TASAVVUF TERMİNOLOJİSİNDE LETÂİF-İ RUHANİYYE
marife, yıl. 9, sayı. 2,
güz 2009, s. 83-116
İsa ÇELİK[1]
ÖZET
Sufilerin kanaatlerine
göre insan kendisinde beş tane 'mutlak' olan unsuru barındırır. Letaif-i hamse
diye isimlendirilen bu unsurlar insan bedenine yerleştirilmiştir. Bunlar şöyle
ifade edilirler: Kalp, göğsün sol tarafında bulunan ve yeri hemen hemen
bildiğimiz kalbin yeridir. Ruh, kalbin tam karşısında ve göğsün sağ
tarafındadır. Sırr, daha yüksek bir şuurun ilk aşamasıdır. Orijinal bir terim
olan sır, derunî şuur olarak da isimlendirilir. Hafî, gizli sözlük anlamının
yanı sıra, derin gizlilik anlamını taşır. Ahfâ, mahalli beyindir. İşleyiş alanı
olan beyin ve kalp arasında görev yapar. En gizli anlamına gelir. Bu
çalışmamızda mutasavvıfların letâif-i ruhaniyye ile ilgili fikirlerini ana
hatlarıyla vermeye çalıştık.
Anahtar Kelimeler: Tasavvuf, tarikat,
terminoloji, letâif, ruh
IN MYSTICAL TERMINOLOGY
THE FIVE SUBTLETIES (LATAIF-İ ROU- HIYYA)
The
human being is stated, in Sufi presentation to contain five elements of the
absolute. These five subtleties (Lataif-i Khamsa/ lataif-i rouhiyya) are
located in the body. They are named as follows: Heart center, on the left side,
whose 'field' is approximately where the heart is called Qalb. Spirit, on the
right side, opposite heart center. This is known as Rouh, sometimes translated
as the soul center. Se- cret, the first stage of higher consciousness. The
original term is Sırr, which has been called 'inner consciousness.' Mysterious,
its name is Khafi, which carries the connotation of deep secrecy. The deeply
hidden, which is resident in the brain and whose 'field' of operation may move
between the brain and the center of the chest. Their technical name is Akhfa,
which stands for 'most hidden. In this our work, we have studied opinions of
sufis related to lataif-i rouhaniya with main lines.1
Key Words: Sufism, order,
terminology, subtleties, spirit
Tarikatların tasniflerinden birisi nefsanî
tarîk ve ruhânî tarîk ayrımıyla ifade edilir. Kadirî tarîkatı gibi tarikatlar
nefsânî yoldan; Nakşî tarîkatı gibi tarikatlar da ruhânî yoldan seyr u sülûku
tamamlatırlar. Ancak son dönem tarikatlarında nefsânî tarikatlarda da ruhânî
tarikatlarda olduğu gibi nefsin eğitimi yanında letâif zikri ile de seyr u
sülûk yaptırılmaktadır. Bu makalemizde letâif-i ruhaniyyeyi irdelemeye
çalışacağız.
Letâif-i ruhaniyye diye ifade ettiğimiz
kalp, ruh, sır, hafî, ahfa ve nefs tasavvuf psikolojisinin temel kavramlarını
oluşturmaktadır. Sûfî psikolojisine göre kutsal sayılan kalp, bizim derin zekâ
ve irfanımızı içerir ve marifetin kaynağıdır. Nefis, ruhumuzun en çetin hasmı
olarak karşımıza çıkar. Ancak terbiye edildiğinde paha biçilmez değerde
ruhumuzun yardımcı bir unsuru haline gelir.[2]
Sözlük anlamı olarak latîfe, ibareye
sığmayan, zihinde beliren ince anlamı gösteren veya ifade eden her şey anlamına
gelir.[3] İnsandaki
ilahî cevhere işaret eden bir tasavvuf terimi olarak latîfe, nefs-i natıka ve
hakikat-i insan yerine de kullanılır.[4] Letâif ise, latîfenin
çoğuludur. İnsanın maddî kalp ile alakası bulunan, ruh ve nefs gibi manevi
varlığı için kullanılan, bir diğer deyişle kalbe bağlı bulunan duygulara
verilen addır. “Latîf,” esmâ-i hüsnâdandır. Bu kavram Kur'ân-ı Kerîm’de Allah
Teâlâ’ nın ismi olarak yedi yerde geçmektedir.[5] Lütufkâr anlamına geldiği gibi,
ince mana, cismi olmayan, gözle görülmeyen anlamına da gelir. Nitekim: “Gözler
O'nu idrak edemez. O gözleri idrak eder. Latif'dir. Habîr'dir"
(el-En'am, 6/103) ayetindeki “latif” bu anlama, yani gözle görülmeyen ama her
şeyden haberdar olan anlamındadır. “latife” de aynı kökten olup gözle
görülmeyen, bilhassa tasavvufî terminolojide cisimle alâkalı olmayan anlamı
taşır.[6]
Sûfîler emir ve halk âlemi ayrımını “Halk
ve emir ona aittir” (Araf, 7/54) âyet-i kerîmesinden ilham alarak, kâinatın
iki vechesine işaret etmiştir. Emir âlemi: Hakk tarafından bir sebebe bağlı
olmayarak var edilen şeyler olup melekût âlemi yerine kullanılır. Halk âlemi
ise, bir sebebe bağlı olarak var olan şeyler olup şehâdet âlemi yerine
kullanılır.[7] Emir
âleminden olanlar, insanî kalp, Rabbânî ruh, sır, hafî, ahfâ. Halk âleminden
olanlar ise, toprak, su, hava, ateş ve nefstir. Bunlardan birincisine
“havass-ı hamse-i bâtına”, ikincisine ise, “havass-ı hamse-i zâhire” de
denilir. Lâtîfelerin en yüksek mertebesi olan “ahfâ”nın, Cenâb-ı Hak ile; en
aşağı mertebesi olan “nefs”in ise bedenle irtibatı bulunmaktadır.[8] Emir
âleminden olanlara, âlî latifeler, halk âleminden olanlara ise süflî latifeler
denilmektedir.[9]
Âlem-i halktan olan anâsır konusunu ana
hatlarıyla ilk defa ele alan İslâm filozofu Kindî (v.252/866) olmuştur.[10] Lügatte
anâsır kelimesi, “asıl, kök, soy; şeref ve asâlet” anlamlarına gelen “unsûr”
kelimesinin çoğuludur. Kur’an-ı Ke- rim’de unsûr ve anâsır kelimeleri geçmez.
Anâsır-ı erbaa dört unsur demektir. Bunlar da hava, su, toprak ve ateşten
ibarettir.[11] Sûfiler
nefsin dört mertebesini dört unsûra benzeterek, nefs-i emmâre ateş, nefs-i
levvâme hava, nefs-i mülhime su, nefs-i mutmainne toprak mesabesindedir derler.[12]
Âlemin yaratılışı konusunda Azizüddin
Nesefî (v.700/1300) şunları söyler: Yüce Allah’ın zâtından, bir cevherden başka
bir şey sâdır olmamıştır. Akl-ı evvelden her itibar için akıl, nefs ve felek
olan bir şey zuhûr etti. Böylece her akıldan bir akıl, nefis ve felek meydana
geldi. O zaman kamer feleğinin altında ateşin unsûru ve tabîatı oluştu. Sonra
hava unsûru, hava tabîatı, su unsûru ve su tabîatı, toprak unsûru ve toprak
tabîatı meydana geldi.[13]
Yaygın kanaat olarak mutasavvıflar ruhu
çeşitli mertebelere ayırmış, bunu da letaif-i ruhaniyye diye
isimlendirmişlerdir. Bunlar sırasıyla, kalp, rûh, sır, (sırr-ı sır), hafî,
ahfâ, letâif-i nefs ve letâif-i külliyedir.[14] Ahmed Avni Konuk (v. 1938),
letaif-i ruhaniyeye manevî kuvvetler ismini vermektedir.[15] Ruhun bâtını sırr, sırrın
bâtını sırr-ı sırr, sırr-ı sırrın bâtını hafî, hafînin bâtını ahfâ lâtîfesidir.
Rûhun bedendeki hâkimiyet noktalarından olan lâtîfelerden kalp, ruhun; rûh
sırrın, sırr hafînin; hafî ahfânın zarfı, diğerleri de mazrûfu durumundadır.
Bunlar sayesinde ruh bedenin müstahkem mevkilerini elinde bulundurarak, vücûdda
hüküm ve saltanatını sağlamaya çalışır.[16]
Hasan Basrî (v.110/728) ve ondan sonra
gelenler, bu derunî faaliyetin safha safha kazandırdığı ruh mertebelerine
letâif dediler. Onlara göre tasavvuf, bir aksiyondur ve bu aksiyonun her
safhasında ruh yeni bir mertebe kazanır, latif olan âlemlerden bir pencere
açılır, böylece insan nefs, kalp, ruh ve sır mertebelerini aşar. Her mertebe
bir hicap ile ötekinden gizlenir. Onların bilinmesi ancak tadılma yoluyladır.
Tatma ise yaşamak, yani iç âleme ait aksiyonla kendini o mertebe haline
getirmekten ibarettir. Mutasavvıfların gözünde miraç işte bu ruhî yükseliş
hadisesidir. Kendi iç âlemini imar eden mutasavvıf, kendi gayretleriyle bütün
insanların bu ruhî yükselişini temin edeceğini ilan eder.17
İlk dönem sûfîlerinden Sehl b. Abdullah
Tüsterî (v.273/886) henüz çocukken dayısının kendisine bir evrâd öğrettiğini,
bu evrâda devam ederken önce kalbinde sonra da sırrında bir tatlılık hissettiğini
ifade etmiştir.18 Bu rivayet hem ruhun farklı idrak mertebeleri olan
“kalp” ve “sır” gibi kavramların eskiden beri sûfîler arasında bilinmekte
olduğunu, hem de bu mertebelerin ruhî tecrübelerle öğrenildiğini
göstermektedir. Sistematik olarak kalp, ruh, sır gibi latîfelerden bahseden Kitabu'l-Muhabbet
sahibi Amr b. Osman el-Mekkî’dir (v.291/904).19 Hâkim Tirmizî
(v.320/932) Beyânü'l-fark beyne's-sadr ve'l-kalb ve'l-fuâd ve'l-lüb adlı
eserinde ruhun farklı boyutlarını ve bunların özelliklerini ana hatlarıyla ele
almıştır. Tirmizî’ye göre sadr, kalp, fuâd ve lüb aynı bütünün iç içe geçmiş
halkaları gibidir. Sadr gözün beyazı, kalp renkli kısmı, fuâd göz bebeği, lüb
de gözün nuruna benzer. Bu mertebeler derinleştikçe idrak seviyeleri de
artmaktadır. Sadr nefs-i emmâre, kalp nefs-i mülhime, fuâd nefs-i levvâme, lüb
de nefs-i mutmaine ile irtibatlıdır.20 İmam Gazzâlî (v.505/1111)
kalp, ruh, nefis ve akıl lâtîfelerinden bahsetmekte olup, sır, sırr-ı sır, hafî
ve ahfâ’yı zikretmemiştir.21
Âlem-i emr letâifi, âlem-i halk letâifinin
gölgesi mesabesindedir. Nakşbendiyye meşâyıhı nezdinde, âlem-i halkın tehzibi,
âlem-i emrin tehzibinden daha faziletlidir. Bu yüzden onlar, emr âleminin
lâtîfelerini temizlemeyi, halk âleminin lâtîfelerinin temizliğinden önce yaparlar.22
——
leri Üzerine Bir Deneme”,
Mavera Tasavvuf Özel Sayısı, Yıl: 8, Cilt: 8, Sayı: 92-95, (Temmuz-Ekim
1984), s.51, ss.31-63; İrfan Gündüz, Gümüşhânevî Ahmed Ziyâüddîn, Seha
Neşriyât, İstanbul 1984, s.195; Osman Türer, “Tasavvufî Düşüncede İnsan”, Tasavvuf:
İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 5, Ocak 2001, s.12,
ss.7-15.
17 Hilmi
Ziya Ülken, Tasavvuf Psikolojisi, (1944-1945 Üniversite Serbest
Konferanslarından Ayrı Basım), Kenan Matbaası, İstanbul 1946, s.195,
ss.194-206.
18 Abdulkerîm
Kuşeyrî, er-Risâletü'l-Kuşeyriyye, Tahkîk: Abdülhalim Mahmûd-Mahmûd b.
eş-Şerif, Dâru’l- Kütübi’l-Hadîs, I-II, Basım yeri ve tarihi yok, I, s.92-93;
Necdet Tosun, Bahaeddin Nakşbend Hayatı Görüşleri Tarikatı, İnsan
Yayınları, İstanbul 2002, s.307.
19 Ali
b. Osman el-Hucvirî, Keşfü'l-Mahcûb, İngilizce’den Arapça’ya tercüme,
İsmaîl Mâzî Ebu’l-Ğarâim, Tahkîk: İbrahim Düsûkî, Dâru’t-Turâsi’l-Arabî,
Kahire, 1974, s.371; Shigeru Kamada, “A Study of The Term Sırr (Secret) in Sufi
Lataif Theories”, Orient, XIX, p.9, pp.7-28.
20 Hâkim
Tirmizî, Beyânü'l-Fark Beyne's-Sadr ve'l-Kalb ve'l-Fuâd ve'l-Lüb, Kahire
1958, s.35-38, 80; Tosun, Bahaeddin Nakşbend, s.308.
21 Ebû
Hâmid Muhammed Gazzâlî, İhyâu Ulûmi'd-Dîn,, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, ts.,
III, 3vd.
Letâif kavramını sistematik olarak
inceleyenlerden birisi de Müceddîdiyyenin kurucusu Ahmed Sirhindî’dir (v.
1034/1624). Sirhindî’nin halifelerinden Mîr Muhammed Numan (v. 1060/1650)
şeyhinin sistemine ek olarak her latife için insan vücûdunda ayrı bir bölge belirlemiştir.
Bu bölgelere yoğunlaşarak zikir yapma geleneği Müceddîdiyede tasavvufî
eğitimin ilk adımı olarak önemli bir unsur olmuştur.[17]
Hüseyin b. îbn Yemîn letâif konusunda
şöyle der: Muhakkıklar demişlerdir ki, kalp, ruh, sır ve hafî insanın idrak edici
latîfesinin isimleridir. Bazı mertebelerde ona kalp derler, beşerî kayıtlardan
kurtulup daha saf olduğu diğer mertebede ona ruh derler, saflık artınca, sır
derler, olgunlaşınca hafî derler. Letâifteki farklılık öz itibariyle değildir,
aksine hepsi özde birdir. Farklılık vasıflarda ve hallerdedir. Meşâyıhtan
çoğunun görüşü budur. Bazılarına göre ise, letâifteki farklılık özdedir; yani
her latîfe diğerinden bizzat farklıdır.[18]
Muhyiddin îbnü’l-Arabî’ye (v.638/1240)
göre, letâif-i hamse adı verilen nefs, kalp, ruh, akıl ve sırdan oluşan bu beş
latîfenin her biri tek bir varlıktır. Ancak terakkileri sebebiyle değişik
şekil aldıkça ayrı ayrı değerlendirilir ve farklı isimler alırlar.[19]
Bu ön bilginin akabinde letâif-i
ruhâniyenin her birinin tafsilatına geçebiliriz.
Çevirme, döndürme, değiştirme, bir şeyin
altını üstüne getirme gibi anlamlara gelir,[20] hem maddiyât hem de
manevîyâtta kullanılır.[21] Biyolojik
olarak insan göğsünün sol tarafında bulunan çam kozalağına benzeyen bir et
parçasıdır.[22] Kalp, biyolojik,
duygusal, ahlâkî ve dinî yaşamın kaynağıdır.[23] Akıl, rûh, marifet yeri ve
Allah Teâlâ’ nın tecelli ettiği yer anlamlarına da gelir.[24] Seyr u sülûkun kendisiyle
yapıldığı kalp,[25] lâtîfelerden
birincisi yerine kullanılan bir terimdir.[26] Bir başka deyişle kalp,
insanın Allah Teâlâ’ya bağlandığı, ona iman ettiği ve manevî emanetin
saklandığı,[27] insanın
sevmesini, buğz etmesini, seçmesini ve azmetmesini sağlayan kaynaktır.[28] Kur’ân-ı
Kerîm’de kalp kelimesi müştaklarıyla birlikte 132 kez geçmektedir.[29]
Kalp, ezelî bir nurdur, Allah Teâlâ onunla
insana nazar etsin diye mükevvenâtın özüne konmuş bir yüce sırdır. Kalp adının
verilmesi mevcûdatın zübdesi ve mahlûkatın özü olmasıyla, halden hale dönmesi
sebebiyledir.[30] Kalp,
insanın kendisiyle Rabbini tanıdığı, Hakk’ın kuluna orada tecellî ettiği, kulun
Rabbini kendisiyle sevdiği, zevke dayalı idrakin merkezi,[31] şevk, vecd ve marifetin
mahalli[32] olan Rabbanî
bir latifedir.
Tasavvufî anlamı ise, kalb-i cismâniye
taalluku olan rûhânî ve rabbânî bir latife; rûh ile nefs arasında tavassut eden
mücerred ve rûhânî cevherdir ki,[33] bütün şuur,
his ve idraklerimizin ve aklımızın madeni yani manevî/ruhî âlemimizin merkezi
bulunan lâmekân kalptir, buna nefs-i natıka da denilir.[34] Bu insanı hayvanlardan ayıran
bediî bir kuvvettir. İnsanın şeref ve meziyeti, kasdı, himmeti ve büyüklüğü bu
kuvvet iledir. İnsan tabiatında gizli olan şehvanî ve gazabî nefsin tezkiyesi,
fenalıklardan menedilmesi ve terbiyesi ancak nefsi natıkanın irşadıyla mümkün
olabilir.[35]
İbnü’l-Arabî (v.638/1240) sûfîyi “sahib-i
kalp” diye isimlendirir. Âbid ve zâhidi bu kavramın dışında tutar. Ona göre
kalp sahibi mükâşefe ve müşâhede ehlidir. Bu kalbe ârifler sahiptir. Âriflerin
kalplerinde “gözler” vardır. Onlar bu gözler sebebiyle başkalarının
görmediklerini görürler. O, bu durumu tabib-hasta ilişkisine benzetir. Tabibin
insanlardaki hastalıkları bildiği gibi, ârif de onların bilmediği bazı şeyleri
bilir. Bu durumda kalp gözü sûfî tarafından sonradan kazanılan bir yetenek
olmaktadır.[36] Kısaca kalp
gözü olarak da tanımlanan basîret, İslâm’ın bir anlamda kalp gözünü çalıştırma
ve geliştirme kurumu olan tasavvufta şu şekilde izah edilir: Basîret, kalbin
bakış ve görüş gücü olan ilâhî bir nurla aydınlanır ve varlığın derûnî sırları
onunla sezilir.[37]
Beden ile nefsin irtibatını sağlaması ve
halk âlemi ile emir âlemini bünyesinde taşıması dolayısıyla kalbe “ribat”
denilmiştir. Zira tasavvufta nazargah-ı ilahî olarak kabul edilen ve mâsivânın
girmemesi için her şeyden önce gözetlenmesi gereken yer kalptir.[38]
“Gerçekten bunda kalbi olanlar için bir
hatırlatma vardır.” (Kâf, 33) Ruh-u azam’ın kalp adını alması, Hakk’a dönük olan ve
bu sebeple de ondan nurları alan vechesi ile hayvanî nefse dönük olan ve
böylece de yaratıcısından aldığı nurları, yetenekleri ölçüsünde ona ulaştıran
veche arasında halden hale dönmesinden dolayıdır.[39] Nefis ve kalp arasında şu
şekilde bir bağlantı bulunmaktadır: Nefis behîmî hasletlere meylettikçe, şehevî
tabiatının iktizasını yerine getirmesi sebebiyle emmâre adını alır. Ancak,
yetkinliğini izhar etmek ve akledici gücün emmâre nefsin sonunun vahametini ve
durumun bozukluğunu kavramak üzere, kalbin nuru gayba ilişkin parıltılarla
dolduğu sırada nefis kendi fiillerini kınadığından dolayı levvâme diye
isimlendirilir. Nefsin bu mertebedeki durumu behîmîlikle melekîlik arasında
gidip gelmektedir. Bu mertebe kalbî mertebenin ortaya çıkışına başlangıç
gibidir. Kalbî nûr ağır basıp, gücü hayvanî yetiye galip gelince ve nefis de
tatmin olunca mutmain adını alır. Bu mertebede nefis, şerî hükümlerle kendisini
kayıtlar, haddi aşmaz ve şerîata uygun hareket eder.[40]
Nefsin yeteneği mükemmelleşip nuru ve
aydınlanması güçlenince ve kendisinde bilkuvve olan şey ortaya çıkıp sonunda
ilahî tecellîye ayna olunca kalp diye adlandırılır. Kalp iki denizin arasının
birleşme yeri, âlemlerin kavuşma noktasıdır; bundan dolayı Hak ona sığmış ve
o, Allah Teâlâ’nın arşı olmuştur. Nitekim haberde şöyle gelmiştir:[41] “Allah
Teâlâ şöyle buyurur: Ben arz ve semaya sığmam lakin mü'min ve muttakî kulumun
kalbine sığarım.”[42] Bu yüzden müminin
kalbi Allah’ın arşıdır.[43]
Ebû’l-Huseyn en-Nurî (v.295/908), Kur'ân-ı
Kerîm âyetlerinden hareketle kalbin dört farklı yönüne işaret etmiştir: Sadr,
‘göğüs’, İslâm’la ilgilidir, mahall-i İslâm’dır. Kalp, ‘gönül’, imanla
ilgilidir, memba-ı feyz ve hayattır. Fuâd, ‘yürek’, marifetle ilgilidir,
mahalli ru’yetü’l-Haktır. Lübb, ‘kalbin en derin yeri’, tevhîd makamıdır.
Lübbü’l-lüb, en iç kalp ya da kalbin kalbi, kapsamı ve aydınlığı itibariyle
sonsuzdur. Tıpkı kendisinin sabit kaldığı, onun dışındaki her şeyin etrafında
döndüğü büyük bir eksen gibidir. Bu kalp, Allah Teâlâ’nın vahidiyyet ve
ehadiyyet nurlarının mazharıdır.50
Sadr (Göğüs), “Senin göğsünü açmadık
mı?’ (İnşirah, 1) Ruh-u azam’ın sadr adını alması, bedeni yöneten vechesi
itibariyledir. Çünkü sadr beden nurlarının kaynağıdır.51 Kalp ve
akıl anlamına da gelen sadr, bir fiil olarak dışarıya çıkmak, öncülük etmek,
direnmek ya da muhalefet etmek anlamı taşır. Kalple nefis arasına yerleşen
göğüs en dış kalp olarak da adlandırılır. Bu ikisi arasındaki buluşma
noktasıdır ve birbirlerine müdahale etmelerini önler. Göğüs bizim dünya ile
ilişkilerimize öncülük eder ve onun aracılığıyla nefsin negatif tekliflerine
direnebiliriz. Bir diğer deyişle göğüs, içimizdeki pozitif ve negatif güçler
arasındaki ana muharebe meydanıdır. Bu nedenle salik, sadrında büyük bir
psiko-ruhsal simya çalışması gerçekleştirerek, negatif eğilimlerini pozitif
eğilimlere dönüştürebilir.52
Fuad, kalbin içi, kalp zarı53
anlamına gelir. Abdülkerim el-Cîlî (v.832/1428), kalbinin yönü daima fuad’da
bulunan kimsenin “hemm’ ismi verilen bir nura dönük bulunduğunu; burasının
kalbin nazar mahalli olduğunu ifade etmektedir.54 Bir başka deyişle
fuad, ilâhî tecellileri seyretme mahalli anlamında kullanılan bir tasavvuf
terimidir.55 “Kalp (gönül) gördüğünü yalanlamadı” (Necm, 11)
âyetinde buna işaret vardır. Ruh-u azam’ın fuad adını alması, yaratıcısından
etkilenmesi açısındandır. Nitekim sözlük anlamıyla “fe’d” yaralamak ve
etkilemek anlamına gelir.56
^
Aclûnî, bu konu ile
ilgili olarak şu bilgileri vermektedir: “Bu hadîsin tahricinde “aslını
görmedim’der. İbn Teymiyye, o israiliyyât içerisinde mezkûrdur. Rasulullah’tan
(s.a.v) rivâyet edildiğine dair bilinen bir isnadı yoktur”; İbnü’l-Arabî’ye
göre kalpten maksat ârif-i billâh olan insân-ı kâmil’in kalbidir. Ârif
olmayanların kalplerine kalp denilmesi mecazendir, hakikaten değildir. Bkz:
Konuk, Fusûsu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi, III, 2.
50 Ahmed
Subhi Furat, “Ebû’l-Huseyn en-Nurî ve Makamatü’l-Kulûb Adlı Risalesi”, İslâm
Tedkikleri Enstitüsü Dergisi, Cilt: VII, Cüz: 1-2, Yıl: 1978, s.355,
ss.340-355; Hâkim Tirmizî, Beyânü'l-Fark Bey- ne's-Sadr ve'l-Kalb ve'l-Fuâd
ve'l-Lüb: Kalbin Anlamı, çev. Ekrem Demirli, Hayy Kitap, İstanbul 2006,
s.18vd; Âsım Efendi, a.g.e., I, 445-446; Annemarie Schimmel, Tasavvufun
Boyutları, Kırkambar Yay., İstanbul 2000, s.222; Frager, a.g.e., s.57.
53 Âsım
Efendi, a.g.e., I, 445; Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.195; Fuad
kelimesi Kur'ân-ı Kerîm’de tekil ve çoğul olarak 16 yerde geçmektedir.
(Abdülbakî, a.g.e., s.510.).
55 Uludağ,
Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.195.
Gönül ise, dil, kalp, meyil, Allah’a en
yakın yer gibi anlamlara gelir. Gönül denilen şey üç kısımdır: Biri yalnız
dünya ile meşguldür. Diğeri yalnız ahiret işleriyle meşguldür. Üçüncüsü Allah
Teâlâ’nın muhabbetiyle dolmuştur. O yalnız Allah Teâlâ ile meşguldür.57
Sahîh hadîste Peygamberimiz (s.a.v): “Rûhu'l-Kuds (rû') gönlüme, bir nefsin
rızkını tamamlamadıkça ölmeyeceğini ilham etti”53 buyurmaktadır.
Ruh-u azam’ın rû’ (gönül) adını alması, ruhun yaratıcısı Kahhar olan Allah
Teâlâ’ nın kahrından korkması ve çekinmesinden dolayıdır.59
Âlem-i ekberde olan Beyt-i Ma’mûr’a
tekabül eden kalp60 organların emîri ve yöneticisidir. Organlar
kalbin iradesi ve hareketi olmaksızın bir yere kımılda- yamazlar. Kalbin
murakabe ile kontrol altına alınması, onun menfi hâtıralarla olan alâkasını
keser. Murakabenin tamamlanmasından sonra sahih bir tevbe meydana gelmiş olur.
Organlara yardım olarak, kalbin menfi hatıralarla olan ilgisinin koparılması
yeter. Çünkü murakabe ile kalbin kötülüklere yönelik damarı kısalmıştır.
Murakabe ile yok edilemeyen bazı şeyler de muhasebe ile anlaşılır ve izale
edilir.61
Hemedânî (v.535/1140) şöyle demektedir:
İslâmî terbiye ve aydınlığın mekânı beden, îmânî terbiye ve aydınlığın mekânı
kalp olduğu gibi, ihsânî terbiye ve
57 Safer
Baba, a.g.e., s.82. Yunus Emre (721/1321) gönül, kalp ve nefsin insan
üzerindeki etkilerini, kalbin ani değişikliklerini bir şiirinde şu şekilde dile
getirmektedir:
“Hak bir gönül verdi bana hâ demeden
hayrân olur,
Bir dem gelir şâdî olur, bir dem gelir
giryân olur.
Bir dem sanasın kış gibi şol zemheri olmuş
gibi
Bir dem beşâretten doğar hoş bağ ile bostan
olur.
Bir dem gelir söyleyemez bir sözü şerh
eyleyemez Bir dem dilinden dür döker dertlilere derman olur. Bir dem çıkar Arş
üstüne bir dem iner tahte's-serâ Bir dem sanasın katredür, bir dem taşar ummân
olur. Bir dem cehalette kalır hiç nesneyi bilmez olur Bir dem dalar hikmetlere,
Câlinûs u Lokman olur. Bir dem dîv olur yâ peri vîrâneler olur yeri
Bir dem uçar Belkîs ile sultân-ı insân-ı
kâmil ü cân olur
Bir dem varır mescitlere yüzün sürer anda
yerlere
Bir dem varır deyre girer incil okur
ruhbân olur.
Bir dem gelir Isa gibi, ölmüşleri diri
kılar
Bir dem girer kibr evine, Firavun ile
Hâmân olur.
Bir dem döner Cebrail'e rahmet saçar her
mahfile
Bir dem gelir gümrah olur miskin Yunus
hayrân olur. ’’
(Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus
Emre ve Tasavvuf, 2.bs., İnkılap Kitabevi, İstanbul 1992, s.158; Mustafa
Tatçı, Yunus Emre Dîvânı II, MEB., İstanbul 1997, s.102-103.)
58 Muhammed
b. Abdullah el-Hakim, el-Müstedrek ale's-Sahihayn, thk: Mustafa
Abdülkadir Atâ, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990, II, 5.
60 Muhyiddîn
İbnü’l-Arabî, et-Tedbîrâtü'l-Ilahiyye fi Islâhı Memleketi'l-Insaniyye:
Tedbîrât-ı Ilahiyye Tercüme ve Şerhi, Tercüme ve Şerh: Ahmed Avni Konuk,
haz., Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın, İz Yay., İstanbul 1992, s.371.
61 Ebû
Hafs Şihabüddin Ömer es-Sühreverdi, Avârifu'l-Maârif
Dâru’l-Kütübi’l-Arabî, Beyrut, 1983, s.479; a.mlf., Tasavvufun Esasları:
Âvârifü'l-Maârif Tercümesi, Haz., H. Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, Erkam Yay.,
İstanbul 1993, s.596-597; Bukâî, Risâle fî Adâb, s.72; Şeyh İsmail Hakkı,
Hücceti'l-Bâliğa, s.2, (Mevlânâ Ali Bin Hüseyin, Reşahâtü
Ayni'l-Hayat, İstanbul 1291, isimli kitabın kenarında.) aydınlığın
mekânı da sır/gönül ve ruhtur: Ruh “sanki Onu görüyormuş gibi” ifâdesinin
mekânıdır. Sır ise “bilesin ki O seni görür”[44]
ifâdesinin tecellî ettiği yerdir. Kalp ile sır arasındaki fark şudur: Kalp
dönüşkendir, farklı âlemlerde dolaşır. Bazen sır ve ruh perdesinde Allah
Teâlâ’nın izzetini görür, bazen yine sır ve ruh örtüsünde meleklerin saflığı ve
temizliğini müşâhede eder. Ara sıra kalp gözüyle Peygamberlerin karakterlerini
görür, bazen diriliş gününü göz önüne getirir, bazen de kaza ve kadere nazar
eder. Sır ise halden hale dönüşmez. “O seni görür” cümlesinin korku ve
heybetinde istikrarlı bir şekilde durur. Gecesi ve gündüzü, hazarı ve seferi
ondan haberdar olmadığı gibi, o da bunlardan haberdar değildir. Allah Teâlâ’nın
kendisine nazar ettiğini, ne söylese, ne yapsa ve ne düşünse hepsini görüp
bildiğinin farkında olarak istiğrak haline geçer.[45]
Konevî (v.673/1274), Hakk’a yakınlığın beş
mertebesi bulunduğunu ifade eder: Kalbin yakınlığı, ruhun yakınlığı, sırrın
yakınlığı, nefsin yakınlığı, Hakk’ın ahadiyet yakınlığı. Ahadiyet yakınlığı
bütün mertebeleri kendinde toplar. Kalbin yakınlığı: Kulun kalbî ve içten
amellere dalmasına bağlıdır. Bu ise pek kolay değildir. Dünya ehlinden kopmak
icap eder. Bu makamda Hakk’ın yakınlığına gelince, ilim, hikmet ve ilham
çeşidinden şeyleri kuluna vermesidir; ona bağlamasıdır.[46]
Dehlevî (v.1176/1762) ise, kalp ile
alakalı olarak şunları ifade eder: Kalp ne zaman behîmî hasletlerin galebesi
altında kalsa ve bunun sonucu olarak da kabz ve bast hali hayvanların kabz ve
bast hali gibi, tabiat ve vehimden kaynaklanan bir vaziyette olsa, o, behîmî
bir kalp olur. Kalbin uyku ya da uyanık halde iken şeytanların vesveselerine
açık olması, onların telkinlerini kabul etmesi halinde o kalbin sahibi “insan
şeytanı” olarak isimlendirilir. Melekî hasletlerin galebe çalması halinde,
insanî kalpten söz edilir ve artık korkusu, sevgisi ve benzeri halleri, elde
etmiş olduğu hak itikatlara meyilli olur. Her ne vakit duruluğu güçlenirse,
nuru artarsa ona “ruh” denir ve artık kabz hali yaşamaz; hep bast halinde olur;
huzursuzluk duymaz ve hep ülfet halinde bulunur. Bu durumda melekî özellikler
onun için bir karakter halini alır.[47]
Melekûtî bir lâtîfe olan[48] kalbin
yarısı emir, yarısı da halk âleminden olması sebebiyle, iki âlem arasında yani
maddeden manaya geçişin kendisi vasıtasıyla sağlandığı bir köprü ve kapı
mesabesindedir. Bu kapının nefsânî kilidinin anahtarı, “Allah” ism-i şerfi ve
kelime-i tevhid (lâ ilâhe illallah)’dir.[49]
Zikir ilk defa dil ile yapılır. Sonra
kalbe, sonra ruha geçer. Sonra sır âlemine, sonra hafi, sonra hafinin daha
hafisine (ahfâ) geçer. Bu zikirler, Allah’ın verdiği hidayete göre derecelenir.
Dil ile yapılan zikir kalp ile yapılana benzer. Dilden zikir ediliyorsa; kalben
Allah’ın unutulmadığı belli olur. Kalbin zikri kendi özünde, celal ve cemal
sıfatının tecellisini duymaktır.[50]
Ruh, nefhâ-i ilahî ve âlem-i emrden ulvî
bir hakikattir. Şu âleme iniş yaparken kendisi sultan, kalp, hafî ve ahfâ
lâtîfeleri ise onun askerleri konumundadır. Kalp lâtîfesi nefsin toprak
sıfatına, sır lâtîfesi nefsin su özelliğine, hafî lâtîfesi nefsin ateş aslına
ve ahfâ lâtîfesi ise, nefsin hava aslına tekabül eder ve birbirleriy- le
mücadele halindedirler. Nefs, ruhu, kalp lâtîfesinden uzaklaştırmak istemektedir.
Nefs, özünde bulunan hususiyetlerle kalp lâtîfesiyle mücadele eder. Kalp
lâtîfesinin aslında huzur ve ilahî tecellîler vardır. İsteği ise, bu huzur ve
tecellîye erişmektir. Mücadelede kalp galip olursa, insanda bunalım ve cefadan
eser kalmaz. Bu durum, kalp lâtîfesinin çalışmasının işaretidir. Ancak, nefis
galip olursa, kalbin huzuru yok olur, kendisinde tembellik ve ibadetlerinde
gevşeklik görülmeye başlar. Bu gevşeklikle mücadele edilmezse, nefis fısk u
fücûr işletir ve sahibini küfre ve şirke davet eder.[51] Bu nedenle bu mücadeleye sahne
olan insanın nefsini ıslah etmesi ve kalp galibiyeti için mücadelesini
sürdürmesi görevidir.
Ruhun kalp lâtîfesiyle nefse galip
olmasının alameti tam huzurlu olmaktır, müşahededir. Zâhirde alameti ise, tam
manasıyla büyük günahlardan arınmaktır. Eğer bir kul, günahlardan arınmış ise,
müşahede etsin veya etmesin, kalp lâtîfesi çalışıyor demektir.[52]
Bir sâlikin şerîat ve tarikat usûl ve
adabına hakkıyla riayeti, yapılan zikir ve teveccühleri neticesinde kalp, asıl
sıfatına bürünerek şüphe ve tereddütlerden kurtulur, kalp nuru ve ikinci doğum
denen veled-i kalple birlikte, içerisinde akîk rengine benzer, kırmızı-sarı bir
nur zuhur eder. Öyle ki, sâlik artık istese de kalbini Allah’ ın zikrinden
alıkoyamaz. Kalbin kendiliğinden zikreder hâle gelmesiyle, kalp zikri biter ve
rûh lâtîfesinin zikri başlar.[53]
Lâtîfelerden her biri ulu’l-azm
Peygamberlerden birinin kademi altındadır. Kalp, Âdem Peygamberin kademi
altında olup efâl-i ilâhiyyenin tecellîleri ile direkt ilgisi bulunmaktadır.
Velâyet makamına bu lâtîfe ile ulaşan sâlike Âdemî meşrep denilir.[54]
Salik kalp lâtîfesi ile zikre devam
edince, bu lâtîfenin zikrinden hâsıl olan nuru, kalpten omuzdaki kürek kemiğine
doğru uzayarak çıkar. Yahut da zikir sebebiyle kalpte titreme ve kuvvetli
vuruşlar hâsıl olur. Bu nurlanma ve vuruşlardan sonra müridin kalbi istese de
başka şeyleri düşünemeyecek ve Allah’ın zikrinden gayrisinin giremeyeceği bir
duruma geldiğinde ruh lâtîfesi ile zikir telkin edilir.73 Kalbin
kendiliğinden zikreder hale gelmesi ve ilahî tecelliye mazhar olmasına “veled-i
kalb” veya “vilâdet-i sânî” adı verilir.74
Her insanda mevcut olan kalbe saygı
göstermek büyük bir disiplindir. Bu düşünceyi hayatımıza tatbik edersek bütün
hayatımız ve bütün ilişkilerimiz değişime uğrayacaktır.75
Latîfelerin ikincisi ruh latîfesidir.
Lügatte, can, nefis anlamlarına gelir.76
Istılahta ise, mücerred insan latifesi, insandaki bilen ve idrak eden latife
olup emr âleminden inmiş ve insandaki hay- vanî rûha binmiştir, onun künhünü
idrak mümkün değildir.77 Aşk, üns, cezbe ve muhabbetin mahallidir.78
Necmüddîn Kübrâ (v.618/1221) muhabbetin mahallinin kalp, aşkın mahallinin ise
ruh79 olduğunu ifade eder.
Kalp ve ruh, ikisi sadece Hakk’ı arayan,
O’na âsi olmayan ve O’nun emrettiğinin dışında bir şey yapmayan Hakk’ı talepte
cehd ve gayret sarfeden iki lâtîfedir.80 Ruh öyle bir latifedir ki,
bedende bulunduğu müddetçe Allah Teâlâ ruhun mahalli olan beden kalıbında hayat
yaratır.81 Rûh, yedi lâtîfeden ikincisi yerine kullanılan bir
terimdir.82 Kur'ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerde rûhtan çoğu zaman
nefs diye söz edilir.83 Ruh, özel bir şekilde kalbe gayb ilminden
bırakılan
^
Dâru Îhyâi’t-Turâsi’l-Arabî,
Beyrut, ts, s.514; Muhammed Es’ad, Nuru'l-Hidâyeti ve'l-Irfân, Matbaatü’l-İlmiyye,
Kahire, 1311, s.82; Arberry, Sufism, p.131.
73 Gümüşhanevî,
Câmiü'l-Usûl, s.70; (Trc., s.105.); Muhammed Halid Ziyauddîn, Tercüme-i
Risâle-i Halidiyye, Basım yeri ve tarihi yok, 63; Bu eser birkaç risâle ile
bir arada ofset olarak basılmıştır; Esad Sahib, Mektûbat-ı Mevlânâ Hâlid,
haz. Dilaver Selvi-Kemal Yıldız, Umran Yay., İstanbul 1993, s.182 (Mektup: 32).
74 Türer,
“Letâif-i Hamse”, DİA, XXVII, 143.
76 İbrahim
Mustafa ve Diğerleri, el-Mu'cemu'l-Vasît, Çağrı Yay., İstanbul, 1992,
s.380; Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s.274.
77 İsmail
b. Hammad el-Cevherî, es-Sıhah Tâcü'l-Lügati ve's-Sıhâhi'l-Arabiyyeti,
I-VI, Matabiu Dâri’l- Kitabi’l-Arabî, ts., I, 367vd, II, 981-982; Âsım Efendi,
a.g.e., I, 885-886; Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.439-440.
78 Kuşeyrî,
a.g.e., I, 273; Cürcânî, a.g.e., s.118; Dehlevî, a.g.e., II, 90; (Trc., II,
277); Baklî, a.g.e., s.221.
79 Necmüddîn-i
Kübrâ, Tasavvufî Hayat (Usûlu Aşere Risâle ile'l-Hâim Fevâihu'l-Cemâl),
çev., Mustafa Kara, Dergah Yay., İstanbul 1980, s.121.
81 Kuşeyrî,
er-Risâletü'l-Kuşeyriyye, I, 272; a. mlf., Tasavvuf ilmine Dair:
Kuşeyrî Risalesi, çev., Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul 1978, s.183;
Hasan eş-Şarkavî, Mu'cemu Elfâzi's-Sûfîyye, Müessesetü Muhtâr, Kahire,
1987, s.157.
82 İmam-ı
Rabbânî, el-Mektûbât, I, 246, (Mektup: 260.)
83 Uludağ,
Tasavvuf Terimleri, s.441; Kur’ân-ı Kerîm: Bkz: Enam, 6/93; Fecr,
89/27-28; Zümer, 39/42; Yunûs, 10/92; Hadis-i Şerîf: Ebû Davûd, “Sünnet”, 16;
Nesâî, “Cenâiz”, 117; Muvatta, “Cenâiz”, 49. şeyin yerine de kullanılır.[55] Ruh-u azam’ın rûh adını
alması, beden için rububiyyeti; duyusal hayatın ve tüm nefsânî kuvvelere akışın
membaı olması itibariyledir.[56]
Ruh, asılların aslıdır. İnsan bedeninin
devamının şartıdır. Ruhun varlığı sâyesinde beden bilir, görür, işitir, tutar,
yürür. Ruhun özellikleri sâyesinde, ilimde kesinlik, görmede firâset, işitmede
hikmeti anlama, tutmada itaat, yürümede hizmet meydana gelir. Âdem (a.s)’dan
sonraki peygamberler ve velîlerden seçkin insanların sahip oldukları “husûsî
rûh”, bedende baştan ayağa onlara can veren “umûmî ruh” gibidir. Göz onunla
görür, kulak onunla işitir, dil onunla konuşur, el onunla tutar, kalp onunla
bilir, dış ve içteki uzuvların tüm zerreleri onunla aydınlanır ve tazelenir.
Havassın ruhu âlemin ebedîliği ile bâkîdir. Avam halkın ruhu ise bedenlerinin
devâmı ile bâkîdir.[57] Sarı
Abdullah Efendi (v.1071/1661), Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevi isimli
Mesnevî şerhinde, ruhun ebedî olduğunu ancak hâdis olup ezelî olmadığını ifade
etmektedir.[58]
İnsanda dört türlü rûh bulunmaktadır:
Tabiî rûh, nebâtî rûh, hayvânî rûh ve insanî rûh: Birincisi, cismin
parçacıklarını bir arada tutan ve dağılmasına engel olan güç olup, semeresi
kuvvet ve kudrettir. Nebâtî rûh, büyüme, üreme ve beslenme gibi biyolojik
fonksiyonları sağlayan güçtür. Hayvânî rûh, insanın his ve hareketlerinin
kaynağı olan güçtür. Rûh-ı hayvânînin merkezi kalptir, semeresi ise, hayat ve
rahattır.[59] Bedeni idare
etmesi cihetiyle kendisine bu isim verilmiştir.[60] İnsanî rûh ise, Allah Teâlâ
tarafından üfürülen rûh (rûh-i menfûh), Hakk’ın kendisine nisbet ettiği (rûh-i
izafî) beşerî ruhtur. Hakikatte ruh-u azam, insanî ruhtur. Rububiyyeti
açısından ilahî zât’ın mazharıdır. Bu sebeple, hiçbir şey onun çevresinde
uçamaz, yanında yöresinde dönüp dolaşan hiçbir kimse ona erişemez ve onun
güzellik nurunun isteklisi olan kimse de örtülerle sınırlıdır. O’nun kün- hünü
Allah’tan başka kimse bilemez, bu arzuya ondan başka kimse nail olamaz. Ruh-u
azam’ın âlem-i kebîrde ilk akıl, yüce kalem, nûr, küllî nefs, levh-i mahfuz ve
benzeri mazharları ve isimleri olduğu gibi; ehlullah ve başkalarının
ıstılahında ruh-u azam’ın âlem-i sağîrde de zuhur ve mertebeleri açısından
mazharları ve isimleri bulunmaktadır.[61] Ruh-u azam’ın insanî küçük
âlemdeki isimleri sadr, kalp, rû’ ‘r-û’’ (gönül), ruh, sır, hafî, kelime, fuad,
akıl ve nefis’tir.[62] Konevî’ye
göre ruhun yakınlığı, kısmen kalbin, kısmen de sırrın yakınlığı gibidir.[63] Sarı
Abdullah Efendi, ruh-ı a’zamdan murad, hakikat-i Muhammediye ve ruh-i Ahmediyye
olduğuna işaret eder.[64]
Tasavvufî düşüncede ruhun yedi ayrı
vechesinin bulunduğundan da bahsedilir: Madenî, nebatî/bitkisel, hayvanî,
nefsanî/kişisel, insanî, sır ve sırrü’l-esrâr. Her bir ruh değerli yeteneklere
sahiptir ve gerçek manevî gelişim beden, akıl ve ruh dâhil bütün bireyin
dengeli gelişimi demektir. Madenî ruh, iskelet sisteminde yer alır. Bitkisel
ruh karaciğere yerleşiktir ve sindirim sistemiyle bağlantılıdır. Büyümeyi ve besinlerin
özümsenmesini düzenler. Hayvansal ruh, kalpte yerleşiktir ve kan dolaşım
sistemiyle bağlantılıdır. Bu ruh korkularımızı, öfkemizi ve tutkularımızı
içerir. Nefsanî ruh, beyinde yerleşiktir ve sinir sistemiyle bağlantılıdır.
İnsani ruh, manevî kalpte yerleşiktir şefkat ve imanın mekânıdır, manevî
değerleri ve tecrübeleri barındırır. Sırlı ruh, Allah Teâlâ’yı hatırlayan
ruhumuzdur. İç kalpte yerleşiktir ve nereden geldiğini ve nereye gideceğini
bilen ruhtur. Sırrü’l- esrâr, mutlak aşkın, zaman ve mekândan münezzeh olanı
içerir. Bu Allah Teâ- lâ’nın insanoğluna üflediği ruhtur, bizim özümüzdür. Eski
bir sûfî metaforu ruhu bir at arabasına benzetmektedir. Madeni ruh, arabanın
iskelet ve kaslarıdır. Bitkisel ruh, arabanın gövde kısmıdır. Hayvansal ruh,
atlar ve kişisel ruh ise sürücüdür. İnsani ruh, hafî/gizli ve ahfâ/en gizli ruh
ile birlikte arabanın içinde oturan sahibidir. Arabanın düzenli çalışması için
bütün ruhların sağlıklı olması ve hep birlikte çalışması gerekir. Sürücünün
atları yönlendirecek ve arabayı doğru sürecek kadar usta olması gerekir. Belki
de en önemlisi, sürücünün araba sahibinin talimatlarını iyi izleyebilmesi
şarttır.[65]
Yapılan zikrin tesiri ile olgunlaşan ruh
noktasında, sarı renkte bir nûr zuhur eder. Bu nurun ruh mahallini bürümesiyle
sâlik, ruhunu Allah’ın zikrinden alıkoyamaz hâle gelir. Kalp ve ruh lâtîfeleri
zikrullah ile yıkanıp tasfiye edilerek nisyanı giderildikten sonra
kendiliklerinden, müridin iradesi dışında, istese de mani olamayacağı bir
şekilde zikretmeye başlar. Bu hâlin sâlikte meleke haline gelmesinin akabinde,
sâlikin zikri, şeyhinin izniyle sırr noktasına intikal ettirilir.[66] Ruhla
yapılan zikrin neticesinde, Allah Teâlâ celal ve cemal sıfatının nuranî tecellisine
ermeyi nasib eder.[67]
Bu lâtîfenin geçilmesi, Allah Teâlâ’nın
sıfât-ı subûtiyesinin tecellîsiyle gerçekleşir. Bu makamda sâlik tevhid-i
vücûdî ile varlığın yalnızca Allah Teâlâ’ya ait olduğunu tesbit eder. Rûh, Nuh
ve İbrahim Peygamberin kademi altındadır. Bu lâtîfenin velâyetine Nûh ve
İbrahim (a.s) velâyeti ismi verilir. Bu makamdan maksadına ulaşan sâlike ise,
İbrahimî meşrep denilir. Ruh lâtîfesi de hararetle ve nurlanarak zikretmeye
başlayınca sırr lâtîfesinin zikri telkin edilir.[68]
Lügatte, gizli tutulan, kimseye
söylenmeyen şey, akıl ve idrakin kavrama sahası dışında kalan, Allah Teâlâ’nın
akıl erdirilemeyen hikmeti anlamlarına gelmektedir.[69] Tasavvufî ıstılahta ise,
bedendeki rûh gibi kalbe konulmuş, müşahedenin mahalli olan yedi lâtîfeden
üçüncüsü yerine kullanılan Rabbânî bir lâtîfedir.[70] Bir başka deyişle, bazı
mutasavvıflar, şuurda gizli olan manayı sır olarak adlandırırken, bazıları da
sufilerin havassından olan kimselerin inzivaya çekilip kendilerini tecrid
ederek kalp safiyetine kavuşmalarını sır olarak değerlendirirler. Zira böyle
düşünenlere göre kalp, bu durumda sırra mahal olmuş ve içinde bulunulan halin
ismini mecazî olarak ifade eden mekân konumunda olduğu için de bu adla
isimlendirilmiştir.[71] Bununla
birlikte, ârif kullar ile Allah Teâlâ arasında saklı ve gizil kalan hallere de
sır ismi verilir.[72] “Allah
dostlarının kalpleri sırların mezarıdır”[73] sözü bu manayadır. Sûfîlerin
bir kısmı, sırrı kalpten sonra ve ruhtan evvel ele almışlardır. Ancak çoğunluk
onu ruhtan sonra ve ondan daha yüce bir latife olarak değerlendirmişlerdir.[74] Bu sebeple
sır, ruhtan daha latif, ruh ise kalpten daha şereflidir. Bu sebeple sır
müşâhede nurlarının mahallidir.[75] Abdülkadir
Geylânî sırrın yolculuğundan bahsetmektedir.[76]
Nitekim Allah Teâlâ: “Sırrı ve en gizli
olanı O bilir.” (Taha, 7) Ruh-u azam’ın sır adını alması, onun nurlarının
Allah’ı bilme konusunda yalnız kalp erbabı ve ilimde derinleşenler tarafından
idrak edilmesinden dolayıdır.[77]
Îbnü’l-Arabî’ye göre sır, Allah Teâlâ’nın muradını bilme karşılığında
kullanılır.[78] Sırrın
sıfatı, ulûm-ı adiyyenin yetişemeyeceği şeyleri müşahede etmektir.[79]
Behîmî hasletler her ne zaman akıl üzerine
galebe çalacak olsa, akıl tabiî ve adî dürtülere meyleder. Sadece yeme içme ve
cinsî şehveti düşünür. Selîm fıtrat sahiplerinin tiksineceği çirkin hallere
meyleder. Melekî hasletlerin akla kısmen galebe çalması halinde ise, o (gerçek)
akıl olur ve işi, ihsanî bilgilerden bedîhî olarak ya da nazar sonucu tasdiki
gerekli olanları tasdik eder. Nuru güçlenir, duruluğu artarsa ona artık “sır”
denir. Onun işi ise, gayb âleminden rüya, firâset, keşf, hatiften ses işitme
gibi yollarla feyiz halinde inen bilgileri kabul ve tasdik etmektir. Zaman ve
mekândan hâlî şeylere yöneldikçe “hafî” olur.[80]
Sühreverdî (v.632/1234)’ye göre, sûfilerin
sır diye adlandırdıkları şey, rûh ve nefis gibi kendi başına müstakil bir
varlığa sahip değildir. Nefs tasfiye ve tezkiye edildiğinde rûh, nefsin
karanlık ve kötülüğe sevkedici etkisinden kurtulur. Allah Teâlâ’ya doğru
kurbiyyet makamlarında yükselmeye başlar. Bu halde kalp de, yerleşik bulunduğu
durumdan ayrılarak rûha doğru yönelir ve ondan gelecek emir ve işaretleri
beklemeye başlar. Kendi vasfına ilave olarak ayrı bir müsbet vasıf daha
kazanır. Sûfîler kalpten daha saf ve temiz gördükleri bu vasfı anlamak güç
olduğu için, onu sırr diye isimlendirmişlerdir.[81] Günümüzde bazı tarikatlarda
sâliklere sırr lâtîfesinden sonra sırru’s-sır lâtîfesinin zikri telkin edilir.
Sırr-ı sırr, Allah Teâlâ’nın kendisiyle kuldan ayrıldığı[82] veya bir başka deyişle,
Hakk’tan başkasının kendisine muttali olamadığı şeydir.[83] Sırr lâtîfesi zikir ile aslî
kisvesine bürünen sâlik, Musa (a.s)’ın velâyet makamına ayak basmış olur ve
kendisine Musâ meşrepli denilir. Sırr lâtîfesi de Allah Teâlâ’nın zâtının
tecellîlerinde fani olur. Rabbin ona tecellîleri hep kelâm sıfatı ile gerçekleşmektedir.[84]
Sufîlerin çoğunluğunun kanaatine göre,
latifeler aynı latifenin mertebelerine göre değişen isimlerden ibarettir. Bazı
mertebelerde ona kalp, beşerî kayıtlardan kurtulup saflaştığında ruh, saflık
artınca sır, daha da olgunlaşınca hafî, en son mertebeye ulaştığında ise ahfâ
ismini aldığı ve letaifte öz itibariyle bir farklılık bulunmadığı ifade
edilmektedir.[85]
Nefis ve sır lâtîfesi arasındaki
mücadelede ruh, vahdeti ister, yani madde âleminden sıyrılıp Allah Teâlâ’nın
zâtî tecellîlerine nail olmak ister. Sır lâtîfesi başarılı olursa, kul
kendisini Cenâb-ı Hakk’ın zâtî tecellîlerinin denizinde kendisini buluverir.
Sanki kendisi bütün âlemlerle birlikte oradadır. Eğer kalp ile birlikte sır
lâtîfesi de çalışırsa, o andan itibaren Allah Teâlâ’nın tecellîlerinden
başkasını göremez. Sır lâtîfesinin çalışmasının en belirgin âlameti ihlâstır.
Zâhirî işareti ise, Allah Teâlâ’yı çokça zikretmek ve bir nevi manevî sarhoşluk
halidir.[86]
Hemedânî’nin ruh ile alâkalı olarak
kanaati şu şekildedir: Ruh Allah Teâlâ’nın kendisini gördüğünü bilir. Onun
nazarıyla bütün varlığı edep ve hürmet olur. Hak Teâlâ’dan başkasına yönelmez,
başkalarıyla tesellî olmaz, daima Hak Teâlâ’ nın cemâlini müşâhede eder.[87]
Sır âleminden yapılan zikir, ilahî
sırların murakabesine götürür.[88] Konevî’ye
göre sırrın yakınlığı, kişinin hakikî keşiflere dalmasına bağlıdır. Bu ise
ancak hakikî tecelli ile hâsıl olur. Asıl tecelli ve Hakk’ın yakınlığı budur.
O’na göre yakınlığın en üst mertebesi, Hakk’ın ahadiyet yakınlığıdır ki,
kalbin, ruhun, sırrın ve nefsin yakınlığı mertebelerini kendi özünde toplar. Bu
mertebe, kul için tam bir yokluk mertebesidir. Bu mertebe Hakk’ın zât, sıfât ve
efâl tecellilerinin aydınlık tenzihleri altındadır. Bu hal içinde kul, zât,
sıfat ve fiil olarak tam, küllî ve tek birliğe doğru yol alıp kendinden geçer,
fenâ bulur.[89]
Yapılan zikirler neticesinde sırr
mahallinde beyaz renkli bir nurun zuhuru ile sırr noktası da, kendiliğinden
zikreder hâle gelir. Sâlik artık istese de bu zikre mani olamaz. Bu alâmetlerin
tahakkukunu müteakip, çekilen esmânın ruhâniyeti ile “derûnî bir şuur” olarak
da isimlendirilen[90] sır lâtîfesi
de harekete geçer ve nur- lanırsa hafî lâtîfesi zikri telkin edilir.[91]
Lügatte, gizli ve saklı manasına gelen bir
kelime olup,[92] rûha
bilkuvve konulmuş Rabbânî bir latîfedir.[93] Hafî, yedi lâtîfeden
dördüncüsü yerine kullanılan bir terimdir.[94] Bu latîfenin hafî adını alması
ise, hakikatinin âriflere ve başkalarına gizli kalması sebebiyledir.[95] Hafî
lâtîfesine sırr-ı sır da denilmiştir.[96] Latîfe-i hafî, nefsin râziye
mertebesine mukabildir.[97] Rabbânî
varidatın galebesinden sonra, rubûbiyyet sıfatlarının tecellisini kabulde ve
ilâhî feyzin rûha akıtılmasında hazret ve rûh arasında bir vasıtadır. Rûh
üzerinde ilahî feyzin coşkunluğuna ve çoğalmasına vesile olur.127
Nefsin bir diğer mücadelesi ise, ruhu hafî
lâtîfesinden ayırmak ve onu aslî maksadından uzaklaştırmaktır. Ruh, hafî aslına
meyletmesiyle istiğrak ister. Yani ârifâne bir suretle sadece Yaratıcı’sının
emir ve isteklerine ram olmak ister. Bu durum kemâl-i teslimiyetle ifade
edilir. Kul Allah Teâlâ’nın zâtı için kendi nefsini terk eder ve layıkıyla onun
emrinde çalıştırırsa, ayne’l-yakin derecesinde istiğrakı bulur, müşahede eder.
Hafî lâtîfesinin çalışmasının alameti gayrettir. Gayret, Allah Teâlâ’nın emri
dışındaki her şeyden uzaklaşma ve onun emirlerini layıkıyla yerine getirip,
yasaklarını da terk etmektir. Bu hal sahibinin zâhirî alameti çokça yalvarış
ve dua etmesidir.128
Sarı Abdullah Efendi, letâif-i rûhaniyye
ile alâkalı olarak şöyle demektedir: Nefsin sıfatlarından uzaklaşarak kalbin
harem sarayına giren şahıs kalp nuru ile nefsini tanır. Kalbin sıfatlarını
geçtiğinde sır makamına ulaşır ve sır ilmi ile kalbi tanır. Sırrı geçince ruh
âlemine vasıl olarak ruhun nuru ile sırrı tanır. Ruh makamını geçtiklerinde
hafî makamına ulaşarak Hakk’ın şahidiyle ruhu tanır. Hafî menzilini
geçtiklerinde ise, hakikat deryasının sahiline ulaşıp cemal nurlarının şuaları
ile hafîyi tanırlar. Kendisine gelen celal tecellilerine tabi olur, benlik ve
enaniyetten dahi geçerse “Hakkı Hak ile ârif” yani muvahhid-i hakîkî olurlar.129
Bursevî (v.1137/1725) sır ile hafînin
farkı şudur der: Sır, ehl-i hakikat ıstılahında maden-i esrâr-ı ruhaniyet yani
kalp ile ruh arasında bir latifedir. Hâfî ise, muhit-i envâr-ı rububiyyet yani
ruh ile hazret-i ilahiye meyanında bir latifedir. Latife-i sır, neşe-i
evveliyyede her insanda mevcuttur. Onun için her mümin ve kâfir ruhaniyyet
mertebesinden hisse-mend olmak mümkündür. Ruhânîlerde olduğu gibi. Zira esrâr-ı
ruhaniye makulat kabilindendir. Makulatta ise mümin ve kâfir müşterektir. Bu
rütbeden tecavüz eden nice keşfe itibar yoktur. Ehl-i sülukun ekseri bu
berzahta kalmıştır. Latife-i hâfiyye, neşe-i uhrâ yani velâdet-i
nurlar. O da; “Onların
görülmesi zikre devam etmekle olur77 buyurması üzerine “Ey Allah’ın
Resulü, ben Allah zikrinden uzak değilim” der. Peygamberimiz, “Doğru
söylüyorsun ya Ebû Bekir, ama bu ancak zikir telkini ile olur” diyerek “ahfa”
ile “hafi zikir”i kendisine verip öğretir ki bu tarz zikir, “Nakşibendiyye” azizlerinin,
“Hacegân” taifesi ve azizân taifesinin zikirleridir.” (Mahmud Cemaleddîn
el-Hulvî, Lemezât-ı Hulviyye ez Leme^zât-ı Ulviyye (Büyük Velîlerin Tatlı
Halleri), haz., Mehmet Serhan Tayşi, İFAV Yay., İstanbul 1993, s.33; Daha
tasavvufî terminolojinin oluşmadığı bu döneme ait “hafi ve ahfa” terimlerinin
kullanıldığı bu malumatı ihtiyatla karşılamak gerektiği kanaatindeyiz.)
127 Cürcânî,
a.g.e., s.100; Gümüşhanevî, Câmiü’l-Usûl, s., 231-232; el-Hıfnî, a.g.e., s.91;
Hamdi Efendi, a.g.e., s.12.
128 Bkz.,
Çetin, Mufassal Medeni Ahlak, s.138-139.
129 Sarı
Abdullah Efendi, a.g.e., I, 106; Ülker Aytekin, Sarı Abdullah Efendi ve
Mesnevî-i Şerif Şerhi, (Basılmamış Doktora Tezi, MÜSBE.), İstanbul 2002,
s.311. sâniyede zahir olur. Onun için esrâr-ı rububiyyet muvahhidden başkasında
münkeşif olmaz. Zira keşifler ve müşahedeler ulum-i ledünniyye babından dır.[98]
Hafi zikir, güçlü padişahın katında,
doğruluk otağında olan; ehadiyet zatından parlayan nurları görmeye vesiledir.[99] Sâlikin
Allah Teâlâ’nın sıfat ve fiillerinde fani olması[100] anlamına gelen hafî lâtîfesi
de zümrüt yeşili bir nurun zuhuru ile aslî kisvesine bürünür. Bu da
kendiliğinden zikreder hâle gelir.[101] Lahûtî bir lâtîfe olan hafî,
Isâ Peygamberin kademi altında[102] olup, bu
makama ulaşan sâlike Isâ meşrepli denilir. Hayret ve istiğrak makamının
başlangıcı olan bu lâtîfe, Allah Teâlâ’ nın sıfat-ı selbiyyesinde yok olur.
Çekilen esmânın ruhâniyeti ile hafî lâtîfesi de harekete geçer ve nurlanırsa
ahfâ lâtîfesi zikri telkin edilir.[103]
Lügatte, gizlinin de gizlisi, en gizli,
idrâk edilmesi güç olan sırr manasına gelir.[104] Yapılan zikirler neticesinde
ahfâ mahallinde, biri siyah ve biri beyaz iki nur zuhur eder. Aslî kisvesine
ait renklere bürünen ahfâ bedende kendiliğinden zikreder hâle gelir. Böylece
sâlik letâif-i ruhâniyesi ile zikrullahı refleks hâline getirmiş olur. Bu
mertebeye erişen sâlikin zikri mürşidinin izniyle, nefsin engelleyici ve yol
kesici isteklerini imhâ ile onu ruha râm etme makamı sayılabilecek letâif-i
nefse intikal ettirilir.[105]
Nefsin mücadele alanlarından birisi de,
ruhu ahfa lâtîfesine olan meylinden vazgeçirmektir. Ruh, ahfaya meyli sebebiyle
izmihlal istemektedir. izmihlal, kemâl-i tevazu ile ifade edilmektedir. Nefsin
gayesi, onu bu isteğinden çevirip kibir ve gurura düşürmektir. Ahfanın galip
olmasının alameti, kemâl-i istikamet üzere devam ve tevbede sebat etmektir.
Teslim, ihlâs, muhabbet, yalvarış ve kadere rıza göstermek istikametle ifade
edilir.[106]
Gizlinin gizlisi, adı verilen zikre gelince,
o da, Hakka’l-yakin, makamının hakikatine ermeyi sağlar. Şu iyi bilinmelidir
ki; bu gizlinin gizlisi (hafiyyü’l-ahfa), tabir edilen hale Allah Teâlâ’dan
başkası muttali olamaz. Bunu şu âyet-i kerîme ifade eder: “Q. gizliyi (sır)
ve gizlinin gizlisini de (ahfâ) bilir.” (Taha, 20/7)[107]
Ahfâ, Peygamberimizin (s.a.v) kademi
altındadır.[108] Ahfâ
lâtîfesinde yok olma hâli, kalp, ruh, sırr ve hafî lâtîfelerinde ve Şân-ı ilâhî
mertebesiyle gerçekleşir. Bu makama ulaşan sâlik, Allah’ın ahlakı ile
ahlaklanır. Çekilen esmânın ruhâniyeti ile ahfâ lâtîfesi de harekete geçer.[109] îdris Şah’a
göre, Ahfâ, mahalli beyindir. îşleyiş alanı olan beyin ve kalp arasında görev
yapar.[110]
îmam Rabbânî’nin bir mektubundan şerîata
kayıtlı kalma halinin sülûkte ruhun ileri mertebeleri olan hafî ve ahfâ’ya
ulaşmadan önceye ait olduğu ve bu mertebelere gelince hiçbir kayıtla bağlı
olmayacağı gibi bir ifade anlaşılıyor ise de, bunu tasavvufun son sözü olarak
kabul etmek mümkün değildir. Şayet mükellefiyetlerden muafiyet söz konusu
olsaydı, bu Hz. Peygamber için geçerli olurdu. Çünkü hiçbir veli ve sûfî ondan
ileri gidemez. Nitekim Hz. Peygamber şerîatın koyduğu yükümlülüklere harfiyen
uymuştur. O halde mükellefiyetlerin kalkacağı bir merhalenin düşünülmesi mümkün
değildir.[111]
Teklif/mükellefiyet mevzuunu Necmüddîn-i Kübrâ şu şekilde yorumlamaktadır: O,
velayet mertebesine ulaşan havastan (namaz ve oruç gibi) günlük ibadet yapma
sorumluluğu kalkar mı? sorusuna şu cevabı vermektedir: Teklifin, meşakkat
mânasına gelen külfetten alınmış olması mânasında evet, düşer. Zira velîler
külfet ve meşakkat söz konusu olmaksızın ibadet ederler, aksine ibâdetten zevk
alır, bundan hoşlanırlar. (Ancak bu anlamda teklif düşer.)”[112]Abdülkadir Geylânî de, hiçbir
kimseden hiçbir halde farz ibadetlerin sakıt olmayacağını ifade etmektedir.[113]
îmam Rabbanî velayet mertebesine ulaşan
insanların vasıflarını şu şekilde sıralamaktadır: Bedenleri Allah Teâlâ’nın
taatine yumuşar, sineleri îslâm için genişler, nefsi mutmainne derecesine
ulaşır, bu sebeple Rabbi kendisinden kendisi de Rabbinden razı olur. Kalbi
selim olur. Ruhu tamamen uluhiyyet sıfatlarının müşâhedesine yönelir. Sırrı
rabbanî hikmet ve tecellileri müşâhede eder. Onun hafî latifesi, Allah
Teâlâ’nın tenzih, takdis ve kibriyâsının kemali sebebiyle hayrete düşer.
Ahfâsı ise, misalle anlatılamayan keyfiyetsiz bir şekilde (Allah Teâlâ’ya)
ittisal eder.[114]
Schimmel (v.2003), İmam Şaranî’nin
(v.973/1565) zikrin yedi türünden bahsettiğini ifade eder: Lisanın zikri, dil
ile yapılan zikirdir. Zikr-i nefs, kulakla işitilmeyen, iç hareket ve duygudan
ibaret zikirdir. Zikr-i kalp, Allah Teâlâ’nın güzellik ve azametinin
derunumuzda gözlemlendiği haldeki zikir. Zikr-i ruh, tefekkür halindeki
mutasavvıfın Allah Teâlâ’nın sıfatlarının nurunu algıladığı zamanki zikri.
Zikr-i sır, sırlar açığa çıktığında kalbin derinlikleriyle icra edilen zikir.
Zikr-i hafî, zât-ı ehadiyyetin güzellik nurunun müşâhede edildiği halde yapılan
zikirdir. Zikr-i ahfa’l-hafî, Mutlak Hakikatin hakka’l-yakîn görülmesi
durumunda sırrın sırrının icra ettiği zikirdir.[115] Ahfâ latîfesinden sonra
tasavvufî düşüncedeki sıralamaya göre latife-i nefs gelmektedir.
Nefis, rûh, can, hayat; kişi, bir şeyin
varlığı, kendisi; asıl, maya; maddeden ayrı olan cevher mânalarına gelir. [116] Dehlevî
(v.1176/1762), nefsi şu şekilde tarif etmektedir: nefs, insanın yemek, içmek ve
cinsel konularla ilgili haz ve lezzetleri arzulamasını sağlayan kaynağın
adıdır.[117]
Tasavvuf anlayışında nefis, ilâhî bir
özden yaratılmış, iyilik ve kötülüğün kaynağı olup,[118] hayra ve şerre sevk eden
güdüdür.[119] Bundan
dolayı dinî ve tasavvufî eğitim, aklın değil nefsin eğitimidir.[120] Sûfîler
nefis kelimesini kullandıkları vakit bununla ne bir şeyin varlığını, ne de
vazedilmiş kalıbı kastederler. Nefis’den murâd, kula ait illetli vasıflar,
kulun kulluğuna layık olmayan kötü huylar, sıfatlar ve fiillerdir.[121] Nefs
insanın büyüklüğünden ve bütünlüğünden neş’et eden aktivitesidir. Kur’ân-ı
Kerîm’de nefs sekiz ayrı anlamda kullanılmıştır: zâtullâh, insan rûhu, kalb,
sadır, insan bedeni, bedenle beraber rûh, insan bedeninde mevcut olup kötülüğü
emreden nefs; zât ve cins.[122]
Nefs, canlılık yeteneği bulunan ve organı
olan tabiî bir cismin tamamlanmış halidir. Diğer bir deyişle, bilkuvve
canlılığa sahip olan tabiî bir cismin ilk yeteneği veya kendiliğinden hareket
eden aklî, manevî bir cevher olup birçok güce sahiptir.[123] Nefs, bizi manevî yoldan
ayırmaya çalışan negatif güçlerin koleksiyonundan ibarettir.[124] Güneş
ışığının güneşten gelmesi gibi, onun cevheri de yüce Yaratıcı’dan gelmektedir.[125] “Nefse
ve onu şekillendirene (and olsun ki)” (Şems, 7) âyet-i kerîmeleri bu hususa
işaret etmiştir. Ruh-u azam’ın nefs adını alması, bedene bağlı olması ve onu
yönetmesi sebebiyledir. Nefs kendisinden nebatî fiiller çıktığı zaman nebatî
nefs, hayvanî fiiller çıktığı zaman hayvanî nefs adını alır. Hayvanî kuvvelerin
ruhanî kuvvelere galip gelmesi açısından ise emmâre adını alır.[126] Bu mertebe,
“rahat vermeyen nefis” aşaması olarak da adlandırılır. Zalim nefis bize egemen
olmaya, düşüncelerimizi ve eylemlerimizi kontrol etmeye çalışır ve maalesef
genellikle de galip gelir. Genel olarak nefisten söz ederken birçok sûfî yazar
yalnızca nefsin bu en alt düzeyini kasteder.[127]
İnsan kişiliğinin üç vechesi bulunur:
Kalp, ruh ve nefis. Buradaki kalp bir simgedir. Ruh ile nefis, çocukları
durumunda olan kalbi, kendi taraflarına çekmek için daimî bir mücadele
halindedir. Kalp bu mücadelede kendisine hayat veren bu iki unsurdan galip
gelenin mahiyetine bürünür. Nefs galip geldiğinde kalbî kendi emri altında
kullanır. Ruh kazanırsa kalp ruhânîleşir, nefsi de dönüştürerek nura-
nileştirir. Böylece kalp üzerindeki perdeleri atar ve insandaki ilâhî sırrın
kandili haline gelir.[128] Bir diğer
deyişle, nefis ve ruhun âlemlerinin farklı olması nedeniyle her biri kendi
aslına dönmek ve kendi arzularını icra etmek ister. Nefs, insanın tüm dikkatini
toprak, ateş, su ve havaya yani beşeriyet yönüne celbetmek ister. Ruh ise,
nefsin dikkatini emir ve melekût âlemine döndürmek ister. Bu daimî bir mücadele
halinde devam eder. Bunun sebebi, nefsin makamının madde âlemi, ruhun makamının
ise emir âlemi olması[129] ve her
ikisinin de aslına dönmek istemesidir.
Nefisten, yani içten yapılan zikirde, harf
olmaz. Ses işitilmez, îçten bir hareket ve duygu ile bilinen zikirdir.[130] Konevî’ye
göre nefsin yakınlığı, kulun itaat ve ibadet görevlerini yapmasına bağlıdır. Bu
makamda Hakk’ın kuluna yakınlığı merhameti ve şefkatidir.[131]
Fenâ fi’ş-şeyh makamı olan[132] letâif-i
nefsin bedendeki yeri, iki kaşın tam ortasında (secde mahallinde) yer alan ve
beynin ön tarafında bulunan akl-ı meâş’ın mahalli olarak tasavvur edilir.[133] Lâtife-i
nefsin nurunun rengi bazı muhakkiklere göre sarı olduğunu ifade edilmektedir.
Bu nefsin niteliği, ubûdiyyet, zillet ve fakr izhar etmektir.[134] Çekilen
esmânın ruhâniyeti ile nefis lâtîfesi de harekete geçer ve nurlanırsa cesed
lâtîfesi (letâîf-i küll) zikri telkin edilir.[135]
Letaif-i hamse (kalp, ruh, sır, hafî ve
ahfâ) çalıştıktan sonra, iki kaşın ortasında bulunan nefse zikir verilecek ve
nefsin zikretmesine çalışılacak ki nefis zikri çok zor kabul eder. Onun için
çok gayret etmek lazımdır. Artık nefis de teslim olup da zikre başladıktan
sonra, yavaş yavaş zikr-i külle geçecek ve bedene zikir yayılmağa
başlayacaktır. Bütün bedenle zikir yapılınca, bedenin hepsi nurlanma- ya başlar
ve zikr-i sultanî ile zikre devam edilir. Bundan sonra da nefy-i isbat başlar,
huzuru tâm olur, böylece şerh-i sadırdan sonra şerh-i beden olur. Fakat bu hâle
mâni olan manevî hastalıkların temizlenmesi gerekir.[136] Letâf-i ruhaniyye
sıralamasında latife-i nefsten sonra letâîf-i küll gelmektedir.
7.
LETÂÎF-İ KÜLL (CESED/BEDEN LÂTÎFESİ)
Zâhiren ve bâtınen bedenin tamamından
ibaret olan bu lâtîfede baştan ayağa bütün lâtîfeler zikrederler. Vücudunda
bulunan kıllar ve bütün hücreler bile kalbin hizmetine ortak olurlar. Bütün
azalar zikre engel durumun olmaması için dikkat kesilirler. Allah Teâlâ’nın
rızasına, zikredilen esmânın tecelliyâtına ve dolayısıyla mürşidin himmetine
yönelirler. Esmâ ve sıfat-ı ilâhiyenin tecellî tesirleri sebebiyle gerek
seğirme ve titreme, gerekse doğrudan doğruya zikre iştirak etmek suretiyle
bütün cesed uyanınca, beden her yanı ile bir kalp haline gelir. Azaların tamamı
kalbin vazifesini görür, baştan ayağa kadar her taraf zikre iştirak eder. Bu
hale zikr-i sultânî denir. Asıl istenen de bu zikirdir ve sâlikin gayesi Allah
Teâlâ’yı esmâ ve sıfatı ile bedene tasdik ettirmektir.[137]
Burada yer vermemiz gereken letâif-i
ruhaniye ile alakalı kavramlardan birisi de akıldır.
Akıl, sözlükte mastar olarak, menetmek,
engellemek, alıkoymak, bağlamak gibi anlamlara gelir.[138] Terim olarak ise, varlığın
hakikatini kavrayan, maddî olmayan fakat maddeye tesir eden basit bir cevher;
kıyas yapabilen güce verilen isimdir.[139] Bir diğer deyişle akıl,
insanın duyular vasıtasıyla algılayamadıklarını idrak etmesini sağlayan şeyin
adıdır.[140] Ruh-u
azam’ın akıl adını alması, kendisini ve var edicisini hususî bir taayyünle
akletmesi, algıladığı ve zaptettiği şeyle kendisini sınırlaması ve yine
kendisini sırf tasavvur ettiği şeye hasretmesi açısından- dır.[141] Ebû Hanife
(v.150/767) başta olmak üzere bazı âlimler aklın insan bedenindeki yeri olarak
beyni göstermişlerse de çoğunluğa göre aklın mahalli kalptir.[142]
Muhammed İkbal (v.1877-1938) de The
Reconstruction of Religious Thought in İslam (Islâm'da Dinî Düşüncenin Yeniden
Teşekkülü) adlı eserindeki “Din Mümkünattan mıdır?” isimli konferansında
İmam Rabbânî (v. 1034/1625)’den alıntılar yapmak suretiyle dini tecrübenin
çeşitliliği konusunda emir âleminden olan lâtîfelere değinmiştir.[143] Konu ile
ilgili olarak İkbal şöyle demektedir: Sûfîler, ruhun sıradan seviyesinden
yükselme isteğini duyup her şeyin mutlak kaynağı ile birleşmeyi, onun kimliğine
bürünmeyi özlüyorsa, geçmesi gereken manevî eğitimin dört mertebesi vardır:
a. Görünmeyene iman. b. Görünmeyeni
aramak. Bu mertebede arayıcı rûh, tabiatın şaşırtıcı olaylarını müşahede ederek
uykusundan uyanır. “Deveye bakmazlar mı, o nasıl yaratılmış, gökler nasıl
yükseltilmiş ve dağlar nasıl sarsılmaz bir şekilde tesbit edilmiştir.”
(Gâşiye, 88/17-19) c. Görünmeyeni bilmek: Bu bilgi yukarıda belirtildiği gibi,
kendi ruhumuzun derinliklerine nüfûz etmek suretiyle elde edilebilir. d.
Gerçekleşme: Bu, tasavvufun yüksek mertebelerinde, sürekli olarak adalet ve
cömertlik ilkelerine uymanın neticesinde tahakkuk eder. “Şüphesiz ki, Allah
adaleti, iyiliği ve akrabaya bakmayı emreder, zinayı, fenalıkları ve insanlara
zulüm yapmayı da yasaklar. Tutasınız diye, size öğüt verir.” (Nahl, 16/90)[144]
Ancak, Nakşibendîler gibi daha sonraki
bazı sûfî tarîkatlar bu son mertebenin tahakkuku için başka metotlar buldular,
daha doğrusu Hint Vedanta’sından yararlandılar. Hindûların Kundalînî doktrinini[145] taklid
ederek insan vücûdunda değişik yerlerde altı büyük nûr merkezi olduğunu ileri
sürdüler. Sûfîlerin amacı bu merkezleri belli tefekkür metodlarıyla harekete
geçirmek ve sonunda renklerin değişikliği arasında her şeyi görünür hale
getirip kendisi görünmeyen temel renksizlik nurunu elde etmektir. Bu nur
merkezlerinin vücûd içerisinde sürekli çalışmaları sonunda, vücûdun bu
noktalarına Allah Teâlâ’nın çeşitli isimlerini ve başka esrarengiz ifadeleri
yavaş yavaş tekrarlayıp belli bir hareket vermek suretiyle kendi kimliklerini
bulmaları, sûfîlerin bütün vücûdunu aydınlatır. Aynı nurun dış dünyayı
kapladığını da idrak etmek ise “başkalık” duygusunu tamamen ortadan kaldırır.
Bu usûllerin İran sûfîlerince bilinmesi gerçeği Von Kramer’in yanılarak bütün
tasavvuf realitesini Vedanta ile ilgili fikirlerin etkisine bağlamasına yol
açmıştır.178 İkbal burada şu fikrini de açıklamak ihtiyacı-
göre insan bedeninde 7
esas ve 43 tali çakra bulunmaktadır. Bütün çakraların döndüğü söylenmektedir,
ama dönüş hızları bedendeki enerji miktarına (çakraların uyarıldığı derecesi)
orantılıdır. Birçok kadim kültür bu enerji girdaplarına aşinadır, ancak önemli
saydıkları çakraların sayısı konusunda farklı görüşler arz etmektedirler.
Çakralar konusunda çoğu
öğreti aktif ve uyarılmış çakralar arasında belirli farklar kabul ederler.
Aktif çakralar enerjinin düzenli bir şekilde toplandığı merkezlerdir. Herkesin
çakarlarında faaliyet vardır ve her birey belirli çakralarda diğerlerine
kıyasla daha çok enerji yönlendirir. Çok ihtiraslı birinde 2. çakra çok
faaldir, rekabetçi birinin 3. çakrası faaldir ve entelektüellerin 6. çakrası
faaldir. Temelde aktif yedi çakranın şuur seviyeleri şöyledir:
İhtiyaçlar 1. çakra:
(omurganın dibinde kök çakra) -Fiziksel olarak hayatta kalma- yiyecek bulma,
barınma, korunma, vs. Bu bedensel bilincin seviyesidir.
Arzular 2. çakra: (göbek
altında bulunur) Zevk arama ve acıdan kaçınma (içgüdüsel anlamda cinsellik bu
seviyeden kaynaklanır). Bu duygular seviyesidir. 2. çakra uyarımı güçlü cinsel
duygulara neden olabilir. Kıskançlık veya nefret gibi önemli negatif duygu patlamaları
bu seviyede tetiklenebilir.
Güç 3. çakra: (güneş
sinirağında) Kişisel güç, erk - ahlak, karar, başkalarına karşı benlik. 3.
çakranın açılışı bir duygusal sarsıntıya yol açabilir. Çok acı verici
bilinçaltı malzeme ortaya çıkabilir.
Birlik 4. çakra: (kalp
çakrası, göğüsün ortasında bulunur). İlişkiler, paylaşılan deneyimler, benliği
aşmak. Bu şefkat seviyesidir. 4. çakra uyarıldığı zaman, göğüste ezici baskı
hissedilir.
İfade 5. çakra: (boğaz
merkezi, yeri boğaz altı) İlham, iletişimle kendini ifade etme. Bu yaratıcılık
seviyesidir. Bu çakranın açılışı çoğu zaman uzun sürür.
Aydınlanma 6 çakra:
(alnın ortasında üçüncü göz yeri) Soyut düşünce - entelektüel odaklanma. Bu
bilgi seviyesidir. 6. çakra uyandığında özellikle gözlerin etrafında ve alında
olmak üzere başta muazzam bir basınç hissedilir.
Yükseliş 7 çakra: (taç
çakra, başın tepesinde bulunur) Huşu - ruhsal odaklama. Bu ilahilik bilincidir.
Taç çakra açıldığında başın üstünde karıncalanma, titreşim veya dolaşan
enerjiler hissi vardır. 7. çakra delindiğinde sıkça samadhi (derin vecd hali)
yaşanır.
İlk üç şuur seviyesi ego
bağımlı ve kişisel hayatta kalma ve tatminle ilgilidir. 4. kalp çakra
seviyesinde gerçek anlamda başkalarına karşı duyarlı olma mümkün olur.
Ressamlar, müzisyenler, konuşmacılar ve kâşifler çoğu kez 5. çakra seviyesinde
faaldirler. Dâhilik güçlü bir 6. çakra ile ilintilidir. Dindar insanlar ve
ruhsal arayışta bulunanların genelde 7. çakraları faaldir. Uyarılmış çakralar
daha karmaşıktır. Uyarılmış bir 3. çakra güçlü bir duyarlılığa neden olur --
bu durumda başkaların fiziksel ve duygusal hallerini hissetme yetisini verir.
Bu kişinin bir "psişik süngere" dönüştüğü civardaki bütün duyu ve
duyguları algıladığı "sınırsız" bir haldır haldır. Yazan: El Collie,
Çakralar, çev., Kemal Menemencioğlu, http://www.hermetics.org/ chakra. html; Daha geniş bilgi için bakınız: John A.
Subhan, Sufism in Saints and Shrins, s.149-150; S. Sharamon-B. J. Baginski,
Chakra el Kitabı, trc., Cumhur Mısırlıoğlu, İstanbul 1965.
nı duymuştur: Böylesi tefekkür metodları
karakter bakımından Islâm’a aykırıdır ve yüksek mertebedeki sûfîler bunlara pek
ehemmiyet vermezler.[146]
Nefs, bedeni esfel-i safiline çekmek
istediği gibi, ruh da nefis ve bedeni a’lâ- i illiyyine çeker. Ruhî vazifeleri
tahsil etmekle ruh askerleri durumundaki kalp, sır, sırr-ı sır hafî ve ahfâ ile
birlikte arşa, maddenin fevkine yükselir. Ruhun bütün istek ve arzuları saadet
olduğu gibi nefsin istek ve arzuları da bedbahtlık sebebidir.[147]
Ruhun madde ile karışık hâli tam yedi
perdelidir. Bu perdelerden her biri aralandıkça, ruha asıl âleminden bir
pencere açılır. Bu pencerelerden sızan nur huzmeleri ile ruh, aydınlanmaya ve
şeffaflaşmaya başlar. Aksi halde ruhu karanlıklara boğan yedi perde, onun aslî
âlemi ile irtibatına mani olur. Perde sayısı azaldıkça ruh, nurânî bir uruc ve
yükselişe doğru tırmanmaya başlar. Engelleyici perdelerin bütünüyle aralanması
halinde ruh, baştanbaşa nur kesilir.[148] Bununla ilgili olarak Seyyid
Hüseyin Nasr, Şeyh el-Alevî (v.1353/1934)’nin şöyle dediğini nakletmektedir:
Rûh sonsuz bir şeydir, âlemde olan her şey ruhta bulunur ve aynı şekilde ruhta
olan her şey de âlemde mevcuttur. Bu nedenle ruhuna hâkim olan, evrenin de
hâkimidir; tıpkı ruhu tarafından egemenlik altına alınanın, kesin olarak evren
tarafından da egemenlik altına alınması gibi.[149] Bu yüzden, hiçbir ruhî
terbiyeden geçmemiş olan insanda bu lâtîfeler aktif hâle gelmez. Dolayısıyla
onda daha ziyade nebâtî ve hayvânî ruh hâkim olur. Neticede o, tabiî ve nefsânî
ihtiyaçlarını teminden ve şehvetine tâbî olmaktan başka bir şey düşünemez.[150]
Tasavvufî terbiyede mürîd, seyr u süluku
sırasında önce kalp, ruh, sır, hafi, ahfâ denilen latifelerinin zikre
iştirakini sağlar. Bu çalışmada en önemli unsur, sâlikin her latîfenin zikrinde
o bölgeye yoğunlaşabilmesi ve dış dünya ile irtibatını kesip kendi içine
dönebilmesidir. Latîfeler bu yoğunlaşmaya bağlı olarak er veya geç çalışmaya
başlar. Bunun çalışma şeklini tarif edecek olan kimseler irşada mezun olan
mürşitlerdir. Ancak asıl amaç letâifin çalıştırılması değildir. Belki huzur-ı
kalbe, şerh-i sadra; yani insanın gönlünün iman ve itminan ile genişlemesine
vasıtadır. Emr âlemine ait olan letâifin mahalli sadır; yani göğüs kafesidir.
Burada sol memenin iki parmak altında “kalb”, onun tam simetriği olan sağ
memenin iki parmak altında “ruh”, sol memenin iki parmak üstünde “sır”, onun
simetriğinde sağda “hafî” ve hepsinin üstünde orta noktada ahfa yer alır. Nefs
lâtîfesinin vücûttaki yeri, iki göz ve iki kaşın tam ortasında yer alan ve
beynin ön tarafında bulunan akl-ı meâş’ın mahalli olarak tasavvur edilir. Bu
mahallerde vücudun kan ve sinir hareketleriyle hafî olarak yapılan zikre
katılır hale gelmesi, letâifin çalışması ve dolayısıyla şerh-i sadrın
gerçekleşmesi demektir. Şerh-i sadr ile bedenin zikreder hale gelince insanın
ihsan makamına erişmesi kolaylaşır. Çünkü hedef ihsan ve vuslat-ı ilahiyyedir.[151]
Sufîler, her insanda yaratılış itibariyle
mevcut olan ilahî latifelerin fonksiyonlarını icra edebilmesi için seyr u
sülûkun/ruhî eğitimin şart olduğunu ifade etmişlerdir. Onlara göre böyle bir
eğitimden geçmeyen insanlar nefs-i hayvânînin hâkimiyeti altına girer, maddî
arzularının esiri olur ve manevî alanda tasavvufî anlamda hiçbir ilerleme
kaydedemez. Sufîler, kâmil bir mürşidin denetiminde şuurlu ve disiplinli bir
kulluk neticesinde seyr u sülûkunu tamamlayan dervişte ruhanî latifelerin hâkim
hale geleceğine, kalbinde marifet ve muhabbet-i ilahî nurları parlayacağına,
ilahî mükâşefe ve müşâhedelere mazhar olacağına inanır- lar.[152]
Görüldüğü üzere ruhu arındırarak, letâifi
çalıştırmak suretiyle nefis de, aslî safiyetine kavuşan ruha teslim olur ve
ruhânî seyir (seyr u sülûk) kemale ulaşır. Kulluğumuzu gerçekleştirmek, nefsin
negatif eğilimlerini en aza indirgemek için nefisle mücadele etmemiz bir
gerekliliktir. Bunun elde edilmesi ise kanaatimize göre, letâif eğitiminden
geçmektedir. Kalp, ruh, sır, sırr-ı sır hafî ve ahfâ latîfeleri zikre ülfet
kesbederek çalıştırıldığında zikr-i sultânî dediğimiz bütün bedenin Allah
Teâlâ’yı zikretmesi mertebesine ulaşılır. Klasik tasavvufî eserlerimizdeki
bilgilerden letâif-i ruhâniyye dediğimiz kalp, ruh, sır, hafî (sırr-ı sır),
ahfa olarak sıralanan zikir mahalleri Sehl b. Abdullah Tüsterî, Amr b. Osman
Mekkî, Hâkim Tirmizî ve Abdülkadir Geylânî’ye kadar ulaşabilmektedir. Kadirî ve
Nakşî tarîkatlarında yapılan seyr u sülûkta lâtîfelerin esmâsı değişiktir. Bu,
Kadirîlikte “Lâ ilâhe illallah” kelime-i tevhidi, Nakşîlikte ise “Allah” ism-i
şerîfidir. Her ne kadar Kadirîlik nefsanî yol, Nakşîlik ruhanî yol olarak
biliniyor, birisi nefsi terbiyeyi diğeri ise ruhu tasfiyesi esas alıyor ise de
her iki tarîkat da birbirlerinin terbiye metotlarını kullanmaktadır.
Mutasavvıflarların ekserisine göre
letâifin isimlerinin farklılıkları onların özlerinin farklı oluşunun değil
vasıflarının farklı oluşundan kaynaklanmaktadır. Çünkü öz birdir. Ruh safiyet
kazandıkça her mertebede farklı bir isim alır. Allah dostlarından bazıları ise
letâifin her birinin vasıfta farklı olduğu gibi özde de farklı olduklarını
ifade etmişlerdir.
Ali Ulvi Kurucu’nun Gümüş Tül ve
Alevler adlı eserindeki “Tasavvuf” isimli şiirinin son beyti ile
çalışmamızı noktalayalım:
“Sezilir zevk ile ancak bu letâif bahsi,
Kalemin aczidir artık, tutulup inlemesi!”[153]
BİBLİYOGRAFYA
A. J. Arberry, Sûfism (An Account of
the Mystic of İslam), Second Impression, George Allen Unwin Ltd., London,
1956.
Abdulkerim b. İbrahim el-Cîlî, el-İnsânu'l-Kamil
fî Ma'rifeti'l-Evâhiri ve'l- Evâil, Matbaatu Muhammed Ali Sabîh, Mısır,
1383/1963.
Abdulkerîm Kuşeyrî, er-Risâletü'l-Kuşeyriyye,
Tahkîk: Abdülhalim Mahmûd-Mahmûd b. eş-Şerif, Dâru’l- Kütübi’l-Hadîs, I-II,
Basım yeri ve tarihi yok.
, Risale-i Kuşeyrî, çev., Ali
Arslan, 2.bs., Arslan Yay., İstanbul 1980.
, Tasavvuf ilmine Dair: Kuşeyrî
Risalesi, çev., Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul 1978.
Abdurrahman-i Taği-Muhammed Ziyâuddîn, işaretler,
3.bs., Umran Yay., Ankara 1995.
Abdülkâdir Geylânî, el-Fethu'r-Rabbânî
ve'l-Feyzu'r-Rahmânî, Dâru’l-
Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1403/1983.
, Sırru'l-Esrâr, çev., Abdülkadir
Akçiçek, Bahar Yay., İstanbul 1996.
Abdülmün’im el-Hıfnî, Mu'cemu
Mustalahâti's-Sûfiyye, Dâru’l-Mesîre, Beyrut 1405/1987.
Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfü’l-Hafâ
ve Müzîlü’l-İlbâs ammâ ’şteherâ mine’l-Ehâdîsi alâ Elsineti’n-Nâs, 4. bs.,
Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1405.
Ahmed b. Abdülahad el-Fârûkî es-Serhendî
İmam-ı Rabbânî, el-Mektûbât, I- III, Demir Kitabevi, İstanbul 1963.
Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhanevî, Câmiü'l-Usûl
Velîler ve Tarîkatlarda Usûl, çev., Rahmi Serin, Pamuk Yayınları, İstanbul
1979.
Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhanevî, Câmiü'l-Usûl,
Basım yeri ve yılı yok.
Akay, Hasan, İslâmî Terimler Sözlüğü,
2.bs., İşaret Yay., İstanbul 1995.
Ali b. Osman el-Hucvirî, Keşfü'l-Mahcûb,
İngilizce’den Arapça’ya tercüme, İsmaîl Mâzî Ebu’l-Ğarâim, Tahkîk: İbrahim
Düsûkî, Dâru’t-Turâsi’l-Arabî, Kahire, 1974.
Annemarie Schimmel, Tasavvufun
Boyutları, Kırkambar Yay., İstanbul 2000.
Atik, M. Kemâl, “Nefis”, İslâmî
Kavramlar, Sema Yazar Gençlik Vakfı Yay., Ankara, 1997.
Aynî, Mehmed Ali, İslâm Tasavvuf
Tarihi, Sad., H. R. Yananlı, Akabe Yay., İstanbul 1985.
Aytekin, Ülker, Sarı Abdullah Efendi ve
Mesnevî-i Şerif Şerhi, (Basılmamış Doktora Tezi, MÜSBE.), İstanbul 2002.
Azizüddin Nesefî, İnsân-ı Kâmil:
Tasavvufta İnsan Meselesi, Haz. Mehmet Kanar, Dergâh Yayınları, İstanbul
1990.
Bolay, Süleyman Hayri, “Akıl”, DİA.,
II, 238, ss.238-242.
Cebecioğlu, Ethem, “Nefs”, İslâm,
(Haziran 1994), Sayı: 130, s.54.
, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü,
Rehber Yay., Ankara, 1997.
Çetin, İsmail, Mufassal Medeni Ahlak,
Dilara Yay., Isparta 1993.
Dâvûd el-Kayserî, Matlau Husûsi'l-Kilem
fî Meânî Fusûsi'l-Hikem, Dâru’l- Hilâfeti’l-Bahire, İstanbul 1299.
, Mukaddemât, çev., Hasan Şahin,
Turan Koç, Seyfullah Sevim, Bü- yükşehir Belediyesi Kültür Yay., Kayseri, 1997.
Develioğlu, Abdullah, Gülzâr-ı Sofiyye
(Kaside-i Tâiyye Şerhi), Ahmed Said Mat., İstanbul 1961.
Ebû Hafs Şihabüddin Ömer es-Sühreverdi, Avârifu'l-Maârif,
Dâru’l-Kütübi’l-Arabî, Beyrut, 1983.
, Tasavvufun Esasları: Âvârifü'l-Maârif
Tercümesi, Haz., H. Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, Erkam Yay., İstanbul 1993.
Ebû Hâmid Muhammed Gazzâlî, İhyâu
Ulûmi'd-Dîn, , Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, ts.
, İhyâu Ulûmi’d-Dîn: el-İmlâ fî
İşkâlâti’l-İhyâ, I-V, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, ts.
Ebû Muhammed Rûzbihân el-Baklî eş-Şîrâzî, Kitâbu
Meşrabi'l-Ervâh el- Meşhûr be Hezâr u Yek Makâm, Tashih, Nazif Muharrem
Hoca, Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul 1974.
Ebu’l-Alâ Afîfî, Tasavvuf (İslâm'da
Manevi Devrim), çev., H. İbrahim Kaçar- Murat Sülün, Risale Yay., İstanbul
1996.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dinî
Kur'ân Dili, I-X, Eser Neşriyât, İstanbul 1979.
Esad Sahib, Mektûbat-ı Mevlânâ Hâlid,
haz. Dilaver Selvi-Kemal Yıldız, Umran Yay., İstanbul 1993.
Evelyn Underhill, Mysticism (A Study in
the Nature and Development of Man’s Spiritual Conciousness), Methuen Co. Ltd.,
London, 1957.
Fahruddin er-Râzî, et-Tefsîru'l-Kebîr,
3.bs., Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, ts.
Frager, Robert, Sûfî Psikolojisinde
Gelişim Denge ve Uyum: Kalp Nefs ve Ruh, çev. İbrahim Kapaklıkaya, Gelenek
Yayıncılık, İstanbul 2004.
Furat, Ahmed Subhi, “Ebû’l-Huseyn en-Nurî
ve Makamatü’l-Kulûb Adlı Risalesi”, İslâm Tedkikleri Enstitüsü Dergisi,
Cilt: VII, Cüz: 1-2, Yıl: 1978, ss.340- 355.
Gölpınarlı, Abdülbaki, Yunus Emre ve
Tasavvuf, 2.bs., İnkılap Kitabevi, İstanbul 1992.
Gündüz, İrfan, Gümüşhânevî Ahmed Ziyâüddîn,
Seha Neşriyât, İstanbul 1984.
Hâce Yusuf-i Hemedanî, Rutbetü'l-Hayat:
Hayat Nedir, çev., Necdet Tosun, İnsan Yay., İstanbul 1998.
Hâkim Tirmizî, Beyânü’l-Fark Beyne’s-Sadr
ve’l-Kalb ve’l-Fuâd ve’l-Lüb, Kahire 1958.
Hançerlioğlu, Orhan, Felsefe Ansiklopedisi
Kavramlar ve Akımlar, Remzi Kitabevi, İstanbul 1977.
Hasan eş-Şarkavî, Mu'cemu
Elfâzi's-Sûfîyye, Müessesetü Muhtâr, Kahire, 1987.
Hâce Yusuf-i Hemedanî, Rutbetü'l-Hayat:
Hayat Nedir, çev., Necdet Tosun, İnsan Yay., İstanbul 1998.
http://dergi.altinoluk.com/mak.ale_detay.php?makale_no=d200s026m1& dergi_sayi=200.
http://www.hermetics.org/ chakra. html; Yazan: El Collie, Çakralar, çev., Kemal
Menemencioğlu
Hüseyin b. İbn Yemîn, Mir'ât'ül-Bedâyi',
Beyazıt Devlet Kütüphanesi, Veliyyüddîn, nr.3229.
Hüseyin b. Muhammed Rağıb el-İsfehanî, el-Müfredât
fi Ğarîbi'l-Kur'ân, Dâru Kahraman, İstanbul 1986.
Idries Shah, A Performed Scorpion: The Way
to the Way, Third Impression, The Octagon Press, London, 1990.
İbnü’l-Arabî, Ahlâk-ı Mehâsin,
çev., Ahmed Muhtar, Mahmud Bey Mat., İstanbul 1314.
, el-Futûhâtü'l-Mekkiyye, Dâru
Sâdır, Beyrut.
, el-Futûhâtü'l-Mekkiyye, nşr.
Osman Yahya, Beyrut, 1405/1985.
, et-Tedbîrâtü'l-İlahiyye fi Islâhı
Memleketi'l-İnsaniyye: Tedbîrât-ı İlahiyye Tercüme ve Şerhi, Tercüme ve
Şerh: Ahmed Avni Konuk, haz., Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın, İz Yay., İstanbul
1992.
, Lübbü'l-Lüb, çev. İsmail Hakkı
Bursevî, sad. Abdülkâdir Akçiçek, Eskin Matb., İstanbul 1984.
, Mu’cemu Istılâhâti’s-Sûfiyye, s.70;
Hamdi Efendi, Hasbihalü’s- Sâlik fî Akvâli’l-Mesâlik, Âlem Mat., İstanbul 1318.
, Mu'cemu Istılâhâti's-Sûfiyye,
trc., Seyfullah Sevim, Büyükşehir Belediyesi Kültür Yay., Kayseri, 1997, (Mukaddemât
içerisinde.)
İsmail Ankaravî, Minhâcu'l-Fukarâ,
Basım yeri ve tarihi yok.
İsmail b. Hammad el-Cevherî, es-Sıhah
Tâcü'l-Lügati ve's-Sıhâhi'l-Arabiyyeti, I-VI, Matabiu
Dâri’l-Kitabi’l-Arabî, t s.
İsmail Hakkı Bursevî, Hücceti'l-Bâliğa,
İstanbul 1291, Mevlânâ Ali Bin Hüseyin, Reşahâtü Ayni'l-Hayat,
isimli kitabın kenarında.)
, Şerh-i Muhammediyye: Ferâhu'r-Ruh,
Matbaa-i Fünûn-i Ulûm, İstanbul 1294.
Kadri, Hüseyin Kazım, Türk Lügatî Türk
Dillerinin iştikakı ve Edebî Lügatları, I-IV, Maarif Matbaası, İstanbul
1943.
Karadağ, Cağfer, ibnü'l-Arabî'nin
itikadî Görüşleri, Beyan Yay., İstanbul 1997.
Karlığa, H. Bekir, “Anâsır-ı Erbaa”, DİA,
III, 149.
Khalifa Abdul Hakim, Islamic Ideology,
Third Edition, The Institute of Islamic Culture, Lahore, 1961.
Kınalı-zâde Ali Efendi, Ahlâk-ı Alâî,
Bulak Matb., Mısır, 1248/1832.
Konuk, Ahmed Avni, Fusûsu'l-Hikem
Tercüme ve Şerhi, haz., I-IV, Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın, İFAV Yay.,
İstanbul 1994.
Kurucu, Ali Ulvi, Gümüş Tül ve Alevler,
Ahmed Sait Matbaası, İstanbul 1973.
Kuyumcu, Fehmi, “Tasavvufun Başlıca Deyim
ve Terimleri Üzerine Bir Deneme”, Mavera Tasavvuf Özel Sayısı, Yıl: 8,
Cilt: 8, Sayı: 92-95, (Temmuz-Ekim 1984), ss.31-63.
Mahmud Cemaleddîn el-Hulvî, Lemezât-ı
Hulviyye ez Lemezât-ı Ulviyye (Büyük Velîlerin Tatlı Halleri), haz.,
Mehmet Serhan Tayşi, İFAV Yay., İstanbul 1993.
Michel Meslin, “Heart” (Kalp), The
Ancyclopedia of Religion, I-XVI, Collier Macmillan Publshers, London 1987,
VI, ss.234-237.
Mîr Muhammed Nu’man, Risâle-i Sülûk,
nşr., Gulâm Mustafa Hân, Karaçi 1969.
Muhammed A’la b. Ali et-Tehânevî, Kitabu
Keşşâfi Istılâhâti'l-Fünûn, I-II, Tashîh, Muhammed Vecîh-Abdulhak-Gulam
Kadir, ez-İntişarât-ı Hayyam ve Şurekâu, Kalküta, 1862.
Muhammed b. Abdullah el-Hakim, el-Müstedrek
ale's-Sahihayn, thk: Mustafa Abdülkadir Atâ, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Beyrut, 1990.
Muhammed b. Abdullah el-Hânî, el-Behcetü's-Seniyye,
Matbaatu Zâti’t- Tahrîr, 1303/1885.
Muhammed b. Mükerrem İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab,
I-XIV, Dâru Sâdır, Beyrut, ts.
Muhammed Ecmel, “Sûfî Ruh Bilmi”, çev.,
Seval Yılmaz, Sûfî Psikolojisi, haz., Kemal Sayar, insan Yay., İstanbul
2000
Muhammed Emin el-Erbilî, Kitabu
Tenvîri'l-Kulûb fî Muameleti Allâmi'l- Ğuyûb, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî,
Beyrut, ts.
Muhammed Emîn, Tarîkatu's-Sevâb,
Haşim Matbaası, İstanbul 1323.
Muhammed Es’ad, Nuru'l-Hidâyeti
ve'l-Irfân, Matbaatü’l-İlmiyye, Kahire, 1311.
Muhammed Fuad Abdülbakî, el-Mu'cemü'l-Müfehres
li Elfâzi'l-Kur'âni'l- Kerîm, el-Mektebetü’l-İslâmiyye, İst, 1984.
Muhammed Halid Ziyauddîn, Tercüme-i
Risâle-i Halidiyye, Basım yeri ve tarihi yok.
Muhammed İkbal, Islâm Felsefesine Bir
Katkı, çev. Cevdet Nazlı, İnsan Yay., İstanbul 1995.
, The Reconstruction of Religious
Thought in İslam, 7th Reprinted, Kitab Bhavan, New Delhi, 2000.
Muhammed Nuri Şemseddîn Nakşbend, Miftâhu'l-Kulûb,
İstanbul 1301.
Murtaza Mutahhari, Insân-ı Kâmil,
Trc., İsmail Bendiderya, Tashih., Cafer Bayar, Kevser Yay., İstanbul 1999.
Mütercim Âsım Efendi, Kâmûs Tercümesi,
I-III, Matbaa-i Osmaniyye, İstanbul 1304-1305/1886-1887.
Necmüddîn-i Kübrâ, Tasavvufî Hayat
(Usûlu Aşere Risâle ile'l-Hâim Fevâihu'l-Cemâl), çev., Mustafa Kara, Dergah
Yay., İstanbul 1980.
Oğuz, Muhammed İhsan, 21 Soruda
Tasavvufî Gerçekler, Oğuz Yay., İstanbul 1991.
Ögke, Ahmet, “Tasavvuf Düşüncesinde Sır
Kavramı ve Marmaravî’nin “Keşfü’l-Esrâr” İsimli Risâlesi”, Yüzüncü Yıl
Üniversitesi Ilâhiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 3, Van, 2000, ss.225-262.
Öztürk, Abdülvehhab, Ansiklopedik
Kur'ân-ı Kerîm Sözlüğü, Şamil Yay., İstanbul 1995.
Öztürk, Yaşar Nuri, Kur'ân'ın Temel
Kavramları, 3.bs., Yeni Boyut Yay., İstanbul 1994.
, Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnete Göre Tasavvuf
(İslâm’da Ruhî Hayat), 3.bs., İFAV Yay., İstanbul 1989.
Ramazanoğlu, M. Sâmî, Hüküm Gecesi
Uyumamalı, Kasetten çözümleyen: Tahsin Yaprak, Altınoluk, Ekim 2002.
Seyyid Hüseyin Nasr, Molla Sadra ve
Ilâhî Hikmet, çev., Mustafa Armağan, İnsan Yay., İstanbul 1990.
, Tasavvufî'Makaleler, çev., Sadık
Kılıç, İnsan Yay., İstanbul 2002.
S. Sharamon-B. J. Baginski, Chakra el
Kitabı, trc., Cumhur Mısırlıoğlu, İstanbul 1965.
Sarduddin Konevî, Hadis-i Erbain:
Tasavvuf, çev., Abdülkadir Akçiçek, Rahmet Yay., İstanbul 1970.
Sarı Abdullah Efendi, Cevâhir-i
Bevâhir-i Mesnevi, Tasvîr-i Efkâr Matbaası, İstanbul 1287.
Seyyid Şerif Cürcânî, Kitabü't-Târifât,
Basım yeri ve tarihi yok.
Seyyid Yahya Şirvânî, Esrâru't-Tâlibin
ve Vird-i Settar Tercümesi, çev., Ahsen Batur, Âlem Ticaret ve Yay.,
İstanbul ts.
Shigeru Kamada, “A Study of The Term Sırr
(Secret) in Sufi Lataif Theories”, Orient, XIX, pp.7-28.
Şah Veliyyullah Dehlevî, Hüccetullâhi'l-Bâliğâ,
I-II, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, ts.
, Hüccetullâhi'l-Bâliğâ, çev.,
Mehmet Erdoğan, İz Yay., İstanbul
1994.
Şar, Selahaddîn, İslâmî Bilgiler
Ansiklopedisi, Çelikcilt Matb., İstanbul 1964.
Tahralı, Mustafa, “Dâvûd-ı Kayseri’nin
Fusûsu’l-Hikem Şerhi Mukaddimesi”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Yıl: 27,
Ocak-1998, Sayı: 1, ss.28-35.
Tatçı, Mustafa, Yunus Emre Divânı II,
MEB., İstanbul 1997.
Titus Burckhardt, İslâm Tasavvuf
Doktrinine Giriş, 2.bs., Kitabevi, İstanbul
1995.
Tosun, Necdet, Bahaeddin Nakşbend
Hayatı Görüşleri Tarikatı, İnsan Yayınları, İstanbul 2002.
Tunahan, Süleyman Hilmi, Mektuplar ve
Bazı Mesâil-i Mühimme, Basım yeri ve tarihi yok.
Türer, Osman, “Latife”, Diyanet İslâm
Ansiklopedisi (DİA), XXVII, 110.
, “Letâif-i Hamse”, DİA, XXVII, 143.
, “Tasavvufî Düşüncede İnsan”, Tasavvuf:
İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 5, Ocak 2001, ss.7-15.
, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi,
Seha Neşriyât, İstanbul 1995.
Uludağ, Süleyman, “Akıl”, DİA., II,
246, ss.246-247.
, “Basîret”, DİA, V, 103.
, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü,
Marifet Yay., İstanbul 1996.
Ülken, Hilmi Ziya, Tasavvuf
Psikolojisi, (1944-1945 Üniversite Serbest Konferanslarından Ayrı Basım),
Kenan Matbaası, İstanbul 1946.
Yakûb b. İshak el-Kindî, Felsefî
Risâleler, çev., Mahmut Kaya, İz Yayancı- lık, İstanbul 1994.
Yar, Erkan, Ruh ve Beden İlişkisi
Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2000.
Yılmaz, Hasan Kâmil, "Tasavvufî
Hayatla ilgili Sorular", s.460, el-Luma' fi't- Tasavvuf: Islâm
Tasavvufu, çev., H. Kâmil Yılmaz, Altınoluk Yay., İstanbul 1996/1417,
isimli kitabın sonunda.
Yılmaz, Sunay, İsmail Hakkı Bursevî'nin
Muhammediyye Şirkinin II. Cildinde Geçen Tasavvufî Istılah ve Semboller,
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, İstanbul 1993.
[1] Doç. Dr., Atatürk Ü
İlahiyat Fak. Tasavvuf ABD Öğretim Üyesi, e-mail: isacelik@hotmail.com.
1 Shah,
The Way to the Way, p.89-90.
[2] Robert
Frager, Sûfî Psikolojisinde Gelişim Denge ve Uyum: Kalp Nefs ve Ruh,
çev. İbrahim Kapaklıkaya, Gelenek Yayıncılık, İstanbul 2004, s.28.
[3] İbnü’l-Arabî,
Mu'cemu Istılâhâti's-Sûfiyye, trc., Seyfullah Sevim, Büyükşehir
Belediyesi Kültür Yay., Kayseri, 1997, s.67, (Mukaddemât içerisinde.)
[4] İbnü’l-Arabî,
el-Futûhâtü'l-Mekkiyye, Dâru Sâdır, Beyrut, IV, 240; Osman Türer,
“Latife”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi (DİA), Ankara 2003, XXVII, 110.
[5] Muhammed
Fuad Abdülbakî, el-Mu'cemü'l-Müfehres li Elfâzi'l-Kur'âni'l-Kerîm,
el-Mektebetü’l- İslâmiyye, İst, 1984, s.647.
[6] Abdürrezzak
Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, çev., Ekrem Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul
2004, s.475; Hasan Kâmil Yılmaz, “TasavvufîHayatla İlgili Sorular",
s.460, (el-Luma' fi't-Tasavvuf İslâm Tasavvufu, çev., H. Kâmil Yılmaz,
Altınoluk Yay., İstanbul 1996/1417, isimli kitabın sonunda); Hekimoğlu İsmail
ve Arkadaşları, Dinî İlmî Felsefî Yeni Ansiklopedi, Timaş Yay., İstanbul
1989, II, 749-750.
[7] İbnü’l-Arabî,
Mu'cemu Istılâhâti's-Sûfiyye, s.70; Hamdi Efendi, Hasbihalü's-Sâlik
fî Akvâlii-Mesâlik, Âlem Mat., İstanbul 1318, s.8.
[8] Ahmed
Ziyâüddîn Gümüşhanevî, Câmiü'l-Usûl, Basım yeri ve yılı yok, s.222;
a.mlf., Câmiü'l-Usûl Velîler ve Tarikatlarda Usûl, çev., Rahmi Serin,
Pamuk Yayınları, İstanbul 1979, s.276-277; Khalifa Abdul Hakim, Islamic
Ideology, Third Edition, The Institute of Islamic Culture, Lahore, 1961,
p.141; Süleyman Hilmi Tunahan, Mektuplar ve Bazı Mesâil-i Mühimme, Basım
yeri ve tarihi yok, s.134; Mehmed Ali Aynî, İslâm Tasavvuf Tarihi, Sad.,
H. R. Yananlı, Akabe Yay., İstanbul 1985, s.119; Mu- hammed İhsan Oğuz, 21
Soruda Tasavvuf Gerçekler, Oğuz Yay., İstanbul 1991, s.98-99.
[9] Osman
Türer, “Latife”, DİA, Güzel Sanatlar Matbaası, İstanbul 1995, XVII, 110.
[10] H.
Bekir Karlığa, “Anâsır-ı Erbaa”, DİA, Güzel Sanatlar Matbaası, İstanbul
1991, III, 149.
[11] Karlığa,
a.g.m., III, 149.
[12] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yay.,
İstanbul 1996, s.48.
[13] Azizüddin
Nesefî, İnsân-ı Kâmil: Tasavvufta İnsan Meselesi, Haz. Mehmet Kanar,
Dergâh Yayınları, İstanbul 1990, s.41.
[14] Gümüşhanevî,
Câmiü'l-Usûl, s.222; (Trc., s.276); Muhammed Nuri Şemseddîn Nakşbend, Miftâhu'l-
Kulûb, İstanbul 1301, s.13; Idries Shah, A Performed Scorpion: The Way
to the Way, Third Impression, The Octagon Press, London, 1990, p.90.
[15] Ahmed
Avni Konuk, Fusûsu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi, haz., I-IV, Mustafa
Tahralı-Selçuk Eraydın, İFAV Yay., İstanbul 1994, IV, 372.
[16] Ahmed b. Abdülahad el-Fârûkî es-Serhendî İmam-ı Rabbânî, el-Mektûbât,
I-III, Demir Kitabevi, İstanbul 1963, I, 246, (Mektup: 260.); Ahmed b. Ahmed
Halîl el-Bukâî, Risâle fî Adâbi't-Tarîkati'n- Nakşibendiyyeti, s.70vd;
Aynî, a.g.e., s.121; Fehmi Kuyumcu, “Tasavvufun Başlıca Deyim ve Terim-
[17] Mîr Muhammed Nu’man, Risâle-i Sülûk, nşr., Gulâm Mustafa Hân,
Karaçi 1969, 7, 10-11; Tosun, Bahaeddin Nakşbend, s.308.
[18] Hüseyin
b. îbn Yemîn, Mir'ât'ül-Bedâyi', Beyazıt Devlet Kütüphanesi,
Veliyyüddîn, nr.3229, vr.45b46b; Tosun, Bahaeddin Nakşbend, s.310.
[19] Muhyiddîn îbnü’l-Arabî, Lübbü'l-Lüb, çev. îsmail Hakkı
Bursevî, sad. Abdülkâdir Akçiçek, Eskin Matb., îstanbul 1984, s.32.
[20] Hüseyin
b. Muhammed Rağıb el-îsfehanî, el-Müfredât fi Ğarîbi'l-Kur'ân, Dâru
Kahraman, îstanbul 1986, s.620; Muhammed b. Mükerrem îbn Manzûr, Lisânü'l-Arab,
I-XIV, Dâru Sâdır, Beyrut, ts., XIV, I, 685vd; Mütercim Âsım Efendi, Kâmûs
Tercümesi, I-III, Matbaa-i Osmaniyye, îstanbul 1304- 1305/1886-1887, I,
445; Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.296-298; Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf
Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Rehber Yay., Ankara, 1997, s.422-423.
[21] Hüseyin Kazım Kadri, Türk Lügatî Türk Dillerinin iştikakı ve
Edebî Lügatları, I-IV, Maarif Matbaası, îstanbul 1943, III, 823-824.
[22] Seyyid Şerif Cürcânî, Kitabü't-Târifât, Basım yeri ve tarihi
yok, s.178; Muhammed A’la b. Ali et- Tehânevî, Kitabu Keşşâfi
Istılâhâti'l-Fünûn, I-II, Tashîh, Muhammed Vecîh-Abdulhak-Gulam Kadir,
ez-întişarât-ı Hayyam ve Şurekâu, Kalküta, 1862, II, 1170; Cebecioğlu, Tasavvuf
Terimleri, s.422.
[23] Michel
Meslin, “Heart” (Kalp), The Ancyclopedia of Religion, I-XVI, Collier
Macmillan Publshers, London 1987, VI, ss.234-237.
[24] Kuşeyrî,
a.g.e., I, 223; Abdülmün’im el-Hıfnî, Mu'cemu Mustalahâti's-Sûfiyye,
Dâru’l-Mesîre, Beyrut 1405/1987, s.218; Ebu’l-Alâ Afîfî, Tasavvuf (İslâm'da
Manevi Devrim), çev., H. İbrahim Kaçar-Murat Sülün, Risale Yay., İstanbul
1996; s.281; Hasan Akay, İslâmî Terimler Sözlüğü, 2.bs., İşaret Yay., İstanbul
1995, s.246.
[25] Abdülkâdir
Geylânî, el-Fethu'r-Rabbânî ve'l-Feyzu'r-Rahmânî,
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1403/1983, s.29.
[26] İmam-ı
Rabbânî, el-Mektûbât, I, 246, (Mektup: 260.)
[27] Selahaddîn
Şar, İslâmî Bilgiler Ansiklopedisi, Çelikcilt Matb., İstanbul 1964,
s.145.
[28] Şah
Veliyyullah Dehlevî, Hüccetullâhi'l-Bâliğâ, I-II, Dâru’l-Ma’rife,
Beyrut, ts., II, 88; a.mlf., a.g.e., çev., Mehmet Erdoğan, İz Yay., İstanbul
1994, II, 273; Evelyn Underhill, Mysticism (A Study in the Nature
andDevelopment of Man's Spiritual Conciousness), Methuen Co. Ltd., London,
1957, p.71-72.
[29] Abdülbakî,
a.g.e., s.550-551.
[30] Abdulkerim
b. İbrahim el-Cîlî, el-İnsânu'l-Kamil fîMa'rifeti'l-Evâhiri ve'l-Evâil,
Matbaatu Muhammed Ali Sabîh, Mısır, 1383/1963, II, 14.
[31] Afîfî,
Tasavvuf, s.281.
[32] Cürcânî,
a.g.e., s.118; Dehlevî, a.g.e., II, 90; (Trc., II, 277.)
[33] Gazzâlî,
İhyâu Ulûmi'd-Dîn, III, 3; Kadri, a.g.e., III, 823-824; Abdullah
Develioğlu, Gülzâr-ı Sofiyye (Kaside-i Tâiyye Şerhi), Ahmed Said Mat.,
İstanbul 1961, s.130.
[34] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dinî Kur'ân Dili, I-X,
Eser Neşriyât, İstanbul 1979, I, 210; Murtaza Mutahhari, İnsân-ı Kâmil,
Trc., İsmail Bendiderya, Tashîh., Cafer Bayar, Kevser Yay., İstanbul 1999,
s.217.
[35] İbnü’l-Arabî,
Ahlâk-ıMehâsin, çev., Ahmed Muhtar, Mahmud Bey Mat., İstanbul 1314,
s.22-23.
[36] İbnü’l-Arabî,
el-Futûhâtü'l-Mekkiyye, nşr. Osman Yahya, Beyrut, 1405/1985, IV, 115;
XIII, 191-192; Cağfer Karadaş, İbnü'l-Arabî'nin İtikadî Görüşleri, Beyan
Yay., İstanbul 1997, s.52-53.
[37] Tehânevî,
a.g.e., I, 123-124; Yaşar Nuri Öztürk, Kur'ân'ın Temel Kavramları,
3.bs., Yeni Boyut Yay., İstanbul 1994, s.51; Ayrıca bakınız: Süleyman Uludağ,
“Basîret”, DİA, V, 103.
[38] Geniş
bilgi için bakınız: Serrâc, el-Luma', 418-419; Kuşeyrî, er-Risâle,
I, 263-265; Gazzâlî, İhyâ, III, 1746; Kelabazî, et-Taarruf, 109,
181; Sühreverdî, Avarifu'l-Maarif, 459-467.
[39] Dâvûd el-Kayserî, Matlau Husûsi'l-Kilem fî Meânî Fusûsi'l-Hikem,
Dâru’l-Hilâfeti’l-Bahire, İstanbul 1299, s.42.
[40] Kayserî,
a.g.e., s.42; Cîlî, a.g.e., II, 44; Dehlevî, a.g.e., II, 211; (Trc., II, 666.)
[41] Kayserî,
a.g.e., s.42.
[42] Hadîsin sıhhati hakkında bakınız: İsmail b.
Muhammed el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ ve Müzîlü'l-İlbâs
ammâ
'şteherâ mine'l-Ehâdîsi alâ Elsineti'n-Nâs, 4. bs., Müessesetü’r-Risâle, Beyrut,
1405, II, 195;
[44] Bkz:
Cibrîl hadisi: Buhârî, İman 1; Müslim, İman 1.
[45] Hâce
Yusuf-i Hemedanî, Rutbetü'l-Hayat: Hayat Nedir, çev., Necdet Tosun,
İnsan Yay., İstanbul 1998, s.76-77.
[46] Sarduddin
Konevî, Hadîs-i Erbain: Tasavvuf, çev., Abdülkadir Akçiçek, Rahmet Yay.,
İstanbul 1970, 94-95.
[47] Dehlevî,
a.g.e., II, 211; (Trc., II, 666.)
[48] Bukâî,
Risâle fî Adâb, s.67.
[49] İmam-ı
Rabbânî, el-Mektûbât, III, 62, (Mektup: 45.); Gümüşhanevî, Câmiü'l-Usûl
Veliler ve Tarikatlarda Usul, s.105.
[50] Abdülkadir
Geylânî, Sırru'l-Esrâr, çev., Abdülkadir Akçiçek, Bahar Yay., İstanbul
1996, s.60-61; Aynî, a.g.e., s.63.
[51] Çetin,
Mufassal Medeni Ahlak, s.137-138, 313.
[52] Çetin,
a.g.e., s.139.
[53] Muhammed
b. Abdullah el-Hânî, el-Behcetü's-Seniyye, Matbaatu Zâti’t-Tahrîr,
1303/1885, s.51; Nakşbend, Miftâhu'l-Kulûb, s.16; Kuyumcu, a.g.m., s.52;
Gündüz, Gümüşhânevî, s.191-192, Gümüşhânevî, Rûhu'l-Ârifîn ve
Reşâdü't-Tâlibîn, İstanbul 1285, s.42’den naklen).
[54] İmam-ı
Rabbânî, el-Mektûbât, I, 246, (Mektup: 260.); Hânî, el-Behcetü's-Seniyye,
s.51; Gümüşhanevî, Câmiü'l-Usûl,s.230; Muhammed Emin el-Erbilî, Kitabu
Tenvîri'l-Kulûb fî Muameleti Allâmi'l-Ğuyûb,
[55] İbnü’l-Arabî,
Mu'cemu Istılâhâti's-Sûfiyye, s.67.
[56] Kayserî,
a.g.e., s.42.
[57] Gazzâlî,
îhyâu Ulûmi'd-Dîn, III, 4; Hemedanî, Rutbetü'l-Hayat, s.76, 79.
[58] Sarı
Abdullah Efendi, Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevî, Tasvîr-i Efkâr Matbaası,
İstanbul 1287, I-V, I, 101.
[59] Tehânevî, a.g.e., II, 1397; Cürcânî, a.g.e., s.242-244; Âsım Efendi,
a.g.e., I, 886; Nesefî, însân-ı Kâmil: Tasavvufta însan Meselesi,
s.35-36; Sarı Abdullah Efendi, a.g.e., I, 101; Uludağ, Tasavvuf Terimleri, s.405;
Kınalı-zâde Ali Efendi, Ahlâk-ı Alâî, Bulak Matb., Mısır, 1248/1832,
s.29vd; Osman Türer, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi, Seha Neşriyât,
İstanbul 1995, s.143.
[60] Cîlî,
a.g.e., II, 43.
[61] Kayserî,
a.g.e., s.42; a.mlf., Mukaddemât, (Dâvûd el-Kayserî’nin adı geçen
eserinin mukaddimesinin çevirisi), çev., Hasan Şahin, Turan Koç, Seyfullah
Sevim, Büyükşehir Belediyesi Kültür Yay., Kayseri, 1997, s.57; el-Hıfnî,
a.g.e., s.114; Hamdi Efendi, a.g.e., s.12; Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü,
s.440; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri, s.599.
[62] Kayserî,
a.g.e., s.42; Mustafa Tahralı, “Dâvûd-ı Kayseri’nin Fusûsu’l-Hikem Şerhi
Mukaddimesi”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Yıl: 27, Ocak-1998, Sayı: 1,
s.32, ss.28-35.
[63] Konevî,
Hadîs-i Erbaîn, s.95.
[64] Sarı
Abdullah Efendi, a.g.e., I, 103.
[65] Frager,
a.g.e., s.110vd, 136-137.
[66] İbnü’l-Arabî, et-Tedbîrâtü'l-İlahiyye, s.389; Hânî, el-Behcetü's-Seniyye,
s.51; Nakşbend, Miftâhu'l- Kulûb, s.16; Gündüz, Gümüşhânevî,
s.196; Lâtife-i ruhun renginin bazı muhakkiklere göre kırmızı olduğu ifade
edilmektedir. İdris Şah da aynı görüştedir. Idries Shah, ibid., p.90.
[67] Geylânî,
Sırru'l-Esrâr, s.61; Şirvânî, Esrâru't-Tâlibîn, s.64; Aynî,
a.g.e., s.63.
[68] İmam-ı
Rabbânî, el-Mektûbât, I, 246, (Mektup: 260.); Hânî, el-Behcetü's-Seniyye,
s.51; Gümüşhanevî, Câmiü'l-Usûl, s.71, 231; (Trc., s.105, 286.); Erbilî,
Tenvîru'l-Kulûb, s.514; Es’ad, Nurul-Hidâye, s.82- 83; Arberry, Sufism,
p.131.
[69] Ebû
Hâmid Muhammed Gazzâlî, îhyâu Ulûmi'd-Dîn: el-İmlâ fî İşkâlâti'l-İhyâ,
I-V, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, ts., V, 16; Âsım Efendi, a.g.e., II, 387; Gündüz, Gümüşhânevî,
s.197.
[70] Kuşeyrî, a.g.e., I, 273; Sühreverdi, s.454; (Trc., s.567); Cürcânî,
a.g.e., s.118; İmam-ı Rabbânî, el- Mektûbât, I, 246, (Mektup: 260.);
Bukâî, Risâle fî Adâb, s.68; Aynî, a.g.e., s.120, (15. Dipnot.); Uludağ,
Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.469.
[71] İsmail Ankaravî, Minhâcu'l-Fukarâ, Basım yeri ve tarihi yok,
s.244; Develioğlu, a.g.e., s.56; Ahmet Ögke, “Tasavvuf Düşüncesinde Sır Kavramı
ve Marmaravî’nin “Keşfü’l-Esrâr” İsimli Risâlesi”, Yüzüncü Yıl Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 3, Van, 2000, s.227, ss.225-262.
[72] Kuşeyrî, a.g.e., I, 273; Şarkavî,Mu'cemu Elfâzi's-Sûfîyye,
s.173.
[73] Kuşeyrî, a.g.e., I, 274; Ebû Muhammed Rûzbihân el-Baklî eş-Şîrâzî, Kitâbu
Meşrabi'l-Ervâh el- Meşhûr be Hezâr u Yek Makâm, Tashih, Nazif Muharrem
Hoca, Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul 1974, s.158.
[74] Bkz.,
Sühreverdî, a.g.e., s. 454.
[75] Kuşeyrî, a.g.e., I, 273; Baklî, a.g.e., s.154; Belhî Hâşim Efendi, Ma'rifetü't-Tarîk,
Basım yeri yok, H.1276, s.87.
[76] Geylânî,
el-Fethu'r-Rabbânî, s.260.
[77] Kayserî,
a.g.e., s.42.
[78] Îbnü’l-Arabî, Mu'cetnu Istılâhâti's-Sûfiyye, s.67.
[79] Dehlevî,
a.g.e., II, 211; (Trc., II, 277.)
[80] Dehlevî, a.g.e., II, 211; (Trc., II, 666.)
[81] Sühreverdî, a.g.e., s.454; (Trc., s.567.)
[82]Îbnü’l-Arabî,Mu'cenu
Istılâhâti's-Sûfiyye, s.71; Cürcânî, a.g.e., s.118; el-Hıfnî, a.g.e.,
s.129.
[83] Kuşeyrî,
a.g.e., s.273.
[84] Îmam-ı Rabbânî, el-Mektûbât, I, 246, (Mektup: 260.); Hânî, el-Behcetü's-Seniyye,
s.51; Gümüşhanevî,
Câmiü'l-Usûl, s.231; Erbilî, Tenvîru'l-Kulûb, s.514; Es’ad, Nuru'l-Hidâye,
s.83; Arberry, Sufisn, p.131.
[85] Osman
Türer, “Letâif-i Hamse”, DÎA, XXVII, 143.
[86] Bkz., Çetin, Mufassal Medeni Ahlak, s.138-139.
[87] Hemedânî,
a.g.e., s.77.
[88] Geylânî,
Sırru'l-Esrâr, s.61.
[89] Konevî,
Hadîs-i Erbaîn, s.95.
[90]Hânî, el-Behcetü's-Seniyye,
s.51; Gümüşhânevî, Câmiü'l-Usûl, s.71; Nakşbend, Miftâhu'l-Kulûb,
s.16; Gündüz, Gümüşhânevî, s.197; Idries Shah, ibid., p.90; Idries Shah,
ibid., p.90.
[91] Gümüşhanevî, Câmiü'l-Usûl, s.71; (Trc., s.105.)
[92] Âsım
Efendi, a.g.e., IV, 944.
[93] Cürcânî,
a.g.e., s.100.
[94] İmam-ı
Rabbânî, el-Mektûbât, I, 246, (Mektup: 260.)
[95] Kayserî,
a.g.e., s.42.
[96] Baklî,
a.g.e., s.158.
[97] İbnü’l-Arabî, et-Tedbîrâtü'l-İlahiyye, s.390; Hulvî
(1064/1654), Lemezât-ı Hulviyye'sinde şu bilgiyi vermektedir: Peygamber
Efendimiz: “Gayb âleminin askerleri bizimledir ve bizi gözlemektedirler”
buyurduğunda, Hz. Ebû Bekir; “Ey Allah’ın Resulü ben de onları görebilseydim”
diye niyazda bulu-
[98] İsmail Hakkı Bursevî, Şerh-i Muhammediyye: Ferâhu'r-Ruh,
Matbaa-i Fünûn-i Ulûm, İstanbul 1294, II, 341; Sunay Yılmaz, İsmail Hakkı
Bursevî'nin Muhammediyye Şerhinin II. Cildinde Geçen Tasavvuf! Istılah ve
Semboller, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1993,
Yüksek Lisans Tezi, s.149.
[99] Geylânî,
Sırru'l-Esrâr, s.61; Aynî, a.g.e., s.63.
[100] S.
Hüseyin Nasr, Molla Sadra ve İlâhî Hikmet, çev., Mustafa Armağan, İnsan
Yay., İstanbul 1990, s.76.
[101] Hânî, el-Behcetü's-Seniyye, s.51; Gümüşhânevî, Câmiü'l-Usûl,
s.71, 237; Nakşbend, Miftâhu'l-Kulûb, s.17; Gündüz, Gümüşhânevî,
s.199; Lâtife-i ruhun renginin bazı muhakkiklere göre mavi olduğu ifade
edilir. İdris Şah da siyah olduğu kanaatindedir. İbnü’l-Arabî, et-Tedbîrâtü'l-İlahiyye,
s.390; Idries Shah, ibid., p.90.
[102] İmam-ı
Rabbânî, el-Mektûbât, I, 246, (Mektup: 260.); Erbilî, Tenvîru'l-Kulûb,
s.514; Es’ad, Nuru'l- Hidâye, s.84; Arberry, Sufism, p.132.
[103] Gümüşhanevî,
Câmiü'l-Usûl, s.71, 231-232; (Trc., s.105, 286.); Es’ad, Nuru'l-Hidâye,
s.84; Bukâî, Risâle fîAdâb, s.70.
[104] Âsım
Efendi, a.g.e., IV, 944-945.
[105] Hânî,
el-Behcetü's-Seniyye, s.51; Gümüşhânevî, Câmiü'l-Usûl, s.71;
Nakşbend, Miftâhu'l-Kulûb, s.17; Gündüz, Gümüşhânevî, s.200-201.
[106] Bkz.,
Çetin, Mufassal Medeni Ahlak, s.139.
[107] Geylânî,
Strru'l-Esrâr, s.61; Aynî, a.g.e., s.64.
[108] îmam-ı
Rabbânî, el-Mektûbât, I, 246, (Mektup: 260.); Hânî, el-Behcetü's-Seniyye,
s.51; Erbilî, Tenvîru'l-Kulûb, s.514; Es’ad, Nuru'l-Hidâye, s.84;
Arberry, Sufism, p.132.
[109] Gümüşhanevî, Câmiü'l-Usûl, s.71, 232; (Trc., s.105,
287.)
[110] Idries
Shah, ibid., p.90.
[111] îmam-ı
Rabbânî, el-Mektûbât, I, 151-152, (Mektup: 172.); Yaşar Nuri Öztürk, Kur'ân-t
Kerîm ve Sünnete Göre Tasavvuf (Islâm'da Ruhî Hayat), 3.bs., ÎFAV Yay.,
îstanbul 1989, s.441.
[112] Kübrâ,
a.g.e., s.104.
[113] Geylânî,
el-Fethu'r-Rabbânî, s.40.
[114] îmam-ı
Rabbânî, el-Mektûbât, I, 127, (Mektup: 135.)
[115] Schimmel,
a.g.e., s.199; Khwaja Mir Dard, İlmu'l-Kitab, s.112, 637’den naklen.
[116] Kuşeyrî, a.g.e., s.270; İsfehanî, a.g.e., s.764; İbn Manzûr, a.g.e.,
VI, 233vd; Âsım Efendi, a.g.e., II, 1031; Kadrî, a.g.e., IV, 532; Özön, a.g.e.,
s.567; Akay, a.g.e., s.358; M. Kemâl Atik, “Nefis”, İslâmî Kavramlar,
Sema Yazar Gençlik Vakfı Yay., Ankara, 1997, s.575; Safer Baba, a.g.e., s.209.
[117] Dehlevî,
a.g.e., II, 88; (Trc., II, 273.)
[118] Gazzâlî, İhyâu Ulûmi'd-Dîn, III, 4; Hucvirî, Keşfü'l-Mahcûb,
s.235; a.mlf., Hakikat Bilgisi, s.309; Orhan Hançerlioğlu, Felsefe
Ansiklopedisi Kavramlar ve Akımlar, Remzi Kitabevi, İstanbul 1977, IV,
238-239.
[119] Cürcânî,
a.g.e., s.243-244; Abdülvehhab Öztürk, Ansiklopedik Kur'ân-ı Kerîm Sözlüğü,
Şamil Yay., İstanbul 1995, s.514.
[120] Gazzâlî, İhyâu Ulûmi'd-Dîn, III, 4; Hançerlioğlu,
a.g.e., IV, 238-239.
[121] Kuşeyrî, er-Risâletü'l-Kuşeyriyye, I, 270; a.mlf., Risale-i
Kuşeyrî, çev., Ali Arslan, 2.bs., Arslan Yay., İstanbul 1980, 140; Hamdi
Efendi, Hükemânın buna hayvanî ruh dediklerini ifada eder. (a.g.e., s.12.)
[122] Ethem Cebecioğlu, “Nefs”, İslâm, (Haziran 1994), Sayı: 130,
s.54; Bkz: Kur’ân-ı Kerîm: Bakara, 2/286, Yûsuf, 12/53, Fecr, 89/27-30;
Kur’ân-ı Kerîm’de nefis, müştaklarıyla birlikte 295 yerde geçmektedir,
Abdülbakî, a.g.e., s.710-714.
[123] Kindî,
a.g.e., s.58.
[124] Frager,
a.g.e., s.29.
[125] Kindî,
a.g.e., s.132.
[126] Kayserî,
a.g.e., s.42.
[127] Frager,
a.g.e., s.73.
[128] Titus Burckhardt, İslâm Tasavvuf Doktrinine Giriş,
2.bs., Kitabevi, İstanbul 1995, s.29-30; Muham- med Ecmel, “Sûfî Ruh Bilmi”,
çev., Seval Yılmaz, Sûfî Psikolojisi, haz., Kemal Sayar, İnsan Yay., İstanbul
2000, s.80, ss.77-92; Ruh ve nefis ile ilgili olarak ayrıca bakınız: Erkan Yar,
Ruh ve Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, Ankara Okulu
Yay., Ankara, 2000, s.33vd.
[129] İsmail Çetin, Mufassal Medeni Ahlak, Dilara Yay.,
Isparta 1993, s.137.
[130] Geylânî,
Sırrui-Esrâr, s.60; Seyyid Yahya Şirvânî, Esrâru't-Tâlibîn ve Vird-i
Settar Tercümesi, çev., Ahsen Batur, Âlem Ticaret ve Yay., İstanbul ts.,
s.64; Aynî, a.g.e., s.63.
[131] Konevî,
Hadîs-i Erbaîn, s.94.
[132] Nakşbend, Miftâhu'l-Kulûb, s.17.
[133]Gümüşhanevî, Câmiü'l-Usûl,
s.71; (Trc., s.105.); Bukâî, Risâle fî Adâb, s.72; Gündüz, Gümüşhânevî,
s.204.
[134] İbnü’l-Arabî,
et-Tedbîrâtü'l-İlahiyye, s.391.
[135] Gümüşhanevî, Câmiü'l-Usûl, s.71; (Trc., s.105.)
[136] M. Sâmî Ramazanoğlu, Hüküm Gecesi Uyumamalı, Kasetten çözümleyen:
Tahsin Yaprak, Altınoluk, Ekim 2002,
http://dergi.altinoluk.com/makale_detay.php?makale_no=d200s026m1&dergi_sayi=200.
[137] Gümüşhanevî,
Câmiü'l-Usûl, s.71; (Trc., s.105.); Bukâî, Risâle fî Adâb, s.73;
Ziyauddîn, Risâle-i Halidiyye, s.66; Esad Sahib, a.g.e., s.183 (Mektup:
32).
[138] İsfehanî,
a.g.e., s.511-512; Tehânevî, a.g.e., II, 1026vd.
[139] Gazzâlî, Ihyâu Ulûmi'd-Dîn, III, 4; İsfehanî, a.g.e.,
s.511-512; Tehânevî, a.g.e., II, 1026vd; Yakûb b. İshak el-Kindî, Felsefî
Risâleler, çev., Mahmut Kaya, İz Yayancılık, İstanbul 1994, s.57; Süleyman
Hayri Bolay, “Akıl”, DİA., II, 238, ss.238-242.
[140] Dehlevî,
a.g.e., II, 88; (Trc., II, 272.)
[141] Kayserî,
a.g.e., s.42.
[142] Fahruddin er-Râzî, et-Tefsîru'l-Kebîr, 3.bs., Dâru
İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, ts, XXIV, 167; Süleyman Uludağ, “Akıl”, DİA,
II, 246, ss.246-247.
[143] Bkz:
Muhammed İkbal, The Reconstruction of Religious Thought in İslam, 7th
Reprinted, Kitab Bhavan, New Delhi, 2000, s.193-194.
[144] Muhammed
İkbal, Islâm Felsefesine Bir Katkı, çev. Cevdet Nazlı, İnsan Yay.,
İstanbul 1995, s.84-85.
[145] Bu doktrindeki enerji merkezleri ile alakalı olarak şunlar ifade
edilmektedir: Tekerlek veya çark anlamına gelen çakra, bedendeki enerji
merkezlere verilen Sanskritçe terimdir. Yoga edebiyatına
[146] Bkz:
İkbal, a.g.e., s.85.
[147] Çetin,
Mufassal Medeni Ahlak, s.137vd, 313, 413
[148] Aynî,
a.g.e., s.112vd; Gündüz, Gümüşhânevt, s.195; Ecmel, a.g.m., s.80.
[149] Seyyid Hüseyin Nasr, Tasavvuf! Makaleler, çev., Sadık Kılıç,
İnsan Yay., İstanbul 2002, s.31; Şeyh
el-Arabî ed-Darkavî, İngilizce çeviri Titus Burckhardt, Letters of a Sûf!
Master, isimli eserden naklen.
[150] Türer,
a.g.m., s.12.
[151] Gümüşhanevî, Câmiü'l-Usûl, s.70-71; Bukâî, Risâle fî Adâb,
s.67vd; Ziyauddîn, Risâle-i Halidiyye, s.65; Muhammed Emîn, Tarîkatu's-Sevâb,
Haşim Matbaası, İstanbul 1323, s.15vd; A. J. Arberry, Sûfism (An Account of
the Mystic of İslam), Second Impression, George Allen Unwin Ltd., London,
1956, p.131-132; Abdurrahman-i Taği-Muhammed Ziyâuddîn, işaretler,
3.bs., Umran Yay., Ankara 1995, s.104-105; Yılmaz, “TasavvufîHayatla ilgili
Sorular", s.460-461; Idries Shah, ibid., p.90; İsmail Çetin, Letâifin
vücuttaki yerlerini şu şekilde ifade eder; Kalp, yürek içinde, ruh, mide
üstünde, sır, dalak ve akciğerin sol iç kısmında, hafî, akciğerin sağ iç
kısmında, ahfa ise, akciğer ve ödün üstündedir. (Çetin, Mufassal Medeni
Ahlak, s.75).
[152] Türer,
DİA, “Latife”, XXVII, 110.
[153] Ali Ulvi Kurucu, Gümüş Tül ve Alevler, Ahmed Sait
Matbaası, İstanbul 1973, s.145.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar