Ebû Saîd Ebu’l-Hayr ve Esrar El-Tevhid
Ebû Saîd Ebu’l-Hayr ve Esrar El-Tevhid
Dr. Seyed Asghar Seyed Torabi
Ebû Saîd
Ebu’l-Hayr ve Esrar El-Tevhid
Eş’arî
bir arif ve sûfî olan Ebû Saîd Ebu’l Hayr (H. 537-440 / M. 978-1061), H. 357
yılında (Miladi 978) kuzey Horasan’a bağlı Mihene’de dünyaya geldi. Asıl ismi
Fazlallah olan bu zatın Ebû Saîd Ebul Hayır olarak meşhur olmasının sebebi,
Ebû Saîd olan kendi künyesiyle Ebu-l Hayır olan babasının künyesinin
terkibinden meydana gelmesidir. Bu gibi terkipler eski Îran kültüründe yaygın
olan bir objedir. Ebû Saîd-i Ebu-l Hayır terkibinin anlamı, Ebul Hayır’ın oğlu
Ebû Saîd demektir. Hala İran’ın bazı yörelerinde bu tür isimlendirmeler
revaçtadır.
Ebû
Saîd’in babası ticaretle meşgul olduğu halde, tasavvufa ve irfana meyyal
olduğu da söylenmektedir. Daima dervişlerle oturup kalkan ve bu tür
toplantılara sık katılan babası, Ebû Saîd’i kendisiyle bu gibi toplantılara götürdüğü
zikredilmektedir.
Bu
dönemde tasavvuf öğretilerinin Îsalm dünyasının hemen hemen her yerinde
özellikle de Horasan’da yaygın olduğu bilinmektedir. Ebû Saîd böyle bir
ortamda, nispeten zengin bir ailede yetişmiştir.
Bu
çalışmada Ebu Saîd’in hayatı, düşünceleri, tasavvufi meşrebi, tasavvuf
dünyasındaki yeri ve etkileri, öğretileri ve eserleriyle ilgili bilgi
verilmektedir. Araştırmada Ebu Saîd’in Esrar El-Tevhid adlı eseri dikkate
alınmıştır.
Eğitim ve Öğretim
Yılları
Kuran
okumayı ve Arab Dili ve Edebiyatını doğduğu kasabada öğrendikten sonra
öğrenimini devam ettirmek amacıyla gittiği Merv’de Ebû Abdullah Hızrî’nin
yanında bir süre beş mezheb fıkhını okudu. Hızrî’nin vefatından sonra beş yıl
daha Ebû Bekir Gaffal, Ebû Ali Sencî, Nasır Mervezî ve Ebû Muhammed Cüveynî
gibi büyük âlimlerin yanında fıkıh okudu. Buradan Serahs’a döndü ve Ebu’l-Fadl
Hasan-i Serahsî’nin dergâhına gitti. Ebu’l-Fadl’ın vefatından sonra Taberistan
eyaletine bağlı Amul[1] şehrinde bulunan
Ebu’l-Abbas Gassâb-ı Amulî’nin dergâhına katılarak bir yıl boyunca tehzib-i
nefs ile meşgul oldu. Ebû Saîd tefsir ilmi başta olmak üzere, fıkıh, hadis ve
usul gibi bir çok Îslâmî bilimlere hâkim olmakla birlikte keramet sahibi olduğu
söylenir. Kendisine nispet edilen birçok şiirler vardır ki Rubâiyyât adlı bir
kitapta toplanmıştır ancak, bunlardan ona ait olduğu kesin olarak bilinen iki
rubâî (dörtlük) ve sadece bir beyit şiir vardır. Onun şiire olan ilgisi ve
söylediği bir kaç beyit şiir, bu yanlışlığa sebep olmuş olsa gerektir.
Seyahatleri
Sûfiler
geleneğine rağmen Ebû Saîd, çok seyahat eden bir zat değildir. Sırf öğrenim
amacıyla gittiği Serahs ve Merv gibi Horasan’ın büyük şehirleri, Âmul, Bistam[2], Gayen[3] ve Harkan[4] dışında bir yere
gitmemiştir. Yalnız bazı kaynaklara göre Ebû Saîd yaz aylarını Mihene’de ve
kışı Nişabur’da geçirirmiş, bu iki kent arasında bulunan şehirleri tabii olarak
gezmiş olması kabul edilir.[5] Ebû Saîd’ın Nişabur’a
geliş tarihi tam belli değildir ancak hikâyelerden anlaşıldığına göre Gazneli
Mahmut döneminde (H. 361-421) olmuştur. Bazı kaynaklar ise onun Nişabura geliş
tarihini H. 415 olarak zikr etmektedirler.[6]
Nişabur’a
gelişinde kentin Kültürel ortamındaki örf ve adetlere aykırı davranışlar
sergilediği için bir anda halkın dikkatini çekmiş ve o dönemin tüm siyasi ve
dini gruplarının saldırısına uğramiştır. Ebû Saîd kendi dergâhında kendine has
toplantılar düzeliyor, minberlerde daha çok farsça şiirler okuyarak sema
yapıyordu. Farsça şiirler eşliğinde sema yapması, Nişabur halkı arasında
şaşkınlıkla izlenirken, birçok kesimin de ona karşı tutumunu daha da serleştirmesini
beraberinde getirmiştir. Nitekim muhalifleri ona karşı tek bir cebhe
oluşturarak Gazneli sultanının sarayına bir mektup göndererek, şöyle şikâyette
bulunuyorlar: “burada, minberlerde Kur’an ve hadis yerine Farsça şiirler
okuyarak sema yapan bir şahıs bulunmaktadır”. Saraydan gelen cevap ise
ilginçtir : “mezheplerin büyükleri bir araya gelip onunla ilgili karar
versinler, ne gerekiyorsa onu yapsınlar”. Ancak Ebû Saîd, kerametleri sayesinde
onların bu komplosunu boşa çıkarmış ve bütün düşmanları onun taraftarı
olmuşlardır.
Ebû Saîd ’in
Öğretileri
Ebû Saîd’in tasavvuf anlayışı hoşgörüye dayalı nevi
şahsına münhasır bir anlayıştır. O karamsarlığı ve olumsuz düşünmeyi reddeden,
her zaman hayatın aydın kısmına bakan bir mutasavvıftır. Hatta kur’an okurken
azabın zikredildiği ayetleri geçerek okur, tepki geldiğinde ise, “bu kadar
beşâret ve mağfiret varken, azabı düşünmeğe ne gerek var” der.[7]
Ona
göre psikolojik olarak insanoğlunun tüm ızdıraplarının temelinde “nefs” ve
“bencillik” hissi yatmaktadır. Bu duygulardan uzak olduğu takdirde daha çok
rahatlık ve sükûnet hisseder, ihlâs mertebesine yaklaşır. Ebû Saîd bencilliği
tamamen yenmeği başaran, hatta “ben” kelimesini kullanmaktan bile içtinâb eden
bir ariftir. Bu davranış, onun ömrünün sonuna kadar devam etmiş ve bütün
amellerine yansımıştır. O, bu hoşgörü sayesinde bütün dini gruplarala iyi ilşki
içerisinde olmayı başarmış ve ömrü boyunca aşırı düşüncelerden kaçınmıştır.
İran Tasavvuf
Anlayışında Ebû Saîd’in Etkisi
Ebû Saîd döneminden günümüze, tasavvuf konusunda
yazılan kitaplar arasında, onunla ilgili bilgi vermeyen pek az kitaba
rastlanır. H. Beşinci yüzyıldan bugüne, onuun ismi, Hallac, Şibli, Nûri ve
Hırkâni gibi tasavvuf dünyasının ünlü isimleri arasında zikre dilegelmiştir. O,
şiir, keramet, latife ve ateşli sözlerden oluşan bir terkiptir. Bu öğelerin,
tarihi kökenlerini araştırırsak ona ve hatta onun dönemine nispet edilecek hiç
bir şey kalmaz. Başka bir ifadeyle, bütün bu davranışlar ve konuşmaların yapıcı
unsurları, Ebû Saîd öncesi tasavvuf tarihinde bulunmaktadır. Buna rağmen bir
gerçeği kabul etmek gerekir ve o şudur ki, Ebû Saîd kendisinden önceki
tasavvufun tüm güzelliklerini bir arada taşımaktadır. Ona nispet edilen
hikâyelerin aynısı ondan önceki ariflerin hayatı ile ilgili de
zikredilmektedir. Kendi değimiyle “okuduğu şiirler, Ebul Fadl Hasan-i
Serahsi’ye aittir”. Bunula birlikte Ebû Saîd’in varlığı bu şiirler, hikâyeler
ve sözlerle öylesine kaynaşmış ki, onları Ebû Saîd’den ayırmak mümkün değildir.
Bu açıdan Hafız’a benzerlik arzetmektedir. Hafız da şiirlerinin öğelerini
kendisinden önceki şailerden almış, Îran edbiyat tarihinde emsali olmayan bir
terkip yaratmıştır. Hafız, bunu şiiriyle yapmışsa, Ebû Saîd hayatıyla
yapmıştır.
Ebû Saîd’in
düşünce ve davranış ilkeleri
Esrau’t-tevhid’de yer alan birçok öykü ve Îran’ın
edebiyat ve irfan tarihinde yıllardan beri Ebû Saîd adına kaydedilen sözler,
tarihi açıdan araştırıldığında, ondan önceki ariflerin hayatı ve sözlerinde de
geçtiği anlaşılmaktadır.[8] Bu sözlerin ve hikâyelerin
Ebû Saîd’e nispet edilmesinin asıl sebebi, onun bunlarla kaynaşması ve
konuşmalarındaki belagat ve davranışları olması gerek. Fakat bu davranışların
ve hikmetli sözlerin büyük kısmının bilhassa ona ait olduğu ve ondan önceki
tarihlerde görülmediğini söylemek de mümkündür.
Öte yandan tasavvuf araştırmacıları, özellikle Ebû
Saîd’in hayatını araştıranlar, onun “dergâh” müessesesinin mucidi olduğuna da
inanmaktadırlar. Bunun doğru ve yanlış olan tarafları vardır. Ne tasavvuf, ne
de dergâh, Ebû Saîd’le başlamıştır. Dolayısi ile böyle bir iddiayı tamamen
kabul etmek mümkün değildir. Ancak, onun döneminde yaşanmakta olan dergâh
sisteminde bir takım değişiklikler yapıldığını söylemek mümkündür.[9]
Ebû Saîd ve
Krametleri
Hâriku’l-âde davranışlara keramet denilir. Bu gibi
davranışlar pegamberlere ait olursa mucize anlamına gelir. Tasavvuftarihinde
Ebû Saîd’e nispet edilen kerametker, diğer ariflere nispet edilenlerden daha
fazladır. Bu kerametler Esrau’t-tevhid kitabında toplanmıştır. Kitapta yeralan
kerametleri okurken, onların tarihi gerçekliğini araştırmaya gerek yoktur,
dikkat edilmesi gereken, bu kerametlerde vurgu yapılan ahlaki noktalar ve bunun
yanı sıra müellifin nesir sanatı ve anlatımında kullandığı tatlı dildir. Bu
olaylardaki doğruluk veya yanlışlık yönü mantıksal değil sanatsaldır. Müellif,
olağanüstü bir vâkı’ayı kendi anlatım biçimi ve belagat ustalığıyla, muhatabı
etkileyecek şekilde yazmışsa, bunun bir sanatsal doüruluğu olduğunu söylemek
mümkündür, aksi halde kâzib bir sanat olduğunu söylemek gerekir. Ejderhanın
konuşup konuşmadığını veya kayıptan haber verilip verilmediğini araştırmak
bizim yapacağımız iş değildir.
Bu kerametlerle ilgili bir noktayı daha hatırlatmak
gerekir ve o da şudur ki, Ebû Saîd hiç bir zaman keramet sahibi olduğunu iddia
etmemiştir. Bu konu, onun müritleri veya hayatını araştıran kişiler tarafından
ortaya atılmıştır. Ancak bunların Ebû Saîd’e nispet edilmesinin asıl sebebi
onun üstün bir zekâya sahip olması ve fıtrî yeteneği sayesinde muhatabın
düşüncelerini sezmesi ve okuduğu şiirlerin farklı anlamlar taşıması olmasıdır.
Dolayısı ile muhatapları, onun kayıptan haber verdiğini ve keramet sahibi
olduğunu düşünmüşlerdir. Bu düşünceler giderek, “böyle bir zatın ejderha ile
konuabilmesi ve hârikuul-âde davranışlar sergileyebilmesi” gerektiği gibi
yanlış sonuçlara yol açmıştır.
Ebû Saîd ve Sema
Ebû Saîd’in tasavvuf anlayışının en önemli yönü, onun
musiki ve semaya aşırı derecede ilgi duymasıdır. Esraru’t-tevhid kıtabında
zikredilen birçok hikâyede Ebû Saîd’in musiki ve semaya duyduğu ilgisinden
bahsedilmektedir. Bugün onun üstünlük noktası olarak bilinen bu yönü, kendi
döneminde başlıca bir zaaf noktası sayılmıştır. Onu inkâr edenler, onun bu
yönünü su’istimal ederek, insanların ona karşı zihniyetini değiştirmeğe
çalışmışlardır.
Burada hem tarihi açıdan önem taşıyan, hem de Ebû
Saîd’in keramet sahibi olduğuna işaret eden ve sema konusunda dönemin fıkhi
görüşünü ortaya koyan bir hikâyeyi nakledelim:
Esraru’t-tevhid’de
nakledilen hikâyeye göre, bir gün üstad Îmam Kuşayrî,[10] Ebû Saîd’in dergâhının
önünden geçerken, içerde Şeyh’le birlikte sema ederek hoş vakit geçiren
sûfileri görür. Aklından, “Şafii fıkhına göre dönerek sema eden kişinin
tanıklılığı kabul edilmez, adaleti düşer” diye bir soru geçer Îmam Kuşayri’nin.
Başka bir gün Şeyh, üstat’la tekrar karşılaşır, bir kavşağa geldiklerinde
selamlaşırlar, Şeyh sorar üstada, “sen beni şimdiye dek tanıklık ederken gördün
mü?” üstad, bunu duyunca, dün aklından geçen sorunun cevabı olduğunu anlar.
Kitabın
çeşitli yerlerinde, onun musiki, şiir ve irfani dansa olan ilgisini görmek
mümkündür. En ufak bahaneyle semaya başlar ve hiç bir şry onu durduramaz. Yine
bir gün coşkuyla semaya meşgulken ezan okunur. O anda Îmam Muhammed Gayeni[11] “namaz! Namaz!” diye
seslenir Şeyhe. Bir yandan semaya devam eden Şeyh, “biz zaten namaz kılıyoruz”
diye cevap verir. Sema bittikten saonra, Şeyh, “Doğu ile Batı arasında bu adam
kadar takvalı ve fâzıl birisi bulunamaz ama irfani tecrubelerle zerre kadar
ilgisi yoktur” der.[12]
Ebû Saîd ve
Eserleri
Nasıl
ki yunan kültüründe her yerde Sokrates ve onun sözlerini görürüz, Îran
kültüründe de Ebû Saîd her yerde var ama hiç bir eseri veya şiiri yoktur. Buna
rağmen ona nispet edilen bazı eserler vardır.
1. Farsça şiire ilgi
duyan birçok kişi tarafından Ebû Saîd’e ait olduğu söylenen kayda değer
miktearda Farsça “ruba’iler (dörtlük) mecmuası” vardır. Bu ruba’iler defalarca
yayımlanmıştır. Birçok insaın bunların, şifa verici ve hayatın problemlerini
çözebilecek güçte olduğuna inanır. Ancak gerçek şudur ki, Ebû Saîd, bir kaç
ruba’i, hatta bir tek ruba’i dışında şiir yazmamıştır. Ona nispet edilen bu
şiirlerin büyük kısmı, ondan sonraki şairler tarafından yazılmış ve uslup
araştırmaları sonucunda da ona ait olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Ebû
Saîd dönemi uslubuna uygun olan ve onun tarafından dile getirilen diğer bölümü
ise, ondan önceki şairlere özellikle ustadı olan Ebu’l- kâsım Bişr’e ait olduğu
söylenmektedir. Buna rağmen bu şiirlerin tamamını inkâr etmek ve onun sadece
bir buçuk beyit şiir yazdığını ileri sürmek de gerçekten uzak bir yaklaşımdır.
2. Îbn-i Sina ile Ebû
Saîd arasında yazılan mektuplar. Bu mektupların bir
kısmı hala korunmaktadır.
3. Beş altı yapraktan
oluşan “Makamat-i Arba’in” adında küçük bir anonim risâle daha ona nispet
edilen eserler arasındadır. Yine ona nispet edilen kitaplar arasında kimya
ilmiyle ilgi “Acayib El-Sabbâğayin” adında bir eser zikredilmektedir. Ancak
bunun da bilimsel açıdan doğru bir yönü bulunmamaktadır.
Ebû Saîd ve
Çağdaşları
Ebû
Saîd, Ebu Muhammed Cuveynî, Gadı Sâid Nişabûri, Ebu’l Hasan Hırkânî, Ebu’l
Kâsım Kuşayrî, Ebu’l Kâsım Kurkanî, Hâce Abdullah Ensârî, Ebû Abdullah Bakûye
Şirazî (Baba Kûhî) ve Ebû İshak Kazerûnî gibi birçok ünlü bilim adamı ve arifle
aynı asırda yaşamış ve bunların hepisi ile mânevi irtibat halinde olmuştur. Bu
irtibatlar bazen husûmet ve düşmanlığa dönüşmüş olsa dahi bu kişilerin dönemin
en ünlü İslam âlimleri ve mutasavvıfları olduğunu inkar edemez.
Esraru’t-tevhid’de yer alan birçok hikâye, onun, dönemin ilim adamlarıyla olan
irtibatının bir kısmını açıkça ortaya koyar. Ancak bu kitapta sadece Ebû
İshak-i Kazerûnî ile olan irtibattan isim zikr ederek söz edilmemiştir ve diğer
âlimlerle olan irtibatı, başka kaynaklardan anlaşımaktadır.[13]
Ebû Saîd ve İbn-i
Sîna
Dönemin
filozofları arasından, Ebû Saîd’le dostluk münasebetleri içinde olan tek kişi,
- tabii Esarau’t Tevhid’in verdiği bilgilere göre - İbn-i Sînadır. Anlaşıldığı
kadarıyla onların arasında bazı yazışmalar da olmuştur. Bazı çağdaş
araştırmacılar bu irtibatların döğruluğu konısunda tereddutler ortaya koymuşsa
da, reddi için her hangi bir delil bulunmamaktadır.
Esarau’t
Tevhid’de böyle bir hikâye nakledilmektedir: İbn-i Sîna ve Ebû Saîd bir birini
görmeden aralarında yazışmalar geçmiş, bir gün Ebû Saîd, dergâhında vazederken
İbn-i Sîna aniden dergâhın kapısından içeri girer, Ebû Saîd, “hikmet aâlimi
geldi” diyerek konuşmasına devam eder. Konuşma bittikten sonra, ikisi birlikte
bir eve kapanır ve üç gün boyunca evden dışarı çıkmazlar, kimsenin de
aralarındaki konuşmadan heberi olmaz. İbn-i Sîna gittikten sonra, talebeleri
ona sorarlar: “Şeyh-i nasıl buldun?” diye. İbn-i Sîna “benim bildiklerimi o
görür” diye cevap verir. Sûfiler aynı soruyu Ebû Saîd’e yöneltirler. O da,
“benim gördüklerimi o bilir” diye ilginç bir cevap verir. Ebû Saîd’in hayat
hikâyesini araştıranlar, İbn-i Sîna’nın bu tarihten sonra irfanî mertebelere
olan inancının kesinleştiğini ve felese konusunda en son eseri olan “Îşârât”
kitabını yazmaya başladığını ve bu eserde, “Makâmâtu’l Arifin” diye bir bölüm
açtığını ileri sürerler. Îbn-i Sîna’nın en son eseri olan “Îşârât” kitabımda
“Îşârât” diye bir bölüm olduğu kesindir ve bu bölümü, Ebû Saîd etkisinde
kalarak yazmış olması da muhtemeldir.[14] Îbn-i Sîna’nın
eserleri arasında onun Ebû Saîd’e yzıdığı cevap mahiyetindeki mektuplara işaret
eden bir kaç risale daha vardır. Bu tür mektupların sayısı 12 adettir.
Esarau’t Tevhid
Esarau’t
Tevhid, Ebû Saîd Ebu’l-Hayr hakkında yazılan en kapsamlı biyografi ve
Farsça’nın en önemli irfânî metinlerinden biridir. Bu kitap, hem tasavvuf
tarihi açısından hem de Moğul öncesi Îran’ın sosyal tarihiyle ilgili ihtiva
ettiği bilgiler yönünden son derece önemli bir eserdir. En eski Farsça şiirinin
önemli bir bölümü, bu eser vasıtası ile elimize ulaşmıştır. Kitap, Ebû saîd’in
hayat hikâyesinin yanı sıra, bir çok tasavvuf şeyhiyle ilgili de önemli
bilgiler içermektedir.
Kitapta
kullanılan Farsça, fesâhat ve akıcılık açısından en zirve noktasındadır.
Müellif ise, tıpkı günümüzdeki öykücüler kadar usta bir şekilde olay sahneleri,
kahramanların durumu ve olayın geçtiği ortamı anlatmaktadır. Evliya’nın
kerametleri ile ilgili tekrar tekrar zikr edilen hâriku’l âde olayları bir
kenare bırakırsak, Îran’ın eski edebiyat tarihinin en mükemmel öykücülük
örneklerinden biri olduğunu söylemek mümkündür. H. 574 (6. yüzyılın ikinci
yarısı) yılında yazıldığına rağmen, uslup olarak kullanılan dil 5. ve hatta
bazen 4. yüzyılda kullanılan yazı uslubuna benzerlik gösterir.
Bunun
bir delili, müellifin, daha önceki nesillerin, Ebû Saîd hakkında yazdıkları
yazılardan faydalanmış olmasıdır. Ayrıca kitabın büyük bir bölümü Ebû saîd’in
bilhassa kendi sözleridir. Bilindiği üzere Ebû saîd 5. yüyılın başlarında
yaşamıştır. Bir kısmı da Ebû saîd’in, 4. yüzyılda yaşamış olan önceki
ariflerden naklettiği cümlelerden oluşmaktadır. Dolayısı ile dördüncü yüzyıla
ait dil uslubunu da bu kitapta görmek pek kolaydır.
Esarau’t Tevhid’in
Müellifi
Kitabın
müellifi, Ebû Saîd’in torunlarından Muhammed ibn-i Münevver ibn-i Ebî Sâd ibn-i
Tâhir ibn-i Ebî Saîd’dir. Bu zât, 3 vasıta ile Ebû Saîd’e varır. Bu üç kişinin
durumu ile ilgili (Münevver, Ebû Sâd ve Tâhir) H. beşinci ve altıncı asırların
Tarih-i Ricâl kitaplarında bilgi verilmektedir. Ebû Tâhir, Ebû Saîd’in
en büyük oğludur. Onun hayatı ile ilgili Esarau’t Tevhid’de bazı bilgiler zikr
edilir. H. 400 yılında doğduğu, 480 yılında vefat ettiği ve babasının mezarının
yanında defn edildiği bilinmektedir. Ebû Tâhir’in oğlu Ebû Sâd ise dönemin
ulemasından sayılır ve tam ismi, Ebû Sâd ibn-i Saîd ibn-i Fazl-allah”dır. H.
454’de doğduğu ve 507’de vefat ettiği söylenmektedir.[15] Ancak müellifin babası
Nuruddin Münevver ibn-i Ebî Sâd’ın doğum ve ölüm tarihi ile ilgili kesin bir
bilgi bulunmamaktadır. Fakat onun da, dönemin büyük âlimlerinden olduğun
söylenir. Müellifin babası Münevver, Esarau’t Tevhid’in verdiği bilgiler
doğrultusunda, Şeyhe ait dergâhta hizmet vermekle meşgul olurmuş.
Müellifin
kendihayatı ile ilgili, kitaptakibilgilerindışında, hiç bir kaynakta bir
bilgiye rastalanamaz. Esarau’t Tevhide istinaden, H. 500 - 520’de (H. 6.
yüzyılın ortalarında) doğduğu ve kıtabını H. 574 yılında Mihene’den uzak bir
yerde (muhtemelen Herat’da) yazdığı anlaşılmaktadır. O tarihten önce Mihene’de
yaşadığı ve Ebû Saîd ailesinin önemli isimlerinden sayıldığı, bölgenin siyasi
ve sosyal gündeminde hükümdarların dikkate aldıkları bir kişi olduğu
söylenmektedir. Bilinen o ki Oğuz’ların Horasan’a saldırarak bölge insanını
fecî bir şekilde işkence ve katliam yapmaları,[16] sonucunda, - sadece Ebû
Saîd ailesinden 115 kişi (çocuk ve büyük) işkence edilerek, yakılarak şehid
edilmiştir[17] - müellif, vatanını
terkedip, muhtemelen Herat’a göç etmiştir. Şu anda, Hâce Muhammed İbn-i
Münevver adına Herat’ta bulunan mezar, bu bilgiyi doğrulamaktadır ve büyük
olasılıkla bu mezar Esarau’t Tevhid’in müllifine aittir.[18] Onun Herat’ta ikamet
ettiğine dair başka ipuçları da vardır. Birincisi: yazdığı kitabı Heat’ta
yaşamış, orada medfûn olan Cibâl ve Gûr bölgesinin hükümdarı, Sâm-i Gûri’ye
ithaf etmesi, ikincisi ise: Herat şehrinin kapılarını överken, adeta onları
yakından gördüğü anlaşılmaktadır.
Muhammed
İbn-i Münevver tasavvuf başta olmak üzere, çağının ilimlerine vakıf bir kişidir
ve yazdığı nesir, Farsça nesir yazılarının en güel örneklerinden biridir.
Ayrıca Arapça’dan çevri yaparken, Arap dili ve edebiyatına olan hâkimiyetini de
ortaya koymaktadır.
Yararlandığı
Kaynaklar
Muhammed
ibn-i Münevver, kıtabın telifinde, Ebû Saîd hakkında yazılan menkıbeler başta
olmak üzere birçok tasavvuf kaynaklarından yararlanmıştır. Hâlâ korunmakta olan
bu kaynaklardan biri, “Hâlât ve Suhanan-i Ebû Saîd Ebi’l Hayr”dır[19]. Bu kitabın müellifi, Ebû
Saîd ailesinin ünlü isimlerinden Cemâluddin Ebû Ruh ibn-i Ebî Saîd ibn-i Ebî Sâd
(ölüm h. 541) Muhammed ibn-i Münevverin amcasının oğludur. Yazarın
anlattıklarından anlaşılıdığına göre, onun döneminde Şeyh’le ilgili birçok
belge mevutmuş, zira Şeyh’in konuşmaları onun talebeleri tarafından aynen
kitabet edilmiştir. Çünkü o, bir yerde, “Şeyhe ait 200 belge halkın elinde
bulunmaktadır”[20] demiştir. Ayrıca
Müllifinin dedesi Şeyhu’l İslam Ebû Sâd’a ait bazı yazılar da zikre dilen
kaynaklar arasındadır. Zira bir yerde şöyle bir ifade geçiyor : “...ve şeyh-ul
islam yani dedem şöyle nakleder ...”[21] Bu ifade, şifahî
bir ifade değil, yazılı bir belgenin olduğunu göstermektedir.
Esarau’t Tevhid’in
Baskıları
Esarau’t
Tevhid’in ilk baskısı 1899 yılında Rus oryantal Jokofski tarafından
Petersburg’da gerçekleşmiştir. İkinci baskısı, hş.1313 yılında Tahran
üniversitesi hocalarından merhûm Ahmed Bahmanyar Kermanî tarafından Jokofski
baskısı esas alınarak ve bazı yanlışlıklar düzeltilerek Tahran’da neşr
edilmiştir. Üçüncü baskısı yine Tahran üniversitesi ünlü hocalarından, büyük
araştırmacı, “İran Edebiyat Tarihi” yazarı Zebihullah Safa tarafından neşr edilmiştir.
Zebihullah Safa kitabın baskısında, Jokofski nushasının dışında bir de H. 700
yılına ait bir başka nushadan yararlanmıştır.
Dördüncü
baskısı ise Muhammed Rıza Şafi-i Kadkani tarafından hş. 1366 yılında Tahran
Agâh yayınevi tarafından basılmıştır. Bu baskı diğerleinden bir az farklıdır:
mesela bu baskıda esas alınan nusha, çok eski olduğu için kullanılan dil, tarih
ve coğrafi isimlere yer vermesi açısında diğerlerine üstünlük arzetmektedir.
Bunun yanı sıra yedi ayrı nushadan da faydalanmıştır. Ayrıca bu baskının 250
sayfalık mukaddimesi ve 500 sayfalık tâlikat (ilaveler) bölümünde yer alan Ebû
Saîd ve onun yaşadığı siyasi, içtima’i, kültürel ortamı, bilim adamlarıyla olan
ilşkileri, vb. bilgiler, onun başlıca özelliklerindedir. Bu kitap iki cilt halinde
basılmıştır.
Esarau’t Tevhid’de
yer alan konular
Kitabın
içerdiği konular genel anlamda ahlaki mesajlar vermektedir ancak, eserin
müellifi, Esraru’t Tevhid’de yer alan konularla ilgili şöyle bir kanı ortaya
koyar:
“insanların amel ve ahvâlı, başlangıç, orta ve son
diye üç aşamadan ibaret olduğu için, bu kitabın içeriği de üç fasıldan
oluşmaktadır:
- Birinci: Şeyh’in
çocukluğundan 40 yaşına kadar hayat hikâyesi ve bu süre içerisinde almış olduğu
eğtim ve riyâzetler ve Hz. Mustafâ’ya kadar şeyhlik silsilesi.
- İkinci:
Şeyh’imizin irfani mertebesiyle ilgilidir ve üç bölümden oluşur:
1. Kerametleriyle
ilgili zikredilen hikâyeler,
2. Öğütler içeren
sözler,
3. Dile getirdiği
şiirler ve bazı mektupları.
•
Üçüncü ve son bölüm ki bu da üç bölümden oluşmaktadır:
1. Ölüm eşiğinde iken
yaptığı vasiyetler,
2. Vefatı ile ilgili
durum,
3. Ölümünden sonra
onunla ilgili zikr edilen kerametler. [22]
Kaynaklar
1- Hâlât ve Sohanan-i
Ebu Saîd Ebul Hayr, Telif-i Cemaluddin Ebu Rûh Lutfullah ibn-i Said ibn-i sâd,
Tashih ve Talikat Muhammed Rıza Şafi’i Kadkani, Tehran, Muassise-i İntişarat-i
Agah, çap-I sevvum, 1371.
2- R.A. Nicholson:
Studies in İslamic Misticism, 1921, reprint by Cambridge University 1967 p.26.
3- Esraru’t-tevhid.
4- Tâlikat-i
Esraru’t-tevhid, İntişarat-i Agâh, Tehran, 1366.
5- Şirâznâme, Ahmed
Bin Ebi’l Hayr Şirâzî, Bonyad-e Farhang-e İran, Tehran, 1350, s. 146;
6- Ansuy-i Harf ve
Sout, Gozide-i Esaru’t Tevhid, Muhammedrıza Şafi-i Kadkani,İntişarat-i Sohan,
1372, Tehran.
7- El-İşaârât ve’l
Tenbihât , İbn-i Sîna, Be İhtimam-i Mahmud Şehabî, Danişgah-i Tehran, 1339.
8- Meşihe-i İbn-i
Asakir, fotokopi nushası, no: 6507, Tahran üniversitesi kütüphanesi, b. 169.
9- Mezarat-i Herat,
Fikri Selcuki, müessise-i neşr-i Kâbul, 1967.
10- Hâlât ve Suhenan,i Ebû Saîd
Ebi’l Hayr, İntişarat,i Agah 1391 hş., Mukaddime-i Musahhih.
Şeyh Ebu Said
Ebu'l Hayr, Tevhidin Sırları’dan
Kaynak: Muhammed Bin El Münevver-
Şeyh diyor ki:
Ahmağa edep öğretmek Ebucehil karpuzunu sulamak
gibidir. Ne kadar çok su verirsen o kadar acı ürün verir.
**
Şeyh diyor ki:
Akıllı adam ona derler ki, müşkül bir işle
karşılaşsa, onunla ilgili bütün görüşleri toplar, bilinçli bir şekilde bunları
inceler ve içinden doğru olanı çıkarıp alır, öbürlerini bırakır. Tıpkı altınını
toprakta yitiren kişi gibi. Eğer bu kişi zeki ise o havalideki toprağı toplar,
kalburda eler ve altınını bulur.
**
Şeyh diyor ki:
Hakimlerden biri demiş ki;
Doğduğunda sen ağlıyor, çevrendekiler ise
gülüyordu, ölürken, senin gülmen, çevrendekilerin ağlamaları için çabala!
Sözün edildi mi
Neşeli neşeli can veririm.
**-
Şeyhimiz anlatıyor:
Şeyh’in şöyle dediğini işitmiştim:
Bir fakire sadaka veren kimse, fakirin bu
sadakaya muhtaç olduğundan daha çok, kendisinin bu sadakanın esvabına muhtaç
olduğunu bilmezse sadakası boşa gider.
Fakih Ebu Ali, Abdullah b. Ömer senediyle Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem şu hadisi rivayet etmiştir:
Üstteki el alttaki elden, yani sadaka isteyenin
elinden hayırlıdır. Abdullah b. Ömer demiş ki:
Burada üç el bahis konusudur:
Üsteki el ki, Allah’ın elidir, orta (vasıta
olan) el ki, sadaka verenin elidir. Alttaki el ki, sadakayı alanın
elidir. (Hadiste sadakayı verenin eli hiç anılmamış, mukayese
Allah’ın eliyle sadakayı alanın arasında yapılmıştır. )
**
Şeyhimiz bir kere söz arasında şöyle demişti:
Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:
Kıyamet Günü ihlas ve şirk getirilir. Âlemlerin
Rabbinin huzuruna çıkarılır. Aziz ve celil Allah ihlasa:
Sen ve ihlas ehli cennete;
şirke de:
Sen ve şirk ehli cehenneme gitsin! buyurur.
Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem sonra şu ayeti okudu:
“Kim bir sevapla gelirse ona ondan daha
hayırlısı var, o gündeki dehşetli korkudan da emin olur” (Nemi, 27:89).
**
Rivayet ederler ki, adamın biri Bağdat’tan kalkıp
Mayhane’ye, Şeyh’in yanına geldi ve sordu:
Ey Şeyh! Hak Tealâ ve Subhanehu şu halkı niçin
yarattı?
Onlara ihtiyacı mı vardı?
Şeyh, hayır, dedi. Şu üç şey sebebiyle onları
yaratmıştır:
ı) Çok muazzam bir kudreti var, bunu temaşa
edecek kimseler lazımdı.
2) Hadsiz hesapsız nimetleri var, bunları yiyecek
kimseler lazımdı.
3) Pek çok rahmeti var, bundan yararlanacak
günahkârlar lazımdı.
**
Şeyh’e sordular:
Gece hırsızlık yapan, gündüz namaz kılan bir
adam hakkında ne dersin?
Cevap:
Bunda şaşılacak bir şey yok, göreceksiniz,
gündüz kıldığı namazın bereketi gece hırsızlık yapmasına engel olacak!
**
Meşayihten biri, Ey Şeyh! Seni rüyada gördüm ve
sordum:
Şu nefsin elinden kurtulmamız için ne yapmamız
lazım! (Şimdi yine bunu soruyorum. ) Şeyh’in cevabı:
Hiçbir şey yapman gerekmez, şundan dolayı:
Takdir edilen her şey gerçekleşir, bunu önlemek
mümkün değildir. Eğer Hak takdir etmiş ise onu gerçekleşmesi için başarı imkânı
(tevfık) verir, takdir etmemiş ise takdir edilen şeyden ne az ne çok, ne sonra
ne önce zerre kadar bir şey olmaz. Eğer Allah bir şeyi irade ederse o şeyi
talep etmeni sağlar. Hakikat de o seni talep edince seni talepkâr kılar.
**
Rivayet ederler ki, Hoca Ali Habbaz Ebiverd’e gitmek
üzere Merv’den Mihene’ye gelmişti. Şeyh mecliste oturmuş, yanında da Hoca Ahmed
b. Nasr ve daha birçok şeyhler vardı. Sohbet ediyorlardı. Söz arasında dünya
ehli bir zenginden bahsedildi. Hoca Ali Habbaz:
Evet, dedi; o himmet sahibi bir erdir. Şeyh:
Ama dedi, mürüvvet sahibi olması lazım. Onunkine
himmet demezler, emel derler. Mal harcayan kimseye himmet sahibi değil, emel
sahibi derler. Himmet sahibinin aklından Hakk’tan başka hiçbir şey geçmez.
**
Rivayet ederler ki, Şeyh (kuddise sırruhu) bir gün mescitte otururken sakalına bir saman çöpü
düştü. Dervişin biri elini uzatıp bu çöpü aldı ve mescide attı. Şeyh ona dönüp:
Yâ ahi (birader) şu
yaptığın iş sebebiyle ulu ve yüce Allah’ın, yedi kat göğü yeryüzünün üzerine
yıkarak onu yok etmesinden korkmuyor musun?
Allah Tealâ yüzü, bu
kadar şerefli olduğu halde mescidin toprağına koyup secde etmeni emretmiş ve:
“Secde et ki, bana
yaklaşasın” (Alak, 96:19) buyurmuştur. Bu saman çöpünün sakalımızda kalmasını
doğru bulmadın, ama onu kaldırıp Allah’ın evine atmayı nasıl doğru bulabildin?
**
Şeyhimize sordular:
Halktan Hakk’a giden yolların sayısı ne
kadardır?
Şeyh’in cevabı:
Bir rivayete göre binden fazla, diğer bir
rivayete göre varlıkların zerreleri kadar Hakk’a yol gider. Ama bir insan
rahatı için çalışmaktan daha kısa, daha iyi ve daha kolay bir yol yoktur. Biz
bu yolu tuttuk ve herkese de bunu tavsiye ediyoruz.
**
Dervişin biri Şeyh’e sordu:
O’nu nerede arayayım?
Şeyh’in cevabı:
Nerede aradın da bulamadın?
Eğer samimi olarak O’nu aramak için bir adım
atsan, baktığın her yerde onu görürsün.
**-
Söylenmesi gereken her şeyi söyle ki, söylenmedik bir
şey kalmasın, yapılması gereken her şeyi yap ki, yapılmadık bir şey kalmasın.
**-
Zenginlik sevimli bir yorgunluk, fakirlik sevimsiz bir
rahatlıktır. Bütün fazilet ehli ve meşayih ittifak etmişlerdir ki, bu konuda
hiçbir kimse bundan daha özlü ve daha iyi bir şey söylememiştir.
**-
Rivayet ederler ki, oğlu veya torunu dünyaya gelen
herkes kulağına ezan okunsun diye çocuklarını hemen Şeyh’e getirirlerdi. Şeyh
ağzını çocuğun kulağına koyar, ezan yerine kulağına şunu fısıldar:
Bu yol (fıtrat) üzre olman gerek !
**
Şeyh diyor ki:
Kulluğun hakikati şu iki şeydir:
Güzel bir şekilde Allah’a ihtiyaç hali içinde
olma. Bu, hallerin iç yüzüdür. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellemi güzel
bir tarzda örnek alma. Burada nefsin ne nasibi ne de rahatı bahis konusudur.
**
Şeyh’in sözü:
Ne mutlu o kişi ki, tüm ömründe bir tek nefesi
vardır. Yani bahtiyardır o insan;
ömür boyu bir tek saf nefes alır ve bu da nefse
zıt olur. Nefs galipken çıkan nefes, nefes değildir. Belki bacadan çıkan
dumandır; çünkü bu, onun tabiatından çıkmaktadır. Nefs ezilir ve yenilgiye
uğratılırsa o zaman Islanan nuru galip olur, işte o vakit bedenden saf ve iyi
nefesler çıkar. Tıpkı gülistandan geçen sabah rüzgârı gibi. Bu rüzgâr hangi
hastanın üzerine esse, o hasta derhal bir ferahlık hisseder ve şifa sebebi
olur.
**
Şeyh anlatıyor:
Sohbetin şartları vardır:
Temiz elbise ve kulun giyinmiş olduğu
elbiselerin en güzeli tevazu elbisesidir. Kulun, tevazu kıyafetinden daha güzel
bir kıyafeti yoktur. Tevazudan başka hiçbir şey kulu izzetli ve itibarlı
kılmaz. “Alçak gönüllü olanı Allah yüceltir. ” Tevazu, boyun eğmek ve bu yola
baş koymak, (şahsi) amelleri görmemektir. Bu yolda hiçbir afet kibirlenmekten
daha beter değildir. Kibirlenmek dik başlılıktır. Burnu havada olmaktır.
Benlik taslamaktır. Iblis’in:
Ben ondan daha üstünüm, demesi gibi onun benliği
binlerce senelik ibadetini heba etmiştir.
**
Derler ki:
İblis çarşıda pazarda dolaşır ve halka:
Dikkatli olun, aldanmayın ve ben” demeyin.
Benlik tasladığım için başıma gelene bakın! Ululuk ve büyüklük O’nun
sıfatıdır. Bir kimse bu konuda O’nunla çekişir ve kendini 0’ nunla bir görürse
Allah onu kahreder.
**
Şeyh anlatıyor:
Süleyman’dan daha aziz kimse gelmez, onun
mülkünden daha muazzam mülk de olmaz. Bununla beraber elinde rüzgârdan başka
bir şey yoktu. “Rüzgârı Süleyman’ın emrine verdik” (Enbiya, 21:
81). Mülkün miktarı gösterilmek istendiğinde onu
tahtından indirdiler ve yerine “sahr” denilen bir cinnîyi oturttular. Onun
yönettiği mülkü bu yönetmeye başladı. Bu durumdaki mülkü Süleyman’a gösterip bu
mülk göz dikmeye değmez;
“Bana öyle bir mülk ver ki, benden sonra
kimsenin öyle mülkü olmasın” (Sad, 39:35) demeyi haklı kılacak bir şey de
değildir, dediler.
**
“Rabbin dilediğini yaratır ve tercih eder” (Kasas,
28:68) mealindeki ayet sorulduğunda Şeyh dedi ki:
Hakk’ın tercih ettiği kişiler olmak lazım.
Hakk’a layık ve onun (güzel amellerle) süslediği kul olmak gerek. Kulun tercihi
işe yaramaz. Biz onsuz bir nefes bile alamayız. O’nun dilemediği bir şey asla
olmaz. Bizim “hiç” olmamız daha iyidir. Eğer bir cezbe zâhir olursa ku1 bu
cezbeyle süslenmiş, harcadığı çabayla bezenmiş olur. Böylece görmeye elhil
hale gelir. Görmeye ehil olunca işitme ehliyetine de sahip olur. İşte o zaman
ona:
“De ki, Allah’ın lütfü ve rahmetiyle. Bununla
ferahlasınlar, yığdıklarından bu daha hayırlıdır” (Yunus, 10:58). Şad ol,
bununla ögünmeniz servetten daha iyidir. Bize:
Ey Ebu’l-Hayr’ın oğlu o daha hayırlıdır,
buyurdu, ben de size diyorum ki:
Ey Ebu’l-Hayr taraftarları, o daha hayırlıdır!”
Herkes bir şeyle övünür. Kimi dünya, kimi ukba, kimi yüksek derece, kimi sevap
işlerle iftihar eder. Biz size diyoruz ki:
Bunların hiçbiri yokken o vardı, vardır, var
olacak.
Ebu’l-Kâsım Bişr-i Yâsin Mihene’de yaşlı hanımlara şu
zikri öğretirdi:
Ey sen! Ey her şey sen! Ey her şey senin için
olan! Sen teksin, şerikin yoktur. Bunların hepsi Hak Tealâ’nın şu sözünde
vardır:
“O, yığdıklarından daha hayırlıdır” (Yunus,
10:58). Ey Müslümanlar! Bundan (servetten) bir koku alan ve benliğine doymuş
olan kişi bu yola yabancıdır. İhtiyaç halinde bulunan ve bu derdin kokusunu
alan kişiye feyz gelir, dili açılır. İhtiyaç halinde olmak gerek, ihtiyaç
halini istemek gerek, sadece istemek işe yaramaz, ihtiyaç ise, hakikatin
esrarını sana çeken bir mıknatıstır.
**
Şeyh’in hitabı:
Ey Müslümanları Daha ne zamana kadar ben diyecek
ve ben dediğiniz için mahcup olacaksınız?
Kıyamet Günü “Evet, yaptım” diyemeyeceğiniz bir
şeyi bu dünyada yapmayınız. Size vebal getiren bir şey söylemeyiniz. Şu
benlik insanları perişan ediyor. Bu benlik lanet ağacıdır, ilk defa “Ben” diyen
İblis oldu. Onun dayandığı lanet ağacı Bendi. Ben diyen herkes bu ağacın (acı)
meyvelerini toplamak zorundadır ve her geçen gün Hak’tan biraz daha uzaklaşır.
Cabir b. Abdullah Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve
sellem hücresinin kapışım çaldı. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem
Kim o, deyince Cabir:
Ben, dedi. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve
sellem kalktı, kapıya doğru yürürken. Ben, Ben! Oysa ben, Ben demem, diyordu.
O, benliğinden el-aman dediği, bu hususta da ciddi ve samimi olduğu için hitap
geldi:
Şunu söylemen için bizden sana destur:
De ki:
“işte yolum, basiret üzere Allah’a davet
ediyorum Ben” (Yusuf, 12:18).
**
Şeyhimiz bir kere söz esnasında demişti ki:
Çok namaz kılanlar ve çok zikir yapanlar Allah
katında birikmiş olan sevaplarının hesabını yaparlar, bunun yerine Allah’ın
onlara olan nimetlerinin hesabını yapsalardı huzura ererlerdi. Şeyh sözüne
devam etti:
Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem:
Ölülerle oturmaktan sakının, buyurdu. Ölüler
kimlerdir sorusuna da şu cevabı verdi:
Nân u nimet içinde doğan ve yetişen dünyacılar
Hz. Peygamber daha sonra dedi ki:
Ey Muaz! Refah içinde yüzmekten
sakın; çünkü Allah’ın özel kullan refah içinde yüzmezler.
**
Şeyh bir sohbet toplantısında demişti ki:
Hayat bilgiyle hayattır, huzur marifette, zevk
zikirdedir. Tevhidin ödülü cennette Yüce Allah’ı temaşa etmek, emirlere
uymanın ödülü cennet, günahlardan kaçınmanın ödülü cehennemden kurtulmaktır.
Daha sonra Şeyh şu ayetleri okudu:
“Ey insanlar! Sizler Allah’a muhtaç yoksullarsınız.
Allah ise kimseye muhtaç olmayan ve zenginliği dillere destan bir zengindir”
(Fâtır, 35:15).
“Eğer Allah dilerse sizi yok eder, yerinize yeni bir
halk getirir, bunu yapmak ona zor da değildir” (İbrahim, 14:19).
**
Şeyh’e:
“Yüce Allah ne şeklinize bakar, ne de
mallarınıza. O, kalplerinize! ve işlerinize bakar” hadisinin anlamı
sorulduğunda dedi ki:
Her kişinin değeri kalbine göredir;
çünkü şekil sedeftir, kalp ise onun içindeki
incidir. Hükümdarlar sedefe değil, içindeki inciye bakarlar ve cevherler de
türlü türlüdür. Her kişi değerini kalbinden alır, her kişinin işinin sonu
kalbine varır. Hak kalbe lütuf ve rahmetle bakar. Nitekim Yüce Allah buyurur:
“Bu, Allah’ın dilediğine bahşettiği bir lütuf
olur, O, rahmetini dilediğine tahsis eder” (Hadid, 57:21, Cuma, 62:4, Maide,
5:45).
**
Yâ Şeyh fakirlik mi yoksa zenginlik mi daha mükemmel
bir haldir, sorusuna Şeyh’in cevabı:
Ey Horasanlı sevgili ne kadar acayipsin!
Horasanlı acayip sevgililerin kuluyum ben.
Şeyh sözüne devam etti:
Daha mükemmel, daha kusursuz ve daha üstün
şeriat düzeyinde söz konusu olur. Bir kimse ilahi nazara mahal ve mazhar olunca
onun fakirliği zenginliğe, zenginliği fakirliğe dönüşür. Beşeriyet rübubiyetin
aynasıdır. Âdemoğlu hariç, Allah yarattığı hiçbir şeye bakmamıştır. Allah,
nefret ettiği için yaratmış olduğu dünyaya hiçbir zaman nazar etmemiştir.
Âdemoğlu söz konusu olunca şöyle buyrulmuştur:
Allah sizin ne suretlerinize bakar ne de
mallarınıza (amellerinize?). Fakat sadece kalplerinize nazar eder. Allah’ın
bütün âlemi yaratması için bir emri yeterli olmuş, ol deyince âlem olmuştu.
Yaratma sırası âdemogluna gelince:
“Onu elimle yarattım” (Sad, 38:75) buyrulmuş, bu
ifade beden için kullanılmış, sıra ruhlara gelince:
Ona ruhumdan üfledim, buyrulmuştur.
**
Şeyh anlatıyor Şöyle bir hadîs vardır:
Bir topluluk Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve
sellem gelmiş ve sormuşlar:
Dervişlik (fakirlik) nedir?
O da içlerinden birini çağırmış ve sormuş:
Beş akçen var mı?
Adam var, deyince öyleyse sen derviş değilsin,
demiş. Başka birini çağırıp sormuş:
Beş akçen var mı?
Adam, yok ekmiş, peki beş akçeye sahip olma
imkânına sahip misin?
Adam, evet demiş. Sen de derviş değilsin, demiş.
Başka birini çağırıp sormuş:
Beş akçen var mı?
Adam, yok ekmiş. Beş akçe edecek bir şeyin var
mı?
Adam, yok demiş. Peki beş akçelik kredin var mı?
Adam, yok demiş. O halde beş akçe kazanabilir
misin?
Adam, kazanabilirim, demiş. Hadi oradan, sen
derviş değilsin, demiş. Başka birini çağırıp sormuş;
Şu söylenenlerden herhangi bir şeyin var mı?
Adam yok, demiş, Peki bir yerden beş akçe
gelse, bunda benim payıma bir şey düşer der misin?
Adam, en azından bunu söylerim. Hadi oradan, sen
de derviş değilsin, demiş. Başka birisini çağırıp, şu söylediklerimden herhangi
birine sahip misin?
Adam, hayır, hiçbiri yok. Eğer beş akçe bir
yerden eline geçse bunun üzerinde tasarrufta bulunur musun?
Adam, hayır, asla ey Allah Resulû, demiş. Peki
bunu ne yaparsın, diye sorunca, cemaatin ihtiyaçları için harcarım, demişiz.
Peygamber derviş sensin ve dervişliğin böyle olması lazımdır, demiş. Resul
bunu söyleyince hepsi ağlaşmış ve:
Ey Allah Resulü bize herkes derviş diyor.
Dervişlik tarif ettiğin bu şey olduğuna göre, şimdi biz neyiz?
Peygamberin cevabı:
Derviş odur, siz ise onun tufeylilerisiniz
(asalakları) !
**
Meşayihten biri, Ey Şeyh! Seni rüyada gördüm ve
sordum:
Şu nefsin elinden kurtulmamız için ne yapmamız
lazım! (Şimdi yine bunu soruyorum. ) Şeyh’in cevabı:
Hiçbir şey yapman gerekmez, şundan dolayı:
Takdir edilen her şey gerçekleşir, bunu
önlemek mümkün değildir. Eğer Hak takdir etmiş ise onu gerçekleşmesi için
başarı imkânı (tevfik) verir, takdir etmemiş ise takdir edilen şeyden ne az ne
çok, ne sonra ne önce zerre kadar bir şey olmaz. Eğer Allah bir şeyi irade
ederse o şeyi talep etmeni sağlar. Hakikatte o seni talep edince seni talepkâr
kılar.
**
Şeyh’in sözü:
Vaktin iki nefes arasındaki zamandır. Bunlardan
biri geçmiştir, öbürü henüz gelmemiştir. Şeyh daha sonra:
Dün gitti, yarın nerede?
Henüz yok. Gün bugündür (Saat bu saat, dem bu
dem). Vakit keskin bir kılıçtır.
**
Şeyh diyor ki:
Maveraünnehir meşayihi demiştir ki:
Şirkin mahalli şımarıklık, imanın mahalli
hüzündür.
**
Şeyh’in sözü:
Dert, Hakk’ın kulu belalardan koruduğu bir
hisardır.
**
Şeyh diyor ki:
Dünyacılar iblis’in (nefsânî) arzular ağıyla avladığı
kimselerdir. Ahiret ehlini ise Hakk dert ağıyla avlamıştır. Hak Tealâ buyurur:
“Ferah olma, Allah ferah olanları sevmez”
(Kasas, 28:76). Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem buyurur;
. “Allah Tealâ hüzünlü her kalbi sever. ”
**-
“Allah’ın zikri en büyüktür”
(Ankebut, 29:45) mealinde ayetin anlamı sorulunca Şeyh dedi ki:
Anlamı şudur:
Hakk’ın kulunu anması en büyüktür; çünkü önce
Hakk kulunu anmadıkça kul onu anamaz. Şu halde Hakk’ın kulunu anması ve kuluna
da kendisini anma başarısını vermesi en büyük şeydir. İyi bak, haddi zatında O
kendini anıyor, kul ortada yoktur; çünkü O hiçtir. Kul durmadan koşuşturur,
dünyayı dolaşır, rahatı buldum sanır ama bilmez ki, O’nun olmadığı bir yerde
rahat olmaz. Nereye gidersen git, eğer o yoksa rahat da yoktur. Zaten o her
yerde vardır. Ama sen O’nu burada görüyorsun.
Epey koşuşturdum ve taban eskittim.
**
Şeyh diyor ki:
Bir kimse tedbir konusunda kabirdeki ölüler gibi
olmadıkça selamete eremez; çünkü Allah Tealâ halkı cebir altında yaratmıştır.
Bunun dışına çıkmalarının yolu ve çaresi yoktur. İnsanların eh mutlu olanı
Allah’ın kalbine çaresini gösterdiği kimsedir. Çareyi kendinizde değil, O’nda
arayınız.
**
Anlatırlar ki, Şeyh (kuddise sırruhu ) Nişabur’dayken
Üstat İmam Ebu’l-Kâsım Kuşeyriye:
İşitiyorum ki, vakıf malları üzerinde tasarrufta
bulunuyormuşsun, diye haber gönderdi. Cevap geldi:
Vakıf malları bizim gönlümüzde değil, elimizdedir.
Şeyh karşılık verdi:
Bize göre elinizin de gönlünüz gibi olması
lazım!
**
Hafız Üstat Abdurrahman anlatıyor:
Şeyh, Nişabur’da bulunduğu sırada birisi yanma
gelip:
Garip bir adamım, bu şehre geldim, ününüz şehri
kaplamış, herkes sizi konuşuyor. Pek çok kerametlerinizin olduğunu söylüyorlar.
Şimdi bunlardan birini gösterir miriniz?
Şeyh anlattı:
Birisi kasabın oğlu Ebul-Abbas’a:
Amül’deydim birisi geldi ve bu soruyu sordu.
Şeyh Ebu’l-Abbas ona dedi ki:
Bunu görmüyor musun, şu gördüklerin keramet
değil de nedir?
Kasabın oğlu babasından mesleğini öğrendi.
Sonra ona öyle bir şey (bir tecelli) gösterdiler İd, aklı başından gitti.
Bağdat’a attılar. Pir Şibli onu Mekke’ye gönderdi. Mekke’den de Medine’ye,
oradan da Mescid-i Aksa’ya. Ona Hızır’ı gösterdiler. Hızır’a, onu kabul etme ve
sohbetinde bulundurma arzusunu verdiler. Sonra onu buraya geri gönderdiler. Bütün
âlem yüzünü ona çevirdi. Hatta harâbât ehli (ayyaşlar) bile çıkıp geliyor,
nefslerinin karanlıklarından kurtulmak istiyor, tevbe ediyor, âlemin dört bir
yanından bağrı yanıklar sökün ediyor, bizde O’nu arıyorlar. Bundan büyük
keramet mi olur?
Bu sözleri dinleyen adam:
İyi ama yine de ben şimdi bir kerametini görmem
lazım, deyince Şeyh: iyi bak ve gör, dedi. O’nun lütfü değil midir
ki, mesleği keçi boğazlamak olanın oğlunu büyüklerin baş tarafına geçirip
oturtmuşlar, yerin dibine batmıyor, çatı üstüne yıkılmıyor, kıyamet kopmuyor,
mal ve mülkü olmadığı halde vilayeti var, çalışmadan, kazanmadan rızkı ayağına
geliyor, yiyor, yediriyor! Bütün bunlar keramet değil de nedir?
Şeyh Ebu Said daha sonra:
Ey delikanlı! Aramızda geçen olay aynen Kasab’ın
oğlu Ebu’l-Abbas’ın karşılaştığı olaydır, dedi. Ama adam:
Ey Şeyh! Ben senden keramet istiyorum, sen ise
bana Şeyh Ebu’l-Abbas’ı anlatıyorsun, diye tutturdu. Şeyh de:
Kendini tümüyle Kerim’e verenin bütün
davranışları keramet olur, dedi, tebessüm etti ve şu dizeleri söyledi:
Bir rüzgâr ki, Buhara’dan bana geliyor,
O gül, misk ve yasemin kokuyor.
Özerinde bu rüzgâr geçen her kadın ve erkek;
Der ki:
Acaba bu rüzgâr Çin’den mi esiyor!
Hayır, hayır, böyle misk kokan rüzgâr Çin’den esemez,
Bu rüzgâr sevgilimin bağrından esip geliyor.
Her gece Yemen tarafına bakıyorum, gelirsin diye,
Zira sen cenup yıldızısın, cenup yıldızı Yemen’den
geliyor.
İsmîni halktan gizlemek için didiniyorum ey sevgili!
Korkarım adın halkın diline düşüyor.
Lâkin ne zaman kime bir şey söylesem, istesem de
istemesem de ilk sözüm adın oluyor.
Şeyh dedi ki:
Eğer O, bir kulu arındırırsa onun bütün
davranışları, tavırları, halleri ve sözleri keramet olur. Allah’ın selamı
Muhammed’e ve tüm âline.
**
Şeyhimiz anlatıyor:
Davud Tâî bir gece mezarlığa gittiğinde bir ses
işitti:
Ah, ah, acaba niçin namaz kılmaz, oruç
tutmazdım! Biri cevap verdi:
Doğru, ama Rabbinle baş başa kaldığında da
onunla murakabe halinde değildin.
Şeyhimizin ilavesi:
Kalbine gelen düşünceler konusunda Allah’la murakabe
halinde olan bir kimseyi, organları faaliyete geçtiği zaman Allah korur.
**
Şeyhimiz diyor ki:
Emirü’l-Müminin Ali’ye (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh ) rükûun anlamı soruldu. Dedi ki:
Müslüman rükûa vardığında kalbiyle şöyle der:
Boynum vurulsa ne dinimi terk ederim, ne de
Rabbime olan ibadetimi! (Bu niyetle boyun eğer).
**
Şeyh anlatıyor:
Ebu Bekir Vâsıti şöyle demiş:
Güneş, pencereden odaya düşünce bazı zerreler
gözükür, rüzgâr esince bu zerreler ışık ortamında hareket ederler. Bu zerrelerden
hiç korkar mısınız?
Kesinlikle hayır, dediler. Dedi ki:
Tüm âlem de tevhit ehli bir kulun kalbinin
önünde, rüzgârın önündeki zerre gibidir!
**
[1] Hazer
denizi sahilinde bulunan İran’ın Mazenderan eyaletine bağlı bir kenttir.
[2] İran’ın
Semnan eyaletinde bulunan meşhur Bayezid-i Bestami’nin doğum yeri.
[3] İran’ın
Horasan eyaletinde bulunan ve hala aynı adla tanına bir kent.
[4] Horasan
eyaletinde bulunan bir şehirdir.
[5] Hâlât
ve Sohanan-i Ebu Saîd Ebul Hayr, Telif-i Cemaluddin Ebu Rûh Lutfullah ibn-i
Said ibn-i sâd, Tashih ve Talikat Muhammed Rıza Şafi’i Kadkani, Tehran,
Muassise-i İntişarat-i Agah, çap-I sevvum, 1371, s. 101.
[6] R.A.
Nicholson: Studies in Islamic Misticism, 1921, reprint by Cambridge
University 1967p.26.
[7] Esraru’t-tevhid,
c.1, s. 201.
[8] Bu
konuda bilgi edinmek için bakınız: Tâlikat-i Esraru’t-tevhid, Întişarat-i Agâh,
Tehran, 1366.
[9] A.g.e,
mukaddime bölümü.
[10] Tasavvuf,
fıkıh, tefsir, hadis vb. Îlimlerde dönemin önde gelen bilim adamlarından ve Ebû
Saîd’in muasirlerinden.
[11] Dönemin
âlimlerinden.
[12] Esraru’t-tevhid,
1/226.
[13] Şirâznâme,
Ahmed Bin Ebi’l Hayr Şirâzî, Bonyad-e Farhang-e İran, Tehran, 1350, s. 146;
Ansuy-i Harf ve Sout, Gozide-i Esaru’t Tevhid, Muhammedrıza Şafi-i
Kadkani,İntişarat-i Sohan, 1372, Tehran, s.26
[14] El-Îşaârât
ve’l Tenbihât, Îbn-i Sîna, Be Îhtimam-i Mahmud Şehabî, Danişgah-i Tehran, 1339,
s. 151,157.
[15] An
suy-i Harf ve Sout, Gozide-i Esaru’t Tevhid, Muhammedrıza Şafi-i
KEdkEni,İntişarat-i Sohan, 1372, Tehran, s.29.
[16] A.g.e.
s.29; Meşihe-i İbn-i Asakir, fotokopi nushası, no: 6507,
Tahran üniversitesi kütüphanesi, b. 169.
[17] An
suy-i Harf ve Sout, Gozide-i Esaru’t Tevhid, Muhammedrıza Şafi-i
Kedkeni,İntişarat-i Sohan, 1372, Tehran, s.40.
[18] Mezarat-i
Herat, Fikri Selcuki, müessise-i neşr-i Kâbul, 1967, s. 102 -103.
[19] “Ebû
Saîd’in va’zları ve konuşmaları”
[20] Bu
konuda bakınız : Hâlât ve Suhenan,i Ebû Saîd Ebi’l Hayr, Întişarat,i Agah,
Mukaddime-i Musahhih, s. 15-17.
[21] A.g.e,
s. 81.
[22] An
suy-i Harf ve Sout, Gozide-i Esaru’t Tevhid, Muhammedrıza Şafi-i
Kedkeni,İntişarat-i Sohan, 1372, Tehran, s. 41-42.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar