyla ilzam etmiş, Sabetay bu sefer baltayı sert bir kayaya çarpmıştır. Umduğunun aksiyle tokat yemiş, aciz ve naçar kalmıştır. Düelloyu kazanan kâhin Nehemia’dır. Kâhine göre, rüyasında gördüğü Mesih bu şahıs değildir. Zira ona göre, iki Mesih gelmesi gerekmektedir. Kutsal kaynaklar bunu açıkça ifade etmektedir. İlk Mesih Ben Ephraim denilen, fakir, hakir, zelil bir vaiz olacaktır ve diğer gelecek olan Mesih’in hizmetkârı, müjdecisi vazifesini üstlenecektir. Diğer Mesih ise, Ben Davut ismindeki zengin, ulu, kumandan birisi olacaktır. Yahudileri Kudüs’e götürecek olan Mesih işte bu Mesih’tir. Davut peygamberin tahtına oturacak, büyük fetihler yapacak ve sözde büyük İsrail krallığını kuracaktır. Sabetay Sevi’de bunların alametlerini görmediğini ifade ederek, halkına olan mesuliyet duygusunun da teşviki ile bir anda ayağa kalkan Kohen, Sabetay Sevi’nin yüzüne, kimseden çekinmeden, korkmadan, bedelinin ne olacağını düşünmeden şu sözleri haykırmıştır: “Sen sahte bir Mesih’sin. Halkı yanılttın ve onlara yalan söyledin. İlahi misyonun uydurma. Yasalarımıza göre sana tek bir uygun ceza var: Ölüm!”.

Gelinen bu nokta Sabetay için hayal kırıklığının ötesinde, ölümcül bir sürecin de başlangıcı manâsına gelmiştir. Nehemia bu sözlerinden sonra hayatını tehlikede gördüğünden olsa gerek-zira Sabetayistler kendisini öldürmek istemişler ve üzerine saldırmışlardır-bir anda “Ben Müslüman oldum” diye bağırarak koşmaya başlamış, muhafızlardan birisinin üzerine atlayarak onun sarığını alıp, başındaki Yahudi şapkasını yere atarak, sarığı başına geçirmiştir. Artık o zahiren de olsa Müslüman olmuştur. Sabetayistler onu Müslüman kimliğine rağmen öldüremezlerdi. Zaten isteseler de buna muvaffak olamazlardı, zira etrafı Osmanlı askerleri tarafından kuşatılmış, Nehemia Kohen koruma zırhı altına alınmıştır. Kohen, Osmanlı makamlarına, Sabetay’ın bir bölücü, sahtekâr ve yalancı olduğunu ihbar etmiştir. Daha sonra Polonya’ya geri dönmüş, döndükten sonra da Yahudilikten asla taviz vermediğini, kendisinin hiçbir zaman Müslümanlığı isteyerek seçmediğini ilan etmiştir. Nehemia Kohen, bu davranışı ile iki önemli şey yapmıştır. Öncelikle kendi davasına hizmet ettiğini düşünmektedir. Zira Yahudiliği bir sahtekârdan kurtarmış ve bu vesileyle Mesihlik hakkındaki düşüncelerini tüm Yahudilere anlatma fırsatı bulmuştur. Ona göre Mesih beklenmelidir ama bu adam yani Sabetay Sevi asla Mesih değildir. İkinci olarak, sıkıştığında ve başı dara düştüğünde dönmelik yapmanın hiçbir mahzuru yoktur. Önemli olan lisanın değil, kalbin ne söylediğidir. Kendisi hayatını ve fikirlerini Türk makamlarından korumak için bu yola başvurmuş ve muvaffak olmuştur. Onun açtığı bu çığır, ileride Sabetay için de bir çıkış noktası olacaktır. Aslında bu davranış modeli çok da yeni değildir. 1492’den sonra Frankistleşen ya da Marranist olan Yahudiler de bu yolla din değiştirip, Hristiyan olmuşlardır. Yani bu metot Yahudiliğin kadim bir kurtuluş, kendini saklama, hayatını hıfz etme metodu olarak yüzlerce yıldır başvurulan bir yoldur.

Zamanla melankolikleşen Nehemia’nın bu eyleminden pişman olduğu, kendisini ben Ephraim yani tebşir edici Mesih olarak ilan ettiği ve Sabetay Sevi için ise büyük Mesih Ben Davut olduğunu kabullendiği kaynaklarda bildirilmektedir. Ancak istikrarsız bu davranışından sonra Yahudilerin kendisine güvenilmez bir adam nazarıyla bakmaya başladıkları da bilinmektedir. Nehemia belki de hiç hesap etmediği çok önemli bir görevi ifa etmiştir. O görev, Sabetay Sevi’nin Osmanlı makamlarınca tehlikeli ve bölücü addedilmesinin sağlanması görevidir. Osmanlı zaten bunun farkındadır ama daha önce de bahsettiğimiz üzere, konuyu önemsiz ve basit olarak görmüş, iç emniyetini tehdit edici bir unsur algılamasına sahip bulunmamıştır. Osmanlının derin hoşgörü ve tolerans kültürü de bu meseleye fazla ehemmiyet vermesine mani olmuştur. Ancak artık mızrak çuvala sığmamakta, bu meselenin çözülmesi gerekmektedir. Çözüm noktasındaki en büyük zafiyet ise, böylesi bir mesele ile daha önce hiç karşılaşılmamış olmasının verdiği tecrübesizlik ile işe nereden ve nasıl başlanacağının bilinememesinden kaynaklanmıştır. Joseph Kastein’in de dediği gibi, zayıf şeylerin kendine özgü uğursuz bir direnci vardır. Ele avuca gelmezler ve onlara yöneltilen darbeler beklenmeyen bir direnç ve refleks meydana getirebilirlerdi. Devlet aklı bu işe kalıcı bir çözüm üretmek için harıl harıl çalışmaya başlamıştır. Sabetay’ı, dahası tüm Yahudileri sürgüne göndermek ya da Sabetay başta olmak üzere belli başlı elebaşlarını idam etmek, mallarına el koymak, zindanlara atmak gibi bilinen, geleneksel cezalandırma usullerinin dışında, daha kalıcı, etkili ve kesin bir çözüm yolu bulunmak istenilmiştir. Bahse konu bilinen usuller davayı bitirmek ve yok etmek yerine, daha da kuvvetlenmesine sebep olabilir, işleri daha karmaşık hale getirebilir diye endişe edilmiştir.

  1. Sevi’nin İslam’ı Kabulü

Yahudi kâhin Nehemia’nın ortaya koyduğu tavır, Osmanlı otoriteleri için paha biçilmez bir fırsat sunmuştur. Yahudilerin tabii lideri olduğunu iddia eden, iddia etmekle de kalmayıp etrafında binlerce, yüzbinlerce mürit toplayan, etkisi Hollanda’dan İran’a, Mısır’dan Rusya’ya kadar geniş bir coğrafyada hissedilen sözde Mesih ile mücadele etmek ve bu bölücü hareketi sona erdirmek için, bir başka meşhur Yahudi’nin ilahi çağrısına kulak vermek bulunmaz bir fırsat olmuştur. Sabetayist hareketi alt ederken, Yahudileri karşısına almak bir yana, tam tersi, başka bir Yahudi çağrısına kulak vermek ve bu çağrının gereğini yerine getirmek gibi bir pozisyon, devletin elini kuvvetlendirmiştir. Aslında Osmanlı padişahı IV. Mehmet, bu belayı ortadan kaldırmakla, Yahudilere iyilik yapmak durumunda olacaktır. Yahudiler arasında, Nehemia ile zirveye taşınan bu ikilik, Osmanlı sultanının hareket sahasını genişletmiş ve muhalefet cereyanlarının önünü kesmiştir.

Padişah hemen her konuda fikrini aldığı büyük validesi Mahpeyker Kösem Sultan, Kaymakam Kara Mustafa Paşa, Sadrazam Köprülüzade Fazıl Ahmed Paşa ile istişarelerde bulunmuştur. Madem Nehemia isimli Yahudi kendilerine inanılmaz bir fırsat sunmuş ve bu şahsın sahte Mesih olduğunu ispat etmiştir, o zaman bir başka Yahudi olan ve sarayın özel hekimliğini yapan Hayatizade Guidon Efendi’den istifade ederek bu işi bitirmek gerekmektedir. “Demir tavında dövülür” sözü, tam da böyle zamanlar için söylenmiştir. Hemen harekete geçmek ve daha fazla zaman kaybetmeden işi bitirmek en doğru yol olarak ortada durmaktadır.

Sevi, öldürülmeksizin, yani maddi bedeni ortadan kaldırılmaksızın, bundan daha müessir bir yol bulunmak suretiyle, bertaraf edilmelidir. Bunun için yapılan plan şu olmuştur: Sevi’ye üç alternatif sunulacaktır; ya Mesih olduğunu ispat edecek bir keramet ya da mucize benzeri, tabiat kanunlarına muhalif bir şey yapacaktır, ya İslâm’a geçecektir ya da bölücülük ve karmaşa çıkarma suçlamasının tabii sonucu olarak idam edilecektir. Son seçenek, gerçekten en son seçenektir. Zira öldürülmesi halinde sadece Sabetay’ın maddi vücudu ortadan kaldırılacaktır, oysaki önemli olan onun fikirlerini öldürmek ve kendisine tabi olan yüzbinlerce Yahudi’yi bu öldürücü fikirlerden uzaklaştırmaktır. Bu iş için en uygun isim Guidon isimli başka bir Dönme’dir. Zamanında Yahudi olan bu şahıs, sonradan İslâm’ı seçmiş ve sarayda vazife almıştır.

16 Eylül 1666 tarihinde, yani Nehemia Kohen ile yaptıkları müzakerelerden yaklaşık iki hafta kadar sonra, Sabetay Sevi, Osmanlı devlet adamları olan Kaymakam Kara Mustafa Paşa, Şeyhülislâm Minkarizade Yahya Efendi ve meşhur vaiz Vani Efendi’den oluşan divanın önündedir. Her nasılsa, uzun zamandır Anadolu’da yaşayan ve Türklerle sürekli ihtilat halinde bulunan Sevi, İbranice ve Ladino lisanından başka bir lisan bilmemekte yani Türkçe konuşamamaktadır. Bunun için tercümana ihtiyaç vardır. Sabetay’ın Türkçe konuşamadığını beyan etmesi, eski bir Yahudi olan Terzioğlu Mustafa Feyzi Hayatizade (Guidon ya da Moşe Ben Raphael Abravanel) Efendi’nin tercümanlık yapmasına ve bu işte aktif rol oynamasına sebep olmuştur. Tercüman da hazır edildikten sonra, Sabetay’ın sorgusu için bir mani kalmamıştır. Padişah IV. Mehmed de divan toplantısında hazır bulunmuş, ancak toplantıya bizzat katılmak yerine, kafes arkasında dinleyici olarak kalmayı tercih etmiştir. Bazı kaynaklarda Sultanın da sorguya bizzat sualleri ile iştirak ettiği yazılmış olsa da bu bilgi doğrulanmış değildir. Padişahın böylesine bir konu için bizzat sorguya katılması, Osmanlı devlet geleneklerine pek uygun düşmediğinden, sorguyu kafes arkasında dinlemekle yetinmiş olması daha muhtemel bir durum olarak görünmektedir. Nitekim Abdi Paşa da Vekayiname’sinde Padişah hazretlerinin bahse konu sorgulamayı “mahfi seyr-ü istima” ettiğinden yani gizli olarak seyredip dinlediğinden bahsetmektedir.

Hayatizade Efendi ilk suali, Ladino lisanıyla tevcih etmiştir: “Dünyayı karıştıran sen! Eğer mucize gösterme ve kendini koruma gücün varsa onları göster. Kendini ve milletini kurtar. Bu yakıcı sual, sahte Mesih’in en zayıf noktasıdır. Zira daha önce bir kısım hahamlar da kendisinden mucize göstermesini beklemişler, talep etmişlerdir de, o beklenen mucizeyi göstermeye mazhar olamamıştır. Zaten hayatında herhangi bir tabiatüstü, harikulade vaziyet bulunmamaktadır. Onu Mesih yapan ve Mesihlik alametleri olan şeyler mucizeler değildir. Gazzeli Nathan’ın kehanetleri, eşi Sarah’ın rüyaları ve etrafındaki bir kısım melankolik Yahudilerin kendi kendilerine ürettikleri şeyler dışında, sıra dışı bir hadise yoktur hayatında. Şimdi, bu durumla esaslı bir şekilde yüzleşme zemini oluşmuştur. Üstelik bu defa pabuç çok pahalıdır. Ya mucize, ya da ölüm...

Sabetay’dan göstermesi istenilen mucize de bellidir. Sabetay üzerindeki elbiselerini çıkaracak ve göğsünü okçulara siper edecektir. Atılan oklar Sabetay’ı etkilemezse, o zaman Mesih olduğunu ispat edecek ve serbest bırakılacaktır. Okçuların nişan aldığı gövdesi, herhangi bir ilahi zırh ile kaplı değildir. 40 yaşına gelmiş olan Sabetay, bu yaşına kadar böyle bir manevi zırh ile mücehhez olduğuna şahit olmamıştır. Ölüm kaçınılmazdır.

Okçular yaylarını gerer germez hemen söz almış ve kendisinin Mesih olmadığını, böyle bir iddiada hiçbir zaman bulunmadığını, kendisinin sıradan bir din adamı olduğunu, etrafındaki saf Yahudiler tarafından Mesih ilan edildiğini ve bütün mesuliyetin bu Yahudilere ait olduğunu bir çırpıda itiraf etmiştir. Çeyrek asırlık Mesihlik iddiası bir anda son bulmuştur.

Sabetay’ın bu sözleri Osmanlı idarecilerini tatmin etmemiştir. Nitekim baskı altında bu sözleri söylediği şayiasını yayarak, serbest kaldıktan sonra aynı faaliyetlerine devam edebileceği düşünülmüştür. Bu yüzden kendisinin Yahudilik dinini terk ederek, İslâm’ı seçmesi, Hayatizade vasıtasıyla teklif edilmiştir. Yapılan teklif karşısında ne yapacağını bilemeyen, bir müddet içten içe düşünen, tüm hayatını ve kendi davasının geleceğini tahayyül eden Sevi’nin Ladino lisanı ile Hayatizade’ye, bu teklifi kabul etmesi halinde rezil rüsva olacağını, davasının akim kalacağını söylediği, ancak Hayatizade’nin kendisine, bu yolu tercih etmemesi halinde öldürüleceğini, kendisi gibi dönmesi halinde bile davasına hizmet edebileceğini telkin ettiği ve bu telkinler sonucunda Sevi’nin bir anda şehadet getirerek, dininden döndüğü ve Müslüman olduğunu beyan ettiği, Yahudiliğin simgesi olan şapkasını başından çıkarıp yere vurarak, üstüne tükürdüğü bilinmektedir. Kim bilir belki Hayatizade Efendi de tam olarak dönmemiştir de kendi tecrübesini, dindaşı olan Sevi’ye aktarmış ve yol göstermiştir. Her nasıl olmuşsa olmuş ve Sevi İslâm’ı seçtiğini beyan edince, kendisine Sultanın ismi olan Mehmet ismi verilmiş ve unvan olarak da “Aziz” denilerek, çifte taltif edilmiştir. Artık o bir Dönme’dir. Saray’a padişah IV. Mehmed’i kendi dinine tabi kılmak niyetiyle gelmiştir ama kendisi İslam olmuştur. Sarayda günde 150 akçe maaş ile Kapıcıbaşı sıfatıyla hizmete alınmış, kendisine “libas-ı fahir” isimli bir elbise giydirilmiş ve bir kese de gümüş para verilmiştir. Eşi Sarah da kendisi gibi Müslüman olmuş ve Fatma Kadın ismini almıştır. Sarah zaten Yahudilik-Hristiyanlık arasında gidip gelen, Dönme tecrübesi olan bir kadın olduğundan, yeni sisteme ayak uydurması hiç de zor olmasa gerektir. Sarah’ın şehadet getirme merasimini, Valide Sultan Hatice Turhan’ın organize ettiği bazı kaynaklarda ifade edilmektedir.

Cemal Kutay’a göre, Sabetay Sevi’nin samimi olarak döndüğüne herkes inansa bile Vani Efendi ve devrin ileri gelen İslâm âlimleri, her ne kadar bundan sonra imzasını “El Turco Müşerman” olarak atmış olsa da inanmamışlardır. Ancak İslâm zahire yani görünüşe göre hükmeden bir dindir. Değil midir ki Sabetay şehadet getirmiştir, Müslüman olduğuna inanmak ve bundan sonraki hayat tarzını izlemek, yeni kanaatler elde edinceye kadar kendisine İslâm gözüyle bakmaktan başka yapılacak bir şey bulunmamaktadır. Öyle de yapılmış, ancak ihtiyat hiç elden bırakılmamıştır.

Mahkeme kararı ile kendisinin Sabetaycı olduğunu tescil ettiren ve Mustafa Kemal Paşa’nın ilkokul öğretmeni Şemsi Efendi’nin (Simon Zwi) torunu olan Ilgaz Zorlu ise, Kapancıların inanışına göre Sabetay Sevi’nin aslında dönmediğini, “bu can bu bedende kaldıkça " diyerek kelime-i şehadet getirdiğini, ancak huzurundan çıkınca cübbesini açıp, koynunda saklı olan bir kuşu göğe doğru uçurup, daha sonra "İşte can bedenden çıktı, Şema Yisrael Adonai Eloheynu Adonai Ehad (Dinle İsrail, Allah efendimizdir ve tektir)” demek suretiyle, Sevi’nin aslında dininden dönmediğini ve kendi dinine sadık olduğunu belirtmektedir. Yine bazı kaynaklarda, sorgu esnasında yanında özel kâtibi olan Primo’nun da hazır bulunduğu ve kendisine kesinlikle dininden dönmesinin uygun olmadığı, gerekirse şehit olmayı kabul etmesi gerektiği, şehit olması halinde davasına ve kendisine inanan kitlelere umut ışığı olmaya devam edeceği, halkının gözünde ölümsüz bir kahraman olacağı, aksi halde boş bir paçavraya döneceği yönünde ısrarcı olduğu, ancak Sevi’nin, aksi yönde telkinde bulunan Guidon’un (Hayatizade) sözlerine uymayı tercih ettiği kaydedilmektedir.

Sabetay daha sonra bir bildiri hazırlatarak kendi mensuplarına şöyle seslenmiştir: “Sabetay Sevi İslâm'a döndü. Bu Tanrı'nın takdiridir. Onun dönüşünün derin ve yüce bir anlamı vardır. O Mesih olarak dünyayı günahlardan arındırmak için her bir inancın günahını üstlenmeli ve dolayısıyla her bir inancın bağlısı olmalıdır. Her şey gerekli, her şey belli olacak. İnancınızı yitirmeyin. Bu da göstermektedir ki, Kapancıların inancı doğrudur, Sabetay asla dininden dönmüş değildir.

Yahudilik aslında din değiştirmeye uygun bir din değildir. Bir takım mecburiyetler tahtında bir Yahudi dinini değiştirse bile ırki manâda Yahudi kalmaya devam edecektir. Dini manâda ise günahkâr sayılacak, asla kâfir olmayacaktır. Zira Talmud’a göre, “Yahudi halkı günah işlemiş olsa bile, hâlâ “İsrail” olarak adlandırılmaktadır... Bu, insanların söylediği atasöze uygundur: Dikenler arasında bir mersin bulunsa bile, adı mersindir ve insanlar mersin olarak adlandırır. Yahudi kaynaklarına göre, bir Yahudi baskı ve zorlama karşısında ölüm yerine dininden zahiren dönmeyi tercih edebilmektedir. Yahudi hukukuna göre, hayat ölüme tercih edilmelidir. Eğer ölümü tercih ederse bu durumda kendi hayatına son vermekle suçlanacaktır. Ancak bu kaidenin istisnaları da vardır. Hiçbir Yahudi putperestlik, ahlaksızlık ve kan dökme hallerine razı olmamalı, bunları kabullenmektense ölümü seçmelidir. Ancak İslam tek yaratıcıya inanan ve putperestliği reddeden bir din olduğuna göre, İslam’a zahiren geçmiş olmakla Yahudi itikadınca kâfir olunmayacak, sadece günahkâr olunacaktır. Sevi, tevhid dini olan İslam’a belki de bu gerekçelerle geçmekte mahzur görmemiştir.

Sabetay Sevi’nin, yani, dinini diriltmesi, Yahudileri kurtarması ve Kudüs’te İsrail krallığını ilan ederek, tüm dünyaya hükmetmesi beklenen Mesih’in din değiştirmesi kendisine tabi olan ya da olmayan herkes üzerinde büyük ve derin bir tesir bırakmıştır. Avram Galanti bu durumu şöyle ifade etmektedir; “Dünya Museviliğini alt üst etmiş olan bu adamın bırakmış olduğu izler, kolay kolay zail olmamış ve Musevilik, bahusus bu vakanın oynandığı sahneyi bizzat görmüş olan Türkiye Musevileri, takriben iki asır kadar cehalet ve taassup perdeleri altında kalmış gitmiştir”. Ona yalancı Mesih diyen İzmir hahamları durumdan memnun olsa da, kendisine körü körüne bağlı olan etbaı yeni duruma akıl erdirememekle beraber, bu dönme işinin mutlak manâda bir hikmete mebni olduğu yönünde tevillerde bulunmuşlardır. Özellikle Gazzeli Nathan’ın tekrar sahneye çıkarak, aslında Sabetay’ın dininden dönmediğini, kendi milletinin selameti ve kuracağı büyük krallığın geleceği için dönmüş gibi yaptığını, bu durumun bile tek başına bir Mesihlik alameti olduğunu duyurmuş olması, cemaat üzerinde, Sabetayizm’e olan bağlılığı artırıcı tesir meydana getirmiştir. Hatta iş o raddeye gelmiştir ki, Sevi’nin bu dönme tavrının Tanrı’nın iradesi ve istemesi ile meydana geldiği bile söylenmiştir. Onlara göre insan aklı, Mesih’in davranışlarını anlamak ve idrak etmekten acizdir. Şu aşamada yapılması gereken en erdemli davranış irşat olacakları, krallıklarını inşa edecekleri o kutlu günü beklemektir. Yapılan en esaslı tevillerden birisi de, Sevi’nin iç ve dış dünyasının birbirinden ayrı olduğu, dış dünyanın göstermelikten ibaret olduğu, asıl olanın iç dünyası olduğu ve Sevi’nin Mesihliğinin iç dünyasında devam ettiği yorumu olmuştur. Sevi’nin her davranışının cemaati tarafından kabul görmesinin bir sebebi de, bu davranışların Yahudi inancına ve eski dini kaynaklara uydurulmasıdır. Bunlar içerisinde en kullanışlı olanı ise Rabbi Eliezer’e ait olduğu söylenen “Mesih İsmaililer (Müslümanlar) arasında kaybolacak” görüşü ve anlayışıdır. Bu durumdan haberdar olan Sabetay, kendisine tabi olanların sadakatini artırmak için bu hususu kullanmaktan çekinmemiştir. Mesih’in ruhu göklerdedir ve Yahudi olarak varlığı devam etmektedir, ancak dünyada görülen maddi bedeni ise sadece Mesih’in gölgesidir. Asıl olan da gölge değil, ruhtur. İşte bu ve benzeri yorumlar havada uçuşmakta, Sabetay her ne yaparsa yapsın, onun bu davranışları mutlaka tevil ve tefsir ile hayra yorulmaktadır. Hatta abartı öyle bir hal almıştır ki, Sabetay’ın Osmanlı sarayında kalıyor olması ile Hz. Musa’nın Firavun’un sarayında kalması arasında bir benzerlik dahi kurulmuş, nasıl Musa, Firavunun sarayında beslenip, Firavunun saltanatını sona erdirmişse, Sabetay’ın da bir gün gelip Osmanlı saltanatını sona erdireceği, Türklerin krallığını başına yıkacağı ve kendi krallığını kuracağı bile cemaat içinde konuşulmaya başlanmıştır.

Madem liderleri, ulu önderleri Mesih kendi iç dünyasında halen Yahudi idi ve madem Mesih her ne yaparsa Tanrı buyruğu doğrultusunda yapardı, o zaman kendilerine de böyle yapmak düşerdi, yani dönmüş gibi yapmak, aslında dönmemek. Rıfat Bali bu hususu şu sözlerle dile getirmektedir: “Ancak Sabetay Sevi ve onu Mesih olarak kabul eden müritleri ihtida etmelerine rağmen gizliden gizliye Yahudi dinine ibadet etmeye devam ettiler.

Sabetay Sevi, İslâm’a geçtikten sonra, saraya itimat telkin etmek amacıyla, Yahudileri İslâm’a davet etmek için, Edirne’de vaazlar vermiştir. Padişah kendisine bu hususta müsaade etmiştir. Ancak Sabetay Sevi, kendisine tanınan bu imkânı görünüşte İslâm’ın lehine, ancak esasında Yahudilik için kullanmaya devam etmiştir. Bu durum ise Osmanlı’nın gözünden kaçmamakla birlikte, uzun süre daha büyük hatalar yapması için serbest olmasına izin verilmiştir. Vani Efendi kendisine İslâmî temel bilgileri vermiş, Sabetay hiçbir konuda İslâm inancının yanlışlığını ortaya koyacak bir fikir ileri sürememiştir. Bunun sebebi Sevi’nin Osmanlı’dan çekinmesi, korkması değil, İslâm inancının aslında tüm suallerini karşılıyor olmasıdır. Buna rağmen neden dininden samimi bir şekilde dönmediği her zaman tartışılagelmiştir. Ebu Cehil’in de İslâm’ı çok iyi bildiği, hak din olduğuna inandığı, ancak egosu yüzünden bunu ikrar edemeyip, müşrik olarak ölmeyi tercih ettiği, ene denilen nefsin insanlara bu tür oyunlar oynadığı, akıl, kalp ve davranışın her zaman birlikte uyum içinde olmadığı hakikati, şeytanın da aslında büyük bir âlim olduğu ama küfür üzerine berdevam olduğu gerçeği ile hadiseye bakıldığında, Sevi’nin içinde bulunduğu duygu durumu daha iyi anlaşılabilmektedir.

Neticede Osmanlı derin aklı, Sabetay Sevi’nin çift taraflı oynadığını görmüş ve 1668 tarihinde Edirne’den İstanbul’a celp ile göz hapsine almış ve kendisine ödenen maaşı kesmiştir. Sevi, çift taraflı oynama tavrını tam üç- dört yıl daha İstanbul’da devam ettirmiştir. Yandaşlarıyla beraber İstanbul Balat, Üsküdar ve Galata’daki sinagogları ziyaret etmekten çekinmeyen Sevi, sonunda yakayı ele vermiş, İstanbul Kuruçeşme mevkiinde kendi cemaati ile birlikte şarap ve kadınlar eşliğinde Mezamir okurken yakalanmış ve Sevi için bu hadise sonun başlangıcı olmuştur. Bu sırada, bazı kabullere ve tarihçilere göre Sarah’tan bir de oğlu dünyaya gelmiştir. İsmail Mordehay ismini verdiği oğlunun sünnetsiz dünyaya gelmiş olması, Gazzeli Nathan’ın bir kehanetini daha çürütmüştür. Çocuğuna vermiş olduğu isim bile çift kişilikli olduğunun bir delili olarak değerlendirilmiştir. Mordehay ismi, bir Yahudi olarak yaşayıp ölmüş olan babasının ismi iken, İsmail ise Müslümanların çokça kullandığı bir Müslüman ismi olarak ortada durmaktadır. Yahudi ve İslâm isminin birlikte kullanılması, çift kimlikliliğe güzel bir örnek teşkil etmektedir. Sabetay’ın bu ikircikli ve omurgasız duruşu, başta Köprülü olmak üzere devlet yöneticilerinin daha sert tedbirler alması neticesini vermiş ve Sevi 1672’nin sonlarında, Arnavutluk’un, Dalmaçya kıyılarındaki sessiz, sakin, kuş uçmaz, kervan geçmez Ülgün kasabasına sürgün edilmiştir. Bu Sürgün Sevi’nin de sonunu getirmiş, müridlerinden uzak düşen Sevi, başka şehirlerdeki tabilerine mektuplar yazmış ve onları kendi çekim alanı içinde tutmaya çalışmıştır. Bu mektuplarından birisi de 1676 senesinde yani vefatından hemen önce Sofya’daki tüm inananlara yazdığı tarihi bir mektuptur. Bahse konu mektupta Sevi, muhataplarına gönderdiği meleğin (elçi) sözlerine itaat edilmesini istemekte ve kendisini de “Benden başka Tanrı yoktur” sözleri ile Tanrısallaştırmaktadır. Artık Sevi, Hallacı Mansur misali “enel hak” mistisizmine kendini kaptırmış ve melankoli ile karışık bir megalomaninin girdabı içine girmiştir. Ancak Scholem, Sevi’nin ölmeden hemen iki hafta kadar önce kendisini ziyerete gelen Joseph Karillo isimli bir Yahudi ile Ali isminde bir Dönme’yi yanına alarak deniz kenarına götürdüğünü ve onlara “Her adamı evine geri gönderin. Bana ne kadar sadık kalacaksınız? Belki kıyıdaki şu kayanın altını görene kadar mı?” dediğini ifade etmekte ve Sevi’nin son demde başarısızlığını kabul ettiğini söylemektedir.

Ülgün’de dört sene daha yaşayan Sevi, beşinci evliliğini Jochebed isimli bir Yahudi kadınla yapmış, tüm zamanını karısıyla geçirmeye başlamış, ancak yalnızlık ve kimsesizlik Sevi’yi çürütmüş, yok etmiştir. Jochebed isimli kadın Müslüman olmuş ve Ayşe Kadın ismini almıştır. Eşinin babası Joseph Philosophes de ihtida etmiş (dönmüş) ve Abdülgafur ismini almıştır. Kayın biraderi de aynı kaderi paylaşmış ve Abdullah Yakup ismini alarak, dönmüştür. Sabetay Sevi, 50 yaşını ikmal ettiği bir zamanda yani 17 Eylül 1676 tarihinde Ülgün’de ölmüştür.

Encyclopedia Americana’da zehirlenerek ya da idam edilerek öldürüldüğü yazsa da, başka hiçbir kaynakta bu yönde bir bilgi bulunmamaktadır. Tüm kaynakların ittifak ettikleri husus, Sevi’nin birkaç ay süren ateşli bir hastalıktan sonra, döndüğünün onuncu senesinde kendi vadesi ile hayata veda ettiği yönündedir.

Joseph Kastein, Sabetay Sevi’nin son isteğinin Müslüman mezarlığına gömülmemek olduğunu, bu arzusunun yerine getirilmesi için ailesine ve etrafındakilere adeta yalvardığını belirtmektedir. Onun bu son isteği yerine getirilmiş ve deniz kıyısında basit bir mezarlığa defnedilmiştir. Mezarlığının yeri bile unutulmuş, sadece bir kısım Müslümanlar tarafından ziyaret edilir olmuştur. Ilgaz Zorlu’ya göre, Sevi’nin mezarlığı bilinmemektedir. Bu da onun ölmediğinin, sadece kaybolduğunun bir işareti olarak görülmelidir. Halen Sabetaysitlerin, denize doğru dönerek onun dönmesini bekliyor olmaları da, onun ölmemiş olması inancından kaynaklanmaktadır. Sevi’nin beklenmesi geleneği Selanik’te de bir müddet devam etmiştir. Selanik’in Vardar Kapısı tarafına doğru her gün bir Dönme yönelmiş ve onu selamlamak için beklemiştir. Belgrad ile Selanik arasında demiryolu hattının açılmasından sonra ise Mesih’in tren ile gelme ihtimaline binaen, istasyonda her zaman son yolcuyu umutla bekleyen bir Dönmeye rastlanmıştır. Bu ümitsiz bekleyiş ritüeli, Sevi’nin ölümünden sonra iki asır kadar devam etmiştir.

Müslüman mezarlığına gömülmeme arzusu ve ısrarı, halen Sabetayist ailelerde devam edegelen bir ritüeldir. Bu yüzden Sabetayistlerin Karakaşi kolunun tamamı ve kısmen de olsa Kapancılar koluna bağlı aileler İstanbul’da kendilerine ayrılmış özel bir mezarlık olan Bülbüldere Mezarlığına gömülmektedirler. Burada bulunan mezar taşlarından bazılarında: “Sakladım söylemedim, derdimi gizli tuttum, uyuttum” ibaresi yer almaktadır. Bülbülderesi’nin hususiyeti, Karakaşilerin, Mesih’in bülbül sesine geleceği inancının bir yansıması olmasındandır. Yahudi yazar İrwin Berg bu durumu şu şekilde ifade etmiştir: “Messiah would reappear when he heard the singing of the nightingales= Bülbüllerin sesini duyunca Mesih yeniden ortaya çıkacaktır”. Yakubiler ise yine İstanbul Feriköy’de bulunan hususi bir mezarlıkta yatmaktadırlar. Bu konuya daha önce mufassalan yer verdiğimizden burada bu kadar ile iktifa ediyoruz.

Onun manevi varisi olmadığından, son eşi olan Ayşe Kadın’ın erkek kardeşi Abdullah Yakup Efendi (Yakup Kerido), sözde manevi bir kısım işaretlerden dolayı varisi olarak tayin edilmiş, Sabetay’ın ruh ikizi ilan edilmiş ve kendisine Yakup Sevi denilmeye başlamıştır. Bu mezhebin devamını da Yakup Kerido sağlamıştır.

Gazzeli Nathan yaptığı kehanetlerin boş ve manasız olduğunu ikrar eden bir bildiri kalem almıştır. Bildiride şunlar yer almaktadır: “Venedikli hahamlar ve Geonim, kâhin Ezekiel gibi semavi savaş arabasını gördüğüm yönündeki iddiamın ve Sabetay Sevi'nin Mesih olduğu yönündeki kehanetlerimin yanlış ve mesnetsiz olduğuna karar kıldıklarından, ben de onların bu görüşüne katılıp, Sabetay Sevi'yle ilgili tüm kehanetlerimin son kertede asılsız olduğunu beyan ediyorum. Ben, Nathan Ghazati. Kimileri bu bildirinin de çift karakterli anlayışın yansıması olduğuna, aslında Gazzeli Nathan’ın 1680 senesinde, 35 yaşındayken ölünceye dek Sabetay’a bağlı kaldığına inanmış olsalar da, dönemin hahamları bu bildiriyi dünyanın dört yanına dağıtmışlardır. Kaderin ne garip bir cilvesidir ki, Sabetay Sevi’yi, Mesih ilan eden Nathan da, suçlayan Nehemia da, dönmesini sağlayan Guidon (Hayatizade) da bir Yahudi’dir.

Ilgaz Zorlu’ya göre, Sabetay Sevi’nin dönmesiyle beraber, 200 ailelik bir grup da, onun yolunda gitmeye yani Müslümanlığı seçmiş gibi yapıp, içlerinde Yahudiliği yaşatmaya devam etmişlerdir. Ancak bunlar dışında, dönmeksizin ve Yahudilikten görünüşte de ayrılmaksızın Sabetay’ı Mesih olarak kabul edenler de mevcuttur ki, bunlara “Gizli Sabetaycılar” denilmektedir. Zorlu’ya göre Tiberyalı Ebulafya Ailesi bunlardan birisidir.

  1. Sabetay Sevi Din Değiştirmeye Neden Zorlandı?

Sabetayist hareket ile ilgili, halen günümüzde geçerliliğini koruyan tartışmaların başında, Sabetay Sevi’nin devlet zoruyla ve baskısı ile din değiştirmeye zorlanmasının sebepleri meselesi gelmektedir. Hadisenin tarihi arka planını, yaşanılan vetireyi, Yahudilik inancının temel umdelerini bilmeyenlerce sık sık dile getirilen bu hususun izah edilmesinde büyük fayda bulunmaktadır.

Hakikaten de İslâm dini hoşgörü dinidir ve başka dinlere karşı en fazla tolerans gösteren dindir. Osmanlı Devleti de yaptığı hemen her işte dini hassasiyet ve duyarlılığını ortaya koymuştur. Hatta öyledir ki, meşrutiyete kadar olan dönem içerisinde Osmanlı hükümdarının iktidarını, gücünü kısıtlayan iki unsur bulunmaktadır. Bunlar şer’i ve örfi hukuktur. Osmanlı Padişahı şer’i hukukta kendisinine alan açmakta zorlandığında, bu hukuk kaidelerine aykırı olmamak şartıyla örfi hukuka başvurmaktadır. Osmanlı Devleti öncelikle şer’i hükümlere göre kararlar alan, uygulamaya koyan bir devlettir. Hal böyle iken ve Kur’an-ı Kerim’in, sizin dininiz size, benim dinim banadır mealindeki ayeti açıkça ortada dururken, Osmanlı neden Sabetay Sevi’yi din değiştirmeye zorlamıştır? Azınlıkların haklarına, dini ve ananevi inançlarına sonuna kadar saygılı olan, gayrimüslimlerin cizye vermeleri halinde, onların can ve mal emniyetini sağlamayı vazife edinen Osmanlı’nın, Sabetay Sevi hareketine, uzunca bir müddet müsamaha gösterdikten sonra, müdahale etme hakkı ve gerekçesi acaba ne olabilir?

Bu suali cevaplamadan öce Osmanlı devlet idaresinin azınlıklara sağladığı haklara kısaca bir göz atmakta fayda mülahaza ediyoruz.

Osmanlı’nın azınlıklara yani gayrimüslimlere nasıl davrandığını, onların devlete karşı olan mali ve ekonomik açıdan yükümlülüklerini yerine getirmeleri şartıyla, bırakınız inançlarına ve hayat tarzlarına müdahale etmeyi, mahalli muhtariyetlerini bile tanıdığını, sadece Türk tarihçiler değil, tarafsız, yansız eserler veren Batılı tarihçiler bile kabul etmektedir. İşte bu Batılı düşünür ve yazarlardan birisi olan Edmondo de Amicis, bakınız bu hususta neler söylemektedir: "Eğer Türkler hâkimiyeti altına aldıkları milletlere, Hristiyanların yaptığı gibi zorla İslâm ’ı kabul ettirmiş olsalardı (ki buna o zaman kimsenin itirazı olmazdı) bugün ne Ermeni meselesi, ne Girit meselesi ve muhtemelen ne de Şark Meselesi olurdu. Oysa Türkler bunu yapmadılar. Onlar Kur’an-ı Kerim’e uyarak, sözde insan hakları havariliği yapan Avrupalılardan önce, herkesin kendi usulünce ibadet etmesine müsaade ettiler”.

Gerçekten de, Osmanlı’nın Batılılar tarafından methedilen en büyük hususiyeti, başka dinlerin mensuplarına karşı ortaya koyduğu engin hoşgörü ve toleranstır. Mesela Osmanlı, XV ve XVI. asırlarda İspanyolların baskı ve zulümlerine maruz kalan Marranilere yapılanların hiç birisini, kendi içindeki Dönmelere tatbik etmemiştir. Osmanlı Devleti’nin ortaya koyduğu, kaynağı İslâm dini olan bu anlayış, tüm zamanlar içinde tatbik edilen, bir gün kendi aleyhine döneceğini bilmesine rağmen ısrarla vazgeçmediği, en insancıl ve saygılı anlayış olarak kabul edilmektedir. Bu anlayıştır ki, zamanla, devletin zayıf düştüğü dönemlerde, kendisine bağlı olan gayrimüslim unsurların, devlete başkaldırmasına zemin hazırlamıştır. Zira Osmanlı, hiçbir zaman azınlıkları asimile etme yolunu ihtiyar etmemiştir. Dinde zorlama olmaması anlayışı, böyle bir politikanın ana omurgasını oluşturmaktadır. Asimile etmediği her bir azınlık unsurunun, bir gün gelip devletin varlığını bile tehdit edebilecek potansiyel taşıyabileceğini çok iyi bilen Osmanlı, buna rağmen dinin bu ser levha edilesi hükmünü meriyete vaz etmekten imtina etmemiştir. Nitekim özellikle Tanzimat sonrasında, Balkanlarda başlayan hareketlenmelerin, elli altmış sene içerisinde, başta Romenler, Rumlar,

Sırplar, Boşnaklar, Hırvatlar, Bulgarlar ve Arnavutların istiklali ile sonuçlanmasının en temel sebebi de Osmanlının asimilasyon politikası izlememiş olmasıdır. Batılı emperyalist güçlerin elinden kurtulan diğer devletlerin halleri ile mukayese edildiğinde, bu husus daha bariz bir şekilde görülebilecektir.

İstanbul’un fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmet tarafından, İstanbul Fener Rum Patrikliğinin tekrar canlandırılmış olması ve eski zamanlarla yani Bizans dönemi ile mukayesesi gayrı kabil şekilde haklara kavuşturulması, Ermeni Patrikliğinin belli bir statüye eriştirilmesi ve hahamlık teşkilatının müesseseleşmesine imkân verilmiş olması, devrinin diğer devletleri ile kıyaslandığında, inanç hürriyeti açısından eşsiz olarak nitelendirilmektedir. Osmanlı sadece azınlıkların inançlarını serbest bırakmakla kalmamış, aynı zamanda gayrimüslim tebaanın kendi inançlarına göre evlenmesini, boşanmasını, miras bölüşümünde bulunmasını da kabul etmiştir. Öyledir ki, Osmanlı cemiyetinde her azınlık unsuru kendi inancına göre kurulmuş mahkemelerde muhakeme edilmiş, kendi kanunlarına göre elde ettikleri hakları mahfuz kılınmıştır.

Başta Rum, Ermeni ve Yahudiler olmak üzere gayrimüslimler, Osmanlı Devleti bünyesinde, din değiştirmeye zorlanmaksızın, önemli devlet görevlerinde istihdam edilmişlerdir. Devşirme sistemi ise, İvo Andriç gibi bazı Batılı yazarların ifade ettikleri gibi asla zorlamaya dayanan bir sistem değildir. Osmanlı Devletinin bekasının temini için, XV. asırdan itibaren, gayrimüslim unsurlardan devşirilen çocuklar gönüllülük esasına göre devşirilmiştir. Aileler kendi çocuklarının devşirilmesi için, köylerine gelen Osmanlı memurlarına yalvarmışlardır. Zira devşirilen çocuklar, her türlü dünya nimetine, güce kavuşmaktadırlar. Her kırk aileden ve bir aileden en fazla bir çocuk devşirildiği için, iki çocuğunu birden Osmanlı sarayına vermek isteyen Bulgar, Arnavut, Bosnalı, Sırp ve Ermeni ailelerin, diğer çocuğunu başka aileler üzerine kaydettirdikleri, devşirme memurlarına rüşvet vererek kendi çocuklarının devşirilmesini temin etmeye çalıştıkları da bilinmektedir. Bu çocuklar henüz buluğ çağına gelmeden devşirildiklerinden zaten İslâm fıtratı üzeredirler. O yüzden din değiştirmeye zorlama gibi bir husus bulunmamaktadır. Henüz dini aidiyetleri olmayan bu çocuklar, elbette ki Osmanlı ocağında İslâm dini üzerine eğitim almışlar ve bir Müslüman olarak hayatlarını devam ettirmişlerdir. Osmanlı Sarayına girmek, mülki ve askeri erkâna dâhil olmak, o dönem için büyük bir şeref ve şan vesilesi olduğundan, aileler çocuklarını Osmanlı’ya vermek için adeta yarışmışlardır. Hatta öyledir ki, asla devşirme yapılmayan Rus, Rum, Yahudi, Acem ve Çingenelerden devşirme yapılmadığı için, bu milletlere mensup ailelerin bu durumdan şikâyetçi oldukları ve kendi çocuklarının da devşirilmesini talep ettikleri bilinmektedir. Başlangıçta, Müslüman olmaları sebebiyle çocuk devşirilmeyen Boşnaklardan, sonraları çocuk alınmasının sebebi, Boşnakların kendi ısrarlı talepleridir. Ayrıca çocuk devşirilen ailelerden cizye alınmaması da azınlıklar için büyük bir nimet olarak telakki edilmiştir.

Gayrimüslimler için pozitif ayrımcılık bile yapılmaktaydı. Halen, asli unsur olan Türkler arasında ciddi manâda tenkit edilen bu uygulamaya göre, azınlıklardan asker alınmamaktaydı. Cizye veren her gayrimüslim erkek, Osmanlı sancağı altında ailesi ile beraber hür yaşamaktaydı. Bir Hristiyan için, cizyeden muaf tutulmaya giden bir yol, aktif askeri hizmeti deruhte etmesi olabilmekteydi.

İslâm Devleti’nde azınlıklara verilen bu statü yani zımmi statüsü, Müslümanlar için sonsuza kadar bağlayıcıdır. Onlardan alınan cizye vergisi zaten bu hakların teminatı içindir. Zımmiler ise bu haklarını diledikleri zaman ortadan kaldırma haklarına da sahiptirler. Buna rağmen İslâm devleti tarafından kendilerine verilen bu haklardan istifade etmeye devam ederler. Gayrimüslimlerin, korunan bu hakları iki durumda kendilerine bir güvence sağlamaktan çıkmaktadır: Savaşta ya da barışta düşman saflarına katılıp, İslâm Devleti aleyhinde çalışması ve fitne, fesat, tedhiş, bölücülük gibi cemiyete ve devletin varlığına muzır hareketlerin içinde olması. Bunlar dışında, devletin kendilerine sağladığı haklar sonsuza dek bakidir. Bu haklarıdır ki, uzun müddet askerlik vazifesi yapan Türklere ve diğer İslâm unsurlarına nazaran, gayrimüslimlerin ticarette ve sanatta ileri gitmelerine sebep olmuştur. Osmanlı toplumu içinde hususan bankerlik, kuyumculuk, kerestecilik, bankacılık, hekimlik, mimarlık, eczacılık gibi meslekler zamanla gayrimüslim unsurların ellerine geçmiştir. Bu da azınlıkların zenginleşmesine sebep olmuştur. Özellikle sarraflık ve finans işleri daha çok Yahudilerin elindeydi. Öyle zamanlar olmuştu ki, Devlet-i Aliye-i Osmaniye, Yahudi Galata Bankerlerinden borç bile almıştır. Sanat ve ticarette ise Ermeni ve Rumlar ön plandaydı. Bu durum asla ve kat’a, asli unsur olan Türklerin ya da diğer İslâm unsurlarının beceriksizliğinden kaynaklanmamaktaydı. Devletin tüm yükü ve özellikle de askeri fütuhat vazifesi Müslim tebaa üzerinde olduğundan, akçeli işler ve sanata yönelik faaliyetler daha çok azınlıkların uhdesinde kalmıştır. Bu durum tabii ve spontane bir seyrin neticesiydi. Kapitülasyonlarla birlikte ise azınlıklar varlıklarına varlık katmış ve elit bir yapıya kavuşmuşlardır. Osmanlı Devleti, azınlıkların iktisadi manâda ilerlemesine mani olmadığı gibi, bu durumu teşvik bile etmiştir. Zira çok kazanan azınlıklardan, daha çok cizye alınmaktaydı. Vergisini zamanında ödeyen ve Osmanlı Devleti’nin hükümranlık haklarına saygı gösteren her unsurun, mal ve can emniyeti devletin teminatı altındaydı.

Osmanlı toplumunda yaşayan azınlıkların sosyal hayatlarına ve kendi içlerindeki işleyişlerine, giyim kuşamlarına müdahale edilmesi de söz konusu değildi. Bu hususa bir örnek olması bakımından şu bilgi pek kıymetlidir. Sefarad Yahudilerinden olan ve 1492 göçü ile Osmanlı’ya sığınan İsak Zarfati adlı şahıs, diğer Avrupa ülkelerinde yaşayan Sefarad ya da Aşkenazi Yahudilerini Osmanlı’ya, şu gerekçelerle çağırmaktaydı: "Burada en iyi elbiseleri giyebilirsiniz, herkes kendi asma ve incir ağaçlarının altında oturabilir. Hristiyan egemenliğinde, çocuklarını mosmor ve kıpkızıl dövülme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmadan, mavi veya kırmızı renkli elbiseler giydirebilirsiniz". Edirneli Haham Zarfati (Tsarfati) bahse konu meşhur mektubunda, Osmanlı Devleti’ni aynı zamanda iktisadi açıdan bir fırsatlar ülkesi olarak da tanımlamıştır. Bu mektuptan sonra Osmanlı arazisine Aşkenazi göç dalgası artmıştır. XVI. asır Yahudi yazarlarından Elijah Capsali, Kanuni Sultan Süleyman Han’ı, Süleyman Peygambere benzetmiş, diğer bir Yahudi yazar Samuel Usque ise Marranilere hitaben kaleme aldığı bir yazıda Osmanlı mülkü için, Yahudiliklerini tam olarak yaşayabilecekleri, gerçek fıtratlarına dönebilecekleri bir yer tanımlaması yapmıştır.

Zamanla Osmanlı Devleti, gayrimüslim azınlıkların sarık sarmasını men etmiş ve şapka giymelerini emretmiştir. Ancak bunu sosyal hayata müdahale olarak görmek büyük yanılgı olacaktır. Zira şapka zaten gayrimüslim kıyafetidir. Osmanlı şapka giymeyi azınlıklar için mecbur ederek, onların kendi adetlerini muhafaza etmelerine zemin hazırlamıştır. Osmanlı sarık sarma yasağını sadece gayrimüslimlere getirmiştir. Bizde cumhuriyet döneminden yapılan ise tam tersi bir uygulama olmuştur. Müslüman tebaaya şapka giyme mecburiyeti getirilmiş ve İslâm unsurları asimile edilmeye çalışılmıştır. Ancak Osmanlı, bırakınız azınlıkları asimile etmeyi, asimile olmamaları için, şapka giymelerini icbar etme yoluna gitmiştir. Yani denilebilir ki, Osmanlı azınlıkların asimile olmaması için devlet eliyle tedbirler almıştır. Böylesi bir hürriyet anlayışı, halen insanlığın evrensel değerleri arasında yerini almış değildir.

Yine Osmanlı arşivlerinde yer alan bir belge, Osmanlı’nın XVI. asırda bile azınlıkların inanç hürriyetine ne kadar derin bir saygı gösterdiğini ortaya koyması açısından son derece mühimdir. Bahse konu belgeye göre; Kudüs’ün fatihi olan Yavuz Sultan Selim, Rum Patriği olan Atali’ye, eskiden beri kullanmakta oldukları kilise ve manastırların tasarruf hakkını vermekte, Hz. Ömer ve geçmiş İslâm sultanları tarafından verilmiş olan bir kısım hakları tanımakta ve vergi muafiyetlerinin devam edeceğini taahhüt etmekteydi. Yavuz Sultan Selim’in oğlu olan Kanuni Sultan Süleyman da, Hz. Ömer’in Ahitname-i Hümayunu ve Sultan Selim’in Hatt-ı Hümayunu gereğince, Kudüs’te bulunan kilise ve manastırların ve bunlara bağlı ibadet ve ziyaret yerlerinin, müştemilatıyla beraber her türlü tasarruf hakkının Rum Patriğine verilmesine dair bir ferman yayınlamıştır. Aynı şekilde, Kudüs’te Habeşliler için Kilise yapılmasına müsaade eden de Osmanlı Devleti idi.

Sadrazam Kâmil Paşa tarafından, 7 Ağustos 1889 tarihinde gönderilen bir yazı, kilise inşasına imkân vermekteydi. Ancak Osmanlı, başka dinlerin mabetlerinin inşasına son dönemlerinde müsaade etmekle birlikte, bu mabetlerin inşaat maliyet giderlerini katiyen hazineden karşılamamaktaydı.

Bu tutum, en son din olan İslâm’ın gelmesinden sonra diğer dinlerin hükümlerinin kalkmış olmasına mukabil, bir İslâm devleti olan Osmanlı’nın, hükmü kalkmış dinlerin ibadethanelerini ihya etmek istememesinden başka bir şey ile izah edilemez elbette. Bu hususa en güzel örneklerden birisi, Kudüs’te bulunan Aya Katerine Manastırı kilisesinin inşasına, masraflarının Patrikhane tarafından karşılanması şartıyla izin verilmiş olmasıdır. Osmanlı bir taraftan, azınlıkların dini inançlarında ve yaşamlarında serbest kalmasını temin ederken, diğer taraftan da bu dinlere ait mabetlerin etrafında başka yapıların yapılmasını da yasaklamaktaydı. Musevi ve İsevilere ait olan, sinagog ve kiliselerin etrafında yapı yapılmamasına dair, Dersaadet’ten gelen yazının gerekçesi, hem bu yapıların asar-ı atika olarak kabul edilmesi, hem de diğer dinlere mensup tebaanın rahat bir şekilde ibadetlerini yapmalarının temin edilmesidir.

Osmanlı tarafından uygulanan hoşgörü politikasının, muhatapları tarafından da memnuniyetle karşılandığı ve müspet olarak karşılık bulduğu, yine arşiv belgelerinden anlaşılmaktadır. Sultan II. Abdülhamid Han zamanında, Beytüllahim Kilisesinde, Latinler tarafından sabaha kadar icra olunan Milat Yortusunun, selametle ve huzur içerisinde yapılmış olmasındandolayı, Hristiyanlar Sultan’a hayır duaları etmişler ve memnuniyetlerini dile getiren bir mektup kaleme almışlardır.

  1. Sabetay Krallığını İlan Etmişti, Osmanlı Tahtını Tehdit Ediyordu...

Bu sualin cevabı şu üç kelimede gizlidir: Osmanlının hükümranlık hakları. Hakikaten hiçbir kuvvet, bu kuvvet bir devlet ya da şahıs olabilir, kendi iktidar alanını başka bir güç ile paylaşmak istemez. Bu eşyanın tabiatında olan bir kanundur. XVII. asırda ortaya çıkan Sabetay hareketi ise sadece Osmanlı Devleti’nin hükümranlık haklarını ve iktidar sahasını sınırlandırmakla kalmamış, Osmanlı’yı sona erdirmekle de tehdit etmiştir. Osmanlı Devleti için devlet ebet müddettir. Devletin varlığını tehdit eden her kim olursa olsun, Müslim ya da gayrimüslim, bu hareketine müsamaha gösterilmesi söz konusu değildir. Osmanlı varlığını sürdürebilmek için, kendi öz evlatlarından isyan eden ya da isyan hazırlığında olanları bile affetmemiştir. Siyaseten katil ve evlat katli meselelerinin sebebi, işte bu kendini koruma refleksidir.

Şimdi bu noktada sorulması gereken şu olacaktır: Sabetay Sevi, Osmanlı Devleti’nin varlığını, hanedan ailesinin hükümranlık haklarını nasıl tehdit etmiştir? Bu suale, Sabetayistlerin kendi kaynaklarından cevap vermek daha uygun olacaktır.

Sabetayist yazar Ilgaz Zorlu’ya göre, Sabetay Sevi, 1665 senesine gelindiğinde Mesihliğini ilan etmiş, etrafında imanlı bir kitle toplamaya muvaffak olmuştur. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın her tarafından hatırı sayılır bir Sabetayist kitle bulunmaktadır ve bu insanlar Sabetay Sevi’yi görmek için, Sabetayist hareketin merkezi olan İzmir’e gelmişlerdir. Mesihi dönem başlamıştır ve insanlar adeta çıldırmış gibidir. Kimse yakında neler olabileceğini kestirememektedir. Sabetay Sevi yandaşları, sinagoglarda ve her yerde şu sözleri artık alenen dile getirmiş ve yüksek sesle seslendirmişlerdir: "Efendimiz (Sabetay Sevi) Türk’ü tahttan indirecek ve dünyayı on sekiz krallığa bölecektir".

Yine, başka bir Yahudi düşünür, yazar olan ve Sabetayizm hakkında en kapsamlı eseri kaleme almış bulunan Gershom Scholem ise, Mesihçi uyanışın kendisini başka hususlarda da göstermeye başladığından bahisle, her Şabbat günü sinagoglarda ülkenin hükümdarı için yapılan geleneksel duanın Filistin’de değiştirildiğini ve sultanın ismi yerine Sabetay’ın isminin okunmaya başlandığını, duanın artık Beni İsrail Kralı Sultan Sabetay Sevi’ye sunulduğunu, yeni bir takvim başlangıcının kabul edildiğini ve bu yeniliklerin Filistin ile de sınırlı kalmadığını belirtmektedir. İş o noktaya gelmiştir ki, Kudüs ve Gazze'de yazılan mektuplara "Efendimiz ve Kralımızın krallığının" yılı diye tarih bile atılır hale gelmiş, dünya Mesih'in krallığıyla işaretlenmiş olan yeni bir çağa girmiştir. Hareketin tarihi boyunca taraftarları arasında Sabetay'ın anılacağı ad olan “Amirah” o sırada Gazze'de kullanılmaya başlanmıştır. Bu unvan ile Sultanın bir başka unvanı olan Emrul Müminun arasındaki bağ dikkat çekicidir. Bu hareketi ile Sabetay Sevi, Yahudi krallığının manevi tahtına oturmuş, bütün dünya hükümdarlık tacını giymesinin de yakın olduğunu ilan etmiştir. Hatta İzmir’de böyle bir taç giyme merasimi bile yapılmıştır.

Yine Gershom Scholem’e göre, Sabetay Sevi, birkaç gün içinde krallığı kendisinin haraç veren hizmetkârı olacak olan Türk'ten alacaktır ve şimdiye kadar hiç olmamış daha birçok garip olaylar meydana gelecektir. Bu hadise 1666 tarihinde yaşanması planlanmış, Sevi tarafından sinagogda dile getirilmiş ve Sasportas isimli bir Sabetayist tarafından da kaleme alınmıştır. Bu söz ve söylemler her ne kadar sadece lafta kalmış olsa da, Sabetay Sevi’nin 14 Aralık 1665 tarihinde Mesihliğini ilan etmesiyle birlikte, “Krallığı Kabul Ediş Töreni” düzenlediği ve “Kral” sıfatıyla bir kısım tamim ve bildiriler kaleme alarak, ülkenin dört yanında bulunan Yahudilere gönderdiği bilinmektedir. Şüphesiz bu krallık uhrevi değil, dünyevi bir krallıktır. Sabetay Osmanlı topraklarını yirmiden fazla krallığa bölmüş ve her bir krallığın başına kendi yandaşlarını tayin etmiştir. O dönemde İzmir’de bu şahıslar, Sabetay’a bağlı alt krallıkların kralı unvanlarını rahatlıkla kullanmışlar ve kendilerine de bu unvanlarla hitap edilmiştir. Kral Jehoshaphat, Kral Zedekiah vs. Krallar ve kral vekilleri atanmıştır ve Yehuda ve Israil’in eski krallarının adları kraliyet makamının yeni sahiplerine dağıtılmıştır. Bazıları vaadin geri alınacağından veya unutulacağından korktuklarından, Sabetay’dan imzalı mühürlü beratlar almayı da ihmal etmemişlerdir. Ağabeyi Elijah’ı (İlyas) Türk kralının ülkesine, küçük kardeşi Joseph’i ise Roma’ya kral olarak tayin etmiştir.

Sabetay Sevi Kudüs’e gideceği hengâmda, Yahudi Krallığının başkenti olarak ilan edilen şehirde Yahudiler krallarını karşılamaya hazırlanmışlar, kendilerinden geçercesine tehlikeli, bölücü, tahrik edici, ortamı terörize edici sözler söylemişlerdir. Scholem’in anlattığına göre, “Sabetay’a iman eden Yahudilerin bütün konuşmaları savaşa, beklenen Beni İsrail'in krallığının kurulmasına, Hilal'in (Osmanlı) ve Hristiyan dünyasındaki bütün krallık taçlarının düşmesine gelip dayanıyordu. Günleri ve geceleri sinagoglarında ve evlerinde büyük olayı bekleyerek geçiyordu”.

Diğer taraftan Sabetay Sevi’nin akıl hocalığını yapan ya da daha doğru bir ifadeyle onu tebşir eden, onun Mesihliği hakkında kehanetlerde bulunan Gazzeli Nathan, Sabetay Sevi’nin Mesihliğini ilan ile beraber, krallık tacını Büyük Türk’ten (Osmanlı Padişahı IV. Mehmet) alacağını, Mezmurlar ve ilahiler söyleyerek bütün krallıkları fethedeceğini söylemiş, Mesih’in sadece dini ve manevi bir makam olmadığını, siyasi ve idari bir müessese olduğunu da bildirmiştir . Aynı Nathan, Raphael Joseph isimli başka bir Yahudi dostuna yazdığı, Eylül 1665 tarihli uzunca mektubunun bir yerinde aynen şu sözleri söylemiştir: “Ve ben şimdi olayların akışını açıklayacağım. Bugünden bir yıl ve birkaç ay sonra o (Sabetay) Türklerin kralından savaşmaksızın hâkimiyeti alacaktır, çünkü söyleyeceği ilahiler ve övgülerin (gücü) sayesinde bütün kavimler onun hükmüne girecektir. O, Türklerin kralını tek başına fethedeceği ülkelere götürecektir ve bütün krallar ona haraç verecektir, ama yalnızca Türklerin kralı onun hizmetkârı olacaktır. Alman ülkeleri hariç olmak üzere sünnetsizlere (yani Hristiyanlara) katliam yapılmayacaktır203. Yani Nathan’a göre, Mesih krallığını ilan ettikten sonra Osmanlı Sultanını kendisine köle, hizmetçi yapacaktır. Hristiyanlara (Almanlar hariç) katliam yapılmayacaktır. Ancak Muhammedilere ne yapılacağı belli olmamakla birlikte, mesajın mefhum-ı muhalifinden anlaşılan odur ki, Kralları köleleştirilen Muhammediler (Türkler) de kılıçtan geçirilecektir. Yine Robert Boulter isimli bir şahıs tarafından kaleme alınan bir mektupta, Mekke’nin kayıp Yahudi kabileleri tarafından kuşatıldığı, Osmanlı sultanının bu kuşatmaya boyun eğdiği, Mekke dışındaki yerlerde meydana gelen Yahudi hâkimiyetini kabul ettiği, bu bölgelerde Türklerle çatışmaların olduğu, birçok Türk’ün öldüğü, kimsenin bu Yahudi kabilesine karşı koyamadığı, ancak onların tamamen mahvedip kökünü kazımaya çalıştıkları Türkler hariç herkese vicdan hürriyeti tanıdıkları gibi hayali, ancak hayali olmakla birlikte bir nevi şuuraltı boşalması sayılabilecek sözler yer almıştır.

Bu dönemde bir de Yahudi milletine ait “Kayıp On Kabile” hikâyesi ortalıkta dolaşmaktadır. Kayıp olan bu kabileler bir anda ortaya çıkmış ve

Jeroboam adında bir Yahudi, Mekke’yi kuşatmış, ele geçirmiş, Hz. Muhammed’in Medine’de bulunan mezarını yıkmış ve 30 binden fazla Türk’ü de kılıçtan geçirmiştir. Bu hadise tarihte asla vuku bulmuş olmadığı gibi, o dönemde Yahudilerde böyle bir kuvvet de bulunmamaktaydı. Bu haberler de fantastik kurgudan başka bir şey değildir.

Sabetay’ın İstanbul’a nakledilmesinden sonra yaşanan hadiseler ve kendisine bağlı olan müritlerinin duygu durumu da, Sabetay’ın Krallık tacını giymesinin yakın olduğu yönündedir. Gazze'deki Yahudiler her gün neşe içindedirler, sinagogda ışıklar yakılmıştır ve Mezamirler okunmuştur. Herkes Mesih Konstantiniye'ye (İstanbul) gittiği zaman, Türklerin kralının kuvvet veya güç olmaksızın kraliyet tacını onun başına takacağından emin bir haldedir.

Scholem’e göre, son derece ılımlı bir Veziriazam olan Köprülüzade Ahmed Paşa’nın, son demde Sabetay hareketine müdahale kararı almasının sebebi, hiçbir silahlı kuvveti olmayan bu hareketin devleti ele geçirmesinden çekinmesi değil, çılgına dönen ve ticareti yavaşlatıp, kendilerini tamamen Sabetay fedailiğine adayan, borçlarını ödemeyen Yahudilerin devlete verdiği ekonomik zarardır. Zira o dönemde Osmanlı Devleti’nin Avrupa ile olan tüm ticareti Yahudiler eliyle yapılmaktadır. İzmir ihracat, İstanbul ithalat, Selânik ise Avrupa’ya açılan kapı mahiyetinde olan şehirlerdir ve bu şehirler Yahudilerin en fazla yaşadığı yerlerdir. Bu şehirlerin içtimai ve iktisadi hayatına zarar verecek noktaya ulaşmış olan bu kitle hareketi, devletin siyasi birliğine ve varlığına yönelik bir tehdit yani huruç hareketi olduğundan değil, sapkın bir dini hareket yani fitne olarak görüldüğü için tehdit algılamasına dönüşmüştür ve müdahalenin gerekçesi bu şekilde meydan gelmiştir.

Diğer taraftan yine bir Yahudi yazar olan Joseph Kastein’in eserinde de sahte Mesih’in, Türk hâkimiyetini sona erdireceğine dair onlarca bilgi ve delil bulunmaktadır. Kastein’e göre, Gazzeli Nathan’ın tüm dünya Yahudilerine gönderdiği bir bildiride aynen şu cümleler yer almıştır: "İsrail'deki kardeşler, dinleyin. Mesih'imiz İzmir'de dünyaya geldi, adı Sabetay Sevi. Pek yakında herkese krallığını gösterecek ve sultandan (IV. Mehmet) kraliyet tacını alıp kendi başına geçirecek. Türklerin sultanı Kenan diyarındaki bir köle gibi onun peşinden gidecek, çünkü güç ve şan Sabetay'ın eline geçecek. Bu mektuptan da anlaşılacağı üzere, Yahudilerin fantastik dünyasında ve şuuraltında, Osmanlı Sultanını tahtından indirmek olmakla birlikte, daha da ötesi köleleştirmek de bulunmaktadır. Bu ve benzeri ifadelerden anlaşılan odur ki, Yahudi milleti ile Türkler arasında, bize göre Türk milletinin de tam olarak bilmediği bir kan davası, bir husumet ya da tarihi bir hesaplaşmadan kaynaklanan bitmek tükenmek bilmeyen bir kin bulunmaktadır.

Kastein’e göre, Mesih’in en birinci vazifesi, çağın hükümdarının elinde bulunan yetkiyi almak, onu tahtından etmek olmalıdır. Aksi halde tarihin seyrini değiştirmek ve Mesih olmak iddiasını sürdürmesi mümkün değildir. Ona göre, bu nedenle o dönemde Türkler, hareketin daha ciddi sonuçlar doğurmasından endişe etmişlerdir. Zira Sabetayistler arasında Sultanın tahtından indirilmesi alenen tartışılmaya başlanmıştır.

Kastein’e göre, o dönem Sabetay Sevi için yazılan öylesine şiirler, marşlar, ilahiler, kasideler vardır ki, bunlar o dönemin şiir kalitesinden çok, dönemin Yahudi fikri yapısını açığa çıkarması açısından önemlidir. İşte bunlardan birisi de Praglı Yahudi Jacob Taussk ismindeki adama aittir. Taussk şiirinin bir kısmında yandaşlarına şunları söylemektedir: “Korkmayın sevgili kardeşlerim, Türkler bizim kölelerimiz olacak. Mesih'in sağlığının şerefine kaldıracağımız kadehleri çalkayacaklar. Artık çalışmayacağız. Sadece Tevrat'ı okuyacağız; Tanrı bizi koruyacak ve içimizde korkudan eser kalmayacak.

Joseph Kastein, Sabetay Sevi ve adamlarının deniz yoluyla İstanbul’a gittikleri hengâmda, aralarından çıkan bir adamın, yolculuklarının amacının, yaşadıkları toprakların idarecisi olan sultanı tahtından indirmek olduğunu gizlemeye gerek bile duymadığını söylemektedir. Ancak bu ideal Yahudiler için ne kadar hoş olsa da, içinde büyük bir ihaneti de barındırmaktadır. Eğer bu teşebbüs başarısız olursa, Osmanlı Devleti içinde yaşayan tüm Yahudiler için bir felaket olacağı şüphesizdir. Bunu gören hahamlar, gemi Çanakkale Boğazı’na gelmeden önce, Osmanlı Veziriazamı Köprülüzade’nin huzuruna çıkıp şu ikazlarda bulunmuşlardır: “Kısa bir süre sonra İzmir'den bir gemi gelecek. Geminin içinde Yahudi halkının Mesih'i olduğunu ilan eden bir adam olacak. Adamın niyeti, Sultan'ın tacını başından alıp kendi başına koymak. Onun Mesih olduğuna bizler inanmıyoruz. Onun zavallı, kandırılmış bir mahlûk ya da bir şarlatan olduğunu düşünüyoruz. İzmir Kadısından gelen bilgiler ile İstanbul hahamlarının verdikleri bilgiler örtüşmektedir. Sabetay’ın büyük bir isyan ya da ihanet hareketinin başında olduğunu anlayan Köprülüzade, sahte Mesih’in tutuklanması emrini vermekte gecikmemiştir.

Sabetay Sevi’nin, bundan yaklaşık 400 sene evvel kurguladığı stratejinin, Türkiye’ye karşı kuvvet kullanmak suretiyle, Sultanı sadece kendi komşuları ve ülkesi ile meşgul etmeye, kutsal toprak olan Kudüs ve civarındaki hak ve salahiyetlerinden vazgeçmeye zorlamak olduğu anlaşılmaktadır. Zira Sabetay Sevi, elinde bulundurduğu maddi güç ile 20 binden fazla silahlı bir ordu kurmayı planlamaktadır. Kurulacak olan bu Armageddon ordusu, mutlak manâda Türkiye için kullanılacaktır. Türklerin dize gelmesi halinde Mesihi hareket başarıya ulaşabilecektir. Zira Kudüs Türklerin elindedir.

Yahudilik ve Dönmelik üzerine ciddi araştırmaları ve eserleri olan Abdurrahman Küçük, Max Dimont isimli düşünürden nakille: “Arabistan'da, Yahudileri Türklerden kurtaracak, Yahudi ordusuna emir verecek bir Mesih beklediklerini, Sabetay Sevi'nin de bundan istifade ederek, İstanbul'a yürüyüp Sultan’ı devireceğini ilan ettiğini anlatmaktadır. Küçük’e göre, Sabetay Sevi, krallar kralı sıfatıyla yakınlarına Osmanlı Devleti’ni dağıtmaya başladığını açıklamış, bunun üzerine kardeşi Elijah (İlyas), Türklerin düşmanlığından çekinilmesi gerektiğini kendisine söylemiştir. Sabetay Sevi’nin kardeşine cevabı şu şekilde olmuştur: “Bu, bütün Yahudilerin ıstırap çekmesinden daha iyidir. Sabetay Sevi’nin Osmanlı Devleti’ne başkaldırma hazırlığı içinde olduğu, hareketinin bir ihanet şebekesine dönüştüğü, kâhin Nehemia Kohen’in, Osmanlı Sadaret Kaymakamı Kara Mustafa Paşa’ya anlattıklarından anlaşılmaktadır. Kohen’e göre, Sabetay Sevi, Filistin’i Osmanlı’dan koparmak ve padişahın tacını kendi başına geçirmek için entrikalar yapmaktadır.

Dönemin vakanüvislerinden Fındıklılı Mehmet Ağa, “Zuhur-ı Haham” başlığı ile konuyu şu şekilde işlemiştir: “Bundan akdem İzmir’den bir haham çıfıd zuhur edip taife-i Yahud ziyade meylü rağbet etmeleriyle def-i fitne için Boğaz Hisarı’na nefy olunmuştu, ol canibe dahi Yahudiler tecemmu edüb itikad-ı bâtılları üzere bu bizim peygamberimizdir deyû bais-i fesad ve ihtilâl olacak mertebe ahvalleri şayi' olmağla haham- mezbur emr-i padişah île Edirne'ye ihzar ve mah-ı Rebiülevvel'in on altıncı Perşembe gün(ü) Has Oda Köşkünde nazargâh-ı Hümâyûnda akd-i meclis olunup Kaymakam Paşa ve Şeyhülislâm Efendi ve Vanî Efendi haham-ı mezburu söylettiler, Padişah Hazretleri pencereden muhtefi seyr ve istisma' buyurup ba'dehu küll-i kelâm mezbur haham ol kendu hakkında söylenen türrühatı inkâr eyledi ve teklif-i İslâm olup bu meclisten sonra halâsa mecal yok, şayet Müslüman olursan inayetlû Padişahımızdan seni şefaat edelim deyû kat'i kelâm eylediklerinde haham-ı mezbur bitevfik-ullahu el-melikü’l-gaffur ol saat mazhar-ı hidayet-i aliyye-i hüsrevâneden mezbûre yevmî yüz elli akçe kapu ortası tekaüdü erzan buyrulup ol hinde İçoğlan Hamamına konulup tecdid-i libas ettirilip bir kürk ve üzerine hil-at-i fâhire giydirilüb bir kise nakd ihsan olundu ve bu mahalde kendileriyle bile İslam’a gelen refikine dahi atiyye-i aliyye ile çavuşluk sadaka buyruldu”. Fındıklılı Mehmet Ağanın bu beliğ ifadesinden hadisenin mecmuu anlaşılmakla birlikte, hususan “bais-i fesad ve ihtilâl olacak mertebe ahvalleri şayi' olmağla” ifadesi ile hareketin bir fesat kaynağı olduğu ve ihtilale meydan verme potansiyeli taşıdığı anlaşılmıştır. Fındıklılı’nın anlattıklarına göre, Sabetay Sevi hareketi bir ihtilal hareketidir, sahte Mesih ise bir ihtilalcidir.

Sabetay Sevi ve bağlılarının içinde bulunduğu, özellikle Sabetay’ın 1648 senesinde Mesih olduğunu yakın çevresine bildirmesi ile başlayan ve 1666’da zirveye çıkan Mesihi hareketin hedefinde hiç şüphesiz Osmanlı Devletini sona erdirmek bulunmaktadır. Zira Osmanlı Devleti parçalanmadan Kudüs merkezli bir Yahudi devletinin kurulamayacağını en iyi bilen Sabetay Sevi’dir. Başında bulunduğu hareket siyasi yönü olan bir harekettir. Mesih’in sadece manevi tebliğ yapan, zühd ve takva sahibi bir mutasavvıf olamayacağı malumdur. Mesihlik, ihtilal yapmayı, düzeni değiştirmeyi bünyesinde tabii olarak barındırmaktadır. O yüzden Sabetay Sevi, Osmanlı yurdunu parçalara bölmek ve her bir parçaya kendi yandaşı olan Yahudileri kral olarak atamak gibi bir planın peşinde bulunmuştur. Bu yıkıcı ve bölücü planı hayata geçirmenin yolu ise Osmanlı Sultanı IV. Mehmet’i tahtından indirmek ve köleleştirmektir.

Burada akla gelebilecek en önemli ve mutlak cevaplandırılması gereken sual şu olmalıdır: Sabetay hangi güçle Osmanlı tahtına oturabilecektir?

Sabetay’ın en büyük gücü kendisine canını, malını, her şeyini adamış olan bağlılarının sadakati ve fedakârlığıdır. Kendisine bağlı olan Yahudilerin iktisaden son derece güçlü olmaları da önemlidir. Zira daha önce de bahsedildiği üzere, o dönemde Osmanlı’nın ticari hayatı ve ithalat-ihracat işleri büyük oranda bu Yahudilere bağlıdır. Sabetay bu gücü harekete geçirmek istemiş olabilir. Böylesi bir iktisadi gücün, Yahudi mistisizmi ve Siyon ideali ile birleşmesi halinde neler yapabileceğini tahmin etmek hiç de zor olmasa gerektir. Muhtemelen Sabetay, eğer Osmanlı tarafından engellenmiş olmasaydı, kademeli bir şekilde önce iktisadi savaşı başlatacak, sonrasında ise para gücüyle lejyoner orduları (Armageddon) kurup, Osmanlı’dan Filistin bölgesini koparmayı deneyecekti. Sabetay’ın en büyük hatası kendisini beklenen büyük Mesih olarak tanıtmış olmasıdır. Eğer hareketin başından beri, kendisini Mesih’in öncüsü ve ona zemin hazırlayıcısı olarak tanıtmış ve oyununu bu şekilde kurgulamış olsaydı, ihtimaldir ki 1948’lerde, Arz-ı Filistin’de kurulan İsrail Devletinin temellerini, XVII. asırda atabilirdi. Ancak makam büyük olunca hedef de büyüdüğünden, büyük İsrail krallığını kurma ideali ile mevcut şartları tam olarak örtüşmediğinden, iddialarını hayata geçirme imkânını da bulamamıştır.

Gelinen bu noktada, Osmanlı’nın neden Sabetay Sevi hareketini engellediği ve Sabetay’ı din değiştirmeye zorladığı meselesi kendiliğinden cevabını bulmuş olmalıdır. Osmanlı Devleti gibi bir cihan devletinin, ülkesi içinde tedhiş, fitne, fesat ve ihtilal şebekesi olan Sabetayizm’i görmezden gelmesi söz konusu olamamıştır. Hiçbir devlet kendi varlığına yönelik vaki olan ya da vaki olma potansiyeli taşıyan bir fitne yuvasına sessiz kalamaz. Osmanlı Devleti de sessiz kalmamış, devletin bekası için gerekli tedbirleri almış, fitne şebekesi daha fazla kuvvetlenmeden, akıllıca bir strateji ile yok olmasını sağlamıştır. Kaldı ki, Osmanlı Devleti, diğer azınlıkların kendi iç meselelerinde meydana gelen fitne hareketlerinde, bu hareketlerin mesulleri hakkında, eğer hahamlık ya da patriklik tarafından takdir edilen bir ceza var ise, bu cezanın tatbikinden de sorumlu idi.

Osmanlı’nın, Sabetay Sevi’yi idam etmek yerine, onun yaşamasına izin vermesi takdire şayan bir devlet refleksi olduğu halde, din değiştirmeye zorlanmış olmasının, bir kısım çevrelerce tenkide medar olarak görülmesi, şayan-ı hayrettir. Zira hususuan o devirde, devletin varlığına yönelik bir tehditin cezasız kalması ender rastlanılabilecek bir husustur. Yahudiler umumiyetle dinden dönmeye icbar edilme hadisesini tenkid etmekte, buna karşılık da Müslüman Türkler, zorla dinden döndürülmesi yerine hareketin başka bir takım tedbirlerle sona erdirilmesinin daha da yerinde olacağını düşünmektedirler. Zira İslam görüntüsü altındaki Dönme Yahudilerin Türk toplumuna ve değerlerine büyük zarar verdiklerine inanılmaktadır.

Bernard Lewis ise Sabetay hareketinin büyük bir inkıraz ile neticelenmiş olmasının Yahudi topluluk üzerinde de menfi tesirleri olduğunu ve bu tesirin iki yönlü bir etki meydana getirdiğini ifade etmektedir. Ona göre, bu Mesihçi hareket, Yahudi toplulukları üzerinde bir yandan ümitsizlik noktasında bir hevessizlik, öte yandan hahamların gücünün daha önce hiç görülmedik ölçülerde yeniden pekiştirilmesi şeklinde çift yönlü olmuştur. Yani bu duruma göre, Sevi hareketi hem Yahudiler’e ve hem de İslamlar’a zarar veren bir hareket görünümündedir.

  1. Sabetay’ın Ölümünden Sonra Cemaatin Üç Kola Ayrılması ve Bazı Önemli Sabetayist Şahsiyetler

Sabetay Sevi’nin 17 Eylül 1676 tarihinde, Ülgün’de ölmesinden sonra, ardında kalan ve yaklaşık 200 aile olduğu düşünülen Sabetayistler, Sabetay Sevi’nin tavsiyesine uyarak, Selânik ve civarına yerleşmişlerdir. Zira Selânik, XV. asırda yaşanan büyük Sefarad göçü sonrasında bir nevi Yahudiliğin merkezi konumundadır. İleride de bahsedileceği üzere, Selânik bu konumundan dolayı, XIX. asırda sözde hürriyetçilerin ve onların işbirlikçisi olan masonların temerküz ettiği bir şehir konumunda olacaktır. Mason localarının, bu localar üzerinden Osmanlı’yı dizayn etme gayesini taşıyan emperyalist güçlerin konsoloslukları tarafından korunuyor olması ve Osmanlı payitahtından uzak olmasının getirdiği denetimsizlikten dolayı, Selânik’te ciddi bir yapılanmaya gittikleri bilinmektedir. XIX. asrın sonunda, Selânik’te sadece İtalya’ya bağlı Makedonya Risorta Locası mevcutken, daha sonra Veritas Locası, Labor Et Lux Locası, Philippos Locası ve Persevencia locaları peş peşe açılmıştır. Özellikle Veritas locasının tüm azalarının Yahudi olması ve diğer localarda da idareci kadronun Yahudi olması her halde pek şaşırtıcı değildir. Drumont’a göre, o dönemde mason localarında etkili olan Türk ve Müslüman kimlikli kişilerin tamamı Sabetayist’tir

Sevi’nin ölümünden sonra, cemaat üç kola ayrılmıştır. Ancak bu ayrışma hemen olmamış, tarihi vetire içinde gerçekleşmiştir. İlk önce, Sabetay Sevi’nin kayın biraderi olan ve Sevi’nin Mesihi ruhunun ona geçtiğine inanılan Yakup Kerido, Dönme cemaatini kendi etrafında toplamıştır. Yakup Kerido’nun yolundan gidenlere Yakubiler denilmektedir. Daha sonra Osman Baba isimli bir şahsın etrafında kenetlenenler Yakubilerden ayrılmış ve Karakaşiler grubunu teşkil ettirmiştir. Son olarak da Kapaniler (Kapancılar) cemaati meydana gelmiştir.

Yakubiler, sahte Mesih Sevi’nin, Ülgün’de evlendiği son eşi Ayşe’nin kardeşi olan Abdullah Yakup Efendi’nin etrafında toplanan ilk cemaat olarak bilinmektedir. Yakubiler de kendi içlerinde iki ana sosyal sınıfa ayrılmışlardır: Ağniyalar (zenginler) ve Zuefalar (fakirler). Özel kıyafetleri vardır, ökçeli ayakkabı giymeleri yasaktır, giyenlerin ökçeleri cemaat önde gelenlerince kırılır, İbranice dualarını mutlaka gizlice evlerinde yaparlar, erkekleri saçlarını kazıtırlar (arpados=tıraşlılar), kadınlara mirastan eşit pay verirler, cumartesi ateş tutmak hariç Yahudi ibadet ve ayinlerine bağlıdırlar, gizemli ve kapalı bir hayatları vardır. Cemaat sırları, yeni evlenen çifte, evlendikleri gece öğretilir ve böylece cemaate yeni bir aile daha kazandırılmış olur. Bu bir dini ve sosyal ritüeldir. Yakup Efendi, eniştesi Sabetay Sevi’nin 18 Emirinde belirtmiş olduğu üzere, Müslümanlarla iç içe olmaya ve sanki onlardanmış gibi görünmeye mutlak önem vermiştir. Bu yüzden Melamilik, Bektaşilik gibi tarikatlara sızmalar bu dönemde başlamış, kendilerini Bektaşi gibi göstermeye büyük ihtimam göstermişlerdir. Hatta Selânik’te yaşayan Yakup Kerido’nun, hac vazifesini eda ettikten sonra, Mekke’den Medine’ye dönerken, Ocak 1695’te, bir devenin altında kalarak vefat ettiği bilinmektedir. Yakup Kerido ile beraber hac vazifesini ifa eden Mustafa Efendi isimli Yakubi Dönme, memlekete dönünce, Yakup Çelebi Efendi’nin ölmediğini ve kıble tarafına doğru gittiğini söylemiştir. Bundan sonra cemaatin liderliğini Mustafa Efendi üstlenmiştir. Cemaat mensuplarının diğer bir özelliği de, daha çok devletin üst kademelerinde görev almayı hedef ittihaz etmiş olmalarıdır. Bunun için medrese eğitimine çok büyük önem verirler, bunun için Selimiye Mekteplerini açanlar da bunlardır.

Sabetay Sevi’nin ruhunun Yakup Kerido Efendi’ye intikal ettiğine dair mistik bir inanç sahibi olan cemaat, Sevi’nin beşinci eşi olan Ayşe Hatun’un kardeşi Yakup’un, aslında Sevi’nin çocuğu olduğu ve Sevi’nin sülbünden geldiği, onu 12 yaşında ermiş bir çocuk olarak Sevi’den dünyaya getirdiği iddiasına inanmıştır. Bu şekilde aslında Yakup, Sabetay’ın ruhunu taşımaktadır ve onun devamı mahiyetindedir. Onlara göre Sabetay ölmemiştir, ruhu göğe çekilmiş ve Yakup Efendi’nin bedeninde temessül etmiştir. Yani Mesih Lahut âleminden, Nasut âlemine Yakup suretinde intikal etmiştir. Bu felsefik ve mistik inanç, Yakup Efendi’nin etrafında epeyce bir cemaat toplanmasına sebep olmuştur. Yakup Efendi’ye “Kerido” yani “Sevgili” unvanının verilmiş olması da bundan mülhemdir. Yakup Çelebi Efendi’nin, cemaatin lideri olmasında en büyük etkenlerden ikisi, Sabetay Sevi tarafından yazıldığını iddia ettiği, kendisinin halife olarak tayin edildiğine dair bir mektubu, cemaat mensuplarına, Selânik’teki evinde yaptığı bir toplantıda göstermesi ve yandaşlarının gözünü boyamak için planladığı, sözde bir koyun-kuzu mucizesini göstermiş olmasıdır.

Sabetay’ın ölümünden sonra cemaat nasıl bir yol takip edebileceklerine dair istişarelerde bulunmuş ve iki alternatif ortaya çıkmıştır: Museviliğe tamamen geri dönmek ve özde Musevi kalmak şartıyla, görünüşte Müslüman gibi davranmaya devam etmek. Cemaat birinci şık üzerinde mutabakata varmış olsa da, Osmanlı’dan çekindiklerinden ikinci yol olan “İçeride Musevi-Yahudi, dışarıda Müslüman” şeklinde ifade edilebilecek hayat tarzını devam ettirmekte karar kılmışlardır. Yakup Çelebi Efendi’ye göre şu aşamada bu yolu izlemek daha emniyetlidir. Ancak bu yol üzere giderken de şu prensiplere uyulması gerekmektedir: Öğle ve ikindi namazları camilerde kılınacak, hac mevsiminde imkân sahibi olan üç beş Sabetayist hacca gidecek, mevlit merasimlerinde mutlaka camilere gidilecek, cenazelerde Selânik caddeleri tekbir sesleri ile inletilecek, Sabetay Sevi’nin tersine olarak boşanmalara izin verilecek, mirasta kadınlara eşit haklar verilecek, kadınlar kendilerinden olmayan erkeklere tırnaklarını bile göstermeyecekler, reise itaat edilecek, dualar İbranice, Latince ve Ladino lisanında yapılacaktır.

Yakubilerin Ağniya ve Zuefa kolları, tamamen ekonomik temelli bir sınıflandırma olup, birbirlerinden epeyce kopukturlar. Hatta öyledir ki, birbirlerinden kız alıp vermez durumdadırlar. Bu cemaat mensupları ticaretle pek alakadar olmamışlardır ve daha çok memuriyete heves etmişlerdir. Memuriyete giren ve para pul sahibi olan Yakubiler, fakir ve zayıf olan cemaat mensuplarına iş bulma ya da para yardımında bulunma hususunda duyarlıdırlar.

Yakubiler kendilerini gizleme ve Müslüman Türk toplumunun sanki bir parçasıymış gibi görünme hususunda son derece başarılı olmuş bir cemaattir. Bu grup, ammeye açık sahalarda, İslam inancının gereği olan ibadetleri yaparmış gibi görünme konusunda son derece titiz davranan bir gruptur. Onların son zamanlardaki bu başarılarının ardında, Mithat Paşa’nın Selânik Valiliği döneminde yapmış olduğu bir müdahalenin etkili olduğu düşünülmektedir. Bahse konu hadiseye göre, Mithat Paşa devlet dairelerinde memur olan ve kafasını kazıtan Yakubileri görmüş ve bu tarihten sonra da kafasını kazıtanların ve farklı kıyafet giyenlerin devlet dairelerinde çalışamayacakları kuralını getirmiştir. İşte bu kuraldan sonra Yakubiler, kendilerine biraz daha çeki düzen vermişler ve toplumda kolayca fark edilmelerini sağlayacak olan bu farklılıklarını hemen gidermişlerdir. Bundan dolayı Yakubiler uzun müddet fark edilememişlerdir. İşte Yakubiler, fark edilmeme özelliklerini, bir mason üstadı ve hatta bazı iddialara göre Yahudi bir hahamın torunu olduğu iddia edilen meşhur Osmanlı Sadrazamı Mithat Paşa’ya borçludurlar.

Yakup Çelebi Efendi, 1695 senesinde Arabistan’da vefat ettikten sonra yerine Hacı Mustafa Efendi reis olarak seçilmiştir. Hacı Mustafa Efendi de bir takım emir ve kurallar getirmiş olmakla beraber, genel hatlarıyla Yakup Çelebi’nin yolundan ayrılmamıştır. Sonrasında ise Mehmet ve İshak Ağalar reis olmuşlardır. İshak’tan sonra 15 reis daha gelmiş olup, Yakubiler bu reislerine “Devletlû” adını vermişlerdir.

Sabetay Sevi’den sonra 1918 senesine kadar, kendi içlerinde ihtilaflar ve anlaşmazlıklarla birlikte hayatlarını devam ettirmiş olan Yakubilerin, o tarihlerde, 4 bin kişi kadar oldukları, doğrudan Sabetay Sevi ve Yakup Çelebi (Kerido) Efendi’ye bağlı kaldıkları, koyu bir tesettür taraftarı oldukları, yeniliklere karşı durdukları ve halen de varlıklarını devam ettirdikleri bilinmektedir. Yakubilerin önde gelenlerinden Solomon Florontin, Joseph Philosophos ve Yakup Çelebi önderliğinde kitlevi olarak İslam’a dönen Yahudilerin sayısının 200 ila 300 aile arasında bulunduğu ve bu rakamın tüm zamanlar içinde en fazla sayıda Yahudi’nin İslam’a dönme hadisesi olduğu düşünülmektedir.

Benzeme Benzet” kaidesine sıkı sıkıya bağlı olan bu cemaat, Osmanlı’nın son dönemlerinde İttihatçılara oldukça fazla destek vermişlerdir. İlk sosyalistlerden Dr. Şefik Hüsnü Deymer de bu gruptandır. Mezarlıkları Feriköy’dedir. Okulları ise Feyz-i Ati ve Boğaziçi kolejleridir. Selânik’te neşredilen Yeni Asır gazetesinin sahibi Fazlı Necip, Vatan gazetesinin başyazarı Ahmed Emin Yalman, Halide Edip Adıvar gibi isimler bu gruba mensup meşhurlardır.

Sabetayistler 1689 senesinde, yani Sabetay Sevi’nin ölümünden sadece 13 sene sonra bir kez daha bölünmüşlerdir. Sabetay’ın tek varisi gibi gösterilen Yakup Çelebi Efendi’nin prensiplerinin aleyhinde olan Mustafa Çelebi ismindeki bir başka cemaat mensubu, Yakup Efendi’nin, kadı sıfatıyla (cemaat içinde gayrı resmi muhakeme yapan) verdiği iki karara karşı çıkmış ve bu kararlardan menfi yönde etkilenen kişileri de kendisine yandaş olarak çekebilmiştir. Bu kararlardan birisi bir rivayete göre ticari bir anlaşmazlık (deri ticareti), başka bir rivayete göre de bir miras paylaşım meselesi ile alakalı iken, diğeri de boşanma konusundadır. Selanik’te bir Sabetayist, genç ve güzel karısının kendisini bir Osmanlı Valisinin oğlu ile aldattığını ileri sürmüş ve cemaatin Yılan Mermeri semtindeki mahkeme evinde davasının görülmesini istemiştir. Yapılan muhakemeye Yakup Çelebi bizzat kendisi de katılmıştır. Muhakeme neticesinde çiftin boşanmalarına karar verilmiştir. Ancak Sabetay itikadınca boşanmak caiz olmadığından cemaat buna itiraz ve Yakup Çelebi’yi cemaat prensiplerine aykırı davranmakla itham etmiştir. Yakup Çelebi ise, cemaat prensipleri ile korunanın masumiyet olduğunu, kirli bir ilişkinin koruma altında olmadığını ileri sürerek kararının arkasında durmuştur. Diğer meselenin bir miras paylaşımından kaynaklandığı, cemaate mensup Abdullah adında birisinin ölmesi üzerine eşi Rabia Hatun ve çocuklarına kalan yüklü bir mirastan Yakup Çelebi’nin cemaati adına pay çıkarmak istemesinin cemaat prensiplerine aykırı bulunarak, tenkid konusu edildiği bilinmektedir. Boşanma konusunda verilen karar, diğer ticari meseleden daha fazla ayrışmaya sebep olmuştur. Mustafa Çelebi, Mehmed Çelebi ve Gaffar Ağa isimli cemaat mensupları Yakup Çelebi’yi protesto edip, cemaatten ayrılmışlar ve başka bir yol tutmuşlardır. Yakup Çelebi’nin destekçisi olan İsmail Çelebi ise cemaatten ayrılan bu isimleri saygısızlık ve hatta zındıklıkla itham etmiştir.

Karakaşiler, işte bu ayrışmadan doğan bir Sabetayist cemaat olarak, 1689 ya da 1691 tarihinde ortaya çıkmıştır. Bu cemaat en norm karşıtı, radikal ve ateşli bir mesihçi gruptur. Cemaatin ilk lideri Mustafa Çelebi ismindeki bir şahıstır. Bunlara “Müminler”, “On Yollular” ve “Osman Baba” grubu da denilmektedir. Abdurrahman Efendi ile Fatıma Hatun çiftinin oğlu olan Baruhya isimli bir çocuğun, Sabetay Sevi’nin ölümünden ya da onlara göre kaybolmasından dokuz ay sonra dünyaya gelmesi, annesinin rüyasında Sevi’yi görmesi ve Sevi’nin ışıklar saçarak gelip Osman’ı yanağından öpmesi hadisesinin yayılması ve Osman’ın birçok ilme kısa zamanda vakıf olması, Mesih’in ruhunun bu çocuğa geçtiği inancının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Mustafa Çelebi Efendi de Osman’ın, Mesih’in ruhunu taşıyor olabileceğini etrafındakilere söylemiş ve ortaya bir tenasüh inancı atmıştır. Ona göre, Mesih’in ruhu, Osman Baba’ya tenasüh etmiştir, geçmiştir. Zira Baruhya Osman birçok mucizelere de sahiptir. Hastaları iyileştirmektedir ve gittiği her yere bereket, bolluk götürmektedir. Yakup Çelebi Efendi’nin sıkı bir muhalifi olan Mustafa Çelebi, Mesih’in ruhunun Yakup Çelebi’ye geçmesinin mümkün olmadığını, çünkü Mesih öldüğünde Yakup Çelebi’nin hayatta olduğunu, ölmeden ruhun başka ruha geçmesinin mümkün olmadığını söyleyerek, Mesih’in ölümünden tam 9 ay sonra dünyaya gelen bu harika çocuğun, Mesih’in halefi ve varisi olduğunu ilan etmiştir. Bu tarihten sonra Karakaşilerin reisi işte bu Osman Baba olacaktır. Osman Baba isimli bu çocuğun yaşı ilerledikçe ve gençlik çağına geldikçe, kadınlara sarkıntılık yaptığı ve gayrı ahlaki davranışlar içinde bulunduğu, ancak Mustafa Çelebi’nin bunları ört bas ederek, Osman Baba üzerinden örtülü olarak reisliğini devam ettirdiği, cemaatini yönettiği, Osman Baba’nın ise Mustafa Çelebi’nin yörüngesinin dışına hiçbir zaman çıkmadığı söylenmektedir. Özellikle kadınlar konusundaki serbest tavrı onun hiç de beklenen ikinci Mesih olmadığı yönünde görüşlerin artmasına sebep olmuştur. Mesela Papu İbrahim isimli Dönme, ikinci geliş teorisine inanmakla birlikte, Mesih’in yani Sevi’nin kendi ruhaniyat ve bedeninin ikinci kez geleceğine inananlardandır ve bu gerekçeyle Osman Baba’nın Mesihliğine itiraz etmiştir. Nihayet Osman Baba 1720 senesi başlarında, 43 yaşındayken, yani genç yaşta ölmüştür. Bunun üzerine, eğer Osman Baba Mesih ya da Mesih halefi ise bedeninin çürümemiş olması gerektiği düşüncesiyle, mezarının açılması gerektiği tartışmaları yaşanmıştır. Bazı kaynaklarda İbrahim Ağa, bazılarında ise Hasan Çelebi olarak bahsedilen bir cemaat üyesi, mezarının açılması konusunda ısrar edince mezarı açılmıştır. Açılan mezardan kötü kokular gelince, Osman Baba’nın Mesih ya da Mesih halefi olmadığına inanan bir zümre daha ortaya çıkmıştır. İşte 1720 senesinde cemaat, bu hadiseden sonra bir kez daha bölünmüştür. Yakup Kerido ya da Osman Baba’yı kabul etmeyip, sadece Sabetay Sevi’nin yolundan giden yeni bir grup ortaya çıkmıştır: İlk ismi “İbrahim Ağalılar” olan, daha sonra ise Kapancılar olarak ün yapan grup... Bu zümrenin en zekisi olan Kapancıların 1920’lerde toplam nüfusunun 2.500 kadar olduğu bilinmektedir.

Karakaşiler, diğer iki zümreye nazaran daha fazla eğitim faaliyetlerine önem vermişler, bu amaçla Fevziye Mekteplerini açmışlar ve ticaret erbabı, akademisyen, gazeteci, siyasetçi, bürokrat çok sayıda eğitimli insan yetiştirmek suretiyle daha köklü ve kalıcı olmuşlardır. Bu zümre, saf haliyle Sabetay’a gönülden bağlı olan ve aracıları kabul etmeyen, saf, arı duru bir Yahudi zümresi olup, Kabalistik Sabetaycılığa daha sıkı bağlıdırlar ve Osmanlı Türk toplumuna entegre olmak konusunda pek arzulu değillerdir. Bunlarda cemaat sırları gençlere daha küçük yaşlarda (13 yaşında) verilmektedir. Din adamlarına “Ogan” denilmekte olup, Yakubilerden en temel farkları İslâm ile hiçbir alaka kurmamış olmaları ve yaptıklarının tamamen görüntüden ibaret olmasıdır. Bunların mübadele döneminde (1924) Anadolu’nun değişik yerlerine dağıldıkları ve çok önemli misyonlar üstlendikleri bilinmektedir. Bunlara On Yollu denilmesinin sebebi, iç ayinlerine dışarıdan katılımların olmasına izin vermiş olmalarındandır. Ya da Scholem’in tabiriyle, farklı dinlerin yollarını birleştirme temayüllerinden ve yabancı unsurları cemaatin inançları arasına sokmalarındandır. Ancak bu katılımların nereden, ne şekilde olduğu, cemaatin asıl sahipleri ve tebaası tarafından bunların ne için ayinlere kabul edildiği tam olarak bilinmemektedir. Yakın tarihimizin tanıdık simalarından Hasan Tahsin

(Osman Nevres), Cavid Bey, Karakaşi Rüştü, Eski Bakan Faik Nüzhet, Millîyet gazetesi başyazarı Abdi İpekçi, eski bürokrat, siyasetçi İsmail Cem bu gruba mensuptur. 1920’lerde bu cemaatin mecmuunun 3.500 kadar olduğu bilinmektedir.

Dönmelik ile ilgili sonuç olarak özetlenebilecek belli başlı hususlar şu şekilde sıralanabilir: Dönmeler İslâm görüntüsü altında, İslâm isim ve kıyafetleri ile yaşarlar, ama Yahudi inanç ve adetlerini devam ettirirler, Dönmelik gizli bir mezheptir ve bu mezhebin kurucusu Sabetay Sevi’dir. Cemaat üç kola ayrılmıştır. Yalçın Küçük’e göre, Kapancılar daha az dindardırlar ve günah işlerler, Türklerle az da olsa ilişkiye girerler, evlenirler. Kapancılar ticaret ve siyasette, Karakaşiler ticarette, Yakubiler ise devlet hizmetinde daha etkindirler. Bu üç grup birbirleriyle niza halindedirler. Mezarlıkları ve tuttukları futbol takımları bile farklıdır. Umumiyetle, Yakubiler Beşiktaş’ı, Kapancılar Fenerbahçe’yi ve Karakaşiler ise Galatasaray’ı tutarlar. 1920’lerin başında yani henüz mübadele olmamışken Selanik’te yaşayan bu üç cemaatten müteşekkil Dönme zümresinin mevcudunun 10 bin kadar olduğu Vallaux ve Brunhes tarafından belirtilmektedir. Selanik’in bu dönemde toplam nüfusunun 160 bin kadar olduğu düşünüldüğünde, Sabetayist zümrenin toplam nüfus içinde ciddi bir paya sahip olduğu kolayca anlaşılacaktır.

Gershom Scholem’e göre, Dönmelerin sayısı konusunda öne sürülen rakamlar farklı farklıdır. Bu konuda en eski doküman 1784 tarihli DanimarkalI şarkiyatçı Karsten Niebuhr’a aittir ve bu en eski bilgiye göre Dönmeler 600 aile civarındadırlar. 1850 ile 1924 arasındaki Dönme nüfusuna dair tahminler ise hep 5-10 bin aralığındadır. Ona göre, Selanik’te yaşayan Müslüman Türk nüfusunun yaklaşık yarısını Dönmeler oluşturmaktadır260 .

Selanik şehrinin kaderini değiştiren en önemli olaylardan birisi de, 1868 senesinde bu şehrin, merkezden biraz daha kopuk olarak yönetilmeye başlanılması amacına dönük olarak, belediye idaresinin kurulmuş olmasıdır. Şehirde belediye başkanı olmak için Müslüman olma şartı olduğundan, Yahudiler ve Hristiyan Rumlara kapalı olan bu makam, Dönmelerin Müslüman görünmesinden dolayı, bu zümreye açık olmuştur. Şehrin ilk Yakubi Dönme Belediye Reisi Ahmed Hamdi Bey’dir. Hamdi Bey 18931908 yılları arasında 3 defa belediye reisi olmuştur. 1890 büyük Selanik yangınından sonra şehri yeniden inşa ettiği ve “Hamidiye” ismini verdiği yeni bir mahalle kurduğu bilinmektedir. Onun belediye başkanlığı döneminde, 1902 senesinde, Selanik’te yaptırılan Yeni Cami, yine bir Selanikli mimar olan Vitaliano Poselli’nin imzasını taşımaktadır. Mark Mazower’e göre bu cami eklektik mimariye gösterilecek önemli timsallerden birisidir. Ona göre, “Pencereleri geç Habsburg Oryantalizmi tarzında, girişin iki yanında, dosdoğru Mağribi İspanya'sından çıkma tam at nalı kemeri destekleyerek yükselen sütunlarıyla kubbeli bir neo-Rönesans villası. Güneş saatiyle (Osmanlıların saat ayarı için kullandıkları) ve saat kulesiyle tamamlanan Yeni Cami, Ma'minin dünyasını oluşturan çeşitli etkilerin -İslami ve Avrupai Art Nouveau'nun, üst kat balkonlarına işlenmiş ata inancının gizli bir ipucu olan Davud yıldızı kalıplanyla bir neo-Barok Elhamra'da buluştuğu- sıradışı bir karışımını özetlemektedir”.263 Yeni Camii’nin mimari yapısı, iç ve dışındaki Davut Yıldızı süslemeleri, onu yaptıran Yakubilerin inanç sistemindeki karmaşayı ve çok kimlikli yapıyı ortaya koyması açısından son derece calib-i dikkattir. Caminin mihrabında “Artık yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir ayetinin yazılı olması, Dönme zümresinin yönünü Mescid-i Aksa’dan, Mescid-i Haram tarafına çeviren bir zümre olması açısından da ironiktir. Caminin bir fotoğrafı bu çalışmanın ekler bölümündedir (Ek-5). Ahmed Hamdi Bey’in belediye reisliği, şehirde Dönme hâkimiyetinin tesisi açısından dönüm noktası olmuştur. Hamdi Bey, Yakubi zümresi için simgesel önemi haiz bir şahsiyettir. Bu yüzden Yakubilere “Hamdi Beyler Taifesi” de denilmektedir. Hamdi Bey’den sonra, oğlu Osman Adil ve yeğeni Osman Sait de belediye başkanlığı yapmışlardır. Osman Adil aynı zamanda, Veritas locasına müntesip bir masondur.

2.6.Sabetay Sevi Hakkında Osmanlı Arşiv Belgeleri

Sabetay Sevi hakkında Osmanlı arşiv belgelerinde çok az sayıda bilgi ve belgeye tesadüf edilmektedir. Hatta yakın zamanlara kadar, Osmanlı arşiv kayıtlarında sahte Mesih Sevi hakkında hiçbir belgenin bulunmadığı, olan belgelerin de bu zümre tarafından imha edildiği yazılıp çizilmiştir. Ancak hakikat bu şekilde değildir. Az da olsa bir kısım belge ve kayıtlar gün yüzüne çıkmaya başlamıştır.

Osmanlı hükümet toplantılarının kayıtlarının tutulduğu Mühimme Defterlerinin, Ekim 1665-Nisan 1678 tarihleri arasındaki nüshalarının kaybedilmiş olması ve bu vetirenin Sabetay Sevi macerasının en hararetli (Sabetay Sevi’nin İstanbul’a gelmesinden ölünceye kadar olan müddet) zamanlarına tesadüf etmesi, bu şüpheleri artırmıştır . Sabetay Sevi hakkındaki en geniş biyografiyi kaleme almış olan Gershom Scholem nadide eseri “Mistik Mesih Sabetay Sevi” isimli kitabında bu hususu dile getirmiş ve şöyle demiştir: “Şimdiye kadar Sabetay Sevi'yle ilgili resmi Türk belgeleri ortaya çıkmadı, gelecekte de bulunmaları pek olası değil. Profesör Uriel Heyd Ekim 1665-Nisan 1678 dönemine ait hükümet kararlarını içeren defterlerin İstanbul’daki devlet arşivlerinde bulunmadıklarını saptamıştı270.

Sabetay Sevi ile alakalı bir belge Almanya’nın Baden Eyaletindeki bir kütüphanede ele geçirilmiştir. Bu belge Bosnalı Osman Paşa ismindeki bir Osmanlı bürokratının hususi koleksiyonunda saklanmaktadır. Bu belgenin 1683 tarihli Viyana bozgunundan sonra Boğdan’lı bir prensin eline geçmiş olabileceği düşünülmektedir.

Belge aslında doğrudan Sabetay Sevi ile alakalı değildir. Bu belge, dönemin kudretli veziriazamı Köprülüzade Fazıl Ahmed Paşa tarafından,

Sultan IV. Mehmed’in İstanbul’daki saray ve bahçeleri hakkında bahçıvanbaşı Osman Paşa’ya yazdığı bir mektup olup, Padişah’ın Moldovya prensinin bahçesine el konulması emrini havidir. Ancak mektubun derkenarında Paşa kendi el yazısı ile başka bir hadiseden daha bahsetmektedir. Sabetay Sevi hakkında olduğu bariz ortada duran mektubun ilgili bölümü şu şekildedir:

Benim ruhum Bostancıbaşı Ağa Hazretleri. Yahudi’den müstear olup, libas-ı İslam elbaş olunan çehud (çıfıt)-ki hâlâ Edirne’de mahpustur- mukaddema gelen mektubunuzda bi-garaz Müsliminden birkaç kimesne kendi ağzından nice elfaz-ı küfür istima edip şehadet iktiza ederse, şehadet ederiz ve lazım gelürse Edirne’ye dahi gideriz dediklerin iğlam eylemiş idiniz. Hala mahpus merdud tarafından mazlum ve mağdurum dimek üzere ordu-yı Hümayun’a tazallum olunur lisanından mucep izalesi olur elfazı istima eyleyin. Müslimin kim ise Edirne’ye gönderiniz, gelsünler, dört şehadet hakkı eda eylesünler ki, mûceb-i şeriyyesi icra oluna”.

Belgede tarih olmamakla beraber, hadiselerin gelişiminden ve başka tarihi vakıalardan hareketle bu belgenin 1672 tarihli olduğu sanılmaktadır. Yani Edirne Mahkemesi kurulmadan hemen önce, şahitler mahkemeye davet edilmektedir. Görüleceği üzere Osmanlı, XVII. asırda bile hakkında mahkeme kararı olmadan ve bu mahkeme kararı dört şahid-i sadıka istinat ettirilmeden kimse hakkında velev ki bu bir bozguncu Yahudi bile olsa hüküm icra etmemektedir.

Şekil 4. Uriel Heyd'in Bahsettiği Osmanlıca Belge

Gershom Scholem, Sabetay Sevi hakkında Osmanlı arşivlerinde bundan sonra da herhangi bir belge bulma imkânı olmadığını söylemiş olsa da, Mehmet Şevket Eygi “Belgeleri Kimler Yok Etti?” diye sorsa da, Osmanlı arşiv kayıtlarında bir kısım belgelere sonradan ulaşılmıştır. Erhan Afyoncu tarafından neşredilen bu sınırlı sayıdaki Osmanlı arşiv belgeleri dönemin hadiselerine ışık tutacak mahiyettedir.

Elde edilen bu belgelerden önemli gördüğümüz birkaç tanesini buraya derç ediyoruz. Bunlardan ilki Sabetay Sevi’nin tevkif edilme emridir. 2 Şubat 1666 tarihli belgenin transkripte edilmiş şekli şöyledir:

“Gümrük Emini Mahmud Ağa,

İzmir canibinden Marmara Cezîresi’ne bir Yahudi gelüp, ba„zı beyhûde söz söylermiş. Âdem gönderüp, mezbûr Yahudi her nerede ise getürdesin [deyü] buyuruldu.

Altı bin akçe tezkiresi verile. Tezkire dâde fi 27 Receb 1076.

Arka tarafı: Yahudi içün getürile olan buyuruldu”

Şekil 5. BOA, A.RSK, Dosya Kısmı, nr. 31/113275

Bir diğer belgede ise, yeni Müslüman olan ve Mehmed ismini alan Sabetay Sevi’ye, Padişah tarafından “kapu ortası” rütbesiyle günlük yüz elli akçe emekli maaşı bağlandığı yer almaktadır. Buna göre Sabetay Sevi herhangi bir iş yapmadan bu maaşı alacaktır. Enderun’dan emekli edilmiştir. Birçok kaynakta yer alan, Sevi’ye Kapucubaşılık unvanı verildiğine dair bilgi bu belge ile ortadan kalkmıştır. Bu hususta otorite sayılan Scholem bile: “Bütün kaynaklar sonuç hususunda hemfikirdirler: Sultan iltifat edip Dönmeyi huzuruna kabul etmişti, kendi adını almasına izin vermişti ve bir zamanların Sabetay'ını ve şimdinin Mehmed Efendisini (veya Aziz Mehemed Efendi) fahri Kapıcıbaşı (saray kapılarını bekleyen kişi) görevine atamıştı. Fahri atamaya hazineden günde 150 akçelik bir maaş eklenmişti” demektedir. Alaettin Gövsa da aynı hatayı tekrarlayanlardandır. Ancak Sevi’ye Kapucubaşılık unvanı ve görevi verilmiş değildir. Sevi’ye bir maslahata binaen Orta Kapuculuktan tekaüd maaşı bağlanmıştır.

“Ağayân-ı Mütekâidîn-i Enderûn

İbtidâ mevâcib-i Mehmed ki be-cema„ât-ı ağayân-ı mütekâ„idîn-i enderûn ilhâk şuden fermûde. Bâ-hatt-ı hümâyûn-ı sa'adet-makrûn. Ez-ân sebeb ki der-huzûr-ı hümâyûn bâ-şeref-i İslâm müşerref bûde. Ber-mûceb-i ruûs-ı hümâyûn-ı Hüseyin Efendi, kâ„immakâm-ı reisülküttâb-ı divân-ı âlî. Elvâki„ fi 16 Ra sene 1077.

Fî yevm: 150

Yalnız yüz elli akçe ile sadaka buyurulmuşdur.

ÜSTTE: Kusûr-ı Masar sene 77, an-cânib-i defterdâr.

Recec-Reşen sene 77, an-cânib-i defterdâr.

Lezez sene 77. Mezbûr”283. (BOA, KK, nr. 3411, s. 62).

Şekil 6. BOA, KK, nr. 3411/62-Sabetay Sevi'ye maaş bağlandığına dair belge284


Bir diğer belge ise Sabetay Sevi’nin Ülgün’de öldüğüne dair kayıttır. Belge tarihi son derece mühimdir. Belge üzerinde ölüm tarihi yazmamaktadır ancak öldüğü yer kesin olarak Ülgün şeklinde belirtilmiştir. Ölüm yeri konusunda Berat/Ülgün/Belgrad şeklindeki tartışmalar bu şekilde sona ermiştir. Sevi’nin ölüm tarihi tartışmasız bir şekilde 17 Eylül 1676’dır. Bu belge onun ölümünden kırk gün sonra kaleme alınmış olmalıdır. Belgenin tarihi H. 19 Şaban 1087 yani 27 Ekim 1676’dır.

Ağayân-ı Mütekâ„idîn-i Enderûn

Mehmed

Yevm 150

İsmin üstünde: Recec-Reşen sene 87.

Müteveffâ bâ-arz-ı Mahmud, dizdâr-ı kal„a-i Ülgün ve bâ-fermân-ı âlî elvâki fi 19 Ş sene 87.286

Şekil 7. BOA, KK, nr. 3418, s. 51-Sabetay Sevi’nin ölüm kaydı


Ele geçen belgelerin birinde, Sabetay Sevi ile birlikte İslam’a geçen ve adının Ahmed olduğu görülen bir şahıstan daha bahsedilmektedir. Bu şahsa da çavuşluk rütbesi ile beraber 10 Akçe maaş bağlanmıştır .

Hâkk Sübhânehu ve Te„âlâ hazretleri ve şevketlü, mehâbetlü pâdişâhımın vücûd-ı şeriflerini hatâlardan hıfz idüp serîr-i saltanatında kemâl-ı pîr eyleye âmin. Arzıhâl-i bende budur ki, benim inâyetlü ve kerâmetlü pâdişâhım bu bendeleri şeca„âtlü pâdişâhımın huzûr-ı hümâyûnlarında dîn-i mübîn ile müşerref olmağın mezîd-i inâyetlerinden çavuşluk ulûfesiyle behremend buyurula. Bâki emr ü fermân ve lütf u ihsân kerâmetlüpâdişâhımdır. Bende Ahmed 21 Ra 1077 Üstte IV. Mehmed’in hattı hümâyûnu: On akçe çavuşluk verdim.

Şekil 8. BOA, A.RSK, Dosya Kısmı, nr. 30/67289


2.7.Sabetayistlerin Türk Toplumu Üzerindeki Etkileri

Kendilerine “Ba’ale-i Milhama (Şavaşçılar)” da diyen Dönmelerin Türk cemiyet hayatı üzerinde çok yönlü tesirleri olduğu muhakkaktır. Dönmeler I. Meşrutiyetten sonra, ancak hususan II. Meşrutiyet öncesinden başlamak üzere halen Türkiye’nin siyasi, sosyal, askeri, iktisadi, medya, ticari ve akademik hayatında son derece büyük bir yer edinmişlerdir. Türkiye’deki açık ve gizli isimli Yahudilerin, hariciye başta olmak üzere ordu ve bürokraside ciddi ağırlıkları bulunmaktadır. Bu dâhili ağırlık dışarıdan icra olunan etkiyle birleşince, Türkiye bu zümre tarafından sömürge olarak görülmüştür. Dönmelik eski bir Yahudi taktiği olup, bozmak ve kendilerine ram etmek istedikleri toplumların içine sızmak suretiyle emellerine vasıl olurlar. Bu durum İslam’ın ilk devirlerinde de görülmüş olup, en bariz misali Abdullah İbn-i Sebe’dir. Sebe, İslam olduğunu beyan ve ilan etmesine rağmen, bu dönüşü, İslam’ı yozlaştırmak ve Müslümanlar arasında fitne çıkarmak için kullanmıştır. Abdullah İbn-i Sebe, İslamların birbirlerini kırmasına ve bir sürü sapık zihniyetli mezheplerin türemesine sebep olmuştur. O günden bugüne değişen bir şey yoktur. Yahudiler, içinde bulundukları toplumun bir parçası ve azası gibi davranmaya ama asla kendi öz inanç ve akidelerinden taviz vermeksizin, kendi davalarına muhtelif kimlikler altında hizmet etmeye devam etmektedirler.

  1. 18 Emir ve Evlenme Yasağı

Musevi camiasının en trajikomik hareketlerinden birisinin baş aktörü olan Sabetay Sevi, Musevi inancında yer alan 10 emire ilaveler yapmak suretiyle, kendi tarikatının inanç ve itikat sisteminin ana esaslarını ihtiva eden 18 Emiri vaz etmiş ve müntesiplerinin bu emirlere harfiyen riayet etmelerini istemiştir. Bu 18 Emir’in ortaya konulmasının ve cemaat müntesiplerinin bu emirlere riayet etme konusunda iştiyaklı davranmalarının sebebi, Mesih’in ikinci ve son defa dünyaya gelişine kadar kendilerini gizlemeleri ve bu şekilde varlıklarını sürdürmelerine yardımcı olmasıdır. Başka bir ifadeyle 18 Emir, Mesih yeniden dünyaya gelene dek, Dönmelere maddi ve manevi sahada rehberlik edecek prensipler manifestosudur. İslam’a şeklen de olsa geçmeden önce umumen Musevi itikadı çerçevesinde hareket eden Sevi, İslam’a geçtiğini ilan ettikten sonra yeni bir takım prensipler ortaya koymuştur. Dönme zümresinin bir nevi amentüsü olan ve İspanyolca olarak kaleme alınan emirler genel hatlarıyla şöyledir; “İşte Senyörümüz, kralımız, Mesih’imiz Sabetay Sevi’nin şanını artıran 18 Emri”:

  1. Tanrının birliğine inanmak,

  2. Sabetay Sevi’nin Mesih olduğuna inanmak,

  3. Tanrı ve Mesih adına yalan yemin etmemek,

  4. Tanrı ve Mesih’in adı anıldığında tazim göstermek,

  5. Mesih’in sırrını anlatmak ve tetkik etmek için toplantılar düzenlemek,

  6. Adam öldürmemek,

  7. Kislev ayının (Yahudi takviminde 9. ay) 16. günü bir evde toplanmak ve Mesih’i anmak,

  8. Aralarında zina etmemek,

  9. Yalancı şahitlik yapmamak,

  10. Hiç kimseyi sarık imanına yani İslam’a zorla sokmamak,

  11. Aralarında kıskançlık yapmamak ve kendilerine ait olmayana göz dikmemek,

  12. Kislev ayının 16. gününde bayram etmek,

  13. Birbirine karşı merhametli davranmak, kendisine yakın olanların istek ve arzularını kendi istek ve arzuları olarak addetmek,

  14. Her gün gizlice Mezamir (Hz. Davut’un Mezmur’u) okumak,

  15. Her gün ayın yüzünü incelemek ve ay ile güneşin karşılıklı duruşlarını izlemek,

  16. Türklerin adetlerine, onların gözlerini örtmek maksadıyla dikkat etmek, Ramazan orucunu ve kurbanı bu maksatla tatbik etmek,

  17. Müslümanlarla nikâh akdetmemek,

  18. Çocukları sünnet ettirmek.

Sabetay Sevi tarafından vaz edilen temel düsturlar dikkate alınarak, onun ölümünden sonra, ancak cemaatin bölünmesinden hemen önce kaleme alındığı düşünülen ve Dönmelerce davranışlarının temeli olarak görülen bu 18 Emir’in, geleneksel Musevi inancındaki 10 Emir’den esinlenerek oluşturulduğu ve biraz tefsire tabi tutulduğu düşünülmektedir. Sabetaycı tüm gruplar tarafından benimsenen 18 Emir’deki, 18 sayısı da tesadüfen elde edilmiş değildir. 18 Emir, Yahudi inancının ilk temeli olan 18 hayır duaya (benedictions) tekabül etmektedir. 18, İbranice hay (diri) kelimesinin matematiksel değeridir de. Bunun için Yahudiler, 18 birimlik veya 18’in katlarındaki para tutarına erişen iyilik ve yardım kabilinden olan yardımlarda bulunmayı tercih etmektedirler.

18 Emirden iki tanesi (16 ve 17) Müslümanlarla münasebetlere dairdir. Altısı ise Yahudi inanç ve adetlerinden alınmadır. Sevi’nin Müslüman olduğunu ileri sürmesine rağmen İslami hiçbir kaide ve prensibe, 18 Emir içinde yer vermemiş olması, onun dönmediğinin en açık delilleri arasında sayılmaktadır. 18 Emir zahiren İslam’a uymayı tavsiye ediyor gibi görünse de, aslında muhteva itibariyle İslam’a duydukları tepkiyi de ortaya koymaktadır.

Sabetayistlerin evlenme yasağı yani Müslümanlarla izdivaç etmeme konusundaki hassasiyetleri son derece önemli bir mevzudur. Dönmelerin inanç ve adetlerine göre, her ne sebeple olursa olsun, Müslümanlarla izdivaç etmenin uhrevi cezası cehennemdir. Bu iç evlilik kaidesine uymayan Dönmeler olursa, uhrevi ceza olan cehennemin yanında, dünyevi olarak da ölümle cezalandırılmaları söz konusu olabilmekteydi. Karakaşi Rüştü Bey’in ifşaatına göre, Dönmeler arasındaki bu adet ve katı kural, Dönme zümresinin neslinin bozulmasına ve hastalıklı hale gelmesine sebep olmaktadır. Endogamik (iç evlilik) evlenme kültürü, Dönme zümresinde erkeklerin veremli ve sıska yüzlü, kadınların ise sinirli ve çelimsiz olmasını intaç etmiştir. Dönmelerin, başta Müslüman Türkler olmak üzere, başka unsurlarla olan evlenme yasağının altında iki sebebin yattığı düşünülmektedir. Bunlar; kabile halkının başka unsurlarla karışmasına mani olmak, yani saf Yahudi ırkını muhafaza etmek ve ölüm halinde mirasın bölünmesinin önüne geçmektir. 18 Kânunuevvel 1335 (18 Aralık 1919) tarihli “Dönmelerin Hakikati” isimli risalenin yazarı olan binbaşılıktan emekli Sadık Bey’e göre ise, karma evliliğin men edilmesinin ve Türklerle akrabalık bağı kurulmamasının asıl sebebi, Türklerin birden fazla kadınla evlenme adetleridir. Ona göre Dönmeler, Türklerle evlendirdikleri kızlarının kuma kahrına maruz kalmasını istememektedirler. Benzer yaklaşımları Leskovikli Mehmed Rauf Bey’de de görmekteyiz. Ona göre, Dönmelerin dini hükümlere bağlılıklarında diğer ehli İslam’dan hiçbir farkı yoktur. Ancak Müslümanlar tarafından Dönmelerin itham edilmesinde, Dönmelerin başka unsurlar ile ihtilat etmemek, kız alıp vermemek adetleri müessir olmuştur. Dönmelerin bu adetlerini tevali ettirmelerinde kendilerince iki sebep bulunmaktadır. Bunlardan ilki, cemaat içindeki yardımlaşma ve ortaklık üzerine müesses olan yapıyı muhafaza etme düşüncesi iken, diğeri de kendilerinden olmayan İslam unsurlarının aile sevgisi hususundaki saygısızlıkları ve sebepsiz yere eşlerini terk etme alışkanlıklarıdır. Dönmeler, bu halin, haklarında fevkalade muhabbet beslemekte oldukları evlatlarını herkesin kucağına atmaktan kendilerini men ettiğini söylemektedirler. Leskovikli ikinci sebebi manâsız görmekte ve Dönmelerden olmayan diğer ehl-i İslam arasında da eşini sebepsiz yere boşamayacak ve ailesine sevgi göstermeyecek zevatın bulunmadığına hükmetmek cinnetten başka bir şey değildir. Damadı ya da gelini seçmek insanın kendi elindedir. Ancak ilk sebep yani kavim içi dayanışma meselesi, Leskovikli’ye göre daha anlaşılır bir şeydir.

Dönmelerin, başka unsurlara kız vermemelerinin mistik sebeplerinden de bahsedilmektedir. Buna göre her bir Dönme, Shekhina’dan Neşema isimli bir ışık taşımaktadır. Eğer bir Dönme kızı, dışarıdan birisiyle evlenirse bu

Neşema sönecektir ve bu fiili işleyen Dönme kızının ruhu ışıksız kalıp, kararacaktır. Öte yandan Karakaşi mistisizmine göre Musa peygamber Tur-ı Sina’da yetmiş ruhu toplamış ve onları inananların bedenlerine koymuştur. Evlenme yasağını ihlal eden bir Dönme bu ruhu kaybedebilmektedir. Bu tür manevi kayıplara uğramamak için mutlak manâda cemaat içi evlilik yapılması gerekmektedir. Dönmeler bu konuya ziyadesiyle ehemmiyet vermektedirler.

Başka unsurlarla tezevvüç eden Dönmeler, cemaat tarafından tard edilmekte ve bu şekilde cezalandırılmaktadırlar. 1924 senesinde cemaat sırlarını matbuat üzerinden ifşa eden Karakaşzade Rüştü Bey bu hususu şu çarpıcı misal ile dile getirmiş ve her ne şekilde olursa olsun, mübadele ile Türkiye’ye gelecek olan Dönmelerin, mutlaka Türklerle evlenmelerinin şart koşulmasını istemiştir: “Gençler, tahsil görenler, belki Türk kızı alacaklardır. Fakat ihtiyar ve muhafazakâr babalarından ve analarından kalan mirası kaybetmekten korkarak yine kendilerinden alırlar. Faraza ben Selanik’ten yüksek tahsil görmüş bir genç tanırdım. Bir Türk kızı severdi, aldı. Babası reddetti. Ticarethaneden çıkardılar. Sonra gördüm. Elinde bir ip vapurda hamallık ediyor ve hayatını kazanmaya çalışıyordu. Bu gibileri ne Türkler benimsiyorlar, ne de Dönmeler içlerine alıyorlar”.

Sabetaycılar konusunda son derece menfi düşünceye sahip olan yazarlarımızdan Samiha Ayverdi de hatıralarında, sabık bir Dönme olan Zahide Hanım ismindeki bir kadının kendisinin yanına gelerek, kendisinin bir Selanik Dönmesi olduğunu, ancak daha sonra bir Türk’le evlenerek Abdülhakim Efendi’ye mürid olduğunu ve Şafi Mezhebini kabul ettiğini beyan ettiğini anlatmaktadır. Zahide Hanım’ın anlattıkları bunlarla mahdut değildir. O, eski cemaati hakkında son derece çarpıcı iddia ve isnatlarda bulunmaktadır. Ona göre, Dönmeler bu memlekete son derece zararlı bir kitledir, hiçbir düşman Dönmeler kadar Türklüğe zarar veremezdir.

Dönmelerin, bilhassa iktisadi, içtimai ve kültürel sahalarda Türklüğe karşı o kadar planlı düşmanlıkları vardır ki, bunları ancak onların içinden çıkan kendisi gibi bir kişi bilebilecek durumdadır. Zahide Hanım’ın bir Müslüman Türk’le evlenmiş olması, Dönme zümresini deli etmiş ve çileden çıkarmıştır. Ailesi ve hatta anası onun aleyhinde öyle işler yapmışlardır ki, anlatmak mümkün değildir. Bu yasak evlilikten dolayı kendisine olmadık zulümler irtikâp etmişler ve kuru tahta üzerinde bırakmışlardır.

Yine Ayverdi’nin anlattığına göre, babasının Aydoslu Vehbi Bey ismindeki bir tanıdığının oğlu, devrin büyük tüccarlarından Dönme zümresine mensup Mustafa Şamlı ailesinin kızına âşık olmuş ve çift evlenmeye karar vermiştir. Ancak iş ortaya çıkınca kızılca kıyamet kopmuştur. Şamlı ailesi kızını Müslüman Türk’e vermek istememektedir. Sebep ise Avdeti ile Müslüman bir Türk’ün evlenmesini önleyen Yahudi ırkçılığı ve şeriatıdır.

Benzer bir hadiseyi Münevver Ayaşlı da aktarmaktadır. Onun anlattığına göre, 1924-25 senelerinde zengin bir Selaniklinin kızı bir Türk’le evlenmek istemiş ve babası vermeyince de kaçmıştır. Bu hadise üzerine kıyametler kopmuş, gazeteler günlerce bu olayla meşgul olmuştur. Bu hadiseden sonra İstanbullular, demek böyle bir mesele varmış diye derin uykularından uyanmış ve Dönme zümresinin farkına varmışlardır.

Bir başka hikâye ise kan donduran türdendir. Osmanlıca yayınlanan Resimli Dünya mecmuasına göre, 1925 senesinde Karakaşilere mensup Meziyet Hanım, Dönme olmayan bir adama âşık olmuştur. Maşukuna vasıl olabilmek için yani ailesi tarafından bu izdivaç engellenmesin diye bu adamdan hamile olduğun söyleyen Meziyet Hanım, ailesi tarafından süslenmiş püslenmiş ve bir akrabasıyla fatih semtinde gizli bir yerde cinsel ilişkiye zorlanmıştır. Bu hadise, Dönmelerin ne pahasına olursa olsun Türklere kız vermeme akidesi kadar, ileride bahsi geçecek olan mum söndü ayinlerini de akla getirmesi açısından son derece önemlidir.

Benzer bir hadise yakın zamanlarda İstanbul’da vukua gelmiştir. Meşhur Dönme zenginlerinden olan Halil Bezmen, eşinden boşandıktan sonra Selma Türkeş adında bir Türk kadınla tanışmış ve onunla evlenmek istemiştir. Ancak kendilerini Müslüman olarak tanıtan Bezmen ailesi, Selma Hanım’ın Yahudi asıllı olmaması sebebiyle oğullarının bu ilişkisinin evliliğe dönüşmesine karşı çıkmışlardır. Bezmenlerin, Türk efkâr-ı umumiyesine yaptıkları açıklama ise hakikati setretmeye dönük olarak, bahse konu kızın yeterli kültür ve bilgi donanımına sahip olmaması şeklindedir. Bu hadise yakın zamanda cereyan etmesi hasebiyle kıymeti haiz bir bilgiyi ihtiva etmektedir. Zira Dönmeler, kimilerine göre batıl adetlerini çoktan terk etmişlerdir. Ancak bu ve benzer misaller durumun hiç de öyle olmadığını ispat sadedinde önemlidir.

Dönmelerin iç evlilik kuralı ya da dışarıdan kız almama ve dışarıya kız vermeme prensipleri sadece diğer Yahudi gruplar ve Türkler için cari değildir. Aynı zamanda mümkün olduğunca sosyal hayatlarında bile kendi grupları dışında kalanlar ile temas etmemeye dikkat etmişler, kendi grupları dışındaki diğer Dönme gruplarla da evlilik ilişkisi kurmamaya ihtimam göstermişlerdir. Onlar arzu ettikleri en samimi münasebetleri, kendi iç gruplarının sinesinde bulmuşlardır. İçevlilik yapmak, Dönme grubunun gizlice dini ibadetlerini sürdürmenin, izole hayat tarzını devam ettirmenin ve mevcut ticari ilişkilerini muhafaza etmenin de bir yolu olarak benimsenmiştir.

Cemaat dışından birileri ile evlenmiş olmak, bu zümreye mensup insanların cemaat sırlarının da dışarıya çıkmasına sebep olabilirdi. Bu ise atalarına ve bağlı oldukları dine ihanet manâsına gelmiş olmalıdır. Onlara göre Dönme olmak, bazı dini ritüelleri uygulamak ve aralarında kan bağı olan kişilerden oluşan bir gruba dâhil olmak anlamına geliyordu.

Türkiye’de Dönmelerden kız alan ilk kişi olarak bilinen Zekeriya Sertel evlenme hikâyesini hatıralarında “Nasıl Evlendim?” başlığı altında uzunca anlatmıştır. Zekeriya Bey, bir Dönme kızı olan Sabiha Hanım ile son derece olaylı bir izdivaç yapmıştır. Zekeriya Bey hatıratında bu bahis zımnında Dönmelerle alakalı birinci ağızdan ve bu zümreye damat olmuş bir Türk olarak son derece kıymetli malumat vermekte olduğundan, eserinden kısa iktibaslar yapmayı münasip gördük. Zekeriya Bey bu meseleyi şu sözlerle ifade etmiştir: “Kız bir "Dönme" ailesine mensuptu. Dönmeler Orta Çağda İspanya’daki Engizisyon zulmünden kaçarak Osmanlı İmparatorluğu’na sığınan ve Selanik'e yerleşen bir avuç Yahudi idi. Bunlar Osmanlı İmparatorluğu’na döndükten sonra Müslüman olmuşlardı. Dinlerini değiştirmekle beraber, Müslümanlığı da tam benimsemiş sayılamazlardı. Çevrelerinden de mukavemet görmüşlerdi. İslamlığın hiçbir kuralına uymazlardı. Namaz kılmaz, oruç tutmaz, İslamlarla ve Türklerle

kaynaşmazlardı. Bir kast halinde yaşarlardı. Zeki, çalışkan, becerikli ve sevimli insanlardı. Fakat kendi kabukları içinde yaşar, Türk topluluğuna girmez, Türklerle kız alıp vermez, kendi dar varlıklarını öylece sürdürüp giderlerdi. Daha çok ticaretle uğraşırlardı. Bu nedenle Avrupa ile sıkı ilişkileri vardı. Bu durum, onların yaşayışları üzerinde de etkisini gösteriyordu. Kazançları iyi, yaşama düzeyleri öteki topluluklarınkinden yüksekti. Selanik'ten İstanbul'a göç ettikten sonra da çoğunlukla Nişantaşı ve Şişli semtlerine yerleşmiş, yine kendi topluluk hayatlarını kurmuşlardı. Çocuklarını da Türk okullarına vermemiş olmak için "Feyziye Lisesi" ve "Şişli Terakki Lisesi" adında iki okul açmışlardı. Çocuklarını resmi okullara göndermez, bu okullarda okuturlardı. İşte benim evlenmek istediğim kız, bu topluluğa mensuptu. Ailesi razı olursa, ilk kez bir Dönme kızı bir Türk’le evlenecekti”.

Zekeriya Sertel, bir Dönme kızıyla evlenmek üzere olduğunu İttihat ve Terakki genel merkez komitesinin işittiğini, bir gün bu komitenin meşhur azalarından olan Dr. Nazım Bey’in kendisini yanına çağırdığını, tebrik etmek suretiyle, yaptığı işin ehemmiyetini bilip bilmediğini sual ettiğini anlatmaktadır. Dr. Nazım Bey’e göre, Zekeriya Bey bu izdivaç ile asırlardır birbirine yan bakan iki toplumun birleşip kaynaşmasına yol açmakta ve Dönmelik kastına ölüm yumruğu atmaktadır. Bu hadiseye olduğundan fazla bir manâ yükleyen Dr. Nazım, çiftin nikâhını kendilerinin kıyacaklarını, Türklerle Dönmelerin birleşmesini kutlayacaklarını, gazetelerin bundan haberdar edileceğini ve bu işi sıradan bir izdivaç olmaktan çıkarıp, millî bir hüviyete büründüreceklerini kendisine ifade etmiştir. Nikahlarının Şehzadebaşı Suphi Paşa Konağı’nda kıyıldığını anlatan Sertel, kız tarafının şahidinin devrin Dahiliye Nazırı ve İttihat ve Terakki’nin en nüfuzlu adamı olan Talat Paşa, kendisinin şahidinin ise Atatürk’ün Dışişleri Bakanı olan Tevfik Rüştü Aras olduğunu ve İttihad ve Terakki’nin belli başlı kodamanlarının da nikahta hazır bulunduklarını ifade etmektedir. Sertel bu fasılda son olarak: “Ertesi gün bütün gazeteler bu haberi önemle verdiler. O günden sonra da bizim evlenmemiz "Dönme" toplumu arasında bir örnek oldu. Arkamızdan kız-erkek Türklerle evlenenler çoğaldı. Ve böylece Dönmelik kastı yıkılıp tarihe karıştı” demektedir.

Çiftin kızları olan Yıldız Sertel de hatıralarında, bu evliliği uzunca anlatmakta ve bu vesileyle “Dönme kızı dışarıya verilmez” anlayışının yenilmeye başladığından bahsetmektedir. Yıldız Hanım’ın ifadesine göre, bir kast gibi kapalı "Dönme" cemaatinden gelen annesi Sabiha Hanım dışarıya verilen, (topluluk dışından birisiyle evlenen) ilk kız olmuştur. Zira o devirlerde Dönme kadınlar cemaat içi evliliklere isyan etmek üzeredirler. Rumlara ve diğer Yahudilere imrenen Dönme kızlar, kapalı devre evlenme sistemi olan endogamiyi tenkit etmekte ve “Nedir bu kapalılık” diye kendi aralarında yaptıkları sohbetlerde, sistemi sorgulamaktadırlar. Yıldız Sertel, annesi Sabiha Hanım’ın, cemaat dışından bir Türk erkeği ile evlenme düşüncesini ailesine açtığında nasıl bir tepki ile karşılaştığını ve aşkı uğruna bu tepkilere nasıl meydan okuduğunu eserinde şu diyalogla anlatmaktadır: “Sabiha hastane çıkışı ablasının evine uğradığında, annesinin de orda olduğunu gördü. Ablasının salonunda sohbet ediyorlardı. Fırsatı kaçırmadı, derhal gidip yanlarına oturdu ve havadisi verdi: — Ben evleniyorum!.. — Kiminle? — Zikri Efendi'yle, yani Yeni Felsefe dergisinde yazıları çıkan Mehmet Zekeriya ile. Annesiyle ablası donakalmışlardı. Ablası birden yerinden fırladı: — Sen deli misin? Sen bir Dönme kızısın. Sen bir Türk’le nasıl evlenirsin? — Ben Türk mürk bilmem. Hepimiz insanız, kafalarımız uyuyor o beni istiyor, ben de razıyım. Annesi hiddetinden kıpkırmızı olmuştu, koskoca kızı dövemiyordu da artık: — Sabiha kendine gel! Sen bu adamı nerden tanıyorsun? Seni istediğini nereden biliyorsun? Sabiha cebinden mektubu çıkardı ve okudu. — Ne!.. Sen tanımadığın bir adamla mektuplaşıyorsun ha!.. Ailemizin namusunu kirleteceksin. Ciddi ve namuslu bir aile kızı olarak biliyoruz biz seni. Sen aklını mı kaçırdın? — Ben aklımı kaçırmadım. Ben ne yaptığımı biliyorum. Ben bu adamla evleneceğim ve de Paris'te onunla beraber okuyacağım. 'Sabiha nasıl evlenecek' diye, endişelere düşen, sizler değil miydiniz? İşte göreceksiniz, evleneceğim ve de kendi seçtiğim adamla evleneceğim. Sizin seçtiklerinizin hiçbiri benim kafama uymadı. Bu adamı yazılarından tanıyorum ve çok beğeniyorum. Ailenin namusuna leke getirmedim. Hiçbir yabancı erkekle görüşmedim. Ancak birbirimizin yazılarını beğendik. Zikri Efendi Hasibe Ablamın evinde kiracıydı. Bu mektubu onun eliyle gönderdi bana. Artık şu dar kafalılığı bırakın da, biraz benim saadetimi düşünün”.

Baer’in eserinde rastlanılan bir misal de Dönmelerin iç evliliğe verdikleri ehemmiyetin anlaşılması açısından son derece çarpıcıdır. 1891 tarihli bir Osmanlı belgesinden bahseden Baer, Ali adındaki bir Dönmenin kızı olan 18-20 yaşlarındaki Rabia, Hacı Feyzullah Efendi ismindeki Manastırlı bir Müslüman gence âşık olmuştur. Ancak kızın babası Ali Efendi, kızının bir Müslümanla evlenmesine ve din değiştirmesine şiddetle karşı çıkmış ve kızına mani olmak istemiştir. Dönemin Selanik Valisi, bu konuyu İstanbul’da Meclis-i Vükelanın gündemine getirmiştir. Meclis-i Vükela verdiği kararda, kızın evlenecek ve din değiştirecek salahiyette olduğunu belirtmiş ve bu evliliğe onay vermiştir. Ancak genç çift yine de her ihtimale karşı, Dönmelerin yoğun yaşadığı Selanik şehrinde bırakılmayıp, gizlice gemiyle İstanbul’a gönderilmişlerdir. İstanbul’da Müslüman eşiyle beraber rahat bir şekilde yaşayan kızın şu sözleri söylediği rivayet edilmiştir: “Din-i Muhammmedi ne güzelmiş. Bizimkilerin isimleri, her ne kadar İslam ismi ise de, kendileri İslam değildir. Her zaman Yahudilere meyil ve muhabbet ederler. Bu türden misaller çoktur. Eşref Edip, İstanbul’da Ubeyd isminde bir Müslüman genç ile evlenen bir Dönme kızını, ailesinin reddettiğinden bahsetmektedir. Hatta kızları öldükten sonra, onun naaşını Müslüman Mezarlığına bırakmayıp, kendi Dönme mezarlıklarına defnetmişlerdir Yine Cengiz Şişman, Theodore Bent isimli yazardan nakille, bir keresinde yoldan çıkmış olan bir Dönme kızının, Dönmelere ait bir mahkemede muhakeme edildiğini ve suçlu bulunarak infaz edildiğini aktarmaktadır.

Başka bir Dönme kadın hikâyesi ise yürek burkan cinstendir. 1892 tarihinde bir Dönme kızı olan Selanikli Nigar Hanım, bir Müslüman genç ile evlenmek istemiş ve bu amaçla da ihtida etmeye karar vermiştir. Ancak Üsküp eşrafından olan babası Osman Efendi zinhar bu evliliğe onay vermemektedir. Osman Efendi, kızı Nigar’ın Selanik’te Halil Osman adında birisi ile zaten evli olduğunu ileri sürerek kızını resmi makamlara şikâyet etmiştir. Hatta daha da ileri giderek kızının bu zattan yani eşi olduğunu ileri sürdüğü Halil Osman’dan hamile olduğunu, ancak çocuğunu düşürdüğünü bile iddia etmiştir. Amacı kızının Selanik’e geri gönderilmesi ve Müslüman bir gençle evlenmesine mani olunmasıdır. Ancak Nigar Hanım, Selanik’e gönderilmesi halinde Dönme mahkemesince kendisinin mahkûm edilip, öldürüleceğini söylemiş ve bu yönde karar alınması halinde intihar edeceğini beyan etmiştir. Türk makamları kızı haklı bulup, Selanik’e gönderilmemesine karar vermiştir.

Samiha Ayverdi’nin tespitine göre son dönemlerde Dönme güruhu, İslamlarla tezevvüçte artık eskisi gibi pek bir mahzur görmemektedirler. Zira İslam gençleri, Dönme bir kızı kendi dininden uzaklaştıracak ve İslam edecek mefkûreye malik olmaktan uzaktır artık. Benzer bir yorum da Yesevizade’ye aittir. Ona göre de, Müslümanlıkla alâkaları kesilmiş, hattâ ona düşman hâle gelmiş “Türkler”le izdivaç yapmakla da, Sabetay'ın 17. emrini ihlâl etmiş olmamaktadırlar. Zira o maddedeki “Türk” kelimesi “Müslüman” mânâsındadır. Ayrıca bu takdîrde kendileri temessül etmemekte, eşlerini kendilerine temessül ettirmiş olmaktadırlar.

  1. Dönmelerin Jön Türklerle Münasebetleri

Türkiye Dönmeleri, I. Meşrutiyet İnkılabının evveline kadar, Türk siyasi ve sosyal hayatında fazlaca söz sahibi olmuş değillerdir. Dönme itikadının prensiplerinden birisi olan, kuvvetleninceye ve altındaki zeminin sağlam, hasmının ise zayıf olduğunu anlayıncaya kadar sessiz kalınması, mevcut nizama itirazsız inkıyat edilmesi düsturlarına uymak suretiyle, Osmanlı toplumu içerisinde İttihad ve Terakki fırkası teşkil olununcaya kadar hareketsiz kalmışlardır. Ancak daha sonraları, Sultan Abdülhamid Han’ı tahtından indirmek ve memlekete hürriyet getirmek söylemi ile yola çıkan Jön Türk hareketi içinde kendilerine yer bulmuşlardır. Zira İttihatçıların Selanik Şubesini açmalarından sonra orada yaptıkları neşriyat daha ziyade Dönmelere yönelik olmuştur. Bu propagandanın da tesiriyle denilebilir ki, Jön Türk hareketi içinde hatırı sayılır nispette bu mezhebe mensup kişiler bulunmuştur. İttihad ve Terakki cemiyetinin kurulmasıyla birlikte Sabetaycıların siyasi rolleri belirginleşmiş ve özellikle Fransız İhtilali ile özdeşleşen hürriyet, uhuvvet ve müsavat düşünceleri temel hareket noktaları olmuştur. Osmanlı Devletinin zayıflaması ve nihayet yıkılmasında Yahudi, mason ve diğer gayrimüslim grupların yanında Dönmelerin de etkisi olmuştur. Jön Türk hareketinin beyin takımını oluşturan Dönmelerin bu cemiyete maddi katkı sağladıkları ve bir kısım giderlerini finanse ettikleri artık gün yüzüne çıkmıştır. Ayrıca 31 Mart Hareketini bastırmak için Rumeli’den yola çıkan Hareket Ordusu içerisinde 700’den fazla Yahudi gönüllüsünün yanında, Dönmelerin de yer aldığı, Nigehban-ı Hürriyet de denilen bu ordu içerindeki kumandanlardan olan Remzi adındaki askerin Dönme olduğu bilinmektedir. Yine Hareket Ordusu içindeki Jandarma Kumandanı Galip Paşa hem mason, hem de Dönme’dir. Hareket Ordusu yoldayken bile Yahudi ve Dönmelerden katılımlar olmuş, doktor ve eczacı Dönme ve Yahudiler bu orduda gönüllü olarak görev almışlardır. Dönme ve Yahudilerin İttihad ve Terakki içindeki faaliyetleri sebebiyle, İngiltere’nin İstanbul Sefiri Sir Lewis Mallet, Jön Türk Devrimi olan 1908 Meşrutiyetin ilanını bir Yahudi komplosu olarak nitelemiştir.

Dönmelerin merkezi ile İttihad ve Terakki komitesi merkezinin aynı şehir (Selanik) olması tesadüfi olmamalıdır. Bu şehirde o devrin en etkili siyasi cemiyetleri olan mason cemiyetlerinin varlığı ile bir Yahudi ve Dönme nüfusun burada yaşıyor olması, yönü Batıya dönük, pozitivist, dine mesafeli, laik ve materyalist zihniyet ile Jön Türklerin yollarının kesişmesine sebep olmuştur. Jön Türklerin en müşahhas siyasi organizasyonu olan İttihad ve Terakki Cemiyeti azalarının hepsini bu sıfatlarla muttasıf kılmak hakikate tam olarak uygun olmasa da, bir kısım vatansever İttihatçıların, Meşrutiyet özlemi ile Sultan Abdülhamid Han düşmanlığı ortak paydasında Siyonist Yahudilerle ve Dönmelerle işbirliği yaptıklarını söylemek, hakikatin kendisi olsa gerektir. İttihat ve Terakki hareketine katılanlar ve başrol oynayanlar arasında başta Maliyeci Cavid Bey ve Dr. Nazım Bey olmak üzere hatırı sayılır bir Dönme kitlesi olduğu muhakkaktır. Hatta Scholem’e göre, Jön Türklerin beyin takımı Yakubi ve Kapancılardan oluşmuştur. 1908 İhtilali öncesinde, kurucusu olduğu Selanik’teki Yeni Asır gazetesi vasıtasıyla, İttihad ve Terakki’nin propagandasını yöneten Fazlı Necip, Sabetaycıların Yakubi koluna mensuptur ve aynı zamanda Veritas Locasına müntesiptir. Jön Türklerden Leskovikli Mehmet Rauf’un anlattıklarına göre de, ekseriyetle ticaretle uğraşan ve bir nevi paraya çok tamah eden Selanikli Dönmeler, bu hususiyetleriyle tezat oluşturacak şekilde, kendilerine oldukça yüklü yardımlarda bulunmuşlar ve maddi fedakârlık göstermişlerdir. Ona göre, o uğursuz devirde (Sultan Abdülhamid devri kastediliyor) bunların (Dönmelerin) içinden hafiyeler türememesi hürriyete karşı besledikleri tutkulu yaradılışlarının en açık delilidir. O devrin aydınlarının ve bürokratlarının, İttihadçıların esrarlı ve muammalı kuvvetlerini oluşturan Dönmelerin, sözde hürriyete olan meftuniyetlerinin arka planını görememiş olmaları son derece esef verici bir durum olmuştur. Ilgaz Zorlu’ya göre, Siyonizm hareketine Sabetaycılar daha fazla destek vermişlerdir. Dönemin etkili Dönmelerinden olan Cavit Bey ve Ahmed Emin Yalman’ın İsrail’in kuruluşunu destekleyen fikirlere sahip olmaları asla tesadüfi değildir. Yalman İsrail’in kuruluşu sırasında ülkeye ilk kez muhabir yollayan Vatan gazetesinin sahibidir. Yakın dostlarına da İsrael hakkında gayet dostane fikirler beyan etmiştir. Yine İttihatçılar tarafından (Cemal Paşa) Lübnan’daki Arap çocuklarını Türkleştirmesi için görevlendirilen Halide Edip Adıvar da bir Yahudi Dönmesidir. Halide Hanım, Lübnan’da çocuklara, İsrail’i müjdeleyen ve kaynağını Tevrat’tan alan Kenan Çobanları isimli operayı, devrin önde gelen İttihatçılarının ve devlet ricalinin önünde sahnelemekten imtina etmeyecek kadar kararlı biri idi. Münevver Ayaşlı bu

durumu iç acıtıcı olarak nitelemiş ve devrin devlet adamlarının küçücük bir kadına, “Hanımefendi, niçin başka bir mevzu değil de Tevrat’tan alınma bir mevzu seçtiniz... Siz İsrail propagandası yapıyorsunuz ” bile diyemediklerinden dert yanmıştır. Ayaşlı aynı isimli eserinde, Refet Paşa’nın Adıvar çiftinin yakın dostu olduğunu anlatmakta ve Adnan Adıvar’ın kitaplarını okuyan Refet Paşa’nın: “ Biz Halide Hanım’ı Müslüman ettik zannediyorduk, meğer Halide Hanım Adnan Bey’i Yahudi etmiş dediğini yazmak suretiyle, Halide Hanım’ın Yahudiliğine vurgu yapmaktadır. Necip Fazıl’a göre de Halide Edip, sahte Türkçülük cereyanının şakşakçısı bir Dönme’dir.

Dönmelerin, özellikle Tanzimat’tan sonra başlayan, Türk toplumu içinde kendilerine kimlik arama ve bu kimliği bir türlü geleneksel Türk toplumu içinde elde edememe buhranı, Batılılaşma ve bunun getirdiği seküler din ve toplum anlayışı ile bahse konu buhranı sona erdirme umudu, bu zümreyi Jön Türk hareketinin itici gücü haline getirmiştir. Irken ve dinen, içinde yaşadıkları Türk milletinden ayrı oldukları bilinci içerisinde olan Dönmeler, toplumu bir arada tutan ortak değerin din olmaktan çıkarılıp, seküler bir yapının ortaya çıkarılması fikrine adeta can simidi gibi sarılmışlardır. Onlara göre, Batı değerleri üzerine bina edilecek bir Türk devleti içinde kendilerini daha rahat ifade edebilecekler ve çok fazla gizlenmelerine gerek kalmayacaktır. Türk modernleşmesi projesine tüm güçleri ile destek veren Dönmeler, ortaya çıkacak olan yeni nizamın, Müslüman toplumdan çok kendilerini kapsayacağının son derece farkında olmuşlardır.

Tanzimat ile birlikte, o zamana kadar Osmanlı toplumu içinde en ayrıcalıklı gayrimüslim zümre olan Rumlar ve Ermenilerin pozisyonlarını kaybetmeye başlamış olmalarını, kendileri için fırsata çevirmeyi düşünen Yahudi ve Dönmeler, Meşrutiyet inkılabına tam destek vermişlerdir. Hatta denilebilir ki, II. Meşrutiyet ihtilali tam bir Sabetayist harekettir. Selanik’te yetişen güçlü bir burjuvazi sınıfının varlığı o dönemde bilinmekteydi. Yabancı lisanlara aşina olan, kurdukları basın müesseseleriyle, özel okulları ve diğer yapılarıyla, Osmanlı cemiyet hayatında iktisaden sivrilmiş olan Dönmeler ve Yahudilerin Jön Türk hareketini ve bu hareketin tabi neticesi olan 1908 ihtilalini desteklememeleri mümkün değildir. Zira bu zümre, yeni rejimin, İstanbul ve diğer önemli şehirlerde kök salmış olan Rum ve Ermeni iş adamlarının tekellerini yıkacağını ummaktaydılar. İşte bu saikla, Selanik Dönmeleri, mason cemiyetleri vasıtasıyla İttihad ve Terakki ileri gelenleriyle ilişkiler kurmuşlardır. Zira doğuştan ticari zekâ ve kapasiteye malik olan bu Dönme zümresi ihtilalin başarılı olacağını anlamışlar ve bu durumdan faydalanmak istemişlerdir. Elbette bu ilişki ve menfaat alışverişi tek yönlü değildir, karşılıklıdır. 1908 sonrasında İttihad ve Terakki, Yahudi burjuvazisinin desteğiyle devlete hâkim olmaya başlamıştır.

Dönmelerin bir başka emeli ise, diğer Yahudi zümrelerde olduğu gibi Filistin merkezli bir Yahudi Devletinin kurulmasını temin etmektir. Dönmelerin piri olan Sevi, Mesihlik iddiasında bulunurken, dünya Yahudiliğine, Kudüs’te bir İsrail Krallığı kuracağını vaat etmiştir. Yani Sabetayist Dönmelerin tamamının içinde Siyonizm ateşi yanmaktadır. Ancak bu emellerine ve Arz-ı Filistin ideallerine ulaşmalarının önündeki en büyük maninin Osmanlı Cihan Devleti ve bu devletin kudretli sultanı Abdülhamid Han olduğunu bilen Dönmeler, Abdülhamid Han’ı iktidardan indirmek ve devleti yıkmak için her türlü çabayı göstermişler ve bu gaye ile Jön Türkler’e destek olmuşlardır. Zira “İstibdat” ortamını ortadan kaldırmak ve devleti hürriyete kavuşturmak isteyen Jön Türk zümresi ile onların hedefleri en azından kısa vadede uyuşmaktadır. Selanik şehrinde yaşayan ve Batı ile münasebetleri diğer Müslüman ahaliden daha ileri derecede olan, birkaç yabancı lisana vakıf bulunan, özellikle Paris merkezli seküler düşünce kuruluşları ile sıkı temas halinde olan bu zeki ve çalışkan zümre, diğer Jön Türk ileri gelenleri için de, istifade edilmesi gereken bir grup olarak görülmüştür.

Modern Siyonizm’in kurucusu Theodor Herzl’ın hatıralarında açıkça, kendi Siyonist isteklerini kabul etmeyen Osmanlı Sultanına karşı, Jön Türklerin desteklenmesi gerektiğine ilişkin düşüncelere yer verilmiştir. 1900 yılında, Yahudi Vambery’nin Sultan tarafından kabul edilmemesine sinirlenip öfkelenen Herzl’ın aynen şu sözleri sarf etmesi hakikati karşısında, Osmanlı iç muhalefeti olan Jön Türkler ile Siyonistlerin işbirliği içinde olduğunu inkâr etmek mümkün değildir: “Şimdi bundan sonraki adımımızın ne olacağını düşünüyorum. Türkiye aleyhinde çalışmaya mı başlamalı? Efkâr-ı umumiyede mevkiimiz pek kuvvetli değil, ayrıca elemanlarımız da zayıf. Halen bir tek plan aklıma geliyor: Türkiye 'nnı içinde bulunduğu şartlar her gün biraz daha kötüye gidiyor. Sultan’a karşı bir kampanya açmalı, bu iş için de sürgün edilmiş prensler ve Jön Türklerle temas kurmalı, aynı zamanda Yahudi sosyalistlerini faaliyete geçirip, Avrupa devletlerinin, Yahudileri kabul etmesi hususunda Osmanlı Devleti’ne baskıda bulunmaları sağlanmalı”.

İşte Sultan Abdülhamid Han’a karşı gelen ve meşruti idare talebi görüntüsü altında, Paris ve sonrasında Selanik’te pişirilen ve İstanbul’a servis edilen ihtilalci fikirlerin peşinden koşan bu Jön Türkler, sadece Dönmelerin değil, mutlak manâda Siyonistlerin tesiri altında bulunmaktadırlar. Jön Türk hareketinin doğmasında olmasa da, sonraki vetirede bu teşkilatın Siyonistler ile işbirliği yaptığı inkârı gayrı kabil bir hakikattir. Siyonizm’in en çok kullandığı propaganda ve tedhiş hareketlerinin başında, Goyim halkını dinsiz cereyanlar ile perişan etmek gelmektedir. Dönemin canlı şahitlerinden olan Ahmet İzzet Paşa’ya göre, ihtilalcilerimizin Paris’te kazandıkları şeylerden birisi de dinsizliktir. Ona göre, bu dinsizliğin sebepleri, aslında dinlerinin hükümlerini öğrenememiş olmalarıdır. Tarihiyle hiç uğraşmamış olan bizim ihtilal kahramanlarının (Jön Türkler ve İttihatçılar), vatanımızın iktisaden gelişmiş milletlere oranla bulunduğu kötü durumu ve düşüşü, Sultan Hamid’e olduğu kadar, onun liderlik ve hilafetini iddia ettiği İslam diyanetine de yüklemek gibi bilgisizce bir kanı ve büyük ihtilale (Fransız İhtilali) benzetmek hevesiyle beraber, bir taraftan da dinleyip okudukları Auguste Comte ve Gustave Le Bon gibi meşhur filozofların sözlerine, araştırmadan tam bir imanla bağlanmalarıdır.

Dönmelerin masonluğa intisabı Selanik’te kurulan localar vasıtasıyla, Jön Türkler’e olan etkisi de daha çok mason locaları vasıtasıyla olmuştur. Mason locaları, Osmanlı geleneksel devlet anlayışını yıkmak için çaba sarf eden Jön Türkler için sığınacak birer liman olmuştur. Zira localar o dönemde yabancı sefarethanelerin koruması altında olduklarından, Osmanlı istihbaratından çekinen Jön Türkler, bu cemiyetler sayesinde kendilerini daha emniyette hissetmişlerdir. Dönmeler ile İttihad ve Terakki Cemiyeti öylesine iç içe geçmiştir ve bu cemiyet Dönmelerce öylesine benimsenmiştir ki, bu zümreye ait olan Terakki Mekteplerinin ismi bile İttihad ve Terakki’den alınmıştır.

Dönmeler, önceleri sadece Selanik havalisinde aktiflerken, Sultan Abdülhamid Han’ı tahtından indirdikten ve Meşrutiyeti ilan ettirdikten sonra, imparatorluk çapında hatırı sayılır bir siyasal güç kazanmışlardır. Elde ettikleri bu güçle birlikte Dönmeler, Türk toplumu tarafından iki yönlü saldırı ve dışlamaya muhatap edilmişlerdir. İttihad ve Terakki’nin, Sultan’ı tahtından indirmiş olması, bu hareketin en büyük itici gücü olan Dönmeleri de itham altında bırakmıştır. Ayrıca bu tarihten sonra, Dönmelerin samimi olarak dönmüş olmadıklarına dair şüpheler oluşmaya başlamıştır. Baer’e göre,

Dönmeler sadece inançları yüzünden değil, yabancı ticari ağlar ve mahalli idarelerle olan münasebetleri sebebiyle de Müslüman Türklerin hedefi haline gelmeye başlamışlardır.

  1. Dönmelerin İslami Tarikatlarla

Münasebetleri

Özde değil, sözde Müslüman olan ve İslamların içine girmek suretiyle, onları deforme etme gayreti içinde bulunan Dönmeler, aldatıcılık özelliklerini devam ettirebilmek ve Türk toplumu içinde tam olarak kamufle olup, kendilerini Müslümanmış gibi gösterebilmek için, İslami menşeli tarikat ve dergahlara sızmışlardır. Dönmelerin tercih ettiği tarikatlar, daha hoşgörülü ve dini tatbikatta biraz daha gevşek yapılı olan ve aynı zamanda geleneksel Osmanlı devlet sistemine karşı duruşları (müesses nizam=norm karşıtlığı) ile bilinen Bektaşilik, Mevlevilik ve Melamiliktir. Cemaat içi sırlarını deşifre etmeme prensibine rağmen, Dönmelerin hem mason cemiyetlerine ve hem de İslami tarikatlara ilgi duyduğu bilinmektedir. Sabetaycıların sufi tarikatlara ilgi duymalarının bir nedeni de, Şiilik, Bektaşilik üzerinden takıyyeci mantığı kapmış olmaları olarak gösterilmektedir. Zira Sabetaycıların mümeyyiz vasfı takıyyeciliktir. Sufizm, Dönmelik üzerinde kısmen de olsa etki etmiş olsa bile, Dönmeler, Yahudi mistisizmi içinde kalmayı tercih etmişlerdir. Kabala ile Sufizm arasında gidip gelen Dönmelerin çok az bir kısmı iki mistik öge arasında sentez yapmayı başarabilmiştir.

Soner Yalçın ise Dönmelerin sufi tarikatlarına girmelerinin ana nedenini Kabala’ya bağlamaktadır. Tevrat’taki bazı işaretler ile İbrani harflerinin önemli esrara malik olduğundan hareket eden Kabala, Yahudiliğin tasavvufu ve mistik veçhesidir. Ona göre mesela Melamilikteki zikir merasimi ile Kabalacıların trans ayinleri arasında benzerlik bulunmaktadır.

Bu tarikatların İttihad ve Terakki Cemiyetine olan yakınlığı ve Sultan Abdülhamid Han’a olan husumetleri bilinen bir şeydir. Dönmelerin son dönemlerde bu tarikatları tercih etmelerinin bir nedeni de bunların resmi otoriteye (İttihad ve Terakki) olan yakınlıklarıdır. Bir başka sebep ise, başka bir dine ait bile olsa, bu tarikatlar içine sızarak kendi gizemlerini devam ettirmek istemeleridir. Meşhur Sabetayist hahamlardan eğitimci Şemsi Efendi’nin de Melamilik tarikatının içine huruç ettiği ve orada yetiştiği iddia edilmiştir. Dönme grupları içinde Yakubiler Melamiliğe, Kapaniler Mevleviliğe, Karakaşiler de Bektaşiliğe alaka duymuşlardır. Ancak Nakşibendiliğe ilgi gösterenler de yok değildir.

Dönmelerin Melamiliğe yakın olmalarının bir sebebi de, Sabetay Sevi’nin, muasırı olan Niyazi Mısri ile tanışıyor olması ve Sevi’nin, Mısri’nin tekkesinde bir süre kalmış olmasıdır. Sevi’nin, Mehmet Niyazi Mısri ile olan dostluğundan dolayı, Dönmeler bu tarikata intisap etmeye başlamışlardır. Sevi ile Mısri’nin, Yahudi ve Müslüman simgelerinin ötesinde, ortak bir dil bulmuş olmaları hiç imkânsız değildir. Melamilere Yalılar bölgesindeki evini tekke olarak veren Ali Örfi Efendi, Dönme cemaatinin önde gelenlerindendir.

Dönmelerin Bektaşi tarikatı ile olan münasebetlerinin temelinde, yukarıda da değindiğimiz üzere, bu tarikatta mutat bir tarz olan takıyye anlayışının kendilerine uygun olması yatmaktadır. Bu tarz bir duruş ve anlayış, İslam’ın Sünni anlayışına sahip olan ekseriyet nazarında onlara bir koruma zırhı sağlamıştır. Ancak Bektaşilerin bu mürai tutumları, Sünni Müslümanlar tarafından kısa zamanda fark edilmiş ve tarikata mensup olanlar kınanmışlardır. Sünniler, Bektaşilerin tamamı olmasa da, belli bazı gruplarının içinde bulundukları dini nihilizmi (inkârcılığı) asla kabul etmemişler ve bunlara karşı hasmane tutum içine girmişlerdir. İşte bu takıyye anlayışıdır ki, kendi seciye-i millîyelerine uygun olması hasebiyle, Dönmeler tarafından beğenilmiş ve tabi olarak Bektaşi tarikatı onların ilgi sahalarına girmiştir. Dönmeler ikiyüzlü hallerinden dolayı, aynen Bektaşiler gibi, dindar Sünni Müslümanlardan korunma adına bu tarikatlara yaklaştırmış olmalıdırlar. Dönmelerin Karakaşi sektinin şeyhi olan Baruchya Russo'nun (Osman Baba) mezarının da bulunduğu Karakaşi mezarlığının Selanik'te Bektaşi tekkesi yanında bulunması tesadüfi olmadığı gibi, bahse konu bağlantıyı ortaya koyması açısından son derece çarpıcı bir durumdur. Bektaşilerle, Dönmeler arasındaki ilişki Sabetay Sevi’nin zamanında da bulunmaktadır. Sevi’nin Mesihliğini ilan etmesinden sonra, ona inanan İslam kitlesi içinde Bektaşilerin de olması, bu ilişkinin kökleri hakkında fikir vermeye yetecektir. Mesihlik meselesi sadece Yahudiler arasında değil, bir kısım Müslümanlar arasında da taraftar bulmuştur. Sevi, Bektaşi dervişlerinden birisini elde etmeyi başarmış ve bu sayede önemli bir İslam kitlesini de davasına ortak etmiştir. Rivayetlere göre, Sabetay Sevi Edirne’de iken Bektaşi dergâhına gitmiş ve onların dua ve zikirlerine iştirak etmiştir. Bundan dolayı da Dönme zümresi için bu tarikat büyük önem arz etmiştir. Ancak Bektaşi tarikatının, 1826’daki Yeniçeri Ocağının lağvedilmesi hadisesinden sonra kapatılmış olması, Dönmelerin Tanzimat sonuna kadar bu tarikata alenen girip çıkmalarını engellemiştir. Baer’e göre, Dönmelerin aşırı dindar kolu olan Kapaniler, Dönme dinini, sonradan ortaya çıkan bidatlardan arındırmak istemişler ve Mevlevi sufi tarikatıyla bağlar kurmuşlar, hatta bazıları Selanik'teki sufi tarikatların, özellikle de Mevlevilerin üst makamlarına kadar yükselmişlerdir. XVIII. asırda yaşamış olan meşhur Dönme liderlerinden Derviş Efendi (Judah Levi Tora) Nakşibendi Tarikatında şeyhliğe kadar yükselmiştir. Diğer yandan Karakaş İbrahim Efendi isimli Dönme’nin torunları tarikatlarda ve camilerde şeyhlik ve imamlık bile yapmışlardır. Bilinen ilk Mevlevi Dönme Şeyhi Karakaşi İshak Efendi’dir. 1825 senesinde Mevlevi Dergâhına intisap etmiştir. İshak Efendi, hem Mevlevi şeyhi ve hem de Dönme oganıdır (haham). Dönmelerin Mevlevilikle olan bağları o kadar açıktır ki, bir Dönme neşriyatı olan Gonca-i Edep dergisinde, Selanik Pazar Dergâhı Şeyhi Lütfi Efendi’nin iki manzumesi ve Selanik Mevlevihanesinde asılı olan bir levhada yazılı bulunan bir kıta kendisine yer bulabilmiştir.

Dönme tarikat mensupları arasında en ilgi çekici olanı Mehmed Esad Efendi’dir. Mehmed Esad Efendi’nin rüyasında Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellem’i gördüğü ve onun sayesinde kuyudan çıktığı ve kurtuluşa erdiği, bu rüya neticesinde de İslam ile samimi olarak müşerref olduğu rivayet edilmektedir. 1841 Selanik doğumlu olan Mehmed Esad Efendi, 1864 senesinde İstanbul’a gelmiş ve Fatih civarındaki Çayırlı Medresesine girmiştir. Sonrasında Yenikapı Mevlevihanesi Şeyhi Osman Selahaddin Dede Efendi’ye intisap etmiştir. Mükerreren Hicaz’a ve iki defa da Mevlâna’yı ziyaret için Konya’ya gelmiştir. Vefat tarihi olan 1911’den iki sene evvel de Kasımpaşa Mevlevihane’sinin Mesnevihanlığına tayin kılınmıştır. Cengiz Şişman’a göre Dönme kökenli Mevlevi Şeyhi Mehmed Esad Efendi’nin müritleri arasında Mehmed Akif Ersoy da bulunmaktadır. Esad Efendi tam olarak İslam’a dönmüş gibi görünse de, kendi ailesi ile bağlarını hiç koparmamıştır. Mehmed Esad Efendi, dedesi olan Halil Ali Bezmen’den her ay harçlık almıştır. İbnülemin gibi müdekkik bir yazarın, Mehmed Esad Efendi’nin hayatını kaleme alırken, onun ne Dönmeliğinden, ne de Mehmet Akif Ersoy’un şeyhi olduğundan bahsetmemiş olması son derece dikkat çekicidir. Aynı durum İbrahim Alaettin Gövsa tarafından kaleme alınan Türk ve Dünya Meşhurları Ansiklopedisi için de geçerlidir. Gövsa da, Esad Dede Efendi’den bahsederken, onun da kendisi gibi bir Avdeti olduğundan bahsetmemiştir.

Meşhur Dönmelerden Sabiha Sertel’in hayatını kaleme alan kızı Yıldız Sertel, eserinde annesinin yaşadığı konumuzla alakalı bir diyaloğa yer vermiştir. Konu Dönmeler ve Bektaşilik olduğundan ve diyalogda geçen mevzular, bu meselenin anlaşılmasına ciddi katkı sağlayacağından dolayı, bahse konu diyaloğu aynen buraya derç ediyoruz. Aşağıdaki metinde de görüleceği üzere, Dönmelik ile Mevlevilik ve Bektaşilik iç içedir. Sabiha Hanım’ın ağabeyi olan Mecdi Bey, Dönme olmasına rağmen kendisini Mevlevi olarak tanımlamaktadır. “Bir gün, Mecdi Ağabeyi okuldan, yakın akrabalardan arkadaşı İsmail ’le beraber geldi. İsmail, kapıdan girer girmez, çantasını minderin üstüne attı, Atiye Hanıma döndü, — Teyze, insan Allah'ın gölgesidir. İnsanın dışında Allah yoktur. Hoca Efendi söyledi. — Ne? Sen deli misin? Atiye Hanım neye uğradığını şaşırmıştı. Masanın üstünde duran oklavayı kaptığı gibi, İsmail'in üstüne yürüdü, — Sus, Allahsız, tövbe de çarpılırsın. — Teyze, Hoca söyledi: Allah insanın içindedir. Allah'ta olan her şey insanda da vardır. Allah'la insan birdir. Atiye Hanım, bir yandan, "Sus, tövbe de" diye bağırıyor, bir yandan da oklavayla, İsmail'in omuzlarına, arkasına vuruyordu. Sabiha korkusundan çığlıklar atmaya, bar bar bağırarak ağlamaya başlamıştı. Tam bu sırada, kapı açıldı, içeri Nazmi Efendi girdi. Herkes sus pus olup köşesine çekildi. — Ne oluyor? Nedir bu bağrışma, bu gürültü? İsmail atıldı, — Amca, Hoca Efendi söyledi. İnsan yeryüzünde Allah 'in gölgesidir. İnsanın dışında Allah yoktur, diye. Teyzem buna kızdı. — Kim bu Hoca Efendi? — Şerafeddin Hoca. — Ha... Şu Bektaşi dervişi. Size tasavvufu okutuyor. Onlara göre insan Allah'ın güzelliğinin bir parçasıdır, Allah'tan bir ışıktır. Tanrı insanı yaratırken ona kendi ışığını vermiştir. Bektaşiler tanrıyı evrende, eşyada ve insanda görürler, "Eşyaya bakmak, Allah'a bakmaktır," derler. Aslında Bektaşiler de, biz Mevleviler de, "Allah'a ulaşmak için onu sevmek gerekir," deriz. Bu Allah aşkıyla insan Allah'la birleşir. Tasavvufu iyi oku, iyi anla. Odada bütün gözler Nazmi Efendi'nin üzerine dikilmişti. Mecdi hayretle babasına bakıyordu. Sabiha kendi kendine düşünüyordu. "Ne kadar da çok öğrenilecek şey var... Dervişler, Dönmeler, Bektaşiler, Mevleviler, tasavvuf." Her gün kafasında yeni yeni soru işaretleri doğuyor, öğrenme merakı artıyordu.

Yıldız Sertel eserinin bir başka yerinde de tarikatlar, İttihat ve Terakki ile Dönmeler arasındaki münasebetlere ışık tutacak pek kıymetli bilgiler vermektedir. Ona göre, tarikat dervişleri hilafetin kaldırılmasından yanadırlar, kadınlara serbesti tanınmasını istemektedirler, değişik mezhepleri tek Allah çatısı altında toplamak emelindedirler ve Dönmeler gibi İttihatçılardan yanadırlar. Talat Paşa, Rıza Tevfik gibi İttihatçılar Bektaşilerle beraber çalışmaktadırlar.

Yıldız Sertel, dedesi yani annesi Sabiha Hanım’ın babası olan Nazmi Efendi’nin sürekli Mevlevi dergâhına gittiğini ve bir Mevlevi şeyhinin torunu olduğunu eserinde anlatmaktadır. Bahse konu diyalog, Dönme-Mevlevi ilişkisini anlamamız açısından ehemmiyetlidir: “(Nazmi Efendi)

Mevlevihane'nin önüne gelince biraz durakladı. Girmeyi düşündü, sonra vazgeçti. Daha saat çok erkendi. Burada yemek yemek, ayinlere katılmak çocukluğundan beri onun için bir zevkti. Oğlu Mecdi'yi de buraya alıştırmıştı. Mevlevi dervişinin torunu olmak, erenlerle sohbet etmek hoş bir şeydi. İnsan kendini bir aile içinde hissediyor, yalnızlık duymuyordu. Ama şimdi? Tekkeyi saymazsak yine de yalnızdı”. Yıldız Hanım, ailenin tarikatlarla olan münasebetlerini bütün çıplaklığı ve gerçekliği ile gözler önüne sermektedir. Ancak ne hikmetledir bilinmez, annesi Sabiha Hanım tarafından kaleme alınan ve kendi hayatını konu alan hatıratta, tarikatlardan, Mevlevilik ya da Bektaşilikten tek kelime söz edilmemektedir.

Dönmelerin ilk başlarda, İslam dünyasının saygın tarikatlarından Aziz Mahmud Hüdai tekkesine yakın durmaya çalıştıkları da bilinmektedir. Dönme Mezarlığı olarak bilinen Bülbüldere Mezarlığının hemen yanı başında bulunan Asadar Baba Türbesi bu durumun ispatı olarak addedilmektedir. Zorlu’ya göre, Sabetaycıların din değiştirmeleri sonrasında İstanbul'da yaptıkları ilk eylem, zamanın Halveti Dergâhı pirlerinden olan ve bugün Üsküdar’da yatan Aziz Mahmud Hüdai'nin tekkesinin yapılışında maddi destek sağlamalarıdır. Ona göre Dönmeler 1924 mübadelesine kadar Hüdai Dergâhına berdevam olmuşlardır.

Dönmeler 1924 mübadelesine kadar tarikatlarla olan münasebetlerini devam ettirmişlerdir. Daha sonraki vetirede tekke ve zaviyelerin kanun yoluyla kapatılmasını müteakip, Dönmeler de tarikatlardan kopmuşlar ve masonluk bünyesinde faaliyetlerine devam etmişlerdir. Ancak Kapancı

grubunun Mevlevilikle bağlarının devam ettiği, Mevlevi şeyhlerinin çocuklarını Terakki mekteplerinde bedava okuttukları, bu okulların açılış merasimlerine Mevlevi dedelerini davet ettikleri bilinmektedir. 1882 senesinde Selanik’te, sekiz tarikatın toplam 20 tekke ve zaviyesi bulunmakta olup, Sabetyaistler daha çok sufi Osmanlı tarikatlarına, yani Mevlevi, Bektaşi ve Melami tekkelerine katılmışlar, buralarda sadece mürid olarak değil, şeyh olarak da varlık göstermişlerdir. Özellikle Selanik Mevlevihanesinin mürid ve şeyhlerinin çoğu pek çoğu, Selanik Pazar Dergâhının müdavimlerinin ise tamamı Sabetayistlerden oluşmuştur.

  1. Dönmelerin Önemli Dini Günleri ve Dört Gönül Bayramı

Sabetay Sevi tarafından ilan edilen dini gün ve bayramların sayısı epeyce fazladır. Bu bayramlar özet olarak şu şekilde sıralanabilir;

  • 14 Sivan (Nisan) Tohum Bayramı (Bu bayram Tanah’ın, “O gün Rabbin filizi güzel ve izzetli olacak ve İsrail’in kaçıp kurtulanları için yerin meyvesi çok güzel ve iyi olacaktır” cümlesinden kaynaklanmıştır),

  • 24 Sivan (Nisan) Sabetay’ın Takdis Bayramı,

  • 26 Sivan Bayramı (Onu bize bugün verdiler bayramıdır. Ancak bununla ne kastedildiğinde ihtilaf vardır),

  • 9 Temmuz Ruhun Giyinmeye Başlama Bayramı,

  • 17 Temmuz Bayramı (Yahudilerin, Kudüs kalelerinin düşmesine mebni yas günleridir ve yas orucu tutarlar),

  • 23 Temmuz Aydınlatma Bayramı (Mesih’in gelişinin şerefine yapılan bayramdır),

  • 24 Temmuz Mukaddes Cumartesi Bayramı,

  • 3 Ab Zaferle Taçlanmanın Başlaması Bayramı,

  • 9 Ab Meserret (Sevinç) Bayramı,

  • 15 Ab Tuzlama Bayramı (Sabetay Sevi’nin kral ilan edildiği gündür),

  • 16 Kislev Purim Bayramı (Sabetay Sevi’nin İslam’a geçmesinin hatırasına yapılan bayramdır),

  • 21 Adar Sabetay’ın Doğum Bayramı (Ancak Sevi 9 Ab günü doğmuştur),

  • 28 Adar Sabetay’ın Sünnet Bayramı (Yahudilerde sünnet doğumdan sonra 8. günde yapılmaktadır. Burada bir hata bulunmaktadır zira Sevi’nin doğum tarihi 9 Ab günüdür),

  • 16 Tevet Bayramı,

  • 15 Chevat Bayramı,

  • 15 Adar Purim (Şeker) Bayramı, 22 Adar Kuzu Bayramı.

Dönmelerin bayramları içerisinde en fazla tartışma konusu olan, cinsel norm karşıtlığı ile ilgi çekeni 22 Adar günü kutlanan Kuzu Bayramıdır (Hag ha-Kaves). Sabetayistlerde normal zamanlarda kuzu eti yenilmesi caiz değildir. Kuzu eti yemenin senede bir defa olmak üzere mevsimi ve muayyen bir zamanı vardır. İşte bu muayyen tarih, Yahudi takvimine göre her sene 22 Adar günüdür. Bu gün dışında kuzu yemek memnu olduğu gibi, Dönme aileler çocuklarını bu hususta korkutmak suretiyle ikaz etmekte, muayyen gün dışında kuzu eti yemeleri halinde, senesine kalmadan öleceklerini söylemektedirler. Karakaşi Rüştü Bey’in ifşaatına göre, bu adetlerini Türklere söylememeleri konusunda tembihlenmekte ve Türkler acı soğan olarak tanımlanmaktadır. Dönmelere göre, Türkler acı soğandır ve kokmayan acı soğan olmayacağına göre, Türklere verilen sırların dışarıya yayılması ve duyulması kaçınılmazdır. Bütün bu tembih ve tehditlere rağmen, Selanik’te

Arnavutlarca yapılan kuzu etinden yediğini ama ölmediğini anlatan Rüştü Bey, bu durumu annesine anlattığında annesinin kızdığını söylemektedir.

22 Adar günü yenilen kuzunun aynı gecesinde yaşanan şeylerden dolayı bu bayrama Karakaşiler tarafından “Dört Gönül Bayramı” da denilmektedir. O gün özel olarak pişirtilen kuzu eti, en az iki evli çift olmak üzere, bazen otuza kadar artan sayıları bulan Dönme çiftler tarafından hususi bir merasimle yenilmektedir. O gün dışında kuzu eti yemek nasıl memnu ise, o muayyen günde yemek de o kadar sevaptır. Kuzu eti afiyetle yenilip, ilahiler söylenmekte ve çiftler içki eşliğinde eğlendikten sonra bir anda mumlar söndürülmekte ve partiye katılanlar karanlıkta kimin eşini denk getirirlerse onunla o gece birlikte olmaktadırlar. Bu geceye katılan kadınlar çokça sevap kazanmakta ve bu ilişkilerden doğan ve babası meçhul olan bebekler de mukaddes addedilmektedirler. İşte bu dini ayine “Mum Söndü Ayini” de denilmektedir. Bu mukaddes güne bekâr erkek ve kadınlar alınmamaktadır. Bekârların katılımı, büyük ihtimalle ışık söndürüldüğü zaman sunabilecekleri bir eşleri (karıları) olmadığı için yasaklanmıştır.

Dönmelerin adetlerinden olan bu mum söndü ayini, geleneksel Yahudi inanç ve kültürü ile telifi mümkün olmayan bir durumdur. Neticede, Yunanistan’daki bir kısım Dönmeler yeniden Yahudiliğe avdet etmek niyetiyle hahambaşılığın kapısını çaldıklarında, Yahudi din otoriteleri, Dönmelerin mum söndü adetlerinden bahisle, bu ilişkiden doğan çocukların gayrı meşru sayıldıklarını ve bu çocuklarla beraber en az on neslin asla ebedi âlemdeki birliğe katılmalarının mümkün olmadığı yönündeki Tevrat hükmüne binaen, Dönmeleri Yahudiliğe kabul etmemişlerdir. Esasında Sabetay Sevi hayatta iken bu bayram kutlanmamaktadır. Sabetay’ın ölümünden yaklaşık üç çeyrek asır sonra Baruhya Russo (Osman Baba) tarafından, bu bayram Dönmelerin listesine alınmıştır. Ona göre bunun dini mesnedi de bulunmaktadır. Her ne kadar Tora’da mahremler arasında cinsi münasebet yasaksa da, tabiatın tüm yasak fiillerini meşru kılan Atzilot Torasında bu cinsi sapıklıklar meşru sayılmakta idi. 18 Emir içerisinde zina yasaklanmış olmasına rağmen, mum söndü ayinindeki cinsi sapıklık görmezden gelinmiştir. Zira Dönmelere göre, cinsi yasaklar Beriah yani ilk yaratılış dünyasına aittir ve bu dünyada bu yasak geçerli değildir.

Dönmelerin inanç sisteminin temelini oluşturan Mesih anlayışına göre, Mesih, insanlık günahlara gark olmadan dünyaya teşrif etmeyecektir. Bunun için yani Mesih’in gelmesini hızlandırmak ve temin etmek için olabildiğinde yasaklanmış olan fiil ve davranışlara revaç vermek gerekmektedir. Yani Tevrat neyi haram kılmışsa onlar irtikâp edilmelidir, dünyada kötülükler, iyiliklere galip gelmeli ki Mesihi çağ zuhur etsin. Buna Yahudi literatüründe “Günahın Kutsiyeti Doktrini” denilmektedir. Dönmelerin bir kısmı arasında cereyan eden ahlak dışı bu Nihilist anlayış, işte böyle sapkın ve cinsel norm karşıtı bir muhakeme ile başlamıştır. Onlara göre, günaha girerek kurtuluşa erilecektir.

Bir başka nazariyeye göre ise, Dönmelerin bu tuhaf adetleri, Mesih’in yasak olanları meşru ve helal etme yetkisine dayanmaktadır. Nasıl ki 1164’te Alamut Kalesinde yaşayan Müslümanlar için, kendini Mehdi olarak tanıtan İmam, şeriatın tüm yasaklarını kaldırdığını ilan etmişse, Dönmeler’de de Mesih bu yetkisini kullanmaktadır. Ancak burada atlanılmaması gereken bir husus şudur: Mum Söndü Ayini Sevi tarafından ihdas edilmiş değildir, onun ruhunun reenkarnasyon yoluyla intikal ettiği Baruhya Russo tarafından konulmuştur. Dönmeler arasında görülen serbest grup seks âdetinin Tanah’a dayandığını ve Tanah’ta buna ruhsat verildiğini iddia edenler de vardır. Karakaşilerin XVIII. asırdaki önemli liderlerinden birisi olan Derviş Efendi (Judah Levi Tova), yaradılış Torasında yer alan cinsel yasakların kaldırılmasını savunmuş, mezhebin erkekleri ile mezhebin kadınlarının bir tür kolektif evlilik yapmalarını pratiğe dökmüştür. Derviş Efendi’nin cinsel misafirperverlik denilen bir tür sapkın uygulamayı da hayata geçirdiğinden bahsedilmektedir. Bu âdete göre, evine misafir gelen bir Dönme, o gece kızını ya da eşini misafirine takdim etmektedir. Bu anlayış Frankistlere de geçmiştir.

Dönmelerin mum söndü adetleri hakkında çok sayıda rivayet ve hikâye bulunmaktadır. Anlatılanlara göre, her ailenin erkekleri “Khal” denilen dini bir merkezde toplanmakta ve yenilecek olan kuzuyu okutmaktadırlar. Daha sonra Hoca ya da Ogan ismi verilen din adamlarınca okutulmuş olan bu kuzudan parçalar alınmakta ve ailelere dağıtılmaktadır. Ancak burada sadece erkekler yer almaktadır. Zorlu’ya göre, mum söndü âdeti her ne kadar dillendirilmiş olsa da, herhangi bir delile dayandırılamamıştır. Bu tür söz ve söylentiler cemaatin iyice içe kapanmasına sebep olmuştur.

Her ne kadar Zorlu tarafından kendisinin mensubu olduğu zümre bu günahtan tebrie edilmeye çalışılmış olsa da, birçok kaynakta, Dönmelerin bu cinsi sapıklık ayinine verilen misallere rastlanmaktadır. Tevrat ahlakını ters düz eden bu Mesihi hareketten sonra, fuhuş ve cinsi sapıklık Dönmeler arasında son derece yaygınlık kazanmıştır ki, XVIII. asırda, hahamların aforoznamelerinde Dönme çocuklarının otomatikman gayrimeşru (mamzerim) kabul edildikleri iddia edilmektedir. Dönmelerin Kuzu Bayramında mum söndü ayini yaptıklarına dair kendi ifşaatları da bulunmaktadır. 1910 tarihinde iki Dönme genci, beraber tahsil yaptıkları Yahudi arkadaşlarına mum söndü ayininin halen devam ettirildiğini söylemişlerdir. Yine İzmir’e yerleşmiş bir doktor, 1942 senesinde İsrail’den gelen bir misafirine dedesinin Selanik’te karıların değiştirilmesi ayinine katıldığını anlatmıştır. Yine 1800’lerde Kapancıların meşhur reislerinden olan, büyük Kabalacı Derviş Efendi (Judah Levi Toba), kadınların değiş tokuş yapıldığı mistik töreni ve ayin esnasında yapılan fuhşu açıkça müdafaa etmiştir. Derviş Efendi bu iddia ve tezlerini, tarihi Tevrat ile ruhani Tevrat arasındaki haram-helal hükümlerinin ters olmasına bağlayarak izah etmiştir.

Nazif Özge isimli Dönme tarafından 1952 senesinde yapılan ve Büyük Doğu mecmuasında tefrika olarak yayınlanan ifşaata göre de, Dönmeler Nazif Özge’nin karısına tasallut olmuşlardır. Dönmelere göre, Dönme karıları böyle Dönme hocalarla yatıp kalkarlarsa dünyaya gelecek olan çocuklar haşa Allah’a yakın olurlarmış. Dünyaya gelen bu gayrimeşru çocuklar Dönme cemiyeti tarafından yetiştirilirmiş. Bilahare kendisiyle bayram yemeği yediği Ali Kibar isimli Dönmenin kendisine “Bizim dinimizde böyle şeyler günah sayılmaz” dediğini ifade eden Özge, başına gelen bu tuhaf şeylerden hayıflanmış ve bunları efkâr-ı umumiye ile paylaşmaktan çekinmemiştir. Ona göre Dönmeler, harice karşı gayet temiz dursalar da, kendi aralarında her şeyi yapmaktadırlar.

Binbaşı Sadık Bey tarafından 1919 senesinde yazılan Dönmelerin Hakikati isimli risalede, o dönemde Dönmelere yönelik yapılan tehacümata mukabil cevaplar verilmesine rağmen, İslamlar ve Ortodoks Yahudilerce en fazla medar-ı tenkit edilen mum söndü ya da dört gönül ayininin kabul edilmiş olması son derece calib-i dikkattir. Sadık Bey risalesinde: “İslami tarihlerinin başlangıcında; İslam'a dönen milletlerin eski adetlerinin uygulanmasını yasaklamamışlardır. İlkbahar ekinoksunu kutlamaya, ekinokstan kırk gün sonra ve yazın ilk günü yapılan kutlamalara devam etmişlerdir. Ve 21 Mart gecesi yapılan mum söndü (eş değiştirme) ayini ve buna benzer birçok adet açıkça devam ettirilmektedir, fakat kimse bunları İslami değerlere zarar veren uygulamalar olarak ele almamaktadır" demek suretiyle, böylesine korkunç bir cinsi sapıklığı meşru gösterme gayreti içine girmiş ve alenen bu menfur âdeti kabul etmiştir.

Yakın tarihimizde de bu tip cinsi sapıklıklara şahit olunduğunu, türlü misallerle uzunca anlatan Süleyman Yeşilyurt’a göre, her ne kadar Mum Söndü Ayinlerinin mucidi ilk dönem Sabetayistleri olsa da, Türkiye Cumhuriyetinde bu türden iğrençliklerin öncülüğünü yapan kişi yine bir Dönme olan Nakiye Elgün’dür. 1892 Selanik doğumlu olan ve uzun

müddet eğitimcilik ve siyaset işleri ile uğraşan Nakiye Hanım, Selanik’ten Türkiye’ye geldikten sonra kendi cemaatinden önemli grupları bir araya getirmiş ve Kabala geleneğinin bayraktarlığını yapmıştır. Siyasete İsmet İnönü ve Recep Peker’e olan kurbiyeti sayesinde adım atan Dönme Nakiye Hanım, 8 Şubat 1935’te hayatında hiç görmediği muhafazakâr bir Anadolu şehri olan Erzurum’dan, CHP adına Milletvekili olmuştur.

Süleyman Yeşilyurt, Nakiye Hanım ve mum söndü törenleri hakkındaki malumatının kaynağını bir sözlü tarih unsuru olan yakın arkadaşı avukat Yılmaz Ataksor’un anlatımlarına dayandırmıştır. Ataksor, talebelik yıllarında tesadüfen Nakiye Hanım’a ait olan bir evin alt katına kiracı olmuştur. Evi kendisine kiralayan da Rıfat isminde yakın dostu olan bir Dönme’dir. Ancak Ataksor o dönemde Dönmeliğin ne olduğundan bihaberdir. Rıfat’ın açıklaması ile Sabetayist zümreden haberdar olmuştur. Rıfat’ın babası bir gün Ataksor’un yanına gelmiş ve bu akşam başka bir evde kalmasını rica etmiştir. Zira o gün Dönmelerin meşhur bayramı olan Kuzu Bayramıdır ve Nakiye Hanım kapalı tutulan evin üst katına gelecektir. O gece evin üst katında mum söndü ayini yapılacağını öğrenen Ataksor, Fındıkzade’deki evine gizlice gelmiş ve ışıkları söndürmek suretiyle olacak olanları takip etmeye başlamıştır. Akşam saatlerine doğru ev şık elbiseli bay ve bayanlarla dolmaya başlamıştır. Herkes kendilerini bahçede karşılayan Nakiye Hanım’a büyük saygı göstermektedir. İlerleyen saatlerde üst kattan çatal bıçak sesleri ve akabinde de sözlerini anlamadığı dua sözleri gelmeye başlamıştır. Okunan Mezamirden sonra salondakilerden birisi yüksek sesle “Kutsal mum söndüden önce siz Davut soyunun asil evlatlarını Sidur duasına davet ediyorum” demiş ve yapılan duadan sonra da “Bu geceki kutsal Adar Bayramımızda herkes birbirinin helalidir. Şimdi Davut şamdanlarındaki mumları söndürüyorum” sözleriyle ortalık tam bir sessizliğe bürünmüştür.

Kuzu Bayramı hakkında, Dönmelikle alakalı ilk eserlerinden birini yazma hünerini göstermiş olan ve kendisi de Dönme olan Gövsa da bazı tespitlerde bulunmaktadır. Ona göre, bu merasimde en aşağısı ikisi erkek ikisi kadın olmak üzere evli dört kişinin bulunması lazımdır. Çiftlerin sayısı istenildiği kadar artırılabilmektedir. Kadınlar iyi giyinmiş ve elmaslarıyla süslenmiş oldukları halde sofra hizmetinde bulunmaktadırlar. Yemekten sonra biraz eğlenilmekte ve muayyen zamanda ışıklar söndürülerek karanlıkta kalınmaktadır. Bu bayram vesilesiyle doğacak çocukların bir nevi kutsiyeti haiz (değerli varlıklar) olduklarına inanılmaktadır. Adar 22'ye, Dört Gönül Bayramı adı da verilmektedir.

Kendisi her ne kadar Dönme olmasa da, Yahudi olan Avram Galanti de Dönmelerin bu cinsi sapıklık bayramı olan mum söndü gecelerini kabul etmektedir. Ona göre, mumların söndürülmesi ile oluşan komik sahnenin kaynağı antik doğudur ve oradan sıçrayan bu çamur Yahudilerin örf ve adetlerine yapışmıştır. Bu örf ve adetlere sinirlenen Amos peygamber şu sözlerle tepkisini ortaya koymuştur: “Bu kişiler birlikte yiyip içen, yatakları birbirine bitişik yatan ve karılarını değiştiren kimselerdir. Galanti, bu izahlarıyla kadim Yahudi dininde kadın değiştirme adetlerinin izlerine rastlandığını, ancak bunların menşeinin doğu kültürü olduğunu ileri sürmektedir. İsrail Devleti’nin 2. Cumhurbaşkanı olan yazar Ben-Zwi ise bu âdetin Kapaniler ve Karakaşiler tarafından 1940’lara kadar terk edilmediğini ileri sürmektedir.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

3. SABETAYİST DÖNMELERİN ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİNDE TÜRK SİYASET VE BÜROKRASİSİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

Dönmelerin, Türk siyaset ve bürokrasisine olan tesirleri cumhuriyet döneminden önce başlamıştır. Esasında Dönmelerin, Türkiye siyasetinde ve bürokrasisindeki etkilerini, bu zümrenin kendini gizleme ve üstü kapalı da olsa üzerlerindeki örtüyü kaldırıp, ara sıra etrafta olan bitenlere alaka gösterme davranışlarıyla izah etmek sanırım yerinde bir tespit olacaktır.

Dönmelerin Türk siyaseti ve bürokrasisi üzerindeki etkilerini üç ana döneme ayırarak değerlendirebiliriz. Bunlar; tamamen kendi iç meseleleriyle meşgul oldukları, bürokraside orta kademe memuriyetlere kadar yükselebildikleri, toplum üzerinde hemen hiçbir tesirlerinin olmadığı birinci dönem (XVII. asır ile Tanzimat arası), Tanzimat ile beraber Rumların etkinliğinin azalmasına paralel olarak özellikle ticaret ve kısmen de siyasette etkili olmaya başladıkları, İttihat ve Terakki içinde ve mason cemiyetlerinde yer tutmaya başladıkları, mevcut müesses nizama en direkt olarak başkaldırdıkları ikinci dönem (Tanzimat ile Cumhuriyet arası) ve son olarak da hususan mübadeleden sonra yeni Türk Devletinde büyük oranda etkin oldukları üçüncü dönem şeklindedir.

Dönmelerin, cumhuriyet dönemine kadar olan faaliyetlerinden ve hayat seyirlerinden daha önce mufassalan bahsedilmiş olduğundan bu babda erken cumhuriyet dönemindeki etkilerine değinilecektir.

Dönmelerin erken cumhuriyet döneminde, Türk Devletini, toplumunu, milletin ait olduğu medeniyet değerlerini, çağdaşlık, modernite, ilericilik görüntüsü altında, Batı değerler sistemine entegre etme gibi son derece mühim ve tarihi bir misyonları olmuştur. 1789 Fransız İhtilalinin bir neticesi olan milliyetçilik, sekülerizm gibi kavramlar, Dönmeler eliyle Türkiye’de topluma mecburi kültürel değişim şeklinde tatbik edilmeye çalışılmıştır.

Erken cumhuriyet döneminde Türk toplumuna dayatılan hemen her bir değişim projesinin altında Dönmelerin, gerek planlayıcı, üst akıl verici ve gerekse de icracı olarak etkileri olduğu artık günümüzde yadsınamaz bir hakikat olarak, kabul görmektedir.

Dönmelerin erken cumhuriyet döneminde, Lozan Mübadelesinden sonra, yeni kurulan Türk devleti üzerinde kurmay bir güç olarak görev aldıkları, kadim felsefeleri olan “benzeme-benzet” anlayışı çerçevesinde, kurulan devleti, milletin kendi kök değerlerinden uzaklaştırmak için fevkalade bir çaba içinde oldukları anlaşılmaktadır.

Lozan Mübadelesi ile başlayan vetirenin, devleti ve milleti bu kadar büyük bir dönüşüme uğratabileceği, herhalde Dönmeler tarafından bile tahmin edilememiş olsa gerektir. Mübadelede, hangi unsurların Türkiye’ye transfer edileceği ve transfer tamamlandıktan sonra bu insanların Türkiye’nin hangi bölgelerinde iskân edilecekleri, iskân edilenlerden ne şekilde istifade edileceği gibi konuların değerlendirilip, sonuca bağlandığı Mübadele İhtilat Komisyonunun, Türkiye tarafının başkanı olan Tevfik Rüştü Bey’in (Aras) kendisinin de Dönme kökenli olması, herhalde birçok meseleyi izah sadedinde kıymeti haiz bir bilgi olsa gerektir. Belki de dünya tarihinin en büyük mübadelesi projesinde, 356 bin kadar Müslüman’ın Yunanistan’dan Türkiye’ye, 1,5 milyon kadar Rum’un da Anadolu’dan Yunanistan’a gönderilmesi kararlaştırılmıştır. Ancak Rumlar zaten daha önce yani 1922’de Türkiye’den büyük oranda ayrılmış durumdaydılar. Lozan’da mübadelenin mecburi olmasını isteyen taraf Türk tarafı olmuş ve bu istek İngilizlerce de kabul edilmiştir. Esasında Venizelos mübadelenin isteğe bağlı olmasından yanadır. Venizelos bu konudaki düşüncesini, Lozan müzakereleri esnasında şu sözlerle ifade etmiştir: "Yunan Temsilci Heyeti, Türkiye ile Yunanistan arasında zorunlu bir nüfus mübadelesi düşüncesini her zaman tiksinti duyarak karşılamış olduğunu, ancak Anadolu'da 650.000 Ruma, Yunan ordusunun Batı Trakya'yı boşaltması üzerine burasını bırakıp giden 300.000 Rumun da katılmasıyla ortaya çıkan acı zorunluluk karşısında boyun eğerek, böyle bir mübadelenin görüşülmesine razı olmak zorunda kaldığını bildirmek ister.

30 Ocak 1923 tarihinde Lozan’da imzalanan “Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol”ün 11 ve devamı maddelerince, mübadeleyi yönetecek bir İhtilat Komisyonunun kurulması gerekmiştir. Bu komisyon, taraflarca verilecek 4’er üye ve Cihan Harbine iştirak etmemiş ülkelerden seçilecek ve Cemiyet-i Akvam’ca görevlendirilecek 3’er üye olmak üzere, toplam 11 üyeden müteşekkil olacaktır. Komisyon başkanlığını, tarafsız ülkelerden gelen üyeler sırayla yapacaklardır. Komisyon kararlarını oy çokluğu ile alacaktır. Komisyon, iş bu anlaşmadan kaynaklanan her türlü meselenin halledilmesinden ve işin tamamen idaresinden tam olarak mesul olacak ve bu işin tedvir edilmesi için gerekli salahiyetleri haiz olacaktır.

İcra Vekilleri Heyetinin 8 Ağustos 1923 tarihinde almış olduğu karar, 29 Ağustos 1923 tarihli meclis oturumunda kabul edilmiş ve Mübadele-i Ahali ve Emval hakkında Lozan'da münakit mukavelenamenin tatbiki kararı mucibince muhtelit komisyona Dâhiliye Vekâleti namına ve Reis sıfatıyla İzmir Mebusu Dr. Tevfik Rüştü ve Sıhhiye ve Muaveneti İçtimaiye Vekâleti namına delege sıfatıyla Erzincan Mebusu Hamdi Beylerin tâyinleri temin edilmiştir. Bahse konu karara göre Lozan Mübadelesi Muhtelit Komisyonunun Türkiye heyetinin başkanı, bir Dönme olan Tevfik Rüştü Bey’dir artık. Biz de çalışmamızda, Dönmelerin Türk toplumu üzerindeki tesirlerini izah babında, tüm Dönme siyasetçi ve bürokratları inceleme imkânına sahip olamadığımızdan dolayı, Tevfik Rüştü Bey özelinden hareketle konuyu izah etmeye çalışacağız.

Tevfik Rüştü Aras, 1883 senesinde Çanakkale’de doğmuştur. Beyrut’ta tıp eğitimi almış olan Aras, İzmir, Selanik ve İstanbul’da hekimlik yaptıktan sonra siyasete atılmış ve İttihad ve Terakki Fırkasına girmiştir. TBMM’nin birinci dönemi için yapılan seçimlerde Menteşe (Muğla) Milletvekili olan Kurmay Yarbay Mahmut Bey’in Düzce’de ayaklanmacılar tarafından öldürülmesi üzerine boşalan milletvekilliğine 17 Haziran 1920’de seçilerek, 1 Temmuz 1920’de Meclise girmiştir. Bir müddet Kastamonu İstiklal Mahkemesi azalığı da yapan Aras, Mustafa Kemal Paşa tarafından kurdurulan Türkiye Komünist Fırkasının kurucuları arasında yer almıştır. 1923 seçimlerinde yeniden ama bu sefer İzmir mebusu olarak Meclise giren Aras, 3 Mart 1925 tarihinde teşekkül eden İsmet Paşa Hükümetinde Hariciye Vekili olarak yer almıştır. Bundan sonraki III, IV ve V. dönem milletvekili seçimlerinde de İzmir Mebusu olarak Meclis’e giren Aras, İsmet Paşa’nın 25 Ekim 1937’de Başbakanlıktan çekilmesi üzerine kurulan Celal Bayar Hükümetinde de kabinedeki görevini sürdürmüştür. Ancak 11 Kasım 1938’de kurulan Celal Bayar Hükümetine girememiş, koltuğunu Şükrü Saraçoğlu’na

bırakmıştır. Bu tarihe kadar kesintisiz 13 sene Türk hâriciyesini tek başına yönetmiştir. Celal Bayar hükümetinde görev alamamasının sebebi, Mustafa Kemal’in ölümünden sonra Cumhurbaşkanı seçilen İsmet Paşa’nın, yeni kurulan hükümete Tevfik Rüştü Bey’in alınmasını istememiş olmasıdır. Celal Bayar, Tevfik Rüştü Bey’e yazdığı 13 Kasım 1938 hususi bir mektupta, kabine dışı kalmasından duyduğu üzüntüyü bildirmiştir.

Bakanlık görevinin sona ermesinden sonra, 1939 senesinde Londra’ya sefir olarak tayin olunan Aras, 1943’te emekli olmuştur. İnönü ile arası açılan Aras, 1946’da kurulan Demokrat Parti’yi desteklemeye başlamıştır. Tan gazetesi başta olmak üzere birçok gazetede yazılar yazan Aras, 1952-1959 arasında İş Bankası’nın yönetim kurulu başkanlığını yapmıştır.

5 Ocak 1972 tarihinde İstanbul’da hayata gözlerini yuman Aras’ın bir çocuğu bulunmaktaydı. Mezarı Rumeli Hisarı’ndadır.

Tevfik Rüştü Aras’ın, Türk siyasetindeki önemi ve yeri, sadece kesintisiz 13 sene bu makamı işgal etmiş olmasıyla izah edilemez. Onu diğer hariciyecilerimizden ayıran hususiyetler, öncelikle Cumhuriyetin ilk yıllarında teşekkül etmeye başlayan ve büyük oranda Lozan vetiresinin bir mahsulü olan hariciye siyasetimizin temellerini atmış olması ve bu işi yapan Aras’ın Dönmelerin Karakaşi kabilesinden olmasıdır. Baer’e göre, Tevfik Rüştü Aras’ın Mübadele İhtilat Komisyonu’nun başkanı olması, bazı Dönmelerin İstanbul’a daha kolay bir şekilde geçmelerini temin etmiştir. Yalçın Küçük’e göre, Dönmelerin mübadele sonrasında Selanik’te mallarının kaldığı iddiası doğru değildir. Zira mal dağıtımında ve mübadele komisyonunda önemli Sabetayist Dönmeler görev almıştır. Bunlardan birisi de Tevfik Rüştü Bey’dir Küçük’e göre de Tevfik Rüştü Bey İbrani kökenlidir.

Tevfik Rüştü Aras Bey, Mustafa Kemal Paşa’nın Selanik yıllarından beri yakından tanıyıp sevdiği bir şahsiyettir. Aras’ın kesintisiz 13 sene Hariciye Vekâletini ihraz etmiş olmasının ve Mustafa Kemal Paşa’nın vefatından sonra görevden alınmış olmasının sebebi, büyük oranda bu şahsi dostluğa dayandırılmaktadır. Zira Tevfik Rüştü Bey, meslek olarak tıbbiyelidir ve hariciye ile alakalı bir tedrisattan geçmiş değildir. Bundan naşi olsa gerek, vazifesini deruhte ederken birçok gaf yapmıştır. Onun gafları meşhur olup, bu husus Mustafa Kemal Paşa’nın bile diline dolanmıştır. Lord Kinross bu hususu şu sözlerle dile getirmiştir: “Gazi, keyifli zamanlarında Tevfik Rüştü ile alay etmekten zevk alır, o da buna pek ses çıkarmazdı. Bir akşam Çankaya’ya yemekten sonra yabancı bir elçi gelecek, Gazi’yle önemli bir şey görüşecekti. O da şimdiden biraz çakırkeyif olduğu için arkadaşları fazla içmesin diye çeşitli hilelere başvuruyorlardı. Gazi işin farkına vardı, çevresine öfkeyle bakarak, “Baksanıza bana,” dedi. “Ne öyle boşuna telaş ediyorsunuz? Yemekten sonraki görüşmeyi düşünüyorsanız, hiç meraklanmayın. Ne halde olursam olayım, ne kadar içkili olursam olayım, yine de Tevfik Rüştü’nün en ayık zamanında yaptığı kadar feci gaflar yapmam.

Tevfik Rüştü Aras Bey, meşhur Dönme ailesi olan Evliyazadelerin damadıdır. Aynı zamanda Dr. Nazım Bey’in eşi Beria Hanım’ın da eniştesidir. Bu durumda Dr. Nazım ile de bacanak olmaktadırlar. Beria Hanım’ın kız kardeşi olan Makbule Hanım, kendisinden 7 yaş küçük olan Dr. Tevfik Rüştü ile evlenmiştir19 . Böylece Aras, Refik Evliyazade ile enişte- kayınbirader olmuşlardır. Soner Yalçın’a göre bu evlilikte de saklanan bir sır vardır, ancak bu sırrın ne olduğunu açıklamaz. Mustafa Kemal Paşa’nın can dostu olan Tevfik Rüştü Bey, böylesine güçlü bir Dönme aileye damat olmak suretiyle, ikbal yollarının kendisine açılmasını temin etmiştir. Tevfik Rüştü Bey ile Mustafa Kemal Paşa’nın dostluğu o kadar ileri seviyededir ki, Mustafa Kemal Paşa, kendisine eş adayı olan Uşşakizade Latife Hanım’ın görücü ekibine Tevfik Rüştü Bey’i de dâhil etmiştir. Tevfik Rüştü Bey bu evlilikte önemli rol oynamıştır. Zira her iki tarafa da yakındır. Zira Uşşakizadeler ile Evliyazadeler birbirine akrabadır. Tevfik Rüştü Bey’in, Latife Hanım hakkındaki kararı menfidir. Zira Latife Hanım dik başlı bir karaktere sahiptir. Tevfik Rüştü Bey Latife Hanım’a: “Ne sen ona eş olursun, ne de Mustafa Kemal sana koca” demiştir, ancak Latife Hanım’ın sert tavrı sebebiyle sonraları susmayı tercih etmiştir. Tevfik Rüştü Bey, Mustafa Kemal Paşa ile Latife Hanım arasında bir nevi arabuluculuk yapmıştır.

Tevfik Rüştü, tıbbiyeli olmasına rağmen, Dönme kimliği ve Mustafa Kemal Paşa ile Latife Hanım’a yakınlığı ve akrabalığı sayesinde ikbal merdiveninin basamaklarını hızla tırmanmış ve Türk hariciyesinin dışa kapalı ve “Yurtta sulh, cihanda sulh” anlayışına dayalı temellerini atarken, bu bakanlıkta halen etkisi devam etmekte olan Dönme ağırlığının da mayasını ilk o çalmıştır. Bu maya öylesine tutmuştur ki, özellikle son yıllarda Dönme olmayan bakanlar iş başına gelmiş olmasına rağmen, henüz bu yapı kırılabilmiş değildir. Tevfik Rüştü Aras Bey’in, Türkiye’nin hariciye siyasetine getirdiği en önemli yenilik, Batı’nın verdiği ile yetinmek, hudutları dışında olan bitenlerle ilgilenmemek ve yeni kurulan devlet sanki bir imparatorluğun varisi ve devamı değilmişçesine, gönül coğrafyamıza alakasız kalmak şeklinde özetlenebilir.

Tevfik Rüştü Bey’in bir başka gafı, Türkiye’ye çok pahalıya mal olmuştur ve halen de Türkiye’ye yönelik batı komşumuzdan gelecek olan tehditlerin sebebi mahiyetindedir. Bu tehdit, Adalar Denizi adalarının silahlandırılmasından kaynaklanmaktadır. Yunanistan tarafı, adaların silahlandırılmasını 20 Temmuz 1936 tarihinde imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesine istinat ettirmektedir. Dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın, 31 Temmuz 1936 tarihinde TBMM’de yaptığı şu konuşmayı da, kendi tezlerine referans olarak göstermektedirler; “Şimdi yüksek tetkikinize arz olunan bu mukavelenamenin esaslı bir hususiyeti memleketimizin yalnız ayrılmaz bir parçası değil, fakat ayrılmaz parçalarını birbirine bağlayan bu kıtası üzerinde tam hâkimiyetimizin sade muslihane değil, çok dostane olarak teyit edilmiş olması ve memleketimizin müdafaasının istilzam ettiği tahkim hakkının mukavelenamenin imzası ile beraber tanınmış bulunmasıdır. 1924 Lozan Mukavelesi ile gayri askeri hale ifrağ edilmiş olan komşumuz ve dostumuz Yunanistan ’a ait Limni ve Samotra adalarına dair olan hüküm de Montreux mukavelesi ile kalkmış oluyor demektir ki, bundan da ayrıca memnunuz. Bu münasebetle yeni Türkiye siyasetinin bir vasfını da tekrar kaydetmek isterim: Kendimiz için iyi gördüğümüzü, dostlarımız için de iyi görmek ve hakkımızda nareva (reva görülmeyen) telakki ettiğimiz her şeyi yalnız dostlarımız için değil, fakat hiçbir devlet hakkında temenni etmemek”.

Tevfik Rüştü Aras’ın böyle bir konuşmayı durduk yere, ne için sarf ettiğini anlamak mümkün olmamakla birlikte, Mustafa Kemal Paşa’nın da söylediği üzere, bunu Aras’ın muazzam bir gafı olarak görmek gerekmektedir. Boğazların silahlandırılacak olmasının, Limni ve Semadirek Adalarının da silahlandırılabileceğine dair bir karine teşkil edeceğini düşünmek, bundan da öte, bunu ulu orta dile getirmek nasıl bir gaf ya da gafletin mahsulüdür anlaşılamamaktadır. Yunanistan, Tevfik Rüştü Aras’ın bu gaflarını da bahane ederek, birçok adayı silahlandırmıştır. Yunanistan’ın Rodos Adası’nda 25 bin kişilik mekanize ve muhafız alay birliği bulunmaktadır. İstanköy Adasında ise bir piyade alayı, dört piyade taburu ve iki tank taburu vardır. Bir adada neden tank taburu bulunur ve bu tanklar ne için Bodrum’un karşısındaki bir adada konuşlandırılır acaba? Ayrıca aynı adada bulunan Antimahya Havaalanı ve Rodos’taki Maritsa Havaalanı da askeri amaçlı olarak kullanılmak üzere yapılmıştır.

Bu gaf Tevfik Rüştü Aras Bey’in ilk ve son gafı da değildir. Tevfik Rüştü Aras Bey, Musul’u Türk hudutları dışında bırakan meşhur Ankara Anlaşmasını da, 1926 yılında imzalayan hariciyecimizdir. Anlaşmanın imzalanmasından sadece iki gün sonra yani 7 Haziran 1926 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmada: “...şurasını da derhal arz etmeye mecburum ki, hudut üzerinde bize bin kilometre murabbaı (kilometrekare) miktarında lehimize tashihat (düzeltme) ilavesini teklif ettiler, esas davamızın böyle bin veyahut iki bin kilometrelik arazi davası olmadığını söyleyerek, bu teklif olunan araziden de sarf-ı nazarla bütün Musul Vilayetinden müstakil Irak Devleti lehine feragati prensiplerimize daha uygun bulduk...” demekte ve büyük toprak kayıplarına hangi gerekçelerle ve nasıl sıcak bakıldığını anlatmaktadır. Oysa ki Lozan’da Türkiye’ye gayri resmî olarak teklif edilen Süleymaniye şehrinin kabul edilmesi halinde, bugünkü gayri tabii ve emniyetsiz olan Irak hududu (Brüksel Hattı) yerine, Türk topraklarını müdafaaya daha müsait ve Musul-Kerkük bölgesine çok yakın bir hudut çizgisine sahip olunabilirdi. Bu da Türkiye’ye, hem terörün önlenmesi ve hem de ata yurtlarına yakın olma imkânını verirdi. Türk hariciyesi, uzun yıllar bu tür gafları yapmakla maruf olan ehliyetsiz kişilerce yönetilmiştir. Bu tür gafların, bu sözleri mal bulmuş mağribi gibi sahiplenen Batılılara karşı, Türkiye’nin elini zayıflatmaktan başka ne işe yaradığını bilememekteyiz.

Diğer yandan Tevfik Rüştü Aras’ın İkinci Cihan Harbi’nin son demlerinde basına vermiş olduğu şu demeç de son derece tartışmalıdır: “İngiltere ve Türkiye ’nin İkinci Cihan Harbi’nde en çok ıstıraba uğrayanların ilk sırasında bulunan Yunanistan’ı memnun etmeyi, her an hatırda tutacakları gibi, yirmi üç yıldan beri faşist İtalya’nın boyunduruğu altında çok azap çekmiş olan On İki Ada halkının da, aydın bir istikbale namzet olmasını düşüneceklerinden şüphe etmem”.

Bu gaf ile de Tevfik Rüştü Bey şunu söylemektedir: Yunanistan İkinci Cihan Harbi’nde çok acı çekti. Bir teselli olarak On İki Adaları, İngiltere ve Türkiye Yunanistan’a vermelidir. İtalyan faşizminden bıkan adalar halkının aydınlık bir geleceğe kavuşması için, bu adaların Yunanistan’a bırakılması yerinde olacaktır. İkinci Cihan Harbinden sonra toplanan 1947 Paris Konferansı ile Rodos, Meis ve 12 Adalar İtalyanlardan alınmış ve Türkiye’nin bu sessiz ve içe dönük siyaseti yüzünden Yunanistan’a verilmiştir.

Tevfik Rüştü Aras’ın yakın tarihimizde oynadığı önemli rollerden birisi de İstiklal Mahkemelerinin teşekkülündeki fonksiyonu olmuştur. Bilindiği üzere, Yunan Harbinde, Yunan ordusunun Bursa’yı kolay bir şekilde elde etmesinin sebepleri araştırılmış, askeri zafiyetler değerlendirilmiş ve harpten kaçan askerlerin, cephe gerisinde kendilerine herhangi bir hayat hakkı tanınması halinde, harp etmek yerine firar etmeyi tercih edecekleri

30 düşüncesiyle, 29 Nisan 1920 tarihinde, yeni meclisin iki numaralı kanunu olarak, 14 maddelik Hıyanet-i Vataniye Kanunu, beş gün süren müzakereler sonucunda çıkarılmıştır . Kanunun tatbikatını sivil mahkemeler ve harp divanları yerine getireceklerdir, ancak konjonktüre göre bu mahkemeler yavaş işlediği ve kanunun kendisinden beklenen faydayı temin edemediği gerekçesiyle, yeni mahkemelerin kurulması gündeme getirilmiştir.

Meclis, mevcut kanunun kifayetsizliğini gerekçe göstererek yeni çareler aramaya başlamışken, 18 Ağustos 1920 günü Menteşe Mebusu Dr. Tevfik Rüştü ve Saruhan Mustafa Necati Beyler, “Telkin ve Tedhiş Kanunu” adıyla bir kanun teklifinde bulunmuşlardır. Teklife göre, üye sayısı yediyi geçmeyecek olan bir mahkeme kurulacak ve asker-sivil tüm memurları muhakeme ve idam etme salahiyetine haiz olacaktır. Kanun layihası metni şu şekildedir:

Telkin ve Tedhiş Kanunu Lâyihası

Madde — Büyük Millet Meclisi İrşat encümeni tarafından tedvin ve tertip edilip heyet-i umumiyece kabul edilecek esasat ve kanaatin mevizeler suretinde cevamii şerifede suveri münasebede, mekteplerde ve mebuslar ve hatipler tarafından alenî ve hususî mecamii nasta alay ve tabur imamları tarafından ders suretinde efradı askeriye arasında ve hususî hatipler tarafından köylerde tefsir ve izah suretiyle neşri ve hatta evrakı matbua şeklinde bitaraf ve düşman memalik ve ahali ve efradı askeriyesine kadar tamimi lâzımdır.

Madde — Esas ve kanaati inkılâbiyenin katiyen münteci muvaffakiyet olması lâbit olduğundan azasının miktarı yediyi tecavüz etmemek ve lüzumuna göre adedi tezyit olunabilmek üzere Büyük Millet Meclisi azası tarafından müntehip bir (adul heyeti) teşkil edilmiştir.

Madde — (Adul heyetinin) vazifesi gerek Büyük Millet Meclisi Riyaseti Celilesi, gerek rüesayi memurini mülkiye ve askeriye tarafından havale suretiyle veyahut doğrudan doğruya vaki ıttılağ üzerine esasat ve kanaati inkılâbiyeye mugayir ve her ne bahasına olursa olsun muhafaza-i istiklâl için vuslune kadar muayenet ruhuna münafi neşriyat ve beyanatta bulunmaya cüret edenlerle bu mücahede-yi mukaddeseyi suiistimalâtiyle şaibedar eden Müdafaa-i Hukuk heyeti azasının ve memurinin ve cephelerde umum cephe kumandanlığının emri olmaksızın vazifesi başından infikâk eden ümera ve zabitan ve memurini mülkiye ve Müdafaa-i Hukuk heyeti millîye azasının muhakemesiyle mücrim olduklarına kanaati husule gelince idamlarına hüküm itasıdır.

Madde — (Adul heyeti) tarafından muhakeme altına alınmış olanlar arasında Büyük Millet Meclisi azasından bulunursa bunlar hakkında kablelhüküm Büyük Millet Meclisi heyet-i umumiyesinden mevzubahis olan mebus hakkında (kanun harici) kararının istihsali lâzımdır.

Madde — İşbu kanun tarihi neşrinden itibaren mer ’idir33.

Tevfik Rüştü Aras, aynı gün yapılan meclis müzakerelerinde, altında imzası bulunan layiha hakkında söz almış ve daha önce kabule dilmiş olan iki numaralı Hıyanet-i Vataniye Kanunun, sadece aciz ahali için geçerli olduğunu, ancak daha yüksek makamlardaki sivil ve asker memurlar içinde de pekâlâ vatan hainlerinin olabileceğini söylemiştir. Buna mukabil mebuslar içerisinde “Bu millet aşk ve muhabbetle memleketini kurtaracaktır. Yoksa mücazatla memleket kurtulmaz. Böyle zevzeklikle, telin ile tethiş ile filân olmaz” diyenlere karşı Tevfik Rüştü Aras: “Zevzek, zevzek diyenlerdir” şeklinde çıkış yapmış ve kanun layihasının gerekçelerini anlatmaya devam etmiştir .

Müzakereler esnasında layiha aleyhinde söz alan İzmit Mebusu Hamdi Namık Bey, Tevfik Rüştü Bey’in Hıyanet-i Vataniye Kanununu yanlış anladığını, bu kanunun sadece sivil ahali için değil, asker-sivil tüm memurları da şamil olduğunu söylemiş ve layihada geçen, mülkiye memurlarının askerlerin emri altına gireceğine dair madddeyi ise gereksiz ve hatta sakıncalı gördüğünü beyan etmiştir.

Sinop Mebusu Hakkı Hami Bey: “Bugün adaleti hakikiyedir ki, insanı selâmete irdirir. Yoksa tüfenk dipçiğiyle, iple, sapla gayeye vasıl olmak istiyorsak, hedefe ulaşmaktan çok uzaklaşmış oluruz. (Şiddetli alkışlar)” diyerek, layiha hakkındaki karşı görüş ve düşüncelerini serdetmiştir.

Kırşehir Mebusu Müfit Bey ise: “Hiç bir ferdi milleti tedhiş ile korkutamayız, yola getiremeyiz. Bu olsa, olsa milleti okşamakla, dimağına bunların menfaatini yerleştirmekle olur. Binaenaleyh hıyanet edenler hakkında bir Hıyaneti Vataniye Kanunu mevcuttur” demek suretiyle kanun layihasının yersiz ve gereksiz olduğunu ifade etmiştir.

Kanun teklifi, Mecliste bulunan, mebuslar tarafından zevzeklik, manasızlık, gereksizlik ve anti demokratiklik olarak değerlendirildiğinden reddedilerek, kadük kalmışsa da, ileride teşekkül edecek olan İstiklal Mahkemelerine nüve teşkil etmiş olması bakımından son derece mühimdir. Nitekim bu çabasından vazgeçmeyen Tevfik Rüştü, çetelerin meydana getirdiği tehlike ve kaçaklar konusunda Mustafa Kemal Paşa’ya “İhtilal Mahkemeleri”nin kurulmasını teklif etmiştir. Mustafa Kemal tarafından da tasvip edilmiş olacak ki, kanun teklifi bu adla yapılmıştır. Daha sonra Saruhan Mebusu Refik Şevket Bey’in, Tevfik Rüştü Bey’e katılmasıyla kurulacak olan mahkemelerin adı “İstiklal Mahkemeleri” olarak belirlenmiştir.

11 Eylül 1920 günü toplanan meclis, 21 numaralı “Firariler Hakkında Kanun” ismindeki kanunu kabul etmiştir. Dokuz maddeden mürekkep olan kanunun 1. Maddesine göre kurulacak olan mahkemelerin adı da belli olmuştur: İstiklal Mahkemeleri. Mahkemelerin, her biri meclisin ekseriyetinin oyları ile seçilecek üçer azası bulunacak olup, mahkemeler kendi reislerini içlerinden belirleyeceklerdir. Mahkemenin vereceği kararların temyiz mercii bulunmamaktadır ve kararları kesindir.

Tevfik Rüştü, İstiklal Mahkemelerinin kuruluşunun müstenidatı olan Firariler Hakkındaki Kanun’un mecliste kabul edilmesi için yoğun çaba sarf etmiştir. Ona göre, bu mahkemeler, bu müthiş inkılâpta, bu hayat ve memat mücadelesinde, her ne sebeple olursa olsun, inkılâbı suiistimal edenlere veya cehaletle veya ne ile olursa olsun, velev ki yanlışlıkla da olsun, bu inkılâb-ı mukaddesi haleldar edenlere cezasını verecektir. Tevfik Rüştü, 9 Eylül 1920 tarihli meclis toplantısında, Firariler Hakkında Kanun layihasının 1. maddesinde şu yönde bir tadilatın yapılmasını dahi teklif etmiştir: “Büyük Millet Meclisi Riyaset-i Celilesine. Firariler hakkındaki layiha-i kanuniyenin birinci maddesinin ber-vech-i âti tadilini teklif eylerim. MADDE 1 -

Hükümetçe tayin ve ilan olunan müddet zarfında dehalet etmeyen firari ve bakaya efradı ile mensubin-i askeriyenin kendilerinin ikamet ettikleri hanelerinden maada emlak, akar ve emvali müsadere ve birlikte ikamet eden ailesi efradı, firarinin firar ve ihfasında medhali tahakkuk ettiği takdirde teb’id olunur ve emvalinin müsaderesinden itibaren on gün zarfında teslim olanların emvali iade olunur. Menteşe Mebusu Dr. Tevfik Rüştü. Tevfik Rüştü’nün kanun teklifi kabul edilecek olsaydı, firarilerin bütün akraba ve taallukatı sürgüne yollanacak, malları da ellerinden alınacaktı. Birisinin hatası ile başkaları mesul tutulamaz şeklindeki cihanşümul hukuk kaidesine (suç ve ceza şahsidir prensibi) alenen ters olan bu madde teklifi, özellikle Hamdullah Suphi ve Ali Şükrü Beylerin yoğun itiraz ve muhalefetleri sonucunda kanun metnine dâhil edilmemiştir.

Kanunla kurulan İstiklal Mahkemeleri, 21 nolu kanuna göre yalnızca firari askerlere bakacakken, daha sonraları vatan hainliği, memleketin maddi- manevi kuvvetlerini kırmaya çalışmak ve casusluk suçlarını da kapsamına alacak şekilde genişlemiştir. Böylece Kastamonu, Pozantı, Sivas, Diyarbakır, Konya, Eskişehir, Isparta ve Ankara mıntıkalarında kurulan bu 8 mahkemenin bakamayacağı dava konusu hemen hemen kalmamıştır. Tevfik Rüştü Aras da, 20 ve 21 Eylül 1920 tarihli oylamalarda ekseriyetin oyunu alamayıp, İstiklal Mahkemesi azası seçilememesine rağmen, 22 Eylül 1920 tarihli 3. oylamada, 67 çekimser oy düşüldükten sonra geriye kalan 77 oydan 45’ini alarak yani oy verenlerin ekseri nisabını alarak İstiklal Mahkemesi azası seçilmiştir. Tevfik Rüştü’nün azası olduğu mahkeme Kastamonu İstiklal Mahkemesidir.

Kastamonu İstiklal Mahkemesi azaları, Tevfik Rüştü başkanlığında, 10 Ekim 1920 tarihinde, yanlarında emniyetlerini sağlamakla görevli beş jandarma bulunduğu halde yola çıkmış, 12 Ekim günü Çankırı’ya varmıştır. Çankırı Ceza Mahkemesi ile İstiklal Mahkemesi arasında, daha önce soygunculuk ve asker kaçaklığından tutuklanmış olan bir şahsın davasına kimin bakacağı tartışması yaşanmıştır. Mevkıf şahsın işlediği suç, istiklal Mahkemesinin kuruluş tarihinden önce olduğu için Çankırı Ceza Mahkemesi reisi, bahse konu şahsın dosyasına kendilerinin bakacağını belirtmiş ve dosyayı İstiklal Mahkemesine vermemiştir. Ancak, İstiklal Mahkemesi kararlarına riayet etmeyenlerin muhakeme edileceğine dair tehdit üzerine, ceza mahkemesi reisi mevkıf şahsı dosyasıyla beraber İstiklal Mahkemesine teslime mecbur olmuştur. Mevkıf şahıs İstiklal Mahkemesi tarafından muhakeme edilerek idam edilmiştir. Tevfik Rüştü’nün mahkeme azalığı, Moskova’ya murahhas olarak gönderilmesinden dolayı kısa zaman içinde sona ermiştir. 20 Kasım 1920 günü Kastamonu İstiklal Mahkemesine yeni azalar seçilmiştir.

Tevfik Rüştü Aras, 1923 seçimlerinden sonra Mustafa Kemal Paşa ile daha da yakınlaşmış ve onun üzerinde tesirli olmaya başlamıştır. Kazım Karabekir Paşa’nın anlattığına göre, 18 Temmuz 1923 tarihinde Ankara Garında içtima eden mebuslar, Anayasanın tadilat prensiplerini müzakere ederlerken, Tevfik Rüştü Aras ve Mahmut Esat Bozkurt, yeni anayasaya “devletin dini İslam’dır” ibaresi yerine “Hristiyanlıktır” ibaresinin konulması meselesini tartışmış ve savunmuşlardır. Türk milletinin bin yıllık dini olan İslam yerine Hristiyanlığı teklif edecek kadar, mensup olduğu cemiyetin ve hizmetinde bulundukları milletin medeniyet değerlerine bigâne olan Aras, bu teklifinin mer’iyete vaaz edilmesine muvaffak olamamıştır.

Erken cumhuriyet döneminin kara kutusu olan Tevfik Rüştü Aras’ın, 1250 sayfadan mürekkep olduğu iddia edilen hususi hatıratını, Kaliforniya’nın Palo Alto şehrinde bulunan Stanford Üniversitesinin Hoover Enstitüsüne bıraktığı ve bu müessesenin bahse konu hatıratı Türkiye’ye vermediği iddia edilmektedir.

Sabetayistlerin Türk toplumunu, ait olduğu medeniyet köklerinden uzaklaştırmak ve Batı değerlerine entegre etmek için kullandıkları en etkili vasıta, kendi kontrolleri altında bulunan basın-yayın kuruluşları olmuştur. Dönmeler, ellerindeki medya müesseseleri vasıtasıyla, içinde bulundukları milletin değerlerine her fırsatta hücum etmişler ve bunu da Kemalizm kalkanının arkasına sığınarak yapmışlardır. Bu yayın kuruluşları, içinde bulundukları milletin temel değerlerinin kaynağı olan İslam Medeniyetine her zaman mesafeli ve soğuk durmuşlar, İslami simgeleri ve değerleri, laiklik kisvesi ile karalamışlar, buna mukabil Yahudi taraftarlığını, Batıcılık perdesi altında yüceltmişlerdir. Dönmeler, başta komünizm, masonluk, Kemalizm ve liberalizm olmak üzere, ne kadar batıl fikriyat varsa hepsinin terviç edilmesine gayret sarf etmişlerdir. Dönme basın, İslam’a bazen cepheden, bazen de üstü kapalı olarak saldırmaktan imtina etmemiştir. Meşhur yerli Yahudilerden Moiz Kohen, Tekin Alp ismi müstearı ile yazdığı Kemalizm adlı eserinde, Lozan’dan sonra, istiklal mücadelesinin iç düşman olan ve kafası ezilmesi gereken teokrasiye (İslam) çevrildiğini, İslam’ın, Garp kültüründen uzak, menbaı Arabistan çöllerinde bulunan ruhani ve şeri kanunlar olduğunu söylemekte ve İslam şeairi olan sarığın, festen çok tehlikeli bir düşman ve şeriatın ta kendisi olduğunu alenen ifade ve İslam’a cepheden hücum etmektedir . Bahse konu kitap, devrin Cuhmuriyet gazetesi tarafından, Türk inkılabı hakkında yazılmış en güzel eser olduğundan bahisle, her Türk gencine tavsiye edilmektedir.

Dönmelerin güdümündeki basın, tefekkür kabiliyetini köreltici, taklitçiliği terviç edici yayınlar ile milletin ufkunu daraltmış ve kadın figürünü bir mebzul meta halinde, şehveti tahrik etmek için sıkça kullanmıştır. Aynı basın, Müslüman mütefekkir ve ilim adamlarını da tezyif ve aşağılamaktan geri durmamıştır. Müslüman kitleyi her fırsatta aşağılayan Dönme basını, Yahudilerin dünyada uğramış oldukları zulümlerin hafızalarda taze olarak kalması için sıkça bu minval üzere yayınlar yapmıştır. Hatta öyle yayınlar yapılmıştır ki, sanki Osmanlı toplumunda Yahudilere karşı bir baskı ve yıldırma politikası uygulanmış gibi hava estirenleri bile olmuştur. Milliyet gazetesinde yayınlanan bir yazı dizisinde, Osmanlı’nın XVII. asırdan itibaren Yahudilere baskı yaptığı yalanı ortaya atılmış ve Ağlama Duvarı resmi altında, Yahudilerin, cumhuriyetin ilanında bizden ayrılmayan tek toplum olduklarına vurgu yapılıp, Yahudi milleti yüceltilirken, Osmanlı idaresi aşağılanmıştır Bu yazıda XVII. asır tabirinin kullanılması da son derece dikkat çekicidir. Zira XVII. asır, Sabetay Sevi hareketinin ortaya çıktığı vetireye tesadüf etmektedir. Yazar üstü örtülü olarak, Sabetay Sevi hareketinin, Osmanlı makamlarınca men edilmesini, bu zümreye karşı bir baskı tatbikatı olarak gördüğünü ifade etmektedir ki, bu fikir, yukarıda izah edilen hakikatler zımnında mutlak manâda batıldır.

Dönmelerin etki alanında olan basın, Türkiye’nin Arap ve İslam dünyası ile olan münasebetlerini tenkit ederken, ısrarla İsrail ile sağlıklı ve kalıcı münasebetler tesis edilmesi yönünde yayınlar yapmıştır. Bazı yazarlara göre, Türkiye, Ortadoğu’nun siyasi işlerine, hele hele Arap-İsrail münasebetlerine karışmamalıdır. Bu yazarlara göre, İsrail, İslam milletlerine eza ve cefa verirken, Türkiye kılını kıpırdatmamalı ve taraf olmamalıdır. Moiz Kohen’e göre de, müstakil bir Türk medeniyeti inşa edilmelidir. Kohen, 1914 senesinde yazdığı Osmanlıca bir eserinin kapağına Halide Edip Adıvar’ın “En çok istediğim şey bütün dünya Türklerini siyasi ve zihni büyük ve müstakil görmektir” sözünü koymakla bu fikre vurgu yapmıştır. Moiz Kohen’in müstakil Türk medeniyetinden kastı, İslam medeniyeti ile bağını koparmış, İslam milletleri ile bir alakası kalmamış, tamamen Türklük üzerine müessis, ırkçılığa müstenit, Müslüman-Yahudi çatışmasında tarafsız ve hissiz bir Türk milleti olsa gerektir. Erken cumhuriyet dönemindeki Tevfik Rüştü Aras dış siyaseti, hemen hemen bu minval üzerine planlanmış ve uygulanmıştır.

SONUÇ

Yahudiler, Endülüs’ün sükûtundan sonra yani XV. asrın hemen sonundan bu yana Türk mülkünde, Müslüman Türklerle içiçe yaşamaya başlamışlardır. Şüphesiz bu tarihten önce de Yahudileri içinde barındıran Türklerin bu millet ile kitlevi olarak tanışması, Yahudiler için II. Kızıldeniz Vakası olan bu tarihi hadise ile olmuştur. Sabetay Sevi hadisesi İspanyol zulmünden kaçıp, bir tahassüngah olarak addettikleri Osmanlı’ya sığınan Yahudiler içinden çıkan bir Mesihi hareket olarak tarihteki yerini almıştır.

Sabetay Sevi hareketi, MÖ. 586 ve MS. 67 tarihlerinde iki defa yıkılan Salamon Tapınağının yerle bir olması ve MS. 132’de meydana gelen Bar Kohba isyanından sonra vücuda gelmiş olan, İsrail tarihinin en büyük kurtuluş hareketidir. Hatta bazı düşünürlere göre, Sabetay Sevi, son 350 senelik Türk tarihinde yer alan en mühim on şahsiyetten birisidir. Bu hareketi besleyen unsurlar ise, o dönemde Yahudi kavminin dünyadaki genel vaziyeti ile Avrupa’da maruz kaldıkları katliamlardır. Bu şartlar altında zuhur eden Sabetay Sevi, kavmine Kudüs’e dönüş için umut ışığı ve kurtuluş ümidi olmuştur. Sevi’nin başlattığı Mesihi hareket o dönemde İngiltere’den Yemen’e, Kafkaslardan Amerika’ya, Afrika’dan Rusya’ya kadar çok geniş bir sahada yankı bulmuştur. Sabetay Sevi hareketinin en tuhaf ve şaşırtıcı tarafı ise, o devirde dünyada huzur ve rahat yüzü gördükleri yegâne topraklar olan Osmanlı coğrafyasında zuhur etmiş olmasıdır. Yahudiler, tarihleri boyunca sadece iki ülkede rahat etmişlerdir. Bu ülkeler İngiltere ve Türkiye’dir. Ancak Türkiye’de 500 senedir yaşadıkları huzur ortamı ve elde ettikleri maddi manevi imkânlar, İngiltere ile kabil-i kıyas değildir.

Türkiye’de yaşayan Yahudi zümresi için pogrom, genosit, kültürel baskı, keyfi idam ve katliamlar, dini yaşayışa müdahale gibi kelime ve kavramlar son derece yabancı kalmıştır. Ancak buna rağmen, hiç şüphesiz Sabetayist Mesihi hareketin Osmanlı mülkünde doğmuş olması tesadüfi değildir. Zira Siyonizm’in hedefinde Kudüs merkezli bir Yahudi Krallığı tesis etmek bulunmaktadır. Mesih’in vazifesi de zaten budur. Kudüs’ün Osmanlı mameleki içinde bulunmuş olması, Sabetay Sevi hareketinin bu topraklarda doğmasının en başta gelen amilidir. Halen bu zümre içinde, Sabetay Sevi’nin Mesih olduğuna inanan gizli Mesihçi bir mezhep bulunmaktadır.

Sabetayistler ya da ismine her ne denilirse, Avdeti ya da Dönmeler, üç buçuk asırdır Türk toplumu içinde çift karakter ve kimlikleri ile yaşamaktadırlar. Cemaat üyelerinin en bariz hususiyetlerinin dışarıda Müslüman, içeride ise Yahudi olarak yaşamaya devam etmeleridir. İslâm toplumunda bu cemaate itimat duygusunun olmamasının sebebi, işte bu çift karakterli yapılarıdır.

Türk toplumunda Dönmelere karşı içinde bulunulan emniyetsizlik durumunun temel sebebi, Dönmelerin zahiren Müslüman görünüp, Yahudiliğin dini ayin ve ibadetlerini gizlice sürdürmüş olmalarıdır. Bu yüzden Dönmeler, hiçbir zaman tam olarak güvenilemeyecek bir zümre, Yahudilerin beşinci kolu, kaleyi içeriden fethedecek olan “gizli düşman” olarak görülmüşlerdir. Öyle ki, Osmanlı’nın tarihte yaşamış olduğu en büyük askeri felaketlerden birisi olan ve büyük toprak kayıplarına sebep olup, Cihan Harbinin de mebdei olarak görülen I. Balkan Harbinde Yahudi ve Dönmeler, hoca kılığına girerek “Kabine memleketi sattı, niçin harp ediyorsunuz” kabilinden sözlerle askerin moral ve motivasyonunu bozmuşlar ve İttihatçıların iktidar olması için bu yönde nifak çalışmaları yapmışlardır.

Sabetayistleri, Türk toplumu ve cemiyet hayatı için önemli kılan husus ise onların dini kimliklerinden ziyade, 1924 mübadelesi ile beraber Türkiye’ye göç etmiş olmaları ve cumhuriyet devrinin ilk yıllarında, mecburi kültürel değişimin bu zümre eliyle hayata geçirilmiş olmasıdır. 1942 tarihli bir İngiliz raporu da bunu teyid etmektedir. Rapora göre İngiltere’nin Türkiye sefiri, kendi hariciyesine şu yönde bir bilgi göndermiştir: “ 1926’da iki önemli Dönme şahsiyet olan Dr. Nazım Bey ve Cavid Bey, Mustafa Kemal’in özel talimatıyla asılmış olsalar da, diğer Dönmeler Kemalist harekette önemli görevler üstlenmeye devam etmektedirler. Rıfat Bali’nin de ifadesiyle, Türkiye’deki sağ kesim, Dönmeleri Türkiye'ye çağdaş Batı tarzı hayatı ve laikliği getirmiş, hatta böyle bir hayat tarzını muhafazakâr kesime dayatmış ve dolayısıyla millî değerleri ve millî kültürü erozyona uğratmış bir düşüncenin temsilcileri olarak gördükleri için, bu kesime karşı menfi tavır ve algı içindedirler. İslamlara göre, İslamlar içerisinde ahlaksızlık, dinsizlik ve emraz-ı sarianın intişarının en büyük amili ve müessiri işte bu melez karakterli Dönmelerdir. Bunların vatana ve millete sadakatle hizmet etmelerini beklemek abesle iştigal etmektir. Dönmeler, yaklaşık üç buçuk asırdır devlet içinde devlet oluşturmuş, hususi mahkemeleri, hapishaneleri, ibadethaneleri, hususi dini ve medeni ritüelleri ile paralel yapıyı tesis etmiş, gizemli, esrarengiz bir zümredir.

Türk toplumu ve cemiyet hayatı üzerindeki etkileri, kemiyetleri ile makusen mütenasip olan Yahudi Dönmeleri, bilhassa eğitimli ve diplomalı olanları vasıtasıyla, Türkiye’ye komünistlik, masonluk, sosyalistlik ve faşistliği transfer etmişlerdir. Bunlar içerisinde Dr. Şefik Hüsnü ve Serteller meşhur olanlarıdır. Yahudi Dönmeleri, millî ve manevi değerlerin kaynağı olan İslam’a bazen alenen cepheden, bazen de gizliden gizliye taarruz etmekten çekinmemişlerdir. Özellikle asrımızda, meslek odaları başta olmak üzere, birçok dernek ve cemiyetlerde etkili olan Dönmeler, millî ve manevi davalara karşı bildiriler yayınlamakta ve yıkıcılık, bölücülük, anarşi, çıplaklık, norm karşıtı cinsel teşhircilik gibi ahlak ve din dışı tatbikatın planlayıcılığını ve naşirliğini yapmaktadırlar. Sekülerizmin Türkiye’ye has bir tatbikatı olan ve asla Fransa’daki ile benzeşmeyen laikliği, din düşmanlığı ve İslami şeairin yok edilmesi şeklinde topluma sunanlar da hep bu Yahudi Dönmeleri olmuştur. Tanyu’nun beliğ ifadesine göre, aile, namus, ırz, iffet, hayâ, duygu ve inancın ölçülü ve medeni giyimini yıkarak, şehvet ve çıplaklık derecesinde kadınlarımızı soyunmaya teşvik etmek, çok açık mahrem yerlerini gösterecek derecede resimlerini gazetelere basarak, bu tarz giyinmenin (daha doğrusu giyinmemenin) cesaretli bir davranış olduğunu tanıtarak övünenlerin maskesi kaldırılsa altından Türk ve İslam olmayanların çıkacağı muhakkaktır. Dönmeler, Türk cemiyetini soysuzlaştırmak, maddi ve manevi zaafa uğratmak sanki kendilerinin özel görevleriymiş gibi bir gayret içinde bulunmaktadırlar. Türkiye’de millî kültür ve millîyet duygusunu yok etmek, Türk eğitim sistemini millîlikten uzaklaştırmak, millî unsurlara düşmanlık ederken, İslami, ahlaki ve manevi temelleri yerinden söküp atmak peşinde olan Yahudi Dönmeleri, bunları yaparken Müslümanlara faşist, gerici, yobaz iftirasını atmaktan, kendilerini ise ilerici olarak tanıtmaktan asla geri durmamışlardır. Kendilerini Marksist-Leninist- Sosyalist-Maocu olarak takdim eden ve söylemleriyle ezilen işçi sınıfının yanında yer alan bu Dönmelerin tamamı lüks bir hayat sürmektedirler. Hayat tarzlarıyla, proletarya sınıfının uzağından bile geçmeyen bu kesimin amacı Siyonist çıkarlara hizmet etmekten başka bir şey değildir. Müslüman Türkleri aydınlatıcı neşriyatın artması sayesinde, Dönmelerin bu muzır ve belli bir siyasi amaca matuf olduğu aşikâr olan faaliyetleri artık büyük oranda deşifre olmuştur. Kendi öz değerlerine ve medeniyet esaslarına yapılan bu şuurlu saldırıların farkında olan Türklerin, Dönmelere karşı aksülameli gün geçtikçe artmaktadır. Kimilerine göre Dönmeler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni ele geçirme gayreti içinde olan, Türk Silahlıı Kuvvetlerinden, hariciyeye kadar bir çok kamu müessesesine hâkim bulunan, bir çeşit derin devlet kurma amacı güden bir zümredir.

Dönmelerin Selanik kökenli olmasının da bu menfi bakış ve düşüncelerde tesiri olduğu muhakkaktır. Zira Selanik, Sultan Abdülhamid Han’a karşı meydana getirilen ihtilal hareketinin merkezidir. Selanik’in Türk tarihindeki menfi algısının sebebi, İttihad ve Terakki’ye duyulan öfke ve bu partinin merkezinin Selanik olmasından ve burada yaşayan Yahudi, Dönme ve masonlardan üst seviyede maddi ve manevi destek görmüş olmalarından kaynaklanmaktadır. Muhafazakâr (dindar) Türkler açısından Selanik, İslam medeniyetine, İslam Halifesine ve Osmanlı Devleti’ne kurulan tuzağın planlanıp, icraata konulduğu “uğursuz” bir yerdir. Dönmelerin dört asırlık yurdu da bu şehirdir. Selanik, Dönmeler için o kadar kutsal bir şehirdir ki, hatta bu şehrin Kudüs’ten daha mukaddes olduğuna inanılmaktadır. Zira Sabetay Sevi, inanışa göre, Tanrı’nın ilahi mevcudiyeti olan Shekhina ile bu şehirde nikâhlanmıştır. Şehrin kudsiyeti buradan gelmektedir. Eğer Sabetay Sevi ve arkasından giden bağlıları Selanik’i değil de başka bir şehri seçmiş olsalardı, işin tarihi seyri ve Dönmelere Türk halkının bakış açısı daha farklı bir seyir izleyebilirdi.

Dönmelerin muhafazakâr kesim tarafından dışlanması ve tehdit olarak algılanmasında, özellikle Ahmed Emin Yalman gibi bir kısım Dönme yazarların, gazete köşelerinde yazdıkları yazıların etkisinin olduğu da muhakkaktır. Türkiye muhafazakâr ve millîyetçileri, Yalman'ı İslâmi kesime karşı yazılar yazmaya iten sebebin, laikliği ve Atatürkçülüğü adeta bir din olarak benimsemiş olan Dönme kimliğine has halet-i ruhiye olduğuna inanmış ve Yalman’ın Dönme kimliğinden dolayı bu hücumları yaptığı kanaati ile tüm Dönmelere hasım olmaya başlamışlardır.

Dönmeler aynı zamanda Türk milliyetçileri tarafından da sevilmemektedirler. Milliyetçilere göre, Dönmeler Türk milliyetçiliğine sinsice zarar veren, azınlık ırkçılığının önemli mümessilleridirler. Oysa Dönmeler, İslam milleti fikriyatını ortadan kaldırmak için, kendileri Türk olmadığı halde, ırkçılık derecesinde Türkçülüğü ön plana çıkaran yazılar yazmışlar ve bu fikrin ideologluğunu yapmışlardır. Ancak zaman içerisinde aydınlanan Türk milliyetçileri, Yahudilerin bu gayret ve çabalarının altındaki menhus amaçlarını anlamaya başlamışlardır. Sahte Dönmelerden Munis Tekinalp nam-ı diğer Moiz Kohen, erken cumhuriyet döneminde, ırkçı bir Türkiye inşa etmeye koyulan CHP’ne bu manâda fikir desteği sağlamış bir Yahudidir. Kohen, kendisi gayrı Türk olmasına rağmen, 1934 senesinde, diğer iki Yahudi dostu olan Hanri Sariano ve Marsel Franko ile birlikte “Türk Kültür Cemiyeti”ni kurmuş ve bu cemiyet üzerinden Türklüğü kutsallaştıran söylemler geliştirmiştir. Türk milliyetçiliği fikrini, Batıda ileri sürenler arasında Lumley Davids, Leon Cahun, Arminius Vambery gibi Yahudi kişilerin yanında Moiz Kohen de bulunmaktadır. Berkes’e göre, Türkçü, ırkçı, Turancı yazarların fikir dünyasının oluşmasında Avrupalı ve yerli Yahudilerin etkisi olduğu ortada olmasına rağmen, ırkçı fikir adamlarımızın bu hakikati görmezden gelmeleri garip bir durumdur.

Türkiye Kürtleri de Dönmeleri sevmemekte ve onların çift karakterli yapısını tehlikeli olarak görmektedirler. Yine bir Dönme olan Coşkun Kırca’nın, Kürtleri reddeden yazı ve beyanları ile Dönmelerin Türkiye halklarını İslâm’dan uzaklaştırmaya matuf gizli planlar içinde oldukları inancı, Kürtleri bu zümreye karşı olumsuz tavır takınmaya sevk etmişlerdir. Zira Yahudilerin en büyük hususiyeti ve tarih boyunca Müslümanlara karşı geliştirdikleri taktik, onların ilham aldıkları kaynakları kurutmak, şerefli geçmişlerinden uzaklaştırmak ve İslamlar ile inançları arasına duvarlar örmektir. Kendi medeniyet ve kültüründen uzaklaşan Müslüman toplumları yönetmek, Yahudiler için daha kolay olmaktadır.

Türkiye Sabetayistlerinin Kapancı ve Karakaşi kollarına mensup olanlar, ekseriyetle Üsküdar’da bulunan Bülbüldere Mezarlığına, Yakubiler ise daha çok Şişli’deki Feriköy Mezarlığına defnedilmektedirler. Bizim araştırma konumuz Bülbüldere ve Feriköy Mezarlığı ile sınırlı olduğundan, burada yaptığımız çalışma ve araştırmada, burada medfun olanların kabirlerinin İslâm itikat ve geleneği ile bağdaşmadığını tespit ile bu zümrenin İslâmlıktan ziyade Yahudiliğe yatkın oldukları kanaatine varılmıştır. Bahse konu Dönme Mezarlıklarında bulunan semboller de bize burada yatanların İslam medeniyetinden farklı bir zümreye ait olduklarını göstermektedir. Dönme mezar taşlarında Yahudiliğe dair açık manâ taşıyan egzoterik sembollerin (Davut Yıldızı, yedi kollu şamdan gibi) olmaması bizi yanıltmamalıdır. Bu aleni Yahudilik sembolleri ancak Ortodoks Yahudi mezarlıklarında çokça göze çarpmaktadır. Ancak gerek Bülbüldere ve gerekse de Feriköy Mezarlıklarında yatanlar bu zümreden ayrılmış, zahiren İslamlaşmış olan Dönmeler olduklarından, Dönmeliğin çift karakterli ve kripto yapısına uygun olarak, mezarlıklarında ezoterik semboller bulunması gayet tabidir. Bu semboller bilinçli olarak tercih edilmiştir. Zira bu zümrenin asli davranış şekli, ilk bakışta Yahudi olduklarının anlaşılmamasına matuftur. Mezarlıklarda bulunan semboller ancak bu işin erbabınca anlaşılabilecek kadar üstü örtülü, gizli sembollerdir.

Yahudilikten ayrılıp, İslam’a ya da başka bir dine geçtiğini ifade edenlere dikkat etmekte fayda bulunmaktadır. Zira Yahudilik dini, din değiştirmeye uygun değildir. Hahambaşı Beceranu’nun, Akşam gazetesi muhabirine verdiği mülakatta bahsettiği gibi, Yahudiler asla dinlerinden dönmeyen bir kabiledir. Zamanında İspanya’da, Rus Çarlığında ve Bolşeviklikte kesilmişler ama dinlerinden dönmemişlerdir. Bu yüzden döndük diyenlerin münafık, mürai, ikiyüzlü olma ihtimalleri çok büyüktür. Yaşanmış olan hadiseler, Dönmeliğin, Yahudiliğin müthiş bir silahı olduğunu göstermekte ve Müslümanları bu hususta ihtar etmektedir. Onlar her zaman için başka milletleri, İslamlara tercih etmişlerdir. Dönmelerin, Yahudilerle olan münasebetleri de her zaman ortak inanç temelinde bir dayanışma şeklinde cereyan etmiştir . Nitekim Kur’an-ı Kerim, Maide Suresinde Müslümanları, Yahudilere ve Yahudilikten dönmüş gibi yapan Avdetilere karşı şu şekilde ikaz etmektedir: “Ey peygamber! Kalpleri inanmadığı halde ağızlarıyla "iman ettik" diyenlerden ve Yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar hep yalana kulak verirler, sana gelmeyen başka bir kesimi dinler dururlar; kelimeleri konulduğu anlamlarından kaydırıp değiştirirler. "Eğer size şu verilirse hemen alın, eğer o verilmezse uzak durun" derler. Allah bir kimseyi fitneye düşürmek isterse elbette Allah’ın iradesine karşı senin elinden hiçbir şey gelmez. İşte onlar Allah’ın, kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onların dünyadaki hakkı büyük bir rezilliktir. Âhirette de onlar için büyük bir azap vardır32. Ancak İslam’ın bir başka temel düsturuna göre, İslam zahire hükmetmektedir. Görünüşü İslamlardan farklı olmayan Dönmeleri fark etmek ve onların Türk toplum hayatına verebilecekleri zararları önceden görüp bertaraf etmek de kolay değildir.

Sabetay Sevi, bundan 350 sene evvel Mesihlik iddiası ile ortaya çıkmamış olsaydı, Türk tarihinin seyrinin bambaşka olacağı şüpheden aridir. Dönmeler olmasaydı ne Meşrutiyet İhtilali olurdu, ne Abdülhamid Han hal edilebilirdi, ne Cihan Harbi belası bu milletin başına gelebilirdi, ne de Müslüman Türkler kendi öz benliklerine ve seciye-i millîyelerine bu denli yabancılaşabilirlerdi. Bu yüzden Sabetaycılık mevzusunun mutlak manâda bilinmesi ve araştırılması gerekmektedir. Zira Sevi hareketi ve onun izinden gidenler anlaşılmadan, son birkaç yüz senelik Türk tarihinde meydan gelen hadiselerin doğru bir analizi yapılamaz. Bu sahada yapılacak olan araştırmalar asla antisemittik olarak adlandırılmamalıdır. Türk milletinin millî karakterinde, başka bir ırk ve dine karşı peşin hükümlülük bulunmamaktadır. Müslüman Türklerin bu araştırmalardan yegâne gayesinin, sosyolojik bir olgu olan bu zümreyi tanımak ve bu yönden gelebilecek bir kısım saldırılara karşı toplumu tedbirli olmaya, uyanık davranmaya sevk etmek olmalıdır. Esasında Türklerin Dönmelerden bir talebi bulunmamaktadır. Nasıl ki Yahudiler ve Hristiyanlar yüzlerce senedir bu topraklarda huzur içinde yaşamışlarsa, Dönmelerin de yaşamasına müsaade edilmiştir. Türk milletinin bu zümreden tek isteği ya oldukları gibi görünmeleri ya da göründükleri gibi olmalarıdır. Bu zümre samimi davranıp, Yahudiliğe dönse, Türk milleti nezdinde itibarları daha da artacaktır. Ancak Dönmeler anladığımız kadarıyla Yahudi otoritelerce de kabul edilmemekte ya da tevila ve giyur adı verilen bir nevi vaftiz ve tam ihtida ritüellerini yerine getirmeleri kendilerinden istenmektedir. Ancak Dönmeler, zaten kendilerine Dönme denilmesinden rahatsız olduklarını, bu şartlar altında yeniden Yahudiliğe dönerlerse bu sefer de kendilerine “Çifte Dönme” denilmesinden çekindiklerini bahane ederek bu tekliflere yanaşmamaktadırlar. Bu durumda Türk milletinin, asırlardır birlikte yaşadığı Dönmelerin hüviyet-i asliyesini öğrenmeye hakkı bulunmaktadır. Bu en temel insan haklarından birisidir. Bugün Dönme zümresi, henüz kendilerini açığa vurmamakta ve bu konuda çalışmalar ortaya koyamamaktadırlar. Ancak son zamanlarda bu durumun istisnai numunelerini de görülmüyor değildir. Artık Dönme kabilesi, sadece Müslüman Türk münevverlerince değil, zaman zaman kendi evlatlarınca da deşifre edilmeye başlanmıştır. Bu türden kendini ele verme hadiseleri, böylesine kripto bir yapıyı anlayabilmemiz adına son derece kıymetlidir. Bu manâda gerek Karakaşi Rüştü Bey’in, gerek Nazif Özge’nin, gerek Ilgaz Zorlu’nun ve gerekse de Zwi-Geyik Yayınevinden intişar eden diğer ifşaatların büyük ehemmiyeti bulunmaktadır. İlber Ortaylı, özellikle Ilgaz Zorlu’nun son deönemdeki çaba ve gayretlerini takdirle karşıladığını söylemektedir.

Son söz olarak, Bülbüldere Mezarlığı, tarih araştırmacılarının ve epigrafların uzun müddetli ve geniş çaplı araştırmalarına konu olabilecek kadar mühim ve esrarengiz bir çalışma sahasıdır. Burada medfun oaln Sabetayistlerin tamamının mezar taşlarının okunması, envanterinin yapılması ve Mehmed Süreyya’nın “Sicill-i Osmani” gibi bir eserinin “Sicill-i Avdeti” adı altında neşredilmesi isabetli olacaktır.

BİBLİYOGRAFYA

  1. Arşiv Belgeleri

Askeri Tarih Stratejik Etüd (ATASE) Arşivi; No. 161, Kls. 14, Dos. 45, F. 78/14.

ATASE Arşivi; No. 161, KIs. 95. 342. F. İ.

T.C. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı Osmanlı Arşivi.

(BOA), A.DVNS. KLS. d, 08.

BOA, A.DVN. KLS. d, 08/7.

BOA, A. MKT. UM, 571/44.

BOA, A. MKT. UM, 571/44.

BOA, A. MKT. UM, 572/1.

BOA, A.RSK, Dosya Kısmı, nr. 30/67.

BOA, A.RSK, Dosya Kısmı, nr. 31/113.

BOA, DH. EUM. THR. 27/29.

BOA, DH. MKT. 2116/103.

BOA, DH. MKT. 918/75 (27 Aralık 1904).

BOA, DH. TMIK. M. 190/22.

BOA, HR. SFR.3. 486/92.

BOA, HR. TH. 248/19.

BOA. HR. SYS. 13/2, Belge Sıra Nu. 147.

BOA, İ.ŞD. 116/6961.

BOA, KK, nr. 3411/62.

BOA, KK, nr. 3418, s. 51.

BOA, KK, nr. 3411, s. 91.

BOA, MV. 68/44. H. 26 Rebiülahir 1309 Tarihli Belge.

BOA, MV. 68/44. H. 26 Rebiyülahir 1309 Tarihli Belge

BOA, MVL., 41/18.

BOA, Y.A.HUS.194/19.

BOA, ZB. 382/84, ZB. 381/120.

  1. Kitaplar

ACAR, Sadık, “İbn Arabi’de Miraç Fenomeni”, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2016.

AFYONCU, Erhan, Sahte Mesih, Yeditepe Yayınları, İstanbul, Haziran 2013.

AFYONCU, Erhan, Sorularla Osmanlı İmparatorluğu I, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, Mayıs 2006.

AFYONCU, Erhan, Sorularla Osmanlı İmparatorluğu VI, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, Mart 2008.

Ahmet Cevdet Paşa, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, İlgi Kültür Sanat Yayınları, İstanbul, 2016.

Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, Timaş Yayınları, İstanbul, Ocak 2017.

AKGÜN, Mustafa, Yahudi’nin Tahta Kılıcı, Akgün Yayıncılık, Ankara, 2004.

AKGÜNDÜZ, Ahmet, Osmanlı’da Harem, Osmanlı Araştırmaları Vakfı

yayınları, İstanbul, Ekim 2006.

AKINCI, Ahmet, Kabala, Dharma Yayınları, İstanbul, Nisan 2005.

AKYOL, Taha, Osmanlı Mirasından Cumhuriyet Türkiye’sine, Ufuk Kitapları, İstanbul, Kasım 2002.

AKYÜZ, Yahya, Atatürk’ün Türk Eğitim Tarihindeki Yeri, Atatürk ve Türk Dili ve Edebiyatı, Türk Eğitim ve Türk Kültürü Konusunda Seçme Yazılar (Ed. Doğan Atılgan), AÜ Basımevi, Ankara, 2006.

ALİ, Güler, Benim Ailem: Atatürk’ün Saklanan Ailesi, Yılmaz Kitabevi, İstanbul, 2015.

ALMAZ, Ahmet, Shekhina, Postiga Yayınları, İstanbul, Ocak 2010.

ALMAZ, Ahmet, Tarihin Esrarengiz Bir Sahifesi Dönmeler ve Dönmelerin Hakikati, Kültür Yayıncılık, İstanbul, Eylül 2002.

ALP, Tekin, Kemalizm, Cumhuriyet Gazetesi Matbaası, İstanbul, 1936.

ALTUNSOY, Yılmaz, Kayıp Cennet 12 Adalar, Nesil Yayınları, İstanbul, 2018.

ALTUNSOY, Yılmaz, Rumeli’ye Son Veda, Nesil Yayınları, İstanbul, Ocak 2019.

AMİCİS, Edmondo de, İstanbul 1874, TTK Yayınları, Ankara, 1993.

ANDRİÇ, İvo, Drina Köprüsü, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016.

ARAS, Tevfik Rüştü, Görüşlerim, Semih Lütfi Kitabevi, (Basım yer ve tarihi bulunmamaktadır).

ARMSTRONG, George, Rothschild Para İmparatorluğu, Destek Yayınları, İstanbul, 2013.

ARMSTRONG, H.C., Bozkurt Kemal Atatürk’ün Yaşamı, Çev. Gül Çağalı Güven, Arba Yayınları, İstanbul, Mayıs 1998.

ATAY, Falih Rıfkı, Çankaya, Pozitif Yayınları, İstanbul, Yayın Tarihi Bulunmamaktadır.

ATİLHAN, Cevat Rıfat, Farmasonlar İslamiyet’i ve Türklüğü Yıkmak İçin Nasıl Çalıştılar? Aykurt Neşriyat, İstanbul, 1963.

ATİLHAN, Cevat Rıfat, Farmasonluk İnsanlığın Kanseri, Aykurt Neşriyat, İstanbul, 1960.

ATİLHAN, Cevat Rıfat, Türk Oğlu Düşmanını Tanı, Yağmur Yayınevi, İstanbul, 1970.

AVCIOĞLU, Doğan, Türkiye’nin Düzeni Dün Bugün Yarın, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1976.

AYAŞLI, Münevver, Dersaadet, Bedir Yayınevi, (Yayınlandığı şehir

belirtilmemiştir), 1975.

AYAŞLI, Münevver, İşittiklerim Gördüklerim Bildiklerim, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, Kasım 1990

AYAŞLI, Münevver, Rumeli ve Muhteşem İstanbul, Timaş Yayınları, İstanbul, 2003.

AYBARS, Ergun, İstiklal Mahkemeleri, Bilgi Yayınları, İstanbul, Eylül 1975 AYDEMİR, Şevket Süreyya, Tek Adam, Remzi Kitabevi, İstanbul, Nisan 1994.

AYVERDİ, Samiha, Ne idik, Ne Olduk? Hülbe Yayınları, İstanbul, 1985.

BABİNGER, Franz-Fuad Köprülü, Anadolu’da İslamiyet, Çev. Ragıp Hulusi, İnsan Yayınları, İstanbul, Eylül 1996.

BAER, Marc David, Selanikli Dönmeler, Çev. Sevinç Kayır, Doğan Kitap, İstanbul, 2011.

BALİ, Rıfat N., Musa’nın Evlatları, Cumhuriyet’in Yurttaşları, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005.

BARTHOLD, V.V., Orta Asya Türk Tarihi Dersleri, Haz. Hüseyin Dağ. Çağlar Yayınları, Ankara, 2004.

BAYAR, Celal, Ben de Yazdım Millî Mücadeleye Giriş, Sabah Kitapları, İstanbul, 1997, c. VI.

BAYKARA, Tuncer, Tarih Araştırma ve Yazma Metodu, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2007

BAYKARA, Tuncer, Türk Kültür Tarihine Bakışlar, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, 2001.

BAYUR, Hikmet, Türk İnkılabı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1991.

BEHMOARAS, Liz, Mazhar Osman Kapalı Kutudaki Fırtına, Remzi Kitabevi, İstanbul, Eylül 2001.

BERKES, Niyazi, Türkiye ’de Çağdaşlaşma, Haz. Ahmet Kuyaş, YKY Yayınları, İstanbul, Ekim 2012.

BİLMEN, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm İlmihâli, Merve Yayınları, İstanbul, (Basım Tarihi Bulunmuyor).

Cavid Bey, İdama Beş Kala, Emre Yayınları, İstanbul, 1993.

DANİŞMEND, İsmail Hami, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1961.

DERİN, Fahri Çetin, Abdurrahman Abdi Paşa Vekayinamesi-Tahlil ve Metin Tenkidi, Gayrı Münteşir Doktora Tezi (İstanbul Üniversitesi), İstanbul, 1993

DERVİŞ, Hüda, Türkiye’de Dönme Yahudi Gerçeği, ARK Yayınları, İstanbul, 2006.

“Dikilitaş”, Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi (Dam-Dün), Sabah Gazetesi Yayınları, İstanbul, Ekim 1992, c. V.

DİYARBEKİRLİ, Nejat, Türklerde Mezar Yapısı ve Defin Merasimleri, Türk Kültürünü Araştırma Yayınları, Ankara, 1991.

Dönmeler, Şems Matbaası, İstanbul, R. 1335, H. 1338, M. 1919, (Müellif ismi bulunmamaktadır).

DUMONT, Paul, Grand Orient de France Arşivlerinde Osmanlı İmparatorluğu XIX. Yüzyıl Ortası ile l. Dünya Savaşına Yakın Dönemde İstanbul'da Fransız Obedyansı'na Bağlı Mason Locaları, Mimar Sinan Yayınları, Yayın No: 7, İstanbul, 1984.

DURANT, Will -Roger Lambelin, Yahudi Tarihi ve Siyonist Liderlerin Protokolleri, Çev. Sami Sabit Karaman, İnkılap Yayınları, İstanbul, 2013.

DÜZDAĞ, Ertuğrul, Yakın Tarih Yazıları, İz Yayıncılık, İstanbul, 1994.

DÜZDAĞ, M. Ertuğrul, Yakın Tarihimizde Dönmelik ve Dönmeler, Zvi-Geyik Yayınları, İstanbul, Kasım 2002

DÜZDAĞ, M. Ertuğrul, Yakın Tarihimizde Gizli Çehreler, İz Yayıncılık, İstanbul, 1994.

EPSTEİN, Perle, Kabala Musevi Mistiklerin Yolu, Dharma Yayınları, İstanbul, Kasım 2000.

ERGİN, Muharrem, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, Eylül 1998.

Evliya Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi, (Haz. Yücel Dağlı-Seyit Ali Kahraman), YKY Yayınları, İstanbul, 2008.

Evliya Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, (Haz. Seyit Ali Kahraman), YKY Yayınları, İstanbul, Ocak 2011.

EYGİ, Mehmet Şevket, Yahudi Türkler Yahut Sabetaycılar, Zvi-Geyik Yayınları, İstanbul, Kasım 2003.

EYİCE, Semavi, “Mezarlıklar ve Hazireler”, İslam Dünyasında Mezarlıklar ve Defin Gelenekleri, TTK Yayınları, Ankara, 1996.

Fındıklılı Mehmet Ağa, Silahdar Tarihi, Devlet Matbaası, İstanbul, 1928.

FREELY, John, Kayıp Mesih Sabetay Sevı'nın İzini Sürerken, Çev. Ayşegül Çetin Tekçe, Remzi Kitabevi, İstanbul, Şubat 2013.

FRİTSCH, Theodor, Tarih Boyunca Yahudi Meselesi, Çev. Münir Abdurrahman, Akçağ Yayınları, İstanbul, 1972.

GALANTE, Abraham, Sabetay Sevi ve Sabetaycıların Gelenekleri, Çev. Erdoğan Ağca, Zvi-Geyik Yayınları, İstanbul, Mart 2006.

GALANTİ, Avram, Türkler ve Yahudiler, Tan Matbaası, İstanbul, 1947.

GALİP, Selahattin, Belgelerle Türkiye 'de Dönmeler ve Dönmelik, Kıraçlı Yayınları, İstanbul, 1977.

GALLAND, Antoine, İstanbul’a Ait Günlük Hatıralar 1672-1673, TTK

Yayınları, Ankara, 1987.

Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Kaynak Yayınları, İstanbul, Eylül 2015.

GELARDIN, H. Eroll, Sabetaycı Selim’in Öyküsü, Dinozor Yayıncılık, İstanbul, Haziran 2008.

Genelkurmay Başkanlığı, Türk İstiklal Harbi, Batı Cephesi I. Kısım, “Yunanlıların Batı Anadolu’da İstilâ Hareketine Başlamaları, İzmir'in İşgali- Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a Çıkması, Millî Mukavemetin Kurulması (15

Mayıs-4 Eylül 1919)”, Genel Kurmay Basımevi, Ankara, 1994, Yayın No: 94/81, c. II.

GÖVSA, İbrahim Alaettin, Sabatay Sevi, Milenyum Yayınları, İstanbul, Ekim 2000.

HANİOĞLU, M. Şükrü, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük (1889-1902), İletişim yayınları, İstanbul, 1985.

HASKAN, Mehmet Mermi, Yüzyıllar Boyunca Üsküdar, Üsküdar Araştırmaları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2011.

HERZL, Theodor, Hatıralar, Çev. Egun Göze, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, Nisan 2017.

HİTLER, Adolf, Kavgam, Çev. Yağmur Reyhani, Akvaryum Yayınevi, İstanbul, 2015.

HOFFMAN, Daniel, İzmir ve Levanten Dünya 1550-1650, Çev. Ayşe Anadol- Neyyir Kalaycıoğlu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, Ekim 1995.

HRİSTODULU, Hristos K., Mustafa Kemal ve Selanik Yaşamı, Çev. Burcu Yamansavaşçılar, Telos Uluslararası Yayıncılık, İstanbul, Kasım 2008.

HUSLOCK, F.W., Sultanlar Zamanında Hristiyanlık ve İslam, Çev. Timuçin Binder, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2013.

IŞIK, Ali, Ah Mine’l Mevt Konya Ahiret Kapıları Kitâbeleri, Çizgi Kitabevi, Konya, Haziran 2019.

İbrahim Alaettin, Meşhur Adamlar, Çıkaran Sedat Simavi, İstanbul, 1933-1935, c. II.

İĞDEMİR, Uluğ, Atatürk’ün Yaşamı, TTK Basımevi, Ankara, 1988.

İmam Ali Zeynel Abidin, Çev. Abdülaziz Hatip, Hukuk Risalesi (Risalet-ül Hukuk), Nesil Yayın Grubu, İstanbul, 2010.

İNAL, İbnülemin Mahmud Kemal, Son Asrın Türk Şairleri, MEB Devlet Kitapları (MEB Basımevi), İstanbul, 1969.

İNAL, İbnülemin Mahmut Kemal, Son Sadrazamlar, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1982.

İNALCIK, Halil, Akademik Ders Notları (1938-1986), Timaş Yayınları, İstanbul, 2016.

İNALCIK, Halil, Devlet-i Aliyye, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, Mart 2017, c. III.

İNALCIK, Halil, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, Eren Yayıncılık, İstanbul, Kasım 2004.

İstiklal Mahkemeleri, TBMM Kütüphane ve Arşiv Başkanlığı Yayınları No. 1, Ankara, 2015.

JOHNSON, Paul, Yahudi Tarihi, Çev. Filiz Orman, Pozitif Yayınları, İstanbul, 2000.

KARABEKİR, Kazım, Gizli Harp İstihbarat, Kamer Yayınları, İstanbul, 1998.

KARABEKİR, Kazım, İstiklal Harbimiz, YKY Yayınları, İstanbul, Nisan 2008.

KARABEKİR, Kazım, Paşaların Kavgası, (Haz. Faruk Özerengin), Emre Yayınları, İstanbul, 2005.

KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2007, c. V.

KARAMAN, Hayrettin, “Ölüm, Ölü, Defin ve Merasimler, İslâm Dünyasında Mezarlıklar ve Defin Gelenekleri, TTK Yayınları, Ankara, 1996.

KASTEİN, Joseph, İzmirli Mesih Sabetay Sevi, Kamer Yayınları, İstanbul, 2016.

KAYMAK, Suat, Türkiye Selçukluları ve Erken Beylikler Epigrafisine Giriş (1065-1350): Bir Bibliyografya Denemesi, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2013.

KINROSS, Lord, Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Altın Kitaplar Yayınevi, Çev. Necdet Sander, İstanbul, 1994.

KISAKÜREK, Necip Fazıl, Yahudilik-Masonluk-Dönmelik/Derleme, (Haz. Suat Ak), Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, Mart 2008.

KOCABAŞ, Süleyman, Kendi İtiraflarıyla Jön Türkler Nerede Yanıldı. Hayaller... Komplolar... Kayıplar...1890-1918, Vatan Yayınları, Kayseri, 1991.

KOCABAŞ, Süleyman, Türkiye’de Gizli Tarih IIDönmelik ve Dönmeler, Vatan Yayınları, İstanbul, 2003.

KOÇ, Mehmet, Osmanlı Huhukunda Tazir Suçları ve Cezaları, Gayrı Münteşir Doktora Tezi (Necmettin Erbakan Üniversitesi-NEÜ), Konya, 2017.

KOÇAK, Azmi, Atatürk’ün İlk Öğretmeni Şemsi Efendi, Düşler Sokağı Yayıncılık, İstanbul, Kasım 2006.

KOÇU, Reşad Ekrem, İstanbul Ansiklopedisi, Koçu Yayınları, İstanbul, 1963.

KOÇU, Reşad Ekrem, İstanbul Ansiklopedisi, Koçu Yayınları, İstanbul, 1971.

KOHEN, Moiz, Türkler Bu Muharebede Ne Kazanabilirler?, Türk Yurdu Kitaphanesi, İstanbul, 1330.

KORAY, Tanju, Çırak Kalfa Usta, Cesar Rigo Basımevi, İstanbul, 1973.

KOŞAY, Hamir Zübeyr, Kültür Tarihimiz Bakımından İki Önemli Mezar Taşı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1986.

KOZANOĞLU, Zeynel, Anıt Adam Osman Nevres “Hasan Tahsin”, İzmir Gazeteciler Cemiyeti Yayını, İzmir, Yayın Tarihi Bulunmamaktadır.

KÖSEMEN, C. M., Osman Hasan and The Tombstone Photographs af The Dönmes, Libra Kitap ve Yayıncılık, İstanbul, 2014.

KUNTAY, Mithat Cemal, Mehmet Akif, Oğlak Yayıncılık, İstanbul, 2014.

Kur’an-ı Kerim, Merve Yayınları, İstanbul, (Yayın tarihi bulunmamaktadır).

KURAN, Ahmet Bedevi, İnkılap Tarihimiz ve Jön Türkler, Kaynak Yayınları, İstanbul, Nisan 2000.

KUTAY, Cemal, Tarih Sohbetleri, Son Telgraf Matbaası, İstanbul, 1968.

KUTUB, Seyyid, Yahudi ile Savaşımız, Çev. Abdülhamid Dağdeviren, Arslan Yayınları, İstanbul, Mayıs 1990.

KÜÇÜK, Abdurrahman, Dönmeler (Sabatayistler) Tarihi, Aziz Andaç Yayınları, Ankara, Temmuz 2005.

KÜÇÜK, Yalçın, Çöküş, Mızrak Yayınları, İstanbul, Ocak 2010.

KÜÇÜK, Yalçın, İsyan, İthaki Yayınları, İstanbul, 2005.

KÜÇÜK, Yalçın, Tekelistan, İthaki Yayınları, İstanbul, 2004.

KÜÇÜK, Yalçın, Şebeke, İthaki Yayınları, İstanbul, 2004.

KÜTÜKOĞLU, Mübahat S., Tarih Araştırmalarında Usûl, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 1998.

LAMARTİNE, Alphonse de, Osmanlı Tarihi, Çev. Serhat Bayram, Kapı Yayınları, İstanbul, Şubat 2011.

LAQUEUR, Hans-Peter, Hüvel-Baki İstanbul’da Osmanlı Mezarlıkları ve Mezar Taşları, Çev. Selahattin Dilidüzgün, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, Nisan 1997.

Leskovikli Mehmet Rauf, İttihat ve Terakki Ne İdi, Haz. Bülent Demirbaş, Arba Yayınları, İstanbul, Kasım 1991.

LEWİS, Bernard, İslâm Dünyasında Yahudiler, Çev. Bahadır Sina Şener, Haz. Mete Tunçay, İmge Kitabevi, Ankara, Nisan 1996

LEWİS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev. Metin Kıratlı, TTK Yayınları, Ankara, 1993.

LEWİS, Bernard, Ortadoğu, Çev. Selen Y. Kölay, Arkadaş Yayınevi, Ankara, 2006.

LOTİ, Pierre, Can Çekişen Türkiye 1914, Haz. Fikret Şahoğlu, Tercüman Yayınları, Yayın Tarihi ve Yeri Bilgisi Bulunmamaktadır.

Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar, Belgeler, Çev. Seha L. Meray, AÜ SBF Yayınları, Yayın No. 348., Ankara, (Yayın Tarihi Bulunmamaktadır).

Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar, Belgeler, Çev. Seha L. Meray, YKY Yayınları, İstanbul, Mayıs 2001.

MALAY, Hasan, Epigrafi (Yazıtbilim). Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, Bornova-İzmir, 1987.

MANGO, Andrew, Atatürk, Çev. Füsun Doruker, Sabah Kitapları, İstanbul, Nisan 2000.

MARDİN, Şerif, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, Çev. Mümtazer Türköne, Fahri Unan, İrfan Erdoğan, İletişim Yayınları, İstanbul, 1996.

MAROZZİ, Justin, Timurlenk, Çev. Hülya Kocaoluk, YKY Yayınları, İstanbul, 2006.

MARSCHALKO, Louis, Cihanı Yutmaya Hazırlanan Sinsi Canavar Yahudi, Çev. Cüneyd Emiroğlu, Sebil Yayınevi, İstanbul, 1976.

MAZOWER, Mark, Selanik: Hayaletler Şehri, Çev. Gül Çağalı Güven, YKY Yayınları, İstanbul, Nisan 2007.

Mehmet Talat Paşa, Talat Paşa’nın Anıları, Haz. Alpay Kabacalı, T. İş bankası Yayınları, İstanbul, Temmuz 2019.

“Mezar Taşları”, Ana Britannica, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1992, c. XXII.

MISIROĞLU, Kadir, Filistin Dramının Düşündürdükleri, Sebil Yayınevi, İstanbul, 2017.

MİCHEL, G., Mason Diktatörlüğü, Çev. Eski Bir Sefir, İhya Yayınları, İstanbul, 1974.

MUMFORD, Lewis, Tarih Boyunca Kent, Çev. Gürol Koca-Tamer Tosun, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2013.

MÜFTÜOĞLU, Ahmed Hikmet, Çağlayanlar, Haz. Fethi Tevetoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, Mayıs 1987.

NAUDHON, Paul, Tarihte ve Günümüzde Masonluk, Çev. Samih Tiryakioğlu, Varlık Yayınevi, İstanbul, 1968.

NOYAN, Münib Engin, Oma, Birun Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, Ocak 2000.

NURSİ, Bediüzzaman Said, Mektubat, Envar Neşriyat, İstanbul, 1990.

NÜZHET, Sadettin, İstanbul Meşahirine Ait Mezar Kitâbeleri, Remzi Kitaphâneleri, (Baskı Yeri Bulunmamaktadır), 1932.

OCAK, Ahmet Yaşar, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler 15. ve 17.

Yüzyıllar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, Şubat 2013.

ORTAYLI, İlber, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Kronik Yayınları, İstanbul, Ocak 2018.

ORTAYLI, İlber, İstanbul’dan Sayfalar, Hil Yayın, İstanbul, Ağustos 1986.

Ortaylı, İlber, Osmanlı Barışı, Ufuk Kitap, İstanbul, Mart 2004.

ORTAYLI, İlber, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, Timaş Yayınları, İstanbul, 2006.

ORTAYLI, İlber, Tarih Yazıcılık Üzerine, Cedit Neşriyat, Ankara, 2011.

ORTAYLI, İlber, Zaman Kaybolmaz, T. İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, Nisan 2007.

Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, TC Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, , Yayın No: 64, Defter-i Hâkani Dizisi: VIII., 111 Numaralı Kerkük Livası Mufassal Tahrir Defteri (Kanuni Devri), Ankara, 2003.

Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, TC Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, , Yayın No: 109, Defter-i Hâkani Dizisi: XVI., 397 Numaralı Haleb Livası Mufassal Tahrir Defteri (943-1536-I), Ankara, 2010.

ÖKE, Mim Kemal, Kutsal Topraklarda Siyonistler ve Masonlar, Çağ Yayınları, İstanbul, 1990.

ÖKE, Mim Kemal, Saraydaki Casus, İrfan Yayıncılık, İstanbul, 2017.

ÖRNEK, Sedat Veyis, Anadolu Folklorunda Ölüm, AÜ DTCF Yayınları, Ankara, 1971.

ÖZER, Kemal, Gülen Şeytanlar Tarihi, Hayy Kitap, İstanbul, Mart 2018.

ÖZTUNA, Yılmaz, Cumhuriyet Dönemi Öncesinde Türkler, Babıali Kültür Yayıncılık (BKY) Yayıncılık, İstanbul, 1987.

ÖZTUNA, Yılmaz, Türkiye Tarihi, Hayat Yayınları, Yayın Yeri İsmi

Bulunmamaktadır, 1966.

ÖZTUNA, Yılmaz, Türkler-Araplar-Yahudiler, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, Eylül 2007.

PAKALIN, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB Yayınları, İstanbul, 1993.

PURGSTALLİ, Baron Joseph Von Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi, Çev. Mehmet Ata Bey, Vecdi Bürün, Refik Özdek, Erol Kılınç, Fuat Onuk, İsmet Elbaşı, Mümin Çevik, Yayın Hakkı Mümin Çevik, İstanbul, 2010, c. VI.

RAGHEB, Youssef, İslâm Hukukuna Göre Mezarın Yapısı, İslâm Dünyasında Mezarlıklar ve Defin Gelenekleri, TTK Yayınları, Ankara, 1996.

RAMSAUR, Ernest Edmondson, Jön Türkler ve 1908 İhtilali, Çev. Nuran Ülken, Sander Yayınları, İstanbul, 1972.

Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, Heidi Schmit (Naşir), Frankfurt am Main, 1982, c. II.

ROBERTS, J. M., Avrupa Tarihi, Çev. Fethi Aytuna, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2015.

ROSANYI, Laszlo, Tarihte Türklük, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1993.

ROUX, Jean-Paul, Türklerin Tarihi Pasifikten Akdeniz’e 2000 Yıl, Çev. Aykut Kazancıgil-Lale Arslan Özcan, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, Nisan 2008.

ROZEN, Minna, İstanbul Yahudi Cemaati’nin Tarihi (1453-1566), Çev. Serpil Çağlayan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, Eylül 2010

SABİS, Ali İhsan, Harp Hatıralarım, İstiklal Harbi ve Gizli Cihetleri, Nehir Yayınları, İstanbul, 1993, c. V.

Sadık, Dönmelerin Hakikati, Karabet Matbaası, Dersaadet, 1335.

SAFİ, Ahmed, Dönmeler Âdeti, Haz. M. Ertuğrul Düzdağ, Zvi-Geyik Yayınları, İstanbul, Eylül 2002.

SANCAR, Nejdet, Türklük Sevgisi, Tanrıdağı Yayınları, İstanbul, 1952.

SCHOLEM, Gershom, Sabetay Sevi Mistik Mesih, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2011.

SCHWEİZER, Max, Ankara ve Lozan Arasında: Avrupa Yolundaki Türkiye Özerine Bir Derleme, Phoenix Yayınevi, Ankara, 2005.

SELANİK’TE Osmanlı Matbuatı Gonca-i Edep, (Haz. Şeyda Aysun Oğuz, Sevengül Korkmaz), Turkuaz Yayınları, İstanbul, 2009.

SERTEL, Sabiha, Roman Gibi, Belge Yayınları, İstanbul, 1987.

SERTEL, Yıldız, Annem Sabiha Sertel Kimdi? Neler Yazdı?, YKY Yayınları, İstanbul, Haziran 1994.

SERTEL, Zekeriya, Hatırladıklarım, Remzi Kitabevi, İstanbul, Şubat 2001.

SEVİNÇ, Necdet, Osmanlı’dan Günümüze Misyoner Faaliyetleri, Milenyum Yayınları, İstanbul, Şubat 2002.

SHARON, Moshe Sevilla-, Türkiye Yahudileri, İletişim Yayınları, İstanbul, Şubat 1992.

SOYGUN, Taylan, Halil Paşa, İttihat ve Terakki’den Cumhuriyete Bitmeyen Savaş, Kamer Yayınları, İstanbul, 1997.

SOYSAL, İlhami, Dünya’da ve Türkiye’de Masonluk ve Masonlar, Der Yayınları, İstanbul, 1988.

ŞAHİN, Eyüp, İlk Defa Yayınlanan Belgelerle Hasan Tahsin Gerçeği, Ketebe Yayınları, İstanbul, Kasım 2019.

ŞİŞMAN, Cengiz, Suskunluğun Yükü, Çev. Ahmet Demirhan, Doğan Kitap, İstanbul, Eylül 2016.

TAÇALAN, Nurdoğan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken, Millîyet Yayınları, Yayın Yeri Bulunmamaktadır, Eylül 1970.

TANYU, Hikmet, Tarih Boyunca Yahudiler ve Türkler, Yağmur Yayınları, İstanbul, 1977.

Tarih, Maarif Vekâleti, İstanbul Devlet Matbaası, İstanbul, 1931, c. IV.

TEPEDELENLİOĞLU, Nizamettin Nazif, İlan-ı Hürriyet ve Sultan II. Abdülhamid Han, Yeni Çığır Kitabevi, İstanbul, (Basım Yılı Bulunmamaktadır).

The Jewish Encyclopedia, Funk and Wagnalls Company, New York-London, 1905, c. XI.

TOGAN, A. Zeki Velidi, Tarihte Usûl, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1995.

TOGAN, Zeki Velidi, Çengizhan (1155-1227),Yayınevi ve Yayınlandığı Yer Bulunmamaktadır, 1969-1970.

Tudela’lı Benjamin-Ratisbon’lu Petachia, Ortaçağda İki Yahudi Seyyahın İslam Dünyası Gözlemleri, Çev. Nuh Arslantaş, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, Ocak 2009.

TÜRKGELDİ, Ali Fuat, Görüp İşittiklerim, TTK Yayınları, Ankara, 2010.

Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, Anadolu Yayıncılık, İstanbul, 1983.

Türk İstiklal Harbi, Güney Cephesi, TC Genel Kurmay Başkanlığı, , c. IV. UMAR, Bilge, İzmir’de Yunanlıların Son Günleri, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1974. UYGUR, Ziya, İnkılaplar, İhtilaller ve Siyonizm, Üç Dal Neşriyat, İstanbul, 1968.

UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Büyük Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, (Basım Yeri ve Tarihi Bilgisi Bulunmamaktadır) 6. Baskı, c. V.

UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Kitabeler, İstanbul Devlet Matbaası, İstanbul, 1929.

WEİSSE, John A., The Obelisk and Free Masonry, New York, 1880.

WİLKİNSON, Kathryn, Kökenleri ve Anlamlarıyla Semboller ve İşaretler, Çev. Seda Toksoy, Alfa Basım, İstanbul, 2011.

YAHYA, Harun, Kabala ve Masonluk, Araştırma Yayıncılık, İstanbul, Ekim 2007.

YALÇIN, Soner, Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı Efendi 2, Doğan Kitap, İstanbul, Haziran 2006.

YALÇIN, Soner, Efendi Beyaz Türklerin Büyük Sırrı, Doğan Kitap, İstanbul, Nisan 2004.

YALMAN, Ahmed Emin, Havalarda 50.000 Kilometre Seyahat, Vatan Matbaası, İstanbul, 1943.

YALMAN, Ahmed Emin, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, Haz. Erol Şadi Erdinç, Pera Turizm ve Ticaret Yayınları, İstanbul, 1997.

Yesevizade, Yahudilik ve Dönmeler, Araştırma Yayınları, İstanbul, (Yayın tarihi olmamakla birlikte 1987’de yayınlandığı haricen öğrenilmiştir).

YEŞİLYURT, Süleyman, Yahudi Dönmeler ve Mum Söndü Ayinleri, Kültür Sanat Yayınları, Ankara, Şubat 2007.

YEŞİLYURT, Süleyman, Yahudi Dönmeler ve Mum Söndü Ayinleri, Kültür Sanat Yayınları, Ankara, Şubat 2007.

ZORLU, Ilgaz, Evet Ben Selanikliyim, Türkiye Sabetaycılığı, Belge Yayınları, İstanbul, 1999.

  1. Makaleler

AÇIKGÖZOĞLU, Ahmet Sacit, “Mezar Taşı Çalışmaları”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, 2009, c. VII., S.XIV.

AFYONCU, Erhan, “Yeni Vesikalar Işığında Sabetay Sevi (Ö. 1676)”, Kitaplara Vakfedilen Bir Ömre Tuhfe İsmail E. Erünsal’a Armağan, Ülke Yayınları, İstanbul, Ocak 2014, c. I.

AKMAN, Mehmet, “Kilise ve Havraların İslam-Osmanlı Hukuk Tarihindeki Yeri”, İLAM Araştırma Dergisi, Temmuz-Aralık 1996, S. 2, c. I, ss. 133-144.

AKYÜZ, Yahya, “Atatürk’ün Eğitim Düşüncesinin Kökenleri ”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Mart 1992, c. VIII., S. 23.

ATABEK, Reşat, “Semboller”, Mimar Sinan Dergisi, İstanbul, 1978, S. 26.

AYDIN, Zahide, “Maliye Nazırı Cavid Bey”, KSÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 2015, c. XII., S. 2

BAKIRER, Ömer, “Kitâbeler, Vakfiyeler ve Yazarlar”, Anadolu Selçukluları ve Beylikleri Dönemi Uygarlığı (Mimarlık ve Sanat) 2, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2006.

BALİ, Rıfat N., “Dönmenin Hikayesi Nazif Özge Kimdir” Tarih ve Toplum Dergisi, Temmuz 2002, c. XXXVIII., S. 223.

BALİ, Rıfat N., “Nazif Özge Kimdir?”, Tarih ve Toplum Dergisi, Temmuz 2002, c. XXXVIII., S. 223.

BALİ, Rıfat N., “Anılarda ve Söyleşilerde Sabetaycılar”, Tarih ve Toplum Dergisi, Temmuz 2002, c. XXXVIII., S. 223, ss. 26-36.

BALİ, Rıfat N., “Evet, Ben Selanikliyim”, Virgül, Ocak 1998, ss. 44-47.

BAŞOĞLU, Tuncay, “Resim”, TDV İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul, 2007, c. XXXIV, ss. 580-582.

BAYKARA, Tuncer, “Saha Araştırmalarının Selçuklu Tarihi Bakımından Ehemmiyeti”, Elazığ Üniversitesi Tarih Metodolojisi ve Türk Tarihinin Meseleleri Kollokyumu Bildiriler, Elâzığ, 1990, ss. 243-245.

BERG, İrwin, “The Donmeh: True Believers, Jewish Heretics or Untrustworthy Moslem Converts?”, Kulanu Dergisi, New York, 2008, Volume. 15, Number. 4.

BERK, Süleyman, “Osmanlı Mezar Taşı Kitâbelerinin Dili”, Düşünen Şehir Dergisi, Kayseri, Mart 2018, S. 5, ss. 94-99.

BERK, Süleyman, “Osmanlı Mezar Taşı Kitâbelerinin Dili: “Taşa Kazınan Tarih”, Din ve Hayat Dergisi, Ankara, 2010, S. 9, ss. 82-83.

BESEMMER, Paul, “Cavid Bey’e Mektuplar”, Tarih ve Toplum Dergisi, Temmuz 2002, c. XXXVIII., S. 223, ss. 22-23.

BİÇİCİ, Kamil, “Yazılı Araştırmalar Işığında Türkiye Mezar Taşlarına Toplu Bir Bakış”, Ekev Akademi Dergisi, Kış 2006, S. 26, ss. 175-192.

BOZKURT, Nebi, “Mezarlık”, DİA, Ankara, 2004, c. XXIX., ss. 519-522.

CAHİD, Hüseyin, “Siyasiyyat”, Tanin, (5 Kânunusani 1340) 5 Ocak 1924.

ÇELİK, Celaleddin, “Şehir ve Makber”, Düşünen Şehir Dergisi, Kayseri, Mart 2018, S. V.

DALGIN, Nihat, “Temel Kaynaklar Çerçevesinde Dinden Dönme ve İnanç Özgürlüğü”, Makalat Dergisi, 1999, S. 1.,

DÖNMEZ, İbrahim Hakan-Birol Demircan, “Bir Kültürel Bellek Taşıyıcısı Olarak Mezar Taşlarını Okumak”, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Ankara, Fall 2013, Volume 8/12, ss. 415-426.

EDİP, Eşref, “Türkiye’de Dönmelik Tarihçesi”, Sebîlü’r-Reşad, Ağustos 1948, c.

I., S. 11.

EDİP, Eşref, “Türkiye’de Dönmelik Tarihçesi”, Sebîlü’r-Reşad, Ağustos 1948, c. I., S. 12.

ERCAN, Yavuz, “Türkiye'de XV. ve XVI. Yüzyıllarda Gayrimüslimlerin İçtimai ve İktisadi Durumu”, Belleten, Ankara, 1983, c. XLVII.

ERKAN, Nevzat, “Osmanlı Dönemi Üsküdar’da Yaşayan Gayrimüslimlerin Mezarlıkları ve Gayrimüslimler Arasında Mezarlık Tartışmaları”, Uluslararası Üsküdar Sempozyumu VII., İstanbul, 2-4 Kasım 2010, ss. 310-315.

HEYD, Uriel, “Sabetay Sevi ile İlgili Bir Osmanlı Belgesi” Tarih ve Toplum Dergisi, Temmuz 2002, c. XXXVIII., S. 223, ss. 7-9.

GÜÇ, Ahmet, “Yahudilik: V. Mabed ve İbadet”, DİA, İstanbul, 2013, c. XVIII, ss. 207-212.

GÜNDÜZ, Şinasi, “Kur’an Kıssalarının Kaynağı Eski Ahit mi? Yapı, Muhteva ve Kaynak Açısından Kur’an Kıssaları”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Samsun, 1998, S. 10, ss. 49-88.

İLKİN, Selim, “Cavid Bey (1875-1926)”, DİA, İstanbul, 1993, c. VII, ss. 175176.

“İnanç ve Kültür Ekseninde Mezarlıklar”, Türkiye Belediyeler Birliği Dergisi, Ocak-Şubat 2017, S. 825-826, ss. 18-19.

KARACA, Faruk, “Mezar Taşlarına Yansıyan Şekliyle Türk Kültüründe Hayat ve Ölümle İlgili Bazı Değerlendirmeler”, İslami Araştırmalar Dergisi, c. XIV., S. 3-4, ss. 501-512.

KARAMAN, Hayrettin, “Ebediyet Yolcusunu Uğurlarken”, Diyânet İşleri Başkanlığı Dergisi, Ankara, Eylül-Ekim 1973, ss. 265-282.

KAYA, Muharrem, “Drina Köprüsü ve El Greko’ya Mektuplar Romanlarında „Öteki’ Türkler, Müslümanlar”, Hürriyet Gösteri, S. 313, Temmuz-Ağustos- Eylül 2014, ss. 90-110.

KOLOĞLU, Orhan, “350 Yıllık Serüven”, Tarih ve Toplum, Temmuz 2002, c. XXXVIII., S. 223, ss. 50-62.

KUCUR, Sadi S., “Mezartaşlan”, Büyük İstanbul Tarihi, İBB Kültür A.Ş Yayınları, İstanbul, 2015, c. V, ss. 435-441.

KUTAY, Cemal, “Bir Fedaiden Bakir Destanlar”, Tarih Konuşuyor, 1 Mayıs 1964, c. I., S. 4, ss. 1103-1108.

KÜÇÜK, Abdurrahman, “Ahid Sandığı”, DİA, İstanbul, 1988, c. I., s. 535.

KÜÇÜK, Abdurrahman, “Dönme”, DİA, İstanbul, 1994, c. IX, ss. 518-520.

KÜÇÜK, Abdurrahman, “Tarihten Günümüze Sabataycılık/Dönmelik Meselesine Yaklaşımlar”, Müslümanlar ve Diğer Din Mensupları, Türkiye Dinler Tarihi Derneği Yayınları, Ankara, 2004.

KÜÇÜK, Abdurrahman, “Münafıklık ve Dönmelik Üzerine Bir Araştırma”, AÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara, 1987, c. XXIX, S. 1, s. 347-359.

KÜÇÜK, Abdurrahman, “Yahudilikteki Arz-ı Mev’ud Anlayışının Boyutları” AÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara, 1994, c. XXXIII., S.1, ss.101-111.

LANDAU, Jacob M., “Munis Tekinalp: Bir Kemalist’in Portresi”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul, 1989, 5. Milletlerarası Türkoloji Kongresi Tebliğler, 23-28 Eylül 1985, III. Türk Tarihi, c. II, ss. 401-408.

MERT, Özcan, “Atatürk’ün İlk Öğretmeni Şemsi Efendi (1852-1917)”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Mart 1991, c. VII., S. 20, ss. 331-346.

Millîyet, “Takdir-i İlâhi”, 19 Mayıs 2000.

ORTAYLI, İlber, “Osmanlı Modernleşmesi ve Sabetaycılık”, Tiryaki, Nisan 1998, ss. 9-18.

ÖZCAN, Abdülkadir, “Mehmed Süreyya”, DİA, Ankara, 2003, c. XXVIII, ss. 527-529.

ÖZCAN, Azmi, “Masonluk”, DİA, Ankara, 2003, c. XXVIII, ss. 95-99.

PASİNER, Galip, “Meslek ve Vazife Aşıkı Bir Maarifçi”, Akşam, 13

Kânunuevvel 1938.

SARI, Süleyman, “Câmi ve Mescitlerle İlgili Fıkhi Hükümler”, İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi, 2009, ss. 335-360.

SCHOLEM, Gershom, “Gizli Yahudi Cemaati: Türkiye Dönmeleri”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara, 1988, c. XXX, S. 1, ss. 217-244.

SEVİM, Nidayi, “Osmanlı Mezar Taşlarında Başlıklar, Semboller, Şekiller ve Motifler”, Düşünen Şehir Dergisi, Kayseri, Mart 2018, S. 5, ss. 100-109.

ŞENER, Mehmet, “Kabir-Fıkıh”, DİA, İstanbul, 2001, c. XXIV., ss. 35-37.

ŞİŞMAN, Cengiz-Muharrem Varol, “Erken Cumhuriyet Dönemi Sabataycılık Tartışmaları: Türk Sesi Gazetesinden 1924 Tarihli Bilinmeyen Bir Tefrika”, Türkiyat Mecmuası, Bahar 2015, c. XXV, ss. 189-233.

TEPEALTI, Fahrettin, “Lozan Nüfus Mübadelesi Göçleri ve Türk Mübadillerin İskânı”, Coğrafya Dergisi, İstanbul, 2019, S. 39, ss. 89-98.

TOGAN, Zeki Velidi, “Emir Timur’un Soyuna Dair Bir Araştırma”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, İstanbul, Mart 1972, S. 26, ss. 7584.

TÜRKAL, Merve Karaçay, “Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağanın Hayatı ve Eserleri (1658-1726-27)”. Mavi Atlas GŞÜ Edebiyat Fakültesi Dergisi, Güz 2013, S. 1, ss. 28-50.

UYGUN, Azize, “Eski Mezopotamya ve Yahudilikte Yedi Sembol ve Hayır Hatemi”, Tarih Okulu Dergisi, Nisan 2019, S. 39, ss. 601-626.

UYGUR, Sinan, “Dobruca’da Türk Mezarları”, Karadeniz Araştırmaları Dergisi, Bahar 2007, S. 13, ss. 153-157.

ÜNAL, Mustafa, “Sırat-ı Müstakim (Sebıl'ür Reşad) Dergilerinde Yahudilik ve Yahudiler ile İlgili Yazılar”, Türkiye'de Dinler Tarihinin Kurumsallaşması Sürecinde Abdurrahman Küçük, Berikan Yayınevi, Ankara, 2016, ss. 329-348.

ÜNAL, Neslihan-Gülsüm Tütüncü, “İstanbul ve Selanik Yahudi Cemaatlerinin Gelişim Dinamiklerinin Karşılaştırmalı Analizi”, Osmanlı Dönemi Balkanlarda Kültürel ve Sosyal Hayat, Ankara, 2018, ss. 263-339.

YARİŞ, Sahure, “Üsküdar Solak Sinan Paşa Câmii ve Sinan Paşa Câmii Hazirelerindeki Mezar Taşları”, Uluslararası Üsküdar Sempozyumu X, Bildiriler, c. III., İstanbul, 19-21 Ekim 2018, ss. 13-86.

YERLİ, Yusuf, “Önce Mezar Vardı”, Düşünen Şehir Dergisi, Kayseri, Mart 2018, S. 5., ss. 40-45.

YILDIRIM, Mustafa, “Bektaşi Mezar Taşlarında Dekoratif Sanatlar”, NEU İlahiyat Fakültesi Dergisi, Konya, 1998, c. VIII, S. 8, ss. 189-202.

YILDIRIM, Nuray, “Hayatizade Mustafa Feyzi”, DİA, İstanbul, 1998, c. XVII, ss. 16-17.

ZORLU, Ilgaz, “Sabetay Sevi Hareketi Üzerine Önemli Bir Kitap: Sefer Şirot ve Tişbahot Şel Şabtayim”, Bütün Yönleriyle Yahudilik Uluslararası Sempozyumu, 18-19 Şubat 2012, Ankara, 2012, ss. 551-564.

ZORLU, Ilgaz, “500. Yılda Unutulan Bir Cemaat: Türkiye Dönmeleri”, Tarih ve Toplum, Eylül 1992, S. 105, ss. 162-163.

  1. Gazete-Dergi-Medya

BLUMENTAL, Michele-Michel Grosman, Sazanikos (Dönmehs) Filmi, Çev. Conqueror, 1992 Yapım.

Cumhuriyet, 13.10.1936-13.11.1936.

Devrim, 12.01.1971-12.02.1971.

Gonca-i Edep, 30.04.1299-30.05.1299.

Gonca-i Edep, 15.03.1300-15.04.1300.

Gonca-i Edep, 01.04.1299-01.05.1299.

Hürriyet, 10.11.1988-10.12.1988.

Kadın Dergisi, 9 Mart 1325, s. 9.

“Dönmeler”, Mihrab, 15 Kânunusani 1340 (15 Ocak 1924), S. 5, ss. 150-154.

Milliyet, 10. 11.1985-11.11.1985.

Milliyet, 15. 09.1986-15.10.1986.

Milliyet, 30. 10.1986-30.11.1986.

Mimar Sinan Dergisi, İstanbul, 1978, S. 26.

Resmi Gazete, 21 Şubat 1921, No. 3.

Sebîlü’r-Reşad, 17 Kanunusani 1340, c. XXIII., S. 584-10 Kanunusani 1340 (10 Ocak 1924), c. XXIII., S. 583.

TBMM Zabıt Ceridesi, 29 Nisan 1920-7 Haziran 1926.

Tercüman, 22.08.1986-22.09.1986

Vakit, 4 Kânunusani 1340 (4 Ocak 1924).

Yenisöz, 15.06.201916.06.2019.

  1. İnternet Siteleri

https://www.aydinlik.com.tr/arsiv/yalcin-kuecuek-the-doenme, SET. 11.05.2020.

https://www.creativejewishmom.com/2017/04/why-is-the-butterfly-a-symbol-of- the-holocaust.html#tpe-action-resize-385, SET. 20.01.2020.

http://www.ekrembugraekinci.com/makale.asp?id=294, SET. 19.02.2020.

http://freemasonrywatch.org/obelisks freemasonry.html, SET. 01.01.2020.

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/grup-seks-sabetayizm-in-emridir-5124002, SET. 17.02.2020.

https://masonlar.org/masonlar forum/index.php?topic=13681.0,SET. 31.12.2019.

https://odatv.com/bulbulderesi-mezarliginin-gizli-kalmis-sirlari-

0703101200.html, SET. 01.01.2020.

https://odatv.com/bulbulderesi-ve-suleyman-mabedi-1303101200.html, SET.

31.12.201.

https://.tr-m.wikipedia.org, SET. 31.12.2019.

https://tr.wikipedia.org/wiki/Ferik%C3%B6y Mezarl%C4%B1%C4%9F%C4% B1, SET. 13.05.2020.

https://tr.qwe.wiki/wiki/List of mayors of Thessaloniki, SET. 19.024.2020.

http://www.turkyahudileri.com/images/haberler duyurular/linkler/kelebek siir.p df, SET. 20.01.2020.

https://www.yenisafak.com/yazarlar/tahakivanc/cifte-standardin-boylesi-41627, SET. 18.04.2020.

EKLER LİSTESİ

Ek-1. Hasan Tahsin Hakkında Dâhiliye Vekâletince Yazılan Yazının Bir Sureti

Ek-2. Hasan Tahsin Hakkında İzmir Valiliğince Yazılan Yazının Bir Sureti

Ek-3. Hasan Tahsin Hakkında İstanbul Valiliğince Yazılan Yazının Bir Sureti

Ek-4. Selanik Mevlevi Dergâhında Sabetayist Bir Dervişe Ait Fotoğraf

Ek-5. Selanik Yeni Camii Fotoğrafı

Ek-6. Kadın Dergisi 9 Mart 1325 Tarihli Sayısının 9. Sayfası

Ek-7. Kısa Sabetay Sevi Kronolojisi

EKLER





Ek-1. Hasan Tahsin Hakkında Dâhiliye Vekâletince Yazılan Yazının Bir Sureti
(Kaynak: Şahin, a..g.e., s. 367)



















Ek-2. Hasan Tahsin Hakkında İzmir Valiliğince Yazılan Yazının Bir Sureti (Kaynak:
Şahin, a.g.e., ss. 368-369)

















Ek-3. Hasan Tahsin Hakkında İstanbul Valiliğince Yazılan Yazının Bir Sureti
(Kaynak: Şahin, a.g.e., s. 371)



















Ek-4. Selanik Mevlevi Dergahında Sabetayist Bir Derviş (Kaynak: Eygi, a.g.e., s.

203).





































Şekil Ek-5. Selanik Yeni Camii (Kaynak: https://selanikrehberi.com/activity/yeni -
cami/, SET. 23.05.2020)

Ek-6. Kadın Dergisi 9 Mart 1325

Ek-7. Kısa Sabetay Sevi Kronolojisi

1 Ağustos 1626 Sabetay Sevi İzmir’de dünyaya geldi.

1644 Sabetay Sevi Hakham unvanını aldı.

1648 Mesihliğini ilan etti-1-

1650 İstanbul’a geldi -1- ve Abraham Acher tarafından mesih ilan edildi.

1662 Kudüs’e geldi ve Gazzeli Nathan tarafından Mesih ilan edildi.

1664 Sarah ile evlendi.

14 Aralık 1665 Mesihliğini ilan etti -2

1666 Oğlu İsmail Mordehay dünyaya geldi (iddia).

Ocak 1666 İstanbul’a nefyedildi.

1666 Abidos Kalesine nefyedildi.

1666 Nehemia Kohen ile Abidos’ta münazarada bulundu.

16 Eylül 1666 Edirne Sarayında istintak edildi, İslam’a döndü ve maaş bağlandı.

1668 Edirne’den İstanbul’a celp edildi, göz hapsine alındı ve maaşı kesildi.

1672 Ülgün’e nefyedildi.

16 Eylül 1676 Ülgün’de öldü ve Yakubi grup ortaya çıktı.

Ocak 1695 Yakup Kerido öldü.

1689 Karakaşi grup ortaya çıktı.

1677 Osman Baba doğdu.

1720 Osman Baba öldü ve Kapancılar ortaya çıktı.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar