Print Friendly and PDF

Ebû Saîd Ebu’l-Hayr ve Esrar El-Tevhid




Ebû Saîd Ebu’l-Hayr ve Esrar El-Tevhid

 

Dr. Seyed Asghar Seyed Torabi

Ebû Saîd Ebu’l-Hayr ve Esrar El-Tevhid

Eş’arî bir arif ve sûfî olan Ebû Saîd Ebu’l Hayr (H. 537-440 / M. 978-1061), H. 357 yılında (Miladi 978) kuzey Horasan’a bağlı Mihene’de dünyaya gel­di. Asıl ismi Fazlallah olan bu zatın Ebû Saîd Ebul Hayır olarak meşhur ol­masının sebebi, Ebû Saîd olan kendi künyesiyle Ebu-l Hayır olan babasının künyesinin terkibinden meydana gelmesidir. Bu gibi terkipler eski Îran kül­türünde yaygın olan bir objedir. Ebû Saîd-i Ebu-l Hayır terkibinin anlamı, Ebul Hayır’ın oğlu Ebû Saîd demektir. Hala İran’ın bazı yörelerinde bu tür isimlendirmeler revaçtadır.

Ebû Saîd’in babası ticaretle meşgul olduğu halde, tasavvufa ve irfana mey­yal olduğu da söylenmektedir. Daima dervişlerle oturup kalkan ve bu tür toplantılara sık katılan babası, Ebû Saîd’i kendisiyle bu gibi toplantılara gö­türdüğü zikredilmektedir.

Bu dönemde tasavvuf öğretilerinin Îsalm dünyasının hemen hemen her ye­rinde özellikle de Horasan’da yaygın olduğu bilinmektedir. Ebû Saîd böyle bir ortamda, nispeten zengin bir ailede yetişmiştir.

Bu çalışmada Ebu Saîd’in hayatı, düşünceleri, tasavvufi meşrebi, tasavvuf dünyasındaki yeri ve etkileri, öğretileri ve eserleriyle ilgili bilgi verilmekte­dir. Araştırmada Ebu Saîd’in Esrar El-Tevhid adlı eseri dikkate alınmıştır.

Eğitim ve Öğretim Yılları

Kuran okumayı ve Arab Dili ve Edebiyatını doğduğu kasabada öğrendikten sonra öğrenimini devam ettirmek amacıyla gittiği Merv’de Ebû Abdullah Hızrî’nin yanında bir süre beş mezheb fıkhını okudu. Hızrî’nin vefatından sonra beş yıl daha Ebû Bekir Gaffal, Ebû Ali Sencî, Nasır Mervezî ve Ebû Muhammed Cüveynî gibi büyük âlimlerin yanında fıkıh okudu. Buradan Serahs’a döndü ve Ebu’l-Fadl Hasan-i Serahsî’nin dergâhına gitti. Ebu’l-Fadl’ın vefatından sonra Taberistan eyaletine bağlı Amul[1] şehrinde bulunan Ebu’l-Abbas Gassâb-ı Amulî’nin dergâhına katılarak bir yıl boyunca tehzib-i nefs ile meşgul oldu. Ebû Saîd tefsir ilmi başta olmak üzere, fıkıh, hadis ve usul gibi bir çok Îslâmî bilimlere hâkim olmakla birlikte keramet sahibi olduğu söylenir. Kendisine nispet edilen birçok şiirler vardır ki Rubâiyyât adlı bir kitapta toplanmıştır ancak, bunlardan ona ait olduğu kesin olarak bilinen iki rubâî (dörtlük) ve sadece bir beyit şiir vardır. Onun şiire olan ilgisi ve söylediği bir kaç beyit şiir, bu yanlışlığa sebep olmuş olsa gerektir.

Seyahatleri

Sûfiler geleneğine rağmen Ebû Saîd, çok seyahat eden bir zat değildir. Sırf öğrenim amacıyla gittiği Serahs ve Merv gibi Horasan’ın büyük şehirleri, Âmul, Bistam[2], Gayen[3] ve Harkan[4] dışında bir yere gitmemiştir. Yalnız bazı kaynaklara göre Ebû Saîd yaz aylarını Mihene’de ve kışı Nişabur’da geçirirmiş, bu iki kent arasında bulunan şehirleri tabii olarak gezmiş olması kabul edilir.[5] Ebû Saîd’ın Nişabur’a geliş tarihi tam belli değildir ancak hikâyelerden anlaşıldığına göre Gazneli Mahmut döneminde (H. 361-421) olmuştur. Bazı kaynaklar ise onun Nişabura geliş tarihini H. 415 olarak zikr etmektedirler.[6]

Nişabur’a gelişinde kentin Kültürel ortamındaki örf ve adetlere aykırı davranışlar sergilediği için bir anda halkın dikkatini çekmiş ve o dönemin tüm siyasi ve dini gruplarının saldırısına uğramiştır. Ebû Saîd kendi dergâhında kendine has toplantılar düzeliyor, minberlerde daha çok farsça şiirler okuyarak sema yapıyordu. Farsça şiirler eşliğinde sema yapması, Nişabur halkı arasında şaşkınlıkla izlenirken, birçok kesimin de ona karşı tutumunu daha da serleştirmesini beraberinde getirmiştir. Nitekim muhalifleri ona karşı tek bir cebhe oluşturarak Gazneli sultanının sarayına bir mektup göndererek, şöyle şikâyette bulunuyorlar: “burada, minberlerde Kur’an ve hadis yerine Farsça şiirler okuyarak sema yapan bir şahıs bulunmaktadır”. Saraydan gelen cevap ise ilginçtir : “mezheplerin büyükleri bir araya gelip onunla ilgili karar versinler, ne gerekiyorsa onu yapsınlar”. Ancak Ebû Saîd, kerametleri sayesinde onların bu komplosunu boşa çıkarmış ve bütün düşmanları onun taraftarı olmuşlardır.

Ebû Saîd ’in Öğretileri

Ebû Saîd’in tasavvuf anlayışı hoşgörüye dayalı nevi şahsına münhasır bir anlayıştır. O karamsarlığı ve olumsuz düşünmeyi reddeden, her zaman hayatın aydın kısmına bakan bir mutasavvıftır. Hatta kur’an okurken azabın zikredildiği ayetleri geçerek okur, tepki geldiğinde ise, “bu kadar beşâret ve mağfiret varken, azabı düşünmeğe ne gerek var” der.[7]

Ona göre psikolojik olarak insanoğlunun tüm ızdıraplarının temelinde “nefs” ve “bencillik” hissi yatmaktadır. Bu duygulardan uzak olduğu takdirde daha çok rahatlık ve sükûnet hisseder, ihlâs mertebesine yaklaşır. Ebû Saîd bencilliği tamamen yenmeği başaran, hatta “ben” kelimesini kullanmaktan bile içtinâb eden bir ariftir. Bu davranış, onun ömrünün sonuna kadar devam etmiş ve bütün amellerine yansımıştır. O, bu hoşgörü sayesinde bütün dini gruplarala iyi ilşki içerisinde olmayı başarmış ve ömrü boyunca aşırı düşüncelerden kaçınmıştır.

İran Tasavvuf Anlayışında Ebû Saîd’in Etkisi

Ebû Saîd döneminden günümüze, tasavvuf konusunda yazılan kitaplar arasında, onunla ilgili bilgi vermeyen pek az kitaba rastlanır. H. Beşinci yüzyıldan bugüne, onuun ismi, Hallac, Şibli, Nûri ve Hırkâni gibi tasavvuf dünyasının ünlü isimleri arasında zikre dilegelmiştir. O, şiir, keramet, latife ve ateşli sözlerden oluşan bir terkiptir. Bu öğelerin, tarihi kökenlerini araştırırsak ona ve hatta onun dönemine nispet edilecek hiç bir şey kalmaz. Başka bir ifadeyle, bütün bu davranışlar ve konuşmaların yapıcı unsurları, Ebû Saîd öncesi tasavvuf tarihinde bulunmaktadır. Buna rağmen bir gerçeği kabul etmek gerekir ve o şudur ki, Ebû Saîd kendisinden önceki tasavvufun tüm güzelliklerini bir arada taşımaktadır. Ona nispet edilen hikâyelerin aynısı ondan önceki ariflerin hayatı ile ilgili de zikredilmektedir. Kendi değimiyle “okuduğu şiirler, Ebul Fadl Hasan-i Serahsi’ye aittir”. Bunula birlikte Ebû Saîd’in varlığı bu şiirler, hikâyeler ve sözlerle öylesine kaynaşmış ki, onları Ebû Saîd’den ayırmak mümkün değildir. Bu açıdan Hafız’a benzerlik arzetmektedir. Hafız da şiirlerinin öğelerini kendisinden önceki şailerden almış, Îran edbiyat tarihinde emsali olmayan bir terkip yaratmıştır. Hafız, bunu şiiriyle yapmışsa, Ebû Saîd hayatıyla yapmıştır.

Ebû Saîd’in düşünce ve davranış ilkeleri

Esrau’t-tevhid’de yer alan birçok öykü ve Îran’ın edebiyat ve irfan tarihinde yıllardan beri Ebû Saîd adına kaydedilen sözler, tarihi açıdan araştırıldığında, ondan önceki ariflerin hayatı ve sözlerinde de geçtiği anlaşılmaktadır.[8] Bu sözlerin ve hikâyelerin Ebû Saîd’e nispet edilmesinin asıl sebebi, onun bunlarla kaynaşması ve konuşmalarındaki belagat ve davranışları olması gerek. Fakat bu davranışların ve hikmetli sözlerin büyük kısmının bilhassa ona ait olduğu ve ondan önceki tarihlerde görülmediğini söylemek de mümkündür.

Öte yandan tasavvuf araştırmacıları, özellikle Ebû Saîd’in hayatını araştıranlar, onun “dergâh” müessesesinin mucidi olduğuna da inanmaktadırlar. Bunun doğru ve yanlış olan tarafları vardır. Ne tasavvuf, ne de dergâh, Ebû Saîd’le başlamıştır. Dolayısi ile böyle bir iddiayı tamamen kabul etmek mümkün değildir. Ancak, onun döneminde yaşanmakta olan dergâh sisteminde bir takım değişiklikler yapıldığını söylemek mümkündür.[9]

Ebû Saîd ve Krametleri

Hâriku’l-âde davranışlara keramet denilir. Bu gibi davranışlar pegamberlere ait olursa mucize anlamına gelir. Tasavvuftarihinde Ebû Saîd’e nispet edilen kerametker, diğer ariflere nispet edilenlerden daha fazladır. Bu kerametler Esrau’t-tevhid kitabında toplanmıştır. Kitapta yeralan kerametleri okurken, onların tarihi gerçekliğini araştırmaya gerek yoktur, dikkat edilmesi gereken, bu kerametlerde vurgu yapılan ahlaki noktalar ve bunun yanı sıra müellifin nesir sanatı ve anlatımında kullandığı tatlı dildir. Bu olaylardaki doğruluk veya yanlışlık yönü mantıksal değil sanatsaldır. Müellif, olağanüstü bir vâkı’ayı kendi anlatım biçimi ve belagat ustalığıyla, muhatabı etkileyecek şekilde yazmışsa, bunun bir sanatsal doüruluğu olduğunu söylemek mümkündür, aksi halde kâzib bir sanat olduğunu söylemek gerekir. Ejderhanın konuşup konuşmadığını veya kayıptan haber verilip verilmediğini araştırmak bizim yapacağımız iş değildir.

Bu kerametlerle ilgili bir noktayı daha hatırlatmak gerekir ve o da şudur ki, Ebû Saîd hiç bir zaman keramet sahibi olduğunu iddia etmemiştir. Bu konu, onun müritleri veya hayatını araştıran kişiler tarafından ortaya atılmıştır. Ancak bunların Ebû Saîd’e nispet edilmesinin asıl sebebi onun üstün bir zekâya sahip olması ve fıtrî yeteneği sayesinde muhatabın düşüncelerini sezmesi ve okuduğu şiirlerin farklı anlamlar taşıması olmasıdır. Dolayısı ile muhatapları, onun kayıptan haber verdiğini ve keramet sahibi olduğunu düşünmüşlerdir. Bu düşünceler giderek, “böyle bir zatın ejderha ile konuabilmesi ve hârikuul-âde davranışlar sergileyebilmesi” gerektiği gibi yanlış sonuçlara yol açmıştır.

Ebû Saîd ve Sema

Ebû Saîd’in tasavvuf anlayışının en önemli yönü, onun musiki ve semaya aşırı derecede ilgi duymasıdır. Esraru’t-tevhid kıtabında zikredilen birçok hikâyede Ebû Saîd’in musiki ve semaya duyduğu ilgisinden bahsedilmektedir. Bugün onun üstünlük noktası olarak bilinen bu yönü, kendi döneminde başlıca bir zaaf noktası sayılmıştır. Onu inkâr edenler, onun bu yönünü su’istimal ederek, insanların ona karşı zihniyetini değiştirmeğe çalışmışlardır.

Burada hem tarihi açıdan önem taşıyan, hem de Ebû Saîd’in keramet sahibi olduğuna işaret eden ve sema konusunda dönemin fıkhi görüşünü ortaya koyan bir hikâyeyi nakledelim:

Esraru’t-tevhid’de nakledilen hikâyeye göre, bir gün üstad Îmam Kuşayrî,[10] Ebû Saîd’in dergâhının önünden geçerken, içerde Şeyh’le birlikte sema ederek hoş vakit geçiren sûfileri görür. Aklından, “Şafii fıkhına göre dönerek sema eden kişinin tanıklılığı kabul edilmez, adaleti düşer” diye bir soru geçer Îmam Kuşayri’nin. Başka bir gün Şeyh, üstat’la tekrar karşılaşır, bir kavşağa geldiklerinde selamlaşırlar, Şeyh sorar üstada, “sen beni şimdiye dek tanıklık ederken gördün mü?” üstad, bunu duyunca, dün aklından geçen sorunun cevabı olduğunu anlar.

Kitabın çeşitli yerlerinde, onun musiki, şiir ve irfani dansa olan ilgisini görmek mümkündür. En ufak bahaneyle semaya başlar ve hiç bir şry onu durduramaz. Yine bir gün coşkuyla semaya meşgulken ezan okunur. O anda Îmam Muhammed Gayeni[11] “namaz! Namaz!” diye seslenir Şeyhe. Bir yandan semaya devam eden Şeyh, “biz zaten namaz kılıyoruz” diye cevap verir. Sema bittikten saonra, Şeyh, “Doğu ile Batı arasında bu adam kadar takvalı ve fâzıl birisi bulunamaz ama irfani tecrubelerle zerre kadar ilgisi yoktur” der.[12]

Ebû Saîd ve Eserleri

Nasıl ki yunan kültüründe her yerde Sokrates ve onun sözlerini görürüz, Îran kültüründe de Ebû Saîd her yerde var ama hiç bir eseri veya şiiri yoktur. Buna rağmen ona nispet edilen bazı eserler vardır.

1.      Farsça şiire ilgi duyan birçok kişi tarafından Ebû Saîd’e ait olduğu söylenen kayda değer miktearda Farsça “ruba’iler (dörtlük) mecmuası” vardır. Bu ruba’iler defalarca yayımlanmıştır. Birçok insaın bunların, şifa verici ve hayatın problemlerini çözebilecek güçte olduğuna inanır. Ancak gerçek şudur ki, Ebû Saîd, bir kaç ruba’i, hatta bir tek ruba’i dışında şiir yazmamıştır. Ona nispet edilen bu şiirlerin büyük kısmı, ondan sonraki şairler tarafından yazılmış ve uslup araştırmaları sonucunda da ona ait olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Ebû Saîd dönemi uslubuna uygun olan ve onun tarafından dile getirilen diğer bölümü ise, ondan önceki şairlere özellikle ustadı olan Ebu’l- kâsım Bişr’e ait olduğu söylenmektedir. Buna rağmen bu şiirlerin tamamını inkâr etmek ve onun sadece bir buçuk beyit şiir yazdığını ileri sürmek de gerçekten uzak bir yaklaşımdır.

2.      Îbn-i Sina ile Ebû Saîd arasında yazılan mektuplar. Bu mektupların bir

kısmı hala korunmaktadır.

3.      Beş altı yapraktan oluşan “Makamat-i Arba’in” adında küçük bir anonim risâle daha ona nispet edilen eserler arasındadır. Yine ona nispet edilen kitaplar arasında kimya ilmiyle ilgi “Acayib El-Sabbâğayin” adında bir eser zikredilmektedir. Ancak bunun da bilimsel açıdan doğru bir yönü bulunmamaktadır.

Ebû Saîd ve Çağdaşları

Ebû Saîd, Ebu Muhammed Cuveynî, Gadı Sâid Nişabûri, Ebu’l Hasan Hırkânî, Ebu’l Kâsım Kuşayrî, Ebu’l Kâsım Kurkanî, Hâce Abdullah Ensârî, Ebû Abdullah Bakûye Şirazî (Baba Kûhî) ve Ebû İshak Kazerûnî gibi birçok ünlü bilim adamı ve arifle aynı asırda yaşamış ve bunların hepisi ile mânevi irtibat halinde olmuştur. Bu irtibatlar bazen husûmet ve düşmanlığa dönüşmüş olsa dahi bu kişilerin dönemin en ünlü İslam âlimleri ve mutasavvıfları olduğunu inkar edemez. Esraru’t-tevhid’de yer alan birçok hikâye, onun, dönemin ilim adamlarıyla olan irtibatının bir kısmını açıkça ortaya koyar. Ancak bu kitapta sadece Ebû İshak-i Kazerûnî ile olan irtibattan isim zikr ederek söz edilmemiştir ve diğer âlimlerle olan irtibatı, başka kaynaklardan anlaşımaktadır.[13]

Ebû Saîd ve İbn-i Sîna

Dönemin filozofları arasından, Ebû Saîd’le dostluk münasebetleri içinde olan tek kişi, - tabii Esarau’t Tevhid’in verdiği bilgilere göre - İbn-i Sînadır. Anlaşıldığı kadarıyla onların arasında bazı yazışmalar da olmuştur. Bazı çağdaş araştırmacılar bu irtibatların döğruluğu konısunda tereddutler ortaya koymuşsa da, reddi için her hangi bir delil bulunmamaktadır.

Esarau’t Tevhid’de böyle bir hikâye nakledilmektedir: İbn-i Sîna ve Ebû Saîd bir birini görmeden aralarında yazışmalar geçmiş, bir gün Ebû Saîd, dergâhında vazederken İbn-i Sîna aniden dergâhın kapısından içeri girer, Ebû Saîd, “hikmet aâlimi geldi” diyerek konuşmasına devam eder. Konuşma bittikten sonra, ikisi birlikte bir eve kapanır ve üç gün boyunca evden dışarı çıkmazlar, kimsenin de aralarındaki konuşmadan heberi olmaz. İbn-i Sîna gittikten sonra, talebeleri ona sorarlar: “Şeyh-i nasıl buldun?” diye. İbn-i Sîna “benim bildiklerimi o görür” diye cevap verir. Sûfiler aynı soruyu Ebû Saîd’e yöneltirler. O da, “benim gördüklerimi o bilir” diye ilginç bir cevap verir. Ebû Saîd’in hayat hikâyesini araştıranlar, İbn-i Sîna’nın bu tarihten sonra irfanî mertebelere olan inancının kesinleştiğini ve felese konusunda en son eseri olan “Îşârât” kitabını yazmaya başladığını ve bu eserde, “Makâmâtu’l Arifin” diye bir bölüm açtığını ileri sürerler. Îbn-i Sîna’nın en son eseri olan “Îşârât” kitabımda “Îşârât” diye bir bölüm olduğu kesindir ve bu bölümü, Ebû Saîd etkisinde kalarak yazmış olması da muhtemeldir.[14] Îbn-i Sîna’nın eserleri arasında onun Ebû Saîd’e yzıdığı cevap mahiyetindeki mektuplara işaret eden bir kaç risale daha vardır. Bu tür mektupların sayısı 12 adettir.

Esarau’t Tevhid

Esarau’t Tevhid, Ebû Saîd Ebu’l-Hayr hakkında yazılan en kapsamlı biyografi ve Farsça’nın en önemli irfânî metinlerinden biridir. Bu kitap, hem tasavvuf tarihi açısından hem de Moğul öncesi Îran’ın sosyal tarihiyle ilgili ihtiva ettiği bilgiler yönünden son derece önemli bir eserdir. En eski Farsça şiirinin önemli bir bölümü, bu eser vasıtası ile elimize ulaşmıştır. Kitap, Ebû saîd’in hayat hikâyesinin yanı sıra, bir çok tasavvuf şeyhiyle ilgili de önemli bilgiler içermektedir.

Kitapta kullanılan Farsça, fesâhat ve akıcılık açısından en zirve noktasındadır. Müellif ise, tıpkı günümüzdeki öykücüler kadar usta bir şekilde olay sahneleri, kahramanların durumu ve olayın geçtiği ortamı anlatmaktadır. Evliya’nın kerametleri ile ilgili tekrar tekrar zikr edilen hâriku’l âde olayları bir kenare bırakırsak, Îran’ın eski edebiyat tarihinin en mükemmel öykücülük örneklerinden biri olduğunu söylemek mümkündür. H. 574 (6. yüzyılın ikinci yarısı) yılında yazıldığına rağmen, uslup olarak kullanılan dil 5. ve hatta bazen 4. yüzyılda kullanılan yazı uslubuna benzerlik gösterir.

Bunun bir delili, müellifin, daha önceki nesillerin, Ebû Saîd hakkında yazdıkları yazılardan faydalanmış olmasıdır. Ayrıca kitabın büyük bir bölümü Ebû saîd’in bilhassa kendi sözleridir. Bilindiği üzere Ebû saîd 5. yüyılın başlarında yaşamıştır. Bir kısmı da Ebû saîd’in, 4. yüzyılda yaşamış olan önceki ariflerden naklettiği cümlelerden oluşmaktadır. Dolayısı ile dördüncü yüzyıla ait dil uslubunu da bu kitapta görmek pek kolaydır.

Esarau’t Tevhid’in Müellifi

Kitabın müellifi, Ebû Saîd’in torunlarından Muhammed ibn-i Münevver ibn-i Ebî Sâd ibn-i Tâhir ibn-i Ebî Saîd’dir. Bu zât, 3 vasıta ile Ebû Saîd’e varır. Bu üç kişinin durumu ile ilgili (Münevver, Ebû Sâd ve Tâhir) H. beşinci ve altıncı asırların Tarih-i Ricâl kitaplarında bilgi verilmektedir. Ebû Tâhir, Ebû Saîd’in en büyük oğludur. Onun hayatı ile ilgili Esarau’t Tevhid’de bazı bilgiler zikr edilir. H. 400 yılında doğduğu, 480 yılında vefat ettiği ve babasının mezarının yanında defn edildiği bilinmektedir. Ebû Tâhir’in oğlu Ebû Sâd ise dönemin ulemasından sayılır ve tam ismi, Ebû Sâd ibn-i Saîd ibn-i Fazl-allah”dır. H. 454’de doğduğu ve 507’de vefat ettiği söylenmektedir.[15] Ancak müellifin babası Nuruddin Münevver ibn-i Ebî Sâd’ın doğum ve ölüm tarihi ile ilgili kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Fakat onun da, dönemin büyük âlimlerinden olduğun söylenir. Müellifin babası Münevver, Esarau’t Tevhid’in verdiği bilgiler doğrultusunda, Şeyhe ait dergâhta hizmet vermekle meşgul olurmuş.

Müellifin kendihayatı ile ilgili, kitaptakibilgilerindışında, hiç bir kaynakta bir bilgiye rastalanamaz. Esarau’t Tevhide istinaden, H. 500 - 520’de (H. 6. yüzyılın ortalarında) doğduğu ve kıtabını H. 574 yılında Mihene’den uzak bir yerde (muhtemelen Herat’da) yazdığı anlaşılmaktadır. O tarihten önce Mihene’de yaşadığı ve Ebû Saîd ailesinin önemli isimlerinden sayıldığı, bölgenin siyasi ve sosyal gündeminde hükümdarların dikkate aldıkları bir kişi olduğu söylenmektedir. Bilinen o ki Oğuz’ların Horasan’a saldırarak bölge insanını fecî bir şekilde işkence ve katliam yapmaları,[16] sonucunda, - sadece Ebû Saîd ailesinden 115 kişi (çocuk ve büyük) işkence edilerek, yakılarak şehid edilmiştir[17] - müellif, vatanını terkedip, muhtemelen Herat’a göç etmiştir. Şu anda, Hâce Muhammed İbn-i Münevver adına Herat’ta bulunan mezar, bu bilgiyi doğrulamaktadır ve büyük olasılıkla bu mezar Esarau’t Tevhid’in müllifine aittir.[18] Onun Herat’ta ikamet ettiğine dair başka ipuçları da vardır. Birincisi: yazdığı kitabı Heat’ta yaşamış, orada medfûn olan Cibâl ve Gûr bölgesinin hükümdarı, Sâm-i Gûri’ye ithaf etmesi, ikincisi ise: Herat şehrinin kapılarını överken, adeta onları yakından gördüğü anlaşılmaktadır.

Muhammed İbn-i Münevver tasavvuf başta olmak üzere, çağının ilimlerine vakıf bir kişidir ve yazdığı nesir, Farsça nesir yazılarının en güel örneklerinden biridir. Ayrıca Arapça’dan çevri yaparken, Arap dili ve edebiyatına olan hâkimiyetini de ortaya koymaktadır.

Yararlandığı Kaynaklar

Muhammed ibn-i Münevver, kıtabın telifinde, Ebû Saîd hakkında yazılan menkıbeler başta olmak üzere birçok tasavvuf kaynaklarından yararlanmıştır. Hâlâ korunmakta olan bu kaynaklardan biri, “Hâlât ve Suhanan-i Ebû Saîd Ebi’l Hayr”dır[19]. Bu kitabın müellifi, Ebû Saîd ailesinin ünlü isimlerinden Cemâluddin Ebû Ruh ibn-i Ebî Saîd ibn-i Ebî Sâd (ölüm h. 541) Muhammed ibn-i Münevverin amcasının oğludur. Yazarın anlattıklarından anlaşılıdığına göre, onun döneminde Şeyh’le ilgili birçok belge mevutmuş, zira Şeyh’in konuşmaları onun talebeleri tarafından aynen kitabet edilmiştir. Çünkü o, bir yerde, “Şeyhe ait 200 belge halkın elinde bulunmaktadır”[20] demiştir. Ayrıca Müllifinin dedesi Şeyhu’l İslam Ebû Sâd’a ait bazı yazılar da zikre dilen kaynaklar arasındadır. Zira bir yerde şöyle bir ifade geçiyor : “...ve şeyh-ul islam yani dedem şöyle nakleder ...”[21] Bu ifade, şifahî bir ifade değil, yazılı bir belgenin olduğunu göstermektedir.

Esarau’t Tevhid’in Baskıları

Esarau’t Tevhid’in ilk baskısı 1899 yılında Rus oryantal Jokofski tarafından Petersburg’da gerçekleşmiştir. İkinci baskısı, hş.1313 yılında Tahran üniversitesi hocalarından merhûm Ahmed Bahmanyar Kermanî tarafından Jokofski baskısı esas alınarak ve bazı yanlışlıklar düzeltilerek Tahran’da neşr edilmiştir. Üçüncü baskısı yine Tahran üniversitesi ünlü hocalarından, büyük araştırmacı, “İran Edebiyat Tarihi” yazarı Zebihullah Safa tarafından neşr edilmiştir. Zebihullah Safa kitabın baskısında, Jokofski nushasının dışında bir de H. 700 yılına ait bir başka nushadan yararlanmıştır.

Dördüncü baskısı ise Muhammed Rıza Şafi-i Kadkani tarafından hş. 1366 yılında Tahran Agâh yayınevi tarafından basılmıştır. Bu baskı diğerleinden bir az farklıdır: mesela bu baskıda esas alınan nusha, çok eski olduğu için kullanılan dil, tarih ve coğrafi isimlere yer vermesi açısında diğerlerine üstünlük arzetmektedir. Bunun yanı sıra yedi ayrı nushadan da faydalanmıştır. Ayrıca bu baskının 250 sayfalık mukaddimesi ve 500 sayfalık tâlikat (ilaveler) bölümünde yer alan Ebû Saîd ve onun yaşadığı siyasi, içtima’i, kültürel ortamı, bilim adamlarıyla olan ilşkileri, vb. bilgiler, onun başlıca özelliklerindedir. Bu kitap iki cilt halinde basılmıştır.

Esarau’t Tevhid’de yer alan konular

Kitabın içerdiği konular genel anlamda ahlaki mesajlar vermektedir ancak, eserin müellifi, Esraru’t Tevhid’de yer alan konularla ilgili şöyle bir kanı ortaya koyar:

“insanların amel ve ahvâlı, başlangıç, orta ve son diye üç aşamadan ibaret olduğu için, bu kitabın içeriği de üç fasıldan oluşmaktadır:

-     Birinci: Şeyh’in çocukluğundan 40 yaşına kadar hayat hikâyesi ve bu süre içerisinde almış olduğu eğtim ve riyâzetler ve Hz. Mustafâ’ya kadar şeyhlik silsilesi.

-      İkinci: Şeyh’imizin irfani mertebesiyle ilgilidir ve üç bölümden oluşur:

1.      Kerametleriyle ilgili zikredilen hikâyeler,

2.      Öğütler içeren sözler,

3.      Dile getirdiği şiirler ve bazı mektupları.

• Üçüncü ve son bölüm ki bu da üç bölümden oluşmaktadır:

1.      Ölüm eşiğinde iken yaptığı vasiyetler,

2.      Vefatı ile ilgili durum,

3.      Ölümünden sonra onunla ilgili zikr edilen kerametler. [22]

Kaynaklar

1-     Hâlât ve Sohanan-i Ebu Saîd Ebul Hayr, Telif-i Cemaluddin Ebu Rûh Lutfullah ibn-i Said ibn-i sâd, Tashih ve Talikat Muhammed Rıza Şafi’i Kadkani, Tehran, Muassise-i İntişarat-i Agah, çap-I sevvum, 1371.

2-      R.A. Nicholson: Studies in İslamic Misticism, 1921, reprint by Cambridge University 1967 p.26.

3-      Esraru’t-tevhid.

4-      Tâlikat-i Esraru’t-tevhid, İntişarat-i Agâh, Tehran, 1366.

5-      Şirâznâme, Ahmed Bin Ebi’l Hayr Şirâzî, Bonyad-e Farhang-e İran, Tehran, 1350, s. 146;

6-      Ansuy-i Harf ve Sout, Gozide-i Esaru’t Tevhid, Muhammedrıza Şafi-i Kadkani,İntişarat-i Sohan, 1372, Tehran.

7-      El-İşaârât ve’l Tenbihât , İbn-i Sîna, Be İhtimam-i Mahmud Şehabî, Danişgah-i Tehran, 1339.

8-      Meşihe-i İbn-i Asakir, fotokopi nushası, no: 6507, Tahran üniversitesi kütüphanesi, b. 169.

9-      Mezarat-i Herat, Fikri Selcuki, müessise-i neşr-i Kâbul, 1967.

10-   Hâlât ve Suhenan,i Ebû Saîd Ebi’l Hayr, İntişarat,i Agah 1391 hş., Mukaddime-i Musahhih.

 

Şeyh Ebu Said Ebu'l Hayr, Tevhidin Sırları’dan

 

Kaynak: Muhammed Bin El Münevver-

Şeyh diyor ki:

 Ahmağa edep öğretmek Ebucehil karpuzunu sulamak gibi­dir. Ne kadar çok su verirsen o kadar acı ürün verir.

**

Şeyh diyor ki:

 Akıllı adam ona derler ki, müşkül bir işle karşılaşsa, onun­la ilgili bütün görüşleri toplar, bilinçli bir şekilde bunları inceler ve içinden doğru olanı çıkarıp alır, öbürlerini bırakır. Tıpkı altınını toprakta yitiren kişi gibi. Eğer bu kişi zeki ise o havalideki toprağı toplar, kalburda eler ve altınını bulur.

**

Şeyh diyor ki:

 Hakimlerden biri demiş ki;

 Doğduğunda sen ağlıyor, çevrendekiler ise gülüyordu, ölürken, senin gülmen, çevrendekilerin ağlamaları için çabala!

Sözün edildi mi

Neşeli neşeli can veririm.

**-

Şeyhimiz anlatıyor:

 Şeyh’in şöyle dediğini işitmiştim:

 Bir fakire sadaka ve­ren kimse, fakirin bu sadakaya muhtaç olduğundan daha çok, kendisinin bu sadakanın esvabına muhtaç olduğunu bilmezse sadakası boşa gider.

Fakih Ebu Ali, Abdullah b. Ömer senediyle Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem şu hadisi rivayet etmiştir:

 Üstteki el alttaki elden, yani sadaka isteyenin elinden hayırlıdır. Abdullah b. Ömer demiş ki:

 Burada üç el bahis konusudur:

 Üste­ki el ki, Allah’ın elidir, orta (vasıta olan) el ki, sadaka verenin elidir. Alttaki el ki, sadakayı alanın elidir. (Hadiste sadakayı verenin eli hiç anılmamış, muka­yese Allah’ın eliyle sadakayı alanın arasında yapılmıştır. )

**

Şeyhimiz bir kere söz arasında şöyle demişti:

 Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

 Kıyamet Günü ihlas ve şirk getirilir. Âlemlerin Rabbinin huzuruna çıkarılır. Aziz ve celil Allah ihlasa:

 Sen ve ihlas ehli cennete;

 şirke de:

 Sen ve şirk ehli cehenneme gitsin! buyurur. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem sonra şu ayeti okudu:

 “Kim bir sevapla gelirse ona ondan daha hayırlısı var, o gündeki dehşetli korkudan da emin olur” (Nemi, 27:89).

**

Rivayet ederler ki, adamın biri Bağdat’tan kalkıp Mayhane’ye, Şeyh’in yanına geldi ve sordu:

 Ey Şeyh! Hak Tealâ ve Subhanehu şu halkı niçin ya­rattı?

 Onlara ihtiyacı mı vardı?

 Şeyh, hayır, dedi. Şu üç şey sebebiyle onları yaratmıştır:

 ı) Çok muazzam bir kudreti var, bunu temaşa edecek kimseler lazımdı.

2) Hadsiz hesapsız nimetleri var, bunları yiyecek kimseler lazımdı.

3) Pek çok rahmeti var, bundan yararlanacak günahkârlar lazımdı.

**

Şeyh’e sordular:

 Gece hırsızlık yapan, gündüz namaz kılan bir adam hakkında ne dersin?

 Cevap:

 Bunda şaşılacak bir şey yok, göreceksiniz, gündüz kıldığı namazın bereketi gece hırsızlık yapmasına engel olacak!

**

Meşayihten biri, Ey Şeyh! Seni rüyada gördüm ve sordum:

 Şu nefsin elin­den kurtulmamız için ne yapmamız lazım! (Şimdi yine bunu soruyorum. ) Şeyh’in cevabı:

 Hiçbir şey yapman gerekmez, şundan dolayı:

 Takdir edilen her şey gerçekleşir, bunu önlemek mümkün değildir. Eğer Hak takdir etmiş ise onu gerçekleşmesi için başarı imkânı (tevfık) verir, takdir etmemiş ise tak­dir edilen şeyden ne az ne çok, ne sonra ne önce zerre kadar bir şey olmaz. Eğer Allah bir şeyi irade ederse o şeyi talep etmeni sağlar. Hakikat de o seni talep edince seni talepkâr kılar.

**

Rivayet ederler ki, Hoca Ali Habbaz Ebiverd’e gitmek üzere Merv’den Mihene’ye gelmişti. Şeyh mecliste oturmuş, yanında da Hoca Ahmed b. Nasr ve daha birçok şeyhler vardı. Sohbet ediyorlardı. Söz arasında dünya ehli bir zenginden bahsedildi. Hoca Ali Habbaz:

 Evet, dedi; o himmet sahibi bir er­dir. Şeyh:

 Ama dedi, mürüvvet sahibi olması lazım. Onunkine himmet de­mezler, emel derler. Mal harcayan kimseye himmet sahibi değil, emel sahibi derler. Himmet sahibinin aklından Hakk’tan başka hiçbir şey geçmez.

**

Rivayet ederler ki, Şeyh (kuddise sırruhu) bir gün mescitte otururken sakalına bir sa­man çöpü düştü. Dervişin biri elini uzatıp bu çöpü aldı ve mescide attı. Şeyh ona dönüp:

 Yâ ahi (birader) şu yaptığın iş sebebiyle ulu ve yüce Allah’ın, ye­di kat göğü yeryüzünün üzerine yıkarak onu yok etmesinden korkmuyor mu­sun?

 Allah Tealâ yüzü, bu kadar şerefli olduğu halde mescidin toprağına ko­yup secde etmeni emretmiş ve:

 “Secde et ki, bana yaklaşasın” (Alak, 96:19) buyurmuştur. Bu saman çöpünün sakalımızda kalmasını doğru bulmadın, ama onu kaldırıp Allah’ın evine atmayı nasıl doğru bulabildin?

 

**

Şeyhimize sordular:

 Halktan Hakk’a giden yolların sayısı ne kadardır?

 Şeyh’in cevabı:

 Bir rivayete göre binden fazla, diğer bir rivayete göre varlık­ların zerreleri kadar Hakk’a yol gider. Ama bir insan rahatı için çalışmaktan daha kısa, daha iyi ve daha kolay bir yol yoktur. Biz bu yolu tuttuk ve herke­se de bunu tavsiye ediyoruz.

**

Dervişin biri Şeyh’e sordu:

 O’nu nerede arayayım?

 Şeyh’in cevabı:

 Nerede aradın da bulamadın?

 Eğer samimi olarak O’nu aramak için bir adım atsan, baktığın her yerde onu görürsün.

**-

Söylenmesi gereken her şeyi söyle ki, söylenmedik bir şey kalmasın, yapılması gereken her şeyi yap ki, yapılmadık bir şey kalmasın.

**-

Zenginlik sevimli bir yorgunluk, fakirlik sevimsiz bir rahatlıktır. Bütün fazilet ehli ve meşayih ittifak etmişlerdir ki, bu konuda hiçbir kimse bundan daha özlü ve daha iyi bir şey söylememiştir.

**-

 

Rivayet ederler ki, oğlu veya torunu dünyaya gelen herkes kulağına ezan okunsun diye çocuklarını hemen Şeyh’e getirirlerdi. Şeyh ağzını çocuğun kulağına koyar, ezan yerine kulağına şunu fısıldar:

Bu yol (fıtrat) üzre olman gerek !

**

Şeyh diyor ki:

 Kulluğun hakikati şu iki şeydir:

 Güzel bir şekilde Allah’a ih­tiyaç hali içinde olma. Bu, hallerin iç yüzüdür. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellemi güzel bir tarzda örnek alma. Burada nefsin ne nasibi ne de rahatı bahis konusudur.

**

Şeyh’in sözü:

 Ne mutlu o kişi ki, tüm ömründe bir tek nefesi vardır. Yani bahtiyardır o insan;

 ömür boyu bir tek saf nefes alır ve bu da nefse zıt olur. Nefs galipken çıkan nefes, nefes değildir. Belki bacadan çıkan dumandır; çün­kü bu, onun tabiatından çıkmaktadır. Nefs ezilir ve yenilgiye uğratılırsa o za­man Islanan nuru galip olur, işte o vakit bedenden saf ve iyi nefesler çıkar. Tıpkı gülistandan geçen sabah rüzgârı gibi. Bu rüzgâr hangi hastanın üzerine esse, o hasta derhal bir ferahlık hisseder ve şifa sebebi olur.

**

Şeyh anlatıyor:

 Sohbetin şartları vardır:

 Temiz elbise ve kulun giyinmiş ol­duğu elbiselerin en güzeli tevazu elbisesidir. Kulun, tevazu kıyafetinden daha güzel bir kıyafeti yoktur. Tevazudan başka hiçbir şey kulu izzetli ve itibarlı kılmaz. “Alçak gönüllü olanı Allah yüceltir. ” Tevazu, boyun eğmek ve bu yo­la baş koymak, (şahsi) amelleri görmemektir. Bu yolda hiçbir afet kibirlen­mekten daha beter değildir. Kibirlenmek dik başlılıktır. Burnu havada ol­maktır. Benlik taslamaktır. Iblis’in:

 Ben ondan daha üstünüm, demesi gibi onun benliği binlerce senelik ibadetini heba etmiştir.

**

Derler ki:

 İblis çarşıda pazarda dolaşır ve halka:

 Dikkatli olun, aldanmayın ve ben” demeyin. Benlik tasladığım için başıma gelene bakın! Ululuk ve bü­yüklük O’nun sıfatıdır. Bir kimse bu konuda O’nunla çekişir ve kendini 0’ nunla bir görürse Allah onu kahreder.

**

Şeyh anlatıyor:

 Süleyman’dan daha aziz kimse gelmez, onun mülkünden daha muazzam mülk de olmaz. Bununla beraber elinde rüzgârdan başka bir şey yoktu. “Rüzgârı Süleyman’ın emrine verdik” (Enbiya, 21:

81). Mülkün mik­tarı gösterilmek istendiğinde onu tahtından indirdiler ve yerine “sahr” deni­len bir cinnîyi oturttular. Onun yönettiği mülkü bu yönetmeye başladı. Bu durumdaki mülkü Süleyman’a gösterip bu mülk göz dikmeye değmez;

 “Bana öyle bir mülk ver ki, benden sonra kimsenin öyle mülkü olmasın” (Sad, 39:35) demeyi haklı kılacak bir şey de değildir, dediler.

**

“Rabbin dilediğini yaratır ve tercih eder” (Kasas, 28:68) mealindeki ayet sorulduğunda Şeyh dedi ki:

 Hakk’ın tercih ettiği kişiler olmak lazım. Hakk’a layık ve onun (güzel amellerle) süslediği kul olmak gerek. Kulun tercihi işe yaramaz. Biz onsuz bir nefes bile alamayız. O’nun dilemediği bir şey asla ol­maz. Bizim “hiç” olmamız daha iyidir. Eğer bir cezbe zâhir olursa ku1 bu cez­beyle süslenmiş, harcadığı çabayla bezenmiş olur. Böylece görmeye elhil hale gelir. Görmeye ehil olunca işitme ehliyetine de sahip olur. İşte o zaman ona:

 

“De ki, Allah’ın lütfü ve rahmetiyle. Bununla ferahlasınlar, yığdıklarından bu daha hayırlıdır” (Yunus, 10:58). Şad ol, bununla ögünmeniz servetten daha iyidir. Bize:

 Ey Ebu’l-Hayr’ın oğlu o daha hayırlıdır, buyurdu, ben de size di­yorum ki:

 Ey Ebu’l-Hayr taraftarları, o daha hayırlıdır!” Herkes bir şeyle övü­nür. Kimi dünya, kimi ukba, kimi yüksek derece, kimi sevap işlerle iftihar eder. Biz size diyoruz ki:

 Bunların hiçbiri yokken o vardı, vardır, var olacak.

Ebu’l-Kâsım Bişr-i Yâsin Mihene’de yaşlı hanımlara şu zikri öğretirdi:

 Ey sen! Ey her şey sen! Ey her şey senin için olan! Sen teksin, şerikin yoktur. Bunların hepsi Hak Tealâ’nın şu sözünde vardır:

 “O, yığdıklarından daha hayırlıdır” (Yunus, 10:58). Ey Müslümanlar! Bundan (servetten) bir koku alan ve benliğine doymuş olan kişi bu yola yabancıdır. İhtiyaç halinde bulunan ve bu derdin kokusunu alan kişiye feyz gelir, dili açılır. İhtiyaç halinde olmak gerek, ihtiyaç halini istemek gerek, sadece istemek işe yaramaz, ihtiyaç ise, hakikatin esrarını sana çeken bir mıknatıstır.

**

Şeyh’in hitabı:

 Ey Müslümanları Daha ne zamana kadar ben diyecek ve ben dediğiniz için mahcup olacaksınız?

 Kıyamet Günü “Evet, yaptım” diyemeyeceğiniz bir şeyi bu dünyada yapmayınız. Size vebal getiren bir şey söylemeyiniz. Şu benlik insanları perişan ediyor. Bu benlik lanet ağacıdır, ilk defa “Ben” diyen İblis oldu. Onun dayandığı lanet ağacı Bendi. Ben diyen herkes bu ağacın (acı) meyvelerini toplamak zorundadır ve her geçen gün Hak’tan biraz daha uzaklaşır.

Cabir b. Abdullah Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem hücresinin kapışım çaldı. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem

 Kim o, deyince Cabir:

 Ben, dedi. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem kalktı, kapıya doğru yürürken. Ben, Ben! Oysa ben, Ben demem, diyordu. O, benliğinden el-aman dediği, bu hususta da ciddi ve samimi olduğu için hitap geldi:

 Şunu söylemen için biz­den sana destur:

 De ki:

 “işte yolum, basiret üzere Allah’a davet ediyorum Ben” (Yusuf, 12:18).

**

Şeyhimiz bir kere söz esnasında demişti ki:

 Çok namaz kılanlar ve çok zi­kir yapanlar Allah katında birikmiş olan sevaplarının hesabını yaparlar, bu­nun yerine Allah’ın onlara olan nimetlerinin hesabını yapsalardı huzura erer­lerdi. Şeyh sözüne devam etti:

Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem:

 Ölülerle oturmaktan sakının, buyurdu. Ölüler kimlerdir sorusuna da şu cevabı verdi:

 Nân u nimet içinde doğan ve yetişen dünyacılar Hz. Peygamber daha sonra dedi ki:

 Ey Muaz! Refah içinde yüzmekten sakın;  çünkü Allah’ın özel kullan refah içinde yüzmezler.

**

Şeyh bir sohbet toplantısında demişti ki:

 Hayat bilgiyle hayattır, huzur marifette, zevk zikirdedir. Tevhidin ödülü cennette Yüce Allah’ı temaşa et­mek, emirlere uymanın ödülü cennet, günahlardan kaçınmanın ödülü cehen­nemden kurtulmaktır. Daha sonra Şeyh şu ayetleri okudu:

“Ey insanlar! Sizler Allah’a muhtaç yoksullarsınız. Allah ise kimseye muh­taç olmayan ve zenginliği dillere destan bir zengindir” (Fâtır, 35:15).

“Eğer Allah dilerse sizi yok eder, yerinize yeni bir halk getirir, bunu yap­mak ona zor da değildir” (İbrahim, 14:19).

**

Şeyh’e:

 “Yüce Allah ne şeklinize bakar, ne de mallarınıza. O, kalplerinize! ve işlerinize bakar” hadisinin anlamı sorulduğunda dedi ki:

 Her kişinin değeri kalbine göredir;

 çünkü şekil sedeftir, kalp ise onun içindeki incidir. Hükümdarlar sedefe değil, içindeki inciye bakarlar ve cevherler de türlü türlüdür. Her kişi değerini kalbinden alır, her kişinin işinin sonu kalbine varır. Hak kalbe lütuf ve rahmetle bakar. Nitekim Yüce Allah buyurur:

 “Bu, Allah’ın dilediğine bahşettiği bir lütuf olur, O, rahmetini dilediğine tahsis eder” (Hadid, 57:21, Cuma, 62:4, Maide, 5:45).

**

Yâ Şeyh fakirlik mi yoksa zenginlik mi daha mükemmel bir haldir, soru­suna Şeyh’in cevabı:

Ey Horasanlı sevgili ne kadar acayipsin!

Horasanlı acayip sevgililerin kuluyum ben.

Şeyh sözüne devam etti:

 Daha mükemmel, daha kusursuz ve daha üstün şeriat düzeyinde söz konusu olur. Bir kimse ilahi nazara mahal ve mazhar olunca onun fakirliği zenginliğe, zenginliği fakirliğe dönüşür. Beşeriyet rübubiyetin aynasıdır. Âdemoğlu hariç, Allah yarattığı hiçbir şeye bakmamıştır. Al­lah, nefret ettiği için yaratmış olduğu dünyaya hiçbir zaman nazar etmemiştir. Âdemoğlu söz konusu olunca şöyle buyrulmuştur:

 Allah sizin ne suretlerini­ze bakar ne de mallarınıza (amellerinize?). Fakat sadece kalplerinize nazar eder. Allah’ın bütün âlemi yaratması için bir emri yeterli olmuş, ol deyince âlem olmuştu. Yaratma sırası âdemogluna gelince:

 “Onu elimle yarattım” (Sad, 38:75) buyrulmuş, bu ifade beden için kullanılmış, sıra ruhlara gelince:

 Ona ruhumdan üfledim, buyrulmuştur.

**

Şeyh anlatıyor Şöyle bir hadîs vardır:

 Bir topluluk Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem gelmiş ve sormuşlar:

 Dervişlik (fakirlik) nedir?

 O da içlerinden birini çağırmış ve sormuş:

 Beş akçen var mı?

 Adam var, deyince öyleyse sen derviş değilsin, de­miş. Başka birini çağırıp sormuş:

 Beş akçen var mı?

 Adam, yok ekmiş, peki beş akçeye sahip olma imkânına sahip misin?

 Adam, evet demiş. Sen de derviş değilsin, demiş. Başka birini çağırıp sormuş:

 Beş akçen var mı?

 Adam, yok ekmiş. Beş akçe edecek bir şeyin var mı?

 Adam, yok demiş. Peki beş akçelik kredin var mı?

 Adam, yok demiş. O halde beş akçe kazanabilir misin?

 Adam, kazanabilirim, demiş. Hadi oradan, sen derviş değilsin, demiş. Başka birini çağırıp sormuş;

 Şu söylenenlerden herhangi bir şeyin var mı?

 Adam yok, de­miş, Peki bir yerden beş akçe gelse, bunda benim payıma bir şey düşer der misin?

 Adam, en azından bunu söylerim. Hadi oradan, sen de derviş değilsin, demiş. Başka birisini çağırıp, şu söylediklerimden herhangi birine sahip mi­sin?

 Adam, hayır, hiçbiri yok. Eğer beş akçe bir yerden eline geçse bunun üze­rinde tasarrufta bulunur musun?

 Adam, hayır, asla ey Allah Resulû, demiş. Peki bunu ne yaparsın, diye sorunca, cemaatin ihtiyaçları için harcarım, demişiz. Peygamber derviş sensin ve dervişliğin böyle olması lazımdır, de­miş. Resul bunu söyleyince hepsi ağlaşmış ve:

 Ey Allah Resulü bize herkes der­viş diyor. Dervişlik tarif ettiğin bu şey olduğuna göre, şimdi biz neyiz?

 Peygamberin cevabı:

 Derviş odur, siz ise onun tufeylilerisiniz (asalakları) !

**

 

Meşayihten biri, Ey Şeyh! Seni rüyada gördüm ve sordum:

 Şu nefsin elin­den kurtulmamız için ne yapmamız lazım! (Şimdi yine bunu soruyorum. ) Şeyh’in cevabı:

 Hiçbir şey yapman gerekmez, şundan dolayı:

 Takdir edilen her şey gerçekleşir, bunu önlemek mümkün değildir. Eğer Hak takdir etmiş ise onu gerçekleşmesi için başarı imkânı (tevfik) verir, takdir etmemiş ise tak­dir edilen şeyden ne az ne çok, ne sonra ne önce zerre kadar bir şey olmaz. Eğer Allah bir şeyi irade ederse o şeyi talep etmeni sağlar. Hakikatte o seni ta­lep edince seni talepkâr kılar.

**

Şeyh’in sözü:

 Vaktin iki nefes arasındaki zamandır. Bunlardan biri geçmiştir, öbürü henüz gelmemiştir. Şeyh daha sonra:

 Dün gitti, yarın nerede?

 Henüz yok. Gün bugündür (Saat bu saat, dem bu dem). Vakit keskin bir kılıçtır.

**

Şeyh diyor ki:

 Maveraünnehir meşayihi demiştir ki:

 Şirkin mahalli şıma­rıklık, imanın mahalli hüzündür.

**

Şeyh’in sözü:

 Dert, Hakk’ın kulu belalardan koruduğu bir hisardır.

**

Şeyh diyor ki:

 Dünyacılar iblis’in (nefsânî) arzular ağıyla avladığı kimse­lerdir. Ahiret ehlini ise Hakk dert ağıyla avlamıştır. Hak Tealâ buyurur:

 “Ferah olma, Allah ferah olanları sevmez” (Kasas, 28:76). Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem buyu­rur;

. “Allah Tealâ hüzünlü her kalbi sever. ”

**-

“Allah’ın zikri en büyüktür” (Ankebut, 29:45) mealinde ayetin anlamı so­rulunca Şeyh dedi ki:

 Anlamı şudur:

 Hakk’ın kulunu anması en büyüktür; çünkü önce Hakk kulunu anmadıkça kul onu anamaz. Şu halde Hakk’ın ku­lunu anması ve kuluna da kendisini anma başarısını vermesi en büyük şeydir. İyi bak, haddi zatında O kendini anıyor, kul ortada yoktur; çünkü O hiçtir. Kul durmadan koşuşturur, dünyayı dolaşır, rahatı buldum sanır ama bilmez ki, O’nun olmadığı bir yerde rahat olmaz. Nereye gidersen git, eğer o yoksa rahat da yoktur. Zaten o her yerde vardır. Ama sen O’nu burada görüyorsun.

Epey koşuşturdum ve taban eskittim.

**

Şeyh diyor ki:

 Bir kimse tedbir konusunda kabirdeki ölüler gibi olmadık­ça selamete eremez; çünkü Allah Tealâ halkı cebir altında yaratmıştır. Bunun dışına çıkmalarının yolu ve çaresi yoktur. İnsanların eh mutlu olanı Allah’ın kalbine çaresini gösterdiği kimsedir. Çareyi kendinizde değil, O’nda arayınız.

**

Anlatırlar ki, Şeyh (kuddise sırruhu ) Nişabur’dayken Üstat İmam Ebu’l-Kâsım Kuşeyriye:

 İşitiyorum ki, vakıf malları üzerinde tasarrufta bulunuyormuşsun, diye haber gönderdi. Cevap geldi:

 Vakıf malları bizim gönlümüzde değil, eli­mizdedir. Şeyh karşılık verdi:

 Bize göre elinizin de gönlünüz gibi olması lazım!

**

Hafız Üstat Abdurrahman anlatıyor:

 Şeyh, Nişabur’da bulunduğu sırada birisi yanma gelip:

 Garip bir adamım, bu şehre geldim, ününüz şehri kaplamış, herkes sizi konuşuyor. Pek çok kerametlerinizin olduğunu söylüyorlar. Şimdi bunlardan birini gösterir miriniz?

 Şeyh anlattı:

 Birisi kasabın oğlu Ebul-Abbas’a:

 Amül’deydim birisi geldi ve bu soruyu sordu. Şeyh Ebu’l-Abbas ona dedi ki:

 Bunu görmüyor musun, şu gördüklerin keramet değil de nedir?

 Ka­sabın oğlu babasından mesleğini öğrendi. Sonra ona öyle bir şey (bir tecelli) gös­terdiler İd, aklı başından gitti. Bağdat’a attılar. Pir Şibli onu Mekke’ye gönderdi. Mekke’den de Medine’ye, oradan da Mescid-i Aksa’ya. Ona Hızır’ı gösterdiler. Hızır’a, onu kabul etme ve sohbetinde bulundurma arzusunu verdiler. Sonra onu buraya geri gönderdiler. Bütün âlem yüzünü ona çevirdi. Hatta harâbât eh­li (ayyaşlar) bile çıkıp geliyor, nefslerinin karanlıklarından kurtulmak istiyor, tevbe ediyor, âlemin dört bir yanından bağrı yanıklar sökün ediyor, bizde O’nu arıyorlar. Bundan büyük keramet mi olur?

Bu sözleri dinleyen adam:

 İyi ama yine de ben şimdi bir kerametini görmem lazım, deyince Şeyh:  iyi bak ve gör, dedi. O’nun lütfü değil midir ki, mesleği ke­çi boğazlamak olanın oğlunu büyüklerin baş tarafına geçirip oturtmuşlar, yerin dibine batmıyor, çatı üstüne yıkılmıyor, kıyamet kopmuyor, mal ve mülkü ol­madığı halde vilayeti var, çalışmadan, kazanmadan rızkı ayağına geliyor, yiyor, yediriyor! Bütün bunlar keramet değil de nedir?

 

Şeyh Ebu Said daha sonra:

 Ey delikanlı! Aramızda geçen olay aynen Kasab’ın oğlu Ebu’l-Abbas’ın karşılaştığı olaydır, dedi. Ama adam:

 Ey Şeyh! Ben senden keramet istiyorum, sen ise bana Şeyh Ebu’l-Abbas’ı anlatıyorsun, diye tutturdu. Şeyh de:

 Kendini tümüyle Kerim’e verenin bütün davranışları keramet olur, de­di, tebessüm etti ve şu dizeleri söyledi:

Bir rüzgâr ki, Buhara’dan bana geliyor,

O gül, misk ve yasemin kokuyor.

Özerinde bu rüzgâr geçen her kadın ve erkek;

 

Der ki:

 Acaba bu rüzgâr Çin’den mi esiyor!

Hayır, hayır, böyle misk kokan rüzgâr Çin’den esemez,

Bu rüzgâr sevgilimin bağrından esip geliyor.

Her gece Yemen tarafına bakıyorum, gelirsin diye,

Zira sen cenup yıldızısın, cenup yıldızı Yemen’den geliyor.

İsmîni halktan gizlemek için didiniyorum ey sevgili!

Korkarım adın halkın diline düşüyor.

Lâkin ne zaman kime bir şey söylesem, istesem de istemesem de ilk sözüm adın oluyor.

Şeyh dedi ki:

 Eğer O, bir kulu arındırırsa onun bütün davranışları, tavırları, halleri ve sözleri keramet olur. Allah’ın selamı Muhammed’e ve tüm âline.

**

Şeyhimiz anlatıyor:

 Davud Tâî bir gece mezarlığa gittiğinde bir ses işitti:

 Ah, ah, acaba niçin namaz kılmaz, oruç tutmazdım! Biri cevap verdi:

 Doğru, ama Rabbinle baş başa kaldığında da onunla murakabe halinde değildin.

Şeyhimizin ilavesi:

 Kalbine gelen düşünceler konusunda Allah’la muraka­be halinde olan bir kimseyi, organları faaliyete geçtiği zaman Allah korur.

**

Şeyhimiz diyor ki:

 Emirü’l-Müminin Ali’ye (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh ) rükûun anlamı soruldu. Dedi ki:

 Müslüman rükûa vardığında kalbiyle şöyle der:

 Boynum vurulsa ne dinimi terk ederim, ne de Rabbime olan ibadetimi! (Bu niyetle boyun eğer).

**

Şeyh anlatıyor:

 Ebu Bekir Vâsıti şöyle demiş:

 Güneş, pencereden odaya düşünce bazı zerreler gözükür, rüzgâr esince bu zerreler ışık ortamında ha­reket ederler. Bu zerrelerden hiç korkar mısınız?

 Kesinlikle hayır, dediler. Dedi ki:

 Tüm âlem de tevhit ehli bir kulun kalbinin önünde, rüzgârın önün­deki zerre gibidir!

**

 



[1] Hazer denizi sahilinde bulunan İran’ın Mazenderan eyaletine bağlı bir kenttir.

[2] İran’ın Semnan eyaletinde bulunan meşhur Bayezid-i Bestami’nin doğum yeri.

[3] İran’ın Horasan eyaletinde bulunan ve hala aynı adla tanına bir kent.

[4] Horasan eyaletinde bulunan bir şehirdir.

[5]  Hâlât ve Sohanan-i Ebu Saîd Ebul Hayr, Telif-i Cemaluddin Ebu Rûh Lutfullah ibn-i Said ibn-i sâd, Tashih ve Talikat Muhammed Rıza Şafi’i Kadkani, Tehran, Muassise-i İntişarat-i Agah, çap-I sevvum, 1371, s. 101.

[6] R.A. Nicholson: Studies in Islamic Misticism, 1921, reprint by Cambridge University 1967p.26.

[7] Esraru’t-tevhid, c.1, s. 201.

[8] Bu konuda bilgi edinmek için bakınız: Tâlikat-i Esraru’t-tevhid, Întişarat-i Agâh, Tehran, 1366.

[9] A.g.e, mukaddime bölümü.

[10] Tasavvuf, fıkıh, tefsir, hadis vb. Îlimlerde dönemin önde gelen bilim adamlarından ve Ebû Saîd’in muasirlerinden.

[11] Dönemin âlimlerinden.

[12] Esraru’t-tevhid, 1/226.

[13]  Şirâznâme, Ahmed Bin Ebi’l Hayr Şirâzî, Bonyad-e Farhang-e İran, Tehran, 1350, s. 146; Ansuy-i Harf ve Sout, Gozide-i Esaru’t Tevhid, Muhammedrıza Şafi-i Kadkani,İntişarat-i Sohan, 1372, Tehran, s.26

[14] El-Îşaârât ve’l Tenbihât, Îbn-i Sîna, Be Îhtimam-i Mahmud Şehabî, Danişgah-i Tehran, 1339, s. 151,157.

[15] An suy-i Harf ve Sout, Gozide-i Esaru’t Tevhid, Muhammedrıza Şafi-i KEdkEni,İntişarat-i Sohan, 1372, Tehran, s.29.

[16] A.g.e. s.29; Meşihe-i İbn-i Asakir, fotokopi nushası, no: 6507, Tahran üniversitesi kütüphanesi, b. 169.

[17] An suy-i Harf ve Sout, Gozide-i Esaru’t Tevhid, Muhammedrıza Şafi-i Kedkeni,İntişarat-i Sohan, 1372, Tehran, s.40.

[18] Mezarat-i Herat, Fikri Selcuki, müessise-i neşr-i Kâbul, 1967, s. 102 -103.

[19] “Ebû Saîd’in va’zları ve konuşmaları”

[20] Bu konuda bakınız : Hâlât ve Suhenan,i Ebû Saîd Ebi’l Hayr, Întişarat,i Agah, Mukaddime-i Musahhih, s. 15-17.

[21] A.g.e, s. 81.

[22]  An suy-i Harf ve Sout, Gozide-i Esaru’t Tevhid, Muhammedrıza Şafi-i Kedkeni,İntişarat-i Sohan, 1372, Tehran, s. 41-42.

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar