jung Psikolojisi ve Tasavvuf
özgün Adı
Sufism, İslam and Jungian Psychology
1993 yılında, Scottsdale, Arizona, ABD'nde
New Fâlcon Publications
taraf ından yayınlanmıştır.
Redaksiyon
Erol
Göka
H. Türkçapar
Tashih
İsmail
Örgen
Dizgi-İç Düzen
Karakalem
baskı, kapak baskısı, cilt:
Eramat, 506 71 25
İstanbul
Editörler
J. MARVIN SPİEGELMAN
PİR VİLAYET İNAYET HAN
TASNIM FERNANDEZ
Çevirmenler
KEMAL YAZICI RAMAZAN KUTLU
İçindekiler
J. MARVIN
SPİEGELMAN 7
2
Üstad, Mürid ve Sûfî Grubu: Günümüzde Sûfî
İlişkileri
PÎR VİLAYET İNAYET HAN 41
6
Manevî Sûfî Eğitimi Sonsuzluğa Açılan
Bireyleşme Sürecidir
7
İbn Arabî ve C. G. Jung’da Aktif İmgelem
J. MARVIN SPİEGELMAN 111
8
Bir Sûfî Geleneğinde Rüya Çalışması
LLEWELLYN VAUGHN-LEE 131
9
Aşkın İşlev ve Psikoterapi: Bir Sûfî
Perspektifi DON WEINER
ıo Arab-Sûfî Tarzında Bir Hikâye
153
163
J. MARVIN SPİEGELMAN
J. MARVIN SPIEGELMAN
RÜYAMDA bir Arap şehrinde
olduğumu gördüm ve böylesi pek çok şehirde olduğu gibi bir kale vardı. Şehir
geniş bir u. düzlüğe yerleşmişti. Etrafında, dört kapısı olan, kare şeklinde
bir duvar bulunuyordu. Şehrin içerisindeki kale, geniş bir hendekle
çevrilmişti. (Bu, gerçekte Arap ülkelerinde görülen bir tarz değildir. Suyun
üzerinden karanlık, at nalı şeklinde, açık olan cümle kapısına giden tahta bir
köprüye varmadan durdum. Kaleyi içerden de görme isteğiyle köprüye doğru
yürüdüm. Köprünün ortasına geldiğimde yakışıklı, esmer, krala yakışır bir Arap
aristokratı kapıdan bana doğru geldi. Beyaz bornoz içindeki bu gencin kalenin
prensi olduğunu biliyordum. Yanıma geldiği zaman bana saldırdı ve yere
devirmeye çalıştı. Güreştik. Mücadele sırasında parmaklığı kırdık ve hendeğe
düştük. Beni boğmak için başımı suya batırmaya çalıştı. Çok ileri gittiğini
düşünerek, döndüm ve onun kafasını suya batırdım. Ona büyük bir hayranlık
duymuştum, fakat kendimi de öldürtmek istemedim. Onu öldürmeye ise niyetim
yoktu. Sadece bayıltmak ve dövüşemeyecek hale getirmek istedim.
Sonra rüyanın manzarası değişti ve
birlikte kalenin merkezinde kemerli, sekizgen bir adadaydık. Oda tamamen
beyaz, çok sade ve güzeldi. Açık renkli mermer duvarlar boyunca alçak divanlar
vardı ve önümdeki zemin üzerinde beyaz parşömen üzerine siyah harflerle
ihtişamlı bir el yazısıyla yazılmış bir kitap açık olarak duruyordu. Arap el
yazısı değildi, aksine Turfan’m “Manihean” parçalarından bana tanıdık gelen
Batı Türkistan’ın Uygur tipi el yazısı gibi gözüküyordu. İçeriğini bilmiyordum,
fakat bununla birlikte onun “benim kitabım” olduğu, onu benim yazdığım hissine
kapıldım. Biraz önce güreştiğim genç prens sağ tarafıma oturdu. Ona kendisini
yendiğimi ve kitabı okuması gerektiğini belirttim. Fakat direndi. Kolumu
omuzuna doladım, bir baba şefkatiyle ve sabırla kitabı okumaya zorladım. Bunun
kesinlikle gerekli olduğunu biliyordum, sonunda boyun eğdi. (C.G. Jung’un
1920’de Kuzey Afrika’da gördüğü rüya; ‘Anılar’, s. 242-243)
Doğuştan Hıristiyan olmasına rağmen
Jung’un dinî görüşü insan ruhuna yönelmiştir. Bu odaklanma sonucunda Jung,
diğer dinlere yöneldi, daha doğrusu erişti. Çünkü bu dinler kutsal ortak
deneyimden söz ediyor, sembolizmlerini ruhun derinliklerinden alıyorlardı.
Zaten Jung da kendisinin ve hastalarının rüyalarında aynı sembolizmi
keşfetmişti. Otobiyografik ‘Anılar’ında onun çalışması boyunca kanıtlanmış
olan büyük bilginliğinin yanısıra bu içsel bağlantıları da sergilemektedir.
Bütün dünya dinleri gibi animistik
tapınmanın pek çok yöresel şekillerine de, onun tarafından işaret edilmiştir.
Onun çalışması, Zerdüştîleri ve Taocuları da Doğuda ve Batıda daha tanınmış
dinler gibi ele almaktadır. Jung’un psikolojisi ve dinler üzerine devam eden
kitap serilerimiz bunun bazı kayıtlarını ortaya sermektedir.
Jung’un İslâm’la ilişkisi, bununla
beraber, biraz gizemlidir. Onun Arap simyası ile olan derin ilgisi, eski gizli
sanat ile bireyselleşmenin modern keşfi arasındaki paralellikleri gösteren pek
çok eserinde açıkça gözükmektedir. Onun, Kur’ân’ı hiç değilse mâkul ölçülerde
bildiğini, sûfî inancına göre yetiştirilmiş bir Somaliliden öğreniyoruz; bu
kişi Jung’u “Kitabın İnsanı” olarak nitelendirmektedir. (Yeniden Doğuş
Hakkında, cilt 9, Kısım I, s. 143) Aynı makalede İslâm tasavvufunda önemli
bir rol oynayan Hızır’dan uzun uzadıya zekice söz etmektedir. (Hızır hakkında
daha ayrıntılı bilgi daha sonra verilecektir.) Budizm, Hinduizm ve
Hıristiyanlık açısından bilgi veren değerli çalışmalarını düşündüğümüz zaman
ise, İslâm ve Sûflzm hakkında şimdiye kadar bir makale yazmamış olması oldukça
şaşırtıcıdır. Yahudilik, Yunan çok-tanrıcılığı, Hıristiyanlık ve Batı insan
ruhunun temellerini kapsayan olgunluk dönemi deneyimlerinde ve evrensel
rüyalarında bir müslüman imgesinin bulunmaması dikkat çekicidir. (‘Anılar’ s.
293-295)
Bu kitaptaki aktif imgelem hakkında
yazdığım makalede belirttiğim gibi Yahudi mistiklerinin yanısıra İbn Arabî ve
diğer birtakım müslüman mutasavvıflar hakkmdaki çalışmaları yaşamının geç
yıllarında ortaya çıkmıştır. Fakat otobiyografik anılarının giriş bölümündeki
İslâm ve Sûfîzm ile ilgili rüya ve imaları düşünce uyandırıcıdır ve burada
bahsedilmeye değer niteliktedir.
Bunlardan bahsetmeden önce, bildiğim
kadarıyla hiçbir İslâm aliminin (öteki inançlarda olduğu gibi) Jung’un
psikolojisi ile ilgilenmemesine rağmen Jung’un İslâm âleminde İslâmabad’da bir
İslâm Üniversitesinde ve Hindistan’da iken diğer üniversitelerde fahri doktora
ünvanı verilecek kadar iyi bilindiğini vurgulamak gerekir. Burada ilerde daha
kapsamlı bir araştırma gerektirecek kadar sır gizlidir. Jung’un bu meselelerle
ilgisi hakkındaki araştırmalarım pek üretici değildir. Bu nedenle şimdi
elimizde bulunan ‘Anılar’ kitabındaki verilerle yetineceğiz.
Arap ve İslâmî nitelikteki şeylerle ilk
karşılaşması, onun öğrencilik yıllarını anlattığı bölümde bulunur. Jung’un
ansızın, dana önce oldukça müşfik fakat fazla entellektüel olmayan, İsveç
Protestan Kilisesi’ne bağlı bir taşra papazı olarak tanıtılan babasının Doğu
dilleri üzerine bir Ph. D. aldığını ve tezini Süleyman’ın Mesellerinin Meseli
Arapça uyarlaması üzerine verdiğini öğreniyoruz. Bu -noktaya kadar baba Jung’un
hem dinî şüpheleri, hem de bu çeşit bilmeceleri teslis olarak anlayamaması
nedeniyle çırak Jung’a yardım edemeyeceğine inanıyorduk. Bu yüzden basit bir
Protestan papazının Arapça ve Doğu dilleri hakkında bu kadar bilgili olmasına
hazırlıklı değildik. Daha sonra öğrendiğimize göre, muhtemelen baba Jung’un
başlangıçta gelişmesini tamamlayamamış yetenekleri ve kapasitesi vardı ve belki
de bu onun acıklı depresyonuna katkıda bulunmuştu. Fakat kesinlikle Mesellerin
Meseli’nin Arapça uyarlamasını yapacak kadar eğitimli ve 20. yüzyıl psikolojisi
ve dininin önde gelen bir şahsiyetine uygun bir baba olacak zekaya ve hırsa
sahip bir kişiydi. Böylece her nasılsa bu ilgi ve kapasite genç C. G. Jung için
bir zemin oluşturmuş ve küçük Jung’un muazzam dinî gelişimine ve bağımsızlığına
rağmen babasının ruhu ve yetenekleri onu bilinmeyen bir şekilde etkilemiş
olmalıdır.
İslâmî meseleler hakkındaki bir sonraki
bahis, büyük rüyasında tamamen boyun eğemediğini anlattığı ‘Eser’ adlı bölümde
geçmektedir. (“Bazı nedenlerden dolayı alnımı yere değdiremedim belki sadece
birkaç milimetre kaldı”, ‘Anılar’ s. 219). Bu “büyük rüya”da Sultan Ekber’in
Fatehpur Sikri’deki divanının (divan-ı kaas; konsey salonu) bir eşi olan büyük
bir salondan bahsedilmektedir. Bu dev mandala, “bu dünyanın” büyük bir kısmına
hükmedebilen Davud ve İskender gibi kahraman figürleri için bir merkezdi. Temel
olarak buradan, insan, rüyada daha sonra manevî gerçekleşmeye erişebilecekti.
Jung’un babası rüyada tanınmış kişilerin lahitlerinin muhafızı ve bir derinlik
ve hızlılık üzere konuşan Pentateuch’un yorumcusu ve psikiyatristlerin
anlayamadıkları bir kişi olarak görünmektedir. Jung, bu doktorları kendi
gölgesinin bir parçası olarak yorumlamıştır, fakat biz burada muhtemelen
babasının kapasitesini eksik takdir eden Jung’un bilinçdışı tarafından yapılan
düzeltmeyi de görebiliriz. (Bu rüyadaki özellikleri ‘Katolisizm ve Jung
Psikolojisi’ adlı kitapta Papaz Doran ve ben tartışmıştık.)
Jung’un Arap kültürü ve zihniyetini anlayışı
Kuzey Afrika seyahatindeki deneyimlerini anlatan sekiz sayfalık bir
tanımlamada ayrıntılı olarak sunulmuştur. (‘Anılar’ s. 238-246). Bu Mağrib
(Fas) toprağında Jung, pek çok savaşın ve çeşitli uygarlıkların “kanı” nı sık
sık ziyaret etti. AvrupalIların aksine, insanlar arasında duygusal bir yoğunluk
hissetti.
o Ataerkil kültür ve aralarındaki duygusal
yakınlık Jung’a eski Yunanistan’ı hatırlattı ve kendi geldiği yerdeki egemen
bilimin gözetleyici yanını ve coşku yokluğunu anladı. Müezzinin, şafak vakti
havada yayılan ezan sesi, mübarek bir kişinin insanlar arasındaki büyük etkisi,
onun bu toprakların büyüsü altına girdiğini anlamasını sağladı. Daha sonra
başlangıçta sözünü ettiğimiz rüyayı gördü.
Jung’un bu rüya hakkmdaki yorumu oldukça
öğreticidir. Kendisine selam vermeden geçen gururlu bir Arabın iki misli olan
atlı Arap gencini, Kendilik’in (self, nefs) tasviri, daha doğrusu, kalenin
mükemmel mandalasından çıktığı için Kendilik’in fışkırması olarak kabul etti.
Burada Jung’un divan-ı kaas hakkındaki rüyasında da mandala imgelemesini
kullandığını belirtmeliyiz. Bu tasviri kişi ile mücadele, Hz. Yakub’un melekle
(kendilerini bilmediği için insanları öldürmek isteyen Allah’ın habercisi)
olan mücadelesine benzemektedir. Jung, bu meleğin içinde yaşaması gerektiğini
fakat bu olmadan önce birbirlerinden öğrenmeleri gerektiğini hissetti.
Jung’un sözlerine göre Arap kültürüyle
karşılaşması ona öyle şiddetli çarpmıştır ki, hayata kendisinden daha yakın
olan insanların duygusal yapısı ondaki tarihsel katmanlara kadar işlemiştir ve
kendi Avrupalı hali hakkında bir görüş açısı kazanmasını sağlamıştır. Arap bir
gölge olarak göründü, fakat belli bir kişiye ait değildi; “Kalenin efendisi
olarak o (Arap prens) kendiliğin bir çeşit gölgesi olarak kabul edilmelidir.”
Jung’un çevresinin daha duygusal ve
“ilkel” durumları tarafından çarpılması ne olumsuz bir olaydır, ne de tektir.
(Benzeri bir olayı siyah Afrika’da yaşamıştır). Ne yazık ki kendisine yaşamının
sonlarına doğru Eranos Konferansı’nda büyük Fransız İslâmcısı Henri Corbin’in
konferanslarında açıklanan dinin farkına varmamıştır ve daha farklılaşmış
İslâmî kişiliklerle karşılaşmamıştır.
Jung’un 1920’de Sahara’ya ziyareti
sırasında başlayan rüyası bize bu kültürel ve dinî nüfuz etme zamanındaki kollektif
durumumuz hakkında pek çok bilgi verir. Arap ve İslâmî anlayış, Avrupa/Amerikan
anlayışı için hâla karanlıkta olan Kendilik’in bir görünüşüdür ve yaklaşık
çeyrek asırdır vuku bulan dış olaylar karşılıklı bağlantının olmadığının
simgesidir.
Acaba Jung kendi çalışmalarının, özellikle
bu çalışmanın birleştirici karakterinin ve üç büyük Batı dininin ayrılmasından
önceki unsurlara (the Mithraic text) dayandığının “öbür taraftan farkına
varılmasının büyük bir önem taşıyacağını bilebilir miydi? Eğer “Ortadoğu” Doğu
ve Batı arasındaki köprü görevini sürdürebilirse—sanırım bu sadece muhtemel
değil, fakat oldukça gereklidir—Jung’un rüyasındaki köprü, bu toplantı yerinin
değerli bir sembolüdür. İnsan böyle bir bağlantının kurulabileceğini ümit edebilir.
Bu rüya ile ilgili daha detaylı bir içgörü bana Zürih’ten Dr. Sonja Marjasch
tarafından sağlandı. Bana Peter Hopkirk tarafından yazılan ve Manihean
elyazıları ile duvar boyamalarının Jung’un rüyasıyla aynı zamanda yaşayan
maceracı bir arkeolog olan Alber von Le Coq tarafindan keşfedildiğini açıklayan
‘İpek Yolundaki Yabancı Şeytanlar’ adlı kitabı verdi. 69. sayfada Le Coq’un
şaşılacak derecede Jung’a benzeyen bir fotoğrafı vardı. Dr. Marjasch, Jung’un
keşfin iç seyahatlerine girişirken Le Coq ve diğer arkeologların dış keşifleri
yapmalarının şaşırtıcı gerçeğiyle çarpılmıştı. Belki bunlar aynı zamana
tesadüf etmişti.
Maniheizm ve rüyada sözü edilen parçadan
daha fazla bahsetmek gerekir. Bu din, 3. yüzyılda İran’da doğmuştur ve iki
karşıtlık ilkesi üzerine dayanmıştır, Işık (Ruh) ve Karanlık (beden). Kurucusu
Manes (Portresi Le Coq tarafından bulunmuştur) ve taraftarları Batıda
Hıristiyanlar tarafından acımasızca zulme uğramışlardır. 5. yüzyılın sonunda
Doğuya, Çinli Orta Asya’ya doğru gittiler. Hopkirk’in verdiği bilgiye göre
“Alman arkeologlar Turfan bölgesindeki bütün Manihean kütüphanelerini kazmaya
başlayana kadar bu itikadın bir eseri yoktu ve başlıca düşmanlarının,
özellikle St Augustine’in, vahşice saldırgan yazıları ile biliniyordu. Uygur Türkleri
8. yüzyılda bu dini kabul ettiler ve büyük bir İslâmiyet dalgasıyla
karşılaşıncaya kadar din bir kabul ve büyüme devresi geçirdi.” Sonja Marjasch
ile birlikte Jung’un onu düşünerek Arap prensini nasıl Uygur yazılı kitabı
okumaya zorladığını görebiliyoruz. Sanırım Jung hem güçlü tektanrıcılık
inancıyla Batılı Kendilik’ini etkilemeye çahşışıyordu, hem de ona bağlantılı
olmak istiyordu. Onun mirası hâlâ birçok anlama gebedir ve daha ayrıntılı bir
yorum beklemektedir. Başka bir yorumunda Jung, teknoloji çağının İslâmiyete ne
yapacağını merak etmektedir. Biz de günümüzde İslâmiyetin teknoloji ile neler
yapabileceğini sorabiliriz! Sanırım en önemlisi, karanlık tarafın (Büyük
Şeytan) yansıtmalarının karşılıklı geri çekilmesinin ortaya çıkması ve kolaylaştırılmasıdır.
Bu kitabın amaçlarından birisi de kesinlikle budur.
Bu bağlamda Jung’un Arap ve İslâm
kültürünün daha gelişmiş yönleriyle olan teması konusunda daha fazla şey
söyleyebiliriz. Bunu yapmanın en iyi şekli, belki de Jung’un Hızır efsanesini
ele alıp tarzına bakmak olacaktır.
“Yeniden Doğuş Hakkında” adlı makalede (9.
cilt s. 11-147) Jung, Hızır figürünü ve Kur’ân’ın 18. sûresini, dönüşüm yöntemini
açıklayan tipik sembol grupları için kullanmıştır, (s. 135-147). “Mağara” adlı
parça bunun bir yeniden doğuşun gizemi olduğunu ileri sürer. Jung, bütün metni
büyük bir ustalık ve sempati ile, fakat giriş bölümünün sonunda belirtmiş
olduğum gibi itirazım olan bir yargıyı da işe katarak yorumlar.
Mağaranın kendisinden ve orada 309 sene
kaldıkları söylenen Yedi Uyurlar efsanesinden Jung, kendini bilinçsizliğin
karanlığında bulan kişilerin bir dönüşüm sürecine girecekleri ve bu dönüşümün
simyada da belirtildiği gibi bazen yaşamın uzaması veya ölümsüzlük olarak
ifade edilen negatif veya pozitif anlamda anlık bir değişim olacağı anlamını
çıkarmıştır. “Gizemli figürlerin kaderi” der Jung, “dinleyiciyi sımsıkı
kavramasıdır,” çünkü bu hikâye, ifadeyi dinleyicinin bilinçdışındaki paralel
süreçleri, yeniden bilince entegre etme yolu sağlamaktadır. Orijinal duruma
yeniden dönmek, gençliğin tazeliğini bir kez daha kazanmakla aynı anlama gelmektedir.
Uyuyanların hikâyesini metinle ilgisi olmayan ahlâkî gözlemler takip eder.
Jung, burada normal bir yaşayış sürenler için saldırgan gelebilecek davranışa
ait dinî kurallar ve deneyimler hak\ kında birtakım yorumlarda bulunur, (s.
236-7):
“Gerçekte, aydınlatıcı olan bu yorumlar,
kendilerini yeniden canlandıramayan ve ahlâki düzenden hoşnut edilmeleri, ki
bu yasalara bağlı kılınmaları demektir, gereken kişilerin tam da ihtiyaç
duydukları şeylerdir. Sıklıkla kural tarafından emredilen davranış, manevî
dönüşümün yerine geçmektedir.”
Dipnotta Jung, manevî kişi (pneumatikos)
ve dünyevî (cama! kişiyi (sarkikos) ayırt eden St. Paül’den benzer örnekler
veriı Dünyevî kişi, yasaya itaat etmek zorundayken öteki özgür olabilir.
Şüphesiz her iki ilke de aynı kişide bulunabilir. Jung’un görüşü, Kur’ân’daki
metnin, efsanede duyacak kulağı olanlara, yeniden doğuş sözü verildiğini fakat
niyet etmeyenlerin Allah’ın emirlerine tamamen boyun eğerek yeterli doyum ve
güvenilir bir rehberlik bulacaklarını söylediği şeklindedir.
Bu, Jung’cu çevrelerdeki tipik anlayış
tarzıdır ve şüphesiz bunu doğrulayacak pek çok örnek vardır. Zürih’te C.G. Jung
Enstitüsü’nde yaşlı ve saygın bir fakülte üyesinin Doğu insanının dininin çok
fazla denetimi altında olduğu için henüz bir analist olmaya hazır olmadığından
yakındığını hatırlıyorum. Söylemek istediği, kişilerin dinî deneyimi doğrudan
ve bireysel olarak edinmedikleri herşeyin vahyedilmiş ve kurulmuş kalıplardan
süzülmüş olduğu tehlikesiydi. O zamandan beri,‘inançlarının esaslarına bağlı
kalmış, bireyselliklerini geliştirmiş, hatta Jung analisti olmuş (örneğin Katolik
rahipleri) çok kişi vardır. Bu nedenle, bireyleşme ve bireycilik ayrımı
yapılmalıdır. Bireycilik manevî özgürlük ve özellik belirtisi göstermediği
gibi, bireyleşme de dinini değiştirenlerle sınırlanmamıştır. Hebrew
Üniversitesi’nden Profesör Zwi Werblowsky’nin Yahudi mistiğinde Caro ve Luria
gibi birçok önemli figürün yasaların gözetilmesini istediklerini, bu ikisinin
birbirlerini dışlaması gerekmediğini anlatan konferansını hatırlıyorum. Aktif
imgelem hakkmdaki yazımda da görüleceği gibi, anladığım kadarıyla bu, çok büyük
bir İslâmî figür olan İbn Arabî için de doğrudur. İbn Arabî de kutsal ile
kişisel diyalog ve “inançlarda” ortaya çıkan şey arasında bir ayrım
yapmaktadır. Jung, hizmetçisi “gölge” Yashua ben Nun ile birlikte dönüşüm için
araştırma yapan kişiyi temsil eden Hz. Musa ile ilgili Kur’ân’da geçen kıssayı
aktararak yorumlamasına devam eder. Hz. Musa ve hizmetçisi Hızır’ı öğretmen
olarak karşılarlar ve onunla şaşırtıcı, hatta ahlâka aykırı deneyimler
yaşarlar. Bu arada Hz. Musa Doğu ve Batı denizlerinin birleştiği ve önceden
“orta yer” olarak anılan Süveyş kanalında meydana çıkan hocasının büyük
bilgeliğinin farkına varmıştır.
“Onlar mütevazi besin kaynaklan olan
balıklarım unutmuşlardı; bu balık gölgenin babasını, dünyevî kişiyi ve Yaratıcı’nın
karanlık dünyasından gelen Nun’u temsil ediyordu.”
Balık, içgüdüsel bilinçdışınm bir
içeriğinin sembolüdür; yine balık, “ruhun yitimi” durumunda (ki aç kalmak ve
yıpranmak gibi olan bu durumları hepimiz biliriz) bulunan yenilenmenin
kaynağıdır. Burada işlenen tipik motif, simyada iyi bilmen ve Kur’an tefsirlerinde
genişletilmiş bir halde bulunan yaşamın kaynağını bulmak ve onu yeniden
getirmenin işareti, yani “yaşamsal önemi olan bir anın farkına varamama”dır.
Jung balığın, nasıl bir mağarada doğmuş,
“uzun bir yaşam süren” ve İlyas peygamber gibi kendini sürekli yenileyen ve
onun arkadaşı olan Hızır’ın temsili olduğunu göstermekte ve bunun Kendilik’in
bir sembolü olduğuna inanmaktadır. Uyarıcı olan bu hikâyede Hızır, daha yüksek
bir bilinç olarak kabul edilmektedir. Jung, ego-bilinçliliğin kaderin
girdabında Kendilik’in üstün reh' herliğine nasıl tepki gösterdiğini
anlatmaktadır:
“Dönüşümü becerebilen inisiasyon üyesine,
bu, rahatlatıcı bir hikâyedir; itaat eden inananlara ise Allah’ın kadir-i
mutlak gücüne söylenmemek için bir uyarıdır. Hızır yalnızca yüksek bilgeliğin
değil, fakat bu bilgelikle uyum içinde olan ve bu mantığı aşan davranış
biçiminin de sembolüdür.”
Bizler hep Musa’yı araştırıyoruz der Jung
ve dönüşüme uğrayanın ne Musa ne de Yashua değil, unutulmuş balık olduğuna işaret
eder. Balık mütevazi bir yerde başlar ve kahramanlık efsanesi olur. Jung öteki
dinlerdeki gibi dönüşüme uğrayanın içimizdeki yüksek kişilik, Kendilik (Nefs;
self) olduğunu gösterir, ölümsüzlük sezgimiz, kendimizin uzamsal ve zamansal
olmayan yönlerini belirler. Hızır, yaşayan ve dönüşüme uğrayan Kendilik’in bir
görünüşüdür.
Jung, Hızır’ın insanların dilinde bir
arkadaş, danışman, öğretmen ve teselli veren biri olarak yaşadığını belirtir.
Hızır’ın ârkad 'ş karakteri 18. sûre’nin
diğer bölümlerinde gösterilmiştir. Burâ’dâ Zülkarneyn figürü, İki Boynuzlu
Kimse (Büyük İskender) olarak yer alır, ancak tüm bunlar Hz. Muhammed’in
kronolojisinde sıkça rastlanılan “tutarsızlık” ile anlatılmaktadır. Jung bu
çelişkiyi psikolojik yönden açıklamaktadır:
“Musa, herşeyi net olarak anlamadan önce,
bilinçdışı süreçleri gündeme getiren kendilik (nefis) deneyimlerine büyük
ölçüde dalmıştı. Daha sonra kâfir sayılan kendi halkı yahudilerin yanına geldi
ve onlara deneyimlerini anlatmak istediğinde gizemli bir efsane şeklini
kullanmayı tercih etti. Kendi hakkında konuşmak yerine İki-Boynuzlu Kimse hakkında
konuştu. Musa’nın kendisinin de ‘boynuzlu’ olması nedeniyle Zülkarneyn’in
yerine geçmesi mümkün görünmektedir.”
Jung’un burada söylemek istediği, kişisel
olmayan gizemli efsanenin “öteki”ne bir dönüşüm olarak verilmesidir. “Hızır’la
bir deneyim yaşayan bizzat Musa’nın kendisi olmasına rağmen, hikâyeyi
anlatırken kendi yerine Zülkârneyn’in adını belirtmek durumundadır.” Jung,
bunun şişmeden (böbürlenme; inflation) kaçınma yolu olduğunu, çünkü şişmenin
kendilik’le karşılaşma sırasında büyük bir ruhsal tehlike oluşturduğunu
belirtir. Jung, Kur’ân’da Hızır ile Allah arasında bir ayrım yapılmadığını,
birincinin İkincinin bedenleşmesi olduğunu göstermektedir. Arkadaşlık çifti
temasının sürekli yinelendiğini ve Jung’un Faust hikâyesindeki Alman ruhuyla
bir paralellik kurduğunu görüyoruz. Kendilik’in iki-katlı durumunun, kıskanç
kollektif güçler tarafından tehdit edildiğinde, onun yaşamını “orta yerde^
(örneğin Kudüs’te) sürdürmeye çalışmasının temsili olduğunu söyleyebiliriz.
Yine Jung, psikolojik anlamda bireyleşme, bir opus contra naturam'dır;
onların birliği için duyulan gereksinim ve umudun yani Complexio oppositorum
’un aksine opus contra naturam, karşıtların dönüşmemiş başlangıç
durumuna bir geri dönüş ve kollektif etki altında çöküntüye uğrayabilir,
demektedir. Jung 18. sûrenin yorumunu aşağıdaki gibi bitiriri
“Görünüşte bağlantısız ve imalı
karakterine rağmen sûre, bugün bizim daha da artmış olan psikolojik içgörümüz
ile bireyleşme süreci olarak algılayacağımız, ruhsal dönüşümün veya yeniden
canlanmanın mükemmel tablosunu vermektedir. Efsane döneminin ve İslâm
peygamberinin ilkel düşünüş şeklinden dolayı süreç, bilincin tamamen dışında
yer almıştır; bir gizemli efsane veya bir grup arkadaşın başından geçen
serüvenler biçimini almıştır. Bu, niçin herşeyin böylesine imalı ve mantık
zincirinden kopuk olduğunu göstermektedir. Herşeye rağmen efsane, dönüşümün
anlaşılması güç arketipini o kadar iyi ifade etmektedir ki, Arab’ın tutkulu
dinsel erosu, onu tümüyle yeterli bulmaktadır. Hızır’ın İslâm tasavvufunda
böylesine önemli bir rol oynamasının nedeni budur.”
Jung’un Kur’ân’daki belirli bir metni
nasıl anladığıyla ilgili bu biraz da karşıt-değerli, kararsız sunuşundan ne
gibi bir anlam çıkarabiliriz? Herşeyden önce bu sunuş, çok parlak, yardımcı,
kıymet bilen bir niteliktedir; fakat İslâm’a inanmış bir kimse, Peygamber’inden
“ilkel düşünüş şekli” olan bir kimse diye söz edilmesini asla hoş
karşılamayacaktır. Nasıl yahudiler, kendi dinî liderlerinden Kur’ân’da, onun
ve halkının bilgeliğini aşmış bir sonraki peygamber tarafından aydınlatılması
gereken, fazla parlak zihinli -olmayan birisi diye söz edilmesinden
hoşlanmıyorlarsa, müslümanlar da benzeri bir tepki göstereceklerdir.
Sanıyorum, biz şimdi burada, onunla
kollektif bir düzeyde karşı karşıya geldiğimizde büyüyen ve bilincin her
adımında işe karışan, sıkça görülen bir gölge problem ile uğraşıyoruz. Bu
gölge problem, önceki farkına varma düzeyinin bir biçimde artık kabul edilmeyip
kötü görülmesine duyulan gereksinimdir. Bu sanki kendi bireyselliğimizi
bulabilmemiz ve ondan hoşlanmamız için ebeveynlerin yenilgiye uğratılması ve
aşağılanması gerektiği şeklindeki garip inanca benzemektedir. Eğer bu
benzerliği insan gelişiminde izlersek, gençler eninde sonunda büyürler ve
ebeveynlerinin değerlerini artık lekelemeden takdir edecekleri bir düzeye
ulaşırlar. Dinî savaşlardan ve metinlerden öğrendiklerimize göre bu olay dinî
gelişimde daha az yaygındır. Tanrı’nın diğer konuşma biçimlerini yok saymadan
ve onlara üstünlük taslamadan kendimizin ve kavmimizin doğrularını onaylamak ve
arzu edilen Yaratıcı’ya ulaşmanın çeşitli yollarını takdir edecek konuma
varmak, şimdi ve gelecek yıllardaki esas görevimiz ve başarımız olabilir. Belki
din ve psikoloji alanında, bir dinin diğerinden daha iyi olduğu gibi yanlış
sonuçlara varmadan, ama bazı durumlarda bir ifadenin gerçekten de diğerlerinden
üstün olduğunu kabul eden karşılaştırmalar, yapacak kadar iyi bir gelişim
gösterebiliriz. Kendisinin daha üstün olduğunu ileri sürmediği müddetçe, belki
de bu, psikolojik yaklaşımın göreceği en yararlı işlev olacaktır.
Jung yeniden doğuş hakkmdaki derslerini
büyük evrensel rüyasından ve İslâm ve Budizm konularında daha bilgili
ilâhiyatçılar ve âlimler tarafından kendisine yeterince bilgi verilmeden önce,
1938’de Eranos Konferansı’nda sundu. Daha sonra Jung, Zülkarneyn ve Hızır’da
görülmüş olduğu gibi (ki bu, divan-ı kaas hakkmdaki rüyasını yorumunda
görülmektedir), Kendilik’in bu dünya ve öteki dünya ile ilgili yanlarını
anlamış, fakat bunun hakkında fazla yazmamıştır. Jung’un başladığı ve hepsi de
hayranlık verici ciltlerde çok zengin tanımlamaları bulunan dinî temaların ve
deneyimlerin karşılaştırmasını ve psikolojik yansımasını sürdürmek görevi diğerlerine
düşmektedir. Kitabımız bu yolda atılmış küçük bir adımdır; umarız başkaları
bunun devamını getirir.
Kitabımıza katkıda bulunan kişilerin
sayısı az olmasına rağmen, hem Jung’cu psikolojinin hem de özellikle Sûfizm
olmak üzere İslâm’ın büyük değerini paylaşan oldukça farklı insanlardan bir
çekirdek yazar kadrosu oluşturulmuştur.
Tasnim Fernandez Sûfî Düzeni’nin üyeleri
tarafından yapılan katkıları düzenlemede oldukça yararlı olmuştur. Her ikisi de
uzun ve derin İslâmî geleneklerden gelen ve zengin evrensel bir düzeye erişen
Pir Vilayet İnayet Han ve Profesör Muhammed Shaalan’a katkılarından dolayı
minnettarım. Pir Vilayet İnayet Han, Modern Sûfîzmin lideri olarak dünyaca
meşhurdur; Muhammed Shaalan, Mısır’da ünlü bir psikiyatri profesörüdür. Umarım
onların —ve bizim— ortaya koydukları önemli fikirler, ortak manevî amaçlarımızın
bundan böyle daha çok gelişmesini sağlayacak alıcı zihinler bulabilirler.
Bu kitapta sunulan iki Sûfî organizasyonu
için daha fazla açıklama gerekir— gerçekte bütün katkıda bulunan kişiler,
Shaalan’ın ve benim dışımda, onların üyesidir. Pir Vilayet İnayet Han tarafından
yönetilen Sûfî Düzeni 1910’da babası Hazret İnayet Han tarafından kurulmuştur;
kendisi Hindistan’daki Ecmer Çiştî Tarikatı’nm bir koluna bağlıdır ve Sûfizmi
Batıda tanıtan ilk kişidir. Pir Vilayet Paris’te oturmaktadır, fakat çok
seyahat eder; organizasyonun merkez büroları Seattle ve Washington’dadır. Bu
Düzen’in misyonu, “Birlik mesajını yaymak ve insanlığın herşeyde bulunan
kutsallığı farketmesini sağlamak... derin bir kişisel dönüşüme neden olmak
için bir manevî eğitim programı hazırlamak... Manevî rehberler geliştirmek...
Aşk, uyum ve güzellik gibi manevî ülküleri uygulamak için yeni yollar bulmak...
Allah’a ve insanlığa hizmet etmek...”tir. Bunu başarmak için bir batınî
okulları, inziva köşeleri, evrensel tapınma okulları, bir şifahanenin yanısıra
basım evi ve evde çalışma kursları vardır. Bu grubun kitaba katkıda bulunan
üyeleri Tasnim Fernandez, Atum O’Kane, Don Weiner ve Pir Vilayet İnayet Han’dır.
İkinci Sûfî grubu Hindistan’da Nakşibendi
çizgisine göre eğitilen Irina Tweedie tarafından yönetilmektedir. Bu grubun
merkezi İngiltere’dedir; Trina Tweedie’nin yanısıra kitaba katkıda bulunanlardan
Birgitte Dorst, Llewellyn Vaughn-Lee bu grubun üyeleridir.
Ben, iyi niyetleri ve yardımları için,
kendilerini özgürce bu projeye adayan, adı geçen organizasyonlara ve üyelerine
takdirlerimi ifade etmek istiyorum.
J. MARVIN SPIEGELMAN Studio City,
Kaliforniya Nisan 1989, Ramazan 1409
KAYNAKÇA
Hopkirk, Peter, İpek
Yolundaki Yabancı Şeytanlar: Merkezî Çin Asya'sının Hâzineleri ve Yitik
Şehirleri Araştırması, John Murray Ltd., London, 1980, s. 252.
Jung, C. G., Anılar,
Rüyalar, Düşünceler, Pantheon, New York, 1961.
Jung, C. G., “Yeniden
doğuş hakkında”, Toplu Eserleri, c. 9, kısım 1.
Üstad, mürid ve sûfî
grubu:
Günümüzde sûfî ilişkileri
SUFİZM VE ANALİTİK PSİKOLOJİ
S
OFİZM ve Analitik Psikoloji hakkında
yazmak ve okumak bir yemek kitabıyla uğraşmak gibidir. Çok cazip tarifler olmasına
rağmen hiç kimse yapılacak yemeğin tadının nasıl olacağını yemek kitaplarını
inceleyerek bilemez.
Bu yüzden, nasıl ki tarifler sadece yemek
yapma yollarını gösterirse, bir metni okumak da tecrübenin sadece yollarını
gösterecektir. Kadın veya erkek olsun, bir sûfî de, mükemmel olmak için uzun
bir müddet pişmek zorundadır.
Şüphesiz bu durum yalnızca Sufızm’in özü
için değil, Analitik Psikoloji için de geçerlidir. Hiç kimse bazı basamaklardan
geçmedikçe bireyleşme sürecinin ne anlama geldiğini anlayamaz.
Eğer rüyalarınızda, imgelerinizde ve
imgeleminizde ve gündelik yaşamınızın olaylarında arketiplerin işletici gücünü
ve etkilerini yaşamazsanız, arketipler müphem mefhumlar olarak kalırlar.
İdris Şah, Sufızm ve modern Batı
Psikolojisi ilişkilerinden bahsederken şöyle bir yorumda bulunur:
“Sûfizm, kendi başına şu ana kadar Batı
dünyasında geliştirilen bütün sistemlerden çok daha ileri bir psikolojik sistemdir.
Bu psikoloji özünde Doğulu değil insancıldır.” (1981, s. 54)
Bu sözlere benzer şekilde C. G. Jung,
Doğulu eşdeğerleriyle karşılaştırıldığında Batı psikolojisinin, başlangıç
evrelerinden öteye gidemediğini belirtir.
“Batıya has bir icat olarak kabul
ettiğimiz psikoanaliz ve orijinlerini ondan alan bütün hareketler antik
geleneksel sanatla karşılaştırıldığında sadece bir aceminin çabası gibi
kalmaktadır.” (Toplu Eserler, 10, s. 109)
(Sûfizm ve Analitik Psikoloji’de temel
konu insanı farkında olmama durumundan daha yüksek bilinç düzeylerine götüren
bilinç ve farkmdalığm geliştirilmesidir. Her iki modelde de yol Nefs’e
(Kendilik; Self) götüren bir dönüşüm süreci olarak kabul edilir.
Analitik çalışma için kişi, iki unsura
ihtiyaç duyar, analist ve analiz edilecek kimse. Öte yandan Sûfizm, esas olarak
üç unsura ihtiyaç duyar; mürşid, mürid ve manevî cemaat (Sûfî grubu)
Analitik modelde analiz edilen kişi kendi
analistini seçer. Sûfî yapıda ise çekim mürşidden gelir. Mürid hazır olduğunda
onu cezbeden kişi mürşiddir.
(Analizci ve analiz edilen kişinin
yaptıkları iş, doğası gereği esrarlıdır ve açıklaması zordur. C. G. Jung,
ikisinin de birbirine bağlandığı ve değişime uğradığı “vas hermeticum”un simya
imgesine başvurur. Süreç, psikolojik düzeylerde, zaman ve mekan sınırları
içinde meydana gelir.
Sûfî müridin yaşadığı değişim sürecinin
bir kısmı, sözlerle ifade edilemeyen mistik tecrübeye götüren zaman Ve mekan
sınırları dışında meydana gelir.
Birçok mürid için Analitik Psikoloji
içinde açık bir yönelim bulmak oldukça zordur. C. G. Jung’un Toplu
Eserler’inde mantıklı bir yapı ve iyi düzenlenmiş bir sistem aramak
başarısız olmaya mahkumdur. Hatta Sufizm sistemsiz bir sistemdir. Kendi anlık
Geştalt’mı sürekli olarak değiştirir ve kendini anın ihtiyaçlarına uydurur.
Kurallar, töreler ve kavramlar yüzyıllar
boyunca sürekli olarau değişime uğramış elbiseler gibi formlardır. Jung’un
teorilerinin birçok unsuru ortak bilgi haline gelmiştir. Tarihte, sanatlarda,
pek çok kişi ve memleketin hikmet öğretilerinde, Yahudi Cabbala’da, Avrupa
felsefesinde, Arap hikâye ve şiirlerinde, Avrupa’daki katedrallerde görüldüğü
gibi Ortaçağ mimarisinde, Hıristiyan mistisizminde olduğu kadar Hinduizm’de
Sufizm’in izlerini bulmak mümkündür.
Sûfîler (1981) isimli kitabında İdris Şah bu
bağlantıları anlatır. Bununla beraber, Sûfızm, Felsefe, Sanatlar, Dinler ve
Psikolojinin, hepsinin ötesindedir.
SUFİZM NE DEĞİLDİR?
Jung psikolojisinin en önemli unsurlarını
saymak nisbeten kolaydır; bireyleşme kavramı, bilinç ve bilinçdışı, ego ve
kendi (Self).Lbireysel ve kollektif bilinçdışı, arketipler
teorisi, rüyaları, imgeleri, sembolleri, imgelemi, masalları ve
efsaneleri kullanan derinlik psikolojisi tarafından ortaya
atılan insan ruhuna (psyche) yaklaşımları bulabilirsiniz Jungcu
psikolojide.
Sufizm’in aslındane olduğu açık bir
şekilde tarif edilemez; o, yalnızca bir Sûfî eğitimi çerçevesinde
anlaşılabilir.
Sufizm’in ne olmadığını söylemek daha
kolaydır.
O efsaneli bir hikmet, İslam’ın bâtınî
(esoteric) yönü, bir öğretim şekli, dinî bir sistem, Arapların gizli bir
tarikatı, sihir, mistisizm veya gelenek değildir. Ama bunların herhangi biri
Sufizm’in tohumlarını taşıyabilir. Sufizm bir öğreti ya da özel bir zaman ve
mekana has bir hareket değildir.
“Sufizm şekilsiz hakikattir” (Irina
Tweedie)
Zen gibi o da öğretisizdir.
Sufizm ruhtaki fermentasyon süreçlerini
başlatan bir çeşit mayadır. Diyebiliriz ki Sûfizm insanoğlunun uyanışını
teşvik eden, tekamül sürecindeki mayadır,
Sufızm’in anlık yaşayan Geştalt’mı tayin
eden şey ne öğreti ne de gelenektir; yalnızca zaman ve toplumsal koşullardır.
Çağdaş Sûfizm, modern yaşamın pohtik, toplumsal,
duygusal ve entellektüel koşullarını gözönünde tutarak günümüz öğretim ve
öğrenme yöntemlerini kullanır.
Çağdaş Sûfiler, çok sıradan insanlardır.
Yaşam tarzlarının çevrelerindeki yaşam tarzından hiçbir farkı yoktur. Onlar,
oldukça normal kişilerdir.
MÜRŞİD (ÖĞRETMEN)
Sufizm’de mürşid mutlak bir ihtiyaçtır; bu
durum aşağıdaki örnekle daha iyi anlaşılabilir:
Suyu yeterli dereceye kadar ısıtmak için
bir aracı gereklidir; ateş ve su arasına bir çaydanlık...
Sûfî mürşid, bu aracı rolünü yerine getirir
ve asla kendisinin kişisel olarak önemli olduğu gibi bir iddiada bulunmaz.
Sufizm’de ‘mürşidin ismi yoktur’ denir.
Kadın veya erkek olsun, mürşid, öğretim
yoluyla değil fakat varlık yoluyla iş görür. Mürşid, enerjik bir akımdır.
Kendisini Sufizm’e vakfeden müridi bü enerjik güçler etkiler ve sürecini hızlandırır.
Mürşidimle ilk karşılaştığım anda içime bir parıltı ve düşünce girdi: “Yaşamım
boyunca bu kadar sevgi yayan bir insanla karşılaşmadım!”
Ustanın veya gerçek mürşidin varlığı bu
yüzden tarif edilemez bir neşe ve bazan da bir korkudur. Aynı zamanda bu
sevginin kaynağına ulaşmaya derin bir arzu uyandırır. Mürşidin varlığı, müritlerin
gelişmesine yardım eden besleyici bir manevî anneliktir.
Bu nedenden ötürü, iletişimde değil fakat
kalpten kalbe bir akımın geçmesine izin veren bir birliktelik içinde beraber
bulunmak gereklidir. Bu beraber bulunma şeklini tarif etmek gerçekten zordur.
Hintlilerin bunun için özel bir kelimeleri vardır: satsang.
Mürşidin başlangıç evrelerinde müridle
nasıl uğraştığını tarif etmek daha kolaydır. Müridin mürşidle olan ilişkisiyle
analistin analiz edilen kişiyle ilişkisi arasında benzerlikler vardır; mürşit
müridin gelişim düzeyini saptar, müridin mevcut zorluklarını ve manevî olanlar
yanında gündelik yaşam problemlerini de teşhis eder ve bu noktadan çalışmaya
başlar.
Müridin iç dünyasını ve manevî ilerleme
düzeyini yansıtan rüyaların yorumlanması işin bir kısmını oluşturur.
Sûfî yolunda rüyalar ve geceleyin yaşanan
bütün ruhsal tecrübeler çok önemlidir. Birçok öğreti ve öğüt, dolaylı
yüzleştirme ile verilir. Bu yüzden mürşit belli bir konu hakkında başka biriyle
konuşabilir, fakat söylediği şeyler, yalnızca o kişi için değildir, sezgiyle
onda sizin için de bir mesaj olduğunun farkına varırsınız.
Müridin bilincini tıkayan bütün örtüleri
ve pası ortadan kaldırmak mürşidin görevidir. Bu yüzden onun görevi engelleri
saflaştırmak, belirginleştirmek ve yok etmektir.
Gerçek bir mürşidin davranışı, önceden
tahmin edilemez. Davranış aniden gelir ve insan davranışının bütün çeşitleriyle
oynar. Mürşidin etrafında toplanan müritlerin hepsi aynı şekilde muamele
görmez; aksine usta, onların ihtiyaçlarıyla uyumlu olarak çok farklı şekilde
davranır.
Gerçek bir üstadı her kişiye ayrı ayrı
davranmasından tanıyabilirsiniz.
Kötü mürşidler, kendilerini takip
edenlerin beklentilerine uygun olarak davranırlar.
Üstad olmak kişiyi görür görmez neye
ihtiyacı olduğunu anlayabilmek, sorumluluğu yüklenmek, kısacası
söylediklerinde, yaptıklarında veya düşündüklerinde ihtiyaca uygun doğru cevabın
bulunması demektir.
“Ermişin hiçbir arzusu yoktur, asla
herhangi bir şeye kendini vermez. Çünkü o insanlara ait olup evrenseldir. O
bir kanundur; basit araçlarla yapılabilecek şey yapılmalı, hiçbir manevî güç
boşa harcanmamalıdır. Hiç kimse, manevî Enerji’yi asla boşa harcamamahdır. İki
Shishva (müridi’e aynı şekilde davranılmaz. İnsanoğlu eşsizdir ve Guru eğer Sat
Guru ise ve görevini biliyorsa, onlara kapasiteleri, karakterleri ve geçmiş
şartlanmaları ölçüsünde davranır.” (Tweedie, 1986, s. 141)
Sûfî mürşidi, bir enerji kanalı, mürid ve
amaç arasındaki bağlantıdır. Her ikisi de sonsuz, zaman ve rollerle sınırlı
analitik ilişkiden tamamen farklı bir sevgi ilişkisiyle birleşmişlerdir.
Sûfî mürşidi, müridi kendi çabası,
tecrübesi ve gelişimiyle bilgi ve anlayışa sahip olacak şekilde yönlendirir. Bu
bakımdan analiste benzer. Bu yüzden Sûfî literatürü mürşidi bazen bir doktor
veya hastalıkları ve insan ruhunun zayıflıklarını tedavi edebilen şifacı olarak
tanımlar. O müridin zihnini okur, bilincin ve bilinçdışınm hareketlerini
gözler, teşhis eder, rüyalara ve bütün bâtinî tecrübelere dikkat eder, onları
anlamaya yardım eder. Birçok sûfî hikâyesinde ve atasözüne e gizli veya
allegorik bir şekilde manevî gelişme için gerekli ipuçlarını ve öğütleri bulmak
mümkündür.
Mürid, düzeyine uygun olarak anlar.
Sûfî hikayeleri birçok farklı tabakası
olan soğanlar gibidir.
MÜRİD (ÖĞRENCİ)
\Mürid ve mürşid arasındaki ilişki, ancak
paradoksal bir şekilde tarif edilebilir. Mürid, tamamen serbest kalır; kadın
veya erkek olsun asla mürşide boyun eğmez, fakat mürşidin gücüne veya Guru ilkesine
teslim olduğu derecede yolda ilerleyebilir. (Gu-ru kelimesi karanlıktan
(Gu) aydınlığa (ru) manasına gelir.)
Bu teslimiyet, ikinci bir doğûş, gerçek
ben olmaya başlamaktır.
Aynı zamanda bu teslimiyet, .egodan
kurtuluş sürecidir. Jung terminolojisine göre kişiliğe bağlanmış koşullanmadan,
kendilik yerine egoya odaklaşmaktan kurtuluş sürecidir.
Sûfî olmak, manevî bir sezgi (kendi
içinden tahsil), içgörü ve olgunlaşma sürecidir.
Kazanılacak ne akademik bilgi, ne prestij,
hiçbir şey yoktur ama kaybedecek çok şey vardır; kendilik kavramları ve
imgeleri, kişisel inançlar ve fikirler, kişisel değerler, eğitimin ve aile
mirasının ürünleri, kısacası bütün koşullar ve geçmişe bağlı herşey.
Sûfî yolu, kişinin o ana kadar hiçbir şeyi
anlamadığını, yalnızca şaşkınlığın olduğunu farkettiği yerde başlar.
Rahatsızlıklar, koşullanmalar ve engeller ölçüsünde analitik çalışma, gerekli
ve yarar lıdır. Bu nedenle Sûfi Üstadı’nın özellikle başlangıçta öğrencilerine
biraz analitik ve tedavi edici çalışma önerisinde bulunması oldukça
muhtemeldir.
Bizim grubumuzda pek çok öğrenci, bunu
yapmaktadır.
Bununla birlikte, grubun ancak çok az bir
üyesi, farklı okullardan iyi eğitilmiş terapistlerden oluşmaktadır.
Sûfî öğrencilerinin arka planı, çok
değişik olabilir. Bizim Londra’daki grubumuzun üyeleri, değişik mesleklerden,
farklı eğitim düzeylerinden, farklı toplumsal sınıflardan, renk, yaş ve milliyetten
kişileri bir araya getiren karışık bir topluluğu temsil etmektedir. Kadınlar,
çoğunluktadır. Fakat bir İngiliz ev hanımı, Alman profesör veya bir İtalyan
pizzacı olmanız hiç farketmez. Hatta zaman da farketmez. Bazı üyeler Londra’da
yaşamaktadır, bir kısmı ise zaman zaman dünyanın değişik yerlerinden birkaç
hafta veya birkaç gün için gelmektedirler. Geri kalanlar yurt dışında yaşamaktadır,
fakat iç bağlantıları hep vardır.
Bazıları manevî anlayışlarında çok yol
almışlardır.
Fakat Sûfî mürşidinin etrafında toplanan
bütün insanlar, ciddi birer araştırmacı değildir.
Bazıları sadece kişisel otorite veya
yalnızca bâtınî bir bilgiyle teması aramaktadır. Buna rağmen başlamak isteyen
herkes hoş karşılanır ve meditasyon uygulamasına bir giriş alır; sonra, kendi
başına devam etmek zorundadır.
Gerçek bir Sûfî öğrencisi, Hakikat,
Kavrayış, Nefis, Mutlak Aşk, Hiçlik için özlem ve arzuyla hareket etmeyi
herşeyin üstünde tutar; kavramların ve isimlerin bir önemi yoktur.
Tarif edilebilen Tao, Hâkikî Tao değildir.
(Tao te king).
Sûfî öğrencisi başlangıçta ne kadar az anladığını
ve bildiğini öğrenir, düşünce ve davranış kalıplarının nasıl gelişmeyi
tıkadığını fark eder.
Manevî yoldan başka, her Sûfî adayı,
toplumda, ailesinde ve mesleğinde yerini almalıdır. Herkes toplumun faydalı
birer üyesi olmalıdır.
Sûfiler, kişisel nedenlerden dolayı bu
yaşamda değillerdir.
Ve sadece manevî anlayış için uğraşmazlar,
yaşamın her yanına bakmak zorundadırlar: ilişkilerine, ortaklarına, aile
yaşantılarına, işlerine, görevlerine ve sorumluluklarına...
Bütün alanlarda bir Sûfî adayının ilk
amacı, gündelik yaşama düzen getirmektir. Sûfizm yaşamın güçlüklerinden kaçmak
değildir. Sûfî olarak yaşamın bütün yönlerini kabul etmek zorundadır ve yaşama
aşkla ciddi olarak katılmalıdır. Böylece Allah’ın sözlerini ve varlığını her
yerde keşfedecektir.
SÛFÎ GRUBU
Geçmişte Derviş grupları ve Sûfî
tarikatları vardı. Bunlar, modern Sûfî grubunu oluşturdular.
Sûfî topluluğu karşılıklı yardım,
olgunlaşma ve manevî kardeşlik sunan bir yerdir. Sûfî grupları aynı hedefe
kendilerini adama ve meditasyon uygulamasıyla belirlenirler.
Grup bütünlükleri, bir biz-duygusuna bağlı
değildir veya sempati ile belirlenmemiştir; grubun bütünlüğü üstâddan
kaynaklanan güç ve enerjiden ve ortak meditasyon uygulamasından gelir.
Sûfî gruplarında bir yandan herhangi bir grupta
görülebilen grup dinamiğini ve sosyal psikolojik olayları bulabilirsiniz; ama
bir yandan da Sûfî grupları, çok özgündür.
Özellikle açık ve hoşgörülü
topluluklardır. Grup, üyelerinin, yeni gelenlerin ve misafirlerin sorunlarıyla
ilgilenir. Üyelik için âdet edinilmiş koşullar yoktur; katılım üstâdın
kişiliğinde fiziksel ifadesini bulan Sûfî yolunun cazibesine bağlıdır.
Sûfî grubunda çalışma programı tahmin
edilemez: grup meditasyonu (bizim grubumuzda kâlb chakra’yı aktive eden sessiz
meditasyon uygulanır, rüya yorumu, sorunların tartışılması, Sûfî şakaları
yapmak (mizahtan yoksun bir Sûfî imkânsızdır), gülmek, beraber çay içmek,
hikâye anlatmak, hocanın dersleri, vurgu, sohbet ve sükût vardır.
Sûfî grubunun atmosferi ılımlı, huzurlu ve
rahattır. Yalnızca rahat bir pozisyonda, burada ve şimdi bağlantısı içinde
olunca gerginlik kaybolabilir ve sükûnetin ve meditasyonun daha derin tecrübeleri
mümkün olur.
Sûfî topluluğu, diğerleriyle aralarında
sınır oluşturmazlar. Bu gerçek bir insan topluluğu için modeldir.
Sûfî grupları, kurumlaşmamıştır. Yalnızca
günümüzdeki koşullar için anlamlı araçlardır.
Şüphesiz zaman zaman insanlar arasında
sürtüşmeler olmaktadır; fakat Sûfîler insan kusurlarına karşı sabırlı olmayı
ve kişinin aynasında onun gölge problemini anlamayı öğrenmişlerdir. Sûfîler
tasarıları geri almayı, kendilerine ve başkalarına karşı sabırlı olmayı ve
kişisel önemden, yani egodan vazgeçmeyi öğrenmek zorundadırlar.
Grup meditasyonundan başka, Londra’daki
Sûfî grubumuzda sabit kurallar yoktur.
Ne olacağını, kimin takdim edileceğini,
neyin tartışılacağını veya ne yapılacağını hiçbir zaman bilemeyiz.
Bu şimdiki zamana açık kalmanın, güvenlik
önlemlerini ve katı alışkanlıkları reddetmeyi öğrenmenin yoludur.
Bu nedenle Sûfî eğitimi kesinlikle tahmin
edilemez. Bu eğitim herşeyden önce, nasıl öğreneceğini, diğer insanlarla nasıl
temasta bulunacağını, nasıl daha sakin olacağını ve meditasyona nasıl açık
olacağını öğrenmektir. Sûfî grupları ve laboratuvarları insan dönüşümü
içindir. Burası Sûfîlerin aşkın enerjisiyle kavruldukları yerdir. Sufizm,
seven kalbin yoludur.
SÛFÎ YOLU
Sûfî literatüründe gelişme evrelerinin ve
düzeylerinin çeşitli tanımlamaları vardır. Bazı basamakları günümüz psikoloji
terimleriyle isimlendirmek istiyorum:
—Sufizm tarafından cezb olunma ve yönelim
—Öğrenme, yolları öğrenmek
—Koşullanma ve programlamadan arındırma
(analitik ve tedavi edici çalışma)
—İç ve dış dünyayı dengeleme (sezgi,
meditasyon yoluyla iç tecrübeler, gelişen bilinç)
—Bireyleşme ve kendisi olma
—Aşkın gücü ve aşık olma
—Birlik ve Hiçliğin tecrübesi
Sûfî öğrencileri için Jung un psikolojisi
çok faydalıdır, çünkü Jung’un “huşu uyandıran” olarak adlandırdığı aşkınlığa
açık bir sistemdir. Böylece modern Batı Sûfîsinin bireyleşmenin psikolojik
yolundan geçmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Ancak Sûfi’nin burada kalmayarak
Jung’un durduğu ve psikolojik anlayışın kısıtlaması olan sınırı aşması
gerekmektedir. Sûfîler, psikologdur ve insan ruhu uzmanıdırlar, fakat herşeyin
üstünde mistiktirler. Hedefleri bireyleşme değil Allah’ı gerçeklemektir.
ÂŞIK OLARAK SÛFÎLER
Bütün mistikler, Allah’la olan
tecrübelerini, özelleştirdiklerinde, içten kucaklaşma imgeleriyle, aşkta birlik
olarak tanımlarlar.
Büyük Sûfî Rumi, “Nerede olursanız olun ve
nasıl hissederseniz hissedin, her zaman aşık olmaya meyillisiniz” demektedir.
Aşk, dönüşümün evrensel gücüdür. Sûfî
yolunda aşk manevî öğretici tarafından kâlbden kâlbe yaratılmaktadır. Bu en
yüksek özenin verildiği kâlb, chakra’nm açılmasıdır.
Kendini hazırlamak ve kendini boşaltmak
meditasyonla yapılır. Aşk tecrübesi, yoğun bir acı ve sevilen kişiden ayrı
kalmayla edinilir. Bu, tüm nedenlerin ötesinde bir özlem ve tutuşan arzudur.
Bu yolda Sûfî öğrencisi, aşkın değişik şekillerini algılamayı ve aşk için daha
fazla boşluk yaratmayı öğrenmektedir.
“Aşk, fiziksel düzlemde susuzluğu
gidermektir. İnsanoğlu aşktır ve Aşk insanoğlunu sever. Aşkı anlamak, Allah’ı
anlamaktır. Açık bir ateşin önüne oturursak bizi ısıtır. Bizim çaba
sarfetmemiz gerekmez. Allah’ı tanıyan kişiler bu ateş gibidirler.
Dostluklarını bırakmazlar. Allah, kendini insanoğlunun Kâlblerinin kâlbİnde
gerçeklemiştir. Okyanus ve dalgalar buna örnektir. Gözden kaybolurlar ve ama
buradadırlar. Onu gerçeklediğimiz zaman Aşk, görünmez olur. Aşkı
şekillendiremeyiz ve adlandıramayız. Daha derine indiğimizde daha çok gözden
kaybolur. Bedenin her parçasından yayılır. Ve mürşidden müridlere geçen son
aktarma, kâlbden kâlbedir. Sıkıntının geldiği yerden yardım da gelir; insanlar
bunu unuttukları için sıkıntıya düşerler. Herşey yolumuzdaki manevî güçle
yapılır.” (I. Tweedie, 1986, s. 517)
Sûfî yolunda gerçek anlayış sadece aşkla
kazanılır. St. Augustine, aynen şöyle der: “Birşeyi yalnızca onu sevdiğiniz
derecede anlayabilirsiniz.” (Res tantum cognoscitur quantum diligitur.)
Ve bütün arayanlar için Kabir’in şu sözü
biraz rahatlık sunabilir:
“Henüz amaçsızca bilginin dar yollarında
dolaşıyorum, fakat Allah’ın haberlerini bu dar yollarda edindim. Sevdiğim
kişiden bir mektup aldım: Mektupta ifade edilemez bir mesaj vardı ve şimdi ölüm
korkum geçti.”
KAYNAKÇA
C.G. Jung. Gesammellte Werke.
Walter Verlog, Otlen, 1971.
Kabir’in Şarkıları, İngilizce’ye çeviren
Rabindranath Tagore. Samuel Weiser Inc., New York, 1981.
Shah, I. Sûfiler, Dusseldorf,
Diederichs, 1981.
Shah, I. Sû/t Yolu, Penguin Books Ltd.,
Harmondsworth, England, 1974.
Shah, I. Öğrenmeyi
Öğrenmek, Octagon Press, London, 1978.
Schimmel, A. İslâm
Tasavvufunun Boyutları. Qualandar Verlag, Aalen, 1979.
Tart, Ch.. Transpersonal
Psikolojiler. Harper and Row Publishers, İne., New York, 1975.
Tweedie 1, Ateşin
Kızı. Blue Dolphin Publishing ine., Nevada City, 1986.
Bu makale, benim Irina
Tıveedie'nin Sûfî grubundaki kendi yaşantım üzerine temellenmiştir. Tweedie,
kendi inisiasyonunu ve eğitimini, Hindistan'da Nakşibendi Yolu’nu izleyen bir
mürşidden almıştır.
Yazar Birgitte Dorst, Ph. D., klinik
psikolog ve psikoterapist olup Batı Almanya’da Cologne Uygulamalı Bilim ve
Sanatlar Koleji'nde sosyal psikoloji profesörüdür; burada kadın araştırmaları
programının yöneticisidir, 1984’ten beri Zürih Jung Enstitüsü’nde bir Jungcu
analist olarak eğitim vermektedir.
H
ERMİLA (okunuşu Ermela). Ender ve yeni
Amerikalı evindeki Meksikalı bir genç kız için, yabancılığın bedduası gibi
gelen bir isim. El Paso’da gittiğim küçük okulda, çocukların hemen hiçbiri
adımı telaffuz edemez ve öğretmenim de her söyleyişinde adımı katlederdi. Yine
de beni manevî evim Sufizm’e getirdiği için, adim Hermila ile iftihar ediyorum.
Pir Mürşid İnayet Han tarafından kurulan
Batı Sûfî Düzeni’nde biz Tanrı’nın İlâhî Niteliklerinin dile getirilmesi
uygulamasını kullanırız. Bize sesin (titreşimin) yaratıcı olduğu
öğretilmiştir. Birbirimize hitap edişimiz ve çocuklarımızı çağırışımız, örneğin
“şekerim,” “meleğim”, “tatlım” veya “hantal”, “aptal”, “işe yaramaz” vb. kişi
üzerinde bir etki yapar ve böylece kişi bu niteliği göstermeye başlar.
İsmimin yabancılığı canımı sıkmıştı.
Cathy, Susie ya da Judy gibi “normal” bir isme sahip olmak istiyordum. Evde
Mila diye çağırılıyordum ve bazı yaşlı akrabalar tarafından da küçüklük ifade
eden şekliyle: Milita. Bu bile hâlâ çok yabancıydı. Ailem Los An-
geles’a taşındığında bu nedenle ismimi
değiştirdim. Hangi ismi seçtiğimi söylemeyeceğim, çünkü bu titreşimi artık
yaymak istemiyorum. Yalnız, küçük bir caz dans orkestrası ile şarkı söylediğim
zamanlarda Lynn Parish adını kullandığımı size söyleyeceğim. Bu ad gerçekten
kulağa Amerikanca geliyor. Biraz içgörüsü olan herkes şunu görebilir ki,
bemyalnızca ismimden kaçmıyor, fakat aynı zamanda MeksikalI mirasımı da
reddetmeye çalışıyordum. Meksikalılık, Amerikan yaşamıyla ilk karşılaşmalarımda
bana öyle çok acı vermişti ki, gerçekten bir Anglo olmayı ve onlara karışıp
gitmeyi istemiştim. Buna sebep, kulağa garip gelen isimler taşıyan küçük
kahverengi çocuklara rahat vermeyen ve onları alaya alan El Paso’daki beyaz
çocuklardı. Bağnazlığın acımasızlığı ve önyargının, çocuklar arasında daniskası
vardır.
• Olgunlaştıkça, yeniden Hermila olduğum
yirmili yaşlarıma kadar, mirasımı yavaş yavaş geri çağırmaya başladım. Yine
aynı zamanlarda metafizik fikirlerle ilgilenmeye başladım. Bu fikirler ve
Hermila isminin uyandırdığı merak, beni simya ve ilgili konuları1 araştırmaya
itti. Hermila’nın etimolojik olarak Hermes’le2 bağıntılı olup olmadığını
merak ediyordum. Babaannemin adını taşımama rağmen babam bile isim hakkında
birşey bilmiyordu. Okumaya devam ettim. Metafizik konusunda yeni olduğum için
anlamadığım bir sürü şey vardı. Fakat bu beni The Divine Pymander and the
Emerald Tablets of Hermes Trimestigus gibi Hermes Trimestigus’a atfedilen
kitaplara yönelmekten caydırmadı. Ve günün birinde, Pir Vilayet Han adlı biri
tarafından yapılacak “Simya ve Kabbalah” konusunda bir konuşmanın haberini
aldım. Tabii ki gittim.
Söylediğim gibi, bu konuda çok yeniydim ve
orada öylece oturmuş Kabbalistik sephiroth’un diyagramlarıyla sunulan konuşmayı
dinlerken, bu eski gizemlerin başımın üzerinden ince sabun
■İngilizce’de Hermetics: simya ile ilgili
[çev.]
2Hermes: Mitolojide
tanrıların habercisi olan ilim, seyahat ve belâgat tanrısı. köpükleri gibi
geçip gittiğini hissettim. Bunların birer hazine olduğunu biliyor, fakat pek
kavrayamıyordum. Asıl etkileyici olan ise konuşmayı yapan adamın varlığıydı.
Konuşma tarzı yumuşak, fakat katı ve güvenliydi. Tavrı son derece nazikti ve
asil bir havası vardı. Gözlerimi ondan alamadım. Konuşmasından sonra sormak ve
böylece onunla daha yakın ilişki kurabilmek için birtakım önemsiz sorular
uydurdum. Nazikçe cevapladı ve hepsi buydu. Eve döndüm ve kısa bir zaman içinde
de onu unutmuştum.
Bir yıl kadar sonra, kendimi derin bir
ümitsizlik içinde buldum. İlişkim çok kötüye doğru bir dönüş yapmıştı. Mutfak
lavabosunun başında durmuş, gözlerim bütün gece ağlamaktan kızarmış ve şişmiş
bir halde pencereden şafağı seyrederken, yaşamımın çöktüğünü hissettim. Birkaç
aydır hamileydim ve önceki saf neşe olan şey şimdi korkuyla gölgelenmişti.
İlişkimizin, eğer olacaksa, nasıl devam edeceğini bilmiyordum. Sevgilim bütün
geceyi dışarıda geçirmişti ve ben nerede kiminle olduğundan oldukça emindim.
Ümitsizlik, depresyon ve terkedilmişliği kat be kat hissettikçe, çıkışı olmayan
kara bir mağaranın ortasına gömülüyordum. Birdenbire, beni çevreleyen karanlık
ve ıstırabın içinden parlak bir ışık çıkıp geldi. Işığın ortasında ise Pir Vilayet
Han duruyordu: duyduğum, gördüğüm ve unutmuş olduğum adam. O ışıktı. Bir çıkışı
temsil ediyordu o. Böylece onu bulmak zorunda olduğumu anladım. Fakat bir
Sûfî’yi aramakla bulmak kolay İş değildir, bulunamazlar. Büyük gayretler
sonunda Pir Vilayet için yerel bağlantı olan sevimli yaşlıca bir Fransız
hanımla ilişki kurabildim. Okumam için ilk Sûfî kitabımı verdi ve son derece
samimi bir havayla herhangi bir sorun olursa kendisini aramaktan çekinmememi
söyledi.
C Kitap, Pir Mürşid İnayet Han (Pir Vilayet’in
babası) tarafından yazılmış olan “Sûfî Mesaf’m ciltlerinden biriydi. Okudukça
kendimi neredeyse tam görüş birliği içinde buldum. Sanki kendi duygu ve
düşüncelerimi okuyordum. Evimdeydim. Hiçbir şeye çevirmeye gerek yoktu, ben bu
felsefeye hep sahip olmuştum. Böylece arkadaşım ve rehberim Bayan Bibijan’ı
tekrar görmeye gittim ve onun küçük çiçek bahçesinde yaşam hakkında konuşarak
uzun saatler geçirdik. Bana, Pir Vilayet’in yakında bir hafta sonu sohbeti
olacağını ve istersem katılabileceğimi söyledi^-Bu arada kızım doğmuştu ve
babasıyla hâlâ beraber olmamıza rağmen, ilişkimiz hâlâ sorunlarla doluydu.
Sohbete katılmaya karar verdim. Bir kere daha o huşu veren ortamdaydım.
Anlamadığım çok şey vardı. Terminolojiyi ise neredeyse hiç bilmiyordum. Bu deneyimin
tamamen yabancı olduğum yönü ise, hissettiğim o derin gönül rahatlığıydı.
Başka bir âlemdeydim, daha önce hiç bu kadar somut biçimde hissetmediğim bir
âlemde.
Derken inisiasyon (initiation; başlama
töreni) için başvurdum. Aslında bunun ne olduğunu ve ne anlama geldiğini
bilmiyordum. Sadece şuhu kesinlikle anlamıştım ki, Pir Vilayet benim öğretmenimdi.
Hissettim ki onun yansıttığı güzellik, içgörü, huzur ve haşmet şimdi bir
biçimde benim için de ulaşılabilirdi ve burada, yeryüzünde bir insanoğlu
olarak bu niteliklere erişmeye ben de talip olabilirdim. Önümde oturan, ruhsal
evriminde büyük mesafe kaydetmiş bir faniydi en sonunda ve ondan
öğrenebileceğime inandım. Bibijan, inisiasyonların verildiği odaya benimle
birlikte geldi. Pir’e bir iki kelime fısıldadıktan sonra odanın gerisine
çekildi. O, benim destekçim ve tanığımdı. Onu hiç unutmayacağım. Pir Vilayet’in
önünde ayakta duruyordum, ellerimi tuttu ve bana birçok soru sordu. Kendimi
tamamen değersiz hissettim. Fakat o bana ellerini verdi, fiziksel ve ruhsal
olarak. Onun müridi olarak kabul edilmek, bana birisinin benim için
yapabileceği en büyük nezaket ve alicenaplık gibi geldi. Beni kutsarken
gözlerim yaşlarla doldu. Ona bakmaya çalıştım fakat yapamadım, onun ışığı kör
ediciydi (yoksa bu gözyaşlarımın tuzu muydu?) ve doğrudan içimi gördüğünü
hissettim. Benimle biraz daha konuştu ve derhal unuttuğum bir uygulama önerdi.
Onun ne dediğini sonradan bana hatırlattığı için Bibijan’ın orada olmasına çök
memnunum. Şunu söylemeliyim ki, diğer birçok insan gibi, üyeliğe kabul edilmiş
olduğum için yaşamım harika olacak ve bütün sorunlar kaybolacak diye düşünüyordum.
Tabii ki olmadılar ve olmazlar da. Hepimiz hayatın tecrübeleriyle yetişmek
üzere buradayız ve ben bilmeden dünyada yaşamı vurgulayan bir yol seçmiştim.
Bu okul manastır hayatına ya da herhangi bir kapalı (hermetik) hayata
yüreklendirmiyordu. Biz inzivaya çekilmeyi, gündelik yaşamın sorunlarından
çekilmenin bir yolu olarak kullanırız ki, o küçük, sınırlı kimliğimizin
yanlışlığının derinliklerine dalabilelim. Fakat bu yaşamdan kaçmak için değil,
tanrısal mirasımızı geri çağırmak için yapılır. Simya ve hermetik ile ilgili
konularda okuduklarım, Pir Vilayet tarafından geliştirilen çekilme (inziva)
işleminin aşamalarını yaşadıkça, artık daha aydınlık bir hale geldi. Aklımda
teori olarak bulunan şeyler, şimdi yaşanmış gerçekler oldu. Çekilmenin ilk
aşamalarında değersiz özelliklerin çözülmesini tanımlayan simyasal modeli
kullanırız; olabilseydik olabileceğimiz insan olma yolunda şimdi kim olarak
bulunuyoruz?
Çözülme aşamasından sonra yoğunlaşma
aşamaları gelir. Bu işlem Hıristiyan terminolojisinde çarmıha gerilme ve
yeniden dirilme olarak tanımlanabilir. Yeni bir doğum için birşey ölmek zorundadır
ve kutsal evliliğin görüntüsü, ruhun maddeleşmesi ve maddenin ruhanileşmesi
bizim içimizde olur. Bu simyanın laboratuvarı bizleriz. Sınırlı
‘kendiliğimizin’ artıklarından gerçek ‘Kendiliğimizi’ (Nefsimiz) damıtırız ve
bunu gerçek özümüzün altınına çeviririz. [İngilizce ‘Gerçek’ (Real) kelimesinin
İspanyolca’ya ‘saltanat’ (royal) olarak çevrilmesini ilginç buluyorum.]
Sufizm konusundaki çalışmalarım devam etti
ve öğretilerin çoğunu yaşamıma uyguladım. Yaptığım eğitim çalışmaları ve dersler
için çok tasdik ve övgü aldığım bir noktaya gelmiştim. Fakat içimde kendimi
doğal olarak büyüyen bir çalı gibi görüyordum. Benim bu doğal, eğitilmemiş çalı
ile yaptığım şey, onu budamak, beslemek ve çapalamaktı. Sembolik olarak
söylersek, ona o kadar iyi bakmıştım ki sevimli çalı çevreden övgü ve kabul görmüştü.
Yine de görünen kısmın altında, köklerin karmakarışık ve biçimlenmekte olduğu
duygusu içimi kemiriyordu. ‘Toprak altında’ daha yapılacak çok iş vardı.
Bir hafta sonu semineri için Phoenix’e
gitmiştim. Oradaki ilk gecemde bir rüya gördüm. Rüyanın duygusu sanki günlerdir
benimle birlikteymiş gibiydi ve kendimi rüyanın inisiyatik özelliği konusunda
oldukça emin hissettim. Bir kez daha gerçek hakiki kendiliğime (nefsime) doğru
bilinmez bir yolculuğa başlamak üzereydim.
RÜYA
Güzel mozaik döşemeler üzerinde,
yürümekten çok yüzüyormuş izlenimi veren, cüppeli ve başlıklı bir figürün
arkasında yürüyordum. Mürşidin Ruhu olarak adlandırdığım figür beni kristal
avizeli, mermer sütunlu, uzun dönen merdivenli, yaldızlı süsleri ve duvarlarında
zengin dokuma resimli örtüleri olan geniş açık odalardan geçirdi. Bu zenginlik
içinden sessizce yürüdük ve birdenbire durduk. Büyük bir kapının önündeydik.
Sonra ruh, benimle ilk defa konuştu: Her kelimesini netçe duydum, daha doğru
bir deyişle, her kelimeyi tüm varlığımla algıladım. Mürşidin Ruhu bana döndü
ve dedi ki:
“Burada senden ayrılıyorum. Seçersen, bu
kapıyı açabilirsin. Seçim tamamen senin ve doğru veya yanlış şık yok. Her iki
seçim de eşit ağırlıkta. Kapıyı açmayı seçersen diğer tarafta seninle buluşacağım.”
Sonra Ruh gitti ve ben seçimimle başbaşa
bırakılmış, kapıyla yüzyüze, yalnızdım. Kapının kulpunu tutarken titriyordum.
Biliyordum ki kapıyı açmalıyım. Başka seçenek yoktu. Kapıyı açtığımda şimdiye
kadar karşılaştığım en koyu, en karanlık bilinmeze adım attım. Derin bir nefes
aldım ve karanlığa doğru ilk adımımı atarken nefesimi verdim. Karanlık
tarafından yutulmuştum ve hiçbir şey göremiyordum; hiçbir şey görülebilir
değildi, kendi vücudum bile. Birkaç adımdan sonra teskin olduğumu hissettim.
Karanlıkta rahatlatıcı bir varlığın hissi vardı ve sanki birtakım sesler
benimle konuşuyordu. Bana “korkma” diyorlardı. "Senden önce karanlığa
gidenler şimdi sana rehberlik etmekte ve seni rahatlatmaktadır. Seninle ve bu
yoldaki her yolcuyla beraberiz.” Öyle bir duygu vardı ki sanki bana hafifçe ve
hoşça dokunan, rahatlatan, dokunuşlarıyla bana güç veren eller ve kollar vardı.
Anladım ki yapabilirim. Uyandığımda vecd halindeydim ve bu hal günlerce sürdü.
Los Angeles’a döndüğümde bir arkadaşıma rüyadan bahsettim ve heyecanla bu
rüyayı anlatmam gereken bir kadın tanıdığını söyledi. Bu kadın bir sanat
terapisti olarak çalışıyordu ve Jung psikolojisine bir hayli eğilimliydi. Bu,
C.G. Jung’un dünyasına yolculuğumun başlangıcıydı. Zor olmalarına rağmen, çalışmalarının
birçoğunu okudum. Konferanslara, seminerlere gittim ve derinlik psikolojisi
âlemine, bu yeni yolculuğa başladım.
Geçen son yedi yılda Sûfî çalışmalarım ve
ruhumun derinliklerine dalışlarım arasında pek çok bağlantı keşfettim. Seyahat
edecek iki yolum olmasına iki gözüm, iki kulağım, iki elim, iki ayağım olmasına
minnettar olduğum kadar minnettarım. Denge (Sûfî mesajın anahtar sözcüğü
‘Denge’dir) ve varlığımın karşıt yönlerinin bir araya getirilmesi yolunda
çalışıyorum.
(Jung’un yazılarında ilginç bulduğum
birşey var. Psikanalize tâbi tuttuğu kişiler yaşamdaki bir kutsal ya da
maneviyat duygusunu yeniden keşfediyorlar ya da belki de ilk defa böyle bir
duyguyla karşılaşıyorlar. Bazıları daha önceden bıraktıkları dinlerine geri
dönüyor. Psikanalize, manevî hayatla zaten ilişkili bir halde gelmiştim. Bu
nedenle gömülü geçmişimle rahatsız edici ve bazen acı veren karşılaşmalarımda
her zaman bir desteğe sahiptim^
Jung’un ve Sûfizmin benim için çok uyumlu
olduğunu gördüm. Pir Vilayet sık sık derdi ki: “Bizim tarikatımız maneviyatın
yaşamın zorunluluklarından bir kaçış olarak kullanılmasını teşvik etmez.” Bütün
herşeyin manevi uygulamalar yoluyla idare edilebileceği ve edilmesi
gerektiğini savunan bir fikre uymak zorunda olmadığım için ben de memnunum.
Bazen bir rahip değil bir doktor aranır ve bazen de seven bir kalbin şefkat ve
anlayışı en iyi ilaçtır. Bilgelik ne zaman kimi çağıracağını bilmektedir.
Üniversitenin 2. yılma kadar ABD’de,
çoğunlukla Kaliforniya’da eğitim gördüm Başlıca çalışma ve ilgi alanlarım
müzik, resim, tiyatro ve İngilizce’ydi. Olayların benim niyetimin içinde ve
ötesinde hareketlenen bir bilgelik gösteren bir araya gelişi karşısında şaşkınım.
Yaşamımın değişik dönemlerinde öğretmen, rahibe, sosyal görevli, şarkıcı olmak
istediğimi düşünmüştüm. Ve işte sonunda bir öğretmen oldum, bir manevî rehber,
danışman ve müzisyen oldum, başlıca öğretme yöntemlerimden biri olarak müziği
kullanıyorum: Evrensel Barış Dansları. Diğerleriyle birlikte insanlığın
yükselişi ve Tanrının zaferi için şarkı söyleyip dans ediyorum. Fransa,
Almanya, İsviçre ve Türkiye’de bulundum ve son olarak Evrensel Barış
Dansları’nı Sovyetler Birliği’nde paylaşmak üzere görevlendirildim. Hayattaki
her deneyim, kendimizin ve sonuçta tüm hayatın iyileştirilmesi için bir beceri
veya bir araç olur. Yaşamımdaki istisnasız herkese müteşekkir ve borçluyum.
Her zaman iyi bir öğrenci olabilmek için dua ediyorum.
Şu anda Tasnim Hermila Fernandez olarak
tanınıyorum. Doğum adıma yetiştim ve hem en güzel ve ilham verici manevî isme
sahibim— Tasnim: cennet bahçesindeki en ulu vecd çeşmesi. MeksikalI mirasımla
derinden gurur duyuyorum ve ebeveynlerime benim için böyle harika bir yaşamı
mümkün kıldıkları için minnettarım. Işığı beni en derin karanlıktan Tek Işığa götüren
Pir Vilayet İnayet Han’a da müteşekkirim.
PİR VİLAYET İNAYET HAN
“Bugün bildiğimiz ne varsa binlerce yıllık
deneyimin sonucudur. En değersiz şeyin keşfi bile bütün insanlığın keşfidir.
İnsanlığın bütünü, bugün yeni olduğunu düşündüğümüz herşeyde pay sahibidir.” Hazret
İnayet Han1
“Belleğimizin bağlantılı olduğu daha derin
bir dünya vardır ve bu evrensel belleğin, diğer bir deyişle İlâhî aklın, tek
dünyasıdır. Sadece bunun için bile belleğin kapıları açılmalıdır. Sözünü
ettiğim şeyin deposu bilinçaltıdır. Bu depoda şeyler vardır ve canlıdır.” Hazret
İnayet Han[1] [2]
“Sonuçta hepsi, somutluğu bilincin
düşünmediği fakat algıladığı bir zamana uzanan ilksel (primordial) arketipik
biçimler üzerine kurulmuştur... biz aynı zamanda farkında olmadiğimiz ve
varlığımızdan önce de var olan bir düşünceye sahibiz.” Jung1
C
G. JUNG’UN edebî mirasının anıtsal
pletorası içinde yol alan bir Sûfî bilgin için, en üstünkörü bir inceleme bile
♦ insanın aklında anlamlı paralelliklerin
çakışı gibi bir yankılanma yaratır.
En başta, hem Jung hem de Sûfiler akim
orta menzilinin ötesindeki sahipsiz alana ulaşmaya çabalarlar ki bu alanda
alışılmış düşüncemize ters gelen fakat kişinin kendilik imgesinde belirleyici
olan bir anlamlılık duygusuna erişilir. Jung da, Sûfiler de akla bütünlükçü bir
bakış açısına sahiptir. Bu bakış açısıyla, kişinin kendilik imgesindeki
varlığının daha geniş boyutlarını ve kişinin dünya görüşünü kapsamakta
başarısız kalan basitçi küçültücü görüş bertaraf edilmiş olur.
^“Kadm, yani ‘anima’, hayat için kaotik
bir cazibe olsa da garip bir şekilde anlamlı olan birşey ona yapışır: onun mantıksız,
ele avuca sığmaz doğasına şaşırtıcı bir biçimde zıt olan gizli bir bilgi ya da
bir iç bilgelik.” Jung*
“Yorumlar sadece anlamayanlar içindir;
bunlar sadece anlamı olduğunu anlamadığımız şeylerdir.” Junğ
Bireyleşme sözcüğünü kullanmamalarına
rağmen Sûfiler için insan, İlâhî amacın yerine gelmesidir ya da daha açık bir
deyişle: Evrenin hedefi, bütünlüğün potansiyellerinin zenginliğinin, insanlık
evrim sürecinde yol aldıkça, bireyde artan şekilde harekete geçirilmesidir; en
azından Dünya gezegeni konusunda bu, böyledir.
“İnsanın kişiliğinin geliştirilmesi
yaşamın gerçek amacıdır”.
Hazret İnayet Han[3] [4] [5] [6]
Bu nedenle, Sûfilerin varlıklarının daha
yüksek boyutlarını arayışları, insanın varoluş durumundan kurtulmak amacına
yönelik değildir. Bu arayış, varlıklarının daha yüksek karşılıklarının ihsanlarını
kişilikleriyle bütünleştirmek ve böylece bunları varoluşsal bir gerçek yapmak
içindir.
^Meyva için bir istek ve ümit olmasaydı,
bahçıvan ağacın kökünü nasıl dikerdi?... Dal meyvanın aşkı için var olmuştur.”
Celaîeddin-i Rumî[7] [8]
“Fakat saf aşk için, semavâta nasıl varlık
vermiş olabilirim.” Celaleddin-i Rumî*
“Ve Tanrı dedi ki: Sen, bütün bu görüngü
dünyasının amacısın.” Niffari[9]
“İnsan kişiliği yaşam ağacındaki
meyvadır... ya da kendinizi tohumda saklı olan zenginliğin pek azının ortaya
çıktığı bir bitkiye benzetebilirsiniz. Fakat bu bitkide bütün varoluşun nedeni
olan tohum —Tanrı— mevcuttur.” H. İnayet Han[10]
“Bütün yaratımın amacı, insan için
erişilecek olan mükemmelliğin sağlanmasında yerine getirilmiştir.” H. İnayet
HanJF
Cari Jung ve Sûfîler için, düşüncemize
karşı gelen kozmik potansiyeller akla, insan aklının yazılımının anlaşılmaz ve
tükenmez arketiplerine ipucu sağlayan semboller şeklinde görünür. Fakat Sûfîler
için, bunlar bazen kendilerini Sûfinin bedenindeki gizli teveccühün görünümlerinde
açığa vururlar.
ÇŞihabuddin Suhreverdi’ye göre dünyaya
bakışın bir yolu vardır; o duyular yoluyla algılamaktan çok, kişi ruhunda
saklı ön-bilişsel bir imge tasarlar. Yeryüzündeki görünüş kişide saklı bulunan
bu imgenin tetiğini çeker. Kişinin zihni, Hurkalya dünyasına aittir. Hurkalya
dünyası yaratıp imgelemin (havai gücü: imaginationi, sonuçta, nesneler
ya da gezegen veya galaksilerin cisimleri olarak yansıgtâTrşekıllerın
arketiplerini biçimlediği yerdir. ,J
“Bütün deneysel verilerden önce, arketip
imgeler, aktif imgelem meditasyonunun organlarıdır: Bu imgeler verilerin
anlamlarını vererek, bu verilerin biçim değiştirmesini etkiler ve bu yolla
belirli bir insan mevcudiyetinin oluş tarzım ve onda saklı olan temel yönelimi
bilinir kılar.” H. Corbin[11] [12] [13] [14]
Ancak Corbin’in insan bilinçdışmın
evrenselliğinden çok her insan için özgünlüğünü vurguladığı görülmektedir.
“Bu ifadede ‘kollektif sıfatının ifadeye
bir hipotez değeri ve meziyeti vermek üzere vurgulanması yönünde bir eğilim
farkedilebilir. Böyle yapılarak, psikanalizin ruhsal terapi olarak amacının
bireyleşme süreci diye adlandırdığı şeyi beslemek eğilimi olduğu unutulmuştur.
Aynı nedenle, bütün amacı insanın iç dünyasını bu çeşit bir otoriteden kurtarmak
iken, Sûfizme uygun bireysel inisiasyon tipini birtakım kollektif normlara
bağlayarak açıklamaya çalışmak saçma olacaktır.” H. Corbin15
“Sizdeki, her birinizin içindeki güç,
kollektif bir rehbere, bir tezahüre ve ışığın ruhlarının her biri için ortak
olan bir ilişkiye bağlanamaz. Ayrıca bu, her insanın (mikrokozmos) semavî
karşılığının rolünü alan evrensel insan veya makrokozmos (külli insan) da
olamaz.” H. Corbin16
“İster İlâhî Varlık, ister melek arketipi
diye adlandırılsın, onun görünüşü manevî bireyselliğin aşkın niteliklerini çok
geçmeden gösterecektir. Manevî bireysellik bireyleştirilmiş nitelikler takınmak
ve bireyselleşmiş bir ilişki kurmak zorundadır.” H. Corbin17
C. G. Jung, bu arketipleri holografik
paradigma modelinden çok, bireyin kollektif boyutuna atfederken, Sûfîler, kişinin
semavî boyutuna her insan için özgün bir özellik olarak dikkat çekerler.
“Bu hiçbir şekilde mecazi bir yapı değil,
fakat bir ilksel İmgedir. Bu ilksel İmge sayesinde, arayan kişi, ne bir
duyular dünyası ne de bir soyut kavramlar dünyası olan gerçekler dünyasını
algılar.” Corbin[15]
Kişi bunlara bilinçdışınm sansürü uyku
sırasında ortadan kalkmışken gizlice ulaşarak, bunları bilince itmenin bir
yolunu bulur. Jung buna bireyleşme adını verir. Sûfîler, ruhun alanlarını tefekkür
yoluyla araştırırlar. Bu, kişinin kendisini uyku ile uyanıklık arasındaki
eşikte tutması ile, bu iki farklı bakış açısı arasındaki kapıyı aralık
bırakmakla olur. Jung gibi, Sûfilerin hedefi de bu şekilde kuşatıcı değerleri
yaratıcı bir şekilde kişiliğe katmaktır. Sûfîler bu paradoksal bilinçdışınm
içindeki çeşitli düzeyleri belirleyerek, tefekküre dalanların haritasını
çıkardıkları her bir düzeye denk düşen karşılıklarını ayırt etmeye çalışırlar.
Bu karşılıklar ya da ikinci ego’lar onlara gizli bedenler olarak görünür.
Bundan sonraki bir ileri adımda bu bedenleri kendilerinin yüksek kendilik
(nefs; self) modeline göre yeniden yapılandırmayı denerler.
Jung’da olduğu gibi, Sûfîler için de
insanın varlığının bu yüksek düzeylerine ulaşma, en azından başlangıç
aşamalarında kavramsal aklı atlayarak, imgeler aracılığıyla olma gereğindedir.
“Sembolik süreç, imgelerde bir deneyim ve
imgelerin bir deneyimidir ve amacı aydınlanma ya da yüksek bilinçtir ki, bu
yolla başlangıçtaki durumdan daha yüksek bir düzeye geçilir.” Jung[16]
Bununla birlikte, bir terapist olarak
Jung’un başlıca odak noktası tedavi iken Sûfî düşünürler yaratıcılığı,
yaratıcı imgelem dedikleri yaratıcılık organını işleyerek beslerler£Bu
bakımdan başlattıkları süreç birbirini tamamlayıcı olarak görünmektedir,
böylece ruhun Janus[17] kutupluluğunun iki
teriminin çaprazlanması, yeni bakış açıları açabilir. Fakat uygulanan
tekniklerdeki farklılıklarla tam bu noktada karşılaşıyoruz. Jung, hastalarının
rüyalarını, rüya deneyiminde karşılaşılan sembollerin ilişkisine işaret ederek
yorumlarken, İbn Arabi, Şihabuddin Suhreverdi ve diğer birçok Sûfî, dalgınlık
denebilecek bir çeşit şeffaf rüya uygulaması yaparlar. Böylece bilinçle
iletişim kuran bilinçdışınm mesajını semboller aracılığıyla vermesi yerine,
Sûfî düşünürün bilinci, bilinçdışınm paradoksal ve bazan da karşıt yönlü
(ambivalent) alanlarında dolaşır. Bu alanlar semavî, bazan da arşa
(super-celestial) dair sferler olarak tahayyül edilirler.^
Corbin, Jung’un arketipik düzeyi somut bir
gerçeklik ya da fiziksel evrenin ötesinde var olan gerçekten ulaşılabilecek
bir dünya olarak düşündüğünden kuşkuludur ve bunu eleştirir:
“Somut bir duyu-ötesi gerçekliği
kavrayamamak, duyusal gerçekliğe çok fazla önem vermenin sonucudur. Bu bakış,
genel bir söyleyişle, duyu ötesi evreni soyut kavramlardan ibaret saymaktan
başka alternatif bırakmaz. Buna karşıt olarak, Suhreverdi’nin yeni-Zerdüştî
Platonizminde mundus imaginalis (âlem-i misal) ya da Hurkalya’nm semavî
dünyası olarak adlandırılan evren somut bir manevî evrendir.” Corbin20
“Necmeddin-i Kübra, iç dünyada vizyoner
kavrama düzeyinde algılama organına (tahayyül edici —imgelemse!— yeti) tam
olarak karşılık gelen bir algılama sıralamasında yer alan gerçek olaylar
tanımlar.” Corbin21
Somut gerçeklik deyişiyle ne kastediliyor?
Burada Perennial catch-22 ya da Schrödinger’in kedisi ile karşı karşıya
geliyoruz. Gerçeklik, gerçek olmak için nesnel (ruhun zihinsel veya duygusal
içeriğinin duyusal deneyiminin nesnesi) mi olmalıdır? Sûfiler, tamamen öznel
olan izlenim ile imgelemsel yeti eyleminin yararlı olan gerçek deneyimi
arasında kesin bir ayırım yaparlar. Bu deneyimi yeri daha yüksek düzeylerde
olan ve bu nedenle onların algılamasından bağımsız olarak varolan somut bir
gerçekliğe atfederler. Bundan başka, Sûfiler, ruhumuzun Jung tarafından
kollektif bilinçdışı olarak adlandırılan kişisel olmayan boyutu yerine özellikle
bizim kişisel semavî karşılığımız üzerinde yoğunlaşırlar.
^Bununla birlikte, kişi bir düzeyden
sonrakine çıktıkça (âlem-i misal’den, âlem-i melekût ve âlem-i ‘cebur’a)
karşılıkların daha az kişisel ve daha çok evrensel hale geldiğini görür. Âlem-i
misal’deyken, kişi, rüya kişiliğinin alışık olduğu dünyevî kişiliğinden çok
farklı olduğunu keşfeder. Âlem-i melekut düzeyinde, kişinin karşılığı
bir melek biçiminde görünür; el-ceberut düzeyinde, bu karşıIık, biçimin de
ötesinde saf ışıktır ve eRâhut düzeyinde kişi, arketipik çekirdek nitdikler
dünyasını, varlığının evrensel ve mükemmel boyutlarını keşfeder. Hazret İnayet
Han’a göre bu düzey bizim İlâhî mirasımızın kaynaklandığı seviyedir;
kişiliğimizin yalnızca basit bir kopyası olduğu model burada bulunur?)
Bu nedenle, bireyleşme varlığımızın kozmik
boyutlarının kişiliğimize katılması demek olduğu kadar, Sûfîlere göre,
ruhumuza ayrılan düzeyin bir üstünden başlar.
Belki burada varlığımızın, daha doğrusu
bütün gerçekliğin, kozmik ve aşkın boyutları—vektörleri diyebilir miyim—
arasındaki gibi karşılaştırılan iki bakış açısının farkını ya da daha çok tamamlayıcılığını
ayırt edebiliriz. .Kozmik boyut bütünlükçü (holistik) paradigma ile
açıklanabilir: bir kristali parçalara ayırmanın mümkün olduğunu düşünürsek, her
parça, her ne kadar daha az etkili olsa da, kristalin bütünüyle aynı şekilde
çalışır. Aşkın boyut ise bir model ve onun örnekleri, ya da evrenin yazılımı
(software) ve donanımı (hardware) arasındaki ilişki ile gösterilebilir.
Ben şu matematiksel formülleri öneriyorum:
Kozmik 1= Sonsuzluk/sonsuzluk
Aşkın 1= 1 ”(Mnsuzluk)
(Takat İbn Arabi’nin söylediği gibi
kişinin Tanrıyı Tanrı’nın gözleriyle gördüğü üstünlük noktasına geçilmediği
takdirde, kişi, örnek yoluyla arketipin niteliğini yalnızca tahmin edebilir.
Gerçekten de, kişideki İlâhî arketipin kavranmasıyla edinilen bilgi Sûfî’nin
yalnızca ilk mertebesidir.^
“Rabbinizi kendinizin bilgisiyle
bildiğiniz zamanlarda sahip olduğunuzdan farklı bir bilgi ile kendinizi
bilirsiniz; artık kendinizi O vasıtasıyla bilirsiniz.” İbn Arabi22
Buna şunu ekleyebiliriz ki bu bilgi
Tanrı’nın sizin vasıtanızla kendi bilgisine sahip olduğu bilgidir.
Bununla birlikte, karşılaştırmalar çoğu
zaman benzerlikleri görmeyi engeller. Aslında Jung, kollektif bilinçdışınm
evrenselliğinde bile gerçeklik lehine bir çeşit kanıt yakalamış gibi
görünüyor. Gerçekten de, eğer pek çok insan benzer veya aynı deneyimlere sahipse,
öznel —bu nedenle ruhumuzda var olan— bir gerçek hakkında konuşuyor olsak
bile, insan bunda garip fantazileri aşan birşeyler olduğunu düşünmeye yönelir.
Sûfîler için ise, her ne kadar bu deneyimler yalnızca imgelemsel yetinin
eylemiyle toplanabilirse de, bunların varlık alanı ruha indirgenemez.
örneğin İbn Sina ve Suhreverdi vizyoner
deneyimlerinde, karşılaştıkları varlıklar yanında, açıklamaya çalıştıkları ruh
manzaraları ve onların kendi suretleri arasında kesin bir ayrım yapabilmektedirler.
Fakat son tahlilde, bu varlıklar ve manzaralar kendilerini kendi benliklerinin
değişik halleri olarak göstermektedirler.
“Mistik deneyim, içinizde bir olay meydana
geliyor duygu-
22Vide Henri Corbin: İbn
Arabi'nin Sufizminde Yaratıcı İmgelem, Princeton University, s. 133.
suna yakın bir duygudur. Bu dönüşme,
duyusal algılamanın yetilerinde bir dönüşümü kapsar.” Necmeddin-i Kübrd°
Fakat Jung, gerçekten bu arketipleri bizim
algımızın dışında emsalsiz olarak varolan esas gerçekliğe değil de, sırf
soyutlamalara mı atfediyor? Aşağıdaki alıntı bu bakışı geçersiz kılıyor gibi
görünüyor:
k“Ebedî fikirler, arşta ebedi aşkın
biçimler olarak depolanan nksel imgelerdir. Arayıcının gözü bunları rüyalardaki
ve vahiy benzeri vizyonlardaki imgeler olarak algılar. Sonuçta hepsi somutluğu
bilincin düşünmediği fakat sadece algıladığı bir zamana uzanan ilksel
arketipik biçimler üzerine kurulmuştur... düşünce, esasen vahyidir; icat edilmemiş
fakat bize yüklenmiş veya dolaysızlığı ve gerçekliği ile inanç getiren bir
vahiydir... biz aynı zamanda geleneksel sembollerle desteklendiğimiz sürece
farkında olmadığımız, daha önceden var olan bir düşünceye sahibiz” Jung2*^
“Ancak bütün destekler ve koltuk
değnekleri kırıldığı ve geriden hiçbir sığınak en küçük bir güvenlik ümidi
vermediği zaman o ana kadar anima tarafından oynanan anlamlı saçmanın
arkasında gizlenmiş olan bir arketipi görmek mümkün olur... her kaosta evren
vardır; bütün düzensizlikte gizli bir düzen, bütün değişkenlikte sabit bir yasa
vardır.”[18] [19] [20]
Bu bağlamda Sufızm kişisel izlenimleri
arketipik boyutuna geri göndererek Jung’un bakış açısını destekler ve hatta
sağlamlaştırır:
“Hurkalya’daki şeyleri görmek veya
algılamak için... bu yetinin harekete geçirilmesi teknik bir terim olan
‘tevil’ ile adlandırılır ki, bu terim, etimolojik olarak veriyi başlangıcına,
arketipine, vericisine ‘geri götürmek’ anlamındadır. Bunun için aynı veriler
varlığın her bir mertebesinde veya bizim sıradan bilincimize görünür oldukları
plana karşılık gelen varlığın şekline erişmek için alçalmak zorunda oldukları
düzeylerde yeniden yakalanmalıdır. Bu nedenle tevil sembollerin en uygun
yorumbilimidir (hermeneutics); gizli manevî anlamın ortaya çıkarılmasıdır.
Şu anda çalışmakta olduğumuz dHurkalya dünyası olmadan tevil mümkün değildir;
yani imgesel algılamanın işlediği ve dış tarihin maddi verilerini sembollere
dönüştürerek iç anlama sızmaya muktedir olduğu bu arketipik imgeler dünyası
olmadan tevil olmaz.” Corbin[21]
“Gösterilenden başka birşey belirten
yeniler için bütün veriyi aşan bir yoruma olanak verişleri, daha doğrusu
ihtiyaç duyuşları, rüyaların, uyanık yaşamın pozitif verileri üzerindeki
avantajıdır. Başlangıçtaki imgesel çalışma, daha sonradan gösterdikleri şeyler
için ‘şifreler’ olan, dışsal ya da duyusal biçimlerdeki manevî ve ruhanî
gerçekleri temsil eder.” Corbin[22]
Aşağıdaki aktarmalar, bir paralele
getirildiğinde farklılıklar hakkındaki düşünceler, olumlu yönde kaybolurlar:
“Kutupsal boyuttan, dünyevî bireyselliğin
aşkın boyutu olarak bahsetmek, bunun bir karşılığı, (semavî bir eşi) kapsadığına
ve toplam yapının bir ikili—birlik (unus-ambos) şeklinde olduğuna işaret etmek
demektir. Unus ambos, birinci ve ikinci kişiler arasında özlerinin kimliği
sayesinde karşılıklı (dialogical) bir birlik kuran, fakat kişilerin
karışmadığı bir nöbetleşe değişim olarak alınabilir. İşte bu nedenle kutupsal
boyut, yinelenen belirtileri her durumda manevî arayıcının tamamen kişisel
deneyimine ve bu ikili—birliğin kavranmasma karşılık gelen bir Figür şeklinde
haber verilir.” Corbin29
“Fakat bir ruha sahip olmak, işte hayatın
tüm macerası budur; kendi yaşamlarından bize bir hayat yapan şeydir o; yine o,
bilinçle tapıamen bütünleştirilemeyen, fakat tersine bilincin kendisinden
doğduğu bilinç ötesi bir hayattır.” Jung29
Sonuçta, rüya görenin deneyimleri, o
kişinin ilerleme izlenimi edindiği ve kendisini farkettiği görüntüler şeklini
alır. Bu görüntülerin rüya gören kişilerin kendi varlıklarının bir senaryo
biçimindeki uzantıları olduğu açıktır. Böylece bu görüntüler, kişilere bir
psiko-geri-besleme (feed-back) sistemi sağlar. Bu tür görüntülere, Jung’un
rapor ettiği rüyalarda rastlanmaktadır.
“Fakat sürecin kendisi, dönüşüm
arketipleri olarak adlandırılabilecek diğer bir sınıf arketipi de gerektirir.
Bunlar kişilikler değil, fakat söz konusu dönüşümü sembolize eden tipik
durumlar, yerler, yollar ve araçlardır.” Jung10
Bununla birlikte bazı noktalarda,
görüntüler, varlıklarla doldurulmuş gibi görünür. Bunlar belli ki diğer bir
kişi olarak görünen ikinci kişiliklerdir.
“Bu süreç boyunca, arketipler, rüyalarda
ve fantezilerde aktif kişilikler olarak görünür.” Jung3'1
Birçok durumda bu figür, esin verici,
üstün, mükemmel bir model ya da onların kendi varlıklarıyla tam olarak
özdeşleşmeyen bir prototipidir. Bu figür himaye edici bir tavra sahip, bir
rehber işlevi üstlenir ve sonuçta, kendini o kişilerin yüksek varlıkları olarak
ortaya koyar. Tanıma eylemi, bundan sonra aksettirilir. [23] [24] [25] [26]
“Ben benzerime doğru giderim ve benzerim
bana doğru gelir. Beni kucaklar ve beni hapisten çıkmışım gibi yakın tutar.’92
“İkisinden biri, benim ve kendilik (nefs)
imgemin durumunu alır; imgem, bana benim bakışımla bakar ve ben ona onun
bakışıyla bakarım” Macri ti[27] [28]
“O, seni, senin onu seyrettiğin bakışla
seyreder.” Nasreddin Tusi[29]*
“Ben O’nu O’nun gözleriyle görürüm ve O,
beni benim gözlerimle görür. Bilen varlık, O’nun kendini bildiği varlıkla
aynıdır.” İbn Arabî[30]
“Ben sizin yüzünüzün aynasıyım; sizin
gözlerinizden kendi yüzüme bakarım.” Simnani[31]
“Varlık olmayan aynadır, dünya yansımadır
ve siz Görülmeyen Kişi’nin yansıyan gözü gibisiniz. Bu gözde, O’nun gözü O’nun
kendi gözünü görür.” Mahmut Şebisteri[32] [33]
Jung’da tamamen aynı bir bulgu keşfetmek
insan yaşantısının en derin zemininde evrenselliğinin yüreklendirici bir
kanıtıdır:
“Bendeki ötekiyi gördüğümde ve bendeki
öteki beni gördüğünde... her zaman bir nesnesi olan özne olduğum, sıradan
bilincimin tamamen tersine çevrilişinde her öznenin nesnesi benim. Artık bundan
sonra, bilinç dışı, bana, yani o olduğumuz bize temas etmiş olur.” Jung™
Sûfiler için,
“Ben’in kudreti diğer ‘Ben’, yani onun
kendisini görmesini sağlayan Figür olmadan yalnızca kendisinin kudreti değildir,
çünkü Figür ona onun kendi gözlerinden bakar”. Corbin39
Sûffler bu niteliklerle kişinin bedensel
varlığının yüksek düzeylerinde karşılaşılmasmm önemini vurgular:
“Bütün bunlar, bedenin efendisi olduğu
zaman, insan ruhunun üzerinde yükselen aydınlanmalardır. Daha sonra bunlar
mabette, yani bedende yansıtılır.” Şihabuddin Yahya Suhreverdi40
ölümsüz bir niteliğe sahip olan İlâhî
karşılıklarımızı geçici olan bir bedene aktarmanın ne anlamı olduğu sorusu akla
gelebilir. Şeyh Ahsai için:
“Bedenin saklı görülmeyen elementi ve onun
içselliği yaşamaktadır; bu manevî bedendir. Bu beden, ay elementlerinden
değil, yeryüzünün elementlerinden yetmiş kat daha asil ve değerli olan Hurkalya
dünyasının dört elementinden yapılmıştır.”41 ... “ki arşa ait
arketipik beden, bu elementlerle yeniden toplanacaktır.”42
Buradan şu sonuca varılabilir: Gizli
beden, arşa ait bedeni-fiziksel beden aracılığıyla varoluşsal planın
tecrübelerinden edindiği bilgelik ve teknik bilgilerle zenginleştirir.
Bazı durumlarda özellikle anlamlı bir
şekilde, figür, Jung’un gölge diye adlandırdığı şey biçiminde ortaya çıkar.
Sûfîler için, Jung’da olduğu gibi, gölgenin kimliği saptanmalı, tanınmalı ve kişinin
varlığında temel bir faktör olarak kabul edilmelidir.
İbn Sina’nın vizyoner deneyimlerinde
beliren figürler, onun kendi varlığının yönleridir. Karşılaştığı ve onun
“yüksek kendilik”
M Işığın İnsanı, s. 91.
40Vide Corbin, Semavî
Dünya, s. 126.
41 age., s. 198.
^Vide Corbin, age., s. 190.
(nefs)ini temsil eden efendi, gizli
bedeninin halinin değişik yüzlerini simgeleyen dış görünümlerinin
(physionomies) kendisinin -ıs maya çağrıldığı “gölge kendilik”i hakkında
birşeyler gösterdiğine işaret eder. Efendi ona şöyle der:
“Fizyonomi (insanların yüzlerinden
karakterlerini anlama ile uğraşan bilim) bölünenlerini hemen veren bilimler arasında
yer alır, çünkü her insanın mizacının mahremiyetinde sakladığı şeyleri size
gösterir.”[34]
“...etrafınızda aylak aylak dolaşan
arkadaşlar kötüdür. İlâhî koruma size erişip sizi onların kötü etkilerinden
korumadıkça, onların sizin aklınızı çelme ve üzerinizdeki etkilerinin esiri
olma tehlikesine maruz kalırsınız.”[35] [36]
Bu nedenle düşe dalma ya da şeffaf rüya
durumu kişiye, kendisinin şimdiye kadar bilinmeyen, bir suret gösterici yönü
yoluyla bir geri-bildirim sağlar. Bu da kişinin gizli bedenleri, özellikle
yeniden diriliş bedenini yeniden yapılandırma çalışmasına devam etmesini mümkün
kılar.
“İnsanın saflaştırılan her parçasında, o
parçanın aynı nitelikteki karşılığı yansıtılır, çünkü benzerinden başka hiçbir
şey görülemez. Bu nedenle, insanın eğilimi ve yetileriyle belirtilen özel
niteliği saf hale geldiğinde, kişi evrende aynı nitelikte her ne varsa o
konuda düşünür. Aynı şey ruha, kalbe, maneviyata, geçiş bilincine, tâ arcanum’a
kadar uygulanır. Arcanum, sarhoş edici ilâbî niteliklerin ortaya çıkarıldığı ve
‘ben onun duyuşuyum, ben onun görüşüyüm’ denebildiği en iç yerdir.” (Kur’ân) Ali
Hemedani&
“Bu nedenle, eğer bir cennet, bir dünya,
bir güneş ya da bir yıldız veya bir ay tasavvur ederseniz, bilin ki bu
içinizdeki o kaynaktan gelen parçacık saf hale geldiği içindir.” Necmeddin-i
Kübra[37] [38]
Gerçek niteliğini göstermesi istendiğinde,
Abdülkerim el-Cili’ye Hıdr (Elijah’m İslâm’daki karşılığı) kılığında görünen
yol'gösterici arketipik figür şöyle der:
“Ben, aşkın gerçekliğim... Ben insanın varoluş
eylemindeki sırrıyım ve ben ibadetin hedefi olan görünmez olanım. Ben, içinde
özlerin bulunduğu şişeyim ve ben aracılar olarak ileri fırlatılan incecik
ipliklerin yığınıyım. Ben İlâhî niteliklere sahip Şeyhim ve ben insan
nitelikleri dünyasının muhafızıyım. Kendimin her kavramda olmasını ve her
yerde görülmesini sağlarım.... her biçimde tezahür ederim ve her sûrede bir
işareti görünür yaparım. Benim durumum, bâtmîdir, alışılmamıştır. Benim konumum
yabancıdır, yolcudur.” Abdülkerim el-Cili'17
Bu esrarlı çıkarımlarda, Jung’un kendini
sonuna kadar acımasızca adadığı bilinçdışınm anlaşılması zor iletişimlerini mi
görüyoruz, ya da bir bilinç—altılık ile, açığa çıkarılması hemen hemen imkânsız
olacak kadar çakışan bir arşa ait bilinçten mi bahsediyoruz?
C “Onlar, kesinlikle hakikî sembollerdir,
çünkü onlar, müphem, yarı-belirli anlamlarla doludur ve son tahlilde tükenmezdirler..
onların türlü türlü anlamları ve neredeyse sınırsız atıf zenginlikleri, tek
taraflı her formülleştirmeyi imkânsız ve paradoksik kılar.” Jung[39] [40]*^
Ya da bilinç-üstü ve bilinç-nltmın
kutupları arasındaki farkı mı seziyoruz:
“İnsan ruhu bilinçdışınm karanlığı
üzerinde yükselirken, bilinç-üstü de bilincin ufkunda doğar.” İbn Sina49
Bu nedenle Sûfîler, yaratıcı imgelemimizi,
sonuçta kişiliğimizi ve hatta bedensel ifademizden ortaya çıkan görünüşümüzü yeniden
yapılandıran gizli ya da kutsal bedenlerimizin şekillendirilinesine uygulamanın
ipuçlarını belirlerler. Bu yöntem, kişisel duygularımızın kozmik boyutunu,
yeniden diriliş bedeni diye adlandırılan örtülü iç görünüşümüzü
şekillendirmeye yönelik olarak harekete geçirmekten ibarettir. Aslında üstüste
binmiş pek çok yüzümüzü istemeden gösteririz ve biz birbirine geçmiş pek çok
gizli bedenin bir araya gelmesinden ibaretiz. Bunlar, geçen yüzyılda Kirman’da
yaşamış olan İranlı Sûfî Pir Şeyh Ahsen Ahsai’nin bir çalışmasında özenle
ayrıntılı olarak sunulmuştur.[41]
Kişi, kendi duyguları içinden geçen kozmik
duygu ile ilişkide olursa kişinin zihni bilinçdışınm bilinçten daha verimli
veya kişisel olmayan iradenin kişisel olandan daha etkili olduğu ve zihnimizin
aşkın yetilerinin alışılmış düşünüşümüzden daha uygun olduğu bir alan olan
İlâhî zihin ile ilişkide olacaktır.
^Burada önemli sorun şudur: Varoluş
durumunda varlığımızın bu yüce düzeyinin kavranması, bizim alışılagelen
düşünüşümüze, önsezi dediğimiz paradoksik düşünce biçiminde sızar ve eğer buna
izin verirsek bu bizim kavramsal düşünüşümüzü yetersizliklerinin ötesine
kaldırarak dönüştürecekti^
Bu nedenle manevî üstadın çalışması, ruhun
Ars regia, soylu sanat denilen düzeyindeki simgesel simyasal çalışmanın
niteliği ile az çok aynıdır. “Opus”, yani ustalar olarak bizim yaptığımız
iş. gizli bedenlerimizi ayırmak, onları ortaya çıkarmak, birbiri ile bağlantılamak
ve böylece yüksek bedenlerdeki depolarda bulunan nimeti daha altta olanların ve
en sonunda da kişiliğin üzerine sıyırmaktan ibarettir. Sûfî dervişler,
bilinçlerini birbiri ardısıra alçalan kutsal semaları temsil eden düzeylere
uydururlar.
Tavsiye edilen yöntem, zamanın gecesindeki
derin uykuda, varoluşsa! evrenin karmaşasının yankıları kişiye uzaktan az çok
simgelenmiş şekilde erişirken, bir sessizlik devresinde gizlenmiş olan kişinin
ilk durumunu yeniden toplamayı denemekten ibarettir.
<Bu düzeyde kişinin varlığının bu
boyutunun kişisel olmayan sınırı, bireyselliğimizi yaratan farklılaşmaların
henüz ortaya konulmamış olduğu yerdir. Bu az çok embriyonun biyolojide
blastoma olarak adlandırılan hücrelerin henüz farklılaşmadığı ilk durumuna
benzer. Bu nedenle evrenin bütün potansiyelleri mevcuttur. Müslümanlar bunları
gizli hazineler olarak adlandırır: “Ben, bir gizli hâzineydim ve bilinmek
istedim ve bu nedenle evren benim kendimi keşfetmemin vasıtasıdır.” (Hz.
Muhammed’in hadisi). İnayet Han’ın İlâhî mirasımızı, ilâhı mükemmellik durumu
diye adlandırışı bu yüzdendir^
ÂLEM-İ CEBERUT
Bu aşamada özümüz bir şekle sahip
değildir, saf parlaklık olarak vardır; şu güzellik olarak görünen fakat şekli
olmayan gerçeklik düzeyi olarak...
t Bu gerçeklik, düşünme biçiminin ötesine
taşındığında algılanabilir. Buna akılla ya da yaratıcı imgelem ile değil,
fakat kendini, evreni hareket ettiren ve ruhunu ta derinliklerinde canlandıran
duygu ile uyarılmaya bırakarak ulaşılabilir. Sûfiler, ruhun fiziksel olmayan
bir gerçekliği'algıladığı bir durumdan söz ederler.
ÂLEM-İ MELEKÛT
Bununla birlikte, Sûfilere göre arşa ait
varlığımız, kendisini izleri kaydedebilen ve taşıyabilen bir gizli bedene
iliştirir. Bu izler, sadece fiziksel, göksel (etheric) veya yıldızsal (astral)
düzeylerin değil, fakat bütün varoluşsa! formatif süreçlerin arkasındaki
arketipik ilkelerin bulunduğu düzeyin de izleridir. Sûfiler, bu düzeye evren
denen serginin ardında saklı olan İlâhî hâzinelerin gebelikten önceki ve
ölümden sonraki varlıklar olarak gösterildiği ve harekete geçirildiği bir yer
olarak bakarlar.
“Ve Bizimle olan hiçbir şey yoktur ki,
onun hâzinesine dahil olmasın; Biz onu ihraç etmeyiz, bilinen ölçülere göre
davranırız.” Kur’ân.
Bu düzeyi evrenin program yazılımının benzerleştirildiği
(R.P. Teilhard de Chardin’in ifadesini ödünç alarak) düzey olarak adlandıralım.
Aklınızın orta menzilli faaliyetlerinin sınırlarından kurtulduğunuzda
varlığınızın bu düzeyinin farkında olabilirsiniz. Böylece fiziksel bir olayı
algılamadan veya durumların, örneğin kişisel sorunlarınızın yorumlarına
dayanmadan anlamlılığı kavramaya başlarsınız. Bu, düşünmenin ve hissetmenin
yüce bir düzeyini temsil eder ve anlayışla ilişkili olsa da, ona yine yalnızca
vecd halinin “aha” (olaylar olarak yorumladığımız şeylerin ardındaki İlâhî
maksadın keşfi) anında yenilmesi ile erişilebilir.
ÂLEM-İ MİSAL
Şimdi, kişisel yaratıcılığımızın bizi
alıştırmış olduğu kollektif bir ölçekte, eşik-altı düzeyde ortaya çıkan
yaratıcı imgelemin faaliyet düzeyine varıyoruz: efsane (mit) dünyası mecaz
(metafor) dünyasını açığa çıkarır.
İmgelem, ruhun eylemi, burada zaten
başlamıştır, fakat algılananın kopyası olmayan imgeleri her yansıtışında
varoluş alanından bağımsızlığını ortaya koyar.
\^Bu, yaratıcılıktır. Yaratıcılık,
deneyimle kazanılan veriyi yorumlamanın (ki bu veri işlemedir) karşıtıdır.
Bizim kendi temsilimiz (self-representation), kendilik imgemiz imgelemin bu
kategorisine aittir. Sûfîlere göre, kendilik (nefs) veya değil, herhangi bir
temsil ediliş “âlem-i misaf’in ustalıklı yapısında ışık demetleri yaratır.
Bunların fizikçilerin fiziksel ışık tanımına uymayan bir çeşit ışık olduğu
düşünülebilir^
İmgelem eylemini devamlı tekrarlayarak,
imgesel biçim yavaş yavaş şekillenir ve bir miktar esnekliğe sahip olan bir
suret halini alır, hatta katı bir biçim bile olabilir. Böylece yeniden diriliş
bedeni tarafından alınan şekil, onu biçimlendirdikçe oluşan suret, bizi, kişiliğimizi
bu suretin görünmesini istediğimiz gibi görünmesi görüşümüzü harekete
geçirecek bir hale getirmeye yöneltecektir. İşte burada özgür irademize son
haddine kadar sahip oluruz. Aslında maneviyat dediğimiz şey, araştırma, ibadet
ve ulu yaratıcılıktır. Bu, fiziksel dünyanın evreni işleten duygunun yüceliğini
göstermek üzere şekillendirilmesi vasıtasıyla İlâhî eylemde yer almak demektir.
“Yukarısı neyse, aşağısı odur” bir hermetik vecizedir.
Bu yolla canlandırılan ve ümitle tekrar
tekrar geliştirilen suretin görünüşü, deneyimlerimizin senaryolarında
dolaştıkça ayarlamalarımıza ve kavrayışımızın derecesine göre düzensiz bir
şekilde değişir. Bu nedenle, bu sureti durağan olarak sunmak yanlış olacaktır.
Onuh dinamik niteliğini ve etkileşimlerini, hatta tüm evren dahil olmak üzere,
fiziksel ve psikolojik çevre ile karışmasını doğrulamak için, heykele benzer
bir suret planlamak yerine, bu sureti hareket içinde, örneğin ruhun bir
manzarasında dolaşırken, düşünmek zorunludur. Eğer kişi kendisini günlük
bilinç ile uyku arasındaki eşikte tutarsa, görüntü oluşumları bizim
ayarlamalarımızı ve ruh halimizi ifade eden bir şekilde ruhun ekranında
belirecektir. Hatta belki de önseziler ve kuruntular da resimsel bir şekilde
görülecektir. Bu yetenek Sûfilerce geliştirilir.
Bu nedenle, Sûfilerce geliştirilen ve
vizyoner hikâyeler doğuran (S. Suhreverdî, İbn Arabî. Necmeddin Kübra,
Abdülkerim el-Cili’ninkiler gibi) meditasyon teknikleri Hz. Muhammed’in İlâhî
semalara yolculuğunun (Miraç) hikâye edilişi ile açıklanır.
Empresyonistlerin tabloları gibi (bunlar
dinamik olmasına rağmen) yaratıcı imgelemimiz tarafından yansıtılan ruhun manzaraları
tanıdık fiziksel manzaraları hatırlatabilir. Bunlar gerçekçi doğa
görünümlerinden ışıkla şekillendirilmiş ve yarı şeffaf parlaklıkla bölünmüş,
yüceltilmiş görünümlere kadar değişebilir.
Canlandırılan manzaralar, bize o anki
psikolojik çevre ve durum ile ilişkimizi algılayışımız hakkında bir ipucu
verir. Işıkta şekillendirilmiş suretimizin nitelikleri ise, ki düşünülen
çevreye şaşırtıcı şekilde benzer bir yapıdadır, bize kişisel düzenimiz
hakkında ipucu vermeye daha elverişlidir. Rüya imgemiz kişi ötesi kendiliğimiz
ve ‘persona’mız, yani etrafa karşı tavrımız arasında bir geçiştir. Takındığımız
tavır, ruhumuzun kendini o anki duruma uydurduğu çevresel alanıdır.
Düşünüşümüzün çevresi ise çevreyle uyumumuzun bir uzantısıdır. Bunun aksine
çevre, kişisel benliğimiz olarak algılanan suretimizi siler.
Böylece düşe dalma durumunda elde edilen
bilgi, kendimiz ve bilinçli gözlemimizin incelemesinden kaçan psikolojik
çevremiz arasındaki geçişme hakkında bilgi verecektir ve bu nedenle çok değerlidir.
Buna ek olarak, bilinçdışının eşik
düzeyindeki öz-dönüşümümüz üzerinde garip bir etkiye sahip oluruz. Bu istemli
müdahale yoluyla değil (yaratıcılığın işleyiş yolu bu değildir), fakat duyularımızın
kozmik boyutlarının daha kişisel olan boyutların yerini alması vasıtasıyla
basitçe paradoksal bir ayarlama yaparak olur. Yaratılıştan gelen iç
programlanmamız, bunu irademizle erişebileceğimizden daha iyi yapar, tıpkı
büyük besteci ve ressamlarda olduğu gibi, Hz. İsa’nın ve aslında bütün mistik
kişilerin “benim irademden çok sizin iradeniz” demesi bu yüzdendir. Gerçekten,
bütünlükçü görüşe göre; İlâhî irade bizim irademizin aşkın boyutudur ve bizim
irademiz İlâhî iradenin kişisel boyutudur.
“İlâhî irade ile insan iradesi arasındaki
fark bir ağacın gövdesi ile dalları arasındaki fark gibidir.”51
“İlâhîlik, insan mükemmelliğidir ve
insanlık İlâhî sınırlanmadır.” H. İnayet Han52
5 ‘Konuşma notlarından
52Gayan, Vadan ve Nirtan, Sufi Otder Publications,
I^ebanon Springs, N.Y. 1980, s. 28.
PİK VİLAYET HAN seminer, konferans ve
sempozyumlarda uluslararası tanınmışlığı olan bir konuşmacıdır. Dünya
dinlerinin özel okullarının meditasyon yöntemlerini psikoloji ve bilimdeki
çağdaş görüşlerle karşılaştırır ve klasik ve dinsel müzik ile deneyimi açıklar.
Bu geniş alanların bir araya gelmesiyle
kazanılmış teknik ustalığı Avrupa, ABD ve bazen Hindistan’daki inzivaları
sırasında uygular. Kendisi katılımcının kavrayışını keskinleştirici bir bakış
açısıyla kılavuzluk ederek, onların öz-yaratıalığını, özellikle insan
sorunlarını karşılamalarını geliştirmeyi amaçlar.
Pir Vilayet, Sûfizmi Batıya ilk tanıtan
(1910’da) kişi olan Hindistan Ecmer Çişti tarikatından Hz. Pir Mürşit İnayet
Han’ın halefidir.
Pir Vilayet Londra’da doğdu, annesi
Amerikalıydı ve Bayan Eddie Baker’ın kuzeni ve Theos Bernard’ın yeğeniydi.
Kendisi Fransa’da yaşamakta fakat çok seyahat etmektedir. Sorbonne’dan
psikoloji master derecesi vardır ve Oxford’da ek çalışmalar yapmıştır.
Hindistan’ın Çişti Sûfîleri okulunda eğitim görmüş ve ayrıca Himalayalar’daki
mağaralarda budistler arasında ve hıristiyan manastırlarında inzivalara
çekilmiştir. ‘Bir’e Doğru, Günümüze Bir Mesaj’ (Harper and Row yayını),
‘Danışmanlığın Manevî Boyutu,’ Dervişin Çağrısı’ (Omega Press yayını), ‘Ardışık
Meditasyon Kursları’ adlı kitapların ve pek çok makalenin yazandır.
Röportajında Pir Vilayet bize üniversitede
felsefe ve fen okurken nasıl bir krize girdiğini, bunlan manevî arkaplanı ile
birleştirmekte güçlük çekişini ve kendisine bir köprü sağjayanlann, sonradan
daha fazla araştırdığı Bergson ve Jung olduğunu anlatmıştır.
REHBER:
NEFSİN (KENDİLİK, SELF) AYNASI BATIDAKİ
Sûfî Düzeni’nde manevî rehber, yeni başlayanın transpersonal (kişi ötesi)
boyuta uyanışını kolaylaştırıcı bir işlev üstlenir. Rehberin rolü arketip
düzeyinde ve insan kişiliği sınırları içerisindedir. Rehber yeni başlayanın
transpersonal bölgeye geçebilmesine, orada keşfettiği boyutları kendi
kişiliğinin ve hayatının dokusuna bütünleştirebilmesine yardımcı olan bir
köprüdür.
Cari Jung “Mistik tecrübe, arketiplerin
tecrübesidir” der. (Walsh-Vaughan 1980, s. 82). Sûfî Düzeni’nde manevî rehber,
kendinden önceki kaşiflerin bıraktıkları haritaları kullanan, fakat onların
ayak izlerini körükörüne takip etmeyen, arketip arazisinde seyahat etmiş
kişidir. Rehberin transpersonal veya mistik boyutu keşfetmek isteyen
arayıcılara verebileceği şey, bu boyutun topografisi ile ilgili bilgisi ve
tecrübeye, sezgiye dayanan yardımla arayıcıyla beraber seyahat etme isteğidir.
Mürid ve manevî mürşidin arketipleri ve
ilişkilerinin biçimleri Upanişadlar’daki mürid ve mürşidin diyalogundan Hasidik
öğretiye, Zen hikâyelerine, Thomas Merton’un jurnallerine ve Sûfî hikâyelerine
uzanan çok geniş bir dinî literatürde ifade edilir. Her biri kendi özel mistik
geleneğinin tadına sahip olabilir, ama onlar ortak bir arketipik örüntüde
birleştirilir.
“Arketipler, anlam örüntüleri sağlarlar ve
kişiliğin gelişimi için olgunlaşmaya rehberlik ederler. Kişinin bilinçli tecrübesi,
arketipe özgün içeriğini veren şeydir. Arketipler, kendi başlarına
bilinemezler. Bireyin tecrübesinden ilgili materyali çıkaran bir
kompleksinçekirdekleridir.” (Welch, 1982, s. 73)
Yukarıdaki sözler Avila’lı Teresa ve Cari
Jung’un mistik yolculuklarını inceleyen John Welch’in harika kitabı, Maneviyat
Yolcuları’ ndan alınmıştır. Manevî rehberin rolünü çok güvenilir bir biçimde
aktardığından dolayı bu alıntıyı yaptım. Mürid mürşidde, anlam örüntülerini sağlayan
ve müridin gelişen kişiliğinin olgunlaşmasına rehberlik eden nefs (kendilik;
self) arketipinin yansımasını tecrübe eder. Arketip, kendi başına
bilinemeyeceğinden ilgili materyal mürşidde kişileşen, böylece arketipe özgün
içeriğini veren bir kişiden elde edilir.
Batıdaki Sûfî Düzeni perspektifinden bu
ilişkinin amacı, müridi Nefsini tanımaya (kendini tanıma; self-realization)
yöneltmektir. İnayet Han Hazretleri şunları söyler;
“Bütün hayatın esrarı, Nefsini tanımada
toplanmıştır. O bütün dertlerin devası, hayatın her adımında başarının sırrı,
bir din ve bir dinden de ötedir. Günümüzde insanlığın hatalı olduğu şey kendisi
olmamasıdır; dünyanın bütün sefilliği bu yüzdendir. Bu nedenle bazılarını
Nefsini tanımaya götüren, ermişlerin ve bütün çağların bilgeliğinin bu süreci
dışında hiçbir şey, insanlığın ihtiyacını karşılayamaz.” (Han, H. İ. 1985, s.
30)
Nefs, Jung’un kelimeyi kullanışının
ışığında da anlaşılabilir.
“Nefs, bir yandan insan bütünlüğünün
esasını anlatmaya yetecek kadar kesin, öte yandan bir bütünlüğün tarif edilemez
ve belirlenemez tabiatını ifade etmeye yetecek kadar sonsuz bir terimdir.”
(Welch, 1982, s. 192). “Nefs, içimizdeki ve bütün en yüksek ve nihai
emellerimizin ona ulaşa bilmek için çabaladığı Tanrı olarak
nitelendirilebilir.” (Jung, 1956, s. 22)
C.G. Jung’un Psikolojisinde Kompleks,
Arketipler, Sembol isimli kitabında Jolande Jacobi (1974) nefs arketipiyle ilgili şu
bilgiyi verir.
“Nefs, bir ayrılık noktası, bütün gelecek
hayatın büyüyeceği verimli bir topraktır da. Geleceğin bu uyarısı, en derin duygularımıza
açıkça işlemiş tarihsel bir niteliktir.” (s. 65)
/ Sûfî Düzeni’ne yeni başlayan birinde
bulunan, kendisinin manevî rehberle ilişkisi boyunca kolaylaştırılan olgunlaşma
fenomeni, Jung psikolojisinin terimlerini kabul ederek transpersonal psikolojiye
aktarılabilir. Nefs arketipi, müridin Nefsini anlamada veya bireyleşme
sürecinde olgunlaşmasına izin veren mürşidin üzerine yansıtılmıştır. Nefs
“geleceğin uyarısf’na sahip olduğundan, müridler mürşidde kendi gelecek gelişmelerini,
açılışlarını, bir sonraki aşamayı fark ederler. Nefs arketipi, tamamen
anlaşılmayacağından sürekli olarak mürşitte yansıtılan yeni yönleri ortaya
çıkarabilir. Bu eşsiz ilişkinin vizyonel doğası ve dönüşüm kapasitesi onun
özel nimetleridir.^
Pir Vilayet’in kendi tecrübesinden
çıkardığı mürşidin temel rolünü gösteren bir hikâyesi vardır. Genç biriyken
dervişleri, rişhileri ve diğer “büyük varlıklar”ı aramak için Hindistan’a ilk
yolculuğuna çıkar. Babasının derslerinde onlar hakkında birçok hikâye duymuş
ve onlarla “canlı” olarak görüşmeyi arzulamıştı. En sonunda babasının
deyişiyle en kutsal varlıkların mekanı olan o bölgeye gider. Genç Vilayet en
derin özlemlerini karşılayan bir varlığı
keşfeder. Karşılaştıkları anda rişhi ona
“Kendini görmek için niye bu kadar uzaktan geldin?” diye sorar. Bir zaman sonra
Vilayet rişhinin sorusunu şöyle cevaplandırır: “Olmadan önce ne olabileceğimi
görmek için”.
r Manevî mürşid, Nefs arketipinin nasıl ortaya
çıkacağını göstereırbir görüş sunar. Batıdaki Sûfî Düzeni’nin
terminolojisinde mürşidin, kişinin kendi sonsuz varlığının, yüzünün veya
ruhunun bir yansıması gibi davrandığı söylenebilir. Pir Vilayet, hayatı Nefsini
keşfetmenin biteviye süreci olarak tarif eder. Manevî rehber, hissedilen fakat
kişinin içinde ifade edilmeyen potansiyel ‘nefs’i keşfetmek için bir katalizör
görevi görür.)
Benim Pir Vilayet’le olan ilk
karşılaşmamda Nefsimi keşfetmek faktörü çok önemliydi. Çocukluğumdan beri,
sınırsız zenginliğin en yüce varlığı olmaya çalışan insanlardan söz edildiğini
hatırlarım. Fakat hâlâ bu ihtimalin ifadesini farkettiğim hiç kimseyle
karşılaşmadım. Daha sonraları eksik olan tarafın insan varlığının transpersonal
boyutunun gelişmesi olduğunu anladım. “Vizyonumun gerçekleşemeyeceğini veya
gerçek olmadığını kabul etme noktasına ulaştım. Pir Vilayet’le ilk tanışmamda
bir insanda transpersonal boyutun bilinç gelişmesini farkettim. Onunla çalışmamın
nedeni, bütün keşfettiklerini paylaşmak istemesiydi; Bu yüzden ondaki
zenginliğin bendekini de uyandırabileceğini hissettim.
Benim Pir Vilayet’le olan ilişkim, onun
kendisine “Kendini görmek için niye bu kadar uzaktan geldin?” diye soran
rişhiyle karşılaşmasının tekrarı gibidir. Ben buna şöyle de cevap
verebilirdim: “Nefs olmak için ‘nefs’imi görmeye geldim.” Şüphesiz ki bu, biteviye
bir süreçtir.
Pek çok otantik manevî mürşid vardır,
fakat benim Pir Vilayet’le, onun kendine has varlık şeklinin bendeki benzer
özelliklerle uyum sağlamasından dolayı mükemmel bir ilişkim oldu. Mürid ve
manevî rehberlik tecrübeme dayanarak, kendinizi mürşidin içinde farketmenizin
esas olduğunu söyleyebilirim. Diğer kişilerden içgörü, destek ve
potansiyelinizin ortaya çıkmasında yardım alabilirsiniz, fakat mürşidde açığa
çıkan “ruhunuzun vizyonu” benzersizdir; örseleyici ve zorlayıcıdır.
İnayet Han Hazretleri, bu noktayı aşağıya
aldığımız sözleriyle çok güzel bir biçimde ifade etmektedir:
“Yeni başlayan kişiye başlatıcının
öğrettiği şey nedir? O, yeni başlayan kişiye kendi varlığının hakikatini
anlatır. Yeni veya farklı birşey anlatmaz. Ona ruhunun zaten bildiği fakat
aklının unuttuğu şeyi anlatır.” (s. 12)
VİZYON TAŞIYICISI
“Bir rüyayı gerçekleştirmek için kişinin
önce bir rüyası olmalı, ona inanmalı ve onun için çalışmalıdır. Genellikle diğer
önemli bir kişinin bu rüyanın imkân dahilinde olduğuna inanması esastır; işte,
inanması kesin gerekli olan bu kişi, vizyon taşıyıcısıdır.” (Bölen, 1984, s.
29).
Manevî rehberin “vizyon taşıyıcısı” olarak
bu tarifi mürşidin temel görevlerini ortaya koymasından dolayı çok uygundur. Manevî
rehber, rüyanıza veya sizin vizyonunuza inanmasının yanısıra bunu bir şekilde
güçlendirerek ve ayrıntılarını açıklayarak size tekrar yansıtabilecek
yetenektedir. Onun size ve sizin vizyonunuza —ki temelde birbiriyle
bağlantılıdırlar— olan inancı, şüphe dönemlerinde sizi destekleyerek katalizör
işlevi üstlenir ve sizin güven eksikliğinizi ortadan kaldırır. Sanırım, vizyon
taşıyıcısı—terapist üstad, mürşid veya “yeşim parmağı” altında başkalarının
çiçeklenmesine ve Allah’ın ihsanlarını geliştirmesine olanak sağlayan bir
ebeveyn— araştırma psikologu Robert Rosenthal’in “Pygmalion Etkisi” diye
isimlendirdiği şeyi harekete geçirmektedir. Bu terim diğerlerinin davranışları
hakkında olumlu beklentinin gücünü ifade etmektedir. (Bölen, 1984, s. 231)
Jean Bölen tarafından yazılan Her
Kadındaki Tanrıçalık kitabında bulunan yukarıdaki alıntı, mürşidin mürid üzerindeki
dönüştürücü etkisini anlatır. Kitap genç bir insanın yetişkin dünyasına geçiş
aşamasında “özel bir kadın”m rolünden bahsederken bu temayı işlemektedir.
Yazar, Daniel Levinson’un ‘Bir İnsanın Yaşamındaki Mevsimler’ isimli
çalışmasına dayanarak bu tür vizyon taşıyıcısının işlevi hakkında şu yorumu
yapar:
“Kadın, ona rüyasını şekillendirmede ve
hayata geçirmede yardımcı olur. Rüyayı paylaşır, rüyanın kahramanı gibi ona
inanır, ona kendi kutsamasını verir; arzularının hayal edebildiği ve umutlarının
beslendiği bir sığmak sağlar. (Bölen, 1984, s. 230)
“Özel Kadın”da sayılan özellikler, manevî
rehberin işlevi için esas teşkil eder. Bütün bölümün başında söz ettiğim gibi
benim Pir Vilayet’e ilk cezboluşumun nedeni onun, insanın transpersonal potansiyelinde
yoğunlaşan, içimde uzun zamandır bulunan bir vizyonun farkına varmasını
anlamamdir. O, öğretilerinde ifade edilmiş olan ve canlı bir şekilde bende
gördüğü bu vizyonu paylaştı. Manevî rehberlik ve benimle paylaştığı
uygulamalar sayesinde içimdeki o rüya, kısmen tecelli etti. O gerçekten benim
rüyam için çok önemli olan, insanın transpersonal boyutunu yadsıyan bir
dünyadan kaçış yeri, bir barınak sağladı bana ve yine bana inanıp örnek olarak
umudumu besledi. Pir Vilayet’in manevî rehber ve müridinin ilişkilerini
gösteren gözde metaforunda güzel bir şekilde anlatılan yolculuğa, beraber
katıldık. Bu metaforunda o, usta bir dağcının, rehberin arazide yolunu bulurken
kazandığı geçmiş tecrübesine dayanarak acemi birine bazı geçitlerde yardım
ettiği bir dağa tırmanma macerasını anlatmaktadır.
Özel kadını bir vizyon taşıyıcısı olarak
tarif ederken “ona kendi kutsamasını verir” cümlesi kullanıldı. Bu nitelik,
manevî rehber için özellikle önemlidir. Benim vizyon taşıyıcım olarak görev yaptığı
devrede Pir Vilayet’den aldığım bu kutsamayı hatırlarım. Onu, şimdi, mürşidimin
görüşünü tasdik etmesinden kaynaklanan, içime yeni bir hayatın kaülması olarak
yaşıyorum. Kutsama, yardımdan daha fazla şey ifade eder. Çünkü onda, beni
kendi kişiliğimin şüphesinin ötesine götüren varlığı ve bana yeni bir hayat
veren mürşidin ruhunun benim ruhumla birleştiğini hissederim. Başkalarına
manevî rehberlik yaparken ve Pir Vilayet’le öğrendiğim vizyon taşıyıcısı
rolümü sürdürürken aynen bunları yapmıştım.
Eğer mürşid, vizyon taşıyıcısı rolünü
yerine getiremiyor veya bu rolü kişisel ihtiyaçlarım ya da bazlarını tatmin
için, müridin bağımlılığını devam ettirmek için kullanıyorsa mürid için
psikolojik ve manevî yönden büyük bir örseleyici potansiyel vardır. Bu konuda
İnayet Han Hazretleri aşağıdaki uyarıyı yapar:
“Hatırlamak gerekir ki, Nefs, ona karşı
tam bir güvence kazanmadıkça ve her şüphe izale olmadıkça, mürşide böyle bir
güven yatırımı yapılmamalıdır.” (Han, H. İ„ 1985, s. 12)
Pir Vilayet, manevî rehberin
otantikliğiyle ilgili soruları hiç kimsenin size, vicdanınıza uygun düşmeyen
birşeyi sormaya hakkının olmadığı uyarısını yaparak cevapladı. O, aynı zamanda
başkasının manevî evrimini sadece onların sözleri ve hareketleriyle değil,
fakat atmosferleriyle (ki kontrol edilemez) değerlendirmeyi öğütledi. Rehber,
kendisinden gerçek olamayacak beklentiler içinde olan müridin tehlikesinin
sürekli farkında olmalıdır. Edebiyatta bazı hikâyelerde ve çeşitli geleneklerde
o kişinin nasıl bir rolü yerine getirdiğini anlamadan manevî rehberin olumlu
arketipik boyutunu öne çıkarma eğilimi vardır. Oysa rehber de bir insandır ve
Batıdaki Sûfî Düzeni bu insanlığı inkâr veya gözardı etmekten ziyade onu kabul
eder.
“O (rehber), yalnızca başka bir insandır,
tıpkı mürid gibi sınırları vardır. O da herkes gibi hata yapabilir ve
başarısız olabilir, özel bir otoriteden hoşlanabilir; bu yanını kutsallıktan
ayıramayabilir.” (Han, H.İ, 1985, s. 12)
Eğer öğrenciler ve rehberler İnayet Han’ın
yukarıdaki sözlerini devamlı gözden geçirirlerse mürşidin yalnızca bir
arketipin yansıması olmayıp aynı zamanda bir insan olduğunu anlarlar, böylece
hayal kırıklığı, aldatılma ve red duygularına kapılmazlar. Rehberler de insan
olduklarını kabul etmeye yüreklendirilmeli; kişiliklerinin çeşitli yönlerini
inkâr veya bastırma eğiliminin yükünden kurtarılmalıdırlar.
Tecrübeme göre manevî rehber, rolüne
soyunurken otantik olmazsa içini kemiren bir boşluk hissi duyar. Müridler,
kendileriyle sadece sizi görmek istedikleri biçime uygun bir şekilde ilgilenilmesini
kuvvetle isteyebilirler. Bu, rehberin sunî bir şekilde hareket etmesine neden
olabilir. Bu noktada Pir Vilayet genellikle Sûfî üstadı Celaleddin Rumî’nin
sahte görünüşü yok eden hakikati vurgulayan sözlerini aktarır. “Mürşid,
diğerlerinin kendisinden yaptıkları putu parçalamalıdır.” (Han, H. İ, 1984 s.
454). Bu söz, yalnızca Allah’a tapımlması gerektiğini vurgulayan Sûfîzm’de
özellikle önemlidir. “Gerçek mürşid, kişinin kalbindedir. Görünen mürşid,
sadece bir belirtidir”. (Han, H. î, 1985, s. 21) Bir belirti yolu gösterir,
fakat bu, yolun ne amacı ne de sonudur.
Mürid, rehbere puta tapan bir inananın
gözleriyle baktığında her iki tarafa da çekici gelen kuvvetli birşey vardır.
Rehber için tehlike putun hayatının ve anlamının tapmana bağlı olduğunu farketmemizde
yatar. Rehberi putlaştıran mürid, tam bir insana ilişkin tecrübe etme
ihtimalini feda eder ve mürşidi kendi ruhunun bir yansıması olarak görmekten
ziyade putun üzerine yoğunlaşır.
Mürşid, yaratılan putu nasıl kırar? Bir
yol beklentilere göre hareket etmemek, diğeri de otantikliğe adanmayı
sürdürerek rehberin meydana getirdiği şişirilmiş tabloyu patlatmaktır. Bu,
rehber kendisini adayan kişinin bakışını saran çekici sıcaklığıyla defalarca
karşılaştığı için çok zor bir iştir. Put sürekli olarak parçalanmahdır, fakat
bu ilişkiden çıkabilen müridin gelişmeye olan inancına zarar vermemeye dikkat
edilmelidir. İnayet Han’ın akıllıca gözlemlediği gibi “hakikati bilmek yetmez,
kişi hakikati ifade etmek için insanın psikolojisini bilmelidir.” (Han, H.İ.,
1978, s. 10). Put eğer mürşid tarafından kırılmazsa, gün gelir dünyevi bir olay
bile büyüyü bozabilir. Transpersonel Psikoloji Birliği’nin eski başkanı
Frances Vaughan’m bir konuşmada akıllıca belirttiği gibi, eğer insanlar birini
imrenilecek yüksekliklere çıkarırlarsa, gün gelir aynı şekilde düşürürler. Bu
gözlem İnayet Han’ın “Günümüzün mesajı dengedir” yorumuyla uyumludur. (Han.
H.İ, 1978, s. 97)
Manevî rehber olarak görev yapma sanatı
oldukça hüner ister ve karşıtların dengelenmesini gerektirir. Rehber ilişkide
kendi insanlığını hatırlayarak ve müridin rehberde yansımasını bulduğu
‘nefs’in arketipik görüşüne saygı duyarak otantiklik aramalıdır. Bir
röportajda, Temple Üniversitesi’nden din psikolojisi profesörü Reb Zalman
Schachter bu konuya değinmişti. Manevî mürşidin rolü hakkmdaki sorularıma cevap
verirken Yahudi mistisizmi hocalığından elde ettiği tecrübeye dayanıp genç
nesil manevî rehberlerin rolü kabul ederken ve vazgeçerken ne denli rahat
oldukları üzerine şu yorumda bulundu:
“Sonraki nesil çok yetenekli; bu yüzden
çok heyecanlıyım. Ne kadar yetenekli insanlar, rolü nasıl kabul ediyor ve vazgeçiyorlar.
Onlar, hep mürşit rolünde değillerdir. Halbuki önceki mürşidler, eski alışıldık
modele göre işlerini yapıyorlar ve ayrılmaları gerektiğinde de buna göre
davranıyorlardı. Bu durumda onlar görevi bırakmak yerine her zaman işlerini
yapıyorlardı.” (O’Kane, A., 1985, s. 4)
“Rolü kabul etme ve vazgeçme” yeteneği,
onu kişinin bütün kimliği gibi kabul etmekten ziyade manevî rehberin rolünün uygunluğunu,
işlerini ve sınırlarını bilmeyi gerektirir. Bu yetenek, rolün doğasını üstün
bir arketip olarak değil de işlevsel bir ayarlanış olarak belirtir. Sûfî
Düzen’inde manevî rehber müridden daha gelişmiş veya aydınlanmış olması
gereken birisi olarak görülmez. O öğretileri ve Sûfî Düzen’in kullandığı manevî
alıştırmaları daha derinlemesine anlayabilen kişidir. Bu alıştırmalar, insanda
bulunan ilâhîlik vaadini Tanrı’yı tanıma ve Nefsini tanıma süreciyle uyandırmak
için kullanılır. Bu görüşler, İnayet Han’ın sözlerinde şöyle belirtilir.
“Dış şekil, hiyerarşik gibi görünse de
Sûfî mesajı, hâlâ her ruhun özlemi olan amacın vaadine yöneldiği için gerçek
demokrasiye götürür.” (Han, H. İ„ 1985, s. 16)
MÜRİD OLARAK MÜRŞİD
Mürşidin “ona sahibim” diye düşünmesi
tehlikelidir. Bu “o” ister aydınlanma, ister kendini gerçekleştirme, ister
bireyleşme veya ister Tanrı bilinci olsun, rol, bir İlâhî belgelendirme
programı tarafından edinilen sabit bir konum değildir. Pir Vilayet
gerçekleştirmeyi kişi yaklaştıkça sürekli uzaklaşan bir ufuk gibi tarif eder.
Mürid tarafından ortaya atılan sorular ve fikirler mürşidin olgunlaşması için
bir kaynak teşkil eder. Bununla beraber olgunlaşma, yalnız ve yalnız rolü
yürüten kişi kendisini kâdir-i mutlak olarak görmediği takdirde meydana
gelebilir.
Rehberlik yaşantım sırasında müridin
ilgilendiği konular yaşamımda en önemli yeri işgal etmiştir. Biraz içgörü için
çalışırken birbirimiz için katalizör görevi yaparız. Eğer kendimi sürekli öğrenen
biri olarak görüyorsam ancak o zaman bu konuların benim içimdeki
kolaylaştırmaya yardım ettiğini düşünerek olgunlaşabilirim.
“Mürşid olmak kolay fakat mürid olmak
zordur. Hepimizin öğrenmesi gereken şey öğrenciliktir. Bu ilk ve son derstir.”
(Han, H. İ, 1985, s. 14)
Manevî mürşidlerin otantikliklerini
onların “cevabı” bilmediklerini belirtmeye olan isteklerinden anlayabiliriz.
İtibar kaybetme veya yetersizliğin açığa çıkması korkusuyla rehberler, onun paradoks
koan olduğunu belirterek, hileli “mistik” bir cevapla cehaletlerini gizlemeye
kalkışabilirler. İşte burada otantik öğretim yöntemi çarpıtılmış ve rol
mürşidin şişkin ama kırılgan egosunu korumak için kullanılmış olur. İnayet Han
hayattayken, bir grup müridi ona yanlış yapıp yapmadığını sorması için bir
temsilci seçerler. O da güler ve bilgeliğinin kaynağının yanlışları olduğunu
söyler ve eğer yanlış yapmasaydım hiçbir şey öğretemezdim, der.
Dar bir görüş açısıyla bakıldığında
“Mürşid”, tamamlanmış bir bilgi ve otoritenin durgun değişmez bir konumu olarak
görülebilir. Şüphesiz böyle bir durum, o roldeki kişinin daha sonraki gerçekleştirme
ihtimalini yok eder. Eğer manevî rehber kendini farketme alanlarını daha yeni
başlayanların geliştirdiği gerçekleştirmeyi paylaşan, sonsuza dek öğrenci
kalacak bir mürid olarak görülürse o zaman rol daha dinamik, büyüyen, değişime
uğrayan bir rol olur. Kendi manevî olgunlaşma yoluna sadık kalmak için mürşitten
müride pek uymayan, hatta onun şevkini kıran bir aşamaya veya tecrübeye girmesi
beklenebilir. Mürşidin o anda kendi istediği yolu mu izleyeceği yoksa kendi
olgunlaşmasından vazgeçip müridin güvenliği ve rahatını mı sağlamaya
yöneleceği sınanmalıdır.
Bu ikilem hakkında yorumda bulunan Pir
Vilayet insanların genellikle kendisiyle çalışmaya o belli bir noktadayken
geldiklerini belirtir. Mürşidin ruhunun yaşamsallığı başka bir yöne döndüğü
zaman, öğrenciler ilişkiden çekilebilirler. Pir, hâlâ kendisi için canlı olan
şeyi izlemelidir. Çünkü bu şey, yalnızca onun paylaştığı bilgi değil, birbirine
uygun bir iletişim veya varlık durumudur. Kendisinin transpersonal boyutunu
farketmesi mürşidin çeşitli meditasyon talimatlarını izlemesiyle elde
edilmemiş; mürşid bu yetiyi, kendi bilinç durumlarını mürşidinki düzeyine
yükselten oldukça âhenkli varlıklarla birlikte düşünebilmesiyle kazanmıştır.
Benim bu konudaki tecrübem, derslerde,
seminerlerde, inzivalarda ve paylaştığım manevî rehberlikte ifade olunan,
belli bir ayarlamaya veya noktaya yoğunlaştığım dönemlere odaklanır. Kendi
olgunlaşmaları sırasında paralel bir durum yankı verdiği zaman, aynı ayarı ve
âhengi arayanlar cezb olunurlar. Varlığımda yeni bir ayarlanmaya geçişi
hissettiğim anı çok canlı bir şekilde hatırlarım. Bir seminer vermeye
başladığım zaman atmosfer, o zamanki çalışmanın niteliğinin damgasının
hissedileceği şeklinde bir beklenti ile dolmuştu. O güzel anda içimde o duruma
karşı hiçbir hareket olmamasına rağmen varlığımın yeni bir yöne itildiğini
hissetmiştim. Yine o anda eski hit parçalarını söylemeye devam etmeye mahkum
olan ve güvendikleri dinleyicileri kaybetme korkusuyla yeni eserini tehlikeye
atmaktan korkan meşhur şarkıcılarla aramda bir benzerlik bulmuştum.
ÖZEL BİR ARKADAŞLIK
Manevî rehberlik rolünün, bu rolü yerine
getiren birisi için esas olduğuna inandığım bir başka yanı vardır ve bu benim
Pir Vilayet’le ilk karşılaşmamdan sonraki değerlendirmede aktarılmıştır. Karşılaşmamız
Mont Blanc’ın karşısında Fransız Alpleri’nde 8000 fitte toplanan dinlerarası
bir kampın geri plânında meydana geldi. Kamp alanına çıkmak için teleferiğe ilk
bindiğim zaman yeni gelmiş olan başka bir genç vardı. Teleferik bizi
yükseklere çıkarırken bizi bu toplantıya getiren şeyin ne olduğunu konuştuk.
Günlük rutin hayatla ilgili binalar ve evler aşağıda kayboldu. Geniş, beyaz,
Arap tarzına benzeyen çadırların şaşırtıcı yerleşiminden oluşan kampa doğru
yürürken karşılıklı manevî bir mürşit arayışımıza değindik^Altmışlarda ortaya
çıkan karşı kültür hareketiyle ilgili “guru arayışı”nm romantikliği vardı.
Hiçbirimiz aradığımız şeyin ne olduğunu tam olarak bilmiyorduk. Fakat istek
cömertceydi. Yegane rehberim bana mürşidimle karşılaştığımda kalbimin onu tanıyacağını
söyleyen eski bir yoga hocasının veda sözleriydi. Şüphesiz bu yolculuğun
esrarıyla uyuşuyordu ve sonradan ortaya çıktığı gibi çok bilgece bir
içgörüydü.')
İki haftalık kamp boyunca çeşitli
mürşidleri “inceledik”: bir Hindu Swami, Tibetli bir Lama, bir Simyacı ve
şüphesiz Pir Vilayet. Periyodik olarak bir araya gelip notlarımızı
karşılaştırdık. Arkadaşım, Pir Vilayet’le benim aramda gelişen bir bağın
farkındaydı. Bir sabah kahvaltıdan sonra toplandık ve arkadaşım bana araştırmasma
devam etmek için Hindistan’a gideceğini söyledi. Bana Pir Vilayet’te mürşidimi
bulup bulmadığımı sordu. Biraz ruh araştırmasından sonra Pir’in mürşidim olup
olmadığını bilmediğimi, fakat onun o güne kadar tanıdığım en iyi arkadaş
olduğunu söyledim. Cevabım bana garip geldi.
Ayrıldıktan sonra Pir Vilayet’in sabah
meditasyonuna katıldım. Onun manevî rehberi, kişinin “en iyi arkadaşı” olarak
tarif ettiğini işittim. Sözler kalbimin kapılarını ardına kadar açtı. Ve bütün
varlığım teslimiyetle titredi. İnayet Han Hazretleri’nin aşağıdaki sözleri bu
özel bağda mevcut potansiyeli anlatmaktadır.
“Bu arkadaşlık, iki kişi tarafından
başlatılan bu ilişki, bozulmayan birşeydir. O parçalanmayan bir şeydir, o
yeryüzündeki hiçbir şeyle mukayese edilemeyen birşeydir. O sonsuz-
luğa aittir.” (Han, H. İ, 1985, s. II).
Bu ilişkinin can alıcı noktası güvendir.
Mürid, kendisindeki “en karanlık sırlarını” veya gölgesini açığa çıkarabilecek
birisinin olduğunu bilir ve bu mürşidin kendisine duyduğu sevgiyi yok etmez ya
da rehberce sıkıca muhafaza edilen onların ebedî varlık vizyonunu bozmaz. Bu
özel arkadaşlığı hemen sınadım. Pir Vilayet’le olan ilk görüşmemde bir daîsban
oturumu için gönüllü oldum. Pir kampa katılan herkesi bir meditasyona yöneltti.
Sonra ebedî varlık vizyonunu paylaştı. Daha önce hiç kimse tarafından
farkedilmeyen veya benim böylesine canlı bir biçimde kavrayamadığım içimdeki derinden
hissedilen bir gerçeği ifade etti.
Oturum hem yüceltici hem de örseleyici
idi. Bu halde “görüldükten” sonra Pir’in varlığımın çok güzel olmayan ve iyi
bilmediğim boyutlarını keşfedeceğinden korktum. Kişisel karşılaşma gerektiren
bir durum ortaya çıktığında saklanmaya başladım. Ümitsizce bu olumlu vizyonu
yaşatmaya ve diğer parçalarımı bastırmaya çalıştım. En sonunda bu zorlama
beni, eğer Pir Vilayet kusurlarım yüzünden benim hakkındaki vizyon ve
sevgisini muhafaza edemezse, bu ilişkinin manevî bir rehber ve arayıcı arasında
bulunan tipte olmayacağına karar verme noktasına sürükledi. Aynı zamanda
anladım ki eğer vizyonu ruhumun ışığını görecek kadar keskinse o zaman
kişiliğimin gölgelerinden de haberdar olmalıydı. Değişik görünmeye çalışmak,
komik bir oyun olurdu.
Manevî eğitimim ilerledikçe Pir Vilayet’le
“en karanlık sırlarımı” paylaştım. Bu sırlarla karşılaşmak manevî olgunlaşma
için anahtardır. O, daima açıklığı teşvik eden bir sevgi, konular hakkmdaki
fikirlerimi yeniden değerlendirmeme yardım eden bir yargı eksikliği ve ruhumda
gördüğü vizyonun teyidiyle karşılık verdi. Benim bu alandaki kişisel tecrübem
çok dönüşüme uğramış olduğundan, arkadaşlık yönü manevî bir rehber olarak
çalışmamda asıl odak olmuştur.
Sûfî Düzeni’nin bir üyesiyle eşsiz bir
ilişki içinde birkaç sene beraber çalıştım. Diğer bir rehberde bu acemi
(yazar), ayrı, şahsi olmayan, lekesiz, yalnız, ötenin ötesinde, Buda gibi diye
tarif ettiği ruhunun bir yansımasını gördü. Bununla birlikte tarif edilen nitelikle
onu, bende yansıtılmış olarak bulduğu koşulsuz arkadaşlığın sıcaklığı ve
kabulünü hissetmekten alıkoyuyordu. Bu arkadaşlık ona kendisinin “olumsuz”
yönlerini paylaşma ve onlarda değişme ve olgunlaşma gücünü keşfetme imkânı
tanımaktaydı. Seneler boyu (yazar) kendisini iki rehber arasında bir seçim
yapmaya zorladı. Aslında biz rehberler böyle bir seçimin gerekli olduğuna asla
inanmayız. Son zamanlarda her iki vizyon ve arkadaşlığın bu sürecin ayrılmaz
parçaları olduğunu ve kişinin birisi için diğerini feda edemeyeceğini anladı.
Bu tecrübe, vizyon ve arkadaşlığın mürşidlerin çalışmalarına katmaları gereken
temel parçalar olduğu inancımı daha da destekledi.
Pir Vilayet’in düşünceleri, bu benzersiz
mükemmel ilişkinin ruhunu vermektedir.
“Mürid ilerledikçe mürşidle olan ilişki,
daha da mükemmel olur. İlişki sözün ötesine geçen, konuşmaksızm yapılan bir
karşılıklı anlaşmaya dönüşür; en mükemmel arkadaşlık se-
viyesine ulaşır.” (Han, P. V, 1978, s.
380)
“Mürşidin mürid karşısındaki konumu,
birçok incelikler gösterir. Mürşid, yakın bir şekilde hem bağlı hem de ayrı,
hem yakın hem de uzak olmalıdır.” (Han, H. İ, -Han, P.V, 1978, s. 27)
İnayet Han’dan yapılan, yeni başlayanlara
rehberlik etme sanatı hakkmdaki bu alıntı, çok zor bir dengeyi tam kalbinden
vuruyor. Rehberden en yakın arkadaş diye söz edilmekte, yani çok içten bir sevgi
bağı olması gerektiği belirtilmektedir. Pir Vilayet, aynı zamanda ilişkiyi
laubali bir düzeye çıkarmanın kutsal olanı aşağı düzeye indireceğinden, yeni
başlayanı ve başlatıcıyı birleştiren bağı kırabileceği tehlikesini hatırlatır.
Bu mürşide duyulan saygının kaybolmasına neden olabilir ve mürşid, ondan sonra
bir görüş taşıyıcısı olarak görev yapamayabilir.
Bir psikoterapist ve Sûfî Düzeni rehberi
olan Eleine Resnick, bir mülakatta müridlerle psikoterapide kullanılana benzer
açıkça plânlanan bir ilişkinin gerekli olduğunu belirtir. Mülakat, rehber ve
mürit arasındaki ilişkideki aktarım (transferance) konusuyla ilgiliydi.
“Plânlama seansları veya görüşmeleri de
oldukça önemlidir. Örneğin, gelişim psikolojisine dayanan psikoterapide
hastaları görmek için açık bir yapı vardır. Görüşmelerin süreleri
belirlenmiştir. Görüşmeler kesintiye uğramadan tek bir mekanda geçer. Terapist,
kendisine danışan kimseden görüşme ücreti dışında hiçbir şey beklemez. Bu gibi
parametrelerin amacı, aktarım çarpıtmalarını sınırlayıp aktarım konularıyla
uğraşabilme ve araştırabilme ihtimalini arttırmaktır. Belki de bu
parametrelerin bazılarının sertliği tartışılabilir. Fakat birçoğu etkili bir
tedavi için elzemdir.” (O’Kane, A., 1985, s. 4)
Sûfî Düzeni’nin diğer üyeleri bu tip bir
yapının kendiliğinden gelişen etkileşime izin vermemesi yüzünden doğal
olmadığını düşünürler. Mürid çeşitli durumlarda rehberi gözlemleyemez ve onun
cevaplarından birşey öğrenemez. Yıllar önce yapılan bir rehberler
toplantısında bazıları rolde izolasyon hissi duyduklarını ifade ettiler. Bu
ilişkide bulunan “bağlanma ve ayrılma, yakın ve uzak” arasındaki denge, her
rehberin kendi mizacı, tecrübesi ve roldeki etkinliği ve her müridin kendi özel
dinamiğiyle uyumlu şekilde belirlediği bir dengedir, ölçeğin her iki ucunda
bulunan etkin rehberler biliyorum. Bu konu, rehberin rolü kabul etme ve bırakma
yeteneğiyle de ilgilidir.
Tecrübem ve gözlemlerime göre, süreçte
rehber ve öğrenci ne kadar olgun olursa durumun uygunluğuna göre ilişkinin
birçok yollarını o kadar daha iyi ortaya koyabileceklerdir.
G ERİ ÇEKİLME LE R (RETREATS; İNZİVA):
SİMYASAL SÜREÇ
“Kendimizi anladığımız zaman dünyayı
anlayacağız: biz bir bütünün ayrılamaz yarılarıyız. Bizler Tanrı’nın çocukları,
İlâhî tohumlarız. Bir gün Babamız ne ise o olacağız.” (De Rola, s. 1982)
Pir Vilayet geriye çekilenlerin
varlıklarının merkezi olan İlâhî , tohumları farketmelerini sağlamak için,
eğitilmiş bir rehberin denetiminde bir geri çekilme (inziva) formatına göre
yürütülen bir kişisel dönüşüm formülü geliştirdi. Süreçte bulunan altı aşama,
simyacıların öğretilerinden çıkarılmıştır ve insan kişiliğinin çözülmesine,
yeniden yaratılmasına uygulanabilir. Bütün hayatın temel yapısında çeşitli
aşamalar vardır. Anın ihtiyaçları içinde yok olup gitmeye meyilli olduğumuzdanbu
aşamalar, genellikle farkedilmezler. Geriye çekilme kişiye, farketmesi ve
dönüşmesi için çabasını arttırmak için, simyasal sürece bilinçli olarak
katılabileceği yoğunlaştırılmış bir dönem sunar. Belki de onun en yaratıcı
işlevi kişinin serpilip gelişmesini sağlayacak bir sonraki adıma kapıları açmaktır.
Bu bölüm boyunca simyasal süreçteki altı aşamayı inceleyeceğiz. Çünkü bu
aşamalar rehberin kişiliğin yeniden kurulması için sürekli olarak nasıl çözülüp
parçalandığını anlamasına çok değerli katkılar yapar. Bu bölümün ilk yarısında
bulunan Pir Vilayet’in altı aşama hakkmdaki öğretileriyle ilgili materyal,
aslında Üstad’ın 1981’de tamamlanan ve ufak tefek düzeltmelerle sunulan tezinin
bir parçasıydı. Bu öğreti ve onun Sûfî Düzeni eğitimindeki uygulaması temelde
aynı olmaya devam etmektedir. Burada sunulan simyasal öğretiler ve Murray
Stein’ın orta-hayata Jungcu yaklaşımı arasında paralellikler kuran bu bölümün
geri kalan kısmı, bu çalışmayı ortaya çıkardı.
Sûfî Düzeni hem manevî danışmanlıklarda
hem de geri çekilmelerde dönüşüm için simyasal sürecin ilkelerini ve ilgili
meditasyon alıştırmalarım kullanır. Aşamaların amacı, kişinin sürekli olarak,
kişiliğinin bütünlüğüne ve ebedî arketipine her geçen gün daha fazla
katılabilmesini mümkün kılan bir çevre sağlamaktır.
“Bütün program simyacının asil sanatı Ars
Regia’da anahatlarıyla belirtilen dönüşüm sürecindeki aşamalara dayanır. İlk
simyacılar arasında olan Sûfîlerce kullanılan bu yöntem Valentinus tarafından
taslak haline getirilmiş ve Cari Jung tarafından günümüze kazandırılmıştır.
(Han, P. V., 1979, s. 9)
İlk üç aşamadan ilki, temelleri belirlemek
için kişinin varlığının geçici yönlerini eritmeyle ilgilidir. Simyacı, sürecin
ilk yarısını Ay evresi veya küçük sırlar diye nitelendirir. Hedef hayat ve
kendimiz hakkındaki algılarımızdaki çeşitli yanılsamaları belirgin hale
getirmektir. Bununla beraber, Pir yanılsamalarımızın bütünleştirebileceğimiz
hakikatin derecesini anlamamız için doğanın bir koruması olduğunu bildirir.
Rehber, müridin yanılsamalarını dağıtmaya çalışırken çok dikkatli olmalıdır.
Çünkü kişilik hakikatle karşılaştığı zaman dağılıp parça parça olabilir. Bunun
gibi yoğun değişikliklerle başedebilecek yeni bir kişilik yapısının temeli,
böyle bir karşılaşmadan önce kurulmalıdır. Birinci aşamanın gelişimine yardım
etmek için müride yaşamındaki olayları hatırlamaya odaklaşmış meditasyon
alıştırmaları yaptırılabilir. Daha büyük nesnellik yaratan bir özdeşleşmeme
olanağı sağlayacağından kişiye yaşamının akışını bir film gibi görme önerisi
yapılabilir. Amaç bireyin kişiliği ve yaşamındaki olaylar arasındaki ilişkiyi
belirgin hale getirmektir. Olaylar bireyin kişiliğini belli bir formda
şekillendirir, fakat aynı zamanda bireyin kişiliği de yaşamındaki olayları hem
etkiler, hem de meydana getirir.
Normalde dikkat edilmeyen nedensel
bağlantılar açığa çıkabilir. Yaşamınızı bir film gibi görürken dikkatimiz,
sekansların odağına ve yaşam senaryosundaki bağlantılara çekilir. Bilinç,
şimdi ve buradanm ötesine genişletilir.
BİRİNCİ AŞAMA
Birinci aşamanın özü, kişinin kendini
tanımlamasında bir değişiklik arayışıdır. Rehber, yeni başlayanın insanın
kişiliğinin sabit bir durum olmadığını, fakat eğer olgunlaşma meydana gelecekse
doğal olarak sürekli değişmesi gerektiğini anlamasına yardım eder. Yaşamı bir
film gibi görme meditasyonu şu soruyu ortaya çıkarır: sürekli bir şekilde
değişen kişilik ortasında kişinin varlığının daimi olan yönü veya özü nedir?
“Nefs kavramının bir ifadesi olduğundan
kişilik, değişir durur; bu bedenin durumu gibidir, değişim kaçınılmazdır. İnsan,
sabitleşmiş bir kişilik anlayışını artık değiştirmek; kalıcı bir durumdan öte
bir akış, sürekli değişen bir varlık anlayışı kazanmak zorundadır.” (Han, P.
V., 1979, s. 7).
İKİNCİ AŞAMA
“İkinci aşama, insanın oluşan ve çürüyen
herşeyden kendisini uzaklaştırmasını içerir. Kendi varlığının ebedî arketipiyle
özdeşleşerek kişi ölümü ve çözülüp parçalanmayı ya-
şatan şeyi kurtarır.” (Han, P.V.-1979, s.
8)
Kişilikle özdeşleşmekten manevî arketiple
özdeşleşmeye bu geçiş, bilincin bireysel perspektiften transpersonal boyuta
hareketiyle meydana gelir. Meditasyon alıştırmaları, belli bir sürede kazanılmış
tavırlar, izlenimler ve yanlarla karşılaştırıldığında, özde hep varolan kişinin
varlığının temel unsurlarını ayırmak için verilir. Kişilik bireyin ebedî
arketipinin sınırlı bir örneği olarak yaşanır.
Daha da iyisi, insanın kendi kişiliğinin
arketipiyle özdeşleşebilmesidir. Kişi, kendisinin bir özel nitelikler demeti
olarak hep varolduğunu keşfeder. Bu yüzden o, şimdiki varoluşunun kendi
kökündeki bir dalı olarak kabul ettiği kişiliği gözlemleyebilecektir...” (Han,
P. V„ 1979, s. 8)
ÜÇÜNCÜ AŞAMA
Üçüncü aşamada bilincin bireyselden
transpersonale hareketi ve dikey bir süreklilikte birlik boyutları tamamlanır.
Yükselişin (ascent) çeşitli evreleripde-kişi^endini bilinç, zekâ, hayat gücü ve
en sonunda saf ruh olarak keşfeder.
^Kişi, yeryüzündebir yerde bulunan bir
bedene sahip olduğunu hatırlar ve önceleri kendi zihnini düşünceyi kanalize
etmede kullanabilmeye alışmışken şimdi, bunu bir aldatmaca gibi görür. Mantık,
önceleri nefs ve sınırlı bir anlama nosyonlarındaki yuvasında kapana
sıkıştırılmış bir bilinç çatısı gibi görünürken, oysa şimdi, aşkın bir mantık
sezinlenmektedir. Bu aşkın mantık Evrenin Yeni Modeli adlı kitabında
Ouspensky tarafından ele alınmaktadır.” (Han, P.V., 1979, s. 12)
Pir Vilayet’in yukarıdaki alıntıda tarif
ettiği bu durum, bütün kişiliği eridiği zaman simyasal sürecin üçüncü
aşamasında bulunan kişinin durumunu temsil eder. Bu, kişinin bireysellik
duygusunu eriten ve derin bir uykuda olduğu gibi bütün formların ötesindeki bir
duruma döndüren Samadbi ye ulaştıran meditasyonlarda tecrübe edilir. Samadbi’den
bireyselliğe inmenin amacı, kişiliğin yeniden meydana getirilmesidir. Son üç
aşama kişiliğin bu yeniden bütünleşmesiyle ilgilidir.
ÇKişinin bir Samadbi veya saf ruh
durumu içersine emilmesi yeni bir hayat dağılımını başlatırken aynı zamanda
kişilik yapısının odaklaşmış unsurlarını eritir. Hem bireysel kimliğini
eriterek bu karşılaşmayı arayan mistik hem de şizofren aynı boyuta temas etmektedir.
Pir Vilayet, aradaki farkın mistiğin tecrübeyi bütünleştirebilirken şizofrenin
süreçteki kalan üç aşamayı tamamlayamaması olduğunu belirtir. Yine' şizofrenide
eski kişilik yapısı dağıtılmıştır, çünkü genellikle görüş alanının ötesinde bir
durumla yüzyüze gelmiştir ve yeni birisi meydana getirilmemiştir.}
^“Daha sonra kişi, kendisini, hayat gücü,
bir hayat gücü değil ve hayat gücünün ötesinde, saf ruh; Sûfîlerin dediği gibi
hayatın hayatı veya diyebiliriz ki yeni başlayan hayatın katalizörü olarak
tecrübe eder. Buna ek olarak ruh, hayat güçlerinin kesiştiği, hiçbir yere
kıpırdayamadığı ve bir döngüye girdiği zamanda ortaya çıkan taşlaşmayı kıran
bir itiş olarak kabul edilir.” (Han, P.V., 1979, s. 9)
DÖRDÜNCÜ AŞAMA
Bu simyasal süreçten birşeyler taşıyan
imge» kilden yapılmış bir heykeldir. İlhamla dolu sanatçı, içinde dalgalanan
yaratıcı dürtüyü ifade etmek için kilden bir heykel yaratır. İlk başlarda
sanatçı yaratıcı yeteneklerle birleştirilmiş ilhamı anlamayı temsil ettiğinden
dolayı eserden hoşnutluk duyar. Daha sonraları, sanatçı onun tam olmadığını
hissederek eserinden hoşnutsuzluk duymaya başlar. Birincisinden çok daha
zengin bir kil heykel vizyonunda beliren orijinal ilhamda, daha derin bir
anlam açığa çıkaran yeni bir içgörü meydana gelir. Sanatçı kili orijinal haline
döndürerek birinci heykelin şeklini bozar ve daha sonra aynı kilden yeni ve
daha büyük bir heykel yapmak için tekrar çalışmaya girişir.
Kişiliğimiz kil gibidir ve sürekli olarak
ebedî arketipimizde bulunan potansiyelin bir kısmını ifade eden bir yapıya
dönüştürülür. Kişilik belli bir modele takılıp kaldığında fosilleşir. Bu
süreçte olgunlaşma, kişilikle özdeşleşmemekten ve bireysel olmayan birlik
bilincinin daha derin olan kimliğini keşfetmekten gelir. Bu da simyasal
süreçteki ilk üç aşamanın amacıdır. Son üç aşama, kişiliğin unsurlarını yeniden
düzenleme ve gizli potansiyel uyandırmayla ilgilidir. Böylece yeni kişilik
yapısı, kişinin ebedî arketipinde bulunan zenginlikten daha fazlasını
cisimleştirmiş olur.
Dördüncü aşama, insan “kendine ait yeniden
yaratmasının tüm evlerinde yer alarak, isteyerek ve bilinçli olarak kişiliğini
tekrar inşa etmeye giriştiği” zaman ortaya çıkan bir tür yeniden doğuştur. (Han,
P.V., 1979, s. 12) İnsanlar, çoğunlukla kontrollerinin çok ötesindeki olaylar
ve etkiler tarafından şekillendirildiklerini hissederler; öyle ki bir bireyin
kişiliğinin oluşumunda bilinçli olarak yer alma fırsatı, çok derinlerde kalır.
Kişinin kendi tabiatında gizli olan zenginlik ve genişliği farketmesine yardım
etmek için bazı meditasyon temaları verilir. Onlar yeni bir kişilik
kavrayışına işaret ederler.
“Sorun, aralarında olabilen çatışmaları
çözerek, annesinden ve babasından miras aldığı özellikleri belirgin yapmaktır.
Bir insan, ayrıca kendi varlığına sarılan ama onun yapısına fazla etkide
bulunmayan sayısız sarmallara benzeyen, bilinen atalarının izlerini de
taşımaktadır. Bu (izler) hayvan, bitki ve mineral dünyasından gelen mirası, cin
ve melek dünyasından ve bütün gezegenlerden gelen mirasları ve nihayet İlâhî
mirası kapsar. Bunlar inişimizdeki farklı planların özünü kabul etmemizden
önce ebedî arketipler olarak önceden kazandığımız tutumlardır. (Han, P. V.,
1979, s. 13)
Bu aşama, hayatı tamamen parçalanan birine
danışmanlık yaparken esas alınır. İnsan, kişilik yapıları belli bir hayat
tarzına veya ilişkilere dayanan insanlarla tanışır. Buradaki herhangi ani bir
değişiklik olur ve hayatın yeni istekleriyle başa çıkamayacağından kişilik yapısı
kırılır. Gerçekliğin yorumlandığı ve uğraşıldığı perspektif kaybedilir. Bu
insanlar için bu değişiklik büyük bir trajedi gibi görünebilecek ve bir
temelleri olmadığından, ümitsizce, geçmişi yeniden yaratmayı deneyeceklerdir.
Danışman onlara genellikle yenileri ortaya çıkabilsinler diye eski yapıları
yıkmayı tamamlamalarına, yani ilerlemelerine yardımcı olmalıdır. Bu yaklaşıma
göre hayat ilerleyicidir ve bir an için büyük bir kayıp gibi görünseler de
bunun gibi olaylar yeni olgunlaşmayı ilerletme amacına hizmet edebilirler.
Dördüncü aşamadaki unsurlar, bu gibi parçalanmaların depresyon ve acısına
yakalanan birine tehlikeyi atlatmasında yardımcı olabilir. Bu, büyük bir
yaratıcılık aşamasıdır, kişide hayata ve kendindeki sınırsız potansiyele karşı
yeni bir istek uyandırmaya başlar.
BEŞİNCİ AŞAMA
Bu aşamanın hedefi, arketiplerini ve
niteliklerini bireyin kişiliğine yerleştirme üzerinde toplanmıştır. Kişi,
çeşitli kombinasyonlar şeklinde evrende mevcut ve kişinin ebedî arketipinde
gizli olan tutumlar yelpazesi üzerine düşünür. Örneğin, evreni hareket ettiren
gücü küçük görürken kendinizde aynı gücü uyandırırsınız. Mantra veya Vazife’nin
kullanımı titreşimsel frekansına uyan sesleri tekrar ederek kişilikteki bir
niteliğin kazanılmasını teşvik eder.
Belki de bu tarzdaki en değerli
meditasyon, belli bir niteliği yüksek derecede bir mükemmellikte gösteren büyük
bir insanın bilincine girmektir. Nitelik soyutluktan kurtulur ve kişi, onun
bir insanda nasıl işleyebileceğini keşfeder. İki karşıt niteliğin birleştirilmesi
çok zordur, ama bu Hz. İsa’da bulunan tevazu ve hakimiyet veya Buda’da mevcut
olan ayrılma ve merhameti üzerine düşünerek tecrübe edilebilir. Bu tip
varlıkların yaşamları üzerinde düşünmek, bu niteliklerin nasıl çok somut
durumlarda işleyebildiğim ve kişinin yüzyüze geldiği problemlerle nasıl ilişki
kurabileceğini gösterir. Her arketipte belirli tutumların gerçekleştirilmesi
çisimleştirilmiştir ve her niteliğin bir temsilci arketipi vardır.
Beşinci aşamadaki anahtar meditasyon, İdeal
Varlık meditasyonudur. Kişinin bir ideale olan özlemince ilham olunan yaratıcı
imgelem (imagination), kişinin insan olarak kendi mükemmel vizyonunu
keşfedebileceği bir varlık biçimlendirir.
“Doğudan alınan bir uygulamada, bireyin
kendisi ideal bir kişinin—ki bu ideal kişi, bir kimsenin en ütopik hülyasının
guru imajıdır— önünde oturmuş olarak temsil edilir. Bir kimse, kendi ruhunda
bulunan kendine özgü kişisel özelliklere sahip değilse, onun bir tasarımını
zihninde kuramayacağını anlayıncaya kadar derece derece bu ideal kişi ile özdeşleşmektedir.
İnsanın kendisini, olabileceğinden daha iyisinin ne olduğunu gösteren başka
bir benlikte görmesi daha kolaydır.” (Han, P. V., 1979, s. 13)
Önceki aşamada meydana gelen yeni bir
kişilik kavrayışı beşinci aşamada daha somut hale gelir. Bir nitelikler ve
arketipler yelpazesinin düşünülmesi insanda gizli olan yüklenimleri
(attribute) gün ışığına çıkaracaktır. Belki de önceden baskın olan özellikler
ikincil hale gelecek ya da bunun tam tersi olacaktır. Çünkü onların
sıralandırması, kişinin ebedî arketipine dayanacaktır, yoksa geçmiş
koşullandırmanın bir tepkisine değil.
“Beşinci aşamada aday, yeni imgesiyle
özdeşleşmeyi ve kendisini eskiden alışkın oldukları imgeye döndürmeye çalışan
arkadaşlarının etkilerine karşı koymayı öğrenmelidir.” (Han, P.V., 1979, s. 13)
ALTINCI AŞAMA
Sentezlenen yeni kişilikle insan, hayatın
karmaşası içine girer. Yeni keşfedilen özellikler ve yetenekler ifade bulmayı
beklerken yeni bir perspektif kişinin anlayışını zenginleştirir. İlham hâlâ
taze ve enerji de fazlayken simyasal süreç boyunca ortaya çıkan bütün
zenginliğe uygun olarak hareket etmek önemlidir. Kişi, eğer beklerse koşullar
genellikle onu geçmiş kalıplara götürür ve yeni gerçekleştirmeler kaybolur
gider.
Bir kimse, kendi kişisel perspektifinin
sınırlı olduğunu ve bilincinin meditasyonun teşvik ettiği daha yüksek, daha
geniş boyutlara yükselterek desteklenmesi gerektiğini hatırında tutmalıdır.
“Altıncı aşamada hayata geri dönerken
aracı, şimdi yüksek irtifalarda kazanılan içgörüyle donanmıştır ve kendine
avantaj sağlayan noktaya kayıp düşme eğilimine karşı durması beklenir. Bu
yüzden kişinin bir yandan hayata karışırken bir yandan kazandığı üst düzey
perspektifi muhafaza edeceği düşünülür.” (Han, P.V., 1979, s. 14)
Bu perspektif, kişinin varlığında taşman
zenginliğin farkmdalığı ile birleştirilmelidir. Bir kimsenin ebedî arketipini
ve kendi tam tabiatını hatırlaması; sınırlamalar, kişiyi baskı altına aldığında
bir ilham kaynağı olur. Üçüncü aşamada tecrübe olunan saf ruhun kişiliğin
içine alınması, yeni bir hayat gücü dağıtımını ortaya çıkarırken eski
kalıpların değiştirilmesi için bir katalizör olarak görev yapmaya devam
edecektir. Süreç tamamlandıktan sonra kişi, şimdi varlığıyla bütünleşmiş ve
yaşamında icra olunan tüm aşamalardan boyutlar taşır.
YEDİNCİ AŞAMA
1980 yazında Pir Vilayet “yeniden doğuş”
ismini verdiği yeni bir aşamadan bahsetmeye başladı. İlk altı aşama hayat
geçmişten geleceğe yatay bir doğrultuda sürüp giderken kendisini sürekli
olarak yineleyen bir döngü meydana getirir. Bu, evrimin ileriye doğru hareketidir.
Yedinci aşama ise, yukarı doğru bir dikey harekettir. Bu hareket sayesinde
hayat, ebediyete doğru serpilip gelişir, yeniden doğuşa açılır. Biz, artık
burada varoluş tarafından kazanılan şeyle ilgiliyizdir. Yaşamlarımızın Evren’e,
Tanrı’ya, kendimize karşı olan değeri nedir?
Eğer insan ve tohumun karşılaştırılmasına
dönecek olursak, bu aşamayı anlayabiliriz. Bir litre gülyağı elde etmek için
onbin gülün açılması gerekir. Gül yaprakları çabucak yok olsalar bile, güzelliklerinin
özü, gülyağmda yaşamaya devam eder. Yaşamımızdaki olaylar ve ilişkiler zamanın
geçmesiyle yok olurlar, fakat meydana getirdikleri hikmet, yaşar. Bu aşamada
insan kendisinin ebedî arketipinin tohumunun hayat sürecindeki açılmasıyla
nasıl zenginleştirildiğini anlar. Sürekli değişmenin ölümünden yeniden doğan
şey nedir? Hatta insan, Tanrı benim yaşamımdan ne elde eder diye bile
sorabilir. O kişiliğimizin yaprak benzeri oluşumlarını yaşatacak varlığımızın
gülyağmı, özümüzü bir arayıştır.
Pir Vilayet’in kullandığı simyasal süreç,
insan olgunlaşma döngüsünün yedi aşamasını ortaya çıkarmıştır. Bunlar, rehberin
müridin perspektifini, heyecanlarını ve yaşam durumlarını daha iyi anlamasında
yardımcı olur ve onları rehbere kontrol avantajını veren bir çerçeveye oturtur.
Ancak daha sonra mürşid müridin bir aşamadan diğerine tam geçişine yardım
etmede görev yapabilir. Bu dönüşüm ve olgunlaşma modeli, insanoğlunun
transpersonel boyutlarını kapsayan bir zenginliğe sahiptir. Fakat her model
gibi onda da zenginlik tam olarak ifade edilememekte, bireyin yaşantısı sır
olarak kalmaktadır. Gerçeğin mutlak bir haritasına kesin bir şekilde
uydurulmamalıdır.
Simyasal sürecin manevî temeli ruhun
maddeleştirilmesi ve maddenin ruhlaştırılması olan hayat vizyonudur. Bundan, en
mükemmel birliği insanoğlunda bulan simyasal evlilik diye bahsedilir.
JUNGCU PSİKOLOJİDEKİ PARALELLİKLER
Orta-hayat geçişine (mid-life passage)
katılışım, beni bu geçiş zamanına biraz ışık tutan insanları ve kitapları aramaya
yöneltti. Karşılaştığım en önemli açıklamalardan birisi Jungcu analist Murray
Stein’ın Orta-bayatta isimli eseridir. Bu eserde benim ilgimin yöneldiği
yer, onun çalışmasında ve Sûfî Düzeni’nin eğitimiyle geriye çekilme formatmda
kullanıldığı şekliyle simyasal süreçte bulunan paralelliklerdir. Altı aşama
yerine Stein orta-hayat seyahatini belirleyen üç safha önerir: (1)
ayrılış, (2) eski durum, (3) yeniden bütünleşme... Bu aşamalar,
persona’nm parçalanmasını, ‘ncfs’i aramayı ve bu süreçten çıkan yaygın bir
kimlik formasyonunu anlamak için bir çerçeve çizerler .''h.
I. AŞAMA: AYRILIŞ (SEPARATI ON)
“Sonra kimlikte ego ve bu persona arasında
‘şimdi hissettiğim ben’ ve ‘geçmişte kendi ve diğerlerinin gözündeki ben’
arasında bir ‘çatlak’ meydana gelir. Bu fark noktasında şöyle bir bakış
korkutucu olabilir. Üzerine kurulan eski kimlik ve rüyalar sönüp kaybolduğu
zaman, egonun zedelenirliğinin ve gölge kişiliğin olduğu kadar hayatın
yükselişindeki ve onun genişleyici ileri hareketlerindeki sınırların birdenbire
farkına varılır.” (Stein, 1983, sh. 7)
Birinci aşamanın temel görevi, egonun
persona ile olan ilişkisi ve onun dıştaki vurgusu üzerine inşa edilen bir
kimliğin geçişini tanımaya dayanır. Bu devrede yaşanan derin kaygı, kişinin
önceki kimliğinden bu ayrılışı yüzündendir. Bu kaybedilen kimliğe ve takip
eden gömülmesine üzülerek kişi, en sonunda Nefsi ortaya çıkaracak bir doğum
yapar.
‘“Nefs’in keşfi ve onun hissedilen
varlığının giderek kalıcılık kazanması ve bilinç yaşamındaki rehberliği,
dışsal kaynaklı, ebeveyn figürleri ve diğer modellerden gelen destek1
rden, kültürel etkilerden, beklentilerden ve kollektif baskılardan köken alan
bağlar ve pekiştireçlerden ziyade bir iç merkeze, ‘nefs’e dayanan yeni bir
kimlik ve bütünlük için bir temel oluşturur.” (Stein, 1983, s. 27)
Stein tarafından ifade olunan orta
hayattaki ayrılış devresi Pir Vilayet’in simyasal sürecin yorumundaki birinci
ve ikinci aşamaların tarifiyle paraleldir. Pir, bu noktada kişinin ‘nefs’
imgesiyle özdeşleşmekten kurtulup kendi ebedî arketipiyle özdeşleşmesinden söz
eder.
Bu aşamalar boyunca kişiliğin
koşullandırılması ve geçici doğası ile değil, tam tersine varlığının temel
unsurların!, ruhun veya transpersonal ‘nefs’in İlâhî özelliklerini anlama
amacına yönelik meditasyon alıştırmaları önerilir. Kişinin kendi ölümlülüğünün
daha iyi tanınması, hem kendi yaşamını gözden geçirdiği bir süreci başlatmak
için insanların öğretilerinde, hem de bitimsiz ebedî değerin araştırılmasında
bir katalizördür.
II. AŞAMA: EŞİK DURUMU (LIMINALITY)
İkinci aşama kişinin eski kendilik (nefs;
self) imgesinin gömüldüğü fakat yeni ve daha zengin kendilik duygusunun henüz
açığa çıkmadığı, henüz tam orta yerde bulunan bir dünya tecrübesidir. Eşik
durum devreleri, hayat boyu ortaya çıksa da orta-hayat devresi genellikle onun
en güçlü ve yaygın olarak görüldüğü zamandır. Stein, eşik durumdan bilinç ve
bilinçaltı arasındaki eşik olarak söz eder.
“Ego, ne idiği ve olduğu, nereden geldiği
ve hikâyesi, nereye gittiği ve geleceği hakkındaki kalıplaşmış anlayışı
bıraktığı ■ zaman; ego, sınırsız bir zaman duygusunda, belirsiz bir uzamda,
sınırlı, silik ve kesin olmayan bir bölgede sürüklendiği zaman; ego önceleri
onu devam ettiren, ona bir amaç hissi veren iç imgelerle özdeşleşmekten
kurtulduğu zaman eşik durum, yani Hermes’in evi ortaya çıkar. Daha sonra
bilinçdışı kendi arketip katmanlarında rahatsız edilir ve Nefs, mesajlar (büyük
rüyalar, canlı ve güçlü sezgiler, fantaziler ve eşzamanlı ve sembolik olaylar)
göndermek üzere toparlanır. Bu mesajların işlevi, egoya rehberlik etmektir ve
bu rehberlik, ister ilerde eşik duruma girmek veya daha sonra onun dışına
çıkmak için olsun, yapması gerekeni yerine getirmede ona yardımcı olur.”
(Stein, 1983, s. 22)
Stein, daha sonra eşik durumunu belirli
kimlik dönemlerinden ziyade ben ve ben olmayanın sınırlarının birbirine
yakınlaştığı bir zaman dilimi olarak tanımlamıştır. Psikolojik olarak ifade
edildiğinde, ben evsiz olduğundan kişi bu durumu yol üzerinde olma, sürüklenme
veya kayma zamanı olarak yaşar. Ben’in doğasının eleştirel bir sorgulanması en
sonunda aşağıdaki dönemece ulaştıracaktır:
“O, başka bir yerde mümkün olmayan
‘nefs’le (self) istişare için bir fırsatın ortaya çıktığı eşik durumdaki
varoluşun tortularına bu inişin içindedir. İşte burada kendilik (self), önceki
senelerde sahip olabileceği sınırsız potansiyelin abartılı görünüşüne sahip
değildir. ‘Nefs’le bu istişarede şimdi uzun ömürlü hikmetin ve temel hakikatin
bir imgesi ve bunun ipuçları kişinin öz duygusu olacak şey ve yerine
getirilmesi gereken hayat görevleri için belirmeye başlarlar (Stein 1983, s.
109)
Pir Vilayet, kendisinin altı aşamahk
simyasal sürecinde üçüncü aşamayı kişilikle özdeşleşmenin tümüyle çözülmesi
olarak tarif eder. Böyle yaparak aynı zamanda Stein’ın çalışmasında vurgulanmayan
bir yönü belirtir. Bu da bir kimsenin kendisinin bilincin, heyecanın ve hayat
gücünün veya ruhun transpersonal bir kaynağı olarak keşfedilmesidir. Murray
Stein’ın orta-hayat geçiş tedavisi bana bu yüzden çok anlamlı geldi. Çünkü eşik
duruma bu geçişim sırasında tecrübe ettiğim acı, hayal kırıklığı, karmaşa, azap
çekme ve stresi canlı bir şekilde ifade ediyordu. Psikolojik örselenmemi
imgemin kaybı olarak gördüm. Pir Vilayet, kişinin bu kriz döneminde
transpersonal boyuta yükselme ve kişisel olmayan yönleriyle bir kimliğin yavaş
yavaş oluşturulması yeteneğinden bahseder. Geriye çekiliş sürecinde, bu aşama
boyunca verilen alıştırmalar, bireysel kendiliğin kaybolmasını ve birlik
bilincinde veya varlığın zemininde kaynaşmayı kolaylaştırır. Önceleri John
Welwood’un manevî by-pass üzerine yazdıklarında söz edildiği gibi, psikolojik
acıya engel olmak için kullanılmadığında Pir Vilayet’in yaklaşımı Ruh’la
birlik nimetini sunar. Kişisel kendilik duygusu parçalandığı zaman, eşik durum
dönemleri sırasında bu geçişin psikolojik acısını taçlandırma ihtiyacı ve
Transpersonal’in arttırılmış farkındahğını tecrübe etme fırsatı vardır.
III. AŞAMA:
YENİDEN BÜTÜNLEŞME (RE-INTEGRATION)
Stein’ın orta-hayat tedavisindeki yeniden
bütünleşme dönemi, Pir Vilayet’in simyasal süreç anlayışının dördüncü, beşinci
ve altıncı aşamalarıyle paralellik gösterir. Her ikisi de 'nefs’i daha çok
içine alan yeni bir kimlik inşasıyla ilgilidir. Murray Stein, egoyu ‘nefs’in
hizmetine yerleştirmekten bahsederken Sûfî Düzeni eğitimi ve geriye çekiliş
formati, İlâhî arketiplerin ve ruhta gizli niteliklerin daha belirgin olarak
ortaya çıkışını içerecek kişiliğin yeniden yapılanmasını teşvik eder. Bu
aşamada ikisi de kutupların içe alınmasının gereğinden söz ederler. Pir
Vilayet için bu, hakikat ve şefkat gibi egoya karşıt nitelikler gibi görünen
şeylerin içe alınmasıdır. “Orta-hayatta” isimli kitabında bu konu, bütünleşme
ile ilişkili olarak aşağıdaki şekilde anlatılır.
“Bununla beraber egonun eğilimi bir tarafı
kabul edip, onunla özdeşleşerek ve diğerini reddedip, onu bastırarak yarattığı
psişik gerilimi ve karşıtlıklar problemini çözmektir.” (Stein, 1983, s. 138)
Egonun asıl arayışı rahatlık, güvenliktir.
Ego, tek taraflı özdeşleşmeyle gerilimi önlemeye çalışır. Diğer taraftan Nefs
“karşıtlıklardan meydana gelmiştir ve onların ‘evliliğini’ ister”. (Stein,
1983, s. 138)
“Ego varoluşunun gündelik dünyası içinde
‘nefs’in bilinçli varlığı” olduğu zaman orta hayatın yeniden bütünleşme
aşaması başarılıdır. (Stein, 1983, s. 139). Yeni başlayanın “hayatın içinde
bulunurken en üst düzeyde bir perspektifi sürdürmeye” teşvik edildiği Sûfî
Düzeni’nce benimsenen simyasal sürecin son aşamasında bu yaklaşım bulunur. Hem
Murray Stein, hem de Pir Vilayet için bu yeniden bütünleşme sabit ve katı
kimliğe yol açmamalıdır, fakat sonunda, daha büyük olgunlaşmaya yönelten
gelecekteki eşik durum veya özdeşleşmeme dönemlerine de mutlaka izin
vermelidir.
HERMES VE MANEVÎ REHBER
Jungcu geçmişine davranarak Stein,
orta-hayat sırasında eşik durum boyunca yapılan yolculuğa, geçişlerin Tanrısı
ve bilinçaltının arketipi Hermes tarafından yardım edildiğine inanır. Bu
arketip, rehber, haberci, koruyucu ve yoldaş rolünü yerine getirir. Sûfî Düzeni
eğitiminde manevî rehber, mürit veya geriye dönücü (retreatant) için böylece
Hermes arketipini ifade ederek bu dört rolde görev yapar.
Rehber rolünde Hermes, egoyu derin
dönüşümsel değişimle uzlaşmaya getirmede yardım eden bilinçdışıdır. Zeus’un
gayri meşru çocuğu olarak Hermes, toplumun kollektif zan ve fikirleri dışındaki
boyutu temsil eder. Bu, Hermes’in orta hayat boyunca yolcuya grup veya
kabilesel bilinç ve persona’nın sınırlamaları üzerine daha büyük bir
perspektif sunmasını mümkün kılar. Bu, manevî rehberin müride kişiliğiyle
ilgili koşullandırmanın ötesinde alternatif perspektifler sağladığı, üçüncü
bölümde bahsedilen, kişinin çömezliğindeki öğrenmeme sürecinin
hatırlatılmasıdır.
Hermes’in mitolojideki birincil işlevi,
iletişim yoluyla tanrıları ve insanlığı birbirine bağlamaktır. Stein’a göre
Hermes, “orta-hayat ve eşik durumdaki geçiş dönemde bilinçdışının haberci işlevf’dir.
(Stein, 1983, s. 14). Sûfî Düzeni eğitiminde manevî rehber, kişinin kendi ebedî
arketipi veya Transpersonal Nefs içindeki boyutlar, niyetler ve hareketleriyle
yeni başlayan kenefi Hermes yönünü anlayıncaya kadar müridle arasında iletişim
kuran haberci olarak görev yapar.
Hermes’in koruması ‘“İliad’da Circe
tarafından anlatıldığı üzere cezbedici kişilerin niyetlerinin sağlıklı bir
şüpheciliğini” taşıyan orta-hayat sırasındaki parçamızı temsil eder. (Stein,
1983, s. 95) Üçüncü bölümde incelenen İnayet Han’ın oyunundaki bir sahnede
müridlerin fantastik auralar görme fenomenleriyle aldatıldığı veya aşırı sevgi
atmosferini kuran doğru sağlıklı şüphe işaretiyle cevap veren bilge ve medyumla
büyüleyici bir tecrübeye giriştiği birçok örnek vardır. Mânâsı rehber olarak
görev yapmak, bazen bağımlılık meydana getirmeden veya kendi kararlarını
vermede kişinin özgürlüğünü etkilemeden, Hermes’e koruyucu rolü verme anlamına
gelir.
“Hermes’in arkadaşlığını istemenin iki
yönü vardır; birisi yalnızca yolculuk, yolculukta bulunmak, diğeri de yoğun
yakınlık ve birlik isteğidir.” (Stein, 1983, s. 131)
Daha önce bahsedildiği gibi Pir Vilayet’in
manevî rehber ve , mürid arasındaki ilişkiyi anlatan gözde metaforu, mistik
arazinin dağlarında tırmanıcıya yardım eden bir tırmanıcı rehberi anlatan
metafordur. Her ikisi sürekli olarak yolculukta veya yoldadır. Onlar
birbirlerine kendi benzersiz ilişkilerini şekillendiren özel mahremiyet ve
birlikle bağlıdırlar. Manevî rehberlik hizmetimden edindiğim en büyük
armağanlardan birisi, insanlarla en derin mahremiyete ve bu beraberlikten doğan
kalplerin ve ruhların birleşmesine davettir. Stein’ın Hermes tipi arkadaşlığı
tarif etmek için kullandığı tabirle radikal yalın mahremiyet arayışında
insanlar, manevî rehberlik rolümde benimle kimseye söyleyemedikleri sırları
uygun bir biçimde paylaştılar. Benim cevabım onlar için tamamen hazır
bulunmaya çalışmak ve kendi varlığımın mahremiyetini paylaşmaktır.
Bu bölümde Sûfî Düzeni öğretileri,
eğitimleri ve dönüşümün geri çekilme formatında Pir Vilayet’çe geliştirilen
simyasal süreci incelendi. İkinci yarı Sûfî Düzeni’nin bu temaya yaklaşımı ve
Murray Stein’ın orta-hayata geçiş zamanında onu tedavisi arasındaki
paralellikler üzerine yoğunlaştı. Sûfî Düzeni eğitiminde uygulandığı şekliyle
simyasal süreç araçları ve hayatın geçişine ilişkin Jungcu yaklaşım, bütünlük
arayışındaki psikolojik ve ruhsal gelişmeyi birleştirmede beraberce başarılı
olabilirler.
KAYNAKÇA
Bölen, J. S., Her Kadındaki Tanrıçalık,
New York: Harper and Row, 1984.
Jacobi, J-, Kompleks Arketip Semboller,
Princeton: Princeton University Press, 1974.
Jung, C. G., İki Analitik Psikoloji
Denemesi, New York: Meridian Books, 1956.
Khan.H.I., İnayet Han Hazretleri’nin
Tüm Söyledikleri, New York: Sufi Order Publication, 1978
Khan, H.I., Yol, New York: The Sufi
Order, 1985.
Khan, P.V., Bir’e Doğru, New York:
Harper and Row, 1978.
O’Kane, A., “Zalman Schacter ile Bir
Görüşme,” Mureed’s Newsletter, 1985.
O’Kane, A., “Manevî Danışmanlığın
Psikolojik Boyutları: Elanie Resnick ile Bir Görüşme,” Mureed’s Newsletter, Spring,
1985.
O’Kane, A., “Bütünlüğü Arayış: Frances
Vaughan ile Bir Görüşme,” The Heart and Wings Journal, May/June 1987.
Stein, Murray, Ortada, Dallas,
Texas: Spring Publications, 1983.
Walsh, R. ve Vaughan, E, (ed.), Egonun
ötesinde, Los Angeles: J.P. Tarcher, ine, 1980.
Welch, J., Maneviyat Yolcuları, New
York: Paulist Press, 1982
Atum O’Kane, Ph. D., psikolog, Süfî Düzeni
Genel Sekreteri. Bu makale, onun tezinden seçilmiş bir versiyondur.
Manevî sûfî eğitimi
sonsuzluğa açılan
bireyleşme sürecidir
C
G. JUNG yazılarında tekrar tekrar
bireyleşme sürecinin manevî değil tamamen psikolojik bir süreç olduğunu
♦ vurgular. Bu nedenle konuşmamın başlığı
olan “Manevî Sûfî eğitimi sonsuzluğa açılan bireyleşme sürecidir” yanlış gibi
görünebilir. Bununla beraber her iki süreç arasında belirgin paralellikler
çıkarmamıza izin vermeyen çok uzak benzerlikler vardır.
Hepimizin iyi bildiği gibi bireyleşmenin
nihaî hedefi insanoğlunu bir bütün, eksiksiz hale getirmektir. Yani ruhunun
bilinç ve bilinçdışı içeriklerinin âhenk içinde çalışabilmesi için, nihai
sonuç, kendisinin insan topluluğunun geçerli bir üyesi haline gelmesi olmalıdır.
Sûfî eğitiminin nihai hedefi, sonsuzluk tarafından rehberlik edilen rehberli
bir hayat sürdürmek, Kutsal İşaret’i yakalamak ve ona uygun şekilde hareket
edebilmektir.
Mürşidimin beni ciddi olarak ele aldığı
andan itibaren gittikçe artan bir şekilde anladım ki, manevî eğitim Jung’un
bütünleşme (integration) sürecinin, deyim yerindeyse, daha yüksek oktavda
devamıdır. Özellikle olaylar ivme kazanmaya başlayınca, binlerce
yıl önce Yoga geleneğince
ortaya atılan eğitimin günümüzün bazı modern psikolojik ölçütleriyle tamamen
benzer olduğunu keşfettiğimde çok daha fazla hayran oldum. Jolande Jacobi’nin
“Bireyleşme Yolu”nda aktardığı gibi, Jung der ki: .
“Karşılaşma veya ‘unio mystica’ şeklindeki
Tanrı tecrübesi, modern insanın Tanrı’ya gerçek inancı için mümkün olan tek ve
otantik yoldur. Bireyleşme süreci insanı böyle bir tecrübeye ‘hazırlayabilir’.
Bu süreç ona kendi rasyonel bilincinin ötesindeki bir dünyanın etkilerini
açabilir ve o dünya için içgörü verir. Denebilir ki bireyleşme süreci boyunca
insan Tanrı’nm evinin kapısına kadar ulaşır.”
Mürşit insanı yolda daha ilerilere
götürür. Hepsi bu kadar.
Bunun nasıl yapıldığının tarifleriyle
sizleri sıkmak niyetinde değilim. Size sadece mürşidin çoğu kez bir analist
gibi aynı yöntemleri kullandığını ya da daha doğrusu mürşidin müride ruhi
açılma merdiveninde basamak basamak yardım etmek için yoga güçlerini daima
kullanacağını göstermeye çalışacağım.
Kaçımız enerjilerin nasıl işlediğini
biliyoruz? Ve insanı bu özel anda, gereken noktaya tam olarak ulaştırmak için
onları nasıl kullanmalıyız? Sanırım çok, çok az kişi biliyor bunu.
Her analist, şismef inflationi
tehlikelerini bilir. Jung dikkatimizi tekrar tekrar “patlama”nın tehlikesine
çeker.
“Şişmenin bilginin çeşidiyle hiçbir ilgisi
yoktur, fakat basitçe ve yalnızca her yeni bilginin, artık başka birşey
görmeyen ve duymayan zayıf bir kafayı işgal edebileceği gerçeğiyle ilgilidir.
Kişi onunla hipnotize olur ve hemen kâinat bilmecesini çözdüğüne inanır. Oysa
bu, mutlak bir kendi kendini aldatmacadır.” (Toplu Eserler, cilt 7, s.
2430, dipnot)
Kontrol edilmediğinde zayıf bir zihnin, bu
şişme yüzünden kaç Kleopatra ve Napolyon’un akıl hastanesine düşmesine neden
olduğunu hep merak etmişimdir.
Jung da şişmeyle kendi kişisel
mücadelesini yaptı, ölümünden sonra yayınlanmış Hatıralar, Rüyalar,
Düşünceler'de “Siegfried”i öldürdüğü bir rüyadan uyanınca kendisini önce
şaşırtan bu rüyanın anlamı kavramak için nasıl karşı durulmaz bir istek duyduğunu
anlatır. Jung, bütün geleceğinin bu rüyayı doğru anlamasına bağlı olduğunu biliyordu.
Sonra Siegfried tavrını, kibir ve kendini önemli gören egonun kendine olan
güvenini mutlaka terk etmesi gerektiğini anlamaya başladı. Siegfried, kendisi,
bilinci, kendinden fazla emin egosuydu. Bu tamamen yok edilmezse bilinçdışıyla
her yüzleşmesinde felakete sebep olurdu. Bu konuda Helen Luke şöyle bir yorumda
bulunur:
“Jung, bilinçdışmın kuvvetlerini düzene
sokmayı ve yenmeyi düşünerek büyük olasılıkla kendini psikolojik olarak ‘öldürmüş’
olacaktır. Dante’nin imgelemesine (imagery) göre eğer Jung bu eşikte kalırsa
Gordon’un kafasını hakir görmenin büyük tehlikesi içindeydi. Bu yüzden taşa
dönüşebilir, insanlığı deliliğin soğukluğunda veya çaresizlikte ya da kontrol
edilemez şişmede yitip gidebilirdi. Dis kapısı (yeraltı dünyası için kullanılan
klasik bir isim), yalnız ve yalnız meleği Dante’nin yardımına getiren türde
iman ve tevazuya sahip olanlarca güvenli bir şekilde geçilebilirdi. Jung, bunu
bildiği rüyasını hemen anladı. (“Kara Ormandan Beyaz Gül’e, Dante’nin İlâhî
Komedyasındaki Anlamların İncelenmesi” 1975, s. 22)
Benim durumum biraz farklıydı. Mürşit
doğru yolu gösterir halde oradaydı. İşte buna bir örnek:
Bir zaman geldi ki, yalnızca daha fazla
anlayışa sahip olduğumdan dolayı ilerlediğimi düşünmeye başladım. Serin ve
güzel bir günün sabahında onun bahçesinde oturuyordum. Mürşidim büyük bir
koltuktaydı. Malasının (bir tür teşbih) taneleri parmaklarının arasından
sessizce kayıyordu. Etrafında yalnızca derin bir dbyana durumunda
bulunan iki ya da üç kişi vardı. Hava mis gi-
biydi. Yakındaki ağaçta bir kuş ötüyordu.
Zihnimden yavaş, asude fikirler geçişiyordu.
Mürşidim aniden, bileğiyle çabuk bir
hareketle malasını avucuna topladı ve “Niye insan olmaya çabalıyorsun?” dedi.
Bu ani cümle ve sesinin tonu beni
şaşırttı, sanki yüzümün ortasına bir top fırlatmış gibiydi.
“İnsan değil miyim?” diye kekeledim. Neyi
kastettiğini anlayamadan...
Onun sert, tehditkâr yüzüne baktım.
“Hım” dedi. Mala ince parmakları arasından
yeniden tane tane ritmik olarak kaymaya başladı ve ağzından yavaşça şu
kelimeler döküldü:
“Senin ne olduğunu bilmiyorum, fakat insan
değilsin. Sadece ayağımın altındaki tozdan daha küçük olunca, ancak o zaman dengelenecek,
ancak o zaman gerçekten bir insan diye isimlendirilebilmeye hak kazanacaksın”.
Başımdan soğuk sular döküldü. Hemen
anladım. Şüphesiz, şişme, düşündüm ki... Ya Rabbi! Nasıl oldu da göremedim?
İlerliyorum diye düşünmek, gurur anı, büyüklük, uçuşan İlâhî duygulan.. Ne
kadar tehlikeli... “Dengeli” kelimesi bana ipucunu verdi. Şüphesiz ayağının
altındaki tozdan küçük, derin bir tevazuda olunca şişme olur mu hiç?
O anda, ona karşı olan hayranlığım
sınırsızdı.
Beni maruz bıraktığı aşırı eziyetten çok
fazla yakınmakta olduğum diğer bir durumda ise,
“Senin halin mümkün olanın en kötüsüydü;
eski huyların (karma) senin bir parçan olmuş, kanma karışmış durumda;) hepsi
temizlenmeli, tamamen, yoksa nasıl özgür olacaksın?” dedi.
Aklıma birden “bilinçdışmdaki hatıralar
kanda saklanır” cümlesi geldi. Bu cümleyi Jung’un ‘Hatıralar, Rüyalar,
Düşünceler’ kitabında okumuştum. İşte biri modern psikoloji hakkında hiçbir
fikri olmayan bir Yogi’nin,, diğeri zamanımızın en büyük psikiyatristlerinden
birinin benzer iki cümlesi.
özellikle mürşidimle beraber olduğumda
belirginleşen olayların eşzamanldığı hakkında birşeyler söylemek isterim.
Mürşidim beni bir sınava tâbi tuttuğunda
daima orada üç kişi olduğumuz gibi anlaşılmaz bir duyguya kapılırdım; mürşidim,
ben ve üçüncü bir unsur, Tanrı veya kader diyebileceğiniz bir “gizemli şey”, ya
da “manidar tesadüf’ mü? Ve bu üçüncü unsur olmazsa sınav, imkânsız ölürdü. Her
seferinde tüm bunlar mükemmel, anlamlı bir düzen içinde tamamen durumun
gerektirdiği şekilde meydana geliyordu. Bunun nasıl olduğunu anlatmak için size
bir örnek vereceğim.
Eğitimin nihayetindeki son iki sınav, açlık
ve ölümü kabul etme sınavıydı. Birinci sınavdan, açlık sınavından bahsetmek
istiyorum. Çünkü bu sınavdaki eşzamanlı olaylar gerçekten hayret vericiydi.
Hindistan’a banka havalesiyle para
transfer etmek yaklaşık altı hafta alıyordu. Düşündüm ki eğer Londra’daki
arkadaşıma oradaki bankama ait bir çek yazarsam, o da çeki bozdurur ve adresime
aynı miktarda bir posta havalesi gönderebilirdi, böylece bütün işlem üç-dört
gün sürerdi. Biz de böyle yaptık ve paramı bu şekilde düzenli olarak aldım.
Ama bir defasında Londra’daki arkadaşım evinde bir duvarı tamir eden ustalar
bulunduğundan şahsen postaneye gidememiş, o da bir arkadaşından parayı kendi
yerine hava yoluyla iadeli taahhütlü olarak Hindistan’daki adresime
göndermesini rica etmişti. Arkadaşı parayı iadeli taahhütlü gönderdi, fakat
altı hafta süren deniz yoluyla. Neden geciktiğini anlamadan paranın gelmesini
bekliyordum.
Önce sadece patates yemeye başladım, sonra
kalan patates kabuklarını, daha sonra sırf su içmeye. Mürşidimin tavrından
açıkça anladım ki o beni bir sınava tâbi tutuyordu.
' Bu sınavı geçtiğimi düşündüm ve birkaç
hafta sonra bunu ona söyledim. Sadece güldü ve konuyu değiştirdi.
Ve bü her zaman böyleydi. Koşullar,
kendilerini öyle bir şekilde ayarlıyordu ki yalnızca sınavlar değil fakat tüm
yaşamım norrnalde olduğundan çok daha belirgin bir biçimde koşullar tarafından
kontrol ediliyordu.
O zamanlar bu, benim için büyük bir sırdı,
anlamıyordum. Şimdi yirmi küsur yoldan sonra ve edindiğim bilgiyle, bana öyle
geliyor ki ortada gerçekten anlayacak birşey yok, herşey çök normal.
Tesadüfler yoktur, bizler, çevremiz, zihin durumumuz, herşey bütünlüğün bir
parçasıdır! Alışılmamış bir psikolojik baskıya maruz kaldığımda ruhum o güzel
anda gereken koşulları hazırlıyordu.
Kâinattaki herşeyin temelini oluşturan bağ
hakkında bir parçacık fikri olan herhangi birimiz veya daha farklı bir
ifadeyle, bütün hayatın nedenlerin, geçişin, zamanın, mekanın mutlak tecrübesine
sahip herhangi biri, tek kelimeyle bütünü sonsuzlukta ebediyyen ses veren
muhteşem bir koro gibi kabul eden herhangi biri, böyle birisi, sanırım onun
nasıl çalıştığı hakkında en azından bir fikir elde edebilir.
Upanişadlar der ki:
“Önünde Brahma, arkanda Brahma, üstünde ve
altında Brahma
Sağında ve solunda Brahma, hiçbir şey yok
Brahma’dan başka ve
O senin içinde ve dışındadır, sen onu ne
görebilir ne dokunabilir ne de koklayabilirsin, fakat eğer gerçekleşmesini istersen
gerçekleştirebilirşin.”
Aynı şekilde Bhagavad Gita der ki:
“Ben bütün varlıkların başı, ortası ve de
sonuyum.”( 10.20) “Benden mahrum hareket eden veya etmeyen hiçbir şey
yoktur.”(10.39)
Ve Aziz Paul, aklımda kaldığı kadarıyla,
“südaki balık gibi biz O’ndayız ve varlığımıza sahibiz” der.
Belki bunu akıl yoluyla anlayabiliriz,
fakat bu az şey ifade eder. Yaşayan bir tecrübe, sınırları, hudutları
olmaksızın ufkumuzun genişlemesi, sonsuzluğun içinde kendimizi kaybetmek eğer
yalnızca bizim içinse, ancak' ve ancak ondan sonra anlayabiliriz. Bir yerde
“parıldayan denize düşen çiğ tanesi gibi” deniliyordu. Ben “çiğ tanesine akan
parlak deniz gibi” derdim. Ve kendinizi asla kaybolmadan sonsuza akan bir
nehir gibi hissedersiniz. Akim onu tamamen kavraması mümkün değildir, hem
kimse onu kelimelerle yeterince ifade edemez.
Bu konuda C.G. Jung ‘Toplu Eserler’inin 8.
cildinde Pico della Mirandola’dan şunları aktarır:
“İlk olarak şeylerde kendiyle bir,
kendinden müteşekkil, kendine bağlı olduğu bir birlik vardır. İkinci olarak bir
yaratığın diğerleri ile birleştirildiği ve dünyanın bütün parçalarının bir
dünya meydana getirdiği birlik vardır. Üçüncü ve en önemli birlikse,
komutanıyla birlikte olan bir ordu gibi bütün kâinatın Yaratıcı ile bir olduğu
birliktir. (Heptaplus VI proem, Opera omnia, Basel 1557, s. 40; Jung, Toplu
Eserler, 8. cilt, s. 490-1)
Jung bu yüzden şöyle bir yorumda bulunur:
“Mirandola için dünya, canlı bir
organizmanın parçaları gibi herşeyin en başından doğal bir şekilde ayarlandığı
bir varlık, görünür bir Tanrıdır. Dünya Tanrı’nın Corpus Mysticum’u gibi gözükür...
Farklı parçaların âhenk içinde çalıştığı ve birbirleriyle anlamlı bir şekilde
yerleştiği canlı bir bedende olduğu gibi dünyadaki hadiseler herhangi bir içkin
nedensellikten türetiiemeyen anlamlı bir ilişki içinde bulunur. Bunun nedeni,
hersiki durumda da parçaların davranışının onların amiti durumunda
olan merkezî bir kontrole ■dayanmasıdır. (Toplu Eserler, 8. cilt, s.
491)
Aslında Jung, eşzamanlılığı “anlamlı bir
tesadüf’ olarak-tarif eder. Hepsi birliğin içinde olur. Bu Birlik’i felsefenin
Yeni-Eflatunculuk Okuiu’nun en büyüğü olan Plotinus şöyle anlatır: “Birliğin
içindeki herşey şeffaftır, hiçbir şey karanlık, dirençli değildir; her varlık
diğeri için her bakımdan berraktır, ışık ışığın içinde akar. Ve her biri
hepsini kendi içinde taşır, aynı zamanda hepsini bir diğerinde; görür ki her
yerde hepsi vardır, hepsi herşeydir, her biri herşeydir ve ihtişam sonsuzdur.
Her biri büyüktür; küçük büyüktür; güneş yıldızların hepsidir, yine her yıldız
yıldızların hepsi ve güneştir... (Ennead, c. 8)
Maneviyat yolunda ilerledikçe Bir’in kendi
parçalarıyla olan anlamlı ilişkisini daha fazla anlarsınız. Sanırım işin sırrı,
parçayı bütünün bir parçası olarak görmektir.
Eşzamanlılığın iç mekanizması nedir? Nasıl
çalışır?
Yansıtma ve aksettirmeyle çalışır. Herşey,
kendini başka birşeye aksettirir. Sabahtan akşama kadar görüştüğümüz herkesten
gelen izlenimlere maruz kalırız.
Şu anda benim aklım kendini sizin aklınıza
aksettiriyor ve sizin akimız da benim aklıma. Benim sizinle konuşmama ve sizin
konuştuklarımı anlamanıza yardım ediyor. Gerçekte, anlama, yalnızca konuşmaya
dayanmaz. Önemli olan atmosferdir. Konuşma, dil, akıl düzeyinde birbirimizle
iletişimde bulunduğumuz dış araçlardır, oysa doğal iletişim, birinden diğerine
akseden bu yansımadır..
Örneğin, sakin insanlarla berabersek
sükunet hissederiz, sükunet halesi onların etrafmdadır. Eğer huzursuz ya da
mahzun insanların arasındaysak huzursuzluk ve hüzün hissederiz, hatta hüznünüzü
göstermeye veya başka birine anlatmaya bile gerek yoktur, herkes hisseder onu.
.
^Genellikle düşüncemizdeki konuyla ilgili
bir tavır geliştiririz. Yansıma daima bilinçdışı olarak çalışır, fakat kişi
onun farkına varabilir ve bilinçli zihniyle onu etkileyebilir. Biz, başka
birinden edindiğimiz izlenimden gelen birşey oluruz. Zihnin ne kadar yaratıcı
olduğunu unutmamalıyız. Eğer başarısızlığı düşünürseniz onu davet etmiş
olursunuz ve ne yaparsanız yapın hep ama hep başarısız olursunuz. Eğer
zihnimizde yansıyan herhangi birşey varsa, onu dış hayatımıza yansıtırız;, ve kalbimizin
dokunduğu herşey, kalbin izlenimiyle doldurulur. Mürşidimin dediği gibifj
“Kalpte olan, şey dışarı çıkar. Dış içsel
tutumu yansıtır.” (Ateşin Kızı, s. 222)
Upanişadlar kişi ne düşünürse o olur der,
bu doğrudur, düşüncemizin amacıyla özdeşleşiriz, o bizim kendi malımız, kendi
özelliğimiz olur. Bu yüzden Upanişadlar ‘Tanrı hakkında düşün’ diye ekler.
Mürşidimin ölümünden sonra, Himalaya
tepelerinin yalnızlığında bir iç değişim geçirirken, etrafımdaki tabiat bile
zihnimin durumunu yansıtıyordu: rüzgarlar, bulutla kaplı tepeler, sisler,
gökkuşakları, inanılmaz derecede sakin yıldızlarla dolu geceler, o kadar yakın,
hepsi hemen hemen daima içimde duyduğum şeyi yansıtıyordu. Mükemmel bir şekilde
farkmdaydım ki, etrafımda olanları yansıtan ben değildim, hayır Tabiat, içimde
olan şeyleri dışarı aksettiriyordu.
Zihin, hedefine nişan almış bir ok misali
gittikçe tek yönlü olur. Tek yönlü zihin çok güçlüdür. Her insanın zihni
güçlüdür, fakat doğrudan doğruya kendi amacına yönelen zihin, en güçlüdür.
“Hareketlerinde tamamen Sonsuzluğu
yansıtan kişi, gerçekten Sonsuzluğa gidecek insandır” der Bhagavad Gita (4.
24).
Kişi, düşündüğü şeye dikkat etmelidir.
Çünkü düşündüğümüz şey hakikaten gerçekleşir. İşte mucize ve harika işler
denilen şeylerin açıklaması. Bunlar sadece tek yönlü zihnin işleyişinden başka
birşey değildir.
Eşzamanlılık bir gerçektir. Şans, diye
birşey yoktur. Olamaz da; yalnızca bize, cehaletimizde, şans gibi görünür.
Yalnızca Kanun’un iç işleyişini bilmeyenlerimize böyle görünür.
“İçimdeki karanlık hızlı bir şekilde
ortaya çıktığında, daha kötüsü karakterimde belirginleştiğinde ve onunla
karşılaşmam gerektiğinde —aksi halde mürşidimin bana rehberlik ettiği yolda
gitmem nasıl mümkün olabilirdi?— mürşidim, zihnimi kapatırdı; evet, kelimenin
tam anlamıyla, kapatırdı. Onun tekrar tekrar bu yolun‘hiçbir çaba
gerektirmediğini belirtmesi, yalnızca isyanımı arttırmaya yaradı. Bir çabanın
bana ne kadar çok ve büyük bir bedele mâl olacağını biliyor muydun? Fakat
haklıydı. O, çaba gerektirmiyordu. Verilen şey bir lütuf, bir hediyedir; alan
kişi için hediye nasıl bir çaba olabilir? Çaba başka bir yerdedir... güç veya
dayanıklıkta, fedakârlık yeteneğinde, devam etme arzusunda, her ne pahasına
olursa olsun vazgeçmemededir.” (Ateşin Kızı, s. 194). Kişi Lutf a değer
olmalıdır. Kap, temizlenmeli ve boşaltılmalıdır.
Nitekim Mürşidim zaman zaman zihnimi
kapattı; sonuçta zihin yüzde yirmibeşi, yüzde ellisi, hatta bazan yüzde
yetmişbeşi oranında kapatılışına bağlı olarak gücünün dörtte biri veya yarısı
kapasitede çalışırdı. En son durumda kişi güçlükle düşünebilir. Kapatma asla
uzun süreler yapılmaz, insan zihinsiz yaşayamaz. Bu bana yardım etmek için
yapılmıştı. Böylece manevî içgörünüm, Yüksek İlke’nin niteliğinin gerçekleşmesi
sağlanırdı. Yoksa, zihin hiç durmayan düzenlemeleriyle iletişim kanalını
karıştırmaktan başka işe yaramazdı. Zihinsizlik durumu, hiç düşünemediğimiz,
acısız ve çok huzurlu bir durumdur. O kadar.
Etrafımdaki dünya çok hoş, nurla dolu,
garip bir parlaklık, bir tür coşkun duygu, özel bir anlam haline geldi. Ama
aynı zamanda oldukça şaşırtıcıydı. Çok önemli iki nokta, şunlardı:
(1)
İlk olarak, kısıtlı fiziksel vizyon. Bu
meydana geldiği zaman kişi sanki at gözlüğü takmış gibi önünden başka bir yeri
göremez. Aynı zamanda gözümü sağa sola, kenarlara çevirip bakmaya çalıştığımda
sersemlerim.
(2)
İkinci olarak, zihin kendi başmadır;
düşünme süreci, bir tür yavaşlatılmış çekim gibi işlerdi. Bir örnek vermek
gerekirse, genellikle oturduğum Mürşidimin bahçesinden ayrılırken ve küçük,
Hint stili evime gitmek için sokakta yürürken yapmam gereken şey ayağımı nereye
koyduğuma ve Hint sokağının çılgın trafiğine dikkat etmekti. Bisikletler,
zillerini kızgın bir şekilde sürekli çalıp duran çekçekler, amansızca dolaşan
inekler, herşeyin ve herkesin arasında koşuşturan tavuklar, köpeklerin,
çekçeklerin ve yayaların arasında gidip gelen, çılgınca bağırışan taksiler. Ve
ben hiçbir şeye dikkat etmeden, çevremin belli belirsiz farkında olarak sadece
ileri bakabiliyordum.
Evet gitmek oldukça karışık bir işti. Hint
stili evim küçük bir avlu yanında daracık bir mutfak, duş ve tuvalet kabini,
küçük bir veranda ve verandaya açılan iki küçük odadan müteşekkildi. Hepsi 9
ayaklık bir duvarla çevriliydi. Bu da evi çok özel kılıyordu. Hint
standartlarına göre evim çok güzel bir daireydi.
Avluya açılan dar kapıya ulaştığımda,
orada durdum. Bir kapı... benim kapım olmalıydı... bildik geliyor, öyleyse
benim olmalı. Düşünmeye devam ettim. Onu açmak için bir anahtara ihtiyacım
vardı. Bir anahtar... bir anahtar... Aa. Evet, çantamda... Anahtarı bulmak için
çantamı karıştırmaya başladım. Buldum... anahtarı deliğine yerleştirdim, kapıyı
açtım ve arkamdan kapattım. Kapıda durmaya devam ettim... açım... açsam yemek
yemeliyim... yemek... yemek... Ne? Evde ne olduğunu hatırlamıyordum. Kapısı
olmayan mutfakta önüme baktım, ne bulsam yiyecektim. Rafta patatesleri gördüm.
Patateslere baktım, ilk önce ne olduklarını anlayamadım.. Oo, evet patatesler.
Birinin pişirmesi gereken patatesler... Onları pişirmek için soymak gerek. Soymak...
soymak. Ah evet. Bir bıçak lazım... bir bıçak, bir bıçak... Ne olduğunu
anlamadan bıçağa bakıp durdum. Onun istediğim şey olduğunu anlayınca,
patatesleri soymaya başlayabilirim. Ve bu her harekette, her fikirde sürüp
gitti. Herşey çok fazla yavaşlamıştı, eşyalara baktığımda ne olduklarını, neye
yaradıklarını ve onları ne yapacağımı, bir sonraki hareketin ne olması
gerektiğini anlamak zaman alıyordu.
Hayat biraz karışık hale geliyordu, fakat
dediğim gibi bu asla fazla sürmedi. Asla yarım günden fazla değil de, bazan
sadece birkaç saat. Bahsettiğim gibi bu sürede hiç ağrı, acı duymuyordum.
Londra’ya döndüğümde, bir konferans
veriyor ve burada söylediklerimin hepsini açıklıyordum. Konuşmamın sonunda
dinleyiciler arasında bulunan Kanadalı bir psikiyatrisi ne olup bittiğini
bilip bilmediğimi sordu. Bilmiyordum, bildiğim tek şey Mürşidimin zihnimi
kapatıyor olduğuydu.
Psikiyatrist “Tarif ettiğiniz bu
belirtiler, şizofreni belirtileridir” dedi.
“Ağır çekim düşünme, herşeyden önemlisi
tünel vizyonu, bunların da ötesinde ışık, parlaklık, gerçekdışılık duygusu.
Mürşidiniz suni bir şizofreni yaratıyordu. İnsan iki ayağıyla sıkıca yere, her
iki bacağıyla bu dünyaya basıyorsa, biz tıp adamları o kişiyi ‘oldukça normal’
diye nitelendiririz. Manevî yaşam, çok zor, hatta belki de mümkün değildir.
Fakat zihinde tam doğru olmayan birşey, zihin saatinin düzgün çalışmayan küçük
bir çarkı varsa o zaman bu yaşam kolaylaşır.”
Biz Batıkların manevî yaşamın gerçekte ne
anlama geldiği hakkında hiçbir bilgimiz yoktur. Manevî yaşam zor ve
meşakkatlidir. Yani kişi kendisinin nihai savaşını vermek üzere arenaya inmiş
gibidir... İşini bilen üstad, kişiyi bu savaşta öldürür, eğitim bir anlamda
mürşidin kişiyi olmasını istediği olgunluk noktasında “pişme noktası”na getirmek
için yogik gücün kullanıldığı bir “artı” analizdir.
“Hoşnut olmayacak ve akşamlarının işe
yaramayacağı nefs (kendilik; self), üzüntüyle muamele edilip, gözyaşına boğulmahdır”...
(Farisî bir şarkı)
Mürşidim beni 1963 baharında Londra’ya
gönderirken dileği konferans vermemdi. Ne konuda konuşmamı istediğini sorduğumda
“şüphesiz, Sûfizm hakkında” diye cevap verdi. Daha önce hiç konferans
vermemiştim. Onun yanına gittiğimde Sûfizm hakkında çok az şey biliyordum. Ve
bu konuda bana işe yarar hiçbir şey öğretmediğini düşünüyordum. Nitekim ona
bunu söyledim de. Pek az Hint Yazmaları’m vardı, biraz Hint felsefesi
biliyordum. Fakat Sûfizm farklıydı, şaşırmıştım. “Eğer ümitsiz bir haldeysen
yardım ararsın... yardım daima oradadır.”
Buna razı olmam gerekiyordu.
İngiltere’de birçok insan bir mürşidle
beraber Hindistan’da bulunduğumu bildiğinden dolayı Hindistan’dan, mürşidimden
bahsetmem isteniyordu. Zaman geçtikçe kendimi çok çeşitli konular hakkında
konuşur buldum.
Daha sonraları bazı Sûfî kitaplarını okuma
fırsatı elde ettiğim zaman gördüm ki, konferans verdiğim her konuda ortaya
koyduğum bakış açısı daima Sûfî bakış açısıydı. Bunu mürşidime yazdım, fakat
bana yazdığı birkaç mektupta bununla ilgili hiçbir yorumda bulunmadı. Maamafih
bu alışılmadık bir hal değildi; ilke olarak bize çok az açıklamada bulunurdu.
Ç Mürşidimin ölümünden sonra Kuzey
Hindistan’da Dehra Dun yakınlarındaki Vedic Sadhak Ashram’da birkaç ay
geçirdim. Günde iki defa kutsal Gayatri Mantra söylenerek bir ateş seremonisi
yapılıyordu. Hoş, ılık gecelerde karanlıkta portakal renkli elbiseli alim
Swami’lerle ilginç tartışmalar yapıyordum. Çoğu İngilizce’yi iyi konuşuyordu.
Yakın zamanda ölen mürşidim hakkında çok konuştum. Kendimi terk edilmiş
hissediyordum. Bir defasında Sûfizmi, felsefesini, metafiziğini hiç bilmediğim
halde Sûfizmin bana bir şekilde sanki bir zaman bildiğim birşey, zihnimin
oldukça doğal bir parçası gibi geldiği gerçeğinden bahsettim.?
“Aa, evet” dedi bir Swami. “Bu, Hirdambara
buddbi'dir, hoşlanma ve hoşlanmamanın hayvani eğilimleri yok olduğunda yogi’nin
sakin zihnine yansıyan öğrenilmeyen bilgi.”
İtiraf etmeliyim ki, zihnimin o derecede
sakin olduğunu düşünmedim, fakat mürşidimle geçirdiğim onca yıldan sonra hiç
olmazsa bir miktar yogik ayrılmayı elde etmiş olmalıydım.
öğrenilmeyen, aktarılan veya başka bir
varlık planından doğrudan doğruya zihne yansıtılan bir bilgi vardır.
Kâinattaki herşeyin gizli iç plandan yansıtılmasında olduğu gibi, bilgi de bir
bireyin zihnine doğrudan yansıtılabilir. Upanişadlarda bunun çok güzel sembolik
bir açıklaması bulunmaktadır:
“Banyan ağacının altında genç mürşid yaşlı
müridleri arasında oturur.
Sessiz kalınca Mürşid, öğrencilerin bütün
şüpheleri
yok olur.”
Mürşidin zihninin sakin havuzundan
öğrenci, mürşidinin zihnini yansıtmayı, onun işaretini yakalamayı ve nihayet
İlâhî İşareti yakalamayı öğrenir. Mürşidimin dediği gibi:
“Kişi önce Guru’nun işaretini ve daha
sonra iyice değişince şimşekten daha hızlı olan İlâhî İşareti nasıl
yakalayacağını öğrenir. Guru önce işaret eder, eğer işaret anlaşılmazsa emreder.
Emir kolay anlaşılır, fakat Guru, müridi İlâhî İşaret’i yakalaması için eğitir.
Eğer mürid anlamazsa, Guru tekrar tekrar emirler verebilir; fakat Tanrı böyle
yapmaz, işaret kaybolur ve kişi onu tekrar elde etmek için uzun bir süre
bekleyebilir.
Onu yakalamak için kişi iyice
eritilmelidir, öyle eritilir ki üzerinde duracak yer arar, fakat hiç yok
gibidir.
İşareti yakalamak için gerektiği gibi
hareket etmek gerekir. Hatta anlamaya çaba bile göstermemek lazımdır. Gereğince
hareket etmek anlamaktan daha gereklidir. Tanrının Lütfü kavranarak elde
edilemez, kendiliğinden iner.”
Hepimiz BBC’den bir gazetecinin Cari
Jung’la görüştüğü eski siyah beyaz filmi görmüşüzdür. O görüşmede Jung’a
Tanrıya inanıp inanmadığı sorulduğunda “İnanmıyorum; biliyorum” diye cevap
verir. Aynı filmin sonuna doğru Cari Jung, “Anlama güven ve anlamı Amaç haline
getir” der.
Sartırım insanlığın yüzyıllardır beklediği
mesaj bu. Başarılı biri olmanın ya da Hakikati düşünmenin anlamı arasında bir
fark yoktur. Yaşamı değerli kılan anlamdır.
Evet, ancak anlama güvenilirse ve anlam
amaç edinilirse dünya değiştirilebilir.
. Bu yazı, Uluslararası Transpersonal
Birliği’nin İsviçre Davos’taki 1 Eylül 1983 tarihindeki 7. Uluslararası
Konferansında sunulmuştur.
Irina Tweedie, 1907’de Rusya’da doğdu;
öğrenimini Viyana ve Paris’te tamamladı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra bir
İngiliz subayıyla evlendi; onun 1954’de ölümünün ardından maneviyatla
ilgilenmeye başladı. Bir arkadaşı tarafından Teosofi ile tanıştırıldı ve
Londra Teosofi Topluluğu’nda kütüphane memuru olarak çalışmaya başladı. Bu
sırada Cari Jung’u derinlemesine inceledi. 52 yaşındayken gittiği Hindistan’da
bir Sûfî mürşidiyle karşılaştı ve onunla yaptığı manevî eğitimin günlüklerini
mürşidinin önerisi üzerine tuttu. Mürşidi 1966’da ölünce Londra’ya döndü ve
onları önce özet biçiminde ‘Ateş Kanyonu’ adıyla, sonra da tam olarak ‘Ateşin
Kızı' (Blue Dolphin Publishing, Nevada City, 1986) adıyla yayınladı.
Hocasıyla geçirdiği zaman boyunca, Sûfî eğitimiyle Jung’un bireyleşme süreci
arasında bağlar bulunduğunu farketti.
İbn Arabî ve C.G. Jung’da
aktif imgelem
J. MA'RVIN SPIEGELMAN
J
UNG’UN dikkate değer otobiyografik
anılarının yayınlanması (Jung, 1961) onun fikirlerinin geniş bir Batılı halk
kitlesine ulaşmasını sağlamıştır. Kitabı okuyan pek çok kişi, Jung’un ruhun
organı olarak imgelem’e (imagination) ve kişinin kendini tanımasını sağlayan via
regia’ya verdiği büyük önemin farkına varmıştır. Jung’un aktif imgelem
tekniğini keşfi/icadı, bilinçdışı ile diyalogun bir yolu olarak, profesyonel
olmayan okuyucunun bile değerlendirebileceği ve anlayabileceği bir şekilde bu
kitapta çarpıcı biçimde anlatılmıştır.
Jung otuzyedisinde, yalnız ve kendi
halinde, kılavuzu Freud’dan ayrılmış, bata çıka ilerleyen, mit’in ruh için
temel önemini bilen fakat kendisinin buna hiç sahip olmadığına inanan bir halde
bizi sempati ile kendine çekiyor. Bize çakıllar, çubuklar ve suyla oynamaya
nasıl başladığını, tıpkı çocukken yaptığı gibi küçük köyler inşâ edişini,
bilinçdışının önerdiklerini canlandırışını anlatıyor. Yavaş yavaş, oyunundan
figürler doğmaya başlar. Jung bu figürlerle diyalogu gerektiren ve kendisini
yaşamının geri kalan kısmında çalışacağı fikirlere götüren, yıllar sürecek bir
yolculuğa girişir. Gölge, anima, bilge yaşlı adam ve kadın, mana, kişilik ve
kendilik (nefs; self) kendilerini bu yaratıcı aktivitede gösterirler.
Hastalarından bazılarının bu yöntem kullanılırken benzer şeyler ortaya attıklarını
keşfettiğinde ve fikirlerinin birçoğunun simya tarafından zaten daha önceden
belirtilmiş olduğunu farkettiğinde, Jung düşüncelerini yazmak konusunda
kendini daha güvenli hissetmiştir. Bununla birlikte aktif imgelem tekniği
hakkmdaki ilk yazısını fark yıl sonraya kadar yayınlamamıştır. (Jung,
1916/1957)
Simya üzerine araştırmaları, Jung’un bu
sanata Arap dünyasından yapılan pek çok katkıyı farketmesini sağlamasına
rağmen, bazı önde gelen İslâm mutasavvıflarının çalışmaları hakkında hiç
bilgisi yok gibi görünmektedir. Bununla birlikte, Musevi mutasavvıfların
çalışmalarının da ancak yıllar sonra Gershom ve Scholem’in (1941) çabalarıyla
geniş bir kitleye ulaşabildiği göz önüne alınırsa, bu o kadar şaşırtıcı olmayabilir.
İslâm mutasavvıfları da neredeyse eşit şekilde meçhuldü. Mistik deneyime Jung
tarafından elbette ki dikkat sırfedilmişti ve bu nitelikteki kendi düşleri
anılarında rapor edilmişti. Yetmişli yaşlarında yaşadığı Yunan, Yahudi ve
Hıristiyan sembolizmini birleştiren güçlü ve evrensel vizyoner deneyimleri
özellikle zorlayıcıdır. Bununla birlikte İslâm tasavvufunun zengin mirasına,
örneğin önde gelen Sûfî üstad İbn Arabi’nin yazılarına, uzman olmayan kitle
ancak 1950’lerin sonlarında Fransız profesör Henri Corbin’in mükemmel
çalışması sayesinde ulaşabilmiştir. (Corbin 1958/1969)
İmgelemin hem Jung’un hem de İbn Arabi’nin
düşünüşünde merkezî bir rol oynadığı açıkça ortadadır. Daha az ortada olan ise
her birinin geliştirdiği imgelemle ilişkinin cinsidir. Corbin kitabını ‘İbn
Arabi’nin Sûfîzminde Yaratıcı İmgelem’ diye adlandırır ve Aktif İmgelem
terimini bununla değişmeli kullanır. Bununla beraber, Jung’un aktif imgelem
anlayışı ve kullanışı biraz değişiktir, (bkz. ‘Aşkın İşlev’ 1916/1957) Bü
yazıda biz, Corbin’in sunuşunu özetleyecek ve İbn Arabî ile Jung’un görüşlerini
karşılaştıracağız.
Okuyucunun Jung’un fikirlerine bir
dereceye kadar aşina olduğu (en azından anılarında nakledildiği kadarına) kabul
edilecek ve İbn Arabi’nin belki de daha az bilinen kavramlarına daha fazla
dikkat edilecektir. Amacımız karşılaştırıcı olmaktır.
Başlangıçta insan şunu söyleyebilir; kendi
ruhuna açık, yalnız bir İsveçli psikiyatristin, 12. ve 13. yüzyılın bir İslâm
mutasavvıfı ile bu kadar benzer deneyimlere sahip oluşu oldukça dikkate değerdir.
Fakat belki de sonuçta bu, o kadar şaşırtıcı olmayabilir, çünkü Jung, bilimsel
olarak ruh ile meşgul olduğuna ve bizzat ruhun kendi yapısal özelliklerini
keşfettiğine inanıyordu. Pek çok değişik kültürlerdeki ve zamanlardaki bu kişilerin
de onunkine benzer deneyimler yaşamış olması (ki o bunu bilmiyordu) ya Jung’un
çabalarını teyit eder ya da eleştiricinin Jung’u daha da alçaltıcı biçimde bir
mistik olarak tanımlamasına yol açar. Bununla beraber, biz burada bilimsel
çabaya karşılaştırma yoluyla devam etmeyi deneyeceğiz. Umuyoruz ki, imgelemi
ve bu cesur öncülerin kanaatlarine varmada kullandıkları yöntemleri daha iyi
anlayacağız.
Maalesef yerimiz, her ikisinin
deneyimlerinin aktarımına bile müsait değil. İlgilenen okuyucular, bunları
anılarda ve Corbin’in kitabında bulabilir. Bununla beraber imgelemin
çalışmasındaki merkeziliğini göstermek için, en azından Sûfî üstadın
yazılarının kokusunu sağlamalıyız. “İçinde Aktif İmgelemin işlemekte olmadığı
insan sorunun kalbine asla giremez” diyen üstad bu gibi çabaların kendisini
nasıl etkilediğini anlatarak devam ediyor (Corbin 1969, Note 13, s. 382):
“Aktif İmgelemin bu gücü bende öyle bir
mertebeye ulaşır ki bana mistik Sevgilimi bedensel, nesnel ve akıl-dışı bir biçimde
görsel olarak sunar; tıpkı Cebrail’in Hz. Peygamberin gözlerine görünmesi gibi,
önceleri kendimi bu Biçim’e bakabilecek kapasitede hissetmedim. O, benimle
konuştu. Ben dinledim ve anladım. Bu olaylar beni öyle bir durumda bıraktı ki
günlerce birşey yiyemedim. Masaya her yönelişimde, görüntü bir uçta duruyor,
bana bakıyor ve kulaklarımla işittiğim bir dilde bana diyordu ki: “Beni
seyretmekle meşgulken yiyecek misin?” Ve yemek benim için imkânsız oluyordu,
fakat hiç açlık hissetmedim ve bu vizyonla öyle doluydum ki kendimi doyurdum
ve onu seyrederek sarhoş oldum; bu seyir, benim için yiyeceğin yerini aldı.
Arkadaşlarım ve yakınlarım bu kadar iyi görünmeme şaşırıyorlardı, çünkü
günlerdir hiçbir yiyeceğe dokunmuyor ve açlık veya susuzluk hissetmiyordum.
Fakat bu Biçim ayakta veya oturuyor, hareketli veya hareketsiz oluşuma
aldırmadan, bakışımın hedefi olmayı asla bırakmıyordu.”
Jung’un deneyimleri, eğer tamamen
bunaltıcı değilse, tümden meşgul edici gibi görünmektedir. Bunu da daha sonra
karşılaştıracağız. Burada ilk önce İbn Arabi’nin aktif imgeleme yaklaşımını ve
takiben de çalışmasından çıkan bazı temel fikirlerin bir seçmesini sunacağız.
Jung’un fikirleriyle bir bağlantı, bu sunuşa eşlik edecektir, fakat bir sonuç
bölümü ikisi arasındaki benzerliklere ve farklılıklara ayrılacaktır. (Sayfa
referansları, aksi belirtilmedikçe, Profesör Corbin’in temel cildinden
olacaktır.)
TANIMLAR VE YÖNTEMLER
İbn Arabi’ye göre imgelemin görevi
teogonidir,1 İlâhîyi kavramanın bir yoludur. Şöyle der (s. 146):
“Tanrı’yı tefekkürümüzün bir hedefi olarak
farz edebiliriz, sadece kalbimizin en içinde değil, fakat tam gözlerimizin
önünde ve imgelemimizde sanki onu görmüş gibi, ya da daha iyisi, böylece O’nu
gerçekten görürüz.”
Tanrı-merkezcil imgelem aktif imgelemdir
ve pek çok işleve sahiptir. Bunlardan biri duyu algısına rehberlik etmektir;
bunun
’Teogoni: İlâhların soylarını yazan kitap
(çev.) yolu saf duyusal verileri sembollere dönüştürebilmek için duyu algısına
odaklanmaktır. Bu, daha sonra göreceğimiz gibi, tevil’in işlevidir. Bu
biçimlendirmenin etkisi, imgeleme ek olarak algıyı da teofanik yapmaktır.
Corbin güzel bir ifade ile şunu belirtiyor: “Yanan Çalı sadece duyu
organlarıyla algılanırsa, yalnızca bir çalı-çırpı ateşidir, (s. 80)” Bunun teofanik
veya duyu-ötesi olması için aktif imgelem gerekir. Bu algılama, aktif
imgelem gibi, bir orta alanda, Cennet ile Yeryüzü arasındaki âlem-i misal
denilen bir bölgede yer alır. Bölge Jung’un “ruhsal gerçeklik” olarak
adlandırdığı şeye denk görünmektedir.
Aktif imgelemin ikinci bir işlevi ruhsal
ve fiziksel olanın, görülemeyen ve görülebilir olanın karşıtlarını sempatik
bir tarzda yerleştirmektir. Gerçekten, bireyin İlâhîyi kavradığı en uç derece,
imge’ye yatırılan gerçeklik derecesi üzerine kurulmuştur. Bununla birlikte, imge
kişinin dışında değil, fakat “varlığının içindedir, gerçekten kişinin mutlak
varlığmdadır, varoluşunda kendisiyle birlikte bizzat kendinin getirdiği
İlâhînin biçimindedir.” (Corbin, s. 156)
İmgelem için insan kapasitesi tanrısal
kapasite ile uyumludur. Tanrı, imgelem gücüne sahiptir.{Tanrı evreni, onu hayal
ederek (imgeleyerek) yaratmıştır. Bu fikir —Tann’mn evreni kendisinden,
imgelem ile yarattığı fikri— Hıristiyanlık’ta da bilinir ve Musevi
mistisizminin merkezidir. İbn Arabi’ye göre, insanın aktif imgelemi aynı
zamanda teofanik imgelemenin de organıdır; Tanrı’nın insanları yarattığı gibi,
bu imgelem de Tanrı’yı yaratır, fakat yaratılan imge, Kendini Kendine gösteren
Tanrı’dır.}
Ben gizli bir hâzineydim, bilinmek
istedim. Bunun için yaratıklar ürettim; onlar tarafından bilinmek için. (s.
183)
İbn Arabî görülebilen yaratımdan önce
Tanrı’nın bir Bulut’ta olduğu; ne yukarıda ne de aşağıda boşluk olduğu (s. 185)
anlayışında Hz. Peygamberi takip etmektedir. Kutsal Varlık’ın çıkardığı ve
başlangıçta içinde olduğu bu Bulut bütün şekilleri alır ve varlık-
2Teofani: Allah’ın veya
bir ilahın tecellisi veya görünmesi (çev.) lara biçimlerini verir. O,
koşullandırılmamış imgelemdir. O’nun Kendini Kendine gösterme süreci Tanrı’nm
pek çok ‘isimleri’ yoluyla yapılır. Bu, varlıkların tüm sonsuz çeşitliliğini
de kapsayan, tüm eşsiz niteliklerin ayrı ayrı zikredilmesidir. O’nun kendini
kendine isimler (özellikler) yoluyla göstermesi işlemi Aktif İmgelem’dir.
Başlangıçtaki Bulut
kavramı, Yahudi mistisizmindekine ve Jung’un “Pleroma”sındakine, onun ‘Septem,
Sermones adMortuos’undakine çarpıcı şekilde benzerdir. Bu, kendisinden bütün arketiplerin
farklılaştığı orijinal arketip olarak, nefis (kendilik) fikrinin dikkate değer
bir görsel temsilidir. İbn Arabi’nin orijinal kavramları arasında; Tanrı’nm
isimleri hakkında bilgi olmayışından kaynaklanan bir İlâhî hüzün olduğu fikri
de yer alır. Bu hüzün, İlâhî Nefes (Teneffüs) olarak iner; aynı zamanda
Merhamet’tir (Rahman). İnsanoğlu’nun Tanrı’ya olan hasret ve özlemi, Tanrı’nm
bu ayrı parçalarına olan hasreti ile aynıdır. Burada Yahudi mistisizmi ile olan
paralellikler dikkat çekicidir, fakat yerimiz bunların incelenmesine müsait
değil (bkz. Scholem, 1941 ve sonraki çalışmaları). ’
Tanrı’da dünya yaratıcı olan İmgelem’in bu
gücü, insanda Tanrı-yaratıcı olarak mevcuttur (aşağıya bakınız). İmgelemin bu
gücü (kuwet-i hal), bizim insan potansiyellerimizin, içsel veya dışsal,
gösterilmesini mümkün kılar. Yaratım durmayan bir teofanik (tecellisel) imgelem
anlamında her an yenilenmektedir. Bu nedenle, varlık ve varlıklar devamlı bir
silsile halindedir. İmgelem, bu Saklı Varlık’ı hem yaratır, hem de gösterir,
fakat aynı zamanda başka yollarla onu perdeler. Perde, hiç saydam olmayabilir,
ki bu putperestlik zeminidir. Fakat manevî çalışmaya ve kişinin düzeyine bağlı
olarak son derece saydam da olabilir. Saydamlık tamamen kaybolduğunda yanılsama
oluşur. Bu yaratım rüyalarda veya uyanık durumda belirebilir, (s. 188).
İnsanoğlu’nun aktif imgeleminin işlevi nehrin iki yakasını (yaratan ve
yaratılanı) birleştirmek üzere bir köprü yaratmaktır. Ruhun yeni teofaniler
yaratarak devamlı yükselişi için bu gereklidir. Teofanik algılama've aktif
imgelem ile üretilen imgelerin ara dünyası, tefsiri (tevil; hermeneutics) veya
yorumu gerekli kılar; çünkü bu dünya, verilen basit bilgiyi aşan bir anlam
taşır ve bir sembol haline gelir. Bu, Jung’un sembolü bütün özel işaretleri
aşan bir derinlik veya anlam ifade eden ve içeriği mümkün olan en iyi biçimde
aktaran şey olarak anlayışına benzerdir. Aktif imgelem, yeni teofaniler
yarattığı için, tevil’e gereksinim vardır. Bu, özel görünüşleri esas biçimlerle
bir bağlantılama yöntemi gibi görünüyor. Corbin’in ifade ettiği gibi (s. 209):
“İmgelem varolduğu için tevil vardır;
tevil nedeniyle sembolizm vardır ve sembolizm varolduğu için, varlıklar iki boyuta
sahiptir. Bu nedenle karşıtlar ve bütün çiftler bir birliğe (unio sympathetica
= uyumlu birlik) ihtiyaç duyarlar.”
Aktif İmgelem’in karşıtları
birleştirmekteki bu işlevini ifade etmenin diğer bir yolu, İbn Arabi’nin bir
öğrencisi, Abdülkerim Çili tarafından ortaya konur (s. 214):
“Bilin ki Aktif İmgelem düşüncede bir
biçim şekillendirirse, bu suret ve bu imgelem yaratmıştır. Fakat yaratan her
yaratımda mevcuttur. Bu imgelem ve bu figür sizde vardır ve onların sizdeki
varlığı anlamında siz yaratansınız (el-Hak). Tanrı ile ilgili imgelem süreci
size ait olabilir, fakat aynı anda Tanrı onda mevcuttur.”
Ve İbn Arabi’nin kendisi şöyle der (s.
190):
Tanrı’dan başka, adlandırdığımız herşey,
evren dediğimiz herşey, gölgesinin (ya da aynadaki yansımasının) kişiyle
ilişkili olduğu gibi İlâhî Varlık’la ilişkilidir.
İbn Arabî bu yöntemi bir “imgelem bilimi”
(ilm-i hal) olarak düşünür. Bu yöntem, hem teogonik (İlâhî isimlerin çalışma
sırasında farkedihnesi açısından) hem de psikolojiktir. Teogonik yön, kişi
Bulut üzerine düşünürken bulunur. İlksel Bulut, İlâhî (saklı) öz ile çeşitli
biçimlerin görülen dünyası arasında ara düzeydir. İmgeleme yetisi, bu arada
bulunan gizli bölgeyle (âlem-ri misal) ilişkilidir ve bu yüzden teofaniler
ürctir^Rüyalar sıradan bilinçlilik ile mistik durum arasındadır. Jung’da, Yunan
dini ve Musevilik’tekinin aksine, rüyalardaki teofanilerin görünüşünün
tanınması yok gibi görünmektedir. Fakat çeşitli dünya dinlerinin teofanileri,
İbn Arabi’nin “inançlarda yaratılan Tanrı” diye adlandırdığı şey, burada
bulunur. Bu “inançlarda yaratılan Tanrı”yı daha sonra gözden geçireceğiz^
‘İmgelem Bilimi’nin psikolojik yönü iki
tip imgelem arasındaki farkta bulunur. Birincisi bilinçli süreçler tarafından
doğrudan teşvik ile ortaya çıkar ve “birleşik” olarak adlandırılır; çünkü bu
imgeler kişisel olarak özneye aittir, onunla yaşar ve ölürler. Bunlar bilince,
rüyalar veya gündüz rüyaları gibi, kendiliğinden de yükselebilir, fakat
teogonik nitelikten yoksundurlar. İkinci psikolojik yön, bağımsız olan ve ara
dünya düzeyinde varolan imgelerde bulunur. Bunlar özerktir ve kişi yaşamıyor
olsa bile işlevleri devam eder. Bu özerk imgeler bile birleşik imgelemi
yönetirler. Öyle görünüyor ki, İbn Arabî, burada Jung’un ‘arketip an sich’ ya
da ilksel biçimler diye adlandırdığı şeyi kişiden kişiye, kültürden kültüre,
zamandan zamana değişen belirli arketipik imgelerle karşılaştırırken,
ayrıcalık vermektedir. Teogonik biçimler harici olarak da görülebilir, fakat
yalnızca mutasavvıflar tarafından. İbn Arabî diyor ki (s. 223):
“Bu temsil edici yeti
(vehm) sayesinde her insan kendi Aktif İmgeleminde yalnızca bu yetide varolan
şeyler yaratır. Fakat himma’sı sayesinde, arif (gnostic), bu yetinin dışında
varolan birşey yaratır.” )
f '
“Hımma” kalbin bir
gücüdür, kişinin aktif imgeleminde yasanan, Tanrı’nın kendini
bildiği. Kendini Kendine gösterdiği bûu^şiL gözdftrrBu sözcük
meditasyon, tasarlamak, imlemek anlamına gelir. Bu “kalb” içinde birtakım
psiko-manevî organlar veya merkezler bulunan gizli bir organ veya bir beden
olarak görülür. Bu görüş, Hindu dininde (chakras) ve Kabbalistik Musevilik’te
(Sephiroth) ayrıntılı olarak tarif edilenlere dikkate değer şekilde benzerdir.
Bu gücün tam işleyişi imgelemin
belirtilerinin dış dünyada belirmesini mümkün kılar. Diğer bir deyişle Aktif
İmgelem sayesinde, .arifin kalbi kendisinde yansıtılan şeyi gösterir. Örneğin,
Cebrail, güzelliği ile tanınan Arap genci Dıhye’nin biçimini aldığında, Hz.
Peygamberin çevresindekiler yalnızca genci gördüler, meleği değil. İbadet (daha
sonra tartışılacaktır) kalbin niyetlerine nesnel bir beden verir. Bu da yine
ruhsal gerçeklik dediğimiz şeyi veren Aktif İmgelem’e itibar kazandırır.
Mutasavvıfın “kendi kişiliğinde bir Kur ân gibi olması” tembihlenir, yani
Yaratanla öyle birleşmiş olmalfdır ki, hiçbir yanlış ayrım meydana gelmesin.
Birisi bir Kur’ân (gibi) olurken, oldukça ilginç olarak, bağnazlığın kötülükleri,
üzerinden aşılmak suretiyle yenilir.
Aktif İmgelemin ana işlevi, özgürleşmedir.
Bu süreç, kişinin saklı ve görünür olan arasındaki uygunluğu bularak, yaşanılan
herşeyi bir sembole dönüştürebilmesini sağlar. Jung’un eşzamanlılığı
(synchronicity) buna benzer gibi görünmektedir. Bu, tevildir; saklı ve görünür
olanın yenilenmeyi ve yaratımı tamamlayan bir birleştirilmesidir. Çoğu kişi
bunu sembolik olarak değil, somut olarak anlar ve bu nedenle zarar
vericidirler. Genellikle rastlanan gerçekçilik yerine, İbn Arabî kişinin Rabbi
iç gözle göfmeye çalışmasını öğütler. Bunu başarmak için kişinin görüşle ve
işitmeyle İlâhînin /arlığında olmak için bir yetenek geliştirmesi gerekir. Eğer
görmüyorsa o zaman kişinin O’nu görüyormuş gibi O’na ibadet etmesi tavsiye
edilir. İbn Arabî şöyle der (s. 262):
“Bırakın inanan onu Aktif İmgelemle temsil
etsin, içten sohbeti süresince, KıbZe’sinde yüz yüze.”
TANRI,NEFS, İBADET, İMAN
KONUSUNDA İBN ARABÎ
Kendi meditasyonlarmdan doğan pek çok
fikri de kapsayarak, İbni Arabi’nin aktif imgelemden ne anladığını inceledikten
sonra, şimdi bu Sûfî mutasavvıfın formülasyonlarının ana içeriklerinin bazılarına
yaklaşım yapabiliriz. Genelde şunu sorabiliriz: Aktif imgelem ile algılanan
olaylar ve süreçler nelerdir? İbn Arabi için aktif imgelemin teogonik
yaratıcılık olduğunu zaten anlamış bulunuyoruz: bu çeşit bir meditasyonda kişi
Tanrı’yı hem algılar hem de “yaratır”; yaratılan Tanrı, insana olan
İlâhî sempati ve merhametin bir sonucudur. Kendisini Kendisinde^
haber alan O, bu aynı insan imgeleminde bulunmaktadır.
ÂFakat ibn Arabî genel anlamda Tanrı
olarak Allah ile Rab veya belli özellikteki bir Tanrı arasında ayrım yapar, ki
bu Tanrı bir bireyde kişileştirilmiştir ve kendisine ibadet eden ile
bölünmemiş ilişkidedir. İbn Arabî sıklıkla belirtir ki, birey Tanrı’yı O’nun
özünde bilemez, çünkü bu aşkın Varlık gizlenmiştir ve bizim bütün bireysel ve
kollektif kapasitemizin ötesine uzanır. Bununla birlikte, bizim bilebileceğimiz
şey varlığımızda bize ihsan edilen bireysel İsim’dir. Bu kulağa Jung
psikolojisinin Kendilik’i ile çok benzer geliyor. Bu Kendilik, bireyin kendi
zihninde gösterilen İlâhî görüntüler anlamına gelmektedir. Bununla beraber,
Prof. Corbin bu Kendilik’in ne kişisellik dışı, ne de psikolojik olduğunu
belirterek, Sûfî teosofik3 hükümden alıntı yapar (s. 95):
“Kendini bilen Rabbini
bilir. Kendini bilmek, Tanrı’smı bilmektir; Rabbini bilmek kendini bilmektir.” '
Corbin, bunun kişisel olmayan Kendilik
(nefs; self) olmadığı gibi, dogmatik tanımlamaların bireyle hiçbir ilişkisi
olmadan varolabilen Tanrı’sı da olmadığı görüşündedir. Bu, daha çok kendini
yalnızca benim onun hakkında sahip olduğum bilgi ile bilebilecek bir Tanrı’dır,
çünkü bu bilgi, onun benim hakkımda sahip olduğu bilgidir. Yine bu Jung’un
insanın ruhundaki Kendilik anlayışı ile aynıdır: karşılıklı farkedilme ilişki
ile gerçekleşir. Tanrı’nın insana
h’eosofî: Bireyle Allah veya melekler
arasında doğrudan bağlantı kurmayı amaçlayan dinî sistem (çev.) ihtiyaç duyduğu
görüşü Jung’un büyük eseri ‘Job’a Cevap’ (Answer to JobJ’ın (Jung 1952) ana
temasıydı. Belki de bu çalışma, kendi büyük eserine giriştiğinde Corbin’e
ulaşmamıştı. Bununla beraber, doğruyu söylemek gerekirse, Jung Kendilik’in
sembollerini de tanımlar; örneğin daha soyut olan ve bizim insan durumumuzu
aşan “mandala”lar gibi. Bunların bile yalnızca ruh yoluyla elde edilebileceği
gerçeği, onun Kendilik’i yalnızca bu aynı insan ruhu ile anlayabileceğimiz
görüşünde, çok önemliydi.
İbn Arabî, Nefsin (kendilik; self) Tanrı
için bir vasıta olduğu görüşünü çeşitli etkileyici yollarla ifade eder.
Bunlardan biri merhamet için dua edenlerle, İlâhî merhamet yerine getirilmeli
mi yoksa bizim aracılığımızla mı varlığa getirilmeli diye soran mutasavvıfları
karşı karşıya getirir. İbn Arabî samimî tavrıyla şöyle der (Not 26, s. 301):
ÇTanrı’dan size birşey vermesini istemenin
anlamı yoktur. Bu sizin inancınızda yarattığınız Tanrı’dır, O sîzsiniz ve siz
O’sunuz. İlâhînin mükemmelliğinin nitelikleri (Merhamet de bu nitelikler
arasındadır) yoluyla, kendi kendinizi mümkün olduğu kadar tamamlamalısınız
(tatahakkak). Bu, günün bîrinde Tanrı olacaksınız demek değildir, çünkü siz zaten
gerçekte bu Tanrı’smız, yani Tanrı’nın biçimleri arasında bir biçim, O’nun
teofanilerinden (tecellilerinden) birisiniz. MerhameHsjjpıpatheia) sizde ve
sizin aracılığınızla ortaya çıktığında, onu diğerlerine gösterin. Siz şimdi
merhamet sahibi (rahim) ve merhamet duyulansınız (merhum). Bu, tanrı ile
gerçek birliğe ulaşılmasıdır. Tanrı kullarından birine yakınlık duyduğunda, bu
demektir ki Tanrı o kulunda merhametin varolmasına, yani onun aracılığıyla
varolmasına neden olur ve böylece o diğer yaratıklarla yakınlık kurma durumuna
erişir. Tanrı kulunu merhametin hedefi olarak almaz, onu bu İlâhî nitelikle
kuşatır ve bu yolla kul diğerlerine merhamet duyar
Diğer bir deyişle, ibadet eden Rabbiyle
doğrudan bağlantıda olduğunda gerçekleştirmeyi kastettiği İlâhî İsim olur ve bu
ismi ifade eder. Kendi “ölümsüz bireyselliğinin” farkına varır ve kendini
Tanrı’nın onu bildiği gibi bilir. Bu, elbette ki Jung’un-psikolojideki
kendilik/ego ekseni anlayışı ile çok yakın benzerliktedir. Bü benzerlik
kuşkusuz ki benzer deneyimlerden doğar.
İbn Arabî bireysel olmayan bir tarzda,
dinsel deneyim için bir yer de bulur. “İnançlarda yaratılan Tanrı” kendisi
tarafından iyi bilinir ve saygı gösterilir. İbn Arabî, arayana
bütün inançlardaki İlâhî İsimleri benimsemeyi emreder. Şöyle der (s. 119):
“Bırakın ruhunuz bütün inançların tüm biçimleri için bir cevher olsun.” Bu dikkate
değer evrensel birlikçilik (ekümenizm) en yüksek düzeye yerleştirilmişti^
Çünkü bu çeşit bir kapasiteye ulaşan kişi ariftir ya da “Tanrı’nın gözüyle
Tanrı vasıtasıyla Tanrı’yı gören kişidir”. Bu şaşırtıcı şekilde karmaşık
paradoks, bütün varlıkların İlâhî İsimleri taşıdığı bilinci üzerine kurulmuştur
ve O’nun bütün İsimleri için merhametli bir kul bulmayı arzulayan İlâhî Hüzün
temeldir. İbn Arabî kendisine gere yalnızca ateizmi değil, fanatizmi de
kapsayan, İlâhî İsimlerin reddi için bile bir yer bulur. Ateizm de, fanatizm de
bu aynı İlâhî Hüzün’ün bilinmemesinden kaynaklanır, fakat sonunda hepsi Tanrı
ile yerlerini bulacaktır, tıpkı inananın yapacağı gibi..
Evrenin bütünü hep İlâhî İsimlerden
yapılmıştır, der İbn Arabî. Her varlık kendi Rabbinin bir tecellisidir (el-rabb
el—has); yani o varlık İlâhî özün yalnızca bu belirli yönünü, bu bireyleştirilmiş
İsmi gösterir. Buna ek olarak, hiçbir sınırlı veya bireyleştirilmiş varlık
İlâhîyi bütünüyle gösteremez. “Her varlık Tanrı’sı olarak yalnızca bu belirli
Rabbe sahiptir, Bütün’e sahip olamaz (s. 121).” İbn Arabi’nin bu göze çarpıcı
içgörüsü sadece dogmatizme karşı ağır basan makul tevazuyu sağlamakla kalmaz,
aynı zamanda bize ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında erişilebilir olan
görecelikçi (izafiyetçi; relativistic) düşüncenin en yüksek çeşidini de
sezdirir.
İlâhînin bütün bireyleşmeleri ve
kişileştirmeleri, İsimlerin sonsuz sayısında farkedildiği gibi, bir ve aynı
İsimlendirilmiş Olan’a göndermede bulunur. Kullanılan benzetme, çoğu zaman
dinsel deneyimde olduğu gibi, ışık alan bir cam benzetmesidir. Bütün camlar
ışığı alır fakat her biri ona kendi rengini verir. İsimlerin her biri veya
camın alıcı kanallarının çeşitleri temel bir nitelik taşır; her biri
diğerlerinden farklıdır ve her isim, “kendini Teofanik İmgelem ile ve Teofanik
İmgeleme gösteren Tanrıya” işaret eder (s. 192). Corbin, burada İlâhînin
birlik ve çoğulluğunun önemli paradoksu konusunda özellikle ifadede bulunur
(başka yerlerde bazen “Bir ve Çok” sorunu diye adlandırılır). Corbin şöyle der
(s. 192):
“Birini İsimlerin çoğulluğuna sınırlamak,
İlâhî İsimlerle ve dünyanın İsimleriyle olmak demektir. Birini, İsimlendirilmiş
Olan’ın birliğine sınırlamak, dünyadan ve ilişkilerden (her ikisi de
gereklidir) bağımsız olarak O’nun Kendi Nefs’i konusunda İlâhî Varlık ile olmak
demektir. Birinciyi reddetmek İlâhî Varlık’ın kendisini bize yalnızca teofanik
imgelemin görünüşlerinde gösterdiğini unutmak demektir. Teofanik imgelemede
hüzün, somut varlıklara onların aktivitesini vermek için istenen İlâhî İsimlere
etkili gerçeklik verir. Fakat İkinciyi gözden kaçırmak çoğulluktaki birliği
algılamada başarısız olmaktır. Her ikisini de aynı anda tutmak için
çok-tanrıcılıktan ve bütüncül, soyut ve tek taraflı tek— tanrıcılıktan eşit
uzaklıkta olunmalıdır.”
t Bu paradoksta, Tanrı’nın yalnızca belli
özelliklerinde görülebilir olduğunu ve “inançlarda gösterilen Tanrf’nm bile
yalnızca kısmen gösterildiğini hatırlamak önemlidir. Tanrı, sadece onu gören
“göz” e göre görülür ve iman, kapasitenin ölçüsünü gösterir. Birçok değişik
inancın olması bu yüzdendir. Her inanan için kendi inancı gerçek olandır; eğer
Tanrı başka bir inançta belirirse, inanan onu reddeder ve bu yüzden inançlar
çarpışma içindedi^ Gerçek bir arif için, bütün inançlar teofanik görüşlerdir;
yalnızca böyle bir kimse, der İbn Arabî, “dinler bilimi” duygusuna sahip
olabilir. Son olarak, her birimiz yalnız bizim kendi Rabbimizi anlayabiliriz.
Bağnaz kimse, İlâhînin başkalaşımının farkında değildir ve Yeniden Dirilme
Günü’nde şpk olacaktır. Bu günde değiştirilmemiş isyankâr bile İlâhî Merhameti
alacaktır. Yaratım, buna ek olarak, varolmanın kuralıdır ve bu her an kendini
gösterir. İlâhî, bir varlıkta saklanır, diğerinde belirir. Bu, muhtemel veya
saklı olanın bir belirme (zuhur) sürecidir. Corbin, bu işlemi şöyle özetler:
“Fena (yok olma), bir andan diğerine
beliren biçimlerin gelip gidişini ve bunların çoğullaştırılmış olan bir
maddede devam edişini simgeler.”
İnsanlar inançların ötesine gitmek (s.
206) ve manevî olarak ilerlemek için birbirlerine yardım ihtiyacmdadır, der İbn
Arabî. Bu yükselici hareket sadece insanın değil fakat bütün varlıkların katılımını
gerektirir. Bireyleşmeler İlâhîye doğru yükselir ve İlâhî, somut bireysel
varlığa doğru alçalır. Bu formülleştirme tam Kabbalah’mki gibidir, bu dünyada
her anda başka dünyaların varolduğu deyişinin Zen’e benzer olduğu gibi... Her
kişinin görevi Meleğini veya Rabbihi bilmek ve ölümsüz bir çift oluşturmaktır.
Fakat insanlar kendi Rablerini İlâhî Varlık ile karıştırmaya ve daha sonra O’nu
herşeyin üzerine yerleştirmeye eğilimlidirler. Bu çeşit tek-tanrıcılık
“inançlarda yaratılan Tanrı”nın karanlık yüzüdür ve aşırı gelişme ve
sömürücülük üretir. Bu aşırı gelişme formülü Yahudi mistisminde oluşturulan ve
kötülüğün bir görünüşü olarak anlaşılan formüle çok yakındır.
Şimdi, ibadetin rolüne ve aktif imgelem
ile ilişkisine geliyoruz. Herşeyden önce İbn Arabî ibadetin herhangi bir şey
için bir rica olmadığına işaret eder; ibadet, varlık tarzının bir ifadesidiı^,varolmanın
ve varlığa neden olmanın bir yoludur. İbadet, YaratıcFîmgelemin en yüksek
biçimidir. Burada İlâhî Merhamet teofani olur ve gösterilir. “Tanrı’nın
İbadeti” tanrısallığın meçhullükten çıkmak ve bilinir olmak arzusudur;
“insanın ibadeti” bunu Aktif İmgelem ile başarır, ve
kendi kapasitesine göre Tanrı’yt kabul~e<fer.
Ortaya çıkan diyalog “zikr” diye adlandırılır
ve diğer anlamlar arasında ‘yakın diyalog’ anlamını da ifade eder.
İbn Arabi ibadeti üç aşamada görür (s.
248): (1) Kişi kendini Tanrı'sının yakınında yerleştirmeli ve onunla
sohbet etmelidir. (2) Tanrıyı oradaymış, onunla yüz yüzeymiş gibi tasarlamalıdır
(tahayyül). (3) Sezgisel görüşe (şuhud) veya görselleştirmeye (rüya)
erişilmelidir. Bunu, Tanrı’sını gizli kalp merkezinden seyrederek ve aynı
zamanda İlâhî sesin bütün görünen şeylerde titreştiğini duyarak, öyle ki başka
hiçbir şey işitmeyerek yapmalıdır. Bu yoğunluk düzeyine eriştiğinde kişi
Kur’ân’m açılış âyetlerini ezberden okur.
Şimdi İbn Arabi ve C.G. Jung’un imgeleme
yaklaşımlarının karşılaştırmasına geçebiliriz.
KARŞILAŞTIRMALAR
\\C.G. Jung’un çalışmalarına aşina olan
kişiler onun kendilik (insanda bulunan İlâhî ilke) kavramı ile İbn Arabî’ninki
arasında dikkate değer bir benzerlik bulacaklardır. Daha da ilginci, İlâhînin
kollektif imgeleri (geleneksel dinlerde bulunduğu gibi) her ikisi tarafından da
bireyin ruhunda bulunandan ayrılmıştır. Corbin, bunu açıkça görmektedir.
“İnançlarda yaratılan Tanrı’nm Kendilik’in sembolü olduğunu söylemek psikolojik
açıdan doğrudur. Fakat bunun ötesinde Tek Tanrı’nın yattığını bilen kimse
kendisini sınırlı dogmadan kurtarabilir”, (s. 266—267) Diyebiliriz ki, ortak
dinlerin Kendilik’! ve bireyin Kendilik’i vardır ve bu farkı birbirinden
bağımsız olarak keşfetmiş olmaları İbn Arabi ve C.G.Jung’un dikkat çekici
kaderidir.*\
Corbin, bu olasılığın şu âyette
bildirildiği gibi, Kur’ân’da zaten gösterilmiş olduğunu da hatırlatır: "Her
varlık kendi ibadetim ve hamd biçimim bilir" (âyet XXIV: 41). Bu
temelle, Corbin şöyle düşünür: İbn Arabi’ye göre uygulanan ‘İbadet hayatı’
‘bireyleşme süreci’nin otantik biçimini temsil eder. Bu süreç, manevî kişiyi
kollektif normlardan ve hazır kanıtlardan kurtarır ve böylece onun Benzersiz
Tanrısı için ve bu Tanrı ile benzersiz bir birey olarak yaşamasını sağlar. Ya
da İbn Arabi’den bir aktarma daha yaparsak (s. 271):
“Tanrı sizin aynanızdır, yani, sizin kendi
özünüzü seyrettiğiniz bir ayna, ve siz, siz O’nun aynasısınız, yani O’nun
kendi İlâhî İsimlerini seyrettiği bir ayna.”
Yukarıdaki alıntı, bu kavramın/deneyimin
dikkate değer bir sunuşudur ve ‘Job’a Cevap’ (1952) yazarı C.G. Jung taralından
formülleştirilen psikolojik kavrama çok yakındır. Buna ek olarak, İbn Arabi
geleneksel tasavvuf! bilginin kişinin “Tanrı ile bir” olabileceği görüşünü
reddederken, Jung’un ego ve Kendilik hakkmdaki fikirleriyle de mutabık düşer.
Gerçekten de İbn Arabi’nin kişinin varlığının “semavi kutbu” olan Tanrı
kavramı, Jung’un ego/kendilik ekseni kavramına oldukça yakındır. Her ikisi de
bilinçliğinin her zaman, (tam birliği, farkında olmanın yok olmasıyla sonuçlanan)
bir “Ben ve Sen” içerdiği fikrinin bilincindedir. Bununla birlikte, bu
benzerlikler bu iki insanın kavramlarındaki pek çok farklılığı görmemizi
engellememelidi^ Jung, örneğin, Kendilik’i ek bir fenomenolojiye4
sahip olarak görür. Diğer birçok dinde, örneğin Hinduizm ve Budizm’de, olduğu
gibi geometrik biçimler veya başka özelliklerle görünür olduğunu düşünür.
Deneysel ve psikolojik bir karaktere sahip olarak, Jung’un kavramının doğal
olarak daha evrensel olduğu söylenebilir. Fakat benim görebildiğim kadarıyla
ikisi arasındaki farklılıklar hiçbir yönden çatışma halinde değildir. İmgelem
üzerine yoğunlaşan bu iki insanın benzer fikirlere ve deneyimlere varışları
her ikisinin de doğru sözlülüğüne bir destektir; alışılmış sezgi ve ifade
üsluplarından uzak bulunmuş, fakat yine de bütün dinlerdeki mistiklerin
formülleri arasında yakınlıklara sahip olmuşlardır. Bu iki insan tarafından
kullanılan imgelemsel aktivite yöntemini gözden geçirmeye başladığımızda ise
çok daha fazla farklılık buluyoruz. Jung, gayet iyi bilindiği gibi çok deneysel
bir araştırmacıydı. Jung, fantazide doğan duyguyla yüklenmiş imge
4Fenomenoloji: Doğal
olayları inceleme ilmi (çev.) her ne ise onunla başlayın der.
Bırakın fantazi kendini kendi yolunda biçimlesin ve sonra onunla konuşmaya
girişin. Eğer kişi bu deneysel yöntemi tam olarak takip ederse, kişinin Jung’un
kendisinin yazmış olduğu çeşitli figürlerle karşılaşacağını belirtir. Bu figürler
başlıca gölge, anima-animus, yaşlı bilge adam-kadın, mânâ, kişilik ve
Kendilik’tir.(İbn Arabi diğer taraftan, Tanrı kavramıyla işe başlar ve orada
kalır. Bu Sûfî mutasavvıfın da kişinin deneyimi yaşarken maksimum duyusal
gerçeklik kazandırmasını önermesi de, Jung’un imgelemi tamamen ciddiye alma
yolundaki öğüdüne benzerdir; kişi sadece bu yolla “ruhsal gerçekliği” tümüyle
yaşayabilir. Her ne olursa olsun bırakma yönünden Jung’un yönteminin daha az
önyargılı olduğu söylenebilir, fakat İbn Arabi de görünüşte aynı ölçüde
bireyseldir. İbn Arabi’nin yöntemi “yönlendirilmiş imgeleme” (Tanrı ile
başlama açısından) ve “aktif imgelem” (kendiliğinden ortaya çıkan imgeyi onurlandırma
açısından) arasında bir yerde gibi görünüyor)]
Genellikle şüphecilik (septisizm) ve
bilinemezcilik (agnostisizm) ile başlayan modern beğenilerimiz için, Jung’un
yöntemini denemek daha kolaydır, fakat temel tema olarak bireyselliğe varanın
sadece o olmaması rahatlatıcıdır. Jung’un yöntemi bazıları için daha geniş
bakış açısı olabilir, fakat İbn Arabi’nin “Bir ve Çok” sorununa Jung’dan daha
iyi bir çözüm bulmuş görünmesi beni etkiledi. (Spiegelman, 1989) Jung, ruhtaki
ve özellikle “bir ve çok” olarak Kendilik sembolündeki karşıtlar paradoksunu
tabii ki anlamıştı, fakat İbn Arabi, gördüğümüz gibi, bunları gerekli bir
birlikte biraraya getirmiştir. İslâm’daki temel sorun olan Rabbin “Beni görmeyeceksin”
deyişi ile bile başedebilmiştir. O da Hz. Peygamberin duyduğu gibi, bu sözleri
duymuştur, ama bu sözleri izleyen konuşma kendi Rablerini bilen fakat herkesin
Rabbini bilemeyeceklerini bilenlerin güçlü paradoksunu en derinden ifade eder.
Bu bilinemeyecek Rabb ona paradoksal olarak şöyle der (s. 379):
“Ben kendimim, (koşullanmamış) sen belirli
bir nefissin.
Beni kendinde arama, boş yere acı
çekersin. Fakat beni kendinden başka yerde de arama, başarılı olamazsın. Beni
aramaktan vazgeçme, mutsuz olursun. Bunun yerine, beni buluncaya kadar ara.
Beni ve seni ayırt et. Beni göremeyeceğin için sadece kendi nazarını
(bireyselliğini, Meleğini veya “göz”ünü) göreceksin. Bu nedenle eşlik etme
(İlâhî eş) durumunda bulun.”
Bu akıl zorlayıcı paradoksu anlayabilen
adam, aynı zamanda şunu söylemeye de muktedirdi:
“Sevgili varlıkta, her bir aşığa
gösterilen O, Tanrı’dır... ve ondan başka tapılacak yoktur, çünkü o varlıktaki
Allah’ı kavramadan bir varlığa tapmak mümkün değildir... öyleyse herşey
sevgiyledir: bir varlık Yaratıcı’smdan başka kimseyi tamamen sevemez.” (s.
146).
Bu anlayış, anılarında Jung tarafından
bahsedilen Eros’a çok benzer olarak, bir kadınsılık deneyimini gerektirir. Bu
kadınsılık deneyimi, güçlü ataerkil zamanlarda oldukça önemlidir. İbn Arabi’ye
göre en yüksek Tanrı kavrayışı, ona göre yaratıcı kutsallık olan Kadınsallıkta
bulunur. Diğer bir büyük İslâm mutasavvıfı olan Rûmî tarafından belirtildiği
gibi (s. 163):
“Kadın İlâhî Işık’ın bir ışınıdır. O,
tensel arzunun hedefi olarak seçtiği varlık değildir. O, Yaratıcıdır
denilmelidir. O, bir Yaratılan değildir.”
Bu deneyimlerin, tıpkı Jung’da olduğu
gibi, kadınsılıkla çok büyük karşılaşmalardan doğduğunu söylemeye gerek yoktur.
Mevcut sınırlarımız bu deneyimleri anlatmaya izin vermiyor, fakat şunu
söylemeye yeterlidir: Vizyoner deneyimlerinin bir sonucu olarak, İbn Arabî
kadınlığın erkeklikle eşit değere sahip olduğu bir İlâhî yapı
formülleştirmiştir. Buna sevginin diyalektiği ile erişilir. “Diğerleri seni
kendi aşkları için sever”, der Rab, “Ben seni senin için severim”.
KAYNAKÇA
Corbin, Henry, İbn Arabi Süfîzminde
Yaratıcı İmgelem, (çev. Ralph Manheitn), Bolingen Series, Princeton University
Press, Princeton, New Jersey, 1969. (orijinal 1958).
Jung, C. G., “Job’a Cevap” (1952) Collected
Works içinde, c. XI.
Jung, C. G., “Aşkın İşlev”, Collected
Works içinde, c. VIII (1916/1957)
Jung, C. G., Anılar, Rüyalar, Düşünceler,
Random House, New York, 1961, s. 398.
Jung, C. G., Septem Sermones ad
Mortuos, Watkins, London, 1925 ve 1967.
Scholem, Gershom, Yahudi Mistisizminde
Ana Eğilimler, Schocken, New York, 1941.
Spiegelman, J. Marvin “Bir ve Çok: Jung ve
Post-Jungiyenler”, The Journal of Analytical Psychology, January 1989,
Vol. 34, No: 1, s. 53-71
Dr. Spiegelman, bir klinik psikolog (Ph.
D., UÇLA 1952) ve Jungcu analist (Zürih Jung Enstitüsü'nü 1959’da bitirdi) olup
halen Los Angeles’ta özel muayenehanesinde çalışmaktadır.
Bir sûfî geleneğinde
rüya çalışması
LLEWELLYN VAUGHN-LEE
S
ÛFÎLER, her zaman rüyalarına büyük önem
vermişler ve bunu manevî yolda bir yol gösterici olarak ele almışlardır. İlk
Sûfî risalelerinde rüyalarla ilgili bölümler ve 9. yüzyıl Sûfî azizlerinden,
Hakim-i Tirmizî’ye ait otobiyografik piyesler[42] yer alır; bu piyeslerde
rüyaların kendisine nasıl yol göstericilik yaptığını, en ince ayrıntısına
kadar anlatır. İlginçtir ki, aynı zamanda karısının kendisi için gördüğü
rüyalarını da betimler. Karısı bu oyunlarda mesajcı rolündedir. Böyle
rüyaların birinde karısı çorak, taşlık bir araziden çıkmış kurumuş dallı bir
ağaçtan söz etti. Bu ağacın üzerinde bir kuş daldan dala sıçrıyor, uçuyordu.
Kuşun dokunduğu kuru ağaç dalları yeşil yapraklar ve üzüm salkımlarıyla doluyordu.
Bu ağacın korunması, bakımının yapılması, bunun kuşun en üst dallara Çakması
için gerektiği mesajı kendisine gönderilmişti. Üzüm, çok önemli ve kudretli bir
Sûfî sembolüdür. Bu üzümlerden yapılan Sevgili’nin şarabı Sûfîyi sarhoş eder.
Bu yüzden, el-Tirmizî’ye hayatının ağacına ve öğretilerine iyi bakması; böylece
İlâhî esin kuşunun manevî kuraklıkta yaşayan ruhunu besleyen üzümler
üretebileceği bildiriliyordu.
12. yüzyıl Sûfilerinden Necmeddin-i Kübra
(1145-1220) rüyalarının ve bunların izahının önemini vurgulamış, ruhanî yolun
kurallarını “hep sükût, hep ricat ve devamlı Tanrı’nın hatırlanması” ve
“müridin rüyalarının ve vizyonlarının anlamını bir şeyhin mütemadiyen
açıklayan yönetimi” olarak açıklamıştır.[43]
Yüzyılımızda, ‘Ateşin Kızı’ kitabında
Irina Tweedie, şeyhiyle manevî eğitimini anlatan çağdaş otobiyografik bir
hikâye verir. Şeyhi her zaman onun rüyalarının önemli bir yol gösterici olduğunu
düşünür, bu yüzden ona bir günlük tutmasını önermiştir:
“Senin bir günlük tutmam ve deneyimlerini
her gün buraya yazmanı istiyorum. Bununla birlikte rüyalarının kayıtlarını da
tutmalısın. Rüyalarını bana anlatmalı ve ben de onları sana açıklamak, izah
etmeliyim. Rüyalar önemlidir, çünkü onlar birer yol göstericidir.[44]
‘Ateşin Kızı’nda Irina Tweedie’in pek çok
rüyası kaydolunmuş, onların bazıları yorumlanmıştır. Aşağıda onun Tanrıyı tanımadan
önce bir hiç olduğunu anlatan bir rüya örnek verilmiştir.
“RÜYA: Aynaya bakıyordum, kendimi çok
zayıf, soluk benizli, saçlarımı ise hastalıklı gördüm.
YORUMU: Çok güzel bir rüya! Hiçbir şey
kalmayana kadar incel, incel.”[45]
Diğer rüyaların yorumu yapılmamıştı, çünkü
bazı rüyaların anlamlan zaman açısından uygun değildi, bazıları ise
Tirmizî’deki gibi açıklamaya gerek kalmayacak bir netlikte idi. Örneğin hastanede
yattığını, kalbinin bir doktor tarafından steteskopla dinlendiğini hocasına
anlattığı zaman, hocası bu rüyanın çok fazla açıklanmaya gerek olmayacak kadar
net olduğunu söylemiş ve Irina Tweedie’in kalbinin İlâhî kontrolden geçtiğini
belirtmiştir.3
^Ateşin Kızı’ndaki şeyh, Nakşibendî
Müceddidî tarikatına bağlıdır. Bu tarikat Hindistan’da bulunan Nakşibendi
Sûfîlerinin bir koludur. Nakşibendî tarikatı adını Bahaeddin Nakşibend (ölümü
1390)’den alır. Bunlara aynı zamanda Sessiz Sûfîler adı da verilir, bunun
nedeni uygulamalarında sessiz meditasyon kullanmalarıdır. Diğer Sûfî
okullarından farklı olarak kalp eğitimlerini, seremonisiz, müziksiz ve dinî
danslar kullanmadan yaparlar. Şimdi sîzlere son onbeş yıldır devamlı katıldığım
Nakşibendî grubunda rüyaların nasıl açıklandığını anlatmak istiyorum. Grup
toplantılarında, kişiler rüyalarını anlatmaya teşvik edilir ve daha sonra bu
rüyalar grup içinde tartışılarak ne anlama geldiği açıklanırdı. Rüyayı gören
kişi rüyasını diğer kişilerle paylaşır ve anlamını öğrenir, diğerleri ise bir
rüya açıklamasında bulunarak tecrübelerini artırmış ve rüya boyunca manevî yol
ve Ruh’un dinamiğini ve psikolojisini kavramış olurlar. Bütün bunlar rüya
gören kişinin rüya üzerine çeşitli perspektifler kazanmasını, diğerlerinin ise
rüyaları anlamada sezgi ve duyarlılık geliştirmesine fırsat veren yorumların
meydana gelmesini cesaretlendirir. Bu rüya çalışması, çok eski Sûfî öğretici
hikâyelerinin modern bir karşılığı olarak değerlendirilir.^
Bu grubun rüya çalışmasında güçlü bir
Jungiyen yönelim vardır. Bu da bize Sûfî sistemindeki manevî eğitim ile
Jungiyen bireyleşme süreci arasında büyük benzerlikler olduğunu gösterir.
Kalbin sessiz meditasyonu, kişinin ruhsal
durumunu enerjilendirip haraketlendirmekte ve bu da kişinin düşüncelerinin
bilinç seviyesine çıkmasını sağlamaktadır. Kısacası böylece kişi karanlık
içindeki “Gölge” ile yüz yüze gelmektedir. Irina Tweedie’in söylediği gibi:
“Yoga’da talimatlar almayı ummuş mucizevî
öğretiler bek-
5agy, s. 113 İçmiştim, ama
öğretmenin yaptığı yalnızca beni içimdeki karanlıkla tek başıma bırakmaktı ki
bu da beni neredeyse öldürüyordu.
“Başka bir deyişle, beni cehenneme, her
ruhun Işığı görmek için can atacağı kozmik bir oyunun oynandığı sahneye atıyordu.”[46]
Irina Tweedie için bu, onun hocasının yoga
gücüydü ve bu güç onun iç dünyasındaki karanlıkları açığa çıkarıyor; dramatik
ve dayanılmaz bir hal almasına neden oluyordu. Çünkü bu Yolun diğer yolcuları,
bilinçdışmdaki olayların meditasyonla daha yavaş bilinç düzeyine çıktıklarını
söylüyorlardı. Bununla birlikte, bu yolu % benimseyen kişiler, ilk önce kendi
kişisel gölgelerinin dünyasına dalıyor, daha sonra daha derinlerdeki arketipal
alanlara giriyorlardı.
Modern psikoloji alanında Jung’un
çalışmasının önemi, içteki bu nitel alanı tanımlamaya adanması, Kendilik (self)
Gerçekliğini anlamayı amaç edinmesidir.
^Özellikle, Mysterium Coniunctionis
adlı eserinde Jung zengin sembolik ayrıntılara değinir. Bu semboller manevî
yolda bütüne ilerleme bakımından önemli psikolojik dinamiklerdir. Bu yüzden
Jung psikolojisi Batılı zihnin Yol üzerinde karşılaşılan, uzak olduğu
psikolojik dinamikleri anlaması için çok kıymetli bir kaynaktır. Örneğin, Sûfî
metinlerinde zengin bir karşıt kelime dizilişi vardır (örn. kurb [yakınlık]
ve bu’d [ayrılık]) ki, bunlar manevî gerçekleşme yolundaki Sûfîlerin
psikolojik durumunu veya durumlarını anlatırlar.[47] Bu yüzden Sûfîler bu karşıt
kelimeleri sık sık kullanmışlardır. Bu olaylara bizim grubumuzda “Yo-Yo
SendromuLadj verilir. Bu manevî yoldaki hemen herkes, bu olayı tecrübe
etmiştir, yani aşağı ve yukarı arasında sürekli bir dalgalanma söz konusudur.
Meditasyonun iyi gittiği bir gün kişi kendini iyi hissederken, kendini kötü
hisseden biri için o zaman meditasyon ümitsiz görünebilmektedir. Jung bu olayı Mysterium
ve Coniunctionis eserinde karşıtların uyumu, barışması olarak anlatıp .
“Yükselmek ve alçalmak, yukarı ve aşağı,
üst ve alt karşıtların duygusal gerçeklenmesidir ve bu gerçeklenme tedricen
karşıtları dengeye getirir veya getirmelidir. Bu motif, rüyalarda sık sık
yukarı tırmanma veya aşağı inme, asansörle, balonla veya uçakla alçalıp
yükselme şeklinde görülür. Dorn’un açıkladığı gibi, bu karşıtlıkların arasında
tereddütlü gidiş gelişler, kişinin devamlı bu karşıtlıklarla iç içe olduğunu
gösterir. Bu dengesiz durum sıkıntılı bir karışıklığa neden olmakta, ancak daha
sonra iki şeyin ortası bir denge durumu hasıl olmaktadır. Bu olay gerçek bir
felsefî gelişme olmasa da, Hindu felsefesinde, nirdvandva’da
karşıtlıklardan kurtulma şeklinde yorumlanır.”[48]
Burada Jung’un, Sûfî yolun bütünleyici bir
parçası olan psikolojik bir süreç üzerine çok değerli yorum getirdiğinin
örneği görülmektedir.
Bununla beraber, Jung psikolojisinin
Sûfizm ile sınırlarını iyi kavramamız gerekir. Psikolojinin amacı ruhun
dinamiğini anlamak, Sûfizmin amacı ise bilinci daha mükemmel hale getirip yukarılara
çıkararak sevgili veya Tanrı ile mistik bir birleşme gerçekleştirmektir.
Jung’un 'unio mystica' betimlemesi, kendi içinde psikolojik
perspektifin sınırları olarak gömülür:
X
“Bu mutlak gerçekte insan hiçbir şeydir
fakat ruhsal bir gerçektir. Kişinin bir hiç olduğu bir ruhsal gerçekle karşı
karşıya gelinmekle... Ego tamamıyla ortadan kaybolmakta. Ruhsallık, artık
bizim bir içeriğimiz olmamakta, fakat biz onun bin içeriği olmaktayız... bu
durum... akıl almaz gibi görünmektedir.”’
Bu yüzden, Sûfîzm, Jung psikolojisini hem
benimser, hem de onun da ilerisine bakar. Bu herhangi bir sûfî rüya
çalışmasında görülebilir. örneğin Jungiyen sembolizm anlayışı aynı zamanda
Yol’un mistik imgesi olan Sûfî sembollerini farketmekle bir arada olmalıdır.
Bu makalede sîzlere rüya
çalışmasını bir sûfî ve bir de Jung perspektifine odaklanarak değerlendirmek
isterim. İlk önce, rüyayı yorumlamadan “rüzgarın nereden geldiğini, bilmemiz
gerekir.”[49] Pek
çok değişik tip rüyalar vardır, ve her birine farklı yaklaşım gerekir. Psikoloiik-wiyalarin.
yanında “zihin rüyaları” da vardır ve bunların içeriği daha
yüce yasanmış olaylardır. Vahy rüyaları ve da bu tip rüyalara
değineceğim. Bu tip rüya açıklamaları kişi gruba geldiği anda verilir. Jung’un
gözlemine göre bilinçsizce birtakım şeylerin olduğuna kanaat getirilince
bunların bir rüya veya rüyalar ile ilişkileri göz önüne alınır. Çoğunlukla biri
gruba katıldıktan hemen önce veya sonra bir rüya görmüştür. Bu rüya o kişinin
manevî yolunun yönelimini belirtebilir, nasıl bir psikolojik çalışmaya ihtiyaç
olduğunu gösterir. Aşağıdaki rüya gruba ilk gelen birisince anlatılmıştır ve
onun yolundaki birtakım sembolik imgeleri içermektedir:
“İp üzerinde cambazlık yapıyorum. Elinde
uzun bir çatal olan bir adam gelip beni bununla aşağı düşürmeye çalışıyor,
fakat ben o çatalı alıyorum ve bunu dengemi sağlamak için kullanıyorurrtTSonra
arkamdan iki el omuzlarımdan tutuyor ve ben bir trapezci gibi döne döne
salınıyorum. Sonra havada uçuyor ve yeşil bir fıskiyeye geliyorum. Fıskiyenin
içine giriyor ve suyun altına doğru iniyorum. Suyun dibinde çok mutluyum ve
nefes alma ihtiyacım dahi olmuyor, çünkü solungaçlarımla soluduğumu
hissediyorum. Sonra bir balık oluyorum ve elinde üç dişli çatalıyla Neptün’ü görüyorum.
O beni mızrağıyla vuruyor. Üç yerde şiddetli ağrı hissederek yüzüp bir yere
geliyorum ve ağrılı bölgeler üzerine yaprak koyuyorum. Küçük bir adam geliyor
ve altın bir halkayı sol bacağıma geçiriyor. Bu halka üzerinde Allah kendi
kendilerine yardımcı olan kişilere yardım eder yazıyor. Sonra bufalo sürüsü
içinde bir bufalo oluyorum ve o anda dağlanan omuzumda çok şiddetli bir ağrı
oluyor. Mac Donalds’dayım, hamburger yiyorum. Hamburgerin kokusu bufalo
sürüsünün kokusu ile aynı; bu yüzden hamburgeri yiyemiyorum ve kusuyorum.”
Bu rüyanın tam bir değerlendirmesi için
onun içerisindeki olayları soruşturmak gerekir; ancak biz rüya çalışmamızda en
önemli manevî noktalar üzerinde dururuz. Manevî yol genellikle ince bir ip veya
dar bir köprü olarak görülür. Makuin’in ünlü “Köprüyü Geçen Âmâlar”11
adlı Zen tablosunda yollarını ellerinin yardımı ile bulmaya çalışan ve korkunç
bir uçurumun üzerindeki dar bir köprüde ilerleyen, görmeyen üç adam vardır ve
yol bu dar köprü olarak gösterilmiştir. Arayan, jilet kadar keskin kenarlarda
yürüyebilmek, iç dünyasını dengeli tutmalıdır. İlk Hıristiyan mistiklerinden
N’yssa’lı Saint George (MS 331-396) Tanrıya giden yolu altında ateş yanan bir
uçurumun üzerindeki kıldan bir köprü olarak tanımlamıştır. Yukarıdaki rüyada,
rüyayı gören kişi ince bir ip üzerinde yürümekte, arkasındaki gölge, yani
şeytan onun dengesini elinde bulunan çatal ile bozmaya çalışmaktadır. Şeytanın
bizim dengemizi bozup aşağı düşürmesi sık sık olan şeylerdendir. Fakat rüyayı
gören kişi genellikle şeytanın elindeki çatalı alıp dengesini yeniden
sağlamaktadır. Burada arkamızdaki gölge aslında bize yardımcı olmakta, çünkü
onun yüzünden bozulan dengemizi kendi iç dünyamıza dönerek yeniden
kurabilmekteyiz ve bu denge durumu bir öncekinden daha sağlam olmaktadır.
Yukarı doğru yükselen ve dönerek salman bu
rüyadaki kişi aslında kendini Allah’ın ellerinde hissetmektedir. Onun havada
uçup, sonra suyun derinlerine doğru yüzmesi ve su altında nefes alma ihtiyacı
dahi duymaması onun aslında mutlu olduğunu ve bilinçdışmm hanesinde bulunduğunu
gösterir.
Bilinçsizce girmiş olduğu balık şeklinden
sonra; şeytan tarafından değil Denizlerin Kralı Neptün tarafından mızraklanır.
Neptün burada animus’un İlâhî yanım sergiler12 ve özellikle denizden
çıktığında bu böyledir. Animus, rüyayı gören kişinin bilinçsiz halde bulunduğu
denizden bilinçlendiği karaya çıkmasına sebep olmaktadır, yani bilinçsizlik
durumunu bilinç durumuna getirmektedir; fakat bu geçiş çoğu zaman acı verici
bir durumdur, burada da rüyayı gören kişi bilinç durumuna geçerken üzerinde
üçlü mızrağın
"Yasuichi Awakawo.Zen Tablosu
(Tokyo, 1970) s. 125-126.
12C.G. Jung, Toplu
Eserleri, Vol. 12, Psikoloji ve Kimya böl. 132. verdiği acıları
hissetmiştir. Yani rüyada her bilinçlenme acı hissiyle elele gitmektedir.
Bu acı gene doğal hayatın bir parçası olan
yapraklar sayesinde geçmiştir. “Sol ayağımdaki altın halka” derin bir Sûfî
sembolüdür. Esirlerin ayak bileklerine halka takılır, burada ayağına halka
takılması ise “Allah’ın kulu olmak” anlamına gelir. Bu altın halka, köleliğin
yapısındaki dönüşümü simgeler; aynı zamanda sevgili’si ile evlenen sûfînin
evlilik yüzüğünü de simgeler. Halkanın sol ayak bileğine takılması ise sürecin
tamamen bilinçdışmda geliştiğini gösterir ve Allah’a kadınsı teslimiyetin
gizeminin bir parçasıdır.
“Allah kendi kendilerine yardımcı olanlara
yardım eder” sözü yoruma gerek kalmayacak şekilde açıktır, fakat bufalonun
dağlanması çok önemli bir semboldür. Burada bufalolar Zen’in “öküz sürüsü”
tablosundaki öküzlere benzerler. Spiegelman bunu ‘Kendilik’ (self), ‘kendisi
İlâhî olan’ diye tefsir eder.[50] Rüyayı
görenin bir bufalo olması ise onun tümüyle İlâhî içgüdüsel Kendiliği olan
birisi olduğunu sembolize eder, bir bufalo olarak, İlâhî Doğa olarak Allah
tarafından damgalanmıştır. Allah tarafından dağlananlar O’na tamamen
bağlanırlar ve bu olay Hıristiyanlıkta şu şekilde dile getirilir: “Ben
koyunumu tanıyorum ve koyunum da beni tanıyor.” Dağlanmış kişiler için bu dünya
yalnızca,
“O’na ulaşmamıza vesile olma anlamı taşır.
Dağlandıktan sonra normal hayattaki basit bir olay, örneğin Mac Donalds’ta bir
hamburger’i yemek dahi zor gelebilir ve bu onu hasta edebilir. Bufalo etini ve
kokusunu yansıtan hamburger olarak algılanan dünyada, Allah’ın içgüdüsel
Kendiliği’nin bedenleşmesi de rüyada kendini gösterir. İlk önce, dünyayı belli
bir yanılsama olarak gören ve öteyi farkeden biri için fiziksel varlık hiç de
tad vermeyen birşeydir. Fakat sonra, hepsi bir bütün olur ve yaratıcı ile
yaratılma arasındaki ikilemenin mânâsı kalmaz. Bu son öküz sürüsü tablosu
algılanabilir; ne zaman yaşlı adam alışverişe giderse: O kendini ayyaş ve
kasapların arasında bulur ve hep birlikte Budizmi benimserler.”14
Yukarıdaki rüyada Sûfî, Allah’ın bir kulu
olarak algılanırken, aşağıdaki rüyada rüyayı görenin bu dünyanın tüm
zincirlerini kırarak, manevî yolda özgür şekilde ilerlemesi anlatılmaktadır.
Bu rüya, bir adam bizim gruba katıldıktan bir süre sonra onun tarafından
görüldü:
“Bir adadayım ve ada gülen, eğlenen, içki
içen insanlarla dolu, fakat ben çok şiddetli bir kasırganın geldiğini biliyorum.
Bu yüzden adanın ortasındaki bir tepeye gidip buradaki bir ağaca tırmanıyorum.
Fırtına geliyor ve tüm insanlar ölüyor, fakat ben ağaca sıkıca tutunuyorum ve
böylece ölümden kurtuluyorum. Sonra bir korsan gemisi adaya geliyor ve beni
esir alıyor. Ama ben onlara bağlanamayacağımı, zincirlenmek istemediğimi
söylüyorum ve buna korsanlar karşı çıkmadan razı oluyorlar. Onlar beni
kölelerin pazarlanıp satıldığı bir limana götürüyorlar. Buradaki tüm esirler
kağıttan yapılmış zincirlerle zincirlenmişler. Daha sonra kağıt zincirler
yanmaya başlıyor, fakat bu tutsaklara hiç acı vermiyor.”
Rüya, rüyayı gören kişinin bir toplantıda
diğer kişilerle birşeyler içmesi, gülüp eğlenmesi şeklinde başlar. Burada kişi
diğerlerinden izole olmuştur, büyük bir fırtına ve gelgit, ki bu manevî özellikler
taşır, adada bulunan diğer kişilere zarar vermiş ve rüyayı görene
dokunmamıştır. Bu manevî yolun araştırıcıları, araştırmaları ilerledikçe, yani
bu yola bağlılıkları arttıkça etraflarındaki kişilerin ve arkadaşlarının ne
kadar anlamsız, boş,dünyevî işlerle uğraştıklarını düşünürler ve kendilerini
yalnız hissederler. Sizin için bu dünyanın kapısı kapanmış, fakat yeni bir
kapı henüz açılmamıştır.
l*agy, s. 79. Korsan gemisi
tarafından kurtarılıp sonra esir alman kişi buna rağmen zincirlenmemiştir. Bu
esir imgesi aslında rüyayı gören kişinin Allah’a karşı esaretinin bir
göstergesidir, fakat esaret ve zincirlenme olayı burada değişik bir anlam
taşır. Aslında dünyada kendini özgür sayan, özgür olduğunu düşünen pek çok
kişi, içinde bulundukları durumun ve isteklerinin esiridirler ve Arapça’da
“abd” esir, kul, köle anlamına gelir.
İnsanlar zincirlerin
farkına varmadan gerçekten özgür olamazlar; ilginç bir biçimde yalnızca kul
haline gelenler gerçekten özgürleşmiş, kendi nefislerinin yani egolarının
zincirlerini kırmış olurlar. ■
Rüyada, esir pazarına götürüldüğü zaman,
diğer esirlerin zincirlendiğini görür; fakat zincirler kağıttan yapılmıştır.
Bu dünyada, zincirler ancak Hakikat arzusunca tutuşturulup yok edilebilirler ve
rüyada da aynen böyle olmuştur. Zincirler yanmış, fakat esirlere hiçbir şey
olmamıştır. Bu yandığı halde yakmayan ateşin derin bir manevî anlamı vardır ve
bu Hz. Musa’nın yanan çadırının ateşini yansılamaktadır. Bu, Allah’ın, dünyada,
gereksiz, değersiz olan şeyleri eritip yok etmek için kullandığı arıtıcı bir
ateştir, ki burada gereksiz olan şey bu dünyanın esaret zinciridir. Bu nedenle
bu rüyada kağıt kadar zayıf olan esaret zincirinden kişinin kurtulup manevî
yolda ilerlediğini ve daha iyiye yaklaştığını anlayabiliriz.
StMYEVÎ DÖNÜŞÜM
Bu yola dahil olanlarda bir simyevî
dönüşüm süreci olur, bu da kendini tefekkür (meditation) ve büyük bir hevesin
(aspiration) kişiyi sarması şeklinde gösterir. Manevi seyahatta kişi her zaman
yalnızdır ve bu seyahat “tekin Tek olana” seyahatidir. Ama yine de Sûfizmde
kişi yoldaşları ile birlikte öğretmeninin ellerindedir. Bunu simgeleyen bir
rüya aşağıda anlatılmıştır:
“Okulda bir grup bir metali gümüşe
çevirmeye çalışıyor. Biz toprağı süpürüyor ve onun içinden küçük gümüş
parçaları buluyoruz. Amacımız bunları kullanarak gümüş kâseler yapmak. Bunu
yapmaya çalışırken yanımıza bir adam geliyor ve bize gümüşü beş kez
yuvarladıktan sonra kalıba döküp istediğimiz şekli vermemizi söylüyor.”
Simyevî birtakım olaylarla birtakım
maddeler, örneğin kurşun, altına dönüştürülebilir ve Sûfîler bu simyevî
terminolojiyi iç dönüşümün evrelerini betimlerken çok sık kullanırlar. Örneğin
Gazali (ö. 1111) buna Kimya-yı Saadet adlı eserinde değinmiştir. Rüyada
metal gümüşe çevrilmektedir, gümüş ise çok önemli bir dişilik sembolüdür. Aslında
Sûfî yolu kadınsıdır ve aşkın kadınsı kısmını oluşturmaktadır.
Burada dolmayı bekleyep kap, Sûfîlerin
Allah’a erişmesine bir vesiledir. Bu kap bir “gümüş kasedir” ve kalb tezgahında
yapılmalıdır.
^Rüyada “toprağın süpürülmesi” ana madde (prima
materia) olayını aklımıza getirir. Bu, simyevî süreç başlamadan önce olması
gereken bir şeydir. Prima materia, lüzumsuz olan, atılandır:
“Bu madde herkesin gözünün önündedir,
herkes onu görür, dokunur, sever; fakat onu bilmez. O, parlak, berbat ve
hamdır; küçük miktarlarda her yerde bulunur^[51]
Psikolojik perspektiften bakıldığında, bu
dönüşüm olayı, kişinin reddedilen ve değersiz yanını oluşturan bir gölge
şeklinde başlar. “Süpürme”nin de özgür bir Sûfî sembolizmi vardır; Sûfîler “temizlikçiler”
veya “insanlığın çöp tenekesi” diye bilinirler. Bir rüyasında Irina Tweedie
müridleriyle birlikte bir Sûfî büyüğüyle karşılaşır ve onun piskopos olup
olmadığnı bir müride sorar: “Hayır, hayır., o Bhai Sahib (Irina Tweedie’nin
hocası) yolunda olan ve şaka yapmayı, kendiyle ve onu sevenlerle konuşmayı
seven biridir ve o her zaman ‘Naus autres balayeurs’ yani ‘biz temizlikçileriz’
der.”
“Oh, anlıyorum” dedim. “Bunun içindir ki
onlar insanların kalblerini temizleyendirler.”
“Kesinlikle” dedi, mürid.[52]
Sufizmde “çöp tenekesi” olayı bizim
grubumuzdaki bir rüyada şöyle anlatılır: “Çöple dolu olan iki tane çöp tenekem
vardı, öğretici geldi ve bu iki çöp tenekemi kendisinin çöp tenekesine
boşalttı ve sonrada yürüyüp gitti.”
Bu rüyada normal bir metalin gümüşe
çevrilmesini, sonra da öğreticinin söylediği yöntemle eritilip
şekillendirilmesi olayını gördük. Gümüşün kalıba dökülmeden önce beş kez
bükülüp yuvarlanması söylenmişti. Burada beş rakamı bir semboldür ve insanın
beş duyusunu simgeler. Bu beş duyudan gerçekleri kavramak ve iç dönüşümümüzü
gerçekleştirmek için yararlanmalıyız. Bu Jung psikolojisinde simyevî bir
sürecin son evresinin “kırmızılaşma” olayı ile son bulduğu şeklinde anlatılır.
“Birşeyin canlı olabilmesi için onun kanı
olmah. Simyacılar buna “hayatın kırmızılığı” (rubedo) demişlerdir.”[53]
Sufizmde bu ‘kırmızılık’ dünyada iken
dünyada olmama halini anlatır. Nakşibendî tarikatıfım ana niteliği “kalabalıkta
yalnızlık” olarak açıklanır:
147.
“Nakşibendî öğreticileri, öğrencilerine
dünyevî olayları, yaşayışı bir kenara bırakıp tamamen soyutlanmış çileci bir
hayat tarzı yerine onun değerlerine yapışıp kalmaksızın hayata nasıl
katılınacağını öğretmeye çakşırlar. Buna göre, bu yola girmiş kişiler
evlenebilir, aile kurabilir, tüccar veya sanatkâr olabilirler ve böylece
toplumdan da kopmamış olurlar. Bununla beraber, aynı zamanda kalblerindeki
ateşi söndürmeden ve manevî rehber hocalarına karşı tam bir sadakatle
yolculuklarına devam etmelidirler.”[54]
Bu şekilde gümüş beş kez yuvarlandıktan
sonra, alttan ve üstten kahplanmahdır. Üstten kalıplanma Allah’ın inayetini;
alttan kalıplanma ise dünyevî yaşantıyı simgeler.
Bir diğer rüyada prima materia daha
sıradan ve her günkü haliyle ele alınıyor, gene öğretmen rüyayı görene
yardımcı oluyor:
“Bir odadayım ve bu odada bir parti
yapılmakta. Odadaki bir kutu, içinde partiden arta kalan, örneğin ekmek kabuğu
vb, yiyecekler ile dolu. Öğretmenim bana bu arta kalan kurumuş ekmekleri
yememi söylüyor, fakat ben yemek istediğim halde nasıl başlayacağımı
bilemiyorum. Kutuya bakıyor ve bütün bu şeyleri nasıl yiyeceğimi düşünüyorum.
Sonra öğretmenim eline bir kağıt parçası alıyor ve kutunun içinden bir miktar
artık çıkarıyor ve bunları düzenli bir şekilde bu kağıdın üzerine yerleştiriyor
ve sonra da bunları yemeye başlıyor. Ben de bu olayın ne kadar basit olduğunu
görüyorum.”
|Bu rüyada prima materia partiden arta
kalanlardır. Bunlar değer verilmeyen, atılan ve yenmez olan şeylerdir. Fakat
öğretici veya öğretici olarak kişileşmiş daha yüksek Kendilik, bunu diğer
kişiler gibi böyle düşünmemiş ve bunları yemiştir. Daha da önemlisi bunları
yemenin ne kadar kolay olduğunu da göstermiştir. Çünkü manevî hayat kendi
içinde çok kolaydır, ama o, zihinde karmaşık hale getirilir.^
Manevî yol, Alşemik Opus gibi, arayıcıyı
ruhun derinlerine götürür. Dönüşüm süreci yalnızca kişisel bilinç dışında
karanlık bir gölge olarak değil, arketip alanında da meydana gelir. Aşağıdaki
rüyada, rüyayı gören kadın, bir Tanrıça ile karşılaşmakta ve yine de onun
gücünden şüphelenmektedir:
“Arenada kurulmuş bir sirkteyim. Ortada
çadırı havada destekleyen bir direk var. Pek çok insan bu direğin çevresinde,
atlı karıncadaki gibi dönüyorlar. Sonra hayatımda gördüğüm, görebileceğim en
güzel kadını görüyorum. Parmakları ve kulakları yıldızlarla süslü. İsminin
Maria olduğunu öğreniyorum. Sonra arenanın ortasında kaplanlar görüyorum.
Maria ve yanındaki bir adam bu kaplanlarla oynuyorlar ve oldukça da mutlu
görünüyorlar. Sonra kaplanlar dışarı çıkıyorlar; fakat bir müddet sonra geri
geliyorlar, onları içeriye sokmam gerekiyor. Ben onları önce cam bir pencerenin
arkasından görüyorum ve birazcık endişeye kapılıyorum.”
Rüyayı gören kişi Tanrıça Maria ile bir
sirkte, çadırın içinde karşılaşıyor. Çadır ve bunun merkezindeki direk eski bir
Sûfî sembolüdür. Burada direk, müridlerin Allah’a yakınlaşmasını, yaklaşmasını
sağlayan, cennet ve dünya arasındaki bağlantı, bir şeyh anlamına geliyor.
Arena da önemli bir Sûfî sembolüdür; Sûfîlerin kendi nefslerine karşı savaşmak
için toplandıkları bir yer, alan anlamına gelir.
Romalı gladyatörlerin Ave, Imperator,
marituri te salutant (Ey İmparator, birazdan ölecek olanlar, seni
selamlıyor) deyişi de Sûfîlere uygun düşmektedir. Bu arenalarda egonun mağlup
edilmesi gerekir. Bu ölmeden önce ölmek zorunda olan peygamberlere ait bir
durum veya geleneğin yansımasıdır. Bu “ölüm” egonun tam anlamıyla silinip onun
etkisinden tamamıyla sıyrılma anlamına gelmez.
Yalnızca Samadhi ve unio mystica
durumlarında egonun tamamıyla ortadan kaybolduğu belirtilmektedir. Burada
arenada, ego tam anlamıyla çözülüp dönüşmekte ve tamamıyla daha büyük
Kendilik’e, Allah’a teslim olmaktadır. Müridler için bu dönüşüm, bir ölüm, bu
dünyanın ve onun arzularının ölümü olarak yaşanır; amaç ise Sevgili’nin
huzurunda yeniden uyanmaktır.
Burada, yani arenada, rüyadaki kişi Büyük
Tanrıça veya Batıda bilinen diğer bir adıyla Maria ya da Bakire Meryem ile
karşılaşır. “Hayatımda gördüğüm en güzel kadın”, yıldızlarla süslenmişti. Bu,
onun arketipik doğasım göstermektedir. O kaplanlarla oynuyordu. Kaplanlar
Tanrıça için birer araçtılar1’ ve bu onun karanlık kalmış Ürkütücü
Tanrıça yanını göstermektedir. Kaplan Tanrıça’nın gücünü, onun bizim ataerkil
kültürümüzde baskılanmış yanını, ayrışmamış ilksel enerjisini temsil
etmektedir. Bu kadınsı gücün rüyada birden çok kaplar sayısı ile vurgulanması
rüyayı gören kimse tarafından bütünleştirilmesi gereğini göstermektedir. Zaten
“onları içeri sokmam gerekiyordu” demesi ve biraz endişe duyması ancak böyle
anlaşılabilir.
Aşağıdaki arketipal rüya, çok sayıda
karakter içerir. Bu karakterler kişisel ve kollektif bilinçdışı arasındaki
ince ilişkileri göstermektedir.
“İki tane adam var. Bunlardan biri benim
fahişe olmamı istiyor. Ben gerçekten böyle biri olmak istemiyorum, fakat tanımadığım
başka bir kadın, onun teklifini kabul ediyor. O bunu sık sık yapıyor, ama
nedense başka birşey düşünüyor.”
Bu rüya, cinsel fantaziler olarak ele
alınırsa, rüyadaki kişinin çatışmasını gösterir ve bu, ataerkil kültürümüzün
önemli bir parçasıdır, kadın, kendisinin bir adam tarafından kullanılmasına
izin vermiştir. Rüyada iki kadın, iki erkek vardır. Bu dörtlü, evliliği
semboller ve ruhsal bütünlüğü telkin eder, fakat burada cinsel birleşme,
bütünleşmeyi göstermez, yalnızca kadının kullanıldığı anlamına gelir. Burada
Esther Marding'in “bakire” ile neyi kastetiğini anlamamız uygun olur.
“Bakire terimi eski tanrıça anlamına
kullanıldığında bugün-
19E. Neumann, Büyükanne
(Princeton, 1912) s. 183. Çin’de ejderha gücü, kuvveti, kaplan ise dişiliği
simgeler. C.G.Jung’un Toplu Eserleri Vol. 14 Mysterium Coniunctionis
para. 403n.
kü anlamını ifade etmez. Birden çok sayıda
cinsel deneyimi olan kadın, hatta fahişe anlamına gelir... Bir kız eğer bakire
ise kendi kendine aittir. O kendi kendisinindir.”[55]
Bir bakire cinsel deneyimi olsun olmasın
bir adam bağlı olmaktan ziyade, kendi tanrıçalığına, içindeki kendi dişiliğine
bağlıdır. Benzer şekilde, bu rüyadaki fahişe kadın kendi içindeki dişiliğe
saygı göstermeyip ona bir erkeğin isteğinden veya erkeklikten daha az önem
veriyor. “Bilinmeyen kadın” ise, aslında bir gölgesel figür oluşturuyor ve
isteklere tamam diyor, bunu sık sık yaptığı halde ne yaptığının farkında
olmuyor ve başka şeyler düşünüyor. Her zaman olduğu gibi, gölge bilinçsizce
eylemde bulunur: burada rüya kahramanında da, bir bilinçsizlik gözlenmektedir.
Gölge hemen her zaman bilinci sınırlamaya uğraşır.
Rüya tartışılırken rüya kahramanı sonuçta
ve yapması gerektiğini sordu. Bunun üzerine başka birşey düşünmek yerine
yaptığı şeyi farketmesi, kendi dişilik özelliğinin farkında olması ve bunu
erkeklere karşı koruması gerektiği öğütlendi. Birkaç gün sonra aynı kadın
rüyasında bir kaplanın gelip yüzünü yaladığını gördü. Tanrıça ile
karşılaştıktan sonra kendi içindeki Tanrıçaya ve kendi dişiliğine saygı
göstermek zorunda olduğunu, artık bir fahişe gibi davranamayacağını
anlamıştır. İçindeki bu eğilimi farketmiş olduğu endişe ortadan kalkmıştır.
Bunu rüyada kaplanın onun yüzünü yalamasından anlıyoruz. İnsanın içindeki bu
anagücü bütünleştirmesi ve yaratıcı biçimde kullanabilmesi için gölgenin
farkına varması, gölgenin karanlıklardan su yüzüne, bilince çıkarılması
gerekir.
Bu benzer tipteki rüyaları incelediğimde
gölge ve arketipler arasında derin bir içgörü ilişkisi olduğunu farkettim.
Bunun da ötesinde, bizim kültürümüz sonuca ulaşmak için birtakım faaliyetler
yapmamız gerektiğine bizi koşullandırıyorsa da, son rüyada bunun böyle
olmadığını, birşeylerin farkında olma ile de amaca ulaşılabildiğini görüyoruz.
Birşeyler yapma isteği aslında erkeksi bir dürtünün ifadesi iken içsel
gerçekleşme ise kadınsı yaklaşımın bir sonucudur, bu da Tao’nun Yo/u’nda
“Birşeyler Yapmaksızın Çalışmak” şeklinde ifade edilir.[56]
^Bilinç dışının derinliklerinde yatan
yılan soğuk, kanlı, korku veren bir hayvandır ve insan ruhundaki en derin
seviyelerden birinin sembolüdür. Yılanla birlikte ejderha insan ruhundaki ana
gücü semboller. Yol’da ilerlerken kişi bu büyük yılanla karşılaşmalıdır. Çünkü
yalnızca bunun sonucunda da bilinç dışındaki enerji tamamıyla şekil
değiştirebilir. Aşağıdaki uzun bir rüyadan alman parçada rüya kahramanına bir
öğretici böyle bir yılana nasıl yaklaşacağını göstermektedir.),
“Ben bir swamiyi (hindu din öğretmeni)
ziyaret ettim. Onun ik katlı yuvarlak şekilli dairesi vardı. Üst kata çıkmak
için onu takip ettim. Üst katta, bir havuzun kenarında oturmuş çok sayıda
müridi vardı. Sonra öğretmen, içinde sevdiği bir yılan bulunan bu havuza
girdi. Ben de sanki onun bir parçasıydım ve suyun içindeydim. Bu yılan beni çok
korkuttuğu halde, öğretmen hiç korkmamış görünüyordu. Bana yılanla çok çok
iyi dost olduklarını ve yılana tam anlamıyla teslim olduğunu, bu yüzden de
yılanın kendisini öldürmediğini söyledi. Yılan onun arkadaşıydı, çünkü o
yılanı kabullenmişti.”
Bu havuzdaki yılan aslında öğretmenin
ruhundaki, içindeki yılandı ve onlar çok iyi arkadaştılar, çünkü yılan
öğretmen tarafın-, dan kabul edilmiş, benimsenmişti. Opus’un en basit ve temel
ilkelerinden biri de kabullenmedir ve böylece bilinç dışının “olumsuz”
nitelikleri dönüştürülür ve bütünleştirilir. Bununla birlikte bu rüya, olayın
manevî perspektifini gösterir. Rüya kahramanı yılanla, öğretmenle “birleşme”
yoluyla karşılaşmıştır. “Öğretmenle birleşme”, (fena fi’ş-şeyh; şeyh’te yok
olma) Sûfi yolu’nun merkezidir.
İlk defa öğretmene bağlanan, “kendi
benliğini yok edip tamamen onun benliğine giren”[57] mürid, sonunda Allah’la
birleşir (fena-fillah). Fakat bu rüyada rüya kahramanının tam anlamıyla
birleşmesi söz konusu değildir, çünkü, öğretmende gördüğümüz korkusuzca yılana
teslimiyet yerine, bir çekingenlik ve korkaklık vardır. Ama yine de bu önemli
süreç başlamıştır.
Yılan, öğreticiyi öldürmemiştir; çünkü
öğretici ona tam anlamıyla teslim olmuştur ve bu da bize manevî teslimiyetin
nasıl olması gerektiğini gösterir. Onun için tam anlamıyla teslim olan kişi,
ölmüş olsa dahi, öldürülmüş sayılmaz:
“Teslim olup ölenler, sonsuza kadar
yaşarlar, eğer teslimiyet ölümüne mahkum edilirseniz, siz zaten ölmüşsünüzdür.,as
Her manevî yolun özü, teslimiyeti öğrenme,
öğretmen, hayat veya Allah tarafından verileni kabul etme, onunla yetinmedir.
Bir televizyon programında Başrahibe Teresa, bunun ne anlama geldiğini
açıklamıştır:
“Her gün tam bir teslimiyetle evet
demeliyiz. Senin için olmak, onun istediği yerde ohnandır. O, seni caddenin
ortasına koyar ve senden herşeyin alınırsa, sen kendini caddede bulur bulmaz,
bu caddede olduğunu kabul et. Kıpırdama, oraya kendin gelmiş olduğunu düşünme,
oraya konulduğunu kabul et. Bu iki durum, birbirinden oldukça farklıdır. Eğer
Allah ister ve bir sarayda olabileceğini ve burada olmaktan kendin vazgeçene
kadar sarayda olacağını kabul edersen bu tam teslimiyet değildir. O’nun verdiği
herşeyi at; aldığın herşeyi huzur içinde ver, işte böyle yaparsan Allah’a
teslim olmuşsundur. Parçalara ayrılmayı ve her bir parçanın yalnızca Ona ait
olduğunu kabul etmek teslimiyettir. Dünyaya gelmiş tüm insanların gerçekten
gelmesi gerekenler olduğunu kabullen ve ne isen öyle olmaya çalış. Kabul et.
Ve alman herşeyi ver; şanını, şöhretini, sağlığını ver... evet ancak o zaman
özgür sayılırsın.”
Teslimiyet, ne isen öyle olmaya çalışmayı,
derinlerdeki yılanı kabul etmektir; işte Sûfi yolu budur.
Allah’a sürekli teslim olmak, O’nun kölesi
olmak; hiç olmayı arzulayıp O’nunla birleşmektir; bu da bir Sûfî’nin asıl
amacıdır. Bu son rüyada, rüya kahramanı, kendini mihrapta tek başına, elleri ve
ayakları bağlı olarak görür:
“Mükemmel bir evliliğe hazırlanıyorum.
Beyazlar giymişim ve herşey o kadar güzel ki, dünyadaki en muhteşem güzelliğin,
bu olduğunu düşünüyorum. Yalnızca ortada ters olan birşey var, o da etrafta
damadın görünmemesi. Kilisenin merdivenlerinden aşağıya tek başıma iniyorum ve
bütün ailemi sanki herşey normalmiş gibi otururken görüyorum. Sora mihraba
gidiyorum. Papaz, beni burada bekliyor. Kısa bir törenden sonra papaz iki
yüzükten birini her iki el bileğime, diğerini her iki ayak bileğime takıyor ve
beni ters yöne doğru eğritiyor. Sonra karşıya, aileme ve salondakilere
bakıyorum, bu arada onlar beni bu durumda görmeyi düşünemedikleri ve
istemedikleri için, salonu terkediyorlar.”
Bu rüya üç kez görülmüştür ve bâtınî geleneğe
göre, eğer bir rüya üç kez görülürse bu doğru bir rüya olmalıdır.24
Rüya kahramanı mistik bir evlilikten söz
etmektedir. Görün.meyen damat aslına Sevgili’yi temsil eder ve gerçekten de bu
evlilik düşünüldüğü gibi “mükemmel bir evliliktir”. Fakat, törende, evliliğin
işareti olarak geline takılan yüzükler, aslında gelinin esaret altına
sokulması, girmesi anlamına gelir ve bu yüzükler her iki el ve
MKatha Upanishad’da olduğu
gibi, eğer bir şey üst üste üç kez sorulursa buna . cevap verilmelidir. Çocuk
Nachiketas Ölümün Ruhu ile karşılaştığında, ölüm gerçeğini düşünüp
düşünmediğini sorar.
ayak bileklerine takılmışlardır. Daha
önceki bir rüyada, ip cambazının sol ayağında altından bir halka vardı ve o
rüya rüyayı gören kişinin Allah’a kul olması şeklinde yorumlanmıştı. Fakat bu
rüyada kişi, nikah kıyılan yerde, el ve ayağındaki yüzüklerle daha çarpıcı ve
kesin bir esaret, kulluk tablosu çizmektedir; kişi kendi istekleri
doğrultusunda hareket edememektedir. Her iki elin ve her iki ayağın
bileklerden biribirine bağlanması ve ters yönde eğilmesi onu Allah’a götürecek
haça gerilmeyi simgelemektedir. Haç’ta benlik ölecektir; o, yol’a girmiş
olanların arenasıdır. Ve bu noktada ailesi ve çevresi, onu bu halde yani bütün
dünyevî bağlantılardan, koşullanmalardan arınmış olarak gördükleri ve bunu
kendisinden beklemedikleri, yani hayalkırıkhğına uğradıkları içindir ki salonu
terk ettiler. Sûfizmde rüyadaki bu terk edilme, psikolojik değişimin olabilmesi
için gereklidir. Nasıl basit bir meditasyon kalbi etkinleştirip alşemik
dönüşüm sürecini katalize ediyorsa, çok daha fazlası, gerçek teslimiyet
sürecinde hem fiziksel hem psikolojik olarak dünyevî bağlantıları olmakta;
herşeyden vazgeçilip Sevgili’nin şarabıyla dolmayı bekleyen bir boş kadeh
olarak kalınmaktadır.
\Llewellyn Vaughn-Lee 1953 yılında doğdu,
19 yaşından beri Nakşibendî tarikatının üyesidir. İngiliz edebiyatı
öğretmenidir. Jung Psikolojsi bakkmdaki çalışmalarına 1982 yılında gördüğü bir
rüya üzerine başlamıştır. Rüyada kendisine Jung'un çalışmalarını okuması
söylenmiştir. Sbakespeare ve Arketip Psikolojisi üzerine doktora tezi
hazırlamıştır.}
•%-
Aşkın işlev ve
psikoterapi:
Bir sûfî perspektifi
J
UNG, psikolojinin aşkın işlevini,
bilinçdışı ve bilinç içeriklerinin kaynaşması, birleşmesi olarak açıklamıştır.
Tedavi, bilinçdışı ve bilincin arasındaki ayrımın ortadan kalkması ve yeni bir
davranışın açığa çıkması sürecidir. Rüyalar kendiliğinden vuku bulan
fantazilerdir ve yönlendirilmiş fantaziler, aşkın işlevi ortaya çıkaran
materyallerin çok önemli kaynaklarıdırlar.
Sûfî bakış açısından manevî gelişme,
kişinin sınırlı, bireysel perspektifini farkedip, yaratılışındaki tüm
düzeylerin zenginliğini kavrayıp bunu araştırma isteği ile olur. Bilincin dört
yönüyle ilgili teknikler vardır: kozmik boyut, içe dönme, aşkın boyut ve yaşarken
uyanış. Kozmik boyut bilincin genişliği ile ilgilidir ve herşeyin bir parçası
olmak duygusudur. İçe dönme, bilincini etrafındaki şeylerden uzaklaştırıp
iç dünyasını araştırma ve bir yandan da tüm varlıklar ile bağlantısını
devam ettirmedir. A^km boyut aynı zamanda samadbi olarak
da bilinir; yaşamın ötesini kavramadır. Bu durumda, ikilik duygusu
birleşmiş bir durum olarak aşkınlaşır., Yaşarken uyanış ise birinin İlâhî
yaratılışındaki yaratıcılıkla ilişkilidir.
/®ir psikolog olarak, yaptığım incelemeler
sonucunda manevî gelişme yolunda Sûfî öğretilerine ait pek çok yöntemin
psikoterapide çok faydalı olduklarını gördüm. Bu teknikler, Jung’un aşkın işlev
dediği şeyi bekliyor gibi durmaktadır. Yine bu teknikler sayesinde hasta bir
bütünlük duygusuna varabilmekte ve daha önceleri bilinçdışmda kalmış olan pek
çok şeyi araştırıp su yüzüne çıkarabilmektedir. Bu makalede, farklı psikolojik
bozukluğu olan hastaların tedavisinde yardımcı olduğunu gördüğüm yaklaşımları
ele alacağım.^
Kötü bir benlik imgesi, bize o kişinin pek
çok psikolojk problemleri olduğunu gösterir. Hasta ya kendi yakınmalarını dile
getirir, ya da kendini sınırlı kavrayışı, bize böyle birtakım problemleri
olduğunu gösterir. Bilinçteki değişme, kişinin kendini kavramasında da bir
değişime neden olur ve bu da kişiyi psikolojik bir rahatlığa eriştirir.
Bilincin daha önceden de açıklandığı gibi, dört farklı yönü üzerindeki
çalışmalar kişiye farklı bir kişilik kazandırabilir. Bununla beraber, Sûfî
yaklaşımı nedensellik modeliyle pek ilgilenmez. Esas uğraşısı yöneltilmiş
tedavi modelini amaçlamasıdır. Manevî yolda ve yaşamda kişi farklı makamlardan
geçer ve her bir faril makamda da, farklı bir davranış gösterme gereğini
hisseder. Bir problem, kişinin ı endisini geliştirebileceği bir fırsat olarak
algılanabilir. Çözümler, kişinin belirtilerini ortadan kaldırmayabilir, fakat
burada önemli olan problemi çözme isteği ve çabası ve bundan yararlanabilme
düşüncesidir.
Psikosomatik belirtiler, kişinin yaşamını
değiştirme ihtiyacının, isteğinin bir göstergesidir. Eğer bir hasta, göstermiş
olduğu belirtinin ne anlama geldiğini anlarsa, bunları girişkenliği öğrenme,
öfkesini ifade etme, dengeyi başarmaya aktarabilir ve sonra da artık belirtileri
sürdürmeye gerek kalmaz. Görselleştirme ğbi teknikler burada çok etkili
olabilir. Psikosomatik belirtilerini pek çok farklı yöne (ki bunlar, büyüklük,
şekil, durum, içerik, ısı, hareket, yoğunluk ve renk olabilir) göre açıklayan
hastaların, daha sonra her bir yönü sistematik olarak değiştirdiklerini ve
bunun sonucu olarak da belirtilerin kısa zamanda ortadan kalktığını gözlemledim.
İlk önce hastaya problemi hakkında yoğunlaşmasını söylerim. Kolayca
anlaşılabilir ki, bu uygulama hastanın belirtilerini arttıracaktır. Bu
gerçekleştikten sonra, hastada bir güven duygusu oluşur ve bu da onların
sorunlarının pozitif yönde etkilenmesini sağlar, örneğin, başağrısı düzensiz,
ağır, sıcak, zonklayıcı ve kırmızı olarak algılanır. Bu durumda ben hastaya
başağrısım düzenli, hafif, soğuk, durgun olarak; ve nefesini kullanarak da
rengi önce oran, sonra yeşil ve en sonunda da mavi olarak gözünün önüne getirmesini
söylerim. En sonunda da hastayı, ona hâlâ rahatsızlık veren şeyleri de
üzerinden atması için ele alırım ve nefes alıp verdirerek, kendisindeki
faydasız enerjiyi üzerinden atmasını sağlarım. Bu teknik sayesinde hasta
kendisine rahatsızlık veren şeylerden kurtulup, özlemiş olduğu sağlıklı yaşama
ulaşmış olur. Bu yöntemi kullanarak sorunlarından uzaklaşmayı düşünen
hastalar, bu sorunların nedenine, örneğin kişilerarası probleme eğilmelidirler,
aksi takdirde tedaviden sonra aynı belirtilerle tekrar karşılaşmaları
kaçınılmaz hale gelir.
Yüksek tansiyon problemini çözmeye
çalıştımız bir kişide zaman algısını değiştirebilmek gerekir. A tipi
kişiliklerde yüksek kan basıncı görülür ve bunlar devamlı zamanın baskısı
altındadırlar. Kişiyi yaşadığı zamana odaklayan meditasyon teknikleri, nefes
alıp verme egzersizleri ve yönlendirilmiş imgelem (guided imajery) çok faydalı
olan şeylerdir. Bazı hastalarımla, açık havada, doğada yavaşça yürüyüp böyle
giderken, bir yandan da çevrelerini dikkatle gözleyerek çalışmıştım. Bu çalışma
A tipi kişiler için oldukça güçtür, ama zamanla bunlar bazı şeylerin bilincine
varırlar; kişi çevresiyle olan ilişkilerin farkına varabilir, ayrı bulunma,
izole olma duygusundan uzaklaşır. Daha sonra hasta imgelem ve nefes yoluyla
çalışacak hale gelebilir; ardından hastaya sırasıyla kasları gevşetme gibi bir
gevşeme tekniği öğretilir. Doğadaki birtakım şeyleri, örneğin ağacı
gözlemlemesini ve ağaçları gözlemlerken de nefesini tutmasını söylerim. Böylece
nefes alıp vermesi daha sakinleşir, düzene girmiş olur. Ağaç yerine gök,
okyanus, dağ veya çiçekler de kullanılabilir.
Sufızmde de, dört unsurun (anasır-ı erbaa)
arınma nefesleri psikosomatik problemlere çözüm olabilir. Toprak arınma nefesinde
hasta, burnuyla soluk alıp verir. Nefes alırken içine çektiği şeyi, dünyadan
aldığı ve böylece kendi vücut manyetizmasını yenilediği bir enerji olarak;
nefes verirken ise İçindeki enerjiyi ve vücudunun bozulmuş magnetik alanını
kaybettiği şeklinde algılar. Bu nefes alıp verme pratiği, hastaya iç ve dış
varoluş boyutları arasında bir denge kurduğu duygusunu verir. |
Su arınma nefesinde ise, hasta burun
yoluyla nefes alır ve dikkatini başının üstüne yöneltir; İlâhî bir ışığı hayal
eder. Nefesini ise ağız yoluyla verir ve bunu da vücudunun ışıkla yıkandığı
şeklinde algılar. Bu tip solunum pratikleri deprese, utangaç ve suçluluk
duygusu olan kişilerin tedavisinde çok faydalıdır.
Ateş arınma nefesinde, hasta ağzıyla nefes
alır, dikkatini ışın demetine yöneltir ve sıcaklık hisseder. İçine çektiği hava
kalp merkezine eriştikten sonra burun yolu ile dışarı atılır ve bu sıcak hava
dışarıda tekrar ışık demetine dönüşür ve kişinin üzüntülü, kötü hali yerini
neşeli bir hale bırakır. Bu tip solunum egzersizleri aşırı öfkeli, isteğini
geliştirme ve heyecanlarıyla dengeye sokma gereksinmesi olan hastalara çok
faydalıdır.
Hava arınma nefesinde nefes ağız yoluyla
verilir ve kişi boşlukta dağıldığını hayal eder, nefes ağız yolu ile alınır;
böylece kişi kendini çok ferahlamış hisseder. Bu tedavi şekli aşırı içe
kapanık, çekingen ve fiziksel görünümlerini aşın dert edinen kişiler için
kullanılır.
Psikosomatik hastalıklarda olduğu gibi,
deprese hastalarla çalışırken onlara sorunlarıyla çarpışmamalarını, inatçı
olmamalarını, bunun yerine sorunlarının ne olduğunu ve ne anlam taşıdığını öğrenmelerini
öğütlemek daha faydalı olur. Depresyon, hastaların işlerini, ilişkilerini,
hayattan beklentilerini değiştirmeleri gereksiniminin göstergesi olabilir.
Hastaların bilinçlerini uzay içinde genişleten bu imgelerin tekniklerinden çok
fayda gördüklerini gözlemledim. Işıklı ortamlarda bulunma ve onu gözlemleme de
hastalara iyi gelmektedir. Bu tip pratikler hastalarda tam anlamıyla bir iyileşme
sağlamamakta, fakat bunun sonunda kendilerini iyi hisseden hastalar,
depresyonun kesinlikle iyileşmeyecek bir hastalık olduğu inancından
uzaklaşmaktadırlar.
Budist sattı patana
ve ybanas. meditasyonları da depresyonun iyileştirilmesinde başarılı
olmaktadır. Bu pratikler hastaların sınırlı bir kimlik duygusunu
farketmelerinin ötesinde bilincin anlamını değiştirmeyi öğrenmelerini
sağlamaktadır. Böylece depresyonda gördüğümüz kendini toplumdan izole etme ve
toplum içinde sıkılma, rahatsızlık duyma yerine diğer kişilere ve hayata bağlanma
durumu gelişmektedir. Hasta ilk defa, yaşamın sürekli bir kavga, gürültü,
kargaşa ortamı olmadığını ve olayların belli bir uyum içinde yürüdüğünü
farkeder. Bunu başardıktan sonra yaşama bilinçli biçimde katılan
uygulamalardan yararlanabilir. Hasta fiziksel, zihinsel, duygusal ve manevî
bakımdan istediği şeyi görsel leştirmeye cesaretlendirilebilir. Bu ideal
kendilik imgesine hasta ilk anda inanamayabilir ve bunun gerçekleşemeyeceğini
düşünebilir, fakat pratiklerle hasta sağlıklı bir kimlik duygusunu belirgin bir
netlikle kurmayı öğrenebilir. Hasta, sanki bu amaçlar önceden gerçekleşmiş
gibi, çeşitli ortamlarda faaliyete geçebilir ve böyle yaptıkça da yeni ortaya
çıkan daha sağlıklı yaşam tarzına olan güveni pekişmiş olur. Geriye dönüp
baktığında, hasta depresyonsuz bir hayal, kendisi için, tam anlamıyla
yaşanmamış, eksik kalmış, daraltılmış bir hayat olarak düşünür. ‘
Kronik ağrılı hastalarla yapılan çalışmalarda,
psikosomatik hastalıklar bölümünde anlatılan teknikler yanında, meditasyon
tekniklerinin de ağrının iyileşmesine faydalı geldiği görülmüştür. Sufîler de
yaşadığı zamanın ötesinde yaşama veya samadbi 'ye erişme için birtakım
teknikler kullanır. Bunlar genellikle derin bir gevşemeyle başlar; sonra, kişi
düşüncelerini, heyecanlarını, kişiliğini, yani kimliğini yitirir. Vücuttaki
farklı enerjileri, —ki bunlar manyetizma, yaşama enerjisi, ve saf ruh’tur—
ayarlanabilir ve kişi yaşamın güçlerine teslim olur. Samadhi
’yi başarma arzusu çabaya dönüştüğünde insan bir huruç harekatı yapmıştır.
5®n^BFme3îtasyonu sonucunda farklı imgelemler 'küllahılârak,.kişinin.içindeki
iyıTğşfirici kaynaklar harekete geçirilebilir.^ astalar m derin bir gevşemeden
sonra havada uçan merdivenlerin yere doğru alçaldıklarını hayal etmelerini
söylerim. Merdivenlerin dibinde hastanın yukarıya doğru çıkması ve önüne gelen
ve özel bir odaya ait olan kapıyı açması komutu verilir. Hastaya ayrıca tam
bir gevşemeye geçmesi, ama sorulara cevap vermeyi ve yaşadıklarını
aktarmayı'ihmal etmemesi bildirili^|^dadaki hastayı her nesnenin rehberlik ve
iyileştiricilik potansiyeli olduğu hakkında bilgilendiririm. Örneğin, hasta
odadaki bir sandalyeden bahsediyorsa, ona bu sandalyeye oturmasını, genel bilgi
ve tedavi hakkında sorular sormasını, özel birtakım sorulara cevap vermesini
söylerim. Hasta bu yolla hemen her zaman almaya ihtiyacı olan şeyleri
öğrenebilir. Bu da onun içindeki iyileştirici kaynaklar kadar, sezgilerini de
harekete geçirmesini sağlar)
Kronik ağrısı veya hastalığı olan
kimselere faydası olan diğer bir görselleştirme yöntemi ise, onların
vücutlarındaki tek bir hücreyi ve bunun vücutlarındaki diğer hücreler ile olan
ilişkilerini görselleştirmektir. Bu meditasyonun amacı hastaya vücudundaki
farklı organların, sisteînIenn3^bîFüyüm vetempyıcmdeçSî^^hı imgeleyecek
kişi ve evren arasındaki uyumlu dengenin nasıl kurulabileceğini öğretmektir.
Görselleştirme teknikleri olumsuz
duyguların incelenmesinde de çok faydalıdır, önemli bir Sûfî pratiği de kalbin
arındırılması, temizlenmesi alıştırılmasıdır. Bu alıştırmada kalp, merkezî ayna
ile sırlanmış bir küre olarak tasarlanır. Yıllar boyunca bu ayna sırrı
çözümlenmemiş duygular (ki bunlar kızgınlık, suçluluk, korku, küskünlük,
kıskançlık vb.dir) yüzünden lekelenmiştir. ıf
Hastaya beyaz bir ışık demetini soluduğu
ve bunun kalbine giderek, oradaki lekeleri temizlediği ve pisliklerin de
tekrardan nefes yolu ile dışarı atıldığı şeklinde bir imgeleme yapması komutu
verilir. Bu yolla hasta çözmeye hazır olduğu duygularım atabilmektedir. Bu
pratikler olurken, kişiye tekrar aynı duyguları yeniden yaşaması komutu
verilir. Bu durumda ona kalbini bu duygulara kapatmaması, tam tersine kalbini
açık tutması öğütlenir. Benzer bir görselleştirme uygulamasında kişi vücudundan
birtakım iplerin çıkıp diğer insanlara ve durumlara uzandığını ve bunların
birer duygu anlamına geldiğini tasavvur edebilir. Sonra kişi bu ipleri bir
kristal ile keserek daha önceki duygusal bağlarından kurtulduğunu
görselleştirir. Hasta, ipler kesildiğinde bağlı bulundukları yerlerden ışık
çıktığını tasarımında gözlemler.
Sufızmde pek çok değişik görselleştirme
vardır ve bunlar ruhun manzaraları olarak bilinir. Bunlar kişide gizli kalmış
birtakım özel niteliklerin su yüzüne çıkmasını sağlarlar. Bir kişiye rehber olmak
demek, ona sisli bir havada ufukta hayal meyal görebildiği fenere
ulaşabilmesini sağlamak demektir. Hasta fenere ulaşmak ve daha güvenli olan
limana varmak için bulut, rüzgar, şüphe, korku gibi engellerin üstesinden
gelir. Bu tip pratikler, belli bir amacı olmayan kişilerin yaşamlarına yön
vermeleri bakımından faydalıdır.
Bireye kişiliğinde gizli kalmış
nitelikleri açmasında yardım etmek için hastalar kişiliklerindeki güzel
yönleri, sağdan sola doğru akan bir ırmaktan geçen şeyler olarak
görselleştirebilirler. Canlılığını kaybettiğini düşünen biri kendini aslında,
su altında nefes alabilen, yaşam enefjisini yenileyen biri olarak
tasarlayabilir.
{örneğin tecavüz gibi örseleyici bir
olayda kendini kirlenmiş düşünen biri, kafasında, dağlardan akan sularla eriyen
karları düşünür ve bunu temizliğin ve kutsanmışlığm geri dönüşü şeklinde
algılar. Sufizmde insanın iç dünyası yansıtıcı bir aynadır ve bu lekelenemez;
sorun bireyin bu aynadaki yansımayla özdeşleşmesidir. İmgelem hastanın
yaratılışındaki derin anlamları yaşamasına ve bir tümlük duygusuna ulaşmasına
yardımcı olur^
Görselleştirmenin çocuklar üzerinde de çok
etkili olduğunu söyleyebiliriz. Ben bir çocuğun farklı problemlerin çözümünde
onlara yardımcı olabilecek farklı kanalları olan bir televizyon izlediğini
tasarlamasının çok etkili olduğunu gördüm. Her bir farklı kanalda, çocuk
değişik sorunlarını çözebilecek özel bir arkadaş bulabileceğini
tasarlayabilir.
i'Müzik gerek çocukların gerekse
erişkinlerin görselleştİrmele. rinde faydalı olabilir. Müzik kişide tam bir
gevşeme hali meydana getirir ve imgelerin tipine bağlı bir ayarlama yapmasına
yardımcı olabilir. Doğal görselleştirmelerde kuşların ve akan suyun oluşturduğu
müzik çok faydalıdır. Kozmik meditasyonda “uzay müziği,” dinî müzik, örneğin
Gregorien dinî müziği, budist veya hindu dinî müzikleri hastanın inancına
bağlı olarak faydalı olabilir.’»
Eğer bir hasta belli bir
problemi çözmeklçm gerekli birtakım niteliklere sahip olmadığnı düşünüyorsa ona
bu niteliklere sahip bir kişiyi kafasında canlandırması ve bu kişinin o
problemi nasıl ele alacağını, çözümleyebileceğini düşünmesi söylenir. Sonra hastadan
eğer o kendisinde olmadığını düşündüğü nitelikleri taşısaydı probleme nasıl
yaklaşacağını görselleştirmesi istenir. Böylece kişi kendisinde olmadığını
düşündüğü niteliklerin artık varlığını düşünmeye başlar. Bununla bağlantılı
bir meditasyon ideal usta meditasyonu olarak bilinir ve o da yardımcı olabilir.
Kişiye, güç, kudret, merhamet, doğruluk, manyetizma, içgüdü vb. gibi şeyleri
görselleştirmesi söylenir. Hasta bütün bu niteliklerin öğreticiden, ustadan
çıktığını ve kendisiyle bütünleştiğini görselleştirir. En sonunda, hasta ideal
usta öğreticinin kendisinden başka biri olmadığını görür. ’
Jung, aşkın süreç aracılığıyla hastanın
bilincine çıkmasını istediği potansiyelleri tanımasının öneminin farkındadır.
Sûfiler de bu konuda Jung’la aynı fikirdedirler; rehberin (veya terapistin)
görünenin ötesindeki hastada gizli olan nitelikleri hastaya öğretmesi istenir.
Terapist, hastasını ancak kendi kavrama seviyesine eriştirebilir. Burada
anlatılan tekniklerin başarısı, terapistin bu tekniklerle çalışma ve deneyim
düzeyine ve onları yaşamında bir gerçekliğe dönüştürebilme derecesine bağlıdır.
Benim psikoterapi pratiğimde kullandığım
teknikler, hastala> rıma varlık alanlarının tüm düzeylerinde yardım eden
birer araçtirlar. Tekniklerden başka en önemli şey hastayla söylenen sözlerin
ve seansların içeriğinin ötesinde derin bir bağlantı kurma yeteneğidir. Hasta
ile kurulacak derin bir bağlantı ve güvenle çok köklü değişiklikleri kısa
sürede görebilirsiniz. Bu değişiklikler yöntemden daha çok kurulan ilişkiye ve
atmosfere bağlıdır. Benim manevî yoldaki gelişimim bir psikolog olarak
çalışmamla zenginleşti. Hastalarımın dertlerini paylaşarak, sevinçlerine ortak
olarak kendi olgunlaşmama katkı sağladım. Ben psikolojiyi ve maneviyatı farklı
iki şey gibi görürdüm, fakat yıllar sonra bu ikilemin benim için bir yanılsama
olduğunu anladım. Jung’un öğretileri ve Sufızmin öğretileri çok büyük bir uyum
içindedirler ve her ikisi de psikoloji içinde pek çok ortak görüşler
paylaşırlar.
J. MARVIN SPIEGELMAN
GİRİŞ
A ŞAĞIDAKİ Sûfî serüven, ahlâk ve dönüştürme tarzı
ile anlatılmış hikâye, Ağaç: Psikomitolojik Hikâyeler adlı kiX A. taptan
alınmıştır. Bu kitâpta on farklı manevî yolun hikâyesi vardır ve her biri
farklı bir akımın etkisindedir. Budistler, hıristiyanlar, yahudiler, taoistler,
hindular, dini olmayanlar, putperestler, panteistler ve gnostiklerin yanısıra,
bu kitapta hikâyesini Sûfî tarzıyla anlatacak olan bir müslüman vardır.
Girişte, kahramanımız hikâyelerin baş anlatıcısı olarak kendisinden söz eder;
o, kendi dönüşümünü gnostik terimlerle anlatan bir şövalyedir. Sufîmiz ise ilk
önce bu şövalyeyi aydınlatmaya çalışmakta, sonra da kendi kişisel dönüşümüyle
ilgili hikâyesine devam etmektedir. Yazar geleneğin dışında, ama onu takdir
eden birisi olarak, yazdıklarının bu türün gerçeğine uygun olduğunu
düşünmekte, bu nedenle saygı ile anılmayı beklemektedir.
Ben bir Arabım. Ne hıristiyan, ne yahudi,
ne de bunların bir karışımı, yalnızca bir Arap. Ben İsmail ve Esau
kabilesindenim. Arkadaşım şövalyeye benzemem; insanlarla haşir neşir olurum,
onun gibi, Tanrılarla değil. Buna tam anlamıyla doğru diyemeyiz, çünkü yahudiler
ve Hıristiyanların da benimsediği gibi, Allah insanlardan ayrı olarak
düşünülemez, eğer Allah’ı bilmek istiyorsanız, ilk önce insanları,
bizzat insanları anlamaksınız. Kişisel olarak Hıristiyanlığa ve Y ahudiliğe
karşı değilim. (Zaten hepimizin babası mhâyetinde Hz. İbrahim’dir. Hatta
benim insanlarıma karşı pek çok günah işlemiş olsalar bile.) Neyse, sizi
daha fazla dinî polemiğe mafûzbırakmadan bir hikâye anlatmak istiyorum.
Size hürmetlerimi sunuyorum sayın şövalye, çünkü siz de, hepimizin olduğu giEîTAllah’ıri"
bu dünyâdâEFBır arayîcisısınızTYetCT! İşte Hikâyem.
"BıFzamânîarTzalim mavi bir buzağı
vardı. Onu kafanızda canlandırmalısınız. Sizin için mavi bir buzağıyı
kafanızda canlandırmak kolaydır, fakat zalim bir mavi buzağıyı; herhalde çok
zor olmalı. Size onun neden zalim olduğunu anlatacağım. O zalimdi, çünkü
hiçbir şeye önem vermeksizin yalnızca yeşil çimenleri yiyordu. O yalnızca
kendi sahibine ait olan yeşillikleri yiyecek diğer ineklerin yerlerini
azaltmıyor, aynı zamanda komşu bahçenin yeşilliklerinden de otlanıyordu. Bu
otlama aç gözlüce, müthiş ve korkutucu bir iştahla devam ediyordu. O çok büyük
bir buzağı değildi, fakat göze çarpan en önemli özellikleri rengi ve
açgözlülüğü idi. Bu acaip doğa olayının anlamı neydi? Bu buzağı bize niçin
görünmüştü? Bunu bilemiyorduk.
Daha işin başında herhalde herkes bu
buzağının normal olmadığını ve diğerlerinden farklı olduğunu anlamıştır. Acaip
olan renginin yanında, doğar doğmaz hemen sütten kesilmesi, birazcık emdikten
sonra sanki “Bu kadar yeter, ben kendi kendime besleneceğim” der gibi derhal
etrafındaki çimenlerden atlamaya başlamasıdır. O incecik bacakları üzerinde
güç bela durduğu halde, sınırsız sayılabilecek ot yemişti.
İlk önceleri bu gülünç hayvanla hepimiz
eğleniyorduk. Hatta etraf köylerden, kasabalardan, bu acaip yaratığı görmeleri
için pek çok kişi çağırmıştık. Onu evcilleştirmeye de çalıştık, fakat istediğimiz
şeyleri asla yapmadı. Belli bir zaman sonra o artık bizim için bir eğlence
değildi, bilâkis sahibi için çok fazla olmuştu ve o da onu bu oburluğundan
vazgeçirmek için her yolu denedi; onu bağladı, fakat ipini kopardı, kafese
koydu, fakat gece tünel açıp tekrar dışarı çıktı. Artık yalnızca gülünç bir
hayvanla değil, bir canavarla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorduk.
Arapların bazen yaptığı gibi (bir problemi
bir araya toplanarak çözümlemek), biz de komşularımızı bu konuyu tartışmak için
toplanmaya çağırdık. Her birinin farklı bir fikri vardı. Kimileri buzağının
derhal öldürülmesini, çünkü onun toplum için bir tehlike olduğunu
düşünüyorlardı; bazıları ise bunun çok zalimce olduğunu söyleyerek karşı
çıktılar. Diğerleri eskiden saralılar için düşünüldüğü şekilde, bu buzağının
Allah’ın özel takdiri ile yaratıldığını söylüyorlar ve ona saygı
gösterilmesini istiyorlardı. Geri kalan grup ise hâlâ bu durumun gelecek
günlerde düzeleceğinden bahsediyorlardı ve bu gelişmeler ve düşüncelerle
toplantı hiçbir sonuç alınmadan son buldu, herkes haşhaş içmek için dışarıya
çıktı.
Buzağı, yemesine devam etti. Haşhaş
rüyalarında bazı köylüler buzağının gelecekte bir boğa olacağını ve kendisini
doyurmamın o zamanlar hiç mümkün olmayacağını çaresizlik içinde düşünüyorlardı.
Bana sorarsanız aslında bu insanların buzağının bu açgözlülüğü sürdürmesini
istediğini, sonucun ne olacağını merak ettiklerini sanıyordum. Buna karşı da,
Allah’ın takdirine inandığım için dilimi tuttum, haşhaşımı çiğnemeye devam
ettim.
Sonra fevkalâde garip birşey oldu.
Topluluk artık bu buzağı ile başa çıkamayıp, olayı Allah’a havale ettikleri
zaman hayvan kulaklarını havaya dikti ve sanki bunu anlamış gibi davrandı.
Onun anne sütünü hemencecik terkettiğini, otlar dışında'çevredeki herşeye kayıtsız
kaldığını hatırlarsınız. Şimdi ise, komşu topluluğunun yanma yaklaştı, onlara
baktı. Onların ilgisizliğinden şikayet eder gibi bir hali vardı. Sanki ne
yapacağını bilmemenin kararsızlığı içinde görünüyordu.
Yanımdaki arkadaşlar, haşhaşın verdiği keyfe
ve uyku haline rağmen, buzağının bu davranışını farkettiler ve birbirlerine göz
işareti yaptılar. Buzağı onları uzun zaman seyretti ve sonra kendi rızası ile
daha önce onun için yapılmış olan ağıla zıplayıp girdi.
Hepimiz şöyle düşündük: Allah konuşmuştu.
Sizce bu olan için belli bir açıklamaya gerek var mı sayın şövalye? Sanırım siz
de olmadığını düşünüyorsunuz. Benim sözlerimi gerçekten düşündüğünüz zaman ne
demek istediğimi anlayacaksınız. Şimdi başka bir hikâye anlatmak istiyorum.
Yukarıda anlatmış olduğum hikâyemde vermek
istediğim mesajın Allah’ın harikulâde işlerine karışmamak gerektiği olduğunu
anladığınızı sanırım, bay şövalye. Doğa, kendini sınırlar. Bu hiç şüphem yok
ki sizin için çok acı bir ilaç, fakat dinlemeye devam edin.
ppir zamanlar mükemmel güzellikte sarışın bir
kraliçe ormanın ortasında tek başına yaşardı. O uyuyan Güzel değildi, çünkü uyanıktı.
Çok güzel olduğuna inanılan bu kraliçe için doğa ve doğaüstü pek çok şey
anlatılıyordu. O güzel vadisinde tek başına yaşamakta idi. Pek çok şövalye onu
elde etmek istedi, fakat hiçbirisi başarılı olamadı. Yaşadığı yer ısırganlar
ve yapışkan birtakım bitkilerle çevriliydi. Bu bitkilere yakalananın hiçbir
kurtulma ümidi kalmamış demekti ve bu şekilde burası pek çok şövalyeye mezar,
onların kemikleri daha sonra geleceklere ibret olmuştu.
Bir gün, kalbi sizin gibi temiz duygularla
dolu bir şövalye geldi. Oysa diğer şövalyeler ona şan, şöhret, ihtiras gibi
dünyevî duygular ile yaklaşıyorlardı. Bu genç şövalye farklıydı. O gerçekten,
senin gibi, yüce Allah’ı arıyor, Onu kavramaya çalışıyordu. Dünyada pek çok
günah işlemesine rağmen, bu meziyeti yüzünden, affedilenlerden olmuştu.
Şövalyemiz, bir melekten gelen emir
üzerine, nedenini bilmeksizin, peri kraliçenin vadisine doğru yola koyuldu.
Elbette bu kraliçenin mâlumuydu. Onun kalbi erkeklerin istek ve arzuları yüzünden
kaya gibiydi, ama yine de genç şövalyeye merhamet etti. Kraliçe, hiç ona
teslim olmadı; sorularını cevapsız bıraktığı halde onu oralarda yalnız
bırakmadı. Isırgan bataklıklarından, yapışkan otlardan ve diğer şövalyelerin
kemiklerinden kurtulmak için mücadele ederken korunması için ona bir yol yaptı.
Şövalye, sıçrayarak yürüyor, ayaklarında acı hissediyor, hızlı hızlı nefes
alıp veriyordu.
Onu serbest bıraktıktan sonra peri kraliçe
derhal dinlendiği yere geri döndü ve bu beklenmedik misafiri umursamazmış gibi
bir tavır takındı.
Genç şövalye artık normal nefes alıyordu,
bitkilerle savaşmanın verdiği yorgunluğu üzerinden atmıştı ve peri kraliçeye
bakıyordu. Kraliçe onu umursamaz bir haldeydi. Şövalye konuşmaya başladı:
“Hanfendi, buraya niçin gönderildiğimi
bilmiyorum. Fakat buraya bir melek tarafından gönderildiğimi biliyorum ve
sanırım sizden öğrenmem gereken birtakım şeyler var.”
“Şövalye” diye cevap verdi peri kraliçe
“gerçekten çok sıkıcısın. Sana acıdığım için hayatta kalmana izin verdim, çünkü
senin kalbin temiz ve Allah’ı arıyorsun. Benim doğal ve doğaüstü birtakım
şeylere sahip olduğumu ve senin için çok çekici ve cazip olan şeylerin benim
için hiçbir anlam taşımadığını görmedin mi? Git ve senin meleğine de söyle;
ondan da sıkılıyorum.”
Zavallı şövalyenin kılıcı yere düşmüştü.
Bu onun için en büyük hakaretti. Öteki adamlardan farklı, saldırgan, derin,
kibirli görünmesi onu rahatsız etmemiş, acı vermemişti. Kendinin ona karşı
aptalmış gibi görünmüş olmasını da kabul edilebilir olarak görüyordu. Fakat
ona sıkıcı denmesi, onun için en derin yaraydı ve bunun üzerine hiçbir şey
yapmadan bir yere oturdu ve dalgın dalgın bakındı.
Sonra aniden gülmeye başladı. Karnı
ağrıyıncaya dek defalarca güldü. “Evet” dedi. “Gerçekten çok sıkıcı biriyim. Ne
sıkıcı bir adamım! Bir peri kraliçe için buralara, yalnızca bir meleğin sözü
üzerine geliyorum, kendi rızam ve isteğim olmaksızın. Hiçbir sorumluluğum yok,
annesinin küçük şövalyesiyim, ben tamamen suçsuzum belki.” Tekrar tekrar güldü.
“Evet” dedi, ve sesini yükseltti: “Şu kemikleri güneşte ağaran zavallı
adamlar, o kemikler bile benden daha onurlular! Onlar, en azından ne
istediklerini, ne için öldüklerini biliyorlar. Evet hanfendi, sizden özür
diliyorum. Gerçekten sıkıcı biriyim, fakat şimdi evime geri döneceğim ve
yalnızca bahçemle ilgileneceğim.”
Bunun üzerine bizim şövalye geridöndü ve
bu gizemli yerden uzaklaşmaya başladı. Peri kraliçe, pancar gibi kızarmıştı,
şövalyenin arkasından bağırıyordu:
“Sen yalnızca insanın canını sıkmıyor,
öfkeden çıldırtıyorsun! Niçin, sen, sen....” diye öfke ile bağırması üzerine
şövalye duraksadı. Sonra kraliçe ellerini oynatarak bitkileri tekrar harekete
geçirdi. Şövalye bunlardan kurtulmak için yoğun çaba harcıyordu.
Şövalye ile kraliçenin doğal ve doğaüstü
güçleri arasında çok çetin mücadele oluyordu. Şövalye bunlarla başa
çıkamayacağını düşünüyor ve teslim olarak ölmeyi yeğliyordu. En azından öldükten
sonra kemiklerinin kendinden sonra gelecek kardeş şövalyeler için ibret
olacağını düşünüyordu.
Fakat peri kraliçe ne yapacağı belli
olmayan doğasına uygun bir şekilde, onun kolayca ölmesine izin vermedi. Ona bir
kez daha güvenli bir yol açtı. Acaba şövalyeyi o da arzuluyor muydu? Şövalye
büyük bir mücadeleden kurtulmuşcasına yerde yatıyor, sık ve derin nefes
alıyordu. Şaşkın bir yüzle peri kraliçeye baktı ve sanki yalvarırcasına şöyle
dedi: “Hanfendi, benden ne istiyorsunuz? Sizi kendi halinize bırakıp gitmek
istediğim ve hatta beni tekrar yakaladıktan sonra bir köpek gibi ölüme razı
olduğum halde şimdi niçin bana izin vermiyorsunuz?”
Peri kraliçe öfkelenip haykırdı. Onu
tekrardan bitkileri ile saracak iken birden bundan vazgeçti ve gülmeye
başladı. O, daha önce şövalyenin güldüğü gibi gülüyordu; derin, içten, fakat
kendi kendine hafif bir burukluk hissederek.
“Şövalye” dedi, “senden özür diliyorum.
Sana yaptıklarımın yanlış olduğunu anladım. İtiraf etmeliyim ki seni isteyip
istemediğimi bilmiyorum. Birinin senin için dayanılmaz, çekici olduğunu bilmek
ve bunun için dünyevî birtakım doğal ve doğaüstü şeylerden vazgeçmek çok ulvi
bir duygu olmalı. Evet, sanıyorum sen kazandın, çünkü sen gerçekten Allah’a
nasıl kul olunacağını biliyorsun. Çok öfkeliydim, çünkü sen beni istememiştin,
zaten ben de o zaman seni istediğimi bilmiyordum.”
Şövalye yaralarını sardı ve başını
salladı. “Hanfendi, ben artık ne istediğimi ve hatta Allah’ın ne istediğini
bilmiyorum ve sizin ne istediğinizi öğrenmek de benim çok ilgimi çekmiyor.
Budistlerin haklı olduğunu düşünmeye başladım. İstekler ve arzular, gerek Allah
ve gerekse insanlar için, cahilliğin temelidir.” Bu şekilde konuşarak
dizlerinin üzerine çömeldi ve yumruklarıyla toprağı dövmeye başladı.
Şimdi, şaşırma sırası kraliçedeydi.
İncinmişlik ve öfkeyle şövalyeye baktı ve ağlamaya başladı. Onun bu hareketine
şövalye de şaşırmıştı ve yavaşça ona yaklaştı ve “Hanfendi” dedi, “Niçin
ağlıyorsunuz? Sizi üzmek istememiştim.”
“Beni üzmedin, aptal şey!... Evet üzdün.
Sana seni istediğimi söylediğim halde beni önemsemedin. Bunun bir kadına,
insana veya kutsal bir varlığa karşı işlenebilecek en büyük günah olduğunu
bilmiyor musun!” deyip aniden kalktı ve bir adım uzaklaştı.
Şövalye kendi kendine düşündü ve sonra
“Evet, bence bir kadın buna lâyıktır, yok hayır bir kadın değil, çünkü kadın
daha İnsanîdir; bir tanrıça, peri kraliçe veya ruh buna daha layıktır. Kraliçe
ölümün ne olduğunu düşünmeksizin kendisini aramaya gelecek yüzlerce insanı
öldürmenin düşüncesi içindeydi. Evet, hâlâ yarışıyorum ve onu gerçekten
isteyip istemediğimi bilmiyorum. Fakat onun öldüreceği insanları beklemesinin
beni hiç ilgilendirmediğini düşünüyorum.”
Şövalye yaralarını sardı. Artık hiçbir
kibirlilik duygusu taşımıyordu. Peri kraliçe, bir uca oturmuştu ve oldukça
hırçın görünüyordu. Uzun zaman bir uçta biri, öteki uçta diğeri birbirleriyle
ilgilenmeksizin oturdular. Fakat sonra bir ara birbirlerine baktılar ve
gülümseyerek birbirlerine sarıldılar.
Bu hikâyemde de sana birşeyler öğretmek
istediğimi anlamışsındır, bay şövalye. Sana hayatında yardımcı olacak birtakım
yollar gösteriyorum çünkü, sen ahlâk kurallarına sahip çıkan, onları benimseyen
birisin.
Kendi deneyimlerimi sana anlatmadan önce,
kendim hakkında birtakım şeyler söylemek isterim. Ben yakışıklı biri olarak
bilinirim, her ne kadar böyle şeyler sevilen kimseye göre değişse de buna
inanıyorum. Aynı zamanda onurlu bir insan olarak da tanınırım. Fakat bu onur,
anlattığım hikâyedeki şövalyenin onurundan farklıdır. Ben sevgide, aşkta
onurluyumdur, yalnızca o kadar. Ahlâk anlayışım da farklıdır. Bay şövalye her
seferinde yatışmak için Tanrı’nın öfkeli bakışı yok bende. Benim İlahi Aşk’m
hizmetçisi olduğum söylenebilir, ama bunu çok abartarak anlatmaktan, çok-tanrıhlığa
yer açmamak ve Allah’ı gücendirmemek için kaçınıyorum. Sevgime hizmeti, yüce
Yaratıcıya yapılmış bir hizmet olarak görüyorum. Bu yanım benim en derin
tabiatımdır ve beni buraya yalnızca kendim olduğum için Allah getirdi.
Genç iken, buradan çok uzaklarda bir
şehirde yaşardım. Çok çalışkan ve ciddi bir öğrenciydim. Kitaplarım ve
tasarılarımla çok ilgilenir ve iyi bir doktor veya matematikçi olmak isterdim.
Çok ünlü bir ailem vardı. Devletin önemli kademelerinde çalışmışlardı. Ben de
dededen kalma bu ünü devam ettirmek istedim. Sessiz ve düşünceli bir insandım,
fakat hayattan kopuk değildim. Arkadaşlarımla olmaktan zevk alırdım. Ailemin
varlığının verdiği lüks ve refahtan mümkün olduğunca faydalanırdım, fakat
derslerim zevklerimden önce gelirdi. Çok saldırgan, geçimsiz biri değildim.
Çok güçlü bir vücudum olduğu halde bunu etrafımdakilere kanıtlama gereği
duymazdım. Bunlar bir insanda olması gereken şeylerdi. Daha önceden bir âlim
veya doktor olacağım çok belli olsa gerek, Arap topraklarında bile hiç kimse
benim böyle bir çılgınlık yapabileceğimi beklemiyordu. Neden bu şekilde
düşündüğümü sonra daha iyi anlayacaksın.
Hayatım mutlu ve başkalarıyla dostça
geçinerek sürüp gidiyordu. İyi bir kızla nişanlandım. Her ikimizde çok
mutluyduk, birbirimizi seviyorduk. Evlenmemiz benim için çalışmalarımın
bitmesini bekliyordu ve yalnızca birkaç ay kalmıştı. Kendimi huzur içinde
hissediyordum.
Bugün, sokaktaki kitapçı dükkânının
vitrinlerindeki eski bir cildin sayfalarını karıştırırken birden gözüm birinin
gözlerine takıldı. Bunlar hayatımda görebileceğim en güzel bir çift siyah gözdü.
Kız baştan aşağıya kadar tesettürlüydü, yalnızca gözleri görünüyordu. Onu
gördüğüm zaman kalbim inanılmaz derecede çarpmaya başladı. Aptalca birşey
belki, ama sanki bir okun kalbimi delip geçtiğini hissediyordum. Daha açık ve
net bir şekilde söylemek gerekirse, ona tutulmuştum. Ona tekrar rastlamayı,
gözlerimle onu süzmeyi ve ona sahip olmayı istiyordum.
Bir süre sonra yanında bir hanım olduğu
halde gözden kayboldu. Acele ile onları aramaya başladım, fakat bir türlü bulmaya
muvaffak olamadım. Temellerim sarsılmıştı, bu kızı tekrar görmezsem
yaşayamayacağımı biliyordum. Çalışmalarım, evliliğim, kariyerim hepsi bana
birer yanılsama gibi geliyordu. Onu her tarafta sordum, fakat yalnızca bir tek
gözlerinden onu nasıl tarif edebilirdim. Ama bu gözler hayatımı değiştirmeye
yetmişti.
O akşam çölde, kumlar üzerinde kederli ve
düşünceli bir şekilde yürüdüm durdum. Sanki ufukta gururla duran altın güneşi,
ışığını yansıtmıyormuş da kendisi kendi ışık kaynağına sahipmiş gibi duran
hilâl ayı seyrettim. Sonra bir kayanın üzerine oturarak başımı iki elimin
arasına aldım. Ne yapmalıydım? Bu hayatı onsuz geçiremezdim. Düşüncelerimde
devamlı o vardı. Sonra akşamın yerini geceye bıraktığını ve titrediğimi
hissettim. Pelerinimi omuzlarıma aldım ve yürümeye başladım. Amaçsızca
yürüyordum. Bir süre sonra karşımda yanan kızıl kamp ateşini gördüm.
Ateşe doğru yaklaştığımda, ateşin yanma
oturmuş, akşam yemeğini hazırlamaya çalışan yaşlı, kartlaşmış bir kadın
gördüm. Bana kısa bir bakıştan sonra işine devam etti. İçimden hiçbir konuşma
isteği gelmeksizin onun ateşinin yanma oturdum. Uzun süre birbirimizle
konuşmadan oturduk. Sonra bana yaptığı çorbadan bir tas verdi, çok büyük bir
mutlulukla kabul ettim. Bu çorba belki benim donmuş kemiklerime ve durgunlaşmış
kalbime iyi gelirdi.
Kadın konuşmaya başladı: “Aşkta yitip
gitmiş genç bir adam görüyorum. Gerçek aşkı bulmuş fakat bu sefer de kendini
kaybetmiş birini. Dorukta bir vecd, dipsiz bir kuyuda acı görüyorum.” O içimi
okudu. Bu sanki Allah’ın yazgısı, kaderimdi. Huzur bulmuştum. Eline bir gümüş
sıkıştırdım ve şehre doğru yürümeye koyuldum.
Şehre geri döndüğüm zaman, hâlâ sakin
görünüyordum, fakat içimde onunla tekrar karşılaşabileceğim düşüncesiyle artan
bir heyecan vardı. Onu bulacağımı ve bunun da hayatımı değiştireceğini
biliyordum. Allah’ın da bunun böyle olmasını istediğini biliyordum. Bu
duygularla kendimi ayaklarımın yönlendirmesine, beni onunla ilk kez göz göze
geldiğimiz kitapçı dükkânının bulunduğu sokağa getirmesine izin verdim.
Gece olduğu için kitapçı dükkânı
kapanmıştı, fakat caddede hayat devam ediyordu. Akşam namazından sonra insanlar
camiden dağılıyorlardı. Onların arasında, karşı kaldırımda duran bir kız
ısrarla bana bakıyordu. Nefesimi tuttum, dizlerimin titrediğini hissediyordum,
gözlerimi ondan alamıyordum. Yavaşça caddenin karşısına doğru yürümeye
başladım.
Yanma vardığımda elimi omuzuna koydum ve
gözlerine bakmaya başladım. Sanki gözleri beni içine almak istiyor gibiydi. Nefesim
acı ve coşkunun bir olduğu bilinmez derinliklere dalmıştı. Birbirimizle hiç
konuşmadık. Söyleyecek birşey bulabilir miydik acaba? Onu satamazdım, çünkü bu
şekilde böyle bir hareket iyi karşılanmazdı. Bu zaten bana da ters geliyordu.
Birbirimizi birkaç saniye süzdükten sonra, elime bir not sıkıştırdı ve hemen
yanımdan uzaklaştı. Uzun zaman orada öylece mıhlanmış gibi kaldım. Kendimi
hipnoz olmuş gibi hissediyor ve bu mutlu halimi kaybetmemek için hiçbir şey
yapmıyordum.
En sonunda elimi kaldırıp notu tuttum.
Kaybetmemek için sıkıca tutuyor, bir yandan da karıştırmamaya çalışıyordum.
Onu orada okumayı istemiyordum, çünkü buranın pek güvenli bir yer olmadığını
düşünüyordum.
Hızlıca eve ve sonra odama girdim.
Mektubun bana vereceği heyecanı hissetmek istiyordum. Kelimeler basit ve
açıktı: “Seni seviyorum. Yarın akşam görüşelim.” Daha ne söylenebilirdi? Kitaplardan
ne kadar çok şey okumuştum, fakat hiçbiri bunlar kadar önemli değildi.
O akşam çok zor uykuya dalabildim, içimde
bir istek ve huzursuzluk vardı. Penceremden dışarıya, aya bir baktım. Bu beni
ve hırçın kalbimi bir miktar sakinleştirdi.
Bir sonraki gün, kimseye
farkettirmeksizin, normal yaşantıma devam ettim. Kimsenin heyecanımı onlardan
gizlemeye çalıştığımı anladığını sanmıyorum. İlk defa o gün bir insanın iki
farklı yerde birden yaşayabileceğini anladım. Her ne kadar bunlardan biri rüyada
bile olsa. Acaba hangisi rüya, hangisi sahici idi? Benim için bunu bilmenin
önemi yok. Öteden beri edindiğim bir alışkanlıkla taşıdığım düşüncelerim şimdi
sahip olduğum duyguların karşısında bir hiçti. Bu duygular bana hiç tatmadığım
bir zevk veriyordu.
O akşam kitap mağazasının karşısındaki
dükkâna gittim. Kafamda bir plan canlanıyordu, fakat niyetimin daha ne
olduğunu tam anlamıyla bilemiyordum. İçimde bir ürkeklik de vardı. Acaba
hayatımın ışığı bu kadın benim karım olamayacak mıydı: Allah’tan gelen bu
beklenmedik hediye, beni sülalemin ününü devam ettirmekten alıkoyacak mıydı?
Bu mantıksız bir düşünce olarak da görünmüyordu. Ailem anlayışlı ve sevecen
insanlardı, aşkın ne olduğunu anlarlardı. Nişanlım da çok anlayışlı biriydi ve
şehirdeki delikanlıların aradığı tipten bir kızdı. Yine de bu düşüncelerimin
birer heves ve yanılsama olduğunu düşünüyordum. Ama doğrusunu söylemek
gerekirse, neden olmasın diye de düşünüyordum. Üzerime bir hüzün çökmüştü.
Bir süre sonra hüznümden eser kalmamıştı,
çünkü sevgilim karşımdaydı. Yüzü, sanki ayın bulutların arkasına gizlendiği
gibi peçenin altına gizlenmişti ve o karanlık gecede etrafa ışık saçıyordu.
Yan yana geldik, ellerimizi tuttuk ve şehrin dışına, çöle doğru yürümeye
koyulduk. Bir kelime bile etmeksizin bir vahanın yanma geldik ve suyun kenarına
bir yere oturduk. Ay, ö yumuşak ışığıyla her yeri aydınlatıyordu ve hafif esen
bir rüzgâr hurma ağaçlarının yapraklarını kımıldatıyordu.
Ellerimiz kollarımızdan omuzlarımıza
yönelmişti. Şimdi omuzlarımızı tutuyorduk. Bunu yaparken ikimiz de sanki aynı
anda birbirimizi sarmak, kavramak, sıkmak istiyor gibiydik. Yüzündeki peçeyi
kaldırmaya cesaret edemiyordum. Bunu yapmaktan tüm arzuma rağmen çekiniyordum.
Bunun yerine, ellerimin omuzlarından aşağı doğru serbestçe inmesine izin
verdim. Vücudunun hatlarını hissedebiliyordum. Sanki birşeyler parmaklarımdan
girdi, kollarımı dolaştıktan sonra vücuduma ulaştı ve hurma yapraklarının
rüzgardan titrediği gibi beni titretti.
Ellerim sanki benden bağımsız hareket
ediyorlardı. Yolculukları onun kalçalarında sona ermişti. Bir müddet tereddüt
ettikten sonra, büyük bir ihtirasla onu kavradım. Onu kendime doğru çektim ve
arkasından çekerek kendime doğru bastırdım. Fakat bu kadar güce hiç gerek
yoktu, çünkü o zaten kendini salıvermişti. Vücutlarımız birbirine âdeta
kaynamıştı.
Uzun süre bu şekilde kaldık. Vücudunun
sıcaklığı ve aşkı şahlanmış arzularımı sakinleştirmiş ve yeniden
insanlaştırmıştı. En sonunda, yavaşça peçesini kaldırdım ve dudaklarından
öptüm. Bunu yapmadan önce o beni dehşete düşüren yüzüne bakmak gereği bile
hissetmemiştim. Gözlerimiz kapalı, ruhlarımız öpücüğün derinliklerinde
buluşmuşlardı. Belli bir zaman sonra ağızlarımız açıldı ve birbirimizin dillerini
hissediyorduk. Şimdi tam mânâsıyla birbirimizi kavramıştık, sarılmıştık; bazen
şiddetlice, bazen nazikçe.
Bu kadarı yeterdi. Birbirimizden ayrıldık
ve oturduk, sonra birbirimizi seyretmeye koyulduk. Bilmem onun sevimli olduğunu
söylemeye gerek var mı? Gözleri yüzüyle bütünleşmişti. Büyük ve duyarlı
dudakları, yuvarlak yanakları ve gamzeleri ile mükemmel ve seyri doyumsuz zevk
veren bir yüzü vardı. Birbirimize gülümsüyorduk. Bu gülümseme yüzümün
hoşnutluktan kızarmasıyla son buldu. Sonra ben onun başını tekrar ellerimin
arasına aldım ve bir kez daha öptüm. Fakat bu seferki daha hızlıydı ve
düzenliydi, sanki bu iş böyle olur der gibi.
Birbirimize bakıp gülmeye başladık.
Yüzündeki ve gözlerindeki neşe ve güzellik şimdi, ilk gördüğümdekinden çok
fazlaydı. Onu bana yüce Yaratıcının gönderdiğini düşünüyordum.
Birkaç kelime konuşmalıydık. Benim ilk
söylediğim “Seni seviyorum” oldu. O da başını salladı ve beni öptü. Kelimeler
de neydi? Mantıksız, anlamsız araçlar. Evet, hemen hepsi yersizdi. Onun adını,
geçmişini, oturduğu yeri, doğduğu yeri bilmiyordum. Bunların hepsini bilmek
benim geldiğim yerde çok önemlidir, ama şu anda benim için hiçbir önemleri yok.
Fakat, hayır bu doğru değil. Benim için önemli, fakat bunları sorarsam onu çok
gücendiririm. Zaten o da bana birşey sormadı ve söylemedi. O bana bakıyor,
bazan kara elleriyle dokunuyor ya da ben ona dokunuyordum; benimle hurma
ağaçları arasında, suyun kenarında olmaktan hoşnut görünüyordu.
Zaman epey geçmişti ve gitmemiz
gerektiğini söyledim.
“Yarın?” diye sordu.
“Yarın,” diye cevap verdim. Bulutlu ay
ışığı altında, el ele, şehre doğru yürüdük ve buluştuğumuz yerde birbirimizden
ayrıldık.
Evde biraz düşündüm. Niçin birbirimizle
konuşamamıştık? Yoksa bir kâhin gibi, o da bu aşkın trajedi ile sonuçlanacağını
mı düşünüyordu? Bu düşünceyi kafamdan silip atmaya çalıştım. Yarın, hayaümızı
konuşup planlamamız ve onu zevkli hale getirmemiz gerektiğini düşündüm, ve
kâhinlerin sık sık yanıldıklarını kendime telkin ederek rahatça uykuya daldım.
Uyandığımda, rüya gördüğümü sandım. Fakat bunu kavrayamıyordum. Neydi bu?
Birden falcının sözlerini hatırladım:/Aşkını bulduğunu, fakat kendini
kaybettiğini görüyorum. DoruktHıir vecd ve dipsiz bir kuyuda acı görüyorum.”
Bunlar bir rüya mıydı? Sanmıyorum. Sonra aniden aklıma onun trajik veya trajedi
ile sonlanan hiçbir şey söylemediği geldi. Sevdiği yüzünden kendini kaybetmek,
aslında kendi kendini bulmak anlamına da gelebilirdi. Vecd ve acı trajik
birtakım şeyler olmayabilirlerdi. Bu düşüncelerimle biraz ferahladım, fakat
yine de aklımın bir köşesinde korku hissi vardı. Çılgınca fantazilere sahiptim,
fakat bunlar daha tam anlayamadığım bir kaynaktan geliyorlardı. Bunların
hepsini kafamdan silip attım ve günlük yaşantıma tekrar döndüm)
O gece tekrar buluştuk. Kafamdaki onunla
ilgili bütün korku dolu düşünceleri bir kenara attım. Çöle doğru hızla
koşarcasına yürümeye koyulduk. Aysız gökyüzü bayağı karanlıktı. Vahada eski
yerimize vardığımızda büyük bir ihtirasla birbirimize sarıldık. Oldukça
kabarık isteklerim vardı. Onu çok istiyordum. Onun da beni çok arzuladığı
belliydi. Beceriksizce ve ihtirasla ellerim titreyerek elbiselerini çözüyordum.
Birden onun direnç gösterdiğini farkettim. Bunun bekâretinin göstergesi
olduğunu düşündüm ve arzularımda daha da va ışileştim. Onu ellerimin arasına
çektim, kavradım ve sarıldım, sanki vahşi bir adam gibi.
Herşey bitmişti. Kendimi kaskatı ve soğuk
hissediyordum. Sonra onun ağlamasını duydum ve gözlerine baktım. Karanlık olduğundan
yalnızca bağırışını, çığlıklarını duyabiliyordum, Onabakamıyordum. Döndüm ve
koşmaya başladım. Çölün derinliklerine, karanlığın derinliklerine doğru
koştum, içimdeki şeytanî içgüdüyü bilerek ve bunu tüm dünyadan, hatta kendi
kendimden gizleyerek.
Tükeninceye dek koştum ve bir yere yığılıp
kaldım. Çaresiz ve karışık duygularla doluydum. Tükenmeyle kin, çaresizlikle
şaşkınlık birbirine karışmıştı. Doğru dürüst nefes almaya başlayınca tekrar
koşmaya başladım. Koşuyordum, çünkü içimdeki şiddeti baskılayacak tek şey
koşmaktı. Tekrar tükendim ve olduğum yere yıkıldım. Bütün gece koşmalıydım,
fakat sonunda tam anlamıyla tükenmiştim ve uykuya daldım.
Uyandığımda sakindim ve heyecansızdım.
Açıkça kendimin ne olduğumu gördüm: sevgisiz bir adam. Ruhumun bir köşesinde
gizli kalmış sevgisizlik gerçeği, soğukluk, katıhk ve vahşilik duyguları benim
daha önce kendimde olduğunu fark edemediğim duygulardı. Oyunlara ve düellolara
niçin düşkün olduğumu anlamıştım. Bu centilmen olduğum için değil, alim biri
olduğum için hiç değildi, fakat sevgisiz, güvensiz biri olduğum içindi.
Korkumun ne olduğunu anladım ve onu baskıladığım için pişmanlık duydum. Bundan
başka kendim ve hayat hakkında hiçbir şey bilmediğimi de anladım. Dünyada kim
ve ne olduğumu öğrenmeli ve içimdeki bu sevgisizliği yargılamalıydım.
Sakince şehre geri döndüm. Sevdiğim
insana, bir arkadaşımın vesilesi ile, ne yapmak istediğimi anlatan bir mektubu
gönderdim. Bana gerekli birkaç şeyi aldıktan, ailem ve nişanlımla vedalaştıktan
ve onları merakh yüzlerle terkettikten sonra yola koyuldum. Neden onları
yalnız bırakacağımı anlatmaya çalıştım, fakat hiçbiri anlayamadı. Fakat
ayrılmalıydım ve ayrıldım.
IV
Baba yadigârı evden ayrıldıktan sonra
denizyoluyla seyahat etmem gerektiğini düşündüm. Şimdi bende ortaya çıkan
önceden düşündüğüm, ruhumda kalmış herşeyin tam tersiydi, herşeyi bırakmalı,
dünyada ters bir yönde gitmeliydim.
Deniz yolculuğum oldukça uzun ve
olaysızdı, hiçbir talihsizlik olmadı. İnsanlar bana karşı oldukça kibardı.
Gemideki günlerimde kendimi anlamak ve başımdan geçen olayları düşünmek için
bolca vaktim olmuştu. Zamanla kendimi daha iyi anlayabiliyordum. Kendim
hakkında belli bir bakış açısı yavaşça kafamda belirginleşiyordu. Kendimde
neyi keşfetmiştim? Çok derin bir aşktan sonra tam karşıtı duygulara sahip
oldum, her ikisini aynı anda tadarak. Sevgilime rastlamadan önce kendi halinde
yaşayan bir insandım. Ona rastladıktan sonra çok iyi ve çok şeytanî duygulara
sahip olduğumu anladım. Şimdi şiddetten neden kaçtığımı anlıyorum, çünkü aç ve
tehlikeli bir sırtlan benim ruhuma yerleşmişti. Onun varlığı beni artık
şaşırtmıyordu, çünkü Allah bana benim sevgim olarak vermişti, fakat onun için
birşeyler yapılmalıydı. Bu sırtlanın beslenmesi gerektiğine karar verdim. Eğer
iyi beslenir ve hoşnut edilirse ruhumun iyi yanlarını böylesine yiyip bitirmez,
kalbim sevgisini israf etmezdi. Fakat nerede beslenmeliydi? Tabii ki diğer
çakal ve sırtlanların beslendikleri yerlerde. Çocukken okuduğum hikâyelerden,
gemicilerin ve askerlerin arasında nasılsa uygarlaşmış vahşi bir orman
olduğunu biliyordum. Benim sırtlanım öldürmek istemiyor, yalnızca tüketmek
istiyordu. Bu yüzden denizci olmayı seçtim, bir deniz avcısı oldum ve böylece
atalarımın donuk geçmişini ve içinde bulunduğum anın taleplerini düşünüp kavrayabiliyordum.
O zamanlar savaş olduğu için beni kabul
edecek gemi bulmam da kolaydı, çünkü bu gemiler de çalışmak için insan gücüne
ihtiyaç oluyordu.
Bindiğim geminin adı Victory idi. Buradaki
tayfaları gözümde kolayca başka biçimlere giriyorlar, onları değişik
algılıyordum. Onların ruhları bana birer hayvan olarak görünüyordu, benim ruhum
gibi. Bunların içinde, yaşlı uyuz bir aslana benzeyen bir kaptan vardı, her
zaman diğer hayvanlardan kendini ayrı tutuyordu. Onun yardımcısı ise vahşi,
küstah bir akbaba idi; bize onun ihtiyaçlarını karşılamaktan başka bir işe
yaramayan aşağılık yaratıklar olarak bakıyordu. Benim okuduğumu öğrenince bana
ilk verdiği iş, gemide verilebilecek en aşağılık iş oldu. Belki de bunu
yapmakta haklıydı, çünkü ben de bilmeyerek de olsa oldukça küstah duruşluydum,
bu da beni gemideki diğerleri gibi bir hayvan haline sokuyordu. Onun
dediklerini, zayıfların güçlülere karşı kullandıkları ince taktiklerle
yapıyordum.
Yelkenci kurnaz bir gelincik gibiydi:
açıkgöz, zeki ve kendi işirtlKrtD-JUri 1 A R 6 1 İN L» rt D 1 X\ n 1 A 1 E
ni halledebilen cinsten. Diğer gemiciler
ise, zeki bir kaplan, benim gibi bir sırtlan, çok değişik cinslerden köpek ve
kediler. Kaplanla yakınlaşmaya karar verdim. Bu kaplan avı yakaladığı ve
sırtlan da arta kalanlarla karnını doyurduğu için değildi; bu seçime yol açan
sırtlanın bir düşmanı, yani akbaba idi.
Böylece denizde ilk günlerimiz huzurlu ve
barış içinde geçti. Hayvanlar pençelerini birbiriyle küçük kavgalar çıkartarak
törpülüyorlar, acıktıklarında güverteye koşturuyor, sonra sessizce işlerine
dalıyorlardı. İşte bu sırada onları ruhlarındaki hayvanlardan ayırt etmek
mümkündü. Kendimi çalışmalarımdan dolayı bir aslan gibi görmediğimi
biliyorlardı; bunu ben de kolayca kabullenebilirdim. Ben onlara, avları ne
olarak gördüğümü ve onları hangi hayvanlarla özdeşleştirdiğimi anlattığımda
ise hepsi kahkaha ile gülüyorlardı. Bu onlarda benim, kendi kendimi gerçekten
bir hayvan olarak gören ve daha az güvenilmesi gereken biri olduğum yargısını
kazandırmıştı.
İlk uğradığımız liman Mısır’daydı ve çok
aç bir şekilde, birşeyler bulup yemek düşüncesiyle karaya çıktık. Kaplanın
peşine takıldım. O yaşlı ve usta bir avcıydı. Diğer sırtlan, kedi ve köpekler
de onun arkasındaydı. Bizi bir geneleve getirdi. Burada her renkten, ırktan
hayvanlar bize aşırı bir sevgi ve ilgi gösteriyorlardı. Şişman, zayıf, uzun ve
kısa olanlar, domuzlar, kediler ve benim gibi sırtlanlar vardı. Kaplan
kendisine iri yarı, sevimli bir domuzu seçtikten sonra diğerleri de birer tane
seçtiler. Benim sırtlanım ise yemeyi tercih etmedi. îyi sözlere, iltifatlara
rağmen özür dileyerek izin istedim ve aşağı kata inmeye başladım.
Sırtlanımın bu huysuzluğunu düşünmeye
başlayamadan ve zemin kata varmadan Önce bir şarkı duyarak irkildim. Köşeye
doğru döndüm ve odaya doğru yürümeye başladım. Yerler kirliydi ve üzerine
birşey örtülmemişti; duvarlar boş ve lekeliydi. Ses, benim gibi zayıf bir Araba
aitti. Bir sandalyeye oturmuş ve benim daha önce görmediğim bir âlet çalıyordu.
Onun önündeki güzel bir divanda çok şişman bir kadın yatıyordu. Kadın divanda
sfenks gibi duruyordu; kollarını birbirine bağlamış, gözleri rüyada gibiydi.
Kadının giysisi parlak kırmızı renkli, sarı güllüydü. Ellerinde ise çok sayıda
bilezik vardı; yanık tenli ve müthiş bir bolluk içindeydi. Ayaklarının ucunda
ürkek bir köpek yatıyordu; sahibesi ne kadar yağlı ve etli ise, o da o kadar
sıska ve kemikliydi.
Madam hafif bir göz işaretiyle sandalyeye
oturabileceğimi belirtti. Oturdum ve müziği dinledim. Genç bir tenor sevginin
verdiği acıyı ve zevki anlatan bir şarkı söylüyordu. Ben sevgilimi yalnız
bıraktığım için ağlıyordum, fakat bir süre sonra şarkı ruhumu dindirdi ve
böylece daha huzurlu oldum.
Böylece uzun süre oturduk. Zaman içinde
sürüklendim. Kaplanın ve diğer arkadaşlarımın aşağıya inerken çıkardıkları
gülme sesleriyle tekrar kendime geldim. Kaplan omuzuma dokunarak gemiye dönme
zamanının geldiğini söyledi. Ben de madama ve seranatçısma teşekkür ettim,
onlar da bu teşekkürümü kabul ederek başlarını salladılar. Sonra ben ve
arkadaşlarım gece yürümeye koyulduk.
Benim sırtlanımın doğasında pek çok
güzellikler, muziplikler vardı, ancak arkadaşlarım benim yalnızca sakinliğimi
beğeniyorlardı. Hayvanların kafeslerine geri döndükleri gibi biz de yerimize
geri döndük.
Sonraki gün, kaplan ve ben sfenksi görmek
için çölde yola koyulduk. Vardığımızda çok yorulmuştuk ve terliydik. Fakat
derinliklerimize seslenen bu ezeli yapı karşısında yorgunluğumuzu unuttuk.
Onun hakkında herşey o kadar açıktı ki, herhangi bir soru sorma ihtiyacımız
olmadı. Herşey olduğu ve olması gereken gibiydi. Benim sırtlanımın
huysuzluğunun benim onu tam anlamıyla anlayamadığım için olduğunu anladım.
Hayır, bunun tam anlamıyla doğru olduğunu söyleyemeyiz. İçimdeki sırtlan ne
istediğini biliyordu, fakat benim ruhum da aynı onun gibi ne istediğini biliyordu.
İkisi de istekleri doğrultusunda mücadele veriyorlardı. Bu düşüncelerimi
kaplana anlattığımda kafasını salladı ve bunlara inandığını söyledi. Sonra
büyük sfenkse bakarak şöyle dedi: “Her ikisi de doyana kadar beslenmeliler.”
Böylece ilk yolculuğum bitmişti ve ben sevginin anlamına doğru ikinci serüvene
doğru yola çıktım.
“Her ikisi de beslenmeli.” Sfenksin
ayağında, kaplanın ve benim bu düşüncemizden sonra, pek çok yolculuklara
çıktık. Gerçekten şanslıydım, çünkü “Victory” ile bütün dünyayı gezmek nasib olmuştu.
Mısır’dan sonra batıya, kuzeye, güneye gittik ve tekrar batıya geldik.
Arabistan’a ve Vikinglerin topraklarına seyahat ettik. Güneyde kara adamların
topraklarını gördük. Sarı adamlar gördüğümüz yerlere de gittik. Ben her zaman
ruhumun ve tenimin isteklerine cevap vermeye çahştım.
Ancak böyle olduğu halde ender de olsa
bazan her ikisi karşı karşıya geldi. Ruhumun ihtiyaçlarını din ve sanat
mabedleri gideriyordu. Acaipliklere ve olağanüstülüklere Allah’a hizmet
edenlerde sık rastlanır. Biliyorum ki onların tamamı davranışlarında Allah’ı
görürler. Tenimin ihtiyaçlarını ise açık renkli, esmer, iri veya ince,
karşılaştığım kadınlar karşıladı. Tenin arzuları daha kuvvetli ve ani, buna
karşın ruhun arzuları daha kalıcı ve daha renklidir. Şehvetçe doymuş görünsem
bile gerçekte böyle değildim. Ruh, teni bazı şeylerden men edip alıkoyamaz,
fakat onun doyurulmasında da rol almaz. Bu yüzden ruhumun tenimin
doyurulmasında rol almasını ve daha sonra da tenimin esiri olmaktan
kurtulmasını istedim. Fakat ilki imkânsız, İkincisi ise çok güçtü. İslâm’ın
emirlerine karşı gelip içki içtim. Bu bana zevk verdi, fakat ruhumdaki acıyı
dindiremedi.
Bazen sırtlanı bütün çabamı kullanıp pek
çok kadınla beraber olarak doyurmaya çalışıyordum, bazen ise onu herşeyden men
ediyordum. Bu da baha iğrenme ve bunalma hissi veriyordu. Kendimi gemideki
diğer hayvanlardan farklı göremiyordum ve artık kaplan da benimle arkadaşlık
etmiyordu. Sanki o benim de onun gibi bir kaplan olacağımı sanmış gibiydi;
artık kendi yolumu bulmak zotundaydım. Hatta aslan ve akbaba da benden uzak
duruyorlardı, çünkü artan vahşiliğim etrafımdakileri öldürebileceğim izlenimini
doğuruyordu.
Aylar geçti. Onlarla mücadelem daha
kızıştı. Gece gündüz denizdeydik ve dinî ihtiyaçlarım bana düşünme ve ara
verme zamanı vermişti. Karadaki günlerim ise amacına ulaşmayı çok arzulayan bir
insanın günleri gibi geçiyordu. Sonunda bıktım. Hindistan’da bir limana geldik.
Gördüğüm bütün yeni ve tuhaf şeyler benim yeniden canlanmama, yeni bir kan
kazanmama neden oldu. Onların dansları ve müziği beni âdeta büyülemişti.
Onların sanatı ve mabedleri de bana ayrı bir haz veriyordu. Daha önce gördüğüm
diğer bazı ülkeler de beni bu kadar büyülemişler, fakat ne bunlardan aldığım
zevk, ne de gördüğüm yeni yerler beni yeteri kadar tatmin edememişlerdi.
İçimdeki hayvanı ne yapmalıydım, onu sessiz bir hale mi getirmeli, yoksa
şimşekler çakarak dolu dolu yağmasına mı izin vermeli?
Ruh ve beden, hayvan ve his arasındaki
birliğin ne olduğunu bulamamanın verdiği çaresizlikle Kali’nin Mabedi’ne doğru
yürüdüm. Kali hindularda büyük çok kollu Ana Tanrı çaydı.
Onun hikâyesini derinlemesine bilmiyordum.
Ben tek bir Tanrıya inandığım için, çok-tanrıh dinlerin hakim olduğu bu ülkede,
onun hakkında daha fazla bilgi edinmeye de hevesli değildim. İçten içe bu
öteki inançlarla ilgili yaşantının yalnızca estetik olduğunu; içimdeki gerçek
dinin ise aşka karşı hayvanın, bedene karşı ruhun savaşması olduğunu
biliyordum.
Kali’nin Tapmağı diğer tapmaklar gibi,
küçük fakat güzeldi. Milyonlarca, değişik renkte kiremit ile bezenmişti. Bu
kutsallıklar içerisindeki en kutsal şeyin Büyük Tanrıça’nın baş parmağı olduğunu
anladım. Sanki o, göklerde parçalanmış, sonra da her bir parçası mabedin inşa
edildiği yere düşmüş gibiydi. Beni asıl etkileyen bu hikâye değil, odanın
ortasında duran kurban edilmiş bir keçi idi. Gözleri dışarı fırlamış ve bedeni
parçalanmıştı. Hacılar onu ziyaretten çok fazla sevap kazanıyor ve mutluca
buradan ayrılıyoriardı. Keçinin ölü, dik dik bakan gözlerini görünce ağzım
kilitlendi ve söyleyecek tek bir kelime dahi bulamadım. Yalnızca keçinin aslında
kendim olduğumu anladım.
Bunlar gerçekten birer merhametsiz kaplan
ve sırtlandılar. Bu bana büyüklerimin Esau’nun keçi derisini ve Yakub’un onu
kandırışını anlatan bir hikâyesini anımsattı. Babamız Hz. İbrahim’i ve onun
oğlunun yerine geçen harikulâde bir hayvanı da hatırlıyorum. Bu keçinin, bu
acaip ülkede, acaip bir mabedde bulunan keçinin, insanlığı sonsuza kadar
belaya sokan o hayvan olduğunu anladım. Burada o kurban edilmiş, etkisiz hale
getirilmişti.
Uzun süre gözlerim keçinin gözlerine
takıldı. Leşin üzerinde sinekler hafif bir vızıltıyla uçuşuyorlardı. Küçük bir
müzisyen grubu kutsal kitapları olan Mababarhata veya jRczmayana’dan
ayinler söylüyorlardı. Söyledikleri şarkının sözlerini anlayamıyordum, fakat
müzik beni âdeta hipnotize edip sakinleştirmişti. Yaşlı, beyaz giyimli bir adam
bana birtakım şeyler söyledi, fakat ben pek çoğunu anlayamadım. Anladığım tek
şey keçinin kurban edildiği idi. Sonra üzerime derin bir ferahlık çöktü.
Akşam olup, hilâl ay göğe yükseldiğinde
genç bir adam ısrarlı bir şekilde elbiselerimden çekti. Sonra birden uyandım ve
elinde tuttuğu şeyi gördüm. O etrafına beyaz ışık saçan, hayal edilemeyecek
kadar güzel bir safirdi. Bunun sevgilim için bir hediye olabileceğini düşündüm
ve cebimdeki bütün parayı ona ödeyerek gemiye geri döndüm. Sırtlan ve kaplan
uykudaydılar ve bana şişik gözlü keçiden kalan şey cebimdeki safirdi.
Böylece benim gemi seyahatlerim son bulmuş
oldu. Üçüncü maceram ise aşkın anlamıyla ilgiliydi.
VI
“Victory” dünya yolculuğunu tamamladığında
başladığımız yere tekrar dönmüş olduk. Gemiden ayrılma zamanı gelmişti. Arkadaşlarıma,
kaplana, köpeklere, kedilere ve sırtlanlara Allahaısmarladık dedim. Gelincik ve
aslan benimle ilişki kurmadıkları için, ayrılırken de aramızda pek birşey
olmadı. Akbaba ise bana sırtımı isteksizce sıvazlıyarak veda etti.
Büyük bir mutluluk içinde geriye, baba
ocağına döndüm. Arkadaşlarım ve ailem için pek çok hediyeler getirmiştim.
Hepsi beni çok sıcak karşıladılar. Başımdan geçen olayları da merak ediyorlardı.
Elimden geldiğince başımdan geçen olayları onlara anlattım, fakat sorduğum
sorulara ya kaçamak cevaplar alıyor veya hiç cevap alamıyordum. Sonunda nerede
olduğunu sorduğumda bana söylediler. Hâlâ aynı şehirde yaşıyordu. Bu beni çok
heyecanlandırdı. Hindistan’dan getirdiğim safiri bir an önce ona vermek istiyordum.
Onu ilk gördüğüm günkü gibi heyecanlıydım
ve titriyordum. Bu heyecanım o kapıyr açtıktan sonra da devam etti. Yüzünde
peçe yoktu. O şimdi yüzünün tüm güzelliğini etrafmdakilerin görmesinden
çekinmeyen biriydi. Onu konuşmaya fırsat vermeden önceleri buluştuğumuz vahaya
götürdüm. Beni tekrar gördüğü için oldukça mutluydu, fakat bana yaklaşmada
tereddütlerini seziyordum. Bunun, o son gecenin bir kalıntısı olduğunu
düşündüm, fakat hikâyemi anlatınca beni anlayacağından emindim.
Öyle de oldu. Başımdan geçen maceraları ve
çektiğim zorlukları ona anlattığımda bana acıdı. Mabeddeki keçiyi ve orada
başımdan geçenleri anlattığımda ise derin bir iç çekti. Onun için aldığım
safiri gösterdiğimde ve onu sevdiğimi söylediğimde ise gözyaşlarını tutamadı.
Saatlerce ağladı. Ben ise buna bir anlam verememiştim. Sonunda ağlaması durdu.
Bana sıkıca sarıldı ve kendi hikâyesini anlattı. Tam anlamıyla anlamakta güçlük
çektiğim hikâyesini kısaca şöyle anlatabilirim:
O meşum gecede, ben ona sahip olduktan
sonra, o karanlığa garkolmuş, parıltısını kaybetmişti. Bunun sebebi benim
şehvetim ve aşırı isteğim değildi. Tam tersine sevgiyi gerçekten içimde taşımadığım
içindi. Ben pişmanlık duyarak başımı salladım. Ona hak veriyordum. O bana
sevgisizliğimden dolayı kabahat bulmuyordu, fakat benim içimde sevgi
uyandıramadığı için kendi kendisini suçluyordu. Bu söylediği beni o kadar
hayrette bıraktı ki, dediğini ancak birkaç tekrardan sonra anlayabildim.
Ondan ayrılıp uzaklara gideceğimi bir arkadaşım vasıtasıyla ona
bildirmiştim. Bunu duyunca çok üzülmüş ve beni sonsuza kadar bir daha
göremeyeceğini düşünmüş. Bu kederli hali dolayısıyla arkadaşım ona destek olmuş
ve zamanla aralarında bir yakınlaşma başlamış ve nihayet kısa bir süre önce
evlenmeye karar vermişler ve evlenmişler. Şu anda ikisi de mutluymuşlar.
Bu haber beni şok etti. Çok değişik
duyguları; incinmişliği, öfkeyi, hüznü aynı anda yaşadım. Uzun süre sessizce
oturduk, sonra ne yapmam gerektiğine karar verdim. “Bu yüzüğü sevgimizin bir
nişanı olarak taşı. Bu bizim gerçek aşkımız. Seni seviyorum ve her zaman
seveceğim.”
Yüzüğü kabul etti. Ben de onu dikkatlice
parmağına taktım. Sonra ona sarıldım, cennete yükselmiştim âdeta. Serin bir
akşam-, dı. Hilâl ay gökte pırıl pırıldı. Halkın bu ay görüntüsünü sevme kapasitesi
olarak sembolleştirmesi, şimdi artık benim için de geçerliydi. Sonra sevgilimle
tekrar beraber olduk. İkimiz de çok mutluyduk.
Sonraki günlerde, başımdan geçen olayları
ve Allah’ın bana nasip ettiği şeyleri düşündüm. Beni normal hayat akışından,
çalışmalarımdan uzaklaştıran şeyin benim yaradılışımın bilincime çıkmamış
derinliklerini kavramam olduğunu farketmiştim. Fakat sevgimin yetersiz
olduğunu ve bu kapasite olmaksızın iyileşemeyeceğimi bilmiyordum. Bu
kapasiteyi harekete geçirmemde en önemli rolü oynayan sevgilim ve seyahatte
tanıştığım arkadaşlarımdı. Şimdi kendimi kendi kendine çare bulmuş biri olarak
görüyordum ve kısa bir süre sonra tekrar eski çalışmalarıma döndüm. Aşk eğitimim,
nişanlımı gördükten sonra, daha ileri gitti. O beni gerçekten çok seviyormuş.
Bunu onu gördüğümde anladım. Beni sabırla beklemişti. Şimdi ona karşı sevgim
özgürce akmaya başlamıştı. Zamanla sevgi içinde evlendim, zamanla sevgi
sayesinde daha da iyileştim, zamanla sevgi sayesinde sevgilimle arkadaş oldum.
Böylece aşkın anlamı üzerine olan dördüncü
seviyem ve benim hikâyem bitmiş oldu.
Evet şövalye, işte senin bahçende böylece
buluşup konuştuk. Aslında bu bahçe benim de sayılır. Hepimizin birer bahçemiz,
cennetimiz var ve biz buralarda bir araya geliyoruz. Gel ve beni, benim seni
sardığım gibi, arkadaşça, kardeşçe sar, kucakla. Bak, orada yukarıda,
atalarımız Yakub ve Esau da birbirini kucaklamışlar ve ölümsüzlük ağacmdalar.
Oraya, cennete bak, onlar o ağacın üzerindeler. Orada hilâl ayımı ve onun
etrafındaki yıldızları görüyorum. Senin ve benim yıldızım aslında tek bir
yıldız. Bırak öyle kalsın kardeşim. Bırak cennette ve dünyada öyle kalsın;
yani bütün insanlar kardeş olarak, tek bir vücut gibi kalsın.
“Kişinin imgelemindeki bu imgeler
yansıttıkları meleklerin işaretini taşıdığı için; kişinin ruhu bir melek
olduğu, ışık ve ihtişamın baş meleğinin arketipal imgelerini yansıttığı için,
zihindeki bu şekiller, kişinin ruhunda taşıdığı imgelerle uyuşacaktır.” H.
Corbin12 * *
“Duyusal madde bir vasıtadan başka birşey
değildir, veya daha çok ruhun aktivitesiyle üretilen’şekiller için bir tecelli
yeridir... bu, şeyleri soyut fikir veya filozofik kavram olarak bilmek demek
değil, fakat ruh tarafından onların önceden tasarlanmış veya o sırada
tasarlanmış imgesinin, yani arketipik İmge’sinin mükemmel olarak
bireyleştirilmiş nitelikleri olarak bilmek demektir... bu da sonuçta demektir
ki, bütün bunlara karşılık gelen şeyler gözle görülebiliyorsa ve burada, bu
dünyada bulunuyorsa bu tamamen fizik dediğimiz şey yüzündendir. Fizik, ruh
dünyasının yansısından başka birşey değildir. Saf fizik diye bir şey yoktur,
her zaman belirli bir ruhsal aktivitenin fiziği vardır. Bu nedenle onun
farkında olmak için ruhun dünyasını görmek, herşeyi arketipik imgelerin dünyası
Hurkalya’da olduğu gibi görmek gerekir.” H. Corbin15
Prof. H. Corbin’in aşağıdaki sözlerini
okuyan birisi bunların gerçekte Jung’un sözleri olduğu sonucunu çıkarmaya
itilecektir:
12Vide H. Corbin: Manevi
Beden ve Semavî Dünya, Bollingen, Princeton University Press, s. 4.
13age., s. 81.
[1]İnayet Han Hazretleri'nin Mesajı, Sufi Hareketin Uluslararası Merkezleri yayını cilt VII, s.
24., Cf. Pir Vilayet inayet Han, Zamanımızın Mesajı, Harper and Raw,
1979, s. 108.
[2]Hazret İnayet Han, yukarıda adı geçen eser, (age),
cilt IV, s. 137.
[3]C. G. Jung, Kollektif Bilinçdışınm Arketipleri, Bollingen
Series, Princeten, A.B.D. 1980, s. 33.
[5]age., s. 31.
[6]age., cilt IV, s. 106.
[7] Sufi Aşk Yolu,
William C. Chittick, State University of New York Press, New York, s. 67.
’Tbe Mawaqif and Mukbatabat of Mubammed,
İbnu’l-Jabbar al’Niffari, A.V. Arberry, Luzac Co. yayını, London, s. 30.
[10]Halk konuşmasından alındı.
İnayet Han Hazretleri'nin Sufi Mesajı.
[11]İran Sufizmi İşığında İnsan, Shambala, s. 5.
[15]age., s. 32.
[16]Arketipler, s. 39-39.
[18]Vide Corbin, Işığın İnsanı, s. 80.
[19]Arketipler, s. 33. •
[20]age., s. 32.
[21]Manevi Beden ve Semavî Dünya, s. 53.
[22] Yaratıcı İmgelem, s.
208-209.
[23] Işığın İnsanı, s.
7-8.
[27]Cf.
E.S. Drowser,Irak ve İran’ın Mandaen'leri, Oxford 1937, s. 54-55.
[28]Vide Corbin, Işığın İnsanı, s. 17.
[29]Vide Corbin, Işığın İnsanı, s. 91.
[30]Vide H. Corbin, Yaratıcı İmgelem, Bollingen,
Princeton, N.J., 1969, s. 128
[31]Vide Corbin, Yaratıcı İmgelem, s. 106.
[32]E.H. Whinffield:Mabmut Şebisteri’nin Gülşen-i Raz'ı,
Whinffield, Turbner and Co., London (1880), s. 15.
[33]Arketipler, s. 22.
[34]Hayy İbn Yakzan’m Olağanüstü Serüvenleri, (çev. Corbin), Tahran 1953.
[36]Vide Corbin, age,, s. 69-91.
[37]Vide Corbin, age,, s. 71.
[41]H. Corbin: İran Sofizminin Işığında İnsan,
[42]Bad'u al-Sba'n
(öykümün Başlaması), Uthman Yahya (Beyrut, 1965).
[43]Annemarie Schimmel, İslâm Tasavvufunun Boyutları
(Chapel Hill, 1975) s. 225.
[44]Irina Tweedie, Ateşin Kızı (Nevada City, 1986), s.
12.
[45]agy, s. 157.
[46] agy, s. X.
[47] Sara Sviri, “Korku
ve Umut Arasında: İslâm Mistiğinde Zıtlıkların Uyumu”, İslâm ve Araplarla
ilgili Jerusalem Çalışmaları, 9,1987, s. 321.
[48]C.G. Jung, Toplu Eserleri, 14. Yol, Mysterium
Coniunctionis para. 296 (C.GJung’un Topiu Eserleri, Routledge ve Kegan Paul
tarafından yayınlanmıştır, Londra).
geçmiş hayatla ilgili
rüyalar da vardır. Diğerleri tarafından başkası için görülen rüyalar
vardır, örneğin el-Tirmizî’nin karısının onun için gördüğü rüyalar gibi. Ve
bazı gerçekten rüya olmayan rüyalar. vardir ki, bunlar bilincin
farklı.Kir düzleminde algılanırlar Çünkü vücut uykuya daldığında, ruh
serbest kalır; hıu-“saravında~Olmayan Kral.” “hücrelerinde olmayan
mahknm” .gihidM^JK£k«el-d4inyanın yanısıra varoluşun başka bir
boyutu vardır.
" öğretide çoğukez böyle rüyalar bulunur: el-Tirmizî’nin ona
çölün ortasında bir sandalye gösterildiği ve “Bu seni Tanrı’ya götürecek” diye
söylendiği bir rüyası vardı. Gruptan biri, şeyhimizin şeyhinin karşısında diz
çöküp oturduğu şeklinde bir rüya gördü. Rüyada genç bir adam olarak
göründüğünü, uçurtma uçurduğunu söyledi. Bu da öğretiye göre yalnızca yere
sağlam basan kişilerin, manevî hayatta uçarak yükselecekleri şeklinde
yorumlandı. A
GRUBA
İLK GELİŞ ÜZERİNE RÜYALAR
En fazla
rehberlik gerektiren rüyalar psikolojik rüyalardır ve bura-
9C.G. Jung,
“Kundalini Yogası Üzerine Açıklamalar,” Spring, 1976, s. 17.
10Irina Tweedie, op.cit. s. 560.
[50]M. Spiegelman, Budizm ve Jung Psikolojisi (Phoenix,
1985) s. 60.
[51]Hermetik Müze, 1:13,
alıntılayan E.Edinger, Ruban Anatomisi, La Salle, Illinois, 1985) s.
11.
[52]Irina Tweedie, op.cit. s. 345.
[53]C.G.Jung, C.G. Jung Konuşuyor, s. 229 E.Edinger
eserinde belirtmiştir, s.
[54]Sara Sviri, Nakşibendi Yolu Üzerine Yayınlanmamış
Nüshalar.
[55]M.Esther Harding, Kadının Sırları (Londra 1982) s.
103.
[56]Lao Tzy, Tao Te Ching, çev. Gia-Fu Feng ve Jane
English, (Aldershot 1973) Böl. 63.
[57]Irina Tweedie, op.cit. s. 95.
,3agy, s. 158-9.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar