Ortadoğu'da Kanlı Bahar
Acılı Bir Coğrafyanın Uyumlu
İslam’la İmtihanı
ORTADOĞU'DA KANLI BAHAR
HÜSNÜ MAHALLÎ
Bu 'Kitap'taki "Batı" ağırlıklı
olarak ABD demektir. Bazen de ABD ile bazı AB ülkeleridir. Arada bir ABD, AB ve
Kanada ile Avustralya gibi "Hıristiyan" ülkeler demektir. Arada bir
bunlara İsrail'i ve ABD yanlısı diğer ülkeleri ekleyebiliriz.
Bu 'Kitap', genel analizleri içinde Batı'nın
kendi dinsel, etnik, mezhepsel, siyasal, ekonomik ve kültürel çelişkilerini göz
ardı etmez.
Bu 'Kitap', emperyalizmin kendi içindeki
ideolojik, politik, ekonomik, eylemsel çelişki ve çatışmalarını; Hıristiyan
Batı'nın mezhep savaşlarını; Birinci ve İkinci Dünya savaşlarında 60 milyon
insanın öldüğünü unutmaz.
Bu 'Kitap'a göre "Batı"; egemen olan
ideolojileri, güç merkezlerini ve onlarla birlikte geleneksel anlayış ve
mantaliteleri anlatan bir kavramdır.
Bu 'Kitap', Batı'nın dışında Doğu ile Batı
blokları arasında Soğuk Savaş'ı ve bu dünyada geçmişte olduğu gibi bugün de
Batı ve Doğu'nun dışında Rusya, Çin, Hindistan, Latin Amerika gibi farklı blok
ve güçlerin de var olduğunu bilir ve bunu önemser.
Bu 'Kitap', ayrıca Müslümanların ve İslamcı
güçlerin geçmişte ve yakın gelecekteki tüm çelişki, çatışma ve kanlı
kırımlarını da göz ardı etmez ve Müslümanların içinde bulunduğu içler acısı
durumları öncelikli problem o larak görür.
Bu 'Kitap', dinleri ne olursa olsun insanların
her türlü bağnazlıktan uzak "insan" gibi birlikte yaşayabileceklerini
ve y aşamaları gerektiğine inanır ve "kötü" Batı'da da çok iyi
insanların varlığını görmemezlikten gelmez ve onları önemser.
Bu 'Kitap'taki bazı tekrarlamalar, vurgulanması
ve belki hiç unutulmaması gereken yerlerde y apılmıştır.
Bu 'Kitap'taki söylemler aslında genel bir
çerçeve sunmaktadır. Her bir söylemin detaylandırılması için ayrı bir kitap
gerekmektedir.
îşte bu nedenle bu herhangi türden bir kitap
değil... Bu aralıklı olarak bir ayda yazılan tek bir makaledir. Bu makaleyi
yazarken alıntı yapmaya, referans göstermeye ya da olaylarla ilgili sık sık
tarih ve isimler vermeye gerek duyulmadı. Çünkü bu kitapta okuyacağınız her şey
yaşandı. Yaşandığı için de geri kalanlar da yaşanacak. Yaşayanlar bunu mutlaka
görecektir. Tıpkı bizim kuşağın son 50 yılda yaşanan her şeyi gördüğü gibi.
Osmanlı ne demiş: "Hafıza-i beşer
nisyan ile maluldür... "
Belki de bunun için Mehmet Akif, "Tarihi
tekerrür diye tarif ediyorlar, ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi? "
demek zorunda kalmıştı.
Hafıza-i Beşer
Haziran 2004'teki BOP Zirvesi'nden sonra Şubat
2005'te Lübnan Başbakanı Rafik Hariri'nin öldürülmesiyle birlikte, buna bağlı
olarak bölgede çok ilginç ve anlamlı gelişmeler yaşanmaya başlandı. Bunun
üzerine biraz da bugünleri anlatan bir yazı dizisini Akşam gazetesi için
hazırlamıştım. Bu yazı dizisi yayımlanmayınca ben de bu diziden iki köşelik
bölümü alarak kendi köşemde yayımladım. Önem kazandığı ve bu kitabın aslında
özünü oluşturduğu için bu iki köşe yazısını burada hatırlatmak istedim.
Kitabın sonunda ise yine o dönemin farklı
gelişme ve konuları ile ilgili Yeni şafak ve Akşam'da yayınlanan bazı
yazılarımı göreceksiniz. Bu yazıları belki de bugünleri görerek yazmıştım. Daha
önce de belirttiğim gibi bu coğrafyada 'garip' şeyler oluyordu ve bu şeyler en
azından benim için normal değildi.
ABD, Ilımlı İslam ve
Türkiye - 1
Hemen söyleyeyim.
Ilımlı, "light", yumuşak, laik ya da
çağdaş İslam.
Bunların hiçbiri Amerika'nın ya da Amerika'daki
egemen güçlerin umurunda bile değil. Müslümanları ilgilendiriyorsa
"demokrasi ve insan hakları" ABD'nin hiç umurunda değil ve
olmayacaktır.
Amerikan egemen güçlerinin tek bir ilgi alanı
var, o da kendi çıkarlarıdır. ABD bu çıkarlar uğruna her şeyi göze alır ve
herkesi ama herkesi feda etmeye hazırdır ve eder.
Amerika'nın 230 yıllık iç ve dış yaşamında
bunun çok örnekleri vardır. Gelin hep birlikte bu karanlık geçmişin bizi
ilgilendiren bölümüne bakalım.
ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrasında İslam
ülkelerine ilgi göstermeye başladığında bakın ne düşünüyordu?
Önce BM'yi kullanarak Filistin toprağında
İsrail Devleti'ni kurdurdu. İngiltere ve genel olarak Hıristiyan Batı'yla
birlikte Yahudilere stratejik hizmette bulunan ABD aynı zamanda iki temel
hedefini gerçekleştirmek peşindeydi:
1- Bölgedeki petrolü
ele geçirmek.
2- Bu petrolde gözü
olan ideolojik düşman Sovyetler Birliği'nin bölgeye girmesine izin vermemek.
ABD bunun için de iki temel yola başvurdu: Önce
Arap ülkelerinde kendi yanlısı kral, emir, şeyh ve başkanları işbaşına getirdi,
sonra da bunlara, "İslam'ı silah olarak kullanın" talimatını verdi.
ABD Suudi petrolünden kazandığı petro-
dolarların bir kısmını hep bu yolda harcadı.
Rahmetli Uğur Mumcu bu konuda çok şey yazdı.
Ama "hafıza-i beşer nisyan ile malûl"
olduğu ve insanlar tarihten ders çıkarma becerisini göstermediği için tarih hep
tekerrür ediyor.
Daha açık ifadeyle ABD; Sovyetler Birliği'ni ve
onun bölgedeki tüm yandaşlarını dağıtmak ve komünizmi ideolojik olarak yenmek
için önce gerici, anti-demokratik ve faşist iktidarları, sonra da din olarak
"İslam'ı" silah olarak çok iyi kullandı.
Bunun için de ABD, Arap ve İslam ülkelerinde
hemen hemen tüm İslamcı iktidar ve partiler ile örgütlere destek verdi,
veriyor.
"Yeşil Kuşak" teorisini burada
hatırlatmaya gerek yok.
Afganistan'da Sovyet işgaline karşı mücadele
eden tüm "İslamcı mücahitlerin" arkasında hep ABD ve onun istihbarat
örgütleri vardı.
Bölgedeki gerici ve işbirlikçi ülkelerin
istihbarat örgütleri de ona yardım ediyordu ama Afganistan kurtulunca bu kez
mücahitler birbirine girdi. Bu durum karşısında Afganistan'da CIA kamplarında
eğitim gören "İslamcı gençler" kendi ülkelerine dönerek
"potansiyel terörist" olarak bekletilmey e alındı.
Cezayir'deki FIS olayı bunun somut örneğidir.
Ama ABD bununla da yetinmedi.
Sovyetler Birliği dağılmış olmasına ve komünist
sistem ideolojik olarak bitmesine rağmen bu kez Pakistan'da milyarlarca dolar
harcayarak Şii İran'a karşı kullanılmak üzere Taliban okullarını açtı ve burada
yalnız Afganistan'a değil belki de tüm dünyaya yetecek kadar "radikal
İslamcı terörist" yetiştirdi.
Bununla yetinmeyen ABD, dana sonra Kaide'nin
dostu olacak Taliban'ı, Eylül 1996'da Kâbil'de iktidara getirerek hem İslam
âlemi hem de tüm dünya için yeni bir süreci başlattı.
Kapitalist dünyanın ve onun askersel kanadının
yeni düşmanı artık komünistler değil, radikal ya da ılımlı olsun tüm o larak Müslümanlar
ve İslam dünyasıdır.
11 Eylül ise bu sürecin en önemli dönemeci.
Afganistan işgal edildi. Ama Talib an ve Kaide
eskisinden daha güçlü. Ülke ise afyon kaçakçısı gerici aşiretlerin kontrolünde.
Irak'ta ise durum ortada.
İşgalle birlikte Kaide bu kez Irak'a taşınarak
tüm bölge için bir risk oluşturdu.
Irak'ta ise ABD laik ve ılımlı Şiilerle değil
tam tersine bağnaz ve tutucularla işbirliği yapmayı tercih etti.
ABD bununla radikal Sünnileri kışkırtmayı
amaçlıyordu.
Dünyanın en gerici, bağnaz ve karanlık yönetimi
olan Suudiler ise hâlâ ABD'nin bölgedeki en önemli müttefiğidir.
Suudi Arab istan hem Kaide'ye eleman y
etiştiriy or hem de 'Şiilere karşı' dirensin diyen Amerikan düşmanı Irak'taki
Sünni direniş gruplarına destek veriyordu.
Yani ılımlı, "light", laik, çağdaş
İslam'dan dem vuran ABD ve yandaşları söylemlerinin tersine hep radikal
olanlara ya da radikalizmi kışkırtanlara destek veriyordu, veriyor.
Filistin, Irak, Lübnan, Afganistan, Somali,
Çeçenistan ve benzeri yerlerde süregelen işgal ve katliamlarla Müslümanları
sürekli kışkırtan ABD aslında onları radikalizme bilerek ve bilinçli olarak
itiyor.
İslam'ın en ılımlısının yaşandığı Bosna'da
1991-1994 yılları arasında yalnızca Müslüman oldukları için Bosnalılara yönelik
insanlık dışı katliamlar ve işlenen cinayetler Batı'nın genel olarak İslam
dünyasına ve Müslümanlara yönelik bakış açısını y eterinc e ve çok net
gösteriyor.
Çünkü o sıralarda ne Kaide, ne 11 Eylül, ne de
Müslüman teröristler ortada vardı.
Şimdi soruyorum: Bosna ya da Çeçenistan'da
tecavüze uğrayan on binlerce kadının doğurmak zorunda kaldığı çocuklar, Irak ya
da Filistin'de akrabaları öldürülen milyonlarca insan acaba ılımlı Müslüman
olabilir mi?
Akşam Gazetesi, 3 Ekim 2007
ABD, Ilımlı İslam ve
Türkiye - 2
Hemen söyleyeyim. Bugün 'Radikal' ya da
"terörist" Müslümanların varlığından sorumlu biri varsa o da ABD ve
yandaşlarıdır.
ABD tarafından desteklenen faşist, gerici ve
anti-demokratik iktidarların egemen olduğu ülkelerde açlık, sefalet, yoksulluk,
haksızlık ve zulüm altında yaşayan Müslümanlardan acaba ne beklenir?
Şimdi ve gelecekte
hiçbir şey değişmeyecek. Türü ne olursa olsun îslam kendi çıkarlarına hizmet
etmediği sürece ABD, Batı ve y andaşlarını ilgilendirmiyor ve
ilgilendirmey ecektir.
ABD ve Batı'nın Ilımlı İslam'dan söz etmesi bir
kötü niyetten kaynaklanmıy orsa ki bana göre öyle, bir eğlence ve fanteziden
ibarettir.
İngiltere'nin BM eski temsilcisi David
Maning'in dediği gibi, "ABD Ilımlı İslam'ı yaymak isteseydi bir uçak
gemisine harcadığı paralarla Müslüman ülkelerde binlerce çağdaş din okulu
açabilirdi."
Ama ABD hep tersini yapıyor ve yapacak.
ABD son 50-60 yılda Ortadoğu bölgesinde hep
savaş çıkartarak trilyonlarca dolarlık silah sattı.
Geçen yıl Avrupa ülkelerinde sevgili
peygamberimize yönelik çizimlerin ve peşinden papanın İslam'a yönelik
söylemlerinin sizce ne anlam ve amacı olabilir?
Yani Batı durduk yerde İslam ve Müslümanları
hedef alarak kendi halinde yaşayan ılımlı vatandaşları bile kışkırtmayı
amaçlamaktadır.
ABD ve Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanlara
yönelik psikolojik ve sosyolojik baskıların, estirilen terör havasının ve
"İslam- faşist" suçlamalarının başka bir açıklaması olabilir mi?
ABD ve yandaşlarının istediği tek bir şey var,
o da "İslam'ı tüm yüce değerlerinden" uzaklaştırmaktır.
Yani, Müslümanlar haksızlığa, zulme ve Batı ile
İsrail kaynaklı tüm kötülüklere kızmamalı ve direnmemeli.
Yani, Müslümanlar önce umutsuz ve çaresiz
kılınmalı, sonra da inançları gereği kaderciliğin pençesine teslim edilmeli!
Yani, Müslümanlar İslam'a bir din olarak değil bir
hobi ya da kendi kişisel ve grupsal çıkarlarını sağlayan bir p arti programı
veyahut da dernek ve cemaat tüzüğü o larak inanmalı ve öyle y aşamalı.
ABD ve Batı kriterlerine göre Müslümanlar
yumuşak değil, y avaş olmalı.
Böyle bir İslam Türkiye'ye, Türklere ve
dolayısıyla tüm Müslüman ülkelere uygun görülüyorsa bu amacından dolayı
bazıları ABD ve Batı'yı sevebilir.
Unutmamak gerekir ki; İslam'a göre dinde
zorlama yok, demokraside ise herkes her şeye inanabilir!
Hatta isterse karanlık aydınların peşinden gidebilir.
Globalleşme denilen sihirli kelime ve
'Dinlerarası Diyalog' yolu onlara bu tercihlerinde yardımcı olacaktır.
Bugün İslam'ın en yoğun yaşandığı sanılan Suudi
Arabistan'da insanların dini imanı para.
Suudi Arabistan'da devlet memurları mesailerinin
büyük bölümünü ekran başında borsayı takip ederek geçiriyor.
Porno kasetler ve CD'ler en çok bu ülkede
satılıyor. 50'yi aşkın Müslüman ülkenin tümünde farklı alanlarda farklı
anlayış, uygulama ve sorunlar var.
Yani ne Türkiye Malezya olur, ne de Pakistan,
Mısır ya da İran Türkiye'ye benzer.
Büyük ve iddialı söylemlere gerek yok.
Her ülkenin kendine özgü farklı koşulları var.
Türkiye ise "nevi şahsına münhasır bir
vakıadır."
Türkiye ve AK Parti yönetiminin tercihi ise
kuşkusuz Türk halkının eğilimini ve sosyo- psikolojik yapısını ilgilendiriyor.
Önemli olan AK Parti yöneticilerinin
"Ilımlı îslam" tanım ve söyleminden ne anladıklarıdır.
Daha açık bir ifadeyle, Erdoğan ve arkadaşları,
genel itibariyle muhafazakâr bir toplum olarak Türk halkına ne tür bir
"din tanımını ve uygulamasını" uygun gördükleridir? Bence bu sorunun
yanıtı yalnızca Türkiye'deki ılımlı îslam tartışmasını değil aynı zamanda
AKP'nin de geleceğini belirleyecektir.
Türkiye yüzlerce sosyal, ekonomik, siyasal,
kültürel, tarihsel ve genetik nedenlerden dolayı dinsel tartışmalar açısından
diğerlerinden farklı bir ülkedir ve öyle kalacaktır.
AK Parti liderlerinin bu yoldaki tercihi bu
ülkeyi nereye götürürse götürsün elbette ABD bundan y ararlanmak isteyecektir.
Bunu yaparken ABD, Türkiye'de ne tür bir îslam
olduğuna b akmay acak ve y alnızc a Ankara'daki iktidarın kendi planlarına ne
kadar hizmet edeceğiyle ilgilenecektir.
ABD ve yandaşlarının tercihi asla ılımlı îslam
ya da ılımlı Müslüman ülkeler değildir ve olmayacaktır.
ABD'nin AKP'den ve Türkiye'den beklenti ve
isteği İslam'ı içeriğinden boşaltmak, yani içeriksiz kılmaktır.
ABD'ye göre ancak böyle bir Türkiye yakında
uygulanacak BOP'ta başkalarına örnek olabilir.
ABD, Müslüman ülkelerle ilişkilerinde ılımlı ya
da demokrat olup olmadığına bakmaksızın tek bir kriteri göz önünde bulundurur.
"Petrolü bana vereceksiniz, kazandığınız paralarla silah alarak
birbirinizle savaşacaksınız ve hep benim dediklerimi yapacaksınız."
Kendi içinde barışık, sorunlarını çözmüş,
toplumuna esenlik sağlayan ve komşusu ülkelerle barış içinde y aşamay a özen gö
steren "ılımlı Müslüman" ülkeler sizce ABD'nin bu beklentilerini
yerine getirir mi?
Yakında hep beraber göreceğiz. Çünkü Başkan
Bush, 'BOP'ta hop demeyecektir!
Akşam Gazetesi, 4 Ekim 2007
Önce Tunus'ta halk ayaklandı. Bu yüzde yüz
yerli malı bir devrimdi. Peşinden Batı'nın hızla müdahale ettiği Mısır'da
Mübarek'e karşı insanlar yürümeye başladı. Sonra Libya halkı 42 yıldır iktidarı
elinde tutan Kaddafi'ye karşı ayaklandırıldı. Ancak Kaddafi, Bin Ali ve Mübarek
gibi kolay teslim olmayınca Batılı ülkeler "Libya halkını korumak"
bahanesiyle bu ülkeyi BM'nin onayı ve NATO'nun kararı ile bombalamaya başladı.
Batı'nın Suriye'ye yönelik planı ise Rusya ve Çin'in engeline takıldı. Bu arada
Yemen, Bahreyn Umman, Ürdün, Fas ve Kuveyt'te farklı düzey lerde de olsa halk
ayaklanmaları yaşandı. Geriye kalan diğer Arap ülkelerinde, yani Suudi
Arabistan, Cezayir, Sudan ve Birleşik Arap Emirlikleri'nde bazı kıpırdanmalar
olmasına rağmen ciddi bir sıkıntı söz konusu olmadı. Lübnan ise geçen süre
içinde ve Hariri'yle ilgili Uluslararası Mahkeme'nin kararına rağmen hep sakin
kaldı.
Devrim ve ayaklanmaların başlangıcında şaşkına
dönen ABD ve müttefiki Batılı ülkeler kısa bir bocalamadan sonra süreçlere bir
yerinden katılma çabası içine girdi. Libya'da ayaklanan halkın yanında görünen
Batılı ülkeler yanlarına "Arap Birliği"ni almalarına ve Katar ile
Birleşik Arap Emirlikleri'nin ajanlarını operasyonlara katmalarına rağmen Arap
halklarına, "îşte bakın biz Hıristiyanlar olmadan başaramazsınız"
demeye getirdi. Bununla oyalanan Batılı ülkeler aynı zamanda Büyük Plan'larını
uygulamaya başladılar.
Yani Batı; "devrim" yaşayan ülkeler,
örneğin Mısır, Tunus ve Libya'da demokratik sürecin sonucunu beklemeden
"îslamcı" hareketlere çengel atmay a başladı. Batılı ülkeler bu
hareketlere, "Uyumlu olursanız sizinle çalışmaya ve sizlere destek vermeye
hazırız" diyerek bölgedeki yeni süreci kendi ç ıkarları doğrultusunda
etkilemey e ve yönlendirmeye çalıştı. Çünkü Batılı ülkeler geçmişin
deneyimleriyle bölgede iktidar olması beklenen bu hareketlerden nasıl
yararlanacaklarını çok iyi biliyorlardı.
Örneğin Batı'ya göre, tümü Sünni olan bu
İslamcı hareketlerin iktidara gelmesi durumunda Sünni Arap ülkeler daha kolay
örgütlenerek Şii İran'a karşı etkin bir şekilde kullanılabilir.
Belki de bu oyunun farkına varan Tahran,
Batılılara ilk yanıtını Bahreyn'de yaşanan ayaklanmayla verdi. Hatta Irak'ta
Şiileri sokaklara döktürerek, "Benim de size karşı silahım var" demeye
çalıştı.
Arap Sünnilerini "Batı'yla
uzlaşmayan" Şii İran'a karşı kullanma ve dolayısıyla yeni yüzyılın
planlarını yapma çabasında başarısız kalma olasılığına karşın Batı coğrafyamızı
rahat b ırakmamak için yeniden bildik sinsi oyunlarına dönecektir. Batı;
"devrim" yaşayan ülkelerde farklı siy asal, dinsel, mezhepsel,
toplumsal, etnik, kültürel ve sınıfsal grupları provokasyonlarla birbirine
kırdırmaktan geri kalmay acaktır. Batı; bu y önteme sınırlı da olsa Mısır'da
Hıristiyan Kıptilere yönelik provokasyonlarla ya da futbol maçlarındaki
kışkırtmalarla başladı bile. Sırada Tunus, Libya ve Yemen var. Bölgedeki diğer
tüm ülkelerin yapısı Batı'nın bu oyunlarına çok elverişlidir.
Yani değişim ve demokrasi Batı'nın umurunda
değil ve hiçbir zaman olmayacaktır.
Yani İttihatçıların Osmanlı'yı çökertmesiyle bu
coğrafyanın yüz yıllık planını yapan Batılı emperyalist ülkeler şimdi de yeni
yüzyılın planını yapmaya çalışıyor. Din ise her zaman onların hem hedefi hem
silahı olmuştur. Örneğin Karl Marx'ın, "Din halkların afyonudur"
demesinden yaklaşık 15 yıl sonra dindaşı Hertzel 1897'de ilk Siyonist
Kongresi'ni top lay arak düny adaki tüm Yahudilere çağrıda bulunmuş ve
Filistin'de Yahudi, yani dinsel bir devletin kurulması için çalışmalara
başlamalarını istemişti. Batı'da birçok muhafazakâr dinci Hıristiy an çevre de
Yahudilere bu konuda destek vermişti.
1916'da Sykes-Picot Antlaşması'yla Arap
coğrafyasının haritalarını çizen dönemin emperyalist ülkeleri Fransa ve
İngiltere 1917'de Yahudilere destek vererek Müslüman ve Arap toprağı olan
Filistin'in Yahudilere bir vatan o larak verilmesini kararlaştırdı. Sevr
Antlaşması ise coğrafyamızın 100 yıllık planlanması açısından Batılılar için
önemli bir belgedir. Çünkü Hıristiyan Ermeniler ve Müslüman Kürtler için birer
vatan planlayan Batılılar Lozan'la birlikte bu düşüncelerinden vazgeçmek
zorunda kaldı. Ama Filistin'i Yahudilere verme sözü veren ve İsrail Devleti'nin
bu topraklarda kurulmasını planlayan Batılılar Kürt konusunu bir yüzyıl
sonrasına, yani 21. yüzyıla ertelemeyi de uy gun bulmuştu. Çünkü onlara göre
bölgenin kendi kontrollerinde kalması için öncelik 100 yıl sürmesi planlanan
Müslüman Arap lar ile Yahudilerin ki yüz yıla yaklaştı, çatışmasına
verilmeliydi. Bu iş bitince bu kez iki taraflı değil dört taraflı bir problem
gündeme alınacaktı. Yani Araplar, Türkler, Acemler ve bu üç ulusun ülkelerinde
yaşayan Kürtler. Üstelik Acemler gibi Irak'ın yarısı da Şii. Yani yine işin
içinde etnik, dinsel ve mezhepsel faktörler vardı!
Belki de bu nedenle Rus lider Putin, NATO'nun
Libya'ya saldırmasından hemen sonra Batı'nın sinsi oyunlarının farkına vararak
bu ülkeleri 'İslam Âlemi'ne yönelik Haçlı Savaşı başlatmakla suçlayacaktı.
Lenin de 1917 Devrimi'nden sonra Sykes-Bicot Anlaşması'nı deşifre ederek
Batı'nın coğrafyamıza yönelik 100 yıllık planını açığa vurmuştu. Belki de
yalnız bu nedenden dolayı Batılı emperyalist ülkeler Lenin'in Komünist ya da
bazılarına göre sosyalist devriminden hoşlanmamıştı!
Belki de bu nedenle
emperyalist - kapitalist Batı daha sonraki yıllarda hep Lenin'in Sovyetler
Birliği'ne ve komünist sisteme savaşı sürüdürmüştür. Ama ilginç olanı
emperyalist- kapitalist sistemin Sovyetler Birliği'ne ya da komünizme karşı
savaşında hep islamı ve müslümanları silah o larak
kullanmasıdır.Müslümanlar da hep Batının bu
oyununa gelmiş ve kendilerini perişan eden emperyalist-sömürgeci güçlere ve
onların dinsel ve siyasal ideolojilerine karşı değil de kendilerine hiç bir
zararı dokunmay an Sovyetler Birliğine ve onun ideolojisi komünizme karşı
savaşmışlardır.
11 Eylül 2001 öncesinde olduğu gibi İslam ve
Müslümanlık bu tarihten sonra da dünyada herkesin daha fazla ama farklı bir
şekilde ilgisini çekmeye başladı. Dünyadaki tüm Müslümanların yok edildiği
bilgisayar oyununu zevkle oynadığı bilinen baba Bush'un oğlu olarak ABD Başkanı
George Bush'un 20 Eylül 2001'deki konuşması, Papa II. Urbanus'un Haçlı Seferi
öncesinde, yani 25 Kasım 1095'te Clermont Konsili'nde yaptığı ve "Kudüs'e
doğru silahlı olarak yapılan bir haccın gerekliliğine" vurgu yaptığı konuşmadan
farklı değildir. Başkan Bush, "İslam'a karşı Haçlı Seferi"ni resmen
başlatırken, "Dünyanın her neresinde olursa olsun her ülkenin şimdi karar
vermesi gerekiyor: Ya bizimlesiniz ya da teröristlerle" diyerek herkesi ve
özellikle Hıristiy an Batı'yı İslam'a karşı savaşmaya çağırdı.
Geçen 10 yıl içinde ve "İslamofobia"
denilen korkuların garip dürtüleriyle ABD ve Avrupa medyasında bu savaş
çerçevesinde binlerce film ve oyun sergilenmiş, internet sitesi kurulmuş ve
haber, makale, analiz, program ve Danimarka'daki bildik karikatür yayımlanarak
İslam ve Müslümanlık başta Batı olmak üzere tüm dünyada herkesin korkulu rüyası
haline getirilmek istenmiştir. Alman Merkez Bankası Başkanı Sarrazin'in,
"Yakın gelecekte geri zekâlı Müslüman göçmenler Almanya'yı ele geçirecek"
demesi ya da ABD'de Cumhuriyetçilerin başkan adaylarından Rick Perry'nin,
"Türkiye İslamcı teröristler tarafından yönetiliyor" sözleri Bush
ideallerinin ne denli yankı bulduğunu yeterince kanıtlıyor. 11 Eylül sonrasında
Nisan 2002'de y ap ılan bir kamuoyu yoklamasında Amerikalıların %38'i,
"İslam terörü teşvik ediyor" diyordu. 17 Ağustos 2007 tarihli
WikiLeaks belgesinde Mossad Başkanı Meir Dagan, Amerikan Dışişleri Bakan
Yardımcısı Burns'e, "Türkiye'de İslamcılar hızla ve giderek ivme kazanıyor,
bu da hepimiz için tehlikelidir" diyordu... Yani komünistlere karşı
savaşta Batı tarafından "başarılı bir araç" o larak kullanılan İslam
bu kez Batı'nın hedefi haline getirilmişti. Aynı Batı İslam'dan korkar gibi
görünürken, aynı İslam'la dine sarılsınlar diye kendi insanlarını, sonra da
dünya kamuoyunu korkutmayı ve kendi "Büyük Plan"ını uygulamayı da
ihmal etmiyordu. Belki de bu nedenle tüm Batı'da son 10 yılda dinsel içerikli
milliyetçi eğilimler güçlendi, güçleniyor.
İşte bu nedenle CIA'nin yarattığı Bin Ladin'le
işbirliği yaptıkları gerekçesiyle üç Müslüman ülke Afganistan, Irak ve Somali
kolayca işgal edildi, Sudan parçalandı, Yemen parçalanma sürecine sokuldu ve 11
Eylül'ün 5. yıldönümünde, "Muhammed'in yeni diye getirdiği sadece insanlık
dışı ve şeytani şey lerdir. Tıpkı inancını kılıçla yaydığı gibi" diyerek
durduk yerde İslam'a hakaret eden Papa II. Benedictus dahil herkes İslam'a ve
Müslümanlara saldırmanın hazzını yaşadı. Oysa aynı papa 29 Kasım 2006'da
İstanbul'da Dinlerarası Diyalog ve Medeniyetler İttifakı'nın hatırı için
"sultanlar gibi" karşılandı ve İslam âlemine verdiği yeni mesajları
buradan, yani geleceğin model ülkesi Türkiye'den vermeyi tercih etti! Ama aynı
papa o günden sonra İslam ve Müslümanlar için hiçbir şey yapmadı.
28 Kasım 2009'da ise İsviçre'de yapılan ve
halkın %57'sinin oyuyla getirilen minare yasağı, öncesinde Fransa ve
Hollanda'daki türban ve peçe yasağı ve son olarak Fransa'daki Ermeni Soykırımı
Yasası, Batı'nın İslam'a bakışını yeniden tartışmaya açmıştı. Ama Batı'nın
İslam'a bakışının en somut kanıtı 50 yıllık Türkiye-AB ilişkileridir.
Bildik Avrupa
Çok gerilere gitmenin bir anlamı yok. Ama AB
tarihçesini iyi ve objektif okuyanlar "Hıristiyan" Batı'nın
Türkiye'yi neden kucaklamak istemediğini çok kolay ve rahat anlar. 1951'de altı
ülkenin katılımıy la Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu o larak kurulan Avrupa
Birliği 1 957'de Avrupa Ekonomik Topluluğu ya da Türkçe adıyla Ortak Pazar'a
dönüştürüldü. İki yıl sonra da Türkiye bu pazarın kapısını çaldı ve Eylül
1963'te Pazar'la ilk anlaşmasını imzaladı. Ekonomik ve sosyal anlamda belki
Türkiye'ye ve Türklere çok şey kazandıran bu süreç bir türlü yolun sonuna
gelmedi ve gelmeyecektir. Başta Fransız ve Alman politikacılar olmak üzere
Avrupalı lider ve yöneticilerin son 20 yıllık demeç ve söylemlerine bakanlar
bunun ne anlama geldiğini anlayabilir. Adamlar bin kez, "Türklerin
kültürleri Avrupa'nın Hıristiyan kültürüne uymaz" diyor ama Türk
politikacılar, "Olsun, biz yine Avrupa'ya gireceğiz" diye diretiyor.
Oysa kendi aralarında kavga ettikleri bir sırada bile Haçlılar Türklere karşı
savaşmak için birleşmiş ve 800 yıl sonra bir kez daha Osmanlı'yı yıkmak için
bir aray a gelmişlerdi. Avrupalılar hep Türkleri ve Anadolu'yu düşman kabul
etmiş ama Türk politikacılar, "Olmaz, biz sizi seviyoruz" demiş ve bu
yönde sürekli diretmişler. Ama diretme de işe y aramıy or. Aralık 2004 Helsinki
Zirvesi'nde yaşananlar ve rahmetli Başbakan Ecevit'e verilen sözler bunu çok
net kanıtlıyor. Çünkü Türkiye'ye adaylık statüsü tanıyan Avrupalılar daha Mayıs
2004'te Rumların temsil ettiği Kıbrıs Cumhuriyeti'ni resmen üyeliğe almış ve
Türkiye'ye nasıl davranılacağının sinyallerini vermişti. Sonraki süre çte, yani
aday lık görüşmelerinin başladığı ve devam ettiği süreçte Avrupalıların
Türkiye'ye nasıl davrandığını herkes gördü, görüyor ama
Ankara yine de, "Biz Avrupalı'yız"
ısrarından vazgeçmiyor.
Oysa Türkiye AET'ye başvurduğunda bu topluluğun
üye sayısı 6'ydı. Bugün AB'nin üye sayısı Hırvatistan'la birlikte 28'e
yükseldi. Türkiye'nin AB üyesi olması için tüm üyelerin "evet" demesi
gerektiğine göre hâlâ birileri bunun olabileceğini düşünüyorsa bunda bir
gariplik var. Tabii AB ülkelerinin PKK ya da Ermeni konusunda Türkiye karşıtı
politikalarını burada hatırlatmay a gerek yok. AB ülkelerinin içinde bulunduğu
ekonomik kriz ve iflaslara rağmen AB kendi Hıristiy an ideallerinden asla
vazgeçmeyecektir.
Bir düşünün, 2001-2002'de Türkiye krize
girdiğinde tüm Avrup a ve dolayısıyla tüm Batı dünyası kıy ameti koparmış ve
"Hasta Adam Türkiye'yi nasıl mideye indiririz?" diye plan yapıyordu...
Oysa bugün AB'nin en önemli iki ülkesi, yani Hıristiyan Batı'nın ideolojik ve
tarihsel iki başkenti Roma ve Atina iflas etmiş ama hiç kimse ses çıkarmıyor ve
tüm Batı bir aray a gelerek bu iki ülkeyi kurtarmay a çalışıyor. Sıradaki ülke
İspanya ise yine bir zamanlar Müslümanların tahakkümünde olduğu ama
Hıristiyanlığı Amerika Kıtası'na taşıdığı için kurtarılacaktır. Yani İtalya,
Yunanistan ve İspanya Batı'nın Hıristiyan kültürü ve Avrupa'nın geleceği
açısından çok önemlidir. Bu nedenle de bu üç ülke güneyden gelecek olası İslam
tehlikesine karşı mutlaka korunmalıdır. Çünkü bu üç ülkenin hemen güneyinde,
yani Mısır, Libya, Tunus, Fas ve yakında Cezayir'de İslamcılar iktidara gelir
ve Batı'yla uzlaşamazlarsa o zaman karşılıklı sorunlar y aşanacaktır. Çünkü
İspanya'da iki milyondan fazla Fas ve Cezayir kökenli insan yaşıyor ve kaçak
göçmenlerin Akdeniz'i aşarak vardıkları ilk kara parçaları hep İtalyan ve Yunan
adalarıdır ve tüm Avrupalılar bundan rahatsız ve tedirgin...
Bu arada üç ülkede yönetimlerin demokratik
seçimlerle iktidara gelmesi ve sonrasında ülkelerini "demokrasi
adına" batırmaları her nedense Batı felsefeci ve politika ideologları
tarafından hiç tartışılmıyor. Çünkü ABD ve Batı dünyası için önemli olan idealler,
yani "Kopenhag Kriterleri" değil. Önemli olan kendi değer
yargılarıdır. Durum böyle olduğu sürece ve diplomatik dile gerek kalmadan
Türkiye asla AB üyesi olmayacaktır. Yani AB sıradaki tüm ülkelere (Makedonya,
Karadağ, Arnavutluk, Sırbistan, Kosova ve Bosna Hersek) tümüne kapılarını açar
ama Türkiye hep dışarıda kalacaktır. Elbette ekonomik, siyasal ve başka birçok
nedeni burada sayabiliriz ama görülecektir ki AB, içinde Müslümanların yaşadığı
Bosna, Kosova ve Arnavutluk gibi ülkeleri yine sona bırakacaktır. AB'nin
Kıbrıs'ı üyeliğe kabul etmesi ve sonrasındaki süreçte Kıbrıs'ı Türkiye
aleyhinde bir kart o larak kullanması her şeyi açıklıyor.
Kıbrıs Somut Hikâye...
Tarihi süreçler ve adanın stratejik coğrafi
konumunu göz önünde bulundurmadan Kıbrıs olayına bakanlar hep yanılır. Çünkü
Batı hep bu açıdan adaya bakmış ve bu nedenle 1960'ta Kıbrıs bağımsızlığını
onaylarken bile adada iki İngiliz üssünün kalmasında ısrarcı olmuştu. Nitekim
bağımsızlıktan bu yana adayla ilgili her alanda ve düzeyde tartışma yapılırken
her nedense hiç kimse, "Bu İngiliz üsleri de çeksin gitsin" demiyor,
diyemiyor. Ne Türkler ne de Yunanistan ve Rumlar... Ama Batı'da herkes adanın
Rum egemenliği altında kalmasını ister. Şimdi bir düşünün, Sovyetler Birliği
dağılmış ve ayrı ayrı bir sürü devlet kurulmuş ama dünyada hiç kimse niye bu
milletler ayrılıyor demedi. Tersine bağımsızlık elde eden devletleri herke s
destekledi ve hemen tanıdı. Aynı şey Yugoslavya'da oldu. Hırvatlar ve Slovenya
bağımsız olduğunda herkes onları tanıdı. Ama Bosnalılar, "Biz de bağımsız
olmak istiyoruz" dediğinde Batı Sırp ların arkasına geçerek saldırılarına
destek verdi... Çünkü Bosnalılar Müslüman'dı. Ama aynı Batı Çekler ve Slovaklar
ayrılınca yine sevindi ve barışçıl bir ayrılığı onayladı. Aynı Batı da
nüfusunun %20'si Hıristiyan olan Güney Sudan'ın Sudan'dan ayrılması için 30 yıl
süreyle hep destek verdi.
Batı'nın bu konudaki en ilginç tavrı ise Doğu
Timor konusunda oldu. 1965-1968 döneminde bir milyon komünisti öldüren
Suharto'ya destek veren ABD eski bir Portekiz sömürgesi olan Doğu Timor'un
Endonezya'ya katılmasını destekledi. 16 Aralık 1975'te Jakarta'yı ziyaret eden
Amerikan Dışişleri Bakanı Kissinger, Başkan Suharto'ya, "İstediğini yap,
arkandayız" demişti. Suharto da bu destekten güç alarak esasen bir
Endonezya toprağı olan Doğu Timor'u ilhak etti. Endonezya'ya bağlı 17.500 kadar
adadan biri olan Timor Adası'nın yarısını o lu şturan Doğu Timor'da yaklaşık
800.000 kişi yaşıyordu. %30 kadarı Hıristiy an olan bu insanlar Sovyetler
Birliği'nin dağılmasını ve 240 milyon nüfusuyla Endonezya'nın bu anlamda
stratejik değerinin kalmadığını görerek ay aklanır. Ay aklanan Hıristiy anlara
Portekiz, Hollanda (Bosna'da Hollandalı askerlerin katliamlara ortak olmasını
hatırlayın), Avustralya ve ABD yardım eder ve destek verir. 1998'de Suharto'nun
yaşlanıp istifa etmesinden sonra Batılı ülkeler baskılarını yoğunlaştırınca
Jakarta hükümeti Doğu Timor'da referandum yapılmasını kabul eder. Başını
ABD'nin çektiği bir süreç sonunda Doğu Timor 20 Mayıs 2002'de bağımsız olur.
Bağımsızlık törenine eski ABD başkanı Clinton ve BM Genel Sekreteri Kofi Annan
katıldı. Oysa aynı Annan kendi planını Nisan 2004'te onaylayan Kıbrıslı
Türklerin bağımsızlık ya da Rumlarla birlikte yaşama eğilim ve kararlılığını
görmedi ve Rumların "hayır"ına karşı hiçbir şey yapmadı. Tıpkı
Clinton ve öncesinde ve sonrasındaki tüm ABD ve tabii ki AB ülkelerinin
liderleri gibi.
Yani her tarafta bağımsızlık ve ayrılıkları
destekleyen, provoke eden ve gerçekleştiren ABD ve AB ülkeleri her nedense
Kıbrıslı Türklerin bağımsızlık taleplerine sıcak bakmıyor. Aynı Batı Kıbrıslı
Türklerin Rumlara, "Gelin birlikte yaşayalım" demesine rağmen hayır
diyen Kıbrıslı Rumlara hiçbir şey demiyor ve onları AB üyesi y ap arak
ödüllendiriyor. Oysa Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar arasında hellim
peyniri dışında artık hiçbir ortak özellik kalmamış ve olamaz. Tarihleri,
kültürleri, dinleri, dilleri ve gelenekleri tümüyle ayrı. 1974'ten bu yana da
coğrafyaları da ayrı. Kıbrıslı Rumların neden ve nasıl AB'ye alındığını
kavrayanlar Türkiye'nin de hiçbir zaman AB üyesi olmayacağını anlarlar.
1974'te rahmetli Başbakan Ecevit Londra'ya
giderek, "Gelin birlikte müdahale edelim" demesine rağmen garantör
ülke olarak İngiltere ile ABD ve tüm Batı ülkeleri Türkiye'ye silah ambargosu
uyguladılar. Aynı ülkeler 1983'te KKTC ilan edildiğinde BM Güvenlik Konseyi'ne
sundukları 542 sayılı kararla KKTC'nin ilanını geçersiz saydırdılar. Mayıs
1984'te 550 sayılı başka bir kararla bu kez KKTC'yi "ayrılıkçı bir
hareket" olarak tanımlay ıp onunla ilişki kurulmasını y asakladılar. Bu
yetmedi, KKTC'yi tanımaya kalkışan ülkeleri tehdit ettiler. Çözümü çok kolay
olan Kıbrıs sorununun böyle devam etmesinin tek sorumlusu Avrupa ülkeleridir.
Avrup a ülkeleri iste se Kıbrıs sorunu bir günde çözülür. KKTC içindeki
çelişkiler ve Kıbrıslı Türklerle Türkiye arasındaki bilindik sorunlar ise
önemli olmasına rağmen başka bir konudur.
İslam Hep Düşman
Batı'nın; Osmanlı mirasçısı Türkiye'ye ve yine
Osmanlı terekesi bu coğrafyaya ve bu coğrafyanın dinine olan bu ideolojik ve
siyasi düşmanlığı zaman zaman farklılıklar gösterse de hiçbir zaman özünden bir
şey kaybetmiyor.
Örneğin özgürlüklerin ve insan haklarının en
ileri düzeyde olduğu söylenen İsviçre, Hollanda, Fransa ve birçok AB ülkesinde
Türkiye ve İslam karşıtı eğilimlerin yükselmesi ve bu eğilimlerin Batılı
başkent ve entelektüel çevreleri tarafından olması gereken sert ve ciddi bir
tepkiyle karşılanmaması oldukça şaşırtıcıdır.
Oysa 90'lı yılların ortasından itibaren
konuşulmaya başlanan, Kasım 1998'de Dışişleri Bakanı Colin Powell tarafından
resmen ilan edilen ve 2004'te G-8'lerin Sea Island'daki zirvesinde temelleri
atılan şu ünlü Büyük Ortadoğu Projesi'nin bölge ülkelerine, yani Müslüman
ülkelere demokrasi, insan hakları ve özgürlükler getireceği, Müslümanlarla Batı
kültürleri arasında dostlukların geliştirileceği söylenmiş ve bunun için de
Müslüman ülke, hükümet ve halklarından da bir ricada (!) bulunulmuştu:
"Radikalizmden vazgeçin ve ılımlı
olun."
İşte Batı'nın îslam ülkelerine karşı yeni
savaşının yeni şifre sözcüğü:
"Ilımlılık."
Peki, İslam'a ve Müslümanlara karşı bilinen
tavır ve davranışlarından vazgeçmeyen Batı bu konuda ne kadar samimi?
Ya da Batı ılımlı İslam'dan ne anlıyor ya da ne
demek istiyor?
Peki, Batı bu sihirli kelimey i, yani
"ılımlı İslam" kavramını kullanmadan önce biz Müslümanların
gündeminde örneğin 30-40 yıl öncesinde bu tür konu ve tartışmalar var mıydı?
Çok eskilere gitmenin ve lafı uzatmanın bir
anlamı yok.
İslam âlemine karşı başından beri düşmanca
yaklaşan ve birçok Müslüman ülkeyi işgal ederek sömürgeleştiren ve Osmanlı
Devleti'ni yıkmak için Müslüman halkları birbirine karşı kışkırtan ve kırdıran
Batı işine geldiğinde İslam'ı kullanmış, gelmediği zaman da farklı silahları
kullanarak İslam'ı hedef tahtasına yerleştirerek ona saldırmıştı...
Tarihten Sayfalar
Cezayir'i 132 yıl işgal eden ve Libya'ya
yönelik NATO ile Batı'nın Suriye'ye yönelik saldırılarının başını çeken Fransa
dinin dili Arapça ile dinin kendisi, yani İslam'ı yasaklamış ve iki milyon
insanı öldürmüştür. Türkiye'yi Ermeni soykırımı konusunda suçlayan aynı Fransa
ne yazık ki o zaman Ankara'nın onayını almıştı ve katliamlarına devam etmişti.
Çünkü 1957-1960 döneminde BM'de Cezayir'in bağımsızlığı için yapılan oy
lamalarda Türkiye hep Fransa'dan yana ve Cezayir halkının bağımsızlığına karşı
oy kullanmıştı. Çünkü Türkiye bir NATO ülkesiydi ve ABD'nin dediği her şeyi y
apmak zorundaydı. Fransa'nın İngiltere'yle birlikte Osmanlı'yı çökertmek için Balkanlarda
her türlü ayaklanmaları provoke ettiğini ve Şerif Hüseyin'i ayaklandırdığını
her nedense Ankara'da hiç kimse hatırlamıyor ya da hatırlamak istemiyordu. Oysa
30 yıl süreyle işgal ettiği Suriye ve Lübnan'da azınlık Alevi ve Dürzileri
kullanan Fransa Hıristiyan Marunileri de hep kollamış ve genel olarak Ermeniler
dahil tüm Hıristiyanlara özel ilgi göstermişti. Fransa'nın 1911'den itibaren
Anadolu'daki Ermeni ayaklanmalarındaki rol ve katkısını ise herkes bilmektedir.
Kürt isyanları ise daha çok îngilizlerin ilgisi dahilindeydi. İngiltere bir
yandan Arap Yarımadası, yani Hicaz'ın büyük bölümünü kontrol eden Osmanlı
düşmanı Suudi aile siy le işbirliği yapıyor, öbür yandan da bu ailenin düşmanı
olan Mekke Belediye Başkanı statüsündeki Şerif Hüseyin'i 1916'da Araplara
"bağımsızlık" sözüyle Osmanlı'ya karşı ayaklandırıyordu.
Bölgedeki bazı Müslüman Arap aşiretleri Osmanlı
Türklerine karşı kullanan îngilizler Irak'ta zaman zaman Şiileri bazen de
Sünnileri kullanarak sonunda Şiilerin fazla olduğu bu ülkede iktidarın
Sünnilerin denetiminde kalması için altyapıyı hazırlayarak buradan ayrılmıştı.
Ama ünlü Lawrence'ın Arap kıyafeti giymesi ve Şerif Hüseyin'in yanında
Müslümanlık taslamasına rağmen Aralık 1917'de Filistin'i işgal eden Allenbi
komutasındaki İngiliz ordusunda da yüzlerce Siyonist Yahudi gönüllü bulunması
çok ilginçti...
Mısır'ı işgal eden Napolyon Bonapart ise
Müslüman olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmişti. Temmuz 1798'de İskenderiye
Limanı'na ordusunu indiren ve ilk yazılı açıklamasına besmeleyle başlayan
Napolyon, Mısır halkından kendisiyle ilgili söylenen "İslam düşmanı"
y alanlarına inanmamasını, tersine Mısır'ı yöneten Memlukilerden, yani Türk
kökenlilerden çok daha fazla Allah'a inandığını, Kuran-ı Kerim ve Peygamber'e
büyük saygısı olduğunu söylemişti. Açıklamanın sonraki p aragraflarında Allah
adını sık sık anan ve Mısırlı din adamlarına çağrıda bulunarak Mısır halkına
Fransızların gerçek Müslümanlar olduklarını anlatmalarını isteyen Napolyon Türk
kökenli Memlukilerin ihanet ettiği Osmanlı sancağına hep bağlı kalacağını da
vurguluy ordu.
Halk arasında adının Ali Napolyon Bonapart ya
da Bonapart Paşa olarak anılmasını isteyen Napolyon sokaklarda Mısırlı
kıyafetle dolaşıp 11 kişilik Müslüman Danışma Kurulu üyelerini de yanına alarak
cuma namazlarına katılmasına rağmen Mısır halkını kandıramamıştı. Napolyon'a ve
onun kişiliğinde tüm Batı'ya karşı olan nefret kendini 200 yıl sonra da
gösterecekti. 'Arap Baharı' sonrasında yapılan seçimlerde büyük zafer kazanarak
Müslüman Kardeşler'den sonra ikinci grubu oluşturan Selefilerin 16 Aralık
2011'de Bonapart'ın bundan 200 yıl önce Kahire'de inşa ettirdiği Bilim
Enstitüsü Merkezi'ni içindeki çok değerli 200.000 kadar kitap ve belgeyle
birlikte yaktı.
Bonapart'tan 200 yıl sonra, yani 2005'te, yani
Arap Baharı'ndan 5 yıl önce (!) İngiliz Başbakanı Tony Blair Arapların Batı'ya
karşı olan nefretini hiçe sayarak Libya'ya yaptığı ziyaretten sonra 11 kişilik
bir îslami danışma kurulu atamış ve onlardan "ılımlı" İslam ile
Hıristiy an Batı arasında yeni türden ilişkiler konusunda görüş istemişti. Bu
11 kişi arasında Müslüman Kardeşler Örgütü'nün kurucusu Hasan Benna'nın torunu
Tarık Ramadan da vardı. Ramadan daha sonraki yıllarda yaşanacak Arap Baharı
dalgalanmasında adını sık sık duyuracaktı.
Alman İmparatoru Kayser Wilhelm ise 8 Şubat
1898'de Şam'ı ziyaretinde Emevi Camii önünde bir konuşma yaparak, "Sultan
Abdülhamit ve halifesi olduğu dünyanın her yerindeki 300 milyon Müslüman
bilmelidir ki; Alman imparatoru onların dünyadaki en iyi dostudur"
diyordu.
Müslümanlığı temsil ettiğinden dolayı Osmanlı
Devleti'ni ortadan kaldırmak için Batı'nın neler y aptığını hatırlatmay a gerek
yok sanıyorum. İttihat ve Terakki'yi kuranlar ya da kurduranların farklı söylem
ve yaklaşımlarına karşın sonuçta Batı'nın planlarına hizmet ederek Osmanlı'yı
nasıl darmadağın ettikleri herkesçe bilinmektedir.
Batı'nın İslam ve Müslümanlara karşı ikiyüzlü
ve çifte standartlı yaklaşım ve tutumuy la ilgili elbette tarihten binlerce
örnek verilebilir. Oysa biz Batı'nın, yani ABD, Avrupalı müttefikler ve onların
dünya çapındaki yandaşlarının bugününe gelmek istiyoruz. Yani Batı'nın İslam
ile hem fobi ama daha çok hobi olarak ilgilendiği dönemlere.
Örneğin 50-60 yıl öncesine, yani Soğuk Savaş
döneminin başladığı yıllara.
Komünizm ve Sovyetler Birliği'ne savaş ilan
eden ve bu amaçla Avrupa'da ılımlı ve güler yüzlü (şimdilerde bu yüz solmuştur)
sosyalizmi, yani sosyal demokrasiyi kullanan emperyalist ve kapitalist Batı,
komünizmin y ay ılmasını ve Sovyetler'in sıcak denizlere sarkmasını önlemek
için İslam'ın radikal olanını çok iyi bir şekilde ve tercihen kullandı.
"Allahsız komünistleri"
durdurabilecek yegâne silahın din olduğunu keşfeden Batılı stratejistler Arap
ve İslam âleminde "ılımlı ve kendi halinde" İslamcı parti, örgüt,
cemaat ve grup lara dolaylı dolaysız her alanda y ardım ederek onlardan
özellikle radikal olmalarını istedi. Ama aynı Batı bu güçlerden radikalizmi
hiçbir zaman radikal ve kendini resmen bir din devleti ilan eden İsrail'e karşı
kullanmalarına izin vermedi, vermiyor.
Hatta dünyanın en demokratik seçimini kazanan
Hamas konusunda olduğu gibi buna yeltenenleri terörle suçladı ve tüm Filistin
halkını cezalandırdı.
Oysa 1947'de Müslüman Arap Filistin toprağı
üzerinde ABD ve Batı'nın desteğiyle kurulan İsrail Devleti'nin kuruluş
felsefesi tümüyle radikal dinci öğretilere day anarak bir din devleti o larak
ilan edilmişti.
Bu gerçekleri unutan ABD ve genel o larak Batı
bununla da yetinmeyerek başta Suudi Arabistan olmak üzere Arap ve Müslüman
ülkelerdeki dini söylemleri ağır basan faşist, dikta, gerici, anti-demokratik
ve zalim tüm iktidarları koruy arak çaresiz kalan halkları dine yönlendirmeye
ve zaman içinde onları kendi kontrolünde radikalleşmeye sürüklüyordu.
Nasıl olsa Sovyetler Birliği'nin dağılmasından
sonra komünist, devrimci ve sol akımlar bölgede gücünü, hatta varlığını y
itirmiş ve çaresiz kalan insanların sarılabileceği yegâne "ideoloji"
din kalmıştı. Örneğin Arap ülkelerinde devrimci geleneğin temsilcileri olması
gereken işçi sendikaları ile meslek örgütlerinin büyük bölümü hep İslamcıların
kontrolünde... Bu ise Batı'nın hoşuna gidiyordu. Batı'ya göre kontrollü din,
bazı yönlendirmelerle, insanları sosyal ve siyasal yaşam açısından da kaderci
kılacak, y aşadıkları tüm koşulları kabullenmelerini ve kendilerini yöneten
siyasi, dini ve sosyal liderlerin her dediğine inanıp itaat etmelerini
sağlayacaktı. Üstelik bu ülkelerdeki iktidarlar da İslamcı olduklarını söylüyor
ve Batı'nın desteğini garantilemek için 11 Eylül sonrasında Batı düşmanı ilan
edilen İslam'ın radikal olanına karşı savaşmayı unutmuy or ve yine Batı'nın
sahiplendiği İsrail için bir tehlike oluşturmuyordu.
İdeolojik ve dolayısıyla sosyal alanda bunları
hedefleyen ve bir ölçüde başaran Batı siyasal alanda da Arap ve Müslüman
ülkelerin lider ve hükümetlerine, "Komünistler iktidarınızı tehdit
ediyor" ya da "Sovyetler ülkelerinizi işgale hazırlanıyor"
diyerek birçok Müslüman ülkede onlarca askeri üs kurmuş ve kendi y andaşlarını
sürekli kollayıp güçlendirerek bu lider, hükümet ve yandaşı sosyal ve ekonomik
grupları kendisine köle etmişti. Kölelik ise bu coğrafyada bir alışkanlık ve
vazgeçilmez bir karaktere dönüşmüştü.
Arap ülkeleri, îran ve Türkiye'nin son 50-60
yıllık tarihine objektif olarak baktığınızda bu durumu ve devam eden sonuçları
rahatlıkla ve çok net o larak görebiliriz.
Örneğin 1950-1960 Adnan Menderes dönemi...
Menderes iktidara gelir gelmez "komünizmle mücadele" sloganıyla
ABD'nin gözüne girmek için her şeyi yaptı. Bu çerçevede Menderes hükümeti
Kore'ye asker yolladı, Bağdat ve sonrasında CENTO paktlarının kurucusu oldu,
NATO'ya girdi, ABD istiyor diye Suriye sınırına asker yığdı, Suriye ve Mısır'a
karşı pozisyon almak için îsrail Başbakanı Ben Gorion'la gizlice Ankara'da
buluştu, İsrail, Fransa ve İngiltere'nin 1956'da Mısır'a saldırısında İncirlik Üssü'nün
kullanılmasına izin verdi ve aynı üssün Ürdün ve Lübnan'da kullanılmasına ses
çıkarmadı, BM'deki tüm oylamalarda Cezayir halkının bağımsızlığına karşı
Fransa'dan yana oy kullandı ve bölge ülkelerine karşı kullanılmak üzere
Türkiye'de 160 kadar Amerikan üs ve askeri tesisinin kurulmasına izin verdi ve
son o larak Türkiye'den kalkarak Sovyetler Birliği üzerinde düşürülen U-2 casus
uçağıyla çok tehlikeli bir krize neden oldu. Rahmetli Menderes
"Türkiye'nin çıkarına olduğuna inandığı" daha birçok şey yaptı. Ama
askerler Mayıs 1960'ta darbe yapıp Menderes'i iktidardan düşürdüğünde
Amerikalılar sesini çıkarmadı ve idamını dolaylı da olsa onayladı. Nasıl olsa
Menderes Amerikalıların kendisinden istediği her şeyi yapmıştı. Tıpkı îran Şahı
Pehlevi gibi...
Bir îngiliz-Amerikan istihbarat operasyonuyla
iktidara getirilen Şah Pehlevi de Humeyni tarafından düşürüldüğü 1979 yılına
kadar ABD tarafından verilen tüm talimatları yerine getirmiş ve îsrail'le
birlikte bölge için çok tehlikeli oyunların başoyuncusu olmuştu. Üstelik
Amerikalılar o zaman onun ve ülkesi için Şii dememiş ve Suudi Arabistan ve
Körfez ülkelerinin Sünni yönetimleri de "Amerika seviyor" diye Şii
şahı çok seviyordu. Ama işi bittiğinde şah ülkesinden zor kaçmıştı. Çok hizmet
ettiği Amerikalılar ve İsrailliler ise onu tanımazlıktan geldi. Tıpkı Arap
Baharı'yla yıkılan liderler gibi...
Ama ne ilginçtir ki; Sovyetler Birliği'nin
dağılması ve komünistlerin ortadan kaybolmasına rağmen İran hariç Washington
yanlısı tüm bölge ülkelerinin yönetimleri Amerika ve genel olarak Batı'ya tanıy
ıp ve sağladıkları tüm askeri, ekonomik ve sosyal imtiy azlar bugün de devam
ediyor.
Neden Amerikan Üsleri?
Sovyetler Birliği dağıldığına ve komünist
tehlike ortadan kalktığına göre, ABD'nin Körfez ülkeleri ya da Türkiye'deki
askeri üsleri, hatta Türkiye toprağında y erleştirilen füze kalkanı ile
İncirlik Üssü'ndeki atom bombaları, acaba kime karşıdır?
Eğer İran'a karşı ve İsrail'i korumak için ise
o zaman yine Batı'nın bildik ikiyüzlü karakteriy le karşı karşıyayız.
Yani NATO çerçevesinde Batı ılımlı ya da
radikal, Sünni ya da Şii olsun Müslümanları Müslümanlara karşı kullanmayı hâlâ
sürdürmektedir.
Örneğin kutsal toprakları yöneten Suudiler,
dinsel olarak tüm îslam âlemini yerle bir edecek kadar nükleer bombaya sahip ve
bir Yahudi devleti ilan eden İsrail'e karşı olmaları gerekirken, İsrail'e karşı
savaş ilan eden Müslüman İran'ın olası bombalarını bahane ederek Sünni ülkeleri
Tahran'a karşı ortak cephede birleşmeye uğraşıyor ve yalnız bunun için Kral
Hazretleri birkaç kez Türkiye'ye geliyor.
Aynı Suudi Arabistan ve yandaşı Körfez ülkeleri
8 yıl süreyle Müslüman Şii İran'la savaşan Müslüman Sünni Saddam'a Batı'nın
talimatıy la her türlü yardımı y aptıktan sonra bu kez ABD'nin kışkırtmasıyla
Müslüman Sünni Kuveyt'i işgal eden Sünni Saddam'a karşı savaş ilan ederek
Batı'nın bu savaşına 600 milyar dolarlık destek vermiş ve 2003'te Irak'ın ABD
tarafından işgal edilerek İran destekli Şiilerin kontrolüne bırakılmasına
kızmalarına rağmen seslerini çıkaramamışlardı. Oysa aynı Suudiler ABD işgaline
ve Şiilere karşı direnen bazı Iraklı Sünni örgüt ve güçlere yalnızca Şiilere
karşı oldukları için yardım etmeyi de ihmal etmiyor. Eylül 2009'da Dışişleri
Bakanı Suud El-Faysal ise, "ABD Irak'ı işgal edip Şiilere teslim ederek
Irak'ı Şii İran'ın denetimine bıraktı" diyecekti. Diyecekti ama boşuna.
Çünkü aynı Suudi Arabistan kendi içinde radikal Sünni Kaidecilere karşı savaş
ilan etmiş ve kendi dinsel Vahabi sisteminin aslında herkesten daha radikal,
bağnaz ve karanlık olduğunu unutturmay a çalışıyor. Belki de bu nedenle Suudi
yönetimi İslam âlemi ve İslam âlemini ilgilendiren tüm bölge ve konular
açısından dünyanın en tehlikeli y önetimi olarak görülmektedir.
İngilizlerin bildik kirli ayak oyunlarıyla daha
sonra adı Suudi Arab istan'a dönüştürülecek Arap Yarımadası ya da Hicaz
ülkesinde 18. yüzyılın sonlarında iktidara getirilen Suud ailesi y alnızc a
Arap ve İslam âleminde değil aynı zamanda dünyanın dört bir yanında, örneğin
Şili'de Allende'ye karşı faşist darbede ya da Nikaragua'da Sandinista'ya karşı
ayaklanmalarda ABD tarafından kendilerine verilen tüm görevleri layıkıyla
yerine getirdi. Suudiler amaç ve niteliğine bakmaksızın Sovyetler'e,
komünistlere ve devrimci Arap milliyetçiliğine karşı mücadele eden herkese
maddi ve manevi destek verdi. Bu amaçla da bağnaz Vahabi Suudiler Sovyetler'in
desteğindeki Mısır lideri Nasır'a ve onun temsil ettiği milliyetçi devrimci
Arap, hatta Afrika ulusal güçlerine karşı koyabilmek için 1969'da İslam
Konferansı Örgütü'nü Şii ve ABD işbirlikçisi İran şahıyla birlikte ama
Washington'un talimatıyla kurdu.
Bölgenin en önemli ülkesi demokratik laik
Türkiye ise o günkü koşullar gereği bu oyunun dışında tutulmuştu!
Oysa şimdi, yani bu kuruluştan 40 yıl sonra
aynı Türkiye'nin adayı Profesör Ekmeleddin İhsanoğlu bu örgütün genel
sekreterliğini 2004'ten bu yana yürütüyor ama Suudilerin engellemeleri ve
Türkiye'yi ilgilendiren bölgesel başka hesaplardan dolayı bu örgütle ilgili
ciddi hiçbir proje geliştirmiyor ya da farklı nedenlerden dolayı istemiyor.
Oysa Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, dışişleri bakanı olarak Tahran'daki îslam
Konferansı toplantısına katılmış ve 28 Mayıs 2003'te îslam âleminin içinde
bulunduğu kötü duruma dikkat çekerek siyasal ve ideolojik reformların gereğini
vurgulamıştı.
Ama Gül'ün laiklik ve demokrasi vurgusu bol
olan bu konuşmasını hiç kimse ciddiye almamıştı. Almayanlar arasında Mübarek,
Bin Ali, Kaddafi de vardı. Ama esas almay anlar Suudiler ve Körfez ülkelerinin
liderleri. Onlar da ABD'nin desteğiyle iktidarlarını daha da güçlendirerek Gül'e
inat bağnazlıkta ısrar ediyorlar. Bu ise bu tür liderlerin karakteristik
özelliğidir. Çünkü Suudiler Türkiye'de Rabıta olarak bilinen îslam Alemi
Birliği örgütünü kurarak kendilerine ve ABD'ye karşı olan herkese karşı bu
örgütü çok kullanmışlardı. Bu örgütün finansman kaynağı ise Suudi-Amerikan
petrol şirketi ünlü Aramco tarafından sağlanıy ordu. Oysa Amerikan köleliğini
çaresiz kabullenen Suudiler, Aramco'nun ülkenin doğu bölgesindeki kendi petrol
sahalarında hep ve özellikle Şii Suudi vatandaşları çalıştırdığının ve onları
bir sonraki (yani şimdiki zaman) Sünni-Şii savaşına hazırladığının farkında
bile değillerdi. Çünkü bu Şiiler artık Şii olduklarını söyleyebiliyor ve
mezhepsel bir grup olarak haklarından söz ederek Suudi iktidarını rahatsız
edebiliyorlar. Bu ise Batı ile Suudi Arabistan dostluğunu etkilemiyor. Böylece
Suudilerin destek ve yardımıyla tüm Arap ve îslam ülkelerinde kullanabileceği
örgüt, parti ve grup bulan Batı, Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği'ne
karşı hep üstün geldi.
"Allahsız komünistler" ne din, yani
îslam engelini aşabildi, ne de herhangi bir Arap ve Müslüman ülkesinde siyasi,
askeri, ekonomik ve sosyal avantaj sağlayabildi. Bu ise Sovyetler Birliği'nin
süreç içinde Batı karşısında zayıflamasına ve sonra da dağılmasına yol açacaktı.
Oysa ABD İslam'ı koruma adına tüm Arap ve
Müslüman ülkelerde başta faşist iktidarlar ve tüm ekonomik ç ıkarlar olmak
üzere istediği her şeyi elde etti. Sovyetler Birliği'ni kuşatmak ve dağılma
sürecine sokmak buna dahil.
ABD eski ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew
Brzezinsky'nin 1977'de sözünü ettiği şu ünlü "Yeşil Kuşak" Planı ise
bu çabanın en önemli parçasını oluşturmaktaydı. Başta îran, Afganistan,
Pakistan ve Türkiye olmak üzere Müslüman ülkelerdeki anti-Sovyetizm ile anti-
komünizmi kullanmay ı amaç lay an Batı bu plana göre Sovyetler Birliği
sınırları içinde, yani Kazakistan, Özbekistan, Azerbaycan, Kırgızistan,
Türkmenistan, Tacikistan ve diğer özerk cumhuriyetlerde yaşayan yaklaşık 50
milyon Müslüman'ın da kullanılması hesaplarını ihmal etmiyordu ve hâlâ etmiyor.
Son 10 yılda Rusların yoğun olarak yaşadığı yalnızca Kazakistan'da 1.500 cami
ve yüzlerce din okulu inşa edilmiştir. Özbekistan, Tacikistan ve
Türkmenistan'da durum bundan faklı değil.
Ama o zaman ortak düşman komünizm olduğuna göre
ABD Sünniler ile Şiileri birleştirebiliyordu! Örneğin 1952'de "Müslüman
ülkelerin Soğuk Savaş döneminde Batı dostu olabileceğini" söyleyen ABD
Dışişleri Bakanı John Foster Dellus işe Türkiye, Irak, îran ve Pakistan'ı
"Bağdat Paktı" içinde toplayarak bölgedeki komünist hareketlere ve
Sovyetler Birliği'ne karşı birlikte hareket etmelerini sağlamıştı. Türkleri
(Türkiye), Arapları (Irak), Acem (îran) ve Pakistanlıları kapsayan ve sonraki
dönemde CENTO adını alan bu paktla bölgede birçok askeri müdahale, darbe, iç savaş,
ayaklanma ve benzeri karışık işlere imza atmıştı.
Örneğin İncirlik Üssü'nde hâlâ saklanan ve hiç
kimsenin umurunda o lmay an nükleer bombalar... Örneğin şimdilerde temizlenmeye
çalışılan Suriye sınırında döşenen 1 milyon may ın konusu. Oysa bu may ınlar
döşendiğinde Suriye 10 yıllık bağımsız bir ülkeydi ve asla Türkiye için bir
tehlike oluşturmuyordu. Yani Amerikan may ınlarının döşenmesinin hiç bir
gereksinimi yoktu ve olamaz. Tek gerekçe: Amerikalılar böyle istiyordu!!!
Sovyetler Afganistan'ı İşgal Edince...
Afganistan'ı Aralık 1979'da işgal eden
Sovyetler'in karşısında direnenlerin başını hep İslamcı mücahitler çekiyordu.
Başkan Reagan onlar hakkında, "Demokrasi ve özgürlük için mücadele eden
kahramanlar" diyordu... Brzezinsky'nin "Yeşil Kuşak"ı artık
yaşama geçiriliyordu. Bu mücahitlerin örgütlenmesi CIA, Mısır ve Pakistan
istihbaratından, parası Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve
Kuveyt'ten, silahı ise ABD'den.
Batı'nın bu müthiş planı tutmuştu.
Batı bir taşla birden fazla kuşu vurabileceğini
görmüştü.
Önce 30 yıl süreyle Batı'nın hizmetinde bulunan
ve zaman zaman kendi başına buyruk kesilerek bölgesel imparatorluk hevesine
kapılan şahtan vazgeçildi, sonra da yine Batı'nın deyimiyle "radikal"
ama Şii Müslüman olan Humeyni'nin Fransa'dan dönüşüne destek verildi ya da en
azından yeşil ışık yakıldı. Amaç; Şii de olsa radikal Müslüman bir İran'ın
komşusu Sünni Pakistan'la birlikte Yeşil Kuşak planı içinde komünizme karşı çok
önemli rol üstlenmesini sağlamaktı.
Nitekim sınırlı da olsa durum öyle oldu.
İran'da İslam Devrimi, başta komünistler olmak
üzere tüm devrimci parti ve örgütlerin desteğiyle gerçekleşti ancak Humeyni'nin
ilk işi komünist Tudeh ile devrimci tüm grupları ortadan kaldırmak olmuştu.
Mollalar devrime büyük destek veren ve devrimin
başarıya ulaşmasında büyük payı olan İranlı komünistlerin ve yandaşı tüm solcu
ve liberallerin kökünü kısa sürede kazıdı ve on binlercesini b irkaç gün içinde
öldürdü, yüz binlercesini hapislere attı geri kalanlar da yurtdışına kaçtı.
Batı çok sevinmişti. Çünkü aynı şeyi 1979'da
Cumhurbaşkanı Hasan El-Bekir'i görevden alarak yerine geçen Saddam Hüseyin de
yapmıştı. Yani Sünni Saddam, Şii Humeyni ve 600.000 insanı zindanlara attıran
laik Evren, Amerika'nın bölgesel tüm planlarına farklı zaman ve formatlarda ama
hep birlikte hizmet ediyordu. Üstelik İran; Afganistan içindeki bazı Şii
gruplara da destek ve yardım ederek gelecekte (yani şimdi) bu ülkede ve bölgede
Batı tarafından planlaması yapılan Şii-Sünni
çatışmasının altyapısını bilerek ya da
bilmeyerek hazırlamaktaydı.
Ama ne olur olmaz aynı ABD gecikmeksizin Sünni
Saddam'ı İsrail için tehlike olabilecek Şii İran'a saldırtmaktan da geri
kalmayarak Şii Acem ve Sünni Arap Müslümanları birbirine kırdırdı. Ama Saddam'ı
İran'a saldırtan aynı ABD 7 Haziran 1981'de İsrail uçaklarının Irak'ın nükleer
tesislerini havaya uçurmasına da yeşil ışık y akmaktan geri kalmadı. Bir
trilyon dolara mal olan bu savaşta bir milyonu aşkın Müslüman öldü. Bir
gazeteci olarak İran cephesine gittiğimizde askerler, "Allah Allah!" deyip
saldırırken, Irak cephesindekiler ise "Allahüekber!" nidalarıyla
"şeytan Acem" düşmana karşı saldırıyordu!
Bu arada Suudi parasıyla giderek güçlenen Afgan
mücahitler Sünni Pakistan'ın da desteğiyle İran'a karşı kullanılmak üzere
hazırlanıyordu.
Tabii CIA ve Suudi istihbaratı başrolde.
Çünkü İran'ın yeni lideri Müslüman Şii Humeyni,
Tahran'daki ABD elçiliğinin basılmasına yeşil ışık yakarak Washington'un
beklediği bir kişi olmamıştı ve ABD ile İsrail'e karşı çok sert söylemleri
dillendirmeye başlayarak İslam âleminde sürekli prestij kazanıyordu. Aynı
Humeyni anti-emperyalist ve anti-Siyonist kendi devriminin ihracını örgütlemek
amacıyla Arap ve İslam ülkelerindeki İslamcı parti ve örgütlere bol keseden
yardım etmeye başlamış ve kendi yandaşı p arti ve örgütlerin kurulmasını
sağlamıştı.
Yani bir zamanlar ABD'nin yardım edip
kullandığı İslami p arti ve örgütler bu kez dolaylı da olsa ABD'ye düşman
olduğundan Sovy et destekli Humeyni tarafından ABD ve İsrail'e karşı
kullanılmak istenmişti. Üstelik Hasan Sabbah'ın torunları olan yeni
Humeyniciler ABD, İsrail ve genel olarak Batı için yeni türden bir tehlikenin
işaretini vermeye başlamıştı.
O da intihar eylemleri.
Böylece toplumsal dinamiklerin bir kez daha
matematiksel ya da geometrik olmadığı ve rüzgârın her zaman Washington ve
müttefiki Batılıların istediği yönde esmeyeceği görülmüştü.
Bu ise ABD, İsrail ve genel olarak Batı'yı
tedirgin etmişti.
Ama CIA yine de tam kadro ve güçle çalışıyordu.
Suudi, Mısır ve Pakistanlı istihbaratçılar da
doğal olarak ona yardım ediyor ve neredey se tüm proje ve eylemlerini maddi ve
manevi olarak finanse ediyordu.
Kaide ve Taliban
Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgal
etmesiyle birlikte ABD ve müttefikleri için yeni bir fırsat doğdu. Komünistlere
karşı her yerde savaş veren ABD ve müttefikleri "komünist işgali"
bahane ederek bu kez Müslüman ülkeler ile tüm İslamcıları seferber etmeyi
başardı. "Kasırga" adı verilen bir operasyonla CIA ulaşabildiği
herkese ulaştı ve binlerce gönüllü Müslüman genci Pakistan üzerinden Afganistan'a
taşıdı. Para ise Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Körfez'in diğer
ülkeleri ve bu ülkelerin "dindar" zenginlerinden geliyordu. Çünkü
onlara göre, "Allahsız komünistlere karşı savaşa parayla katkı
sağlamak" en büyük cihattı... Böylece on yıl içinde Suudi Arabistan ve
BAE'nin yaptığı parasal destek 4 milyar doları aşmıştı. Pakistan Askeri
İstihbaratı elemanları ise her düzeyde ve her alanda CIA'ya yardım edip
duruyordu. Çok karmaşık bir ilişki içinde sürdürülen mücadeleye katılanlar
arasında binlerce Arap kökenli genç de vardı. Usame Bin Ladin bunlardan
biriydi. Usame'nin en yakın arkadaşı Abdullah Azzam ise 1984'te Peşaver'de
kurulan ve Arap ve yabancı gönüllüleri karşılama ve eğitme merkezinin başında
bulunuyordu. Azzam bu merkezin irtibat ofisini 1986'da Brooklyn'de bir binanın
26. katında açmıştı. Azzam'a CIA hep y ardım ediyor ve destek sağlıyordu.
Peşaver'deki merkezin adı Kaide o larak anılıyordu. Başkalarına göre de Kaide
adı Bin Ladin ile üç önemli dostu arasında 11 Ağustos 1988'de benimsendi. Bu üç
kişi Eymen Zavahiri, Seyyid İmam El-Şerif ve Abdullah Azzam.
Filistin kökenli ve Suudi Arabistan ile
Pakistan din çevreleriyle yakın ilişki içinde olduğu bilinen Azzam bir yıl
sonra diğerleriyle anlaşmazlığa düştüğü için karanlık bir şekilde öldürüldü.
Mısır kökenli diğer ikisi ise çok önemliydi. Çünkü Zavahiri Mayıs 2011'de, yani
Mısır'daki Arap Baharı'ndan sonra ve Bin Ladin'in öldürülmesiyle Kaide lideri
oldu. Kaide'nin ruhani lideri olarak bilinen El-Şerif ise daha 2007'de, yani
ABD'nin Kahire'deki elçisi Ricciardone (şu an ABD'nin Ankara'daki elçisidir)
aracılığıyla Müslüman Kardeşlerle diyaloğu yoğunlaştırdığı sıralarda Bin Ladin
ve Zavahiri'ye ters düşmüş ve onları çok sert bir şekilde eleştirmişti. Bin
Ladin'e yazdığı mektupta El-Şerif "sivillerin öldürülmesine" karşı
çıkmış ve "mücadelenin siyasi zeminlerde yürütülmesini" isteyerek,
"silahlı mücadelenin Allah'a ve İslam'a ihanet olduğunu" söylemişti.
El-Cihat örgütünün de kurucusu olan El-
Şerif'in bu söy lemini önemseyen ya da öyle görünen Mısırlı İslamcılar 4 yıl
sonra iktidara gelecekti. Mısır seçimlerinde ikinci güçlü parti olan El-Nur'un
liderleri ise ya Zavahiri'nin arkadaşları, öğrencileri ya da hocalarıydı. Tıpkı
"ılımlı îslam"ı savunmaya başlayan El-Şerif gibi!
Ancak Bin Ladin'in diğerleriyle olan ideolojik
sorunları onu kafasına koyduğu planları uygulamaktan alıkoymamıştı. Nasıl olsa
zengindi ve onun gibi düşünen binlerce Arap genci vardı. Nitekim bu gençlerin
büyük bölümü Afganistan'da cihatlarını tamamladıktan sonra ülkelerine döndü.
Tıpkı Bin Ladin gibi. O da Sovyetler Birliği'nin Afganistan'dan 1989'da
çekilmesinden sonra ülkesi Suudi Arabistan'a döndü. Kısa bir süre sonra Irak,
Kuveyt'i işgal edince Bin Ladin, Kral Fahd'a bir mektup y azarak "Saddam'a
karşı birlikte mücadele etmeyi" önerdi. Ancak bu öneri kral tarafından
kabul edilmedi ve Suudiler Amerikan askerlerinden yardım istedi. Bunun üzerine
Bin Ladin, Suudi yönetimine, "Ülkemizi Haçlılara işgal ettirip kutsal
topraklara ihanet ediyorsunuz" deyip ülkeden ayrıldı ve kurtuluşu Sudan'da
yerleşmekte buldu. Çünkü o "emperyalizm ve Siyonizm'e karşı
mücadeleye" inanıy or ve "kutsal toprakların Haçlı Amerikalılar ve
müttefikleri tarafından kirletilmesine" karşı
çıkıyordu.
1992-1996 döneminde Sudan'da kalan ve Kaide
örgütlenmesine ve mücadelesine devam eden Bin Ladin bu süre içinde ABD'ye ciddi
zararlar verdi. 1992'de Yemen'in Aden kentinde Somali'ye gitmeye hazırlanan
Amerikalı askerlerin kaldığı bir otele bombalı saldırıda bulunan Kaideciler
1993'te New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'ne yönelik benzer bir saldırıda
bulundu. Haziran 1996'da Suudi Arabistan'da Amerikalı askerlerin kaldığı bir
siteye saldırarak 19 askeri öldüren Kaideciler 1998'de Tanzanya ve Kenya'daki
Amerikan büyükelçiliklerini havaya uçurdu ve 350'den fazla kişiyi öldürdüler.
Ekim 2000'de yine Yemen'de bir Amerikan savaş gemisini hedef alan saldırıda 20
Amerikan askeri öldü.
11 Eylül 2001 eylemi ise Kaide ve Bin Ladin'in
ABD'ye verdiği son mesaj ya da yaptığı son ve en önemli hizmet olacaktı! Oysa
Suudi Arabistan'ın baskısı ve ABD'nin başkent Hartum'daki bazı fabrikaları
bombalaması sonucu Sudan'ın îslami yönetimi Bin Ladin'den ülkeden ayrılmasını
istediğinde ABD bu adamdan kurtulabileceğini düşünmüştü. Ama Bin Ladin gibi bir
adam, ta Sudan'dan kalkıp Kâbil'de iktidara gelen Taliban'ın davetine icabet
ederek Afganistan'a varabildi! Hem de yüzlerce yandaşıyla birlikte!
Büyük Müttefik Taliban
Bin Ladin Afganistan'a vardığında Molla Ömer
liderliğindeki Talib an Kâbil'de iktidara gelmişti. Suudi Arabistan, Kuveyt ve
Birleşik Arap Emirlikleri'nin parası, Pakistan ve Mısır istihbaratının eğitimi
ve CIA'in kontrolünde kurulan yüzlerce din okulunda yetişen binlerce Taliban
militanı Eylül 1996'da iktidara gelmeden önce Afgan mücahit grupları mezhepsel,
çıkarsal, etnik, dar hesaplar ve dış bağlantısal nedenlerden dolayı
birbirleriyle savaşıyordu. Sünni ve güçlü bir iktidarın hâkim olduğu
Afganistan'ın kendileri için gerekli ve önemli olduğunu hesaplayan ABD ve
bölgesel Sünni y andaşları hiç çekinmeden Taliban'a her türlü desteği verdi.
ABD'ye göre radikal Sünni bir Taliban her zaman İran'a karşı kullanılabilir ve
Rus sınırlarında yedekte tutulabilirdi. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı.
Sovyet işgaline karşı ve sonrasında iç savaşta ölen mücahitlerin sayıları
binleri bulan ve sokak aralarında, camilerin içinde ya da köylerdeki Taliban
okullarında özel olarak eğitilen yetim çocukları iktidara getirildi. Talib an
militanlarına dönüştürülen bu gençler Kaide lideri Bin Ladin'in de kendilerine
katılmasıyla hızla ABD'den uzaklaşmaya ve Bin Ladin gibi anti- Siyonist ve
anti- Haçlı inançlarıyla ülkeyi yönetmeye başladı.
Oysa Kâbil'deki Taliban yönetimini resmen
tanıyan ilk üç ülke Suudi Arabistan, Pakistan ve Birleşik Arap Emirlikleri'ydi.
ABD ise resmen Taliban hükümetini tanımamıştı ama Washington'da bir Taliban
temsilcisinin bulunmasına izin vermişti. Taliban hükümetinin ilk işi ise ülkede
çok yaygın olan Afyon ekimini y asaklamak oldu. Taliban düşürüldüğünde, yani
2001 sonunda Afyon ekimi neredeyse sıfırdı. Bugün ise Afyon ekimi Karzai y
önetimine destek veren aşiretlere ve onların bölgesel ve uluslararası
bağlantılarına yılda en az 20 mily ar dolar kazanç sağlıyor.
Kaide-Taliban birlikteliği hem Afganistan hem de
bölge ve tüm coğrafya için ilginç bir model olmuştu. Çünkü başka ülkelerden
gelerek Afganistan'da savaşan binlerce genç radikalleşerek Kaide'nin
kontrolünde başta Cezayir, Mısır ve Sudan olmak üzere kendi ülkelerine
dönmüştü.
İlk Demokratik Deneyim: Cezayir!
1980'li yılların başı ve özellikle Kaide'nin
kurulduğu 1988'den sonra yüzlerce Cezayirli genç Afganistan'da savaştı. Sovyet
işgalinin son bulmasıyla ülkesine dönen bu gençler, "Bağımsızlıktan bu
yana ülkeyi yöneten solculardan -ki onlara göre bunlar komünistti- kurtulma
zamanı geldi" diyerek hızla örgütlenmeye başladılar. Silah ve para bulmak
ise pek zor değildi. Çünkü arkalarında CIA vardı. CIA ise Cezayir'de etkin olan
Sovyetler Birliği ve Fransa'dan kurtulmak istiyordu. Ekim 1988'de, yani
Kaide'nin kurulmasından iki ay sonra Cezayir'in başkenti Cezayir'de büyük
gösteriler yapıldı. Gösterilere "Cezayir Baharı" denildi. Bazıları da
"Ekmek Gösterileri" dedi. Günlerce süren bu gösteriler sonrasında
Cumhurbaşkanı Şazili Bin Cedid anayasada değişiklikler önerdi ve çok partili
sisteme geçmeyi kararlaştırdı. Bunun üzerine birçok İslamcı genç bir araya
gelerek FIS, yani Kurtuluş İçin îslami Cephe örgütünü kurdu. Liderliğini Abbas
Medeni ve Ali Bilhac'ın yaptığı Cephe, Haziran 1989'da yapılan yerel seçimlerde
1.200 kadar belediyenin 856'sını kazandı. Çünkü halk iktidardaki partinin
yolsuzluk ve başarısız ekonomi politikalarından bıkmıştı.
Herkesi şaşırtan bu sonuç içte ve dışta
tartışmalara neden oldu. Ancak katı laik ve Fransa destekli Başkan Bin Cedid
Batının ve içteki askerlerin duruma müdahale etme çağrılarına rağmen parlamento
seçimlerinin yapılması kararından geri adım atmadı. Aralık 1991'de yapılan
parlamento seçimlerinin ilk turunda bu kez birçok îslami grupla birleşen ve
ortak olarak seçime giren îslami Cephe 228 sandalyeden 188'ini kazandı.
İktidardaki Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi Partisi ise 16 sandalye kazanmıştı.
Bunun üzerine ülkey i bağımsızlıktan bu yana yöneten Kurtuluş Cephesi ve ona
bağlı sivil-asker bürokrasisi gidişatın tehlikeli olduğuna karar vererek ikinci
turun iptalini sağladı ve kısa bir süre sonra askerler y önetime el koydu.
Dönemin Fransa başkanı François Mitterand, "Fransa, İslamcıların komşu
Cezayir'de iktidara gelmesini engellemek için hemen askeri müdahaleye
hazırdır" diyecekti. İktidara gelen askerler şimdi Arap Baharı'nı
destekleyen Batı'dan aldıkları destekle ilk iş olarak FIS'ı yasakladılar. Buna
hazırlıklı olan FIS derhal silahlı mücadeleye başladı. Bugüne kadar süren iç
savaşta en az 200.000 insan öldü. Şimdiki Cumhurbaşkanı Butaflika sorunun
çözümüne yönelik birçok af ya da toplumsal barış ve milli mutabakat y asaları
çıkardı ve FIS'ı parçalamak için çok uğraştı.
Butaflika'nın başarılı olup olmadığını görmek
için 10 Mayıs 2012'de yapılacak seçimleri beklemek lazım. Çünkü 2007'de yapılan
seçimlerde oyların %18'ini alan 5 İslamcı partinin bu kez oyların %30-35'ini
alabilecekleri hesaplanıyor. Bağımsızlıktan bu yana ülkeyi yöneten Ulusal
Kurtuluş Cephesi Partisi sol eğilimli Demokrasi İçin Ulusal Birlik ve ılımlı
Müslümanları temsil eden Barış Toplumu Hareketi ile koalisyonu ise iktidarda
kalma mücadelesi verecektir. Bakalım 1989-1991'de İslamcılara karşı olan Batılı
ülkeler bu kez kimden yana olacak? Laik ve liberallerden mi yoksa türlü türlü
İslamcılardan yana mı? Bağımsızlığının ellinci yıl dönümünü kutlay an
Cezayir'in geleceği daha çok Fransa'yı ilgilendirecektir. Bunun da birçok
nedeni vardır. Çünkü Cezayir eski bir Fransız sömürgesi ve Cezayirlilerin ezici
çoğunluğu Fransızcayı Arapçadan daha iyi konuşuyor. Ama daha önemlisi Fransa'da
en az 7 milyon Cezayir kökenli insan yaşıyor ve bunların sosyal, kültürel ve
dinsel problemleri, dinsel ve etnik ırkçılığın giderek yükseldiği Fransa'da
ciddi sıkıntılara neden olmaktadır. Amerikan, Fransız, Rus, Çin ve diğer
uluslararası petrol şirketlerinin iştahını kabartan Cezayir'in doğalgaz ve
petrol kaynakları ise Cezayir'e yönelik ilginin bir diğer nedenidir. Çünkü
günde 2 milyon varil petrol ve yılda 85 milyar metreküp doğalgaz üreten bir
ülke yalnızca "demokrasi"den dolayı Batı'nın ilgisini çekmeyecektir.
Üstelik bu ülke Batı'ya çok yakın ve petrol ve doğalgaz zengini Körfez
ülkelerinden farklı olarak bölgesel herhangi bir risk taşımamaktadır. 2,4
milyon kilometrekarelik yüzölçümü ve olağanüstü y eraltı zenginlikleriyle
Cezayir Fransızların iştahını 132 yıl kabartmışsa bundan sonra da Fransızlarla
birlikte Amerikalıların ve yandaşı tüm ülkelerin iştahını kabartacaktır. Hele
hele bu zenginliklerin büyük bölümü bağımsızlıktan bu yana Sovyetler Birliği ya
da şimdiki adıyla Rusya'ya akıyorsa. Belki de bu nedenle Libya'yı kaybeden
Moskova, ABD ve yandaşlarının bölgeye yönelik planlarına karşı çıkıyor ve son
kale Suriye'nin arkasında duruyor.
Üstelik Sovyetler Birliği Cezayir halkının
bağımsızlık mücadelesine bütün gücü ile destek vermiş ve başta Filistin olmak
üzere Arap aleminin tüm haklı mücadelelerine her alanda ve var gücüyle yardım
etmişti. Afganistan, Somali ve Irak'ın işgali ise Arap halklarını ABD ve Batı
sisteminden nefret ettirmiş ve Arap ülkelerinde entellektüel çevreler 'Keşke
Sovyetler Birliği dağılmamış olsaydı ' türünden gecikmiş temennilerde
bulumuştu. Belki ABD ve Batı Arap islamcılarına destek vererek kaybettiği
güvenirlilik, prestij ve saygınlığı yeniden kazanmay a çalışmaktadır. 'Arap
Baharı'na bir de bu açıdan bakmak da y arar var.
Bir de Sudan Var...
Sudan Batı'nın, Arap ve İslam
âlemi ile tüm Afrika planlamaları için çok önemli bir ülkedir. Haritaya
bakıldığında bu önemin ne anlama geldiği anlaşılır. 1956'da bağımsızlığından
sonra Sudan Afrika'daki tüm bağımsızlık ve kurtuluş mücadelelerine yardım
etmiştir. Sudan'a yönelik son dönem politikalarıy la Batı bunun intikamını
almay a çalışmıştır. Bu intikamın en son ve somut örneği Güney Sudan'ın
Sudan'dan ayrılması ve bağımsız bir ülke o larak karşımıza çıkmasıdır. Bu ise
tümüy le Batılı ülkeler ve İsrail'in desteğiyle olmuştur. Çünkü 1972'de
özerklik elde eden ve Mayıs 2011'de Sudan'dan resmen ay rılarak bağımsız bir
ülke olan Güney Sudan önce Mısır sonra da b aşta Somali o lmak üzere tüm bölge
için çok önemli bir ülkedir. Büyük İsrail Devleti için en azından duygusal
söylem açısından çok önemli olan Nil Nehri'ni kontrol edecek olan Güney Sudan
önümüzdeki dönemde Mısır için bir baskı ve şantaj unsuru o larak kullanılacaktır. Güney Sudan
Cumhurbaşkanı Salva Kiir'in bağımsızlıktan
sonra ilk dış ziyaretini İsrail'e yapması (18 Aralık 2011) belki de bunun ilk
işaretidir. Oysa Salva Kiir, Ruanda, Etiyopya, Eritre ve Uganda liderleri gibi
eski bir Marksist'ti ve o da onlar gibi şimdi "kapitalist-emperyalist Batı
ile Siyonist İsrail'in dostları" arasında... Hepsi el ele verip Sudan'ı
parçalamaya ve Somali'yi kontrol altında tutmaya çalışıyor.
Örneğin, şöyle bir hatırlayalım, 2002-2005
döneminde tüm dünya ayaklanmış Darfur'u konuşuyordu. Batı'y a göre Sudan'ın bir
parçası olan Darfur'da soykırım vardı. Örneğin 20022005 döneminde AP, AFP,
UPI, BBC ve Reuters gibi medya kuruluşlarının Darfur'la ilgili servise soktuğu
haber, analiz, fotoğraf ve benzeri malzemenin toplamı 3 milyon. Evet, 3 milyon.
Me rak edenler bu kurumlara sorabilir. Haziran 2004'te ABD ve Avrupa'daki 45
Yahudi örgütü Müslüman Darfur halkı için özel bir bağış toplama fonu kurdu. Tüm
ABD ve Avrupa liderleri Darfur'la ilgili demeçler veriyordu. Batılı birçok
sanatçı Darfur'a gidip şov yapıyordu. Dünyada bildik bilmedik ve ne idiği
belirsiz birçok sivil toplum örgütü Darfur için özel kampanyalar düzenliyordu.
BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon bile Darfur'a gitmeden önce Darfur'da soykırım
var demek zorunda kaldı. Başbakan Erdoğan Darfur'a gidince de bizdeki medya
nereden çıktı bu Darfur deyip karşı saldırıya geçmişti. Oysa Osmanlı 1914'de
cihat çağrısı yaptığında bu çağrıya ilk yanıt veren kişi Darfur Sultanı Didar
idi. Peki şimdi bir zamanlar 1 milyon insanın öldüğü Ruanda katliamlarını da
görmezlikten gelen Batı'nın herhangi bir yayın organında Darfur'la ilgili bir
tek kelime gören var mı? Bu Batı'nın plan ve oyunlarını yeterince kanıtlamıyor
mu? Hâlâ bu oyunları anlamayan varsa onlara söylenecek bir şey kalmıyor. Batı
ve İsrail Darfur'dan söz ederek aslında Sudan y önetimini baskı altında tutmay
ı amaçlıyordu. Nitekim böylesi bir baskı altında kalan Sudan'ın îslami
yönetiminin lideri Ömer El-Beşir Aralık 2005'te Kenya'da imzaladığı anlaşmayla
Güney Sudan'da referandum yapılmasını kabul etti. 5 yıl içinde yapılması
gereken bu referandumla Batı Sudan'ı parçalayacağını hesaplıyor ve bunun için
her alanda yoğun bir şekilde çalışıyordu.
Nitekim Ocak 2011'de yapılan referandumla Güney
Sudan bağımsızlığına kavuştu ve böylece yaklaşık 700.000 kilometrekarelik bir
toprak parçası Sudan'dan koparılarak Müslüman olmayan ve yalnızca %20'si
Hıristiyan olan bağımsız bir devlet yaratıldı. Bu devlet birçok neden ve
veriden dolayı Kuzey Irak'taki olası Kürt devletine benzetilebilir. Çünkü Güney
Sudan'ın bağımsızlığı için mücadele eden Sudan'ın Kurtuluşu îçin Halk Cephesi
bu mücadeleyi 40 yıldır yapıyor ve başlangıçta sol- Marksist bir ideolojiye
sahipti. Ama bu örgüt 11 Eylül 2001 olayından sonra tümüyle ABD'ye y andaş ve
Batı dostu o larak mücadelesine devam etti. Sudan önümüzdeki 50 yıllık dönemin
en önemli konularından biri olarak hep gündemde kalacaktır. Çünkü konumu itib
ariy le Sudan çok önemli bir ülkedir ve Batı Sudan'dan almay a çalıştığı
intikamı henüz tamamlamadı. Onun için son iki yıldır hiç konuşulmayan Darfur
zamanı geldiğinde tekrar gündeme alınacaktır. Çünkü Darfur, Batı için çok
önemli olan Çad ve Libya'ya komşu ve çok zengin uranyum y ataklarına sahiptir.
Güney Sudan ve Darfur üzerinden komşu Mısır'ı kontrol altında tutmaya çalışan
Batı ve İsrail ideolojik ve dinsel olarak "kutsal Nil" sularını
İsrail'e taşımanın hesaplarını yapıyor. İsrail de bu yeni ülke üzerinden
özellikle Arap Baharı yaşayan ve İslamcıların iktidara geldiği Kuzey
Afrika'daki Arap ülkelerini takip etmekte ve gelecekte bu ülkeleri rahatsız
etmek için birçok Afrika ülkesinde Hıristiyan ve Yahudi parti ve örgütlerle
işbirliği yapıyor. İsrail bu ülkelerin yönetimlerine de, "Bakın İslamcılar
iktidara geliyor ve yakında bunlar sizin ülkelerinizdeki Müslüman azınlıkları
ayaklandıracaklar" diyor ve diyecektir.
Sudan'ın Kızıldeniz'e bakan limanları ise
herkes için stratejik öneme sahiptir. Böyle bir Sudan ise 1956'daki
bağımsızlığından bu yana birkaç askeri darbe yaşamış, komünist-İslamcı
çatışmalarına sahne olmuş ve 1989'da yapılan son bir darbeyle iktidarı ele
geçiren İslamcı Ömer El-Beşir tarafından yönetilmektedir. Sudan İslamcılığı
ideolojik ve siyasal anlamda Arap ve İslam âleminin siyasal-dinci çevrelerinde
çok tartışılmaktadır. Güney Sudan'ın bağımsızlığına kavuşmasından önce
Darfur'daki katliamlar bahane edilerek Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne sevk
edilen Başkan El-Beşir'i ise her nedense artık kimse hatırlamıyor. Ama daha
ilginç olanı Müslüman Kardeşler kökenli El-Beşir iktidara geldiğinde Batı
kıyameti koparmıştı. Oysa aynı Batı şimdi Müslüman Kardeşler'in Mısır'da,
Libya'da, Tunus'ta iktidara gelişlerini alkışlamaktadır. Batı'nın El-Beşir'e
kızmasının ise iki nedeni vardı. El-Beşir, Usame Bin Ladin'e y ardım etmiş ve
ülkesindeki zengin petrol yataklarını Çin ve Rus şirketlerine teslim etmişti.
Usame artık olmadığına göre El-Beşir 1972'de Sedat'ın yaptığı gibi Çin ve Rus
şirketleriyle danışmanlarını kovarsa Batı'yla hiçbir problemi kalmaz. Tabii
İsrail'le barışması da gerekecek!
Ya Somali?
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın ziyaretiyle
Türk kamuoyunun gündemine giren Somali, Batı'nın bölgesel tüm planları
açısından çok önemli bir ülkedir. Örneğin iki yıl önce korsanlardan dolayı
Somali'den söz eden Batılılar her nedense şimdi bu korsanları unutmuşa
benziyor. Peki neden?
Çok eskilere gitmeksizin Somali'nin yakın
tarihine bakıldığında bu ülkenin ne denli önemli olduğu rahatça görülür.
Bağımsızlık öncesinde İngiltere, İtalya ve Fransa arasında yaşanan kapışmalara
sahne olan Somali, İkinci Dünya Savaşı sonrasında BM'nin ilgi alanı içine girer
ama empery alist ülkeler yine bildiklerini okurlar. İkinci Düny a Savaşı
sonrasında İtalya'nın yenilgisiyle Somali direkt olarak İngiltere'nin
kontrolüne girer. Ama aynı İngiltere 1954'te Somali'nin bir parçası olan Ogaden
bölgesini Etiyopya'ya, bir diğer parçasını da 1960'ta Kenya'ya hediye olarak
verir. Bu da yetmezmiş gibi İngiltere, Fransa'y la yaptığı anlaşma gereği
Somali'nin bir parçası olan Cibuti bölgesini bağımsız bir bölge olarak tanır ve
Fransızların denetimine bırakır. 1977'de sözde bağımsızlığını ilan eden bu
ülkenin neredeyse her yeri Fransız ve Amerikan üsleriyle dolu. Cibuti'nin
coğrafi konumuna bakanlar buranın herkes için ama daha çok Kızıldeniz'in giriş ve
çıkışını kontrol etmek için ne denli önemli olduğunu anlar. Kızıldeniz'den ise
Körfez petrolünün %60'ı geçer ve Kızıldeniz İsrail için hayati öneme sahiptir.
Cibuti'den kalkan İsrail'in Heron ve ABD'nin Predator uçakları tüm bölgeyi
gözetlemekte ve gerektiğinde insanları öldürmektedir. Yemen'de aralarında Enver
Avlaki'nin de bulunduğu son dönem Kaide liderlerinin öldürülmesi bu casus
uçakları tarafından gerçekleştirilmektedir. Hem de Yemen'in eski Başkanı Ali
Abdullah Salihve yerine geçen Mansur Hadi'nin bilgi ve onayıyla.
Durum böyle olunca hâlâ Kızıldeniz'i kontrol
edebilecek sahillere sahip olan Somali herkesin ilgisini çekiyor. Önceki
dönemleri bir yana bıraksak bile Somali BM şemsiyesi altında 19921993 Amerikan
işgal girişimlerine karşı direnir. Ancak Çevik Bir komutasındaki BM gücünün
desteğindeki Amerikalıların çekilmesine rağmen Somali'deki kargaşa bir türlü
bitmez, bitirilmez. Çünkü ülke hep dış bağlantılı iç savaş yaşıyor. 2005'te
Şerif Şeyh Ahmet komutasındaki îslami Mahkemeler Örgütü militanları tüm
Somali'yi kontrol etmeyi başarınca Batılı ülkeler çok korktu. 2006 sonunda
Etiyopya'ya yeşil ışık y akarak Somali'yi işgal etmesini sağlayan Batılılar
buradaki iç savaşı körüklemeyi sürdürdü. Maddi ve manevi çıkarlar karşılığında
ve özellikle Katar Emiri Şeyh Hamed'den aldığı milyonlarca doların hatırı için
Şerif Şeyh Ahmet 2008'de "radikal" çizgisinden vazgeçerek Batı'yla
işbirliğine yanaşınca bu kez îslami Mahkemeler Örgütü'nden ayrılan "Şebab
" örgütü ortaya çıkar ve iç savaş yeniden alevlenir.
Halen iç savaşın yaşandığı Somali'de hem
Etiyopya hem de Kenya askeri Batı yanlısı Şerif Şeyh Ahmet hükümetine destek
veriyor. Şerif Ahmet'in arkasında ayrıca ABD ve Fransa destekli Afrika Birliği
Barış Gücü var. Yakın gelecekte Somali mutlaka Batılı ülkeler ya da onların
yandaşı Afrika ülkeleri tarafından işgal edilecek ya da hep kargaşay a
sürüklenecektir.
Çünkü Somali'deki radikal İslamcı Şebab örgütü
ve onların karşı kıyılardaki, yani Yemen'deki dostları Kaideciler Batı için
hâlâ bir tehlike kaynağı olarak görülmekte ya da bizlere öyle gösterilmektedir.
Yok, eğer Somali ve Yemen'de Kaide dahil
İslamcılar ABD ve Batı'yla işbirliğine yanaşırsa işte o zaman bu iki ülkede
bağımlılığın derecesine göre istikrar, esenlik ve huzur olur. O zaman da
Başbakan Erdoğan'ın Somali ziyaretinden sonra okutulmak ve her alanda eğitilmek
üzere Türkiye'ye getirilen yüzlerce ya da binlerce Somalili gencin bu barış,
istikrar ve kalkınmadaki katkısı çok büyük o lac aktır.
Çünkü bu aralar herkes Somali ile ilgilenmekte,
bir çok Batılı başkentte Somali ile toplantılar yapılmakta ve herkes Somali ile
ilgili legal ve illegal hesap ve planlar yapmaktadır. Özetle; Somali'deki
İslmacılar Batının hizmetine girmediği sürece stratejik öneme sahip bu ülkede
asla huzur o lmay ac aktır. Bu tarih boyunca böyle olmuştur. Şimdi de Batı
Somali'yi 'terbiye etmek' için sıra ile Kenya ve Etyopya'ı kullanmakta ve bu
iki ülkenin askerlerini Somali'ye sokarak kendi planlarını uygulamaktadır.
Filistin Denilen Ülke!
1947'de Başkan Truman'ın özel çabasıyla BM'de
kurulan İsrail Devleti'ne Filistin toprağının yarısından fazlası verildi.
İsrail denilen ülke ise Osmanlı'nın bölgeden çekilmesinden sonra dünyanın dört
bir yanından Filistin'e göç eden ya da ettirilen farklı etnik kökenli Yahudi
dinine mensup insanlardan oluşuyordu. Bununla yetinmeyen İsrail 1967'de geri
kalan Filistin topraklarını, yani üzerinde 4 milyon insanın yaşadığı 6.000
kilometrekarelik Batı Şeria ve Gazze ile Doğu Kudüs'ü işgal etti. BM'nin tüm kararları
ve imzalanan tüm barış anlaşmalarına rağmen İsrail işgal altında tuttuğu Batı
Şeria topraklarının neredeyse %30'unda Yahudi yerleşim bölgeleri inşa etti ve
özellikle Rusya ve Doğu Avrupa ülkelerinden yeni gelen Yahudi göçmenlere tahsis
etti. Örneğin şu anda İsrail dışişleri bakanı olan Liberman. Kendisi Moldova'da
bar fedaisiyken İsrail'e göç etmiş ve ırkçı ve bağnaz söylemleriyle yıldızı p
arlay arak bugünkü konumuna gelmişti.
Durum böyle olunca işgal altındaki Filistin
halkının direnişi hiç işe yaramıyor. Çünkü
başta ABD olmak üzere Batı hep İsrail'e destek verdi ve sahiplendi. Örneğin
bugünlerde Suriye aleyhine karar çıkartmaya çalışan ve veto kullanıyor diye
Rusya ve Çin'e kızan ABD, İsrail Devleti'nin kurulduğu günden bu yana İsrail
konusunda en az 60 veto kullanmıştır. Amerikan işbirlikçisi Arap yönetimler ise
Filistin konusunda hep ihanet içinde oldu. Bu yetmedi bazı Arap yönetimleri
Filistinlileri birbirine kırdırdı ya da kendileri Filistinlilerle savaştı. Bunu
fırsat bilen İsrail kurulduğu günden itibaren Filistin halkına y apmadığını
bırakmadı. En son Aralık 2008'de Gazze'ye saldıran İsrail en az 1.600
Filistinli'yi öldürdü ve 5.000 kadarını yaraladı. Gazze yerle bir edildi.
Üstelik Gazze, Ocak 2006'dan itibaren kuşatma ve amb argo altındaydı. Çünkü
Filistin halkı dünyanın en demokratik seçimiyle İslamcı Hamas'ı seçmişti. Oysa
bu seçimin de bir anlamı yoktu. Çünkü İsrail istediği zaman Gazze ve Batı
Şeria'nın herhangi bir yerine girip istediğini yapıyor ve istediği kişiyi
tutuklayabiliyor.
Örneğin
2006'da
seçilen
Filistin
milletvekillerinden en az 60'ı İsrail ordusu
tarafından evlerinden alınarak tutuklanmıştı. Nasıl olsa Filistin diye bir
devlet yok. Mahmut Abbas denilen Filistin devlet başkanının bir devleti yok.
Filistin Devleti denilen şey 1967'den bu yana işgal altında bulunan Batı Şeria
ve Gazze'den oluşan iki toprak parçası. İsrail istediği an Ramallah'a girip
Abbas'ı da alıp götürebilir. Tıpkı 2002'de Arafat'ın ikametgâhını aylarca
kuşatan ve duvarına işeyen İsrailli askerlerin yaptığı gibi. Tıpkı Mossad'ın
şimdiye kadar aralarında Şeyh Ahmet Yasin'in de bulunduğu 60'tan fazla Hamas
lider ve yöneticisini suikastlarla öldürdüğü gibi. Ama tüm bu gerçeklere rağmen
Hamas'ın 2006 seçimini kazanması İsrail kadar ABD ve Batı'yı ama daha çok Mübarek
liderliğinde Mısır'ı ve Mübarek dostu tüm işbirlikçi Arap liderlerini
korkutmuştu. Çünkü Hamas Suriye ve İran'dan destek alıyordu ve bu iki ülkenin
destek verdiği Lübnan'daki Şii Hizbullah gibi radikal dinci bir örgüttü. Oysa
ABD ve tüm Batı "demokrasi" deyip başka şey demiyordu. Demek ki
onların anladığı ya da tavsiye ettiği demokrasi biçimi
İsrail'e düşman olmayacak demokrasidir.
İşte bu nedenle ABD Lübnan'daki demokrasiden de
hoşlanmıyordu. Çünkü bu demokraside Hizbullah gibi bir örgüt vardı.
Hizbullah...
Filistin'de Sünni Hamas'ı iktidara taşıyan
demokrasiden hoşlanmayan ABD ve müttefikleri benzer şekilde Şii Hizbullah'ı
Lübnan'daki demokrasinin temel direği haline getiren demokrasiden de
hoşlanmıyor. Geçmişteki tüm müdahale girişimlerini ve son o larak karanlık
Hariri suikastını bir yana bıraksak bile ABD ve Batılı müttefikleri İsrail'in
Temmuz 2006'da Hizbullah'a yönelik saldırısına her türlü desteği verdi. Güney
Lübnan ve özellikle başkent Beyrut'un birçok semtini y erle bir eden İsrail bu
saldırısında da 1.600 kadar insanı öldürdü, binlercesini yaraladı. Başta Bey
rut olmak üzere birçok şehrin altyapısı yok edildi, hatta BM ofisleri
bombalanarak görevlileri öldürüldü. Ama ne BM ne de BM'nin Batılı patronları
sesini çıkardı. Bundan daha garip olanı, Mısır'ın lideri Mübarek ve Ürdün ile
Suudi Arabistan kralları küçük ve büyük Abdullah'lar bu savaşta Hizbullah'ı
suçlayacaktı. Oysa Şii de olsa Hizbullah bir Arap örgütüydü ve İsrail bir Arap
ülkesi olan Lübnan'a saldırmıştı. Hem de tarihte ilk kez İsrail yenilmiş ve
büyük kayıplar vererek çekilmek zorunda kalmıştı. Ayrıca İsrail bu savaştan
elde etmek istediklerinin hiçbirini elde edememiş ve Hizbullah'ın gücünün ne
olduğunu bir türlü kestirememişti. Nitekim Mossad raporlarına göre Hizbullah'ın
elindeki füzelerin sayısının 2.000 civarında olduğu tahmin edilmişken savaş
sonrasında bunların sayısının 30.000 civarında olduğu anlaşılmıştı.
İşte bu nedenle de İsrail'in isteği üzerine
ABD, BM'deki gücünü kullanarak Güney Lübnan'a Özel Barış Gücü gönderme kararı
aldırdı. Türkiye'nin de yer aldığı bu gücün amacı Hizbullah militanlarının
Güney Lübnan'daki hareketlerini ve yine Hizbullah'ın İsrail sınırlarına yakın
bölgelerdeki silah durumunu öğrenmekti. Bu yöntemin işe y aray ıp y aramadığını
bilmiyoruz ama İsrail'in Lübnan hava sahasında sürekli olarak Heron tipi casus
uçakları ile uydularını uçurduğunu ve bu ülkedeki uçan kuşları bile takip
ettiğini biliyoruz. Yalnızca son 4 yılda Lübnan'da en az 40 kadar Mossad ajanı
yakalandı bir o kadarı da son anda kaçabildi. Kaçanlar arasında örneğin Lübnan
Telekom'unda görevli üst düzey bir yönetici ile Lübnan Askeri İstihbarat
Dairesi'nde çalışan bir general. Bu ikili önemli kişilerin haberleşmelerini
dinliyor ve Lübnan'daki tüm abonelerin isim ve numaralarını İsrail'e iletiyorlardı.
Ancak buna rağmen İsrail bir türlü Hizbullah örgütüne sızamıyor ve Hizbullah'ın
askeri gücü hakkında sağlıklı ve ciddi bilgiye ulaşamıyordu. Hizbullah ise ülke
içinde kurduğu ittifaklarla tüm Lübnanlıların gönlünü kazanmış ve sosyal
örgütlenmelerle toplumun tüm kesimlerine ulaşabilmişti. Bu ise Hizbullah'a say
gınlık ve güvenirlilik kazandırmış ve sürekli militan bulmasına yardımcı
olmuştu.
Farklı kaynaklara göre Hizbullah'ın ortalama
60.000 silahlı militanı ve bir anda sokaklara dökebileceği yüz binlerce örgütlü
sempatizanı var. Tabii bunların Türkiye'deki "radikal" Sünni
Hizbullah'la hiçbir şekilde ilgisi yoktur.
Yeni Oyunlar
Sünni Saddam'ı Şii İran'a saldırtan ama Sünni
Pakistan'ın nükleer bomba edinmesinden de tedirgin olan ABD Arap ülkelerine
dağılan radikal İslamcı gençlerden rahatsız oluyor ya da öyle görünüyordu.
Ilımlı Müslüman ve laik Zülfikar Ali Butto'yu 1971'de Fransa'dan nükleer
reaktör alıp atom bombası yapmaya kalkıştığı için askeri bir darbeyle 1 977'de
iktidardan düşürten ve Nisan 1979'da idam edilmesine engel olmayan Washington
hiç tereddüt etmeden Hindistan karşıtı Pakistan'daki radikal İslamcıları, hem
de askeri cuntacıları desteliyordu. 1988'de iki ve 1993'te üç yıllığına
Butto'nun kızı Benazir'i ve 1990-1993 ile 19961999 dönemlerinde başbakan olan
Navaz Şerif'i de askeri müdahale ve darbelerle iktidardan uzaklaştırarak
nükleer bomba edinme çabalarının intikamını alan ve Kâbil'de kendi yanlısı bir
iktidarın işbaşına getirilmesi gerektiğine inanan ABD doğal o larak kendi yandaşı
Suudilerden istediği her türlü yardımı alır. Hem de Müşerref gibi Pakistanlı
generallerin yarattığı Taliban'la birlikte. Suudi destekli radikal Sünni
Taliban 1991-1992 yıllarında Pakistan din okullarında kurulduktan sonra Eylül
1996'da Kâbil'de CIA ve başını General Müşerrefin çektiği Pakistan Askeri
îstihbaratı'nın yardımı ve Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve Suudi
Arabistan'ın parasıyla iktidara getirilir. Ekim 2008'de yeterince
kullanıldıktan sonra ABD tarafından terk edilen General Müşerref 1999'da CIA'in
örgütlediği askeri bir darbeyle Pakistan'da işbaşına getirilir.
ABD eski müttefiki Taliban'a sığınan Bin Ladin
ve adamlarına son darbeyi indirmek üzere planlar yapıyordu. Dick Cheney, Donald
Ramsfield ve Paul Wolfowitz'in 2000 başlarında Başkan Bush'a sundukları raporda
bu üçlü, "ABD'nin tüm bölgede güçlü bir şekilde var olma gerekçesi
yalnızca Saddam'dan rahatsız olmakla açıklanamaz" diyordu. Bu ve benzeri
onlarca söylem ve rapora göre ABD 21. yüzyılın planlamasında kendine göre bir
Ortadoğu ya da îslam âlemi kurguluyordu. 11 Eylül ise bu kurgulamada küçük bir
detaydı.
Çünkü çok önceleri hazırlandığı anlaşılacak
olan bu kurguda daha bir çok ilginç ve bir o kadar heyecan verici detay vardı.
Ama bizim coğrafyanın insanları okumayı ve öğrenmeyi pek sevmediği için bu
detayların neredeyse hiç birini göremedi. Göremediği için ABD işini çok kolay
ve herkesle dalga geçerek y apmıştır. Sonuç ise şimdi ve önümüzdeki kısa ve
orta vaade yaşayacaklarımız. Ömrü olanlar mutlaka görecektir.
İlginç Ülke Afganistan
Başta Pakistan, Hindistan ve Çin'e yakınlığı
olmak üzere birçok nedenden dolayı stratejik öneme sahip ama dünyanın en fakir
ülkeleri arasında sayılan Afganistan başından beri İngiliz ve Rus
imparatorluklarının ilgisini çekmişti.
îngilizler üç kez bu ülkeyi işgale yeltendi ama
her seferinde çok feci bir şekilde yenildiler. 1842'de Khord Kabul Savaşı'nda
15.000 kişilik seçkin İngiliz birliği yok edildi ve olup bitenleri anlatsın
diye yalnızca bir askerin kaçmasına izin verildi.
1881'de aynı şey oldu ve Napolyon'u Waterloo'da
yenen seçkin İngiliz birliği darmadağın edildi ve yine ibret olsun diye bir tek
askerin gitmesine izin verildi. İngilizlerin son yenildiği savaş ise
bağımsızlık öncesi 1919'da gerçekleşti. Sovyetler'in 1979'daki işgaliyle
Afganistan bu kez İngilizler yerine Amerikalıların ilgi alanına girdi. İslamcı
mücahit grupların tüm mücadelesini başından sonuna kadar örgütleyen CIA, Suudi
Arabistan ve Pakistan istihbaratlarının y ard ımıy la bölgedeki tüm pis
oyunların başoyuncusu oldu. Mısır'daki El-Ezher ise Sedat'ın talimatıyla
verdiği fetvada, "Sovyetler'le işbirliği yapan herkes kâfir ve
haindir" dedi. Sovyetler Birliği'nin Afganistan'dan ayrılması, İslamcı
mücahit grupların birbirini kırması ve Taliban'ın Kâbil'de 1996'da iktidara
getirilmesi sürecinde yaşananların tümü aslında ABD ve Batı'nın Sovyetler
Birliği'nin kuşatılması planının bir parçasıydı. Bu plan da İslamcı
mücahitlerin katkısıyla başarılı oldu. Bu yetmedi Batı, İslam ve Müslümanlıkla ilgili
çok önemli tartışmaları gündeme taşıdı. Yani radikal İslam'ı Sovyetler Birliği
ve komünizme karşı müthiş ve çok etkin bir şekilde kullanan Batı, İslam'ın her
türlüsüyle ilgili tartışmalarla birçok cephede birçok şey kazandı. Yani bugün
bu coğrafyada yaşanan her şey belki de bu sürecin bir sonucuydu. Bu süreç ise
yalnızca Afganistan'ın işgaliyle değil çok öncesinde Soğuk Savaş'la başlamıştı.
1950'li yılların başında ABD Dışişleri Bakanı
John Foster Dulles, "Din üçüncü dünya ülkelerinde en güçlü ve etkili
silahımızdır. Bu silahtan mutlaka y ararlanmalıy ız" diyordu.
Kardeşi CIA Başkanı Allen Dulles,
"Sovyetler Birliği'ne karşı silahla değil fikirlerle saldırmalıyız"
diyecekti. Dulles kardeşlerin din ve fikirler dediği şey düpedüz İslam'dı.
Nitekim 1950'den itibaren cephe ülkesi Türkiye başta o lmak üzere komünizme
karşı mücadelede CIA'in neler yaptığını bilmeyen yoktur. O yıllarda bu ülkelere
giren CIA o tarihten sonra bir türlü çıkmadı ve farklı isim ve kimliklerle çok
şey yaptı, yapıyor. Belki de bu nedenle komünizm Türkiye ve diğer ülkelere
"birçok kış gelip geçmesine rağmen bir türlü gelemedi!"
11 Eylül ve İslam
11 Eylül'de gerçekleşen saldırıların
hazırlanışı, zamanlaması, gerçekleştirilmesi ve sonuçlarıyla ilgili o larak
gerçek ya da gerçek o lmay an birçok şey söylendi ve CIA'in saldırı konusunda
önceden bilgi sahibi olduğu yönünde belgeler y ay ımlandı ve filmler yapıldı.
Ama biz tüm bunları bir yana bırakarak Batı'nın bu olayı "İslam ve
Müslümanların yaşadığı tüm coğrafyaya karşı" kullanma boyutuna bakmak
istiy oruz.
Çünkü Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra
düşman arayışına giren ABD ve müttefiki Batılılar İslam ve Müslümanlığa
saldırmak için müthiş bir fırsat elde etmişti.
Sovyetler Birliği ve komünistlere karşı
İslam'ın cihat rengi olan "yeşil"i kullanan "Haçlı" Batı,
artık bu rengin solarak "sarı"ya dönüşmesi gerektiğine inanmay a
başlamıştı. İslam'ın geleneksel rengi sararabilir ya da sarartılabilirdi! Yani
radikal ya da kökten dinci Müslümanlar süreç içinde ve kontrollü olarak
ılımlaştırılmalı ya da uyumlaştırılmalıdır. Oysa 11 Eylül'den yaklaşık 9 yıl
önce dünyanın en ılımlı ve uyumlu Müslümanlarının yaşadığı Bosna'da Sırp
katliamlarını seyreden ve zaman zaman Sırplara yardım eden "Haçlı"
mantıklı Batı on binlerce insanın ölümünden, binlerce Müslüman kadının tecavüze
uğramasından ve 1 milyon insanın evlerinin yıkılmasından büyük haz almıştı.
ABD ise olup bitenleri iki yıl seyrettikten
sonra klasik rakip Avrupa'yı, yani "yaşlı kıta"yı potansiyel bir
tehlikeyle karşı karşıya bırakmak amacıyla "yarım yamalak" da olsa
Müslüman bir Bosna'nın bağımsızlığını doğuracak Kasım 1995 Dayton Antlaşması'nı
taraflara kabul ettirerek savaşı durdurdu. Bunu da Müslümanları sevmesinden
dolayı değil önce "yaşlı kıta" Avrupa'ya üstünlüğünü kabul ettirmek
ve Rusya'yı eski Yugoslavya ve özellikle Sırplar üzerinden sıkıştırmak için
yapmıştı.
Nitekim sonraki süreç, yani Çeçenistan,
Karadağ, Makedonya ve Kosova'daki gelişmelerin tümü bu tespiti kanıtlayacaktı.
Örneğin Balkanlarda farklı hesaplardan dolayı
zaman zaman karşı karşıya gelen Washington ve müttefiki Batılılar Rusya'ya
karşı ayaklanan Çeçen halkının direnişine başlangıçta (19931997) destek
vermekten çekinmez. Ama aynı müttefikler bir yıl sonra bölgesel ve uluslararası
pazarlıklardan dolayı bu kez Vahabi Suudi p arasıy la beslenerek hızla
radikalleşen Çeçenleri bahane ederek Rusya'nın Çeçenistan'daki katliamlarına
göz yumdu. Çünkü Batı; Balkanlarda olduğu gibi Kafkaslar ve Orta Asya açısından
petrol ve doğalgaz bağlamında stratejik konumda olan Çeçenler üzerinden
Rusya'yla pazarlık yapmıştı.
2008 yazındaki Gürcistan olayları dolaylı da
olsa bu pazarlığı kanıtlayacaktı. Nabucco Projesi ise bunun daha farklı
ekonomik ve politik bir y ansımasıdır.
Bir Komplo Teorisi
Nabucco ekonomik ve siyasal detay, süreç ve
sonuçları itibariyle tam bir kitap konusudur. Bugün bölgesel ve uluslararası
alanda yaşanan gelişmelerin büyük bölümü dolaylı dolaysız Nabucco'yla
ilgilidir.
Nabucco'yla ilgili ilk anlaşma Türk ve Avusturya
petrol şirketleri arasında Şubat 2002'de imzalanmıştı. Haziran 2002'de Romanya,
Bulgaristan ve Macaristan'ın da katılımıy la projenin genel çerçevesi
oluşturuldu. Temmuz 2009'da ise projeyle ilgili asıl anlaşma İstanbul'da
imzalandı. Projenin amacı "Avrupa'yı Rusya'nın gaz tekelinden
kurtarmak" olarak özetlenebilir. Şubat 2002 sonrasında Türkiye'de yaşanan
ve Kasım 2002 seçimleriyle noktalanan politik süreçleri de hatırlatarak bu
projenin coğrafyamızda şimdi yaşanan gelişmelerle yakından ilgili olduğunu
söyleyebilirim. Sırayla bakalım:
1- Projenin
adı Verdi'nin aynı ismi taşıyan operasından alınmıştır.
2- Verdi ise bu ismi
Babil Kralı
Nabucco'dan esinlenerek
kullanmıştır. Babil Kralı Nabucco'nun
(Nabukodonosor veya
halk arasındaki yaygın adıyla Nabukadnezar)
Yahudilerle ilgili hikâyesinden esinlendiği
bilinen Verdi'nin bu operasını ne niyetle yazdığı bilinmez ama Nabucco
Anlaşması'ndan 8 ay sonra Amerikalıların Irak'ı işgal ettiği, Bağdat'ın 9
Nisan'da düşmesinden sonra Irak muhalefet liderlerinin ilk toplantısının
Bağdat'ta değil İbrahim Peygamberin, (Abraham) doğduğu yerde yani Ur'da
(şimdiki adı Nasiriy e) yapıldığı, Bağdat müzesinden çalınan binlerce eserin
İsrail'e kaçırıldığı ve çoğu Yahudilerden oluşan Polonya birliğiyle birlikte
Babil antik kentinin içinde, benim de y akından gördüğüm askeri karargâhı
kurduğu birer gerçektir. Tıpkı Nabucco ile ABD'nin şiddetle karşı çıktığı Kyoto
Protokolü arasında bir bağ bulunduğu gerçeği gibi. Tıpkı bugün kısa bir dönem
önce Ukrayna, Gürcistan ve Beyaz Rusya'da Soros'un parası ve CIA'in gücüyle
Rusya'yı sıkıştırma operasyonunun Nabucco'yla ilgili olduğu gerçeği gibi. Tıpkı
Arap ülkelerine "demokrasi getireceğim" diyen Amerikalıların özünde
Katar, Cezayir, Mısır, Libya, Lübnan, İsrail, Filistin ve Kıbrıs doğalgazının
peşinde oldukları gerçeği gibi... Tıpkı durduk yerde ve 'Arap Baharı'nın
yaşandığı dönemlerde Kıbrıs ve İsrail arasında doğalgaz anlaşmalarının
imzalandığı gerçeği gibi.
Hikâyeyi biraz daha gerilere götürebiliriz.
Örneğin ABD'nin şiddetle karşı çıktığı ve ilk çerçeve anlaşması 1992'de
imzalanan Kyoto Protokolü'ne. Peşinden p atlak veren Yugoslavya'nın parçalanma
süreci, Çeçenistan Savaşı ve Ermenilerin Karabağ işgalini de buna
bağlayabiliriz. Tabii tümü gerçekleşen bu söylediklerim bir "komplo teorisi"
değilse! Biraz araştırılsa ne demek istediğim çok net anlaşılabilir.
Tekrar İdeoloji
Batı çok ılımlı ve Kafkaslar ile radikal Şii
İran'ın geleceği açısından çok önemli olan Şii ve ılımlı ama Türk olan Azeri
Müslümanlar yerine Haçlı mantıklı, Rusya destekli ve radikal bağnaz Ermenilerin
Karabağ'ı işgal etmesine seyirci kalmış ve Türkiye'nin tüm barışçıl
açılımlarına rağmen Ermeni diasporası üzerinden onlara her türlü yardımda
bulunmuştu.
Hiçbir siy asal, ekonomik ve askeri gücü
olmayan ve nüfusları 3 milyonu geçmeyen Ermeniler 20 yıldır Karabağ ve
çevresindeki bazı Azeri kentlerini hâlâ işgal altında tutuyor. Ermenistan ve
ABD ile Avrupa'daki Ermeni diasporası soykırım konusunu da gündemde tutarak
Türkiy e'y i sıkıştırmay ı sürdürüy or. 20'yi aşkın ülke parlamentosu ile
30'dan fazla Amerikan ey aletinin parlamentoları da soykırımı resmen tanımış
durumda. İsviçre'den sonra Fransa Parlamento su'nun soykırımı inkâr yasasını
onaylaması bu konunun Türkiye'yi sıkıştıracağını gösteriyor. Fransa'da Anayasa
Mahkemesi'nin yasayı iptal etmesi ise hiçbir şey ifade etmez. Ermeniler
soykırım iddialarının 100. yılında Türkiye'yi köşeye sıkıştırmaya hazırlanıyor.
Haziran 1998'de Erivan'da söyleşi yaptığımda Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert
Koçaryan bunu bana net olarak ifade etmişti. Türkiye ise koparılan y ay g
araların ötesine geçmeyerek bu konuda yeni bir şey söyleyememenin çaresizliği
içinde. Çünkü Türkiye ne yaparsa yapsın Batı soykırım konusunda ısrarlı. Çünkü
AK Parti'nin ideolojik, yani dinsel tercihleri, yani ılımlı ya da radikal
olması Batı'yı çok fazla ilgilendirmiyor. Sonuçta Batılılara göre Türkiye
Müslüman bir ülke, AKP psikolojik ve duygusal olarak Osmanlı mirasçısı ve
Osmanlı, Hıristiyan Ermenilere "soykırım" uygulamıştı!
Yani Haçlı mantıklı Batı'nın sanki hiç radikal
Hıristiyan ya da bağnaz ve radikal Yahudi yokmuş gibi Müslümanları hedef alması
için ille de radikal olmaları gerekmiyor.
Batı, Müslümanları hedef alması için onların
Şii ya da Sünni olmalarına da bakmaz.
Aynı Batı bu düşmanca tavır ve eylemini sergilerken
hiç çekinmeden ve utanmadan gerektiğinde radikal Sünni ya da Şii Müslümanlarla
da işbirliği yapmaktan çekinmez, çekinmiy or.
Örneğin on yıl geçmesine rağmen Taliban hâlâ
Afganistan'da çok güçlü ve Şii İran'la bir türlü uzlaşamayan Batı, radikal
Sünni Taliban'a, "Gelin Afganistan'ı beraber yönetelim" diyor ve gün
gelip böyle bir Afganistan'ı Tahran'a karşı kullanabilmenin hesaplarını
yapıyor. Belki de bu nedenle son bir yıl içinde başta Amerikalılar o lmak üzere
Afganistan'da bulunan Batılılar el altından ve Katar ile Suudi Arabistan
üzerinden Taliban'la görüşüyor. FBI, Molla Ömer ve birçok Taliban yöneticisini
arananlar listesinden çıkardı bile. Taliban için İstanbul'da bir ofis açılması
bile konuşuldu ancak ofis Katar'ın başkenti Doha'da açıldı. Karşılığında da
Taliban Suriye, Irak, İran ve Lübnan'da iş yapacak bazı militan ve intihar
eylemcisini bu ülkelere gönderecek.
Böylesi ilginç bir işbirliğine yanaşan Taliban
aynı zamanda işgal kuvvetlerinin Afganistan'dan çekilmesi isteğinden
vazgeçmiyor. Nasıl olsa ülkeyi 10 yıldır yöneten Karzai ve ekibi her türlü
pisliğe bulaşmış ve halk tarafından hiçbir şekilde kabul görmüyor. İşgalle
birlikte, "Burkaya özgürlük geldi" diyerek sevinçlerini gizlemey
enlerin sevinçleri kursaklarında kaldı. Tıpkı Bağdat düştüğünde, "Canım şu
anda Bağdat'ta o lmak istiyor" diyenler gibi.
Çünkü her iki ülkede Amerikan işgalleri
göreceli olarak birtakım şeyleri değiştirse de özünde her iki ülkede politik,
ekonomik, sosyal ve kültürel olarak hiçbir şey değişmedi. Savaş için milyarlarca
dolar harcayan ABD ve müttefikleri Afganistan'da bir tek kanser tedavi merkezi
kurmamıştır. Bugün hâlâ Afganistan'da çocukların büyük bölümü ve özellikle
kızlar okula gitmiyor, kişi başına milli gelir 100 dolar civarında ve genç
kızlar hâlâ 13-14 yaşlarında evlendiriliy or ve sokaklarda dolaşmalarına izin
yok. Komşu Pakistan ise Afganistan'dan farklı değil. Siy asal yapı ise çok daha
karmaşık ve garip. Çünkü ABD kendi yandaşı Müşerrefin öldürttüğü söylenen
Benazir Butto'nun kocası Asıf Zardari'yi başkan seçtirmekte hiç sakınca
bulmadı. Oysa Zardari yolsuzluktan 5 yıl hapis yatmış ve halk ona, "Bay
%10" diyor. Nükleer bomba sahibi Pakistan'da radikal İslamcı grupların
gücünü ise herkes bilmektedir. Birçok Pakistanlı'ya göre bu gruplar Keşmir'de
Hindistan'a karşı verilen savaşta gerekli ve onlardan asla vazgeçilemez. Ancak
buna karşın Zardari de kendisini iktidara taşıyan Amerikalılara yardım sözü
verdiği için Taliban ve Kaide'yle işbirliği yapan Pakistan Taliban'ına karşı
savaşı sürdürmek zorunda kalıyor. Bu da yetmediği için Amerikalılar zaman zaman
kendi işlerini kendileri yapıyor ve Predator tipi casus uçaklarıy la Talib an
kamplarını vurup duruy or. Arada bir yanlışlıkla Pakistan askerlerini de
öldürüyor. Yani yanlışlık yok, çünkü Amerikalılar kendileriyle işbirliği
yapmayan Pakistanlı generallere gözdağı veriyor. Tıpkı Usame Bin Ladin'i 9
Mayıs 2011'de Pakistan topraklarında ve Pakistan istihbaratına haber vermeden
öldürdüğü gibi.
Çünkü Taliban'ı kuran Bin Ladin ve Kaide
gönüllülerini Peşaver'de örgütleyen, eğiten ve silahlandıran Pakistan Askeri
İstihbarat elemanları Amerikalılara göre asla güvenilmez. Oysa bölgede yeni bir
planlamaya hazırlanan ABD, Bin Ladin'in öldürülmesine karar vermişti ve Mısır
kökenli Eymen Zavahiri liderliğindeki Kaide'nin süreç içinde devre dışı
bırakılmasını amaçlıyordu. Nitekim de öyle oluyor.
Peki, Bu Nasıl Oluyor?
11 Eylül sonrasında başını neocon'ların çektiği
bazı radikal Yahudi ve Hıristiyan çevreler, radikal İslam'ın bataklığı olarak
gördükleri Suudi Arabistan'dan uzaklaşılması gerektiğini söyleyerek bundan
böyle Şiilere yanaşmanın daha başarılı sonuçlar getirebileceğini savunmay a
başlamıştı.
Üstelik onlara göre Şiilikte ruhban sınıfı var
ve onlar da İsa'nın 12 havarisi gibi 12 imama inanıy or. İsa ise birçok yönden
ve yaşadığı ortama ve sisteme karşı başkaldırışı açısından Hazreti Ali'ye çok
benzemektedir!
Neocon'ların en önemli yazarlarından Stephan
Schwartz 11 Eylül sonrasında, "ABD'nin bundan böyle hedefinin Şii îran
değil, Suudi Arabistan ve onun bağnaz Vahabi sistemidir" diyordu. Bazıları
ise son 10 yıl içinde îran-batı ilişkisindeki gelgitleri ve Batı'nın İran'ın
nükleer programına karşı bir türlü eylemsel adım atmamasını bu çerçevede
değerlendiriyor.
Ancak Suudi Arabistan ve çevresindeki benzer
Körfez ülkelerinin ABD'nin ulusal çıkarları açısından (petrol) ne denli önemli
olduğunu bilen Amerikan sistemi siyasal ve ideolojik y ap ıları ne olursa olsun
bu ülkelerden hiçbir şekilde vazgeçilemeyeceğini de biliyordu.
Onlara göre bu ülkelerle kurulacak yeni türden
bir ilişki bölgede yeni bir süreci başlatabilirdi.
Yani Suudiler Batı kamuoyunu da rahatlatacak
şekilde radikal ve bağnaz din anlayışından süreç içinde uzaklaştırılacak ve
yeni bir îslam anlayışıyla Batı'nın hizmetine sokulacaktı. Bu ise Batı'nın
bölgedeki siy asal, ekonomik ve ideolojik çıkarlarının sürmesini sağlayacak ve
diğer bölge ülkelerinde y ansımasını bularak her şeyin Batı'nın istediği yönde
gelişmesine yardımcı olacaktı.
Yani bölgede herkes Batı'nın "yeni
İslam'ına" inanacak ve bu İslam'la "uyumlu" olarak dini
ibadetini yerine getirerek sosyal yaşantısını da buna göre ayarlayacak.
Batı'ya göre İslam tüm siyasal ve sosyal
içeriğinden boşaltılacak, insanlar ise sosyal dayanışmanın tersine egoist olmak
için yönlendirilecek ve din ile imanları para olacak.
Yine Batı'ya göre insanlar direkt ve dolaylı y
o llara başvurular akdinden, yani gerçek İslam'dan soğutulacak. Bu amaçla
onlara sürekli ve hep radikal İslamcıların y aptıkları kötü şeyler ab artılı
olarak gösterilecek ve anlatılac ak ve böylece insanların kafası
karıştırılacak.
Bu çerçevede Batı, Arap ve İslam âlemindeki
sade vatandaşların giderek İslam'dan soğutulacağını ve süreç içinde onlara
alternatif bir İslam'ın kabul ettirileceğini hesaplıyor...
Tabii bu arada "İslam'ın çirkin yüzü"
dünyanın dört bir tarafındaki insanlara gösterilerek İslam'dan nefret etmeleri
sağlanacak ve İslam'a karşı büyük savaşta ABD ve yandaşı batı'yla birlikte
hareket etmeleri istenecek. Yani İslamofobia denilen mücadeleyle.
Peki, bu nasıl olacak?
Batı, önce Şii nüfusun da yaşadığı Suudi ve
Körfez ülke yönetimlerine, "Ilımlılaşın, yoksa Şii tehlikesinden biz bile
sizi kurtaramayız" diyor.
Son üç yıldır Yemen'de ve son günlerde Bahreyn,
Suudi Arabistan, Kuveyt ve Umman'da y aşanan o lay lar bunun en somut
kanıtıdır.
Örneğin 11 Eylül sonrasında Kaide ve y
andaşlarına büyük darbe indirmek amacıyla CIA'le yoğun işbirliği yapan
Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih 2007'den itibaren bu kez Şii kökenli Husi
aşiretinin ayaklanmasıyla karşı karşıya kalmıştır. Amerika'dan aldığı tüm askeri
desteğe rağmen 2009 yazı ve 2010 başında ciddi sıkıntılar yaşayan Salih'in
ordusuna Suudi Arabistan ve Ürdün birlikleri bile yardım etti. Tıpkı Suudi
ordusunun 15 Mart'ta Bahreyn'e girerek ay aklanan Şii halka karşı güç
gösterisinde bulunduğu gibi. Şii Husiler ise İran'dan destek alıyordu. Somalili
korsanların peşinde dolaşmak bahanesiyle bölgeye gelen İran savaş gemileri de
Husilere sürekli olarak silah yetiştiriyordu. Böyle bir durum Kızıldeniz'in
girişini (Yani İsrail ve Süveyş Kanalı'na giden yolu) kontrol eden, dünyanın en
zengin petrol yataklarına sahip Suudi Arabistan'a komşu olan Yemen'i yakın bir
gelecekte bölgesel ve uluslararası çekişme ve çatışmaların odağı haline
getirecektir.
1978'den bu yana cumhurbaşkanı olan Ali
Abdullah Salih kendi iktidarını korumak ve bu iktidarı, Kaide, Şii Husiler ve
ayrılıkçı güneyliler karşısında ay akta tutabilmek amacıyla Amerikalılarla her
türlü askeri işbirliğini yapıyor. Amerikalıların derdi ise bu ülkede yoğun o
larak faaliyette bulunan ve Somali'den kaçarak buralara göç edenler arasında
hızla örgütlenen Kaidecilerdir. Batı, Yemen'de, Somali'de, Sudan'da ve Arap ve
İslam âleminin diğer y erlerinde yaşananların doğal o larak insanları dinden
soğutacağını, bazılarının da içi boş İslam'a sarılmasına ve süreç içinde
umutsuzlaşarak din iman işlerinin yerine günlük maddi işlerle oyalanmalarını
sağlayacağını düşünüyor. Çünkü Batı'ya göre ilkesiz insanlar ve toplumlar
sosyolojik olarak kolay lümpenleştirilir ve fırsatçı ve çıkarcı bir kimlikle
kendinden istenilen her şeyi yapar. Bu gidişatın altyapısını hazırlayan iç ve
dış güçler başta medya ve üniversiteler olmak üzere her yola b aşvurarak bu
insanlara olup bitenlere karşı ilgisiz kalmayı, daha fazla egoist olmayı ve
başkalarına güvenmeme duygularını aşılamaktadır. Türkiye dahil Arap ve İslam
âleminde hızla yaygınlaşan eğlence, yarışma, evlenme, yemek ve benzeri garip
programlar bu amaçla kullanılmaktadır.
Egemen güçler bununla da yetinmeyerek başka
yollara da başvurmaktadır.
Körfez ülkelerinde memurlar mesailerinin yüzde
60'ını borsa haberlerini takip edip, hisse alıp satarak geçiriyor.
Çağdışı kafa yapılarıyla kadınlar ise günde 1216
saat televizyonlarda aptalca dizi ve programlar seyrediyor ve internette bildik
sitelerde dolaşıp duruyor ya da çetleşerek dedikodu yapıyor.
Batı, gündelik yaşamla ilgili olarak dinin
sulandırılması ve her gün yeni yeni hikâye ve fetvaların üretilmesiyle
ilgilenmektedir. Örneğin iki yıl önce Mısır'da El-Ezher'in bile dahil olduğu
çok ilginç bir tartışma yaşanmıştı. Eşler seviştiğinde çıplak mı giyinik mi
olmalı? Çıplak, yarı çıplak ya da giyinik diyenlerin tümü kendi görüşlerini
dini y orum, hatta hadislerle savunuyorlardı. Bu tartışma yaklaşık 6 ay sürdü.
Özetle medya ve sivil toplum örgütleri ile Batı
yanlısı hükümetlerin tüm politikaları toplumları şaşkına çevirmeye hizmet
edecek şekilde örgütleniyor ve örgütlenecek.
Örneğin Batı talimatıyla başta Yemen, Pakistan,
Endonezya, Mısır, Fas olmak üzere Arap ve îslam ülkelerindeki din dersi
müfredatı değiştirildi. Arap ve Müslüman ülkelerinden dini y ay ınlar ve
dolayısıyla devlet televizyonlarının yayınlarından hep "yeni îslami
anlayışın" işaretleri veriliyor. Örneğin Hüsnü Mübarek'in izniyle ABD,
Mısır eğitim sisteminin yeniden düzenlenmesi ve çağdaşlaşması için bu ülkeye
onlarca uzman gönderdi ve başlarına Yahudi bir kadını atadı. Oysa Mübarek
yönetimi 1999 yılından itibaren ilk ve orta öğretim okulları ile liselerde din
ve tarih derslerinin saatlerini yüzde 70 oranında azaltmış, Kuran ve hadis
derslerinin yüzde 45'ini kaldırmış ve birçok dini okulu kapatmıştı. İsrailli
eski bakan Binyamin Aliezer 28 Ocak 2012'de Mübarek'e "tarih ve din
kitaplarını değiştirmesi için 300 milyon dolar" verdiklerini söy ley erek,
"Ancak istediğimiz her şeyi yapmadığı için p aramız ı geri istiyoruz"
dedi. Benzer şeyler Yemen, Fas, Pakistan ve Cezayir'de de yapıldı.
Örneğin bugün birçok Arap ve Müslüman ülkelerin
devlet televizyonlarındaki din programlarında ve camilerdeki hutbelerde okunan
ayet ve hadislerde hep Muhammed, İsa, Musa, İbrahim, Yakup ile diğer peygamberlerin
aynı Allah'ın elçileri oldukları vurgulanıyor ve hiçbir şekilde Yahudiler,
Haçlılar, kâfirler, zalimler, şahadet, direnmek, cihat, intikam, haksızlık ve
benzeri kavramlar hatırlatılmıy or. İnsanlara hep kardeş olmaları, birbirlerini
sevmeleri, kendilerine düşmanca davranılsa bile bağışlayıcı olmaları ve her
şeyi Allah'a havale etmeleri yönünde öğüt ve telkinlerde bulunuluyor.
Uydulardan yayın yapan yüzlerce televizyonda ise saçmalıklarla dolu dini
programlar sunuluyor, zaman zaman Şiiler ile Sünnilerin çatıştırılması için
gereken her şey yapılıyor.
Kitaplarla, gazetelerle ve Batı'dan kopyalanan
televizyonlardaki aptalca programlarla insanlara çok zekice yeni türden sosyal
ve psikolojik alışkanlıklar aşılanıyor ve "uyumlu" olmaları ve
kafalarını zor ve karmaşık işlerle meşgul etmemeleri isteniyor. Aynı öğütler
İslamcı parti, örgüt, grup ve cemaatlere de veriliyor:
Aynı öğütler İslamcı parti, örgüt, grup ve
cemaatlere de veriliyor.
"Uyumlu olun, size yardımcı olalım."
Yani Batı onlara, "Sizlere maddi ve manevi
y ardım edelim ve her türlü iktidar yolunu açalım ama karşılığında siz de bize
yardımcı olun" diyor.
Batı ayrıca onlara, yani ılımlı ya da radikal
güçlere, "İnsanları iradesiz, ruhsuz, heyecansız, itaatkâr ve kaderci
yapmayı; onları politik, toplumsal sorunlara duyarsız ve ilgisiz kılmakla bize
yardımcı olabilirsiniz" diyor.
Yola gelen Batı yanlısı bazı gruplar da kraldan
daha fazla kralcı kesilerek çeşitli televizyon programları, gazete ve
dergilerde yazı ve y orumlarıy la yandaşlarına daha fazla kaderci olmalarını,
her sorunun çözümünün Allah tarafından belirleneceğini ve doğanın kendine göre
kurallarının var olduğunu telkin etmektedir. BBC belgesellerinde olduğu gibi
güçlü ve zeki hayvanlar çok güzel de olsa narin ve zayıf hayvanları p arçalay
arak yer. Yakışıklı ve haşmetli aslan ya da kaplanlar güzel gey ikleri
midelerine indirmek için en uy gun zamanı bekler ve işini bitirir. Tıpkı pusuda
bekleyen timsahlar gibi!
Özetle her şey bir psikolojik savaşın ya da
bilinçaltına y erleştirme operasy onunun parçaları olarak kurgulanıyor. Bu
nedenle Batı'ya göre İslam bir din olarak her türlü siyasal ve sosyal özünden
uzaklaştırılarak haksızlıklara karşı tüm devrimci, mücadeleci, dayanışmacı,
duyarlı ve zulme karşı başkaldırıcı özünden boşaltılıp günlük alışkanlıklar ya
da gelenekler haline getirilmeli ve Müslümanlık ruhsuz bir ibadete
dönüştürülmelidir.
Yani Batı insanlardan namaz için camiye
giderken bunu bir spor eylemi ya da günlük alışkanlık olarak yapmalarını
istiyor.
Batı, Müslümanlara kendi çizdiği çerçevenin
dışında camilerde siyasi ya da sosyal içerikli hiçbir ortam içinde
olmamalarını, ibadetlerini yerine getirirken Allah huzurunda olmanın heyecan,
huşu ve huzurunu asla yaşamamalarını ve onlara, "Peygamber de
tüccardı" diyerek günlük iş konularını camilerde konuşmalarını telkin
ediyor ya da bilinçaltına y e rleştirmey e çalışıyor.
Aynı şekilde oruç tutan insanlardan bunu dinin
dışında farklı, örneğin zayıflama, mideyi rahatlatma, mahalle baskısı,
gelenekler ve benzeri nedenlerle yapmalarını istiyor.
Yine Batı'ya göre hac ya da umreye giden
Müslümanlar ise bunu bir turistik eylem gibi yerine getirmeli, oralarda bol bol
poz vermeli, dönüşlerinde havaalanından viskilerini almalı ve gerektiğinde Kâbe
ve kutsal mekânlar Hıristiyan ve Yahudilere açılmalı.
Batı yanlısı medyanın da telkinleriyle Ramazan
ve Kurban b ay ramları uzun bir tatili kapsıyorsa ilgi çekmeli, kurban
kesenlerin büyük bölümü ise bunu âdet yerini bulsun anlayışıyla yapmalıdır.
Batı, Müslümanların İslam'a bir din olarak inanmaları yerine İslam diniyle bir
hobi o larak ilgilenmelerini istiyor...
Batı'ya göre hobiye dönüştürülmüş böylesi
uyumlu İslam'ı benimseyen ve böyle bir İslam'la y aşamay ı beceren insanların,
partilerin, örgütlerin, cemaatlerin ve grupların önü açılacak ve bu yolda
yürümeleri durumunda kendilerine her türlü yardım ve destek sağlanacaktır.
Bunun da birçok yolu var.
Çünkü Batı'ya göre böyle bir İslam'la bir y
erlere gelenler gerçek İslam'dan kısa zamanda ayrılacak, "maddi
çıkar" ve "reel politik" gerekçelerle birer Müslüman olarak,
gerçek din ve imandan uzaklaşacaklardır.
Batı'ya göre din ve imandan uzaklaşan toplumlar
doğal olarak kendi asil geleneklerinden de uzaklaşır. Öz geleneklerine bağlı o
lmay an toplumlar ise dinin de söylemi olan bildik tüm olumlu siy asal, sosyal
ve insani yüce niteliklerinden de uzaklaşır.
Yani giderek yozlaşır, lümpenleşir ve kolay
alınıp satılır.
Papanın itiraf ettiği gibi insanların da
giderek dinden soğumaya başladığını gören Hıristiyan Batı, böylesi bir îslami
inancı uygulayabilmek için Arap olmayan Müslüman ülkelerin daha uygun olduğunu
düşünmektedir.
Batı'daki ideologlar, Arapça bilmeyen ve
dolayısıyla dinin en basit bilgilerini çevirilerden öğrenmek durumunda olan ve
birileri (şeyhler, cemaat ve tarikat liderleri, sahte din hocaları) tarafından
kolay yönlendirilen sade vatandaşların Amerikan îslam'ına daha yatkın olacağını
düşünmektedirler.
İşte bu nedenle şah zamanında îran, Malezya,
Endonezya, Pakistan ve şimdi Türkiye'nin durumu Batı için çok önemli.
Çünkü Batı'ya göre bu ülkelerde sivil toplum
örgütlerini, medyayı ve akademik çevreleri tartışmaların içine çekerek
insanların kafalarını karıştırmak çok daha kolay. Üstelik bu ülkelerde
gösterişe meraklı, maddi ve manevi çıkar peşinde dolaşan, inancı ve bilgisi
eksik ve her konuda kendini uzman olarak takdim eden şovmen birçok aydın, din
adamı, akademisyen ve hatta politikacı bulunabilir ve onlarla istenilen
tartışmalar başlatılarak istenilen kamuoyu yaratılır ve hedefe kolayca
ulaşılır. Bu bir toplumsal psikoloji mühendisliğinin tipik becerisidir.
Örneğin dinde reform, kadınların erkeklerle
namaz kılmaları, türban ve örtünme, dini nikâh, turistik umre turları,
ramazanda içki içilmesi ve benzeri derin ve yüzey sel konularla ilgili
tartışmalar.
Medeniyetler İttifakı'nı Unutmayalım
Ama Batı şimdi en çok Medeniyetler İttifakı
söyleminden hoşlanıyor. Bir zamanlar, yani 1520 yıl önce dönemin moda söylemi
olarak duyguları okşayan Dinler Arası Diyalog'un yerini şimdi Medeniyetler
İttifakı kavramı almaktadır.
Yani uygarlıklar arası çatışmayı gündeme
getiren ve bu çatışmayı içten benimsediğini her türlü işgal, cinayet ve
işkencelerle kanıtlay an Batı 1 5-20 yıl önce insanların kafasını karıştırmak
için bu dinler arası diyalog ve işbirliğinden söz etmeye başlamış ve İslam
âleminde kendine yandaş aramaya koyulmuştu. Oysa Hıristiyanlık ile Yahudilik
arasında bunca ideolojik sorun, kin ve nefret varken ve bu iki dinin mensubu
ülke ve egemen güçlerinin Müslümanlara karşı düşmanca tutum ve davranışları ile
dinsel söy lemleri ortadayken Müslümanlar siyasal içerikli diyalog söylemiyle
bu iki dinin din adına tüm Müslümanlara savaş açan mensuplarıyla acaba neyi
nasıl konuşabilir?
El attığı her konudan şüphelenilmesi gerektiğine
inandığım Suudi Kralı Abdullah; ya ABD'nin gözünde şirin gözükmek ya da ondan
korktuğu için 16 Temmuz 2010'da Madrid'de Yahudi ve Hıristiyan politikacı ve
din adamlarının da katıldığı Dinler Arası Diyalog Konferansı'nda hep
kardeşlikten dem vurdu. Oysa kral hazretleri bırakın başka dinlere mensup
ülkelerle diyalog kurmayı, kendi halkıyla konuşmaktan âciz ve kendi dindaşı
îranlılarla savaş peşinde. Aynı kral bu konferansa ev sahipliği yapan
îspanya'nın 14861492 yılları arasında on binlerce Müslüman'ı cayır cayır
yaktığını ve Hıristiy an o lmamaları durumunda benzer şeyi Yahudilere
uygulayacağı tehdidinde bulunduğunu unutmuşa benziyor ya da hiç b ilmiy or.
îspanya'nın güneyinde muazzam bir sarayı bulunan kral ve benzerleri birer
Müslüman o larak her nedense aşağılık kompleksiyle davranmakta ve kendilerini
Batı'ya şirin göstermek çabasındadırlar. Başbakan Erdoğan'ın samimi olarak
inandığı Medeniy etler îttifakı Projesi'nin finansörü Katar Emiri Şeyh Hamed'in
durumu ise ayrı bir inceleme konusudur.
O ve Suudilere göre "Müslümanlar
kendilerini Batı'ya doğru şekilde anlatmalıdır." Ama onlardan hiçbiri,
"Batı Müslümanları doğru bir şekilde anlamaya çalışmalıdır" demiyor,
diyemiyor.
Örneğin 4 ay öncesine kadar başbakan olan
Zapatero'nun tüm samimiyetine karşın diyalog ve ittifak kurulacak en son ülke
daha geçenlerde tarihi bir Endülüs camiinde bir kişinin namaz kılmasına izin
vermeyen Hıristiyan İspanya olsa gerek. Üstelik bu ülke Batı medeniyetinin
temsilcisi olarak Endülüs uy garlığının yok edildiği 1492'de keşfedilen Amerika
Kıtası'nda yaşayan yerli halk Kızılderililerin ortadan kaldırılmasının önünü
açmış ve yaklaşık 770 yıl Müslüman Arapların y önetiminde kalmasına rağmen
hiçbir insanının Müslüman olması için zorlanmamıştır. İspanya Başbakanı Zapatero'nun
2008'de İstanbul'a gelerek bir iftara katılması keşke bu gerçekleri
değiştirebilseydi!
Çünkü İspanyol medyası bile Zapatero'nun büyük
ihaleler için Türkiye'ye yanaştığını söylüyor ve onu ikiyüzlülükle suçluyordu.
Ekim 20 1 0'da Tel Aviv'i ziy aret eden Zapatero "İsrail'i bir Yahudi
devleti olarak" tanıdıklarını açıklayacak ve ülkesinin silahlı gücünü
Libya'yı işgal etmesi için ABD ve NATO'nun emrine verecekti. Belki de Zapatero,
Başbakan Erdoğan'la birlikte başkanlığını yaptığı Medeniyetler İttifakı Projesi'nden
bunu anlıyordu! 10-25 Ekim 2008'de Vatikan'da toplanan İspanyol ve İspanyolca
konuşan ülkelerden (Latin Amerika ülkeleri) gelen 331 kardinal ise İslam'a y
aptıkları klasik eleştirilerden sonra Müslümanlarla diyalogda onlara
güvenilmemesini ve hep dikkatli olunması gerektiğini söyleyecekti. İspanya eski
başbakanı Aznar, Haziran 2010'da Tel Aviv'i ziyaret ettiği sırada
"Medeniyetler İttifakı Projesi'nin aptalca bir proje olduğunu" ifade
ederek, "Mavi Marmara saldırısında İsrail'in yüzde yüz haklı olduğunu"
söyleyecek kadar hem Haçlılaşmış hem de Siyonistleşmişti! Başbakan Erdoğan'ın
bu konudaki içtenliğine rağmen Başbakan Zapatero'nun ülkesi İspanya - iflas
etmezse- bundan böyle mali ve ekonomik çöküşün eşiğinde, Medeniyetler
İttifakı'na inanmayan ve "ben bu işte yokum' diyen Aznar'ın partisinin
yönetimde. Hem de Libya'ya karşı NATO operasyonu içinde ön saflarda yer
aldıktan sonra.
Papa ise Eylül 2006'da Vatikan'ın 10 yılı aşkın
süredir dillendirdiği diyalog söylemini tümüyle unutarak İslam'a ve onun peygamberine
en açık, sert ve bilinçli bir şekilde saldırmaktan çekinmemişti. Aynı papa,
yani XVI. Benedictus, 23 Kasım 2009'daki demecinde "dinler arası diyaloğun
gerçek anlamda mümkün olamayacağını, ancak kültürler arası diyalogdan söz
edilebileceğini" belirtiyordu. Papanın 12 Şubat 2009'da 60 Yahudi hahamla
gizlice bir toplantı yaparak "ortak düşmana" karşı mücadele etme ko
şullarını görüştüğü söylenecekti.
Müslümanlar açısından ise Hıristiyan ve
Yahudilerle taktiksel ya da stratejik olarak hangi koşullarda diyalog kurup
işbirliği yapılabileceği başta Bakara Suresi olmak üzere birçok surede net
olarak anlatılmaktadır.
Samimiyet Testi...
Salman Rüştü'nün 1988'deki Şeytan Ayetleri kitabıyla
nasıl İslam'a saldırdığı ve tüm Batı'nın da "ifade özgürlüğü" başlığı
altında Rüştü'ye sahip çıktığını sanıyorum çoğumuz hatırlıyordur. Yani Batı'da
İslam'a saldırmak ifade özgürlüğü sayılır ama Ermeni soykırımı yok diyenler
cezalandırılıyor.
Danimarka'daki şu bildik karikatür denilen
çizimlerle ilgili estirilen hava ise Batı'nın iç dünyasını çok iyi
yansıtmaktadır. Karikatürlerle ilgili y ap ılan tartışmalarda Danimarkalı
gazeteci Louise Frevert, "Müslümanlar Danimarka toplumu içinde kanserli
tümör gibiler" diyordu. Martin Henriksen ise, "İslam terörist bir
hareket o lmuştur ve gerçek yüzünü gö stermiştir" diyecekti.
Almanya Başbakanı Merkel 8 Eylül 2010'da
karikatürü y ay ımlay an Danimarka gazetesinin yöneticisi Kurt Westergaard'a
"Demokratik değerleri" savunduğu için "özel onur" ödülünü
verecekti. Papaz Terry Jones'un Kuran-ı Kerim'i y akmay a kalkıştığında
koparılan yaygara ise Batı'nın bu tür konuları ne denli eğlenceli bulduğunu
kanıtlamıştır. Amerikalı askerlerin Afganistan'da Kuran yakmaları bu anlayışın
devamıdır. Batı'nın îslam ve Müslümanlarla ilgili bakış açısıyla ilgili;
ideolojik, siyasal ve kültürel yaklaşımıyla ilgili binlerce örnek verilebilir.
İsrail'deki hahamların îslam ve Müslümanlarla
ilgili söylem ve fetvalarını ise burada aktarmay a kalkışırsak bir kitap daha
yazmamız gerekecek. Hahamlar Meclisi 2009'da Gazze Savaşı sırasında yayımladığı
ortak fetvada "Arapları böcek ve yılanlara benzetmiş ve îsrail'de îslam'ın
hiçbir varlığına izin verilmemesi gerektiğini savunmuştur." Politik
ideolojisi din olan Siyonist ilkelerle yönetilen îsrail'de bağnaz Yahudi askerlerin
yüzde 95'inin, Tevrat'la uyum içinde olmadığı sürece askeri emirlere bile itaat
etmedikleri belirlenmiştir. îsrail hükümet ve devletinin Filistin ve genel
olarak Arap ve Müslümanlara yönelik tüm tutum ve davranışlarında mutlaka bir
dinsel gerekçe ve motif vardır.
Arap ve Müslüman ülkeleri işgal eden ve sömüren
emperyalist ülkelerin adlarını ve neler yaptıklarını burada tek tek anlatmaya
gerek yok.
Benzer şekilde dini tartışmaları bir yana
bırakırsak bile kendini bir Yahudi devleti ilan eden İsrail'in ya da,
"Müslüman Türkiye'nin Hıristiyan AB içinde ne işi var?" diyen AB
ülkelerinin liderlerinin düşünce merkezleri ve entelektüel çevreleriyle nasıl
bir diyalog kurulacağı merak konusudur.
Ayrıca İslam âleminde dinler arası diyaloğu
savunanların öncelikli olarak kendi ülkelerindeki Batı kışkırtmalı farklı
siyasal, etnik, mezhepsel ve sınıfsal taraflar arasında diyaloğu başarmaları ve
toplumsal barış ve day anışmay ı gerçekleştirmeleri, sonra da kendi dindaşları
arasında benzer işbirliğini gerçekleştirmeleri gerekmez mi?
Daha açık bir ifadeyle, Müslüman ülkelerdeki
herhangi bir hükümet, p arti ya da grubun dinler arası diyaloğu savunması y
erine Batı'nın düşman kıldığı diğer Müslüman ülke ve halklar arasındaki
sorunların çözümüne katkıda bulunması daha öncelikli değil midir?
Bu nedenle örneğin Türkiye kendi içinde laik-
îslamcı, Kürt-Türk, Sünni-Alevi, hatta farklı İslamcı grup ve cemaatler
arasında bunca ciddi sorun, tartışma ve kavga yaşarken, Arap ülkeleri
birbirleriyle anlaşamaz ve kendi aralarında kavga edip savaşırken, Türki
cumhuriyetler denilen ülkeler bir türlü o rtak zeminde birleşemezken, Sünni ve
Şii Müslümanlar Irak'ta birbirini boğazlarken, Sünniler Alevileri tanımazken ve
son olarak ABD, İsrail ve y andaşlarının saldırılarından dolayı milyonlarca
Müslüman'ın acısı devam ederken Yahudi ve Hıristiyanlarla dinsel veya kültürel
diyaloğun acaba ne anlamı ya da yararı olabilir? Hem de karşı tarafın bu yönde
ciddi ve samimi hiçbir istek ve aktif çabası yokken! Ya da Filistin, Irak,
Afganistan, Somali, Çeçenistan, Bosna ve hatta Kıbrıs'ta olduğu gibi Arap ve
Müslüman ülkelere yönelik saldırı, işgal, katliam ve hatta haksızlıkları devam
ederken !
Ama her şeye rağmen tüm bu söylediklerimiz
hiçbir zaman "karşı taraf ya da taraflarla" konuşulmaması ya da onlara
karşı hep düşmanca tavır ve tutum içinde olunması anlamına gelmemelidir. Burada
önemli olan karşı taraf ya da tarafların Müslümanları ya da bu coğrafyadaki tüm
insanları eşit düzeyde görmesi, tüm Müslümanlara ve İslam'a saygı göstermesi ve
Müslüman halklara karşı bildik düşmanca tutum ve davranışlarından
vazgeçmesidir. Böyle bir temenniye Hıristiyan Batı ya da İsrail'de yaşayan
kimselerin samimi olarak katılması elbette önemlidir. Ancak bu tür samimi
çevrelerin varlığına rağmen bu ülkelerin hep bildik politikaları sürdürmesi de
oldukça ilgi çekici ya da şaşırtıcıdır. Yani Batı'da siyasal, sosyal ve
kültürel bazı çevrelerin, "Müslümanlarla diyalog kuralım" demesine
rağmen Batı'nın bütün iktidarları hep bize karşı kötü davranmıştır. Bu iktidarların
cumhuriyetçi ya da demokrat, Hıristiy an demokrat ya da sosyal demokrat olması
sonuçta hiçbir şeyi değiştirmiyor. Göreceli olarak iyi davranışların arkasında
da hep kötü niyetler sonra kanıtlanıyor. Son 100 yılda hep böyle olmuştur.
Belki de bunun nedeni bizim coğrafyada Batı'nın diyalog söylemini
dillendirenlerin sayısı Batı'da bizim do stumuz gibi görünenlerden çok daha
fazla olmasıdır.
Belki de İslam âleminde yorum ve uygulamada tek
bir îslami anlayışın olmaması ve Müslümanların ortak karşı tavır sergileyememesi
Batı'nın işini daha da kolaylaştırmaktadır.
Örneğin İslam İşbirliği Örgütü üyesi 56 ülkeden
hiçbirinin îslami anlayışı öbürüne benzemiyor. Bu ise yalnız siyasal iktidarlar
açısından değil aynı zamanda o ülkelerdeki halklar, entelektüel çevreler ve
dinci otoriteler açısından da problem yaratıyor.
Böylece İslam ülkeleri arasında var olan bu ay
rılıklar, anlaşmazlıklar ve bazen de düşmanlıkları kullanan Batı bu ülke ve
halkları gerçek gündemden ve dolayısıyla gerçek ve o rtak düşmandan uzak tutmay
ı başarıyor. Bugün Müslüman ülkelerin neredeyse tümünün komşularıy la
problemleri bulunmaktadır. Türkiye'nin Suriye, Irak ve İran'la arasının 10
yıllık iyi dönemden sonra tekrar bozulması bunun en somut örneğidir. Çünkü
basit gündelik işlerle uğraşan ya da uğraşmak zorunda b ırakılan halklar ve
onların ay dınları ile yönetimleri hiçbir zaman stratejik planlar yapıp
uygulayamaz ve Batı'nın ortaya attığı ya da zorla kabul ettirdiği gündemlerle
uğraşır dururlar. Batı'nın düşünce merkezleri ise olaylara daha kapsamlı, tepeden
ve zengin verilerle baktıkları için gündemi hep onlar belirliyor ve bizim
politik önderlerimize ve aydınlarımıza talimatlarla ya da dolaylı olarak iş y
aptırıy orlar.
Batı'ya bu çabasında hemen hemen tüm Müslüman
ülkelerde kendi halklarına düşman yüzlerce gazeteci, aydın, akademisyen, din
adamı ve benzeri kişiler yardımcı olmaktadır. Batı bu davranışlarıyla Arap ve
Müslüman ülkelerindeki halklardan başlarındaki faşist iktidarlara te slim
olmalarını ve korkarak onların her dediğini yapmalarını istiyor. Çünkü
korkularını yenemeyip, sindirilmiş ve kendi içinde sürekli sorunlar yaşayan
insanlar ya da halkların doğal o larak kafası karışıyor ve doğruyu bulma
çabasına zaman ayıramadığı için hiçbir konuda hiçbir adım atamıy or. Bu ise
sorunların zaman içinde yığılmasına neden oluyor. Sorunların altından
kalkamayan ve bu sorunların günlük siy asal, ekonomik, sosyal ve psikolojik
ağırlık ve sonuçlarıyla boğuşan insanlar ve halklar doğal olarak çok daha kolay
her anlamda teslim oluyor ya da alınıyor.
Örnekler...
İşte bu nedenle Irak'taki "ılımlı"
Sünni Kürtler ile ılımlı Şii Arapların ortaklığı ABD ve genel olarak Batı için
çok önemliydi.
Oysa ABD'nin işbirliği yaptığı Iraklı Şiiler
içinde radikal Sünnilerden çok daha radikal olan Şiiler de vardı. Bunu merak
edenler Şii parti ve grupların yönetimindeki Basra şehrine ya da Bağdat'ın
varoşlarına uğray ıp görebilirler. Oralarda ortaçağ anlayış ve davranış
biçimleri geçerlidir.
Bir de Lübnan'daki Şii Hizbullah var.
Yani Irak'taki İran destekli Şiilerle işbirliği
yapan ABD ve müttefikleri her nedense yine İran destekli Şii Hizbullah'a savaş
açmış durumda. Çünkü Hizbullah Şiiliğin zulme karşı başkaldırışı ile direnişini
simgelemekte, dinin siyasal anlamını yüceltmekte ve İsrail için bir tehlike
oluşturmaktaydı.
Bu ise ABD, İsrail ve Batı'ya karşı olan tüm
Sünni ve Şii bölge insanlarının moralini yükseltmektedir. Batı buna rağmen boş
durmuyor ve yandaşı Arap yönetimlerini Hizbullah'a karşı kışkırtıyordu.
Batı, Irak'tan sonra Sudan'ın parçalanmasıyla
Arap ve Müslüman ülkelerde parçalanma sürecini başlatmak istiyor. Mısır'da
Hıristiyan Kıptilere yönelik provokasyonlar, Libya'nın parçalanma senaryoları
bunlara yönelik somut örneklerdir. Belki de bu nedenle Irak'ı yöneten Paul
Bremer 15 Ekim 2005'te kendi yazdığı yeni anayasayı Irak halkına kabul
ettirerek bölgenin federal ve bölünmüş ülkelere ayrılmasının siny allerini
vermişti.
Bölgenin belki de tek gerçek laik ülkesi olan
Suriye ise direndiği ve teslim olmadığı için ABD, İsrail ve yandaşlarının
saldırılarıy la karşı karşıya kalıyordu. Üstelik Alevi kökenli ve göz doktoru
olan Suriye lideri genç Esad Batı'yla her türlü diyaloğa hazır ve İsrail'le
barışmaya istekli olduğunu her fırsatta söylüyordu. Bununla yetinmeyen Esad,
Başbakan Erdoğan'a her türlü yetkiyi vererek İsrail'le konuşmasını istedi. Ama
tüm bunlar ne İsrail ne de Batı için yeterliydi. Çünkü Batı bölge ülkelerinin
kendi aralarında barışık olmalarına, anlaşmalarına ve birlikte hareket
etmelerine alışık değildi ve bundan da hoşnut olamazdı.
İşte bu nedenle Batı, Türkiye'nin bölgesel
rolünden ve dolayısıyla İsrail-Suriye görüşmelerinde arabulucu olmasından
hoşnut değildi ve olamazdı. Sarkozy'nin arada bir İsrailli ve Suriyelilere,
"Ben aranızı bulurum" türünden mesajlar göndermesi ve Başkan Esad'ın
ona, "Şam'a geleceksen önce Ankara'ya uğra" dediğini henüz kimse
unutmadı.
Belki de bu nedenle İsrail Başbakanı Olmert 23
Aralık 2008'de Ankara'ya gelip Başbakan Erdoğan'la görüşüp dönmesinden 5 gün
sonra Gazze'ye saldırma kararı almıştı. Kahire'deki bazı kaynaklar Türkiye'nin
bölgesel rolünden hoşlanmayan Mübarek'in de o dönemde bu konuda Olmert'i
cesaretlendirdiğini sızdırmıştı. Belki de bu nedenle başta ABD olmak üzere
Batı, İsrail'in 33 gün süren Gazze saldırısına ses çıkarmadı ve çoğunluğu çocuk
ve kadın yaklaşık 1.600 Filistinli'nin ölümüne seyirci kaldı. Aynı Batı, BM
tarafından görevlendirilen Goldstone'un İsrail'i "savaş ve insanlık suçu
işlemekle" suçlayan raporuna karşı oy kullanacak ve İsrail'le birlikte
Goldstone'a baskı y ap arak raporundan vazgeçmesini sağlayacaktı. Belki de bu
nedenle Batılı ülkeler Mavi Marmara saldırısıyla ilgili her süreç ve
alanda İsrail'in yanında yer aldı. BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon bile Batılı
ülkelerin telkin ve direktifleriyle İsrail'i kolladı. Oysa ne tuhaftır ki Batı,
Türkiye'nin bir model olarak Arap ve Müslüman ülke halkları tarafından
benimseneceğini söyleyip duruy or, hatta bunun pazarlamasını yapıyordu.
Özellikle "one minute" olayından sonra. Çünkü Arap halkları Filistin
konusunda çok duy arlı ve duygusaldı. Ama ortada bir gariplik vardı. Batı,
Türkiye'nin İsrail karşıtı politikalarından ve tutum ve davranışlarından
hoşlanmıyor ama aynı Batı, Türkiye'nin Filistin konusundaki tavrını kullanarak
Türkiye'yi Arap ülkelerinde ön plana çıkartmayı amaçlıyordu. Başka bir gariplik
ise kendi iradesiyle çevresindeki Arap ve Müslüman ülkelerle dostluk ilişkileri
geliştiren Türkiye, Batılı başkentler ve çevreler tarafından "yeni
Osmanlılık" ya da "eksen kayması"yla suçlanmaktaydı.
İşte bu nedenle Türkiye'nin bir örnek ve model
olarak ön plana çıkması son dönem yaşanan gelişmelerin ana eksenini
oluşturuyordu.
Model Türkiye
MSP lideri rahmetli Necmettin Erbakan'ın
1974'te sosyal demokrat-demokratik sol CHP lideri rahmetli Bülent Ecevit'le
demokratik bir seçim sonrasında iktidara o rtak olmasıyla birlikte NATO üyesi
Müslüman-laik Türkiye herkesin ilgisini çekmiş ve bu ilgi Refah Partisi'nin
1996'da iktidara gelmesiyle daha da heyecanlı olmuştu.
İçte sistemle uzlaşmaya zorlanan İslamcı
Erbakan dışta da önemli bir oyunun içine çekildi. Arap ve İslam âleminde çok
sevilen ve saygı duyulan Erb ak an Hoca, İsrail'le askeri işbirliği anlaşmasını
imzalamaya zorlanarak Müslüman bir lider olarak Arap ve İslam âleminde büyük
bir prestij ve saygınlık kaybıyla karşı karşıya bırakılmak ve bu davranışıyla
Türkiye ve Türk İslamcılarının kötü bir model oldukları imajı yaratılmak
istenmişti.
Arap medyası ise ünlü 28 Şubat muhtırasından
söz ederken dönemin genelkurmay başkanı İsmail Hakkı Karadayı'nın muhtıradan
birkaç gün önce İsrail'den dönmüş olduğuna dikkat çekiyor ve Erbakan
hükümetinin düşürülmesini buna bağlıyordu. Oysa Erbakan'ın düşürülmesinin bir
diğer nedeni D-8 projesiydi. Çünkü Erbakan bu projeyle, İsrail'le anlaşmasından
dolayı sarsılan prestijini yeniden güçlendirmeye çalışıyordu. Ama siyasal ömrü
buna yetmedi.
Erbakan Hoca'nın öğrencileri olarak AK Parti
liderlerinin iktidarı belki de bu nedenle ilk günden itibaren herkesin ilgisini
çekti.
ABD, Avrupa ve İsrail'de herkes bu ekibin iç ve
dış politikada neler yapabileceğini merak ediyor ve geleceğe dönük
davranışlarıyla ilgili hesaplar yapıyordu. Kasım 2002 seçimleri öncesinde ve
sonrasında bu ülkelerin medyasında ve düşünce kuruluşlarının raporlarında AKP
ve iktidarıyla ilgili yüzlerce, hatta binlerce makale, yorum, analiz ve
değerlendirmeler yayımlandı. Batı'nın bu merak ve ilgisi 1 Mart Tezkeresi'nin
reddedilmesi ve bunun sonucu olarak Erdoğan ve arkadaşlarının bölgede y
ıldızlarının yükselmesiyle daha da artıy ordu.
Sonraki politikalar AKP'nin bölgesel ününe ün
katmış ve herke sin ilgiyle izlemeye başladığı önemli bir örnek olmaya
başlamıştı.
Örneğin Hamas lideri Ahmet Yasin'in Mart
2004'te öldürülmesi ile Başbakan Erdoğan'ın İsrail'i "terörist bir
ülke" olarak tanımlaması, 2004'ten itibaren Suriye'ye açılması, Şam'da
yaşayan Hamas lideri Halit Meşal'i Şubat 2006'da Ankara'da misafir etmesi ve
ABD'nin Irak'taki katliamlarını sert bir dille kınaması Arap ve İslam âleminde
büyük ilgi uyandırmıştı.
Bu bölgesel ilgiyle başlangıçta, özellikle
tezkerenin reddedilmesinden sonra, on yıl öncesine kadar çok sert
anti-emperyalist, anti- Siyonist ve anti-Batı söylemleri bilinen Erdoğan ve
arkadaşları ABD ile İsrail'in ilgi odağı olmuş ve "Neden bu örnekten taktiksel
olarak yararlanmayalım?" dedirtmiştir. Bu konuda da Batı medyasında
yüzlerce makale, analiz ve y önlendirme yayımlanmıştır.
Bunu yapan Batı aynı zamanda Arap olmayan
radikal Şii bir İran ile Arap olmayan ılımlı Sünni Türkiye arasında tercih
yapmak zorunda kalabileceğini de düşünerek her iki ülkenin avantaj ve
dezavantajlarını hesaplıyor ve yeni oyununun detayları üzerinde çalışmayı da
ihmal etmiyordu.
Çünkü Batı'ya göre her iki ülkedeki siyasal ve
ideolojik yapı kendisinin çıkarlarına hizmet edecek şekilde çok iyi
değerlendirilebilir ve gerektiğinde de bu iki yapı da birbirine karşı
kullanılabilirdi.
Böyle bir kullanmanın sonunda da geriye ya
ılımlı ve Batı'y la her alanda uyumlu ve çevresindeki Müslüman ülkeler için
ideal bir örnek olan Sünni bir Türkiye, ya da aynı uyumu zorunlu olarak
gösterecek ve nüfusunun %30'u Türk kökenli Azerilerden oluşan ve onlara göre
İslamcı bir parti olan AKP tarafından yönetilen Müslüman Türkiye deneyiminden
etkilenmiş ılımlı Şii bir İran kalabilir. Yani bir zamanlar, "Türkiye İran
olamaz!" diye bağıran insanların tersine Batı, İran'ı Türkiye
yapabileceğini düşünüyordu. Çünkü %30 Azeri, yani Türk kökenli ve genel olarak
uy dulardan Türk televizyonlarını seyreden İranlılar doğal o larak Türkiye'deki
İslami anlayıştan ve bu anlayışın farklı uygulamalarından etkilenecekti.
Örneğin Türk televizyonlarında Kuran okunuyor, dini programlar yayınlanıyor ama
aynı zamanda her türlü eğlence programları ile Batı'nın sosyal kriter ve
standartlarında filmler, diziler ve bazılarına göre açık saçık programlar da
yayınlanıyor. Son dönem bölgede moda olan Türk filmleri ise bu etkileşime büyük
katkı sağlıyor ve Türkiye'yle karşılıklı görüşlerin tartışmasına ya da
çatışmasını yol açıyordu. Örneğin "Aşk-ı Memnu" dizisini seyreden
İranlı ya da Arap bir aile, "Acaba Türklerin hepsi böyle midir?" diye
sorar olmaya başlamıştı.
Üstelik yılda en az iki milyon Arap ve bir
milyon îranlı Türkiye'ye geliyor ve İstanbul'un yanı sıra sahil kentlerini
gezerek Müslüman Türkiye'deki Batı standartlarındaki yaşam biçimini görerek
ülkelerine dönmekte ve gördüklerini çevrelerindeki insanlara anlatmaktadırlar.
Bu ise onlara göre İslamcı olan AK Parti yönetimindeki Müslüman ülkeyle ilgili
soru işaretlerini çoğaltmaktadır. Çünkü Türkiye'ye gelenler içinde dindar
olanlar hay al ettikleri bir Türkiye görmek isterken diğerleri laik ve Batı'nın
bir parçası bir Türkiye görmekten ho şnut kalıy orlar. Arap olanlar ise Türkiye
ile İran'ı karşılaştırdıklarında doğal o larak birincisini tercih ediyorlar.
Nasıl olsa Türkiye de artık 30 yıldır İran'ın
yaptığı gibi İsrail'e kafa tutuyor!
İran Şiilik adına bir din devleti kurmuş,
bölgedeki Şiileri etkilemiş ve Batı'ya kafa tutuyor; diğeri ise Sünni gelenek
ve Osmanlı kültüründen gelmiş dindar insanların y önetiminde ilginç ve farklı
bir yol deneyen Batı yanlısı, demokratik, tartışmalı laik ve Sünni Arap
İslamcılarına model olduğunu söyleyen bir Türkiye.
İşte bu nedenle ünlü CIA'ci ve Türkiye'de çok
dostu olduğu bilinen Graham Fuller'in, "Sufi Türk-Osmanlı İslamiyet
anlayışı gerçek İslam'ı temsil eder" deyişi hem Türkiye'nin geleceği hem
de Türkiye'nin önümüzdeki dönem bölgesel rolü açısından çok önem kazanıyor.
Türkiye'yle ilgili oldukça ilginç ve bir o kadar önemli plan, proje ve
çalışmaları olan ve Amerikan kurumlarını bu yönde etkileyen ve yönlendiren
Fuller son dönem Türkiye ve bölge gelişmelerini gördükçe büyük sevinç
duyuyordur. Çünkü Fuller kitap, röportaj ve daha çok özel sohbetlerinde ve
özellikle CIA'deki patronlarına gönderdiği raporlarda bugünlerin fotoğrafını
iyi çekiyordu. Nasıl olsa bu foto ğrafların oluşmasında bir CIA görevlisi
olarak kendisinin de rol ve katkısı çok büyüktü!
Medeniyetler çatışmasının ünlü teorisyeni
Huntington'a gelince; o, "Türkiye, Avrupa ile Asya, İslam ile laiklik
arasında bölünmüş bir ülke. Eğer Türkiye Batılı bir ülke olma ısrarından
vazgeçer, modernleşme ile demokrasinin bir İslam ülkesinde de mümkün olduğunu
göstermeye ve kanıtlamaya daha çok çaba harcarsa İslam için büyük bir model
olur ve herkese yardımcı olarak katkı sağlar" diyecekti.
İşte böylesi bir Türkiye genel olarak Batı'nın
ilgisini çekiyor ve heyecanını artırıyor.
Batı'nın siyasal ve sosyal araştırmacılarının
beklentilerine göre AKP siyasal iktidar ve sistemle bütünleştikçe bu partinin
kadroları, yandaşları ve sempatizanları dinin gerçek inanç ve öğretilerinden
uzaklaşacak ve bu iktidarın nimetleri uğruna süreç içinde insanların dini imanı
para olacak.
Bu ise Batı'ya göre hedefi tam da 12'den vurmak
demektir.
Başka bir ifadey le Türkiye'deki gelişmeleri y
akından izleyen Batılı uzmanlar AKP'nin bu yöndeki deneyiminin sonucuna bakarak
Arap ve İslam ülkelerindeki İslamcı parti ve örgütlere, "AKP gibi ABD, AB
ve NATO'yla uyumlu çalışır ve problem çıkarmazsanız size de her türlü yardımı
yaparak iktidara taşır ve orada kalmanız için her türlü desteği veririz"
diyor, ima ediyor ya da bunun propagandasını yapıyor. Batı medyasında bununla
ilgili binlerce haber, makale ve analiz yayımlanmış ve y ay ımlanmaktadır.
Özetle AK Parti'nin nasıl bir dini model
uygulayacağı ABD ve AB'nin umurunda değil. Onlar için önemli olan
"İslamcı" AK Parti yönetiminde bir Türkiye'nin hep Batı'nın
yörüngesinde kalması ve bölgede Batı'y a karşı yükselen direnişi "bölgesel
barış, istikrar, kalkınma, dinler ve medeniyetler arası diyalog" ve
benzeri söylemlerle yumuşatması ve zaman içinde kırmasıdır.
Yine Batı'ya göre; böyle bir Türkiye'yi
bölgesindeki Müslüman insanlara kabul ettirebilmek ve inandırabilmek için AK
Parti yönetimindeki Türkiye'nin îslami gelenek, motif ve anlayışların ağır
basacağı bir ülkey e dönüştürülmesinde hiçbir sakınca y oktur ve öyle
olmalıdır.
Üstelik "siyasal anlamda Müslüman"
kimliğiyle bir Türkiye Batı'da birçok çevreye göre Hıristiyan AB'ye alınmaması
için ileride önemli bir gerekçe de oluşturabilir. Oysa yine Batı'ya göre
Türkiye'deki "İslamcılar" yetişme tarzları gereği ve Türkiye'nin
tarihi, kültürü, sosyal, siyasal ve anayasal yapısı nedeniyle doğal olarak
Cezayir, Filistin, İran ve İslamcıların iktidara gelmeye başladığı diğer Arap
ülkelerinin İslamcılarına benzemiyor.
Batılı çevreler AKP kadrolarının ABD, İsrail,
Siyonizm, emperyalizm ve benzeri konulardaki inanç, algı, tutum ve
davranışlarıyla ilgili o larak 10-15 yıl önceki konumları ile bugünkü konumları
arasındaki farkı da buna kanıt olarak göstermektedirler.
İşte Batı için de önemli olan buydu. Yani
Batı'ya göre Türk İslamcıları değişebilir ve bölgedeki İslamcıların değişmesine
katkı sağlay abilir ve onlara yardımcı olabilir.
Batı bu farklılığı daha belirginleştirerek ve b
iraz da keskinleştirerek bu örneği p azarlamay ı planlamaktadır.
Daha açık bir ifadeyle, 50 yıldır Batı ve
Batı'nın tüm kurumlarıyla ilişkileri olan bir Türkiye sanki yeni bir ülkeymiş
gibi "İslamcı" AK Parti iktidarında bu özelliği ön plana çıkartılarak
bölge ülke ve halklarına, "Bakın işte size örnek bir Müslüman ülke ve
İslamcı bir parti" denilerek pazarlanmak isteniyor.
Yani Batı, "İslam'a küfreden papayı bile
Türkiye'de misafir eden AKP; ilişkilerdeki tüm olumsuzluklara rağmen ABD,
İsrail, NATO, AB ve Batı'nın diğer tüm kurumlarıyla siyasal, ekonomik,
kültürel, sosyal ve ideolojik alanda tam uyumlu bir parti olabileceğine"
vurgu y ap arak bölge ülke, hükümet, parti, örgüt ve insanlarından aynı şeyi
yapmalarını dolaylı ya da dolaysız o larak istiy or, istey ecektir.
AK Parti'nin hangi tür bir İslami öğreti ve uy
gulamay ı benimsediği ya da benimseyip uygulayacağı Batı'nın umurunda değil ve
hiçbir zaman olmayacaktır.
Batı'ya göre önemli olan AK Parti yönetiminde
Türkiye'nin siyasal anlamda ılımlı değil uy umlu bir Müslüman ülke olmasıdır.
Batı'ya göre böyle bir ülkenin Batı'nın ideolojik kalıpları ve ekonomik
çıkarlarıyla uyum içinde olması doğal bir sonuç olacaktır.
Yani Batı'nın AK Parti'ye yüklemeye çalıştığı
görev bazılarının düşündüğünün çok ötesindedir. Çünkü onlara göre AK Parti y
alnızc a siyasal anlamda değil aynı zamanda dinsel anlamda da Batı, yani
Hıristiyanlık ve Yahudilikle uyumlu olduğunu kanıtlamak durumundadır.
Çünkü böyle bir uyum Batı'ya göre İslam'ı
gerçek tüm değerlerinden uzaklaştıracak ve içi boş bir öğretiden ibaret duruma
getirecektir.
Böyle bir İslam'a inananlar Filistin'de,
Irak'ta, Afganistan'da, Çeçenistan'da, Bosna'da, Somali'de, Kıbrıs'ta ve
benzeri tüm yerlerdeki haksızlıklara karşı ilgisiz ve kay ıtsız kalacak ve
"Bize ne orada olup bitenlerden!" demeye başlayacaktır.
Bu ise AK Parti deneyimini her alanda ve
anlamda çok daha önemli ve anlamlı kılmaktadır. Batı'ya göre bu deneyimin
Türkiye'nin siyasal yapısı üzerindeki etkilerinden çok Türk toplumu üzerindeki
sosyal, kültürel, psikolojik ve en önemlisi dinsel, yani ideolojik etkileri ve
yansımaları önemlidir. Çünkü iç detaylarla ilgilenmeyen Batı kendisiyle
siyasal, ekonomik ve askeri alanda uyum içinde bir Türkiye'yi bölge ülkelerine
pazarlarken aynı zamanda bu ülkedeki yeni türden bir îslami anlayış, algılama
ve uygulamanın başarısını da bölge halklarına göstererek ders almalarını
isteyecektir.
Üstelik bölgedeki Arap ve Müslüman ülkelerin
liderleriyle çok yakın ve özel ilişki kuran Gül- Erdoğan ikilisinin
yönetimindeki Türkiye 1 Mart Tezkeresi'ni reddettikten sonra bölgesinde y
alnızc a siyasal ve ekonomik alanda değil aynı zamanda sosyal, kültürel,
sanatsal, sportif ve turistik alanda da çok büyük bir p restij sağlamış ve
bölge halklarının ilgi odağı olmuştur.
Yani Batı, AKP üzerinden coğrafyamıza yönelik
bin yıllık tarihsel savaşında siyasal, ekonomik, kültürel ve ideolojik
hedeflerini gerçekleştirmeyi planlıyor.
İşte Batı'nın Haçlılardan bu yana yüzyıllardır
peşinde olduğu en büyük zafer bu olacaktır.
Batı bu zafere katkıda bulunacak herkesi ister
radikal ya da ılımlı, ister İslamcı ya da laik, ister demokrat ve reformcu
olsun kendisinin müttefiki olarak görecek ve ona her alanda tüm desteği vererek
sahiplenecektir.
Parola ise:
Uyumlu olmak.
Batı'ya göre uyumlu olanların yeni Kâbe'si
Washington olmalıdır...
Batı bunca plan yapıyor ve yapacak. 20. yüzyılın
başlarında bölgeyle ilgili yüz yıllık planlar y ap arak bizim coğrafyamızı bu
hale getiren Batı şimdi 21. yüzyılın planlarını gecikmeli de olsa uy gulamay a
çalışıyor. Planda İslam yine en önemli figür.
1908'de İttihatçıların darbesiyle Osmanlı'yı yok
olma sürecine sokan Batı 1911'de Libya'yı kirli bir oyunla Osmanlı'dan aldı.
1912'deki Balkan Savaşı'ndan sonra 1914'te Osmanlı'yı Almanya'dan yana Birinci
Dünya Savaşı'na sokturan emperyalist ülkeler 1916'da İttihatçıların rol aldığı
çok karanlık bir oyunla Şerif Hüseyin'i Osmanlı'ya karşı ayaklandırdı. Bu
ayaklanmadan bir ay önce, yani 9 Mayıs 1916'da emperyalist ülkeler, yani
Fransa, İngiltere ve Rusya, Sykes-Picot Antlaşması'yla Ortadoğu'nun yeni
haritasını çizmişti. Üç gün önce Şam valisi İttihatçı Cemal Paşa, Şam ve
Beyrut'ta onlarca Arap aydınını uy duruk gerekçelerle darağaçlarında
sallandırmıştı. Bu tarihten tam bir ay sonra İngilizler Şerif Hüseyin'i
Osmanlı'ya karşı ayaklandırmıştı. Sovyet Devrimi'nin lideri Lenin'in 1917'de
deşifre ettiği haritada ise Balfour'un daha sona açıklanacak "söz"üne
uygun olarak Filistin Yahudilere bir vatan olarak ayrılmıştı. Oysa o tarihte
Filistin'de yalnızca 60.000 kadar Yahudi yaşıyor ve bu sayı 30 yıl süren
İngiliz işgali döneminde dışarıdan getirilen Yahudilerle 600.000'e ulaştı!
Emperyalist ülkeler bununla da yetinmeyerek 1920 Sevr Antlaşması'yla Kürtleri
de unutmadılar ancak daha sonra Kürtlerle ilgili planlarını bir sonraki yüzyıla
ertelediler. Çünkü onlara göre Müslüman Araplarla Yahudiler bir yüzyıl savaşacak
ve onların savaşı bittiğinde ya da ateşi düştüğünde Kürtler devreye sokulacak.
Yani iki taraflı Müslüman Arap-Yahudi savaşının yerini bu kez dört taraflı,
yani Arap, Türk, Acemlerle Kürtlerin savaşı gündeme alınacak. Çünkü Kürtler
Türkiye, Acem îran ve Arap Irak ve Suriye'de yaşamaktadır. Batı'nın bu planları
başarıyla işlerse o zaman Sevr'in 100. yıldönümünde, yani 2020'de Türkiye ve
bölgemiz yeni sürprizlere şimdiden hazır olmalıdır.
Batılı ülke ve güçler Türkiye Cumhuriyeti'nin
100. yıl kutlamalarının önüne geçmeyi bile p lanlamaktadır. Bunu da son
günlerde bölgede ve Türkiye'de yaşanan ya da yaşatılan tehlikeli süreçlerle
yapmaya çalışacaktır. Bu da yetmezse Batılılar Türkiye içi çelişkileri
kullanmayı ihmal etmeyeceklerdir.
îşte bu nedenle Batı'nın karanlık 11 Eylül o
lay ının gerekçesiyle gerçekleşen Afganistan işgaliyle başlayan ve Irak işgaliy
le devam eden süreci yeni yüzyılın planlamasında önemli adımlar olarak görmek
gerekir. Çünkü Batı, Osmanlı'nın dağılmasıyla başlayan süreçte bu coğrafyada istediği
her şeyi yaptı. Yalnızca Araplar ve İsrail bağlamında baktığımızda bu bölgede
6-7 büyük savaş yaşandı, katliamlar gerçekleştirildi ve tüm Arap ülkelerinde,
İran'da ve bazen de Türkiye'de dikta iktidarlar Batı tarafından işbaşına
getirildi ve hiç kimsenin unutmayacağı şekilde hep desteklendi. Arap
ülkelerinde iktidara gelen faşist iktidarlar da daha fazla Batı'nın desteğini
almak ve daha uzun süreler için iktidarda kalmak için kendi halklarına,
ülkelerine ve dinlerine ihanet dahil istenilen her şeyi yaptılar. Faşist
iktidarlar Batı'nın hoşuna gider diye kendi ülkelerindeki "radikal"
İslamcılara savaş açtı ama kendi düşmanlarını ortadan kaldırmak amacıyla
herkesi bu sınıflandırmanın içine yerleştirdi. Batı'nın emirlerini yerine
getirmeyenler ise hep problemlerle karşılaştı. Örneğin Sudan parçalandı, Gazze
kuşatma altına alındı, Lübnan'a saldırıldı ve direnen İran ve Suriye hep
sıkıntı yaşadı. Ama tüm bunlar Batı planlarının mutlak başarılı olmasına ve
İsrail'in bölgede egemen olmasına yetmedi. Çünkü Batı'nın da kendi çelişkileri
vardı. Çünkü bizim coğrafyaya hep düşman olan Batı zaman zaman kendi içinde de
kavgalar edip duruyor ve ciddi sıkıntılar yaşıyor. Emperyalist ve kapitalist
kurallar Batı'nın kendi içinde çelişkilerini yeterince açıklıyor.
Haydi Sahneye
Adı ve başlığı ne olursa olsun geçmişteki tüm
ve plan ve projelerin tümünden farklı olarak günümüz gelişmelerini
şekillendiren en önemli gelişme kuşkusuz Büyük Ortadoğu Projesi denilen
"sihirli değnek..."
6 Kasım 2002'de Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in
kızı Elizabeth Cheney'in değişik Arap ülkelerinden topladığı 50 kadar kadınla
bir araya gelen Dışişleri Bakanı Harlem'li Colin Powell kafasındaki projenin
ipuçlarını veriyordu. Powell önümüzdeki dönem mücadelelerde kadınların olası
rollerini ve ABD'nin onlara desteğini anlatıy ordu. Powell 22 Arap ülkesine
demokrasinin gelebilmesi için kadınlara 29 milyon dolar yardım sözü de verdi.
Bu toplantıdan 5 hafta sonra, yani 12 Aralık
2002'de Jamaikalı çeyrek zenci Powell işi bu kez daha ciddiye alarak Haritage
Foundation salonunda yaptığı konuşmada Büyük Ortadoğu Projesi'ni resmen
açıklayacaktı. Powell kendisinden farklı olarak tam zenci olan ve Kaddafi'nin
deyimiyle "Afrika'nın Gülü" Condoleezza Rice'tan -ki ulusal güvenlik
sekreteriydi- bu projeyi uygulamasını, Arap ülkelerinden de demokrasi konusunda
İsrail'den ders almalarını istedi. Büyük bir gaf yaptığını geç de olsa fark
eden Powell geri adım atarak ABD'nin tüm Araplara yardım edeceğini söyledi.
Powell bu söylemine uygun olarak planlar yapar
ve bu planın ilk adımı olarak Irak'ın işgalini sağlar. 9 Nisan 2003'te Bağdat
düştükten sonra 3 Mayıs 2003'te Şam ve Beyrut'a uçan Powell, Başkan Esad'a,
"Ya bize teslim olur dediklerimizi yaparsın ya da başına geleceklere
hazırlıklı olursun" tehdidinde bulunur. Esad'a, "İran'dan uzaklaş,
Iraklı direnişçilere destek verme ve Hamas ile Hizbullah ilişkilerini kes"
diyen Powell ülke sine dönerken yanındaki gazetecilere, "İstediklerimizi
yerine getirmezse geleceğe dönük stratejilerimiz için karşı tedbirlerimiz
hazır" diyecekti. Powell ve diğer Amerikalı yetkililerin sonraki
demeçlerinde hep bu ciddiyeti görecektik. Amerikalılar geçen süre içinde hep
Suriye'ye kafayı takmış, Şam y önetimini tehdit etmiş ve bu ülkeye dönük proje
geliştirmekten yorulmamıştı. Her zaman da Amerikalılar Suriye'yi ve Esad
yönetimini 'terörist' Hamas ve Hizbullah'a destek vermek ve 'Şer Ekseni'nin
diğer ülkesi Şii îran ile stratejik işbirliği yapmakla suçluyordu. Bu ise tipik
bir İsrail söylemiydi. Ama daha ilginç olan ABD yanlısı Arap ülkeleri de benzer
söy lemleri dillendiriyor ve Hamas ve Hizbullah'a karşı Amerikan-îsrail
planlarının birer parçası olmayı gönüllü olarak kabul ediyordu. Çünkü onlara
göre Hamas 'Redikal Sünni 'bir örgüt Hizbullah ise îran'ın denetiminde redikal
Şii bir güç. Durum böyle olunca Powell ve Amerikalı y etkililer Suriye karşıtı
ilk eylemsel ciddi adımlarını Lübnan'da attılar.
Lübnan'ı Bilmeyen Ortadoğu'yu Anlamaz
Binlerce yıl öncesinden başlayarak Lübnan
bilinen tüm bölge uygarlıklarıyla tanışmıştı. 1516'dan itibaren Osmanlı'nın
dolaylı denetimine giren Lübnan hiçbir zaman durulmadı. Sürekli dinsel ve
mezhepsel savaşlara sahne olan Lübnan'da ittifaklar durmadan değişiyordu. Durum
böyle olunca Lübnan hep bölgesel ve uluslararası devlet ve güçlerin ilgi odağı
olur. 1946'da Fransa'dan bağımsızlığını alan Lübnan 1958'de bu kez kısa da olsa
yeni sömürgeci güç olarak ortaya çıkan ABD'nin işgaline uğrar. Bunu izleyen
yıllarda hep siyasi çatışma ve gerginlikler yaşayan Lübnan Nisan 1975'te bir
kez daha büyük iç savaşını yaşar. îç ve bölgesel dengeleri sürekli değişen bu
iç savaş devam ederken İsrail, Haziran 1982'de Lübnan'a saldırır ve Beyrut'a
kadar ilerler. 16-17 Eylül 1982'de ünlü Sabra ve Şatilla katliamlarını
Beyrut'taki faşist Falanjist Hıristiyanlarla birlikte gerçekleştiren
İsrailliler Beyrut'tan çekilir ancak Haziran 2000'e kadar Güney Lübnan'da
kalır. Haziran 2000'de İsrail Hizbullah ve müttefiki sol grup ların silahlı
direnişi sonucu Güney Lübnan'dan çekilince Mossad ve İsrail ordusuyla işbirliği
yapan yaklaşık 5.000 kadar Lübnanlı Hıristiyan da İsrail'e kaçar.
Şimdi ise bu işbirlikçiler durumlarından
şikâyetçi ve tekrar Lübnan'a dönmeye çalışıyor. Çünkü İsrail hükümeti onlara
verdiği aylık maaşları artırmıyor ve yaşam standartlarının düzelmesine yardımcı
olmuyor. İsrail ise, "Bunları yeterince kullandım" diyerek onlara
fazla ilgi göstermiyor ve yeni işbirlikçiler arıyor ve bulunuyor. Hem de CIA'in
yardımıyla. Tıpkı bundan önce yaptığı gibi. Ama şimdi olduğu gibi İsrail'e
yardımcı olmak amacıyla 21-22 Eylül 1982'de Beyrut'a gelen Amerikan, Fransız ve
İtaly an deniz piyadeleri, yeni kurulmuş Hizbullah ve Filistinlilerin
direnişiyle karşılaşır. 13 Nisan 1983'te Amerikan elçiliğine bir intihar
eyleminde bulunan Hizbullahçılar 63 kişiyi öldürür. Ekim 1983'te Amerikan ve
Fransız birliklerinin ortak komutanlığına saldıran Hizbullahçı bir intihar
eylemcisi bu kez 241 askeri öldürmüştü. Bir gün sonra Amerikan, Fransız ve
İtaly an birliklerinin Bey rut'tan telaşla kaçmasını izlemiştim. Bu kaçışa
rağmen 1990'a kadar devam eden iç savaş ancak Arap ülkelerinin müdahalesi ve
Suudi Arabistan'da Ağustos 1989'da imzalanan Taif Antlaşması'yla son bulur. Bu
antlaşmaya göre Suriye ordusu Lübnan'a girip taraflar arasında ateşkesi
sağladı. Ama geçen süre içinde Lübnan'da birçok cumhurbaşkanı, başbakan, bakan,
siyasi parti lideri, gazeteci ve aydın öldürülür. Lübnan'da barınan
Filistinliler de İsrail ve İsrail yandaşı Hıristiyan grupların hedefi olur.
Yüzlerce Filistinli Lübnan'da suikastlarla öldürülür. Şu andaki İsrail savunma
bakanı olan İhud Barak bir zamanlar kadın kıyafetiyle bir Mossad ajanı o larak
Lübnan'da çok görev yaptı ve fiilen adam öldürdü. Yerle bir edilen Lübnan iç
savaşın sona ermesiyle göreceli o larak bir istikrar dönemi yaşar ve Suudi
Arabistan destekli işadamı Refik Hariri'nin çab alarıy la normal yaşama hızla y
aklaşır ve başta Suriye olmak üzere tüm bölge ülkeleriyle sağlıklı ve güçlü
ilişkiler kurar.
Ama Irak'ın işgali ve yaklaşan BOP'ta Lübnan
için bir rol vardı. Çünkü Lübnan, Suriye ve İsrail'e komşu ve Lübnan'da
İsrail'in korkulu rüyası Hizbullah var. Durum böyle olunca oyun bir an önce
sahneye konulmalıydı ve öyle oldu. 3 Mayıs 2003'te Şam ve Beyrut ziyaretinden
eli boş dönen Colin Powell Lübnan'daki yandaşlarına, "Hazırlıklara
başlayın" talimatını verdi. Ağustos 2004'e gelindiğinde Lübnan'da siyasi
bir gerginlik başlamış ve başkanlık seçimlerinden dolayı herkes gelişmelerde
taraf olmuştu. Irak Savaşı'na karşı çıktığı için Başkan Bush'u kızdıran Fransa
Cumhurbaşkanı Chirac bunu fırsat bilerek Washington'a, "Lübnan'da size
yardımcı olabilirim" mesajı göndererek Amerikalıların do stluğunu kazanmay
a çalıştı. 2 Eylül 2004'te BM Güvenlik Konseyi'ne başvuran Fransa, ABD ve
İngiltere'nin de desteğini alarak Lübnan'la ilgili 1559 sayılı kararı ç ık
artır. Karara göre Suriye'nin Lübnan'daki askerleri çıkartılmalı, Hizbullah
silahsızlandırılmalı ve Lübnan'daki siyasi krizin çözümüne uluslararası katkı
sağlanmalıydı. Yaratılan ortamın siyasi ve psikolojik baskısı, Arap Birliği'nin
kararı ve Lübnan hükümetinin çağrısıyla ülkede bulunan Suriye ordusu çok hızlı
bir şekilde ülkeden ayrılır. Ama bu Batı'nın planı için yeterli değildir ve
daha önemli işler yapılmalıdır.
Bunun üzerine eski başbakan Refik Hariri 14
Şubat 2005'te öldürülür. Hızla gerginleşen Lübnan'da birçok politikacı,
gazeteci ve aydın öldürülür. ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerin tümü bu
suikastlar için Suriye'yi suçladı. Bölgesel ve uluslararası ülke ve güçler
Suriye'ye yönelik inanılmaz bir kampany a yürüttü. BM Güvenlik Konseyi hemen
toplandı ve suikastla ilgili olarak özel bir soruşturma başlatılmasına karar
verdi. Soruşturmanın başına getirilen Alman kökenli savcı Detlev Mehlis daha
göreve başlar başlamaz, "Suikastı Suriyeliler gerçekleştirdi" dedi ve
dört Lübnanlı general ve güvenlik yöneticisinin tutuklanmasına karar verdi.
Mehlis bununla y etinmey erek altı Suriyeli askeri ve istihbarat yöneticisini
sorguladı ve daha sonra sahte oldukları anlaşılacak tanıkların itiraflarına d
ay anarak kendince çok ilginç senaryolar yazdı. Sonunda Mehlis Alman medyası
tarafından deşifre edildi ve Mossad'la ilişkisi anlatılınca istifa etmek
zorunda kaldı. İsrail gazeteleri de Mehlis'in suçlamalarında Mossad'dan bilgi
ve belge aldığını daha sonra yazacaktı. Ama Mehlis'in istifası ve sonrasında
yerine gelen savcıların ya da 2007'de kurulan özel mahkemenin yetkililerinin ne
dediği ne yaptığı çok önemli değildi. Çünkü suikast ve sonrasında yaratılan
ortamla Batılı ülkeler hedeflerine doğru adım adım yaklaşıyordu.
Bunu gören İsrail Temmuz 2006'da Lübnan'a
saldırır ve Hizbullah'ı ortadan kaldırabileceğini hesaplar. Önemli olmakla
birlikte bir kişinin öldürülmesine kıy ameti koparan ve BM Güvenlik
Konseyi'nden karar üzerine karar çıkartan ABD ve müttefikleri İsrail saldırısına
ve 1.600 kişinin ölümüne sesini çıkarmaz. Suriye'yi suçlamakla bir sonuca
varamayacağını anlay an Hariri Mahkeme si bu kez ABD ve İsrail'in isteğine
uygun olarak suikastla ilgili olarak, "Hariri'yi Suriyeliler değil
Hizbullah elemanları öldürdü" diyecekti. Artık oyun çok açıktan
oynanıyordu. Yani hedefin Suriye değil Hizbullah olduğunu anlamay an
kalmamıştı. Üstelik öldürülen Refik Hariri'nin oğlu Saad Hariri 2009'un sonunda
ve 2010'un başında üç kez Şam'a giderek, "Babamın öldürülmesiyle ilgili
olarak Suriye'yi suçlarken çok acele davrandık. Şimdi anlıyoruz ki
Suriyelilerin bu işle hiçbir ilgisi yok" diyecekti. Ama olsun bu oyunun
tüm iç ve dış tarafları oyuna alışık oldukları için bu oyun içinde olmaktan
büyük haz alıyordu. İnanılmaz hassas dengeler içinde oynanan oyuna göre şimdi
bir kez daha Suriye'yi Lübnan üzerinden sıkıştırmak var. Ya da tersi Lübnan'ı
Suriye üzerinden sıkıştırmak ve Hizbullah'tan kurtulmak var. Oysa Hizbullah
Lübnan'da oranları %40 kadar olan Şiilerin siyasi temsilcisidir. Lübnan'daki
dengeler içinde Hizbullah'ın Sünni, Hıristiyan, Dürzi ve diğer yandaşları ve
müttefikleri var. Tıpkı karşı tarafın, yani ABD, Fransa, İsrail ve yandaşı Arap
ve bölge ülkelerinin yandaş ve müttefiklerinin olduğu gibi.
BOP Denilen Büyük Oyun
9 Haziran 2004'te ABD'nin Sea Island
kasabasında toplanan G-8 Zirvesi'nde Batılı liderler coğrafyamız için neleri
düşündüklerini bu kez net olarak açıkladılar. Türkiye, Afganistan, Irak,
Cezayir, Ürdün, Bahreyn, Yemen, Gana, Nijerya, Senegal, Güney Afrika ve Uganda
liderlerinin de katıldığı toplantıda Büyük Ortadoğu Projesi resmen açıklandı.
Projenin tam adı ise: Kuzey Afrika ve Büyük Ortadoğu'da Ortak Gelecek ve
İlerleme İçin Ortaklık. Bu ana başlığın altında alt başlıklarla görev bölümü
yapıldı ve Türkiye, İtalya ve Yemen "Demokrasi İnisiyatifi Eş
Başkanları" seçildi. Bu ise garip bir seçimdi. Çünkü Yemen'in Osmanlı ve
dolayısıyla Türklerle ilişkisi bilinmekte ama daha önemlisi hiçbir şekilde
Türkiye'yle aynı kefeye konulacak bir ülke değildi. İtalya ise 1911'de Libya'yı
pis bir oyunla Osmanlı'dan almış ve 100 yıl sonra aynı oyunu tekrarlay arak
Libya'ya ilk saldıran ülke olmuştu. Anlaşılan Batılı ülkeler Türkiye'ye yeni
roller biçiyordu.
Nitekim bu yeni rollerin ilk işareti BOP
toplantısından 20 gün sonra İstanbul'da yapılan ve başta ABD olmak üzere
aralarında 22 NATO üyesi ülkenin bulunduğu 46 ülkeden liderlerin katıldığı NATO
Zirvesi'nde verildi. Başta ABD Başkanı Bush olmak üzere NATO liderleri
Türkiye'yi ve Türkiye'nin bölgesel rolünü öve öve bitiremiyorlardı. Zirvede
ayrıca ve ilk kez NATO'nun kendi görev alanlarının dışında ve özellikle Irak ve
Körfez bölgesinde olası müdahaleleri konuşuldu. NATO Körfez'de henüz bir iş
yapmadı ama İstanbul Zirvesi'nden 7 yıl sonra Libya'ya müdahale etti. Bu arada
Obama'nın Türkiye'ye geldiği sırada, yani Nisan 2009'da Ankara önceden
kopardığı yaygaraya rağmen itiraz ettiği Rasmussen'in NATO genel sekreteri
olmasına onay verdi. Oysa Rasmussen, Peygamber'i hedef alan karikatür ve ROJ
TV'nin kapatılmaması konularında Türkiye'yi çok kızdırmıştı! Ama olsun, çünkü
NATO'nun Afganistan'daki görevi devam ediyor ve Türkiye hep ISAF komutanlığıyla
teselli ediliyordu. Nasıl olsa Afganistan da bir Müslüman ülkeydi ve bir
köşesinden BOP sınırları içindeydi.
BOP ise 22 Arap ülkesinden ve bu Arap
ülkeleriyle dolaylı dolaysız ilgisi olan 5 Müslüman ülkede köklü politik,
ideolojik, sosyal, kültürel değişiklikleri amaçlıyor. Sonraki ay ve yıllar
Batı'nın BOP konusundaki ciddiyetini çok net olarak kanıtlay acaktı. Bu ciddi
planlamanın ilk ciddi ve önemli sinyali 14 Şubat 2005'te Lübnan eski başbakanı
Refik Hariri'nin öldürülmesiyle geldi. Peşinden İsrail, Haziran 2005'te
Gazze'ye kapsamlı bir saldırı başlattı. Bu yetmedi İsrail Temmuz 2006'da
Lübnan'a saldırdı. Her iki saldırıda 3.500 kadar Filistinli ve Lübnanlı
öldürüldü ama Batılı ülkeler sesini çıkarmadı. Her iki saldırı arasında yaşanan
başka iki gelişme BOP için çok önemli kanıtlar veriyordu. Suriye Cumhurbaşkanı
Yardımcısı Abdulhalim Haddam Aralık 2005'te Suriye'den kaçarak Paris'e sığındı.
22 yıl süreyle ülkesinin Washington büyükelçiliği görevini üstlenen Bender Bin
Sultan ise Suudi Arabistan'a dönerek yeni kurulan Ulusal Güvenlik Konseyi'nin
genel sekreterliğine getirildi. Haddam 30 yıl süreyle Hafız Esad'ın en yakın
adamıydı. Sultan ise başta Beyaz Saray, CIA ve Pentagon olmak üzere tüm
Amerikan kurumlarıy la y akın ve tehlikeli ilişkiler içindeydi. Kaide ve
Taliban'ın kurulmasından ve ABD'nin Arap ve İslam âlemine yönelik tüm pis ve
tehlikeli oyunlarında Sultan'ın rol ya da payı vardır.
Bender'in babası ise veliahttı ve kral
olacaktı. Bu ise Bender'in gücünü kat kat artıracaktı. Ama olmadı, çünkü babası
kral olmadan Kasım 2011'de öldü. Konumunu koruyan Bender Bin Sultan Riyad'da,
Haddam Paris'te, Refik Hariri'nin oğlu Beyrut'ta Suriye ve çevresini dizayn
etmeye koyulmuşken Amerika'nın Ankara'daki büyükelçisi Ricciardone Kahire'de
çok iyi çalışıyordu. Sayın büyükelçi 2005'ten başlayarak başta Müslüman
Kardeşler olmak üzere Mısırlı muhaliflerle yoğun temas kuruyor, sık sık
görüşüyor ve geleceğe dönük nabız tutup politik gelişmelere yön veriyordu. Arap
Baharı büyükelçinin o dönem çok iyi çalıştığını kanıtlıyor. Bunun farkına varan
dönemin cumhurbaşkanı Mübarek, Başkan Bush'tan bu adamı derhal almasını istiyor
ancak bu isteği 2008 yazında yerine getiriliyor. Gençlik yıllarında İran'da da
görev yapan elçi hazretleri Kahire'den Bağdat'a, oradan da Kâbil'e gittikten
sonra Ankara'ya geldi. Ankara'y a sık sık gelen başka bir kişi El-Cezire
televizyonunun genel müdürü Vaddah Hanfar. Müslüman Kardeşler kökenli ve
2011'de WikiLeaks belgelerinde CIA işbirlikçisi olduğu söylenen ve bundan
dolayı görevinden istifa etmek zorunda kalan bu kişi başında bulunduğu kanalı
şaşırtıcı bir şekilde Hamas, Hizbullah ve Kaide yanlısı bir kanala çevirmiş ama
aynı zamanda yönetim kurulunda CIA temsilcilerini barındırmıştı. Hatta herkesin
hatırlayacağı üzere Bin Ladin o gizli kasetlerini hep bu kanala göndererek
yayınlatıyordu. Hanfar bir muhabir olarak Afganistan, Irak ve Kuzey Irak'ta
çalıştıktan sonra Ekim 2003'te ani bir şekilde kanalın genel müdürü olmuş,
kanalın BOP'a hizmet edecek şekilde örgütlenmesini sağlamıştı. Aynı Hanfer,
WikiLeaks'ın patronu Assange'yle gizlice görüşerek elindeki tüm belgeleri her
ne pahasına olursa olsun satın alabileceklerini söylemişti. Hanfer'in bunu
patronu ve Katar'ın Emiri Şeyh Hamed adına yaptığı daha sonra anlaşılacaktı.
Çünkü WikiLeaks'ta emir hazretleri ve güzel eşiyle ilgili bir iki ön bilgi
sızdırılmıştı. Oysa yayınlanan ve medyada tartışma y aratan bu belgelerin
neredeyse tümü Arap ülkeleriyle ilgiliydi.
Durum böyle olunca WikiLeaks'ın zamanlamasının
tesadüf olduğunu düşünmek saflık olurdu. Hatırlayanlar bilir ki Ekim-Kasım
2010'da yayınlanan ilk belgelerin en önemli hedefi Mısırlı Mübarek, Tunuslu Bin
Ali, Yemenli Salih ve Libyalı Kaddafi'ydi. Yok diyenler o günlerin arşivine
dönebilir. Yine o dönemin belgelerine bakılırsa WikiLeaks'ın hedef aldığı diğer
iki ülkenin Suudi Arabistan ve Katar olduğunu görecekler. Bugün ise bu iki
ülkenin yönetimi Arap Baharı denilen projede ABD'nin tetikçiliğini yapıyor.
Anlaşılan WikiLeaks görevini bilerek ya da bilmeyerek çok iyi bir şekilde
yerine getirmişti. O günlerde, "Bu işte bir gariplik var" dediğimde
bazıları klasik olarak bana kızmıştı. Oysa bugün o beyler b aşta olmak üzere
hiç kimse WikiLeaks'ı konuşmuyor bile. Ama daha önemlisi 270 Amerikan elçilik
ve konsolosluklarından gelen yüz binlerce rapordan yalnızca Ankara ve Arap
başkentlerinden gelenler ön plana çıkarılmış ve o zaman da söylediğim gibi
İsrail'le ilgili hiçbir belge y ay ınlanmamıştır. Her şey çok iyi
kurgulanmıştı. Nasıl olsa Arap Baharı bir ay sonra başlayacak ve WikiLeaks'ta
hikâyeleri anlatılan Tunuslu Bin Ali, Mısırlı Mübarek, Yemenli Salih ve Libyalı
Kaddafi'lere yol görünmüştü. En çok belgenin gönderildiği Türkiye'de ise hem iç
hem de dış politikada çok ilginç ve bir o kadar şaşırtıcı gelişmeler yaşandı,
yaşanıyor. Örneğin Ankara'nın Suriye politikası, MÎT Müsteşarı Hakan Fidan
olayı. Örneğin Başbakan Erdoğan'ın sağlık durumu ile ilgili raporlar ve daha
neler neler...
BOP Sürecinin Ciddiyeti
Büyük Ortadoğu Projesi'nin Powell tarafından
ilan edilmesi ve "Afrika Gülü" Rice tarafından uygulanmaya
konulmasıyla ilgili yüzlerce detay var. Ancak bu sürecin bence en önemli
aşaması Başkan Obama'nın ilk Müslüman ülke olarak 6 Nisan 2009'da Türkiye'ye
gelmesidir. Türkiye'yi öve öve bitiremeyen Barack Hüseyin Obama ülkesi ile
Türkiye arasında ilk kez "model ortaklık"tan söz etti. Bu ortaklığın
ne anlama geldiği daha sonra Arap Baharı'y la anlaşılacaktı. Çünkü TBMM'deki
konuşmasında demokrasi konusuna neredeyse hiç değinmeyen Başkan Obama hep Îslam
ve Müslümanlık vurgusu yaptı. Başkan Bush'un İslam âlemine yönelik Haçlı
Seferi'ni ilan ettiğini unutarak, "ABD İslam diniyle hiçbir zaman savaş
içinde olmadı" diyen başkan Obama, "ABD ile Müslüman dünyası arasında
güveni yeniden inşa etmek için uğraşacağını" belirtti ve "ABD'nin
Türkiye'yle güçlü ve sürekli bir dostluk kurma çabasını yeniden vurgulamak için
buradayım" dedi.
Müslüman ülke olarak Türkiye'yi ziyaret eden
Obama ilk Arap ülkesi olarak da Mısır'ı seçecekti. Çünkü herkes Obama'nın Arap
ve İslam âlemine neler söyleyeceğini merak ediyordu. 4 Haziran 2009'da
Kahire'ye uçan Obama yol üzerinde stratejik müttefik Suudi Arabistan'a uğramay
ı da ihmal etmedi. Çünkü Kral Abdullah kaç kilo saf altın olduğu bilinmeyen
Kraliyet Nişanı'nı ona verecekti. Senatör olduğu dönemlerde Suudi Arabistan ve
Mısır'daki anti-demokratik ve karanlık y önetimleri sık sık eleştirdiği ve
bununla ilgili y azılar yazdığı bilinen Obama'nın Kraliy et Nişanı'nı alması ve
El-Ezher'in başkenti olarak Kahire'yi seçmesi hem ilginç hem de anlamlıydı.
Kahire Üniversitesi'nde konuşan Obama, İslam ve Müslümanlık sözcüklerini sık
sık kullandı ve dinler arası diyalog çabalarına katkısından dolayı Suudi kralına
(Nasıl olsa bir gün önce Suudi Arabistan kralından 24 ayar altın Kraliyet
Nişanı'nı almıştı!) ve Medeniyetler îttifakı'na karşı tutumundan dolayı
Türkiye'ye teşekkür etti.
Obama "diyalog ve ittifakın Afrika'da
sıtma hastalığına karşı mücadelede ve deprem gibi doğal afetler zamanlarında
çok önemli olduğunu" söyleyerek bizleri aptal yerine koymaya çalıştı.
Belki de Dinler Arası Diyalog ve Medeniyetler Arası îttifak girişimleriy le
Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler ve diğerleri düny anın tüm sorunlarını
çözmüş ve bir tek sıtma meselesi kalmış da bizim haberimiz olmamış! Belki de
bağımsız Filistin devleti kurulmuş ve Türkiye AB'ye girmiştir! Özetle Kahire'de
biraz demokrasi ama daha çok îslam ve Müslümanlık vurgusu yapan Obama'nın neden
bunu yaptığı 20 ay sonra anlaşılacaktı. Çünkü Türkiye'de bulunduğu sırada
İstanbul'da düzenlenen Medeniyetler îttifakı Forumu'na bile katılma zahmetinde
bulunmayan ve bu foruma gelerek karikatür konusunda Müslümanlardan özür
dilemeyeceğini söyleyen NATO'nun yeni genel sekreteri Rasmussen'in seçilmesinde
etkin rol oynayan Obama ve yönetimi Mübarek'ten kurtulmaya karar vermiş ve
Büyük Oyun'un ilk işaretini Ankara'dan sonra Kahire'den vermişti. 30 yıl önce
"bir genç kız" olarak Amerikalılara gelin giden Mübarek, Amerikalılar
tarafından terk edileceğini hissediyordu ama yapacağı çok fazla bir şey de
yoktu. Mübarek Amerikalıların vefasız olduğunu anlamay a başlamıştı. Ama aynı
Mübarek Amerikalıların kendisine vize vermediği için Mısır'a sığınan ve orada
ölen îran şahının acı sonundan ders almamıştı. Şah da güzel eşi Farah'la
birlikte Mübarek gibi Amerikalılara ve îsrail'e 30 yıl süreyle hizmet etmiş ama
pis bir ölümden kurtulamamıştı. Tıpkı Saddam Hüseyin gibi.
Bu coğrafyada anlaşılması en zor olan şey de bu
olsa gerek. Çünkü hiç kimse başkasının başına gelenlerden ders almıy or ve
yaşamdan çıkardığı dersleri ibret olsun diye başkalarına aktarmıy or. îhanetler
hep ihanetlerle kanıtlanıy or ama yine de çoğalıyor. Bu ise yalnızca maddi
çıkarlarla açıklanamaz! Bir düşünün, 30 yıl süreyle ABD hizmetinde olan bir
Mübarek şimdi kafeste ve ihanetiyle ilgili bir kelime söyleyip bir kez olsun
kahraman olmayı ya da en azından vicdanı rahat ölmeyi düşünmüyor ya da göze
almıyor, alamıyor. Belki de ABD başından beri Mübarek ve benzerlerini seçerken
bunun böyle olacağını biliyor.
"Arap Baharı" Başlıyor
Çok zekice hazırlandığı ve uygulanmasına
kurnazca başlandığı daha sonra anlaşılacak olan BOP'un yaşama geçirilmesi
uğraşı içinde ABD bölgede çok şey yaptı. Obama'nın Kahire ziyareti BOP'un bu
ülkeden başlayarak coğrafyamızı değiştireceğinin sinyaliydi. Çünkü Mısır Arap
ve Müslüman âleminin önemli bir ülkesiydi ve ABD'nin bölgesel politikalarının
en önemli unsuruydu. Üstelik Amerikalılar Mısır'daki değişim için yıllardır
çalışıyor ve hesaplarını çok iyi yapıyorlardı. Çünkü Mısır'da iktidara
getirilecek İslamcılar başta Türkiye o lmak üzere tüm bölge için önemliydi.
Çünkü İslamcıların ideolojik kaynağı Müslüman Kardeşler hareketi 1928'de
Mısır'da doğmuş ve tüm Arap ve Müslüman ülkeleri etkilemişti.
Ancak Tunus'ta Buazizi'nin beklenmedik bir anda
kendisini yakması ve halkın sokaklara dökülmesiyle ABD ve müttefiki Batılı
ülkeler şok yaşamalarına rağmen bu gelişmelerle başlangıçta ilgilenmediler ya
da öyle göründüler. Çünkü hiç kimse Tunus gibi önemsiz bir ülkede başını
komünist ve Arap milliyetçilerinin çektiği bir ay aklanmay la meşgul olmak
istemiyordu. Üstelik 23 yıldır iktidarda olan Bin Ali bu
"çapulcuları" yenebilecek güçteydi! Ancak Tunus halkı Batı'nın bu
beklentisini boşa çıkarttı. Geç de olsa sonunun geldiğini anlayan Bin Ali
klasik silahına başvurarak Batı'nın desteğini aradı ve "Ben gidersem
radikal İslamcılar gelir" dedi. Dedi ama Batı beklenildiği gibi oralı
olmadı ve Bin Ali'nin 23 yıl süren iktidarının son bulmasında sakınca bulmadı.
Böylece ülkesine ve halkına 23 yıl süreyle kötülüklerin en kötülerini yapan
namıdiğer Gestapo Bin Ali 23 gün süren halk ayaklanması sonucu 14 Ocak 2011'de
kaçmak zorunda kaldı ya da kaçırıldı. Önce Fransa'ya yöneldi ama Sarkozy inişine
izin vermeyince Batı'nın kölesi gerici Suudi Arabistan'a yöneldi. Kaddafi
uçaklarının korumasıyla havada dolaşan Bin Ali, Başkan Obama'nın Suudi Kralı
Abdullah'ı arayarak, "Alın bu garibanı" demesiyle Cidde Havaalanı'na
inebildi. Batı ise o sıralar, "Biz bu halk devriminden nasıl
yararlanırız?" hesabı yapıyordu. Nasıl olsa Tunuslu generaller hep ABD ve
Fransa'nın dostuydu ve başta İslamcı El-Nahda'nın lideri Gannuşi olmak üzere
birçok muhalefet lideri yıllardır Paris, Londra ve Berlin'de yaşıyordu.
Tunus Denilen Ülke
1956'da bağımsız olan Tunus Osmanlı dönemini
bir yana bıraksak bile Türkiye ve Türkiye'deki cumhuriyet deneyimi açısından
çok önemlidir. Bağımsızlıktan sonra ülkenin ilk cumhurbaşkanı olan Habib
Burgiba müthiş bir Atatürk hayranıydı ve Atatürk'ün cumhuriyetin ilk yıllarında
Türkiye'de yaptıklarının aynısını yaptı ya da yapmaya çalıştı. Fes devrimi,
zorunlu eğitim, kadınlara mutlak haklar gibi önemli kararlara imza atan Burgiba
çokeşliliği yasakladı, kadının izni olmadan evlendirilmesini ve izni olmadan
boşanmasını yasakladı. Ülkesini Batı'nın bir parçası haline getirmek isteyen
Burgiba 1978 yılına dek ülkesini sorunsuz yönetti. Çünkü orduyu "laik
düzenin" koruyucusu olarak örgütledi ve iktidarını hep polisiye yöntemlerle
korudu. 1 978'de ülkede ilk kez işçi ay aklanmaları yaşandı ve yüzlerce insan
öldürüldü. 1984'te tekrarlanan ve "Ekmek Devrimi" adı verilen yeni
ayaklanmalarda yeniden yüzlerce insan öldü. îç kargaşayı fırsat bilen İsrail,
Tunus'taki Filistin Kurtuluş Örgütü'nün merkezine yönelik operasyon düzenledi
ve Arafat'ın sağ kolu olarak bilinen Ebu Cihat'ı öldürdü. îç ve dış sorunların
giderek tırmanması sonunda Başkan Burgiba Fransa ve ABD'de askeri ve istihbarat
eğitimi alan Zeynelabidin Bin Ali'yi askeri ataşe olarak görev yaptığı
Polonya'dan çağırarak içişleri bakanı yaptı.
Bin Ali ise bir yıl sonra doktorların,
"Bunadı ve iş yapamaz" raporunu gerekçe göstererek Başkan Burgib a'y
ı görevden aldı ve yerine kendisi geçti. Daha ilk günden ABD, Fransa ve diğer
Batılı ülkelerin desteğini alan Bin Ali başlangıçta "demokrat" gibi
gözükerek muhalefetle diyaloğa başladı ve onlara bazı haklar vereceğini
söyledi. Ancak bu sözler hiçbir zaman yerine gelmedi ve muhalefet liderleri peş
peşe ülkeden kaçmaya başladı. Hem de Bin Ali'ye büyük destek veren Fransa,
îngiltere, Almany a ve diğer Batılı ülkelere. Kaçanlar ve bu ülkelerde yıllarca
"el üstünde" siyasi göçmen olarak kabul görenler arasında İslamcı
El-Nahda'nın lideri Raşid Gannuşi ve şu an ülkenin başbakanı olan Munsif
Marzugi de vardı. Muhalefet liderlerinin Batılı başkentlerde rahatça dolaşıp
Bin Ali karşıtı nutuk çekmelerine izin verilirken Bin Ali ülkede istediği her
şeyi yapıyordu.
2003'te Tunus'u ziyaret eden dönemin Fransa
cumhurbaşkanı Chirac, "Ben Tunus'ta insan hakları ihlali olarak yalnızca
açlığı gördüm" diyerek Başkan Bin Ali'nin demokratikleşme mücadelesine
destek verecekti. 2009'da 4. kez cumhurbaşkanlığına seçilen Bin Ali 2006'da
ülkede "gericilik sembolü" olarak tanımladığı türbanı lise ve
üniversitelerde yasakladı ve Tunuslulardan bir "cahiliye geleneği" o
larak nitelendirdiği hacca gitmemelerini ve orada harcayacakları paraları
Tunus'un kalkındırılmasına harcamalarını istedi. Fransa ve ABD'ye her türlü
askeri ve istihbari kolaylık sağlayan Bin Ali Batılı ülkelerden aldığı destekle
Tunus'u bir aile şirketi gibi y ö netti ve çevresindeki herkesi zengin etti.
Ancak bu zenginlik işe yaramadı. Çünkü ülkeyi 23 yıl demir yumrukla yöneten Bin
Ali 23 gün içinde ülkesinden kaçmak zorunda kaldı ve çevresindeki birçok kişi
ya tutuklandı ya da başka yerlere kaçmak zorunda kaldı. Bunların
arasında Bin Ali'yle emniyet genel müdürü
olduğu dönemlerde tanışan ve kısa bir süre sonra onunla aşk ilişkisi yaşamaya
başlayan eşi Leyla Hanım sahip olduğu güzellik salonunu yeni aşk yuvasına
çevirmişti. Bin Ali'yi eşini boşaması konusunda ikna eden Ley la Hanım kısa bir
süre sonra ülkenin hâkimi durumuna geldi ve tüm aile sini politika ve
ekonominin başına getirdi.
WikiLeaks belgelerinde Leyla Hanım'la ilgili
çok şey yazıldı. Ancak bu yazılanların en ilginç olanı Leyla Hanım ile Bin
Ali'nin önceki eşinden olan çocukları arasındaki iktidar kavgası hikâyeleri. Bu
hikâyelere göre Leyla Hanım, Hürrem Sultan'ı aratmayacak şekilde 2013'te bir
saray darbesiyle eşinden kurtulmay ı ve tüm iktidarı ele geçirmeyi
amaçlıyormuş. Devrim sonrasında Tunus kaynakları Leyla Hanım'ın Mossad'la yakın
ilişki içinde olduğunu ve Filistin Kurtuluş Örgütü'nün Tunus'taki ofisinin
1988'de basılmasında ro lünün olduğunu an latıy o r. Başkan Obama'nın eski dostu
Bin Ali'yi bölgenin "demokrasi abidesi" Suudi Arabistan gibi çağdışı
bir ülkeye göndererek Cidde'de özel bir villada yaşamasını sağlaması bakalım
Leyla Hanım'ı ne kadar mutlu edecek? İntihara kalkıştığı yönde bilgilerin
geldiği moda, eğlence ve aşk düşkünü Leyla Hanım için bu zor bir yaşam
olacaktı. Ama en azından Mübarek gibi kafese konulmadı.
Belki de Başkan Obama başta Kaide olmak üzere
Batı'nın İslamcılara karşı savaşında Bin Ali'nin ABD'ye özel olarak yardım
ettiğini ve bu savaşta ön saflarda yer aldığını unutmamıştı. Ama ne ilginçtir
ki Bin Ali ve Batı'nın savaştığı İslamcılar bu kez yine Batılıların yardımıyla
Tunus'ta iktidara geliyordu. Çünkü Bin Ali'nin direnmeden kaçmasını sağlayan ve
İslamcıların iktidar yolunu açan Tunus ordusu talimatları eskiden olduğu gibi
Washington'dan almıştı. Tıpkı Bin Ali iktidarını koruduğu, geçen 23 yıl içinde
olduğu gibi.
Kızıl Devrim Nasıl Yeşil Oldu?
Muhammed Buazizi 17 Kasım 2010'da kendini
yakmadan önce Tunus'un çeşitli yerlerinde gösteriler yapılıyordu. Buazizi
olayından sonra on binlerce Tunuslu aniden ve çok örgütlü bir şekilde sokaklara
döküldü. Gösteriler hızla yayılıyordu. Gösterilerin başında hep sendikalar,
sivil toplum örgütleri, komünistler, milliyetçiler, liberaller ve her kesimden
işsizler ve sosyal medya üzerinden ay lard ır örgütlenen gençler bulunuyordu.
Hepsinin de dolaylı dolaysız Batılı benzer örgütlenmelerle ilişkisi vardı.
îkinci haftasına kadar İslamcılar ise sokaklara çıkmamayı tercih etmişti. Ancak
Bin Ali'nin gideceği yönünde sinyaller alınmaya başlandığında El-Nahda
yanlıları gösterilere katılmay a başladı. Amerika'dan gelen talimatlarla duruma
el koyan generaller Bin Ali'nin kaçma işini örgütledi ve iktidara el koydu.
Muhalefet liderleri ise peş peşe ülkeye dönmeye başladı ve kısa bir bocalama ve
geçiş döneminden sonra ülkede 23 Ekim 2011'de seçimler yapıldı.
İslamcılar İktidara!
Çok ilginç bir ortamda yapılan seçimlere 116
parti katılmış ve 145 kadar partinin kurulup seçimlere katılmasına izin
verilmemişti. Seçime katılan partilerin bazıları ortak listelerle seçime
katılırken İslamcı El-Nahda Partisi gibi güçlü olanlar tek başına seçimlere
girdi. Camiler ise El- Nahda'nın yoğun olarak kullandığı propaganda alanları
oldu. Hemen hemen tüm cami imam ve hatipleri El-Nahda için çalışıyordu. Diğer
partiler kendi aralarında kavga ederken El-Nahda bu durumdan y ararlanarak
diğer tüm partileri "liberal" başlığı altında toplayıp hepsini din
düşmanı ilan etmişti. Yani İslamcılar için geleneksel çatışma içinde
"laik" kavramı yetmiyor, kendilerinden başka olan herkesi "din
düşmanı" ilan ediyorlardı. İslamcılar ayrıca seçmene hep Bin Ali dönemini
hatırlatarak, "Laik ve liberal tüm partiler Bin Ali gibidir" diyordu.
Böylesi keskin sloganlarla seçime giren El-Nahda doğal olarak zafer kazanacaktı.
Üstelik Tunus'ta da yaygın bir şekilde izlenen El-Cezire televizyonu seçimlerle
ilgili özel programlar yapıyor ve El-Nahda'y a destek veriyordu. Başta ABD o
lmak üzere Batılı ülkelerin, "İslamcılar iktidara gelirse bizim için
sakıncası yok" türünden açıklamaları ise kararsız Tunuslu seçmenleri
El-Nahda'ya yönlendirdi. El-Cezire ve Arap Baharı y anlısı tüm bölgesel ve
uluslararası medyanın "seçime katılma oranı çok yüksek" türünden
haberleri de kararsızları sandıklara yönlendirdi. Oysa sonuçlar açıklandığında
bu katılım oranının %54'ü geçmediği anlaşılmıştı. Üstelik 7,5 milyon seçmenden
yalnızca 4 milyonu adlarını seçmen kütüklerine yazdırmıştı. 4 milyonun %54'ü
sandığa gittiğine göre seçilenler Tunusluların yalnızca %40'ının oyuyla
seçilmişti. Demek ki medya bir kez daha yalan söylemişti. Tunus'ta demokrasi
halkın ancak %40'ının ilgisini çekmişti. Ya da daha esprili bir ifadeyle,
Tunusluların yarısı "yasemin" kokusundan hoşlanmamış ya da
etkilenmemişti!
Ayrıca medya seçime katılma konusunda olduğu
gibi El-Nahda'nın büyük zaferi konusunda da gerçeği yansıtmıyordu. Daha doğrusu
gerçeğin bir bölümünü yansıtıyordu. Yani seçime katılan diğer partilerin
kazandığı sandalyelerin toplamı El-Nahda'dan çok daha fazla olmasına rağmen
medya bunu görmezlikten geliyordu. Çünkü diğer partilerin tümü genel tanımıyla
"sol ve liberal"di ve hepsi "laik" partilerdi. Ama bir
türlü de kendi
aralarında anlaşamamıştı.
Seçim sonuçları:
El-Nahda (İslamcı) |
89 sandalye |
||
Cumhuriyet İçin Kongre Partisi (milliyetçi sol) |
29 |
||
Halkçı Katılım (liberal bağımsızlar) |
26 |
||
>Özgürlükler ve Emek İçin
Demokratik Blok (sosyal demokrat) |
20 |
||
İlerici Demokratik Parti (orta
sol) |
16 |
||
Çağdaş Demokratik |
5 |
||
Merkez (liberal sol) İnisiyatif
Partisi (Bin Ali yandaşları) |
5 |
|
|
Tunus'un Ufukları Partisi (liberal) |
4 |
|
|
Komünist İşçi Partisi |
3 |
|
|
Halk Partisi (Arap milliyetçisi) |
2 |
|
|
Sosyal Demokrat Parti |
2 |
|
|
Bağımsızlar ve küçük partiler |
16 |
|
|
Toplam |
217 |
|
|
Bu sonuçların resmen açıklanmasından sonra |
|
||
El-Nahda hükümeti kurma çalışmalarına başladı ve diğer
partilerden üçüyle anlaştı. Bir ay süren görüşmelerden sonra kurulan hükümet 23
Aralık
2011'de 154 üyenin desteğiyle güvenoyu aldı.
Ağırlıklı olarak El-Nahda üyelerinin yer aldığı bakanlar kurulunda Başbakan
Hamadi El-Cibali dahil El-Nahda'dan 14 kişi var. Koalisyonun birinci ortağı
olan Cumhuriyet îçin Kongre Partisi'nden 4 ve Özgürlükler ve Emek îçin
Demokratik Blok'tan 5 kişi var. Geri kalan 7 sandalye bağımsızlara verildi. Bu
arada koalisy onun üç ortağı arasında varılan anlaşma gereği başbakanlık
El-Nahda'ya bırakılırken cumhurbaşkanlığı Kongre Partisi lideri Munsif
El-Marzugi'ye bırakıldı. Hükümetin en önemli bakanlıklarından biri olan
dışişleri bakanlığı politikanın perde arkası yönlendiricisi ve El- Nahda'nın
lideri Raşid El-Gannuşi'nin kızının kocası, yani damadı ve geçen yıla kadar El-
Cezire televizyonunda danışman o larak çalışan Refik Abdülselam'a verildi.
Abdülselam dış temasları ve hükümet içi çalışmalarıyla ilgili o larak sürekli
kayınpederine bilgi veriyor ve onun talimatıy la çalışıyor. însan hakları
savaşçısı olan Marzugi son 10 yılını Bin Ali'ye sınırsız destek veren Paris'te
sürgünde geçirdi. Koalisyon ortakları arasında y apılan anlaşma gereği Kurucu
Meclis'in başkanlığına Özgürlükler ve Emek Bloku lideri Mustafa bin Cafer
seçildi. Kurucu Meclis ise îkinci Cumhuriyetin anayasasını hazırlayacak ve
1956'da kurulan Birinci Cumhuriyetin tüm izlerini ortadan kaldırdıktan sonra
ülkey i yeni seçimlere götürecek.
Yeni anayasayla yapılan tartışmalar en sıcak
haliyle devam ediyor. Tek başına iktidar olamayan El-Nahda doğal olarak iki
ortağının koşullarına boyun eğecek ancak îslam'a vurgu yapacak yeni anayasanın
kaleme alınmasında dıştan alacağı destek oranında ısrar edecek. Nasıl olsa
Tunus halkı genel olarak dinine ve geleneklerine bağlı bir halktır. Bin Ali'nin
baskıcı yönetiminden umutsuzluğa düşen ve y alnızc a ekmek derdinde olan
Tunuslular diğer Arap ve Müslüman halklar gibi hep kaderci olmayı tercih etmiş
ve kendini muhafazakârlığı da içeren dine vermişti. Durum böyle olunca dinsel
söylemler Tunusluları etkilemiş ve insanlar iç ve dış propagandanın da etkisiy
le El- Nahda'y a oy vermiştir. Bin Ali'nin y ıkılmasından sonra kurulan diğer
partiler örgütleme gücünden yoksun ve mali olanakları zayıf olduğu için
Tunuslulara ulaşamadılar. Oysa cami destekli örgütlenmesini çok önceden yapmış
olan El- Nahda dışarıdan aldığı mali destek ve siyasal ve propaganda desteğiyle
seçmenlere kolay ulaşmış ve onları duygusal söylemlerle ikna edebilmişti.
Batı'nın genel olarak îslam ve Müslümanlara yönelik tavrı da El-Nahda'nın işine
yaramış ve Fransa, îspanya'da ve diğer Avrupa ülkelerinde yaşayan bir milyon
kadar Tunuslu'nun büyük bölümü El-Nahda'ya oy vermişti.
Genel tanımıyla "laik" partilerin
kendi aralarında bir türlü anlaşamaması ise seçmenleri küstürmüş ve bazılarını
El-Nahda'y a y önlendirmişti. El-Nahda da seçimi bir laik- îslamcı savaşına
dönüştürmey i başarmış ve seçmene, "Bizim dışımızdaki tüm solcu, liberal,
milliyetçi partiler laiktir ve Bin Ali'den farkı y oktur" diyerek ya da
ima ederek veya anımsatarak öne geçebilmiştir. Böylece devrimi yapan gençler
bir kez daha gerilerde kalmış ve Tunus 21. yüzyılın coğrafyamız için uygun
gördüğü İkinci Cumhuriyet'e doğru yürümeye başlamıştır. Oysa seçim öncesinde
yapılan kamuoyu yoklamalarında Tunusluların %45'i laik anayasayı, %40'ı da
şeriat anayasasını istediğini söylemişti. Aynı yoklamada Tunuslu erkeklerin
%55'i miras konusunda erkeklerle kadınların eşitliğine hayır demiş, %40'ı da
bunu onaylamıştı!
Askerleri devreye sokarak Bin Ali'nin Suudi
Arabistan'a gönderilmesini sağlayan ABD ve müttefiki Batılılar 20. yüzyılın
demode modası Birinci Cumhuriyet'in sona ermesinden ve îkinci Cumhuriyet'in bu
kez İslamcılar tarafından kurulmasından memnundu. Çünkü Batılılar kendi
projelerinin başarıyla Tunus'ta uygulandığını ve süreç içinde tüm kontrolün
kendilerinde olacağını hesaplıyorlar. Onlara göre Tunus'taki yeni iktidar Bin
Ali'den farklı olmayacak ve Tunus yine Batılıların çıkarlarını gözeterek
varlığına devam edecektir. Bu planda herhangi bir aksama ya da sorun meydana
geldiğinde Batılılar bildik yöntemlere başvurarak Tunus'u karıştıracaklardır.
Gelen bilgilere bakılırsa Batılı ülkeler farklı kurumlar üzerinden El-Nahda
karşıtı parti, dernek, örgüt ve sivil toplum örgütlerine şimdiden milyonlarca
dolar yardımda bulunmaya başlamış bile. El- Nahda'nın başkanlığını yaptığı
hükümet ise IMF ve benzeri uluslararası kuramların desteği olmadan ayakta
kalamayacağını biliyor ve sürekli Batı'ya olumlu mesajlar gönderiyor. Örneğin
Suriye Büyükelçiliği'ni kapatan ilk ülke Tunus oldu. Şubat 2012 sonunda
Tunus'da y ap ılan Suriy e ile ilgili ilk uluslararası toplantıda Suriye
muhalefetine silahlı yardım yapılması konusu konuşuldu. Böylece yeni Tunus
yönetimi ABD ile ilişkilerinde ilk sınavını başarıyla verdi. ABD ise hemen
peşinden Tunus borsasına beş yüz milyon dolarlık güvence verdi.
Sıra Mısır'da
Herkes Tunus'ta olup bitenlerle uğraşırken 42
yıldır Mübarek yönetimi altında her şeyini kaybetme aşamasına gelen Mısır
halkı, "Ben de varım" dedi. Hızla gelişen halk devrimiyle 17 gün gibi
kısa bir sürede Mısır halkı bölgenin en rezil ve herkes için çok tehlikeli
liderini devirdi. Mübarek de 30 yıl süreyle hizmet ettiği Batı'ya, "Ben
gidersem İslamcılar gelir" diyerek kurtarılmasını bekledi ve halkı
yumuşatmak amacıyla İstihbarat Daire Başkanı Ömer Süleyman'ı kendisine yardımcı
atadı ama işe yaramadı. Çünkü Amerika'dan gelen talimatlarla 11 Şubat'ta duruma
el koyan generaller Mübarek'i istifaya zorladı ve iktidarı devraldı. Askerlere,
"Darbe yapın" diyen Savunma Bakanı (Mısır'da genelkurmay başkanından
önemli) General Tantavi bir hafta önce Washington'daydı. Genelkurmay Başkanı
Anan ise darbe yapıldığında Amerika'da gezisini sürdürüyordu. Benzer şekilde
Mübarek'in y ıkılmasının birinci yılında Tantavi bir kez daha ABD'ye gitti ve nelerin
yapılacağını konuştu.
2008 tarihli WikiLeaks belgesinde ABD Kahire
Büyükelçiliği'nin bir belgesinde Tantavi için, "O çok kibar ve terbiyeli
bir general" deniyordu. Üstelik Tantavi ve Anan Amerika'nın telkinleriyle
2005'te, yani BOP ilan edildikten sonra bu görevlerine sürpriz bir şekilde
(Kenan Evren olayında olduğu gibi) Mübarek tarafından getirilmişti. Yani ABD
2005'ten itibaren çok sevip güvendiği (!) Mübarek'ten kurtulmanın hesaplarını
yapmaya başlamıştı. 19 Şubat 2011'de New York Times'ın başmakalesinde
ise Amerikan yönetiminin generallere çok güvendiğini ve bu generallerin halka
asla ateş açma emri vermeyeceğini yazacaktı. Gelgitli bir dönemden sonra
generaller İslamcıları iktidara getirecek seçimlerin yolunu açtı. Daha seçim
kararı alınmadan önce bile İslamcılar yoğun bir kampanya başlatmış ve Tunus'ta
olduğu gibi kendilerinden başka herkesi "liberal" başlığı altında
toplayarak "kâfir" ilan etmişti. Fetvaların havada uçuştuğu günlerde
Müslüman Kardeşler ve Selefi Nur Partisi'nin yandaşı din adamları akla
gelmeyecek her konuda fetva vererek insanları etkilemeye ve kendi lehlerine oy
kullanmaya yönlendiriyorlardı. Örneğin Selefi din adamı Mahmud Amer ilginç
fetvasında, "namaz kılmayan Müslüman'a ve şeriatı uygulayacağını
söylemeyen Kıpti, liberal ve laiklere oy verilmemesini" isteyecekti. Yine
Selefilerin en önemli din adamlarından Abdülnebi Şahhat, "Nobel sahibi
Necip Mahfuz'un kitaplarının rezilliklerle dolu olduğunu ve küfre davet
ettiğini" söyleyerek "y asaklanmasını" istemiş ve demokrasinin
de kâfirlik olduğunu savunmuştu.
Kadın ise seçim kampanyasının en ilginç
malzemesiydi. Selefi din adamları kadınların hiçbir şekilde çalışmamasını
savunurken bazıları, "Çalışabilir ama asla yönetici olamaz" diyordu.
Bazıları ise çarşıya çıkıp "muz ve hıyar almamasını", bazıları da
kızların hiçbir şekilde laik, liberal erkeklerle evlenmemesi gerektiğini
söylüyordu. Ünlü Selefi din adamı Hazem Salah ise kadınlarla erkeklerin hiçbir
şekilde kamu kurumlarında birlikte çalışmamaları gerektiğini söylüyordu. Selefi
El-Nur Partisi milletvekili adayı Muhammed Abdülhadi de partisinin mutlaka
seçimi kazanacağını, çünkü Kuran'ın buna işaret ettiğini söyleyecekti. Din
adamı Mustafa Adavi ise kadınların kıvırtarak yürümelerine neden olduğu için
yüksek topuklu ayakkabıların yasaklanmasını istiyordu. Selefilerin ağırlıklı
olarak bulunduğu parlamentoda ise bir parlamenter 6 Şubat 2012'de aniden ezan
okumaya başladı. Başkanın itirazına rağmen devam eden parlamenter daha sonra,
"Toplantı saatleri ezana göre ayarlanmalı" diyerek bu ezanı hep okuy
acağını söyledi. 'Kavga edip burnumu kırdım' diyerek burnundaki bandı
açıklamaya çalışan selefi bir milletvekili ise e stetik yaptırdığı ortaya
çıkınca utancından istifa etmişti. Özetle Mübarek ve ekibinin "laik ve
liberal" olması İslamcı partilerin işini kolaylaştırımıştı. Çünkü
İslamcılar liberal ve laik düşünce ve uygulamalarının o lumsuzluklarıy la örnek
vermey e kalkıştıklarında insanlara hemen Mübarek döneminin her alandaki
kötülüklerini anlatıyorlardı. El-Ezher ise İslamcılara oy vermesi beklenen
yoksul Mısırlıları motive etmek için "oy kullanmamanın haram
olduğunu" söyleyecek kadar ileri gidecekti. Birçok imam ve hatip Fas ve
Tunus seçimlerinde olduğu gibi Mısır seçimlerinde de cuma namazına gelen
insanlara, "Oy kullanmak namazdan daha büyük bir ibadettir" diyerek
insanları sandıklara ya da direkt olarak İslamcı partilere oy vermeye
yönlendirdiler.
Devrimi gerçekleştiren gençler ise oyuna
geldiklerini anladılar ama bu çok geç olmuştu. Kasım 2011'de başlayan ve 10
Ocak'ta biten üç aşamalı seçimlerde sonuçlar beklenildiği gibi çıktı. Ortada
tek bir sürpriz vardı, o da Selefi Nur Partisi'nin ilginç zaferi.
Seçim Sonuçları:
Mısırlı
için Demokratik İttifak (Müslüman
Kardeşler'i temsil eden
Özgürlük ve Kalkınma Partisi ile 9 parti ve grubun oluşturduğu seçim ittifakı)
235
İslami Güçler İttifakı (Selefi 121 El-Nur
Partisi ile 3 İslamcı ea afğu psfffin 36 oluşturduğu İttifak)
Mısır Bloku (liderliğini daha çok Kıptilerin
oluşturduğu Özgür Mısırlılar Partisi ile 34 13 parti ve grubun oluşturduğu ittifak)
Yeni Ortam 10
Reform ve Kalkınma Partisi 8
Devrim Devam Ediyor 7 Partisi
Özgürlük Partisi
Milliyetçi Mısır Partisi. .
Mısırlı Vatandaş~PartiSi
Birlik Partisi
Demokratik Barış Partisi 1
Arap Mısır Birliği Partisi 1
Geçici anayasanın gereği olarak Askeri Konsey
Başkanı General Tantavi de 10 kişiyi kendisi seçti. Şubat'ta yapılan senato
seçimlerinde ise oy kullanma oranı bu kez %3'ü geçmedi ve kazanan yine Müslüman
Kardeşler ile Selefiler oldu. Şimdi ise herkes heyecanla Cumhurbaşkanlığı
seçimini bekliyor.
Mısır Denilen İlginç Ülke
Birçok analizde Mısır ile Türkiye arasında hep
bir bağ kurulur. Çünkü Mısır Arap âleminin en büyük ülkesi, Türkiye ise îslam
âleminin liderliğine oynuyor. Şii İran'ı bir yana bıraksak bile Mısır ile
Türkiye arasında ilginç bağları görebiliriz. Bugün bölgemizde yaşanmakta olan
gelişmelerde olduğu gibi geçmişte de bu "tesadüfi" bağlar hep anlamlı
olmuştur. Örneğin Ağustos 1516'da Mercidabık Savaşı'nda I. Selim Memluklu, yani
Türk kökenli Sultan Kansu Gavri'yi yenerek Suriye'ye girmiştir. Selim Mısır'ı
da Memluk Sultanı Tomanbay'ı Ridaniye Savaşı'nda yendikten sonra Ocak 1517'de
alarak Müslümanların halifesi olmuştur. 1805'ten sonra Kahire ile İstanbul
arasındaki sorunlarda yine bir Osmanlı subayı olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve
sonraki dönemlerde onun ailesini görürüz. Birinci Dünya Savaşı sonrasında ve
Osmanlı'nın dağılmasından sonra Kahire-îstanbul ve sonrasında Ankara ilişkileri
farklı anlamlar içermeye başladı.
Örneğin Atatürk Ankara'sı ile Lozan
görüşmelerine hazırlanan îngilizler 24 Şubat 1922'de Mısır'ın bağımsızlığını
tanırlar ama askeri varlıklarını bu ülkede sürdürürler. 24 Temmuz 1923'te ise
Mısır ile Türkiye ilişkileri tümüyle sonlandırılır ve Lozan'da Osmanlı-Mısır
bağlantısı 17, 18, 19. maddelerle tümüyle kesilir. Böylece 1517'de başlayan
Osmanlı'nın Mısır ilişkisi 406 yıl sonra son bulur. Ama Kahire y önetiminde
yine de Kavala'nın torunları iktidarlarını 1953 yılına kadar sürdürür. Çünkü 23
Temmuz 1952'de Cemal Abdülnasır'ın başını çektiği Hür Subaylar Grubu askeri bir
darbeyle iktidarı ele geçirmiş ve Haziran 1953'te Mısır'da kraliyet sistemine
son vererek yeni bir cumhuriyet kurmuşlardı. Ama o sırada Nasır'ın tersine
Ankara'da ABD, NATO ve Batı'yla bütünleşen bir DP iktidarı vardı. Bu iktidarın
Arap ve Ortadoğu politikası sonucu Ankara- Kahire ilişkileri hızla
gerginleşiyordu. Çünkü Asvan Barajı için Dünya Bankası'ndan kredi alamay an
Nasır yavaş yavaş Sovyetler Birliği'ne y anaşmay a başlamış ama Ankara her gün
daha fazla Amerikan yanlısı olmuştu. Suriye'nin Nasır'a y anaşması ise
Kahire-Ankara ilişkilerini daha da gerginleştiriyordu.
İşte bu dönemde (1950-1960) Türkiye Bağdat
Paktı'na girer, onlarca Amerikan ve NATO üssünün kendi topraklarında
yerleşmesine izin verir. Ankara bu üslerin Lübnan ve Ürdün'de halk ay aklanmalarına
karşı kullanılmasına izin verir ve 1956'da Mısır'a saldıran İngiltere, Fransa
ve İsrail ordularının bu üsleri kullanmalarına ses çıkarmaz. 1957'de İsrail
Başbakanı Ben Gorion'la gizlice buluşan Menderes hiçbir anlamı yokken Suriye
sınırına 1 milyon mayının döşenmesine onay verir ve Suriye sınırına asker
yığar. Aynı Menderes hükümeti BM'de 19581960 döneminde yapılan oylamalarda hep
Fransa'dan yana Cezayir halkının bağımsızlığına karşı oy kullanır. Buna karşı
Nasır ve Suriye Kıbrıs'ta Makarios'tan yana tavır alır. Çünkü 1956'da Nasır
Süveyş Kanalı'nı millileştirdiğinde Yunanlı denizcilik uzmanları Mısır'dan
kovulan İngiliz ve Fransızların yerini alarak Kanal'ın açık kalmasını
sağlamışlardı.
Mısır-Türkiye ilişkilerinde bir başka boyut da
"laik-îslamcı" ilişkisidir. Çünkü Türk İslamcılarının esin kaynağı
olan Müslüman Kardeşler hareketi Mısır'da doğmuştur. Doğumun zamanlaması da
oldukça ilginçtir. Lenin'in büyük desteğiyle "laik" Atatürk, Osmanlı
terekesi olan Türkiye'de yeni bir cumhuriyet kurup önce saltanatı (Kasım
1922'de, yani Mısır bağımsız olduktan 8 ay sonra), sonra da hilafeti (Mart
1924) kaldırınca bu cumhuriyet bölgedeki kurtuluş ve bağımsızlık için mücadele
eden halklar için esin kaynağı olmuştu. Bu yeni süreç emperyalist ülkeleri ve
özellikle İngiliz ve Fransızları tedirgin etmişti. İşte bu nedenle îngilizler
cumhuriyetin kurulmasından sonra bu genç cumhuriyeti içte ve dışta sıkıştırmak
için elinden gelen her şeyi yaptı. îngilizlerin Türkiye içi ilk ay
aklanmalardaki rolünü herkes bilmektedir. îngilizlerin Musul konusundaki pis
oyununu da herkes bilmektedir. Dışarıda ise îngilizler Müslüman Kardeşler
hareketinin Hasan Benna tarafından 1928 yılında kurulmasına anti- emperyalist
ve yurtsever içeriğine rağmen çok sevinmişlerdi. Çünkü onlara göre bu hareketin
motive edeceği dinsel duygular zamanı geldiğinde çok iyi kullanılabilirdi.
îngiliz bu hesabı çok iyi yapmıştı ve bu he sap sonraki yıllarda başarılı bir
şekilde ve özellikle komünistlere ve komünizme, hatta her türlü sol söyleme
karşı çok iyi kullanılmıştı.
îngilizler ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında
yerini alan ABD siyasal îslamcılardan çok iyi bir şekilde y ararlandılar, y
ararlanmak istiy orlar. Bugün Arap âleminde ABD yanlısı ve işbirlikçisi tüm
iktidarlar farklı düzey ve formatlarda kendilerini "İslamcı ya da
şeriatçı" olarak kabul edip öyle ilan etmektedirler. Örneğin Suudi
Arabistan Amerikan köleliğinde ön saflarda ama kral hazretleri "hadem
el-haremin"dir. Yani kutsal mekânların (ABD adına) hizmetkârıdır. 56 Müslüman
ülkede iktidarda olsun ya da olmasın tüm siyasal ve dinsel güçler hep din adına
ülkeyi y önettiklerini söy lerler. Birçoğunun anayasasında, "Kuran
toplumun şeriatıdır" ya da "Yasama kaynaklarından en
önemlisidir" türünden cümleler bulunmaktadır. Oysa Kuran-ı Kerim hiçbir ayetinde
ABD, İngiltere, İsrail ve benzeri ülkelerle işbirliği yapılmasından söz
etmiyor. Oysa bu ülkeler ve benzeri yandaşı ülke ve güçler Kuran'ı hep kendi
çıkarları doğrultusunda kullanmış ve şimdi de yine Kuran-ı Kerim'i ve bu
Kuran'a inananları kullanmaya çalışmaktadırlar. Bu yolu da onlara Enver Sedat
açmıştı.
Atatürk hayranı ve "Askeri kıyafeti
Atatürk'ten dolayı, siyasi liderliği de Gandi'den dolayı sevdim" diyen ve
Nasır'ın 1970'te ölümünden sonra başkan olan Sedat, Batılılara yanaşmak için
ilk önemli mesajını Nisan 1972'de verdi ve bir günde Mısır'da çalışan 70.000
kadar asker ve sivil Sovyet teknisyen ve danışmanını kovdu. Kasım 1977'de
İsrail'e gidip Kenesset'te konuşma yaparak herkesi şaşırttı. Eylül 1978'de
İsrail'le imzaladığı Camp David Antlaşması'yla Sedat tümüyle Batı'nın adamı
olduğunu kanıtlayacaktı.
Gençliğinde Müslüman Kardeşler'in kurucusu
Hasan Benna'yla tanışan ve onun iyi bir insan olduğunu yazıp anlatan Sedat'ın,
Camp David Antlaşması'ndan dolayı İslamcılarla arası hızla bozulmaya başlamıştı.
Suudi Arabistan İstihbarat Şefi Kemal Edhem ve CIA yöneticilerinin tüm
çabalarına rağmen bozulan bu ilişkiler bir türlü düzelmedi. Brzezinsky bile
Eylül 1 980'de Kahire'ye giderek ABD ve Sedat'ın birlikte İslamcılardan
yararlanması gerektiğine dikkat çeken Brezezinisky bu İslamcıları Afganistan'ı
işgal eden Sovyetler'e karşı Yeşil Kuşak teorisi içinde kullanabileceklerini
söyledi. Ama tüm bu çabalara rağmen Sedat İslamcıları bir türlü sevmemişti.
Kaide'nin şimdiki lideri Eymen Zavahiri'nin de kurucuları arasında olduğu El-
Cihat grubu sonunda Sedat'ı 6 Ekim 1981'de bir askeri geçit töreni sırasında
öldürdü. Başkanlık korumaları ise Hüsnü Mübarek'i alıp kaçırdılar. Çünkü
Mübarek bir gün sonra başkan olacaktı. Mübarek ise, "Ne Nasır gibi sert ne
de Sedat gibi yumuşak olacağım" diyerek işe başladı ve İslamcılarla
diyalog kapılarını araladı. Hızla güçlenmelerinden tedirgin olan Mübarek
yeniden İslamcılara karşı cephe aldı ve onlarla mücadele etmeye başladı.
İslamcılar da toplumun farklı kesimlerinde örgütlenerek güç kazanmay a
çalışıyorlardı. Müb arek'in sağ kolu olan ve ülkenin tüm istihbarat
kurumlarından sorumlu Ömer Süleyman ise onların peşindeydi ama bu kontrol
altına alınmalarına yetmedi. Birçok radikal İslamcı y akalanıp zindanlara
atıldı ama Müslüman Kardeşler'e sınırlı da olsa çalışma izni resmi olmamakla
birlikte veriliy ordu. Ömer Süleyman ise Mübarek devrilmeden önce cumhurbaşkanı
yardımcılığına atandı ancak halk karşı çıkınca bu plan işlemedi ve generaller
ABD'nin talimatıyla darbe yaptı.
Peki ülkenin tüm pisliklerinden sorumlu olan
Ömer Süleyman'a ne oldu? Tabii ki ABD'nin koruması altında Suudi Arabistan'a
gitti ve yeni Veliaht Naif Bin Abdülaziz El-Suud'un iç ve dış güvenlikten
sorumlu danışmanı oldu. Demek ki Ömer Süleyman'ın daha yapacağı çok şey varmış.
10-15 yıl sonra mutlaka bu adamın adını bir yerde duyacağız. Bu kitabı saklay
anlar bunu asla unutmasın. Çünkü Ömer Süleyman dünyadaki tüm İslamcı parti,
hareket, grup, cemaat ve benzeri tüm oluşumları ve ilişkilerini çok iyi bilir
ve Mossad ve CIA'le çok iyi ilişkileri olan iyi bir istihbaratçıydı. Örneğin
CIA'in işkence uçaklarında görev almış ve Kaidecilerle hep yakından ilgili
olmuştu.
Sürpriz Örnek Libya
Bir gün önce muhalif bir avukatın
tutuklanmasını protesto etmek için sokaklara dökülen yüzlerce Libyalı'ya
Kaddafi yönetimi çok sert karşılık verdi. Çünkü yönetime bağlı güvenlik güçleri
17 Şubat için sosyal paylaşım siteleri üzerinden y ap ılan gösteri çağrılarına
hazırlık yapmış ve önlemini almıştı. Aynı gün bazı Libyalı muhalif subayların
Fransa'ya kaçtığı bilgisi geldi. Bir gün sonra b aşta Bingazi o lmak üzere
yaklaşık 20 kadar kent ve kasabada irili ufaklı gösteriler yapıldı. Güvenlik
güçleri ve Kaddafi'ye bağlı Devrim Komiteleri göstericilere ateş açtı ve
onlarca kişi öldürüldü. Önceden örgütlenmiş ve dışarıdan yardım aldığı sonradan
anlaşılan "göstericiler" bir gün sonra bazı askerlerin de kendilerine
katılmasıyla Bingazi'de birçok yeri ele geçirdi. Ele geçirilen silahlar ve
Fransa, İngiltere ve Katar'dan geldiği daha sonra anlaşılan askeri yardım ve
ajanlarla göstericiler kısa bir süre sonra Bingazi'yi ele geçirdi. 21 Şubat'ta
Kaddafi'nin adalet bakanı Mustafa Abdülcelil istifa ederek direnişçilere
katıldığını açıkladı. Aynı gün Kaddafi'nin içişleri bakanı ve Kaddafi'nin en
yakın silah arkadaşlarından biri olan Abdülfettah Yunus görevinden istifa
ederek direnişçilere katıldı. Başta Paris ve Londra olmak üzere dışarıda
yaşamakta olan Libyalı muhalifler de Bingazi'ye gelmeye başladı. Peşinden
Mustafa Abdülcelil'in başkanlığını yaptığı Geçici Ulusal Konsey 27 Şubat'ta
kuruldu.
Abdülcelil Amerika'da kurduğu J-Track Liderlik
ve Genç Yetenekler Merkezi ile Arap ülkelerinde birçok genç politikacı,
akademisyen ve sivil toplum örgütü temsilcileriy le temas halindeydi. Konsey'in
başbakanlık ve dışişleri bakanlığını Mahmud Cibril yürütüyordu. Amerikalı ve
Fransızlarla çok iyi ilişkileri olan Cibril, Pennsylvania Üniversitesi'nde
"stratejik planlama" konusunda doktorasını yaptıktan sonra orada
öğretim görevlisi olarak çalışmış ve aralarında Türkiye'nin de bulunduğu birçok
Müslüman ülkede liderlik okullarında seminerler düzenlemişti. Geçici Konsey'in
kurulmasından sonra 27 Şubat'ta BM Güvenlik Konseyi toplanarak 1970 sayılı
kararını aldı. Kaddafi'ye, "Sivil halka karşı silah kullanma"
çağrısını içeren bu karardan sonra BM Güvenlik Konseyi bu kez 17 Mart'ta 1973
sayılı ikinci kararını aldı ve Libya hava sahasını uçuşa yasak bölge ilan etti.
Kararın nasıl uy gulanacağına dair detay lar üzerinde çalışmalar yapılırken
Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy Paris'te Libya'yla ilgili y ap ılan bir
konferansta Fransız uçaklarının Libya'yı bombalamay a başladığını ilan etti.
ABD, İngiltere, Medeniyetler îttifakı'nda Türkiye'nin ortağı olan İspanya,
İtalya, Belçika, Danimarka, Norveç ve Arap ülkeleri olarak Katar, Sudan, Suudi
Arab istan, Birleşik Arap
Emirlikleri, Kuveyt ve Ürdün NATO operasyonuna
destek vereceklerini ilan etti. Ama bunların en heyecanlı olanı Katar ve
BAE'ydi. Bu iki ülkenin ajanları, askerleri ve doğal olarak paraları Libyalı
direnişçilere akıyordu.
Sonrası zaten herkesçe biliniyor. Libya işgali
için en az iki ay öncesinden hazırlıklara başladığı daha sonra anlaşılan NATO
tarihinde ilk kez kendi görev alanı dışında bir ülkeyi işgal etti. Başlangıçta
NATO'nun Libya'ya yönelik bu saldırı ve işgal operasyonuna sert tepki gö steren
Türkiye aradan bir hafta geçtikten sonra tavrını değiştirdi ve Libya
sahillerine savaş gemilerini yolladı. NATO operasyonuna katılan Batılı
ülkelerin istihbarat örgütleri ise çok hızlı bir şekilde Libya topraklarında
operasy onlar düzenlemeye ve direnişçilere yardım etmeye çalışıyordu. NATO
uçakları da yaklaşık 7 ay süren ve Kaddafi'nin öldürülmesiyle son bulan
operasyon süresince 13.000 kadar sorti düzenleyerek on binlerce bomba attılar.
Bu bombardıman ve yaşanan çatışmalarda y aklaşık 60.000 civarında insan öldü ve
100.000 kişi y aralandı. Libya'nın her tarafındaki yıkımın zararı 200 milyar
dolardan fazla olarak hesaplanmaktadır. Bu da NATO'nun Libya'ya getirdiği
"özgürlük ve demokrasi"nin bedeliydi!
Ama hiç kimse de şimdi çıkıp 'Yahu bu ne biçim
özgürlük ve demokrasi' demiyor, diyemiyor. Çünkü herşey çok önceden ve çok iyi
hazırlanmış ve gelişen herşey plana göre yönetilmiş ve sonuçlandırılmıştır.
Durum böyle olunca rüzgara kapılan Libyalılar tıpkı Irak'ta olduğu gibi şimdi
yaşananların muhasebesini yapıyor. Ama iş işten geçmiş ve NATO direkt ya da
yerel oyuncularla bu ülkeyi işgal etmiştir. NATO ve NATO'nın patronlarının
Libya'da, Libya üzerinden Arap coğrafyasında ve genel o larak Afrika'da daha
çok işleri var ve olacaktır.
Libya ve Kaddafi
Tarihsel süreç ve özellikle Birinci ve îkinci
Dünya savaşları açısından önemini ve bu arada Osmanlı tarihi içindeki yerini
bir yana bırakırsak Libya'nın stratejik değeri oldukça ilginç. Arap ülkelerinden
farklı olarak Libyalılar Ağustos 1551'de Müslümanların halifesi Sultan
Süleyman'a mektup yollayarak, "Gelin bizleri Haçlılardan kurtarın"
dediler. Mustafa Kemal'in Libya'daki mücadele günlerinin ise onun bir sonraki
mücadele yaşamındaki yeri farklıdır. Belki de bu nedenle Türkiye'nin
Libyalıların gönlünde yeri farklıydı. Kaddafi 1 Eylül 1969'da askeri bir
darbeyle iktidarı ele geçirdiğinde Kral Sünusi Bursa'da dinlenmekteydi.
Kaddafi'de ise müthiş bir Osmanlı, Atatürk ve Türkiye merakı vardı. Nitekim bu
merakla Kaddafi 1974'te Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında ve sonrasında
Türkiye'ye yardım eder ve tüm olanaklarıyla Türkiye'nin yanında olduğunu
kanıtlar. 1 977'de Türk işadamlarına ve müteahhitlerine Libya'nın kapılarını
açan Kaddafi, Ankara'yla ilişkilerine büyük önem verir. Libya'da kolay bir
şekilde büyük paralar kazanan Türk müteahhitleri Libya'nın sayesinde
uluslararası alanda ün kazandılar. 1980'li yıllarda Libya'da iş yapan müteahhit
sayısı 300, çalışan işçi sayısı ise 250.000'den fazlaydı. "Kaddafi
paralarımızı vermiyor" türünden ortaya atılan iddiaların büyük bölümü ise
yalandı, çünkü içte ve dışta birileri Türkiye-Kaddafi ilişkilerinden hoşnut
değildi.
Bunun da iki nedeni vardı. Kaddafi Güneydoğu'da
yeni başlayan PKK ayaklanmasına sıcak bakıyor ve Kürtleri bir ulus o larak
tanımlıy ordu. Kaddafi zaman zaman da Osmanlıları Libya halkına ihanet etmekle
suçluyor ve "Osmanlılar bizleri îtalyanlara sattı" türünden laflar
ediyor ve tazminat istiyordu. Ama asıl kopma 14 Nisan 1986'da yaşandı. O gün
Amerikan uçakları Trablus'a saldırmış ve Kaddafi'nin evini bombalayarak kızını
öldürmüştü. Dönemin başbakanı olan rahmetli Turgut Özal'ın talimatıyla
Dışişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklamada hem saldırı kınanmış hem de
davranışlarıyla saldırıyı provoke eden Kaddafi ağır şekilde eleştirilmişti.
Kaddafi buna çok kızmıştı. Bu kızgınlık ve
küsme rahmetli Erbakan'ın başbakan olarak Libya'ya gidişine kadar sürdü. 6 Ekim
1996'da Trablus'ta Kaddafi'nin o meşhur çadırında yaşanan gerginlikler yeniden
Türkiye-Libya ilişkilerini sekteye uğrattı. Çünkü Kaddafi Necmettin Erbakan'a
laik Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanı olarak değil kendisinin başkanı olduğu
Uluslararası Devrim Hareketi'nin üyesi olarak hitap ediyordu. Bu rahatlık
içinde Kaddafi Erbakan'a, "Kürt halkını bombalamayın, Amerikan üslerini
kovun..." türünden talimat veriyor ve talimatlarının yerine getirilmesini
bekliyordu. Çünkü Erbakan Uluslararası Devrim Hareketi Konseyi ve yine merkezi
Libya'da bulunan İslam'a Çağrı Cemiyeti Yüksek Konseyi üyesi olarak sık sık
Libya'ya gidiyor ve oradaki top lantı ve etkinliklere katılıyordu. Çünkü
Kaddafi bu iki kurum üzerinden dünyanın neresinde olursa olsun
"anti-emperyalist ve anti-Siyonist" tüm ülke, parti, örgüt, dernek,
medya ve benzeri kurum ve kuruluşlara sınırsız y ardım ediyor ve destek
veriyordu. Bu ise başta ABD o lmak üzere Batı'yı çok kızdırıyordu. Çünkü
Kaddafi bununla da yetinmiyor ve Batı'nın kendisine karşı her davranışına
karşılık bir adım daha atıyordu. Özellikle Amerika'nın 1981'deki Sirt Körfezi'ne
yönelik hava saldırısından sonra. Çünkü Kaddafi de bu saldırıdan sonra terör y
öntemlerine başvurarak karşılık vermey e başlar.
Nisan 1986'da Berlin'de Amerikan askerlerinin
uğradığı bir gece kulübünde patlama oldu. Aralık 1988'de Amerikan yolcu uçağı
Lucarbi üzerinde düşer ve 270 kişi ölür. Bunun üzerine başta ABD ve İngiltere
olmak üzere tüm Batı, Libya'ya savaş açar. BM, AB ve benzeri kurumlar peş peşe
Libya aleyhinde kararlar alır ve Libya'ya ambargo uy gulanır ve uçuşlar
yasaklanır. ABD ve İngiltere Kaddafi'den intikam alabileceklerini düşünüy
orlardı. Çünkü Kaddafi bu iki ülkenin çıkarlarına karşı tüm Afrika halklarına
ve yönetimlerine destek veriyordu. Ama daha önemlisi Kaddafi daha 27
yaşındayken genç bir subay olarak iktidarı ele geçirmiş ve ülkesinde bulunan
Amerikan ve İngiliz üslerini Haziran 1970'te kapatmıştı. Oysa Wheelus Üssü ki
bu üssü 1980'de ilk gezdiğimde şaşkınlığa uğramıştım, Amerika'nın Amerika
dışındaki en büyük üssüydü. Bununla yetinmeyen Kaddafi 1971'de petrolü
millileştirerek Arapların 1973'teki petrol ambargosunda büyük ve etkin rol
oynamıştı. İki taraf arasında gerginleşen ilişkiler Irak'ın işgaline kadar
sürdü. İşgalle birlikte ilginç ama şaşırtıcı gelişmeler yaşandı ve Kaddafi,
"Batı'yla anlaşmazsam benim sonum da Saddam gibi olur" türünden
açıklamalar yapmaya ve Batılı başkentlerle görüşmelere başladı.
Önce Lucarbi saldırısındaki sorumluluğunu
resmen kabul etti ve uçak şirketi ile ölen 270 kişinin ailelerine toplam 2,7
milyar dolar tazminat ödemeyi kabul etti ve Abdulbasıt Magrahi'yi Uluslararası
Mahkeme'ye teslim etti. Bunun üzerine Batılı başkentler ve BM sırayla Libya'ya
yönelik amb argo ve benzeri kararlarını geri aldı ve Batılı liderler Trablus'un
yolunu tuttu. İlk giden de İngiliz Başbakanı Tony Blair (Mart 2004). Peşinden başta
esmer dilberi ve Kaddafi'nin deyimiyle "Afrika'nın Gülü" Condoleezza
Rice ve diğer liderler ve yetkililer. Hepsi de Kaddafi'ye, "Bizimle çalış
sana istediğin her şeyi veririz" türünden telkinlerde bulunuyordu. Kaddafi
de bu telkinlerin etkisiyle Batılılarla işbirliğini genişleterek sürdürdü.
Örneğin Kaddafi'nin sağ kolu, 40 yıllık arkadaşı ve istihbarat başkanı Musa
Kusa Batılı istihbarat örgütlerine bildiği her şeyi anlattı ve özellikle
Kaddafi'nin bir zamanlar işbirliği yaptığı ETA, IRA, Kızıl Tugaylar ve benzeri
örgütlerle ilgili belgeleri aktardı. Bunun üzerine CIA ve İngiliz istihbarat
örgütü MI6 Kaddafi karşıtı İslamcı muhalefetle ilgili bilgiler verdi ve bu
muhalefetin bazı liderlerini y akalay arak Kaddafi'ye teslim etti. Bunlar
arasında ay aklanma sürecinde Trablus'u ele geçiren direnişçi grubun lideri
Abdülhakim Bilhac da vardı. Bin Ladin'le yakın ilişki içinde olduğu bilinen
Bilhac CIA tarafından 2005'te Malezya'da yakalandıktan sonra işkence görmüş,
sonra da 2007'de Kaddafi'ye teslim edilmişti. Kaddaficiler de ona işkence y
aptıktan sonra yine Batı'nın "yumuşama" telkinleri üzerine Nisan
2010'da serbest bırakılmıştı. Çünkü Batılı başkentler Kaddafi'nin oğlu
Seyfulislam'la diyaloğa geçerek reform konusunda babasını ikna etmesi telkininde
bulunuyor ama aynı zamanda el altından içte ve dıştaki muhalefete her türlü
maddi ve manevi destek vererek geleceğin planlamasını yapıyordu.
2004'te Madrid'deki patlamalardan da sorumlu
tutulan Abdülhakim Bilhac ve geçici başbakan Mahmud Cibril'den sonra bir diğer
ilginç örnek de şu andaki Libya başbakanı Abdülrahim El- Kib. El-Kib bir
elektrik mühendisi olarak ülkesinden ayrılıp ABD'ye gittiğinde Libya ile
Washington arasında ilişkiler hızla gerginleşiyordu. Profesör olduktan sonra
ABD ve Ortadoğu'da ABD'ye yakın ülkelerde 30 yıl kadar çalışan El-Kib
Amerika'da düzenlenen Dinler Arası Diyalog etkinliklerine hep katılmış ve
"uyumlu" İslam'ı Amerikalılara anlatmaya çalışmıştı. Batı ile Kaddafi
arasında yumuşama başladığında Libya'ya dönen El-Kib 2005'te Trablus'a gelerek
enerji konusunda bir danışmanlık şirketi kurdu ve b aşta Amerikalı enerji
şirketleri olmak üzere uluslararası şirketlere hep yardımcı oldu ve danışmanlık
(!) hizmetleri sundu. Ama yurtdışına her çıktığında da mutlaka Libyalı
muhaliflerle ve büyük dostu Bernard Levy'yle buluşup değerlendirmeler
yapıyordu. Nasıl olsa bir gün gelip ABD'nin desteğiyle başbakan olacaktı!
Çünkü o hem Libya hem de ABD vatandaşıydı ve
Washington çok iyi plan yapmıştı.Kaddafi ise diğerleri gibi bu planı görmedi ve
oyuna geldi.
Kaddafi Denilen Adam
1 Eylül 1969'da 27 yaşında bir yarbay olarak
askeri bir darbeyle iktidarı ele geçirdiğinde hiç kimse bu adamın 42 yıl
süreyle dünyayı meşgul edeceğini düşünmemişti. Üstelik bu adam ABD ve İngiltere
gibi iki büyük emperyalist ülkeye karşı diklenmiş ve 8 ay gibi kısa bir süre
içinde tüm üslerini Libya'dan söküp atmıştı. 1977'de yazdığı o ilginç Yeşil
Kitap'ındaki düz mantıklı söylemlere rağmen Libya toplumunu ve siyasal
yapısını kendi kafasında oluşturduğu kalıplara göre şekillendirmeye kalkışmasay
dı belki de bu kadar ilgi çekmeyecekti. Ama Batı için Kaddafi'nin en tehlikeli
yanı dünyada tüm anti- emperyalist ve anti-Siyonist ülke, parti, örgüt ve
kişilere verdiği de stektir. Çünkü Kaddafi İngiltere'de Harp Okulu'nda eğitim
gördüğünde kendi deyimiyle "îngilizlerin Arapları nasıl
aşağıladıklarını" görmüştü. Ama aynı Kaddafi artık "gariban" bir
subay değil petrol ve doğalgaz geliri yılda 40 milyar doları bulan bir liderdi.
Kaddafi'nin başta Mandela olmak üzere Afrika'daki kurtuluş hareketlerine ve
başta Nasır olmak üzere milliyetçi ilerici Arap ülke ve güçlerine destek
vermesi Batı'yı daha da tedirgin edip kızdırıyordu. Üstelik Kaddafi ülkesini
baştan başa imar etmeye çalışmış ve 1.800.000 kilometrekarelik bir toprak
parçasını bir ülkey e dönüştürmeye çalışmıştı. îşte Kaddafi'nin bu
"başkalarına bol keseden yardım" sevdası Batı'nın ona karşı
kullandığı belki de en etkili silahtı. Batı propagandası Kaddafi'nin
ideallerini anlamayan Libyalılara, "îşte bakın lideriniz p aralarınızı
çarçur edip başkalarına yediriyor" diyordu.
Çöldeki çadırlardan gelen Libyalılar bu
propagandaya çabuk aldandı. Üstelik Batı aşırı muhafazakâr Libyalılara,
"Bu adam sizi dinden ve imandan da edecek" türünden propagandayı da
ihmal etmiyordu. Muhafazakâr ve dindar Libyalılar kadın özel korumalarla
dolaşan Kaddafi'ye çok kızıyordu. Oysa Kaddafi bu görüntülerle Libyalı
kadınları toplumun içine çekmeye çalışıyordu. Kaddafi iktidarı ele geçirdikten
sonra başbakan olarak çıkardığı ilk yasa (16 Ekim 1969) "kadın-erkek eşitliği"yle
ilgiliydi. Oysa Libyalı kadınlar bunu istemiyordu. Libyalı kadınlar 1988'de
Kaddafi, "Başlık parasını kaldırın" dediğinde de ona çok kızmış,
kıyameti koparmışlardı. İşte böylesi karmaşık bir sosyal yapı içinde kendini
halkına kabul ettirmeye çalışan Kaddafi süreç içinde iç tepkilerle karşılaşır.
Bu tepkileri sert bir şekilde b ertaraf eden Kaddafi zaman içinde
"duygusal halkçı" eğilimlerinden uzaklaşır ve giderek diktatörleşmeye
başlar. Diktatörleştikçe de muhalif tepkiler artar ve bundan zekice yararlanmayı
bilen Batılı başkentler kârlı çıkar. Bu başkentler tüm muhaliflere kapılarını
açarak yardımlarını artırır. Ama Batılı liderler Kaddafi durumu çakmasın diye
Liby a'y a gidip gelmeye devam eder ve Kaddafi'yi kendi ülkelerinde ağ ırlamay
ı ve göklere çıkarmay ı sürdürürler. Berlusconi, Kaddafi'nin elini öper ve
"İslam'a kazandırsın" diye 200 İtalyan dilberini ona gönderir.
Sarkozy ise sarayında Kaddafi'ye yağ çeke çeke bir hal olmuştu. Aynı şeyi tabii
ki Blair ve onun yerine gelen Cameron da yapmıştı. Halkının refahı için
milyarlarca dolarlık yatırım yapan Kaddafi ise demokrasi ve özgürlük söz konusu
olduğunda olabildiğinde pintileşiyordu.
Ayaklanma sürecinde ise Kaddafi'nin yurtdışında
yüz milyarlarca dolarlık serveti var türünden propagandaları tümüyle yalandı.
Yani uluslararası medya Kaddafi'yi aşağılamak için her türlü yola başvuruyordu.
Bu da oyunun bir parçasıydı. Oysa Kaddafi'nin hiçbir yabancı ülkede beş kuruş
kişisel parası yoktu. Kaddafi petrolden kazandığı y aklaşık 200 mily ar doları
dış y atırımlarda değerlendiriyordu. Bu tersi bir bilgi olsaydı yeni yönetim bu
p araları bulup açıklardı. Ama yapılacak hiçbir şey kalmamıştır. Kaddafi
diğerleri gibi oyuna gelmiş ve Batı'yla geliştirdiği son beş yıllık flört onu
kurtarmamıştır. Çünkü Batı bu flörtü Kaddafi'yi kandırmak için başlatmış ve bu
işe yaramıştı. Ama acı olan başta Mandela olmak üzere Kaddafi'den milyarlarca
dolar yardım alan Afrikalı liderlerin hiçbirinin Libya'nın işgaline ve
Kaddafi'nin yaklaşan dramatik sonuna karşı çıkmamasıdır. Bir diğer acı hikâye
Arap ülkelerinin liderlerinin büyük bölümünün Arap Birliği'ni kullanarak
NATO'ya Libya'nın işgalinde önayak olmasıdır. Bu Arap tarihinde ilk kez
oluyordu ve Katar, Suudi Arabistan ve benzeri ülke liderlerinin ihanetini bir
kez daha kanıtlıyordu.
Şimdi Ne Olacak?
NATO'nun işgal operasyonuyla "özgürlük ve
demokrasiye kavuşan" Libyalılar şimdi yeni y önetimin kendilerine
getireceği zenginlikleri bekliyor. Bir zamanlar Kaddafi'nin en yakın
arkadaşları olanlar şimdi yeni yönetimin başında ya da arkasında duruyor.
Örneğin Kaddafi'nin en son dışişleri bakanı olan Musa Kusa. Ay aklanmanın ilk
günlerinde Londra'y a kaçarak Kaddafi'nin tüm askeri sırlarını CIA ve MI6'ya
verdi. Şimdi Katar'ın başkenti Doha ile Londra arasında gidip geliyor. Örneğin
Eylül 1969 darbesini Kaddafi'yle gerçekleştiren Abdülselam Cellud. Ayaklanmanın
ortalarına doğru El- Cezire televizyonuna çıkarak Kaddafi'nin deli ve ruh
hastası olduğunu söyledi. Onun da Kahire'de lüks bir sarayda yaşadığı
söyleniyor. Örneğin Kaddafi'nin yeğeni ve sırdaşı Muhammed Kaddafeldem
Kahire'ye kaç arak Amerikalı yetkililerle buluştu. Şimdi nerede olduğunu bilen
yok. Ve daha başkaları. Geçiş sürecinde olan Libya için Batılılar farklı
senaryolar yazıyorlar. Çünkü Libya'da şu anda en etkili siyasal ve silahsal
grup radikal İslamcılar.
CIA'in Malezya'da yakalayıp Kaddafi'ye teslim
ettiği ve Kaddafi'nin 2010'da serbest bıraktığı Abdülhakim Bilhac şu anda
Trablus'un en güçlü adamı. Ona bağlı en az 30.000 bin silahlı adam var.
Libya'da yaklaşık olarak 65 kadar silahlı grup var ve bunlar her türlü ağır
silaha sahipler. Çünkü ay aklanma sürecinde kışlalardan herkes istediği silahı
evine götürdü. Tanklar, zırhlı araç lar ve hatta uçaksavar füzeleri evlerin
önlerinde duruyor. Her grubun kendi karargâhı, kışlaları ve tabii hapishaneleri
var. Bu hapishanelerde yaklaşık 70.000 kadar Kaddafi yanlısı olduğu sanılıyor.
Uluslararası Af Örgütü bile bunlara çok kötü işkence yapıldığını söylüyor.
Halkına işkence yapıyor diye Libya'yı işgal ederek Kaddafi'yi deviren Batılı ülkeler
ise şimdi iktidardakilerin işkencelerini görmezlikten geliyor. Bu hapishaneleri
yöneten her grubun yüzlerce, hatta binlerce silahlı militanı var ve bunlar
genellikle aşiret bağlarıyla bir araya geliyor. Yani her grubun kabile ve
aşiret uzantıları var. Libya'da irili ufaklı 130 aşiret ve kabile var. Bunlar
arasında her an çatışma beklenebilir.
İşte böylesi karmaşık siyasal ve sosyal bir
Libya'da Batılılar kendi çıkarsal hesaplarını yapıyor. Başta ABD ve İngiltere
olmak üzere herkes Libya pastasının en büyük parçasını kapmaya çalışıyor.
Türkiye ise Müslüman Kardeşler'in iktidara geleceği Libya'ya daha çok ideolojik
ve duygusal yaklaşmayı tercih ediyor. Ekonomik ve stratejik çıkarlar Türkiye'ye
göre bir sonraki he sap ve orta vadede değerlendirilecektir. Durum böyle olunca
ve bunun farkında olan Batılı ülkeler Libya'nın petrolünü, doğalgazını, suy unu
ve hatta güneşini ele geçirmeye çalışıyor. Çünkü Libya petrolü dünyanın en
kaliteli petrolüdür. Çünkü Libya'nın doğalgazı Avrupa ülkelerini Rusya'nın
tekelinden kurtarabilir. Çünkü Libya'nın çölünde yeraltında milyarlarca
metreküp saf ve temiz su bulunmaktadır. Çünkü Libya toprağının fiziksel ve
kimyasal özellikleri ve güneş ışınlarının Libya çölünü daha sıcak ısıtması
güneş enerjisi üreten Batılı şirketlerin ilgisini çekmektedir.
Yani 1911'de Libya'yı Osmanlı'dan pis bir
tezgâhla alan îtalyanlar şimdi aynı pis oyunlarla dostları İngiliz, Fransız ve
Amerikalılarla birlikte yine Liby a'y ı Libya halkından çalmaya çalışıyorlar.
Nasıl olsa deli Kaddafi artık yok ve bu coğrafyada daha birçok "aptal,
deli, süper zeki, diktatör, ruh hastası, kadın düşkünü" Kaddafi'ler çıkar.
Olan Libya halkının 42 yılına oldu. 42 yıl ise Batı hesaplarında yarım plan
kadardır!
Ya Bahreyn?
Haritada bile gözükmeyen Bahreyn'in Batı açısından
iki nedenden dolayı önemi vardır. Petrol ve Körfez'de İran'ı kollama görevi.
Ama Batı ve Bahreyn'i yönetenler açısından ortada bir sorun var. O da Bahreyn
halkının yarısından fazlası Şii, kral hazretleri ise Sünni. Körfez'in diğer
ülkelerinde ise çoğunluk Sünni ama hepsinde de önemli oranlarda Şii
yaşamaktadır.
İşte bu nedenle Tunus, Mısır ve Libya halkı
gibi demokrasi ve özgürlük için 15 Şubat 2011'de ayaklanan Bahreyn halkını
bastırmak için ABD'nin talimatıyla Suudi Arabistan ordusu Bahreyn'in başkenti
Mename'ye girerek halka ateş etti, halkın toplandığı İnci Meydanı'nı yerle bir
etti ve ayaklanmayı bastırdı. Yani 80 milyondan 1 milyon insan Tahrir
Meydanı'na çıkınca Mısır'a bahar, 500 binden 50 bin insan İnci Meydanı'na
yürüyünce Bahrey n'e cehennem sıcağı geldi. Arap Baharı'nı göklere çıkaran
Batılılar ve onların uluslararası ve bölgesel y andaşları ise Bahreyn halkının
öldürülmesini görmezlikten geldi ve bundan kısa bir süre sonra aralarında
Türkiye'nin de bulunduğu bazı Batılı ülkeleri gezen Bahreyn Kralı Şeyh Hamed
Bin İsa El-Halifa kahramanlar gibi karşılandı. Bahreyn Kralı Halife hazretleri
kendisini kurtaran Suudi Arabistan'a teşekkür etmek için 9 Mart 2011'de Suudi
kralının Kızı Sahab Hanım'ı genç oğlu 22 yaşındaki Halit'le nişanlandırdı. Gençler
dünyanın birçok ülkesinden politikacı ve önemli kişilerin katıldığı muhteşem
bir düğünle 31 Temmuz 2011'de evlenir ve böylece Bahreyn kralı ile Suudi
Arabistan kralı dünür olurlar.
Bahreyn limanlarında ve sularında barınan
Amerikan 5. Filo gemileri ise rahatlamıştı. Tıpkı Umman, Kuveyt ve Suudi
Arabistan'da halk ayaklanmalarının farklı yöntemlerle bastırıldığında olduğu
gibi. Çünkü Suudi Arabistan'da da insanlar Arap Baharı'nın havasına kapılarak
sokaklara dökülmüş ve özgürlük ve demokrasi istemişti. ABD'de tedavi gören kral
ise yurda döner dönmez sürpriz kararlar alarak herkese bol keseden paralar
dağıtmıştı. Evlenenlere, ev kurmak ya da satın almak isteyenlere, iş kurmak
isteyenlere büyük miktarda y ardım ve uzun vadeli faizsiz krediler verildi.
Yaklaşık 20 milyar doları cebine indiren Suudiler kısa bir sürede sustu ve y
erine oturdu. El-Kutayf bölgesinde ise insanlar arada bir sokaklara çıkıp
özgürlük ve demokrasi istediler ama düny a onların sesini duymadı. Çünkü onlar
Şii ve en az îran kadar tehlikeli!
Yemen Başka Bir Hikâye
Çok karmaşık ama aynı zamanda ilginç bir tarihe
sahip olan Yemen 1978'den bu yana Ali Abdullah Salih'in yönetiminde. Üstelik
büyük ağabey Suudi Arabistan ve büyük patron Amerika'nın desteğiyle. Arap
Baharı rüzgârının etkisiyle 3 Şubat 2011'de sokaklara dökülen Yemenli gençler
hâlâ sokaklardalar ama bir türlü de Salih sistemini çökertemiyorlar. Üstelik
Salih Körfez ülkelerinin girişimiyle iktidarı bırakmış ve ABD'ye gitmiş ama ülkedeki
durum bir türlü durulmuyor ve durulacağa da benzemiyor. Çünkü Yemen siy asal ve
toplumsal yapısıyla oldukça karışık bir ülke ve bölgesel ve uluslararası ülke
ve güçler bu karışıklığın giderilerek ülkenin istikrara kavuşmasını
istememektedirler. Çünkü 2005'te ayaklanan Husiler Şii'dir ve Yemen'de oldukça
güçlü bir Kaide ve radikal îslamcı potansiyel bulunmaktadır. Buna karşın 1
990'da Kuzey ile birleşen Güney Yemen'de hâlâ "sol ve liberal"
görüşlü insanlar ağırlıkta ve bu insanlar Körfez ülkelerindeki Amerikan yanlısı
gerici iktidarları korkutmaktadır. Üstelik Suudi Arabistan nüfusunun %17'si
Yemen kökenli ve tüm Körfez ülkelerinde bol miktarda Yemen kökenli insan
yaşamaktadır. Yemen'in coğrafi konumu ise herkesi ilgilendirmektedir. Çünkü bu
ülke Somali ve Cibuti'yle birlikte Kızıldeniz'in güney çıkış ve girişini
kontrol etmektedir. Bab El- Mendep Boğazı olarak bilinen bu dar geçit Süvey
ş'ten giren ve çıkan tüm sivil ve askeri gemiler için çok önemlidir. Ama aynı
zamanda İsrail'e giden gemiler için çok daha önemlidir.
İşte ülkesinin konumunun değerini bilen Salih
ABD ve Batı'yla ilişkisini hep çok iyi değerlendirmiştir. ABD ise ya kendisi ya
da emir kulu Suudi Arabistan üzerinden Salih'e istediği her şeyi verdi.
Demokrasi ve özgürlük hiçbir zaman ABD'nin umurunda olmadı ve değildir. Nitekim
ABD Salih'in iktidarı ele geçirmesine hiç ses çıkarmadı ve her seferinde
muhalefeti sindirmesine destek verdi. Örneğin devletin en önemli askeri,
istihbarat ve ekonomik kurumları Salih'in akrabaları tarafından kontrol edilmektedir.
Örneğin başkanın öz ve üvey kardeşleri, bu kardeşlerin beş çocuğu, iki damadı
ve bu damatların üç kardeşi, Salih'in ikinci ve üçüncü eşlerinin kardeşleri,
dördüncü eşinin babası ve son olarak dayısının oğlu ülkedeki önemli tüm askeri,
istihbarat, politik ve ekonomik kuramların başında. Bu da yetmeyince Başkan
Salih köylüsünü de unutmay arak onlara da ordu içinde önemli görevler vermiş.
Beşi büyük ve önemli ama tümü silahlı yaklaşık
200 kadar kabileden oluşan Yemen'de şimdi insanlar demokrasi ve özgürlük
istiyor. Başka bir ifadeyle kabileler demokrasi sloganıyla devlet olmak
istiyor. Batı ise Yemenli bir kadına Nobel Ödülü vererek herkesle nasıl dalga
geçtiğini kanıtlıyor. Çünkü ödül verilen kadın Tevekkül Karman 32 yaşında ve
daha geçen yıla kadar onu hiç kimse tanımıyordu. 2009'da Sınır Tanımayan
Gazeteciler Örgütü Yemen Şubesi'ni kuran ve 23 Ocak 2011'de Başkan Salih
aleyhinde çok sert bir yazı yazdığı için bir geceliğine tutuklanan Karman
aniden ünlendi. Çünkü aynı günlerde "Yahudilerin Yemen'deki tarihsel
haklarından" söz etmişti.
Biraz da, "Türkler Ermenileri
öldürdü" diyen Orhan Pamuk'u andırıyordu... Oysa Karman'a türbanlı olduğu
için de Nobel Ödülü'nü verenler Yemen'de Kadın'ın adının olmadığını çok iyi
bilirler. Yemen'de çalışan kadınların oranı %16'yı geçmiyor ve bırakın kamusal
alanlarda, y aşamın neredey se tüm alanlarında haremlik selamlık var... Örneğin
genellikle 12-13 y aşlarında evlendirilen ve hemen hamile kalan kadınların
yüzde 85'i hamilelik döneminde hiçbir şekilde bir hastaneye gitmiyor. Yine bu
kadınların ezici çoğunluğu hastanelerde erkeklerin eline düşmemek (!) için
doğumu ebelerin yardımıyla evde yapıyorlar. Hamilelik döneminde kadınların
hastalıkları ve doğum sırasında ölümleriyle ilgili olarak birçok araştırma y ay
ımlanmasına rağmen durum değişmiyor. Kadınların ezici çoğunluğu büyük şehirler
dahil dışarıda çarşafla ve yalnızca gözleri görülür şekilde dolaşırlar.
Yemen'de çocukların büyük bölümü bin bir türlü hastalıkla boğuşuyor. Geçenlerde
Dünya Sağlık Örgütü doktorları Yemenli çocukları bulaşıcı hastalıklardan
kurtarmak için 50 milyon dolar bütçe ayrılmasını istedi ama Batılı ülkeler
oralı olmadı olmayacak.
Erkeklerin durumu ise çok daha dramatik...
İlkel yaşam biçiminin egemen olduğu Yemen toplumunda herkes Gat denilen ota
müptela. Gat bir tür uyuşturucu özelliği olan özel bir ağacın yapraklarıdır.
Yemen halkının ezici çoğunluğu, yani erkekler, gençler, hatta evli kadınların
bazıları bu yaprakları çiğneyerek saatlerce oy alanıy orlar. Birçok hastalığa
neden olduğu bilinen bu gatla Yemenliler kafa buluyor ama aynı zamanda
uyuşuyorlar. Ekiminde bol suya gereksinim olduğu için Yemen ciddi anlamda
yeraltı su kaynaklarında sıkıntı yaşıyor. Ayrıca gat çiğneyenlerin bol miktarda
gazlı su tüketme ihtiy acı ülke ekonomisini ciddi bir sorunla karşı karşıya
bırakıyor. Ama temel sorun gat çiğneyen Yemenlilerin demokrasi istemesidir.
Çünkü Yemen 33 yıldır Salih yönetiminde ve geleneksel dinsel ve kabilesel
yapısından dolayı ortaçağı yaşamaktadır. Yemen'e gidip başkent Sana'nın dışında
diğer kırsal bölgeleri gezenler bunun ne anlama geldiğini anlar. Ama bunu
sanıyorum en iyi 40-50 yıldır bu ülkede etkili olan CIA anlıyor. Tıpkı başta
Suudi Arabistan ve bölgedeki diğer Körfez ülkelerini çok iyi anladığı gibi.
Çünkü bu ülkelerin tümünde ABD yönetimiyle içli dışlı iktidarlar var ve ABD bu
çağdışı iktidarları sonsuza dek orada tutmak için her şeyi yapıyor... Nitekim
anlaşma gereği Salih görevini bıraktı ama yerine seçilen Mansur Hadi onun 16
yıllık yardımcısıydı.Yukarda adını vermediğin Salih'in yakın akrabaları ise
görevlerine devam ediyor.Amerikan askerleri de Yemen'e giderek Kaide'ye karşı
savaşmaya hazırlanıyor. Amerikan Predatorleri ise her gün Yemen'deki üslerinden
kalkarak Yemen ve Somali'deki Kaide'cileri bombalıyor.
Fas'ı Bilen Var mı?
Fas Kuzey Afrika'da Batı'ya doğru en son Arap
ülkesidir. Şu ünlü Cebelitarık Boğazı'nın güney sahilini İngiltere'yle birlikte
kontrol eden Fas, Batı Sahra sorunundan dolayı komşusu Arap ülkesi Cezayir'le
sorunları olan bir ülke. Babasının ölümüyle 1999'da 36 yaşında ülkesinde kral
olan VI. Muhammed, Arap Baharı'nın etkisinde 20 Şubat'ta sokaklara dökülen
gençleri yatıştırmak için 18 Haziran 2011'de yeni bir anayasa ilan etti. 1
Temmuz'da y ap ılan referandumla kabul edilen bu anayasayla çok partili sistem
kabul edildi ve özgür seçimlerin önü açıldı. Ancak anayasa gereği kendini
"emir el-muminin" ilan eden kral önemli tüm yetkileri elinde tutmayı
sürdürdü. Örneğin Yüksek Din Kurulu başkanlığı, örneğin istihbarat, ordu ve
devletin üst y öneticilerini atama. Örneğin hükümeti ya da b akanları görevden
alma. Örneğin YÖK, HSYK, RTÜK ve benzeri tüm kurumlara başkanlık etme. Ancak
buna rağmen Batı bu anayasayı alkışladı ve demokrasi yolunda önemli bir adım
olarak ilan ederek Fas'taki gösterileri görmezlikten geldi.
Bunun üzerine 25 Kasım 2011'de seçimler yapılır
ve İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) 325 sandalyenin 107'sini alarak
birinci parti olur. Seçimlerde AKP'nin dışında büyük bölümü solcu, milliyetçi
ve liberal 17 parti meclise girer. Meclise giren 60 kadından büyük bölümü
türbanlı. Meclisin bir diğer özelliği ise bazı politikacıların eşleri, hatta üç
çocuğuyla birlikte vekil olmalarıdır. Yapılan görüşmeler sonunda AKP lideri
Abdülilah El-Kiran hükümeti kurar. Hükümette AKP'nin 12, krala yakınlığıyla
bilinen ve mecliste 60 sandaly e kazanan İstiklal Partisi'nin 6, sağcı
muhafazakâr Halkçı Hareket'in (mecliste 32 sandalyesi var) 4 ve mecliste 18
sandalyesi olan sol eğilimli İlerleme ve Sosyalizm Partisi'nin 4 bakanlığı var.
Başbakan Kiran önemli 5 bakanlığı da krala yakın bağımsızlara bıraktı. Böylece
herkes Fas'a demokrasinin geldiğini kabul etti ama sokaklara dökülen gençlerin
isteklerini hatırlay an olmadı. Üstelik seçimlere katılım oranı %45'te kalmış
ve halkın %55'i bu komediyi kabul etmeyerek sandığa bile gitmemişti.
Cebelitarık'ın dışında hiçbir stratejik önemi olmayan Fas kendi sorunlarıyla
cebelleşerek Emir El-Muminin VI. Muhammed yönetiminde demokrasi ve özgürlük
yolunda ilerliyor!
Arap Baharı burada da 325 sandalyeden 107
sandalye kazanan İslamcı AKP'yi iktidar yapmıştı. Her an ülke nüfusunun
neredeyse %30'unu oluşturan Berberilerin sorunları ya da Batı sahra halkının
bağımsızlık talebi ile karşılaşabilecek olan Fas, son 50-60 yılını hep ABD ve
Batı hizmetinde geçirerek yaşadı. Örneğin yeni adıyla İslam İşbirliği Örgütü'ne
bağlı olan Kudüs Komitesi'nin başkanlığını Fas yapar. Ama ne şimdiki ne de
önceki kral her nedense bir gün, "Yahu gelin şu Kudüs'teki İsrail
yıkımlarını konuşalım" deme zahmetinde bulunmadı. Çünkü, başdanışmanı
Andre Azolay İsrail'le çok iyi ilişkileri olan İspanya kökenli bir Fas
Yahudisi.
Kilit Ülke Suriye...
Suriye'de olaylar
Mart 2011'de Daraa kentinde bir grup çocuğun sokaklarda, "Kahrolsun
Esad" diye bağırması ve istihbarat görevlilerinin bunları yakalayarak
dövmesiyle başlar. Bunu fırsat bilen binlerce Suriyeli önceden hazırlandığı
daha sonra anlaşılacak plan çerçevesinde çeşitli kentlerde sokaklara dökülerek
Esad yönetimine karşı sloganlar atar. Hızla gelişen olaylarla gösteriler birçok
Suriye kentine y ay ılır ve polis ile ordu sert bir şekilde müdahale eder. Bunu
fırsat bilen muhalif gruplar provokasyonlara başlar. Durumun giderek
gerginleşmesiyle taraflar karşılıklı silah kullanmaya başlar. Olayların hemen
başlangıcında bazı silahlı grupların Cisr
El-Şuğur kasabasını ele geçirme girişiminin ordu tarafından önlenmesi sonucu
15.000 kadar Suriyeli Türkiye'ye sığınır. Aynı günlerde Türk hükümeti Suriyeli
muhaliflere Antalya'da toplanma izni verir.
Bu, gerginleşecek Suriye-Türkiye ilişkilerinin
ilk işaretiydi. Nitekim Türkiye hızlı bir şekilde Suriyeli muhaliflere destek
vererek tüm toplantılarını İstanbul ve Ankara'da yapmasına izin verir ve her
türlü desteği sağlar. Suriye ordusundan kaçan askerler için özel kamp tahsis
eden Ankara, Suriye'ye net mesajlar verir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan
Erdoğan, Başbakan Yardımcısı Arınç, Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun sert
söylemleriyle Şam- Ankara ilişkileri hızla gerginleşiyordu. Türkiye'nin ilk
günden itibaren muhalefete destek vermesi muhalefetin moralini yükseltti ve
mücadeleye devam etme gücü verdi. Bu güce uluslararası güç katmak amacıyla
Hatay'daki kamplara gelen Angelina Jolie'ye her nedense ne Filistin kamplarını,
ne Lübnan'daki İsrail saldırısından kaçan insanları, ne Suriye'deki üç milyon
Iraklı göçmeni, ne de Ermenilerin katliamlarından kaçan 1 milyon Karabağlı
Azeri'y i hiç kimse hatırlatmadı. Ama Türk hükümetinin ilgisiyle kendi me
sajlarını veren Jolie, 18 Ocak 2012'de Amerikan The Examiner gazetesine
verdiği demeçte bakın ne diyordu:
"Arap ülkeleri Suriye'nin Acem İran'ın
kontrolüne girmesine izin vermemelidir."
Yani güzel aktristin derdi Suriyeli göçmenler
değil, onun derdi kendisine verilen talimatı yerine getirmekti. Nasıl olsa
yakında sinemayı bırakacak ama ününü sürdürmesine yardımcı olacak bir işe
ihtiyacı olacaktı. Çünkü Türkiye bölgenin en önemli Sünni ülkesiydi, Suudi
Arabistan onu İran'a karşı Sünni blokun içine çekmek için uzun süredir
uğraşıyor ve bu ülkenin İran'la 450 ve Suriye'yle 900 kilometre sınırı vardı.
Ayrıca Türkiye daha geçen yıla kadar Suriye'nin en önemli dostu ve
müttefikiydi. Şam'a göre ise Türkiye'nin Esad karşıtı tutum ve davranışı
olmasaydı belki de Suriye'de o lay lar çoktan son bulmuştu. Çünkü başını Katar
ve Suudi Arabistan'ın çektiği Arap ülkelerinin tüm çabalarına rağmen Batılı
ülkeler Suriye'ye müdahale edemiyor. Çünkü Rusya, Çin'le birlikte BM Güvenlik
Konseyi'nde veto kullanıy or ve çok net olarak Şam'dan yana olduğunu
gösteriyor. Bu ise başta ABD olmak üzere Batılı ülkeleri tedirgin ediyor ve
korkutuy or. Bu nedenle de Batılı liderler ve yöneticiler Suriye konusunda konuşurken
TBMM Başkanı Cemil Çiçek'in deyimi ile
Türkiye'ye hep gaz veriyor , "Suriye işini
ancak Türkiye çözer" türünden sözler ediyor ve Türkiye'nin Suriye'ye
müdahale etmesini provoke ediyorlar. Türkiye'nin ise Suriye muhalefetine
verdiği siyasal, maddi, manevi ve askeri yardım işe yaramayınca bu kez Katar ve
Suudi Arabistan, Arap Birliği'ni devreye soktu. Arap Birliği dönem başkanlığını
tehdit, şantaj ve rüşvetle Filistin'den devralan ve dönem başkanlığını Mart
sonunda Irak'a devretmemek için bin bir türlü oyun yapan Katar emiri sürekli
olarak Arap Birliği Örgütü'nü toplantıya çağırıp duruyor. Her toplantıda da
Suriye aleyhine kararlar çıkarmay a çalışan, Suriye'nin üyeliğini askıya alan
(Suriye 1945'te kurulan örgütün kurucusu, Katar ise 1971'de bağımsız olan bir
ülke) ve Suriye sorununu BM'ye götürerek müdahalesine yol açmak isteyen emir
hazretleri bu arada sahibi olduğu El-Cezire'ye, "Suriye'ye yüklen"
diyordu.
Arap Birliği Örgütü içinde Suriye'ye arka
çıkmay a çalışan Sudan, Cezayir, Moritany a, Irak, Lübnan gibi ülkeleri ABD
adına tehdit etmey e, bu da işe y aramay ınca onları p aray la satın almaya
çalışan emir hazretleri sonunda gözlemciler konusuyla Şam'ı sıkıştıracağını
düşünüyordu... Kısa bir tartışmadan sonra Arap Birliği gözlemcileri Suriye'ye gitti
ve her tarafı gezmeye başladı. Gözlemciler ilk raporlarında bu ülkede silahlı
grup ların halka ve devletin güvenlik güçlerine karşı her türlü silah
kullandıklarını gördüklerini rapor edince kıyamet koptu. El-Cezire televizyonu
gözlemci olduğunu söy ley en bir kişiyi ekranına taşıy arak bütün gün
konuşturdu. Bu kişi Humus'a gittiğini ve ordunun halka ateş ettiğini, insanlara
işkence y aptığını ve öldürdüğünü söyleyerek dramatik hikâyeler anlatıyordu.
Bunun üzerine gözlemci grubunun başkanı General El-Dabi bir basın toplantısı
düzenleyerek "bu kişinin yalan söylediğini, birlikte Humus'a gittiklerini
ve gittikleri ilk gün bu kişinin hastalanarak asla sokaklarda
dolaşmadığını" söyledi. Bunun üzerine Katar ve Suudi Arabistan gibi
ülkeler bu kez gözlemcilere saldırmaya başladı... El-Cezire, El-Arab iy e ve
benzeri televizyonlar ise daha başında gözlemcilerle ilgili inanılmaz karalama
kampany ası yürüterek işi bozmaya çalıştı. Böyle bir fiyaskoyla karşılaşan
Katar, Suudi Arabistan ve yandaşı bölgesel ve uluslararası ülke ve güçler bir
kez daha Arap Birliği Örgütü silahını kullanarak 4 Şubat'ta bir kez daha BM
Güvenlik Konseyi'ne gittiler. Amaçları Suriye aleyhinde bir karar çıkartıp
bölgesel ya da uluslararası müdahaleyi meşrulaştırmaktı. Hem de o günün sabahı
bu ülkelerin medyası 'Suriy e ordusunun Humus'ta 350 kişiyi öldürdüğü '
yaygarasını koparacaktı. Amaç Güvenlik Konseyi'ni baskı altında tutmaktı. Yalan
ortaya çıkıncı BBC ve El- Cezire sayılarda indirim yaprak 50 dediler.. Oyuna
gelmeyen Rusya ve Çin bu ülkelere, "Suriye'de silahlı grupların varlığını
kabul edin ve dış müdahale yolunu kapatın, veto kullanmayalım" dedi. Ancak
karşı blok hayır dedi, çünkü onların amacı Suriye'de çözüm bulmak değil savaş
çıkartmaktı.
Rusya ve Çin bir kez daha birlikte veto kullanarak
karşı blokun oyununu bozdu. Bu ise hem Suriye muhalefetini hem de onlara destek
veren bölgesel ve uluslararası devlet ve güçleri kızdırdı. 12 Şubat'ta tekrar
toplanan Arap Birliği b akanları bu kez Suriye'ye giden gözlemcilerin görevine
son verdi ve BM'den Suriye'ye Barış Gücü askerlerini göndermesini istedi. BM
Genel Kurulu'nda Suriye aleyhinde karar aldıran ABD ve müttefikleri Tunus'ta 24
Şubat'ta Suriye'yle ilgili bir uluslararası toplantı düzenlediler. Çin ve
Rusya'nın katılmadığı toplantıda katılımcılar Suriye'ye müdahale etmenin
yollarını aradılar. Katar ve Suudi Arab istan'ın baskısıyla hareket eden Arap
Birliği Suriye'ye yüklenmek için daha neler neler yapacak? Onlar büyük patron
ABD'nin emirleriyle asla pes etmeyeceklerdir. Direkt o larak askeri müdahale
olmayacağına göre bu ve mütte fiki ülkeler Suriye'deki silahlı gruplara her
türlü askeri destek vermeyi sürdüreceklerdir.
Baksanıza bu ülkeler Arap Birliği ve BM'nin
temsilcisi olarak Şam'a giderek Başkan Esad ile görüşen ve ısrarla 'Siyasi Çözüm'vurgusu
yapam BM eski Genel Sekreteri Kofi Annan'a bile saldırıyor. Çünkü onların derdi
siyasi ve insani çözüm değil. Öyle olsaydı muhaliflere verdikleri askeri destek
yerine maddi ve siyasi destek verir, seçimlere katılmaya ikna eder ve Esad 'a
baskı y ap arak demokratik seçimlerin yapılmasını sağlarlardı. Ama bunu yapmaz
ve yapmayacaklardır çünkü ihanet onlar için asla vazgeçilmeyecek genetik bir
kan dokusudur.
Büyük Plan
Hemen söyleyeyim...
Coğrafyamızdaki durum 100 yıl öncesinde de pek farklı değildi. O zaman da
Batılı güçler Osmanlı'yı çökertip bölgeye egemen olmak istiyordu, bugün de aynı
güçler Türkiye'nin kendi kontrolleri dışında yükselen siyasal, ekonomik,
sosyal, kültürel ve psikolojik güç ve etkinliğini engelleyerek hem bölgeyi hem
de bu co ğrafy anın en önemli ülkesi Türkiye'yi kontrol etmek istiyorlar. Daha
açık bir ifadeyle, olup bitenin en önemli hedefi Türkiye'dir. Tıpkı Haçlı
Seferleri'nde ve 100 yıl önce Osmanlı'nın çökertilmesi sürecinde olduğu gibi...
Batı hep yaptığı gibi son 7-8 yılda başarılı ve etkin çevre aç ılımlarıy la
siyasal, ekonomik ve psikolojik güç kazanan Türkiye'yi benzer şekilde
çevresinden kuşatmayı ve etkisizleştirmeyi amaçlıyor ya da Türkiye'yi kazanarak
kendi amaçları
doğrultusunda kullanmayı planlıyor.
Yani 100 yıl önce Osmanlı'yı dağıtarak bölge
haritalarını çizenler şimdi Osmanlı mirasçısı Türkiye'yle birlikte eski
haritalarda bazı tadilatlar yapmaya ya da tümüyle yeni haritalar çizmeye
hazırlanıyor ya da öyle görünüyor... İşte bu nedenle tümü yerli malı ama
planlanan zamanlardan önce olgunlaşan devrimler karşısında başlangıçta neye
uğradığını şaşıran Batı bu devrim süreçlerinin bir yerinden devreye girerek
kendi planlarını uy gulamay a çalışıyor. Çünkü Batı kendi içindeki ekonomik ve
siyasal çıkar çatışmalarına rağmen yüzyıllardır kendine hedef seçtiği bizim
coğrafyadan kolay kolay vazgeçmeyecektir. İsrail'i bu coğrafyada kurmanın
nedeni budur. Bu nedenle Batı, Arap ülkelerindeki yeni süreçlerin gidişatına
bakarak gerektiğinde bu gidişatı savsaklamaya, amaçlarından saptırmay a ve son
o larak durdurmay a çalışacaktır.
Karışmış ya da karıştırılarak yıllarca sürecek
politik ve sosyal kargaşanın içine çekilen bir Arap âlemi (hatta İran) doğal
olarak şimdiye kadar olduğu gibi İsrail'i rahatlatacaktır. Nitekim o lay ların
başladığı günden itibaren Arap medyası dahil hiç kimse artık İsrail ve
İsrail'in Filistin halkına yönelik geleneksel saldırılarıyla ilgilenmemekte,
ABD ise BM'de İsrail'i kınayan karar tasarılarını rahatlıkla veto etmektedir.
Ayrıca bunca kalkışmadan sonra Arap halkları Batı destekli iktidarları gerçek
anlamda deviremez ve kendi demokratik iradesini kullanamazsa o zaman bu
coğrafyada demokrasi bir sonraki bahara değil bir sonraki bin bahara
kalacaktır. Buna da en çok, alternatifli plan ve projelerle politika üreten ve
yürüten Batı sevinecektir. Çünkü bu ülkelerde, örneğin Körfez ülkelerinde
iktidarlarını sürdürecek olan faşist liderler şimdikinden çok daha fazla
Batı'nın hizmetinde olacaklardır.
Hatırlıyorum, Irak halkı da Saddam'ı devirmek
için onlarca kez ay aklandı ama her seferinde Saddam bildik katliamlarıy la bu
ay aklanmaları bastırdı ve suikastlardan kurtuldu. Ama Saddam bilerek ya da
bilmey erek hep Batı'nın hizmetinde oldu ve sonunda Batı'nın darağacında
sallandı. Batı'nın müdahalesiyle "demokrasi ve özgürlüğüne" kavuşan
Irak'ın halini ise burada anlatmanın anlamı yok. Çünkü biz Irak'ı en az 50 yıl
daha konuşacağız. Çünkü Irak'ta şu anda okul yaşında olanların %54'ü okula
gitmiyor ya da ilkokulu bitirmeden ayrılıyor. Yani 20-25 yıl sonra İraklıların
yarısından fazlası cahil olacak. Yapılan ciddi araştırmalarda son 7-8 yılda
Irak'ta doğan çocukların %70 kadarı kız. Amerikalıların kullandığı silahların
sonucu o larak bozulan gen yapısı 20-30 yıl sonra bu ülkenin demografik
dengesini de bozacaktır.
Batı'nın coğrafyamızla ilgili alternatifli
ikinci planı ise biraz daha farklı ve bir o kadar da ilginç. Batı değişim
yaşayacak ülkelerde iktidara gelmesi olası ve "Biz AKP gibi olmak
istiyoruz" diyen "İslamcı" parti ve gruplarla işbirliği
yapabileceğinin sinyallerini veriyor. Çünkü Batı bu İslamcıların kendi
çıkarlarına zarar vermediği sürece onlarla çalışmanın sakıncalı olmayacağını
düşünmektedir. Burada ise temel koşul bu İslamcıların Batı politika ve
planlarıyla "uyumlu" olmalarıdır.
Batı, "uyumlu" olmaları durumunda
Arap İslamcılarına her türlü yardımı ve desteğini vereceğinin siny allerini
veriyor. Çünkü Batı'ya göre kendisiyle uyumlu ve bulundukları ülkelerin
halklarının desteğine sahip Arap Sünni İslamcıları Şii İran'a karşı kullanmak çok
daha kolay olacaktır. Çünkü Batı kendi yandaşı Arap diktatörleri halkın
desteğinden yoksun oldukları için bu tür planlarda kullanma çabasında hep
başarısız olmuştur. Örneğin Irak işgali sonrasında Batı Sünni Arap liderlerine,
"Gelin, İran'a karşı birleşin" çağrılarında başarısız olmuş, Arap
halkları ise Şii olmasına rağmen Lübnan'daki Hizbullah'ın İsrail'e karşı
mücadelesine destek vermişti.
Batı böylesi planlar yaparken Şii Tahran belki
de bu p lanları önceden sezerek Batı'ya tepki işaretini Bahreyn'den gönderdi.
Suudi Arabistan ise askerlerini Bahreyn'e göndererek kendince İran'a gerekli
gördüğü y anıtı verdi.
Çünkü her şey yolunda gider ve Arap Sünni
İslamcılar Batı'y la uy umlu çalışırsa bölge tümüy le karışacak ve Batı yine
her istediğini elde etmiş olacak. Ancak Batı her olasılığa karşın da
tedbirlerini almadan edemiyor.
Çünkü yetiştirilme kültürlerinde hep Batı
karşıtlığı bulunan Arap Sünni İslamcılarının Batı'yla uyumlu olmalarının hiçbir
garantisi yok ve kolay kolay da olmayacaktır. Çünkü halklarının desteğiyle
iktidara gelen bu İslamcılar yine halklarının vicdanında özel bir yeri olan
Filistin konusunda kolay kolay taviz vermeyeceklerdir. Çünkü Filistin
davasından vazgeçen herhangi bir Arap İslamcı p arti "İslamcı olma
meşruluğunu" kaybedecektir. İşte Batı'nın en önemli sınavı da bu olsa
gerek.
Yani Batı başından beri anlatmaya çalıştığım
tüm alışkanlıklarından vazgeçmeyi ve yeni türden politikalar üretip insanlığın
barış, dostluk ve esenliği için çalışmaya hazır olduğunu kanıtlamak istiy orsa
öncelikli olarak Filistin sorununu çözmelidir. Filistin ve genel o larak
Arap-İsrail sorununu çözen bir Batı'yla hiçbir Sünni ya da Şii Müslüman'ın bir
sorunu kalmayacaktır. İşte bu nedenle başta ABD olmak üzere tüm Batı, Arap
coğrafyasındaki son gelişmeleri fırsat bilerek kendi yarattığı ve üzerinden
coğrafyamızı 100 yıldır perişan ettiği İsrail'e "y eter" diyebilmeli
ve İsrail'den işgal altında tuttuğu tüm Arap topraklarından çekilmesini ve Batı
Şeria ile Gazze'de bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını sağlamalıdır.
Bunu yapabilen bir Batı saçma sapan siyasal, ekonomik ve sosyal teorilere,
uyduruk ve anlamsız stratejik araştırma merkezlerinin raporlarına gerek
kalmaksızın Irak, Afganistan ve Haçlılardan bu yana Müslümanlarla ilgili tüm
sorunlarını kolaylıkla çözebilecektir. ABD Başkanı Obama ve onun gibi
"değişim ve demokrasi" söylemlerini dillendirenlerin önündeki en
önemli sorun ve sınav budur. Aksi takdirde coğrafyamızdaki son gelişmelerin
Arap, Acem, Türk ve hatta Kürtler açısından hiçbir anlamı yoktur ve olmayacaktır.
Çünkü Batı planlarının işlemeyeceğini gördüğü andan itibaren bu
"devrimlerin" önünü kesecek ve yeniden her tarafı karıştırmak için
her türlü provokasyon ve sinsi oyunlara b aşvurac aktır. Buna yönelik olarak
bölgeden çok sinyal gelmektedir.
Yani demokrasi ve özgürlükler Batı'nın umrunda
değil ve olmayacaktır.Çünkü Batının bizim coğrafyaya yönelik tutum ve
davranışını siyasal, ekonomik, kültürel ve dinsel gerekçelerin yanısıra genetik
dürtüler belirlemektedir.
Ya Sonrası?
17 Aralık 2010'da Tunuslu Buazizi kendini yakıp
Tunusluları sokağa döktürmeseydi Mısırlılar belki 25 Ocak'ta değil ama mutlaka
ayaklanacaklardı. Çünkü başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler Mübarek'ten
kurtulma zamanının geldiğine inanmış ve iktidar değişimi için çalışmalara başlamışlardı.
Çünkü onlara göre Mısır olmadan Haziran 2004'te Sea Island'da ilan edilen Büyük
Ortadoğu Projesi'nin başarı şansı yok ve olamazdı... Belki bunun farkına varan
Mübarek'in adamları 1 Eylül 2010'da Washington'da Obama, Ürdün Kralı Abdullah,
Filistin Devlet Başkanı Abbas ve İsrail Başbakanı Netanyahu'yla bir araya gelen
ve fotoğrafta biraz geride kalan başkanlarını "photoshop"la öne
almışlardı. Çünkü Mısır, Türkiye'yle birlikte bölgenin Sünni en önemli
ülkelerinden biriydi. İşte bu nedenle ABD ve Batılı ülkelerin sivil toplum
örgütleri ve hükümetlere bağlı çeşitli kurumları Mısır'daki sivil toplum
örgütlerine milyonlarca dolar destek veriyordu.
Sosyal medya üzerinden örgütlenen Mısırlı
gençler de unutulmuyordu. Çünkü 1978'de imzalanan Camp David Antlaşması'ndan
sonra on binlerce Mısırlı genç başta ABD olmak üzere değişik Avrupa ülkelerinde
burslu okumuş ve o ülkelerin siyasal ve ekonomik ideolojilerinden etkilenerek
ülkelerine dönmüştü. Başkan Bush da Mısır'a ilgi göstererek şu anda Ankara'da
bulunan elçisi Ricciardone'yi Kahire'ye büyükelçi olarak yollamıştı. 2005'te bu
ülkeye giden büyükelçinin görevi Mısır muhalefeti ve özellikle Müslüman Karde
şler'le y akın ilişki kurmaktı. Büyükelçi bu görevini de Mübarek'i kızdıracak
kadar iyi yapıyordu. Bunun üzerine Mübarek, Başkan Bush'u arayarak elçinin
hemen alınmasını ister ve kovma tehdidinde bulunur. Başkan Bush da elçiyi
Kahire'den Bağdat'a gönderir, oradan da Kâbil'e, sonra Ankara'ya atanır. Bu
güzergâh da Ricciardone'nin ne denli önemli olduğunu yeterince kanıtladığı gibi
ABD'nin bölgesel politikasını da yansıtıyordu.
Bu politikada Mısır, Türkiye, Irak ve
Afganistan çok önemliydi. Tabii bir de Suudi Arabistan var. İşte bu nedenle 4
Nisan 2009'da Kahire'ye giderek o ünlü "demokrasi" nutkunu çeken
Başkan Obama yol üzerinde Suudi Arabistan'a uğramadan edemedi. Çünkü Obama ve
Amerikan sistemi bu coğrafya için yeni oyunlara hazırlanıyordu. Bu oyun uğruna
30 yıl süreyle Amerikan sisteminin hizmetinde olan Hüsnü Mübarek kafese
konulabilirdi. Aynı oyun için 23 yıl süreyle Mübarek'ten daha fazla Amerikan ve
Batı sisteminin hizmetinde olan Zeynelabidin Bin Ali son anda Suudi Arabistan'a
kaçırılacaktı. Bu oyun için son beş yılda Batı dostu olduğunu kanıtlamak için
elinden gelen her şeyi yapan Kaddafi sokaklarda sürüklenir ve ülkesi NATO
tarafından işgal edilebilirdi. Ama bu oyun için Batı'nın hizmetinde olan başka
bir başkan Ali Abdullah Salih düzmece bir seçimle kendi yerine y ardımc ısı
Mansur Hadi'yi seçtirerek ve geri dönme hesaplarıyla ABD'ye gidip
yerleşebilirdi. Yine bu oyun için ABD ve müttefiki Batılı ülkeler bizim
coğrafyada kalabilmek için her türlü önlemi alacaktı...
Peki, Oyun Ne?
BOP kararının alındığı Sea Island Zirvesi'nden
sonra sürecin nereye gideceği belliydi. Çünkü bu coğrafyada demokrasi gelecekse
ancak İslamcıların zaferiyle gelebilirdi. Çünkü solcu, ulusalcı ve milliyetçi
güçlerin zayıfladığı ya da türlü yollara başvurularak zayıflatıldığı bir
ortamda ancak İslamcılar gücünü ortaya koyabilir. Çünkü 30-40 yıllık Amerikan
işbirlikçisi iktidarlar Mısır, Tunus, Fas, Libya, Yemen ve diğer ülkelerdeki
kitleleri "dine yönlendirmek" için elinden gelen her şeyi yapmıştı.
Daha açık bir ifadeyle Mübarek, Bin Ali, Kaddafi ve benzerlerinin baskıcı
politikaları sonunda bu ülkelerde insanların direnme ve mücadele gücü kalmamış
ve insanlar ekmekten başka bir şey düşünemez olmuştu. Umutsuz kalan bu insanlar
doğal o larak camilere sığınıyor ve hızla kaderci oluyordu. Çok iyi örgütlenen
"İslamcı" gruplar bu insanlara rahatça ulaşıy or ve onları
örgütleyebiliyordu. Çünkü o ülkelerin istihbarat örgütleri liderlerinin de
talimatıy la, "Vatandaşı rahat bırakın kaderci olsun" diyordu. Tıpkı
Suudi Arab istan ve Körfez ülkelerinin Amerikan işbirlikçisi liderlerinin her
yola başvurarak ve tüm olanaklarını kullanarak yaptığı gibi. Oysa bu liderler
Arap Baharı'ndan hiç etkilenmeyecekti.
Etkilenmeleri de mümkün değildir. Çünkü bu
liderler önce İngiliz sonra ABD ve genel olarak Batının coğrafyamıza yönelik en
az 200 yıllık pis oyunlarının baş oyunculardır. ABD bunlardan vazgeçeceğini
düşünenler varsa akıllarından şüphe etmek gerekir. Yani Mübarek, İran Şahı,
Tunuslu Bin Ali ve benzerlerinden 30-40 yıl kullandıktan sonra vazgeçen ABD 60
yıldır büyük aşkla flört yaşadığı Suudiler, Katarlılar, Kuveytliler, Ummanlılar,
Bahreynliler ve Birleşik Arap Emirlkliler'den asla vazgeçmeyecektir. Bunun bir
çok siyasal, stratejik, psikolojik nedeni var. Ama bana göre temel neden tabi
ki petrol ve doğal gaz. Ama bir de Kutsal Kabe var!!!
İşte İki Örnek...
Suud ailesi yalnızca bu coğrafyada değil tüm
dünyada hep ABD ve yandaşı Batılı ülkelerin hizmetinde olmuştur. Nikaragua'da
kontralara, Şili'de Allende'ye karşı darbeci generallere, Afrika'daki faşist
iktidarlara yardım eden Suudiler ABD'ye en büyük hizmetlerini Kaide ve
Taliban'ı yaratmakla yaptılar. Başından beri nerede olursa olsun komünizme ve
Sovyetler Birliği'ne karşı her türlü mücadelenin içinde olan Suudiler Hicaz
ülkesini ele geçirdikleri 1744 yılından itibaren hep Osmanlı ve Türk düşmanı
olmuşlardır. îngilizlerin desteğiyle Osmanlı'nın desteklediği El-Reşid ailesini
yenerek tüm Hicaz ülkesine egemen olan Suudiler 1925'te yine îngilizlerin
desteğiyle Osmanlı'ya ay aklandırılan ve sonrasında Ürdün'e taşınan Şerif
Hüseyin ailesinin Hicaz'daki varlığına da son vermişlerdi. Böylece 1927'den
itibaren Hicaz ülkesinin adı Suudi Arabistan Krallığı olur. Ve bu krallığı
kuran kişinin adı Abdülaziz El-Suud. Adamcağız 32 hatunla evlenir ve 36'sı
erkek 27'si kız olmak üzere 63 çocuğu olur. Bu erkek ve kızlardan doğanlarla
çoğalan Suud ailesinin üye sayısı yaklaşık 10.000 prens ve prenses. Bunların
devlete olan yıllık maliyeti 4 milyar dolar. Çünkü tüm harcamaları devlet
tarafından karşılanır ve hepsi farklı düzeylerde yüksek maaşlar alır.
İşte böylesi karanlık ve toplam serveti 1
trilyondan fazla bir ailenin yönettiği Suudi Arabistan, Amerika'nın bölge
politikalarında güvendiği en önemli ülke. Suudi Arabistan İsrail'i bile dost
bilerek İran'ı yok etmek için her yola başvurmaktadır. Silahı ise Sünni âlemin
liderliği... İşte böylesi ilginç bir ülke bugün ABD ve mütte fikleriy le
birlikte bölgeye demokrasiyi getirme mücadelesi vermektedir. Tek başına bu
gerekçe oynanan oyunun ne denli tehlikeli ve pis olduğunu kanıtlamaktadır.
Suudi Arab istan'ın sahibi olduğu El-Arabiye televizyonu ve diğer medya araç
ları her gün Suriye ve diğer Arap ülkelerindeki ay aklanmalara destek veriyor,
hatta provokasyon bile yapıyor. Oysa Suudi Arabistan düny anın en çağdışı,
ilkel ve bağnaz ülkesidir. Bu ülkede demokrasi ve insan hakları adına hiçbir
şey yoktur. Vahabi İslam anlayışına sahip bu ülke yönetimi ABD ve Batı'nın
İslam'a yönelik her türlü pis oyununda rol almıştır bundan sonra da alacaktır.
Suudi Arabistan olmadan Batı'nın Arap Baharı projesiyle bölgemiz için
planladığı hiçbir proje gerçekleşemez. Çünkü tüm tehlikeli ve pis oyunlarda
Suudilerin mutlaka bir parmağı ve payı olmalıdır. Örneğin yakın gelecekte
Mısır'daki Müslüman Kardeşler Batı'yla uyumlu çalışmazsa onların karşısına
Suudilerin finanse edip desteklediği Selefiler çıkarılacaktır. Mısır'ın
karıştırılmasından ve olası Kıpti-Müslüman iç savaşında Selefilere büyük
görevler düşecektir. Selefilerin arkasında ise Suudiler vardır.
Suudiler Bosna ve Çeçenistan'da da çok kötü ve
tehlikeli görevler üstlenmişlerdir. Suudiler CIA'le birlikte her iki ülkede
İslamcıları radikalleştirmek için her yola başvurmuşlardır. Araştıranlar
bununla ilgili bilgiye çok ko lay ulaşabilirler. Suudiler ve tab ii ki
Katarlılar zamanı geldiğinde Türkiye'ye kazık atmak için hep fırsat kollay
acaklardır.
Bir de Katar'a Bakalım
Her zaman Suudilerle sürtüşen ve birçok
nedenden dolayı onlardan asla hazzetmeyen Katar Emiri Şeyh Hamed El-Sani şimdi
onlarla birlikte bölgede "demokrasi ve özgürlük mücadelesi" veriyor.
El-Sani'nin sahibi olduğu El-Cezire bir televizyon olarak değil tam anlamıyla
bir CIA-Mossad operasyon merkezi gibi çalışmakta ve Arap Baharı'yla birlikte
her türlü provokasyon ve savaş kışkırtıcılığı y apmaktadır. El-Cezire'nin Arap
Baharı öncesinde Tunus, Mısır, Yemen ama özellikle Libya ve Suriye'den yüzlerce
kişiyi Katar'a getirterek haberleşme ve iletişim konusunda eğittiği ve onlara
en gelişmiş haberleşme cihazları verdiği bilinmektedir. El-Cezire y önetim
kurulunda görev alan Mahmud Şamma'nın CIA adına bu görevi üstlendiği ve Kaddafi
devrildikten sonra Libya'ya giderek yeni y önetimde görev aldığı bilinmektedir.
Yine El-Cezire'nin siyasi danışmanlığını yapan Rafik Abdülselam Tunus dışişleri
bakanı olmuştur. Photoshop ve fotomontajla olayların yaşandığı ülkelerle ilgili
düzmece görüntü ve haber verdiği kanıtlanan El-Cezire, Libya ve Suriye'deki
direnişçiler için şifreli haber bile yayınlamaktadır. El-Cezire ve
El-Arabiya'nın Suriye'yle ilgili haberlerinin neredeyse yüzde 80'i abartılı ya
da tümüyle yalandır. Parasına güvenerek rüşvetle 2022 Dünya Kupası'na ev
sahipliğini bile kazanan emir hazretleri ülke topraklarının neredeyse yüzde
30'unu Amerikan üs ve tesislerine tahsis etmekte sakınca görmemektedir. 1995'te
babasına darbe yaparak CIA ve MI6'nın desteğiyle iktidarı ele geçiren ve
2009'da Amerikan köleliğine karşı geldikleri için y akın çevresinden ve
akrabalarından 30 kadar kişiyi içeri atan emir hazretleri 2003'te Irak işgal
operasyonunun kendi ülkesindeki Amerikan üslerinden yürütülmesine izin
vermişti.
Demokrasi adına yalnızca güzel binaların
yapılmaya başlandığı Katar'da insan boyutlu demokrasi adına hiçbir şey yok.
Yani anayasa, partiler, seçim, medya, sivil toplum örgütleri, hatta sokaklarda
insan manzaralarından hiçbiri bu ülkede yok. Oysa emir hazretlerinin
televizyonu El-Cezire bunlardan hiç söz etmeyerek Arap âleminde demokrasi ve
özgürlüğün militan sözcülüğüne, daha doğrusu CIA sözcülüğüne soyunmuş durumda.
Bu bile tek başına sergilenen Büyük Oyun'u yeterince kanıtlıyor. Üstelik aynı
El-Cezire yıllarca Taliban ve Kaide propagandası yapıyor, Usame Bin Ladin ise o
meşhur kasetlerini yalnızca ve çok sevdiği bu kanala gönderiyordu. Şimdi de
aynı El-Cezire Suriye'deki silahlı grupların eylem kasetlerini y ay ınlamakta
ve onların eylemlerini yönlendirmeye çalışmaktadır. El-Cezire aynı zamanda önce
Suriye'de Alevi-Sünni, sonra da tüm bölgede bir Şii-Sünni gerginlik ve
savaşının çıkması için elinden gelen her türlü provokatif yayın yapmaktadır.
Özetle Hamed El-Sani 20. yüzyılın başında İngilizlerle bir olup Osmanlı'ya
karşı Arapları "bağımsızlık" sloganıyla ay aklandıran Şerif Hüseyin'e
benzemektedir. Her ikisi Suud ailesi gibi İngiliz ve şimdi Amerikan
köleleridir. Durum böyle olunca Şeyh Hazretleri ABD adına her türlü görevi seve
seve (!) yerine getirmektedir. Nasıl olsa Amerikalılar dünyanın en zengin doğal
gaz kaynaklarına sahip Şeyh Hazretlerine hep gaz vermekte ve "Sen bizim en
güvendiğimiz adamsın" diyerek havaya sokmaktadır. "Küçük ülkenin
cüsseli emiri" olarak Şeyh Hamed de parasına güvenerek her şeyi satın
alabileceğinin ve belki de bölgenin lideri olabileceğinin garip hesaplarını
yapmaktadır. Hem de 200.000 nüfuslu ülkesi ve 4 karısı ve bilmem kaç çocuğuyla
birlikte...
Emir'in sevgili eşi Prenses Moza'nın (Arapça
muz demek) Hürrem Sultan'dan hiç farkı yok ve Batı'nın medyasında endam
göstererek kocasının parasını bol keseden harcamaktadır. Nasıl olsa okuma y
azmay ı bile zor beceren kocası Amerika'nın talimatıyla Büyük Oyun'da işe y
aray an herkese mily onlarca dolar vermektedir. Arap ve Batı medyasında ve
çeşitli internet sitelerinde emir hazretleri ve güzel eşi Moza'yla ilgili çok
düşündürücü, eğlenceli ve heyecan verici bilgi ve görüntüler bulunmaktadır.
Böylesi bir emir ve tabii ki Suudi kral ve emirlere asla güvenilmemesi gerektiğini
herkes bilir. Türkiye'ye Suriye konusunda gaz vermeye çalışan bu kral ve
emirler bir gün mutlaka Türkiye'ye ve Türklere kazık atacaklardır. Tıpkı 250
yıldır yaptıkları gibi. Durum böyle olunca bu Kral ve Emirlerlerle aynı safta
bulunmak Türkiye ve çağdaş Türk ulusuna yakışmaz.
Bin yıllık bir imparatorluk ve 90 yıl önce
bölge için bir esin kaynağı olmuş bir cumhuriyet geleneğine sahip bir Türkiye
taktiksel ya da stratejik nedenlerle bu tip yönetimlerle aynı safta
olmamalıdır. Bu yönetimler ABD'den gelen talimat ya da emirlerle hareket
ederler. Bu yönetimler 2006'da İsrail'i yenen Hizbullah'a savaş açmıştı. Bu
yönetimler 2006'da seçim kazanan Hamas'ı yok etmek için seferber olmuştu. Bu
yönetimler daha 4-5 yıl önce Suriye ile stratejik do stluk kurup geliştirdiği
için Erdoğan'a kızmış ve neler neler yapmıştı!
Ya Körfez Ülkeleri?
Suudi Arabistan ve Katar'ın yanı sıra Körfez'de
Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman denilen ülkeler de var.
Hepsinde de Amerikan üsleri bulunur. Hepsi de ABD'nin talimatıy la hareket
eder. Hepsi de Sünni aileler tarafından yönetilir ama hepsinde farklı oranlarda
Şii azınlıklar var. Bu azınlıklar yönetimlerin korkulu rüyası. Çünkü hepsi
İran'a yakın ve İran tüm bu Şiiler üzerinde etkili. Hiçbirinde demokrasi adına
hiçbir şey yok. Göstermelik yapılan seçimlerin ise bir anlamı yok, çünkü
sultanlar, krallar ve emirler hep tüm yetkilere sahiptirler. Örneğin martta
ayaklanma yaşayan Bahreyn... Seçim yapılır ama genç kral istediği zaman meclisi
fesheder. Mecliste Şii muhalefet çoğunluk sağlayacak gibi olursa seçime hemen
hile karıştırılır. Kral ve Körfez ülkelerinin diğer liderleri Amerikan dostu ve
müttefiki oldukları için hiç kimse onlara, "Demokrasi yapın" demez ya
da deme ce saretinde bulunamaz. Çünkü herkesin onların petrolüne ihtiyacı
var... Herkesin onların silah alma gücüne, yani dolarlarına ihtiy ac ı var.
Örneğin son 40-50 yılda Suudi Arabistan dahil
Körfez ülkelerinin satın aldıkları silah için Batılı ülkelere 1 trilyon dolar
ödedikleri hesaplanmaktadır. Üstelik bu ülkeler bu silahları hiçbir zaman başka
ülkelere karşı kullanmamış ya da kullanamamıştır.
Özetle bu ülkeler ABD ve Batılı müttefiklerinin
samimiyet testinden geçeceği ülkelerdir. Yani Arap Baharı'yla Libya'yı işgal
eden ve Suriye'ye karşı savaş ilan eden ülkeler demokrasi ve insan hakları
konusunda samimi iseler o zaman Körfez ülkelerinin çağdışı ve ilkel
yönetimlerine de, "Allah aşkına biraz olsun demokrat olun" demelidir.
Ya da en azından Suudilere, "Ne olur kadınlar da araba kullansın ya da
ailelerinden biri yanlarında olmadan seyahat etmesine izin verin"
desinler. Libya'yı işgal etmek için Arap Birliği örgütünü kullanan ve aynı
yönde Suriye için çaba harcay an bu ülkeler bir gün olsun Filistin konusunda
Arap Birliği'ni toplantıya çağırmadılar. Hatta Sudan ikiye bölündüğünde bile
konuyu duymazlıktan geldiler. İsrail 2005 ve 2008'de Gazze'ye ve 2006'da
Lübnan'a saldırdığında bu ülkelerin liderleri İngiltere, Fransa ve Ispanya'nın
sayfiye yerlerindeki kendi saraylarında tatil yapıyorlardı.
Arap Baharı'nda Neler Oluyor?
Tunus'ta seçim yapıldı ve İslamcı El-Nahda
Partisi başka iki partiyle birlikte ortak bir koalisyon hükümeti kurdu. Bu
hükümet yeni seçimlerin yapılmasına dek iktidarda kalacak. Yeni seçimler en geç
bir yıl içinde ve yeni anayasa hazırlanıp referanduma sunulduktan sonra
yapılacak. Bu süre içinde ABD'ye gidip İsrail'le dost olacaklarını söyleyen
El-Nahda'nın lideri Raşid Gannuşi, "Türkiye'deki AKP deneyiminden çok şey
öğreneceklerini" söyleyip duruyor... "Nasıl hükümet kurulur,
iktidarda neler yapılır, iktidardan nasıl y ararlanılır, diğer parti ve
örgütlerle nasıl ilişki kurulur, başta ordu o lmak üzere devletin kurumlarıy la
birlikte nasıl çalışılır ve son olarak nasıl uzun süre iktidarda kalınır?"
AK Parti yalnızca Tunuslu İslamcılara değil Mısırlı, Libyalı, Cezayirli ve
Faslı AKP'lilere her konuda ve her alanda yardım ediyor, eğitiyor ve geleceğe
hazırlıy or. Ama bu kolay olmayacaktır. Çünkü her ülkenin ve partinin özel
koşulları olduğu gibi bu partilerle AK Parti arasında da ilginç farklılıklar
bulunmaktadır. Örneğin El-Nahda AKP gibi tek başına iktidarda değil ve hükümet
ortağı diğer partiler de Türkiye ve AKP gerçeğini çok iyi bilmektedirler. Kaldı
ki; Tunus halkının büyük bölümü de Türkiye gerçeğini çok iyi bilmektedir. Çünkü
Tunuslular ve özellikle gençler neredeyse 30 yıldır "bavul ticareti"
için İstanbul'a geliyor ve Türkiye'nin her şeyini öğreniyorlar. Yani
Türkiye'nin son 30 yılda yaşadığı tüm gelişmeler ve AK Parti'nin iktidara geliş
süreci Tunuslular tarafından çok iyi bilinmektedir.
Bölgesel ve uluslararası stratejik hesaplar
açısından çok fazla önemli o lmay an Tunus'la ilgili haber ve y orumlar Batı ve
düny a medyasında artık kendine yer bulmuyor. Belki de Tunus
"yasemin"leri solduğu için kokmuyor ya da orijinde bu yaseminlere
gösterilen aşırı ilgi göstermelik ve suniydi. Ya da Arap Baharı denilen dalgay
la ilgili o larak Tunus için farklı hesap y apanlar kısa bir süre sonra bu
hesapların bir anlamının olmadığını ya da kalmadığını anlamıştı. Ya da Bin
Ali'yi iktidara getiren ve onu 23 yıl süreyle iktidarda tutan "ilahi
irade" ya da güç Bin Ali'nin gitmesiyle çok şey kaybetmeyeceğini
anlamıştı. Bu irade ve güç îslamcı-sol koalisyonunda da kendi çıkarlarının
devam edeceğini düşünüyordu. Önümüzdeki aylar ve yıllar bu tespitin ne denli
doğru ya da y anlış olduğunu mutlak olarak kanıtlayacaktır.
Özetle Türkiye'nin Ecevit-Erbakan koalisyon
denemesi ve sonrasında yaşadığı tüm süreçler büyük olasılıkla Tunus'ta da y
aşanac aktır. Tunus ve belki de Mısır, Libya ve iktidar değişimi yaşayacak
ülkeler Türkiye'nin 30-40 yıl gerisinden geliyor. Bakalım dijital çağ bu süreyi
kısaltabilecek midir?
Fas'ta ise durum Tunus'tan farklı olmayacaktır.
Çünkü Fas'ta gerçekleşen ve Batı'nın alkış tuttuğu demokrasinin de çok fazla
bir anlamını o lmay ac aktır. Çünkü Fas'ta da îslamcı Adalet ve Kalkınma
Partisi (AKP) tek başına iktidara gelememiş, bunun üzerine
"liberal-laik" iki partiyle hükümeti kurabilmiştir. Kurab ilmiştir
diyorum çünkü yetkilerin büyük bölümü
anayasal olarak kralın elinde. Üstelik Tunus'ta
olduğu gibi Fas'ta da ülke sorunlarının çözümü pek kolay değil ve yakın
gelecekte de olacağa benzemiyor. Çünkü her iki ülke turizmle geçinmekte ancak
yaşanan kargaşadan dolayı turistlerin büyük bölümü Fas ve Tunus'a uğramaz oldu.
Her iki ülkede İslamcıların laik, liberal ve sol partilerle iktidara gelişi ise
ancak Batı'daki bazı ideolog ve Huntington ve Fukuyama ya da Bernard Levy gibi
teorisyenleri ilgilendirmektedir. Ama asıl ilgi alanı Mısır'dır. Çünkü Mısır
Müslüman Kardeşler hareketinin doğduğu yerdir ve İslamcı partiler bu ülkede
seçimleri ezici çoğunlukla kazandılar. Müslüman Kardeşler'i temsilen Özgürlük
ve Kalkınma Partisi ile Selefileri temsilen El-Nur Partisi'nin meclisteki
sandalye toplamı neredeyse %70'i geçiyor. Yani bu iki parti isterse yeni
anayasayı istedikleri gibi yazabilir ve Mısır halkını istedikleri yönde
politize edebilirler. Ama bunu yapıp y apmay ac akları ya da yapıp y ap amay ac
akları tartışılab ilir. Çünkü İslamcıların Mısır'da iktidara gelmeleri doğal
olarak BOP patronlarını heyecanlandıracaktır.
Çünkü bir Arap ülkesi ve Müslüman Kardeşler
hareketinin doğal merkezi olan Mısır'sız savaş olmaz, tıpkı Suriye'siz barış
olmayacağı gibi...
Suriye Olmadan Asla
İslamcıların Tunus, Mısır, Fas ve yakın
gelecekte Libya ve belki de Cezayir'de tek başlarına ya da diğer liberal-laik
partilerle iktidara gelmesi çok önemli olmasına rağmen BOP henüz hedefine
varamamıştır. Çünkü bu ülkelerin tümü önemli olmalarına rağmen BOP'un merkezini
oluşturan "gerçek Ortadoğu'yu" temsil etmiyorlar. Çünkü Ortadoğu
denildiğinde Nil'in doğusu ile İran sınırları arasında kalan bölge
anlaşılmaktadır. Bu co ğrafy anın ortasında da Suriye bulunmaktadır. İşte bu
nedenle de herkes, yani bütün ülkeler başından beri Suriye'yle ilgilenmektedir.
İşte bu nedenle ABD ve müttefiki bölgesel ve uluslararası ülke ve güçler tüm
güçleriy le ve aklınıza gelmeyen her alanda Suriye'ye yüklenmektedirler.
Yakından takip etmeyenler bu yüklenmelerin ne denli ağır, kap samlı ve
inanılmaz olduğunu göremez... İşte bu nedenle Suriye de kendi bölgesel ve
uluslararası ittifaklarını kurarak direnmeye çalışıyor. Çünkü Suriye'de
kazanan, oyunun tümünde kazanmış olacaktır. Tarihte de hep böyle olmuştur.
Bunun onlarca örneği bulunmaktadır...
Örneğin 50-60 yıldır Arap ve
bölge ülkelerinin yönetimleriyle flört yaşayan ve yalnızca İsrail'le evli
olduğu için onlarla evlenemeyen ABD, Kuzey Afrika ülkelerinin tümünde
İslamcıları iktidara getirse bile bu BOP açısından çok fazla işe y aramay ac
aktır. Çünkü Kuzey Afrika ülkelerinde iktidara gelen ya da getirilen İslamcılar
ABD'y le işbirliği yapmaya
başladıklarında onları ancak Suriye ve
müttefikleri deşifre edecektir. Daha somut o larak yakın gelecekte ABD ile
Mısırlı İslamcılar arasında bir pazarlık yapılarak Amerikalılar İslamcılara,
"Bizimle çalışıp İsrail'le dost olmazsanız sizi terk eder ve sizin için
problem yaratırız" deyip onları korkutur ve taviz vermelerini sağlarlarsa
o zaman Suriy e çıkıp, "İşte bakın İslamcılar Amerikan uşağı oldu"
diyecek ve onları Arap halkları önünde zor durumda bırakacaktır. Tabii bunu
yalnızca Suriye demeyecek. îran, Irak, Lübnan ve diğer Arap ülkelerindeki Arap
milliyetçisi, laik, liberal ve Batı düşmanı tüm parti ve güçler de söyleyecek.
Bu ise İslamcıları İslamcı olma özelliğinden uzaklaştıracak ve halklar önünde
kötü duruma düşürecektir. Bu söylemin farklı versiyonu da önemli. Örneğin
Suriye ve yandaşı ülke ve güçlerin tepkisinden korkacak İslamcı partiler
ABD'yle işbirliğine yanaşmayınca bu kez ABD ve müttefiki ülke ve güçler bu İslamcılara
kendi ülkelerinde problem y aratac aklardır.
Örneğin Mısır'da önce Kıpti Hıristiyan ile
Müslümanlar arasında çatışma çıkartılabilir. Geçtiğimiz aylarda bunun provaları
yaşandı. Bu yetmezse radikaller ile ılımlılar, yani Müslüman Kardeşler ile
Selefiler karşılıklı provoke edilebilir. Futbol maçında olduğu gibi Mübarek y
anlıları ya da dış güçlerin provokasyonlarını ise hiç kimse göz ardı
etmemektedir. Bu da yetmezse Mısır bu kez ekonomik o larak sıkıştırılabilir.
Çünkü Mısır ekonomisinin en önemli girdisi turizm gelirleridir. Ülkeye yılda 9
milyon turist geliyor ve 7 milyar dolar döviz bırakıyor. Bu rakamlar olaylardan
dolayı 2011 yılında yüzde 80 oranında geriledi. Çünkü Mısır'a gelen turistlerin
büyük bölümü Batılı ülkelerden geliyor. Tıpkı Mısır ordusunun silahları gibi.
Ordu iç çatışmalar ya da ekonomik gidişatın kötülüğünden bunalan halkın
tepkisini fırsat bilerek Washington'a bakar ve yapacağını ya da ne yapması
gerektiğini sorar. Bu da yetmezse yeni Kahire'nin yeni yöneticileri yeni
kurulan Güney Sudan ülkesi tarafından rahatsız edilebilir. Malzeme ise Nil
Nehri'nin paylaşımı...
Arap âleminin en önemli ülkesi ve Türkiye
modelinin başarısı için önemli olan Mısır için söylenen her şey İslamcıların
iktidara geldiği ya da geleceği diğer ülkeler için de geçerlidir. Örneğin
petrol ve doğalgaz zengini Libya'da farklı İslamcı gruplar ve aşiretler arası
iç savaş hep gündemde olacaktır. Örneğin Cezayir ve Fas'ta Berberi azınlığın
ayaklandırılması ya da bu iki ülkenin Batı Sahra'nın bağımsızlığı için savaştırılması
hep gündemde kalac aktır. Örneğin Sudan'da derin dondurucuya konulan Darfur
konusu yeniden şok bir programla mikrodalga fırınlara sokulup tekrar masanın
üzerine konulabilir. Yemen'de ise hiç kimsenin beklemeyeceği senaryolar her
zaman programa alınabilir. Çünkü oranın istikrara kavuşması hiç kimsenin işine
gelmez ve gelmeyecektir. Tersi olsaydı, Amerikalılar ve işbirlikçisi Suudi
Arabistan tüm gösterilere rağmen Ali Abdullah Salih'e arka çıkmazdı.
Örneğin 3 Haziran'da bir suikastla ağır y
aralanan Salih özel bir uçakla tedavi için Suudi Arabistan'a taşındı ve
iyileştikten sonra 23 Eylül'de ABD'nin onayıyla Yemen'e geri gönderildi.
Ülkesine dönen Salih teşekkür için 30 Eylül günü Amerikalılara Kaide'nin en
önemli adamlarından Enver Avlaki ile 6 yardımcısını bir Predator casus uçağıyla
öldürülmesine izin verdi. Salih'in sayesinde büyük ve çok tehlikeli bir beladan
kurtulan ABD Körfez ülkelerine, "Salih'e destek verin" talimatı
vererek Salih ile bazı muhalif gruplar arasında barış antlaşmasının imzalanmasını
sağladı. Bu antlaşma gereği Salih görevinden istifa ederek ABD'ye uçtu ama y
aşam boyu dokunulmazlık elde etti. Salih gitmeden önce yine Predator'lerin 11
Kaide militanını öldürmesine izin verdi. Salih gitti ama durum hâlâ karışık.
Çünkü ülkede onlarca muhalefet grubu olduğu için bu kez bu gruplar kendi
aralarında çatışıyor ve Salih'e bağlı ordu ve güvenlik güçleri de
"iktidarı vermeyiz" diyor. ABD ve bölgesel müttefikler demokrasinin
bu ülkeye nasıl geleceğini merak ediyor ve bunun ne kadar gerekli ya da yararlı
olup olmadığını kendi aralarında tartışıyor. Çünkü Yemen'deki durumun
netleşmesi ve gerçek demokrasinin yerleşmesi hiçbir zaman kuzey komşusu Suudi
Arabistan, doğu komşusu Umman Sultanlığı ve batı komşuları Somali ve Cibuti
gibi Batı yanlısı ülkeleri hoşnut etmeyecektir. Tek bir koşulla; böyle bir
demokrasi bu ülkede, yani Yemen'de tümüy le ABD yanlısı İslamcı bir partinin
iktidara gelmesini sağlay acaksa. Bu ise Yemen'in bilinen koşulları içinde
mümkün gözükmüyor ve bunun da alternatifi birçoklarını mutlu edecek bir iç
savaş. Bu iç savaştan korkacak ilk ülke de Suudi Arabistan...
Çünkü Yemen'de çok güçlü bir Kaide örgütlenmesi
var. Çünkü Yemen'de çok güçlü bir sol ve liberal milliyetçi gelenek var. Ve
bunların her ikisi Suudilerin korkulu rüyası... Ama Suudi yönetimi gün gelir
CIA'in de desteğiyle bu iki grubu birbirine kırdırabilir. Suudiler 250 yıldır
bu tür "katakulli" işleri çok iyi öğrendiler ve bu işleri çok iyi
beceriyorlar! Bakalım Ali Abdullah Salih'in yerine seçilen yeni başkan Mansur
Hadi, Suudilerin ve büyük patron ABD'nin beklentilerinin ne kadarını
karşılayabilecektir?
Bu Nasıl Ülke?
Suudilerin sahip olduğu El-Arabiye televizyonu
başından beri demokrasi borazanlığı yapıyor. Özellikle Libya ve Suriye'de hep
ABD sözcülüğüne soyunan El-Arab iy e her nedense Suudi Arabistan ve Körfez
ülkelerindeki çağdışı y önetimlerin varlığını görmezlikten geliyor. Örneğin
demokrasinin "d"sinin bulunmadığı Suudi Arabistan tam anlamıy la bir
Amerikan sömürgesidir. 10.000 kadar Suudi prens ve prenses hep Amerikalıların
istediği yönde düşünür ve öyle davranır. Bunların büyük bölümünün genel
konularda kendi iradeleri y oktur. Bu ülke direkt olarak Amerikalılar
tarafından yönetilmekte ve Amerikalılar tarafından yönlendirilmektedir. Zaman
zaman bunun tersi görünse de Amerikalıların onay vermediği hiçbir şey Suudi
yönetimi tarafından gündeme bile getirilemez. Suudilerin îran konusundaki
duyarlılığı işte bu çerçevede ele alınmalıdır. Yani Amerikalılar ya da
Amerika'daki Yahudi lobileri istiyor diye Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri
yönetimleri İran'a nükleer program konusunda yüklenmektedirler. Yani yüzlerce
nükleer bombaya sahip olan İsrail'e sesini çıkarmayan "kutsal toprakların
hamisi" Suudiler İsrail düşmanı Müslüman bir ülke olarak İran'ın olası nükleer
bombaları için büyük yaygara koparıyor.
Suud ailesinin yolsuzluk ve pislikleriyle
ilgili hikâyelerini internet sitlerinde bolca bulabilirsiniz. Suudi Arab
istan'ın kurucusu Kral Abdülaziz El-Suud'un şimdiye kadar kral olan oğullarının
özel ve politik yaşamları buna örnektir. Örneğin Abdülaziz'den sonra kral olan
Suud, babasından daha becerikli çıkarak 41 hatunla evlenir ve 105 çocuğu olur.
Bir sonraki kral Faysal 7 hatunla evlenir 18 çocuğu olur. Amerikan tezgâhıyla
düzenlenen doktor raporuyla görevden azledilen Suud'un yerine geçirilen Kral
Faysal'ın ilk işi Amerikan Başkanı Johnson'a mektup göndermek olur. Bu mektup
Suud ailesinin tarihi bakımından ibret vericidir. Çünkü Faysal, Başkan
Johnson'a 27 Aralık 1966 tarihinde gönderdiği mektupta "ABD'nin İsrail'e
destek olmak amacıyla Nasır yönetimindeki Mısır'a ani bir saldırı düzenlemesi,
peşinden İsrail'le birlikte Suriye'ye saldırılması ve topraklarının bir
bölümünün işgal edilmesi, Batı Şeria ve Gazze'nin işgal edilerek
Filistinlilerin sonsuza dek esaret altına alınarak topraksız bırakılmaları,
Irak'ın zayıflatılması için kuzeyde bir Kürt devletinin kurulması amacıy la
Molla Mustafa Barzani'ye destek verilmesi" yönündeki CIA düşüncelerini
paylaştığını ifade ettikten sonra bunun Amerikan-Suudi çıkarları için mutlak gerekli
olduğunu söylüyor. Ancak aynı Kral 1967 Savaşı'ndan sonra ve kapalı bir
toplantıda İsrail konusunda biraz olsun milliyetçi ve İslamcı davrandığı ve
1973 İsrail-Arap Savaşı'ndan sonra Kaddafi'nin ve Suriye'nin baskısıyla petrol
ambargosuna destek verdiği için aynı Amerikalılar tarafından Mart 1975'te
yeğenine öldürtürülür.
Faysal'dan sonra gelen Halit 5 hatunla yetinir.
Sonraki Kral Fahd ise daha veliaht olduğu sırada gördüğü her güzel hatuna âşık
oluyordu. Bunlar arasında Fransa eski maliye bakanının eşi de vardı. 11 hatunla
evlenerek geleneğe dönüş yapan Fahd, ABD'yle geleneksel stratejik işbirliğine
önem verir ve ABD'nin talimatıyla İran'a savaş açan Saddam'a her türlü desteği
verir. Bununla yetinmeyen Fahd, Kuveyt'i Saddam işgalinden kurtarmak amacıyla
ülkesini Amerikan ve Batı ordularına açar ve tüm bu operasyonu finanse eder.
Şimdiki kral Abdullah'ın ise 18 hatundan 37 çocuğu olduğu söylenir. Kralların
biyografilerine baktığınızda erkek çocukların adları mavi, kız olanların adları
da siyahla yazılır. Çünkü kızların sistem içinde prenses de olsa hiçbir değeri
yoktur. Suudi önemli bir din adamı fetvasında, "Yanında yakın
akrabalarından ( babası, kardeşi ya da kocası) herhangi biri olmadan sokağa
çıkan bir kız ya da kadın fahişedir" der.
İşte böylesi "insani" değerleri olan
krallar hep Amerika'nın hizmetinde başka halklar için demokrasi istiyorlar...
Buna da yalnızca saflar inanıyor. İran'a savaş açan Saddam'a hep bu krallar ve
yandaşı Körfez ülkelerinin şeyhleri y ardım etti. Saddam İran'la savaşına son
verip bu kez Kuveyt'i işgal edince bu kez aynı kral ve şeyhler yine Amerika'nın
talimatıy la Saddam'ı Kuveyt'ten ç ıkarmak için kesenin ağzını açtılar. Tam 630
milyar dolar. Tam bir komedi ve rezalet. Kaide'yi kurduran, Taliban'ı iktidara
taşıyan ve Afganistan'daki tüm mücahit gruplara her türlü y ardımı yapan Suudi
krallar kendi ülkelerinin sınırları içinde inanılmaz rezaletler y aşıy orlar.
Suud ailesini iktidara taşıyan ve onları Osmanlı'ya karşı kullanan ve
dolayısıyla onları çok iyi tanıy an İngilizlerin medyasına göz atanlar bu
yolsuzluk ve rezaletlerin hikâyelerini bol miktarda görebilirler. Suudi Arab
istan'da ihaleler genellikle %30-40 komisyonlarla verilir ve komisyonlar hep
prenslerin Avrupa'daki banka hesaplarına yatırılır. İkinci Dünya Savaşı'ndan bu
yana Suudi Arabistan ABD, İngiltere ve diğer Batılı ülkelerden yüz milyarlarca
dolarlık silah satın aldı ama son 60 yılda hiç kimseyle savaşmadı ve bu
silahların birçoğu 50 derecelik Suudi Arabistan gibi bir ülkenin sıcağında
çürüyüp gitti... Bazı iddialara göre Suudiler bazen parasını ödüyor ama
silahları almıy or.
Suudilerin ABD'yle olan böylesi organik bağı
yine de kral ve prenslerin tam da rahatlığına yetmiyor. Çünkü Amerikalıların
Suudilere alternatif aradığı yönde bilgiler geliyor. Bu arama daha 11 Eylül
sonrasında, hatta biraz da öncesinde başlamıştı. Yani Bin Ladin'in ABD'ye kafa
tutup kavga etmeye başladığı y ıllarda.
Alternatif Şeyh...
1995'te babası İngiltere'de hastanede yatarken
iktidarı ele geçiren Şeyh Hamed'in kısa bir süre içine bu denli çılgınca
davranacağını hiç kimse kestirememişti. Oysa şeyh hazretlerinin iktidara
gelişinden kısa bir süre sonra kurduğu El-Cezire televizyonuyla bölge
liderliğine oynadığı ortaya çıkacaktı. Büyük patron ABD, hatta bazılarına göre
Yahudi lobilerinin desteğini alan şeyh hazretleri, El-Cezire'ye, "Meşhur
olmak için her konuya el atın" türünden talimat vererek büyük planlar
yapmaya başlamıştı. Böylece El-Cezire kısa bir süre içinde Arap halklarının
ilgi ve güvenini kazanmış ve "emperyalizme karşı" savaşan bir kanal
olmuştu! Çünkü ilk kurulduğunda bir yıllığına çalışıp garipliğini anladıktan
sonra ayrıldığım El-Cezire Afganistan'da Taliban ve Kaide'den yana, Irak'ta
Saddam'ı destekliyordu. Amerikan uçakları da insanları inandırmak için
El-Cezire'nin Kâbil ve Bağdat ofislerini bombalayacaktı. Lübnan'da ise İsrail'i
yenen Hizbullah ve Filistin'de İsrail'e direnen Hamas'tan yana olan El-Cezire
her fırsatta Türkiye'yi ve AK Parti hükümetini öve öve bitiremiyordu. Bununla
da yetinmeyen El- Cezire ve sahibi Şeyh Hamed "emperyalizme karşı
direnen" Suriye ve İran'ın da dostu gibi görünerek onları da kandırmayı
başaracaktı. Oysa Katar denilen ülkenin neredeyse %30'u Amerikan üsleriyle
kaplı ve CIA ile Mossad ajanları bu ülkede keyifle dolaşıyordu... Şeyhin son
marifeti ise başkent Doha'da Taliban'a ofis açtırmak oldu. Bunun karşılığında
da Taliban bazı militanlarını BOP'un hizmetine sunacak, onlar da Suriye, Irak,
Lübnan ve İran'a sızarak intihar eylemleri yapacaklar. Tıpkı son dönem Şam'da gerçekleşen
ya da Irak'ta Şiileri hedef alan eylemlerde olduğu gibi...
Dünyanın en zengin doğalgaz rezervlerine sahip
ve bu nedenle Nabucco Projesi için çok önemli olan şeyh hazretleri parasına
güvenerek her şeyi satın alabileceğini düşünüyor ama zaman zaman da başarıyor.
Örneğin FIFA üyelerini. Başka türlü de 2022 Dünya Futbol Şampiyonası'nı
ülkesinde yaptıramazdı... Medeniyetler İttifakı Projesi'nin tüm etkinliklerini
de finanse eden şeyh hazretleri Amerikalıların işaret ettiği her yerde hizmet
vermeye hazır olduğunu kanıtlamay a çalışıyor. Örneğin Irak'ın işgalinde
kullanılan ve başkent Doha'nın hemen yanı başında bulunan El-Adid ve Siliye
üsleri Amerika'nın bölgesel planları açısından çok önemli üslerdir. Durum böyle
olunca Katar Emiri Şeyh Hamed bu üsler ve ABD'ye verdiği diğer hizmetler
üzerinden Suud ailesinin yerini almay a çalışmaktadır. İnternete düşen ses kay
ıtlarında Hamed bunu itiraf ediyor ve Amerikalıların artık Suud ailesinden
bıktığını
söylüyor.
Emir hazretlerinin Suudi kraldan daha farklı olarak
güzel bir eşi var ve Batılı kriterlerde istediği her yere yanında eşi ya da
babası olmadan rahat bir şekilde gidip gezebilmektedir... Güzel prenses Moza,
Batı'da birçok etkinliğe katılıyor ve milyonlarca dolarlık bağışlarda
bulunuyor. Tıpkı kocası gibi. O da Amerikalıların tavsiye ettiği tüm bölgesel
ve uluslararası etkinliklere sponsor oluyor. Ama bu ve benzeri konularda
yarışan Suudiler Şeyh Hamed'in bu davranışına da çok kızmaktadırlar. Çünkü Şeyh
Hamed Suudilerin bölgesel liderliğini ellerinden almaya çalışıyor. Örneğin daha
bir iki yıl öncesine kadar El-Cezire televizyonu Suudilere karşı müthiş ama
aynı zamanda zekice savaş açmıştı. Suudiler de El- Cezire'ye yanıt verebilmek
için El-Arab iy e televizyonunu kurmuşlardı. Ama bugün El- Cezire ve El-Arab iy
e el ele verip Amerika'nın Büyük Ortadoğu Projesi'ne destek veriyorlar. Her iki
kurum İngiliz (BBC) ve Fransız (France 24) televizyonlarının Arapça
yayınlarının desteğini alarak birer haber televizy onu o larak değil tam
anlamıyla CIA ve Mossad operasyon merkezleri gibi çalışıyor ve sürekli
dezenformasyon ve provokasyon yapıyorlar. TRT-Arapça ise sınırlı olanaklarıyla
"bonus" olarak onlara yardımcı oluyor. Örneğin TRT- Arapça daha
ortada hiçbir şey yokken yayınlarında Suriye'den kaçacak olan askerler için
Hatay'da özel kamplar kurulduğunu söylüyordu. El-Cezire ise Suriye'de silahlı
gruplara şifreli yayın y ap makta ve gerektiğinde düzmece haber ve görüntüler y
ay ınlamaktad ır. Bu kanalın ve zaman zaman El-Arabiye'nin Libya ve Suriye'yle
ilgili yayınladıkları haberlerin yüzde 80'i ya yalan ya da abartılıydı.
El-Cezire ve El-Arab iy e'nin Arap Baharı konusundaki birlikteliği Suudi
Arabistan ile Katar arasındaki rekabeti asla bertaraf etmemektedir. Çünkü
Suudiler "yeniyetme" Katar emirinden "gıcık" alıyor ve ona
destek veren Amerika'ya bile kızmaktadırlar. Hatta Suudiler, "Onun
arkasında Yahudi lobileri var" türünden propagandalarla Şeyh Hamed'i
bölgede zayıflatmaya çalışmaktadırlar.
Hamed'in babasına darbe yaparak iktidarı ele
geçirmesi de bölgedeki kraliyet saraylarında egemen olan biat geleneğine bağlı
kral ve şeyhleri rahatsız etmektedir. Ayrıca Katar 17441818 yılları arasından
Suudi Arabistan'ın bir parçasıydı ve îngilizlerin bir oyunuyla El-Sani ailesine
verilerek ayrı bir emirlik o larak kurulmuştu. Suudiler de bunu asla unutmay
acak ve Şeyh Hamed hep bunun korkusuyla yaşayacaktır. Belki de bu nedenle Şeyh
Hamed Suudilerin ruhani lideri ve Vahabi mezhebinin kurucusu Muhammed
Abdülvahab adına çok muhteşem bir camiyi başkent Doha'da inşa etti. Ama aynı
Şeyh Hamed, Vahabi mezhebine karşı olduğu bilinen ve BOP'un uyumlu İslam'ının
teorisyenlerinden Yusuf Kardavi'yi sahiplenmekten geri kalmadı. Ayrıca Mısır,
Tunus, Libya ve diğer Arap ülkelerinde uyumlu Müslüman Karde şler'e büyük
paralar veren Şeyh Hamed'in karşısına yine Suudiler dikiliyor ve uyumlu
İslamcıların rakibi Selefi grup ve cemaatlere daha fazla para vermektedirler.
Suudiler neredey se karşılarına şeyh çıkıyor, Suudiler de şeyhin gittiği her
yere yetişiyorlar. Örneğin Suudilerin Mekke ve Medine'si varsa şeyh
hazretlerinin de Dünya Müslüman Âlimler Birliği ve onun BOP'çu başkanı Yusuf
Kardavi ve birçok Müslüman ülkesindeki yandaşları var. Üstelik Kardavi Arap
Baharı sürecinde önder kışkırtıcı, provakatif rol oynamış ve Müslümanları
ayaklanmaya çağırmıştı. El-Cezire televizyonu ise ona hep aracılık yapıyordu.
Para ise her zaman olduğu gibi Katar emirinden... Emir hazretlerinin dediği ya
da ABD adına dillendirdiği söylemlere ve attığı adımlara destek veren herkes
kısa sürede zengin oluyor...
Emir hazretlerinin "El-Cezire-Türk
Televizyonu" belki de böyle bir misyon için İstanbul'da kuruldu. İki
yıldır yayına başlamamasının nedeni ise emir hazretlerinin Türkiye'yle ilgili
karanlık bir planıdır! Kuraldır: Körfez ülkelerinin liderlerinden asla şeffaf
bir şey beklenemez. Bu onların 250 yıllık tarihlerinde böyledir. Yani
genetiktir. Yani asla Türk dostu olmaz. Yani asla bu coğrafyayı sevemezler...
Asla nikâhsız yaşadıkları ABD'den ne yaparsa yapsın ayrılamazlar.
Demokrat Emir...
Herkese bol keseden para dağıtan ve
"cüssesine" güvenerek ve daha çok ABD'den aldığı cesaret ve destekle
bölgenin liderliğine oynayan emir hazretleri daha önce belirttiğim gibi 1995'te
babasına darbe yaparak iktidara geldi. Gelir gelmez de Amerikalılara ülkesinde
üs kurma izni verdi ve Amerikalılar bu üslerden Irak işgal operasyonuna
hazırlanmaya başladı. Nitekim buradan kalkan uçaklar Saddam'a yönelik ambargo
kararları çerçevesinde 32. paralelin güneyini denetliyordu. Tıpkı Türkiye'de
yerleştirilen ve 36. paralelin kuzeyini denetleyen Çekiç Güç gibi.
1995-2001 dönemi ise ABD açısından Irak'ın ve
Afganistan'ın işgal süreçlerinin hazırlık dönemleridir. Ama bu dönem aynı
zamanda Şeyh Hamed ve eşi Moza'nın kendilerini kanıtlama dönemleridir. Batı
medyasında her ikisiyle ilgili çok ilginç hikâyeler anlatılır. Örneğin Prenses
Moza Katar'da muhalefet liderlerinden Nasır El-Mesned'in kızıdır. Hamed'in
babası Halife de o bölgede sıkça başvurulan yöntemle Moza'yı oğluna alarak El-
Me sned'in muhalefetinden kurtulacağını hesaplamıştı. Öyle de oldu ama yeni
gelin kocasını 3 eşinden boşattırdıktan sonra 1995'te babasına darbe yapması
için ikna edebilmişti. Oysa kocası veliaht ve aynı zamanda genelkurmay başkanıydı.
Ve bu koca palavradan bir lise diplomasını aldıktan sonra babası tarafından
İngiliz Harp Okulu'na gönderilmiş ve general rütbesiyle ülkesine dönmüştü. Yeni
gelin Prenses Moza, Hürrem Sultan'ın entrikalarını aratmayacak oyunlarla önceki
eşlerin çocukları ile tüm akrabalarından kurtulduktan sonra oğlu Temim'i
veliaht tayin ettirdi ve kocasının özel hesabına y atırılan yıllık 15 mily ar
dolarlık doğalgaz parasından istediği miktarda para çekme ve harc ama yetkisini
aldı.
El-Sani ailesinin çok ilginç kişisel ve genel
hikâyelerini okumak isteyenler internette bol miktarda bulabilirler. Bu
hikâyeleri okuduklarında eminim, "Bu kadarı da olmaz" diyeceklerdir.
Ama ne hikmetse Arap halkları için "demokrasi ve özgürlük" isteyen
El-Cezire tıpkı El-Arab iy e gibi bu hikây e le rin hiçbirini anlatmaz ve
Katar'daki Amerikan üslerini, şeyhin İsrail'le işbirliğini ve emir
hazretlerinin fantezilerini görmezlikten gelir. Üstelik Katar'da seçim yok,
anayasa emir hazretlerinin kontrolünde, parlamento yok, özgür medya yok ve hiçbir
alanda bir tek sivil toplum örgütü yok. Ama olsun, Katar Emiri Şeyh Hamed ve
onun güzel eşi Moza Arap halklarına demokrasi ve özgürlük götüreceklerini
söylüyorlar ve bu konuda da kararlılar! Kararlılar çünkü hem çaresizler hem de
başka seçenekleri yok. 250 yıllık köhneleşmiş Suud ailesine rakip olacaklarsa
"taze kan" olarak kendilerinden istenen "her şeyi" yapmak
zorundalar.
Dönelim Suriye'ye...
Başlangıçta barışçıl gösterilerle sokağa çıkan
Suriyeliler Esad yönetiminin derin y olsuzluklarından ve genel o larak ekonomik
sıkıntı ve yoksulluktan hoşnut olmadıklarını söylüyorlardı. Ancak bu gösteriler
çok hızlı bir şekilde provoke edilince işler hızla karıştı... Çünkü tüm İslamcı
gruplar çok önceden bu duruma hazırlanmış ve gerekli her türlü maddi ve manevi
önlemi almıştı. Bunu da BOP'un ilan edilmesi ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı
Haddam'ın 2005 sonunda
Fransa'ya kaçmasıyla yapmış ve başta ABD olmak üzere herkesten aldıkları
yardımla başarmışlardı. Bu hazırlıklara dikkat etmesin ve yaklaşan tehlikeyi
görmesin diye Batılı birçok lider ve yönetici Şam'ın yolunu tutarak Esad'a,
"Bak biz dostuz" dediler. Bölgede de Suudi Arabistan Kralı Abdullah
ve Katar Emiri Hamed de sık sık Suriye'ye gidip Esad'a, "Sen bizim
kardeşimizsin" türünden zekice bir tiy atro sergileyerek tehlikenin
yaklaştığını görmesini engellediler ve bunda başarılı oldular. Çünkü böylesi
bölgesel ve uluslararası "dostluk" ortamında laçkalaşan ve kendi
içinde y olsuzluklarla boğuşan Suriye istihbarat örgütleri y aklaşan tehlikeyi
beklemedikleri için çok "large"
davrandılar. Çünkü 1982 Hama olaylarından sonra yani 30 yıldır ülkede herhangi
bir olay yaşanmamış ve ülke tam güvenli bir hale gelmişti. Bunu fırsat bilen
İslamcı gruplar ve diğer muhalefet güçleri çok rahat örgütlenip silahlandılar.
Çünkü Katar emiri ve Suudiler kesenin ağzını açmış ve ABD onlara sınırsız maddi
yardım ediyordu.
Amerikan Kongre raporuna göre Washington,
Suriye muhalefetinin çeşitli gruplarına 20042008 arasında 200 milyon dolar
yardımda bulunmuştu. Böylesi zengin mali finans kaynaklarına ve lojistik
desteğe sahip Suriye muhalefeti doğal olarak daha ilk günlerden itibaren devlet
güvenlik güçlerine karşı direnebilmeyi ve silahla karşı koy may ı
becerebilmişti. 30 yıldır hiçbir gösterinin yaşanmadığı Suriye gibi bir ülkede
ordu, istihbarat ve polis ilk şoku atlattıktan sonra çok sert karşılık vermeye
başladı. Bu sert davranışlar silahlı radikal İslamcı grupların işine yaradı.
Çünkü bu "halkı" provoke etmek için kaçırılmaz bir fırsattı. Üstelik
bu grupların halka dağıtmak üzere milyonlarca dolarlık parası vardı. Bu da y
etmey ince işin içine mezhepsel söylemler sokuldu. Suudi Arabistan, Ürdün ve
Kuveyt'ten yayın yapan Visal, Safa, El-Haliciye ve benzeri televizyonlarda her
gün konuşan Adnan Arur, El-Sabuni ve benzeri din adamları insanları sokaklara
dö ktürme k ve gerektiğinde silahlı ey lemlere katılmalarını sağlamak amacıyla
inanılmaz çılgınca konuşmalar yapıyor ve "Şii ve Alevilerin katlinin vacip
ve büyük cihat" olduğunu söyleyecek ya da ima edecek kadar
çılgınlaşıyorlardı.
Onlara Katar'ın başkenti Doha'da yaşayan ve
BOP'un "ideolojik imamı" Yusuf Kardavi El- Cezire televizyonu
üzerinden yardım ediyordu. O da Suriye halkını "Alevi iktidara" karşı
ay aklanmay a çağırıyordu. Bu da yetmeyince başkanlığını yaptığı Dünya îslam
Âlimleri Konseyi'ni devreye sokmaya çalıştı. Bunun üzerine Türkiye'de bile
birçok politikacı, akademisyen ve gazeteci bu çab alara destek vererek Esad'ın
Aleviliğine dikkat çekti. Daha bir yıl öncesine kadar, "Suriye'yle
birleşelim" diyen ve Erdoğan'ın Esad'la do stluğuna mutlak destek verenler
bu kez Türk ordusunun Suriye'ye girip Esad'ı devirmesinden söz etmeye başladı.
Ortada garip şeylerin döndüğünü herkes görüyordu. Türkiye'de bunlar olurken
Google, YouTube, Facebook gibi sosyal paylaşım siteleri devreye giriyor; Suriye
ve öncesinde Libya ile diğer Arap Baharı ülkeleri için özel programlar
düzenliyor, Ortadoğu bölgesine yönelik hizmetlerini güçlendiriyorlardı.
Google'ın Ortadoğu bölge müdürü ise Mısır devriminde adı sık sık duyulan Vail
Gınim'di. Hani televizyonlara çıkıp Tahrir'de ölen arkadaşlarını anlatırken
ağlayan delikanlı! Oysa kendisi ne öldü ne de yaralandı ve artık piyasada ondan
hiçbir haber yok. Nasıl olsa görevini layıkiyla yerine getirmiş ve belki 20 yıl
sonra yeniden ortaya çıkmak üzere bir yerlerde beklemeye alınmıştır.! Google
Earth ise Kahire, Şam, Trablus'un caddelerinden aldığı anlık görüntüleri
"direnişçilere" servis ediyor ve İsrail ile ABD'nin tüm uy duları ve
casus uçakları aralıksız direnişçiler için çalışıyordu. Saad Hariri ise 2009-2010
döneminde üç kez Şam'a giderek Esad'ın misafiri oldu ve "Babamı siz
öldürmediniz" diyerek y aklaşan tehlikeyi görmemesini sağladı. Oysa Hariri
ve Lübnan'daki müttefikleri Suriye muhalefetine milyonlarca dolar yardım ediyor
ve silahlarını sınırdan kaç ırarak Suriye'ye sokulmasında başrol oynuy ordu.
Sonraki gelişmeler tüm bu gerçekleri kanıtlayacaktı.
Önemli Olan Türkiye...
BOP ortağı Türkiye, ABD'nin bölge için
planlarını bilen ya da sezen bir ülke olarak Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan
Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun söylemiyle Suriye lideri Esad'a
2007'den itibaren, "Demokratik reformlar yap" türünden telkinlerde
bulunuyor ve bir an önce adım atmasını istiyordu. Babasının ölümünden sonra
iktidara geldiği 2000 yılından itibaren ekonomik ve siyasal alanda çok önemli
reform adımları atan, istihbarat baskısını azaltan, keyfi tutuklamalara son
veren, ülkeyi dışa açarak halkı rahatlatan ve babasının tersine toplumu
rahatlatmay a çalışan genç Esad, Gül-Erdoğan ikilisinin bu istek ve
telkinlerine sıcak bakmasına rağmen çevresindeki insanların yani derin devlet
denilen oluşumun etkisiy le çok daha ileri gidemiyordu. Çünkü iktidarın önemli
kilit noktalarını tutan, bu iktidarın nimetlerinden 30 yıldır yararlanan ve
bazıları kendi akrabası olan bu kişiler ellerinde tuttukları iktidarı
kaybedebilecekleri endişesiyle Başkan Esad'ı hep frenliyorlardı. Oysa Esad halk
tarafından çok seviliyor ve destek görüyordu. Yapılan tüm yoklamalarda
demokratik seçim yapsaydı Esad o sıralar en az %80 oy alırdı.
Ama çevresi Esad'ı hep korkuttu ve seçim
yapmasını ve çok partili sisteme geçmesini engelledi. Bahane ise Irak'ın işgali
ile Amerikan tehditleri, 2005'te Kamışlı'da bir futbol maçında çıkan Kürt
çatışmaları, Hariri'nin öldürülmesi ve kaçan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Haddam'ın
olası tezgâhları...
Esad 5 Eylül 2011'de kendisiyle görüşen CHP
heyetine, "Erdoğan benden hep Müslüman Kardeşler için taleplerde bulunuyor
ve Amerikalıların isteklerini bana iletiyordu" demişti. Buna rağmen Esad
ülkesinin değişim sürecine katkı sağlayacağına inandığı Türkiye'yle
ilişkilerine alabildiğine hız vermiş ve neredeyse Türkiye'yle birleşme sürecine
girmişti. Bu süreç devam etseydi Suriye kendiliğinden demokratik dönüşümünü
sürdürerek tamamlayacaktı. Esad'ın Türkiye'yle olan bu "samimi ve stratejik
içerikli ilişkisi" beraberinde Suriye toplumunda Türkiye'ye hayranlık ve
Erdoğan'a mutlak güveni getirmişti. Yalnız 2010 yılında vizelerin
kaldırılmasından dolayı Suriye'den Türkiye'ye 1 milyondan fazla insan gelmiş ve
aynı dönemde Türkiye'den Suriye'ye 1,5 milyon insan gitmişti. İkili ilişkilerde
sağlanan olağanüstü gelişmelerin yanı sıra KKTC pasaportlarının geçerli olduğu
tek ülke Suriye olmuştu. Feribotlar da Girne-Lazkiye arasında 2009'da seferlere
başlamış ve AB baskılarına rağmen Şam, Ankara'yla olan stratejik dostluğundan
dolayı bu kararından geri adım atmamıştı. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 2
milyar doları geçmiş ve Türk şirketleri Suriye'de "imtiyazlı ve
öncelikli" muamele görür hale gelmişlerdi. Antep, Antakya, Kilis, Urfa,
Mardin ve sınır boyundaki diğer kentler ve karşısındaki Suriye şehirleri
arasında hızla gelişen ve genişleyen günlük ilişkiler karşılıklı ekonomik
çıkarların yanı sıra Suriye ile Türkiye halkları arasında olağanüstü do
stlukları genişletip derinleştiriyordu. Ta ki olayların başlamasına kadar.
Çünkü Tunus'ta başlayan ve hızla Mısır ve
Libya'ya sıçrayan ay aklanmalarla Suriye y önetimi tehlikenin yaklaştığını
anlamasına rağmen olup bitenin BOP çerçevesinde büyük bir oyun olduğunu
anladığında işler oldukça karışmış ve Şam savunmaya geçmişti. Suriye yönetimine
göre amaç demokrasiyi getirmek değildi. Şam'a göre olup bitenin amacı Batı
yanlısı iktidarları Arap ülkelerinde işbaşına getirmek, emperyalizme karşı
direnen yönetim ve güçleri tasfiye etmek ve böylece İsrail'in rahatlatılmasını
sağlamaktı... Durum böyle olunca Başbakan Erdoğan'ın Esad'a, "Hemen reform
yap" söylemi farklı anlaşılıyor ve Şam Erdoğan'ın söylemini "bu
oyunun bir parçası" olarak görmeye başlıyordu. 15 Mart 2011'de olayların
Suriye'de başlaması ve Ankara'nın mayıs sonunda Suriye muhalefetinin ilk
toplantısını Antaly a'da geçekleştirmesine izin vermesi ve peşinden Suriye'den
kaçanlara sınırda özel kamplar oluşturulması iki ülke ilişkilerine son noktayı
koymuştu. Çünkü geçen süre içinde Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan,
Dışişleri Bakanı Davutoğlu Suriye y önetimine ve Başkan Esad'a çok ağır
suçlamalarda bulunmuş ve ağır eleştiriler yöneltmişlerdi.
Suriye ordusundan ayrılarak kaçan bazı subay ve
askerlerin Antaky a'daki kamplarda barındırılması ve bu subay ların ve özellikle
Hür Suriye Ordusu denilen grubun komutanı Riyad El-Esaad'ın Türk ve yabancı
medyaya sık sık konuşarak "buradan Suriye'ye yönelik eylemde
bulunduklarını" söylemesi Şam için bardağı taşıran son damla olmuştu.
Üstelik El-Esaad 4 yıl önce ordudan emekli olmuş ve iddia ettiği gibi
ordudayken önemli hiçbir görevi yoktu. Önemli olan ordudan askerlerin kaçtığı
izlemini yerleştirmekti. Nasıl olsa silahlı militanlar orduyla çatışıyor ve
kendilerinden istenilen her şeyi yapıyorlardı. Ankara ise Katar, Suudi Arabistan
gibi bölgesel ve başını ABD ve Fransa'nın çektiği uluslararası devlet ve
güçlerle hareket ediyor ve Esad iktidarının düşmesi için elinden gelen her şeyi
yapıyordu. Bu ise Suriye y önetimini çok kızdırıy or ama Türkiye'ye karşı
hareket etmesine yetmiyordu. Esad görüştüğü CHP ve Saadet Partisi heyetlerine
ve yabancı medyaya, "Ankara Suriye'de teröristlere yardım ve y ataklık
ediyor, onları suça teşvik ediyor ve suça iştirak ediyor" diyordu. Ankara
ise Esad'a, "Halkını öldürmekten vazgeç" dey ip duruyordu. Esad buna
da y anıt veriyor ve "Bunu bana söyleyenler benim asker ve polisimi
öldüren silahlı gruplara da bir şeyler söylesin" diyordu... CHP ve Saadet
Partisi heyetleriyle görüşmesinde Esad, "Erdoğan benden 10 günde reform
yapmamı istiyor ama Türkiye'de yeni anayasanın yıllardır hazırlanamadığını ve
çok partili sisteme geçeli 60 yıl olmasına rağmen gerçek bir demokrasiy e
geçilemediğini unutuyor" diyecekti.
Esad ve yönetiminin bu tavrına paralel o larak
İslamcılar ve bazı muhalefet çevreleri hariç Suriye halkı da Türkiye'nin
tavrına karşı şaşkınlığını gizlemiyor. Çünkü Suriye halkı Türkiye'ye ve
Başbakan Erdoğan'a mutlak güveniyor ve Erdoğan ile ekibinin Batı'yla birlikte
böyle davranacağına hiçbir şekilde ihtimal vermiyordu. Ankara'nın beklenmeyen
bir şekilde Suriye'ye karşı uyguladığı bu politika İslamcı çevreler tarafından
sevinç ve mutlulukla karşılanmasına rağmen genel olarak Arap entelektüel
çevrelerinde ve geniş halk kesimlerinde şaşkınlıkla izlenmektedir. Bu
şaşkınlıkla ilgili Arap medyasında her gün birçok yazı çıkmakta ve Türkiye'yi
"ABD ve Batı'yla birlikte bölgede kendi ajandasını
uygulamaya çalışmakla suçlayan" köşe ve
yorumlara rastlanmaktadır. Bazıları da "takiyeyle bölgede prestij sağlayan
Başbakan Erdoğan'ı yeni bir sultan olmaya çalışmakla" suçluyor ve
"bunu Osmanlı'dan ve Türklerden nefret eden Suud kralları ile Katar
emirlerinin yardımıyla yapmaya çalıştığına" dikkat çekiyor... Hem de 50
yıldır Osmanlı mirasçısı Türkiye'yi Hıristiyan kulübü AB dışında tutmaktan
büyük haz alan Avrupalı ülkelerin desteğiyle...
Ne Olacak Şimdi?
Haziran 2000'de babasının ölümünden sonra
'veraseten' cumhurbaşkanı olan Beşşar Esad başlangıçta herkesin ilgisini çekti
ve Batı'da hiç kimse, "Demokratik olmayan bir şekilde iktidara geldi"
demedi. Çünkü başta ABD olmak üzere Batılılar genç Esad'ın kendileriyle
işbirliği yapabileceğini düşünüyorlardı. Ancak 11 Eylül ve ABD'nin Afganistan
işgali ve sonrasında Irak işgal hazırlıkları Esad'ın Batı'yla işbirliği
yapmayacağını gösterdi. Çünkü Batı Esad'a, "İran'dan uzaklaş ve Hizbullah
ile Hamas'a verdiğin desteğe son ver" türünden talimat veriyordu. Genç
Esad babası gibi bu talimatlara 'hayır' diyor ve Suriye'nin geleneksel
çizgisinden asla taviz vermiyordu. Bu ise Batı'yı Suriye'ye yönelik plan ve
program yapmaya ve bunları her zaman olduğu gibi kurnazca uygulamaya itmişti.
Batı'nın bu plan ve programlarını gören ya da sezen Türkiye ise hep Esad'a
destek verdi. Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan başta Beyaz Saray olmak
üzere gittikleri her yerde ve konuştukları herkese "Esad'ın reform
yapabileceğini ve kendisine fırsat verilmesi gerektiğini" söylüyorlardı...
Bu süre içinde AK parti hükümeti
"Şamgen" anlayışıyla Suriye'yle her alanda ilişkiler geliştiriyor, bu
ise Batı'yı çok kızdırıyordu. Erdoğan'ın Suriye ve Irak'la stratejik işbirliği
anlaşmaları imzalaması ve 2010 başında, "Biz bu coğrafyada kendi kendimize
y eteriz " söylemi ve aynı sıralarda İran'la ilişkileri geliştirmesi
Batı'yı daha da sinirlendiriyordu. O dönemin medyasına bakanlar Batılı lider ve
yöneticilerin bu gidişattan ne denli rahatsız olduklarını görebilirler. Batı
medyası ise sürekli Türkiy e'y i yeni Osmanlılıkla suçluyordu. Çünkü Türkiye;
Suriye, Lübnan, Ürdün ve Libya'yla vizeleri
kaldırmış ve sırada başka ülkeler vardı. Arap Baharı olmasaydı Mayıs 2011'de
İstanbul'da bir araya gelecek bölge liderleri Ortak Pazar benzeri bir oluşuma
imza atacaklardı. Ama olmadı. Çünkü Batı tam zamanında müdahale etti ve Arap
coğrafyasına bahar geldi. Ne diyordu bir yazar, "Amerikalıları
kızdırmayın, size demokrasiyi getirirler..."
Irak İşgali ve Suriye...
Hafızası olanlar hatırlar. Amerikalılar Irak'ı
işgal edip direnişle karşılaştıklarında, "Suriye radikal Sünni militanlara
destek veriyor ve üzerimize salıyor" türünden suçlamalarla kıy ameti
koparıyor ve Suriye aleyhinde yoğun bir kampanya yürütüyorlardı. Türkiye'de
bazı medya organları ve bu organların bildik köşe y azarları bu kamp any ay a
katılıyor ve Suriye'nin de yakında işgal edilebileceğinin sevincini yaşıyordu.
Oysa Irak işgaliyle birlikte bu ülkeden 3 milyon insan kaçmış ve bunların büyük
bölümü Suriye'de b arınmay a çalışmıştı. Kardeş bir Arap ülkesi olarak Suriye
yönetimi de bunlara her türlü yardımı yapıyordu. Suriye, kaçanların Şii ya da
Sünni olduklarına da bakmıyordu... Ama Hatay'daki 10.000 Suriyeli göçmeni
medyatik bir şovla gezen güzel aktris Angelina Jolie ise 3 milyon Iraklı
göçmenin insanlık dramını görmezlikten gelmişti. Çünkü ABD öyle istiyordu.
Radikal Sünni militanlara verilen sözde
destekle ilgili suçlamalardan dolayı Amerika'nın Suriye'ye yönelik tehdit ve
işgal girişimleri işe yaramayınca Batılılar bu kez BOP çerçevesinde planlarını
uygulamaya koyuldu. Bu proje içinde önce Hariri öldürüldü. Yine hafızası
olanlar bu suikastla ilgili yine Suriye'ye yönelik Türkiye dahil dünyanın her
yerinde inanılmaz kampanyaların nasıl yürütüldüğünü ve Suriye aleyhine BM
Güvenlik Konseyi'nden ne tür kararlar çıkartıldığını hatırlarlar. Herkes ve
özellikle Türkiye'deki o acayip ve "süper zekâlı" Ortadoğu uzmanları,
"Hariri'yi Suriyeliler öldürdü" diyor ve Kuran'a el basıyorlardı! Ama
"hafıza-i beşer nisyan ile malul" olduğu için şimdi herkes bunu
unuttu. Unuttu çünkü unutmaları isteniyordu. Suriye'ye yönelik bu suçlama her
zaman olduğu gibi tutmayınca bu kez Uluslararası Mahkeme'nin Mossad işbirlikçisi
savcısı Detlev Mehlis istifa etmek zorunda kaldı. O günden sonra bu mahkemeden
farklı konumlarda olan 12 görevli daha istifa etti. Bunlar ya Amerikan
baskılarına dayanamıyor ya da deşifre oluyorlardı. Çünkü ABD ve Batı baskısı
altında çalışan mahkeme Suriye'ye yönelik suçlamalar tutmay ınc a bu kez
Hizbullah'a yöneldi ve sonunda Hariri'nin öldürülmesiyle ilgili olarak 4
Hizbullah üyesini suçladı. Oysa Hizbullah'ın tüm isteklerine rağmen mahkeme
savcısı bir türlü neye dayanarak bu suçlamaları yaptığını açıklamadı.
Mahkemeyle ilgili tartışmalar devam ederken
artık hiç kimse bir zamanlar Şam'ın nasıl suçlandığını hatırlamıy or bile. ABD
ve müttefiki Batılılar bununla da yetinmeyerek Suriye'ye yönelik suçlama ve
saldırılarına devam ettiler. Ama bu kez dolaylı olarak. 2005 haziranında
Gazze'ye saldıran İsrail ve yandaşı ABD ile Batılı ülkeler klasik o larak
Suriye'yi radikal İslamcı Filistinlileri desteklemekle suçluyorlardı. Çünkü
onlara göre Suriye Hamas'a silah ve siyasi destek veriyordu. Yüzlerce
Filistinli'yi öldürmesine rağmen saldırıyla amacını gerçekleştiremeyen İsrail
bu kez şansını Lübnan'da denemek istedi. Temmuz 2006'da Güney Lübnan'a saldıran
İsrail bu savaşa Suriye'yi çekebileceğini hesaplıyordu. Ancak Hizbullah'a her
türlü desteği veren Şam bu oyuna gelmedi ve Hizbullah'ın İsrail'i yenmesini
bekledi. 33 gün savaştan sonra İsrail tarihinde ilk kez böylesi kötü bir
yenilgi almıştı. Bu savaşta en modern onlarca tankını kaybetmiş, bir savaş
gemisi batırılmış ve iki yüz kadar subay ve askeri öldürülmüştü. Çılgına dönen
İsrail, Suriye içinde bazı suikastlardan sonra Suriye'ye yönelik o çılgın
saldırısını yaptı.
Akdeniz'den Türkiye hava sahasına giren İsrail
uçakları 5 Eylül 2007'de Suriye'nin Deyr El-Zor bölgesinde boş bir binayı
havaya uçurdu. Gerekçe: Uydulardan alınan fotoğraflara göre bu bina nükleer bir
tesis olabilir... Bu saldırıyı yapan İsrail uçakları dönüşlerinde Türk hava
sahasından bir kez daha geçer ve boş y akıt tanklarını Antaky a bölgesine
atarak İsrail'e dönerler. ABD ve Batı doğal o larak bir kez daha "İsrail
haklı" diyecekti. Nasıl olsa Suriye her zaman suçluydu! Tıpkı Arap Baharı
sürecinde olduğu gibi... Çünkü Esad, Mübarek ve Bin Ali gibi iktidarı
bırakmıyor ve Kaddafi gibi ölmeye razı olmuyordu. Fas'taki uyduruk anayasa ya
da Yemen'deki tiyatro oyunu ise Batılılar tarafından Esad'a uygun görülmüyordu.
Çünkü BOP'a göre Esad gitmeli, Suriye'de İslamcılar diğer Arap ülkelerinde
olduğu gibi iktidara gelmeli ya da yine BOP'a göre bu ülkede iç savaş
çıkartılmalı ve bölgede herkes birbirini boğazlamalıdır. Böyle bir öneriyi
Türkiye'de birçok hayranı olan Bernard Levy daha Şubat 2003'te CIA'e önermiş ve
Afganistan, Irak, Somali gibi ülkeleri işgal etme yerine bu ve benzeri bölge
ülkelerinde küçük savaşlar çıkartmanın daha yararlı olacağını ve Amerikan amaçlarına
daha iyi hizmet edeceğini söylemişti. CIA de söz dinleyen bir kurum o larak
Levy'nin tavsiyelerini gecikmeli de olsa ancak şimdi y erine getirmey e
çalışıyor. Çünkü CIA bağımsız olduğu ilk günlerden itibaren Suriye'ye kafayı
takmış ve bir türlü kendi yanına çekememişti.
Asıl kızgınlık ise 1978'de yaşanmıştı. Çünkü o
yıl Mısır Devlet Başkanı Sedat, Camp David Antlaşması'nı imzalamış ve kardeş
ülke Suriye'ye rağmen İsrail'le barış yapmıştı. Bu antlaşmaya o günün
koşullarında yalnızca Suriye, Irak ve çok az sayıda Arap ülkesi karşı çıkmıştı.
Bu çıkış ABD ve İsrail'in bölgesel projelerinin önüne geçmiş ve Mısır Arap
Birliği'nden atılmıştı. ABD ve müttefikleri bunun ilk intikamını Saddam'ı
İran'a saldırtmak ve peşinden Kuveyt'e sokmakla aldılar. Bu yetmedi Irak işgal
edildi ve İsrail için tehlikeli bir ülke olarak devre dışı bırakıldı. Çünkü
İsrail'in ideolojik ilgi alanı içinde olan Dicle ve Fırat Irak'ın ortasından
geçiyor ve Yahudiler için önemli iki kişi, Abraham (Hazreti İbrahim) ile Yakob
(Hazreti Yakup) bu ülkede, yani Ur ve Babil'de yaşamıştı. Şimdi ise Sıra Suriye
ve peşinden de müttefiki İran'da. Çünkü bu coğrafyada İsrail için tehlikeli iki
ülke y alnızc a bunlar kaldı. Ve bu iki ülke son 30 yıldır Filistin halkına
gerçek anlamda yardım ediyor. Ve iki ülke ABD ve müttefiklerinin bölge
planlarına birlikte karşı koyuyor ve İsrail'i bölgede sonsuza dek egemen
kılacak tüm planların önünü kesiyor. Yani "Alevi" Şam ve
"Şii" Tahran Filistin halkına mutlak destek verirken Hamas'ın Sünni
ve Müslüman Kardeş olmasına bakmıyorlardı. Bu ise ABD ve müttefiklerini çok
kızdırıyordu.
Çünkü 1980'de nüfusunun büyük bölümü Şii olan
Irak'ın Sünni başkanı Arap Saddam Hüseyin Acem İran'a saldırdığında, nüfusunun
büyük bölümü Sünni olan Suriye'nin Alevi başkanı Hafız Esad tek bir Arap lideri
olarak Tahran'ın yanında durmuştu. Üstelik Suriye'nin mezhepsel yapısı İran'la
bazı ortak özellikleri taşımasına rağmen Suriye toplumu ile İran toplumu
arasında neredeyse ortak hiçbir bağ yoktu. Suriyeliler daha çok Türkiyelilere
benziyordu. Belki de bu nedenle Beşşar Esad, Türkiye'yle stratejik dostluğu
seçerken bu gerçeği göz önünde bulundurmuştu...
Suriye'de İç Savaş...
2003'te Bernard Levy'nin CIA'e önerdiği o
çılgın düşünceler aslında çok da yeni ve ilginç değildir. Çünkü bu coğrafyada
neredeyse yüz yıldır iç savaşlar ya da benzeri çatışmalar yaşandı, yaşanıyor.
Türkiye'de sağ-sol, Kürt- Türk ve Alevi-Sünni gerginliği ve çatışmaları.
Suriye'de 1976-1982 döneminde Müslüman Kardeşler'in ayaklanması ve Hama
katliamı. 1970'te İsrail ve Amerikan destekli Ürdün ordusunun Kara Eylül'de
40.000 Filistinli'yi öldürmesi. Cezayir'de, Sudan'da, Yemen'de, Irak'ta,
Lübnan'da, Somali'de hep benzer iç savaşlar yaşandı. Bu da yetmedi bölge
ülkeleri de birbirleriyle didişip durdu. 8 yıl süren Irak- İran savaşında 1
milyon insan öldü. Bir trilyon dolar harcandı. Bu savaştan ne galip ne de
mağlup olarak çıkan Saddam iki yıl sonra bu kez gidip Kuveyt'i işgal etti. Bu
savaş ise bölge için bir felaketti, çünkü bugün yaşananlar aslında o işgalin
devamı gibi sergileniyor.
Durum böyle olunca Suriye'de bir iç savaş
senaryosunun yazılıp uygulanması pek zor olmasa gerek. Üstelik böyle bir
savaşın tarafları belirlenmiş ve savaşa hazır duruma gelmiş ya da
getirilmiştir. Arap medyasında bu senary olarla ilgili o larak her gün birçok
detay verilmektedir. Hepsinde de Türkiye en önemli oyuncu o larak
görülmektedir. Halep ya da İdlip'in Türk ordusu tarafından işgal edilmesi
(olayların başladığı günlerde Türk medyasında bu tür talepler dillendirildi),
Türk ordusunun Suriye'nin kuzey bölgesini işgale yeltenmesi ve orada PKK
militanlarıy la karşı karşıya gelmesi, Türk ordusunun saldırısına karşı
Suriye'nin Rusya'dan y ardım istemesi, Türk ordusunun saldırısına karşı
Suriye'nin önemli füze sistemlerini Türkiye sınırına taşıması, Türk saldırısına
karşı İran'ın askerlerini Türkiye sınırına yığması, tüm Batılı istihbarat
örgütlerinin Türkiye sınırından sızarak Suriye'deki silahlı gruplara yardım
vermesi ve iç savaşı hızlandırmaları ve daha neler neler... Peki, tüm bunlar ne
uğruna? Suriye'de demokrasi uğruna... Suudi Arabistan ya da Katar'daki
demokrasi ne olacak diye sorulduğunda da, "Böyle bir soruyu sormak
haddinize değil" deniliyor. Çünkü bu iki ülkenin yöneticileri Amerikan
işbirlikçisi ve BOP'un başoyuncuları... BOP'ta ise ABD onlara önemli işler
yaptırıyor. Bu işlerin başında "Suriye'yi Arap Birliği Örgütü üzerinden
sıkıştırmak, türlü türlü yollara b aşvurarak iç savaş çıkartmak ve bu savaşın
Lübnan, Irak ve İran'a kadar yayılmasını sağlamak" var. Nasıl olsa
bölgenin en büyük Sünni ülkesi Osmanlı împaratorluğu'nun mirasçısı Türkiye
onlardan yana. Üstelik Suriye muhalefetine her türlü desteği veriyor ve Suudi
Arabistan ve Katar'ı bu işlere bulaştırmıyor.
Suudi Arabistan, Katar, Mısır, hatta diğer
ülkeler samimi olsaydı Suriye muhalefetini kendileri barındırırlardı.
Suriye'den kaçan muhalif liderler (!) her nedense yalnızca Türkiye'ye geliyor.
Hiç kimse bunlar neden Lübnan ya da Ürdün'e, hatta Irak'a kaçmıyor demiyor.
Benzer şekilde Suriye'ye insani yardım koridorundan söz edenler her nedense
Lübnan ya da Ürdün'ü değil Türkiye'yi işaret ediyorlar. Böyle bir durumda moral
destek bulan Suriyeli muhalifler ve özellikle îslamcı gruplar Suriye'ye komşu
ülkelerden sağladıkları silahlarla ordu ve güvenlik güçlerine karşı savaşıyor
ve özellikle Humus'ta Alevi ve Hıristiy anları özel o larak hedef seçiyor. Bu
çerçevede insanlar sokaklarda ö ldürülüy or, kadın ve kızlara tecavüz ediliyor,
üniversite hocaları kaç ırılarak işkenceyle ö ldürülüy or, fidye karşılığında
insanlar kaçırılarak tehdit ediliyor ve Alevi ya da iktidarla işbirliği yaptığı
için Sünni devlet görevlilerine pusu kurularak öldürülüyor, evleri
bombalanıyor... Batı medyasında bunlarla ilgili bir tek haber yok. Silahlı
grupların şimdiye kadar öldürdüğü asker, polis ve güvenlik görevlisi sayısı 3
bini aştı. Batı medyası bunların haberini de hiç yapmadı, yapmayacak. Bununla y
etinmey en silahlı gruplar bine yakın okulu, hastaneyi, yüzlerce devlet
binasını ve bir o kadar özel aracı yakıyor ve doğalgaz ve petrol boru hatlarını
havaya uçuruyor... Zarar yüz milyonlarca dolar... Amaç halkı bezdirmek ve
Alevi-Sünni iç savaşını körüklemektir. Nasıl olsa artık çok ağır silahları var
ve dünyada birçok devlet onlara yardım ediyor. Suriye halkı hariç...
Esad Neden Güçlü?
Ordu ve istihbarat kurumlarını kontrol eden
Beşşar Esad her şeye rağmen hâlâ çok güçlü. Bunun da iç ve dış nedenleri var.
İçte, başından beri silahlı grupların eylemleri bu tür y aşam biçimine alışık o
lmay an Suriye halkını devletine sahip çıkmaya yönlendirdi. Batılıların yaptırdığı
gizli kamuoyu yoklamalarında bile Esad'a desteğin %65 civarında olduğu
görülüyor. Böyle olmasaydı hiçbir iktidar Irak, Afganistan, Libya ve daha başka
birçok ülkeden gönüllülerin katıldığı böylesi bir kapsamlı saldırı karşısında
bir yıl dayanamazdı. Çünkü Esad krizin ilk günlerinden itibaren demokratikleşme
yolunda y avaş da olsa önemli adımlar atmış ve halkı inandırmıştı. Örneğin
olağanüstü hal kaldırılmış, genel siyasi af ilan edilmiş, partiler yasası
çıkartılarak yeni partilerin kurulmasına izin vermiş, özgür seçim, basın ve
benzeri yasalar çıkmış, yeni anayasa referanduma sunularak kabul edilmiş ve
parlamento seçimlerinin 7 Mayıs'ta yapılacağı ilan edilmiştir... Ordu ve
güvenlik güçleri ise silahlı grupların yuvalandığı Humus, Ham ve îdlip
kentlerinin bazı bölgelerini ele geçirmiştir. Durum böyle olunca muhalefet
süreç içinde halk desteğini kaybetmiş ve silahlı gruplar yalnızca îslamcı
kesimden destek alır olmuştu... Örneğin tümü Sünni olan ve yaklaşık 4 milyon
insanın yaşadığı Halep kentinde Esad'a karşı ciddi hiçbir gösteri ya da ay
aklanma girişimi yaşanmadı. Benzer şey 5 milyonluk Şam ve ülkenin diğer önemli
kentleri için de geçerli... Bu yalnızca iktidarın istihbarat gücü ya da
gaddarlığıyla açıklanamaz. Doğu bölgelerinde hemen hemen tüm aşiretler de
dıştan gelen milyonlarca dolar rüşvete rağmen iktidardan yana durdu. Tüm dış
teklif ve kandırma çabalarına rağmen Kürtlerin de sessiz kalması Esad için çok
büyük bir avantaj sağladı.
350.000 kadar mevcudu olan bir ordudan on bin
kadar kişinin kaçması önemli olmakla birlikte Esad'ı zorluyor ama iktidarını
tehlikeye sokmuyor. Belki de bu nedenle Esad en sert y öntemlere başvurarak çok
ağır silahlar kullanıyor, çünkü ne pahasına olursa olsun onlardan bir an önce
kurtulmak istiyor. Çünkü bu kaçan askerler ve silahlı grup lar küçük kasabaları
ya da kentlerin varoşlarını ele geçirmeye ve kurtarılmış bölgeler ilan etmeye
çalışıyor ve sokak aralarında saklanarak orduyla çatışmayı tercih ediyor. Yani
düpedüz terör eylemleriyle iç savaş hazırlığı yapıyorlar. Oysa, "Suriye
halkı barışçıl gösteri yapıyor" türünden iddialarla Şam yönetimini
başından beri sıkıştırmay a çalışan Batı ve bölgesel ülkeler şimdi artık direkt
olarak "Hür Suriye Ordusu" tanımını kullanıyor ve bu orduya aklınıza
gelebilecek her türlü maddi, manevi, askeri ve teknolojik desteği veriyor ve
bunu yüksek sesle itiraf ediyor.
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria
Nulland ise açıktan bu ordunun mensuplarına, "Sakın silahlarınızı
bırakmayın, biz sizin arkanızdayız" diyor. Amerikan Ulusal İstihbarat Konseyi
Başkanı James Clapper ise 18 Şubat 2012'de , "Suriye'deki intihar ve
bombalama ey lemlerini Kaide elemanları" yapıyor diyecek kadar
ilginçleşiyordu. Suriye Hür Ordusu'nun Antaky a'd aki komutanı ise yabancı
medyaya verdiği günlük röportajlarında "Suriye'yi cehenneme çevirme"
tehdidinde bulunuyor... Oysa Ankara 1998'de Öcalan Şam'da oturuyor diye
Suriye'ye savaş ilan etmişti... Başından beri söylüyorum: Bu çok büyük bir
hikâye... Bu 100 yıllık bir oyun... İşin içinde Suudi Arabistan ve Katar olmasaydı
inanan bana böyle bir öngörüm olmazdı. Günlük, saatlik ve bazen dakikalık o
larak bölgedeki gelişmeleri izleyen biri o larak bu oyunun mutlaka devam
edeceğini söyleyebilirim. Batılı ülkeler Esad'dan kurtulmak için harcadıkları
enerjinin yüzde 10'u kadarını Suriye'de barış, istikrar ve gerçek demokrasi
için harcamış olsaydılar bu iş çoktan bitmiş olurdu. Ama olmadı, çünkü Batılı
ülkeler ve onlarla bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek
işbirliği yapanlar önceden planlanmış projelerini uygulamak durumundalar ve bu
oyunu asla yarıda bırakamazlar. Onların oyununu bozan tek ülke Suriye ve Suriy
e halkı. Çünkü tüm provokasyon ve kışkırtmalara rağmen Suriye halkının büyük
bölümü hâlâ Esad'dan yana ya da en azından silahlı militanlara karşı. Çünkü politize
olmuş Suriye halkı olup biten her şeyi çok kolay ve çabuk anladı ve Suriye'ye
yönelik medya savaşının anlamını kavradı.
Milyonlarca Suriyeli aylarca sokaklara
dökülerek Esad'a destek veriyor ama Batı medyası bunları görmezlikten geldi.
Tıpkı Suriyeli Kürtlerin Esad yönetimine verdiği dolaylı desteği görmediği
gibi. Çünkü Irak cumhurbaşkanı ve KYB lideri olarak Celal Talabani ve Irak
Kürdistan Federe Bölgesi ve KDP lideri olarak Mesut Barzani Suriyeli Kürtlere
"Sakin olun" çağrısı yapmış ve durumu yatıştırmıştı. Başkan Esad da
Kürtlere, "Tüm haklarınızı tanıyacağım" sözü verince Kürtler
beklemeyi tercih etti. Çünkü Esad olayların ilk günlerinde kimliksiz Kürtlere
kimliklerini hemen verdi ve Kürtlere kültüre l haklarını tanıyacağını söyledi.
PKK yanlısı Kürtlere gelince, bunlar da PKK'nın talimatıyla sakin durmayı
tercih ettiler. Çünkü hepsi Türkiye'deki gelişmeleri yakından takip ediyor ve
Türk devletinin PKK'ya karşı politikalarının sonucunu bekliyor. Daha açık bir
ifadeyle, PKK Türkiye'de sıkışmışken Suriye'de de bir cephe açma yerine
Suriye'nin yanında gözükmeyi tercih ediyor.
Bunun yanı sıra silahlı grupların teröründen ve
bunun sosyal ve ekonomik yaşamını etkilemesinden bezen Suriye halkı dıştan
gelecek herhangi bir müdahaleye de karşı durmaktadır. Çünkü Arap toplumları
içinde en çok politize olduğu bilinen Suriye halkı Libya'da y aşananları çok
net anlamış ve bu oyunun ne anlama geldiğini çok iyi kavramıştır. Ama Suriye
halkını dış müdahaley e karşı motive eden aslında Irak'ın başına gelenlerdir. Çünkü
işgal sonrasında Irak'tan Suriye'ye 3 milyon Iraklı gelmiş ve bunlar çok kötü
koşullarda Şam ve çeşitli kentlerde sefil bir şekilde yaşamak zorunda kalmıştı.
Iraklı genç kızların nasıl bar ve pavyonlara düştüğünü gören Suriye halkı
işgalin bir halkı ne hale getirdiğini somut olarak görmüştü.
Esad'ın güçlü olmasının bir diğer nedeni Suriye
toplumunun etnik, dinsel ve mezhepsel yapısıdır. Çünkü Suriye'de Araplar,
Kürtler, Ermeniler, Türkmenler ve Çerkezler yaşar. Dinsel olarak da Hıristiyan
ve Müslümanlar var. Mezheplere gelince, %60 kadarı Sünni olan Suriye toplumunun
geri kalanları Alevi (%10- 12), Dürzi (%3-4), îsmaili (%1-2)... Ermeni ve Arap
Hıristiyanların oranı ise %15 kadardır. Devletin tüm kurumları da y aklaşık o
larak yukarıdaki oranlar doğrultusunda paylaşılmaktadır. Yani devletin Aleviler
tarafından kontrol edildiği söylemi ab artı ve kasıtlıdır. Ordu ve istihbarat
kurumlarının başında Alevilerin varlığı bu kurumların tümüy le Alevilerin
denetiminde olduğu anlamına gelmez... Örneğin Dışişleri Bakanlığı'nda yaklaşık
1.600 civarında insan çalışıyor. Bunların 50 kadarı Alevi'dir. Benzer şekilde
Bakanlar Kurulu'nda 32 bakandan 3'ü Alevi. 350.000 kadar mevcudu olan Suriye
ordusunda ise Alevi kökenlilerin sayısı 50.000'i geçmez ve geçmesi de olası değil.
Çünkü Alevilerin genel nüfus içindeki oranı belli. Sünni, Dürzi, Hıristiyan ya
da diğer kesimlerden farklı düzeylerde insanların desteği olmasaydı Esad
iktidarı böylesi kapsamlı, ağır ve örgütlü bölgesel ve uluslararası saldırı
karşısında bir ay bile dayanamazdı.
Örneğin Lübnanlı Dürzilerin liderlerinden Valid
Canbulat bile Katar emirinden aldığı milyonlarca dolar karşılığında Suriyeli
Dürzilere çağrıda bulunarak "ordudan kaçmalarını ve silahlı gruplara
katılmalarını" istedi ama bu çağrıy a bir kişi bile karşılık vermedi.
Esad'ın güçlü olmasının dış nedenlerine
gelince... Rusya ve Çin tarihte ilk kez ve yine Ortadoğu'yla ilgili olarak
1973'te BM Güvenlik Konseyi'nde birlikte veto kullanmışlardı. îkinci kez Ekim
2011'de ve üçüncü kez 4 Şubat 2012'de Suriye konusunda kullandılar. Rusya ve
Çin Batılı ülkelerin Suriye aleyhinde BM Güvenlik Konseyi'ne sundukları tüm
karar tasarılarına direndiler ve karşı tasarılarla Batılı ülkelerin
ikiyüzlülüğünü göstermeye çalıştılar. Ekim oylamasında Brezilya, Hindistan, Güney
Afrika ve Lübnan, Rusya ve Çin'e destek verdi. Körfez ülkeleri ile Libya ve
Ürdün'ün Türkiye'yle birlikte sunduğu karar tasarısına bu kez Güvenlik
Konseyi'nin Rusya ve Çin hariç tüm üyeleri evet demişti. Çünkü işin içine
ABD'nin rüşvet, tehdit ve şantajları girmişti.
BM'de böyle bir kapışmanın ne anlama geldiğini
bilen Rusy a, Güvenlik Konseyi'ndeki mücadeleyle yetinmeyerek savaş gemilerini
Suriye limanlarına gönderdi ve Batılı ülkelere gereken uyarıları yapmayı ihmal
etmedi... Çünkü Moskova Suriye'nin kendisi için ne denli önemli olduğunu çok
iyi biliyor. Suriye'yi kaybetmesi durumunda Rus savaş gemilerinin bundan sonra
Akdeniz'de uğrayıp temiz su alabileceği hiçbir liman kalmayacaktır. Doğalgaz
zengini Libya ve yakın gelecekte Cezayir'i de kaybedebilecek olan Rusya ne
pahasına olursa olsun Suriye'nin yanında duracaktır. Çünkü Rusya İslamcıların
Suriye'de iktidara gelmesi ve tüm Arap âleminde Amerikan yanlısı İslamcıların
güçlü olmasının kendisi için de bir sorun olacağını çok iyi bilmektedir. Çünkü
Rusya Müslüman Kardeşler'in biraz da Batılı ülkelerin kışkırtmasıyla kendi
sınırları içinde yaşayan milyonlarca Müslüman'ı da motive edebileceğini düşünüp
tedirgin oluyor. Tıpkı Sovyetler Birliği zamanında olduğu gibi. O zamanlar ABD
ve müttefiki Batılı ülke ve güçler Müslümanları ve İslamcıları komünizme karşı
kullanmış ve Sovyetler Birliği'ni çökertmek ve dağıtmak için Orta Asya ve
Kafkaslardaki Müslüman halkları hep kışkırtmıştır. Böyle bir riski önlemek için
Rusya "laik" bir Suriye'nin bölgede ay akta kalmasına hep destek
verecektir. Ekonomik çıkarları ve silah satışlarını bir yana bıraksak bile
Moskova ayrıca Suriye'nin stratejik müttefiki Şii İran'ın kendisi için çok
önemli olduğunu da bilmektedir. Çünkü Şii İran Batı destekli Sünni ittifakların
tüm olası risklerini dengeleyebilir. Böyle bir İran Rusy a'y a Orta Asya ve
Kafkaslarda y ardımc ı olabilir. Çünkü îran; Afganistan, Pakistan,
Türkmenistan, Azerbaycan ve Ermenistan'ın yanı sıra Hazar'a da komşudur.
Moskova'nın arka bahçesi olarak tanımlanan bu ülkeler ise Rusya'nın stratejik
hesapları açısından çok önemlidir. Çünkü Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya'da
zayıflayan bir Rusya uluslararası dengelerde ay akta duramayacaktır. Üstelik
îran doğalgaz ve petrol zengini bir ülke ve y akında Rusya'nın y ardımıy la
nükleer bombaya sahip olabilir.
Suriye ve İran'la stratejik ittifaklar
geliştiren ve bu krizden güçlü çıkacak bir Rusya yakın gelecekte bu îki ülkenin
yardımıyla Irak'ın petrolünde ve Nabucco için çok önemli doğalgazında da söz
sahibi olabilir.
Latin Amerika'yı da unutmamak gerekir. Sol
yönetimlerin işbaşında olduğu Latin Amerika ülkeleri başından beri Suriye ve
îran'dan yana tavır alıy orlar. Çünkü Suriye ve îran'ı kaybetmiş ve
uluslararası alanda zayıflamış bir Rusya'nın kendilerine faz la destek veremeyeceğini
biliyorlar. Bu ise ABD'yle mücadelelerinde zor duruma düşmeleri demektir.
Gelelim İran'a... 1980'de Saddam İran'a
saldırdığında tüm Arap ülkeleri Irak'tan yana olurken bir tek Suriye açık ve
net İran'dan yana olduğunu söyledi ve bunun bir Arap-Acem savaşı ya da
Sünni-Şii savaşı olmadığını kanıtlamaya çalıştı. Şimdi de İran Sünni Arapların
Suriye'ye karşı savaşında Hafız Esad'ın oğlu Beşar Esad'dan yana tavır alıyor
ve vefa borcunu ödemeye çalışıyor. Çünkü İran, Suriye'nin İslamcıların eline
geçmesiyle kendi bölgesel projelerinin önemli bölümünün çökeceğini biliyor.
Örneğin İran Lübnan'daki Hizbullah'a silah gönderemeyecek. Örneğin İran
yıllardır destek verdiği Hamas'a yardım edemeyecek. Ve Müslüman Kardeşler
ideolojisiyle Hamas belki de Şam'daki yeni Sünni iktidarın telkiniyle İran'a ve
İran destekli Şii Hizbullah'a karşı savaş açacak! Bu ise Filistinlilerin de
birbirini boğazlaması demek. Olmaz demeyin... Bu coğrafyada olmaz denilen her
şey oluyor ve olacak... Çünkü amaç ne pahasına olursa olsun İran'ın elindeki
iki güçlü kartı almak ve bölgesel denklemler içinde Tahran'ı hızla zayıflatmak.
Bu ise İsrail ve ABD'yi cesaretlendirecek ve İran'a yönelik saldırı planlarını
uygulamaya itecektir. Yani İsrail ve ABD Esad'ın yıkılmasından sonra teslim
olmayan İran'ın nükleer tesislerini mutlaka bombalayacak ve Sünni Arap
ülkelerini İran korkusundan kurtaracaktır.
Benzer şekilde Suriye ve Hizbullah kanatları
kırılmış bir İran Irak'ta da zayıflayacağı için Şii azınlıkların yaşadığı
Körfez ülkelerinin Sünni yönetimlerini korkutamayacaktır. Tahran'dan korkmayan
Körfez ülkeleri bu kez İran'da etnik ve mezhepsel azınlıkları, yani Azeriler,
Araplar, Kürtler ve Belucileri ay aklandırmaktan geri kalmay acaklardır. Bunu
mutlaka yapacaklardır. Onlara Gürcistan ve Azerbaycan'daki CIA ve Mossad
ajanları da yardım edecektir. Irak ise İran'dan farklı değildir ve o lmay ac
aktır. İran desteğinden yoksun Iraklı Şiiler Suriye'yi de kaybederse o zaman
mutlaka bölgedeki tüm Sünnilerin hedefi haline gelecek ve iktidarı
kaybedeceklerdir. Bununla da yetinmeyebilecek Körfez ülkeleri Iraklı Arap
Şiileri İran yanlısı Şiilerle çatıştırmaya kalkışabilir. Lübnan'daki
Hizbullah'ın durumu da pek farklı o lmay ac aktır. îran ve Suriye desteğinden
yoksun bir Hizbullah önce İsrail'in hedefi olacaktır. İsrail'den darbe yemiş
bir Hizbullah Lübnan dengeleri içinde çok fazla söz sahibi olamayacaktır. Bu
ise Hizbullah'ın bölgesel prestijinin sonu demektir. Hizbullah'ı Hizbullah
yapan motivasyonun sonu demektir.
İşte tüm bu nedenlerden dolayı Suriye'de Esad
yönetiminin yıkılması zor görünüyor. Yani Esad y önetiminin y ıkılmasından ve
bu yıkılmanın dolaylı dolaysız sonuçlarından zarar görecek tüm uluslararası
(örneğin Latin Amerika ülkeleri) ve bölgesel ülke ve güçler sahip oldukları
legal ve illegal her türlü gücü kullanarak Şam'a destek vereceklerdir. Yani
Esad karşıtı ülke ve güçler ne yapıyorsa karşı taraflar da aynı şeyleri yapıyor
ve y ap ac aktır. Belki de bu zoru gören iç ve dış güçler daha da hırçınlaşıyor
ve ne yapıp yapıp Suriye'de bir iç savaş çıkartalım da herkes uğraşsın
mantığıyla davranıyor. Bu davranışın ise önünü ancak dört olasılık kesebilir.
1- Esad
"yeter" deyip bırakabilir. Böyle bir şeyin olma olasılığı yüzde 1
bile
değildir...
2- Çok çok
az bir olasılık olmakla birlikte bazı Alevi subayların Sünni subaylarla anlaşıp
Beşşar Esad'a darbe yapması ve tüm halkın buna destek vermesiyle durumun
istikrara kavuşması...
3- Konuşulması
bile imkânsız başka bir olasılık, Sünni subayların kendi başlarına ani bir
askeri darbe yapması ve yine halkın bunu kabullenmesi...
4- Yine çok
az bir ihtimal olarak, orduda geniş kapsamlı bir ayaklanmayla Esad iktidarının
yıkılması ve kısa bir kargaşadan sonra durumun sakinleşmesi.
Her dört olasılıkta da, Şam'da iktidara gelecek
yeni yönetim bütün koşullarda Libya'da olduğu gibi bölgesel (Türkiye) ve
uluslararası (NATO) güçlerin fiili desteğini sağlamak durumundadır. Yani Suriye
, bölgesel ve uluslararası karşı güçlerin tepkisi göze alınarak hemen işgal
edilmelidir. Aksi takdirde Suriye'de iç savaş kaçınılmaz olur ve bölgede
cehennem senaryoları tekrar konuşulur. Olup olmayacağı tartışılabilen bir
işgalin çözüm olup olmayacağını söylemek ise müneccimlik olur. Çünkü böyle bir
fala bakmak ancak Rusya'nın tüm uluslararası pazarlıklarını bilmekle mümkün
olur... Bunu da eski KGB şefi olan Başkan Putin'e sormak gerekiyor!
Çünkü 12 yıllığına Rusya'yı yönetmesi beklenen
yeni başkan Putin Suriye'nin uluslararası bir sorun olduğunu çok iyi
bilmektedir. Uluslararası alanda Rusya hesaplarının çok fazla, detaylı ve
karmaşık olduğunu bilen Putin ülkesinin çıkarlarını kollayacağı için Suriye
olayının bu hesaplardaki payına bakacaktır. Bakarken de Suriye'nin bu hesaplar
içinde çok önemli bir kart olduğunu görerek tüm ağırlığı ile Şam'a destek
çıkacaktır. İşte o zaman Putin 'Bu iş bensiz olmaz' diyecek ve masaya tüm
kartlarını koyacaktır. ABD ve müttefiklerinin Putin'in bu kartlarına karşı çok
fazla kartlarının olduğunu sanmıy orum. Onlar için tek bir söylem var: 'Ya
sonuna kadar Suriye'yi karıştırmay a devam ya da çözüme yanaşmak.' Belki de bu
nedenle önümüzdeki bir aylık süre çok ama çok önemli. Çünkü Katar Mart ayı sonu
itibariyle, Arap Birliği örgütünün dönem başkanı değil ve bu örgütü Suriye'ye
karşı istediği gibi kullanamayacak. Çünkü herkes son ve en güçlü kozlarını
oynayacak sonuç olmayınca hep beraber masaya oturulacak. Masaya oturmak ise
göreceli o larak sorunun çözülebileceği anlamını taşıyabilir. Ama ABD ve
müttefiklerinin Suriye'yi rahat bırakacağını beklemek çok fazla iyiniyet ve
biraz da saflık olur. Örneğin Suriye'yi yıkmak için inanılmaz oyunların içinde
olan Suudi Arabistan ve Katar yöneticileri Suriye'de çözüm olur ve Esad
iktidarda kalırsa acaba ne yapacak? Bir yıldır uluslararası medyada Esad
aleyhine kıy ameti koparanlar çözüm durumunda acaba nasıl davranacak? Suriye
aleyhine alınan tüm amb argo kararları ne olacak? Bu ve benzeri soruların y
anıtları hep zor olacağı için Suriye'de istikrar çözüm olsa bile kısa ve orta
vaadede zor görünüyor. Belki 1991'de ambargo uyguladıktan sonra 12 yıl bekleyen
ve 2003'te Irak'ı işgal eden ABD benzer bir planla Suriye'yi 12 yıl bekletir
sonra da işgal eder. Bu arada başka mucizeler olmazsa!
İç Savaş Çıkarsa Ne Olur?
Provokasyonların devam etmesi
ve çevresel ülkelerin müdahalesiyle durumun daha da karışması halinde Esad'a
bağlı ordu ve güvenlik güçleri çok daha sertleşecektir. Buna karşılık NATO ve
çevresel ülkelerin desteğini ve Kaide ile Taliban'dan getirilen ithal
militanların katkısını alan Suriye'deki silahlı gruplar saldırılarını daha da
tırmandırarak işi Alevi- Sünni savaşına doğru sürüklemey
e
çalışacaklarıdır. Durumun kötüleşmesi
durumunda işte size kıyamet senaryosu...
Suriye'nin çökmesiyle kendisinin de yok olacağını hesaplayan Hizbullah binlerce
militanıyla Suriye'deki iç savaşta taraf olur. Bunu fırsat bilen Hizbullah
karşıtı ve İsrail işbirlikçisi Lübnanlı Hıristiyanlar ile Sünni ve belki de
bazı Dürzi gruplar Hizbullah'a karşı harekete geçeceklerdir. Tam da Hariri
suikastıyla ilgili Uluslararası Mahkeme'nin Hizbullah'a karşı karar alacağı
dönemlerde.
İsrail ise hep pusuda bekliyor olacak ve en
uygun bulduğu zamanda Lübnan'a girerek
kendisi için en büyük tehlike olan
Hizbullah'tan kurtulmaya çalışacaktır.
İran ise Suriye ve Lübnan'ın karışmasına sessiz
kalmayacak ve her iki ülkedeki gelişmelere direkt ve dolaylı olarak taraf
olacaktır. Çünkü İran; Suriye ve Lübnan olmadan kendisinin ve Irak'ın da
olamayacağını çok iyi bilmektedir. İşte bu nedenle çevresel ülkeler Irak'taki
Sünnilere destek vererek İran destekli Maliki yönetimini sıkıştırmaya
çalışıyor. Maliki'nin sürekli Türkiye'yi Irak'ın içişlerine karışmakla
suçlaması bu çerçevede değerlendirilmelidir. Çünkü Irak'taki tüm gruplarla iyi
ilişkiler kurup geliştiren Ankara özellikle Sünni Tarık Haşimi'yi kollamış ve
tüm Sünnilere daha sıcak ve yakın olmuştur.
Katar'ın başkenti Doha'da temsilci bulunduran
Taliban'dan ABD ve Sünni Arap ülkelerin ricası, "Birkaç yüz militanını
yolla da İran, Suriye ve Irak'ı karıştıralım..." Kaide'nin Mısırlı yeni
lideri Zavahiri son kasetinde kendi yandaşlarına Esad'a karşı savaşmalarını
söylüyor. Belki de Kaide ile ABD yakında barışır! Durum böyle olunca Suriye,
Irak ve Lübnan'da sıkıştırılacak bir îran doğal olarak Körfez ülkelerindeki
yandaşlarını harekete geçirecek ve bölgesel ve uluslararası alanda sahip olduğu
tüm legal ve illegal kartları kullanmaktan geri kalmayacaktır. Çünkü zayıf bir
İran'ın her an İsrail tarafından hedef olacağını kseindir. Çünkü herhangi bir nedenden
dolayı füzeleriyle İsrail'i vuramay an bir İran'ın intikamını Hizbullah
alacaktır... Çünkü Hizbullah'ın elinde 30-40 bin kadar füze var ve bunların
sınıra sıfır kilometre yerlerden fırlatılması durumunda İsrail'in büyük darbe
yiyeceğini hiç kimse inkâr edemez. Belki de bu nedenle BM'ye bağlı UNIFIL gücü
2006'dan bu yana Güney Lübnan'da görev yapmakta ve Hizbullah'ın askeri
varlığını ko ntro l etmeye çalışmaktadır. Yani Fransız bir generalin
komutasındaki bu güç İsrail'i korumay a çalışmaktadır. Belki de bu nedenle
Malaty a'da kurulan Amerikan radarları İsrail için çok önemlidir. Amerikan
yetkililerinin ve Batı medyasının sık sık vurguladığı şey bu radarların İsrail
için olduğudur...
Biraz Detay
Alman Frankfurter Allgemeine gazetesinin
haberine göre Malatya'da kurulan radarlar tamamen İsrail'de 2009'da kurulan
radarların aynısıdır ve aynı veritabanına sahiptir. Her iki radar tepemizde
dolaşan Amerikan uydularına bağlı ve bu uydular radarlardan aldıkları bilgileri
Almanya ve Amerika'daki üslere iletmektedir. İran'ın İsrail'e karşı herhangi
bir füze fırlatması durumunda bu üsler Akdeniz'deki Amerikan savaş gemilerine
ve Doğu Avrupa'daki füze rampalarına ve belki de İncirlik Üssü'ne talimat
vererek karşılık vermelerini isteyecektir. İsrail'den İran'ı gözetleyen
radarlar herhangi bir fırlatma durumunda İran füzesini 6 dakika civarında
görebilmektedir. Radarlardan gelen bilgileri değerlendiren uydular füze
fırlatma sistemlerini harekete geçirerek İran füzelerini havada
karşılamaktadır. Karşılama süresi de 6-8 dakikadır. İşte bu nedenle Malaty
a'daki radarlar çok önemlidir. Çünkü İran füzelerini, fırlatılmasından sonra
4-6 dakika içinde gören İsrail radarlarından farklı olarak Malaty a'd aki
radarlar daha doğuda oldukları için bu füzeleri belki de 2 dakikada tespit
edecektir... Bu iki dakika ise füzelerin karşılanması ve îran üzerinde imha
edilmesi açısından çok önemlidir.
Ama daha önemli olan şey tüm NATO'nun İsrail'in
arkasında olmasıdır. Türkiye her ne kadar, "Hayır, olmaz" dese de bu
böyledir. ABD ve Libya'yı işgal eden NATO'lu birçok yetkili bunu onlarca kez
vurguladılar. En son olarak NATO Sözcüsü Carmen Romero 11 Şubat 2011'de
"İsrail'in birlikte çalışma teklifini ciddi bir şekilde
değerlendirdiklerini" söyleyecekti. 19 Şubat'ta Ankara'ya gelen NATO Genel
Sekreteri Rasmussen de, "İsrail NATO'nun müttefikidir ve onunla işbirliği
yapmak gayet doğaldır" türünden konuşmalar yapacaktı. Bu işbirliği içinde
belki de Suriye ya da Lübnan'a karşı operasyonlar da vardır!
Türkiye'nin üyeliğiyle "Haçlı" bir
örgüt olmaktan kurtulan NATO Varşova Paktı'nın dağılmasından sonra anlaşılan
bizim coğrafyaya merak sarmıştır. NATO genel sekreterliğine seçilen Rasmussen
boşuna, "Ben karikatürlerden dolayı Müslümanlardan özür dilemem"
dememişti...
Bir de Kürtler Var...
Suriye'nin karışması ve olası bir iç savaşa
sürüklenmesi durumunda îran, Irak, Lübnan ve İsrail yansımalarını bir yana
bıraksak bile geriye Kürt meselesi kalıyor. Çünkü Suriye'deki kargaşanın geriye
dönüşü olmayan bir yola girmesi durumunda Kürtler doğal olarak bundan yararlanmaya
çalışacaklardır ya da birileri onlara, "Ne oturuyorsunuz? Siz de
haklarınızı alın" diyecektir. Suriye'nin kuzeydoğusunda PKK etkisinde bir
Kürt federal bölgesi ya da bağımsız bir Kürt varlığının kurulması öncelikli
olarak Türkiye'deki Kürtleri motive edecek ve güçlendirecektir. Kuzey Irak'taki
federal Kürt bölgesinde bu durumdan y ararlanmay a kalkışacaktır. Erbil'deki
son Kürt konferansı bunun için yapılmıştır. Bu ise bölgedeki tüm Kürtler
açısında gayet doğal bir davranıştır... Çünkü Sevr'in 100. yılının yaklaştığı
bu dönemde Batılı ülkelerin Kürtlere ilgi göstermesi ve 100 yıl önce verilen
sözleri hatırlay arak bölgede bir Kürt devletinin kurulmasını provoke etmesi
kaçınılmaz olacaktır. Çünkü Körfez ülkelerinde kendi yandaşı Şiileri harekete geçirecek
bir îran doğal olarak kendi Kürtlerinin ayaklandırılacağım, bu da yetmezse
kendi Azeri, Arap ve Belucilerinin ayaklandırılacağım bilmektedir. Bu kargaşada
Kerkük Türkmenlerine nelerin olacağını kestirmek pek zor olmasa gerek! Çünkü
Bağımsızlık yolunda hızla ilerlemeye çalışan Kürtler bu yürüyüşlerinde önlerine
çıkacak herkesle savaşacak ya da savaştırılacaklardır.
Olası Kürt devletinden rahatsız ve tedirgin
olan bir Türkiye'nin ise yarısı Şii ve yarısı Sünni olan kendi soydaşı
Türkmenlerle ne yapacağına dair karar vermesi pek kolay o lmay acaktır. Tıpkı
Alevilerle ilgili kararlarda olduğu gibi. Çünkü kendi muhalefetinin Türkiye
tarafından desteklendiğini gören bir Alevi Esad ülkesinin iç savaşa
sürüklenmesi durumunda kendisi de Türkiye'deki Alevileri provoke edebilir. Esad
bunu yapmazsa bile birileri bu konuyu mutlaka kışkırtacaktır. Bu coğrafyada en
kolay şey provokasyondur... Çünkü Hatay bölgesindeki Aleviler Arap kökenli ve
Batılı ülkeler Anadolu Alevileriyle ilgili konuları son dönemlerde hep gündemde
tutmaktadır. Üstelik Sünni ideolojiye
sahip ve giderek
bölgesel ittifaklar içine giren bir AK Parti hükümeti Alevilerin endişe ve
korkularını artıracak, bu ise Suriye, îran, Irak ve Türkiye'den hoşlanmayan AB
ülkelerini heyecanlandırarak devrey
e girmelerini
sağlayacaktır.
Bu arada uluslararası ve bölgesel tüm ülke ve
güçler bulanık sularda ava çıkacak ve herkes bu coğrafyada kendine göre bir
hesap y ap ac aktır. Hesapların hiçbir zaman sıfırlanmadığı yer ise hep bizim
coğrafya olmuştur... Çünkü hesapları y apanlar asla açık ve dürüst
olmamışlardır. Çünkü herkesin eli başkalarının cebinde. Yani her yerde karanlık
oyunlar oynanacak ve bu oyunları çok iyi bilen ya da öğretilenler kazanac
aktır. Kaybeden ise hep bizim halklarımız oluyor... Bilmem kaç on ya da yüz
yıldır.
Başka Olasılık...
ABD, İsrail, İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya
ve Çin'in yanı sıra birçok ülkenin taraf olacağı böylesi bir kıyamet
senaryosunu okuduktan sonra kafalar karışmış o lab ilir. Ama burası Ortadoğu ve
Allah bütün peygamberlerini bu coğrafyaya göndermiş. Dünyayı şekillendiren tüm
medeniyetler ise yine bu coğrafyada ve çevresinde kurulmuş. Ortada bin yıllık
bir Osmanlı... Yani zengin kültürüyle Anadolu... Yani Türkiye... Kuzeyinde Rus,
doğusunda Acem, güneyinde Arap (Abbasi Irak ve Emevi Suriye) ve batısında Grek
ve Roma (şimdi AB) medeniyetleri... Amerikalılar işte bu nedenle bu coğrafyayı
kıskanıyor ve bizim coğrafyamızdaki herkesten nefret ediyor. Bir düşünün
Amerikalı bir tarih hocası lise öğrencilerine ne anlatabilir?
"Çocuklar bizim atalarımız İtalyan
mafyası, İrlanda çapkınları, İngiliz homoseksüelleri, Fransız fahişeleri ve
İspanyol kabadayıları... Buralara gelip devlet kurduk. İlk geldiğimizde önce bu
toprakların sahibi Kızılderilileri kestik, sonra da filmlerini herkese gö
stererek övündük. Bu yetmedi Afrika'dan milyonlarca köle getirdik ve bunların
yarısı gelirken gemilerde havasızlık, açlık ve hastalıktan öldü. Bu yetmedi
Kuzey- Güney Savaşı'nda birbirimizi boğazladık. Bu yetmedi genetik bir hastalık
haline gelen öldürme zevkimizi Hiroşima ve Nagazaki'de 600.000 insanı yakarak
tatmin ettik. Bu yetmedi dünyadaki tüm diktatörlükleri koruduk, işgaller
gerçekleştirdik, askeri darbeleri ve tüm pislikleri biz yaptık..."
Böyle bir tarihe sahip ve daha 240 yıl önce
olmayan bir ülke olarak ABD doğal olarak bizim coğrafyamız için o kıyamet
senaryolarını yazıyor ve Hollywood'da değil gerçek yaşamda oynuyor. Ona doğal
olarak onun gibi olan ve 65 yıl önce kendisinin kurduğu İsrail yardım ediyor.
Başta Türkiye olmak üzere bu coğrafyanın son 50-60 yıllık geçmişine bakanlar
ABD'nin buralarda neler neler yaptığını ya da yaptırdığını çok kolay
göreceklerdir. İşte size ABD'nin dolaylı dolaysız taraf olduğu bazı büyük
savaşlar:
İsrail'in 1947'de ABD tarafından BM'de
kurulmasından sonra 1948 Arap-İsrail Savaşı. 1956'da İsrail, Fransa ve
İngiltere'nin Mısır'a saldırması. 1 967'de İsrail'in Mısır, Suriye ve
Filistin'e saldırması. 1973, üçüncü İsrail-Arap Savaşı. 1975, Lübnan iç savaşı.
1982, İsrail'in Lübnan işgali ile Sabra Şatilla katliamları. 1980- 1988
Irak-îran Savaşı. 1991, Irak-Kuveyt Savaşı. 1993, Somali'nin işgali. 2008,
İsrail'in Gazze saldırısı. 2006, İsrail'in Lübnan'a saldırısı. 2011, Sudan'ın
ikiye bölünmesi ve son olarak Irak, Afganistan, Somali ve Libya'nın işgali.
Küçük çaplı saldırıları, iç savaşları, küçük kavgaları ve bölge ülkeleri
arasındaki provokasyon ve sürtüşmeleri burada saymaya gerek yok. Çünkü hepsinde
ABD parmağı, rolü ve etkisi var. Yok diyenler 1946-2012 yılları arasında en
ince ve karanlık detaylarıyla ABD'nin Türkiye sevdasına bakar ve renkkörlüğü
yoksa her şeyi çok net görebilir!
Plan Ne?
BOP ve dolayısıyla bu coğrafyayla ilgili yüz
yıllık planın kaderini Suriye'deki durum belirleyecektir. Yukarıda özetlemeye
çalıştığım gelişmelerin gidişat ve sonuçlarına göre bölgesel ve uluslararası
ülke ve güçler konumlarını belirleyip politikalar uygulayacaklardır. Ama
Suriye'de gelişmeler nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın coğrafyamızdaki durum kolay
kolay durulmayacaktır. Çünkü mezhepsel gerginlikler çizilen plana göre hızla
tırmanmakta ya da tırmandırılmaktadır. Mezhepsel ve bunun sonucu olarak etnik
çatışmaların egemen olacağı bir Ortadoğu burada yaşayan halklar için asla yarar
sağlamayacaktır. Durum böyle olunca Arap Baharı'nın hiçbir anlamı olmayacaktır.
Oysa Arap Baharı ya da gerçek adı BOP olan bu projeyi planlayanlar veya kendi
çıkarları doğrultusunda kullananlar ne pahasına olursa olsun kendi bildiklerini
sonuna kadar okuyacaklardır. Yani İsrail'le dost olmayan bir Mısır demokrasisi
Batı açısından asla bir demokrasi sayılmayacaktır. Müslüman Kardeşler olduğu
için Hamas'a tahammül edemeyen bir Batı acaba nasıl olur da şimdi Gazze'ye
komşu 80 milyonluk Mısır gibi önemli bir ülkede Müslüman Kardeşler'in
yönetimine göz yumacaktır? Bunun yapılabileceğini düşünen varsa onların
mantığında bir yanlışlık vardır. Çünkü Arap ülkelerinde Müslüman Kardeşler'in
iktidara gelmesine göz yuman, hatta destek veren ABD ve Batılı ülkeler çok daha
büyük amaçlar peşindeler. Bu amacı da bu kitab ın başlarında anlatmıştım.
Tarihsel Uzlaşma
Herkesin merak ettiği temel konu Türkiye'nin
beklenmedik şekilde Suriye'ye yüklenmesi ve Esad yönetime karşı çok sert ve
açıktan tepki göstermesidir... Çünkü Ankara daha olayların başlangıcında Suriye
muhalefetine ev sahipliği yapmış ve muhalefete her türlü maddi, manevi,
siyasal, diplomatik, askeri, psikolojik ve moral desteği vermiştir. Başbakan
Erdoğan ise her fırsatta Esad'ı ağır bir dille suçlamış ve Suriye'deki
gelişmelere sessiz kalmayacaklarını söylemiştir.
Oysa daha bir yıl öncesine kadar Esad ile
Erdoğan'ın arasından su sızmıy ordu ve iki lider ailesel ilişkilerle müthiş
dostluklar geliştirmişlerdi... Aynı şeyi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Esad
aileleri de başarmıştı. Kişisel olarak ben Suriye-Türkiye ve Esad- Erdoğan,
Esad-Gül ilişkilerinin bu hale geleceğini rüy amd a görsem inanmazdım,
inanamazdım. Haziran 2000'de baba Esad'ın cenaze törenine katılan Cumhurbaşkanı
Sezer'in Şam ziyaretiyle başlayan bu süreç Abdullah Gül'ün 5 Ocak 2003'te
başbakan olarak Suriye'ye gitmesiyle farklı bir anlam kazanmıştı. TBMM'nin 1
Mart Tezkeresi'ne hayır demesi iki ülke arasındaki ilişkilere yeni anlamlar
yüklemişti. Çünkü Suriye, Amerikan işgaline karşı çıkan neredeyse tek Arap
ülkesiydi.
Ocak 2004'te Başkan Esad'ın ailesiyle birlikte
Türkiye'ye gelişi ve Başbakan Erdoğan'ın Aralık 2005'te Şam ve Halep ziyareti
iki ülke arasındaki ilişkileri doğru yoluna koy arak hızla zenginleştirip
derinleştiriyordu. Farklı düzeylerdeki karşılıklı ziy aretler Şam ile Ankara
arasındaki ilişkileri siyasal, ekonomik ve sosyal boyutlarıyla, Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül'ün deyimiyle "bölgesel ve uluslararası ilişkilerde örnek bir
model" haline getirmişti. Başbakan Erdoğan, 2009'da Başkan Esad'ın da
katıldığı İstanbul'daki iftar yemeğinde, "Avrupalıların Şengen'i varsa
bizim de Şamgen'imiz var" dediğinde herkesi heyecanlandırmıştı. Böyle bir
ortamda Suriye-Türkiye ilişkileri Türkiye'nin bölgesel ve uluslararası tüm
tutum ve davranışlarına da yansıyor ve güç katıyordu. Bunun sonucu o larak
Ankara'nın Tahran,
Bağdat ve Beyrut ilişkileri gelişiyor ve
Türkiye bölgesel prestijinin doruğuna çıkıyordu. Örneğin Suriye'yle birlikte
aynı düşünceleri paylaşan Türkiye Sünni Hamas ve Şii Hizbullah'la ilişkilerini
geliştiriyor, bu ise bölgede yeni bir Türkiye modelinin ortaya çıkmasına neden
oluyordu. Yani Türkiye bölgesel Şii-Sünni uzlaşmasına katkı sağlıyor ve
"Bölgede Yeni Kerbela'lar istemiyoruz" diyordu. Böyle bir söylemin
ciddiyeti ise ancak Ankara'nın Şam'la ilişkileriyle kanıtlanıyordu. Çünkü
"İslamcı Sünni" AKP, "laik ve Alevi" Beşşar Esad y önetimiy
le uzlaşmış ve müthiş dostluklar kurup geliştirmiştir. Yani siyasal ve
mezhepsel olarak Şii İran'a yakın olan Alevi laik Esad, Şii ve dinci İran'ı
değil Sünni İslamcı AKP ve laik Türkiye'yi tercih ediyordu.
Değim yerindeyse düşmanları çatlatan bu
dostluklar devam etseydi Sünni İslamcı ve Türk bir AKP, Alevi laik ve Arap bir
Esad üzerinden Şii Acem İran'la da uzlaşacaktı. Doğal ve mantıklı olarak
Türkiye kriterlerinde olması beklenen bu uzlaşma Müslümanların belki de bin
yıldır peşinde oldukları tarihsel bir uzlaşmaydı ve gerçekleşmesine çok az
kalmıştı! Az kaldığı için de önüne geçildi. Üstelik sırada Kürtlerle uzlaşma
vardı... Çünkü Suriye ve Irak'la stratejik işbirliği anlaşmaları imzalayan
Ankara İran'la da dostluk ilişkileri geliştirmiş ve bunun sonucu olarak
îranlılar 17 Mayıs 2010'da Tahran Anlaşması'yla nükleer yakıt takasını
Türkiye'ye güvendikleri için İstanbul'da yapmaya karar vermişlerdi. Ama Başbakan
Erdoğan'a, "Git İran'ı ikna et" diyen Obama İranlılar ikna olunca
bildik tavrıyla Türkiye'ye oyun oynamıştı. Tıpkı ABD destekli îhud Olmert'in
Türkiye'ye oynadığı oyun gibi... Çünkü Başkan Esad da İsrail'le barış konusunda
Başbakan Erdoğan'a, "Ben size mutlak güveniyorum" demiş ve 2008
baharında İsrail'le barış için masaya oturmay a hazır olduğunu açıklamıştı...
Ama 23 Aralık 2008'de Ankara'ya gelen dönemin
İsrail başbakanı Olmert, Başbakan Erdoğan'la anlaşmasına rağmen Tel Aviv'e
döner ve 28 Aralık'ta Gazze'ye saldırı emrini verir. Bazı Arap medyasında,
"Erdoğan saldırıy ı önceden biliyordu" türünden yazıların çıkmasına
neden olan bu olaya rağmen Türkiye'nin saldırıya karşı sert tepkisi Erdoğan'ın
bölgesel prestijine büyük katkı sağladı. İsrail askerlerinin 31 Mayıs 2010'da,
yani nükleer yakıt takas anlaşmasından iki hafta sonra Mavi Marmara'ya saldırması
ve bilerek, seçerek ve kasıtlı olarak yalnızca Türklerden 9 insanı öldürmesi
Türkiye ve Erdoğan'ın bu prestijini doruğa çıkarttı. Çünkü herkes İsrail'den nefret
ediyor ve Erdoğan'ın İsrail karşıtı tavır ve davranışları Arap halklarını
müthiş etkiliyordu. Çünkü Arap halklarının büyük bölümü Amerikan işbirlikçisi
iktidarlar tarafından yönetiliyor ve bu yönetimler İsrail'e karşı değil
Gazze'deki Hamas'a ambargo uyguluyorlardı.
"Model"e Dönelim
1 Mart Tezkeresi'ne hayır diyen Türkiye bölgede
herkesin ilgisini çekmişti. Dönemin başbakanı o larak Abdullah Gül'ün bölge
ülkelerini turlayarak yaklaşan Irak işgalini önleme çabası ise Suriye ve
benzeri ülkelerin ilgisini çekerken Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün, Katar ve
benzeri ülkeleri kızdırıyordu. Çünkü bu ülkeler Amerika'nın bölgeye gelmesini
ve tüm coğrafyanın Amerikan kontrolüne girmesini istiyor ve böylece
iktidarlarının sonsuza dek devam edebileceğini hesaplıyorlardı. Türkiye ise
Haziran 2004'teki BOP zirvesine ve eş başkan seçilmesine rağmen Suriye'yle
ilişkileri geliştiriyor ve bölgesel açılımlarını Suriye üzerinden
yapabileceğini hesaplıyordu. Çünkü herkes bilir ki Arap âleminin anahtarı
Şam'dadır. Yani 1516'da Arap coğrafyasına Suriye topraklarından giren ve 402
yıl sonra 1918'de yine bu coğrafyadan Suriye üzerinden çıkan Türkler bir kez
daha aynı yolu deniyorlardı. Üstelik Arap âleminin en duyarlı olduğu ve
Türkiye'nin kullanmak istediği yolu, yani Filistin yolunu Suriye kontrol
ediyordu. Çünkü Sünni Hamas ve Cihat'ın ofisleri Şam'da ve Şam İsrail'e karşı
amansız mücadele eden Şii Hizbullah'ın da tek destekleyicisi konumundadır.
Türkiye ise İran gibi Filistin ve Lübnan
konusunda da söz sahibi olmayı planlıyor ve bu ülkelerdeki dinsel ve mezhepsel
dengeler içinde Ortadoğu'nun politik girdaplarına girmey e ve bazı şey leri
öğrenmeyi amaçlıyordu. Bu ise Suriye'siz mümkün değildi. Ama Türkiye'nin
Suriye'yi tercih etmesinin daha önemli nedenlerinden biri ise Suriyelilerin
birçok bakımdan Türklere benzemesidir. 900 kilometrelik sınır boyunca
karşılıklı olarak yaşayan insanlar akrabadır. Yani Kürtler, Araplar, Türkmen ve
Süryaniler aynı aşiretlerin çocukları. Suriye'deki "laik" toplum
gelenekleri Türkiye'ye çok benziyordu ve Osmanlı'nın birçok izi daha çok
Suriye'de görülüyor. Durum böyle olunca Esad ile Erdoğan-Gül ikilisi arasında
gelişen bu model ve örnek ilişki hızlı bir şekilde tabana doğru yayılmaya
başlamıştı. Suriye'de herkes Türkiye'yi, Türkiye'nin her şeyini seviyordu.
Suriye'de Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş hayranlığı belki Türkiye'den daha
fazladır. Herhangi bir konuda Türklerin bir başarısı Suriyelileri mutlu
ediyordu. Suriye'de herkes Türklerle iş yapmak istiyor ve herkes Türkler gibi
olmak istiyordu... Suriye'de Hıristiy anlar ve Ermeniler dahil herkes
Türkiye'yle birleşmek istiyordu. Çünkü herkes Esad'ın dostu Gül ve Erdoğan'a
çok güveniyor ve seviyordu. Suriye ziy aretleri sırasında Sezer, Gül ve
Erdoğan'a gösterilen samimi ve duygusal ilgi bunu kanıtlıyordu. Durum böyle
olunca 1998'de savaşın eşiğine gelen iki ülke 2009 ve 2010 sonunda ortak
bakanlar kurulu toplantısı yapacak kadar birbirine yakınlaşmıştı. Antep'ten
cumartesi sabahı kalkıp kahvaltı için Halep'e gidenler Halep'i gezdikten sonra
akşam yemeğini Beyrut'ta yiyorlardı. Çünkü Türkiye ile Suriye ve Lübnan
arasında vizeler kalkmış ve Halep ile Beyrut arası 3 saatti. Pazar sabahı
Beyrut'tan Şam üzerinden Amman'a giden bu kişiler Ürdün'ü de vizesiz gezdikten
sonra tekrar Şam'a dönüp eğlenebiliyor ve pazartesi sabahı Antep'te işlerinin
başında olabiliyorlardı.
Artık bunların hiçbiri yok. Oysa Türkiye'nin
Suriye'yle ilişkileri bozulmasaydı Mayıs 2011'de İstanbul'da bir araya gelmesi
planlanan Suriye, Lübnan, Ürdün, Türkiye ve Irak liderleri Ortak Pazar benzeri
bir oluşuma imza atacaklardı. Ama bu da olmadı. Olmadığı gibi bugün Artık
Türkiye'nin Ürdün hariç bütün bu ülkelerle ilişkileri kötü. Ankara'nın son
dönemde özellikle Suriye konusunda sıkı fıkı olduğu Ürdün Kralı Abdullah ise
İngilizlerle işbirliği yaparak Osmanlı'ya karşı ayaklanan, yani şu bildik
"arkadan vurma" numarasını yapan Şerif Hüseyin'in torunudur. Tıpkı
benzer şekilde İngilizlerle işbirliği yaparak Osmanlı'yla sürekli savaşan Suudi
Arabistan'ın kurucusu Kral Abdülaziz El-Suud'un torunu şimdiki Kral Abdullah
gibi. Oysa her ikisi ve onlarla bir olan Katar şeyhinin Türkiye ve Türk
toplumuyla ortak hiçbir özellikleri yoktur ve olmaz. Onların kişisel ve
toplumsal özellikleri ile karakterleri tümüy le Türklerin temel karakter ve
özellikleriyle çelişir. Politika denilen şey belki de birçok nedenden dolayı bu
çelişkilerin göz ardı edilmesini gerektiren zanaattır. Tıpkı şimdi olduğu gibi.
Oysa 2005-2010 arasında bu coğrafyadaki tüm
halklar ve bu halkların tüm ke simleri için "siyasal ve toplumsal bir
model" haline gelen Türkiye son bir yıllık p o litikalarıy la y alnızc a
İslamcılar ve BOP'çular için "ideolojik bir model"e dönmüştür. Daha
açık bir ifadeyle, Arap âleminde artık yalnızca İslamcılar Türkiye'ye ilgi
göstermektedir. İslamcıların Türkiye modeline bu ilgisinin sürmesi de bundan
böyle AKP yönetiminde bir Türkiye'nin daha da İslamlaşması ve giderek Arap
ülkelerine benzemesini gerektirir. Toplumun diğer kesimlerinde ise Türkiye'yle
ilgili çok farklı ve ilginç tartışmalar yaşanmaktadır. Türkiye'yi, yani AKP'yi
"model" ve "örnek" alan Arap İslamcılar ise kendi
dertleriyle meşgul oldukları için henüz derinlemesine bununla ilgili bir
tartışma y apmamaktadırlar. İslamcı bir parti o larak ülke ekonomisini
iyileştiren, toplumun ekonomik ve sosyal sorunlarını çözen bir AK Parti
şimdilik Arap İslamcı p artilerin dikkat ve ilgisini çekiyor ama hiç kimse
AKP'nin ideolojik özüyle henüz ilgilenmiyor. Çünkü İslamcı partilerin iktidara
geldiği Tunus, Fas, Mısır ve yakında Cezayir ve Libya'da iki akım belirecektir.
Bunlardan ilki AKP'ye benzemek ve onun gibi
olmak isteyenler. Genellikle Müslüman Kardeşler çizgisindeki bu akıma mensup
olanlar, "AK Parti çizgisinde politika üretip uygularsak toplumun diğer
kesimlerinin destek ve oyunu alırız ve bize karşı olanlarla şimdilik çatışmayız
ve Batı'nın desteğini alarak iktidarı tümüy le ele geçirerek uzun süre ülkeyi
yönetiriz" diye düşünenlerdir. İkinci grup, yani biraz daha tutucu ve
radikal olanlar, yani Mısır, Libya ve Cezayir'deki Selefiler ve Müslüman Kardeşler
hareketi içindeki "ak sakallılar" AKP'nin çizgisine karşı çıkarak bu
çizginin kendi ülkelerinde uygulanmasına karşı çıkacaklardır. Suudilerin destek
verdiği bu grup Katar ve Batılı ülkelerin desteklediği birinci grupla mutlaka
çatışma içine çekilecektir. Ama her iki gruba mensup parti, cemaat ve örgütler
orta ve uzun vadede hiçbir şekilde AKP'yi ideolojik model olarak kabul
etmeyeceklerdir. Yani ne Müslüman Kardeşler ne de gerisindeki Selefilerin din
adamları din adamlarından yoksun AK Parti'nin ideolojik model ve liderliğini
kabul etmeyeceklerdir. Bu söylemle ilgili o larak şu anda başta Mısır o lmak
üzere Arap din çevrelerinde geniş tartışmalar y aşanmaktadır.
Bu çevrelere göre, "AK Parti ve genel o
larak Türkiye'deki dini anlayış, 80 yıllık laik sistemden dolayı olması gereken
ideolojik düzey ve derinlikten yoksun ve olması gerekenin çok
gerisinde..." Bu çevrelerin bazılarına göre de, "Türkiye'deki îslami
anlayış ve öğreti kendi aralarında bir türlü dini uzlaşı sağlayamayan Arap
ülkelerinin çok gerisinde..." Onlara göre bunun nedeni "kâfir, Yahudi
dönmesi Atatürk'ün laik politikaları ile din düşmanı karar ve
uygulamalarıdır..." Yine onlara göre, "Türkiye'deki dini çevreler
genel kurallarla yetinirken Arap ülkelerindeki dinciler günlük olarak yüzlerce,
hatta binlerce detayla uğraşıyor. Çünkü sonuçta Kuran-ı Kerim Arapça ve İslam
Araplar için bir din olduğu kadar bir dildir ve tarihtir..."
Özetle, söylenenin ve pazarlanmaya çalışılanın
tersine AK Parti orta ve uzun vadede İslamcı Arap p arti ve grupların tümü için
bir model ve örnek olmayacaktır. Hatta bazı Arap İslamcı çevreler, "Asıl
biz olduğumuza göre Türkler bizi örnek almalıdır" demeye başladı bile.
Bölgesel ve uluslararası bağlantıların etkisindeki Mısırlı bazı İslamcılar da,
"Eğer AK Partililer Müslüman Kardeş ise o zaman Müslüman Kardeşler'in
kurucusu Hasan El-Benna'nın izindeki Mısırlı İslamcıları model
almalıdırlar" demeye başladı bile. AK Partililerin de kendilerini Arap
İslamcı çevrelerden farklı gördükleri ve bu çevreleri etkileyip değiştirebileceklerini
düşündükleri de bir gerçektir. Türkiye'yi model gören Arap İslamcıları ise
"bu ülkeyi daha dindar ve mutlaka Batılı özellik ve karakterinden arınmış
olarak" görmek istiyorlar. Yani Türkiye'nin daha dindar ve daha
muhafazakâr olmasını beklerler...
Ne Olacak O Zaman?
BOP çerçevesinde AK Parti modelini Arap
ülkelerine pazarlamaya çalışan ABD ve Batılı ülkeler bundan bir yıl önce, yani
Ankara'nın Suriye, İran, Irak, Lübnan ve diğer bazı ülkelerle ilişkilerinin iyi
olduğu zaman, "Türkiye'nin ekseni kaydı" ya da "Türkler yeni
Osmanlı olmaya özeniyor" diyordu... Bugün ise bu ülkeler AK Parti'ye,
"Esad'ı siz devirebilir ve tüm bölgeyi bir tek siz düzeltebilirsiniz"
derken Arap ülkelerindeki İslamcı p arti ve güçlere de, "Türkiye'yi ve AK
Parti'y i örnek alın" diyorlar. Batılı ülkelerin nasıl bir İslam âlemi
istedikleri tartışılabilir. Türkiye benzeri İslamcılar mı yoksa Mısır'daki
Müslüman Kardeşler benzeri İslamcılar mı? Bana kalırsa coğrafyamızda ne tür
İslamcıların işbaşında olacağı Batılı ülkeleri çok fazla ilgilendirmeyecektir.
Batı için önemli olan bölge ülkelerindeki iktidarların İslam ve Müslümanlık
adına kendisiyle işbirliği yapmalarıdır.
89 yıl önce Türkiye Cumhuriyeti'nin laik
kurallarla kurulmasından sonra bu genç cumhuriyet ideolojisinin bölge halkları
ve ay dınları tarafından ilgi odağı olmasından dönemin emperyalist ülkeleri çok
rahatsız olmuştu. Özellikle bu genç cumhuriyetin kuruluş sürecinde Lenin'in
sosyalist ülkesi Sovyetler Birliği'yle yakın ilişkiler kurmasından sonra. Belki
de bu nedenle İngilizler cumhuriy etin daha ilk yıllarında Atatürk'e problemler
yaratmaya başlamıştı. Etnik ve dinsel ayaklanmalar hep İngiliz ve Fransızların
desteğini aldı. Cumhuriyetin kuruluşuyla başlayan laik-İslamcı tartışmaları
Birinci Cumhuriy et'in temel özelliğini yansıtıyordu. Bu tür tartışmalar farklı
versiyonlarıyla cumhuriyetle yönetilen Arap ülkelerinde de yaşanıyordu. Örneğin
Mısır'da Nasır sol söylemleri dillendirmeye başladığında Müslüman Kardeşler
hemen ayaklandı ya da ayaklandırıldı. Suriye, Irak, Sudan, Cezayir, Lübnan ve
Tunus'ta hep bu tartışmalar ve bu tartışmalara bağlı kanlı çatışmalar yaşandı.
Ama diktatör de olsa laik sistemleri destekleyen Batılı ülkeler komünizme karşı
savaşlarında İslam ve İslamcıları kullanmaktan geri kalmadı. Türkiye ve bölgenin
son 50-60 yıllık tarihine bakanlar bunun onlarca somut örnek ve kanıtını
bulurlar. Batılı ülkeler şimdi de son 80-90 yılda Türkiye'de y aşanan tüm
tartışmaların benzerini Arap ülkelerinde görmek istiy or ve bunun için
çalışıyor. Daha açık bir ifadeyle ABD ve müttefiki Batılılar Türkiye'de
İslamcıların "zaferi"yle sonuçlanan Birinci Cumhuriyet'in tüm
deneyimlerini olduğu gibi Arap ülkelerine taşımayı ve Arap İslamcıları ile
laikleri arasında Türkiye benzeri tartışma ve çatışmaların y aşanmasını istiyor
ve bunun için plan yapıyorlar...
Ama ortada bir fark var. Arap ülkelerindeki
ordular ve laik çevreler Türkiye'deki ordu ve laik çevrelerden çok farklıdır.
İşte bu nedenle Arap ülkelerinde laik-İslamcı tartışmaları çok fazla uzun
sürmeyebilir. Çünkü tartışma yaşanacak ülkelerde, örneğin Mısır'da, ordu
mensuplarının Türkiye'den farklı olarak neredeyse tümü oruç tutar, namaz kılar
ya da hacca gider. Benzer gelenek diğer Arap ülkelerinin generalleri için de
geçerlidir. Ama İslamcılar iktidara geldikleri ülkelerde ileri gider ve Batı
çıkar ve hesaplarını zorlarsa belki o zaman Batılı ülkeler generalleri
"normal" dinci eğilimlerinden uzaklaştırıp provoke edebilirler. Ama
iktidardaki İslamcılar da orduyu ele geçirip generalleri kendi çizgilerine
çekebilirler. Pakistan'da olduğu gibi... Bu ise Batı'yı çok daha mutlu
edebilir. Çünkü Batı, Arap ve İslam âlemi için Türkiye'yi değil Pakistan
modelini daha da uygun bulabilir. Ya da Batı coğrafyamız için
Mısır-Türkiye-Pakistan karmasından yeni bir model yaratabilir!
Çünkü her ülkenin kendi özgün ve ilginç
özelliği var ve ABD her özellikten yararlanabileceğini düşünür. Yoksa Bayan
Butto'nın yolsuzluklardan beş yıl hapis yatmış eşi Asıf Zardari Pakistan'da
devlet başkanı yapılır mıydı? Benzer şekilde 30 yıldır ABD hizmetinde olan
Hüsnü Mübarek'ten böylesi kolay bir oyunla vazgeçilir miydi? Türkiye'deki iç ve
dış politik tartışmalar ortada. ABD ve müttefiği Batılılar her üç ülkenin tüm
ideolojik, siyasal ve sosyal deneyimlerinden birşeyler öğrenip yeni planlarında
malzeme yapıyorlar. Bu malzemede toplumların islama olan inanç, eğilim, heyecan
ve saplantıları var. Daha açık bir ifade ile Batı müslümanlardan hangi yol ve y
öntemle nasıl ve ne kadar yararlanılabileceğine bakıyor. Bu nedenle bu coğrafyadaki
müslümanlara dolaylı ya da dolaysız bir yol gösterecektir. Bu yol zaman zaman
net ve bir çizgi gibi doğru o lab ilir. Bazen de do lay lı ya da zikzaklıdır.
Örneğin Kaide ve Taliban ile işbirliği yapan ABD, bir süre sonra her ikisine
savaş açmış ve bunu bahane ederek tüm Müslümanlara karşı Haçlı Seferi'ni
başlamıştı. Şimdi ise aynı müslümanlara 'Ben sizi severim' diyen Hüseyin Obama
aniden Barack Obama olduğunu hatırlayarak "Ama İsrail'i daha fazla
sevdiğim için siz de sevmek zorundasınız" diyor. Hikay e de işte bu kadar
basit. Arada bir petrol ve doğal gazı ilgilendiren ve 'tamamen duygusal'
hikayeler aray a giriyor ama klasik koltuğunda oturan yönetmen orijinal
senaryoda hiç bir şeyi değiştirmiyor.
Pakistan Modeli
1947'de Hindistan'dan ayrılarak bağımsız olan
ve 1955'te adını Pakistan İslam Cumhuriyeti olarak değiştiren Pakistan'da ilk
askeri darbe 1958'de Atatürk hayranı General Eyüp Han tarafından ve ABD
desteğiyle gerçekleşti. Eyüp Han katı laik bir kişiydi. "Tüm din hocalarını
bir gemiye doldurup Pakistan dışına kovacağım" diyen Eyüp Han din düşmanı
bu tavrıyla geleneklerine ve dinine çok bağlı olan Pakistan toplumunun baskısı
altında kalan İslamcı generallerin tepkisini çekti...
1965 Pakistan-Hindistan Savaşı'ndan dolayı Eyüp
Han İslamcıların "cihat" anlayışına gereksinim duy ar ama bu çok işe
y aramaz ve Pakistan yenilir. Bunun üzerine Sovyetler Birliği'ne yanaşmaya
başlayan Eyüp Han Amerikalıları ve onların bölgesel müttefiki ve Pakistan'ın
para kaynağı Suudi Arab istan'ı kızdırır. İslamcı generaller bunu fırsat
bilerek sivil muhalefetle birleşip Eyüp Han'ı istifaya zorlarlar... İktidarın
başına geçen General Yahya Han Eyüp Han'ın tersine "dini mazbut" bir
kişiydi ve kendini daha çok İslamcılara yakın hissediyordu. İslamcıların
Hindistan işgaline karşı Keşmir'deki mücadelesine destek veren Pakistan ordusu
ise daha da İslamlaşıyordu. ABD ise zaman zaman bundan hoşlanıyor, zaman zaman
da tedirgin oluyordu. Bangladeş'in 1970'te Pakistan'dan ayrılması ise bir kez
daha ülkedeki dinci-laik tartışmalarını alevlendirdi ve bunun üzerine yapılan
seçimlerde sosyal demokrat Zülfikar Butto başbakan oldu. Ordu içindeki
İslamcıların pek hoşlanmadığı Butto alt kademelerden getirerek genelkurmay
başkanı yaptığı General Ziya ül-Hak tarafından 1977 yılında devrildi.
"Allah'tan çok korkarım" diyen Ziya ül-Hak, "dans ve şarkıları
yasakladı" ve şeriatla çelişen her türlü davranışlarla savaşacağını
söyledi.
1 979'da İslamcı cemaatlerin baskısıyla
Butto'yu idam eden Ziya ül-Hak generalleri dini inançlarına göre terfi
ettiriyordu. Sovyetler Birliği'nin 1 979'da Afganistan'ı işgal etmesi Ziya
ül-Hak için müthiş bir fırsattı, çünkü Butto'nun idam edilmesine kızan ABD ve
Batılılar bu kez kendisine mutlak destek vermeye başlamıştı.
Üstelik İran'da Şii devrim olmuş, Türkiye'de
Evren askeri darbe yapmış, Saddam ise Humeyni gibi, komünistleri temizledikten
sonra İran'a saldırmıştı. Bu durumdan yararlanarak 8 yıl daha iktidarda kalan
Ziya ül-Hak, Ağustos 1988'de uçağının düşürülmesiyle öldü.
O günün medyasına bakılırsa uçağı ya CIA ya da
Mossad düşürmüştü. Çünkü dağılma sürecine girmeye başlayan Sovyetler Birliği,
Afganistan'dan çekilmeye başlamıştı. Batı ise İslamcıların Pakistan'da daha
fazla güçlenmesini istemiy ordu. Üstelik idam edilen Butto'nun desteğiyle ünlü
fizik profesörü Abdülkadir Hak başbakan olan Navaz Şerifin de desteğiyle 1
988'de ilk nükleer bomba denemesini y apmıştı. Bu ise Hindistan kadar İsrail ve
ABD'yi çok tedirgin etmişti. İşte bu nedenle ABD ve Batı tarafından hep destek
gören Ziya ül-Hak ortadan kaldırılmış ve 1988'de yapılan seçimlerde sosyal
demokrat bir kişi başbakan olmuştur. O da Zülfikar Ali Butto'nun 36 yaşındaki
güzel kızı Benazir Butto. Ama Müslüman Pakistan toplumu ve ordu içindeki
İslamcı generaller ve iş ortakları büyük işadamları, İslam âleminde ilk kadın
başbakan olan Butto'ya iki yıl dayandılar. Tansu Çiller'i ikinci bir kadın
başbakan olarak Türkiye gibi önemli bir îslam ülkesinde iktidara taşıyan süreç
ve gelişmeler biraz da Pakistan ve Türkiye benzerliğinden kaynaklanmaktadır.
Nitekim 28 Şubat sürecine ters bir süreçle ordu
içinde İslamcı generaller Devlet Başkanı îshak Han'a baskı yaparak Benazir'i
görevden almasını sağlarlar. Yerine İslamcı Nevaz Şerif başbakan olur. 1993'te
yapılan seçimleri bir kez daha kazanan Butto bu kez İslamcı generallere y
anaşır ve tepkilerinden kurtulmak amacıyla onlarla işbirliği yapar. Butto
bununla da yetinmeyerek General Müşerref komutasındaki askeri istihbarat
örgütüne geniş yetkiler tanıy arak Taliban okullarının yaygınlaşmasını ve bu
okullardan mezun olan gençlerin silahlandırılarak Afganistan'a sokulmasını
sağlar. Ama Butto 1996'da bir kez daha görevinden alınır ve kocası Asıf Zardari
yolsuzluklardan dolayı 6 yıl hapis cezasına çarptırılır. Yerine geçen İslamcı
Navaz Şerif ise 1999'da General Müşerrefin CIA talimatıyla yapılan askeri
darbesiyle iktidardan düşürülür. Benazir Butto Londra'ya kaçar ve orada
yaşamaya başlar. Babası Şii bir aileden gelen, annesi ise İran kökenli bir Kürt
olan Benazir yaşamını anlattığı kitabında kendini "kaderin çocuğu"
olarak tanımlar. Nitekim 2007'de ABD'nin baskısıyla genel af ilan eden ve seçim
yapılmasını kabul eden General Müşerrefin bu tavrından sonra ülkesine dönen ve
seçimi kazanacağına kesin gözüy le bakılan Benazir Butto 27 Aralık 2007'de
suikastla öldürülür.
Ama ABD Müşerref'i gözden çıkardığı için
Butto'nun ölümüne rağmen seçimler y ap ılır ve Butto'nun lideri olduğu Halk
Partisi seçimi kazanır ve Butto'nun kocası Asıf Zardari devlet başkanı olur.
Aldığı komisyonlardan dolayı "%10 Asıf' olarak anılan yeni başkan, ABD'yle
girdiği stratejik işbirliğiyle Pakistan'ı bir Amerikan üssü haline getirir ve
CIA bu ülkede istediği her şeyi yapar duruma gelir. Bunun üzerine CIA Kaide'ye
büyük darbeler indirir ve son olarak 2 Mayıs 2011'de Pakistanlılara haber vermeden
ve her tarafı askeri okul ve kışlalarla çevrili bir eve baskın y ap arak Kaide
lideri Usame Bin Ladin'i öldürür ve anlaşılması zor bir mantıkla cesedini
okyanuslara atar. Bununla yetinmeyen Amerikalılar Predator'lerle her gün
Kaidecileri ya da onlarla işbirliği yapan Pakistan Taliban yöneticileri ile
Kaide yöneticilerini öldürüyor. Bu da yetmeyince Pakistan ordusu CIA
talimatıyla Taliban'ın kontrolü altındaki bölgeleri sürekli havadan bombalıyor
ya da karadan operasyon yapıyor. Her seferinde de yüzlerce Pakistanlı sivil
ölüyor. Pakistanlı politikacılar ile generallerin hangi koşullarla ne zamana
kadar ABD'yle işbirliği yapacakları kestirilemez. Ama hiç kuşkusuz ki ABD hem
politikacıları hem de İslamcı ya da laik generalleri kendine bağlı bir ülke ve
düzen istemektedir.
İşte bu nedenle de böyle bir düzen Arap
Baharı'yla İslamcıların iktidara geldiği ülkeler için model olabilir ve
tercihen önerilir. Çünkü Pakistan İslamcıları karşısında Hindistan ve Şii İran
gibi iki tehlike var ve bu ise Araplara İsrail ve Şii İran'ı andırmaktadır.
Türkiye bu anlamda ve düzeyde düşmanı o lmay an ve Batı'yla bütünleşen, yani
"Müslümanlığını yitiren ya da zayıflatan" bir ülke! İşte bu nedenle
Batı'nın model seçiminde Pakistan ile Türkiye'deki laik- îslamcı çatıma tarihi
çok önemlidir. Ama daha önemli olan, Bahar'ı yaşayan Arap ülkelerinde bu
modellerden birinin seçilmesi ve önümüzdeki 50-60 yılda bununla oyalanmasıdır.
Yani Cumhuriyet'in kurulması, hatta daha öncesinden b aşlay arak Türkiye'de
yaşanan tüm laik-îslamcı tartışmaları bundan böyle Arap ülkelerinde
yaşanacaktır. Benzer şekilde kurulduğu günden itibaren Türkiye
Cumhuriyeti'ndeki tartışmalardan etkilenerek benzer tartışmalar yaşayan
Pakistan (ve biraz da Malezya) şimdi kendi siyasal ve toplumsal deney imleriy
le Arap İslamcılarının ilgisini çekmektedir. Çünkü Kaide ve Taliban Türkiye'den
daha çok Pakistan'ı çağrıştırmaktadır. Sık sık Türkiye modelinin başarısından
söz eden ve bunu pazarlamay a kalkışan ABD ve müttefikleri ise takiye yapıyor.
Çünkü onların gönlünde bu coğrafyayı karanlıkta bırakacak Pakistan modeli
yatıyor. Belki bu nedenle daha kurulduğu ilk günden itibaren ABD; stratejik
müttefiki Suudilere, "Aman Pakistanlılara yardım edin" demişti. Çünkü
Pakistan modeli Orta Asya ülkelerinde ya da Rusya sınırları içinde yaşayan
Müslümanlara ilgi gösteren ve onlarla ilgili hesaplar yapan ABD ve
müttefiklerinin işine geliyordu. Çünkü Pakistan gibi tutucu bir ülkenin o bölge
Müslümanlarını provoke etmek için Türkiye gibi daha ılımlı İslamcılarından daha
etkili olacağını düşünen ABD ve Batı'ya göre Taliban, Kaide ve benzeri örgütler
de her zaman işe yarayabilir. Önemli olan onlarla nasıl konuşulacağını ya da
onlarla hangi ortak çıkarları pay laşacağını bilmek ve onları ikna etmektir.
ABD ve Batılılar ikna etmeyi hep beceriyorlar. İkna olmak ise hep İslamcıların
ortak özelliği olmuştur.
Belki de ortak genetik özelliğidir. Çünkü hiç
bir mantık zengin olan Suudi Arabistan ya da Katar ve benzeri Körfez ülke
yönetimlerinin ABD'ye olan köleliğini açıklayamaz. Çünkü köleler genel olarak
yoksul insanlardır. Tabi savaş meydanlarında esir düşüp köle pazarlarında
satılan köleler de var. Ama aynı zamanda hiçbir mantık tüm coğrafyadaki İslamcı
parti, grup, cemaat ve örgütlerin Batıya hep sıcak bakmasının gerekçelerini
savunamaz. Hem de ABD'nin İslam alemi için temel dini ve vicdani bir konu olan
Filistin ve Kudüs konusundaki tavır ve davranışları ortadayken. Bir düşünün ABD
geliyor ve İslamcı gruplara ya da kişilere 'Gelin benimle Sovyetlere karşı
Afganistan'da savaşın' diyor ama bu İslamcılar her nedense ABD'ye 'Gel beraber
İsrail'e karşı savaşalım' demiyor ya da diyemiyor. İşte temel ve hep
sorgulanması gereken en acil konu bu olsa gerek. Yoksa ABD ve müttefikleri
farklı gerekçeler ve maddi-manevi avantalarla İslamcıları ikna edecek ya da
onları ikna edecek adamlar bulacak. İslamcılar ise ABD ve Batılılara kendi
inançlarının gereği olarak herhangi bir konuda istedikleri hiçbir şeyi y
aptıramay ac ak. Sonra da hep beraber demokrasi, özgürlük ve yaşasın ABD
diyeceğiz. Hem de islam dini adına!!!
Biraz da Irak...
Çok gerilere gitmeye gerek yok...
Saddam'ı İran'a saldırtan Amerikalıların
Bağdat'taki büyükelçisi April Glaspie 25 Haziran 1990'da Saddam'a,
"Kuveyt'e girersen biz ilgilenmeyiz" deyince Irak ordusu 2 Ağustos
1990'da bu ülkeyi iki günde işgal etti. Çünkü hiçbir Kuveytli ülkesini savunmak
için bir tek el ateş etmedi. İşin daha ilginç tarafı Kuveyt'in kurtarılması ve
özgürleştirilmesi savaşında da bir tek Kuveytli ölmüştü. Kuveyt'in işgalini
fırsat bilen Amerikalılar Körfez ülkelerine yerleştiler. Saddam'ı Kuveyt'ten
çıkarma operasyonuyla kapsamlı bir savaşı kazanan ABD her nedense son anda
Saddam'ı devirmekten vazgeçti ve Saddam'la ateşke s antlaşması imzaladı.
Dönemin Amerikan kuvvetleri komutanı "Çöl Ayısı" lakaplı General
Schwarzkopf daha sonraki anılarında, "Başkan Bush böyle istedi"
diyecekti.
Teslim alınan ve Bağdat'ta iktidarda kalmasına
izin verilen Saddam tüm ordusu darmadağın edildikten sonra ABD ve müttefikleri
Irak'a amb argo kararı aldı. Kuzeyde, "Saddam Kürdistan'a saldıracak"
dedikodusuyla Kürtleri Nisan 1991'de Türkiye ve îran sınırına yığdıran ABD
hemen peşinden aldığı kararla Saddam'a, "36. paralele yaklaşma" dedi.
Bunun üzerine ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya uçaklarını Türkiye'ye
göndererek Kürtleri koruyacaklarını söylediler. 3 aylığına Türkiye'ye gelen ve
daha sonra adı Çekiç Güç olarak anılan bu askerler 12 yıl kaldı. Gittiğinde
Kuzey Irak'ta yarı bağımsız bir Kürt varlığı kurulmuş ve PKK çok güçlenmişti.
Güneyde ise Şiilere "ayaklanın" diyen Amerikalılar Saddam ordusu
bölgeye gelince bu kez Ağusto s 1 992'de benzer kararla Saddam'a, "32.
paraleli geçemezsin" dediler. Bu paralel 1 996'da 33 oldu ve Saddam'a bir
tek Bağdat kalmıştı. Yalnızca Bağdat ve çevresinde dolaşmasına izin verilen
Saddam ambargo altında uzun yaşayabileceğini sanıyordu. Bu arada BM
müfettişleri Saddam'ın elindeki tüm ağır silahları ve kimyasal ya da nükleer
tesislerinin tümünü yok ediyor ve Saddam'ı silahsız bırakıyordu. Durum böyle
olunca Mart 2003'te Saddam'ı yenmek çok kolay oldu. Çünkü geçen süre içinde ABD
ve müfettişleri Saddam'ın ordu ve istihbaratından birçok generali satın almış,
hatta Saddam'ın akraba ve yakın çevresi bile ABD'yle işbirliğine başlamıştı.
Durum böyle olunca benim de Irak ordusundan ve halkından beklediğim direnme
olmamış ve Amerikan askerleri 9 Nisan'da elini kolunu sallaya sallaya Bağdat'a
girmişti. Tıpkı NATO askerlerinin 8 yıl sonra Trablus'a girdiği gibi...
Durum böyle olunca 23 Temmuz 2003'te Uday,
Kusay ve çocuklarını Musul'daki evde ihb ar edenin de bir akraba olması çok
normal olacaktı. İhbarcı kuzenin bunun karşılığında Amerikalılardan 30 milyon
dolar aldığı söylenecekti. Saddam'ı ihbar ederek 14 Aralık 2003'te
yakalanmasına yardım eden akrabanın kaç milyon dolar aldığı ise bilinmiyor...
Durum böyle olunca Amerikalılar ve onların Irak içindeki yandaşları Saddam'ın
bir Kurban Bayramı sabahında asılmasında bir sakınca bulmadılar. Nasıl olsa
Arap ve İslam dünyasında hiçbir değerin anlamı kalmamıştı ve insanların bu
değerlere bağlı o larak tepki gösterecek moral ve cesareti yoktu... Saddam'ın
idamına tepki gösteren tek Arap lideri ise Kaddafi olmuş ve ülkesinde resmi
olarak üç gün yas ilan etmişti. Belki de bu nedenle Kaddafi'ye Saddam benzeri
bir son uygun görülmüştü. Suudi Arabistan ise, "Keşke Kurban Bayramı'nda
idam edilmeseydi" demekle yetinmişti. Nasıl olsa Irak'ta tam anlamıyla
"Amerikan standartlarında" bir demokrasi kurulmuş ve ülke her anlamda
parçalanmanın eşiğine gelmişti.
Bugün Irak'ta Kürtler Kürt partilerine, Şiiler
Şii partilerine ve Sünniler de Sünni partilerine oy vermektedir. Hemen hemen
her partinin silahlı milis gücü bulunmaktadır. Irak'ta mezhep savaşında şimdiye
kadar yüz binlerce insan öldü. Bu savaşın potansiyel riski Batı'nın iştahını
kabartmaktadır. Bu mezhep savaşı görevini yaptıktan sonra Batı mutlaka etnik,
yani Arap- Kürt ya da Kürt-Türkmen savaşını da körükleyip provoke edecektir. Bu
Batı'nın en az 100 yıllık bir alışkanlığı ve Haçlılardan bu yana vazgeçilmez
genetik karakteridir. Ama bu hiç kimsenin umurunda bile değil. Nitekim 9 yıl
süren işgalden sonra ABD Irak'tan çekildi ama Arap Baharı'nın heyecanını
yaşayan bölge insanları bu çekilmenin ne anlama geldiğini konuşup tartışamadı
bile. Oysa ABD yenilgiye uğramış ve dolaylı masraflarla 2 trilyon dolar
harcadığı bu savaştan hiçbir şey kazanamamıştı. Ama bazılarına göre çok şey
elde etmişti. Çünkü başta İsrail olmak üzere bölge hesapları açısından çok
önemli olan Irak denilen ülke yok edilmiş ve Irak'tan dolayı bu coğrafyanın tüm
dengeleri altüst olmuştu. Irak bugün tam anlamıyla parçalanmanın eşiğine
gelmiştir. Kuzeyde fiili olarak yarı bağımsız bir Kürt bölgesi var. Bu bölgenin
120.000 mevcutlu düzenli ordusu ve uluslararası ilişkileri bulunmaktadır. Ancak
merkezi yönetimde de söz sahibi olan Kürtler şimdilik ay rılmay ı düşünmüyor ve
Irak bir kaldığı sürece var olan durumla devam etmeyi tercih ediyorlar. Çünkü
ay rılmanın bölgesel ve uluslararası nesnel koşulları olmalıdır ve bu henüz
sağlanmadı. Ayrıca Kürtler merkezi devletin de tüm maddi ve manevi
nimetlerinden y ararlanmaktadırlar. Irak cumhurbaşkanı, dışişleri bakanı ve
hükümetin 5 bakanı Kürt kökenli. Devletin birçok kurumunda Kürtler var. Kürtler
meclisteki 50 kadar sandaly ey le ülkedeki siyasal dengenin de anahtarı.
Şiilere gelince, onlar da ülkenin hâkimi gibi
davranıyorlar. Amerika'nın çekilmesinden sonra tümüyle İran'ın etkisine giren
onlarca Şii grup kendi aralarındaki sorunları göreceli olarak çözmelerine
rağmen her parti ya da grup kendi başına egemen davranmaktadır. Bir parti ya da
grup bir bakanlığı kendi denetimi altında tutarken başka bir p arti ya da grup
bir mahalleyi, bir fabrikayı ya da ordunun bir birliğini kontrol ediyor. Ama
her p arti ve grubun da silahlı milis gücü var ve bu güçlerle Sünniler arasında
hep gerginlikler yaşanıyor. Birileri de bu gerginlikleri ta başından beri
kışkırtıp duruyor. Kaide'nin şimdiki lideri Eymen Zavahiri'nin son bir
kasetinde Irak'ta işgalden sonra 4 binden fazla intihar eylemi
gerçekleştirdiklerini övünerek söylüyordu. Oysa bu intihar eylemlerinin 3
binden fazlası Şii hedeflere y önelikti. Saddam'ın iktidarı ele geçirmesinden
(1979) bu yana yaşanan savaş ve katliamlarda ölen erkeklerin sayısı 2 milyona
yaklaşmıştır. Farklı rakamlara karşın bugün Irak'ta 1,5 milyon dul kadın ve 4
milyon civarında yetim çocuk bulunmaktadır. Irak gibi bir ülkenin koşullarında
bir dul kadının nasıl yaşayacağını ve insani ihtiyaçlarını nasıl
karşılayacağını varın siz düşünün.
Yapılan son araştırmada Amerikalıların
kullandığı farklı silahlardan dolayı yeni doğan çocukların %70'i kız olarak
dünyaya gelmektedir. Çünkü bu silahların yan etkisiyle erkek ve kadınların
genetik, yani x-y kromozom dengesi bozulmuştur. Şii din adamaları ise Iraklı
erkeklere kısa süreli "müta nikâhı"yla dul kadınlara yardımcı olmaları
ve onlarla geçici sürelerle evlenmeleri yönünde fetva vermektedir. Saddam
iktidarı ele geçirdiğinde bir dinar 3,5 dolar ederken bugün dünyanın en zengin
petrol y ataklarına sahip Irak'ta bir dolar 1.600 dinar ediyor. Okul çağında
çocukların neredeyse %30'u ya okula gitmiyor ya da ilkokulu bitirmeden
bırakıyor. Yani 20 yıl sonra y arısı cahil, kadın-erkek dengesi bozulmuş ve her
an birbirini boğazlayacak bir Irak toplumuyla karşı karşıya kalacağız. Çünkü
Irak'ta binlerce ulusal ve yerel radyo, televizyon ve gazete bulunmaktadır.
Bunların birçoğu Şii- Sünni, Arap-Kürt ve Kürt-Türkmen düşmanlığına müthiş
katkı sağlıyor. Genellikle Suudiler ve Katar tarafından beslenen siteler ise bu
işi çok daha iyi yapıyor. îran da bu konuda geri kalmıyor. 9 yıl kadar süren
işgal döneminde yolsuzluklarla ortadan kaybolan paraların miktarının 40 milyar
dolar civarında olduğu söyleniyor. Amerikan Kongre rap orlarına yansıyan bu p
araların nereye ve nasıl gittiğini işgalci Amerikalılar mutlaka biliyorlardır.
îsteseydiler de önlemini alır ya da yolsuzluklara karışanları
cezalandırabilirlerdi. Ama ceza yerine ödüllendirdiler. Çünkü işgal ancak böyle
bir sistemle 9 yıl devam edebilirdi.
Örneğin Kaide ve Saddam yanlılarının direnişi
nedeniyle zor durumda kalan Başkan Bush 2007'de Sünni aşiret liderleriyle
El-Anbar bölgesinde bir aray a gelerek onlara yüz milyonlarca dolar dağıttı ve
Amerikan ordusundan yana savaşmalarını sağladı. Bu aşiret liderleri
(Güneydoğu'daki köy korucuları örneğinde olduğu gibi) de cebe indirdikleri yüz
milyonların bir kısmıyla silahlandırdıkları yaklaşık 100.000 adamlarını
Amerikan generallerinin emrine verdi. Direnişin kırılmasında bu planı çok iyi
uygulayan Amerikalılar aslında bir şeyi daha başarmışlardı. Çünkü bu Sünni
silahlı paralı askerler ABD çekildikten sonra ülkede îran destekli Şiilere
karşı bir güvence olacaktı. Nitekim de böyle oldu. Çünkü Amerikalılar Irak'tan
çekildi ama bu Sünni aşiret liderlerinin parasını şimdi Suudi Arabistan, Katar
ve diğer bölge ülkeleri veriyor. Çünkü herkes Irak'ta ve Irak üzerinden bölgede
kapsamlı bir Sünni-Şii savaşının senaryolarını y azıy or ve birileri bu senary
o ları yaşama geçirmek için ciddi hazırlıklar yapıyor. Oysa Baba Bush Irak'ı
işgal ederek "demokrasi ve özgürlük" getireceğini söylemişti...
Yaşasın Demokrasi...
"Arap'ın Baharı"yla bu coğrafyaya
demokrasi geldi, geliyor. Demokrasi sandığa gidip oy kullanmaksa evet demokrasi
geldi ve gerisi hiç önemli değil... Oysa Mısırlı ünlü kadın aktivist ve yazar
Naval Saadavi'ye göre, "Demokrasi yalnızca seçim değildir. Demokrasi
sloganıyla Mısır'da seçimleri y aptıran ABD dinleri ve mezhepleri kullanarak
Mısır ve bölgeyi parçalamayı planlamaktadır..."
Kaldı ki sosyal analiz ve sonuçları tartışılan
sandık, Bahar'ın geldiği Arap ülkelerinde hiç kimseyi heyecanlandırmamış, çünkü
sandığa gitme oranları tüm çabalara ve teşviklere rağmen %30 ila %50 arasında
kalmıştı. Oysa seçim y ap ılan Arap ülkelerinde uluslararası medya hep yüksek
katılım propagandası yapmış ve demokrasinin zaferinden söz edip durmuştu. Böyle
bir demokrasi ise hem bölgede hem de bölge dışında entelektüel düzeylerde hep
tartışılmıştı. Birçok y azar ve akademisy en farklı örneklere rağmen genel
olarak seçime gidip İslamcılara oy veren insanların ezici çoğunluğunun yoksul
ve orta sınıfı temsil ettiğine dikkat çekiyor... Aynı yazarlara göre insanların
büyük bölümü Arap Baharı'nın aslında İslamcıları iktidara getirmek için çok
büyük bölgesel ve uluslararası bir oyun olduğunu gördü ve gelecekten umudunu
kesti. Belki de bu nedenle Türkiye dahil dünya medyası artık Arap Baharı
ülkeleriy le ilgilenmiyor ve bundan sonra da ilgilenmeyecektir. Çünkü herkes
Suriye'deki gelişmelerin sonucunu bekleyecektir.
Ama Mayısta yapılması gereken Mısır'daki
başkanlık seçimi ve bu seçimden önce yeni anayasanın kaleme alınması da çok
önemlidir. Çünkü sonuçta Büyük Oyun'un kaderini Suriye belirleyecek ama
Mısır'daki İslamcıların iktidarı da Büyük Oyun'un Suriye'siz ömrünü
belirleyecektir. Herhangi bir nedenden, örneğin Müslüman Kardeşler'in ABD ve
Batı'yla işbirliğine yanaşmaması durumunda ABD bu oyunun yönünü değiştirip
duracaktır. ABD Müslüman Kardeşler yönetiminde bir Mısır'ın Arap ve İslam
âleminde önder bir rol oynamasına asla izin vermez ve vermeyecektir. Tabii
Başkan Hüseyin Obama gizli bir Müslüman değilse! Ya da kendi aralarında
konuşurken, "Netanyahu'dan bıktık!" diyen Batılı liderlerin İsrail'i
barışa zorlamak, o da olmazsa haritadan silmek gibi gizli bir planları yoksa!!
Ya da Arap ülkelerinde iktidara gelen ya da gelecek olan İslamcı p arti
liderleri Batı yanlısı görünüp sonrasında bölgesel bir güç olmayı
hesaplamıyorlarsa! İşte o zaman Batı'nın Huntington kompleksine karşı
Müslümanlar da, "Siz bizi ve dinimizi düşman kabul edip bize karşı Haçlı Savaşı
ilan ettiniz, biz de sizi mahcup etmemek için size karşı cihat ilan
ediyoruz" diyeceklerdir.
Müthiş bir fantezi... Ama burası Ortadoğu...
Burada yaşayan herkes bilinen tarihiyle en az on bin yıllık bir uygarlığın
genetik izlerini taşır. Ama her nedense bu izler bir işe y aramıy or, çünkü ABD
ve yandaşı Batılı ülkeler her zaman bu coğrafyada istedikleri her şeyi
yapıyorlar. Başarmalarının nedeni ise belki de on bin yıllık uygarlıkların
olumsuz izleridir. Çünkü "Batı medeniyetinin üstünlüğü için" İslam'ı
düşman ilan eden Huntington aslında hiç de yeni ve ilginç bir şey söylemiyor.
Çünkü benzer lafları ondan 900 yıl önce Katolik Hıristiyanların papası II.
Urbanus söylemişti. Onun etkisinde kalarak Haçlı Seferleri'ni başlatan ve 100
yıl kadar sürdüren Bizans İmparatoru I. Aleksios, Alman İmparatoru Barbarossa,
Fransa Kralı II. Philip ve İngiltere Kralı Richard gibileri de bu söylemlere
inanmış ve gereğini yapmışlardı. Bu papa, imparator ve kralların bugünün
Obama'sından, Merkel'inden, Benedictus'undan,
Cameron'undan, Sarkozy'sinden hiçbir farkı yoktur... 900 yıl önce gerçekleşen
ve yaklaşık 100 yıl süren Haçlı Seferleri'nin benzeri son 100 yıldır bu
coğrafyada farklı şekil ve şemalarla devam ediyor. Çünkü Huntington'ın
deyimiyle, "Batı uygarlığının asla rehavete kapılarak laçkalaşmaması
gerek. Batı uygarlığını sürekli diri ve heyecanlı tutmak için de yeni düşmanlar
gerek. Düşmanların başında ise îslam gelir..."
Fukuyama ise Huntington'ın Medeniyetler
Çatışması söylemine ters laflar etmesine rağmen özünde farklı bir şey
söylemiyor ya da dolaylı da olsa onunla hemfikir olduğunu gö steriy or. Ona
göre, " Zayıf devletlerde ya dıştan müdahale ya da içten muhalefet yoluyla
rejim değişikliği gereklidir." Batı'nın bin yıllık gerçeği budur. Önemli
olan bunları doğru görmek ve okumaktır. Çünkü yüz yıl önce, yani Osmanlı'nın
çöküş sürecinde ne Huntington ne de Fukuyama vardı. Ama araştırıldığında
bunlara benzer onlarca garip tip bulunur. 1917'de Filistin'i Yahudilere bir
vatan olarak veren îngiliz Dışişleri Bakanı Balfour ya da bu coğrafyanın
haritalarını Mayıs 1916'da çizen Îngiliz-Fransız İkilisi Sykes-Picot,
Huntington ya da Fukuyama'yı tanımıyorlardı. Şimdi birileri çıkıp bizlere
Huntington, Fukuyama, Levi ve benzerleriyle oyalanmamızı istiyor. Biz
oyalanırken onlar deyim yerindeyse "malı götürüyor" ve götürecek.
Tıpkı 900 yıl önce olduğu gibi... Tıpkı 100 yıl önce olduğu gibi... Tıpkı 100
yıldır olduğu gibi... Tıpkı bir 100 yıl daha olacağı gibi... Ta ki bizim
coğrafyada birileri çıkıp Huntington, Fukuyama, Levi ve benzerlerinin peşinden
giden Obama'lara, Merkel'lere, Sarkozy'lere, Benedictus'lara, Cameron'lara ve
onların bölgesel Lawrence'larına dur deninceye kadar.
İran'ı Unutmayalım...
îkinci Dünya Savaşı'nın kızıştığı sıralarda
Sovyetler Birliği ve İngiltere ortak bir operasyonla Atatürk hayranı, Hitler'e
sempatiyle bakan ve sahip olduğu petrolle Almanya'ya bir güç kaynağı
olabileceği endişesiyle Şah Rıza Pehlevi'den kurtulmaya karar verirler. 1941
ortalarında şahtan kurtulan bu ikili Rıza'nın genç oğlu Muhammed Rıza
Pehlevi'yi şah ilan eder. Bu durumu fırsat bilen îngilizler özellikle ordu ve
istihb arat içinde birçok general ve yetkiliyi satın alırlar. Çünkü îngilizlere
göre Sovyetler Birliği'nin komşusu olmasından kaynaklanan avantajla komünistler
İran'da hızla örgütleniyor ve güçleniyordu. Bunun üzerine îngilizler ABD'nin,
yani CIA'in yardımını isterler. Şubat 1945'te Yalta'da yapılan ve Churchill,
Stalin ve Roosevelt'in katıldığı Yalta Konferansı'ndan sonra ABD direkt olarak
îran ve bölgedeki tüm gelişmelere taraf olmaya başlar. Yalta'd an sonra Mısır'a
geçen Roosevelt, Kral Faruk ve Suudi Arabistan Kralı Abdülaziz'le Queency
zırhlısında buluşur ve onlarla stratejik işbirliği detay larını konuştuktan
sonra Yahudilere Filistin topraklarında bir devlet verilmesi konusunda
yardımlarını isterler. Bu buluşma ABD'nin Ortadoğu coğrafyasına ilgisinin ilk
ve en önemli işaretiydi.
îkinci işaret Missouri savaş gemisinin 6
Nisan 1946'da İstanbul'a gelmesi ve coşkuyla karşılanmasıydı. Camilerin
minarelerine bile İngilizce "Welcome Missouri" yazan mahyalar asıldı.
Oysa o sıralar Suriye ve Lübnan halkları Fransız sömürgeciliğinden kurtuluşu ve
bağımsızlık bayramını kutluyordu. ABD'nin İngiltere'nin y ard ımıy la Ortadoğu
denilen bölgesine ağırlıklı ilgi ve dalışı beraberinde İsrail Devleti'nin
kuruluşunu da amaçlıyordu. Nitekim Roosevelt'in ölümünden sonra başkan olan
Truman'ın ilk işi Roosevelt'ten aldığı emaneti sürdürmek oldu. Çünkü Roosevelt
tekerlekli sandalyede olmasına rağmen Amerikan ve dünya Siyonist ve Yahudi
örgütleriyle çok sıkı bir ilişki içinde Filistin'de bir İsrail devletinin
kurulması için çok çaba harcamıştı. Kasım 1947'ye gelindiğinde bu kez Truman bu
işi BM'ye taşıy arak İsrail Devleti'nin kurulmasını sağladı. Türkiye ve
peşinden İran 1 949'da bu devleti tanıyan ilk Müslüman ülkeler olacaktı.
Genç şah Muhammed Rıza Pehlevi'nin ABD ve
İsrail yanlısı bu politikaları İran halkını çok kızdırıyordu. Nitekim 1951
başlarında yapılan seçimlerde komünist Tudeh destekli Musaddık seçimleri
kazandı ve başbakan oldu. İlk iş o larak Musaddık petrolü millileştirdi.
İngiltere bugün ABD'nin ve AB'nin yaptığı gibi İran'ın petrol satışlarına
ambargo kararı aldı. Bu işe yaramayınca İngiltere geleneksel müttefik CIA'le
birlikte ve İran ordusu ve istihbaratı içindeki adamlarının yardımıyla Ağustos
1953'te Musaddık'a karşı darbe yaptı. Darbeden sonra şah tekrar görev getirildi
ve ülke tümüyle ABD'nin kontrolüne girdi.
O dönemin tarihi yalnızca İran için değil tüm
coğrafya ve başta Türkiye için çok önemlidir. Çünkü ABD ve İngiltere coğrafyaya
yönelik tüm plan ve projelerinde Türkiye ve İran'ı hep yan yana ve birlikte
değerlendirip aynı denklemin içinde ele aldı. Bu nedenle 1950-1960 dönemi hem
İran hem de Türkiye için çok önemlidir. Bu dönemde her iki ülkede yaşanan tüm
süreçler hem îran'ı hem de Türkiye'yi bugünlere taşımıştır. Çünkü her iki ülke
ABD'nin komünizme karşı savaşında temel görevler üstlenmiş ve iki ülke
tarihinin son 50 yıllık döneminde olağanüstü gelişmeler yaşanmıştır. ABD ve CIA'in
hemen hemen tüm bu süreçlerde parmağının, rolünün ya da etkisinin olduğu ise
kesin o larak kanıtlanmıştır...
Örneğin 27 Nisan 1978'de "komünist"
Halk Partisi askeri darbeyle iktidarı ele geçirdiğinde İran'daki CIA hemen
Afgan muhalefetiyle temasa geçer. Anılarını topladığı Gölgelerin Altında
adlı kitabında Robert Gates o dönem görev aldığı CIA'in Afgan muhalefetine y
ardımlarını nasıl organize ettiğini detay larıy la anlatır. Daha sonra CIA
başkanı ve ABD savunma bakanı olan Gates (adam hak etmiş!), Başkan Carter'a
baskı yaparak Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgalinden tam 6 ay önce
Afganlı gruplara yardım edilmesini sağlamış...
Bunun sonucu olarak 25 Aralık 1 979'da
Sovyetler Afganistan'ı işgal ettiğinde ise hiç beklemediği bir direnişle
karşılaşır. Aynı dönemlerde, yani komünistler Kâbil'de iktidarı ele geçirdiği
sırada İran'da ABD ve İsrail destekli şaha karşı liberal ve solcuların
gösterileri başlamıştı. İslamcıların da bu gösterilere katılmasıy la şahın
durumu giderek zorlaşıyordu. Sık sık Tahran'a giden "büyük
stratejist" Brzezinsky'nin şahı kurtarma çabaları işe yaramıyordu. Hatta
Brzezinsky, Başkan Carter'a, "Askeri müdahalede bulunarak şahı korumalıy
ız" türünden telkinlerde bulundu ama bu da işe yaramadı...
Bunun üzerine Şah Pehlevi 16 Ocak 1979'da
ülkeden kaçar ve Humeyni 1 Şubat 1979'da Fransız Havayolları'na ait özel bir
Airbus uçağıyla Paris'ten ülkesine döner. Önceleri Humeyni'yi kızdırmamak için
şaha giriş vizesi bile vermeyen Amerikalılar ölmek üzere olan şah a 22 Ekim
1979'da tedavi için ABD'ye giriş izni verince İranlı gençler 4 Kasım 1979'da
Tahran'daki Amerikan Büyükelçiliği'ni basar ve tüm elçilik görevlilerini rehin
alarak elçiliğin tüm gizli belgelerini ele geçirirler. Daha sonra bir kısmı
yayımlanacak olan bu belgelerde CIA'in tüm bölgesel tarihi deşifre olmuştu.
Giderek kötüleşen ve gerginleşen ABD-îran ilişkilerinin bölgesel yansımalarını
gören Brzezinsky Temmuz 1980'de bir kez daha ortaya çıkar ve Amman'da bir araya
geldiği Ürdün Kralı Hüseyin'le Tahran'da askeri bir darbe planı üzerinde
anlaşırlar ve işin içine Saddam'ı da çekerler. Hazırlıklar başlar ama
Humeyniciler KGB'nin yardımıyla bu durumu öğrenir ve yakalanan işbirlikçi 60
kadar subay idam edilir. Ama ABD vazgeçmez. Çünkü ABD'nin dolaylı dolaysız
desteğiyle Haziran 1979'da Başkan Hasan El-Bekr'i deviren ve Irak cumhurbaşkanı
olan Saddam Hüseyin iktidara gelir gelmez "Suriye yanlısı" dediği
onlarca arkadaşını idam ettirdikten sonra Komünist Partisi'ne karşı tutuklama
ve öldürme operasyonu başlatır. ABD, Ürdün ve Suudi Arab istan'la işbirliğine
yanaşan Saddam, Humeyni'ye karşı CIA darbesi başarısız olunca bu kez kendisi
Eylül 1980'de îran'a saldırma kararı alır. Çünkü Amerikalılar gelmiş ve
îranlıların Irak sınırına y akın bölgelere asker yığmaya başladıklarını gö
steren uydu fotoğraflarını göstermişlerdi. Daha sonra bu fotoğrafların yalan
olduğu anlaşılacaktı ama boşuna. Aynı günlerde Ankara'da Amerikalıların
"bizim çocuklar" dediği Evren ve arkadaşları askeri bir darbeyle
iktidarı ele geçiriyordu.
Afganistan-îran-Irak-Türkiye dörtgeninde
gelişen bu süreçler en ince detay larıy la bölgemizin son 30 yıllık tarihini
yakından ilgilendirmektedir. Bugün bile bu ülkelerde ve dolayısıyla tüm
coğrafyada y aşanan her şey bu dörtgende yaşanan olaylarla dolaylı ya da
dolaysız ilgilidir. Yani biz hâlâ Afganistan'ı konuşuyoruz. Yani biz hâlâ
Afganistan'dan dolayı birçok şeyi konuşuyoruz. Yani biz hâlâ Türkiye'yi ve 12
Eylül 1980 darbesinden sonraki tüm sonuçları konuşuyoruz. Ve yine biz hâlâ 33.
yıldönümünü kutlayan Humeyni Devrimi'nin her şey ini konuşuyoruz. Ve yine biz
bugün bu coğrafyada yaşanan ve birilerinin Arap Baharı o larak adlandırdığı
süreç ve olası sonuçları 30 yıl önce olduğu gibi Büyük Oyun'un birer perdesi
olarak seyrediyoruz. Çünkü 30 yıl önce olduğu gibi îran, Afganistan, Irak,
Türkiye; Batı'nın he sapları içinde bu oyunun en önemli oyuncuları arasında
bulunuyor. Konusuna göre de bu oyuna zaman zaman başka oyuncu ya da figüranlar
katılıyor ya da kısa rollerle oyun dışına atılıyor.
Örneğin hep İran düşmanı olarak gördüğümüz ABD,
Irak'ı işgal ederek Şii İran'ı baş düşman Sünni Saddam'dan kurtarmıştı. Benzer
şekilde Afganistan'ı işgal eden ABD yine İran'ı en tehlikeli Sünni Taliban ve
Kaide düşmanından kurtarmıştı. Irak'ın işgali ayrıca İran ve destek verdiği
Şiilerin güçlenmesine, bu ise Körfez ülkelerindeki Sünni yönetimlerin İran
karşısında zayıf düşmesine neden olmuştu. Çünkü bu ülkelerin tümünde Şii
azınlıklar var. Ama bunu yapan ABD zamanı geldiğinde İran'ın desteklediği Irak
ya da Arap Şiiler ile Arap milliyetçisi Şiiler arasında düşmanlıkları da
körüklemeyi ihmal etmeyecektir. Yani Kum mu yoksa Necef mi tartışmaları mutlaka
gündeme gelecek ya da getirilecektir. Bu arada nükleer programı bahane edilerek
İran'a yönelik psikolojik savaş hep gündemde kalacaktır. Tıpkı 30 yıldır olduğu
gibi. Oysa Amerikalılar, Almanlar, Fransızlar şah zamanında Tahran'a nükleer
reaktör konusunda yardımcı olmuş ancak İslam Devrimi'nden sonra bu y
ardımlarını askıya almışlardı. Yani Hindistan ve Pakistan'ın karşılıklı denge
denklemi içinde nükleer bomba sahibi olmalarına göz yuman Batılı ülkeler benzer
dengenin İsrail ve İran arasında sağlanmasını istemiyor. İstemediği için de
ısrarla İran'ın nükleer programını tümüyle denetim altına almak istiyorlar.
Onuruna dokunulduğunu düşünen Tahran ise Başbakan
Erdoğan'ın da sık sık vurguladığı gibi İsrail'in nükleer silahlarını
hatırlatmaktadır. Ama boşuna, çünkü İsrail'in nükleer silahları Batı için
"namahrem" bir konudur... Belki de Başbakan Erdoğan bu namahreme
dokunduğu için İsrail 9 Türk'ü Mavi Marmara'da öldürdü. Belki bu
namahreme saldırdığı için İsrail ve güç aldığı Yahudi lobileri İran'ı hedef
tahtasına koyuyor. Yani şah zamanında İsrail'in stratejik müttefiki kabul
edilen bir İran Humeyni'yle birlikte İsrail için en büyük tehlike kabul
ediliyor. Böyle olunca İsrail İran'ı yıkmak için elinden gelen her şeyi yapıyor
ve yapacak. İşte bu nedenle önümüzdeki haftalar ve ay lard a
"birileri" İran'ı mutlaka karıştırmay a çalışacaktır. Baksanıza NATO
genel sekreteri ne diyor: "Malatya'daki
füze kalkanı radarlarını biz değil Türkler
istedi!"
Mart başlarında radarlar çalıştırıldığında
herkes Malatya-Hayfa hattındaki koordinasyondan söz ediyordu. İsrail
yöneticileri ise ABD'ye giderek 'İzin verin şu İran'ı vuralım dediler. Çılgın
İsraillilerin her türlü çılgınlığı yapabilceği kesindir. Ancak İsrail'i
şimdilik durduran tek güç Lübnan'daki Hizbullah'tır. Hizbullah elindeki
olağanüstü silah gücü ile Lübnan ve İsrail'e sınır bölgelerde durduğu sürece
İsrail İran'ı vurmadan önce onlarca kez hesap y apmak zorunda kalacaktır. Bu
ise Suriye'deki gelişmeleri daha önemli kılıyor. Bu kitpta bir çok yerde
söylediğim gibi Suriye'nin olumlu-olumsuz geleceği bu coğrafyada herkesi ama
öncelikle İsrail'i ve bu coğrafya için 100 yıllık plan yapan ABD ve Batıyı
ilgilendirmektedir. Durum böyle olunca herkes deyim yerindeyse Suriye'ye
çullanmaktadır. Bunu bilen ve yaşayan Suriye ve onun bölgesel ve uluslararası
müttefikleri de kendilerine göre savuna tedbirlerini alıyor. Alanların da
başında kuşkusuz İran gelmektedir. Çünkü İran'daki yönetim bölgedeki diğer
yönetimlerden farklı olarak dinsel, mezhepsel ve ideolojik yapı ve karektere
sahiptir ve bu özelliğini korumaya kararlıdır. înanç gereği bu böyledir. îşte
bu nedenle İran'ı gözardı edecek herhangi bir formül Suriye'de başarısız
olacaktır. Gözardı edenler ise İran'ın olası karşı ataklarını ve bu atakların
risklerini hesaba katmak zorundadırlar. Tabi îranılar şimdiye kadar her
yaptıklarında takiye yapmıyorlarsa!
Ürdün'süz Olmaz!
Ürdün bu coğrafyanın en ilginç ve bir o kadar
tehlikeli ülkesidir. Bugünün Ürdün kralı II. Abdullah'ın büyük dedesi
Hüseyin'dir. Yani çok ilginç bir hikâyesiyle ayda 5.000 sterlin karşılığında
Osmanlı'ya ayaklanan ya da ayaklandırılan namıdiğer Şerif Hüseyin. İttihat
Terakki hükümeti tarafından bilerek ya da bilmeyerek Mekke emiri olarak
görevlendirilen Şerif Hüseyin îngilizlerin tuzağına düşürülerek 1916'da
Osmanlı'ya karşı ayaklandırılmıştır. Bu ay aklanma tarihi ile o dönemin
detaylarını iyi okuyup doğru öğrenmeyenler bugün bu coğrafyada yaşananların
büyük bölümünü kavray amaz. Şerif Hüseyin ve üç çocuğu bu co ğrafy anın en
tehlikeli insanlarıydı. Onlar katıksız İngiliz işbirlikçileriydiler. Bu da
yetmiyor, arada bir Siyonist Yahudilerle birlikte çalışıyor ve bu coğrafyanın
haritalarının çizilmesi için onlarla bile işbirliği yapıyorlardı. Örneğin
Osmanlı'yı "Araplar adına" arkadan vurması için İngilizlerin satın
aldığı Şerif Hüseyin'in oğlu ve daha sonra Irak kralı olacak olan Faysal
1920'de Siyonist Kongre Başkanı Weisman'a gönderdiği mektupta, "Balfour
1917'de Filistin'i Yahudilere verirken malı olmayan bir toprağı veriyordu. Ama
ben onun tersine sahip olduğum toprakların sözünü veriyorum" diyecekti.
Bağımsızlık için îngilizler tarafından
Osmanlı'ya karşı ayaklandırılan ancak daha sonra ülkesi Hicaz'dan alınarak
Ürdün Irmağı'nın doğusundaki topraklara taşınarak oraya yerleştirilen Şerif
Hüseyin yaşamı boyunca ihanet içinde olmuştur. îngiltere ve Fransa arasında
yapılan paylaşımla büyük oğlu Abdullah, Ürdün denilen ülkenin kralı ilan
edilirken küçük oğlu Suriye kralı ilan edilmişti. Ancak Suriye son
pazarlıklarda Fransızlara kalırken Fay sal îngilizlerin payına düşen Irak'a
kral o larak atanır ve ölünceye kadar orada kalır. 1958 Devrimi Şerif Hüseyin
sülalesinin Irak'taki varlığına son verir. Ürdün ise bu ailenin denetiminde
kalır. îngilizlerle birlikte Filistin halkına karşı ihanetlerine devam eden
Kral Abdullah'ın bir Filistinli tarafından öldürülmesinden sonra yerine oğlu
Talal gelir. Ancak Talal'ın ilk işi Ürdün ordusunun başındaki İngiliz generali
John Bagot Glubb'u görevden almak olunca îngilizler onun için deli der ve
İstanbul'a sürgüne gönderirler. İstanbul'da Ortaköy Şifa Yurdu'nda ölen Talal
daha sonra yayımlanan anılarında ihaneti detaylarıyla anlatmıştı.
Talal'ın yerine getirilen 17 yaşındaki Hüseyin
1999 yılına kadar ülkesini İngiltere ve ABD'nin y ardımıy la yönetir ve
ülkesini İsrail'i korumak için bir tampon ülke haline getirir. Zaten Ürdün
denilen ülkenin kuruluş amacı da buydu. Kral Hüseyin hep ihanetler içinde başta
Filistin olmak üzere Arap halklarının düşmanı olmuştur. 1970'te İsrail ve
ABD'den aldığı destekle Hüseyin ünlü Kara Eylül'de 40.000 Filistinli'yi
öldürdü. Kral Hüseyin'in ihanetleri sayılmakla bitmez. Bugün de oğlu Abdullah
aynı yolda devam ediyor. 1 999'da Kral Hüseyin ABD'de ölüm döşeğindeyken özel
bir uçakla Amman'a getirilir ve veliaht olan kardeşi Hasan'ı görevden alarak
yerine oğlu Abdullah'ı seçer ve ABD'ye dönerek ölür. Dönmeden önce de CIA'in y
ardımıy la ordu ve istihb arat içinde geniş bir temizlik yapar ve oğluna
problemsiz bir ülke bırakır... Kral olması gereken Hüseyin'in kardeşi Hasan
özel bir sohbette, "İsrail'in barış yapacağına inanmıyorum" demiş ve
bu Amerikalıların ve Yahudi lobilerinin kulağını gitmişti. Bunun üzerine bu adamın
tehlikeli olduğuna ve kral olmadan bertaraf edilmesine karar verilmişti. Yerine
getirilen Hüseyin'in oğlu Abdullah ise Londra'da yaşıyor ve Arapça bile
konuşamıyordu.
Ürdün direkt olarak ABD tarafından
yönetilmektedir. Bir düşünün, ABD ve tüm dünya 1991'de Irak'a ambargo uyguluyor
ama bir tek Ürdün buna uymuyor. Saddam da tüm ihtiyaçlarını bedava petrol
verdiği Ürdün üzerinden sağlıyordu. 1998'de Irak'tan kaçan Saddam'ın iki damadı
Ürdün'de CIA'e Irak'ın askeri sırlarıy la ilgili tüm bilgileri verdikten sonra
tekrar Ürdün kralı tarafından ülkelerine iade edildi. Saddam da doğal olarak
onları öldürdü. Bugün bile yaklaşık 500.000 Iraklı Ürdün'de yaşamaktadır.
Nüfusunun yaklaşık %70'i Filistinli olan Ürdün 1994'te İsrail'le imzaladığı
barış antlaşması gereği bu Filistinlilere nefes bile aldırmıy or. Sık sık
İsrail "casino"larına gittiği ve viskisini yudumlarken rulet oynadığı
söylenen Ürdün Kralı Abdullah iktidara geldiği ilk günlerde başta Halit Meşal
olmak üzere tüm Hamas yöneticilerini kovmuş ve halen de faaliyetlerine izin
vermiyor. Ürdün'de "seçim" yapılır ama tüm yetkiler kralda! ABD,
İsrail ve müttefikleri Ürdün kralını çok severler. Ürdün de ABD, İsrail ve
müttefiklerinin dediği her şeyi yapar. Karşılığında da bol miktarda parasal
yardım alır. Bu yardımlar olmazsa Ürdün yaşayamaz. CIA ve Mossad'ın yardımı da
olmazsa kral bir gün sarayında kalamaz. Bunu bilen kral her zaman olduğu gibi
yeni oyunda baş olmasa bile önemli rol üstlenmiş. Kral 100 yıl önce büyük
dedesi Şerif Hüseyin'in yaptığı gibi bu görevini sessizce ve derinden yapıyor.
Nasıl olsa artık yeni bir Şerif Hüseyin var... O da Katar Emiri Hamed...
100 Yıllık Oyuncu İsrail...
100 yıl önce Şerif Hüseyin'in dostu olan
Yahudiler şimdi bölgenin yeni Şerif Hüseyin'i olan Şeyh Hamed'in dostu. Durum
böyle olunca İsrail'in bölgesel oyunlar içindeki yüz yıllık geçmişine
bakılmalıdır. Yani Osmanlı Devleti'nin dağılma süreci ve çöküşüyle ilgili
dönemler. Herkesin bildiği konu ise Siyonistlerin İstanbul'a gelerek Sultan
Abdülhamit'e, "Filistin'i bize ver, gerisini merak etme" demesiyle
başlayan bu süreç 1917'de Balfour'un "Filistin'i Yahudilere bir vatan
olarak" verme sözüy le farklı bir anlam taşıdı. Çünkü Osmanlı'nın
Ortadoğu'dan çekilmesiyle Filistin îngilizlerin denetimine girdi ve bu dönem
1947'ye kadar devam etti. 30 yıllık İngiliz sömürgecilik döneminin
başlangıcında Filistin'de say ıları 60.000 civarında olan Yahudilerin nüfusu
dışarıdan gelen sürekli göçlerle 600.000 olmuştu. İngilizlerin y ard ımıy la
sürekli silahlanan Yahudi Hegana, Argun ve Stern gibi Siy onist çeteler
Filistin halkına yönelik katliamlar yapıyor ve sürekli güçleniyorlardı.
Filistinlilerin topraklarını bırakıp kaçtıkları
ya da sattıkları yönündeki "propaganda" tümüy le yalandır. Amerikan
Başkanı Truman'ın kişisel çabalarıyla 1947'de İsrail Devleti BM'de resmen
kurulduğunda Yahudilerin Filistin'deki tapulu mülkü Filistin'in yüzölçümünün
%7'sini geçmiyordu. Yani 1917-1947 döneminde Yahudilerin zorla, tehditle,
korkutmayla ve yüksek paralar vererek ikna yoluyla satın alabildikleri toprağın
toplamı ülke yüzölçümünün %6'sı kadardı; ki Yahudilerin satın aldığı bu
toprakların büyük bölümü Filistinlilerden değil daha çok Osmanlı sultanları ya
da valileri tarafından bölgenin ileri gelenlerine verilen topraklardı.
Topraklarını satanlar arasında çoğunlukla Ürdün, Lübnan ve Suriye kökenli
Hıristiyan aileler vardı. İşte bu nedenle zaman zaman Filistinliler Osmanlı
devlet arşivlerini isteyerek kendilerinin Filistin toprağı üzerindeki mülkiy et
haklarını kanıtlamay a çalışmaktadırlar. îsrail ise ne tapu ne de hukuk
tanıdığı için 1967 öncesi ve sonrası tüm Filistin toprağını ele geçirmekte ve
sürekli dışarıdan taşınan Yahudilere köy ler inşa etmektedir. İsrail 1967'de
işgal ettiği Kudüs ve Batı Şeria'nın neredeyse %30'unda Yahudi yerleşim
bölgeleri inşa etmiş durumda. İsrail ne BM kararlarını ne de zaman zaman ABD ve
AB çağrılarını dinliyor ve yayılmacı politikalarını sürdürüyor. Sesini çıkarmay
a kalkışan Filistinlileri de İsrail ve yandaşları teröristlikle suçluyor...
İsrail 40 yılı aşkın bir süredir işgal altında
tuttuğu Filistin halkından sessiz sedasız oturmasını ve İsrail patronluğunu
kabul etmesini istiyor. Hayır diyenleri de Gazze'de olduğu gibi hep bombalıyor
ve öldürüyor. Bunlar da direnirse ABD, AB ve diğer müttefikler onlara terörist
diyor. Oysa ne Hamas ne de Lübnan'daki Hizbullah İsrail dışında bir kimseye
karşı silahlı eylemde bulunmuştur. İşgale karşı direniş uluslararası hukukun
temel kavramları içindedir. Ama İsrail bunu da tanımadığı ve başta ABD o lmak
üzere Batılı ülkeler ona sahip çıktığı için hep istediğini yapıyor.
Örneğin son olarak Aralık 2008 Gazze saldırısı.
Bir düşünün, 33 gün süren saldırıda 1.600 Filistinli ölüyor, 5.000 kadarı
yaralanıyor ve İsrail misket bombası kullanıyor ama hiç kimse çıkıp İsrail'e
bir şey demiyor. Üstelik İsrail saldırısında BM'ye ait okullar bombalanıyor ve
onlarca çocuk öldürülüyor. Yahudi kökenli ve Güney Afrikalı hukukçu
Goldstone'un İsrail'i suçlayan raporu ise önce büyük tartışma yaratıyor ancak
BM adına bu raporu hazırlayan ve İsrail'i savaş ve insanlığa karşı suç
işlemekle suçlayan Goldstone İsrail ve Yahudi lobilerinin baskı ve tehditleri
üzerine raporundan iki yıl sonra, "Ben yanlış görmüşüm ve anlamışım"
diyerek kendi raporunu inkâr ediyor. Goldstone'un peşinden giden BM Genel
Sekreteri Ban Ki-Moon ise Mavi Marmara saldırısıyla ilgili hazırlattığı
raporda Türkiye'yi suçlamaktan geri kalmay acak kadar bu işlerin ne kadar garip
olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Ama daha ilginç olanı Türk hükümetinin
Büyükelçi Özden Sanberk'i Türkiye'yi temsilen BM komisyon üyeliğine atamasıdır.
Oysa Sayın Sanberk komisyon üyeliğine seçilmeden önce Mavi Marmara
saldırısıyla ilgili olarak televizyon programlarına çıkıyor ve İHH ve İHH'ya
destek veren AK Parti hükümetini sorumlu ilan ediyordu.
Özetle İsrail denilen ülke bu coğrafyanın son
100 yıllık kaderinde temel faktördür. Siyasal, ekonomik ve sosyal birçok nedeni
bir yana bıraksak bile Batılı ülkelerin Osmanlı'yı çökertme nedenlerinden en
önemlisi kesinlikle Yahudi meselesidir. Bu coğrafyada tüm ihanetler hep
Yahudiler için ve onlarla birlikte bilerek ya da bilmeyerek gerçekleşmiştir.
Son 100 yılda bu coğrafyada yaşanan her şey önce Yahudiler sonra da İsrail'le
ilgilidir. Hikâye 1897'de Bazel'de Siyonist Kongre'yi toplayan Herzel'in
İstanbul'a gelerek Mayıs 1901'de Sultan Abdülhamit'le buluşması ve bundan 8 yıl
sonra, yani 27 Nisan 1909'da Filistin'i Yahudilere vermem diyen Abdülhamit'in
başka bir Yahudi olan Emanuel Karasu tarafından ve İttihatçılar adına
görevinden alınmasıy la farklı bir anlam kazanır. Osmanlı'nın yıkılmasıyla
Filistin yeni bir döneme girer. Çünkü direksiyonda artık dönemin empery alist
ülkeleri olan Fransa ve İngiltere var ve daha sonra ABD onlara katılacak.
Amerikalıların 1947'de BM'de kurduğu İsrail 1948'de Araplarla savaşır, 1956'da
İngiltere ve Fransa'yla birlikte Mısır'a saldıran İsrail 1967'de Mısır'ın Sina,
Suriye'nin Golan ve Ürdün'e bağlı Filistin'in geri kalan toprakları olan Gazze
ve Batı Şeria'yı işgal eder. Bununla yetinmeyen İsrail 1980'de Lübnan'a
saldırır ve Beyrut dahil ülkenin yarısını işgal eder. Sonraki dönemlerde küçük
çaplı savaş, saldırı, provokasyon, suikastları bir yana bıraksak bile bu
coğrafyadaki tüm savaşlarda, kargaşalarda, iç savaşlarda, karşılıklı
gerginliklerin ve hatta Afrika'daki 30 kadar ülkede yaşanan iç savaşlarda hep
İsrail'in dolaylı dolaysız parmağı vardır.
Örneğin Irak'ın işgali ve işgalden sonra
yönetici olarak İsrail dostu Amerikalı general Jay Garner'ın atanması ve bu
generalin Irak muhalefetiyle ilk toplantısının 16 Nisan 2003'te Bağdat'ta değil
Hazreti İbrahim'in doğduğu Nasiriye'de, yani Ur kentinde yapılması doğal olarak
Nil'den Fırat'a kadar "Büyük İsrail Devleti"ne inanan tüm Yahudileri
sevindirmiştir. Yok diyenler biraz tarih okusun. ABD'nin mutlak desteğine sahip
bir İsrail asla bu ilginç huy ve özelliklerinden vazgeçmeyecektir. Barış ise
İsrail'in siyasal ve Siyonist ideolojisine aykırıdır. Bunun da birkaç nedeni
vardır.
1- İsrail
kendisinin ısrarla söylediği gibi bir din, yani Yahudi devletidir. İsrail'deki
bütün partiler farklı düzeylerde buna inanır, savunur ve bunun için mücadele
eder. Bu nedenle bazılarının, "İsrail Türkiye'yle birlikte bölgenin tek
laik ve demokratik ülkesidir" söylemi tümüyle palavradır.
2- Osmanlı
bölgeden çekildiğinde Filistin'deki Yahudi sayısı 60.000 civarındaydı. Bu rakam
göçlerle birlikte 1947'de, yani İsrail Devleti'nin kurulduğu yılda 600.000
olmuştu. Bugün ise yine düny anın dört bir yanından getirilen Yahudilerle bu
rakam 6 mily ona ulaşmıştır.
3- Yurtdışından
göç ettirilerek Filistin topraklarına getirilen Yahudilere de, "Allah'ın
bize verdiği topraklara gelin, hep birlikte Nil'den Fırat'a kadar (yani
Türkiye'nin güneydoğusu ile Irak'ın yarısı dahil) Büyük İsrail Devleti'ni
kuralım ve Süleyman Tapınağı'nı Kudüs'te yeniden inşa ederek dünyaya egemen
olalım" diyorlar. Bu söyleme inanan Rusya, Moldova, Türkiye, Amerika,
İspanya, Macaristan, Kenya, Tunus, Fas, Yemen, Uganda, Malezya ve belki de 100
ülkenin Yahudileri farklı etnik kökenlerine rağmen Filistin ya da daha sonra
İsrail olan topraklarına giderek ideolojinin gereği olarak öldürme dahil
kendilerinden istenilen her şeyi şevk ve hevesle yaptı, yapıyor. Bunlar
arasında da şu anda İsrail dışişleri bakanı olan Lieberman'ı da sayabiliriz.
Kendisi Moldovalı ve İsrail'e göç etmeden önce bir barda fedailik yapıyordu.
Şimdi bu ve benzerleri acaba nasıl barış yapacak? Ya da hangi İsrail hükümeti
bu ve benzerlerine, "Biz barış yapıyoruz ve evlerinizin bulunduğu Batı
Şeria'yı, Kudüs'ü ya da Golan'ı gerçek sahiplerine veriyoruz" diyebilir.
Bunu aklından geçirmeye kalkışan Rabin bile aynı gün öldürüldü. Ama buraları
işgal eden Peres'e Nobel Barış Ödülü verildi.
Özetle barış söylemi İsrail'de egemen olan
Siyonist ideolojinin çöküşü demektir. Dünyanın dört bir yanından getirilen
Yahudiler o zaman, "Peki bizi niye buralara getirdiniz" demeyecek mi?
Hadi diyelim demediler, peki o zaman dünyayı korkutan ve Amerikan iradesini
ipotek altına alan Yahudi lobileri ne yapacak? Bir düşünün, İsrail, Filistin
topraklarından çekilmiş, Hamas yönetiminde İslamcı bir Filistin devleti
kurulmuş ve her tarafı İslamcılarla yönetilen Arap ülkeleri İsrail'le barış
içinde yaşıyor. Bu durumda Amerika ve Avrupa'daki Yahudi lobileri ne diyecek bu
ülke yönetimlerine? İsrail- Arap barışının gerçekleşmesiyle başta ABD o lmak
üzere tüm dünya ülkelerinde duygu sömürüsünde bulunan ve "Aman Araplar
Yahudileri denize dökecek!" diyerek İsrail'in maddi ve manevi olarak
desteklenmesini sağlayan Yahudi lobilerinin hiçbir gücü ve değeri kalmayacak.
Yahudi lobileri böyle bir duruma düşmemek için tüm coğrafyayı ateşe vermek
dahil her şeyi yapacaklardır... Tabii İsrail Devleti'ni kuran ve onun bölgedeki
varlığından her zaman ve her türlü çıkarı sağlayan ABD ve Batı'nın egemen
güçleri mutlaka onlara "demokrasi adına" destek vereceklerdir... Çünkü
onlara göre İsrail Arap çölünde demokratik bir vahadır... Mesleki anlamda asker
ya da Mossad ajanı olup olmamalarına ya da Cumhurbaşkanı Katsav gibi tecavüzcü
ya da Başbakan Olmert gibi hırsız olup olmamalarına bakılmaksızın demokrasiyle
seçilen İsrailli yöneticilerin istediği kadar Filistinli, Lübnanlı, Suriyeli,
Mısırlı, hatta Türk öldürmeleri demokrasi adına olduğu sürece sorun ve olmaz...
İsrail demokrasi ve barışı önemsemiş olsaydı
Aralık 2008 sonunda Türkiye'nin arabuluculuğuyla varılan noktadan dönmez ve
Suriy e'y le barış antlaşmasını imzalardı. İsrail böyle bir barışa imza atmış
olsaydı bugün bölgede tüm sorunlar çözülmüş olacaktı. Çünkü İsrail'le barış
antlaşması imzalamış bir Suriy e, Filistin ve Lübnanlıları da ikna ederek bu
işi bitirebilirdi. Dış sorunları olmayan bir Suriye ya da başka bir Arap ülkesi
çok daha kolay demokratikle şebilirdi. Ama İsrail bunu istemediği için Başbakan
Erdoğan'la anlaşmasından 5 gün sonra Gazze'ye saldırdı. İsrail bununla da
yetinmeyerek 31 Mayıs 2010'da Mavi Marmara'ya saldırarak Türkiye'yi
bölgedeki temel sorun olan Filistin sorununun bir tarafı yaptı. ABD ve Batılı
tüm müttefikleri hem Gazze saldırısında hem de Mavi Marmara olayında
geleneksel olarak İsrail'i kolladı ve her alanda ona destek verdi.
Hangi Demokrasi?
Başını ABD'nin çektiği Batılı ülkeler ve
onların demokrat ya da demokrat olmayan yandaşları demokrasi adına her şeyin
mubah olduğunu bizlere kabul ettirmey e ya da bilinçaltına y erleştirmey e
çalışıyorlar ve bunu da başarıyorlar. Örneğin ABD'de seçime katılma oranları
hep %50 civarındadır. %50'nin %51'ini alan başkan seçiliyor. Yani başkan
Amerikan halkının %25'inin oyuyla Beyaz Saray'a yerleşiyor. Ama bu başkan Irak
ve Afganistan'ı işgal edebilir ve dünyanın her yerinde "Amerikan
çıkarlarını koruma" yeminine bağlı o larak her türlü pis oyunun içinde
olabilir. Aynı şey Tony Blair ve şimdiki başbakan Cameron veya Sarkozy için de
geçerlidir.
Hadi bunlar başka ülkeleri işgal ediyor ve
başkalarına eziyet ediyorlar. Peki ülkelerini iflas ettiren ve kendi halklarını
sefil duruma düşüren Yunanistan Başbakanı Papandreu ya da Kazanova
Berlusconi'ye ne demeli? Ve yakında Portekiz, İspanya ve diğerlerinin
başbakanlarına ne diyeceğiz? Onlar da demokrasiyle seçilmiş ama şimdi merkez
bankaları başka ülkelerin ipoteğinde, halkları ise sefalet içinde. Hem de
demokrasi adına ve demokrasi için... Belki de bu ülkelerin aydın (!) halkları
"kendilerini sefil etsin ve Libya'yı bombalasın" diye bilerek bu
yöneticileri özgür iradeleriyle seçmişlerdir! Oysa Brecht'in deyimiyle, "Yenilenlerle
birlikte yenenlerin de halkları kırılıyordu açlıktan." Bakalım Arap
Baharı'yla coğrafyamıza y erleştirilmek istenen demokrasi daha çok hangisine
benzeyecek? ABD ve İsrail mi, yoksa İtalya ve Yunanistan mı?
Oysa Batı'ya göre Arap Baharı'y la iktidara
gelen İslamcı partilerin demokrasi deneyimi yok ve çok farklı çelişkilerle
siyasal, ekonomik ve sosyal tercihlerini kolay y ap amay ac aklar. Ayrıca bu
ülkelerin sosyal ve kültürel karakteri ile siyasal ve ekonomik özellikleri ne
İsrail ve ABD ne de Avrupa ülkelerine benziyor. Benzese benzese Türkiye ve
Pakistan'a benzeyebilir. Bu da olmazsa onlar için uygun bir demokrasi
bulunabilir. Örneğin sürü demokrasisi... Çünkü böyle demokrasilerde koyun
sürüsünün kimin arkasından gittiği anlaşılmaz. Cahil çobanın mı yoksa çobanın
bindiği eşeğin mi? Belki de sürüdeki koyunlar çobanın çaldığı kaval sesine
takılıy ordur. Belki de koyunlar kendilerinden daha zeki olduğu için köyün
yolunu iyi bilen eşeği takip ediyordur. "Yok, biz eşeğin arkasından
gitmeyiz" deyip sürüden ayrılmaya kalkışan zeki koyunlar çıkarsa onları da
köpekler yola getirir. Yani sürü sürü kalmaya razı olduğu sürece bir sorun
olmuyor. Yani eşek üzerinde çoban önde gidecek, koyunlar da bazen eşeğin
anırmasına bazen de kavalın sesine kulak vererek köy yoluna devam edecek. Arada
bir çoban da bağıracak... Kurtlar ise koyunlara saldırmak için hep fırsat
kollayacak. Köpekler kurtlarla meşgul olurken çakallar devrey e girecek ve
sürüden kopan koyunları anında ve afiyetle mideye indirecek... Bu hikâye uzayıp
gider ve herkes kendine göre bu hikâyeyi detaylandırabilir.
Örneğin bir gün gelir sürüdeki koyunlar birer
inatçı keçiye dönüşebilir. O zaman köpekler bile onları sürüde tutmakta
zorlanabilir. Arada bir eşeklerin de inadı tutuyor. Belki de bu nedenle
Amerikan Demokratları eşeği partilerinin amblemi y aptılar. Belki Amerikalılar
da bir gün gelip eşeklerin bir torba samanla kandırılmayacağım anlarlar. Yani
eşeklerin de bir sabrı ve gururu var. Darısı çobanların başına... Onlar da
kavaldan çıkarttıkları nağmelerle koyunları sonsuza dek uyutabileceklerini ya
da ellerindeki sopayla eşekleri istedikleri yöne götürebileceklerini
sanıyorlarsa yanılıyorlar. Çünkü gün gelir köpekler de işe yaramayabilir. Hatta
köpekler, eşekler ve koyunlar birle şip çobandan kurtulmaya kalkışabilirler.
Kurt ve çakallar ise hep kenarda oyunun sonunu beklerler. Nasıl olsa köyün
ağası çobanın yardımına gelmeyecektir. Ya da yaşlandığı için takati
kalmamıştır.
"Arap Baharatı",
"Karnabahar" ya da "Arap Baharı" denilen rüzgârla şimdilik
Mısır ve Tunus'taki Amerikan işbirlikçisi iktidarlar değişti ve Libya'da
NATO'nun müdahalesiyle Kaddafi devrildi. Mısır'da Mübarek, îran şahı gibi 30
yıl süreyle ABD'nin hizmetindeydi. Aynı hizmetkârlığı Tunuslu Bin Ali 23 yıl
yaptı. Kaddafi ise son 5 yılıyla ABD'nin oyununa geldi ama NATO'nun işgalinden
kurtulamadı. Demek ki Arap Baharı denilen şey yalnızca ABD işbirlikçisi Mübarek
ve Bin Ali'yi uçurabildi. Çünkü Libya yabancılar tarafından direkt işgal
edildi. Yani Libya'da bahar mahar yoktu... Bahar'dan îslamcıların iktidara
gelişi anlaşılıy orsa o zaman bu ülkeye demokrasi "şeytanın
kanatları" üzerinde geldi. Fas'ta ise ne "Bahar" ne de
"Nev-Bahar" yaşandı. Çünkü kral tüm yetkileriyle sarayında oturmakta
ve İslamcılar %40 katılımla yapılan seçimlerde %30 civarında oy alarak hükümet
ortağı oldular. Demek ki Arap Baharı denilen hikây e yalnızca iki ülkeyi
etkilemiştir. Belki de bu "bahar" bahane edilerek Liby a'nın işgali
amaçlanmıştır. Çünkü Mısır ve Tunus'ta zaten Amerikan işbirlikçisi iktidarlar
vardı. Filistin'de seçimi kazandığı için İslamcı Hamas'a savaş ilan eden ABD
ise şimdi Müslüman Karde şler'in kalesi durumunda olan Mısır'da İslamcılarla
işbirliği yapacağını söylüyor. Bu acaba kime ne kadar mantıklı ve inandırıcı
gelebilir? Ayrıca 22 Arap ülkesi olduğuna ve bu "bahar" yalnızca
Mısır ve Tunus'u değiştirdiğine göre nasıl oluyor da birileri bu rüzgârı
genelleştirerek Arap Baharı diyebiliyor?
Bahar rüzgârlarının güçlü esebilmesi için Katar
ve Suudi Arabistan'ın üflemesinden medet uman ABD, bu ve benzeri Körfez ülkelerinin
hiçbir şekilde bu "baharın" ters esintilerinden etkilenmemesi için
gereken her türlü önlemi almayı ihmal etmiyor... Peki böyle bir durumda nasıl
oluyor da bazıları bu Arap Baharı palavrasına inanıy or ve bu oynanan oyunun
gerçek amacının ne olduğunu görmüyor?
Arap Baharı, on yıllardır diktatörlerin zulmü
altında yaşamak zorunda bırakılan Arap halklarının yüzde yüz haklı istemlerinin
ve onurlu mücadelelerinin başka bir adı olabilir. Ama "baharı"
yaşayan ülkelerde insanların y aşam ko şullarında hiçbir değişiklik olmadı ve
beklenen senaryo işlerse asla o lmay ac aktır. Çünkü demokrasi denilen kavram
siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel ve psikolojik boyutları olan bir yaşam
biçimidir. Özgür iradelerle oy kullanmak bunun yalnızca bir boyutudur. Ama çok
önemli boyutu değildir. Arap demokrasilerinde göz ardı edilmemesi gereken temel
kavram ise onurdur. Onur ise ABD ya da NATO'nun tank, uçak ve dolarlarıyla
sağlanmaz ve sağlanmayacaktır. Katar ve Suudi riyalleriyle ise asla... Okuma
yazma bilmeyen, yoksul, işsiz ve aç bir Mısırlı sandığa gitmeden önce
kandırılıp tüm sorunlarının çözüleceğine inandırılmışsa, ya da cebine b irkaç
dolar konulmuşsa, ya da evine 10 kilo pirinç ve bir torba bakla gönderilmişse
ya da cami imamınca şu p artiy e oy ver cennete gidersin denilmişse ya da oy
kullanmazsan 500 lira ceza vereceksin diyerek korkutulmuşsa o zaman bu
demokraside bir sorun var demektir. Sorun yok diyorsak o zaman ABD yanlısı
Körfez ülkelerindeki yönetimler kendi halklarını cennete götürmek için az da
olsa demokrasiyi uygulamalıdırlar. Hadi bundan da vazgeçtik... Başbakan
Erdoğan'ı en güvendiği ilk beş lider arasında sayan ve bir hafta sonra da,
"Bizim asla vazgeçmeyeceğimiz ülke İsrail' ya da ''Her dakikası ile üç
yılımı İsrail'e hizmet etmekle geçirdim'' diyen Başkan Obama acaba Arap
ülkelerine model olmasını istediği AK Parti ile İsrail arasında nasıl bir denge
kurup sağlayacağını bize anlatmalıdır. Yani Obama'nın model olarak Arap âlemi
partilerine gösterdiği AK Parti, İsrail'e düşman kaldığı sürece ne yapacaktır?
Ya da İsrail'e düşman olduğu için Arap İslami partileri ve halkları tarafından
model seçilen ve sevilen AK Parti, Obama'nın ricası üzerine İsrail'le dost
olunca ne olacak?
Hadi bundan da vazgeçtik... Tunus ve Mısır
ekonomileri iflasın eşiğine gelmiş durumda. IMF, Dünya Bankası ve Amerikan
yardımları olmadan bu iki ülkenin bir yıl daha ay akta kalması mümkün
görünmüyor. Suudi Arabistan, Katar ve benzeri Körfez ülkeleri ise ABD onay
vermeden bu iki ülkeye ya da diğerlerine bir kuruş veremezler. Vereceklerse de
önce kendi yandaşı p arti ve gruplara vereceklerdir. Tıpkı ABD ve AB
ülkelerinin Mısır, Tunus ve diğer Arap ülkelerindeki çeşitli p arti ve sivil
toplum örgütlerine şimdiye kadar dağıttığı bir milyar dolarlık yardımlar gibi.
Bunların bir kısmı da direkt olarak Soros Amca'dan... Tıpkı Ukrayna ve
Gürcistan'da sahnelenen oyunlarda olduğu gibi... Umarım Tahrir Devrimi ile
Yasemin Devrimi'nin sonları da Turuncu ve Mavi devrimler gibi olmaz. Birincinin
fettan başbakanı Timoşenko yolsuzluk ve cinayetten içerde, diğeri, yani
Gürcistan Devlet Başkanı Şaakaşvili kravatını çiğnemekle meşgul. Tabii Abhazya,
Kuzey Osetya ve Acaristan'ı kaybedip Mosad ve CÎA'dan medet ummaya başladıktan
sonra ...
Oraları da herkesin unuttuğu başka bir
demokrasi hikâyesidir... Çünkü ABD ve y andaşları bu iki ülkeye, biraz da
Kırgızistan'a baharı getirmek istediler ama Ermenistan ve Azerbaycan'a bahar
gelmeyince bu b aharın ilk mi son mu olduğu bir türlü anlaşılamadı. Çünkü
Azerbaycan; ABD ve müttefiki İngiltere ile Türkiye düşmanı Fransa için
Kafkasların Katar ya da Suudi Arabistan'ıdır. Ermenistan ise aynı ülkeler için
ikinci İsrail'dir. Batı açısından ise her şey iki İsrail içindir. Tıpkı Arap
Baharı denilen dalgada olduğu gibi. Bahar mahar kesinlikle hikâye... Bu büyük
bir oyundur. Bu yüz yıllık bir oyundur. Enver Sedat döneminde Camp David
Antlaşması'yla Mısır'ı devre dışı bırakan ve İsrail'in bölgesel üstünlüğünü
amaçlayan ABD ve müttefikleri o zaman olduğu gibi şimdi de Suriye'yi hedef
seçmiş durumdalar. Camp David'den bu yana bölgesel planlarını bir türlü
gerçekleştiremeyen ABD ve müttefikleri farklı oyun ve oyuncularla şimdi bir kez
daha şanslarını deniyorlar. Hangi akıllı ABD ve Batılı ülkelerin Suudi
Arabistan, Katar, Körfez ülkeleri ve kendi yandaşı diğer Arap ülkelerinde demokrasi
isteyeceğine inanıyor? Hangi mantık "baharın" uğradığı Arap
ülkelerinde Müslüman Kardeşler'in işbaşına gelmesini ve inançları gereği İsrail
düşmanı bu İslamcıların bölgeye egemen olmasına izin verileceğine inanır? Bir
kez daha söylüyorum: Bu çok ama çok büyük ve tehlikeli bir oyundur. Bu oyunun
amacı 100 yıl önce olduğu gibi bölgenin haritalarını yeniden çizmektir. Bu
çizimi engellediği için de herkes Suriye'ye yüklenmektedir. Suriye'de iktidar
direndiği sürece oyun asla bitmeyecektir. ABD, İsrail ve Batılı ülkeler bölgede
kendilerine yardım eden ülkeler buldukları sürece bu oyundan
vazgeçmeyeceklerdir.
Bu ülkeler hiç kimsenin hayal edemeyeceği yol
ve yöntemlere başvurarak Suriye'yi çökertmeye uğraşıyorlar. Şu anda Suriye
içindeki silahlı gruplar ülkeyi iç savaşa doğru sürüklemeyi amaçlıyor. îhanet
içinde olan Suudi Arabistan ve Katar gerekirse milyarlarca dolar h arc ay arak
bu planı sonuna kadar uygulayacaklardır. Onlara göre ölmek var vazgeçmek yok...
Çünkü vazgeçmek demek tüm oyunlarının başta kendi halkları olmak üzere herkes
tarafından anlaşılması demektir. Çünkü Suriy e'nin ay akta kalması bu oyunun
suya düşmesi demektir. Suriy e'nin ay akta kalması Lübnan, Irak ve İran'ın
ayakta kalması ve karşı atağa geçmesi demektir. Suriy e'nin ay akta kalması
Rusya ve Çin'i uluslararası kapışmalarda daha güçlü kılacaktır. îşte bu nedenle
oyun mutlaka devam ettirilecektir. ABD ve müttefikleri ne yapıp yapıp Esad'dan
kurtulamay a çalışacaktır. Bunu başaramadıkları zaman işte senaryolar.
1- Irak'ta Sünni-Şii gerginliği tırmandırılacak ve bunun
sonucu olarak bu ülkede iç savaş çıkartılacak. îç savaşla meşgul bir Irak
hükümeti Suriye'ye yardımcı olamayacak. Irak'taki iç savaşın içine çekilecek
bir îran da aynı şekilde Şam'a maddi manevi destek veremeyecek. îran ve Irak
desteğinden yoksun bir Suriye giderek zayıflayacak ve direnme gücü kalmayacak.
Suriye desteğinden yoksun bir Hizbullah ise zor durumda kalacak. Irak'ta olası
bir iç savaş için de onlarca cehennem senaryosu yazılabilir. Bu cehennem
ateşinden bölgede hiç kimse kurtulamay acaktır.
2- îşte o zaman da sıra Lübnan'a gelecek. Başta ABD, Fransa ve
İngiltere olmak üzere birçok uluslararası ve bölgesel ülke Lübnanlı tarafları
sürekli provoke ederek Hizbullah'ın içinde bulunduğu hükümetin düşürülmesi için
uğraşıyor. Bununla ilgili çabaları anlatmay a kalkışsam en az bu kitaba bir 30
sayfa daha eklemem gerekiyor. Örneğin Dürzi lider Valid Canbolat ve faşist
Hıristiyanların lideri Semir Ceaca, ta Erbil'e giderek Barzani'den destek
isteyecek kadar çılgınlaştılar. Oysa Ceaca İsrail'in Lübnan'ı işgal ettiği
dönemlerde (19822000) İsrail'le işbirliği yapmış ve Sabra ve Şatilla
katliamlarında Şaron'a yardım etmişti. Şimdi ise Arap Baharı'nın oyuncularıyla
birlikte demokrasi için mücadele ediyor! Ama yalnızca Amerikan ve İsrail
demokrasisi için...
3- İşte Lübnan'da böylesi dolaplar çevrilirken İsrail asla
rahat durmayacaktır. Hükümetin düşürülmesi ve yeni kurulacak hükümetin
Hizbullah'sız ve Suriye düşmanı o larak kotarılması ilk hedef olarak
belirlenirken ikinci hedef mutlaka Irak'ta olduğu gibi burada da bir iç savaş
çıkartmaktır. Bu savaşın esas amacı da Lübnan'ı Suriye karşıtı bir cepheye
dönüştürmek ve bunun sağlanmasından sonra Hizbullah'ın ortadan kaldırılmasını gerçekle ştirmektir.
Hizbullah'tan kurtulan bir İsrail, Suriye'nin
durumu ne olursa olsun İran'a mutlaka saldıracaktır. Çünkü İsrail'in
saldırısına uğrayan bir İran'ın intikamını belki bazı füzeler alabilir ama
gerçek intikamı Hizbullah ve İsrail'e sınır Suriye füzeleri alacaktır. Çünkü
Hizbullah'ın 50.000 kadar militanı İsrail sınırına sıfır noktada harekete
geçebilir ve sahip oldukları füze ve roketlerle İsrail için çok ciddi bir
tehlike oluştururlar. Oyun bu kadar net ve açık. Bunu pek yakında hep birlikte
göreceğiz.
İran, Hizbullah, Irak ve Suriye'nin bu oyuna
karşı ne tür kartlara sahip olduğunu da yakında göreceğiz. Çünkü Suriye'nin
çöküşü hem Irak'ın parçalanması hem de İran'ın İsrail tarafından vurularak
dağılması demektir. Yani muhalif grupların silahlandırılarak belki ay lar ya da
yıllarca sürecek ey lemleriy le düşürülmesi planlanan Esad'ın yerine
İslamcıların iktidara gelmesiyle Sünni bir Suriye Şii yönetimindeki Bağdat için
bir problem kaynağı olacaktır. Bu ise İran'ın Bağdat üzerindeki etkisini
azaltır. Buna izin vermemeye çalışacak olan İran önümüzdeki yıl yapılacak olan
başkanlık seçimlerinde yeni kargaşaların içine sürüklenecektir. İran için
hazırlanan yeni senaryolarda ise daha çok Azeri, Kürt ve Arap azınlıkların
ayaklandırılması var... Suriye ve Hizbullah desteğinden yoksun bir Tahran y
önetiminin buna karşı neler yapabileceğini zamanı geldiğinde göreceğiz...
Örneğin Tahran, Körfez ülkelerindeki Şiileri kullanarak bu
ülkeleri karıştırabilir. Bu da yetmezse Tahran
işlerin çok daha gerginleşmesine paralel olarak Hürmüz Boğazı'nı kapatabilir.
Çünkü Suriye ve Hizbullah'sız bir îran ölüm kalım savaşıyla karşı karşıya
kalacaktır. Tabii şimdi ve 100 yıldır bu coğrafyada yaşanan her şey sanal bir
oyun değilse...
Bu oyunda asla demokrasi yoktur ve o lmay ac
aktır. Çünkü gerçek demokrasi tüm bu coğrafyada ABD, İsrail ve emperyalist
anlayışlı Batı'ya karşı düşmanlık demektir. Böyle olmasaydı Türkiye'de yapılan
son kamuoyu y oklamalarında Türk halkının ezici çoğunluğu önce ABD, sonra
İsrail'i Türkiye'nin ulusal çıkarlarına düşman olarak görmezdi. Benzer sonuçlar
her zaman Arap ülkelerinde elde edilmektedir. Arap Baharı'nda ABD ve
Batılıların Libya'yı işgal etmesi, Tunus ve Mısır'da İslamcılara destek vermesi
bu imajı değiştirmeyi ve Arap halklarını biraz olsun İsrail düşmanlığından uzaklaştırmay
ı amaçlamaktadır. Tıpkı zaman zaman Suriy e'y le ilgili Türk medyasında
rastladığımız provokatif y ay ınlar gibi. Yani Arap ve Türk halklarına,
"Boş verin ABD, İsrail ve Filistin'i, siz kendi yaşamınıza bakın"
türünden telkinlerde bulunuluyor ve bulunulacaktır.
Benzer telkinler Arap ülkelerinde iktidara
gelen ve gelecek olan İslamcı partilere ve onların kadrolarına da
yapılmaktadır. Onlara da, "Boş verin İsrail ve Filistin'i, siz kendi
iktidarınıza bakın" deniliyor... Tıpkı Sedat'ın 1978 Camp David
Antlaşması'ndan sonra dediği gibi... O da, "Biz önce Mısırlı'yız"
deyip, "Sina'yı İsrail'den alalım gerisi bizi ilgilendiremez" diye
eklemişti... Amerikan dolarları gelince Mısırlıların birçoğu Sedat gibi düşünür
olmuştu. ABD bir taşla birkaç kuş vurmuştu. Mısır'ı bölge denklemlerinden
uzaklaştırmış, İsrail için bir tehlike olmaktan çıkarmış ve Mısır Arap âleminin
milli ve devrimci önderi olmaktan uzaklaştırılmıştı. Böylece ABD Mısır'ı sola
kaydıran ve ABD çıkarlarına zarar veren Nasır'dan intikam almış oldu.
İntikam almak Amerikan politik kültürünün
vazgeçilmez genetik özelliğidir. Vefasızlık ise bu karakterin dışa vuruşudur.
Amerikalılar bu coğrafyaya geldikleri günden itibaren hep böyle davranıyorlar.
îran Şahı Pehlevi, Menderes, Saddam, Mübarek, Bin Ali, Kaddafi ve Makos ve
Norega gibi kullanılıp bir kenara atılan ve yaşamlarını kötü sonla noktalayan
liderler hep Amerikan kurbanları olmuşlardır. Belki de bu nedenle flört bizim
kültürümüze ABD'den girmiştir. Çünkü ABD bizim coğrafyamızdaki liderlerle hep
flört ediyor, y atıp kalkıyor ama her zaman onlara, "Resmi nikâh yok,
çocuk yok" diyor... Yaşlanınca da çekilmez olanları ABD hemen daha genç
olanlarla değiştiriyor. Oysa Amerikan dostu liderler îsmet înönü'nün,
"Büyük devletlerle yatağa girmek bir ayıyla yatmaya benzer..." lafını
duymuş olsaydılar belki böyle davranmazlardı... Tabii fantezilerden
hoşlanıyorlarsa o ayrı!
Özetle ABD bu tip liderlerle bu coğrafyada
istediği her şeyi yaptı, yapıyor... Suudiler, Katarlılar ve Körfez'deki diğer
kral, emir ve şeyhler neredeyse 250 yıldır önce İngiliz, şimdi ise ABD'nin
hizmetindeler. Ürdün ve Fas'taki kralların bunlardan farkı yok. Mübarek 30,
Kaddafi 42, Saddam 33, Bin Ali 23, Ali Abdullah Salih 34 ve diğerleri...
Amerikan demokrasi ve özgürlük oyununun bir parçasıydı hepsi. Çünkü 1945'te
Mısır ve Suudi krallarıyla bir savaş gemisinde buluşan ve 1946'da İstanbul'a
savaş gemisi Missouriyi göndererek nasıl bir dostluk istediğinin
sinyallerini veren ABD bu coğrafyaya bunun için gelmişti. 50-60 yıllık bunca
rezaletten sonra şimdi ABD aynı oyunu oynamak istiyor. Sanki bu kitapta
özetlemeye çalıştığım tüm hikâyeler yaşanmamış gibi.
Oyun şimdi tekrarlanıyor. Bu oyuna ad bulmak
zor olmasa gerek. Birileri Arap Baharı der, başkaları da Arap Baharatı ya da
Nev- Bahar... Arap Karnabaharı diyenler var. Karnabaharın, yani karnıbaharın
kokusunu sevmeyenler üzerine biraz da b aharat dökebilir. Çünkü Arap
kaynaklarına göre karnabahar Haçlılar tarafından bizim coğrafyaya getirilmiş.
Baharat ise bizden Batı'ya gitmiş. Anlayacağınız karnabahar ile baharat
arasında ilginç bir duygusal, yani damak ilişkisi var... Ama bu damak ilişkisi
kesinlikle ABD ve Batı'yı ilgilendirmeyecektir...Onlar için önemli olan
Bahar'da çiçeklerin açmamasıdır. Açan çiçeklere arıların konmamasıdır. Konacak arıların
bu coğrafya insanlarına bal vermemesidir.
Özetle ve adı ne olursa olsun olup bitenler
büyük bir paylaşım savaşıdır ve dünyanın her tarafında ve uzunca süre
yaşanacaktır. ABD ve AB ülkelerindeki ekonomik ve mali kriz ve bu krizlerin
Rusya ve Çin'i olumlu ya da olumsuz etkilemesi Moskova ve Pekin'in davranış
biçimlerini de belirleyecektir. Bölge petrol ve doğalgazına gereksinimi olan
her iki ülke belki de bu nedenle bu coğrafyada doğal zenginliklerini Batı'ya
vermek zorunda o lmay an İran'a yönelik Batı politikalarına da karşı... Belki
de bu nedenle Libya ve Sudan'ın petrol ve doğalgazını kaybeden ya da kaybetmek
üzere olan ve benzer durumla Cezayir'de karşılaşabilecek Rusya ve Çin kendi
kaderlerinin ABD ve müttefikleri tarafından kontrol edilmesine izin
vermeyeceklerdir. Çünkü bu y alnızc a bizim coğrafyamızı ilgilendiren bir oyun
değil. Çünkü bu 21. yüzyılı "Amerikan Çağı" ilan eden Washington'ın
dünyayı ele geçirme çabasıdır. Düny anın merkezi ise bizim coğrafyamızdır. Bu
merkezin de merkezinde her türlü kin ve nefretle kömürleşmiş yüreklerin kapkara
kanı, yani petrol var. Petrol ise dolar demektir. Dolar ise silahtır. Silah ise
savaştır. Savaş ise kandır.Kan ise bu coğrafyda 100 yıllık ABD ve Batı
nefretinin karşılığı ve bizdeki ihanetlerin bedelidir.
Bellek Yoklaması
Irak'ın işgal edilmesi ve Amerikalıların 'Sırda
Suriye ve İran var' türünden tehditleri bölgede daha başka sıcak gelişmelerin y
aşanacağının işaretleriydi. O dönem çalıştığım YENÎ ŞAFAK'ta ve sonrasında
AKŞAM'da bu coğrafyada olup bitenleri anlamlandırmay a çalışıyordum. Yeni
Şafak'ta 600 kadar köşe yazısı yazdım. Akşam'da şimdilik bu kadar.. Hepsi kendi
arşivimde duruyor. Arada bir bazı örneklerini şimdi aktarmay a çalıştığım y
azıları gözden geçirir nerelerde, ne zaman neler demişim bakarım. Benim için
önemli olan ilkesel o lmaktır. Ben medyada y azmay a ve konuşmaya başladığım
günlerden beri neyi savunuyorsan şimdi de aynısını savunuyorum. Yani ben hep
kendime göre doğru gördüklerimi, bildiklerimi ve öğrendiklerimi savunuyorum.
Çünkü ben bu mesleğe başladığım günden bu yana bu coğrafyanın her yerini gidip
gördüm, savaşlarını yaşadım ve her milletten, dinden, mezhepten ve sınıftan
insanlarını tanıdım ve hepsini sevdim. Yani ben değişmedim ve değişemem.
Değişen olursa da eleştirmekten çekinmem.
Çünkü bana göre bizim coğrafyanın en tehlikeli
alışkanlığı ilkesizliktir. Çünkü ilkesizlik demek döneklik demektir. Döneklik
her şeyi her an herkesle yapmaktır. Batının da bizde sevip, hoşlandığı ve
çeşitli y o llara başvurarak provake ettiği temel özelliğimizdir. Batı bu
özellik ve karekter sayesinde bu coğrafyada şimdiye istediği her şeyi yaptı,
yapıyor. Bunun yüzlerce binlerce örneğini verebilirim. Herkes kendinden ve
çevresinden başlayarak ülkesinde ve coğrafyada bunu rahatlıkla görebilir.
Önemli olan görmeyi istemektir. Gördükten sonra da gerçeği kabullenmektir.
İnananlar için hesaplaşma yalnızca obür dünyada değil biraz da bu düny a da
kendi kendileriyle olmalıdır. İnanmayanlar ise onur ve vicdanları ile karşı
karşıya kaldıklarında 'ben ne yapıyorum' diyebilmelidir. Bu hesaplaşmalar
olmadığı sürece bu coğrafyada hiçbir soruna hiçbir çözüm bulunmayacaktır. Bu
karanlık ve umudu yok eden bir yorum olabilir ama bir tek kişinin bile gerçeği
görmesi gelecek için gerçek bir umuttur. Tunuslu büyük şair Ebu-Kasem
El-Şabi'nin dedği gibi: 'Bir fili bir iğne deliğinden geçirebilirsiniz ama bir
düşünce kıvılcımını asla yok edemezsiniz'.
Amerikan saldırısının 3. haftasında Bağdat
düştü... 10-15 Amerikan tankı bir gün önce bombaladıkları Filistin Oteli'nin
önüne gelerek çok güzel bir şov yaptı... Tüm dünya bu şovu ve Saddam heykelinin
100 kadar Iraklı tarafından yıkılmasını dramatik bir şekilde seyretti...
O sırada herkes Saddam'ın nerede olduğunu merak
ediyordu...
Yani nasıl oldu da bu 10-15 Amerikan tankı
"Dolmabahçe'den çıkarak Taksim Meydanı'na" gelmişti?
Tüm Bağdat'a ne oldu?
Bağdat'ı yeni bir Stalingrad'a çevireceğini
söyleyen Saddam ve onun özel birliklerine ne olmuştu?
Bu olup bitenleri aslında ben dahil hiç kimse anlamamıştı...
Bağdat'ta kendilerini çok zor günler
beklediğini söyleyen Amerikalı generaller bile olup bitenleri yorumlamakta
zorluk çekiyorlardı veya öyle görünüyorlardı... Çünkü onlar bilmiyorsa o zaman
kim bilir acaba!
Peki, ne oldu?
Ümm Kasr gibi küçücük bir kasabada günlerce
direnen İraklılar ne oldu da 5 milyon nüfusu olan Bağdat'ta bir şeyler
yapamadılar!
Acaba 3 hafta süren Amerikan bombardımanı
(25.000 güdümlü bomba ve füze) gerçekten Saddam'ın tüm askeri gücünü yok mu
etti? Yoksa Saddam ve yardımcıları da mı bu bombardımanlarda öldüler!
Eğer bu doğru ise Saddam'ın diğer aile
bireyleri nerede?
Saddam'a bağlı yüzlerce devlet adamına
(asker-polis-sivil) ne oldu?
Bazılarına göre bunların bir kısmı
bombardımanlarda öldü, bir kısmı da kaçtı... Geri kalanlar da Saddam'ın
memleketi olan Tikrit'e gitti... Bunlar da belki Saddam'la birlikte bu şehri
savunmaya hazırlanıyordur... Eğer bu olasılık doğru ise çok aptalca olur...
Çünkü Bağdat gibi çok büyük bir kenti savunamayanlar Tikrit gibi küçük bir
şehri hiç savunamaz...
Ama yine de belli olmaz!
Çünkü Saddam gibi megaloman olan bir diktatör
bu tür aptallıkları pekâlâ yapabilir ve tarihe geçmek için doğduğu evi ölesiye
savunabilir!
Başka bir ifadeyle büyük memleketi olan Irak
için ölümü göze alamay an Saddam kendi küçük dünyasını savunmak için intiharı
kendine daha uygun bulabilir!
Nasıl olsa ölüm ve öldürmek onun için çok
alışık kavramlardır!
Peki ya Saddam Bağdat'ta ölmemiş veya Tikrit'e
kaçmamış ise o zaman nerede bu adam?
Bence temel soru bu olsa gerek...
Çünkü Saddam Bağdat'ta öldü ise veya y arın
öbür gün Tikrit'te ölecekse o zaman kavramlar daha net olarak algılanabilir ve
yorumlanabilir...
"Ya 12 yıldır ambargo altında yaşayan bir
Irak ordusu dünyanın en güçlü ülkesi olan Amerika ve İngiltere'ye yenildi"
ya da "30 yılı aşkın bir süredir diktatörlüğün tüm zulmünü yaşayan Irak
halkı ülkesini savunmak yerine işgalci Amerikalıları Saddam'a tercih etti"
diyebiliriz...
Ya da Irak'ın BM'deki temsilcisi Muhammed
Duri'nin ağlayarak dediği gibi, "Her şey bir oyun" ise o zaman şimdi
ne olacak?
Yani Saddam Amerikalılarla anlaşmış olabilir
mi?
Amerikalılar direnmeden Bağdat'ı teslim eden
Saddam ve yandaşlarına Irak'ı terk etme veya kaybolma şansı tanımış olabilir
mi?
Peki, bu nasıl olabilir?
İran'a saldırırken her türlü desteği veren
Amerikalılar Kuveyt'e girmesi için de Saddam'ı teşvik etmişti...
İran'la savaşında 1 milyon Iraklı ve İranlı'nın
ölümünü sağlayan Amerikalılar her iki ülkeye 120 mily ar dolarlık silah
satmıştı.
Kuveyt olayında ise Amerikalılar 600 milyar dolarlık
savaş masraflarını Körfez ülkelerinden sağladılar ve 30 yıllığına Irak
petrolünü ipotek altına aldılar... Ama en önemlisi kendilerinin ve
İsraillilerin Ortadoğu'daki egemenliğini pekiştirdiler...
Bu egemenlik yetmemişe benziyor ki bugün
yaşanan olaylarla karşılaşıyoruz... Yani 20 yılı aşkın (belki de 1969 yılında
iktidara geldiği günden itibaren) bir süredir Amerikalılara bilerek veya
bilmeyerek hizmet eden Saddam görevini tam anlamıyla yerine getirmiştir... Son
o larak Saddam Bağdat mey dan muharebesinden de kaçarak bölge halklarına en son
darbeyi Amerikalılar adına indirmiştir...
Ümm Kasr'da, Basra'da, Nasiriye'de ve daha
birçok köy, kasaba ve şehirde direnen İraklılar tüm bölge halklarının moralini
yükseltmiştir... Yıllarca Haçlı-Siyonist saldırılar karşısında çare siz kalan
tüm bölge halkları (hatta Amerika'nın dünya politikalarından memnun o lmay an
herkes) Irak halkının direnişiy le büyük moral bulmuştu...
Oysa Saddam tarafından (eğer) söndürülmüş olan
bu direniş morali belki de Amerikalılar açısından çok daha da önemliydi...
Çünkü morali bozulmuş bir Irak veya Arap
halklarını sindirmek hem de sonsuza kadar çok daha kolay olacaktı...
Böylece Saddam'ın Amerikalılara (eğer) y aptığ
ı bu en son hizmet aynı zamanda en önemlisi olacaktır!
Umarım ve dilerim bu senaryo doğru çıkmaz ve
Saddam giderayak yalnız kendi halkına değil tüm Arap ve Müslüman halklara bir
kötülük daha yapmamış olsun...
Yoksa başımıza gelecek olan belalar gerçekten
çok büyük olacak ve bizim işimiz çok daha fazla zor olacaktır...
Çünkü Irak'ta ko lay bir zafer elde eden
Amerikalılar bundan sonra çok daha azgınlaşacak ve her tarafa pervasızca
saldıracaktır...
Ama tüm bunlar hiçbir zaman bizi umutsuz k
ılmamalıd ır...
Umudumuzu kaybettiğimiz anda Amerikalıların
işini daha da kolaylaştırmış oluruz...
Oysa biz doğruları savunuyoruz... Doğrulara
olan inanç var olduğu sürece insanların ve halkların onurlu y aşama umudunu ve
direnme gücünü hiç kimse yenemez...
Tunuslu ünlü şair Abdülkasım El-Şabii bakın ne
diyor:
"Belki siz bir fili bir iğne deliğinden
kolayca geçirebilirsiniz
Ama yürekte atan bir umut kıvılcımını asla
yok edemezsiniz..."
Ne dersiniz, Irak'ta bize zorla seyrettirilen
moral bozucu bunca acı, kan ve gözyaşına rağmen yüreğinizde hâlâ atan bir umut
var mı? Varsa Amerikalılar mutlaka yenilerek Irak'tan defolup gidecektir.
Yeni Şafak, 14 Nisan 2003
Her
Şeyin Bir Bedeli Var... İhanetin de!
Bağdat'ın düşüşünün 105. gününde Saddam'ın iki
oğlu öldürüldü... Kusay ve Uday'ı ihbar eden ise onları evinde saklayan bir
akraba... Amerikalılar Uday ve Kusay'ı sağ ele geçirme y erine evi basarak her
ikisini öldürdü.
Oysa Amerikalılar isteseydi ev sahibi, Uday ve
Kusay'ın yemek veya içeceklerine uyuşturucu koyabilirdi... Benzer şekilde
Amerikalılar ateş etmeden önce de göz yaşartıcı veya uyutucu bombalar
atabilirdi... Ama Amerikalılar bunu yapmadı ve her ikisini ölü olarak ele
geçirmeyi tercih etti...
Oysa sağ olarak yakalansaydılar belki de
"sakladıkları kitle imha silahlarının yerini veya bir zamanlar Amerika'ya
nasıl uşaklık ettiklerini" anlatabilirlerdi!
Ancak önemli olan, Uday ve Kusay nasıl olur da
Kürtler ve Amerikan askerleriyle kaynayan bir şehirde böylece rahat
kalıyorlardı... Üstelik cadde üzerinde her tarafı açık ve herkesin gözünün
üzerinde olduğu muhteşem bir villada...
Tüm bunlar bana Amerikalıların Uday ve Kusay'ın
bu villadaki varlığından haberdar olduğunu göstermektedir.
Uday ve Kusay da Amerikalıların bu
haberdarlığından haberdarlardı ki bu denli rahat o larak bu villada iki
haftadır üstelik birlikte kalıyorlardı...
Tüm bunlardan ben şunu anlıyorum...
Amerikalılar Uday ve Kusay'dan kurtulma
zamanının geldiğine karar vererek ikiliden kurtuldu... Eğer bu tespit doğru ise
Saddam'ın da pek yakında ele geçirilmesi kaçınılmaz gözüküyor... Kaldı ki Irak
olayı başından beri çok bilinmeyenli bir denkleme benziyor... Özellikle
Saddam'ın fiilen işbaşına geldiği 70'li yılların sonundan itibaren... Nitekim
Amerika ve Batı ülkeleri İran'a saldıran Saddam'a her türlü desteği verdiler...
Aynı Amerika Saddam'ı Kuveyt'e girmesi için teşvik etti. Irak ordusunu
Kuveyt'ten çıkaran Amerikalılar 12 yıl süreyle Saddam'ın işbaşında kalmasına
göz yumdular...
Saddam ise, sağcı-solcu, Sünni-Şii, Kürt-Arap
ve Türkmen'i keserken Amerikalılar hep seyirci kaldı. Hatta Halepçe'de kimyasal
bomba kullanırken bile!
Son olaylar ve Amerika'nın Irak'ı işgal etmesi
ise Amerikalıların artık Saddam'a ihtiyaçlarının kalmadığını kanıtlıyordu...
Saddam 25 yıllık iktidarı süresince halkına ihanet ederek Amerikalılara bilerek
veya bilmeyerek, direkt veya dolaysız olarak hizmet etti...
Bu hizmetlerinin en sonuncusu ise ülkesini
Amerikalılara peşkeş çekmek ve tüm bölgeyi büyük bir belayla karşı karşıya
bırakmak oldu...
Îran-Irak Savaşı'nda 1 milyon insan öldü... 8
yıl süren bu savaş her iki ülkenin bütçesinden 260 milyar doları alıp
götürdü...
Saddam'ın Kuveyt'i işgal etmesi ve bunun sonucu
olarak çıkan savaşın maliyeti ise 600 milyar doları aşmıştı... Tüm bunlar
Körfez ülkelerinin bütçelerinden ödenmiştir... 19912001 yılları arasında bölge
ülkelerinin silahlanmaya yatırdıkları para ise 320 milyar dolardır...
Özetle Saddam'ın Irak ve bölge ülkelerine
maliyeti öldürülen ve işkence gören milyonlarca insan ve Amerikan ve Batı silah
tekellerinin kasalarına giden mily arlarc a dolar...
Amerika Saddam'dan kurtulma zamanının geldiğine
karar vermiştir...
Nasıl olsa başkası da bulunabilir!
İşte Uday ve Kusay bu nedenle vuruldular...
Yarın ya da öbür gün Saddam da yakalanacak ve öldürülecektir...
Özetle tümü düzmece olan bir oyunu seyrediyoruz
gibi...
Saddam ve benzerleri iktidarda kalma uğruna
ruhlarını şeytana sattılar... Ruhlarını şeytana satanların ise gerçek siy aset
pazarında hiç şansları olmaz, olmamıştır...
Onların sonunun hep ara sokaklarda kurulan
pazarlarda sona kalan ezik büzük sebze ve meyvelerden farklı olmaz... Gece
yarısı gelen çöp kamyonları onları alıp götürürken, kokmasın ve iz bırakmasın
diye yerlerini de tazy ikli ve ilaçlı sularla yıkarlar...
Saddam yalnız halkına değil, Arap ve Müslüman
dünyasına ihanet etmiştir.
Ama acı olan Saddam'a bu bedeli kendi halkının
değil, hizmetlerinde kusur etmediği Amerikalıların ödetmiş olmasıdır...
Saddam yanı başında bulunan îran şahının başına
gelenlerden ders almamıştır...
30 yıl süreyle Amerikalılara hizmet eden Şah
Pehlevi İran'dan kaçmak zorunda kalınca Amerikalılar ona vize bile
vermediler... Kendisi gibi Amerikan işbirlikçisi olan Enver Sedat olmasaydı şah
gömülecek yer bile bulamayacaktı...
Amerikalılar için bu genel bir kuraldı...
Kullanabildiğin kadar kullan,
zamanı
geldiğinde de at gitsin!
Amerikalılar için vefa denilen bir duygu yoktur
ve hiçbir zaman olmayacaktır...
Türkiye'yi NATO'ya sokan, Kore'ye asker
yollayan, ülkenin her tarafını Amerikan üsleriyle donatan ve Amerika'nın her
istediğine içte ve dışta evet diyen Menderes'e darbe yapıldığında ve daha sonra
da asıldığında Amerikalılar hiç seslerini çıkarmadılar.
Türkiye'nin yakın tarihinde Amerikalıların bu
özelliklerini kanıtlayacak onlarca olay yaşandı...
Süleymaniye vakası ise bunların en
sonuncusudur... Amerikalılar 1946'dan bu yana müttefik olarak kabul ettikleri
Türk askerinin kafasına torba ve çuval geçirirken aslında çok önemli bir de
mesaj vermek istiyorlardı... "Bizim sizlere yaptıklarımızı
görmeyeceksiniz!"
Merak ediyorum da bu torbalar başka kimlerin
kafasına geçirildi!
Yeni Şafak, 28 Temmuz 2003
12 Eylül 1980 darbesinden sonra Libya
Konsolosluğu'nda basın danışmanı olarak çalışmaya başlamıştım.
Gazeteciliğimin yanı sıra 8 yıl süreyle bu
görevimi sürdürdüm.
Bu süre içinde onlarca kez Türk
meslektaşlarımla birlikte Libya'ya gittim ve Kaddafi'yle görüştüm... Bu
meslektaşlarımın büyük bölümü bugün medya ve basın sektöründe önemli yerlerde
bulunuyor. Ali Kırca, Abdurrahman Dilipak, Selahattin Sadıkoğlu, Cengiz Çandar,
Kenan Akın bunlardan birkaçı...
Bu gezilere onlarca politikacı ve akademisyen
de katılıyordu.
Hepimiz Kaddafi olayını yakından izliyor ve
kendi aramızda sık sık tartışıyorduk.
Bu sırada Libya tüm kapılarını Tük
müteahhitlerine ve şirketlerine açmıştı... Müteahhitlerin 15 milyar dolarlık iş
aldığı Libya'ya ihracatçılar her yıl 2 milyar dolarlık mal satıyordu... Ta ki
Amerikalılar Kaddafi'nin evini bombalayıncaya kadar. Çünkü Ankara, Kaddafi'ye
destek çıkmamıştı...
O tarihten sonra (Nisan 1986) Kaddafi,
Türkiye'yle ilgili görüşünü değiştirmeye başladı.
1996'da Kaddafi'nin Başbakan Erbakan'a davranma
biçimi belki de Ankara'nın 1986'daki tavrına bir tepkiydi...
Ama konumuz bu değil...
Eylül 1 969'da askeri bir darbeyle kralı
deviren Kaddafi o zaman 27 yaşında devrimci bir Arap milliyetçisiydi.
Biri İngiliz diğeri Amerikan olan iki büyük
askeri üssü söküp atan Kaddafi daha ilk günden itibaren "dünyadaki tüm
belaların sorumlusu" o larak kabul ettiği bu iki ülkeye karşı savaş
başlatmıştı.
Kaddafi bu iki ülkeye ve tabii İsrail'e karşı
direnen ve savaşan tüm ülke, parti, örgüt ve kişilere her türlü maddi ve manevi
yardımda bulunuyordu.
Ülke nüfusu 3 milyon ve yıllık petrol geliri 30
milyar dolar civarında olan Kaddafi bu yardım kampanyasına 30 yıl süreyle 300
milyar dolar harcamıştı...
Kaddafi, Yeşil Kitap'ının tüm dünya halkları
tarafından kabul edilebileceğine inanıyor ve mazlum halkların ve insanların her
yerde yardımına koşuyordu... Ama Kaddafi, her nedense tüm dillere çevrilen Yeşil
Kitap'ına ne bir ilgi uyandırabildi, ne de mazlum halkların sempatisini
kazanabildi.
Bunun nedeni ise, yalnız Kaddafi'nin dengesiz
davranışları değil, aynı zamanda uluslararası medyanın Kaddafi'ye karşı uy
guladığı acımasız karalama kampany asıdır.
Kaddafi, başta Araplar olmak üzere herkese
küsmüştü...
Bir ara Afrikalı olduğunu söyledi...
Onlar da Amerika, Fransa ve İngiltere'nin
sözünden çıkamayınca Kaddafi'nin hay al kırıklığı artmıştı...
Artık yapacağı bir şey kalmamıştı!
30 yılını anti-emperyalist mücadeleye (!) veren
Kaddafi artık gerçeği (!) görmüştü...
Amerika'ya rağmen bir şey yapılamazdı!
On yıl süreyle düşürülen Amerikan ve Fransız
uçaklarıyla ilgisi bulunmadığını savunan ve bu yöndeki propagandaya milyonlarca
dolar harcayan Kaddafi, aniden suçunu itiraf etti ve milyarlarca dolar tazminat
ödemeyi kabul etti.
Hiçbir nükleer ve kimyasal silah programı
olmamasına rağmen ülkesini Amerikan ve İngiliz uzmanların denetimine açtı.
30 yıl süreyle para yardımı y aptığ ı tüm ülke,
parti, örgüt ve kişilerin adlarını Amerikalılara verdi ve bundan böyle
Washington ve Londra'yı kızdıracak bir şey yapmayacağı sözünü verdi...
Kaddafi'nin bundan sonraki sürpriz adımının ne
olacağını herkes merak ediyor.
Ancak en çok beklenen davranış Kaddafi'nin
İsrail'i tanıması ve Tel Aviv'e gitmesidir...
Böyle bir beklenti ise birçokları için sürpriz
olmayacaktır...
Çünkü birçok Arap aydını ve politikacısı daha
başlangıcında Kaddafi'ye kuşkuyla bakıyordu. Onlara göre Kaddafi'nin
Amerika'nın adamı olması veya olmaması hiçbir şeyi değiştirmez... Çünkü
Kaddafi, yanlış ve aptalca davranışlarıyla zaten Amerika'nın çıkarlarına hizmet
etmişti.
Tıpkı Saddam Hüseyin gibi.
Libya'nın mutlak ve tek hâkimi olan Kaddafi'ye
hiç kimse yanlış yaptığını söyleyemiyordu; kendisi de hiç kimseyi
dinlemiyordu...
Kaddafi'ye göre, Kaddafi'den başka hiç kimse
gerçeği bilemez...
Aynı şeye Saddam da inanıyordu.
Bu durumda Kaddafi ve Saddam'a düşen yegâne
görev, çıkıp kim oldukları gerçeğini herkese anlatmalarıdır!
Belki o zaman insanlar onların bu sefil
durumlarına acır ama asla yaptıklarını (!) affetmezler ve bir gün gelip mutlaka
hesabını sorarlar. Tabii o zamana kadar yaşarlarsa...
Yeni Şafak, 28 Aralık 2003
Mısır'ın 23 yıllık cumhurbaşkanı adaşım Hüsnü
Mübarek bugün Ankara'da...
Bir zamanlar her yıl bir kez Ankara'ya gelen ve
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'le kişisel dostluk ilişkileri kuran Mübarek
en son 1998 ekiminde gelmişti.
O sırada Ankara ile Şam arasında arabuluculuk
yapıyordu!
1997'de ise Başbakan Erbakan, Mübarek'e,
"Mısır'daki Müslümanlara biraz daha insaflı davranın" dediğinde,
"İsterseniz alın tümünü Türkiye'ye götürün" diyen Mübarek yine
Erbakan'ın D-8 projesine sıcak bakmamış ve İstanbul'da yapılan zirveye
katılmamıştı.
Peki, şimdi ne oldu da Mübarek Ankara'yı
hatırladı?
"İslami kökeni olan" AK Parti'nin
iktidara gelişi Kahire'yi tedirgin etmişti.
Abdullah Gül'ün başbakan olarak Ortadoğu'da
barış girişimine sıcak bakmayan Mübarek, Ankara'nın son dönemdeki bölge
açılımlarından da pek hoşnut olmamıştı.
Geleneksel olarak Türkiye'yle rekabet içinde
olan Mısır'ın bu tedirginliğinin kendine göre birçok haklı nedeni de olabilir.
1- Son bir yıl içinde ve özellikle 1 Mart Tezkeresi'nin
reddedilmesinden sonra Ankara ve AK Parti hükümeti bölgede ciddi bir prestij
kazandı.
2- Irak'a komşu ülkelerin dışişleri bakanlarının bir araya
geldiği toplantılarda Ankara; Şam ve Tahran'la daha yakın işbirliği yapıyor. Bu
ise Kahire'nin bölgedeki geleneksel rolünü azaltmaktadır. Üstelik konu, yani
Irak daha çok Arap âlemini ilgilendirmektedir.
3- Ankara, son zamanlarda Şam ile Washington ve Tel Aviv'in yanı
sıra Tahran ile Washington arasında arabuluculuk misyonu yüklenmek istiyor.
Oysa bu görev de geleneksel olarak Kahire'nin görevidir. Benzer şey İsrail ile
Filistin arası için de geçerlidir.
4- Türkiye'deki laik demokratik ve ılımlı bir İslam deneyimi
bir şekliyle Mısır'ı tedirgin etmektedir. Böyle bir Türkiye, Mısır'ın ABD
nezdindeki önemini azaltmaktadır. Üstelik ABD son dönemlerde hem Libya hem de
Sudan'a çengel atarak Kahire'ye olan gereksinimini azaltmaya çalışmaktadır. ABD
böyle bir açılımla AB'yi güneyden, yani Akdeniz tarafından kuşatmayı da
planlamaktadır. Üstelik AB ülkeleri petrol gereksiniminin büyük bölümünü
Libya'dan sağlıyor.
5- Büyük Ortadoğu Projesi'nden söz eden ve Kafkaslar ve Orta
Asya bölgelerine ilgilerini gizlemeyen Amerikalılar görünürde Mısır'a değil de
Türkiye'ye birtakım misy onlar yüklemeye hazırlanıyor.
6- Bu projenin en önemli hedeflerinden biri olan İran'la
ilişkilerini sürpriz bir şekilde iy ile ştiren Kahire belki de Amerikalıların
bu tercihlerine karşı önlem almayı hesaplamaktadır. Ama yine de Mısır, Şii bir
İran'dan sonra Irak'ın da Şiileştirilmesine sıcak bakmayacaktır.
7- Ankara'ya gelmeden önce Suriye'nin genç lideri Beşar
Esad'la telefon görüşmesi yapan ve dün Kahire'de Lübnan'ın başbakanı Refik
Hariri'yle (Hariri geçen ay Erdoğan'la Cidde'de buluşmuştu) bir araya gelen
Mübarek, anlaşılan onlardan Ankara'nın nabzını öğrenmeye çalışmaktadır. Üstelik
Başbakan Erdoğan önceki pazar günü Suriye lideriyle bir telefon görüşmesi
yapmış ve ona Amerika gezisinin sonuçlarını anlatmıştı. Cumhurbaşkanı Sayın
Sezer ise bu ayın 19'unda Tahran'da yapılacak D-8 zirvesine katılarak Hatemi'y
le görüşecek.
Ama daha önce, yani cumarte si günü Kuveyt'te
Irak'ın ve Irak'a komşu ülkelerin dışişleri b akanları (Mısır dahil) bir aray a
gelecek ve Irak'la bölgenin geleceğini ilgilendiren tüm konuları
konuşacaklardır.
İşte özetlemeye çalıştığım bu başlıklarla
Mübarek bugün Sayın Sezer, Erdoğan, Gül ve Orgeneral Özkök'le görüşmeler yapmak
üzere Ankara'y a geliyor.
Elbette bu görüşmelerde her iki tarafı
ilgilendiren tüm konular ele alınacak ve karşılıklı olarak değerlendirmeler
yapılacaktır...
Ama en önemlisi her iki taraf birbirine olan
güvenini test edecektir.
Mübarek AK Parti iktidarının ne kadar
"Müslüman" veya "laik ve demokrat" olduğundan emin olmaya
çalışacaktır.
Müslüman akımların ve eğilimlerin giderek
güçlendiği ve şimdiye kadar hep kontrol altında tutulduğu Mısır'da bu deneyim
çok önemlidir.
İşte bu nedenle Mübarek'in Ankara ziyareti çok
önemlidir...
Bu ziyaretin sonuçlarıyla ülkesine dönecek olan
Mübarek hem kendi ülkesi hem de bölge açısından çok önemli kararlar alma
durumunda kalabilir.
Umarım Mübarek bu düşünce ve niyetle Ankara'y a
gelmiştir.
Ve dilerim ki mübarek (!) Mübarek'in kararları
hepimiz için mübarek olur! Aksi takdirde kaybeden önce kendisi olacaktır!
Yeni Şafak, 11 Şubat 2004
Son günlerin moda konusu Büyük Ortadoğu
Projesi, yani BOP. Yine son günlerde hemen hemen herkes bu konuda yazıp çiziyor
ve konuşuyor.
Birkaç Amerikan kalemşoru hariç hemen hemen
herkes bu projeye endişeyle bakıyor ve Amerika'ya güvenilemeyeceğini söylüyor.
Henüz erken olduğu için bu konuda fazlaca
detaya girmek istemiyorum. Zamanı gelince bu konuda çok şey söyleyeceğiz...
Ancak sevindirici olan şey Amerikan kalemşorları
dahil olmak üzere hemen hemen herkes Filistin sorunu çözülmeden BOP'un uygulama
şansının olamayacağını söylüyor.
Ancak bu konuda da zaman zaman kasıtlı ya da
kasıtsız y anlış değerlendirmeler y ap ılıy or.
Bazıları Filistin sorunu yerine,
Filistin-îsrail sorunu gibi tanım ve kavramlar kullanmaktadırlar.
Oysa böyle bir kavram yoktur ve bu konuda tek
bir gerçek vardır.
İsrail denilen devlet 1948 yılında Amerika
tarafından Filistin toprağı üzerinde haksız, yasadışı ve kanlı bir şekilde
kurulmuştur. Dünyanın dört bir yanından getirilen Yahudiler (yalnız son 10
yılda çoğunluğu Rusya'dan olmak üzere yaklaşık 1 milyon Yahudi Filistin'e göç
ettirilmiştir) bu topraklara taşınırken 3 milyon kadar Filistinli göçe
zorlanmıştır. Bunlar inanılmayacak kadar zor koşullarda komşu Arap ülkelerinde
ve düny anın dört bir yanında y aşamaktadırlar. Bunlara ilaveten bugün 4 milyon
Filistinli de 1967'den beri İsrail işgali altında bulunan Batı Şeria ve
Gazze'de y aşamaktadır. Bunların bir vatanı ya da bağımsız bir devleti yoktur.
Yani birilerinin hep göstermek istedikleri gibi
ortada bir Filistin devleti ve ülkesi y oktur. 1948'den alırsanız 56, 1967'den
alırsanız 36 yıldır İsrail'in işgali altında ve insanlık dışı koşullarda
yaşayan mily onlarca Filistinli insandan söz ediyoruz.
Dolayısıyla Filistin halkının en az 36 yıldır
yaşadığı acılar ve İsrail terörü yerine Filistin- İsrail sorunundan söz etmek
eğer vicdansızlık değilse, insafsızlıktır...
Şimdi tüm bunlar yetmiyormuş gibi Amerikalılar
karşımıza çıkıp büyük bir Ortadoğu'dan söz ediyorlar. Bu büyük Ortadoğu'da 22
Arap ülkesinin yanı sıra Arap olmayan 4 Müslüman ülke var. Türkiye, İran,
Pakistan ve Afganistan.
Amerika'y a göre Türkiye Avrupa'nın değil
Ortadoğu'nun bir parçasıdır ve BOP'ta "rol" almalıdır.
Amerika tüm bu ülkeleri adam edecekmiş!
Ama işin daha ilginç tarafı, Amerika bu büyük
Ortadoğu coğrafyasında bir de Müslüman o lmay an yabancı bir organ yerleştirmek
istiyor.
Amerika'y a göre herkes, yani 26 Müslüman ülke
kendini İsrail'e benzetmelidir.
Bölgede tek demokratik, laik, insan haklarına
say gılı, barışsever ve çağdaş bir ülke!
Bush yönetimi herkesi kendisi gibi geri zekâlı
sanıyor!
Bu konuda Umur Talu Sabahta son günlerde
oldukça ilginç ve doğru tespitlerde bulunuyor.
Talu'ya göre, "Bugün Beyaz Saray'da egemen
olan kökten dinci (yani radikal Hıristiyanlık [H. M.]) yaklaşım, yani
Evanjelikler olarak tanımlanan yeni Hıristiyanlık mezhebi; Mesih'in dönüşü ve
İsa'nın bin yıllık hükümranlığı için İsrail'in her koşulda korunması ve işgal
ettiği topraklardan çıkmak bir yana, y ay ılması gerektiğini, şeytanın
güçleriyle (y ani Müslümanlarla [H. M.]) büyük bir kapışmanın olacağını vaaz
ediyor."
İşte Büyük Ortadoğu Projesi'nin gerçek amacı
budur.
BOP'un amacı BİP'i gerçekleştirmektir...
Yani Büyük İsrail Projesi...
Bunu göremeyenlerin gözlerini lazerle
çizdirmelerini tavsiye ediyorum. Türk doktorlarına güvenmiyorlarsa, akıllarına
yaptıkları gibi gözlerini de Amerikan doktorlarına emanet edebilirler!
îkinci Dünya Savaşı sonrasında Truman ve
Eisenhower doktrini ile Marshall Planı'nın gerçek hedefi İsrail Devleti'ni
yaratmak ve o yıllarda kuruluş aşamasında olan bu devlete güç katmaktır.
Yoksa BM'de bu devletin kurulmasına hayır diyen
bir Türkiye ne oldu da 9 ay sonra İsrail'i tanıyan ilk ve tek Müslüman ülke
olmuştu?!
Bir düşünün bakalım...
Cevabını bulanlar Amerika'nın BOP'ta Türkiye'ye
neden önemli "rol" vermek istediğini belki anlarlar!
Yeni Şafak, 7 Mart 2004
1 Mart'ta TBMM Irak Tezkeresi'ne
"hayır" dediğinde Amerika kıyameti kopardı. Wolfowitz; Çandar ve
Birand'la söyleşisinde Türkiye'yi tehdit edip Ankara'nın Amerika'dan özür
dilemesi gerektiğini söyledikten sonra ordunun da AK Parti hükümetine karşı
neden darbe yapmadığını merak ediyordu...
Oysa 14 ay sonra aynı Amerika, Türkiye'yi
"demokratik ortak" olarak G-8 toplantısına çağırıyor!
Toplantıya ayrıca demokratik olmayan 4'ü Arap
ve 5'i Afrikalı olmak üzere 9 ülke lideri de çağrıldı...
Irak ve Afganistan'da Amerikalılar tarafından
atanan "demokratik" liderler de G-8'e çağrıldı...
Peki, bu zirvede neler konuşulacak?
Kuşkusuz sanay ile şmiş 8 ülkenin ilgi alanına
giren her şey bu zirvede konuşulacak ve bu yönde de kararlar alınacak. Ama bizi
ilgilendiren bölümüyle ilgili o larak BOP veya yeni adıyla
"OKABOGOP", yani "Ortadoğu" ve "Kuzey Afrika" ile
"Birlikte Ortak" bir "Gelecek" için "Ortaklık
Projesi."
Projenin adından da anlaşılacağı üzere ortada
bir ortaklık söz konusu, ya da, öyle olması gerekiyor.
Oysa kâğıt üzerinde kalması beklenen projenin
metinlerine bakıldığında bir zamanlar Milli Güvenlik Kurulu'nun hükümetlere
tavsiyeleri niteliğindeki G-8'lerin bölge ülkelerine tavsiyelerini görüyoruz.
Aslında G-8'lerin bunca zahmete katlanmalarına
gerek yok. Naçizane bir teklifim var o ülkelere ve o ülkeleri etkilemey e
çalışan ABD'ye. Eğer ABD bölgede gerçekten demokrasi ve özgürlük istiyorsa
yapacağı üç iş var:
1- İsrail'e verdiği desteğe son verecek ve bağımsız ve gerçek
bir Filistin devletinin kurulmasını sağlayacak.
2- Şu anda bölgedeki tüm faşist, dikta ve antidemokratik
iktidarlara sağladığı ekonomik, askeri, güvenlik ve siyasi desteğe son verecek
ve artık bu iktidarları desteklemediğini resmen ilan ederek Saddam'a karşı Irak
halkını ayaklanmaya teşvik ettiği gibi, Arap ve bölge halklarını da bu
iktidarlara karşı ayaklandıracak.
3- Sivil ayaklanmaya başlayan halklara her türlü maddi ve
manevi desteği verecek.
Görüldüğü gibi bölgedeki durumun düzeltilmesi o
kadar zor değil.
Önemli olan Amerika'nın gerçek niyetidir.
Bir kez daha söylüyorum: Bugün Arap ve bölge
ülkelerindeki tüm sorunların dolaylı ve dolaysız nedeni bölgedeki Amerikan
politikalarıdır... Değişmesi gereken Arap halkları değil Amerika'nın bu
politikalarıdır... 1948'de Filistin toprağı üzerinde yasadışı olarak İsrail
Devleti'ni kurduran Amerika, o tarihten bu yana bölgede y aşanan 8 büyük savaş
ve bir o kadar iç savaş ve kargaşay a neden olmuştur.
O gün bugün bölgedeki tüm askeri darbeler,
faşist, gerici ve anti-demokratik iktidarların hepsinin arkasında Amerika
vardır. Başka bir ifadeyle, 60 yıldır bölgede yaşanan tüm siyasal, güvenlik,
ekonomik, toplumsal ve hatta psikolojik sorunların nedeni Amerika'dır.
Bugün de durum aynıdır.
Kimse hayal görmesin ve başkalarını aldatmaya
kalkışmasın. Bugün G-8 toplantısına çağrılan 5 Arap ve 5 Afrika ülkesinden
hangisi demokrat acaba?
Yoksa Afganistan mı demokratik bir ülke?!
Bu ülkelerde Amerikan yardımı olmadan
iktidarlar bir ay bile dayanamaz.
Amerika'nın zaman zaman bu ülkedeki
"demokratikleşmeden" söz etmesi büyük bir palavradır. ABD'ye göre
demokrasi yalnızca kendi çıkarlarının korunması demektir.
Türkiye'ye gelince...
Daha önce de birçok kez söyledim: Amerika ve
tabii ki İsrail şimdiki yapısıyla AK Parti yönetiminde bir Türkiye'yi içine
sindiremez. Amerika bu parti ve hükümeti kuşatmak için elinden geleni
yapmaktadır.
Bu çabasında başarılı olup olamayacağını önümüzdeki
dönem göreceğiz. Ama ben AK Parti'nin ve hükümetinin ve hatta Türk Devleti'nin
Amerika'nın bölge jandarmalığına, bekçiliğine ya da yeni adıyla
"rol"üne soyunacağına veya talip olabileceğine ihtimal vermiyorum.
"Rol"ler yönetmenler tarafından verildiği
gibi yine onlar tarafından başka oyuncular bulunduğunda geri alınır. Tiyatro
sahnelerinde ellerine tekstler verilerek öğretilen roller hiçbir zaman gerçek
yaşamın gerçekleriyle bağdaşmaz.
Bugün Türkiye'ye bölgede rol biçenler
Türkiye'nin de bölgenin de gerçeklerini bilmeyenlerdir.
Türkiye kendi modelini bile henüz
oluşturmamışken acaba bölgede nasıl bir rol oynayacaktır? AB baskısıyla kendi
reformlarını henüz yeni yapmışken acaba böyle bir Türkiye bölge ülkelerine ne
diyecektir?
Türkiye yalnız ve yalnız kendi doğal, dürüst ve
samimi politikalarıyla bir örnektir.
Başbakan Erdoğan'ın, Dışişleri Bakanı Gül'ün,
danışmanlarının ve hatta onlara zaman zaman "yol göstermeye çalışan"
bazı uzmanların kulağına küpe olsun:
Bu hükümet, Irak'ta savaşa ve Amerikan-îsrail
planlarına ve İsrail'in bölgedeki terörist politikalarına karşı çıktığı ve
bölge halklarına yönelik samimi davranışlarda bulunduğu sürece Türkiye kendi
örneğini y aratacaktır.
Ancak böylesi örnek bir Türkiye bölgede kendi
ro lünü oynar ve bu rol kalıcı olur.
Nisan 1946'da Missourinin İstanbul'a
gelişiyle b aşlay an Amerikan rollerinin bir işe yaramayacağını artık herkes
bilmelidir. Bilenler de bunu açıkça söylemelidir. Çünkü o roller ki;
Türkiye'nin içte ve dışta başına açmadığı bela bırakmamıştır!
Bu gerçeği en iyi bilenlerin başında Başbakan
Erdoğan, Dışişleri Bakanı Gül ve arkadaşları gelmektedir!
Yeter ki, o malum birilerinin etkisinde
kalmasınlar!
Yeni Şafak, 9 Haziran 2004
Sudan; Afrika'da önemli bir Arap ülkesidir...
Nüfusunun büyük bölümü Arap ve Müslüman...
Sudan; Türkiye'nin neredeyse üç misli bir
toprağa sahip...
Nüfusu ise yaklaşık 40 milyon...
Herhangi bir Afrika haritasına bakarsanız
Sudan'ın ne denli önemli bir ülke olduğunu görürsünüz...
Sudan'ın komşuları; Mısır, Libya, Çad, Orta
Afrika Cumhuriyeti, Zaire, Uganda, Kenya ve Etiyopya...
Dünyanın en verimli topraklarına sahip Sudan'da
milyonlarca küçükbaş ve büyükbaş hayvan bulunmaktadır.
Sürekli yeni petrol kuy ularının açıldığı
Sudan, topraklarından Nil Nehri'nin geçmesi nedeniyle doğal olarak İsrail'in
ilgisini çekmektedir.
İsrail; ilişki içinde olduğu Sudan'ın komşusu
ülkeler üzerinden bu ülkenin içişlerine karışmaktadır...
Sudan neredeyse 50 yıldır güneydeki ayrılıkçı
Hıristiyanlarla uğraşmaktadır.
Tüm Hıristiyan Batı bu ayrılıkçılara sahip
çıkmakta ve destek vermektedir.
İsrail ise ayrılıkçılara en çok destek veren
ülke.
Amerika ise Usame Bin Ladin'e ait olduğu ve
kimyasal silah ürettiği gerekçesiyle 4 yıl önce başkent Hartum'da bir ilaç
fabrikasını bombaladı...
Afganistan ve Irak'ın işgaliyle Sudan'daki
İslamcı yönetim Washington'la diyaloğa girdi...
Bu ülkede zengin petrol y ataklarının varlığı
ise Amerikalıların iştahını açtı...
Amerika'nın devreye girmesiyle Hartum'daki
merkezi hükümet ile güneydeki ayrılıkçı Hıristiy an grup barıştırıldı.
Barış antlaşması tam imzalanmak üzereyken
olaylar bu kez başka bir bölgede patlak verdi...
Ülkenin kuzeyinde bulunan Darfur bölgesinde
Müslüman ve ateist Afrikalılar merkezi hükümetin ilgisizliğini bahane ederek ayaklandı...
Ayaklanan Darfur'culara ilk destek Etiyopya'dan
geldi.
Etiyopya ise İsrail ajanlarının en yoğun olarak
bulunduğu ve aktif olarak çalıştığı Afrika ülkesidir.
İsrail; Etiyopya üzerinden Nil Nehri üzerinde
söz sahibi olmayı ve iki Müslüman ülke Sudan ve Mısır'a problemler y aratmay ı
amaçlamaktadır.
Darfur'da ay aklanan
ayrılıkçılara karşı
Darfurlu Arap aşiretleri karşı koyuyor...
İşte kıyamet da o zaman kopuyor...
Başta ABD olmak üzere, İngiltere, Almanya ve
diğer Batılı ülkeler Sudan hükümetine baskı yapmaya başladı...
BM genel sekreteri bile apar topar bu ülkey e
gitti.
ABD; Sudan'ı tehdit etmeye başladı...
BM, Sudan'a ambargo koymayı düşünüyor...
Oysa aynı BM 57 yıldır Filistin toprağını işgal
eden İsrail'e her nedense ambargo koymayı aklından bile geçiremiyor...
Aynı BM yüz binlerce Çeçen'i öldüren Rusya'ya
bırakın ambargo koymayı eleştirmeyi bile düşünmüyor...
Gerekçe ise: "O konu Rusya'nın iç
işi..."
Peki, Sudan'daki olay neden Sudan'ın iç işi
olmuyor?
Sudan'da belki Darfur'daki insanlara hükümet
birlikleri ve halk fazlasıyla sert bir şekilde karşılık veriyordur...
Bu eleştirilebilir...
Ancak merak ediyorum, acaba benzer bir ay
aklanma Amerika'da ya da başka bir Batı ülkesinde olsaydı o zaman bu ülkeler ne
yapacaktı?
Amerika ve Batı artık şu aşağılık çifte
standartlarından vazgeçmelidir...
Batı bundan 7-8 yıl önce Ruanda'da 1 milyon
insan birbirini boğazlarken olaylara bir magazin haber olarak bakmıştı...
Çünkü Ruanda önemsiz bir ülkeydi ve o ülkede ne
Müslümanlar ne de Hıristiyanlar vardı...
Bugün Amerika'nın neden olduğu küresel
ısınmadan dolayı milyonlarca Afrikalı kuraklık ve açlık nedeniyle ölmektedir.
İnsanlıktan söz eden Batı silahlanmaya
milyarlarca dolar harcarken milyonlarca AIDS hastası Afrikalı'ya yardım
etmiyor...
Başta Amerika o lmak üzere Batı'nın ilgisini
çekmek için mutlaka petrol ülkesi o lmak gerekiyor...
İsrail'in ilgilendiği ise, Nil ve Fırat'ın
suları ve Müslümanlarla tarihsel ve ideolojik hesaplaşmadır!
Belki de bu nedenle Darfur'da ayaklananlar
"Peşmerge" veya "Tora Bora Savaşçıları" adını
kullanmaktadır...
Afganistan ve Irak'tan sonra Amerika ve
İsrail'in hedefi Sudan'dır...
Tüm sosyal, ekonomik ve coğrafi verileriyle
Sudan İsrail için çok önemlidir.
Buna karşı acilen tedbir almayan Sudan'ı kötü
bir gelecek bekleyecektir. Tüm Arap ve Müslüman ülkeler Sudan'a yardımcı olmak
zorundadır, yoksa sıra onlara gelecektir.
Sudan'da olup bitenleri yakından izlemek
gerekiyor...
Sudan'daki İslamcı y önetim Amerika'ya verdiği
ve vereceği tavizlerle kurtulacağını sanıy orsa y anılmaktadır. Batı mutlaka
Sudan'ı parçalayacaktır. Çünkü İsrail'in Sudan'daki emelleri verilen tavizlerle
karşılanmay acak kadar büyüktür!
Irak; Fırat'ın doğu, Sudan ise Nil'in batı
sınırıdır!
Yeni Şafak, 19 Temmuz 2004
Geçen hafta Tunus'ta seçim yapıldı. 1987'den
beri başkan olan Zeynelabidin Bin Ali dördüncü kez seçildi, hem de %94 oy
oranıyla. Ama olsun 200.000 kadar Tunuslu Bin Ali'ye "hayır" demiş.
Bin Ali'nin güçlü istihbarat örgütü büyük olasılıkla bunları bulur ve cezalandırır.
Tabii bu 200.000 kişi Tunus'taki demokratik seçimi kanıtlamak için Bin Ali
tarafından özel o larak sayılmamış ise!
Tunus çok ilginç bir ülke... 1987'de "akli
dengesi yerinde değil" diyerek Başkan Burgiba'yı görevden alan ve yerine
geçen Bin Ali inanılmaz gaddar bir kişi... Ambargo altındaki Libya'ya giderken
Tunus'a her uğradığımda bu havayı koklamıştım. Başkan Bin Ali bırakın türb an
ve benzeri konuları, namaz biter bitmez camileri hemen k ap attırıy o r. Tam
bir Gestapo... Ama olsun, Batı onu çok seviyor ya... Başta ABD ve Fransa olmak
üzere Batılı ülkelerin tümü ve bu ülkelerin istihbarat örgütleri Bin Ali'yi çok
seviyor. Çünkü Bin Ali de istihbarat kökenlidir. Ve çok iyi bir emniyet
müdürüydü.
Beyefendi müdür olduğu dönemlerde tanıştığı
güzel kuaförle aşk yaşar ve sonrasında eşini boşayarak bu güzel Leyla Hanım'la
evlenir. Sonraki yıllarda bu ikili birlikte ve ayrı ayrı çok iş becerdiler.
Birlikte ülkedeki tüm yolsuzluk ve kötülüklerin sorumlusu oldular.
Tutuklamalar, işkenceler ve her türlü hırsızlık... Belki de kendini Allah'a
affettirmek için Bin Ali çifti kızlarını çok dindar olan Sahr denilen adama
verdiler. Sahr ise yalnızca Kuran-ı Kerim ve dini programlar yayınlayan özel
bir televizyon kurdu ve peşinden îslami bir banka... Bu bankayla îslami
işlemler yapıp yapmadığını bilmiyoruz ama Bin Ali'nin ülkedeki tüm îslamcılara
karşı gaddarca davrandığını biliyoruz. Hem de CIA, MI6 ve benzeri istihbarat
örgütlerinin destek ve yardımıyla... Ama bu işte bir gariplik var. Çünkü
içeride Bin Ali teröründen kaçan îslamcılar hep Batılı ülkelere sığınıyor ve
oralarda siyasi mülteci olarak yaşıyorlar. Örneğin yasaklı El- Nahda
hareketinin lideri Raşid Gannuşi... O ve diğerleri Londra, Paris ve Berlin'de
yaşıyorlar... Demek ki Bin Ali'ye her türlü desteği veren
ABD ve müttefikleri yedekli çalışıyorlar.
Batılı ülkelerin ellerindeki stepnelere ne
zaman ve nasıl ihtiyaç duyacaklarını bilmiyorum. Ama şimdilik Bin Ali onların
işine yarıyor ve kısa vadede değiştirip değiştirmeyeceklerini bilmiyoruz...
Bilmiyoruz diyorum, çünkü Tunus ABD ve Batı stratejileri açısından çok önemli
bir ülke değil. Bir tek önemi var, o da Libya'ya komşu olmasıdır. Yani Batı,
Libya'da değişim isterse Tunus'a ilgi gösterir. Nasıl olsa ortada BOP denilen
bir proje var ve BOP'a da Amerikalılar bir ülkey le başlayacaklardır. Yani bu
bir piyango... Ama kesin olan şey, Amerikalılar asla Suudi Arabistan ve benzeri
ülkelerle başlamayacak, hatta onlara dokunmayacak. Yani Amerikan demokrasisi bu
ülkelere asla uğramayacak...
Neyse, dönelim Tunus'a...
8 milyon kadar insanın yaşadığı Tunus ve onun
başkanı Bin Ali, Batı'nın desteği olmadan bir yıl bile ayakta kalamaz. Çünkü
ülkenin turizm ve Avrupa'daki Tunusluların dövizinden başka hiçbir geliri
yok... Belki biraz fosfat...
Tunus'a gelen turistlerin büyük bölümü Güney
Avrupa ülkelerinden... Yani Batı'dan... Yani Gestapo Bin Ali'ye destek veren
ülkelerden... Yani zaman zaman Bin Ali'ye çağrıda bulunarak, "Basın
özgürlüğünü kısıtlama, muhalefete daha iyi davran" diyen ülkelerden...
Diyorlar ama hiçbir şey yapmıyorlar. Oysa yapacakları şey çok kolay... Bir yıl
Bin Ali'ye para vermesinler, diktatörün işi tamam. Ya da muhalefete destek
versinler bu iş tamam... Belli olmaz, belki de bir gün Bin Ali'den bıkar bunu
da yaparlar. Nasıl olsa Batı'da vefa yok ve olmaz...
Yeni Şafak, 3 Kasım 2004
26 yıl aradan sonra ABD, Kaddafi'nin ülkesi
Libya'yla yeniden diplomatik ilişki kurma kararı aldı. Dışişleri Bakanı Rice,
Kaddafi'yi "mükemmel bir müttefik" olarak ilan etti.
İnanılacak gibi değil!
Kaddafi 27 yaşında genç bir yarbay olarak
1969'da askeri bir darbeyle iktidara el koydu.
Altı ay sonra da Libya'daki Amerikan ve İngiliz
üslerini kapattı.
O sıralarda Kaddafi müthiş bir anti-emperyalist
ve anti-Siyonist'ti.
Kaddafi; Amerika, İngiltere, İsrail ve Batı
karşıtı olan herkese y ardım ve destek veriyordu.
Bu yolda milyarlarca dolar harcadı.
Başta Nelson Mandela olmak üzere Afrika'nın tüm
bağımsızlık savaşçıları Kaddafi'nin maddi ve manevi dostuydu.
Bu desteğinden dolayı Kaddafi Amerika'nın bir
numaralı düşmanı olmuştu.
ABD 1981'de Libya'ya ilk saldırısını yaptı.
1982'de Sirt Körfezi'ndeki doğalgazı bahane
ederek tekrar saldırdı.
Nisan 1986'da ise bu kez Kaddafi'nin evi hedef
alındı ve bir çocuğu öldürüldü.
1988'de Kaddafi, Locurbi faciasıyla karşılık
verdi.
Düşürülen uçakta 270 kişi ölmüştü.
Kaddafi başta inkâr etti ama sonra da suçunu
itiraf etti.
Etmekle kalmadı, ölen yolcuların ailelerine
milyarlarca dolar tazminat ödedi.
Sonra da aniden ABD ve İngiltere'yle diyalog
kanallarını açtı.
Kaddafi, dünyanın dört bir yanındaki anti-
Amerikancı ülke, p arti ve örgütlerle ilişkilerinden elde ettiği tüm bilgileri
CIA'e verdi.
Yani Kaddafi yalnız döneklik yapmakla kalmadı
aynı zamanda dostlarını da sattı.
Hem de "reel politika" adına!
Kaddafi'yi 1980 yılında tanıdım.
Daha sonraki yıllarda kendisiyle birçok kez
görüştüm.
En son 1998'de.
Artık o eski Kaddafi değildi.
Belki de gerçek Kaddafi'ydi!
Dönekliğin işaretlerini vermeye başlamıştı.
2003 Irak işgali ise onu çok korkutmuştu.
Sonra da teslim oldu.
Önümüzdeki günlerde Kaddafi'nin oğlu
Seyfulislam ve Saddam'ı savunacağını söyleyen güzel kızı Ayşe ABD'ye gidecek.
Başkan Bush'la görüşmeleri beklenen bu ikili
bundan böyle ABD'nin talimatıyla iş yapma sözünü verecek.
Bush da onları kutsayacak ve 37 yıldır Libya'yı
yöneten babalarının yolunda devam etmelerini tavsiye edecek.
Kaddafi'yle ilişkilerini düzelten ve pek
yakında bu ülkedeki eski askeri üssüne dönmesi beklenen ABD bu ülkenin komşusu
Mısır'da farklı bir şey yapmıyor.
Bir yandan her yıl iki milyar dolar verdiği
Hüsnü Mübarek'i 25 yıldır iktidarda tutuyor, öbür yandan da ılımlı îslam
sinyalleri veren Müslüman Kardeşler örgütüne yeşil ışık yakıyor.
Geçenlerde Mübarek'in oğlu Cemal, Washington'a
giderek Başkan Bush ve y ardımc ısı Dick Cheney'le görüştü.
Cemal yakın gelecekte babasının yerine geçecek
ve belki de o da babası gibi Mısır'ı 25 ya da 50 yıl yönetir.
Mısır halkına ve ABD'nin demokrasi inançlarına
hayırlı uğurlu olsun! Tabii Yemen'i unutmayalım!
Yemen, Büyük Ortadoğu Projesi'nde
Türkiye'yle birlikte bölgeye demokrasiyi
getirecek.
ABD böyle istiyor.
Yemen'de yakında cumhurbaşkanlığı seçimi
yapılacak.
Ali Abdullah Salih 28 yıldır bu ülkeyi
yönetiyor.
Tabii patron ABD adına!
Geçen hafta 500.000 kişi sokaklara dökülerek
başkanın yeniden aday olmasını istedi!
Ülkede yaklaşık 1 milyon 300 bin seçmen var.
Müthiş bir sevgi!
Salih de Kaddafi ve Mübarek gibi iktidarı oğlu
Ahemed'e devretmeye hazırlanıyor.
Ahemed yakında Washington yolcusu.
Yaşasın BOP!
Akşam,
28 Temmuz 2006
Macar olan babası Fransız vatandaşlığını almak
için Cezayir'de paralı asker olarak görev yapmış ve 45.000 Cezayirli'nin
öldürüldüğü 8 Mayıs 1945 ayaklanmasının bastırılmasında görev yapmıştı.
Annesi ise Yunanistan'dan göç etmiş Yahudi bir
doktorun kızıdır. Kısa bir süre evli kalan çiftin üç çocuğu olur.
Nicolas bunların ortancasıydı.
Lise ve üniversiteyi zorbela bitiren Nicolas'ın
1982 yılında evlendiği ilk eşinden iki çocuğu olur. Daha sonra Paris'in bir
banliyösünde belediye başkanı olarak görev yaptığı sırada nikâhını kıydığı bir
kadına âşık olur ve onu 1 989'da ünlü bir sanatçı olan eşinden ay ırarak
birlikte yaşamaya başlar. 1996'da da evlenirler.
Siyasal yaşamı ise pek bundan farklı değil.
1995 başkanlık seçimlerinde Chirac'ın karşı
cephesinde yer alır. Ancak 2002'de aynı hatayı tekrarlamay arak bu kez
Chirac'çı olur.
Nicolas'a yakın çevreler yaşamı boyunca hep
çelişkili tavırlarından söz ederler.
Bir göçmen ailesinin çocuğu olmasına rağmen
özellikle Arap ve Afrika kökenli Müslüman göçmenlere karşı hep düşmanca yaklaştı.
Tümüyle çelişkili bir karaktere sahip olan bu
kişi şimdi Fransa gibi önemli bir ülkenin cumhurbaşkanı.
Eski alkolik olan Bush'un ABD başkanı
olmasından bu yana bela üzerine bela yaşayan dünya ve özellikle bizim coğrafya
şimdi de Sarkozy'yle daha da zor bir döneme hazırlanıyor.
Başkan olur olmaz Sarkozy, Bush'la birlikte
hareket edeceğini söyledi.
İsrail ise Sarkozy'nin kazanmasını kutluyor.
Yani bir tarafta ABD ve İsrail, öbür tarafta
Sarkozy Fransa'sı.
Herkes Sarkozy'li önümüzdeki dönemin sürprizlerine
hazırlıklı olmalı.
Çünkü Bush hayranı Sarkozy'nin en yakın
danışmanları ağırlıklı olarak Ermeni ve Yahudi.
Peki, ne olabilir?
Osmanlı'nın çöküşünde, Çanakkale saldırısında,
Ermeni ayaklanmalarında, Ortadoğu haritalarının çizilmesinde, Anadolu'nun işgalinde,
Cezayir katliamlarında, 1956'da İsrail ve İngiltere'nin Mısır'a saldırmasında
ve daha buna benzer onlarca emperyalist olayda ya baş ya da önemli rol oynayan
Fransa hiç gecikmeden Türkiye'nin AB yolunu tıkayacaktır.
Bununla kalmayacak Sarkozy Fransa'sı; Ermeni
soykırım iddialarıyla ilgili yasanın uygulanması ve bu y asanın AB ülkelerinde
de kabul ettirilme si için özel çaba harcayacaktır.
Seçildiği gün Kuzey Iraklı Kürt lider
Barzani'yle görüşen Sarkozy, PKK ve Türkiye'deki Kürt sorununa y akın ama olumsuz
ilgi gö stererek bu konularda Türkiye'nin başını ağrıtacaktır.
Kuzey Irak'taki Kürt bölgesiyle sürekli temas
halinde olan, Suriyeli Kürt örgütlerinin toplantısına geçen ay ev sahipliği
yapan, îranlı muhalif grup Halkın Mücahitleri örgütünün liderlerini barındıran
Fransa aynı zamanda İngiltere'yle birlikte bölge Kürtleri arasında koordinasyon
ve işbirliğini sağlamak için özel çaba harcıyor.
Bu nedenle bölgesel politikalarında gerilerde
kalmayacak olan Sarkozy, ABD'nin Irak işgaline sıcak destek verecek ve
Fransa'nın yeniden güçlü ve etkin bir şekilde Ortadoğu'ya dönmesini sağlamak
için atak davranacaktır. Bu nedenle de İsrail'in saldırgan ve yayılmacı
politikalarına destek vererek 1965 yıllarında Tel Aviv'e ilk nükleer reaktör
veren ülkesinin İsrail dostu olduğunu bir kez daha kanıtlay ac aktır. Bunun
için de Sarkozy, Lübnan'ın içişlerine çok daha fazla karışacak ve bu ülkede iç
savaş çıkarmak için yoğun çaba h arc ay ac aktır. Unutmamak gerekir ki;
Lübnan'da görev yapan ve Türk askerlerinin de yer aldığı Uluslararası Güç'ün
komutanı Fransız'dır. Bu gücün içinde yine Türkiye karşıtı ve ABD yanlısı
Merkel'in ve İslam düşmanı Papa XVI. Benedictus'un
Almanya'sının askerleri de var.
Anlaşılan tarih farklı versiyonlarda da olsa
tekerrür edecek gibi.
50 milyon insanın öldüğü Birinci ve îkinci
Dünya savaşlarında birbirini boğazlayan emperyalist ülkeler 100 yıldır her
türlü pis oyuna başvurarak yok edemedikleri coğrafyamızı darmadağın etmek için
kendi aralarında anlaşmışa benziyor.
Sarkozy'li Fransa yeni sürecin
başoyuncularından biri olacaktır.
2008'de yapılacak başkanlık seçimlerinde
Demokratlar kazanıp az da olsa ABD politikalarında değişiklik yapmazsa
önümüzdeki 5 yıl çok zor geçecek demektir!
Türkiye; seçimlerden sonra iç tartışmalarını
hemen bitirip bu duruma hazırlıklı o lmak zorundadır.
Yoksa iç ve başta AB konusu olmak üzere tüm dış
politika gelişmelerinden dolayı çok zor durumda kalabilir.
Akşam,
15 Mayıs 2007
Hemen söyleyeyim...
Türk medyası Obama'nın hizmetindeydi.
Dönek ve yağcı liberal demokrat aydın ve köşe
yazarlarını bir yana bırakırsak televizyon, gazete, radyo ve internet
sitelerinin büyük bölümü Obama'yı şirin göstermek için kendi aralarında
yarıştı.
Onlara göre Obama çok sempatik, insancıl, Türk
ve Türkiye hayranı, insani değerlere önem veren, gençlerle genç olan, ezan
sesinden önce konuşmasını bitiren ve kedileri seven bizden biriydi.
Tüm bunlar doğru olabilir ama işin bir de
politik yanı vardı ve olmalıydı. Çünkü Obama bir futbolcu, sinema oyuncusu ya
da manken değildi. O süper devlet ABD'nin başkanıydı ve seçildikten 75 gün
sonra Türkiye'ye gelmişti.
Şimdi gelin birlikte geziye bakalım ve
"Sizi dinlemeye geldim" diyen ancak sürekli talimatlar vererek patron
edasıyla davranan Obama'nın yaptıklarına bakarak yorumsuz bazı tespitlerde
bulunalım.
1- Hemen hemen herkes ve özellikle "laik"
adlandırılan yazar ve çizerler Obama'nın Atatürk'le ilgili söylemlerini ön
plana çıkartarak ılımlı îslam kavramına hiç değinmemesine büyük önem verdi.
Ben de diyorum ki: AK Parti yönetiminde bir
Türkiye demokratik, laik ve ılımlı ya da uyumlu Müslüman ülke olmasaydı Obama
için hiçbir şey ifade etmeyecekti. Daha açık ve net bir ifadeyle, bu tür kavram
ve söylemi kullanmamasına karşın Obama Türkiye'yi öyle gördüğü için buraya geldi
ve Arap ve îslam âlemine mesajını bu ılımlı Müslüman ülkeden vermeye çalıştı.
Yani onlara, "Siz de Türkiye gibi
demokratik, laik, ılımlı ve uyumlu Müslüman olun ve îslamcı AKP'nin yolundan
gidin" dedi ve diyecektir.
Heyecanlanmadan bekleyenler bunu yakında
görecekler.
Bir düşünün, ANAP, DYP, CHP, MHP ve benzeri
partilerin yönetiminde bir Türkiye acaba ne kadar Obama'nın ilgisini çekerdi?
Kimse kendini kandırmasın. Türkiye bugünkü
yapısında olmasaydı inanın bana Obama için çok farklı nedenlerden dolayı önemli
olacaktı ve geçmişten gelen alışkanlıklarla bu ülkeyi çok farklı şekillerde
kullanacaktı. İşte bu nedenle ABD'nin işine gelen Türkiye'ye ve bu Türkiye'yi
yöneten AK Parti hükümetine Obama'nın desteği şimdilik devam edecek. Milliyete
göre Obama TBMM'deki konuşmasında laiklik ve Atatürk kelimelerini birer kez,
İslam ve Müslümanlık kelimelerini 8 kez ve İran İslam Cumhuriyeti kelimesini 4
kez kullandı.
2- Gelelim PKK ve Kürt meselesine. PKK ve Kaide'yi aynı kefeye
koy arak terör nitelemesi yapan Obama; PKK siyasi kanadı olarak algılanan DTP
lideri Ahmet Türk'le TBMM'de çok samimi bir görüşme y aptı ve aralarında hiçbir
türbanlının bulunmadığı ve tümü "laik kesimden" özenle seçilmiş
öğrencilerle yaptığı sohbette Kürtleri azınlık olarak niteledi ve haklarının
verilmesini istedi. Irak ve bölgede bir Kürt devletiyle ilgili bir soruyu
geçiştiren Obama, Bağdat'ta Kürt cumhurbaşkanı Talabani ve Kürdistan Federe
Bölgesi Başkanı Mesut Barzani, Başbakan Neçirvan Barzani ve diğer yöneticilerle
uzun uzun görüşmeler yaparak ABD-Kürt ilişkilerinin önemine vurgu yaptı.
3- Soykırım ve Ermenistan konusuna gelelim. Soykırım konusunda
görüşlerinin değişmediğini söyleyen Obama, Erivan'la diplomatik ilişkilerin
kurulması ve Ermenistan'la sınırların açılması koşuluyla kendisinin de 24
Nisan'da soykırım kelimesini kullanmayacağını söyledi. Böylece Obama seçimde
kendisini de stekley en Ermeni lobisine, "Bakın işte Türkiye Ermenistan'ı
tanıyor ve sınırları açıyor" diyebilecek ve Amerikan iç politikasında daha
rahat olacak.
4- Süryani, Müslüman, Yahudi ve Ermeni dini liderlerden ayrı
olarak görüştüğü Fener Rum Patriği Bartholomeos'la özel olarak görüşen Obama,
Heybeliada Ruhban Okulu konusuna sürekli değindi ve bu konuda hükümetten bazı
beklentileri olduğunu söyledi.
5- Gelmeden önce Rasmussen'i NATO genel sekreterliğine
seçtiren Obama, Türkiye'yi aldattı. Çünkü Rasmussen ne özür diledi ne de ROJ
TV'yi kapattı.
Şimdi eğer hükümet, devlet ve Türk halkı
Obama'nın bu söylem ve tutumundan memnun ve Türkiye'nin ulusal stratejik
çıkarlarıyla çelişmediğini söylüyorsa o zaman hiçbir sorun yok.
Yok, eğer durum bunun tersi ise, o zaman tüm
bunlar karşılığında Türkiy e, Obama'nın ziyaretinden ne kazandı diye sormalıy
ız.
1- Obama Türkiye'ye gelerek bu ülkeyi önemsediğini gösterdi ve
Bush yönetiminin hatalarından dolayı bozulan ikili ilişkileri ve Amerikan
imajını kurtarmaya uğraştı.
2- Türkiye'nin AB sürecine destek verdi ve hemen karşılığını
Sarkozy'den aldı.
3- Irak ve Afganistan konusunda Türkiye'den ne istediğini veya
ne verdiğini henüz bilmediğimiz için bu konularda bir şey söyleyemiyoruz. Ama
bu konularda ciddi bir şey olduğunu sanmıyorum.
4- Değişim sloganıyla seçilen ve İslam dünyasına verdiği önemi
sık sık tekrarlayan Obama her nedense İstanbul'da toplanan Medeniyetler
İttifakı Toplantısı'na uğramadı bile. Belki de İsrail yok diye!
Özetle ziyareti ben böyle gördüm.
Önyargılı ve belirli hesapların dışında
ziyarete farklı bakan ve gören varsa lütfen bana yazsın, çünkü ben Türkiye'nin
neler kazanmış olabileceğini merak ediyor ve Türk halkının Obama'nın neden
Türkiye'ye geldiğini bilmesi gerektiğine inanıyorum.
Ama şunu da söylemeden geçemeyeceğim:
Obama'yla ilgili büyük hay aller kuranlar
yakında yanıldıklarını ve Filistin sorununu çözmediği ya da çözemediği sürece
de ABD'nin bildik ABD olarak kalacağını görecekler.
Akşam,
11 Nisan 2009
Dolaylı dolaysız ABD, İsrail ve yandaşlarının
taraf olduğu her konuya kuşkuyla yaklaşırım. Yaşam ise beni hiçbir zaman
yanıltmadı.
Onlarca hikâye anlatabilirim.
Örneğin 11 Eylül'de...
"CIA saldırıyı mutlaka önceden
biliyordu" demiştim.
5 yıl sonra bunun doğru olduğunu ABD
soruşturması kanıtladı.
Irak işgalinde ise, "Irak'ın silahlarıyla
ilgili o larak ABD yalan söylüyor" dedim.
7 yıl sonra Başkan Bush kendi kitabında herkese
yalan söylediklerini övünerek anlattı.
Ağustos 2003'te Ankara'ya büyükelçi olarak
atandığında Edelman'ın ne denli tehlikeli olduğuna dikkat çekmiş ve Türkiye'nin
başına çoraplar öreceği uyarısında bulunmuştum.
Kasım 2010'da WikiLeaks, Edelman'ın imza attığı
bildik "gammazlama" yazışmalarını yayımladı.
Ama her seferinde ABD ve İsrail yanlıları
bildik huylarından vazgeçmeyerek bu iki ülkenin söylemine garip ve şaşırtıcı
bir şekilde sahip çıktı, çıkıyor.
Tıpkı WikiLeaks olayında olduğu gibi.
Belki de kendi açılarından haklıydılar.
Çünkü WikiLeaks'ta yayımlanan Amerikan y
azışmalarının kaynağı sonuçta bu kişilerdir. Yani Ankara ve İstanbul'daki
Amerikalı diplomatlar bu belgeleri bazen isimleri "XXX" diye geçen
kişilerin verdiği bilgilere day anarak ya da güvenerek yazmışlar.
Elbette Amerikan elçilik ve konsolosluk
görevlileri ya da herhangi bir kimlikle Türkiye'ye gelen Amerikalılarla bir
aray a gelenlerin tümü mutlaka onlara bilgi vermiyor. Ama bu kişilerin bazıları
kendilerini önemli göstermek için farklı ortamlarda y azılmamak kaydıyla duyup
gördüklerini Amerikalı dostlarına anlatıyor olabilirler. Başkaları da
"Amerikalıların gözüne girmek için" bülbül gibi ötmüş olabilir.
"Sen çok önemlisin" gibilerden bir iltifat ya da "izzet ve ikram"
karşılığında!
Neyse, henüz 30 kadarı açıklanan yazışmaların
(toplamı 8.000 civarında) tümü yayımlandığında her şeyi çok daha net
konuşacağız. Amerikalılarla yapılan pazarlıklar sonucu ya da anlaşılmaz bir
nedenle "XXX" olarak belirtilen kişilerin adları net olarak öğrenildiğinde
bakalım bu kişiler Amerikan elçilik ve konsolosluklarına bir daha uğrayabilecek
mi?
Belki de d o stları Amerikalı diplomatlarla
gizliden gizliye buluşur ya da yurtdışına birlikte giderler.
Çünkü huylu huyundan vazgeçmez.
Dönelim WikiLeaks'a...
Amerikan kaynaklı ve bağlantılı olduğu için ben
bu konuya başından beri kuşkuyla bakıyorum.
Örneğin neden yalnız bu yazışmalar? Neden çok
daha gizli ve örneğin Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın direkt görüşünü içeren
belgeler yok? WikiLeaks yazışmaları yayımlarken belgeleri hangi kritere göre
seçiyor? WikiLeaks neden bazı isimleri belirtmiş, bazılarını da "XXX"
olarak göstermiş? Belgeler neden y azışmalarda adı geçen eski ABD büyükelçisi
Eric Edelman'ın AK Parti karşıtı konuşmasından bir hafta sonra yayımlandı? Yayımlanan
y azışmalarda neden Amerika'nın ulusal çıkarlarını zedeleyecek hiçbir bilgi
yok? Ya da daha en önemlisi, 275 kadar elçilik ve konsolosluktan gelen
yazışmalarda neden İsrail kaynaklı hiçbir belge y ay ımlanmıy o r?
Bakın Cumhurbaşkanı Gül ne dedi:
"Çıkan belgelerin etkisine bakıldığında
bir sistematiğin olduğu kanaatine vardım. Birazcık bir amaç varmış gibi geliyor
bana. Biraz sanki bazı şeyler süzgeçten geçirilerek yapılıyor. Sanki bir amaç
var gibi geliyor bana. Bakalım İsrail'le ilgili belge var mı? Varsa neler
olacak merak ediyorum."
Tümüyle katılıyorum.
Üstelik yayımlanan yazışmalarda genel olarak
bilmediğimiz hiçbir şey yok.
O zaman "aptal" Amerikalı
diplomatların dedikodularla elde ettikleri bilgileri içeren yazışmalar neden bu
denli yaygara koparıyor?
Bunun yanıtını yarına bırakalım.
Akşam,
3 Aralık 2010
Şimdiye kadar yayımlanan yazışmaların büyük
bölümü AK Parti hükümeti ile Başbakan Erdoğan'ın kişiliğini hedef almaktadır.
Bir diğer bölümü Türkiye'nin bölgesel
politikalarıyla ilgili.
Genel olarak bakıldığında WikiLeaks'ın ilgi
gösterdiği yazışmaların büyük bölümü Ortadoğu'yla ilgili.
Yani Türkiye'nin komşuları.
Örneğin Arap liderleri İran'ın vurulmasını
istiy or.
Bu ise hiç de önemli bir sır değil. Çünkü kafası
çalışan herkes Amerikan işbirlikçisi Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün gibi
ülkelerin liderlerinin İran'dan ne denli nefret ettiğini bilir.
Yıllardır İran'ı vurmaya ya da vurdurmaya
çalışan İsrail sızan bu yazışmalardan büyük sevinç duyduğunu re smen ilan etti.
Türkiye'de ise bir kısım medya îran konusuna
büyük ilgi gösterdi. Bazı köşe yazarları, "Türkiye artık İran'ın dostu
olamaz" türünden y azılar yazdı.
Suriye'yle ilgili haber ise çok daha ilginçti.
Açıklanan yazışmalara göre Suriye lideri Esad
konuştuğu bir grup Amerikalı senatöre, "Sizin için bölgenin en önemli
ülkesi îran; sonra Türkiye ve biz geliriz" demiş.
Hürriyet
haberi, "Esad'a göre liderlik sıralamasında îran birinci, Türkiye
ikinci" başlığıyla verdi.
Oysa Esad konuşmasında "liderlikle"
ilgili bir sözcük kullanmamış.
Habertürk
gazetesi ise, "Esad'a göre bölgenin en önemli ülkesi îran, Türkiye
değil" başlığıy la verdi. Fatih Altaylı ise "Habertürk"
televizyonundaki özel yayınında Suriye lideri Esad'ın Türkiye'yi
"aşağılamay a kalkıştığını" söyleyecekti.
Bunları neden anlatıy orum diyebilirsiniz.
Şimdiye kadar yayımlanan yazışmaların hedefi
"Arap ülkeleri ile İran'ın ilişkilerini bozmak" gibi gözükse de asıl
hedefin Türkiye ve Türkiye'nin bölgesel rolü olduğu ortadadır.
WikiLeaks yayınlarının bir düzmece olduğunu
söylemek şimdilik elbette doğru değil. Ama bana göre y azışmaların sızdırılması
ve yayımlanması arasında geçen süre içinde bazı kuşkulu süreçler yaşanmış, ABD
ve İsrail tarafından bazı müdahaleler gerçekleşmiş ve bu nedenle sızdırılan yazışmalar
arasına bazı "çakma" belgeler girmiş olabilir.
Ben bunu söyleyince bazıları şaşırtıcı bir
şekilde hemen İsrail ve ABD'yi savunmaya başlıyor.
Oysa ben bir "sızdırmanın" var
olduğuna ama bu sızdırmanın kendisinde bir garip lik olduğuna dikkat çekmek istiyorum.
Örneğin "gizli" başlığıyla belli bir
yerde toplanan yazışmalara ulaşan Bradley Manning acaba "çok gizli"
başlığıyla saklanan arşiv bilgisayar şifresini neden kırmadı? Kırdı ise ne tür
bilgilere ulaştı? Ya da Manning'le "tesadüfen" çetleştiği ve sızdırılma
sürecinde önemli rol oynadığı söyleyen Adrian Lamo ve onun ilginç gazeteci
arkadaşı Kevin Poulsen kimdir ve Manning'le nasıl ve hangi koşullarda tanıştı?
WikiLeaks'ın sahibi Assange'ın sitesini nasıl
ve hangi koşullarda kurduğuy la ilgili dedikodular uzun süredir
konuşulmaktadır.
Unutulmamalıdır ki; CIA, Pentagon ve benzeri
Amerikan kuramlarına sızan ve bazıları hâlâ tutuklu bulunan birçok İsrailli
ajan bulunmaktadır.
Mossad'ın tüm bu süreçte rol alıp almadığını
henüz bilmiyoruz. Ama bu işin her tarafından pis kokular geliyor.
Bataklıkta yaşamaya alışık olan, hatta çeşit
çeşit bataklıklar y aratanlar başkalarını boğacak olsa bile en kötü kokulardan
bile rahatsız olmazlar. İşte bu nedenle "belirli kriterlere" göre
seçilen ülkelerin içlerini karıştırmak ve gerektiğinde onlara problem y aratmak
İsrail ve ABD'yi mutlu eder.
Özetle; bu işte bir gariplik var ve bu gariplik
ancak üç koşulla giderilir: Yazışmaların tümü yayımlanır ve ABD'nin ulusal
çıkarları direkt olarak zedelenirse; yayımlanacak yazışmalarda İsrail'le ilgili
önemli sırlar ortaya çıkarsa; Amerikan d ip lo matlarıy la bir aray a gelerek
ülkelerinin sırlarını onlara verenlerin adları açıklanırsa.
Gerisi palavra. Çünkü o zamana kadar ya
WikiLeaks diye bir şey kalmaz ya da WikiLeaks'ın ön plana çıkardığı ülkelerde
garip işler olmuş olur!
Akşam,
4 Aralık 2010
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar