YAHUDİ DÖNMELER VE MUMSÖNDÜ AYİNLERİ
KÜLTÜR SANAT Yahudi Dönmeler • Kapak Tasarım Dizgi Mizanpaj Baskı Tarihi I. Baskı Şubat 2007 IV. Baskı Haziran 2007 VI. Baski Mayıs 2008 İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ 10 MUMSÖNDÜ AYİNLERİ 14 VE NAKİYE ELGÜN 14 NAKİYE ELGÜN'DEN SONRAKİ SAPKINLIĞIN TEMSİLCİSİ İSTANBUL MİLLETVEKİLİ YUSUF SALMAN 40 ANKARA'DAKİ MUMSÖNDÜCÜ KOMŞUM 56 KİMDİR BU SABETAY SEVİ? 80 PURİM BAYRAMI 93 HER YERDEN KOVULAN SABETAY SEVİ MESİHLİGİNİ İLAN ETMEK İÇİN KUTSAL TOPRAKLARA GİDİYOR 101 SAHTE MESİH DİN DEĞİŞTİRİYOR 125 YAHUDİ DÖNMELERİN ÜLKEMİZE YERLEŞİMLERİ 172 BÜLBÜLDERESİ DÖNME MEZARLIĞI 186 ÜNLÜ SABETAYCI HALİDE EDİP ADIVAR 191 NAZIM HİKMET VE POLONYA YAHUDİSİ PAŞA DEDESİ 201 MÜSLÜMANLIĞI VE SABETAYCILIGI BİRLİKTE YAŞAYAN YALMAN AİLESİ 220 İHTİLAL FETVACISI 228 YAHUDİ DÖNMESİ PROFESÖR 228 KORGENERAL FARUK GÜVENTÜRK'ÜN SEÇTİRDİĞİ SABETAYCI KURUCU •MECLİS ÜYESİ 236 SABETAYCI VE İHTİLALCİ ALBAY OSMAN KÖKSAL 248 İZMİR'İN KARAKAŞİ KÖKENLİ BELEDİYE BAŞKANI OSMAN KİBAR 258 YAHUDİ DÖNMESİ BEZMEN AİLESİ 263 ÜZEYİR GARİH VE ERBAKAN'IN DOSTLUĞU 284 MERMERCİ VE GARİH AİLESİ 292 SOYADINI DEĞİŞTİREN İSMAİL CEM (İPEKÇİ) 297 İPEKÇİLER'İN AYKIRI ÇOCUĞU MÜDACI CEMİL BEY 314 MESUT YILMAZ'IN BABAANNESİ KIRIMLI SONYA HANIM 319 SABETAYİST PROFESÖR CEVAT BABUNA VE 325 HAKKINDAKİ MUMSÖNDÜ İSNATLARI 325 DR. OKTAR BABUNA BABASINI SABETAYİSTLİK VE TACİZCİLİKLE SUÇLUYOR 337 DR. OKTAR BABUNA'NIN BABASI PROF. CEVAT BABUNA HAKKINDAKİ DÜŞÜNCE VE GÖRÜŞLERİ 356 CEVAT VE SEMİN BABUNA'YLA YAPTIĞIM ÇOK ÖZEL GÖRÜŞME 365 IŞILDAR AİLESİ VE TÜLİN IŞILDAR'IN İTİRAFLARI 382 TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ'NİN SABETAYİST BAKAN VE MİLLETVEKİLLERİ 400 İzmir'in Karakaşi Kökenli Belediye ÖNSÖZ 12 MUMSÖNDÜ AYİNLERİ 16 VE NAKİYE ELGÜN 16 NAKİYE ELGÜN'DEN SONRAKİ SAPKINLIĞIN TEMSİLCİSİ İSTANBUL MİLLETVEKİLİ YUSUF SALMAN 42 ANKARA'DAKİ MUMSÖNDÜCÜ KOMŞUM 58 KİMDİR BU SABETAY SEVİ? 82 PURİM BAYRAMI 95 HER YERDEN KOVULAN SABETAY SEVİ MESİHLİGİNİ İLAN ETMEK İÇİN KUTSAL TOPRAKLARA GİDİYOR 103 SAHTE MESİH DİN DEĞİŞTİRİYOR 127 YAHUDİ DÖNMELERİN ÜLKEMİZE YERLEŞİMLERİ 174 BÜLBÜLDERESİ DÖNME MEZARLIĞI 188 ÜNLÜ SABETAYCI HALİDE EDİP ADIVAR 193 NAZIM HİKMET VE POLONYA YAHUDİSİ PAŞA DEDESİ 203 MÜSLÜMANLIĞI VE SABETAYCILIGI BİRLİKTE YAŞAYAN YALMAN AİLESİ 222 İHTİLAL FETVACISI 230 YAHUDİ DÖNMESİ PROFESÖR 230 KORGENERAL FARUK GÜVENTÜRK'ÜN SEÇTİRDİĞİ SABETAYCI KURUCU •MECLİS ÜYESİ 238 SABETAYCI VE İHTİLALCİ ALBAY OSMAN KÖKSAL 250 İZMİR'İN KARAKAŞİ KÖKENLİ BELEDİYE BAŞKANI OSMAN KİBAR 260 YAHUDİ DÖNMESİ BEZMEN AİLESİ 265 ÜZEYİR GARİH VE ERBAKAN'IN DOSTLUĞU 286 MERMERCİ VE GARİH AİLESİ 294 SOYADINI DEĞİŞTİREN İSMAİL CEM (İPEKÇİ) 299 İPEKÇİLER'İN AYKIRI ÇOCUĞU MÜDACI CEMİL BEY 316 MESUT YILMAZ'IN BABAANNESİ KIRIMLI SONYA HANIM 321 SABETAYİST PROFESÖR CEVAT BABUNA VE 327 HAKKINDAKİ MUMSÖNDÜ İSNATLARI 327 DR. OKTAR BABUNA BABASINI SABETAYİSTLİK VE TACİZCİLİKLE SUÇLUYOR 339 DR. OKTAR BABUNA'NIN BABASI PROF. CEVAT BABUNA HAKKINDAKİ DÜŞÜNCE VE GÖRÜŞLERİ 358 CEVAT VE SEMİN BABUNA'YLA YAPTIĞIM ÇOK ÖZEL GÖRÜŞME 367 IŞILDAR AİLESİ VE TÜLİN IŞILDAR'IN İTİRAFLARI 384 TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ'NİN SABETAYİST BAKAN VE MİLLETVEKİLLERİ 402 ÖNSÖZ Derin sıkıntılara kapıldığım anlarda, gözlerim yaşararak yazmış bulunduğum "Yahudi Dönmeler”e ait kitabım, hiç abartıszz otuz yıllık bir birikimin ürünüdür. Yüce Meclisimizde görev yaptıkları dönemlerin kronolojik sıralamasına göre sayıları kırk’ ın üzerindeki Sabetayist parlamenter (içlerinde bakanlık yapmış olanlar da vardır), işadamı, yazar, öğretim görevlileri emekli generaller ve albaylar titiz bir araştırmadan geçirilerek defalarca egzersiz yapılıp tashih edildikten sonra, üzerinde durulması gereken dikkate önem verilerek ilgili sayfalara aktarılmıştır. Zira ülkemiz şartları açısından fazla alışık olmadığımız böylesine hassas ve sansasyonel konular, kelimenin tam anlamıyla risk almaktan başka birşey değildir. Bu kitabın yazarı olarak hayatımın her döneminde milliyetçi dünya görüşünü benimsememe rağmen Sabetaycı cemaatlerin içerisinde yeralan sağcısını, solcusunu, komünistini, ateistini hiçbir kuruluşun tesiri altında kalmaksızın kendi hür irademle gündeme getirmiş bulunmaktayım. Türkiye Büyük Millet Meclisindeki özlük dosyalarını ihtiva eden kayıtlardan yola çıkarak, yıllar içerisinde ilgili şahsiyetlerle yaptığım özel görüşmeler neticesinde soykökleri her yönüyle belirginleşen "48" eski parlamenterin tamamı Sabetayisttir. Bunların içerisinde Yahudi dönmesiNakiye Elgün ve Yusuf Salman' ın "Mumsöndü Ayinleri’"nin öncüleri oldukları, tevil edilemez hakikatlardır. Prof. Dr. Cevat Babuna'ya gelince; oğlu Oktar Babuna ve kızlarının, Adalet Bakanlığına gönderdikleri dilekçeleri aynen dekiare etmiş bulunmaktayım. Bunlar belgeli gerçekler olduğu gibi, kendi oğlu babasına Sabetaycı ve mumsöndücü, annesine tacizci diyorsa, böylesine çmpık gelişmeler karşısında söylenecekfazla birşey yok demektir. Burada ne Cevat Babuna, ne de oğlu ve kızlarının alâkalı oldukları "Bilim Araştırma Vakfı”ndan yana kalem oynatmış değilim. Siz değerli okuyucularıma hemen söyleyebilirim ki, benim tarikattarla ve cemaatlerle işim olmaz. Ve hiçbir zaman olmamıştır da! Üstelik makamı ve mevkii ne olursa olsun, kimseye ödeyecek diyet borcum da yoktur. Bu kitabın içeriğindeki İsmail Cem İpekçi ve Şükrü Sina Gürel'den tutun da, uluslararası tarihi eser kaçakçısı Halil Bezmen’ e kadar (bilhassa kişisel açıdan) beni, hiç birisi ilgilendirmiyor. Burada mühim oları, belgeli gerçeklerle onların Sabetaycılıklarını, dünya umurunu düşünmeksizin açıklayabilme özverisini gösterebilmektir. Çok bilinenleri yüzeysel de olsa, zaten hepimiz tanıyoruz. Böyle konular bazılarımızı ilgilendirmeyebilir de, ancak Türkiye'nin geleceği açısından ülkemize karşi adeta kast içerisinde varlıklarını sürdüren bu gizemli dönmeler topluluğunu tüm yönleriyle tanımaktafayda vardır inancındayım. Çünkü, sahte mesihleri Sabetay Sevinin geleneksel ahlâksızlık teorilerini hep bu insanlarda görmekteyiz. Böylesine akılalmaz sapkınlıklar üst düzey devlet görevlilerine kadar ulaşınca, gelişmeler içinden çıkılamaz bir hal almış durumdadır. Bu vahim manzara karşısında ne kadar içim acıyıp ağlamaklı olsam da, ruhumda hüzün dalgalan esriren kaçınılmaz gerçekleri yazılara dökerek, bir nebze olsun teselli bulduğumu söyleyebilirim. Gerçekiere dayalı detay bilgilerle tanımladığım "Yahudi Dönmeler ve Mumsöndü Ayinleri” hakkındaki eleştiri ve tenkidlerinize her zaman açık olduğumu bildirirken, siz değerli okuyucularıma en içten duygutarla saygılarımı sunarım. Süleyman Yeşilyurt MUMSÖNDÜ AYİNLERİ VE Her ne kadar Osmanlı dönenünde Adar 22 Kuzu Bayramı "Mumsöndü ayinleri" adı altında uygulanan sapkınlıkların mucidi Yahudi dönmesi Sabetay Sevi olsa da, Cumhuriyet Türkiyesinde bu türden iğrençliklerin öncülüğünü Nakiye Elgün yapmıştır 1892 yılında Selanik'te dünyaya gelen bu hanımefendi, İstanbul Kız Muallim Mektebini bitirdikten sonra öğretmenliğe başlar. Bilhassa 1924'lerdeki mübadele yıllannda ülkemizde okuma yazma bilen insanlar yok denilecek kadar azdı. Savaş kalıntılarının bitmeyen izlerinden dolayı herkes bezgin ve perişan bir vaziyetteydi. Lozan şartlarına göre yapılan karşılıklı mübadelede Yunanistan'dan ülkemize gönderilen Türk vatandaşları arasında Çingeneler ve Sabetayistler de bulunmaktaydı. Çingeneler Edirne, Kırklareli, Çanakkale ve Anadolu'nun muhtelif bölgelerine yerleştirilirlerken, onlara göre daha bilinçli konumdaki Sabetayistler genellikle İzmir, İstanbul ve Bursa'da istihdam edilmişlerdir. Türkiye'ye gelen bu ailelerin en önemli kolları Karakaşlar, Kapancılar,İzmirliler, İpekçiler ve Yalmanlar olarak anılıyorlardı. Görünürde Türklüğü ve Müslümahiiğı kabullenmiş gibi görünseler de, kalben kendi geleneklerini gizlilik içerisinde sürdürmekteydiler. Büyük mesihleri Sabetay Sevi'den günümüze kadar (dönme tabir edilen) bu insanların tatbik ettikleri sahte mizansenler Kabbalacılıktan başka bir şey değildi. Esas prensipleri görünürde herkesle iyi geçinmek, ticari sahada güçlenrnek ve kast içerisinde yaşamaktı. Neydi bu kast denilecek olursa? Teba olarak Müslümanlığa geçmiş olmalarına rağmen dini bayramlarımıza icabet etmemek, maddi manevi yardımlardan bilinçli bir şekilde uzak kalmak, bilhassa Türk vatandaşlarına kız alıp vermemek öncelikli prensipleri arasında görülmektedir. Genellikle İzmir'i mesken tutan Karakaşlar, bu geleneklerine hâlâ bağlı bir şekilde yaşamaktadırlar. Doğduğu Selanik'te sıkı sıkıya bir Sabetayist kültürüyle yetişmiş olan Nakiye Hanım, Türkiye'ye geldikten sonra kendi cemaatinden önemli grupları biraraya toplayarak Kabbala geleneğinin bayraktarlığını yapmıştır. Özellikle Celal Sahir Erozan ve diğer dönmelerle yaptığı gizli toplantılar neticesinde mezarlıklarının genişletilme meselelerini de halletmişlerdi. Çok geçmeden bu insanların ailelerine Üsküdar Bülbülderesindeki mezarlıklarının yanına daha geniş bir arazi tahsis ediliyordu. Kaldı ki teba olarak T.C. Müslüman vatandaşı oldukları halde! Bir ülkede Rum, Ermeni, Süryani ve Musevi mezarlığının olması azınlık statüsünde bulunmaları nedeniyle gayet doğal bir uygulamadır. Ancak, milliyet değiştirmelerine rağmen İstanbul 'un ortasında dönme mezarlığının olması kabul edilemez durumlardır. Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana bütün bu ayncalıklar belimizi büken nedenler değil midir? Şimdilerde Bülbülderesi tamamiyle dolmuş olmasından dolayı imtiyazlı Yahudi dönmeleri yüksekt paralar ödeyerek, Zincirlikuyu'daki Müslüman mezarlığı'nın kenar bölümüne cenazelerini defnetmektedirler. İtirazlar yükselecek olursa, "Bizler T.C. vatandaşı değil miyiz?" diyerek işin içinden çıkmaktadırlar. Bu insaniann mezar sorunlannı genç bir muall^irnken halleden Nakiye Hanım, Feyziye Mektepleri geleneklerinin iz bırakan temsilcilerindendir. 1885 yılında Feyz-i Sıbyan (Feyzi, ilim, iıfan, sıbyan-çocuk) ismiyle kurulan bu okulda Osmanlı tarihi, fen bilgisi, Fransızca dersleri akutulurken "Padişahım çok yaşa" seslerine Türkçe, Rumca, Bulgarca, Fransızca şarkılar kanşıyordu. Böylesine kozmopolit tedrisatın başlıca nedeni, okuldaki öğretmenlerin büyük bölümünün Frenk asıllı ve Sabetayist olmalanydı. Aynca Feyziye Mekteplerinin kurucularının büyük çoğunluğu da Yahudi dönmeleridir. 1924'deki mübadeleden sonra İstanbul'un Beyazıd semtine taşınan okulun 1930'lu yılİardaki müdürü Nakiye Elgün Hanım'dır. Burada okuyaniann tamamına yakını Rum, Yahudi ve Sabetayist çocuklanydı. Nakiye Elgün'den sonra gelen okul müdürleri SenihaNafiz (Hızal), Eşref Binzet ve Sacit Öncel müfredat programlarındaki Yahudi felsefesini eksiksiz bir şekilde devam ettirirler. 1935'lerde Işık Lisesi adını alan bu okulun vakfına bağlı Erenköy ve Nişantaşı'nda birer lise bulunmaktadır. Feyziye Vakfı'nın bir kolu olarak Türkiye'de popülentesini hayli artıran Işık Lisesine, Yahudi ve Sabetayistlerin yanısıra varlıklı Türk ailelerin çocuklan da kayıtlannı yaptırmayı moda haline getirmişlerdi. Özellikle eğitim camiası ve iş çevreleri tarafından hayli tanınan Nakiye Hanım, bu okulun Türkiye'deki ilk müdürlerinden biri olarak siyasilerin de dikkatini çekmeye başlamıştı. Devir tek partili dönem olduğu için bu dönme hanımefendi, şartiann gereği Cumhuriyet Halk Partisi'nin en büyük destekleyicilerinderidi. Başbakan İsmet İnönü ve onun mutad adamı Recep Peker'e olan y^ınlığı dikkatli gözlerden kaçmıyordu. Nihayet 8 Şubat 1935'te V..yasama döneminde yapılan seçimlerde CHP Erzurum listesinden aqay gösterilen Nakiye Elgün milletvekili seçilmişti. Bu gerçekten şaşılacak bir durumdu. Sabetayist hanımefendi, hayatında hiç görmediği Erzurum'u Türkiye Büyük Millet Meclisinden temsil edecekti. Aslında o dönemin Parlamentosu, sözde çağdaş görünme uğruna tam bir kadınlar korosuydu. Milletvekili seçilen nedimelerin büyük çoğunluğu Gayrimüslim ve dullardan oluşmaktaydı. Yeniköy Rum Mektebi öğretmeni Huriye Öniz Baba, Edebiyat Fakültesi Rumca dil öğretmeni Benal Nevzad İştar Arıman, Şekibe İnsel, Sabiha Gökçül Erbay, Türkan Örs Baştuğ, Nakiye Elgün'le aynı dönem milletvekili seçilmişlerdi. Tabii ki bir de bunlara Ankara Tarihinin yazarı Yahudi Avram Galanti ve Ermeni asıllı Berç Türker Keresteci dahil edilince, bizleri idare edenlerin çağdaşlık senfonisi start almış oluyordu. Akıl alacak gibi değildi! Cumhuriyet dönemindeki sapkınlığın öncüsü Nakiye Elgün, hiçbir gayret göstermeksizin memur tayin edilir gibi milletvekili seçildiğinden yaklaşık bir ay sonra Meclis'e geliyordu. Ankara'da uzun müddet İmren Palas Otelinde kalan hanımefendi, her hafta sonunda yataklı ekspresle İstanbul'a gidip gelmekteydi. Azınlık statüsünde olmadığı için, Parlamentodaki özlük dosyasında Türk asıllı milletvekili olarak görülüyordu. Zaten bütün dönmeler öyle degil mi? Sıkıştıkları anda "Bizler Türkiye'nin asli unsuruyuz" deyip işin içinden çıkıveriyorlar. Aslında Nakiye Elgün'ün hayat bikâyesini Feyziye Mekteplerinden başlayarak detay bir şekilde araştırmarna rağmen, onun Adar Kuzu Bayramı, Meyve Bayramı, Yahudilerin vazgeçilmez geleneği olan Purim ve Pessah Mayasız Bayramını kutlayıp bütün bu etkinliklere öncülük ettiğini ilk gençlik yıllanmdan itibaren bilmekteydim. Nasıl diyecek olursanız? Buna hemen cevap vermem gerekir. Çünkü, onu yakından tanıyan değerli büyüğüm Yılmaz Ataksor, bütün bu ahlâksızlık uygulamalarının en canlı tanığıdır. Yahudi dönmelere ait sapkınlıkları onsekizimde nasıl dikkatle dinleşimsem, elli yaşımdan sonra da dinlemişimdir. Bu fevkalâde hassas konuya en ince ayrıntılarıyla dönebilmek için hayatımın her döneminde saygı duyduğum değerli hukukçu Yılmaz Ataksor'un anlatımlarına dikkat çekmek gerekiyor. 1997'deki son görüşmemizde, kendisinden yıllar yılı diniediğim hayat sürecindeki yaşadıklarını şöyle anlatmaktaydı: "1940'larda Uşak'tan gelerek İstanbul Hukuk Fakültesi'ne başladım. O zaman birkaç arkadaş Beyazıd'ta bekâr evinde kalıyorduk. Zaten yurt olayı pek bilinmiyordu. Fazla eğlence yerleri olmadığı için Aksaray ve Laleli'deki paslahanelere takılıyorduk. İkinci sınıfa başladığım sene Valide Camii'nin karşısındaki pastahanede otururken, karşı masadaki gençler arasında çıkan kavgaya yanımdakilerle birlikte müdahale ederek ağzı burnu kan içerisindeki bir çocuğu aralarından çekip aldım. Adının Rıfat Kutlar olduğunu öğrendiğim bu genç, bana çok teşekkür ediyordu. O zamanlar Türk Talebe Birliğindeki milliyetçi grubun arasında önemli bir konumum vardı. Fen Fakültesinde okuduğunu öğrendiğim Rıfat'la geçen günler içerisinde samimi arkadaş olduk. Tarikatiara yönelik bir yapım olmasa da, bazen aksatmama rağmen fırsat buldukça Cuma namazlarına gidiyordum. Birkaç kez teklif ettiğim halde, Rıfat hep yan çiziyordu. Bu nedenle fazla üzerine gitmedim. Benim felsefeme göre dinde zorlama olmazdı. Ancak, onun hakkında dikkatimi çeken bazı şeyler de oluyordu. Acaba ateist mi? gibi düşüncelere dalarken, birgün bana açıldı. Ben Sabetayistim dedi. Hukuk okuyan bir insan olarak böyle bir tanımlamayı ilk kez duymuştum. Daha açık anlatınca, Rıfat'ın "Yahudi dönmesi" olduğunu nihayet öğrenmiştim. Kendisine “Yahudileri biliyordum, ama dönmesi olduğunu senden duydum" diyerek konuyu kapattım. inançlı bir milliyetçi olmama rağmen, bu durum dostluğumuza engel teşkil etmedi. Hatta beni, Aksaray'da emlakçilik yapan babası Sami Efendi ile tanıştırdı. Daha sonra evlerine gittik. Annesi Perhan Hanım ve Pertevniyal lisesinde okuyan kızkardeşi Rüçhan, bana çok iyi davrandılar. Ara ara evlerinde yemek bile yiyorduk. Rıfat, çok samimi ve saf bir çocuktu. Görünürde ve nüfus kağıtlannda Müslüman oldukları halde annesi, babası ve kardeşiyle birlikte Şişhane'deki Neve Şalom Sinagogu'na ibadete gittiklerini söylemekte bir sakınca görmüyordu. Öyle anlıyordum ki, Türkiye'deki dönmelerin büyük çoğunluğu böyleydi. Okulurnun ikinci yılının ortalarında kaldığım evdeki kalabalıktan rahatsız olduğum için, daha uygun bir yer aramaya başlamıştım. Rıfat'ın babası Sami Efendi, emlakçı olması nedeniyle yardımlarını esirgemedi. Fındıkzade'de bana gösterilen köşk biçiminde iki katlı ev çok bakımlıydı. Aslında dayalı döşeli olan bu yerin alt katı, bir öğrenci için hayli lükstü. Ancak, buranın sahibi Maçka'da oturduğundan üst kata önemli günlerde ve toplantılarda geliyormuş. Sami Efendi'ye kimdir bu? dediğirnde bana, bu evin sahibinin Nakiye Elgün adında eski bir milletvekili olduğunu söyledi. O zamanlar kDntrat falan pek bu kadar sıkı olmadığından, birkaç gün sonra ucuz bir fiatla köşk yavrusu evin alt katına taşındım. Ne ev sahibi beni, ne de ben onu görmüştüm. Haftanın muhtelif günlerinde Rıfat ve okuldan bazı arkadaşlarım ziyaretime geliyorlardı. Ancak, Rıfat'ın Sabetayist olduğunu hiç kimseye söylemiyordum. Çünkü, arkadaşlarım tarafından pek bilinmeyen bu özel durumu nedeniyle (bilhassa benim açımdan) sıkıntİya düşmesi gerekmiyordu. Zaman hızla ilerlerken birgün Rıfat'ın babası bana "Bu akşam başka bir yerde kalabilir misin?" dedi. Önce şaşırdım. Daha sonra ayrı bir odaya geçerek, durumu Rıfat'a sordum. Taşınalı iki ay olmuştum, şimdi ise Mart ayının ortalarıydı. Arkadaşım bana açıksözlüİükle "Bugün bizim kutsal Kuzu Bayramımız var. Nakiye Hanım, kapalı tutulan evinin üst katına gelecekmiş" dedi. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Benim söyleyemediğimi Rıfat babasına söyleyerek "Tamam, ev bu akşam altlı üstlü boş olacak" dedikten sonra, emlak bürosundan birlikte dışarıya çıktık. Hâla merakımı yenemiyordum. İki arkadaş bir pasıahanede karşılıklı otururken laf lafı açınca Adar Kuzu Bayramında "Mumsöndü Ayini" yapıldığını öğreniyordum. Bu, Yahudiler ve Yahudi dönmeler için vazgeçilemez kutsal bir gelenekmiş. Her sene Mart ayında yapıldığı gibi, inançlı Sabetayistler tarafından noelden bir hafta önce de kutlandığı olurmuş. Daha da önemlisi bu geceye yalnızca evli çiftierin geldiğini duyunca, şaşkınlığımı gizleyemedim. İyi bir teşkilatçı olmam nedeniyle oldukça saf olan arkadaşıma "Bütün bu söylediklerin doğru olamaz" deyip, ona inanmadığımı ihsas ediyordum. Rıfat, öyle ise bu akşam olanları kulaklarınla işit dedi. Bütün bunlar onların asırlardır süregelen gelenekleri olduğu için, kendileri açısından ayıplı sayılmıyormuş. Aramızda yaptığımız plana göre o akşam her zamanki gibi Fındıkzade'deki evime giderek ışıkları yakmamak kaydıyla kapıları sıkı sıkıya kilitleyip, tüm perdeleri kapattım. Arkadaşımdan aldığım talimat gereğince çıt çıkarmayacak, mecbur kalsam bile öksürmeyecektim. Akşam saat 730 sıralarında pikap türü bir kaplıkaçtıdan şık giysiler içerisinde Sami Efendi ve eşi Ferhan Hanım'la, yanlarında bulunan altmış yaşlarında esmer karakuru hanımla papyonlu bir beyefendi indiler. Gelişmeleri perdeyi hafifçe aralayarak izliyordum. Sami Efendi ve beraberindekiler bahçe kapısından içeriye doğru girdiklerinde, kara kuru hanımın karşısında elpençe durarak "‘Nakiye Hanımefendi" diyerek saygıda kusur etmiyorlardı. Nihayet, milletvekili ev sahibimi perde arkasından da olsa görebilmiştim. Onlar yukarıya çıktıktan sonra, arka arkaya şık giysiler içerisinde orta yaşlı kadınlı erkekli gruplar gelmeye başladılar. Burası geniş bahçeli köşk türü lüks bir ev olduğundan, yapılacak hiçbir etkinliğin duyulması sözkonusu değildi. Aradan geçen yarım saat sonra yemek faslı başlayınca, çatal tabak sesleri duyuluyordu. O yıllarda gençliğin verdiği muziplikle, bir masanın üstüne çıkıp kulağımı salonun tavanına sıkı sıkıya dayamıştım. Çok zaman aklıma geldikçe hâlâ gülrnekten kendimi alamam. Takriben bir saat kadar geçtikten sonra dışarıya bir bayanla erkek çıktılar. Anladım ki bunlar yemek servisi için gelen hizmetlilerdi. Kulağımı tavana iyice dayadığımda anlamadığım dua sesleri geliyordu. Alt ve üst katın kapıları ayn olduğu için kendi açımdan gayet rahattım. Bir ara gür sesli bilisi, hep birlikte mezmurlar duasını okuyalım dedi. Kadınlı erkekli gruplar, koro halinde mezmurları okudular. Sesinden anladığım kadarıyla aynı kişi salonu çınlatırcasına "Kutsal Mumsöndüden önce,siz Davut soyunun asil evlatlarını sidur duasına davet ediyorum" dedi. İbranice okunduğunu sandığım sidur'u anlamasam da, hararetle ve içtenlikle söyledikleri çıkan seslerden belli oluyordu. Dua bittikten sonra bir konuşmacı "Bu geeeki kutsal Adar Bayramımızda herkes birbirinin helalidir. Şimdi Davut şamdanlarındaki mumları söndürüyorum" dedikten sonra, birkaç dakikalık ayak tıkırtılarının ardından sesler kesildi. Nihayet masadan aşağıya inerek kanepeye uzandım. Yukarıdan çıt çıkmiyordu. Az önceki gürültülerden eser kalmamıştı. Kendi kendime Allahım beni affet derken, asırlar boyu bütün dünyanın Yahudi ırkını neden dışladığını düşündüm. Bir gecelik de olsa mesihleri Sabetay Sevin'in hayata geçirdiği "Mumsöndü Ayinleri" gereği, herkes birbirinin helali oluyordu." Değerli hukukçu Yılmaz Ataksor'un öğrencilik yıllarında yaşayıp şahsıma defalarca anlattıkları, tarihe ışık tutacak gerçeklerdir. Çünkü onu Uşak'ta avukatlık yaptığı çocukluk yıllarımdan ve 1965'lerde İstanbul Beyazıd Noterliği dönemlerinden tanımam nedeniyle, gerçek dışı şeyler söylediğine hiç tanık olmadım. Hatta Osmanbey'deki Beth İsrael Sinagogu'nun olduğu yere "Nakiye Elgün Sokağı" tabelası asılınca, ona fazlasıyla hak verdim. Gerçek bir Türk Milliyetçisi olan Millet Partisinin kuruculan arasındaki Yılmaz Ataksor ağabey, bir konuşmamız esnasında "Günün birinde bu mumsöndücü kadının adını caddelere, sokaklara verirlerse hiç şaşırmam" demişti. Nitekim günün birinde dediği oldu. Benim ülkemin sakağına bu ismi veren beyzadelere ve Şişli Belediyesine kutlu mutlu olsun. Kurduğu Alarko Holdingle Anadolu insanının kanını emen Üzeyir Garih Efendi'yi de en büyük caddelerden birine ismini vererek, onlar putlaştırmadılar mı?.. Tabii ki fevkalade hassas ve çalkantılı bir durum arzeden bu mumsöndü ayinleri, yalnızca Yılmaz Ataksor'un anlatımlarıyla geçiştirilemez. Bazılarının gözünde hâlâ acabalardan ibaret olan böylesine akılalmaz bir sapkınlığı (kendilerinin kutsalı olması nedeniyle) Yahudi tarihçiler de kabullenmişlerdir. Bunlardan milletvekilliği yapmış "Ankara Tarihi"nin yazarı Avram Galan * Avram Galanti Bodrumlu: 1874 Bodrum, Mişon oğlu, İdadi, Almanca, Arapça, İbranice, Rumca, Fransızca !isan, VII. Yasama döneminde (28 Şubat 1943) Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 'nün kontenjanından Niğde Milletvekili seçildi. Ankara Tarihi'nin yazarı olan Galanti, baba tarafından Yahudi, anne tarafından Rum asıllıdır. ti Bodrumlu, * Yahudi aleminin önemli bir geleneği olan Adar Kuzu Bayramını şöyle tanımlamakta: "İstanbul Üniversitesi' nde Doğu halkları eski tarihi profesörü olmam nedeniyle Doğulu bir sakin olarak, sık sık yakındağu'nun bazı yörelerinde henüz uygulanan bazı Örjve adetleri kıyaslamafırsatı buldum. Burada sözkonusu olan mesele mumların söndürülmesinden sonra oluşan gülünç sahneler, kaynağını antik Doğu dan alır. işte bu kaynağın neden ibaret olduğu; Mitolojiye göre doğa kışın uykuya yatar ve gökyüzü tanrısı zincire vurulur. Güneş tutulunca gökyüzü tanrısı Attis evrenin çiçekleneceğini haber vermek üzere yeryüzüne indiğinde kendisini karşılayan doğa tanrıçası Ma veya Ammas’la evlenir. Bu bir aşk bayramıdır. Tanrının inişi şu şekilde kutlanıyordu. Bir çam seçilip menekşelerle kaplanıp Attis in imajı ve dininin simgeleriyle süsleniyordu. İlkbahar nasıl bir sonraki sene tekrar gelmek üzere son buluyorsa, Attis de bir sonraki yıl tekrar ortaya çıkmak üzere ölmeye mecbur olduğu için, imaj aynı bir ölü gibi bandajlarla sarılıydı. Çam özel bir törenle, kendilerini en tuhaf bir şekilde içki alemine kaptırarak Attis ile Manın evlilik törenine katılan halkın birlikte söylediği şarkılar eşliğinde yakılırdı. Eski tarihi ineelersek zaman içerisinde bu törenin gözlemlendiğini ve izlerine bugün bile rastlandığını, Ön Asya daki bir ekol mensubu grup tarafından uygulandığını görürüz. Tahtacı olarak tanınan bu grup mensupları, kendilerini bu tuhaf içki alemlerine vermek için büyük mumların söndürüldüğü gece törenleri düzenlerlerdi. Garip tesadüf! Biz bu satırları yazarken, İstanbul’ da yayımlanan (5 Mayıs 1935) Akşam adlı bir Türk gazetesi Maraş (Ön Asya) muhabirin telgrafını neşrediyordu. İşte bu telgrafın tarafımızdan tercümesi şudur: "Ön Asya 4 Mayıs 1935’’ Bir odada büyük mumların söndürülmesi töreni uygulayan birkaç kişi cürmümmeşhut (suçüstü) halde yakalandılar. Olay yerinde erkek ve kadınlardan başka, müzik enstrümanları ve kafası koparılmış bir kara tavuk da bulundu. Görüldüğü gibi bu tören, Sabetay zn ekol mensupları tarafından yapılan törenin aynısıdır. Aradaki tekfark, kuzunun yerini tutan kara tavuktur. Bu antik alemierin çamuru, oryantal antik Yahudilerin öıfve adetlerine sıçramadan edememiştir. Günümüzde de, Attis’e yapılan törenin çamurlarının, büyük Kabbalisl Ribbi Şimon bar Yohay' ın anısına yapılan törene de sıçradığı görülmüştür. Yukarıdaki yazılı ifşaatlardan anlaşıldığı kadarıyla Avram Galanti gibi profesörlük payesine ulaşmış bir bilim adamı, Antik çağdaki Yahudi geleneklerinin büyük ölçüde saptınlarak Sabetay Sevi ve onun ekolünden gelenler tarafından "Mumsöndü" törenlerine dönüştüröldüğünü dekiare etmektedir. Profesör Galanti, bu hususlarda önemli araştırmalar yaptığına göre, geçmişte yaşanan ahlaksızlık ritüellerinin hayal mahsulü olmadığını kabullenmek zorundayız. 1935'lerde gazetelerde tefrika halinde yayınlanan mumsöndü ayinleri, kısıtlamaların asgariye indirildiği Türkiye gibi bir ülkede gündeme getirilmiyorsa bunda kasıt aramak gerekir. Medyadaki matbuat baronlarının içerisinde Yahudi kökenli Sabetayistler var ki, böylesine hassasiyet içeren konulan çok tuhaftır, şimdilerde bir türlü enine boyuna tartışamıyoruz. Ancak, bu hususta detay araştırmalar yapan İbrahim Alaettin Gövsa, Sabetaycıları büyük bölümünün kutsalı sayılan mumsöndüyü kısmen üstü kapalı da olsa şöyle tanımlamakta: "Bu Kuzu Bayramı hakkında Sabetay zümresi mensuplarından Karakoşzade Rüştü, 1340 (1924) tarihinde "Vakit Gazetesi’" muhabirine şu izahatı vermişti. Kuzu Bayramı 22 Adarda yapılır. Bu bayram, geceye mahsustur. Ve her sene kuzu eti ilk defa bu bayram münasebetiyle ve hususi merasimle yenir. Bu merasirnde en aşağı ikisi erkek, ikisi kadın olmak şartıyla evli dört kişinin bulunması lazımdır. Kuzu ziyaretinde bulunacakların sayısı iki cinse mensup evli çiftierin artırılması şartıyla istenildiği kadar çoğaltılabilir. Kadınlar iyi giyinmiş ve elmaslarıyla süslenmiş oldukları halde sofra hizmetinde bulunurlar. Yemekten sonra biraz eğlenilir ve muayyen zamanda ışıklar söndürülerek karanlıkta kalınır. Bu bayram vesilesiyle doğacak çocuklar, bir nevi kudsiyeri haiz (değerli varlıklar) olarak tanınırlar. Adar 22’ye, Dört Gönül Bayramı adı da verilir" İbrahim Alaettin Gövsa 'nın nazik bir şekilde tanımladığı ışıkların söndürülmesi olayı, mumsöndüden başka birşey değildir. Aslında yıllar yılı içe dönük yaşayan Sabetaycıların "Kuzu Bayramı" ile ilgili ritüelleri, çok partili dönemin hürriyet rüzgarlarıyla birlikte ortaya çıkmıştı. 24 Temmuz 1952 tarihinde, başta Yahudi dönmesi Ahmet Emin Yalman olmak üzere Sabetaycıları gün yüzüne çıkaran "Büyük Doğu" gazetesi, günler süren belgeli tefrikalar yayınlayarak bu insanların kirli çamaşırlarını ortaya döküyordu. Türkiye, ünlü tekstilci Dilber kardeşlerin Yahudi dönmesi olduklarını Büyük Doğu 'nun köşe yazılarından öğrenmekteydi. Nafiz Özge adındaki Sabetayist zat, ailesine uygulanan sapkın tariilere daha fazla dayanamadığı için 15 Mart 1952 tarihinde İstanbul Fatih Noterliğinden Dilberler'e ihtar çekerek, kansını zorla eş değiştirmeye teşvik ettiklerini açıklıyordu. Nafiz Özge'nin noterdeki yazılı beyanı şöyleydi: "Ben Sütlüce’de mezbahada çalışırım. Şark Deri Limited Şirketinde bağırsakçıyım. Bir gün evime de mezbahadan bir parça et getirdim. Eve girince ne göreyim. Dönmelerin en büyük hocalarından biri kanma bir kağıt yazdırıyor. Adamın adı Akil Kibar; Yeşildirek Katırcıoğlu Hanı, numara 2'de Abdurrahman Kibar ın ağabeyidir. Ben eve girince, o ve karım birdenbire bozuldular Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Birbirlerine kaş göz işaretleri yaptıklarını gördüm. Akil Kibar, birtakım beylik laflar edip çıktı gitti. O gidince karımı zorladım, kendisine yazdırılan kağıdı elinden aldım. Evet, kanma tasallut ettiler. Kendi akideleri (gelenekleri) icabı dönme karıları böyle hocatarla yatıp da hamile kalacak olursa, doğacak çocuk hâşâ Allah’ a yakın olurmuş. Böyle çocuklara da dönmeler cemiyeti bakar ve onları yetiştirir. Karıma tasallut etmeye kalkmışlaı, fakat muvaffak olamamışlar Bilahare kendisiyle bayram yemeğini yediğim Akil Kibar, bana "Bizim dinimizde böyle şeyler günah sayılmaz" dedi. Nazif Özge'nin anlattıklan "Büyük Doğu" gazetesinde çarşaf gibi manşetten yayınlanmaya başlayınca, Sabetayistlerin önde gelenlerinden İpekçiler ve Yairnanlar paniğe kapılmışlardı. Büyük Doğu belgelere dayalı çarpıcı makaleler yayınlayıp, basın imparatoru Ahmet Emin Yairnan'ın en büyük Yahudi dönmesi ve mason olduğunu yazıyordu. Bu türden çarpıcı manşetler kısa sürede Necip Fazıl Kısakürek, Yairnan çatışmasına dönüşmüştü. Öyle bir an gelmişti ki o güne kadar Yahudi dönmeleri yeterince bilmeyen insanlanmız, onların kim olduklannı öğrenmeye başlamışlardı. Cumhuriyetin ilk günlerinden itibaren kendi örf adet ve geleneklerini gizlilik içerisinde sürdüren bu insanlar, rahatlarının kaçacağı endişesiyle bilhassa iş hayatları açısından büyük bir tedirginlik içerisindeydiler. Aslında onlara dokunan yoktu, ama yine de kuşkuya kapılmaktan kendilerini alamıyorlardı. Sabetayistler matbuatın manşetlerinde boy göstermeye başlayınca, haklannda bilinmeyen sır perdesi çözülmüş, aysbergin görünmeyen arka yüzü birer birer ortaya dökülür hale gelmişti. Bunların sağcısı solcusu yoktu. Hepsinin, rahat yaşamak ve dünya umurlarını düşünmekten başka gayelerinin olmadığı yakmen bilinen durumlardı. İşte bu nedenle Sabetayistlerin her kolu birbirleriyle kenetlenip, güçlü kalabilmek için aralarındaki süregelen vazgeçilemez sapkınlıklan gizli tutmayı öncelikli prensipleri arasında saymaktaydılar. Ve bu durum, (bazı dönme gruplar arasında birtakım çatiaklıklar olsa da) günümüze kadar böyle devam etmiştir. Nakiye Hamm'a gelince, ülkemizde Cumhuriyet dönemi Sabetaycıların en tanınmışları arasında yer alması nedeniyle Cumhuriyet Halk Partisinden arka arkaya üç dönem olmak üzere tam on bir yıl milletvekilliği yapmıştır. Türkiye'ye ilk geldiği senelerde uzun müddet Said Paşa'nın damadı Nuri Bey'in evinde yakın arkadaşı Seniha Hızal'la birlikte kalan Elgün, geniş bir çevreye sahipti. Kendinden sonra Seniha Hanım'ın Feyziye Mekteplerine müdür olmasını sağladığı gibi, 1935 yılında birlikte milletvekili seçilerek Parlamentoya girmişlerdir. Tek partili yılların o hesap vermez dönemleri, Anadolu insanı açısından fevkalade zorluklar içerisindeydi. Yalnızca iki milletvekili çıkarabilen Trabzon, kendi ilinden aday belirleme hakkını dahi kendinde bulamıyordu. Nakiye Elgün'ün CHP yetkililerine yapmış oldu- * Seniha Hızal: Adapazarı 1897 Nafiz Darülfünun Fen Fakültesi, Maarif Vekaleti Umum Müfettişliği, Selçuk Kız Sanat Okulu Öğretmeni, Feyziye Mektepleri Müdürü, V. Dönem (1935-1939) Trabzon Milletvekili, bekilı. Ölümü 20.6.1985 İstanbul. ğu tavsiye ile Seniha Hanım memur tayin edilir gibi milletvekili seçilirken, Trabzon'un diğer kontenjanını da 1889 Çeşme doğumlu Rum dönmesi Sırrı Day elde etmişti. Bu öylesine bir elde etmek ki Sım Day, İnönü hükümetlerinde sırasıyla İktisat ve Nafia (Bayındırlık) Bakanlığı yapıyordu. Nakiye Elgün ’ ün Trabzon'dan milletvekili seçilmesini sağladığı ev arkadaşı Seniha Hızal,* Adapazan doğumlu olması nedeniyle Sabetaycılığını reddetse de Selanik Karakaşilerinin öncüleri arasında önemli bir yer teşkil eden babası Nafiz Efendi, yaşadığı dönemlerin tanınmış Sabetaycılanndandır. Seniha Hanım, gerçekten Sabetaycı bir aileden gelmemiş olsaydı Nakiye Elgün gibi dinsel prensiplerinden taviz vermeyen bir Kabbalist, onu önce okul müdürü sonra milletvekili seçtirir miydi? Üstelik müzmin bekar olan bu hanımefendilerin her ikisi de yıllar yılı aynı evi paylaşmışlardır. Seniha Hanım, kendi özünü her ne kadar inkar etse de akıl hocası Nakiye Elgün hiç tartışmasız Türkiye'deki mumsöndü ayinleri sapkınlıklarının öncülerindendir. Eğer gerçekten değilse, Sabetaycıları köklü bir kurumu olan Feyziye Mektepleri mensupları yarım asırdır süregelen ithamlar karşısında en çok değer verdikleri müdirelerini neden savunmazlar? Bu suskunluğu anlamakta hâlâ zorluk çekiyorum. NAKİYE ELGÜN'DEN SONRAKİ 1888 yılında Makedonya'da doğan Yusuf Salman, Nakiye Elgün'den dört yaş büyük olmasına rağmen Sabetayistlerin ondan sonraki temsilcisidir. İstanbul Lisesi mezunu olan bu zat, babası Davi Efendi'nin teşvikiyle Karaköy semtinde hesap işleri ve muhasebatla iştigal etmeye başlamıştı. Ayaklı bir tefeci olan Salman, aynı zamanda vergi kaçırmanın mucitleri arasındadır. Yıllar içerisinde Feyziye Mektepleri'ne yaptıkları önemli katkılarıyla, Yahudi dönmelerin gözdesi haline gelmişti. Nakiye Hanım'ın rahatsızlanmasıyla ondan sapkınlık bayrağını devralan Yusuf Salman, Adar Kuzu Bayramı ve diğer etkinliklerin yegane söz sahibiydi. Tanınmış bir mason ve büyük paralarla oynayan tefeci olması nedeniyle maddi gücü sayesinde İstanbul Vilayeti Meclisi umumi azalığına da seçilmişti. Oyunu kuralına göre, fakat büyük oynuyordu. Yahudiler, dönme oldukları için genelde Sabetayistlere sıcak bakmazlar. Ancak, Yusuf Salman gerek sinagog'a, gerekse zor durumdakilere yaptığı yardımlarla Yahudi cemaatinin gözdesi haline gelmişti. Her haliyle tam bir talmud felsefesi uyguluyordu. Yüksek faizlerle Türkler'den kazandığı paraları Yahudi camiasının insanlarına aktararak, "Kendinden olmayana ödünç olsa bile bir kuruş vermeyeceksin" kuralını harfiyyen tatbik etmekteydi. Böylesine aktif faaliyetleri dikkate alman Yusuf Salman, 27 Ekim 1957 seçimlerinde son sıralarda olsa da, Yahudiler'den ve kimliklerini gizli tutmayı şiar edinen Sabetayistlerden aldığı yüksek oylarla Demokrat Parti listesinden İstanbul Milletvekili seçilmişti. Aslında Demokratlar, tercih sıralamasında onu en son sıraya koydukları halde çoğunluk sisteminin bir sakatlığı neticesinde Meclis'e girmiş oluyordu. Ne var ki, T.C. vatandaşı statüsünde olması nedeniyle onun Sabetayist olduğunu İstanbul'dan aynı dönemde milletvekili seçilen Yahudi asıllı İshak Alatabev'den başka doğru dürüst bilen bile yoktu! Zaman içerisinde İsrail'in Hayfa kentine plastik fabrikası kurma faaliyetlerine giriştiğinde herşey günyüzüne çıkmış, Yusuf Salman kendi partilileri tarafından bile sert tenkidlere uğramaya başlamıştı. Ancak o bunlara kulak asmıyor, kendi bildiğini okuyordu. Bilhassa Yahudi cemaatine önemli para kaynakları yarattığı gibi, Sabetayistleri Ankara ve İstanbul'da biraraya toplayarak toplantılar yapmaktaydı. Nakiye Hanım'dan devraldığı Sabetayist bayrağını düşürmeye hiç niyetli değildi. Hasbelkader milletvekili seçildiği halde bu ünvanını hedefe giden yolda bir araç olarak kullanmaktaydı. Aynı dönemde Demokrat Parti grubunun içerisinde bir milletvekili daha vardı ki hem kuran okuyor, hem de Sabetayist adetlerini gizliden gizliye tatbik ediyordu. Bu takkiyeci hazret, Mudanya'lı Agah Erozan' dan başkası değildi. Çocukluk ve gençlik dönemlerimin efsane ismi Adnan Menderes'in Demokrat Partisi'ne böylesine insanları sızmış olması başlangıçta da söylediğim gibi onun hatası değil, çoğunluk sisteminin sakatlığıdır. Ne varki bu insanlar hiçbir parti ayrımı yapmaksızın, her kuruma rahatlıkla sızabilmişlerdir. Yusuf Salman hakkındaki bunca isoatlardan sonra (onun hayatından önemli kesitleri) bu zatı muhteremi milletvekilliği yıllarında yakından tanıyan yazar Melek Merih Bayrı'dan defalarca dinledim. Çünkü onlar ailece görüşmüşler, yıllarca birbirlerine gidip gelmişlerdi. Bu hususa açıklık getirmem için önce Bayrı'yı tanıtmam gerekir. 1979 senesinin Ekim aylannda Bahçelievler III. Caddedeki Milliyetçi Hareket Partisi Genel Merkezine orta yaşlı sanşın ve rüküş bir kadın sık sık uğramaktaydı. Alparslan Türkeş'in kayınbiraderi Zafer Günler'le samimi arkadaş olduğumdan, kim bu kadın diye sorular soruyordum. O da tam olarak bilmediği için her ikimiz de İdare Amiri Hüseyin Çimir'e şaka yollu yüklenmeye başlamıştık Bizleri çok seven Çimir, Melek Hanım'ın Milli Eğitim Bakanlığı ve İş Bankası Yayınlarına kitaplar yazdığım söylüyordu. Ancak, her önümüze gelen arkadaşımız bu kadından Sabetayist olarak bahsetmekteydi. Za: fer'le ben ilk zamanlar fazla ihtimal vermedik Böyle bir durum olsa direkt olarak dördüncü kata çıkıp, Alparslan Türkeş'le görüşemez diyorduk. Fakat burası bir demek değil, partiydi; o nedenle herkes herkesle görüşebilirdi. Öğrendiğimiz kadarıyla Melek Hanım'ın Selanik kökenli olması, Sabetayistlikle değerlendirilme anlamını taşımıyordu. Çünkü, her Selanik'li Sabetayist değildi ve olamazdı da. Bu nedenle insanları kolay karalamanın hiç gereği yoktu. Zafer böylesine hassas bir durumu eniştesine soramayacağına göre, vazgeçelim bu işten diyerek konuyu kapattık Aradan geçen zaman içerisinde 12 Eylül ihtilali olmuş, Alparslan Türkeş diğer parti liderleriyle birlikte gözetim altına alınmıştı. Türkiye çok zor günler geçiriyordu. Bir müddet sonra diğer liderler serbest bırakılamalarına rağmen Türkeş'in tutukluluk hali devam ediyordu. Önce Mamak, sonra Dil Okulu, Mevki Hastanesi derken seneler su gibi akıp geçmişti. Bu arada iç göz kanaması geçiren Türkeş'i tutuklu bulunduğu hastanede ziyaret etmiştim. Durumu çok vahimdi. Avukatlar grubundan bazıları davalara girebilmek için para istiyor, bu olumsuzluklara bir tek Abdülkadir Erdil (Kadir Hoca) karşı çıkıyordu. Günün birinde Zafer bana, eniştesinin Küçükesat'taki dairesinin Mehmet Perçin'e satıldığını söyledi. ÇÜnkü, MHP davasına bakan avukatlar grubunun başkanı Şerafettİn Yılmaz, sürekli para istiyordu. O kritik günlerde bizlerin Sabetayistlik kuşkularıyla baktığımız Melek Merih Bayrı, büyük bir cesaret örneği göstererek Türkeş'in okul arkadaşı Cumhurbaşkanı Kenan Evren'e mektup yazarak, MHP liderinin neden tahliye edilmediğini sormuştu. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği kendisine yazılı cevap vererek, bu işlerin yargıya ait olduğunu söylüyordu. Hatta Evren ve Sedat Celasun'un okul arkadaşı Vacit Akkor da işin üzerine giderek, mektup üzerine mektup yazmaktaydı. Aradan geçen beş yıla yakın bir mahkumiyetten sonra Alparslan Türkeş nihayet tahliye olmuştu. Bu arada Milliyetçi Hareket Partisi kapatılmış, mal varlığı kayyuma devrolduğundan Türkeş sıkıntılı günler geçiriyordu. Çok geçmeden damadı Yaşar Saraç, Bahçelievler IL Caddedeki giriş katındaki boş dairesini kayınpederine büro olarak açmıştı. Milli İstihbaratın takibinde olmasına rağmen Türkeş, kendisine gurbetçilerin hediye ettiği beyaz bir Audi otomobille hergün düzenli olarak büroya gelip gidiyordu. Ancak, istikbal korkusundan dolayı halini hatırını sormaya gelenler yok denecek kadar azdı. Başta damadı Yüksek Mühendis Yaşar Saraç, Avukat Abdülkadir Erdil (Kadir Hoca), Vacit Akkor, Zafer Günler büronun müdavimleri arasındaydılar. Bir keresinde de Anap'lı bakanlardan Halil Şıvgın gelmişti. Tabii ki ara ara uğrayanlar olsa da, bunlar sınırlı sayıdaki davaya inanmış kişilerdi. 1986 senesinin Şubat ayında Gonca Apartmanındaki büronun salonunda Zafer ve bazı arkadaşlarla sohbet ederken, Melek Merih Bayrı'nın geldiğini gördük. Şahsen bu yaşlı başlı kadının, süslü ve frapan hali hiç hoşumuza gitmiyordu. Salonda beklerken bizlerle de sohbet etti. Kendisini daha önceki yıllardan tanıdığımı söyleyince, çok sevindi. Bu arada büyükçe çantasından çıkardığı, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlan'na ait "Güneş Gözlü Mustafa Kemal" kitabından hepimize birer tane imi:aladı. Az sonra içeri odaya girerek Türkeş'le uzun müddet konuştu. Bayrı gittikten sonra, Zafer'e takıldım. "Bu süslü marikaya Sabetayist diyorduk, hepimiz yanıldık” deyince o da espriyle karşılık vererek, belli olmaz diyordu. Zaman öylesine ilerliyordu ki, çocuklarım hızla büyümüş, 1995'lerde oğluma Ankara'nın mega çarşılarından biri olan Karum İş Merkezinde tekstil üzerine işyeri açmıştım. Ara ara ben de orada vakit geçirmekteydim. Günün birinde tesadüfen Melek Merih Bayrı ve yeğeni Ceyda içeriye girdiler. Karşılıklı sohbet ve alışverişten sonra onlan uğurladık. Bayrı'nın evi Karum'a yakın olduğu için çarşının ortasındaki geniş çay bahçesine sık sık geliyordu. Hatta damadı Hakkı ve kızı Funda ile de tanışmak fırsatı bulmuştum. Ancak, onlar İzmir'de ikamet etmekteydiler. Bu arada Bayrı, İş Bankası Kültür Yayınlarına sürekli çocuk kitapları yazmakta ve hatırı sayılır bir telif atmaktaydı. Benim de arka arkaya kitaplanının çıktığını görünce "Boynuz kulağı geçti" deyip, espri yapıyordu. Aslında ben de onun gibi İlesam "İlim Edebiyat Eserleri Birliği"ne üye bir yazardım. Birgün Karum'daki çay bahçesinde konu konuyu açarken cesaretimi toplayıp, abla kardeş dostluğumuzun bozulma riskini göze alarak Melek Hanım'a sorular yönelttim. Önceki yıllarda sizi Sabetayist sanıyordum dediğimde, hiç şaşırmayıp konuşmaya başladı: "Evet ben İzmir doğumluyum, ancak köken olarak Selanik'liyim. Yalnız şunu sen ve senin gibi düşünenlerin bilmelerini isterim ki, her Selanikli Sabetayist değildir. Geçmişte beni süslü püslü, boyalı bir kadın olarak gördüğünüzde bilhassa sizin camianın benden hoşlanmadığını gayet iyi biliyordum. Çünkü ben, zeki ve geleceğin neler getireceğini bilen bir kadınım. Bak evlat, yetmişinden sonra yararnı fena deştin. Madem ki bu kadar yıldır merak ediyorsun, bazı sırları öbür tarafa götürmek yerine hemen söyleyeyim. İzmir Karantina'da Yahudilerle içiçe büyümeme rağmen ben kesinlikle Sabetayist değilim. Gerçekten Atatürkçü olmasaydım, Milli Eğitim Bakanlığına böylesine kitaplar yazmazdım. Sonra, Türkeş'i sık sık ziyaret etmeme rağmen ondan herhangi bir menfaat beklemediğimi yakmen bilenlerdensin. Kaldı ki onun en zor günlerinde Gonca Apartmanına gelip, halini hatınnı soran ben değil miyim? Kenan Evren'e yazdığım mektup, ülkücü olmasam da benim milliyetçilere karşı bir sempatim olduğunu ispatlamaz mı? Gelelim bir başka önemli konuya, yani Funda'nın babası meselesine! Funda, benim hayattaki tek kızımdır. Damadım Hakkı Ersoy'u sende tanıyorsun. Milliyetçilikten bir adım taviz vermez. Kocamla yıllar önce ayrılmam, sizlerin çok merak ettiğiniz bu Sabetayistlik meselesi yüzündendir. Çünkü, ağır ceza hakimi olan (ayrıldığım eşim) bir Yahudi dönmesiydi. Ancak, ben bu durumu başlangıçta hiç bilmiyordum. Onun da benim gibi Selanik kökenli olduğunu söylediler ve görücü usulüyle evlendik. Yıllarca Ankara'da Meclis'in arkasındaki Ayrancı semtinde oturduğumuz için, siyasilerden çok dostlarımız oldu. Birgün bizim bey, daha önce Anadolu Kulübünde tanıştığı yaşlı bir adamcağızla akşam yemeğine çıkageldi. Bu zat, Makedonya doğumlu olan İstanbul Milletvekili Yusuf Salman'dı. Zamanla aile içi gidip gelmeler olmaya başlayınca, bende huzursuzluk emareleri başgösterdi. Çünkü, ben o zamanlar çok gencim, onlar ise yetmişine merdiven dayamış bir karıkoca çiftti. Hatta birgün Salih Bozok'un yeğeni olan yakın arkadaşım Birim Bozok, bizim evde onlarla karşılaşınca kulağıma "kov bu ihtiyarları gitsin" demişti. Allah seni inandırsın, ben Yusuf Salman ve ailesini tanıyıncaya kadar kocamın Sabetayist olduğunu bilmiyordum. Zamanla bizim bey'de değişiklikler başlayıp, akşamları Tevrat okumayı alışkanlık haline getirince kuşkuya düştüm. Tabii ki aramızda sık sık nükseden tartışmaların önü arkası kesilmiyordu. Herşeye rağmen bizim bey, Yusuf Salman'ın muhtelif arkadaşlarının evlerinde tertipiediği toplantıları alışkanlık haline getirmişti. Bir akşam Meneviş Sokaktaki evlerine Yahudilerin kutsal günü olan Pessalı Mayasız Bayramı kutlamasına davet edildik. Katılmamak için çok direndim. Eşim yalvanp diller dökünce, isteksiz bir şekilde toplantıya iştirak etmek zorunda kaldım. Eşleriyle birlikte evin geniş salonunda, hatırladığım kadarıyla 10-12 kişi vardı. Bursa Milletvekili Agah Erozan ve eşiyle, o gece orada tanıştım. Bunlar karı koca Mudanya'lı Sabetayist bir aileydiler. Cumhuriyet gazetesinin sahiplerinden Berin Nadi'yle de yakın akrabalıkları vardı. Yemek faslının başlamasıyla birlikte beyaz şaraplar su gibi içiliyordu. Bazlama şeklindeki mayasız yapılmış özel ekmekten benim haricimdeki herkes iştahla yemekteydi. Yemeğin sonlarına doğru Agah Erozan Mezmurlar ve Sidur dualarını okudu. Ne kadar kızsam da, ben hayatımda böylesine güzel bir ses duymadım diyebilirim. Onun bazı toplantılarda Kur'an okuduğunu bizzat kendisinden duyunca hayretlerim şaştı. Orada öğrendiğime göre Sabetayistler nasıl Müslüman mezarlığına gömülüyorlarsa, kendilerinden olmayan topluluklar içerisinde Kur'an da okuyabiliyorlarmış. Tabii ki bu belli makam ve mevkilere yükselebiirnek için kandırmacanın, ikiyüzlülüğün ta kendisiydi. İşte bütün bunlardan dolayı bu insanlara dönme demek, çok döğru bir tanımlamadır. Hiç hilafsız Kabbala'nın dik alasını uyguluyorlardı. Yemek esnasındaki sohbetlerin ardından Agah Erozan'ın Tevrat'tan bazı bölümler okumasıyla başta ev sahibi Yusuf Salman; eşim ve birkaç kişi işaret parmaklarına toplu iğne batırıp kanattıktan sonra, ellerindeki mayasız ekrneğe damlatıp İbranice dualar eşliğinde yemeye başladılar. Yahudi adetlerine göre mayasız ekmeğe kan damlatılırsa sevaba girdikleri gibi, Davut Peygambere daha çok yaklaşırlarmış. Ekmek yeme faslı bittikten sonra erkekler ceplerinden çıkarttıkları kipaları başlarına koyup, sarılıp tokalaşarak birbirlerinin Pessalı Mayasız Bayramını kutlamaya başladılar. Çok üzgün olmama rağmen hislerimi belli etmeksizin, bayanların ve erkeklerin ellerini sıkmak mecburiyetinde kalmıştım. Geceyarısına doğru kalkma vakti geldiğinde Yusuf Salman, orada bulunanlara "Tanrı devamını erdirsin" diyerek hepimizi aşağı kapıya kadar uğurlardı. Eve geldiğimizde, eşim hayli neşeli olduğu halde bende surat bir karıştı. Daha sonra mayasız ekmeğe kan damlatma olayı aklıma geldiğinde, gülme krizine tutuldum. Aradan geçen birkaç ay sonra bizim bey, mason locasına kaydoldu. Bu Sabetayistlik sevdasından dolayı pusulayı tamamen sapıtmıştı. Kavgalar ve münakaşaların ardı arkası kesilmezken o genç yaşımda tepki koyarak, başta Yusuf Salman olmak üzere bu türden ailelerin evimize gelip gitmelerini kestim. Anladığım kadarıyla kocam bunlarla Anadolu Kulübü veya bazı ev toplantılarında buluşuyordu. O zamanlar Ankara küçük denilebilecek bir şehir olduğundan, gidilecek yerler fazla yoktu. Öyle zannediyorum ki, 1959 senesi Aralık ayının sonları yani noelden bir hafta önceydi. Kocam yine bir davet almış, Mu- sevilerio kutsal günü olan "Purim veya Adar Bayramına" gideceğini söylüyordu. Fazla tepki vermedim, nasıl olsa bildiğini okumaya devam etmekteydi. Bu toplantıyı, Gaziosmanpaşa'da oturan İstanbul Milletvekili İshak Altabev'in evinde yapacaklarmış. Şahsen ben adını duymama rağmen, Yahudi asıllı Altabev'i hiç tanımıyordum. Kipasım ve Tevrat'ını özenle bir çantaya yerleştiren kocam, akşam vakti evden ayrıldı. O zamanlar üç yaşında olan kızım Funda ile evde başbaşa kalmıştık. Ancak içime bir kuşku düşmüştü. Eşimin tuttuğu notları karıştırmaya başladım. Çünkü o, Sabetayistlerin kutsal günlerinin bir dokümanını çıkarmıştı. Tomar. tomar evrakların arasından yazdıklarını okudukça yalan söylediğini anladım. Zira, Aralık ayının Purim'le alakası yoktu. Peki öyle ise Şabat kutlaması ve Hamursuz günü olmadığına göre, bu gece neyin toplantısını yapabilirlerdi? Öyle anlıyordum ki "Adar Kuzu Bayramı" Mart ayında olmasına rağmen Yahudi sürgününde yazılan Tevrat'a göre, noel öncesi de kutlanabiliyordu. Demek bu gece bizim sapkınlar, İshak Altabev'in evinde mumsöndü yapacaklardı. Bu adamların ve karılarının hepsi yaşlı olduklarından, ayine evli çiftierin gitmesi şart koşulması nedeniyle bizim bey'in orada ne işi olabilir diye meraklanmaya başladım. Tabii merakım onu sevdiğimden değil, kadınlık gurururodan dolayı idi. Koca koca insanlar, hayali bir sapkınlık uğruna karılarını birbirlerine peşkeş çekiy0rlar, sonra da hiç birşey olmamış gibi rutin hayatlarina devam ediyorlardı. O gece, gözüme hiç uyku girmedi. Sabaha karşı bey eve geldiğinde, yüzü gözü dayanılmaz bir şekilde soğan kokuyordu. Kendi kendime düşünüp, hemen reaksiyon gösterdim. "Purim'de su gibi içki içildiğini biliyordum da, soğanlı şeyler yenildiğini ilk kez duydum" deyince odada derin bir sessizlik hakim oldu. Ancak daha dikkat çektiğimde, soğanla birlikte parfüm kokusu da hissediyordum. Karıkoca karşılıklı atışırken "Bu burada kalmaz, yarın Yusuf Salman ve İshak Altabev dediğin adamı partisinin yetkililerine şikayet edeceğim" deyince kararlı olduğumu anlayan eşim çözüldü. Kocam o geeeki mumsöndü ayinine, birkaç ay önce muta nikahı kıydıkları "Sedef' adında Yahudi bir hanımla katılmış. Yüzüne gözüne soğan sürmesinin kerameti ise, benim durumları anlamamam için uyguladığı kandırmacadan başka birşey değildi. Kızım uyumasına rağmen hıçkınklar içerisinde bağınyordum. Mumu nerede söndürdüysen defol oraya git diyerek, yatak odasını terkettim. Bu sapkınlıklan belli bir yaşa gelmiş, okumuş yazmış insanların sözde Musevilik dini adına yapmaları, aklın alacağı işler değildi. O günden sonra aile bağlanmız tamamıyla çatırdamaya başladı. Odalarırnızı ayırdığımızdan sonra, karı kocadan ziyade tıpkı bir arkadaş gibiydik. Ne yazık ki, bütün bunlar hayatın acı gerçekleriydi. Nihayet genç bir kadın olarak bu rezilliğe çocuğumun hatırına bir yıl daha dayanabildikten sonra, kocamdan ayrıldım. Artık o kendi yoluna, bende kendi yoluma gidecektim. Gerçek olan şu ki, bu Yahudi dönmelerin sapkınlıkları günümüzde olduğu gibi, hayatın her evresinde sürüp gidecektir. Çünkü hepsi de Sabetay Sevi'den bahsederken, bir mesihtir tutturmuş gidiyorlar. Mesih adına akılalmaz işler yapan sapkınları, bunca yaşıma ve bilgime rağmen hâlâ anlamış değilim." Yazar Melek Merih Bayrı ile zaman zaman Karum İş Merkezine geldiklerinde, bu hususları hep tartıştık. Geçmişte onun hakkındaki Sabetayistlik önyargılarım, bir gençlik hatasıdır diyebilirim. Ancak, ısrarlı irdelemelerim olmasaydı böylesine önemli bilgileri öğrenmem de hiçbir zaman gerçekleşmezdi. İşin üzücü ve tuhaf tarafı, Yahudi dönmesi olsa bile bizleri yöneten milletvekillerinin mumsöndü ayinlerinde eş değiştirmeleri affedilemez durumlardır. Kural böyle işlediğine göre bakan, milletvekili, bürokrat ayrımı yapılmaksızın sahte mesih Sabetay Sevi 'ye inanan her Yahudi dönmesinin sapkınlık kutlamaları ebediyyen devam edecek demektir. ANKARA'DAKİ MUMSÖNDÜCÜ KOMŞUM 1972-1974 yılları arasında çocukluk arkadaşım Naci Özgören'le birlikte Küçükesat Balo Sokak'taki bekar evinde birlikte kalıyorduk. Aslında apartmanın ön tarafındaki iki daire haricindeki bütün bölümleri bekarlara aitti. Ev sahibimiz ve aynı zamanda hemşehrimiz Celal Tiryakioğlu, Ulaştırma Bakanlığı Daire Başkanlığından emekli olması nedeniyle ailesiyle birlikte İstanbul'a taşınmıştı. Ancak, apartmanın bahçeye bakan kısmından kendisine bir yer ayırdığı için ayda bir iki kez gelip kiralan topladıktan sonra İstanbul'a geri dönüyordu. Biz arka tarafa bakan dairede oturmamız nedeniyle ön taraftaki oturanlan fazla tanımasak da, Celal Bey'le sürekli diyalog halindeydik. Her seferinde özellikle benden rica edip, apartmana göz kulak olmarnı söylüyordu. Daha da önemlisi, üst katımızda oturan Yahudi dönmesi olduğunu öğrendiğim İzzet Sarrafi'ye dikkat etınemi istemekteydi. Tabii ki bu işler benim görevim olmadığı için tamam deyip, geçiştiriyordum. Apartmanda büyük çoğunluğu bekarlar olmak üzere bürokrat, emekli albay, müzisyen, büyükelçiliklerde ve cumhurbaşkanlığında çalışan meslek gruplanndan insanlar oturmaktaydılar. O yıllarda Küçükesat, Ankara'nın en lüks semtleri arasındaydı. Ne var ki düzgün yaşayanlar olduğu kadar, kozmopolit eğilimli aileler de dikkatlerden kaçmıyordu. Üst katımızda oturan İzzet Sarrafi, ev sahibine evli olduğunu söylediği Ticaret Bakanlığında çalışan Kıbrıs'lı Seniha adında bir hanımla kalmaktaydı. Sabahları sessiz sedasız çıkıyorlar, akşam saati de evlerine dönüyorlardı. Zaman zaman apartman girişinde, bazen de Bülent Ecevit'in evinin karşısındaki ünlü Moka Pastanesinde karşılaştığımızda selamlaşmakla yetiniyorduk. O yıllarda Bade Sokak 'la Esat Caddesinin köşesinde bulunan bu pastane, bütün gençlerin buluşma yerleri gibiydi. Gümrük komisyoncusu İzzet Bey'le beraber yaşadığı Seniha Hanım ise, orta yaş grubunun insanlarıydı. Apartmanda herkesle samimi olmama rağmen, onlara karşı olduğunca mesafeliydim. Belki de daha önceleri Sabetaycılar hakkında edinmiş olduğum bilgiler, beni böyle bir zehaba kaptırmıştı. Hafta sonlarında evlerine gelen uçuk giysili kadınlı erkekli gruplardan da fazla hoşnut olmuyordum. Bütün bu gelen gidenlere karşın, yine de sessiz bir yaşantıları vardı. Herşeye rağmen onlarla samirniyet kurmak içimden gelmiyordu. Kimbilir belki de bu Sabetaycılar, kendilerinden olmayanlara karşı bizler gibi menfi duygular besleyebilirlerdi. Bu ikilemler içerisinde acaba Yahudilerin birtakım sapkın kutlamalarını yapıyorlar mı gibi düşünceler alelımdan geçtiği için, gıyaben de olsa kuşkulara kapılmaktan kendimi alarnıyordum. Apartman sahibimiz İstanbul'da ikamet etmesi nedeniyle hiç istemediğim halde kalorifer aidatiarının toplanması görevini bana vermişti. Bu paraları genellikle kapıcımız Şükrü Efendi toplayıp bana getiriyor, gecikmeler olursa daire sakinlerine bizzat çıkıp tahsil ediyorum. İzzet Sarrafi lüks otomobillerle dolaşan zengin bir insan olmasına rağmen, bazı aylar unutması nedeniyle ödemelerini geciktiriyordu. Bu nedenle akşam saatlerinde kapılarına gittiğimde, birlikte yaşadığı Seniha Hanım'la bana son derece kibar davranıp ödemeyi yaptıkları gibi içeriye buyur ediyorlardı. Bütün ısrarlara rağmen ayak üzeri sohbet edip, teşekkür etmekle yetiniyordum. Çünkü, yaş olarak da benden oldukça büyük insanlardı. Bir seferinde Moka Pastanesinde karşılaştığımızda, ısrarla beni masalarına davet ettiler. Çaylarımızı yudumlarken konu konuyu açınca, her ikisi de "nüfus kaydında Türk vatandaşı olduklarını, atalarının ise Sefarad soyundan geldiklerini" söylüyorlardı. Ben de Sabetaycılar üzerinde yeterince bilgimin olduğunu ve bu hususta bazı kitaplar okuduğumu söyleyince, çok sevindiler. İzzet Sarrafi'ye, sizler genellikle ticaretle uğraşıyorsunuz bunun sebebi nedir dediğimde, hemen cevap verdi. Sakın kızmayın ama, İsrail Başbakanı Golde Meir'in "Türkler gibi tarımla uğraşıp ekmek parası kazanacağınıza, ticaretle iştigal ediniz ki et ve şarap parası kazanınız" sözleri bizlerde vazgeçilmez bir düsturdur. Sarrafi 'nin anlattıklarına tepki göstermesem de "Herşey para demek değildir, insan hayatında vazgeçilemez manevi değerler de vardır" diyerek gerekli cevabı vermiş oluyordum. Bir akşam üzeri arkadaşım Naci Özgören'le birlikte yemek için dışarıya çıkmaya hazırlandığımızda kapımız çalındı, açtığımızda kapıcı Şükrü Efendi elindeki şık tepsinin üzerindeki folyo kağıtlarla kapatılmış büyükçe iki porselen tabağın içerisinde bize getirdiği kızarmış kuzu etini vermek istiyordu. Hayrola bu nerden geldi dediğimde, üst kat komşumuz İzzet Bey'in gönderdiğini söyledi. O anda lokantaya gideceğimiz için Sarrafi'nin duymaması kaydıyla, bize gelen ikramları Şükrü Efendi'ye vererek dışarıya çıktık. Saat 10.00 sıralarında eve döndüğümüzde, üzerimi değiştirirken gözüme duvardaki takvim ilişti. Günlerden 1973 Mart'ının 22'siydi. Kahkahalarla gülmeye başladım. Arkadaşım Naci, gülmeme bir anlam veremediği için şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Ben de hemen cevabı yapıştınp "Sevgili kardeşim bugün yukarı katımııda kuzu bayramı var" dedim. Arkadaşımın Yahudi dönmeler hakkında yeterli bilgisi olmadığından dolayı, durumu kendisine tüm detaylarıyla anlattım. Bizler Anadolu kültürüyle yetişmemiz nedeniyle eş değiştirme gibi durumlara hâlâ ihtimal veremiyor, benim hayal taşladığımı söylüyordu. Birkaç yıl önce Yılmaz Ataksor ağabeyden bu hususta yeterince bilgiler aldığım için altta kalmayıp, sevgili arkadaşımla birer "Camel" paltasuna bahse bile girmiştim. Her ikimizde ayrı odalarda kalmamıza rağmen gece yarısı saat 24.00'ten sonra kulaklarımızı uğuldatan org ve müzik sesiyle uyanmıştık. Binanın duvarları son derece kalın olmasına karşın, yukandan gelen İbranice şarkılar ve tuhaf dua sesleri uykumuzu tam anlamıyla kaçırmıştı. Aradan beş on dakika geçmişti ki, üstümüzdeki kapı adeta kınbreasma vuruluyordu. Açın kapıyı diyen sesi hemen tanıdım. Bu, ev sahibimiz Celal Bey'di. Anlaşıları, İstanbul'dan yeni gelmiş olmalıydı. Bir ara gürültüler kesilince, bizim daireye doğru gelen ayak sesini işittim. Hemen ardından zil çalınınca, kapıyı açtığımda yarı uykulu bir halde Ce-. lal Tiryakioğlu'yla karşılaştım: Hayrola Celal amca şimdi mi geldiniz? Şimdi geldim ama, ne gelmek! Neden? Eviadım sen duymuyor musun? Yukarıdaki Yahudiler apartmanı yıkıyorlar. Az önce bir sesler duydum, ama sonra dalmışım. Kapının zilini çaldım kar etmedi. Kırareasma vurdum, yine de açmadılar. Peki şimdi ne yapmayı düşünüyorsun? Sen benim eviadım gibisin, birlikte yukarıya çıkıp bunlarla konuşalım bakalım, dertleri neymiş! Celal amca, sabahleyin konuşup ikaz etsek olmaz mı? Yok yok, hemen şimdi halledelim bu meseleyi. Alelacele giyindikten sonra Celal Bey'le üst kata çıktık. Ev sahibimiz çok iyi kalpli olmasına rağmen, lafını esirgemeyen uçuk bir insandı. Bu nedenle insanlara sert çıkışmaması için kendisinden söz aldım. Zili çaldığımda, İzzet Sarrafi 'ye kibar bir şekilde ev sahibinin kendisiyle görüşmek istediğini söyledim. Benim sesimi duyunca biraz rahatlamış olmalı ki, kapıyı hemen açtı. Üzerinde son derece şık bir smokin ve kafasında kendilerine özgü Yahudi kipası vardı. Ben daha konuşmaya fırsat bulamadan esip yağan Celal Bey "Bu ne gürültü? Şu andan itibaren eviıni tahliye edin" diye fırtınalar estirmekteydi. Diğer daireleri daha fazla rahatsız etmemek için, içeriye girip holde ayak üzeri konuşmaya başladık. İzzet Sarrafi benim kulağıma fısıldayıp, ev sahibini sakinleştirmemi ısrarla rica ediyordu. Celal Bey'i biraz sakinleştirdiğim anda holden iki adım atıp salona doğru baktığımızda, gördüğümüz manzara hayli şaşırtıcıydı. Geniş salonun zemininde sıra sıra postlar, masalarda yedi kollu Davut şamdanları, dört beş kişiden oluşan şık giysili kadınlı erkekli gruplar ellerindeki kadehlerle tedirgin bir halde bize doğru bakmaktaydılar. Kırk yaşın üzerindeki kadınların hepsi de siyah giysili ve mini etekliydiler. Aslında bunu yadırgamak gerekmiyordu. Çünkü o yıllarda önlenemez bir mini etek fırtınası esmekteydi. Vaziyetlerinden anlaşıldığı kadarıyla mumsöndüye ramak kaldığından hepsi de sarhoşlardı. Bu arada beni merak eden arkadaşım Naci de, giyinik bir şekilde yanımıza gelmişti. Kısmen sakinleştirdiğimiz Celal Bey, birden feveran edip kiracısına sorular sormaya başlamıştı: Sarrafi bu ne hal? Ben sana evi kerhane yapasın diye mi verdim? Beyefendi siz ne kadar ilkel düşünüyorsunuz? -Ben iki üniversite bitirmiş adamım, neden ilkel olayım ki! Bugün bizim kutsal kuzu bayramımız. O ne demek oluyor? -Nasıl sizin dini günleriniz varsa, bizler de Adar ayında kuzu bayramımızı kutluyoıuz. Buradaki kocamış koyunlarla mı kutluyorsun? Oradaki gıuptan, kolları altın takılarla dolu süslü püslü kadınlardan bir tanesi, Celal Bey'e doğıu söylenip: Moıuk herif, asıl kocamış sensin. Hadi ardan fuar şempazesi kılıklı kadın, sen benim muhatabım değilsin. Medeniyetten nasibini almamış kart adam, bizim kutsal gecemizi ziyan edemezsin sen. Hadi çık dışarı, nereye gidersen git! Ortam iyice gerildiği için etrafa adeta öfke kusan Celal Bey, şimdi ahlak polisini çağınp hepinizi def edeceğim diye feryad figan ediyordu. Tarafıann neredeyse birbirlerine girecekleri anda Naci arkadaşım, uzun boyuyla arada bir set oluşturduktan sonra Celal Bey'i dışarıya çıkararak, bizim daireye doğru indirdik. Bu arada apartman tamamİyle ayaklanmıştı. Biz yürürken alt koridorda yanıma gelen İzzet Sarrafi, "Ne olur bu gece ev sahibi bir yere şikayette bulunmasın, en geç bir hafta içerisinde çıkacağım" diyordu. Kendisine garanti verdikten sonra, bizim dairenin salonunda oturduğumuz Celal Bey'i ikna ederek konunun kapanmasını sağladık. Ne kadar sakinleşse de, ikide birde "Ben bugüne kadar şerefirole yaşadım, kendime kerhaneci dedirtmem" diyordu. Kendisine bir kahve yapıp, sohbet etmeye başladığımızda hiç durmaksızın dert yanmaktaydı: Biliyor musun evHidım, bu Yahudilerin yedikleri naneyi siz bekarlar bile yemiyorsunuz. Koca koca kart heriflerle, süslü püslü kokanalar akıllarınca kuzu bayramı kutluyorlar; hadi oradan ahlaksız insanlar. Celal Bey amca, Yahudiler ve Yahudi dönmelerde bazı önemli günler vardır, sanırım bunları siz de biliyorsunuz? Nereden bileyim ben, hayatımda ilk defa Yahudi kiracım oldu. Peki bu Adar 22 'de istisnalar haricinde eş değiştirildiğini de mi bilmiyorsunuz? Demek bu kefereler yalnızca eğlenceyle yetinmeyip, bir de eş mi değiştiriyorlar? O zaman hemen harekete geçip bunları suçüstü yaptırayım. Farkında olmadan, kaş yaparken göz çıkardığımı hemen anlayınca: Aman Celal Bey amca, siz ne yapıyorsunuz? Sonra apartmanın adı randevucuya çıkarsa bu pislik nasıl temizlenir. Bırakın da kendiliğinden daireyi terketsinler. -O da doğru ya! Öyle ise bunların birkaç gün içerisinde çıkmalarını sağlayalım. Sen hiç merak etme, İzzet Sarrafi bir hafta içerisinde evi tahliye edeceğini söyledi. Daha önce çıksınlar, ben onların paralarını pullarını da istemiyorum. Sen şimdi sakin olup dairene istirahate geç, bu konuyu bizzat ben üstleneceğim. Tamam evladım, senin kişiliğine ve sözlerine güveniyorum. Çünkü, olumlu davranışların beni hiç yanıltmadı. Gece yarısı Celal Bey istirahate çekildikten sonra ben de hemen yatmama rağmen, sabah duyduğum gürültülerle erkenden uyandım. Baktım ki ev sahibimiz kapıcıyı yanına almış bahçede konuşuyor. Beni de çağırdıklan için yanlarına gittim. Celal Bey, hiç durmaksızın kapıcıya hitaben şunları söylüyordu: Şükrü Efendi, gece apartman yıkılıyor sen hiçbir şey duymayıp göbek büyütüyorsun. Efendim burası çoğunlukta bekarları oturduğu yer, o nedenle bu gürültüler hep oluyor. Oğlum ben bekarlardan bahsetmiyorum. Sesler yukandaki Yahudiler'den geliyordu. Efendim, orada ayda yılda bir ses çıkar. Sonra kimsenin varlığı bile hissedilmez. Peki neden? -Ben de bilmiyorum. Senede bir iki kere beş altı tane kadınla erkek gelir, sabaha kadar tepinirler. Ondan sonra hiç ses çıkmaz. Arada bir süslü püslü kadınlar gelse de Seniha Hanım'ın veya İzzet Bey'in arabasına binip giderler. Peki sen neden mani olmuyorsun bunlara? Efendim, morçilik olmuş karılan ben zaptedecek değilim ya! O, morçilik de ne demek? Beyim, bizim oralarda zaptedilemeyen azgın kaniara morçilik olmuş derler. Sen bütün buradaki olan biteni bana neden bildirmiyorsun? Hem bu yaştan sonra benim azmış kudurmuşlarla işim olamaz. Şu andan itibaren 8 nolu daireye servis de yapmayacaksın. Zaten yakında çıkacaklar. -Efendim o karılar, sene'de bir iki kere geliyorlar dedim ya! Oğlum sen de takmışsın kaniara kafayı! Ben İzzet Sarrafi'yle kansı Seniha'ya servis yapmayacaksın diyorum, o kadar. Beyim, onlar o kadar kötü insanlar değiller ki dün bütün apartınana kuzu eti dağıttılar. Şükrü bırak bu saçmalıkları, kuzuyu yemişsin ama mumun söndüröldüğünü görmemişsin. Görmez olur muyum, dün öğle üzeri evdeki şamdanları ben ağartıp mumlan dizdim. Sonra da kuzu etlerini dairelere teker teker götürdüm. Oğlum ben sana bütün bu yaptıklarını sormuyorum. Gece yarısı mumları söndüğünü gördün mü? Beyim onu ben nerden bileyim, herkesin mahremi kendine aittir. Bütün bunlar konuşulurken, ortaklıkta bir kahkaha fırtınası esmeye başlamıştı. Böylesine esprili sohbetler neticesinde Celal Bey'in moralini büyük ölçüde yatıştırmış oluyorduk. Aslında benim, hiç kimseye diyet boreuro gibi bir takıntım yoktu. Hatta devletten emekli Celal Tiryakioğlu'ndan, beklentilerim de olamazdı. Ancak gerek hemşehrilik bağları, gerekse yaşça babamdan büyük olması nedeniyle ona saygıda kusur etmemem gerektiğini düşünüyordum. Bu tür yaşlı insanlar çabuk alındıkları için, karşısındakinden devamlı surette ilgi beklemekteydiler. Bütün bunların ötesinde ev sahibim tanımadığım bir kişi dahi olsaydı, oturdoğum apartmanda mumsöndü gibi sapkınlıkların kutlanmasına sessiz kalamazdım. Geçmişte duyumlarım olmasına rağmen böyle bir olaya hayatımda ilk kez rastlıyordum. Ancak, yine de gördüklenın tam net değildi. Adar 22'nin kutlandığını İzzet Sarrafiy'le ayak üzeri konuştuğumuzda görmüştüm ama, eş değiştirildiğine dair herhangi bir bulgum yoktu. Ne var ki gündüzden kuzu etlerinin dağıtılması, gece yanlarına kadar yedi kollu şamdanları etrafında dualar okunup İbranice şarkılar söylenmesi, Sabetaycıların sapkın etkinliklerinin en belirgin izdüşümleriydi. Bütün bu gelişmelere ve kopan gürülrolere rağmen bahse girdiğim arkadaşım Naci Özgören'e, bir türlü inandırıcı olamıyordum. Aynı günün akşamı, evde kitaplar üzerinde sohbet ederken zilimiz çalınmıştı. Hemen toparlanıp kapıyı açtığımızda, karşımızdaki İzzet Sarrafi, içeriye girmek için müsaade istedi. Salonda karşılıklı otururken, ev sahibini yatıştırdığımızdan dolayı bize teşekkür ediyordu. Konu konuyu açtığında, kendisini kibarca soru yağmuruna tutmaya başlamıştık. Zaten birkaç gün sonra Çankaya'ya taşınacağım diyerek, samimi bir ifadeyle dün geeeki gelişmeleri şöyle anlatmaktaydı: Biliyorsunuz ben bu apartmanda sizlerden eski oturuyorum. Bizler Türk nüfusuna kayıtlı Yahudi asıllı insanlanz. Ben Seniha ile muta nikahıyla, yani bir hahamın kıydığı nikahla evliyim. Tıpkı sizlerdeki imam nikahı gibi! O nedenle beş yıldır birlikte yaşıyoruz. Nasıl siz Müslümanlarda dini günler önemliyse, bizde de Hamursuz, Şabat, Pessah, Purim ve Adar 22 etkinlikleri kutlanmadan geçilemez. Bilhassa Adar 22 Kuzu Bayramı, hayatımızın vazgeçilemez bir parçasıdır. Biz bu önemli günü Sabetay Sevi'ye ve Musevi dinine inanan dostlarla yaklaşık yirmi yıldır kutladığımız gibi, hiç aralıksız bu apartmanda da üç dört kez eda ettik. Bir talihsizlik eseri ev sahibinin geceyansı gelip patırtı kopartması, huzurumuzu fazlasıyla kaçırdı. Ben serbest çalışan bir gümrükçüyüm, ama beraber yaşadığım kadın çalıştığı bakanlıkta henüz yeni şube müdürü oldu. Onun yüzünden çekintilerimin olması gayet doğaldır. Yoksa, Celal Bey'e karşı bu kadar sessiz kalmazdım. Bu arada Sarrafi'nin sözünü kesen arkadaşım Naci, Adar hakkında detaylı bilgiler edinmek için sorular sormaya başladı. Ben de hemen müdahale ederek, sizce bir mahsuru varsa anlatmaya bilirsiniz deyip ortamı yumuşattım. Gördüğümüz kadarıyla kendi örf ve adetlerini anlatmakta herhangi bir sakınca görmeyen komşumuz, hiç beklemeksizin konuşmaya başladı: Biz her sene Adar'ın gelmesini sabırsızlıkla bekleriz. Yahudi cemaatinin ve Sabetaycıları hakkında bazı olur olmaz şeyler söylense de gerek Türkler, gerekse Hristiyanlar bizim kutsalımızı yadırgamakla yetindiler. Kimbilir, belki de kendileri açısından haklıdırlar. Şunu açıklıkla söyleyeyim ki, Adar'da herkes eş değiştirmez. Bu bir inanç ve tercih meselesidir. Ancak benim gibi koyu Sabetayistler, yüce mesih'in ruhuna yakın olabilmek için eş değiştirmekten yanadırlar. Sizler zannediyorsunuz ki, o gece değiştirilen eş hep karşıdaki kişiyle birlikte olacaktır. Aslında dinimizin gereği öyle bir şey olamaz. Değişen eşler, ertesi gün birbirleriyle yaşadıklan geceyi hatırlamak istemezler bile! Çünkü, birbirlerinin helali olup kutsal geceyi eda etmişler, sabaha karşı yaptıkları mezmurlar duasından sonra herşeyi bitirip yeni bir hayata başlamışlardır. Yalnız burada bilinmesi gereken şey, kutsal Adar'da bazen eşler kendi tercihleriyle, bazen de kura çekimiyle değişirler. Bütün gece dualarla ve taslardan şarap içmeyle başlar. Müzik eşliğinde yemekler yenildİkten sonra geceyansına doğru şamdanlardaki mumlar söndürülüp postların üzerinde halvete erilmesinin ardından "Adar ayini" sabaha karşı yapılan dualarla biter. Burada kimse, kimsenin sevgilisi olamaz. Ancak, bazı istisnalar haricinde gönül bağı olanlar varsa, bu ayn bir durumdur. Son zamanlarda Adar 22'yi eski bakküs ayinlerinin bir geleneği olarak noelden bir hafta önce kutlayanlar bulunsa da, bizler herşeyi zamanında yapmaktan yanayız. Bir bayramın iki kez kutlanması dinen de sakıncalıdır. Üzülerek söylüyorum ki, dün akşamki kutsal gecemiz bunak bir ihtiyann yüzünden neredeyse murdar olacaktı. Arkadaşlarımı güçlükle ikna ederek, herşeye rağmen bayramımızı kutlamış olduk. Konuya kibarca girerek, peki çok afedersiniz belki haddim değil ama siz de eş değiştirdiniz mi? Bundan doğal ne olabilir ki! Bu bizim vazgeçilemez bir bayramımız. Sabah hep birlikte dualarımızı yaptıktan sonra herkes kardeşçe öpüşerek vedalaştı. Ben, dün akşam tercih ettiğim Sara Hanım'ı hergün sürekli görsem bile bir dahaki Adar'a kadar cinsel obje olarak hatırlamam. Çünkü bu düstur, Sabetaycılığın bir kuralıdır. Dün değiştirdiğiniz bir eşi, o biçim manasında görürseniz bu durum din olgusuna asla yakışmaz. O nedenle kutsal bir gecede yaklaştığımız mesih'in ruhunu incitıneye kimsenin hakkı yoktur. Son olarak şunu da söyleyeyim ki bizim camiada daha az inançlı kişiler eş değiştirmezler. Gerek Sefaradlar'da, gerek Aşkenazlar'da olsun bunların sayıları hayli çoktur. Son zamanlarda Purim Bayramını lokallerden evlere taşıyıp eş değiştireniere şiddetle karşı olduğumu açıklıkla söyleyebilirim. Çünkü, Sabetay takviminde böyle bir şeye rastlanmaz. Bu safsatalar tamamiyle çok paralı, yolunu şaşırmış zenginlerin işidir. inanmış her Yahudi; Sefarad, Aşkenaz veya Sabetaycı olmak kaydıyla istisnalar haricinde Adar 22'yi hakkıyla kutlar. Kutlamayanlara da saygı duyarız. O da onların tercihidir." Takriben bizim bekar evinin salonunda bir saat kadar oturup önemli açıklamalarda bulunan İzzet Sarrafı, ayağa kalkıp vedalaşırken "Hepimiz birbirimizin dinine saygı duyalım" sözlerini ısrarla vurguluyordu. Sabetaycı misafirimiz gittikten sonra gözleri fal taşı gibi açılan arkadaşım Naci, kendi kendine küfürler yağdırmaktaydı. Adamın arkasından konuşma, sayesinde bir "Camel" palto kazandım deyince "Dünyarun Yahudileri neden lanetlediğini şimdi çok daha iyi anlıyorum" sözlerini sarfetmekten kendini alamıyordu. Bütün bu sansasyonel gelişmelerden birkaç gün sonra İzzet Sarrafi'yle birlikte yaşayan muta nikahlı eşi Seniha Hanım, Küçükesat'tan sessiz sedasız ayrılarak başka bir semte taşınmışlardı. Dünya öylesine küçüktü ki Güneş Öngüt 1978 senesinde Ulaştırma Bakanı olunca, ben de onun maiyetinde görev yapmaya başlamıştım. Aslında muhafazakar bir dünya görüşüne sahip olmalarıma rağmen onbirler grubuyla Adalet Partisi'nden istifa ederek, Bülent Ecevit'in çoklanma ulufe dağıttığı kabİneye dahil olanlar arasındaydı. Gerçi Tuncay Mataracı gibi bakanlar büyük yolsuzluklar yapmalarına rağmen, Öngüt'ün parayla pulla işi olmadığından devletin kuruşuna dahi dokunmamıştı. Serde hemşehrilik olduğu halde, CHP hükümetinde bakanlık kabul ettiklerinden dolayı da kendilerine için için kızıyordum. Devlet memuru olmam nedeniyle yapabileceğim hiçbir şey de yoktu. Her yurt içi seyahate çıktığımızda lüks oteller yerine Haydarpaşa Garı'nın misafirhanesinde kalıyorduk. Bakanı orada görenler şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı. 1978 senesi Nisan ayının ilk haftasında Posta Bakanı Pando Vancev'in daveti üzerine Bulgaristan'a gidilecekti. Bu seyahate bakanın eşi de katılıyordu. Ancak, yine hep birlikte Haydarpaşa Garı 'nda kalıyorduk. Sabah kahvaltısını yaptıktan sonra saat 12.00 uçağıyla Sofya'ya gidecektik. Son olarak protokol hazırlıklarını gözden geçirirken, henüz üçbuçuk saatlik bir zamanımız olduğu için Yeşilköy'de beklemektense, bakan bey garı denetlerneye karar verdi. TTam denetlemenin başladığı esnada kalabalık içerisinden bir el bana uzandı. Daha sonra beni kucaklayarak öpen bu insanın, neredeyse beş yıldır görmediğim İzzet Sarrafi olduğunu anlamakta gecikmedim. Bakandan müsaade isteyip kibarca geri çekildikten sonra Sarrafi'ye "Sen burada ne arıyorsun?" dedim. Bana anlattıklarını duyunca şaşırıp kalmıştım. Adam meğer ki Ulaştırma Bakanlığı ve Devlet Demir Yollarına bağlı kurumlardan gümrük ihaleleri alıyormuş. Bana Bebek'te yalı dairesi, Heybeliada'da köşk'ü olduğunu söyleyince, üzüntümü belli etmemek için fazla tepki vermedim. Daha üç-beş yıl öncesine kadar Ankara'da mütevazi bir apartmanda hayatını sürdüren bu adam, devletin sırtından milyonlar kazanarak saltanat sürüyordu. Özel bir gümrük komisyoncusu olması nedeniyle ihale sistemiyle çalıştığından dolayı yapılacak birşey yoktu. Bu arada konuyu dağıtmak için "Adar Bayramından ne haber?" deyince "Aynen devam" demekle yetindi. Hatta aralarına aldıkları Sabetaycı grubu daha da genişletip, tanınmış halıarnları da davet ederek özel günlerini yirmiotuz kişilik cemaatlerle kutladıklarını söylüyordu. Yola gideceğimizden dolayı İzzet Sarrafi'den kibarca müsaade istediğim anlarda, bakanın kısa süren denetlernesi de bitmişti. Haydarpaşa'dan hareket edip Yeşilköy'e geldiğimizde, adeta ruh gibiydim. Etrafımdakilere renk vermemek için kendimi zor tutuyordum. On sekiz kişilik heyetle birlikte Sofya'ya gitmek üzere uçağa binip havalandığımda, hâlâ aklım bir Yahudi dönmesinin devletin sırtından elde ettiği büyük kazançlardaydı. Bu paralarla lüks yalılarda, kâşanelerde Sabetay Sevi'nin ruhuna atfen bütün sapkınlıklar kutlanacak, böylesine akılalmaz hayasızlıkların diyetini benim Anadolu insanım ödeyecekti. Vah Türkiyem vah, içinde yaşadığımız ülkemizin gerçek insanları olarak acaba bizler bu kadar mı sahipsiziz?.. KİMDİR BU SABETAY SEVİ? Tarihi kaynakları belirttiğine göre Sabetay Sevi 1626 yılında, Yahudi bir ailenin oğlu olarak İzmir'de dünyaya geldi. Sabetay'ın kendi risalesinde doğum tarihi, İbrani takvimine göre 5386 yılının "Ab" ayının 9'u olarak geçer. Miladi takvime göre bu tarih I Ağustos 1626'ya tesanüd eder. Yahudi gelenekleri açısından kutsal Şabat gününde doğan erkek çocuklarına "Sabetay" ■ adı verilmesi kaçınılmaz bir durumdur. Birtakım Yahudiler bu söylentileri kabul etmeseler de Midraş 'a, yani eski rabbi geleneğine göre mesih de "Ab" ayının 9'unda doğacaktır. Sabetay'a İnanmayanlar, onun kendi doğum tarihini bu inanca uyarlamak için bilinçli bir şekilde değiştirdiğini iddia etmekteydiler. Ancak, Yahudi tarihi boyunca muhtelif aralıklarla birtakım mesihler ortaya çıkmış, dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış olan Yahudilerin ümitsizliklerini bir nebze olsun unutturarak, daha sonrasında büyük hayal kırıklıkları yaratmışlardı. Gittikleri her yerde horlanıp dışlanan Yahudi cemaati yine de kurtuluşlarına dair pembe düşler besliyor, bazı Kabbala kehanetlerine göre mesih'in mutlaka yeryüzüne geleceğine ve onlan geleceğin İsrail' ine götüreceğine inanıyorlardı. Ancak, kaf dağının arkasındaki bütün bu ulaşılamaz hayaller, kutsal kitap "Zohar"a göre hemen gerçekleşmeyecekti. Ve orada yazılanlar, Yahudilerin gelecekle ilgili beklentilerini şöyle telaffuz ediyordu: "Kutsal olan; İsrailoğullannı ayağa kaldırıp onları Galut’tan çıkardığznda, onlara küçük ve dar bir ışık penceresi aça48 caktır, sonra daha büyük olan bir pencere daha açacaktır ve sonunda onlara evrenin dört köşesine açılan yüksek kapılar açacaktır. Böyle olacaktır ve tek bir anda değil; çünkü çaresizliğin devası olan şifa, hasta bir adama bir anda gelmez, o güçlenineeye dek, yavaş yavaş gelir.’" Kutsal kitap "Zohar"a göre, dünyanın dört bir yanında sürgünde bulunan İsrailoğulları hasta adam olarak değerlendirilmekteydi. İşte bu nedenle kendilerini içine düştükleri girdaptan kurtaracak "Mesih"i sabırsızlıkla beklemekteydiler. İzmir'de dünyaya gelen daha önceleri Mora'da tavukçuluk yapan Aşkenaz Yahudisi Mordehay'ın oğlu Sabetay Sevi, sözde bu insaniann kurtancısı olacaktı. Aşkenaz diyorum, çünkü Sefaradlar arasında Sevi ismine rastlanmamaktadır. Aslında baba Mordehay, karısı Clara ile birlikte oğulları Sabetay dünyaya gelmeden onon iki yıl önce (1614) İzmir'e yerleşmişlerdi. Sırasıyla önce Elijah (İlyas), Sabetay ve en son olarak da Joseph (Yasef) doğmuştu. Babalan geçmişteki tavukçuluk işini bırakarak, oğullarıyla birlikte İzmir'in en zengin simsarları arasında yer almaya başlamışlardı. Sabetay'ın annesiyle babası, oğullarının sözde mesihliğe başlangıç eylemlerinden önce öldüler. Mezar taşlarına dikkat ettiğimizde baba Mordehay'la, kardeşi Isaac'ın da onun gibi 1663 yılında öldüğünü görürüz. Sabetay'ın babası, annesi ve amcasına ait gömütler 1918 yılına kadar, İzmir'in Karataş serntİndeki Bahri Baba mezarlığındaydı. Ancak, Milli Mücadelenin zaferle sonuçlanmasından sonra bu mezarlık parka dönüştürüldü. Ne var ki, Sabetay'ın annesi Clara'nın mezan bütün aramalara rağmen bulunamamıştır. Sabetay Sevi'nin gençlik yıllarında İzmir'de ikamet eden tüm yabancı tüccarları tamamına yakını Yahudi simsarlarla çalışıyorlardı. Bu kurnaz Yahudiler, muhtelif yabancı lisanların yanısıra Türkçe ve Yunanca'yı da gayet iyi bilmekteydiler. Yahudilerio hakimiyet kurduldan bir başka alan da gümrük memurluğuydu. Sabetay'ın ağabeyi İlyas'la, küçük kardeşi Yasef İngiliz tüccarlarla iş yapmaktaydılar. Sabetay, kardeşlerinin tam aksine din olgusu içeren ilahiyat çalışmalarına yönelmişti. Son derece hırslı olması nedeniyle kısa zamanda İbranice ve Arap dilinde yeterince bilgi sahibi olmuş, ilahiyat ve metafizik konularında da hayli yol katetmiş durumdaydı. Tarihi kaynaklara göre, ilk öğrenimini 1681 yılında ölen Haham İshak di Alba'dan aldığı bilinmektedir. Daha sonraları eğitimini İzmir'de, devrio en ünlü Yahudi din alimi Joseph Eskapha'dan alan Sabetay Sevi, on sekiz yaşında halıarnlık ünvanına erişiyordu. Bu, o güne kadar pek görülmemiş bir şeydi. Diğer akranları sıradan akutman seviyesinde iken, Sabetay büyük kitlelere ibadet yaptıran bir haham konumundaydı. Onunla birlikte Talmud üzerine çalışmalar yapan Moses Pinherio, arkadaşının bu alandaki bilgisinin "olağanüstü" olduğunu söyler. Sabetay'la aynı yıllarda yaşayan pek çok Yahudi din bilginleri de onun komplike bilgisine yakınen tanık olmuşlardır. Sabetay'ın Kabbala (Kabala)'ya yönelik çalışmalan■"İhtişamın Kitabı" olarak da anılan "Zohar" üzerine odaklanmaktaydı. Kabbala edebiyatının öncüsü konumundaki bu eser, her Yahudi'nin kulsalı olarak kabul görür hale gelmişti. Zohar, kökleri antik çağiara dayanan eski Kabbala geleneklerini, bunun da ötesinde gizemli Yahudi öğretilerini özetleyen bir kitaptır. ileriki yıllarda bilhassa İslam dünyasında ahlaksızlık teorileriyle anılacak olan Sabetay Sevi'nin eğilim gösterdiği bir başka kitap ise Tanah 'tı. Bu kitap, Kabbala 'nın ilerleyen çağlarda Yahudi mistisizminin gelişmesinde önemli rol oynayan bağnaz müridier tarafından hayli ilgi görmekteydi. Sabetay, havra'daki ibadetlerinden arta kalan zamanlarda devamlı surette evine kapanıp Kabbala üzerinde çalışmalara yönelirken, tuhaf davranışlar da göstermeye başlamıştı. Onun gençlik dönemlerini anlatan pek çok kaynakta, kişiliğindeki anlaşılmaz değişkenIikiere rastlamak mümkündür. kendisi gibi bir Aşkenazi Yahudisi olan Tobias Rofe'nin, Sabetay hakkındaki izlenimleri şöyledir: "Olanca bilgisine ve öğrendiklerine karşın daima saçma şeyler yapardı. Bu nedenle insanlar onun hakkında konuşurlar ve onun budala bir insan olduğunu söylerlerdi." Irkdaşı Tobias Rofe'nin görüşlerini ihtiva eden değerlendirmelerin benzerlerine tanıklık eden belgeler, yazılı kaynaklarda azımsanmayacak kadar çoktur. Çünkü tarihin çeşitli dönemlerinde ortaya çıkan böylesine sahte mesihler ne kadar inandırıcı vaadlerde bulunsalar da, tutarlı oldukları söylenemez. Sabetay Sevi'nin İzmir'deki gençlik yıllannı mercek altına aldığımızda, yirmi iki yaşında iken İzmir'li Yahudi bir kızla evlilik yaptığını görürüz. Ancak, tarihi kaynaklarda bu genç kızın adı geçmemektedir. Karı koca birbirlerini Yahudi Mahallesinden tanımaktaydılar. Mutlu başlayan bu birliktelik, koca tarafından evliliğin gerekleri yerine getirilmediği için kısa zamanda hüsrana dönüşür. Sabetay'ın kayınpederi, damadının iktidarsız olduğunu halıarnlar kuruluna şikayet edince; taraflar karşılıklı boşanmayı kabullenerek kısa süren evlilik serüvenlerini bitirmişlerdi. Aradan geçen birkaç ay sonra Sabetay yine adı belirtilmeyen bir kıza gönlünü kaptırdı. Çok geçmeden bu kızla evlendiler. Günler haftalar geçmesine rağmen karısıyla ilişkiye girerneyen Sabetay, son derece huzursuz bir ruh yapısına bürünmüş vaziyetteydi. Genç eşi umduğunu bulamayınca, kırgın ve kızgın bir şekilde baba evine döndü. Yahudi tarihçi Thomas Coenen 'e göre, İzmir'in en saygın ailelerinden biri olan kızın babası halıarnlar kurulunun yolunu tutarak, damadının evlilik veeibelerini yerine getiremediğini söyler. Bu şikayetlerden sonra Sabetay, hiç arzulamadığı halde ikinci eşinden de ayrılmak mecburiyeünde kalmıştı. Onun içinde bulunduğu ruh haline, kardeşleri ve yakın çevresi de çok üzülmekteydiler. Hahaarn olması nedeniyle bazı şeyleri açıkça yüzüne söyleyemeseler de, arkasından konuşanlar hayli çoğunluktaydı. Boş zamanlannda elindeki İbranice kitaplarla kırlan dolaşıp, sesli bir şekilde mezmurlar dualar okuması kendi dindaşları tarafından gülüşmelere neden oluyordu. Bazıları, onun aklını aynattığından bile bahsetmekteydiler. Sabetay, 1648 yılının rüzgarlı bir sonbahar akşamında İzmir'den takriben iki saat kadar uzaklıktaki boş arazide ağır adımlarla yürürken, Tanrı'nın ruhunun ona indiğini söylemiştir. Kendi ifadesine göre Tanrı'nın sesi ona şöyle demekteydi: "Sen İsrailoğullarının kurtarıcısı, Davudun oğlu, Yakub'un Tanrısı'nın kursadığı mesih’sin. İsrailoğullarını kurtarmak, onları dünyanın dört bir yanından toplayıp Kudüs e getirmek senin kaderindir" O andan itibaren Sabetay kendince kutsal ruh'a bürünerek, derin bir huşu içerisinde Tanrı 'nın adını telaffuz etti ve yürüdüğü gizemli yolun gerektirdiği akla mantığa sığmayan garip davranışlar sergilerneye başladı. Sabetay'ın tıpkı araz bir insanı andıran garip davranışlarını anlamakta zorluk çekenler, onu akıl deryasından çıkmış olarak görmekteydiler. Bu deli saçmalarına bir yenisi de Yahudi tarihçi Coenen tarafından eklenmişti. Coenen, bilhassa 1648 yılından sonra Sabetay'ın çevresine ıtırı andıran çok hoş bir koku yaymaya başladığını ısrarla söylüyordu. Ancak bu hayali hurafeye, kendisi söylemiş, kendisi inanmış olmalı ki böylesine dayanaksız ifşaadlar çok az bir çevre tarafından itibar görmekteydi. Coenen, daha sonralan Sabetay'ın müridlerinin bu hoş kokunun cennet bahçesi'nin kokusu olduğuna inandıklarını söyleyince, bir hayli tepkiyle karşılaşmıştı. İzmirli Yahudiler arasında haham bir din adamının esans kullandığına dair dedikodular çıkmış ve Tanrı 'nın bahşetmediğine inanılan (doğal koku) kandırmacası riyakarlık olarak düşünülüp, homurtulara sebebiyet vermişti. Bu durum üzerine Dr. Barrut adındaki Yahudi doktor, Sabetay'ın özel davetiyle onun evine giderek, yüzleşrnek gibi bir mecburiyetle karşı karşıya kalmıştır. Daktorun karşısında çınlçıplak soyunan Sabetay, vücuduna herhangi bir esans sürmediğini ve bunun Taarın kokusu olduğunu söyler. Bununla da. yetinmeyip kendisini dikkatle izleyen doktora, bir gece dua anında yüce ruhların gelip kendisini güzel kokulu mis gibi yağlarla kutsadıklarını ve belirlenen zaman sürecine kadar, bu Tanrısal olaydan kimselere bahsetmemesini emrettiklerini hatırlatır. Karşısındaki sahte mesih 'in sözlerine adeta büyütenmişçesine inanan Dr. Barrut, Sabetay Sevi kendisinin mesih olduğunu açıkladığı güne dek, yani tam on sekiz yıl boyunca aralannda bir giz kabuğuna dönüşen bu sım herşeye rağmen saklamıştır. Çünkü, Yahudi doktor karşısındaki genç haham'ın büyüsüne kapılmıştı bir kere ... Sabetay Sevi'nin kendi kendini mesih ilan edip, bu şekilde kutsanması, onun dinsel hareketlerinde meydana gelen diğer önemli hadiseler gibi, daha sonraki zamanlarda dergahına bağlı müridieri tarafından bayrama dönüşmüştür. Sabetaycı takvime göre Sivan ayının 21. gününde Sabetay Sevi sözde "İlyas Peygamber" tarafından kutsanmıştır. Bu tarih, 21 Sivan (5408) yani 11 Haziran 1648 'dir. Sabetay mesihliğini ilan ettikten sonra bir gece İzmir'deki evine kutsal ruhların geldiğini unutup, sanki bütün bunları Dr. Barrut'a söyleyen başkasıymış gibi, kendisini kutsayanın İlyas Peygamber olduğunu söylemeye başlamıştır. Selanik'teki Yahudi dönmelerin 20. yüzyılda da bu kutsama bayramını, büyük bir vecd ile kutladıklan yakınen biliniyor. Bu bayramın anısına ve Sabetay Sevi'nin dinsel işyarlığı onuruna söylenen mezmurlar dualarla, ilahiler günümüze kadar süregelmiş durumdadır: "Tanrı İsrail i unutmadz. Ve Emire’ nin kutsanmasz tamamlandı. Onun kutsanma gününde Şehine huzur buldu." Sabetay Sevi'nin yaşadığı dönemde yazılan kaynakların biri dışında tamamı, onun 1665 yılından önce mesihliğini açıklamarlığını belirtir. Bu durumun aksini savunan tek kişi, Sabetayistliğin karşıtlarından başlıcası olan Jacop Sasportas 'tır. Kendi açısından haklı veya haksız muhalif görüşler ortaya atan Sasportas 'ın açıklamalan şöyledir: "Yirmi yzl kadar önce o kişi (Sabetay Sevi) ağzznz açarak şöyle dedi: "Ben mesih’ im" ve Tanrı'nzn söylenmeyen adznz telaffuz etti. Bunun üzerine onun başöğretmeni olan büyük haham Joseph Eskapha onu azarlayarak suçlu ilan etti ve duyurdu: "Her kim ona ilk vurursa iyiliği hak eder, çünkü o İsrailoğullarım günaha sokacak ve yeni bir din yaratacak." Jacop Sasportas'ın haricinde bütün kaynaklar Sabetay'ın hemen mesihliğini açıklamarlığını belirttiklerine göre, çoğunluğun söylediklerinde doğruluk payı var demektir. Bu sapkın insan mesihliğini önce veya on sekiz yıl sonra ilan etse ne farkeder ki? Ancak, Sabetay'ın Tanrı'nın adını halk içerisinde zaman zaman ağzına aldığı söylentiler arasındadır. Ne var ki erkeklik işlevini yerine getiremediğinden dolayı kısa aralıklarla iki kez boşanması, bunun da ötesinde Tanrı 'nın doğal kokusu gibi göstererek esans kullanıp insanları kandırma yoluna gitmesi, kişiliği hakkında birtakım şüpheler uyandırınışsa da, cezbedici üslubuyla kendine inanan müridierini kısa zamanda etrafında toplama becerisi göstermiştir. Bütün bunlara rağmen İzmir'de yaşayan Yahudi cemaatindeki muhalifleri gizliden gizliye hınç besledikleri halde, sahte mesih'e karşı herhangi bir saldırı ve hakarette bulunmamışlardır. Tek istekleri onu sessiz sedasız şehirden kovup, etkisiz hale getirmekten başka birşey değildi. Ve bunu da hahamlardan alacaklan talimatlarla en kısa zamanda gerçekleştirmeyi arzuluyorlardı. Her geçen gün etrafında büyük kalabalıklar toplayan Sabetay, haftada iki ya da üç kez İzmir çevresinde gezintilere çıkıp gün boyunca oruç tutarak, müridieriyle birlikte denizin içerisinde okudukları mezmurlar dualarıyla ayin tertiplemekteydiler. Bu ayin gezintilerinden birinde Çeşme ve Alaçatı kıyılarında denize giren Sabetay, hiç beklemediği bir girdaba kapılarak dehşete düştüğü anlarda etrafındakiler tarafından kurtarılmış ve bu kurtuluş Tanrı'nın bir mucizesi şeklirıde telakkİ edilmiştir. Aslında hiç de mucize olmayan bu olay, Sabetaycı takvimde yer almış ve Yahudi dönmelerin en önemli kutlama günlerinden biri haline dönüşmüştür. İşte, Yahudilerirı ve Sabetaycıları "Purim Bayramı" yani kutsal ziyaret günleri böyle doğmuştur. Yeri gelmişken gerçek bir Sabetayist geleneği olan Purim 'i anlatmakta fayda görüyorum. PURİM BAYRAMI Sabetaycı takvime göre, Kislev ayının 15'nci gününde oruç tutulur. Bugün bütün senenin kutsal oruç günüdür. Ayinlerin başlamasıyla birlikte kutlanan bu geleneğin, Sabetay'ın müridi Halıarn Barzilay tarafından başlatıldığı belirtilir. Pek çok tarihi kaynakta, Sabetay'ın ergenliğe ulaştığı dönemlerde geçirdiği ağır travma ve bunalımlar yer almaktadır. Sahte mesih'in müridleri kısa zamanda hertaraf edilen bu bunalımların neden olduğu ıstırapları Kabbalacı bir değerlendirmeyle "Tann'nın yüzünü Sabetay 'dan sakladığı" dönemler ve bunu takip eden "Aydınlanma" dönemleri mantığıyla lanse ederler. Daha da ileriye giden müridleri, (hayalci bir felsefeyle) Sabetay'ın zincirleme şeklinde süregelen karanlık ve aydınlık yıllarını, yine Kabbalİst bir anlayışla mesih 'in yaşaması gereken imtihanlar olarak tanımlarlar. Yahudi dönmeler kendilerince kutsal sayılan günde oruçlarını tuttuktan sonra, aynı günün akşamı "Purim" kutlamalannı eda ederler. Akşam karanlığı bastırdığında bütün günün açlığını gidermek için tıpkı Adar 22 Kuzu Bayramında olduğu gibi, kadınlı erkekli evli çiftler en şık bu kıyafetlerini giyerek eğlence hazırlığına başlarlar. Tabii ki erkeklerin başlarında, Musevi dininin sembolü olan kipa hiç eksik olmaz. Sabetay Sevi ’nin ruhuna kutlanan bu geceyi, dönmelere karşı tavırlar alan Yahudiler de benimsemiş bir görünüm arzetmektedirler. Çünkü Berialı Tevratı'na inanan Yahudiler, Purim'i asırlardan bu yana kendilerinden geçereesine kutlamışlardır. Sabetayistler ve Yahudi cemaati için kutsal olan bu gecede içkiler halıarnlar tarafından açılır. Şişelere yanlışlıkla da olsa kendilerinden olmayan bir görevlinin eli dokunursa, o içki murdar sayıldığından içilmez. En lüks mekanlarda kutlanılmasına özen gösterilen Purim'de, yemek ve içki servisini yapanlar Musevi dinine mensup kişilerdir. Bu kutsal gecede herkes doyasıya şarap içerek, çılgınca bir eğlencenin ardından kendisinden geçer. Bilhassa fanatik Sabetayistler, sidur duası okuyarak gezinen hahamların elindeki kadehten şarap içebilmek için birbirleriyle adeta yarış ederler. Kutlama yaptıkları mekanlarda sabaha karşı sızdıktan sonra, onları almaya gelen çocukları veya yakınlarının refakatı altında evlerinin yolunu tutari^. Purim Bayramı, dışarıdaki gece kulubü veya lokaller yerine evde kutlanacak olursa işin şekli tamamiyle değişip, mumsöndüyü andıran sapkınlıklara dönüşür. Sabetayistlere göre bu gecede beraber olan evli çiftler, Adar 22'deki gibi birbirlerinin helalidir. Bu demektir ki, o geeeki eğlencede gündüz vakti oruç tutmanın karşılığı olarak herkes gözkoyduğu ve benimsediği eşle kalabilir. Ancak, Purim'in mumsöndüden tek farkı "yalnızca bir çift" gruptaki diğer arkadaşlarından izin isteyerek, ayn bir odada kendilerince Sabetay'ın ruhunun çağnldığı geceyi doyasıya kutlarlar. Tabii ki burada kimin karısının, kimin kocasıyla birlikte olduğu hiç farketmez. Salonda içki ve müziğin ritmiyle coşan sapkınlar, içeride gerdeğe yeni girecek damatla-gelin gibi, Purim 'i eda eden çifte moral verirler. Daha sonra sırası gelenler kendilerine tahsis edilen odaya girerek, zaman sının koyulmaksızın gerekli işlemi yerine getirirler. Halvete erme durumu bittikten sonra karı koca eşler sanki o günahı işlememişler gibi, ellerini birbirlerine kenetleyerek mezmurlar dualar okurlar. Burada aklın almayacağı bir inanç sapkınlığı yerine getirildiği halde, purim kutlamalarından sonra birbirlerine uzak duran (kadın-erkek) hayli çoğunluktadır. Çünkü o geceyi tıpkı mumsöndü'deki gibi kutsal bir emanet olarak gördüklerine inanırlar. Dışarıda karşılaştıklarında selam ve kısa bir sohbetten ileriye gitmeyenler olsa da, hiç kuşkusuz insan bedeni üzerinden yapılan bu kutlamalar tipik bir Sabetaycılık ve Yahudi ahHiksızlığıdır. Bu hususta en detaylı bilgileri, zaman zaman bilgilerine başvurduğum Sefarad Yahudisi tekstilci Davud Levioğlu'ndan aldığımı açıklıkla söyleyebilirim. Gerek İkarnet ettiği İstanbul ve Ankara'da yaptığımız görüşmelerde Levioğlu'nun açıklamalan şöyle: "Bilindiği gibi ben Sefaradım. Yani ailece beş yüz yıl önce İspanya’ dangelenlerdeniz. Yıllarca Türklerle içiçe yaşayıp ticaret yaptık. Şu anda benim ortağım da Türk'tür. Ancak, biz Yahudilere isnad edilen mumsöndü kutlamalarını ben ailemde görmedim. Yalnız Adar 22’nin Kuzu Bayramı olarak çok eski yıllarda evli çiftler arasında kutlandığznı işitirdik. Ne var ki, eş değiştirme olayına hiç şahit olmadım. Atalarımızın geleneği olan Şabat, Pessah ve Purim kutlarnalarına ben de iştirak ederim. Çünkü, bunlar bizim kutsalmızdır. Açıklıkla söylüyorum, biz Purimde nezih mekanlarda toplanıp kafamzza kipamzzı taktıktan sonra • dualar ve müzik eşliğinde hahamların elinden şarap içeriz. Bu veeibe dinimizin icabı sayıldığından, Yahudi olmayan birinin elinden içifen içki murdar sayılır. Burada üzüldüğüm tek nokta, kutsal Purim i rnektmlardan ev ortamına çekip, bizlerin tamamını böyle yapıyormuş gibi gösteren madenci Tony Cauki ve alemci eşi SedefHanımdır. Tony Cauki eskiden Galatasaray Kulübü yönetim kurulu üyesi, eşi de Nişantaşı’ndaki mağazalarında sinema sanatçısı Çolpan İlhanın iş ortağıydı. Burası frapan kadın giyimleri üzerine iş yapan ünlü "Genç Çolpan" butiktir. Bu mağaza Sedef Hanım ın hobilerini tatmin etmek ve arkadaşlarıyla sohbetfaslı için ortak olduğu bir yerdi. Tony ve SedefHamm, akşam saatlerinde sürekli olarak Nişantaşı caddelerinde boy gösteriyorlardı. Zamanla bu sapkın karı koca öylesine azıttılar ki maalesef iş, evlerde ve lüks yalılarda eş değiştirmeye kadar gitti. Çok yakından biliyorum ki Purimde böyle birşey olmadığı halde, bu kutsal günde eş değiştirmenin yegane mucidi Cauki ailesidir. Tabii onların bu sapkınlıklarına bazı tanınmış Yahudilerle, Sabetaycılar da katıldılar. Hatta, zaman zaman sosyetik Türklerin de katıldıklarını söyleyebilirim. Burada benim üzüntüm, belli bir grubun yaptıklarının tüm Yahudi camiasına maledilmesidir Caukiler, yapacaklarını yaptıktan sonra şimdi Amerika’da arzı endam ediyorlar. Biz Sefaradlar olarak bu durumlara kesinlikle karşıyız. Üstelik ailemin bütün karşı çıkmalarına rağmen bir .T'ürk bayanla evlendim. Kutsal günler haricinde kutlarnalara katılmadığım gibi, herhangi bir sapkınlıkla işim olmaz. Size bu işleri kimlerin yaptığım bütün samimiyetimle söyledim. Caukiler, Aşkenaz kökenli olduklarından böyle sapkınlıklar doğal karşzlayabilirler. Sefaradlar arasında bu türden olumsuzlukların olduğuna şahsen ben tanık olmadım. Sabetay Sevinin kabul edilemez gelenekleri beni hiç bağlamaz. Çünkü, ben Tevrat’a inanan bir Yahudiyim. İstanbul gecelerinde kutsal günlerin dışında akıllarına estikçe mumsöndü ayinleri tertipleyen Cauki ailesi, bütün bu yaptıklarından dolayı Yahudi cemaati tarafindan dışianmış durumdadırlar. Bildiğim kadarıyla Tony'nin, en yakın arkadaşı olan Alp Yalman’la bile araları açılmıştı. Çünkü bunlar ailece ahlaksız ve dolandırıcıdırlar. Ben şahsen onları, kendi halinde yaşayan bizlere zarar verdikleri için lanetliyorum. Sizlerde biliyorsunuz ki, Tony ve Sedef Cauki dejenere hayatlarının vazgeçilmezi olan bütün bu sapkınlıklarım şimdilerde Amerika’ya taşımiş durumdadırlar.’" Tekstilci Davud Levioğlu bir Sefarad olarak kendi mezhebini savunsa da, bu kadarlık anlatımlan bile yeterlidir sanırım. Geçiniz Adar 22'yi, Purim Bayramı ve Yahudilerin kutsal günlerinin dışında bile eş değiştirme sapkınlıklarının Cauki ailesinin öncülüğünde yapıldığı, açıklıkla belirginleşmiş durumlardır. Kaldı ki özellikle 1995'li yıllarda Yahudi dönmesi Bezmenler, Caukilerin can dostlarıydılar. Hatta, her gece farklı lüks mekanlarda sabahlara kadar birlikte eğleniyorlardı. O nedenle burada Aşkenaz, Sefarad aynmı sözkonusu olamaz. Hal böyle olunca mezhep farklılıklarını fazla önemsemeyen bu Yahudi aileler arasında ha Adar, ha Purim, ne farkeder ki? Bu sapkınlık kutlaarnaları, belli kişiler tarafından gerçekleştirildikten sonra lüks bir Ortaarnda halvete erildiği apaçık ortadadır. Üstelik Yahudilere ait "Şalom Gazetesi" de kutsal günler adı altında tertiplenen sapkınlıkları tekzip etmediğine göre, belli zamanlarda evli çiftierin toplandığı mekanlarda Sabetay Sevi'nin ruhu çağnlıp, Davud şamdanlarının mumları söndürülecek demektir. Bu aykırı insanlar, Türkiye'de her gece tepindikleri böylesine müsait ortaarnları ne kadar çok arzulasalar da, Ben Gurion'un çöldeki vaha olarak tanımladığı anavatanları İsrail'de bile bulamazlar. HER YERDEN KOVULAN SABETAY SEVİ Sabetay Sevi'nin ahlaksızlık teorileri her geçen gün akıl almaz boyutlara ulaşınca ona muhalif olan Yahudi cemaatinin önde gelenleri, Türk vatandaşlarının da tazyikiyle 1654 yılında sahte mesih'i İzmir'den kovdular. Saspartos'a göre, Sabetay'ın hacası Joseph Eskapha ve dönemin en ünlü Yahudi din bilginlerinden Aaron Lapapa'da ona şiddetle karşı çıkmışlardır. Çünkü, Purim günündeki ziyafet kutlamaları bile amacından saptırılarak, işret alemine ve şehveti bir sapkınlığa dönüştürülmüş hale gelmişti. Hacası Eskapha daha da ileriye giderek Sabetay'ın öldürülmesini tavsiye etmiş, fakat maiyetindeki müridleri, hahamlarının isteğini tatbik etmekten korkmuşlardı. Gazzeli Nathan, Sabetay Sevi'nin on sekiz yıllık bir sürgün hayatı yaşadığını, gittiği her yerden hakarete varan sözlerle dışlanıp kovulduğunu,-daha da önemlisi katli vacip bir bozguncu olarak hakkında ilanlar çıkarıldığını yazmıştır. Ne var ki aynı Nathan, Sabetay'ı yıllar yılı destekleyenlerin en önde gelenlerindendi. Yahudi tarihine ait kaynaklar da bu görüşlerin doğruluğunu teyid etmektedir. Yahudi baharnlara göre Sabetay'ın yalnızca Kabbala öğretisiyle değil, Kabbala uygulamalarıyla da uğraştığı bilinen durumlardır. Musevilerin inanışlarina göre Kabbala'daki kutsal isimler üzerine mantık yürütüp bilgeleşen kişi, olağanüstü mucizeler yaratma gücünü de elde edebilirdi. Saspartos, sapkın bir ruh yapısına sahip olan Sabetay'ın kendini kutsal ruhlara adadığı gibi, şeytani niyetli isimlere de adadığını ve "Kara büyüyle" yakından ilgilendiğini belirtmektedir. Bu durumlar, onun İzmir' den kovulmasına neden olan sebepler arasındadır. Yahudi tarihinin önde gelenlerinden Coenen, sahte mesih 'in o yıllardaki ruh halini şöyle tanımlamakta: "Sabetay öyle kurnaz bir safsatacıydı ki, hahamların kanunlarına yeni bir uygulama daha ekledi, bu sistemiyle çok sayıda müridi yandaşı yaparak peşine taktı. Sabetayczlar bir gün havrada (sinagog) büyük bir kargaşa çıkarttılar ve bu hadisenin akabinde her sözleri bir kanun ve kurarn niteliği taşıyan hahamların uygun görmediği yasaklamalarla İzmir den hiç bekletilrneksizin kovuldu.’" Ruhunun dipsiz bir kuyuya indiğini hisseden Sabetay'ın (bezgin ve yorgun bir ahval içerisinde) ilk uğrak yeri kozmopolit Selanik'ti. Neden kozmopolit denilecek olursa? Makedonya bölgesinin sınırlan içerisindeki bu tipik Osmanlı şehrinde her milletten insan yaşıyordu. Arnavut, Slav, Bulgar, Yunan, Yahudi, Ermeni, Levanten akla gelen her millet burada olduğu gibi, şehrin dik labirentlerinden duyulan ezan sesleriyle kilise çanlarının nahoş gürültüleri birbirine kanşmaktaydı. Tarihi kaynakları dikkatle incelediğimizde Sabetay Sevi, hiçbir müridini yanına almaksızın Selanik'e tek başına gelmişti. Bilhassa 1650'lerin ortalarında bu şehrin nüfusunun yaklaşık üçte ikisi Yahudiydi. Diğer azınlıldar da Selanik'in mukimieri arasında olmalarına rağmen sayısal açıdan etkin konumdaki Yahudiler, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışına kadar çoğunluğu teşkil ettiler. İzmir'de hayatlarını sürdüren Yahudiler, Karataş ve Karantina gibi iki mahallede ikamet ettikleri halde Selanik 'te konuşlananlar ise hakimiyeti elden bırakmamak için şehrin her tarafına yayılmışlardı. Cemaatlerini devamlı surette güçlü tuttuklanndan Osmanlı topraklannda azınlıktan öte, sanki asli unsur gibi görünmekteydiler. Hiç tartışmasız Selanik, Yahudilerin en yoğun olduğu bölge konumundaydı. O nedenle bilhassa 1924'teki mübadelede yurdumuza gelen Selanikiiierin büyük bölümünün Yahudi kökenli olmaları, gayet doğal bir durumdur. Ancak, burada gerçekçi bir parantez açacak olursak; daha önce de yinelediğim gibi her Selanikli'yi Yahudilikle isnat etmemiz söz konusu olamaz. Çünkü onları içerisinde Türkiye'ye yerleştirilenlerden Grek (Yunan) ve Çingene kökenli etnik gruplar olduğu gibi asli unsur diye tanımladığımız Türkler de vardır. Selanik'te genellikle iskele civanndaki mahallelerde büyük bir getto oluşturarak hükümranlıklannı yıllar yılı sürdüren Yahudiler, şehrin en eski üç cemaatini birarada toplamışlardı. Aşlen Romanyotlardan oluşan ve XIV. yüzyılın ortalannda Bulgar asıllı muhacirlerle birlikte Orta Avrupa'dan göç eden Aşkenazların da gelmeleriyle büyük bir Yahudi topluluğu oluşturmuşlardı. Daha sonraları bunları içlerine Sicilya ve Calabria'dan gelen sayıları on binleri bulan İtalyan Yahudileri de katıldılar. XV. yüzyılın sonlannda İspanya ve Portekiz'den zorla kovulan Yahudilerin de gelmeleriyle zengin konumdaki Sefaradlar, en kalabalık cemaati teşkil ettiler. İçlerinde okuma yazma bilenlerin fazla olması, diğer gruplara karşı üstünlük sağlamalarına neden oluyordu. Her Yahudi topluluk "Kahal" yani kendi havrasında toplanan dinsel bir cemaat oluşturmaktaydı. 1700'lerin ortalarına gelindiğinde bir Osmanlı şehri olan Selanik'te otuz altı büyük sinagog ve ruhani orun yapmak için ellinin üzerinde küçük ibadet yerleri bulunuyordu. Bu vahim durum yıllar yılı Yahudileri nüvesinde banndıran İspanya, Portekiz ve İtalya' da bile oluşmamıştı. Bizim yöneticilerimizin umursamazlıklarından meydana gelen böylesine bir gaflet, ileride hayata geçirilecek küçük İsrail devletinin temellerinin atılması gibi bir şeydi. İlk zamanlar Selanik'te zor günler geçiren Sabetay, üstün hitabet kabiliyeti ve şeytani kurnazlığıyla insanları kendine cezbederek etrafında kalabalık gruplar toplamaya başlamıştı. İbranice ilahiler söylemeye başladığında, adeta karşısındakileri büyülüyar gibiydi. Ona inanan Yahudiler, her geçen gün huzurunda saygıyla eğilip, İzmir'den kovulmasına neden olan babamları lanetliyorlardı. Sabetay Sevi'yle 1663 yılında tanışan ve ileriki yıllarda ona en bağlı müridierden birisi olan Abraham Cuenque de mesih efendisi'nin insanları hayran bırakan görünümünden bahseder. Sabetay'ın uzun boylu ve büyüleyici bir yapıya sahip olduğunu, asillere özgü ihtişamlı elbiseler giydiğini, hafif esmer parlak teni ve çember sakalıyla büyük ilgi uyandırdığını yazar. Bu olumlu portre tanımlamalarına rağmen Sabetay'ın dengesizlikleri ve tuhaf ibadet şekilleri, kısa zamanda bazı çelişkilerin doğmasına neden olmuştu. Yahudi geleneklerine göre Tanrı 'nın adını ağzına alması ve onun adlandınlması, kabullenilemez bir durumdu. Bazı baharnlara göre bu adlandırmayla, Sabetay kendisini bir Tanrı gibi görmekteydi. ilerleyen günlerde sahte mesih'in Selanik'in önde gelen Yahudilerini evine ziyarete çağırması, yemek yendikten sonra yapılan duaların bitiminde kendisinin "Tevrat'la evlendiğini" söylemesi, oradaki haharnların dehşete kapıimalarına neden olmuştu. Çok geçmeden evden ayrılan zevat, ertesi gün büyük sinagog'ta toplanarak bu aykırı adamın şehirden uzaklaştırılınasına karar vermiş ve alman kararın dönüşü olmayacağına dair Tevrat'a el basmışlardı. Halıarnlar kurulu isteklerini Sabetay'a tebliğ ettiklerinde hayli üzülen sahte mesih, hiçbir tepki göstermeksizin "ileride benim kurarnlarımı sizler de uygulayacaksınız" demekle yetinmişti. Sabetay, Selanik 'ten kovulması üzerine hiç beklemeksizin Atina'ya, oradan da babasının doğum yeri Patras'a geçti. Çünkü o yıllarda Patras'ta pek çok Yahudi aile vardı. Daha sonra bir müddet Peloponnesos'ta kalan Sabetay, 1658 yılının ortalannda İstanbul' a gitmeye karar verdi. Osmanlı İmparatorluğu duraklama dönemlerini yaşamasına rağmen, İstanbul batıkların gözünde hâlâ metropol bir şehir olarak anılıyordu. İstanbul'a ilk kez gelen Sabetay, üzerinde yeterli miktarda parası olduğu gibi kendisine inanan Yahudi cemaatinin önde gelenleri ve halıarnlar tarafından sevgiyle karşılanmasından dolayı hayli moral bulmuştu. Böylelikle bir bakıma Selanik'teki üzüntü dolu günleri geride kalmış gibiydi. O günlerin İstanbul'unda Yahudiler topu topu üç semtte yaşıyorlardı. Bu semtler Haliç'in güney kısmındaki Balat, kuzey yakasındaki Galata ve Hasköy'dü. Ünlü Yahudi ailelerden Karaylar'da Hasköy'de yaşamaktaydılar. Osmanlı tarihini dikkatle incelediğimizde, en eski Yahudi cemaatleri olarak Karaylar, Sefaradlar ve Romanyotları görürüz. Onyedinci yüzyılda yaşayan ünlü Türk seyyahı Evliya Çelebi, bütün kuşaklar tarafından itibar gören seyahatnamesinde Sabetay Sevi 'nin yaşadığı yıllardaki İstanbul'un Hasköy semtini şöyle tanımlar: "Hasköy’ de üç bin adet hane vardır, bunların bol ağaçiz çiçekti meyve bahçeleri bulunmaktadır. Bazılarının bağlarında limon ve turunç hasıl olur. Bunlar deryaya nazır hanelerdir ve Yahudilere aittirler. Burası sanki şehr-i Selanik’tir (Selanik gibidir) yahud Arabistan’daki Safed şehri gibi Yahudi raifesinin malıdır. Yahudi raifesinin mezar taşları da bu Hasköy dağiarznda beyaz çakıl taşı gibi serber-zemin olup yararlar. Gayrı (başka) yerde böylesini görmek ihtimali yoktur.’" Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinin önemli bir bölümünde, IV. Murad Han'ın sefere çıkmadan önce gerçekleşmesini istediği ve o güne kadar bir benzerine rastlanmamış esnaf alayının geçit merasimi yer alır. Burada anlatılanlara göre üç gün boyunca muhtelif esnaf gruplarının padişah'ı eğlendirmek için birbirinden renkli gösteriler sunarak, Alay Köşkü 'nün önünden yürümeleridir. İşin ilginç tarafı, son alayın Yahudi meyhanecilerden oluşmasıdır. Evliya Çelebi, her türlü memnu (yasak) şeyleri halktan men edip kendine mübah sayan IV. Murad'a göndermede bulunmasa da, gösteriler yaparak padişahın gözüne girmek için çeşitli hokkabazlıklara bürünen Yahudileri şöyle anlatmakta: "En nihayet Yahudi meyhanecileri gelir. Bunların alayı Yahudi olmaları sebebiyle en geride kalır. Altı yüz adamı ve yüz dükkanı olan bu alay, Rum meyhanecilere rağmen cümlesi Acemane ve Levandane esvaplar, eşkiya tarzı cüppeler ve sarnur kürkler giyip başlarına samurdan kalpaklar, serpuşlar takmışlar, sımsıkı sarıklar dolamışlardır. Diğer sakallı Yahudiler de kıymetli mücevherler ve esvaplar içinde alay edip ellerindeki tesdilerden billur ve necef kadehler ile halka şarap yerine şeker şerbeti dağıtırlar.’" Evliya Çelebi 'nin burada anlatmak istediği, Yahudi meyhanecilerin Türk insanlarına şerbet ikram ettikleri alay geçidinde padişah'a tesdiler içerisinde şarap ikram etmeleridir. Bu da şunu gösteriyor ki, işret alemleri başta olmak üzere her türlü sapkınlık Yahudilerle başlamıştır. Sabetay Sevi'nin İstanbul'da dinsel orunlarını yapıp hayatını sürdürdüğü günler başlangıçta ne kadar şaşaalı olsa da, daha sonraları büyük bir fiyaskodur. Zaman içerisindeki tuhaf davranışlan nedeniyle tıpkı İzmir ve Selanik'teki gibi, Yahudi cemaatinin ve halıarnların gözünden düşıneye başlar. İstanbul'a gelişinin sekizinci ayında kendisini her yönüyle dışlayan dindaşları, hiç vakit kaybetmeksizin ondan kurtulmak istiyorlardı. Yahudi cemaatini fazlasıyla öfkelendiren hadiseyi La Croix şöyle anlatmakta: "Sabetay oldukça büyük bir balık satın alarak bunu bebek gibi kundaklayarak bir beşiğe koymuş, ardından İstanbul’daki hahamları onu görmeye çağzrmzştzr. Sabetay a göre balık, mesih’in balık burcunda geleceğini öngören astrolojik kehaneti, beşik ise İsrailoğulları’ nın uzun süren acılardan sonra kurtLtiuşunun işaretidir." Böylesine hiçbir zaman inandıncılığı olmayan deli saçması fetvalanndan sonra Yahudiler, önceleri çok oenimsedikleri Sabetay'a kuşkuyla bakınaya başlamışlardı. Ancak, Osmanlı ülkesinde kendi aralannda bir bölünmüşlük izlenimi yaratmak istemediklerinden dolayı halıarnlar kurulu Selanik'teki kovulmasının tam aksine onu kırbaçla cezalandırmışlardır. Sabetay'a bir sinagog görevlisi tarafından vurolan kırk kırbaç, onun İstanbul'da da barınamayacağının en belirgin işaretiydi. Halıarnlar kurulu bununla da yetinmeyip, hiçbir Yahudi’nin Sabetay'la dostluk kurmayacağını bu yasağa uymayaniann en ağır şekilde cezalandıracağını ilan ederek, bir bakıma bu sapkın dindaşlarını aforoz etmiş oluyorlardı. Sabetay her gittiği yerde kuraldışı davranışlarıyla dikkat çekse de, İstanbul'da bulunduğu sekiz aylık süre içerisinde olağanüstü ikna kabiliyetinden dolayı Kabbala (din öğretisi) konusundaki uzmanlıklarıyla bilinen Elijah Careassani ve David Habillo ile yakın dostluklar kurmuştur. Yahudi tarihçilerio yazıtlarına göre "sözde kötü ruhlan kovan" Careassani ile Kabbala pratiği üzerinde çalışmal<ıT yapmışlardı. Aslında Sabetay'da ilk halıarn olduğu gençlik günlerinden bu yana Kabbala konusunda uzman bir kişidir. Ancak, Musevi dinine yönelik bu öğretiyi kendi dünya görüşlerine göre farklı yorumladığından bazı Yahudilerin nefretini kazanırken, bilhassa günümüzde ona inananların sempatiyle baktığı mumsöndü ve eş değiştirme gibi sapkınlık kutlamalarının mucidi olmuştur. Memnu (yasak) şeyler tatlılık ihtiva ettiğinden, özellikle dünya üzerindeki entelektüel tabir ettiğimiz Sabetayistler, bu sahte mesih'in kendilerine armağan ettiği hayasız gelenekleri zevkle kutlamaktadırlar. İçinde yaşadığımız evren öyle bir yere gidiyor ki, geçmiş dönemlerde Sabetay'a inanmayan muhafazakar Yahudiler bile Adar 22 Kuzu Bayramını yani (mumsöndü'yü) belirtilen tarihin haricinde, en mutlu günleri olan evlilik yıldönümü ve yaşgünlerinde (kutsal bir ayin gibi) çılgınca eğlence partileri düzenleyerek eda etmektedirler. I 659 yılının başlarında İstanbul'da hannamayacağını anlayan Sabetay, beraberinde Kabbalacı arkadaşı David Habillo olmak üzere yıllar önce kovulduğu doğum yeri İzmir'e doğru yola çıktı. Neredeyse aradan sekiz yıla yakın bir zamanın geçtiğinin bilincindeydi. İzmir'deki Yahudi cemaatinin kendisini yeniden kovacağına ihtimal vermiyordu. Çünkü birlikte yola çıktığı David Habillo, Kudüs'teki Yahudiler için bağış toplayan ve kendi cemaati içerisinde büyük saygınlığı olan önemli bir şahsiyetti. Bu nedenle çıkması muhtemel tatsızlıklara mani olması, onun açısından kolay sayılırdı. İzmir'e vardıklarında Sabetay'ı bu şehirden kovan halıarnbaşı Joseph Eskapha hayli yaşlanmış ve sinagog'tan elini ayağını çekmişti. Diğer genç halıarnlar Sabetay'a her ne kadar hınç içerisinde baksalar da, büyük saygı duyduklan Habillo'ya karşı koyamadıklarından, seslerini kesmekle yetindiler. Ticari alanda büyük başarılar gösteren Sabetay'ın ağabeyi Elijah (İlyas) ve Joseph (Yasef), kardeşlerinin yeniden İzmir'e dönmesinden büyük rahatsızlık duymaya başlamışlardı. Çünkü, şehirdeki Yahudiler ve diğer azınlıklar tarafından dışlanmaktan korkmaktaydılar. Sabetay bir müddet David Habillo ile aynı evi paylaştığından eli kolu bağlı halıarnlar arkasından küfürler savururlarken, karşı karşıya geldiklerinde göstermelik iltifatlarda bulunuyorlardı. Baktılar ki olmayacak, en nihayet Yahudi cemaatinin önde gelenleri gizliden gizliye Sabetay'ın kardeşlerine ticari baskılar kurmaya başladılar. Doğası gereği bir Yahudi açısından paranın varlığı her şeyden önemli olduğu için Elijah ve Joseph, servetlerinin yok olacağını sanarak sıkıntılı günler geçirdiler. En nihayet Sabetay'a günlerce dil döküp, başka bir ülkeye gitmesi için geceler boyu yalvarmışlardı. Gittiği yerlerde rahat yaşaması için büyük paralar karşılığında ikna olan Sabetay, yakın dostu halıarn David Rabilio'nun da olurunu alarak İzmir'den aynlmayı kabul etmişti. Hani derler ya kardeşin de olsa affetmeyeceksin! Tabii ki bu bir Yahudi tabiridir. Bu tanımlamaya harffiyen uyan sahte mesih, kardeşlerinin servetinin yandan fazlasını alarak 1662 yılının ilkbahar aylannda İzmir'i ikinci kez sessiz sedasız terketmişti. Bu gizemli yolculuğunda iki ay kadar Rodos'ta kalıp emrinde hizmetçilerinin bulunduğu lüks bir konakta yaşayan Sabetay, bir yolunu bulup Kudüs'e gitmek istiyordu. Rodos'ta geçirdiği iki ayın ardından cebindeki bol parasıyla iyi donanımlı bir gemiye binerek, İskenderiye üzerinden Mısır'a doğru yola koyulmuştu. Yahudi tarihçi Thevenot, Sabetay'ın Rodos'tan Mısır'a kadar yolculuk yaptığı ve "Saique" olarak adlandırdığı gemiyi şöyle tanımlamakta: "Bu gemiler (Saique’lar) tıpkı yelkenli tekneler gibi yuvarlak gövdeliler, ama direkleri çok büyük ve yüksek. Çok miktarda yük taşıyorlar ama rüzgâmn önüsıra yol aldıkları zamanların dışında oldukça yavaş seyrediyorlar. Yunanlılar, Beyaz Deniz de (Ege Denizinde) ve Karadeniz de yalnızca bu vasıtaları kullanıyorlar, bu sebeple böyle gemilerden çok sayıda var. Öte yandan Hristiyan korsanlar sık sık bunları yağmalıyorlar.” Günler süren yolculuktan sonra 1662 yılının yaz aylarında Mısır'a ulaşan Sabetay, öncelikle Kahire'ye geçti. Eski Kahire, bir diğer adıyla Mısır ül-Madime ya da halk arasında Fustat diye anılan Yahudi Mahallesinde oturmaya başladı. Burada daha çok Ladino dilini konuşan Sefaradlar dikkat çekmekteydiler. Aynı mahalledeki bir başka Yahudi cemaati ise İran'dan ve Irak'tan göç eden Babilliler'di. Üçüncü topluluk ise Karaylar'dan oluşuyordu. Sabetay Sevi, Kahire 'ye yerleşmesiyle birlikte Kudüslüler cemaatinin havrası olan Ben Ezra Sinagogu'nda ibadet etmeye başlamıştı. Yahudi inanışına göre burası, Kahire'nin en eski havrasıdır ve Yermya peygamber tarafından inşa ettirilmiştir. Sabetay'ın Kahire'de bulunduğu günlerde Mısır'daki Yahudi cemaatinin başında, aynı senenin başlarında hahambaşılığa getirilen Raphael Joseph vardı. Ancak, bu halıarn şahsen hakkında herhangi bir duyumu olmadığı halde Sabetay'a hiç yakınlık göstermemişti. Böylesine bir soğukluk, Yahudi din öğretisi Kabbalayı farklı manalarda tefsir etmelerinden kaynaklanıyordu. Baktı ki hah2Ill Raphael'in bulunduğu Kahire'de etrafında yeterli insan toplayamayacağına inanan Sabetay, öteden beri en büyük hayali olan Kudüs'e gitmeye karar verdi. Tarihi kaynaklardan anlaşıldığına göre Sabetay Sevi 1662 sonbaharında Kahire'den aynlıp, kutsal şehir Kudüs'ün yolunu tuttu. Uzun çöl kumsalını katedebilmek için kervancılara bol bahşiş vererek, günler boyu develerin üzerinde gitti. O yıllarda Kudüs'te toplam üçyüz Yahudi ailesi yaşıyordu. Kutsal şehir baştan sona Müslümanların hakimiyeti altındaydı. Üçyüz Yahudi ailenin nüfusu ise 1500'ü geçmiyordu. Bu cılız cemaatin çoğunluğunu, Hurva Sinagogu'nda dinsel orunlarını yapan Sefaradlar oluşturmaktaydılar. Abrâham Cuenque, Sabetay Sevi'nin Kudüs'e beraberinde hiçbir arkadaş veya yardımcısı bulunmaksızın geldiğini, burada yalnızlıklar içerisinde yaşadığını, sürekli oruç tuttuğunu, kutsal Şabat gününde pazara giderek kendisine giysiler aldığını belirtir. Birkaç ay sonra Sabetay daha geniş ve kullanımlı bir eve yerleşti. Şehir merkezine yakın olari bu ev, 1661'de geçirdiği ani rahatsızlıkla vefat eden yakın dostu Kabbalacı David Habill o' ya aitti. Günler boyunca dualar okuyup tuhaf davranışlar sergileyen Sabetay, kimselerden ilgi görmeyince bu geniş evin loş bir odasında inzivaya çekilmek mecburiyetinde kaldı. Daha sonra kendini toparlayıp, Kudüs 'teki hahamlarla yakın münasebetler içerisine girdi. Bu Yahudi din adamlarının arasında Selanik halıarnı David Yishaki, Bursa halıarnı Samuel Primo, Kudüs ve Kahire halıarnı Judah Sharaf da bulunmaktaydı. O yıllarda Kudüs'teki Yahudi cemaati, Osmanlı devletinin görevlendirdiği tahsildarlara vergi qdemek mecburiyetindeydi. Vergileri yüksek bulan paragöz Yahudilerin büyük bölümü bir fırsatını bulup, başka şehir ve kasabalara kaçmaktaydılar. Çünkü, onlar zihniyet olarak kazançlarının hepsi kendilerinde kalsın istiyorlardı. En sonunda Kudüs'ün önde gelen Yahudileri Sabetay'a müracaat ederek, bu vergi meselesini halletmesi için elçilik önerdiler. Hayatı boyunca ilk kez böylesine bir sorumluluk alan sahte mesih, Kahire'nin yolunu tuttu. 1663 Ekim'inin ilk günlerinde beraberindeki yardımcılarıyla birlikte deve üzerinde çölü geçerken, Hz. İbrahim'in zevcesi Sara'yı gördüğü rivayet edilen Hebron'daki Makpela mağarasına uğrayıp, elindeki Tevrat'la gün boyu kendinden geçereesine dualar etti. İşte bu kutsal mağarada Abrâham Cuenque, Sabetay'ı ilk defa gördü ve ondan sonra hiçbir zaman karşılaşmadılar. Abrâha-n yazılarında, unutamadığı o anı şöyle anlatmakta: "Sabetay Sevi geldiği andan itibaren gözlerimi ondan hiç ayırmadım. Havra’da bizimle birlikte öğle duasını okurken, daha sonra da kendisine eşlik eden kalabalık cemaatle Makpela mağarasında akşam duasını okuduğunda bakışiarım hep onun üzerindeydi. O gecenin büyük bir bölümünü kalmakta olduğu evin yakınlarında geçirerek, onu dikkatle izledim. Benimle birlikte onu evlerinin pencere ve çatılarından izleyen dindaşlarım da uykusuz bir gece geçirdiler. Sabetay, kendi arzusuyla onlarca kandille aydınfatılan evin içerisinde sakalım sıvazlayarak ileri geri yürüyüp, kıpardayan dudaklarından birşeyler mırıldanıyordu. Daha sonra gece boyunca son derece hoş, ahenkli bir sesle ilahiler söyledi. Nihayet güneş doğdu ve hep birlikte sabah duaiarını yerine getirmek için havraya gittik. Burada samimiyetle şahitlik ederim ki, diğer insanlarınkine hiç benzemeyen, insan üzerinde derin bir hayranlık hissi uyandıran bir hali vardı. Gözlerim ona iliştiği anda bakmaktan kendimi alamadım.’" Sabahın erken saatlerinde Hebron'dan aynlan Sabetay, Kahire'ye doğru yola koyularak yorucu bir yolculuktan sonra Gazze'ye uğradı. Kudüs ve ortadoğu bölgelerindeki Yahudilerin büyük çoğunluğu İspanya'dan gelen Sefarad kökenli ailelerdendi. Sabetay, Gazze' de konakladığı günlerde Kabbala konusunda en az kendisi kadar bilgili olan Nathan'la karşılaştı. Bu akıllı Yahudi, buradaki diğer dindaşlarının aksine Polonya kökenli bir Aşkenazi 'ydi. Çünkü, babası Elişa Hayyim, kutsal topraklara Orta Avrupa'dan gelmişti. Ancak, Nathan'ın Talmud Okulunda verdiği etkileyici vaizlerden sonra, Sefaradiarın büyük çoğunluğu Aşkenazilere yakınlık duymaya başlamışlardı. Bu arada Yahudilerin adeta peygamber gibi gördükleri Nathan, yeni evli olmasına rağmen Sabetay'ı kendi evinin en güzel odasında birkaç gün kadar misafir etti. Bu konaklama, aralarındaki dostluğun pekişmesine neden oldu. ilerleyen zamanlarda bu Yahudilerden Gazzeli olanı kendisini peygamber, İzmirli'de mesih ilan edecekti. Çünkü, her ikisi de köken olarak aynı mezheptendiler. Gazze'den İbranice mezmurlar dualarıyla uğurlanan Sabetay, birkaç günlük bir deve yolculuğundan sonra Kahire'ye vasıl oldu. Kısa bir dinlenmeden sonra etkileyici hitabet kabiliyetiyle etrafında topladığı dindaşlarından, Kudüslü Yahudiler için bağış toplamaya başladı. Bu müddet •zarfında, Mısır'a ilk geldiği zamanlarda kendisine hiç yakınlık göstermeyen Kahire'nin önde gelen baharnlarından Raphael Joseph'in misafiri oldu. İki dindaş sıkı bir dayanışma içerisine girerek, kısa sürede bin altından fazla sikke topladılar. Bu arada Sabetay, Kahire yakınlanndaki Livorno'ya geziye gittiğinde bu şehre Amsterdam'dan gelen Sarab adında genç ve güzel bir kadınla tanıştınldı. İkisi de birbirlerinden ilk görüşte etkilendiler. Saralı, görünüş itibariyle uçuk bir kadın olduğu için, bir mesih veya kralla evlenmek istediğini söylüyordu. Sabetay, Livorno'dan aynlıp Kahire'ye döndüğünde, bu çekici ve aklı bir karış havada olan kadının etkisinden bir türlü kurtulamamıştı. Kendisi henüz mesihliğini ilan etmemişti ama, Saralı yakın çevresinde bulunan herkese onun "Mesih" olduğunu söylüyordu. O yıllarda zor şartlarda olmaları nedeniyle kendileri için bir kurtuluş ve mucize bekleyen Yahudiler, Sabetay'dan "Mesih" diye bahsetmeye başladılar. Onlara göre Tanrı, İsrailoğullarının kurtarıcısını yeryüzüne göndermişti. Bu rivayet çığ gibi büyüyüp, her yere yayılmaya başlamıştı. Sahte mesih; İzmh-, Selanik ve İstanbul'da çok arzulayıp da bulamadıklarını, hiç beklemediği hatta dindaşları için bağış toplamaya geldiği zamanlarda bulmanın mutluluğunu yaşamış oluyordu. Kendisini farkında olmadan putlaştıran Amsterdamh Saralı'la evlenmeye karar vermekte gecikmedi. Apar topar Livorno'dan Kahire'ye Raphael Joseph 'in evine getirilen Saralı, bir daha geldiği yere dönmeyecekti. Halıarnlar kurulunun aldığı bir karar neticesinde Sabetay'la Saralı, 5 Nisan 5424 (31 Mart 1664)’te Raphael'in evinde sade bir törenle evlendiler. Bu arada Kudüs Yahudileri için topladığı altınların yansını oradaki dindaşlarına gönderen Sabetay, geri kalanıyla da Kahire'de geniş bahçeli bir eve yerleşerek genç ve güzel eşiyle mutlu günler yaşamaya başladı. Bu görkemli şehirde bir yıl kadar kalan Sabetay, daha sonra mesihJik yolculuklarına çıkmaya karar verdi. Ne de olsa uçuk Saralı'ın bilinçsiz konuşmaları onun işine yaramıştı. Geçtiği ve konakladığı her yerde, saygın bir haham olarak büyük itibar görüyordu. Yahudi tarihini araştırdığımızda, Sabetay ve Saralı hakkında bir hayli çelişkili bilgiler ortaya çıkmaktadır. Ancak, güvenilir kaynaklara göre evliliklerinin yedinci yıldönümünde 5 Nisan 5431 tarihinde (31 Mart 1671) boşandıklan yazılı ifadelerle belirtilmektedir. Boşanmış oldukları halde daha sonraları nikiihsız yaşadıkları, Saralı 'ın Yahudi cemaatinin gözünde "Fahişe kadın" tanımlamasıyla anıldığı bilinen durumlardır. Sabetay her ne kadar mesihliğe aday bir halıarn olsa da, İzmir’deki hayatının başlangıcından itibaren ahlaksızlık teorileri onun doğasındaki önceliklerdir. Bu durum günümüzde birtakım saklantılarla kapatılmak istense de Sabetaycıların dejenere yaşam anlayışları, sahte mesihlerinin sapkınlıklarını sürdürdüklerinin en belirgin izdüşümüdür. SAHTE MESİH DİN DEĞİŞTİRİYOR Gazzeli Nathan, genç eşiyle içine kapanık mazbut bir hayat yaşarken Kabbala öğretisi üzerindeki olağanüstü bilgisi ve etkileyici hitabetiyle, Ortadoğu'daki Yahudilerin hayranlıklarını kazanmıştı. Herkes onu adeta Musevilerin son peygamberi gibi görüyordu. Nathan, nihayet günün birinde etrafına topladığı dindaşlarına "Kendisine, Sabetay'ın mesih olduğu hakkında vahiy geldiğini" söyleyince, herkes ona peygamber diye tapmaya başlamıştı. Çünkü, vahiyler yeryüzünde ancak peygamberlere gelirdi. O andan itibaren Yahudiler, "Beklediğimiz mesih geldi. Nathan peygamberin Tanrı'dan aldığı vahiy böyledir" diye bayram yapmaya başlamışlardı. Durum öyle bir hal almıştı ki, herkes bu Kabbalist insamn karşısında secdeye durur gibi put kesilmişti. Nathan, Tanrı'dan nasıl vahiy aldığım, beklenen mesih'in Sabetay olduğunu tüm ayrıntılarıyla kaleme alırken, onun insanların rüyalarında görünen bir melek saflığıyla ruhlara aktığını söylüyordu. Gerek Sefarad, gerekse Aşkenaz Yahudileri sahte peygamberle mesihlerini bulduklarına inanarak, bu hayali olgunun etrafında müşterekte birleşip ulularının varlıklarım kutsal toprakları her köşesine yaymaya başlamışlardı. O güne kadar doğası gereği dünya nimetlerinden uzak görünümler içerisinde bulunan Nathan, girdiği her ortamda ağır takılıp peygamber gibi _ tavırlar sergilemekteydi. Nihayet Nathan'la-Sabetay, 1665 yılı bahar aylarında Gazze'de ikinci kez karşılaştılar. Bunu takip eden müteakip günlerde Kudüs ve Herbona şehirlerine gidip, buralardaki Musevi din büyüklerinin türbe ve mezarlannda dualar ettiler. 1665 yazında Nathan ve Sabetay, cemaatlerinin gözünden uzak olmamak için yeniden Gazze'ye dönmek karan aldılar. Aradan geçen birkaç gün sonra Gazze'deki hahamlarla büyük bir havra'da dua ederlerken Sabetay, Nathan'dan aldığı işaretle "Ulu Yakub'un Tanrısı'nın kutsadığı mesih olduğunu" açıkladı. Daha önceden halkın bildiğini, mezmurlar dualar eşliğinde halıarnlar topluluğu da benimsemişlerdi. Duaları ardından kandil ışıklan altında Sabetay'ı havradaki yüksek bir tahta oturttular. Yahudilere göre o, artık bundan böyle kendilerinin ulu mesihleri olduğu için doruklardaydı. Yahudi tarihinde anlatılanlara göre Sabetay'ın yüzü öylesine ihtişamlı parlıyordu ki, cemaat uzun müddet ona bakmaktan kendini alamamıştı. Nihayet sahte mesih İbranice dualar okuduktan sonra, sürgündeki İsrailoğullarının on iki kavmini temsilen karşısında elpençe duran halıarnIann huzurunda "on ikisini" de seçti. Hep birlikte havra'dan çıktıktan sonra Sabetay, bir Arap atının üzerinde Gazze sokaklarını dolaşarak halkı selamladı. İnsanlar ona dakunabilmek için adeta yarış içerisindeydiler. Sevinçten zil ve teflerin çalınması ise apayrı bir renk cümbüşü oluşturuyordu. Yahudi kaynaklanndan anlaşıldığı kadanyla Gazze ve Kudüs 'teki insaniann büyük çoğunluğu, mesihliğini açıklamasından kısa bir süre sonra Sabetay'ın müridieri oldular. Ona inananlar kendilerine "Maamin" yani "inanan kişiler" diyorlardı. Sabetaycı, Sabetayist tanımlaması ise sahte mesih'e karşı olanların onun müridlerine taktıkları lakaplı. Böyle bir adlandırma, bilhassa Yahudi alemi içerisindeki Sabetay muhaliflerinin dillerinden hiç düşmedi. Ancak, Nathan 'ın uydurma vahiy hikayesiyle kendisini peygamber, Sabetay'ı mesih ilan etmesi Gazze'den sonra Kudüs'ün de çalkalanmasına neden olmuştu. İki uyduruk haham, rüyalannda görseler inanamayacaklan saltanat ve ihtişamı gerçek hayatta yaşamaya başlamışlardı. Sözde Yahudi milletine kurnaz derler. Bu nasıl kurnazlıksa, anlamak mümkün değil! Nihayet hedeflerine ulaştıklarına inanan iki düzenbaz, daha büyük kitlelere yayılıp onları etki altına almayı kararlaştırdılar. Bu düşüncelerle 1665 yılı Haziran ayında, her yönüyle çok şeyler borçlu olduğu Nathan'la Gazze'de vedalaşan Sabetay, çift hörgüçlü süslü develer ve üzerinde zillerle tefler çalan yardımcılan eşliğinde Kudüs'e doğru yola koyuldu. Kutsal topraklara ayak bastığında Kudüs'teki Yahudi cemaati tarafından çılgınca bir sevgiyle karşılanan sahte mesih, üzerinde yeşil pelerini olduğu halde şehrin etrafını tam yedi kez dolaşmıştı. Ancak, çok geçmeden gösterdiği tuhaf davranışlan ve Mısır'a sultan olmak gibi hayalperestlikleri, Yahudileri korkuyla kanşık dehşete düşüren nedenlerdi. Çünkü, o yıllarda Osmanlı idaresinde olan bu bölgelere müdahale etmek, vatansız Yahudilerin başlannı derde sokmak sayılırdı. Bu durumdan hoşnut olmayan bazı hahamlar, Sabetay'ı yazdıklan bir mektupla Osmanlı Karlısı'na şikayet etmelerine rağmen gereken cezayı verdirememişlerdi. Her ne hikmetse Kadı Efendi sahte mesih'i serbest bırakınca, onun huzurdan elini kolunu sallayarak çıkmasını "mucize" olarak telakki eden Yahudiler, Sabetay'ın önünde secde etmeye başlamışlardı. Kudüs'lü yaşlı halıarnlar yine de temkinli davranıp, Osmanlı Sultanı'nın gazabına uğramamak için geri planda kalmayı en mantıklı yol olarak görmekteydiler. Aslında kendileri de Kabbala'yı hatrneden din adamlan akilliğiyle, Nathan'ın uydurduğu bu mesihlik hikâyesine ihtimal veremiyorlardı. Tam o günlerde Sabetay'ın Yahudiler tarafından asırlardır tutulan Temmuz orucunu kaldırması, halıarnlan kin dalgalarına dönüştüren öfkelere sürüklemişti. Sefaradiarın çoğunluğu oluşturduğu haliklar kurulu, sahte mesih'in Aşkenazlığını da bahane ederek Musevi dininde kabul edilemez değişikler uygulamasından dolayı aforoz edilmesi hususunda karar almışlardı. Osmanlı Kadısı 'nın göz yummasına rağmen, Sabetay'ı hiç taviz vermeksizin Kudüs'ten uzaklaştırmanın yegane çıkar yol olduğunu düşünmekteydiler. Aldıklan karar neticesinde başhaham, İstanbul'a göndermek üzere cemaatinin bağlı bulunduğu Osmanlı Padişahına bir mektup yazdı. Bu arada mektup henüz yerine ulaşmadan, uyguladıklan olağanüstü baskılarla Sabetay'ı Kudüs sınırlanndan dışanya çıkardılar. Bu aforoz ve kovma kararının altında Kudüs hahambaşısı Abraham Amigo, en kıdemli Kabbalistlerden Jacob Semah, Saıniel Garmizan ve Jacob Hagiz'in imzalan vardı. Burada asıl dikkati çeken, dört kişinin arasında imzası bulunanlardan Kudüs 'ün en yaşlı halıarnı Jacob Hagiz, Sabetay'ın eski öğretmeniydi. Geçmiş dönemler içerisinde sahte mesih'in Kabbala'yı en iyi bilenlerden birisi olduğunu söyleyen de bu öğretmendir. Gelin görünki işin içinde korku ve menfaat olunca, herşey bir anda kendiliğinden değişiveriyordu. Sabetay, Kudüs'teki halıarnlar tarafından derdest edilip kovulmasına rağmen yine de birçok taraftan vardı ve kendisine taparcasına bağlıydılar. Gittiği her yerden kovulan sahte mesih, maiyetindeki müridleriyle birlikte hayat akışında büyük önemi olan doğum yeri İzmir'e doğru yola koyulmuştu. 1665 yılı Temmuz ayının başlannda mola verdiği ilk yer, Sabetaycılığın hızla yayıldığı Safed kasabasıydı. Burada görkemli bir coşkuyla karşılanan sahte mesih, müridierinin ısrarlanyla her gün değişik bir evde olmak üzere günlerce misafir kaldı. Sabetay, Temmuz ortalarında Safed 'den aynlarak Şam'a gitti. Şehir merkezinde mesih 'in geldiğini müjdeleyen Yahudi çığınkanların kopardıkları gürültüyle, kalabalık topluluklar adeta yollara yığılmıştı. Kadınlı erkekli insanlar mesihlerine dakunabilmek için, yırtınırcasına birbirleriyle mücadele etmekteydiler. Şam'da büyük bir moral bulan Sabetay, Ab ayının sekizinci günü (20 Temmuz 1665) Haleb'e ulaştı. Burada, Yahudi cemaatinin başkanı olan halıarn Samuel Laniado ve bir diğer halıarn Nissim Mordecai Dayyan tarafından İbranice dualada karşılandı. Sahte mesih, kadınlı erkekli grupların aynı odaları paylaştıklan ev ortamlarında adeta bir kral gibi misafır edildi. Onun sapkın inançlarına göre, kadın erkek aynmı yapılmaksızın cemaatinin insanlarının birbirlerinden uzak durmaları gerekmiyordu. Hatta kutsal Purim kutlamalannda kan kocalar sayılarına bakılmaksızın toplanıp, halıarnların tesdilerinden boşalttıklan içkilerinden doyasıya içmeliydiler. Yahudi olmayan birinin elinden içilen içki, kesinlikle murdar sayılırdı. Tam yirmi iki gün Haleb'te kalan Sabetay, her gece etrafında toplanan kadınlı erkekli evli çiftiere mezmurlar dualar eşliğinde kendi elleriyle şarap dolduruyor, daha sonra sert üzüm suyuyla sarhoş olan hanımların ilgi odağı haline geliyordu. İktidarsız olduğu halde başansız üç evlilik geçirmesine rağmen kocalarının yanında kendisine şehveti hislerle bakan kadınlara konumu gereği mesafeli davranıp, etrafındaki müridierine ermiş insan görüntüleri sergilemekteydi. Ne var ki kendisinin, yani mesih'in haricindeki Sabetaycıların yapacaklan her türlü memnu (yasak) işlere de üstü kapalı cevaz vermekten de geri kalmıyordu. Çünkü, şahsında olmayan isterinin, müridieri tarafından gerçekleştirilmesinden hoşnutluk duyan bir ruh yapısına sahipti. Böylesine ahHl.kâktan yoksun görünümler sergileyen mesih' in çarpık düşüncelerini Yahudi tarihçi!erin büyük çoğunluğu kabullendikleri gibi (istisnalar haricinde) mübah olarak görmektedirler. Herhalde ta o zamanlardan günümüze uyarlanan Yahudi felsefesindeki Kabbalistlerin modemlik dedikleri, bunlar olsa gerek! Aslında Sabetaycılara özenip Türkiye'de de bu sapkınlıklan uygulayanların var olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Sayılan ülke nüfusu kriterlerine göre az da olsa, anlaşılan kendilerini sosyete diye tanımlayan bu paralı insanlar grubunun güruhları, akılları sıra modern hayata ayak uydurmuş oluyorlar. 1665 sonbaharında maiyetindeki müridleriyle birlikte tam üç yıldır ayn kaldığı İzmir'e dönen Sabetay, umduğundan çok iyi karşılanmıştı. Çünkü, onun mesih ilan edildiği ve Nathan'ın ona bağlı bir peygamber olduğu dünyanın her tarafındaki Yahudilere haberciler ve mektuplar vasıtasıyla yayılmış vaziyetteydi. Bu arada özellikle Gazze'de Sabetaycı hareket öylesine yayılmıştı ki Ortadoğu ve Avrupa ülkelerinin her tarafından gelen Yahudiler, mesih'in peygamberi Nathan'ın hayır dualarını aldıktan sonra hacılık mertebesine ulaşıp, sürgünde yaşadıkları topraklara geri dönmekteydiler. Yahudi tarihçi Cuenque'ye göre "Nathan'ı görmek için Gazze'ye gelen hacıların sayısı öylesine çoktu ki, kalabalıktan evlerde ve bahçelerde yer kalmadığı için pazar yerlerinde konaklayıp yatmaktaydılar. Bu aşın izdihamdan dolayı bütün dükkanlarla işyerleri kapalı olduğu gibi, kimseler çalışmıyordu. Çocuk, yaşlı ve gençlerin yanısıra bakire kadınlarla hamileler pazar gününden cumaya kadar oruç tutuyorlardı." Gazze adeta Sabetaycıların bir kalesi haline dönüştüğüne göre, acaba İzmir nasıldı? Sahte mesih, bazı Yahudiler tarafından iyi karşıianmış olsa da geçmişteki olumsuz davranışların izlerini bir anda silmek kolay değildi. Bu arada hergün düzenli olarak deniz suyunda yıkanıp cemaatinin gönlünü almak için 1665 yılı Aralık sonlarına kadar inzivaya çekildiği, tarihi kaynaklarca da teyid edilen durumlardır. Hergün sinagoga giderek (Aşkenaz olduğu halde) Sefaradların geleneğine uygun dualar okuması da, cemaat toplamaya yönelik kandırmacalardan başka birşey değildi. Aynca sinagog çıkışından evine gidene kadar fakiriere sadaka dağıtması, zengin olduğunun göstergesidir. Anlaşıları, kutsal topraklardaki Yahudilerden topladığı altınların önemli bir kısmını İzmir'e getirmişti. Artık, eski Sabetay'ın yerinde yeller esiyordu. O eski garibanlık günleri çok gerilerde kaldığı için, kendisini şık giysili Musevi muhafızlar korumaktaydılar. Balıkçısı, tavukçusu, küfecisi, hamalı, limandaki tayfalar olmak üzere bütün Yahudiler onu hayranlıkla izliyorlardı. Kendisini kovan hahamlarla, eski muhalifleri ise iltifatlar edip, dostane görünümler sergilemekteydiler. O sıralarda İzmir başhahamlığını yürüten Hayyirn Benveniste diğer dindaşları gibi davranmayıp, Yahudilerin kutsal Hanuka haftasında vermiş olduğu vaizde Sabetay'a inanılmaması hususunda cemaatinin insanlarını uyarıyordu. Bu durum, kısa sürede iki tarafın aralarının açılmasına neden olmuştu. Adeta restleşmeye kadar dönüşen gerilim ll Aralık 1665 Cuma günü önlenemez bir hal alınca, halıaarn olmasının yanısıra varlıklı tüccar kimliğiyle Sabetay'ı yeniden kovdurmaya yeltenen Hayyim Benveniste, hiç ummadığı bir tepkiyle karşılaşmıştı. İkiye bölünen Yahudi cemaati, adeta çıkması muhtemel büyük bir çatışmanın eşiğine gelmiş vaziyetteydi. Can havliyle İzmir'deki Portekiz Sinagogu 'na sığınan Hayyirn, Sabetaycılardan kurtulmanın çarelerini arıyordu. Etrafındaki hahamlar, onun kaçınlma isteklerini çok arzuladıkları halde korkudan yerine getirememişlerdi. Kısa süre sonra maiyetindeki beş yüzden fazla müridiyle Portekiz Sinagoguna giden Sabetay, kapıları kilitli görünce elindeki büyükçe bir külüngle zincirleri kırmaya başlar. Bu esnada Hayyim arka pencereden atlayıp güç bela kaçarken, içerdeki diğer halıarnlar kapıyı açarak sahte mesih'i dualarla sinagog'a davet ederler. Sabetay da hiç beklemeksizin kürsüye geçerek sabah ayinini, karşısında secde eden müridierinin huzurunda yönetir. Bu zor kullanma hareketiyle Sabetaycılar,' Portekiz Sinagogu'nu İzmir'deki üsleri haline dönüştürmüşlerdi.. Daha sonraki günlerde Hayyim Benveniste ile banştınlan Sabetay, elinde Tevrat olduğu halde Portekiz Sinagogunda hergün düzenli olarak vaazlar veriyordu. Kendisinin İsrailoğullarının kurtancısı mesih olduğunu okuduğu dualardan sonra yineleyerek, dünya üzerindeki Yahudilerin kutsal topraklara dönüşlerine ve ölü dindaşlarının dirilme gününe kadar meydana gelecek olaylan anlatmaktaydı. Tabii ki bütün bu söylemlerinin tamamı hayal mahsülüydü. Etrafındaki müridieri İbranice dualar mınldanıp mesihlerine kalben biat eder gibi görünseler de, müzmin muhalifi Hayyim Benveniste ona büyük bir kin besliyordu. Bir keresinde Sabetay vaazını bitirdiğinde herkesi şaşırtan sözler sarfederek, ondan mesihliğini ispatlayacak bir mucize göstermesini istedi. Bu sorular karşısında sinirden çılgına dönen Sabetay, cemaatin içerisinde Hayyim'e ağza alınmayacak sözlerle hakaretler etmeye başladı. Bir anda korkuya kapılan Hayyim, sanki hiçbir şey olmamış gibi ertesi gün etrafındaki Musevi cemaatine "Benim inançlı dindaşlarım, Sabetay gerçek mesih 'tir" diyerek bu ikiyüzlülüğüyle aforoz edilmekten kurtuluyordu. Genelde böylesine döneklik ve riyakarlıklara; dikkatle incelediğimizde Yahudi camiasının ekseriyetinde rastlanz. Sabetay da kendi özüne uygun davranarak Hayyim 'i en yakın müridieri arasına dahil edip, ona övgüler yağdırmaya başlamıştı. Bu gelişmelerden sonra en büyük muhalifini sindiren sahte mesih, İzmir'deki Yahudiler arasında adeta krallığını ilan etmiş gibiydi. istediğini hahamlığa atıyor, istemediğini kovdurup yakapaça şehirden dışarıya çıkartabiliyordu. Bazı yaşlı din adamlarının üstü kapalı muhalefetine rağmen sinagogtaki dua esnasında kadınlan Tevrat okumalan için kürsüye çıkarması, tanıdığı ailelerin evlerine gidip kadınlarla erkeklere kendi eşlerinden başkalanyla da samimi ortamlarda yemekli toplantılar yapıp eğlenmeleri hakkında tavsiyelerde bulunması, o günün şartlarında alışılmadık durumlardı. Sabetaycıları İzmir'deki Portekiz Sinagogunu ele geçirmeleriyle büyük güç kazanan sahte mesih, bazı müridierine aklın mantığın almayacağı krallık gibi ünvanlar da veriyordu. Dansın ve kocalarından başka erkeklerle gülüp oynamanın ne demek olduğunu bilmeyen Yahudi kadınları, ona karşı daha yakın olmaya başlamışlardı. Evlerdeki toplu ayinlerde eşierin birbirlerine yakın oturmaları ilk zamanlarda bazı tutucu halıarnlar tarafından yadırgansa da, bilhassa kadınların destekleriyle karma dualar yapmak her geçen gün benimseniT olmuştu. Sabetay, düşüncelerindeki çarpıklıkları yavaş yavaş hayata geçirirken, herkesin eşinin herkesle birlikte olması gibi sapkınlığın temellerini atmaktaydı. Zamanla bu durumun daha da yaygınlaşacağına inandığı için İzmir'de yaktığı ateşin, Osmanlı Payİtahtı İstanbul'da alevIenip önlenemez bir yangına dönüşmesini istiyordu. iktidarsız sahte mesih'e göre Yahudilerin kutsal günlerinde kendi dindaşlarının kanlanyla kocaları, başkalarıyla halvete erdiklerinde birbirlerinin helalleri olmalıydılar. Sabetay İzmir'de hedefine ulaştığı için, aldığı ani bir kararla maiyetindekilerle birlikte İstanbul' a doğru yola çıktığında bu defa geçmişteki zor günlerinin çok gerilerde kaldığının bilincindeydi. Yahudilerin büyük çoğunluğunun dünyanın dört bir tarafına yazdıkları mektuplardan anlaşıldığına göre, Tanrı'nın gönderdiği mesih gelmişti. Böylesine gülünç hurafelerin önlenemez bir şekilde yaygınlaştığı söylentilere bakılacak olursa, İsrailoğullarının kurtuluşu yakın sayılırdı. Tabii ki bütün bunlara kendileri inanıyor, kendileri söylüyorlardı. 1665 yılı Şubat ayının ilk günlerinde kral ünvanlı Moses Gahante, Daniel Pinto ve Polonyalı Elijah adlı bir hahamla birlikte İstanbul'a vasıl olan Sabetay, Yahudi din adamlan ve halıarnlar tarafından karşılanmıştı. Sabetaycılık hareketi zirveye ulaştığı için, herkes onu bir kurtarıcı gözüyle görmekteydi. İstanbul'da büyükçe bir konağa müridleriyle beraber yerleşen sahte mesih, sinagogtaki duaların haricinde yine garip davranışlarda bulunuyor, fakat bu kez yaptığı herşey mübah karşılanıyordu. Yahudi tarihçi Leyb ben Ozer'e göre "Sabetay'ın müridieri hafta boyunca oruç tutuyorlar, geceleri birkaç saatlik uykunun ardından sabah tanyeri ağarmadan ayin için kalkıyorlar, sonra güneşin doğmasıyla birlikte tekrar kalkarak dualar eşliğinde banyo yapıp günah çıkarıyorlardı. Kış müddetince bazı Sabetaycılar anadan üryan soyunarak günahlanndan annmak için bahçedeki karlara uzanıyorlar, bu seansın ardından ellerindeki diken ve ısırgan otlanyla vücutlannı kanatıyorlardı." Müridieri böylesine akıl almaz çılgınlıklar yapadarken Sabetay, huzuruna gelen dindaşlanm kutsadıktan sonra dualar etmekteydi. Osmanlı topraklarındaki zanaatkar Yahudilerin büyük çoğunluğu sahte mesih'in bir işaretiyle işi gücü bırakıp, kendilerini duaya vermiş durumdaydılar. Evlerde yapılan dualardan sonra kandiller söndürülüyor, karanlıkta halıamın işaret ettiği kişilerin yanına oturan evli çiftler değişik birinin yanına düşmelerini başlangıçta her ne kadar yadırgasalar da, sırayla ikram edilen şarabı içtikten sonra kendilerinden geçip samimi bir ortam oluşturuyorlardı. İlk zamanlardaki ayinlerde eş değiştirme gibi şehveti şeyler görülmese de, ilerleyen günlerde Sabetay'ın da teşvikiyle bilhassa Adar 22 ayında kadınlar kocalarından ayrı eşlerle birlikte olmaya başlamışlardı. Sabetay, kendi cemaatine hükümranlık kurduğu inancıyla, Osmanlı Padişahını tahtından indirmenin akılalmaz hesaplan içerisindeydi. Ancak, sahte mesihin sapkınlıklarını ve kendisini İzmir' de kral ilan edişini yakmen takip eden Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa, kalmakta olduğu sahil kenanndaki konağa muhafızIada dolu iki sandal göndermişti. Balat'taki evinden alınarak sorgusuz sualsiz zindana atılan Sabetay, hiç beklemediği bir anda zirveden dibe vurmuş haldeydi. Kellesinin vurulması korkusuyla, rengi adeta kül gibi uçmuştu. Sahte mesih'in atıldığı zindan, Haliç'te Galata Köprüsü'nün bulunduğu yerin. yukarı kısımlannda bulunan ve BizanslIlardan kalma bir kule olarak bilinen ünlü Bagno zindanıdır. Osmanlı döneminde burada umumiyetle kürek mahkumları hapsediliyorlardı. Bu arada önde gelen haham ve Yahudi tacirler, Sabetay'ı kaldığı zindanda ziyaret edip kısa süreli de olsa görüşebilmekteydiler. Ne var ki, aralarında topladıkları 60.000 akçe karşılığında serbest bırakılmasını başaramamışlardı. Tek korkuları, mesihlerinin Sultan'ın vereceği ani bir kararla idam edilmesiydi. Son derece kurnaz ve zeki bir insan olan Fazıl Ahmet Paşa, bu sahte mesih'i astırıp kendi halkının gözünde kahramanlaşmasını istemiyordu. O günlerde Yahudiler, bu sapkınlık hadisesi ve Osmanlı Padişahının devrilme hayalleri gibi safsatalar yüzünden Türkler'den çekindikleri için mecbur kalmadıkça sokağa çıkmaktan imtina ediyorlardı. Aslında Türkler, bu işe fazla ehemmiyet vermediklerinden dolayı gülüp geçmekle yetinmekteydiler. Bu arada Osmanlı Devletinde olduğu gibi Polonya, İtalya, Kudüs ve Kahire'de de Sabetay'a inananlarla inanmayanlar ikiye bölünmüş durumdaydılar. Fazıl Ahmet Paşa ise sahte mesih'e fazla önem vermiyor, onun yüzünden işi gücü bırakan Yahudilerin işlerinin başına dönmelerini istiyordu. Azınlıkların sorun teşkil etmemeleri açısından, kısa sürede bu ufak mesele de halledilmişti. Ancak, Sabetay'ın ziyaretçilerinin her geçen gün çoğalması nedeniyle İstanbul'daki varlığı Osmanlı yöneticilerine büyük rahatsızlıklar vermekteydi. Ne var ki Fazıl Ahmet Paşa'nın mali danışmanlığını yapan Judah ben Mordehay Kohen'de Yahudi asıllı olmasının yanısıra koyu bir Sabetaycıydı. Kohen'in hatana sahte mesih'i fazla hırpalatmayan sadrazam, Kandiye'ye sefer hazırlığına çıkarken eleştirilere meydan vermemek için birşeyler yapması gerektiğine karar verdi. Çünkü, devlet kademelerinde yıllardır sürdürdüğü otoriter kişiliğinin bir sapkın yüzünden heba olmasını istemiyordu. Nihayet aldığı ani bir kararla, 19 Nisan 1666 tarihinde kalabalık muhafızların eşliğinde Sabetay'ı Gelibolu 'ya göndertmişti. Burada limanın bulunduğu yerdeki bir kaleye hapsedilen sahte mesih 'in geldiği ilk gün, Hamursuz Bayramı'ydı. Bu nedenle dini kutlamasını yapabilmesi için bir kuzu kestirdi ve Yahudiler arasında yasak olmasına rağmen, her zamanki aykın davranışları gibi kuzuyu kendi yağında pişirterek yedi. Sabetay, bütün bu söylentilere kulak asmayıp "Memnu olan herşeye izin veren Tanrı yücedir" deyip kendi bildiğini okuyordu. 1666 yılı Nisan ayında Londra'da hayatlannı sürdüren Sefarad Yahudileri, Sabetay'ın Osmanlı Hükümeti tarafından tutuklanıp zindana atıldığı haberini aldılar. Tabii ki bu üzücü durum onlar açısından şok bir gelişmeydi. O günlerin Londra'sında geçiniz Yahudileri, zengin Hristiyanlar arasında (yakalanmadan önce) Sabetay'ın Osmanlı Devletini devirip deviremeyeceği hakkında yaygın şekilde bahse tutuşanlar bile vardı. Sahte mesih'in hayatının bütün evresi, İstanbul'daki müridierinin yazdıkları mektuplarla dünyanın her köşesindeki Yahudilere düzenli bir şekilde duyuruluyordu. Onlar bu mektupları yazarlarken, Sabetay, Gelibolu Kalesinde güzel bir bahçenin içerisinde etrafındaki muhafızlarla beraber sözde mahpus hayatı yaşıyordu. Türk gardiyanlar, İstanbul' dan aldıklan talimatlar doğrultusunda onun rahat edebilmesi için bu sapkın insanı kalenin içerisindeki geniş aviulu bir evde oturtmaktaydılar. Çünkü, Fazıl Ahmet Paşa mali danışmanı Koheu'in hatırını kıramamış olacak ki Sabetay, bir mahkumdan ziyade adeta sayfiye hayatı yaşıyordu. Aynı senenin Temmuz aylarına gelindiğinde Gelibolu'daki hapishaneye İzmir, İstanbul, Polonya, İtalya, İran, Hollanda ve Fransa'daki Yahudi cemaatlerinden mesihlerine ardı arkası kesilmeyen rnektuplar gelmekteydi. Kısa sürede Gelibolu'daki kale, Sabetayistler arasında "Migdal üz" yani Kudret Kalesi olarak anılmaya başlanmıştı. Sabetay'ın ünü tüm dünyadaki dindaşları arasında öylesine yayılmıştı ki, 1666 senesinin ortalarından itibaren binlerce Yahudi, hapiste yatan sahte mesih 'in saflarına katılmak için İstanbul'a gelerek dindaşlarına ait havralarda onun ruhuna her gün dualar ediyorlardı. Sabetay'a daha yakın olabilmek düşüncesiyle onlarca kayık tutarak Gelibolu'ya giden Yahudiler, Kudret Kalesine yüz sürerek hacılık mertebesine ulaştıklarına inanmaktaydılar. Bu hacılık olayı her geçen gün yaygın bir hale gelirken, sayıları çığ gibi büyüyen Sabetaycılar'ın Marmara denizi üzerinden düzenledikleri sandal seferlerinin önü arkası kesilmek bilmiyordu. Gelibolu, kısa zamanda Yahudi hacılarım kutsal merkezleri haline dönüşmüş durumdaydı. Bu arada saray erkânı ile birlikte Edirne' de bulunan Sultan IV. Mehmed, gelişmeler hakkında sessizliğini muhafaza edip hiçbir görüş belirtmemekteydi. Payitaht'tan bir ses çıkmayınca, mesihleri tutuklu olan Sabetaycılar işi şımarıklığa dökerek iyice azıtmaya başlamışlardı. Hatta daha da ileriye giderek Sabetay'ın yüzünden çok parlak bir ışık huzmesi saçıldığı ve kendisine bakanların şifa bulduğu gibi asılsız kehanetler uydurup, insanları kandırma yöntemlerini tercih etmişlerdi. Tutuklu bulunduğu kaleden müridierine mektuplar yazan sahte mesih, tövbeye ve duaya her zamankinden daha fazla önem vermelerini hatırlatırken, İsrailoğullarının kurtuluşunun yakın olduğunu ısrarla vurgulamaktaydı. Onu geleceğin kralı gibi gören İstanbul'un zengin Yahudileri mesihlerine değerli kumaşlar, ipek kaftanlar ve pahalı hediyeler göndermekteydiler. Durum öylesine bir hal almıştı ki, dünya üzerindeki Yahudilerin ekseriyeti Sabetay'ı mesih ve kral olarak görmeye başlamışlardı. Kendi mesnedsiz inançlarına göre, OsmanlI ülkesinin yakın zamanda Yahudi krallığının merkezi olacağına dair gerçekle alakası olmayan söylentiler üretmişlerdi. İşin tuhaf tarafı bütün bu asılsız uydunnalara her zamanki gibi kendileri inanıyor, kendileri söylüyorlardı. Bütün bu pohpohlanmalar karşısında boş durmayan Sabetay, aklına eseni hayata geçirerek birçok bayram ilan etti. Gelibolu'dan ulaşan mesajlar neticesinde sahte mesih'in belirlediği bayramlar, Sabetaycıların dini takvimlerinde yer almaya başladı. Bunlardan bir tanesi de 24 Temmuz (26 Temmuz) 1666'dan beri kutlanan "Işıklar Bayramı"dır. Bu bayramda her Yahudi 'nin evi, on yedisi don yağından, biri balmumundan olmak üzere on sekiz kandille kutlanacak kararı alınmıştı. Günümüzde ise kandil yerine, gösterişli şamdanlardaki mumlarla kutlanmaktadır. Kendi adına yeni bir din teorisi yaratmak düşüncesinde olan Sabetay, tüm müridierine iletilrnek üzere geniş kapsamlı bir mektup yazarak Yahudilerin asırlardır tuttuğu Ab ayının 9'undaki orucu kaldırdığını ve o tarihten itibaren bu günün kendisinin doğum günü olarak kutlanacağını bildirdi. Sahte mesih'in sapkın düşüncelerine göre: "Doğum günü kadınlı erkekli gruplarla şık giysiler içerisinde şölenlerle ve eğlencelerle kutlanacak, güzelyemekler yeniZip damıtılmış lezzetli içkiler içilerek her taraf kandillerle aydınlatıldıktan sonra şarkılar söylenecekti. Eşler arasında herhangi bir aynm yapılmayarak birbirlerine gönüllerince yakın olduklan gibi, her türlü memnu (yasak) ilişkilerde birbirlerinin helalleri sayılacaklardı. O kutsal günde kimse çalışmayacak, büyük krallarının ve İsrailoğullarının kurtancısı olan mesihlerinin doğum gününü çılgınca kutlayıp eda edeceklerdi. O gün başka bir kişiden hamile kalan kadıniann çocuklan dünyaya geldikten sonra onlara itibarlı kişiler gözüyle bakılıp, mesih’in en yakın müridieri arasında yer alacaklardı." Bu sapkınlık kutlarnalarına Yahudi aleminin büyük çoğunluğu hiç tereddütsüz iştirak ederken, sayıları az da olsa karşı çıkanlar da bulunuyordu. Özellikle İstanbul'daki bazı hahamlar, son derece huzursuz ve tedirgindiler. Uzun müddet düşündükten sonra, daha önce Sabetay'ı aforoz eden Kudüs Başhaham'ı Alıraham Amigo'ya tafsilatlı bir mektup yazdılar. Tek düşünceleri, sahte mesih 'i bir an önce enterne edip Osmanlı ülkesinde huzur içerisinde yaşamaktan başka birşey değildi. Ne var ki Abraham, İstanbul' dan gelen bu mektuba cevap vermek lüzumunu dahi duymadı. Çünkü, bir Yahudi olarak Sabetay'ı sevmese de İsrailoğullarının kurtuluşu için Osmanlı İmparatorluğunun karışmasını bütün kalbiyle benimsemekteydi. Bu arada Sabetaycı hareket almış başını gidiyordu. O yıllarda 60.000 Yahudinin yaşadığı Selanik, hiç tartışmasız Sabetaycıhğm merkezi konumundaydı. Takriben iki yıla yakın zamandır Edirne'de ikamet eden Sultan IV. Mehmed'in sarayının etrafındaki evlerde bile Yahudiler oturmaktaydılar. Devlet yönetimindeki taviz vermez kişiliğine rağmen her nedense Sabetaycıların üzerine fazla gitmemesiyle bilinen Fazıl Ahmet Paşa Girit'te olduğu için, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Sadaret Kaymakamlığı görevini yürütmekteydi. Bu durumdan cesaret alan İstanbul'lu halıarnlar grubu, aracılar koymalarının ardından Edirne'ye giderek Kara Mustafa Paşa'nın huzuruna çıktılar. Duydukları karşısında şaşkına dönen paşa, "Sultanım'ım tahtıma göz diken zmdık'm kafasını koparmak caizdir" dedikten sonra en güvendiği muhafızlarına emirler yağdırarak, Sabetay'ın hiç bekletilmeksizin Gelibolu'daki kaleden alınarak Edirne 'ye getirilmesini istedi. ll Eylül 1666 'da Kudret Kalesi 'nden Osmanlı akıncıları tarafından zincire vurularak alman Sabetay, geçiş güzergahlarında çok az dinleornek kaydıyla üç günlük bir yolculuktan sonra 1415 Eylül'de Edirne'ye getirilmişti. İlk gününü izbe bir hapishanede geçiren sahte mesih, ertesi sabah Sultan IV. Mehmed'in huzuruna çıkanlacaktı. Nihayet 18 Eylül'de gardiyanlar eşliğinde belindeki yeşil mesihlik kuşağıyla Sultan'ın huzuruna çıkıp diz çöken Sabetay, donuk bir yüz ifadesiyle adeta put gibi durmaktaydı. Hiç Türkçe bilmemesi nedeniyle padişahın doktorlarından Hayatizade Mustafa Fevzi, onun tercümanlığı için görevlendirildi. İşin acı tarafı bu doktor tercüman, Moshe ben Raphael Abravanel adında bir Yahudi iken din değiştirip, Mustafa Fevzi olarak nüfus kaydına geçirildikten üç yıl sonra Osmanlı Sarayı 'nda hekimbaşılığa kadar yükselmişti. Bu arada kendisine uygulanan sıkı sorgulama esnasında geçirdiği korku nöbetleriyle paniğe kapılan Sabetay "Yahudiler tarafından ruhani kişiliğine atfedilen krallık ünvanıyla hiçbir ilgisinin bulunmadığını, cemaatini dini yönden eğiten sıradan bir haharn olduğunu" söylemekle yetiniyordu. Bu sözlerden yeterince tatmin olmayan padişah: "Yüce Peygamber Hz. Muhammedin hak dinini öğreten ulemalara alenen hakaretler yağdırarak, Osmanlı idaresinin otoritesine kafa tutarak ve imparatorluğa ait Filistin ülkesinin topraklarında hak iddia ederek kabulü mümkün olmayan bir suç işlediğini, Osmanlı vatanzna ihanet ettiğini, bütün bu kanunsuzluklarz yapan bir insanın ancak İslam dinine dönerse affedileceğini, aksi halde onu üzerine oturtacakları sivri kazığın sarayın cümle kapısında hazır beklediğini Hekimbaşı Mustafa Fevzi Efendi aracılığıyla söylemişti." Tercümanın izahatları karşısında korkudan gözleri faltaşı gibi açılan Sabetay, şaşkınlık içerisinde ne yapacağını bilmez bir vaziyetteydi. Baktı ki sivri kazığa oturtulacak olim sahte mesih, hiç tereddütsüz din değiştirmiştir. Sabetay, din değiştirip Müslüman olduktan sonra Yani Efendi'nin emriyle Hayatizade tarafından kelimei şahadet getirtilerek "Aziz Mehmed Efendi" adını almıştı. Padişah da memnuniyetini belirtmek için onu Edirne'deki Sultanlık sarayına kapıcıbaşı olarak atayıp, 150 akçe maaş bağlamıştır. Bu atamadan sonra içoğlan hamamma götürülen Sabetay'a kapıcıbaşı kıyafeti giydirilmiştir. Osmanlı döneminde kapıcıbaşılık önemli bir görevdi. Sarayın bütün kapılarında nöbet tutan görevlileri kontrol etmekle onlar yükümlüydü. Hatta zaman zaman padişahın huzuruna çıkacak yabancı büyükelçilere teşrifatçılık bile yaparlardı. Aslında Padişah IV Mehmed döneminde Edirne Sarayında pek çok kapıcıbaşı bulunuyordu. Sabetaya verilen görev her ne kadar fahri olsa da, şartların gereği kaftan, kürk ve yelek giymiş, Müslüman vatandaşların sembolü olan "cevezze" adlı Osmanlı kavuğunu kafasına geçirmişti. Sabetay'ın din değiştirme haberi, öncelikle Osmanlı yöneticileri tarafından Edirne ve İstanbul'da tellallar aracılığıyla duyuruldu. Daha sonra Edirne'deki Yahudi cemaatinin halıarnları bu durumu doğruladılar. Yahudilerin büyük çoğunluğu, bilhassa Sabetaycılar ilk günlerde mesihlerinin din değiştirme olayına inanmak istemediler. Daha sonra gerçekleri öğrendiklerinde, büyük bir üzüntüye kapıldılar. Böylesine kabul edilemez gelişmeler karşısında tüm Yahudiler, Türklerle-Hristiyanlara alay konusu olmaya başlamışlardı. Sahte mesih'e hâlâ biat eden müridieri ise, onun göstermelik din değiştirdiğine inanmaktaydılar. Bu arada Sabetay'ın din değiştirmesiyle ilgili haberler, dünyanın dört bir yanına farklı şekilde yayılmaktaydı. Fanatik Sabetaycılar, mesihlerinin verdiği kararı Yahudi cemaatinin kurtuluşu açısından olumlu şekilde değerlendirirlerken, muhalif kanadı teşkil edenler ise bu durumu canını kurtarmak isteyen bir halıarn'ın korkaklığı olarak görmekteydiler. Sabetay'ın mesih olmasında en büyük destekçisi olan Nathan, o karmaşık günlerde Halebii Yahudiler aracılığıyla İstanbullu baharnlara bir mektup göndermişti. Bu mektupta, İsrailoğullarının geleceği için Sabetay'ın desteklenmesi ve ona inanılmasından bahsediliyordu. İlk başlarda telaşa kapılan hahamlar, Osmanlı İmparatorluğundaki tüm Yahudi cemaatlerine mektuplar yazarak sahte mesih'e inananların tamamını aforoz ettiklerini bildirdiler. Hatta Aşkenazi olan Nathan 'ın kendi mezhebinden olan Sabetay'ı koruduğunu, bununla da yetinmeyip Sefaradiarı birbirine düşürmek istediğini, havralardaki vaazlarında söyledikleri gibi, ev ev dolaşarak yazılı bildiriler dağıttılar. Yahudiler arasında Sabetaycılığın yanısıra bir Aşkenaz, Sefarad tartışması da başgösterir olmuştu. Esasen yedi ceddi Aşkenaz kökenli olan Sabetay, kendine inananların haricinde din değiştirmesi nedeniyle cemaatinin büyük bölümü tarafından dışianmış vaziyetteydi. O günlerde Edirne Sarayında oldukça rahat bir hayat sürdüren sahte mesih, 24 Eylül 1666'da İzmir'deki ağabeyi Elijah'a yazdığı kısa mektupta şu ifadelere yer vermişti: "Yüce Tanrı’nın isteğiyle yenilenişimin dokuzuncu günündeyim. Artık, bundan böyle beni yalnız bırakınız. Çünkü, büyüklüğüne inandığım Tanrı beni Türk ve Müslüman kıldı.” Kardeşin Mehmed Aziz Osmanlı Sultanı Fahri Kapıcıbaşısı Sabetay'ın din değiştirmesini bir türlü içlerine sindiremeyen hahamlar, onun destekçiliğini sürdüren sahte peygamber Nathan'a da tepkiliydiler. 1667 senesinin Temmuz-Ağustos aylarında müşterek bir karar alan İstanbullu ve İzmirli hahamlar, (kendi cemaatlerine hitaben) Sabetay'ın işret alemine dönüştürdüğü Ab ayının 9'uncu günündeki orucu yeniden benimsemelerini, o gün dini kuralları dışına çıkarak oruç tutmayaniann Musevilikten aforoz edileceğini ilan ettiler. Bir zamanlar en hızlı Sabetaycı olan din adamları bile "adeta yönünü şaşırmış bir koyun sürüsü gibi Nathan'ın yanık sesli kırık kavalına kulak verdik, onu gerçek peygamber sandık, ama şimdi bu Gazzeli baharnın riyakar ve sahtekar olduğunu anlamış bulunmaktayız" sözleriyle kendi dindaşlannı doğrulara yöneltıneye çalışmaktaydılar. Bu arada Sabetay, Osmanlı Sarayında son derece rahat bir hayat yaşamaktaydı. En büyük destekçisi olan sahte peygamber Nathan, İstanbullu halıarnların onu aforoz etmelerine mani olabilmek için uzun bir yolculuktan sonra İskenderun'a ulaşmış, kısa denilebilecek molanın ardından devamlı yol katederek, Anadolu topraklarına ayak basmıştı. Yahudi kaynaklarına göre Nathan'ın vardığı ilk durağı, Keşişdağı eteklerinde bulunan Bursa'dır. 1667 yılı Ocak sonlannda geldiği bu tarihi vilayet, Sabetaycıların en yoğun bulunduğu bölgeler arasındaydı. Sahte mesih'in din değiştirmesi Bursa'daki Yahudileri hiç etkilememişti. Çünkü, onun Müslüman olmasını İsrailoğullarının kurtuluşu için gerekli sayıyorlardı. Bu nedenle Nathan, beklediğinin üzerinde sevgi gösterileriyle karşılanmıştı. Bir müddet burada misafir kalan Nathan, daha sonra beraberindeki müridleriyle birlikte İzmir'e gitmek üzere yola koyuldu. 3 Mart 1667'de Ege topraklama ulaşan sahte peygamber, Yahudi halıarnların istekleri üzerine Bornova'da konakladı. Sabetaycılara muhalif Yahudiler ise, kendi cemaatlerindeki insanların Nathan 'la görüşmelerini kesinlikle yasaklamış durumdaydılar. Bu nedenle farklı gruplara bölünen iki cemaat arasında gözle görülür sürtüşmeler başlamıştı. Nathan 'ın kaldığı ev, birkaç yıl önce Sabetay 'ın "Portekiz Kralı" ünvanı verdiği Portekizli Dr. Barrut'a aitti. Daha sonraki günlerde Çeşme üzerinden Sakızadası'na giden Nathan'ın en büyük gayesi Edirne Sarayı 'na ulaşmaktı. Bir müddet sonra Gelibolu 'ya uğrayan sahte peygamber, deniz yoluyla Trakya 'ya doğru yol aldı. Bu yolculuğun ortalannda küçük bir Yahudi cemaatinin yaşadığı İpsala kasabasına uğrayıp, buradaki müridierine vaazlar verdi. Ancak, kendisi açısından yeterince güvenli bulmadığı için bir türlü Edirne'ye geçemiyordu. Kararsızlıklar içerisinde üç hafta kadar İpsala'da kalan Nathan, daha sonra Sabetaycıların yoğun olduğu Gümülcine'ye gitti. Konakladığı her yerde sahte mesih'in propagandasını yapması nedeniyle bazı yerlerde tepki alırken, çok zaman da olağanüstü ilgiyle karşılanıyordu. Bu arada Gümülcine'deki Musevileri etrafında toplayan Nathan, Temmuz ayının 1 7'sindeki orucu, bir kez daha eğlenceye yönelik bayram ilan etti. Özellikle İstanbul hahamları, Nathan'ın sapkınlık eylemlerinden, daha da önemlisi Sabetay'ın dini takvimde yaptığı değişiklikleri yeniden uygulamaya koyma gayretlerinden büyük huzursuzluk duymaktaydılar. Bu nedenle Edirne'de bulunan Sabetay 'a gizlice bir elçi gönderen hahamlar, müridlerine 1 7 Temmuz orucuna uymalannı söylemesini önerdiler. Sahte mesih'le görüşen Bursalı Joseph Karillo, aynca bu söylemlerinin teyidi olarak birde yazılı mektup istiyordu. Bir müddet düşünen Sabetay, daha sonra hiçbir sakınca görmeksizin "Bundan böyle Nathan 'ın söylediklerine itibar edilmemesine ve 1 7 Temmuz orucunun tutulmasına" dair yazıyı Karilla'ya verdi. Bu davranışıyla, kendisini yıllar yılı destekleyip Yahudi cemaatinin gözünde mesih olmasını sağlayan Nathan'ı arkadan vurmuş oluyordu. Mektup İstanbul' a ulaşmasına rağmen halıarnlar bu duruma inanmadıklan için, elçi olarak gönderdikleri Karilla 'yu apar tapar tutukladılar. Çünkü din değiştiren Sabetay, onlara göre kendi gücünü artırabilmek gayesiyle her yönden ikili oynuyordu. Sabetay'ın böylesine dönek davranışlanyla, hayal deryasında yüzen İsrailoğulları için kurtuluş günü ümitsiz bir vaziyete bürünmüştü. Mesihleri, canını kurtarması bir yana sarayda saltanat sürdüğü gibi onların geleceklerini düşünmüyördu bile! Sabetay'ın tüm değişkenliklerine rağmen hâlâ onu destekleyen Nathan, gönderdiği adamları aracılığıyla Edirne'deki Sabetay'la gizli bir buluşma ayarlayıp, Gümülcine 'den Osmanlı Sarayı 'nın merkezine gitti. Kapıcıbaşı ile sahte peygamberin buluşmasında aralarında aldıkları karar gereği, Sabetaycı geleneklerin tamamının devamı müştereğinde birleştiler. Sabetay'ın din değiştirmesinin göstermelik olduğunu, Yahudi ırkının kurtuluşuna kadar yalnızca ikisi bileceklerdi. Birkaç gün kadar Sabetay'ın temin ettiği bahçeli bir konakta misafir edilen Nathan, bu duygular içerisinde Edirne'den ayrılarak kendi dünya görüşlerinin propagandasını yapabilmek için Gümülcine 'de kısa denilebilecek konaklamadan sonra, kayınpederi Samuel Lissabona ve en büyük sırdaşı Samuel Gandoor'la birlikte Roma'nın yolunu tuttu. Çünkü, Roma'daki Yahudiler hâlâ sarsılmaz bir Sabetaycı inanca sahiptiler. Büyük mesihlerinin din değiştirmesini İsrailoğullarının kurtuluşu için yaptığını sandıklarından, en küçük bir eleştiriye dahi meydan vermiyorlardı. Ancak, Sabetay'ın din değiştirme olayı Venedik'teki müridierini büyük üzüntülere sevketmişti. Ne var ki, yine de sahte mesih'ten kurtuluşlarına dair bir mucize beklemekteydiler. Bu nedenle diğer Yahudi grupların tam aksine Adar 22 Kuzu Bayramı, Purim ve Pessalı gibi tüm Sabetaycı gelenekler hiç ara verilmeksizin kutlanıyordu. Çünkü bu sapkınlık kutlamaları, gözü kapalı bir inanç peşinde olan müridlerine, kurtarıcıları gibi gördükleri mesihleri tarafından bahşedilen armağanların vazgeçilmezleri arasında başlıcalarıydı. Üstelik Livorno'daki Yahudilerin tamamına yakını Sabetay'ın en büyük destekçileriydiler. Kozmopolit bir Osmanlı şehri olan Selanik'teki Yahudiler ise, din değiştirme olayının bir kandırmacadan ibaret olduğu düşüncesiyle mesihlerini adeta Tanrı katında görüyorlardı. Sabetay Sevi Edirne Sarayı 'nda Padişah IV. Mehmed ve Fazıl Ahmed Paşa'nın himayesinde rahat bir hayat sürdürmesine rağmen, kelimei şahadet getirip Müslüman olduğu halde yine de müridleriyle gizliden gizliye görüşmeyi ihmal etmiyordu. İstanbullu halıarnlar ise onun cezalandırılması için, sürekli olarak açığını aramaktaydılar. Bu nedenle görevlendirdikleri kişiler aracılığıyla hiç ara vermeksizin iz sürüyorlardı. Diğer müridieri ise Osmanlı Sarayı'na sırtını dayayan Sabetay'a yakın olabilmek için, ülkenin çeşitli bölgelerinden gruplar halinde Edirne 'ye taşındılar. Çünkü, fıtratları gereği Yahudi cemaatinin insanları açısından menfaat her şeyden önemliydi. Edirne'ye gelen müridier arasında Nathan'ın çok sayıda taraftarları da vardı. Bütün bunlar sahte mesih'le, sahte peygamber'in İsrailoğullarının on iki kavminin temsilcileri olarak seçtiği kişilerdi. Büyük kurtuluştan sonra kurulacak İsrail devletinin, sözde sahipleri olacaklardı. Tabii ki bütün bunlar, asırlar boyu oradan oraya sürülen Yahudilerin hayal kurgularından başka birşey değildi. Çünkü onların vatansızlıklarına son vermek için Filistin topraklarında hayata geçirmek istedikleri İsrail devleti, sahte mesihierin belirttiği tarihten tam 270 yıl sonra kurulacaktı. Tabii ki buna yasal bir kuruluş denirse? Osmanlı'nın affedilemez gafleti, sömürgeci İngilizlerin maddi manevi destekleri olmasaydı bugün İsrail diye bir devlet olmayacak, Yahudilerin asırlardan beri süregelen vatansızlıkları ebediyyen devam edecekti ... Geçmiş yıllarda ticari hayatına zarar vermesinden dolayı Sabetay'ın İzmir'den ayrılması için büyük paralar veren ağabeyi Elijah (İlyas), şimdi ise önemli bir konumda olan kardeşinden faydalanmak istiyordu. Aslında her Yahudi böyle değil midir? 1667 Haziranında yanına büyük oğlunu da alan ağabey İlyas, Edirne 'ye gelerek genişçe bir eve yerleşti. İsHimiyetle alakası olmadığı gibi devir bu devirdir deyip, kardeşinin sırtından daha geniş boyutlu tiearet yapmayı düşünüyordu. 1667 ile 1671 yılları arasında Osmanlı Payitahtı Edirne 'nin nüfusu hızla artarken, şehrin bakımlı mahallelerinin çoklarında Sabetaycılar oturmaktaydılar. Bu arada gizliden gizliye vaazlar veren Sabetay, Müslümanlığının göstermelik bir değişim olduğunu nihayet açıkladıktan sonra, gizli sırrını hızla yaymaya çalışıyordu. Daha önceleri Nathan'la aralannda bir sır olarak kalan giz kabuğu, çoktan çatlarnaya başlamıştı. Artık, resmen ikili oynadığı alenen belirginleşmiş durumdaydı. Yahudi tarihini incelediğimizde; Tobias Rofe Aşkenazi; o yıllarda Osmanlı Sarayı'nda fahri kapıcıbaşı olan Sabetay'ın "çok zaman itiyat haline getirdiği üzere cemaatine karşı halıarn edasıyla davranıp gerçek bir Yahudi gibi dinsel orun yaptığını, daha sonra Türklerin karşısında inançlı bir Müslüman görünümüyle dualar okuduğunu" yazmıştır. Tabii ki bütün bu tanımlamalar, sahte mesih 'in mayasındaki bozukluğun en belirgin temel olgulandır. Aslında böylesine uygulamaları, ülkemizde yaşayan Yahudi dönmesi vatandaşlar da vazgeçilemez bir Sabetaycı gelenek olarak yıllardır sürdürmektedirler. Bu arada yalnızca Edirne'yle iktifa etmeyen Sabetay, imtiyazlı bir kişi olarak hem Müslümanlarla hem de Yahudilerle görüştüğü gibi, Fazıl Ahmed Paşa'dan izin alıp İstanbul' a giderek oradaki en büyük destekçisi Abraham Yakbini'yle buluştuktan sonra etrafında toplanan müridierine vaazlar veriyordu. Buradaki vaazlannda, kendisine muhalif halıarnlan karaladığı gibi Sabetay takvimindeki kutsal günlere icabet edilmesini ısrarla vurgulayıp, ayini mezmurlar dualarla bitirmekteydi. Tereddütü olan bazı Yahudiler bile onun etkisinde kalıp, Sabetaycı cemaate dahil oluyorlardı. Bütün bunlarla da yetinmeyen sahte mesih, Edirne ve İstanbul 'daki tekkelere de u,ğrayarak Müslümaniann akıllannı çelmeye çalışıyordu. Yahudi cemaatini kanştırdığı gibi, aklısıra yeterli itikatları olmayan Türklerin de zihinlerini çelip eş değiştirme türünden sapkınlıklara onları da dahil etmek düşüncesindeydi. Böylesine sinsice tuzaklar, muhafazakar bir toplum yapısına sahip Osmanlı ülkesinde kabul edilemez durumlardı. Sözde din değiştiren Sabetay Sevi ve müridieri 1671 yılındaki Purim Bayramı'nı daha önce kendisine elçi olarak gelen Joseph Karilio ’nun evinde kutladılar. Ertesi gün Sabetay beyaz bir at üzerinde, peşinde müridieri olduğu halde Edirne sokaklarını dolaştı. Birkaç gün sonra hiçbir gizlilik olmaksızın Portekiz Sinagogu 'ndaki Şabat ayinini, aynı akşam müridierinden birinin evindeki vaazı yönetti. İşin acı tarafı, Sabetay ve müridieri padişah'ın himayesinde olduklarından Türk vatandaşları bütün kızgınlıklarına rağmen ağızlannı bile açamamaktaydılar. Şabat ayinini yöneten Sabetay, oradakilerin arasından seçtiği on iki erkek ve beş kadını Sultan IV. Mehmed'in huzuruna götürerek, bu Yahudilerin Müslüman olmak istediklerini söyledi. Aslında böylesine riyakarlıklar, her zamanki gibi bir kandırmacaydı. Bu insanlan bir kafesin arkasından izleyen padişah, Sabetay'ın müridlerinin kelimei şahadet getirerek göstermelik din değiştirmelerine tanık oluyordu. Hatta Osmanlı hazinesinden bu kişilere maaş bağlanması teklif edildiğinde, büyük bir kurnazlık örneği gösteren Sabetay "para için Müslüman olunmaz" deyip padişahın gözünü boyayıp, itimad telkin etmişti. Bütün bu gelişmelerin yanısıra boş durmayan sahte mesih, İstanbul, Bursa ve Sofya'ya mektuplar göndererek kendisine inanan din adamlanyla halıarnları formalite icabı din değiştirmeye davet ediyordu. Asıl niyeti, her söylenene çabuk inanan IV. Mehmed'i ve onun maiyetindekileri etki altına alıp, Osmanlı Sarayı'na karşı yıkıcı faaliyetlerde bulunmaktı. Aradan üç hafta kadar geçtikten sonra Sabetay'ın davet ettiği Yahudi din adamlanyla hahamlar, Edirne'ye gelmişlerdi. Yaptıkları toplantılarda, bu din adamlan göstermelik bile olsa Müslümanlığı kabul etmeyeceklerini açıkça söylediklerinde, tatsızlıklar yaşanmaya başlanmıştı. Ancak iki kişi din değiştirebileceğini söyleyince, konumu itibariyle zirvede olan Sabetay, kendisini sürekli kollayan padişah'a karşı ilk mahçubiyetini yaşamış oluyordu. Ne var ki kendine inananlar tarafından mucizevi bir kurtancı gibi görülen sahte mesih, adeta baştacı olmuş vaziyetteydi. İstanbul ve Edirne'deki akil statüsündeki Yahudi hahamlar, Sabetaycılığın önüne geçebilmek için çareler arasalar da müridlik hareketinin çığ gibi büyümesine engel olamıyorlardı. Çünkü bu müridler, tatlı ve sapkın bir hayat yaşadıkları gibi, mesihlerinden aldıkları vaazlarda din değiştirmelerinin gerçekle alakasının olmadığını yakınen bilmekteydiler. Hani derler ya, her yalan günün birinde mutlaka ortaya çıkar diye! Sabetay’ın rüya alemindeki saltanatı hiç beklemediği bir anda yok oluvermişti. Her sinagog'a gittiğinde padişahı "Yahudileri Müslüman yapacağım" diye kandıran Sabetay, yavaş yavaş inandırıcılığını yitirir bir hale gelmiş durumdaydı. Birkaç aydır kendisinin takip edildiğinin farkında bile değildi. Havra'da Türkler'in aleyhinde en ağır itharnlarda bulunan sahte mesih, kendisine biat eder gibi görünen İstanbullu halıarnlar tarafından saray'a şikayet edilmişti. Kurulan plân gereğince bu hahamları yanında Sabetay'ın İslâmiyet'e küfrettiğini işiten sivil muhafızlar, onu apar tapar kelepçeleyip zindana atmışlardı. 12 Eylül 1672'de tutuklanan sahte mesih'ten aylarca hiç haber alınamamıştı. Acaba ne olmuştu? Yoksa ölmüş müydü, bilen yoktu! Yahudi tarihçi Galland, tuttuğu günlükte Sabetay'ın Yeniçeri Ağası'nın talimatıyla "Musevi dinine döndürdüğü Türklerle birlikte" zincire vurularak tutuklandığını yazmıştır. 1672 yılının Haziran ayında Fazıl Ahmed Paşa'yla birlikte Polanya seferinde bulunan IV. Mehmed, aynı senenin Aralık ayında Edirne'ye döndükten sonra Sabetay'ın tutuklanmasından haberdar olmuştu. Fazla bekletilmeksizin padişah' ın talimatıyla İstanbul' a gönderilen sahte mesih, ayaklarındaki prangalar çözülerek perişan bir vaziyette Topkapı Sarayı 'nın zindanına atılırken, etrafındaki muhafıziara "beni affedin" diye yalvarıyordu. Saraydakiler Sabetay'ın bir an önce kafasının vurolmasını isterlerken, Valide Hatice Turhan Sultan, idama karşı çıkıp, anlaşılmayan tuhaf bir davranışla bu sapkın insanın 1673 Şubatında Mora'ya sürgün edilmesini sağlamıştı. Tarihe dikkatle baktığımızda kadınların erkleri, bilhassa duraklama ve fetret devrindeki padişahlara galebe çalmıştır. Valide Sultan'ın dudaklarının arasından çıkan bir sözle kellesini kurtaran Sabetay, Mora'da uzunca süren bir mahpusluk hayatı yaşadığı gibi, insanlardan adeta tecrit edilmişti. Sahte mesih'in bir şekilde kurtarılmasına için için tepki gösteren Osmanlı yöneticileri, onu 1673 ilkbaharında Mora'dan Ülgün'e gönderdiler. Burası metruk bir sahil kasabası olması nedeniyle görüldüğü kadarıyla, ölümün kucağına terk edilmek anlamına geliyordu. Herşeye rağmen belki kurtulurum ümidiyle yaşadığı zorluklara karşı direnen Sabetay, yakından tanıdığı müridierine mektuplar yazmakla yetinmekteydi. Dört yıl süren tecrit hayatında bedenen ve ruhen bitkin bir hale düştüğünden, son anlarını yaşadığının bilincine çoktan varmış durumdaydı. 15 Eylül 1676 günü Joseph Karillo ile Sabetay gibi göstermelik Müslüman olan müridierinden birisi, mesihlerini ziyaret için Ülgün'e geldiler. Aslında Sabetay, sürgünde bulunmasına rağmen gözle görülür bir mahkurniyet yaşamadığı gibi, bulunduğu yerin her tarafını rahatlıkla dolaşabilmekteydi. Bu nedenle uzaklardan gelen müridierini deniz kenarına götürmüş, elleriyle sahil şeridini göstererek şunlan söylemişti. "Şu andan itibaren bana inananların hepsi evlerine dönsünZeı: Kumsaldaki sarp kayalıkların tepesine çzkzncaya kadar mı bana biat etmeyi düşünüyorlar?” Bütün bunlar derin bir ümitsizliğin içerisine düşen Sabetay Sevi'nin, ölmeden önce yazılı olarak kayıtlara geçen son sözleridir. Ziyaretçilerini uğurladıktan yani bu sözleri söyledikten iki gün sonra sahte mesih, 17 Eylül 1676'da derin bir uykuda iken yatağında öldü. Öldüğü gün Yahudilere göre 5437 senesinin "Yem Kipur" gününe, bir anlamda "Büyük Kefaret Bayramı"na rastlıyordu. Sabetayist gelenekiere göre sahte mesih, Büyük Kefaret Bayramı'nda akşam dualarının bitiminde okunan "Nailat duası" esnasında, Yahudi inançlarına göre Hz. Musa'nın öldüğü tarihte hayata veda etmiştir. Sabetay öldüğünde ellinci yaşından bir ay, din değiştirmesinin üzerinden ise takriben on yıl geçmişti. Yahudi kaynaklanndan anlaşıldığı kadanyla sahte mesih'e İnananlar, onun ölümünü bir müddet gizli tutmalarına rağmen daha sonra yazılı mektuplarla açıklamayı tercih etmişlerdir. İlk zamanlar büyük üzüntüler olsa da, kısa bir tedirginlikten sonra kenetlenen Sabetaycılar başta Selanik, Üsküp, Edirne, Bursa, İstanbul, Roma, Venedik ve Livorno olmak üzere onun miras bıraktığı sapkın geleneklerine sıkı sıkıya sanlmışlardır. Bilhassa Selanik ve Üsküp dönmeleri, Sabetay takviminde yeralan önemli günleri 1676'dan bu yana huşu içerisinde kutlayıp, blben biat ettikleri mesihlerinin ruhuna yaklaştıklarına inanmaktadırlar. Doğal olarak yıllar içerisinde eş değiştirme gibi sapkınlıklardan kendilerini soyutlayanlar olsa da Purim, Şabat ve Pessalı gibi özel günleri Türk vatandaşı statüsünde bulunmalarına rağmen Yahudi dindaşlarıyla birlikte kutlayan Sabetaycılar hayli çoğunluktadırlar. Bütün bunları kitabıının içeriğinde de belirttiğim gibi Karakaşlar, Kapancılar, Yairnanlar, İpekçiler, Dilberier, Bezmenler ve İzmirliler olarak sayabiliriz. Yıllar içerisinde büyük çoğunluğu Selanik'ten gelen bu Yahudi dönmesi insanlar topluluğu, bazı çözülmeler haricinde Sabetay 'ın akıllara durgunluk veren sapkın geleneklerini hâlâ sürdürmektedirler. Pek tabii ki gizlilik kavramı, her zaman için öncelikli tercihleri arasındadır. Bazı Sabetaycılar mumsöndü gibi asırların ötesinden süregelen sapkınlığa icabet etmeseler de bilhassa Karakaşlar, mesihlerinin miras bıraktığı özel günlere hiç taviz vermeksizin sıkı sıkıya sarılmış durumdadırlar. Bugüne kadar haklarında yazılanlardan dolayı ülkemizde yaşayan Selanik Karakaşilerinden hiçbir tepki gelmediğine göre, her yıl düzenli olarak kulladıkları Adar 22 Kuzu Bayramındaki eş değiştirme uygulamaları seremonisinden alan da memnun, satan da memnun demektir. Böylesine sapkınlıklara, aile kavramının dejenere olması açısından ne kadar üzülsek de, bu Yahudi dönmelerin kendi irade ve isterileriyle sürdürdükleri Sabetaycı gelenekiere caydıncı yaptırımların uygulanması gerektiği inancındayım. Çok acıdır ki, modern hayat safsatalanyla bilhassa büyük şehirlerimizde yaşayan bizim insanlanmızı da kendilerine uydurduklan zaman, ülkemiz açısından büyük tehlike teşkil eden ahlâk bunalımına çözüm bulmamız sözkonusu olamaz. O nedenledir ki makamı ve mevkii ne olursa olsun, hiçbir Sabetaycıyla dostluk bağları kurulmaması gerekmektedir. Çünkü üzerinde yaşadığımız Anadolu topraklarını, geleceğimizin ümidi yannlanmızın teminatı olan çocuklanmıza sağlam temeller üzerinde bırakma zorunluluğumuzun idrakini herşeye rağmen nüvemizde taşımalıyız ... YAHUDİ DÖNMELERİN ÜLKEMİZE Sabetay Sevi 1676 yılında öldüğünde ona inananiann büyük çoğunluğu Musevi dinine bağlıydılar. Bu kişiler kendilerine "Meaminler" yani inananlar diyorlardı. Sabetay'ın 1666 'da din değiştirmesini izleyen on yıl boyunca yaklaşık 200 aile mesihlerinin izinden giderek göstermelik Müslüman olurlarken, geleceklerini garanti altına alabilmek için bu sahte yolu seçmişlerdi. Gerçekte Yahudi olan bu insanlar topluluğu Selanik'ten yola çıkarak Edirne, İzmir, İstanbul, Çanakkale ve Bursa 'ya yerleştikleri gibi aralannda Balkan ülkelerini mesken tutanlar da olmuştu. Bu dönmeler grubu, mesihleri tarafından seçilmiş özel insanlar olduklarına inanmaktaydılar. Görünürde Müslüman gibi yaşarnalarına ve Türk isimleri almış olmalarına rağmen gizliden gizliye kendi özlerinin vazgeçilemez bir parçası kabul ettikleri Musevi inancına bağlıydılar. Sabetay Sevi 'nin ölümünün akabinde Selanik, dönmeterin en büyük üssü haline geldi. Bunun başlıca nedeni, Sabetay'ın dul eşi ve kardeşi Yakub'un Selanik'te olmalanydı. Kısa zamanda Yakub'un, Sabetay'ın ruhunu taşıdığını söyleyen dönmeler, onu mesih gibi görerek bir "Yakubiler" grubu oluşturdular. 1680 yılı başlannda adeta birbirleriyle kenetlenen dönmeterin öncüleri kendilerine bazı vahiyler indiğini, Yakub Kerido'nun da Sabetay'dan sonraki mesihleri olduğunu söyleyerek, gövde gösterisi yapıyorlardı. Bu sahte vahiylerin ve riyadan başka bir anlam taşımayan kehanetlerin etkisiyle 1683 yılından itibaren Selanik'teki Yahudiler arasında kitleler halinde din değiştirmeler görüldü. Kozmopolit bir Osmanlı şehri olan Selanik'te çoğunluğu teşkil eden Yahudiler, bu davranışlanyla padişaha ve içiçe yaşadıklan Türkler'e karşı daha fazla yakıniaşmak çabasındaydılar. Bu iki yüzlü davranışlarının neticesinde mesihleri Yakub Kerido'nun işaretiyle, 300 aile göstermelik Müslüman oldu. Selanik'te yaşayan Sabetaycıları büyük çoğunluğu ısrarlı bir direnişle Musevi dinine bağlı kalmalarına rağmen, göstermelik din değiştirenierin sayılan yabancı ülkelerden gelenlerle birlikte büyük artış gösterdi. Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısında Polonyalı Yahudiler de Selanik'e gelerek sözde Müslüman oldular. Lehli olarak anılan bu insanlar, 1915 yılına kadar Selanik'teki varlıklarını sürdürdüler. Her ne kadar burada bahsi geçen dönmeler grubunun insanlan yalnızca kendi aralannda evlilik yapsalar da, zamanla Yahudi olmayan aristokrat (Türk ve Yunan ailelerinin) kast içerisinde yaşayan bu Kabbalacılarla yakın temaslarda bulundukları inkar edilemez gerçeklerdir. Yakub Kerido, rahat bir hayat yaşamak için Müslümanlığı samirniyetle benimsediğini padişaha ve Türk halkına ispatlamak amacıyla bazı dönmelerin karşı çıkmalarına rağmen, İslam'ın beş şartından birini yerine getirmek üzere hacca gitmeye karar vermişti. Tabii ki bu her yönüyle ikiyüzlülük ve riyakarlık içeren bir kandırmacaydı. Kerido, bu davranışıyla Sabetay Sevi'nin ruhunun da huzura ereceğini söylüyordu. Bu düşüncelerle 1690 yılının başlarında 40 kadar müridiyle birlikte Mekke'ye doğru yola koyulduğunda, İskenderiye yakınlarında tifüs 'ten hayatını kaybetmesi, bir bakıma olması gereken hakkaniyeti sağlamaktaydı. Çünkü, Yakub Kerido'nun kalben hac faraziyesini yerine getireceğine kendisiyle birlikte yola çıkanlar bile inanmıyorlardı. Aslında göstermelik hacca gitme meselesi, Selanik'teki Yahudi dönmelerle, Kerido'nun müridieri arasında çıkan anlaşmazlıkların en önemlisiydi. Bu anlaşmazlıkların neticesinde dönmeler iki ayn gruba aynldılar. Göstermelik Müslüman olan Sabetaycılar genellikle İzmir'e yerleşlikleri için İzmirliler, daha sonra da Kapancılar adını aldılar. Yakub Kerido'nun müridieri ise, bu konunun içeriğinde belirttiğim gibi Yakubiler olarak anılıyorlardı. 1700'lü yıllarda Kapancılar'ın bir bölümü Sabetay Sevi'nin ruhunu taşıdığına inandıklan "Baruchiah Russo" adlı yeni bir lidere inanıp, Kapancılar'dan ayrıldılar. Baruchiah Russo'nun babası Joseph Efendi, Sabetay Sevi'nin ilk müridierinden birisi olmasının yanısıra Gazzeli Nathan'ın yandaşlarından en önemlisiydi. Baruchiah Russo, Müslüman olduktan sonra "Osman Baba" adını aldı. Osman Baba 'ya inananlara ve onun grubundan olanlara "Karakaşlar" deniliyordu. Yahudi dönmeler arasında en fanatik grup olarak bilinen Karakaşlar, hâlâ dışarıya kız alıp vermezler. 1720'li yılların başlannda Karakaşlar'ın Almanya, Avusturya ve Polonya'ya gönderdikleri misyonerler aracılığıyla buralarda da tarikatın kolları hüküm sürmeye başladı. Karakaşlar'ı diğer Yahudi dönmesi tarikatlardan ayıran en önemli özellik, inançlarının temelini oluşturan Atzilut Tevratındaki, Tevrat'taki değerlerin ve otuz altı yasağın tersine çevrildiği kuramıydı. Bu kurama göre karşı cinsler arasındaki ilişkileri sınırlayan, örneğin aile içi ensest ilişkiyi yasaklayan teamülleri de ihtiva eden değişiklik nedeniyle Karakaşlar'ın ayrım gözetmeksizin ensest ilişkiler kurdukları, toplu seks ayinleri (mumsöndü) düzenledikleri ve zina ettikleri şayialan nüksetmekteydi. 18. yüzyıl sonlannda yaşayan dönmelerin vaizi Judah Levi Toba, Tevrat'taki cinsel ilişkiye ait yasakları geçersiz olduğuna dair uzun bir söylevde bulundu. Yahudi dönınelerio her sene Mart ayında büyük bir iştahla (yalnızca evli çiftler arasında) bahar gündönümünü kutlarlıklan "Adar Kuzu Bayramı" belirgin bir şekilde "Mumsöndü Ayinlerine" dönüşmüştü. Ülkemizde bu geleneği büyük çoğunluğu İzmir'de oturan Karakaşlar, kutsal bir bayram şenliği olarak tertiplerlikleri toplu seks ayinleriyle Adar ayının 22'sinde kesintisiz bir şekilde kutlamaktadırlar. Selanik kaynaklı en eski Sabetaycı belgelere dikkatle baktığımızda, dönmelerin kendi tarikatları arasında toplumsal ve ekonomik konurularına göre birbirlerinden aynldıklannı görürüz. Kapancılar, genellikle üst ve orta sınıfı oluşturan kişiler ve tüccarlardan teşekkül etmiştir. Ancak, bunların içerisinde politikada yükselmiş bakan ve milletvekili düzeyinde Turhan Kapanlı, Osman Kapani ve Münci Kapani gibi önemli isimler de vardır. Yakubiler arasında Selanik'li üst düzey memurlar, çoğunluğu oluşturmaktaydı. Karakaşlar ise zanaatkarlardan teşekkül eden esnaf ve işçilerdi. Bunlan terzi, şapkacı, kunduraCı, kasap ve berberler olarak genelleyebiliriz. Osmanlı döneminde Selanik'teki berberlerin tamamına yakını Karakaşi (Karakaş) tarikatına mensup olduklanndan, kendilerine özgü ayrı bir saç traşı şekli geliştirmişlerdi. Hatta durum öyle bir reddeye gelmişti ki sokakta birbirlerine rastlayan Yahudi dönmeler, ilk bakışta karşısındaki insanın hangi tarikata mensup olduğunu hemen anlayabiliyorlardı. İzmir'de dönemin ünlü belediye başkanı Osman Kibar, Karakaşİ traş modelini (istisnalar haricinde) hayatının sonuna kadar tatbik etmiştir. Bu traş modeli yanlar ve arka tamamen kısa, üst kısım fazla uzun olmayan yana yöne olmaksızın yalnızca arkaya taranan bir modeldi. Daha açık ifadeyle kafanın tepesindeki dar bir alandaki saçlar, görünüm itibariyle Yahudi kipa'sını andınyordu. Günümüzde bu modeli harfiyyen uygulayanlar olduğu gibi, buna gençlik dönemlerindeki saç modeliyle Galatasaray Kulübü eski başkanı Alp Yalman'ı da örnek gösterebiliriz. Yahudi dönmelere ait istatistiklere göz gezdirdiğimizde, ondokuzuncu yüzyılın ortalanndan Cumhuriyetin kuruluşuna kadar sayıları on ile onbeş bin arasında değişmektedir. Dönmeler, Osmanlı dönemindeki nüfus sayımlannda Türk vatandaşı sayıldıkları gibi, kanşık ırkiara mensup bir konumu bulunan Selanik'in yansını oluşturuyorlardı. Babıali Meclisi 'nin aldığı karara göre her Yahudi dönmenin hem Türkçe, hemde İbranice bir adı bulunuyordu. Türkçe adlar halk içerisinde, İbranice adlar ise aile ortamında ve tarikat üyeleri arasında kullanılmaktaydı. Dönınelerio tamamı Sefarad kökenli olmalan nedeniyle ana dilleri Ladino'ydu. Ancak, büyük çoğunluğu Türkçe'yi ve Grehçe'yi (Yunanca) ana dilleri gibi konuşabilmekteydiler. Günümüze kadar gelen müzik türleri ve şiirlerinden rahatlıkla anlaşılacağı gibi, kültürleri (Sefarad kökenli olmalan nedeniyle) tamamen İspanyol menşeyliydi. Yıllarca içimizde yaşarnalarına rağmen Türk-İsHim kültüründen bilinçli bir şekilde uzak kalmışlardı. ibadet şekilleri de aynı coğrafyayı paylaştıkları Müslüman toplumun örf, adet ve geleneklerinden herhangi bir iz taşımıyordu. 1935 senesine kadar Yahudi dönmelere ait dualardan yalnızca ikisi tarikat dışındaki insanlar tarafından bilinmekteydi. Daha sonraları Kapancı ailesinde Kabbalist bir şahsiyetin elyazması kitabını Kudüs'teki İbrani Üniversitesi'ne bağışlamasıyla, Sabetaycılar arasındaki bu giz kabuğu büyük ölçüde çatIayıp açıklık kazandı. Kapancilara ait olan elyazması kitabı dikkatle inceleyip, anlaşılır bir dilde yayıniayan Gershom Scholem, bu eserlerdeki duaların tamamİyle Yahudi geleneklerine ait olduğunu kendi ifadesiyle şöyle tanımlamakta: "incelemekte olduğumuz duaların, aslında Yahudi dualarımın ta kendisi olduğunufark ettiğimizde büyük bir hayrete kap ıldık. Sabetaycıların gizemli değer yargıları, uygulanmasını imkansız ya da gereksiz gördükleri emirlerin yerini almıştı. Bu duatarda, Müslüman inancıyla benzerlik taşıyan tek bir nokta bile yoktu ve bunları okuyan kişilerin Müslüman olduklarına inanmak imkansızdı.’" Gershom Scholem, Kapancilara ait bu kitap hakkında dikkatli yorumlar getirirken, Yahudi dönmelerin kelimei şahadeti olan duayı belirtmeyi de ihmal etmez. Bu dua'da sahte mesih Sabetay Sevi hakkındaki övgüler şöyledir: "Şahadet ederim ki Sabetay Sevi, gerçek mesih kraldır. Şahadet ederim ki Sabetay Sevi, ihtişamı yüce olan gerçek Mesih’tir ve dağılan İsrailoğulları nı dünyanın dört bir yanından toplayıp biraraya getirecektir. Gerçeğin Tanrısı, İsrail in zaferinde ve inancın tek olan üç düğümünde yaşayan İsrail’ in Tanrısı bize adil Mesih’ imiz, Kurtarıcımız Sabetay Sevinin gelişini görmeyi nasip eylesin. Amin.” Bu duadan ve yüceltilerden anlaşıldığı gibi, Selanik'teki Sabetaycıların büyük çoğunluğunun Sabetay'ın ölümünden uzun müddet sonra bile Yahudi geleneklerine bağlı kaldıklan açıklıkla gözlemlenebiliyor. Burada ortaya çıkan gerçek, hepsinin rahat ve rnutlu hayatlar yaşayabilmek için göstermelik Müslüman olduklarıdır. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yansında Selanik'te yaşayan genç nesil Yahudi dönmelerin, iyi eğitim alıp devlet kademelerine yerieşebilmek için Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Türklerle yakın ilişkiler kurma gayretinde olduklarını görürüz. Bu davranışları neticesinde o güne kadar pek bilinmeyen dönmelerio dünyasının kapıları, kendiliğinden aralanmaya başlamıştı. Selanik'teki dönmelerin kurduğu Feyziye Mektepleri öylesine kaliteli eğitim veriyordu ki, kısa sürede Sabetaycı olmayan Yahudi, Müslüman ya da çeşitli mezheplere mensup aileler çocuklarını bu okullara göndermeye başladılar. Sökeli Ali Rıza Bey'le, Vodina'lı Zübeyde Hanım'ın dördüncü çocukları Mustafa Kemal de ailesinin isteği üzerine Feyziye Mekteplerinden birine kaydını yaptırdı. Mustafa Kemal'in devam ettiği Mekteb ilk, orta ve idadi'yi nüvesinde barından Yahudi dönmesi Şemsi Efendi'nin kurucusu olduğu Terakki Lisesi'ydi. Şemsi Efendi'nin Kapancı tarikatının öncülerinden olduğu söylense de o, Karakaşlarla da sıkı münasebetler içerisine girerek üç ayn tarikatı tek bir eğitim çatısı altında birleştirmek düşüncesindeydi. Ne var ki Şemsi Efendi'nin bilhassa Kabbalacılık (Yahudi din öğretisi) açısından tatbik etmek istediği radikal fikirleri, içinde yaşadığı çağın şartlarını aşan durumlardı. Üç ayn tarikatı birleştireyim derken, Sabetayist grupların birbirlerine düşmeleri ve aralarında çıkan ihtilaflar nedeniyle Şemsi Efendi, karıştıncı davranışlanndan dolayı şehri terk etme tazyikiyle karşılaşmıştı. 1912 yılında apar topar İstanbul' a gönderilen Şemsi Efendi, kendisine yeterli ilgi ve alaka gösterilmemesi nedeniyle son derece sıkıntılı günler geçirdi. Bilhassa Karakaşlar, Kapancıların öncüsü olduğu için onunla hiç ilgilenmediler. Karakaşiler 'den dönemin Zonguldak Milletvekili Celal Sahir Erozan, tarikat liderliğini Selanik'ten bu yana ele geçirme ihtiraslarından dolayı ona karşı son derece tepkiliydi. 1917 yılında İstanbul' da ölen Şemsi Efendi, Üsküdar Bülbülderesi Mezarlığına defnedildiğinde sessiz sedasız bu dünyadan ayrılmıştı. O günlerde Sabetaycılara hiç tartışmasız Karakaşlar hakim oldukları gibi, bu durum günümüzde de aynı şekilde sürmektedir. Bilhassa Feyziye Mekteplerindeki hükümranlıkları Mehmed Karakaş'dan başlayıp Tevhidi Karakaş, Kudret Azmi Sandalcı, İsmail Kunal, Ersin Kunal ve oğulları araştırmacı yazar Mert Sandalcı ile devam etmektedir diyebiliriz. Daha önce de belirttiğim gibi Osmanlı dönemindeki Türklerle yakın münasebetler kuran bazı Yahudi dönmeler, imparatorlukta bir dizi reform gerçekleştirmek amacındaki Jöntürk hareketine katıldılar. Jöntürkler' in kurduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin temelleri de kozmopolit Selanik 'te atılmıştı ve bu teşkilatın kuruluşunda genç Sabetayistler önemli rol oynamışlardı. 1909 senesinde Jöntürkler'den kurulu ilk Osmanlı hükümetinde Maliye Bakanlığına getirilen üç dönmeden biri olan Cavid Bey, Osman Baba'nın soyundan gelmesi nedeniyle Karakaşların liderliğini üstlenmişti. 1912'de Prens Konstantin'in komutasındaki Yunan orduları Selanik'i işgal edince, dönme ailelerin büyük çoğunluğu korku ve telaş içerisinde kaçarak İstanbul'a yerleştiler. 1923 yılında Lozan Muahedesi gereğince yapılan mübadelede yaklaşık 15.000 Yahudi dönmenin neredeyse tamamı Türkiye'ye gönderildi. Bunların önemli bir bölümü İstanbul'u mesken tutarlarken, geriye kalanlar da Edirne, İzmir, Bursa ve Ankara'ya yerleştirildiler. Selanik'te kalan bin kadar dönme, şehirdeki diğer Yahudilerle birlikte aynı kaderi paylaştılar. 1943 yılında Almanların Yunanistan sınırına dayanmasıyla, hemen hepsi toplama kamplarına götürüldü. Büyük çoğunluğu bu kamplarda ölürlerken, hayatta kalanlar İkinci Dünya Savaşı 'nın bitmesiyle zaman içerisinde İsrail' e gönderildiler. Ancak, şurası bir gerçek ki bilhassa 1923'lerden itibaren Türkiye 'ye gelen Sabetayistler, hiç kuşkusuz soykırım dehşetini yaşamayan şanslı insanlardırlar. Cumhuriyetin ilk yıllarında 1 milyon nüfuslu İstanbul' da toplam 50 bin civarında olan bu insanların sayıları günümüzde 30 bine kadar düştü. Bunun başlıca nedeni Yahudi ve Yahudi dönmelerin, anavatanları olarak kabullendikleri İsrail'e göç etmiş olmalarıdır. Türkiye'ye ilk geldiklerinde Galata, Balat ve Hasköy'de yaşayan bu dönmeler topluluğu, çok fakir oldukları gibi acınacak haldeydiler. Bilhassa son elli yılda ticari sahada önemli aşamalar kaydederek Ortaköy, Maçka, Şişli, Nişantaşı gibi zengin ve lüks semtlere yerleştiklerini hemen gözlemleyebiliriz. Daha önceleri Rumlar'ın kalesi olarak bilinen Büyükada ise Yahudi zenginlerle, Sabetayist ailelerin çoğunluğu oluşturduğu bir koloni haline gelmiştir. Hatta buradaki Splendid Otel 'de dünyanın her yerinden gelen yaşlı Musevi kadınlarla erkekler, günlerce kalıp kendi Kabbalİst örf ve adetlerini sürdürrnektedirler. Ancak, ibadet için yine de kendileri açısından tarihi ve mistik bir önem taşıyan Balat, Galata ve Hasköy'ü tercih ettikleri yakmen bilinen durumlardır. Yahudi dönmeler, büyük mesihleri Sabetay Sevi 'nin hayasız geleneklerini bizim vatanımızda pervasızca sürdürdükleri gibi, en mutlu hayatları yaşamaktadırlar. Kuzu Bayramı (Mumsöndü), Pessalı Mayasız, Purim, Şabat günü ve Adar'ın haricinde akıllarina estikçe yapılan eş değiştirmeler haHi benim ülkernde hiç kesintisiz bir şekilde uygulanıyorsa, buna dur demeyenler utansınlar derim. Çünkü bu insanlar Türkiye'deki rahatı huzuru, onunda ötesinde istedikleri gibi hoplamalarmı zıplamalarını, çok benimsedikleri Siyonist İsrail'de bile bulamıyorlarsa varın gerisini siz düşünün... BÜLBÜLDERESİ DÖNME MEZARLIĞI İstanbul'da yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı statüsündeki Yahudilere ait mezarlık, Hasköy'ün yukarısındaki tepenin eteklerindedir. Aynca burada Yahudi dönmesi Karaylar'a ait bir mezarlık da bulunmaktadır. Hasköy'deki Yahudi mezarlığında gömütü bulunanlardan en önemlisi ise "Ankara Tarihi"nin yazan, dönemin CHP Niğde Milletvekili Prof. Avram Galanti Bodrumlu'dur. Hatırlanacağı gibi Galanti, Sabetayistler'de Adar Kuzu Bayramı (Mumsöndü)'nün vazgeçilemez bir gelenek halinde kutlandığını açıklıkla deldare eden başlıca kişiler arasındaydı. Galanti'ye göre dönmeler mübadelenin ardından Türkiye'ye yerleştikten sonra yeni hayatLarına hızla uyum sağlayarak, eskiye nazaran çok daha dışa yönelik çağdaş ve rahat bir yaşam tarzı seçtiler. Bazılan Cumhuriyet Türkiye'sinin önde gelen şahsiyetleri oldular. Aralarından iş dünyasında, politikada, akademik çevrelerde, gazetecilikte ve devlet ricalinde tanınmış isimler çıktı. Bütün bu tanımlarnaları hepsi de doğru tespitler olmasına rağmen (içlerinde süregelen kast nedeniyle) kendi örf, adet ve geleneklerini tamamİyle gizlilik içerisinde sürdürüyorlardı. Daha önce de belirttiğimiz gibi Müslüman gibi görünüp, Musevi inancına göre hayatlannı sürdürmekteydiler. Dönmelerin son nesil bireyleri (Karakaşlar hariç), bilhassa 1950'lerden sonra birtakım ilkel bağnazlıklardan annarak kendi tarikatlan dışından kimselerle de evlilik yaptılar. Hatta hiç sevmedikleri Rum ve Ermeni ailelerden kız alıp verdiler. Ancak, hep yinelediğim gibi Karakaşlar'da bu çözülme asla olmadı. Ne var ki Yahudi dönmeler, 1934 yılında soyadı kanunu çıktığında varlıklarının kaybolmaması için bilinçli olarak "İpekçi, Dilber, Yalman, Tokay, Bezmen, Kapancı, Kapani" gibi kendilerine özgü soyadlar aldılar. Dönme tabirini ağır bir söz olarak nitelemeleri nedeniyle bu durumu kaldırarak, kendi aralannda ve toplum içerisinde "Selanikliler" diye anılıp bilindiler. Bu tabir daha çok hoşlarına gidiyor ve uzaktan akraba olanlar bile birbirlerini kolaylıkla tanıyabiliyorlardı. Yine de Türkiye'deki dönmeler, özellikle de onların gerçek Müslüman olmadıklarını düşünenler tarafından; hep şüpheyle karşılandılar. Aslında bu şüpheyi bilinçli bir şekilde kendileri yaratıyorlardı. Nüfus kağıtlarında Türk ve Müslüman yazmasına rağmen cami yerine havra'ya gittikleri gibi, kurban ve ramazan'da, hatta milli bayramlarda kendi kabuklarına çekilerek gizli bir düşmanlık sergilemekteydiler. Ancak konuştuğum tüm Yahudi dönmeler, Sabetaycılığın bilhassa son yıllarda var olmayan bir din olduğunu, yalnızca cemaatlerindeki birtakım yaşlı ve fanatik kimselerin Selanik'li atalarının. örflerinden miras kalan inançları yaşattıklarını söylediler. Ne var ki bu inançların içerisindeki Adar Kuzu Bayramı (Mumsöndü)'yü ısrarla sorduğumda; bir süre sessizliğe büründükten sonra "Sizin bu . dediklerinizi zengin ve sosyetik kesimler yapıyor, sıradan Sabetaycılar kutsal Şabat'ı kutlamaktalar" deyip konuyu kapatmakla yetindiler. Diğer yandan tanınmış bazı Yahudi alimleri, Sabetaycılık mezhebinin tutucu kesimlerde hâlâ yaşadığım; ısrarla sürdürüldüğünü ve eylemlerini gizlilik içerisinde tatbik ettiklerini savunmaktadırlar. Gershom Scholem, 1960 yılında yayınlanan bir makalesinde Yahudi dönmelerin "Mumsöndü ayinlerinde zina yapıp, eş değiştirmekle ve gizli toplantılarda sınır koymaksızın ı>,»up seks yapmakla" suçlandıklarını, döneme ait muhtelif kaynaklarda bu isnatların asılsız olmadığına işaret eden ispatlar bulunduğunu söyler. Scholem 'e göre, dönme geleneği "Söz konusu sapkınlıkla- Daha eski mezar taşlarının büyük bölümünde latin harfleriyle şahısların Selanik'te doğduğu ve İstanbul'da öldüğü ibareleri vardı. Ancak, hayli yıpranmış eski taşlardaki doğum tarihleri Hicri takvime göre yazıldığı gibi, tıpkı Şemsi Efendi'nin mezarıyla benzerlik taşıyan Arapça harfler dikkat çekmekteydi. Selanik dışında doğan o kadar çok Yahudi dönme vardı ki, bir an için şaşkınlığımı gizleyemedim. Mezar taşları yalan söylemeyeceğine göre Makedonya, Arnavutluk, Bulgaristan, Mısır ve Suriye kökenli olanlar bile dikkat çekiyordu. Ancak, 1928'den sonra dönmelerin büyük çoğunluğunun İstanbul doğumlu olduklarına rastlamaktayız. Çünkü her yönüyle metropol bir şehir merkezi olan İstanbul, onların hayat süreçleri bakımından hayli önemliydi. Genellikle mübadeleden sonra Türkiye 'nin belli kesimlerini mesken tuttuklarına göre, bu insanların bizlerle içiçe oldukları gerçeğini tevil edemeyiz. Bülbülderesi Mezarlığı şimdilerde gömüt açısından işlevini yitirdiğinden dolayı Yahudi dönmeler kalben arzulamasalar da Zincirlikuyu, Feriköy ve benzeri yerlere Müslüman adetlerine uygun şekilde defnolunmaktadırlar. Tabii ki bu Kabbalist kandırmaca, adeta giz kabuğunu andıran Sabetayist insanlar topluluğunun tıpkı geçmişte olduğu gibi göstermelik din ve miiiiyet değiştirmelerinin bir benzeridir. Bu ülkenin asil insanlarına her yönüyle ıstırap veren tuluat oyunlarına Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana mani olunamıyorsa, bundan böyle de hiçbir şey yapılamayacağı ayan beyan ortadadır. Böylesine umursamazlıklarla yıllar yılı gaflet uykusunda olanların uyanmalarını temenni ederken; Yahudi dönmelerin Bülbülderesi Mezarlığı hakkında yeterli bilgileri verdiğim inancıyla Üsküdar sakinlerini fazlasıyla rahatsız eden bu mezbeleliğin şehir merkezinin dışarılarına kaldırılması düşüncesindeyim. Mezarlık nakilleri şimdiye kadar ilk kez olmadığına göre, topluluk ihtiva eden bu kabristanCa yıllar yılı alkoliklerin ve muhabbet telalllarının hükümranlıklarını sürdürmeleri söz konusu olmaz. ÜNLÜ SABETAYCI HALİDE EDİP ADIVAR Çocukluk günlenınizde ilk ve orta mekteplerdeki tarih kitaplannda Halide Edip Adıvar'ı, bizlere adeta milli bir kahraman gibi tanıttılar. Onun Milli Mücadele dönemlerinde Sultanahmet mitingindeki söylemleri, haklı olarak hafızalara kazınmıştı. Vurun Kahpeye ve Sinekli Bakkal gibi millici eserleri, Türk gençliğinin vazgeçilmezleri arasındaydı. Ne var ki madalyonun ön yüzüne övgüler yağdıranlar, her nedense arka tarafını göstermemişlerdi bizlere! İşin o fecaat yönünü dikkatli perspektiflerle incelediğimizde, Yahudi dönmesi Halide Edip'in fanatik bir Ermeni destekçisi olduğunu görürüz. Bu ünlü yazarımız, 191?'de Osmanlı hükümetinin talimatıyla Gayrimüslimlere kız okulları açmak için gittiği Beyrut'tan, İstanbul'daki bir yakınına yazdığı mektuplarda Ermeni tehcirinden bahsetmektedir. 1 Mart 1333 (191 7) tarihinde Türklerin aleyhine son derece sert ifadelerle yazılan mektup'aynen şöyledir: "Çöllerde ot yiyerek karınlan şiştikten sonra kimi anasınz, kimi babasını, birçoklan da çocuklannı kaybettikten sonra buraya düşmüşler. Bu bedbahtlarla (Ermenilerle) hemen birbirimizi sevdik. Çocuklarıyla, kadınlarıyla ayrıca meşgul oluyorum. Küçüklerine bir sınıf açtık okutuyoruz. Anası açlıktan ölen, babası yanında öldürülen 12 yaşında bir Ermeni kızı geldi, iltica etti. Mahzun büyük gözleriyle etrafımda dolaşıyor, lüzumlu lüzumsuz elimi öpüp ağlıyor. Bahçede birfacia daha var! Oğlunu yanında öldürürlerken birdenbire dilini kaybeden bir bedbaht, öteki oğlunu ve ailesini nereye attıklarını bilemiyor Ayakları çıplak, gözleri elem içinde, mütemadiyen (devamlı) işaretlefelâketini haykırıyor. Bazen geceleri çocuğu ölen bir kadın gibi, başı elleri içinde dövünüyor, dövünüyor. Gündüzleri yazı yazarken, bazen hıçkırdığın işitiyorum. Pencereye koşuyorum, aşağıda bahçede ellerini sallıyor, oğlunun kalbinden kurşun geçerken çıkan sesi göklere uluyor, söylüyor. İşte bunlardan binlerce, yüzlerce var. Ermeniler bana diyorlar ki "Senin Suriye’ye gelmeni iki aydır uykumuz kaçarak bekledik. Bizim için bir şey yap! Ben ne yapabilirim? Şam da bir saat eski dar sokaklarda dolaştıktan sonra götürdükleri bir yerde kadın, erkek söylediler, söylediler ve birdenbire çok metin görünen bir erkek başını kollarının arasına alarak yüksek sesle ağlamaya başladı. Bu hep böyle! İşte yeni kabine (Osmanlı Hükümeti) bu emsalsiz zulüm ve cinayetin hiç olmazsa netayicini tahfif* edemez mi? Ben kendi hayatımla bufena ve çirkin şeyi ödeyebilsem öderdim. Fakat benim hayatımı nedir ki?!” Yahudi dönmesi Halide Edip, yukandaki talihsiz mektubunda Ermenileri tehcir esnasında mağdur edilmiş bir ırkın insanları olarak gösterirken, Doğu Anadolu bölgesindeki şehir ve kasabaları neredeyse tamamına yakınının işgal altında bulunduğunu ne yazık ki gündeme getirmemektedir. O yıllarda Ruslar' ın da destekleriyle tam bir Ermeni istilası altında olan Erzurum, Oltu, Erzincan, Kars ve Van halkının savunmasız insanları katliarniann en acımasızını yaşamışlardır. Halide Edip'e Milli Mücadele kahramanı diyenler, Sabetaycı olmasına rağmen onun en büyük Ermeni savunuculuğu yaptığını her nedense gündeme getirek istemezler. İşte bu nedenlerden dolayı Ermeni tarihçiler, böylesine yazarların mesnedsiz mektuplarını bizlere karşı koz olarak kullanmaktadırlar. Eğer gerçek tarih, Yahudi dönmesi bir hanımefendi'nin kendi duygusallıklarını içeren Suriye ve Beyrut mektuplarından alıntılar yapılarak yazılacaksa, buna sade bir Türk vatandaşı olarak •ben de birşey diyemem. Zamanın akışı içerisinde yaşadığımız coğrafyanın gündemi hızla değişirken, dünya görüşlerimizi resmi tarihin klasik bilgilerinden arındırdığımız şu dönemlerde gerçekiere daha yakın olduğumuzu söylemek akılcı ve mantıksal bir yaklaşımdır. Yıkılamayan tabular gecikmeli de olsa birer birer yıkıldığına göre, bu Yahudi dönmesi ünlü yazarımız ve avanelerinin içyüzleri tam manasıyla ortaya çıkacak demektir. Çünkü geçmişi bilinçli bir şekilde saklamak, geleceği kaybetmekten başka bir mana taşımaz. 1881 yılında İstanbul'da dünyaya gelen Halide Edip'in babası Mehmed Edip Bey, Selanik Karakaşilerine mensup bir Sabetaycı olduğu gibi, annesi Bedrifem Hanım ise Sefarad Yahudisidir. Böyle bir soydan gelen ünlü yazarımız, Milli Mücadele günleri haricindeki yaşantısını Sabetaycı gelenekiere göre sürdürmüştür. Annesi Bedrifem Hanım ’ ın ilk evliliğini yaptığı Ali Şamil Paşa tarafından kapı dışarı edilmesinin sebebi, hergün muntazaman havra'ya gidip dua etmesi yüzündendir. Dinsel inançlarındaki uyumsuzluklar nedeniyle gerçekleşen sorunlu bir boşanmanın ardından zor günler geçiren Bedrifem Hanım, Mehmed Edip Bey'le ikinci evliliğini yaptıktan sonra hayat akışını yeniden düzene sokmuş oluyordu. Böylesine bir kültürün içerisinde yetişmesinden dolayı dünya görüşlerinde akılalmaz ikilemler ve sayısız değişkenlikler olan Halide Edip, tipik bir Sabetaycıdır. Kocası Adnan Adıvar, Gelibolu Çingenelerinden Bahai Efendi'nin oğlu olmasına rağmen daha sonraki yıllarda özünü inkar edercesine karısının izinden yürümeye başlamıştır. Egemenlik Meclisi 'nin açıldığı ilk günlerde (1920) Mustafa Kemal 'le sıkı dostluk bağlan tesis eden bu Sabetaycılar, zamanın akışı içerisinde Milli Mücadelenin bütün komutanlarıyla ters düşmüşlerdir. Birinci ve ikinci kabinede kendisine Sağlık Bakanlığı ulufesi verilen Adnan Adıvar, sevgili eşinin sözünden dışarı çıkmadığı için Yahudi dönmesi vatandaşlara, başta eski Maliye Bakanı Cavid Bey olmak üzere gözle görülür destekler vermesinden dolayı hükümet çevrelerinden büyük tepkiler almaya başlamıştı. Olumsuz gelişmeler üzerine 30 Ocak 1926 tarihinde istifasını veren Dr. Adnan Adıvar, Cumhuriyeti kuraniarta bağlarını koparmasından dolayı eşiyle birlikte yurt dışına çıkabilmenin çarelerini arıyordu. Çok geçmeden Türkiye'yi terkeden Adıvarlar, Atatürk ölmeden geri dönmeyeceklerini gittikleri her yerde açıkça söylemekteydiler. Halide Edip'in sürgün günlerinde bilhassa Londra'da yazdıklarına dikkat edecek olursak, belirgin bir şekilde Yahudi propagandasının izlerini görürüz. Özellikle "Kenan'ım Çobanlan" adlı tiyatro eseri, Yahudiler'i neredeyse baştacı eden cümlelerle doludur. Bu şartlarda resmi tarihçiterin yıllar yılı sürdürdükleri gaflet boyutlarına varan saklantılarına, memleket millet adına son vermeleri gerekmektedir. Çünkü, bu ülke hepimizin üzerinde yaşadığımız ata yadigan Anadolu topraklandır. Görüldüğü kadarıyla hayat akışımızı sürdürdüğümüz topraklarımızda bizlerle birlikte yaşayan Yahudi dönmeler, gizli faaliyetleriyle müzmin sıkıntılarımız olmayı kendilerine ilke edinmişlerdir. Bu nedenle ülkemizin asil insanlarına tarihin her döneminde düşmanlık eden zararlı unsurları, gerekçesi ne olursa olsun korumamız gerekmez. Himayeciliğin var olduğu milletlerio gelişme süreçlerinin ağır aksak gittiğini, asla aklımızdan çıkarmamalıyız. Halide Edip'i Milli Mücadele günlerinde adeta efsaneleştiren tarih baronları, onun üvey oğlu diplomat Faruk Sayar'ın İkinci Dünya Harbinde Paris'teki Yahudiler'e Türk pasaportu çıkartarak, dünyanın reddettiği bu karıştırıcı cemaatin 176 insanını güvenli bölgelere kaçırdığını her nedense gündeme getirmek istemezler. Getirirlerse, acı gerçeklerin ortaya çıkacağını onlar da bilmektedirler. Atatürk'ün 10 Kasım 1938'de hayata veda etmesinin ardından İsmet İnönü'nün rejim aleyhtarIarının büyük çoğunluğunu affetmesiyle birlikte Halide Edip ve kocası Adnan Adıvar, 1939' un ilk günlerinde sessiz sedasız Türkiye'ye döndüler. Artık bundan böyle ülkeden ülkeye kaçış sendromları, paşa hazretleri sayesinde sona ermiş oluyordu. Aslında İsmet İnönü, annesi Cevriye Hanım'ın Tonaboyu muhacirlerinden olması nedeniyle Milli Mücadele günlerinde de Adıvarlar' a sempati besleyen bir komutandı. Bu nedenle aralarındaki ahde vefa, yeniden pekişmişti. Çok tuhaftır ki Yahudi dönmesi Halide Edip'i önce Atatürk, yıllar sonra da Milli Şef İnönü himaye etmiş oluyordu. Kısa bir beklentiden sonra Amerikan Koleji'nde öğretmenliğe başlayan ünlü yazar, tek partili dönemde İngiliz Edebiyatı profesörlüğü payesine ulaşmıştı. Tabii ki bütün bunlar en büyük koruyucusu İnönü' nün talimatlarıyla gerçekleşen durum!ardı. Anlaşılan her devrio insanı olmak, dünya üzerinde en geçerli kavramların başlıcasıydı. Adnan Adıvar Atatürk döneminde bakan ve milletvekilliği yaptıktan sonra aradan geçen yirmi yılın ardından 1946 seçimlerinde yeniden ParJamentoya girdiğine göre, zevcesi Halide Edip'te teamül gereği siyasete atılma hazırlıkları yapmaya başlamıştı. İçinde uzun yıllardır ukte olarak kalan Parlamentoya girme sevdasına, hayatının sonbaharında olsa bile ulaşmak düşüncesindeydi. 1950 seçimlerinde Sabetayist Kapancılar'dan aldığı destekle İzmir'den milletvekili seçilen Halide Edip, bir bakıma •otuz yıllık özlemini gidermenin mutluluğunu yaşıyordu. 1954 seçimlerinde alışamadığı siyaset sahnesinden kendiliğinden çekilen ünlü yazar, yeniden kitapların dünyasına dalıp düşünce ufkunu ilme vermeye başlamıştı. Eşi Dr. Adnan Adıvar'ı 1 Temmuz 1955'te kaybetmesinin akabinde, kendi tanımıyla yalnızlık sendromunun içine düşmüş vaziyetteydi. ilerlemiş yaşına rağmen hiç durmaksızın yazıyor ve teseliiyi kitaplarda arıyordu. O yılları yaşayanların anlatımlarına bakıldığında, tam anlamıyla münzevi bir hayata bürünmüş vaziyetteydi. Eski günlerdeki gibi yazılarında Yahudi ve Ermeni destekçiliği yapmasa da -bilhassa Kapancılar mensubu Sabetaycı dostlarını evinde kabul edip, onlarla mutad görüşmelerini sürdürmeyi ihmal etmiyordu. Çünkü o, baba ve anne tarafından Yahudi dönmesi bir ekolün mensubu olması nedeniyle kendi özünü içtenlikle benimseyip yaşamaktan hoşnutluk duymaktaydı. Aslında istisnalar haricinde her Sabetaycı böyle değil midir? Halide Edip'in içinde yaşattığı gizli kastı bir sır gibi saklamak, geçmiş dönemlerde bizIeri yöneten devlet büyüklerimizin affedilemez ayıplarından en büyüğüdür diyerek, bu konuyu burada kapatıyorum. Kapatmamın herhangi bir çekingenlik anlamında telakkİ edilmesini, aklımın ucundan dahi geçirmem sözkonusu olamaz. Çünkü bizden sonraki kuşaklar, Cumhuriyet döneminin hassasiyet içeren konularını daha detaylı bir şekilde gündeme getireceklerdir düşüncesinde olmam nedeniyle, bu husustaki inancıını en kalbi duygularımla muhafaza etmekteyim. NAZIM HİKMET VE POLONYA YAHUDİSİ Tarihi kaynakların da teyid ettiği gibi Selanik, hiç tartışmasız Yahudi dönmelerin en büyük yerleşim merkezleri arasındadır. Özellikle Osmanlı döneminde fazla dağılmamak kaydıyla belli bir merkezde yaşamayı benimseyen bu sürgün insanlar grubu, uygulamaya koydukları kurallarla güçlü kalmanın hesaplarını yapmaktaydılar. Hatta Roma ve Polanya'dan gelen Yahudiler bile kendi aralarında bir getto oluşturmuşlardı. 1901 yılında Selanik'te dünyaya gelen Nazım Hikmet, vali bir dede'nin, Hamburg konsolosluğu yapmış bir babanın ve soykökleri Polanya'ya kadar uzanan Yahudi asıllı Celile Hanım'ın ikinci çocuğu olarak bu çok yönlü kozmopolit Osmanlı şehrinde hayat serüvenine ilk adımlarını atmıştı. Büyükdedesi Constantine Borzecki adını Mustafa Celalettin olarak değiştirip, daha sonralan Osmanlı ordusunda paşalık rütbesine kadar yükselmiştir. Nazım'ın annesi Celile Hanım ve teyzesi Gavril Torun, Paşa Borzecki 'nin kızlarıdır. Yahudi kökenli aile 1908 yılında İkinci Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte Selanik'ten aynlarak, İstanbul'a yerleşir. Her Sabetayistte görüldüğü gibi, onlar da Balat semtinde tuttuklan genişçe bir eve taşınmışlardı. Nazım 'ın teyzesi Gavril Hanım, Münevver Celil Andaç'ın annesidir. Aile konumları itibariyle aristokrat bir hayat tarzı sürdürmelerine rağmen, baba Hikmet Bey ve anne Celile Hanım hergün evlerinin önünden geçen bahriyelilerin kıyafetlerini çok beğendiklerinden, oğullarının asker olmasını istemekteydiler. Zaman su gibi akıp geçerken on altı yaşına basan Nazım'ı, Heybeliada Bahriye Mektebi'ne kaydettirdiler. O yıllarda bu okulun eğitim süresi iki yıl dı. N azım, 1917'de girdiği mektebi 1919'da bitirerek Hamidiye Kruvazörü'nde güverte subayı oldu. Bir müddet soma geçirdiği "Zatülcemp" hastalığı nedeniyle askerlikten çürüğe çıkanlıp, istirahate çekildi. Evde geçirdiği boş vakitlerinde milliyetçi duyguları etkisine kapılıp, Milli Mücadeleyi öven şiirler yazmaya başladı. Aslında 1914 yılından beri şiirler yazıyor ve bunları özenle saklıyordu. Pek doğal olarak Yahudi dönmesi bir gencin milli duygular beslemesindeki en büyük neden, milli şair Yahya Kemal'in sürekli evlerine gelip gitmesinden kaynaklanmaktaydı. Esasen baba Hikmet Bey'de nikahlısının ortağı olan bu samimi dostunu, bütün kıskançlıklarına rağmen şiir sanatı açısından bir idol olarak görüyordu. Genç Nazım, bu teşviklerle hiç durmaksızın şiirler yazmayı adeta bir ödev haline getirmişti. Nihayet Ekim 1918'de annesi Celile Hanım'ın büyük aşkı Yahya Kemal'in düzeltim ve yardımlarıyla Yeni Mecmua'da "Mehmed Nazım" imzasıyla milliyetçilik duygulan içeren şiirleri yayınlanmaya başladı. Babasının bilgisi dahilinde Nazım'ın annesinin aşk hayatı yaşadığına gelince, Sabetaycı geleneğe göre bu türden şeyler istisnalar haricinde dönme ailelerde gayet doğal durumlardır. Üstelik Yahya Kemal gibi çok ünlü bir Türk şairinin kadıniann gönüllerinde taht kurduğu yılları düşünecek olursak, bu türden serüvenleri fazla yadırgamak gerekmez. Ancak, burada roman yazmadığımıza göre güvenilir kaynakları bilgilerine başvurmamız kaçınılmaz bir durumdur. Bilhassa üsıad Taha Toros'un Türkiye'nin son yıllardaki en ciddi arşivcilerinden başlıcası olduğunu, taraflı tarafsız hiçbir yazar inkar edemez. Hayatının büyük bölümü otel odalarında geçen Yahya Kemal Beyatlı ’ yla Hikmet Bey'in zevcesi Celile Harnın 'ın dillerden düşmeyen aşklarını, Taha Toros anılarında şöyle anlatmakta: "Nâzım Hikmet Bahriye Meklebinde yarılı öğrencidir. Hafta sonlarında annesinin evine Çikmakta, tarih ve din kültürünü zenginleştirmek için Yahya Kemal’den özel ders almaktadır. Nâzım Hikmetin annesi Celile Hanım, güzelliği ve kültürüyle tanınır, kocası Hikmet Bey den kıskançlık yüzünden ayrılmak üzeredir. Yahya Kemal, genç kadına âşıktır, kadının da ona ilgisi vardır. Sonbahar yapraklarının dökülmeye başladığı günlerde, Yahya Kemal, Celile Hanımlar ın evine gelerek, Nâzım Hikmet e dersler vermektedir. Her gelişinde olduğu gibi ana oğul, şairimizi, bahçe katında karşılarlar. Zemin kattaki bir odada Nâzım Hikmet’ e ders verilir. Ders sonunda da çocuğa, hava alması için bahçeye çıkması söylenir. O arada Celile Hanım’ la Yahya Kemal başbaşa, kimbilir neler konuşarak, kristal fincanlarında çaylarını yudumlarlar. Onlar çaylarım içerierken Nâzım Hikmet, bahçede kendi kendine dolaşmakta, hatta Bahriye Mektebindeki gibi jimnastik hareketleri yapmaktadir. Çaydan sonra Yahya Kemal bir ayrılışında, köşkün holünde Celile Hanıma veda ederken sarılıp, onu öper. Nâzım Hikmet onları, yan pencereden izlemiştir! Yaralanmış bir kuşa döner. Annesine birşey söylemez ama, bir bahane ile akşam sofrasına oturmaz. Sabahleyin de erken saatlerde okula döner. Asıl olay, Yahya Kemal in ertesi hafta ders vermeye geldiğinde olur. Dersin bitiminde, Nâzım Hikmet yine bahçeye çıkarılır. Yahya Kemal ile Celile Hanzm çaylarını içerlerken, Nazım Hikmet portmantoda asılı duran Yahya Kemal in pardesüsünün cebine bir pusula yazıp bırakır. Yahya Kemal, yolda elini cebine atınca pusulayı bulur. Nazım Hikmet şöyle yazmıştır "Hocam olarak girdiğiniz bu eve, babam olarak giremezsiniz!”” Henüz Bahriye Mektebinde öğrenci olduğu yıllarda annesinin Yahya Kemal'le yaşadığı büyük aşka tanık olan Nazım, hayatının daha sonraki dönemlerinde bu türden duyguları fazlasıyla yaşayacaktır. Aslında boşanma aşamasına gelen baba Hikmet Bey, yakın dostu Yahya Kemal ve eşine karşı kıskançlık isterisine tutulsa da, hiçbir şey söyleyememekteydi. Çünkü deliler gibi aşık olduğu karısını başka bir erkekle paylaştığını bile bile kaybetmek istemiyordu. Böyle bir ladese, hoşgörünün ötesinde, Sabetaycılığın kendine özgü felsefesi de diyebiliriz. Bahriye Mektebinden çürüğe ayrıldığı günlerde Yahya Kemal'in tesiri altında kalan Nazım, yakın arkadaşı Vâlâ Nurettin 'le birlikte milliyetçi fikirlerio savunucuları arasındaydı. Vâlâ, bilgili ve akıllı bir insan olması nedeniyle Nâzım'ın atalarının içerisinde Polonya kökenli Yahudi dönmesi kimseler bulunduğundan hiç söz etmemekteydi. O kaoslu günlerde Paşazade Nâzım ve en büyük sırdaşı olan Viiiii Nurettin, akılları sıra Milli Mücadeleye katılmak için harekete geçerler. Bu düşünceler içerisinde maceraya atılan iki genç, öncelikle Kuvvayı Milliyecilerin giriş kapısı olarak gördükleri inebolu'ya gitmişlerdi. Ne var ki burada karşılaştıkları Nafi Atıf Kaosu ve Mehmet Eti onların akıllarını çelerek, şimdiye kadar hiç bilgi sahibi olmadıkları komünizme yönelmelerini sağladılar. Bundan böyle bu vatan haini ağabeyleriyle birlikte, Sovyet Rusya adına çalışacaklardı. Aslında 1917 Bolşevik ihtilalini yapan kadroda Lenin'in haricindekilerin hepsi Yahudi'ydi. Troçki takma adlı Bronstein ve ünlü Zinovieff'in Yahudi olmaları, Sabetaycı Nazım 'ın ilgisini çekmişti. Sözde devrimci ağabeyleri, genç yoldaşlarını bir an önce komünizmin hizmetine sunmak için sabırsızlanmaktaydılar. İşte böylesine Yahudi bir kadronun gerçekleştirdiği ihtilal rejiminin ülkeyi yönettiği Sovyet Rusya'ya Nazım Hikmet ve arkadaşı Vâlâ Nurettin, gitmekte en küçük bir tereddüt göstermediler. Nihayet 1921 senesi Eylül sonlarında Kars üzerinden Batum'a geçerek Rusya topraklarına ayak basan Yahudi dönmesi Nazım Hikmet, o tarihten itibaren komünist şair olarak anılacaktı... Batum'da bir müddet kaldıktan sonra Vâlâ ile birlikte Moskova'ya geçen Nâzım, buradaki Doğu Em ekçilerinin Komünist Vniversitesi KUTV'de eğitim görürken, Nüzhet Berkin'le evlendi. Okuldaki arkadaşlan arasında devrim nikâhıyla yapılan bu evlilik sağlam temeller üzerine atılmadığı için, kısa sürede ayrıldılar. Moskova'da üç yıla yakın kalan Nâzım, 1924 Temmuzunda Türkiye'ye döndü. İstanbul'a geldiğinde aile bireylerinde fazla bir değişiklik olmamasına rağmen, ressam annesinin Yahya Kemal'le birlikteliği hâlâ devam etmekteydi. Çünkü evlerinde gördüğü, annesi Celile Hanım'ın kendi elleriyle yaptığı boy boy Yahya Kemal resimleri, ölümsüz aşklarının en büyük ispatıydı. Yıllar içerisinde orduyu isyana teşvikten tutuklanan Nâzım, ikinci eşi Piraye 'den sonra cezaevindeki son yıllannda dayı kızı Münevver'e âşık oldu. 15 Temmuz 1950'de çıkan genel afla on iki yıllık bir mahkumiyetten sonra hürriyetine kavuşunca, kendisi gibi Yahudi dönmesi olan Münevver Hanım'la birlikte yaşamaya başladılar. Nazım, 1917 doğumlu dayı kızından 15-16 yaş kadar büyüktü. Ancak, aralarındaki süregelen aşk buna engel değildi. O zor günlerinde Selanik zenginlerinden İhsan İpekçi, en büyük destekçileri arasındaydı. Nikahsız yaşamalarına rağmen, Münevver'le birlikte annesi Celile Hanım'ın Cevizli'deki evinin alt katında oturmaktaydılar. Münevver, Nazım'la Paşakapısı cezaevi müdürünün odasındaki birliktelikleri esnasında hamile kaldığından, 26 Mart 1951 'de özel bir klinikte oğlu Mehmet'i dünyaya getirdi. İlk günlerde aileyi sevince boğan bu durum, daha sonra yerini karamsarlığa terketmişti. Aynı günlerde Nazım'ın evinin kapısı çalınır ve kendisini Kadıköy Askerlik Şubesine davet ederler. Burada oldu bitti bir celp asla olmamıştır. Olsaydı, Nazım'ı cezaevinden çıktığı gün askere alırlardı. Aradan bir hafta geçtiğinde şubeye yeniden çağrılan Nazım Hikmet'e askere alınacağı söylenmişti. 8 Haziran 1951 tarihinde Kadıköy Askerlik şubesi, er olarak iki yıllık askerliğini Sivas'ın Zara ilçesinde yapması için celp kararı aldı. Şubedekiler anlayışlı davranarak Nazım' a hasta olduğuna dair çürük raporu getirmesi için 18 Haziran 1951 Pazartesi gününe kadar süre verdiler. Nazım bu şartlarda, daha önceleri yaptığı gibi çürük raporu almayı hiç düşünmedi. En yakınlarına danışıp, gençlik yıllarında iki kez gittiği Sovyet Rusya 'ya kaçmanın planlarını yapmaya başladı. 17 Haziran 1951 günü kızkardeşi Melda Kalyoncu'nun nişanlısı Refik Erduran'ın kiraladığı motörle Kireçburnu sahilinden denize açıldılar. Denizin ortasında yapılan konuşmalardan sonra sürat motöründen inen Nazım, Karadeniz girişinde bekleyen Romanya bandıralı "Plekhanov" şilebine alınmıştı. O günlerde Tuzla'da yedek subaylığını yapan Refik Erduran ise hiçbir şey olmamış gibi aynı motörle Trabya sahiline geri dönerek, kayınbiraderine olan görevini yerine getirmiş oluyordu. 20 Haziran 1951 Çarşamba günü Bükreş radyosu Nazım Hikmet'in Romanya'da olduğunu resmen ilan ederek, büyük kaçışı bütün dünyaya duyurmuştu. Takriben on gün kadar Romanya'da ağırlanan Nazım, 29 Haziran 1951 günü uçakla Moskova'ya gönderildi. Bu dönüşü olmayan gidiş, komünist şairin son yolculuğu olacaktı. O tarihten itibaren devamlı olarak Rusya adına şiirler yazan Nazım, insanlık celladı Stalin'e övgüler yağdırıyordu. Bu hizmetlerinin karşılığında, kendisi gibi Yahudi kökenli olan Rus vatandaşı doktor Galina'yla yazarlar birliğinin tahsis ettiği daçada kalmaya başlamışlardı. Evli olmadıkları halde, karı-koca gibi yaşamaktaydılar. Zira gerek komünist rejimde, gerekse Sabetaycılar arasında evlilik dışı ilişkiler gayet doğal olması nedeniyle bu türden birliktelikleri fazla yadırgamak gerekmezdi. Dr. Galina, Nazım'ın kolu kanadı ve her şeyiydi. Birlikte kaldıkları daçayı restore ettirip, sürekli gelen misafirlerini kabul etmeye başladılar. En önemli meseleleri, Türkiye düşmanlığı ve komünizmin dünyaya nasıl egemen olacağı gibi konulardı. Çok arzulamasına rağmen Stalin'e bir türlü ulaşamayan Nazım, polit büronun sağladığı imkanlarla adeta kral hayatı yaşıyordu. Şiir kitapları ve yazdığı oyunlar basılıp oynanmaya başlanmıştı. Moskova yakınlarında bulunan Peredelkino'daki daçasını, sözde telif gelirleriyle aldığını söylemesine rağmen bu doğru değildi. Zira Sovyet Rusya gibi komünist bir ülkede kitaplardan büyük gelirler sağlanması, pek mümkün olmayan durumlardı. Aklının estiği her ortamda Türkiye'ye menfi tepkiler yağdınp, Rusya'daki acımasız cellatları şiirleriyle putlaştıran Nazım, bu hizmetlerinin karşılığında büyük imtiyazlar elde etmekte gecikmedi. Emrine tahsis edilen şoför ve son model çayka otomobil, sanki kapitalist bir hayat tarzının şatafatını andırıyordu. Nâzım Hikmet'in kaçışından sonra Türkiye'de birisi ilk evliliğinden olmak üzere iki çocuğuyla başbaşa kalan Münevver Hanım, hiç kuşkusuz kaderine isyan etmekteydi. Komünist şaire polit büronun talimatları doğrultusunda KGB tarafından hem sevgili, hem de takipçi olarak görevlendirilen Dr. Galina, zaman zaman başkasının mutluluğunu çaldım diye üzülüyordu. Çünkü, Münevver'in İstanbul'dan gönderdiği mektuplan ister istemez o da okumaktaydı. Ne var ki doktor hanımefendi, görevi icabı sürdürdüğü birlikteliğinden istese de vazgeçemezdi. Aksi halde başına nelerin geleceğini, her Rus vatandaşı gibi o da gayet iyi biliyordu. Dr. Galina Gregoryevna anılannda Nazım 'la yaşadığı yedi yılı anlatırken, yirmi beş yıla yakın Kremlin'in emrinde çalıştığı halde ajan olmadığını söylüyor. Bu tanımlamalar hiçbir zaman inandırıcı değildir. Kendi tabiriyle her on kişiden biri için dosya açılan ve dünyanın en sert komünist rejiminin uygulandığı o yılların Rusya'sında herkes, hatta kan-koca bile birbirlerinin ajanıdır. Siyasi otoritelerin büyük bölümünün müşterek kanaatlerini dikkate aldığımızda; Dr. Galina, Nazım'ın ajan sevgilisi olduğu gibi, Nazım da Kremlin 'in emirleri doğrultusunda ruble karşılığı şiirler yazan vatan haini bir şairdir. Bu hain 1951 yılında Sovyet Rusya'ya kaçtığında, bütün dünyanın beddualar yağdırdığı Stalin için "Odur gözlerimin nuru dememiş miydi?" Ne yazık ki benim ülkernde sözde çağdaş geçinen salon sosyalisti entelektüeller, bu hain paşazade'yi dünya şairi olarak anmaktalar. Polonya Yahudisi olduğuna bakmaksızın Novadeviçye mezarlığındaki cenazesini vatan topraklarına getiremeyişleri, neredeyse yarım asırdır içlerinde ukte kaldı. Onu da yaparlarsa, herhalde zil takıp oynayacaklar... Yedi yıl süren birlikteliklerinden sonra Dr. Galina'dan bıkan Nazım, Rusya'ya övgüler yağdırdığı şiirleri karşılığında dünyalar güzeli saman sarısı saçlı, mavi kirpikli Vera Tulyakova'yla beraber olmak istediğini söylüyordu. Ancak, bu hanımefendi evliydi ve çok sevdiği kocasına taparcasına aşıktı. O günlerde fırsat kollayan Nazım, bir şekilde Dr. Galina'yla kaldığı evden kaçmak istiyordu. Görüldüğü kadarıyla kendisine parasını ve bedenini veren Galina'dan bıkmıştı artık! Komünist şair ilerlemiş yaşında kalbine düşen aşk ateşiyle Vera 'yı deliler gibi seviyor, ne var ki ırkının bütün güzelliklerini üzerinde taşıyan bu yürek hoplatan şuh görünümlü kadın, her fırsatta evliliğini öne sürüp yan çiziyordu. Bu durum, senaryo yazımları, daça'da karşılıklı görüşmeler; Dr. Galina'nın anılarında da belirttiği gibi öpüşüp koklaşmalara kadar gitmişti. Ancak Vera, her seferinde dikkatli davranan ve mesafe kayabilen bir kadındı. Evli olması bir yana, beş yaşındaki kızı onun her şeyiydi. Ne kadar ağlasa sızlasa da, Sovyet rejimi tarafından hizmetlerinin karşılığında Nazım'a resmen peşkeş çekilmişti. Yirmi üç yaşındaki genç kadın kendisine verilen talimata göre, sisteme uymak zorundaydı. Güzeller güzeli Vera 'ya, ihtiyar şairle birlikte olursa, ülkesine ve komünizme büyük hizmetlerde bulunacağı sürekli empoze edilmekteydi. Nihayet bütün cesaretini toplayıp Nazım'ia karşı karşıya konuşan saman sarısı saçlı kadın "Benim babam sizden tam on yaş küçük" derken, gözyaşLarına hakim alamıyordu. Bütün bu serzenişlere kulak asmayan komünist şair, yazarlar birliğini ve yakın dostu Ekber Babayev'i devreye sokarak, ne pahasına olursa olsun bu işi bitirin gibilerden emrivaki tavırlar koymaya başlamıştı. Bir akşam Dr. Galina'nın evinden pijama ve terlikleriyle kaçan Nazım, Ekber Babayev'in evine giderek geceyi orada geçirmişti. Tabii ki bütün bunlar, danışıklı döğüş şeylerdi. Galina ne kadar üzülse de, onların yedi yıllık aşkını Kremlin'den gelen emir koparıp atmıştı. Yıllar süren bir kovalamacanın ardından Türkiye'nin aleyhinde yazılar yazmak kaydıyla, mavi kirpikli Vera, Nazım 'ın olmuştu artık! Çok geçmeden 18 Kasım 1960'da Moskova'da nikahlandılar. Nikaha gelirken bindiği otomobilde yağmur gibi akan gözyaşlarını tutamayan Vera, nikahtan sonra da hıçkınklara boğulmuştu. Bu bir sevgi evliliğinden ziyade, komünist rejimin isteği doğruİtusunda menfaatlerin çatışmaşıydı. Burada sergilenen tuluat oyununda altmışına merdiven dayamış Yahudi dönmesi bir vatan haininin ihtirasları için, güzeller güzeli Vera Tulyakova feda edilmişti. Komünizme giden yolda herşey mübahtı ve öyle de oldu!.. 3 Haziran 1963 günü Vera'yla birlikte kaldığı evde kalp krizinden vefat eden Nazım Hikmet'in cenazesine katılan Sabetaycı geleneğin öncülerinden Sabiha Sertel'in kızı Yıldız Sertel, komünist şairin cenaze törenini Şöyle anlatmakta: "Nazıma çok görkemli bir cenaze töreni yapıldı, gurur duydum. Töreni, Sovyet Yazarlar Birliği örgütledi. Kendi geleneklerine göre tören yaptılmr. Biz sahip çıkmadık. Türk Konsolosluğu gelip de "O Türktür, Türk usullerine göre gömülsün’" demedi. Nazım a değerini verdiler. Dünyanın her yerinden yazarlmr, şairler, gazeteciler geldi. Çok güzel bir cenaze töreniydi. Yazarlar Birliğinde katafalka kondu. Ben de dahil birçok kişi ellerimizde meşalelerle, tabutun etrafında döndük. Bu bir saygı anlatımıydı. Sovyetler Birliğinde kilise neredeyse yoktu. Tören dini değildi, kiliseye gitmedi. Yazarlar Birliğinde kaldı ve ertesi gün çok ünlü insanın yer aldığı mezarlığa gömüldü.” Yahudi dönmesi Yıldız Sertel, komünizme'dair yazılarının çoklannda yıllardır hürriyetlerden bahseder durur. Neredeyse kilisenin dahi yasak olduğu komünist bir ülkede, hangi hürriyetten söz edebilirsiniz? Hanımefendi, Türk Konsolosluğundan hiç kimsenin gelmeyişine fazlasıyla hayıflanmakta! Tam dokuz yıl Polanya tebasında bulunan, 1962 Ocak ayında Sovyet pasaportu alarak bu ülkenin vatandaşlığına geçen Nazım Hikmet'e Türkiye'nin sahip çıkması söz konusu olabilir mi? Kaldı ki, bu hain aynı senenin başında Rus Yahudileri ve komünist dostlanyla yaş gününü kutlarken "Hayallerimin ülkesinin vatandaşı olmaktan çok mutluyum" dememiş miydi? Öyle ise ne dün, ne de bugün çatlak ses çıkarmanın hiç anlamı yok! Tıpkı Ortodoks geleneklerindeki gibi yüzü açık olarak katafalkta tutulup ertesi gün defnedilen Nazım Hikmet, 1963 'ten beri ölçülü büyüklükteki bir anıtmezarda yatıyor. Novodeviçye bir ünlüler mezarlığı ama, gerçek manada herhangi bir dinle alakalı değil. Buradaki gömütlerin çoklarında heykeller, rölyefler, hatta fotoğraflar var. Bir zamanların ünlü Devlet Başkanı Nikita Kuruşçev'in büstü de Novodeviçye mezarlığında yer almasına rağmen, tanınmış şahsiyetlerin mezarları yok! Ancak fotoğrafları duvarIann özel yerlerine konulmuş küllerinin önünde bulunmakta. Burası sanki Moskovalıları gezinti yerleri gibi bir izienim yaratıyor. Anlaşıldığı kadarıyla Ortodoksu, Katoliki, Ateisti ve Yahudisi herhangi bir din olgusu gözetilmeksizin bu mezarlığa defnedilmiş durumdalar. Ataları Polanya'dan gelen Yahudi dönmesi Nazım Hikmet de sağlığında "Ateist" olduğunu dekiare ettiğine göre, aradığı yeri bulmuş demektir. O nedenledir ki, Türkiye'deki herhangi bir Müslüman mezarlığına yapılması düşünülen nakil işlemi lafı güzaftan öteye gidemez ... MÜSLÜMANLIĞI VE SABETAYCILIGI Yalmanlan anlatırken, öncelikle bu ailenin büyük ağabeyi konumunda olan Ahmet Emin Yalınan'dan ve sevgili eşi Rezzan Harnından başlaarnam gerektiği düşüncesindeyim. Zira bu ailede bayanlar, her zaman erkeklerden daha fazla söz sahibi olmuşlardır. Görüldüğü kadanyla Yalmanlar, Sabetaycıların en tutucusu olarak bilinen Karakaşlar'a nazaran içlerindeki çözülmeler nedeniyle daha serbest bir görünüm sergilemektedirler. Ahmet Emin Yalman sosyalist ve mason olmasına rağmen eşi Rezzan Hanım, yetiştiği Korle ailesinin gelenekleri icabı Musevilerin önemli günlerini ve Müslümanlığı bir arada yaşayanlardandır. Kitabımın içeriğinde zaman zaman belirttiğim gibi, Yahudi dönmelerde böylesine istisnai durumlara az da olsa rastlamak mümkündür. Rezzan Hanım'ın kardeşi gazeteci Sinan Korle ve Mudanyalı Agah Erozan 'ın bu kategoriye girdiklerini açıklıkla söyleyebilirim. Ancak, yine de bu insanların köken itibanyle Sabetayist inançlara daha yakın olduklan ihtimal dahilindedir. Rezzan Hanım, Yahudi dönmeterin kutsal günlerinde kocası Ahmet Emin Yalman ve diğer aile bireyleriyle sinagog'a gitmesine rağmen çocukluktan genç kızlığa geçiş çağlanndaki Müslümanlığa bakış açısını şöyle tanımlamakta: "Çocukluğumda evde sarıktı bir hocadan, Erşad Efendiden Kur an dersi aldım. Ondan eski yazıyı ve Kur an okumayı öğrendim. Annem her gece yatmadan dua okurdu. Hala geceleri okurum. Anneannem namaz kılardz. Annem ve babam ramazan’ da oruç tutarlardı, ama namaz kılmazlardı. Lisede din dersinde fıkıh okurduk. Hoca anlatırdı. "Kuyuya fare düşerse üç kova su çekilecek, kedi düşerse yedi kova su çekilecek diye. "Hoca Efendi, temizlenir mi kuyu suyu böyle?" derdik. "Hanım kızım karışma, fıkıh böyle diyor’ derdi. Hiçbir şeyin nedenini sormazdık." Rezzan Yalman Müslümanlığa dair düşüncelerini böyle anlatsa da, herşeye rağmen iki semavi dinin veeibelerinin aynı beden ve düşüncede zor yerine getirileceği inancındayım. Belki sistem, yetiştiği Korle ailesinde böyle süregelmiş olabilir ama, kocası Ahmet Emin Yalınan'ın geleneklerinden taviz vermeyen tutucu bir Sabetaycı olduğunu gözardı edemeyiz. O Ahmet Emin Yalman ki, zamanın şartlarına göre kartlarını aynaması nedeniyle matbuat camiasındaki meslektaşları tarafından Türk düşmanı bir dönek olarak tanınmıştır. 1925 senesindeki Şeyh Sait Kürt isyanını desteklediği o günlerde sahibi olduğu "Vatan Gazetesi"nin bölücü yazıları nedeniyle kapatıldığı haHi hafızalardadır. Bu şartlarda ne yapacağını şaşıran kan-koca Yalmanlar, Ankara'yı yol edip hiç durmaksızın Atatürk'ün huzuruna çıkıyorlardı. Tek amaçları, gazetelerini yeniden çıkarıp yayın hayatını hükümetin istekleri doğrultusunda sürdürebilmeleriydi. Gazetelerinin açılma meselesi uzun yıllara dayanınca, çaresizlik içerisinde birikimleriyle iktifa etmeye başladılar. En nihayet araya giren hatırlı dostlar sayesinde Atatürk, 1936 senesinde Yalınanlar'ın basın dünyasına yeniden girmelerine izin vermişti. Bu duruma fazlasıyla sevinen Ahmet Emin Yalman, Vatan Gazetesi'ni daha modern bir şekilde çıkarabilmek için öncelikle Amerika'daki Yahudi ve mason dostlarını ziyaret etmeyi düşünüyordu. Nihayet Colombia Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi 'ne ziyarete giden Yalman, eski sınıf arkadaşı ve fakültenin dekanlık görevini yürüten Yahudi asıllı Karl Akkerman 'a çıkaracağı gazetesine yardımcı olmasını ister. Yahudi dostları, siyonizm felsefesinde hemfikir olmaları nedeniyle Yalman'a gazetenin ön tasarımlarını hazırlayarak, Yunananistan 'daki ünlü Ethnost Gazetesi'nin rotatif matbaasını almasını tavsiye ederler. Ethnost, Yunan Yahudileri 'nin çıkardıkları bir gazete olarak tanınmaktaydı. Rotatif baskı makineleri 1939 senesi Aralık ayında İstanbul'a gelince, Vatan Gazetesi on beş yıllık bir aradan sonra 1940 Ağustos'unda yeniden yayın hayatına başlamıştı. İsmet İnönü, 1925 senesinde kendisinin kapattığı bu gazeteyle yeniden dostane münasebetler kurarken, her devrio adamı Yalman, büyük puntolu resimlerle başmanşetten hükümete övgüler yağdıran haberler yazmaktaydı. Döneklik parayla pulla olmadığı için Vatan Gazetesi'nin köşe yazarları, zamanın akışı içerisinde Alman Yahudileri'nin mağduriyetlerinden bahsetmeye başladılar. Üstelik Yalınan'ın kendisi de bir Yahudi dönmesi olduğu için, ırkına yapılan mezalimi savunmasından doğal birşey olamazdı. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, o kritik günlerde geçmişteki bölücü propagandalarına bir yenisini ekleyen bu Sabetaycı üstad, Vatan'ın 27 Eylül 1944 tarihli sayısında, azınlıklara ağır yükler getiren "Varlık Vergisi"ni eleştiriyordu. Aslında bu adaletsiz varlık vergisi, Türk halkını da ezen bir uygulamaydı. Ne var ki kritik harp yıllarında ülke bütünlüğünü bozacak haberlerin yazılması, ancak Ahmet Emin Yairnan gibi katıksız bir Yahudi dönmesinden beklenebilirdi. Bu durum üzerine beş ay yirmi gün kapalı kalan gazetesini açtırabilmek için Amerika'nın yolunu tutan Yalman, Birleşmiş Milletierin San Francisco Konferansında Yahudi lobisinin aracılık etmesiyle Vatan 'ın yeniden açılmasını sağlamıştı. Amerika'dan gelen emrivaki baskılar neticesinde İnönü'yle köprüler atılıp, tekrardan yolları ayrılmıştı Yalman'ın. Bir dönem bölücü, daha sonraları liberalizm ve aşırı solun yanında olan Vatan Gazetesi, dörtlü takrirle Halk Partisi'nden ayrılarak Demokrat Parti'yi kuran Celal Bayar'la Adnan Menderes'e de yaklaşınayı baş^arıştı. Böylesine çark etmelerin adı, matbuat dilinde kaptıkaçtılıktan başka birşey değildi. Demokrat Parti 14 Mayıs 1950'de tek başına iktidara gelince, Yalınan'ın Vatan'ı on beş milyonluk Türkiye'de, iki yüzbin gibi rekor bir tiraja ulaşmışti. Ancak, bu tatlı balayı fazla uzun sürmedi. Çünkü, Sabetaycı Yalınan'ın geçimsiz ve dönek bir adam olduğunu Başbakan Adnan Menderes yıllardan beri gayet iyi biliyordu. Çok geçmeden gazeteyle, iktidar arasında ilk çatlaklıklar nüksetmeye başlamıştı bile! Yalınan'ın komünist yuvası Köy Enstitülerinin kapatılmasına şiddetle karşı çıkması, bardağı taşıran damla olmuştu. Muhalefet yıllarında yazılarıyla Demokrat Parti 'yi desteklemesi nedeniyle iktidardan sürekli ödünler istemesi, taraflar arasında belirgin huzursuzluklar yaratmaktaydı. Hayatı boyunca yüksek menfaalleri için her kabuğa giren Yalman, nihayet istediği tavizi kopararak Taksim'in göbeğine ünlü Tatko otomobil satış firmasını kurduktan sonra, şirketin başına eşi Rezzan ve küçük kardeşi Mustafa Vacit Yalman 'ı oturtmuştu. Mustafa Vacit, ağabeyi kadar fanatik bir Sabetayist olmadığından işlerinden arta kalan zamanlarında sporla uğraşıyor, oğlu Alp Yalman'ı da yanından hiç ayırmıyordu. Baba oğulun yegane tutkuları Galatasaray' dı. Yıllar geçtikçe ağabeyinin parasal gücüyle kulüp yönetimine giren Mustafa Vacit, daha sonra başkanlığa kadar yükselmişti. Ağabeyi parayı basıyor, küçük kardeş; Turgay, Metin, Candemir ve İsfendiyar gibi ünlü futbolcuları transfer ediyordu. İlerleyen yıllarda bu gelenek babadan oğula geçerek, okul ve sinagog arkadaşlarının "Çilli" dedikleri Alp Yalman da Galatasaray Kulübü Başkanı olacaktı. Alp Yalman'ın sinagog olayına gelince; arncasının telkinleri neticesinde inançlı bir Sabetayist olmasından dolayı cebinde sürekli Tevrat taşıdığı, zaman zaman Beth İsrail ve Neve Şalom'a ibadete gittiği yakımen bilinen durumlardır. Aslında bunda yadırganacak bir durum yoktur. Zira kişilerin dönmelik numaralarıyla kandırmacalara yönelmeksizin, kendi dinsel orunlarını yapmalarından doğal birşey olamaz. Köy Enstitülerinin kapatılmasının yanısıra Rusya'ya kaçan Nazım Hikmet'i gazetesinde savunmaya başlayan Ahmet Emin Yalman, Demokrat Parti iktidarıyla ipleri tamamen koparmış vaziyetteydi. Güvenilmeyen bir kişiliğe sahip olması nedeniyle hükümet üyeleriyle, birbirlerine adeta şaşı bakmaktaydılar. Bu arada Halk Partisi'ni ve Bolşevik Rusya'yı destekleyici makaleler yazmaya başlayan Yalman, Menderes'in yurt gezilerini takibe çıktığında Başbakan'la Malatya'da karşılaşmıştı. Aralarında soğuk rüzgarlar esmesine rağmen, kerhen de olsa el sıkışıp selamlaşmaktaydılar. 22 Kasım 1952 akşamı Başbakan'a verilen yemekten izin alıp erken kalkan Yalman, Malatya Postahanesine gelerek telefonla gazetesine haber geçtikten sonra, postahane çıkışında on yedi yaşındaki lise öğrencisi Hüseyin Üzmez tarafından vurularak komaya girmişti. Yalman suikastıyla birlikte Türkiye'nin ilk sağcı teröristi olarak anılan Hüseyin Üzmez, taraflı yargılanmalar neticesinde yirmi yıl ağır hapis cezasına çarptırılmıştı. Aslında bu konuyu kendisiyle yıllar içerisinde defalarca konuştuğum Hüseyin Üzmez'in, o gencecik yaşında teröristlikle falan hiç alakası yoktu. Her devrin adamı olan Yalman, gazetesinde Yahudi propagandası yapmasının ötesinde, ezan'ın bugünkü okunuş şekline karşı çıkarak, Demokrat Parti'nin dini politikaya alet ettiğini devamlı surette yineliyordu. Hüseyin Üzmez'in isyanı, kendi dünya görüşlerine göre mesnedsiz manşetler atan bu Yahudi dönmesineydi. Zaman su gibi akıp geçerken 1959'lara gelindiğinde siyonizme övgüler yağdırmasının yanısıra ateşli bir Halk Parti savunucusu olan Yalman, Amerika'daki Yahudi dostlan Pulliam'ları Indianapolis Gazetesi'ne haber sızdırarak, Türkiye aleyhinde yazılar yazdırmaktaydı. Bu manadaki bölücü ve yıkıcı tavırlan nedeniyle 16 Aralık 1959'da Yairnan ve ortağı Naim Tirali tutuklandılar. Yalman'ı vuran genç Hüseyin Üzmez, yedi yıldır Ankara ve İzmit cezaevlerinde mahpusluk hayatı yaşarken, nihayet her devrin basın imparatoru da kodesi boylamıştı. Kader denilen şey bazen öylesine tesadüflerle dolu ki, Hüseyin Üzmez'le Ahmet Emin Yalman 1960 ihtilalinden sonra çıkan aftan yararlanarak, cezaevinden aynı günlerde tahliye olmuşlardı. Yalman yetmişini devirmiş, her devrin adamı olmaktan dolayı itibarını yitiren bir mahkum psikolojisinin serbestliğine kavuşurken, cezaevlerindeki on yıllık malıkurniyeti esnasında üstün zekasıyla Hukuk Fakültesi'ni bitiren Hüseyin Üzmez de çiçeği burnunda bir avukat olarak hürriyetine kavuşuyordu. Basın imparatoru, otuz üç derece mason üstadı, Yahudi dönmesi Ahmet Emin Yalman, Babıali'de bıraktığı "her devrio adamı" tanırnlanmasının yanısıra Marksizmin gölgesi altında siyonizmin vazgeçilmez bayraktan olarak daima hatırlanacaktır. İşte böylesine bir koca mason, ülkemizin yüzkarası ve Selanikli Yahudi dönmelerin manevi lideri Yalman gelip geçmişti bu dünyadan! Şu kadarını açıklıkla söyleyebilirim ki başta Alp Yairnan olmak üzere, ailesindeki diğer bireylerin Sabetaycılıkları, amcazadelerinin yanında devede kulak kalır... İHTİLAL FETVACISI YAHUDİ DÖNMESİ PROFESÖR 1898 (1314) yılında İstanbul'da dünyaya gelen Sıddık Sami Onar, Selanik Karakaşisi bir ailenin mensubudur. İlk ve orta öğrenimini Vefa Sultanisi'nde tamamladıktan sonra İstanbul Hukuk Mektebi'ni bitirdi. Paris Hukuk Fakültesi'ndeki ihtisasını tamamlamasının ardından İstanbul Ticaret Mahkemesi'nde hâkimlik, Mülkiye Mektebi ve Galatasaray Lisesi'nde öğretmenlik yaptı. 1933 yılındaki üniversite reformu sonrasında Hukuk Fakültesi 'nde idare hukuku profesörü, ertesi yıl da ordinaryüs profesör oldu. Aynı fakültede muhtelif aralıklarla ilk kez dekanlığa getirildi. 1946 senesinde yürürlüğe giren bilimsel ve idari özerklik yasasının hayata geçirilmesiyle, İstanbul Üniversitesi'ne seçimle gelen ilk rektör oldu ve bu görevini 1949'a kadar sürdürdü. Aynı sene Fransız Yahudilerinin desteğiyle Toulouse Üniversitesi, Sıddık Sami Onar'a "Hukuk doktoru" ünvanı verdi. 1949 sonbahannda İdare Hukuku ve Bilimler Enstitüsü 'nü kuran Onar, hayatının sonuna kadar bu kurumun müdürlüğünü yaptı. Bütün bu akademik özelliklerinin yanısıra üniversitelere siyaseti sokması, anılarda menfi iz bırakan olumsuzluklardır. inançlı bir Sabetayist olması nedeniyle düzenli şekilde Neve Şalom Sinagogu'na ibadete gitmesi, her dönmede rastlandığı gibi göstermelik Müslümanlığının en belirgin izdüşümüdür. Tevrat'ı ve İbranice duaları hatmetroesinden dolayı Selanik Sabetaycıları, ona karşı büyük saygı duymaktaydılar. O da bu saygınlığın bilincinde olarak, Musevi cemaatinin her koluyla sıcak ilişkiler kurmaya özen göstermekteydi. Sıddık Sami Onar, üniversite hocalığının yanısıra siyasete de meraklı bir şahsiyetti. Pikren Cumhuriyet Halk Partili olması nedeniyle İsmet İnönü'ye büyük hayranlık duymaktaydı. 14 Mayıs 1950'de Demokrat Parti'nin tek başına iktidara gelmesiyle yıldızı sönen Onar, bir müddet köşesine çekildikten sonra zaman geçirmek kaydıyla kurucusu ve manevi başkanı olduğu İdare Hukuku Bilimler Enstitüsü 'nde teşkilatlanmaya ağırlık verdi. İsmet İnönü'nün talimatlan doğrultusunda buradaki hocalarla öğrencileri; Menderes hükümetine karşı cephe almalan için devamlı surette kışkırtıyordu. Ancak, bütün bunlar yeterli değildi. Bu enstitüdeki sembolik görevinin hiçbir işe yaramadığının kendisi de farkındaydı. Nihayet üzerlerinde etkili olduğu öğretim görevlilerini biraraya toplayan Onar, aradan geçen on yıl sonra Ağustos 1959'da yeniden rektör seçildi. Göreve başlar başlamaz, hükümete karşı açıktan cephe almaya başladı. Okullardaki öğrenci başkanlan ve CHP gençlik kolları temsilcileriyle sürekli görüşmesi, bir üniversite rektörü açısından fevkalade talihsiz gelişmelerdi. Bütün bunlarla da yetinmeyen Onar, CHP gençlik kolları başkanı hukuk fakültesi öğrencisi Alev Coşkun ve arkadaşlannı tahrik ederek, üniversite gençliğini iktidarı yıkmaya yönelik nümayişlere sürükleyen 28 Nisan olaylarının tetikçisi oluyordu. 28 Nisan'dan sonra hadiseler Ankara'ya sıçrayınca Onar Hoca, İnönü'ye karşı görevini tamamlamış mutlu bir insan portresi çizmekteydi. Neredeyse on yıldır iktidara gelerneyen ak saçlı paşa, kaybedilecek bir seçime karşı orduyu ve üniversiteyi eldeki yegane koz olarak görüyordu. 28 Nisan günü üniversite öğrencilerinin İstanbul sokaklannda bağırıp çağırmalan ve gelişen müessif hadiselerin güvenlik güçlerinin müdahalesi neticesi bitiminden sonra Rektör Sıddık Sami Onar aynı gün akşam üzeri İnönü 'ye rapor vermeyi ihmal etmemişti. Bir üniversite profesörü hem öğrencileri devlete karşı kışkırtacak, ondan sonra da muhalefet liderinin ayağına kadar gidip rapor verecek. Olacak şey değil!.. Bu profesör okuttuğu hukuk adına yasalan kanunlan hiçe sayan Yahudi dönmesi Sıddık Sami Onar olursa, hiç şaşırmak gerekmez. Malum çevrelerin pek değerli hocası, ortalığın kan gölüne çevrilmesine sebebiyet verdiğini ve öğrencileri meşru iktidara karşı kışkırttığını az görmüş olacak ki, efendisi İsmet Paşa'ya adeta koşarak gidiyor. Ama biraz korkak ve tedirgin görünmekte! Birilerine yakalanırsa "Demokrasi istiyorum" diyen anlı şanlı profesörünüzün kafasındaki ihtilalci planları bir anda son bulabilirdi. Sıddık Sami Onar'ın 28 Nisan 1960 öğleden sonrası İnönü'nün Taşlık'taki evine gidişini, milli damat Metin Toker anılarında şöyle anlatmakta: "İsmet Paşa’ nın o gün öğleden sonraki randevusu, Taşlık’ta Rektör Sıddık Sami Onar laydz. Sıddık Samiye ben telefon ettim ve İsmet Paşa’ nın kendisiyle görüşmek istediğini bildirdim. "Emrederler" dedi. O gün İsmet Paşa Taşlık'ta yarımşar saat arayla birçok kimseyle görüştü ve bu temasları Demokrat Parti iktidarım fena halde tutuşturdu. Sabahleyin Hüseyin Nail Kubalı’yla, Behçet Kemal Çağlar geldiler. Öğleden sonra parti merkezinden döndüğünde, gazeteciler peşindeydi. Bazı ziyaretler olduğunu duymuşlardı. Taşlık'taki evin önüne karargah kurdular. Bu sırada, yukarıdan Sıddık Sami Onar belirdi. Rektör, evin önünde gazetecileri görünce bir an şaşırdı. Gazeteciler "İsmet Paşa’yı mı göreceksiniz?’" diye sorduklarında sinirlendi. Sert bir sesle gezmeye çıktığını söyledi. Evin önünden geçip aşağıya, Taşlık kahvesine doğru yürüdü. Sonra, herhalde böyle bir ziyarette anormal taraf olmadığını kabul etmiş olacak ki döndü, tekrar eve geldi. Ülkede esen hava, ne de olsa koskoca bir rektör üzerinde bile etkisini göstermişti. Ben hocaların hocasının bu tereddütünü hep yadırgamışzmdır” Gerek Sıddık Sami gibi ihtilal fetvacısı üniversite hocaları, gerekse emekli generallerin sık sık İsmet Paşa'yla görüşmeleri, Demokrat Parti iktidarına karşı verilen gözdağıydı. Bunun anlamı seçimle elde edemediğim iktidara, başka metodlarla ulaşınm demek gibi bir şeydi. Böylesine gerilimli toplantıları basma sızdınp kamuoyu yaratmak, İsmet Paşa'nın her fırsatta başvurduğu önü arkası kesilmeyen uygulamalarıydı. Bunlarla da yetinmeyen ak saçlı paşa, ağzına geleni söyleyip meşru iktidarı tahrik etmekten adeta keyif alıyordu. Üstelik, bir üniversite rektörünün basma yakalanınca mesleki konumuna yakışmayan yalanlar söyleyip kaçamak cevaplar vermesi, o günlerde eğitim yuvalarının ne hale geldiklerinin en büyük göstergesiydi. Çünkü hoca hocalıktan çıkmış, adeta geliyorum diyen ihtilale çanak tutmaya başlamıştı. 27 Mayıs 1960 sabahı silahlı kuvvetler gerçekleştirdiği darbeyle idareye el koyunca bu sevinçli gününü rektörlük binasında öğretim görevlileri ve öğrencileriyle kutlayan Onar, ertesi sabah erkenden Şişhanedeki Neve Şalom Sinagogu'nun yolunu tutuyordu. Bütün bunlar, yakın tarihimizin tevil edilemez gerçekleridir. Çok geçmeden ihtilal fetvacısı Onar'ın, Devlet Başkanı Cemal Gürsel tarafından 1961 Anayasası 'nı hazırlayan kurulun başına getirilmesi darbecilere yaptığı hizmetlerin karşılığı gibi bir şeydi. Görüldüğü kadarıyla bunlarla da yetinmeyen Onar, hemşehrisi Prof. Sahir Erman ' la birlikte ihtilal yönetimine Yahudi cemaatinin haharnbaşı müşaviri olan Erol Dilek'i empoze ederek, Kurucu Meclis Üyesi ve Devlet Başkanı temsilcisi seçtirmişlerdi. Böylesine tuhaflık içeren gelişmeler, benim ülkemin içinden çıkılamaz kapkaranlık yazgılanydı. Neredeyse bütün Sabetaycılar havradan çıkıp hortlamışlar gibi, devlet yönetiminde sahne almaya başlamışlardı. Birisi önemli bir mevkiye seçilince, hiç beklemeksizin diğerini tavsiye etmekteydi. Nasıl olsa ihtilalciler devlet yönetimini bilmedikleri için, bu düzenbaz hazretler istedikleri gibi at oyuatıyorlardı. Çok geçmederi Prof. S ahir Erman 'da Yüksek Adalet Divanı tarafından Yassıada Mahkemesine bilirkişi tayin edilince, bu ülkeye on yıl Başbakanlık yapan Menderes'in dramatik sonu belirlenmiş oluyordu. Bu arada İstanbul Üniversitesinin başındaki ihtilal fetvacısı Sabetayist Profesör Sıddık Sami Onar, üçüncü kez rektör seçilmişti. Aradan geçen zaman içerisiride ihtilalcilerin gözünden düşmesi nedeniyle 1963 yılında buruk bir şekilde üniversiteden ayrıldı. Bütün sert çıkışlarına rağmen Gürsel Paşa unutmamış olacak ki, Onar'ı kendi elleriyle taktığı "Cumhuriyet Liyakat Nişanı"yla ödüllendirdi. Ne de olsa üç Yahudi asıllı kurnaz, hastalıklarla boğuşan şuuru kapalı Gürsel'i kıskaca almış durumdaydılar. 1961 Anayasası Onar 'ın yönlendirdiği hocalar tarafından çıkarıldığına göre, onlara kim hesap sorabilirdi? O günlerde askerlerin eşliğinde hocalanyla birlikte 27 Mayıs ihtilalinin gerçekleşmesinde önemli katkılan olan üniversiteli gençler, bu feodal sistemin adına demokrasi demekteydiler. Hem de çiçeklerle süslenmiş tankların üzerine çıkarak "İşte gerçek demokrasi bu!" diye yeri göğü inletiyorlardı. Yahudi dönmesi Sıddık Sami Onar'ın öğrencilerine demokrasi diye öğütleyip, ihtilalcilerin yüzlerine karşı haykırdığı "İkinci Cumhuriyet" bu ise, devletimizin sembolü olan gerçek Cumhuriyetimize daha çok sarılmamız gerektiği inancındayım. Nedenine gelince; en kötü demokratik rejimin, dünya üzerindeki mevcut ihtilal yönetimlerinden daha iyi olduğu gerçeğini hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız ... KORGENERAL FARUK GÜVENTÜRK'ÜN 1957 sonbaharında Demokrat Parti arka arkaya üçüncü kez tek başına iktidara gelince, devamlı yenilgiden dolayı CHP'liler telaşa kapılmaya başlamışlardı. Bu arada İnönü yanlısı subaylar arasında da kıpırtılar hissedildiği gibi, ihtilal söylentileri hiç gündemden düşmüyordu. Bilhassa Yarbay Faruk Güventürk ve devre arkadaşları, Halk Partisi'ne olan yakınlıklarından dolayı bir punduna getirip meşru iktidan darbeyle devirmeye kararlıydılar. Farklı kanallardan temas kurmaya çalıştıkları İnönü'den yeterli ilgiyi göremedikleri için hayli üzülmüşlerdi. Baktılar ki olmayacak 1958 senesinin başlarında kendilerine yakın buldukları Milli Savunma Bakanı Şemi Ergin 'in makamına çıkan Güventürk, aralarındaki konuşma esnasında "ihtilal yapma düşüncesinde olduklarını" ayan beyan söylüyordu. İktidar partisi'nin bir bakanına böyle şeyler söylemek, çılgınlıktan başka birşey değildi. Hatta ondan yardım istemeleri akıllara ziyan bir durumdu. Hayli pısırık ve renksiz bir kişiliğe sahip olan Şemi Ergin, Faruk Güventürk ve ekibindeki arkadaşlarını ihbar etmeyerek kendi kabinesine karşı özellikle ülkenin bekası açısından suç işlemiş oluyordu. Ancak, ihtilalci subaylan anlaşılınayan bir nedenle Binbaşı Sarnet Kuşcu ihbar etme gereği duyunca, o günlerin Türkiyesi dokuz subay hadisesinin yankılarıyla sarsılmaya başlamıştı. Apar topar tutuklanan bu subaylardan Yarbay Faruk Güventürk, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes'e karşı büyük bir hınç beslemekteydi. Tutuklamaların ardından 26 Mayıs 1959 günü ilk duruşmalarına çıkan dokuz subay hadisesinin sorumluları, kendilerine isnad edilen ihtilal suçlamalarını ısrarla reddetmekteydiler. Takriben altı ay kadar devam eden sorgulamalar neticesinde, askeri mahkeme başkanı Tümgeneral Cemal Tural dokuz subay hakkında beraat kararı vererek, kıtalarına dönmelerini sağlamıştı. Ancak, Makarios lakaplı Faruk Güventürk'ün hükümete olan kini bir türlü dinmemiş olduğundan, ihtilai fetvacılığı yapmaktan geri kalmıyordu. Zaman su gibi akıp geçerken İstanbul'daki 28 Nisan olayları, Ankara'daki SSSK eylemleri ülkeyi içinden çıkılmaz bir hale getirmişti. 1960 ihtilalinin yaklaştığı günlerde albay rütbesine yükselen Güventürk, görev yaptığı İstanbul'da eylemci öğrencilerle diyaloga giriyor ve bu gençlerin sık sık takıldığı Adil Vardarlı'nın Aksaray semtindeki berber dükkfuuna da uğramayı ihmal etmiyordu. Asi albay, cezaevinde yatmasırrdan dolayı iktidar karşıtı üniversiteliler arasında adeta bir idol haline gelmişti. Önceleri karargahında traş olan Güventürk, gençlerle konuşup altyapı oluşturmak bahanesiyle haftanın muhtelif günlerinde Vardarlı'nın berber dükkanına takılıp sohbet ediyordu. Bu samirniyet öylesine ilerlemişti ki baba tarafından Sırp, anne kökeni Sabetaycı olan berberle, albay arasında iddialı tavla oyunlarına dönüşür hale gelmişti. Güventürk'ün dönmelikle uzaktan yakından alakası olmadığı halde Vardarb'ya sempati duyması, eylemci öğrencilerle koordine görevi sağlamasından kaynaklanıyordu. O günlerde üniversitelerin azımsanmayacak kalabalıklarla yaptıkları yürüyüş ve nümayişler iktidan temelinden sarsarken, bu durum ordu'nun ve CHP'nin işine gelmekteydi. 27 Mayıs ihtilalinin başlangıç öncesinde bilhassa kendi garnizonunda aktif görevler üstlenen Güventürk, gözüpek bir subaydı. Ankara'daki arkadaşlarına esip yağıyor, zaman kaybetmeden harekete geçmeleri için ikazlarda bulunuyordu. Hareketin yaklaştığı günlerde Vardarlı'ya takılan asi albay, "iktidarı mutlaka devireceğiz, o zaman sen de milletvekili olacaksın" demekteydi. Sabetaycıların Selanik 'ten sonra ikinci büyük nüfusa sahip bulunduğu Üsküp'te 1914 yılında doğan Adil Vardarlı, bu sözleri bir şaka olarak algılıyordu. Çünkü ailesiyle birlikte Lozan Muahedesi şartLarına göre 1924'te Türkiye'ye gelmiş, genç yaşta zorluk çekmemesi için asker ocağında berberlik öğrenmişti. Sırpça ve Bulgarca'yı fevkalade güzel konuştuğu halde, Türkçe'yi 46 yaşına gelmesine rağmen hâlâ yarım yamalak kıvırıyordu. Dini itikatlarına gelince, annesinden aldığı genlerinin tesiriyle Tevrat onun için vazgeçilmezler arasındaki en kutsal kitaptı. Sabetayistler genellikle Feyziye Mektepleri etrafında boy gösterdiklerinden, bu tahsilsiz dindaşlarını fazla önemsemiyorlardı. Balkanlardan geldiklerinden dolayı 1934'te çıkan soyadı kanunu ile birlikte ailece "Vardarlı’’ soyadını almışlar ve kayda öyle geçirmişlerdi. Adil Bey, Güventürk'ün söylediklerine inanmış olmalı ki kırkından sonra aldığı ilk mektep diplomasına, bir yolunu bularak ortaokul mezuniyetini de eklemişti. Tabii ki parlamenterlik, onun için yine de erişilmesi mümkün olmayan bir hayaldi. 27 Mayıs 1960 tarihinde sabaha karşı silahlı kuvvetlerin idareye el koymasıyla birlikte, iktidar mensupları -evlerinden alınarak tutuklanmaya başladılar. Harp Okulunda birkaç gün süren zorunlu bir tecritten sonra bakanlar, milletvekilleri, daha sonra Başbakan ve Cumhurbaşkanı Yassıada cehennemine getirildiler. İhtilalin başı, İstirahat halinde bulunduğu anlarda İzmir'deki evinden uçakla apar topar getirilen Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel'di. Önceleri sivil idareye askerlerin karışmayacağına dair namusu ve şerefi üzerine yemin eden Gürsel, bir günde kendisini Başbakan ve Devlet Başkanı ilan etmişti. Otuz sekiz kişilik Milli Birlik Komitesinde Faruk Güventürk'ün olmayışı, onda ilk zamanlar bir bumlduk yaratmış olsa da daha sonraları şahsına tevdi edilen garnizon komutanlığı ulufesiyle avunmakla yetindi. İstanbul' da bulunması, eskiden bu yana kin beslediği Menderes'le hesaplaşması açısından önemli bir durumdu. Zira Milli Birlik Komitesi üyesi Orhan Erkanlı 'yla, Yassıada'yı adeta yol geçen hanına çevirmişlerdi. Yarbay Tarık Güryay onların dediklerinden dışan çıkmıyor, düşük iktidar mensuplarıyla görüşmelerini sağlıyordu. Bir keresinde Güryay'ın Yassıada Komutanlığı odasında sağladığı randevuyla Faruk Güventürk, Menderes'e ağza alınmayacak sözlerle hakaretler etmişti. Bütün bunlar, Güryay'ın kendi elyazılarıyla tuttuğu raporlarda mevcuttur. 6 Ocak 1961 'de Parlamentonun işlerlik kazanması açısından Kurucu Meclis, Türkiye Büyük Millet Meclisi 'nde toplanmıştı. Cumhuriyet Halk Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, Baro Temsilcileri ve Basın sözcülerinin yanısıra Esnaf birliklerinden de üyeler seçilmişti. Bunların hepsi Parlamenter sıfatına haizdiler. Bu Kurucu Meclis üyelerinin içerisinde Faruk Güventürk'ün devreye girerek Cemal Gürsel tarafından seçilmesini sağladığı Sabetayist kökenli Adil Vardarb da bulunmaktaydı. Meclise ilk geldiğinde ne yapacağını şaşıran bu zat, velinimetinin uzaktan kumanda talimatlarıyla himaye altına alınıyordu. Aslında bu kanun nizarn tanımaz sistemde, haktan adaletten bahsetmek sözkonusu olamazdı. 1961 Anayasasına göre otuz yaş kuralı söz konusu olduğu halde öğrenci olaylarında yaralanan 1937 Kilis doğumlu 24 yaşındaki İstanbul Hukuk Fakültesi üçüncü sınıf öğrencisi Hüseyin Onur, Kurucu Meclis üyesi seçilmişti. Tabii ki bunda da Güventürk'ün parmağı vardı. Çünkü, Vardarlı 'yı ve Onur'u Beyazıd'ta hükümete karşı gerçekleştirilen eylemlerin en hareketli dönemlerinden tanıyordu. Görüldüğü kadarıyla tıpkı İstanbul'daki gibi, berber ve öğrenci birbirleriyle samimiyeti ilerletip Meclis'te aynı sıraları paylaşmaya başlamışlardı. Zaman hızla Herlerken 1961 Anayasası 'nın alelacele hazırlanıp sözde halk oylamasına sunulmasının ardından partiler kurulup seçimlere yeniden start verilince, Adil Vardarlı 'nın on ay süren parlamenterliği sona ermiş oluyordu. Meclis'in havasını suyunu tadan bu zat, İstanbul'a döner dönmez Esnaf Dernekleri Birliği Başkanı seçilmişti. Ne de olsa arkasında ihtilalin kudretli komutanı Makarios lakaplı Faruk Güventürk vardı. Ancak, burada siz değerli okuyucularıma Güventürk'ün inanılmaz dönekliğini anlatmadan geçemeyeceğim. Bu astığı astık kestiği kestİk komutan, yıllar içerisinde ihtilalcilerin itibarı kalmayınca eski arkadaşı Yassıada Komutanı Tarık Güryay'la birbirlerine girip, kirli çamaşırlarını ortaya dökmeye başlamışlardı. Durum öyle bir hal almıştı ki, kişiliklerine matuf olarak "Allahsız zindancı ve homoseksüel" gibi sözler sarfetmekteydiler. Hatta daha da ileriye giden Güryay, Güventürk'e "Bak Makarios, sana bu ismi boşuna takmamışlar. Bizleri sattığını biliyorum; çünkü sen on yıl önce yaş haddine bakılmaksızın asılmasını istediğin Celal Bayar'la görüşüyorsun" diyordu. Bu gerçekten çok iddialı bir suçlamaydı. Asi albay, en hızlı dönemlerinde Yassıada'da Menderes'e hakaretler yağdırmakla yetinmeyip, Bayar'ın asılması için idamlardan 65 yaş sınırının kaldırılmasını isteyenlerin arasında başı çekmekteydi. Nasıl olur da böyle bir değişkenliğin içerisine girebilirdi? Şahsen hayatıının her döneminde 27 Mayıs'a karşı görüşler beslerneme rağmen bu duruma ihtimal veremiyordum. Üstelik Celal Bayar'ın kızı Dr. Nilüfer Gürsoy ve damadı Ahmet İhsan Gürsoy'u yakınen tanıdığım halde, Güryay'ın söylediklerine inanmadığım için sormaya bile gerek duymamıştım. İstesem sorabilirdim; çünkü Nilüfer Hanım'la Çiftehavuzlar'daki evlerinde (1996-199 -)'de saatler süren kitap çalışmalarımız olmuştu. Ne var ki 22 Ağustos 1998'de Celal Bayar'ın ölüm yıl dönümü için Gemlik Umurbey'e gittiğimde, Müze Müdürü Erdoğan Temel'den rica edip anı defterlerini karıştırmaya başladıktan beş on dakika sonra, tesadüfen Faruk Güventürk ismiyle karşılaşınca irkildim. Acaba isim benzerliğiınİ diye kendi kendime fikir terapisi yapmaya başladım. Müze görevlilerine sorduğumda, onlar böyle bir generalin varlığından bile haberdar değildiler. Bütün kuşkularıma rağmen hakkında olumsuz intibalar beslediğim Güventürk'e, gerçek dışı bir kondurma yapmak aklımın ucundan bile geçmiyordu. Yine de hayır olamaz! Bu isim benzerliğidir demekle yetiniyordum. Gerçi, müze 1970 yılında Bayar'ın sağlığında açılmış ve birçok ziyaretçiler de müteaddit aralıklarla gelmeye başlamışlardı. Yine de meşru bir iktidarın devrilmesinde etkin faaliyetlerde bulunan, hatta Menderes, Zorlu ve Polatkan'ın asıldığı gün askeri birliklerde halaylar çektirip, gece yarılarına kadar kutlamalar tertipleyen Güventürk 'ün burada ne işi olabilir diye kendi kendime yorumlar yapıyordum. En nihayet o gün oradaki törende bulunan (1998) Demokrat Parti dönemi Hazine Genel Müdürü Burhan Ulutan'a, tanışıklığımıza da dayanarak birtakım sorular yönelttim. Çünkü o, Yassıada'da hapis yatması bir yana Bayar'ın damadıyla da sürekli görüşen bir insandı. Ulutan, bana dikkatle baktıktan sonra içini çekip: "Bu yüzsüz Güventürk, ihtilalci dostlarının sayesinde korgeneralliğe kadar yükseldi. Daha sonra malum ispiyonculuklan nedeniyle dışlananınca, sanki hiçbirşey olmamış gibi geçmişte mağdur ettiği Demokratların kapısını çalmaya başladı. Ne var ki, son derece onurlu bir şahsiyet olan Bayar'dan yüz bulamayıp randevu dahi alamadığını dün gibi hatırlıyorum. Ancak, hangi yüzle geldi orasını bilemem ama sanırım Aralık 1972'de müzeye uğramış. Hadi onu da kabul edelim; anı defterine yazdıklan yenilir yutulur değil. Bu affedilemez dönekliği eski silah arkadaşları bilseler, herhalde söyleyecek söz bulamazlar." Burhan Ulutan'ın iiahatları, gerçekten insanın hayal dünyasında bile inanamayacağı durumlardır. Ortada bir de belge olunca, bu acı gerçekler karşısında şaşırmamak gerekiyor. Demokrat Parti iktidarının devrilmesinde ve idamların infazında başı çekenler arasında bulunup; Sabetayist kökenli Adil Vardarlı'yı Kurucu Meclis üyesi seçtiren Faruk Güventürk'ün Bayar müzesinin anı defterine yazdıkları şöyledir: "Bu güzel köyde kurulan "Bayar" müze ve kütüphanesini gezdim. Hayran kaldım. Her devlet reisine örnek bir hareket, milyonlara varan maddi değerli hediyeleri müzeye bağışlamak cidden takdire şayan. Celal Bayar ı çok yanlış tanıtmışlar bize. Sayın Bayar ı bütün gönlünıle takdir ettim. Bir kere daha inandım ki, Atatürk insan seçmekte yanılmazmış. Hayranlık, sevgi ve saygı hisleriyle dolu ayrılıyorum.” E. Korgeneral Faruk Güventürk Böylesine bir iki yüzlülükten anlaşılan o ki, Güventürk emekli olduktan sonra milletvekili seçilebilmek gayesiyle Halk Partisinin kapısını defalarca çalmış, fakat malum tutarsızlıklanndan dolayı yüz bulamadığı için geçmişte asılması için her yolu denediği Bayar'a yazılı da olsa gıyabında iltifatlar yağdırmaya başlamıştı. Çünkü, onun Umurbey ’ deki müzeyi ziyarete gittiği günlerde Bayar, aktif siyasetten çekilmesine rağmen Demokratik Partinin manevi liderliğini yapıyordu. Dönek Güventürk, acaba son bir ümitle milletvekili seçilebilir miyim diye sağcı-solcu ayrımı yapmaksızın her önüne gelenle diyaloga girdiği halde, ters yüz edilmişti. Aslında onun gibi sürekli reverans yapan anlı şanlı riyakar bir paşa'ya da, fıtratına uygun aşağılanmalar yakışırdı. Ne var ki böyle adamlar, Adnan Menderes gibi değerli bir Başbakan'ın asılmasında etkili olmalarının ötesinde, bulunmadık matah sanılıp eylemci veya Sabetayist ayrımı yapmaksızın yüce Meclise pek sıradan liyakatsız insanlan bile sokabilmişlerdir. Tıpkı benim ilk başlarda inanmadığım gibi Faruk Güventürk'ün ikiyüzlülüğüne ihtimal veremeyenler olursa, günün birinde Gemlik'e yolları düştüğünde Bayar Müzesi ’ ndeki 5 Aralık 1972 tarihli anı defterini inceleyebilirler... SABETAYCI VE İHTİLALCİ ALBAY Demokrat Parti iktidarının gerek muhalefet, gerekse ihtilal hazırlıkları yapan subaylar tarafından büyük eleştirilere maruz kaldığı günlerde hükümetin bakanları arasında da ikili oynayanlar vardı. Bunlardan başlıcaları Şemi Ergin ve Ethem Menderes 'tir. Bu iki bakan, kendilerine verilen sınırsız yetkilere rağmen orduya şirin görünmek uğruna bazı önemli gelişmeleri Cumhurbaşkanı Bayar ve Başbakan Menderes'e bildirmemeyi adeta prensip haline getirişlerdi. Özellikle Ethem Menderes, 1960 ihtilalinin yaklaştığı günlerde Ş emi Ergin'in yerine Milli Savunma Bakanlığına atandığı andan itibaren hükümet karşıtı bazı subayların telkinlerine sıcak yaklaşırnlar göstermeye başlamıştı. Zaman içerisinde durum öyle bir hal almıştı ki, yaverlerinin her söylediğine kulak asıp Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alay Kornutanının değiştirilmesini bile gözü kapalı kabullenrnişti. Bu duruma şiddetle itiraz eden Celal Bayar, herhangi bir gerginlik çıkarmaması için Milli Savunma Bakanını ikaz etmekle yetiniyordu. ihtilalci subaylar, kendileri açısından bunun da formülünü bularak Muhafız Alay Komutanı Bahattin Paşa 'yı yolsuzluk suçlarnalarıyla karalayıp, mutlaka değiştirilmesi gerektiğini ihsas etrnekteydiler. Yılların teşkilatçısı Bayar, ilk başlarda ikna olmasa da Bahattin Paşa'nın hayali yolsuzluk olayı ayyuka çıkınca, Ethem Menderes'in tavsiyelerine uymak zorunda kalıyordu. Çok geçmeden Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alay Komutanlığına tayin edilen Kurmay Albay Osman Köksal, Selanik doğumlu bir Yahudi dönmesi olduğu gibi Sabetaycıları Karakaşi koluna mensuptu. Böylesine hassasiyet içeren durumları Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes ve ihtilalci subaylar da bilmemekteydiler. Burada ihtilalin alt yapısını oluşturan subayların öncelikli gayeleri, köşkü her yönüyle abluka altına almak düşüncesinde olmalanydı. O yıllarda fazla belirgin olmayan Sabetaycılık gibi nedenler veya kişilerin özgeçmişleri, onların açısından hiç önemli değildi. Cumhurbaşkanı Bayar ise, o çalkantılı günlerde haklı olarak Muhafız Alay Komutanıyla fazlasıyla ilgilenmemişti. Çünkü, devletin işleri her yönüyle daha öncelikliydi. Böylesine zaaflar neticesinde ihtilalcilerin koordineli taktikleriyle casus içeriye girmiş, hergün düzenli olarak arkadaşlarına rapor vermeye başlamıştı. Ethem Menderes ise gaflet boyutundaki hatasının farkında olmadığı gibi, yaverlerinin gönüllerini hoş tuttuğunu sanıyordu. 27 Mayıs 1960 sabahı tanklar Cumhurbaşkanlığı Köşkü'ne yaklaştığında ihtilalci subaylara kapıyı açan Osman Köksal, üstlendiği gizli görevi yerine getirmenin mutluluğunu yaşamaktaydı. Celal Bayar kendini almaya gelenlere her ne kadar dirense de, Tuğgeneral Burhanettin Uluç ve Albay Selim Işıner tarafından dışanya çıkarıldığında bindirileceği özel kırmızı otomobili görünce üzüntülerin en büyüğünü yaşamıştı. Çünkü o otomobil, kısa süre de olsa maiyetinde görev yapan Kurmay Albay Osman Köksal'a aitti. Bir an için tedirginlik geçiren Bayar, daha sonra metanetini koruyup otomobile binmesiyle birlikte tecrit edilmek üzere Harp Okuluna götürülmüştü. Sabetaycı Albay Osman Köksal, kendisine tevdi edilen casusluk görevini başarıyla tamarnladığı için ülkenin kaderine el koyan otuz sekiz kişilik Milli Birlik Komitesine alınarak bir bakıma taltif edilmiş oluyordu. Aslında Cemal Gürsel ve Cemal Madanoğlu'nun haricindeki ihtilalci subaylar, ordunun alt kademesini oluşturmaktaydılar. Çokları ayn birliklerden gelmeleri nedeniyle birbirlerini tam olarak tanımıyorlardı. Ama gelin görün ki, talihin de yardımıyla meşru iktidarı devirdiklerinden dolayı devleti bu yetersiz insanlar yöneteceklerdi. Cemal Gürsel Paşa, kendisini bir günde Başbakan ve Devlet Başkanı ilan ederken, diğer subaylar da önemli mevkileri paylaşmaya başlamışlardı. Hatta yüzbaşı rütbesinde olanlar bile devletin idari makamlarını zorla basıp, kendilerini kaymakam ilan etmişlerdi. Albay Osman Köksal, Kurucu Meclis üyesi olmasının yanısıra 25.10.1961'de tabii senatör seçilerek, millet iradesini hiçe sayan ihtilalin mantığını uygulamanın mutluluğunu yaşıyordu. Kendisi gibi Sabetaycı olmasa da Drama'lı hemşehrisi Kurmay Albay Sami Küçük de senatör seçilince, Türkiye adeta onlardan sorulur olmuştu. Tabii ki onlara için için kızanlar da vardı. 27 Mayıs ihtilalini birlikte gerçekleştirdikleri "on dört subayı" 13 Kasım 1960 operasyonuy1a bir gecede tasfiye edip, dünyanın çeşitli ülkelerine göndermişlerdi. Bu subaylardan bir tanesi de Milli Birlik Komitesi üyelerinden Münir Köseoğlu'ydu. Yıllar içerisinde aralarında onulmaz kırgınlıklar başgöstermiş ve bir daha karşı karşıya gelmemişlerdi. Hatta bir yolculuk esnasında Arıkara İstanbul uçağında tesadüfen göz göze geldiklerinde, selamlaşmamışlardı bile! Çünkü, köprüleri çoktan atmışlar siyaseten de birbirlerine hasım olmuşlardı. İhtilalciler genelde sevilmezler. Ancak, 1978 yılında tanıştığım daha sonraki zamanlarda samimi görüşmelerde bulunduğum Münir Köseoğlu, kendine münhasır bir şahsiyetti. Herşeyi olduğu gibi açıklıkla söylüyor, yaptıkları ihtilalin hatalı yanlanndan bahsetmeden geçemiyordu. Bu hususlan ikamet ve büro olarak kullandığı Ankara Karanfil Sokaktaki dairesinde ve Necatibey Caddesindeki Engürülü Apartmanındaki özel görüşme yerinde, kendisinden defalarca dinledim. Zaman zaman uyuşmadığımız konular olsa da Münir ağabey, benim açımdan farklı bir kişilikti. Subaylar kışla kültürüyle yetiştikleri için, sivil hayata tam manasıyla intibak edemedikleri yakmen bilinen durumlardır. Ancak benim tanıdığım Münir Köseoğlu, fevkaHide kültürlü ve bilgili bir insandı. Özellikle 1960'larda koroitede birlikte görev yaptığı ihtilalci subayların doğum yerlerini, özgeçmişlerini, hatta kaç yıl senatörlük yaptıklannı baştan sona biliyordu. Bu nedenle yıllardır şüpheyle baktığım Osman Köksal'ı, ona bütün samimiyetimle sordum. Her Selanikli hakkında önyargılı olmadığım halde, bana anlatılanlara göre bu casus albay Karakaşi kökenli bir Sabetaycıydı. Özellikle 2000 yılının Mart ayında birlikte yemek yediğimiz masada geçmişteki söylemlerini yeniden teyid ettirdiğim Münir Köseoğlu'nun anlattıklan şöyleydi: "Ben 27 Mayıs 1960 ihtilalinden önce koyu bir İnönü hayranıydım. Bizim Sapanca’ da fazla CHP’ li olmadığı halde bu aileden gelme bir durumdu. Deniz Harp Akademisi’ ni bitirdiğim yıllarda siyasete atılmak için fırsat kolluyordum. Bu nedenle ihtilalin içerisindefiili olarak yer aldım. Ancak, Milli Birlik Komitesine seçildiğim gün gördüm ki içimizdeki otuz sekiz kişiden yalnızca üç beş kişi devlet idaresine vakıfız. İnönü ise, benim ilk hayal kırıklığımdı. Çünkü, Başbakan olabilmek için Cemal Gürselden haber bekliyordu. Bizim korniteye gelince, ayrı birliklerden olmamız nedeniyle çoğumuz birbirimizi doğru dürüst tammıyorduk. Aramızdaki toplantılarda görüş ayrılıklarından dolayı zaman zaman tartışmalar da çıkıyordu. Gürsel Paşa, yaşlı ve hasta olması nedeniyle gruba fazlasıyla hakim değildi. Biz ondörtler, ihtilali gerçekleştirdiğimiz ilk günden itibaren idamlara kesinlikle karşıydık. Hatta bir keresinde Osman Köksal a "Yahudilik yapma, bırak bu hırslan" dediğimde, bana karşı "Yahudi insan değil mi?" gibilerden karşılık vermişti.' Bizim komitede, o zamanlar Sabetaycılığın ne demek olduğunu bilen yok denilecek kadar azdı. Ancak, ben deniz subayı olmam nedeniyle çok yerler dolaşıp Yahudilerle içti dışlı olmuştum. Birgün başbaşa kaldığımızda Osman Köksal’a sordum. "Sen harbi Selanikli misin, yoksa dönme misin” diye! Biraz kızarıp bozardıktan sonra "Babası Saadettin Bey’in Tevrat'ı ve İbranice sureleri bildiğini, ancak kendisinin bu işlerle alakası olmadığım" söyledi. O anda istediğimi öğrendiğim için daha fazla üzerine gitmedim. Ne var ki 13 Kasım 1960 gecesi bize yapılan operasyon neticesinde evimden alınıp İsveç e sürgüne gönderilirken, teslim olmadan önce Köksal’ın evine telefon açarak "Yahudi dönmesi, bana ve arkadaşlarıma uygulanan bu işleri Haydar Tunçkanat’la sen organize ettin" diyerek hakaretlerde bulundum. Aslında bütün bunlar olmaması gereken şeylerdi; ama oldu bir kere!.. Osman Köksal’ a gelince, babası Sabetaycı olmasına rağmen kendisinin dönme geleneklerini tatbik ettiğini sanmıyorum. Çünkü, ordu kademelerinde bunu istese de uygulayamaz. Tabii ki bu şartlarda babadan kalma kalıtımsal bir durumun olduğu da şüphe götürmez. Bizleri satması nedeniyle, tabii senatörlükten sonra Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel tarafından 9.6.1964’te kontenjan senatörü seçilerek bu görevini 1O.10.1971 yılına kadar yürüttü. Ne de olsa onlar emir kulu olmayı baştan itibaren kabullennıişlerdi. Bizim kanıitede ve benim tanıdığını subaylar içerisinde bütün samimiyetimle söylüyorum ki, Osman Köksal’ dan başka Sabetaycı yoktu. Kurmay Albay Sami Küçük e de bazı yakıştırmalar olmasına rağmen, kendisini hiç sevmediğinı halde bütün bunlar uydurma şeylerdir diyebilirim. Çünkü her Selanikli, Dramalı veya Rumeli kökenli Yahudi dönmesi değildir. Şu kadarı açıklıkla bilinmesi gerekir ki Osman Köksal’a ne kadar kızarsam kızayım, onu karalamak gibi bir maksadım asla yoktur. Bu saatten sonra benim gibi hayattan hiçbir ikbal beklemeyen insana riyakarlık yakışmaz. Ancak, bana babasının "Yahudi dönmesi" olduğunu söyleyen bir meslektaşırnın sırlarını öbür tarafa götürecek kadar da ketum değilim. Gerçek olan şu ki, makamı ve mevkii ne olursa olsun dünya üzerinde hiçbir insan kendi özünü saklamamalıdır. Şahsen saklamayı en büyük şerefsizlik telakki ederim." Münir Köseoğlu'ndan yıllar içerisinde aldığım böylesine önemli bilgiler, aramızda geçen dostane diyalogların bir ürünüdür. inançlı bir milliyetçi olan Münir ağabey, ihtilalciliğini gençlik yıllarının hatalarından sayabilme cesaretini gösterebilen ender şahsiyetlerdendi. İşin tuhaf tarafı kendi arkadaşlarına Yahudi dönmesi, Makarios ve Allahsız zindancı gibi isimler takan bu insanlar on yıllık bir iktidarı devirip, devleti yönetmeye talip olmuşlardı. Tabii ki kısa zamanda aralarında başgösteren huzursuzluklar, Türkiye'ye zarar vermekten başka hiçbir işe yaramamıştır. Milli Birlik Komitesinde Sabetaycı Osman Köksal ve arkadaşları Başbakan Adnan Menderes'in asılması için kanun kural tanımazlarken, Yassıada Komutanı Allahsız zindancı lakaplı Tarık Güryay'la, ihtilalci subayların Makarios diye tanımladıkları Faruk Güventürk, devirdikleri iktidarın tutuklularına akılalmaz hakaretlerde bulunmaktaydılar. İhtilalciler Türkiye'ye bütün bunlan reva gördükleri için kısa sürede siyaseten silinip unutuimalarına rağmen, tarihin şaşmaz yargısı onları huzuru mahşerde bile affetmeyecektir. İZMİR'İN KARAKAŞİ KÖKENLİ BELEDİYE Osman Kibar'ı yazarken hayli zorlanıyorum. Milliyetçi dünya görüşüne sahip bir yazar olarak, Sabetaycı bir Belediye Başkanı 'nın yaptığı olumlu çalışmaları gözardı etmek, doğrulardan uzak kalmam anlamına gelirdi. Bu nedenle Kibar'ın kişiliğine matuf duygusallıklardan arınarak, hakikatIara yön vermeye çalıştığımı açıklıkla söyleyebilirim. Çünkü bir insanın şeceresi ne olursa olsun, yaşadığı bölgeye yararlı ise hizmetlerini inkar etmek ahlâki değerleri çarpıtmaktan başka mana taşımaz. 1911 (1327) yılında Selanik'te dünyaya gelen Osman Kibar, Karakaşlar ailesi mensubu bir Sabetaycıdır. İlk gençlik yılları İzmir'de geçen Kibar, kendisi gibi bir Karakaşi olan Ulya Hanım'la evlenmiştir. Ancak, son derece uyumlu ve esprili bir kişiliğe sahip olması nedeniyle Türk, Yahudi, Ermeni, Rum ayrımı yapmaksızın herkeslerle iyi geçindiği kendisini yakmen tanıyanlartarafından anlatılanlar arasındadır. Siyasi göıüş olarak müthiş bir Demokrat Parti ve Adnan Menderes hayranı olmasına rağmen CHP lideri İsmet İnönü tarafından da sevilip, takdir edilmekteydi. Bir idarecinin zıt kutupları teşkil eden parti liderleri tarafından övgüler alıp taltif edilmesi, Türkiye gibi demokratik kuralların ağır aksak işlediği ülkelerde ender rastlanan durumlardır. Osman Kibar, Demokrat Parti 'ye kayıtlı olduğu halde, bu partide fazla aktivitesinin bulunduğu söylenemez. Görüldüğü kadarıyla çok istemesine rağmen kurucu üyesi olduğu DP'den geçiniz başkanlığı, il encümenine aday bile gösterilmemişti. Yine de Adnan Menderes kabinesine karşı herhangi bir kırgınlığı yoktu. 1960 ihtilalinden sonra partilerin siyasi işlerlik kazanmasıyla Adalet Partisi'ne katılan Kibar, kendisine özel bir sempati gösteren Süleyman Demirel'in aday göstermesiyle 1964 yılında İzmir Belediye Başkanı seçildi. İlk günden itibaren kolları sıvayarak asfaltları çatlak ve dağınık yolları, tıpkı bir inşaat işçisi gibi çalışanların başlarında .durarak yaptırmaya başladı. Ankara'dan aldığı olağanüstü teşviklerle, İzmir adeta yeniden yapılanıyordu. İzmir'deki düzensiz yapılaşmayla bunun yanısıra Kordonboyundaki eski tarihi dokunun yok edilip, yerine şimdiki modem apartmanların yapılmasında Osman Kibar'ın dalıli yok denilecek kadar azdır. Çünkü bütün bunlar Rauf Onursal'ın zamanında başlatılmış, 27 Mayıs ihtilaliyle birlikte imtiyazlı kişiler istedikleri gibi apartmanlar dikmişlerdir. İhtilalin asker kökenli Belediye Başkanları zaten yapacaklarım yapmış, Osman Kibar'a da tamamlanmayan inşaatları bitirmek kalmıştı. Bu arada sanatçıları da ihmal etmeyen Osman Kibar; Nesrin Sipahi'yi, Müzeyyen Senar'ı; Gönül Yazar'ı, Zeki Müren'i, Bedia Akartürk'ü, Ayla Dikmen'i, Barış Manço'yu, Berkant'ı, Necdet Karar'ı ve Tanju Okan'ı çok severdi. Hatta o yıllarda adeta bir hit haline gelen Berkant'ın ölümsüzleştirdiği ünlü "Samanyolu" şarkısını her sabah belediye bandasuyla çaldırarak, İzmirli'lere moral vermekten hoşlanırdı. Tabii ki bütün bunların yanısıra kendisiyle Karataş semtinden arkadaş olan dünyaca ünlü Yahudi asıllı sanatçı Dario Moreno'ya ayrı bir sevgi beslemekteydi. Ne de olsa bu sevgiye, iki Yahudi asıllı vatandaşın kan çekmesi dememizden doğal birşey olamaz. Çünkü, Dario Moreno Osman Kibar'ın bir sözüyle ta İtalyalar'dan gelerek, İzmir'de sürekli konserler vermekteydi. Hatta beraberinde 1970'li yıllarda dünya gençliğinin kalbini fetheden Dalida'yı da getirdiğini, sanki dünmüş gibi hatırlıyorum. Osman Kibar'ın iyi tarafı, inançlı bir Sabetayist olmasına rağmen bu yönünü dışanya karşı hissettirmezdi. Hiç kimsenin kalbini kırmadığı gibi, karşısına çıkan her vatandaşla yakından ilgilenir, derdine deva olmaya çalışırdı. Yaptırdığı sayısız yollardan sonra İzmirliler ona "Asfalt Osman" veya "Koca Reis" diye hitap etmekteydiler. Hakkaniyet ölçüleri içerisinde konuşacak olursak İzmir'deki büyük kanal projesi, metro ve viyadüklü yolları ilk çalışmaları, Osman Kibar'ın Belediye Başkanlığı zamanında başlatılmıştır. 1971 yılındaki Akdeniz Oyunlarının İzmir' de tertiplenmesi, baştan sona onun eseridir. Hiç ayrım yapmaksızın sağcısı, solcusu tüm sanatçılar ve gazetecilerle dost geçinirdi. En büyük muhalifi İhsan Alyanak bile onun yakın dostlan arasındaydı. Şaşılacak bir durumdur ki, inançlı bir Karakaşi olup da bu yönünü zerre kadar dışarıya yansıtmayan Osman Kibar, hoşsohbet ve esprili kişiliğiyle kendine münhasır bir şahsiyetti. Saçlannı genellikle Sabetaycılara özgü kestirmesi, fazla dikkat çekmiyordu. Çünkü, o yıllarda geçmişleri Selanik'e dayanan bu insanların örf ve adetlerini, okumuş yazmış insanlar dahi bilmekten yoksundular. Bilenler ise Sabetaycılıktan haberdar olmadıklan için, Yahudi dönmeleri diye adlandırıyorlardı. Selanikiiierin traş şekillerini kitabımın içeriğinde anlatmam nedeniyle, bu konunun detayına tekrar tekrar inmem gerekmiyor. Osman Kibar'ın ikinci kez Belediye Başkanı seçildiği 1969 yılında Adalet Partisi hızla yıpranırken, o haHi İzmir halkından büyük ilgi ve sevgi görüyordu. Ne var ki Demirel'in yaptığı büyük hatalar, kardeşleri ve yeğenIerinin hayali ihracat iddiaları İzmir'deki Adalet Parti teşkilatını da sarsmaya başlamıştı. Görüldüğü kadarıyla il ve ilçe başkanları, partilerinin geleceğinden ümidi kesmiş vaziyetteydiler. Ne kadar çok hizmet götürse de, erozyona uğramış partisine Osman Kibar'ın sevgisi de yetmiyordu. Nihayet 1973 seçimlerinde CHP'li müzmin muhalifi ve yakın dostu İhsan Alyanak'a karşı seçimi kaybeden Kibar, Kültürpark'ın karşısındaki İzmir Belediyesi'nden bandanun çaldığı "Samanyolu" şarkısıyla uğurlanmıştı. Böylesine nazik bir davranış İhsan Alyanak'ın, Osman Ağabey dediği "Koca Reisi"ne karşı yaptığı örnek bir jestti. Hatta bu uğurlama anında devrik Belediye Başkanı'nı, kendisine oy vermeyen vatandaşlar bile alkış yağmuruna tutmuşlardı. Halkın Asfalt Osman'ı da teker teker sarılıp, onları yanaklarından öpmüştü. Günümüzde böylesine anlamlı tabloları görmek ne mümkün? Siyasi liderler birbirlerinin kaç koyun güttüğünden, bununla da yetinmeyip küstahlıklarından ya da türbanın hanımlarının edep yerlerini örtmeyeceğinden bahsediyorlar. Eğer örnek alınacaksa; bu dünyadan zerafetiyle, çalışkanlığı, insani münasebetleri ve hoşgörüsöyle bir Selanik Karakaşisi Osman Kibar geçti demek, hiçte abartılı olmaz sanırım ... YAHUDİ DÖNMESİ BEZMEN AİLESİ Bezmenler, 1492 yılında İspanya'dan kovularak Türkiye'ye sığınan Sabetaycı bir ailedir. Geçen zaman içerisinde kuşaktan kuşağa manifaturacılıkla uğraşan bu ailenin fertleri, İnönü döneminin "Teşvik-i Sanayi Kanunu"ndan faydalanarak 1929 yılında Halil Ali Bezmen'in öncülüğünde ünlü Mensucat Santral'ı kurmuşlardır. Esasen Sultanhamam'da kumaş toptancılığı yapan Halil Ali Efendi, fabrikanın yönetimini yirmi yaşındaki oğlu Fuad Bezmen'e bırakmıştı. Halil Ali Efendi'nin bir diğer kardeşi olan Nazım Ali ise İstanbul üzerinden Milano ve Manchester'le bağlantılar kurup, kumaş pazarını buralara taşımakla meşguldü. Bütün bunları yaparken karısı, kızı ve çocuklarıyla birlikte 1920 yılından bu yana ikamet ettiği Arjantin'in Yahudi Mahallesinde lüks bir hayat yaşamaktaydı. Ne var ki dünyayı saran ekonomik kriz nedeniyle sarsılan Nazım Ali Bey, büyük servetinin önemli bölümünü Türkiye'ye aktararak, çareyi İstanbul'a kaçmakta bulmuştu. (Aynı Nazım Ali Bey 1957 yılında Demokrat Parti'den milletvekili seçilecektir.) Bu hususa kitabzmın sonlarında parlamenterlere ait bölümde değineceğim. Bezmenler, devletten aldıkları yüksek teşvikler ve Nazım Ali Bey'in önemli miktardaki maddi katkılarıyla, kısa zamanda tekstil sektörünün öncüsü konumuna gelmişlerdi. Aile her ne kadar yedi göbek öncesinden İspanyol Sefaradlarından olsa da, sürgünden sonraki ilk yerleşim yerleri Selanik'ti. Büyükbabaları Halil Ali Efendi'den bu yana Selanik Sabetaycısı olarak anılıyorlardı. Böyle tanımlanmalarının başlıca nedeni, dönme olmalarına rağmen her Yahudi kökenlinin yaptığı gibi dışarıda Müslüman görünüp, kendi dünyalarında Musevi dininin işyarlıklarını uygulamalarından kaynaklanıyordu. Daha da önemlisi Sabetaycı takvimde belirtilen Kuzu Bayramı, Purim ve Pessalı gibi gelenekiere özellikle Selanik dönmelerinin itibar etmeleri, duyarlı Türk insanlarının tepkilerini çekmekteydi. Ülkemizde büyük servetler kazanan bu insanlar, kendilerine karşı gösterilen menfi eleştirilere aldınş etmeksizin hiçbir şey olmamışçasına bildiklerini okuyorlardı. Ailenin büyükdedesi konumundaki Halil Ali Efendi, 1938 yılında dünyaya gelen büyük oğlu Fuad'ın ilk çocuğu Halil Bezmen'i henüz üç günlükken Şişhane'deki Neve Şalom Sinagoguna götürüp bilalıere sünnetini yaptırdıktan sonra, mutlu bir insan portresi çiziyordu. Bezmenler, Cumhuriyetin kurulduğundan günümüze kadar ısrarla Müslüman olduklarını söylemelerine rağmen Türkler'e karşı yine de mesafeli davranmaktaydılar. ÇÜnkü, her Yahudi dönmesi gibi gizlilik ve kast içerisinde yaşamayı Sabetaycı gelenekleri açısından kuşaktan kuşağa sürdürmek Bezmenler'in vazgeçilmezleri arasındaydı. Mensucat Santral'ın yıldızı önlenemez bir yükselişle parlarken, dedesinin adı verilen küçük Halil Bezmen aile içerisinde adeta bir prens gibi yetiştirilmekteydi. Yalılarda sürdürülen saray hayatının yanısıra her hafta düzenli olarak götürüldüğü Neve Şalom ve Beth İsrail Sinagogu, henüz ilk mektep çağına gelen Halil'in tam bir Yahudi kültürüyle yetiştirildiğinin en büyük ispatıdır. Son derece eli sıkı olan dede Halil Ali Efendi, torununun iyi eğitim alıp lüks yaşaması için özel bir hassasiyet göstermekteydi. Şöyle bir dikkat edecek olursak, ülkemizdeki Yahudi kökeniilerio büyük çoğunluğu Mekteb-i Sultani'de eğitim görmüşlerdir. Her Sabetaycı gibi bu duruma önem veren Bezmen ailesi, ilk, orta ve lise olmak üzere oğulları Halil'i, Mekteb-i Sultani'nin devamı kabul edilen Galatasaray'da okutmuşlardır. Buradaki eğitimini tamamlayan Halil Bezmen, İsviçre'deki Zürich Teknik Üniversitesi 'ni bitirdikten sonra 1961 yılında makine mühendisi olarak Türkiye'ye döner. Dedesinin isteği üzerine dünyayı tanımış, birbirinden güzel ve lüks hanımlarla mutlu beraberlikler yaşamasının yanısıra özel lisan okullarında Avrupa 'nın geçerli sayılan dillerini öğrenmiştir. Bilhassa 1964'lerden itibaren entelektüel konumu ve bilgi birikimi itibariyle fabrika, tamamİyle Halil Bezmen'e terkedilmiş durumdaydı. Görünürdeki patron babası Fuad Bey olmasına rağmen tüm aktivite çok bilmiş geçinen oğlunun elindeydi. Bu arada dillere destan bir düğünle evlenen Halil Bezmen 'in 2 yıl sonra Alara adında bir kız çocuğu dünyaya gelmiş, tıpkı kendi doğumunda olduğu gibi küçük bebeği ailece, halıarnlar grubunun mezmurlar duaları eşliğinde Neve Şalom Sinagogu 'nda kutsamışlardı. Bezmenler, Türk insanlarına Müslümanız mesajlan veririerken dinsel inançlan olan Museviliği en fanatik bir şekilde tatbik etmekteydiler. Aslında yıllar içerisinde asimile olan istisnai grup tabir ettiğimiz dönmelerin haricindeki diğer Sabetaycılann, Bezmenler'den farkları yoktu. Onlar da dini veeibelerinin gereği saydıkları özel günlerini evlerinde veya muhtelif sinagoglarda düzenli bir şek 1de kutlamaktaydılar. Zamanın akışı içerisinde ilk eşiyle arası açılan Halil Bezmen, boşandığı günlerde Selma Türkeş adında İstanbul'un gecekondu semtlerinde oturan amatör bir mankenle tanışmıştı. Hani Bezmenler, ailece kendilerine Müslümanız diyorlar ya! Bu kızın Yahudi asıllı olmaması nedeniyle oğullarının evlenmesine, kesiniikle karşı çıkmaktaydılar. Kamuoyuna açıkladıkları bahane, kızın yeterli kültür ve bilgi donanıroma sahip olmayışı gibi nedenlerdi. Selma Hanım, her ne kadar varoşlardan gelse de, akıllı bir yapıya sahip-olması nedeniyle Halil Bey'le devamlı takıldığı lüks restoranlardan birinde tanışmıştı. Alaylı olduğu halde kendini her yönüyle iyi eğittiği söylenmekteydi. Halil Bezmen'e gelince, on yıl süren ilk evliliğinin ardından kendini eğlencenin doruk noktasına ulaştığı mekanlarda İstanbul sosyetesinin arasına atmış, her gece safahat alemlerinde değiştirdiği birbirinden güzel kadınlarla ününe ün katarak, hızlı playboy diye anılmaya başlamıştı. Tıpkı Yahudilere ait muta nikahındaki gibi yakın arkadaşları arasında çapraz kurla sevgili değiştirip her gece ayn bir evde mümsöndürme, lüks gece kulüplerinde sabahlara kadar eğlenip üçlü-beşli gruplarla halvete erme gibi sapkınlıkların hepsi Halil Bezmen'in patentasındaydı. Çapkın playboy, etrafındaki bunca güzel kadına ve yaşadığı sayısız işret alemine rağmen gönlünü genç maiıken Selma'ya kaptırmıştı. Ailesinin aylar süren muhalefeti karşısında buna da bir formül bulan Halil Bey, fabrikasında çalışan iki işçiyi nikah şahidi yaparak sosyetik dünyadan kısa da olsa uzak kalmak kaydıyla Zeytinburnu Belediyesi 'nde evlenerek ikinci kez dünya evine girmişti. Babası Fuad Bey, annesi Fatma Hanım ve Bezmen ailesinin diğer fertleri oğullarının bir Türk kızıyla hayatını birleştirmesini içlerine sindiremeseler de, yeni evli karı-koca herkesi kıskandıracak kadar mutluydular. Uzunca bir müddet hızlı yaşantısına ara veren Halil Bezmen, ilerleyen günlerde eşiyle birlikte lüks mekanlarda boy göstermeye başlamıştı. Sosyete tabir ettiğimiz gece hayatının müdavimleri, ilk zamanlar Selma Hanım 'ı yadırgamalarına rağmen daha sonraları Halil Bey'in zenginliğinin hatrına onunla yakın münasebetler içerisinde olmuşlardı. Çünkü, böyle davranmalda gittikleri her eğlence ortamını bedavaya getirmekteydiler. Selma Hanım, fakir bir çevreden geldiği halde geçmişte mankenlerin dünyasında yer aldığı için sosyetik hayatın hiç de yabancısı değildi. Bu arada üzerindeki pahalı giysiler ve marka takılarla, Bezmenler'in yakın dostları Sabetaycı ailelerle de içiçe olmaya başlamıştı. Kan-koca her gece ayrı bir aile ortamında, bu insanlarla sabahlara kadar eğlenmekteydiler. Daha önce Sabetaycılığın ne demek olduğunu dahi bilmeyen Selma Hanım, sevgili kocasının sayesinde tıpkı bu dönme insanlar gibi yaşamaya başlamıştı. Eğlence, içki ve müzikli geeelerio ardından süregelen maskeli balolar pupa yelken devam etmekteydi. Bu arada hayat sürecinde fakirliğin sıkıntılı ve çileli günlerini bizzat yaşayan Selma Hanım, geleceğini garanti altına almak bakımından arka arkaya Destan, Fuad ve Burak adında üç çocuk doğurmuştu. Dede Fuad Bezmen, ikinci torununa kendi adının verilmesine rağmen gelinine karşı yine de soğuk davranışlar içerisindeydi. Ne olursa olsun, oğlunun bir Türkle evlenmesini hâlâ içine sindiremiyordu. Daha önce de belirttiğim gibi Selma (Türkeş) hakkındaki fakirlik ve cehalet bahaneleri, kamuoyuna şirin görünmekten başka birşey değildi. Fabrikanın bütün yönetimi Halil Bezmen 'in elinde olduğundan üç çocuklu kan-koca, daha rahat ve mutlu bir hayat yaşayabilmeleri için Kanlıca sahiline nazır muhteşem bir köşk yaptırdılar. Çocukların her biri için, ayrı kulelerden oluşan bölümler hazırlanmıştı. Neredeyse dört tenis sahası büyüklüğündeki bahçede, her çeşit meyve ve sebze yetiştiriliyordu. Özel köy yumurtaları bile her sabah erkenden Çatalca'daki çiftlikten getirilmekteydi. Çocuklara hizmet eden lüks giyimli dadıların hepsi Yahudi asıllı bayanlardan oluştuğu halde malikanenin kapıcısı, dört bahçıvanı, arabacısı, küfecisi, her katın temizlikçileri ve iki bekçisi çok acıdır ki Anadolu'nun muhtelif yerlerinden İstanbul'a gelmiş öz be öz Türk vatandaşlarıydı. Vergi yolsuzluğu ve tarihi eser kaçakçılığıyla devleti soyup sağana çevirip adeta saray hatayı yaşayan Yahudi dönmesi Halil Bezmen ve mahdumlarına benim ülkemin tertemiz saf insanları, karın tokluğuna hizmet etmekteydiler. Bu görkemli malikanede safahat alemlerinin ardından mum sönmüş, fener sönmüş onları hiç ilgilendirmiyordu. Çünkü bu gariban insanlar, zor şartlardaki hizmetlerinin karşılığında evlerine ekmek parası götürmek zorundaydılar. Tabii ki bu bir kader yazgısı değildir. Ne yazık ki böylesine dramatik durumlar Türkiye'de hâlâ kader yazgısı olarak algılanmakta! Bezıneniere sorarsanız, sanki bedavaymış gibi onlar birçok insana verdikleri ekmekle övünmektedirler. Ne kadar övünseler de günün birinde takke düşüp kel görününce, yıllar süren Bezmen imparatorluğu hiç beklemedikleri bir anda çöküntüye uğruyordu. Zenginliklerinin zirvesinde olan Bezmenler, öylesine azınışlardı ki köşklerinde tertipledikleri lüks eğlence partilerinin yanısıra her yaz Monaco Sarayı'nın himayesinde toplanan Kızılhaç Balosuna katılıp, yüklü miktarda bağışlar yapmaktaydılar. Üzerinden bol paralar kazandıkları Türkiye onları hiç ilgilendirmiyor, Kızılhaç'ın belirlediği yardıma muhtaç şık giysili Hristiyan çocuklarıyla birlikte, yanlarında bulunan dünya sosyetesinin güruhlarıyla hayırseverlik pazları veriyorlardı. Bu türden Hristik dayanışmalarla da yetinmeyen Halil-Selma Bezmen çifti, Sabetay Sevi'nin ruhuna atfen Kanlıca'daki köşklerinin bahçesinde "Mehtap Partisi" düzenlemişlerdi. Sıcak bir Temmuz gecesinde bütün beklentilerine rağmen ay çıkmayınca, paranın gücüyle lazerli mehtap yaratılmıştı. Tabii ki etrafıarında toplanan insanların çılgınca alkışlarının ardından sabahlara kadar devam eden eğlence fasılları, ayrı bir curcunaydı. Görüldüğü kadarıyla sahte mesih Sabetay Sevi'nin ruhu yadedilmiş, aldıkları içkinin tesiriyle kendilerinden geçereesine sarhoş olan kadınlı erkekli grupları evlerine kadar götürmek her zamanki gibi gariban Türk hizmetiilere düşmüştü. Halil Bezmen, sosyetik dostlarıyla çılgın yaşantısını sürdürürken, büyük bir aşkla bağlı olduğu sevgili eşi Selma Hanım'a 2,5 milyon dolarlık muhteşem bir gerdanlık almayı da ihmal etmemişti. Onların lüks işret tilemlerinin devamlı müdavimleri olan Yahudisi, Ermenisi, Rumu, Türkü hep bu gerdanlıktan bahsetmekteydiler. Basma da yansıyan bu takı meselesini Halil Bey, "küçük bir hediye" diye geçiştirmekle yetinmişti. Bütün bu sergüzeştçilikler dolu dizgin giderken doğuştan lüks yaşantıya alışık olan Halil Bezmen, bankalardan aldığı yüksek kredilerle tekstil alanının dışına da çıkmıştı. 1989 yılının ortalannda "Metalürji" alanında üretim yapan Rabak'ı İş Bankası'ndan satın alarak, büyük bir gövde gösterisi yapıyordu. Bu işievin ardından klor üreten "Koruma Tarım" yine İş Bankası 'ndan satın alınınca, Bezmen imparatorluğu adeta tavan yapmıştı. Ne var ki onlarca bankaya borçlu olması nedeniyle Bezmen'in bütün bu alımları, iş çevreleri ve matbuatın dikkatini çekiyordu. Gazetecilerin 1991 yılındaki ısrarlı soruları karşısında: "Evet, ben borçluluk konusunda, borçla iş yapmak konusunda önderlik yapıyorum. Borçlu olmanın bir vatandaşlık görevi olduğunu düşünüyorum da ondan. Türkiye fakir bir ülke, para az. Büyük işsizlik var. Birinin cesaret gösterip, 50 lirası varsa 75 lira borç alması lazım. Bu bir vatan görevidir” deyip işin içinden çıkmaktaydı. Halil Bezmen bütün bunları söylerken, 8 Kasım 1991 tarihinde Denizbank'a keşide edilen çeklerinin 15 Milyar 361 milyonluk koçanları karşılıksız çıkınca, ticari hayattaki ilk sarsıntısını geçirmiş oluyordu. 1992 yılının ilk günlerinde muhtelifbankalardaki çekierin arka arkaya yazılmasıyla, alacaklılar Bezmenler'in kapılarına dayanmaya başlamıştı. Aynı yılın sene sonu itibariyle tüm borçlar, 312 milyon dolara ulaşmış durumdaydı. Halil Bey zaman zaman iyimser nutuklar atsa da, iş dünyası son derece tedirgindi. İstanbul Ticaret Odası Başkanı Atalay Şahinoğlu, resmi kayıtlardaki vahim tabioyu şöyle özetliyordu: "Bezmenler' in iki yıl öncesine kadar durumları iyiydi. Özellikle çarşaf ihracatında, odukça güçlü pozisyondaydılar. Ancak Rabak ve Koruma Tarım gibi durumu iyi olmayan iki şirketin alınması ve Mensucat Santral için alman kredilerin buralarda kullanılması büyük hataydı. Borçlanarak yatırım yapılır, ama bir işletme için aldığınız krediyi, üç işletme için kullanamazsınız. Alabildiğin kadar kredi al mantığı yanlıştır.” Atalay Şahinoğlu'nun değerlendirmeleri tedirginlik içeren bir portre çizse de, bu kadar borca rağmen Halil Bezmen hâlâ ayaktaydı. Bu gücün kaynağını, tecrübeli iş adamları bile çözememekteydiler. Esasen müflis bir duruma düşen borçlu işadamını, herkesin eleştirdiği klor üreten "Koruma Tarım" dan kazanılan haksız kazançlar, sunni teneffüsle alacaklılardan koruyordu. Çünkü bu Yahudi dönmesi işadamının İski Genel Müdürü Ergun Göknel 'le büyük rüşvetler karşılığında yaptığı gizli anlaşmayı, birkaç kişinin haricinde henüz kimseler bilmemekteydi. Başka firmalar klor üreten aynı kimyasal maddeyi iski'ye kilosu 5500 liradan önermelerine rağmen, Bezmenlere ait firma 1993 fiatlan itibariyle 9.895 lira gibi fahiş rakamlarla satış yapmaktaydı. Ergun Göknet'in sorumluluğundaki iski bununla da yetinmeyip, Bezmenler'den aldığı klor fiatını bir yıl sonra 13 bin 597 liraya çıkarmıştı. Bu gizli anlaşmada alan da, satan da memnundu. Halil Bezmen; buradan elde et!iği haksız kazançlarla borçlarına devamlı yama yaptığı halde ancak bir yıl dayanabilmişti. 1993 hesaplarına göre İski'ye atılan kazık, o günün parasıyla 20 milyarı bulduğu halde Halil Bezmen 'in hiçbir derdine deva olamamış durumdaydı. Bu paralarla ancak borçlarının faizlerini ödeyebilmiş, ana para ticari tabirle yerinde saymıştı. Ancak, bu arada hiç beklenmedik bir gelişme bir nebze de olsa işe yaramış durumdaydı. Kâğıthane'deki Rabak Fabrikasının çok iyi bir fiatla satılması, Halil Bezmen'in borçlarını 320 milyondan 180 milyon dolara kadar indirmişti. Baba Fuad Bey, zor şartlarda kurduğu işletmelerini iflasa sürüklediği için oğluna karşı son derece tepkiliydi. Eski saltanatlar mazide kalmış, ailedeki herkes kurtuluş çareleri aramaya başlamıştı. Bankalar, hatır gönül ricalarıyla kısa sürdi ertelemeler yapıyorlardı. Ortalık bir müddet durulsa da Pamukbank, Yapı Kredi ve İnterbank gibi alacaklı bankalar haciz üzerine haciz gönderince iflas bayrağını çeken Halil Bezmen, 7 Temmuz 1993 tarihinde zorunlu olarak konkordatoya gitmişti. Bu durum karşısında paniğe kapılan 85 yaşındaki baba Fuad Bey'le ikinci eşi Emel Hanım, oğullarına beddualar yağdırıyorlardı. Ne var ki konkordata 'da hiçbir derde deva olamamıştı. 2 Ekim 1993 tarihinde SSK'ya olan 40 milyonluk borçları için, yıllar yılı renkli gece âlemleri tertipledikleri Kandillide 'ki malikanelerine kurum avukatlarıyla, icra memurları hacze gelmişlerdi. Bir zamanlar Sabetay Sevi'nin ruhuna "Mehtap Partileri" tertipleyen Halil Bezmen, yalvar yakar ancak üç günlük mühlet alabilmişti. Yine de insaflı davranan kurum avukatları, bir hafta sonra yeniden geldiklerinde köşk'teki eşyaların hiç birisini bulamadılar. Çünkü Bezmenler, herşeyi bir konteynere doldurup evi terketmişlerdi. Duvarları süsleyen kıymetli tablolardan bazılarını (daha önceki beyanlarında) Yahudi dönmesi Ender Mermerci ve işadamı Sakıp Sabancı'ya sattıklarını kayda geçirterek, akıllansıra günü kurtarmış oluyorlardı. Ancak, alman İstihbarata göre Halil Bezmen değeri milyonları bulan tarihi eser ve tablolarla birlikte yurt dışına kaçma hazırlıklarının içerisindeydi. Bu nedenle mali şube ekipleri, müteyakkız bir şekilde onları takip etmekteydiler. Nihayet 13 Ekim 1994 sabahı Haydarpaşa Gümrüğüne baskın yapan mali şube ekipleri, yanlarında bulunan Resim Heykel Müzesi uzmanlanyla birlikte Bezınenierin büyük bir konteynede yurt dışına kaçırmak istedikleri tarihi eseriere el koymuşlardı. Paha biçilmez eserlerin içerisinde ünlü ressamiann tabloları, sedef kakmalı antika mobilyalar, padişah tuğraları, sedef işlemeli Kuran sehpası, antik altın avize olmak üzere konteynerdeki 406 parça değerli eşyayı inceleyen uzmanları, hayran bakışlarla şaşkına çevirmişti. Böylesine paha biçilemeyen eseriere el konurken, konteynerin sahibi konumundaki Bergen şirketi yetkilileri Halil Bezmen'i tanımadıklarını, eşyaları Küçüksu'da bir evden yüklediklerini söyleyerek, müflis işadamını kurtarmış oluyorlardı. Tarihi eser kaçakçıları işi kılıfına uydurmalarına rağmen mali polis yine de soruşturmasını sürdürüyordu. İlk etapta şirketin sahibi Mehmet Nejat Bergen, tarihi eserleri saklayan aileden Enver, İrfan ve Murat Çelik ile Halil Bezmen'in mali danışmanı Nesrin Çopuroğlu gözaltına alınmışlardı. ifadelerine başvurulan bu kişiler, haklannda önemli bir bulgu elde edilemediği için bir gecelik zorunlu tecritin ardından salıverilmişlerdi. Bütün bu gelişmeler olurken, neredeyse yirmi gündür ortalarda görünmeyen Halil Bezmen'den ses seda yoktu. Polisin kuşkularına göre, eski tekstilcilerden (tefeci) iş ortağı Osman Akça'nın Denizli'deki çiftlik evinde saklandığı akla gelen ilk ihtimaldi. Yapılan tüm baskınlara rağmen, müflis işadamının izine rastlanamıyordu. Aslında alman yanlış istihbarat nedeniyle Halil Bezmen, tablolara el konulduğu günün gecesi Denizli'de lüks bir otelde değişik isimle tefeci Osman Akça'nın oğlu Rıza tarafından ağırlanması nedeniyle yakalanamamıştı. Ertesi sabah alelacele Bodrum Akyarlar'a götürülen Bezmen, karşı kıyıdaki İstanköy'e bir tekneyle ulaştıktan sonra Yunanistan'a geçmişti. Kıl payı kurtulmasını mucize gibi birşey olarak algıladığını, yanındakilere devamlı surette söylüyordu. Yunanistan' daki birkaç günlük istirahatın ardından kırk beş yaşından sonra rotayı Amerika'ya yöneiten Yahudi dönmesi Halil Bezmen, ver elini yeni dünya demişti... Aradan geçen aylar sonra baba Fuad Bezmen, oğluna olan kırgınlıklarım basma açıklarken gelini Selma'nın da çocuklarını yanına alarak New York'a gittiklerini söylüyordu. İşin ilginç tarafı, Türkiye'de İski'ye sattığı klor yolsuzluğundan tutuklanacağı için izini kaybettiren Halil Bezmen'in üzerinde tam 17 milyon dolar götürdüğünü, kamuoyu babasının açıklamalarından öğrenmişti. Hatta tabloların bir bölümünü, gitmeden önce 10 milyon dolara sattığı ilk kez belirginleşiyordu. Bu arada kapanma aşamasına gelen Mensucat Santral'ın işçileri, maaş alamadıkları için isyanları oynamaktaydılar. Halil ve Selma Bezmen ise çocuklarıyla birlikte, ünlü Greenwich evlerinin maIikanesinde saltanat sürüyorlardı. Aradan geçen zaman içerisinde ailesiyle birlikte Amerikan vatandaşlığına geçme gayretleri gösteren Halil Bezmen, hiç utanıp sıkılmadan Türkiye aleyhinde iftiralar atıyordu. 7 Ağustos 1995 tarihinde Greenwich Times'da çıkan röportajında: "Müslümanlığa dönmeden önce Sefarad Yahudilerinden oluşan aile fertlerinin İspanyol engizisyonu ndan kurtulmak için 1492 senesinde ülkeleri İspanya’dan kaçtıklarını ve Türkiye'ye yerleştiklerini söylerken; şimdi ise kendisine uygulanan mezalimden kurtulmak amacıyla Amerika’ya sığındığım dekfare ediyordu.” Bütün bunlar, Türkiye'de fabrikalar kurarak lüks hayatlar yaşayan bir Yahudi dönmesinin akıl almaz yalanlarıydı. Üstelik amcazadesi Nâzım Ali Bezmen, iki kez yurt dışına çıkıp varlık vergisini ödemediği nedeniyle kaçak yaşamasına rağmen, on üç yıl sonra geri döndüğü İstanbul'dan 1957 yılında milletvekili seçilmişti. Böylesine riyakarlıklarla Amerika'daki Yahudi lobisini arkasına alıp Türkiye'yi karalamak, Halil Bezmen'in nüvesinde var olan karakter bozukluğundan başka birşey değildir. Bu utanıp sıkılmaz adam, Greenwich Times gazetesinde yayınlanan ikinci demecinde: "Selanik kökenli olduğu için, yani kökeni Yahudiliğe dayandığından Türk makamlarınınfabrikasını iflas ettirdiğinden, tablolarının güzel sanatlara olan ilgisinden dolayı başına dert açtığını, Türkler "Köylü" sınıfını teşkil ettiklerinden böyle değerlerden anlamazlar" diyordu. Bir Yahudi dönmesinin cümle düşüklükleri ihtiva eden yalanlarla dolu ifşaatları, yenilir yutulur cinsten değildi. Adam o kadar ileriye gitmişti ki, Türkiye'de huzur içerisinde yaşayan babasını bile karalıyordu. Bu şartlarda baba-oğul arasında psikolojik savaş başlamıştı. Halil Bezmen Türk adaleti hakkında hayali yalanlar söylerken, kendisini iski davasında beraat ettiren Yahudi dönmesi hukukçulardan hemşehrisi Sahir Erman ve eşi Gül Erman'ı da töhmet altında bırakmış oluyordu. Sabetaycıların büyük çoğunluğu Bezmen'in açıklamasını kabullenmezlerken, üvey annesi Emel Bezmen basın mensuplarına şunları söylüyordu: "Ben eşim Fuad Bey adına konuşuyorum. Bu durumdan kendisi çok üzgün. Halil Bezmen dolandırzcı, ahlaksız, yalancı, düzenbaz, utanmaz terbiyesiz bir kişidir. En büyük acıyı hasta ve seksen yedi yaşındaki babasına vermiştir. Ben altmışını aşmış bir kişi olarak, bunları büyük bir üzüntü içinde söylüyorum. Eşimin bu büyük oğlu yüzünden çektiği acılan aynen yaşamaktayım. Burada ailenin birçok ferdi onun yüzünden maddi sıkıntı içinde yaşarken, o Amerika’ da keyif çatıyor. Kaçtığı Amerika’ da susup oturacağına, şimdi iğrenç yollarla ortalığı karıştırıyor. Bezmenler, beş asırdır Türk ve Müslümandır. Bu ülkede çok mutlu yaşamış, fabrikalar kurmuşlardır. Kimse onlara yan bakmamzştır. Onunla artık, bütün ailenin soyadından başka bir ilgisi ve ilişkisi yoktur. O ailesini, İski’yi, Maliye’yi, SSK’yı ve işçileri dolandırmış bir sahtekârdır.” Emel Bezmen, kocasının adına ilginç açıklamalar yapsa da "Bezmenler, beş asırdır Türk ve Müslümandır" sözleri fazla inandıncı olamaz. Eğer bu hanımefendi 'nin basma açıkladığı manadaki sözleri gerçekten samimi olsaydı, Halil Bezmen 'in çeşitli katakullilerle beraat ettiği davada Yahudi dönmesi Profesör S ahir Erman 'la eşi Gül Erman 'ı avukat olarak tutmazlardı. Türkiye'de başka avukat mı yoktu da bu yola tevessül ettiler? Demekki Sabetaycı dayanışması, her zaman ve her yerde olabiliyor. Halil Bezmen'e gelince, Türkiye'den Amerika'ya kaçarken evrakta yaptığı tahrifat nedeniyle Türk Dışişleri Bakanlığı'nın Amerikan makamlarını sürekli ikazları neticesinde 2002 Temmuz'unda malikanesinden alınarak tutuklandı. Amerika'da yedi buçuk ay hapis yatan müflis işadamı, dokuz yıllık bir kaçışın ardından Emniyet Genel Müdürlüğü 'nün özel timleri eşliğinde 22 Temmuz 2003 tarihinde Türk Hava Yollarının tarifeli uçağıyla New York'tan, İstanbul'a gönderildi. Türk mahkemelerinde elleri kelepçeli dolaştırılıp sorgunlandıktan sonra, Kartal F Tipi Cezaevi'ne kapatıldı. Buradaki koğuş arkadaşı, AKP'den milletvekili seçilen "Jet Fadıl" lakaplı Fadıl Akgündüz'dü. Halil Bezmen, sanki bunca suçu işlememiş gibi hakkında verilen bütün gıyabi tutuklama kararlarından beraat ederek, kendisinin de beklemediği sürpriz bir gelişmeyle yalnızca on üç gün hapis yatarak tahliye oldu. Bu inanılmaz durum karşısında aile yakınlarıyla, savunmasını üstlenen avukatları bile şaşkınlıklannı gizleyememişlerdi. Amerika'da Yahudi lobisine hoş görünmek için Türk adalet sistemine her türlü iftiraları atan müflis işadamı, sanki o sözleri söylememiş gibi hapisten çıkarken işi pişkinliğe vurdurup cezaevi savcısına övgüler yağdırmaktaydı. Şimdilerde eski günlerdeki gibi şatafatlı eğlence hayatında boy gösteremeyen Halil Bezmen, kendi tabiriyle inzivaya çekilmiş durumdadır. Eşi Selma Hanım' a bir zamanlar tapareasma ' sevdalanan bu hazret, boşandıktan sonra hayatının en büyük hatasını yaptığını söylüyordu. Görüldüğü kadarıyla aralarındaki aile bağları menfaate dayalı olduğundan öküz kocayınca, ortakçı çareyi aynlmakta bulmuştu. Bezmenlerin müflis prensi 'nin bu hususta gözü hiç arkada kalmaması gerekir. Zira zatıalilerinden evlilik süreçlerinde Sabetaycılık geleneklerini harfiyyen öğrenen Selma Hanım, İstanbul gecelerinde koluna taktığı çocuğu yaşındaki çıtır erkeklerle "Mehtap Kutlamalarının en aHisını yapmaktadır. Daha başka ne söyleyelim? Ataların tabiriyle üzüm üzüme baka baka kararırmış derler... ÜZEYİR GARİH VE ERBAKAN'IN DOSTLUĞU Yahudi ve Yahudi dönmeler arasında Kabbala'ya sıkı sıkıya bağlı olanlar kadar, gizliden gizliye Müslümanlığa ilgi duyanlar da vardır. Hatta hem Müslümanlığı, hem de Museviliği birlikte yaşayanlan da görürüz. Bunun en büyük örneği aile kökeni Sefarad Yahudilerine dayanan ünlü işadamı ve Alarko Boldingin patronu Üzeyir Garih'tir. Yahudi geleneklerine göre doğan çocuklara peygamberlerin isimlerinin verilmesi yasak olduğundan Garih, dünyaya geldikten üç gün sonra sünnet edilerek "Yehazel" adını almıştı. Babası Diş hekimi İzidor Ezra Garih ise, Şeyh Küçük Hüseyin Efendi 'ye bağlılığıyla biliniyordu. Hatta yedi katlı apartmanının bir katını çok sevdiği şeyh'ine tahsis etmişti. Garihler, ailece Yahudi olmalarına rağmen Müslüman bir din adamıyla içiçe yaşıyorlardı. Küçük Hüseyin Efendi, aileye dini telkinlerde bulunması nedeniyle ilkokul çağına gelen Yehazel Hezakiyer'in adını Üzeyir olarak telaffuz etmekteydi. Bu durum Yahudi aleminde fazla hoş karşılamasa da, Garih ailesi hallerinden memnundu. İlköğrenimini Beyoğlu Birinci Karma İlkokulunda yapan Üzeyir, orta ve lise tahsilini önce Saint Joseph, arkasından Beyoğlu Lisesinde tamamladı. Müslümanlığa yakın ilgi duymasına rağmen genç yaşında hahamlık eğitimi alarak, düzenli bir şekilde sinagog' a gitti. 1 95 1 yılında İstanbul Teknik Üniversitesine giren Garih'in en sevdiği hocası Necmettin Erbakan'dı. Hoca, öğrenci arasındaki münasebetler yıllar içensinde samimi bir dostluğa dönüştü. Üzeyir Garih I 955 senesinde üniversiteyi bitirdiğinde okulda kalarak, Erbakan'ın asistanlığını yapmaya başladı. Bu arada kendisi sağ sempatizanı olmasına karşın sosyal demokrat görüşleriyle tanınan İshak Alaton'la birlikte Alarko'yu kurdular. Aslında Garih' e otomobil kullanmasını öğreten, onun asistan olmasını sağlayan da Erbakan'dı. Bu nedenle Alaton gibi kurt bir Yahudi montajcı ustası ortağı karşısında, Garih'in akıl hocalığını perde arkasından yine Erbakan yapıyordu. Böylesine bir yönlendirme, genç ve tecrübesiz Garih'in kısa zamanda gelişip iş sahasında yol almasını sağladı. İki Yahudi ortak, yıllar içerisinde Alarko 'yu bir marka haline getirdiler. Üzeyir, ilk mektep çağında vefat eden isim babası Küçük Hüseyin Efendi 'nin vesikalık fotoğrafını sürekli çekmecesinde bulundurduğu gibi, her fırsatta onun Eyüp'teki mezarını ziyarete gidiyordu. Bu arada Erbakan yanlısı milli görüşçülerle olan ilişkilerinin sürmesine de özen göstermekteydi. Garih 'in bu sıcak münasebetleri hakkındaki görüşlerini, Alarko Holding'in eş başkanı İshak Alaton şöyle tanımlamakta: "1970' li yıllarda bir ara Necmettin Erbakan’zn kabinesi vardı. Milli Selamet Partisi zamanı. Hatta o zaman da hatırlıyorum, hiçbir problemimiz otmadığı gibi ithalat lisansları o{ayı yardı.-Ve Üze- - yir bunu müthiş bir melekeyle hallediyordu. Ankara’ya ’.gitâyordu '" ve derdini anlatabiliyordu. Ve sordum bir gün: "Bunu nasıl hallediyorsun?’" Çünkü dedi "Teknik Üniversite’de ben Necmettin Erbakan’ın asistanlığını yaptım.” Şimdi burada sormak gerekir; Erbakan Hoca yıllar yılı mason localarına üye olanlarla iş yapanlara ve Gayrimüslimlere karşı çıkmıştı. Peki henüz yirmi üç yaşının esrik dönemlerinde mason olan Üzeyir Garih'e ne buyurulur? Kaldı ki bu hazret, hayatının her döneminde en büyük iş bağlantılarını Erbakan 'la yapmıştır. Erbakan siyasi muhaliflerini batı kulüpçülükle ve İsHim düşmanlığıyla suçlarken, acaba kendilerini hangi kategoriye koyacak bilemiyorum. Aslında fazla düşünmeye gerek yok! Milli görüşçülere bir işaretiyle esas duruş çektiren Erbakan Hoca, 23 Şubat 2003 tarihinde Çırağan Sarayı 'nda doğuştan ayrıcalıklı biricik oğlu saçları jöleli Fatih'i evlendirmişti. Ancak, bu düğündeki pahalı organizasyonu Dalya Akkohen ve İvet Adut adlı Yahudi vatandaşların şirketlerine vermekte herhangi bir sakınca görmediği inkar edilemez gerçeklerdir. Böylesine dalavereler, geçmiş yıllarda inançlı milliyetçileri bile batı kulüpçülükle suçlayan Erbakan meraklılarına duyurulur. Sizlere gelince mübah, bizlerin en küçük hataları günah öyle mi? Piriniz bu dünyada veremediği hesaplarını ahirete havale ettiğine göre, şimdilik yapılacak birşey yok demektir. Üzeyir Garih halıarn mektebinde okuması nedeniyle Museviliğin kurallarını nasıl yerine getiriyorsa, görünüşte İslami değerkre de eğilimliydi. Ancak, bunun iş alanında yükselrnek için bir göstermece olduğunu düşünenler de vardı. Hatta Kur'an'dan sureler içeren cevşen taşıdığı da söyleniyordu. Onun bu duyarlılıklarının tam aksine şuh eşi Lih Garih, her gece vur patlasın çal ' oynasın Istanbul gecekrinin altım.üstüne getirmekteydi: Yaşınd® küçük erkeklerle ilişki kurup, vazoiiı davetlere katıldığından adı sübyancıya çıkmıştı. Genç erkeklerle yaşlı kadınların tertiplediği sapkın gecelerde otomobil anahtarlan vazonun içine atılıyor, kimin bahtına ne çıkarsa hiç itirazsız halvete eriyorlardı. Lili Hanım'ın tam tersine Tevrat'ı kusursuz okuyan Üzeyir Garih, Kur'an'daki sureleri de biliyordu. İsim babası Küçük Hüseyin Efendi 'nin telkinleri, bir nebze de olsa onu İslam sempatizanı yapmıştı. İş ortağı ve Alarko'nun eşbaşkanı İshak Alaton, ortağının bu durumuna her ne kadar alınganlık gösterse de, yaptığı önemli bağlantılar nedeniyle sesini kesiyordu. Çünkü, bir Yahudi için para her şeyden önemli olduğuna göre Alaton açısından zenginliğe giden her yol mübahtı. 25 Ağustos 2001 Cumartesi günü Üzeyir Garih ve İshak Alaton, Yahudilerin kutsal Şabat'ını birlikte kutlamışlardı. Hatta Haham İshak Haleva'nın öncülüğünde Neve Şalom Sinagog'unda yapılan ayinde, ellerinde Tevratlarıyla Musevi dostlarına gülücükler yağdırmaktaydılar. Öğleye doğru sinagog'dan çıkan Garih, özel otomobiline atlayarak tek başına Küçük Hüseyin Efendi'nin Eyüp'teki mezarına gitti. O gün, yakınlardaki Hasdal Kışiasındaki askerler haftalık izinlerine çıkmışlardı. Kimisi de mezarlığın yakınındaki Piyerloti Kahvesinde oturup, vakit geçirmekteydiler. Küçük Hüseyin Efendi 'nin mezarı başında ellerini açıp dua etmeye başlayan Garih 'in yanına sivil giysili, asker traşlı birisi yaklaştı. Bu gencin maksadı gasp olduğu için, karşısındaki tanımadığı şahıstan para istiyor, fakat onun Türkiye'nin en büyük işadamlarından birisi olduğunu bilmiyordu. İlk anda duasını bozmak istemeyen Garih, yanına yaklaşan gence yüz vermeyip fazla aldırış etmeyince farkında olmadan ilk bıçak darbesini almıştı. Göğsünden akan kanlar, mezar taşlarının beyaz merrnerierine fışkırıyordu. Gözü dönen genç arka arkaya on bıçak darbesi savurduğu işadamını öldürdükten sonra, cep telefonu ve cüzdanını alarak kaçmıştı. Aynı gün yapılan üst araması ve otopside Üzeyir Garih'in üzerinden cevşen duası çıkınca, onun gizli Müslüman olduğu ve Küçük Hüseyin Efendi 'ye kayıtsız şartsız biat ettiği anlaşılıyordu. Burada anlaşılmayan, sabah havra'da Şabat gününü kutlayıp, öğleden sonra Eyüp Mezarlığı'nda dua etmesiydi. Aslında semt sakinleri, Üzeyir Garih'in mezarlığa yıllardır gelip gittiğini söylemekteydiler. Bir insan hayatı boyunca iki semavi dinin kutsal değerlerini nüvesinde nasıl barındırabilir? HaHi anlamış değilim. Buradaki elim ölüm kadar, ünlü işadamı Üzeyir Garih 'in Eyüp Mezarlığı'nda bulunması, başta iş ortağı İshak Alaton olmak üzere Yahudi cemaatini derinden sarsmıştı. Bu duruma eşi Lili Hanım bile inanamıyordu. Çünkü, aynı günün sabahı Şabat'ı Musevi yakınlarıyla birlikte kutlamışlardı. Garih'in cenaze merasimi günü, onu çok sevenler bile soğuk bakmaya başladılar. Hatta aileye taziyeye gelenlerin arasında belirgin bir fazlalık göze çarpmıyordu. Yahudiler, kafayı kadim dostlarının üzerinden çıkan "Cevşen-i Kebir"e takmışlardı. Nasıl olur, deyip kahır içerisinde başlarını sallamaktaydılar. Bu nedenle Üzeyir Garih'in cenazesi sönük bir törenle Musevi Mezarlığına defnedildi. Definden birkaç gün sonra cinayet sanığı Hasdal Kışiası firari askerlerinden Yener Yermez, memleketi Kayseri'de yakalanmıştı. Olay gasp amaçlı olduğu gibi, çevre esnafından alman bilgilere göre Üzeyir Garih'in Eyüp'e sürekli geldiği söyleniyordu. Daha da önemlisi, Küçük Hüseyin Efendi 'nin mezarını kısa aralıklarla bakıma aldırdığı anlatılanlar arasındaydı. Bu şartlarda Üzeyir Garih de dahil, bazı Yahudiler arasında Müslümanlığı ve Museviliği birarada yaşayanların olduğunu söyleyebiliriz. Böylesine enteresan durumlar, Sabetayist olarak adlandırdığımız Yahudi dönmeler için de söz konusudur. İçlerinde Agah Erozan gibi İslamiyetle, Museviliği birarada yaşayanların var olduğunu kitabımın içeriğinde yeterince anlattığımı sanmaktayım. KrUdı ki bu insan, yüce Meclisimizde uzun seneler milletvekilliği yapmıştır. Ancak, akla mantığa sığmayan bu çelişkiler manzumesi hiç şüphesiz tartışmaya açık durumlardır. MERMERCİ VE GARİH AİLESİ Dönemin ünlü profesörlerinden Sabetayist kökenli Hasan Reşat Sığındım, sosyetenin ünlü isimlerinden Ender Mermerci 'nin babasıdır. Üzeyir Garih'in babası Ezra Efendi ile Prof. Dr. Sığındım, uzun yıllar aynı katı paylaştıkları muayenehanelerinde birlikte çalışmışlardı. Her ikisi de Küçük Hüseyin Efendi 'nin en sadık müridiydiler. Daha sonraları sırasıyla Haydarpaşa Numune Hastanesi ve Yüksek Sağlık Şiirası'nda önemli görevler alan Sığındım 'ın eşi, Bosnalı bir göçmen ailesinin kızı Cemile Hanım'dır. Bu Sabetayist ailenin biricik kızları Ender Hanım, herkesin yakından tanıdığı gibi kısa zamanda Türkiye sınırlarını aşıp, dünya jet sosyetesine girmeyi başaarıştı. Bir yarışmada "Sinema Güzeli" seçilmesine rağmen o dönemde Türk Dermatoloji Derneği'nin başkanlığını yapan babası, konumunun zedelenmemesi için kızının film sektörüne girmesine izin vermedi. Hızlı bir hayat yaşayan Ender Hanım, Vehbi Koç'un baldızının oğlu kırk yaşındaki Mehmet Mermerci'yle görünürde mutlu bir izdivaç yaptı. Bu evlilikten sırasıyla Tansa, Yosun ve Derin adlı üç kız çocuğu dünyaya geldi. Yosun Hanım, ailesinin Sabetaycı kökenierinden etkilenmiş olmalı ki, annesinin de oluruyla Yahudi işadamı Olivier Reza 'yla nikah masasına oturdu. Ailenin öncüsü konumundaki Ender Hanım, 1992'de kocasını kaybettikten sonra ilerlemiş yaşına rağmen Demirel'in hayali ihracatçı yeğeni Yahya Demirel'le uzun sayılabilecek bir aşk hayatı yaşadı. Bu durumu evli barklı kızları da bildikleri halde Ender Hanım, Yahya ile birlikte feneri her gece ayrı bir mekanda söndürüp, İstanbul gecelerine renk katıyorlardı. Daha sonra yeğen Demirel' den bıkan Mermerci ailesinin bu kural tanımaz hanımefendisi, jet sosyetenin içerisinde çalkantılı bir hayat sürdürrneye devam etti. 2006 Mayıs'ında Hollanda Yahudisi Herman Van Alkemeddyle nişanlanan Ender Mermerci 'nin bu mutlu anında en yakınında bulunan Lili Garih'ti. Ne de olsa onlar ailece baba dostuydular. Üstelik Ender Hanım da, Üzeyir Garih gibi Şeyh Küçük Hüseyin Efendi'ye bağlılığıyla biliniyordu. Bir diğer önemli anekdot ise Koç Holding'in yöneticilerinden Can Kıraç'ın eşi Nazlı Hanım, Küçük Hüseyin Efendi'nin akrabasıydı. Zaman içerisinde Üzeyir Garih, Ender Mermerci, Can ve Nazlı Kıraç şeyhlerinin Eyüp'teki mezarlığını hep birlikte ziyaret edip, ruhuna fatiha okumaktaydılar. Ender Hanım'a gelince, tıpkı Üzeyir Garih gibi hem Müslümanlığı, hem de Sabetayistliği birarada yaşamaktaydı. Ayrıca Koç ailesi, Üzeyir Garih'in elim bir suikasta kurban gitmesinin üzüntüsünü akrabaları Ender Mermerci'yle paylaşmakta herhangi bir mahzur görmemişti. Üstelik bu durumu yadırgamak gerekmiyordu. Zira Koçlar'ın gelinleri Caroline'de köken olarak Yahudi asıllıydı. Bu hususta Üzeyir Garih'e ve hiç tanımadığı Küçük Hüseyin Efendi'ye olan hayranlığını dile getiren Vehbi Bey'in ortanca mahdumu Sevgi Gönül "Sevgi'nin Diviti" köşesine 1 Eylül 2001 'de şunları yazıyordu: "Ender (Mermerci), katledilen Üzeyir Garih’in asıl adının Hezakiyer olduğunu, Üzeyir isminin babasına ait bulunduğunu, ama oğul Üzeyir’in daha sonraları adım değiştirerek babasının adım aldığını anlattı. Üzeyir Bey in hepimizi acılara boğan hunharca öldürülmesi, ziyaretine gittiği Küçük Hüseyin Efendinin mezarı başmda cereyan etmişti. Kimdi bu Küçük Hüseyin Efendi? Mistik dünyaya biraz meraklıydım. Ama bu zat-ı muhteremden bahsedildiğini hiç duymamıştım. E, ne de olsa bendeniz Hacı Bayram Veli sütalesinden gelmeyim. Dolayısiyle bazı diğer muhteremlerden haberimin olmaması normaldir, diye kendi kendimi avutmaya çalıştım. Ama bir taraftan da kimdir diye araştırmaya, soruşturmaya başladım. Şeytan bir dostum, "Ne araştırıp soruyorsun, müridi Ender Hanım burnumuzun dibinde" diye benimle bir de dalga geçti. Ailede iki Ender vardı. Biri Prof. Dr. Ender Berker, benden on iki saat küçük teyzezademdi. Diğeri ise gelin Ender Mermerci, o da diğer teyzezademin hanımıdır. Gelin Ender i yakaladım, sormaya başladım. Bana babası Prof. Dr. Hasan Reşat Sığındım ın, Üzeyir Garih’in babasının ve Doktor Salih Arazzaki’nin Küçük Hüseyin Efendinin müridi olduklarını söyledi” Burada Sevgi Gönül (Koç)'un yazılarından da anlaşılacağı gibi Yahudi Garihler'le, Sabetayist Mermerci'ler yakın aile dostuydular. Ayrıca her iki ailenin de hem İslfuniyeti, hem de Museviliği birarada yaşamaya çalıştıkları belirginlik ihtiva eden gerçeklerdir. Bu Yahudi ve Sabetayistleri bir noktada birleştiren şeyhleri Küçük Hüseyin Efendi olduğuna göre, böylesine karmaşık bir durumu ancak din alimlerinin çözümlemesi gerektiğini söyleyebiliriz. Merhum Üzeyir Garih mazbut bir hayat yaşamasına rağmen eşi Lili Hanım ve yakın dostları Ender Mermerci'nin sıradışı yaşantıları ortada iken, bu insanların müridliklerinin yanısıra din olguları da tartışılır bir durumdur. Ender Hanım bir yönüyle Küçük Hüseyin Efendi ’ nin müridliğini yaparken, diğer taraftan eğlence alemlerinde jet sosyetenin öncüleri arasında başı çekmektedir. Hal böyle olunca, bu anlı şanlı hanımefendi'nin fevkalade çelişkiler içeren yaşam felsefesi tam bir Sabetayist geleneğidir, demekten başka tanımlamada bulunamayız. SOYADINI DEĞİŞTİREN İSMAİL CEM (İPEKÇİ) O her ne kadar Sabetayistliğinin gündeme _getirilmesinden rahatsız olsa da, gerçekler çok istenilse de tarihin hiçbir döneminde gizlenemez. 1940 yılında İstanbul Teşvikiye'de Yahudi dönmesi bir ailenin eviadı olarak dünyaya gelen İsmail Cem, ilk gençlik yıllanndan itibaren sosyalizme karşı büyük ilgi duydu. Çünkü babası İhsan Bey, Nazım Hikmet ve Sabiha Sertel gibi dönmelerle yakın arkadaş olması nedeniyle İpekçi ailesinin bu imtiyazlı evladımn sol rüzgariann esintisine kapılmasından doğal birşey olamazdı. Ne de olsa bu vatan hainleri, o günlerin Türkiye'sinde İpekçilerin sinemasını özel buluşma yerlerinin karargahı haline getirmişlerdi. Baba İhsan Bey, İpek Film'deki işlerinin yanısıra İhsan (Koza) takma adıyla roman ve senaryolar da yazıyordu. Sanata olan düşkünlüğünün yanısıra Sabetayist dostlanyla biraraya gelip, onların dertlerini dinlemek vazgeçilmezleri arasındaydı. Zengin ve tanınmış bir ailenin çocuğu olmasından dolayı kendisini şanslı sayan İsmail Cem, Robert Kolej'indeki öğrencilik yıllarında direnişçi gençlerin arasında dolaşmaktan büyük haz duyuyordu. Fotoğraf makinasının lüks sayılabileceği 1950'lerin ortalannda Mühendislik Okulu Dekanı Yahudi asıllı Robert E. Butterfield'in görevden alınması üzerine nümayiş yapan ağabeylerini görüntülediği resim, eniştesi Ali Ulvi sayesinde Cumhuriyet gazetesinde yayınlanır. Genç Cem, aileden torpilli olmasından dolayı henüz hayatının bahannda iken gazetecilik dünyasına ilk adımlanın atmanın sevincini yaşıyordu. Cumhuriyet'e küçük çaplı resim ve yazılar verirken, kolej'in son sınıfında Halk Partisi Teşvikiye Ocağı Gençlik Kolu Başkanı olmuştu. Muhalefet lideri İsmet İnönü 1958 'lerin Türkiyesinde Demokrat Parti 'yi üniversitelere siyaseti sokmakla suçlarken, kendisi lise ve kolej düzeyindeki öğrencileri ocak-bucak başkanı yapmakta herhangi bir sakınca görmüyordu. Ne de olsa o salon sosyalistleri ve entelektüel kesimin desteklediği, dokunulmazlığı olan İsmet Paşa'ydı. Ak dediğine kara demek kimin haddineydi? İnsan bir kere doğuştan şanslı olmaya görsün! İsmail Cem de büyük sempati duyduğu İnönü gibi doğuştan şanslıydı. Zengin ve Sabetayist bir ailenin ferdi olması nedeniyle siyaset merdivenlerini hızla tırmanmasına kim ne diyebilirdi ki! Üniversiteyi bitirdikten sonra aday olma yaşına gelir gelmez milletvekili seçilebilmesi için alt yapı çoktan kurulmuştu. Hatırı sayılır bir servete sahip olan babası İhsan Bey'e göre, İstanbul'daki Yahudi cemaati ve Yahudi dönmelerden alınacak oylar İpekçi ailesinden iki milletvekili bile çıkarabilirdi. Daha da önemlisi maddi açıdan büyük destek verdikleri Feyziye okullarındaki öğrencilerin velileri onları en önemli oy depolarıydı. Ancak, yine de zamanı beklemeleri gerekliydi. Ve öyle de yaptılar. Aile bireylerinin oluroyla İsviçre'ye giden İsmail Cem, Lozan Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden 1963 yılında mezun olmuştu. Bu arada Robert Kolej'inden bu yana tanıdığı kendisi gibi Sabetayist bir ailenin kızı olan Elçin Trak'la evlenir. Elçin Hanım zengin bir aileden gelmesinin yanısıra Kabbala geleneklerine sıkı sıkıya bağlı bir yapıya sahipti. Babası Razi Trak, hatırlı sanayiciliğinin ötesinde Fenerbahçe Kulübünün İsmet Uluğ'dan sonra en tanınan başkanları arasındaydı. İsmail Cem, yaşının gereği Parlamentoda aktif siyaset yapamasa da bu hususa dair kafasında şekillenen duyguları şöyle yorumluyordu: "Kimse değil hissettiklerim. Dünyada bir adaletsizlik duygusu olduğunu erken yaşta kavradım. Hatta bunu anlatan "Sabahleyin Sokaklar" adlı bir şiirim ortaokulun yıllığında yayınlandı, birincilik aldı. Babam başına gelecekleri bildiği için, okulu bitirdikten sonra beni yurt dışına göndermeye çalıştı. Evlenmiştim de, Elçin’ in babasıyla ikisi "Biz her türlü imkanı sağlarız, ister Amerika, ister Avrupa, gidin master, doktora yapın dediler.” Ama, yok, memleket bzzi bekliyor dedik.” İsmail Cem, memleketin kendisini beklediğini duygusal bir açıdan tanımlasa da kafasındaki sosyalizm rüzgarları hiç kuşkusuz Sovyet rejiminden esintiler taşıyordu. Hayat akışındaki inişli çıkışlı grafikler nedeniyle Paris Siyasal Bilgiler Enstitüsü'ndeki Siyaset Sosyolojisi masterini, ancak 40'ından sonra tamamlayabilmişti. Üniversiteden hemen sonra yeğeni ve amcazadesi Abdi İpekçi'nin inisiyatifkullanmasıyla gazeteciliğe başlayan Cem, hiçbir engel tanımaksızın hızla yol alıyordu. Çok geçmeden İpekçilerin eniştesi Ali Ulvi aracılığıyla Cumhuriyet gazetesinde yazı işleri müdürü olmuştu. Ne de olsa bu gazetenin patronlarından bir tanesi de Yahudi dönmesi Berin Nadi'ydi. Her ikisi de aynı mayanın hamurundan olduklarına göre, Sabetayist dostların birbirlerine destek vermeleri kaçınılmaz bir durumdu. Berin Hanım 'ın eşi Nadir Nadi ve babası Celal Sahir Erozan, İhsan İpekçi'nin yakın dostu olmaları nedeniyle İsmail Cem Babıali camiasında kısa zamanda imparatorluğunu ilan etmişti. O günlerde Simaviler, kartel medyanın öncüsü olmadıklarından dolayı ilk sıraları teşkil etmiyorlardı. Bu durumdan pay çıkaran amcazadeler Milliyet'te Abdi, Cumhuriyet'te ise İsmail Cem (İpekçi) olmak üzere basın dünyasının borazanı haline gelmişlerdi. Onların bir işaretiyle köşe yazarları istemediklerine yükleniyor, istediklerini göklere çıkarıyorlardı. Babası İhsan ve amcası Fahir Bey ise profesör Sıddık Sami Onar'la birlikte bugünkü Işık Lisesi'nin bir kolu olan Feyziye Mektepleri Vakfı'nın kurucuları arasında yer alarak, ?abetayist camiasında söz sahibi olmanın yarışı içerisindeydiler. Tabii ki bu kurucular arasında yer alan Karakaşi kökenli İbrahim Dilber, Hasan Fikret Evsen, Halil Vehbi Eralp, İbrahim Adnan Atam, Osman Kermen, İbrahim Sıtkı Dilher ve Mehmet Mısırlı'yı hatıriamamak ne mümkün? .. İsmail Cem, dönmelik meselesine ait kendisine soru sormak cesareti göstereniere büyük bir pişkinlikle "Atatürk'ün hemşehrisi ve Selanik'li olmaktan gurur duyuyorum" deyip işin içinden çıkmaktaydı. Bu yuvarlak sözler, aslında pek inandıncı değildi. Zira kozmopolit bir kent olmasına rağmen her Selanikli Sabetayistlik kategorisine oturtulamazdı. Buradan yurdumuza gelenlerin arasında Türkler'in yanısıra Ulah, Sırp, Arnavut, Boşnak, Makedon ve Çingeneler'in varlığını gözardı edemeyiz. İsmail Cem gibi hayatı yatlarda katlarda geçmiş entelektüel bir insanın kendi özünü ıkına sıkına gizleme fobisine kalkışması, ahlaic kavramlarına külliyen aykırıdır. Çünkü, Allah'ın takdirine göre yeryüzünde hiçbir insan kendi milliyetini ve dinini asla ve asla belirleyemez. Bu bir kader yazgısı olduğuna göre, hayat yolundaki önemli menfaatler için kişinin nüvesindeki yazgıyı saklamak ikiyüzlülüğüne bürünmesi, insan karakteri açısından riyakârlığın daniskasıdır. İsmail Cem İpekçi'nin Sabetayistlik meselelerine gelince, zatıalileri her ne kadar tevil yoluna gitmeye kalkışsalar da Tmmud yasasına göre din ve milliyet dönmeliğini gizli tutanların, daha açık ifadeyle Müslümanlıkla alâkaları bulunmadıklan halde Müslüman gibi görünenlerin Sabetayist kişiler olduklarını mutlaka bilmeleri gerekmektedir. Ayrıca üstad bir mason olan amcazadeleri merhum Mehmet İpekçi'nin gömütünün Yahudi dönmelere ait Üsküdar Bülbülderesi Mezarlığında bulunması, herşeyi ayan beyan ortaya dökmektedir sanırım. Zaman su gibi akıp geçerken Bülent Ecevit'in mavi gömleğiyle fırtınalar estirdiği I 974-75 'lerde Necmettin Erbakan' ın Milli Selamet Partisi'yle koalisyon hükümeti kurduğu dönemde TRT Gene! Müdürlüğüne atanan İsmail Cem, kısa sürede büyük bir kadro değişikliğine girişti. Milliyetçi kesimden kimler varsa sorgusuz sualsiz ya görevden alındı ya da kızağa çekildiler. TRT'nin haftaIık yayın süresi 22'den SO'ye çıkarken, genellikle Yahudi propagandası içeren yabancı menşeyli filmlerle, sosyalizme övgüler yağdıran açık oturumlar ekranın vazgeçilmezleri arasında yer alıyordu. Dedesi Smoil (İsmail) Efendi eski bir halıarn olması nedeniyle torun Cem İpekçi'de onun izinden gider gibiydi sanki! Yahudi felsefesini anlatan "Benhur" ve "On Emir" gibi filmierin hiç durmaksızın gösterilmesi, bu da yetmiyormuş gibi iyi veya kötü ikinci dünya harbi yıllarındaki Polanya'daki "Sobibor" ve diğer esir kamplarını anlatan ne kadar yapıt varsa beyaz carna taşınmıştı. Yahudiler'in mağduriyeti, onların karşısında olanların zalimlikleri, devletin TRT'sinde adeta propaganda malzemesi haline gelmiş vaziyetteydi. Çünkü Sabetayist genel müdür böyle istiyor, görevliler de onun talimatları doğrultusunda vizyonu harfiyyen tatbik ediyorlardı. O çalkantılı günlerde önüne gelen dosyaları "İsmail Cem" olarak imzalayıp "İpekçi" soyadını kullanmayan TRT'nin kural tanımaz genel müdürü, muhalifleri bir yana CHP'liler tarafından bile eleştirilir hale gelmişti. Bu durum Adalet Partililer tarafından gündeme taşınınca, "Acaba Sabetayistliğini mi gizlemek istiyor?" gibilerden homurtuların ardı arkası kesilmiyordu. Hatta soyadını kullanmadığı için, devlet memurları teamülüne aykırı davranışlarda bulunması nedeniyle derhal istifa etmesi istenmekteydi. Başbakan Bülent Ecevit, bu durumun biran önce halledilmesi hususunda ısrarlı olunca köşeye sıkışan İsmail Cem, anlaşılmayan bir tuturula mahkemeye müracaat ederek "İpekçi" soyadını tek eelsede iptal ettirmişti. Bu sürpriz davranışı hayli eleştirilere neden olsa da bütün bunlara gülüp geçen bıçkın genel müdür, ısrarlı sorular karşısında "Muhaliflerimin isteklerini yapmadım" demekle yetiniyordu. Ne alakası vardı bunların? Muhalifleri, yetkili bir kuru- mun genel müdürü sıfatıyla TRT'deki evraklara adını soyadını tam olarak yazmasın istemişler, o da Sabetayist ailesinin izlerini taşıyan İpekçi'yi soyadından çıkartmıştı. Yalnızca şahsım ilgilendiren bu durum, kişinin kendi özünü ve aile kökenini inkar etmesinden başka birşey olamazdı. Genellikle bütün Yahudi dönmeler şecerelerini böyle yöntemlerle gizlediklerine göre, bu beyzade'nin soyadı Cem veya İpekçi olsa ne farkederki... Fenerbahçeli eski bir başkan olan Razi Trak'ın sevgili kızı Elçin Hanım, Galatasaraylı eşi İsmail Cem'i 4 Ağustos 2002'de yaptığı açıklamalarında şöyle tanımlamakta: "Dünyanın her yerinde yaptığı bütün konuşmalarını bizzat kendi yazar. Politika dışındaki hayatını ailesinden sonra dolduran üçlü internet, Galatasaray ve fotoğraftır. Çok az uyur, sabahlara kadar dünyanın dört bir yanından gelen maillere cevap verir, sabah internetten tüm dünya gazetelerini okumuş olarak çıkar evinden. Koyu bir Galatasaray taraftarıdır, maçları yakından takip eder. Fotoğraf ise neredeyse yaşıyla yaşıt tutkusudur. Sanatın politika yapısını bütünlediğini düşünür, ama politikada çok acı gerçeklerle uğraştığı için, sanatta-fotoğrafta daha çok soyut güzelliklere, renk uyumlarzna yönelir. Bu ypnelişi son zamanlarda qnıı dijitalfoloğrtfa götürür; Bilgisayarlabütünlüğü hoşuna gidince,fotoğraflci; ■ oynamaya başlar Hatta bu konuda bir kitaplık malzeme de biriktirir; "SayısalRüya" olacaktır adı. Türkiye’nin sergi açan ilk ve tek bakanı olmasına rağmen, o yine de Şakir Eczacıbaşı nı kıskanır; fotoğraf uğruna günler boyu dolaşabildiği için. Çok sevmesine rağmen sanata yeteri kadar zaman ayıramamaktan yakınır” Elçin Hanım, kocasını sportif ve sanatsal yönleriyle tanımlarken, her nedense aile olarak sürdürdükleri Sabetayist geleneklerden çıt yok! Bazı yıkılamayan tabuları aralayacak olursak, Yahudi dönmelerin hangi makam ve mevkiye gelirlerse gelsinler kast içerisinde yaşadıklarını görürüz. Cem ailesi de bu geleneğe riayet ederek, tıpkı diğer yandaşları gibi çocuklarını Türkler'le evlendirmemeyi prensip edinmişlerdir. Bu durum Dilherler ve Yairnanlar'da kısmen çözülse de, İpekçiler bazı istisnalar haricinde tıpkı Karakaşlar gibi dışanya kız alıp vermedikleri gibi, bilhassa erkek evlatlarını soyları devam etsin diye Sabetayist kökenlilerle evlendirmeye dikkat ederler. Buna hemen örnek verecek olursak, oğulları Kerim'i Brezilyalı Yahudi bir ailenin kızı Andrea'yla evlendirdiklerini görürüz. Kızları İpek de üç hafta ara ile Irak asıllı Shwan adında bir Yahudi'yle evlenmiştir. Bütün bunlar gösteriyor ki, bu Sabetayist insanlar topluluğu görünürde Müslüman, aile gelenekleri ve iç dünyaları açısından hilla Yahudidirler. Zaten bizler de Yahudi dönmelerden kız almaya meraklı değiliz. Yeterki, yıllar yılı nimetlerinden faydalanıp mutluluk içerisinde yaşadıkları topraklara (akıllarınca cinlik kurguları yaparak) zarar vermeye kalkışmasınlar. Benim burada bir Türk vatandaşı olarak üzüldüğüm; devlet kurumlarına sıradan memur alırken yedi ceddini araştırdığımız halde, > ,, Türkiye'de İRT GenelMüdürlüğü ve üç döpem ba,k^ık yapmış . .::J: Sabetayist kökenli birKişidekriter araraıiıayışımızdır:' Bu tuhaf durumlar devletimizin bekası açısından kabul edilemez çarpıklıklar olsa da, siyasetin iğrenç çarkları ne yazık ki böyle işliyor. Anadolu'nun bağnndan kopan ülkenin öz evlatlan ne kadar gayret gösterirlerse göstersinler üst makamlan işgal eden dönmelerin karşısında bahçıvan, odacı, sıradan memur veya şube müdürü olmaktan öteye gidemiyorlar. Çok üst düzey konuma ulaşan Türkler ise, genellikle mason Joealarının tedrisat-ı rablesinden geçmekteler. Aksini düşünmek, hayalperestlikten başka mana taşımaz. Böylesine sakat bir durum, asla kader yazgısı değildir. İnsanın kendisini doğup büyüdüğü topraklarda azınlık gibi hissetmesinden acı birşey olamaz. Bu dramatik durumlar Milli Şef İsmet İnönü'yle başlayıp, Demirel ve Ecevit'le start almışsa kimi kime şikayet edeceğiz? Mahkeme kadıya mülk değildir ama, Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana Selanik dönmelerine mülk olduğuna göre, ortada gözle görülür imtiyazlı bir durum var demektir. Yunanistan'da Kültür Bakanlığına bir Türk'ün gelmesi nasıl imkansızsa, Türkiye'de de Yahudi dönmesi ve benzeri politikacıların devlet ricalinde etkin görevlere getirilmelen söz konusu olmamalıdır. Esasen siyasette ta gençlik yıllanndan itibaren yükselmeyi hedefleyen İsmail Cem, XVIII. Dönem 1987 seçimlerinde SHP'den İstanbul Milletvekili seçilerek Parlamentoya girdi. En büyük ideali günün birinde bakan veya başbakan olmaktı. ihtilal yönetimi tarafından kapatılan CHP'nin açılmasıyla, bu partiye kaydını yaptırdı. Daha sonra Bülent Ecevit'in kurduğu Demokratik Sol Parti'ye katılarak, aktif siyaset yaşamını burada sürdürdü. Her ikisi de Sabetayist olmalan nedeniyle bilhassa Rahşan Ecevit'le fevkalade uyum içerisindeydiler. Taraflı tarafsız herkes, onu Ecevitler'in veliahtı olarak görmekteydi. Kocasının üzerinde önemli etkileri olan Rahşan Hanım, devamlı surette İsmail Cem'den yana olumlu tavırlar takınmaktaydı. Nihayet 1999 yazında kurulan DSP-MHP ve ANAP destekli koalisyonda Dışişleri Bakanı olan Cem, siyasetteki hedefine geeilaneli de olsa ulaşabilmişti. İlk zamanlarda Ecevitlerle süregelen balayı, ilerleyen dönemlerde çatırdamaya başlayınca özellikle Rahşan Hanım açısından aralannda esen soğuk rüzgarlar bir türlü dernek bilmiyordu. Zaman geçtikçe Başbakan'ın sağlığı bozulma eğilimleri gösterince, aklısıra liderliğe soyunan İsmail Cem, Ecevit'in prenslerinden Kemal Derviş ve Büsarnettin Özkan 'la gizli toplantılar oluşturup partiyi ele geçirme hesapları yapmaya başlamışlardı. Baktılar ki DSP'deki şahinler grubunu oluşturan Zeki Sezer, Tayfun İçli ve Ernrahan Halıcı gibi isimler buna izin vermeyecekler, kendilerini devletin en yüksek mevkilerine getiren Ecevit'i arkadan hançerleyerek çareyi istifa etmekte buldular. 2002 Haziran'ında Dışişleri Bakanlığı ve DSP'den fiilen istifa eden İsmail Cem, sanki tek başına iktidar olacakmış gibi Yeni Türkiye Partisi'ni kurdu. Bu arada devreye giren Rahşan Ecevit, milliyetçi ortağı Devlet Bahçeli'ye rağmen Sabetayist kökenli Şükrü Sina Gürel'i Devlet Bakanlığından Dışişleri Bakanlığına kaydırdı. Aslında İsmail Cem 'le birbirlerinin sürekli açığını arayıp kabinenin kurulduğu günden bu yana kavgalı olan Gürel Dışişleri Bakanlığı için hep fırsat kollamış, sonunda muradına ermişti. Görüldüğü kadanyla, bundan doğal birşey olamazdı. Çünkü Sabetaycı profesör bir babanın kızı olan Zekiye Rahşan Ecevit, hayat sürecinde kendi ekolünden olan insanlan devamlı surette korumuştur. Ancak, bu Sabetaycılar sahte mesihleri gibi dönek bir yapıya sahip olduklanndan, kendilerine paye verenleri hep terketmişlerdir. Özellikle İsmail Cem'in, Ecevitlerle yollarını ayırmasından sonra kurduğu tabela partisi fazla uzun ömürlü olmadı. İlk zamanlarda tutulan görkemli il ve ilçe binalan halktan yeterli ilgiyi görmediğinden, kendiliğinden kaderine terkedildi. İşierin daha fazla sarpa sarmasına göz yummayan İsmail Cem, sessiz sedasız siyaset sahnesinden çekilirken kin üzerine kurulan partilerin hiçbir zaman tutmayacağını nihayet anlamış oluyordu. Şu anda sağlık sorunlarıyla uğraşan bu zatı muhterem, eski kadim dostu Deniz Baykal'a yamanıp birşeyleri ucundan kıyısından kurcalamak istese de treni kaçırmış durumdadır. Çünkü, kendisinden başka herkes hatta onun geçmişteki en fanatik destekleyicileri bile İpekçi ailesinin bu Sabetayist evHidının siyaseten fosil olduğunu kabullenmiş görünümler sergilemektedirler. Geçmişte amcazadesi ünlü gazeteci Abdi İpekçi'nin destekleriyle önce medya, daha sonra siyaset merdivenlerini tırmanıp devlet ricalinin önemli mevkilerinde söz sahibi olan İsmail Cem, soyadını değiştirse de değiştirmese de kendi özünü hiçbir zaman gizleyemez ki! Zira her Sabetaycı'nın gizi, bir mevsimlik bahar ömrü kadardır. Doğalan gereği hepsi hasetliklerinden çatladıklan için, (menfaate dayalı hayat süreçlerinde) birbirlerinin içyüzlerini başkalarına anlatmadan duramazlar. Yoksa bizler, Sabetaycılar hakkında bu kadar derin ve detay bilgileri içlerindeki boşboğazlar olmasa, nasıl elde edebiliriz ki! .. İPEKÇİLER'İN AYKIRI ÇOCUĞU Aslen Selanik Yahudisi olan İpekçiler'in bir kolu da Tokay soyadını taşımaktadırlar. Yüksek mühendis Nejat Tokay'la Sabire Çeyrekgil evliliğinden dünyaya gelen Şefkat, Kenan ve Cemil, İpekçi ailesinin çocuklarıydı. Ayrıca Dilber, Cezzar, Germen, Mısırlı ve Tokay aileleri Sabetayist İpekçilerle yakın akrabadırlar. Daha sonraları dedesinin soyadını alan 1948 doğumlu ünlü modacı Cemil Tokay (İpekçi), aile bireylerinin tam aksine Sabetay Sevi'nin (yedi göbek evvelinden torunu olmasından) gurur duyduğunu söylemektedir. Kaldı ki İsmail Cem, bu amcazadesine nazaran hâlâ üstü kapalı söylemlerle kendi özünü gizleme çabaları içerisinde bulunmakta! Aykırı bir ruh yapısına sahip olan Cemil Bey, pos bıyıkları ve erkeksi görünümüne rağmen katıksız bir nonoştur. Yahudi dönmelerin sapkınları Adar Kuzu Bayramında nasıl mum söndürüyorlarsa, o da sayılarını unuttuğu erkek sevgilileriyle fener söndürmekle ün kazanmıştır. Son sevgilisi bıçkın delikanlı Bekir Coşar'ı herkeslerden kıskandığı gibi, onun attığı her adımı dikkatle izlediğini, magazin sayfalarının renkli köşelerinden rahatlıkla gözlemleyebiliriz. İpekçiler, umumiyetle sosyalist eğilimli bir aile olmalarına rağmen Cemil Bey'in muhafazakar çevrelerle görüşüp iş yaptığı yakımen bilinen durumlardır. Buna hemen örnek vermek gerekirse; AKP hükümeti döneminde İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Türk Hava Yolları ve PTT çalışanlarının kıyafet tasarımlarının ihalesini Cemil İpekçi almış durumdadır. Postacılarımızın üzerlerinde gördüğünüz giysilerin çizimleri, baştan sona ona aittir. Devletten kazandığı büyük paralarla renkli bir hayat yaşayan Cemil İpekçi, eğlence aleminin vazgeçilmez kraliçeleri arasındadır. Mumsöndüsünü bilemem ama, İstanbul'un nezih eğlence mekanlan onsuz bir geceyi akıllarından bile geçirmezler. Çünkü, Cemil Bey ’in olduğu her yer çılgınca gösteri ve sınırsız eğlence demektir. İpekçilerio bu aykırı çocuğunun böylesine sıradışı davranışlarının yanısıra endamı, süsü ve püsüyle büyükdedesi Sabetay Sevi 'nin sapkınlıklanm aratmadığım rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu posbıyıklı gay'ın peşinden koşan gurursuz delikanlılar, lüks mekanlarda eğlenme isterilerinin yanısıra parasal menfaatler uğruna kendilerini farkında olmadan Sabetaycı bir ahlak bunalımının içerisine itmekteler. Böylesine gayri ahlaki durumlardan olumlu örnek çıkarmak isteyenler bir akşamlarını feda edip Ortaköy'le-Dolmabahçe güzergahındaki rnekanlara uğradıklarında, gerçek rezaletin içyüzünü anlamış olurlar. İpekçiler'in akrabalanndan bir başka ünlü ise, Avrupa ülkelerinin dahi yakından tanıdığı soprano Leyla Gencer'dir. Cemil İpekçiyle, Gencer çok yakın akrabadırlar. Derin aile bağlarını, Sabetaycıların önemli günlerinde hiç aksatmaksızın yadederlerken büyük bir dayanışma içerisinde olduklan bilinen durumlardır. Aralarındaki akrabalık bağı biraz karmaşık gibi görünse de Cemi! İpekçi'nin annesi Sabire Tokay, Leyla Gencer'in halası Müesser Hanım'ın kızıdır. Son zamanlarda bu Sabetayist ailelerde bazı çözülmeler olmuşsa da, genellikle kendi aralannda yapılan evlilikleri tercih etmişlerdir. Leyla Gencer'in kayınvalidesi Afet İpekçi Hanım'ın kızkardeşleri de kendi geleneklerine sadakat göstererek, Yahudi dönmesi ailelerin erkekleriyle evlilik yapmışlardır. Hepsi de İpekçi olan bu kızkardeşler Sevim Moran, Fatma Cezzar ve Ayşe Kapancı soyadlarını alarak, Sabetaycı geleneğin ilkelerini harfiyyen sürdürmüşlerdir. Baba tarafından Yahudi dönmesi olan ünlü soprano Leyla Gencer'in annesi ise PolonyalIdır. Osmanlı dönemindeki Avrupa ülkeleri arasında en çok Yahudi'yi barındıran krallığın da Polonya olduğunu, tarihi kaynakların verilerinden açıklıkla gözlemleyebiliriz. Tekzibe mahal bırakmayan bu hususa dikkatimizi çektiğimizde, Leyla Hanım da gerçekleri tevil yoluna gitmeyecektir sanırım. Ünlü sapranonun annesinin Polonya Yahudiliği meselesine gelince: "Annesi, Alexandra Angela Minakovska ; Polonyalı aristokrat bir aileden. Son derece dindar. Her akşam Meryemanaya mum yakıyor ama Müslüman bir aileye gelin geldiği için de başını örtüyor. Prensiplerine çok bağlı, hep biraz yabancı. Sert ama çok duyarlı. Evde piyano çalıyor, bol bol kitap okuyor. Güzelliklere, inceliklere, en çok da öğrenmeye meraklı. Keyiflendiğinde Lehçe şarkılar söylüyor gitar eşliğinde. Bir de hiç yakınmadan köşk’ ün eksik olmayan konuklarını, kocasının soyunu sopunu ağırlıyor. Mükemmel* bir ev sahibesi.” İpekçi ailesinde bu türden dışarı kökenli gelinler sürekli olmasına rağmen, istisnalar haricinde büyük çoğunluğu Sabetay cı geleneklerinden taviz vermemişlerdir. Ailede generallerin, devlet adamlarının yanısıra birçok bürokratlar da vardır. Bunlardan en önemlisi, Türkiye Cumhuriyetinin ilk kadın Emniyet Müdürü Feriha Sanerk'tir. Selanikli Sabetaycı bir aileden olan Feriha Hanım ve eşi Adnan Sanerk, Cemil İpekçi'yle anne tarafından yakın akrabadırlar. Sanerk'lerin kızlan Emniyet Müdürü Nurdan Hanım ise, milli judocu ve halen Afyonkarahisar Emniyet Müdürü olan Natık Canca ile evlidir. Bütün bu zincirleme bağlantılar diğer Sabetaycı ailelerde olduğu gibi, İpekçilerde de sayınakla bitmez. İsmail Cem her ne kadar birtakım şeyleri tevil yoluna gitse de, ailenin aykırı çocuğu Cemil İpekçi nonoş ruhlu olmasına rağmen (hakikatları saklamadığı için) onun yıktığı tabulara kim ne diyebilir ki? Ancak, hemcinsleriyle hayata geçirmek istediği evlilik isterileri, Türkiye'nin şartlarıyla örtüşmeyen durumlardır. Hiçbir Türk'ün kabullenemeyeceği erkek erkeğe nikah fıkrini asla ve asla tasvip etmediğim gibi bu ülkenin, İpekçilerin** atalarının yıllar önce geldikleri kozmopolit Selanik olmadığını hatırlatmak isterim. Çünkü, Türkiye Cumhuriyetinin insanları Osmanlı İmparatorluğunun kurulduğu günden bu yana şerefli bir maziye sahiptirler. Ecdad yadigan olan böylesine tarihi şerefi etnik kökeni nereye dayanırsa dayansın, hiçbir sapkının zedeleme hakkı olamaz... MESUT YILMAZ'IN BABAANNESİ KIRIMLI Tuzcuoğulları Rize'nin tanınmış ve köklü ailelerindendir. Karadeniz yöresinde kime sorarsanız bilmeyen yoktur. Bu ailenin büyüklerinden Ankara'da oturan Esat Tuzcuoğlu'yla yirmi yıla yakın bir tanışıklığımız vardır. Hatta çok zaman güncel konular ve siyaset üzerinde sohbetlerimiz olmuştur. 1989'da Anavatan Partisi'nden Çankaya Belediye Meclis Üyeliğine birinci sıradan kontenjan adayı olduğu halde seçilememişti. Hemşehri olmalarına rağmen Mesut Yılmaz'ı hiç sevmiyor, babaannesinin Rus asıllı olduğunu söylüyordu. Samimi sohbetlerimiz esnasında bahsettiği kadın (Sonya) Demokrat Parti dönemi Devlet Bakanı Yusuf İzzet Akçal ve Mesut Yılmaz'ın babası Hasan Yılmaz'ın annesiydi. Tabii ki bu tanımlamaya göre, Yusuf İzzet Akçal'ın oğlu dönemin Turizm ve Tanıtma Bakanı Erol Yılmaz Akçal'ın babaannesi oluyordu. Bütün bunlan Esat Tuzcuoğlu'ndan dinlerken, Mesut Yılmaz'a olan kızgınlığına veriyordum. Ancak, son derece dürüst bir kişiliğe sahip bu insanın yalan söylemesi mümkün değildi. Üstelik Rize, çok küçük bir il olması nedeniyle herkesin birbirini tanıması mümkündü. Bütün bu değerlendirmelerden yola çıkarak, yıllar içerisinde daha detay bir araştırmaya koyuldum. Araştırmacı yazarlığın kuralı gereği ne kadar inansam da, bir kişinin anlatımlanyla yetinmem söz konusu olamazdı. Eski Başbakanlardan (48-53-55'nci dönem) Mesut Yılmaz'ın dedesi Vassapların Ahmet Efendi, doğum yeri Çayeli'nde zor şartlarda yaşadığı için para kazanmak gayesiyle Rusya'ya gider. Genellikle Türkler'in ve Kınm Tatarlan'nın yoğun olduğu bölgeye geçerek, burada çıraklıktan ustalığa kadar fırıncılık yapmaya başlamıştı. Çarlık Rusyası 'nın esintileri hüküm sürmesi nedeniyle Kırım'da Türklerin yanısıra Yahudi kökenlilerle, sayılan az da olsa Ermeniler oturmaktaydılar. İlk zamanlar çalıştığı fırında yatıp kalkan Çayelili Ahmet, çevresini tanımaya başlayınca başını sokacak bir eve taşınmıştı. Bekar olması nedeniyle oturduğu mahalledeki birbirinden güzel kızlar, ona ilgi duymaktaydılar. Zaman ilerledikçe çalıştığı fırında ustalaşan Ahmet, her sabah ekmek almaya gelen kendisinden on yaş küçük Yahudi kızı Sonya'yı gözüne kestirmişti. Bazı kaynaklarda bu hanımefendi 'ye Ermeni denilse de, tamamiyle afaki olan savlar kesinlikle doğru değildir. Tarihi kaynakları dikkatle incelediğimizde Nadya, Sara, Lida ve Sonya gibi isimleri, genellikle o yılların Rus Yahudilerinde görürüz. Kaldı ki Ermeni bayanlar Şuşan, Hermine, Clara ve Meri gibi isimler taşımaktaydılar. Takriben sekiz yıl kadar Kırım'da çalışan Vassapların Ahmet, yeterli kazancı sağladıktan sonra Sonya ile birlikte Türkiye'ye gelerek Çayeli'nin Cimil Köyüne yerleşir. Aslında o yıllarda sınır yakın olduğu için buradaki köy ve kasabalarda, Rusya'dan gelen pekçok Ermeni ve Yahudi kızı kalıyordu. Zaman içerisinde bazılan Türklerle evlenip, mutlu birer yuva kurmuşlardı. Aynı evde birlikte yaşadıklarından dolayı Vassaplarm Ahmet de sevgilisi olan Kınm Yahudisi Sonya ile evlenerek, dünya evine girmişti. Daha sonraları "Ayşe" adını alan bu hanımefendi, Yahudi kökenli olması nedeniyle bölgedeki Hristiyan ve Musevi dönmelerin kolayca anlaşılmaları kaydıyla Çayeli nüfus idaresindeki kaydına "Mühtedi" diye şerh konularak, kafa kilğıdım almıştı. Çayeli ’ndeki fırıncılık işlerinden yeterli verimi alamayan genç evli çiftler, birkaç yıl kadar burada kaldıktan sonra İstanbul' a gitmeye karar verdiler. İlk geldiklerinde kısa bir hocalama devresi geçirmelerine rağmen kendilerini çabuk toparlayıp, Karaköy'deki Tatlıcılar Han'ın yanındaki fırını kiralayarak ekmek, kuru pasta, börek, çörek yaparak satmaya başladılar. Kan-koca çok iyi sanatkar olduklarından, kısa zamanda bol kazançlar elde etmişlerdi. Üstelik kiraladıkları iş yerinin sahibi, Sonya Hanım gibi Yahudi asıllı olması nedeniyle kiracılarından yüksek paralar alınıyordu. Ünlü soprano Leyla Gencer'in dedesi olan bu zatın fırınında on yıldan fazla kalan Ahmet Bey'le Ayşe Hanım, zengin denilebilecek bir konuma gelmişlerdi. Bu arada sırasıyla Havva, Zeliha, Yusuf İzzet (Akçal), Hüseyin (Yılmaz) ve Hasan (Yılmaz) adında beş çocukları olmuştu. Bu çocuklardan üçüncüsü olan Yusuf İzzet'e, Sonya Hanım'ın Kırım'da ölen babasının adı verilmişti. En küçük erkek evlatları Hasan Yılmaz ise Mesut ve Turgut Yılmaz'ın babalarıdır. Yusuf İzzet Akçal' a gelince, Anadolunun muhtelif şehirlerinde hakimlik yaptıktan sonra, Demokrat Parti'den politikaya atılarak Adnan Menderes kabinesinde Devlet Bakanlığı yapmıştır. Şimdi burada bazı çevrelerin kafaları karıştırdığı gibi sevelim sevmeyelim, Mesut Yılmaz'ı Sabetaycılıkla suçlayamayız. Çünkü, babaannesi Sonya Hanım'ın Rus Yahudisi olması Yılmaz ’ ın tercihi değildir. Üstelik Kırım bölgesi, Selanik'ten çok uzak olması nedeniyle oradaki Yahudilerin arasında Sabetaycılığın ne demek olduğunu bilen bile yoktu! Ancak, her Yahudi gibi kutsal kitapları Tevrat'a inandıkları kaçınılmaz bir gerçektir. Ne var ki Medeni Kanunun çıkmasıyla birlikte Sonya Hanım'ın nüfusundan "Mühtedi" kaydı kendiliğinden iptal olmuştur. Üstelik bu hanımefendi "Ayşe" adını alarak Müslüman olduğuna göre, ortada sorun kalmamış demektir. Ben hiçbir zaman görüp tanımadığım Mesut Yılmaz'ın savunucusu olmadığım gibi, vicdamının sesini dinleyerek doğruları yazmaktan yanayım. Zira bazıları gibi atıp sallamak, sermayesi olmayan işlerdir. Eski Başbakan Mesut Yılmaz'ın annesi ise Saraybosna muhacirlerinden Raşit Özbarlas'ın kızı Güzide Hanım'dır. Özbarlas, Isparta nüfusuna kayıtlı olmasına rağmen Hasan Yılmaz'ın İstanbul'dan mağaza komşusudur. Kendisinin Saraybosnalı olması, hiçbirzaman Sabetaycılık anlamı taşımaz. Üstelik hakkında böyle bir bulgu da yoktur. Raşit Özbarlas, Hasan Yılmaz'ı çok sevmesi nedeniyle kızı Güzide'yi onunla evlendirmişti. Bu evlilikten Mesut, Turgut ve Nilüfer Yılmaz kardeşler dünyaya gelmiştir. Mesut Yılmaz'ın babaannesi Sonya Hanım ve anne tarafına yeterince açıklık getirdikten sonra, çıktığı her platformda "Ben hakiki Rizeliyim" demesine katılmamız söz konusu olamaz. Çünkü kendisi İstanbul doğumlu, babaannesi Kırımlı, anne efradı Saraybosnalı olduğuna göre bu çok bilinmeyenli denklemin cevabını Mesut Bey'in vermesi gerekir. Hemşehrilerinin sözlerine bakarsak, Rizeli kaptan olmak için orada doğulmasını şart koşuyorlar. Ne var ki Mesut Bey halktan aldığı yetersiz oylarla siyaseten devre dışı kalıp politikayı bırakmasına rağmen, yine de kaptanlıktan vazgeçmiyor. Bütün bu genellerneleri bir yana bırakırsak, mühim olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaktır. Sonya Hanımm 'ın torunu Mesut Yılmaz'da İstanbul doğumlu Türk vatandaşı olduğuna göre ortada sorun yok demektir. Bu nedenlerden dolayı kafa karıştırıcılar hâlâ öküzün altında buzağı aramaya çalışmasınlar. SABETAYİST PROFESÖR CEVAT BABUNA HAKKINDAKİ MUMSÖNDÜ İSNATLARI 1924 (1340) yılında Köprülü'de dünyaya gelen Prof. Cevat Babuna'nın baba tarafı Selanik ve Üsküp dönınelerindendir. Annesi Nazire Hanım ise Selanik'li Sabetayist bir ailenin kızıdır. O yıllarda Köprülü (Üsküp), Selanik'ten sonra Yahudi dönmelerin en büyük merkezleri konumundaydı. Babuna'nın teyzeoğlu ünlü Prof. Sabahattin Zaim de Selanik doğumludur. Zaim'in annesi Saime Hanım da Selanik dönmesidir. Zaim'in eşi Ulya (Cıngıllıoğlu) da Sabetayist bir ailenin mensubudur. Ailedeki diğer ünlü isim ise yazar Leyla Neyzi'dir. Kökleri böylesine dönme bir aileye uzanan Prof. Cevat Babuna, bilhassa TGRT'de uzun süreçli muhafazakar programlar yaparak, kendisini milliyetçi kesimin akil bir insanı olarak göstermekteydi. Ancak, 1960 yılında evlendiği Sernin Hanım, Sabetayist bir aile olan Ataman'ların kızıydı. Bu arada Cevat Babuna 1999 yılının ortalanndan itibaren Adnan Oktar'ın başkanı olduğu Bilim Araştırma Vakfı'nın konferansLarına katılırken, ailenin tek erkek eviadı Dr. Oktar Babuna da dinleyici sıfatıyla gelip, bazı üyelerle görüşüyordu. Hatta Sernin Babuna, Adnan Oktar'ın yargı sürecindeki zor zamanlarında yazılı açıklamalar yaparak "Sayın Adnan Oktar'ı böyle pırıl pırıl vatan evlatlarına güzel örnek olduğu için kutluyor, seviyoruz" sözleriyle bu gruba açıktan destek vermekteydi. Daha da önemlisi Cevat Babuna, Adnan Oktar'ın kitaplanndan alıntılar yaparak televizyon programlarında yorumlar yapıyordu. Babuna ailesi, Adnan Hoca grubuyla o kadar içli dışlı olmuşlardı ki oğulları Oktarjn rahatsızlanması sürecinde, ilik nakli için gerekli kanın bulunabilmesi için Türkiye'yi ayağa kaldırmışlardı. Bu hususta hergün kampanyalar düzenleniyor, Oktar Babuna için herkes seferber oluyordu. Zaman içerisinde Babuna ailesinin dört kızı da Adnan Hoca'nın Bilim Araştırma VaVakfı grubuna katılınca, Cevat Bey ve eşi Sernin Hanım geçmişte ittifak yapıp övdüklerini eleştirmeye başladılar. Olay öyle bir reddeye gelmişti ki evlatlar, babalan ve anneleriyle aynı apartmanda oturmalarına rağmen birbirlerine girmişlerdi. Sernin Babuna, çocuklarının beyinlerinin yıkandığı ve kendi iradeleriyle hareket edemedikleri gerekçesiyle Adnan Hoca'yı mahkemeye vermekle yetinmeyip, en ağır şekilde cezalandırılmasını istiyordu. Bu aşamada bir bakıma eski dostlar, birbirlerine düşman olmuşlardı. Başta Oktar Babuna olmak üzere ailenin kızlan Ceyda Ertüzün, Eda, Hüma ve Tuba Babuna babalarıyla annelerini Sabetayistlikle itharn edip "Kuzu Bayramı" (Mumsöndüye) düzenli şekilde katıldıklannı, Tevrat'ı her ikisinin de ezbere bildiklerini söylemekteydiler. İlk etapta hızını alamayan kızkardeşler; anneleri, Adnan Hoca hakkındaki şikayetini geri çekmediği için l3 Ekim 2006 tarihinde Adalet Bakanı Cemil Çiçek'e dilekçe gönderiyorlardı. Bu dilekçe aynen şöyleydi: "Adalet Bakanlığı Makamına Biz Ceyda Ertüzün, Hüma Babuna, Tuba Babuna ve Eda Babuna, İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi huzurunda 2006126 numaralı Bilim Araştırma Vakfı davasında tanıklık yapan Lütfiye Sernin Babuna’nın 4 kızıyız. Annemiz Sernin Babuna nın iddiaları tamamen gerçek dışıdır. Her birimiz reşit, eğitimli, aklı başında insanlanı. Kendi kararlarımızı kendimiz alırız. Kimsenin baskı, zorlama veya başka bir hukuk dışı davranışına maruz kalmış değiliz. Babamız ve kardeşimiz Oktar Babuna, zaman zaman Bilim Araştırma Vakfı' nın konferansLarına konuşmacı olarak katılırlar. Bilim Araştırma Vakfı'nın bu toplantılarına birçok devlet büyüğümüz akademisyenler de katılmaktadır. Adnan Oktar’ ı şahsen tanımamakla birlikte, ülkemizde ve dünyada !eveccüh gören eserlerini ve fikirlerini çok takdir ediyoruz. Bilim Araştırma Vakfı camiasından ise babamız ve kardeşimizin konferans çalışmaları vesilesiyle tanıdığımız birkaç kişi bulunmaktadır. Ancak, vakıf çevresiyle bunun ötesinde bir bağlantımız bulunmamaktadır. Bilim Araştırma Vakfı çevresinden tanıdığımız kişiler son derece aklı başında, medeni, kültürlü, vatansever, güvenilir, güzel ahlaklı insanlardır. Hiç birinden en ufak bir kötü davranış görmedik. Bizim ve aifemizin diğer üyelerinin bu kişilerden en ufak bir şikayetleri olamaz. Ailemizin, Bilim Araştırma Vakfı davası ile hiçbir ilgisi bulunmayan aifevi meselelerimizi mahkeme huzuruna taşıması ve asılsız iddialarla adaleti meşgul etmesinden son derece rahatsızlık duyuyoruz. Annemizi bu uygunsuz davranışa iten kişi, bir süredir kendisiyle görüşmekte olan yaşlı bir bayan avukattır Bu avukat kadın, annemizin yaşlılığından, saflığındanfaydalanarak onu provake etmektedir. Bu davada annemizi kullanmaya çalışmaktadır Bizler, bu konuyla ilgili olarak Haziran ayında İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesine yazdığımız bir dilekçede bu tehlikeden söz etmiş ve mahkemeyi kendi menfaalleri için ailemizi bu davanın içine çekmeye çalışan bu kişilere karşı uyarmıştık. Bugün üzülerek görüyoruz ki annemiz Sernin Babuna, kendi çıkarları için insanlara iftira atan ve attıran bu kişilerin oyununa alet olmuş durumdadır. Bu sebeple, yaşlılığından dolayı muhakeme gücü iyice zayıflayan ve kendisini yönlendiren kişilerin vaatleri ve telkinleri neticesinde "ne söylenirse yapacak" bir hale gelmiş olan annemiz L. Semin Babuna’ nın gerçeklerle hiçbir ilgisi bulunmayan iddialarına itibar edilmemelidir. Saygılarımızla bilgilerinize arz ederiz." 13 Ekim 2006 Kızkardeşler, yalnızca annelerini itharn eden dilekçeyle aile sırlarını bir nebze olsun korumaya çalışırlarken, babasıyla akılalmaz polemiklere giren Dr. Oktar Babuna, davadan feragat etmedikleri için aynı tarihte Adalet Bakanı Cemil Çiçek ’ in dikkatine sunulmak üzere şu dilekçeyi yazıyor ve Sabetayist annesinin bahçıvanlan Cabir Efendi'nin oğlu Ersan Altmışık'a cinsel taeizde bulunduğunu ihbar ediyordu: "Adalet Bakanlığına İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesinde görülmekte olan Bilim Arattırma Vakfı davasında oynanan çirkin bir oyuna, annem Semin Babuna alet edilmiştir. Annemin zafiyetlerini suistimal eden yaşlı bir avukat kadın, annem Sernin Babuna’yı 2006126 esas sayılı bu davada yargılanan kişiler aleyhinde uydurma suçlamalarda bulunmaya ikna etmiştir. Annemin neden ve nasıl böyle bir oyuna alet edildiğini açıklamadan önce şunu özellikle belirtmek isterim ki, bu davada yargılanan Bilim Araştırma Vakfı camiası mensuplarının bana veya ailemize yönelik hiçbir yasadışı davranışları söz konusu olmamıştır. Ne benim, ne ailemin BAV davasında yargılanan kişilerden hiçbir mağduriyetimiz yoktur. Ben Bilim Araştırma Vakfı mensuplarını zaman zaman davelli olarak katıldığım konferanslardan tanıyorum. Benim ve ailemin bunun dışında Bilim Araştırma Vakfı ile herhangi bir fiili bağlantımız yoktur. Adnan Oktar la medyada daha önce defaatle açıkladığım gibi Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde bulunduğu sırada tıp fakültesi öğrencisi olarak yaptığım staj sırasında tanışmıştım. Hepsi son derece aklı başında insanlar. Kendilerinin en ufak rahatsız edici bir davranışlarına şahit olmadım. BAV mensupları aleyhinde iftirada bulunması için tahrik edilen annem vicdanından yana olduğu dönemlerde, şu konuşmaları yapmıştır. "Sayın Adnan Oktar ı böyle pırıl pırıl vatan evlatlarına güzel örnek olduğu için kutluyor, seviyoruz. Başta Sayın Adnan Oktar olmak üzere bir vakfa mensup olan tüm insanlar, son derece güzel ahlaklı, haysiyetli, milletine ve vatanına bağlı, sevecen, devletine karşı itaatte kusur etmeyen pırıl pırıl vatan evlatları. Hem benim eviadım hem de bu camia mensuplarının Türkiye'nin geleceği için ahlak ve kültür olarak üstün vasıflara sahip, çok önemli değerler olduğuna inanıyorum." Annem ve babamla aynı apartmanda altlı üstlü oturuyoruz. Ben, alt katta kardeşlerimle birlikte kalıyorum. Annem ve babam ise üst katta oturuyorlar. Günde hiç değilse birkaç defa görüşüyoruz. Ailemizle görüştürülmediğimiz iddiası kesinlikle doğru değildir. Benim hastalığım döneminde annem ve babamın en küçük bir annelik ve babalık hisleri taşımadıkları ortaya çıkmıştır. Örneğin babam, benim için "nasılsa ölecek’ düşüncesiyle tedavime para harcamayı "gereksiz bir masraf’ olarak nitelenıiştir. Annem ve babamın şimdi ortaya çıkıp da müşfik aile pozlarına girmeleri ibret vericidir. Annem ve babamın BAV mensuplarına ve Adnan Oktar’a karşı husunıetli bir tavır içine girmelerinin altında yatan temel neden hasettir. Babam üç sene boyunca TGRT isimli televizyon kanalında hergün gerçekleştirdiği sabah programlarını Adnan Oktar ın "Harun Yahya" müstear ismiyle kaleme aldığı kitaplarından hazırlamıştır. Yıllarca TV de başkasının kitaplarından hazırladığı programları, kamuoyuna kendi araştırmaları gibi sunmuş ve sahiplenmiştir. Kendisi bu çapta bir bilgi birikimi ve yazma becerisi olmadığı için Sayın Oktar a haset etmektedir. Bunu defalarca ima etmiştir. Öyle ki babam "Bitimden" İmana" isimli kitabını, kelime kelime Adnan Oktar’ dan kopyalamıştır. Üstüne kendi ismini ve akademik ünvanım koyduğu bu kitap, tam bir bilim hırsızlığıdır. Bir yandan Adnan Oktar hakkında iftiralar düzmesi, bir yandan ise Oktarın eserlerini kelime kelime kopyalayıp intihal yapması, babamın nasıl dengesiz bir ruh hali içinde olduğunu belgeleyen açık bir çelişkidir. Şunu da ekleyeyim ki, 1987 yılında kısa bir süre gördüğüm Adnan Oktar’ la beni tanıştıran da babamdan başkası değildir. Babamın çocukluğunda başından geçen sıkıntılardan kaynaklanan kişilik yapısında önemli bozukluklar vardır Etrafına ve ailesine karşı son derece sert ve zaman zaman acımasız olabilen davranışları, kendisini tanıyan herkes tarafından iyi bilinmektedir. Örneğin yıllarca hepimize bakan anneannem ağır hastaianmış ve yatalak hale gelmişti. Birgün solunumunda oluşan bir sorun nedeniyle bağutma noktasına gelmişti. Kızkardeşlerim hemen yan odada maç seyretmekte olan babamdan yardım istemelerine rağmen, babam istifini bozmamış "o zaten yaşlı, ölecek" diye cevap vermişti. Babamın kişilik bozukluğu, yaşlandıkça artarak devam etmektedir. Maalesef bunama belirtilerinin de tabloya eklenmesi nedeniyle birbirine tamamen zıt ve hiçbir mesnedi olmayan davranışlar sergilemektedirler. Annemin de hiç kimseye verebileceği birfazilet dersi yoktur. Eski bahçıvanımız Cabir Altınışık’ın zihinsel özürlü oğlu Ersan Altınışık’a yönelik cinsel suistimalierini Babuna Ailesinde utançla hatıriamayan yoktur. Ne yazık ki yaşlı bir bayan avukat, annem ve babamın bu durumlarından istifade etmeye çalışarak ve saflıklarından da faydalanarak, özellikle annemi kullanmaktadır. İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen 2006!26 esas sayılı davanın sanıklarını mahkum ettirmeye çalışan ve bu durumdan menfaal uman çevre, anne ve babamı çeşitli vaadlerle, saflıklarından ve kişiliklerindeki zaaflardan da yararlanarak kandırmaktadzrlar. Annemin ve babamın tamamen aile içi sorunları mahkemeye taşıması ve hukuksuz iddialarıyla adaleti meşgul etmesinden son derece rahatsızlık duyuyorum. Saygılarımla bilgilerinize arzederim” 13.10.2006 Dr. Oktar Babuna Bu fevkalade ve akılalmaz ifşaatlar ne yazık ki, Adalet Bakanlığı kayıtlarına geçmiş durumdadır. Baba oğul ve kızkardeşlerin aile içi meseleleri Dr. Cevat Babuna'nın Sabetayistliğini ortaya çıkarırken, anneleri Sernin Babuna 'nın da Ersan Altınışık'a uyguladığı cinsel tacizden dolayı (kendi oğlunun itirafıyla) sübyancılığını gözler önüne sermiştir. Bu kitabın yazan olarak ne Adnan Hoca'yı tanınm, ne de Oktar Babuna'yı! Burada belgeler konuştuğuna göre, mühim olan savcılık kayıtlan ve Adalet Bakanlığına ibraz edilen dilekçelerdir. Bunları yazanlar, üst düzey tahsil yapmış insanlardır. Hatta ailenin en büyük kızı Ceyda Hanım'ın, dönemin DYP Milletvekili Tevfik Ertüzün'ün eşi olduğunu gözardı edemeyiz. Anlaşıldığı kadarıyla evlâtlar, baba ve annelerinin Sabetayist anlayışı içerisindeki yaşantılarından bıkmış usanmış olmalılar ki, bu sapkınlığa bir son vermek istiyorlar. Ancak bu çarpık durumlar kamuoyu önünde değil, aile içerisinde halledilmesi gereken meselelerdir. Ne var ki annebaba evlâtlannı, evlatlar da anne-babalarını suçlamaktan bir türlü vazgeçmemektedirler. Anlaşılan meseleyi kendi aralarında halledemedikleri için konu savcılığı da aşarak, Adalet Bakanlığı bünyesine kadar taşınmış. Burada herhangi bir zorlamanın olmadığı apaçık ortada! Nedenine gelince; dilekçeyi yazan kardeşlerin hepsi de otuz yaşın üzerinde olduklan gibi, konumları itibariyle meslek sahibi elit insanlardır. Dr. Oktar Babuna, babasının ve annesinin Bilim Araştırma Vakfı davasında geri adım atmayışları üzerine Adalet Bakanlığına ikinci bir dilekçe vererek, tüm aile içi dengeleri deyim yerindeyse altüst etmiştir. Daha da önemlisi İstanbul Cumhuriyet Savcılığı ve Adalet Bakanlığına gönderdiği babası Cevat Babuna'nın kadın giysili, yüzü gözü boyalı, afro saçlı iki genç erkekle çekilmiş fotoğrafı, Sabetayistlik suçlamalarını fersah fersah aşan olumsuzluklardır. Bu fotoğrafta gay görünümlü iki genç, Osmanlı efesi kıyafetli ve kaytan bıyıklı Cevat Babuna'yı yanaklarından şapur şupur öpmektedirler. Tabii ki üzerlerindeki eteklik de, Amerika'da hayatlarını sürdüren gençlerin kadınsı görünümlerine ayrı bir çeşni katmakta! Aile albümlerindeki mahremiyeti, bütün tabuları yıkarak sansasyonel hale getiren Dr. Oktar Babuna'nın sözlü, yazılı ve resimli ifşaadlarıyla babasını kulamparalıkla suçladığı intibaları, hiçbir tekzibe mahal bırakmaz. Burada açıklıkla dekIare edilen belgelerde öküzün altından buzağı mı çıkacak derken, koca bir camuz'un çıkması uluslararası bir profesör açısından son derece ayıplı gelişmelere gebedir. DR. OKTAR BABUNA BABASINI Babunalar, ailece altlı üstlü otunnalarına rağmen aralarındaki önlenemez sürtüşmeler dolayısiyle evHitların isyan noktasına gelmeleriyle, bütün kirli çamaşırlar birer birer ortaya dökölmeye başlamıştı. Dr. Oktar Babuna, babasının albümünde sır gibi sakladığı fotoğraflarından en dikkat çekenini savcılık ve Adalet Bakanlığı makamına ibraz edince, Bilim Araştırma Vakfı 'mn aleyhinde seyreden dava içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Bu fotoğrafta kafasında fes, Osmanlı efesi kıyafetli Prof. Cevat Babuna, yanında etek giymiş yüzü gözü boyalı iki genç oğlan kendisini öperken görülmekte! Tabii ki kaytan bıyıklı Babuna, aralarına girdiği genç oğlanlara gülücükler saçmaktadır. Her ne kadar Amerika'dan gelen doktor arkadaşlarının maskeli balodaki çocukları olduklarını söylese de, bu görüntüler TGRT'de yıllar yılı muhafazakar söylemlerden bahseden Profesör Cevat Babuna 'ya hiç yakışmaz. Şahsen kulamparalıklarını bilemem ama, öz eviadı bu sapkınlıkları resimlerle belgelediğine göre söylenecek başka söz yok demektir. Anlaşılan o ki, birinci dilekçeden yeterince tatmin olmayan Dr. Oktar Babuna, Adalet Bakanı Cemil Çiçek'e ikinci kez yazılı müracaatta bulunup, ailesi hakkındaki olumsuzlukları tüm açıklığıyla şöyle anlatıyordu: "Adalet Bakanlığına • İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesinde sürmekte olan 2006126 esas sayılı davanın 13.10.2006 tarihli eelsesinde annem Semin Babuna, müdahil avukatı Rezzan Aydınoğlu tarafından tanık olarak dinletilmiştir. Annem Semin Babuna (tam söz konusu mahkemeye 12.06.2006 tarihli dilekçede arz ettiğim gibi) Rezzan Aydınoğlu isimli avukatın kendisine empoze edip ezberlettiği şeyleri "mağdur anne" görünümünde anlatmış, adı geçen avukatın ailemizi bu davanın içine çekerek, kendi menfaatleri doğrultusunda kullanma oyunlarına alet olmuştun Baştan sona yalanlardan ve duygu sömürüsünden oluşan bir hikaye aktaran annem Sernin Babuna’nın bizim üzerimizden anlattıklarının gerçek mahiyetini anlatmak ve yargının yönlendirilmedni engellemek amacıyla, ben ve dört kız kardeşim duruşmada hazır bulunduk. İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi, Avukat Aydınoğlu tarafından getirilen sahte tanıkların anlattıklarının gerçek muhatabı olan bizleri dinlememiştir. Eğer o gün annemin ve yandaşlarınıli anlattıklarının gerçek mahiyetlerini izah etme imkanımız olsaydı, bu konu orada kapanacaktı. Günlerden beri ülkemizi meşgul eden "Babuna Ailesi polemiği’"de hiç yaşanmayacaktı. Ama İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi gerçek tanıkları dinlemeyip sadece yönlendirifmiş tanıkları dinleyince, bunlar yalanlarını basın ve kamuoyu önüne taşımaya cesaret buldular. Hergün bir başka televizyona çıkarak senaryolarını iştahla tekrarladılar. Böylece bu yalanlar, BAV karşıtı basın organlarının verdiği destekle kitlesel bir beyin yıkamaya dönüştü ve gitgide yargıyı baskı altına almaya yöneldi. Bu vahim gelişme karşısında, bu yalanları deşifre etmek ve bunların arkasında yatan gerçek nedeni açıklamak zorunda kaldım. Eğer ben mahkemede dinlenseydim sadece bunların doğrularını anlatmakla yetinecek, benim ailemi ve diğer dört aileyi bu yalanlara yönelten özel nedenlere hiç değinmeyecektim. "Ama çocuklarımıza büyü yapıldı" masalları anlatan bu beş aile, işi çığnndan çıkarınca, ailemizin onyıllardır kamuoyundan büyük bir gTtzlilikl<£ sakladığı özel bir sırrını açıklamak zorunda kaldım. Bu hususu Sayın bakanlığınıza bildirmekte hiçbir beis (sakınca) görmüyorum. Babuna Ailesi Sabetaycı’dır. Yani dışı Müslüman, içi Yahudi'dir. Kendini Müslüman gösteren, ama gerçekte Müslümanlıkla da hiçbir ilgisi bulunmayan Yahudi bir ailedir Ailem, Sabetay Seviye bağlı dindar bir Yahudi olarak görmek istedikleri biz evlâtlarının Müslüman olmasına tahammül edememiştir. Kendilerinin Sabetaycı olduklarının gizlenmesine yarar sağlayacağı düşüncesiyle başta bizim namaz kılmamıza ve oruç tutmamıza karşı çıkmışlardır. Ama bizim Müslümanlığımızın samimi olduğunu anladıklarında bunun müsebbibi olarak telakki ettikleri Adnan Oktar (Adnan Hoca) ve arkadaşlarına kinlenip, olmadık iftiralarla saldırmışlardır. Mahkemenizi önünde sergilenen vicdan sömürüsüne dayalı tiyatronun nedeni işte budur. Hemen belirteyim ki bir insanın Musevi, Hristiyan veya Müslüman olması, inançlı veya inançsız olması normalde sadece kendisini ilgilendiren bir konudur. Bunlardan bahsetmek benim de hiçbir şekilde hoşuma girmemektedir. Eğer benim ailem ve diğer Sabetaycı aileler, masum insanlara dil uzatıp iftira etmeselerdi ve onların Sabetayist inançları bu iftiraların gerçek nedeni olmasaydı, ben asla ve asla ne benim ailemin ne de diğer Sabetaycı ailelerin dini inançlarını kamuoyunun ve yargı’ nın önüne taşımazdım. Nitekim bugüne kadar taşımadım da. Ama İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi önünde 13 Ekim 2006 günü cereyan eden manzara karşısında, onların Sabetaycılığını açıklamak zaruri bir hale gelmiştin-. Ailemin ve diğer Yahudi dönmelerin Peygamber kabul ettikleri Sabetay Sevi, 1600 lerde İzmir de yaşamış bir hahamdır. Yahudilerin mistik kitabı Kabbala’yı kendisine göre yorumlayıp sinagoglarda vaazlar vererek, çevresine kalabalık bir Yahudi cemaati toplamıştır. Bu cemaatin sayısı artıp önemli bir güç olunca yabancı devletler tarafından manipüle edilmeye başlanmış, zamanla devleti bölmeye yönelik kanunsuz hareketlerin odağı haline gelmiştir. Bu yasadışı faaliyetleri nedeniyle Osmanlı Devleti nin takibatıma maruz kalınca, Sabetay Sevi stratejisini tamamen değiştirmiştir. Müslüman olduğunu iddia etmiş, Müslüman ismi almış, Müslümanlar gibi giyinmiş ve Müslümanlar gibi davranmıştır. Onun cemaatindeki herkes de onun gibi isimlerini değiştirerek, görünüşte Müslüman bir yaşam sürmeye başlamışlardır. Ama, sıkı sıkıya bağlı oldukları Yahudi inancını ve geleneklerini hiç terketmemişlerdir. Benim ailem de Sabetay Sevinin izinde Yahudi inancını yaşayan ailelerden biridir. Annem ve babamın her ikisi de, üç büyük dönme cemaatinden biri olan "Karakuşiler” kolundan gelmektedirler. Annem Sernin (Ataman) Babuna'nın ailesi olan Atamanlar, Karakaşiler’ in en popüler ailelerinden biridir. Baba tarafını ise Selanik ve Köprülü (Üsküp) dönmelerindendir. Babam Cevat Babuna’ nın annesi Nazire Hanım (Babaannem) Selanik dönmesidir. Babamın doğum yeri olan Köprülü, Rumeli Sabetayistlerinin Selanik’ten sonraki ikinci en büyük merkezleridir Babamın teyzeoğlu olan ünlü Sabetayist Prof. Sabahattin Zaim de Köprülüde doğmuştur. Sabahattin Zaim in annesi Saime Hanım ise, Selanik dönmesidir. Sabahattin Zaim in eşi Ulya (Cıngıllıoğlu) Zaim de Sabetayist bir aileye mensuptur Ailemizdeki bir diğer ünlü Sabetayist, yazar Leyla Neyzidir. Sadece Sabetayistlerle yapılan röportajlardan oluşan "Ben Kimim?” isimli kitabın yazarı olan Leyla Neyzi, annem Sernin Babuna'nın akrabasıdır. Aifemizin Sabetaycılığı tescilli isimlerini sayfalarca çağaltmak mümkündür-, dilekçeyi uzatmamak bakımından bu kadarıyla yetiniyorum. Sabetaycılar için gerçek dinlerini gizlemek en önemli ibadettir. Sevinin protokollerinin 16. maddesi "Müslüman Türklerin adetlerine onların gözlerini örtrnek için riayet edilsin, ramazan orucu ve kurban için sıkıntı gösterilmesin, zahiri olan her ibadet uygulansın" der. Bu amaçla Sabetaycılar Mevlevi, Bektaşi, Melami tarikatlarına sızmışlardır, mutasavvufMüslüman kisvesiyle kendilerini başarıyla gizlemişlerdir. Bugün de birçok Yahudi dönmesi göstermelik olarak namaz kılıyor, oruç tutuyor, zekat veriyor, hatta hacı oluyor. Bunların yanında namaz-oruç gibi İslami ibadetleri (göstermelik olarak dahi olsa) uygulamayanlar da vardır ki, benim ailem de bunlardan biridir. Babam kendisini namaz kılarak değil de muhafazakar TV kanallarına çıkıp, dindar bir Müslüman edasıyla konuşarak kamufle etmektedir. Kendisinin Müslüman profesör zannedilmesi hoşuna gidince, bu rolünü pekiştirmek amacıyla "Bilimden İmana" adlı bir kitap yayınlamıştır. Tabii her satırını Adnan Oktar’ ın kitaplarından kopyalayarak. Babamın gerçek yüzü ise evde ortaya çıkar. Babam, her gece yatmadan önce Tevrat'ın Mezmurlar bölümünü mum ışığında ayakta sağa sola sallanarak İbranice olarak gözyaşları içinde okur. Günde üç vakit Tefila'yı (Yahudi dönmelerin ibadeti), haftasonları Sidur duasını hiç aksatmaz. Annem de en az babam kadar Tevrat bilir, her ikisi de birçok bölümünü ezbere okurlar. Meyve Bayramını, Ağaç Bayramını ve Kuzu Bayramını (Mumsöndü) düzenli kutlarlar. Babam bu bayramlara beni ve kardeşlerimi götürmez "bunlan ileride öğreneceksiniz" derdi. Bunlardan her yıl 22 Martta kullanan ve sadece evli olanların katıldığı Kuzu Bayramı nda yaşanan akıl durdurucu rezilliklere, bu dilekçenin konusu olmadığından burada girmiyorum. Şu kadarını söyleyeyim ki 22 Mart Kuzu Bayramı (Mumsöndü) gecelerindeki Cevat Babuna, TGRT ekranlarından büyük müçtehit edasıyla ahkam belirleyen Cevat Babuna’dan çok farklıdır. Ekte bulunan birfotoğrafını sunuyorunı. Annemin de babamın da normal yaşantıları bu fotoğraftakinden 1000 kat daha dejeneredir Benim ailemin Sabetaycı kökenlerinin, kan kampanyasının büyümesinde ve sonra aniden durmasında büyük etkisi olmuştur "Başta Oktar Babuna Sabetayist aileden geliyormuş” diye kampanyaya destek veren dönmeler, benim göstermelik değil samimi Müslüman olduğumu öğrendiklerinde kanıpanyayı durdurmuşlar, beni de ölüme terk etmişlerdir. Babam, sufBilim Araştırma Vakfı camiasını karalama adına, Bav davası’nın iddianamesinden okuduğu "üç vakit namaz kılıyorlar, Cuma ve bayram namazı kılmıyorlar" gibi mesnetsiz ithamları TV ekranlarından milyonlara aktarmıştır. Herkesin gözünün içine baka baka yalan söylemiştir. Bizlere çocukluğumuzda her gün "Sizin sünnetiniz Sabetay Sevi’nin sünnetidir' telkininde bulunan babamın, Adnan Oktar ın ehl-i sünnet itikadına el uzatmaya kalkması, trajikomik bir çelişkidir. Bu davada yargılanan masum insanlara iftira atmak üzere biraraya getirilen ve Ebru Şimşek’ in annesi Rukiye Şimşek’ in yönlendirmesiyle hareket eden oluşuma gönül rızasıyla alet oları, babamın İslam adına söyleyeceği hiçbir şey yoktur. Bilgilerinize arz ederim.” 30 Ekim 2006 Dr. Oktar Babuna Adalet Bakanlığına 4 Kasım 2006'da ulaşan dilekçe fevkaHide dikkat çekicidir. Dr. Oktar Babuna 'nın devamlı üzerinde durduğu fotoğraf daha önce de belirttiğim gibi babasının genç oğlanlara olan aşİnalığını ihsas etmektedir. Bu kadar açık sarahattan sonra, Babuna ailesinin Sabetaycılığını gözardı edemeyiz. Ülkemizde mumsöndü var mı, yok mu? ikilemlerine gelince; oğul Babuna herşeyi ortaya döktüğüne göre bu sapkınlığın oluşumuna haHi acabalarla yaklaşmamız, mantık dışı bir durumdur. Sernin Hanım'ın bahçıvanın oğluna cinsel taeizde bulunması iddiaları, bu kitabın konusuyla bağdaşmadığından (ilerlemiş yaşına rağmen) tamamiyle kendi özelidir. Bir diğer önemli husus ise bu Sabetayist ailenin dört kızının annelerini yalancılıkla, babalannı kişilik bozukluğuyla suçlamalandır. Kendi ifadelerine göre manevi değerlere samimi bir yaklaşım içerisinde olan kızkardeşler, kardeşleri Oktar Babuna'yla aynı gün Adalet Bakanlığına verdikleri ikinci dilekçede sıkıntılarını şöyle dile getinnekteler: "Adalet Bakanlığı Makamına Biz Ceyda Ertüzün Hüma Babuna, Tuba Babuna ve Eda Babuna, İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi huzurunda 2006!26 numaralı Bilim Araştırma Vakfı Davasında tanıklık yapan Lütfiye Semin Babuna nın 4 kızıyız. Hatırlayacağınız üzere, annemiz Semin Babuna’mn İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi huzurunda tanıklık yapmasının ardından, 13.10.2006 tarihinde, annemizin hakkımızdaki iddialarıyla ilgili olarak Sayın Bakanlığınızı bilgilendirmek amacıyla makamınıza bir dilekçe göndermiştik Daha önceki dilekçemizde de belirttiğimiz üzere annemiz Semin Babuna’ nın iddiaları tamamen gerçek dışıdır Her birimiz reşit, eğitimli, aklı başında insanlarız. (Fatma Ceyda Ertüzün 44 yaşında, Ayşegül Hüma Babuna 39 yaşında, Ferhunda Eda Babuna 26 yaşında, Tuba Babuna 36 yaşındadır.) Kendi kararlarımızı kendimiz alırız. Kimsenin baskı, zorlama, telkin veya başka bir hukuk dışı davranışına maruz kalmış değiliz. Annemiz Sernin Babuna, bizim bazı kişiler tarafından kandırddığımzzı iddia etmiştir, ancak bu gülünç iddianın gerçek dışı olduğunu kendisi de gayet iyi bilmektedir. Bizim yaşımızda, eğitim ve kültür seviyemizdeki insanların kandırıldığını iddia etmek akla ve mantığa aykırıdır. Annemizin sanki 1 O yaşında çocuklardan bahsediyormuş gibi iddialarda bulunarak, adaleti yanıltmaya kalkışmasından son derece rahatsızlık duyuyoruz. Annemiz, geçtiğimiz günlerde bazı gazetelerde yayınlanan röportajlarında çocuklarının en iyi şekilde eğitim gördüğünü, üniversite mezunu olduklarını söylerken, İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi ne sunduğu dilekçede güya "bazı kişilerin eğitim görmemizi engellediği" şeklinde tamamen gerçek dışı bir iddia ortaya atabilmiştir. Bu açık çelişki, annemin iddialarına itibar edilmemesi gerektiğini tek başına göstermektedir Kimsenin bizi ailemizden koparması gibi bir durum söz konusu değildi!-: Bizler, kardeşlerimizle birlikte Erenköy'de bir apartman dairesinde, annemiz Setnin Babuna'nın alt katında ikamet ediyoruz. Annemizin bu yöndeki iddiaları da diğerleri gibi asılsızdır. Babamız ve kardeşimiz Oktar Babuna, zaman zaman Bilim Araştırma Vakfı'nın konferanslarına konuşmacı olarak katılırlar. Bilim Araştırma Vakfı'nın bu toplantılarına bir çok devlet büyüğümüz ve akademisyenler de katılmaktadır. Sayın Adnan Oktar'ı şahsen tanımanıakla birlikte, ülkemizde ve dünyada teveccüh gören eserlerini ve fikirlerini çok takdir ediyoruz. Bilim Araştırma Vakfı camiasından ise babamız ve kardeşimizin konferans çalışmaları vesilesiyle tanıdığımız bazı kişiler bulunmaktadır. Ancak Vakıf çevresiyle bunun ötesinde fiili bir bağlantımız bulunmamaktadır. Bilim Araştırma Vakfı çevresinden tanıdığımız kişiler son derece aklı başında, medeni, kültürlü, vatansever, güvenilir, güzel ahlâklı insanim. Hiçbirinden en ufak bir kötü davranış görmedik. Bizim ve aitemizin diğer üyelerinin bu kişilerden kaynaklanan en ufak bir mağduriyeti (dolayısıyla da şikayeti) olamaz. Annemin bazı gayrimenkullerimizi satarak başkalarına devrettiğimiz yönündeki iddiası da tamamen hayal mahsulüdür. Biz gayrimenkullerimizi, kardeşimiz Oktar Babuna’nın Amerika’daki kanser tedavisinin masraflarını karşılamak için satmak durumunda kaldık. Bunun sebebi ise annem ve babamın, Oktarın hastalıktan kurtulmasının imkansız olduğu gerekçesiyle tedavi masraflarını karşılamayı "boşa yapılacak bir harcama" olarak görmeleri ve tedavinin başında para göndermeyi kesmeleridir Bunun haricinde, kocası 8 yıl önce vefat eden kardeşimiz Ceyda Ertüzün, kendisinin iki çocuğunun masraflarını da yıllardır annemin sözünü ettiği birikimlerinden karşzlamaktadır. Malvarlığımızı yabancı kişilere bağışladığımız iddiası tamamen yalandır Annemiz, bir yandan tüm bu asılsız iddiaları, iftiraları sıralarken, diğer yandan da kendi çocukları olan bizlerin aile terbiyesine aykırı davrandığımızı iddia ederek bizleri haksız yere suçlamakla da bir sakınca görmemiştir Annemin böylesine saldırgan bir üslup kullanması ve gerçeklerden bu derece uzaklaşabilmesi gerçekten düşündürücüdür. Annemizin Bilim Araştırma Vakfı davası ile hiçbir ilgisi bulunmayan aifevi meselelerimizi mahkeme huzuruna taşıması ve asılsız iddialarla adaleti meşgul etmesinden son derece rahatsızlık duyuyoruz. Annemizi bu uygunsuz davranışa iten kişi, bir süredir kendisiyle görüşmekte olan yaşlı bir bayan avukattır. Bu avukat kadın, annemizin yaşlılığından, saflığından faydalanarak onu provoke etmektedir. Bu davada annemizi kullanmaya çalışmaktadır Aynı şekilde babamız Cevat Babuna da bu oyunun içine çekilmiş durumdadır. Babamız üç sene boyunca TGRT isimli televizyon kanalında hergün gerçekleştirdiği sabah programlarını Sayın Adnan Oktar'ın Harun Yahya müstear ismiyle kaleme aldığı kitaplarından faydalanarak hazırlamıştır. Yıllarca TV'de bir başkasının kitaplarından hazırladığı programları kamuoyuna kendi araştırmaları gibi sunmuş ve sahiplenmiştir. "Bilimden İmana" isimli kitabını Sayın Oktarın eserlerinden kopyalayarak yazmıştı: Kendisinin bu çapta bir bilgi birikimi ve yazma becerisi olamadığı için Sayın Okta7-'a haset etmektedir. Bunu defalarca bizim önümüzde ima etmiştir Bunun yanı sıra, 84 yaşında olan babamız kalp ameliyatı geçirdikten sonra önemli kişilik bozuklukları ve bunama belirtileri sergilemeye başlamıştır. Danıştığımız gerek Türk gerek Amerikalı doktorlar ve psikiyatristler yaşlı olması nedeniyle böyle ameliyatların bu şekilde kalıcı hasarlar bırakabileceğini belirtmişlerdi. Babamın bu kötü durumu, onu kandırıp kullanmak isteyen kişilerin iştahlarını kabartmıştır. Annemi tanık olarak mahkeme huzuruna çıkararak asılsız isnatlarda bulunmasını sağlayan kişiler aynı şekilde babamı da bu davada kullanmaya çalışmaktadırlar. Bu konuyla ilgili olarak Haziran ayında İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesine hitaben yazdığımız bir dilekçede bu tehlikeden söz etmiş ve ailemizi kendi menfaalleri için bu davanın içine çekmeye çalışan bu kişilere karşı mahkemeyi uyarmıştık. Bugün üzülerek görüyoruz ki annemiz Sernin Babuna kendi çıkarları için insanlara iftira atan ve attıran bu kişilerin oyununa alet olmuş durumdadır Bu sebeple, yaşlılığından dolayı muhakeme gücü iyice zayıflayan ve kendisini yönlendiren kişilerin vaatleri ve telkinleri neticesinde "ne söylenirse yapacak' bir hale getirilmiş olan annemiz L. Semin Babuna'nın gerçeklerle hiçbir ilgisi bulunmayan iddialarına itibar edilmemelidir. Saygılarımzzla bilgilerinize arz ederiz. 26 Ekim 2006 Ayşegül Hüma Babuna Fatma Ceyda Ertüzün Ferhunda Eda Babuna TubaBabuna Burada Sabetayist bir anne babanın evlâtlarının manevi değerlere yönelip kulvar değiştirmeleri neticesinde, aralarında geçen sürtüşmelere hep birlikte tanık olduk. Bütün bunlar gerek savcılığa, gerekse Adalet Bakanlığına intikal eden yazılı dokümanlardır. Dr. Oktar Babuna anne ve babasının Kuzu Bayramı (Mumsöndü ayinlerine) katıldıklarını, her akşam Tevrat okuduklarını açıklıkla dekiare ederken, kızkardeşler daha üstü kapalı bir şekilde bunamadan ve intihal olayından bahsetmektedirler. Hadi bunların biri ikisi yalan söyledi diyelim, okumuş yazmış böylesine eğitimli insanların tamamının riya üretmeleri düşünülemez. Hem neden üretsinler ki? Üretmeleri için çıldırmış olmaları gerekir. Çıldırmadıklarına göre, bazı üst düzey Yahudi dönmesi ailelerde gerçekleşen (eş değiştirme) anlamındaki sapkınlıkları çok istesek de inkar edemeyiz. Hal böyle olunca Sabetay Sevi ’ nin kendi dindaşlarına ebedi bir emanet olarak bıraktığı hayasız gelenekler, kuşaktan kuşağa sürüp gitmektedir. Babuna ailesi bunun yalnızca bir parçasıdır. Ancak, daha önce de belirttiğim gibi her Yahudi ve Sabetayist "Mumsöndü" ayinlerine katılacak diye bir kural yoktur. Bunun bir niyet meselesi olduğunu düşünebiliriz. Umumiyetle gelir düzeyi yüksek olan (sosyete tabir ettiğimiz) bilhassa Karakaşi ekolünden gelen aileler, sapkınlık içeren bu geleneğe sıkı sıkıya sarılmış durumdadırlar. Sernin Babuna da kendi evlâtlarının tanımlamasıyla bir Selanik Karakaşi'sidir. Sabetayistlerin bu kolunda diğer gruplara göre hâlâ çözülme olmamıştır. Kendi bireylerinden başkasına asla kız alıp vermedikleri gibi, hayatlarının her gününde Türk asıllı Müslümanlara karşı kast içerisinde yaşarlar. Burada Profesör Cevat Babuna ve eşi Sernin Hanım'a ait şaşkınlık yaratan bilgileri gündeme getirirken, çocuklarını ve onların sempati duydukları Adnan Hoca'yı savunduğum sanılmasın. Bu kitabın yazarı olarak kimseden icazet almadığım gibi milliyetçi dünya görüşümden asla taviz vermezken, tarikatlarla ilgili safsatalara hiçbir zaman itibar etmem. O nedenle Babunaları çocuklarının Bilim Araştırma Vakfının sempatizanlan olmaları, beni hiç ilgilendirmez. Benim için hangi guruptan olursa olsun, kişilerin ortaya attıklan somut bilgiler önemlidir. Adalet Bakanlığı makamına kadar ulaşan böylesine (yarım asırda bir yakalanacak) önemli bilgi ve belgeler elbette gözardı edilemez. Oktar Babuna'nın dilekçesinde sunduğu babasına ait (kendi açısından) kulamparalık suçlamaları ihsas eden fotoğraf tuhaflık içerse de, bu çarpıklık aile içinde çözmeleri gereken bir husustur. Asıl önemli olan anne ve babasının Sabetayistlik meselesiyle Türkiye'de sansasyon yaratacak Kuzu Bayramı "Mumsöndü" hadisesi •açıklıkla dekiare edildiğine göre, diğerleri zumanın son deliği olmaktan başka mana taşımaz. Biliyorum ki bu ve benzeri hususlarda görüşlerini aldığım Profesör Cevat Babuna, güçlü ve medyatik konumunu kullanarak şahsıma fırtınalar estirecektir. Ama bütün bunlar, beni hiçbir zaman pes ettirmez. Şunu iyi bilmeleri gerekir ki, ben bazılan gibi "Efendi I Efendi Il" deyip, önüme başka yazarların onlarca değişik kitaplannı koyarak, rumuzlu şeyler yazacak adam değilim. Benim felsefeme göre doğru, her zaman doğrudur. Adalet Bakanlığına gönderilen tapu gibi belgeleri kendi öz oğlu bizzat sunduğuna göre, bana da hakikatlan yazmak düşer. O nedenle Cevat Babuna Hoca'nın Erenköy Caddebostan 'daki malikanesine çekilip, susması daha akılcı bir yoldur. Çünkü, bu saatten sonra (karı-koca) tescilli Sabetayistliklerini isteseİer de tekzip edemezler. İplikleri pazara çıktığına göre, kalben inandıklan Tevrat'tan esintiler içeren domino taşları bir daha yerine oturmaz. Ne de olsa Müslüman mahallesinde ebediyen salyangoz satamayacaklannı hayatlarının sonbabannda onlar da idrak etmiş durumdadırlar... DR. OKTAR BABUNA'NIN BABASI Bilim Araştırma Vakfı davasından dolayı babası ve annesiyle araları açılan Oktar Babuna, ailesinin Sabetayistliğini açıklıkla gündeme getirerek bu husustaki tüm gerçekleri günyüzüne çıkarmış oluyordu. Burada tarafların kavgalı olmaları nedeniyle yapılan açıklamalarda kasıt ve muvaza arayanlara asla katılmam. Zira geçmiş dönemlerde Prof. Cevat Babuna da Bilim Araştırma Vakfı adına konferanslar veriyor, oğlunun bu kuruma dinleyici olarak katılmasını sağlıyordu. Kaldı ki Cevat ve Sernin Babuna geçmişte BAV'ı överlerken, Sabetayistlikleri ortaya çıkınca Adnan Hoca grubuna tavır alarak hasım olmuşlardır. Şahsen ne BAV, ne de Babunalar haklıdır demek bu satırların yazarına yakışmaz. Çünkü siyasi parti, vakıf ve tarikatlarla yakın temasta bulunmak benim işim değildir. Milliyetçi dünya görüşüne sahip olmama rağmen hayatırnın son yirmi beş yılında tarikatiara yönelik hiçbir vakıf ve siyasi partinin eşiğinden içeri adım atmadığımı açıklıkla söyleyebilirim. Bu nedenle edindiğim detay bilgiler doğrultusunda, Yahudi dönmeler hakkındaki tüm dokümanları objektif bir perspektifle değerlendirdiğim inancını taşımaktayım. Hiç tereddütsüz bir şekilde söyleyebilirim ki, Oktar Babuna bazı sosyetik çevreler tarafından tu kaka edilip yadırgansa da, babası hakkındaki Sabetayistlik isnatları kesinlikle doğrudur. Zira kendi çocuklarının aleyhinde mahkemelerde ifade veren Cevat ve Sernin Babuna, bütün ısrarlara rağmen Yahudi dönmesi olduklarına dair ithamları, resmiyete döküp tekzip edemediler. Zaman zaman şifai sözlerle, göstermelik tepkiler sergiliyorlar. Sükut ikrardan geldiğine göre, hiç şüphesiz derin bir sessizliğin belirtisi olan (sergiledikleri eyyamcı yaklaşımlar) doğruları işaret etmektedir. Bu doğrular da kan-koca Babunaların, Müslüman görünümü altında atalarından emanet kalan Sabetayist geleneklerini sürdürmeleridir. Dr. Oktar Babuna, medyayı arkasına alarak güçlü nüfuzlarını kullanıp kendisini aklını yitirmekle itharn eden babasını ve annesini şöyle tanımlamakta: “• Babam, Chicago'da ilk işe başladığında işten atılmıştı. İngilizcesi yetersizdi. Fakat sonra Chicago'da mason olmuş ve ardından gazetelerde "Uçan Türk" diye haber olmuştur. Sonra kendisine tüm yollar açılmıştın Babam Chicago mason locasznda, locaya kayıtlı bir masondur. Beyaz mason eldivenlerini hatıra olarak getirmiştir ve bunları kütüphanesinde masasının çekmecesinde saklamaktadır. Kan kampanyası da Sabetaycıların desteğiyle yapıldı. Kan kampanyasının bu kadar geniş yankı uyandırmasının ve katılımın bu derece yüksek olmasının asıl sebebi, ailemin Sabetaycı olmasıydı. Sabetaycı bir ailenin eviâdını kurtarmak adına herkes seferber oldu. Ama ne zaman ki benim taviz vermez bir ehli sünnet Müslüman olduğum ve Sabetaycılara karşı olduğum anlaşıldı, kampanya bir anda tersine döndü. Dikkat edilirse kampanyanın sorgulanmaya başlanması, işin içinde suç unsuru olduğu şeklinde asılsız iddiaların ortaya atılması ve kamuoyunun tam tersi yöne çevrilmesi aynı zamana geldi. Ve müthiş bir saldırı başladı. Sabetaycılar, bütün imkanları kullanarak, bir kısım basını ayaklandırarak ilgili makamları yönlendirerek karşı saldırıya geçtiler. Ne var ki, Türk adaleti oynanan bu çirkin oyuna alet olmadı ve infial oluşturmak amacıyla açılan davalar, kampanyada ve kampanyanın düzenlenmesinde emeği geçen kişiler nezdinde hiçbir suç unsuru bulunmadığım ortaya koyarak bertıatle sonuçlandı. Babam Cevat Babuna ve annem basma yaptıkları açıklamalarda torunlarının okutulmadığı iddiasında bulunmuşlardır. Oysa ki bu da kamuoyunu yanıllmak amacıyla ortaya atılan asılsız iddialardan biridir. Yeğenim Erdem (Ertüzün), Bilgi Üniversitesi Halkla İlişkiler bölümündeki eğitimine kaydını dondurmak suretiyle ara vermiştir. Ancak bu annemin ve babamın da çok iyi bildiği gibi, tümüyle yeğenimin çok ciddi boyutlardaki sağlık sorunlarzndan kaynaklanmıştır. Kalbinde delik vardı ve 4 damarznın yönünün değiştirildiği büyük bir operasyon geçirdi. Halen de sağlığındaki devam eden sorunlar nedeniyle okuluna devam edememektedir. Ben hayatım boyunca hep en iyi okullarda öğrenim gördüm ve son derece zor bir meslek olan beyin cerrahlığı üzerine kariyer yaptım, 43 yaşında dinine, mukaddesatına ve milletine bağlı bir Türküm. Hayatımın her döneminde akılcı hareket ettim, 43 yaşında bir beyin cerrahının, kendi iradesini kaybederek yönlendirildiği iddiası kuşkusuz ki son derece saçmadır. Üniversite okurken, beyin cerahlığı yaparken nasıl robotlaştırılmadıysam, şu anda da robotlaştırılmış olmam söz konusu değildiı: Bu, hakkında yapılan iddiaları kabul etmek istemeyen, iddiaların gerçekliğine gölge düşürmek isteyen babamın, karşı suçlama yaparak kendini aklamaya çalışmasından başka bir şey değildir. Her biri son derece iyi eğitim almış 3545 yaşları arasında, oldukça yüksek bir yaşam kalitesine sahip aklı başında insanların kuşkusuz bir baskı altına alınıp kendi ailelerinden koparılması gibi bir şey söz konusu değildir. Zaten bu insanlar ailelerinden kopmuş değildirler. Ancak elbette ki bu yaş sınırına gelmiş insanların kendilerine bir yaşam çizgisi belirleyip hayata atılmış olmaları son derece normaldir. Asıl bunun aksi anormal olacaktır. Tüm bu iddi- alar ortaya atılırken sanki söz konusu olan 15-16 yaşındaki gençlermiş gibi mantıklar öne sürülmektedir. Benim için de böyle bir iddiada bulunulmaktadır. Oysa ben babamların dairesinin bir alt katında oluruyorum ve sürekli onlarla görüşüyorum. Bu iddia, bir takım Sabetaycı ailelerin, İslam dinini samimi olarak kabul etmiş olan çocuklarına suçlamalarda bulunmak için ortaya attıkları bir iddiadan başka bir şey değildi: Sabetaycı aileler kendi çocuklarının samimi olarak İslam dinini yaşamalarını istememekte, kendileri gibi Müslüman görüntüsü altında farklı inançlar beslemelerini ve gerçek dinlerini gizlemelerini istemektedirler. Bu söz konusu olmayınca da kamuoyunda infzat oluşturarak, amaçlarına ulaşmaya çalışmaktadır, bunun için masum insanlara asılsız suçlamalarda bulunmakta da hiçbir sakınca görmemektedirler Ailem Bilim Araştırma Vakfı davasında tamamen yalan ve yanlış beyanatta bulunarak kamuoyunu yanlış yönlendirmeye çalışmış; hiçbir suçu olmayan insanların aleyhinde olabilecek, yargıyı etkileyebileceklerini düşündükleri asılsız iddialarda bulunmuşlardır. Ben de bu haksız tutuma dur diyebilmek için bu girişimin ardında yatan asıl sebebi kamuoyuna açıklamak istedim. Babam benim hastalığım sırasında, tedavilerin bir sonuç vermeyeceğini ve mutlaka öleceğimi düşündüğü için, Amerikada yapılan tedavimi son derece gereksiz gördü. İşte bu nedenle uzun süren bu tedavinin masraflarım üstlenmek istemedi. Amerikada kaldığım uzun tedavi süresi boyunca masrafların büyük bir kısmımı kendim karşılamak zorunda kaldım. O sırada herhangi bir gelirim olmadığı için, sahip olduğum gayrimenkulleri satmak ve bunlarla tedavi paramı karşılamak zorunda kaldım. Malvarlığımın gruba aktarıldığı yönündeki iddialar son derece asılsız ve mantıksızdır. Hastane ve ameliyat masraflarımın büyük bir bölümü bu gayrimenkuller yoluyla karşılanmıştır. Eğer babamın yaptıklarını herhangi bir Müslüman yapsaydı, basın, muhtemelen bu insanı, yaptığı sapkın icraatlar ve çektirdiği ahlak dışı resimler dolayısıyla hemen deşifre eder ve onu yerden yere vururdu. Onun Müslümanlığını sorgular, yaptıklarını destekleyen şekilde değil, ayıplayan şekilde halkımıza duyururdu. Bunu ortaya çıkarmam dolayısıyla beni kutlar ve Türk halkının bu gerçekleri bilmesi gerektiğini savunurlardı. Böyle bir insanın sapkın görüşlerini ve görüntülerini bir ibret vesilesi olarak yayınlar ve bu kişinin Müslümanlığına aldanmış olan kişileri hemen uyarırlardı. Ama elbette, Sabetaycı basın kendileri gibi Sabetaycı olan babamı, bütün güçleriye korumaya çalışmaktadırlar. Bir Sabetaycı bir başka Sabetaycıyı çok iyi kollar, bu çok iyi bilinir. Çünkü babamı destekleyenler, babam gibi Sabetaycı olan basındır. Onlar, kendi taraftarlarını desteklemektedirler Kendi inanç ve ahlak anlayışlarına sahip bir insanın yaptıklarını örtbas etmeye çalışmaktadırlar. Çünkü babamın yaptıkları ortaya çıktıkça, söz konusu Sabetaycı basının da ahlak anlayışı ve inançları ortaya çıkmış olacaktır. Bunu göze alamayan Sabetaycı basın, babamın sapkın inanışları ve sapkın yaşam tarzı ile ilgili gerçekleri yalanlamakta hiç tereddüt etmemektedir. Kızkardeşlerimin yaşları 44, 39 36 ve 26 dır. Takdir edersiniz ki bu yaşa gelmiş, evlenip çoluk çocuk sahibi olmuş insanlar hayatta kendilerine belirli bir yer edinmiş, belirti yerlere gelmişler ve bir yaşam kalitesi elde etmişlerdir. Benim kardeşlerimin her biri üniversite mezunu, doktora yapmış yüksek tahsil sahibi insanlardır. Her birinin gerek aileden gelen gerekse kendi evlilikleri dolayısıyla elde etmiş oldukları birikimleri, malvarlıkları soz konusudur. Ablam Ceyda Ertüzün, gayrimenkulleri oları, merhum milletvekili eşinden kalan maaşı olan varlıklı bir insandır. Hiçbirinin bir başkasının maddi desteğine hiçbir şekilde ihtiyacı yoktur ve böyle bir şey de söz konusu değildir. Tüm bu iddialar, Adnan Oktar ve BAV camiasına yönelik asılsız, delilsiz ve belgesiz olarak yöneltilen iftiralardan ibarettir.” ■ Dr. Oktar Babuna'nın son derece açık ve net ifşaatlarından anlaşıldığı kadarıyla annesiyle babası, oğullarının mukaddesatçı dünya görüşünü benimsernelerinden dolayı yalnızca onu değil, kızkardeşlerini de suçlamaktadırlar. Hal böyle olunca içinden çıkılamaz bir şekilde kronikleşen bu vahim durum, mahkeme koridorlarına kadar taşınmıştır. Oktar Babuna, babasının sapkınlığına ait elinde başka resimlerin de bulunduğunu söylerken, eşi Sernin Hanım'a göre daha sakin bir yapıya sahip olan Cevat Babuna bu husustaki sessizliğini muhafaza etmekle yetinmektedir. Çünkü, daha önceleri Bilim Araştırma Vakfının konferansLarına katıldığı yakmen bilinen durumlardır. Oğlunun kandınldığını gündeme getirirken adeta bülbül kesilen Cevat Hoca, kendi fiyaskolan ortaya dökülünce kural dışı yollara başvurmayı kurtuluş saymakta! Görüldüğü kadanyla şirazesi çıkan işin, şıraya dönüşmesine izin vermeyecek kadar akıllı davranıyor. Burada mühim oları, Cevat Hoca'nın Sabetaycılığının kendi mahdumlan tarafından günyüzüne çıkanlması çok önemli bir gelişmedir. Çeşit çeşit oğlanlarla çekilen resimler onun nefsi müdafaası olduğundan, kimseleri bağlamaz. Kulamparalık Osmanlı'da da yaygındı. Kaldı ki bu iliete o dönemlerde boyun vurup baş kesmelerine rağmen padişahlar bile çare bulamadıklarına göre, oğul Oktar Babuna'nın babası hakkındaki isnatlarına kim ne diyebilir ki! Ancak, Türk toplumunun ahlaki değerleriyle örf ve adetleri, böylesine sapkınlıkları kişilerin makam ve mevkileri ne olursa olsun, hiçbir zaman kaldırmaz ... CEVAT VE SEMİN BABUNA'YLA Profesör Cevat Babuna ve eşi Sernin Babuna'ya evlatlarının akılalmaz suçlamalan gerçekten düşündürücüdür. Üstelik bu ailenin çocuklarının hepsi de, içtimai durumlarının fevkalade iyi olmasının yanısıra üst düzey eğitim almış insanlardır. Adalet Bakanlığına gönderdikleri dilekçelerini defalarca okuyup inceledikten sonra, doğruları tespit edebilmek için özellikle Cevat Babuna'yla görüşmeyi kafama koymuştum. Aramızda süregelen muhtelif diyaloglar neticesinde nihayet 12 Ocak 2007 Cuma günü İstanbul'a gittim. Cevat Hoca'nın eşinin adına yaptırdığı Semin Apartmanına geldiğimde, güvenlik görevlisi önceden haberi varmışçasına beni kapıda karşılayıp asansörle yukan çıkardı. Caddebostan'da denize bakan bu görkemli evin dokuzuncu katında yaptığımız ikibuçuk saatlik söyleşide Cevat ve eşi Sernin Babuna, fevkalade üzgün bir vaziyetteydiler. Tabii ki bütün bunlar kolay şeyler değildi. Onlar çocuklarına kızıyorlar. Çocuklarının hepsi de onlan suçluyorlardı. Konuya baştan sona vakıf olmam nedeniyle bütün bunların aile arasında kapatılmasından yanaydım. Ne var ki Sernin Hanım, oğlunun kendisine yaptığı tacizci suçlamalarını bir türlü içirıe sindiremiyordu. Cevat Babuna ise hakkındaki Sabetaycılık isnatlarını ve Bilim Araştırma Vakfı'nın iç yüzünü anlatırken hayli hüzünlüydü. Kendi ifadesine göre, neredeyse içinden çıkılamaz bir hal alan bu hususları şöyle tanımlıyordu: "Sanırım kendimi aniatmama gerek yok, çünkü beni herkes tanıyor. Bugüne kadar tıp dalında birçok öğrenciler yetiştirdim. Ben Amerika'da uçan Türk olarak anılan bir profesör olduğum gibi, Türkiye'de de önemli görevler yaptığıma inanmaktayım. Oğlum Oktar'a gelince, ben onun tıp fakültesinden hocasıyım. Aynca ihtisas yapması için Amerika'ya gitmesini sağladım. Kendisi, gerek annesi ve benim tarafıından son derece iyi yetiştirilmiş bir çocuktur. Ona yapılacak ilik nakli sırasında en büyük desteği ben verdiğim gibi, Ruston ve Washington olmak üzere iki kez Amerika'ya götürdüm. Buralardaki kan nakilleri esnasındaki 1300+ 1300, yani 2600 doları ben verdim. Ancak, hastalığı ümitsiz bir şekilde seyrediyordu. Beklenmedik bir mucize kabilinden kurtulunca, ailece sevince boğulduk. Ne var ki Oktar, Adnan Hoca grubuyla yakın diyaloglar içerisine girince annesine ve bana karşı tavırlar almaya başladı. Peki efendim, bildiğim kadarıyla daha önce sizde bu grubun içinde değil miydiniz? Ben, yalnızca ara ara bazı konferansIara katılıyordum. Zamanla Bilim Araştırma Vakfının iç yüzünü öğrenince, semtlerine bile uğramadım. Size göre zararlan nelerdir? Benim oğlum inançlı bir Müslüman oldum dese de, bunlar doğru değildir. Adnan Hoca grubundakiler iki vakit namaz kılarlar. Kur'anla alâkalarının olduğunu kimse söyleyemez. Çünkü, bu kutsal kitabın mealini okuyorlar. Meal Kur'an değildir ki! Yaptıklan zikirlerde fatiha dahi okumadıklan gibi camiyle alâkalı olmadıklarından, cuma'ya da gitmezler. Bütün bunları bana aramız açılmadan önce oğlum söylemişti. Aynca bu grubun müridleri, bir yerde sesli Kur'an okunduğunu işitince, kutsal kitabı hemen kapatırlarl Sizin için Adnan Hoca 'nın kitaplarından intihal (alıntı) yaptığınız söyleniyor. Bunlar doğru mu? Ben kendini yetiştirmiş bir profesörüm. Oğlum da dahil, bunları bana nasıl söyleyebilirler? Bilimden İmana adlı kitabınızdaki cümle benzerlikleri bir tesadüf mü? O benzerlikleri Oktar söylüyor. Ben oğlunuzu tanımam ki, yalnızca kendi düşünce ve görüşlerimi aktarıyorum. -Bazen, bilhassa Türkçe'de üslupların birbirlerine yakın olması gayet olağan şeylerdir. Cevat Hocam, sizin Sabetaycı ve genç erkeklere karşı tacizci olduğunuza dair ithamlar nereqen kaynaklanıyor? Ben kesinlikle Sabetaycı değilim. Üsküp doğumlu olmam nedeniyle aile kökenim Merzifonlu Kara Mustafa Paşa külliyesinden gelmektedir. Mumsöndücülük ve tacizci iddialarına gelince, sizin o gördüğünüz fotoğraftaki grup, benim Amerika' dan gelen doktor arkadaşlarımdır. Biz her sene 1950 mezunları olarak bu arkadaşlarla (kadınlı-erkekli) belirlediğimiz bir sahil kasabasında maskeli balo tertipleriz. Çok doğal olarak herkes değişik kıyafetler giyer. Hocam, sizin öncülüğünüzdeki maskeli balo toplantılarındaki bir fotoğraf, oğlunuzun gönderdiği dilekçeyle Adalet Bakanlığı arşivlerine kadar girdi. Peki, buna ne diyeceksiniz? Hep söylediğim gibi ben bu grubun başkanıyım. Her sene Amerika'dan gelen arkadaşlara öncülük etmemden doğal birşey olamaz. O toplantı, zannediyorum Edremit Küçükkuyu yakınlanndaki tur esnasında yapılmıştı. Dostlrnmın arzusu üzerine ben fesli ve cepkenli efe kıyafeti giymiştim. Amerika'da görev yapan doktor arkadaşlanından Profesör Mutlu Atagün Hamm 'ın oğlu Mert'le, sınıf arkadaşım Şahver Hanım 'ın oğlu Cengiz değişiklik olsun diye mini eteklikli, dantel çoraplı kadın kıyafetiyle yanıma gelerek, beni yanaklanmdan öptüler. Bunda herhangi bir kötülük yok ki! Üstelik Mert, bildiğim kadanyla son derece inançlı ve milliyetçi bir çocuktur. Efendim, kusura bakmayın ama eteklik giyen bir gencin milliyetçiliğini anlamış değilim. Üstelik sizi öpenlerin üzerlerindeki eteklik bir yana kafalanndaki civciv sansı afro peruk ve aşın makyajlı görünümleri biraz tuhaf değil mi? Bakın, biz bu toplantılan çeşitli kıyafetler giyen otuz kişilik kadınlı erkekli gruplarla her yaz hiç aksatmaksızın yapanz. Bütün bunlar mumsöndücülükle telakkİ edilirse, işin içinden çıkmak mümkün değildir. Oğlum, her gün ağzımın şarap koktuğunu söylüyor ama, ben inançlı bir insanım. Yoksa yıllarca TGRT'de bilim ve iman hakkında programlar yapar mıydım hiç! Bu arada söze kanşan Sernin Hanım, elindeki "Kadıköylüler" kitabını bana göstererek, resimdeki Rıza Urcun Paşa 'nın Dr. Mutlu Atagün'ün babası, oğlu Mert'in de dedesi olduğunu vurgulamaktaydı. Esasen her yönüyle kocasından daha aktif bir görünümde olan Sernin Hanım, bu maskeli baloları başka yönlere çekilmesini tamamİyle reddetmekteydi. Uzun sohbetimizin koyulaştığı anlarda Cevat Hoca, oğlu Oktar Babuna hakkında şunlan söylüyordu: Bana söyledikleriyle yetinmeyip, annesi hakkında konuşan oğluma acıyorum. Bütün bunlar onun robotlaşmış halidir. Önceleri hiç böyle değildi. Şu andaki görünümü ve ruh haliyle hasta bir beynin temsilcisi olarak konuşuyor. Hiç durmaksızın benim Sabetaycılığımı diline dolayıp, her akşam yatmadan önce düzenli şekilde Tevrat okuduğumu söylemekte! Bütün bunları ona, iyi ailelerin çocuklarının sırtlarından geçinip adeta saray hayatı yaşayan Adnan Hoca söyletiyor. Adam gayet akıllı; kendisi geri plandan işleri idare ettiği için hiç kimse birşey yapamamakta! Aslında ben iddia edildiği gibi Tevrat değil, Kur'an'ın yanısıra İncil okurum. Bunda da hiçbir sakınca görmüyorum. O da kutsal bir kitap olduğuna göre, evimde Kur'an da vardır, İncil'de. Onlar bütün bunları bana söyleyeceklerine önce kendilerine baksınlar. Adnan Hoca'nın grubunda bir tane gariban insan görmek mümkün değildir. Hepsi de iyi giyimli, varlıklı ve yüksek tahsil yapmış insanlar. Buradaki yakışıklı gençler zengin ailelerin kızlarını ayarlayıp, sanki gökten inen bir mesihmiş gibi Adnan Hoca'ya götürmekteler. Hoca, bunlarla canı sıkılıncaya kadar kaldıktan sonra, bıktıklarını muta nikahıyla müridierine sunmaktadır. Peki efendim, neden muta nikahı? İslâmiyetîn yönünü değiştirmeye çalışan, vakit namazlarını kendi kafalarınca ikiye indiren insanların hoca nikâhı olamaz ki! Cevat Hocam, bu grubun içerisinde sizin dört kızınız da var. Suçlamalarınız onları da kapsamış olmuyor mu? Ben onları oğlum da dahil, sekiz aydır görmüyor ve konuşmuyorum. O kadar yanlışlar yaptılar ki, büyük kızım Ceyda, milletvekili eşi Tevfik Ertüzün hayatını kaybettikten sonra Adnan Hoca grubuna katıldı. Diğer kızım Hüma, Amerika'da son derece iyi niyetli bir Türk'le evliydi. Hatırladığım kadarıyla 2000 yılının yaz ayında tek başına Türkiye'ye geldi. Bütün yalvarmalanma rağmen kocasıyla tek celsede boşandı. Maalesef şimdi oğlumla birlikte dört kızım, Adnan Hoca'nın Bilim Araştırma Vakfı grubundalar. Ne ederler, ne yaparlar bilmiyorum. Bana ve annelerine her yönleriyle zarar verdikleri kaçınılmaz bir gerçek! Merter'de kat karşılığı inşa ettirdiğim ve çocuklarımın hepsine paylaştırdığım iş yerlerini satarak, kısa sürede heba ettiler. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, Silivri'deki yazlığımı açıp oradaki antika kıymetli eşyaları götürüp sattıktan sonra, Adnan Hoca grubuna aktardılar. Oğlum Oktar'la aramızın ilk açıldığı günlerde, bana organ kaçakçısı dedi. Ertesi sabah hiçbir şey olmamış gibi oturduğu alt kattan (8 nolu daire) gelerek, aşısını yaptırdı. Hayatlar gelip geçiyor, herşey bir yana bana ve annesine yaptığı tacizci suçlaması bizi resmen yıkmış vaziyettedir. Onu Allah affetsin, sağlığını korusun, eski Oktar'ı yerine getirsin. Çünkü, benim oğlumu tıpkı bir esir gibi kullanıyorlar. Hocam, oğlunuz şu anda doktor olarak çalıştığı gibi gördüğüm kadarıyla size ait apartmanda altlı üstlü oturmaktasınız; bu nasıl esaret? Eğer sizin ve eşinizin tanımladığınız manada bir esaret olsaydı, şahsen hiç tanımadığım Oktar Bey, rahatlıkla evine gelemezdi. ■ Bu söyledikleriniz doğru olabilir, ama ben yine de onun kendi iradesiyle karar verdiğini sanmıyorum. Bana Sabetaycı ve mumsöndücü diyor. Peki ben Sabetaycıysam, o ne oluyor? Çünkü o, benim oğlum. Biz çok üzüldük ve hırpalandık. Bu çalkantılara daha fazla dayanacak gücüm kalmadı. Ne var ki herşeye rağmen Sernin Hanım, arkadaşlarıyla birlikte mücadelesini sürdürüyor. Bu hususta bende onun en büyük destekçisiyim... Cevat Hoca bütün bunları anlatırken, fincanındaki çayının soğuduğunun farkında bile değildi. Bu arada aldığı talimat gereğince salona muhtelif aralıklarla girip çıkan hizmetli bayan, devamlı surette servis tabaklarını kontrol ediyordu. Sernin Hanım ise hiç durmaksızın Bilim Araştırma Vakfı yöneticilerini suçlayıp, şunlan söylemekteydi: Ben, bu Adnan Hoca 'ya karşı yedi tane anne ile birlikte bayrak açtım. Şartlar ne olursa olsun, davamdan bir adım geri atmayacağım. Peki, bu anne dediğiniz hanımefendiler kimlerdir acaba? Önce Mağfiret Yanioğlu'ndan başlayalım. Bu son derece saygın annenin kızı Fulya, mahkemede annesinin aleyhinde suçlamalarda bulunup, Adnan Hacacılan savundu. Daha sonra işin yakasım bırakmayan Mağfiret Hanım, nasıl olduysa kızını bu grubun arasından çekip aldı. Beraberimdeki annelerle birlikte bizde aynı şeyi yapacağız. Efendim güzel söylüyorsunuz da, sizin 27 Nisan 2002 tarihinde İstanbul Cumhuriyet Savcılığına verdiğiniz bir mektubunuz var. Bu mektupta "Sayın Adnan Oktar'ı pırıl pırıl vatan evlâtlarına örnek olduğu için kutluyor, seviyor, sayıyoruz" diyorsunuz. Yoksa bu yazılar size ait değil mi? Bu konulara girmesek! Yakın arkadaşlarınızla birlikte bayrak açtığınıza göre, girmemizden doğal birşey olamaz ki! O zamanlar Adnan Oktar ve grubunun iç yüzünü yeterince tanımadığım için böyle düşüncelere sahiptim. Şimdi ise aynı görüşte değilim. Sizin etrafınızda toplanan yedi annenin diğerleri kimler? Türkân Akyüzalp, Emel Tezyapar ve Firdevs Işıldar. Söylemediğim isimler de bende saklı kalsın. Hanımefendi bildiğim kadarıyla Firdevs Işıldar'ın kocası İzzet Bey Sabetaycı değil mi? Bu yönü beni hiç ilgilendirmiyor. Üstelik biz aniann kızlan Tülin Işıldar'ı da düştüğü bataklıktan çıkarma karan aldık. Tabii ki Türkan Hanım'ın kızı Ebru'yu da unutmuş değiliz. Ben, aslında bu çocuklan kurtarma derdine düşerken, Adnan Hoca 'nın 300 kişilik üst düzey ailelerin çocuklanndan oluşan çetesini yıkmaya çalışıyorum. Peki bu çete dediklerinizin içerisinde sizin oğlunuzla, dört kızınız da var. Orada kaldıklan müddetçe benim gözümde diğerlerinden farklı olamazlar. Ben size birşey söyleyeyim mi, buradaki zengin ailelerin tahsilli kızlan önce Adnan Hoca'ya ikram ediliyorlar. Hoca'dan arta kalanlar ise imam veya muta nikahıyla müridleriyle evlendirilmekteler. Peki, kızlannızın başına böyle birşey gelse bir anne olarak üzülmez misiniz? Tam sekiz aydır oğlumu ve kızlanını görmediğime göre, insanın aklına herşey gelebilir. Oğlunuz Oktar, alt katınızda 8 nolu dairede oturuyor. Bu durumda nasıl görüşemiyor sunuz? Bana bahçıvanımız Cabir Efendi 'nin on sekiz yaşındaki oğlu Ersan'la tacizci suçlamasını yaptıktan sonra, adeta dünyam yıkıldı. Yine de her akşam yanında kalan toronurnun hatınna hizmetçirole en iyi yemekleri gönderiyorum. Bahçıvan Cabir Efendi, bildiğim kadanyla yanınızdaki Ş ahenk Apartmanı'nda çalışıyor. Maşallah siz de herşeyi biliyorsunuz. Sernin Hanım, oğlunuz Oktar Adalet Bakanlığına verdiği dilekçede sizi Ersan'la suçüstü yaptırdığını söylüyor. isterseniz, benim özellikle getirdiğim dilekçeye yeniden bakabilirsiniz. Efendim, ne diye bakayım. Bütün bunlar Oktar'ın uydurmalan. Peki, dünyaya getirip büyüttüğünüz bir evlat sizi tacizeilik ve (sübyancılıkla) suçlayıp, bütün bunlan neden yapsın? -Ben ve eşim, Bilim Araştırma Vakfı 'nın davalanndan geri çekilmediğimiz için, kızlarım da dahil hep birlikte cephe aldılar. Duyumlarıma göre oğlunuz Oktar sizi günlerce takip etmiş. O gün Cevat Hoca bir toplantıya gittikten sonra, maiyetinizde çalışanlara izin vermişsiniz. Ersan evinize gelince, komşuIann tanıklığında suçüstü yaptırmış. Yok böyle bir şey! Ben o çocuğa uzun yıllardır bir anne gibi baktım. Peki, bütün bunlar yalansa neden dava açmıyorsunuz? Siz eviadınıza açabilir misiniz? Oğlunuzun ve kızlarınızın içinde bulunduğu BAY davasından geri adım atmayacağınızı söylediğiniz halde, böylesine fevkalade hassas bir suçlamada sessizliğinizi korumanız, benim düşüncelerimde önemli çelişkiler çağrıştınyor. Olabilir! Ben, bu hususta 43 yıldır annelik yaptığım oğlumu Allah'a havale etmiş durumdayım. Siz oğlunuzun tanımladığı gibi, gerçekten Sabetaycı mısınız? Veya mumsöndü kutlarnalarına hiç katıldınız mı? Oktar, kızlık soyadım "Ataman"dan dolayı beni Sabetaycı yaptı çıktı. Aslında "Ataman"ın manası tarihçilerden birkaç ay önce öğrendiğime göre "Kazakların başı" demekmiş. Hanımefendi, sizin anne veya babanız tarafından Kazaklar'a ait bir isim verebilir misiniz? Bizim aslında Kazakistan'la aliikarnız yok. Tarihçiler, kızlık soyadımın o manaya geldiğini söylediler. Selahattin Galip'in "Dönmeler ve Dönmelik" adlı kitabının 372'nci sayfasında "Atamanlar" Karakaşilerin en popüler ailelerindendir, diye bahsedilmekte! Peki buna ne diyeceksiniz? Ne diyebilirim ki? Herkes aklına eseni yazıyor. Baksanıza, bizim Cevat'm okul arkadaşı doktorlarla birlikte her yaz tertipIediğimiz maskeli kıyafet baloları bile mumsöndücülükle adlandınldı. Bunları oğlunuz söylüyor. Başkalan söylese, zaten kimse itibar etmezdi. Siz o gruptaki resimleri gördünüz mü? Yıllardır tertipiediğimiz balolardaki resimlerden, aile albümümüzde onlarcası var. Amerika'dan ve dünyanın çeşitli yerlerinden gelen Türk doktorlar arasındaki gördüğüm kadınlı erkekli grupların resimleri hayli enteresan. Edremit koyunda görüntülenen otuz-otuz beş kişilik toplulukta kaptan, amirat, efe, apaçi, çingene, korsan, çeribaşı, kontes, kabadayı, gay ve herduş kıyafetli orta yaşın üzerindeki insanlar var. Tabii ki buradaki görüntüler herkes tarafından farklı algılanabilir. Doğrusunu isterseniz ben de olumlu bakmış değilim. Neden farklı algılansın efendim? Eşim Cevat'ın da söylediği gibi, neredeyse kırk küsur yıldır tertipiediğimiz gayet masumane balolar bunlar. Hayatları yurt dışında geçen birçok ünlü profesör ve doktorların streslerini atabilmeleri için değişik kıyafetler giymeleri, bazı erkeklerin makyaj yapıp maske takarak arkadaşlarına sürpriz yapmalarının ne gibi sakıncası olabilir? Eğer bunların adı oğlum Oktar'a göre mumsöndücülükse, söyleyeceğim hiçbir şey yoktur. Adnan Hoca, o kocaman gövdesiyle haremine aldığı elit ailelerin kızlarının hayatlarını karartıyor. Oğlum ve beyinleri robotlaşmış kızlarım aracılığıyla, kocamla beni Sabetaycılıkla suçlayacağına, perde arkasından yediği halıların hesabını versin. Ömrüm yettikçe ucu nereye dayanırsa dayansın, çocuklarımı bana ve eşime düşman eden Adnan Hoca 'yla sonuna kadar uğraşacağım. Üstelik bunların içerisinde normal askerlik yapanlar da yok! Devletin yetkili kurumlan neden harekete geçmezler, anlamış değilim. Sernin Hanım'ın tüm feveranlarına rağmen daha makul bir tutum içerisinde olan Cevat Babuna'ya baktığımda, yüz hatları içinden çıkılamaz üzüntülerin ifadesini taşıyordu. Kısmen gergin ortamı dağıtmak için Ankara'dan getirdiğim imzalı iki kitabımı kendisine uzattığımda: Bana daha önce dört tane değişik kitabınızı göndermiştiniz, mümkünse bunları Sernin 'e verelim. Buyrun hanımefendi, ikisini de size takdim ediyorum. Öncelikle hangisini okumamı tavsiye edersiniz? Atatürk'ün Gönül Galerisi, daha çok bayanların sevdiği bir kitap. Öyle ise ilk fırsatta onu okuyayım, hiç değilse bir nebze olsun üzüntülerimi gidermiş olurum. Cevat ve Sernin Babuna'yla yapmış olduğum uzun sayılabilecek söyleşiden sonra, kalkma vakti gelmişti. Beni samimi bir şekilde asansöre kadar götürüp uğurladılar. Aşağıya inip bahçeye adım attığımda, hâlâ şok içerisindeydim. Çünkü, böylesine aklın havsalanın almayacağı bilgiler, bir yazara yarım asırda ancak rastlayabilirdi. Belki de hiç rastlamazdı. En nihayet başımı kaldırarak karşımda beyaz bir kuğu gibi yükselen "Sernin Apartmanı"na baktığımda, keşke bütün insanlar bu binanın görünümü kadar masum olabilseler diye kendi kendime mınidanmaya başladım. Daha sonra Caddebostan sahil yolunda tuhaf duygular içerisinde dalgın bir şekilde yürürken, evlâtlarını hiç durmaksızın suçlayan Cevat ve Sernin Babuna'nın, olayların bu reddeye gelmesinde hiç mi kabahatları yok? demekten kendimi alamadım. Benim anladığım manada şartlar ne olursa olsun, babalar ve anneler evlâtları için vardır. Bu husustaki karar, siz sevgili okuyucularımın ... IŞILDAR AİLESİ Tanınmış işadamı İzzet ve eşi Firdevs Işıldar, Karakaşi kökenli Sabetayistlerdendir. Kızları Tülin (Işıldar) Marangozoğlu yıllar içerisinde bilhassa babasıyla olan anlaşmazlıklarından dolayı büyük huzursuzluklar yaşamaktaydı. Milliyetçiliğe ve manevi değerlere olan eğilimleri nedeniyle aile bireylerinin Sabetayist eğilimlerini bir türlü içine sindirerniyordu. Babasının ve annesinin düzenli şekilde Tevrat okuması, Yahudilerin özel günlerini kutlayıp dışarıda Müslüman gibi görünmeleri, kızları Tülin Hanım 'la aralarının açılmasına neden olan başlıca etkenlerdir. Firdevs Işıldar, köken olarak Selanik Karakaşi'si olan Sernin Babuna'nın yakın arkadaşıdır. İzzet Işıldar ise Işılplast Plastik Sanayi ve Ticaret A.Ş.'nin sahiplerindendir. Ancak bu şahıs, genellikle her Yahudi'nin yaptığı gibi büyük vergiler kaçırarak devleti sürekli zarara sokmaktaydı. Kızı Tülin Hanım bu durumlara daha fazla dayanamayarak, babasının yaptığı karanlık işleri ihbar etmek mecburiyetinde kalmıştı. Kızını her seferinde Sabetayist geleneklerine uymadığı için tehdit •eden İzzet Bey, bir bakıma yaptığı baskı ve tarizierin diyetini fazlasıyla ödemiş oluyordu. Anne ve babası her ne kadar sürekli hakaret edip tehditler savursalar da, Tülin Işıldar dürüst vatandaşlık görevini yerine getirerek gereğinin yapılması için yetkili birimlere verdiği dilekçesinde şöyle demekteydi: "Adalet Bakanlığı Makamına Ben Tülin (Işıldar) Marangozoğlu, Maliye Bakanlığının gerçekleştirdiği bir baskın neticesinde açılan ve İstanbul 6 No’lu Vergi Mahkemesi nezdinde devam eden 200611235-1236 sayılı dosyaların tarafı olan 1şıldar Plastik San. ve Tic. A.Ş.’nin hakim hissedarı İzzet Işıldar ın kızıyım. ■ Maliye Bakanlığı’ nın babamın fabrikasına ve ofisine Haziran 2004’te düzenlediği bir baskında, babamın sahibi bulunduğu Işılplast Plastik San. ve Tic. A.Ş.’nin devletimizden yüklü miktarda vergi kaçırdığı ortaya çıkmıştır. Benim de o tarihe kadar haberimin olmadığı bu vergi kaçakçılığının belgeleri, o aramada ele geçirilmiştir: Ben, devletime ve yasalara saygılı, milliyetçi bir kişi olarak, babamın ve ortaklarının bu hareketlerini tasvip etmiyorum. Yaptıklarından "onların adına” utanç duyuyorum. Bu nedenle, konuyla ilgili olarak Sayın Bakanlığınızca bilinmesinde ve bazı tedbirler alınmasında yarar olabilecek hususları aşağıda bilgilerinize sunuyorum: Aile içi sohbetlerden, soruşturma aşamasında soruşturmayı yürütecek memurların isimleri belli olur olmaz babam İzzet Işıldar ın bu memurlara yaktaşmanın yollarını aramaya başladığını, bu amaçla incelerneyi yapan vergi denetmenlerinden birinin yakın arkadaşı olan ve soyisminin "Kaya" olduğu söylenen bir mali müşavirin fabrikada işe alındığını, bu vesileyle de cezayı az yazdırmaya çalışacağını, birkaç farklı kanaldan duydum. Yine aile mensuplarından babamın ve ortaklarının, yargılama aşamasında da hatırlı kişiler vasıtasıyla devlet görevlileriyle temas etme tekniğini kullanmayı plânladıklarını, bu amaçla birçok yere rüşvet verdiklerini duymuş bulunmaktayım. Bu konuyla ilgili olarak annem (Firdevs Işıldar) bana telefonda babam İzzet Işıldar ın Erzincan’dan önemli isimlerle temas kurduğunu, ErzincanlI binlerim araya sokacaklarını, ayrıca bir milletvekiliyle para karşılığı anlaştıklarını, bu yöntemle İstanbul 6 no’ lu Vergi Mahkemesi’ nde görülen vergi davalarını sonuçsuz bırakıp, cezadan kurtulacaklarını söylemiştir. Bu konuşmalardan çok kısa bir süre sonra İstanbul 6. Vergi Mahkemesi; ortada Maliye Bakanlığınca verilen 25 Trilyon TL. tutarında bir vergi cezası olduğu halde, Işılplast A.Ş. hakkında verilen ihtiyati tedbir kararını kaldırmıştı: Ailem, babamın hatırlı yakınları vasıtasıyla Işılplast’ın 25 trilyon liralık vergi borcunun üstünü örteceğini, tedbir kararının kaldırılmasının da bunun ilk adımı olduğunu öne sürmektedir. Işılplast A.Ş.’nin bu son derece vahim vergi kaçakçılığı eylemi, kamuyu yakından ilgilendiren önemli bir konu olmasına karşın babamın girişimleri sonucunda halen basına yansımamış durumdadır. Babamın yakın ilişki içinde olduğu bazı medya yöneticileri, bu olayın basına yansımasını özellikle engellemektedirler. Bu şekilde vergi mahkemesi yargıçlarının, vergi cezasını kaldırmaktan korkmayacaklarını düşünmektedirler. Babam, devlet bürokrasisi içinde birçok tanıdığı olduğunu hep söyleyegelmiştir. Bunların yargıyı ve adaleti yanıllmak için devreye girmeleri ve başarılı olmaları halinde devletimizin göreceği zarar, 25 trilyonluk maddi kayıpla sınırlı kalmayacak, bu gibi hareketleri yapanın yanına kar kaldığı kanısı yayılacak, suç teşvik edilmiş olacaktır. Babam, bu hareketleriyle Işıldar ismini küçük düşürmüştür Binlerce öksüzün ve yerimin hakkını yiyip, bu paraları Kıbrıs’ta ve başka yerlerde kumarda harcamalarını kabul etmiyorum. Milliyetçi-mukaddesatçı bir insan olarak bu hareketlerini onuruma yediremediğimden, Sayın Bakantığınızı bilgilendirmekte yarar gördüm. Saygılarımla bilgilerinize arz ederim." 26.10.2006 Tülin (Işıldar) Marangozoğlu Bütün bu ifşaatlar, Sabetayist ailelerin milliyetçi dünya görüşüne yönelen çocuklarını tehdit ve baskı altında tutmalanndan kaynaklanmaktadır. Belki burada Tülin Işıldar babasını ihbar etmesi nedeniyle bazı entelektüel kesimler tarafından haksız gibi görülse de, annesi Firdevs Hanım 'ın kızını mahkeme celselerinde müteaddit defalar suçlaması, aklın alacağı işler değildi. Sevgili kızlan onların istediği gibi yaşayıp Sabetayist geleneği olan Şabat, Purim, Mayasız ve Kuzu Bayramıma iştirak edip, arada bir Neve Şalom Havrasına gitselerdi, hiçbir sorun olmayacaktı. Bütün bu olayiann aile içerisinde içinden çıkılmaz hallere dönüşmesi, Yahudi dönmelerio fahiş vergiler kaçırarak lüks hayatlar yaşadıklannı birer birer gündeme getirmektedir. Bir tek İzzet Işıldar yirmibeş trilyon vergi kaçınyorsa, varın gerisini siz düşünün. Daha düne kadar işportacılık ve montajcılık gibi sıradan işler yapan bu insanlar, nasıl büyük servetierin sahibi olmuşlar? Gerçekten şaşırmamak elde değil! Yahudi dönmesi bir ailenin kızı olarak milliyetçiliğe yönelip, fevkalâde dürüst duygular besleyen Tülin Hanım, haramzade babasının gözünde ne kadar hain olsa da ülke çıkarlan açısından gerekeni yapmıştır. Bu dilekçe Adalet Bakanlığına kadar ulaştığına göre, ödenmesi kesinleşen cezanın hâzineye iradı için sıra yetkili makamlarda. Nasıl olsa bu paralar, Kıbrıs ve diğer ülkelerin lüks otellerindeki kumarhanelerinde süregelen rulet oyunlarının yanısıra işret alemlerindeki maskeli balolarda harcanacaktı. Hiç değilse uygun harcansın veya harcanmasın, devletin kasasına girince bizler de bu memleketin insanlan olarak, kendimizi mutlu addederiz. AKP MİLLETVEKİLİ ALAATTİN BÜYÜKKAYA Aslen 1950 Tokat doğumlu olan Alaattin Büyükkaya ’nın adını, 2002 senesi yaz aylannda AKP İstanbul Kurucu İl Başkanlığına atandığında duymuştum. Ne var ki bu zat'ın 3 Kasım'da milletvekili seçilmesinden sonra, kendisini yakından tanıyan bazı çevreler tarafindan "Yahudi dönmesi" olduğu siyaset kulislerinde fısıltılar halinde konuşulmaya başlanmıştı. Özellikle AKP'nin temelini oluşturan milli görüşçülerin şahinler grubu (belki de kızgınlıklanndan olsa gerek) bu hususu her platformda gündeme taşıyorlardı. Çiçeği burnundaki hükümet üyelerinden ise en küçük bir karşı cevap gelmiyordu. Görüldüğü kadanyla henüz işin başlangıcında yıpranmak istemediklerinden, susmanın en akılcı kavram olduğunu düşünmekteydiler. Tabii ki bende bir araştırmacı yazar olarak Alaattin Büyükkaya'yı her yönüyle araştırmaya koyulmuştum. Hakkında hayli detay bilgiler edinmeme rağmen yine de kendisiyle karşılıklı fikir teatisinde bulunmak, vazgeçilmez prensiplerim açisından en doğru yoldu. Çünkü, bir insanı masabaşı kitaplar yazan bazı (efendiler) gibi duyumlarla kaleme alıp hayali tanımlamalarla eleştirrnek bana göre işler değildi. Nihayet 9 Kasım 2007 Cuma günü Büyükkaya'nın Meclis'teki çalışma odasında kendisiyle yaptığım karşılıklı görüşmede, her şeyi enine boyuna tartıştığımızı söyleyebilirim. Aslında on beşteki randevuma yanın saat önce gitmiş ve sekreterya bölümünde beklerneye koyulmuştum. Hiç abartmıyorum, medyatik bir kişi olmadığım halde benim geleceğimi daha önceden duyan bazı görevlilerle iktidar partisinin milletvekili sekreterleri, şahsıma büyük ilgi gösterdiler. Hatta içlerinden bir teknik eleman sekiz sene önceki "Türkiye'nin Büyük Masonları" adlı kitabımı imzalatmak için evinden getirdiğini söyleyince, fazlasıyla duygulandım. Bu genç insan son derece kibar bir görünüme sahip olmasına rağmen davranışlarında o kadar cesurdu ki "Bizleri yönetenler hakkındaki gerçekleri sizin kitaplarınızdan öğreniyoruz" tanımlamaları, Meclis çatısı altında yaşanan olağan dışı gelişmelerdi. Randevu saatim geldiği anda Alaattİn Büyükkaya'nın odasına girdiğimde, son derece yakın ve sıcak bir ilgiyle karşılandım. Kısa süreli hal hatır sorma ve çay kahve sohbetinin ardından, esas konuya hemen geçtik. Muhatabım kendi hayat hikayesini detay tanımlamalarla izaha çalışırken, ben de kafamda kurguladığım sorulan sıralamaya başladım: Sayın Büyükkaya, aslen Tokat doğumlu olmanıza rağmen aile kökeninizin Selanik'e dayandığı doğru mu? Evet doğru! Benim aile büyüklenın Orhan Gazi zamanında Karaman'dan Selanik'e uçbeyi olarak gitmiş ve orada kalmışlar. Efendim, böyie bir şey mümkün olamaz! Neden mümkün olmasın? Çünkü, aile şeceremi benden iyi kimse bilemez. Ben olayı tarihi kaynaklar açısından değerlendiriyorum. Bir kere sizin söylediğiniz yıllarda yani 1320'lerde Karaman ve Selanik, Osmanlı'ya ait değil! Bu nedenle sizin dedelerinizin Selanik'e uçbeyi olarak gitmeleri ihtimal harici bir durumdur. Zira Fatih Sultan Mehmed Karaman'ı 1466'da aldı. Ancak, o tarihten sonra Karaman'dan uçbeyleri Balkan ülkelerine gitmeye başladılar. -Bana anlatılanlara göre, aile büyüklerimin Orhan Gazi zamanında Selanik'e uçbeyi olarak gittiklerini biliyorum. -Efendim, bu husus benim açımdan tatmin edici bir durum değildir. Tarihi kaynakları dokümanlarına göre henüz kuruluş evresinin sancılannı üzerinden atamayan Osmanlı, o zamanlar ancak kendini topariama aşamasındaydı. Sizde kabul edersiniz ki tarihte ay, yıl, zaman ve mekan çok önemlidir. Büyükleriniz, Karaman'dan uçbeyi olarak gidip gitmeseler de herşeye rağmen ailece Selanik 'li olduğunuz, yakınen bilenen durumlardır. Ben Selaniidi olduğumu her yerde çekinmeden söylüyorum. Dedelerim Celil ve Selahaddin Efendiler, babamla annemi yanlarına alarak 1924'teki mübadelede Türkiye'ye gelmişler. Önce Ordu, Niksar, Reşadiye ve daha sonra da Tokat merkeze yerleştirilmişiz. Diğer akrabalanmız ise Yozgat Akdağmadeni ve Çorum'da bulunmaktalar. Onlarla fırsat buldukça görüşüyoruz. Eski bakanlardan Yozgatlı Lütfullah Kayalar da baba tarafıından akrabamdır. Peki, dedelerinizden birinin adının "Hayim" olduğu nereden çıkartılıyor? Bunlar tamamen uydurma şeyler. Babam Mustafa Bey'e gelince; Tokat'ın kenar semtlerinde devletin kendisine verdiği arazilerde hayatının sonuna kadar küçük çaplı bağ ve bahçe işleriyle uğraştı. 3 Aralık 1969'da öldüğünde ben mühendislik okuyordum. Bu şartlarda çalışmam gerekiyordu. Hiç beklemeksizin kaydıını İstanbul İktisat Fakültesi gece bölümüne naklettirdim. Daha sonra annemi de yanıma aldım. Ancak, Tokat'tan hiç kopmadım. Halen nüfus kaydım oradadır. Sayın Büyükkaya, bana ailenizin Selanikli olduğunu söylediniz. Buna birde Kayalar (Kayı) Köyü 'nü eklersek itiraz etmezsiniz herhalde? Neden itiraz edeyim ki! Benim ceddimin hepsi Türkiye'ye gelinceye kadar Selanik'e takriben otuz kilometre mesafedeki bu köyde kalmışlar. Sizde biliyorsunuz ki Osmanlı döneminde kozmopolit bir şehir olan Selanik'te kimin Müslüman, kimin Yahudi olduğunu tefrik etmek hayli zor bir durumdur. Ancak, Kayı Köyü'nün hiç istisnasız Yahudiler'in yerleşim merkezi olduğunu tarihi kaynaklar da teyid etmekte! Buna katılmak sözkonusu olamaz. Çünkü, benim atalarımın kökeni Karaman'a dayanıyor. O nedenle ben, milliyetçi bir Anadolu insanıyım. Size burada çok özel bir şey soracağım. Bu soruma, ülkeyi yöneten mevcut iktidar partisinin etkin bir milletvekili olarak doğru cevap vereceğinize inanmaktayım. Milliyetçi bir Anadolu insanı olduğunuzu söylemenize rağmen oğlunuzun Yahudi dönmelerin kurduğu Feyziye Mektepleri'nde okuduğu, düşünce ufkunuzda herhangi bir çelişki arzetmiyor mu? Bu konulara girmesek! Girelim efendim, zira bu okuldaki idarecilerin büyük çoğunluğu geçmişten günümüze Sabetayist kökenli insanlardır. Böyle bir eğitim kurumunda Anadolu insanlarının varlığı ve daha da önemlisi milliyetçiliğin esamesi bile okunmaz. Evet, benim oğlum Feyziye Mektepleri'ne bağlı (Işık Lisesi)'ni bitirdi. Bunda ne gibi bir mahzur var? Türkiye sosyal bir hukuk devleti olduğuna göre, isteyen istediği yerde okuyabilir: Üstelik böylesine güçlü konumdaki eğitim kurumlarının siyasi malzeme olarak kullanılmalannı son derece anlamsız buluyorum. Benim, bir yazar olarak siyasi malzemeye ihtiyacım yok! Ancak, bu okulu Yahudi dönmelerin kurduğunu herkes biliyor. Değerlendirmelerimi sizin açınızdan söylemiyorum. Benim hakkımdaki bütün olumsuzlukları, Necmettin Erbakan ve milli görüşçüler çıkartıyor. Şuna bütün kalbinizle inanın ki, ben otuz beş senedir Ankara' da oturduğum halde Erbakan 'ı bir kez olsun görmüş değilim. Siyasi ve ekonomik fikirlerini de hiç benimsemem. Ayrıca oğlunuzun Feyziye Mektepleri'nde okuduğunu kabul etmenizle, zaten sizden gerekli mesajı almış bulunmaktayım. Bu husustaki samimiyetinize çok teşekkür ederim. Yalnız burada kafama takılan bir şey var. Hakkınızdaki Yahudi dönmeliği isnatlannı milli görüşcülerin çıkardığını söylüyorsunuz. Peki, siz l975'lerde Başbakanlık Teftiş ve Denetleme Kurulu'ndaki ilk görevinize Erbakan döneminde başlamadınız mı? -Evet, onun Başbakan Yardımcılığı zamanında başladım. Sonra CHP'li bakanlardan Teaman Köprülüler tarafından (polis zoruyla) görevden ihraç edildim. Burada söylediklerime bütün kalbinizle inanınız ki seksen yaşını aşmış Erbakan, beni ve iktidanmızı soy köklerimize yönelik isnatlarla acımasızca karalıyar. Öylesine fesad bir adam ki, hâiâ siyasi hırs peşinde!.. İşin o yönü beni ilgilendirmiyor. Üstelik oğlunuzun bitirdiği okul meselesi de yalan değil! Bu türden şeyler, geçerli kriterler olamaz. Herkese göre değişir. Şahsen ben milliyetçi dünya görüşüne sahip bir insan olarak, oğlumu Yahudiler'in kurduğu okullara göndermem. Zaten de almazlar. Bütün MHP'liler bu konularda çok keskin düşünüyorlar. Sayın Büyükkaya, ben MHP'li değil, inançlı bir Türk milliyetçisiyim. Üstelik Devlet Bahçeli'yi de hiç tutmam. Çünkü, onun olduğu yerde milliyetçilik yapılmaz. Kendileri köken itibariyle CHP'li olduklan gibi ağabeyi Servet Bahçeli'nin çocuklarının adları da Bülent ve Rahşan' dır. Bunu ilk defa sizden duyuyorum. Efendim, sıcak sohbetimiz içerisinde farkında olmadan konuyu biraz dağıttık. Size yeniden dönecek olursak, Allah daha çok versin ama bu muazzam yükselişin sebebi nedir? Ben, İstanbul İktisat Fakültesi 'ni bitirdikten sonra İngiltere ve Fransa'da mastır yaptım. Az önce de izah ettiğim gibi Başbakanlıktaki görevimden müstafi addedildikten sonra özel sektöre geçtim. AK Sigorta' da genel müdürlük yaparken, Rumeli'li İşadamları Derneği ve bilahare Merkez Sigortayı kurdum. Bildiğim kadanyla Merkez Sigorta'nın sahibi ve TÜSİAD (Patronlar Kulübü) Yönetim Kurulu üyesisiniz. İki dönemdir sürdürdüğünüz milletvekilliğiniz, iş hayatınızı aksatınıyar mu? Bütün bunlan ekiplerimle tamamlamaya çalışıyorum. Peki Aydın Doğan'a; Sabetaycılığınıza dair isnatlar hakkında sizi yeterince savunmadığı için kırgın mısınız? Sitemlerim olmuştur, ama yine de kırgın değilim. Çünkü, iş hayatında hemen bir şeylerden kopamazsınız. Ayrıca TÜSİAD'da kızı Arzuhan Hanım 'la müşterek görev yapıyoruz. Ben beklerdim ki Aydın Bey, kendi yayın organlarında "Alaattin Büyükkaya Sabetayist değildir" demeliydi. Ama bunu yapmadı. Bu yüzden kalben üzüntülerim var. Başka ne diyebilirim ki! Ayrıca kartel medyanın içinde bazı tetikçi yazarlar bulunmakta. Bunlardan bazılarının, Fransız istihbaratından para alarak kitaplar yazdıklarını biliyorum. Ben, şahsen bu söylediklerinizi üzerime almıyorum. Çünkü kartel medya ile işim olmadığı gibi, kitaplarıma kimsenin müdahale etmesi söz konusu değildir. Ekip çalışmasından asla hazzetmem ve daima yalnız çalışmayı tercih ederim. Birilerinden para alıp sipariş yazılar yazmak, aklımın ucundan dahi geçmez. Aslında benim gibi dünya nimetlerinden uzak duran milliyetçi insanların, düşüncelerini okurlarına iletmekten başka gayeleri yoktur. -Beni yanlış anlamayın. Sizin hakkınızda önyargılanm bulunsaydı, şu anda burada konuşmamız mümkün olmazdı. Kartel medyadaki tetikçi yazarlar sözlerimle, kimleri kastettiğimi gayet iyi bildiğinizi sanmaktayım. Efendim, ben hayatım boyunca hiçbir zaman şifreli ve rumuzlu konuşmadım. O nedenle sizin düşüncelerinizde gizlilik ihtiva eden sallamacı yazarlar beni hiç ilgilendirmiyor. Kitabıma da burada söylediklerinizden farklı bir şey asla yazmam. Çünkü benim karakteristik yapım açısından, okuyucuya inandıncılık ve ahlaki değerler son derece önemlidir. Ayrıca dört adet imzalı kitabımı çalışma masanızın üzerinde yaklaşık bir haftadır bulundurmanız; bir yazara verilen önemli mesajlar arasındadır. Sizin hakkınızda da doğrulan yazacağıma inanabilirsiniz. Baştan sona hayat hikâyeınî olabildiğince anlattım sanırım. Birazdan Bütçe Komisyonu toplantısına katılacağım. Efendim, yine de bazı konularda yeterince tatmin olduğumu söyleyemem. Özellikle Selanik Kayı Köyü ve oğlunuzun Feyziye Mektepleri'nde okuması, kafamda belirgin soru işaretleri oluşturmakta. Çünkü, Yahudi dönmelere ait bu eğitim kurumu, Türkiye için hâlâ geçerli bir tehdit unsurudur. Siz anladığım kadarıyla bu konuya fazla takıldınız ama, ben oğlumun böylesine geniş donanımlı bir okulda eğitim görmesinden rahatsızlık duymuyorum. -Şahsen rahatsızlık duymuyorsanız, söylenecek başka söz yok demektir. Ancak, her şeye rağmen Feyziye Mektepleri'nin Yahudi dönmelere ait olmadığını ve bu okulda Sabetayist öğretmenler bulunmadığını söyleyebilir misiniz? Kuruluş tarihini incelemedim. Ne var ki, Sabetaycılara ait bir okul olduğu söyleniyor o kadar. Efendim, 1885'te Selanik'te eğitim vermeye başlayan Feyziye Mektepleri'nin kurucularının başta Şemsi Efendi olmak üzere hepsi de Yahudi dönmesidir. Bu okul 1924'lerde İstanbul'a taşındığında Nakiye Elgün, Seniha Nafiz, Eşref Binzet, Sacit Öncel gibi Sabetayist müdürler tarafından yönetilmiş olup, öğrencilerin tamamına yakını Rum, Yahudi ve teba dönmelerinden oluşmaktaydı. Burada aniattığınız hususlar benim ihtisas alanıma girmediği için bir şey söyleyemem. Çünkü, ben bir iktisat doktoruyum. O yönünüzü yakmen biliyorum. Her şeye rağmen bana zamanınızı ayırdığınız için size teşekkür ederim. Ben de teşekkür ediyorum." AKP İstanbul Milletvekili Dr. Alaattİn Büyükkaya ile yaklaşık birbuçuk saatlik söyleşimizde, bazı hususlarda (konuşmalanmızın ’ içeriğinde de belirttiğim gibi) yeterince tatmin olduğumu söyleyemem. Ancak, siz değerli okuyuculanmın aramızda geçen diyaloglardan gerekli mesajlan aldığınızı sanmaktayım. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden ayrılırken Büyükkaya'nın sekreteryasındaki • personelinin yanı sıra "B" kapısının çıkış bölümünde beni uğurlayan diğer milletvekilleri'nin sekreter ve danışmanları tarafından da hayli yakın ilgi gördüğümü bilmenizi isterim. Hatta ben dışanya çıkmadan önce sekiz-on kişilik bir grup kitaplanının listesini yazarak, en kısa sürede imzalayıp—göndermemi istediler. Daha sonra beni Meclis'in Dikmen kapısına kadar getiren iki görevli elimi öpmeye kalktıklannda, böyle şeylere alışık olmadığımdan (mahçubiyet duyarak) onlara sanlmakla yetindim. Bana içtenlikle el sallarlarken "Bizi kimlerin idare ettiğini daha çok yazın! Çünkü bunlara milletçe ihtiyacımız var" demekteydiler. .. TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ'NİN Bu satırlan yazarken, tarifi mümkün olmayan üzüntülere kapıldığım gibi kelimenin tam manasıyla içim acıyor. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşundan günümüze kadar kimler gelmiş, kimler geçmiş bu çetrefilli siyaset arenasından. Meclis arşivlerini dikkatle incelediğimizde umumiyetle İsmet İnönü dönemlerindeki Ermeni, Yahudi, Rum ve Sabetayist kökenli parlamenterlerin sayılarının hayli fazla olması üzüntü verici durumlardır. Bunları içerisinde Türkiye'nin kaderine yön verip, önemli makam ve mevkilere kendi yandaşlannı getirenierin hükümranlıklan tarihin hiçbir döneminde tevil edilemez. Ancak, gençliğimin en esrik günlerinden neredeyse altmışıma merdiven dayadığım hayatımın olgunluk evresine kadar yıllar yılı iz sürmeme rağmen şaşılacak bir durumdur ki, suyun öte yakasından gelen bu insaniann hâlâ önü arkası kesilmemekte! Gözlemlediğim kadanyla böylesine günü kurtarma politikalaoyla ülkemizi yöneten devletliler oldukça, kesileceğe de benzemiyor. inanın öyle bir an geldi ki üzüntülerimin ardından tutulduğum gülme kriziyle, acaba akıl deryasından mı çıkıyorum diye boşluğa düştüğüm süreçlerde hemen kendimi toparlayıp kontrol ettikten sonra, sıkıldım ve bıraktım. Gayrimüslim ve Sabetayist parlamenterleri irdelemek bir yana, detaylı araştırmaları derinliklerine dalıp yazdıkça, çok istesenizde bu travmanın sonu gelmiyor. Sanki bu işte tek partili dönemin kural tanımaz sistemiyle ülkeyi yöneten Milli Şef İsmet İnönü suçlu da, diğerleri hiç mi kabahatsiz? Tabii ki onları da gözle görülür affedilemez kusurlan var! Ancak, İnönülü yıllardaki dar devletçilik nizarnının özentisi içerisindeki parti yöneticilerinin yabancı hayranlıklarının yanısıra Ermeni,* Yahudi ve Rum asıllı milletvekillerinin ötesinde, Sabetaycıları insanı hayretlere düşüren sayılan akıllara ziyan verecek bir durum arzetmektedir. Kaldı ki, Gayrimüslim milletvekilierini daha önce yazdığım bir kitabımda gündeme getirmiştim. Şimdi ise dikkatli ve titiz araştırmalanmla Yahudi dönmelerin dünyasına girince, çok istesem de bu gayya kuyusunun içerisinden bir türlü çıkamıyorum. Mosturalık olarak seçtiklerimi ve benim ülkemin kaderine tesir edip, önemli görevler alan heyet-i zevatı bu sayfalara taşımaktan imtina etmek gibi bir saklanıının içerisinde bulunmadım. Hiç çekinmeden söyleyebilirim ki benim felsefemde yaları, doları, rumuzlu ve şifreli isimler yazmak asla yoktur. İnanmadığım konuyu zaten gündeme getirmem. Bazılan gibi içlerinde masonların ve Sabetayistlerin bulunduğu malum kartel medyaları arkama alıp "Efendi I, Efendi II" diyerek kısmi doğruların yanısıra hayali komplo teorileri üretmek benim işim değildir. Hadi üç beş kitap neyse de, yüzlerce kitaptan alıntı yapmak bana hiç uymaz. Daha da önemlisi komünist dünyadaki Sabetaycılan üstü kapalı teğet geçip, kendi patentasının dışındakileri tu kaka yapmak, yazarlık adabına yakışmayan şeylerdir. Buradan o "Efendi" arkadaşa soruyorum; Nazım Hikmet, Abdi İpekçi, Sıddık Sami Onar, Rahşan Ecevit, Şükru Sina Gürel ve Nermin Abadan Unat gibi tescilli solcuların Yahudi dönmeliklerini yazamıyorsan, sen ayan beyan taraf tutuyorsun demektir. Şahsen milliyetçi bir insan olmama rağmen bu vatana zararlı gördüğüm hazretlerin çetelesini çıkardığım gibi, hayatım boyunca bir yerlere midemden bağlı bulunmadığım için, benim açımdan sağcı-solcu hiç farketmez. Buna hemen bir örnek vermem gerekir- ‘‘ Ermeni, Yahudi ve Rum asıllı milletvekillerini, Gayrimüslimlere ait yazdığım kitabımda tüm detaylanyla gündeme getirmiştim. Bu kitabın VI. baskısı bitmiş olup, VII. baskısı tamamlanma aşamasındadır. se; Nazım Hikmet, İsmail Cem ve Rahşan Ecevit'in Yahudi dönmeliğini nasıl gündeme getiriyorsam, Demokrat Parti döneminin Sabetayist bakanlatmdan Emin Kalafat 'la, milletvekillerinden Agah Erozan ve onların ekolünden gelen diğer devletlileri açıkça dekiare etmişimdir. Şifre kırmak ve komplo teorileri bana dağlar kadar uzak olduğu için gariban birkaç Sabetayistle uğraşmak yerine, benim milletimin yıllar yılı kanını emen iki yüzlü dönmeleri günyüzüne çıkarmaktan şeref duyanm. Buradaki zatı şahaneleri okuyup da itirazı olanlar bulunursa; hepsine Türkiye Cumhuriyeti'nin mahkeme kapıları açıktır. Ben yine de kendi şecerelerini inkar edeceklerine ihtimal vermiyorum. Yok ben bu değilim derlerse, o zaman belgeler konuşur. Özlük dosyalarına İbranice, Sırpça, Ermenice, Bulgarca, Rumca lisan bildiklerini yazanların birçoklannı utancımdan kitabımın sayfalarına taşımadım. Ama onlar utanıp sıkılmadan Türk Devletinin Meclisinde işlerine geldiği gibi uygulamalar yapmışlar. Sıradan vatandaşlarla uğraşmanın kolay, buradaki anlı şanlı Sabetayist parlamenterlerin endazesini ölçmenin zor olduğunun bilincindeyim. Uzun süren çalışmalarım neticesinde kafalarda soru işareti bırakacak hatalara meydan vermeksizin; dikkatli bir perspektifle arşivlediğim bu insanları ben seçmediğime göre, foyalarını meydana çıkardığırndan dolayı hayatta olanlardan huzurları kaçanlar bulunursa (buna aile yakınları da dahildir) canları ve güçleri yettiği müddetçe gereğini yapabilirler. Önce bendeniz yaşadığım topraklardaki ülkemin asil insanları adına üzerime düşeni yapayım ki, ondan sonrası Allah Kerim. Şimdi kronolojik sıraya göre bu Sabetayist parlamenterler topluluğunu, siz değerli okuyucularıma hiçbir kurum ve kuruluşun tesiri altında kalmaksızın takdim ediyorum. Celal Sahir Erozan: 1885 İstanbul doğumlu, eğitimci, yazar, CHP IV. ve V'nci Dönem Zonguldak Milletvekili. Cumhuriyet gazetesinin hissedarlarından Berin Nadi'nin babası, Nadir Nadi'nin kayınpederidir. İsmet İnönü'nün yakın dostu olan Celal Sahir, aynı zamanda döneminin en büyük irtikapçısı Yunus Nadi Abahoğlu'nun sırdaşlan arasındadır. Bunların mavi oligarşinin bayraktarlığını yaptıkları, tarihin hiçbir döneminde gözardı edilemez. Sözde sosyalist şemsiyeniD altında görünen bu Sabetaycılar, birbirleriyle dünürdürler. Babıali'de hangi gazetecinin işe alınacağı veya yazdığı olumsuz köşe yazılanndan dolayı görevine son verileceği, Celal Sahir'den sorulurdu. Katıksız bir Sabetayist olan bu zat, kendi ekolünden gelen Ahmet Emin Yalman ve Sabiha Sertel ile her konuda fikir birliği içerisinde bulunmuştur. Celal Sahir, Cumhuriyet Halk Partisi'nden iki dönem Parlarnentoya girmesine rağmen amcazadesi Mudanya'lı Agah Erozan da Demokrat Parti' den üç dönem milletvekili seçilmiştir. Kitabımın içeriğinde de belirttiğim gibi Kuran'ı Kerirni hatmeden Agah Bey hem İslfuniyeti, hem de Sabetayist geleneklerini birarada yaşayanlardandır. Onun tam aksine Celal Sahir, hayatı boyunca Musevi inançlarından ödün vermeyerek Neve Şalom Sinagogu'nun devamlı rnüdavirnlerinden biri olarak dikkat çekmiştir. Nazım Poroy: 1884 yılında dünyaya gelen Poroy, ilk ve orta öğrenimini doğum yeri Selanik 'te tamamladı. Daha sonra babası İzzet Efendi'nin isteği üzerine Fransa'ya giderek Paris Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. İstanbul'da uzun yıllar avukatlık yapan Poroy, Parlamentoya girdiği güne kadar hayatında hiç görmediği Tokat’tan Cumhuriyet Halk Partisi adayı olarak IV'ncü yasama döneminde (193 1) milletvekili seçildi. Dört yıllık görev süresinin bitiminde, İsmet İnönü'nün kontenjanından V. VI. VII. ve VIII' nci dönem olmak üzere tam on sekiz yıl Tokat milletvekilliği yaptı. Bu zaman sürecinde seçildiği bölgeye, seçim dönemleri haricinde hiç uğramadığı o zamanları yaşayanlar tarafından da teyid edilmektedir. İnançlı bir Sabetayist olarak Tevrat'ı ve İbranice duaları hatmeden Nazım Poroy, hayat süreci içerisinde Yahudi dönmeliğiyle ün yapan Vatan gazetesi 'nin sahibi Ahmet Emin Yalman 'la yakın münasebetlerde bulunmuştur. Parlamenter sıfatıyla Karma Hakem Mahkemesi Türk Azalığı yaptığı dönemlerde, Yahudi Pulliamlar'a aracılık yaparak Ahmet Emin Yalman'ın Vatan gazetesi'nin rotatif makinalarının Türkiye'ye gelmesine öncülük etmiştir. Bu hususta itirazda bulunacak olanlara, olayın nasıl gerçekleştiğini Galatasaray Kulübü eski başkanı Alp Yalman'a sormalarını tavsiye ederim. Amcasının gazetesinin nasıl ve ne şartlarda kurulduğunu o, herkeslerden iyi bilir. Esasında bütün Sabetayistler Türklere karşı gizli bir husumet beslediklerinden, aralarında ufak tefek kırgınlıklar olsa da birbirleriyle her zaman uyum içerisinde yaşarlar. 1950 seçimlerinde Demokrat Partinin büyük bir ekseriyetle Meclis'e girmesi üzerine siyasi hayata veda eden Poroy, 16 Nisan 1957'de İstanbul'da vefat etmiştir. Sami Erkman: 1883 Yanya doğumlu olan Erkman, Harp Akademisi mezunu olmasına rağmen ordudan ayrılarak kooperatifçilik ve ziraat işleriyle iştigal etmiştir. Zaman içerisinde CHP' de parti müfettişliğine kadar yükselip İnönü'nün talimatıyla V'nci dönem Kastamonu VI'ncı dönem (1939) Tunceli Milletvekili seçilmiş, tıpkı diğer Sabetayistler gibi sorumlu olduğu bölgelere mecbur kalmadıkça uğramamıştır. Uğramasa da farkeden bir durum yoktu. Zira milletvekillerinin büyük çoğunluğu, merkezi hükümetten tıpkı memur tayini gibi atanmaktaydılar. Sami Erkman dönmelik durumunu hissettirmemeye özen gösterse de babası Nezir Efendi, Sabetaycıların manevi lideri konumundaki eski Maliye Bakanı Cavid Bey'in en has müridieri arasındaydı. Bu fevkaHide dikkat çekici durumu Cavid Bey'e ait hatıratlar arasında görmek mümkündür. Tereddütü olanlar, Feyziye Mekteplerinin eski müdürü olan bu hazretin anılarını okuyabilirler. Cabir Selek: 1907 İstanbul doğumlu olan Selek ve babası Sezai Bey, Kapancılar koluna mensup Yahudi dönmeleridir. Aslen Selanikli olan bu aile 1934 yilında "Selek" soyadını almıştır. Erbaa'lı Ankara Milletvekili Sabahattin Selek, Kuşada'lı İzmir Milletvekili Cemal Hakkı Selek ve 1961 Kurucu Meclis Üyesi Barolar Temsilcisi Hulusi Naci Selek'in bu Sabetayistlerle hiçbir alâkası yoktur. Tamamiyle soyadı benzerliği olan bu isimlerio farklı yönlere çekilerek, birbirleriyle karıştınlmaması gerekmektedir. Tutucu bir Yahudi dönmeliğiyle tanınan Cabir Selek, Feyziye Mekteplerinin ticaret bölümünden mezundur. Nakiye Elgün 'ün müdürlük yaptığı dönemlerde bu okulun en başarılı öğrencileri arasında olduğunu, arşiv kayıtlarındaki notlannda görmek mümkündür. Uzun yıllar bankacılık ve Merkez Bankası Kambiyo Müdürlüğü yapan Selek, VlI'nci dönemde (1943) Cumhuriyet Halk Partisinde^ Gümüşhane Milletvekili seçildi. Hayatı boyunca Feyziye Mekteplerine önemli bağışlarda bulunan Cabir Selek'in babası Sezai Bey'in gömütü, Yahudi dönmelere ait Üsküdar Bülbülderesi mezarlığındadır. Razi Soyer: Selanikli Haki Efendi, 1879'da ailesiyle birlikte İzmir'e göç ederek Yahudi Mahallesi Karataş'a yerleşmişti. Ailenin üçüncü çocuğu olan Razi Soyer, her milletten insanın yaşadığı bu tipik Osmanlı şehrinde 1881 yılında doğdu. Babası Haki Efendi, Karakaşilere mensup hatın sayılır bir tarikat üyesiydi. Yüksek Mühendislik Okulunu bitiren Soyer, uzun yıllar Ulaştırma Bakanlığına bağlı Demiryolları ve Limanlar İnşaat Dairesi Başkanlığı görevlerinde bulundu. VI'ncı ara seçim olmak üzere VII. ve VlII'nci dönemlere Cumhuriyet Halk Partisinden Urfa Milletvekili seçildi. Tıpkı o da diğer Sabetayist dindaşları gibi, hayatında hiç görmediği bir ilin üyesi sıfatıyla Parlamentoya girip, on yıl görev yapmıştır. Tabii ki işin başında Milli Şef İsmet İnönü olunca istediği kişiler kolundan tutulup, belirlenen bölgelerden milletvekili seçiliyorlardı. Demokrasi derseniz, hak getire! Mevcut illerin insanları kendi adaylarını gösteremeyip korkudan seslerini çıkaramadıkları gibi, son diktatör nasıl istiyorsa herşey öyle uygulanıyordu. Burada oynanan tuluat oyununda Selanikli Haki Efendi 'nin oğlu Razi Soyer emir kulu olduğuna göre, kimi kime şikayet edeceksin? Tek partili dönemde ülke bu ve benzeri insanlarla idare edile gelmişse, söylenecek başka söz yok demektir. Tevfik Kamil Koperler: 1889 Selanik doğumlu, Mülkiye ve Paris Hukuk Fakültesi mezunu, Büyükelçi, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı, II. ara seçim, III'ncü dönem Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul Milletvekili. Koperler'in babası Kamil Efendi, Karay cemaatine bağlı bir Sabetayist olarak bilinmektedir. 1960 ihtilalinden sonra Osman Bölükbaşı 'nın Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi saflarına katılan Koperler, en büyük Menderes muhalifleri arasındaydı. ihtilalcilerin talimatıyla 6 Ocak 1961 'de Kurucu Meclis üyesi seçildiğinde Mehmet Altınsoy, Kadircan Kaflı ve Ahmet Tahtakılıç gibi sözde milliyetçi geçinenierk Türkiye Büyük Millet Meclisinde aynı sıralan paylaştı. Aslında bu hazretler, İsmet İnönü 'nün yıllar önce Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı iken Koperler'i kovduğunu gözardı ederek, Sabetayist dostlarıyla birlikte ihtilalcilerin gölgesinde milliyetçilik nutukları atmaya başlamışlardı. Tabi ki bütün bunları kendileri söyleyip, kendileri dinlemekteydiler. 25 Ekim 1961 'de Parlamentodaki görev süreleri sona erdiğinde, yaklaşık bir ay kadar önce Menderes İmralı'da asılmış, bu efendiler' de piyon olmaktan ileriye gidememişlerdi. Mehmet Altınsoy'a sorarsanız, Koperler dostunun Selanikli olduğunu hatırlıyor, fakat Sabetayist kökenli bir aileden geldiğini bilmiyordu. Eh ne de olsa anlı şanlı devlet büyüğümüze, böylesine keskin hafıza yakışır. Yakışmamış olsaydı bakanlık görevinden sonra 1989 yılında İstanbul' dan binbir nazla gelip, kimselerin kabullenmediği Ankara Belediye Başkanlığı gibi zor bir görevi üstlenir miydi hiç! Tevfik Kamil Koperler kısa süren Kurucu Meclis üyeliğinden sonra, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi 'nde Anayasa Hukuku hocalığına başladı. Ancak, ilerlemiş yaşı, aktif görev yapmasına engel oluyordu. Nihayet bu görevinden sekiz ay sonra aynlan Koperler, 18.12.1964 yılında İstanbul'da vefat etti. Üsküdar Bülbülderesi Mezarlığının dolu olması nedeniyle defın işlemi, genellikle bütün Sabetayistlerin tercih ettikleri gibi Zincirlikuyu Kabristanında Müslüman geleneklerine göre yapılmıştır. Prof. Dr. Mehmet Emin Erkul: 1883 Sertice doğumlu olan Erkul, Tıbbiye'yi bitirdikten sonra İstanbul'da serbest doktorluk yapmaya başladı. Babası Yahya Efendi, Kapancılar derg^mm müridleri arasında olduğu gibi Karakaşilerin manevi lideri eski Maliye Bakanı ve Feyziye Mektepleri Müdürü Cavid Bey'le de samimi münasebetler içerisindeydi. Musevilerin kutsal günlerinde çok zaman Şişhane'deki Neve Şalom Sinagogu'na birlikte gitmekteydiler. 23 Nisan 1920'de Egemenlik Meclisi'nin açılmasıyla birlikte Mustafa Kemal'in talimatıyla Bursa'dan I'nci dönem milletvekili seçilen Erkul, tıp doktoru olması nedeniyle arkadaşları arasında büyük ilgi görüyordu. Ancak, zaman içerisinde Yahudi dönmesi Halide Edip ve kocası Çingene asıllı Adnan (Adıvar)'la, Mustafa Kemal'in aralarında soğuk rüzgariann esrnesi üzerine onlarla sıkı fıkı dost olan Dr. Erkul, popülentesini kaybetmeye başlamıştı. Egemenlik Meclisi'nin kurucuları, henüz ülke rejiminin adı belirlenıneden gizliden gizliye muhalif davranışlar sergileyen bu Sabetayistlere kuşkuyla bakmaktaydılar. Sağlık Bakanı Dr. Adnan (Adıvar) görevine devam etmesine rağmen yine de diken üzerindeydi. Karı koca Adıvarlar, Mustafa Kemal'le fikren uyuşamasalar da Milli Mücadele günlerinden kalma eski dostluklarının hatınna vaziyeti idare ediyorlardı. Bilhassa Halide Edip, aralarındaki din bağı nedeniyle Dr. Erkul'u her yönüyle himaye ederken, Mustafa Kemal ve diğer milletvekilleri bu durumdan hiç hoşnut değillerdi. Temmuz 1923 'te U'nci yasama döneminin milletvekilleri tespit edilirken Mehmet Emin Erkul'un listeye alınmayışıyla, herşey kendiliğinden sona ermiş oluyordu. Bu duruma herhangi bir tepki vermeyen Sabetayist doktor, Ankara'da hiç beklemeksizin, akrabalarının çoğunlukta olduğu Bursa'ya yerleşti. Kısa zamanda Sağlık Müdürlüğüne atanmasının ardından, uzun yıllar Vilayet Umumi Meclis üyeliği yaptı. Zaman içerisinde mesleğini benimsernesi nedeniyle politikaya sıcak bakmadığından, 1932 yılında profesör oldu. 3 Haziran 1964'te yetmiş dokuz yaşında vefat eden Erkul, İslami gelenekiere göre Bursa'da defnedilmesine rağmen babası Yahya Efendi'nin gömütü Yahudi dönmelerin adeta mabedieri gibi saydıklan Üsküdar Bülbülderesi mezarlığındadır. Resai Erişken: 1882 İzmir doğumlu olan Erişken, Selanik Karakaşisi Vasıf Bey'in oğludur. Babasının, İzmir eski Belediye Başkanı Osman Kibar'ın eşi Ulya Hanım'la yakın akrabalıklan gözardı edilemez. Çünkü Karakaşiler, hangi şartlarda olurlarsa olsunlar birbirlerine sıkı dostluklar içerisinde bağlıdırlar. Resai Bey'in hakkındaki bir diğer muamma ise Meclisteki özlük dosyasında "Hukuk" mezunu yazmasına rağmen, hangi fakülteyi bitirdiği belirgin değildir. Ancak, İzmir'de İnhisarlar (Tekel) Tarife Kalemi müdürlüğü ve serbest avukatlık yaptığı bilinen durumlardır. Resai Erişken, özellikle İstiklal Mahkemeleri heyetinin İzmir'de paşaları yargılanması ( 1926) duruşmalannda, bir hukukçu olarak Halk Parti yöneticileriyle tanışma fırsatı bulmuştu. Bu durum, onu her geçen gün politikaya daha çok yaklaştınyordu. Nihayet IV'ncü dönem ara seçimlerinde kendisine yer açılarak Tokat'tan milletvekili seçilen Erişken, böylesine bir oldu bittiye kendisi de inanamamıştı. Aslında Tokat, bu hususta bahtsız bir ildir. Şöyle bir dikkat edecek olursak her kontenjan açılışında Selanikli Nazım Poray, Vidinli Hasip Ahmet Aytuna, yine bir başka Selanikli Sıtkı Üke, ihradılı Halit Nazmi Keşmir gibi Sabetayistler bu şehrimizden milletvekili seçilmişler. Tabii ki böylesine sakat bir uygulamayı anlamak mümkün değil! Daha sonraki dönemlerde V. VI. ve VII'nci dönem olmak üzere Tokat'tan memur tayin edilir gibi milletvekili seçilen Resai Erişken'i sorsanız, kimseler tanımaz. Çünkü tek partili dönemde Milli Şef İsmet İnönü öyle istemiş, bu Sabetayistler de Anadolu insanının yönetiminde söz sahibi olmuşlar. O yıllarda sistem böyle işlediğine göre, Türk'ün öz insanlarını Parlamentoya sokmaktan imtina edenler utansınlar, demekten başka ne yapabiliriz ki! .. Yahya Sezai Uzay: 1879 yılında Makedonya sınırlan içerisindeki Bırsava'da dünyaya geldi. Babası Davut Efendi, Sabetaycıları bir kolu olan Osman Baba dergahına bağlı olup bulunduğu kasahanın sinagogunda görevli bir hahamdı. 1903 öğrenim döneminde Mülkiye'yi bitiren Uzay, önce kaymakamlık daha sonra sırasıyla Giresun, Yozgat, Trabzon ve Eskişehir Valiliği görevlerinde bulundu. Merkeze alınmasının ardından üç yıl süreyle Mülkiye Müfettişliği yaptı. Tek partili dönemde genellikle üst düzey bürokrallar revaçta olduklarından, bunların büyük çoğunluğu devlet görevi esnasında Parlamentoya girebilme şansı bulmaktaydılar. Valilik yaptığı zamanlarda CHP yöneticileriyle samirniyet kuran Yahya Sezai Uzay, VI. ve VII'nci yasama dönemlerinde Balıkesir'den milletvekili seçildi. Bir ara İçişleri Bakanlığına atanması gündeme gelmesine rağmen, Başbakan Refik Saydam'la kişisel nedenlerden dolayı yıldızlan barışmadığı için bu arzusu akim kaldı. VIII'nci dönemde ( 1946) ilk kez gerçekleşen çok partili seçimlerde, Balıkesir'den yeniden adaylığını koyduğu halde Demokrat Parti karşısında sandıktan çıkacak yeterli oyu alamadığı için Parlamentoya girme şansını kaybetti. Çünkü, halka yıllar yılı hizmet götürmeyen bu tarzdaki Sabetayist milletvekilleri, demokratik hayatın başlangıcıyla birlikte esmekte olan hürriyet rüzgarlarıyla vatandaşlardan gereken cezayı alıp, siyaset sahnesinden adeta kovulurcasına çekilmek mecburiyelinde kalmışlardı. Esat Sagay: 1874 yılında Selanik'te dünyaya gelen Sagay'ın babası Yasef (Yusuf) Efendi, Karay tarikatına mensup Sabetayistlerdendir. İlk ve orta öğrenimini tamamladıktan sonra Harp Okulunu bitiren bu zat, Bolu Milletvekili Cernil Hoşcan'ın (son sınıfta) hocalığını yapmıştır. Askeri Rüştiye Müdürlüğü, Harbiye Dairesi Reisliği, emekli olduktan sonra İstanbul Belediye Meclis üyeliği görevlerinde bulunan Sagay, inançlı bir Sabetayist olmasının yanısıra Recep Peker gibi CHP'li yöneticileri önceki yıllardan tanıması nedeniyle siyasilerle yakın temaslar içerisindeydi. Daha da önemlisi, Meclis 'teki asker kökenli milletvekilleri 'nin çoklarının Askeri Rüştiye 'de hocalığını yapmıştı. 1 924 mübadelesinde aile efradının tamamına yakını Bursa 'ya yerleştiğinden, III'ncü dönemde (1927) bu şehirden aday gösterilerek milletvekili seçildi. IV. ve V'nci dönemlerde de Parlamentoya giren Sagay, 1935'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkan Vekilliği görevini üstlenmiş, daha sonra da İsmet İnönü'nün oluroyla Milli Eğitim Bakanı olmuştu. 1937'de Atatürk'ün son Başbakanı Celal Bayar'ın kurduğu kabİnede yerini Saffet Arıkan'a kaptıran Sagay, İnönü ve Refik Saydam grubunun mutad adamları arasındaydı. Muhtemel bir hükümet değişikliğinde, Atatürk'ten sonra İnönü 'yü Cumhurbaşkanı yapmayı hedeflemekteydiler. Ancak Esat Sagay'ın ani bir rahatsızlıkla 22 Mayıs 1938'de vefat etmesi, her şeyin sonu olmuştu. Diğer muhalifler onsuz da olsa Milli Şef'i, Mareşal Fevzi Çakmak'ın öncülüğünde kurdukları askeri cuntayla Atatürk'ün ölümünden bir gün sonra 1 1 Kasım 1938'de Cumhurbaşkanı seçmişlerdi. Cemi! Hoşcan: 1 880 Prizen doğumlu olan Hoşcan, Harp Okulu ve Harp Akademisini bitirdi. Bulgarca ve Rusça lisan bilmesinin yanında Erkanı Harp Kaymakamlığı yapmıştır. Albay rütbesiyle ordudan aynldıktan sonra İçişleri Bakanlığı İskan Müdürlüğü ve Mıntıka müfettişliği görevlerinde bulunmuştur. O yıllardaki İskan Müdürünün görevi, Lozan Muahedesi gereğince Yunanistan'dan Türkiye'ye gelenleri belirlenen bölgelere yerleştirmek gibi önemli meselelerdi. Cemil Hoşcan, uhdesine aldığı vazifeyle Prizren ve diğer Balkan bölgelerinden gelen Sabetayist kökenli yakınlannı başta İzmir ve Bursa olmak üzere Türkiye'nin batısındaki şehirlere yerleştirerek, onlara arazi ve iş imkfm sağlayıp geleceklerini garanti altına alıyordu. Bu arada siyasetle de yakından ilgilenmesi nedeniyle III'ncü dönemde (2 Eylül 1927) Başbakan İsmet İnönü 'nün kontenjan listesinden Bolu Milletvekili seçildi. Parlamentodaki en yakın arkadaşlan Askeri Rüştiye'de bir yıl kadar öğretmenliğini yapan Selanik Sabetayistlerinden Bursa Milletvekili Esat Sagay ve Ankara Belediye Başkanlığı da yapmış olan (Sabetaycılığı tespit edilemeyen) bir diğer Selanikli, Bilecik Milletvekili Asaf İlbay' dı. O günün şartlannda sağlık durumu oldukça bozuk olan Hoşcan 'la, bilhassa Esat Sagay yakından ilgilenrnekteydi. Çünkü, her ikisi de Yahudi dönmelerin önemli kollarından Karay tarikatına mensup Sabetayist ailelere mensup olduklarından, gözle görülür bir dayanışma içerisindeydiler. 15 Ocak 1929'da Ankara ’ da vefat eden Hoşcan, henüz on altı aylık milletvekiliydi. Özellikle Karay Sabetayistleri arasında, onlara sağladığı arazi ve iş imkfuılanndan dolayı hâlâ saygın bir kişi olarak anılmaktadır. Ahmet Münir Erhan: 1880 Selanik doğumlu olan Erhan, daha sonraki yıllarda ailesinin yerleşim yeri olan Bursa merkez nüfusuna kaydını aldırmıştır. Aslında bu kandırmacaları, bütün Yahudi dönmelerin uyguladıkları bir taktik olarak düşünebiliriz. Nasıl göstermelik din değiştiriyorlarsa, Osmanlı'nın son dönemlerinde kayıtlar düzenli tutulmadığından, yabancı menşeyli baba ve anne isimlerinin üzerlerinde rahatlıkla oynayabiliyorlardı. Erhan'ın babası Vahyi Efendi, Selanik merkez sinagogundaki üç haharn'dan birisi olduğu halde Türkiye Cumhuriyeti kayıtlannda isminin önüne Mustafa ekleterek, kendisini asli unsur vatandaş gibi göstermiştir. Gayrimüslim azınlıklar isimlerini açıklıkla dekiare ettiklerinden, bu insanların dönmelere göre daha az tehlike oluşturduklarını düşünebiliriz. Nedenine gelince, dönmeler Türk ve Müslüman gibi görünüp, tarihin her döneminde ülkemizin insanlarına karşı gizli bir kast içerisinde yaşamaktadırlar. 1904 yılında Mülkiye'yi bitiren Ahmet Münir Erhan, içlerinde Yahudi ve Ermenilerin çoğunlukta bulunduğu Osmanlı Bankasında sekiz yıl kadar memuriyet yaptıktan sonra, Fransız Levantenlerin girişimleriyle Adis Ababa Maslahatgüzarlığına tayin edilmiştir-. Osmanlı Meclisi Mebusanı'nda IV'ncü dönem milletvekilliği yapan Erhan, Milli Mücadeleye katılmadığı gibi, zaman içerisinde cumhuriyetin kurucularını da etki altına almayı başarmıştır. Bu başarısının neticesinde Meclis'e girmesi an meselesiydi. Ancak, Sabetayist kökenli olmasından dolayı bu sakıncalı durumu CHP'nin parti müsteşarIarını tedirgin ediyordu. O yıllardaki parti müsteşarlıklarının bir benzeri, dünya üzerinde yalnızca Sovyet Rusya'da bulunmaktaydı. En nihayet III'ncü dönemde (1927) nüfusa kayıtlı olduğu Bursa'dan tayin usulüyle milletvekili seçilen Erhan, Atatürk'ün yakın arkadaşları Kılıç Ali, Ruşen Eşref Ünaydın ve Fuat Bulca'yla aralarının açılmasından dolayı 1931 seçimlerinde Parlamento dışı kalmıştı. İnönü, ll Kasım 1938'de Cumhurbaşkanı seçildikten iki buçuk ay sonra yapılan ilk seçimlerde, Atatürk karşıtlarının büyük çoğuuluğunu Meclis'e doldurarak, dosta düşmana karşı Milli Şefliğini ilan etmiş oluyordu. İşte o İnönü, VII'nci (1943) ve VIII'nci dönemde Ahmet Münir Erhan'ı Bursa'dan milletvekili seçtirerek, doğasına uygun olanı yapmıştı. 1950 seçimlerinde de CHP'den dördüncü kez adaylığını koyan Erhan, Demokrat Parti karşısında açık farkla kaybederek, siyaseten diskalifiye edilmenin ezikliğini yaşamış oluyordu. Rıfat Vardar: 1878 Köprülü (Üsküp) doğumlu olup, aile kökeni itibariyle katıksız bir Karakaşidir. Mülkiye Mektebi Mezunu olan Vardar, uzun yıllar kaymakamlık yaptıktan sonra Giresun ve Ordu valiliği görevlerinde bulundu. Belki birtakım Sabetayistler Musevi dininin etkinliklerini büyük ölçüde terketmiş olsalar da, Rıfat Bey babası Mahmud Efendi'nin Üsküp'ün eski halıarnianndan en tanınmışı olması nedeniyle atadan kalma kutsal geleneklerini Türkiye'de de sürdürmüştür. Karakaşilere has yanın ve kalın bıyık modeli, onun vazgeçilmezleri arasındaydı. İdareci konumunda olmasından dolayı Recep Peker ve Refik Saydam 'la samimi münasebetler içerisinde bulundukları, o günleri yaşayanlar tarafından da teyid edilmektedir. İşte bu samirniyet nedeniyle kendisine kontenjan açılan Rıfat Vardar, III'ncü dönemde Zonguldak'tan milletvekili seçilmekle kalmayıp, bu görevini 1927'den 1946'ya kadar tam on dokuz yıl sürdürmüştür. Aslında onun Parlamentoya ilk girdiği zamanlarda Sabetayistlerin öncüsü konumundaki Ill'ncü ara seçim olmak üzere IV. ve V'nci dönemlerde Celal Sahir Erozan'da Zonguldak'tan milletvekili seçilmişti. Bütün bu olumsuz gelişmelere akıl sır ermiyordu. Anadolu şehirlerini şöyle bir incelediğimizde, tek partili dönemin o kural tanımaz yıllannda inanılmayacak bir Sabetaycılık fırtınası almış başını gidiyordu. Bu küçük illerimizin iiısanlan kendi temsilcilerini Meclise gönderemerikleri gibi, Sabetaycı milletvekillerinin insafına terkedilmiş durumdaydılar. Hatta kendi seçildikleriyle yetinmeyen bu dönme grubunun insanları, dindaşlannı bir şekilde milletvekili seçtirme gayretlerinin içerisine girmekteydiler. Buna bir örnek verecek olursak, zamanla Parlamentonun kıdemlileri arasında ağırlığını hissettiren Rıfat Vardar, çok benimsediği Dramalı Şinasi Devrin'i Halk Partili dostlarına lanse edip Adalet Bakanı olmasını bile sağlamıştı. Esasen önlenemez hırslanyla tanınan Vardar'ın, 5.6.1948'de vefat etmesi bir bakıma on dokuz yıllık siyasi hayatının sonu oluyordu. Şinasi Devrin: 1909 Drama doğumlu olup, İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdi. 1933 yılında Paris Hukuk ve Siyasal İlimler Fakültesi'nde ihtisas yaptı. Yurda döndükten sonra Türk-Flemenk Komisyonu azalığına getirildi. Takriben altı seneye yakın Adalet Bakanlığı Hukuk İşleri Genel Müdürlüğü yaptı. Babası Hüseyin Zihni Efendi, Osman Baba tarikatına mensup bir Sabetayist olmasına rağmen, anne tarafı Girit Rumlarındandır. Bu ikilemler arasındaki Devrin, eğilim olarak baba tarafına çekmiş olmalı ki, yaşadığı yıllarda Musevi geleneklerine daha yatkın bir insan görünümü sergilemekteydi. Özellikle Zonguldak Milletvekili Rıfat Vardar, Yahudi dönmesi bir hahamın soyundan gelmesi nedeniyle Sabetaycı Devrin'i her yönüyle desteklemekteydi. Nihayet Recep Peker, Hasan Saka ve Refik Saydam gibi CHP'nin ağır toplarıyla tanıştınldıktan sonra siyasi arenadaki şansı açılmıştı. V'nci dönemde (26 Mart 1939) Zonguldak'tan aday listesine alınmasının ardından hiç beklemediği bir anda milletvekili seçiliyordu. İlk dört yılda gayet başarılı bir grafik sergileyen Devrin, VII. VII'nci dönemlerde de Zonguldak'tan Parlamentoya girmişti. Bu zaman süreci içerisinde kendini kabul ettirmesiyle Pirlikte, (Hasan Saka kabinesinde) Milli Şef İsmet İnönü'nün talimatı doğrultusunda Adalet Bakanlığına atandı. Ancak, milletvekilliği zamanlarındaki gibi uyum içerisinde görevini yürüttüğü söylenemez. Bilhassa 1949 senesinin ortalarında, hükümetin de başansız olmasından dolayı kabinedeki arkadaşlarıyla yerli yersiz takışmalara girmeye başlamıştı. Hızla yaklaşmakta olan genel seçimlere daha güçlü bir şekilde girmek düşüncesinde olan Cumhurbaşkanı İnönü, hiç beklemeksizin istifasını istedi. Bu şartlarda 20 Haziran 1949 günü yazılı bir dilekçeyle kabineden aynlan Şinasi Devrin, kendi kendini siyaseten de bitirmiş oluyordu. Zaten bitirmemiş olsaydı da, 1950 seçimlerini CHP kazanamayacaktı. Daha sonraki yıllardaki boş vakitlerini Parlamento dışı kalan eski milletvekili arkadaşlarıyla birlikte, genellikle Anadolu Kulübünde buluşarak geçiriyordu. Ani bir rahatsızlık neticesinde 14.6.1952 günü Ankara'da vefat eden Devrin'in gömütü, Cebeci Asri Mezarlığındadır. Kemal Zaim Sunel: 1889 Nevrekop doğumlu, İstanbul Darülfünun'u bitirdikten sonra devlet tarafından Fransa'ya gönderilerek Marsilya Üniversitesinde ihtisas yaptı. III'ncü dönem ara seçimlerinde (1929) Başbakan İsmet İnönü 'nün kontenjan listesinden Konya Milletvekili seçilen Sunel, IV'ncü yasama döneminde de aynı ilirnizden Parlamentoya girmiştir. Aile kökeni olarak babası Salomon Efendi her ne kadar Şemsi Efendi tarikatına mensup olsa da, anne tarafı Karakaşi soyundan geliyordu. Sunel'in Parlamentoya girdiği III. ve dördüncü dönemlerde İnönü, muhafazakar olarak tanımladığı Konyalıları öyle bir cezalandırmıştı ki, aldığı ani bir kararla diğerleri Sabetayist olmasalar da bütün milletvekilIerini ayn bölgelerin insanlarından atamıştı. Yahudi dönmesi Kemal Zaim Sunel'in yanısıra diktatör Başbakan'ın direktifteriyle Ünye'den Ahmet Hamdi Dikmen, İstanbul'dan Nevzat Tandoğan, İzmir'den Selanik kökenli Mehmet Zühtü Durokan bir gecede Konya Milletvekili seçilmişlerdi. Burada bir başka şaşılacak durum, Konya gibi büyük araziler üzerinde kurulmuş çok ilçeli bir ilin dört milletvekili kontenjanı olmasıydı. Tabii ki bütün bu takdir kararları, Ankara'daki merkezi hükümete aitti. Dördüncü dönemde (193 1) ikinci kez seçilen Sunel, gerek Konya halkı, gerekse Meclisteki milletvekilleriyle uyumsuzluklar içerisindeydi. Üstelik Nevzat Tandoğan gibi koyu bir İnönücü'yle takışması, siyasi hayatının kendiliğinden bitmesi demek oluyordu. Bu yasama dönemindeki tazyiklere ancak iki yıl kadar dayanabilen Sunel, ara seçimler yaklaştığında (4 Mart 1933) zorla istifa ettirilmişti. Daha sonraları bu Sabetayist vatandaşı kayıran dönemin Milli Eğitim bakanı Hasan Ali Yücel, onu Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarlığı görevine getirerek nasıl bir dünya görüşünü benimsediğini tesciliemiş oluyordu. Nevrekoplu Sunel, siyaset sahnesine bir daha dönmese de, uzun yıllar bürokrasinin içinde kalarak üst düzey bir hayat yaşamıştır. 15 Kasım 1967'de İstanbul'da vefat eden ve ünlü Zaimler ailesiyle akrabalığı bulunan bu Sabetayist milletvekilinin gömütü, Zincirlikuyu mezarlığındadır. İshak Refet Işıtman: 1891 Gaziantep doğumlu olan Işıtman' ın babası İzzet Efendi, Kudüs kökenli bir Yahudi dönmesidir. Sabetaycı olan bu aile içerisinde İbranice, Arapça ve Farsça !isan bilenler hayli çoğunluktadır. İshak Bey'in özlük dosyasını incelediğimizde "Hukuk" yazmasına rağmen, hangi ilin fakültesini bitirdiği belirgin değildir. Ancak, kaynakçalan dikkatli bir şekilde büyüteç altına aldığımızda Mustafa Necati, Hasan Ali Yücel ve Saffet Ankan'ın Milli Eğitim Bakanlıkları dönemlerinde, Maarif Müfettişliği ve Ankara Maarif (Milli Eğitim) Müdürlüğü görevleri yaptığını görürüz. İlI'ncü dönemde CHP'den Diyarbakır Milletvekili seçilen Işıtman, ara seçimlerde aynı ilimizden Parlamentoya giren Köstence'li Mehmed Rüştü Bekit'le çok samimi dostluklar içerisindeydi. Her ikisininde müşterek yönleri ailelerinin Kudüs kökenli olmasıydı. Ancak burada, İshak Refet Işıtman Yahudi dönmesi olmasına rağmen Köstence doğumlu Bekit'in elimizde kesin veriler bulunmadan Sabetayist olduğunu söyleyemeyiz. Dört yıllık milletvekilliği döneminde Meclis Başkanlık Divanı üyeliği de yapan Işıtman, CHP tarafından yeniden aday gösterilmeyince asıl görevi olan bürokrasiye dönmüştür. Sıtkı Üke: 1877 Selanik doğumlu Üke, Harp Okulu mezunudur. Askeri birimlerin çeşitli kademelerinde görev aldıktan sonra, 268 tümgeneral rütbesine kadar yükselmiştir. Ordu'dan emekliye ayrılmasıyla birlikte CHP saflarına katılan Üke, tıpkı diğer Selanikliler'de olduğu gibi V'nci dönem ara seçimlerinde (1937) Başbakan İsmet İnönü'nün kontenjan listesinden Tokat Milletvekili seçildi. Bu seçimlerden kısa bir müddet sonra Çankaya Köşkü'ndeki tartışma neticesinde Atatürk'le aralan açılan İnönü, Başbakanlıktan ayrılmak mecburiyetinde kaldı. Aslen Sabetayist Kapancılara yakınlığıyla bilinen Sıtkı Üke' ye, Atatürk'ün ölümünün ardından şans yeniden gülmüştü. İnönü'nün Cumhurbaşkanı olmasıyla VI'ncı dönemde (26 Mart 1939) Tokat'tan yemden aday gösterilince, ikinci kez milletvekili seçildi. CHP içerisindeki asker kökenli parlamenterler arasında yaşının gereği etkin bir konumda bulunmasına rağmen, rahatsızlıklanndan dolayı Meclis çalışmalarına fazla katılamıyordu. Üyesi olduğu Tokat ilini sorarsanız, seçim zamanları haricinde birkaç defadan fazla gittiği söylenemez. 22 Ekim 1941'de Ankara'da vefat eden Sıtkı Üke'nin görev süresi kendiliğinden sona ererken Milli Şef İsmet İnönü, annesi Cevriye Temelli'nin hemşehrisi Gümülcine'li Mülkiye Müfettişi Ali Galip Pekel'i VII'nci dönem Tokat adayı olarak çoktan belirlemişti bile... Mehmet Emin Draman: 1889'da Drama'da doğdu. İlk ve orta tahsilini burada tamamladıktan sonra İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdi. Ailece, ünlü Sabetayist "Osman Baba" dergahına bağlıdırlar. Uzun yıllar şeker ve petrol şirketlerinde hukuk müşavirliği yapan Draman, mesleğinin icabı CHP yöneticileriyle sıkı münasebetler içerisinde bulundu. Milletvekili olabilmek için yıllardır parti yöneticilerinin kapısını aşındırmasına rağmen herhangi bir netice alamıyordu. En nihayet, İnönü'nün has adamı Recep Peker'le tanışınca şansı açıldı. Ne varki, doğum yeri itibariyle dışarı kökenli olmasından dolayı Anadolu'daki küçük bir ilden kendisine kontenjan açılması gerekiyordu. Peker gibi despot bir adam, bunun da formülünü bulmakta gecikmedi. Yozgat'ta geniş arazileri bulunan Ömer Evci ikna edilerek Draman, onun ardından ikinci sıraya konuldu. Zaten Yozgat, Meclis'te iki kişiyle temsil ediliyordu. Hiç tahsilsiz, yalnızca adını yazabilen Ömer Evci'ye hemşehrileri kızsalar da merkezi hükümete karşı koymak kimin haddineydi. Dikkat edilecek olursa bilhassa tek partili dönemde bütün Sabetayist ve dışarı kökenliler, genellikle Anadolu'nun küçük şehirlerinden milletvekili seçilmişlerdir. Soğuk bir kış gününde Yozgat'a hayatında ilk kez ayak basan Dramalı Mehmet Emin Bey, bu şehriınİzin konumu itibariyle gariban halka ister istemez muhafazakar nutuklar atmıştı. Her gördüğü boynu kravatlıyı bir matah zanneden bu tertemiz insanlar, onun Yahudi dönmesi olduğunu nereden bileceklerdi? Seçim sürecinde iki günü zor geçiren hazret, 8 Şubat 1935 tarihinde diğer aday Ömer Evci 'yle birlikte vatandaşların davullu zurnalı uğurlamalanyla payitahta milletvekili olarak dönüyordu. Ne diyelim, bu ülkeyi böylesine sakat sistemlerle idare edenler utansınlar. Naki Bekmen: 1891 Yanya doğumlu, Halkalı Yüksek Ziraat Mektebini bitirdikten sonra Almanya'da ihtisas gördü. Ünlü Yahudi dönmesi eski Maliye Bakanı, Karakaşları manevi lideri olan Cavid Bey'e yakınlığıyla tanınmaktadır. Ancak, Cavid Bey İzmir suikastı davaları nedeniyle İstikiili Mahkemeleri tarafından yargılanmaya başlayınca, onun Büyükada'da oturan eşi ve aile yakınlarıyla münasebetlenni kesrnek gibi bir korkaklığa büründü. Gerçekte her dönme böyle değil midir? Kiminle dost olursa olsun baktı ki onun hükümet çevreleriyle arası açık, kendi geleceğini garantiye almak için hemen oralardan uzaklaşıverir. Hatta Cavid Bey'in idam edildiği günlerde hakkında ağza alınmayacak sözler sarfeden Naki Bekmen'in bu tutumu Cumhuriyet Halk Partisi yöneticilerinin dikkatini çekmeye başlamıştı. Çok geçmeden Ziraat Vekâietinde göreve başlaması, ona paye vermek gibi bir şeydi. Zamanla bürokrasi kademelerinde hızla terfi eden Bekmen, İnönü hükümetinde ( 1936) Ziraat Bakanı olan Şakir Kesebir tarafından Ziraat Vekâleti (Tarım Bakanlığı) müsteşarlığına atanmıştı. Nihayet bu görevini sürdürürken, V'nci dönem ara seçimlerinde kontenjan açılınca tıpkı memur tayin edilir gibi gitmek gereğini dahi duymadığı Siirt ilinden milletvekili seçildi. VI'ncı dönemde yine CHP listesinden aday gösterilen Bekmen, bu defa seçim çalışmaları nedeniyle üç dört gün kadar konakladığı Siirt'ten ikinci kez milletvekili seçilerek Parlamentoya giriyordu. VlI'nci dönemde (1943) aday gösterilmediği için, zorunlu olarak siyasetten çekildikten sonraki yaşantısını zirai bitkiler üzerinde kimyagerlik yaparak sürdürmüştür. Agah Sırrı Levent: 1894 Rodos doğumlu, İstanbul Edebiyat Fakültesini bitirdi. Karay tarikatına mensup bir Sabetayist olan Levent, sırasıyla İstanbul Erkek Lisesi ve İstikHU Lisesi Müdürlüğü yaptı. Bu görevleri esnasında CHP yöneticileriyle samimi yaklaşımlar içerisine girmesiyle birlikte, kısa süre sonra Eminönü Halkevi reisliğine getirildi. Halkevleri kurulduğu günden bu yana Sovyet Rusya'nın ideolojisinden esintiler içeren komün modeli fikirler üretiyordu. Tabii ki bu kurumun başkanları da önce İnönü, daha sonra da Sovyet rejimine övgüler yağdırmaktaydılar. Başarılı çalışmalarından dolayı özellikle Başbakan Refik Saydam 'ın dikkatini çeken Levent, ara seçimde açılan ilk kontenjanda (1941) kısa bir konuşma yapmak için gönderildiği Aydın ilinden milletvekili seçilrnişti. Adnan Menderes ve Dr. Şakir Şener'in bütün direnmelerine rağmen İnönü'nün diktavari gücü, bu Sabetayistleri korumaya yeterli oluyordu. Nihayet 28 Şubat 1943 'te yeniden aday gösterilen Agâh Sım Levent, Aydın'dan ikinci kez milletvekili seçilerek Parlamentoya giriyordu. 1946'da çok partili hayata geçilmiş, ülkede yepyeni bir heyecan başlamıştı. Bu defa Demokrat Parti'ye karşı kaybederim çekintisi duyan İnönü, adaylar üzerinde yaptığı revizyon neticesinde şartların gereği olarak Levent'i, liste dışı bıraktırdı. Daha sonraki yıllarda siyasete dönmeden yaşantısını sürdüren Agah Sırrı Bey, 28 Ekim 1978'de İstanbul'da vefat etti. İbrahim Grantay: 1883 Hanya doğumlu, Galatasaray Lisesi ve Paris Siyasal Bilgiler Okulunu bitirdi. İtalyanca, Rumca, Fransızca ve Almanca bilmesinin yanısıra uzun yıllar değişik Avrupa ülkelerinde maslahatgüzar ve konsolosluk görevlerinde bulunmuştur. Aile kökeni olarak Sabetaycıların büyük saygı duydukları "Osman Baba" tarikatına bağlıdırlar. Herhalde bu bağlılıktan olsa gerek, Grantay'ın babasının adı da Osman'dır. Gerçek bir Türk ismi olmasına rağmen, Sabetaycı gelenekiere göre bu ismi Karakaşiler de çok kullanırlar. Burada asıl gayeleri, Kabbalist yaklaşımlarla kendi kökenierini gizlemekten başka birşey değildir. Konsolosluk görevlerinden sonra Dışişleri Bakanlığında uzun yıllar müdürlük yapan Grantay, Kıbns kökenli dönemin Bursa milletvekillerinden Fatin Güvendiren aracılığıyla CHP Genel Sekreteri Recep Peker'le tanıştınldı. Bu tanışmanın ardından parti yöneticileriyle de samirniyet kuran Grantay'a, ilk seçimlerde Anadolu' nun herhangi bir şehrinden kontenjan aynlacağı söylendi. Çünkü, Hanya doğumlu olması nedeniyle kendi kendine aday olması zor bir durumdu. Olsa bile Anadolu insanı tarafından kabul görmezdi. Dışarı kökenliler devamlı surette bu sorunları yaşadıklarından, partinin üst düzey yöneticilerinin aday tespitleriyle Parlamentoya girebilmekteydiler. Zaten o yıllarda herşey emrivaki olduğu gibi, memur tayini şeklinde yapılmaktaydı. Burada asıl düşündürücü nokta, Sabetayist olsun veya olmasın Balkanlar’dan gelenlerin belirgin bir şekilde korunduklarıdır. Bilhassa İnönülü yıllarda bu insaniann Anadolu'nun birçok küçük viHiyetinden milletvekili seçildiklerini görürüz. İşte, İbrahim Grantay'da bunlara bir örnektir. 8 Şubat 1935 seçimlerinde kendisine Kastamonu'dan kontenjan açılan bu zat, baba tarafından Sırp asıllı anne kökeni Sabetayist oları, Kosovalı Şerif İlden'le birlikte Parlamentoya giriyordu. Zaten dört üyesi bulunan Kastamonu, iki milletvekilliğini Sabetayist ve Sırp kökenli hazretlere kaptırınca, tek parti yönetimi tarafından büyük ölçüde diskalifiye edilmişti. Tek tesellileri Ali Şükrü Şenozan gibi değerli bir tıp adamıyla, kimya dalında önemli çalışmaları bulunan Nuri Tamaç'ı Meclis'e göndermeleriydi. Ancak, burada küçük bir parantez açacak olursak; Şenozan İstanbul'lu olması nedeniyle Kastamonu, V'nci yasama döneminde kendi bölgesinden bir üye ile temsil edilmiş oluyordu. Ruşeni Barkın: 1884 Girit doğumlu, Harp Akademisi mezunu. Uzun yıllar ordu saflarında çalıştıktan sonra albay rütbesiyle emekli olmuştur. Emekliliğinin ardından CHP hükümetinin oluruyla Kudüs Konsolosluğuna tayin edildi. Ruşeni Barkın'ın babası Sadi Efendi, inançlı bir Sabetayist olmasının yanısıra Şemsi Efendi dergahına bağlıdır. Bilindiği gibi bu dergahı Sabetaycıların diğer kollarına karşı Atatürk'ün hocası Şemsi Efendi kurmuş, daha sonra da karşıtı olan Yahudi dönmesi tarikatlar tarafından etkisiz hale getirilerek İstanbul'a kovulmuştu. Ruşeni Barkın iki yıl kadar Kudüs Konsolosluğu yaptıktan sonra, her Sabetayist'e tatbik edildiği gibi kendisine bir kontenjan açılarak IV'ncü dönem ara seçimlerinde (1932) Samsun' dan aday gösterildi. O yıllarda büyük arazi sahipleri olan milletvekillerinden Aziz Hızır Bey ve Çarşambalı Mehmet Güneşdoğdu, ne kadar direnip itiraz etseler de İnönü 'ye söz anlatamamışlardı. Bu durumu içine sindiremeyen Aziz Hızır Bey 17 Kasım 1932'de milletvekilliğinden istifa ederek, CHP yöneticilerine karşı adeta kafa tutmuş oluyordu. İstifasına tepki olarak, doğum yeri Büyükoyunca köyünden aylarca şehir merkezine inmemişti. Bir diğer milletvekili Mehmet Güneşdoğdu ise V'nci dönemde de Parlamento'ya girdikten sonra merkezi hükümet tarafından devre dışı bırakılıyordu. Çünkü, geçmişteki muhalefetinden dolayı kara listeye alınmıştı. IV'ncü ara seçimden sonra V. ve VI'ncı dönemlerde de Samsun Milletvekilliği yapan Giritli Sabetayist Ruşeni Barkın'ın görev süresi yeterli görülmüş olacak ki, yerine yeni bir stepne hemen bulunmuştu. Bu stepne yine Samsunlu değil, Halkevi Başkanlarından Kavalalı Nail Öztuzcu 'ydu. Bu şahıs Sabetayist kökenli olmasa da, Yahudi dönmesi Giritli Ruşeni Barkın'ın yerine VII'nci dönemde (28 Şubat 1943) Samsun Milletvekili seçilmişti. Mithat Şükrü Bleda: 1874 Selanik doğumlu, Manastır İdadisi ve Cenevre Fen Fakültesi 'ni bitirdi. Umumiyetle her Selanikli Sabetaycının olduğu gibi Karakaşi dergahına mensuptur. Hayatının önemli dönemlerini bu kozmopolit Osmanlı şehrinde geçiren Bleda, sırasıyla Selanik Ticaret Lisesi ve Belediye Hastanesi müdürlüğü görevleri yaptı. Sabetaycıların manevi lideri Cavid Bey'den daha güçlü bir konuma sahip olan bu zat, kurnaz bir teşkilatçı olması nedeniyle Osmanlı Meclisi Mebusanında tam üç dönem Selanik, Serez, Drama, Konya ve Burdur Milletvekilliği yapmıştır. Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda hemşehrisi olmasına rağmen Mustafa Kemal, ona fazla sıcak bakmadı. Yıllar yılı pusuda durup, görev beklediği halde aday gösterilmedi. Salih Bozok, Fuat Bulca gibi yaşları kendisinden küçük olan ve geçmişte ağabeylik yaptığı insanları devreye sokması da bir işe yaramıyordu. Zamanla durum öyle bir hal aldı ki, Halk Parti yöneticileri siyasi tecrübelerinden yararlanılmasının faydalı olacağına dair görüşler belirtmekteydiler. Nihayet Egemenlik Meclisi 'nin kuruluşundan on beş yıl sonra Başbakan İsmet İnönü tarafından Sivas ilinden aday gösterilen Bleda, o güne kadar yakınından bile geçmediği bu tarihi Anadolu şehriınİzin temsilcisi olarak Parlamentoya giriyordu. Aslında üç milletvekili seçme hakkı bulunan Sivas'ın, Sabetayist olmasalar da diğer üyeleri Debre'li emekli tümgeneral Akif Öztekin Erdemgil ve Üsküdarlı eğitimci Sabiha Görkey'di. Mithat Şükrü Bleda ilk başlarda biraz sıkıntılı olsa da güçlü ikna kabiliyetiyle kendini kabul ettirerek İnönü dahil olmak üzere, Refik Saydam ve Şükrü Saraçoğlu'nun Başbakanlıklan zamanında tam beş dönem Sivas Milletvekilliği yapmıştır. Bleda 'yı her ne kadar oportimis bir kişi olarak tanımIasalar da, kökeninin Karakaşilere dayandığı tevil edilemez gerçeklerdir 1 950'den sonra aktif siyasetten çekilen Bleda, 19 Şubat 1956'da İstanbul'da vefat etti. Gömütü halen Zincirlikuyu mezarlığındadır. Fazlı Güleç: 1891 Midilli doğumlu olan Güleç, Mülkiye Mektebini bitirdikten sonra Mülkiye Müfettişliği görevinin ardından sırasıyla Bursa, Yozgat ve İzmir Valiliği yaptı. Onun henüz dünyaya gelmediği yıllarda babası Musa Efendi, Selanik'te Yahudi cemaatinin saygı duyduğu bir hahamdı. Daha sonralan Sabetaycılar; Karakaşlar, Kapancılar, Karaylar ve İpekçiler gibi çeşitli koliara bölününce, Şemsi Efendi taraftan olan babası ailesiyle birlikte Midilli'ye göç etti. Burada on yıl kadar kaldıktan sonra o yıllarda Yahudi dönmeler için en rahat şehir olan İzmir' e gelerek, Karataş semtine yerleştiler. Genellikle Sabetaycılar İbranice ve Rumca'yı, Türkçe'den iyi konuşurlar. Fazlı Güleç'te Midilli'de geçen çocukluk günlerinden ve ailede Grek lehçesi konuşulmasından dolayı Rumca'yı çok iyi telaffuz ediyordu. Uzun yıllar valilik ve idarecilik yaptığı için bilhassa Dr. Refik Saydam'ın kısa süren İçişleri Bakanlığı döneminde sık sık karşılaştıklarından, birbirlerini yakınen tanıma fırsatı bulmuşlardı. İşte o Refik Saydam, II'nci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından yeni Başbakan adayı olarak lanse edilince, 1939 Mart'ındaki seçimlerde Fazlı Güleç'i Bursa'dan aday göstermişti. Bilhassa İzmir ve Bursa'daki Sabetaycılar, onun aday gösterilmesinden çok memnun kalmışlardı. Nihayet 26 Mart 1939' da milletvekili seçilen Güleç, 11 'nci Cumhuriyet Hükümetini kuran Refik Saydam'ın dalıliyle Parlamentoya girmiş oluyordu. Yazırnın başlangıcında, bu zatın Rumca'yı çok iyj telaffuz ettiğini söylemiştim. Sanki dünya üzerinde çok önemli bir lisanmış gibi 3 Nisan 1939 günü Meclis'teki özlük dosyasına "Rumca lisan bilir" diye yazıyordu. Yazık ki, ne kadar yazık! Türkiye gibi bir ülkenin nimetlerinden yararlanıp üst düzey görevler yapan bu insan, Sabetaycılığı bir yana dünya üzerinde popülentesi olmayan Rumca'yı üyesi bulunduğu yüce Parlamentoda malzeme yaparak, maksadını aşan görünümler sergiliyordu. Kendi özünü ısrarla belirginleştirme gayretleri içerisinde bulunan bu hazret, başlangıçta her ne kadar Başbakan'ın adamı gibi görünse de sonraları işin tılsımı bozulmaya başlamıştı. Refik Saydam, İsmet İnönü'nün mutad adamı olmasına rağmen yapısı itibariyle titiz ve çalışkan bir insandı. Uzun yıllar idarecilik yapan Güleç'in milletvekili olduktan sonra Meclis'teki devamsızlıklarını ve gözardı edilemez suistimalierini sezinleyince, hiç beklemeksizin giyotini vurmuştu. Henüz genel seçimler yaklaşmadan önce, istifasını istedi. O zamanlar herşey padişahlık gibi olduğundan, bu türden uygulamaların tamamı Cumhurbaşkanı ve Başbakan'ın ağzından çıkacak bir söze bağlıydı. Nihayet 16 Mart 1942'de zorla istifa ettirilen Fazlı Güleç'in milletvekilliği, tıpkı bahar ömrü kadar kısa sürmüştü. Bu şartlarda, şimdilerdeki gibi fazla beklemek gerekrniyordu. Hemen ertesi gün Bursalı askeri doktor Mustafa Talât Simer'e haber gönderilip milletvekili seçilmesi sağlanmış, hiç de demokratik olmayan böylesine bir seçeneğin ardından Parlamentodaki açık, Milli Şef'in emrivaki talimatıyla kısa sürede kapatılmıştı. Çünkü devir, son diktatörün devriydi. Şerif İlden: 1878'de Kosova'da dünyaya geldi. Harp Akademisi mezunu olup Fransızca, Almanca, Rusça ve Sırpça lisan bilmektedir. İlden, anne tarafından Kapancılar koluna mensup bir Sabetayist olmasına rağmen, babası Avni Efendi Sırp asıllıdır. Bütün bu handikaplara karşın askerlik hayatının başarılarla geçtiğini söyleyebiliriz. Erkanıharp Binbaşısı olduğu dönemlerde Belgrad Ataşemiliterliği yaptı. Daha sonra diplomasi alanında hızla terfi ederek albay rütbesiyle ordudan ayrılıp Selanik, Halep, Hamburg Konsolosluğu ve Dışişleri Bakanlığı 2. Daire şube Şefliği görevlerinde bulundu. Aslında İsmet Paşa'yla İstanbul'dan tanışıyorlardı. Bu tanışıklık, onun diplomaside önemli mevkilere getirilmesinde en büyük etkendir. Dışişleri Bakanlığında şube şefliğini sıkıcı bulduğu günlerde, kendisine V'nci dönemde (8 Şubat 1935) Kastamonu ’ dan bir kontenjan açılarak bu ilimizden aday gösterildi. Uzun yıllar askerlik ve diplomasinin içerisinde çalışması nedeniyle politikaya yatkın bir yapısı yoktu. Ancak, yine de kendisiyle birlikte aday gösterilen Hanya Sabetayistlerinden İbrahim Orantay'la birlikte Kastamonu'ya gitmek mecburiyetinde kaldı. Çünkü, CHP yönetimi göstermelik de olsa, mevcut adayların halkın huzuruna çıkıp, geleceğe yönelik birşeyler söylemesini istemekteydi. Bu küçük Anadolu şehrinde birkaç gün kadar kalıp yuvarlak konuşmalar yapan Şerif İlden, formalite oylarıo sandıklara atılıp sayılmasının ardından milletvekili seçilip mazbatasını aldıktan sonra Ankara'ya gelmişti. Parlamentoda dört yıl görev yapan bu zat, soğuk yapısı ve mesafeli kişiliği nedeniyle VI'ncı dönemde aday gösterilmedi. Bu zaman süreci içerisinde Kastamonu'ya önemli bir katkısı olduğu söylenemez. 26 Mart 1939 seçimlerinde hazırlanan listede Kosovali Şerif İlden'in yerine, Hırvat kökenli Muharrem CeHil Bey aday gösterilmişti. Bu zat hukukçu olmasına rağmen, öğretmenlik yapıyordu. Görünen o ki süregelen emrivaki zincirlemeler içerisinde bir yanı Sırp, diğer tarafı Sabetayist olan Şerif İlden gitmiş, onun boşluğunu Türkçe'yi zor telaffuz eden İbradılı Muharrem Celal Bey doldurmuştu. Hasip Ahmet Aytuna: 1895 Vidin doğumlu, çocukluğu ve gençlik yıllarındaki öğrenimi bu şehirde geçtikten sonra 1918'de Sofya Üniversitesi Pedagoji bölümünü bitirdi. Bulgaristan'ın krallıkla idare edildiği o dönemde, Kral Boris'in ordusunda yedek subay olarak askerlik yaptı. Bulgarca'nın yanısıra Rusça ve Fransızca dalında eğitim gördü. Sabetaycılar genellikle Selanik ve Köprülü (Üsküp) gibi şehirlerde bulunmalarına rağmen, Karay dönmelerinin bir bölümü Vidin civarlarını kendilerine yerleşim bölgesi olarak seçmişlerdi. Aytuna'da bilinçli ve eğitim görmüş bir Sabetayist olarak, bu kolun ilim yapmış mensupları arasındaydı. Tek arzusu, Balkanlardaki iç savaşlar ve karışıklıklar nedeniyle yurt dışına çıkmaktı. Nihayet, Selanik mübadillerinden bir yıl sonra Türkiye'ye gelerek ailesiyle birlikte Ankara'ya yerleştiler. Daha sonraki yıllarda tıpkı Sofya'da olduğu gibi, Ankara Gazi Terbiye Enstitüsü'nde Pedagoji öğretmenliği yaptı. Bu arada dönemin CHP'li bakan ve milletvekillerinin çocuklarına, özel Fransızca dersleri veriyordu. Başarılı hizmetlerinden dolayı V'nci dönem (Mart 1939) seçimlerinde Poroylu tütün tüccarı Sıtkı Atanç ve Siirtli Halkevi reisi Cemal Kovalı'yla birlikte Tokat'tan aday gösterildi. Aslında bu ilimiz, her zaman olduğu gibi yine kendi iradesini kullanamamıştı. O dönemin adaylarını büyüteç altına aldığımızda, mevcut üç kişinin yanısıra İstanbullu diş hekimi (Recep Peker'in diş tedavi uzmanı) Bayan Muammer Develi 'nin de listenin dördüncü sırasına ilave edildiğini görürüz. Böylesine belgelere dayalı izahatlarımla; Balkan ülkelerinden gelenlerle, dışan kökeniilere muhalif olduğum gibi düşüncelerin hiçbir zaman akıllardan geçmesini istemem. Çünkü, dünya üzerinde hiçbir kimse nerede ve nasıl dünyaya geleceğini belirleyemez. Gerçekçi düşünecek olursak, böylesine tuhaf uygulamalar başkasının arazisine bina yapmak gibi birşey oluyor. Bir il, kendi bünyesinden tek aday gösteremeyip emrivaki atamalarla enteme ediliyorsa, bu tarzdaki vahim uygulamalar son derece düşündürücüdür. Burada, Sabetaycı Hasip Ahmet Ayıuna'nın Vidin'de dünyaya gelmesi gayet doğal bir durumdur. Hatta Sofya Üniversitesini bitirip, Bulgar ordusunda askerlik yapması da beni ilgilendirmiyor. Çünkü, bu onun kader yazgısıdır. Ancak, içinde yaşadığım ülkemin geleceği ve bekası açısından bunca Sabetaycı ve yabancı kökenlilerin arasında, bir tek Anadolu insanının aday gösterilmeyişi, beni fazlasıyla üzüntülere sevkeden acı gerçeklerdir. Üstelik, ben Tokat'lı da değilim. O bölgeden tanıdığım fazla insan da yoktur. Şartlar ne olursa olsun, bir il yerel yöneticilerinin ve halkının görüşleri alınmadan Sabetaycı milletvekilleriyle doldurulup kaderine terkedilmemeliydi. Ama gelin görün ki, yıllar yılı bu trajik komediyi gözlerini kırpmadan sahneye koyanlar, geçmişin acılarla dolu izlerini unutturma kurnazlıkları sergileyerek demokrasi şampiyonu ilan edildiler. Hatta hiçbir Şey olmamış gibi Türkiye'de siyasetin kaderini tayin eden salon sosyalistleriyle sözde entelektüeller, bu sakat uygulamaların baş kahramanı son diktatör İsmet İnönü 'yü en büyük Atatürkçü gösterip, Anıtkabir'in sığıntısı yaptılar. İnancım odur ki, doğru söyleyen tarih, böylesine affedilemez adaletsizlikleri er geç yargılayacaktır. Halit Nazmi Keşmir: 1897 İbradı doğumlu, Mülkiye Mektebini bitirdikten sonra kendi branşında ihtisas yaparak ekonomi ve maliye profesörü oldu. Aile kökeni olarak Kapancılar tarikatına mensup bir Sabetayisttir. Ancak, devlet ricalinde yükselebiirnek için bu yönünü fazla ön plana çıkarmadı. Aslında çıkaranlar da bakan ve milletvekili seçilip, ülkenin kaderine tesir etmişlerdir. Maliye Profesörü ünvanıyla uzun yıllar İktisat Bakanlığı Müsteşarlığı yapan Keşmir, CHP yöneticilerinin çok benimsedikleri bir bürokrattı. 1941 senesinde yapılan ara seçimlerinde müsteşarlık görevinden affıru isteyerek, Tokat'tan aday gösterildi. Görüldüğü kadarıyla Tokat'ın o yasama döneminde Parlamentoda dört milletvekili bulunmaktaydı. Ara seçimlerde beşinci milletvekilliği kontenjanı ihdas edilmesinin ardından Keşmir, iki yıllığına Parlamentoya seçilmiş oluyordu. Ancak, Şükrü Saraçoğlu onu çok tutuyor ve "Derde Başbakan olursam, Maliye Bakanlığına seni getireceğim" diye açıklıkla söylemekteydi. VII'nci dönem (28 Şubat 1943) seçimleri geldiğinde Tokat'ın makus talihi yine değişmemişti. Sabetayist Hasip Ahmet Ayluna'nın yerine bir başka dindaşı Halit Nazmi Keşmir yeniden milletvekili seçilirken, eskilerden Muammer Develi ve Halkevi Reisi Siirtli Cemal Kovalı ikinci kez Parlamentoya girmişlerdi. Bu iş her ne kadar kronikleşse de, Tokat ili tarihinde ilk kez bir Maliye Bakanı çıkarıyordu. 13'ncü Cumhuriyet Hükümetini kuran Başbakan Şükrü Saraçoğlu, İbradılı Halit Nazmi Keşmir'i Maliye Bakanlığına atamıştı. Anadolu'nun pırıl pırıl insanları o günlerde Sabetaycılığın ne demek olduğunu bilmediklerinden, kendi bölgelerine yapılacak yatırımları düşünüyorlardı. Şimdi buradan soruyorum, Tokat'a 1943 'le 1950 yılları arasında herhangi bir sınai tesis yapılmışsa veya bir bilen varsa söylesin. Yapılmadığı apaçık ortadadır. Ancak VI'ncı dönemdeki eski milletvekili Poroylu Sıtkı Atanç'ın tütün milyoneri olup, büyük ihalelere girdiğini kimseler inkar edemez. Keşmir'in Maliye Bakanlığı Tokat'a uzak, haklı olarak Tokat'da ona uzak kalmıştı. Ama yine de VlII'nci dönemde (21 Temmuz 1946) Demokrat Parti'ye karşı yapılan hileli ve yüzkızartıcı baskın seçimde, üçüncü kez milletvekili seçildi. Bu onun son siyasi varyasyonuydu. Çünkü, çok partili sistemin getirdiği hürriyet rüzgarlan bu köhneleşmiş yüzleri bir daha seçilmernek üzere ebediyen diskalifiye edecekti. Ne var ki bütün bunlara Keşmir'in ömrü yetmedi. 23 Mart l948'de vefat etmesi bu Yahudi dönmesi bakan'ın siyasi hayatının sonu oluyordu. Muhittin Üstündağ: 1884 Sakızadası doğumlu, İstanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Çeşitli ilçelerde kaymakamlık yaptıktan sonra, İstanbul Valiliği görevine atandı. Karakaşi kökenli Sabetayist olmasının yanısıra üstad bir masondur. Daha çok Recep Peker'e yakınlığıyla tanınan Üstündağ, tek partili dönemin bütün seçimlerinde bir parti görevlisi gibi çalıştı. Aslında o yıllardaki sistemin gereği, tıpkı Sovyet Rusya'daki gibi herkes sandık başlarına gidiyor, genel merkezin tespit ettiği adaylar seçileceğinden formalite oy kullanılıyordu. 28 Şubat 1943 seçimlerinde kontenjan bulunamadığı için aday gösterilmeyen Üstündağ, 1945'teki ara seçimlerde CHP yöneticilerinin kendisini listeye dahil etmesiyle İstanbul' dan milletvekili seçildi. Ancak, kaymakamlık ve valilik yapmış bir insan olarak yemin töreninden hemen sonra özlük dosyasına "Rumca" lisan bildiğini dekiare etmesi, kafalan kanştıran bir durumdu. Aslında Sabetaycı olsun veya olmasın Selaniklilerle, adalıları evlerinde eşleriyle ve çocuklarıyla Rumca konuştuklan bilinmeyen şeyler değildi. Ne var ki uluslararası lisan statüsü taşımayan bir dili Meclis kayıtlarına yazmak, "Benim kökenim bu" der gibilerinden anlamlar taşıyordu. İnanın, bu Sabetaycılardan yüzden fazlasını arşivimde tuttuğum halde sizleri bilgilendirebilmek için, önemli gördüklerimi kitabımın sayfalarına aktardım. İşte benim ülkemde, hiç haketmedikleri halde Yahudi dönmesi insanlar valilik ve milletvekilliği gibi üst düzey görevler yaparak, yıllar yılı bizleri temsil etmişlerdir. Ne kadar acı ve ıstırap verici durumlar olsa da, bu gerçekleri hangi saklanlının içine girersek girelim tevil edemeyiz. Siz değerli okuyucularım, bütün bu usulsüz atamalar ve seçilmelerin hepsi CHP döneminde mi diye hafıza ufkunuzda haklı olarak kurgular yapabilirsiniz. Yazdıklarımın özgeçmişleri, baştan sona Meclis 'teki özlük dosyalarında mevcuttur. Aynı atamaları Demokrat Parti ve diğerleri yapsaydı, inanın hiçbir ayrım göstermeksizin onların yanlışlarını da gündeme getirirdim. Diğer iktidarlar döneminde Gayrimüslim ve Sabetayist milletvekilleri yok mu? Elbette var. Ancak, bilhassa 1950'den sonraki çok partili demokratik sistemde keyfe keder atamalar yapılamadığı için, bu Sabetaycıların Meclise girmeleri büyük ölçüde azaldı. Geçmişteki hesap vermez uygulamalardan dolayı bütün bu olumsuzluklar hayata geçirilmişse de, herşeye rağmen kaygı verici bir durum olarak görüyorum. Ahmet Görsel: 1893 Selanik doğumlu olup, Sabetay Sevi'nin urodelerine bağlılığıyla tanınan haharn İzzet Efendi'nin oğludur. İzzet Efendi, Sabetay'a bağlı olmakla birlikte büyük mesih'i yıllar öncesi öldüğünden, Şemsi Efendi ve müridleriyle yakın dostluklar içerisindeydi. Daha sonraları Yahudi dönmeler içerisindeki bölünme ve gruplaşmalar nedeniyle, İstanbul'a kaçmak mecburiyetinde kaldı. Ahmet Gürsel, Selanik'te Feyziye Mektebini bitirdiğinden, eğitimci olmak için babasının isteği üzerine kaydını İstanbul Öğretmen Okuluna yaptırarak, tahsil hayatına burada devam etti. Bu arada siyasetle de yakından ilgileniyordu. Okulunu bitirdikten sonra, öğretmenliğinin yanısıra ekonomi dalında ihtisas yaptı. Bilhassa I 930'lu yıllardan itibaren CHP saflarında önemli faaliyetler gösterdi. Bu çalışmalarının karşılığı olarak Halkevi Başkanlığına atandı. Hem öğretmenliğini yapıyor, zamanının büyük bölümünü de Halkevleri'nin teşkilatianmasına ayırıyordu. Babadan kalma inançlı bir Sabetayist olması nedeniyle Tevrat'ı ve mezmurlar dualarını, baştan sona hatmetmişti. Ancak, bütün dönmeler gibi o da içe kapanık bir hayat sürdürüyordu. Öğretmen emeklisi olduktan sonra, en büyük arzusu milletvekili seçilmekti. Bu nedenle İstanbul Halkevinde sergilediği gayretli çalışmalan CHP yöneticilerinin fazlasıyla dikkatini çekiyordu. Şahsına gösterilen ilginin o da farkındaydı. Nihayet VII'nci dönemde (28 Şubat 1943) Zonguldak'tan aday gösterilen Gürsel, yirmi yıllık uğraşının sonucunda milletvekili olarak Meclise girmeyi başanyordu. Hırslı bir yapıya sahip olduğundan yeni bir parti kurma aşamasındaki Refik Koraltan, Fuad Köprülü ve Adnan Menderes'e karşı fırtınalar estirmekteydi. Despot Başbakan Recep Peker, onun sert tutumu ve gayretli çalışmalanndan çok memnundu. 1946 seçimlerinde iki parti yanşmasına rağmen, Ahmet Gürsel yeniden milletvekili seçilmişti. Gerçi o se. çimler, sandık kaçırma ve hileli oylar yüzünden ilk demokrasi imtihanımızın yüzkarası olarak anılsa da Halk Parti 'si bir dönem daha iktidardaydı. Ama, bütün bu yaptıklarının yüzünden hep başaşağı gidecek ve tam altmış yıl tek başına iktidara gelemeyecekti. Dünya üzerinde köklü bir siyasi partinin altmış yıl nadasa bırakılmasının örneği, hiçbir demokratik ülkede yoktur. Selanikli Yahudi dönmesi Ahmet Gürsel'e gelince, 1950 seçimlerinde yeniden aday olmasına rağmen Demokrat Parti çıkardığı 398 milletvekiliyle CHP'yi sandığa gömdüğü için, o da kaderine boyun eğerek sessiz sedasız siyasete veda etmişti. Şelhum Devrim: 1909 İskenderun doğumlu olup, herhangi bir tahsil yapmadığından dolayı Meclis 'teki özlük dosyasına (Hususi) okur yazar sıfatıyla kayıtlara geçmiştir. Aile kökeni olarak Kudüs'ten Suriye'ye, oradan da Antakya bölgesine yerleştikleri, İskenderun'daki nüfus bilgilerinden anlaşılmakta. Şelhum Bey'in ataları, ortadoğu ülkelerinde uzun yıllar ticaret yapmış Sefarad Yahudilerindendir. Ancak bu insanlar Suriye'nin Osmanlı idaresinde olduğu 1890'lı yıllarda İsHimiyete geçtiklerinden, bütün dönmeler gibi Sabetaycılıkla anılmaktaydılar. Ailenin üç kuşak öncesindekiler Arapça'nın yanısıra İbranice'de bildikleri halde, yeni nesilin temsilcileri yalnızca Türkçe ve Arapça konuşmayı tercih etmektedirler. Fazlasıyla asimile olduklarından, batı bölgelerindeki dönmeler gibi Sabetaycı gelenekleri tam anlamıyla uyguladıklan söylenemez. Ancak, yine de Musevi dininin vazgeçilmez geleneği olan kutsal Şabatı, Pessalı Mayasız gününü saygıyla karşıladıklan bilinen durumlardır. Çünkü, hiçbir insan kendi özünden kolaylıkla kopamaz. İskenderun'da geniş arazileri olan Şelhum Devrim, bu bölgedeki CHP teşkilatının kurucu üyesidir. Hiç tahsili olmadığı halde toprak ağalığı ve zengin konumu nedeniyle 28 Şubat 1943 'te yapılan VII'nci dönem seçimlerinde Recep Peker'in de oluru alınarak, Hatay'dan aday gösterildi. Genellikle bütün milletvekili adayları, parti yönetiminin belirlediği listeye göre tertiplenip açıklanıyordu. Formalite seçimle Hatay'dan milletvekili seçilen Devrim, 1946'da yeniden aday gösterilmesine rağmen yeni kurulan Demokrat Parti karşısında Parlamentoya girecek yeterli oyu alamadı. Aslında Demokratlar, bütün bölgelerde başarılı olduklan halde, komünist ülkelerdeki gibi (açık oy, gizli tasnif) uygulaması yüzünden göz göre göre seçimi kaybetrnişlerdi. Ancak, bazı bölgelerde de mevcut imkânsızlıklara rağmen başarılı olmuşlardı. Bilhassa 1950 ve 1954 seçimlerinde büyük bir ekseriyetle iktidara gelen Demokratlar, Halk Partililerin tamamına yakınını siyasetin dışına ittiler. Bu şartlarda uzun müddet beklernede kalan Şellıuro Devrim, 27 Ekim 1957'de CHP'den ikinci kez milletvekili seçildi. Ne var ki, sağlık nedenlerinden dolayı Meclis oturumlarına yeterince katılamamaktaydı. Zaman zaman önemli oylamalara iştirak etse de, varlığıyla yokluğu belli değildi. 1 Mayıs 1960'ta geçirdiği ani rahatsızlık neticesinde vefat etmesiyle, Devrim'in siyasi hayatı kendiliğinden sona ermiş oluyordu. Sıtkı Yırcah: 1908 Balıkesir doğumlu Yırcalı, Selanik Sabetayistlerinden Ahmet Şükrü Bey'in oğludur. İlk ve orta tahsilini Balıkesir'de tamamladıktan sonra İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdi. 1 932 yılında Paris Hukuk Fakültesinde doktorasını tamamlamasının ardından, Siyasal Bilgilerde maliye dalında ihtisas yaptı. Memleketinde serbest avukatlık yaptığı dönemlerde, kardeşi Sım Yırcalı'ya birlikte Balıkesir Postası gazetesini kurdu. Aynı zamanda bu gazetenin başyazarıydı. Çok partili dönemin getirdiği demokratik hayatla birlikte siyasetle yakından ilgilenen Yırcalı, kendi bölgesindeki Demokrat Parti teşkilatının kurucularındandır. I 4 Mayıs 1950 seçimlerinde adaylığını koyduğunda kazanacağına kesin gözüyle bakıyordu. Çünkü, Cumhuriyet Halk Partisi yılların İhmalinden dolayı tüm Ege ve Marmara'daki şehir merkezleriyle kasahalarda neredeyse bitmiş durumdaydı. Sabetaycı bir aileden gelen Yırcah, Demokrat Parti yöneticilerini ikna ederek kendisiyle birlikte yakın aile dostu Prevezeli Dr. Muharrem Esir Tuncay'ı da aday göstermeyi başarmıştı. Tuncay, Sabetayist olmadığı halde sanki Rumelileri koruma cemiyeti kurulmuş gibi, yakın dostu Yırcalı'yı devreye sokarak Kandiyeli Ali Kahpsızoğlu'nu da listeye dahil ettirmenin hesapları içerisindeydi. Nihayet son anda bu isteği gerçekleşince biri Sabetaycı, ikisi Rumelili üç arkadaş milletvekili seçilerek Ankara'nın yolunu tutuyorlardı. Aslında İsmet İnönü IX'ncu dönemde ihdas ettiği çoğunluk sisteminin gazabına uğrayınca, Balıkesir ili sekiz milletvekilliğinin tamamını elde ederek siyasi tabirle tulum çıkarmış oluyordu. Daha sonralan X. ve XI' nci dönemlerde de milletvekili seçilen Yırcalı, Menderes hükümetlerinde sırasıyla Gümrük Tekel, İşletmeler, Ticaret, Basın Yayın ve Turizm Bakanlığı yaptı. Bu arada siyaseten hayli güçlenmesi nedeniyle kendinden on bir yaş küçük kardeşi I919 doğumlu Sırrı Yırcah ’nın da X. ve XI'nci dönemlerde Balıkesir'den milletvekili seçilmesinde etkili oldu. Böylelikle iki Sabetayist kökenli kardeş, Parlamentoda biraraya gelmişlerdi. 27 Mayıs 1960 ihtilaliyle birlikte Ankara'dan Yassıada'ya götürülen Yırcalı kardeşler, mahpusluğu da beraber tatmışlardı. Uzun süren yargılamalar neticesinde tahliye olduktan sonra Balıkesir'e döndüler. Sıtkı Bey genellikle dinlenmeyi tercih ederken, Sım Yırcalı fabrikasını yönetmesinin yanısıra Balıkesir Ticaret ve Sanayi Odası Başkanlığı görevini de yürütüyordu. Nihayet 67 yaşından sonra yeniden siyasete soyunan Sıtkı Yırcalı, Süleyman Demirel'in Adalet Partisinden 12 Ekim 1975'te Cumhuriyet Senatosu Üyesi seçildi. Eski bir politikacı olması nedeniyle yeni nesil milletvekili ve senatörler tarafından büyük ilgi görüyordu. Senato'da onunla birlikte eski Demokrat Partili arkadaşları da vardı. 12 Eylül 1980'de Kenan Evren'in gerçekleştirdiği askeri darbeyle, Sıtkı Yırcalı’nın siyasi hayatı bir daha dönmernek üzere ebediyen kesintiye uğruyordu. Tuhaf bir rastlantı olsa da, farklı tarihlerde olmasına rağmen iki ihtilali aynı Parlamento çatısı altında görmüştü. 29 Aralık 1988'de vefat eden Sıtkı Yırcalı, Demokrat Parti döneminde en fazla bakanlık yapan politikacılar arasındadır. Emin Kalafat: 1902 yılında Selanik'te Sabetaycı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Türkiye'ye geliş macerası, Lozan Muahedesinin (karşılıklı değişim) yıllarına rastlar. İlk gençlik dönemlerinde Selanik gibi kozmopolit bir şehirde Sabetaycı bir ailenin ferdi olmanın zorluklarını yaşayan Emin Bey, başarılı geçen tahsil hayatının neticesinde Siyasal Bilgiler Fakültesi ’ni bitirdi. Mezuniyetinin ardından Maliye müfettişliği teftiş kurulu reis muavinliğine atanarak, istikbal merdivenlerini hızla tırmanmaya başladı. Her Yahudi dönmesi gibi öz geçmişini yıllar yılı bir sır gibi sakladığı, dikkatli gözlerden kaçmayan durumlardır. Memuriyet hayatının olgunluk dönemlerinde siyasetle yakından ilgilenen Kalafat, 1950’lerde halkın Demokrat Partiye olan ilgisini hissetmesi nedeniyle Sabetaycı hemşehrilerinin yoğun olduğu Çanakkale'den adaylığını koydu. IX., X., XI’nci dönemlerde arka arkaya üç dönem milletvekili seçilmesinin yanı sıra Adnan Menderes hükümetlerinde Gümrük Tekel ve Devlet Bakanlığı yapmıştır. 1960 ihtilalinin gerçekleşmesiyle birlikte Yassıada'da zor günler geçiren Emin Kalafat, burada nöbetçi bir teğmen tarafından don gömlek dışanya çıkanlarak sözlü tarizlere uğramıştı. Bu hiç de hoş olmayan durumu "Bayar Gerçeği" adlı kitabımda detaylarıyla anlattığım gibi, malum konu Yassıada Komutanı Albay Tank Güryay'ın tuttuğu raporlarında da kayıtlıdır. Aslında başarılı bir devlet hayatı olan Kalafat, uzun sayılabilecek mahpusluk sürecinde Kayseri Cezaevi'nden tahliye edildikten sonra bir daha aktif siyasete dönmemiştir. Kendisinin Sabetaycılığına dair bilgileri ilk kez 2001 'de "Türkiye'nin Büyük Masonları" adlı kitabımda yazdığımda, tarunu Deniz Kalafat'la çelişkilere düştüğümüz anlar olmuştu. Hatta Deniz Hanım' a, yazdıklarım yalansa tekzip etmelerini söylediğim halde geri adım atıp susmakla yetindiler. En son geçtiğimiz yıl (2006) yaptığımız telefon görüşmesinde, babaannesinden ve halası eski milletvekili Ayşe Günel'den Sabetaycılıklarına dair herhangi bir şey duymadığını uzun uzun izah etmeye çalıştı. Bende bu sözlerine karşılık "Selanikli Şemsi Efendi'nin torunu Ilgaz Zorlu'da mı yalan söylüyor?" deyince konu kendiliğinden kapandı. Şahsen Demokrat Partili bir ailenin çocuğu olmama rağmen (dürüstlük ilkesi açısından) bu hususu teğet geçemeyeceğimi, Deniz Hanm 'a ısrarla belirttim. Çünkü, nasıl CHP'lilerin tek parti dönemindeki diktavari uygulamalarım gündeme getirmişsem, diğer partilerin kabul edilemez hatalarını da tüm ayrıntılarıyla yazmarndan doğal birşey olamazdı. Emin Kalafat'ın Sabetaycılık meselesine gelince, bu husus yıllardır aile bireyleri tarafından tekzip edilmediğine göre başka söze gerek yok demektir. Nazım Ali Bezmen: 1929'da devlet teşvikiyle İstanbul'da kurulan ünlü Mensucat Santral'in hissedarlarından olan bu zat, Selanik Sabetayistlerindendir. Aslında aile kökenieri İspanyol SefaradLarına dayanmasına rağmen 1492 sürgününde önce Selanik, daha sonraki yıllarda İstanbul'a yerleşen Bezmenler, her fırsatta "Bizler Müslümanız" deseler de bu savları hiçbir zaman inandıncı olamaz. Kaldı ki ailenin büyüklerinden olan Halil Ali Bey'in kardeşi Nazım Ali Bezmen, Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda çocuklarıyla birlikte Arjantin'in Buenes Aires şehrinde yaşıyordu. Mensucat Santral kurulduktan sonra Türkiye'ye gelerek, ağabeyi Halil Ali Bey'le birlikte tekstil sektörünün öncüsü olmuşlardır. Sabetaycılarda aile içi evlilikler yoğun olduğundan Nazım Ali Bey kızı Fatma'yı, ağabeyinin oğlu Fuat'la evlendirir. Bu evlilikten 1938 yılında, Türk halkının tarihi eser kaçakçılığı ve devleti dolandırmasıyla yakından tanıdığı ünlü Halil Bezmen dünyaya geldi. Bezmenler, her geçen gün fabrikalarını geliştirip adeta marka oldukları dönemlerde Türk insanını karın tokluğuna çalıştınyorlardı. Başbakan Şükrü Saraçoğlu'nun 1944'de çıkardığı "Varlık Vergisi"yle ilk sarsınııyı geçirdiklerinde, ne yapacaklannı şaşırmış durumdaydılar. Devlete olan veeibelerini yerine getirmek gibi bir düşüncesi olmayan Nazım Ali Bey, hiç beklemeksizin eşini ve çocuklarını yanına alarak, ikinci kez Arjantin'in yolunu tutuyordu. Vergisini ödemediği gibi, Türkiye'den götürdüğü paralarla adeta saray hayatı yaşamaktaydı. l944'den, 1957 senesine kadar Buenes Aires 'de ikamet eden Nazım Ali Bezmen, yaklaşmakta olan erken seçimlerde adaylığını koymak için, on üç yıllık zorunlu sürgün hayatından sonra İstanbul' a dönmüştü. Tabii ki bu zaman süreci içerisinde bütün vergi cezaları affa uğramış, kardeşi ve yeğenieri Mensucat Santral'da servetlerine servet kalmışlardı. Aslında Nazım Ali Bey, bu ünlü şirketin görünmeyen gizli ortaklanndan en önemlisiydi. XI'nci dönem 1957 Ekim seçimlerinde Demokrat Parti listesinin son sıralarında olmasına rağmen, uzun yıllar yurt dışında kaçak yaşadıği' halde İstanbul Milletvekili olarak Parlamentoya girmişti. O günlerde böylesine büyük hataları yapan devlet büyüklerimizin kulakları çınlasın demekten başka ne yapabiliriz ki? Dilerim ki şimdikiler yapmazlar. Çünkü dünya üzerindeki bütün devletler, kendi öz evHitlarının yönetimleriyle yücelir ve yükselirler. ■ Turhan Kapanh: Selanik Sabetayistlerinin ünlü Kapancılar kolunun bir ferdi olan Turhan Bey, 1916 yılında İstanbul Kadıköy 'de dünyaya.geldi. Esasen Karakaşlar'dan sonra Türkiye'deki Yahudi dönmelerin en belirgin cemaatlerinden olan Kapancılar'a genellikle İzmir, İstanbul, Çanakkale ve Bursa'da rastlamak mümkündür. Bu ailenin manevi lideri konumunda olan Turhan Kapanlı, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra çeşitli illerdeki hakim ve savcılık görevlerinin ardından Burdur ve Ankara Valiliği yapmıştır. Bilhassa Ankara'da bulunduğu zamanlarda, Süleyman Demirel'le yakın temaslar içerisinde olması nedeniyle çok arzuladığı siyasi hayata sıcak bakmaya başlamıştı. Nihayet 1960 ihtilalinden sonra Parlamentonun yeniden işlerlik kazanmasıyla, yeni Anayasa'ya göre, milletvekilliğinin yanısıra senatörlük müessesi de ihdas edilmişti. Valilikten emekli olduktan hemen sonra Adapazarı listesinden adaylığını koyan Kapanlı, 15 Ocas 1961'de seçildiği senatörlük görevini 5 Haziran 1966'ya kadar sürdürdü. Bu tarihten itibaren Ankara'dan senato'ya girerek, hiç aralıksız on dört yıl görev yaptı. Toplam on dokuz yıllık süren parlamenterliği esnasında Demirel hükümetlerinde Tarım, Köyişleri, Orman, Sosyal Güvenlik ve Milli Savunma Bakanlığı görevlerinde bulunan Kapanlı'nın, tıpkı uzun yol haritası gibi olan siyasi hayatı 12 Eylül 1980 ihtilaliyle birlikte sona erdi. Politik arşivleri incelediğimizde inançlı bir Sabetayist kimliğine sahip olan Kapancılar'ın, önemli dayanışmalar içerisinde olduklannı görürüz. Bu ailenin başka bir kolu olan Demokrat İzmir Gazetesinin BaşyazarIanndan Tahir Bey'in oğlu Osman Kapani IX. X. XI'nci olmak üzere Demokrat Partiden üç dönem milletvekilliği ve kısa süreli de olsa Devlet bakanlığı yapmıştır. Bir başka yeğen Münci Kapani ’ nin, Kurucu Meclis Üyesi sıfatıyla Parla- mentoya girmesi sürpriz gelişmeler sayılamaz. Nasıl tek şef'lik döneminde bu Sabetaycı grubun insanlan devlet kademelerine çöreklenmişlerse, çok partili sistemin içerisinde azınlıkta da olsa varlıklarını koruyabilmişlerdir. Belki İnönü zamanındaki kadar Parlamentoya giremeseler de kendi cemaatinin lideri konumundaki kişiler gerek Demokrat Parti, gerekse Adalet Parti hükümetlerinde milletvekilliği ve bakanlık yapmışlardır. Az veya çok, hiç farketmez! Önemli olan bu insanların devlet yönetiminde olmamalandır. Ama, ne yazık ki olmUşlardır. Bilhassa Turhan Kapanlı, öldüğü 20 Ekim 1980 tarihine kadar Sabetayist inançlarından taviz vermeyen Türkiye'deki Kapancıların büyük ağabeyleri konumundaydı. Şu anda tıpkı Karakaşlar gibi, Kapancı ailesinin fertlerinin büyük çoğunluğu İzmir' de yaşamaktadırlar. Nermin Abadan Unat: Türkiye Cumhuriyeti'nin 6'ncı Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, 25 Temmuz 1978 tarihinde Anayasanın kendisine verdiği yetkilere dayanarak Deniz Kuvvetleri eski komutanlarından Hilmi Fırat'ı kontenjan senatörü seçerken, bir de bayan üye atamıştı. Aslında bu hanımefendi, bilhassa eğitim camiasının yakından tanıdığı bir isimdi. Profesör Yavuz Abadan'ın eşi Nermin Abadan Unat, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Dayanış Kürsüsü Profesörlüğü ve Basın Yayın Yüksek Okulunun da müdürlüğünü yapmaktaydı. Fahri Korutürk Paşa, böylesine zarif ve kibar bir hanımefendi profesörü kendi kontenjanından seçtiğine göre, mutlaka çok değerli birisidir diye düşünmekteydim. Ancak, yemin merasimi esnasında kullandığı ağdaiı aksan kafama takılmıştı. Nihayet, Siyasal Bilgilerde yakından tanıdığım bazı öğrencilere sorduğumda "Bizim hocamız İstanbullu, babasının adı da Mustafa" demişlerdi. Aldığım cevaplar beni yeterince tatmin etmediği için, bu hanımefendi'nin Meclis'teki özlük dosyasını mutlaka okurnam gerekiyordu. Çünkü, oradaki kütüğe hiçbir milletvekili ve senatör şeceresini yanlış yazamazdı. Çok geçmeden "Meclis Kanunlar Dairesi"ndeki bir arkadaşımın yardımlanyla amacıma ulaşmıştım. Kendi el yazılanndan anlaşıldığına göre, Profesör Nermin Abadan Unat 1921 Viyana doğumluydu. Ancak orada doğması, Türk olmasına mani değil diye düşünürken, zaman içerisinde öğrenciliğinden o güne kadar ki hayat sürecini incelediğim Unat'ın, katıksız bir Avusturya Yahudisi olduğunu öğreniyordum. Amerika Birleşik Devletleri'nde umumiyetle dünya Yahudileri'nin okuduğu Minnesota Üniversitesi'nde mastırını yapan Profesör Nermin Abadan Unat sonradan Müslümanlığa geçmiş, mason localannı desteklemesiyle tanınan bir Yahudi dönmesiydi. Senatör hanımefendi'nin nüfus kütüğünde baba adı Mustafa ama, ülkemizdeki bütün Sabetaycılar Türk isimleri alarak kendilerini gizlemiyorlar mı? Aslında Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana süregelen böylesine kandırmacaları, fazla yadırgamak gerekmez. Burada asıl şaşılacak durum, Fahri Korutürk'ün kontenjan senatörlüğü gibi hatırlı bir müesseseye Türk insanlannı layık görmeyip, yıllarca Viyana kültürü almış Yahudi dönmesi Nermin Abadan Unat'ı atamasıdır. Tabii ki bu talihsiz atamada Çankaya'nın leydisi Emel Korutürk'ün, sanatsal etkinliklerde fikirlerinden yararlandığı profesör hanımefendi'ye iltimas geçtiğini gözardı edemeyiz. Türkiye Cumhuriyeti'nin zirvesinde görev yapan devlet büyüklerimize şöyle bir bakıyoruz, sözde çağdaş olacağız diye Yahudi dönmeleri ve diğer palİkaryalan kendilerine mesai arkadaşı seçmişler. İsmet Paşa özel doktoru Abravaya Marmaralı'yı iki dönem milletvekili seçtirirken, bu konularda tescilli olan Cemal Gürsel Paşa da Yahudi Erol Dilek, Rum Kaludi Laskari, Ermeni asıllı öğretim üyesi Hermine Agavni Kalustyan'ı kendisine en yakın temsilciler olarak atamaktan hiç rahatsızlık duymamış. Altıncı Cumhurbaşkanımız Fahri Korutürk, Yahudi dönmesi Nermin Abadan Unat'ı nedimesi Emel Hanım'ın referanslarıyla kontenjan senatörü seçtiğine göre, geleneksel teamüle uymuş demektir. .. Emre Gönensay: 1937 yılında İstanbul' da doğan Prof. Emre Gönensay, hiç tartışmasız Selanik Sabetaycısı bir ailenin mensubudur. Üstelik bu kolun en fanatiklerinden sayılan Karakaşilerdendir. Her yönüyle dikkatli bir şekilde araştırılan bu hususun tevil edilmesi dahi söz konusu olamaz. Gönensay'ın anneannesi, yani dedesi Abdurrahman Çınar'ın eşi ise İngiliz asıllı Elizabeth Hanım' dır. Selanik dönmesi olan babası Hıfzı Tevfik Gönensay ise uzun yıllar Feyziye Mektepleri (Işık lisesi) ve Boğaziçi Lisesi Müdürlüğü yapmış; Hayrettin Karaca, Haldun Simavi, Kadir Has, Seyfi Dursunoğlu, muhafazakarlığıyla tanınan ünlü edebiyatçı Nihat Sami Eanarlı gibi öğrenciler yetiştirmiştir. Arşivleri dikkatle incelediğimizde, Gönensay'ın üstad masonlardan olan büyük amcası Ord. Prof. Ahmet Samim Gönensay'ın uzun yıllar İstanbul Hukuk Fakültesi'nde öğretim üyeliği yaptığını görürüz. Bu Yahudi dönmesi ailenin soyköküne derinlemesine daldığımızda, karşımıza hayli önemli tanımlamalar çıkmakta: "Karakaş Sabetaycılarznın önemlilerinden olan İshak Dede, Mevleviliğe intisabından sonra Mevlevihanesi’ nin paslnişinliğine yükseli: Aynı zamanda güçlü bir Sabetaycıhk eğitimi alan İshak Dede, Sabetaycı geleneği ve inancı gizliden güçlü bir şekilde sürdürür. Sabetaycılar içerisinde hahamlık (ogan) mevkiine yükselir. Selanik'teki Sabetaycı mezarlığının bitişiğinde olan mevlevihanenin şephi olarak maruf günlerde Mevievi ayin ve erkanını sürdürdüğü gibi, bu mevlevihanede çifte kemikli müridleriyle birlikte gizliden Sabetaycı ayinlerine de devam eda Mübadele sonrasında (1924) İzmir e gelen İshak Dede nin ölüm tarihini tespit edemedik. Ancak, Dışişleri eski Bakanı Prof. Dr Emre Gönensay, İshak Dede nin torunlarındandır" Böyle bir soyköke mensup olan Gönensay, özel sektörde uzun yıllar koordinatörlük görevlerinde bulunmasının yanı sıra 1987'de Anavatan Partisi listesinden Manisa adayı olmasına rağmen milletvekili seçilemedi. Daha sonra, Cumhurbaşkanlığı Başmüşaviri oldu. 1994-1995 yıllarında Başbakanlık'ta ekonominin koordinasyonu, Gümrük Birliği, Bakü Ceyhan Boru Hattı gibi konularda çalışmalar yaptı. Doğru Yol Pariisi Sosyal Demokrat Halkçı Parti koalisyonunda Dışişleri Bakanlığı görevine getirilen Ernre Gönensay'ın eşi Aylin Hanım trafik kazasında hayatını kaybeden ünlü rallici Renç Koçibey'in kız kardeşi, Cem Uzan'ın eşi Alara (Koçibey)'in halasıdır. Böylesine Sabetayist.kökenli bir aileyle akrabalık bağlan kuran Cem Uzan'ın, siyaset sahnesine çıkıp milliyetçilik nutuklan atmasına hâlâ anlam verebiimiş değilim. Şu anda Boğaziçi Üniversitesinde profesör ünvanıyla öğretim görevlisi statüsünde bulunan ve sürekli parti değiştirmesiyle ünlü akrabası Emre Gönensay'ı genel başkanlığını yaptığı Genç Parti'ye dahil edecek olursa, daha iyi milliyetçilik söylemlerinde bulunurlar. Böylesine engin hoşgörüsü olan bir ülkede, bu durumlan yadırgamak gerekmez. Ne de olsa Türkiye'nin öz evlâdlan Selanik Sabetaycılarına göre, çok acıdır ki kendilerini azınlık gibi hissetmekteler. Hamaset yaparak bütün bunların aksini söyleyenler, kendilerini kandırdıklan gibi ayan beyan hayal taşlamaktadırlar. Neredeyse bir asıidır Rumeli'den akan siyasetin suyunu, çok istesek de Anadolu coğrafyasındaki gerçek vatan evlâtlarının inisiyatiflerine sevkedemeyiz. Belki yıllar içerisinde mucize kablinden birileri çıkar da bizleri yanıltır; o zaman hep birlikte mutlu oluruz. Buradaki serzeniş nedenim, arşivimde hâlâ yüze yakın Yahudi, Ermeni ve Rum dönmesi eski parlamenterlerin şecerelerinin bulunmasıdır. Bunların büyük çoğunluğunun aile yakınlarını devlet bürokrasisinin önemli mevkilerine yerleştirdiklerini, tarihin hiçbir döneminde gözardı edemeyiz. Herhangi bir çekintim olmamasına rağmen, çok sevdiğim ülkemin üzerinde karamsarlık tablolan yaratmak gibi bir niyetim asla yoktur. Üstelik ciltler dolusu kitaplarla, siz değerli okuyucularımın belleklerini meşgul etmek bana fazlasıyla üzüntü verir. Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana Türkiye'deki öğretim üyesi, yazar, yönetici, işadamı ve parlamenter düzeyindeki Sabetaycıları yeterince tanıttığım inancındayım. Fazla böbürlenmek gerekmezse, kendi açımdan bir ilke imza attığımı düşünmemden doğal birşey olamaz. Bunların çokları eski siyasetçiler olsalar da, tek partili dönemlerde ve demokratik süreçte ülkemizi hasbelkader yönetmiş kişilerdir. Görev yaptıkları yıllarda gerçekten olumlu icraatlar yapmış olsalardı, neredeyse yarım asırdır prangasına tutulduğumuz IMF denilen soygun çetesinin girdabında çırpınıp durmazdık! Yenilere gelince, şu anda devletin önemli kurumlarındaki üst düzey mevkilerde sözde ulusalcı geçinen Sabetaycılar kesinlikle bulunmakta! Hatta hergün medyada ve televizyon ekranlarında, vatan kurtaran arslanlar gibi arzı-endam etmekteler. Tekrar ediyorum, Allah'tan başka hiçbir şeyden korkum yok! Olsaydı, zaten sayıları kırkın üzerindeki Sabetaycı hazretleri gündeme getirmezdim. Ancak, şifreli ve üstü kapalı yazmak gibi bir' kişiliğe sahip olmadığımdan, sevdasını ruhumun derinliklerinde taşıdığım ülkemin mutlu yannlarında muhtemel kargaşalara yol açmamak kaydıyla bu konuyu burada noktalıyorum. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin geleceği ve bekası herşeyin üstündedir... KAYNAKÇA Özel Görüşmeler Dr. Alaattin Büyükkaya, AKP İstanbul Milletvekili. Davud Levioğlu, Yahudi Asıllı İşadamı. Erdoğan Temel, Celal Bayar Vakfı Müdürü. İzzet Sarrafi, Yahudi Asıllı Gümrük Komisyoncusu. Melek Merih Bayrı, İş Bankası Yayınları Yazarı. Münir Kesöoğlu, Milli Birlik Komitesi Üyesi. Prof. Dr. Cevat Babuna (Jinekolog). Sernin Babuna, Cevat Babuna'nın eşi. Vahit Özdemir, Dönemin Devlet ve Dışişleri Bakanı Şükrü Sina Gürel'in Basın Danışmanı. Yılmaz Ataksor, Avukat ve Beyazıd Noteri. Ali Fuad Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1951-Ankara. Avram Galanti (Bodrumlu), Ankara Tarihi I-II, Çağlar Yayınları, 2005-Ankara. Azmi Koçak, Atatürk'ün Öğretmeni Şemsi Efendi, Düşler Sokağı Yayınları, 2000-İstanbul. Burhanettin Zaim, İştip ve Köprülü Hatıraları, Şehir Yayınları, 2005-İstanbul. Cevat Rıfat Atilhan, Yahudiler Dünyayı Nasıl İstila Ediyorlar? Aykurt Neşriyat-1973-İstanbul. Ciande Gutman, İzmir'in Çılgın Dedikoduları, Cep Kitapları, 1994İstanbul. Eva Groepler, İslam ve Osmanlı Dünyasında Yahudiler, Belge Yayınları, 1999-İstanbul. Faik Ökte, Varlık Faciası, Nebioğlu Yayınları-İstanbul. Faruk Mercan, Boğazın Şövalyesi Üzeyir Garih'in Son Randevusu, Zaman Kitap, 2000-İstanbul. Gershom Scholem, Sabetay Sevi Mesih mi, Sahte Peygamber mi? Burak Yayınları, 2001-İstanbul. Henri Nahum, İzmir Yahudileri, İletişim Yayınları, 2000-İstanbul. Hikmet Tanyu, Tarih Boyunca Yahudiler ve Türkler, Elips Kitap, 2005-Ankara. Ilgaz Zorlu, Evet Ben Selanikliyim, Zvi-Geyik Yayınları, 1998İstanbul. İbrahim Alaettin Gövsa, Sabetay Sevi, Milenyum Yayınları, 2000İstanbul. Metin Toker, Demokrasiden Darbeye, Bilgi Yayınları, 1997-Ankara. Münevver Ayaşlı, İşittiklerim Gördüklerim Bildiklerim, Timaş Yayınları, 2002-İstanbul. Nihad Sami Banarlı, Kitaplar ve Portreler, Kubbealtı Neşriyatı, _ 1985-İstanbul. Özdemir Nutku, IV. Mehmed'in Edirne Şenliği, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1972-Ankara. Samih Nafiz Tansu, İki Devrin Perde Arkası, Pınar Yayınevi, 1960İstanbul. Taha Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, İsis Yayınları, I 998-İstanbul. Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor, Cem Yayıncılık, 1971Ankara. Zeynep Oral, Tutkunun Romanı-Leyla Gencer, Doğan Kitapçılık, 1999-İstanbul. Ziya Uygur, İnkılaplar-İhtilaller ve Siyonizm, Üçdal Yayınları, 1968İstanbul. Kültüf Sanat Yayınları
YAYINLARI
Ve
Mumsöndü Ayinleri
Süleyman Yeşilyurt
Metin Aydoğan
Kültür Sanat Grafik
II. Baskı Şubat 2007
III. Baskı Şubat 2007
V. Baskı Eylül 2007
Ankara
NAKİYE ELGÜN
SAPKINLIĞIN TEMSİLCİSİ
İSTANBUL MİLLETVEKİLİ YUSUF SALMAN
MESİHLİGİNİ İLAN ETMEK İÇİN
KUTSAL TOPRAKLARA GİDİYOR
YERLEŞİMLERİ
PAŞA DEDESİ
BİRLİKTE YAŞAYAN YALMAN AİLESİ
SEÇTİRDİĞİ SABETAYCI KURUCU
•MECLİS ÜYESİ
OSMAN KÖKSAL
BAŞKANI OSMAN KİBAR
MÜDACI CEMİL BEY
SONYA HANIM
VE
SABETAYİSTLİK VE TACİZCİLİKLE
SUÇLUYOR
PROF. CEVAT BABUNA HAKKINDAKİ
DÜŞÜNCE VE GÖRÜŞLERİ
YAPTIĞIM ÇOK ÖZEL GÖRÜŞME
VE
TÜLİN IŞILDAR'IN İTİRAFLARI
İLE HAKKINDAKİ SABETAYİSTLİK
İSNATLARINA DAİR MECLİS'TE YAPTIĞIM
GÖRÜŞME
SABETAYİST BAKAN VE MİLLETVEKİLLERİ
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar