Beynimizi Kimler Ve Nasıl Yönetiyorlar
Dr. Tahir
Tamer KUMKALE
Psikolojik harekât planlayıcıları
doğrudan insanla, insan davranışlarıyla ve bu davranışlarda yapılacak tutum
değişiklikleriyle uğraşır. Bilindiği gibi her fert başlı başına diğerinden ayrı
bir varlıktır. Her insanın aile çevresi, eğitimi, kültürü, ihtiyaçları ile
yaşamdan beklentileri doğrultusundaki tutum ve davranışları doğal olarak
birbirinden çok faklıdır.
İki insanın birbirine benzemediği
ortamlarda, her şahıs için ayrı bir tutum ve davranış değişikliği planı
uygulamak gerekir. Bu insanları tek tek etkileyerek, içinde yaşadıkları sosyal
çevreyi yönlendirmek, psikolojik harekâtın asli görevidir. Görüldüğü gibi
birbirine uymayan bu karakterleri iyi irdeleyip topluca tutum değişikliği
yaratacak girişimlerde bulunmak ve bunu karşı tarafa hissettirmeden yapmak hiç
de kolay bir iş değildir. Bu bakımdan psikolojik harekât, bir ömür boyu özel
çalışma gerektiren bir uzmanlık işidir.
Benim ağırlıklı olarak psikolojik
harekât konusu ile olan doğrudan ilgim, mesleki kariyerimin 1980-1985
arasındaki çok küçük bir bölümünü kapsar.
1985 yılı itibariyle, psikolojik
harekât kapsamındaki hizmetleri yürüttüğüm bütün görevlerimden ayrılarak, asker
olarak alacağım görevleri yapmak üzere kışlaya döndüm. Bir daha da resmen bu
işlerle hiç ilgilenmedim. Fakat görev yaptığım süreçte başarılan görevlerin iç
ve dış yansımaları, kamuoyunda sanki ben hep bu işi yapıyormuşum gibi bir
intiba uyandırdı.
Benimle ilgili olarak basında ve
kitaplarda yer alan yalan yanlış değerlendirmeler ve asılsız yakıştırmalar
karşısında kimi zaman güldüm geçtim. Kimi zaman da hukuki mücadele vererek
hakkımı korudum. Gerçek şu ki, ne zaman bir psikolojik harekât konusu gündeme
gelse basının ilk aradığı isimlerden biri olmaya devam ettim.
Psikolojik harekâtın ülkemiz için
önemine ve gerekliliğine başından beri inandım. Bu silahın etki gücünün hiçbir
silahta bulunmadığını ve bu etkinin diğer silahlardaki gibi patlama anından
sonra kaybolmadığım, bir ömür boyu devam ettiğini gördüm. Dolayısıyla Toplumla
İlişkiler Başkanlığı bünyesindeki Planlama ve Yönlendirme Başkanlığı
görevinden, Tekirdağ'daki 190. Piyade Alayı 1. Piyade Tabur Komutanlığı'na
atandıktan sonra da bu sahadaki ilgim devam etti.
Bu yeni dönemde günlük mesainin zamana
karşı verilen yarışın yarattığı stresin dışında kaldığımdan, olayları çok daha
iyi görüp irdeleyebilme şansını elde ettim. Geçen 21 yıl süre içinde
üniversitelerde verdiğim Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi derslerinde,
katıldığım seminer, sempozyum, panel ve konferanslarda ülkemin konularına hep
psikolojik harekat gözlüğü ile baktım. Yazdığım kitaplarda, gazete ve
dergilerdeki makalelerimde sözü hep bu konuya getirdim. Bu arada dünyada bu
konuda çıkan eserleri ve yazıları dikkatle takip ederek bilgilerimi geliştirme
imkânı buldum. Bir bakıma fiilen görevi bıraktıktan sonra konunun içine daha
çok girdim.
Benim ilgi sahamı psikolojik harekât
konularına yönlendiren kişi, merhum Genelkurmay Başkanı Orgeneral Nurettin
Ersin'dir. Nurettin Ersin, tuğgeneralliğinde Milli İstihbarat Teşkilatı içinde
Psikolojik Harekât dairesini fiilen kurmuş ve bu konunun önemini çok iyi
kavramış bir subaydı.
1977 yılında Kurmay Yüzbaşı olarak Harp
Akademileri'ni bitirip büyük karargâh stajı için geldiğimiz Genelkurmay
Başkanlığı'nda beni önce İstihbarat Başkanlığı Cari İstihbarat Grubu'na
verdiler. Burada dört ay süre ile grup sözcüsü olarak her gün sabah brifinginde
kürsüye çıktım. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Semih Sancar'a, her sabah
odasında cari istihbarat brifingini sundum.
Çok çalışarak büyük bir şevkle çıktığım
kürsüde dikkat çekmiş olacağım ki, altı aylık dil kursunu müteakip atandığım
Kara Kuvvetleri İstihbarat Başkanlığı Plan Subaylığı görevimde de benzeri bir
hizmeti yapmakla görevlendirildim.
Bu defa görevime bir şey daha
eklenmişti. Günlük istihbarat brifingi yanında günlük basın özetlerini de
kuvvet komutanına sunmam isteniyordu. Her sabah saat 06:30'da bir araç beni
evimden alıyordu. Saat 09.00'a kadar otuz kadar gazete ve dergiyi tarayarak
silahlı kuvvetler ile ilgili önemli bilgileri ve köşe yazarlarının gündem ile
ilgili makalelerini özetleyen en az iki sayfalık bir metini hazırlıyor, saat
tam 09.00'da Orgeneral Nurettin Ersin'in yanında oluyordum. Bir saat süre ile
karşılıklı soru cevap şeklinde bir diyalog içinde kendisine günlük olayları
aktarıyordum.
Anarşi ve terörün en azgın olduğu
günlerdi. Mahallelerin, sokakların, yolların, okulların, işçi ve memurların,
polisin ve yargı mensuplarının sağ, sol ve bölücü fraksiyonlar olarak ayrıştığı
çok özel günler yaşanıyordu. Günde ortalama 30 masum insanın vahşice canına
kıyıldığı bir ortam vardı ve ben bu ortamda Etlik'te arka duvarında
ülkücülerin, ön duvarında solcuların afiş ve yazılarının bulunduğu bir evde
oturuyordum. Yani çatışmanın tam ortasındaydım ve olayları doğrudan yaşıyordum.
Doğal olarak sokaktaki sade vatandaşın
yaşadıklarım da basın özetleriyle birlikte aynen Nurettin Ersin Paşa'ya
aktarıyordum. Ersin Paşa; dinimize ve örflerimize çok saygılı ve sakin
yaratılışlı bir insandı; ciddi bir vatansever ve Türk milliyetçisiydi. Aynı
zamanda Kıbrıs Barış Harekatı'nı gerçekleştiren kolordunun komutanlığını
yapmış, MIT'te önemli görevler üstlenmiş çok tecrübeli bir komutandı.
Genç bir kurmay yüzbaşının bir şey
saklamaya gerek duymadan büyük bir açık yüreklilikle olayları anlatması, Ersin
Paşa'yı çok memnun etmişti. Kısa bir müddet sonra konuları anlattıkça bana
yorumumu sormaya ve benimle olayları tartışmaya başladı. Bana inanmış ve
güvenmişti. Şahsımda genç kurmay subayların düşünce ve olaylara bakışını
buluyor, biz yetiştikçe gurur duyuyordu. Nitekim Kara Kuvvetleri karargahında
birlikte çalıştığımız 1978-1983 döneminde beni yanından hiç ayırmadı ve yurt
içinde yaptığı bütün gezilerde refakat kurmayı olarak yanında taşıdı. Beni
canlı bir bilgi bankası gibi görüyordu. (O zaman daha bilgisayar yoktu) Giderek
astüst ilişkisi bir baba-oğul ilişkisinin yakınlaşmasına dönüştü. Bu bana olan
güveninden kaynaklanıyordu. Ersin Paşa'nın bana görev veren veya benden bir şey
isteyen notlarında “Oğlum Tamer" ibarelerini seçmesi beni ayrıca
gururlandırıyordu.
Önce Kara Kuvvetleri birliklerinde
konferans şeklinde verilecek ve konferans metni halinde düzenlenecek,
"Yıkıcı ve bölücü akımların çalışma usul ve teknikleri ile buna karşı
alınabilecek tedbirleri" içeren bir çalışma yapmamı istedi. Hazırladığım
doksan sayfalık metni, Kara Kuvvetleri karargâhında kendisinin de katıldığı bir
konferansla personele takdim ettim. Sonra bu metin çoğaltılarak referans olarak
birlik ve kurumlara verilecek konferanslarda kullanılmak üzere gönderildi.
Bu aldığım görev, tesadüf olarak aynı
tarihlerde aldığım Harp Akademisi kurmaylık tez konumla da çakışıyordu. Tez
konum; "Yıkıcı ve bölücü akımların devletin bütünlüğünü tehdit eder
mahiyet alması nedeniyle, buna karşı alınacak tedbirlerin incelenmesi"
üzerineydi.
Ersin Paşa'nın bana verdiği bir diğer
görev, Atatürk'ün ekonomik görüşlerini anlatan bir konferans metni
hazırlanmasıydı. Bu konuda Prof. Dr. Mustafa Aysan'ın hazırladığı
"Atatürk'ün Ekonomik Politikası" kitabından çok yararlandık. Ersin
Paşa bununla Atatürk'ün fikirlerinin özgün olduğunu, bilhassa sol kesimin
devamlı sahiplendiği ve komünizme benzetilen devletçilikten ayrı bir şey
olduğunu vurgulamak istiyordu.
26 Haziran 1980'de hazırladığım metni
yine kuvvet karargâhında kendisinin de katıldığı bir toplantıda bütün personele
takdim ettim. Bilahare bunu da çoğaltarak birliklere göndermemizi istedi.
"Yıkıcı ve Bölücü Akımlar" ile "Atatürk'ün Ekonomik
Görüşleri" isimli konferansları, başta Ankara ve çevresi olmak üzere yakın
birliklerde pek çok kez verdim.
12 Eylül 1980 Harekatı ile birlikte
çalışmalanmızın yoğunluğu arttı. Milli Güvenlik Konseyi üyesi olarak askeri
görevlerinin yanında devlet işlerini de düşünüp karar vermek durumunda kalan
Nurettin Ersin Paşa, doğrudan kendisine bağlı olarak kuvvet karargahı içinde
görev yapacak "Özel Planlama Grubu" oluşturmamı istedi. Önceleri
yalnız çalıştığım bu büroya, bilahare devremizin en seçkin subaylarından olan
Kurmay Yüzbaşı Oğuz Kalelioğlu atandı. Kadro olarak K. K. İstihbarat Başkanı
Tümgeneral Behzat Seyhan'a bağlı olmamıza rağmen, görev açısından doğrudan
Orgeneral Ersin'e bağlıydık. Bu grup içindeki çalışmalarımız "Milli
Güvenlik Konseyi Müşterek İstihbarat Dairesi" ile koordineli olarak
sürdürülüyordu.
Özel Planlama Grubu'nun en önemli
işlevlerinden biri, Milli Güvenlik Konseyi uygulamalarının Anadolu'ya nasıl
ulaştığını ve bölgelerde olan olumlu veya olumsuz gelişmeleri tespit etmekti.
Konsey üyelerinin bilgilendirilmesi yoluyla tedbir alınması amaçlanıyordu. Bu
maksatla benim dışımda altı kurmay subay daha seçildi. Ben Ankara merkez ve
çevresini gezerken, seçilen diğer subaylar ülkenin diğer yerlerinde
konferanslar veriyorlardı. Her seferinde mümkün olduğu kadar çok il ve ilçeye
gidilerek hem bürokratik kesime hem de halka ulaşıyorlar ve konferans ile birlikte
konseyin çalışmaları, amaçları ve faaliyetleri hakkında bilgi veriyorlar, bir
bakıma bölgenin nabzını tutuyorlardı.
Konferansçılar için üç konu
belirlenmişti. Bunlardan birincisi "Türkiye'de Yıkıcı ve Bölücü
Akımlar", İkincisi "Atatürkçü Düşünce ve Yaklaşım Tarzı",
üçüncüsü ise "Atatürk'ün Ekonomik Görüşleri" idi.
Turneyi andıran her bir konferans
gezisi ortalama bir ay kadar sürüyordu. Dönüşte konferansçılardan toplanan
bilgileri rapor haline getiriyor ve konsey üyelerine sunuyorduk. Film, slayt, viograf,
afiş ve pankartlarla görsel açıdan zenginleştirilen bu konferanslarla ülkenin
dört bir yanında milyonlarca kişiye ulaşıldı. Sadece benim 1978-1985 arasında
verdiğim konferansların sayısı bini aşmıştı.
Konferans metinleri 1982 yılında K.K.K.
yayını olarak üç kitap halinde basıldı. Bütün subay astsubaylara ismen
gönderildi ve Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı okul kütüphanelerine Atatürkçülük
derslerinde yardımcı ders kitabı olarak kullanılmak üzere beşer adet
gönderildi.
Bu kitapların önsözü şu şekildeydi:
"Ülkemizi iç savaşın eşiğine
getiren ve 12 Eylül müdahalesini kaçınılmaz yapan her türlü yıkıcı ve bölücü
akımlarla bunların dayandığı esasları, uygulama taktiklerini ve son bağımsız
Türk Devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ni yıkmayı amaçlayan hedeflerini gözler
önüne seren ve vatandaşlarımızı bu akımlardan koruyarak devleti yıkılmaktan
kurtarmanın yegane yolunun; Atatürk'ün düşüncelerinin benimsenmesi olduğu
gerçeğini açıklayan bir seri konferanslar (Türkiye'de yıkıcı ve bölücü akımlar
Atatürkçü Düşünce ve yaklaşım tarzı Atatürk'ün ekonomik görüşleri) hazırlanmış,
asker ve sivil olarak toplam 500.000 kişiye verilmiştir.
Konferansların beklenen amaca ulaşarak
asker, sivil kamuoyunun her kesiminden büyük bir talep görmesi üzerine; hem
daha geniş kitlelerin istifadesine sunmak, hem de elde bir müracaat dokümanı
olarak kullanılmak üzere, konferansların kitap halinde basılma ve yayınlanması
mecburiyeti doğmuştur."
Bu üç kitap ile birlikte Atatürkçü
düşünceyi yaygınlaştırmak amacıyla hazırlanan "Atatürk El Kitabı",
sadece silahlı kuvvetlere değil, bütün okullarımıza ve öğretmenlerimize
ulaşacak şekilde dağıtıldı.
Bu konferanslar vasıtasıyla Burdur 58.
Topçu Er Eğitim Tugayı'nda başlatılan "Dövizli Askerlik" uygulaması
yapanlara ulaşan Kur. Bnb. Oğuz Kalelioğlu, Türkiye'nin mutlaka üzerinde önemle
çalışılması ve kazanılması gereken önemli bir dış gücünün varlığını ortaya
çıkardı.
Özel Planlama Grubu tarafından iki
aylık dövizli askerlik uygulaması için Burdur'a gelen ve her seferinde sayıları
iki bini aşan yurttaşlarımız için özel bilgilendirme çalışmaları başlatıldı.
Değişik konulan içeren bilgilendirme konferansları düzenlendi. Bunların
geldikleri yerlerde birlik beraberlik içinde ülkesine, toprağına, bayrağına
saygılı birer Türk vatandaşı olmaları ve organize hareket edebilmelerini
sağlayacak bir seri programlar uygulandı.
Ülkemizin, insanımızın örf ve
adetlerimizin, dini inanışlarımızın özünü anlatan pek çok yazılı doküman,
kitap, film, fotoğraf, slayt bu vesileyle yurtdışına gönderildi. Yurtdışında
Türklerin kurduğu kütüphaneler yüz binlerce kitap ile takviye edildi.
Anketlerle yurtdışmda yaşayan
vatandaşlarımızın sorunlarını anlamaya çalıştık. Kısa sürede gördük ki,
vatandaşlarımız dinlerinin ve milli kimliklerinin korunmasında ciddi sorunlar
yaşıyorlardı ve bizden talepleri vardı: "Bize dinimizi öğretin, Kuranı
Kerim gönderin" diye ısrarlı talepte bulundular. "Yurtdışında Süleymancılar, Nurcular, Nakşibendiler gibi ayrı
cemaatler ayrı camiler kurmuşlar. Avrupalılar adeta bizleri bölmek için
tarikatlara bina veriyor, maddi yardım yapıyorlar. Saf ve dindar Müslümanlara
yer vermiyorlar. Devletimiz bize sahip çıksın" dediler. Bunun üzerine
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın hazırladığı Kuran'ı Kerim meali ile çeşitli
dillerde bastırılarak çoğaltılan Nutuk bol miktarda dağıtıldı.
Bu programlar her dönemde bizzat
Burdur'a gidilerek büyük bir titizlikle takip edildi. Her alanda çok başarılı
neticeler alındı. Avrupa'da yaşayan Türk toplumu arasına nifak sokarak onları
bölmeye ve birbirine düşürmeye çalışan mihraklar, büyük bir hüsran ile
karşılaştılar.
Bu başarılardan rahatsız olan mihraklar
karşı saldırıya geçmekte gecikmediler. Gazeteci Fatih Güllapoğlu'na yazdırılan
"Tanksız Topsuz Harekat" isimli tamamen hayal mahsulü kitapta,
vatandaşlarımıza Diyanet İşleri'nin bastırdığı Kuran mealinin dağıtılması
faaliyeti, "devlet eliyle irtica yapılıyor" gibi gösterildi.
Bu kitapta "derin devlet" ve
"kontrgerilla ajanı" gibi isimlerle anılarak hedef haline getirildik.
Biz aldığımız görevi kanunlar çerçevesinde en iyi şekilde yapmak ve
yurtdışındaki vatandaşlarımızın sıkıntılarını çözmek için çırpınırken konuyla
hiç alakası olmayan suçlamalarla karşı karşıya kaldık. Bu kitap ve bundan sonra
çıkarılan birkaç kitapta hakkımızda uydurulan yalanyanlış iddialara hukuki
yoldan yaptığımız mücadeleyle cevap verdik. Açtığımız maddi ve manevi tazminat
davalarının tamamını kazandık.
Bu arada 1981 yılı sonbaharında Avrupa
ülkelerini içine alan ve Türklerin yaşadığı pek çok yerleşim birimini kapsayan
bir geziye gönderildim. Bu şekilde yurt dışında yaşayan Türklerin sorunlarını
yerinde görmemiz ve buna göre acil tedbirler almamız mümkün olacaktı. Bu gezi
dış temsilciliklerimizin bilgisi dışındaydı ve tamamen dövizli askerlik için
gelen vatandaşlarımızın özel daveti üzerine planlanmıştı.
Bu vesileyle Türkiye'nin başta Almanya
olmak üzere, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda'daki dış temsilciliklerini
yıllardır oralarda yaşayan bir vatandaşı gibi ziyaret ettim. Türk dış
temsilcilikleri belki de ilk defa, kendi teşkilatları dışından biri tarafından
bir nevi habersiz denetlemeye tabi tutulmuştu. 1960 yılında Almanya'ya başlayan
vasıfsız işçi akımının yirmi senede ulaştığı seviyeyi yerinde gördüm. Pek çok
Türk'ün içinde yaşadıkları yabancı toplumda ekonomik ve kültürel alandaki
ulaştıkları çok üstün seviyeyi görerek, bu durumun Türkiye için önemli bir
yaptırım gücü olduğunu tespit ettim. Buna rağmen, Türk dış temsilciliklerinin
kendileri dışında gelişen bu büyük gücün farkında olmadığını da üzülerek
öğrendim.
Birbirleriyle bulundukları yörelerde
kavgalı olan Türk teşkilatlarının bir çatı altında toplanmaları için ciddi
çalışmalar yapma fırsatı buldum. Geziyle ilgili hazırladığım detaylı raporu,
dönüşte önce sözlü olarak Milli Güvenlik Konseyi üyelerine takdim ettim ve daha
sonra yazılı rapor halinde ilgili makamlara gönderdim.
Psikolojik harekat faaliyetleri olarak
nitelendirilecek çalışmaların bir diğeri de TRT Ordu Foto Film Merkezi
aracılığı ile oluşturduğumuz bir ekiple yaptığımız filmlerdi. Tamamı TRT
televizyonundan yayınlanan, yapım ve yönetimini Kumkale-Kalelioğlu İkilisi
olarak gerçekleştirdiğimiz filmler video kasetleri haline getirildi. Kasetler
beş dilde çoğaltılarak yabancı ülke temsilciliklerine, dışişlerinin yurtdışı
bürolarına, yabancı üniversite kütüphanelerine, yabancı milletvekilleri ve parlamenterlere,
dünyanın belli başlı basın-yayın organlarına ve nihayet yabancı kütüphanelerine
gönderildi.
Bu filimler arasında, o günlerde yaygın
olarak sürdürülen ASALA terör örgütüne karşı hazırlananlar önceliği almıştı.
Türk ve Ermeni yurttaşlarımızın yaşantılarını konu alan "Ermeniler"
ile Doğu Anadolu bölgesinde Ermeni terör örgütlerinin katliamına uğramış
yurttaşlarımızdan hayatta kalanlar ile yapılan röportajları içeren "Canlı
Tarih" filmi bunlardan bazılarıdır.
"Neden Hedef Türkiye",
"Ölümsüz Devlet", "Boy Hedefi Türkiye" gibi filmler tarihi
ve kültürel zenginliğimizi anlatan çalışmalara birer örnektir. Film
çalışmalarımızda o tarihte TRT'de spikerlik yapan ve yedek subaylığını
yanımızda tamamlayan (ANAP Samsun eski milletvekili) Mehmet Akarca'nın büyük
yardım ve desteklerini gördük.
Ayrıca halkımızın ordu-millet
karakterini canlı tutmak ve Türk Silahlı Kuvvetleri halkında sürdürülen menfi
propagandaları önlemek üzere, Türk Kara Kuvvetleri'ni tanıtan "Vatan
Borcu" isimli belgesel filmi hazırladım. Bu filmin çekimi esnasında,
içinde bulunduğum kuvvetin ne kadar köklü ve güçlü bir müessese olduğunu bir
kere daha görerek, halkımızın güveninin ne kadar haklı olduğunu bir kere daha
anladım.
Yukarıda bir kaçını belirttiğim
çalışmalar tipik birer psikolojik harekat faaliyetiydi. Bu son derece zor fakat
etkili faaliyetlerin gerek planlanması ve gerekse uygulanması esnasında,
Orgeneral Nurettin Ersin'in engin tecrübe ve bilgi birikiminden ve sınırsız
desteğinden yararlandık. Yine bu çalışmalarımızda Belgelerle Türk Tarihi
Dergisi'ni çıkartan Danışma Meclisi üyesi Ertuğrul Zekai Ökte'nin de çok büyük
desteğini aldık. Bu iki isim olmasaydı başarı şansımız çok az olacaktı. Bir
nevi okulda değil, mutfakta yetiştik...
Mayıs 1983'de Genelkurmay Başkanı Org.
Nurettin Ersin, beni ve Oğuz Kalelioğlu'nu (Kıbrıs Adalet Partisi Genel
Başkanı) makamına davet etti. O tarihte ikimiz de kurmay binbaşı
rütbesindeydik. Son üç yılda yaptıklarımız hakkında bize teşekkür etti ve
özetle şunları söyledi:
"Yaptıklarınızın başarısı
kanıtlanmıştır. Şimdi bütün bu yapılanları kurumsallaştırmak ve askeri yönetim
gittikten sonra da devletin bekası için devam ettirmek zorundayız.
Bildiğiniz gibi yeni anayasa yürürlüğe girdi.
Bu anayasada her şey Atatürkçü düşünce sistemine bağlandı. Bu sitemi anlatıp
yaygınlaştıracak ve vatandaşlarımızı Atatürkçü düşünce doğrultusunda
yönlendirecek bir üst kuruluşa ihtiyacımız var. Seçimlere altı ay kaldı. Ülke
çapında psikolojik harekâtı planlayıp uygulayacak ve bütün kurum ve kuruluşları
yönlendirecek bir yapılanma içine girmemiz gerekiyor. Düşünün, inceleyin, neyi
nerede nasıl yapabiliriz? Hazırlanın görüşelim."
Görüldüğü gibi fikrimizi almadı.
"Yapabilir misiniz?" demedi. Doğrudan emir verdi. Çalışmalara hemen
başladık. Haziran 1983 tayinlerinde, o zaman Tunus Caddesi 46 numaralı
apartmanda görev yapan Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği emrine,
Tuğgeneral Doğan Bayazıt (rahmetli Orgeneral Doğan Bayazıt) ve Kurmay Binbaşı
Oğuz Kalelioğlu ile birlikte bu müessese çatısı altında "Psikolojik
Harekat Teşkilatı" kurmak üzere atandık.
İlk günler, Türkiye'de konu ile ilgili
hangi kuruluşlar var mıdır, bunlar neler yapıyorlar, birbirleriyle ilgileri ve
işbirliği var mıdır? Yasal olarak belirlenen ve madden verilen güçleri nedir
sorularının cevabını bulmak üzere bir seri ziyaretler gerçekleştirdik. Bu arada
dünyada bu işin nasıl yapıldığını araştırdık. Bir yandan da Danışma Meclisi
üyesi Ertuğrul Zekai Ökte Bey'in yönetiminde kanun hazırlama çalışmaları devam
etti.
Nasıl bir teşkilatla ve nerede en etkin
görev yapmamızın uygun olacağını araştırdık. Yani kendimize çalışma mekanı
bulma ve yerleşme çalışmalarına başladık. Bir yandan da asker ve sivil kimlerle
çalışabileceğimiz konusunda hazırlıklara devam edildi. Bu hazırlıklar hakkında
Konsey üyesi Sayın Orgeneral Nurettin Ersin'i devamlı bilgilendirdik ve kanunun
çıktığı 11 Kasım 1983'e kadar kuruluşla ilgili direktiflerini aldık.
Milletvekili seçimleri yapılıp, Turgut
Özal'ın Anavatan Partisi iktidarı devralana kadar kanunumuz çıkmıştı.
Yönetmelik üzerinde çalışmalar devam ederken, biz şimdi yeni adımız "Toplumla İlişkiler Başkanlığı"
olarak şimdiki Devlet Planlama Teşkilatı binasının altıncı katına yerleştik.
Artık hepimiz sivildik. Araçlarımız sivil plakalıydı ve devletin değişik
kurumlarından şoförleriyle birlikte alınmıştı. Kapımızda sivil polisler ve
içeride hizmetli olarak her birini bakanlıklardan titizlikle seçilen sivil
görevliler vardı.
Yerleşmemizin tamamlanması ile birlikte
yönetmeliğimiz de hazırlanarak yürürlüğe girmişti. Etkin bir çalışma
sürdürebilmek ve psikolojik harekatın ruhuna uygun hizmet üretmemize yardımcı
olacak maddeleri içeren yeni yönetmeliğin 23. Madde d. fıkrasında görevimiz şu
şekilde belirlenmişti:
• Devletin
varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve
güvenliği ve anayasal rejimin korunmasında;
• Türk
toplumunu Atatürkçü düşünce, Atatürk ilke ve inkılapları, milli ülkü ve
değerler etrafında birleştirerek milli birlik ve bütünlüğü sağlayıcı her türlü
psikolojik tedbirin alınmasında;
• Anayasa
düzenine, milli birlik ve bütünlüğe, Türk milletini Atatürkçü düşünce, Atatürk
ilke ve inkılapları doğrultusunda ve milli değerler etrafında birleştirerek
milli hedeflerine yönlendirmeye karşı, yurtiçi ve yurtdışında oluşan tehdidin
etkisiz kılınmasında;
• Milli
Güvenlik Kurulu kararları ile bunlara ilişkin Bakanlar Kurulu kararlarına
istinaden gerekli olan psikolojik harekat hizmet ve faaliyetlerini planlar,
ilgili bakanlık, kamu ve özel kurum ve kuruluşlarda bu konudaki uygulamaları
takip ve kontrol eder, görevli birimleri planlar istikametinde
yönlendirir."
Bu kapsamlı görevlerin yerine
getirilmesi için büyük bir şevkle işe sarıldık. Faaliyetleri karşılayacak
esneklikte bir teşkilat yapısı oluşturmuştuk. Hazırlanan psikolojik harekat
planlarını birbiri peşi sıra yürürlüğe koymaya başladık.
Doğan Bayazıt başkanlığındaki
teşkilatımızda, karargahın çalışmasını koordine edecek (Kurmay Başkanlığı
benzeri) Koordinatörlük makamında, psikolojik harekat konularında uzman Tank
Alb. İhsan Beriş vardı. Ana hizmet birimlerinin başında benimle birlikte Top.
Kur. Bnb. Oğuz Kalelioğlu ile Mu. Alb. Altan Ateş bulunuyordu.
Tümgeneral Doğan Bayazıt'ın
kuruluşundan itibaren iki yıl başkanlık görevini yürüttüğü teşkilat yapısı
içinde, kendisine doğrudan bağlı baş müşavirlik kadrosunda ise Ertuğrul Zekai
Ökte görev almıştı. Bu kadronun altında ise silahlı kuvvetlerden ve
bakanlıklardan titizlikle seçilmiş uzmanlar mevcuttu.
Yeni başbakanlık binasının altıncı
katında göreve başlayan bu çekirdek kadro, çok kısa sürede hazırladığı Psikolojik
Harekat Planları ile çok önemli görevler icra etti. İlk altı ay içinde birlikte
çalıştığımız ve yapılan planların icracısı durumundaki bakanlık birimleri ve
diğer kamu kuruluşları üzerinde sağlam bir otorite sağlanmış ve devletin bütün
kurumlarının içinde bizimle paralel çalışan uzmanlardan kurulu birimler
oluşturulmaya başlanmıştı.
Psikolojik harekât uzmanlığında
bilginin ve yetişmenin sınırı yoktur. Dolayısıyla yetişmiş personelin sistem
içinde kalması ve emekli olduktan sonra da bu kurum içinde bilgi ve
tecrübesinden istifade edilmesi düşünülerek çok elastiki bir kadro meydana
getirmiştik. Yani asıl niyetimiz üniformaları çıkardıktan sonra da burada kalıp
göreve devam etmekti. Bilhassa bu işin sıfırdan kurucusu durumunda olan bizler,
artık asli görevimiz olan kıta subaylığı ile ilgili hizmetleri unutacak ve
burada emekli olacaktık.
Burada yaptığımız en önemli
hizmetlerden biri, açılmasında büyük gayretlerimin olduğu ve en küçük
teferruatına kadar planlarını yaptığım iki ay süreli Özel Psikolojik Harekat
Kursu'dur.
İstihbarat Okul Komutanlığı'nda açılan
kursta kendi dallarında gelecek vadeden sivil yöneticilerle, başarılı askeri
personel birarada bulunacaklardı. Bu kursu bitiren personel arasındaki kaynaşma
ve yakınlaşmanın, devlet hizmetinin kalitesinin yükseltilmesinde çok önemli
katkıları olacaktı. İlk kursun başarı durumunu yakından görmem ve planlamadaki
aksaklıkları yakından takip ederek müteakip kursların daha yararlı olmasını
sağlamak amacıyla, kursa ben de kursiyer olarak katıldım. Bu kursa benimle
birlikte Toplumla İlişkiler Başkanlığından seçtiğimiz asker ve sivil personel
de iştirak etti. Bu kursta meydana getirilen dostluklar ve kurulan
arkadaşlıkların halen devam ediyor olması, başarısının kanıtı olmuştur.
Yeni oluşturulmasına rağmen yaptığı çok
başarılı iç ve dış psikolojik harekat operasyonlarının içeride ve dışarıda
birilerini rahatsız etmesi çok doğaldı. Bunu biliyor ve buna direnmek
gerektiğini idrak ediyorduk. Fakat işler umduğumuz gibi yürümedi. Sonunda çok
bilinen ve yaygın olarak kullanılan bir metot devreye sokularak, kuruluşu idari
yönden görev yapamaz hale getirmeye çalıştılar.
İdari yönden görev yapamaz hale
getirmenin çok çeşitli yolları vardır. Çok sık tayin yaparsınız, uzman
olmayanları uzmanlık isteyen görevlere getirirsiniz, işleri bürokrasi ile
boğuşturarak zamanında etkin tedbir alınmasını önlersiniz. Bunların pek çok
çeşidini uygulayabilirsiniz.
Bizde de buna benzer olaylar oldu.
Yerleşmemiz tam olarak sağlanıp faaliyetler bir plan dahilinde rutin çalışma
temposu içine girdiği ve uzmanlık alanlarının belirlenip bilgi birikimi
safhasına geçtiğimiz bir anda kuruma on kadar bayan memur atandı. Hiçbir
uzmanlık alanı olmayan ve bizlerin bilgisi dışında görevlendirilen bu bayanları
önce görevlendirecek yer bulamadık. Biraraya topladık. Fazla bir görev
veremediğimiz için boş kalıp gevezelik yapmalarını önleyemedik. Bilahare
gruplara dağıttık. Bu defa da gizlilik kavramı bozuldu. Yeni memurlar gelince,
bizim titizlikle seçtiğimiz tecrübeli sivil memurları eski görev yerlerine geri
gönderdik.
Başbakanlıkta çalışmaya başlamamızın
birinci yılı dolmuştu ki, çalıştığımız binanın 6. katını boşaltmamız ve yeniden
üniformalarımızı giyerek Çankaya, Şölen Sokak No:8'de Yunanistan
Büyükelçiliği'nin boşalttığı binaya taşınmamız emredildi.
Üç aya yakın bu taşınma işiyle
uğraştık. Taşınmayla birlikte yürürlükteki planların uygulanmasıyla
ilgileniyorduk. Yeni binada üniformalarımızı giydik. Gizli yönetmelikte yazılı
olan ismimizi, pirinç levhalarla herkesin göreceği şekilde kapımıza astık. Bir
müddet sonra güvenliğimizi sağlayan sivil polisleri geri istediler. Bundan
böyle bizim güvenliğimizi askerler sağlayacaktı. Ayrıca idari faaliyetleri de
askerler yapacaktı. Çok geçmeden küçük bir askeri hizmet müfrezesi
görevlendirildi.
Bu son şekliyle psikolojik harekat
yapan bir kuruluş görünümünden çıkıp, askerlik şubelerine benzeyen bir kuruluş
haline dönüştük. Erler işin içine girince onların özlük hakları, atışları,
eğitimleri, gece dersleri ve sporları gibi rutin askeri faaliyetler gündeme
geldi. Çankaya gibi modern bir semtte askerleri başıboş bırakmamak için, ben
dahil bütün rütbeli personele nöbetçi subaylığı yazmaya başladık. Bu yeni
yerimiz ve yeni görünümümüzle kısa bir süre sonra görev verdiğimiz kurum
temsilcileri üzerindeki otoritemiz azaldı.
Bunu bir örnekle anlatmak isterim.
Planın uygulanmasını kontrol ettiğimiz ve birimlere görev verdiğimiz ve benim
başkanlığımda yapılan rutin toplantılarda, bizden yüksek rütbeli subaylar
bulunduğu halde bizler sivil olduğumuzdan toplantı büyük bir ciddiyet ve disiplin
içinde sürdürülürdü. Binbaşı üniforması ile toplantı başkanlık makamına
oturduğumda Genelkurmay İstihbarat Başkanı Korgenerali ve MİT Başkan Yardımcısı
Tümgenerali'ni yanıma oturtmak zorunda kaldım. Önce rahatsız oldular. Sonra da
toplantılara bizden kıdemsiz kişileri göndermeye başladılar.
Kuruluşunun ikinci yılı olmasına rağmen
bulunduğumuz yerden de çıkmamız ve Mızıka Astsubay Okulu'nun yanında bulunan
eski revir binasına geçmek üzere hazırlık yapmamız istendi.
Çok iyi hazırlanmış bir kanun, bu kanuna
göre çok elastiki çalışma imkânları sağlayan bir yönetmelik, çok iyi yetişmiş
bir uzman kadromuz vardı. Ayrıca psikolojik harekat hizmetlerinde son derece
önemli olan maddi desteğe de sahiptik. Buna rağmen kendi elimizle sıfırdan
oluşturduğumuz Toplumla İlişkiler Başkanlığı'nın, tamamen idari ve bürokratik
uygulamalarla etkin görev yapamaz hale getirildiğini de yaşayarak anlamıştık.
Teşkilatın kuruluş safhasında ömrümüzün sonuna kadar bu hizmette kalmayı
planlamışken, bu defa "nasıl ayrılabilirim" sorusunun cevaplarını
aramaya başlamıştık. Şevkimiz kırılmış, direncimiz bitirilmişti. Görev yapamaz
ve yeterli hizmet üretemez hale getirilmiştik. Artık kıtaya dönmek zamanımız
gelmişti.
Ayrılmak isteğim önce şiddetle
mukavemet gördü. Bensiz olamayacağı öne sürüldü. Bilhassa o tarihte
Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyesi olan Nurettin Ersin Paşa çok üzüldü. "Siz
kurdunuz. Her şart altında kalmalısınız" diye diretti. Ben bu şartlarda
görev yapmanın yararına inanmadığımı belirterek ayrılmakta ısrar ettim. Sonunda
ısrarlarım neticesini verdi. Kıta hizmetimin noksanlığı mazereti kabul
edilerek, 1985 yılı genel atamalarında Tekirdağ'daki 8. Tümen, 190. Piyade
Alayı'na, 1. Piyade Tabur Komutanı olarak atandım. Bu şekilde fiilen psikolojik
harekât alanındaki hizmetlerim sona erdi. Ancak, daha önce belirttiğim gibi bu
konuya olan ilgim hayat boyu devam etti.
Aslında gemiyi ilk terk eden ben
değildim. Önce çok değer verdiğim, kendini çok iyi yetiştirmiş mümtaz bir
kurmay subay olan Plan Şube Müdürü Necdet ÖZEL (Korgeneral Necdet ÖZEL)
ayrıldı. Necdet Özel'i yanıma alırken çok zorlanmıştım. Bu başarılı genç subay,
o tarihlerde K.K.K. Genel Sekreterliği görevine vekalet ediyordu. Tayini için
bizzat Genelkurmay Başkanı'nı devreye sokmuştuk. Ayrılırken de gitmesini hiç
istemedim. Ama o benim sonradan görüp yaşadıklarımı önceden görmüş ve
ayrılmakta ısrarlı olmuştu. Necdet Özel orduya geri dönen ilk askeri
personeldi.
Giden ilk sivil ise Başmüşavirimiz
Ertuğrul Zekai Ökte idi. O da Çankaya'ya taşındıktan sonra ayrıldı. Sistemin
kuruluşunun her safhasında büyük hizmetleri bulunan ve Türkiye'de yetişmiş en
değerli Psikolojik Harekat uzmanı olarak gördüğüm Ertuğrul Zekai Ökte,
İstanbul'da kurduğu "Tarihi Araştırmalar ve Dokümantasyon Merkezleri Kurma
ve Geliştirme Vakfı"nın başına döndü.
Kurucu Başkan Tümgeneral Doğan Bayazıt
iki yıllık görevini benimle birlikte Tümgeneral Teoman Koman'a devrederek
ayrıldı. Yine benimle birlikte gelen ve başlangıçtan itibaren birlikte
olduğumuz yetişmiş bazı uzman subaylar da kıta hizmetlerini gerekçe göstererek
ayrıldılar. Bu şekilde Tümgeneral Teoman Koman yönetiminde yeni bir kadro, yeni
bir ruhla göreve başladı.
Aradan geçen yirmi bir yıl süresince,
Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği bünyesindeki başkanlıklar çok iyi
maddi imkânlara kavuştular. Polatlı yolu üzerindeki binalarında çok modern
şartlarda görev yapma imkanı buldular. 1996 yılında Silahlı Kuvvetler Akademisi
gezisi sırasında ziyaret ettiğimiz Milli Güvenlik Kurulu Genel
Sekreterliği'nde, o gün Genel Sekreter olan Orgeneral Doğan Bayazıt ile uzunca
süre sohbet etme imkanı bulmuştum. Tunus Caddesi üzerindeki 46 numaralı
apartmanın üst katındaki üst subay yemekhanesinin beyaz masası başında,
Bayazıt-Kumkale-Kalelioğlu ile yürüyüşe başlatılan hizmet kervanının ulaştığı
seviyeyi duygu dolu ifadelerle yadettiğimizi çok iyi hatırlıyorum.
Rahmetli Doğan Bayazıt, psikolojik
harekat kursunu Amerika'da ilk gören subaylardandı. Pratik zekası, üstün
kavrama yeteneği ve çok iyi temsil kabiliyeti ile psikolojik harekat
teşkilatının kuruluşunda Bayazıt Paşa'nın önemli bir yeri olmuştur. Ölmeden
kısa bir müddet önce koordinatörlüğünü yaptığı Eğitim Gönüllüleri Vakfı'nın
Nakkaştepe'deki binasında yaptığımız görüşmede; "Bunca yıllık askerlik
hayatımda en çok tartışmayı seninle ve Oğuz'la yaptım. Ama askerlik hayatımın
en zevkli ve en başarılı günlerini de sizinle birlikte yaşadım. Benim
yaşamımdaki etkinizi unutmam mümkün değildir" diyerek gönlümü almıştır.
Doğan Paşa ile tartışmalarımız kendimiz
için değildi. Bunlar, yaptığımız hizmetin daha iyi yürütülebilmesinin
çabalarıydı. Sonunda yetenekli ellerde çok iyi hizmetler üretebilecek bir MGK
Genel Sekreterliği Kanunu, kanunun verdiği yükümlülükleri en iyi şekilde
karşılayan bir yönetmelik, çok kapsamlı bir konsept ile psikolojik harekatın
bütün yönleriyle icra edebilecek esnek bir teşkilatın oluşturulmasını
sağlamıştık.
Burada bugün ortadan kaldırılan Türk
Psikolojik Harekat Teşkilatı'nın oluşturulmasında hizmetleri unutulamayacak
kadar büyük olan ve artık aramızdan ebediyen ayrılmış bulunan Orgeneral
Nurettin Ersin ve Orgeneral Doğan Bayazıt'ı rahmetle anıyorum. Ruhları şad
olsun. Mekanları cennet olsun.
Ben 1985 yılında sistemden ayrıldım.
Ama Türkiye aleyhinde çalışan küresel güçler ve onların yurdumuzdaki uzantıları
peşimizi bırakmadılar. Hakkımızda asılsız karalama kampanyaları yürüttüler.
Örneğin, generallik terfi yılma girdiğimde Fatih Güllapoğlu'na yazdırılan ve
kapağında dört yıldızlı albay resmi olan "Tanksız Topsuz Harekat"
kitabı zamanlama itibarıyla dikkat çekicidir. Daha sonraları Orhan Gökdemir'in
yazdığı "Öteki İslam" kitabı da benzer şekilde asılsız bir karalama
kampanyasının ürünüdür. Bu kitaplarda bizi "devlet içinde devlet"
olarak gösterdiler. Hiç gereği olmadığı ve bir sonuç getirmeyeceğini bildikleri
halde, adeta bizi roman kahramanı yaptılar. Her olayda ve her fırsatta ismimizi
kullanmaktan çekinmediler.
Hâlâ psikolojik harekat bahsi geçince
basının ilk aradığı isimlerin başında gelmem, yaptığımız işin doğruluğunu ve
başarısını kanıtlıyor ve bu beni gururlandırıyor. Beni yermek için kitap yazanlar,
yazdıkları ile bizi halkımız nezdinde bir kahraman yaptıklarını bilmiyorlardı.
Bütün çabalarına rağmen hayatımızda şahsi bir yanlış bulamadıkları için, bizi
karalamak isterken aslında halk nezdinde yücelttiklerinin de farkında
değillerdi. Eğer bunlarda bir nebze psikolojik harekat bilgisi olsaydı böyle
davranmazlardı.
Bundan sonra da adımızı vererek bizi
birilerine anlatmaya çalışacaklara, bu kitabı okumalarını tavsiye ediyorum.
Belki o zaman yaptıklarının kendilerini elde etmek istedikleri hedefe
götürmeyeceğini görür ve anlarlar.
1996'da kendi isteğimle emekli olduktan
sonra üniversitelerde verdiğim Atatürkçülük derslerinde, katıldığım panel,
konferans gibi etkinliklerde, özellikle televizyon programlarında ve son olarak
da gazete ve internet sitesindeki köşemde psikolojik harekat silahının gücünden
ve özelliklerinden bahsetmeyi ve bu konuda halkımızı bilgilendirmeyi kendime
görev edindim. Allah ömür ve akıl sağlığı verdiği sürece buna devam edeceğim.
Sh: 21-39
Kaynak:
Dr. Tahir Tamer Kumkale, Beynimizi Kimler Ve Nasıl Yönetiyorlar 2.Baskı Eylül
2006, İstanbul
DR. Tahir
Tamer KUMKALE
Psikolojik harekât ve propaganda
konularında uzmanlaşmış ülkelerden biri de Almanya'dır. I. Dünya Savaşı'nın
galipleri tarafından ezilen Alman halkını güçlendirmek ve Almanya'yı yeniden
eski günlerine döndürmek için Alman halkının psikolojik açıdan güçlendirilmesi
gerekiyordu.
Almanlar aynen Milli Mücadele
öncesindeki Türk halkının durumuna benzer bir durum içindeydi. Galip
devletlerin yaptırımları karşısında bunalan Alman halkının üzerinde çok yoğun
bir propaganda uygulandı. Sonunda ayağa kalkan Alman halkı bu defa kendini
fazla güçlü hissetti. Önce bütün Avrupa'ya sonra da dünyaya hâkim olmaya
kalktı. Gücünü iyi hesaplayamayan Almanya bölünerek teslim olmak zorunda kaldı.
Alman propagandasını incelemeden önce
günümüzden bazı haber özetlerini görelim. Çünkü günümüz haberleri eskiyle
yakından ilgilidir.
8 Ekim 2005 tarihli Avusturya
gazeteleri şu haberi veriyordu;
"Avusturyalı bir cep telefonu
kullanıcısı, cep telefonun Nazi marşı çalması nedeniyle 2 ay hapis cezasına
çarptırıldı. Avusturya'da 20 yaşında bir genç telefonundaki melodinin Nazi
propagandası olduğu gerekçesiyle 2 ay hapis cezasına çarptırıldı."
8 Kasım 2005 tarihli Alman Gazeteleri
manşetten şu haberi veriyordu;
"Son günlerde gündemdeki yoğunluğu
artan Nazi tehdidiyle internette de mücadele başladı. Almanya Hükümeti, Nazi
propagandası yaptığı gerekçesiyle bazı internet sitelerini kapatmaya ve
dışarıdan yayın yapanlara da ülkeden erişimi engellemeye başladı.
Eylemlerini sıklaştıran Nazi
taraftarlarının internet üzerinden örgütlendiği bilgisine erişen Alman polisi,
uzun süren araştırmaların ardından Nazi yandaşlarının oluşturduğu ve bir araya
geldiği e-grupları, propaganda için kullandıkları web sitelerini ve bazı özel
ağları tespit ederek teknolojik bir mücadeleye başladı. Ülkedeki 80 büyük
İnternet Servis Sağlayıcı (İSS) şirketle işbirliği yapan Alman Hükümeti, tespit
edilen sitelere girişlerin bloke edilmesi için önlemler alınmasını sağladı.
Nazi propagandası yapan sitelerin büyük çoğunluğunun Amerika Birleşik
Devletleri ve diğer ülkelerden yayın yapması ve hukuki açıklar, sitelere
girişlerin engellenmesi kararını kaçınılmaz hale getirdi."
Bir başka haber özeti;
"Almanya'da Yahudi soykırımının
yaşanmadığını savunan ve bu alanda yürütülen propaganda faaliyetlerinin önde
gelen isimlerinden olan Ernst Zündel'in yargılanmasına başlandı. 66 yaşındaki
yayıncı, ırka dayalı nefreti teşvik etmek, iftira ve ölülerin itibarını
lekeleme gibi suçlamalardan yargılanıyor.
Almanya'da Nazilerin İkinci Dünya
Savaşı sırasında altı milyon Yahudi'yi öldürdüğünü yadsımak suç kabul ediliyor.
20 yılı aşkın süredir Nazi propagandası yapan Zündel, son olarak görüşlerini
kurduğu bir internet sitesi aracılığıyla yayıyordu. Bu sitede de soykırımın
yaşanmadığını savunan Zündel, eğer suçlu bulunursa beş yıla kadar hapis
cezasına çarptırılabilir."
I. Dünya Savaşı'nın mağlup devleti
Almanya, barış antlaşmalarının ağır şartları altında zor durumdaydı ve galip
devletlerin yaptırımları karşısında çıkış yolu bulamıyordu. Her alanda
aşağılanma ve çöküş devam ederken, halkın içine düştüğü bunalımı fırsat bilen
"Alman halkının bu yapılanları hak etmediği" savı ile yandaşlarını
iktidara taşıyan Nazi Partisi lideri Hitler, önce Alman halkının moralini
yükseltmekle işe başladı.
Kurduğu Propaganda Bakanlığı'nın başına
getirdiği Goebbels bütün gücünü bunalımdaki Almanların "en üstün ırk
olduğu ve dünyaya diğer ırkları yönetmek için gönderildiği" temasına
bağlamış ve bu propaganda etkili olmuştur.
Alman milleti; Avusturyalı bir sıhhiye
onbaşısının nutuklarındaki hezeyanlarla kendinden geçmiş, bütünüyle boş olan
hayallerin peşinden maceraya sürüklenmiştir.
Milyonlarca Alman, yan yana yaşadığı
komşusu, bakkalı, manavı, berberi ve arkadaşı olan Yahudilerin evleri,
dükkanları SA ve SS'ler tarafından yakılıp, yıkılırken, kendileri ölesiye
dövülürken ses çıkarmamış, savaş başlayınca alıp meçhul yerlere götürülürlerken
de seyirci kalmıştır. Hatta bizzat kendisi ihbar etmiştir.
Alman ulusunun çoğunluğu histerik bir
biçimde Führer'lerini çılgınca desteklerken, onun yolunda bin yıllık Alman
İmparatorluğu'nu yeniden kurmak için cephelere giderken, devletin çok basit
usullerle gerçekleştirdiği resmi propagandasına inanmıştır.
Hitler'in propaganda bakanı Goebbels,
Hitler'in eski bir arkadaşıydı ve Hitler efsanesinin yaratılmasında başarılı
olmuştu. Führer, kendisini, Goebbels'in yarattığı "Der Führer"
imgesine benzetmek için hal ve davranışlarım düzenlemek için gayret göstermiş,
hatta tiyatro oyuncularından özel dersler dahi almıştı.
Etkili bir propagandist, parlak bir
hatip olan, gerçek olmaktan çok bir aktör gibi davranan, konuşurken birbirine
aykırı temaları bile pişkince peş peşe savunabilen muhteris, komplekslerle dolu,
kendini beğenmiş bir kişiliğe sahip olan Goebbels'in en önemli propaganda
vasıtası radyoydu. Alman radyoları ABD'ye günde 11 saat, Afrika'ya 8 saat ve
Britanya adalarına da bir o kadar süre kısa dalga yayını yapıyorlardı.
Goebbels'in bulduğu bir başka propaganda
aracı da özel olarak hazırlanmış geçit törenleriydi, örneğin Nasyonal
Sosyalizmin ilk büyük törensel gösterisi olan Nümberg gösterisi onun eseriydi.
Daha sonra alışkanlık haline getirilen ve on binlerce Nazi üniformalı Alman'ın
geçtiği, bayraklı, flamalı, borulu-trampetli gösterileri o başlatmıştı.
Naziler, insanları güdülecek sürü gibi
görüyorlardı. Goebbels'e göre insanlar tutkularının esiri olan, güdüleriyle
hareket eden basit yaratıklardı; akıllarına değil de duygularına hitap
ederseniz onları istediğiniz yere götürebilirdiniz.
Kitlenin akıllı olmadığını, kendisini
hakimiyet altında hissetmeye muhtaç olduğunu, hükmedici, emredici mutlak bir
otorite altında huzur, emniyet içinde hissettiğini söyleyen ve kitleler için
hiçbir hoşgörü, insanlık ve özgürlük duygusu taşımayan Hitler'in kanısını
paylaşıp onu uygulayan Goebbels, insanların görkemli gösterilerle
büyülenecekleri, birey olarak düşünmek yetilerini yitirecekleri kanısındaydı.
Kalabalığın, özenle düzenlemiş
geçitlerin, hoparlörlerden kademe kademe yükseltilen alkışların, önceden
hazırlanmış ses efektlerinin, cepheden getirilmiş askerlere yapılan tezahüratın
coşturulmuş kalabalıklar arasında bireyi eriteceğini biliyor, insanları
kalabalıkla tek tipleştirecek, makineleştirecek biçimde coşkulu bir atmosfer
içine sürüklüyordu.
Toplumun bireylerini yok kabul
ediyorlar ve bireyleri bir emirle ölüme götürecek militarize güçler haline
kolaylıkla getirebiliyorlardı. Bir bakıma toplumu illüzyonla uyuşturmuşlardı.
Sürekli aynı sözleri, aynı klişeleri, temaları tekrarlaya
tekrarlaya insanların kafalarında birtakım şartlanmalar yaratmak, yığınları
sürekli tekrarlanan sözlerle istedikleri gibi şekillendirmek mümkün
olabiliyordu.
Nazi propagandası çok karmaşık değildi.
Çok iyi seçilmiş ve halkın anlayabileceği bir dilde vurgulanan seçilmiş bir kaç
konuyla sınırlıydı.
Führer'in göklere çıkartılması,
dahiliğinin vurgulanması, düşmanları olan komünistlerin ve Yahudilerin daima
karalanması, antikomünizmin ve antisemitizmin hep diri tutulması, Alman
ulusunun önünde bu iki kötülüğün sürekli gösterilmesi, ısrarla tekrarlanan,
zihinlere mıhlanan temalardı.
Nazi Almanya'sı işgal ettiği ülkelerde
de aynı tarz ve şiddette propagandaya önem verdi. İşgal edilen ülkelerde iş
çevrelerinden, polisten, bürokrasiden, basından, organize suç örgütlerinden
işbirlikçiler bulundu veya para ile satın alındı.
Goebbels, işgal edilen ülkelerde
elçiliklerin, işgal komutanlığının (Wehrmacht'ın) propaganda servislerinin yanı
sıra, kendi bakanlığına bağlı özel propaganda birimleri kurmuştu. Bu özel birim
elemanları ilk iş olarak o ülkedeki tüm kütüphaneleri tarayıp kendileri için
zararlı gördükleri kitapları ve dergi koleksiyonlarını temizlediler,
kendilerine bağlı yeni gazeteler çıkardılar, matbaalardan, film ve plak
şirketlerinden, yayınevlerinden hisseler aldılar, kültürel görünüm altında
dernekler kurup, sürekli Nazi propagandası yaptırdılar, stüdyolara girerek
haber filmlerinin montajlarına nezaret ettiler.
Fransa'da Almanların atadığı Vichy
hükümetinin Enformasyon Bakanı Bonafous, Almanlardan "her gün propaganda
içerikli haberlerin emirle gönderildiğini" bildirerek propagandanın
tamamen Almanlar tarafından yönlendirildiğini vurgulamıştır.
Nazizm işgal ettiği ülkelerdeki halkın
güce tapmasının sağladığı kolaylıklardan yararlandı. Birçok ülkede Nazi
taklitçileri türedi, Almanya'dan ithal edilmiş görüşler ve sözler dünyada moda
oldu. Her yerde fikirlerden çok mitler, sloganlar, aldatıcı şemalarla geçit
törenleri yaygınlaştı.
Bütün ülkelerde şiddete, bağnazlığa,
otoriteye olan ilgi arttı. Bireyler arasında hürriyet ve özgürlük fikirleriyle
demokratik düşünceler değil, körü körüne itaat, mutlak disiplin, kişileri
putlaştırma fikri ortalığı kapladı. Devletlerin kutsal ve soylu davalarına
kendisini adama, en yüce erdem ilan edildi.
Siyasi hareketlerde hiyerarşiler,
cilalı laflar, kof sloganlar, süslü üniformalar, bir örnek renkli giysilerle
yapılan törenler hep Nazi taklidi oldular. Savaşın ceryan ettiği bölgelerde
antisemitizm hortladı. Yahudileri aşağılayan ırkçı yazılar, fıkralar,
karikatürler yaygınlaştı. Kısacası Avrupa kıtası Almanya'dan ithal edilen
propaganda oyununun her yanda sergilendiği iptidai, gerici ve tiksindirici bir
bölge haline geldi.
Nazi Propaganda Bakanı Goebbels'e göre;
Yahudiler milliyetsizdiler, dünyanın
her yanında fesat yayıyorlardı ve halkları kamplara bölüyorlardı. Komünist SSCB
ile kapitalist Anglo-Sakson devletleri Almanya'ya karşı ittifak kurunca, fatura
yine Yahudilere çıkmıştı. Çünkü hem liberalleri, hem de komünistleri Yahudiler
yönetiyordu; zaten ülkelerin sermayesi de Yahudi veya Mason sermayesiydi. Karşı
kamptakilerin teorisyeni Karl Marx da Yahudiydi. Dünyanın en üstün ulusu olan
Almanlar "Semitik-Marksist-Mason" komplosuyla karşı karşıyaydı.
Hitler ve Goebbels birbirlerine karşıt
olan hasımlarını bile aynı gösterecek, onlara karşı kendilerini yüceltecek
kadar demagoglardı. Hitler'e göre; "Bir yalan ne kadar büyük olursa, inanılırlığı o
kadar artardı."
Alman halkı ve Alman Ordusu Yahudilere
karşı uygulanan şiddeti ve soykırımı çok kolay benimsedi ve destekledi. Çünkü
yapılan propagandanın ana teması "Yahudi Düşmanlığı" üzerine
kurgulanmıştı.
Alman yönetiminin Yahudilere karşı
yapacağı vahşi uygulamadan önce kendi halkını hazırlayabilmek ve kendisini
mazur göstermek için başvurduğu yöntem en az toplama kamplarında yapılanlar
kadar kötü ve acımasızdı.
Bu propagandanın gayesi, yapılanlara
Alman halkını hazırlamak, ülkede istikran ve kanun hakimiyetini sağlamak gibi
basit bir amaca yönelikti. Onlara göre; Alman askeri ve polis güçleri tamamen
kanunların kendisine verdiği görevleri icra ediyorlardı. Yani kanunsuz bir
durum asla mümkün değildi.
Hitler dönemi Yahudilere uygulanan
politika adeta bu milleti tarihten silecek kadar önemliydi. Önce kendileri
kendi politikalarına inandılar. Sonra adım adım bunun uygulamasına geçtiler.
Şimdi 1939-1945 yılları arasında çıkartılan Alman kanunlarında yer alan
"Yahudi yasakları" konusuna göz atalım ve yapılan baskının
dayanılmazlığını görelim.
Konuyu İkinci Dünya Harbi'ni anlatan
"Büyük Dünya Olayı" isimli altı ciltlik belgesel eserden çıkardığım
maddelerle ortaya koymaya çalışacağım. "Büyük Dünya Olayı", Herbert
Von Moos tarafından kaleme alınmıştır. Savaş zamanı günü gününe tutulan notları
içeren bir dev eserdir. 1952 yılında Genelkurmay Başkanlığı Yayını olarak
yayınlanmıştır.
Şimdi Almanların Alman şehirlerinde iç
içe yaşadıkları komşuları Yahudi Cemaati için kanunla getirdiği yasaklardan
bazılarım sıralayalım. Kendimizi o günlerin Almanya'sına götürelim ve bu
yasaklarla karşı karşıya olan Yahudilerin ruh halini yaşamaya çalışalım.
Maddeler üzerinde biraz akıl yoranlar,
toplama kamplarında yakılmadan dahi, Yahudi halkının kendi evlerinde imha
tehlikesiyle karşı karşıya kaldıklarını göstermektedir. Alman halkı da bugün
inkâr etseler de kanunları uygulayan askerlerine yardımcı olmakta bir sakınca
görmemişlerdir.
İşte 1939-1945 arasında kanun ile
getirilen Yahudi Yasakları;
• Altı yaşın üzerindeki Yahudi
çocukları dükkanlardan bal, kakao ve marmelat alamazlar,
• Yahudiler,
yerel polisin yazılı izni olmadan yaşadıkları muhtarlık bölgesini terk
edemezler,
• Yahudiler
madalya ve nişan taşıyamazlar,
• Yahudiler
mülkiyetinde radyo yayını yapılamaz,
• Yahudilerin
Alman kültüründen yararlanmaları yasaktır.
• Yahudilere
kitap satmak veya kiralamak yasaktır,
• Yahudiler
sol yakalarında devamlı olarak Yahudi yıldızı taşıyacaklardır,
• Yahudi
evlerine Yahudi yıldızı her yerden görülecek şekilde asılacaktır,
• Yahudi
mülkiyetinde bulunan tüm kürk ve yün eşyası teslim edilecektir. Sadece mutlak
lüzumlu giyecek maddeleri taşımalarına izin verilecektir,
• Yahudiler
evlerinde kedi, köpek ve kuş besleyemezler,
• Yahudiler
berberlik yapamazlar,
• Yahudiler
sigara içemezler, sigara için kartı taşıyamazlar,
• Yahudiler
gözlükleri dahil ellerindeki bütün optik aletleri Alman makamlarına teslim
edeceklerdir,
• Yahudiler
soba, ısıtma yastığı, tava, süpürge, ütü gibi elektrikli ev aletleri ile
plakçalar, plak, yazı makinesi, teksir makinesi, bisiklet, fotoğraf makinesi ve
malzemesi, film, dürbün gibi malzemelerini derhal yerel makamlara teslim
edeceklerdir,
• 19
Ekim 1942'den itibaren Yahudiler et, et ürünleri, yumurta, buğday ürünleri ve
süt mamullerini bulunduramazlar,
• Yahudiler
miras bırakamazlar. Ölen Yahudilerin malları Alman devletine intikal edecektir,
• Erkek Yahudi isimleri sonuna İsrael, kadın
Yahudi isimlerinin sonuna Sara ismi getirilecektir.
• Bütün
Yahudilerin şoför ehliyetleri iptal edilmiştir. Bundan sonra Yahudiler şoförlük
yapamazlar,
• İlkortalise
ve üniversite dahil Alman okullarında okuyan Yahudilerin okullarıyla ilişkileri
kesilecektir,
• Yahudiler
elbise hammaddesi ve iplik mamulatı bulunduramazlar,
• Yahudiler
akşam 20:00'den itibaren gün ışıyıncaya kadar hiçbir şekilde ikametgahlarını
ter etmeyeceklerdir,
• Yahudiler
araç sahibi olamazlar. Bütün Yahudilerin araç ruhsatları iptal edilmiştir,
• Yüzük
dâhil her türlü ziynet eşyası bulundurmaları ve takmaları yasaktır. İlgili
makamlara derhal teslim edilecektir,
• Yahudiler
otelde yatamazlar,
• Yahudiler
Almanların devam ettiği genel banyo ve hamamlara gidemezler,
• Yahudilerin
kullanabilecekleri cadde ve sokaklar belirlenmiştir. Bunun dışına çıkmaları
yasaktır,
• Yahudiler
tiyatro, sinema, konser salonu, konferans salonu, müzeler, lunaparklar, spor
salonları gibi kamuya açık alanlara giremezler,
• Yahudiler
demiryollarını kullanamazlar,
• Yahudilerin
sahip oldukları Alman pasaportları iptal edilmiştir,
• Alman
öğretmenler Yahudilere hiçbir şekilde ders veremezler, Yahudi çocuklar Alman
çocuklarıyla birarada oturamazlar,
• Yahudiler
gazete, dergi, kanun, kararname ve bültenleri temin edemezler, satın alamazlar
ve okuyamazlar.
Bu maddeler bugün Türkiye'ye insan hakları dersi vermeye
çalışan ve tarihi çarpıtarak olmayan bir olayı "Ermeni Soykırımı" olarak nitelendirerek, Türkiye
üzerinde baskı uygulamaya çalışan Almanya'nın gerçek yüzünü göstermesi
açısından önem arz etmektedir.
Dünyada demokratik düşüncelerin geçen
60 yılda aldığı mesafe oldukça iyimserdir. Daha da iyi olması için insanlığın
çok çalışması gerekmektedir.
Sh:345-354
Kaynak:
Dr. Tahir Tamer Kumkale, Beynimizi Kimler Ve Nasıl Yönetiyorlar 2.Baskı Eylül
2006, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar