Print Friendly and PDF

Kürtler Hep Oyunda Piyon Oldu



XX. yüzyılın başlarında, Osmanlı İmparatorluğunun Kürdistan Eyaletini gezebilmek için Müslüman Şii bir hacı derviş kılığında yolculuklar yapan İngiliz casus Ely Bannister Soane -iyi bir Türk düşmanı olarak yetiştirilmiş- bu şahsın Osmanlı'nın başkentine bakışı açısından önem arz etmektedir.
Ely Bannister Soane, 16 Ağustos 1881 yılında İngiltere'de doğdu. Babası iyi bir dil bilimci olduğundan olsa gerek kendisinde müthiş bir dil öğrenme yeteneği mevcuttu. Yabancı dil ve müsamere-tiyatro konusunda yeteneği casusluk yaptığı dönemde işine yarayacaktı. 1902'den sonraki hayatı genelde Doğu'da geçti. İran'a gönderildi, Yezd ve Şiraz'da kaldı. Ömer Hayyam'ın şiirlerini çevirmeye başladı. 1905'de İslam'ı kabul etmiş göründü. Halk arasında kılık değiştirerek dolaşıp tam bir casusluk görevini üstlendi. Farsça ve Kürtçeyi öğrendikten sonra 1907'de ayrıldı ve Mirza Gulam Hüseyin kılığında Irak ve İran bölgesinde yaşayan Kürtler arasına gitti. Burada bazen hizmetçi, bazen tüccar rolünde bölgeyi tanıdı. Öyle haritalar çizip hazırladı kı; 10 yıl sonraki Osmanlı sınırlarının değişimi sırasında İngiliz yetkililer bile bu haritaların doğruluğuna hayret ettiler.
O, bölgenin Osmanlı’dan ayrılması ve Kürtlerin yeni bir ulus olarak bölgedeki Arap ve Türklere muhalif bir grup olarak ortaya çıkarılması için çok çalıştı. Bu sebeple bölgenin İngilizler eline geçmesinden sonra bölgede Türkçe ve Arapça yerine Kürtçenin geçerli olduğu okullar açtı, memurları Kürtlere has kıyafetler giymeye zorladı. Yerel halkla muazzam ilişki kurabiliyor, inatla istediklerini kabul ettirebiliyordu.
İngilizlerin geliştirdiği Araplara ve Türklere karşı Kürtleri kullanmak isteği ta o zamandan icraata başlamış ve bu işin en iyi uygulayıcısı muazzam bir Türk düşmanı olan Soane idi. Soane aynı zamanda Kürtçenin alternatif bir dil olarak yarışabilmesi için gerekli olan sözlük ve gramer kitapları hazırladı, Kürtçenin lehçeleri üzerinde çalışmalar yaptı ve bunları bastırttı.
Onun bu çalışmalarının meyvesinin bu günlerde ortaya çıktığını gördükçe, büyük devletlerin planlarını yüzyıl öncesinden hazırladığı tezinin doğruluğunu bir kez daha anlayabiliyoruz.
Soane, Avrupa’dan gelen trenin son noktası olan Sirkeci'yi soğuk ve iç karrartıcı bir istasyon olarak betimler ve istasyondaki bezgin ve bıkkın gümrük memurundan bahsettikten sonra, turistlere hayal kırıklığı yaşatan sokaklar arasından derleyerek Aralık ayında Haliç için kullanılacak en yanlış sözcüğün
“Altın Boynuz” olduğunu belirtir. Bunu da çamur renginde ve oldukça yavan olmasından dolayı olduğu şeklinde açıklar.
Soane'nin İstanbul hakkındaki tanımları çok negatiftir. O, daha çok İstanbul’un bakımsızlığını özellikle dillendirmektedir. Başta, kaldığı bölge olan Galata’daki sık ve büyük çukurlarla dolu yollar, yer altı kanalizasyon sistemi olmadığından bazen sokaklardan akan pis sıvılar, çirkin kışlalar, mimarisi bozuk binalar, Pera bölgesi hariç yığıntı halinde çöpler, Galata limanı civarında Avrupa’dan gelenlerin avare avare dolaştıkları bıktırıcı dükkanlar bulunmaktadır. Zaman zaman İstanbul’u haklı olarak “Avrupa’ya ve onun tüm bayağı özelliklerine öykünen kent” şeklinde vasıflandırır.
Soane, ne İstanbul’u ne de Türkleri daha önce hiç tanımadığını itiraf etmesine rağmen, önceden verilmiş olan Türk düşmanlığı duygusundan olsa gerek kitabının hiçbir satırında Türkler hakkında olumlu ifadeler kullanmaz. Bu anlayış İstanbul’u betimlerken de kendini göstermektedir. Köprüden geçerken kullandığı “tuhaf köprünün girişinde para alan kahrolası fesli” ifadesi bunu yansıtan önemli bir ifade ve ne kadar sübjektif olduğunun önemli göstergesi olsa gerektir. Özel olarak Osmanlı düşmanlığı ile yetiştirilmiş olmasının bunda payı yüksek olmalıdır. Ancak gerek o sırada Osmanlı’ya muhalif olan İranlılar ve gerek İngilizler tarafından Türklere karşı potansiyel bir güç olarak çıkarılması planlanan Kürtler eserinin her yerinde övgü ile anılmaktadır.
Soane, bu hazımsız betimlemeleri sırasında İstanbul'da yaşayan insanlar arası hoşgörüyü de itiraf eder ve İstanbul'un çok sesliliğini yansıtır. Burası kendi ülkesi gibi tekdüze insanlann yaşadığı bir yer değildir. Kendi ifadesi ile “aralarında melon şapka ve Avrupai tarzda giyinen insanların” rahatça yaşadığı bir kenttir. Nüfusun % 35'ine tekabül eden oranda bir nüfus oranına sahip olan Rumların ticarete hakim olduklarını belirtir.
Tabu ki o dönemde bu oranın tespiti güç olsa da veriler bu rakamı doğrular nitelikte gözüküyor. 1906 sayımında nüfus yaklaşık olarak 700 bin civarında gözüküyor. Ancak 1885 sayımında 873 bin, 1912 sayımında 857 bin olması, muhtemelen 1906 sayımında yabancıların rakama dahil edilmediği düşüncesini akla getiriyor. 1922 sayımındaki 373 bin Müslim, 158 bin Rum, 87 bin Ermeni, 40 bin Musevi, olarak verilmesi de toplam gayrimüslim tebaa olarak bu rakamı (% 40) destekler nitelikte olmalıdır.
Soane, Galata'yı betimlediği satırlarında şu ifadeleri kullanır:
Çoğunluğunu büyük ve arkadan sarkan renkli gömlek ve küçük tuhaf ceket ve tepesi düz, kenarla kalkık şapkayla mavi külotlu çoraplardan oluşan milli kıyafetleriyle Rumlar oluşturuyor. Ermeniler ve her türlü Levantenler de çok fazla. İtalyan mahallesinde her yerde İtalyan var. Orada burada yabanıl adamlardan oluşan ortama uymayan hamal gurubu Kürtler bulunmaktadır.
Bu ifadeler göstermektedir ki; İstanbul, Soane’nin memleketi gibi bir milletin baskın objelerinden oluşmamaktadır.
Belki de dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir nüfus karışımı içermektedir. O dönem yerli gayrimüslim tebaanın milli kıyafetler ile İstanbul sokaklarında dolaşması bu yüzden onu şaşırtmaktadır. “İtalyan mahallesinin her yerinde İtalyanlara rastlanıyor.” sözü de bunu destekler niteliktedir.
Bu nüfus karışımı devletin bürokrasisine de yansıdığını 1914'te yazdığı eserde Loti şöyle demektedir: “Bugünkü hükümet adamları arasında reaya çoktur ve gittikçe de çoğalarak çeşitli memuriyetlere girmektedirler. Bunlar Ermeni, Yahudi, Rum'durlar.” O dönemde denmektedir ki: “Rumların Ermenilerin ve Türklerin bu kadar kalabalık olarak yaşadığı başka bir kent dünyada yoktur.”
Soane'nin tespitleriyle İstanbul nüfusu gibi mimaride de tekdüzeliğe sahip değildir. Onun ifadesi ile “iskelelerde çirkin gümrük, liman ve nakliye binaları sıralanmış, arka tarafta da Galata ve Pera'nın Fransız ve Venedik mimarisinin tarif edilemeyecek kadar çirkin taklitleri” yükselmektedir. O, bu konuyu negatif olarak anlatmaya çalışsa da bu şehirde her milletin mimarisi kendini gösterebilmekte, her millet bu şehirde binalarıyla da kendini ifade edebilme ayrıcalığına sahip olduğu ortaya çıkmaktadır.
Şehrin gayrimüslimlerinin yoğun yaşadığı bu yüzü böyle iken, karşı tarafta ise şehrin Müslüman yüzü bulunuyordu ve bu şehirde beraberce her türlü istek ve arzularını yaşayabiliyorlardı. Loti'nin ifadesiyle; İstanbul halkı, 1908'de gayrimüslim tebanın burada yaşamasına destek olmak için, göğüslerine Salip takarak yürüyüşler düzenliyorlardı.
Soane, şehrin sadece Avrupalı yüzünü tanımada kalmaz, asıl gayesi olan Doğu halklarını görmek için şehrin karşı tarafına Müslüman mahallesine de sık sık geziler düzenler. Çok iyi bir Farsça bildiği için Kapalı Çarşı'da İranlılarla ilişki kurar. Tebrizlilerle görüşür. Şirazlı birinden İstanbul ve İzmir'de yaklaşık 10 bin İranlının yaşadığını öğrenir. Bu bilgiler onun ve adına çalıştığı İngilizler için önemlidir. Nitekim Soane daha sonra tanıştığı İranlı bir şeyhi, Avrupalı kadınlar ve alafranga dükkanların olduğunu duyduğu Pera'ya gelmeye ikna edememişti.
Sadece İranlılar bazında düşünürsek, Soane'den yaklaşık yüzyıl önce İstanbul'u ziyaret eden Gerard De Nerval: İstanbul'un çeşitliliğini anlatırken Yıldız Han'da kümelenen İranlılar arasında sadece Müslüman Şiilerin olmadığını, İran kökenli Gebrler, Parsisler, gibi değişik grupların da yaşadığım söyler.
Soane, İstanbul'dan ayrılırken de pasaportuna Protestan olarak yazılmasını bir türlü kabullenmek istemez ve Osmanlı yetkilileri ile tartışır. Çünkü gittiği yerlerde İngiliz vatandaşı olmasının ayrıcalığını kullanmak isterken, aynı zamanda Müslüman olmadığının belli olmasından da endişe etmektedir. O, casus olarak gideceği bölgede kendini Mirza Gulam Hüseyin adında Şii bir hacı olarak tanıtmak istemektedir. Gerektiğinde ise Osmanlı kontrol noktalarında İngiliz pasaportu ayrıcalığını kullanarak işini halletmeyi düşünmektedir. Osmanlı'da ise bütün gayrimüslimlerin haklarının yerli yerinde iadesi için olsa gerek bu tür bir tanıma işi gerekmektedir. Bu da o dönemde Osmanlı'da yabancıların haklarının durumu açısından önemli bir gösterge olsa gerektir. Nihayetinde pasaportuna Protestan yazılsa da Soane bunu silerek yoluna devam edecektir.
Soane, kaldığı otelin yaşlı hizmetlisinin kendisini İtalyanca buyur ettiğini, otel sahibi başka bir bayanın ise otelin tanıtımını Fransızca yaptığını, oteldeki odaların ise Ermenice konuşan ve Batı'dan gelmiş değişik Batı dilleri ile konuşan levantenlerle dolu olduğunu aktarır. Burada bir Rusla tanışştığını, beraber Pera birahanelerinde içki ve likör içtiklerini, ancak Rus arkadaşının biraz sonra göz kamaştırıcı bir Romanyalı bayanla ayrıldığını aktarır. Bu aktarımlar İstanbul'daki yabancıların yaşantılarında hür olduklarını, onları yasaklayan bir durumun olmadığını göstermekle beraber, aynı zamanda her türlü dilin aynı anda aynı mekanda aktif olarak konuşulabildiğinin göstergesidir.
Yan Fransız bir semtti, yerim rahattı, fesli arabacılar ve sarhoş polisler dışında Türkleri hatırlatan bir şey yoktu. Hatta Doğu’yu tanımak için geldiğim gayemi bile unutuyordum. İşin doğrusu Fransız, Ermeni, Roman, Rus, Balkan ulusları ve diğer unsurlar arasında öyle ilginç ve tuhaf kişilerle karşılaşıyorsunuz ki bütün zamanınızı alıyor. Az kalsın Türkçe öğrenme gayemi unutmuş, Fransızcamı ilerletmiş, İstanbul’da Türkçe kadar geçerli Rumcayı biraz öğrenmiştim şeklinde gözlemlerini aktarmaktadır. Onun yabancı dil öğrenme yeteneği bir yana, bu kadar farklı grupların bir arada yaşadığı, kendi dilleri ile konuştuğu, kendi kıyafetleri ile gezdiği başka bir dünya kentini bulmak zor olsa gerektir. İşte bu dünyanın hiçbir yerinde bulamayacağımız İstanbul tecrübesi budur. O, zaten bildiği anadili olan İngilizce ile birlikte İtalyanca, Farsça, Kürtçe, Fransızcanın yanına Türkçe ve Rumcayı da ekleyerek İstanbul'dan ayrılmıştı.
Şunu da ifade edelim ki; o günün İstanbul'unda belki de en az bilinen dil İngilizce idi. Soane, İstanbul'dan bir buharlı gemi ile ayrılınca gemide Kudüs’e hac için giden rahiplerle karşılaşır ve şöyle aktarır: “Gemiye çıktığımda Londra'dan ayrıldığımdan beri kulaklarım ilk kez İngilizce sesler duydu.” Bu ifadeler, bir dilin yüz yılda nasıl bir şekilde dünya dili haline geldiğinin önemli bir göstergesi olsa gerektir.
Ama onun ve adına çalıştığı devleti İngiltere’nin asıl gayesi, dünya sahnesinde yeri olmayan Kürtleri bir ulus olarak ortaya çıkarıp bölgede onlar üzerinden bir dayanak gücü oluşturmayı ve yıllar sonra da bu dayanağı kullanarak bölgedeki hakimiyetlerini sürdürmeyi hedeflediklerinden dolayı İstanbul'da Irak bölgesi Kürtlerinden birini arar. Kendi ifadesi ile:
Buraya gelince kısa süre sonra burada birçok Kürt'ün olduğunu öğrendim. Ancak, İstanbul'da Zaza ve Kırmanç kökenli Kürt çoktu, ama Güney Kürdistanlı bir Kürt yoktu. Ben ise bunlar üzerinde bir yıl boyunca yaptığım çalışmaları tamamlayabilmek için bu bölgeden biriyle tanışmak istiyordum. Aradığımı bulunca bu şahsın hizmetçisi, bir Avrupalının Kürtçe konuştuğunu duyunca neredeyse küçük dilini yutacaktı.
Soane'nin gözlemleri XX. yüzyılın başındaki İstanbul'u tanıma ve birlikte yaşına algısını göstere ve perçinleme açısından önemli ipuçlan vermektedir. Burası çok dinli, çok dilli, çok kültürlü yaşamın nasıl gerçekte birlikte var olabileceğinin uygulandığı harika bir laboratuvar görünümünde olmuştur. İstanbul tecrübesi Batı'nın o döneme kadar beceremediği ötekine tahammül, ötekinin haklarını yerine getirmede sonuna kadar çaba şeklinde ifade edebileceğimiz tarifi ve yazıya dökümü imkânsız örnekler doludur.
Bu tecrübe, iletişimin ve ulaşımın en üst düzeye çıktığı çağımızda bütün dünyaya bir model olarak sunulup tanıtılmalıdır. Sözü Pinelopi Statise'ye bırakalım:
İstanbul'daki Rumlar, Latinler, Ermeniler, Yahudiler, Bulgarlar, Protestanlar, gündelik hayatta yakın ilişkide bulunan insanlardı. Çıkarları, beklentileri, mutlulukları, üzüntüleri herkes birlikte kendi milliyetinin belirlediği özel nitelikleri yoluyla yaşıyordu. 19. yy. İstanbul’unda etnik azınlıkları oluşturan milliyetler bunlardı. Bir kısmı zamana dayandı, bazıları kayboldu, bazıları hala hayatta kalmak için mücadele ediyor.
(Alıntı. M.A)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar