ZAMANIN COĞRAFYASI
Dr.
Plıilip Zinıbardo
Robert Levine
İstanbul Ekim 2013
Çevirmen:
Özgür
Umut Hoşafçı
Dr. Robert
Levine ’in
çocukluğu Brooklyn, New York’ta geçmiş, 1963 yılında liseden mezun olunca
Berkeley Ünivesitesi’nde okuyarak 60’lı yılları kendi deyimiyle hippiliğin
merkezinde yaşama fırsatını bulmuştur. Berkeley’de okuduktan sonra 1969 yılında
klinik psikoloji alanında yüksek lisansını Florida Eyalet Üniversitesi’nde,
1974 yılında da bireysel/toplumsal psikoloji üzerine doktorasını New York
Üniversitesi’nde tamamlamıştır. Psikoloji profesörü olarak kuruluşundan
itibaren çalıştığı Kaliforniya Eyalet Üniversitesi’nde bölüm başkanlığı ve
fakülte dekanlığı yapmıştır. Ayrıca Brezilya, Japonya ve İsveç’teki çeşitli
üniversitelerde misafir öğretim üyesi olarak bulunmuştur. Araştırmalarıyla
birçok ödül almış olan Levine’in bilimsel makaleleri Discover, The New York
Times ve American Scientist gibi önemli gazete ve dergilerde
yayımlanmıştır. Zamanın Coğrafyası (A Geography of Time, Basic Books,
1997) dünya çapında altı farklı dile çevrilmiştir. Yazarın diğer kitapları ise
şunlardır: Reflections on 100 Years of Experimental Social Psychology
(Basic Books/Perseus, 1999); The Power of Persuasion: How We’re Bought and
Sold (John Wiley & Sons, 2003); Journeys in Social Psychology:
Looking Back To Inspire the Future (Psychology Press, 2008)
Trudi’ye, Andy’ye ve hiç
şüphesiz ki Bay
Zach ’e
TEŞEKKÜRLER
Z’ evrem
öylesine yardımsever ve bilgili V j öğrenci, meslektaş ve dostla dolu ki
benim fikirlerimin nerede başladığını ve onlarınkinin nerede bittiğini
kestirebilmek hiç de kolay değil. Hususi teşekkürlerim için bu insanlardan
birkaçını öne çıkarmama izin verin. Bana cömertçe sundukları yorumları ve bu
kitapta kullanılan hikâyeleri dolayısıyla aşağıda adı geçen kişilere
minnettarım: Neil Altman, Stephen Buggie, Kris Eyssell, Alex Gonzalez, Eric Hickey,
James Jones, merhum William Kir- Stimon, Shirley Kirsten, Todd Martinez, Kuni
Miyake, Salvatore Niyonzima, Harry Reis, Suguru Sato, Jean Traore, Fred Turk ve
Jyoti Verma.
Sergio Aguilar-Gaxiola,
Jean Ritter, Aroldo Rodrigues ve Lynnette Zelezny, bilgi ve desteğin
üniversitemdeki vazgeçilmez kaynakları oldular. Diğer pek çok yardımsever
dostum arasından Rick Blok’a, Richard Brislin’e (öğretileri 9. Bölüm için ilham
kaynağı oldu), zaman ve/veya kültür konularındaki öğretileri, bilgi ile veri
konularındaki ricalarımı yanıtlamada gösterdikleri isteklilik için Edward
Diener ve Harry Triandis’e teşekkür etmek istiyorum. Phil Zimbardo’nun bitmek
bilmez desteği için ne söylesem az. O yalnızca sosyal psikolojinin en ilham
verici hocası değil, aynı zamanda bu alanın belki de en yüce ve onurlu
kişisidir. Üniversitelerindeki ikametimi başarılı deneyimlere dönüştürdükleri
için Sapporo Tıp Fakültesi’nden Suguru Sato ve Yoshio Sugiyama’ya, Stockholm
Üniversitesi’nden Lars Nystedt, Anna ve Hannes Eisler’e, ayrıca Brezilya’daki
Universidade Federal Fluminense’nin yönetimine teşekkür ederim. Bu maceralarım
kitabımın tam kalbinde yer almaktadır. Yıllar önce bu projeye başlamamı
sağlayan Ellen Wolff’a teşekkür ederim. Eşim, Trudi Thom, bu projenin birçok
konusuna danışmanlık yaptı ve ona ne zaman ihtiyaç duysam yanımdaydı. Alex
Gonzalez, meslektaşım, patronum ve zaman gezgini dostum, araştırma programımı
hayata geçirirken rehberlik ve desteğini eksik etmemiştir. Bu yazının neredeyse
her kelimesini okuyan meslektaşım Connie Jones, paha biçilmez bir yardımcı
editör ve yaşam kaynağı olmuştur. Tom Breen’in ise her zaman olduğu gibi yeri
ayrıdır.
ABD’deki bir
ya da birden fazla şehirde veri toplama ve/veya analiz etme işindeki
yardımlarından dolayı aşağıdaki isimlere müteşekkirim: Timothy Baker, Laura
Barton, Karen Bassoni, Stephen Buggie, Brigette Chua, Andy Chuang, Holly Clark,
Lori Conover, John Evans, Kris Eyssell, David Hennessey, Kim Khoo, Robert
Lautner, Marta Lee, Royce Lee, Andy Levine, Martin Lucia, Thom Ludwig, Allen
Miller, Michiko Moriyama, Walter Murphy, Carlos Navarette, Julie Parravano
Karen Philbrick, Harry Reis, Aroldo Rodrigues, Michelle St. Peters, Anne Sluis,
Kerry Sorenson, David Tan, Jyoti Verma, Karen Villerama, Sachiko Watanabe ve
Laurie West. Philip Halpern’e de teknik girdileri için teşekkürler. Gary Brase,
Karen Lynch, Todd Martinez, Kuni Miyake ve Ara Norenzayan da bu çalışmalarda
özellikle önemli roller oynamışlardır ve onlara yardımları ve ilhamları için
teşekkür ediyorum.
Temsilcim
Kris Dahl bana var olduğundan bile haberdar olmadığım kapıları açtı. Elizabeth
Kaplan bu çekici başlıkla çıkageldi. Basic Books’taki editörüm Gail Winston
kusursuz bir iş çıkardı. Onun sabırlı, pozitif, uzman rehberliği benim bir dizi
bölümü bir kitab a dönüştürebilmeme yardımcı olmuştur. Onunla çalıştığım için
şanslıyım.
ÖNSÖZ
ZAMAN AKSANLI KONUŞUR
Her kültürün
kendine ait bir dizi benzersiz zamansal parmak izi mevcuttur. Bir halkı tanımak
onun içinde yaşadığı zamansal değerleri bilmektir.
Jeremy Rifkin, Time Wars
Z
aman kendimi
bildim bileli ilgimi çekmiştir. Çoğu genç Amerikalı gibi bana da ilk önce
zamanın sadece saatle (saniyeler ve dakikalarla, saatler, günler, aylar ve
yıllarla) ölçülebildiği öğretilmişti. Ama etrafımdaki büyüklere bakınca,
sayıların asla aynı biçimde iki kez toplanamadığını anladım. Merak ettiğim
şuydu; neden bazı yetişkinler gündüz saatlerinde sürekli iki ayakları bir
pabuca girmiş görünürken, diğerleri dünya kadar vakitleri varmış gibi
davranıyorlardı? Bu ikinci gruptaki insanların -şu mesai vaktinin ortasında
sinemaya gidenlerin ya da altı aylık ücretli izinlerinde ailesini Güney
Pasifik’e götürenlerin- zaman milyonerleri olduklarını düşünüyor ve ben de
onlardan biri olmaya can atıyordum.
Meslek
yaşantımı planlarken akranlarımın bir işten ne kadar kazanacaklarına dair
değişmez kaygısını göz ardı ediyor ve onun yerine işin sunduğu yaşam tarzının
zamansallığına odaklanıyordum. Kendi hızımı ayarlayabilmem ne ölçüde mümkün
olabilirdi? Kendi zamanım üzerinde ne kadar söz sahibi olabilirdim? Gün içinde
bisiklete binebilir miydim mesela? Thoreau, şu gözlemini aktarırken bana
sesleniyordu sanki: “Günün niteliğine etki edebilmek sanatların en yücesidir.”
Bana aradığım zamansal devinim imkânını sunan bir meslek (üniversitede öğretim
üyeliği) seçtim. Büyük bir şans eseri, beni çocukluğumdan beri büyüleyen zaman
kavramının izini sürmeme olanak sağlayan bir uzmanlık dalı -sosyal psikoloji-
ile karşılaştım.
Bilimsel
yolculuğumun başlangıcını, meslek hayatımın başındaki bir tecrübeye
dayandırıyorum. O zamana dek araştırmalarım sosyal psikolojide çok gözde olan
bir başlığa odaklanıyordu; atıf kuramı. Deneylerimi daha ziyade, erkeklerle
kadınların başarı ve başarısızlığı açıklamaktaki farkları insanları
başarılarını dış etkenlere bağlamaya iten koşullar ve özgüvenin kişinin atıf
tarzına etkisi gibi teknik sorularla sınırlı tutuyordum. Durumu
anlıyorsunuzdur: Bunlar seçtiğim akademik alan için önemli konulardı, ancak
araştırmalarımdan bahsederken arkadaşlarımın b akışlarının nasıl donuklaştığını
da görmeden edemiyordum.
Bu tür teknik
sorulara olan ilgim 1976 yazında aniden sona erdi. Brezilya’da, Rio de
Janeiro’nun karşı kıyısında yer alan körfezde, orta büyüklükteki Niteroi
şehrindeki Federal Üniversite’de konuk psikoloji hocası olarak göreve yeni
başlamıştım. Oraya varır varmaz, bu yabancı çevrenin hangi özellikleri
dolayısıyla benden epey büyük değişimler talep edeceğini ilk elden görerek
tedirgin oldum. Geçmişteki seyahat deneyimlerim sayesinde dil, mahremiyet ve
temizlik standartları gibi konularda zorlukların beni beklediğini
öngörebiliyordum. Ancak bunların Brezilyalıların zaman ve dakiklik
konularındaki fikirlerinin bende yarattığı sıkıntıların yanında çocuk oyuncağı
gibi kalacağı ortaya çıktı.
Brezilyalıların amanhâ1 (a manana kavramının Portekizce versiyonu) tavrına dair stereotipten oraya
gitmeden önce de haberdardım elbette. Bu stereotip, bugünün işinin -eğer
mümkünse- mutlaka yarına bırakılacağını söylerdi. Yavaşlamam ve bir işin
tamamlanması yönündeki beklentilerimi azaltmam gerektiğinin farkındaydım. Ancak
Brooklyn’den
geliyordum ve orada insana ya acele etmesi ya da yoldan çekilmesi gerektiği
daha çocuk yaşta öğretilirdi. Yıllar önce Kaliforniya’da, Fresno şehrinin
yabancı kültüründe hayatta kalmayı öğrenebilmiştim; keyfine düşkün Los
Angeleslıların bile yavaşlamayı öğrenmesi gereken bir şehirdi bu. Brezilya’daki
yaşamın hızına ayak uydurmanın da biraz ince ayardan fazlasını
gerektirmeyeceğini düşünmüştüm. Ancak bunun yerine, düşmanıma bile dilemeyeceğim
boyutta bir kültür şokuyla karşılaştım.
Brezilya’ya
gittikten kısa bir süre sonra derslerim başladı. Öğretim döneminin ilk günü
için evden çıkarken yoldan geçen birine saati sordum. Saat 09.05 idi, yani
10.00’daki dersime yetişmek için bolca vaktim vardı. Aradan aşağı yukarı yarım
saat geçtiğini düşünürken gözüm önünden geçtiğim bir saate ilişti. Saat 10.20
idi! Panik içinde kendi öğrencilerim olduğunu sonradan anladığım telaşsız
öğrencilerin arasından “Alo, Professor” ve “Tudo
bem, professor?”2 sesleri eşliğinde hızla geçerek sınıfa koştum. Nefes nefese oraya
vardığımda boş bir derslikle karşılaştım.
Yoldan geçen
birine saati sormak üzere sınıftan çıktığımda çıldırmış gibiydim. “Ona çeyrek
var” dedi biri. Hayır, bu imkânsızdı. Başka birine daha sordum. “Ona beş var.”
Bir diğeri gözlerini kısarak saatine baktı ve gururla “Tam dokuz kırk üç” dedi.
Yakın bir odada ise saat 03.15 olarak görünüyordu. İlk iki dersimi almıştım:
Brezilya’da saatler sürekli yanlıştı ve bunu benden başkası umursamıyordu.
Dersim saat
ondan öğleye kadardı. Birçok öğrenci geç kaldı. Çoğu 10.30’dan sonra ortaya
çıktı. Birkaçı on bire doğru çıkageldi, iki tanesi ise daha da sonra. Geç
kalanların hepsinin yüzünde, sonradan benim de hoşuma gitmeye başlayan o rahat
gülümseme vardı. Hepsi beni selamladı ve içlerinden birkaçı kısaca özür dile se
de hiçbiri geç kalmalarından dolayı endişeli görünmüyordu. Anladığımı
varsayıyorlardı.
Zaten iki
saatlik olan derse rahatça bir saatten fazla gecikebilmelerini izlemek
kesinlikle yeni bir kişisel deneyim olsa da, Brezilyalıların geç kalmaları çok
da sürpriz sayılmazdı. Asıl sürpriz ise o gün öğlen dersi bitirirken geldi.
Kaliforniya’dayken
dersin ne zaman sona erdiğini öğrenmek için saate bakmaya asla ihtiyaç
duymazdım. Kitap sayfalarının gelişi güzel çevrilmesine
“Acıktım/Susadım/Tuvalete gitmeliyim/Bizi bir saniye daha tutarsanız
boğulacağım” gibi gergin çıkışlar eşlik ederdi. (Anladığım kadarıyla bu
sıkıntının katlanılmaz hale gelmesi, lisans öğrencileri için 1 saatin dolmasına
iki dakika kala, yüksek lisans öğrencileri için ise 5 dakika kala oluyordu.)
Ama
Brezilya’daki ilk dersimde öğle vakti geldiğinde, sadece birkaç öğrenci sınıfı
hemen terk etti. Diğerleri sonraki on beş dakika içinde yavaş yavaş çıktı ve
bazıları bundan sonra bile
bana sorular sormayı sürdürdü. 12.30’da, en sona kalan birkaç
kişinin daha da kalmaya niyetli olduğu anlaşıldığında,
susuzluk/açlık/tuvalet/boğulma bahanelerine başlama sırası
bendeydi. (Dürüstçe söylemek gerekirse, onların sınıfta kalmasını muhteşem
öğretim tarzıma bağlayamıyordum. İki saat boyunca yarım yamalak Portekizcemle
istatistik üzerine ders vermekten başka bir şey yapmamıştım. Beni affedin, meus
pobres estudantes.3)
Öğrencilerimin
davranışlarını anlama umuduyla, ertesi sabah saat 11:00’de yeni chefe’im
ya da bölüm başkanımdan bir randevu aldım. Ofise zamanında gittim, ama ne bölüm
başkanı oradaydı ne de sekreteri. Bekleme odasındaki dergileri okumak için
ışıkları bile ben açmak zorunda kaldım: Time dergisinin bir yıl önceki
bir sayısıyla Sports Illustrated’in üç yıl önceki bir sayısı.
Saat 11.30’da
sekreter geldi, alo dedi. Bana cafezinho isteyip istemediğimi
sordu (yarım kaşık koyu kahve ve yarım kaşık şekerden oluşan bu geleneksel
Brezilya içeceği insanı öylesine uyarır ki, en iyi anlatımla, hareket etmek
dert olmaktan çıkar) ve çıktı. Saat 11.45’te yeni chefe’im geldi, o da
bana cafezinho teklif etti ve gitti. On dakika sonra geri döndü,
masasına oturup e-postalarını okumaya başladı. Nihayet saat 12.20’de beni
odasına çağırdı, beklettiği için şöyle bir özür diledikten sonra birkaç dakika
daha sohbet edip geç kaldığı bir başka randevuya yetişmek için “acele etmesi”
gerektiğini söyleyerek kendisini mazur görmemi istedi. Sonradan bunun yalan
olmadığını öğrendim. Aynı saate birden çok randevu vermek ve hepsine geç kalmak
âdetiydi. Anlaşılan randevuları pek seviyordu.
Günün
ilerleyen saatlerinde sınıfımdan birkaç ö ğrenciyle planlanmış bir görüşmem
vardı. “Odama” vardığımda ikisi zaten oradaydı ve kendi evlerindeymiş gibi
davranıyorlardı. Birkaç dakika geç kalmamdan rahatsız olmuşa benzemiyorlardı,
aslında başlamak için aceleleri de yok gibiydi. İçlerinden biri ayaklarını
masamın üzerinde uzatmış Sports Illustrated dergisini (sadece üç ay
öncesine ait olduğunu fark etmiştim) okuyordu.
Randevunun
önceden kararlaştırılmış bitişinden yaklaşık on beş dakika sonra ayaklandım ve
beni bekleyen başka randevularım olduğunu söyledim. Öğrenciler kılını
kıpırdatmadı ve nazikçe “Kiminle?” diye sordular. İki arkadaşlarının adını
vermem üzerine, içlerinden biri heyecanla ikisini de tanıdığını belirtti.
Kapıya koşup bekleme odasından aldığı bir tanesine -diğeri henüz gelmemişti-
ofisime kadar eşlik etti. Sonra aralarında sohbet etmeye ve Sports
Illustrated’i karıştırmaya başladılar. Diğer öğrenci randevunun planlanan
bitişinden beş dakika önce ayaklarını sürüye sürüye geldiğinde kimin geç kimin
erken geldiğine dair anlayışımı kaybetmek üzereydim, sonradan farkına varacağım
üzere almam gereken esas ders de buydu. O an içinse henüz sadece aklım
karışmıştı.
O günkü son
randevum kiralamak istediğim bir dairenin sahibiyleydi. Bu defa gardımı
almıştım ve oraya varır varmaz adamın sekreterine ne kadar beklemem
gerekeceğini sordum. Patronunun geç kalacağını söyledi. “Ne kadar geç?” diye
sordum. “Yarım saat kadar, mais ou menos” diye yanıtladı. Bir cafezinho
ister miydim? Reddettim ve yirmi dakika içinde geri döneceğimi söyledim.
Döndükten sonra sekreter gecikmenin biraz daha fazla süreceğini söyledi. Tekrar
dışarı çıktım. On dakika sonra geri döndüğümde patronunun beni beklemekten
yorulduğunu ve bugün artık gelmeyeceğini söyledi. “Sayın Ev Sahibi”ne iletilmek
üzere öfkeli bir not karalıyordum ki sekreter patronuna beni beklemeden
gitmekten başka seçenek bırakmadığımı açıklayıverdi: “Anlamıyor musunuz, ev
sahibi olan o, siz değilsiniz. Siz kibirli bir adamsınız Dr. Levine.” Bu, bir
Brezilyalıyı bekleme oyununda köşeye sıkıştırmak için ilk ve son girişimim
oldu.
Brezilya’da
geçirdiğim bir yıl boyunca, Brezilyalıların önüme çıkardığı sosyal zamana dair
adet ve görüşler yüzünden defalarca şaşırdım, sinirlerim bozuldu, hayranlık
duydum ve bunları takıntı haline getirdim. Brezilyalıların dakiklik konusundaki
kurallarının beni şaşırtmasının nedeni, bunların kültürel değerlerle ayrılmaz
biçimde iç içe geçmesiydi. Kültürün ağları arasına daldığınızda cevaplar ne
basit, ne de berraktır. Kültürel inançlar tıpkı soluduğumuz hava gibidir, yani
öylesine olduğu gibi kabul görürler ki nadiren tartışılır ve dile getirilirler.
Ancak bu yazısız kurallar ihlal edildiğinde verilen geçici bir tepki vardır.
Benim gibi saf yabancılar kültürel bir mayın tarlasına gözünü kırpmadan
dalabilirler.
Hiçbir inanç
zamanla ilgili olanlar kadar yerleşik ve gizlenmiş değildir. Otuz yıl kadar
önce antropolog Edward Hall sosyal zamanın kurallarını “sessiz dil”1
olarak adlandırmıştır. Evrensel olarak çocuklar, kendi toplumlarının erken veya
geç, bekleme ve acele etme, geçmiş, şimdi ve gelecek kavramlarını benimserler.
Zamanın bu kurallarını onlar için ya da yanlarında getirdikleri zaman algısıyla
yeni geldikleri topraklarda karşılaştıkları alışkanlıklar arasındaki çıldırtıcı
uyumsuzluk nedeniyle tökezleyen yabancılar için tanımlayan bir sözlük mevcut
değildir.
Brezilya,
zamanın konuştuğunu bana açıkça gösterdi. Ancak ne söylediğini anlamak çok da
kolay bir mesele değildi. Zamana dair gaflarla geçen birkaç aydan sonra
Brezilyalıların dakiklik konusundaki düşünce ve kurallarını anlama girişimiyle,
zamanla ilgili ilk sistematik deneylerimi tasarladım. Bu çalışmanın ortaya
cevapladığından daha fazla soru çıkarması beni önce hayal kırıklığına
sürükledi, sonra memnun etti. Bulduklarım ilgimi öylesine çekti ki, son yirmi
yılımın çoğunu hem zamanın hem de mekânın psikolojisi üzerine araştırmalar
yaparak geçirdim. Araştırmalarım dakiklik üzerine çalışmalardan hayatın hızı ile
ilgili çalışmalara evrildi; daha ayrıntılı çalışmalar, yaşam hızının insanların
ve topluluklarının fiziksel ve p sikolojik refahı üzerinde yarattığı sonuçlar
hakkında pek çok soruyu beraberinde getirdi. Bu çalışma beni ABD’deki
şehirlerin pek çoğuna ve dünyanın geri kalanına götürdü. En baştaki sezgilerimi
onayladı: İnsanların hayatlarındaki zaman olgusunu yorumlama biçimleri pek çok
çeşitliliği barındırır. Her seviyede köklü farklılıklar vardır: Kültürden
kültüre, şehirden şehre ve komşudan komşuya. Ayrıca hepsinden önemlisi, saatin
gösterdiği zaman, hikâyenin başlangıcıdır yalnızca.
MEKANIN PSİKOLOJİSİ
Bir sosyal psikolog
olarak genel anlamda zaman, daha dar anlamda ise yaşam hızı üzerine çalışmanın
değerini keşfettim. Sosyal psikoloji disiplini geniş bir ağa yayılır. Kişilik
psikolojisi ve sosyoloji alanlarındaki -ilki insanların özel, içsel
işlevlerine; ikincisi ise sosyal gruplara odaklanma eğilimindedir-
meslektaşlarımızdan farklı olarak sosyal psikologlar, bireyler ve onların
davranışlarına yön veren gruplar arasındaki etkileşimle ilgilenir. Kurucu
babamız Kurt Lewin’in “yaşam alanı” adını verdiği şeyi azımsanamayacak bir
kibirle inceleriz, bireylerin -tamamı yaklaşık dokuz metre olan- ortamlarında
var olurken sergiledikleri davranışların toplamıdır bu.
Sonraki bölümlerde
anlatılan çalışma, mekânların da insanlar gibi kişilikleri olduğu varsayımı ile
başlıyor. “Kentsel yaşamın tüm yapısı, özgün bir mekândan ziyade bir insanın
yapısı gibi düşünülebilir ve şehir de kendine ait bir kişiliğe sahip olabilir”2
diyen sosyolog Anselm Strauss ile bütünüyle hemfikirim. Mekânlar, her biri
kendi eşsiz zamansal parmak izlerine sahip olan kültürleri ve alt-kültürleri
tarafından açıkça etkilenmiştir.
Coğrafi
mahallerin zaman algısı üzerine yapılan çalışmalar vasıtasıyla bu parmak
izlerinin peşine düştüm. Amacım mekânların yaşam hızları bakımından nasıl
farklılıklar gösterdiğini ve bu farklılıkların ne denli büyük olduğunu
sistematik olarak incelemekti. Mekânların sosyal psikolojisini sınıflandırmak
doğası itibarıyla karmaşık bir girişim. Benim vazifemin gürültüyü mümkün
olduğunca azaltmak olduğuna inanıyorum. Hedef mekânlar arasındaki değişmez
farklılıkları keşfetmek değil, var olan farklılıkları olabildiğince dikkatli
biçimde açıklamaktır. Bu çalışmalar bir anlamda, popüler stereotiplerin
hammaddesi üzerinde objektif, deneye dayalı testlerdir.
Ampirik
çalışmalar yapan bir araştırmacı için “yaşamın hızı” kavramının büyüklüğü ve
yaygınlığı sorunlu olabilir; çoğunlukla insanı göz korkutan belirsiz yollara
yönlendirir. Konu, zamanın birden fazla yönü hakkında -örneğin, fiziğin,
biyolojinin, sağlığın, kişisel ilişkilerin, müziğin, sanatın zamanı- çağrışım
ve teğetlik zincirleri b aşlatır ki bizzat deneyimin kendisi hakkında bile bir
dizi serbest çağrışım oluşturur. Zaman deneyimi hakkında soru sormak biraz
“Sanat nedir?” sorusuna benzemektedir. Her iki tema da kişisel deneyimin içine
öyle derinlemesine dalar ki, çoğunlukla, “Hayatımı nasıl yaşamalıyım?” ya da
onun kardeşi olan “Hayatın anlamı nedir?” sorularına doğru evrilirler. Bunların
ilginç konular olduğu muhakkak, ama yöntembilimsel hassasiyet için çabalayan
bir araştırmacı için biraz kullanışsızdır.
Yerlerin
nitelikleriyle ilgili, özellikle de orada yaşayan halkların kolektif
“kişilikleri”ne atfederek genelleme yapmanın tehlikeleri vardır. Bütün bir
nüfusa ya da belli bir gruba aynı türde bir dizi karakteristiği yakıştırma
fikri baştan savma bir düşünme biçimidir. Gerçekte herhangi bir ortamdaki
kişiler arasında büyük farklılıklar bulunur. Küresel etiketleri belli bir şehir
veya ülke halkına atfetmek aşırı ölçüde stereotipleştirmedir ve bu haliyle
içinde potansiyel bir kötü niyet taşır.
Ama nasıl ki
tek bir yerden insanlar hakkında fazla genelleme yapmak dikkatsizceyse, yerler
ve kültürler arasındaki önemli genel farklılıkların varlığını inkar etmek de
saflık olur. Tabii ki pek çok İtalyan, Marcello Mastroianni’den ziyade (sadece
Milanolulara sormak yeterli) zaman- odaklı İsviçrelilere benzemektedir; kimi
Brezilyalılar ise ortalama bir New Yorkludan çok daha azimlidir. Ama bir bütün
olarak ele alındığında, İsviçrelilerin İtalyanlara göre saat konusunda daha
bilinçli olma eğiliminde ve Riolu Cariocaların da genellikle New Yorklulardan
çok daha rahat olduklarına dair kanıtlar vardır. Herhangi bir durumda, en
azimli A tipi, en yüksek puanı alan B tipinden daha rahat davranabilir. Yine de
diğer koşullar sabitken bu durumun tersinin gerçekleşmesi daha olasıdır.
Bir
kültürdeki çe şitliliğin derecesi, tek başına önemli bir özellik olarak
görülebilir. Örneğin, Japonya’da başkalarına benzemek bir erdem olarak
düşünülür. Epey kabul görmüş bir Japon deyişi vardır: “Sivrilen çiviye çekiç
tez gelir.” Sonuç olarak Japonya’da, “ağlayan çocuğa meme verilen” Amerika gibi
bireysel bir kültürden çok daha fazla kamusal tekdüzelik vardır. Kültürel katılığın
ölçüsü, bu iki ülke arasındaki belirgin bir farklılıktır.
Çalışmalarım
farklı yerlerdeki yaşam hızını karşılaştırıyor; Brezilya ve Amerika Birleşik
Devletleri’ndeki ilk deneylerden yenilere uzanarak otuz bir farklı ülkeyi
kıyaslıyor. Bu
araştırmanın
amaçlarından biri, farklı şehir ve ülkelerin hızını sıralamak, yaşanacak en
hızlı ve en yavaş yerler için bir tür “sosyal psikoloğun mekanlar rehberi”ni
oluşturmaktır. Bu listeler eski bir Amerikan geleneğini takip eder. 17. yüzyıl
gibi erken bir tarihte, Maryland’in kurucuları, sömürgecileri Virginia yerine
kendi eyaletlerini seçmeleri konusunda onları ikna etmek için daha tombul
hindiler, daha çok geyik ve korkunç yaz felaketleri ile yerli katliamı kaynaklı
ölümlerin daha az meydana geldiğini gösteren istatistikler derlemişti. Onların
bütün çabası Chesapeake Körfezi’nin kuzey kıyılarında yerleşimi sağlamak
içindi. Bugünkü yer değerlendirmeleri ise her zamankinden daha fazla tartışma
yaratmaktadır. Time dergisi muhabirlerinden birinin de söylediği gibi “konu
ister en etli burger, ister en büyük şirket olsun, Amerikalıların en iyi ve en
kötü listelerini hazırlama ve sonrasında sonuçları hakkında tartışma gibi bir
tutkusu var. Hiçbir puanlama ‘evim güzel evim’ hakkında olanından daha „3 fazla
anlaşmazlık yaratmamıştır.”
Ancak çoğu
yere-göre-sıralama çalışması nesnel yaşam koşulları (konut, sağlık, suç oranı,
ulaşım, eğitim, sanat, dinlenme tesisleri, iş) ile ilgili istatistiklere
dayanırken benim araştırmam insan hayatlarının sosyal-psikolojik niteliğini incelemektedir.
Güney Kaliforniyalılara dair klişemiz ne kadar doğrudur? Ya da A tipi New
Yorklulara? Japonya’daki yaşamın hızı Endonezya’daki ile nasıl kıyaslanabilir?
Peki ya Suriye’dekine karşı Brezilya’daki? Hangi şehirlerdeki insanların bir
yabancıya yardım etmek için zaman ayırması muhtemeldir? Bunlar,
meslektaşlarımla birlikte sorduğumuz sorulardan bazılarıdır.
Benim
yere-göre-sıralama konusundaki ağır basan hedefim “iyi” veya “kötü” şehirlere
karar vermekten fazlası olmuştur. Amacım daha ziyade yaşam hızının in sanların
yaşam kalitesi üzerinde oluşturduğu sonuçları anlamaktır. Daha yavaş yerlerde
yaşayanlar A tipi muadillerine göre daha mı mutlu? Daha mı sağlıklılar? Sosyal
sorumluluklarına daha fazla zaman mı ayırıyorlar? Meslektaşlarım ve ben yaşam hızının
sonuçlarını kentlerin ekonomik ve sosyal özelliklerinden, yardım etme
davranışına ve koroner kalp hastalıklarına bağlı ölüm oranlarına uzanan farklı
düzeylerde inceledik.
Göreceğimiz
gibi yaşam hızındaki farklılıklar geniş kapsamlı sonuçlara varmaktadır. Bu
şaşırtıcı olmamalı. Sonuçta hayatımızın hızı ve zamanın ilerlemesi algımızı da
yönetmektedir. Ayrıca zaman içinde nasıl gezindiğimiz eninde sonunda hayatımızı
yaşama yolumuzdur. Uluslararası Zaman Çalışmaları Topluluğu’nun kurucusu J. T.
Fraser’in de yazdığı gibi “Bana zaman hakkında ne düşünmem gerektiğini
söyleyin, ben de sizin hakkınızda ne düşünmem gerektiğini bileyim.”
Bu kitap
“aşırı çalışan Amerikalı” veya “zaman yoksulluğu” ya da “acele bağımlılığı”nın
bir başka açıklaması olmayı -her ne kadar bu konulara değinecek olsam da-
hedeflemiyor. Dahası kesinlikle bir zaman yönetimi veya kişisel gelişim kitabı
olmak için de tasarlanmadı ama burada yine çalışmamın ortaya çıkardığı birkaç
fikri de sunmaya çalışacağım. Bu konularda hali hazırda birçok iyi kitap
mevcut.4 Benim ilgimse daha geniş. Zamanın Coğrafyasında
kültürler, şehirler ve dünyada bulunan halklar arasındaki zaman ve yaşam hızı
üzerine görüşlerin zenginliği ve karmaşıklığını anlamaya çalışıyorum. Zaman
sosyal hayatın köşe taşı olduğundan, bir halkın zamansal yapıları üzerine
yapılacak çalışma kendimizinki de dâhil çeşitli kültürlerin ruhuna doğru
kıymetli bir pencere açıyor.
Başka yerleri
araştırırken kendi kültürüm hakkında en az başka kültürler kadar çok şey
öğrendim. Buradan bakıldığında, sosyal bilimcinin başka halklar ve yerleri
keşfi diğer türde bir gezi yazısından çok da farklı değil. Her ikisi de, eğer
iyilerse, eninde sonunda kişinin bulunduğu çevredeki hayata da ışık tutacaktır.
Yazar Russell Banks’in seyahatnameler üzerine bir sempozyumda söylediği gibi:
Kalıcı bir
ilgiye mazhar olan tüm gezi yazıları -yazarlık yapan yolcular tarafından değil,
yolculuk yapan yazarlar tarafından kaleme alınan yazılar- aslında eve dair bir
şeyler söylemek için yazılmış olanlardır. Ötekini özen ve cesaretle
gözlemlemenin temel amacı, benliğin doğasını ve sınırlarını aydınlatmaktır; bu
da bizi en iyi seyahatnameleri aslında evin doğası, sınırları ve evle
ilişkileri konusunda şüpheleri olanların yazdıkları sonucuna götürür. Evin
dışına çıkarlar; böylece tıpkı
Hawthorne’un Wakefield eserinde4 olduğu gibi geriye
bakabilir ve orada neyin gerçek olduğunu görebilirler.5
İyi bir iş
çıkardıysam, bu kitap kendi hayatlarımızın hızı üzerine olduğu kadar
başkalarınınkine de belirgin bir odaklanma sağlayacaktır. Zamanımızı nasıl
kullanırız? Bu kullanım şehirlerimizi nasıl etkiler? Peki, ilişkilerimizi?
Kendi beden ve ruhlarımızı? Bilinçli olarak seçim yapmadan aldığımız kararlar
var mıdır? Tercih edebileceğimiz alternatif tempolar bulunabilir mi? Belki,
tıpkı Hawthorne’un Wakefield’i gibi geriye bakıp orada neyin gerçek olduğunu
görmeye ve zamansal zenginliğe -kendi yöntemlerimizle- kavuşmaya yönelebiliriz.
1 Portekizcede “Yarına kadar” anlamında
(ç.n.)
2 Cümleler Portekizcede sırasıyla “Merhaba, profesör” ve
“Nasılsınız, profesör” anlamında (ç.n.)
3 Portekizcede “Benim zavallı öğrencilerim” anlamında (ç.n.)
4 Nathaniel Hawthorne’un (1804-1864) Wakefield adlı hikâyesi
kısa bir yolculuğa çıkacağını söyleyerek evinden ayrılan bir adamın öyküsünü
anlatır. Öykünün Wakefield adlı başkahramanı, evinden ayrıldıktan sonra bir
sokak ötede bir ev kiralayarak yirmi yıl boyunca ailesinden saklanarak yaşar.
(ç.n.)
5 The New York Times Book Review (18 Ağustos 1991). Itchy
feet and pencils: A symposium. VAe New York Times Book Review , 3, 23.
1. BÖLÜM
SOSYAL ZAMAN
Kültürün
Nabzı
TEMPO
Hayatın
Hızı
Tempo meselesi sadece
zevk ve yetenek faktörlerine değil, kullanılan enstrümanın kendisine ve
performansın sergilendiği oda veya salona da bağlıdır.
Willard Palmer, Chopin: An Introduction
to His Piano Works
Y
aşamın hızı,
zamanın insanların deneyimlediği akışı ya da hareketidir. Bu hız, ritimler,
(Çalışılan zamanının çalışılmayan zamana oranı nedir? Sosyal faaliyetlerde bir
düzenlilik var mıdır?) sekanslar (Oyundan önce çalışma mı, tam tersi mi?) ve
senkronlarla (İnsanlar ve faaliyetleri birbirine ne ölçüde uyum sağlamıştır?)
tanımlanır. Ama yaşamın hızı her şeyden önce bir tempo meselesidir.
“Tempo” bir parçanın icra edilme hızını ifade
eden, müzik kuramından ödünç alınmış bir kavramdır. Müzikal tempo,
tıpkı kişisel
deneyimin zamanı gibi son derece
özneldir/Hemen
hemen her klasik partisyon üzerine besteci tarafından tempoyu değiştirmek için
nicel-olmayan bir işaret koyulur: Yavaş bir tempoyu göstermek için largo
ya da adacio, hızlı tempolar için allegro ya da presto,
değişen tempolar içinse accelerando veya ritardando. Hatta tempo
rubato adı verilen -birebir tercümesi “çalınmış zaman”- iki el arasındaki
tempo alışverişini gerektiren bir direktif de mevcuttur. Ancak besteci bir
metronom ölçüsü belirtmedikçe (metronom 1816 yılına kadar yaygın olmadığından
klasik bestecilerin çoğu bunu yapmadı ya da yapamadı), notasyonun kesin metrik
tercümesi farklı yorumlara açıktır.
İcracının
metronomu ayarladığı hıza bağlı olarak, Chopin’in Minute Waltz parçasını
çalmak iki dakika kadar sürebilir.
Aynısı beşeri
zaman için de geçerlidir. Notaları aynı sırayla çalıyor olabiliriz ancak tempo
meselesi her zaman var olacaktır. Tempo kişiye, göreve ve ortama göre
değişiklik gösterir. Bir öğrencinin, daha yetenekli arkadaşının bir akşamda
özümsediği dersi anlaması için tüm gece boyunca uyanık kalması gerekebilir.
Romancı, bir sonraki kahramanını oluşturmak üzere sabırla beklerken, gazetede
yazar olarak çalışan arkadaşı yazıların teslim tarihleri arasında koşuşturuyor
olabilir. Çocuklarına ayırdıkları zamanda ebeveynlerden biri bu süreyi çocuğa
kitap okuyarak geçirirken, diğeri zorlu bir bilgisayar oyununda ona eşlik eder.
Üniversite öğrencisi olan kuzenim Avrupa’yı iki ayda dolaşırken, işadamı olan
babası aynı güzergahı iki hafta içinde aceleyle kateder.
Hız, kişinin
karşı yönden gelen trafiği ya da yaklaşan bir teslim tarihini algıladığında
olduğu gibi kısa ve sık zaman periyotlarıyla veya 20. yüzyılda yaşamanın
hızlanan temposundan bahsederken yaptığımız gibi daha uzun ve sürekli
aralıklarla ölçülebilir. Alvin Toffler, Future Shock adlı popüler
kitabında, çok kısa süre içinde gerçekleşen çok fazla değişimin yol açtığı p
sişik bozulmadan bahsederken tempo konusuna değinir. Travmaya yalnızca
değişimin şoku değil, değişimin hızı da neden olur. İster uzun ister kısa
vadede düşünülsün ve nasıl ölçülürse ölçülsün, hayatın temposunda büyük
kültürel, tarihsel ve kişisel farklılıklar bulunur.
ZAMANIN DÜNYADAKİ
İMZALARI
Doğuya doğru
yol aldıkça zaman algısı da gevşek bir hal alır. Bu durum beni Polonya’da
rahatsız ediyor, SSCB’de ise tam anlamıyla çılgına çeviriyor.
Bir İngiliz Gezgin
Y
abancı bir
tempoya uyum göstermek, en az yabancı bir dil öğrenmek kadar zor olabilir.
Kültür şokunun kökleri üzerine yapılmış etkileyici bir çalışmada sosyolog James
Spradley ve Mark Phillips, ülkelerine dönen bir grup Barış Gönüllüsü’nden, bir
listede bulunan otuz üç maddenin her birini, gerektirdiği kültürel in tib ak
düzeyine göre değerlendirmelerini istedi. Listede seyahat paranoyaklarına
tanıdık gelecek birçok başlık vardı: “Tüketilen gıdaların türü”, “insanların
genelinin kişisel temizliği”, “sizin ırkınızdan olanların sayısı” ve “genel
yaşam standartları” gibi. Ama yabancı dile hakim olmak bir yana bırakılırsa,
gönüllüler için en büyük iki güçlük sosyal zamanla ilgiliydi: “Yaşamın genel
hızı” ve onu takip eden en önemli bileşenlerinden biri, “insanların ne 1
derece dakik olduğu. ”
Neil Altman
bu zamansal şaşkınlığı yaşayan Barış Gönüllüleri’nden biriydi. Şimdilerde New
York’ta klinik psikolog olan Altman, Güney Hindistan’ın köylerinden birinde bir
dönem boyunca tarım danışmanı olarak görev yapmıştı. “Hindistan’a ilk
gidişimizde” diye anlatıyor, “Tohum gibi şeyler almak üzere yerel bahçecilik
ofisine uğrardım. İstediklerimi almak için başkanın ofisine gider, ancak bir
masanın etrafında, her birinin de -hesapta- yapacak işi olan altı ya da sekiz
kişi bulurdum. Sabırsızca orada bulunma sebebimi söylerdim: “Günaydın, Bay
Khan, biraz domates tohumu alabilir miyim lütfen?” “Günaydın, Gönüllü sahip,
bir çayımızı içmez misiniz?” Oturup bir hizmetkârın bana çay getirmesini
beklemekten başka çarem kalmazdı. Bay Khan, eşim ve benzeri konular hakkında
sorular sormaya başlar ve sonrasında orada toplanmış insanların milyonlarca
sorusu olurdu: Hayatım, Amerika, vesaire, vesaire, vesaire. Domates tohumu
isteğimi kabalaşmadan nasıl yineleyebileceğimi bulmak zordu. Nihayet birkaç
saat sonra, kabalaşma riskini göze almaya karar verirdim.
Tohumlarımı alır, masanın etrafında oturan insanların hiçbirinin işleriyle
ilgilenmediğini fark ederek kendi işimin başına 2 dönerdim.”—
Üçüncü
dünyaya yaptığım seyahatler, benim de tempo ile benzer yüzleşmeler yaşamama yol
açmıştır. Bazen bu ülkelerdeki yaşam upuzun bir bekleyiş gibi görünür: Otobüs
ve trenler için, ülkeye giriş ve çıkış işlemleri için, akşam yemeği için,
tuvaletler için. Bir keresinde, Yeni Delhi tren istasyonuna ulaşmaya çabalarken
bir otobüs için kırk beş dakika beklemiştim. Gelen otobüs öylesine kalabalıktı
ki güç bela inmeye çalışırken fazladan iki durak daha gitmem gerekmişti.
Oradan, tren biletimi almak için yaklaşık bir saat daha bekleyeceğim istasyona
geri yürümüştüm. Bilet gişesine ulaştığımda görevli beni geleneksel “Namaste”
sözüyle selamlamış ve üzerinde “Öğle yemeği nedeniyle kapalı” yazan (yazının
İngilizce olduğunu da ekleyeyim) tabelayı bana doğru çevirivermişti. Tansiyonum
fırlamış vaziyette, kendi meselem için destek toplamak üzere etrafta dolandım.
Ancak etraftakilerin hepsi çoktan yere oturmuş, örtülerini yayıp öğle yemeği
için piknik yapmaya başlamıştı bile. Hemen yanımdaki bir çifte “Ne
yapabilirim?” diye sordum. “Öğle yemeği için bize katılabilirsiniz” diye
yanıtladılar. Birkaç nafile girişimden sonra nihayet dediklerini yap tım.
Gişe yeniden
açıldığında, kuyruktaki yerimin altı kişilik bir aile tarafından kapılmış
olduğunu gördüm. Fıstık ikram edip benim için Hintçe dua ettiler. Yerimi geri
vermelerini istediğimde aralarındaki en yaşlı erkek kibarca gülümsedi ve
“Shiva, Miami Beach’e uçtuğunda” şeklinde duyduğuma yemin edebileceğim bir
şeyler mırıldandı. Bilet gişesine ulaştığımda binmek istediğim trene hiç bilet
kalmadığını öğrendim. Tüm emeklerim, hareket etmesine daha üç gün olan bir tren
içindi. Sonunda bir bilet alabildim (ah, ufak bir baksheesh’in [rüşvet]
yarattığı mucizeler işte). Biletim olmasına karşın istasyona bir saat öncesinde
gelmem söylenmişti; oraya vardığımda ise kalabalığı yararak önceden ayırttığım
koltukta oturan kişiden kalkmasını istemem gerekecekti. Söylemeye gerek bile
yok; tren geç kalktı, varması iyice gecikti. Yine de bunların hiçbiri sorun
değildi çünkü buluşacağım beyefendi benden bile geç gelmişti.
Dar hatlı
Daijeeling Himalaya Ekpresi’ndeki bir tabela şöyle diyordu: “Yavaş” beş harfli
bir kelimedir, “hayat” da öyle. “Acil” dört harfle yazılır, “ecel” de öyle.”
Ciddiyim.
Tempo üzerine
kültürlerarası mücadeleler tüm dünyada görülür. Örneğin, meslektaşım Alan
Button, bir defasında Rusya’da seyahat ederken randevusuna geç kalışını
anlatır. Rehberi taksi şoförüne bağırarak “Dün oraya git” ya da birebir
karşılığıyla “Haydi g ittik” anlamına gelen Rusça bir deyimi (Pah yeh kaly) haykırıyormuş.
Rehber ona “acele et” ve “çabuk ol” gibi kelimelerin birebir tercümesinin
Rusçada İngilizcede yaptığı aciliyet etkisini taşımadığını açıklamış. Eğer
taksiciye “Oraya mümkün olduğunca çabuk ulaş” demiş olsaymış, diye anlatmış
Button’a, oraya iyice geç kalırmış. Oraya yine geç varmıştı tabii, ama buna
rağmen görüşeceği kişiden yirmi dakika daha erken gidebilmişti.
Edebiyat dünyası süratle ilgili anlatılarla, yarışları yavaş
dünyaların sakinlerini şaşkına çeviren vakit-nakittir seyahatçileri ile
doludur. Brezilya’da geçirdiğim bir yıl boyunca rahat ev sahiplerimden ricayla
karışık “Calma, Bobby, calma” tavsiyesinden daha sık duyduğum bir cümle
yoktu. Ne kadar yavaşlamaya çalışırsam çalışayım, bunu her zaman o soluksuz
söylenen “Calma, por favor”3 takip ederdi; bazen bir çağrı olarak, bazense başını iki yana
sallayan bir acımayla. Üstelik ben Fresno’dan -yani Amerika’nın acelecilik
prototipi sayılmaktan hayli uzak bir yerden- gelen bir üniversite profesörünün
temposuyla hareket ediyordum.
Rhode Island
Üniversitesi’nden dostum olan sosyal psikolog James Jones, birkaç yıl önce
Trinidad’da bulunurken benzer bir deneyim yaşamış. Trinidad’a oradaki halkın
mizahını incelemek üzere Guggenheim Araştırma Bursu ile gitmiş. Ama asıl
öğrendiği, oraya kesinlikle ayak uyduramadığı olmuş. Anlattığına göre
randevularına geç kalanlar onun sabırsızlığını şu sözlerle karşılıyormuş:
“Arkadaşım, acelen ne yani? Denizin bir yere kaçmıyor ya! Rahat ol arkadaşım,
geliyorum şimdi.” “Böylece bekliyorum” diyordu Jones. Belki de onun ve benim
deneyimlerimiz arasındaki en çarpıcı benzerlik, bu deneyimlerin mesleki
ilerleyişimizde yarattığı derin sonuçlar oldu. Her ne kadar projelerimizin
başlangıç hedeflerine ulaşma konusunda -onun hedefi Trinidad’daki mizahı,
benimse Brezilya’daki sosyal algıydı- sınırlı başarılar kazanmış olsak da bir
süre sonra bu meraklar geri planda kaldı. İkimizin de içindeki gezgin ve sosyal
psikolog için daha zorlayıcı olan bulmaca, karşılaştığımız sosyal zamanın
zenginliği ve bundan dolayı yaşadığımız kafa karışıklığıydı. Sonuç olarak,
zaman üzerine çalışma her ikimizin de araştırma programının odak noktası haline
geldi. Jones zaman perspektifi psikolojisi üzerinde uluslararası bir otorite
olmak üzere yoluna devam etti, bense yaşamın hızı üzerine incelemelerimi
saplantılı bir şekilde sürdürdüm.
TEMPO UNSURLARI
Bir yerin ya
da kültürün hangi özellikleri onu diğerlerinden daha yavaş ya da hızlı yapar? Bu
soruyu cevaplandırmak için, dünya genelinde otuz bir farklı ülkedeki yaşam
hızını karşılaştıran bir dizi çalışmayı araştırma grubumla yakın zamanda
tamamladık. Bu deneylerin sonuçları, diğer sosyal bilimcilerin araştırma
bulgularıyla birlikte, tempo normlarının oluşmasında belirleyici etkiye sahip
birkaç faktör bulunduğunu ortaya koydu.
İzin verirseniz
çalışmaların nasıl
yürütüldüğünü kısaca (bir
sonraki bölümde buna daha ayrıntılı olarak döneceğim) tarif edeyim. Yaşamın
temposunun üç göstergesini ölçmek amacıyla her ülkede birden fazla büyük şehre
gittik.4 (Karışıklık çıkmaması
için, Hong Kong bugünkü sömürge durumuna karşın burada bir ülke olarak
adlandırılmıştır.)5 Öncelikle, rastgele
seçilen yayaların ortalama yürüyüş hızlarını, altmış metrelik bir mesafe
boyunca ölçtük. Ölçümler şehrin ana caddelerinde en az iki noktada, genellikle
sabah işe yetişme telaşı sırasında, havanın açık olduğu yaz günlerinde yapıldı.
Seçilen düz, engelsiz bölgelerin geniş kaldırımları vardı ve fazla kalab alık
olmayan, yayaların tercih edecekleri maksimum hızda yürüyüş için uygun
yerlerdi. Sosyalleşme etkilerini kontrol edebilmek için sadece tek başına
yürüyen yayalar kullanıldı. Belirgin fiziksel sakatlıkları olan ya da
vitrinlere bakarak yürüyen denekler için süre tutulmadı. Her şehirde, her iki
cinsiyetten en az otuz beş yaya için süre ölçümü yapıldı.
İkinci
deneyde işyerinde hız örneği üzerinde odaklandık ve posta memurlarının standart
bir pul talebini yerine getirme sürelerine b aktık. Her şehirde, memurlara
standart bir pul -örneğin, şu an Amerika Birleşik Devletleri’nde otuz iki
merkezde standart olanı- isteyen, kendi yerel dillerinde yazılmış bir not
verdik. Ayrıca beş dolarlık banknota eşdeğer bir para da uzatıldı. Notun
verilmesi ile talebin gerçekleştirilmesi arasında geçen süreyi ölçtük.
Şehrin saat
zamanıyla ne kadar ilgilendiğini ölçmeyi amaçlayan üçüncü bir deneyde, her şehrin
merkezi bölgelerinde rastgele seçilen on beş bankanın saatlerinin doğruluğunu
gözlemledik. On beş saatin üzerindeki zamanlar, telefon idaresi tarafından
bildirilen zaman ile karşılaştırıldı.
Daha sonra bu
üç puan, her ülke için istatistiksel bir yaşam-hızı puanı oluşturacak şekilde
birle ştirildi.
Bu
deneylerden ve başka araştırmalardan yola çıkılarak dünyadaki kültürlerin
tempolarını belirleyen beş temel faktörün saptanması mümkündür. İnsanlar, canlı
ekonomilere, yüksek sanayileşme oranlarına, geniş nüfusa ve daha serin
iklimlere sahip olan, bireyciliğe doğru kültürel bir eğilim gösteren yerlerde
daha hızlı hareket etmeye yatkındır.
Ekonomik Refah
Bir yerin ekonomisi ne
kadar sağlıklıysa,
temposu da o kadar hızlıdır.
Bir şehir büyüdükçe, o
şehrin sakinlerinin zamanının değeri de yerin artan gelir oranı ve hayat
pahalılığı ile birlikte artar; böylece zamanı idareli kullanmak daha mühim hale
gelir ve hayat gittikçe daha aceleci ve sinir bozucu olur.
Irving Hoch5
Bir yerin
temposunun bir numaralı belirleyici etkeni ekonomidir. Deneylerimizdeki en
güçlü ve en tutarlı bulgu, kuşkusuz, canlı ekonomilere sahip yerlerin
tempolarının da hızlı olmaya yatkın olmasıydı. Karşılaştığımız en hızlı
insanlar varlıklı Kuzey Amerika, Kuzey Avrupa ve Asya ülkelerinden; en yavaşlar
ise üçüncü dünya ülkelerinden, özellikle de Güney ve Orta Amerika ile Orta
Doğu’dandı. (Daha detaylı bilgi için 6. Bölüm’e bakınız.)
Genel anlamda
daha hızlı olan tempolar, bir ülkenin her düzeydeki ekonomik refahı ile oldukça
ilişkilidir: Bir bütün olarak ülkenin ekonomik refahıyla (kişi başına düşen
gayri safi yurtiçi hasıla ile ölçülür) ortalama bir vatandaşın tecrübe ettiği
ekonomik refahla (satın alma gücü paritesiyle ölçülür, bu da bir ülkede elde
edilen ortalama gelirin sahip olduğu satın alma gücünün bir ölçüsüdür) ve
insanların asgari gereksinimlerini ne oranda karşılayabildikleriyle
6 (ortalama kalori alımıyla ölçülür) ilişkilidir.6 Aslında zengin ve yoksul
ülkelerdeki insanlar adımlarını farklı davulculara uydururlar.
Hayatın
temposu ve ekonomik koşullar arasındaki nedenselliğin yönü hakkında farklı
yorumlar yapılabilir. Büyük ihtimalle, ok her iki yönü de gösterecektir.
Ekonomisi hareketli olan yerler zamana çok daha fazla değer verir ve zamana
değer veren yerlerin ekonomileri de büyük olasılıkla hareketli olacaktır.
Ekonomik değişkenler ve tempo, birbirlerini karşılıklı olarak pekiştirir, bir
paket halinde karşımıza çıkarlar.
Ekonomi ve
tempo arasındaki bağlantıyı görmek için başka ülkelere seyahat etmemiz
gerekmez. Ekonomik açıklama için en çarpıcı kanıtlardan biri, ülkelerin kendi
içlerindeki alt kültürlerde görülür. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde,
ekonomik anlamda yoksullaştırılmış pek çok azınlık grubu, kendi içlerinde paylaştıkları
zamansal normları hakim Anglo-Amerikan çoğunluğun normlarından ayırırlar.
Amerikan yerlileri “Yerli zamanıyla yaşamak”tan söz etmeyi severler. Meksikalı-
Amerikalılar hora inglesa -saatin üzerindeki gerçek zamana işaret eder-
ile saatin gösterdiği zamana epey gelişigüzel yaklaşan hora mexicana
arasında ayrım yaparlar.
Afro-Amerikalılar sıklıkla kendi kültürlerinin -bazen artık
çok da popüler olmayan bir biçimde 7
“renkli
insanların zamanı” (RIZ)-
adını verdikleri- zaman algısını, çoğunluğun standardı olan “beyaz
insanların zamanı”ndan ayrı tutarlar. Antropolog Jules Henry, 1960’larda bir
yıldan fazla zamanını St. Louis toplu konutlarında yaşayan çoğu yoksul Afro-
Amerikalı ailelerle mülakatlar yaparak geçirmişti. Görüşülen kişilerin kendi
hayatları ve onları çevreleyen Anglo toplumu arasında yaptığı en belirgin
ayrım, kendi deyişleriyle RİZ idi. “Renkli insanların zamanına göre” diye
açıklıyor Henry, “planlanmış bir olay, geniş saatlere yayılan zamanın herhangi
bir anında meydana gelebilir ya da hiç meydana gelmeyebilirdi.” Henry’nin
görüştüğü kişiler bunun, beyaz insanların bütünüyle organize ve planlanmış
dünyası ile nasıl tezat oluşturduğunu 7
açıkça belirtiyordu.
Sosyolog John
Horton RİZ’i daha güncel bir
8 bakış açısıyla, “rahat insanların zamanı- biçiminde
kullanır. Buradaki “rahat insanlar” terimi, “sokak köşelerinde takılan, yaygın
olarak işsiz, genç siyahi nüfus” anlamına geliyordu. Horton iki yıl boyunca
birçok sokak insanıyla mülakatlar
yaptı. Şöyle anlatıyor:
Sokak insanı karakteristik olarak geç kalkar, sokağa ya sabahın
geç saatlerinde ya da öğleden sonra çıkar, ağır aksak dolanarak ortamına gider.
Burası tasasız sosyal faaliyetler içindir. Çocuklarla ortamda takılmak, zaman
geçirmenin ve birtakım gerekli veya arzu edilir olayların gerçekleşmesini
beklemenin en temel yoludur. . . Ortamda dün bugünle karışır ve yarın, ekmek ve
heyecan peşinde doldurulması gereken bir boşluk 9 gibidir.-
Diğer bir
deyişle, hayatın geneline hakim olan tempo çok yavaştır. Yine de, Horton’un da
belirttiği gibi, sokak insanları, durum bunu gerektirdiğinde tempoyu artırmakta
da beceriklidir. Horton’a göre sokak delikanlısı istediği an standart saat ile
aynı zamana ulaşır, istemediğinde de o saatten kopar. Rahat
kişi için işler kesatken -cebinde metelik yokken ya da hapisteyken- zaman
“ölüdür.” Ancak ortada bir “hareket” varsa zaman “canlı”dır. Haftanın ilk
zamanlarında, meteliği yokken tempo yavaştır ancak, cuma ve cumartesi geceleri
zaman
katlanarak
hızlanır.
Sanayileşme Derecesi
Bir ülke
geliştikçe, günlük boş vakit azalır.
Bu nasıl bir kuraldır
ki? Zaman tasarrufu sağlayan makineleşme arttıkça, insanlar üzerindeki zaman
baskısı da artmaktadır.
Sebastian de Grazia, Of
Time, Work, and Leisure
Deneylerimizdeki
daha refah içindeki yerlerin daha hızlı normlara sahip olmaları bizi
şaşırtmamalı. Ekonomik canlılık, sanayileşme ile yakından ilişkilidir. Aslında,
tarihsel bakımdan Batı dünyasının temposundaki hızlanmada dönüm noktası Sanayi
Devrimi oldu.
Zaman
tasarrufu sağlayan tüm yaratımlara karşın insanların kendilerine ayıracak
vakitlerinin öncekinden de az olması, modern dünyanın en büyük ironilerinden
biridir. Ortaçağ’da hayat genellikle soğuk ve kasvetli olarak tasvir edilir,
oysa in sanların haleflerinden daha fazlasına sahip oldukları yegane şey boş
zamandı. Aslında, Sanayi Devrimi’nden önce insanların pek azının çalışmaya
yatkın olduğunu gösteren pek çok kanıt vardır. Avrupa’da Ortaçağ boyunca, bir
yıl içerisindeki tatil günlerinin ortalama sayısı 115’ti. Yoksul ülkelerin
günümüzde bile zengin ülkelerden ortalama olarak daha fazla tatil yapması
ilginçtir.
Genellikle iş
yükünün artmasından en fazla sorumlu olanlar, zaman tasarrufunu amaçlayan
yaratımlar olmuştur. Son araştırmalar, 1920’lerde çiftçi eşlerinin,
elektrikleri olmamasına karşın ev işlerine, yüzyılın ikinci
yarısında banliyölerde yaşayan, tüm modern makinelere sahip kadınlardan çok
daha az zaman harcadığını göstermiştir. Bunun bir nedeni, hemen her teknik
ilerlemenin beraberinde beklentileri de artırmasıdır. Örneğin, ucuz pencere
camı 17. yüzyılın sonlarında Hollanda’ya girince, ev içinde biriken kirleri
görmezden gelmek imkânsız hale gelmişti. Günümüzde elektrikli süpürge ve benzer
ürünler insanların temizlik standartlarını çok daha yukarılara taşıdı, fakat
bunu yaparken insanların ev tozu ve bakterilerle mücadeleye zaman 11
harcamasını
talep ettiler. Westinghouse ile iyi bir yaşam anca bu kadar oluyor!
Bu örnek,
modern olanakların in sanların zamanı kullanma şeklini nasıl etkilediğini
gözlemlememizi sağlıyor. Antropolog Allen Johnson tarafından yapılan bir
çalışma, örneğin Machiguenga yerlileri ile Fransa’da yaşayan işçilerin zaman
kullanımını karşılaştırmıştır. Bulgularına göre, Fransız işçiler iş yerinde ve
tüketim faaliyetinde (yeme, okuma, televizyon seyretme) daha fazla vakit
harcarlar, ancak Machiguengalı işçilerden çok daha az boş zamanları vardır. Bu
farklılıklar hem erkek hem de kadınlar için geçerlidir. Fransız erkekler
emeklerinin meyvelerini harcamaya dört katı fazla zaman ayırır, ancak bu
güzellikler için büyük bir bedel öderler: Machiguengalı işçilere göre günde
dört saat daha az boş zamana sahiptirler. Belki de Johnson’un bulduğu en
anlamlı durum, modern yaşamın kolaylıklarının, bu kolaylıkların sürdürülebilme
si için gereken zaman açısından son derece yüksek bir bedel ortaya
çıkarmasıdır. Machiguengalılar evde imalata (örneğin, sepet ve kumaş), b akım
işlerine (çamaşır, temizlik, onarım yapma) ayırdıkları zamanın üç-dört katını
vermektedir. Fransızların alışkanlıkları ise neredeyse tam tersidir. Demek ki
modern gereçler, antropolog
Marvin Harris’in de gözlemlediği gibi, “işi azaltmayan
emekten-tasarruf aletlerindir.
Johnson,
güncel ekonomi kuramından da faydalanarak, sanayileşmenin “artık zaman”dan
“zaman bolluğuna” oradan da “zaman kıtlığına” doğru evrimsel bir ilerleme
ürettiğini savunur. Johnson’un iddiasına göre nihai sonuç insan hayatının
temposu üzerindedir:
Daha fazla
üretim ve tüketimin bir sonucu olarak, artan bir zaman kıtlığı yaşıyoruz. Bu,
şu şekilde işler: Üretimde verimliliğin artması, her bireyin saatbaşı
üretiminin de artması anlamına gelir, artan üretkenlik ise... siste min
devamını sağlamak için daha fazla ürün tüketmemiz gerektiği anlamına gelir.
Serbest zaman tüketim zamanına dönüşür, çünkü ne üretim ne de tü ketim
yapılarak harcanan zaman boşa harcanmış kabul edilmeye başlanır . . . Zamanın
değerindeki artış
(zaman kıtlığının
artması) öznel olarak
tempo veya hızdaki artış olarak
hissedilir. Her zaman için üretim
bandına yetişememe ya da işe geç
kalma tehlikesi altındayızdır ve boş
zamanımızda dahi zamanı
harcamaktan
endişe ederiz.—
dört saat
çalışılır.—
Çalışmaların
gösterdiği kadarıyla, az gelişmiş ekonomilerde kadınlar haftada ortalama olarak
15-20 saat kadar çalışırken, erkekler yaklaşık 15 saatlik katkıda bulunurlar.
Toprağı sürerek işleyen hayvanların beslenme ve bakımını da gerektiren sabanlı
tarıma geçiş erkeklerin haftalık çalışmasını 25-30 saate kadar çıkarmıştır.
Avustralya’daki bir Dobe kadını, ailesine üç gün yetecek besini bir günde
toplayabilir. Zamanın geri kalanı ona aittir; komşulara gidebilir, eğlenebilir,
nakış işleyebilir ya da genellikle olduğu gibi hiçbir şey yapmadan oturabilir.
Saatin hareketsiz durduğu görülen (o da herhangi bir saat varsa)
bazı az gelişmiş kültürler de mevcuttur. Antropolog Edward Hall, Kabil’de,
randevulaştığı kardeşini bulamayan Afgan bir adamın hikâyesini anlatır.
Amerikan büyükelçiliğinin bir çalışanı tarafından yapılan soruşturma sonunda
sorunun kökeni anlaşılır: İki kardeş Kabil’de buluşmak üzere anlaşmış fakat
hangi yıl buluşacaklarını belirtmemişlerdir.14 Saat meraklısı Anglo-Amerikalıları en çok şaşırtan, dünyadaki pek
çok kişinin bu hikâyede komik bir şey bulamadığını öğrenmektir; çoğu kişi iletişimsizlik
karşısında oldukça anlayışlı davranmakta ve duygudaşlık kurabilmektedir.
Ancak sanayileşme ve temponun tamamen aynı şey olduğu sonucuna
varmak, büyük bir genelleme olur. Bazen üçüncü dünya kültürlerinin tempoları
çarpıcı biçimde farklı olabilir, görünüşte benzer komşular arasında bile.
Kabilelerin selamlaşma biçimlerini araştıran Paul Bohannan, örneğin,
Nijerya’daki Tiv kabilesi ile komşusu Hausa kabilesini karşılaştırmıştır.15 Bohannan’ın bulgularına göre, Tiv’ler hızlı insanlardır.
Selamlaşma gibi üstünkörü yapılan ritüeller için fazla zaman harcamazlar.
Selamlarını uzatmadan halledip işlerine dönmekten ho şlanırlar. Bu, üçüncü
dünya A tipinin hemen yanında, bir selamlamayı hak ettiği süreden mahrum
bırakmayı aklına bile getirmeyen Hausalar yaşar. Bohannan bir keresinde bir
İngiliz antropologla bir Hausa’nın merhabalaşmalarının yirmi dakika kadar uzadığını anlatır. Her
ikisi de, yıllardır sergiledikleri ve inceliklerini kusursuzlaştırmaya
çalıştıkları bu ritüelden hoşlanmış görünmektedir.
Bir
selamlaşmanın ne kadar sürede başlaması gerektiğini yöneten kurallar da
değişebilir. Halen Avustralya Darwin’deki Kuzey Bölge Üniversitesi’nde
psikoloji eğitimi veren Sushila Niles, bir Afrika ülkesinde öğretmenlik
yaparken bir hükümet yetkilisi ile yaşadığı tatsız bir karşılaşmayı aktarır.
Adamın sekreteri tarafından içeri alındıktan sonra, Niles onun bir başka
kişiyle konuştuğunu görür. “Kenarda kibarca bekledim” diye anlatır. “Aniden
bana döndü ve dedi ki, “Ne o hanımefendi, selam vermiyorsunuz?” Ofisinden içeri
adım atar atmaz ona selam vermeyerek, sosyal etkileşimin bütün kurallarını
çiğnemiştim. Başkalarının sözünü kesmenin kab alık olduğu öğretilerek
yetiştirildiğimi söyledim. Ama yatışmış
................. , „16 gorunmuyordu. ” 6
Güney Carolina Presbiteryen Koleji’nde psikoloji hocası olan
Stephen Buggie, Zambiya’da üç, Malavi’de dokuz yıl öğretmenlik yaptı.
“Zambiya’da” diye anlatıyor, “hayatın temposu genelde yavaştır, dakiklik ve
zaman konusunda da rahat davranılır. Ancak Lusaka’nın (Zambiya’nın başkenti ve
en büyük şehri) merkezindeki yürüme hızı, azılı yankesicilere karşı bir önlem
olarak yüksektir. Komşu Malavi ise çok farklıdır. Buradaki toplantılar -Zambiya’dakilerle
karşılaştırıldığında-
vaktinde başlar. Malavi Başbakanı Kamuzu Banda, vatanına dönüp politikaya
atılmadan önce İskoçya’da otuz yıl boyunca tıp doktorluğu yapmıştır. Ülkeyi her
yönüyle yönetir ve dakiklik konusunda çok titizdir. 1970’lerde umumi saatlerin
yanlış zamanı göstermesini yasaklamıştır. Bozuk saatler ya kaldırılmalı ya da
üstleri bir örtüyle
kapatılmalıdır.—
Nüfus Yoğunluğu
Büyük şehirlerin
tempoları daha hızlıdır.
ettiğini
tekrar tekrar göstermiştir.—
Bu türden çalışmaların
ilk örneklerinden birinde, Herbert Wright klasikleşmiş “Şehir- Kasaba”
projesinin bir parçası olarak, çocukların tipik şehir süpermarketleri ve küçük
kasaba bakkallarındaki davranışlarını gözlemledi. İki ortam arasındaki en güçlü
farklardan birinin yürüme hızı olduğu ortaya çıktı. Ortalama bir şehirli çocuk
süpermarkete giderken, kasabalı çocuğun bakkala yürüme hızından yaklaşık iki kat daha hızlı yürümekteydi. Kasabalı çocuklar tezgahtarlar ve
diğer dükkan sahipleri ile etkileşim için üç kat fazla zaman harcamaktaydı.
Aynı zamanda bakkaldaki nesnelere fiziksel olarak dokunmaya da belirgin biçimde
fazla
vakit ayırıyorlardı.—
Avustralyalı
psikolog Paul Amato dünyanın öbür ucunda, Yeni Gine’de, karşılaştırılabilir
farklılıklar bulmuştur. Amato bir dizi ilginç deneyle, yayaların yürüme hızını,
Avrupa’daki dükkanlarda para üstünün verilme hızını ve büyük bir şehirle (Port
Moresby) iki kırsal kasabadaki (Wewak ve Mount Hagen) pazar yerlerinde hurma
alım-satım işlemleri için geçen vakti inceledi. Şehirde yürümekte ve hurma
alım-satımında daha hızlı davranıldığı kaydedilmiştir. Para üstü alımında ise
şehirle kırsal arasında herhangi bir farklılık yoktur. Diğer bir deyişle, Yeni
Gine’nin herhangi bir yerindeki hiç kimse bu türden bir faaliyete ilgi
göstermemiştir.—
Yürüme hızı ve nüfus büyüklüğü arasındaki ilişki üzerine kesin
tezler, psikolog Marc Bornstein ve arkadaşları tarafından yapılan bir dizi
uluslararası çalışmadan kaynaklanmaktadır. Bornstein’ın ekibi, ilk deney
gruplarında, Çekoslovakya, Fransa, Almanya, Yunanistan, İsrail ve Amerika
Birleşik Devletleri’nde bulunan yirmi beş şehrin merkezlerindeki ana
lokasyonlarda yürüme hızlarını gözlemlemiştir. Bu heterojen şehir topluluğu
içinde, nüfus yoğunluğu ve yürüme hızı arasında şaşırtıcı derecede yüksek bir
ilişki bulmuşlardır. (İstatistiksel terimlerle, 1.00’in en yüksek muhtemel
korelasyon olması kaydıyla, nüfus yoğunluğu ile yürüme hızı arasında r = .91
oranında bir korelasyon bulmuşlardır. Başka bir 21 deyişle, neredeyse kusursuz bir ilişki.)
Güçlü
matematiksel ilişkiler bu tür kültürlerarası çalışmalarda ortaya çıktığında, tekrarlanmak için adeta yalvarırlar. Bu meydan okumayı
cevaplamak üzere, Bornstein bir dizi araştırma daha yürütmüştür. İrlanda, İskoçya
ve Amerika Birleşik Devletleri’nin şehir ve kasabalarından oluşan yeni bir
örneklemeye önceki araştırmasının koşullarını uygulamıştır. Bir kez daha, nüfus
büyüklüğü ve yürüme hızı arasında son derece güçlü bir korelasyon (r = .88)
bulmuştur. Bornstein’in iddiasına göre “bir yere özgü yaşam hızıyla aynı yerin
nüfus yoğunluğu arasında epey öngörülebilir bir ilişkinin olduğu
anlaşılmaktadır.”22 Bornstein’ın bulguları göz önünde bulundurulursa -doğası gereği
karmaşık sosyal psikoloji disiplininde bu büyüklükte korelasyonlar yakalamak
herkesin harcı değildir- vardığı bu sonuca karşı çıkmak güçtür.
İklim
Daha sıcak yerler daha
yavaştır.
Hayatın ılık yerlerde daha yavaş olduğuna dair eski stereotipte
azımsanamayacak bir 23
gerçeklik payı vardır.— Yaptığımız otuz bir ülkelik çalışmadaki en
yavaş ülkelerin hepsi de - Meksika, Brezilya ve Endonezya- tropik iklime
sahipti. Bunlar en hızlı ülkelerdeki -İsviçre, İrlanda, Almanya- insanların kış
tatillerinde gitmek üzere araştırdığı memleketlerdi. otuz bir ülkeye bir bütün
olarak baktığımızda, şehirlerin iklimi (en yüksek sıcaklıkların ortalamasıyla
ölçülür)24 ve onların bizim ölçütlerimize göre ne kadar yavaş olduğu
arasında güçlü bir ilişki görülür.
Bazı insanlar
sıcak yerlerin yavaş
temposunun ergonomik bir
açıklaması
olduğuna, bunun
genel bir enerji eksikliğinden
kaynaklandığına inanır. Elbette ki bir sıcaklık
dalgasını yaşamış olan herkes, yüksek
sıcaklıkların
insanı yıprattığını bilir. Başka bir açıklama, yavaşlığın evrimsel/ekonomik bir
duyarlılığı olduğu iddiasındadır. Buna göre sıcak yerlerdeki insanların çok
fazla çalışması gerekmemektedir. İhtiyaç duydukları eşyalar daha masrafsız ve
sayıca azdır -daha az kıyafet, daha basit evler- öyleyse neden acele etsinler
ki? Sıcak iklimlerin insanları hayatın tadını çıkarmak için daha fazla zaman
ayırmaya te şvik ettiğine inananlar da vardır. Açıklaması ne olursa olsun,
sıcak yerlerde hayatın temposunun daha yavaş olmasının yüksek bir ihtimal
olduğu ortadadır.
Kültürel Değerler
Bireyci kültürler
kolektivizmin ön planda olduğu
kültürlerden daha hızlı hareket eder.
Bir kültürün
temel değerler sistemi, tempoya dair normlara da yansır. En güçlü kültürel
farklılıklar, muhtemelen, bireyciliğe karşı kolektivizm olarak bilinen
karşıtlıkla ilgilidir: Temel kültürel yönelimin bireye ve çekirdek aileye mi,
yoksa daha geniş topluluğa mı doğru olduğuna dayanan bir karşıtlık. Amerika
Birleşik Devletleri klasik bir bireyci kültürdür. Diğer tarafta Geleneksel
Asya, kolektif olana yoğunlaşma eğilimi gösterir. Örneğin, Pakistan ve
Hindistan’da, birçok insan büyük evlerini - mutfağı ortak kullanılan bir dizi
daire şeklinde- geniş aileleriyle paylaşır. Tibet ve Nepal’de aileler bir arada
yaşar ve erkek kardeşlerin aynı eşi paylaşması -hayatlarının çoğunu evden
uzakta geçiren Sherpalar (hamallar) için ekonomik açıdan uygun bir
düzenleme- yaygındır. Bazı kolektivist kültürlerde aile duygusu tüm köye ve
hatta ulusal “kabile”ye doğru uzanır. Birçok kültürlerarası psikolog,
bireycilik-kolektivizm sürekliliğinin aslında kültürün sosyal kalıplarının en
belirgin özelliği olduğunu savunurlar.
Bireysellik-kolektivizm
konusundaki en önemli uzman olarak kabul edilen Illinois Üniversitesi’nden
sosyal psikolog Harry Triandis, bireyci kültürlerin
kolektivistlere oranla başarıya, ilişkilerden daha çok vurgu yaptığını 25
kolektivizm
puanlarını üç deneydeki zamanları ile karşılaştırarak test ettik. Sonuçlarımız
hipotezi doğruluyordu: Daha fazla bireysellik, daha hızlı tempolarla
bağlantılıydı.
İnsanlar
üzerinde odaklanmak, sonraki bölümlerde göreceğimiz gibi plan-programın ve saat
üzerindeki zamanın dayattığı tempo ile uyuşamaz. Aslında bazı kolektivist
kültürlerde, zamansal aciliyet yalnızca önemsizleştirilmiş değildir,
aynı zamanda ona düpedüz diş bilenir. Antropolog Pierre Bourdieu, Cezayir’deki
kolektivist bir topluluk olan Kabil halkını incelemiş, bu halkın hızla hiçbir
ilgilerinin olmasını istemediğini görmüştür. Sosyal konulardaki herhangi bir
telaş belirtisini “şeytani hırsla birleşmiş görgüsüzlük” kabul ederek hor
görürler. Saat ise “şeytanın değirmeni” olarak 27 adlandırılır!—
Kendi Tutturduğunuz Ritm
Zaman türlü türlü
insanla, türlü türlü hızlarda
dolaşır.
William Shakespeare, As You Like It
Bu kitap
kültürler ve yerler arasında farklılaşan yaşam hızı üzerine odaklanır. Ancak,
aynı kültür içindeki bireyler arasında olduğu kadar aynı şehir ya da kasabada
yaşayan kişiler arasında da tempo farklılıklarının bulunduğu aşikârdır.
Komşular hem kişisel tercihleri, hem de deneyimledikleri hayat tempoları
konusunda farklılaşabilir.
Bireysel farklılıklara olan ilginin çoğu zamansal
aciliyet -en kısa zaman aralığında mümkün olanın en fazlasına ulaşma çabası-
kavramı üzerine odaklanmıştır. Zamansal aciliyet A tipi davranış kalıbının
belirleyici unsurlarından biridir. Meyer Friedman ve Ray Rosenman, koronere-yatkın
kişiliği sabırsız, hızlı yürüme/hızlı yemek yeme/aynı anda iki işi yapma
eğiliminde olan ve her zaman dakik 28 olmalarıyla övünen
kişiler olarak tarif etmiştir.— A tipi davranışının en yaygın biçimde
kullanılan testi olan Jenkins Aktivite Anketi, bu özelliklere “Hız ve
Sabırsızlık”29 ölçeği ile bakar.
“Zamansal Aciliyet”, “Aralıksız Eylemlilik”30 31
ve “Zaman
Kilidi”—
gibi etiketlerle daha yeni A tipi ölçekleri geliştirilmiştir. Bu testler,
insanların her anı değerlendirmekle ne derece ilgili olduğu konusunda büyük
bireysel farklılıklar tespit edebilir.
Ama “hızlı”
ve “yavaş” insanlar hakkında aşırı genelleme yapmaktan kaçınmamız gerekir.
Kültürlerin hızı gibi her bir bireyin hızı da zamana, mekâna ve yaptığı şeye
göre keskin değişimler gösterebilir. Eğer zamansal aciliyete olan eğiliminiz
hakkında doğru bir ölçüm istiyorsanız, çok farklı türden davranışlara bakmak
gerekir. Kendiniz hakkında şu on alanda düşünerek işe başlayabilirsiniz:
■ Saat
zamanı kaygısı: Çoğu insana kıyasla, saatin kaç olduğunun özellikle farkında
mısınızdır? Örneğin saatinize sık sık bakar mısınız? Ya da bunun aksine, bazen
zamanı hatta haftanın hangi günü olduğunu unutan türde biri misiniz?
« Konuşma alışkanlıkları:
Konuşmanız ne kadar hızlı? Diğer insanlardan daha hızlı konuşma
eğiliminde misiniz? Biri konuşurken konuya gelmesi çok uzun sürüyorsa, onu
hızlandırmak isteğine kapılıyor musunuz? Lafınızın kesilmesine katlanabilecek
türde biri misiniz?
■ Yeme
alışkanlıkları: Yeme davranışınız ne kadar aceleci? Yemeğini bitirip masadan
kalkan ilk kişi genellikle siz misiniz? Günde üç öğün yavaş ve rahat bir
şekilde yemek yemek için zaman ayırıyor musunuz?
« Yürüyüş
Hızı:
Çoğu insandan daha hızlı mı yürürsünüz? Arkadaşlarınızla birlikte yürüdüğünüzde
ara sıra yavaşlamanızı istedikleri olur mu?
« Araba
Kullanma:
Yavaş akan trafikte aşırı sinirlendiğiniz oluyor mu? Yavaş bir sürücünün
arkasına takıldığınızda onu hızlandırmayı denemek için kornaya basar veya kaba
hareketler yapar mısınız?
■ Plan-program: İşlerinizi
programlamaya ve/veya yapılan programa sadık kalmaya bağımlı
mısınız? Her etkinliğe belli bir miktar zaman biçiyor musunuz? Dakiklik
konusunda bir fetişiniz var mı?
« Liste
yapma:
Takıntılı bir liste- yapıcı mısınız? Örneğin, bir geziye hazırlanırken,
yapılacakların veya yanınızda götüreceklerinizin listesini yapar mısınız?
« Huzursuz
enerji:
Fazla miktarda huzursuz enerjiniz var mı? Bir saat boyunca hiçbir şey yapmadan
oturunca rahatsız olan türden biri misiniz?
« Bekleme: Bir bankada ya da bir
mağazada kuyruktayken veya bir restoranda oturacak bir masa boşalmasını
beklerken birkaç dakikadan fazla geçerse sinirlenme ihtimaliniz çoğu kişiden
daha mı fazladır? Kısa bir bekleme süresiyle bile karşılaşsanız bu tür
yerlerden çıkıp gittiğiniz olur mu?
«
Uyarılar:
Başkaları sizi yavaşlamanız konusunda uyarır mı? Arkadaşlarınız veya eşinizden
acele etmemeniz ya da daha sakinleşmeniz yönünde uyarıları ne sıklıkta
duyarsınız?
Neredeyse herkes bu soruların en azından bazılarında acelecilik
göstermektedir. Ama cevaplarınızın bu kate gorilerin çoğunda zaman ve hızla
ilgili aşırı kaygılı olduğunuzu gösteriyorsa ya da birkaç alanda özellikle
aşırı uçlardaysanız, o zaman muhtemelen bir ivedi- 32 kişilik olarak sınıflandırılacaksınız.—
Zamansal
aciliyet duygusu aşırı hale gelir ve alışkanlığa dönüşürse, -kişi zamanla
ilgili dış b askıların yokluğunda bile acele etmek zorunda hissediyorsa-
kardiyak psikolog Diane Ulmer ve 33 Leonard Schwartzburd’ın “acele hastalığı”— adını verdiği duruma
yol açabilir. Durumunuzun bu ilerlemiş aşamaya gelip gelmediğini merak
ediyorsanız, şu üç belirtiyi arayın:
•... hayatın hedeflere
ulaşılması ve rakamlarla meşgul olma dışındaki veçhelerine ilgisizlik, hayatı
niteliğinden ziyade niceliği ile değerlendirme yönünde artan bir eğilimle
belirginleşen bir kişilik bozulması;
♦ ...
odaklanma ve konsantrasyon kabiliyetini gittikçe aşındıran, uyku bozukluğuna
yol açan hızlı ve değişken düşüncelerle nitelendirilen yarışçı-akıl sendromu;
♦ ... hem
gelecekteki olaylarla meşgul olmaya hem de geçmişi uzun uzadıya düşünmeye ve
şimdiki zamana çok az ilgi göstermeye bağlı olarak, güzel anılar biriktirme
kabiliyetinin kaybı (Bu durumda şimdiki zamana ancak krizler ve sorunlarla
ilgili olarak odaklanılır, dolayısıyla biriken anılar da çoğunlukla tatsız
durumların anıları olma eğilimindedir).
Ulmer ve
Schwartzburd bu sorulara verilen “evet” cevaplarının acele hastalığının
garantili teşhisi olduğunu bulmuştur. Bu “hastalığa” sahip kişiler özellikle
kardiyovasküler sistem ile b ağlantılı sağlık sorunlarından, sosyal ilişkilerin
parçalanması ve özsaygı kaybına uzanan geniş bir yelpazede zorluklar yaşarlar.
Ancak “acele
hastalığı” kavramı, hayatı çok hızlı bir tempoda yaşamanın sonuçlarını fazla
genelleştirir. “Çekice her şey çivi gibi görünür” diye bir söz vardır. Eğer bir
kardiyak p sikolo ğuysanız, davranışı hastalık şablonu üzerinden
değerlendirirsiniz. Ancak kendi içinde hızlı bir temponun ille de hastalık
olması gerekmez. Zaman baskısı, zamansal aciliyet ve acele hastalığı arasındaki
ilişki, kültürler için tek yönlü olmadığı gibi bireyler için de böyle değildir:
Dışsal zaman baskısı her zaman için bir aciliyet duygusuna da yol açmadığı gibi
bu ikisinin değişmez biçimde acele hastalığı belirtileri üreteceğini düşünmek
de yanlış olur..
Tempo bir sorunun varlığına ya da yokluğuna indirgenemez.
Öğrencilerim ve ben, tempodaki bireysel farklılıkları daha geniş anlamda ölçen
bir test geliştirdik.34 Bireysel deneyimin temposunun beş farklı kategoriye ayrıldığını,
bunlardan yalnızca bir tanesinin zamansal aciliyet olduğunu bulduk.
Hayatlarının temposunu sorduğumuzda, insanlar zamansal aciliyeti göz önüne
aldı; fakat işyerinde algıladıkları hıza, işyeri dışında algıladıkları hıza,
hayatlarında tercih ettikleri faaliyet düzeyine ve çevrelerinde tercih
ettikleri tempoya da odaklandılar.
İnsanların bu
zamansal meselelerden herhangi birine ilişkin cevabı, diğerlerine verdikleri
cevapları öngörmemizi sağlamaz. Bu önemli nokta, bu beş kategoriden her birinin
kişinin deneyimlediği genel hayat temposunun farklı yüzleri olduğunu
düşündürtmektedir. En önemlisi de, tek başına hızlı veya yavaş tempoların
mutlaka acele hastalığıyla ilgili olmadığını kişinin mizaç kategorileri ve
fiziksel gerçeklik kategorileri arasındaki uyumun da etkili olduğunu gördük.
Örneğin, yüksek faaliyet düzeyini tercih eden in sanlar, hızlı ortamlar ve
yaşam tarzlarıyla daha uyumlu olma eğilimindedir. Ayrıca kişinin çalışma
hayatında deneyimlediği tempoyla, kişisel hayatında deneyimlediği tempo
arasındaki denge, psikolojik ve fiziksel sağlığı açısından, kişinin
zaman-baskısı olan bir işte ya da daha rahat bir işte çalışmasından daha önemli
olabilir.
Kendi
hayatınızın temposunu bu büyük resim içinde değerlendirmek için aşağıdaki
sorulardan faydalanabilirsiniz.
Aşağıdakilerden
biri söz konusu olduğunda hayatınızın temposunun çok hızlı, çok yavaş ya da tam
kararında olduğunu hissediyor musunuz?
« okul ya da iş hayatınız
« yaşadığınız şehir ya da kasaba
« ev hayatınız
« sosyal hayatınız
« bir bütün olarak hayatınız
Bu sorulara
verdiğiniz yanıtları yorumlamak için bir psikoloğa ihtiyacınız yok. Gerçek şu
ki, kimine fazla hızlı gelen, kimi için sıkıcı olabiliyor. Ayrıca aynı durum
bazen baskı, bazen uyarıcı olarak hissedilebiliyor. Her Charles Darwin’e
(“Zamanın bir saatini bile harcayan kişi hayatın anlamını ke şfetmemiş
demektir”) karşı bir Oscar Levant (“Çok az zaman, yapacak çok az şey var”) da
duyarız. Yalnız kalsanız, hayatınızı boş vakitlerinizdeki rahat tempoyla mı
geçirirdiniz? Günümüzün hızlı temposunu uyarıcı buluyor musunuz?
İnsanların
sizi sürekli acele ettirdiğini ve işleri sizin yapmayı tercih edeceğinizden
daha hızlı yaptırdıklarını mı hissediyorsunuz? İşiniz ya da okulunuz, tercih
ettiğinizden daha fazla vakti orada geçirmenizi sık sık gerektiriyor mu? Büyük
şehirlerin enerjisini ve heyecanını seviyor musunuz, yoksa tercih şansınız olsa
yavaş tempolu bir çevrede mi yaşamayı tercih ederdiniz?
Kişinin
tempolarının hiçbiri, doğası gereği iyi ya da kötü değildir. Zamanla ne
yaptığımız son derece kişisel bir meseledir.
TEMPONUN ÖTESİNDE
Öyleyse zaman
nedir? Eğer bana kimse sormayacaksa, biliyorum. Eğer sorarlarsa, bilmiyorum.
St.
Augustine, İtiraflar, Kitap II, Bölüm 14.
“Tempo” ve
“yaşamın hızı” terimleri bazen
değişmeli olarak kullanılır. Aslında,
hayatlarımızın hızı çoğunlukla zamansal tecrübemizin tamamına rengini verir.
Psikolog Marilyn Dapkus tarafından yapılan bir çalışma, 35 kışının temposunun önemini vurgular.— İnsanların zaman
deneyimlerini ne tür kavramlarla tanımladığını öğrenmeye ilgi duyan Dapkus, bir
grup yetişkinle zamansal farkındalıklarının kap
samı hakkında
konuşmuştur.
İnsanların zamansal deneyimin hangi alanına değinirlerse değinsinler
yanıtlarını tempo açısından ifade etme eğiliminde olduğunu görmüştür. Örneğin,
hayattaki “değişim ve süreklilik” hakkında sorular sorulduğunda, tipik
yanıtlardan biri şöyledir:
Yaşlandıkça,
insanlar zamanın daha çabuk geçermiş gibi geldiğini söyler. Oğlum bir yaş daha
büyüdüğünde, bu onun hayatının yüzde onudur; ama ben bir yıl yaşlandığımda bu
hayatımın
yalnızca
yüzde ikisidir.
Vaktin
sınırlılığı konusundaki zamansal kavrama değinirken bir denek şöyle demiştir:
Kocam benim
kadar sıkışmış hissetmez; o çok daha rahattır, zaman hızla tükense bile o bunu
sakin karşılar. “Geçerse geçsin” der, ama ben fazladan bir şey yapmak için
kendimi paralarım.
Müzikte tempo
ve ritim farklı niteliklerdir. Birbirlerinden bağımsız olarak analiz
edilebilirler. Sosyal zaman dünyasında ise sınırlar belirgin değildir.
Ancak
insanların deneyimledikleri yaşam hızı, temponun da ötesine geçer. Yaşamın hızı
farklı uyumların, durmaksızın değişen ritim ve sekansların, gerilim ve
gevşemelerin, döngülerin ve rutini delişlerin iç içe geçmiş bir bütünüdür.
Düzenli ya da düzensiz, çevresiyle uyumlu ya da uyumsuz o lab ilir. Yaşamın
hızı çabuk ya da yavaş gibi basit ölçülerin ötesine geçer.
Temponun
sosyal zamanın tüm suretleriyle bağlantılı olmasının ve onları sarıp
sarmalamasının insanların deneyimlediği yaşan hızını oluşturduğunu düşünüyorum.
İlerleyen bölümler yaşamın hızının farklı yönlerini temponun belki de en yakın
akrabasıyla, sürecin psikolojik deneyimiyle başlayarak incelemektedir.
1 Spradley, J. P., and Phillips, M. (1972). Culture and
stress: A quantitative analysis. American Anthropologist 74, 518-29.
2 Kişisel görüşme, 16 Ocak 1996
3 Portekizce’de “Lütfen sakin ol!” anlamında. (çm.)
4 Çoğu ülkede veriler ya en büyük şehirde
ya da onun rakibi olan bir başka büyük şehirden toplandı: Amsterdam (Hollanda),
Atina (Yunanistan), Budapeşte (Macaristan), Dublin (İrlanda), Frankfurt
(Almanya), Guanzhou (Çin), Hong Kong (Hong Kong).
5 Jakarta (Endonezya), Londra (İngiltere), Mexico City
(Meksika), Nairobi (Kenya), New York
City (A.B.D), Paris (Fransa), Rio de Janeiro (Brezilya), Roma (İtalya), San
Jose (Kosta Rika), San Salvador (El Salvador), Seul (Güney Kore), Singapur
(Singapur), Stockholm (İsveç), Taipei (Tayvan), Tokyo (Japonya), Toronto
(Kanada) ve Viyana (Avusturya). Dört ülkede birçok sebeple gözlemler birden
fazla şehirde yapıldı. Polonya’da data Wroclaw, Lodz, Poznan, Lublin ve
Varşova’da toplandı. İsviçre’de hem Bern hem de Zürih’te ölçümler yapıldı.
Suriye ve Ürdün’de çoğu gözlem başkentler Şam ve Amman’da, fakat bazı gözlemler
de nüfusun daha az olduğu bölgelerde yapıldı. Bu durumların her birinde, farklı
şehirlerin verileri o ülke için birleştirildi. Tüm ülkelerin verileri yazın ya
da yılın diğer sıcak aylarında, 1992-95 arasında toplandı.
6 Hoch, I. (1976). City size effects,
trends and policies. Science 193, 856-63, 857. Ekonomik hipoteze dair
daha fazla tartışma için bkz.: Bornstein, M. H. (1979). The pace of life:
Revisited. International Journal of Psychology 14, 83-90.
7 İstatistikler Dünya Bankası’ndan alınan en
yakın tarihli verilere dayanıyordu. World Bank (1994). The
World Bank Atlas: 1995.
Washington,
D.C.: World Bank.
8 Burada “Colored People’s Time” ile ortak bir kısaltmaya
sahip olan “Cool People’s Time” ifadesi kullanılıyor. (ç.n.)
9 Henry, J. (1965, Mart/Nisan). White people’s time—colored
people’s time. Trans-Action 2, 31-34.
10 a.g.e., s. 24.
11 Horton, J. (1972). Time and cool people.
In Kochman, T. (ed.), Rappin and Stylin’ Out, 1931. Urbana, Ill.:
University of Illinois Press.
12 Hunt, S. (25 Mayıs 1984). Why tribal
peoples and peasants of the Middle Ages had more free time than we do. Maine
Times, s. 40.
13 Johnson, A. (1978, Eylül). In search of
the affluent society. Human Nature, 50-59.
14 Schor, J. B. (1991). The Overworked
American. New York: Basic Books, 10.
15 Hall, E. T. (1959). The Silent
Language. New
16 Bohannan, P. (1980). Time, rhythm, and
pace. Science 80, 1, 18-20.
17 Kişisel Görüşme, 21
Kasım 1993.
18 Otuz bir ülkede yaptığımız araştırma
ağırlıklı olarak her ülkenin en büyük şehrine dayandığından, nüfus yoğunluğu
hipotezini güçlü biçimde test etmiyordu.
19 Wright, H. F. (1961). The city-town
project: A study of children in communities differing in size. Yayımlanmamış
rapor.
20 Amato, P. R. (1983). The effects of
urbanization on interpersonal behavior. Journal of Cross-Cultural Psychology
14, 353-67.
21 Bornstein, M. H. (1979). The pace of
life: Revisited. International Journal of Psychology 14, 83-90.
22 Bornstein, M., and Bornstein, H. (1976).
The pace of life. Nature 259, s. 557-59.
23 Bu hipoteze dair bazı kanıtlar şu
çalışmada da bulunabilir: Hoel, L. A. (1968). Pedestrian travel rates in
central business districts. Traffic
Engineer 38, 10-13.
24 Daha gelişmiş sıcaklık-nem indeksleri
birçok uluslararası şehir için mevcut değildir.
25 Triandis, H. (1994). Culture and
Social Behavior. New York: McGraw-Hill.
26 Bireycilik-Kolektivizm puanları Harry
Triandis tarafından sağlanmıştır.
27 Bourdieu, Pierre (1963). The attitude of
the Algerian peasant toward time. In: Pitt-Rivers, J. (ed.) Mediterranean Countrymen,
55-72. Paris: Mouton
28 Friedman, M., and Rosenman, R. H.
(1959). Association of specific overt behavior patterns with blood and
cardiovascular findings. Journal of the American Medical Association
240, 76163.
29 Jenkins, C. D., Zyzanski, S. J., and
Rosenman, R. H. (1979). Jenkins Activity Survey: Form C. New York:
Psychological Corporation.
30 Wright, L., McCurdy, S., and Rogoll, G.
(1992). The TUPA Scale: A self-report measure for the Type A subcomponent of time urgency and perpetual
activation. Psychological Assessment 4, 352-56.
31 Keyes, R. (1991). Timelock. New
York: Harper Collins.
32 Zaman aciliyeti konusunda kendini
değerlendirme amaçlı daha detaylı ölçümler için iki iyi kaynak şunlardır:
Landy, F. J.,
Restegary, H., Thayer, J., and Colvin, C. (1991). Time urgency: The construct
and its meaning. Journal of Applied Psychology 76, 644-57;
ya da:
Friedman, M., Fleischmann, N., and Price, V. (1996). Diagnosis of
Type A behavior pattern. In Robert Allan and Stephen Scheidt (eds.), Heart
and Mind: The Practice of Cardiac Psychology, 179-96. Washington, D.C.:
American
Psychological Association.
33 Ulmer, D. K., and Schwartzburd, L.
(1996). Treatment of time pathologies. In Robert Allan and Stephen Scheidt (eds.), Heart and Mind: The Practice
of Cardiac Psychology, 329-62. Washington, D.C.: American Psychological
Association.
34 Ölçek hakkında daha fazla bilgi için
bkz.: Levine, R., and Conover, L. (1992, Temmuz). The pace of life scale:
Development of a measure of individual differences in the pace of life. The
International Society for the Study of Time için hazırlanmış tebliğ; ve: Soles,
J. R., Eyssell, K., Norenzayan, A., ve Levine, R. (1994, Nisan). Personality
correlates of the pace of life. Western Psychological Association’ın Kona,
Hawaii’deki toplantılarında sunulmuş tebliğ.
35 Dapkus, M. (1985). A thematic analysis
of the experience of time. Journal of Personality and Social Psychology
49, 408-19.
SÜRE
Psikolojik
Saat
İki saat boyunca güzel
bir kızla oturursanız, bu size iki dakika gibi gelir; iki dakikalığına sıcak
bir sobanın üzerinde oturursanız, bu size iki saat gibi gelir. Görelilik işte
budur.
Albert Einstein
Z
aman algısı ile ilgili 1936 tarihli bir çalışmada,
araştırmacılar Robert Macleod ve Merrill Ruff iki deneği kırk sekiz saatlik
periyotlarla Cornell Üniversitesi’ndeki psikoloji laboratuvarlarında tecrit
ünitelerine kapatmıştır. İlk günün sabahı, bir numaralı denek görevinden ötürü
şaşkına dönmüştür bile. Gerçek zamana göre saat 07.20’de günlüğüne
aşağıdakileri
yazar:
Aksi şeytan! Yine zamanın izlerini kaybediyorum.
Bunun hiç ilgimi çekmediğini tekrar belirtmeliyim. Ama siz bilmek istediğiniz
için sizi elimden geldiğince bilgilendirmeye
çalışacağım. Fakat lütfen bilin ki aksini belirtmediğim sürece
yalnızca kaba tahminler yapıyorum... Tahmin programıma göre saat aşağı yukarı
11.30 olmalı.
İkinci denek Macleod’un
kendisiydi. O da süreye dair nesnel algısını daha ilk gün öğleden sonra tamamen
kaybetmişti. Günlüğünden bir alıntı:
Yaptığım son birkaç tahmin neredeyse bütünüyle gelişigüzeldi.
Zamanı tahmin etme meselesine olan bütün ilgimi kaybetmiş olduğumu fark ettim.
İşaret gelince kaba bir tahminde
Süre bir
olayın devam ettiği zamanı ifade eder. Tempoyu olayların hızı olarak düşünürsek,
süre de bizzat saatin hızıdır. Fizikçi için bir “saniye” kesin ve belirgin bir
süredir: Sezyum 133 izotopunun iki enerji düzeyi arasındaki geçiş ile ilişkili
frekansın 1.192,631,700 döngüsüne eşittir. Psikolojik deneyim alanında ise,
zamanı birim miktarına ayırmak epey biçimsiz bir işlemdir. Macleod ve Ruff’ın
da fark ettiği gibi insanlar “gerçek” zamanın ipuçlarından -güneş, bedensel
yorgunluk ya da zamanı belirten cihazlardan- uzaklaştırıldığında zaman
algılarının bozulması çok da uzun sürmez. Ayrıca insanların deneyimledikleri
süre algısını yaratan da kişinin kolundaki saatin aksine, genellikle
belirsizliklerle dolu olan p sikolojik saattir.
Teorik
olarak, zihninde zamanın süresini uzatan kişinin daha yavaş bir tempo
algılaması gerekir. Örneğin, beyzbol toplarının iki farklı atıcıya
fırlatıldığını düşünün. Toplar elli saniye boyunca her beş saniyede bir
fırlatılmaktadır, böylece toplamda on top atılmıştır. Şimdi her iki vurucuya da
ne kadar zaman geçtiğini soralım. Diyelim ki birinci vurucu (vuruş yapmayı
sever) süreyi kırk saniye olarak hissediyor. İki numaralı vurucu (beyzboldan
sıkılmıştır) sürenin altmış saniye olduğunu düşünüyor. (Burada, birazdan
göreceğimiz gibi, iki kişinin arasında sıkça rastlanan bir tür çarpıtma aralığı
söz konusudur.) Öyleyse psikolojik olarak ilk kişi topların her dört saniyede
(40 saniye / 10 top = 4 saniyede 1 top) bir yaklaştığını algılarken, ikincisi
her altı saniyede bir (60 saniye / 10 top = 6 saniyede 1 top) görür. Diğer bir
deyişle algılanan tempo, bir numaralı vurucu için yüzde elli daha hızlıdır.
Dışarıdaki saat yavaşladıkça algılanan tempo da yavaşlar.
Örne ğin,
düşük vücut sıcaklıklarının insanların içsel saatinin daha yavaş işlemesine neden olduğunu gösteren bazı kanıtlar mevcuttur. Bir deneyde,
otuz dokuz derece deniz suyuna giren dalgıçların, suyun içindeki altmış
saniyelik bir sürenin suya girmeden önceki zamandan yüzde on daha hızlı geçtiği
tahmininde bulunduğu görülmüştür. Diğer çalışmalar yüksek ateşli insanların,
saati gerçekte olduğundan daha yavaş hareket edermiş gibi algıladığını
göstermiştir (zaman aralıklarına gerçekte olduğundan daha uzun süre biçerler).37 Bu bulgular sıcak yerlerde yaşayan insanların içsel
saatlerinin daha yavaş işleme olasılığını da arttırmaktadır. Bu ise olayların
gerçekleşme hızlarının onlara, belki de zamansal normlarının neden yavaş
olduğunu açıklayacak biçimde, daha süratli görünmesine neden olur. Diğer bir
deyişle, kendi içsel metronomları açısından sıcak ve soğuk iklimlerde insanlar
tarafından algılanan öznel tempolar arasında yalnızca ufak değişiklikler vardır
ya da hiç yoktur. Tempo, her iki durumda da “uygun”dur.
Ancak
göreceğimiz üzere süre algısının pek çok permütasyonu vardır. Olayların dışsal
hızının ölçümü çoğu kez basit, nesnel bir uygulamadır. Ama süre algısı -tempo
denkleminin böleni- öznel deneyimin alanına aittir. Psikolojik saat veya
zamanın algılanan hareket hızı, her biri de yaşam hızının nasıl algılandığı
üzerine derin etkileri olan çok sayıda psikolojik faktör tarafından çarpıtılır.
ÇARPITILMIŞ PSİKOLOJİK
SAAT
İnsan zamanı
ölçer, zaman da insanı.
Bir İtalyan atasözü
Birkaç
milisaniyeden az süren olaylar anlık, süresiz olarak algılanır. Ancak bu birkaç
milisaniyenin ötesindeki, olaylar bilinçli deneyime ve belleğe tabidir. Daha
sonra zamansal birimlerle ya da algılanan süreyle ifade edilirler.
Süre algısı çok yönlüdür. Bir anı gerçekleşirken algılayabilir ve sonra geriye
bakarak aynı periyodu yeniden deneyimleyebiliriz. Bilişsel psikolog Richard
Block, buna “hatırlanan süre”nin zıttı olarak “deneyimlenmiş süre” adını verir.
Zamanın geçişine ait bu iki görüşün yalnız birbirlerinden farklı olmakla
kalmayıp, her ikisinin de büyük çarpıtmalara maruz kaldığına dair hatırı
sayılır kanıtlar vardır.38 İsabetsizlikleri açısından durumdan duruma hayli farklılık
gö sterirler ve her birey ve kültür onları farklı biçimde deneyimler.
Alman bilim insanı E. von Skramlik tarafından kısa-süreli zaman
değerlendirmeleri konusunda yapılan ilk çalışmalardan biri, insanın fizyolojik
saatinin (1930 standartlarına göre) en iyi mekanik saatten dört yüz kat daha az
isabetli olduğu sonucuna varmıştır.39 Her ne kadar von Skramlik’in değerlendirmesi sorgulamaya açık da olsa,
insanların zaman aralıklarının süresini doğru tahmin etmekte zorlandıkları
gerçektir. Örneğin, çalışmalar insanların büyük bir çoğunluğunun görece uzun
süreli zaman aralıklarını değerlendirmeleri istendiğinde büyük ölçüde yetersiz
kaldığını göstermiştir. Yapılan iki tipik deneyde, araştırmacılar tüm
insanların sadece yaklaşık dörtte birinin bir saatten yirmi beş saate uzanan
periyotların geçişini gerçek sürenin yüzde +/- 10’u oranında yanılarak tahmin
edebildiğini göstermiştir. Diğer bir deyişle, saatlere erişim olmadan, dört
kişiden üçü ortalama bir günü her iki yönde de (ister az ister çok) iki buçuk
saatten daha fazla farkla deneyimlemektedir.—
İnsanların
tahminlerinin doğruluğu bir saatten sonraki saate de değişkenlik
göstermektedir. Örneğin, bir deneyde, değerlendirmede bulunan her bir kişinin
tahminlerinin standart sapması (istatistiksel bir değişkenlik ölçüsüdür), bir saatten sonrakine altmış dakikalık aralıkların yüzde yirmi
beşi ila kırk dokuzu arasında değişmektedir. Kabaca tercüme edilirse, bu
rakamlar bir kişinin bir saatlik ardışık periyotları değerlendirmesindeki
ortalama sapmanın her iki yönde de on beş ila yirmi dokuz dakika farklılık
gösterdiğini ortaya koyar.41 İnsanlar farklı saatlerin süre tahminlerinde belirgin
dalgalanmalar göstermekle kalmamış, aynı zamanda bazı insanların yaşadığı
dalgalanma, diğerlerinin neredeyse iki katı kadar olmuştur.
Diğer bütün koşullar sabitken, süre çarpıtmalarında zaman genelde
gerçek süreden daha az olarak tahmin edilir: Saat insanların düşündüğünden daha
hızlı hareket eder. “Normal” koşullar altında insanlar ortalama olarak bir
saatte geçen sürenin altmış yedi dakikadan biraz daha fazla olduğunu tahmin
ederler.42 Buna karşılık, dışsal ipuçlarından uzaklaştırıldıkça yanılma
payı daha da artar. Bir çalışmada, bir haftadan bir aya kadar değişen periyotlarda
tecrit ünitelerine kapatılan kişiler saatlerin geçişini yüzde ellinin biraz
altında olacak şekilde az olarak tahmin etmişlerdir. Bir saatlik periyotlara
ortalama olarak bir saat yirmi sekiz dakikadan biraz daha fazla süre
biçmişlerdir.—
Zaman
deneyimi, Michel Siffre adında bir Fransız jeolog tarafından yapılan sıradışı
vaka çalışmasında daha da çarpıtılmıştır. Kendi üzerinde uyguladığı bir deneyde
Siffre, kendini iki ay boyunca bir buzulda, yerin 114 metre altındaki bir
mağarada 2,4 metreye 4 metrelik bir “tecrit ünitesi”ne (naylon bir çadır)
kapatmıştı. Siffre, tahmin edilebileceği gibi hem kısa hem de uzun zaman
periyotlarının geçişi konusundaki tahminlerinin köklü bir şekilde bozulduğunu
görmüştür. Örneğin, bir saatlik süreleri ortalama iki saat sürüyor gibi
hissetmiştir ve iki ay sonra yüzeye geri çıkarıldığında deneyin henüz otuz
dördüncü gününde olduğunu sanmaktadır. Bu zamansal kafa karışıklığı, deneyinin
beşinci gününde günlüğüne yazdıklarıyla da ifade edilmiştir:
Saatin zaman
çizelgeme göre daha akşam altı ya da yedi olmasına karşın esnemeye başladım. Bu
çok saçma! Her yirmi dört saatte bir yarım gün kaybettiğim anlamına gelir. Her
uyandığımda vaktin çok erken, sabaha karşı iki ya da üç olduğuna ikna oluyorum.
Acıktığımda ise saatin on bir olabileceğini düşünüyorum. Ve bu iki periyot
arasındaki zaman çok kısa (geliyor)... Yemek yedikten hemen sonra uyku
bastırıyor ve o zaman saatin öğleden sonra dört olması gerektiğine karar
veriyorum.
Tecritin son
birkaç gününde Siffre zamansal konularda epey çığrından çıkmıştı:
Örneğin,
yukarıdakileri aradığımda ve uyanmamla kahvaltım arasında
bir saat geçmiş olduğunu sanarak saatin kaç olduğunu düşündüğümü söylediğimde,
dört ya da beş saat geçmiş olabiliyordu. Ve işte açıklaması zor bir durum: Bence
temel sorun, saatin telefon ettiğim sırada kaç olduğunu düşündüğümdü. Bir saat
önce aramış olsaydım, yine aynı sayıyı verecektim.44
Siffre’nin
“zaman duygusunu tamamen kaybetme” gözlemine itiraz etmek zordur.
Kısa
sürelerin hatırlanması da bazı bağlamlarda aynı oranda ya da daha fazla
çarpıtmaya neden olur. Örneğin, suçların süreleri -zamansal kesinliğin kritik
olabileceği durumlar- ile ilgili tahminlerdeki tutarsızlıklar sorun oluşturur.
Bir deneyde, üniversite kampüsündeki ö ğrenciler otuz dört saniye süren sahte
bir saldırıya şahit olurlar. Bu öğrenciler, daha sonra sorulduğunda suçun
ortalama olarak seksen bir saniye sürdüğünü -yüzde iki yüz elliye yaklaşan bir
aşırı tahmin- söylemişlerdir.45 Hafıza araştırmacısı
Elizabeth Loftus ve meslektaşları tarafından yapılan başka bir dizi deneyde
insanlardan bir banka soygunu hakkında kısa bir video izlemeleri ve kırk sekiz
saat sonra videonun süresini tahmin etmeleri istenir. Gözlemciler otuz
saniyelik videoya ortalama olarak yaklaşık yüz elli saniye -yüzde beş yüz
oranında bir hata- süre biçerler. Altmış altı katılımcı arasından yalnızca
ikisi olayın süresini daha az tahmin etmiştir ve her iki cinsiyete mensup
kişiler de az tahmin etmekten ziyade çok tahmin etmeye yatkın olduğu halde,
kadınlar kesin zamana erkeklerden daha az - süreyi erkeklerden yüzde elli
oranında daha 46 uzun söylemişlerdir- yaklaşmıştır.
Suçların
süresine dair yapılan tahminlerin gerçeğe yakınlığının ciddi sonuçlar doğurduğu
durumlar vardır. Örneğin, Loftus, savcı sanığı birinci derece cinayetten
suçlarken, savunma makamının nefsi müdafaa olduğunu iddia ettiği 1974 tarihli
bir vakayı anlatır:
Olay bir
kadın ve erkek arkadaşı arasında çıkan hararetli tartışma nedeniyle başlamıştı.
Kadın yatak odasına koşmuş, bir silah kapmış ve adama altı el ateş etmişti.
Davada, silahın alınmasıyla ilk ateş edilmesi arasında geçen zaman konusunda
bir anlaşmazlık yaşanmıştı. Sanık ve kız kardeşi iki saniye derken, bir başka
tanıksa beş dakika olduğunu söylüyordu. Geçen sürenin kesin uzunluğu;
öldürmenin aniden, korku içinde ve bir saniye bile tereddüt etmeden olduğunu
söyleyen savunma makamı üzerinde
47 büyük bir etki yaratmıştı.—
Peki, gerçek
dünyada görgü tanıklarının bir zaman aralığını olduğundan fazla tahmin etmesine
ne sıklıkta rastlanıyor? Önemli bir çalışmada, bir grup araştırmacı Oregon
Eyaleti’ndeki Portland şehri tarafından yürütülen suç mağduriyeti anket
verilerinden yararlanmıştır. Bu araştırmanın bir parçası
olarak katılımcılardan polisin olay yerine gelmesinin ne kadar sürdüğünü
değerlendirmeleri istenir. Daha sonra araştırmacılar katılımcıların toplamda
212 suçla ilgili bu sürelere dair anılarını, aynı olayın resmi polis kayıtları
ile e şle ştirme imkanı buldular. Resmi polis raporlarının son derece doğru
olduğu kabul edilir ve olayın anına en yakın saniye, civardaki polisler tarafından
kaydedilir. Loftus gibi araştırmacılar da hemen hemen tüm katılımcıların (ikisi
hariç) polisin aslında gelmesi gereken zamandan daha geç geldiği tahmininde
bulunduğunu saptamıştır. Bu tahminlerin yaklaşık yarısından fazlası gecikmenin
on beş dakikadan çok olduğunu söylemektedir. Belki de en ilginci, mağdurların
yüzde ona yakınının iki saat ya da fazlası gibi 48 aşırı tahminlerde bulunmuş olmasıdır.—
Bireysel
farklılıklar zaman algısının doğruluğunu iyice karmaşıklaştırmaktadır.
Örneğin, zamanı tahmin etmekte dışadönük kişiliklerin içedönüklere49, obez kişilerin
normal kilodakilere— göre ve ağır uyuşturucu
kullanıcılarının, hafif uyuşturucu kullananlara 51 göre daha başarılı olduğunu
biliyoruz.— Ayrıca psikolojik
zamanın manikler, histerikler, psikopatlar, suçlular ve paranoid şizofrenler
için, melankolikler, nevrotik depresifler, anksiyete bozuklukları olanlar ve
paranoid olmayan şizofrenlere göre saatin üzerindeki zamandan daha hızlı
ilerlediğini biliyoruz.52 Hatta kişi yaşlandıkça
saatin daha hızlı hareket ettiğine dair popüler kanıyı destekleyen bazı deneye
dayalı kanıtlar da mevcuttur. Üniversite
ö ğrencilerinin bile bu iddiada bulunduğunu
bilmek daha yaşlı kişilerin de ilgisini
53 çekecektir.—
ZAMANI UZATMAK
Hızlı bir
zihin hastadır. Yavaş bir zihin sağlamdır. Hareketsiz bir zihin ise
tanrısaldır.
Meher Baba
Psikolojik
saatin kronometresinin öznelliği her zaman için bir kusur değildir. Bazı
insanlar için sürenin çarpıtılması değerli bir yetenektir. Bu, olayların hızını
kontrol etmek için aktif ve bilinçli bir stratejidir.
Örneğin Budist usta için bir anın bile sonsuz olabileceği
söylenir. Zenin birincil görevlerinden biri “burada” ve “şimdi”yi deneyimlemeyi
olancasına öğretmektir, öyle ki zaman hareketsiz gibi, Alan Watts’ın deyimiyle
“zamandan özgürleşmiş” gibi gelecektir. Bazı dövüş sanatları ustaları, ânı
psikolojik olarak uzatma yetenekleriyle bilinirler. “Yaşam ve ölüm anında” der
Zen bilgesi D.T. Suzuki, “en önemli şey zamandır ve en etkin şekilde
kullanılmalıdır.”54 Dövüş sanatçıları, rakibin hareketlerinin hızını
psikolojik olarak yavaşlatmayı öğrenerek ânı kontrol etmeyi öğrenir, böylece
saldırı ağır çekimde geliyor gibi görünecektir. Böyle yaparak, her vuruşun
önemli detaylarını ayırt edebilirler. Usta her tehdidi, sanki bekliyormuş gibi
ortadan kaldırır. Psikolog Robert Ornstein, insanların eylemleri sanki sonsuz
bir şimdiki zamanda gerçekleşiyormuş gibi deneyimlediği bu tür durumları
“zamanın içinde” yaşamak olarak adlandırır.
Batılı
atletler de zamanı genişletmekten bahsederken kendi Zen-benzeri terimlerini
kullanırlar. Büyük tenisçi Jimmy Connors, maçtaki oyununun sanki bir “özel
kuşağa” yükselmiş gibi geldiği durumları tarif etmiştir. Bu anlarda topun
fileyi geçerken epey büyük göründüğünü ve sanki ağır çekimde havada asılı
duruyormuş gibi geldiğini anlatır. Bu seyrelmiş havada Connors, topa nasıl, ne
zaman ve nerede vuracağına karar vermek için dünya kadar vakti varmış gibi
hissetmektedir. Gerçekte, elbette ki, algıladığı bu sonsuzluk yalnızca
saniyenin bir kısmını oluşturmaktadır. Basketbol muhabbetleri da kulağa mistik
gelen, zamanın hareketsizleştiği “özel kuşağa geçme” hikâyeleriyle doludur. Oyuncular,
çevrelerindeki herkesin ağır çekimde hareket ediyormuş gibi göründüğü
açıklanamayan durumlardan bahsederler. Bu anlar esnasında, kendi iradeleriyle
rakiplerinin arasından ve hatta içinden geçip gidebileceklerini hissettiklerini
söylerler.
Futbolda, en iyi oyun kuruculardan olan John Brodie, oyunun en
yoğun olduğu andaki izlenimlerini şöyle anlatır: “Zaman, sanki herkes ağır
çekimde hareket ediyormuş gibi tekinsizce yavaşlamış görünürdü. Top tutucular
ileri doğru koşarken onları seyretmek için dünya kadar vaktim varmış gibi
gelirdi, buna karşın savunma hattının her zamanki hızıyla üstüme geldiğini
bilirdim.”55
Grand Prix
eski şampiyonu yarış pilotu Jackie Stewart, yaptığı yüksek hızlı sporda başarılı
performans sergilemek için parçaları yavaş hareket ettirmek gerektiğine
inanıyor:
Zihniniz unsurları kaydetmeli ve bütünüyle sindirmelidir ki bütün
görüntüyü ağır çekime dönüştürebilesiniz. Örneğin, en yüksek hıza ulaştığınızda
saatte 314 kilometre yaparsınız. Viraj saatte 278 kilometre ile dönülmeli.
Saatte 314 kilometre ile giderken bile o virajı dönmekle ilgili, neredeyse ağır
çekimdeymiş gibi berrak bir görüşünüz olmalı ki böylece frene basmaya, aracı
yolda tutmaya, driftin miktarını anlamaya zamanınız olsun. Böylece ufak
bir bükülme ile apekse vurur, virajın sonuna yaklaşır ve saatte 274 kilometre
hızla virajdan 56 çıkarsınız.56
Zamanı uzatma yeteneği Budist ustalar ve yetenekli sporcularla sınırlı
değildir. Psikoloji alanında çok sayıda psikolojik çalışma, zamanı
genişletmenin sıradan ölümlülerin de ulaşabileceği bir durum olduğunu
kanıtlamıştır. Özellikle kışkırtıcı bazı bulgular, hipnoz üzerine yapılan
araştırmalardan gelmektedir. Psikolog Philip Zimbardo, Gary Marshall ve
Christina Maslach, hipnoz altındaki üniversite öğrencilerine “içinde
bulunduğunuz zamanı genişletin ve geçmiş ile geleceğin uzaklaşmasına,
önemsizleşmesine izin verin” gibi basit bir telkinde bulunmuştur. Bu talimatlar
kişilerin dili, hisleri, düşünme süreçleri ve yapmaları istenen hemen hemen her
görevdeki duyusal farkındalıklarının şimdiki zamanın içine çarpıcı biçimde
artarak çekilmesine yol 57 açmıştır.—
“Şimdiki zamanı
genişleyen” katılımcılar yalnızca “burada” ve “şimdi”ye daha fazla nüfuz etmiş
hissetmekle kalmamıştır. Hipnozla tetiklenen zaman genişlemesinin, tıpkı Zen
ustalarının ve sporcuların kendi başına ulaştıkları genişleme gibi, gerçek saat
zamanının her bir biriminde çok daha büyük başarılar elde edilmesiyle
sonuçlandığına dair kanıtlar da vardır. Örneğin, yapılan bir dizi çalışmada
hipnotize edilen kişilere, “Size bu deneyi yapmanız için ihtiyacınız olduğundan
çok daha fazla zaman vereceğim. Dünya zamanıyla yirmi saniye vereceğim, ancak
bu süre kendi özel zamanınızda işinizi tamamlamanıza yetecek kadar uzun olacak”
gibi basit bir telkinde bulunulmuştur. Bu çalışmada hipnotize edilen kişilerden
biri elbise tasarlamakla ilgilenen ancak bu hedefinde o zamana kadar herhangi
bir başarı gösterememiş olan bir sekreterdi. Uyanıkken iki yarım saatlik sürede
herhangi bir tasarım geliştirmemişti. Zaman genişletici talimatların
verilmesiyle birlikte bir dakikadan az süren aralıklar boyunca birkaç ustaca
tasarım üretmeyi başarmıştı. Psikolojik olarak saat
zamanının bu kısa dilimlerini bir saat ya da daha fazlası gibi algılamıştı.
Benzer şekilde, profesyonel bir kemancı öznel olarak genişlettiği zamanını uzun
müzik parçalarını çalışmak ve gözden geçirmek için kullanabildiğini söylemişti.
Daha sonra, ekstra zamanın hafızasını geliştirdiğini ve teknik performansını 58 artırdığını bildirmişti.—
Hipnozun zaman uzatıcı potansiyeli pek çok deneyle
tekrarlanmıştır. Hipnozla (ve belki çok da tesadüf olmayan biçimde psikedelik
uyuşturucularla) pek çok deneyimi bulunan Aldous Huxley, Ada adlı
kitabında derin transtaki bir insana zamanı çarpıtmanın nasıl 59 öğretilebileceğini anlatır:
... Kişi yirmi saniyeyi nasıl on dakika
gibi algılayacağını öğrenmekle işe başlar. Bir dakika, yarım saattir. Derin
tran s halindeyken bu gerçekten
çok kolaydır: Öğretmenin telkinlerini dinlersin ve orada uzun süre
sessizce oturursun. İki saat geçtiğine yemin edebilirsin. Geri getirildiğinde
saatine bakarsın. İki saatlik deneyimin saat zamanındaki karşılığı tam dört
dakikadır.
CAN SIKINTISI: ZAMANI
UZATMANIN
KARANLIK YÜZÜ
Ama yavaş akan zaman her zaman bir hediye değildir. Herkesin
bildiği gibi çok fazla zaman son derece bunaltıcı olabilir. Sürenin çok yavaş
ilerlediği hissedildiğinde, hayat en basit anlamıyla sıkıcı algılanır. Zamanın
hızı -kişilik psikologlarının kişinin “optimal uyarılma düzeyi” dedikleri-
kritik bir noktanın altına düştüğünde saat genellikle sürünerek ilerliyor
gibidir.60 Bu sıkıntı daha sonra, kendini gerçekleştiren bir kehanet
olarak devam edebilir.
Can
sıkıntısının özelliklerinden biri de tanımı gereği olan bitenlere ilgi
noksanlığıdır, bu da zamanın geçiş hızını daha makul bir seviyeye itmek için
ihtiyaç duyulan uyarımı yaratmak üzere gereken enerjiyi bizden çekip alır.
Zamanın
yavaşlamasının -1960’larda söylemeye alıştığımız üzere- güçlendirici bir
deneyim mi, yoksa bir sıkıntı kaynağı mı olduğunu belirleyen nedir? Dövüş
sanatçısının ağır çekim dünyasıyla can sıkıntısı arasındaki fark, büyük oranda,
algılanan kontrol meselesine dayanır. Dövüş sanatçısı olayların hızını kontrol
eder. Dış dünyayı, taşıması normalde çok karmaşık olan bir şeyin sorumluluğunu
almak üzere yavaşlatır. Sonuçta ortaya çıkan yeterlilik duygusu
canlandırıcıdır. Zende, zamanın aşırı yavaşlaması -birebir karşılığı nirvana
olan- bütüncül bir zamansızlık duygusudur. Can sıkıntısı durumunda saatin
yavaşlaması kişinin kontrolünün dışındaymış gibi hissedilir. Can sıkıntısı
kişinin zaman duygusunu kontrol eder.
Dövüş
sanatçısının “özel kuşağında” diğer herkes yavaşlamış gibi görünürken kişinin
kendi saati normal hızında kalır. Can sıkıntısında ise içsel deneyimin zamanı
ağırlaşır. Zaman hem iç hem de dış dünyada yavaş akar. Bu yavaşlama en hafif
haliyle bir hoşnutsuzluk olarak hissedilir, çoğunlukla da aşırı ölçüde
ıstıraplıdır.
Can sıkıntısının patolojik ucunda umutsuzluk duygusu yatar. Klinik
depresyonu olan bireyler yaşadıkları sıkıntıyı ço ğunlukla dövüş sanatçısının
kullandığı kelimelerin aynılarıyla tarif eder, “sanki her an sonsuz gibi”dir.
Ancak zamanın uzaması depresyondaki kişi için ürp ertici bir deneyimdir.
Depresyondaki bir hasta bunu “Gelecek, soğuk ve kasvetli; ben de zamanda donmuş
gibiyim” sözleriyle ifade eder.61 Depresyondaki hastada görülen zihinsel yavaşlama, kendi
içine do ğru kıvrılan bir düşüşe neden olur. Nitelikli eylemler kişiyi geleceğe
dair umutsuzluğa sevk edecek biçimde azalır ve kişi çaba göstermeyi
bırakır; bütün bunlar da daha ileri boyutta bir zihinsel yavaşlamaya yol açar.
Geleceğin olmamasının ve şimdinin sonsuz görünmesinin ıstırabı, kişiyi intihara
kadar götürebilir. Psikiyatr Frederick Melges zamanının çok yavaş geçmesini
sağlayanın gelecekle kişi arasındaki bu gevşeyen bağlantı olduğuna inanır.
Depresyondaki umutsuzluğun tedavisi için temel hedef “geleceğin buzlarını
çözmek”tir. Şizofrenlerde zamansal anksiyete de yaygındır. Melges, bir akut
şizofrenin acıyı şöyle ifade ettiğini aktarır: “Zaman durdu, zaman yok...
Geçmiş ve gelecek şimdinin içine çöktü ve bunları birbirinden ayıramıyorum.”62 Geçen zaman akışındaki yavaşlama -yani süre- dayanılmaz hale
gelir.
Herbert
Spencer bir keresinde zamanı; “insanın her daim öldürmeye çalıştığı, fakat
sonunda insanı öldüren” bir kavram olarak ifade etmiştir. Hayatın en tuhaf
ironilerinden biri zamanın -tüm kaynakların en değerlisi ve en az yeri
doldurulabilir olanı- her zaman için hoş karşılanan bir hediye olmayışıdır.
PSİKOLOJİK SAAT
ÜZERİNDEKİ BEŞ
ETKİ
Vladimir:
Zaman geçip gitti.
Estragon: Her
halükarda geçecekti.
Vladimir:
Evet, ama bu kadar hızlı değil.
Samuel Beckett, Godot’yu Beklerken
Süre algısını etkileyen
en az beş temel faktör vardır. İnsanlar deneyimleri onları hoşnut ettiğinde,
fazla aciliyet hissi barındırmadığında, meşgul olduklarında, çeşitliliği
tecrübe ettiklerinde ve beynin sağ yarısının kullanıldığı faaliyetler sırasında
zamanın daha hızlı geçtiğini algılama eğilimindedir. Ama bu etkilerin her
birinin nasıl yorumlandığı konusunda büyük kültürel ve bireysel ayrımlar
mevcuttur. Aynı faaliyet kimine bir anlık gibi görünürken, kimine sonsuzluk
gibi gelebilir.
Memnuniyet
Deneyler şu eski deyişin bilgeliğini taşır niteliktedir: “Siz
eğlenirken zaman uçup gider.” Zamanın hızlı akmasını istediğimiz dönemlerde
ağır aksak ilerlemesi, tadına varmak istediğimiz dönemlerde ise hızla geçiyor
olması hayatın acımasız ironilerinden biridir. İnsanların başarılı oldukları
deneyimleri, başarısız olduklarına kıyasla çok daha kısaymış gibi
algıladıklarını 63 gösteren çalışmalar bu duruma örnektir.—
Birçok
bilişsel psikolog bu olguyu açıklamaya çalışmıştır. Robert Ornstein süre
algısının bir durumu deneyimleme ve hatırlama ölçüsüne göre belirlendiğine
inanmaktadır. Ornstein’a göre başarılı deneyimler, başarısızlara kıyasla
hafızada daha iyi örgütlenmektedir.
Daha iyi örgütlenen hafıza paketleri, daha kısa süreler olarak
algılanan daha ufak depolama 64
alanlarına
neden olur.6 Diğer bir deyişle, iyi deneyimlerimizin anısı daha az
kortikal alan kaplar ve dolayısıyla daha kısa sürmüş gibi algılanır.
Richard Blok
ve meslektaşları Ornstein’in “bağlamsal değişim” modeli olarak değindikleri
modelini düzelterek geliştirmeyi önermişlerdir. Hatırlanan süredeki kritik
faktörün kendi başına depolama miktarı değil, bilişsel bağlamda ortaya çıkan
değişikliklerin (insanların ne yaptığı ya da arka planda nelerin meydana
geldiği gibi) miktarı olabileceğini göstermişlerdir.
Bunun tersi
de doğru gibi görünür. Zaman hızla geçtiğinde insanlar da genellikle o an
yaptıkları şeyi daha zevkliymiş gibi algılar. Psikologlar ve planlamacılar
“zaman uçar” fenomenini kendi çıkarlarına kullanır. Örneğin, psikolog Robert
Meade, bir projede psikolojik saati hızlandırarak işçilerin moralini
yükseltmeyi başarmıştı. Meade, insanların bir hedefe doğru ilerlediklerine
inandıklarında zamanı daha kısaymış gibi algıladığı gerçeğinden faydalanmıştı.
Ona göre bu ilerleme hissi, göreve belirgin bir bitiş noktası oluşturmak ve bu
hedeflere ulaşmak için teşviklerin sağlanması gibi basit yöntemlerle
geliştirilebilir. Deneyinden önce Meade işçilerden, “Gün hiç bitmeyecek gibi
görünüyor” ya da “Sanki koca bir gün geçmiş gibi ama henüz öğle vakti bile
değil” gibi yorumlar duymuştu. İlerleme duygusu oluşturduktan sonraysa, “Gün
çok çabuk geçti, sanki yeni başlamış gibiyim” gibi yorumlar yapıldı. Elbette
ki, zamanın hızlandırılmasının olumlu bir duyguya ne ölçüde yol açtığını (ya da
tersini) bilmek güç. Yine de, neden ve sonucun yönü, işçilerin refahı
üzerindeki net etkiden daha az önemlidir. İşverenler işçilerin moralindeki bu
yükselmenin çoğunlukla üretimi de hızlandırdığını fark etmekten memnun
Aciliyet Derecesi
Aciliyet ne kadar büyük
olursa, zaman da o kadar yavaş geçer. Çocuğu yaralanan bir ebeveyn için hastane
yolu sonsuz görünür. Karasevdalı aşık, sevgilisinin dönüşünü beklerken
dakikaları sayar. Çocuk özlemi çeken bir anne orta yaşına yaklaşırken biyolojik
saati konusunda daha da saplantılı hale gelebilir. Aciliyet kuralı geniş bir
ihtiyaç yelpazesine yayılır: Temel fizyolojik ihtiyaçlardan, daha geniş bir
kültür tarafından üretilen ihtiyaçlara kadar.
Satış işiyle uğraşan
kişiler aciliyet duygusu yaratmanın gücünün gayet iyi farkındadır. Sınırlı
zaman önerisi bir tür pazarlama stratejisidir. Mağazalar düzenli olarak bir
günlük veya bir saatlik, hatta beş dakikalık indirimler sunar. Otomobil
satıcıları müşterilerine çoğunlukla binayı terk ettikleri anda geçerliliği
kalmayacak teklifler hazırlar. Film reklamlarıyla uğraşanlar aciliyet hissi
yaratmaya özellikle düşkündür. Geçenlerde bir sinema tabelasındaki altı
kelimelik duyuru, aciliyet hissini üç farklı biçimde uyandırmayı amaçlıyordu:
“Özel
66 gösterim, sınırlı sayıda, yakında bitiyor!”66
Benim için
tüm zamanların en gözde reklamı ise Pepto-Bismol markasına aittir. Bu büyük
tabela Los Angeles şehrinin yaklaşık on beş kilometre kadar dışında, Santa Ana
Otoyolu üzerinde bulunur. Reklam panosunun ortasında, aynı Santa Ana Otoyolu
trafiğinde sürdüğü arabasının direksiyonunun üzerine eğilmiş, ürkütücü biçimde
bulantılı, ağrılı ve endişeli görünen Gahan Wilson tipi bir karakter vardır.
Çizimin altında büyük, sivri harflerle; “İshal misiniz? Son on beş dakika en
zorudur” yazılıdır. Bunun altında ise, bir şişe gülümseyen Pepto-Bismol için
ayrılan basamak bulunur:
“Evden asla
onsuz çıkmayın.”
Kültürler aciliyeti kendi normlarıyla ele alırlar. Yurtdışına
seyahat eden Amerikalıların son derece farkında olduğu üzere, davranışları
diğer pek çok ülkedeki, hatta Batı Avrupa’daki birinci dünya ülkelerinde
bulunan meslektaşlarıyla çoğunlukla çatışmaktadır. Amerikalıların gerginliklerini boşaltmak
zorunluluğu
hissetmesi için genelde çok daha büyük bir aciliyete ihtiyaç duyulur. Amerika
Birleşik Devletleri’nde yaşayanlar genellikle, p sikolo gların duygusal
olgunluk ve başarı ile bir tuttuğu bir özellik olan “hazzı erteleme” tedbirleri
bakımından yüksek puan almalarıyla övülebilir. Buna karşın, acil ihtiyaçlarla
başa çıkma konusundaki bu isteksizlikleri, aleyhlerine olacak biçimde, gereksiz
tatsızlıklara da neden olabilir. Antropolog Edward Hall’un yaptığı bir gözlem
-tuvaletle ilgili konulara sabitlenme riskini göze alarak- burada anılmaya
değer görünüyor:
Amerika’da
umumi tuvaletlerin dağılımı, normal fizyolojik ihtiyaçların aciliyetinin
varlığını bile inkar etme eğilimimizi yansıtmaktadır. Dünyada ev ya da
ofisinden ayrılan birinin periyodik bir işkenceye maruz bırakıldığı başka
hiçbir yer bilmiyorum, çünkü tuvaletlerin yerini gizlemek için gerçekten de
büyük zahmetlere katlanılmıştır. Ancak Amerikalılar başkalarının ilerlemesini
de su tesisatı üzerinden değerlendiren kişilerdir. Mimar ve mal sahibini yeni
bir mağazanın tuvaleti üzerine neredeyse tartışırken görebilirsiniz. Mal
sahibi: “Bak, bu güzel! İyi de neden gizledin? Burayı bulmak için bir haritaya
ihtiyaç olacak.” Mimar: “Hoşunuza gittiğine sevindim. Bu tuvalette işimizi en
iyi şekilde yaptık, bu fayansları eşleştirmek için çok emek
harcadık. Lavaboların üzerindeki sıçrama-önleyici havalandırmalı muslukları
fark ettiniz mi? Evet, yerini bulmak biraz zor olacaktır tabii; ancak
insanların mecbur olmadıkça kullanmayacaklarını düşündük. Öyle zamanlarda da
oradaki bir çalışana 67 filan soracaklardır zaten.”—
Diğer bir deyişle, bir
kimsenin “Hemen!” derken ne kastettiğini tercüme etmek için sözlükten fazlasına
ihtiyaç duyulabilir.
Faaliyet Miktarı
“Öyle oturup durma, bir
şeyler yap!” demek yerine, tam tersini söylemeliyiz, “Bir şeyler yapıp durma,
öyle otur!”
Zen ustası Thich Nhat Hanh
Bir
gözü fırında pişmekte olan yemekte, bir gözü de duvardaki
saatte olanların akıllarını epeydir kurcaladığı gibi, zihni meşgul eden bir
görev mevcutsa, bu görev zorlayıcıysa ve zihinsel çaba gerektiriyorsa ve bu
süreçte daha fazla olay meydana geliyorsa zaman daha hızlı hareket eder gibi
görünür.68 Yapılan bir deney, bir
kaptaki suyun kaynamasını beklemekten başka bir şey yapmayan kişilerin zamanın
daha yavaş aktığı hissine sahip olduğunu tam anlamıyla göstermiştir.69 Diğer bir deyişle,
olayların temposu hızlı olduğunda, zamanın süresi de sıkıştırılmış gibidir.
Aslında, hiçbir zamansal boyut bize kültürün ruhu hakkında onun sakinlerinin
eylem ve eylemsizlik ve bu olayların -ya da olaysızlıkların- zamanın psikolojik
geçişini nasıl etkilediği hakkındaki ne düşündüklerini bilmekten daha fazla şey
anlatamaz.
Birleşik
Devletler’in büyük bölümünde, meşgul olmak genellikle olumlu bir şey olarak
düşünülürken, hiçbir şey yapmamak ise ziyan ve boşluk olarak belirlenmiştir.
Eylemsizlik, ölü zamandır. Birleşik Devletler’de boş vakitler bile planlı ve
önemlidir. İnsanların kelimenin tam anlamıyla rahatlamak için koşmasının ya da
koşu bandını adımlamanın ayrıcalığı için para ödemesinin azımsanmayacak ölçüde
sık görüldüğü bir kültürde yaşıyoruz. Bazen hayat, sanki hiçbir şey yapmamanın
beceriksizliğinden ve dehşetinden uzak durmak gibi yegâne bir amaç üzerine
kurulmuş gibi görünüyor.
Birçok kültürde ise faal olmak ve hiçbir şey yapmamak arasında
daha az ayrım vardır. Brunei’de insanlar “Bakalım bugün ne olmayacak?” diyerek
uyanır.70 Nepal ve Hindistan’da, yalnızca oturmak ve sessizce durmak
için birbirlerine uğrayan do stlarım vardı, bu ziyaretlerde herkes (benim
dışımdakiler elbette) son derece rahattı. Bazen sessizlik saatlerce, genellikle
kahkaha dolu bir konuşma sanki bir anda alev almış gibi başlayana kadar
sürerdi. Sonra tekrar, ayrılma zamanına kadar sürebilen bir sessizlik olurdu.
Bu insanlar, bir araya gelip hiçbir şey yapmadıklarında tuhaf hissedip
hissetmediklerini sorduğumda şaşırmışlardı. “Sadece oturmak” diye
açıklamışlardı, “Bir şey yapmaktır.”
Yazar Eva
Hoffman, yakın zamanda Doğu Avrupa’ya yaptığı seyahatte insanların sessizliği
kabullenişlerini nasıl takdirle karşıladığını anlatmıştır:
Şimdi yine
sessizce birbirimize bakarak bekliyoruz. Balkan zamanı. Zen ustalarının
oturduğu gibi oturuyoruz. Bunda hiçbir tuhaflık yok, hummalı baş sallamalar
veya güven verici gülümsemeler yok. Bunu garip bir biçimde rahatlatıcı bulmaya
başladım. Bir planın yerine getirilmesi konusunda ısrar etmediğiniz, bunun
yerine neler olacağını görmeyi
beklediğiniz bir olay anlayışına doğru
71 değişim
geçiriyorum.—
Yolculuğu
boyunca Hoffman sessizliğe güvenmenin değişimin dinamiklerine ve insan doğasına
inanç gerektirdiğini anlamaya başlamıştı:
Her zaman bir şeyler olacaktır: Yavaş yavaş içine gömülmeye
başladığım ilke bu. Dünyanın bir yere kaçtığı yok, çoğunlukla tehditten ziyade
yardım kaynağı olan insanlığın da.72
Sessizliğe
değer verildiğinde, bu boşa harcanan zaman olmaktan çıkar. Artık saat zamanında
sürünmüyordur.
Bazı
kültürlerde hiçbir şey yapmamak çok kıymetlidir. Yalnızca eyleme verilen bir
mola olarak değil, üretken ve yaratıcı güç olarak görülür. Örneğin, Japonlar,
kabaca “nesne ve eylemler arasındaki boşluk ya da aralıklar” anlamına gelen ma- kavramına en yüksek saygıyı
gösterirler. Batılılar bir masa ile sandalye arasındaki mesafeyi “boşluk”
olarak adlandırırken, Japonlar bu aralık için “hiçlikle dolu” derler. Japonlar
için çoğunlukla neyin olduğundan çok (Batılı ziyaretçileri şaşırtacak biçimde)
neyin olmadığı önemlidir. Örneğin, Japonya’da sözlü iletişimin anlamını
kavrama, ço ğunlukla neyin söylendiğinden ziyade neyin söylenmediğine kulak
vermeyi gerektirir. Bu sebeple, “evet” ve “hayır” arasındaki farkı anlamak bile
naif bir gaijin ’in (yabancı) fenalık geçirmesine neden olabilir.
Japoncada “hayır” (iie) için kesin bir kelime olmasına rağmen, bu kelime
nadiren kullanılmaktadır. Çoğu soru, ya “evet” (hai) ile cevaplanır ya
da hiç cevaplanmaz. Cevap verenin “evet” ya da “hayır”ı kastetmesi burada
önemli değildir. Keiko Ueda’nın “Japonya’da ‘Hayır’ Demekten Kaçınmanın On Altı
Yolu” 73 adlı denemesinde de işaret ettiği gibi, Japonlara soru soranları
doğrudan reddetmenin ayıp olduğu öğretilmiştir. Bunun yerine soru soranın
söylenmeyeni duyacağı umulur. Söze dökülmeyen bu “hayır” genellikle iki yolla
ifade edilir. Bunların en yaygını “evet” demeden önce duraksamaktır. Cevap
verenin “hai” demeden önceki duraksama süresi ne kadar uzunsa, bu cevabın “iie”
anlamına gelme ihtimali de o kadar fazladır. Daha şeffaf olan ikinci yaklaşım
ne olursa olsun doğrudan yanıt vermemektir. Her iki durumda da esas anlamı
taşıyan sessizliktir, söylenen sözcükler ise hiçbir şey belirtmemektedir.
Johns Hopkins
Üniversitesi farmakoloji bölümünde doktora öğrencisi olan Marsiela Gomez kısmen
Mayalıdır ve ilk önce karşı tarafın konuşmasını beklemenin de ğerinin
öğretildiği bir kültürde yetişmiştir. Bu alışkanlık genellikle Amerika Birleşik
Devletleri’nde onun için sorunlara yol açar: “Bu çok sinir bozucu, çünkü insanlar ekleyecek bir şeyimin olmadığını düşünüyor.
Bazen siz daha konuşmak için beklerken cevapların gelmek üzere olduğunu
görüyorum. Bu toplumdaki bireyler için bir bakış açısına sahip olmak öyle
önemli ki, herkes bir fikri ilk öne süren kişi olma gereği hissediyor. Çoğu
kez, yeterince uzun beklersem, birisi benim de bakış açımı ifade eder.” Şunu da
ekliyor; “Bazen biri çok uzun beklediğinde, konu değişir ve sonrasında benim
yanıtım artık konuyla ilgili olmaktan çıkar. Önce duyulma ihtiyacı, uygun
yanıtı vermekten daha önemli 74 görünüyor. ’—
Şu anda
Georgia Tıp Fakültesi’nde doktora öğrencisi olan Japonya kökenli psikiyatri
hemşiresi Noriko Kito, Marsiela’nın yaşadığı tatsız durumu çok iyi anlıyor:
“Benim ülkemde konuşmak için acele etmeyiz. Konuşmadan önce düşünmek için
vaktimiz mutlaka vardır. Bilgileri idrak etmemizde bize yardımcı olan bir
sessizlik anımız olur. Ayrıca kişi gruba hep önem verir, bu
nedenle de kimse konuşmanın dışında bırakılmaz. Burada ise böyle olmuyor.
Amerikalı arkadaşlarım daha iddialı olmam gerektiğini söylüyor.”75 Bir keresinde bir Japon dostum bunu daha açık dile
getirmişti: “Batılılar için konuşmanın zıttı dinlemek değil, beklemek.”
Çoğu Batılı
için aleni faaliyetlerin eksikliği, hiçbir şeyin gerçekleşmediğine dalalettir.
Buna karşın dünyada birçok insan, hayatın yüzeyde sessiz olmasının de ğişimin
yokluğu anlamına gelmeyeceğini bilir. Eylemsizlik periyotları herhangi anlamlı
bir eylemin elzem habercisi olarak görülmelidir. Örneğin, Çinlilerin uygun anı
beklemekte usta olduğu söylenir. Beklemenin kendisinin o anı yarattığına
inanırlar. Bekleme süresi ne kadar olmalıdır? Gerektiği kadar uzun. Bu kuluçka
evresini yapay olarak kısa tutmak, bir binanın temelini yaparken cimri
davranmak kadar anlamsız olacaktır. Helmut Callis “Yarım
asır beklemek Çinlilerin zaman kavramına göre çok da uzun 76
bir sure
değildir’— diye yazmıştır; bu çoğu Asyalı akademisyenin muhafazakar bulduğu bir
tahmindir. Açıktır ki yUzeydeki eylemsizlik bUtUn kUltUrlerde aynı anlama
gelmediği gibi, zamanın zorunlu olarak yavaş akmasına da neden olmaz.
Çeşitlilik
Çeşitlilik ne
kadar çoksa, zaman da o denli hızlı akıyormuş gibi görUnUr. Çeşitlilik
eksikliği, tam tanımıyla saatin psikolojik yavaşlaması anlamına gelen can
sıkıntısının ana unsurudur.
Ancak
Anglo-Amerikan kUltUrUnUn çe şitliliğe dair standartları, tıpkı faaliyet
konusunda olduğu gibi, evrensel olarak paylaşılmaktan epey uzaktır.
Anglo-Amerikan kUltUrU, modadan eğlenceye, in sanların yaşamayı seçtiği
evlerden şehirlere kadar her şeyde hızlı ve sürekli bir değişime bağımlıdır.
Ancak dünyadaki çoğu insan imkânları elverdiği sürece hayatının geri kalanında
nerede yaşayacağını, ne iş yapacağını ve ne yiyeceğini tam olarak bilir.
Amerika
Birleşik Devletleri’nde günümüzün en son modası, doğası gereği yarının
ıskartası durumundadır. Brezilya’da kaldığım yıl çalışma arkadaşım olan Fred
Turk, hayatının yetişkin döneminin çoğunu Güney Amerika’daki ülkelerde eğitim
vererek geçiren bir ABD vatandaşıdır. Bana, “Günün birinde Birleşik Devletler’e
dönüp dönemeyeceğimi bilmiyorum” demişti. “Oraya gittiğimde kendimi bu denli
yabancı hissetmeme şaşırıyorum. Her geri dönüşümde, insanlar sanki raflarını
dünün modasından bütünüyle ayıklamış oluyor; buna yalnızca giysiler değil
sanat, müzik ve her şey dahil. Hatta dil bile değişmiş oluyor. Nasıl
giyineceğimi, nelerden bahsedeceğimi ve hangi kelimelerin kulağa aptalca
geldiğini asla kestiremiyorum. Bazen, özellikle de genç insanlarlayken,
konuşmayı takip bile edemiyorum.”
Turk, ABD’nin değişikliğe bağımlılığının birkaç haftalık ya da
aylık sürede ortaya çıkışını anlatıyor. Çok daha çarpıcı bir çeşitlilik özlemi
anlık geçişlerde gözlemlenebilir. Televizyon izleyicilerinin daralan dikkat
aralıkları buna örnek gösterilebilir. Uzaktan kumanda cihazları ve çoklu-kablo
istasyonlarının yaygınlaşması medya analistlerinin “atıştırıcılar” adını
verdiği bir nesil yaratmıştır. Yapılan son çalışmalar bu izleyicilerin dakikada
yirmi iki defa ya da her 2,73 saniyede bir kanal değiştirdiğini 77
göstermiştir.— Yayın
dalgalarına,
porsiyonlarının
ne kadar ufak olduğu önemsenmeksizin içindeki her şeyin denenmesi gereken büyük
bir açık büfe gibi yaklaşmaktadırlar. Bu “atıştırıcıları” başlıca eğlenceleri
aynı birkaç oyunla dansı aylar ve yıllar boyu izlemekten ibaret olan Endonezya’nın
geleneksel insanları ile karşılaştırın. İzleyiciler hareketin tüm inceliklerini
ve diyaloğun her bir kelimesini bilir, ancak tekrar tekrar izlemekten
memnuniyet duyarlar.
Ya da (“açık büfe”yi
gerçek anlamıyla ele alırsak) ömürleri boyunca devam eden yıllık diyetleri üç
öğün patates, çay ve akşam yemeği sonrası tüketilen birkaç kadeh patates-bazlı
alkollü içecekten oluşan Nepal Şerpalarını düşünün. Bir keresinde Nepal
köylerini gezerken, yedi gün üst üste, köylülerin kahvaltıda patate sli pankek,
öğle yemeğinde haşlanmış patates ve akşam yemeği için “Şerpa güveci”nden (neden
yapıldığını tahmin edin) oluşan günlük diyetlerini paylaşmıştım. Benim dışımda
kimse bu durumu umursuyor görünmüyordu.
Zamansız Görevler
İlgilendiğimiz
görevlerin türü ve gerektirdikleri becerilerin doğası, sürenin algılanışını
büyük ölçüde etkiler. Biopsikolog Roger Sperry ve Kaliforniya Teknoloji
Enstitüsü’ndeki çalışma arkadaşlarının Nobel ödüllü araştırması, beynimizin iki
yarıküresinin farklı türde bilgilere odaklanma ve bu bilgileri farklı yollarla
işleme eğiliminde olduğunu göstermiştir. Sol yarıkürenin bilme biçimi sözel, an
alitik düşünce özelliklidir. En iyi olduğu görevler etiketleme, sayma,
prosedürleri adım adım planlama, mantığa dayalı rasyonel açıklamalar yapma ve
zamanı işaretlemeyi gerektirenlerdir. Sağ yarıkürenin bilme biçimi ise sözel
değildir. Sezgisel, öznel, ilişkisel, bütünsel ve zamandan bağımsızdır. Bir
anlamda, sol ve sağ yarıküre sel bilinç olarak etiketlenebilecek iki tür
bilince sahibiz. Beyin asimetrisi alanında önde gelen bilim insanlarından olan
Jerre Levy’nin de belirttiği gibi, “sol yarıküre zamanı analiz ederken, sağ
yarım küre uzayı
78 sentezler.”—
Zamandan
bağımsız düşünme kavramı insanların zamanın izini bütünüyle kaybettiği durumlar
için kullanılır. Sağ yarıküre-türü düşünmeye odaklanan faaliyetlerle meşgulken,
insanlar süreyi tahmin etmede güçlük yaşar. Durum saatin üzerindeki zamanın
zihinsel olarak hızlanması (her ne kadar hızlansa da) değil, bu zihinsel
durumun zamanın dışında var oluyor görünmesidir. Yaşamın hızının etrafımızda ne
derece ivedilikle baş gösterdiği önemli değildir; zamansal açıdan konuşursak,
zamandan bağımsız moda geçmek bizi hareketsiz hale getirir.
Zamandan-bağımsız
düşünme çoğu insanda sanat yapıtları ya da müzik gibi sözel olmayan
faaliyetlerde ortaya çıkma eğilimindedir: Farklı unsurların uzayda dizilişiyle
ilgilenmeyi ve bu p arçaların bütünü oluşturmak için bir araya gelişlerine
bakmayı gerektiren görevler. Bu düşünme biçiminin bizi
sözel ve analitik düşünceyi arkamızda bırakmaya zorlayan görevler sırasında
ortaya çıkması özellikle muhtemeldir. Örneğin, birçok sanat eğitmeni, çizim
konusunda yetersiz olduğuna inanan kişilerin (“Ben düz bir çizgi bile çizemem”)
başarısız olduğunu, çünkü sanatsal yeterlilik R- modunda (sağ yarıküre-türü)
düşünme gerektirdiği halde, çizime L-modunda (sol yarıküre-türü)
yaklaştıklarını düşünmektedir. Betty Edwards gibi popüler öğretmenler bu sanatçı
adaylarına uygun mod aracılığıyla görmeyi öğretmek üzere -neredeyse
bütün sanatçılar görme alıştırmalarının görsel bir sanat yaratmakta birincil
önem taşıdığında hemfikirdir- öğrencileri mantıksal, sözel, analitik modun
dışına çıkmaya ve sonuçta R-modunda 79 görmeye zorlayan alıştırmalar geliştirmiştir.— Bu
alıştırmaların örnekleri baş aşağı çizim (baş aşağı görülen bir foto ğrafı
kopyalama) ve negatif boşluğun (nesnenin kendisi yerine nesneler arasındaki
boşluk) çizilmesinin istenmesidir. Bu görevler L-modunda düşünmenin analitik
kalıplarına direnir ve öğrencilerin her bir unsuru varolduğu biçimiyle, peşin
hükümler olmadan görmesini gerektirir. Edwards öğrencilerine, doğru
gördüklerini ve sanatsal yetkinliğe giden yolda olduklarını anlamanın tek
yolunun zamanın izini kaybetmek olduğunu öğretmektedir.
Belki R-modunu tanımlayan zamandan- bağımsız düşünme, psikolog
Mihaly Csikszentmihalyi’nin “akış” adını verdiği şeyin ta kendisidir.80 Akış deneyimi, kişinin elindeki faaliyete bütünüyle
gömüldüğü bilinç halidir. Akış sırasında insanlar zamanın ve kendilerinin
dışında var olur gibidir. Csikszentmihalyi akış kavramını, yapıtları üzerinde
tamamen odaklanmış konsantrasyon gibi görünen bir bilinç durumuyla düzensiz
zaman p eriyotları geçiren sanatçıları gözlemleyerek keşfetmiştir. Madeleine
L’Engel sanatçının odaklanışını, çocukların oyunu ile karşılaştırır: “Gerçek
oyunda -ki bu gerçek konsantrasyon demektir- çocuk yalnızca zamanın değil, kendisinin
de dışındadır. Yaptığı her neyse kendini onun içine tamamıyla atar...
öz-bilinci gitmiştir. Bilinci bütünüyle kendi dışında olana odaklanmıştır.”
Kendini gerçekleştirme kavramını geliştiren büyük psikolog Abraham Maslow’un
bir zamanlar yaratıcı insanlar hakkında söylediği gibi, onlar “ellerindeki
malzeme ile bir bütün olarak orada, şimdinin, varolan durumun, şu anda burada
olanın tamamen içine dalmış, büyülenmiş ve emilmiş haldedirler.”81 Aynı zamanda geçmiş zamanın da izlerini kaybetmişlerdir.
“Bilinç bütünüyle aktif ve düzenlenmişken” der Csikszentmihalyi, “saatler
birkaç dakika içinde geçiyor gibi gelir ve bazen de birkaç saniye uzayarak
sonsuzluk gibi algılanır.
Saat, deneyimin zamansal niteliğinin 82 iyi bir örneği olarak
hizmet etmez artık.”—
Bazı kültürel
grupların R-modu düşünce ile diğerlerinden daha fazla ilgilenme eğiliminde
olduğu da açıktır. Örneğin, Balililer sağ-yarıküre insanları olarak
etiketlenirken, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Anglo-Amerikalılar L-modu
düşünme niteliklerine yönelmişlerdir. Bu farklılıklar zamana karşı tutumlara da
belirgin biçimde yansır. Anlatıldığı kadarıyla Bali halkı - günlük faaliyetleri
dini, müzikal, teatral ve sanatsal ritüellerle çevrelenmiştir- saatin
gösterdiği zamana genellikle “kauçuk zaman” (jam kerat) adını verir.
Balili bir memura “Otobüs saat kaçta kalkacak?” diye sorulduğu zaman, tipik bir
yanıt şöyle olabilir: “Kauçuk zamanla saat dörtte.”
Zamandan-bağımsız
akış modu ile dolu bir hayat, oyun benzeri bir görünüme sahip olabilir.
Csikszentmihalyi bunun şöyle bir durumda ortaya çıktığını
belirtiyor: “Bir kültür nüfusunun becerilerine son derece uygun ve bunları
zorlayan biçimde hedef ve kurallar geliştirmeyi başardığında, öyle ki nüfus
üyeleri akışı olağanüstü bir sıklık ve yoğunlukla deneyimleyebilir hale
geldiğinde... böylesi bir durumda, bir bütün olarak kültürün bir ‘büyük oyun’
olduğunu söyleyebiliriz.”83 Bali’deki yaşamın güzel bir açıklaması.
Aynı zamanda
kültürlerin kendi içlerinde ve arasında, bu zamandan-bağımsız modu tetikleme si
muhtemel görev türleri arasında birçok fark vardır. Örneğin, Japonya’da müzik
daha belirgin biçimde sol-yarıküre moduyla ilişkiliyken, Birleşik Devletler’de
durumun bunun tam tersi olduğunu ortaya koyan bazı kanıtlar mevcuttur.
Farklılığın müzik türüyle de ilgili olduğu, Vivaldi’nin Barok konçertoları gibi
daha yapılandırılmış parçalar sol-yarıküre modunu (zaman dahilinde) gerektirme
eğilimindeyken, Ravel ve Debussy gibi daha izlenimci müziğin sağ-yarıküre
(zamandan- bağımsız) moduna daha fazla bağlı olduğu da iddia edilmiştir.
Zamanın Engebeleri
Zaman, sinir
liflerinin uzamasıdır: Uzaktan bakınca görece devamlıdır, ancak yakından
bakınca lifler arasındaki mikroskobik boşluklar nedeniyle kopuk olduğu görülür.
Sinirli eylemler bir zaman dilimi içinde akar, aniden durur, duraklar, bir
vakum aracılığıyla sıçrar ve komşu zaman dilimine doğru kaldığı yerden devam
eder.
Alan Lightman, Einstein ’s Dreams
Zamanın
sürekli değişen bir dokusu vardır. Zamanın düzgün ve eşit miktarda akar
göründüğü durumlar mevcuttur, ancak kaba ve dalgalı, sert veya yumuşak, ağır
veya hafif hissedildiği başka anlar da vardır. Bu faaliyetlerin özgün doğası
kültürden kültüre ve bireyden bireye değişse de her kişinin zamanın bazı
periyotlarının geçişini diğerlerinden farklı algıladığı da açıktır.
Fizikçiler evrendeki zamanın -Büyük Patlama’dan şimdiye dek-
düzgün ve kesintisiz olmadığını belirlemişlerdir. Bu ise Anglo- Amerikan
kültüründe baskın olan, akrep- yelkovanın mekanik bir saatin etrafında hareket
ettiği Newton’cu metafora aykırıdır. Zaman ne evrenseldir ne de düzgün biçimde
akar. Einstein’ın görelilik teorisine temel oluşturan zamanın mutlak olmadığı
anlayışıdır. Atomaltı seviyede parçacıkların zaman içerisinde hem geri hem de
ileri hareket ettiği kesindir. Alan teorisine göre, her parçacığın, her biri
kendi ritminde dans edermiş görünen, kendi ritmik enerji alışkanlıkları vardır.84 Fiziksel zaman bozulmasının belki de en şaşırtıcı
varyasyonu, deliğin dışındaki bir gözlemci için zamanın tam anlamıyla
kımıldamadan durduğu, evrenin kötü şöhretli karadeliklerinde meydana gelir.
Yeni fizik,
fiziksel zamanın hareketini “engebeli” olarak tanımlar. Uzaydaki -kesin
konuşursak, uzay zamanındaki- engebeler çekim gücünün dinamiklerinden
kaynaklanır. Aynısı sosyal zamanda sürenin psikolojik olarak algılanması için
de söylenebilir. Saat üzerindeki görünüşte değişmez zamandan farklı olarak, p
sikolojik zamanın akışı bazen daha engebeliyken, bazen de gayet akıcıdır.
1960’larda,
cümlelerin anlamlarını deşifre etmesi için tasarlanan bilgisayar pro
gramlarından birinden, zamansal hareketle ilgili bütün açıklamaların şu en
klasiğini analiz etmesi istenmişti; “Zaman bir ok gibi uçar.” Program aşağıdaki
anlamlarla çıkageldi:
1 Zaman
bir ok gibi ilerler (yani, hızla ya da belli bir yöne).
2 Sineklerin hızı, bir okun hızının
85 hesaplandığı yolla hesaplanmalıdır.—
3 Sineklerin
hızı, okun sineklerin hızını hesapladığı yolla hesaplanmalıdır.
4 Gidin ve
bir ok biçimini alarak uçan sineklerin hızını ölçün.
5 Özel bir sinek türü olan zaman-
sinekleri oklara çok düşkündür.86
Sonraki bir bilgisayar mantıkçısı kendi çarpıtmasını eklemişti:
“Zaman bir ok gibi uçar, 87 50 meyve ise muz gibi uçar.”— 50
Sürenin psikolojik deneyiminin kafa karıştırıcı olmadığı
söylenemez. Zamanın geçiş hızı nedir? Kime ve nerede sorduğunuza bağlıdır.88
36 Aktaran: Campbell, S. (1990). Circadian
rhythms and human temporal experience. In Block, R. (ed.). Cognitive Models
of Psychological Time, 101-18. Hillsdale, N.J.: Lawrence Erlbaum.
37 Block, R. A. (1994). Temperature and psychological time. In Macey, S. L. (ed.) Encyclopedia
of Time, 594-95. New York: Garfield.
38 Block, R. (1990). Models of
psychological time. In Block, R. (ed.). Cognitive Models of Psychological
Time, 1-36. Hillsdale, N.J.: Lawrence Erlbaum.
39 Macleod, R. B., and Roff, M. F. (1936).
An experiment in temporal disorientation. Acta Psychologica 1, 381-423.
40 Bkz.: Campbell, S. (1990). Circadian
rhythms and human temporal experience. Block, R. (ed.) Cognitive Models of
Psychological Time, 10118. Hillsdale, N.J.: Lawrence Erlbaum.
41 Aschoff, J. (1985). On the perception of
time during prolonged temporal isolation. Human Neurobiology 4, 41-52.
42 Campbell, S. (1990). Circadian rhythms
and human temporal experience. Block, R. (ed.) Cognitive Models of
Psychological Time, 10118. Hillsdale, N.J.: Lawrence Erlbaum.
43 Aschoff, J. (1985). On the perception of
time during prolonged temporal
isolation. Human Neurobiology 4, 41-52.
44 Siffre, M. (1964). Beyond Time,
118, 182. New York: McGraw- Hill.
45 Buckhout, R. (1977). Eyewitness
identification and psychology in the courtroom. Criminal Defense 4,
5-10.
46 Loftus, E. F., Schooler, J. W., Boone,
S. M., and Kline, D. (1987). Time went by so slowly: Overestimation of event
duration by males and females. Applied Cognitive Psychology 1, 3-13.
47 a.g.e., s. 3.
48 Schneider, A. L., Griffith, W. R., Sums,
D. H., and Burcart, J. M. (1978). Portland Forward Records Check of Crime
Victims. Washington, D.C.: U.S. Department of Justice.
49 Veach, T. L., and Touhey, J. C. (1971).
Personality
correlates of accurate time perception. Perceptual and Motor Skills 33,
765-66.
50 Gardner, R. M., Brake, S. J., and Salaz,
V. E. (1984). Reproduction and discrimination of time
in obese subjects. Personality and Social Psychology Bulletin
10 (4), 554-63.
51 Andrew, J. M., and
Bentley, M. R. (1976). The quick minute: Delinquents, drugs, and time, Criminal
Justice & Behavior 3 (2), 179-86.
52 Bu bulguların çoğu şu kaynakta
özetlenmektedir: Orme, J. E. (1969). Time, Experience and Behavior.
London: Iliffe Books.
53 Friedman, W. (1990). About Time:
Inventing the Fourth Dimension. Cambridge, Mass.: MIT Press.
54 Suzuki, D. T. (1959). Zen and
Japanese Culture. New York: Pantheon Books.
55 Murphy, M., and White, R. (1978). The Psychic Side of
Sports, 46. Reading, Mass.: Addison-Wesley.
56 a.g.e., s. 45.
57 Zimbardo, P. G., Marshall, G., and
Maslach, C. (1971). Liberating behavior from time-bound control: expanding the
present through hypnosis. Journal of Applied Social Psychology 1,
305-23.
58 Cooper, L. F., and Erickson, M. H.
(1959). Time Distortion in Hypnosis. Baltimore: Williams and Wilkins.
59 Huxley, A. (1962). Island. New
York: Harper and Row.
60 “Optimal uyarılma düzeyi”ndeki farkları
ele alan birçok psikolojik çalışma vardır. Örneğin, bkz.: Mehrabian, A., and
Russell, J. (1974). An Approach to Environmental Psychology. Cambridge,
Mass.: MIT Press.
61 Melges, F. T. (1982). Time and the Inner Future,
177. New York: John Wiley.
62 a.g.e., s. xix.
63 Harton, J. J. (1939). An investigation
of the influence of success and failure on the estimation of time. Journal
of General Psychology 21, 51-62.
64 Ornstein, R. (1977). The Psychology
of Consciousness (2nd ed.). New York: Harcourt, Brace, Jovanovich.
65 Meade, R. D. (1960). Time on their
hands. Personnel Journal 39, 130-32.
66 Aktaran: Cialdini, R. (1993). Influence:
Science and Practice (3rd ed.), 197. New York: Harper Collins.
67 Hall, E. T. (1959). The Silent
Language, 152-53. New York: Doubleday.
68 Friedman, W. (1990). About Time:
Inventing the Fourth Dimension. Cambridge, Mass.: MIT Press.
69 Cahoon, D., and Edmonds, E. M. (1980).
The watched pot still won’t boil: Expectancy as a variable in estimating the
passage of time. Bulletin of the Psychonomic Society 16, 115-16.
70 Weaver, M. A. (1991, Ekim 7). Brunei. The
New Yorker, 64.
71 Hoffman, E. (1993). Exit into History: A
Journey through the New Eastern Europe, 78. New York: Penguin.
72 a.g.e., s. 282.
73 Ueda, K. Sixteen ways to avoid saying
“no” in Japan. In Condon, J., and Saito, M. (1974). Intercultural Encounters
with Japan. Tokyo: The Simul Press.
74 Elektronik Yazışmalar, 29 Nisan - 2 Mayıs ve Eylül 7, 1995.
75 a.g.e.
76 Callus, H. (1959). China: Confucian
and Communist, 37. New York: Henry Holt.
77 Keyes, R. (1991). Timelock. New York:
Harper Collins.
78 Levy, J. (1974). Psychological
implications of bilateral asymmetry. In Dimond, S. J., and Beaumont, J. G., Hemisphere
Function of the Human Brain. New York: John Wiley & Sons.
Roger Sperry
ve meslektaşlarının bulguları “bölünmüş-beyin hastaları” olarak adlandırılan
kişilerin incelenmesine dayalıdır. Bu kişilerin ya beyinleri hasar görmüştür ya
da Corpus Callosum’un zarar görmesiyle sonuçlanan cerrahi müdahaleler
geçirmişlerdir. Corpus Callo sum, beynin iki hemisferi arasındaki iletişimi
sağlayan -ki bu iletişim de “normal” bilinç halinin bir özelliğidir- kalın
sinir hattıdır. Araştırmacılara göre, hasarsız bir Corpus Callosum’un
eksikliğinde, beynin iki hemisferi bağımsız olarak çalışmaya tetiklenebilmektedir.
Sperry ve meslektaşları, bölünmüş beyin hastalarında her hemisfere farklı
görevler sunarak her iki hemisferin de birincil sorumluluk aldıkları görevleri
sınıflandırmayı başarmışlardır. Buna karşılık normal insanlarda corpus
callosum, iki hemisfer arasında sürekli iletişim sağlar, böylece iki parça
gerçekte her görevde birlikte çalışır. Diğer bir deyişle, genel anlamda sol ve
sağ hemisferin düşünme modlarından bahsetmek faydalıysa da, popüler psikoloji
dilindeki sol ve sağ hemisfer düşüncesini sözcük anlamıyla kullanmak -görevin
türüne göre sanki beynin bir yanında ışıklar yanmış ve diğeri karanlıkmış gibi-
bilimsel açıdan hatalıdır. Bu konuda daha fazla bilgi için Howard Gardner’ın
kitabındaki ilgili bölüme bkz.: “What We Know (and Do Not Know) About the Two
Halves of the Brain” Art, Mind and Brain (1982).
79 Edwards, B. (1979). Drawing on the
Right
Side of
the Brain.
Los Angeles: Houghton- Mifflin.
80 Csikszentmihalyi, M. (1990). Flow:
The Psychology of Optimal Experience. New York: Harper & Row.
81 (Her iki alıntı da) Myers, D. (1992). The
Pursuit of Happiness, 133. New York: Avon.
82 Csikszentmihalyi, M. (1988). The flow
experience and its significance for human psychology. In Csikszentmihalyi, M.,
and Csikszentmihalyi, I. Optimal Experience: Psychological Studies of Flow
in Consciousness. Cambridge: Cambridge University Press.
83 Csikszentmihalyi, M., Flow: The
Psychology of Optimal Experience, 81.
84 Capra, F. (1975). The Tao of Physics.
Boulder, Colo.: Shambhala.
85 Rucker, R. (1984). The Fourth
Dimension: A Guided Tour of the Higher Universes. Boston: Houghton Mifflin.
86 “Uçar” anlamına gelen “flies” sözcüğü,
aynı zamanda “sinekler” anlamına da gelmektedir.
“Time flies”
hem “Zaman uçup gider” hem de “zaman sinekleri” anlamına gelir.
87 Özgün hali, “Time flies like an arrow,
fruit flies like a banana” şeklindedir. Dilbilim felsefesinde bir metnin birçok
okunuşu olabileceğini gösteren bir örnektir.
88 Pinker, S. (1994). The Language
Instinct,
209. New York: William Morrow; Mark Aultman tarafından
ISSTL@PSUVM.PSU.EDU’ya
atılan e-postada alıntılanmıştır, 26 Şubat 1996.
SAAT ZAMANININ KISA
TARİHİ
. . . ve böylece akıp
gider. Ve böylece akıp gider. Ve böylece akıp gider gider gider tik tik tak tik
tak tik tak ve bir gün zamanın bize artık daha fazla hizmet etmesine izin
vermeyiz, biz zamana hizmet ederiz ve bizler geçici kölelere dönüşürüz.
Sınırlamaların belirlediği bir hayata bağlı köleler; çünkü eğer programa sıkı
sıkıya uymazsak sistem çalışmaz hale gelir...
Tiktakadam: Altı metreden
çok daha uzun, genellikle sessiz, işler zaman-bilgeliğinde gittiğinde yumuşak
mırıltılar çıkaran bir adam. Tiktakadam.
Hiyerarşinin, korkunun
üretildiği odacıklarında bile nadiren acı çekmiş, ona Tiktakadam denirdi. Ama
kimse onun maskesine böyle seslenemezdi.
Bir insana nefret edilen
bir isimle hitap edemezsin; hele ki o kişi maskesinin ardında dakikaları,
saatleri, gün ve geceleri, ömrünün yıllarını iptal etme yeteneğine sahipken.
Maskesine karşı ona Kronometre Üstat denirdi. Böylesi daha güvenliydi.
Harlan Ellison, Repent, Harlequin!
H
ayatın ivedi
hızının sembolü olarak saatin hareket eden akrep-yelkovanından daha çarpıcı bir
örnek yoktur. Sessiz sinema komedyeni Harold Lloyd’un kalabalık cadde
üzerindeki binanın sekizinci katında bulunan saatten yirmi dakika boyunca
sarkması ya da Salvador Dali’nin gerçeküstü bir çölde eriyen saatinin imgesi,
zamanın büyük bir diktatör olarak silinmez ve kalıcı izlerini göstermektedir.
Edebiyatta da
saatlerin çoğunlukla ana sahneyi aldıkları olur, genellikle de aynı haince
rollerde belirirler. Muhtemelen şimdiye dek hayatın hızı üzerine yazılmış en
ünlü cümle olan, Thoreau’nun “Eğer bir adam adımlarını yol arkadaşlarına
uyduramıyorsa, belki de bunun nedeni farklı bir davulcuyu duymasıdır” cümlesi
saat tarafından düzenlenen bir topluma yöneliktir. Yıllar geçtikçe, Thoreau’nun
edebi haleflerinin çoğu, zalim davulcuları öldürmenin aciliyeti konusunda daha
doğrudan ve iğneleyici olmuştur. Walden’dan bir yüzyıl kadar sonra,
Nathanael West, A Cool Million’da çoğu kişi adına konuşur: “Beni yanlış
anlamayın, Kızılderililer. Ben Rousseau’vari bir filozof değilim. Saati geri
alamayacağınızı biliyorum. Ama yapabileceğiniz bir şey var. O saati
durdurabilirsiniz. O saati parçalayabilirsiniz.”
Mekanik
saatler hayata ilk girişlerinden beri yalnızca faaliyetlerin başlangıç ve
bitişlerini işaretlemekte kullanılmamış, aynı zamanda planlanmalarını da
belirlemişlerdir. Eylemin süratini ve Thoreau ile West gibi eleştirmenlerin de
korktuğu üzere, toplumun da hızını düzenlemişlerdir. Saat zamanı günlük yaşamın
ritminde devrim yaratmıştır. Olayların geçişinde uzlaşmaz bir düzenlilik
gerektirir. Yöneticiler açısından saatin tekrarlayan, ritmik vuruşu; üretimi
güdüleyici şeydir. Öte taraftan, sosyal eleştirmenler için çoğunlukla altında
büyük bir zamansal tekdüzelik yatıyormuş gibi görünür. Ancak her iki taraf da
saatin düzenliliğinin olayların akışını her zamankinden daha hızlı hale
getirdiğini kabul edecektir. Çoğu insan için bu hız onların rahatlık aralığının
ötesindedir.
Sanayileşmiş
toplumların çoğunda saatle yaşamak bir kesinliktir. Bir sosyoloğun
gözlemlerinde olduğu gibi, “Modern toplumda, saatin kaç olduğunu bilmemek
sosyal beceriksizlik riskine girmek anlamını taşır.”—
İnsanlar saat
zamanından kaçmaya, hiç değilse ondan uzaklaşmaya uğraşabilir, ancak sonunda
tiktakadam üretim ve ilerlemeyi kontrol ederek, yenilmez olarak karşımıza
dikilecektir. Görünüşte kaçınılmaz olan bu kader, fizikçi Alan Lightman’ın
İtalya’daki kurgusal bir kasabayı tasvirinde gayet iyi yakalanmıştır:
Sonra
İtalya’nın küçük bir kasabasında, ilk mekanik saat inşa edilmişti. İnsanlar
büyülenmişti. Daha sonra ise dehşete düştüler. Burada zamanın geçişini miktar
olarak belirleyen, arzunun süresine cetvel ve pergeli dayadı, bir yaşamın tüm
anlarını ölçen bir insan icadı vardı karşılarında. Sihirliydi, dayanılmazdı,
doğal yasanın dışındaydı. Yine de saat görmezden gelinemiyordu. Ona
90
tapılması gerekiyordu.
Ancak tarihe
şöyle bir bakıldığında, saat- zamanı normunun ortaya çıkışının yakınlarda
olduğu ortaya çıkmaktadır. İnsan uygarlığının çoğunda, kişi dakik olmak istese
bile bunu sağlamak için herhangi bir yöntem mevcut değildi ve hatta kişi bir
yere zamanında gitmiş olsa bile bunu kanıtlamak mümkün değildi. Çabukluk ve
saatin baskın olduğu bir yaşam hakkındaki çağdaş fikirler, bizden öncekilerin
çoğu için anlaşılmaz olurdu. Saatlerin ve saat zamanının bize şimdilerde
tanıdık gelen ilah- benzeri durumunu doğuran olayların tarihi, doğanın
zamanından saat zamanına doğru evrim hakkında bir vaka çalışmasıdır.
SAATLERİ KISA TARİHİ
İlk büyük keşif, deneyimin peyzajını oluşturan zamandı.
İnsanlık sadece ay, hafta ve yılların, gün ve saatlerin, dakika ve saniyelerin
sınırlarını çizerek doğanın döngüsel tekdüzeliğinden kopup özgürleşecekti.
Gölgelerin, kumun, suyun ve bizzat zamanın akışı, saatin kesik ve kuvvetli
sesine tercüme edilmiş, insanlığın gezegendeki hareketlerinin yararlı bir
ölçüsü haline gelmişti. . . .Zamanın toplulukları, beraberinde bilginin ilk topluluklarını,
keşfi paylaşma yöntemlerini, bilinmezin karşısındaki ortak sınırı da
getirecekti.
Daniel Boorstin, The Discoverers
Kadim astronomlar yılların ve bir ölçüde ayların sınırlarını
çizebiliyordu. Saatlerin birörnek ölçümüyse modern bir buluştur. Dakika ve
saniyelerin belirlenmesi ise çok daha 91 yenidir.—
İnsanlığın en
büyük buluşlarından biri güneş saati veya gölge saati olmuştur. 5500 yıl önce,
insanlar Güneş gökyüzünde alçakta iken dik bir sütunun gölgesinin daha uzun
olacağını saptamıştır. Bu düzeneklerin en ilkeli basit bir çubuğun -Yunanca’da
bilmek anlamına gelen gnomon olarak adlandırılır- günışığı ve
gölgelerden yararlanmak için toprağa saplanmasından oluşuyordu. Daha ayrıntılı
yapılar -benzerleri Stonehenge’de bulunabilir- insanların zamanı anlamlı
birimlerle ölçmesini sağlamıştır. Tarihte ilk kez, insan sadece zamanı
işaretlemekle kalmamış, randevulaşmaya da başlamıştır; örneğin, “gölge ikinci
kaya üzerinde bir el genişliğinde belirdikten sonra.” Sonuçta, gündüz
saatlerini ölçmek üzere hassas biçimde derecelendirilmiş çok sayıda düzenek de
icat edilmiştir. Örneğin, Eski Mısırlılar, bir ucunda T- biçimli küçük bir yapı
bulunan yaklaşık bir metre uzunluğunda yatay bir çubuktan oluşan bir güneş
saati geliştirmişti. T, çubuk boyunca bir gölge oluşturuyor, çubuk da zamanın
geçişini daha kesin biçimde ölçmek üzere ayarlanabiliyordu. Çubuk T sabahları
doğuya bakacak şekilde hazırlanmıştı; öğle vaktiyse tam ters yöne döndürülüyor,
böylelikle T günbatımına kadar batıya bakıyordu. III. Thutmose’nin (MÖ 1500
dolayları) zamanına ait bu düzeneklerden bir tanesi günümüze dek
korunabilmiştir.
Ancak güneş
saatiyle -Yunanlılar bu düzeneğe “gölge avı” adını vermişti- kesinliği
yakalamak imkânsızdı. Güneş bir bulutun arkasına girdiğinde ya da akşam vakti
battığında ne oluyordu? Bir güneş saatinin üzerinde şöyle yazıyordu: “Absque
sole, absque usu”, yani “Güneş olmadığında kullanılmaz.” Bu hatalı
ayarlamalar dünyasında, saatler yalnızca en güneşli zamanları ölçebiliyordu ve
bu ölçümler bile kaba tahminlerden ibaretti. Ayrıca elbette ki, belli gece
“saatlerinde” randevulaşmak oldukça anlamsızdı.
Saatlerin bir
sonraki nesli hava veya güneşe bağımlı kalmadan hem gece hem de gündüzü ölçmeyi
amaçlıyordu. Bu devrimci cihazların ilki su saatiydi. İlk güneş saatlerinden
sonraki beş yüzyıl içinde mucitler zamanın geçişini bir kabın içinden damlayan
su miktarına göre ölçmeye başladılar. Su saatlerinin pek çok biçimi vardı,
ancak hepsi de temelde bir delikten geçen suyun miktarını ölçüyordu. Örneğin,
Mısır’daki bir versiyonu, içinde işaretli bir ölçek ile alt kısmında bir delik
bulunan kaymaktaşından bir kaptan oluşuyordu. Zamanın geçişi, su delikten
damladıkça seviyesinin bir işaretten diğerine düşmesiyle ölçülebiliyordu.
Su saatleri
bazen epey ayrıntılı olabiliyordu. Daniel Boors Şam’daki Büyük Cami’nin doğu
kapısını süsleyen dev bir örneğini anlatır:
Günün ya da
gecenin her “saatinde” ışıl ışıl parlayan pirinç ağırlıklar iki pirinç şahinin
ağzından, topların eski pozisyonuna dönmesini sağlayacak şekilde delikli olan
pirinç kapların içine düşüyordu. Şahinlerin üzerinde, her biri günün bir
“saati” olan açık kapılar vardı ve her kapının tepesinde de
yakılmamış halde duran lambalar bulunuyordu. Günün her saatinde, toplar
düştüğünde, bir çana vurulur ve tamamlanan saate ait kapı kapanırdı. Sonra gece
karanlığında, tüm kapılar otomatik olarak açılırdı. Toplar gecenin her bir
“saatini” duyuracak biçimde düştüğünde, o saatin lambası kızıl bir parlaklık
vererek yanar, böylelikle en sonunda bütün lambalar şafağa kadar yanmış 92 olurdu.—
Bu düzeneğin
devam etmesi için on bir kişinin tam zamanlı dikkati gerekiyordu.
Su saatinin
uzun, seçkin bir geçmişi vardı. Antik Mısır döneminden yaklaşık 1700’de ortaya
çıkan sarkaçlı saate kadar, güne şin görünmediği zamanları ölçmek için en
yanlışsız düzenek olmuştu. Kayıtlı tarihin çoğunda, gerçekte güneş saatleri
gündüz saatlerini ölçmek için kullanılırken, su saatleri gece saatlerini
işaretlemiştir. Eski Roma’da güneş saatleri, su saatlerini ayarlamak ve kalibre
etmek için kullanılırdı.
Romalılar
zamana büyük önem verirdi, onlar için vakit nakitti. Romalı avukatlar
genellikle hakimlerden müşterilerinin davalarını bir başka su saati zamanında
sunma ricasında bulunurlardı. Aquam dare yani “su bahşetmek” terimi bir
avukata zaman vermek anlamına gelirken, aquam perdere yani “su
kaybetmek” ise vakit harcamak anlamına gelirdi. Senato’da bir konuşmacı uzun
süre kürsüde kaldığında meslektaşları onun suyunun dökülmesi için bağırırlardı.
Ancak su
saatlerinin en basit versiyonları bile bir dizi kusurdan mustaripti. Bunun
nedenlerinden biri, suyun soğuk iklimlerde değişen viskozitesinin yanlış
ölçümler oluşturmasıydı. Bir diğer kronik koruma sorunu da deliğin tıkanmasını
ya da genişlemesini önleyebilmekti. Romalılar su saatlerindeki aşınma ve
tıkanmayı önlemek üzere en iyi modellerini değerli taşlarla donatmışlardı. Bu
yöntem sonraki saatçiler tarafından kullanılacak “mücevher”lerin de
habercisiydi.
Su saatinin
mantığından faydalanılarak akıcı, yanıcı ya da yanabilen herhangi bir şey
kullanan yeni düzenekler icat edilmiştir. Bunların en popülerlerinden bazıları
zamanı yanan yağ ve mumlarla ölçmekti. Ve elbette, bir cam saatin içinden akan
kumla. Çinliler bir tütsü saati geliştirmişti. Bu ahşap düzenek birbirine
bağlı, aynı boyutta bir dizi ufak kutudan oluşuyordu. Her kutuda farklı kokuda
tütsüler bulunuyordu. Bir kutunun içindekini ne kadar sürede yaktığını ve
kokuların yakıldığı düzeni bilen gözlemciler günün hangi vaktinde olduklarını
havadaki kokudan anlardı.
İlk mekanik
saatler 14. yüzyıl civarında Avrupa’da görülmüştür. Bu ağırlığa-duyarlı düzenekler zamanın çok küçük birimlerine yönelik değildi ve
onları ölçemiyordu. Çoğunlukla su saatlerinden daha doğru değillerdi. İlk
saatler çok özel bir amaç için icat edilmişti: Rahiplere ibadet zamanını
söylemek için. Bu yeni buluş öncesi rahipler çoğunlukla saatin düzenli olarak
çevrilmesi ihtiyacının verdiği rahatsızlıktan mustaripti. Bazı manastırlarda,
belli bir keşiş, sabah ibadetinin ya da işlerin vakti gelene kadar kum saatinin
akmasını sağlamak üzere bütün gece uyanık kalırdı. İlk saatler, yalnızca belli
ibadet saatlerinde çanların çalması için geliştirilmişti. Umumi orta süsleri
olan bu ilk saatlerin çoğunun yüzeylerinde akrep-yelkovan ya da işaretli
sayılar bile yoktu. Bunlar zamanı gö stermekten çok seslendirmek için
tasarlanmıştı. Ortaçağ İngilizcesindeki clok— kelimesi, Ortaçağ Hollandacası ve Almancasındaki çan
kelimesinden türemiştir. İlk mekanik saatler çanları çaldırmadıkça
teknik bakımdan saat olarak görülmüyordu. Bu, kadran saatin üzerine
yerleştirilmeden ve ilk kadran saatler akrep- yelkovanı kullanmadan birkaç
yüzyıl önceydi.
İlk
ağırlığa-duyarlı saat -aklınıza bir su saati ya da tütsü saati getirmeyin-
tarafından tanımlanan çabukluk; doların değerinin saatler, dakikalar, saniyeler
ve hatta saniyenin fraksiyonlarında (geçenlerde elime yerel bir bilgisayarda
1.6832 saniyelik kullanım faturam geçti) değiştiği günümüzün sanayileşmiş
toplumunda pek bir şey ifade etmeyecektir. Zamanın tek ölçeğinin üzerinde ufak
akrep- yelkovanı olmadığında, şimdiki bildiğimiz anlamda çabukluk tam anlamıyla
bir seçenek değildir. Zamanın ufak birimlerini doğru biçimde ölçen saatler
geliştirilene kadar “tam zamanında” olma fikri ya da “beş dakika gecikme” için
özür dilemek anlamlı olmayacaktır. Bundan önce bir arkadaşa “5.45’te buluşalım”
demek, takvim ortada yokken birini 27 Ekim’de davet etmek gibi olurdu.
Zamanı
kaydeden donanımlardaki büyük atılım Galileo’nun sarkacın işleyişini keşfi ile
16. yüzyılın sonuna doğru geldi. Galileo, bir sarkacın sallanma genişliği ile
salınım süresi arasında fiili bir bağımsızlık olduğunu gördü. Bundan yıllar
sonra, 1700 civarında, Christiaan Huygens adında Hollandalı bir matematikçi ilk
sarkaçlı saati geliştirdi. Bu ilk saatlerin en iyileri günde on saniyeden az
sapıyordu. İnsanlık binlerce yıldır mevsimleri, haftaları ve hatta gece ve
gündüz saatlerini ölçme konusunda kayda değer bir ilerleme sağlamıştı. Ancak
yalnızca bu noktadan itibaren -yani son üç yüz yılda- sarkaçlı saat sayesinde
saatin, dakikaların ve saniyelerin kesinliği ile yaşamak mümkün olmuştur.
İlk mekanik saatlerin
saat başlarını
94 göstermesinden hemen sonra, “speed”— (orijinal söylenişi “spede”dir)
kelimesi İngilizce dilinde görülmeye başlandı. 17. yüzyılın sonlarında,
önceleri davranışları konusunda 95 ayrıntıcı olan kişiler için kullanılan “punctual”—
kelimesi tam olarak randevulaşılan saatte gelen kişiler için kullanılır oldu.
Bundan sadece bir yüzyıl sonra “dakiklik” kelimesi, İngilizcede bugün
kullanıldığı şekliyle ortaya çıktı.
Saatler
sadece daha fazla kesinliğe doğru evrilmemiş, aynı zamanda kişisel alanımıza da
derinden nüfuz etmiştir. Helmut Kahlert ile arkadaşları Richard Mühe ve Gisbert
Brunner, Wristwatches: History of a Century’s Development (Kol Saatleri: Bir
Yüzyıllık Gelişimin Tarihi) adlı kitaplarında muhtemelen kol saatleri ile
ilgili en kapsamlı tartışmayı derlemiş, tarih boyunca saatlerin hayatlarımıza
yakınlaşmasını gözlemlemişlerdir. Saatler Ortaçağ’ın kamusal saatlerinden ev içindeki
saatlere, taşınabilir cep saatlerine, kelimenin tam anlamıyla
bedene bağlı saatlere doğru ilerlemiştir. “Kol saati, nabız düzenleyicinin özel
kullanımı dışında, en azından şimdilik bu gelişimin son aşamasıdır”
denmektedir. “Kol saati, geceleri bile bize derimiz kadar yakındır.”96 Birçok kişi bu gelişmeye pek de olumlu bakmamaktadır. Daha
ziyade, yüzyılın başlarında kol saatini, “zamanımızın el kelepçesi” olarak
adlandıran Sigmund von Radecki ile aynı fikri paylaşırlar.
Biçimleri şimdilerde aşina olduğumuz kadran düzenlerinde
hazırlanmış ilk kol saatleri (ilk kadranlar yanlamasına olarak
adlandırabileceğimiz
bir pozisyonda hazırlanıyordu) 1850’ler civarında görülmeye başlandı. Bu
tasarım uzunca bir süre genellikle daha sonraları onarılacak bir başarısızlık
olarak kabul edildi. Kahlert ve meslektaşları, Almanya’da bir profesörün 1917
yılında yazdıklarının saat işiyle uğraşan çoğu kişinin inancını
yansıttığını belirtir: “İnsan, vücudun aşırı sıcaklık değişimlerine maruz kalan
en hareketli bölgesinde, bir bilezik üzerinde saatin taşınması gibi ahmakça bir
modanın bir an önce ortadan kaybolmasını istiyor.”97 Düşük bir olasılık: 1986 itibariyle, dünyada kol saati
üretiminin yılda yaklaşık üç yüz milyon olduğu tahmin edilmektedir.
Geçen iki
yüzyıl boyunca saatlerdeki iyileştirmeler epey süratli oldu. Şimdi
bilgisayarların zamanı nanosaniyede (bir saniyenin milyarda biri) ölçtüğü bir
dünyada yaşıyoruz. Boulder, Colorado’da bulunan Ulusal Standartlar ve Teknoloji
Enstitüsü’nde, kısa süre önce bir milyon yıl boyunca tek saniye bile ileri ya
da geri gitmeyecek bir NIST-7 adında bir atom saatini tanıttı. Mekanizmanın
yalnızca üç yüz bin yıl doğru kalması garanti edilen selefi, NIST-6’ya göre
önemli ölçüde geliştirildiğine inanılıyordu. (Fizikçilerin yanında bu kesinlik derecesini kim umursar? Ulusal bir gazete bu soruya “Los
Angeles Belediyesi, trafik ışıklarını NIST-7 ile senkronize ederek trafik
sıkışıklığının 98 onune geçecek” haberiyle yanıt vermiştir.)—
Fizikçi Stephen Hawking’in de belirttiği gibi şimdilerde
zamanı uzunluktan daha kesin bir biçimde ölçebiliyoruz. Sonuç olarak, uzunluk
en doğru biçimde zaman birimleri ile tanımlanabiliyor. Metre ışığın
0,000000003335640952 saniyede kat ettiği mesafe ile tanımlanıyor.
Ya da hem uzay hem de zamanı tanımlamak için kullanılabilecek, ışığın bir
saniyede kat ettiği mesafenin karşılığı olan, ışık-saniye olarak bilinen daha
yeni ve daha kullanışlı bir mesafe var.—
GUnUmUz
tüketicisi bir tişört maliyetinden daha azına, saniyenin yuzde birine göre
kalibre edilmiş bir saat satın alabilmektedir. Sonuç olarak, halka açık yerler,
her saat başı saatlerden yükselen ufak bip senfonileriyle doludur.
İronik biçimde, kitlesel dakiklikteki ilerlemelerimiz çoğunlukla hataları da
artırmıştır. Bu işaretler saniyenin yüzde biri hassasiyetle çalışmaya
ayarlandığı halde, bip seslerinin her zaman için farklı zamanlarda duyulmasını
için ilginç bulmuşumdur. Dersimin vakti geldiğinde, saatlerin varlıklarını
genellikle odanın farklı yerlerinden gelen ve birkaç dakika süren ilan
edişlerini duyarım. Sonra birkaç dakika geçince, daima cümlemi neredeyse yarıda
kesen şaşkın bir bip sesi daha gelir.
Buna karşın,
yaşamları dakiklik üzerine kurulu kişiler için günümüzün kesinliği dikkate
değer olabilir. Bir keresinde bir radyo röportajında senkronize olamayan
saatlerle ilgili gözlemimi aktarmıştım. Programcı ise Ulusal Yayıncılar
Birliği’nin toplantısında gözlemlediği kayda değer bir istisnayı anlattı.
Kongredeki hemen herkesin saati vardı ve bu saatlerin neredeyse hepsi, her saat
başı tam olarak aynı anda çalıyordu. “Odayı dolduran sesler” diye anlatıyordu
röportajı yapan, “daha ziyade ‘ürkütücü’ idi.” Saniyelerin yüz binlerce dolara
çevrildiği bir meslekte, zamanı tutmanın kesinliği de mükemmele yaklaşmaktadır.
SAAT ZAMANINA KARŞI İLK
ZAMANLARDAKİ KAYITSIZLIK
Günümüzde, yani zaman çizelgeleri ve programların çağında, Herodot
okurken, çağının bu büyük gezgini ve bilgili insanının dünyada “saat” kavramıyla
hiç karşılaşmamış ve hatta bunun için doğru kelimeyi bile bulamamış olduğunu
öğrenmek neredeyse gülünçtür. Onun zamanında ve hatta çok sonraları bile zaman
ölçüsü olarak, başka hiçbir yöntem değil, çoğunlukla insan faaliyetleri
kullanılıyordu.
Alexander
Szalai
Uygun fiyatlı ve doğru saatlerin geliştirilmesi, ayarlanmış,
koordineli bir yaşam ihtimali sunan teknik bir mekanizma sağlamıştır.100 Peki, insanlar neden bu potansiyeli harekete geçirmeyi
seçmiştir? Saat sadece bir olaylar-sonrası işaretleyici olmaktan çıkıp nasıl
hayatın akışı üzerinde buyurgan hale gelmiştir? Saatin her şeye kadir bir
duruma yükselmesinin iyi anlaşılması teknolojik ilerlemelerin bir tasvirinin
ötesine geçer. Saat zamanına geçişe bir dizi ekonomik, so syal ve psikolojik
karmaşık güç ile çok agresif bir pazarlama neden olmuştur.
İlk mekanik
saatlerin icadından önce, insanların faaliyetlerini koordine etme düşüncesi
neredeyse imkânsızdı. Randevular genellikle şafakta buluşmak üzere verilirdi.
Tarihsel olarak önemli olayların -düellolar, savaşlar, toplantılar- gün
doğumunda olması te sadüf değildir.
Tarihçi Marc Bloch bu randevulardan birinin hikâyesini anlatır.101 Mons’ta her zamanki “şafak” saatinde başlayacak bir Ortaçağ düellosu söz
konusudur. Ancak yalnızca bir katılımcı çıkagelir. Erken gelen, “hiç”102 saati (o zamanlar öğlene verilen isim) olduğunu tahmin ettiği
vakte kadar, yani diğer katılımcının gelmesi için tanınan dokuz saatlik süre
boyunca beklemiştir. Daha sonra rakibinin korkaklığının kaydedilmesini talep
eder ve oradan hızla ayrılır. Tek sorun, hakemlerin epey tartıştıktan sonra
vaktin adam orayı terk ettiğinde gerçekten “hiç” vakti olup olmadığında
anlaşamamalarıdır. Sonunda bir mahkemenin toplanması gerekir. Olay
tartışıldıktan sonra -güneşin konumu, bu konularda bilgili uzmanlar olan
rahiplere danışılması ve hararetli tartışmalar- hiç zamanı iddiası
onaylanmıştır. Erken gelen kişi resmi olarak galip ve gelmeyen de korkak ilan
edilmiştir.
Bu olay,
Bloch’un Ortaçağ yaşantısında “zamana karşı büyük bir kayıtsızlık” olarak
tanımladığı olaya tipik bir örnektir. Sanayileşme öncesinde, zamanı hesaplama
çoğunlukla içinde yaşanılan çevrenin talepleri doğrultusunda yönlendiriliyordu.
Doğa ne zaman ekim, ne zaman dikim yapılacağını, ne zamansa hiçbir şey yapmadan
oturulacağını söylerdi.
Doğanın
zamanıyla yaşama geleneği kayıtlı tarihin başlangıcına dek gider. Örneğin, Eski
Mısır takvimi bir tür “nilometre”, Nil Nehri’nin yükseliş ve alçalışını ölçen
dikey bir ölçekti. Sanayileşmemiş tarım toplumları bugün bile doğanın saatine
bağlıdır. Zambiya’daki Luval kabilesi yılı, çevredeki iklim ve bitki örtüsü
değişiklikleri ile işaretlenmiş farklı uzunluklarda on iki heterojen döneme
böler. Borneolu Bahanlar yılı, her biri fundalıkların görünmesiyle yeni pirinç
yılı kutlamaları arasındaki belli bir tarımsal faaliyeti yansıtan sekiz döneme
böler.
Kuzey Yeni
Gine’deki Trobriand Adası halkı ekim mevsimlerini işaret eden yıllık
takvimlerini, bir solucanın -yumurtlayan deniz halkalı
solucanının- ortaya çıkışı ile başlatır. Bu solucan adalar
zincirinin güney ucunda, ekim ve kasım aylarının (bizim takvimimize göre)
ortasında çıkan dolunayı takiben belirmeye başlar. Güneybatı Etiyopya’daki
Mursiler de tarımsal faaliyetlerini yönetmek için bir takvime bağlı kalırlar.
Ama Mursiler kilit tarım olaylarının, özellikle de nehirlerin taşmasına neden
olan büyük yağmur döneminin başlangıcının yıllık değişkenliğini bilir. Sonuç
olarak, Mursiler takvime tartışılacak ve üzerinde konuşulacak bir şey gibi b
akarlar. Ayrıntıları da genellikle süreç 103 ilerledikçe
oluştururlar.
Günlük saat için
çoğu toplum güneşi kusursuz bir belirteç olarak düşünmüştür. Ay’ın evrelerinden
genellikle ayları işaretlemek için yararlanılır. Amerikan yerlileri bir ayı
diğerinden ayırt etmek istediklerinde “büyük ağaçların donduğu ay” gibi renkli
isimler kullanır.
Ancak bütün
bunlar sanayileşme ve bütçeye uygun saatler sahneye
çıktığında değişmiştir. İlk saatlerin genel olarak büyük bir coşkuyla
karşılandığı muhakkaktır. Saat, insanları bağımlı oldukları güvenilmez zaman
ölçülerinden özgürleştirecek bir buluş olarak görülmüştür. Yeni bir zaman
kategorisi ortaya çıkmış (“Saat ...’da.”), bu kategoriye geçmek bir statü
sembolü olarak yorumlanmıştır. Saatler resim ve şiirlere girmiştir. Bir Ortaçağ
Fransız şairi saygısını şu şiirle dile getirmiştir:104
Saat, bir
düşünürseniz eğer
Çok güzel ve dikkat çekici bir araç, Ve
aynı zamanda zarif ve kullanışlı Çünkü gece gündüz zamanı söyler bizlere
Mekanizmasının inceliğiyle Güneş ortalıkta yokken bile.
Öyleyse bu makineye ne fiyat biçilse az,
Çünkü diğer araçlar yapamaz bunu
Ne kadar ustaca ve eksiksiz tasarlansalar da.
Öyleyse, cesur ve bilge bilelim onu, Her kim icat ettiyse bu
cihazı.
Engin
bilgisiyle böylesine asil
Ve böylesine
değerli bir şey yapmış.
Yine de, bu
yeni buluşa çarpılmalarına rağmen, insanlar hayatta kalmak için bağımlı
oldukları önemli zaman b elirte çlerinin iplerinin hala doğada olduğunun
farkındaydı. Saat, randevuların daha ke sin bir şekilde planlanabilmesini
sağlamış ve egzotik bir süs olarak takdir görmüştü. Ancak çoğu insanın
hayatındaki en önemli zamansal olaylar hala tarımla ilgilidir ve doğa onlar
için en hassas fonksiyonel belirteçleri sunmaya devam etmiştir. Çoğu, modern
ozan Bob Dylan’ın “Rüzgarın hangi yönden estiğini bilmek için bir meteoroloji
uzmanına gerek yok” sözlerine katılacaktır. Dokuzuncu yüzyıla kadar mekanik
saatler, doğa tarafından ölçülen zamanın kötü bir imitasyonu olarak
görülmüştür.
HAREKETİN
STANDARTLAŞMASI
Saat yalnızca saatlerin izini kaydeden bir araç
değil, aynı zamanda insanların eylemlerini senkronize eden bir araçtır. Sanayi
çağının kilit makinesi buharlı motor değil, saattir... Miktarı belirlenebilen
enerji, standartlaşma, otomatik hareket ve nihayet kendi özel ürünü olan doğru
zamanlama ile olan ilişkisinde saat, modern tekniğin önde gelen cihazı olmuştur
ve her dönemde de lider konumunda kalmıştır: Diğer
makinelerin peşinde olduğu bir mükemmelliği simgeler.
Lewis Mumford
105 Ama sanki hikayenin biraz ötesine geçtik.
Şimdi saatlerin sunduğu sistematiklik potansiyelinin
gerçeklikten hala uzak olduğu zamana, on dokuzuncu yüzyılın ortalarına geri
dönelim. Saatler kalite ve miktar olarak hızla artsa da, yaşam büyük oranda
doğal olaylar döngüsü etrafında akıp gitmeye devam ediyordu. Saat zamanının
kabul edilmesinin önündeki en zorlu engellerden biri de, bir saatten diğerine
devam eden zamanı standartlaştırmanın eksikliğiydi. Saatler giderek daha
güvenilir ve kullanılabilir hale geliyordu, ancak senkronizasyon eksikliği,
kesinlik konusundaki gelişmeleri aslında konu dışı kılıyordu. “İlçeler, iller
ve hatta komşu köyler zamanı anlatmak için farklı araçlar kullanıyordu” diye
belirtiyor davranışsal bilim yazarı Ralph Keyes. “Bazı ayarlamalarda gece
yarısı, temel saat olarak kabul ediliyordu. Diğerlerinde ise öğlen ya da
güneşin tepede olduğu vakit ya da günbatımı. Mekanik saatlerin icadından sonra
bile, gezginler bir konumdan diğerine geçerken saatlerini tekrar tekrar
106 ayarlamak zorunda kalıyorlardı.”666 Çoğu kez günün hangi saati olduğunu değerlendirmek en az
Ortaçağ düelloları günlerinde olduğu kadar kaotikti.
Tarihçi Michael O’Malley, Keeping Watch: A History of American
Time107 adlı kitabında 1843’te Pensilvanya, Pottsville’de meydana
gelen bir seçim anlaşmazlığını anlatmıştır. Seçim sandıklarının resmi olarak
saat 7.00’de kapanması gerekiyordu, ancak birçok tanık, seçim sandıklarına
08.20’ye kadar giren pek çok vatandaş gördüklerini iddia ediyordu. Gerçekten
görmüşler miydi acaba? “Bilindiği gibi” diye iddia ediyordu Pottsville’de çıkan
Miner’s Journal, “bu ilçede kesin ya da belli bir zaman standardımız
yok.” Editöre göre Pottsville’deki kol saati ve saatlerin üzerindeki zamanın
genellikle “bir saat kadar saptığı” bilinen bir gerçekti. Bir seçim müfettişi,
üç gün önce Philadelphia’da ayarlanmış bir kronometreyi kullanarak, seçim
sandıklarının gerçekte 7.00’de kapatıldığını ilan etmişti. Ama Pottsville
zamanı Philadelphia zamanı değildi ve kaybeden taraf seçim sonuçlarını geçersiz
kılmak için bir kampanya başlattı. O’Malley şöyle aktarıyor:
108 izlenimine” kapılmıştı.
Kol saati
olmayan bir seçmen şöyle ifade veriyordu, “Geisse’ye (yerel bir kuyumcu) gittim
ve onun saati sekizi yirmi dakika geçiyordu.” “Henry Geisse’nin saati” diye
ekliyordu, “her zaman (döküm) çandan on ya da on beş dakika geridir.” Bir
saatçi de aynı fikirdeydi: Heywood ve Snyder’in çanı, dükkânını düzenlemek için
kullandığı güneş saatinden “bir saatin çeyreği kadar daha ileri”ydi. Yerel
oteldeki barmen, otelin “en iyi ayarlanmış saati”ni temel alarak bir başka saat
(9.00 civarı) bildirirken, Nathaniel Mills “Benim saatime göre seçim yediyi
çeyrek geçe kapandı” diye ısrar ediyordu.
Peki, hangisi
doğru zamandı? Üzerinde mutabık olunan bir standart olmadan bunu söylemek
imkânsızdı.
Aslında 19.
yüzyılda, dünya hala tutarsız takvimler ve zaman dilimleri ile kaplıydı.
O’Malley’e göre, 1860’ların sonunda yalnızca Amerika Birleşik Devletleri’nde
bile yaklaşık yetmiş farklı zaman dilimi vardı. Sanayi Devrimi tüm bunları
değiştirdi. Yeni teknolojiler, faaliyetlerin daha önceleri hayal edilmeyen bir
düzenleme ve tutarlılığını gerektiriyordu. Saat ana sahneye yerleşti. 1880
yılında, zaman dilimlerinin sayısı yaklaşık elliye düşmüştü ve bilim insanları
zamansal standartların tamamen koordine edilebilmesi için yapılacak uygulamayı
tartışıyorlardı.
Baskının
çoğu, büyük hüsrana uğramış olan iki kaynaktan geliyordu: Demiryolu şirketleri
ve hava tahmincileri. Demiryolu taşımacılığı ağı için tutarlı zaman
standartlarının eksikliği, mantıklı ve verimli zaman çizelgeleri oluşturma
konusunda bir kabus yaratmıştı. Genellikle birbirinden birkaç kilometre uzakta
bulunan istasyonlar saatlerini farklı standartlara göre ayarlıyor, bu nedenle
trenler -en azından her duraktaki saatlere göre- zaman içinde geri ya da hızla
ileri doğru hareket ediyordu. Demiryolu istasyonlarında sıklıkla biri demiryolu
saatini, öbürü de diğer yerel saati gösteren iki farklı saat bulunurdu. Örneğin,
1870’ler boyunca Buffalo, New York’taki istasyonda üç farklı saat yer alıyordu:
Biri Buffalo şehrinin saati, diğerleri de istasyondan geçen iki demiryolu hattı
içindi.
109 standardizasyon
istiyordu.”
Bu
senkronizasyon isteklerinin ardındaki itici gücün büyük bir kısmı
sanayileşmenin taleplerinin bir sonucuydu. Ama durum bununla sınırlı değil:
“Zaman”ın bir ürün olarak pazarlanma potansiyelini fark eden birkaç girişimci
de vardı. Bu kişilerden ikisi, Samuel Langley ve Leonard Waldo, standardizasyon
hareketinde özellikle önemli roller oynadı.
Sonradan
Smithsonian Enstitüsü Sekreteri olan Samuel P. Langley, zaman koordinasyonu
için artan talepten kazanç sağlayan ilk kişiydi. 1867 yılında, Langley,
Allegheny, Pennsylvania’daki can çekişen bir gözlemevinin yöneticiliğini
devraldı ve buranın zaman kaydetme yeteneklerini hızla geliştirdi. Daha sonra
Western Union’ı, gözlemevini şehre bağlamak konusunda ikna etti. Kısa bir süre
sonra da zamanı, gözlemsel zaman sinyalleri biçiminde, Pittsburgh’daki
sanayilere telgraf havalesi yoluyla kelimenin tam anlamıyla satmaya başladı.
Örneğin,
Pennsylvania Demiryolu, Allegheny Rasathanesi’nin zamanını 1871 yılında kendi
resmi standartları olarak ilan etti ve Langley sinyallerini almak için yılda
bin dolarlık bir anlaşma yaptı. Langley de, birbirini tutmayan çok sayıda yerel
saat yerine tek bir standart saate sahip olmanın avantajları hakkında bir dizi
makale yazarak standardizasyon konusunda kendi propagandasını yapmak için çaba
sarf etti. Yerel saati, tıpkı “merkezileşmenin ilerlemesi ve ticaret ve seyahat
takası”nın demode kıldığı yerel ağırlık ve ölçüler ya da yerel sikkeler gibi
“uydurma” ve “eskinin bir yadigârı” olarak adlandırıyordu. Langley, zamanı meta
haline getirmiştir. Bu ise vaktin nakit olduğu fikri üzerine yeni bir bakış
açısıydı.
Birkaç yıl
sonra, Harvard’da ve daha sonra Yale’de benzer bir zaman hizmetinin yöneticisi
olan Leonard Waldo bir adım daha ileri gitti. Waldo zamanın bilim insanlarının
kontrolü altında olması gerektiğini savunarak konunun ahlaki boyutunu daha da
yüceltti. “Doğru zamanın oluşturulması” diyordu, “doğası gereği eğitimseldir,
çünkü yaşamak için gerekli günlük işleri yapmada kitlelere belli bir kesinlik
telkin ederek, belki de daha sağlam bir ahlaka katkıda bulunur.” Fabrika
işçilerinin ihtiyaçları hakkında demiryolu yetkililerine verilen bir raporda, Waldo şunu iddia ediyordu, “bu insanlara kesinlik ve dakiklik
alışkanlığı kazandıracak, istihdam süresi için verilen ücretler söz konusu
olduğu müddetçe hem işvereni hem de işçiyi aynı katı tarafsızlıkla etkileyecek
bir hizmet, 110 devlet için büyük bir fayda sağlayacaktır. ” Hâlihazırda
organize olamayan işçileri düzenleyici bir otorite olarak standart zamanı
koymak, Waldo’ya göre yetkililerin zorunlu olduğu bir durumdu.
Waldo’nun
gerekçeleri sadece başkalarının iyiliği için olmayabilir. Öncelikle Yale Zaman
Gözlemevi’ndeki müdürlüğü için maaş alıyordu. Sonra 1880 yılında, Yale
Winchester Rasathanesi’nde, saatleri puanlayarak ve test ederek standart bir
zaman düşüncesini yaymak üzere tasarlanan Horoloji Bürosu’nu kurmuştu. Kurumsal
müşteriler, muayene için saatlerini oraya göndermeye teşvik ediliyor, bunun
için de hatırı sayılır bir ücret ödüyorlardı. Nihayet 1882 yılında Standart
Zaman Şirketi’ni kurdu. Bu, ev ve işyerlerine yine ücret karşılığında telgrafla
doğru zaman sinyalleri gönderen bir anonim şirketiydi.
1883 yılında,
büyük ölçüde Langley ve Waldo kampanyalarının bir sonucu olarak, demiryolları
bugün ABD’de kullanılan dört zaman dilimini oluşturmuştur. 1918 yılında federal
hükümet dört saat dilimini yasallaştırarak ABD’deki zaman standardizasyonunu
tamamlamıştır.
SAAT ZAMANININ
ÜSTÜNLÜKLERİNİ
PAZARLAMAK
Langley,
Waldo ve rakiplerinin sunduğu zaman hizmetleri “ana” saatleri, arada mesafe
bulunan “tabi” ya da “kontrol edilen” saatlere bağlayan senkronize edilmiş
sistemler sunmuştur. Yeni sistem yayıldıkça yerel saatlerin sayısı da artmıştı.
Ana saatin zamanına bağlanabilecek saatlerin getirileri önce büyük kuruluşlara,
sonra da daha ufaklara yayılmıştı. Kısa bir süre sonra ise, saatler halka
kitlesel olarak pazarlanmaya başladı. Langley ve Waldo “zamanı” satarken, saat
şirketleri de saatleri aktif biçimde pazarlayarak kendi işlerini
büyütüyorlardı.
Waldo’nun
önderliğini devralan, saat şirketlerinin başlıca pazarlama stratejileri bizzat
saat zamanının sağlamlığını -doğasındaki üstünlüğünü- desteklemek oldu. Reklam
kampanyaları dakikliğin ahlaki erdemlerini pazarladı. Örneğin, Electric Signal
Saat Şirketi’nin 1891 tarihli kataloğu, belli aralıklarla zil çalmak üzere
kurulan (şimdilerde okullarda yaygın olarak kullanılan saate-bağlı ziller gibi)
programlı saatlerin reklamını yapıyordu: “Eğer başarılı olmak isteyen kişinin
diğer bütün erdemlerden daha fazla geliştirmesi gereken bir erdem varsa o da
dakikliktir; kaçınması gereken bir hata varsa o da geç kalmaktır.” Katalogdaki iddiaya göre şirketin -çarpıcı biçimde Autocrat adı verilen-
en iyi modeli “askeri bir kesinliğe sahiptir ve pratikliği, çabukluğu ve
kesinliği öğretir. Bu sistemi kullanan bir okul, ofis ya da fabrikada ne
unutkan bir görevlinin ne de birilerinin saatinin kaprisini çekmeye gerek
kalır, çünkü ofis saati artık kurum için standart zamanı göstermektedir.”
Broşürdeki açıklamaya göre Autocrat yalnızca zamanı standartlaştırmakla
kalmıyor, şeflere disiplinlerini kendi görüş alanlarının ötesine doğru
genişletmek için bir araç da sunuyordu. “Başıboş ve geç kalmayı adet edinmiş
kişileri kökten değiştirir” diye belirtiyordu, “çünkü bu sinyallerden kaçış
yoktur. Sinyaller, ofisindeki standart saat
111 aracılığıyla
konuşan yöneticinin sesidir.”
Rakip
Blodgett Saat Şirketi de benzer bir satış yaklaşımı benimsedi: 1896 yılındaki
broşürlerini “Düzen, dakiklik ve sistemli olma; gençlerin zihnine işlenmesi
gereken temel prensiplerdir” iddiasıyla bastı. “Bu
prensiplerin bir okulda örneklenebilmesinin hiçbir yolu bu saat kadar etkili
değildir.” Broşür iddialarını Massachusetts’teki bir lisenin müdüründen gelen
bir referans mektubunu yayınlayarak noktalıyordu. Müdür şunları söylüyordu:
“Okuldaki hiçbir asistan çabukluk ve sadakat konularında Blodgett saatinin
önüne geçemiyor... Okulu için değerli (aynı zamanda öncelikli de demeliyim) bir
asistan arayan bütün 112 okul müdürlerine tereddütsüz onennm.”—
1880’lerde
Willard Bundy adında New Yorklu bir kuyumcu ile Alexander Dey adlı İskoç bir
doktor ve matematikçi birbirlerinden bağımsız olarak, işçilerin kesin biçimde
işe giriş ve çıkış yapmasını -diğer bir deyişle saat basmasını- sağlayacak
zaman kaydetme sistemleri geliştirmişlerdi. 1907 yılı itibarıyla, neredeyse
bütün öncü zaman kartı basma sistemleri International Time Recording Company olarak bilinen, sonraları IBM olan şirket tarafından
satın alınmıştır. O’Malley onların da ürünlerini dakikliğin erdemine başvurarak
pazarladığını anlatır. International Time Recording Company’nin 1914 broşürü,
“saatlerin para tasarrufu yapacağını, disiplin uygulayacağını ve verimli zamana
katkı sağlayacağını” iddia eder. Aynı zamanda “kaydedilen zaman, zamanın
değerini bireylerin kafasına sokarak dakikliği teşvik eder.” Bu cihazların
fabrikanın karakterini geliştirdiği öne sürülür. “Bir tesisin disiplini için”
diye devam eder bir başka bro şür, “ya da o tesisin pürüzsüz ve kârlı çalışması
için; düzensiz görünüşlü, işe geç gelip fırsat buldukça kaytaran bir insan
grubundan daha felaket bir şey yoktur.” Yeni zaman kaydediciler “bu
istenmeyenlerin ayıklanmasına” yardım sözü veriyordu.113
İnsanları “gözetlemek” çift anlamlı popüler 114
bir deyim
haline geldi.
Saatçiler bu terimin en büyük destekçileriydi. Örneğin, Waterbury
Saat Şirketi için hazırlanan 1887 tarihli bir kitapçığın kapağında şöyle
yazıyordu: “İşçi Dikkat: Bu zamanlarda herkesi gözetlemek bir gereklilik haline
geldi. Bunun nasıl yapılacağı üzerine eksiksiz talimatlar için bu kitabı
okuyun.” Kitapçığın son sayfası, eli bir adamın omzunda duran bir polisi
gösteriyordu. İkincisi şöyle diyordu: “Beni gözetlemenize gerek yok Polis Bey,
çünkü dünyanın en iyi saatine sahibim - WATERBURY.”115
Yeni sanayi
toplumunun ahlak bekçileri saat zamanının erdemlerine ikna olmuşlardı ve kendi
seslerini onun tanıtımı için kullanmaya her zamankinden daha fazla
gönüllülerdi. Geç kalan kişi sosyal açıdan aşağıda ve bazı durumlarda ahlaki
olarak yetersiz kabul ediliyordu.
Dakik davranışın aciliyeti okul kitaplarında, özellikle baskıcı
propagandalarla servis edilmiştir. Örneğin, 1881’de,
McGuffey’s Readers’ın bir beşinci sınıf dersi şu senaryo ile başlıyordu:
“Bir tren demiryolu üzerinde neredeyse yıldırım hızıyla ilerliyordu. Kondüktör
geç kalmıştı ama virajı güvenli biçimde geçmeyi umuyordu... Bir anda çarpışma
meydana geldi: Bir çığlık, bir şok ve elli kadar ruh sonsuzluğa kavuştu. Tüm
bunlar, bir mühendis geç kaldığı içindi.” Ders, temsilcisi ödeme yapmakta
geciktiği için başarısız olan bir firmayı ve bağışlandığı haberini taşıyan ulak
beş dakika kadar geciktiği için idam edilen masum bir adamı anlatarak devam
ediyordu. Büyük finalde, dersin iddiasına göre “Napolyon, St. Helena’da bir
mahkum olarak ölmüştü, çünkü generallerinden biri geç kalmıştı.” (Keşke
Napolyon’un generalinde birkaç tane McGuffey’s Reader olabilseydi, diyor
Michael O’Malley.) Ders şöyle sona eriyordu: “Bu hayatta da sürekli böyledir.
En iyi planlar, en önemli işler, insanların serveti, onuru, mutluluğu, hatta
hayatın kendisi her gün feda
116 edilir; çunku binleri geç kalmıştır. ”^^6
Dakiklik özelliği başarı ve kazançla özdeşleştirilir hale geldi.
Saat zamanıyla yaşamak, gelişmekte olan yeni bir sınıfın karakteristik
özelliklerinden biri olmuştu. Bir saat sahibi olmak kardeşliğe girişi
simgelemeye başlamıştı. Tarihçi John Cawelti, Horatio Alger’in hikâyelerinde
kahramanın orta sınıfa ait olduğunu gösteren iki hayati olaydan ilkinin iyi bir
takım elbiseye sahip olması, ikincisinin de iyi bir saat satın alması olduğuna
dikkat çeker. “Yeni saat” diye açıklar Cawelti, “daha yUksek bir pozisyona
ulaşmasını imler ve dakikliğiyle 117 zamana duyduğu saygının bir işaretidir.” Saatler öylesine
değerli statu sembolleri haline gelmiştir ki, daha yoksul bazı Amerikalılar
“saat kulupleri” oluşturmuştur. Bunlar aslında yeni bir saat satın alınması
için her katılımcının haftalık ucret ödediği saat piyangolarıydı. Haftanın
sonunda ödulu eve kimin götureceğini belirlemek için çöp çekerlerdi.
Kişinin
saatinin bakımını uygun şekilde yapması bile bir karakter işareti olarak
görülüyordu. Yükselişte olan genç bir adam, “gerçek saat kurucu” deyimiyle
anılıyordu. Saat kimliği kuruyor ve kişinin sosyal statüsünü ilan ediyordu.
FREDERICK TAYLOR’UN
VERİMLİLİK
MÜHENDİSLİĞİ
Saat zamanına
duyulan tutku Frederick Taylor ve onun “verimlilik mühendisliği” sistemi ile
doruk noktasına ulaşmıştı. “Bilimsel yönetim”in babası olarak bilinen Taylor,
saati fabrika yönetiminin yeni Kutsal Kase’sine ulaşmak için yapılacak bir
haçlı seferinin içine dahil etti: Mutlak verimlilik. Bilimsel yönetim
hareketinin ilginç bir buluşu, Taylor’un ilk müritlerinden Frank B. Gilbreth’in
parlak fikri olan “eylem ve zaman çalışmaları”dır. Bu teknik, bir şirketin
işlerini bileşenlerine ayırmak ve her bir bedensel hareket için standart bir
süre belirlemek gibi ikili bir amacı gerçekleştirmek üzere, bir işçinin her
hareketini filme almayı içeriyordu. Saliselerine kadar hesaplanan bu optimal
süreler neredeyse her görev için oluşturulmuştu. Bu süreçte, Jeremy Rifkin’in
de anlattığı üzere:
Makine
terminolojisi kullanılarak çeşitli hareketlere standart isimler atanıyordu.
Örneğin, “temas kavrama” bir nesneyi parmak uçlarıyla tutup kaldırmaya
deniyordu. “Yumruk kavrama”da başparmaklar diğer parmakları de stekliyordu.
“Sargı kavrama”, kişinin elini bir nesnenin etrafına sarması anlamına
geliyordu... Görev bir kalemi kaldırmayı gerektiriyorsa, aşağıdaki biçimde
tarif edilecekti: boş nakil, yumruk kavrama
ve yuklu
nakil.^^
Optimum
standartlar oluşturulduktan sonra her çalışanın her hareketinin sUreleri
tutuluyordu. Fabrika sahipleri daha sonra “lUzumsuz” -konuşma, esneme, başını
kaşıma ya da herhangi bir “fazladan” davranış gibi- hareketleri, eldeki Üretime
doğrudan etki eden hareketlerden ayıracaktı. Bu ölçümlerin kesinliği en sonunda
dakikanın on binde biri oranında kusursuzlaştırılmıştı. Taylor bu bilimsel
mühendislik yönteminin, bütünsel bir nesnellikle uygulandığında, her meslek
için mükemmel akışkanlıkta bir “standart zaman” yaratacağına inanıyordu.
Taylor’un
tekniği daha sonra fabrikanın tamamına uygulanmıştır. Her işin minimal
standartlarını oluşturduktan sonra, süreçteki her bir aşama merkez ofiste
bulunan ana saatin düzenlemesi altında ardışık adımlarla birbirine bağlanıyordu.
İşçiler bir işe başlayıp onu tamamladığında, kartları ikincil bir “yardımcı”
saat tarafından zımbalanıyordu. Bu kartlar, kullanılan sürenin resmi standartla
karşılaştırıldığı merkezi planlama ofisindeki bir “zaman memuru”na gidiyordu.
Zaman ve hareket çalışmaları neredeyse her çalışma ortamında
uygulanmıştır. En küçük görevlerde bile standartlaştırılmış zaman
hedeflenmiştir. Örneğin, Amerikan Sistemler ve Prosedürler Derneği’nden bir
zaman çizelgesi aşağıdakilere benzer faaliyetler için hedeflenen zamanlar
önermektedir: dosya çekmecesini açma ve kapama, seçim yok = .04 saniye; orta
çekmeceyi açma = .026 saniye; orta çekmeceyi kapama = .027 saniye; yan
çekmeceyi kapama = .015 saniye; sandalyeden kalkma = .033 saniye; sandalyeye
oturma = .033 saniye; döner sandalyeye gitme = .009 saniye; sandalyeyi bitişik
masa veya dosyaya götürme (en fazla 119
dört metre) =
.050 saniye.
Taylorizm,
verimliliğin değerini ve saat zamanının önemini yeni boyutlara taşımıştır.
Ekonomist Harry Braverman, Taylor ve öğrencilerinin çalışmalarının “Federalist
Yazılardan bu yana Amerika’nın Batı 120 düşüncesine yaptığı en
uzun soluklu katkı” olduğunu iddia etmiştir. Rifkin’e göre “Yeni kadın ve erkek
nesneleştirilmeli, nicelleştirilmeli ve saat mekanizması ile mekaniğe ait dilde
yeniden tanımlanmalıdır... Her şeyden önce de, yaşamları ve zamanları saatin
düzenine, planlamanın önkoşullarına ve verimliliğin buyruklarına uymalıdır.”121 Zaman geçtikte bizzat
kronometre Taylorculuğun simgesi haline gelmiştir. Bu da er ya da geç
Tiktakadam’ın düşmanlarını harekete geçirecektir.
YENİ ZAMANLA MÜCADELE
ETMEK
Tanrılar kahretsin saatlerin ayrımının
İlk kez farkına varan adamı -kahretsin
Burada güneş saatini kuranı da
Günlerimi sefilce biçip doğradı
Küçücük parçalara! Ben çocukken
Karnımdı benim güneş saatim-daha
güvenilir, Daha doğru ve daha kesindi hepsinden.
Bu kadran bana söylerdi uygun zamanı Akşam
yemeği için, yemem gerektiğinde, Ama bugünlerde yemem gerekse bile,
Başlayamıyorum güneş yok olana dek.
Şehir bu kahrolası kadranlarla dolu...
(Romalı yazar Plautus
tarafından yaklaşık iki bin yıl önce yazılmıştır)
20. yüzyıla
gelindiğinde, saat zamanı özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde toplum
yaşamının sıkı bir düzenleyicisi haline gelmiştir. Yine de saat zamanı herkes
tarafından kucaklanmamıştır. Birçok kişi zamansal standartlaştırmanın hikmetini
anlamış ve sonuçlarından korkmuştur. Bunun zamanı algılamanın yeni bir biçimini
oluşturduğunu ve en önemlisi de sosyal düzen için yeni öncelikler anlamına
geleceğini sezmişlerdir. Yapılan eleştirilerden bazıları standartlaştırma
eylemini hedeflerken, diğerleri saatin daha genel zulüm ve sertliklerine
odaklanmaktaydı.
Standartlaştırma eylemi özellikle güçlü itirazlarla karşılandı.
Standardizasyon hareketinin 19. yüzyılın ortalarındaki başlangıcından itibaren,
saatin yeni otoritesini onaylamaya isteksiz aleyhtarların yarattığı kargaşa söz
konusuydu. Örneğin, New York Herald 1883 yılında standart zamanın
“kamusal alanların ötesine geçip, insanların bir parçası olarak özel
hayatlarına girdiği” gözleminde bulunuyordu. Washington Post
standardizasyonun “Jül Sezar ve daha sonra Papa
XIII. Gregory tarafından yapılan takvim 122 reformundan ikinci
sırada geldiğini”’
belirtiyordu.
1883 ve 1918 arasında, yeni zamanın özel sektör tarafından kabul edildiği fakat
federal yasalar tarafından tanınmadığı dönemde, yerel gazetelerden feryatlar
yükseliyordu. Demiryollarının planına dair haberin yayılması üzerine
“Öğlenimize sahip çıkalım” diye talep ediyordu prestijli Boston Evening
Transcript. Louisville Courier Journal ise standardizasyonu “hunhar bir
dolandırıcılık”, “düpedüz yalan” ve “dalavere” olarak adlandırıyordu. Michael
O’Malley bu gazetenin editörüne gelen bir mektubu aktarıyor:
“Söyler misiniz bana” diyordu mektupta, “bir kimsenin insanların
rızası olmadan bir şehrin zamanını değiştirme yetkisi ya da hakkı var mıdır ve
Louisville bundan ne fayda sağlar?” Editörler ise böyle bir yetkinin olmadığını
söylüyor ve bunu şöyle de ğerlendiriyordu: “Merkezileşme
yolunda örtülü bir adım... Aziz devletin haklarının sırtına
saplanan
„123
karanlık bir hançer.” “Bütün saatlerimizi ve kol saatlerimizi aynı
anda işler hale getirdikten sonra ise” diye soruyordu editörler telaş içinde,
“tüm o eyaletleri il ve ilçeler olarak birleştirecek daha ileri bir hareket
gelmeyecek mi
sanıyorsunuz
En güçlü
itirazların bazıları Ohio eyaletinden gelmişti. Yerel saati yirmi iki dakika
geri alınan Cincinnati Ticaret Gazetesi’ nde, şunlar yazılmıştı:
“Pittsburgh’dan geçen hayali bir çizgi ile uyumlu olmak adına gerçeklerin
yaklaşık yarım saat dışına çıkmamızı söyleyen bu teklif en basit tanımıyla
saçmadır... Bırakın da Cincinnati halkı Güneş, Ay ve yıldızlar tarafından
yazılan gerçeklere bağlı kalsın.” Ticaret Gazetesi demiryolunun
ihtiyaçlarını karşılamayı “büyük bir aptallık” olarak nitelendirdi ve “Bu Cincinnati
Saati ve demiryolu saatinden yirmi iki dakika daha ileri” başlıklı tarifeleri basmayı 1890’a kadar 124sürdürdü.
Standardizasyona
yönelik itirazların ötesinde, saatin günlük hayattaki otoritesi gibi daha geniş
bir mesele de vardı. Bu alandaki saldırılar standartlaştırmaya yönelik
olanlardan bile daha yoğun ve keskindi. Saat zamanına yapılan saldırıların
çoğunlukla modern yaşamın temel değerlerine yönelik olduğunu söylemek ab artılı
olmayacaktır.
İtirazlar birçok kategoriye ayrılıyor. Bazıları, örneğin,
Taylorizme ve onun insanlara mekanik yaklaşımına yönelikti. 1912’de Taylorizme
yönelik Kongre duruşmalarında bir makinist şöyle diyordu: Ben onların [bir
işin] ne kadar sürdüğüne dair bulgularına itiraz etmiyorum; itirazım sanki bir
yarış atı ya da otomobilmişim gibi ellerinde kronometreyle başımda 125 durmalarına.”22^
Saat
zamanının kontrol edici yönleri üzerine odaklanan bir başka protesto türü de
vardı: Gulliver görüşü. Bu eleştirmenler sıklıkla varlığına yapay bir ürünün
dikte etmesine izin veren bir toplumun akıl sağlığını sorguluyordu. Doğal
zamanın yok edilmesi üzerine en anlamlı saldırılar edebiyat alanından
geliyordu. Örneğin, Kurt Vonnegut, Slaughterhouse Five (Mezbaha No. 5)
kitabında şöyle yazar:
Zaman geçmek
bilmiyordu. Biri saatlerle oynuyordu, üstelik yalnızca elektrikli saatlerle
değil, kurmalı olanlarla da. Saatimin ikinci ibresi bir kez kıpırdadığında bir
yıl geçecekti ve sonra yine kıpırdayacaktı. Benim bu konuda yapabileceğim
hiçbir şey yoktu. Bir Dünyalı olarak, saatlerin ve takvimlerin her söylediğine
inanmak zorundaydım.
Peter Beagle
ise Last Unicorn’da (Son Tek Boynuzlu At) şöyle der:
Hayattayken
-tıpkı sizler gibi- zamanın da kendi varlığım kadar gerçek, somut ve muhtemelen
bundan daha fazlası olduğuna
inanmıştım.
Sanki bunu görebiliyormuş gibi “saat bir” ve sanki onu bir haritada bulup
gösterebilecekmişim gibi “Pazartesi” diyebiliyordum... Herkes gibi saniye ve dakikalar,
hafta sonları ve yeni yılın ilk günleri üzerine inşa edilmiş bir evde
yaşıyordum ve ölene kadar da buradan dışarı asla çıkmamıştım, çünkü başka kapı
yoktu. Şimdiyse duvarların içinden geçip gidebileceğimi biliyorum.
Öfkenin bir diğer hedefi ise doğal zamanın yitirilmesiydi.
Standart zamanın icadından hemen sonra 1884’te yazan Editör Charles Dudley
Warner, saatle yaşanan zamanın katılığına ve değişmezliğine itiraz ediyordu:
“Zamanın sabit periyotlara bölünmesi bireysel özgürlüğün istilasıdır, mizaç ve
duygularda 126 farklılıkların oluşmasına izin vermez. ”^^6
Norman Mailer
tüm yaşamın planlı ve pro gramlı olduğu, olayların saatin gereklerine uymaya
zorlandığı bir yerdeki zamanın inorganik monotonluğunu eleştirir. 1964 yılında
yayınlanan Amerikan Rüyası romanında inorganik zamanı cehennem ile eş
tutmuştur. Amerikan iktidar yapısında ünlü bir kişinin çatı katını ziyaret eden
karakterlerinden birinin karşısına “bir cehennem vizyonu” çıkar:
(...) üzerinde
yüzlerin bulunduğu alçak kabartmaları olan, yaklaşık iki buçuk metre
yüksekliğinde bir 19. yüzyıl saati: Franklin, Jackson, Lincoln, Grant, Harrison
ve Victoria’nın yüzleri. Yıl 1888. Saatin etrafındaki bir halkada bir lale
yatağı bulunuyor, öylesine plastik duruyorlar ki dokunmak için eğiliyor ve
gerçek olduklarını keşfediyorum.
Jeremy Rifkin
gibi bazı eleştirmenler, bilgisayar çağının doğal zamanın tabutuna son çivileri
de çaktığına inanmaktadır: “Bilgisayar dünyasındaki olaylar asla
algılayamayacağımız bir zaman alanında var olmaktadır. Yeni “bilgi- zamanı”, zamanın nihai soyutlanışını, insan varoluşu ve
doğanın ritimlerinden bütünüyle 127 kopuşunu temsil ediyor. ”^J-
Ancak en
saat-güdümlü kültürlerde bile, doğa zamanı belli durumlarda o nostaljik başını
kaldırıp bakmaktadır. Saat-zamanı-insanları, doğanın güçleri tarafından
kuşatıldıklarında genellikle daha ilkel zaman ölçme işlemlerine geri dönerler.
Yakın zamanda vefat eden yazar Alex Haley bir keresinde, küçük yük gemileriyle
denizde dolaşmayı sevme nedenlerinden birinin bu gezinin onun zaman duygusunda
yaptığı değişiklik olduğunu anlatmıştır:
“Birkaç günlüğüne denize açıldığınızda zaman anlamsız hale gelir”
diye yazar Haley. “‘Bugün günlerden ne?’ sık sorulan bir soru olur ve günler
havayla denizin özelliklerine göre ya da ‘o dev, yeşil kaplumbağa sürüsünü
gördüğümüz günden sonraki gün’ gibi bazı özel olaylarla tanımlanır hale gelir.”128 Haley aynı zamanda en iyi yazılarını doğa zamanının
kucağındayken çıkardığına inanmaktadır.
Doğal afetlerde de çoğunlukla benzer bir zaman hesaplama
“regresyonu” yaşanır. 1993 yazında Orta-Batı ABD’deki yıkıcı seller sırasında, New
York Times bir Missouri sakinine yaşadığı en zor geceyi sordu. Gazetenin
bildirdiğine göre bu adam “nehrin onu ve karısını yirmi yedi yıldır yaşadıkları
evden çıkmaya zorladığı gece hakkında her şeyi hatırlıyordu” - tek bir şey
dışında: “Size bunun hangi gün olduğunu söyleyemem... Bütün söyleyebileceğim
biz ayrılırken nehrin seviyesinin sekiz metre civarında olduğudur. Makalenin
başlığı şuydu; “Onlar Zamanı Metre ile Ölçüyor.”129
ZAMAN SAVAŞLARI
Düşman kendi
hızını dayatarak zamanın efendisi oldu ve zamanın kendisi de bizim
düşmanımız.
Elie Wiesel, All Rivers Run to the Sea
Jeremy Rifkin, Homo sapiens türünü “zaman bağımlı” yegâne
hayvan olarak nitelendirmiştir. “Benliğimize ve dünyaya yönelik tüm
algılarımıza, zamanı düşünme, ifade etme, kullanma ve uygulama biçimlerimiz
aracılık 130
eder”^212-
diye açıklar Rifkin. Çok da şaşırtıcı olmayan bir biçimde, insanlar zaman
anlayışlarına yönelik müdahalelere çok güçlü tepki verirler. Standartlaştırmaya
ve saat zamanına karşı çıkanlar ele ştirilerini bir ölüm kalım meselesi olarak
ortaya koyarlar. Zaman konusundaki inançlar varlıklarını çok kişisel bir
alanda, psikolojik alanımızın derininde sürdürür ve bu nedenle en ufak bir
müdahale bile savunma ile karşılanabilir.
ABD’de
standartlaştırma ve yeni saat zamanının neden olduğu kargaşa birçok zaman
savaşından yalnızca biriydi. Yaşamın hızı üzerine yaşanan anlaşmazlık birçok
düzeyde iktidar mücadelesinin de merkezi olmuştur. Örneğin, çiftler arasında,
zamanlarını nasıl harcayacakları, faaliyetlere ne zaman başlayacakları ve eve
ne zaman gidecekleri, kimin çok hızlı kimin çok yavaş olduğu ve kimin kimi
beklemesi gerektiği gibi meselelerdeki anlaşmazlıklardan öte sürtüşme yaratan
pek az konu vardır. İngiltere’deki Sussex Üniversitesi’nde sosyolog olan Jenny
Shaw, yedi yüzden fazla kişiden zaman ve dakiklik konularındaki deneyimlerini
yazmalarını ister. En büyük bulgularından biri insanların yazarkenki duygusal
yoğunluklarının derecesi olur. Örneğin, bir kadın şöyle yakınmaktadır:
Kocam zaman
tasarrufu konusunda tam bir kaçıktır... Biri geç kalırsa mutlaka öfkelenir
(...) gerçekten kabalaşır ve bu hırçınlığı bir süre devam eder. Ben de
insanları beklemek zorunda kalmaktan hoşlanmam ama geç kalırlarsa da yaygara
koparmayı anlamlı bulmam. Zaten bir şeyler yanlış gittiğinde, kadınlar
genellikle erkeklerden daha mantıklı ve rasyonel davranıyorlar.
fazla kavgaya neden oluyordu. ’-Ll2-l-
Bu durum,
profesyonel kariyerinin büyük bölümünü danışan çiftler için kişisel temponun
önemini anlamaya adamış olan ve yakın zamanda vefat eden psikolog William Kir-
Stimon’u şaşırtmazdı. Voices adlı psikoterapi dergisinin editörlüğünü
yapan Kir-Stimon, çiftlerde dengeli ve senkronize iletişim üreten “zamansal
bölgesellik” ve “tempostasis” adını verdiği bir şeye
sıklıkla rastlamıştı. Belirgin kültürel ve ailesel faktörlerle birlikte,
tempodaki bireysel farklılıkların genetik bir temeli de olduğunu savunuyordu.
Kir-Stimon terapi seanslarında bu zamansal çatışmalar üzerinde durdu. Örneğin,
bazen, çiftin her bir üyesinin tercih ettiği ritme göre ayarlamak üzere bir
metronom getiriyordu. Bu bilgiyi çiftlerin aralarındaki farklılıkları anlayıp
zamansal 132 çatışmaları çözümlemesi için kullanacaktı.^^ Zamansal
uyumsuzluklar aynı zamanda ebeveynler ve çocuklar arasında da sorunlar
doğurabiliyordu. Hemen doğum sonrasında bile, anneler emzirme sırasında bebeğin
çok yavaş veya çok hızlı emmesinden dolayı kaygı yaşayabiliyorlardı. Anne,
çocuğunun temposunun kendisininkinden farklı olduğunu kabul etmediği sürece,
çocukla arasında gerginlik oluşuyordu.
Zamansal
iktidar mücadeleleri, uluslar ve kültürler düzeyinde genellikle daha şiddetli
geçebilmektedir. Tarihsel olarak, dini otoriteler iktidarlarını
savunmak ve meşrulaştırmanın bir yolu olarak takvimin
kontrolünü ele
geçirmişlerdir. Buna
karşılık devrimciler
mücadelelerini egemen
rejimin zamansal
sisteminde
yaşayan halkın kalp ve zihni için vermekteydi. Ancak zamansal devrimlerin
neredeyse her zaman kısa ömürlü olması, zamansal normların derin ve köklü
doğasına şahitlik eder gibiydi.
Zamansal
değişim konusunda özellikle radikal bir girişim, Fransız Devrimi’nin bir
parçası olarak ortaya çıkmıştır. 1793 yılında, Fransız Ulusal Kongresi, gerici
Gregoryen takviminin yerini alması için bir “devrimci takvim” oluşturmuştur.
Pek çok şeyin yanı sıra yeni takvim şunları ilan ediyordu: Hıristiyanlık
çağının 1792 yılı, yeni Cumhuriyetçi takvimin yılı olacaktır. Her yeni yıl eski
takvime göre 22 Eylül’de başlayacaktır. Her ay, yılın sonuna eklenen beş fazladan gün ile birlikte otuz gün sürecektir.
Aylar üç adet onar günlük döngüye ayrılacak, günler yirmi dört saat yerine onar
133
saatlik
birimlere bölünecektir.^212 Ayrıca zamanın, o andan itibaren
on-yıllık birimler, ondalık dakikalar ve ondalık saniyeler cinsinden ölçüleceği
de telaffuz edilmiştir.
Sosyolog Eviatar Zerubavel’e göre bu büyük değişikliklerin amacı,
“kolektif yaşam için yeni bir ritim dayatarak sosyal kontrol sağlamaktan”134 daha azı değildi. Ancak yeni takvim, hem Fransa içinde hem
de dışında büyük bir direnişle karşılaştı. Sorunlardan biri, on-günlük haftanın
Şabatın yedinci gününü onuncu bir gün ile değiştirmesi, böylece de yıllık izin
günlerinin elli ikiden otuz altıya düşmesiydi. Yeni takvim, eski sistemdeki
tatillerin sayısını da yarıya indirmiş oluyordu. Bu ve başka birçok neden
yüzünden, bu yeni düzen on üç yıllık sıkıntılı bir kullanımın ardından terk
edilmiştir.
135 dönmesiyle terk
edildi.
Jeremy
Rifkin, bu gibi zaman savaşlarının giderek geleceğin siyasetine hakim olacağını
öngörüyor. “Zaman siyaseti üzerine bir savaş patlak vermek üzere” diyerek buna
inancını belirtiyor ve “bunun sonucu sonraki yüzyılda siyasetin dünya çapındaki
geleceğini belirleyebilir” diye ekliyor. Sağ ve sol kanatlar arasındaki politik spektrumdaki geleneksel çatlak, Rifkin’e
göre yerini “bir kutbunda empatik ritimler ve diğer kutbunda iktidar
ritimlerinin olduğu yeni zamansal spektruma” bırakacak. Kendilerini iktidarın
zaman kalıbı ile aynı hizaya sokanlar, modern sanayi çağının “vakit nakittir”
dogması ile karakterize edilen verimlilik ve hız değerlerine bağlanmak
durumunda kalacak. Empatik zaman kalıbının destekçileri ise “kendi yarattığımız
yapay zaman kalıplarına” karşılar; “onların ilgisi insan bilincini doğanın
ritimleri ile daha empatik bir birliğe doğru yeniden yönlendirmek.” Rifkin’in
öngörüsüne göre “Uzunca bir süre uzamsal bir bilim olarak görülen politika,
şimdilerde zamansal bir sanat olarak da kabul edilmeye başlandı.”136
TİKTAKADAMIN ÖLÜMÜ
Zamansal
alışkanlıklar zor ölür.
Amerikalıların
bilinçli olarak standart zamana, Fransız ve Rusların da devrimci takvimlere
direnmeleri gibi insanlar tercih ettikleri “doğal” yaşam hızı üzerindeki
istenmeyen kontrollere karşı savaşmaya devam edecektir.
Geçen bir
buçuk yüzyıl boyunca kopan yaygaranın büyük bir kısmı, mekanik saatin somut,
ölçülmüş dakikalarının doğal zamanın pürüzsüz akışının yerini alması üzerine
odaklanmıştı. Bununla birlikte son yıllarda zamanı kaydetmede pek çok yönden
değişiklikler yaşanmaktadır. Hem doğa zamanının hem de kadranlı mekanik saatin
yeni rakiplerinden biri de dijital saattir. O da dirençle karşılaşmıştır. Minding
the Earth Quarterly dergisinde yazan Joseph Meeker, kendi dijital saati
üzerine düşüncelerini şu şekilde ortaya koyar:
Kol saatleri
ve saatler ne kadar do ğru olursa olsun, zaman hakkındaki gerçeği
söyleyemezler. Benim geleneksel saatim (bugünlerde ona “analog” model deniyor)
sürekli geçen zamanı göstermek için hareketli ibreleri ile on iki ardışık saati
temsil eden rakamların sembolik bir düzenlemesidir. Ona baktığımda güneş
sistemine benzeyen on iki saatlik süreyi görür ve hangi kısmının içinde hareket
ettiğimi öğrenirim. Kol saati zamanı, tıpkı güneş sisteminin yaptığı gibi
öğelerini uzayda yeniden düzenleyerek ölçer. Saat ibresinin hızı dünyanın
günlük dönüşünün hızına göredir, böylece bileğime her baktığımda dünyanın
hareket halinde olduğunu h atırlarım.
Dijital
saatler böyle bir bağlamı yansıtmaz. Kusurlu cihazlar olarak, önce neyin
olduğunu ve sonra neyin geleceğini içerecek biçimde devam eden bir süreci
yansıtamaz, birden fazla an’ı aynı zamanda kap sayamazlar.
Dijital bir saat tek bir şey yapmayı, o şeyi çok iyi yapmayı ve bütün çevreyi
ve ilişkileri görmezden gelmeyi öğrenen çok iyi eğitilmiş bir uzmana benzer.
Dijital saatler ve sığ hayaller birbirine çok iyi uyar ve her ikisi de bizim
zamanımızın 137
sembolleridir.-1-^
Saat
zamanının evriminde bir sonraki viraj bizi Tiktakadam’a doğru bir nostaljiye
götürebilir mi? Saat ve dakika ibrelerinin gerçek zamanına bir dönüş
için belki, olmaz mı? Birkaç yıl önce Florida’da, Tallahassee’de yaşadığım
sırada yerel yönetim, yerel saati civar illerdeki yaz saati uygulamasına
dönüştürmek için bir yasa yapmaya uğraşıyordu. Bu uygulamaya karşı kızgın bir
köktendinci grup, insanları eski standart zamanı korumaları konusunda teşvik
eden bir reklam kampanyası başlatmıştı.
Sloganları,
“Tanrı’nın doğal zamanını koruyun” olmuştu.
Zamanı nasıl
tanımladığımız ya da ölçtüğümüz neredeyse dinsel bir meseledir. Ve insanlar
dinsel olanı kolayca değiştiremezler.
89 Lewis, J. D., and Weigart, A. J. (1981).
The structures and meaning of social time. Social Forces 60, 432-62.
90 Lightman, A. (1993). Einstein’s
Dreams, 150-51. New York: Pantheon.
91 Saati bildiren cihazların tarihinin daha
bütüncül bir tasvirini yapan harika kaynaklar vardır. Örneğin, bkz.: Boorstin,
D. J. (1983). The Discoverers. New York: Random House.
92 a.g.e., s. 33.
93 Saat anlamındaki “clock” kelimesinin
kökü. (ç.n.)
94 İngilizcede “hız” (ç.n.)
95 İngilizcede “dakik” (ç.n.)
96 Kahlert, H., Muhe, R., Brunner, G. L.
(1986). Wristwatches: History of a Century’s Development, 12-13. West
Chester, Pa.: Schiffer
Publishing.
97 Alıntılayan: Kahlert, et al. (1986), 11.
98 Greenhill, J. (23 Nisan 1993). Running
late? Never in a million years. USA Today, 1.
99 Hawking, S. (1988). A Brief History
of Time: From the Big Bang to Black Holes. New York: Bantam.
100 Yukarıdaki Szalai alıntısı için: Szalai, A. (1966).
Differential evaluation of time budgets for comparative purposes. In Merritt,
R., and Rokkan, S. (eds.) Comparing Nations: The Use of Quantitative Data in
Cross-National Research, 239-358. New Haven: Yale University Press.
101 Bloch, M. (1961). Feudal
Society. Chicago: University of Chicago Press.
102 İngilizcesi none, öğle vakti için ise
günümüz İngilizcesinde noon kullanılmaktadır. (ç.n.)
103 Aveni, A. (1989). Empires of Time.
New York: Basic Books.
104 Alıntılayan: Keyes, R. (1991). Timelock,
20.
New York:
Harper Collins.
105 Mumford’dan alıntılayan: Westergren, G. (1990). Time:
Experiences, Perspectives and Coping-Strategies, 8. Stockholm, Sweden:
Almqvist and Wiksell.
106 Keyes, R. (1991). Timelock,
18. New York: Harper Collins.
107 O’Malley, M. (1990). Keeping Watch: A History of
American Time. New York: Viking.
108 a.g.e., s. 40.
109 U.S. News & World Report (22 Ekim 1990). The times of our lives: Conversation with
Michael O’Malley, 66.
110 O’Malley, M. Keeping Watch, 95.
111 Alıntılayan: a.g.e., s. 156.
112 a.g.e., s. 157.
113 a.g.e., s. 161.
114 İngilizcede watch kelimesi hem
gözetlemek hem de saat anlamlarına gelir. (ç.n)
115 Waterbury Watch Company (1887). Keep
a Watch on Everybody. New York: BAC, Bx 6, “Waterbury Watch Co.” folder.
116 O’Malley, op. cit., 148.
117 Cawelti, J. G. (1965). Apostles of
the Self- Made Man, 118. Chicago: University of Chicago Press.
118 Rifkin, J. (1987). Time Wars, 110. New York: Henry
Holt.
119 a.g.e.,s. 111.
120 Braverman, H. (1974). Labor and
Monopoly Capital, 321. New York: Monthly Review Press.
121 J. Rifkin, Time Wars, 111.
122 a.g.e., s. 124.
123 a.g.e., s. 134.
124 a.g.e., s. 136.
125 a.g.e., s. 169.
126 a.g.e. s. 145.
127 a.g.e., s. 15.
128 Haley, A. (16 Mart 1986). Writer’s
guide.
Los Angeles Times Magazine, 16.
129 Rimer, S. (13 Temmuz
1993). They measure time by feet. Yeniden basımı için: The Fresno Bee,
A1, A8.
130 Rifkin, J. Time Wars, 1.
131 Shaw, J. (1994). Punctuality and the
everyday ethics of time. Time and Society 3, 7997, 86, 87.
132 Kişisel Görüşme. Metronom konusundaki
çalışmasının bir raporu için, bkz.: Kir-Stimon, William (1977). “Tempostatis”
as a fac-tor in psychotherapy: Individual tempo and life rhythm, temporal
territoriality, time planes and communication. Psychotherapy: Theory,
Research and Practice 14, 245-48.
133 Lauer, R. H. (1981). Temporal Man:
The Meaning and Uses of Social Time. New York: Praeger.
134 Zerubavel, E. (1977). The French
Revolution calendar: A case study in the sociology of time. American
Sociological Review 42, 870.
135 Zerubavel, E. (1981). Hidden Rhythms:
Schedules and Calendars in Social Life. Chicago: University of Chicago
Press.
136 Rifkin, J. Time Wars, 2, 5.
137 Meeker, J. Reflections on a digital
watch. Alıntılandığı kaynak: Utne Reader (1987, Eylül/Ekim), 57.
OLAY ZAMANINDA YAŞAMAK
Zamanın ölçülemediği bir
dünyada
saatler, takvimler ve kesinleşmiş
randevular yoktur. Olaylar zaman
tarafından değil, diğer olaylar
tarafından tetiklenir. Evin yapımına taş
ve keresteler şantiyeye ulaştığında
başlanır. Taş ocağı, taşları ocağın
sahibi paraya ihtiyaç duyduğunda
dağıtır... Trenler istasyondan vagonlar
yolcularla dolduğunda ayrılır... Uzun
zaman önce, Büyük Saat’ten evvel,
zaman gök cisimlerindeki de ğişimle
ölçülürdü: Yıldızların
gece
gökyüzünde ağır ağır
süzülme si,
güneşin çizdiği yay ve ışığın farklı
çeşitlemeleri, ayın büyümesi ve
küçülmesi, gelgitler, mevsimler.
Zaman, kalp atışlarıyla, uyuşukluk ve uykunun ritimleriyle,
açlığın nüksetmesiyle, kadınların adet döngüleriyle, yalnızlığın süresiyle de
ölçülürdü.
Alan Lightman, Einstein ’s Dreams
Y
urt dışına
çıkan -ya da bu iş için bir doktor muayenehanesinde bekleyen- biri, saatin ve
hatta takvimin, bazen bir süsten daha fazlası olmadığını bilir. Böyle
durumlarda eldeki olay ço ğunlukla saatin teknik olanaklarından tamamen
bağımsız olarak başlayıp biter. Bizler sanayile şmiş dünyada dakiklik bekleriz.
Ama saat zamanındaki yaşam, kaydedilmiş tarihin neredeyse tamamıyla belirgin
biçimde uyumsuzdur. Zamansal alışkanlıklar yalnızca tarihsel bakış açısından
farklılık göstermez. Saat ile yaşama fikri bugün hâlâ dünyanın büyük çoğunluğu
için ke sinlikle yabancıdır.
Yaşam hızı
konusundaki en önemli farklardan biri, insanların faaliyetlerinin başlangıç ya
da bitişlerini programlamak için kadranın üzerindeki saatin mi kullanılacağı,
yoksa faaliyetlerin kendi spontane takvimlerine göre gerçekleşmesine mi izin
verileceği ile ilgilidir. Bu iki yaklaşım, sırasıyla saat zamanı ile yaşamak ve
olay zamanı ile yaşamak olarak bilinir. Saat ve olay zamanı arasındaki fark
yalnızca hız konusunda bir farklılık olmaktan fazlaysa da, saat zamanı
insanları için hayat daha hızlı olma eğilimindedir. Müsaadenizle yine kişisel
bir örneğe dönmek istiyorum.
Brezilya’da
kalışımdan birkaç yıl sonra, üniversitemden maaşlı izne ayrılmam mümkün oldu.
“Dinlenme ve yenilenme” dönemimi yaşam hızı konusunda uluslararası farklar
üzerine bir çalışma için harcamaya karar verdim. Aynı zamanda bir çocukluk
hayalimi gerçekleştirerek dünyayı gezmem için de bir fırsattı bu.
Tam olarak
nereye gideceğim belli değildi. “Dünyayı dolaşma” sözü kulağa hoş geliyordu,
ancak neler gerektirdiğinden emin olmadığımı kabul etmeliyim. Coğrafya
konusunda yetersiz biri olarak, dünya uluslarının nasıl dizildiği hakkında çok
az bilgim vardı. Hatta ülkelerin iç özellikleri hakkında ondan da az bilgiye
sahiptim. Neyle karşılaşacağımı bilmeden, tam olarak nereyi ziyaret edeceğimi
ve hangi ülkede ne kadar kalacağımı planlamam mümkün değildi. Bunun yerine,
yolculuğun kendi kendini biçimlendirmesine izin verme kararı aldım. Neyse ki
yapmayı tasarladığım araştırmam yol boyunca verileri ne zaman ve nerede
toplayacağımı kararlaştırmam için gereken esnekliği bana sağladı.
Bir dünya
haritası satın aldım ve gitmeyi isteyebileceğim en egzotik dört yerin konumunu
işaretledim: Büyük Çin Seddi, Everest Dağı, Tac Mahal ve Mısır’daki Büyük
Piramitler. İşaretleri birbirine bağlayan bir çizgi çektim. Bu dünya
harikalarından kaçını görebileceğim belirsiz olsa da, benim gezime kabaca bir
taslak sunmuşlardı. Batı Asya’nın bir ucuna doğru uçmaya ve daha sonra karadan,
batı yönünde gelişigüzel hareket etmeye karar verdim. Asya sınırını gö steren
haritayı incelerken, parmağım Endonezya üzerine denk geldi.
Cakarta’ya
giden, yolda Japonya, Tayvan ve Hong Kong’da da duran tek-gidiş uçak bileti
satın aldım. Bundan başka biletim de yoktu. Endonezya’dan Tayland’a doğru
Malezya Yarımadası üzerinden seyahat edecek ve sonra oradan da Asya üzerinden
batıya, eve doğru yönelecektim. Kurallarım yalnızca ikinci sınıftan daha yüksek
koltuklarda seyahat etmemek ve mümkün olduğunca karadan ilerlemek olacaktı.
Kiraladığım evi boşalttım, arabamı kiraya verdim, eşyalarımı depoya kaldırdım
ve bilmesi gereken herkese okul dönemi boyunca uzakta olacağımı söyledim.
(Öğretim görevlileri ay üzerinden düşünmez. Bizim zaman birimimiz okul
dönemidir.) O dönem iki döneme uzadı (yaz tatili derken geçen bir yıl).
Gezi, San
Francisco’dan Tokyo’ya bir uçuşla başladı. Uzun yolculuk için yerime yerleşmeye
çalışırken başladığım şey üzerine odaklanmaya çalışıyordum. İlk düşüncem
cebimde hiçbir anahtarın olmayışıydı. Sonraki hep taşıdığım ajanda yerine
hayatımda ilk kez bir dergi taşıyor oluşumdu. Sonra hiçbir taahhüdümün olmadığı
aklıma geldi. Hayli esnek araştırma planlarını devam ettirmekten başka
yapılması gereken herhangi bir şey yoktu. Tam altı ay boyunca belli bir
zamanda, belli bir yerde olma zorunluluğum bulunmuyordu. Ortaya çıkacakları
bölecek bir plan veya pro gram söz konusu de ğildi. Fırsatların bana
kendiliğinden gelmesine izin verebilirdim, peşinden gitmek istediklerimi de
kendim seçecektim. Özgürdüm, özgür, özgür!
Sevincim yaklaşık
yarım dakika sürdü. Hemen sonra dehşete kapıldım: Program ya da plan olmadan
bütün bir sömestr boyunca ne yapacaktım? Geleceğe bakıyordum, üst üste yığılmış
dosyalar filan yoktu. Peki, zamanımı nasıl dolduracaktım? Hayatımda bir
randevunun -ne için ve her kimle olursa olsun- özlemini bu denli çektiğim hiç
olmamıştı. Gerçekten de acıklı bir durumdu. Burada, dünyada herhangi bir
insanın olmayı hayal edebileceğinden çok daha özgür ve mobildim. Elimde bir
pasaport, bir doktora unvanı ve bir de sabit maaş ile motorun üzerindeki Marlon
Brando idim ve buna bir endişe krizi ile cevap veriyordum.
Uçuşun
ilerleyen saatlerinde biraz içim geçince, William Faulkner’ın Light in
August (Ağustos Işığı) kitabından bir pasaj ile ilgili bir rüya gördüm.
Kitaptaki karakterlerden Christmas, aç biilaç şeriften kaçarken, zamanı
saplantı haline getirmişti. Daha sonra gerçek alıntıya baktım:
... Şeyden beri, şeyden beri yemek yemedim, dedi bir
restoranda, yemek yediği Jefferson’daki cuma gününden bu yana kaç gün geçtiğini
hatırlamaya çalışarak. Bir süre sonra adamlar yemeklerini yiyip de tarlaya
gidene dek hareketsiz yatarak bekledi, haftanın hangi gününde oldukları
yemekten daha önemliydi. Nihayet adamlar gittiğinde eğildi, sonra yüzeye çıktı,
fulya renkli güneş ışığına ve mutfak kapısına gitti, hiç de yemek filan
sormamıştı... Ağzından şunlar çıkarken kendini duydu; “Bana bugünün hangi gün
olduğunu söyler misiniz? Sadece bugün günlerden ne, onu bilmek istiyorum.”
“Bugün
günlerden ne mi?” Kadının yüzü onunki gibi zayıftı, vücudu da onunki gibi zayıf
ve hareketliydi. Şöyle dedi: “Çabuk çık buradan! Bugün Salı! Çabuk çık! Kocamı
çağıracağım!”
Kapıyı
çarparken, “Teşekkür ederim” dedi.
Nihayet
Tokyo’da vardıktan sonra, eski bir öğrencimin benim için ayırttığı bir otel
odasına giriş yaptım. Önümüzdeki altı ay (aslında on iki ay ama neyse ki o
zaman bunu bilmiyordum) için elimdeki tek rezervasyon bu odaydı. Eşyalarımı
çıkardıktan sonra otelin verdiği bornoz ve terlikleri giydim. Bornozun alt
kısmı bacağımın, üreticinin hedeflediğinden daha büyük bir bölümünü
gösteriyordu ve terliklere de sadece üç parmağım girebilmişti. Ama odanın
görünüşünü sevmiştim ve sıcak küvetteki dalışlarıma büyükçe bir şişe Sapporo
birası ekledim. Yakın gelecekle ilgili bir nebze olsun umut besleyerek uykuya
daldım.
Ertesi sabah
yeşil kiremitli çatılar, Hint inciri ağaçları ve uzanmış muazzam bir Buda
heykelinin oluşturduğu manzaraya uyandım. Küçük bornoz ve terlikleri görünce
beklentilerim geri gelmişti. Olayların kendi seyrinde gitmesine izin vermeye
hazırdım. İlk önce ne yapmalıydım? Önceki gece yaptığım sıcak banyoyu
sevmiştim, bu yüzden güne başka bir dalışla başlamaya karar verdim. Sonra hemen
yanda bir çay dükkânı buldum. Garson biraz İngilizce konuşuyordu, yemekler
iyiydi ve hatta bana arkadaşlık edebilecek bir Herald Tribune bile
vardı. Kahvaltıdan sonra etrafı güzel bir p arkla çevrili büyükçe bir tapınakta
dinlendiği anlaşılan uzanmış Buda’ya komşu ziyaretine gittim. Okumak için bir
kitap çıkardım, ayaklarımı uzattım ve Tokyo’da geçit töreni gibi akıp giden
hayatı izlemeye koyuldum.
Ya sonra? Bir
arkadaşım görmekten hoşlanacağımı düşündüğü bahçelerin bir listesini vermişti.
Neden olmasın? Rastgele birisini seçtim ve ziyaretten enikonu hoşlandım. O
akşam benim otelin yakınındaki bir restoranda güzel bir akşam yemeği yedim.
Günümü sıcak banyo, bornoz, terlik ve bir Sapporo ile noktaladım.
Ertesi sabah
yataktan üzerimde bir adrenalin yüküyle fırladım. Bugün neler getirecekti
acaba? Nasıl başlamalıydım? Tabii önce sıcak bir banyo. Ardından, önce sabahın
keyfine varıp, kahvaltı için çay dükkânına yine gittim. Bundan sonra, dünyada
yerel Buda’mın yanından başka olmayı istediğim yer düşünemiyordum. O akşam bir
diğer bahçeyi daha denedim. Akşam aynı restorana gittim. Sonra elbette sıcak
bir banyo ve yatmadan önce de Sapporo biramla ilgilendim. Bir başka tatlı gün.
Üçüncü gün şöyle devam etti: Sıcak banyo/çay dükkânında
kahvaltı/Buda/bahçeler/akşam yemeği/sıcak
banyo/Sapporo.
Sonraki gün de aynı idi. Tıpkı sonraki gibi. Ve sonraki.
O ilk haftaya
dönüp bakınca, faaliyetlerime bakarak saatinizi ayarlayabileceğinizi görüyorum.
Saat kaç, diye sorun. “Parkta kitabını okuyor, bu yüzden saat on olmalı.” “Şu
an küvetten çıkıyor, demek ki saat sekizi biraz
geçiyor.”
İstemeden de olsa, uçak yolculuğunda özlemini duyduğum yapıyı oluşturmuştum.
İronik olarak, ilk etapta akademik kariyer yapmayı seçmemin pek çok nedeninden
biri de kendi zamanımı düzenlememe başka mesleklerden daha fazla izin
vermesiydi. Ancak sınırsızlıkla karşılaştığımda diğer uca doğru savrulmuştum.
Şaşırtıcı biçimde ve aynı zamanda aşağılayıcı bir hüsranla, çalıştığım
zamanlardan daha sıkı bir pro gram inşa etmiştim.
OLAY ZAMANINDA BOĞULMA
Davranışım,
şimdi anladığım üzere, saat zamanı ve olay zamanının güçleri arasında ders
niteliğinde bir mücadeleydi. Saate tabi olan zaman, faaliyetlerin başlangıç ve
bitişini yönetir. Olay zamanı baskınken ise programlamaya faaliyetler karar
verir. Olaylar, karşılıklı uzlaşma ile katılımcıların doğru olduğunu
“hissettiği” zamanda başlar ya da sona erer. Saat ve olay
zamanı arasındaki fark derindir. Sosyolog Robert Lauer, Temporal Man
kitabında tarih boyunca edebiyatta zamanın anlamına dair yoğun bir inceleme
yürütmüştür. Ona göre en temel fark, saat tarafından yönetilen insanlara ve
zamanı sosyal olaylarla ölçen kişiler 138 arasındadır.
Birçok ülke
olay zamanını bir yaşam felsefesi olarak övmektedir. Örneğin, Meksika’da,
“Zamana zaman verin” (Darle tiempo al tiempo) şeklinde popüler bir deyiş
vardır. Dünyanın diğer ucunda, Afrika’da ise, “zamanın bile zaman aldığı”
söylenir. Psikolog Kris Eysell, Liberya’da bir Barış Gücü gönüllüsüyken, bu
Afrika deyişindeki ifadenin farklı bir çe şidi ile karşılaşmıştır. Her gün
evden işe sekiz kilometre yürürken, hiç tanımadığı yabancıların ona yol
boyunca, “Oyalanın hanımefendi” dediğini anlatır.
Japonya’daki
deneyimlerim, program yapmanın etkinliğini kaybettiği durumlarda bocalayan bir
saat zamanı bağımlısının deneyimleriydi. O günden bu yana öğrendiğim kadarıyla,
dostluklara boğulmuş durumdaydım. Sosyal psikolog James Jones, Trinidad’da
kaldığı sırada benden çok daha karmaşık zamansal zorluklar yaşamıştı. Bir Afro-
Amerikalı olan Jones, “renkli insanların zamanı” (RİZ) olarak adlandırılan
zamanın gelişigüzelliğine epey aşinaydı. Ama olay zamanındaki hayatın
çıkmazlarına hazırlıksız yakalanmıştı. Jones oraya vardıktan sonra, ilkin
popüler slogan “Her zaman Trinidad zamanıdır” ile karşılaştı ve söylediğine
göre orada kaldığı zamanın geri kalanını bunun ne anlama geldiğini anlamaya
uğraşarak geçirdi:
RİZ, geç
kalmanın bir norm olduğunu ve Anglo-Avrupalı dakiklik ve zamana riayet tutkusu
ile tezat oluşturduğunu ima ediyordu. Buna karşın,
Trinidad’da geçirdiğim bir yıl boyunca Trinidad sakinlerinin zaman üzerinde
kişisel bir kontrolleri olduğunun farkına vardım. Az ya da çok, istedikleri ya
da hissettikleri gibi gelip gidiyorlardı. “Bugün işe gitme havamda değilim”, bu
tercihi ifade etmek için standart bir yoldu. Zaman, saatten çok davranışla
hesaplanıyordu. Olaylar insanlar geldiğinde başlar ve ayrıldıklarında da
biterdi, yani saat 08.00 veya 01.00’de değil.139
Saatler dünyasından gelen
ziyaretçiler için olay zamanı ile yürütülen yaşam çoğunlukla, James Jones’un
deyişiyle “kronometrik anarşi” olarak görünür.
İNEKLER NEREDE?
:BURUNDİ’DE
ZAMANI HESAPLAMA
Olay
zamanı insanları, saati dinlediklerinde, duydukları çoğunlukla doğanın
saatidir. Eski yüksek lisans öğrencilerimden olan Salvatore Niyonzima, ülkesi
Burundi’yi bunun klasik bir örneği olarak anlatıyor.
Orta
Afrika’nın çoğunda olduğu gibi, diyor Niyonzima, Burundi’de de yaşam mevsimler
tarafından yönetilir. Burundi nüfusunun yüzde sekseninden fazlası çiftçidir.
Sonuç olarak “insanlar hala doğanın evrelerine güvenir. Kuru mevsim başladığında
hasat zamanı gelmiştir. Ve yağmur mevsimi geri geldiğinde elbette ki tarlalara
dönme, ekim ve bir şeyler yetiştirme zamanıdır, çünkü döngü böyledir.”
Burundi’deki
randevu zamanları da doğal döngülere göre düzenlenir. “Randevuların illa günün
belli bir saatinde olması zorunlu değildir. Kırsal alanlarda büyüyen ve çok
fazla e ğitimi olmayan bir kişinin erken bir randevu için; ‘Tamam, seninle
yarın sabah ineklerin otlamaya çıktığı vakitte görüşürüz’ dediğini
duyabilirsiniz.” Eğer gün ortasında buluşmak istiyorlarsa, “randevularını
‘ineklerin su içmek için nehre gittikleri’ vakte göre ayarlarlar.” Genç
ineklerin çok fazla su içmesini önlemek için, diyor Niyonzima, çiftçiler
genellikle birlikte korunaklı bölgeye dönene kadar onlarla iki üç saat geçirir,
bu sırada daha yaşlı inekler nehirden su içmeye devam eder. “Ardından, öğleden
sonra, diyelim saat üç gibi, genç inekleri akşam otlaması için dışarı çıkarma
vakti gelir. Böylelikle de, eğer geç saate randevu vermek istiyorsak, ‘seninle
genç inekler dışarıdayken görüşürüz’ diyebiliriz.”
Daha kesin
olmak için, örneğin, “seninle zamanın sonraki kısmında, inekler su içmek için
dışarı çıktığında görüşelim demek” diye ekliyor Niyonzima, “gereğinden fazla
olacaktır. Eğer benim oturduğum yere inekler su içmeye çıkacağı zaman
gelirseniz bu, günün ortaları demektir. Bir saat geç ya da erken gelmeniz sorun
olmaz. Kişi randevusu olduğunu bilir ve orada olacaktır.” Kesin olmak zordur ve
çoğunlukla da mümkün değildir, çünkü öncelikle insanların inekleri ne zaman
güdeceğini tam olarak bilmek zordur. “Onları nehre bir saat sonra götürmeye
karar verebilirim, çünkü ya onları evden geç çıkarmışımdır ya da otlatmak için
götürdüğüm yerde çok da fazla mera olmadığından yiyecek pek bir şey
bulamamışlardır. ”
Burundi’deki
insanlar gece vakitlerini ölçmek için de benzer somut imgeler kullanır.
“Kapkaranlık bir geceye kimsin-sen-gecesi adını veririz” diye açıklıyor
Niyonzima. “Bu ifade gecenin çok karanlık olduğunu ve bir kimseyi sesini
duymadan tanıyamayacağımızı anlatır. Orada birilerinin olduğunu bilirsiniz,
ancak karanlıktan ötürü onları göremezsiniz. Bu yüzden de selamlama yerine
‘Kimsin sen?’ dersiniz. Karşı taraf konuşunca sesini duyar ve kim olduğunu
bilirsiniz artık. Kimsin-sen- zamanı havanın karardığı vakti anlatmak için
kullanılan yollardan biridir. Geçmişteki bir durumu anlatırken de onun
kimsin-sen- gecesinde meydana geldiğini söyleriz.”
“Gece
randevularını kesin olarak belirtmek zordur” diyor Niyonzima. “‘Kimsin-sen’
karanlığın fiziksel koşullarını kaba biçimde ifade eder. Saat sekiz ya da dokuz
gibi kesin bir saat veremem. İnsanlar gecenin belli bir vaktini adlandırmak
istediğinde uykunun çeşitli hallerine dair göndermeler kullanabilir. Örneğin,
bir olayın ‘kimsenin ayakta olmadığı vakit’te gerçekleştiğini söyleyebilir ya
da biraz daha net olmak isterlerse ‘insanların uykunun ilk kısmının başlarında
oldukları vakit’ diyebilirler. Gecenin geç saatlerine ‘sabah ışıkları görünmek
üzereyken’ ya da ‘horozların öttüğü vakit’ adı verilebilir. Ya da gerçekten
daha kesin olmak için, ‘horoz ilk kez öttüğünde’ ya da ‘ikinci kez öttüğünde’
gibi tabirler kullanılabilir. Sonra da sıra yeniden ineklere gelecektir.”
Burundi’nin
doğal saatlerini, Birleşik Devletler’in baskın Anglo-kültüründe hakim olan
zaman programlaması ile karşılaştırın. Bizim kol saatlerimiz ne zaman
çalışılması ve ne zaman oyun oynanması gerektiğini, buluşmaların ne zaman
başlayıp ne zaman biteceğini söyler.
Biyolojik
olaylar bile genellikle saat tarafından programlanır. “Uyumak için erken” ya da
“daha akşam yemeği vakti gelmedi” demek, şekerleme yapmak ya da atıştırmak için
çok geç olduğunu söylemek normaldir. Genellikle ne zaman başlamamız ya da
durmamız gerektiğini vücudumuzdan gelen sinyallerden ziyade kadranın üzerinde
gözüken saat bize söyler. Bu alışkanlıkları çok erken yaşta ediniriz. Yeni
doğmuş bebek ne zaman acıktığını ya da uykusunun geldiğini fark etme
kabiliyetine bütünüyle sahiptir. Fakat bu, ebeveynler bebeğin rutinini
kendilerininkine uydurmadan ya da çocuğu hakim kültürel standartlar uyarınca
(bunlar genellikle Dr. Spock-türü popüler tavsiye kitaplarıyla belirlenir) daha
“sağlıklı” bir ritimde yemek ve uyumak üzere eğitmeden öncedir. Böylece bebek
ne zaman aç ya da uykulu olunacağını ö ğrenir.
Yetişkinlerin
dünyasında bazı insanlar saat tarafından kontrol edilmeye özellikle açıktır.
Birkaç yıl önce, sosyal psikolog Stanley Schachter ve arkadaşları bir dizi
klasik çalışmayla obezlerin ve normal kilodaki kişilerin yeme davranışlarını
gözlemledi. Schachter, obezitedeki temel faktörlerden birinin yemenin kişiyi
çevreleyen ortamdan gelen dışsal ipuçları tarafından yönetilme eğilimi olduğunu
kuramsallaştırmıştı. Ona göre, normal kilodaki insanlar, içsel açlık
sancılarına karşı daha tepkiseldi. Schachter’a göre güçlü bir dışsal işaret de
saatti.
Bu teoriyi
test etmek için Columbia Üniversitesi yurtlarında kalan öğrenciler, deneyi
yapanların saatlerle oynadığı bir odaya getirildi. Böylece katılımcılardan b
azıları saatin her zamanki akşam yemeği saatinden erken ve
diğerleri ise daha geç olduğunu düşündü. Katılımcılara önlerinde duran kasedeki
krakerlerle başlarının çaresine bakmaları söylendi. Schachter’ın da isabetli
biçimde tahmin ettiği gibi obez olanlar akşam yemeği saatinin geçtiğini
düşündüklerinde, daha akşam yemeği saatinin gelmediğini düşündükleri zamandan daha
fazla kraker yediler. Saatin üzerindeki zamanın normal kilodaki katılımcıların
kaç kraker yediği ile herhangi bir ilgisi yoktu. Onlar acıktıklarında yiyordu.
Fazla kilolu insanlarsa saatin yemek için uygun olduğunu bildirdiği vakitlerde
yiyordu.140 Aç olup olmadığını sorduğum yüz elli kilonun üzerindeki
dayımın da bir zamanlar söylediği gibi: “Kırk beş yıldır açlık çekmiyorum.”
VAKİT NAKİT MİDİR?
Saat baskın olduğunda,
zaman değerli bir meta haline gelir. Saat zamanına önem veren kültürler zamanın
gerçekliğini sabit, doğrusal ve ölçülebilir kabul ederler. Tıpkı Ben
Franklin’in bir keresinde söylediği gibi, “vaktin nakit olduğunu hatırlayın.”
Ama zamanın hayli esnek ve belirsiz olduğu olay zamanı kültürleri için zaman ve
para çok farklı şeylerdir.
Bu iki tutum
arasındaki çatışma sarsıcı olabilir. Yıllık iznimde, sıcak banyo/kahvaltı/Buda
rutinimin dışına çıkıp Tac Mahal’e yolculuk ettiğimde örneğin, birinci-
dünyadan ziyaretçilerin bu binanın işçiliği konusunda en sık yaptığını duyduğum
yorum şu soru üzerinde çeşitleniyordu; “Bunu yapmak ne kadar zaman almıştır
acaba?” Belki de Hindistan’daki turistlerden en sık duyduğum ikinci yorum da
şöyle bir şeydi: “Bu nakışı işlemek sonsuz zaman almış olmalı. Böyle bir şeyin
bizim ülkemizde yapıldığını bir düşünsenize...” Yabancıların zamanı nasıl
kullandıklarını gözlemleyip kelepir objeler bulmak aslında çoğu Batılının en
sevdiği tatil aktivitesidir. Ancak bu tür yorumlar, nakış işlemek için aylarını
harcayan Hintli sanatçı ya da onun Tac Mahal’i inşa eden ataları için herhangi
bir şey ifade etmeyecektir. Olay zamanı baskınken, saat zamanının ekonomik
modeli pek bir anlam taşımaz. Zaman ve para bağımsız şeylerdir. Tıpkı
Meksika’da söyledikleri gibi zamana zaman vermeniz gerekecektir.
Güney Amerika
ve Asya’daki seyahatlerimde bazı yorumlar nedeniyle defalarca kez kafa
karışıklığı yaşadığım, hatta bazen bitkin düştüğüm oldu. Örneğin, “Siz
Amerikalıların aksine zaman bizim için para değildir.” Benim buna verdiğim her
zamanki cevap ise “Ama zaman bizim sahip olduğumuz tek şey. En değerli,
gerçekten tek değerli varlığımız. Onu nasıl bu şekilde harcayabiliriz?” idi.
Genellikle benimkinden daha az heyecanlı bir tonda yapıştırdıkları cevap,
zamanın gerçekten de bizim en değerli malımız olduğuna dair yetersiz bir
uzlaşma ile başlar. Ancak tam da bu nedenledir ki, olay zamanını savunanlar,
zamanın inorganik parasal birimlere parçalanarak harcanmaması gerektiğini öne
sürerler.
Burundi
konuyla ilgili başka bir örnek daha sunmaktadır. “Orta Afrikalılar” diyor
Salvatore Niyonzima, “genellikle zamanın daima para olduğu olgusunu göz ardı
eder. Zamandan beni beklemesini istediğimde, zaman bekler; bir şeyi bugün
yapmak istemiyorsam -sebep ne olursa olsun- onu yarın yapmaya karar verebilirim,
yarın da en az bugünkü kadar iyi olacaktır. Eğer biraz zaman kaybedersem çok
önemli bir şey kaybetmiş olmam, çünkü sonuçta elimde ondan çok vardır.
Doğu
Afrika’da Burkina Faso’dan bir değişim öğrencisi olan Jean Traore, “zaman
kaybetme” kavramını kafa karıştırıcı bulmaktadır. “Benim yaşadığım yerde zaman
harcama diye bir şey var yok” diye aktarır gözlemlerini. “Zaman nasıl
harcanabilir ki? Eğer bir şey yapmıyorsanız, bir başka şey yapıyorsunuzdur. Bir
arkadaşınızla konuşuyor ya da öylece oturuyor olsanız bile, yaptığınız bir şey
vardır.” Sorumlu bir Burkina Faso vatandaşından zamanla ilgili bu bakış açısını
kabul etmesi ve anlaması, gerçek anlamda müsrifçe -bazıları için günah- olanın
da hayatınızdaki insanlara yeterince zaman ayırmamak olduğunu bilmesi beklenir.
Bir başka
örnek de Meksika’dır. Hüsrana uğramış ABD’li iş adamları, çoğunlukla
Meksikalıların zamana bağlanma eksikliğinden mustarip olduğundan yakınır. Ancak
yazar Jorge Castaneda’nın da işaret ettiği gibi “onlar sadece farklıdır...
Zamanın ilerleyip gitmesine izin verirler, geç kalmak (bir saat, bir gün, bir
hafta) ağır bir kabahat değildir. Onlar sadece öncelikler merdiveninin daha alt
basamaklarını temsil eder. Bir aile do stunu görmek, bir randevuya sadık
kalmaktan ya da işe zamanında yetişmekten - özellikle de bu iş sokak
köşelerinde eşya satmaktan ibaretse- daha önemlidir. Aynı zamanda ekonomik bir
açıklaması da vardır: “Zamanında gitmek, işi zamanında teslim etmek ya da fazla
mesai konusunda ciddi bir dürtü eksikliği mevcuttur. İnsanlar yaptıkları iş
için az para aldıklarından, dakikliğin ve resmiyetin bedeli anlamsızlaşır:
Vakit Meksika’da genellikle nakit değildir.”
Olay zamanı
ve saat zamanı birbirinden bütünüyle bağımsız değildir, ancak olay zamanı
saatten çok daha fazlasını kapsar. Daha büyük bir re smin ürünü, sosyal,
ekonomik ve çevresel etkenlerin ve elbette kültürel değerlerin bir sonucudur.
Sonuç olarak, saat zamanı ve olay zamanı genellikle kendilerine has dünyalar
oluştururlar. Jorge Castaneda’nın Meksika ve Amerika Birleşik Devletleri
hakkında yaptığı gözlem gibi, “zaman bu iki ülkeyi en az
141 herhangi bir başka faktör kadar boler.”^-1^
DİĞER OLAY
ZAMANI KÜLTÜRLERİ
Sanayileşmiş toplumda
yaşam saat ile öylesine iç içedir ki bu toplumların fertleri zamansal
inançlarının başkalarına ne kadar tuhaf göründüğünü çoğunlukla fark etmezler.
Ama dünyadaki birçok insan bizler kadar “uygar” değildir. (Psikolog Julian
Jaynes uygarlığı, “kimsenin kimseyi tanıyamayacağı büyüklükteki kentlerde
yaşama sanatı” olarak tanımlar.) Bugün bile Burundi’deki inek zamanı gibi
organik saatler genellikle bu toplumlardaki insanların kabul etmeye
yanaştıkları tek standarttır. Mekanik saatlerle yaşamak dünya üzerindeki pek
çok insana, somut bir program olmadan yaşamanın A tipi bir Batılıya
hissettireceği kadar anormal ve kafa karıştırıcı gelecektir.
Antropologlar çağdaş olay
zamanı kültürlerinin birçok örneğini kaydetmiştir. Örneğin,
Philip Bock, Doğu Kanada’daki Micmac Kızılderilileri tarafından yapılan ölünün
başında bekleme ayininin zaman dizisini analiz etmiştir. Ölüyü beklemenin
toplanma zamanı, dua zamanı, şarkı zamanı, ara ve yemek zamanı olarak belirgin
biçimde ayrıldığını bulmuştur. Ancak ortaya çıktığı kadarıyla bu zamanların
hiçbiri, saat zamanı ile doğrudan doğruya ilişkili değildir. Yas tutanlar bir
bölümden diğerine karşılıklı uzlaşma ile geçmektedir. Peki, her bir bölüme ne
zaman başlayıp, o bölümü ne zaman sona erdirmektedirler? Zamanı geldiğinde,
daha 142 erken değilA^
Robert Lauer,
takvimleri çevrelerindeki mevsimsel değişimlere dayanan Sudan’daki Nuerlerden
bahseder. Örneğin, balıkçılık yaptıkları setleri ve sığır kamplarını kur
ayında inşa ederler. Peki kur ayının geldiğini nereden bilirler?
Setlerini ve kamplarını kurdukları zaman kur ayı
gelmiştir. Kampı toplayıp dwat aylarında köylerine dönerler. Peki dwat
ne 143 zamandır? insanlar harekete geçtiğinde.22212 Hızlı
bir Avrupa turuna çıkan bir Amerikalıya nerede olduğunun sorulduğu eski bir
şaka vardır. “Bugün salı ise” diye yanıtlar, “Belçika’da olmalıyım.” Nuerlere
aynı soru sorulsaydı onların cevabı şöyle olabilirdi: “Eğer Belçika ise,
günlerden Salı olmalı.”
Birçok kişi
zamanı ölçmek için etraftaki pek çok yöntemden ziyade sosyal aktivitelerini
kullanır. Örneğin, Madagaskar bölgelerinde, bir şeyin ne kadar sürdüğünün
cevabı şu şekilde olabilir; “pirincin pişme süresi kadar” (yaklaşık yarım saat)
ya da “çekirgenin kızarma süresinde” (bir anda). Benzer biçimde, Nijerya’daki
Cross River yerlileri, “adam mısırın henüz tamamen kavrulmadığı zamandan bile
erken öldü” (on beş dakikadan kısa) ifadesini kullanırlar. Eve daha yakın bir
yerlerde, çok da uzun olmayan bir zaman önce, Yeni İngilizce Sözlük
“işeme süresi” terimi için bir liste içeriyordu - tam bir kesinliğe sahip
olmayan, ancak belki de kültürlerarası tercümeye uygun bir terim.
Çoğu toplumda kendine özgü bazı hafta türleri mevcuttur, ancak bu
haftaların her zaman yedi gün uzunlukta olmadığı bilinir. İnkaların bir haftası
on gün sürer. Onların komşuları, Bogotalı Muyscaların ise haftaları üç gündür.
Bazı haftalar ise on altı gün uzunluğundadır. Haftanın uzunluğu, başka
şeylerden ziyade çoğunlukla aktivitelerin döngüsünü yansıtır. Çoğu insan için
pazar yerleri grup koordinasyonunu gerektiren başlıca faaliyetleri oluşturur.
Pitirim Sorokin, Assamlı Khasislerin pazarlarını sekiz günde bir kurduğunu
anlatır. Pratik insanlar olduklarından haftalarını sekiz gün yapmışlar ve
haftanın günlerine de büyük pazarların kurulduğu yerlerin isimlerini
vermişlerdir.144
Hindistan’daki Andaman Ormanı yerlileri, takvim satın almaya çok
az ihtiyaç duyan bir başka halktır. Andamanlılar çevrelerindeki ağaç ve
çiçeklerin hakim kokularının peş peşe sıralandığı karmaşık bir yıllık takvim
oluşturmuşlardır. Yılın hangi zamanında olduklarını kontrol etmek
istediklerinde kapılarının dışındaki kokuları teşhis etmeleri yeterlidir.145
Burma’da rahipler şaşmaz bir çalar saat geliştirmiştir. Şafakta,
“eldeki damarların görünmesine yetecek kadar ışık olduğunda” 146 kalkma
vaktinin geldiğini bilirler. 6
Kol saatleri
olmasına karşın zamanı kesin olmadan ölçmeyi tercih eden topluluklar da vardır.
Örneğin, Antropolog Douglas Raybeck, “hindistan cevizi saati halkı” adını
verdiği bir topluluk olan, Malay Yarımadası’nın Kelantese köylülerini
incelemiştir. Kelantese in sanlarının zamana yaklaşımı, hindistan cevizi saati
-spor yarışmalarında kullanmak üzere icat ettikleri bir
zaman ölçer- ile temsil edilmektedir. Bu saat, içi su dolu bir kovada duran ve
ortasında bir delik bulunan yarım hindistancevizi kabuğundan oluşur. Süreler,
kabuğun suyla dolduğu ve sonrasında battığı -genellikle üç ila beş dakika-
zaman ile ölçülür. Kelantese köylüleri saatin hatalı olduğunu kabul eder, ama
yine de bu yöntemi sahip oldukları kol saatlerine tercih 147 ederler.-L=LA
Bazı
halkların ise “zaman”a eşdeğer tek bir kelimeleri bile yoktur. E.R. Leach,
Kuzey Birmanya’daki Kachin halkı üzerine çalışmalar yapmıştır. Kachin halkı
saat zamanı için ahkying kelimesini kullanır. Uzun zaman na, kısa
zaman içinse tawng kelimesi ile ifade edilir. Ta kelimesi
ilkbahar zamanı ve asak ise bir insanın ömrü anlamına gelir. Bir Kachin
bu kelimelerden hiçbirini bir diğeriyle eşanlamlı olarak görmez. Batılılar
zamanı nesnel bir şey olarak düşünürken -İngiliz dilinde
“zaman” isimdir- Kachin halkının zaman için kullandığı kelimelerin tümü
zarftır. Kachinler için zamanın
148 somut bir gerçekliği
yoktur.
Kuzey
Amerika’daki birçok Kızılderili kültürü kendi dillerinde zamandan dolaylı
olarak bahsetmektedir. Örneğin, Siouların dillerinde “zaman”, “geç” ya da
“beklemek” için kullandıkları tek bir kelime bile mevcut değildir. Hopilerin,
diye aktarır Edward Hall, geçmiş, şimdi ve gelecek için ayrı fiil zamanları
yoktur. Tıpkı Kachin halkı gibi, Hopiler de zamansal kavramları isimden ziyade
zarf olarak kullanır. Örneğin, mevsimler üzerine konuşurken, “Hopiler yazın
sıcak geçmesinden bahsedemez, çünkü tıpkı bir elmanın kırmızı olma niteliği
gibi yazın da sıcak olma niteliği vardır” diye açıklar Hall. “Yaz ve sıcak
aynıdır! Yaz bir durumdur: Sıcak.” Kachin ve Hopiler için zamanı nicelik
olarak tasavvur etmek zordur. Elbette ki zaman, para ve saat ile eşdeğer
değildir. Zaman sadece sonsuz bir şimdide var olmaktadır.
149 karşılaşmaktadır.
Bir zaman
anketini Meksikalı bir örneklem için İspanyolcaya tercüme etmeye uğraşırken ben
de benzer sözlük sorunlarıyla karşılaştım. İngilizce sorularımdan üçü,
insanlara bir kişinin bir randevuya ne zaman gelmesini “beklediklerini”, o
kişinin ne zaman oraya ulaşacağını “umduklarını” ve o kişinin gelmesi için ne
kadar süre durup bekleyeceklerini soruyordu. İngilizcedeki “beklemek” ve
“ummak” ve
“durup beklemek” fiillerinin İspanyolca tek bir fiile tercüme edildiği
anlaşılıyordu: “esperar” (aynı fiil Portekizcede de kullanılıyor). En
sonunda farklılıkların yansıtabilmek için dolambaçlı terimler kullanmak zorunda
kalmıştım.
Eski bir
Yiddiş atasözü şöyle der: “Umut etmek güzeldir, onu mahveden ise beklemektir.”
Bu sözü ümit etmek, ummak ve beklemek arasında düzenli olarak ayrım yapmayan
bir kültür ile karşılaştırırsanız, ikinci kültürün saat hakkında neler
hissettiğinin belirgin bir resmini görmüş olursunuz. İlk başta, anketimi
tercüme etmek konusundaki yetersizlik nedeniyle hayal kırıklığına uğramıştım.
Daha sonra ise, tercümedeki başarısızlıklarımın, Latin Amerikalıların zamanla
ilgili kavramları konusundaki resmi sorularıma verdikleri yanıtlar kadar çok
şey anlattığını fark ettim. Zamanın sessiz ve sözel dilleri birbirinden
besleniyordu.
HER ŞEYİN BİR ANDA
OLMASINI
ÖNLEMEK
Saat
zamanının birincil işlevinin aynı anda meydana gelen olayların birbirine
karışmasını önlemek olduğu iddia edilebilir. “Zaman, doğanın her şeyin bir anda
olmasını önleme yoludur” diye belirtiyor günümüzün bir duvar yazısı.
Faaliyetlerimizin ağı ne kadar karmaşıksa, bir formülleştirme yapmak da o denli
gerekli hale gelir. Saat zamanına riayet edilmesi konusundaki ortak yükümlülük,
trafiğin koordine edilmesine yardımcı olur. Khasis ve Nuerler saat tarafından
yönetilmekten uzak durabilmişlerdir, çünkü onların zamanının talepleri nispeten
farklı ve daha az karmaşıktır.
Ancak olay
zamanına göre yaşamaya devam eden toplulukları görmek için kıtalar aşmamıza
gerek yoktur. Saat zamanının egemen olduğu kültürlerde bile, zamansal
alışkanlıkları çevrelerindeki saat-odaklı toplumlardan ziyade Asya köylülerinin
gevşekliğine benzeyen halklar vardır. Bu gibi alt kültürlerde hayat, olay
zamanı ile uyum halindedir.
150 kullanıldıkları pek
nadirdir.
Peki, bu
insanların eline bir Day Runner^^
tutuştursanız nasıl tepki verirler? Muhtemelen Jonathan Swift’in
Lilliputlularının, herhangi bir eylemden önce kol saatine bakan Gulliver’e
yaptığını yaparlar. Gulliver, saatine “kehanet” adını verir. Seyahatlerinde
karşılaştığı Lilliputlular, saatinin onun tanrısı olması gerektiği sonucuna
varırlar. Diğer bir deyişle, onun deli olduğunu düşünürler.
ZAMANSAL ESNEKLİK
AVANTAJI
Saat zamanı
kültürleri, faaliyetlerini planlama konusunda daha az esnek olma eğilimindedir.
Antropolog Edward Hall’un monokronik veya M-zamanı insanları dediği türde
kişiler olmaya daha yatkındırlar: Bir seferde tek bir aktiviteye odaklanmayı
seven kişiler. Öte yandan, olay zamanı insanları polikronik veya P-zamanlı
programlama yapma eğilimindedir: Tek seferde birden çok şey
yapma.152 M-zamanı insanları bir çalışmayı doğrusal bir sıra
içerisinde bitirmekten hoşlanır: Birinci göreve, daha sonra başlanıp
tamamlanacak bir diğerine yönelmeden önce başlanır ve önce o görev bitirilir.
Buna karşın polikronik zamanda, bir proje, yine bir başka proje için fikir
uyandırabilen bir diğer projeye geçme eğilimi ya da ilhamı oluşana kadar,
aralıklı ve öngörülemez duraklamalarla ve yarıda kalan bir başka göreve devam
edilmesi ile sürer gider. P-zamanlıdaki ilerleme, her görev için tek seferde
çok azdır.
P-zamanlı
kültürlerin özelliği, insan katılımının güçlü olmasıdır. Programa bağlı
kalmaktan ziyade insani işlerin tamamlanmasını vurgularlar. Örneğin, derin bir
sohbette olan iki Burundili, genellikle aralarındaki tartışmanın akışını
bozmaktan çok bir sonraki randevularına geç gitmeyi tercih edeceklerdir.
Taraflardan biri, konuşmayı sohbet kendiliğinden bir sonuca ulaşmadan önce
aniden bitirirse, diğer tarafın gururu kırılacaktır. “İnsanlara değer
veriyorsanız” diye açıklar Hall, P-zamanlı kültürlerin hassaslığı ile ilgili
olarak, “onları dinlemeli ve basit bir plan yüzünden sözlerini kesmemelisiniz.”
153 farklı örgütsel
kültürlere de tatbik edilebilir.-1^2
M-zamanlı ve
saat zamanlı düşünme biçimlerinin her ikisi de Amerika Birle şik Devletleri
gibi başarı odaklı, sanayileşmiş toplumlarda yoğunlaşma eğilimindedir. P-
zamanlı ve olay zamanlı düşünme ise üçüncü dünya ekonomilerinde daha sık
görülür. P- zamanlı yaşayan kişiler genel olarak -en azından Batılı ekonomi
standartlarına göre- M-zamanlı kişilere göre daha az üretkendir. Ancak
polikronik kişilerin yalnızca kişi-odaklı değil, aynı zamanda daha üretken
olduğu durumlar da mevcuttur. Programlara körü körüne bağlılık, işler tam
ilerlemeye başlamışken onları kestirip atabilir. Ve kelime-işlemcilerin en katı
M- zamanlılara bile öğrettiği gibi, doğrusal olmayan bir ilerleme ile çalışmak,
dikkatini bir projenin bir bölümünden diğer bir projenin bir başka bölümüne
yöneltebilmek, baştaki ile sondaki arasında bulunan ya da tam tersi b
ağlantıları kurabilmek de hem özgürleştirici hem de üretken olabilir.
Yine de hepsi
arasından en verimli yaklaşım, P-zamanı ve M-zamanı, olay zamanı ve saat zamanı
arasında durumun gerektirdiği gibi esnekçe hareket edebilen kişinin
yaklaşımıdır.
Sanayileşme
ekonomisi içine yeni giren bazı kişiler, sosyal alandaki geleneksel
yükümlülüklerini bütünüyle feda etmeksizin parasal başarıya kavuşmuşlardır. Bir
kez daha, geleneksel Doğu ve modern Batı kültürlerinin karışımından oluşan
Japonlar dikkate değer bir örnek sunmaktadır.
Birkaç yıl
önce, Batı’da beş yıldan uzun süre yaşamış Tokyolu bir işadamı olan Kiyoshi
Yoneda’dan bir mektup aldım. Farklı ulusların yaşam hızları arasındaki
farklılıklar üzerine olan araştırmam -ki bu araştırmada Japonların en fazla
yaşam hızına sahip olduğunu bulmuştum- uluslararası basında daha yeni
yayınlanmıştı. Bay Yoneda bana yazmıştı, çünkü Japonların zamana karşı
tutumlarını anlayışımdaki yüzeysellik onu (iyi bir niyetle, diye ekleyebilirim)
endişelendirmişti. Japonların hızlı olabileceğini, ancak bunun onların saate
Batı’daki insanlar kadar saygı duyduğu anlamına gelmeyeceğini anlamamı
istiyordu.
Japonya’da
toplantıların ABD’dekinden daha az dakiklikle başladığını ve daha “ağır aksak”
sona erdiğini belirtiyordu. “Çalıştığım Japon şirketinde” diye yazıyordu
Yoneda, “toplantılar, anlaşma sağlanana ya da herkes yorgun düşene kadar uzar
ve bu toplantıların sonu bir program tarafından kesin biçimde önceden
tanımlanmış değildir. Anlaşma genellikle açıkça belirtilmez. Belki de bir
toplantının bitiş vaktinin öngörülemezliğini telafi etmek amacıyla, toplantı
sona ermeden oradan ayrılsanız bile kınanmazsınız. Ayrıca toplantı sırasında
uyumak da olağan karşılanır. Örneğin, bir mühendisseniz ve parayla -bir
projenin mali yönüyle- ilgili değilseniz, kimse sizden muhasebe ile ilgili
ayrıntılara dair bir tartışmaya kulak kesilmenizi beklemez. Uykuya
dalabilirsiniz, okuma ya da yazma işlerinizi halledebilir, çay-kahve almak
üzere kalkabilirsiniz.”
Monokronik ve
polikronik kuruluşların her birinin kendi zayıf yönleri vardır. Monokronik
sistemler, üyelerinin insani yönlerini göz önünde bulundurmaya daha az
yatkındır. Polikronik olanlar ise üretken olmayan bir kaos ortamına meyillidir.
P-zamanı ve M-zamanına en sağlıklı yaklaşımın, her ikisinin de üstünlüklerini
öne çıkarmak ve farklı durumlara uyum sağlamaya odaklı karışımlar ortaya koymak
olduğu görülecektir. Japonların karışık yaklaşımı, zamanın insanları de ğil,
insanların zamanı kontrol ettiği kışkırtıcı bir örnek sunmaktadır.
DAHA FAZLA ZAMAN SAVAŞI
Kültürel
normların çevredeki toplumlar tarafından da yaygın biçimde paylaşılmasından
dolayı, insanlar genellikle kendi kurallarının keyfi olduğunu unutmaktadır.
Etnik-merkezci üstünlük ile kültürel normalliği karıştırmak kolaydır. Farklı
kültürlerden insanlar etkileşime girdiğinde, pek çok düzeyde yanlış anlama
potansiyeli belirir. Örneğin, Arap ve Latin kültürlerinin fertleri genellikle
insanlarla konuşurken bizim ABD’de yaptığımızdan çok daha yakında dururlar.
Oysa biz bunu ço ğunlukla saldırganlık ya da saygısızlık olarak yorumlayarak yanlış
anlayabiliriz. Benzer şekilde, kendimizinkinden farklı zamansal adetleri olan
insanların niyetlerini de yanlış okuduğumuz olur. Bu gibi durumlar, kültürlerin
sözel olmayan dilleri ile iletişim kurmanın zorluklarıdır.
Neredeyse her
gezgin bu tür gafları hem çevre kültürlerin motiflerini yanlış anlama hem de
çevre kültürlerin onu yanlış yorumlaması biçiminde tecrübe etmiştir.
Aksiliklerin sık yaşandığı bir başka alan da saat zamanı ve olay zamanı
arasındaki çatışmaları içerir. Neyse ki, bu tökezlemelerin çoğu tatsız iletişim
eksiklikleri ile sınırlı kalır. Yanlış anlaşmalar daha yüksek düzeylerde
gerçekleştiğinde ise ortaya ciddi sorunlar çıkabilir.
Bunun bir
örneği, 1985 yılında bir grup Şii Müslüman teröristin bir TWA jeti kaçırıp kırk
Amerikalıyı rehin alarak, İsrail’in cezaevlerindeki 764 Lübnanlı Şii mahkumu
serbest bırakmasını talep ettiği olayda yaşanmıştır. Kısa bir süre sonra,
teröristler kırk Amerikalı rehineyi, İsraillilerin taleplerini yerine getirmesi
durumunda hiçbir şey olmayacağına dair herkese teminat veren Şii Müslüman
liderlerine te slim etmiştir.
Hassas
müzakerelerin bir yerinde, Şii Örgütü Emel’in (milis liderlerinin rolünü
üstlenmişti) üç numaralı ismi Ghassan Sablini, eğer İsrail, talepleri
doğrultusunda Şii mahkumları bırakmak için girişimde bulunmazsa rehinelerin iki
gün içerisinde korsanlara geri verileceğini açıkladı. Bu açıklama çok tehlikeli
bir durum yarattı. ABD’li müzakereciler, ne kendilerinin ne de İsraillilerin
itibarlarını kurtarmaya yarayan bir uzlaşma varılmadığı takdirde bu
teröristlere boyun eğilmeyeceğini biliyordu; ama Şii liderler “iki gün” gibi
bir sınır koyarak uzlaşmayı ihtimalini azaltmış ve krizi
ciddi bir boyuta taşımıştı. Herkes nefesini tutmuştu. Son dakikada Sablini,
açıklamasının nasıl yorumlandığı konusunda bilgilendirildi. Herkesin yararına
olacak biçimde, şöyle bir açıklama yaptı: “Biz birkaç gün olduğunu söyledik ama
mutlaka kırk sekiz saat olacağını kastetmedik.”154
“Gün”
kelimesinin anlamı konusundaki yanlış iletişim, neredeyse kırk kişinin ölümüne
ve olası bir savaşa neden oluyordu. ABD’li müzakereciler için kullanılan kelime
zamanın teknik bir yönü anlamına geliyordu: Yirmi dört saat. Müslüman lider
içinse, bir gün sadece belli “bir süreyi” belirtmede kullanılan bir ifadeydi.
ABD’li müzakereciler saat zamanıyla düşünüyordu; Sablini ise olay zamanıyla.
138 Lauer, R. (1981). Temporal Man: The
Meaning and Uses of Social Time. Praeger: New York.
139 Jones, J. (1993). An exploration of temporality in human behavior. In: Schank, R., and Langer,
E. (eds.) Beliefs, Reasoning, and Decision-Making: Psycho-Logic in Honor of
Bob Abelson. Hillsdale, N.J.: Lawrence Erlbaum.
140 Schachter, S., and Gross, L. (1968).
Manipulated time and eating behavior. Journal of Personality and Social
Psychology 10, 93106.
141 Castaneda, J. (1995, Temmuz). Ferocious
differences. The Atlantic Monthly, 68-76, 73, 74.
142 Bock, P. (1964). Social structure and language structure. Southwestern
Journal of Anthropology 20, 393-403.
143 Lauer, R. H. (1981).
Temporal Man: The Meaning and Uses of Social Time. New York: Praeger.
144 Sorokin, P. (1964). Sociocultural
Causality, Space, Time . New York: Russel and Russel.
145 Rifkin, J. (1987, Eylül/Ekim). Time
wars: A new dimension shaping our future. Utne Reader, 46-57.
146 Thompson, E. P. (1967). Time, work-
discipline, and industrial capitalism. Past and Present 38, 56-97.
147 Raybeck, D. (1992). The coconut-shell clock: Time and
cultural identity. Time and Society 1 (3), 323-40.
148 Leach, E. R. (1961). Rethinking
Anthropology. London: The Athlone Press.
149 Hall, E. (1983). The Dance of Life.
Garden City, N.Y.: Doubleday.
150 Gonzalez zaman konusunda da önemli araştırmalar yapmıştır.
Bkz. Gonzalez, A., and Zimbardo, P. (1985, Mart). Time in perspective. Psych
o logy Today, 20-26.
151 Bir ajanda markası.
(ç.n)
152 Hall, E. (1983). The Dance of Life.
Garden City, N.Y.: Doubleday.
153 Bluedorn, A., Kaufman, C., and Lane, P.
(1992). How many things do you like to do at once? An introduction to
monochronic and polychronic time. Academy of Management Executive 6,
17-26.
154 UPI (23 Haziran 1985). Ships with 1,800
Marines off Lebanon. Yeniden basımı için: The Fresno Bee, A1.
ZAMAN VE İKTİDAR
Bekleme Oyununun Kuralları
Beklettiğiniz insanların,
beklediğiniz insanlardan daha az göze çarpması tuhaftır.
Jean
Giraudoux, Tiger at the Gates, Sahne I
Askerlerin “Acele et -
Bekle” nakaratı bugün hayatımızın gerçeğine dönüşmüştür. Otobüs ve asansör
bekleriz, mağazalarda ve trafikte bekleriz, garsonu ve tezgahtarı bekleriz.
Gecikmeli kalkan trenlere bilet almak için sırada bekleriz. Doktor
randevularımızdan önce bekleriz.
Beklemek hoş değildir.
Yazar Alexander Rose’a göre “Yaşam çilesinin yarısı beklemektir.”
Ruhbilimcilerin, beklemekten kaynaklanan ıstırabın ne düzeyde olduğunu tam olarak saptamaları çok zor olsa da, beklemenin sağlık üzerinde
olumsuz etkilerinin olduğuna dair yeterince kanıtımız vardır. Araştırmalar
reaksiyonların sinir bozukluğundan ülsere ve hatta koroner kalp hastalıklarına
olan yatkınlığın artmasına kadar giden farklılıklar gösterdiğini ortaya
koymuştur. Araştırmacı Edgar Osuna da, çalışmalarını bekleme süresiyle stres ve
endişe arasında doğrudan matematiksel bir ilişki olduğunu açıkça ifade
edebilecek kadar ileriye 1 55 götürmüştür.^^
Eğer vaktin
nakit olduğuna inanıyorsanız, beklemek de masraflıdır. Birçok bilim insanı boşa
harcanan zamanın Sovyetler Birliği’nin parçalanmasına neden olan başlıca
patolojilerden biri olduğuna inanmaktadır. Örneğin, ekonomist Y. Orlov,
Sovyetler Birliği’nde sadece alışveriş aktiviteleri için yılda yaklaşık otuz
milyar saatin boşa harcanmış olduğu tahmininde bulunur: Bu oran on beş
156
bulunmaktadır. 56
ABD’de 1988 yılında Priority Management Pittsburgh Inc.’ye danışmanlık
amacıyla yürütülen bir dizi saha çalışması, ortalama bir Amerikalının hayatının
beş yılına karşılık gelen zamanı kuyruklarda bekleyerek, altı ayını trafik
ışıklarında ve iki yılını da kendisine telefon edenleri geri aramaya çalışarak
harcadığını bulmuştur.157 Her ne kadar ABD’deki bekleme süreleri eski Sovyet
Cumhuriyetlerinde olduğu gibi bir “ulusal boş zaman aktivitesi” olmasa da,
sahip olduğumuz zaman bilinci daha az savurgan olduğumuzu düşünmemizi engeller.
Hızlı nüfus
artışı ve azalan kaynaklar göz önünde bulundurulursa, bu zaman çizelgelerinin uzaması ve sorunların daha da ciddileşmesi şaşırtıcı değildir.
Ancak beklemek sinir bozukluğu ve maliyetlerden daha fazlasını ifade eder.
Sosyal bilimcilere göre, bekleme oyununun iş kültürünün esaslarını kavrama
fırsatı sunan dinamikleri de önemlidir. Beklemeyi yöneten kurallar ve ilkeler
-kimin önde, kimin arkada beklediği ve kimin hiç beklemediği- kıymetli bilgiler
sunmaktadır. Bu kurallar kültürün sessiz dilinin bir parçasıdır. Hiçbir yerde
yazılı değildirler, ancak taşıdıkları mesajın sesi genelde sözcüklerden daha
yüksektir.158
Birinci Kural
Vakit nakittir.
Bu, dünyanın
pek çok yerinde, diğer tüm kuralların kendisinden türediği temel kuraldır.
İşçiler saat başına, avukatlar dakika başına ücret alır, reklamlar saniye
başına fiyatlandırılır. İlginç bir zihinsel alıştırmayla uygar zihin, ele avuca
gelmez şeylerin en karanlık ve soyutu olan zamanı, tüm niceliklerin en
nesneline, yani paraya indirgemiştir. Zamanın ve metaların aynı değer
ölçeğinde düşünülebilmesi sayesinde, artık renkli bir televizyonun fiyatının
kaç saatlik mesaiye karşılık geldiğini hesaplamak mümkündür.
Zamanımızı
para karşılığında satmakla kalmayız, aynı zamanda zamanımızı geri satın almamız
için de bir pazar mevcuttur. Evle ilgili ipuçları hakkında köşe yazıları yazan
Heloise “Aileler için revaçtaki ürün <işdışı zaman>” der. “Onlara
fazladan bir yirmi dakika verebilsem - bu kuru temizlemede dört dolarlarına mal
olsa
bile-
başarılı sayılırım. ”±^
Bugün kamuoyu
araştırmaları “fazla çalışan” Amerikalılardan, daha fazla zamana sahip
olabilmek için ne kadar para ödeyebileceklerini rutin
olarak değerlendirmelerini istemektedir. 1991 yılında Hilton Otelleri
tarafından, zamana değer biçmek için ulusal anketler yapılmıştır. Ankete
katılanların üçte ikisi mesailerinden daha az çalışmak karşılığında maaş
kesintilerini tercih edeceklerini söylemiştir. Zamana karşılık para verme
istekliliği cinsiyet, yaş, eğitim seviyesi, ekonomik durum ve sahip olunan
çocuk sayısına göre değişiklik göstermemiştir.160 İşte bu noktada “Zaman mı, para mı?” sorusu, sanki bu ikisi
değişebilir bir maddenin birbirinin yerine geçebilen halleriymiş gibi ortaya
çıkmaktadır, yani su ile buz, yahut nakit para ile çek gibi.
Ancak vakit
nakittir kuralının geçerli olmadığı kültürlerde bu hikâye çok farklıdır.
Katmandu’dayken bir defasında Amerika’ya telefon etmem gerekmişti. Burası,
Hindistan sınırından geçerek gelen insanların saatlerini on dakika ileri alması
gereken bir ülkedir. Ayrıca, her nedense, Katmandu Greenwich ortalama
zamanından beş saat kırk dakika ileridedir. Bu yüzden zaten en kötüsüne
hazırlıklıydım.
Kalabalığa
kalmamak için sabah 07.30’da telefon şirketinin ana merkezine vardım.
Uluslararası görüşme gişesindeki memurla görüşmek için on dakika bekledim, bana
uluslararası santral ile bağlantı kurmanın birkaç dakika alacağını söyledi.
Oturdum, kitabımı çıkarıp beklemeye koyuldum.
Bekledim. Tam
09.30’a kadar ne bana seslenen oldu, ne de o ilk görüştüğüm memuru tekrar
gördüm. Durumu kontrol etmek için artık önünde uzun bir kuyruk olan gişeye
tekrar döndüm. Yirmi beş dakika kuyrukta bekledim, sıram geldiğinde gişedeki
yeni memur bana telefon hatlarının meşgul olduğunu ve sabırlı olmam gerektiğini
söyledi.
Öğlen
olduğunda hala ismim söylenmemişti. Yeni memur da gitmişti. Tekrar gişeye
gittim. Bu defa kırk beş dakikalık bir bekleyişin ardından - öğle kalabalığına
denk gelmiştim - yeni memur görüşme talebimi birkaç dakika aradıktan sonra
nihayet “pasif” talep yığınının arasında buldu. Bu da arayan kişinin (ben)
talebinden vazgeçip ayrıldığı anlamına geliyordu.
Yeniden
oturdum, bekleme alanında dolaşmakta olan seyyar bir lokantadan yiyecek bir
şeyler aldım. Her nedense telefon görüşmesi yapmak için bekleyen insanlara tam
öğün yemekler satarak geçinen bir adamı görmek bile telefon şirketine olan
güvenimi zedelememişti. Kitabımı bitirdim. Nihayet saat neredeyse 15.00
olduğunda, memur bize denizaşırı hatların tamamen kesik olduğunu duyurdu. Yarın
tekrar gelmemiz mümkün müydü?
Ertesi sabah,
yaklaşık iki saatlik bir bekleyişin ardından beni çağırdılar. Hemen koştum.
Ancak memur, “Sadece verdiğiniz numarayı teyit etmek istemiştim” dedi, ben de
numaranın doğruluğunu onayladım.
“O halde
lütfen oturun ve bekleyin” dedi memur bunun üzerine. “Santrale ulaştığımda sizi
çağıracağım.”
Nedense
sinirlenmemiştim. Aksine, bu önemsiz onaydan önce, kendimi tam anlamıyla
Kafka’nın Duruşmu’sındaki, ne suçu, ne orada olma nedeni, ne de neyi
beklediği ve daha ne kadar beklemek zorunda olduğu bilinen başkarakteri gibi
hissediyorken, artık -biraz tuhaf olsa da- büyük bir ilerleme kaydedeceğim
hissine kapılmıştım. Bekleme alanına geri döndüğümde kendimi, yerlerinden henüz
hiç kalkmamış olan diğer bekleyenlerden biraz daha önemli hissediyordum. Birkaç
kişi gişe penceresinde neler olduğunu sordu. Memur ile görüşmemizin detaylarını
onları kıskandırmak istercesine anlattım, artık onlardan daha üstündüm.
Oturdum,
biraz daha bekledim ve çok geçmeden beklediğim o anonsu işittim. Aslında ses,
bu çağrıyı beklemeyenler için belki de önemsiz bir fısıltıdan farksızdı, yine
de benim kulaklarımda adeta yankılandı: “Looween, telefon görüşmeniz hazır,
ikinci kulübede bekliyor” demişti memur.
Benim kadar
şanslı olmayanların gözleri üzerimdeydi; benim konumumdaki -yani Katmandu
telefon ofisinde bir saat içinde bir memur tarafından tam iki defa çağırılmış-
bir adama yakışacak bir ağırbaşlılık takınmaya çalışarak bankoya doğru yavaşça
ilerledim. İlerlerken de alanda bekleyenlerin benden iki numaralı kulübeye
giden bu uzun ve yalnız yolculuğumu, umudumu nasıl yitirmediğimi ve yakında bu
zafer yürüyüşünü Bay Looween’in değil de kendilerinin yapacağını anlatmamı
isteyeceklerini düşünüyordum.
Kulübeye girdim. Memur hazır olup olmadığımı sordu. Aa! Yoksa o
duyduğum, Om mani padme hum161 diyen bir Budist’in sesi miydi? Neyse ki hemen sonra
denizaşırı görüşme operatörünün sesini duydum. Kusursuz bir İngilizceyle bana
“Bay Lou Green siz misiniz?” diye sordu.
“Evet, benim”
dedim.
“Buyurun.
Görüşmeniz hazır.”
“Merhaba,
Beverly” diye bağırdım. “Ben Bob, Bob Le Green. Nepal’deyim. İki numaralı
telefon kulübesinde.” Hattın diğer ucundan, yanlışlıkla kuyruğuna bastığında
köpeğimin çıkardığına benzer bir ses duydum, ardından tam bir sessizlik geldi.
Durumu memura bildirdim. Bağlantıda bir sorun olduğunu söyledi. Santral
operatörüne yeniden ulaşması gerekiyordu: “Siz lütfen oturun. Ulaşmam birkaç
dakika sürer.”
Dönüp bekleme
alanına baktım. Yüzlerin her biri aynıydı. Sanırım benden daha alt seviyedeki o
bekleyenlerin arasına yeniden oturmanın ne denli kötü hissettirmiş olduğunu
açıklamama gerek yoktur. Binadan ayrıldım. Kamp alanına döndüm, uyudum ve yeni
bir güne uyandım.
Erte si sabah
daha iyiydi. Yirmi dakika bekledim beklemedim, memur (ilk günkü ikinci memur)
bugün uluslararası görüşme yapılmayacağını duyurdu: “Kral’ın görüşmeleri
yüzünden tüm hatlar dolu.” “Bu gerçekten de sağlam bir mazeret oldu” diye
eleştirdi yanımda oturan bir başka yabancı.
Sonunda
dördüncü gün telefonum bağlandı. Ancak bu gecikmenin, benimle aynı çileyi çeken
diğerlerinin beklediği sürenin yanında neredeyse hiçbir şey olduğunu
öğrendiğimde hayret ettim. Öyle anlaşılıyordu ki, Nepallilerin birçoğunun
hayatında, uzak mesafe aramalar için saatlerce beklemek zorunda olmak ne
beklenmedik ne de külfetli bir durumdu.
Ancak şu
Nepalli telefon şirketi “vakit nakittir” kuralının da ancak bir yere kadar
esnetilebileceğinin farkında olmalıydı. Belki de sınırın diğer tarafında,
Hindistan’daki meslektaşlarının başına gelenleri göz önünde bulundurmaları iyi
olurdu.
Hindistan’daki
telefon hizmeti o kadar yavaştı ki, bazı şirketler çevir sesini duyana kadar
beklemesi için maaşlı bir çocuk çalıştırırdı. Numaraya ulaşıldığında ise gün
içinde gerekli olması ihtimaline karşı telefonu açık bekletilirdi. Birkaç sene
önce bir gün telefon şirketi haddini aştı. Parlamento üyelerinden P. C. Sethi
gününün büyük kısmını Bombay’e telefon açabilmek için bekleyerek geçirdi.
Saatler geçmesine rağmen hala telefon bağlantısı kurulamayınca Sethi gidip bir
silah aldı, beraberinde bir de silahlı koruma ile santralde olay çıkardı.
İngilizce gazeteler bu olayı “P. C. Sethi Deliye Döndü” manşetiyle baş sayfadan
duyurdu. Sethi, bir tekel olsun ya da olmasın bir şirketin böylesi önemli bir
insanı bu kadar uzun süre bekleterek kuralları çiğnediğini düşünmüştü.
Silahlı
saldırı hiç kuşkusuz sinir bozukluğuna karşı verilmiş aşırı bir tepkiydi, ancak
bu olayda büyük bir anlayışla karşılandı. Öyle ki, Hint şirketinin müdürü
açıklamasında “Bu (telefon) sistem(i) ancak silah zoruyla işliyor. Sethi
tarafından yapılan davranışı takdir ediyorum.
Onunla aynı fikirde olduğumu bildirmek için 162 ona bir mektup
yazacağım” dediJ^1
İkinci Kural
Zaman çizgisini
belirleyen arz-talep yasasıdır.
Vaktin nakit
olduğu yerde, zaman da ekonomik yasalarla yönetilir. Kıymet verdiğimiz şey için
bekleriz. Talep ne kadar fazla ve arz ne kadar düşük ise, bekleme süresi de o
kadar fazla olur. Bu yüzden insanlar en sevdikleri sanatçıları dinlemek için
kuyruklarda, en sevdikleri sahillere gitmek için trafikte ve saygın avukatlara
danışmak için ofislerde bekler.
Talep arzdan
fazla olduğunda, bekleme süresi ürünün asıl değerini aşabilir. Böyle durumlarda
beklediğimiz süre kelimenin genel anlamıyla ürünün maliyetine dönüşür. Örneğin,
Komünist Polonya’da insanların bir çift ayakkabı alabilmek için (ve “maalesef
denemek için hiç vakit yok, lütfen”) iki saatten fazla beklediğini görmüştüm.
Şanslı müşterilerin birçoğu da satın aldıklarını mağazadan ayrılır ayrılmaz
kara borsaya verirlerdi. Öğrendiğim kadarıyla bir ürünün yeniden satış fiyatı,
ilk alıcının kuyrukta ne kadar beklediğine göre hesaplanarak belirleniyordu.
Başka alternatiflerin olmadığı bir şehirde ayakkabıların kalitesi çok da mühim
değildir. ABD’de, bilet karaborsacılarıyla görüşmüş olan herkes, bekleme süresi
ile değeri aynı kefeye koyanın sadece Doğu Avrupalılar olmadığını bilir.
Bazen
insanlar zamana, borsadaki bir ürünmüş gibi değer biçer. “Amerika’nın zamanı
nasıl tükendi”, Time’ın kapak konularından biriydi. Yazar Nancy Gibbs
şunları söylemişti:
Bir zamanlar
vakit nakitti. İkisi de çarçur edilebilir ya da akıllıca harcanabilirdi, ancak
sonuçta büyük ödül altındı. Ne var ki hemen her üründe olduğu gibi değer,
metanın kıtlığına bağlıdır. Ve bunlar zamanın kıt olduğu günler... Böyle
giderse sonunda zamana, 80’lerdeki paraya 90’larda ne olduysa aynısı olabilir.
Aslında maaşları bol, özgürlükleri kıt olan çaylak Wall Street yuppileri için
boş zaman, satın almakta zorlandıkları tek şeydir.
Anket
çalışmasında Amerikalıların boş zamanlarının son yirmi yılda yüzde otuz yedi
azaldığını bulmuş olan Louis Harris şöyle söyler; “Zaman yeryüzündeki en
kıymetli meta haline gelmiş olabilir.”163
Zamanın fiyatı
yükseldikçe onun dağılımını yöneten kurallar da daha önemli hale gelir. Bekleme
oyunu, sonucu çok önemli olan bir işe dönüşür.
Üçüncü Kural
Beklediğimiz şeye değer
veririz.
Seyirciyi
ister güldürün ister ağlatın, ama onu mutlaka bekletin.
Bill Smethurst, pembe dizi yapımcısı
Bu,
beklemenin yaralarını haklı çıkarmaya katkıda bulunan psikolojik bir sonuçtur.
Ne tuhaftır ki bu, kuyruk ne kadar uzunsa ayakkabının o kadar değerli olduğuna
gerçekten inanmamıza yol açar. Bunun en az iki nedeni vardır.
İlk olarak
masrafımızı -bu durumda zamanımız- haklı çıkarmanın psikolojik ihtiyacı söz
konusudur. Bu, sosyal psikolojide bilişsel uyumsuzluk yasası olarak bilinir:
Diğer türlü kendimizi aptal gibi hissetmememize neden olabilecek
davranışlarımız için bir açıklama bulmaya -ya da gerekirse uydurmaya-
güdülenmişizdir. “Ne ahmakmışım ki böyle berbat ayakkabılar için değerli
vaktimi boşa harcamışım” ile “Bu hazineler için beklemeye değerdi” inanışları
arasında bir seçimle karşı karşıya kalındığında çoğu sağlıklı kişi ikincisini
tercih eder.
Aslında bir
şey fazlasıyla kolay ulaşılır olduğunda insanlar genellikle onu istemezler. Kim
boş bir lokantada yemek yemeyi sever ki? Kendimize, muhtemelen daha iyi
yiyecekler sundukları için uzun kuyrukların olduğu lokantaları seçtiğimizi
söyleriz. Ancak beklemenin kendisi, çekiciliğin önemli bir kısmıdır. Her
nasılsa yemek, ortalık kalabalık olmadığında yeterince iştah açıcı görünmez.
İkinci
olarak, insanın en az ulaşılabilir olana değer verme güdüsü vardır. Sosyal
psikolog Robert Cialdini üç yılını, etki uzmanları -diğer insanları kendi
arzularına boyun eğdirterek geçimlerini sağlayan kişiler- tarafından kullanılan
teknikleri gözlemlemek için gerçek kimliğini gizleyerek çeşitli kuruluşlara
sızmakla geçirmiştir. Öğrendiği en etkin tekniklerden biri, Kıtlık İlkesi’nden
faydalanmaktı: Bir fırsat ne kadar az ulaşılır ise, o kadar değerli gibi
görünür. Akıllı bir etki uzmanı çoğunlukla kararsız müşterileri, hemen harekete
geçmezlerse çok uzun süre beklemeleri gerekeceğine inanmaya yönlendirir.
Cialdini şöyle aktarır:
Soruşturmuş olduğum ve stokun yüzde otuz ile yüzde ellisinin
düzenli olarak indirim listesinde yer aldığı bir cihaz mağazasında bu taktik
kusursuz biçimde uygulanırdı. Mağazada bir çiftin indirimli bir mal ile kısmen,
belli bir mesafeden ilgileniyor göründüğünü düşünün... Satış elemanı yaklaşıp
söyle diyor: “Bu modelle
ilgilendiğinizi görüyorum, nedenini de anlıyorum. Bu fiyata bu
cihaz, harika değil mi? Ancak maalesef daha yirmi dakika önce onu başka bir
çifte sattım. Yanılmıyorsam da o elimizdeki son üründü.”
Müşteriler
hayal kırıklığına uğradıklarını şüphesiz belli edecektir. Artık ulaşılmaz
olması nedeniyle cihaz birdenbire daha çekici hale gelir. Çoğunlukla
müşterilerden biri, arka odada, depoda ya da başka bir yerde bu modelden
satılmamış bir tane bulunma ihtimalinin olup olmadığını sorar. “Pekala” diye
itiraf eder satış elemanı, “aslında olabilir ve hemen kontrol edebilirim. Peki,
anladığım kadarıyla bu modeli istiyorsunuz ve sizin için bu fiyattan bulursam
alacaksınız, öyle mi?” Tekniğin güzelliği burada yatar. Kıtlık ilkesine uygun
olarak müşterilerden, cihazın en az ulaşılabilir ve bu nedenle en cazip olduğu
anda satın alma sözü vermeleri istenir. Çoğu müşteri, özellikle hassas olan bu
anda bir malı almayı kabul
Ayrıca daha
sonra depoda istedikleri modelin stok durumunun yeterli olduğunu -yani kimsenin
beklemek zorunda olmadığını- öğrendiklerinde müşterilerin genellikle onu yine
daha az cazip bulduğu da saptanmıştır. Sıra ne kadar uzunsa ürün o kadar iyi
görünür.
O halde
beklemenin nedeni sınırlı kaynaklardır. Ancak ekonomi yasaları sadece
başlangıçtır. Bekleme oyununun asıl kalbini oluşturan bu kaynakların dağıtılma
biçimidir. Şayet daha yakından bakarsanız statünün, gücün ve özdeğerin esasını
görürsünüz.
Dördüncü Kural
Kimin bekleyeceğini statü
belirler.
Ne kadar
önemliysek, zamanımıza olan talep o kadar yüksektir. Zaman kısıtlı olduğu için
de değeri, diğerleri tarafından algılanan önemimize göre artar. Değerli her mal
gibi, önemli insanların zamanı da muhafaza edilmelidir. Bu da, bu kuralın iki
sonucu olmasına yol açar. Önemli insanlar genellikle sadece randevu ile
görülebilirler ve yüksek statülü insanların onlardan daha aşağı kademedeki
insanları bekletmelerine izin verilir, ancak bunun aksi kesinlikle yasaktır.
Yüksektekiler değerli bir şeyler -bir ürün, bir hizmet, değerli kaynaklara
erişim ya da sadece irtibat kurma şerefi- sunduğunda bu kurallar da meşrulaşır.
Bekleme
oyununda statü farklılıkları bazen dikkat çekecek kadar keskindir. Örneğin,
benimki gibi üniversitelerde, öğrencilerin derse geç kalan bir yardımcı doçenti
10 dakika, doçenti 20 dakika ve profesörü 30 dakika beklemek zorunda olduğuna
dair yazılı olmayan bir kural vardır. Roller tersine döndüğünde ise durum çok
farklıdır. Psikolog James Halpern ve Kathryn Isaacs’ın yürüttüğü bir çalışmada
bir grup öğrenciye ve profesöre, bir randevuya geç kalan bir
öğrencinin ve bir profesörün ne kadar bekleneceği soruldu. Cevap veren herkes
profesörün öğrenciden belirgin derecede daha 165
fazla
bekleneceğini söyledi. 65 Ayrıca profesörlere kıyasla öğrenciler -ister bir
öğrenciyle, isterse de bir profesörle olsun- herhangi bir randevu için daha
uzun süre bekleyebileceklerini söylediler. Bu standartlar göreli değerimizi
açıkça göstermektedir: Hiçbir açıklama yapmaksızın öğrencilerimin zamanını boşa
harcayabilirim, ancak onların benim zamanımı boşa harcamaları yasaktır.
Bu ilişki bazen olağandışı karşılaşmalara neden olur. Ne
dokunaklıdır ki neredeyse tüm deneyimli öğretmenler öğrencilerin en sevdiği
dersin boş ders olduğunun farkındadır. Bir dersin iptal edildiğini ne zaman
duyursam, coşkulu “Yaşa!” nidalarıyla, alkışlarla ve hatta Dixie Marşı166 uğultularıyla karşılaşmışımdır - ki en iyi derslerimden
sonra dahi bunlardan hiçbirini duymamışımdır. Üstelik bu tepkiler beni seven
öğrencilerden gelir.
Tüm bunları
oldukça sıra dışı kılan ise maaşımı bu öğrencilerin ödüyor olmasıdır. Mali
açıdan baktığımızda, onlar benim zamanımın sahipleridir, aksi değil. Ancak
kendi profesörlüğüm süresince onlara not veren benim, bu da bir dereceye kadar
onların geleceğini tayin etmektir. Sonunda, bekleme kurallarımız kimin patron
olduğunu açıklığa kavuşturur.
Kimi
ülkelerde başkalarını bekletmek statünün esasıdır. Brezilya’daki bir ankette,
meslektaşlarımla birlikte insanlara randevularda zamana riayet etmenin
başarıyla ne kadar ilişkili olduğunu düşündüklerini sorduk. Brezilyalıların
randevularına sürekli gecikenleri daha başarılı, dakik olanları ise daha
başarısız olarak değerlendirmeleri karşısında hayrete düştüm. Topladığımız
veriler Brezilyalıların randevularına sürekli geç kalan kişileri daha
rahat, mutlu ve hoşa giden insanlar olarak değerlendirdiğini de
gösterdi; tüm bunlar da genel anlamda başarılı olmakla 167 ilişkilendirilebilir. —
Bu yanıtlar
ilk başta beni çok şaşırttı. Hatta bu, zamansal hoşgörünün sonsuz göründüğü
ülke için bile oldukça abartılıydı. Esnek olmak başka, bir yere zamanında
gitmemenin gerçekten faydalı olduğuna inanmak başka bir şeydi. Burada basit amanha
klişesini bozmayı umarken, bunun yerine kendimi bir Carmen Miranda filminin tam
ortasına düşmüş gibi hissediyordum. Fakat meselenin özünü kaçırmıştım.
Brezilyalıların
randevularına sürekli gecikenlerin daha başarılı olduğunu düşünme sinin nedeni,
bunun gerçekten de böyle olmasıydı. Önemli insanlar astlarını bekletirdi. Dakik
olmamak başarıya yol açmıyordu, aslında bu başarının bir sonucuydu. Dakik
olmamak bir başarı işaretiydi. Tıpkı şık ayakkabılar gibi donanımın bir
parçasıydı. ABD’de doktorlar gibi nüfuzlu kimseler bizi bekletince bunu
ayıplarız. Ancak soru sorduğumuz Brezilyalılar, nasıl üstlerinden daha az para
kazanmaya gücenmiyorsa, onları beklemeye de gücenmiyordu. Buna gıpta
ediyorlardı. Bir gün kendileri de güzel bir eve, pahalı bir arabaya ve
diğerlerini bekletme hakkına sahip olmayı umuyorlardı.
Birçok Arap
kültüründe kocası dışında biriyle beraber olurken yakalanan genç bir kadın,
genellikle erkek kardeşleri tarafından öldürülür. Bu Batılılara göre vahşi bir
davranıştır. Ancak sosyal modele göre önemli bir kurumu -aileyi- koruma rolü
erkek kardeşin yükümlülüğündedir. Bu onun sorumluluğudur. Kız kardeş aileler
arasındaki kutsal ve dokunulmaz bağdır; sosyal düzenin korunması ona leke
sürülmemesine bağlıdır. Brezilyalıların zamanla ilgili davranışları da benzer
biçimde daha geniş bir modelin bir parçası olarak anlaşılmalıdır. Kural şudur:
“Kontrol, uğruna beklenen kişinin elindedir.” Ayrıca, en azından Brezilya’da,
bundan yakınmaya izin yoktur.
Yazar E. B.
White’ın “İş Dünyasındaki Açmaz” tanımlamasında yıllar önce dile getirdiği gibi
bazen statü kuralı hoş bir güç savaşına dönüşebilir:
Şansımızı
denemek için gittiğimiz bir firmanın bekleme odasında beklerken, ince bir
bölmenin ardından, bir endüstri tuğgeneralinin diğer bir tuğgeneralle telefonda
görüşme çabasına kulak misafiri olduk. Durum bize oldukça çetin bir kördüğüm
gibi görünse de bu iki adam konuşmayı başardı. Bay Auchincloss’un ofisinde
telefon çaldı ve Bay Auchincloss’un sekreterinin yanıtladığını duyduk. Bay
Birstein’ın sekreteriydi arayan, Bay Birstein’ın Bay Auchinclo ss ile görüşmek
istediğini söyledi. “Pekala, bağlayın” dedi Bay Auchincloss’un sekreteri, “ben
de Bay Auchincloss’a aktarıyorum.” “Hayır” demişti belli ki diğer sekreter,
“siz Bay Auchincloss’a bağlayın, ben Bay Birstein’e aktaracağım.” Bölmenin
arkasındaki sekreter, “Rica ediyorum” diye karşılık verdi. “Bay Auchincloss’u
hatta bekletmeyi aklımın ucundan bile geçiremem.”
Yardımcılarının
hangi Titan’ın zamanının daha değerli olduğunu saptamak için yaptığı bu
Titanlar savaşı, tüm şiddetiyle beş-on dakika kadar sürdü; bu esnada Titanların
kendileri muhtemelen dişlerini karıştırarak öylece oturuyordu. Sonunda
kızlardan biri teslim oldu ya da boyun eğdirildi, gerçi oyun kolaylıkla
berabere de bitirilebilirdi.
Bekleme odasında oturup kök salarken, endüstrinin
bu anlık felci, bize daha güzel -gerçek eşitliğin iş yaşamına gireceği ve
herkes eşit derecede meşgul olduğundan kimsenin kimseyle konuşamayacağı-
zamanların geleceğine dair bir vaat gibi göründü.168
Beşinci Kural
İnsanlar sizi ne kadar
uzun süre bekliyorsa,
statünüz o kadar önemlidir.
Olayı
öncelikle kendi yalınlığı içinde görün, neden ya da nerede ya da ne zaman ya da
ne için olduğunu bilmeden, beklemeyi deneyin.
Samuel Beckett
Dördüncü
kuralın -kimin bekleyeceğini statü belirler- tersi de doğrudur: Bekleme
hiyerarşisindeki pozisyonunuz genellikle öneminizi belirler. Polonya’daki
ayakkabıların yeniden satış fiyatındaki duruma benzer biçimde, uzun kuyruklar
kişiyi daha önemli ve pahalı kılar. Mali danışmanlar, avukatlar ya da
sanatçıların değeri, önceden yapılan rezervasyonlarla yükselir. Bu da onların
zamanına olan talebi arttırır ve bu döngü böyle sürüp gider.
Büyük
şirketlerde bazen sosyal sınırlar binanın mimari düzenine de yansır. En düz
anlamıyla ne kadar yükselirseniz, bekleme süresi de o kadar artar. Queuing
and Waiting isimli kitabında Barry Schwartz benzer bir olayı şöyle aktarır:
En aşağı basamakta
doğrudan gidip
görüşebildiğiniz insanlar bulunur.
Genellikle zemin katta ya da en
azından aşağı katlarda bulunan bir
bankonun arkasında, size hizmet
etmek için beklerler. Bürokraside
yükseldikçe üst katlardaki ve
ofislerdeki insanlarla karşılaşırsınız:
Açık ofisler, daha sonra özel ofisler,
daha sonra sekreterli özel ofisler -
çıkılan her basamakla ulaşılmazlık ve
dolayısıyla randevu alma gerekliliği ve
insanları bekletebilme şansı artar.
Örneğin, geçenlerde bir kredi kartı
şirketi ile bir olay yaşadım. Önce ilk
kata çıktım ve bankodaki kıza
şikayetimi bildirdim. Bana yardımcı
olamadı ve beni açık ofisteki bir
kimseyle görüşmem için sekizinci kata
yönlendirdi. Sorunumla ilgilenecek
olan adam, konumuna uygun bir
bekleme süresinin ardından kabul
salonunda göründü. Bu sorunu
çözmekte diretirsem herhangi bir
şeylerden sorumlu bir başkan
yardımcısı bulmam gerekeceğini,
adamın da beni günün geri kalanı
boyunca bekleteceğini düşündüm.
Beklemeye zamanım olmadığından
şansımı, elbette sorunu çözemeyen şu
satıcı ile denemeye karar verdim. Hâlâ,
sorunumu çözebilecek şu başkan
yardımcısını bulup beklemek için heba
edebileceğim boş bir öğleden sonramın
169
olmasını bekliyorum.
Bilişsel uyumsuzluk ve kıtlık yasası (üçüncü kural) ile
hizmetin değeri psikolojik olarak yükseldiğinde, en az ulaşılabilir olan
insanlar bazen adeta bir kurtarıcının seviye sine yükselir. Bunun uç bir örneği
Samuel Beckett’in Gadot’yu Beklerken oyununda görülür. Godot, hizmet
vermeyen bir hizmetkardır. Eşsizliği, bekleniyor olmasından kaynaklanır.
Diğer taraftan, bekleyen insanlara hadlerini bildirmek için
bir gecikmeden daha iyisi yoktur.
Onlara
İngilizcede hem “garson” hem de “bekleyen” demek olan “waiter” sözcüğünün
asıl anlamının “üstlerinin isteklerine hizmet eden kişi” olduğunu -aynı
Fransızcada “bekleyen” anlamına gelen attendant kelimesi gibi-
anımsatmak gereksizdir.
Bekleyen
kişinin pozisyonu, özellikle de randevu esnasında beklememiz istendiğinde - örneğin
ulaşmaya çalıştığımız bir kimse lütfedip bizi görürse ve biz orada otururken
bir telefonu yanıtlarsa - daha açık hale gelir. Görüşmek için haftalarca
beklediğimiz kişinin bir başka işle ilgilenmesi, bu arada ne konuştuğumuzu
unutması ve özür dileyerek bize sorunumuzun bir süre daha beklemek zorunda
olduğunu söylemesi nasıl da aşağılayıcıdır. Neden yüzümüze doğrudan şöyle demez
ki: “Siz, benim için konuştuğum şu diğer kişiden daha önemsizsiniz ve bu
randevunun geri kalanında her şey olabilir.”
Altıncı Kural
Para ön sırayı satın
alabilir.
Astlarını bekletenler
sadece önemli insanlar değildir, ayrıca beklemekten neredeyse tamamen muaf olan
bir ayrıcalıklı sınıf da vardır. Bu insanlar, değerli zamanlarını kurtaran özel
hizmetler satın alır ve bu zamanı da daha sonra bu özel servisleri
karşılayabilmek adına para kazanmak için kullanırlar.
Örneğin, üst sınıf
mensupları, müşteriyi kapıda karşılayan mağazalardan alışveriş yapabilir ya da
daha da şanslılarsa alışverişlerini başkalarına yaptırabilirler. Biletleri
tükenmiş bir konsere bilet aradıklarında bir bilet simsarını ararlar. Para
meseleleri için bankada dahi beklemezler. Yeterince şişkin bir hesabınız
olduğunda banka size gelir.
Alt sınıf için ise durum
çok farklıdır. Aynı hizmetler için beklerken bile, kaynakları olmayan kişiler için kuyruk daha uzun olur.
Örneğin,
Barry Schwartzhn^^ yaptığı bir çalışmada Amerikalı bir örneklem grubuna bir
doktor muayenehanesinde ortalama olarak ne kadar bekledikleri sorulur.
Afro-Amerikalılar - çoğunlukla daha düşük sosyoekonomik sınıftan olan kişiler-
beyazlardan daha uzun süre beklediklerini b elirtir. Sosyoekonomik statü
düştükçe bekleme süresi uzamaktadır: Yüksek statülü siyahların yüzde ellisi,
düşük statülü beyazların yüzde elli biri ve düşük statülü siyahların yüzde
altmış dokuzuna karşılık yüksek statülü beyazların sadece yüzde otuz altısı
otuz dakika veya daha fazla beklediğini bildirmiştir.
Bazı
ülkelerde tek işi zenginler için kuyruklarda beklemek olan insanlar vardır.
Kendi çaplarında birer zaman-sütannesi gibidirler. Bürokrasisi, ABD
bürokrasisinin tıkır tıkır işlediği izlenimi veren Meksika’da sonu olmayan tramites, yani evrak işleri yüzünden hayat
adeta durur. Örneğin, bir sürücü belgesini yenilemek için tüm gün boyunca
kuyrukta beklemek gerekebilir. Buna karşın paralı kişiler 171
için ücret
karşılığı bekleyen gestor^-^ -ya da daha gayrı resmi biçimiyle çakal- olarak bilinen
insanlar vardır. Devlet dairelerinin etrafında birçok gestor
bulunabilmektedir; bazılarının kendi ofisleri bile vardır. Müşteriler sadece
kendi bilgilerini verir -gestor genellikle doldurulması gereken formlara
sahiptir- ve tamamlanmış belgeleri te slim almak için bir saat
kararlaştırırlar.
Ücret,
müşterinin kazanacağı zamanın miktarına göre saptanır. Becerikli bir gestorun
sorumluluklarından biri de ilgili kişilere ödemeler yaparak bürokratik
süreci hızlandırmaktır. Sonuç olarak müşterinin kazandığı -ve uğruna ödeme
yaptığı- zaman, gestorun kaybettiği zamandan daha fazla olabilir. Her ne
kadar gestorun işi yolsuzluğa batmış olsa da, bu meslek aşağılanmaz. Gestorlar
genellikle faydalı aracılar olarak görülür, gerekli ve önemli bir hizmet
verirler.
Meksika’daki
bazı evrak işleri için insanların kuyrukta kendi yerinde durması için
başkalarının bedenlerini kiralaması gerçekten de mümkündür. Örneğin, vize
alırken genellikle sabah kapılar açıldığında makul bir yere sahip olabilmeyi
garantilemek için bir gece önceden konsolosluk binasının dışında kuyruğa girmek
gerekir. Ne var ki binanın önündeki kalabalık gece boyunca sizin yerinize
beklemek için tutulmuş insanlardan oluşur. Doğru ücret karşılığında sizin aileniz
yerine orada başka bir aile bekleyebilir.
Brezilya’da despachante^-^
denilen daha eğitimli uzman bekleyiciler vardır. Bunlar zengin vatandaşlar ile
sonu olmayan bürokratik işler arasında aracı olarak hizmet veren para-
profesyonellerdir. Brezilya’daki evrak yükünün boyutu hakkında bir fikir vermek
adına orada yaşadığım on iki ay süresince hükümetin almamı istediği vizeleri
şöyle sıralayabilirim: Varışta bir giriş vizesi, komşu ülkelere yaptığım her
dört yolculuk için dört geçici çıkış vizesi, bu dört seyahatimin ardından
yeniden ülkeye alınmam için dört geçici giriş vizesi, kalma sürem sona
erdiğinde Brezilya’dan ayrılabilmem için bir de çıkış vizesi. Hepsini
toplayınca neredeyse orada kaldığım her aya bir vize düşmektedir.
Bu bürokrasi
saçmalığı, kaldığım sürenin sonuna doğru bana eve dönüş için uçak biletimi
ayırtmadan önce almam gerektiği söylenmiş olan daimi çıkış vizesi için
başvurduğumda artık iyice zıvanadan çıktı. İlgili binaya yaklaştığımda çoğu iyi
giyimli olan ve profesyonel görünen evrak çantaları taşıyan her zamanki despachante
grubuyla karşılaştım. (Despachanteler müşterilerinden, gestor
kuzenlerinin gördüğünden daha fazla itibar görürler.) Daha önceki vizelerimi
alırken başarılı iş ilişkileri kurmuş olduğum birine bu işin ne kadar
süreceğini sordum. Bana kendim yaparsam üç haftayı bulabileceğini, çünkü
evrakların üç farklı binada birçok daireden geçmesi gerektiğini söyledi. İki
hafta içinde Brezilya’dan ayrılmam gerektiğini söyledim. “Nao ha problema” diye
yanıtladı beni. “Evraklarınızı doğrudan üçüncü binada çalışan bir ahbabıma
götürebilirim, ilk iki binadaki memurlar yerine imza atabilir, ben de sizin
için iki gün içinde teslim alabilirim.” “İlk iki binayı atlayacağını söylüyorsun
ama” diye sordum, “bu devlet dairelerinin ilk sıralarda olmalarının da bir
nedeni yok mu?” “Yok, bir sorun olmaz” diye yanıtladı, “Bilirsiniz, devlet
işleri işte.”
Başvuru
evraklarımı yeniden gözden geçirirken despachante benden “Carteira de
Identidade: Estrangeiro Temporario”mı istedi (Yabancılar İçin Geçici
Kimlik Kartı). Bunun Brezilya’da çalışmama izin verilmeden önce almam
gereken bir kart -ki on bir aydır Brezilya’da çalışıyordum- ve giriş vizesi
alabilmek için bir ön koşul olduğunu söyledi. Ona Brezilya’ya giriş yapmadan
önce bu geçici yabancı kimlik belgesine başvurduğumu ve başvurumun
onaylandığını, ancak asıl kartı hiç almadığımı açıkladım. O halde teknik olarak
Brezilya’ya giriş iznim olduğuna dair hiçbir kanıtım olmadığına dikkat çekti,
yani ayrılmama da izin verilmeyebilirdi. Çıkış vizemi alabilmem için önce giriş
evraklarımı almam gerekiyordu. Despachante ortaya çıkan bu yeni durum
karşısında şaşkına dönmüştü. “Bu yabancı giriş belgelerinin en az bir şehre
daha gitmesi gerekir ve bu da bir yılı bulabilir. Bunun için de uğraşmam
gerekecek.”
Hepsini bir
hafta içinde halledebileceğini söyledi. Çok iyimser değildim. Ancak altı gün
sonra, artık ciddi ciddi beni sınırdan geçirecek bir kaçakçı bulmayı
düşünüyorken, despachante evraklarla kapıma geldi. Brezilya’ya
girişimden tam elli bir hafta sonra, yedi gün sonra bitecek olan ziyaretim için
resmi iznimi almıştım. Ve aynı zamanda, çıkış iznim de onaylanmıştı.
Zaman satışı bugün ABD’de de hızla büyüyen bir meslektir. Bununla
birlikte tipik Amerikan tarzında girişimciler gestorlar ve despachanteler
tarafından sağlanan hizmetlerden çok daha geniş bir etkinlik alanı
hedeflemektedir. Örneğin, birkaç yıl önce Florida eyaletindeki Winter Park’ta
Glenn Partin ve Richard Rogers tarafından “At Your Service”173 isimli bir şirket kuruldu. At Your Service, evin
geçimi için kuyruklarda beklemekten alışverişe ve ayak işlerine koşturmaya
kadar, müşterilerinin zaman ayırmak istemedikleri neredeyse her türlü işi
onların yerine yapar. Bu iş tipik olarak gazeteci yazar Nancy Gibbs’in
açıkladığı şeydir: “Giderek daha fazla girişimci, uzmanlıkları dahilinde
saatleri yirmi beş dolardan elli dolara değişen ücretlerle hizmet verecektir. Bir
zamanlar ev hizmetleri veren insanların oluşturduğu küçük ev sanayisi, bugün
ülkenin tüm şehirlerinde patlayan bir iş koludur. Bir ailenin boş zamanını
koruyabilmek kesin bir başarı getirir.”174
Varlıklı
kişiler, beklemekten tam olarak kaçamadıkları zamanlarda dahi, yoksullardan
daha az ıstırap çekerler. Onların bekleme ortamı mümkün olabildiğince rahat
hale getirilir. Corporate Etiquette isimli kitabında Milla Alihan şu
tavsiyelerde bulunur:
Herhangi bir
iş adamının zamanını harcamak onun cüzdanını çalmakla aynıdır. Onu bekletmek
hem işini kötü yapmak, hem de terbiye sizliktir.
[Eğer gecikme
kaçınılmaz ise] sekreteriniz durumu ona açıklamalı ve beklemesinin sorun olup
olmayacağını sormalıdır. Daha sonra onu sizin özel ofisinize buyur etmeli,
paltosuyla şapkasını almalı ve söz konusu iş adamının
oturup rahat ettiğini görene dek beklemelidir. Ayrıca sizi beklerken çay,
kahve, meşrubat ya da okuması için birkaç dergi alıp almayacağını
1 75 sorması gerekir.2"2-12
Araştırmalar
bu önerinin genellikle zorunlu görüldüğüne işaret etse de, aslında isteğe
bağlıdır. Bir çalışmada Barry Schwartz ve meslektaşları Doğu Amerika’da bir
kentte, müşterilerini idari ofiste ağırlayan bir mortgage şirketini gözlemledi.
Müşterilerin statüsü ile bekledikleri süre arasında doğrudan bir ilişki
olmasının yanı sıra, yüksek statülü müşterilere bekledikleri esnada içecek
ikram edilme olasılığının, düşük statülü müşterilerinkinden dört kat daha fazla
(yüzde otuz altıya karşılık yüzde sekiz) olduğu görüldü. Ayrıca bekleme
odasından görüşmelerine giden yüksek statülü müşterilere bir personelin eşlik
etme olasılığı, diğer müşterilere eşlik edilme
olasılığından iki kat daha fazlaydı (yüzde yetmiş beşe yüzde otuz üç).176
Genellikle
seçkin kimselere tamamen farklı kolaylıklar sağlanır. Örneğin, havaalanlarında,
ayrıcalıklı yiyecek ve içeceklerin yanı sıra diğer lüks rahatlıkların da
sunulduğu -bu seçkinlerin hiç değilse yüz kızartıcı biçimde “bekleme alanı”
olarak adlandırılan yerde ya da “kapıda” çile çekmeye gönderilen alt sınıftan
kalabalıklardan soyutlandığı- VIP salonlarına giriş imtiyazları vardır. Kanun
sistemi bile kaynakları olan kişilere daha iyi bekleme koşulları sunar. Bekleme
duruşmasında, zengin kimselerin neredeyse her zaman kendi evlerinde özgürce
beklemelerini sağlayan kefalet paraları vardır. Yoksullar ise genellikle
nezarethanede beklemek zorundadır. Eğer hapishaneye gönderilirlerse, kaynakları
olanlar muhtemelen imtiyazsız kimselerin gittiklerine kıyasla çok daha rahat olan, örneğin, Club Fed177 olarak adı çıkmış olan tesislerde “hapis yatarlar.”
Yedinci Kural
Kimin bekleyeceğini daha
güçlü olan kontrol
eder.
O halde statü
ve para sayesinde, zamanı - hem kendinizin hem de diğerlerinkini - kontrol
edebilmek mümkündür. Bu noktada bekleme oyununun özüne ulaşırız: Bu güçtür.
Bundan daha büyük bir egemenlik sembolü yoktur, çünkü sahip olduklarımız içinde
bir kez kaybedildikten sonra yerine hiçbir şekilde konamayacak olan tek şey
zamandır. Güç prensibi üçlü olarak ortaya çıkar: İlk olarak, bir kişiyi bekletmek
bir tür güç kullanmaktır. İkincisi, güçlü insanların diğerlerini bekletebilme
yetkisi vardır. Son olarak üçüncüsü de, beklemeye istekli olan kişi bu gücü
tanır ve kabul eder.
Bu kuralın
farkında olan önemli güç aktörleri genellikle kişisel zamana doğrudan
saldırılarda bulunur. Bhagwan Shree Rajneesh’in eski dini imparatorluğundaki
yüksek mevkili bir kadın bana şöyle söylemişti: “Bhagwan’ın amacı tam
adanmışlıktı. ABD’deki tanıtıma hafta sonları esnasında, bu sürece yeni
katılanlardan söz vermelerini isteyerek başlardık. İlk talebimiz saatlerini
bırakmalarıydı, bunu paraları ve kıyafetleri takip ederdi. Bhagwan bir kez
-önce sembolik olarak, daha sonra da gerçek anlamda- onların zamanına sahip
olduktan sonra, onlara da sahip olacağını bilirdi. ”
Bazen güçlü
olan kişi, astlarına kimin patron olduğunu hatırlatmak için bir tür kas esnetme
yöntemi olarak diğerlerini bekletir. Ortaçağ’da Papa VII. Gregory’nin bu
antrenmanın gerekliliğinin farkında olduğu söylenir. Bir defasında -bir
zamanlar onun otoritesine meydan okumuş olan- Kutsal Roma İmparatoru IV.
Henry’yi
huzuruna kabul etmeden önce, kar ve buz içinde üç gün üç gece yalınayak
beklemek zorunda bırakmıştır.
Bekleyişlerin
gündelik yaşamlarında merkezi bir rol oynadığı Rusların, bir silah olarak
beklemeyi kullanmaya özel bir düşkünlükleri vardır. Örneğin, Aleksandr
Solzhenitsyn, The Cancer Ward’da şunları yazmıştır:
Adamla
karşılaşınca, (ya da ona telefon açınca veya özel olarak onu çağırtınca) şöyle
söyleyebilir: “Lütfen yarın onda ofisime gelin.” Muhtemelen neden çağırıldığını
ya da ne için azar yiyeceğini bir an önce bilmek isteyeceği için, “Şimdi
uğrasam olmaz mı?” diye soracaktır kişi. “Hayır, şimdi olmaz” diyecektir
Rusanov hem kibar, hem de kesin bir tonda çıkışarak. O an meşgul olduğunu ya da
bir toplantıya girmek zorunda olduğunu söylemez. Hiçbir şekilde çağırılan adamı
rahatlatacak açık ve basit bir gerekçe sunmaz (zira bu
hilenin inceliği buradadır). Sadece her biri nahoş olan birçok farklı yoruma
açık olacak biçimde “Şimdi olmaz” diyecektir. Çalışan, yüreksizliği ya da
deneyimsizliği yüzünden, “Ne hakkında?” diye sorabilir. Sorunun densizliğini es
geçerek, “Yarın öğrenirsin” diye yanıtlayacaktır kadife gibi bir sesle Pavel
Nikolaevich. Oysa 178 yarına daha çok zaman vardır.2"2-2
Askeri
stratejiler de bazen bilhassa zamanı bir savunma silahı olarak u stalıkla
kullanır. Oyunu iyi oynadıklarında iyi silahlanmış düşmanlar puanları
kapabilir. Örneğin Lyndon Johnson, başkanlığının ilk zamanlarında Nicholas
Katzenbach’dan Vietnam’daki ABD bombardımanının durdurulması ve bölgedeki ABD
birliklerinin kademeli olarak geri çekilmesini savunan (sonuçsuz) bir mesaj
almış. Başkan Lyndon Johnson’un merkezi grubunda olan Clark Clifford bu mesajı
“hem çarpıcı hem de kehanet niteliğinde” şeklinde tanımlamıştır:
Napolyon’un Moskova’ya
ilerleyişinden önce Ruslar araziyi nasıl kullandıysa Hanoi de
zamanı öyle kullanıyor; sürekli geri çekilerek, her savaşı kaybederek, ancak
sonunda düşmanın artık hareket edemeyeceği ko şullar yaratarak. Napolyon için
bu ko şullar uzun ikmal hatları ve soğuk Rus kışıydı; Hanoi de bizim için bunun
cephesi ya da diğer görünebilir başarı simgeleri olmayan uzatmalı bir savaştan
kaynaklanan, giderek artan anlaşmazlık, sabırsızlık ve sinir bozukluğu olmasını
umuyor. Zaman, Vietnam’daki müdahalemizin bu aşamasındaki en kritik unsurdur.
Vietnam’daki ilerleyişin kaplumbağası, anavatandaki muhalefetin tavşanının
önüne geçebilir mi?
Bekleme Oyununda son On Yılın İktidar Oyuncusu bana kalırsa Irak
lideri Saddam Hüseyin’dir. Her türlü nesnel askeri ölçüte göre Birleşmiş
Milletler ve müttefik kuvvetleri Saddam’a bir dizi zalimce yenilgi yaşattı.
Bağdat, kendi başına neredeyse hiç karşı saldırı yapamayacak durumdayken
amansız bir bombardımana ve neredeyse tam bir ticari ambargoya maruz kaldı.
Eylemsizliği ve sabrı Saddam’ın tek savunması -ve nihayetinde saldırısı- oldu.
Washington her tehdidin ardından karşılık beklerken, Bağdat her seferinde 179
tempoyu
düşürürdü.
1990
Ağustos’unda ABD önce nüfuzunu Irak’a neredeyse tam bir ticari ambargo koymak
için kullandı. USA Today ’in manşetinde geleceğin bir prototipi vardı:
“Şimdi, bekleme oyunu.” Saddam’ın yine karşılık vermemesinin ardından
ABD askeri tehditlerini arttırmak zorunda kaldı. Ortadoğu uzmanı Ahmad
Khalidi’nin de New York Times ’a söylediği gibi, “Her geçen gün açıkça
gösteriyor ki, Saddam Hüseyin ne kadar uzun süre dayanırsa, Irak’a destek seli
de o kadar artacaktır.”180 ABD ordusundan bir
istihbarat uzmanı ise şöyle yorumlamıştır: “Saddam’ın, kendisi için en az
maliyetle savaşın temposunu bir kez daha 181 kontrol ediyor olması
beni endişelendiriyor.” Teslim olduktan sonra bile Saddam aynı zamansal
kontrolü uyguladı. Askerleri ne zaman geri çekilecekti? Silahlarını ne zaman
yok edecekti? Teftiş ekibinin girişine ne zaman izin verilecekti? Ültimatomlar
hep düşmanlarından geldi ve her seferinde Saddam’ın yanıtı beklendi.
1996
Haziranı’nda New Yorker ’daki Saddam’ın profilinde, T.D. Allman şöyle
der: “Bugün Saddam’ın elindeki gücün tamamen aynı kaldığı
konusunda herkes hemfikirdir.” Zafer birinin iktidarda kalmasıyla ölçülürse,
diye sonlandırır Allman; “Saddam Körfez Savaşı’ndaki ‘yenilgisinden’ zafer
çıkarmakla kalmamış, ayrıca giderek güç kazanmaya da devam etmiştir.” Saddam
rejiminin dışişleri bakanı ve başbakan yardımcısı olan Tarık Aziz de aynı
makalede şöyle övünür: “Elbette galip geldik... Sizi yendik! Irak ilkelleşmek
zorunda kalmadı, denetim hala bizde. Bush ve Baker artık gücünü yitirdi.”
Saddam’ın ve onun liderliğinin daha ne kadar hüküm sürmesinin planlandığı
sorulduğunda ise Aziz, “Sonsuza 182
dek”^2^
diye yanıtlar. işte bu, yaşamın hızının kontrolüyle beraber gelen güçtür.
Sekizinci Kural
Beklemek etkin bir
kontrol aracı olabilir
(ya da Siddhartha hareketi).
Saddam’ın
durumu, güç kuralının özel bir uygulamasını gösterir: Nasıl beklediğin de kendi
başına güçlü bir hareket olabilir. Herman Hesse’nin genç Siddhartha’sı, “eğer
düşünür, bekler ve oruç tutarsa herkesin amacına ulaşabileceğine, büyü
yapabileceğine” inanırdı. Doğru tutumla beklemek yaşamdaki engellere karşı
güçlü bir araçtır.
Buradaki
kilit unsur zihinlerimizi saat zamanından olay zamanına ilerletmek, saatin
gösterdiği vakti ve vaktin nakit olduğu görüşünü unutmaktır. Siddhartha amaçlarına
ulaşabilmek için gerektiği kadar zaman harcamaya istekliydi. Zamanın değerini
ve bunun saat başı ücretlendirmeyle ilgili olmadığını biliyordu. Toplumun
saatiyle yönetilmek ona göre en kıymetli kaynağının boşa harcanmasıydı.
Şair Rainer
Maria Rilke bunu daha kısa ve öz ele alır. Masasının üzerinde yazılı tek bir
kelime olduğu söylenir: “BEKLE.” Rilke beklemenin her şeyden önce şimdi ile
gelecek arasındaki boşluk ve bağlantı olduğunu anlamıştır. Bu, Aziz
Augustine’in “geleceğin bugünü” dediği şeydir.
Siddhartha
yaklaşımı son derece etkili olabilir, bilhassa da araçları kısıtlı olan
insanlar için. Ancak Saddam Hüseyin’in gösterdiği gibi bu sadece manevi
arayışlara özgü değildir. Bazen nahoş biçimler de alır. Walter Winchell
zamanının genel anlamda en etkili gazetecisi olarak görülürdü ve kesinlikle en
korkulanıydı. Winchell hızla ilerledi, o zamanlar kendisi hakkında “Öldüren bir
hızda yaşıyorum” diye yazmıştı. Ancak en büyük gücüne beklemek sayesinde
ulaştı. Otobiyografisinde Winchell onu terk etmiş olan “nankörlerden”
bahsetmiştir:
Onları
affettim, ancak unutmak zorunda değilim. Ben bir savaşçı de ğil, bir “yazarım”.
Nankörleri fermuarları açıkken yakalayana dek beklerim ve sonra bunun
fotoğrafını çekerim.
Aşağılığın biri bana pislik yaptığında (ben
ona yardım ettikten sonra) onun bu iltifatını ona iade ederim. Ya gazetede, ya
canlı yayında ya da kafasına bir şişe ketçap fırlatarak. Onlar hakkında yazacak
çirkin şeyler hazırlamam. Uyuşturucu satın almak ya da pezevenklik yapmaktan
hapse tıkılmalarını kollarım 183 ve sonra bunu halka duyururum.
O Siddhartha
değildi. Ancak Winchell, ustanın zaman hakkındaki öğretisini iyi anlamıştı.
Siddhartha
ilkesinin potansiyel gücü reddedilemez. Ancak her ne kadar oynayacak basit ve
güçlü bir kartı olsa da, kullanım alanı kısıtlı olabilir. Sorun onun
uygulanmasının genellikle birinci kuralın (“Vakit nakittir”) yeniden
yorumlanmasını gerektirmesidir ki bu, birçok insanın Saddam Hüseyin’inki kadar
hoşuna giden bir davranış değildir. 20. yüzyıl Siddhartha’larının çoğu için
olağan sonuç, korkarım ki, Mary Montgomery Singleton’ın şiirinde kusursuz bir
şekilde ifade edilir:
Ah, “her şey bekleyenin
ayağına gelir” (böyle derim kendimi mutlu etmek için), Ama biri yanıtlar, usulca
ve hazin, “Gelir belki, ama çok geç gelir. ”
Dokuzuncu Kural
Zaman bir hediye olarak
sunulabilir.
Beklemek
cömert bir davranış olarak da kullanılabilir. Genellikle doğrudan ve kişisel
olarak sunulur: Birinin iyileşmesini beklemek, ölüm döşeğinin başında bir
bakıcı olmak gibi. Ancak zaman, yüz yüze temas olmaksızın da bir hediye olarak
verilebilir. Belki de tüm bekleme örnekleri arasında en ilginci, insan daha
üstün birine saygısını sunmak için açık açık zaman harcamayı seçtiğinde
gerçekleşendir.
Örneğin, John
Kennedy suikastının ardından
neredeyse çeyrek milyon insan, cenaze töreninde naaşının yattığı
Hükümet Konağının önünde bir saatten fazla soğukta bekledi. Kimse onları orada
olmaya zorlamamıştı. Kimse onlara minnettarlığını sunmadı. Bu insanlar sadece
sevgili liderlerine zamanlarını sunmayı seçmişti, tıpkı bir Budist’in bir
ilahın ayaklarının dibine meyve bırakması gibi. Katılımcılardan biri şöyle
açıklamıştı: Töreni Y.’deki
odamızda
televizyondan izliyorduk. Ancak izledikçe kendimizi bir şey yapmak
zorunda hissettik - bir şey yapmalıydık.”184 Vaktin nakit olduğu bir
toplumda, gönüllü olarak bekleme gerçekten de çok kıymetli bir hediyedir.
Zamanı hediye
etmek, onu saygı göstermek için kullanmanın özel bir örneğidir. Gönüllü olarak
bekleme, bir başka insana duyulan saygıyı ifade eder. Sözgelimi Emily Post’un
Beyaz Saray görgü kurallarına dair tavsiyeleri şöyle söyler:
Beyaz Saray’a davet edildiğinizde en azından kararlaştırılan
saatten birkaç dakika önce varmanız gerekir. Başkan misafir salonuna girdiğinde
orada hazır bulunmamak kadar affedilemez bir görgü kuralı ihlali daha yoktur.185
Görgü kuralları kişiye, üstü oradan ayrılana kadar beklemesini de
söyler. Millicent Fenwick görgü kuralları kitabında şöyle der: “Hiçbir
misafirin geç kalmaması ve hiçbir misafirin Başkan ve eşi üst kata çıkmadan
ayrılmaması, 186 iki temel Beyaz Saray görgü kuralıdır.” 86 Zaman “sunma” önemlidir, çünkü kâr ve kazanç ya da arz ve
talep açıklamalarının ötesine geçer, -ki böyle durumlarda “bekleme” incelememiz
başlar. Bunun yegâne amacı sosyal bir mesaj iletmektir. Kelimeler yetersiz
kaldığında, saf ve sessiz lisan devreye girer.
Onuncu Kural
Sırayı bozacaksanız bunu
arkalarda yapın.
Kuyruğa
aradan girip diğerlerinin önüne geçenlerin, kendilerini tehlikeden sakınmak
için bu hareketlerini kuyruğun sonlarına doğru yapmaları gerekir. Mesela her
Ağustos ayında binlerce Avustralyalı futbolsever Super Bowl müsabakasına denk
olan karşılaşmalar için kalan birkaç koltuktan birini alabilmek umuduyla,
Melbourne Cricket Stadyumu’nun önünde geceden kuyruk oluşturur. Psikolog Leon
Mann ve meslektaşları 1960’larda bu kuyrukları incelediğinde, en çok araya
girişlerin kuyruğun sonuna yakın olan, yani bilet alabilme ihtimalinin çok
düşük olduğu yerlerde gerçekleştiğini keşfedince çok şaşırırlar. Bunun bir
nedeni, kuyruğun sonlarının yeterince düzenli olmamasıydı. Son gelenler orada
bir arada daha az vakit geçiriyorlardı, dolayısıyla birbirlerine
daha az aşina olduklarından, araya girişleri fark edip engellemeye çalışma 187
olasılıkları daha duşuktu.^^2-
Kuyruğun arkalarda bozulmasının bir diğer nedeni de burada daha az
insanın şikayet etmesiydi. Stanley Milgram ve arkadaşları tren bileti gişeleri,
bahis salonları ve New York’taki diğer yerlerde kuyrukta araya girdiklerinde
insanların tepkilerini test etti.188 TUm itirazları değerlendirdiklerinde, yuzde yetmiş uçunun
araya girme noktasının gerisindekilerden - alacakları biletin araya giren kişi
yUzUnden etkilenme ihtimali olan kişilerden- geldiğini buldular. Kuyruğun ne
kadar arkasından araya giriliyorsa, o kadar az itiraz edenle çekişmek muhtemeldir.
Kuyruğun bu dinamiklerini daha geniş bir sosyal duzene uyarladığımızda, bekleme
oyununda alttakilerin kayb ettiğini başka bir biçimde görmUş oluruz.
ULUSLARARASI BEKLEME
OYUNU
Kendi
ülkelerinde bekleme konusunda bilgili olan insanların, bu karmaşık oyunu
yabancı bir ülkede oynamayı öğrenmeleri zordur. Kurallar, tıpkı ülkelerin
kendisi gibi çok farklıdır.
Örneğin, İngilizler kuyruklarının düzenliliği ile övünürler. Diğer
taraftan İsrailliler inatla düzgün sıralar oluşturmaya direnirler. Ancak Leon
Mann otobüs duraklarındaki İsraillileri incelediğinde, açıkça ifade edilmeyen
kurallar belirlediklerini, bu yüzden yolcuların neredeyse her zaman otobüse,
durağa varış sırasına göre bindiğini keşfetmiştir. Mann bu sistemin
bağımsızlığa önem veren, ihtiyaçlara göre hareket eden, ancak sıkı disiplini de
reddeden İsrail toplumunun düzenli ve eşitlikçi doğasını 189 yansıttığını söylerA^
Beklemeye
olan tepkiler de kültürel olarak farklılık gösterir. Sözgelimi bir çalışma,
İtalyan kuyruklarının çoğunlukla kaygısız sohbetlerin edildiği
genel bir neşe havası içinde olduğunu, ancak Amerikan kuyruklarının ise tam
aksine sinirlilik ve sabırsızlığın tipik örnekleri olduğunu göstermiştir. Bir
başka çalışma da Amerika’daki Katoliklerin kuyrukta bekleme konusunda
Protestanlardan daha sabırsız olduğunu keşfetmiştir.190
Bekleme
kuralları her zaman açık olarak ifade edilmediğinden, dışarıdan gelenler mesajı
ço ğunlukla yanlış anlarlar. Bunun sonucunda ise kaçınılmaz olarak çatışma
yaşanır. Sözgelimi Fas Kralı Hassan görüşmelere geç gelmesiyle tanınır ve
zamana riayet etmeyişi nihayetinde ülkesinin dış ilişkilerini zedelemiştir.
1981’de kendisini ziyarete gelen Kraliçe II. Elizabeth’i Kral tam on beş dakika
bekletmiş ve Kraliçe bu durumdan hiç hoşnut kalmamıştır.
Bir başka
durumda Kral Hassan, Charles- Diana nikahına gelmeyen birkaç önemli kraliyet
üyesinden biri olmuştu. Konumu gereği davet edilmesi
gerekiyordu. Ancak davetin belirgin özelliği, Anglo-Saksonların dakikliğe
atfettiği önemi ve Majestelerinin tören için zamanında geleceğine dair umutları
ima eden açıklamalardı. Kral daha sonra bazı acil meselelerin -ne yazık ki-
şahsen katılmasını engelleyeceği yanıtını verdi ve kendisinin yerine Veliaht
Prensi 191 gönderdi.
Faslılar hala
Kral’ın dakik olamayışının İngilizleri neden bu denli rahatsız ettiğini
anlayamamaktadır. “Kral ne Kraliçe’yi ne de bir başkasını bekletmiş olabilir”
demişti daha sonra içlerinden biri, “çünkü Kral gecikemez.”
İyice
dinlerseniz, o sessiz lisanı duyabilirsiniz.
155 Osuna, E. (1985). The psychological cost
of waiting. Journal of Mathematical Psychology 29, 82-105.
156 Gwertzman, B. (13 Mayıs 1969). Soviet
shoppers spend years in line. New York Times, 13.
157 Dressler, C. (21 Haziran 1988). Minute
here, an hour there: They add up. The Fresno Bee, A1.
158 Şüphesiz ki bu konudaki en iyi bilgi kaynağı şudur:
Schwartz, B. (1975). Queuing and Waiting. Chicago: University of Chicago
Press. Bu bölüm de büyük ölçüde Schwartz’ın öncü çalışmalarına dayanmaktadır.
159 Alıntılayan: Gibbs, N.
(24 Nisan 1989). How America has run out of time. Time, 58-67, 67.
160 Robinson, J. (1991, Kasım). Your money or your time. American
Demographics, 22-25.
161 Om mani padme hum,
Budistler’in çok kullandığı, ıstıraplardan kurtulmaya, ruhun rahatlamasına
yarayan Sanskritçe bir mantradır. Mantralar, psikolojik ve enerjik etki
sağlayan sanatsal, kalıplaşmış hecelerdir. “Om” belirli bir anlamı olmayan bir
hecedir, Manipadme’nin anlamı “mücevher Lotus çiçeği” olarak nitelendirilir ve
mantranın son hecesi “Hum” da günahlardan arınma olarak çevrilir. (ç.n.)
162 Mehta, Ved (19 Ocak 1987). Letter from
New Delhi. The New Yorker, 52-69.
163 a.g.e., s. 58.
164 Cialdini, R. (1988). Influence:
Science and Practice, 2nd Ed, 230. Glenview, 1ll.: Scott- Foresman.
165 Halpern, J., and Isaacs, K. (1980).
Waiting and its relation to status. Psychological Reports 46, 351-54.
166 Amerikan İç Savaşı’nda Güney Eyaletleri Marşı (ç.n.)
167 Bkz.: Levine, R.,
West, L., and Reis, H. (1980). Perceptions of time and punctuality in the
United States and Brazil. Journal of Personality and Social Psych o logy
38 (4), 54150.
168 From E. B. White (1935). The Second
Tree from the Corner. New York: Harper and Bros. 225-26.
169 Schwartz, B. (1975). Queuing and Waiting. Chicago:
University of Chicago Press, 21.
170 a.g.e., s. 110-32.
171 İspanyolcada müdür anlamında (ç.n.)
172 Portekizcede “sevk memuru” anlamında (ç.n.)
173 İngilizcede “Emrinize Amade” anlamında
(ç.n.)
174 Gibbs, N. (24 Nisan 1989). How America
has run out of time. Time, 67.
175 Altıntılayan: Schwartz, B. (1975). Queuing and Waiting,
135. Chicago: University of Chicago Press.
176 a.g.e., s. 135-52.
177 Kuzey Amerika İngilizcesinde, diğerlerinden
daha konforlu olan bu hapishanelere, ünlü tatil köyü zinciri Club Med’e
gönderme yapılarak, Club Fed denilmektedir. (ç.n.)
178 Solzhenitsyn, A. (1968). The Cancer
Ward, 222. New York: Dial.
179 Clifford, C., with Holbrooke, R. (6
Mayıs 1991). Annals of Government (The Vietnam Years)—Part 1. The New
Yorker, 79.
180 İbrahim, Y. M. (1991, Şubat 3). In the mideast, a fear that war is only the beginning. The New
York Times Week in Review, 1-2, 1.
181 Greve, F., and Donnelly, J. (27 Ocak
1991). Oil nears water supply. The Fresno Bee, A1, A8.
182 Allman, T. D. (17 Haziran 1996). Saddam wins again. The
New Yorker, 60-65.
183 Gabler, N. (1994). Winchell:
Gossip, Power and the Culture of Celebrity, xv. New York: Knopf.
184 New York Times, 25 Kasım 1963;
alıntılayan: Schwartz, B. (1975). Queuing and Waiting, 42. Chicago:
University of Chicago Press.
185 Post, E. (1965). Emily Post’s
Etiquette: The Blue Book of Social Usage, 48. New York: Funk and Wagnall’s.
186 Alıntılayan: Schwartz, B. (1975). Queuing
and Waiting, 43. Chicago: University of Chicago Press.
187 Mann, L. (1970). The social psychology of waiting lines. American
Scientist 58, 389-98.
188 Milgram, S., Liberty,
H., Toledo, R., and Wackenhut, J. (1986). Response to
intrusion into waiting lines. Journal of Personality and Social Psychology
51, 683-89.
189 Mann, L. (1970). The social psychology
of waiting lines. American Scientist 58, 389-98.
190 Schwartz, B. (1975). Queuing
and Waiting, 153-66. Chicago: University of Chicago Press
191 The New Yorker (9 Temmuz 1984). King Hassan of Morocco, 47.
2. BÖLÜM
HIZLI, YAVAŞ VE YAŞAM
KALİTESİ
VI
HAYAT NEREDE EN HIZLIDIR?
Dawia
Tanrı’nın Avrupalıları kayırdığını, çünkü O’nun otomobilleri sevdiğini ve
Avrupalıların Cennet’e giderken otomobillerini yanlarında getireceğini umduğunu
söyledi. Ancak Ömer, “Hayır” dedi, “Tanrı Avrupalıları sevdi, çünkü Avrupalılar
randevularına her zaman vaktinde gidiyorlar.”
Jane Kramer,
Honor to the Bride
Y
abancı
kültürleri araştırmanın insanı -bir kültürü diğeriyle, kendi yaşamınızı
başkalarınınkiyle- kıyaslamaya zorlayan bir yönü vardır. Benim durumumda
kıyaslamalar daima zaman merkezli olmuş gibidir. Son on yılda hem seyahat hem
de sosyal psikolojiyle olan ikili meşguliyetim, iki soruda kesişti: En yavaş ve
en hızlı kültürler hangileridir? Bu kültürel tempo, insanların yaşam kalitesini
nasıl etkiler? Bu sorular diğer kültürlere olan ziyaretlerim sayesinde ortaya
çıktı, ancak cevapları sosyal bilimlerin sistematik metotlarını kullanarak
aradım.
Farklı
kültürlerin özelliklerini kıyaslamak oldukça hassas bir iştir. Kişileri
etiketlemek bile yeterince karmaşıkken, bir bilim insanı nasıl olur da bir
insan grubunu sınıflandırmaya kalkışabilir? Bir dereceye kadar sistematik
yansızlık ile hayatın temposunu ölçebilmek, anekdot niteliğindeki tanımların
ötesine geçmeyi gerektirir. Tüm dikkatimizi, zamansal deneyimler hakkında bilgi
vermekle kalmayıp, aynı zamanda farklı kültürlerde de aynı psikolojik anlamları
taşıyan durumlara vermemiz gerekir. Bu ölçümlerin geliştirilmesi umduğumdan çok
daha zor oldu.
Mesela
işyerindeki hızın bir işareti olan bir durumu ölçmek istediğimde
zamanlanabilir, gözlenebilir ve kültürlerarası olarak aynı anlama gelen, doğal
olarak ortaya çıkan bir çalışma davranışı bulmam gerekiyordu. Aynı zamanda test
ettiğimiz işçilerin o ülkede ikamet ettiğinden de emin olmalıydım. İlk başta
araştırma açmaza düştü. Elenen bir olasılık havayolları bilet acentelerinin
gözlemlenmesiydi. Sorun şuydu ki, bu işçiler çalıştıkları yer dışındaki
şehirlerden hatta başka ülkelerden gelmişlerdi. Çalışma hızlarının geldikleri
ülkenin mi, yoksa bulundukları ülkenin mi normlarını, yahut havayolu
endüstrisinin kültürünü mü yansıttığını bilmek çok zordu.
Bir diğer
olasılık da benzin istasyonlarında çalışanların hızını ölçmekti ki bunu da
eledim. Bu işle ilgili sorun ise, öğrendiğim kadarıyla çalışanların
milletlerinin aynı olmamasıydı. Benzin istasyonları çok farklı müşterilere
hitap eder ve Endonezya ve Brezilya gibi ülkelerde, ABD ya da Japonya gibi
ülkelerde olduğundan çok daha farklı bir işçi sınıfını
çeker. Benzin istasyonlarını kıyaslamak gelişmiş ülkelerde bile zordur.
Gazeteci Edwin Reingold Uzak Doğu’dan ABD’ye döndükten sonra şöyle söylemişti:
“[ABD’de] eskiden servis istasyonu denilen yerde, kurşungeçirmez bir camın
arkasında oturan görevlinin, acemi şoförün yağlı ve kokulu benzinin pompalanma
usulünü öğrenmesine yardım etmek konusunda elinden bir şey gelmezdi. Temiz,
terbiyeli ve uzman görevlilerin arabanın sorumluluğunu üstlendiği, deposunu
doldurup, yıkayıp lastiklerini kontrol ettiği tip ik bir Tokyo istasyonu
anılarım canlandı. Tokyo’daki çalışanlar daha sonra şapkalarını çıkarıp
teşekkür eder ve müşteri istasyondan çıkabilsin diye trafiği bile
1
durdurur.” Açıkçası benzin
istasyonlarındaki işçilerin hızlarını ölçmek o kültür hakkında, zamansallığın
normlarından hem daha fazlasını, hem de daha azını anlatacaktır.
Sonuç olarak,
hayatın hızına dair üç farklı ölçüm ortaya çıkar:
(1) yürüme
hızı - şehir merkezinde yayaların on sekiz metrelik bir mesafeyi yürüme hızı
(2) çalışma
hızı -bir postane memurunun, müşterinin standart bir damga pulu alma talebini
yanıtlama hızı
(3) umumi
saatlerinin kesinliği (Bu deneyler I. Bölüm’de daha ayrıntılı olarak
anlatılmıştır).
Öğrencilerimle
gidebildiğimiz ülkelerin çoğunda bu gözlemleri yaptık. Birkaç ülkede deneyleri
kendi başıma yaptım. Daha sıklıkla da veriler, ya yabancı ülkelere seyahat eden
ya da yaz tatilinde kendi şehirlerine ya da ülkelerine dönen üniversitedeki
ilgili öğrencilerim tarafından toplanmıştır. Toplamda otuz bir ülkeden, her
ülkede en az bir şehirden veri topladık.
Tablodaki sayılar her ülkenin üç ölçüm için hangi sırada olduğunu
gösteriyor. Düşük rakamlar yürüme ve postane hızının daha fazla, umumi
saatlerin ise daha kesin olduğu anlamına geliyor. Toplamdaki hayatın hızı skoru
ise, her ülkenin her bir ölçümdeki hızının istatistiksel 2 olarak
birleştirilmesi yoluyla hesaplanmıştır.—
Ülke |
Genel Yaşken Hm |
Yürüme Hızı |
Postane Hızı |
Sajr Kesinliği |
İsviçre |
1 |
3 |
2 |
1 |
IrLuiida |
2 |
1 |
3 |
11 |
Almanya |
3 |
S |
1 |
S |
Jj^nya |
4 |
7 |
4 |
6 |
kalya |
S |
]U |
12 |
2 |
In&illtrc |
6 |
4 |
9 |
IJ |
İsveç |
7 |
13 |
5 |
7 |
Avusturya. |
& |
23 |
3 |
3 |
E Sollan da |
9 |
2 |
L4 |
25 |
ESong Kcng |
İD |
14 |
6 |
14 |
Erani a |
t i |
8 |
LA |
İQ |
L'ukmya |
12 |
12 |
15 |
a |
Kcntanka |
13 |
16 |
10 |
13 |
Tayvan |
1* |
U |
7 |
21 |
Singapur |
15 |
25 |
ll |
4 |
ABD |
16 |
6 |
23 |
10 |
Kanada |
17 |
il |
21 |
22 |
Güney Kore |
U |
20 |
20 |
16 |
Ma-LJrzuLın |
19 |
W |
19 |
İS |
Çek Curahuriy eli |
10 |
21 |
17 |
23 |
Yun aniılam |
ıı |
14 |
13 |
19 |
Kenya |
21 |
9 |
W |
24 |
Çin |
23 |
24 |
25 |
12 |
Bld^JTLSİUJİ |
2a |
27 |
22 |
17 |
Kumanya |
15 |
30 |
29 |
5 |
Ürdün |
16 |
23 |
27 |
19 |
Suriye |
27 |
29 |
JA |
27 |
El Salvador |
23 |
22 |
Lö |
3İ |
B-rcxdya |
19 |
31 |
24 |
23 |
Eaıdoturtya |
30 |
26 |
26 |
3ö |
Meksika |
31 |
17 |
31 |
16 |
OTUZ BİR ÜLKENİN
KARŞILAŞTIRILMASI
Japonya ve
Batı Avrupa ülkeleri en hızlı ülkeler oldu. En hızlı dokuz ülkenin sekizi Batı
3 Avrupa’dan iken- Japonya da bu tekelde kendine yer buldu.
İsviçre
yüksek derecelerin geneline göre açık arayla birinciliği aldı: Yürüme hızında
üçüncü, postane zamanında ikinci sıradaydı, saat kesinliğinde ise -bunun
oldukça çarpıcı bir bulgu olduğunu söylemem gerek- birinci oldu; banka
saatlerinin şaşma süresinin toplamı ortalama olarak on dokuz saniyeydi.
İkincilikte İrlanda vardı. Yürüme hızı otuz bir ülkede birinci geldi. (Bu
bulguyu bir İsveçli meslektaşıma gösterdiğimde, önce başını sallayarak, “Küçük
Dublin mi birinci oldu?” diye sordu. Derken gülümsedi ve “Tabi ya” dedi, “O
korkunç soğuk yüzünden hep hareket halindeler.”) Almanya da genel hızda üçüncü
sıraya yerleşti.
Japonya az
farkla dördüncü oldu. Önündeki üç ülkenin skoru birbirine öyle yakındı ki,
orada burada birkaç saniyelik değişiklik olsa Japonya ilk sıraya oturabilirdi.
Aslında Japonya’nın en hızlı ülke olabileceğine dair oldukça fazla kanıt vardı.
Sözgelimi postane ölçümlerinde Japonya dördüncü sıraya yerleşti, ancak
araştırmacımız pulları zaman zaman küçük paketlere saran ya da istenip
istenilmediğine bakmaksızın genelde makbuz yazan postane memurlarıyla Japonya
dışında başka nerede karşılaşabilirdi ki? Son sayımlarımızda bu fazladan
saniyeleri düzeltmeye çalıştık, ancak lüks hizmet verirken aynı zamanda neredeyse
tam kapasite çalışan postane memurlarına hak ettikleri itibar gerçekten
verilebilir miydi? Frankfurt’taki memurlar birkaç saniye farkla önde olabilir,
ancak oradaki postaneden ayrılan müşterilerin sanki Tiffany’s’de alışveriş
yapmış gibi hissettiklerini düşünmek pek mümkün değildir.
Peki ya, sırf
bir pusula ile iletişim kurduğu için deli olduğunu düşündükleri araştırmacıya
gülen memurların olduğu Çin’le ya da çoğu memurun üzerinde bozuk para
bulundurmanın kendi sorumluluğu olmadığını düşündüğü için deneyleri bırakmak
zorunda kaldığımız Hindistan’la nasıl kıyaslanabilir?
Peki ya, New
York’a ne demeli? (10001 numaralı posta koduna sahip olmaktan gurur duyan)
Postanede bir memur pusulamı havaya kaldırdı, sonra da çok yavaşça ve arkamda
bekleyen kuyruğa ve neredeyse bütün Manhattan’a duyuracak kadar yüksek sesle
bağırmaya başladı : “ŞİMDİ... SİZ... DANDİK. BİR. PUL. İSTEDİĞİNİZİ. SÖYLÜYOR.
VE. BUNUN İÇİN DE. BANA .(bu noktada daha da yavaşlayarak ve daha da yüksek
sesle, sesini adeta Bolero partisyonundaki gibi dalgalandırarak bağırdı)
BEŞ. DOLAR. MI. VERİYORSUNUZ?” Kısa bir sessizlikten ve bir bana, bir de
pusulaya baktıktan sonra durumu geç de olsa anlamasının ardından, sesini birkaç
desibel daha yükselterek, “AH TANRIM BU ŞEHİRDEN NEFRET EDİYORUM!” diye
haykırdı. Bir araştırmacı olarak böylesine utandığım bir başka an daha
olmamıştı, üstüne ü stlük bir de konuşması beni öyle ürkütmüştü ki, onun hızını
ölçmeyi unutmuştum. (Araştırmacılarımız deneylerimizin sadece New York ve
Budapeşte’de memurlar tarafından küçümsendiğini rapor etti.) Hız konusunda
altın madalyayı İsviçre’nin mi, Japonya’nın mı hak ettiği tartışması sürse de,
şüphesiz en çarpıcı bulgu ilk sıraların Batı Avrupa’dan olmasıydı. Analiz
edilen dokuz Batı Avrup a ülkesinin sekizi (İsviçre, İrlanda, Almanya, İtalya,
İngiltere, İsveç, Avusturya ve Hollanda) Japonya dışındaki diğer ülkelerden
daha hızlıydı. Bunları “takip eden” Batı Avrupalı tek ülke Fransa’ydı ve
(sıkı-çalışma kate gorisinde küçücük bir farkla) Hong Kong’un gerisinde
kalmıştı. Ancak bu ufak kayma ender rastlanan çevresel bir olaydan
kaynaklanıyor olabilir: Paris’teki ölçümler şehir en sıcak yazını yaşarken
yapılmıştı.
Çalışma başlamadan önce bazı meslektaşlarım, hızla gelişmekte olan
Asya ekonomilerinden bir ya da birkaçının en üst sıralarda olacağını tahmin
etmişti. Hong Kong’daki Çin Üniversitesi’nden tanınmış kültürlerarası psikolog
Michael Bond, kendi ülke kültürünün kolaylıkla kazanacağını ileri sürmüştü.
Time dergisi muhabirine “Buradaki (Hong Kong) yaşam dünyanın herhangi bir
yerinde olduğundan çok daha hızlıdır” demişti.4 Hong Kong’da Bond’un ve
öğrencilerinin yardımıyla pek çok güvenilir veri toplayabildik. Ne yazık ki
Hong Kong tüm ölçümlerde Japonya’nın gerisine düşmekle kalmadı, neredeyse
hiçbir Batı Avrupa ülkesini geçemedi. Ancak Hong Kong, sırasıyla on üçüncü, on
beşinci ve on sekizinci olmuş olan diğer endüstrileşmiş üç Asya ülkesinden -Tayvan,
Singapur ve Güney Kore- biraz daha hızlıydı.
Hız tutkunu
New York’un temsil ettiği ABD genel hızda beklenmedik biçimde yavaş çıkarak on
altıncı sırada kaldı. Aslında New York’un yavaşlığına öyle şaşırdık ki,
güvenilirlik kontrolü yapmak adına, yeni gözlemler yapması için ikinci bir
araştırmacı gönderdik; sonuçlar ilk verilerle neredeyse birebir aynı çıktı. New
Yorklular yürüme hızında altıncı sırayı aldı, ancak postane hızında yirmi
birinci, saatlerin kesinliğinde ise yirminci oldu.
Elbette New
Yorkluların temposunu ölçmek için doğrudan hız tek uygun ölçüt değildir. New
York’un caddelerinde kronometrelerde görünmeyen bir takım beceri ve
atılganlıklarla karşılaşırsınız. Tokyo’daki yayalar genellikle disiplinli,
dikkatli ve hatta uysalken New Yorklular anarşi alanında bir araştırma
konusudur. Kariyerinin büyük çoğunluğunu büyük şehirlerdeki yaya davranışlarını
gözlemlemekle
geçirmiş olan sosyolog William Whyte, New Yorkluların birbirlerine nasıl meydan
okuduklarına, kırmızı ışıkları nasıl ihlal ettiklerine ve arabalarınla diğer
araçların arasında nasıl “ya bana yol ver ya da öldür” dercesine zikzaklar
çizerek yürüdüklerine dikkat çekmiştir. (Ne yazık ki bu cesaret gösterisi
sürücülerinkiyle benzerlik gösterir. Sözgelimi, 1994 yılında 12.730 New Yorklu
yayaya araba çarpmıştır - aşağı yukarı kırk bir dakikada bir kazaya karşılık gelir.
Bu yayalardan 249’u ise hayatını kaybetmiştir.)5 Yani Tokyoluların birkaç
saniye gerisinde kalsalar ne fark eder ki? New Yorkluların asıl hızının
nüanslarda gizli olduğunu söyleyenler çıkabilir. Whyte da, “Bu benim dar
görüşlülüğümden kaynaklanıyor o lab ilir, ancak bana kalırsa tüm yayalar içinde
en iyileri New Yorklulardır” der.6 Belki de sıralamamızda
gerçekten de ABD’nin büyük şehirlerindeki insanların yaşam hızlarına
gerçeğin altında değer biçmişizdir. Birazdan bu
7 tartışmayı
biraz daha alevlendireceğim.—
HAYATIN
YAVAŞ OLDUĞU YERLER
Brezilya
’da
Bir mili
yürümek bir gün sürer,
Zaman kıpırdamaz
bile.
Michael Franks, Sleeping Gypsy
Listenin
sonunda, yavaşlık konusunda çok az sürpriz vardı. Son sekiz ülkenin hepsi
Afrika, Asya, Ortadoğu ve Latin Amerika’daki endüstrileşmemiş ülkelerdir. En
yavaşlar sırasıyla amanha, lastik zaman ve manana’nın beşikleridir:
Brezilya’yı Endonezya ve Meksika takip eder.
Bu
ülkelerdeki yavaşlık gündelik yaşamın her alanına sızmıştır. Brezilya’daki
zaman algısını ölçen anketlerimizde meslektaşlarımla Brezilyalıların zaman
konusunda rahat bir yaklaşımı benimsediklerini bulmakla kalmadık, aynı zamanda
saate karşı herhangi bir bağlılık duymadıklarını da gördük. Söz gelimi
yeğeninin doğum günü partisine geciken bir davetlinin gelmesini ne kadar süre
bekleyecekleri sorulduğunda, Brezilyalılar ortalama olarak 129 dakika
bekleyecekleri yanıtını vermiştir. İki saatten fazla! Benim ebeveyn arkadaş
çevremde doğum günü partileri zaten genelde sadece iki saat sürer. Bırakın
partinin başlangıcını kaçırmayı, parti başladıktan 129 dakika sonra gelen
ebeveynler çocuklarını eve götürmek için bile dokuz dakika gecikir - ev sahibi
ebeveyne yapılan bu zamansal ayıp, oldukça ciddi boyuttadır. Erken gelenlere
karşı da aynı rahat tavrı sergilerler: Brezilyalılar aynı doğum günü p artisin
e bir davetlinin çağrıldığı vakitten ortalama kırk dört dakika erken gelmesini
makul kabul ederken, Amerikalılar için bu süre yirmi altı dakikayı aşmamıştır.
Brezilyalıların
bir öğle yemeği randevusu için yaklaşık altmış iki dakika bekleyeceklerini
söylemişlerdir. Bu süreyi, insanların öğle yemeğine bir saatten fazla süreyi
nadiren ayırdıkları ABD ile kıyaslayın. Tipik bir Amerikalının, en azından bir
iş gününde, şu geç kalan Brezilyalının öğle yemeğine başlamaya hazır olduğu
vakitten iki dakika önce ofise geri dönmüş olması gerekir.
Brezilya’da
aslında öğle yemeği oldukça yavaş yenir. Örneğin, Brezilya’da kaldığım süre
esnasında öğle yemeğini sıklıkla üniversitemde rektör yardımcısı olan bir
Brezilyalı arkadaşımın evinde yedim. 12.00 ile 12.30 arasında yediğimiz bu
yemeklerde bazen, VIP rolüne uygun resmi takım elbiseler içinde olan arkadaşım
hemen fırlayıp yatak odasına gider, alelacele bir tişört ve şort giyinir,
aniden rahatlar ve gülümserdi - hiç şaşmazdı, hep rahatlamış görünür ve
gülümserdi. Birlikte bir ziyafet çeker, biraz şarap ya da bira içer, biraz
sohbet eder, çocuklarla oynar ya da esneyene kadar televizyon izler, daha sonra
da biraz kestirmek için her birimiz bir odaya çekilirdik. Saat 15.00 sularında
-elbette mais ou menos- arkadaşım yine rektör yardımcısı takımını
kuşanmış olarak odasından çıkar ve bir kodaman ifadesiyle yüzünü buruştururdu;
birkaç saat daha koşuşturmak için yeniden üniversiteye gitmek üzere çıkardık.
Brezilya siesta’sının zevki işte böyleydi.
Brezilyalılar
Amerikalılardan daha az saat takar, ayrıca takanların saatleri de daha az
kesindir. Yanlış saatler ya da saatlerin yokluğu da yavaşlık kültürüne dahil
edilmiştir. Geç kalan Brezilyaların en sevdiğim mazeretleri “O relogio
8 causou o meu atraso — idi, — bunun anlamı
gecikmelerinin nedeninin geri kalmış ya da yanlış ayarlanmış bir saat
olmasıdır.
Brezilya’da
kusursuz bir saati olan kişi bile dakik olmakta zorlanır. Çok az kişinin kendi
arabası vardır ve toplu taşıma da en hafif tabirle güvenilmezdir. Otobüs
şoförünün yolun ortasında araçtan indiğine birkaç defa şahit oldum. Bir
keresinde geri dönmesi on dakika sürdü ve sandviçinden son bir ısırık alırken
hepimize sabrımız için teşekkür etti. Bir başka şoför ise “um momento”
diye izin istedikten tam on beş dakika sonra market torbalarıyla geri döndü.
Her iki durumda da güveni sarsılan tek kişi bendim. Arkadaşlarım, Brezilya’da
başıma gelen pek çok olayda yaptıkları gibi “Calma, Bobby” derdi. Bu
koşullarda herkes ya acele etmemeye ya da delirmeye zorlanır, böylece yavaşlık
kendini gerçekle ştiren bir kehanete dönüşür.
Test
ettiğimiz çoğu Brezilyalı saatin gösterdiği zamandan tamamen kopuktu. Saati
olmayan bir beyefendiye saati sorduğumda gözlerini bana dikti ve kibirle -
aslında biraz da küçümseyerek - “tam 02.14” olduğunu söyledi. Tahmini üç
saatten fazla şaşmıştı. Aynısını
Kaliforniya’daki
bir öğrenciye sorduğumu düşünün, muhtemelen saatine bakar ve “03.12 ve 18
saniye” derdi.
Son sıradaki Meksika’da, saate tam olarak uymaya çalışan kişiler
tam bir baş belası olarak görülebilir. Hem tıp, hem de klinik psikoloji
alanlarında doktorası olan Sergio Aguilar- Gaxiola Meksika’da büyümüştür ve
mesleki hayatını hem Meksika’da hem de ABD’de sürdürmektedir. “Eğer belli bir
saatte bir partiye davet edildiyseniz” der Aguilar-Gaxiola, “bundan geç
gitmeniz gerektiği anlamını çıkarmanız gerekir. Olur da kararlaştırılmış saatte
-en punto9- orada olursanız, hazırlıklarını
yapmakta ya da giyinmekte olan ev sahiplerinin ayağına dolanabilirsiniz.
Dakiklikle ilgili kurallar Meksika kültüründe büyük rol oynar.”
Yavaşlık
Meksika kültüründe öyle kökleşmiştir ki, saate uyan bir kişi küçümsenebilir.
“Meksika’da” der Aguilar, “her
durumda insanların geç geleceği düşünülür. Eğer bir toplantı ya da
görüşme saat 11.00’deyse, hora mexicana koşullarına bağlı olarak bu
11.15, 11.30, hatta 12.00 olarak anlaşılır. Eğer 11.00’de varırsanız kendi
başınıza beklemeniz bir yana, bir de zamanında gittiğiniz için utanırsınız.
Gecikenler -ya da, ölçümü hora mexicana’ya göre yapıyorsanız tam
vaktinde gelenler- genellikle tam on birde gelenleri alaya alırlar. Erken
gelenle dalga geçmek için kullanılan, kabaca “Temizliğe mi geldin?” anlamına
gelen “Llegaste a barrer?” diye bir tabir de vardır. Bu oldukça
iğneleyici bir sözdür. Aslında ABD’de hala randevularımı zihinsel olarak hora
mexicana’d a n hora inglesa’ya çevirmekte zorlanıyorum, çünkü şu “Llegaste
a barrer?” sataşmasıyla
karşılaşmaktan
korkuyorum.
Verilerde
görünmeyen bazı şeyler, listedeki miskinlerin yavaşlığı hakkında da çok fazla
şey anlatır. Mesela en yavaş ülkelerden
Endonezya’da Cakarta’daki merkez postaneye ilk ziyaretimde pul
satın almak için kuyruğun nerede olduğunu sorduğumda, dışarıda oturmakta olan
özel satıcılara yönlendirildim. Her biri beni sıkboğaz etti: “Hey, bayım, güzel
pullarım var!” “En iyi pullar burada!” Daha küçük bir şehir olan Solo’da ise
Cuma öğleden sonra merkez postaneye gittiğimde bir voleybol maçının oynandığını
gördüm. Bana mesainin bittiği söylendi. Sonraki Pazartesi yeniden gittiğimde çalışan kişi, Amerika’daki
akrabalarıyla
ilgili sohbet etmeye daha meraklıydı. Acaba Cincinnati’deki amcasıyla görüşmek
ister miydim? Hangi pulu daha çok sevmiştim, Kaliforniya’yı mı, ABD’yi mi?
Sırada arkamda olan beş kişi sabırla bekliyordu. Şikayet etmek bir yana dursun,
bizim konuşmamıza ilgi gösteriyor olmaları beni çok şaşırttı. Yani
Endonezyalıların yavaş hareket ettiğini keşfetmekle kalmadık -kural dışı
durumlar yüzünden ekstra te stlerin gerekliliği ve motosiklet ve bisiklet
taksilerle dolaşmamız yüzünden- bunu keşfetmemiz bile, diğer ülkelerde
olduğundan çok daha fazla zaman aldı.
“Ah, geçen
yılın eşkinli atları da nereye gitti?” diye sorar Milan Kundera Yavaşlık
isimli romanında. Öyle görünüyor ki birçoğu Cakarta, Rio de Janeiro ve Meksika
sokaklarındalar.
TATLI HAYAT NE TARAFTA?
BATI
AVRUPA, JAPONYA VE ABD
KARŞILAŞTIRMASI
“Biraz daha hızlı yürür müsün?” dedi mezgit salyangoza,
“Hemen arkamızda bir domuz balığı var, basıyor kuyruğuma.”
Lewis Carroll, Alice Harikalar Diyarında
10 neden
Amerikalılardan çok daha iyi yaşıyor?”
Deney
sonuçlarımızı, bu popüler klişe ile nasıl bağdaştırabiliriz? Verilerimizden,
Batı Avrupa’nın Tatlı Hayat’ının geçmişte kalan bir düş olduğu -Japonlar
ve Batı Avrupalılar dünyanın yeni stre sli, aceleci A tipi olmuşken, ABD’nin
sonunda rahat olmayı öğrendiği- sonucunu mu çıkarmalıyız? Bu soruyu yanıtlamak
için çalışma hayatının temposunun çe şitli yönlerine odaklanacak şekilde
tasarlanmış olan üç hız ölçümümüzün ötesine bakmak faydalı olabilir. Peki ya,
bu temponun sürekliliği? İnsanların izin saatleri ne kadar uzundur? Tatil
yaparlar mı? Yoğun çalışma ile boş zamanlar arasındaki denge nedir? İşte bu
noktada Batı Avrupa ABD’den -ve özellikle Japonya’dan- keskin biçimde
farklılaşmayı sürdürür.
Öncelikle
çoğu Avrupa ülkesinde ortalama iş haftası ABD’dekinden, bu ikisi de Japonya’da
olduğundan daha kısadır. Son tahminlerden birine göre yıllık ödeme yapılan
ortalama iş saati Japonya’da 2.159 iken, ABD’de 1.957, Fransa’da 1.646 ve eski
Batı Almanya’da 1.638’dir. Başka bir deyişle Japonya’daki çalışanlar
ABD’dekilerden yıllık aşağı yukarı 202 saat, Batı Almanya’daki işçilerden ise
511 saat daha fazla çalışır. Bir haftayı kırk saat olarak temel alırsak bu
sayılar, ortalama Japon çalışanlarının, ABD’deki meslektaşlarından yılda
11 beş hafta, Fransa ve Batı Almanya’daki— çalışanlardan ise on iki buçuk hafta -üç aydan daha uzun!-
daha fazla çalıştığını gösterir. Başka bir açıdan değerlendirirsek, Japon işgücünün
sadece yüzde yirmi yedisi haftada beş gün - haftada kırk saat- kadar kısa süre
çalışmaktadır, bu oran ABD’de yüzde 85,1, Fransa’da ise yüzde 91,7’dir.
Tatlı
Hayat’ın
kaynağı için İtalya iyi bir örnektir. Roma’daki postane çalışanları
ölçümlerimizde on ikinci olmuştur - ki bu beni çok şaşırtmıştır. Neticede bu
ülkede posta sisteminin çok kötü bir ünü vardır, Roma’dan gelen kamyonların boş
arazilere eski po staları b o şalttıklarına dair raporlar halka duyurulalı çok
olmamıştır. Buna karşın daha yakından incelenince, Romalıların testimizdeki
sıralamasının üstün bir iş ahlakına erişilmesi anlamına gelmeyebileceğine dair
kanıtlar bulunur. Hükümetin güvenilir Censis Vakfı’nın son
raporu, postane gibi kurumlarda süren yaygın bekleme ve gecikmelere dikkat çeker.
Bizim verilerimiz İtalya’da yalnızca pencere arkasındaki işlem sürelerinin
hızlandığına işaret eder, o pencereye varana kadar ne kadar sürdüğüyle ilgili
bir bilgi vermez. İtalya’d aki postanelerin günde sadece beş saat açık olduğu
düşünülürse, belki de hızlı işlem süreleri ile uzun beklemelerin bu
kombinasyonu mantıklı hale gelir.—
Batı Avrupa
ve diğer birinci dünya ülkeleri arasındaki çalışma saatleri farkının giderek
arttığı göze çarpmaktadır. 1940’lara kadar hem Avrupa hem de ABD’de ortalama
çalışma saatleri neredeyse bir asır boyunca birlikte azalma gösterdi. Avrupa’da
olduğu gibi ABD’de de daha kısa çalışma saatleri talebi en baştan beri işçi
hareketinin merkezinde yer aldı; iş saatleri sorunu Amerikalı işçilerin
“uyanışının nedeniydi”. “Sekiz saat iş, sekiz saat uyku, sekiz
saat ne istersek” kuralı yeni yüzyıl
sendikacılarının çağrısıydı. İşçi hareketi tarihindeki en çarpıcı
ve önemli olaylar - mesela 1886 grevleri, Haymarket İsyanı, 1919 Çelik Grevi -
iş gününün süresi üzerineydi. Başlangıçta, işverenler bile daha kısa çalışma
saatlerini destekledi - idealist olduklarından değil de, fazla çalışmanın ve
yorgunluğun zarar verici olduğuna; aile yaşamı, güvenlik, sağlık ve istirahatin
uzun vadede üretime katkıda bulunacağına inandıklarından. Sonuç olarak ABD’de,
19. yüzyılın sonunda çalışma saatlerinde kademeli ve istikrarlı bir azalma, 20.
yüzyılın ilk yirmi yılında ise, çarpıcı -günde on saatten sekiz saate- bir
düşüş oldu. Daha sonra haftalık ortalama çalışma süresi altı günden beşe, 13
haftada kırk saate indi.—
Amerikalıların
çalışma saatlerinde azalma eğilimi bir süre devam etmiş gibi görünür. Örneğin,
1930’da, buhranın en kötü zamanlarında önsezileri güçlü iş
adamı W. K. Kellogg (mısır gevreklerinin yaratıcısı) devrim niteliğinde bir
deneyi duyurmuştur: Battle Creek’teki devasa fabrikasında neredeyse her çalışan
günde altı saat çalışacaktır. Saatteki kısalma maaşlara çok az bir kesinti olarak
yansır, çünkü Kellogg sıkı çalışmanın uzun saatlerin yerini dolduracağına
inanmaktadır. Emek tarihçisi Benjamin Hunnicutt, Kellogg’s Six Hour Day
isimli kitabında bu programın hemen başarı sağladığını belgelemiştir. Program
medyadan, iş ve işçi liderlerinden ve hatta Başkan Hoover’dan övgüler
toplamıştır. Bir iş dergisinin ön kapağında, bunun “Ford’un günde beş dolar
politikasından bu yana endüstriyel haberlerin en büyüğü” olduğu şeklindeki
ifade, programa olan genel yaklaşımı özetler.14
Kellogg’un
parlak buluşu neredeyse yirmi yıl boyunca ve neredeyse her ölçütte harikulade
biçimde işe yaradı. İşçiler ekstra zamanın değerini bildi.
Bilhassa kadınlar bu fazladan saatlerde bahçe işleri, dikiş, konserve yapma,
aile bireyleriyle ilgilenme ve komşulara yardım etmek gibi faaliyetlerin tadını
çıkarmıştı. Kellogg da sonuçlardan son derece memnundu. Kısa vardiyanın
getirilerini şöyle açıkladı: “Maliyet yüzde yirmi beş azaldı... İşçi birimi
masrafları yüzde on azaldı... Kazalar yüzde kırk bir azaldı... (Kaza başına
kayıp işgünleri) yüzde elli bir azaldı... (Ve) Kellogg’s’da artık 1929’da
olduğundan yüzde otuz dokuz daha fazla insan çalışıyordu.” Kellogg şu sonuca
vardı; “İş gününün kısa oluşu çalışanlarımızın moralini öyle yükseltti, iş
kazaları ve sigorta bedellerini öyle iyi rakamlara ulaştırdı, üretimin birim
fiyatını öyle düşürdü ki, altı saatlik mesai için eskiden sekiz saate
ödediğimiz ücretten bile 1 5 fazlasını ödeyebiliyoruz.”—
Ancak iş
yapmayı giderek daha fazla saplantı haline getiren bir ulusta, Kellogg’un rüya
gibi
deneyinin de kaçınılmaz olarak sonu geldi. II. Dünya
Savaşı’nın kötü sonuçları yaşanırken yönetim de -eski bir Kellogg çalışanının
sakince ifade ettiği gibi- “Sadece bir ahmak daha çok çalışmadan daha fazla
kazanacağını düşünür” görüşüne katıldı. Ertesi yıl şirket, yüksek ücretleri
yüksek üretime bağlayan yeni bir politikayı destekledi. Ulusun savaş sonrası
zengin tüketici madeninden istifade etmek umuduyla, işçiler sekiz saat
çalışmayı talep etmeye başladı. Sendikalar bile sekiz saatlik mesailer için
mücadele eder oldu. Ulusun ruhsal durumunun bu yansımasında, Kellogg
çalışanları, yönetim ve sendika boş zaman kavramını önemsememeye başlamıştı;
16
görülüyordu. “Altı saat kadınlar içindi” diye anımsıyordu bir işçi. Eski altı
saatlik çalışma sürelerini önerenler “hanım evladı”, “tembel” ya da sadece
“tuhaf” idi. 1950’ler ve 1960’lar boyunca, Kellogg çalışanlarının işgünü
giderek uzayarak sekiz saate ulaştı. 1985’de, üçte ikisi kadınlardan oluşan
birkaç eski dönem savunucusu da sonunda pes etti. Bu dönüm noktası medyada
hemen hemen hiç yer almadı.
ABD’de
ortalama çalışma haftası son yarım asır boyunca genel olarak değişmemişti.
Aslında birçok uzman da boş zamanın gerçekten azaldığına inanıyordu. Örneğin,
tarihçi Juliet Schor, geniş çapta tanıtılmış The Overworked American: The
Unexpected Decline of Leisure isimli kitabında ortalama bir Amerikalının
yirmi yıl öncesindekinden daha az zamanı olduğunu ikna edici bir biçimde
savunur. Bu boş zaman kaybı bir tesadüf değildir. Schor ABD’deki sendikaların
dikkatlerini çalışma saatleri sorununa pek de yöneltmediğini, bunun yerine
enerjilerini maaş ve iş güvenliği meselelerine harcamayı tercih ettiğini ifade
eder.
Diğer
taraftan Avrupa’da çalışma saatlerindeki azalma eğilimi neredeyse hiç duraksama
göstermedi. ABD’nin aksine Avrupa’daki organize olmuş işçiler savaş sonrası
dönem boyunca daha kısa çalışma saatleri meselesini her zaman gündemlerinin en
ön sırasında tuttu. Ekonomik krizler patladığında, işçiler daha uzun çalışma
saatleri baskısına karşı mücadele etti. Örneğin, Almanya’da 1980’lerdeki bir
dizi şiddetli grev sayesinde büyük Alman sendikası IG Metall’in tüm üyeleri
haftalık otuz beş saatlik çalışma süreleri kazanmayı başardı. Bu standardın tüm
Almanya’daki işgücüne yayılması beklenmekteydi. Ayrıca yaklaşık yüz yıldır
süregelen eşzamanlı düşüşün ardından ABD’de haftalık çalışma sürelerinde azalma
durmuşken ve hatta son elli yılın rakamlarına göre yükseliş göstermeye
başlamışken, Avrupa’da tatlı düşüşünü sürdürmeye devam etti.
Çalışmanın
-gerekli de olsa- yaşamın kesintiye uğraması olarak görülüp
sinir bozucu bulunduğu Fransa’daki işçiler daha yumuşak sözleşmeler için
mücadele etmektedir. 1996 yılında Fransız kamyon şoförlerinin bir dizi şiddetli
grevle ülkede karışıklıklara neden olmasının ardından hükümet emeklilik yaşının
elli beşe düşürülmesini kabul etti. (Operalardaki dansçılar ve müzisyenler için
emeklilik yaşı bugün kırk beştir.) Bu sorunun çözülmesiyle sendikalar artık
dikkatlerini çalışma haftalarının uzunluğuna yoğunlaştırmaktadır. Bu cümleyi
yazdığım 1997 yılının Ocak ayında, altı toplu taşıma sendikası hiçbir ücret ke
sintisi olmaksızın haftalık otuz iki saat çalışma talebi ile grev 17
18 saatlerini tatlı
tatlı düşürmeye devam etti.—
Batı Avrupa,
ayrıca ABD ve Japonya’ya da, tatil zamanları konusunda
-hatta daha büyük bir farkla- öncülük etmiştir. Örneğin, Fransa’da çalışanlar
yasayla en az beş, hatta genellikle de altı hafta ücretli izin kullanır.
Avrupa’da her ülkede aslında minimum dört haftayla beş buçuk hafta arası
ücretli izin güvencesi veren anlaşmalar vardır. Çoğu durumda bu güvence
altındaki izin süreleri altı haftaya kadar ulaşır. Fazla izin süreleri başka
nedenlerle de sağlanır. Örneğin, Fransa’da kadınlara yirmi iki hafta ücretli
doğum izni verilmesi ve ilave olarak bir yıl da ücretsiz izin verilmesi bir
milli politikadır.19 Uzun zamandır hem memurların hem de halkın psikolojik hayat
kalitesini yükseltmeye odaklanan İskandinavya sosyal refah devletleri daha da
ileri gitmiştir. Örneğin, İsveç’te yeni ebeveynler, on iki ay neredeyse tam
ücretle, üç ay da kesintili ücretle izin kullanma hakkına sahiptir. İsveçli
anne babalar ayrıca hasta çocuklarının bakımı için yılda altmış gün (bazı vakalarda yüz
yirmi gün) normal ücretlerinin yüzde seksenini alarak izin kullan abilirler.—
Diğer yandan ABD’de birçok çalışan için tatil süreleri geleneksel
iki hafta ile sınırlı kalmıştır - tabii, ücretli izinlerin söz konusu bile
olmadığı mevsimlik sözleşmelerden kaçınabilecek kadar şanslıysanız. Harris
anketleri Amerikalıların boş vakitlerinde geçen yirmi yıla göre yüzde otuz 21
yedi azalma olduğunu göstermiştir.—
Amerika’daki yas süreleri bile son yüzyılda azalma göstermiştir.
1927’de Emily Post’a bir dul olarak yasını tutması için verilmesi uygun görülen
resmi süre üç yıl idi. 1950’lere gelindiğinde bu süre üç aya düşmüştü. Amy
Vanderbilt 1972’de, yakınını kaybedenlerin “cenazeden sonra aşağı yukarı bir
hafta içinde her zamanki sosyal alışkanlıklarını sürdürmesi ya da sürdürmeye
çalışması”nı tavsiye ediyordu.22 Sosyolog Lois Pratt’ın Amerikan işletmelerinin yas
politikaları üzerine yürüttüğü bir çalışma, şirketlerin çoğunluğunun bugün
resmi yas süresini yetmiş iki saate kadar kısıtladığını saptamıştır.
Çalışanların bu üç gün içinde yaslarını tamamlamaları ve daha sonra işlerine
her zamanki gibi geri dönmeleri 23
beklenir.— Uygun yas süreleri için hazırlanan yönergeler bazen
gayet ayrıntılı hale gelir. Söz gelimi hafta sonu gerçekleşen ölümler için Amerikan
İdarecilik Birliği aşağıdaki yönergeyi hazırlamıştır: “Genellikle, şayet ölüm
Cumartesi gerçekleştiyse işçilerin normal yasının bitiminde yani Salı günü işe
dönmesi beklenir.”24
Japonya’da zaman ABD’de olduğundan da sınırlıdır. Japonya’daki
ücretli izin sürelerinin üç hafta kadar uzun olmasına karşın, Japon Çalışma
Bakanlığı aslında bu sürenin ancak yarısının kullanıldığını kaydeder. Sözgelimi
1990’larda ortalama 15,5 günlük izin süresi verilmiş, ancak 25 bunun 8,2’si kullanılmıştır.—
26 hissettiklerini
bildirdi.— Tatlı Hayat, ne taraftadır? Görünüşe göre başladığı yerde —
işçilerin sadece çalışma hızı ve üretkenlik konusunda ustalık kazanmakla kalmayıp,
bunu aynı zamanda boş zamanlarında da iyi yaşamın kalıntılarını yitirmemek için
de kullanmayı başarmış göründüğü Batı Avrupa’da.
Benzer
anketlere Japonya ve ABD’de verilen yanıtlar çok farklı bir tablo çizer. ABD’de
1 9 9 2 ’ d e National Recreation and Park Association tarafından yapılan bir anket, tüm
Amerikalıların üçte birinin (yüzde otuz sekiz) “her zaman acelelerinin olduğu
hissinden” şikayet ettiklerini bulmuştur. John Robinson’un 27 “Amerikalıların Zaman Kullanımı Projesi”nde— de bildirildiği
üzere, kronik olarak acelesi olduğunu hisseden bu insanların yüzdesi 1971’de
yirmi iki iken keskin bir artış ile 1985’de yüzde otuz ikiye ulaşmış, daha
sonra artışını daha yavaş oranda sürdürmüştür. Diğer araştırmalar da Amerikalı
çalışanların çoğunluğunun ne ölçüde boş zaman istedikleri üzerinde durur.
1991’de Hilton Otelleri tarafından yapılan zaman değeri ulusal anketinde, tüm
yanıtlayanların üçte ikisinin çalışmadıkları saatlerin artması karşılığında
maaş kesintisini kabul edebilecekleri saptanmıştır. Bu üçte ikilik oranın
cinsiyet, yaş, eğitim seviyesi, ekonomik durum ve çocuk sayısı dağılımları
hayli tutarlıdır. Son anket verilerinden biri de
Amerikalıların
zamanlarının dar olduğu algısının 28 artık kalıcılaşmış
olabileceğine işaret eder.— Yine de ABD’deki işçilerin kendi paylarına düşen
zamandan daha fazlasını verdiklerini düşündükleri açıktır; diğer yandan
deneylerimizden edindiğimiz tempo verileri, bu fazla saatlerin ne kadar verimli
olduğu sorusunu 29 ortaya çıkarmaktadır.—
Japonya’da insanlar müsait oldukları zamanlar hakkında daha da
memnuniyetsiz bir değerlendirme yaparlar. 1991’de Mainichi Shimbun
gazetesi tarafından yapılan anket insanlara “Gündelik yaşamınızda zamanınızın
yetmediği hissine ne ölçüde kapılıyorsunuz?” diye sormuştur. Tüm
yanıtlayanların yüzde yetmişi bu duyguyu “biraz” (yüzde kırk dört) ya da “çok
fazla” (yüzde yirmi altı) hissettiklerini söylemiştir. Bu rakamlar kadın ve
erkekler için neredeyse aynıdır.30 1989’da Yomiuri Shimbun gazetesi tarafından yapılan
ankette ise yanıtlayanların
sadece yüzde on ikisi boş zamanlarının oldukça tatmin edici olduğunu söyledi.
Aynı ankette, yanıtlayanların yüzde yirmi dördü ise, boş zamanın genel yaşam
memnuniyetlerinde önemli bir rol oynadığını söylemiştir ki bu konuya ileride
tekrar
31
döneceğim.—
OTUZ ALTI
ABD ŞEHRİNDE YAŞAM HIZI
Kültürel
farklılıkların en canlı örnekleri ço ğunlukla kültürler karşılaştırıldığında
görülür. Ancak bir ülkedeki şehirler ve bölgeler de fazlasıyla farklılık
gösterebilir. Bu özellikle de ABD için geçerlidir. Görünüşte ABD bölgeleri
oldukça homojen görünebilir, insanlar ço ğunlukla aynı dili konuşur ve
neredeyse herkes ana iletişim sistemlerini paylaşır. Ancak güney eyaletlerine
tayini çıkan New York yerlisinin ya da Los Angeles’a taşınan Ortabatı Amerika
sakininin, şiddetli bir kültür şokuna hazırlıklı olmasında fayda vardır.
Kısa mesafeli
coğrafi yer değişimleri dahi son derece etkileyici olabilir. Yazar Jan
Morris’in Oklahoma’dan Teksas’a taşındığında hissettiği gibi:
İsviçre’den
Fransa’ya gitmek gibiydi. Kızıl Nehir’i geçip Oklahoma’dan ayrıldığım anda,
neredeyse yabancı düşmanlığı boyutlarına varan Teksas milliyetçiliği üzerime
hücum etti; sanki başka bir anlayışa, başka bir tarihsel deneyime ve belki de
başka değer yargılarına geçiyor gibiydim.
ABD’nin
şehirlerindeki yaşam hızları arasında önemli farklılıklar var mı? New
Yorklular, son sürat yaşadıkları yönündeki şöhretlerine uyuyorlar mı?
Kaliforniyalılar gerçekten de ülkedeki diğer şehirlere nazaran daha mı
telaşsızlar? En hızlı ve en yavaş yerler
32 hangileridir?—
Bu
soruları yanıtlayabilmek için öğrencilerimle beraber ABD’nin otuz altı şehrinde
ölçümler yaptık.33 Bu özel şehirleri
ülkenin metropol bölgelerini temsil edecek bir örnekleme oluşturacak şekilde
seçtik. ABD’de dört sayım bölgesinden - Kuzeydoğu, Orta Batı, Güney ve Batı -
her birinde, üç metropol ( nüfusu 1.800,000’den fazla), üç orta büyüklükte
şehir (nüfusu 850.000 ila 1.300,000 arası) ve üç de küçük şehirde (nüfusu 350
bin ila 560 bin arası) inceleme yaptık.34
Yaşam hızı
ölçümlerimiz, otuz bir ülke çalışmamızın çeşitlemeleriydi. Öncelikle yayaların,
şehir merkezinde ve iş saatlerinde tek başlarına on sekiz metreyi yürüme
hızlarını ölçtük. İkinci olarak çalışma hızının bir göstergesi olması için
banka memurlarının yirmi dolarlık iki banknotu bozuk paraya çevirmelerinin ya
da bozuk paralarımızı iki yirmi dolarlık banknot ile
bütünlemelerinin ne kadar sürdüğünü ölçtük. (Para tümleme ve para bozdurma
istekleri dönüşümlü biçimde yapılmıştır, böylece deneyi gerçekleştirenler
etrafta cepleri para dolu koşturmak zorunda 35
kalmamıştır.)
Üçüncü olarak insanların saat zamanı kaygısının bir ölçütü olarak şehir
merkezinde rastgele seçilmiş kadın ve erkeklerin iş saatleri içinde kol saati
takma oranlarını hesapladık. Çoğu durumda denekler kısa kollu giyindikleri için
kol saati takıp takmadıklarını gözlemlememiz kolay oldu. Uzun kollu insanlara
da yaklaşıp saati sorduk. Ayrıca yaşamın hızına dair dördüncü bir göstevrge
daha ekledik - konuşma hızı. Her şehirde posta memurlarının “Standart posta,
taahhütlü posta ve sigortalı posta arasındaki farkı açıklar mısınız?” sorusuna
verdikleri yanıtı kaydettik. Daha sonra araştırma asistanlarımız bu kayıtları
başa sardı ve cevabın toplam süresini, söylenen hece sayısına bölerek “telaffuz
hızlarını” hesapladı.
ABD’DEKİ YAVAŞ VE HIZLI
ŞEHİRLER
Düşük seviyeler daha
yüksek hızı ve daha yüksek saat takma oranına işaret eder.
|
Gnd |
Yürüme |
fluıkj |
Konuşma |
Sjü |
|
IL?L |
Hhj |
Hur |
Hm |
ulum |
|
[ |
1 |
d |
ö |
2 |
flıdîıkı, |
1 |
5 |
7 |
15 |
4 |
NY |
3 |
11 |
11 |
28 |
1 |
Sj]| Lj1ll City, ut |
4 |
4 |
16 |
12 |
J1 |
Cd ombra, ÜH |
5 |
11 |
17 |
l |
)9 |
Worccsltr, MA |
6 |
9 |
22 |
6 |
6 |
Provideat^ IU |
7 |
7 |
9 |
9 |
19 |
Spfuijçiiclıİı MA |
S |
1 |
15 |
20 |
22 |
Rjochester, NY |
9 |
20 |
2 |
26 |
7 |
Kansas Cityr MO |
10 |
6 |
3 |
İ5 |
32 |
St. Louis, MO |
1 1 |
IS |
20 |
9 |
15 |
Honjswn, TX |
12 |
10 |
8 |
21 |
19 |
Patenae NJ |
13 |
17 |
4 |
11 |
31 |
Bakmfkld, CA |
14 |
38 |
13 |
S |
17 |
Atlanta. GA |
15 |
3 |
27 |
2 |
36 |
Octroit, MI |
16 |
21 |
12 |
34 |
2 |
Yuunpfuwn, OH |
17 |
13 |
IS |
3 |
30 |
LnıLdEiapcLi IN |
1B |
18 |
23 |
8 |
2+ |
Ctinagu, 1L |
19 |
12 |
31 |
3 |
27 |
Phik<idphjar PA |
20 |
30 |
5 |
22 |
11 |
Loulrrille^ KY |
21 |
16 |
21 |
29 |
15 |
Canlon, OH |
22 |
23 |
14 |
26 |
15 |
KjwjcvilEr, TN |
23 |
25 |
İA |
30 |
11 |
San Francisccç CA |
24 |
19 |
35 |
26 |
5 |
ChatlârtO&gi, TN |
25 |
35 |
1 |
32 |
24 |
D-dlu.TX |
26 |
26 |
28 |
15 |
28 |
(3 mani, CA |
27 |
30 |
30 |
2.3 |
7 |
NuEwlI1cp TN |
28 |
8 |
26 |
24 |
33 |
San Dlc^d,
CA |
29 |
27 |
34 |
18 |
9 |
Easl Latiiing, Ml |
30 |
14 |
33 |
12 |
34 |
Frci emi CA |
31 |
16 |
25 |
17 |
19 |
Memphis, TN |
32 |
34 |
io |
19 |
34 |
SanJoK-e, CA |
33 |
29 |
29 |
30 |
22 |
Shrrvcpuft, LA |
34 |
32 |
19 |
33 '3j£ |
28 TjS |
SiCfliTicilEkJi CA |
35 |
33 |
32 |
3o |
Zcj |
Los Angeles, CA |
36 |
24 |
36 |
-35 |
13 |
HIZLI KUZEYDOĞU
Genel olarak sonuçlarımız
Kuzeydoğu eyaletlerinin hızlı olduğuna dair yaygın kanıyı onaylamışken, Batı
(daha doğrusu dokuz şehirden sekizinin yer aldığı Kaliforniya) daha rahattı. En
hızlı üç şehir ve en hızlı dokuz şehrin yedisi kuzeydoğudandı. Kuzeydoğulular
genellikle daha hızlı yürüyor, daha hızlı para bozuyor ve daha hızlı konuşuyor,
ayrıca ABD’deki diğer şehirlerdekilerden daha fazla saat takıyor.
Boston az bir farkla
Buffalo’yu geride bırakıp birinci oldu. Çalışma öncesinde favori olan New York
şehri üçüncü oldu. Ancak belki de New Yorkluların rakamları veri topladığımız
sırada gerçekleşen yerel fe stivaller nedeniyle birazcık düşürülebilir.
Buradaki yürüme hızını ölçen Walter Murphy, yürüyenlerin hızını ölçtüğü esnada
doğaçlama gerçekleşen bir müzik konseri yüzünden bir noktadan sonra ölçümü
bırakmak zorunda kaldığını, yeni bir bölgeye geçmesinin ardından da, başarısız
bir gaspçının cüzdanının çalma girişimi ile karşılaştığını bildirmiş. Tüm
bunlar bir buçuk saat içinde gerçekleşmişti. New York yayaları toplam skorlara
yansımayan sirk cambazlığı gibi becerilerini sergileyerek, tüm bunların içinden
kendilerine has atılganlıkları ile manevralar yaparak ilerliyordu.
Kaliforniya
şehirleri genel hızda, bilhassa da yavaş yayalar ve banka memurları yüzünden en
yavaş olanlardı. En yavaş süreler, Amerika’nın güneş, eğlence ve acele siz
yaşamın sembolüne, Los Angeles’a aitti. Los Angeleslılar yürüme hızında yirmi
dördüncü, konuşma hızında da sondan bir önceki sırayı aldı; banka memuru
hızında ise incelediğimiz diğer şehirlerden çok geride kaldı. Saat konusunda
verdikleri tek ödün, kol saati takıyor olmalarıydı - Los Angeles saat takma
oranı en yüksek on üçüncü şehir oldu. Kaliforniyalıların zamana karşı rahat tutumları
başka biçimlerde de kendisini gösterir. Günün hangi vaktinde olduğunuzu tam
olarak öğrenmek için çoğu Kaliforniya şehrinde, telefonu “P-O-P-C-O-R-N”— yazacak şekilde
tuşlarsınız. Bunu ilk etapta, aynı bilginin “N-E- R-V-O-U-S”— yazacak şekilde
tuşlanarak ö ğrenildiği Bo ston ile karşılaştırın. Batı Kıyı Şeridi
şehirlerinin birçoğunda -Los Angeles ve benim de memleketim olan Fresno başlıca
örneklerdir- deney yapanların yaşadığı en büyük problem yürüyüş hızı deneyiydi,
çünkü yürüyen yaya bulabilmek bile çok zordu. Bu kıyı şehirlerinde yaya
trafiğinin çoğu sadece otoparklar ve alışveriş merkezleriyle sınırlıydı ki,
ikisinin de diğer yerlerde incelediğimiz şehir merkezleriyle karşılaştırılması
mümkün değildir. Şehir merkezlerinde yirmi metrelik bir alanı adımlayan kişiler
ise (öyle sanıyorum ki) genel olarak banliyö nüfusunu pek temsil etmiyordu:
Bunlar çoğunlukla evsizler, işsizler ve fahişelerdi. Ayrıca
koşanlar, bisikletçiler, patenciler ve hatta eski moda kaykaycılar görsek de
yayaların çoğu park halindeki araçlarına gitmekten öteye geçmiyordu. Bu
bölgelerdeki kamu yollarının çoğu otoyoldur. Joan Didion otoyol deneyiminin Los
Angeles’ın yegâne seküler cemaatini oluşturduğunu iddia ettiğinde, gerçeğin çok
da uzağında değildi. Uzunca bir süre geçtikten sonra sonunda şehir
merkezlerindeki az da olsa yeterli yaya örnekleminin yerini saptamayı başardık,
ancak birçok defa yerel sağlık kulübüne gidip insanların hızlarını yürüme
bandında ölçmek istediğimi de itiraf etmeliyim.
Bu şehirler
arasında ne kadar fark vardır? Genellikle bir sıra bitişiğindeki rakamlarla
büyük farklılıklar gö stermemektedir. Ancak iki uç noktada, insanlar çok farklı
tempolarda yürümektedir. Örneğin, yürüme hızı en yüksek olan yayalar
-Springfield (11.1 saniye) ve Boston’dakiler (11.3 saniye)- on sekiz metreyi
Chattanooga (14.6 saniye) ve Fresno’dakilerden (14.7 saniye) daha hızlı kat etti.
Diğer bir deyişle bir futbol sahasında yürüyor olsaydınız, Massachusetts’li
takımlar gol çizgisini Kaliforniyalı rakipleri yirmi iki metre gerideyken
geçecekti.
Konuşma
hızlarındaki fark çok daha fazlaydı. En hızlı konuşan posta memurları
-Columbus, Ohio’da (3.9 hece/saniyede)- Sacramento’daki (2.9 hece/saniye) ve
Los Angeles’taki (2.8 hece/saniye) meslektaşlarından saniyede yaklaşık yüzde
kırk daha fazla hece söylemiştir. Şayet 06.00 haberlerini okuyor olsalardı,
Kaliforniyalı çalışanların yaklaşık 7.25’e kadar verdiği haberi Ohio
çalışanları saat 07.00’de tamamlayacaktı.
Bölgelere
göre değerlendirdiğimizde, tüm zamanlarda en hızlıları Kuzeydoğudaydı, bunu
Orta Batı, Güney ve Batı takip ediyordu. Bu, tahminlere de uyar; Doğu ve Batı
kıyıları arasındaki fark popüler bir klişeyi doğrular.
Horace Greeley gençlere batıdaki şehirlere gitmeyi tavsiye
ederken, macera ve ekonomik fırsatları düşünüyordu. Ancak tanıdığım ve oraya
göç etmiş olan Doğuluların birçoğu daha az çılgın, daha kontrol edilebilir bir
yaşam tarzı arayışındaydı. Beni Fresno’da ziyaret eden New Yorkluların
tepkilerini izlemek hoşuma gider. Bazıları keşfetmiş olduğum harika yaşamdan
etkilenirken, bazıları bir nöroloğa görünmem gerektiğini düşünür. Evimi
rahatlatıcı bulanlar çoğunlukla Fresno’daki bir günün nasıl da daha uzun gibi
göründüğü yorumunu yapar. Hoşnut olmayanlar ise insanların burada eğlenmek için
ne yaptıklarını sorup dururlar (daha sonra insanların çevrelere uygunluğu
konusuyla ilgili olarak da bir şeyler söyleyeceğim). Her iki durumda da
misafirlerim için yalnızca Fresno’daki yaşamın düşük hızı değil,
memleketlerimiz arasındaki farkların konumu da 38 belirginleşir.—
KORNA-SANİYE
Elbette ki yaşam hızını
ölçmenin birçok farklı yolu vardır. Tıpkı beni eleştirenlerin dikkat çektiği
gibi, alternatif deneyler farklı sonuçlar doğurabilir. En sevdiğim
tavsiyelerden biri de Los Angeles’tan bir gazeteciden gelmişti:
Peki ya, önünüzdeki şoförlerden kaç tanesinin aniden sola
kırdığını ölçmeye ne dersiniz? Ya da bir polis memurunun yaya cezası kesmek
için sizi hızla durdurması olabilir mi? Yahut tam da siz kartınızı sokmak
üzereyken bir ATM’nin çabucak “Servis Dışı” yazısını göstermesi? Ya da çağrı
cihazı taşıyan kadın ve erkeklerin yüzdesi? (...) Bizim gö stergelerimize göre,
Los Angeles’ın ülkedeki en hızlı şehir olacağına bahse
39 girmeye hazırız.—
Bir UCLA profesörü de
benim “korna hızını” ölçmüş olmam gerektiğini söyledi... “Yani Los Angeles’ta
trafik ışıklarının değişmesi ile arkandaki kişinin korna çalmaya başlaması
arasındaki süreyi.” Ve “korna-saniye”nin “bilinen en küçük bilimsel zaman
ölçüsü” olduğunu iddia etti.
Deney ölçümlerimizin her birinin kendi içinde kusurları da vardır.
Mesela saat takan insan sayısı sadece toplumun zamanı önemseyişini değil, aynı
zamanda moda anlayışını40 ve belki de zenginlik seviyesini de yansıtır. Ölçümleri
postane ve banka memurlarıyla iletişime dayandırmak, bu uzmanlaşmış alt nüfusa
fazla dikkat çeker ve bu memurların performansı da becerilerine, bilgilerine ya
da genel olarak acele etme ya da ağırdan alma eğilimlerine de bağlıdır. Yine de
birlikte ele alındıklarında çok kapsamlı bir insan ve faaliyet yelpazesinin
örnekleridir ve şehrin yaşam hızını birçok farkı yönden yansıtırlar.
1 Reingold, E. M. (2 Şubat 1987). A homecoming lament. Time,
55.
2 Genel puanlar her deneyin kaba zamanının standardize
edilmesiyle hesaplanmıştır. Böylece her deneyin sonuçlarına eşit ağırlık
verilmiş, sonra da bu üç standart puan toplanmıştır.
3 Daha net olmak gerekirse bunlar eski Sovyet Bloğu’ndan
olmayan Batı Avrupa ülkeleridir.
4 The perils of 1997. Time (13 Mayıs 1991), 14.
5 Mean Streets. The New York Times, December 10, 1996, s.
A13.
6 Whyte, W. (1988). City, 60. New York: Doubleday.
7 Whyte, W. (1988). City, 60-61. New York: Doubleday.
8 Portekizcede “Saat yüzünden geç kaldım” anlamında (ç.n.)
9 İspanyolcada “Tam vaktinde” anlamında. (ç.n.)
10 Riding, A. (7 Temmuz 1991). Why la dolce
vita is easy for Europeans. New York Times: The Week in Review, 2; and:
Sanger, D. (7 Temmuz 1991). As Japanese
work ever harder to relax. New York Times: The Week in Review, 2.
11 JETRO (1992). Nippon 1992 Business
Facts
&
Figures.
Tokyo: Japan External Trade Organization.
12 Gasparini, G. (1995). On waiting. Time
and Society 4, 29-45.
13 Hunnicutt, Benjamin J. (1988). Work Without End.
Philadelphia: Temple University Press.
14 Hunnicutt, Benjamin J.
(1996). Kellogg’s Six- Hour Day. Philadelphia: Temple University Press,
s.17.
15 a.g.e., s. 35.
16 a.g.e., s.145.
17 “France’s Privileged Workers.” Report on
National Public Radio’s Morning Edition, 22 Ocak 1997.
18 Schor, Juliet B. (1991). The
Overworked American: The Unexpected Decline of Leisure. New York: Basic
Books.
19 European Trade Union Institute, Collective
Bargaining in Western Europe in 1988 and Prospects for 1989.
Brussels: EuroInt 1988/89, 62.
20 Hadenius, S., and Lindgren, A. (1992). On
Sweden. Helsing- borg, Sweden: The Swedish Institute.
21 Gibbs, N. (24 Nisan 1989). Time,
58-67.
22 Alıntılayan: Rifkin, J. (1987). Time
Wars, 51. New York: Henry Holt.
23 Pratt, L. (1981). Business temporal
norms and bereavement behavior. American Sociological Review 46, 317-33.
24 McCaffery, R. (1972). Managing the
Employees Benefit Program, 125. New York: American Management Association.
25 JETRO (1992). Nippon 1992 Business
Facts and Figures. Tokyo: Japan External Trade Organization.
26 Respondents, E. H. & Respondents, P.
K. (eds.) (1991). Index to International Public Opinion, 1989-1990. New
York: Greenwood Press.
27 Godbey, G., and Graefe, A. (1993,
Nisan).
Rapid growth
in rushin’ Americans. American Demographics, 26-28.
28 Robinson, J. P., and Godbey, G. (1996, Haziran). The great
American slowdown. American Demographics, 42-48.
29 John Robinson ve Ann
Bostrum’un yeni verileri, Amerikalıların çalıştıklarını retrospektif olarak
hatırladıkları saatlerin sayısının, dakika dakika tutulan günlüklerdeki sayıdan
belirgin biçimde fazla olduğunu belirlemektedir. Bu fazlalık, 1965’te haftada
bir saatken, 1985’te haftada yedi saate yükselmiştir. Hafızadaki bu fark, çok
uzun saatler çalıştıklarını hatırlayan insanlarda en fazladır. 50-54 saat
çalıştıklarını hatırlayanlar, günlüklerine göre ortalama dokuz saat az
çalışmıştır. yetmiş beş saat ve üstü sürelerde çalıştıktıklarını
hatırlayanların tahmini, ortalama olarak haftada yirmi beş saat fazladır. Diğer
ülkeler için benzer kıyaslar mevcut değildir. Bu bölümdeki tüm çalışma saati ve
boş zaman süresi verileri retro spektif araştırmalara dayanmaktadır. Bkz.:
Russell, C. (1995, Mart). Overworked? Overwhelmed? American
Demographics, 8, 51.
30 Alıntılandığı kaynak: Respondents, E.
H., and Respondents, P. K. (eds.) (1993). Index to International Public
Opinion, 1991-1992. New York: Greenwood Press.
31 Alıntılandığı kaynak: Respondents, E.
H., and Respondents, P.K. (Eds.) (1991). Index to International Public
Opinion, 1989-1990. New York: Greenwood Press.
32 Morris, J. (1984). “Trans-Texas.” In Journeys,
111. Oxford: Oxford University Press.
33 Bu çalışma ilk olarak şöyle basılmıştır:
Levine, R., Lynch, K., Miyake, K., and Lucia, M. (1989). The type A city:
Coronary heart dis- ease and the pace of life, Journal of Behavioral
Medicine 12, 509-24.
34 Şehir büyüklüğü, her şehrin geniş
metropolitan alanı için yapılan nüfus tahminlerine dayanmaktadır. Daha detaylı
bir tanım için bkz.: U. S. Bureau of the Census (1991). State and
Metropolitan Area Data Book, 1991. Washington, D.C.: U.S. Government Printing Office.
35 İki durumun süresi daha sonra istatiksel
olarak birleştirilmiştir.
36 İngilizcede “patlamış mısır” anlamında.
(ç.n.)
37 İngilizcede “gergin, sinirli”
anlamında.(ç.n.)
38 Önceki deneyde olduğu gibi, genel yaşam
hızı puanları her deneyin kaba süresini standardize edip bu (standardize
edilmiş) puanları toplayarak elde edilmiştir.
39 Los Angeles Times (22 Ekim 1989). The wristwatch factor, M4.
40 Aslında ilk uluslararası deneyimize kol
saati takan bireylerin yüzdesini katmayı amaçlamış, fakat benim moda
trendlerinden habersizliğim nedeniyle hapı yutmuştuk. Özellikle Tayvan’da
neredeyse hiçbir kadının saat takmadığını görüp şaşkına döndüm. Eve döndükten
sonra, aslında yanlış yere baktığımı öğrendim. Kadınlar arasında o aralar
revaçta olan saatleri boyunlarına takmaktı, benim tamamen gözden kaçırdığım bir
moda. Sonuç olarak bu verileri araştırmadan çıkarmak durumunda kaldık.
VII
SAĞLIK, REFAH, MUTLULUK
VE
YARDIMSEVERLİK
Hiç şüphesiz, 19. yüzyılın bu ikinci yarısındaki hayatın en
belirgin özelliği HIZIDIR -buna telaşı da diyebiliriz; hareket etme süratimiz,
sıkıntılı ve baskıcı çalışma ortamımız- ve düşünülmesi gereken soru, öncelikle
bu aşırı hızın kendi içinde iyi bir şey olup olmadığı ve sonrasında, onun için
ödediğimiz bedele değip değmediğidir. Bu bedeli tam anlamıyla hesaba katarak
bütün yönleriyle saptamak çok da kolay değildir.
W. R. Greg, Life atHigh Pressure (1877)
B
azı yerlerin
diğerlerinden daha hızlı olduğu gerçeği beni sonsuza dek büyüleyecek. Ama siz
de -benim gibi- daha iyi yerler aramayı eğlence haline getirmiş türde bir
insansanız, gerçekten önemli konular hız değerlendirmelerinin ötesine geçerek
nerede daha varlıklı insanların yaşadığına dair sorulara doğru ilerler.
İnsanlar nerede daha sağlıklıdır? Daha mutludur? Daha yardımseverdir?
Bu soruları yanıtlarken, yavaş olanın sağlıklı, hızlı olanın ise
sağlıksız olduğunu -in sanların hızlı ve çok çalıştığı yerlerdeki yaşam
kalitesinin, daha fazla boş zamanı olan insanların yaşam kalitesine göre daha
aşağıda olduğunu- varsaymak cezbedicidir. Bir tarafta ölümüne çalışan “fazla
başarılı” çılgınların imgesi, diğer tarafta ise bununla çelişecek biçimde
zamanın her anını mutlulukla kucaklayarak dans eden Zorba’lar— derli toplu bir stereotip oluşturur. Ancak kültürel değerler,
özellikle
de zaman algısı gibi derin olanlar, “iyi” ve “kötü” gibi düzenli kategorilere
nadiren ayrılırlar.
Hayatın
hızının yaşam kalitesi üzerinde ciddi sonuçları vardır. Hızın gölgesi,
kişilerin fiziksel ve psikolojik sağlığının ve toplulukların sosyal refahının
üzerine düşer. Ama sonuçlar ço ğunlukla “bir iyi, bir de kötü haber”
hikâyeleridir. Herhangi bir hız, içinde karışık nimetler barındırır.
FİZİKSEL ESENLİK: A TİPİ
ŞEHİR
Hızlı giden, mezara çabuk
varır.
İspanyol atasözü
1950’li
yılların ortalarında, San Franciscolu kalp uzmanları, Meyer Friedman ve Ray
Rosenman, kalp hastalarının bekleme odalarında diğer hastalara göre daha gergin
göründüğünü fark etmiş. Daha doğrusu, Friedman ve Rosenman bu gözlemlerini bir
döşemeciye atfediyorlar: Bu döşemeci doktorların dikkatini bekleme odasındaki
sandalyelerin yalnızca ön kenarlarının aşındığına çekmiş. Bu gözlemin
uyandırdığı sezgiyle, psikolojik stresin kalp krizi ihtimaline katkısı üzerine
keşfedilmemiş olan her şeyi keşfetmek için bir araştırma başlatmışlar. O
dönemde tıp camiasındaki baskın inanç, koroner arter hastalığını tedavi etmenin
yalnızca mekanik bir mesele olduğu yönündeydi. Bir kalp cerrahının da söylediği
gibi “Bu bir sıhhi tesisat meselesi” idi.
İlk
çalışmalarından birinde, Friedman ve Rosenman, ocak ayından hazirana kadar
muhasebecilerin kan kolesterol düzeyini ölçer. Muhasebecilerin beslenme ve
egzersiz alışkanlıkları bu süre boyunca değişmemiştir. Ancak nisanın ilk iki
haftası boyunca, gelir vergisi son teslim tarihi yaklaşırken (15 Nisan), ortalama
kan kolesterol seviyeleri aniden yükselir ve kanın pıhtılaşma oranı da artar.
Mayıs ve
haziran aylarında, bu değerler normale döner.
Friedman ve
Rosenman bazı insanların kendini kronik gerilime maruz bırakan bir kafa
yapısına sahip olarak yaşadığı sonucuna varmıştır. Psikolojik olarak, bekleme
odasındaki stresli hastalar her zaman için bir muhasebecinin nisan-ortasını
yaşamaktadır. Sonraki araştırmalar -özellikle de sekiz buçuk yıllık dönem
boyunca üç bin beş yüz erkeğin sağlık ve hastalık modellerini takip eden
Western Collaborative Group Study (Batı Ortak Grup Çalışması) - bu iddiayı
doğrulamıştır. Daha spesifik olarak, koroner kalp hastalığı olan hastaların
acelecilik, düşmanlık ve rekabet duygusu ile tanımlanabilecek bir davranış
sendromuna eğilimli olduğu tespit edilmiştir. Bu “A tipi” davranış biçimine
sahip kişilerin “B Tipi” kişilerine (normallere) göre kalp hastalığı
belirtileri gö sterme ihtimali yedi kat ve kalp krizi
geçirme ihtimali ise iki kat daha fazladır.—
Aceleci bir yaşam hızı A Tipi davranışının tanımlayıcı unsurudur.43 A Tipleri hızlı yürüme ve yeme eğilimindedir.2
Daima zamanında gelmekle ve aynı anda birden çok işle uğraşabilmekle övünürler.
Başkalarının “yavaş” davranışlarına fazla tahammül göstermezler. Örneğin, A’nın
sadede gelmesi çok uzun süren konuşmacıların cümlelerini tamamlama gibi bir
alışkanlığı vardır. Ve elbette ki A Tipi’nin çalışma saatleri B Tipi’nden
uzundur.
A Tipi konusundaki bu incelemeleri akılda tutarak, farklı
yerlerdeki yaşam hızının nüfusta koroner kalp hastalığı görülme sıklığı ile
ilişkili olup olmadığını sorgulamak mantıklı görünüyor. Peki “A Tipi Şehir”
diye bir şey var mıdır? Bu soruyu cevaplamak için farklı ülke ve şehirler için
deneyimlediğimiz yaşam-hızı skorlarına b aktık ve bu skorları buralardaki
koroner kalp hastalığından ölüm oranları ile karşılaştırdık.44
Bulgularımız şehirlerin de A Tipi olabileceği fikrini güçlü
biçimde destekliyor. Daha hızlı yerlerde, kalp hastalığı nedeniyle ölüm
oranlarının yüksek olması çok daha muhtemeldir. Bu durum, çalışmamızdaki otuz
bir farklı ülkenin yanı sıra Birleşik Devletler’in otuz altı şehri için de
doğrudur. Sonuçlarımız yalnızca kalp hastalığı ile yaşam hızı arasında belirgin
bir ilişkinin varlığını göstermekle kalmamış, aynı zamanda bu ilişkinin kişisel
düzeyde A Tipi kişiliği ile kalp hastalığı arasında genellikle bulunandan çok
daha yüksek bir oranda olduğunu da ortaya koymuştur. Diğer bir deyişle,
verilerimiz bir insanın çevresinin hızının, o kişinin bir kalp krizinden ölüp
ölmeyeceğinin en az A Tipi kişilik testi kadar iyi bir göstergesi olduğunu
düşündürmektedir.45
Peki, neden
hızlı yerlerdeki insanlar koroner kalp hastalığından ölme olasılığına sahiptir?
Yalnızca hızlı yürümenin ya da çok çalışmanın kalp krizine neden olması
kesinlikle mümkün değildir. Durum böyle olsa, sokaklar nefesi tıkanmış
dikkatsiz yayalardan ve yere düşmüş koşuculardan geçilmezdi. İnsanların dolaşım
sistemlerini düzenli tutma telaşıyla koşu bantlarında egzersiz yapmak için iyi
paralar ödediği Amerika Birleşik Devletleri’nde, zahmetli fiziksel egzersizleri
fiziksel hastalıklarla bir tutmak çelişkili görünmektedir.
Kalp hastalığının hızlı şehirlerde yaygın olmasının temel nedeni,
sanıyorum ki, bu yerlerin A Tipi kişileri çekmesi ve aşırı bir yoğunlaşma
yaratmasıdır. Hızlı yerler hızlı kişilere çekici gelir ve hızlı yerleri hızlı
kişiler yaratır. Sosyal psikolog Timothy Smith ve arkadaşları A Tipi’nin zaman
aciliyeti olan yerler aradığını ve yarattığını kanıtlamıştır.
Çalışmamızdaki en hızlı şehirler onların, hem en gözde hayalleri hem de en
zekice yaratıları olabilir.46
Öyleyse
yüksek-tempolu bir şehrin gelişimi aşağıdaki senaryo ile açıklanabilir. İlk
olarak, A Tipleri, daha fazla A Tipi sakininin oluşmasına neden olacak biçimde yüksek-tempolu
şehirlere doğru çekilirler. Bu A Tipleri şehrin hızını daha da artırmak için
ellerinden geleni yaparlar. Bu sırada, B Tipi yavaş kişiler yüksek tempolu
şehirlerden daha rahat ortamlara göç etme eğilimindedirler. Yüksek tempolu
şehirlerde, der Smith’in araştırmaları, herkesten -hem A hem de B Tipleri’nden-
zaman aciliyeti beklenir. Sonuç ise B Tipleri’nin, A Tipleri’nin taleplerini
karşılamak için uğraşması ve A Tipleri’nin ise şehrin nabzını daha da
hızlandırmaya çalışmasıdır. Tüm bunlar göç alışkanlıkları hali hazırda
koronere-yatkın kişiliklerin aşırı- temsilini oluşturan bir çevrede meydana
gelmektedir.
A Tipi
şehirler stresli yerlerdir. Hızlı olma gerekliliği tütün, alkol ve uyuşturucu
kullanımı, sağlıksız bir diyet, sağlık egzersizlerinin eksikliği
gibi durumlara yol açabilir. Bunların her biri kişileri doğrudan koroner kalp
hastalığı gelişimi riskine sokmaktadır. Bizim çalışmalarımızın yanı sıra ABD
Sağlık ve İnsan Hizmetleri Departmanı’nın istatistiksel bilgileri de, hızlı
şehir ve ülkelerde daha fazla sigara içildiğini göstermektedir. ABD’deki sigara
içme oranları, koroner kalp hastalığı ve yaşam hızı aynı bölgesel dağılımı
izlemektedir: Kuzeydoğu’da sigara içme ve koroner kalp hastalıkları oranları en
yüksek ve bölgenin yaşam hızı en fazladır, onu Ortabatı ile Güney 47
ve ardından
Batı takip eder.—
Sigaranın
rolü konusunda anekdotsal destek, A Tipi şehir modelinden keskin biçimde sapan
bir şehirden gelmektedir. Ağırlıklı olarak Mormon nüfusa sahip Salt Lake City,
yaşam hızı en yüksek dördüncü Amerika kenti olarak tespit edilmiştir, ancak
koroner kalp hastalığında otuz birinci (sondan altıncı) durumdadır. Bu büyük
ölçüde Mormon dininin çok çalışmayı teşvik etmesi, ancak sigara içilmesini de
kesinlikle yasaklaması olgusuyla açıklanabilir. Mormon Kilisesi’nde son derece
aktif bir kriminoloji profesörü olan Eric Hickey bu durumu şöyle anlatıyor;
“Mormonluk günün yirmi dört saati, haftanın yedi günü süren bir taahhüttür.
Bunu aile hayatımız ve işlerimizle birleştirdiğinizde, Salt Lake City’nin çok
yüksek bir yaşam hızı olması beni şaşırtmadı. Ancak aynı zamanda, Mormonlar
maneviyatı güçlü in sanlardır. Birçok şeyde aşırıya kaçmamaya inanırız.
Fiziksel olarak güçten düşürücü -alkol, kafein, sigara ve uyuşturucu tüketmek
gibi- faaliyetler hiç yapılmaz.” Yani Salt Lake City’de, Mormon değerleri yaşam
hızına karşı bir tampon görevi görür. Mutluluk verici sonuç ise daha az koroner
kalp hastalığıdır.
PSİKOLOJİK ESENLİK:
İNSANLAR
NEREDE DAHA MUTLU?
Yavaş yaşam hızının
insanların daha mutlu olmasına yol açması makul gelebilir. Bu konu akla
zamansız, egzotik kumsalların yanı başındaki tembel köylerde bulunan mutlu
yerlilerin -tahminen, huzursuz ancak çok daha varlıklı turistler tarafından
fotoğraflanan-düşsel görüntüsünü getirebilir. Öte yandan, araştırmalar ekonomik
verimliliğin insanların mutluluğu ile ne derece bağlantılı olduğunu
göstermiştir. İster bireylerin ister ülkelerin ekonomik refahını inceliyor
olalım, bunun doğru olduğu ortaya çıkacaktır: Genel olarak, varlıklı insanlar
daha mutludur ve zengin ülkelerdeki insanlar mutludur. Yakın tarihli bir
çalışmada, kişilik psikoloğu Edward Diener ve Illinois Üniversitesi’ndeki
meslektaşları ülkelerdeki ortalama yaşam memnuniyetinin gayri safi yurtiçi hasıla
(GSYİH), satın alma gücü ve temel ihtiyaçların karşılanması da dahil olmak
üzere geniş yelpazedeki ulusal ekonomik göstergelerle 48 buyuk ölçüde ilişkili olduğu bulmuştur.—
Bizim
çalışmamızın da ekonomik canlılık ve yaşam hızı arasında çok güçlü bir ilişki
bulmasından ötürü, bunun aynı zamanda yaşam hızı ve mutluluk arasında pozitif
bir ilişkiye neden olması gerektiği varsayımında bulunduk. Ve bulduğumuz da tam
olarak bu oldu: Yaptığımız tüm yaşam-hızı deneylerinde, daha hızlı yerlerde
yaşayan insanların yaşamlarından
mutlu olması
daha olasıydı.—
Bu sonuçlar
belirgin bir paradoks ortaya koyuyor: Hızlı yerlerde insanlar koroner kalp
hastalığına yakalanmaya daha yatkındır, ama hayatlarından memnun olmaları daha
muhtemeldir. Eğer yaşam hızı sigara içilmesine ve kalp krizlerine yol açan
stresi yaratıyorsa, aynı stresin mutsuzluğa da neden olması gerekmez mi?
Görünüşteki bu tutarsızlığın temeli, düşünceme göre, ekonomi ve onunla birlikte
gelen kültürel değerlerdir. Verimliliği ve para kazanmayı vurgulayan kültürler
genellikle bir aciliyet duygusu ve bireysel düşünmeyi güçlendiren bir değer
sistemi oluşturur; bu zaman aciliyeti ve bireycilik de sırasıyla üretken bir
ekonomiye neden olur. Bu güçlerin - ekonomik canlılık, bireycilik ve zaman
aciliyeti- insanların esenliği için hem pozitif hem de negatif sonuçları
mevcuttur. Bir yandan, sigara içmek gibi sağlıksız alışkanlıklara ve koroner
kalp hastalığına yol açan stre s etkenlerini de yaratırlar. Diğer yandan, maddi
rahatlık ve yaşam kalite sini artıran genel bir hayat standardı sağlarlar.
Verimlilik ve bireycilik -bunları kendi içlerinde birbirinden ayırmak çok
zordur- iki- uçlu sonuçlara sahiptir.
Ekonomist Juliet Schor’un Overworked American (Fazla Çalışan
Amerikalı) kitabında yazdığı gibi:
Bizler refah için bir bedel ödedik. Kapitalizm belki yaşam standardını
çarpıcı biçimde artırdı ama bunu çok daha talepkar bir iş hayatı pahasına
yaptı. Daha fazla yiyoruz, ama bu kalorileri iş yerinde yakıyoruz. Renkli
televizyonlarımız ve kompakt disk çalarlarımız var, ama onlara ofisteki stresli
bir günün ardından rahatlamak için ihtiyaç duyuyoruz. Tatil yapıyoruz, ama yıl
boyu öyle çok çalışıyoruz ki, bu tatiller akıl sağlığımızı korumamız için
zaruri hale geliyor. Ekonomik ilerlemenin bize sağladıklarından birinin de daha
fazla boş vakit olduğu yönündeki geleneksel bilgeliğin doğrulanması zor
Bu görünüşte paradoksal sonuçların diğer davranışlar için de
söz konusu olduğunu öğrenmek çok da şaşırtıcı değildir. Diener ve arkadaşları,
örneğin, boşanmanın bireyci ülkelerde -söz konusu duruma birincil örnek
ABD’dir- çok daha yüksek olmasına rağmen, evlilikteki mutluluğun da aynı oranda
yüksek olduğunu gözlemlemiştir. Yine aynı araştırmacılar bireyci kültürlerde
hem intiharın hem de psikolojik esenliğin, kolektif kültürlerde 51 olduğundan
yüksek olduğunu tespit etmiştir.— “Kriz” için kullanılan
Çince karakterin, “tehlike” ve “fırsat” karakterlerinin birleşmesinden oluştuğu
gözlemlenmiştir. Ayrıca kendi dilimizdeki “kriz” kelimesi de Yunanca’da “karar”
anlamına gelen kelimeden türemiştir. Benzer şekilde, bireycilik ve çok
çalışmanın meyveleri de hem p sikolojik esenlik hem de felaketin potansiyelini
taşır.52 Sonuç olarak, zamanımızı
nasıl yapılandırdığımız alternatifler arasında yaptığımız seçimdir. Hızlı bir
yaşam yavaş olandan ne doğası itibarıyla iyi, ne de kötüdür.
SOSYAL REFAH: İNSANLAR
NERELERDE
YARDIMA KOŞAR?
Yaşam hızı
psikolojik ve fiziksel esenliği etkilemekle kalmaz, aynı zamanda insanların
birbirine nasıl davrandığı üzerinde de önemli bir belirleyiciliği vardır.
Yavaşlık sosyal bir normdur ve tıpkı diğer normlar gibi kabul edilen davranış
kodlarına derinden nüfuz eder.
Örneğin,
Malay Yarımadası’ndaki Kelantese halkı, doğru ve yanlış konusundaki inançlarına
derinden nüfuz etmiş olan yavaşlığa özel bir vurgu yapar. Acelecilik ahlaki bir
ihlal olarak görülür. Kelantese halkı budi bahasa ya da “karakterin
dili” olarak bilinen bir dizi uygun davranış kuralı tarafından değerlendirilir.
Bu ahlaki kodun özünde sosyal yükümlülüklere, arkadaşları, akrabaları ve
komşuları ziyarete ve onlara saygı gö stermeye zaman ayırmaya gönüllü olmak
vardır. En ufak bir acele belirtisi, açgözlülük ve maddi varlıklar konusundaki kaygıları kamçılar. En önemlisi de, bu budi bahasa’nın
sosyal yükümlülüklerine olan ilginin sorumsuzca eksikliğini gösterir.
İhlalciler insanlar arası ilişkiler ve köy dayanışması ile ilgili temel köy
değerlerini tehdit etmektedir. Onlar hakkında dedikodu yapılır, daha az dürüst (halus)
oldukları düşünülür ve çoğunlukla da bir
53 şeyler gizlemeye çalıştıklarından şüphelenilir.—
Budi
bahasa’nın
duyarlılığı -acelecilik ve insanlara vakit ayırmanın birbirini dışlayan karşıt
alışkanlıklar olması- onu epey çekici kılar. Kelantese halkı için kesinlikle
etkilidir. Ancak Kelanteseler sanayileşmemiş bir halktır. Zaman konusunda
nispeten daha az talepkardırlar. Ayrıca herke sin birbiriyle komşu olduğu küçük
köylerde yaşarlar; böylece de toplum yanlısı davranışlar, kişinin diğerlerine
davranış biçiminin kendisine aynen geri döneceği bilinciyle güdülenir. Bu
durum, budi bahasa felsefesinin endüstrileşmiş ve daha kalabalık
yerlerde, çoğu günlük temasın kişinin büyük olasılıkla tekrar karşılaşmayacağı
yabancılarla kurulduğu ortamlarda da geçerli olup olmadığı sorusunu ortaya
çıkarır. Yaşam hızı ve sosyal sorumluluk, sanayileşmiş ve kentsel ortamlarda da
el ele yürür mü?
Çağdaş şehir
kuramcılarının çoğu bunun olabileceğine inanır. Zaman ve sosyal davranış
arasındaki bağlantının Kelanteselerde olduğu gibi ahlaki meselelerle değil,
ağırlıklı olarak sosyal psikolojik gerçeklikle yürütüldüğüne inanırlar. Sosyal
psikolog Stanley Milgram, modern şehirlerdeki yaşamın yüksek hızının kişiyi
“psikolojik aşırı yükleme” adını verdiği durumu yaratacak biçimde,
işleyebileceğinden daha fazla duyusal girdi ile karşı karşıya getirdiğine
inanıyordu. Şehir büyüdükçe, yükün büyüklüğü de artıyordu. Aşırı yüke maruz
kalan kentli, bu zor duruma uyum sağlamak amacıyla hedefleri için elzem olmayan
her şeyi dışarıda bırakıyordu. Kent sakini hedeflerine odaklanıyor ve olabildiğince çabuk onlara yöneliyordu. Hayatının çeperinde
yer alan insanlarla uğraşmaya ne vakti ne de psikolojik enerjisi vardı. Bu
ayırma süreci nedeniyle özellikle yabancıların yok sayılma ihtimali yüksekti:
Milgram’a göre büyük şehirlerdeki yaşam hızının yüksekliği, yabancılara karşı
kayıtsızlığı gerekli kılar.54
Peki, hızlı şehirlerdeki insanların Milgram’ın da varsaydığı gibi,
bir yabancıya yardım etmesi daha mı az olasıdır? Ben ve öğrencilerim bu
öngörüyü test etmek için son birkaç yıl içinde bir dizi çalışma yürüttük. Tıpkı
yaşam hızı araştırmasında olduğu gibi Amerika Birleşik Devletleri’ndeki aynı
otuz altı şehre yöneldik.55 Bu kez, toplamda altı
durum içerisinde yardım etme davranışını gözlemledik:
Düşürülen
bir kalemi geri vermek: Orta hızda yürüyen deneyci (düzgün giyimli üniversite
çağında bir erkek) cebine uzanacak,
“yanlışlıkla”,
farkında değilmiş gibi görünerek kalemini düşürecek ve yürümeye devam
edecektir. Her şehirde oradan geçen yayanın, kalemini alması için deneyciye
yardım ettiği durumları gözlemledik.
Yaralı
Bacak:
Bariz biçimde topallayan ve açıkça görülebilen, büyükçe bir bacak protezi
(bulabildiklerimizin en kabası) olan deneyci “kazara” elindekileri düşürür ve
sonra yerde duran dergi yığınına uzanmaya çalışır ama başaramaz. Oradan geçen
yayaların kaçta kaçı yardım etmeyi önerecektir?
Karşıdan karşıya geçen görme engelli kişi: Koyu renk gözlük takan ve beyaz bir baston taşıyan bir
deneyci, caddenin karşısına geçmeye 56 çalışan görme engelli bir kişi gibi
davranır.56 Yardım teklif edenlerin
yüzdesini ölçtük.
Çeyrekliği
bozdurmak:
Elinde görünebilecek şekilde bir çeyreklik olan deneyci karşı yönden gelen bir
yayadan kibarca elindeki çeyrekliği bozmasını ister. Her şehirde, kaç yayanın
bozukluğu olup olmadığını kontrol etmek üzere durduğunu gözlemledik.
Kayıp
mektup:
Okunaklı bir el yazısıyla, “Bunu arabanızın yanında buldum” yazılmış not, pul
yapıştırılmış, deneycinin adresinin yazılı olduğu bir zarfın üzerine konur. Zarf
daha sonra merkezi bir alışveriş merkezinde bir sayacın önüne park edilmiş
rastgele seçilen bir arabanın ön camına bırakılır. Bu mektuplardan kaç tanesi o
adrese ulaşacaktır?
United
Way57 Bağışları:
Hayırsever bağışların bir ölçüsü olarak, her şehirde kişi başına United Way
kampanyalarına ne kadar
58 bağışta
bulunulduğuna baktık.—
Sahi, hangi ABD kentlerinde insanlar ihtiyacı olan bir yabancıya
yardımcı olmak için zaman ayırmaya istekliydi? İstatistiksel olarak her şehrin
altı ölçekteki skorlarını birleştirdikten sonra, en yardımseverden en az
yardımsevere
59 doğru aşağıdaki sıralamayı yaptık:—
1. Rochester, New York
2. Lansing, Michigan
3. Nashville, Tennessee
4. Memphis, Tennessee
5. Houston, Teksas
6. Chattanooga, Tennessee
7. Knoxville, Tennessee
8. Canton, Ohio
9. Kansas, Missouri
10. Indianapolis, Indiana
11. Louis, Missouri
12. Louisville, Kentucky
13. Columbus, Ohio
14. Detroit, Michigan
15. Santa Barbara, California
16. Dallas, Teksas
17. Worcester, Massachusetts
18. Springfield, Massachusetts
19. San Diego, California
20. San Jose, California
21. Atlanta, Georgia
22. Bakersfield, California
23. Buffalo, New York
24. Salt Lake City, Utah
25. Boston, Massachusetts
26. Shreveport, Louisiana
27. Providence, Rhode Island
28. Philadelphia, Pennsylvania
29. Youngstown, Ohio
30. Chicago, Illinois
31. San Francisco, California
32. Sacramento, California
33. Fresno, California
34. Los Angeles, California
35. Paterson, New Jersey
36. New York, New York
Bölgelere göre ayrıldığında -bu bölgelerdeki yaşam hızının
tam tersi biçimde, Milgram’ın aşırı yükleme kuramının
öngördüğü şekilde- yardım etmek en fazla Güneydoğu’da, ondan sonra Ortabatı’da
daha sonra ise Kuzeydoğu’daki büyük şehirlerde en fazla durumdadır. Ancak göze
çarpan bir tek istisna vardır. On bir Kaliforniya şehri bir bütün olarak ele
alındığında yaşam hızı deneylerinde en gerideydi, ancak yardım etme
deneylerinde vakit ayırma konusunda da en az cömert olanlardı.60 United Way bağışlarında kişi başına düşen katkıları,
rekortmen Rochester’ın onda biri daha azdı.
New York
eyaleti, otuz altı şehrin en yardımsever (Rochester) ve en az yardımsever (New
York) olanlarına ev sahipliği yapıyordu. New York’ta büyüyen ve yirmi yılı
aşkın süredir Rochester Üniversitesi’nde psikoloji profesörü olan Harry Reis,
yaşadığı bu iki şehrin performansı konusunda “en ufak bir şaşkınlık belirtisi”
göstermemişti. “Rochester sosyal dokunun diğer yerler kadar kötüleşmediği bir
şehir. İnsanlar nadiren bir yardım eli uzatamayacak kadar meşgul olurlar”
diyordu.
Ancak her ne
kadar Rochester ve New York gibi şehirler Milgram’ın öngörülerine uyuyor da
olsa, çoğu Kaliforniya şehirlerinde gözlemlediğimiz düşmanca davranış, bir
kültürün sosyal sorumluluk normlarının ne denli karmaşık olduğunun altını
çizmektedir. Bu Batı şehirleri, yardım eli uzatacak zamanı olmanın, o elin
uzatılacağı anlamına gelmediğini göstermektedir. İnsanların başkalarının refahı
için kendi “ekstra” zamanlarını kullanmasını bekliyorsak, tıpkı Kelantese
halkında olduğu gibi zaman ayırma ve uygun sosyal davranış konusundaki düşüncelerin
ahlaki bir koda bağlanmış olması gerekir. Böyle bir kod olmadan, düşük bir
yaşam hızı rahatlamaktan başka bir şeye yol açmaz.
Batı’daki
şehirlerle Güney’dekileri karşılaştırırken bunu görebiliriz. Her iki bölge de
düşük yaşam hızını paylaşıyor da olsa, zamansal normlarını çok farklı toplumsal
değerler dizisi yürütmektedir. Güney’in durumunda, kişinin zaman ayırması
“Güneyli hanımefendi ve beyefendiler” kavramı ile bağlantılı olma
eğilimindedir. Kibarlık ve nezaket kültürüyle uyumludur. Batı’da ise yavaşlamak
çoğunlukla boş vermişlikle ilgilidir. Rahatlık normu genellikle ulvi sosyal
değerlerden çok yalnızca iyi bir hayat sürmekle ilgilidir.
Popüler müzik bu ayrımı epey iyi yakalamaktadır. Hank Williams Jr.
bir şarkısında “Biz zarafet deriz, biz ‘hanımefendiler’den bahsederiz”
dediğinde onun Güney Kaliforniya’dan söz etmediğini herkes anlar. Diğer yandan
Beach Boys, “O eğlenecek, eğlenecek, eğlenecek, babası T-bird’ü— elinden alana dek” derken burası Güney Kaliforniya’dan başka
neresi olabilir ki? Bu stereotip, sonuçlarımızı yorumlayan bir Nashville sakini
tarafından epey güzel özetleniyor: “Biz burada ‘Nasılsın?’ deriz,
onlarsa Los Angeles’ta ‘Araban nasıl?’ derler. New York’ta ise ‘Bana arabanı
ver’ denir.”
Yabancıların
ihtiyaçlarının daha fazla dikkate alınabilmesi için, düşük yaşam hızına bir
sosyal sorumluluk kodunun da -tıpkı Kelantese halkına budi bahasa’nın
eşlik etmesi gibi- eşlik etmesi gerekir. Düşük bir yaşam hızı kendi içinde kalp
krizine karşı bir tampon görevi görebilir, ancak doğasında bir ahlak felsefesi
barındırmaz. Beklendiği gibi, en yardımsever yedi şehirden beşi Güney’de, böyle
bir kodun bulunduğu yerdeydi. Aslında yardımseverliği ölçen altı sorudan
yalnızca beşini kullanarak (United Way bağışlarını dışarıda tutarak) sonuçları
yeniden sıralasak, Güney şehirleri daha da yüksek puan alacaktır.
Şimdilerde
benim üniversitemde psikoloji profesörlüğü yapan Lynnette Zelezny, Güney’de
birkaç yerde büyümüş. “Güney’de” diye gözlemlerini aktarıyor, “insanlara nazik
davranmak -hiç değilse yüzeysel biçimde- için vakit ayırmak sosyal bir normdur.
Kiliseye gidiyor olmasanız bile öyledir. Çocukken, topluluk içinde uygun
biçimde davranmadığım zamanlarda -burada anahtar unsur ’topluluk içinde’-
büyükannem bana ‘nazik ol’ anlamında ‘sevimli ol’ diye nasihat ederdi. Bizden
davranışlarımızla ne kadar nazik bir aile olduğumuzu göstermemiz beklenirdi.
Güney’de kıyafetlerinizin üzerine bir de kibarlık geçirmeniz çok önemlidir.
İnsanların nazik olduğunuzu bilmeleri gerekir. Kaliforniya’da markette tanıdık
birine rastlasanız, selam verip geçebilirsiniz. Güney’de ise, sizden yalnızca
kasa sırasında karşılaştığınız kişiyle değil, aynı zamanda kasadaki insanla da
ufak bir sohbete zaman ayırmanız beklenir.”
Fakültemden
bir meslektaşım olan Jean Ritter, Little Rock’ta büyümüştür. “Güney’de yaşamın
hızı geleneksel olarak düşüktür” diye kabul eder Ritter. “Yavaşlık görgü
kurallarının bir parçasıdır. Acele etmek, başkalarının sözünü kesmek veya
sosyal incelikleri -ne kadar vakit alırlarsa alsınlar- ihmal etmek uygunsuz
görülür. Örneğin, sırada beklerken, insanlardan sabırlı olmaları ve
etraflarındakilerle kibarca sohbet etmeleri beklenir. Pek çok açıdan daha nazik
bir yaşama biçimidir bu. İnsanlar caddede durmak, gülümsemek ya da birbirlerine
selam vermek için zaman ayırır ve böyle davranmazsanız kaba olduğunuz
düşünülür. Lisans öğrencisi olduğum küçük üniversitede, kaldırımda yanından
geçtiğiniz herkesle konuşmanız beklenirdi; bunu yapmadığınızda da sizde bir
tuhaflık olduğu düşünülürdü. Güney şehirlerinde dostane davranmak için zaman
ayırmak gibi bir norm söz konusudur. Kaliforniya’da ise durum tamamen
farklıdır.”
Ayrıca yardım
ve nezaket arasında bir fark olabileceğini de öğrendik. Hızlı yerlerdeki
insanların, yardım ettiklerinde bile genellikle nazik davranmaları daha az
olasıdır. New York şehrinde yardım etmek özellikle bıçak sırtı bir durumdur.
Örneğin, kalem düşürme deneyinde, yardımsever New Yorklular genellikle
deneyciye seslenerek kaleminin düştüğünü söyleyip sonra hızlı bir şekilde ters
yönde ilerleyeceklerdir. Diğer yandan, yüksek puanlı Güneydoğu şehirlerinde
kalemin kişi tarafından bizzat, hatta bazen deneyciyi yakalamak için koşarak
teslim edilme olasılığı daha fazladır. Görme engelli kişi durumunda ise,
yardımsever New Yorklular genellikle yeşil ışık yanana kadar bekleyecek, sonra
önden hızlı hızlı giderken deneyciye karşıya geçmenin güvenli olduğunu gergin
bir biçimde söyleyecektir. Güneydoğu’da ise yardımseverin deneyciye caddeyi
birlikte geçmeyi teklif etmesi ve bazen de daha fazla yardım isteyip
istemediğini sorması daha olasıdır.
Görünen o ki,
genelde New Yorkluların yardım etmeye gönüllü olmaları için, sanki “sosyal sorumluluğumu
yerine getireceğim; ancak yanlış anlama, bu birlikte yürüdüğümüz sürece olacak”
dermiş gibi, daha sonra herhangi bir temasın ortaya çıkmayacağının güvencesini
alması gerekiyor. Bunun ne kadarının korkudan ve ne kadarının yalnızca vakit
kaybetmek istememekten kaynaklandığını bilmek zor. Ancak Rochester, Ortabatı ve
Güney’in çoğu gibi daha yardımsever bölgelerde, insanlarla temasın yardım için
çok önemli bir neden olduğu görülüyor. İnsanların doğrudan bir gülümseme ile
yardımcı olmaları ve “teşekkür ederim”e karşılık vermeleri daha olası.
Belki de
nezaketsiz yardımın en çarpıcı örneği, kayıp mektup ölçeğinde ortaya çıktı.
Birçok şehirde, açıldığı bariz biçimde belli olan zarf aldım. Hemen hemen tüm
bu vakalarda, mektubu bulanlar zarfı daha sonra tekrar kapatmış ya da yeni bir
zarf içinde yeniden postalamışlardı. Bazen ise zarfa, genellikle mektubu
açtıkları için özür dileyen bir not iliştirmişlerdi. Sadece New York’ta yanı
bütünüyle yırtılmış ve açık bırakılmış bir zarf aldım. Yardım eden kişi mektubun
arkasında İspanyolca olarak şöyle yazmıştı: “Hijo de puta iresposable”; bu da
tercüme edildiğinde annem hakkında epey kötü bir suçlamaya karşılık geliyor.
Bunun altına ise dosdoğru İngilizce bir şeyler yazmıştı: “Siktir git.” Bu
öfkeli New Yorkluyu posta kutusuna gidene kadar, belki de sorumsuzluğuma
lanetler okurken hayal etmek ilginç. Yine, bir nedenden ötürü, nefret ettiği
bir yabancı için so syal vazifesini yerine getirmeye kendini zorunlu
hissediyor. Bu kaba biçimde geri gönderilen mektup, elbette ki ironik biçimde
yardım sütununa New York’un puanı için eklendi. Bunu, Rochester’da geri
gönderilen bir mektubun arkasındaki not ile karşılaştırın:
Merhaba. Bunu arabamın ön camında buldum. Birisi onu arabamın
yanında bulduğunu söyleyen bir not ile oraya bırakmış. Park bileti olduğunu
sandım. Mektubu 11/19 tarihinde posta kutusuna atıyorum. Bunu size her kim
gönderdiyse ona, mektubun kütüphane ve South Ave. Otoparkı’nın
yakınındaki/karşısındaki köprüde 18/11 tarihinde saat 5 sularında bulunduğunu
söyleyin.
Not: New Jersey ya da Long Island’daki Levine ailesiyle bir
akrabalığınız var mı?
L.L.
Yardım
etmeyenlerin de nezaket dereceleri farklıydı. Bu örneklerde, New Yorklular
mutlaka en kötü huylular değillerdi. New York ve Los Angeles’taki verilerin
toplanmasına yardımcı olan Todd Martinez, iki şehir arasında belirgin
farklılıklar gözlemlemiştir: “Los Angeles’ta veri toplamaktan nefret ediyorum.”
İnsanlar orada durup bana bakıyor ancak, rahatlarını bozmak istemiyor gibi
görünüyorlardı. Bir insanın sıkışarak ancak geçebileceği kadar dar bir
kaldırımda yaralı bacak rolümü oynuyordum. Dergilerimi düşürdükten sonra
yakınıma kadar gelip durumu kontrol eden, ancak tek bir kelime etmeden yoluna
devam eden bir adam hatırlıyorum. L.A., çalıştığım on iki şehir arasında insanlar
yardım etmediğinde kendimi sinirli ve öfkeli hissettiğim tek şehirdi. New
York’ta, bir nedenle, bunu asla kişisel almadım. İnsanlar yardım etmek için
fazla meşgul görünüyorlardı. Beni görüyor ancak gerçekte fark etmiyor
gibilerdi. Sadece beni de değil, çevrelerindeki herhangi bir şeyi.”
Elbette ki,
yardıma ihtiyaç duyan yabancı için düşünceler eylemlerden çok daha az
hayatidir. Bulgularımız bazı insanların hızlı şehirlerde de, tıpkı yavaş
şehirlerde olduğu gibi, yardım etmek konusunda zaman bulmayı başarabildiğini
göstermektedir. Tüm yerler arasında en yardımseveri olan Rochester, yaşam hızı
çalışmamızda nispeten hızlı bir yer olan otuz altı şehir içinde dokuzuncu
sırayı almıştır. Ve en düşük yaşam hızının Los Angeles’ta -en az yardımsever
şehirlerden biri (otuz dördüncü)- olduğu bulunmuştur. Gerçek sonuç şu ki, Los
Angeles’taki başarı şansınız da New York’taki kadar kötüdür.
Ayrıca şehirler için uluslararası düzeyde, yaşam hızı ve yardım
etme arasında aynı bir- dargın-bir-barışık ilişkiyi buluruz. Son birkaç yıl
içinde öğrencilerim ve ben, ABD çalışmalarında kullandığımız yardım
ölçeklerinden beş tane sinin varyasyonlarını tüm dünyadan birkaç şehir ile test
ettik.62 Tıpkı ABD çalışmalarımızda olduğu gibi, bazı yabancı
şehirler düşük yaşam hızının sosyal sorumluluğa neden olduğu hipotezini
desteklediler. Örneğin, çok düşük bir yaşam hızı olan Rio de Janeiro’daki
insanların bizim ölçeklerimizde yabancılara karşı son derece yardımsever
olduklarını bulduk. Nispeten daha yüksek bir yaşam hızı olan
Amsterdam’da yardımseverlik puanı düşüktü. Ancak diğer yerler hipotez ile
açıkça uyumsuzdu. Örneğin, Bulgarlar, bizim ölçeğimizde çok düşük bir yaşam
hızına sahip olmalarına rağmen yardım ölçeklerinde, yüksek- hızlı New
Yorklulardan daha yardımsever değillerdi. Ayrıca Kopenhag’daki insanların hem
hızlı yürüdüklerini ve genel anlamda yüksek hızda bir yaşam sürdüklerini, hem
de yabancılara yardım sunmadaki isteklilikleri konusunda yüksek puan
aldıklarını bulduk.
Bu sonuçlar,
yaşam hızı yüksek in sanların bile başkaları için zaman bulabildiğini açıkça
gösterir. Düşük yaşam hızı, insanların zamanlarını toplumsal idealleri
gerçekleştirmek için kullanacaklarının garantisi değildir. Hem hızlı hem de
yavaş yerlerde, insanlar yardım etmek için zaman ayırır ya da ayırmazlar.
41 Burada Levine, Yunan yazar Nikos
Kazancakis’in Zorba romanının ana karakterine atıfta bulunuyor. (ç.n.)
42 Friedman, M., and Ulmer, D. (1984). Treating
Type A behavior. New York: Random House.
43 Birçok araştırmacı Friedman ve
Rosenman’ın bulduğu sonuçları tekrarlamakta zorlanmıştır. Çoğu, A Tipi
davranışın koroner kalp rahatsızlığıyla ilişkisinin tek bir A Tipi bileşeninin
zehirliliğinden kaynaklandığını düşünmektedir, bu bileşen “düşmanlık-öfke”
adını taşır. Bu çalışmalara göre zaman aciliyeti, düşmanlık-öfke konusunda
aşırılık gösteren kimselerin tipik bir özelliğidir, fakat tek başına koroner
kalp rahatsızlığına yol açmamaktadır. Fakat A Tipi davranış üzerine çalışan
başka önemli araştırmacılar, A Tipi davranışın (kronik olarak aktif ve diken
üstünde olma e ğilimiyle b irlikte) kalp hastalığına yol açabileceğini
bulmuştur. (Örneğin, bkz.: Wright, L. [1988]. The Type A behavior pat- tern and
coronary artery disease. American Psychologist 43 [1], 214). A Tipi
literatürünün değerlendirmeleri için, bkz.: (1) Booth-Kewley, S., and Friedman,
H. (1987). Psychological predictors of heart disease: a quantitative review. Psychological Bulletin
101, 343-62; ve (2) Matthews, K. (1988). Coronary heart disease and Type A
behaviors: Update on an alternative to the Booth-Kewley and Friedman (1987)
quantitative review. Psychological Bulletin 104, 373-80. Bu meseleye bir
dahaki bölümde döneceğim.
44 İskemik kalp hastalığından kaynaklanan
ölümler (kalpten gelen kan akışının düşmesi).
45 Genel yaşam hızı ve koroner kalp
hastalığından kaynaklanan ölümler arasındaki korelasyon otuz altı Amerika şehri
için .51, otuz bir ülkelik çalışma için .35’ti. Yaş ve kalp hastalığı
arasındaki korelasyon pozitif olduğuna göre, ölüm oranlarını yaşa göre
düzelttik — bunun için öncelikle medyan yaşı ve sonra da her şehrin altmış beş
yaş ve üstü sakinlerinin yüzdesini hesaba kattık. Bu düzeltmeler,
korelasyonların büyüklüğü üzerinde belirgin bir etki yaratmadı.
46 Smith, T., & Anderson, N. (1986).
Models of personality and disease: An interactional approach to Type A behavior
and cardiovas- cular risk. Journal
of Personality and Social Psychology 50, 1166-73.
47 U.S. Department of Health and Human
Services (1987). Regional variation in smoking prevalence and cessation:
Behavioral risk factor surveillance, 1986. Morbidity and Mortality Weekly
Report 36, 751-54.
48 Diener, E., Diener, M., and Diener, C.
Factors predicting the subjective well-being of nations. Yayımlanmamış taslak,
University of Illinois, 1994.
49 Yaşam memnuniyetini hesaplamak için
hükümetler ve araştırma grupları tarafından düzenli olarak yapılan büyük çaplı
anketlerden yararlandık. Anket verileri çalışmamızdaki ülkelerin neredeyse
yarısı (on beşi) için mevcuttu. Ülkelerin yaşam memnuniyeti puanları her
ülkedeki en yakın tarihli ulusal anketten alındı. Şurada özetlenmiş halde
bulunabilir: Veenhoven, R. (1993). Happiness in Naons. Rotterdam: Risbo.
50 Schor, J. B. (1991). The Overworked
American, 10 New York: Basic Books.
51 Diener, E. (23 Mart 1995). Kişisel
görüşme.
52 Verilerimizin ülkelerdeki ortalamaları
hesaba kattığı belirtilmelidir. Mesela, zaman aciliyeti olan kültürlerdeki kalp
krizine eğilimli kişilerin aynı zamanda hayatlarının başka yönlerinden memnun
olup olmadıklarını ya da bazı insanların -aynı koşullarda varoldukları bir grup
zarar görürken- hızlı yaşamda başarılı olup olmadığını söylemezler.
53 Raybeck, D. (1992). The coconut-shell
clock: Time and cultural identity. Time and Society 1 (3), 323-40.
54 Milgram, S. (1970). The experience of
living in cities. Science 167, 1461-68.
55 Tek bir istisnayla: “Santa Barbara,
California”, “Oxnard, California” ile değiştirildi.
56 Bastonlar ve rol için gereken eğitim Fresno
Friendship Center for the Blind (Fresno Körler İçin Dostluk Merkezi)
tarafından sağlandı.
57 Amerika’da çeşitli yardım kuruluşlarını
tek çatı altında toplayan bir kurum. (ç.n.)
58 United Way’e yapılan bağışlar için 1990
yılı bağışları kullanıldı. Bu,
çalışmanın yapıldığı dönemde erişilebilen en güncel veriydi. Tüm saha
çalışmaları şehir merkezlerindeki ana bölgelerde, güneşli yaz günlerinde ve
belli başlı iş saatlerinde yapıldı. Görece eşit sayıda kadın ve erkek yaya
hedeflendi. Toplamda, görme engelli kişi deneyinin 379 denemesini yaptık; kalem
düşürme, yaralı bacak ve para bozdurma deneylerinin her birinde de ortalama 700
kişiyle temas kurduk. 1.032 “kayıp” mektup bıraktık.
59 ABD yardım davranışı deneylerimizin tam
sonuçları için bkz.: Levine, R. (1993, Ekim). Cities with heart. American Demo-
graphics, 4654; and: Levine, R., Martinez, T., Brase, G., and Soren- son, K.
Helping in 36 U.S. cities (1994). Journal of Personality and Social
Psychology 67, 69-81.
60 Aynı hız verilerinde olduğu gibi
genellikle bir sıradan diğerine pek fark yoktu. Fakat aşırı uçlarda, farklar
yine belirgindi: Örneğin, Chicago’daki bir yabancı, kalem düşürme durumunda
biri kendisine yardım edene kadar Springfield, Massachusetts’tekinin üç
katından fazla kalem kaybetmiş olurdu.
Para bozma meselesine gelince, Louisville’dekilerin neredeyse yüzde sekseni
ceplerini kontrol ederken Patterson’da bu oran yüzde on birdi. Benim memleketim
olan Fresno ölçümlerin iki tanesinde sonuncu oldu: San Diegoluların (yüzde yüz)
yarısı kadar mektubu (yüzde elli üç) zar zor atabildik!
61 Ford’un Thunderbird modelinin
kısaltılmış hali. (ç.n.)
62 Bu deneyler, yardım etme davranışı
üzerine uluslararası farklılıklara dair hala sürmekte olan geniş kap samlı bir
araştırmanın parçasıdır. Bu deneylerin daha detaylı bir tasviri için bkz.:
Levine, Martinez, Brase, and Sorenson (1994). Helping in 36 U.S. cities.
Journal of Personality and Social Psychology 67, 69-81. Hala devam etmekte olan
bu çalışmaların sonuçları üzerine başlangıç niteliğinde bir rapor için bkz.:
Norenzayan, A., and Levine, R. (1994, Nisan). Helping in 18 international
cities. Western Psychological Association’ın Kona, Hawaii’deki toplantılarında
sunulmuş tebliğ.
VIII
JAPONYA’NIN ÇELİŞKİSİ
Çalışmanın
ötesine geçmenin tek
yolu çalışmaktan geçer.
Bu, çalışmanın
kendi başına değerli olduğu anlamına
gelmez. Bizler çalışmanın üstesinden
çalışmakla geliriz. Çalışmanın gerçek
değeri özverinin gücünde yatar.
Kobo Abe, The Woman in the Dunes
B
ir ömür boyu
yaptığım araştırmalar beni, bir bütün olarak, yüksek yaşam hızının hem hayattan
alınan hazzı hem de kalp hastalığı riskini artıran koşullar yarattığına ikna
etmiştir. Ama kültürlerarası psikolojinin bataklığında, istisnalar bazen
kaideden çok daha öğretici olur. Yüksek bir yaşam hızı strese karşı tampon
işlevi gören değerlere eklenirse ne olur? Japonya bu konuda büyüleyici bir
örnek sunmaktadır.
JAPON TARZI İŞKOLİKLİK
Japonya’daki
yaşam hızı dünyadaki en zorlayıcı hızlardan biridir. Görüldüğü üzere, Japonlar
yalnızca hızlı çalışmakla kalmaz aynı zamanda çok da çalışırlar. Tatillerden
kaçınır ve emeklilikten korkarlar. İyi bir çalışan için en büyük ödül,
şirketinin zorunlu emeklilik yaşından muaf olmasıdır.
Japon
çalışanlar için Mavi Pazartesi63 herhangi bir
sorun oluşturmaz. Onların “Pazar Hastalığı” (Nichiyoy byou) ve “Tatil Sendromu”
(Kyuujitu byou) benzeri isimli hastalıklardan kaynaklanan endişeye ve p siko
somatik belirtilere yakalanmaları daha muhtemeldir. Örneğin, bir doktor sorunlu
bir muhasebecinin durumunu şöyle nitelendiriyordu: “İstisnasız olarak her cuma,
boynunun arkasına yayılan keskin bir ağrı hissediyordu. Bütün hafta sonunu,
hareket edemeyecek kadar yorgun halde yatakta geçiriyordu. Ancak Pazartesi olunca, mucizevi bir şekilde iyileşiyordu.” Tatil sendromu,
psikiyatrist Torn Sekiya’ya göre “benzersiz bir Japon hastalığıdır. Bu insanlar
64 çalışmıyor olmaya tahammül edemiyorlar.”6
65 hedef olarak görme
eğiliminde.”—
Japonların
kendilerini çalışmaya adamışlıklarının büyüklüğü şaşırtıcı noktalara varabilir.
Bu yükümlülüğün bir kıstası, hükümetin insanların daha az çalışması için ortaya
koyduğu girişimlerde görülebilir.
Benzersiz bir Japon projesinde, devletin karar mekanizmaları son
birkaç yıldır işçileri yavaşlatmak için resmi bir kampanya ile meşgul
olmaktadırlar. Ben, hükümet bu “az çalış, çok oyna” mücadelesini ilk başlattığı
1987 yaz aylarında Japonya’da Sapporo Tıp Üniversitesi’nde çalışıyordum. Bir
sabah kahve içerken, ikisi de sağlık psikoloğu olan Japon meslektaşlarıma,
hükümetin aşırı çalışmanın p sikolojik bedelini kabul ettiği için kendilerinin
cesaretlenmesi gerektiği yorumunda bulunmuştum. Her ikisi de yaptığım bu gaijin— saflığını geç anlamıştı.
Gerçek nedenler, diye açıklamışlardı, ekonomikti. Biraz sonra biri bana,
Japonca-İngilizce bir günlük gazete olan Asahi Evening News getirdi.
Gazetede şu açıklama vardı: “Ülke içi pazarı iyileştirmek için, devlet bunun
gerekli olduğunu söylüyor, tüketici harcamalarında bir artış zorunluluktur.
Ancak bunun için, Japon şirket çalışanlarının daha fazla boş vakte sahip olması
gerekir. Çalışma 67 Bakanlığı’nın ‘az çalış, çok oyna’— kampanyasının nedeni
budur.” Bunlardan dolayı bu kampanyalar Japonya’da tutmuyordu.
Hükümetin
nedenleri ne olursa olsun, kampanyası Japonların çalışma dürtüleriyle
uyuşmuyordu. İlk olarak, 1988’deki Beş Yıllık Ekonomik Planı’nda hükümet,
yıllık çalışma saatlerini 1992 itibarıyla yüzde yirmiden fazla azaltarak 1800
saate indirme hedefini oluşturmuştu. Haftalık çalışma saatini kırk sekizden
kademeli olarak kırk saate düşürmeyi amaçlayan yeni bir yasa onaylanmıştı.
Çalışma Bakanlığı yetkilileri, işçilere “Rahat bir toplumda nasıl çalışılır ve
istirahat edilir” ve “Şirketimizin Huzur Dolu Haftası” gibi konular üzerine
moral verici konuşmalar yapmak üzere kırk yedi şehirlik bir konferans turuna
kalkışmışlardı. Ancak tüm bu çabalar, neredeyse tamamen başarısızlıkla
sonuçlandı. Takip anketleri, çalışma saatlerinin neredeyse
hiç değişmediğini 68 -olduğu gibi kaldığını- gösteriyordu.—
Japonya Kadın Üniversitesi’nde profesör ve ulusal aşırı çalışma
sorunu üzerine bir uzman olan Ikuro Tagaki’nin bu konudaki yorumu şöyle;
“Japonya yoksul bir ülkeyken, tatile çıkmak neredeyse günahtı. Çok çalışmak,
yakın zamana kadar evrensel bir erdemdi.” Japonca dili bile iş ahlakını
destekler. Japoncada boş zaman anlamına gelen yoka’nın tam karşılığı
‘kalan zaman’dır. “Serbest zaman, (çalışmaya) 69 eşit değerde görülmez ” diyor Tagaki.
Hükümet,
Japonların işyerlerine duyduğu sadık sevgiyi bütünüyle kabul ederek, epey
Japonlara özgü bir yolla tatili teşvik etmeyi seçmişti. Reklam kampanyaları
ülkeyi şuna benzer sloganlarla doldurmuştu; “Tatil yapmak işteki ustalığınızın
bir kanıtıdır.” Bir yaz ayında, ülkenin dört bir tarafında, yatan bir leoparın
yanına uzanmış safari elbiseli, rahatlamış iki Japon ile
cennet gibi bir dağ sahnesinin yer aldığı posterler yükselmişti. Her posterin
üzerinde o yazın sloganı, “Hotto Haftası” - Japonca rahatlama anlamındaki
kelime ve İngilizce “sıcak” sözcüğü ile yapılan bir kelime oyunu- vardı. Bunun
hemen yanında Çalışma Bakanlığı’nın daha doğrudan, Japonca bir mesajı vardı,
tercümesi de şu şekildeydi: “Size bir hafta tatil yapmanızı emrediyoruz.”
Önemli bir Japon gazete, Asahi Shimbun, binasının duvarlarına
haşin-görünümlü bir patronun telefona bağırışını gö steren bir poster
yapıştırmıştı. Patron şöyle diyordu: “İşe gelirsen, seni kovarım.”70 Ancak Japon işkolikliği bir kez daha, bir savaşı kazanıyor
görünüyordu. Hükümet kampanyası başladığından beri kullanılan tatil günlerinin
oranı pek de değişmemişti: 1986 yılında yüzde elliye karşı 1992 yılında yüzde
elli üç.
Bir süredir
Japonya’da doğum sonrası çalışma iznine teşvik eden bir
kampanya var. Ancak bu izinler, Fransa ve İsveç gibi ülkelerdeki uzun süreli
doğum izninin arkasında yatan nedenlerden farklıdır. Geleneksel Japon
adetlerinde nedenler, kadınlar ve ailelerinin ruh sağlığı için duyulan
endişeden ziyade çalışma ve verimlilikle daha fazla ilgilidir. Çoğunlukla,
bunların ülkenin sürekli azalan doğurganlık oranları ile bağlantısı vardır.
1991 yılında, doğum oranı yüzde 1,53 gibi düşük bir rakam olunca, hükümet doğum
sonrası hem erkek hem de kadınların izinli sayılmasını öneren yasayı kabul
etti. “Şirketler aniden yeterli çalışan bulamayacaklarından endişe etmeye
başladılar” diye açıklıyor Japonya’da kadınların rolü konusunda uzman olan
Sumiko Iwao. Erkek kanun yapıcılar ise “Japon ırkının sanki yok olmanın eşiğine
geldiğini hissediyorlardı.”71
Hız
geleneksel Japon kültüründe epey saygı gören bir erdemdir. Yavaş hareket eden
kişinin bir ahmak olduğu söylenir. Temel biyolojik ihtiyaçlar için bile zamanı
boşa geçirmek hoş görülmez. “Hayameshi, hayaguso, geinouchi” diye bir
deyiş (her ne kadar kibar çevrelerce pek dile getirilmese de) vardır. Kabaca
tercüme edilirse: “hızlı yemek ve hızlı boşaltım yapmak bir sanattır.”
Çok yavaş
hareket eden bir işçi, görevi ister hız gerektirsin ister gerektirmesin, Japon
işyerinde nihai günahı işlemiş olur: Kişinin her şeyini vermemesi. Japonya’da
Sumitomo Electric için çalışan bir Amerikalı olan Garr Reynolds’in gözlemlerine
göre Japonlar “işyerlerinde meşgul olmasalar bile, öyleymiş gibi görünmeleri
gerektiğine inanırlar. Meşgul görünmenin bir yolu işleri hızlı yapmaktır.
Örneğin, fotokopi makinesine kadar beş metrelik yolu koşmak, rutin bir mektup
yazdığınız halde PC’nizin klavyesine vurmak, amiriniz adınızı söyler söylemez
sandalyenizden bir anda fırlamak (‘Evet, efendim!’). Meşgul olmak ve/veya görünmek bu toplumda bir erdemdir ve işleri hızlı ve
panik içinde yapıyor görünmek diğerlerine gerçekten meşgul ve dolayısıyla iyi 72 bir çalışan olduğunuzu düşündürür.”—
Japonlar hızlı ve çok çalışmanın erdemlerine kendilerini
öylesine çok odaklayabilir ki, ciddi kültürel çatışmalar ortaya çıkabilir. Bu
çatışmaların en fırtınalı olanlarından bazıları Japon liderlerin ABD’de azalan
iş ahlakı hakkında yaptığı yorumlardan
kaynaklanmaktadır.
1992 başlarında, Japonya’nın Diyet Alt Meclisi (Kongresi) Başkanı Yoshio Sakurauchi
aleni bir biçimde, “Amerika’nın [ticari] sorunu Amerikan emeğinin düşük
kalitede olmasında yatıyor” yorumunda bulunmuştur. Kendisi de bir Diyet Üst
Meclisi üyesi olan antropolog Masao Kunihiro daha da açık konuşarak şöyle
demiştir: “Ne yazık ki, çok şey öğrendiğimiz bir ülke olan Amerika’da Püriten
iş ahlakının erozyonu yaşanıyor.” Bu eleştiriler
Washington’daki hükümet yetkilileri tarafından, çoğunlukla ABD’li çalışanların
değersizleştirildiği ve yanlış anlaşıldıklarını savunan istatistiksel-dağılımlar,
Ben Franklin’cilik ve bazen de kötü amaçlı Japon- karşıtlığı söylemlerinde
yaşanan patlama ile karşılandı.73 Ancak Japonlara göre, eğer insanlar üretim yapmıyorsa bu
onların çaba harcamadığı anlamına geliyordu. Çözüm: Daha hızlı ve daha çok
çalışmak.
Japon halkı
çok çalışarak neler başarabileceğinin son derece farkındaydı. II. Dünya
Savaşı’nı takip eden yirmi beş yıllık süreçte, ülkelerinin mali durumunun II.
Dünya Savaşı’nda tam anlamıyla kül olmuş bir durumdan, dünyanın önemli
güçlerinden olduğu bugünkü konumuna yükselişini izlediler. Bu “ekonomik
mucizeleri”nde büyünün çok az yeri olduğunu anlamışlardı. Bu başarı, çaba ve
kişisel fedakarlıktan kaynaklanıyordu. Japonlar sıkı çalışma ve başarısızlığın
birbirlerini dışladığını düşünüyordu.
KORONER KALP
HASTALIĞINDAN
KORUNMAK
Bize çok anlamlı gelen yüzeysel kültürel özellikler, tıpkı
kaplumbağanın kabuğu gibidir: Japonya’yı saklar ve korurlar. Commodore Perry, kendisinin
Japonya’yı Batı’ya “açtığını”
düşünüyor olabilir. Aslında tüm kültürlerde olduğu gibi, yüzeyde
ortaya çıkan şey yanılsamadan biraz daha fazlasıdır.
Edward Hall ve Mildred
Hall,
Hidden Differences
İşkoliklik
Japon yaşam tarzıdır. Öyleyse
Japonya’nın
koroner arter hastalığına yatkın bir millet olduğu sonucuna varabilir miyiz?
Japonlar da, Amerikalı gazeteci Walter Winchell’in bir keresinde kendisi için
söylediği gibi, “öldürücü bir hızla mı gidiyor?”
Sağlık istatistikleri kocaman bir “hayır” diyor. Durum tam tersi
gibi görünüyor. Kontrolden çıkmış gibi görünen hıza karşın, Japonya’da koroner
kalp hastalığından genel ölüm oranları epey düşüktür. Çalışmamızdaki yirmi altı
ülke içerisinde (KKH istatistikleri çalışmada beş diğer ülke için mevcut
değildi) koroner kalp hastalığı oranı açısından en düşük beşinci ülkeydi.
Aslında Japonya’nın koroner kalp hastalığı ölüm oranları Dünya Sağlık Örgütü
tarafından hazırlanan bir rapordaki yirmi yedi sanayileşmiş ülke ile
karşılaştırıldığında en düşük seviyede.74
Hızla-şarj
olan A Tipi nüfusundaki işçilerin çoğu kendilerini koroner kalp hastalığından
nasıl koruyorlar? Elbette düşük kolesterollü Japon diyeti
buna yardımcı oluyor, ancak veriler bunun cevabın tamamı olmadığını gösteriyor.
Anlaşıldığı kadarıyla, kültürel değerler de eşit derecede önemli bir tampon
görevi görmektedir. Araştırmacılar Michael Marmot ve Leonard Syme, geleneksel
Japon kültüründe yetişmeyen Japon-Amerikalı erkeklerin koroner kalp hastalığına
yakalanma ihtimalinin, daha geleneksel bir evde yetişenlere göre 2-2,7 kat daha
fazla olduğunu bulmuştur. Bu durum, geleneksel KKH risk faktörleri -diyet,
sigara, kolesterol, tansiyon, trigliserid, obezite, glikoz 75 ve yaş- göz önüne alındığında bile geçerlidir.—
Japonya’nın
kültürel değerleri kendi özünde toplumun refahı üzerine derin ve değişmez
biçimde odaklanmıştır. Japon-tarzı işkoliklik Batı’daki muadilinden çok daha
farklı bir kalıptan çıkmadır. Geleneksel Japon iş ahlakı - “senyu koraku
[önce mücadele, sonra eğlence]”- Japonya’ya özgü kolektivist değerler sistemi
dahilinde düzenlenmiştir. Sıkı çalışma ve verimlilik, bireyci ülkelerde olduğu
gibi sadece kişinin ailesinin ihtiyaçlarını karşılamasını sağlayan bir araç
değil, kişinin “kabile”sini iyile ştirme si yönündeki yurttaşlık
yükümlülüğüdür. Amerika Birleşik Devletleri’nde, uzun saatler boyunca sıkı
çalışmak geleneksel olarak erkeklikle b ağdaştırılmıştır. Bunlar aileye ekmek
getiren kişinin tutkusu ve sorumluluğudur. Japonya’da bu çabaların
vatanseverlik boyutu da vardır.
Japonya’ya
özgü kolektivizm, bir topluluğa adanmaya odaklanmıştır. Birçok işçi için bu
topluluklardan en önemlisi tabii ki çalıştıkları şirketleridir. Bireycilik,
kişisel başarısı tüm şirketin refahı ile ölçülen Japon çalışan için yabancı bir
kavramdır. Topluluğa sadakat ve bağlılık Japonya’da bir seçenek değil,
mecburiyettir. Roman yazarı Yukio Mishima “Güneş ve Çelik” adlı denemesinde bu
kolektivist kimliklerin yoğunluğunu ele almaya çalışmıştır:
Topluluk, kelimelerin asla ortaya çıkaramayacağı şeylerle -ter,
gözyaşı, sevinç ve acı çığlıkları- ilgilidir. Eğer daha da derine inerseniz,
kelimelerin asla akıtamayacağı kanla ilgilidir... şunun farkına vardım ki yalnızca
toplulukla -topluluğun acısını paylaşmakla- vücut, kişinin tek başına 76
ulaşamayacağı bir yüksekliğe çıkar.76
Kişinin
şirketle özdeşleşmesi her yerde görülebilir. Şirket çalışanları her iş gününe
ayağa kalkıp ezberden “yaşamla coşan temiz kalplerin buluşması, Matsushita
Electric” benzeri dizeler söyleyerek başlar. İşverenleriyle bir ömür boyu
sürecek özdeşleşmelerini yansıtmak için genellikle şirket renklerini giyerler.
Japonlar şirketlerinin başarısı için çalışır ve sonra şirketlerinin başarısını
kendi başarıları gibi algılar. “Siz kazanamasanız da
ekibiniz kazanabilir” epey gözde bir slogandır. Sapporo Tıp Fakültesi’ndeki
eski meslektaşım Suguru Sato’nun bir keresinde söylediği gibi, “Bölümüme karşı
tıpkı sizin ailenize beslediğinize benzer hisler besliyorum.” Sato bunu
yalnızca metaforik olarak söylemiyordu. Araştırma verileri Japon çalışanların
yüzde altmış altısının -Japon yaşam tarzına göre çoğu erkek- şirketlerini en az
kişisel yaşamları kadar 77 önemli saydığını göstermektedir.—
Bu bağlılık
karşılığında, işçiler hizmet ettikleri topluluğun tarihsel olarak koşulsuz
daimi desteğini ve güvenini kazanırlar. Japonya’nın en büyük nakliye hattının
eski başkanı Yoshiya Ariyoshi bir keresinde şu yorumda bulunmuştur: “Yaşamın
başlangıcı Amerikalılar ve Japonlar için farklıdır. Amerika’da, anladığım
kadarıyla, çocuklar kimliklerinin bağımsızlığını hak etmeleri için cesaretlendirilir. Japonya’da ise öğrendiğiniz ilk şey
topluluğa uyum sağlamaktır. Bu uyumluluk karşılığında ise, insanlar size karşı
nazik ve ilgili davranır. Hiçbir şey için rica etmenize gerek yoktur.
İstekleriniz siz daha onları sormadan yerine getirilecektir. Çocukluk
dönemlerinde, iyiyseniz ve rahatsız edici istekleriniz yoksa 78
insanlar sizi
şımartacaktır.”—
Çoğu Japon
-özellikle de erkekler- için en önemli destek grubu şirketleridir. Üniversite
mezunları geleneksel olarak işverenlerini neredeyse eş seçerken gösterdikleri
özenle seçerler. Tıpkı bir evlilik gibi, şirket ile ilişkinin de ömür boyu
olması amaçlanmıştır. Japon çalışanların geleneksel olarak ömür boyu
faydalandığı mali güvenlik ve iş güvenliği hakkında çok fazla şey yazılmıştır.
Ama kendileri için önemli olan duygusal destektir. Örneğin, çalışanlardan biri
hastalandığında, şirket eve doktor göndermekle kalmaz, patronun da üzüntüsünü sunmak üzere o evi ziyaret etmesi yaygındır. Bu
duygu birkaç yıl önce Kyoto Ceramic Şirketi yetkililerince işçiler ve aileleri
için bir toplu mezar yeri satın aldığında aşırı uçlara götürülmüştür.
Çalışanlarının ölümden sonra da “yalnız hissetmeyeceklerinden” emin olmak
79 istemişlerdir.—
Özellikle
erkekler için iş arkadaşları iş gününün bir parçasını oluşturan kişiler değil,
yalnızlığı ender bir sorun haline getirecek şekilde, kişinin sosyal dünyasının
neredeyse tamamını teşkil eder. Aslında bu duygusal destek Japonların düşük
koroner kalp hastalığı oranları için bir başka kilit nokta olabilir. Sağlık p
sikolo gları sosyal destek duygusunun stre s ve hastalıklara karşı güçlü bir
tampon görevi gördüğüne dair önemli deliller sunmaktadır. Birçok ülkede
yürütülen çalışmalarda, güçlü bir destek sisteminin pek çok hastalığın
olasılığını azalttığı, iyileşme süresini düşürdüğü ve ciddi
hastalıklardan ölüm ihtimalini hafiflettiği gösterilmiştir. Örneğin, daha
yüksek düzeyde destek gören kişilerin böbrek hastalığı, çocukluk lösemisi ve
inmelerden daha çabuk iyileştiği, diyabet göstergelerinin düşük olduğu, eklem
ağrılarının daha az olduğu ve daha uzun 80
yaşadığı
kanıtlanmıştır.— Araştırmamız açısından en önemlisi ise, çalışmalar bu
kişilerin aynı zamanda kalp krizi olasılığının azaldığını ve kalp krizinden
ölmelerinin daha az muhtemel hale geldiğini göstermektedir. Duke
Üniversitesi’nden Redford Williams, ileri koroner kalp hastalığı olan kişilerle
ilgili olarak yürüttü ğü önemli çalışmasında, yaygın destek ağları olan
kişilerin yüzde seksen ikisinin sosyal anlamda en az beş yıl daha hayatta
kaldığını, bunun aksine soyutlanan kişilerde ise bu oranın
81 yüzde elli olduğunu göstermiştir.—
Şirketin
sağladığı duygusal desteğin yanı sıra Japon çalışan, arkadaşlarının da iş
yükünden payına düşeni taşıdığını bilmekten mutluluk duyar. Grupla ve grup için
çalışarak, baskı kişinin iş-arkadaşları arasında bölüşülür. Sonuç olarak, Japon
çalışanlar genellikle Batı’da sıkı çalışmaya eşlik eden stresin büyük
bölümünden uzak duruyor görünmektedir.
Bu teori A
Tipi davranışlarını ölçen kültürlerarası çalışmalarla da desteklenmektedir. A
Tipi davranışının en çok kullanılan ölçüsü olan Jenkins Aktivite Anketi, çalışmaya-
güdümlü -rekabetçi, çabuk öfkelenen, sabırsız- olmanın yanı sıra çok çalışmaya
dair bir dizi soru içerir. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki (ölçek burada
geliştirilmiştir) insanlar için, ilk bölümdeki sorularda görülen yüksek
skorlar, ikinci bölümdeki yüksek skorlarla el ele gitmektedir: Her ikisi de
aynı davranış kalıbının bir bölümüdür. Ama sosyal uyumun, en saygıdeğer sosyal
değer olduğu Japonya’da, rekabet ve saldırganlığın çok az yeri vardır.
Araştırmalar, Japonların A Tipi kişilik ölçeğini uyguladıklarında,
çok çalışmayı yansıtan sorulara verdikleri yanıtların çalışma- güdümlülüğünü
ölçen maddelere verdikleri yanıtlarla çok az ilişkili olduğunu göstermektedir.
Çok çalışmaya yüksek puan vermeye eğilimlilerken çalışma-güdümlülük 82 davranışına düşük puan verirler.—
Çalışma-güdümlü olma hakkındaki A Tipi sorularının tercümesi bile
sorundur. Hayal kırıklığına uğramış bir araştırmacı, “İşinizde rekabetten
hoşlanır mısınız?” sorusu için bulabildiği en iyi Japonca tercümenin “İşinizde 83 nezaketsizlikten hoşlanır mısınız?”— olduğunu bildirmiştir.
Sato, “rekabet”, “atılganlık” ve “saldırganlık” gibi kelimelerin Japoncaya
tercümesi sorunu üzerine şu yorumda bulunur: “Japonca’da ‘saldırganlık’
kelimesi tam olarak ‘hücum’ anlamına gelen ‘kougeki sei’ biçimde tercüme
edilir. Bir kişi ‘kougeki sei’ olarak tarif edildiğinde, o kişinin
düşman ya da kötü huylu olduğu anlamı çıkar. Çok olumsuz bir iması vardır.”
Batıda ise agresifliğin tıpkı “atılganlık”ta olduğu gibi aynı zamanda pozitif
bir iması da vardır. Ama atılganlık Japoncaya tercüme edilmesi zor bir
kelimedir. Batılı çocuklara “Dileyin, size verilecektir”84 diye öğretilirken, uygun biçimde sosyalleşen bir Japon sessiz
olduğunuzda istediklerinizin size geleceğine inanır.
Görüldüğü
kadarıyla rekabetçi düşmanlık ve öfke, sıkı çalışmakta ve Japonya’nın yüksek
yaşam hızında çok az rol oynamaktadır. Ancak çalışmalarımızın yüksek yaşam hızı
ve koroner kalp hastalığı arasında güçlü bir ilişki gözlemlediği Amerika Birle
şik Devletleri ve diğer Batı kültürlerinde bir yanda hız ve zaman aciliyeti
diğer, yanda ise rekabet ve düşmanlık arasında ince bir çizgi vardır.
Japonya’nın
durumu zaman aciliyetinin koroner kalp hastalığının doğrudan
nedeni olmadığını göstermektedir. Yalnızca hız ve zamansal baskı, düşmanlık ve
öfkenin toksik unsurlarıyla birlikte aynı anda var olduğunda koroner kalp
hastalığı ile sağlam bir ilişkisi olduğunu gösterir.85 Ancak Japonların düşük kalp hastalığı oranları hız ve zaman
aciliyetinin kendi başına alındığında ölümcül olması gerekmediğini kanıtlar. Bu
ise kardiyologlarının yavaşlamaları konusundaki uyarılarına direnen işkolik
Batılılar için iyi haberdir. İşe doğru tutum ile -düşmanlık ve rekabetçilik
olmadan- yaklaşıldığı sürece koroner kalp hastalığı için çok az risk artışı
vardır ya da hiç yoktur.
GİRİ’NİZİ BİLMEK
Japon
işkolikliğini niteleyen denge ve zamansal esnekliğin kökeni giri ya da
diğerlerine karşı yükümlülük ilkesine dayanır. Uygun sosyal davranışı yöneten
kurallar sıkı bir koreografiye sahiptir. Hemen hemen her sosyal ilişki açıkça
belirlenen görevler etrafında yapılandırılmıştır: Kişinin giri ’si.
Bazen bu beklentiler önemsiz de olabilir. Örneğin, insanlar Sevgililer Günü’nde
“girichoco”dan -yani çikolata yükümlülükleri- bahseder. Aslında
Japonya’da öylesine çok giri vardır ki, takas edilen bütün hediyelerin
geri dönüşümüne adanmış ikinci el hediye mağazaları mevcuttur.
Ama giri
kavramı hediye vermekten çok daha derine iner. Kişinin görevlerinin merkezinde
o kişinin ailesi, şirketi ve ülkesine karşı yükümlülükleri ayrıntılı biçimde
belirtilmiştir. Japon işkolikliğini tanımlayan topluluk ilgisini ate şleyen giri
seviyesi işte budur.
Nagoya’da
İngilizce öğreten Avustralyalı Allen Miller Japonların girilerini
başarılı biçimde yerine getirirken hissettikleri gururdan bahseder. Japonların
nasıl her şeyi iyi planlanmış biçimde yapmayı sevdiklerine işaret eder.
“Tanıştığım çoğu Japon bana karşı olan yükümlülüklerini tam
olarak anladıklarında neredeyse seviniyorlardı” diyordu Miller, “Önemli olan ne
kadar yükümlülükleri olduğu değil, kendilerinden ne beklendiğini tam olarak
anlamalarıydı. Ondan sonra yükümlülüğü yerine 86 getirmek üzere harekete geçerlerdi.”—
İş
ahlaklarının ardındaki mekanizma Japonlara durumun gerektirdiği şekilde bir
zamansal moddan diğerine geçmede ustalaşmalarını sağlar. Yüksek tempo
gerektiğinde ise bunu hepsinden iyi yap arlar. Ama bazen işyerinde giri
temponun yavaşlatılmasını gerektirir ve Japon işkolik genellikle bu ritimde
eşit beceri ile performans gösterir.
Zamansal
modların Japonlara özgü karışımı iş ve iş-dışı zamanın doğasına karşı temel
tutumlarını yansıtır. Amerika Birleşik Devletleri’nde, iş zamanı ve oyun zamanı
arasında keskin bir ayrım vardır. Kişinin şirkete olan yükümlülüğü, çoğunlukla
dakikalarla belirlenen belli zamanlarda başlar ve biter. Çalışandan, açıkça
tanımlanmış sınırlar içerisinde, dikkatini yalnızca o günkü göreve odaklaması
beklenir. İşveren, diğer taraftan, çalışanın iş-sonrası saatlerinin özel
düzenlemeler yapılmadıkça, şirketin sınırları dışında olduğunu anlar.
Japon
çalışanlar için -yine özellikle erkek çalışanlar için- çalışma zamanları ve sosyal
yaşam arasında bulanık bir çizgi mevcuttur. Pek çok Japon erkek için iş
arkadaşları ve dostları bir ve aynıdır. Japon çalışanın saatleri uzundur, ancak
üretimleri Batılıların tahmin ettiği kadar yüksek değildir. Zamanlarının çoğunu
meslektaşlarıyla konuşarak, toplantılara katılarak ve aylak aylak sohbet ederek
geçirirler. İş günleri, diğer bir deyişle, sadece üretim-odaklı değildir. Kendi
fakültesinde kıdemsiz üye olan Suguru Sato, yaptığı işin ^irilerinden
birinin, aslında, kıdemli meslektaşları kahvelerini
alırken, öğle yemeklerini yerken ve hatta birbirleriyle masa oyunları oynarken
-onun ilgisine muhtaç, bitirmek için fazla mesai yapması gerekecek bir başka
işi olsa bile- orada hazır bulunmak olduğunu anlatır. Sosyal iş-dışı zaman,
diye açıklıyor, çalışan ve me slektaşları ve genel olarak Japon toplumunun
yüksek değer verdiği wa (uyum) için gereklidir. Bu nedenle, ABD’li bir
profesörün zaman kaybı olarak düşüneceği bu şeyleri işinin çok önemli bir
bölümü olarak algılar. “Bir şirket tarafından ömür boyu çalışmak üzere
kiralanıyorsanız” 87 diyor Sato, “uyum hayati öneme sahiptir. ’—
Fazlasıyla
grup odaklı olan Japonlar, ABD’deki insanlara göre özel zamana daha az ihtiyaç
duyarlar. Uzun bir iş gününün ardından bile, Sapporo Tıp Fakültesi’ndeki
çalışanlar belki bira içmek ve iş arkadaşlarıyla maç izlemek üzere birkaç saat
daha etrafta takılacaktır. Bu alışkanlıklar sosyal ilişkilerde istenen uyumu
yaratmaya yardımcı olur. Ortaya çıkan wa Japon işgücünün verimliliğini
güdüleyen kişisel sorumluluk ve içsel motivasyon duygusunu besler.
Kişinin girisini
kabul etmesi ve ne kadar çaba ya da zaman gerektirdiğine bakılmaksızın, sonraki
beklentileri üstlenmeye gönüllü olması Japonların kendilerini şirketlerine
adamalarının altında yatan esas nedendir. Herkes girisinin önemli
olduğunun, ailelerinin mutluluğu, şirketlerinin başarısı ve Japonya’nın
geleceğinin her bireyin işini yapmasıyla belirleneceğinin farkındadır. Bu durum
kısmen, en sonunda lider olan kişinin çalışmaya şirketteki en bayağı işlerle
başlamasına dayanan Japon kıdemlilik sisteminden de kaynaklanmaktadır. Bir
otobüs şirketinin başkanı işe otobüs şoförlüğü yaparak başlamıştır. Restoran
müdürü bir garson olarak işe girmiştir. Her çalışan aynı sürecin bir parçasıdır
ve her biri de en-düşük mavi-yakalı işin operasyonun başarısı için elzem
olduğunu anlar.
Allen Miller kendi sınıflarındaki bir durumu şöyle anlatıyor.
“İnsanların ABD’de hastalanan bir çalışan aradıktan sonra, teşvik edici bir
patronun nasıl ‘Merak etme. Sen dinlenmene bak. Sensiz de idare edebiliriz’
diyebildiğini anlamalarını sağlayamadım. Öğrenciler bunu anlamıyorlardı.
Japonya’da, cevap ‘Ah, sensiz işi sürdürmek için elimizden geleni yapacağız, 88 ama bu çok zor olacak’ gibi bir şeydi.”—
Giri ilkesi, Japonların
kendilerini öldürmeden aşırı çalışma yeteneklerinin açıklanmasını sağlar.
Çalışmaya uzun saatler harcayan Japonlar bunun kendilerinin girisi
olduğunu düşünürler.. Bütün yükümlülükleri iyi düşünülmüştür ve bu
yükümlülükler yerine getirildiği sürece, kıdemlilik ödülleri de beraberinde
gelecektir. Pek çok Japon bu inancın -yaptıklarının önemli olduğuna, üstleri
tarafından takdir edildiğine ve bunun grup çabasının bir parçası olduğuna dair
inanç- strese karşı başlıca tampon olduğunu düşünür.
KAROŞİ VEYA AŞIRI ÇALIŞMA
NEDENİYLE ÖLÜM
Bütün bunlar,
Japon işkolikliğinin bir bedeli olmadığı anlamına gelmez. Aslında gün geçtikçe
daha fazla Japon işyerine karşı saplantılı sorumluluğun aşırıya kaçmasından -bu
durum artık ne kişi ne de topluluğun en fazla ilgi duyduğu konudur-
korkmaktadır. Eleştirmenlere göre, aşırı çalışma bir bağımlılık haline gelmiş
ve birçok kişiye ve aileye bunun bedelini sağlıklarıyla ödetmiştir.
Çok az kimse
Karoşi Yardım Hattı’na başkanlık eden Hiroshi Kawahito’dan Japon- tarzı
işkolikliğin bedelleri hakkında daha fazla haberdardır. “Karoşi” kelimesi aşırı
çalışma nedeniyle, genellikle de koroner kalp hastalığından ölmek anlamına
gelir. Yardım Hattı yalnızca işle-ilgili hastalıklar yaşayan çalışanlardan
telefon almakla kalmıyor, aynı zamanda kocalarını ya da babalarını şirketteki
işinden dolayı kaybetmiş ailelere de danışmanlık yapıyor. 1988 yılında Osaka’da
açılan ilk Karoşi Hattı, ilk operasyon gününde 309 telefon almış. Bir yıldan
biraz daha uzun bir süre sonra ise yirmi sekiz vilayette Karoşi Hatları
açılmış. Karoşi vakalarının sayısı, diyor Kawahito, artmaya devam ediyor. “İlk
başta karoşi hatları yedi yerde vardı ama bazen Tokyo hattına Okinawa gibi çok
uzak yerlerden telefonlar aldık, bu nedenle de yardım hattı bürolarının
sayısını artırmamız gerektiğini düşündük” diyor. “Şimdi Karoşi Hattı’nın
sayısını her vilayete bir tane düşecek şekilde kırk yedi merkeze çıkarmaya
çabalıyorum.” Bizzat Kawahito’nun bile, ölümüne çalışan insanları korumak için
günde on saat çalıştığını da belirtmemiz
89 gerekir.—
Açıkçası,
birçok Japon kendi işkolikliği nedeniyle bir bedel ödemektedir. Karoşi Hattı
grubun psikolojik tampon olma görevinin birçok Japon çalışan için zayıfladığına
dair bir işaret olabilir. Ekonomik baskıların kıdem sisteminin ve ömür boyu iş
güvenliğinin önceleri dokunulmaz olan özünü tehdit etmeye başlamasıyla, strese
bağlı sorunların gittikçe yaygın hale gelmesinden endişelenmek için nedenler
vardır.
Yine de bir
bütün olarak ele alındığında, Japon çalışanın p sikolojik esnekliği konusunda
kanıtlar güçlü olmayı sürdürüyor. Çoğu Japon sıkı çalışma rejimleri konusunda
nispeten -en azından Batı’daki meslektaşlarıyla karşılaştırıldığında- rahat
görünmektedir. Dışarıdan bakıldığında, Japon normu Batı kökenli işkoliklik
etiketiyle epey rahat biçimde uyuşmaktadır. Ancak bu işkoliklikse, yine de
çok farklı bir türüdür.
JAPONYA’DAN
ÖĞRENİLECEKLER
Japonya’nın dünyanın geri kalanını gözlemlemek için ideal bir yer
olduğu söylenir. İnsan bunun nedenini görebiliyor, çünkü Asya’nın bu en uç
kısmına tüneyince kişi sanki dünyaya dışarıdan bakıyormuş gibi hissediyor.
lan Buruma, Behind the Mask
Japonya’da
her zaman çelişki olduğu söylenir. Konu hız olduğunda Japonlar bütün ülkeleri
geride bırakırlar, ancak bu durum onların saatlerin zulmüne uğradığı anlamına
gelmez. Kyoto’da bir yıl kalan yazar Pico lyer, Japonların zaman “erbabı”
olduğunu gözlemlemiştir. Onlar “Zamanı dertop eder ve ardışık dakikaların
iğreti kaosunu en az sanat kadar güzel bir mersiyeye
çevirirler.” Yavaşlık konusunda da en az hızda olduğu kadar üstündürler.
“Japonların büyük kısmı” diye düşünür lyer, “zamandan geri çekilecek, zamanın
içinde kalacak ve onun dışına 90 çıkabilecek şekilde kurulmuştur.”
Belki de
Japonya’dan alınabilecek en önemli mesaj bize kendimiz hakkında
öğrettikleridir. Batı’daki insanlar genellikle acelecilik ve boş zaman
faaliyeti arasındaki tercihi bir yanda başarı, bir yanda stres arasında bir
değiş tokuş olarak görür hale gelmiştir. Aslında çok çalışmanın genellikle
çağdaş işçileri çetin bir bedele zorladığına şüphe yoktur, ancak Japonya
deneyiminin de kanıtladığı gibi, bu ilişki evrensel değildir.
Güncel A Tipi
araştırmacıları hızlı hareket, hızlı konuşma ve kişinin işe gömülmesi gibi
davranışların, eğer çalışma-güdümlü rekabet ve düşmanlık içermiyorlarsa,
mutlaka koroner
91 sorunlara neden olmayacağını one sürmüştür.— Bu sonuçların, pek çok A Tipi araştırmasının yürütüldüğü
ABD’den elde edilen verilere dayandığı göz önüne alındığında bu konudaki en
güçlü desteklerden bazılarının Asya’nın öbür ucundan gelmesi paradoksal bir
durumdur. Bizim yaşam-hızı çalışmalarımızın sonuçları pek çok ülkede, özellikle
de ABD ve Batı Avrupa’da, zaman aciliyetinin birçok günümüz A Tipi
araştırmacısının inandığından çok daha fazla koroner kalp hastalığı ile
ilişkilendirildiğini göstermesine karşın Japonya örneği bu ilişkinin kaçınılmaz
olduğunu düşündürmektedir: Her saniyeyi hesaba katma, sıkı çalışma ve yüksek
hızda hareket etme ihtiyacı kişinin sağlığı için mutlaka yıkıcı olmak zorunda
değildir.
Zaman
kullanımı, her ne kadar Japonların Batı kültüründen ödünç aldıkları birkaç
cazip özellikten biri olsa da, onu daha derin bir düzeyde, kendi geleneksel
değerlerine uyarlamışlardır. Son yıllarda, Batılı iş adamları artık
kendilerinin Japon üretim tekniklerini öğrenme sıralarının geldiğini
alçakgönüllülükle kabul etmiştir. Belki zamanı kontrol etme hakkında da
onlardan dersler alabilirler.
63 Ocak ayının son tam haftasının pazartesi
günü. Bu günün yılın en zor günü olduğu söylenir. (ç.n)
64 Business Week, 24 Mart 1986.
65 Özel görüşme, 15 Temmuz 1987.
66 Japoncada “yabancı” anlamında. (ç.n.)
67 Vacation Competently. Asahi Evening
News (16 Temmuz 1987).
68 It’s official! vacations really aren’t
un- Japanese. The New York Times International Edition (6 Ağustos 1988),
4.
69 Sanger, D. (7 Temmuz 1991). ... As
Japanese work even harder to relax. New York Times, 2.
70 a.g.e.
71 Alıntılayan: Sanger, D. E. (30 Mayıs
1993). The career and the kimono. The New York Times
Magazine, 29.
72 Reynolds, G. (27 Nisan
1995). Intercultural Network’de e-posta gönderisi.
73 Japan in the mind of America / America
in the mind of Japan. Time (10 Şubat 1992), 22.
74 World health statistics annual, 1980: Vital statistics and causes of death. Geneva:
World Health Organization.
75 Marmot, M. G., and Syme, S. (1976).
Acculturation and coronary heart disease in Japanese-Americans. American
Journal of Epidemiology 104, 225-47.
76 Mishima, Y. Sun and Steel. Alıntılayan:
Stokes, H. (1975). The Life and Death of Yukio Mishima, 160. Tokyo:
Charles E. Tuttle.
77 Aktaran: Weisz, J. R., Rothbaum, F. M.,
and Blackburn, T. C. (1984). Standing out and standing in: The psychology of
control in America and Japan. American Psychologist 39, 955-69.
78 Christopher, R. C. (1983). The
Japanese Mind: The Goliath Explained, 70. Tokyo:
Charles E.
Tuttle. 15. a.g.e., s. 148.
79 a.g.e., s. 148.
80 Bu çalışmaların bazılarının bir
değerlendirmesi için bkz.: Taylor, S. E. (1991). Health Psychology (2nd
ed.). New York: McGraw-Hill.
81 Williams, R. (1992). Prognostic
importance of social and economic resources among medically treated patients
with angiographically documented coronary artery disease. Journal of the
American Medical Association 267, 520-24.
82 Cohen, J. B., Syme, S. L., Jenkins, C.
D., Kagan, A., and Zyzanski, S. J. (1975). The cultural context of Type A
behavior and the risk of CHD. American Journal of Epidemiology 102, 434.
83 Appels, A. (1979). A psychosocial model
of the pathogenesis of coronary heart disease. Gedrag Ujdschrift Voor
Psychologie, 6-21.
84 Matta İncili 7:7 (ç.n.)
85 Bulgularımız, tek zehirli A Tipi
bileşeninin “düşmanlık-öfke” olduğunu belirten pek çok A Tipi araştırmacısı ile tutarlıdır. Zaman aciliyetinin
düşmanlık-öfke konusunda aşırılık gösteren kimselerin -en azından ABD için-
ortak bir özelliği olduğunu, fakat tek başına koroner kalp rahatsızlığına yol
açmayacağını öne sürerler.
86 Özel Görüşme, 22 Temmuz 1987.
87 Sato, a.g.e.
88 a.g.e.
89 Lawyer laments death by overwork. The
Japan Times Weekly Overseas Edition (7 Ekim 1989), 5.
90 lyer, P. (1991). The Lady and the
Monk. New York: Alfred Knopf.
91 Wood, C. (1986, Eylül). The hostile
heart. Psychology Today, 10-12, 12.
3. BÖLÜM
HIZ DEĞİŞTİRMEK
IX
ZAMAN OKURYAZARLIĞI
Sessiz Dili Öğrenmek
Bir davete
icabet edildiğinde, kurallara uymak akıllıcadır. Dakiklik bir zorunluluktur,
çünkü kokteyllerin bir zaman sınırı yoktur. Akşam yemeği daveti saat yedi
içinse, ev sahibinin zilini tam yedide çalın. Birkaç dakika içinde de masadaki
yerinizi almış olursunuz. Taksi sizi kapıya vaktinden erken getirirse, aşağıda
bekleyin. Belki de diğer konuklar sizden önce gelip orada toplanmıştır. Ayrıca
yakınlardaki katedralin saati yediyi vurana kadar da hareket etmeyin.
Lilly Loernzen, OfSwedish Ways
T
arihçi Lewis
Mumford bir keresinde “her kültürün, diğer bütün zaman ve mekânların kendisinin
içinde yaşadığı gerçek zaman ve mekânın benzer ya da çarpıtılmış hali olduğuna
inandığını”1 gözlemlemiştir. Ancak işin doğrusu, belli bir yaşam
ritminin doğru ya da yanlışları yoktur. Sadece her biri kendi eksi ve artısını
barındıran farklı yaşam tarzları vardır. Öyleyse bütün kültürlerin,
diğerlerinin zamanla ilgili fikirlerinden öğreneceği bir şeyler vardır.
Ancak diğer
kültürlerin zamansal kodlarına erişmek çaba gerektirir. Zamansal kalıplar
kültürel özellikler ağının kesişme noktalarında yer alır. Japonya’daki durumun
da bizlere gösterdiği gibi, bu zamansal kalıpların orada yaşayanlar için
psikolojik olarak ne anlam ifade ettiği, söz konusu geniş bağlamdan koparılarak
anlaşılamaz. Bir kültürün zaman algısının anlaşılması için önce o kültürün
temel değerleri anlaşılmalıdır. Bu sessiz dili kavramaya çalışırken
yabancıların şaşkınlığa düşeceğine ise hiç şüphe yok.
Birçok
durumda, zamansal cehalet tuhaf ve mahcup eden durumlara yol açar. Ancak diğer
durumlarda bilgi eksikliği sosyal dışlanmaya neden olabilir. Bu durum,
genellikle saat zamanıyla yaşamayan insanların ritmi yüksek kültürlerin
standartlarına uymaları gerektiğinde ortaya çıkan bir sonuçtur. Refah düzeyi
yüksek toplumlarda, ana akım kültürün saat-güdümlü yaşam hızına uyum
sağlamadaki yetersizliklerinden dolayı marjinalleşen alt kültürler de vardır.
Zamansal olarak dışlanmış alt gruplar özellikle çok uluslu ve çokkültürlü,
hızlı sosyal değişim geçiren geniş topluluklarda ortaya çıkar. Bunların çoğunlukla
zamansal bakış açısı şimdi ile sınırlıdır. Toplum eleştirmeni Jeremy Rifkin,
zamansal yoksunluğun, aslında tüm gelişmiş toplumların yerleşik bir özelliği
olduğunu savunur. “Endüstriyel kültürlerde, yoksullar zamansal
açıdan
yoksul olmalarının yanında maddi açıdan da yoksuldurlar” diyor Rifkin.
“Gerçekten de, zamansal yoksunluk ve maddi yoksulluk birbirlerini belirler...
şimdiye odaklı yaşayan insanlar başkalarının onlar için hazırladığı geleceği
yaşarlar.”2 Edward Banfield, kentsel
yoksulluk hakkındaki kitabı Unheavenly City’de daha da ileri gider:
“Gelir veya zenginlik eksikliği değil, aşırı şimdiye-odaklılık, ‘yoksulluğun
kültürü’ anlamında yoksulluğun 3 temel sebebidir.”-
Amerika’da bu
iddiaları destekleyen pek çok somut kanıt vardır. Chicago Üniversitesi’nde
Sosyal Hizmet Yönetimi profesörü Dolores Norton, on yıldan uzun bir süredir
fakir Amerikan ailelerinin çocuklarındaki zihinsel gelişimi inceliyor.
Araştırması son derece yüksek riskli bir sahada, Chicago’nun en çürümüş yoksul
köşelerinde yaşayan ergenlik çağındaki dar gelirli siyahi annelerin
çocuklarının deneyimlerine odaklanmıştır. Norton bu çocukların evdeki sosyal
etkileşimini videoya kaydetmiş ve sonrasında bu bilgiyi okulda karşılaştıkları
en zor engellerin gerçek nedenini bulmak için kullanmıştır. Çocukların
sorunlarının ne kadarının, egemen kültürün zamanı kullanım biçimlerine
hazırlıksız oluşlarına bağlı olduğunu gören Dolores Norton, Rifkin ve
Banfield’in zamansal yoksunluk kuramlarını destekleyen veriler elde etmiştir.
Bulgularına
göre, zamansal çatışmalardan kaçınmak bu çocuklar için neredeyse imkansızdı,
çünkü ev yaşantılarında dışarıdaki zamanı neredeyse hiç kullanmazlar. İşe
gitmek ya da belli saatlerde yemek yemek gibi günlük rutinler, bu çocuklar
tarafından nadiren deneyimlenir, çünkü ebeveynleri çocuklarını uyuşturucu ya da
çete şiddetinden uzak tutmaya çalışırken aynı zamanda eve ekmek getirmek için
uğraşırlar. Bu çocukların ebeveynlerinin çoğu nadiren “on birde başlayacak en
sevdiğin televizyon programını izlemeden önce odanı güzelce
temizle”4 gibi talimatlar verir ya da “önce çoraplarını giy sonra
ayakkabılarını” gibi basit sıralı yönlendirmelerde bulunurlar.
Çocuklar
okula başladığında en çok da zamansal beklentiler nedeniyle şaşkınlık yaşarlar.
Norton bu senaryoyu şöyle anlatır:
Kendinizi,
sizin dilinizde konuşan ancak onları memnun etmek istediğiniz halde tavırlarını
anlamlandıramadığınız yetişkinlerle aynı sınıftaki bir çocuk olarak hayal edin.
Çöl farelerini görmek için ayağa kalktığınızda size oturmanız, boyamayı
bitirmeniz ve çöl faresi görmek için teneffüsü beklemeniz söyleniyor. Boyama
için oturduğunuzda, kağıdınız daha boyamayı bitirmeden önünüzden alınır, çünkü
saat on ve meyve suyu vaktidir. Meyve suyunuzu bitirmeden,
Norton bu tip
durumların, incelediği yoksul mahalle çocuklarının normları olduğunu
keşfetmiştir. Saklambaç oyunu tam ortasında kesilir, çünkü atıştırma vakti
gelmiştir, henüz atıştırma bitmeden de yeni bir ders başlamıştır bile. Zaman
kavramları sınıfınkiyle ne kadar az uyumluysa, çocukların başarıları da o kadar
düşmektedir. Çocukların kafa karışıklığı ve hayal kırıklığı onları çoğunlukla
isyana veya içine kapanmaya itmektedir. Sorun çıkarıcı ya da kalın kafalı
olarak etiketlenebilirler. Böylelikle sarmal gittikçe daha çok sarpa sarar.
Başka bir
kültürün sessiz diline hakim olmak, Norton’un cesaret kırıcı açıklamalarının da
gösterdiği gibi, çetin ve alengirli bir kovalamacadır. Bir başka zaman algısına
uymaktaki bu güçlükler elbette ki ekonomik açıdan yoksul alt-kültürlerle
sınırlı değildir. Daha önceki bölümlerde uluslararası bazı kişilerin -
politikacı ve krallardan kültürler arası incelemelerde bulunan psikologlara
kadar - başka toplulukların zamansal kurallar konusunda nasıl çuvalladıklarını
hızlı ve derin biçimde gördük. Ancak çoklu-zamansallıkları içeren başarı
öyküleri de vardır.
Meksika’nın
Tijuana bölgesinde her gün çalışmak için sınırın Kaliforniya tarafına geçmek
zorunda olan binlerce insan zamansal esneklik konusunda son derece başarılıdır.
Şu an kütüphane müdürü ve Merida’daki Meksika Mayab Üniversitesi İletişim
Bölümü’nde öğretim görevlisi olan psikolog Vicente Lopez, kendisinin (en
azından zamansal açıdan) bu topluluğun tip ik örneklerinden biri olduğunu
düşünür. Lopez beş yılını Tijuana’dan San Diego’ya gidip gelerek geçirmiştir.
Sınırı her geçtiğinde içinde bir düğmeye basılmış gibi hissettiğini söyler.
Amerika Birleşik Devletleri’ne girerken, tüm varlığının aniden saat-zamanına
göre değiştiğini hissetmektedir: Daha hızlı yürüyecek, daha
hızlı araba kullanacak, daha hızlı konuşacak ve işleri teslim tarihlerine
yetiştirecektir. Eve dönünceyse, vücudu rahatlayacak ve Meksikalı gümrük
memurunu gördüğü anda olay zamanına girerek yavaşlayacaktır. “Benim gibi
zamanlar arasında gidip gelen büyük bir topluluk var” diyor Lopez. Ona göre,
çoğu insan evlerinin düşük yaşam hızı nedeniyle Meksika tarafında kalmasında
ısrar ediyor. “Meksika’da, bizler zamanın içerisindeyizdir. Zamanı kontrol
etmeyiz. Zamanla birlikte yaşarız. Amerikalılara, ‘Lütfen Meksika
zamanına göre hareket etmeyi öğrenin’ demek zorundayız. Meksikalılara ise
‘Amerikalıların böyle olduğunu anlayın’ demeliyiz. Ve böylece iki farklı zaman
içinde geçiş yapabiliriz.”6 Lopez bu geçişin, kendisi de dahil Tijuana-San Diego
arasında gidip gelen pek çok kişi için ikinci bir tabiat haline geldiğini
söylüyor.
ZAMANI ÖĞRENMEK
Vicente Lopez tanıdık
olmayan zaman kalıplarının öğrenilebileceğini kanıtlıyor. Elbette ki,
kültürlerarası gezginlerin çoğu Lopez’in farklı zamanlara uyum konusundaki
yetkinliğine ulaşana kadar katlandığı beş yıl kadar süren zor süreçten
kaçınmayı tercih edecektir. Bu süreci kolaylaştırmak için, başka bir kültürün
zaman algısının temellerini, tıpkı insanlara konuşma dilinin öğretildiği gibi
öğretmek mümkün olabilir mi? Aslında Dolores Norton’un Chicago’daki toplulukla
gerçekleştirmeye başladığı da tam olarak budur.
Onun zamanı öğretme
programı benzersiz değil. İsrail’de -demografik farklılıklar bakımından ABD ile
benzerlik gösteren belki de günümüzdeki tek ülke- psikologlar Ephraim
Ben-Baruch ve Zipora Melitz, Negev Ben- Gurion Üniversitesi’ndeki
meslektaşlarına, üçüncü dünya kültürlerinden çocukların İsrail’in genel yaşam
hızına uyum sağlamaları için eğitmek üzere tasarlanan bir dizi ayrıntılı zaman-
öğretme egzersizinin başarılı olduğunu bildirmiştir. Programları, zamanın sekiz
temel kavramını öğreten yirmi dokuz geniş kapsamlı faaliyetten oluşmaktadır.
Konuların çoğu Piagetçi zamansal gelişim anlayışındaki telafi dersleri
biçiminde okunur. Örneğin, faaliyetlerden bir bölümü ‘önce ve sonra’ kavramını
öğretir. Bu modülde çocuklar devam karnesinin nasıl hazırlanacağından ana akım
kültürün geçmiş, şimdi ve gelecek kavramları arasında nasıl ayırım yaptığını
anlamaya kadar uzanan geniş bir kavramlar ağını öğrenir. Başka bir modül, “gece
ve gündüz”, gün ve gecenin bölümlerinin (sabah, öğle, akşam, gece) ana akım
kültür tarafından kabul edilen standartlarını ve bu zaman dilimlerinde ortaya
çıkan faaliyet türlerinin sıralanışını öğretir. Üçüncü bir modül ise haftanın
günlerini ve her günün farklı beklentilerini öğretir.
Diğer
modüller daha soyut zamansal kavramlara odaklanır. Faaliyetlerin bir bölümünde,
çocuklara süre kavramı verilir. Örneğin, çocuklar her gün gömleklerini ilikleme
ve ayakkabılarını bağlama gibi faaliyetleri uygular ve sonrasında onlardan her
bir faaliyetin ne kadar sürdüğü ve hangisinin daha uzun olduğunu tahmin etmesi
istenir. Daha sonra ise çocuklara daha uzun zamansal süreler verilir:
Tohumların filizlenmesi ne kadar sürer? Peki ya, merdivenlerden yukarı çıkıp
kaydıraktan kaymak? Büyümek ne kadar sürer? Sonraki egzersizler eşzamanlılık
kavramını -bazı olaylar birbiri ardına ortaya çıkarken, diğerlerinin aynı anda
olabileceğini- öğretir. Son üç modül zaman akışının farklı kalıplarına
odaklanır: Döngüsel zaman, doğrusal zaman ve sınırlı bir varlık olarak zaman
kavramını anlamak. Döngüsel zaman kavramını açıklamak için çocuklara, örneğin,
tatilin ve doğanın döngüleri ve bu olayların nasıl tekrar tekrar aynı sırayla
meydana geldiği anlatılır. Zamanın döngüsel olduğunu
kavrayarak, aynı zamanda geriye dönebilir olduğunu da anlarlar: ilkbahar geri
dönecektir, başka doğum günü partileri de olacaktır, yarın yeni bir gündür.
Çocuklardan daha sonra daha az “doğal” olan doğrusal zamanı anlamaları istenir.
Genellikle geleneksel Bedevi terbiyesiyle ya da başka bir çöl ya da köy
kültürüyle yetiştirildikleri için bu onlar açısından anlaması daha zor bir
kavramdır. Doğrusal zamanı anlamak için, tekrarlanmamaya meyilli, “tek yönlü
akan” türde olayları incelediler. Doğrusal zaman kavramının başlangıçlar,
süreçler ve bitişleri anlamayla nasıl bağlantılı olduğu öğretildi onlara.
Egzersizlerin son modülünde çocuklar sınırlı bir varlık olarak zaman 7
kavramını
öğrendiler.-
Hem Norton
hem de Ben-Baruch’un müfredatları çocuklara, ana akım kültürdeki pek çok
görevin, tamamlanabilmeleri için bölüştürülmüş ve sınırlı zamanı olduğuna dair
çirkin gerçekliği öğretiyor. Çocukları zaman sınırlamaları, zamanın değeri ve
verimli çalışmanın arzulanabilirliliği gibi fikirlerle ilgilenmeye
hazırlayarak, onlara yeni kültürlerinde saati yönetmekte başarısız olan birinin
başarısız olarak adlandırılabileceğini de anlamalarına yardımcı olmaktadır.
SEKİZ DERS
Norton ve
Ben-Baruch tarafından geliştirilen programlar daha hızlı kültürlerle
karşılaşmaya hazırlanan olay zamanı insanlarını hedefliyor. Ancak aksi yönde
hareket ediyorsanız, yani hızlıdan yavaşa, zamansal eğitimden aynı derecede
öğreneceğiniz şeyler de mevcut. Peki, ABD gibi “vakit nakittir” kültüründen
gelen bir misafire Vincente Lopez’in Meksika’sına uyum sağlamaları konusunda ne
gibi dersler verebiliriz? Peki ya, fiziksel olarak kendi kültürünüzü terk etmek
gibi bir niyetiniz yoksa ve sadece zamansal repertuarınızı geliştirmek, daha tatmin
edici bir yaşama yol açabilecek alternatif yaklaşımları öğrenmek istiyorsanız?
Sessiz dile kelimeler atayabilir miyiz? İşte size, daha yavaş kültürlerin
zamansal mantığını anlamayı isteyen saat zamancıları tarafından
8
öğrenebilecek birkaç ders.—
Birinci Ders
Dakiklik:
Randevu vakitlerini tercüme etmeyi öğrenin. Bir profesörle randevuya gitmek için
uygun zaman nedir? Peki, bir devlet memuruyla? Bir parti için? Ortalıkta kimse
yoksa diğerlerinin ne zaman gelmesini beklemelisiniz? Bir dersin saat 10.00’da
başlaması planlanmışsa, ö ğretmen öğrencileri ne zamandan itibaren “geç kaldı”
olarak işaretlemeye başlamalıdır? Geç kalmaya ne kadar önem atfedilmelidir? Geç
kalanlardan ne tür özür ya da mazeretler beklenmeli ve hangileri kabul
edilebilir olmalıdır? Ders en çabuk ne zaman bitmelidir? Geç kalmada (gerçek
bir kahraman) ya da erken gelmede (silik kişi? Meksika’da alaycı biçimde
söylendiği gibi, “temizliğe mi geldin?”) toplumsal bir mesaj var mıdır? Ev sahiplerimizden
geç kaldığımızda mı ya da erken geldiğimizde mi üzülmelerini beklemeliyiz?
İnsanlardan gecikmelerinden ötürü sorumluluk hissetmeleri beklenmeli midir?
Bu kültürel
kuralların çoğu öğretilebilir. Misafirler, karşılaşmaları muhtemel çeşitli durumlar
için, çabukluğun beklenen ölçüsü hakkında rehberlik aramalıdır. Hora
İngles’i hora mexicano, hora Brasileiro, Hint Zamanı, HKS ve lastik
zamanı gibi zaman dilimlerine tercüme etmeyi öğrenebilirsiniz. Dakiklik
kavramlarınızın arası ev sahibinizinkiyle açık olduğu zamanlarda meydana
gelmesi muhtemel kritik durumlara önceden hazırlanabilirsiniz. Örneğin, diyelim
ki, Suudi Arabistan’da çalışmak üzere atandınız. İşin ilk
günü oraya beklentilerle gidersiniz. Ancak ilk randevularınızın başlaması yarım
saat gecikince sıkıntı basmaya başlar. Acaba red mi edildiniz? Eve dönmek üzere
bavullarınızı toplamadan Suudi Arabistan’da otuz dakikanın memleketinizdekinden
çok daha farklı anlama geldiğini fark etmek sizi pek çok sorundan
kurtaracaktır. Amerika Birleşik Devletleri’nde, randevular için dakikliği
ölçmenin zaman birimi genellikle beş dakika düzenindedir. Ancak geleneksel Arap
kültürünü ziyaret ederken, bu düzene denk düşen zaman biriminin on beş dakika
olduğunu bilmeniz gerekir. Bir Arap sizin saatinizle yarım saat geciktiyse,
kendi standartlarına göre yalnızca on dakika gecikmiştir. Ev sahibiniz için
yarım saat veya daha fazla beklemeye istekli olmalısınız, yoksa o 9
kışı hakarete uğramış
sayılır.-
Ayrıca bir kültürün randevulaşma ve randevuya sadık kalma
konusundaki adetlerini de öğrenebilirsiniz. Buradaki temel kültürel çatışma
çoğunlukla hangisinin daha önemli olduğu ile sonuçlanır: Doğru bilgi ve
gerçekler mi, yoksa insanların duyguları mı? Kendi adıma ben bu derste iyi
değildim ve bunun bedelini de ödedim. Brezilya’daki işimi kabul etmeden önce,
örneğin, müstakbel işverenime, oraya gelmek isteyen bir dostum için de iş bulup
bulamayacağını sormuştum. “Nao temproblema” diye yanıtlamıştı işverenim.
Bu benim için tanıdık ancak anlamsız olmaya başlayan bir nakarattı. Oraya
varışımızdan sonra arkadaşımın işini tekrar sordum. Chefe, bir telefon
görüşmesi yaptı, bir isim ve adres karaladı ve ertesi gün sabah en punto
(tam) dokuzda, şoförünün bizi görüşmeye götüreceği saatte binasının önünde
olmamızı söyledi. Çok etkileyici, diye düşündük. Ancak sürücü asla gelmedi.
Aynı sahne ertesi gün de tekrarlandı. Chefe’e öfkelenmiştik ama bizden
özür bile dilemeyince öfkemiz büsbütün arttı. Dizginlerimizi elimize almaya
karar vermiş halde, bağlantılarının iyi olduğunu sandığımız başka kişilere
arkadaşıma iş bulup bulamayacaklarını sorduk. Her seferinde, hızla ve coşku
içinde kiminle konuşmamız gerektiğini bildikleri konusunda bize güvence
verdiler. Nao tem problema! İstisnasız hepsi, şoförlerinin bizi alıp
oraya götüreceğini söyledi. Bu şoförlerden bir tanesi bile ortalıkta görünmedi.
Beşinci teklemeden sonra taktik değiştirdim. Ricama, olağan şoför teklifiyle
birlikte “evet” aldığım bir sonraki sefer, ABD’ye has etkileyici bir
doğruculukla yardımcı olamasalar da durumun “Tamam” olduğunu, ancak ertesi
sabah boyunca ortalıkta gözükmeyecek bir şoförü beklemekten ziyade belirgin bir
“hayır”ın çok daha nazik olacağını anlatmaya çalıştım. Meslektaşım rahatsız ve
aşağılanmış görünüyordu. “Ama Dr. Levine” diye yanıtladı, “size, arkadaşınıza
yardım edecek kişiyi bildiğimi söylüyorum.” Ardından, daha yakınlarda duymuş
olduğum bitmek bilmez Nao sumru problema cümlelerinden birini
söyleyiverdi. Ve sonra her zamanki durum: Sürücü yok, iş yok, özür yok.
Brezilyalı
bir dostuma yaşadığımız hayal kırıklığını anlattığımızda, bana pek çok kez
tekrarladığım hatamı söyledi: Nasıl “evet”in çoğunlukla “hayır” anlamına
gelebildiğini ve yardımsever ve kibar görünmenin Brezilyalılar için, zaman vaatlerine
uymaktan daha önemli olduğunu. Arkadaşım daha sonra meslektaşlarımı ne
reddedebilecekleri ne de yerine getirebilecekleri bir istekle köşeye
sıkıştırmamdan dolayı beni azarladı. Ricamı reddetmek hem kaba olacak hem de
onların nüfuz sahibi olmadığını onaylamak anlamına gelecekti. Bir randevuyu
kaçırmak gecikmenin bir kat daha şiddetlisiydi ve kabul gören, Brezilyalılara
özgü bir davranıştı. Ayrıca Brezilya’da insanların duyguları doğru bilgiden
daha önemliydi.
Richard Brislin bir Japon arkadaşı ile yaşadığı benzer bir
deneyimi anlatıyor: “Çoğu kez bir ‘Evet’ sadece, ‘Gerçekten de iyi bir fikir’
demenin bir yoludur. Meslektaşlarımdan biri Japon vatandaşı... Ben [ona mesela
şöyle derim]: ‘İş toplantısı, öğlen, Maple Garden Restaurant’ta. Uygun mu?’ O ise
şöyle der, ‘Maple Garden, bir restoran için ne harika bir seçim.’ Peki, şimdi
bu bir ‘Evet’ mi, yoksa ‘Hayır’ mı? Benim bakış açımdan bir ‘Evet.’ Ancak onun
bakış açısından, restoran seçimleri konusunda ne kadar zevkli olduğumu
söylüyor. Geleceğine dair bir vaat değil. Çoğu kez ‘evet’ anlamına gelen
‘hayır’ ve ‘hayır’ anlamına gelen ‘evet’ ilişki içerisinde p o zitif bir akımın
geçmesini sağlamaktır.”10
Birbirlerinin
sessiz mesajlarını yanlış anlama, çoğunlukla iyi-niyetli davranışların karakter
zafiyetine dayandırıldığı kültürel çatışmalara yol açar. Batılı işadamları,
örneğin, sıklıkla Japon meslektaşlarına güven olmayacağı, onların ikiyüzlü,
sahtekar ve toplantı masasında vaatler verip daha sonra yerine getirmeyen
güvenilmez kişiler olduğu sonucuna varmıştır. Japonlarsa, diğer taraftan, yalan
söyledikleri yönündeki suçlamaları, Batılıların toplumsal duygusuzluklarının
bir kanıtı olarak yorumlama eğilimindedir: Batılılar ya çok tembel ya da “hayır”
ve “evet”in anlamını ve sosyal bağlamlar arasındaki sessizlikleri okumaktan
aciz.
Bu sorunların çoğu
önlenebilir. Hedef kültür hakkında bilgi sahibi olan kişi dakiklik ve
randevulaşma konularındaki normlarını olabildiğince fazla koşul için
planlayabilir ve içeriden biri, gözleriyle bu kuralların ardında yatan mantığı
açıklamayı deneyebilir.
İkinci Ders
İş zamanı ve sosyal zaman
arasındaki çizgiyi anlamak. Çalışma zamanı ve boş zaman arasındaki ilişki nedir? Bazı
soruların cevabı basittir: Bir iş gününde kaç saat vardır? Ya çalışma haftası?
İki günlük dinlenmenin ardından gelen beş gün müdür? Yoksa altıya-bir mi ya da
dört-buçuğa iki buçuk mu ya da ne? Tatile kaç gün ayrılmış ve aralarındaki
boşluk ne kadar?
11 yakın bir dengeye
hazır olun.”
Japonya’ya
giderseniz, iş ve sosyal zaman arasındaki ayrım çoğunlukla anlamsız olabilir.
İş gününde, epey fazla sosyal unsur mevcuttur ve sosyal zaman fazlasıyla işin
bir parçasıdır. Bu iki zaman türüne de ağır basan hedef, çalışma grubunun wa
’sıdır. Sonuç olarak, adanmış Japon işçiler, yoğun bir günün ortasında me
slektaşları ile çay içmenin ya da birkaç bira yuvarlamak ve bir müsabaka
izlemek için fazla mesaiye kalmanın işlerinin vazgeçilmez ve verimli bir
parçası olduğunu anlamaktadır. Birçok Amerikalının kişisel hakkı olduğuna
inandığı özel zaman, Japonlar için bu derecede önemli değildir. İçten bir
kahkaha mı duymak istiyorsunuz? Bir Japon şirketinde çalışan birine çağdaş
Amerikalıların “özel günleri” için işe gelmeme garantisi taleplerini söyleyin.
Bir kültürün
iş ve sosyal zaman arasındaki dengeyle ilgi normlarına aşina olmayan ya da
bunlara uymak üzere hazırlanmamış olan yabancı, kendini birden soyutlanmış
bulacaktır.
Üçüncü Ders
Bekleme oyununun
kurallarını inceleyin. Yabancı bir kültüre girdiğinizde, bekleme oyununun onlara ait
versiyonunun özellikleri hakkında mutlaka bilgi alın. Kuralları “vakit
nakittir” ilkesine mi dayanmaktadır? Kimin kimi, hangi koşullar altında ve ne
kadar süre beklemesi gerekiyor? Bazı oyuncular beklemekten muaf mı? Siddhartha
hamlesi ne zaman ve nerede uygun bir alternatif? Sırada bekleyen kişi için
protokol nedir? Düzenli bir prosedür mü, yoksa Hindistan’daki gibi, insanlar
öne ilerlemek için kalabalığı yararak, önlerindeki insanları iterek mi yol
almaktadır? Kişinin kendine önlerde bir yer satın alması veya bütünüyle
kuyruğun dışında kalması için herhangi bir prosedür var mıdır? Kabul edilen
kurallar ihlal edildiğinde ne gibi bir toplumsal mesaj gönderilmiş olur? Ya bu
kuralları ö ğrenirsiniz ya da ev sahibinizin zamansal kırları içerisinde tıpkı
yabancı bir manda gibi yolları yararak geçmeye mahkum olursunuz.
Dördüncü Ders
“Hiçbir
şey yapmamayı” yeniden yorumlamayı öğrenin. Ev sahibiniz duraklamalarda,
sessizliklerde ya da hiçbir şey yapılmadığı zamanlarda nasıl davranıyor?
Durmaksızın meşgul görünmek takdir mi ediliyor, yoksa acıma ile mi
karşılanıyor? Hiçbir şey yapmamak vakit kaybı mı? Sürekli etkinlik halinde
olmak daha da büyük bir vakit kaybı olarak mı görülüyor? Vakit kaybı için bir
kelime ya da kavram var mı? Peki, hiçbir şey olmamasıyla ilgili? Ya hiçbir şey
yapmamakla? Brunei gibi “Bugün ne olmayacak acaba?” diye sorarak güne başlayan
bir ülkede yaşamak nasıl olmalı?
Sessizlik
için bir arada, planlardan uzak, yalnızca olacakları bekleyerek oturmanın ve sonunda
daima bir şeylerin olacağının güvenini kazanmanın tuhaf biçimde rahatlatıcı
olduğunu keşfetme şansı yakalayabilirsiniz. Japonlardan, olaylar arasındaki b o
şlukların en az olaylar kadar önemli olduğunu öğrenebilirsiniz. Batı’daki
insanlar çoğunlukla nesnelerin düzenine uyum sağlar. Japonya’da ise odak
noktası boşlukların -ma ya da araların- düzenidir. Ma yol boyunca
olan durakların en az nihai hedef kadar anlamlı olduğunu ö ğretir. Örneğin,
geleneksel Japon bahçesi gözlemcinin durmasını ve aşağı bakmasını ve sonra
tekrar yukarı bakmasını gerektiren atlama taşları ile tasarlanmıştır. Sonuç
olarak, her bir adım farklı bir bakış açısı ortaya koyar.12 Batılı Artur Schnabel’ın
kendi sanatı hakkında söylediği gibi “notaların arasındaki esler, işte sanat
burada yatar.”13
Tüm önemli
eylemler bir kuluçka evresinden sonra meydana gelmez mi? Çin’e gidiyorsanız,
bekleme süresinin doğru ana ulaşmak için katlanılabilir bir gecikmeden ibaret
olmadığını görürsünüz. Bekleme süresi o anın başlıca yaratıcısı olarak saygı
görür.
Beşinci Ders
Kabul
gören sıralamalar hakkında bilgi edinin. Her kültür olay sıralamaları konusunda bir dizi
kurallar koyar. Oyundan önce iş mi, yoksa tersi mi? İnsanlar tüm uykularını
gece mi alıyorlar, yoksa öğleden sonra siesta var mı? Hummalı bir çalışmaya
başlamadan önce kişiden kahve veya çay içmesi ve sosyalleşmesi bekleniyor mu ve
eğer öyleyse bunun süresi ne kadar? Uzun vadeli sıralamalar konusunda da
adetler mevcuttur: Örneğin, çocukluğun -ki şayet varsa- toplumsal açıdan kabul
edilen süresi ne kadardır ve yetişkinliğin sorumluluklarını üstlenmenin vakti
nedir?
Kabul edilen
sıralamalar hakkında yanlış anlamalar ziyaretçi için ciddi sorunlar
yaratabilir. Örneğin, aşk ve mahremiyet özellikle savunmasız ve değişken
alanlardır. Kişinin kendi kültüründe bile mahremiyet döngüsünün içinden geçip
gitmek zordur. Kültürel sınırları geçerken ise bu döngü tam bir mayın tarlasına
dönüşür. Romantik bir sahneden diğerine geçiş ne zaman olmalıdır? Bir çift
hangi noktada flört etmekten özel bir ilişkiye doğru adım atmalıdır? Genellikle
ipuçları sınır ötesindekileri tercüme etmez. Örneğin, Amerika Birleşik
Devletleri’nde pek çok genç kadın, özel bir ilişki öncesi fiziksel
birlikteliğin olması gerektiğine inanmaktadır. Olayın cinsel birleşme olması
gerekmez, ama hiç değilse dokunma, el ele tutuşma ve hiç kuşkusuz uzun tutkulu
öpüşmeler. Ancak pek çok diğer kültürde -Japonya, İsrail ve Tayvan, örneğin- fiziksel
bir olay gerekli değildir. Sonuç olarak, bu ülkelerden birinde bir erkekle
fiziksel olmayan bir ilişki süren genç bir Amerikalı kadın bunun sadece güzel
bir platonik veya mesleki ilişki olduğunu varsaymaya
eğilimlidir. Ancak bütün şehrin o ve erkek arkadaşı hakkında dedikodu yaptığını
öğrenmek onu şaşırtacaktır. Onun düşüncesine göre fiziksel bir olay
gerçekleşmediği için ilişkinin zamanı gelmiş olamaz. Ama başka kültürden biri
için ilişkinin ilerlediği yorumunu yapmak için fiziksel olay gerekli değildir.14
Uzun-süreli
ciddi bir ilişki yaşayacaksanız, olayların beklenen sırasının sorun
yaratabileceğinin farkında olun. Amerika Birleşik Devletleri’nde, insanların
büyük çoğunluğu romantik aşkın -”gerçek” aşkın, elbette- evlilik için önemli
bir ön koşul olduğuna inanır. Ama dünya çapındaki durum nadiren böyledir.
Yapılan yeni bir çalışmada, meslektaşlarım ve ben on bir ülkeden katılımcıya
sorular sorduk: “Bir erkek [kadın] istediğiniz bütün özelliklere sahip olsa,
ona aşık olmasanız bile onunla evlenir miydiniz?” Amerika
Birleşik Devletleri’nde, hem erkekler hem de kadınların yaklaşık yüzde sekseni
bu soruya “hayır” cevabını yapıştırdı. Ancak aşk olmayan evliliği kabul etmeyen
kişilerin yüzdesi diğer ülkelerde daha düşüktü: Örneğin, Hindistan’da sadece
yüzde yirmi dört, Tayland’da yüzde otuz dört ve Pakistan’da yüzde otuz dokuz.
Bir bütün olarak on bir ülkeye bakıldığında, bireyci (toplulukçu karşıtı)
kültürlerden gelen insanların evlilik öncesinde romantik aşkın gerektiğine
inanmasının daha muhtemel olduğunu gördük. Bu aynı zamanda ekonomik anlamda iyi
durumda olan ülkeler için de geçerlidir. Bu iki özelliğin -bireycilik ve
ekonomik canlılık- otuz bir ülkelik çalışmamızdaki yüksek yaşam hızı ile b ağlantılı
1 5 olması tesadüf olamaz.—
Pek çok
kültür romantik aşka inanır. Ancak çoğu durumda aşkın, diğer durumdan ziyade
evlilik yemininden sonra gelişen bir şey olduğu kabul
edilir. Sonuçta, bir insanın nasıl yaşadığını öğrenmeden onu gerçekten nasıl
sevebilirsiniz ki? Ayrıca duygusal bir tepkiye dayanarak, yaşam boyu sürecek
bir uzlaşma yapmak biraz saçma değil mi? Aşkın evlilikten sonra geldiği
varsayımı, geleneksel olarak aileler arasındaki ekonomik uzlaşmalara göre
evlilik kararının verildiği kültürlerde yaygındır: Yani dünyadaki kültürlerin
büyük çoğunluğunda. 850 farklı toplumun evlilik biçimlerini inceleyen bir
çalışmada antropolog Erika Bourguignon ve 16
Lenora
Greenbaum bu toplulukların yüzde yetmişinden fazlasında gelin-fiyatı veya çeyiz
veya diğer tür bir maddi takasın var olduğunu bulmuştur. (Birçok ülkede bu
düzenlemeler daha pahalı hale gelmiştir. Örneğin, Libya’da babalar, kızlarını evlendirmenin
karşılığında yaklaşık üç bin beş yüz dolar nakdin yanında deve, koyun ve buna
ilave olarak birkaç altın sikke talep eder. Ancak Libya’da petrolün yarattığı
patlama ile birlikte damadın ailesinin, bazı kesimler pek çok Libyalı kadının
evlilik piyasasının çok üstünde fiyatlandırıldığına dair artan kaygılar
duyarak, otuz beş bin dolar veya daha fazlası tutarında hediyeleri masaya
koyması şimdilerde çok da anormal karşılanmıyor.)
Peki,
evlenmenin vakti ne zamandır? Ya aşık olmanın? Bu nerede olduğunuza göre
değişir. Kesin olansa akıllı ziyaretçi için fazla derinlere gitmeden bazı
soruların cevaplarını öğrenmesinin en iyisi olmasıdır. “...vakti ne zaman?”
dersinden ayrılmadan önce, bir diğer kültürel yanlış anlamadan söz etmek
gerekir: Dıştaki-topluluktan içteki-topluluğun durumuna geçmenin ne kadar zaman
aldığına. Ne kadar süre bir yabancı olarak kalmayı beklemelisiniz? Kendinizi,
yeterince iyi davranılırken, ancak yine de ev sahiplerinizin sizinle daha fazla
yakınlaşma isteksizliği dolayısıyla hayal kırıklığına uğramış bulabilirsiniz.
Bu derste en önemli olan, kültürlerde gruba kabul için tip ik zamanın kültürden
kültüre değişiklik gösterdiğini anlamaktır. ABD’nin fazla göç alan bazı
bölgelerinde bekleme süresi, pek çok yabancının, dışarıdan gelen kişinin
konumunun değişmez biçimde kalıcı olduğunu algıladığı Japonya gibi birbirine
kenetlenmiş kültürlere göre çok daha az olacaktır (Yabancı için Japonca, “gaijin”
kelimesinin tam karşılığı “dışarıdan gelen”dir. Yasal açıdan da herhangi bir
göçmenin -birkaç ünlü sumo güreşçisi haricindekiler- Japon vatandaşlığına hak
kazanmaları neredeyse imkansızdır.) Hangi zaman dilimine göre beklentiye
girmeniz konusunda hazırlıklı olun.
Altıncı Ders
İnsanlar
saat zamanında mı, yoksa olay zamanında mı? Bu belki de tüm dersler arasında en
güvenilmez ders olabilir. İlk beş derste, bir kültüre ait kuralların nispeten
somut tercümesi yapılabilen yönleri vardı: Belli bir durum için dakikliğin
kabul aralığı, sosyalleşme için harcanan iş gününün yüzdesi, kimin kimi
beklemesi gerekiyor, “hayır” anlamına gelen bir “evet”ten önce katlanılması
gereken sessizliğin uzunluğu ve hatta bir yabancıya bir şeyin olma zamanının
geldiğini işaret eden ipuçlarının çoğu. Ama saat zamanından olay zamanına doğru
geçiş bütünsel bir bilinç değişimini gerektirir. Sanayi toplumunun zamansal
altın kuralının askıya alınmasını gerektirir: Vakit nakittir. Bu formülle
sosyalleşen çoğumuz için bu değişim önemli bir sıçrayışı gerekli kılar.
Bununla
birlikte, yabancılar olay zamanı kültürlerinden beklenebilen bazı davranışları
öğrenebilir. Örneğin, Richard Brislin, ziyaretçi profesörlerin karşılaştığı
yaygın bir senaryodan bahseder: “Ödevlerini daima zamanında teslim eden son
derece güvenilir bir öğrenci ile saat 11.30’da randevunuz olduğunu ve bu ö
ğrencinin de üniversitede okuduğunu düşünün.
Bu tür
öğrenciler zamanında gelecektir. Buna karşın bir tez konusu hakkında son derece
yavaş davranan ve yüksek lisans programında bile B ve C gibi berbat notlar alan
bir başka öğrenci de var... Bu öğrenci 11.25’te geliyor ve diyor ki, ‘Profesör,
nihayet aklıma bir fikir geldi, potansiyel bir tez konusu buldum.’ Hangisinin
bizim zamanımız üzerinde hakkı vardır, 11.30’da randevusu olan mı, yoksa
11.25’de çıkıp gelenin mi? Hangisi vaktimiz üzerinde hak iddia edebilir?”
Amerika
Birleşik Devletleri gibi saat zamanı kültürlerinde öncelik kesin olarak
randevusu olan ö ğrenciye verile cektir. Ama kendinizi bir olay zamanı
kültüründe bulursanız, zamansal geçiş hakkının kendisine verileceğini umarak
yapılan bir ziyarete hazırlıklı olun. “Olay zamanı kültürlerinde çalışmaktan
çok mutluyum” diyor Brislin. “Sadece birinin bana (olay mı, yoksa saat zamanı
mı) hangisinde olduğumuzu söyleyeceğini umuyorum. Onlardan istediğim
17 sadece bu. ’—
Tek bir faaliyetin tek
bir zaman için programlandığı monokronik kültürlerden, insanların bir
faaliyetten diğerine geçiş yapmayı tercih ettiği polikronik kültürlere
taşınırken de aynı türde dersler beklentilerinizi içerir. Polikronik bir
kültürde, ev sahiplerinizin sizinle birlikte yaptıkları işlerde kafası karışmış
gibi davranmalarından dolayı kendinizi hakarete uğramış hissetmeyin. Konuşan
yalnızca kültürel beklentilerdir. Kişisel değildir. Polikronik kültür
mensupları için, aslında beklenmedik kişi uğradığında dikkatlerinin yönünü değiştirmemek
kabalık olacaktır. Ayrıca sizden de, polikronik esneklik uygulamanız yoksa
görgüsüz biri, zayıf bir takım oyuncusu ya da verimsiz bir işçi olarak
suçlanmayı ummanız beklenir.
Yedinci Ders
Uygulama. Zamansal normların
akılla kavranması başlı başına başarılı bir geçişi garanti
etmez. Başka insanların zaman hakkındaki bütün kurallarını istediğiniz kadar
ezberleseniz bile gerçekle karşılaştığınızda öylece kalakalıyor olabilirsiniz.
Şehirde söyledikleri gibi: “Konuşmasına konuşuyor da, yapmaya gelince
yapabiliyor mu?” İyi hazırlanmış ziyaretçi pratikte ona yarar sağlayacak ev
ödevleri arayıp bulmalıdır. Yenilikçi öğretmenler daha ziyade ayrıntılı
uygulama ko şulları hazırlamakla bilinirler. Örneğin, East-West Center’dan
antropolog Greg Trifonovich, bir simülasyon köyü oluşturarak kırsal Pasifik
toplumlarındaki koşulları için Barış Gönüllüleri ve öğretmenler hazırlatırdı.
Trifonovich’in öğrettiği davranışlardan biri saat zamanı olmadan yaşamaktı.
Örneğin, öğrencilere güneşi ve gelgitleri gözlemleyerek zamanı söyleyebilmeyi
göstermişti.18 Tekniğiniz ne olursa olsun, zamanın diline hakim olmanın
prova ve hata yapmayı gerektirdiğinin farkına varın.
19 ilgi ve merak
-buna genel “dünyalılık bilinci”—
20 denir- da geliştirir.—
Sekizinci Ders
Anlamadığımız
şeyi eleştirmeyin. Son olarak, genel anlamda kültürleri gözlemlemek hakkında bir
kılavuz: Bir kültür öğrencisinin uzak durması ya da kaçması gereken en zorlu
tuzak, anlamdan çıkarımlar yapmakla ilgilidir. Neredeyse tanım gereği, kültürel
davranışlar o kültürün mensuplarına ziyaretçilerden çok daha farklı şeyler
ifade eder. Bizler bir Brezilyalının ağır hareketlerini sorumsuzluğuna ya da
bir Faslının değişken dikkatini odaklanma eksikliğine bağlarsak, hem dikkatsiz
hem de etnosentrik anlamda sığ-görüşlü oluruz. Bu yanlış yorumlamalar sosyal
psikologların temel atıf hatası -başkalarının davranışlarını açıklarken
durumun etkilerini hafife alıp, diğerlerinin kişisel özelliklerini fazla
abartmaya yönelik yaygın eğilim- dediği şeyin örnekleridir. Örneğin,
yabancıların sinirlendiğini duyduğumda, onların kızgın insanlar olduğu sonucunu
çıkarıyorum. Kendim sinirlendiğimde ise suçu duruma -belki de diğeri rahatsız
ediciydi ya da durum sinir bozucuydu- atıyorum. Sonuçta, ben nadiren öfkelendiğimi
biliyorum, öyleyse beni çığırımdan çıkaran benzersiz bir şeyler olmalı.
Temel atıf
hatasının önemli bir bileşeni de yargıladığınız kişi hakkında ne kadar bilgi
sahibi olduğunuzdur. Başkalarını ne kadar az tanırsanız, öbür kişide olup
bitenlerle ilgili açıklamalara başvurmanız daha muhtemeldir. Farklı çevrelere
girdiğimizde -özünde size yabancı- temel atıf hatası, olmayı bekleyen bir kaza
gibidir.
Dikkatli bir
gözlemci, Clifford Geertz’in önerisine katılacak kadar akıllıca davranacaktır:
“Kültürel analiz, anlamları tahmin etmek, tahminleri değerlendirmek ve en iyi
tahminler arasından açıklayıcı sonuçlar çıkarmaktır (ya da olmalıdır).”
Kültürel bir bağlamı bütünüyle anlamadan, o kültürün insanlarının dürtülerini
yanlış yorumlamamız da muhtemeldir. Sonuç ise, kaçınılmaz biçimde çatışmadır.
ZAMANSAL HALİÇ
Bir başka
yaşam hızının, hangi yönde olursa olsun, bilincine ayak uydurmanın ödülleri de
vardır. Olay zamanı insanları, saat-güdümlü yaşam hızına göre hızlanmayı
öğrendiklerinde, diğer türlü ulaşılmaz zenginlik ve başarılara da kapı açmış
olurlar. Ayrıca saat zamanı insanları daha yavaş kültürlere uyum
sağladıklarında - kişisel ilişkilerin başarıdan önce geldiği, olayların kendi
gidişatında seyretmesine izin verildiği, kişinin zamana zaman tanıdığı bir
bilince girmekten daha sancılı ne olabilir?- güç kazandırıcı bir deneyimdir.
Yabancı kültürlerin zamansal kavramlarına hakim olmak başlı başına onun
ödülüdür.
Bir zamanlar
Güney Hindistan’da Barış Gönüllüsü olarak çalışan New Yorklu psikanalist Neil
Altman bunun dokunaklı bir örneğidir. Altman, Hindistan’a ilk ayak bastığında
deneyimlediği yaşamın yavaşlığını, zamanın sanki durduğu hissini anlatıyor.
“Kalküta Havaalanı’nda uçaktan indiğimde, küçük bir binaya, aslında hiç
kimsenin hareket etmediği terminale girdim. Ellerinde ufak süpürgelerle orada
öylece duran, iri siyah gözlü hademeler, uçaktan inip terminale yaklaşırken
bize bakıyorlardı. Tavan fanları nemli havada uyuşukça dönüyordu. Zamanın
dışına adım atmışız gibi bir duygu vardı. Zaman sanki kımıldamadan duruyordu.
Hiçbir şey anbean değişmeden duruyormuş gibi görünmekle kalmıyordu, aynı
zamanda düşük yaşam hızı ve makinelerin yokluğu nedeniyle içimde oluşan diğer
zamanlarla bir devamlılık duygusu da mevcuttu. İçinde hiçbir yere gitmediğiniz
bir zamanın duygusuydu bu.”
Tam bir yıl
boyunca yaşam hızının durgunluğunun ona oldukça zor geldiğini hatırlıyor
Altman:
Başlarda çok
stresliydi, çünkü kendinizi güvensiz hissettiren aşina olmadığınız bir
durumdasınız. Amerikan kültürünün getirdiği sürekli bir şeyler olmalı
duygusundan kurtulmam bir yılımı aldı. Hindistan’daki ilk yıl, gün ortasında
güneşin altında çalışanlar yalnızca onlar olduğundan “mad dogs and
Englishmen”in saflarına katıldım, çünkü herkes uyuyorken bisiklet üzerinde
yapılacak işler konusunda kararlı arayışımı sürdürüyordum. Bir Amerikalı ve
nispeten saplantılı bir Amerikalı olarak, ilk stratejim bir şeyler yaparak, bir
şeyler başarmak suretiyle kendimi faydalı hissederek güvenli bir ortam
sağlamaktı. Zamanım, bu amaç doğrultusunda doldurulması gereken bir şeydi. Ama
sizden farklı bir tür zamanda olan kişilerle karşılaşmak tedirginlik
uyandırıyordu. Örneğin, “Peki, sebze yetiştirme hakkında konuşmak için
tarlanızda ne zaman buluşalım?” diye soruyordunuz. Onlarsa şöyle diyordu: “Saat
dörtte.” Sonra saat dörtte oraya gittiğinizde orada olmuyorlardı, çünkü
randevuyu kelimesi kelimesine düşünmüyorlardı. Sonra tedirgin oluyordunuz,
çünkü bir şeyler becermeye çalışıyordunuz, ancak onlar sizinle işbirliği
yapmıyordu.
Ancak ilk
yılından sonra, Altman ev sahiplerinin zaman algısına teslim olmakla kalmamış
bundan zevk almaya da başlamıştır:
İkinci yıl, rahatlamış ve
bir kişinin
Hint köyünde nasıl yaşaması
gerektiğini bütünüyle kavramıştım.
Hiçbir yerde telefon olmadığı için, sık
sık sabahları kalkıp, diyelim ki, bir
çiftçiyle görüşmek için bisikletimle beş
kilometre giderdim. Oraya vardığımda,
çiftçinin dışarıda olması ya da yakında
geleceğinin umulması -ki bu yakınlık,
bir sonraki gün de olabilirdi- sıradan
şeyler olarak görülürdü. İkinci yıl, bu
türde bir olayı hayal kırıklığı olarak
hissetmekten vazgeçmiştim, çünkü
artık, gerçekten de ilk etapta bir şeyler
başarma beklentisine girmiyordum.
Aslında başarmak üzere yola çıktığınız
şeyi gerçek anlamda başarmayı
düşünmek neredeyse gülünç gibiydi.
Bunun yerine, sadece gidip yerel çay
dükkanında oturuyor ve yalnızca yeni
insanlarla tanışıyor ya da hayvanlara,
çocuklara ve diğer gelip geçenlere
bakıyordum. Daha sonra, belki
yapmayı planladıklarımdan farklı
şeyler olabilirdi. Ya da olmazdı.
Halledilmesi gereken her ne varsa, nasılsa bana gelirdi. İkinci
yıl Hint zamanı içime yerleşmişti.
İronik
biçimde, Altman psikanalist olarak çalışma alanının çoğunlukla Hintlilerle
yaşadığı zamansal tecrübe sebebiyle değişim gösterdiğinin farkına vardı.
İçselleştirilmiş
Hintli benliğimi ço ğunlukla bir psikanalizci olarak kullandım. Benim durumumda
p sikan alitik seansın, Hintli bir köyün kültürünü anımsatan kendine ait bir
kültürü vardır. Kişi bir seansa beklenmeyene karşı açık olarak girmelidir.
Hasta ve analistin beklentileri, beklenmedik sonuçlara açık olmak ve kendini
seansa bırakmaktır. Önemli olansa, o anki olaydan başka bir olaya geçmenin
arzusuyla, “şimdi ve burada olmak”, sakinlik içinde seansın akışına kapılarak
olabildiğince ileri gidebilmektir. Bunun ilginç biçimde Hindistan’da doğan
psikanalist Wilfred Bion’un, her seansa bellek ve arzu olmadan girmeyi
savunduğunda kastettiği şey olduğuna inanıyorum. Bana göre tedavide önceden
belirlenmiş hedeflerin olması en az Hindistan’da bir şeyler yapmayı planlamak
kadar beyhude. Bir terapist olarak akıl sağlığını korumanız için belli bir dizi
plan ya da programa göre bir insanın de ğiştirme iddiasına mizah duygusu ile
bakmanız gerekir. Hindistan zamanı ile yaşamak beni bu yolla daha iyi bir
terapist yapmıştır. Altman’in hikâyesi iki-kültürlü bir zaman algısının
faydalarını etkili bir biçimde anlatmaktadır. Yine de, bu bölümü bitirmeden
önce bir başka kültürün zaman sisteminde okuryazarlık elde etmenin aynı zamanda
çift-zamansal esnekliğin ötesine geçen bir bilince yol açtığı da unutulmamalıdır.
Vincente Lopez, Chicano’da önceki evden-işe-işten-eve kültürünü anlatırken,
zaman gezgini arkadaşlarının iki kültürün zamanına da hakim olmaktan fazlasını
yaptığını iddia etmiştir. Alt kültürlere has kendi zaman algılarını -Lopez buna
“haliç” kültürü der- geliştirmişlerdir. Doğada haliç, gelgit dalgalarının
aktığı bir nehrin geniş ağzıdır, yani nehrin tatlı suyunun ve denizin tuzlu
suyunun karıştığı bölgedir. “Bir haliçte” der Lopez, “doğa, bir tarafa ya da
diğerine ait olmayan, bütünüyle farklı bir dizi organizma yaratır, ancak
tamamen farklıdır. Aynı şekilde, Tijuana sınırında yaşayan insanların da bu tür
bir haliç zamanı vardır. Meksika zamanı değildir bu.
Amerikan zamanı da değildir. Farklı bir zamandır. Chicanolar Amerikalı ve
Meksikalı değildir. Kendilerine ait bir dizi kuralla yaşarlar ve kendine özgü
değerleri ve 21 zamanları ve yaşam hızları vardır.”—
Nasıl bundan farklı olabilir ki? Oswald Spengler’in bir keresinde
yazdığı gibi: “Bir kültürü diğerinden ayıran, sezgisel olarak zamana yüklediği
anlamdır.”22 Yeni bir kültür doğduğunda, aynı zamanda benzersiz bir zaman
algısı da doğar.
1 Mumford, L.
(1963). Technics and Civilization, 18. New York: Harcourt, Brace, and
World.
2 Rifkin, J. Time Wars, p.166.
3 Banfield, E. C. (1968). The
Unheavenly City: The Nature and Future of Our Urban Crisis, 125-26. Boston:
Little Brown.
4 Time is not on their side. Time
(1989, Şubat 27), 74.
5 Norton, D. G. (1990, Nisan).
Understanding the early experience of black children in high risk environments:
Culturally and ecoogically relevant research as a guide to support for
families. Zero to Three 10, 1-7; and: Norton, D. G. (1993). Diversity,
early socialization, and temporal development: The dual perspective revisited. Social
Work 38, 82-90.
6 Lopez, V. Özel Görüşme, Haziran 6, 1995.
7 Bu aktivitelerin bütünlüklü bir programı
şurada tasvir edilmektedir: Melitz, Z., Ben- Baruch, E., Hendelmen, S., and
Friedman, L. (1993). Time in the world of kindergarten children
(experimental edition). Beersheva: University of Ben-Gurion in the Negev.
(Materyeller ilk iki yazarın her ikisinde de mevcuttur).
8 Bu kategorilerin birçoğu Richard
Brislin’in bir konuşmasından uyarlanmıştır. Bu konuşma şu sempozyumun parçasıydı:
Symposium on Time and Culture presented at the Annual Meeting of the Western
Psychological Association, Kona, Hawaii, Nisan, 1994.
9 Bu örnek şuradan uyarlanmıştır: Brislin, R., Cushner, K.,
Cherrie, C., and Yong, M. (1986). Intercultural Interactions: A Practical
Guide. Beverly Hills: Sage. Bu kitapta birçok başka önemli vaka da tasvir
edilmiştir. Bir başka önemli inceleme için: Brislin, R., and Yoshida, T.
(1994). Intercultural Communication Training: An Introduction. Thousand
Oaks, Calif.: Sage.
10 Brislin, Symposium on Time and Culture.
11 a.g.e.
12 Hall, E. T. (1983). The Dance of
Life. New York: Anchor Press.
13 Alıntılayan: Jackson, P., and Delehanty, H. (1995). Sacred
Hoops, 169. New York: Hyperion.
14 a.g.e.
15 Levine, R., Sato., S., Hashimoto, T.,
and Verma, J. (1995). Love and marriage in eleven cultures. Journal of
Cross-Cultural Psychology 26, 554-71.
16 Bourguignon, E., and Greenbaum, L.
(1973). Diversity and Homogeneity in
World Societies. New Haven: HRAF Press.
17 a.g.e.
18 Trifonovich, G. (1977). On
cross-cultural orientation techniques. In R. Brislin (ed.), Culture Learning:
Concepts, Applications and Research, 213-22. Honolulu: University Press of Hawaii.
19 Özgün metinde “World-mindedness” (ç.n.)
20 Brislin, R., and Yoshida, T. (1994). Intercultural
Communication Training: An Introduction. Thousand Oaks, Calif.: Sage.
21 Bu yorumlar 30 Ocak
1995’te yapılmış bir kişisel görüşmedendir. Altman yorumlarının b azılarını
şurada tekrarladı: Altman, N. (1995). The Analyst in the Inner City,
110-11. Hillsdale, N.J.: The Analytic Press.
22 Spengler, O.
(1926). The Decline of the West, Volume 1. New York: Knopf.
ZAMANINIZI DÜŞÜNMEK,
DÜŞÜNCENİZİ
ZAMANLAMAK
Zamanı sımsıkı tutun! Onu koruyun, kollayın, her saatini, her
dakikasını! İhmal ederseniz, bir kertenkele, bir hilekar, bir kaypak, bir
vefasız gibi sıvışıp gider. Her anı kutsal sayın. Her ana şeffaflık ve anlam,
her birine kendi farkındalığınızı, her birine onun doğru ve uygun karşılığını
verin.
Thomas Mann, Lotte in Weimar: The
Beloved Returns
K
endi kültürünüz hakkında sorulara esin kaynağı olmak için
diğer kültürleri incelemek gibisi yoktur.23 Tuhaf bir şekilde, Tocquevilleci
yabancı anlayışında, dışarıdakinin bakış açısı, insanın yurdunu yeni bir
tarafsızlık ve iç görü ile görmesini sağlar. (Ayrıca de Tocqueville’in
Amerikalıların zaman algısı ile ilgili yaptığı en çarpıcı yorum da “her zaman
aceleleri var” idi.) Kültürlerarası incelemeler psikoloğu Craig Storti de şöyle
söyler: “Bir turist dahi olsa yurtdışında yaşayan ortalama bir insan ülkesine,
kendi ülke si hakkında, daha yeni ziyaret etmiş olan birinden çok daha fazla
şey bilerek döner.”24
Çoğu
zaman-gezgini için kültürlerarası bilginin daimi katkısı onun, kendi
ülkesindeki yaşamına eklediği şeylerdir. Kişi bir kez alternatif zamanların
olduğunu anlayınca, yeni bir seçenek yelpazesi ortaya çıkar. Bir etkinliğin
zamanını değiştirmenin daha yararlı olacağı durumlar var mı? Her zaman meşgul
olmak zorunda mıyım? Hiçbir şey yapmamaktan ne zaman fayda sağlayabilirim? Bu
son bölümde birkaç tavsiyede bulunacağım.
ZAMANA HİZMET EDİN
Yahudi köklerimden zamana
dikkat ve özen gösterilmesinin önemini vurgulayan bir felsefe miras almışımdır.
Yahudilik daha çok bir zaman dinidir. Tarih ve olayları - Mısır’dan göç,
Tevrat’ın indirilişi gibi - eşyalardan daha çok dikkate alır. Örneğin,
peygamberler Tanrı’nın gününün, Tanrı’nın evinden daha kutsal olduğunu öğretir.
Kutsal Yahudi metinlerin çerçevesini, uzamsal ögelerden çok zamansal ögeler
oluşturur. Talmud “Ne zaman”, Tevrat ise “Başlangıçta” ile başlar.
Kurallara
uyan bir Yahudi, zaman kısıtlaması olan bir sürü ritüele göre davranır. Tüm gün
dua zamanlarına göre düzenlenir. Erkek bebeğin brit’i (sünnet ritüeli)
yaşamının sekizinci gününde gerçekleşir. Bat mitzvah ve bar mitzvah— on üç yaşında gerçekleşir. Geleneksel yas yılı da oldukça iyi
planlanmıştır: İlk yedi günün (shiva) gereksinimleri ilk ayınkinden (shloshim),
o da sonraki on bir ayınkinden farklıdır. Yahudi yılı sekiz gün Hanuka mumları
yakılmasını, altı gün oruç tutulmasını, sekiz gün ise sadece mayasız ekmek
yenilmesini emreder. “Saymak bizim farkına varma yolumuzdur” der Letty Pogrebin
kendi Yahudiliği hakkında. “Bize bir günün sayılıp sayılmaması gerektiğini
hatırlatır. Saymak anlam yükler. Kişi, değeri olmayanı saymaz.”26 Takvimler bile kanıksanmışlığa karşı direnir. Modern Yahudi
iki farklı tarihe göre yaşar. Bunları Gregoryen takvimine göre 1997 yılında
yazıyorum, ancak zamanın İbrani ay takvimine göre hesaplandığı yerel sinagoguma
gittiğimde 5757 yılında oluyorum.
Yahudilikte
Şabat günü, zamanın farkındalığının esasıdır. Tekvin Kitabı ’nda “Ve
Tanrı yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi” yazar. Tanrı
yeri ve göğü altı günde yaratmıştır. Yedinci gün iş bitmiştir - kutsal bir
yerin yapılmasıyla değil de kutsal bir zamanın yaratılmasıyla. Her ne kadar
dünya ilk altı gün yaratılmış olsa da, varlığını sürdürmesi yedinci günün
kutsallığına bağlıdır. “Yedinci günde ne yaratılmıştır? Sükunet, dinginlik,
huzur ve istirahat.” Şabat günü hakkında oldukça kolay anlaşılabilir biçimde
yazan Musevi filozof Abraham Herschel şöyle söyler: “Haftanın altı günü
dünyaya, yedinci gün ise kendimize hakim olmaya çalışırız... Zaman ve
çalışmanın fırtınalı denizinde, insanın bir limana sığınıp itibarını geri
kazandığı sükunet adaları vardır. İşte bu ada, yedinci gün, Şabat, nesnelerden,
araç gereçlerden ve uygulamalı işlerden uzaklaşma ve ruha bağlılık günüdür.”
Şabat iş
arasındaki bir ara dönem değil, hayatın zirvesidir. Musevi geleneğine göre
yedinci gün zamandaki bir saraydır. O inşa ettiğimiz bir mabettir - bir zaman
mabedi.
Herschel Şabat’ı Tanrı’nın zaman armağanı olarak adlandırır.
(“Bana ait olan bir şey verdim sana. Peki, nedir o? Bir gün.”) Bu saf zamandır;
insanın zamanın içinde yaşadığı gündür. Şabat dikkat dağıtıcılardan bağımsız
olarak zamanın efendisi olma fırsatımızdır. “Çalışmak bir hünerdir” diye ifade
eder Herschel, “ancak tam istirahat bir sanattır. Zaman, Tanrı’nın dünyadaki 27 varlığıdır.”—
Şabat ritüeli aynı zamanda daha uzun zaman periyotlarına ulaşır.
Tevrat her yedinci yılın Şabat yılı olduğunu söyler. Kitab-ı Mukaddes
anlatılarına göre Şabat tüm tarım faaliyetlerinin durması (hem de ödenmemiş
borçların iptali) anlamına gelir.. Bugün, bilhassa da kuramsal dünyada
psikolojik dinlenme ve canlanma anlamına gelir. Ayrıca Levililer kitabı, yedi
kere 28 Şabat döngüsünden sonraki her ellinci yılın— kutsal Jubilee
(jübile) yılı olduğunu söyler. Tarihi açıdan Jubilee çeşitli faaliyetlerin
durdurulmasını emreder: Toprağın asıl
sahiplerine veya torunlarına29 geri
döndürülmesi gerekir; borçlarına karşılık köle olarak satılan tüm
İsraillilerin serbest bırakılması gerekir; her Şabat yılında olduğu gibi toprak
dinlenecektir. Ne yazık ki Jubilee düşüncesi artık eskisi gibi rağbet görmez.
Belki ellinci doğum gününün bir simgesi olarak onu yeniden hatırlayabiliriz.
Jubilee’yi, üretmeyi bıraktığımız, durup da nereden gelip nereye gittiğimiz
üzerine düşündüğümüz ve en önemlisi zamanın dinamiklerine ve
getirebileceklerine kendimizi bıraktığımız bir yıl olarak belirleyebiliriz.
Onun da “büyük-elli”— gibi çınlayacağına şüphe yok.
Musevilik
elbette zamana önem veren tek gelenek değildir. En sevdiğim zaman
kültürlerinden biri de, Guatemala’da dağlık köylerde yaşayan Quiche
yerlilerininkidir. Quicheler, muazzam bir saatçilik geleneğini miras aldıkları
Mayaların soyundan gelir. Maya takvimi, İspanyolların Latin Amerika’yı
fethettiğinde dünyadaki en ileri takvimlerdendi. Çoğu durumda aslında Mayalar
Avrupalı fetihlerinden çok daha kesin zaman kaydedicilerdi. Ancak Mayalar
Avrupalılardan farklı olarak, zamanın niceliği ile niteliğinden - bilhassa da
insan yaşamı için ne anlama geldiğinden- daha az ilgilenmiştir.
Quiche zamanının
bilhassa ilgi çekici olan yönü, her günün eşsizliğine gösterdikleri özendir.
Günün sadece özel değil, aynı zamanda kutsal da bir ismi vardır. Quicheler,
sıklıkla yaptıkları gibi doğrudan bir günden bahsederlerken, isminin başına
saygı göstergesi olan “ajaw” sözcüğünü eklerler. Bu ise “Selamlar Perşembe
Hazretleri” demekle aynıdır. Quicheler her günün, olayların gidişatını her
insan için farklı biçimde yönlendiren kendi “yüzü”, mizacı ve karakteri
olduğuna inanır. Bu mizaç, takvimin yorumlanmasıyla anlaşılabilir. Ancak doğru
okuyabilmek için uzmanlık gerekir. Quicheler, biri 365 günlük devlet takvimi,
diğeri de 260 günlük dini takvim olmak üzere, iki takvim ile yaşarlar. Dini
takvimleri, bir başlangıcı ve sonu olmayan bir çark biçimindedir. Çarktaki her
günün, farklı bağlamlarda değişen bir ismi, karakteri ve sayısı vardır. Bu
karmaşık sistemden kesin tahminlerde bulunabilmek için Quicheler uzmanlara
güvenir, bunlar “gün gözcüsü” anlamına gelen “ajk’ij” denilen kahinlerdir.”
Günü gözlemek Quicheler arasında kutsal bir görev olarak görülür. Ajk’ijler hem
rahip hem şamanlar olarak saygı görür. Doğrudan tanrılarla iletişim kurarlar ve
rahip sınıfından olmayan insanların, günlere nasıl yaklaşacaklarına karar
vermelerine yardımcı olurlar.
Bu gün
gözcülüğünün, tıpkı bilimsel olmayan astrolojik tahminler gibi, kulağa rahatsız
edici gelen bir yönü de vardır. Doğru olup olmadığı ve bu ele ştiriye değip
değmeyeceği tartışmalıdır. Ancak Quichelerden alacağımız
en önemli ders, her gün üzerine daha derin ve dikkatle düşündükleridir. “Yine
bir Pazartesi” diye bir şey söz konusu değildir. Tipik Anglo-Avrupalılar için
çoğu günün zamansal zorlamaları her anı verimli kılmak içindir. Quichenin
görevi ise - her anın nasıl yaşanması gerektiğini çözmek - daha
31
hassastır.—
Kudüs profesörü Debbie Weissman’a göre “Tevrat’ın başlıca etkisi,
yeryüzündeki kısıtlı zamanımızı nasıl akıllıca kullanabileceğimizi 32
öğretmektir.”—
Bu, Qmchelerm zaman felsefesi için de söylenebilir.
ORTA ZAMANDA YAŞAMAK
İster turist,
ister kültürlerarası incelemeler p sikolo ğu olun, seyahat etmek insana orta
zamanın dengesini - hızlı ve yavaş, olay saati ile saat zamanı, çalışma zamanı
ile istirahat zamanı arasındaki dengeyi bulmayı - öğretir. Zaman aciliyetine
sahip işkolikler rahat kültürleri ziyaret edip eve döndüklerinde kendi
saat-güdümlü yaşamlarının idaresini yavaşlatmakta kararlı olurlar. Yazar Eva
Hoffman, ılımlılık için bu çırpınışlarını Polonya’daki çocukluktan Kanada’daki
ergenliğe ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki yetişkinliğe adaptasyonunu
anlatırken ele almıştır:
Psikolojik
zevk de, sanırım fiziksel acı ya da tatminin sinir yolları boyunca akışı gibi
zaman içinde kanallar açar. Zaman sıkıştığında ve kısaldığında, hazzı da boğar;
bu amaçsızlık içine yayıldığında, benlik seyrelerek etkisiz bir uyuşukluğa
girer. Haz orta zamanda, yani ne çok hızlanmış, ne de
33 çok yavaşlamış zamanda var olur.—
Sosyal
psikologlar Jonathan Freedman ve Donald Edwards tarafından yapılan deneyler
Hoffman’ın gözlemini doğrular niteliktedir. Freedman ve Edwards
haz ve zaman baskısı arasındaki ilişkinin ters “U”ya karşılık geldiğini
bulmuştur. En büyük haz orta düzey bir baskıda tecrübe edilir. Çok fazla
zamansal yük stres verici olabilir ve çok azı da can sıkıntısına yol açar.
Ayrıca zaman baskısı ve insanların ne kadar iyi performans gösterdiği arasında
da ters U-biçimli bir ilişki bulmuşlardır. Bir kez daha, en iyi çalışma orta
düzey bir zaman baskısında ortaya çıkmaktadır.34
Psikolog
Mihaly Csikszentmihalyi, en azından Amerikalılar için, en mutsuz insanların
üzerlerinde hiçbir zaman baskısı bulunmayan kişiler olduğunu tespit etmiştir:
Çalışmalarımızdaki kendi geçimlerini sağlayan ve kiliseye gitmeyen kişiler
için, Pazar sabahları haftanın en karamsar günüdür, çünkü ilgilerini çeken
hiçbir şey olmamasından dolayı ne yapacaklarına karar veremezler. Haftanın geri
kalanında ruhsal enerjileri dışarıdaki rutinlere
yönelmiştir: İş, alışveriş, sevilen TV programları vb. Ancak Pazar kahvaltıdan,
gazetelere göz gezdirdikten sonra kişi ne yapacaktır? Birçokları için bu
saatlerdeki plan eksikliğinin yıkıcı bir
etkisi vardır.—
İnsanların
önceki bölümde açıklanan “akış” adındaki tecrübeye dahil olduğu yer, çok fazla
ve çok az baskı arasındaki orta alandır. Csikszentmihalyi insanların üzerine
çağrı cihazı takarak onları etiketleyip, sık aralıklarla neyle meşgul
olduklarını ve kendilerini ne kadar iyi hissettiklerini sorarken, en olumlu
bildirimleri insanlar yeteneklerini meşgul eden orta zorlayıcılıktaki
faaliyetlerdeyken almıştır. Tek seferde çok fazla şey yapan kişiler aşırı stre
se eğilimliydi. Ama hiçbir şey yapmayanların akış algısı çok az ve aldıkları
haz da çok düşüktü. Birçok çağdaş psikolog akış deneyiminin mutlu ve tatmin
edici bir yaşam için önemli olduğuna inanmaktadır.
Çalışmalar, akış deneyimlerinin yalnızca heyecan verici değil, aynı zamanda
güçlendirici olduğunu da göstermiştir: Özgüveni, yetkinliği ve kişinin genel
anlamda 36 esenlik duygusunu artırır.—
Gördüğümüz
gibi, benim kendi çalışmalarım da yüksek bir yaşam hızının karmaşık sonuçlarına
işaret etmektedir. Hızlı ortamlardaki kişiler, yüksek koroner kalp hastalığı
oranlarının da kanıtladığı gibi potansiyel olarak strese daha yatkındır. Ancak
aynı zamanda rahat bir yaşam standardı ve bu nedenle de, en azından kısmen,
hayatlarından bir bütün olarak daha memnundurlar. Freedman ve Edwards’ın ve
Csikszentmihalyi’nin çalışmaları psikolojik memnuniyetin farklı bir alanına
yönelir. Onlar, yaptıkları işte, tam o işi yaptıkları sırada karşılaştıkları
haz ve stre s hakkında yazarken, bizim çalışmalarımız insanların bir bütün
olarak hayatları hakkında nasıl hissettiği ile ilgilidir.
Ama onların
sonuçlarının da, bizimkiler gibi zaman baskısının hem iyi hem de kötü etkisini
ortaya koyması önemlidir. Saate karşı çalışmak ne her zaman için streslidir ne
de zaman baskısının yokluğu doğal olarak rahatlatıcıdır. Zaman baskısı doğru
dozda verildiğinde enerji verici ve canlandırıcı olabilir.
Çift yönlü
sonuç tartışmasının etkisini, işteyken daimi bir zaman baskısı altında olduğunu
bildiren ebeveynlerle ilgili güncel bir çalışmanın sonuçları artırmaktadır.
Irvine’daki Kaliforniya Üniversitesi’nde, Ellen Greenberger ve arkadaşları, beş
ila yedi yaşında çocuklara sahip, çalışan 188 anne ve babanın ebeveynlik
davranışlarını gözlemlemiştir. Greenberger, zaman baskısı altındaki ebeveynlerin
evle ilgili taleplere nasıl tepki verdikleri ile ilgili büyük farklılıklar
buldu. Birçoğu eve bitkin dönme ve sevdiklerine sert davranma şeklinde tipik
bir model izledi. Ancak zahmetli ve aynı zamanda karmaşık, zorlayıcı ve uyarıcı
işlerde çalışanların
evde aslında daha ılımlı, duyarlı ve esnek olması
37
daha muhtemeldi.— Bu bulgular aynı zamanda bizim araştırmamızdan
elde edilen sonuçları da doğrular nitelikte: İş hayatı hızınız ile hayatınızın
geri kalanı arasında bir denge oluşturmak, psikolojik ve fiziksel sağlık için
aşırı stresli ya da az stresli bir işte çalışmanızdan daha önemli olabilir.38
Orta zaman
için elbette ki tek bir formül yoktur. Zor görev -gerçekten de yaşamanın güzel
sanatlarından biri- her kişi ve faaliyet için en uygun baskı derecesini
keşfetmektir. Kişisel olarak bulduğum, orta zamanın sınırları içinde kalmak
için yararlı olan stratejilerden biri zaman yöneticileri oluşturmaktır: en
uygun hız aralığımın dışına çıktığımda bana işaret veren geribildirim
alarmları. Bazen bu sinyaller beklenmedik kaynaklardan çıkar. Kendi özel
durumumda, en belirgin ve en güvenilir yöneticilerin eski, nahoş konuşma özrüm,
yani çok hızlı konuşurken kekeleme eğilimim olduğunu söyleyebilirim. Kimseye de
kekelemeyi bir beceri gibi görerek öğrenmeye çalışmasını kesinlikle önermem
(Aman diyeyim!) ama rahatsızlığım bana bu eşsiz psikolojik cevheri vermiştir:
Çoğu zaman konuşma ritmimin aşırı hızlanmasını önler ve ritmimin, ötesine
geçtiğinde nahoş ve verimsiz hissettireceği son noktaya geleceği anda birden
söner. Daha gençken, kekelemeyi önlemek için düşüncelerimi yavaşlatmayı
öğrenmiştim. Şimdiyse, çoğunlukla düşüncelerimi yavaşlatmak için kekelememi kullanıyorum.
Neyse ki, bu yönetme kabiliyetimin hassas ayarlı bir ölçü aygıtı olduğu ortaya
çıktı. Onun izin verdiği hız alanı benim düşünce hızımla gayet iyi uyuyordu.
İngiliz
editör ve yazar Robert McCrum son zamanlarda hayatına zorla giren çok daha gaddar
bir zaman yöneticisinden bahseder. 1995 yazında, hiçbir belirti olmadan ciddi
fiziksel hasarlar bırakan bir inme geçirmişti. “Eski ve Yeni Hayatım” başlıklı
bir denemede, bunun hayatında neden olduğu yavaşlamadan duyduğu ilk hayal
kırıklığını anlatır:
Geçmişte, çok
hızlı bir gözlem yeteneğimin olmasıyla bazı şeylerin üstesinden gelebildiğim
konusunda ün salmıştım. İlk başta, eski halimle karşılaştırıldığında sonuçlar
büyük bir hüsran yaratıyordu. Sabırlı olmayı öğrenmek zorundaydım. İngilizcede
“sabrın” sıfat ve isim anlamı Latince “acı çekmek” ve “katlanmak”
kelimelerinden gelir -patienttia. Yalın anlamıyla “sabır”, “uzun vadeli-acı
çekmek” anlamındadır.
McCrum’u
iyileşmenin kriz sonrası aşaması için hazırlarken, doktorlarından biri
vücudunun bu haliyle, karşılaşacağı yeni dünyayı nasıl hızlı algılayabileceği
konusunda uyarmış, şöyle bir öngörüde bulunmuştu: “Çabukların arasına gitmek
üzeresin.” Ama inmeden bir yıl sonra, McCrum zamansal yaşam değişikliğinin
farkına varmıştı. “Yavaşlıkla” diyordu, “hem bir fikir
39 hem de yaşam tarzı olarak dost oldum.”—
Thoreau’nun
da gözlemlediği gibi, kendi ritmimizi tutturmalıyız. Birine sıkıcı gelen bir
şey bir başkası için aşırı heyecanlandırıcı olabilir. Sık sık kentlilerin,
sanki tüm şehir sakinleri tarafından paylaşılan bir duyguymuş gibi “keşmekeşin
dışına çıkmak”tan bahsettiğini duysak da, küçük-kasaba ergenleri de aklı
başında her insanın daha fazla heyecan için “kırsaldan göçme”yi isteyeceğini
iddia eder. Ama bir çevrenin hızı kişileri farklı etkiler. Yaşam-hızı kişilik
ölçekleri, hem yavaş hem de hızlı ortamlarda hem hızlı hem de yavaş mizaçlı
insanların bulunabildiğini gö stermiştir. Bu ise sanatların en can alıcısına
neden olur; kendiniz ile çevre arasında sağlıklı bir uyum elde etme.
KİŞİ-ÇEVRE UYUMU
Kişi-çevre
uyumu kişilerin boş vakit, sosyal hayat ve iş hayatlarından yaşadıkları şehir
ya da ülkeye kadar ne kadar zevk aldıkları ile ilişkilidir. Yüksek bir aktivite
düzeyine eğilimliyseniz ve hızlı ortamları tercih ediyorsanız, sizin için en
iyi seçenek zaman- baskılı meslekler ve daha hızlı yerlerdir. Eğer
tercihleriniz daha düşük bir yaşam-hızıysa telaşlı işler ve şehirler sizde
(belki de gerçek anlamıyla) bir ölüm öpücüğü etkisi yapabilir.
Robert Caplan,
John French ve Michigan Üniversitesi Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’ndeki
meslektaşları tarafından yapılan klasik bir çalışma, kişi-çevre uyumunun bazı
kapsamlı sonuçlarını göstermektedir. Caplan ve arkadaşları stres derecesi
ölçülen ve yirmi üç farklı beyaz ve mavi-yakalı heterojen meslek karışımından
iki bin erkek tarafından deneyimlenen stres ve gerilimin derecesini ölçmüştür.
İş stresinin açık ara en iyi belirleyicisinin, işçilerin kişisel mizaçları ve
mesleklerinin özellikleri arasındaki uyumla alakalı olduğu ortaya çıkmıştır.
Uyumun derecesi, tek başına insanların meslekleri ya da kendi kişilik
özelliklerinden ziyade psikolojik stresle daha yakından bağlantılıdır. Diğer
bir deyişle uyum, işin nesnel stres düzeyinden daha önemlidir. Aslında kişi-çevre
uyumu hesaba katıldıktan sonra, işçilerin yirmi üç farklı meslekte
deneyimledikleri stre sin miktarı bakımından neredeyse hiç fark yoktur. KÇ
uyumu iş memnuniyeti, iş yükü memnuniyeti, can sıkıntısı, depresyon, endişe ve
gerginlik ile sıkı bir ilişki içindedir. Bu bulgular özellikle dikkat
çekicidir, çünkü iş memnuniyetini artırma konusunda uygulanabilir talimatlar
önermektedir: İşverenler genellikle belirli işlerin özellikleri üzerinde çok az
kontrole sahiptir, ancak hangi görevi hangi işçinin yapacağına o kişinin
mizacına bağlı olarak karar
Yaşam hızı ve
koroner kalp hastalığı arasındaki bağlantı da aynı şekilde KÇ uyumunun bir
sonucu olarak anlaşılabilir. Hem yüksek yaşam-hızına sahip yerlerin hem de
yüksek-hızlı kişilerin daha yüksek koroner ölüm oranları olduğu için, A Tipi
kültürlerde yaşayan A Tipi kişiler için en kötüsünü bekleyebiliriz. Ama tüm
bireylerin kendi kültürlerinin alışkanlıklarını takip ettiğini -bu tipe kültürlerarası
incelemeler yapan psikologlar ekolojik yanılgı diyor- söylemek fazla
genelleyici olur. A Tipi çevreleri insanları farklı etkiler. A Tipi kavramının
yaratıcılarından ve savunucularından olan Ray Rosenman bile, koroner kalp
hastalığı hakkında öngörüde bulunurken hem kişinin hem de çevrenin hesaba
katılması gerektiğini ileri sürmüştür. Ona göre, A Tipi kişilerinin B Tipi
çevrelerinde ve B Tipi kişilerinin de A Tipi çevrelerinde sıkıntıları en
yüksek seviyeye ulaşacaktır.41
Örneğin,
Michigan Üniversitesi’nin çalışmasında A Tipi kişilik ölçeğinde en yüksek puan
alan meslek, akademik yöneticiler olmuştu. Çoğu üniversitede, bu yöneticiler
profesörler arasından seçilir. Akademik yöneticilerin iş hayatı genellikle
yüksek-hızlı ve teslim tarihi- güdümlüyken, profesörler kendi vakitleri
üzerinde daha fazla kontrole sahiptir. Ama Michigan çalışması, yöneticilerin
işleri dolayısıyla profesör rütbesinde kalan meslektaşlarından mutlaka daha
stresli olması gerekmediğini ortaya koymuştur. Bu ise, A Tipi yöneticilik
görevlerini cazip bulan profesörlerin genellikle A Tipi mizacına sahip olduğu
gerçeğiyle açıklanabilir. Ayrıca bu kişilerin tam da bu işlerin zamansal
taleplerini karşılaması muhtemeldir. Aynı şekilde, Wall Street’in uğultusuna düşkün
olan New Yorklu o işte kalarak zenginliğini artırabilir.
Koroner kalp hastalığı ABD’de ölümün en büyük nedenidir.
Geleneksel (A Tipi olmayan) diyet, sigara ve esansiyel hipertansiyon gibi risk
faktörleri, hastalığın nedenlerinin yalnızca yüzde ellisini oluşturur.42 Görüldüğü kadarıyla, kişilerin çevrelere zamansal uyumu geri
kalan yüzde ellilik kısmın önemli bölümünü de içine alırsa, bu uyumların işe
yaraması gösterilen çabaya değmektedir.
Kişi-çevre
uyumunu anlamak için kışkırtıcı paradigmalardan biri de Illinois
Üniversitesi’nden psikolog Joseph McGrath ve arkadaşları tarafından yürütülen
sosyal katılım üzerine araştırmadır. Biyolojiden ödünç alınan entrainment
kavramı, bir zamansal ritmin bir diğeri tarafından ele geçirilip değiştirilmesi
sürecine verilen addır. Örneğin, bir kuş topluluğu katılım yoluyla bir sürüye
dönüşür: Her bir üye çevresel işaretleri saptamak ve onlara uyum sağlamak üzere
hassas ayarlı duyusal bir mekanizma kullanır. Benzer
şekilde, güdülen hayvanlar ritimlerini birbirlerine senkronize ederek bir sürü
haline gelirler. İnsan yapımı yollarda, motorlu araç sürücüleri karşılıklı
katılım yoluyla (çoğunlukla) birbirlerine çarpmadan uzun mesafeler boyunca
yüksek hızda seyahat etmeyi başarabilirler. McGrath ve arkadaşları deneylerinde
katılımın insanların çalışma hızlarından, diğer sosyal temaslarının temposuna
dek uzanan geniş bir yelpazedeki durumları ortaya çıkardığını 43 göstermiştir.—
Katılım
olasılığı bir dizi soruyu da ortaya çıkarır. İnsanlar zamansal açıdan nahoş
buldukları koşullara kendilerini ne kadar uzun süre adapte edebilir ya da tam
tersi? Hangi koşullarda katılımın ortaya çıkması muhtemeldir ve en başarılı
olduğu zaman hangisidir? Hangi tür insan zamansal adaptasyona en uygudur?
Kişilerin tercih edilen ritimlerine kendilerini uydurabilen çevreler
tasarlayabilir miyiz?
Katılım
olasılığı, kendi ritmimizi çevremize göre ayarlamanın önemini vurgulamaktadır.
Carl Jung’un eşzamanlılık dediği şeyi kendimize amaç edineceksek, kişi-çevre
denkleminin her iki tarafında da zamansal esneklik olması gerekir.
ÇOKLU-ZAMANSALLIK
Kişisel
psikolojide, psikolojik androjenlik olarak bilinen ilginç bir kavram vardır.
Psikolojik cinsiyet farklılıkları üzerine yapılan geleneksel araştırmalar
erkeklik ve kadınlığa kutupsal zıtlık olarak bakar. İlk çalışmalar şaşırtıcı
olmayan tipik “eril” tiplerin atılganlık gibi nitelikler gerektiren durumlarda
daha başarılı olduğuna, buna karşın “dişil” tiplerinse anaçlık ve duygusal
ifade gibi özellikleri gerektiren durumlarda daha iyi olduğuna dair şaşırtıcı
olmayan bulgular sunmuştur. Mesleki başarı geleneksel anlamda eril yeteneklerle
bir tutulduğundan, bu klişenin bir sonucu da uzun kariyer yolu boyunca
kadınların dişilikleriyle ilgili şüphelerle karşılaşmalarıdır. Onlar daha
başarılı oldukça, kendilerine bir kadından çok bir erkek gibi bakıldığını daha
fazla hissederler.
Ama
-liderleri Sandra Bern ve Janet Spence vb. olan- yeni nesil (kadın) sosyal psikologlar,
kadınların geleneksel olarak eril görülen uğraşılarla rekabet etme
yeteneklerinin onların kadınsı yönlerinden ödün verdikleri anlamına geldikleri
varsayımına meydan okumuşlardır. Psikolojik androjenlik fikrini geliştiren de
onlardır. Psikolojik androjen insanlar kişilik repertuarında hem geleneksel
erkeksi özellikleri (örneğin, atılganlık gibi) hem de kadınsı özellikleri
(örneğin, anaçlık gibi) birleştirir. Androjen kişi aşırı erkeklik ve kadınlık
arasında orta yolda bulunan nötr biri değil, elinde hem güçlü eril hem de dişil
özellikler bulunan kişidir.
Çok sayıda
çalışma psikolojik androjenliğin değerini kanıtlamıştır. Eril tipler
geleneksel “erkek” koşullarında daha iyi işler yaparken ve dişil tipler
“kadınsı” durumlarda daha üstünken, deneyler androjen kişilerin -hem kadın hem
de erkek- hem eril hem de dişil görevlerde başarı kazanmasının muhtemel
olduğunu göstermiştir. Örneğin, eril ve androjen kişiliklerin topluluk
baskısına direnmeye daha uyumlu olduğunu, dişil ve androjen insanlarınsa sorunları
olan bir öğrenciye danışmanlık gibi görevleri daha iyi yaptığı kanıtlanmıştır.44 Androjen ve dişil
eşlerin -hem kocalar hem de kadınlar- daha mutlu evlilikler yapma eğilimi de
vardır.45 Androjen kişi, diğer bir
deyişle, her iki dünyaya da en iyi biçimde erişebilmektedir.
Yaşam hızı da benzer bir model ile hareket eder. “Mesele sadece
binanın hangi katında yaşadığınızla ilgili değil” der transpersonel psikolog46 Ken Wilber, “hayat yolunuzda ilerlerken kaç tane kata
ulaşabildiğinizle
ilgilidir.”— Pek çok durumun beklentisini en iyi şekilde
karşılayan, yüksek bir yaşam-hızı gerektiren zamansal yaklaşımlardır: Hız,
saate olan ilgi, gelecek yönelimi, zamanı para olarak değerlendirme yeteneği.
Hayatın diğer alanları - dinlenme, boş vakit, fikirlerin kuluçka dönemi, sosyal
ilişkiler- zamana karşı daha rahat bir tutumla daha yeterli biçimde
karşılanacaktır. Her ikisini de zamansal bir repertuar içerisinde birleştiren
-veya pek çok modu da kullanabilen- kişi ya da kültürlerin tüm durumların
üstesinden gelebilmesi muhtemeldir. Jeremy Rifkin zamansal gettoların
tehlikelerinden bahseder. Kendilerini değişmez ve sığ zaman şeritleri ile
sınırlayan kişiler geleceklerini ve siyasi kaderlerini belirleme konusunda
hazırlıksızdır.48 Çoklu-zamansallık bu zamansal gettoların dışına çıkış
biletidir. Gerektiğinde hızla dışarı çıkabilme, baskı sona erdiğinde kendini
bırakabilme ve grinin pek çok zamansal tonunu anlayabilme kabiliyeti “Hangi yaşam
hızı en iyisidir?” sorusuna gerçek bir cevap olabilir. Lewis Mumford’un yazdığı
gibi:
Zamansal dış baskıya ilk tepkimiz her ne kadar mutlaka yavaşlama
şeklini alıyor da olsa, özgürleşmenin nihai sonuçları her insan faaliyeti için
doğru tempo ve ölçüyü bulmak olacaktır. Kısacası, hayatta da tıpkı müzikte
yaptığımız gibi, metronomun mekanik vuruşuna itaat ederek değil -bu yalnızca
yeni başlayanlar için bir cihazdır- geçişten geçişe uygun ritmleri bularak
tempo tutmalı, hızı insan ihtiyaç ve 49 amaçlarına göre ayarlamalıyız.—
Psikolojik
androjen gibi, gerçek anlamda çoklu-zamansal kişi ve kültür ortalama bir
aralıkta yer almaz, ancak gerektiği kadar hızlı ya da yavaş hareket etme
yeteneğine sahiptir. Hiç de şaşırtıcı olmayacak şekilde, Michigan Üniversitesi
çalışmasının bir diğer önemli sonucu, kişisel esnekliğin (sertliğin zıddı)
kişinin mesleği ne olursa olsun, stres ve iş memnuniyetsizliğine karşı etkili
bir tampon olmasıdır. Başarısının meyvelerini toplamak için yeterince çok
çalışan ancak La Dolce Vita ’nın keyfini sürmek üzere yavaşlayan bir
Avrupalı bu çoklu-zamansallığın bir unsuruna sahiptir. Hem hızda hem de
yavaşlıkta üstün olan Japon bir işçi de bu beceriyi anlamış demektir. Bu hiç de
tüm Avrupalı ve Japon çalışanların çoklu- zamansallığa hakim olduğu anlamına
gelmez. Aslında veriler bu ülkelerdeki çoğu kişinin yaşam-hızının bedelini
ödediğini vurgulamaktadır. Batı Avrupa’daki koroner kalp hastalığı oranlarının
dünyadaki en yüksek oranlardan olması ve Japonya’da intihar oranlarının ciddi bir
sorun oluşturması tesadüf değildir. Ancak bu kültürlerdeki geleneksel değerler
dikkatli bireylerin kendi zamanlarının kontrolünü ellerine alabilecekleri
yolları aydınlatan potansiyel şablonlar - sözde reçeteler - sunmaktadır.
Joyce Carol
Oates şöyle yazar, “Zaman, içinde var olduğumuz unsurdur... Bizler ya onun
tarafından taşınıp götürülüyoruz ya da onun içinde boğuluyoruz.” Yeterince
verimli çalışırken, bir taraftan da rahatlamak, bu başarının üzerine kurulu
olduğu zamansal stresi en aza indirmek ve ilişkileri yürütmek ve medeni bir
toplum için aynı anda zaman yaratmanın nasıl gerçekleşeceği çoklu-zamansallığın
meydan okumasıdır.
KONTROLÜ ELE GEÇİRMEK
Ve tüm keşfin
sonu başladığımız yere dönmekle olacak
Ve o yeri ilk
defa tanımakla
T. S. Eliot, The
Four Quartets
Son bir
hikâye. Dünyanın etrafında on iki ay süren seyahatimin neye dönüşeceğini
planlarken, yolculuk esnasında karşılaştığım her deneyimli ve/veya hüsrana
uğramış insanın sanki bana tavsiye için birkaç sözü var gibiydi. Bu tavsiyeler
mutlaka ziyaret etmem/uzak durmam gereken yerlerin listelerinden, şayet o sudan
içmeyi düşünürsem bile vücuduma neler olabileceğine dair grafik açıklamalara
kadar uzanıyordu. Ama en kâhince bilgelik hiç beklenmedik bir kaynaktan geldi.
Epey uhrevi bir diş hekiminin koltuğunda, ağzım o bildik nahoş nesnelerle
doluyken, aramızda geçen en uzun, diş ile ilgisiz konuşmayı yaptı: “Bir
keresinde başka bir ülkeye gittim. Kendin hakkında çok fazla şey öğreniyorsun.”
Tam üstüne
basmıştı. Üç kıtada, yirmi kadar ülkede bir yıl boyunca avarelik ettikten, Çin
Seddi’nden Kudüs’teki Ağlama Duvarı’na kadar olan turlama mesafesindeki her
mucizeyi ziyaret ettikten, şimdiye kadarki mesleki araştırmamın odağı haline
gelecek çalışma üzerine çok ulu slu veriler elde ettikten sonra, kendimle
birlikte eve geri getirdiğim şey yeni bir bakış açısı olmuştu.
Hayatımı
nasıl yaşadığım konusunda farklılık yaratmayı sürdüren benim en kalıcı
anlayışlarım, her zaman için zaman meselesiyle alakalı gibidir. İnsanlar uzun
süreli yolculuklar yaptıklarında, geçicilik bilincine doğru değişim
göstermelerinde bir anlam olmalıdır. Bu geçicilik hakkında sorular sorduğum pek
çok gezgin o kritik kesilmenin bazen üç ay boyunca sürdüğünü bildirmektedir.
Bundan sonra ise, haftanın günleri ve hatta yılın ayları -özellikle de ılık
havaları takip etmek gibi bir akıllılık gösterenler için- birbirine karışır.
Beklentiler ve gelecekle ilgili planlar bodur kalır ya da önemsizleşir.
Uzun süreli
yolculuğun kumaşını oluşturan sık, çabuk ve çoğunlukla da dramatik değişimlerle
ilgili -kahvaltının ortasında, otelden ayrılış süresinden önce e şyalarını
toplayıp bir başka ülkeye gitmek üzere karar vermek, partnerlerden biri doğuya
gitmeyi düşünürken diğeri batıya gitmeyi istediği için görünüşte yakın olan bir
ilişkiyi bitirmek gibi- genellikle günübirlik yaşamaktan başka alternatif
bırakmayan bir durum vardır. Bu güç öylesine etkilidir ki iradeli bir seçimden
çok daha bedensel hissedilir. Kişisel olarak şunu biliyorum ki, her uzun
gezinin sonunda, fiziksel olarak düşüncelerimi geçmişe ya da geleceğe
sabitleyemiyormuşum gibi gelir. Bu benim zamanı aşmış ve sadece an’ın
donukluğuna sıkışmış bir Zen Budisti olduğum anlamına gelmez. Çoğu kez
psikolojide de söylediğimiz gibi, “aklı bir karış havada” idim. Zamansal bir
araftaydım. O zamana kadarki hayatımı gelecek odaklı -çoğunlukla başkalarının
beklentileriyle tanımlanan bir gelecek- geçirecek biri olarak aklımın yarın
olacaklara, bu aylar öncesinden beklediğim Piramitleri ilk ziyaretim gibi bir
olay bile olsa, odaklanamadığımı gözlemlemek neredeyse komikti. Ama bunlar
kesinlikle benim kendi saatimin vuruşlarıydı. Filozof Johann Herder’in bir
keresinde yazdığı gibi, “geçici her şeyin kendi içinde bir zaman ölçüsü
vardır.”
Böylece bir üniversite profesörü olarak rolümü kaldığım yerden devam
ettirmek üzere yurda döndüğüm zaman bir serseri duyarlılığı içerisindeydim.
Aklım geçici olarak kullanılamaz haldeydi ve kültür şokunun pek çok olağan
unsuru nedeniyle kafam allak bullaktı. Pek çok uzun süreli gezgin eve dönüş
şokunun evden ayrılışa göre çok daha sarsıcı olduğunu söyleyecektir. Ben bunun,
eve dönmenin nihayet durmaya, daimi değişimle başa çıkmanın zorlu görevini
bırakmanın hoş görülebilir bulunduğu yanılgısıyla geri dönmemizden dolayı
olduğunu düşünüyorum. (“Travel”— kelimesinin Fransızca çok çalışma ve kefaret anlamına gelen
“travail” kelimesi ile bağlantılı olması boşuna değildir.) Ama sosyal p sikolo
glar size insanların tam da “yenilmezlik yanılsaması” içindeyken en hassas
hedef haline geldiklerini söyleyecektir.
Mr. Chips
gibi görünmek için elimden geleni yaparak ancak daha çok Rip Van Winkle gibi
hissederek üniversitedeki ofisime doğru yürüdüm. Ürkmüştüm, yeniden eve gitmeye
korkuyordum. Ama bu Thomas Wolfe’nin kastettiği anlamda değildi, benden
beklenen mesleki rolü yeniden yürürlüğe koyamayacağımdan korkuyordum. Daha
sonra olanlar ise beni şaşırtmıştı. Aniden, sanki bir kol aşağı indirilmiş gibi
beynimin sanki ucuz bir film görüntüsüymüşçesine, yirmi ay önce tam da bu
noktada duran zaman-güdümlü ruha dönüşmesini hissettim. Sanki “Profesör
Levine”den beklenen her görev bir anda aceleyle geri gelmişti. Yapmam gerek
şeyi ve onu nerede ve ne zaman yapmam gerektiğini biliyordum. Tam bir yıl
boyunca üniversitem ben olmadan sadece “iyiyim, teşekkür ederim”lerle yetinmeyi
bilmişti. Şimdi ise korkutucu bir ivedilikle, geleceğim bir kez daha
“yapılacaklar” ve “yapılması gerekenler”in bereketli yardımlarıyla doluyordu.
Programım tıka basa doldurulmuştu.
Bir yanım
planları ve normalliği iyi karşılıyordu. Ama içimden daha yüksek bir ses de eve
dönmenin kurunun yanında yaşı da yakmak deyimindeki anlama gelmediğini söyleyip
itiraz ediyordu. Geçirdiğim bütün değişimleri baskılamak zorunda mıydım? O
ender içsel bilgelik anlarından birinde, içimdeki o daha yüksek ses, olayları
enine boyuna düşünmem için binayı terk etmemi buyurdu.
Uzaktaki bir
banka oturup içinde bulunduğum durumu düşündüğümde, yaşadığım kültür şokunun
yalnızca bir belirsizlik durumu, hayatın iki modu arasındaki bir köprü olduğu
sonucuna varmıştım: Bir yanda uzun süreli yolculukların günden güne spontanlığı
ve diğer yanda mesleki yaşamımın program odaklı varlığı. Aslında inceleme
yaptığım zamansal güçler arasında sıkışmış durumdaydım. Belki de sadece bazı
iyi sindirilmemiş Nepal körisi yüzündendi ama kendimi ölüm öncesi, ölüm ve
yeniden doğuş süreçlerinin bilinçli biçimde nasıl kontrol edileceğini öğreten
kutsal Budist metni Tibet Ölüler Kitabı’nı düşünürken bulmuştum. Ölüm,
diye anlatıyordu kitap, yaşam ve kişinin kaçınılmaz (birkaç üstün Buda-türü
dışında) yeryüzündeki reenkarnasyonu arasında yer alan bir evredir.
Ölüm-sonrası geçiş özen ve hassasiyetle ele alınmalıdır, çünkü sonraki hayatın
kişiliğini bilinçli olarak şekillendirmek için yegâne şansı sunar:
Büyük fırsatını boşa harcayarak
tedbirsizlik ediyorsun.
Gerçekten yanlış anlamış
olacaksın amacını eğer bu hayattan eli boş dönersen.
Ben de sanki
enkarnasyonlar arasında geçişler yaşıyor gibi hissediyordum. Şimdiki görevim
yaklaşmakta olduğum hayatı güçlendirmek üzere terk ettiğim hayattan neler
alıkoyabileceğimi keşfetmekti ve o anda bana hayatımı iyileştiren basit bir
kavrayış sunuldu: Değersiz alışkanlık ve takıntıların döngüsünü kırmak için
bulunmaz bir fırsatım olduğunu anladım. Kendimi her yolculuk-öncesi faaliyete -
bu, bir öğrenciyle görüşmek, bir sınıfa ders vermek ya da bir araştırma kaleme
almak gibi mesleki bir görev; bir meslektaşımla öğle yemeğine çıkmaktan, bir
meslektaşla karşılıklı iltifatlaşmadan, telefona bakmaya kadar herhangi bir
sosyal faaliyet olabiliyordu- yeniden dahil olurken, gördüğümde reflekslerimi
durdurma konusunda uyanık olmaya karar vermiştim. Ayrıca biraz duraksayacaktım;
sonra iki soru soracaktım. İlki, bu benim mutlaka yapmam gereken bir şey mi? Ve
ikincisi, yapmayı tercih edeceğim bir şey mi? Bu sorulardan birinin cevabı
“evet” olmadıkça, çabalayarak vakit kaybetmeyecektim.
Sonraki
birkaç haftada, sorularımı takıntılı biçimde sorup durdum. “Yapmam gerekir mi?”
sorusunun genellikle “hayır” olarak yanıtlandığını keşfettim. Elbette ki,
beklediğimden çok daha fazla negatif durum vardı. Benim “hayır” bölümümün çoğu
insanınkinden çok daha yüksek olduğunun tabii ki farkındaydım. Sonuçta,
zorlayıcı ölçüde kişisel kontrole izin veren bir meslekle kutsanmıştım. O
zamanlar, evlilik ya da çocuk gibi sorumluluklarım da yoktu. Ama yine de,
meslektaşlarım ve arkadaşlarımın genellikle benim katılımım olmadan bu denli
sancısız biçimde hayatta kalmaları şaşırtıcıydı. Bu kalıcı “hayır” cevabı
tercihlerimi çoğunlukla ikinci ölçüte göre değerlendirmeme yol açıyordu. Ayrıca
burada da “evet” yanıtlarımın sayısında dolayı şaşırıyordum. En beklenmedik
olanıysa, nispeten sıradan faaliyetlerle meşgul olmayı tercih etme sıklığıydı.
Her şey
söylenip yapıldığında, geçiş periyodum geride kaldığında,
daha önce hiç olmadığı kadar hayatımın kontrolünü ellerimde hissettim ve bu
duygu bu güne kadar da benimle birlikte kaldı. Zamanımın gerçekten de benim
zamanım olduğunu anlıyorum ve her ne kadar yaşamımın hızı, diğer herkes gibi
etrafımdaki dünya tarafından yönetiliyor olsa da, insanların ritimleri
üzerindeki kontrolleri sandıklarından daha fazla. Ayrıca bir başka temel
gerçeği de görebilmiştim: Zamanımız bizim zamanımızdır. Miles Davis’in de
söylediği gibi: “Aslolan zamandır. Tek o vardır.”52 Zamanımızı nasıl oluşturduğumuz ve kullandığımız, sonunda
varlığımızın doğasını ve kalitesini tanımlar. Kişinin kendi zamanının yapısı
üzerindeki kontrolü eline alması, tıpkı Tibet Ölüler Kitabı’nda
söylendiği gibi, “kendinizi bu hayatın yararsız işlerine adamaktan” kaçınmaya
dair benim kendi tanımımdır.
Ayrıca bu,
her şeyden çok, diğer kültürlerin zaman algısı üzerine
çalışmalardan edindiklerimdir. Russell Banks’in, Hawthorne’un Wakefield
öyküsü üzerine yaptığı yorumdan yeniden alıntı yapmamız gerekirse: Evimden
taşınmıştım ve “orada neyin doğru olduğunu”53 görmek için dönüp
baktığımda görünen buydu. Yalnızca bu. Tibet Budistlerin ahiretin girişinde
gözledikleri “ilksel berrak ışık”ın eline su dökemiyor olabilir. Ancak şunu
biliyorum ki o zamandan beri hayatım biraz daha bana aittir.
23 Başlık şuradan alınmıştır:
Michon, J. A. (1989). Timing your mind and minding your time. In Fraser, J. T.
(ed.), Time and Mind: Interdisciplinary Issues, 17-39. Madison, Conn.:
International Universities Press.
24 Storti, C. (1990). The
Art of Crossing Cultures, 94-95. Yarmouth, Me.: Intercultural Press.
25 Bat mitzvah Yahudi
kız çocuklarının, bar mitzvah ise erkek çocuklarının yetişkin olarak kabul edilmeleri ve dolayısıyla dini sorumluluklarının
başlaması olayıdır. Mecburi olmasa da genellikle bir tören ile kutlanır. (ç.n.)
26 Pogrebin, L. C.
(1996, Mayıs/Haziran). Time is all there is. Tikkun 11, 43-47, 46.
27 Bakınız: Heschel,
A. (1959). Between God and Man: An Interpretation of Judaism. New York:
The Free Press. And: Heschel, A. (1960). The Sabbath—a day of armistice. In
Greenberg, S., A Modern Treasury of Jewish Thoughts, 129. New York:
Thomas Yoseloff.
28 Bazı yorumlara göre
her doksan dört yılda bir.
29 Duvarlarla çevrili
şehirler hariç (Levi kabilesinden bir kimse tarafından satın alınmadıkça).
30 “The Big Five-Oh”:
Amerika’da ellinci yaşı kutlamak için yapılan özel doğum günü partisi geleneği.
(ç.n.)
31 Quiche zaman algısı
üzerine daha fazla tartışma için, bkz.: Tedlock, B. (1992). Time and the
Highland Maya (Revised Edition). Albuquerque,
N.M.: University of New Mexico Press. The Quiche are also discussed in: Hall,
E. (1983). The Dance of Life. Garden City: Anchor Press.
32 Alıntılayan:
Pogrebin, L. (1996, Mayıs/Haziran). Time is all there is. Tikkun 11, 46.
33 Hoffman, E. (1989).
Lost in Translation, 279. New York: Penguin.
34 Freedman, J., and
Edwards, D. (1988). Time pressure, task performance, and enjoyment. In J. E.
McGrath (ed.), The Social Psychology of Time: New Perspectives, 113-33.
Newbury Park, Calif.: Sage.
35 Alıntılayan: Myers,
D. (1992). The Pursuit of Happiness, 137. New York: Avon.
36 Bunlar ve diğer
ilgili kaynaklar için bkz. a.g.e.
37 Greenberger, E.,
O’Neil, R., and Nagel, S. (1994). Linking workplace and homeplace: Relations
between the nature of adults’ work and their parenting behaviors. Developmental
Psychology 30, 990-1002.
38 Levine, R., and
Conover, L. (1992, Temmuz). The pace of life scale: Development of a measure of
individual differences in the pace of life. The International Society for the
Study of Time’a (Normandy, France) sunulmuş tebliğ; ve: Soles, J. R., Eyssell,
K., Norenzayan, A., and Levine, R. (1994, Nisan). Personality correlates of the
pace of life. Western Psychological Association’ın Kona, Hawaii’deki
toplantılarında sunulmuş tebliğ.
39 McCrum, Robert (1996,
Mayıs 27). My old and new lives. The New Yorker, 112-19, 118.
40 French, J. R., Jr.,
Caplan, R. D., and Harrison, W. (1982). The Mechanisms of Job Stress and
Strain. New York: John Wiley; and: Caplan, R. D., Cobb, S., French, J. R.,
Jr., Harrison, R. V., and Pinneau, S. R., Jr. (1980). Job Demands and Worker
Health: Main Effects and Occupational Differences. Ann Arbor, Mich.:
Institute for Social Research.
41 Rosenman, R.
(1987). The impact of anxiety and non-anxiety in cardiovascular disorders.
Paper
presented at a conference on Applications of Individual Differences in Stress
and Health Psychology, Winnipeg, Manitoba, Canada.
42 Wright, L. (1988).
The Type A behavior pattern and coronary artery disease. American
Psychologist 43 (1), 2-14.
43 Örneğin, bkz.:
Kelly, J. R. (1988). Entrainment in individual and group behavior. In McGrath,
J. E. (ed.), The Social Psychology of Time: New Perspectives, 89-110.
Newbury Park, Calif.: Sage; and: McGrath, J. (1989, Haziran). The place of time
in social psychology: Nine steps toward a social psychology of time. The
International Society for the Study of Time’ın Glacier Park, Montana’daki
toplantılarında sunulmuş tebliğ.
44 Bem, S. L.,
Martyna, W., and Watson, C. (1976). Sex typing and androgyny: Further
explorations of the expressive domain. Journal of Personality and Social
Psychology 43, 101623.
45 Bradbury, T. N.,
and Fincham, F. D. (1988). Individual difference variables in clo se relationships: A contextual model of marriage as an
integrative framework. Journal of Personality and Social Psychology 54,
713-21.
46 Transpersonel
(benötesi) psikoloji, insan zihninin aşkın veya ruhsal yönleri üzerinde
araştırmalar yapan bir psikoloji okuludur. (ç.n.)
47 Alıntılayan:
Schwartz, T. (1995). What Really Matters, 367. New York: Bantam.
48 Rifkin, J. (1987). Time
Wars. New York: Henry Holt.
49 Alıntılayan: Keyes,
R. (1991). Timelock, 192. New York: Ballantine.
50 İngilizcede
“seyahat” anlamında. (ç.n.)
51 Alıntılayan:
Govinda, Lama Anagarika. Introductory forward, lii- lxiv. In: Evans-Wentz, W.
Y. (1960). The Tibetan Book of the Dead, lx. New York: Oxford University
Press.
52 Pinker, S. (1994). The
Language Instinct,
209. New York: William Morrow; Mark Aultman tarafından
ISSTL@PSUVM.PSU.EDU’ya gönderilen bir e- postada alıntılanmıştır, Şubat 26,
1996.
53 Itchy feet and
pencils: A symposium (1991, Ağustos 18). The New York Times Book Review,
3, 23.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar