Print Friendly and PDF

İNGİLİZLERİN DÜNYANIN BAŞINA SARACAĞI BELA: İSRAİL

 


Ortadoğu topraklarının parçalanmasının en önemli sebeplerinden biri Yahudi devletinin oluşturulması projesiydi. II. Abdülhamid’e isteklerini kabul ettiremeyen Yahudiler bu sefer de İngiltere’ye umut bağlamışlardı. İngiltere nezdinde sıkı faaliyete girişen Siyonizm teşkilatı, kendi davalarına destek bulmayı başarmışlardı. İngiltere, Balfour bildirisiyle Yahudilere Filistin’i “millî yurt” yapma kararı almıştı. Fakat kurulacak bir Yahudi devletinin karşısında parçalanmış birçok Arap devleti oluşturulmalıydı. Dünyanın süper gücü durumundaki İngiltere’nin petrol hâkimiyetinden sonra kurduğu en büyük tuzak Filistinlileri hedef almıştı. Filistin topraklarına sürekli göçmenler gönderiliyordu.

Gazze ile Beyrut arasındaki sahil bölgelerinden Şam’daki 4. Ordu’ya bağlı 8. Kolordu sorumluydu. Kolordu içinden bazı subaylar Teşkilat-ı Mahsusa elemanı olarak görevlendirilmişlerdi. Bunlardan birisi de üsteğmen Cevat Rıfat Bey idi. Cevat Rıfat Bey üç kişilik ekibiyle birlikte Gazze bölgesinde Arap kıyafetiyle keşif çalışmalarına çıkmıştı. Bir gün Gazze bölgesinde gezerken iki haini sahilde gizlenerek ellerindeki fenerlerle düşman gemilerine birtakım işaretler yaparken yakalamışlardı. Kısa sorgularından sonra onların Yahudi oldukları anlaşılmıştı. İstihbaratçıların soruları karşısında cüretkâr bir tavır ile konuşmuyorlardı. Ajanlar tarafından silah zoru ile kelepçelenerek tutuklanmışlardı. Onlara göre İngilizler zaferi kazanacaklar, kendileri de kısa zamanda kurtulacaklardı. Tüm ısrarlara rağmen bir türlü konuşturulamayan bu iki Yahudi kolorduya götürülerek zindana atılmıştır.

Yahudi casusların ortaya çıkması üzerine Şam’da bulunan 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa’ya bilgi verilmişti. O da İstanbul’a telgraf çekerek Enver Paşa’yı bu konuda bilgilendirmişti. Enver Paşa’nın duruma tepkisi sert oldu. Teşkilat-ı Mahsusa’dan derhâl yeni ekipler oluşturarak konunun derinliğine araştırılmasını istedi. Cemal Paşa da Şam’da üst düzey Teşkilat-ı Mahsusa elemanı olarak görev yapan Kaymakam Fahri Bey’i görevlendirmişti.

Şam’da Teşkilat-ı Mahsusa’nın hücre elemanları çalışmalara katılmış; Gazze Savaşı’na katılan Üsteğmen Cevat Rıfat Bey’in öncülüğünde Yasin, Şerif ve Seyfeddin beyler bölgede olabilecek diğer Yahudi casusların peşlerine düşmüşlerdir. Gazze, Nablus ve Halilirrahman bölgesindeki Yahudi köy ve çiftliklerinde devletin yüksek himayesinde yurt sahibi olarak mesut ve rahat yaşayan bu ihanet şebekelerinin ortaya çıkarılması gerekiyordu. Yahudilerin ihanetlerinin duyulması Türk askerinin moralini bozmaktaydı. İngiliz ajanlarına yataklık ve yaltaklık içinde sürekli bilgi akışı içinde oldukları öğrenilmişti.

Teşkilat-ı Mahsusa ajanları bazı bölgelere trenle, bazı bölgelere develerle giderek Lübnan ve Filistin’de gizli istihbarat çalışmalarına başlamışlardı. Sivil halktan bazı ileri gelenlerle güç birliği yapılmış; buradaki Teşkilat-ı Mahsusa birliklerinin yöneticisi olan Sadık Bey, gizli Arap örgütlerinden El Ahid ve Kahtaniyyecilerle mücadeleye girişmişti.

 

Üsteğmen Şerif tarafından, Zimmarin kasabası sahilinde Samuel Anna ve Abraham Talut adında iki casus daha yakalanmıştı. Düşman gemilerine bilgi verdiklerini kabul etmişler, ancak; bu bilgilerin askerî bölgeyle ilgisinin olmadığını söylemişlerdir. Her geçen gün geniş bir Yahudi istihbaratı ile karşı karşıya kalındığı ispatlanıyordu. Bu adamlar Osmanlı askerî gücü ve mıntıkası hakkında edindikleri bilgileri ağzı kapalı şişelere koydukları kâğıtlarla denize atmakta ve bu şişeler düşman gemisinden sahilin boş bir noktasına indirilen bir sandalla alınmaktaydı. Samuel Anna, ilk önce salıverileceği vaadiyle Üsteğmen Şerif’e itiraflarda bulunduysa da, heyet huzurunda inkâr yoluna sapmıştır! Teşkilat-ı Mahsusa ajanları ve Sahil Komutanlığı çalışmayı genişlettikçe yeni bilgiler ve oyunlar ortaya çıkarılıyordu. Çalışmaların derinleştirilmesi için hiçbir fedakârlıktan kaçınılmıyordu.

Kolordu Komutanlığı, bu iki Yahudi casusunun, kimseyle görüştürülmeden ve kaçmalarına müsaade edilmeden süratle Şam’a gönderilmesini emretti. Gizli bir şekilde Şam’a getirilen bu Yahudiler, Kaymakam Fahri Bey’in başkanlığında istihbarat elemanları tarafından derhâl sorguya çekildi. Fakat bir türlü konuşturulamıyordu. Divan-ı Harp’e verilmek üzere ayrıca hususi bir sorguya daha alınmışlardı.

Şam’daki ikinci sorgularında önce Samuel Anna içeriye alınmış, ortada bir sandalyeye oturtulmuştu. Ordu başhekimi Nedim Bey de çağrılarak çapraz sorguya başlanmıştı.

Samuel Anna, ürkek bakışlarıyla gözlerini kaçırmaktaydı. Sorguya ilk olarak Nedim Bey başladı:

“Adın nedir?”

“Samuel Anna…”

“Nerede oturuyorsun?”

“Zummarin’de.”

“Oraya nereden geldin?”

“Polonya’dan.”

“Niçin memleketinden buraya göç ettiniz?”

“Muhaciriz.”

“Neden muhacir oldun?”

“…”

“Ne ile geçiniyorsun?”

“Evim, tarlam, ailem var.”

“Hayatından memnun musun?”

“Hayatımdan çok memnunum.”

“Size bu iyi hayatını temin eden devletten de memnun musun?”

“Evet.”

“Kalleş! Öyleyse niçin hainlik yapıyorsun?”

“Hayır! Ben hain değilim!”

“O hâlde, seni suçüstü yakalayan subay mı yalan söylüyor?”

“…”

Birden donakalmış, cevap verememişti.

“Bu kalleş Yahudilere anlayacakları dilden konuşmak lâzımdı. Şimdi sizi zindana gönderiyoruz. Yarına kadar süreniz var. Canını kurtarmak istiyorsan, hakikati olduğu gibi söylersin. Yine de inkâr etmen ve harp mıntıkasında yaptıklarını gizlemen kurşuna dizilmeye kâfidir.”

Bu son söz, Samuel Anna’nın kaslarını gevşetmişti, eli ayağı titremeye başladı. Yüzü de sapsarı olmuştu. Hemen dışarı atıldı.

Abraham Talut adlı ikinci Yahudi de sorgu odasına alındı ama söz birliği etmişçesine ondan da bir bilgi alınamadı. Aynı şekilde o da ayrı bir zindana atılarak kendisine itiraf etmesi için süre tanındı.

Ertesi gün Samuel Anna konuşacağına, her şeyi anlatacağına razı olmuştu. Konuşmazsa öldürüleceğine inandığı için, nöbetçi askerler tarafından sorguya tekrar getirildiğinde ilk sözü şu oldu:

“Komutana söyleyin, beni affederse size her şeyi anlatacağım.”

Samuel’in bu dileği komutana bildirildi. Her şeyi tamamen anlattığı takdirde öldürülmeyeceği vaadini aldıktan sonra Teşkilat-ı Mahsusa elemanları tarafından zindanda sorgusuna başlandı.

“Anlat bakalım.”

“Bana inanınız, merhamet ediniz! Ne biliyorsam söyleyeceğim, bizi yaktılar Allah da onları yaksın!”

“Kim onlar?”

“Biz köylerimizde sakin sakin yaşarken, bizi kukla gibi oynatan şeytanlar var. Allah belalarını versin! Bizi köle gibi kullanıyorlar. Eğer biz verdikleri emirleri yapmazsak bizi yaşatmayacaklarını söylüyor.”

“Demek o insanlar hükümetten kuvvetli, öyle mi?”

“Değil efendim.”

“Değil de ne?”

“…”

Cevap verecek yerde birden paçalarına sarılarak ağlamaya başlamıştı.

“Be adam, uzun etme kes ağlamayı da anlat… Anlat şu sizi yakanları… Bak paşadan senin için vakit de aldık!”

Samuel Anna bir anda sakinleşti. Gözlerini açtı, ağlamaklı bir şekilde, sanki şuurunu kaybetmiş gibi haykırdı:

“Düşman gemisine şişeler içinde rapor yollatan iki şefimiz var: Jozef Tobin ve Naman Belkend. Her şeyi onlar planlamışlardı. Elebaşlarımız onlar, ne isterseniz onlardan öğrenin, bizi onlar kullandı.”

 

Jozef Tobin daha önce yakalanıp zindana atılmıştı. Orta boylu, ela gözlü, kibar tavırlı bir Yahudi’ydi. Silahlı askerler tarafından zindana bırakılan Samuel’in ardından Jozef Tobin sorguya alındı.

Elebaşı olduğu söylenen bu Yahudi casus, sorgu odasına sakin bir şekilde girmişti. Sanki casus değil de vatansever bir kişi gibiydi. Ortadaki iskemleye oturtuldu.

“Adınız nedir?”

“Jozef Tobin.”

“Hangi ülkeden geldiniz?”

“Muhacir olarak Rusya’dan geldim.”

“Burada size bir yurt verildi mi?”

“Evet.”

“Servet sahibi olduğunuz doğru mu?”

“Padişahım çok yaşa!”

“Peki, siz de bu suale cevap verin: Ömür dilediğiniz padişaha ve onun emri altındaki ordusuna niçin hıyanet ettiniz?”

“Bizim bir suçumuz yok ki…”

“Hiç mi?”

“…”

“Bu fotoğraf makineleri, bu malzemeler ne işe yarar?”

“Harpten evvel Avusturyalı bir Yahudi tüccar emanet olarak bırakmıştı.”

“Kim bu tüccar, şimdi nerededir?”

“Adı Patak’tır fakat nerede olduğunu bilmiyorum.”

Yalan söylüyorlardı. Yahudi köyünde teknik altyapı hazırlanmış, Türk askerinin her hareketi ve komutanların gidiş gelişleri fotoğraflanarak Yahudi istihbarat merkezine ulaştırılıyordu.

“Ey Jozef Tobin, suçunuz çok büyüktür. Boşuna gizlemeye uğraşmayınız, hakikati anlatınız.”

“Hakikaten bir suçum yok efendim, ne anlatayım?”

“O hâlde size lâyık olan cezanın verilmesine razı mısınız?”

“Adalet! Adalet!”

Sabırlar tükenmişti, kendilerine her türlü refahı sağlayan bu devlete ihanet ediyorlardı. Devlete ve onun fedakâr ordusuna tuzaklar kuruluyordu. Bile bile ihanet eden bu Yahudi casusun adaletten bahsetmesi ne garip bir dilekti! Kendi yaşadığı vatanın askerini savaş meydanında düşmana arkadan vurdurtan alçaklara layık oldukları cezayı çektirmek tam bir adalet olsa gerek.

“Adalet isteriz!” demekten ileri gitmeyen bu casusu söyletmek için baskı ve zulüm yapılmamıştı. Adil sorgulama da işe yaramamıştı. Doktor Nedim Bey bunları Suggestion ve Hypnotisme yoluyla konuşturmaya çalışılmasını tavsiye etti.

….

 

Gün ağarmadan Zimmarin kasabasındaki evinden alınarak, bir eli Yüzbaşı Necmeddin Bey’in bileğine kelepçeli, diğer tarafında Teğmen Muzaffer Bey ile yola koyulmuşlardı. Fazla uzak olmayan tren istasyonuna yaya gelinmişti. İstasyondaki askerî gazinoda beklenirken Şam’a giden tren geldi. Madam Sara, Yüzbaşı Necmeddin ve Teğmen Muzaffer beylerin arasında müstakil kompartımana bindirilmişti.

Baş casus Madam Sara akıbetini biliyordu. Daha önce Şam’a gönderilen Yahudilerin dönmediklerini duymuştu. Birçok Yahudi’nin Divan-ı Harp’e verilip halkın gözü önünde idam edildiklerini bilmemesi mümkün değildi. Tren hızla çöl düzlüklerini geçip Şahap Vadisi’nden geçerken tuvalete gideceğini söyleyerek yalnız kalmak istemişti. Bayan olması sebebiyle subaylar bir iki dakika için yandaki kompartımana geçivermişlerdi. İşte tam bu fırsattan istifade Madam Sara trenin kapısını açarak kendisini yalçın Şahap Vadisi’ne atarak intihar etmişti. Bir kapı çarpmasıyla kompartımana dönen subaylar uçurumdan aşağı sivri kayalar üzerine düşen Madam Sara’nın cesedinin paramparça olduğunu gördüler. İntihar edeceği uçurumlu güzergâhı önceden camdan seçtiği belliydi. Fakat taşıdığı bütün sırlar da kendisiyle birlikte gitmişti. Tren durdurulmamış, yoluna devam etmişti. Madam Sara ekmeğini yediği, suyunu içtiği, havasını kokladığı vatanına ihanetinin cezasını kendisi vermişti.

Teşkilat-ı Mahsusa ajanları tarafından Hayfa’dan getirilen Benjamin ve Rotenberg adında iki, Canna köyünden Alber, İzak ve Jül adında üç casus daha yakalanarak Şam’a getirilmişti. Bunların arkası çorap söküğü gibi gelmeye başladı. Şam hapishaneleri hıncahınç dolmuştu. Hatta bazı küçük mescitler bile hapishane olarak kullanılmaya başlanmıştı.

Suriye hapishanelerindeki izdihamdan ve her gün Şam’a gönderilen casusların muhafazasından Şam şehri kaynıyordu. Yakalanan Yahudi casuslarını kurtarmak için çeşitli oyunlar, entrikalar ve her türlü faaliyet yapılmaktaydı. Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarının yoğun çalışmaları gün geçtikçe artıyordu. Uykusuz geceler geçiren vatan sevdalısı mücahitlerin yorgun düşüp garnizonlarda oturdukları iskemlelerinde uyudukları görülüyordu.

 

Yahudiler içeriden kaleyi fethetmeye çalışıyorlardı. Filistin toprakları hayaliyle gelerek İngilizlerle iş birliği içinde Osmanlı’ya tuzak kuruyorlardı. Yakalanan birçok Yahudi casus vardı. Şam’dan 15, Beyrut’tan 9, Sayda’dan 3, Akâ’dan 4, Hayfa’dan 37 kişi yakalanmıştı. Bunlar vatan haini idi. Divan-ı Harp azalarının, Şam’a sevk edilmekte olan yüzlerce alçağın sorgularını yaptıkları için sinirleri gerilmiş, yorgun düşmüşlerdi. Sıkıştırdıkça yeni bir isim ve her ismin altından yeni bir hıyanet ortaya çıkıyordu. Her yakalanan “Bana kıymayın, tüm bildiklerimi söyleyeceğim” diyordu. Birbirlerini ele veriyorlardı. Konuştukça daha çok batıyorlar, ihanetleri ağızlarından dökülüyordu.

 

İngiliz casusu Gertrude’un buluştuğu sayısız insanın içinde İngilizler tarafından atanan bir kişi öne çıkıyordu. O da Kudüs Müftüsü Kamil el Hüseyni idi. Hüseyni, dinî ve politik yönüyle etkili bir kişiydi. Bölgede Fransızlara karşı bir duruş sergiliyordu. Kamil el Hüseyni’nin Yahudilere sıcak bir yaklaşımı vardı. Avrupa ve Rusya’dan gelen Yahudi muhacirlere destek veriyordu. Bir de Faysal’ın krallığını savunuyordu. Onun zamanında Kudüs civarına hızlı bir muhacir akışı başlamıştı.

Filistin’deki bölünmeyi Gertrude ailesine yazdığı bir mektupta şöyle özetlemişti: “Kudüs’te şu anda tek sorun Siyonizm… Bu duruma bütün Müslümanları alıştırarak korkmalarına gerek olmadığını sürekli anlatıyorum. Bizse görebildiğimiz kadarıyla din dışı bir huzursuzluğun tohumlarını ekmekteyiz. Yeni çarşılar, genişletilmiş sokaklar yaparak hizmetlerin yanında kabile şeyhlerine parasal yardımlar ile kuşkuları gideriyoruz.”

Allenby komutasındaki İngiliz ordusuna karşı Yıldırım Orduları Grubu’na bağlı 7. ve 8. ordular başarılı olamamıştı. Nablus ve Akdeniz kıyısındaki Hayfa Limanı İngilizlerin eline geçmişti. Türk birlikleri ise kuzeydeki Şam’a doğru çok zor şartlar altında çekilmeye başlamışlardı. Türk ordusu, Şam istikametine çekilirken Tafas köyü civarında bulunan Lawrence, yanındaki Arap birliklerine; “Savaşçılar! Düşmanı esir almayacaksınız. Teslim olmak isteyeni de öldüreceksiniz. Hepsini öldürün! Hepsini öldürün!” diye bağırıyordu. Lawrence, Şam yönüne çekilen Türk askerlerini takip ederken hâlsizlikten yere düşüp “Su! Su!” diye inleyen bir Türk askerinin başına ateş ederek öldürmüştü. Yol boyunca gücü tükenmiş diğer Türk askerlerini de adamları insafsızca katletmişlerdi. Türk ordusu geri çekilirken Lawrence, kinini ve öfkesini kontrol edemez hâldeydi. Yine Lawrence’ın kışkırtmasıyla Dera’da terk edilmiş bulunan bir hasta trenindeki bütün yaralı ve hasta askerler merhametsizce şehit edilmişlerdi.

www.turkdivani.com

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar