Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler
RASİM ÖZDENÖREN
RASİM ÖZDENÖREN; 1940'ta Maraş'ta doğdu. İlk
ve orta öğrenimini Maraş, Malatya, Tunceli gibi Güney ve Doğu şehirlerinde
tamamladı. İ.Ü. Hukuk Fakültesi'ni ve İ.Ü. Gazetecilik Enstitüsü'nü bitirdi.
Devlet Planlama Teşkilâtı'nda uzman olarak çalıştı. Bir ara araştırma amacıyla
ABD'nin çeşitli eyaletlerinde, 1970-1971'de iki yıl kadar kaldı. 1975 yılında
Kültür Bakanlığı Bakanlık Müşavirliği görevine geldi. Aynı bakanlıkta bir yıl
da müfettişlik yaptı.
1978'de istifa ederek ayrıldığı devlet
memurluğuna bir süre sonra (1980) Devlet Planlama Teşkilâtı'nda çalışmak üzere
tekrar döndü. Uzman, daire başkanlığı, genel sekreter yardımcılığı, genel
sekreterlik, müşavirlik görevlerinde bulundu. 2005 yılında, devlet memurluğuna
noktayı koyarak kendi deyimiyle özgürlüğünü ilân etti.
Türk öykücülüğünün ve deneme yazarlığının
gelmiş geçmiş en usta kalemlerinden biri olarak temayüz etti.
Yazarın eserleri şunlardır: Hastalar ve Işıklar (hikâyeler, 1. bs.
1967; 6. bs. 2011), Gül Yetiştiren Adam
(roman, 1. bs. 1979; 21. bs. 2011),
Çözülme (hikâyeler, 1. bs. 1973; 5. bs. 2010), Çok Sesli Bir Ölüm (hikâyeler, 1. bs. 1974; 5. bs. 2010), Çarpılmışlar (hikâyeler, 1. bs. 1977;
4. bs. 2008), Eşikte Duran İnsan
(denemeler, 1. bs. 2000; 4. bs. 2011),
Denize Açılan Kapı (hikâyeler; Yazarlar Birliği'nin 1984 ‘hikâye' alanında
‘yılın hikâyecisi' ödülü, 1. bs. 1983; 6. bs. 2011), İki Dünya (denemeler, Türkiye Millî Kültür Vakfı fikir dalında
1978 jüri özel ödülü, 1. bs. 1977; 3. bs. 2009), Yaşadığımız Günler (denemeler, 1. bs. 1985; 7. bs. 2011), Ruhun Malzemeleri (denemeler, 1. bs.
1986; 4. bs. 2009), Yeniden İnanmak
(denemeler, 1. bs. 1987; 5. bs. 2011),
Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler (denemeler, 1. bs. 1985; 19. bs.
2011), Müslümanca Yaşamak (denemeler,
1. bs. 1988; 11. bs. 2010), Kafa
Karıştıran Kelimeler (denemeler, 1. bs. 1987; 9. bs. 2010), Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
(denemeler, 1. bs. 1987; 5. bs. 2009),
Red Yazıları (denemeler, 1. bs. 1988; 3. bs. 2009), Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti (denemeler, 1. bs. 1996; 4. bs.
2011), Ben ve Hayat ve Ölüm
(denemeler, 1. bs. 1997; 4. bs. 2011),
Acemi Yolcu (denemeler, 1997, 3. bs. 2010), İpin Ucu (denemeler, 1997, 3. bs. 2011) Çapraz İlişkiler (denemeler, 1. bs. 1987; 4. bs. 2009), Kent İlişkileri (denemeler, 1998, 3.
bs. 2011), Yüzler (denemeler, 1. bs.
1999; 4. bs. 2011), Köpekçe Düşünceler
(denemeler, 1. bs. 1999; 3. bs. 2009),
Kuyu (hikâye, 1. bs. 1999; 5. bs. 2010),
Hışırtı (hikâyeler, 1. bs. 2000; 4. bs. 2011), Ansızın Yola Çıkmak (hikâyeler, 2000; 4. bs. 2008), Aşkın Diyalektiği (denemeler, 1. bs.
2002, 5. bs. 2010) Toz (öyküler,
1.bs. 2002, 4.bs. 2009) Yazı İmge ve
Gerçeklik (denemeler, 2002; 3.bs. 2011),
Düşünsel Duruş (denemeler, 2004, 4.bs. 2010), İmkânsız Öyküler (öyküler, 1. ve 4. bs 2010), Siyasal İstiareler (denemeler, 2009; 2.bs. 2010.
Çok Sesli Bir Ölüm ve Çözülme adlı hikâyeleri
ayrıca TV filmi yapılmış, bunlardan ilki, Uluslararası Prag TV Filmleri
Yarışmasında jüri özel ödülünü almıştır.
Türk Dil Kurumu, Kültür ve Turizm Bakanlığı,
RTÜK'ün iştirakiyle düzenlenen Karaman Türk Dili Ödülü'nde "Türkçeyi güzel
ve doğru kullanan edebiyatçı ödülü" Rasim Özdenören'e verilmiştir (2008).
2009 yılında TBMM Üstün Hizmet Ödülü'ne layık bulunmuştur.
Açıklama
Bu kitabın ilk baskısından (1985) bu yana
ondört yıl geçmiş. Bu süre boyunca, kitapta gördüğüm bazı ifade zaaflarını
düzeltme niyetini hep taşımış olmama rağmen, bu işe el atmak nasip olmamıştı.
Nihayet bu baskıda, bu işi gerçekleştirme fırsatını bulduk. Kitabın temel metni
elbette olduğu gibi bırakıldı, ama gereksiz gibi duran ifadeler silindi, kimi
yerlerdeki zaaflar giderilmeye çalışıldı. Buna rağmen, gene de, olması gereken
metne ulaştığımı söyleyemiyorum. Bu bakımdan, bu metnin, benim indimde sakat
doğmuş çocuk mesabesinde bulunduğunu ifade etmek isterim: onlar sakat da
olsalar ve bilhassa bu yüzden daha çok ihtimama ve şafkate layık görülürler.
Bundan sonra bu kitaba atıfta bulunulursa işbu 9. baskının esas alınmasını ve
önceki baskıların yok sayılmasını rica ediyorum.
R.Ö.
Ocak 1999
Ankara
1
Panorama
BAZI GENELLEMELER
Halen beş milyara yakın insanın yaşadığı
yeryüzünde, başka hiçbir ek faaliyete gerek duyulmaksızın mevcut nüfusun on
mislini besleyebilecek seviyede bir üretim yapıldığı halde, milyonlarca insanın
açlıkla pençeleştiği söylenirse ortada bir bozukluğun var olduğunu ileri sürmek
için zeki olmak şart değildir.
Üreticilerin, fiyatları düşürmemek için
piyasaya mal arzetmekten kaçınıp stoklama yolunu tercih ettikleri bir dünyada,
bir kısım insanların çıplak gezdiğini görünce, bu işin içinde bir bozukluk
olduğunu söylemek için ekonomi tahsil etmeye gerek de yok.
Kaliforniya'nın portakal bahçelerinde portakal
toplamaya çıkmış yüzbinlerce tarım işçisinin günde üç portakal karşılığında
bütün gün çalışmaya mecbur bırakıldıkları için karınlarını doyuramadıkları,
fakat bahçe sahiplerinin fiyatları düşürmemek için toplanan portakalları denize
döktükleri bir dünyada, bir bozukluk olduğunu görebilmek için Kaliforniya'ya
portakal toplamaya gitmiş olmamız da gerekmez.
Afrika'da, Hindistan'da, Güneydoğu Asya'da,
Güney Amerika'da, açlıktan kemikleri çıkmış bebelerin resmini çektirmek için
yarışa giren ve bu yarışta binlerce lirayı bir kalemde sarfedebilen gazete ve
dergilerin bulunduğu bir dünyada, en aç insanın fotoğrafını çeken foto muhabiri
altın madalya ile taltif edilirken, fotoğrafı çekilen aç bebenin sırtından para
kazanabilen becerikli gazeteciler tebriklere boğulurken, aç insanların kendi
halleriyle başbaşa bırakılmasında bir bozukluk olsa gerek.
Yoksul çocukları esirgeyip korumak adına
düzenlenen balolarda, göbekleri yeterince şişmiş adamların sabahlara kadar vur
patlasın çal oynasın vakit geçirirlerken, bu çocukların okuma kitaplarını nasıl
satın alabileceğinin hesabının yapıldığı bir dünyada bir bozukluk var demektir.
Aç kalma tehlikesiyle nüfus planlaması yapmak
için teşkil edilen ekiplere binlerce liralık harcırahlar tahsis edilip bir o
kadar hastane ve doktor masrafına katlanılırken, doğmamış çocukların rızıkları
yüzünden uykuların kaçtığı dünyada bir bozukluk olsa gerek.
Doğmuş çocuğu beslemek için sarfedilecek
paranın ana rahmindeki çocuğun doğmaması için sarfedildiği bir dünyada bir
bozukluk, bir terslik var demektir.
Daha en az kırk milyar insanın rahatlıkla
barınabileceğinin hesaplandığı bir dünyada, kırk katlı binaların yapılmasına
rağmen insanların mesken sıkıntısından şikâyetçi olmaları önlenemiyorsa, burada
da akla aykırı bir düzenin işlediğinde şüpheye düşmemeli.
Okullarında çocuklarına cinsel eğitimin
verildiği ülkelerde ve en çok bu ülkelerde, akla gelmez sapıklıkların yaygın
biçimde yerleşmiş olması vâkıası ile ırza tecavüz olaylarının, alkolizmin,
klinik akıl ve ruh hastalıklarının yoğunlaştığının görüldüğü bir dünyada, bu
işlerin düzenlenmesinde de bir bozukluğun olduğunu kabul etmek gerekecektir.
İletişim araçlarının geçmişin hiç bir
döneminde görülmediği biçimde çoğaldığı ve günlük hayatımızı doğrudan
etkilediği bir dünyada, insanların fertler olarak iletişimsizlikten bu kadar
yakındığı bir tablo ile karşılaşılıyorsa, bu işte de bir bozukluğun olduğunu teslim
etmek zorundayız demektir.
Kısaca söylersek, bugün problem alanı olarak
önümüze getirilen konuların tümüne düzmece problemler diye bakılmalıdır.
İnsanlar her neyi put olarak görmüşlerse o putlar karşılarına problem olarak
çıkmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, günümüz dünyasında asıl problemin, problem
diye uğraşılan konular olmadığını, fakat asıl problemin kafa yapısından
doğduğunu söylemek gerekecektir.
PRATİKTEKİ SONUÇLAR
Batının kafa yapısı ile Müslümanın kafa yapısı
arasındaki farklar üzerine dikkatimizi yöneltirken, onların günlük hayatlarında
yer eden pratiklere gözatmak karşımıza manidar tablolar çıkartacaktır.
Sözgelimi giyim-kuşam modasına bakalım. Moda
denilen vâkıanın kökeninde tekstil sanayicilerinin parmağının olduğunu
biliyoruz. Hatta diyelim ki, moda olgusu Batı iktisadiyatının kendi telakki
tarzı içinde kaçınılmaz olarak ortaya çıktı. Şimdi bir takım "moda
merkezleri" de bu "kaçınılmaz" durumdan yararlanmak isteyen bazı
açık gözlere fırsat sağladı. Meselenin kökenindeki bu durumu bir kenara iterek
günümüzdeki her türlü moda etkinliklerine bakarak değindiğimiz iki kafa yapısı
arasındaki farkı gözlememiz imkân dahilindedir. Kâğıt üzerinde özgürlük
edebiyatı yapan Batı insanının, sırf moda etkinlikleri çerçevesinde bile insanı
metalaştırdığı görülebilir. Şimdi bir meslek olarak benimsetilmeye çalışılan
mankenlik bu kafa yapısının uzantısıdır.
Böyle bir mesleği ortaya koyan zihniyetin
insan haysiyeti konusundaki fikirlerini almak ilgi çekici olurdu. İslâm, her
hususta olduğu gibi giyim kuşamda da sadeliği değil de, gösterişi öngörmüş
olsaydı bile, Müslümanlar arasında giyim kuşam teşhirciliği böye bir noktaya
ulaşmazdı. Getirilen ahlâk yapısı bunu önlerdi çünkü.
Batı insanının kafa yapısı keyif için (Batı
usulü bilimsel platforma oturtarak konuşursak "araştırma" demeliyiz)
bitkiler ve hayvanlar üzerinde yaptığı denemelerle gayri tabii mahluklar
üretmeye başladı. Kokteyl yaratıklar diye adlandırılan bu hayvancıklar, iki
ayrı hayvanın aynı bedende birleştirilmesiyle üretiliyor. Böylece yarısı tavşan
öteki yarısı kedi olan hilkat garibesi türler elde ediliyor. Aynı şekilde, bazı
çiftliklerde kimyasal maddeler katılarak gerçekleştirilen sun'i döllenmelerle
benzeri olmayan hayvanlar elde ediliyor. Bu tür denemelerle kulaksız, burunsuz,
anadan doğma tüysüz, görünüşleri hemcinslerinden çok farklı, bazılarının ön
ayakları, bazılarının arka ayakları kısa ve her hâlükârda böyle yaratılmış
olmaktan ıstırap çeken köpekler üretilmiş. Ne için? Sırf, bu köpeklere sahip
olmak suretiyle başkalarından farklı görünmek isteyen, böylece meta haline
getirilmiş olduğunu unutarak tatmin arayan insan için. İlgi çekmenin,
başkalarından farklı görünmenin yolu böyle aranıyor. İmdi bir Müslümanın
böylesi bir uygulamayı tecviz edebileceği akla gelir mi?
Batı insanının konfor arayışı da onun gündelik
hayatının bazı zorunluluklarından kaynaklanmaktadır. Aslında görünen şaşaanın
maskesi kaldırılırsa Batı insanının tam bir şaşkınlığı yaşdığı ve acınası bir
durumda olduğu kolayca görülür. Bütün o elektronik zımbırtıların altında, bu insanın
dramı yatmaktadır. Yalnızlaşan, yabancılaşan, meta haline dönüştürülen bu
insanı "kendine yeter" hale getirme çabalarının ürünü olan bu
elektronik buluşlar (videodan uzay araçlarına kadar tümü), bu insanı gitgide
daha yalnız, daha yabancılaşmış bir ortama sokmaktan başka işe yaramıyor. Bir
adı da delilik (alien) olan bu yabancılaşmayı günümüz Amerikan şairlerinden
Allen Ginsberg "Amerika" başlıklı şiirinin bir yerinde şöyle
vurguluyor:
"En iyisi ulusal kaynaklarımı inceleyip onlara dönmek
Ulusal kaynaklarım, biliyorum, iki parça esrar,
Binlerce cinsiyet organı, saatte 1400 mil hızla giden bir
özel basılmaz edebiyat ve yirmibeşbin tımarhane."
BİREYCİLİK
Yabancılaşmanın bir başka yüzü ise
bireyciliktir. Bireycilik (individualism) Batı'da hümanizma hareketiyle yavaş
yavaş suyun yüzüne çıkmaya başladıysa da, bireyciliğin eksiksiz bir yaşama
biçimi haline dönüşmesi ABD'nin kendine özgü tarihinde gerçekleşti. Yeni
Dünya'ya gelen yüzbinlerce, milyonlarca maceraperestin hayat kavgası, herkesin
başı derdine düştüğü bir hayat ortamı, bu sonucu doğal hale getirmişti.
ABD, halen her ne kadar Batı uygarlığı bütünü
içinde ele alınıyor ise de, aslında, onda geleneksek Batı uygarlığından ayrılan
dikkate değer unsurlar mevcuttur. En başta da, belki bireyciliğin bir yaşama
tarzı haline dönüştürülmüş olması anılabilir.
Halen, uygarlık denilince Batı'yı aklına
getirenler, Batı denilince de binbir çeşit teknolojik kolaylıkların insanın
emrine amade tutulduğunu düşünenler ve bu kadar kolaylıklar arasında insanın
rahat, müreffeh bir ömür sürdüğünü ve ömrünü tamamladığı zaman da rahat
döşeğinde ölebileceğini sananlar, bu uygarlığın Amerikalı şair tarafından ifade
edilen korkunç yüzünü sanırım görmezlikten gelmek istemiyorsa, bilmiyorlar
demektir.
Amerikan hayat tarzı bir bakıma öylesine
kendine özgü ki, bu hayat tarzı bugün Batı uygarlığının beşiği olan Avrupa
ülkelerini bile etkisi altına almıştır.
Bugünkü dünyada Batı'ya açıldığını söyleyen
hemen her ülkede bilinçli ya da biliçsiz, Amerikan hayat tarzının izlerini,
etkilerini görmek mümkündür. Amerikan hayat tarzının etkileri sadece İngiltere,
Fransa, İtalya, Almanya gibi Avrupa ülkelerine bulaşmış değildir; Afrika'nın,
Asya'nın hemen her ülkesine şu veya bu ölçüde belirli, gözle görülür etkilerde
bulunmuştur. Türkiye'de Japonya'nın nasıl Batılılaştığından hayranlıkla
bahsedenler, halen bu ülkenin de Amerikan hayat tarzının etkisi altında
kaldığının bilmem farkında mıdırlar?
Amacımız bir uygarlığı körü körüne karalayıp
onu kökten iptal etme çabası değil. Bir uygarlık benimsenirken onun bütün
sonuçlarını da önceden göze alıp almadığımız hususudur. Eğer onun bütün
sonuçlarına katlanmayı göze alamıyorsak, o uygarlık üzerinde bir kere daha
düşünme gereği ortaya çıkar.
İKİ YENİ İDOL:
TEKNOLOJİ VE BİLİM
Batı uygarlığının şartlandırmasına göre bir
hayat tarzını benimsemiş ve o hayat tarzına göre yaşamış olan günümüz insanı,
sadece telaşlı değil, aynı zamanda şüpheci bir ruh hali içinde bulunuyor.
Burada "ruh hali" sözünü kullanarak benimsenen hayat tarzını zihnî
faaliyetin bir görünüşü olan "şüphecilik"ten ayırmak istiyoruz. Her
ne kadar çözümlemelerimiz derinleştirildikçe, ruhî ve zihnî şüphe tavrının
belli bir noktada birleşmeleri mümkün kılınabilirse de, biz burada böyle bir
problem üstünde değiliz. Fiilen yaşanan bir hayat tarzının insan tekleri
üstündeki yansımalarını görmek istiyoruz daha çok.
Yaşanan hayat tarzı, hangi özellikleriyle,
insanın hakikatı, mutlak hakikatı görmesine siper oluyor? Hakikat'le insan
arasına dikilmiş ne gibi engeller, maddî veya manevî handikaplar var da, bu
insan farkına varmadan da olsa, teslim olma konumunun dışına çıkıyor? Teslim
olmaktan çok, itirazcı, reddedici, karşı koyucu bir ruh halini yaşıyor?
Mevcut hayat tarzı, genel karakteri
itibariyle, bütün halinde insanın nefsanî yanına hitap eden bir görüntüdedir.
Daha rahat, daha huzurlu bir yaşama adına üretilen bütün verimler, İngilizcede
"facility" deyimiyle ifade edilen kolaylık sağlayıcı araçlar, insanın
bu nefsani yanını alabildiğine kabartıyor; insan böylece yetinme, iktifa etme
duygusunu yitiriyor. Yetinme duygusunun yerine daha çok edinme, doymazlık
psikolojisi, insanın bu hayat tarzı içindeki genel tavrını belirleyen bir
özellik haline geliyor. Bu tavır, büyük ölçüde, teknolojinin eseridir. Gerçi
teknoloji, kendi başına bir kötülük aracı değildir. Bu kötülük, teknolojinin
programlanmasından doğmaktadır. Başka bir deyişle, insanın teknolojiye
yaklaşmasındaki niyettir belirleyici olan. Teknolojiden niyetinizin yöneldiği
hedefe göre bir hasıla elde edersiniz. Araya insan unsuru girmeden, teknoloji
kendi başına bir hasıla sağlamaz. Teknoloji amaç tarafından belirlenmiş bir araç
olarak kabul edilmek şartıyla, Müslümanın elinde bir çeşit, müslüman olmayanın
elinde başka bir çeşit ürün hasıl eder. Teknoloji, programlandığı niyete göre
bünyesini de değiştirecektir, başka bir deyişle Müslümana ait teknoloji,
müslüman olmayanların teknolojisinden daha farklı yapıya sahip olacaktır. Veya
aynı teknolojiden elde edilen aynı nitelikteki ürün farklı alanlarda farklı
niyetlerle kullanılabilecektir.
İmdi, hayatımızın hemen her alanında ve hemen
her anında etkisini gördüğümüz teknoloji ve teknolojik ürünler Müslümanca
niyetlerle programlanmamakta ve bağlı olarak teknoloji, insanı âciz
bırakmaktadır. Daha doğrusu, insan teknoloji karşısında kendini aciz
hissetmektedir. Kendi eliyle meydana getirdiği teknoloji, bu insanın karşısında
tanrısal, mistik bir güce sahip olmuş gibidir, insan kendini, onun karşısında
aciz hissetmekte, ondan medet ummaktadır. Kısaca, bu insan, teknolojiye kulluk
etmektedir.
Hadiseye bir başka veçhesiyle baktığımızda,
insanın, kendi eseri karşısında garip bir bencilliğe, alt edilmez bir gurur
hissine kapıldığını da tesbit edebiliriz. Bu yönden de insan, kaçınılmaz
olarak, kendisini tanrı yerine koymakta, kendisine tapınmaktadır. Kendisine
veya eserine tapınan insan, bu halinin farkında mıdır? Usullerden, ayinlerden
soyutlanmış bilinçsiz bir tapınma halidir bu. Meydana getirdiği tanrısından
duyduğu gurur, onu şüphelerden arındırmamakta. Tam tersine, ruhunda sürekli
olarak şüphe filizleri boy atmakta. Bir yazarın deyişiyle, inanırsa inandığına
inanmamakta, inanmazsa inanmadığına... (Dostoyevski). Sürekli şüpheyi yaşayan
günümüz insanı sanıyorum irfan dediğimiz kavrayış yüksekliğini de gitgide
kaybediyor. Bu biraz aşırı ve abartılmış gibi görünen genellemeye beni götüren
sebepler var.
Eğer irfanı insanın kavrayış hudutlarının genişliği
ve zenginliği diye anlıyorsak bugün içinde yaşadığımız materyalist uygarlık bu
kavrayışın hudutlarına her taraftan had vurmaktadır. İrfan dediğimiz meleke,
insanı yalnızca bildiklerinin sınırı içinde bırakmaz, insan irfanla
bildiklerinden bilmediklerine de varır. Oysa halihazır uygarlık, insanı
bildiklerinin ötesine geçirmek, bildiklerini aşmak şöyle dursun, bildilerinden
bile emin kılamıyor: bu,"bilim" denilen hadisenin insan zihnini
tökezletmesi, onun kendine güvenini sarsması, insanın "hür düşüncesini"
zincirlemesi olayıdır. Oysa bilim havarileri tam da aksi kanaattedirler:
Bilimsel düşüncenin hür düşünceyle eş anlamlı olduğunu söylerler. Bilimsel
düşünceyi bir bakıma insanın tabularla, dokunulmaz sanılan şeylerle mücadelesi
diye görürler. Avrupa'da, dogmatizme karşı verilen kafa savaşının başlangıçta
böyle bir niyet taşıdığını kabul etsek bile, bilim bugünkü kimliğiyle yeni bir
tabu, yeni bir dogma çıkarmıştır ortaya: bilim.
Bilim adamları olsun, onlara özendirilmeye
çalışılan kitleler olsun, evvelki asırlara ait dogmaları yıkmışlardır belki,
ama bu eski dogmaların bedeli insana yeni bir dogmaya mal olmuştur. Şimdi
insanlığın yeni tabusu bilimdir. Bilim, insanın hür düşüncesinin önünde
demirden bir köstek gibi duruyor. Ona, herşeyi benim dediğim gibi düşünceksin,
diyor. İnsanı yalnız ve ancak kendi bildirdikleriyle sınırlandırıyor. Dogmalara
karşı savaşa çıkan insan, aslında ve neticede kimlik değiştirmiş yeni bir
dogmaya ulaşmıştır. Bugün, bilim kılı kırk yaran dallara budaklara ayrılmıştır.
Her dal, her budak ayrıca kendi içinde bölünmelere uğramıştır. Her gün, yeni
bir bilim kolu ortaya çıkıyor dense yeridir. Bunların uğraştığı konuları
öğrenmek şöyle dursun, sırf adlarını bile öğrenmek bir mesele haline gelmiştir.
Üstelik bugünkü bilimsel çalışmalar gitgide
kollektifleşmektedir. Araştırma yapılacak hemen her konuda bir ekip
kurulmasından, bir enstitünün gerekliliğinden bahsedilmektedir. İnsan kafası
artık tek başına bir başarının üstesinden gelemez olmuştur. O, toplu bir
başarıda sadece meçhul bir iştirakçidir. Artık ferdiyetin, dehanın payı gitgide
kaybolmaya yüz tutuyor. Böyle bir çalışma insanı neredeyse böcekleştiriyor ve
onu böceğin, dar dünyasına hapsolmaya zorluyor. Mevlâna'nın, at sidiğine düşmüş
sinek tasviri gibi... Sineğin, içinde bulunduğu ortamı okyanus sanmasının ne
önemi var?
Durum sadece bilim alanında böyle değil.
Sosyal yaşantının her alanı böyle... Uzmanlaşma, iş bölümü denilen hayat tarzı,
insanları kapalı kutularda, dar odacıklarda yaşamaya zorluyor. İnsan kendi
kapalı kutusunun dar çeperlerini görebiliyor ancak. Daha ötesinin değil. Bu
hayatın olumsuz etkileri ise en çok kendi başının derdine düşmüş olarak
hayatını yaşamaya çalışan ve istatistiklerde sadece kelle hesabı halinde bir
yer tutan yuttaşlarda görünmektedir. Çünkü irfanı kaybettirilen insan bu
yurttaştır. Hayatını, labirentlerin çıkmazları içinde geçirmeye zorlanan
hayalsiz, irfansız yurttaşlar..
DEMORATİK HAYAT TARZININ
BİR ARMAĞANI: KAYPAKLIK
Demokratik hayat tarzının bütün dünyaya
bağışladığı bir armağan var: kaypaklık.
Demokratik hayat yalnız bu oyunu oynamaya
girişmiş insanlara değil, aynı zamanda fikirlere, kavramlara da bir kaypaklık
veriyor. Hiç bir kavram kendi tarifi içinde kalmıyor, sıvı, civamsı, kaygan bir
mahiyet alıyor. Hiçbir fikri kendi tarifi içinde ele alamıyorsunuz, çünkü her
fikir değişik ağızlarda değişik anlamlar ifade ediyor. "Kavram
kargaşası" denilen durum, aslında bir bakıma demokratik hayatın getirdiği
kaypak zeminin bir ürünüdür denebilir. Demokrasi oyununu oynayanlar bir
kavramın gerçek ifadeleri ile konuşmuyorlar, şifrelerle anlaşıyorlar. Her
kelime, her kavram başka insanlar için başka anlamlar ifade ediyor. Bu kaypak
zemin üzerinde, herkesin rahatlıkla kullanabildiği bazı ortak anahtar kelimeler
var: milliyetçilik, hürriyet, demokrasi, v.b.
Bu kelimeleri hemen herkes aynı rahatlıkla
kullanabilmekte, fakat herkes farklı bir muradı dile getirmektedir. Çünkü bu
kelimeler kendilerine mahsus çerçeveleri içinde değildir artık; bu kelimelerin,
muhatabı olan kitleler indinde sadece birer şifre değeri vardır. Herkes bu
şifreyi kendi usulüne göre çözüyor, aynı kelimeden farklı anlamlara ulaşıyor.
Siyasî partilerle bu partilerin seçmenleri durumunda olan yurttaşlar arasında
da şifrenin rolü önemlidir. Belli kelimeler, belli kavramlar siyasî kuruluşlarla
onların seçmenleri arasında tuhaf bir "parola" ve "işaret"
fonksiyonu yüklenmiştir. Fakat öyle bir parola ve işaret ki, parolayı soran
faraza "anka" işaretini aldı mı, bu işareti "kuş" diye
yorumlama hakkını muhafaza etmekte, işareti veren de "anka" sözüyle
"zümrüt" dediğini iddia edebilmektedir.
Demokratik hayat denilen ortamda gerçek
anlamıyla düşünceler değil, fakat şifreler dile getirilmektedir. Düşüncelerin
ve kavramların aslında fazla bir değeri kalmamıştır, denebilir. Çünkü aynı
kavram, farklı insanların ağzında değişik anlamlara gelebilmektedir. Eğer
insan, açıkgöz davranmazsa kolayca aldanabilir. Hangi kelimenin, kimin ağzından
neyi, hangi anlamı ifade ettiğini gözden kaçırırsa, yani şifreleri bilmiyorsa,
kendisini aldatılmaya hazırlamış olur.
Bu kaypak ortam, kişileri de
kaypaklaştırmaktadır. Bu yüzden, sözüne sahip çıkan, sözüne sadık kalan bir
politikacıyı kolay kolay bulmanız mümkün görünmemektedir. Çünkü herkes
"kaypak kavramlara" yerine ve zamanına göre farklı yorumlar vererek
ortaya çıkabilmektedir. Kaypak kavramların arkasında gerçek niyetler kolayca
gizlenebilmekte, sonunda döneklik tabii bir hal alabilmektedir. Kitle iletişim
araçları, özellikle gazeteler, "demokrasiyi seçmiş gazeteler"
zihinleri iyice bulandırma yönünden, bu kaypak zemine intibak etmişlerdir.
Onların iyice bulandırdığı, karmaşıklaştırdığı, kaypaklaştırdığı kavramların,
kelimelerin ne anlama geldiğini bilebilmek için feraset sahibi olmak gerekiyor.
MATERYALİSTİK BİR ŞARTLANMA:
AÇLIK KORKUSU
Günümüz insanı için, iktisadî hayattan daha
ciddi, üzerinde düşünmeye değer daha önemli bir olay kalmamış gibidir. Kafalar,
rızk kaygısı ile öylesine doldurulmuştur ki, artık "her şey" bir meta
gibi, bir alım satım konusu halinde düşünülmektedir.
Artık kimseden hasbi davranışlar bekleyemez hale
getirildik. Kimseye "Allah rızasından" bahsederek bir ricada
bulunamaz olundu. Komşuluk, dostluk ilişkileri bile ucunda bir çıkar olup
olmadığına göre bir değer kazanmakta ya da kaybetmektedir. Hatır-gönül, Allah
rızası, hasbilik çoğumuz için unutulmuş, uzaklarda kalmış bir hatıradır sanki.
Gazetelerin manşetleri, radyonun, televizyonun
ilk haberleri, köşe yazıları, makaleler hep iktisatla ilgili konulara
değiniyor. Uluslararası ilişkiler, kişisel ilişkiler, aile içi ilişkiler bir
ucuyla hep iktisadî olguya dayandırılarak izah edilmeye çalışılıyor.
Herkes kendi çapında bir iktisat uzmanı
kesildi dense yeridir. Bir zamanlar nasıl tababetten, sosyolojiden,
mühendislikten bahsetmek o işin uzmanına özgü bir alan sayılıyor idiyse,
iktisat da bu işin uzmanı tarafından söz konusu edilebilecek bir olaydı. Ne var
ki, günümüzde artık hemen herkes faiz oranları ile ilgili spekülasyonlarda
bulunabilmektedir. Artık vatandaş, evindeki koltuk takımını muhafaza ettiği
zaman mı kârlı olacak, yoksa onu satıp faize verse mi daha kârlı çıkacak; bunun
hesabını yapmakta, yapabilmektedir.
Emeklilik vakti gelmiş bürokratların şuna
benzer hesaplar yaptığı gündelik olaylardan sayılıyor: Meselâ diyorlar ki,
emekli olsam, ikramiye olarak şu kadar bin lira alırım, bu parayı bir bankere
versem, şu kadar faizden aylık "gelirim" şu olur, bu arada bir de iş
tutup ondan da şu kadar ücret alsam bugün kazandığım maaşımın iki mislini
alırım. Öyleyse gecikmeden emeklilik işlemlerimi yaptırayım.
Artık minicik çocuklar bile "para
kazanmak" yahut vurgun vurmak sevdasındadır. Cikletler artık çiğnenmek
için satın alınmıyor. Paketlerin içindeki numaralı resimleri biriktirip bir
seriyi tamamladıktan sonra çıkacak biskletler, radyolar, fotoğraf makineleri
için alınıyor. Çocuklar daha bu yaştan farkına varmadan kumara, vurgunculuğa
alıştırılıyor. Banka kumbaraları çocuklar için tefecilik, ihtikâr egzersizleri
yaptırıyor.
Kısacası, gündelik hayatımızın her anında
materyalistik bir tablo ile karşı karşıya bulunuyoruz. Böyle bir hayat içinde,
Allah rızası, hasbilik, öte dünya endişesi kimseyi fazla ırgalamıyor.
"Yarın" diye düşünülen şey artık çoğumuz için öte dünya kaygısı
olmaktan çıkmıştır. Yarın sorusu çokları için tatil hazırlığından ibaret hale
gelmiştir. Yaz tatiline çıkmak isteyenler, tatilde harcayacakları parayı nasıl
biriktireceğini düşünüyor. Kış tatili yapmak isteyenler Uludağ'daki otellerin,
motellerin fiyatlarını soruşturuyor, hali vakti yerinde olanlar Alplere nasıl
gidebileceklerinin hesabını yapıyor.
Kafaların materyalistik verilerle şartlandığı,
dar gelirlilerin rızk kaygısıyla günlerini geçirmeye çalışırlarken, zengin
denilen kimselerin haz peşine düştüğü bir ortamda; Allah'ın emirlerinden, öte
dünyadan bahsetmenin yadırganmasına şaşmamalı. Bu sözlerin anlam taşıyabilmesi
için, materyalistik düşünme tarzının dışına çıkmamız gerekmektedir. Gerçi
insanoğlu, oldu bitti, yarınını güven altına alınmış görmek ister.
Kuşkusuz, yarın için hazırlık yapmak akıllı
yaratığa (insana) özgü bir harekettir. Hiçbir hayvan yarın için hazırlık
yapmaz. Belki hemen arılar ve karıncalar hatırlanarak onlar da yarına
hazırlanmıyor mu, diye sorulabilir. Arılar ve karıncalar, yarından duydukları
kaygılarla bal yapmıyor veya zahire toplamıyorlar. Yani böyle bir
"bilinçle" öyle davranmıyorlar. İnsan nefes alırken ne kadar bunun
bilincindeyse, arılarla karıncalar da zahire toplarken yaptıkları işin o kadar
bilincindedir.
İnsan nedense kaygılı düşünceleri daha çok
ciddiye alma eğilimdedir. Bu yüzden olacak, 2000'li yıllarda açlık
tehlikesinden bahsedenlerle, petrol rezervlerinin kuruyacağından, nüfus
çoğalması yüzünden meydana gelecek sıkışıklıktan vb. bahsedenler daha bir
ciddiyetle dinleniyor sanırım.
İnsan, kendi kafasının ölçümleriyle baktığı
istikbalde, bir takım"parlak" başarıların yanısıra açlık gibi iç
açıcı olmayan kötümser manzaraları da öngörüyor. İster iyimser tahminciler
olsun, ister kötümserler olsun, bu tür tahminlerin hemen hepsi, bugünkü mevcut
duruma bakarak çıkartılmaktadır. Başka bir söyleyişle, şimdiki durum şartlar
değişmeden kalırsa, dünya nüfusunun yedi milyar dolaylarına ulaşacağı
öngörülüyor. Bu da, gene materyalist kafa yapısının ölçümlerine göre, panik
yaratacak bir manzara olarak karşılanıyor.
Nüfusun dünya çapında dondurulması için gene
dünya çapında örgütlenmiş bir takım kuruluşlar faaliyete geçerek bunun
çarelerini araştırmaya girişiyorlar. Oysa Batı kültürü kökenli bu araştırıcılar
kendi ülkelerinde meydana gelen nüfus donmasını, her nasılsa ihmal
edebilmektedirler. Halen Batı Avrupa'da olsun, Doğu Avrupa'nın Slav kökenli
nüfusunda olsun, doğum kontrolü yöntemleriyle nüfus esasen dondurulmuştur. Bu
ülkelerin yönetim ve bilim kadroları şimdi, bu donmuş nüfusu nasıl harekete
geçirebileceklerini düşünüyorlar. Yani "açlık tehlikesiyle"
korkutulanlar bu ülkelerin insanları değil, bu ülkelerin emperyalist baskısı
altında tutulan dünyanın öteki kesimi.
Bir kudsî hadiste belirtildiği üzere
Hıristiyanların ve Yahudilerin hayat karşısındaki tutumları, yapmadıklarını
söylemek, sakınmadıkları şeyleri başkalarına emretmek ve yemedikleri şeyleri
toplamaktır.
Bu
sonuncu tavır (yemediği şeyleri toplamak) Müslüman toplulukların ekonomik
davranışları ile hıristiyan/yahudi toplumlarının ayırdedici vasıflarının
başında gelen bir ölçü olarak bugün açık biçimde ortadadır. Tüketim temayülü
diye ifade edilen özellik, günümüzün israfa dönük kapitalist ekonomilerinin
sürükleyici faktörü olmuştur.
İnsanların tüketme (harcama) temayülleri
boyuna kamçılanmakta, onların belki üst üste birkaç ömür yaşasalar bile asla
eritemeyecekleri, kullanıp bitiremeyecekleri mallar edinmelerini temin
edebilmektedir. Kapitalist iktisadiyatın kurallarına göre işleyen bir iktisadi
yapı, harcama ve tüketme (israf) mekanizmasını öylesine tabiî hale getirmiştir
ki, şimdi böyle bir toplumun üyesi olan herhangi bir kimseye tüketiminde
kısıtlama yapması öğütlendiğinde, size hemen böyle bir şeyin iktisadî hayatı
toptan batırabileceği yolunda cevap verilecektir. Gerçekten de tüketim (israf)
ekonomileri ancak israf sürecinin devam ettirilmesiyle ayakta durabilmektedir.
Batı uygarlığı denilen ve aslında
hıristiyan-yahudi insanın şimdi değinilen "yemediği şeyleri toplamak"
ifadesiyle özetlenebilecek tutumu ve tutkusu, halihazırda aynı uygarlığın
araçlarıyla bütün dünyada yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır.
Gerçekte, Batı sermayesinin Batılı olmayan
ülkelere girişi bir yanıyla bu sermayenin yeni pazarlar aramak için kendi iç
bağlamı içinde değerlendirilebilecek bir olgu iken, bir yanıyla da Batılı
olmayan ülke insanları arasında Batı usulü tüketim temayüllerinin meydana
getirilmesini amaçlamaktadır. Batı uygarlığının hayat standartı (yaşama
alışkanlıkları) ancak bu yoldan diğer ülkelere yerleştirilebilecektir.
Batı uygarlığını teorik olarak reddetmek, eğer
aynı uygarlığın davranış kalıplarını günlük hayatımızda uyguluyorsak, pratikte
fazla bir anlam taşımayacaktır. Çünkü davranış kalıplarımızda ve gündelik
hayatımızda uyguladığımız tüketim alışkanlıklarımız, bizi, istemesek de, aynı
uygarlık dairesinin içine itmeye yetecektir.
BİR HANDİKAP DAHA:
İSLÂM'I ANLAMAMAK
Bu dairenin içinde yer almamak, öncelikle
İslâm'ı anlamakla gerçekleşebilir. Ancak halen Müslümanların önünde duran
handikaplardan biri, onların İslâm'ı anlamak hususunda karşı karşıya
bulundukları güçlüktür. Özellikle geçmişinde İslâm'ı yaşamış olan ülkelerin
insanı için durum böyledir. Çünkü bu ülkelerde herkes İslâm'ı bildiği
vehmindedir, fakat herkesin en az bildiği şey de odur.
Günümüzün yaygın Müslüman tipi, eskiden
öğrendiği bazı yanlışlıkları terketmeden, o yanlışlar üzerine bina kurmak
isteyen öğrencilere benziyor; sonraki bilgiler ne kadar doğru olursa olsun, bu
bilgiler yanlış bir temel üzerinde yükseltilmek istendiğinden neticede muhkem
bir yapı ortaya çıkartılması imkânsız bulunuyor. O bakımdan yapmamız gereken
şey, günümüz meseleleri ve onların çözüm tarzları hakkında kafamıza sokulmuş
bilgileri bir tarafa bırakarak herşeye yeniden başlamak olmalıdır.
Batı uygarlığının zihin yapısını benimsemek
demek, bununla birlikte bu dünyayı, öteyi ve insanı da Batı'nın öngördüğü
pencereden algılamak demektir. Bu arada, dinin kendisi de Batı onu nasıl
algılıyorsa öylece algılanmak ve anlaşılmak durumunda kalıyor. Bu sonuncu husus,
Batı öyle algıladığı veya diğer bütün insanlar böyle algılamak durumunda
kaldığı için, dinin (İslâm'ın) bu algılayış tarzına göre değişeceği ve ona göre
yeniden biçimleneceği anlamını taşımaz. Sadece, onu anlamaktan ve algılamaktan
uzaklaşıldığı anlamına gelir. Fakat bu durum, dinin uygulanmadığı da demek
olur. Batı zihniyeti için dinin uygulanmaması fazlaca değer taşıyan bir olay
değildir. O zaten kendi dinini uygulama alanından çekmiştir ve zaten profan bir
açıdan bakıp değiştirdiği Hıristiyanlık, insanların toplumsal ve hukukî
ilişkilerini düzenleme hususunda yeterliliğini kaybetmiştir. İslâm'da ise dinin
özüne ilişkin hiçbir değişiklik olmamıştır. İslâm, baştan beri uygulama
özelliğini korumaktadır. Bütün mesele, onu yeterince ve kendi hakikatı içinde kavrayabilme
gereğinin anlaşılmasındadır.
İslâm, Batı'nın zihin kalıplarına göre
anlaşılamaz. Kendisinin dışındaki yorumlarla kendisine yaklaşılmasına müsaade
etmez, ancak kendisiyle kaimdir ve ancak Müslüman olan için anlaşılabilir
haldedir. Bu o kadar böyledir ki, İslâm'ı bilmek bakımından bir müsteşrik bile,
onu bütün boyutlarıyla kavrama bakımından herhangi bir Müslümanla kıyaslanamaz.
Çünkü İslâm, kendi hakkında mücerret bir bilgilenmeyle anlaşılmış olmaz. Bundan
önce ve bunun ötesinde ona teslim olma olayı vardır. Müsteşrikin faaliyeti, bu
derunî katılma olayı olmaksızın sadece bilgilenme niteliğinde kalır. Sırf bu
tür bir bilgilenme insanı Müslüman yapmaya yetmez.
Şimdi, çağımız Müslümanlarına, İslâm'a
Müslümanca bakış yerine bir müsteşrikin profan bakışı yerleşmektedir. Böyle
olduğu için de İslâm'ı kendi hakikatı içinde kavrama noktasında aynı
yetersizlikle, aynı maluliyetle karşılaşılmaktadır. Aynı müşkilât, İslâm'ı
anlatmaya teşebbüs edenlerin de önüne çıkmaktadır. En başta vahiy olayı,
materyalist bir zihniyetle kendisine yaklaşılmayı reddediyor. Çünkü böyle bir
yaklaşımla onun anlaşılması mümkün değildir. Aynı şekilde, nebilik bu
yaklaşımla anlaşılabilecek bir olgu değildir. Öteki iman esasları da böyledir.
Bu esasları kendi hakikatları içinde kavrayabilmek bu husustaki
"terimlere" riayetle mümkün olur.
Bu yüzdendir ki Müslümanlar, kendisine
Müslümanım diyenler İslâm'ı yeniden ve kendi terimleriyle öğrenmek zorunda
bulunuyorlar. Batı anlayışının zihinlere bulaştırdığı bakışla İslâm'ı
anlayamayız. İslâm'ı bugün öyle kavramak zorundayız ki, kendimizi şimdiye kadar
İslâm hakkında hiçbir şey bilmiyormuşuz gibi farzederek yola koyulmalıyız: ilk
Müslümanlar nasıl Müslüman olmuşlarsa, onların yolunu izleyerek ve
önyargılarımızı, cehalet döneminden kalma zihnî ve amelî alışkanlıklarımızı
terkederek başlangıç noktasında durmayı deneyebilmeliyiz.
İtiraf etmeli ki, çağdaş Batı'nın maddî ve
manevî konuları ve sorunları, bizim hayatımız için de geçerli hale
getirilmiştir.
İslâm'ın anlaşılmasını güçleştiren veya yanlış
anlaşılmasına yol açan başka bir faktör de, vaktiyle bazı hususların
anlaşılmasında kolaylık sağlaması bakımından meydana getirilen birtakım
yakıştırmaların zamanla sadece birer yakıştırma olduğunun unutulup gerçekmiş
gibi sanılması, böyle bir gerçeğin olmayacağına inananlarınsa sanki bu
yakıştırmalar dinin kendisinde varmış gibi zannedip dini bir hurafeler yığını
olarak kabul etmesi olmuştur. Burada iç içe geçmiş birtakım yanılgılar,
meselenin anlaşılmasını oldukça güçleştirmekedir. İslâm'ın bir meseleye, bir
konuya bakışını dile getirmek, avâm havas herkes tarafından kolayca anlaşılır
kılmak adına yapılan bir takım yakıştırmaların bilahare birer hikâyeden, birer
latifeden ibaret olduğu unutularak, hikâyenin konusu adeta dinî bir nass gibi
ele alınmıştır.
Mesela tabiatın tahrib edilmemesi, korunması
İslâm'ın genel mantığı icabıdır. Hakkında, kesin bir nass bilmesek bile, bazı
genel kurallardan hiçbir canlının insana zararı dokunmadıkça durup duruken
öldürülmesinin hoş olmadığı kanaatine ulaşabiliriz. Şimdi bu kanaati somut bir
örnekle göstermek isteyen biri, din büyüklerine atfen bir yakıştırma yapabilir
(yapılmıştır da). Hemen söyleyebileceğimiz bir örnek: Hz. Ömer'i vefatından
sonra rüyada görürler, der ki: "Allah beni bir serçeye bağışladı. Bir çocuk
onu bağlamıştı, elinden kurtardım, salıverdim. Allah, bunun için beni
affetti."
Hz. Ömer'e isnad edilen bu sözün yakıştırma
olduğu zaten genel anlatımda bellidir. Burada, bu yakıştırmayı yapan zat, sırf
kuşların, tabiatın korunmasını vurgulayabilmek için böyle bir kıssa
uydurmuştur. Fakat zamanla bunun bir yakıştırma, bir kıssa olduğu unutulunca
ortada Hz. Ömer'in böyle söylediğine dair isnat kalmıştır. Bu tür isnatların
birer yakıştırma olduğu unutulunca gitgide bu yakıştırmalara İslâm'ın öngördüğü
veya vuku bulmuş gerçekler diye bakılmıştır. Buradan, insan, hayali bir takım
olağanüstülükler vehmetmeye, icat etmeye girişmiştir. Olağanüstülüğü, kerâmeti
reddediyoruz sanılmasın. Bu tamamen başka bir şey. Hikâyenin, latifenin birer
hikâye ve latife olduğu bilinmeden bunlara İslâmî birer gerçek gibi bakılması
şaşırtmaktadır insanları. Aslında kafası İslâm-dışı eğitimle şartlanmış olan
kimseler, bu tür hikâyelerin asıl maksadının ne olduğunu anlamaya yanaşmadan
bunları İslâmî gerçeklermiş gibi görmeye yatkınlık taşımaktadırlar. Kısacası,
kendi kafalarındaki hurafeleri, farkına varmaksızın (veya vararak) İslâm'a mal
etmeye kalkışmaktadırlar.
Bunları söylerken şunu gözden uzak tutuyor
değiliz: İnsanların düşünce ve davranış kalıplarını değiştirmeleri, onu bir
başka kalıp içine sokmaları öyle kolay bir iş değildir. Yeni bir ayakkabıya,
yeni bir giysiye alışmak bile bir zaman alır. Yeni ayakkabı içinde insanın
yürüyüşü değişir.
Düşüncelerimiz de aslında önceden hazırlanmış
kalıplar içinde devinir. Yeni bir düşünme kalıbını tanır tanımaz benimseyemeyiz
onu. O düşüncenin "kalıplaşması" için nesillerin geçmesini beklemek
gerekir. Nesiller geçince de, insanlar o kalıpları sanki baştan beri varmış
sanırlar. O kalıbın nice zihin talimine mal olduğu hatırlanmaz olur.
Din dışı kalıplarla düşünme tutkusunun
paradigma haline gelişi aslında çok da eski bir geçmişe dayanmıyor. Din dışı
kalıplarla düşünmenin sistemli hale dönüşmesi Batı'da rönesans ve reform
denilen hareketle başlıyor. Fakat günümüzün insanı için, bilim denilince, dindışı
kavramlarla düşünülmesi yolundaki paradigma sanki insanlığın başlangıcından
beri var sanılıyor ve bu algılayış biçimi bilimin yapısından ileri gelen bir
zorunlulukmuş gibi telâkki ediliyor. Batı'da artık bilimle din çatışması
hakkında yapılan tartışmalar oldukça gevşemiştir. Dinle bilimin ayrı ayrı
alanları olduğu kabulü benimsenince, sözü geçen türden tartışmalar geçmiş
zamanlara ait ölü bir kategori diye görülmeye başlanmıştır. Oysa insan
kafasının dindışı düşünme kalıbına alıştırılması yüzlerce yıllık çabanın
ürünüdür.
Şimdi insanların yeniden dinin öngörülerine
göre düşünmesini sağlamak aynı şekilde çaba gerektiriyor. Bir tek bilim
olmadığı, dindışı düşünme kalıplarına göre meydana getirilmiş bugünkü bilim
anlayışının sadece mevcut ve alışılmış düşünme kalıplarının sonucu olduğu ileri
sürülecek olsa, bu düşünme tarzının çok kimseyi yadırgatacağının farkındayız.
Bu da, değindiğimiz sebebe dayanıyor.
Çocukluktan gençlik dönemine geçtiğimiz ve
bizim ilk yazı denemelerine başladığımız yıllarda, ilk ve orta öğretimden
kafamızda kalan izlenimlerle yazının bir tek teması olabileceğini, onun da
dindışı olması gerektiğini düşünürdüm. Okuduklarımız ve bize okutulanlar, çünkü
hep bir yönde geliştirilmişti. Bölmeli bir kafa yapısı taşıdığımın
farkındaydım, fakat bu henüz bilinç düzeyine yükselmemişti. Nitekim, Peygamber
efendimizden edep dışı bir dille söz açan bir metinle karşılaştığımda, duyduğum
tepkinin derinliğini hatırlıyorum. Buna rağmen, o ilk yazı denemelerimde din
dışı kalmaya, çünkü başka türlüsünün olamayacağına yatkınlaşmaya çalışıyordum.
Bu zihin sıkışıklığının sonucu elbette bilimin ve dinin ayrı kategoriler
olduğunu benimsemeye varacaktı. Zaten böyle düşünmem isteniyordu. Benim birey
olarak başımdan geçen bu olayı, son üç beş yüzyıldan beri bütün insanlık
yaşıyor. Halihazırda, benimsetilmek istenen bu düşünme tarzı yaygın bir kabul
görmüştür.
Şimdi insanlara yeniden dinin öngörülerine
göre düşünmeyi benimsetmek, onlara kafanızdaki bilimsel kalıpları parçalayın
demekle eş anlamlıdır. Bilimin ikonlaştırıldığı, onun dışında insanların
düşünmelerine ortam hazırlayabilecek başka imkânların bulunmadığı önyargısından
hareket eden, böyle hareket etmeyi hayatlarının parçası, hatta hayatlarının
anlamı haline getirmiş insanlara, sözünü ettiğimiz tavsiye doğrultusunda
hareket etmelerini söylememizin kolayca kabul göreceğini beklemiyoruz. Buna
rağmen bu tavsiyeden geri durmamamızın gerektiğini de biliyoruz. Hidayet
şüphesiz Allah'tandır. Ama hidayet, şimdiki bilimsel anlayışın kalıplarıyla
izah edilemeyecek bir fenomendir. Sadece bu fenomenin üzerinde kafa yormak bile
iki farklı düşünme kalıbının mahiyetini kavramamıza yardımcı olacaktır.
İnsan kafası, tabiatı icabı, bazı şeyleri
görmek suretiyle kavrayabilmektedir. İnsan, bir ruh kategorisinin mevcudiyetini
bile ancak gözleriyle görünce kabul etmektedir. Bunları görmeden, onların
mevcut olup olmadığını kabule yanaşmıyor. Fakat görülemeyecek şeyleri, insan
nasıl görebilir? İşte bu görülemeyecek şeyleri ona gösteren peygamberlerdir;
peygamberlerin göstermesinden sonra bile görmemekte ve işitmemekte inat edenler
bu neticeyi kendilerine ait bir özellikte aramalıdır. Günümüzde, Müslümanların,
insanlara bahsettiği bazı şeyler somut olarak görülmediği için bunlar birtakım
hayaller olarak telakki edilebilmektedir.
Bazı Müslüman düşünürler, böyle bir engelle
yani anlaşılabilmelerini önleyen bir engelle karşılaştıklarını görünce,
söyleyeceklerini anlatabilmek için benzetmelere, imalara, istiarelere
başvurmaktadır. Meselâ, İslâmî idare biçimini anlatırken şu son yüz yıl içinde
genel olarak "demokrasi"yi bir kıyas birimi olarak seçenlerin sayısı
az değildir. Devlet başkanlığı söz konusu edilince, İslâm idaresindeki devlet
başkanlığının, İngiliz Kralının rolüne ve fonksiyonuna benzediğini söyleyenler
de çıkmıştır. Bütün bu tür benzetmeler, imalar, bir müesseseyi anlatabilmek
için başvurulan kolaylıklardır. Fakat gene de "benzeyen" ile
"benzetilen" arasındaki ilişki bir aynîliği (özdeşliği)
göstermemesine rağmen bazı zihinleri karıştırmaktan geri durmamaktadır.
Bütün bu sakıncaların, tehlikelerin, yanlış
anlamaların temelinde, İslâm'ın öngürdüğü hayat tarzının Müslümanlarca bütün
boyutlarıyla yaşanamaması, yani İslâmî hayat tarzının somut olarak
gösterilememesi yatmaktadır.
İslâm deyince onu küçümsemek adına ağızlara
sakız yapılan bazı hukuk kurallarının gerçek mahiyeti, yanlış kıyaslardan yola
çıkıldığı için, anlaşılmadan kalacaktır. Çünkü böylece İslâm'a mahsus toplumsal
şartlar, bugünün şartlarıyla değerlendirilmeye girişilmiş oluyor. Bir bakıma
Karakuşî bir akıl yürütme ortamına giriliyor. Durumu şöyle anlatmak mümkün:
bugün mevcut olan durum, büyük ölçüde insanların nefsaniyetlerine hitap
etmektedir. Oysa İslâm insanların nefslerini terbiye etmesini teklif ediyor;
nefsini, nefsanî arzularını putlaştırmış olanlarsa putlarına kimseyi
dokundurtmak istemiyor.
Konuyu toplumsal görüngüden ele aldığımızda da
aynı durumla karşılaşıyoruz. Şöyle ki:
Kureyş müşrikleri İslâm'ın ilk üç yılında yani
İslâm'ın gizliden gizliye yayıldığı ve Allah'ın bir ve tek olduğunun ilân
edildiği yıllarda fazlaca bir tepki göstermemişlerdi. Çünkü İslâmın vahyinden
önce de Mekke'de tek Allah'a inananlar (hanifler) bulunmakta ve bunlar Hz.
İbrahim'den kalma tevhid inancını devam ettirmekteydiler. Kureyş müşriklerinin
İslâm'a karşı aldıkları kesin tavır ancak tevhid inancının bütün sonuçlarıyla
ortaya konulmasından sonra görüldü. Yani Allah'ın bir ve tek olduğunun
söylenmesi karşısında fazla telâşa kapılmayan müşrikler, iş bu inancın tabii
neticesi olan putların ortadan kaldırılması noktasına gelince İslâm'a karşı açık
ve kesin bir cephe aldılar ve onun yayılmasını önlemeye çalıştılar. İlginçtir
ki, Kureyş müşriklerinin bu tavrı günümüzde de devam etmektedir. İslâm'ın
mücerret doğrularına karşı fazlaca bir hassasiyet göstermeyen günümüz
cahiliyesi, iş bu doğruların sonuçlarını ilân etmeye ve uygulamaya gelince
birden bire İslâm düşmanı kimliklerini açığa vuruveriyorlar. Nitekim günümüzde
kimse kimseyi bankaya para yatırmaya zorlamamaktadır, yahut kimsenin namaz
kılmasına karışılmamaktadır, kimsenin, Allah'ın bir ve tek olduğunu beyan
etmesine ses çıkarılmamaktadır denilmesine rağmen, Allah'ın bir ve tek olduğuna
inanmanın İslâm'ı bütünüyle yaşama sonucuna ulaştığı ortaya çıkınca bazı
kesimlerde tedirginlik görülmeye başlıyor. Uzlaşmacı tavra sürüklenen
Müslümanlar belki durumu bütün vahametiyle kavramakta acze düşebilmekte ve çoğu
zaman da bilinçsizce İslâm düşmanlarıyla aynı saflarda yer alabilmektedirler.
Bugün, geçmişinde İslâm'ı yaşamış olan
ülkelerde Allah'ın bir ve tek olduğunu, İslâm'ın Allah'ın indirdiği din olduğunu
söylemek ucuzlamıştır. Bunu herkes kolayca söyleyebilmektedir. Buna rağmen asıl
zorluk, bu ifadenin gerektirdiği sonuçları kabul edebilmektedir. Günümüz
Müslümanı, bu bakımdan bölmeli bir kafa yapısına sahip kılınmıştır. O, bir
yandan Allah'a ve İslâm'a inandığını iddia etmekte, bir yandan da İslâmla
çelişen hükümlere, kabulleri arasında yer verebilmektedir. Ancak şimdi
değindiğimiz nitelikteki bir Müslümanın durumuyla münafıkların durumunu da
birbirine karıştırmaktan kaçınmamız gerekir.
Bugün Müslümanlar, sanıyorum en çok İslâmi
bilince sahip olmaya muhtaçtır. Böyle bir bilincin, Müslümanlar arasında ortak
bir yol izlemeye kapı aralayacağını söylemeye gerek yok. Ne var ki, günümüzde
Müslüman sayılan insanların çoğunun kafası İslâm-dışı şartlandırmalarla
teşevvüşe uğratıldığından, kendisine Müslamın diyen insanlar arasında
Müslümanların nasıl bir "siyaset" (policy) izlemesi gerektiği
konusunda da, ortalarda bir anlaşma ve uzlaşma zemininin oluşmadığı
görülmektedir.
Öyle sanıyorum ki, halen kendisine Müslümanım
diyen insan kendisine verilen mu'talar çerçevesinde bir yol tercih etme zorunda
olduğunu düşünüyor. Verilen mu'taların değiştirilebileceğini belki aklından
bile geçirmiryor.
Halen parçalanmış bulunan İslâm ülkelerinin
ortak bir yol izlemesi gerektiğini, şimdiki realite karşısında düşünmek bile
istemeyen Müslümanların bulunduğunu görmek bu bakımdan şaşırtıcı olmasa
gerek.İslâm-dışı şartlandırmalar, halen günümüz Müslümanı üzerinde öylesine
baskıcı bir rol oynamaktadır ki, daha ileri giderek bu şartlandırmalar öylesine
putlar haline getirilmişlerdir ki, tartışmalar arasında geçen bazı İslâmî
gerçeklerin ifade edilmesi karşısında ürkenlere bile rastlanabilmektedir.
Bakışımıza İslâm'ın öngördüğü şartlar değil, fakat İslâm-dışı dünyanın gözümüze
taktığı gözlükler yerleştirilmiştir. İslâm'ın söyledikleri kendi şartları ve
kendi doğruları içinde anlaşılmaktan çok, İslâm-dışı ölçütler o şartları nasıl
göstermek istiyorsa öyle algılanmaktadır.
Günlük hayatımızın iktisadî, siyasî, hukukî
vb. her türlü veçhesinde, durumun İslâm'la değerlendirilmesi yerine, bu durumu
(mevcut statüyü) İslâm'la düzeltmeyi düşünmek gibi garip ve İslâm bakımından
tecviz edilemez çözüm yolları ile karşılaşılmaktadır. Halen Müslümanların
yaşadığı ülkelerin bir kısmında sosyalizm, bir kısmında nasyonalizm İslâmla
uzlaştırılmaya çalışılmaktadır İslâm'ın sosyalizmden de, nasyonalizmden de
farklı bir şey olduğunu anlatabilmenin imkânı kalmamıştır dense yeridir.
Anlatmaya çalıştığımız bütün bu menfî manzara
bu insanların acaba İslâm'a karşı inançlarının sarsılmasından mı ileri geliyor?
Sanmam. Çünkü konuşulduğunda bu insanların İslâm'a inandıklarını ifade
ettiklerine şahit olunuyor. Öyleyse, İslâm'a karşı bir inanç sarsılmasından
çok, başka inançların İslâm'la yer değiştirdiğini söylemek daha doğru ve mümkün
görünüyor. Yanlışlık İslâm'ı kavramakta meydana gelen güçlükten, meydana
getirilmiş engellerden kaynaklanmaktadır.
Bugün Müslümanlar, belki de dünyanın her
yerinde, şu veya bu tonda, şu veya bu anlamda şu soruyla karşılaşıyorlar: Siz
ne istiyorsunuz? Basit, yalınkat bir cevapla yetinip "sadece Müslümanca
yaşamak" cümleciğiyle cevap verildiğinde bu sorunun sahibinin yüzü
şaşkınca bakakalıyor. Yahut da meselenin bu kadar basit bir cümlecikle
anlatılmasının doğurduğu bönlükle gözleri dört açılıyor. Öyle ya, böylesine
basit bir hadise için bu kadar hengâme niçin? Bütün bu vâveya bu kadar basit
bir hadisenin etrafında mı koparılıyor? Bu insan, bu basit cevap karşısında
şaşırmıştır, ama öte yandan bu kadar basit bir dilekte bulunan insanların dünyanın
birçok yerinde zindanlara atılmaları, işkencelere uğratılmaları hadisesi
karşısında şaşkınlığı yoktur. Bunları tamamıyla olağan görmektedir.
Öyleyse, arada, bu insanın durumu anlamasına
engel olan bir mania bulunmaktadır. Bu mania onun geri zekâlı oluşuyla ilgili
değildir. Bu, zihniyet farkıdır. Doğrudan doğruya onun zihniyetini oluşturan
temel ilkelerle ilgilidir. Müslüman kendi basit, yalınkat isteğini Batılı bir
insana belki rahatça anlatabilir ama, sonradan Batılılaşmış insana aynı
rahatlıkla anlatması o kadar kolay görünmüyor. Batı insanı, İslâm'ı reddederken
bilinçli bir tutum içindedir. Batılılaşmış insanın tutumuysa, sadece bir kör
inanç halinde belirmektedir. Batılı, neyi, niçin reddettiğinin bilincindedir.
Batılılaşmış insansa sadece anlamadığı için reddetmektedir. Fakat anlamak için
en küçük bir heves belirtisi de göstermemektedir. Batılılaşmış insanın
zihniyetinin temelinde, dinle dünya işlerinin birbirinden ayrı olduğu hususunda
değişmez bir önyargı vardır. Onun bu kuruntusudur ki, olayı anlamasına engel
oluşturmaktadır.
Durum ayrıca Batılılaşmış insanın zihnî
karışıklığıyla ilgili bir hadisedir. Bu insanın öncelikle İslâm hakkında fikri
yoktur. Bu bir yana, Hıristiyanlığı da bilmez. Dahası, Batı aleminde
"din" denildiği zaman özelde Hıristiyanlığın murad edildiğinin
farkında değildir. Bunun farkında olmadığı için de, Batılılar dinden bahsedince
bunu bütün dinleri kapsayıcı bir gerçeklik sanır. Bu yüzden anlamını
kavrayamadığı bu gerçekleri, bilmediği İslâm'a uygulamaya kalkışır ve sonuç
olarak da şaşırıp kalır.
Öyleyse "Müslümanca" olanın,
"dinî" olanın ne anlama geldiğine bakmak gerekiyor. Acaba bir
Müslüman için dinî olmayan, dinî sayılmayan bir görev olabilir mi? Günümüzde
bir Müslümana dinî görevlerini hatırlatmak, adeta bu dünya ile ilgisi bulunmayan,
daha doğrusu bu dünyanın dışında kalan birtakım işlerle meşgul olmasını
söylemek gibi bir anlama gelir olmuştur. Kendisine "dinî görevleri"
hatırlatılanlar da, durumu böyle algılamaktadırlar.
Oysa Müslümanın gerek bu dünya için
çalışmasının, gerek öte dünya için çalışmasının dinin hükümleriyle sınırlı
bulunduğu kavranacak olursa, bir Müslüman için dinî olanın dışında bir görev
bulunamayacağı kolaylıkla anlaşılabilir sanırım. Acaba bir Müslümanın sokakta
takındığı tavır mı dinin dışındadır? Yoksa tırnağını keserken mi dinin dışında
bir iş yapmaktadır? Otururken, kalkarken, örtünürken, günlük ekmeğini
kazanırken, uyurken, uyanırken, yemek yerken, susarken, konuşurken, savaşırken,
temizlenirken, velhasıl en küçük ayrıntısından, en hayatî işlerimize kadar
hangi amelimizde dinin dışında bulunabiliriz ve hangi işimizi dinî
saymayabiliriz?
"Dinî görevlerimiz" diye söylenen bu
sakat söz, Batılı düşünce tarzının Müslümanların hayatındaki çarpık
yansımalarından biridir. Batı aleminde, bugünkü Batı kültürü içinde buna benzer
ayırımlar yapmak artık tabii hale gelmiştir. Bilimle din, ahlakla din, hukukla
din hep ayrı ayrı mütalâa edilmektedir. Hatta bilim ahlâkı ile din ahlâkı gibi
ayrımlar bile yapılmaktadır. Oysa bu ve buna benzer ayrımların İslâmi bağlamda
yeri olmadığı bellidir.
Bilim ahlâkını din ahlâkından ayrı tutmaya
titizlik gösteren Batı kültürü, bugün öyle bir "bilim" geliştirmiştir
ki, bu bilimin hâsılası diye bakılan "teknoloji" tabiatı tahrip
etmeye yönelirken, bilimin kendisi de dinî telakkiye muhalif olmayı adeta
varlığının temel hikmeti diye kabul etmektedir. Bilim denilen hadise, kendi
başına sınırlarını tayin etmekten uzak düşmüştür. O kadar ki, insanların haya
duygularına müdahale etmek, haya duygusunu iptal etmek bile, artık "bilim"
yaftası ile peçelenebilmektedir. Fakat bütün bunlar ayrıca üzerinde
durulabilecek hususlardır ve bizim şimdi üzerinde durmak istediğimiz konunun
dışına taşabilir.
Bizim dinî görevimiz nedir? "Dinî
görevlerimiz" diye konuşanlar, belli ki, bununla sırf ibadetlerimize
ilişkin hususları kastetmekte, diğer muamelelerimizle ilgili hükümleri bunun
dışında tutmak istemektedirler. Böyle bir ayrımın ancak Batı'nın
"secular" telakkisine uygun olduğunu tekrarlamaya gerek yok.
Aslında bugün bizim belki de önde gelen
"dinî görevimiz" dinî hükümlerin bize kazandırdığı zihniyeti, telakki
tarzını hayata hakim kılmaktır. Yani bugün cari bulunan "bilimsel
zihniyeti" esas kabul edip bu zihniyetle dine bakmak yerine bilime, fenne,
ahlâka her şeye dinin bize kazandırdığı zihniyetle bakmak ve bu bakışı hakim
kılmak başlıca görevimiz sayılmalı. Ayrıca, dini, hayatın herhangi bir şubesi
olarak değil, fakat bütün hayatı kapsayıcı bir fenomen diye görmek de dinî
görevimiz sayılmalı. Bu durumda bir Müslüman için dinin dışında sayılabilecek
herhangi bir görevin bulunmayacağı daha iyi anlaşılabilir. Böylece bilim,
ahlâk, hukuk vb. her şey dine göre bir anlam kazanır; yoksa din onlara göre
değil....
Batı, bizim içimizde, bizi kendisi gibi gören
ve değerlendiren bir kadro yetiştirmiştir. Kamuoyunu oluşturan hemen bütün
araçlar bu kadronun elindedir. Bu kadro hal içinde olup bitenlerin yorumlanması
ve kabul ettirilmesi için kamuoyunu önceden hazırlayabildiği gibi, gelecekte
olacak olanlar için de aynı şekilde kamuoyunu hazırlayabilmektedir. Bizim bilmediğimiz,
bilmemize imkan olmayan olaylar, bu kadro için önceden malumdur. Kamuoyunu
hazırladıkları vukuu muhtemel olayların vuku bulması halinde, bu kadro pişkince
bir tavırla daima: "Biz dememiş miydik?" sözlerini tekrarlamaktan haz
duyar. Bunu söylemekle halk nezdinde ileri görüşlülüğünü ispat etmiş olur, bir
de kendisine bu yoldan itibar sağlama avcılığına girişir. Bütün bu işleri de
doğrusu, ustaca becerir. Ondan sonra, bu bayların her sözüne bir kehanet
gözüyle bakılır. Bir kez kendilerine bu itibarı sağladıktan sonra (ki böyle bir
itibarı sağlamışlardır), artık her dediklerine inanılır, itimat edilir hale
gelirler. Aslındaysa, bizce meçhul olan, kendileri içinse önceden malum olan
bilgileri kullanmaktan başka yaptıkları bir iş yoktur.
İşte kamuoyu oluşturmaya çıkmış bu adamların
sözlerine de dikkat etmek gerekiyor. Onların, bir kehânet gibi söyledikleri
sözlerin ne demeye gelebileceğini kavramak gerekiyor. Onların oluşturmak
istediği yönde bir kamuoyunun, gerçekte hayırlı bir netice hasıl etmeyeceğini bilmek
gerekiyor. Çünkü onlar, hadiseye Müslümanın gözüyle değil, fakat Batılıların
gözüyle bakmaktadır. Bu durumu hissedebilmek için sadece bir Müslümanın
konumunda bulunmak yeterlidir. Aksi takdirde, olup bitenlere, oynanan oyunlara
akıl erdirmek imkan dışı kalır.
Müslümanca bakmak nasıl olur? Bu insanın
görüşüne feraset kazandıran gizli bir güç mü var? Başka insanlar niçin
Müslümanın gördüğünü görmesin? Çünkü İslâm'ın Batı kültürüyle uzlaşmaz durumunu
bizzat Batı çok iyi bilmektedir. Bu yüzden de Batı, İslâm kültürünün ve
Müslüman insanın enkazına bile tahammül etmekte zorlanır. İşte Müslüman da
bunun farkındadır. Bunun farkında olan insan, farkında olmayanın göremediğini
elbette görebilecektir. Biz de bu yüzden, olup bitenleri bize göstermeye
çalıştıkları gibi değil de, Müslümanca bir bakışla görmek zorunluluğundayız
diyoruz. Olup bitenleri gerçek mahiyetleriyle değerlendirebilmek için
Müslümanca bir konumda bulunmak zorunludur, diyoruz.
KÜFÜR NEDEN TEK MİLLETTİR?
İslâm kendi dışında kalan, hatta kendisinden
önce gelmiş bulunan bütün dinleri batıl saymış ve onların topunu bir millet
olarak ilan etmiştir. Hak olan dinler bile ancak kendilerine ait vakitler
içinde hak telakki edilmiş, fakat İslâm'ın zuhuruyla birlikte haklılıklarını
yitirmiş sayılmışlardır.
Bunları bilmeyen yok. Fakat bunu bilmenin bazı
önemli sonuçları var. Şöyle ki, küfrün tek millet olduğunu kabul ve tasdik
etmek, Müslümanların onlara karşı olan tavırlarında başlıca belirleyici
unsurlardan biri haline geliyor. İnsana öyle geliyor ki, İslâm âleminin
bozulmaya, çözülmeye başlama sebeplerinden birisi de, küfrün tek millet halinde
telâkki edilmesi yolundaki hükmün kafalarda kesinliğini kaybetmiş olmasıyla
bağıntılıdır. Müslümanlar özellikle geçen yüzyılın ortalarından itibaren,
İslâm-dışı dünyaya, Müslümanca değil, "hümanistçe" bir yoldan
baktırılmaya başlanmıştır. Böylece, İslâm-dışı dünya, İslâm'ın emrettiği
müsamaha ruhu çerçevesinde değil, fakat hümansitlerin telkin ettiği bir
müsamaha ruhuyla görülmeye başlanmıştır. Meselâ bir Edison'un, bir Einstein'ın
cehennemde yanmasına gönlünün razı olmadığını söyleyebilen biri farkına
varmadan "hümanizmin" telkin ettiği görüş dairesine girmiş bulunur.
Dahası, bu görüş tarzı, Allah'ın razı olduğundan razı olmamak gibi bir neticeye
de çıkacağından, sahibini küfre de sokmuş bulunacaktır.
Küfrün bir millet olarak görülmesindeki önemli
sonuç, Müslümanların, ayrı ayrı görülebilecek batıl fikirler çerçevesinde kafa
yormalarını önlemesidir. Dolayısıyla onlarla ünsiyet peyda etme imkânı ortadan
kaldırılmış olmaktadır. Bu mesafeli duruş, Müslümanları, küfrün ahlâk dairesine
girmekten de korumaktadır.
Küfrün bir millet olduğunu söylerken,
kâfirlerin arasında ortak bir vasfın bulunduğu kabul edilmektedir. Ortak vasıf
onların Müslüman olmamaları yönündedir. Fakat onların İslâm'a yaklaşmalarını
önleyen sebep kendi putlarıdır. Kuşkusuz, put her zaman ilkel biçimiyle somut
olarak görülmeyebilir. Kimi zaman, özellikle çağımızda soyut putlar daha
revaçtadır. Meselâ bir komünistin putu nedir? diye sorulabilir. Komünist, mevhum
ve müstakbel ve mücerret bir cemiyet düzenine tapınmaktadır. Grek, Roma ve
Hıristiyanlığın muhassalası olan bugünkü Batı kültürünün ortaya çıkardığı
insan, genel anlamıyla konformizme tapınmaktadır, vb.
İslâm'ın dışında bulunuşları, onları, ister
istemez vahyin yerine aklı ikame etmeye götürmektedir. Dikkat edilirse, küfür
dairesi içinde bulunan insanların tapındığı şey, son tahlilde aklın
hükümranlığıdır. Bazı ilkel kabilelerde akıl almaz biçimlere bürünmüş olarak
görünse bile, durum değişmez. Yani akla tapıcılık, illâ rasyonalizm, pozitivizm
gibi mantıkî hale getirilmiş, kitabına uydurulmuş olmayabilir. İlkel biçimdeki
putperestlikte, mesela ilkin bir put yapıp sonra yaptığına tapma biçiminde
görünenlerde bile, kendi yaptığına iman edip tapınma bakımında gizlenmiş bir
akılcılık vardır.
Putların biçimi ve niteliği somuttan soyuta
değişik yollardan tezahür edebilir ama onların put olma mahiyeti değişmez.
"Benim hiçbir putum yok." diyen biri bile, eninde sonunda kendi
zatını put haline getirmiş olmuyor mu?
Küfür, böylece, çok değişik biçimlerde ortaya
çıksa bile, neticede bir millet olma vasfını hep muhafaza etmektedir. İster
şöyle, ister böyle...
İSLAM'A MÜSTEŞRİK GÖZÜYLE BAKMAK
Bir gerçek var ki, tekrarlanmalıdır: Tek tek
Müslümanların mevcut olması olayıyla İslâm'ın kamu düzeni olarak uygulanması
arasında bir mahiyet farkı olduğunu bilmek ve bu iki durumu birbirine
karşıtırmamak gerekiyor. Anayasalarına "bu devlet İslâmîdir" diye
hüküm koyan ülkelerin bile aslında İslâm devleti olmadığını bilmemiz gerekiyor.
İslâmî devlet uygulamasının yüzdesi yoktur, yani yüzde on, yüzde elli, yüzde
doksandokuz oranında bir İslâm düzeni düşünülemez. Böyle bir devlet,
Anayasasına "devlet İslâmîdir" diye hüküm koysa bile, İslâm-dışı
kurumlara göz yuman, böyle kurumların işlemesini kanunen tecviz eden bir ülkede
İslâmî uygulamanın sözü edilemez. Çünkü İslâm düzeni, kendine özgü
uygulamasının kendi sistemi içinde başka bir yabancı unsurun bulunmasını kabul
etmez. Yani o ya vardır, ya yoktur. Yüzde şu kadar İslâmîdir denemez, bunu
demek örtülü olarak onun yokluğunu söylemek anlamına gelir.
Aslında sosyal kurumların mahiyeti de ilgisiz
kurumların tek bir yapı içinde sistemleşmesine engeldir. Her sosyal kurum, ait
olduğu toplum düzeni içinde anlamlı bir fonksiyon icra eder. Çünkü her sosyal
kurum, o toplumu oluşturan insanların belli bir ihtiyacını karşılamak üzere
mevcut bulunur. Sosyal kurum deyimine, burada, geniş bir anlam veriyoruz.
Hukuka, iktasada, siyasete vb. ait kurumları bu geniş anlamda mütalâa ediyoruz.
Şimdi İslâm'ın kendine mahsus sosyal düzeni
içinde, kendine mahsus bir fonksiyonu olan herhangi bir kurum, İslâm-dışı bir
topum düzenine uyarlanmaya kalkışıldığında, anlamını yitireceği gibi İslâm
toplumu içinde ifa ettiği fonksiyonları yerine getirmekten de yoksun kalır.
Örnek olarak zekâtı alalım: Bilindiği gibi,
zekât, İslâm toplumu içinde, belli şartları haiz olan mallar üzerinden,
Müslümanlarca ödenmesi gereken bir borçtur. Fakat dikkat edilsin ki, bu borcun
Müslüman yurttaşa mükellefiyet olarak yüklenmesi ancak İslâm'ın yürürlükte
olduğu yerde söz konusudur. Şimdi İslâm'ın yürürlükte olmadığı bir yerde, bu
borcun bir mükellefiyet halinde yerine getirilmesi söz konusu edilemez, yani
zekâtını ödemediği takdirde borçlu, devletin bu husustaki müeyyidesine maruz
bırakılmaz.
Öte yandan zekâtın sarf yerleri bellidir.
İslâm-dışı toplumda ödenen zekât, böylece, zekâtın sarf edilmesi gereken
yerlerden ancak bir yere tahsis edilmekte; o da, zekâtın kendilerine verildiği
kimseler olmaktadır. Böylece zekâtın sarf mahalleriyle ilgili diğer alanlarda,
zekât, kendisinden beklenen diğer fonksiyonları icra etmekten ister istemez
mahrum bırakılıyor demek olur. Fonksiyon kaybının birinci veçhesi burada
görünmektedir.
Öte yandan, zekâtın, İslâm'ın diğer bütün
kurumlarıyla birlikte, faiz sisteminin mutlak olarak geçerli bulunmadığı bir
toplum düzeninde kendine ait fonksiyonları yerine getirmesi beklenebilir.
Şöyle diyelim: İslâm-dışı bir toplumda,
bilfarz, zekât tahsis mahallerine lâyıkı ile sarfedilmiş olsa bile faizin
yürürlükte olduğu bir sistemde, yine de, kendisinden beklenen fonksiyonları
icra edemeyecektir. Çünkü İslâmî toplum düzeninde zekât, "verme"nin
ifadesi ise, faiz de "almamak suretiyle verme"nin ifadesidir. Yani
tek tek kişiler, bütün halinde (cemaat halinde) daima kamuya kendilerinden
birşeyler (bir malî değer) verme durumunda bulunur. Böylece mal, toplum içinde
sürekli bir akış ve tedavül halinde kalır. Spekülasyon (ihtikâr) yasağı vb.
kurumlar da düşülünürse durum daha bir sarahat kazanır.
Oysa İslâm-dışı bir toplumda ödenen zekât,
farzedelim kendi bünyesine ilişkin fonksiyonları icra etmiş olsa bile, bu
fonksiyonların ifa edilmiş olmasında doğan faydalar, faizin icra ettiği
fonrksiyonla sıfıra indirgenecektir; yani makro düzeyde (toplum düzeyinde)
zekâttan beklenen faydalar hasıl olmayacaktır.
Üstelik ödediğiniz zekâtın içine dolaylı
yoldan olsa bile faizin girmediğinden emin değilsinizdir. Kişisel olarak bu
harama (faiz haramına) iştirak etmemiş bile olsanız, elinizde bulunan malı
dolaylı yollardan da olsa faizden masun bırakmak sizin elinizde değildir. Bu,
işleyen düzenin tabiî sonucu olarak ortaya çıkar, daha açıkçası, zekât olarak
ödenen kıymetlerin içinde, faiz kaçınılmaz olarak var bulunur.
Anlaşılıyor ki, günümüzde İslâmî bir
uygulamaya rastlanmamasını, İslâm'a ait bir zaafla izah etmeye kalkışmak
abestir. Zaman zaman şuna benzer şeyler söylendiği işitilir: İslâm basit ve
sade bir toplum yapısı içinde geçerli bir sistemdi, şimdi toplumsal ve hukukî
kurumlar, kuruluşlar öylesine karmaşıklaşmıştır ki, bir zamanlar basit insanların
sade ilişkilerine cevap verebilecek nitelikte olan kurallar bugünün
ihtiyaçlarını karşılayamaz. Oysa görünüşte karmaşık gibi duran toplumsal
yapıya, hukukî ilişkilere yakından bakıldığında, gerçekte aynı temel ilkelere
göre çalıştığı kolayca görülür. Ama dünya nüfusunun kalabalıklaşmasını,
kapitalist uygulamaların bir sonucu olarak birtakım devâsâ şirketlerin meydana
çıkmasını, örgütlerin gitgide şişmesini karmaşıklık olarak sayıyorsanız, o
başka. Nicelik farkı, sayıların kabarması, aynı zamanda nitelik farkının
olduğunu göstermez. Temel insanî ilişkiler dün ne ise bugün de odur. Bu
bakımdan, İslâm için, şimdi andığımız görüş ileri sürülerek onun artık geçersiz
olduğu söylenemez.
Kaldı ki, söz konusu iddiayı bir an için doğru
farzetsek bile bu iddia bir başka bakımdan da yanlıştır. Şöyle ki, diyelim,
toplum yapısı gerçekten içinden çıkılmayacak kadar karmaşıklaşmıştır. Fakat bu
karmaşıklaşma İslâmî uygulama neticesinde hasıl olmamıştır. Yani burada,
İslâm'ın hasıl etmediği bir neticeden, İslâm'ın içinden çıkması beklenmektedir
adetâ. İslâm, şu veya bu uygulamanın meydana getirdiği çözülmez karışıklıklara
gene o sistemin uygulamasına devam edilmek suretiyle bir çözüm yolu teklif
etmiyor ki! Buradaki inceliğe dikkat gerek. Bu iddia sahipleri şunu demek istiyor:
Kapitalist veya sosyalist sistem uygulanmaya devam etsin, fakat bunların
tıkandıkları yerde İslâm bir çözüm yolu bulsun! Oysa meselenin bu ele alınış
tarzı yanlıştır. İslâm'ın uygulama sistemine, uygulama mantığına terstir bu
durum. Bazı Müslümanların mevcut uygulama içinde ortaya çıkmış olan bazı
iktisadî, ticarî veya toplumsal ilişkilere İslâmî bir çözüm yolu aramaya
kalkışmaları da yanlıştır. Meselâ, bazı Müslüman tüccarların taksitli
satışların İslâm düzeninde nasıl yürütüleceğini merak etmeleri gibi. Yani hem
taksitli satış olacak, hem taksit farkı (faiz) alınmayacak, bu nasıl olacak
diye soruyorlar. Fakat bakalım İslâmî uygulama içinde taksitli satış diye bir
hadise olacak mı? Onun için bu gibi meseleler düşünülürken dikkatli olmak
gerekiyor. Fakat bu tür meseleler de Müslümanların zihinlerini bulandırmaktan
geri durmuyor. Zihnimizi müsteşrik mantığın ortaya attığı bu tür
bulanıklıklardan kurtarabilmenin yolu, İslâm'ı ancak ve yalnız kendi ilkeleri
içinde düşünmekle mümkün olacaktır. Başka her türlü toplumsal sistemi İslâm'ın
dışında mütalâa ederek yani.
İslâm'ı müsteşrik bakışıyla anlamaya ve
değerlendirmeye kalkışmanın en sakıncalı yanı Müslümanları bir takım farazî
meselelerle uğraştırmasında ortaya çıkıyor. Gerçekte İslâm'ın uygulanması
halinde ortaya çıkması mümkün olmayan bazı meseleler karşısında sanki bu tür
problemler İslâm toplumunda varmış veya ortaya çıkacakmışcasına düşünülmekte ve
bu farazî problemlere İslâm'ın getireceği çözümler araştırılmaktadır. Oysa bu
tür problemlere çözüm yolu aramaya kalkışmadan önce, bu problemin çıkış ve
doğuş kaynağı araştırılmalı, problem gerçekten aynı zamanda İslâm toplumunu da
ilgilendiren bir meseleyse, ancak o zaman İslâmî çözüm yolunun araştırılmasına
girişilmelidir. Fakat bu önemli nokta genellikle gözden kaçırmakta ve aslında
daha açık söylersek, müsteşrik mantığının oyununa gelinmektedir.
Yeniden taksitli satışlarda uygulanan vade
farkı örneğine dönelim. Şimdi kimi Müslüman tüccarlar bu konu üzerinde ciddi
ciddi düşünmekte ve acaba İslâm toplumunda bu uygulama nasıl olacak, diye
sormaktadırlar. Onların kaygısı şuradan gelmektedir: Uygulanmakta olan vade
farkı, adı ne olursa olsun faizdir. Çünkü bu fark, emeksiz olarak, mücerret
halde sermayenin kârıdır diye alınmaktadır. Mevcut faizli düzenin mantığı
içinde, tacir aslında bir bakıma söz konusu vade farkını almak zorunda da
kalmaktadır. Çünkü kendisi de, aynı şekilde karşı tarafa (diyelim toptancıya
veya imalatçıya) söz konusu farkı ödemektedir. Tacir, bütün bu işlemlerin faiz
esasına dayandığını hissetmektedir. Ve İslâm toplumunda da vadeli satış olursa
(ki işte burada olacaktır diye düşünülmektedir), faiz yasağıyla kendisini faiz
alma durumunda bırakan şu durumu nasıl telif edeceğini düşünmekte, merak
etmekte, kaygılanmaktadır.
Fakat İslâm toplumu için tamamen farazî bir
problemdir bu. Çünkü öncelikle taciri faiz alıp verme zorunda bırakan
kapitalistik uygulama İslâm toplumu için söz konusu değildir. Ticari
uygulamanın hiçbir safhasında (hammaddenin üretilmesi, işlenmesi ve tüketiciye
intikal ettirilmesi safhalarının hiç birinde) söz konusu süreç faiz işlemine
bulaştırılmamaktadır. Öte yandan, söz konusu bu taksitli satış işlemi, kezâ
kapitalistik uygulamanın bir sonucudur. Lüzumundan fazla üretilen malların
satışını sağlamak, tüketiciye intikal ettirebilmek için bulunmuş ve güya
tüketici lehine işleyen bir mekanizma gibi gösterilen bir yöntemdir. Yani
aslında üretim safhasından başlayan aksaklık, safha safha tüketiciye
yansıtılmaktadır. Tüketicinin o mala karşı gerçek anlamıyla bir talebi yoktur.
Fakat reklâm yoluyla taleb üretilmektedir (derivative demand), (reklâmdan doğan
maliyetin de tüketiciye yüklenmesi ayrı bir konu). Şimdi, israfın ayrıca
önlendiği bir toplumda, bu işlem kökeninde halledilmiş olmaktadır, yani daha
üretim safhasında israfa yol açabilecek mal üretimi söz konusu olmayacağından,
bundan sonraki süreçte, üretilen malın tüketiciye intikal ettirilmesi gibi bir
olayın vuku bulması imkânsız hale gelmektedir.
Şimdi taksitli satış olayının menşeini
anlarsak, İslâm'da bu tür bir satış işleminin olup olmayacağını da
kestirebiliriz. Ve İslâm toplumunda böyle bir satış usulünün olamayacağını
bilirsek, gerçekte çözümü için uğraştığımız problemin tamamen câli (uydurma)
olduğunu kabul ederiz. Fakat her şeye rağmen, İslâm toplumunda da illâ taksitli
satış olacaktır, diye düşünüyorsak, bu takdirde, İslâm'da her çeşit faiz
uygulamasının yasak olduğunu düşünerek, burada da vade farkının (yani faizin)
uygulanmayacağını kabul etmek durumunda kalırız. Ki bu durum da, söz konusu
süreci tekrar baştan almamıza müncer olur. Üstelik, faiz almayan tacir niye
vadeli satsın, sorusu akla gelebilir. Bu soruyla birlikte, türetilmiş taleple
gerçek talebin farkını da sezinlemeye başlarız. Neticede İslâm toplumunda
üretimin her safhasında gerçek talep doğrultusunda bir üretimin vukubulmak
zorunda kaldığı sonucuna varırız.
Burada amacımız, taksitli satış meselesini
incelemek değil, fakat genellikle müsteşrik mantığının getirdiği ve İslâm'a
göre farazî olan problemler karşısında Müslümanların uyanık bulunmaları
gerektiğini vurgulamaktır.
2
Sağlıklı Düşünmeye Doğru
İNANMANIN DİYALEKTİĞİ
Niçin domuz eti yemiyorsunuz? Haram olduğu
için mi, yoksa domuz etinden hoşlanmadığınız veya onu sağlığınıza zararlı
saydığınız için mi? Yoksa bizim toplumumuzda şu veya bu sebeple domuz eti yemek
geleneklerimiz arasında yer almadığı için mi?
Kendinizi domuz eti yemekten yasaklamanız
hususunda muhakemenize dayanarak vereceğiniz cevapların her biri karşısında
başka bir muhakeme tarzına dayanılarak karşı cevaplar geliştirilebilir. Domuz
etinden hoşlanmadığınızı ileri sürerek yemekten kaçındığınızı söylerseniz,
size, iyi ama dünyada milyonlarca insan onu iştahla yiyebiliyor, sizin
hoşlanmamanız onun lezzeti hakkında mutlak bir doğrunun ifadesi değil, olsa
olsa kişisel bir zevk meselesidir, denebilecektir. Domuz etinin insan sağlığına
zararlı olduğunu düşünüyorsanız, bunun böyle olmadığını ileri sürenler de var.
En azından birtakım ameliyelerle onu sağlığa zararlı olmaktan çıkartmak
mümkündür. Nitekim Hıristiyan Batı âleminde böyle yapıldığı söylenmektedir. Yok
eğer şimdiye kadar böyle geldiği (gelenek) için yemekten kaçınıyorsanız, hiç
bir gelenek sultasını mutlak olarak ebediyyen sürdürmez. Böyle bir gelenek,
gelenek olmaktan çıktığı zaman ne yapacaksınız? Yiyecek misiniz, yememekte
diretecek misiniz?
Sözü şuraya getirmek istiyoruz: Dinin
buyruklarına ve yasaklarına, ancak ve yalnız dinin buyruğu ve yasağı olduğu
için uyulur. Bir Müslüman için domuz eti yememenin tek sebebi dinin bu
husustaki buyruğunu yerine getirmek içindir. Başka bir şey için değil. Fakat
dinin hükümleri içindeki hikmetleri araştırmak olsa olsa fazilettir.
Dinin buyrukları ve yasakları, insanın
kendiliğinden keşfedebileceği hükümler değildir. İnsan bu hükümlere kendi
tecrübeleri ile ulaşamaz. Öyle olsaydı domuz eti yememek hususunda dünyanın her
yerindeki insanlar aynı tavır içinde hareket ederlerdi. Meselâ, solucan etinin
yenmemesi gibi...
İnsan, domuz etinin yenmeyeceği hususundaki
hükmü kendiliğinden getirmemiştir. Birtakım tecrübeleri sonunda bu etin
yasaklanması gerektiği sonucuna ulaşmamıştır. Yani domuz eti yememek veya içki
içmemek, insan tabiatının ve mantığının zaruri bir neticesi değildir. Nitekim
bunun böyle olmadığını, halen milyonlarca gayrimüslim insanın bu husustaki
uygulaması gösteriyor. Domuz eti yememek, insanın kendi tabiatından ve
mantığından gelen bir çıkarıma dayanmıyor, doğrudan doğruya dinin bu husutaki
"haram" hükmüne dayanıyor. Ama söz konusu hüküm içindeki hikmetleri
araştırmak, az önce değindiğimiz gibi, ayrı bir iştir, şimdi üzerinde durduğumuz
konu ile ilgisi yok.
Müslümanlar dinin hükümlerine sırf dinin
hükümleri olduğu için riayet ederler, sırf Allah böyle dilediği için riayet
ederler. Şeriat, nefse zıt olarak gelmiştir diyen İslâm büyüklerinin sözünü
anlamak gerek. Nefse zıt olarak, yani onu terbiye için... Bu bakımdan, nefsin
arzusuyla yapılan hiç bir nafile ibadet, dinin buyruğu olduğu için ve sırf bunu
için uyulan herhangi bir farzın yerini tutmaz.
Demek ki, insan dine Allah'ın emri olduğu için
ve sırf bunun için inanmalıdır. Dine, din dışı bir takım heveslerimizin,
özlemlerimizin tatmini için bağlanmak bu meselenin usulü, diyalektiği
bakımından yanlış olacaktır. Bu yanlıştan hareket ederek dine varan veya
vardığını sanan insan, aynı heveslerle ve aynı usulle dinden de çıkabilir.
Batı dünyasında din konusundaki tartışmaların
temel yanlışı, değindiğimiz bu usül noktasında odaklaşır. Dini bütün hıristiyan
aydınların çoğu bu usül noktasında açmaza düşmüştür. Onlar, başta, adeta
tanrının varlığını ispat ederek muhataplarını inandıracaklarını sanarak yola çıkmışlardır.
Oysa aynı kanıtlar ispatlanmak istenen şeyin tam tersine de yol açabilecektir.
Nitekim bu tür çabaların sonunda, inananlar inanmaya, inanmayanlarsa inanmamaya
devam etmişlerdir.
Eskimolarla ilgili bir filmde, bir misyoner,
Hıristiyanlık propangandası için eskimoların arasına katılır. Hıristiyanlığın
erdemlerini, ahlâkını anlatırken, elbet sıra Hz. İsa'ya gelir. Eskimo:
"Nedir o?" diye sorar. "Bir ışık" diye cevap verir
misyoner, "İsa bir ışıktır." der. Eskimo, ışık sözünden hoşlanır ama
misyonerin ne demek istediğini kavrayamaz. Söyleneni, kutupta az görülen güneş
ışığı gibi bir şey sanır. (Filmin mesajlarından biri hem misyonerle, hem
eskimolarla istihza etmektir. Bu noktayı göz ardı ederek baktığımızda, iki ayrı
dünya insanı arasındaki iletişimsizlik ön plana çıkmaktadır. Kelimelere
yüklenen değişik anlamlar, böyle bir iletişimsizliğe yol açmaktadır.) Öte
yandan misyonerin, meramını anlatırken kullandığı usul de yanlıştır. Çünkü
tanrıyı ona ait olmayan, ya da yakıştırma sırfatlarla anlatmaya yeltenmektedir.
Batı dünyasında bu konuda en tutarlı ve doğru
yaklaşım içinde olanlardan biri Dostoyevski'dir; o da kendini Batılı saymaz.
Şöyle bir sözü var: "Hz. İsa'nın batıl olduğu matematik bir kesinlikle
ispat edilse bile, ben gene de onun yanında yer alırdım."
Dine Allah'ın emri oludğu için ve sırf bunun
için inmak asal bir usul meselesidir. Bu yüzdendir ki, akla, mantığa yahut
hikmete ve felsefeye uygundur diye dine inanmak küfür sayılmıştır. Dinin
hükümlerine (yani Allah'ın hükümlerine) hiçbir sebeple mukayyet olmadan
inanmak, inanmayı kendi hakikatı içinde yakalamak ve öylece saklamak anlamına
gelir.
Şurası var ki, bir kez bu yoldan inanınca
dinin hükümlerine ait hikmetlerin araştırılması erdem sayılır. Hiçbir sebeple
mukayyet olmaksızın inanmakla, böylece inandıktan sonra din hükümlerinin
kapsadığı hikmetleri, sırları, sebepleri araştırmak (tahkik) arasındaki farkı
dikkatten kaçırmamak gerekiyor. Bu tür araştırıcılık imanın güçlenmesine yol
açarken, hikmete uygundur diye inanmak küfre götürebilir.
GERÇEK VE DOĞRU
Gerçek'le doğru'yu ayırd edememekten, onları
yerli yerinde kullanamaktan dolayı yanılsama içine düştüğümüz olur. Bazı
gerçekler, sırf gerçek olduğu için, sırf var olduğu için bize aynı zamanda
doğru imiş gibi görünebilir. Fakat varolan gerçek acaba bir takım belli
doğruların sadık bir yansıması mıdır, yoksa gerçek dediğimiz olgular
"doğru olmayanı" da yansıtabilir mi?
Soruyu şöyle de ortaya koyabiliriz: Varolan
gerçekler her zaman "olması gereken"i mi yansıtır, yoksa olması
gerekmeyen ve aslında bir doğruya tekabül etmeyen şeyler de mevcut gerçeklerde
yansıyabilir mi? Bu son söylediğimizi şöyle bir örnekle somutlandırabiliriz:
Marx'ın diyalektiğine göre işçi ihtilalinin İngiltere'de olması gerekiyordu.
Çünkü öngörülen teorinin temel aldığı bütün maddi gerekçeler böyle bir sonucu
teorik olarak kaçınılmaz kılıyordu; fakat teorik olarak "olması
gereken" ile gerçekte "olan" birbiriyle çakışmadı. Gerçekler,
teorik olarak olması gerekenden başka türlü tezahür etti. Daha açık bir deyişle,
teorinin soyut olarak içerdiği doğrular, her zaman somut plânda bir doğruya
tekabül etmeyebilir. Teorik doğrularla pratik doğrular (yani gerçekler) her
zaman birbirinin aynı olmayabilir.
Günümüz İslâm dünyasının halen içinde yaşadığı
statü, bu durumu dolaysız yoldan yansıtacak niteliktedir. Şöyle ki:
Müslümanların, halen içinde yaşadıkları gerçekler, aslında onların yaşaması
gereken gerçekler değildir. Müslümanlar, halen dünyanın her yerinde kendilerine
ait olmayan bir hayat tarzı içinde yaşamaktadırlar.
Fakat mevcut durum, bu kendine ait olmayan bir
hayat tarzı içinde yaşama gerçeği, o kadar kanıksanılmış ki, gelen her yeni
nesil halihazırdaki "gerçekle" dünyaya gözlerini açtığından, bu
gerçeği aynı zamanda Müslümanların içinde yaşaması gereken olağan ve doğru bir
durum diye algılayabilmektedir.
Müslümanların yaşadığı veya onlara yaşatılan
yanlışlar, birçoklarına kaçınılmaz gerçekler diye görünebilmektedir. İslâm'ın
yaşanılması gereken doğruları kendine ait olmayan düzenlerde icra edilmeye
çalışıldığından, fakat bu durumda da o doğruların asıl mahiyetleri
kaybolduğundan, şimdi çoğu kafalarda İslâm'a ait doğrularda eksikler
bulunabileceği gibisinden yanlış izlenimler uyanabilmektedir. Şu açıklamayı
getirmek istiyorum:
Bir zamanlar Müslümanca bir düzende tiyatro
konusunun nasıl çözümlenebileceği sorusu kafamı kurcalamıştı. Bugün bazı
Müslümanlar bu sorunun niçin kafamı kurcaladığına hayret edebilir. Tiyatro
konusu kafamı niçin meşgul emişti? Bir kere gerek mekteplerde okutulanlar,
gerek ilk gençliğimizde izlediğimiz yayın organları, tiyatroyu, kafamıza
vazgeçilmez sanat dallarından biri olarak yerleştirmişti. Hatta o zaman
yaşadığımız taşra kentinde tiyatro bulunmadığı halde, biz, tiyatroyu adetâ
hayatımızın zorunluluklarından biri gibi kabul etmiştik. Şimdi mesele şuradaydı:
İslâm, kadının sahneye çıkmasına, sesini namahreme duyurmasına müsaade
etmeyeceğine göre, tiyatrodansa vazgeçemeyeceğimize göre, bu meseyi İslâmi
platformda nasıl bir çözüme kavuşturacaktık? Çözümlerden biri şu olabilir
diyordum: Yazılacak eserlerde kadına rol verilmez, olur biter. Fakat bunu
başarmak her zaman mümkün olmayabilirdi. O takdirde acaba kadın rollerine
"zenne" mi çıkartmalıydı? Bunun da çirkin bir şey olduğunu
düşünmekten hâli kalmıyordum ve içim bu çözüm tarzına da ısınamıyordu. Osmanlı
toplumuna tiyatro girince "zenne" istihdamına başvurulmuştu. Yoksa,
kadın rolleri, ses olarak sahne dışından mı duyurulmalıydı?
Görülüyor ki, bu ve buna benzer, akla
gelebilecek çözüm yollarının hiç biri, meseleyi kökünden kesip atamıyordu.
Çünkü tiyatroyu bir kez vazgeçilmez bir zaruret sayarak yola çıkmıştık. Bu
durumda, kafamız ister istemez bu zarurete bir uzlaşma ortamı aramak durumunda
kalacaktı. Bizim yaptığımız da bundan başka bir şey değildi.
Bugün, İslâmî konular tartışılırken veya
ortaya konulurken, çoğu kez benim bu zihinsel tiyatro deneyimimi hatırlamak
zorunda kalıyorum. Bize vazgeçilmez diye belletilen veya bizim kabullerimiz
arasına vazgeçilmez diye koyduğumuz bazı meseleler bu tiyatro olayına
benzemektedir. Bizim doğru veya yanlış diye kabul ettiğimiz şeyler, çoğu kez,
taşıdığımız zihniyetin dışa vuran yansımaları oluyor. Bir hususun doğru
olduğunu da, yanlış olduğunu da belirleyen faktör bizim zihniyetimizle, dahası
niyetimizle yakından ilgili bulunuyor.
Böyle söylemek şüphesiz ki her
"doğru"nun mutlaka "nisbi" olduğu anlamına gelmez. Fakat
doğru diye bildiğimiz bazı sonuçları meydana getiren sebeplerin, gerekçelerin
"müntehasını" irdelememizi gerektirir. Eğer bu irdelemeyi yapacak
araçlardan yoksun bulunuyorsak, bazı neticeleri ancak pratik zaruretler adına
doğru kabul ediyoruz demek olur. Yoksa o netice üzerinde "mutlak"
anlamda doğrudur diye bir kabulümüz söz konusu olamaz.
Hukuktaki "muhakeme usulleri" bu tür
pratik kabullerin tipik örnekleri arasında sayılabilir. Mahkeme, elindeki
delillere göre hükmeder. Hükmünün doğru olabilmesi, yani realitedeki bir
vukuatın karşılığı olabilmesi için, mevcut delillerin o vukuatı
aydınlatabilecek nitelikte olması gerekir. Eğer deliller yeterli değilse,
verilecek hüküm de, realitedeki bir vukuatın karşılığı sayılmayacaktır. Fakat
mahkeme, delillerin dışında kalan bir hüküm de veremez. Doğru olan şey isterse
delillerin dışında kalmış olsun. Bir de mevcud delillerin değerlendirilmesi
hususu var ki, burada hakim, dâvâ esnasında edindiği kanaatlerine göre elindeki
delilleri yönlendirmek hususunda bir "takdir" hakkına sahiptir.
Kısacası, hakimin verdiği hükmün doğruluğu mutlak anlamda bir doğrunun tesbiti
olmayabilir, verilen hükmün doğruluğu ancak elde bulundurulan delillere
nisbetle "doğru" sayılır.
Kapitalist Batı'da olsun, sosyalist Batı'da
olsun Türkiye ve benzeri ülkeler için bir takım "iktisadi kalkınma"
programları hazırlanmıştır. Bu programların çoğu "iktisadî kalkınma"
adı verilen bir "bilim" çerçevesinde öngörülmektedir. Aslında Batı
için mesele olan şey, geri kalmış diye baktığı ülkelerin derdine derman olmak
değil, fakat mevcut sömürü düzeninin sürdürülme imkânlarını "bilimsel bir
tabana" oturtma endişesi ve gayretidir. Nitekim "kalkınma
iktisadı" adı verilen varsayımlar en başta, "geri" dediği
ülkelerin onulmaz bir kısır döngü içinde bulunduklarını ispat etmekle konuya
girerler. Binlerce sayfalık incelemelerinin, araştırmalarının hiçbir satırında
bu ülkenin çocuklarına ümit verebilecek bir tek satıra bile rastlayamazsınız.
Fakat bu ülkelerde işbaşına getirilen siyasî kadrolar, delil olarak ellerinde
hep bunlardan öğrendiklerini tutmayı "bilimsel" bir davranış sayarlar
ve sanırlar.
Meselâ, bugünkü iktisat ilminin bir ülkenin
gelişmiş sayılabilmesi için koyduğu kıstaslardan biri, o ülkede fert başına
düşen milli gelir esasıdır. Bir ülkede, fert başına düşen milli gelir yılda şu
kadar dolar olursa, o ülke gelişmiş sayılır deniyor. Niye?
Bu son sorunun bizim için önem taşıyan yanı
şudur: Varsayımlarımızın arasına böyle bir kıstası esas alarak yola çıkmaya
kalkışırsak daha baştan yolu şaşırmış, yanlış yola girmiş oluruz. Çünkü
Müslüman için hedef İslâm'ı yaşayarak belli bir milli gelire ulaşmak değildir.
Allah'ın rızasını kazanmak için yaşamaktır. Ama bu da, belli bir milli gelir
seviyesine ulaşmaya engel değildir, o başka. Önemli olan, hedefin milli gelir
seviyesini yükseltmek gayesiyle yola çıkılmadığını kavrayabilmektedir.
Bugün yaşayan Müslümanlarda tuhaf biçimde bir
Ebu Talib kompleksinin yansıdığına şahid oluyoruz. Ebu Talib kendisi için
"atalarının dininden döndü derler" diye kelime-i şehadeti getirmekten
kaçınmıştı. Şimdi bir başka biçimde bazılarımız tıpkı Ebu Talib'in yürüttüğü
mülahazalar içinde bulunuyoruz ve adeta onun gibi Resulullah (sav)'a "Sen
doğru söylüyorsun, Allah birdir" diyoruz da, iş teslim olmaya gelince, Ebu
Talib nasıl atalarının dini uğruna teslim olmaktan kaçındıysa, biz de sanki
atalarımızın diniymiş gibi baktığımız bir takım "ilmî safsatalara"
bakarak teslimiyetten kaçınıyoruz. En azından yaptığımız, bu "ilmi
safsatalarla" İslâm'ı telif emeye kalkışmak oluyor. Vaktiyle bizim tiyatro
konusunda yapmayı denediğimiz gibi.
İslâm'ın hükümlerinin mahiyeti o hükümleri
yaşayan bir cemaat içinde bulunmadıkça tam mânâsıyla kavranabilir olmaz. Bu
hükümler "bilgi şubesi" olarak bilinmez demiyorum. Fakat bu
hükümlerin uygulamada nasıl işlediğini kavramak ancak İslâmî bir cemaat yapısı
içinde mümkün olabilir diyorum.
İş, salt bilme noktasına indirgenirse,
Müslüman olmayan herhangi bir müsteşrik bu bilgileri papağanlara mahsus bir
marifetle pekâla öğrenebilir. Öğreniyor da. Ne var ki, bildiğini yaşamak ve
bildiğini "içerden" kavramak büsbütün ayrı bir keyfiyettir. İslâm'ı
"dışardan" öğrenerek onu bildiğini sananların İslâma yönelttikleri
eleştirilerin temel sakatlığını, değindiğimiz bu noktada aramalıdır. Bu
eleştirilerin sayısız örnekleri verilmiştir. Fakat hepsinin ortak noktası
İslâm'a İslâm'ın dışında kalan bir mantıkla yaklaşmaya çabalamasında görülüyor.
İslâm-dışı mantığın İslâm'a ait hükümlerde
akıl erdiremediği hususların bulunmasını tabiî karşılamak lâzım. Onlar hem
Öklit'in teoremlerini kabul ediyorlar, hem de paralel doğrular illâ da kesişsin
istiyorlar. Nasıl ki, Newton'un, Galileo'nun fizikteki varsayımlarından hareket
ederek fezada seyahat etmek mümkün olmazsa ve bu işi mümkün kılabilmek için fizikte
Einstein'ın varsayımlarına müracaat etmek zorunlu ise; kapitalist yahut
sosyalist mantıkla hareket ederek İslâm'ın hükümlerini kavramaya çalışmak da o
derece muhaldir.
Kapitalist mantığın verilerine göre düşünenler
faizsiz bir iktisadî ve ticarî hayatın nasıl sürdürüleceğine akıl erdiremezler.
Çünkü kapitalist mantığa göre ortada mutlaka para alıp satan bir müessesenin
varlığı gereklidir. Para alıp satan müesseseyi (banka) kaldırdınız mı,
kapitalist iktisadiyatın temelini dinamitlemiş olursunuz. Hem kapitalist olmayı
kabulleneceksiniz, hem de faize hayır diyeceksiniz, olmaz bu. Fakat İslâm'ın
faiz yasağını eleştirmeye kalkışanlar, hadiseye kapitalist mantık çerçevesinde
bakıyorlar. Yani hem kapitalist dizge devam etsin diye düşünüyorlar, hem de bu dizge
içinde faizin yasaklanacağını sanıyorlar. Oysa vahiy mantığını bir an için
ihmal ederek bu olaya baktığımızda, mücerret faiz kalksın diye muhakeme
yürütmek aynı zamanda özel mülkiyeti reddetme sonucunu da beraberinde getirir
(sosyalizm). Oysa İslâm'ın faiz yasağı özel mülkiyetin yürürlükte bulunduğu bir
dizge (sistem) içinde cereyan etmektedir ve faiz yasağı İslâm'ın diğer bütün
hükümleriyle bir arada ve aynı zamanda uygulandığında bir anlam ifade eder.
İslâm-dışı mantığın İslâmî hükümlerin
uygulanabilirliği hususunda anlamakta güçlük çektiği başka bir husus da, bu
hükümlerin uygulanmasının kişilerin keyfine kalmış bir iş olduğunu
zannetmelerinden ileri gelmektedir. Bu zan da, Batının devlet anlayışını
İslâm'a uyarlamak yanlışlığından doğuyor. İşte bu mantık farkı, onların İslâm'ı
anlamalarına engel oluşturuyor. Bu mantık, devletten vergi kaçırma olayıyla
zekât vermemeyi aynı şey sanmaya teşnedir. Zekâtın zorla alındığı halleri bir
kenara bıraksak bile, vergi kaçırmakla zekât vermemek arasındaki mahiyet farkını
kavrayabilmek gerek.
Kısaca aktüalitedeki zihin karışıklıklarının
çoğunun İslâmî hükümlere Müslümanca yaklaşılmamasından ileri geldiğini
söylememiz mümkündür.
TEMEL TERCİH ÖNEMLİDİR
Bir hukuk profesörü, vaktiyle şöyle bir soru
sormuştu: Hayat, toplum, toplumsal ilişkiler günden güne değişiyor; oysa
İslâm'ın hukuk kuralları değişmiyor . Değişen toplumsal ilişkilerin ortaya
çıkardığı yeni yeni sorulara, söz konusu değişmeyen kurallar muvacehesinde
nasıl cevap verilebilir? İslâm'ın hukuk kurallarını değiştirmek elimizde
olmadığına göre, yapabileceğimiz bir tek şey kalıyor geriye, o da, toplumun
gelişmesini önlemek, toplumu katılaştırmak, dondurmak. Ama bu da elimizde
olmadığına göre, yani toplumsal gelişmeyi de önleyemeyeceğimize göre İslâm'ın
kurallarını nereye koyacağız? Hangisini feda etmemiz gerekiyor: gelişmeyi mi,
nassları mı?
Şimdi bu sorudaki sakatlık şurada: Gelişme,
ilerleme vs. diye adlandırılan toplumsal değişmenin muharrik temeli İslâmî
yaşama tarzı mıdır, yoksa İslâm-dışı yaşama tarzlarının ortaya koyduğu bir
sonuç mudur?
Asıl cevabı araştırılması gereken husus ilkin
bu olmalı. Aksi takdirde, İslâm-dışı sorulara İslâmî cevaplar aramak zorunda
kalarak boşu boşuna uğraşmış ve İslâmî bir ortamda yeri olmayacak düzmece bir
probleme cevap araştırmak gibi faydasız bir işe girişmiş oluruz.
Her şeye rağmen sorulan sorunun şaşırtıcı
karakterine değinmek gerekiyor. Soru, bir yanda nasslar, bir yanda toplumun
değişen ihtiyaçları diye ortaya konulurken, Batı kültüründe Roma hukuku ile
Hıristiyanlığın muhassalası olarak ortaya çıkan hukuk nosyonu göz önünde
tutuluyor. Ayrıca Batı kültürü çerçevesinde "gelişen" bir toplum
yapısının mevcudiyeti esas kabul ediliyor. Batı kültürü için anlamlı
sayılabilecek yukardaki soru, bu kez, kendi toplum yapısını o kültüre benzetmek
isteyen başka bir topluma tevcih ediliyor. Başka bir deyişiyle
"Batılılaşmak" isteyen bir toplumun üyelerine, batılılaşmanın
haklılığı, böyle bir soruyla delil olarak öne sürülüyor.
Oysa, hadise Müslümanca bir açıyla
değerlendirildiğinde, böyle bir soru, her yanıyla daha baştan "batıl"
hükmündedir. Çünkü Batı kültürünün ortaya koyduğu değişmelere İslâm değil, gene
o kültür cevap vermek zorundadır. Nasıl ki, İslâmî hayatın zarurî kıldığı
sorularda da, cevaplar İslâm'dan aranır —başka yerden değil.—
Ayrıca Batılılaşmadan yana veya ona karşı
oyumuzu kullanırken hangi kıstastan hareket ediyoruz? Bu hususta kullandığımız
kıstaslar bize yine ya Batı tarafından verilmiştir yahut İslâmî bir kıstası
nirengi noktası yaparak hareket ediyoruzdur. Eğer Batının verdiği kıstasları
kullanarak yönümüzü, tercihimizi tayin etme durumundaysak, bu takdirde
yöntemler gözümüzde son derece önem kazanacaktır. Yok eğer İslâmî nokta-i
nazarı mesned ittihaz ederek hareket ediyorsak, bu takdirde bu konudaki yöntem
tercihi meselesi birden bire sıfıra müncer olacaktır. Çünkü bu durumda temel
kabuller ve temel tercihler öne çıkacaktır.
İmdi, temelde Batılılaşmayı kabul etmekle
beraber onun yöntemi hususunda uzlaşamayanların gözünde bir Bolşevik tipi
Batılılaşma ile Mao tipi yahut Japon tipi bir Batılılaşma arasında dağlar kadar
fark olduğu varsayılmaktadır. Oysa bir Müslüman için, bu durum, kırk katır mı,
kırk satır mı, tercihinden başka bir şey değildir.
Batı uygarlığının üyesi herhangi bir ülke için
sosyalizm ile kapitalizm belki bir temel tercih meselesi olarak ele alınabilir.
Fakat bu uygarlığa dahil olmayan bir ülke için bunlar birer yöntem meselesidir.
Nitekim Mao'nun kültür ihtilali diye adlandırılan olayını bugün Batılı
düşünürler, Batılılışma yolunda hızlandırıcı bir etken olarak
değerlendirmektedirler.
Meselenin ilgi çekici bir yanı günden güne
daha da aydınlanmaktadır. Halen sosyalizmi Batı'ya , Batı'nın kapitalizmine,
emperyalizmine, sömürüsüne karşı koyabilmek için gerçekleştirdiğini ileri süren
Doğulu ülkeler (Rusya, Çin) gide gide kapitalist bir dönüşüm sürecine
girmektedirler.
Halen
sadece çok uluslu şirketlerin bir kapalı devre faaliyeti gibi görünen,
sosyalist rejimleri etkilemeyeceği farzedilen bu yeni vetirenin önümüzdeki
yıllarda nasıl bir veçhe arzedeceği daha vâzıh bir biçimde belirecektir. Japon
usulü Batılılaşmaya hayranlık duyanlar, onun en çok, kendi kültürünü
koruyabilmiş olmasına dikkatleri çekiyorlardı. Fakat günümüz Japonyasının artık
geleneksel kültürü ile nasıl bir bağıntısının kaldığı ciddi bir sorudur.
Batılılaşmadan yana oyunu kullananlar için bile yöntem meselesinin uzun vadelerde
fazlaca bir anlam taşımadığı, taşımayacağı sanırım artık anlaşılır bir olay
olsa gerek.
YABANCI TERİMLERLE İSLAM'A BAKMAK
İslâmî normlara göre düşünememe gerçeği
sanılandan daha derin ve yaygındır. Bunun belirtilerini görebilmek için, çoğu
zaman fazla uzaklara gitmeye, derin araştırmalara başvurmaya da lüzum yok.
Ağızdan kaçırılmış bir söz, küçük bir sürç-ü lisan bile, dikkatli biri için, bu
hususta bir ipucu verebilir.
Dilimize git gide yerleşmekte olan "din
adamı" sözü artık hemen herkes tarafından yadırganmadan
kullanılabilmektedir. Müslümanlar tarafından böyle bir tamlamanın artık
yadırganmadan kullanılabilmesi, göründüğünden ve sanıldığından çok daha önemli
bir anlamın göstergesi olmalıdır. Bu sözler, Müslümanların farkında olmadan,
bir başka kültürün diliyle konuşmaya başladıklarının, kendi terimleri yerine
bir başka kültürün terimlerini ikame ettiklerinin göstergesidir.
Artık yadırganmaz hale gelen böyle bir ifadeye
basit bir hadise gibi bakabilir miyiz? Bu ifade, onu kullanan kimselerin belki
kastetmeyi akıllarından geçirmedikleri bir zihniyetin yayılmasına yol açacak
önemde olmasa, ona masum bir sürç-ü lisan deyip geçilebilirdi. Fakat yan yana
getirilen bu iki kelime gerçekte o kadar masum değildir.
İslâm'da "din adamları"ndan
bahsedilmesi, din adamı diye bir sınıfın, bir mesleğin mevcut bulunduğu
izlenimini uyandırmaktadır.
Din kelimesi daha değişik sıfatlar alarak da
kullanılmaktadır. "Din adamı" gibi, meselâ "dinî
ibadetlerimiz" veya "dinî günler" vs. ifadelere de
rastlanmaktadır. İlk bakışta yanlışlığı hissedilmeyecek kadar örtülü olan bu
ifadelerin altında da, dini, dünya işlerinden veya dünyadan ayrı gören bir
telâkkinin varlığı kabul edilmelidir. Bütün bu çeşit ifadeler, terkipler,
tamlamalar, bize Hıristiyan Batı kültüründen geçme terimlerdir. "Dinî
ibadet" derken sanki dinî olmayan bir ibadet biçimi varmış gibi veya daha
kötüsü davranışlarımızın bir kısmı ibadet hükmünde, diğer bir kısmı ibadetin
dışında kalıyormuş gibi bir izlenim uyandırılmaktadır. İbadeti Hıristiyanlıkta olduğu
gibi, bir seremoni, bir ayin olarak telakki edenler için mesele yok elbet.
Fakat hakkını vererek yaşayan bir Müslüman için ibadet olmayan, ibadet hükmüne
geçmeyen hangi davranış vardır?
Günlük konuşmalarımızda "din" diye
bir ayrıma yer vermemiz, biz farkında olmasak da, bizim hangi zihniyete göre
düşündüğümüzü ele verecek bir kıstasdır.
Samimiyetle Müslümanlığını ortaya koymak
isteyen kimselerde bile, İslâm'ı kapitalizmle veya sosyalizmle bir arada
düşünmek eğilimlerinin salgın halde bulunduğu günümüzde onu bu izm'lerden
biriyle terkip ederek düşünmek nerdeyse moda haline gelmişken, İslâm'ı sadece
ve sadece kendi bağlamı içinde düşünerek ona teslim olmak önemsenmeye değer bir
olay sayılmalıdır.
Kendisiyle yapılan bir mülâkatta Garaudy şöyle
söylüyordu: "Batı rönesansı, Müslümanlardan sadece tecrübe (deney) metodu
ile tekniğini aldı. Onun, Allah'a götüren ve insanlığa hizmeti esas alan yönünü
bir tarafa bıraktı."
Basit gibi görünen bu cümle, bu basitliği
içinde Batı tefekkür tarzı ile İslâmi tefekkür tarzı arasındaki önemli
farklılığı işaret etmektedir. Bu fark, çoğu zaman gözlerden kaçtığı için biz,
Batı ilmi ile İslâmî ilmi kolayca aynı kaba koyabiliyor ve onları aynı kab
içinde mütalâa edebiliyoruz. Gene bu yüzden ve tabii Batı zihniyetinin
telkinleriyle, bilimi objektif, tarafsız, her yerde aynı kalıplar içinde
uygulanabilir bir vakıa olarak kabul edebiliyoruz. Bu görüş, bilimi, insanların
dışında, amacı kendinden ibaret bir faaliyet alanı olarak görüyor. Bununla
birlikte, pratikte hiç de böyle olmadığı, o ilmi ortaya koyan zihniyetin
isterleri doğrultusunda bir pratiği gerçekleştirdiği görülmektedir.
Gerçekleştirilen bu pratikse, gene kendi temel paradigması içinde, insanları
Allah'tan uzaklaştırıcı bir fonksiyon icra etmektedir.
Batı rönesansı, İslâmî tefekkür tarzından
aldığı her türlü bilgi ve yöntemi profanlaştırmıştır. Yani onun kutsal
içeriğini boşaltmış, bu bilgi ve yöntemi boş kalıplar halinde benimseyerek
içeriğini dünyevî ve cismanî bir anlayışla doldurmuştur. Bu bilgi ve tecrübe
birikimini Allah'a götüren, insanoğluna bu yolda hizmet veren bir amaçla
kullanmamıştır.
Sözünü ettiğimiz niyet farklılığı, o kadar
önemlidir ki, bu farklılığı kavramadıkça, İslâm'ın ve Batı'nın ve Doğu'nun
ortaya koydukları kültürlerin farklılığının lâyıkıyla değerlendirilebileceğine
ihtimal veremiyorum. İslâm'ın temel mesajlarından biri olan evrenin yaratılmış
(mahluk) olması keyfiyeti, Müslüman alimlerin ona mahluk olarak ( bir başka
yüzüyle emanet olarak) muamele etmesine yol açarken ve bu anlayış, kendi
doğrultusunda bir ilim ve tefekkür tarzını hasıl ederken; evrenin (ve
dolayısıyla tabiatın) mahlûk olduğu inancından yoksun bir yaklaşım, aynı
tabiata, günümüz Müslüman düşünürlerinden S.H. Nasr'ın belirttiği gibi, ona
sorumsuzca, bir fahişe gibi muamele edilmesine yol açmaktadır. Bu yüzden de
Batı teknolojisi halen, elinde dünyayı birkaç defa imha edebilecek bir nükleer
gücü bulundurabilmektedir.
İslâm'ın ilim anlayışıyla Batı'nın ilim
anlayışındaki farklılık böylece sırf soyut ve kuramsal, spekülatif bir değer
ifade etmiyor, daha önemlisi bu anlayış farkının pratikteki yansıması oluyor.
DÜŞMANIN SİLAHI
İslâm, Müslümanları kâfirlere benzemekten men
etmektedir. Bu, her Müslüman için genel bir hüküm mahiyetindedir. Giyim
kuşamdan başlayarak yemek yeme tarzına, selamlaşmaya, beşerî ilişkilerdeki
tavırlara kadar, günlük ve bireysel yaşantıdan toplum düzenini yöneten her
çeşit kurallara kadar, İslâmî nasslara bağlı kalarak yaşamak, Müslümanları bir
bakıma kâfirlere benzemekten kendiliğinden alıkoymaktadır. Bu hükümlere bağlı
kalarak yaşandığında Müslüman, kâfirlere benzemekten ve onlara özenmekten zaten
kendiliğinden korunmuş olmaktadır.
Öte yandan "düşmanın silahıyla
silahlanınız" şeklinde Türkçeye aktarılan bir hadis-i şerif meali var.
Demek ki, bu hadis-i şerif'in sakladığı anlam, yukarda belirlenmiş olan genel
hükümle sınırlıdır. Yani düşmanın silahıyla silahlanmakla beraber, gene de
düşmana benzememek gerekmektedir. Başka şekilde söylersek, Müslümanların
"düşmanın silahıyla silahlanması" onlara benzemeleri anlamına
gelmemektedir.
Öyle sanıyorum ki, günümüzde, bazı
Müslümanları düşmanın silahıyla silahlanma hususunda tedirginliğe sevkeden
saiklerin başında, acaba düşmanın silahıyla silahlanırsak onlara benzer miyiz,
gibi bir mülahaza bulunmaktadır. İslâm'ın öngördüğü diğer bir hükmü, daima
"orta yol" da bulunmak gerektiği yolundaki hükmü hatırlarsak, şimdi değinilen
endişenin geçerli ve gerçekçi olmadığını temellendirebiliriz.
İlkin "düşmanın silahı" sözünü,
başka hiç bir mecazî anlama çekmeksizin sadece ifade edilen anlama mahsus ve
münhasır bir ıstılah olarak anlamak gerektiği kanısındayız. İkinci olarak, düşmanın
silahıyla silahlanın sözünü, aynı zamanda bu silahı İslâm'ın buyrukları
çerçevesinde ve İslâmî amaçların gerçekleşmesi doğrultusunda kullanın şeklinde
anlama zorunluluğu vardır. Yani hem düşmanın silahıyla silahlanıp hem bu silahı
düşmanın telkin ettiği amaçlar doğrultusunda kullanırsak, işte bu noktada,
kâfirlere benzememek hususundaki emrin sınırını geçmiş (haddi aşmış) oluruz.
Buradaki sınırlamalara özellikle dikkat edilmesi gerekiyor.
Düşmanın silahıyla silahlanırken onlara
benzeme endişesi, aslında o kadar basit bir olay değil. Özellikle, düşmanın
bugünkü silahlarını gözönünde tutar da, onların karmaşık bir takım teknik
süreçlerin eseri olduğu, bu teknolojinin de yalnızca silah sanayii ile ilgili
bulunmayıp bütün bir yaşama tarzına bağlanabileceği gerçeği göz önüne alınırsa,
"silahlanın" hükmünü yerine getirmenin ne kadar zor ve görünmeyen
tarafları bulunabileceği kabul edilir sanırız. Bununla birlikte bu tür
güçlüklerin, bir hükmün yerine getirilmesi hususunda mazeret sayılmayacağı hatırlanmalıdır.
Tabii burada, önemli meselelerden biri,
düşmanın silahının ne olduğu hususunda isabetli bir karara varmaktır. Düşmanın
sahip olduğu silahlardan hangisini veya hangilerini kullanacağı hususunda doğru
bir mütalâaya sahip olunmalı ki, mukabil silahlar ona göre edinilebilsin.
Bir başka husus da şu olabilir: Yukardaki
bütün mülahazalar taazzuv etmiş bir İslâm toplumu için geçerlidir.
Silahlanmanın maksadı, kanımızca, düşmanın silahını etkisiz hale getirmektir.
Düşmanın silahını etkisiz hale getirmek için elimizdeki silahı mutlaka
kullanmak zorunda olmasak bile, elimizde silah bulundurmak kaçınılmaz
görünmektedir. Mesele hadleri isabetle tayin edebilme noktasında toplanıyor.
ÇAĞIN GÖZÜYLE
İSLAM'A MI BAKMALI,
İSLAM'IN GÖZÜYLE ÇAĞA MI?
İnsanın karşı karşıya bulunduğu bir meseleyi,
bir bakışta ve küll halinde kavrayabilmesi olayına bedahat, deniliyor. Burada,
insanın zekâsının, bilgisinin payı vardır elbet. Fakat bunlardan da çok, o
kimsenin meselelere yaklaşırken kafasındaki ölçülerin yerli yerine oturmuş
olması, bu ölçülerin yerli yerinde kullanılabilmesi önem kazanmaktadır. İnsanın
kafasında oluşmuş olan ölçüler muğlaksa, onun meseleye yaklaşış tarzı da muğlak
kalır. Bu bakımdan insanın, yaklaştığı meseleyi hangi açıdan hangi ölçüyle ele
alacağını bilmesi, birinci adımdır. İnsan, dayandığı fikrî platformun
mahiyetini açık seçik bilmelidir. Böylece, zihin aydınlığını (bedahati)
sağlayan hususun dayandığımız ölçüler olduğunu söylemiş oluyoruz.
Şimdi ben, faraza, "Biz Osmanlıcı
değiliz" dersem bu sözüm hem benim için, hem benim ölçülerimi bilenler
için açık ve kesin bir anlam taşır. Çünkü ben bu sözü söylerken elimdeki hangi
ölçüye göre konuştuğumu, beni böyle konuşmaya sevkeden gerekçenin ne olduğunu
biliyorum. Fakat benim ölçülerime uzak olan, benim ölçülerimi bilmeyen birisi
için bu cümlenin açık seçik bir anlamı bulunmayacaktır. Hatta benim sözümün
anlamını paylaştığını söylese bile, benim bu sözle neyi kasdettiğimi
bilemeyeceği için, yanılabilecetir de. Çünkü pek muhtemeldir ki, onun Osmanlıcı
olmadığı yerde, biz Osmanlıcı olabiliriz.
Sözgelimi, Batıcılar (aynen hakiki Batılılar
gibi) Osmanoğlu'nu sevmezler, dolayısıyla Osmanlıcı da değildirler. Bu yüzden
onlar da kolaycacık "biz Osmanlıcı değiliz" diyebilirler. Fakat
onların bu sözünün altında İslâm düşmanlığı vardır. Osmanlılar Müslüman
oldukları için onlardan yana görünmezler. Oysa biz, işte bu noktada Osmanlıcı
olduğumuzu söyleyebiliriz. Fakat biz, "Osmanlıcı değiliz" derken,
İslâmî davranışlarımızda bize Osmanlının örneklik edemeyeceğini, ondan şu veya
bu şekilde yararlanmamız mümkün bulunsa bile, bizim için asıl örneğin
"Asr-ı Saadet" olduğunu bildiğimiz için böyle söylemekteyiz. Öte
yandan, Türkiye'de birtakım sosyalistler de Osmanlıcı olduklarını ileri
sürerler. Fakat onların Osmanlıcılığı ile bizimki arasında gene fark vardır.
Sosyalist, Osmanlıcı olduğunu söylerken, kendine "milli bir dayanak"
arama ve bulma çabasındadır. Biz, Osmanlıyı, bütün hatalarına ve her şeye
rağmen mücerret bir İslâmî gayret içinde gördüğümüz için severiz. Oysa
sosyalist, bu noktada ondan nefret eder.
Demek ki, mücerret bir söz, onu söyleyenin
amacına göre değişik anlamlara gelebilmektedir. Bu değişik anlamların açıkça
anlaşılabilmesi için, kendimize ait ölçülerimizi bilmek ve kullanmak
durumundayız. İnsanlarımız bazı meseleleri anlamak hususunda şaşkına dönmüşse,
bu onlara kendi ölçülerinin unutturulmuş olmasından ileri geliyor.
Osmanlıcılığı bu bakımdan bir misal olsun diye andık.
Günümüzde kendisine Müslümanım diyenlerin çoğu
"çağın gözüyle İslâm'a bakma" yaklaşımını benimsemiş durumdadır.
Bilim diye belletilen çağdaş sapkınlıklara kesin doğrular diye bakılınca, yani
"bilim" denilen hadise yeni bir "din" olarak peşin
dogmalarımızın arasına karıştırılınca, bu yeni dogmaların bile İslâmiyeti
"reddedemediğini" görme hevesi çoğu Müslümanın böyle bir bakış
açısını benimsemesine yol açmıştır. Günümüz Müslümanlarına kazandırılmak
istenen yanlışlığın, sapkınlığın belli başlılarından biri budur. Bu bakış
açısının gizlediği temel espri şöyle bir fikri telkin etmek ister: Aslolan
bilimdir ve önemli olan bu "bilimin" değerlendirmesidir. Oysa
Müslüman, çağın gözüyle İslâm'a bakmaz, İslâm'ın gözüyle çağa bakar.
Müslüman, kendisini değerlendirmeye tabi
tutmak isteyen "kıstası" "Müslümanca" olup olmadığına göre
değerlendirir. Eğer kullanılan kıstas "Müslümanca" değilse, bu
kıstas, İslâm'ı ister göklere çıkarsın, ister yerin dibine geçirmeye çabalasın
bir değer ifade etmez. Başka bir deyişle bizim için aslolan, bu kıstaslar
hakkında İslâm'ın ne dediğidir.
Batı'da Rönesansın doğuşuna Müslüman
bilginlerin ön ayak olduğu iddiası, Batı'nın geliştirdiği bilim karşısında
aşağılık duygusuna kapılanların fikrine tercüman olmaktadır. Eğer Müslüman
bilginlerin çalışmaları olmasa, Batı'da Rönesans doğmazdı, deniliyor. Bu fikir
aslında büsbütün yanlıştır demek istemiyoruz. Fakat burada önemli olan, gene,
temel yaklaşımımızı doğru tesbit edip etmememizle ilgilidir. Rönesans, aslında,
Batı'da, Hıristiyanlığa karşı bir dinsizlik gayretinin sonucu olarak ortaya
çıkmıştır. O çağın Batılı bilim adamları veya sanatçıları, fikirlerini
geliştirirlerken Müslüman bilginlerden de "yararlanmışlardır." Fakat
bu demek değildir ki, Rönesans, "İslâm ruhunun" bir hasılası olarak
meydana getirilmiştir. Ama "Rönesans" deyince hayranlıktan dillerini
yutayazanlar, her halûkârda, bu harekete İslâm'ın da adının karıştırılmasından
hoşlanıyorlar. S.H. Nasr, Rönesans vâkıası hakkında şu çarpıcı gerçeği
belirliyor: Rönesansa Müslüman bilginlerin katkısı olmuştur, fakat Batılı bilim
ve sanat adamları, Müslümanların eserlerini İslâmî muhtevalarından ve İslâmî
ruhtan tamamen boşandırarak bu işi yapmışlardır.
Batı'nın bugün geliştirdiği bilim hadisesinde
bütünüyle böyle bir zihniyet hakimdir. Başka bir deyişle, Batı'nın Rönesansına
karşı Müslüman olarak bizim övünmemizi ya da yerinmemizi gerektiren, yani bize
ilişkin bir husus yoktur.
MÜSLÜMANCA ÖZGÜRLÜK
Bugün yeryüzüne dağılmış olarak yaşayan
Müslümanlar, "Müslümanca yaşamak" için özgürlüğe mi muhtaçtırlar?
Bugün Müslümanlar için asıl sorun özgürlük müdür, yoksa başka bir şey midir?
Bu soruyu başka biçimde de sorabiliriz: Faraza
dense ki, yürürlükte bulunan kanunlarda, Müslümanların kendileri için
yasaklayıcı ve kısıtlayıcı saydıkları bütün hükümler yürürlükten
kaldırılmıştır! Bu durumda mesele kapanmış ve çözümlenmiş olur mu?
Tabii mesele bu kadar değil, bunların
arkasından kaçınılmaz olarak şu soru gelecektir: Bugün yeryüzünde Müslümanların
teba olarak yaşadıkları ülkeler, örneğin SSCB
gibi
siyasal rejimler, kendi mantıklarına ters düşmeksizin, sözkonusu özgürlükleri
hangi sınırlara kadar genişletebilirler? Bu sınırları, İslâm'a davetiye
çıkartacak boyutlara uzatmaları mevcut rejimlerin tabiatına aykırı olacağından
ve kendilerini reddetmeden bu noktaya varmaları beklenemeyeceğinden Müslümanlar
için özgürlüğün farklı bir anlamı ve kapsamı var demek olur.
Klasik demokrasilerin din, vicdan, düşünce
özgürlüklerine tanıdığı serbestlik, Müslümanların "Müslümanca
yaşamaları"nı gerçekleştirmelerine yetmiyeceğinden, tam tersine,
"bahşedilen" her özgürlük mevcut durumun gözlerden kaçmasına müncer
olacağından Müslümanların başkalarının yaptığı anlamda bir özgürlük mücadelesine
girişmeleri, kendilerine özgü mücadele tarzının özünden sapması veya
saptırılması anlamına gelecektir.
Seçmedikleri bir amacı gerçekleştirmeye
yönelecek özgürlükleri kullanmaya ihtiyaç duymayacaktır Müslümanlar. Bu
bakımdan, onlar, başkalarının mücadele tarzına uygun düşebilecek bir özgürlük
mücadelesine de girişmeyeceklerdir. Onlar, özgürlüklerini ancak kendilerini
"Müslüman" olarak gerçekleştirme yolunda kullanacaklardır.
Allah'ın Resulüne, Kureyş'in reisliği de
teklif edilmişti. Fakat Kureyş'e reis olmayı seçmek "Müslümanca
özgürlüğü" terketmeye varacaktı. Burada, üzerinde durulacak mesele şudur:
Bir kez Kureyş'in riyaseti kabul edilince, "Müslüman olma"
özgürlüğünden vazgeçmeyi kabul ettiğimizi açıklıyoruz demektir. Bir kez
Kureyş'e reis olunca, mücadele tarzımızın yöntemini de Kureyiş'in belirlemesine
izin veriyoruz demektir. Fakat bu durum gerçekte bir özgürlüğün kullanılması
mıdır, yoksa köleliğe razı olmak mıdır?
Demek ki, Müslümanlar, kendilerine hiç
kimsenin bir lütuf ve ihsan olarak bahşetmediği, bu yüzden de kimseye boyun
eğmek zorunda kalmayacakları bir özgürlüğü kullanacaklardır: Müslüman olma
özgürlüğünü. Bu özgürlüğün elde edilmesi için kimseyle boğuşmak gerekmiyor:
kullanılabilirse bu özgürlük her zaman ve her yerde kendiliğinden vardır.
Müslüman olma özgürlüğü kullanılabilirse bugün var gibi gelen birtakım
kısıtlamaların, kayıt ve şartların ne kadar anlamsızlaştığı da farkedilecektir.
İslâm'ın özgürlük kavramı da başkalarınınkine benzemez çünkü.
3
Müslümanın Nitelikleri
KURAM-EYLEM AYRIŞMAZLIĞI
İslâmî düşünce tarzıyla Batı düşünce tarzı
arasındaki temel farklılıklardan biri de kuram(nazariye, teori) ile
eylem(ameliye, pratik) arasındaki bağlamda odaklaşır.
Batı düşüncesinde kuram, eylem alanının
dışında mütalaa edilebilmektedir. Başka bir deyişle kuramsal düşüncenin hayata
geçirilmesi(ya da illa eyleme ilişkin olması) kaygısı Batı düşüncesinde
vazgeçilmez bir yer tutmaz. Nitekim bütün felsefe tarihi bu hususun özlü bir
örneği diye gösterilebilir. Felsefe tarihinde yer alan görüşler, belki insan
kafasının ufuklarını göstermesi bakımından önemlidir. Fakat buradaki görüşler,
genelde sadece kuramla ilişkilidir. Burada, görüşlerin teorik değeri ön plana
alınır.
İslâmî düşünce tarzında genelde, görüşlerin
pratiğe aktarılması hep söz konusu edilmiştir. Muhal olan hususlar üzerinde,
yani pratik bakımdan geçerliliği söz konusu olmayacak hususlarda fikrî
spekülasyonlarda bulunmaktan kaçınılır.
İslâmî düşünce tarzında hayatla, uygulamayla,
pratikle bütünüyle ilgisini kesmiş görüşlere rastlanmaz. Bu görüşler şu veya bu
şekilde Müslümanın günlük yaşantısı ile ilişkilendirilir.
Bir Hadis-i Kudsîde, Hıristiyanlar ve
Yahudiler için onların yapmadıkları şeyi söyledikleri yahut söyledikleri şeyi
yapmadıkları belirtilerek Müslümanların bu duruma düşmekten sakınmaları vurgulanmaktadır.
Bu genel prensip, Müslümanları yapamayacakları şeyleri söylemekten, yahut
söylenen şeylerin yapılmayacak mahiyet taşımasından korumuştur.
Ancak bu sözlerimiz İslâm düşünce hayatının
nazarî sayılabilecek alana kapalı olduğu anlamına çekilmemeli. Ne var ki bu tür
görüşler bile gerçekte pratik bir ihtiyacın sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Nitekim cebir ilmi Müslümanların bulgusudur.Ancak cebir, bir adamın kalkıp
sayılarla oyun oynaması sonucu ortaya çıkmamıştır. Cebir, pratikte miras
bölüşümünü kolaylaştırmak üzere düşünülen yöntemlerden hasıl olmuştur. Pratik
bir zaruret teoriyi zorlamış, teori ise gene pratiğe dönüşmüştür. Yoksa cebir,
bazılarının sandığı gibi zihinsel fantezilerin tatmini için ve bu sebeple
bulunmamıştır.
İslâm düşünce tarihi gözden geçirilmeden
yukarda söylediğimiz sözler bazılarınca gene de eksik ve yanlış
anlaşılabilir.Sanılabilir ki, değindiğimiz niteliğinden dolayı İslâmi düşünce
hayatı kısırdır. Fakat uygulamaya bakıldığında bu alanın zengin kaynaklarla
dolu olduğu gözlenir.
İslâmi düşünce tarzıyla Batı düşünce tarzını
karşılaştırmak isteyenler, bu önemli yaklaşım farkını dikkate almalıdır.
Müslümanlar söyledikleriyle özdeşleşmeye önem verirler. Batılılarınsa
söyledikleriyle özdeşleşmeleri hususunda fazlaca bir kaygı taşıdıkları ileri
sürülemez. Bu yaklaşım farkını her iki uygarlığa mensup insanların günlük
yaşantılarında gözlemek kolaydır.
YAKLAŞIMLARDAKİ MİZAÇ FAKTÖRÜ
İslâm'ı bütünüyle kavramak hususunda çaba
sarfederken, bu kavrayışımızda, mizaçlarımızın oynayacağı olumlu veya olumsuz
yöndeki etkileri gözden kaçırmamak konusunda dikkatli olmak gerekiyor. İslâm,
her çeşit mizaca hitap edebilecek nitelikte olmakla birlikte, bir tek mizacın
tekeline bırakılmaya müsait değildir. İnsanlar İslâm'ı kendi mizac
özelliklerine göre kavramaya yatkındırlar, fakat İslâm'ı bundan ibaret görmek
yanlış olur.
Asabî ve celâdetli bir mizaca sahip olan Hz.
Ömer, Resulullah'ın irtihali esnasında: "Kim, O öldü derse boynunu
vururum" diyordu. Hz. Ömer, ancak, Hz. Ebu Bekir'in ona, diri ve kalıcı olanın
Allah olduğunu, Allah'ın Resülününse sadece kul olduğunu hatırlatarak
"bütün nefslerin ölümü tadacakları"na dair âyet-i kerimeyi okumasıyla
toparlanabilmiş ve ancak o zaman hakikate teslim olabilmişti.
Şimdi, Hz. Ömer'in İslâm hakkında eksik ve
yanlış bir kavrayışı olduğunu kimse ileri süremez. Bugüne kadar böyle bir iddia
da olmamıştır. Üstelik, Hz. Ebu Bekir'in okuduğu âyet-i kerime Hz. Ömer'in de
bildikleri arasındaydı. Fakat sevgideki taşkınlık, dostun ölümüne inanamama
hali, ona, sözü geçen âyet-i kerimeyi unutturmuştu. Böylesine olağanüstü bir
halet-i ruhiye içinde bulunmadığı bir zamanda aynı âyet-i kerimeyi kendi
kendine kimbilir kaç kez okumuştur. Fakat olağanüstü durumlarda, bazı ölçülerin
gözden kaçırılması beşeri zaafımızın eseri olarak meydana gelebiliyor. Bu durum
küçümsenebilecek bir önemde değil. İslâm konusunda ölçülerden birinin gözden
kaçırılması veya ihmale uğraması, onun bütünlüğünü ilgilendirecek boyutlar
taşır. Hz. Ömer'in ilk asabiyet anındaki sözleri düzeltilmemiş olsaydı İslâm'ın
durumu ne olurdu, düşünmeli.
Hz. Ebu Zer, servet biriktirilmesine karşıydı.
İnsanları, ellerine geçen serveti dağıtmaları hususunda teşvik ederdi. Hz.
Osman'ın hilafeti zamanında, ondan kişilerin ellerindeki serveti dağıtmaları
hususunda devlet gücünün çalıştırılmasını talep etmişti. Fakat Hz. Osman,
zekâtını verdikten sonra geriye kalan servetini dağıtması hususunda insanların
zorlanmasına dair Allah Resülünden herhangi bir sünnet intikal etmediğini
söyleyerek, Hz. Ebu Zer'in talebini reddetmişti. Böylece kişisel cömertlik ve
takva haliyle, şeriatın ölçüsü tefrik edilmiş oluyordu.
Bütün bunlar, kişisel mizacımızla dinin
ölçülerinin birbirine karıştırılabileceği, daha doğrusu İslâm'ı kendi
mizacımıza göre bir yoruma tabi tutabileceğimiz tehlikesinin var olduğunu
gösteriyor.
Emir ve yasakların alanıyla mizacımıza hoş
gelen, hatta yapılması teşvik edilmiş olmakla beraber bir emir halinde
vazedilmemiş bulunan hükümleri birbirine karıştırmamak gerekiyor. Bu ayrıca
İslâmî edebin sınırlarını da belirleyen bir faktör olarak algılanmalı. Emirler
ve yasaklar manzumesiyle, kendi mizacımıza hoş gelen veya uygun düşen
davranışlarımız arasındaki sınırın farkında olmak, Müslümanca tavrın oluşması
konusunda belirleyici bir yer tutar.
İslâm'ın hükümlerini, mizaçlarımız veya kendi
eğitimimizden gelen anlayışımızın kurbanı haline getirmekten sakına bilmek
için, gene onun hükümlerine başvurmak konusunda dikkatli olmak gerekiyor.
NİHAİ HEDEF: ALLAH'IN RIZASI
İslâm'ı diğer dünya görüşlerinin teklif edip
de başaramadığı şeylerin üstesinden gelebilecek bir alternatif diye takdim
etmekten kaçınmamızın gerektiğine inanıyorum.
Gerçi halen önümüze mesele diye sürülen
konularda İslâm'ın yeni bir teklifi ve çözüm tarzı bulunduğunu her Müslüman
kabul eder. Ne var ki bu cinsten teklifler, çözüm tarzları, İslâm'ın karşıtı
olan dünya görüşlerinin ileri sürdüğü hususuların bir "alternatifi"
diye ele alınmamalı.
Diyelim ki, iktisadî-siyasal zeminde adil bir
gelir dağılımının gerçekleştirilmesi insanların ortaklaşa üzerinde
anlaşabildiği bir konudur. Her dünya görüşü de, bu konuda kendine mahsus
tekliflerini bize iletiyor. Bu alanda İslâm'ın da öngördüğü bir dizge var.
Üstelik pratikteki gözlemlerimiz bize, İslâm'ın öngördüğü dizgenin daha
sağlıklı olduğunu ispat ediyor. Fakat acaba bir Müslümanı Müslüman yapan husus,
İslâm'ın gerek bu alandaki, gerek diğer alanlardaki üstün düzenlemesi midir?
Yoksa faraza İslâm hiç de bu türden düzenlemelere girmemiş bile olsaydı,
Müslüman gene de Müslüman olmaya devam mı edecekti?
Soruyu şöyle de ortaya koymak mümkün:
Müslüman, bir takım materyalistik beklentiler ve umutlar sonucunda mı Müslüman
oluyor? Yoksa Allah'ın rızasını kazanmanın dışında ve onun önüne geçebilecek
başka hiç bir beklentiye yer vermeden mi Müslüman oluyor?
Halen materyalistik bir düzlemde işleyen bir
kafa yapısının önümüze getirdiği ve gerçekleşmesini istediği hususların hiçbiri
Müslüman için asgari bir düzeyde bile herhangi bir "gaye" olma
değerini taşımaz. Müslüman, ne daha fazla gelir elde etmek, ne total gelirin
adil dağılımını sağlamak, ne insanlar arasında barışı, sükûnu, kardeşliği tesis
etmek için Müslümandır. Bu ve benzeri şeyler İslâmî bir hayat sürdürmenin doğal
sonuçları olarak ortaya çıkarlar. Kendi başına bunların hiçbiri ulaşılacak bir
gaye ve hedef diye alınmaz. Müslüman için, hedeflerin en önünde ve en sonunda
bulunan biricik husus yalnız ve ancak Allah'ın rızasını kazanma faaliyetidir.
Böylece, İslâm'ın insana öngördüğü hususla
İslâm-dışı görüşlerin getirdikleri arasında bir mahiyet farkı bulunduğunu
söylemiş oluyoruz. Müslümanların kafa yapısı ile Müslüman olmayanların kafa
yapısı arasında, materyalizm ile uluhiyet arasındaki fark vardır.
Durumu şöyle ters bir faraziye ile daha da
açığa kavuşturmak mümkün: Farzedelim ki, İslâm, insana gözyaşından ve
eşitsizlikten başka bir şey vaat etmiyor; bu durumda bile, Müslüman, Allah'ın
rızasını kazanmanın yolu budur diye gösterilmişse, o yola uyum sağlamaktan
başka bir şey düşünmez. Kaldı ki, materyalistik kafa yapısının gaye diye
tanıdığı ve beklentisinin nihayetine yerleştirdiği her türlü refah ve huzur
aslında yalnızca İslâmî hayat tarzında gerçekleştirilebilmesine rağmen,
Müslüman, sözü edilen beklentilerin hatırına itibar etmez. Çünkü onun için
Allah'ın hatırının önüne geçebilecek başka hiç bir değer ve gayenin
bulunabileceği var sayılmaz.
Müslümanları, öteki din mensuplarından ayıran
temel nitelikleri var elbet. Bunların en önemlilerinden biri de, Müslümanın her
amelini, her davranışını "Allah rızası" için ifa etmesi gerçeğidir.
Gündelik dilimizde sık sık kullandığımız bazı deyimlerin ne anlama geldiğini
acaba yeterince biliyor muyuz? Bir Müslüman için "Allah rızası"
deyimi acaba nasıl bir çağrışıma yol açıyor? Bu deyimin, görünen anlamı,
amellerimizi, işlerimizi yaparken yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak ve
bundan başka bir şey düşünmemek şeklinde özetlenebilir. Fakat bu özet oldukça
yetersizdir. Onu bir adım daha ileri götürmemiz gerekiyor.
Allah, insanların amelleri ve fiilleri
karşılığında ceza ve mükâfat derpiş etmektedir. Bir insan, cezaya uğramamak,
mükâfata nail olmak için Allah'ın emirlerini yerine getirirse, o insan Allah'ın
rızasını kazanma yolunda bir niyet sahibidir, deriz.
Ne var ki, bazıları cezadan kaçınmak, mükâfata
nail olmak için amelde bulunulmasını doğru görmekle birlikte, bunda bir parça
"kabalık" olduğunu da îmâ ederler. Bir amelin, bir fiilin Allah
rızası için olması demek onlara göre, Allah'ın nimetleri hususunda bile en
küçük bir beklentiye kapılmamak anlamını taşıyor. Sözgelimi namazımızı niçin
kılıyoruz? Cehennem korkusu ve Cennet umudu ile mi? Namazı bu korku ve bu umut
ile kılmak yanlış mı? Elbette değil. Fakat diyorlar, bir amelin Allah'ın rızası
için olması bu korkunun ve bu umudun bir adım daha ötesindedir.O bir adım
ötedeyse, biz artık ne cehennem korkusunu düşünürüz, ne cennet iştiyakına
kapılırız. Amelimizi, sırf Allah'ın emri böyle olduğu için îfâ ederiz. Bundan
da bir karşılık beklemeyiz. Yani cennet nimetini ya da cehennem azabını
düşünmeden, o ameli sırf Allah'ın emri olduğu için yerine getiririz.
Yunus Emre, ünlü beytinde: "İsteyene ver
Cenneti/Bana Seni gerek Seni" derken, Allah rızası kavramını da dile
getirmiş oluyordu.
Burada şu inceliği vurgulamak gerekiyor:
Karşılık beklemeden, amellerini sırf Allah'ın rızası için îfâ edip de gerçekten
Allah'ın rızasına nail olanlar, Allah'ın vadettiklerini umarak amel
işleyenlerin umdukları bütün nimetlere ulaşırlar, belki biraz da fazlasıyla.
Yunus Emre için Cennet, Cemalullah yanında
küçük bir nimet olarak göründüğü için, aslında daha büyüğüne talip olmaktaydı.
HİDAYET
Sahabilerin İslâm'a nasıl girdikleri
incelendiğinde, her birinin bir başka olay vesilesiyle İslâm'a girdiklerini
görmemiz mümkün. Kimi, baştan beri, İslâm'ın vazettiği tebliğe karşı içinde
ruhî bir hazırlığın mevcudiyetinden dolayı; kimi, tebliğ edilen âyetlerde
hakikati birdenbire ve apaçık görerek; kimi, daha sonraları İslâm'ın kazandığı
kudrete râm olarak, kısaca insanların her biri ayrı bir sebepten dolayı İslâm'a
girmişlerdir. Fakat bunların her birinde, akıl ve muhakemeden önce, onların
İslâm'a girmesine, daha doğrusu teslim olmasına yol açan âmil
"hidayet" vâkıasıdır. Bu vâkıa kendisinde tecelli etmeden
"Müslümanım" diyen kimsenin Müslüman olduğu kabul edilse bile,
gerçekte o sadece "münafık" zümresinin içinde kalır.
Akıl ve muhakeme yürüterek, tetebbu ederek
İslâm'a girmelerde bile, hidayet tecelli etmeksizin, bu süreç tek başına
yetersiz kalır. Çünkü muhakeme etmek demek, netice itibariyle, başka dinlerle,
başka dünya görüşleriyle bir takım karşılaştırmalar yapmak demektir. Bu
karşılaştırmalar sonunda İslâm'ın üstünlüğü aklen kabul edilse bile, sırf bu
kabul edişle bir insanın Müslüman olduğunu söylemek mümkün olmaz. Nitekim
sağlığında, Peygamberi himaye ettiği bilinen, hatta: "İslâm öyle bir
dindir ki, yürek kabul eder, inkâr eden dildir." diyebilen Ebu Talib'in
şehadet getirmeden, yani Müslüman olmadan öldüğü hususunda görüş birliği
vardır. Burada akıl ve muhakeme yoluyla İslâm'ı kabul etmenin, Müslüman
olmaktan tamamen başka bir hadise olduğu açık seçik görülmektedir.
Akıl ve muhakemenin, tetebbuun önemini göz
ardı etmek ve bu yoldan Müslüman olunamayacağını söylemek istemiyoruz. Bir
kısım insanlar için de hidayet bu yoldan tecelli edebilir. Nitekim, gene
sahabilerden, düşünmeleri için kendilerine mühlet tanınanlar da olmuştur (Ebu
Süfyan gibi). Bizim, burada vurgulamak istediğimiz husus, sırf akıl ve muhakeme
çerçevesinde kalınarak Müslüman olmanın kâbil olmadığı meselesidir. Bir başka
ifadeyle, insan, ancak İslâm diyalektiği içinde düşünerek Müslüman olabilir.
Ki, bu da gerçekte hidayet olgusunun bir başka perspektiften görünüşünden başka
bir şey değildir.
İmdi, akıl ve muhakeme yoluyla İslâm'ın
üstünlüğünü kabul eden fakat kendisi Müslüman olmayan birine (yani İslâmî
hükümlere kayıtsız şartsız teslim olmamış) birine "Nefse, isyanını ve
takvasını ilham edenin" (Eş-Şems:8) Allah olduğunu izah edebilmek mümkün
müdür? İslâm'ın diyalektiği içinde düşünmekten mahrum olan birine karşı her
çeşit izahın yetersiz kalacağı açıktır. Böyle bir hükmün sırrını ancak bir
mü'min kavrayabilecektir.
BAĞLANMADA YÖNTEM
Müslümanların dine bağlılığı, belli bir fikre
nazarî bağlılık türünden bir bağlılık değildir. Bu bağlılık çarpıcı biçimde
Müslümanların dine bağlanmaları, dinin emir ve yasaklarına göre amel etmeleri
biçiminde görülür. Bu bağlanmaysa Allah Resulünü(sav) izlenmesi gereken örnek
olarak görüp kabul etme biçiminde tezahür eder. Allah Resulüne(sav)
bağlanmaysa: 1. Onun zatına, 2. Yapıp ettiklerine, söylediklerine bağlanma
tarzında olur. Bu son ayırımı, anlaşılmada kolaylık sağlanması için yapıyoruz:
Aslında bu durum, bir madalyonun iki yüzü gibidir. Allah Resulünün zatına
bağlanmak, onun bütün yapıp etmelerinin, bütün söylediklerinin hak olduğunu
kabul, tasdik ve onlara iman etmekle kaim olur. Bu durumdaki Müslüman, Allah
Resulünün yapıp etmelerine (işlerine, amellerine) ve söylediklerine, kendi
kafasına göre bir anlam veremese bile bunu kendi yetersizliğiyle açıklar; yoksa
o sözlerin ve fiillerin tartışılabilecek doğrular olabileceği anlamına çekmez.
Allah Resulünün zatına böyle bir itikatla bağlanmanın en üst düzeyine, ehl-i
sünnet ve'l-cemaat akidesinde
"sıddıkiyet" denmiştir. Yani, O (sav) ne yapmışsa ve ne
söylemişse onun hak olduğunu "ekmel bir itminanla" tasdik etmek
demektir. Bugün bu tür iman, belki birçoklarımıza anlaşılabilir, hatta aksi
düşünülemez bir hadise gibi görünebilir. Ne var ki, Allah Resulünün zatına
böyle bir itikatla bağlanmanın Sahabiler (ra) arasında bile bir "bağlanma
usulü" haline getirilmesinin bânisi Ebu Bekr es-Sıddîk (ra) hazretleridir.
Bu yüzden "Sıddîk-ı Ekber" (en büyük sıddık) sıfatı İslâm tarihi
boyunca yalnız ona verilmiş, başkaları böyle bir ünvanla anılmamıştır.
Bu ünvanın ona Mirac hadisesindeki yorumu,
tutumu münasebetiyle verildiğini biliyoruz ("O söylediyse doğrudur"
düsturu). Burada tekrarına lüzum yok. Fakat Hudeybiye vak'asında, diğer
sahabilerin (ra) tutumunu da göstermesi bakımından bir olayın anılması yerinde
olacaktır. (Burada bilinen tarihî olayları uzun uzadıya anlatacak değiliz,
amacımız bu da değil; olayın ayrıntılarını hatırlamak isteyenler siyer ve tarih
kitaplarına bakabilir). Müslümanlar hac için Mekke'ye hareket ederler ve Mekke
civarında Hudeybiye mevkiinde konaklarlar. Orada, Kureyşlilerle (Mekkeli
müşrikler) anlaşma yapmak gerekir. Resulullah (sav) anlaşma metnini Hz. Ali'ye
(kav) dikte eder, anlaşmaya taraf olanlardan biri sıfatıyla metnin altına
"Muhammedün Resulullah" imzasını koydurtur; fakat karşı taraf:
"Biz senin bu sıfatına inanmıyoruz" diye itiraz eder, bunun üzerine
Allah Resulü, Hz. Ali'ye: "Resulullah yerine İbn Abdullah yaz" diye
buyurur. Fakat Hz. Ali: "Ben Resulullah kelimesini silmeye cür'et etmem"
diye cevap verir. Ayrıca, anlaşmaya konulan şartlar, oraya hac için gelmiş
diğer sahabileri de tatmin etmez, onlar o yıl mutlaka hacc edeceklerini
düşünmektedirler. O kadar ki, Hz. Ömer (ra) Resulullah'ın huzuruna çıkıp:
"Böyle sulh edip zelil olmak nedendir?" diye sorar. Hz. Ömer bu
düşüncesini Hz. Ebu Bekir'e de açıklar, ondan aldığı cevap şudur: "Yâ
Ömer, o Allah'ın Resulüdür, ne işlerse vahy ile işler."
Bu olay dikkat çekicidir. Özellikle
Resulullah'ın zatına bağlanmanın ne anlama geldiğini kavrayabilmek açısından.
Görünüşte Müslümanların hezimeti gibi duran böyle bir sulh anlaşmasının ,
aslında nasıl bir zafer olduğu çok geçmeden, hemen bir yıl sonra
anlaşılacaktır. Hz. Ebu Bekir'in (ra) şöyle dediği söylenir: "İslâm'da
Hudeybiye gibi fetih olmadı, amma akıl bunu idrak edemez. O Allah ile Resulü
arasında bir sırdı."
Şimdi, Hz. Ali'ye verilen "sil"
emri, Hz. Ebu Bekir'e verilseydi tereddütsüz silerdi, kabilinde bir faraziye
yürütmeye cüret edecek değiliz. Hz. Ebu Bekir'e böyle bir teklif vaki
olmamıştır; bu bakımdan ya olsaydı diye düşünmek bizim sınırlarımızı aşar. Hz.
Ömer'in veya Hz. Ali'nin anlaşılabilecek bir hassasiyetle ve İslâmî bir
asabiyetle hareket ettiği de meydandadır.
Burada üzerinde durulan husus, Allah Resulünün
ne söylerse ve ne yaparsa hak olduğu ve O'nun (sav) ismet sıfatıyla muttasıf
olması hasebiyle her türlü hatadan münezzeh bulunduğu hususundaki itikat
usulünün, onun zatına bağlanmak yolunda, imanın ilk (bir bakıma da son)
merhalesi olduğunun belirlenmesidir.
Az önceki sorumuza yeniden dönelim: İlk
Müslümanlar, acaba herhangi bir dünyevî amacı gerçekleştirmek uğruna mı
Müslüman oldular? Bu insanların birtakım dünyevî sıkıntıları vardı da, diyelim
ki ticaret bakımından işleri yolunda gitmiyordu veya tek tanrıya inandıkları
için (ki hanif'ler bu zümredendir) kendilerine olmadık baskılar yapılıyordu
veya yoksullukları o kerteye gelmişti ki artık mevcut düzene isyan
halindeydiler de, Peygamber onların bütün bu sıkıntılarını defetmeyi vaad
ettiği için mi, Müslüman oldular?
İlk Müslümanların bu türden dünyevî saiklerle
Müslüman olduklarını söylemek tuhaf bir iddia olur. Ne ilk Müslümanlar herhangi
bir dünyevî kaygı içindeydiler, ne Allah'ın Resulü onlara herhangi bir dünyevî
vaadde bulunmuştu. Daha ileri giderek diyebiliriz ki, ilk Müslümanlar,
kurulacak İslâm sitesi hakkında bile en küçük bir fikir sahibi değillerdi.
Kurulacak İslâm sitesinin, kendilerine ne getireceğini bilmiyorlardı. Onlara
sadece "kelime-i şehadet" tebliğ edilmişti, daha fazlası değil. Ve
Allah'ın Resulü, onlara bunun dışında herhangi bir vaadde bulunmamıştı. Sadece
kendisine bildirilen, muştuyu ve korkuyu heber vermişti, o kadar.
İlk Müslümanlar, bu kadarıyla yetindiler.
Bundan sonra olacak olanları Allah'a havale ettiler. Kelime-i şehadetin ifade
ettiği anlamı kavradıktan sonra peşinden gelecek hükümlere hiç bir ihtirazî
kayıt koymadan itaat etmek ve teslim olmak, bu kavrayışın tabii sonucu halinde
ortaya çıkıyor. Söz konusu itaatte ve teslim oluşta dünyaya ilişkin bir kaygı
bulunmuyor. O kadar ki, farz-ı muhal, kelime-i şehadetin ifade ettiği anlama
bir kez teslim olduktan sonra kendilerine, diyelim ki, ölmeleri emredilmiş olsa
idi, hiçbir Müslümanın bu emri yerine getirmek için tereddüt geçireceği bile
hayal edilemezdi. Onlar, hiçbir peşin bekleyiş ve umut içinde değildi, onlar
sedece katıksız bir teslim olma hali içinde yer alıyordu.
Fakat bugünün Müslümanları, geçmiş bir
tecrübeye sahiptir. Bugünün Müslümanları, aslında, teslim olmanın anlamını
kavramaktan çok, Müslümanların geçmişteki tecrübelerine, geçmişteki
başarılarına gözlerini dikmiştir. Bugünün Müslümanı, itiraf etmeli ki, zihnini
materyalist anlayışlara bulaştırmıştır. İlk Müslümanlarla (sahabiler), bugünün
Müslümanları arasındaki bu fark, bir görüş ve anlayış farkını gösterir. Bugünün
Müslümanlarında, teslim oluştaki hasbilik az çok ortadan kalkmıştır. O, İslâm'ı
yalnız ona teslim olmaktan ibaret bir vetire olarak görmüyor sanki: Teslim
olmakla birlikte, birşeyler de ummakta ve beklemekte bulunuyor.
İslâm'ı başka dinler veya dünya görüşleriyle
karşılaştırırken, insanların bekledikleri şeye nail olacakları hususunda sanki
bir teminat verme motifinin bile gizlice mevcut olduğu düşünülebilir. Çünkü bu
tür karşılaştırmalarda İslâm'ın geçirdiği tecrübelerle, İslâm-dışı tecrübelerin
başarıları söz konusu edilmekte ve bir bakıma İslâmî başarıların üstünlüğü
ortaya konulmak suretiyle insanların iman etmeleri istenmektedir. Adeta
materyalist zihniyetin isterlerine cevap verilmektedir. Diyelim ki, İslâm'ın
ekonomik işleyiş bakımından üstünlüğü açıklığa kavuşturulunca insanlar seve
seve İslâm'a gireceklermiş gibi! Tabii bunu söylerken, bizatihî İslâm'ı
kavramamız konusunda yapılan bu çeşit teşebbüsleri saded dışı bıraktığımız
gözden kaçmamalıdır. Mesele ilk Müslümanların İslâm'a teslim olurken
gösterdikleri hasbilikteki özü kavramakta ve onlara benzemeye çalışmakta
yoğunlaşmaktadır. İslâmî anlamda teslim oluşta, dünya kaygısının yeri olmadığı,
gerçek anlamıyla iman etmenin insanları zaten bu tür endişelerden münezzeh
kıldığı idrak edilebilmelidir.
KÖTÜ BİR DÜNYADA İYİ BİR MÜSLÜMAN
Kötü bir dünyada iyi bir Müslüman olarak
kalınabilir mi? Bu soruyu şöyle de sormak mümkündür: İyi bir Müslüman kötü bir
dünyanın şartlarını sineye çekerek yaşıyorsa hâlâ iyi bir Müslüman olarak
yaşamakta olduğunu savunabilir mi?
Böyle bir soruyu sorarken akla gelebilecek şu
ihtimali gözden uzak bulunduruyor değilim: İslâm'ın vahyedilmeye başlandığı ilk
yıllarda, Müslümanlar kötü bir dünyanın en kötü şartları altında en iyi
Müslümanlar olarak kalabilmişlerdir.
Ne var ki, Asr-ı Saadet Müslümanlarının içinde
yaşadıkları dünyaya karşı takındıkları tavırla günümüzde kendisine Müslümanım
diyenlerin tavrı arasındaki fark gözardı edilmeyecek kadar önemlidir.
Asr-ı Saadette kötü bir dünyada yaşayan
Müslümanları iyi kılan hususla günümüzde kötü bir dünyada yaşayan Müslümanları
kötü Müslümanlar haline getiren husus, onların kötü bir dünyaya karşı
takındıkları tavırdan ileri gelmektedir.
Asr-ı Saadette kötü bir dünyada yaşayan
Müslümanlar, kendilerini o dünyanın kötülüklerini sineye çekmek zorunda
hissetmemişlerdi. Tersine, kötü bir dünyada yaşadıklarının bilincinde olarak o
kötülüklere müdahale etmişler, bu yüzden kötü bir dünyada yaşamış olmalarına
rağmen iyi birer Müslüman olarak kalabilmişlerdir.
Günümüzdeyse belli bir kısım Müslümanlar,
henüz kötü dünyada yaşadıkları hususunda yeterli bir bilinç düzeyine bile
ulaşmış sayılmazlar.
Bir Müslüman savaş esiri olarak içinde
bulunduğu şartlara müdahale etmekten yoksun bir halde yaşarken bireysel olarak
iyi bir Müslüman olarak kalabilir. Ama böylesine istisnaî bir durumu elbette
asıl ve kural diye kabul edemeyiz.
Burada, kötülük denilen şeyin kıstası da
verilmelidir. Kötülük İslâm'ın hükümleri dışında kalan, yani İslâm dışı olan
şey olarak belirlenebilir. Bu bakımdan, burada, kötülüğün ve iyiliğin ölçüsü
tamamen nesnel (objektif)dir. Bize şahsen bir zararı dokunup dokunmaması
bakımından indî ve keyfî olarak değerlendirip hakkında hüküm biçebileceğimiz
bir şey olarak algılanmaz.
Esasen param olmadığı için bankaya para
yatırmamışsam, böylece banka ile herhangi bir ilişki kurmamışsam kendimi faizin
ortadan kaldırılması için mücadele ediyor farzedebilir ve neticede kötü bir
dünyada iyi bir Müslüman olarak yaşıyorum diyebilir miyim? Namaz kılmama izin
veren bir yerde ve meselâ Almanya'da veya İngiltere'de veya Amerika'da
yaşıyorsam, böyle bir müsadeye bakarak iyi bir dünyada yaşadığımı ileri
sürebilir miyim? Süremiyorsam ve sırf namaz kılmama müsaade edildiği için o
toplumda İslâm'ı hakim kılabilmek için herhangi bir girişimde bulunmuyorsam
kötü bir dünyada iyi bir Müslüman olarak yaşayabildiğim söylenebilir mi?
Demek ki, kötü bir dünyada iyi bir Müslüman
olarak kalabilmem için kötülüklerin ortasında bile benim namaz, oruç gibi
ibadetlerimi yerine getirebilmem, faiz, fuhuş gibi yasaklardan kaçınmam
yetmiyor.
Aynı zamanda kötülüklerin ortadan
kaldırılabilmesi için mücadelede bulunmam gerekiyor, aksi takdirde kötü bir
dünyada sayılmayacak kadar çok, iyi Müslümanın bulunduğunu söyleyecektik, ama
bu kadar iyi Müslümanın yaşadığı bir dünyanın nasıl olup da iyi olmadığını izah
edemeyecektik.
DON KİŞOT'ÇA TAVIR
1.
Cervantes'in Don Kişot'u bugün hemen herkesçe,
akla gelince dudaklarda küçümseyici bir tebessüm bırakan gülünç bir mahlûk
olarak algılanır. Lüzumsuz atılganlıkların, enine boyuna düşünülmemiş
kararların tatbikçisi bir tip diye bilinir. En kestirme ifadesiyle çoğu kimse
Don Kişot'a bir manyak diye bakar.
Gerçi Don Kişot, içinde beslediği ülkülere
tamamen yabancı kalmış bir kültür ortamında yaşamaktadır. Yaşadığı çevre, Don
Kişot'un ülküsünü, fikirlerini anlamaktan uzaktır. Don Kişot da, içinde
yaşadığı ortamın gerçeklerini kavramaktan uzaktır. Eğer delilik insanların
realite ile ilgisini kaybetmesi diye tanımlanıyorsa, bu anlamda Don Kişot bir
delidir.
Don Kişot'un asıl dramı fiilen içinde yaşadığı
gerçekle, kafasında yaşattığı gerçek arasındaki farkın bilincinde olmamasından
ileri gelir. Bu farkın, bilincinde olsa belki hareketlerine daha bir çeki düzen
verecek, kafasında yaşattığı ülküyü başkalarınca da yaşanılır kılmanın çabasına
düşecektir. Ne ki, bütün bunlar Don Kişot için tasa değildir. Bilinçli olarak
değil, bu farklılığın bilincinde olmadığı için bunların tasasına düşmez. O
sadece inandığı bir ülkü adına kafasında "kurduğu" gerçekler
doğrultusunda, kimseye bakıp aldırmadan inatla, ısrarla yaşar. Üstelik kendi
gerçeklerini başkalarına kabul ettirme uğruna zorba tavrı da yoktur. Bunun da
farkında değildir.
İçine düştüğü durum, Don Kişot'un gerçekler
iklimine yabancı olanlar bakımından bir komedi sayılır. Ama ya Don Kişot'un
kendisi bakımından? Onun bakımından da acıklı bir dram. Anlayışsızılığı tam bir
katılaşmaya götürmüş bir ortamda yaşamak, üstelik bildiği doğrular adına
yaşamak, başka bir yandan bakıldığında Don Kişot için cesaretle katlanılmış
fedakârlıklar, feragatlar sayılmalıdır. Ama Don Kişot bunun da farkında
değildir.
Günümüz Müslümanlarının durumu da bazılarınca
bir Don Kişot'luk olarak görülebilir. Şu farkla ki, Müslümanlar, Don Kişot'tan
farklı olarak ne yaptıklarının bilincindedirler. Onlar, kendilerine dayatılan
yaşama tarzını bilinçle reddetmekte, İslâm'ın öngördüğü yaşama tarzına bilinçle
talip olmaktadırlar.
Bu bakımdan aralarında fark var. Ama yaşanılan
dramı söz konusu ederseniz, günümüz Müslümanı ile Don Kişot arasında
benzerlikler bulmak mümkündür.
Daha da ileriye giderek denebilir ki,
Müslümanlar bugün, İslâm adına tek tek Don Kişotça bir hayatı yaşamayı göze
almalı ve öyle bir hayata talip olabilmelidir, denebilir.
Dünyanın bizi yaşamaya zorladığı hayatı kaale
almadan, Müslümanlar kendileri için öngörülmüş hayatı (İslâm'ın öngördüğü
hayatı) bir Don Kişot saffetiyle yaşamalıdırlar. Böyle bir hayat tarzı, mevcut
kültürün bir unsuru, bir rüknü olarak yaşayanlar için biraz delilik, biraz
kaçıklık olarak görülse bile.
Ben kendi payıma günümüzün değişikliklerine
aldırmadan, sağlanan kolaylıklardan yararlanmayı düşünmeden, hatta onlara meydan
okurcasına kendi köşelerinde birer Don Kişot saffetiyle İslâm'ı yaşayabilen
insanlara imrenilmelidir, diyorum.
2.
Batı iktisat literatüründe büyük adetler
kanunu diye anılan bir kural var. Bu kural, belirli durumlarda çoğunluğun
eğilimlerini söz konusu eder. Meselâ, faizler yükseltildiği zaman çoğunluğun
temayülünün parasını faize vermek olduğu tesbit edilmiştir. Yahut savaş
zamanlarında banka mevduatlarının çekileceği bilinir. Bu tür davranışlara yüzde
yüz herkes uymaz, fakat yüzde seksen-doksan çoğunluğun, belirli bir yönde
hareket etmesi, azınlığın davranışlarını etkisizleştirir. Böylece azınlıkta
kalan bireylerin üzerinde sorumluluklarıyla ilgili olarak kötümser, olumsuz
duygular peydahlanır: Azınlıkta olan bireylerde, biz ne yapsak yapalım iş olacağına
varır kabilinden, aldırmaz, vurdumduymaz, yançizen davranış kalıpları hasıl
olur. Gide gide insanda, kendi kişiliğine saygısız, kendini hiçe sayan,
olumsuz, yıpratıcı fikirler oluşur.
Kararların çoğunluğun eğilimleri yönünde
oluşturulduğu yerde, azınlık arasında kalan bireyler, kendi kişilikleri
üzerinde kuşkulu izlenimlere kapılabilirler. Çoğunluğun belirli eğilimler
üzerinde olması, o eğilimlerin doğruluğu, haklılığı üzerine kanıt sayılmasa da,
bu durum, bir kanıt gibi öne sürülür. Gerçekteyse, hakkın mutlaka çoğunluğun
eğilimleri yönünde olması diye bir kural yoktur. Kararların, çoğunluğun oyları
yönünde alınması görünüşte çoğunluğun aktif olacağı yönünde bir izlenim verirse
de, aslında, olaya bireyler açısından bakıldığında, bireylerin genellikle başkalarının
davranışlarından yardım uman pasif bir davranış biçimini benimsediklerini
gözlemlemek mümkündür. Başka bir mesele de, oyu çoğunluktan yana olanlarda
bile, kişisel sorumluluk duygusunun zayıflamasıdır.
Anlatmak istediğim hususun biraz karışık olduğunun,
itiraza yol açabileceğinin farkındaydım. Bu bakımdan, Müslümanca davranışla
karşılaştırma yapmak biraz açıklık sağlayabilir. Müslümanca davranış, bazı
temel ilkelerde, kişiyi kendisiyle yalnız bırakır, başkalarının hangi eğilimde
olduğu hesap-dışı tutulur. Yani, kişi hak bildiği yolda, başkalarından yardım
beklemeden, başkalarının ne diyeceklerine aldırış etmeden, kararını o yönde
oluşturur ve bir başına yola çıkar. Bu davranış biçimi, özellikle çoğunluğun
İslâm dışı kurallarla hayatını düzenlediği durumlarda önem kazanır. Meselâ,
çoğunluğun domuz eti yediği bir ülkede bulunan bir Müslüman, başkalarının
davranışına bakarak kendi davranışına "çekidüzen" verme, kendini
onlara benzetme çabasına düşmez. Bir başına kalmış da olsa, hak bildiği davranışı
uygular. Çünkü onu sorumluluktan kurtaracak olan şeyin kendi sorumluluğunu
yerine getirmek olduğunu bilir. Başkalarının davranışı, böyle bir konumda onun
ilgisi dışında kalır. Müslüman domuz eti yememek için, başkalarının da bu eti
yemeyi terketmesini beklemez, bu buyruğu bir başına yerine getirmeye bakar: bu
da bir Don Kişotluktur.
HAYAL DEĞİL, HAYAT
Kimileri, İslâm denilince bir ütopyadan söz
açılıyormuş gibi bir izlenime kapılıyor. Sanki İslâm, yaşamamız için indirilmiş
bir din değil de, zihinsel bir spekülasyon!
Bu niçin böyle oluyor? Sanırım, ilkin,
İslâm'ın hayatımızdan (yalnız bireysel olarak değil, daha da önemlisi toplum
hayatımızdan) uzaklaşmış olması gerçeği ile ilgili bir olaydır bu. Halen
yaşamadığımızı, yaşayamadığımızı gördüğümüz İslâm, sanki bir daha hiç
yaşanamayacakmış gibi bir duyguya yakalanıyoruz. İslâm-dışı düzenin şartlarına
uyum sağlayan yaşama biçimimiz içinde, öyle geliyor ki, İslâmî hayatı yaşamak
hayalden ibarettir.
Burada, iki bakımdan çözümlemeye açık bir
durumla karşı karşıya bulunuyoruz. İlkin, farkına varmadan adeta Müslümanca
yaşamayı kendimize yakıştıramıyoruz. Yani İslâm öylesine yüce bir yaşama tarzı
açıyor ki önümüze, kendi süfli hayatımıza bakarak bu yüce hayatı yaşamayı
kendimize lâyık görmüyoruz. Burada, yanlış bir tenzih söz konusu. Aslındaysa,
mevcut hayatın bize kazandırdığı yaşama alışkanlığından vazgeçmeme gibi bir
sebep var bilinç altında. Şeytanın değil, doğrudan doğruya nefsimizin kurduğu
bir tuzak içindeyiz. Bu bir.
Öte yandan, İslâm'dan bahsedilirken, sanki
herhangi bir dünya görüşünden söz ediliyormuş gibi bir duygu taşıyoruz.
Herhangi bir dünya görüşünü, her hangi bir felsefî akideyi yaşamak veya
yaşamamak nasıl elimizdeyse, İslâm'ı sanki böyle görmeye yatkın bir zihin
yapısı geliştirilmiş. Böyle bakılınca, İslâm'ı yaşanabilir (yaşanması gereken)
bir olay olarak değil de, zihnî bir kategori gibi alıyoruz. Sonuçta da, İslâm'ı
yaşamak, itiraf etmekten kaçınsak bile, adeta zihinsel bir olay kimliğinde
görünmeye başlıyor.
Bir de, bu bireysel psikolojinin dışında
toplumsal bir olgu var. Mevcut İslâm-dışı hayatı, ister istemez bir veri
(mu'ta) olarak kabul ediyoruz. Bir yandan İslâm dışı hayatın sunduğu nefsanî
hevesleri hayatımızın vazgeçilmez unsurları haline getirmişken, bir yandan da
yabancı unsurları hayatımızdan kovmak zor görünmektedir. Dahası var: Mevcut
hayat şartları içinde yaşarken, bu hayat tarzımızı değiştirmeden İslâm'ı
yaşayamayacağımızı hissediyoruz, böyle bir hayat tarzını yaşarken İslâm'ı
yaşamanın bir hayal olacağını anlıyoruz, fakat yaşadığımız İslâm-dışı hayatı
değiştirmeyi göze alamıyoruz.
İslâm'ı kavramak derken, belki her şeyden önce
onun yaşanabilir bir olay olduğunu, İslâm'ın bir zihin fantezisi değil, bir
hayat tarzı olduğunu anlamak gerekiyor. İslâm'ı yaşama çabasının bulunmadığı
bir yerde, ona gerçekten lâyık olunmayacağı ve İslâm'ın hep ütopya gibi
görüneceği, söylenmeden de bilinebilecek bir gerçek olmalıdır.
BİLGİ VE BİLİNÇLİLİK
İslâm'a göre bir yaşama tarzını elde
edebilmek, İslâm'a göre düşünmek, onun hakkında birtakım "maddî"
bilgiler elde etmekle gerçekleştirilmez. İslâm'ın normalarına göre
düşünebilmek, onun materyallerini elde edebilmekten daha fazla bir şeydir.
İslâm hakkında bilgi edinmiş herkesin İslâmî
normlara göre düşünebildiğini kabul etmiyoruz. Burada, önemli olan, kafasını
birtakım bilgilerle doldurmuş olmak değil, İslâm'ın gerektirdiği
"nosyon" içinde düşünebilme yeteneğidir.
Bu bakımdan burada işimize yarayacağı
biçimiyle "bilgi"yi ikiye ayırabiliriz. Biri "kazuistik"
niteliktedir. Yani tek tek olgulara ait edinilmiş bir bilgi yığını. Buna
ansiklopedik bilgi demek de mümkün. Burada, edinilmiş bilgiler arasında kişi iç
münasebetleri kuramadığı gibi, bu tek tek bilgilerden meydana gelmiş bilgi
yığını, o kişiye İslâmî bir bakış açısı da kazandırmaz. Her olgu, her durum
hakkındaki bilgi kendi başına kalır. Bir de prensiplerin bilgisi vardır.
Prensiplerin bilgisine ulaşmış kişi için, "kazuistik bilgi" o kadar
da önemli sayılmaz. O, sonradan gerekebilecek bilgileri nereden, nasıl elde
edebileceğini bildiği gibi, içinde bulunduğu şartlara göre ne çeşit bilgiye
ihtiyacı olduğunu da bilir.
Burada değindiğimiz bilgi açısından
bakıldığında, Müslümanları en az iki kategori içinde ele almamız mümkün
görünüyor. Bunlardan bir kısmı, İslâm hakkında oldukça geniş bilgi sahibidir.
Buna rağmen, İslâm'ın gerektirdiği normlara göre düşünebilmekten yoksun
bulunurlar. Çünkü İslâm hakkında edindikleri bilginin bir müsteşrikin
bilgisinden farkı yoktur. Evet maddî olarak bir sürü şey bilinmektedir. Fakat
bu bilgi, onu, İslâm'ın ruhuna uygun düşen yolda düşünmeye götürmemektedir.
Gene bu kısım içinde mütalâa edebileceğimiz
bir kısım Müslümansa, mevcut toplumsal ve siyasal şartlara göre, sahip
oldukları bilgileri kullanamamaktadırlar. İslâm hakkındaki bilgi hazinelerinin
genişliğine rağmen yaşadıkları ortamın farkında olmadığını söyleyebiliriz.
Demek ki, İslâm hakkında bilgi edinmiş olmak
yetmiyor. Bu bilginin edinilmiş olmasının gerekliliği ortada. Fakat prensiplere
yükselebilme sırf kuru bilgiyle elde edilebilecek bir husus değil. İslâm'ın
gerektirdiği normalara göre düşünebilmek İslâm'ın ruhunu anlamış olmayı
gerektirmektedir.
İslâm'a göre yaşama tarzı derken, bu yaşamayı
yalnızca davranışlara yansıma anlamında kullanmıyoruz. Aynı zamanda çevremize
karşı takınacağımız tavrın, dünyanın gidişatına karşı mütâlaamızın da İslâm'a
göre biçim almış olması gerekir diyoruz. Yani düşünce alışkanlığı İslâmî
normlara uygun bir akış izlemelidir. Bu da, prensiplerin gerektirdiği normlara
göre bir kafa yapısına sahip olmaya bağlı.
Prensiplere ulaşmamış bir bilgi manzumesi ne kadar
yüklü olursa olsun hiç beklenmedik yerlerde, kolaylıkla mihverinden sapabilir.
Prensiplere ulaşabilen bir bilgi manzumesi ise "bilinçli" olmakla
ilgilidir.
Bugün bir Müslümana "bilinçli"
diyebilmek için, bir başına, onun ibadetlerine bakmak yetmiyor. Bir kimsenin
namaz kılıp kılmadığına, oruç tutup tutmadığına, zekâtını verip vermediğine,
imkânı varken Hacca gidip gitmediğine bakarak hüküm vermek bizi sağlıklı
sonuçlara ulaştırmayabilir.
İslâm'ın şartları arasında sayılan bu husuları
yerine getirmek, esasen Müslümanın kişisel yükümlülüğü sayılır. Yani birey
olarak ibadetleri ifa etmek Müslümanın, zaten ve söylenmeden bilinen, kişisel
borcudur.
Öyleyse bir kimseye "bilinçli
Müslüman" diyebilmek için onun kişisel yükümlülüklerinin ötesinde bulunan
hususlarda yapıp ettiklerine bakmak gerekiyor.
Ne gibi?
İbadetlerini yapan kimse bunları kendisi için,
yani kendi nefsini kurtarmak adına yaptığına göre, o kimse bunların dışıda ne
yapıyor, ona bakmak gerekiyor. Hesap günü, Allah kendisine: "Benim için ne
yaptın?" diye sorduğunda, namaz kıldım, zekât verdim, oruç tuttum, Hacca
gittim diye ibadetlerini dermeyan eden kimseye bu ibadetleri ancak kendi
nefsini kurtarmak için yapmış olduğu hatırlatılır. Çünkü bu ibadetlere muhtaç
olan Allah değil, fakat kendisidir. Öyleyse Müslüman, Allah için ne yapmış
olmalıdır? Ne yapması gerekir?
Böyle bir soruya hazırlıklı bulunmak için
Müslümanın, ibadetlerini yapmış olmasının ötesinde belli bir
"bilince" sahip bulunması gerekir. Müslüman bir yandan namazını
kılar, orucunu tutarken, bir yandan da küfrün ve zulmün âleti olmaya devam
ederse, onda elbette belli bir bilincin bulunduğundan bahsedilemez. Öyleyse,
Müslüman için "bilinçli" demenin ne demek olabileceği üzerinde
yeniden düşünülmelidir. Bilinçli Müslüman, dünyada edilgin bir durum alışı
reddediyor. Başkalarının âleti olarak kullanılmasına, istismar edilmesine göz
yummuyor. En önemlisi, nerede, nasıl istismar edildiğini veya edilebileceğini
biliyor. Haksızlığa karşı eliyle, diliyle, kalbiyle karşı koyuyor. Allah'ın
düşmanlarına, gene Allah'ın rızası için buğz ediyor. Çağdaş rahatlıkların
bilincini köreltmeye yönelik tuzaklar olduğunu biliyor ve yeryüzünde işgal
ettiği bir mekân varsa, bu mekânın Allah düşmanlarının lütfu ve ihsanıyla
kendisine verilmediğini, dolayısıyla işgal ettiği mekânın hakkını korumanın
kendine düşen yükümlülükler arasında bulunduğunu biliyor ve rızk endişesiyle
kâfirlerle işbirliği yapmayı reddediyor.
Allah'tan korkanın kalbinde Allah korkusundan
başka hiç bir korkunun yer tutmayacağını bilerek kula kul olmuyor, yalnız
Allah'a kulluk ediyor. Allah'tan başkasından korkmanın, hele bir insandan
korkmanın aşağılık bir şey olduğunu fark ediyor. Hayrın ve şerrin Allah'tan
geldiğine iman ediyor. Kötülüğün eşyadan değil, fakat eşyanın emri altına
girmekten olduğunu bildiğinden eşyayı kendi emrinin altında tutmanın yolunu
arıyor. Onun zulüm tanımı yalın biçimiyle işkence ve zorbalıkla kaim değildir.
Yani, zulüm onun için aslında fizik bir hadiseden ibaret değildir. O, zulmü
Allah'ın hükümleriyle hükmetmemek diye anlıyor.
İmdi, bilinçli olmakla kültürlü olma
arasındaki bağlantıya da dikkat çekmek gerekiyor. "Ben insana Racine'i ya
da Theokritus'u bilince kültürlü olur demiyorum. Bence kültürlü insan dünyadaki
durumunu anlamasına yarayan bilgiyi ve yolları edinmiş olan insandır"
diyor Sartre.
Günümüz dünyasında, Racine'i ya da
Theokritus'u bilince kültürlü sanılan ve öyle sayılan bir anlayışla karşı
karşıyayız. Bu sadece Batı dünyasında değil, geçmişinde İslâm'ı yaşamış bugünkü
Müslümanların ülkesinde de böyle. Theokritus'la Racine'in adını yan yana
getirip üç cümleyi de arkası arkasına döktürüverenlere, aman ne bilgili insan
diyoruz. Ya da ezberlediği üç âyet-i kerime ile iki hadis-i şerifi Arapçasından
okuyan biri karşımıza çıktı mı, büyük bir alimle karşılaştık sanıyoruz.
Şimdi düşünüyorum da, acaba Hazreti Ebu
Bekir'e (ra) şu ellidört farzı bir say da bakalım, denseydi, bu soru
karşısındaki tavrı ne olurdu? Bilinen bütün farzları, vacipleri, sünnetleri
yerine getirdiğinden kimsenin kuşku duymadığı Hz. Ebu Bekir, ne dediğini
anlamak için soru sahibinin yüzüne bakıp kalırdı herhalde. Müslümanların
arasında şimdi böyle bir anlayışın yaygınlaştırılması çabası var. Suudi
Arabistan'dan dönen bir arkadaşım, şimdiki Arapların öyle kolay kolay "kül
yutmadığını" anlatmak için İslâmî konularda bir iddia ileri sürüldüğünde,
Arabın derhal "Delillerin nedir?" diye sorduğunu belirtiyor ve bir
âyetle ya da hadis-i şerifle cevap veremediğiniz zaman sözünüzü dinlemeye değer
görmediğini söylüyordu.
İnsanların âyet ve hadis bilmesinin karşısında
olmak elbette akla aykırıdır. Tersine, bunların ezberlenmesi, öğrenilmesi,
öğrenilenlerin hayatımıza aktarılması, söylenmeden de bilinecek bir şey.
Ancak âyetleri, hadisleri, kopuk kopuk
ezberlemiş olmakta bir marifet göremiyorum. Meğer ki bunlar mücerret bir ibadet
kasdıyla yapılmış olsun... Önemli olan İslâm'ın getirdiği ruhu bütünüyle
kavramış olmaktır. Onun lafzıyla ve ruhuyla değindiği bütün meselelerin
müntehasını, gene onun isterleri doğrultusunda kavramış olmak bir Müslümanı
ârif yapmaya yetecektir. Fakat müsteşrik kafasıyla kitabın tümünü ve bilinen
bütün hadisleri ezberlemiş olmak hiçbir işe yaramayacaktır. O kimse isterse
alim diye kabul edilsin.
Müslüman olarak benim ilgi alanımın sınırını
belirleyen de bilincimdir. Bilincimle ilgi alanım arasındaki ilişkiyi
aydınlatmak için bir örnek ileri sürmek istiyorum: Ben, KızılÇin'e Coca-Cola
girmesiyle ilgilenmeli miyim? Amerikan menşei General Motors'un ya da F. Alman
menşeli Krupp firmasının Sovyet Rusya'da ya da öteki sosyalist ülkelerde
yaptığı yatırımlar beni ne ölçüde ilgilendirir? Batılı ülkelerin kendi
aralarında yaptıkları siyasî veya iktisadî konulu toplantılar, konferanslar,
kongreler beni ilgilendirmeli mi?
Şu veya bu uluslararası finans kuruluşunun
Türkiye'ye verdiği veya vermeyi vaat ettiği krediler Müslüman olarak benim ilgi
sınırım içinde midir? Yoksa bütün bunlara karşı ilgisiz mi kalmalıyım? Bütün
bunları yok mu saymalıyım?
Bir görüşe göre, yukarıdaki soruların içinde
belirtilen ve onlara benzeyen konular ve meseleler Müslümanları ilgilendirmez.
Bu konuları bilmeye çalışmak Müslüman için bir zaman kaybıdır. Çin'e
Coca-Cola'nın grimesinden bana ne? Çin'e Coca-Cola ile beraber Batı dansları da
giriyormuş, bana ne? Yahut Batılı ülkeler Venedik'te toplanmış, Sovyetler'in
Afganistan'dan çekilmesini istemek hususunda bir karar almışlar, fakat bu
kararın Detant'ı zedelemeyeceğini ilân etmişler; sonra da Sovyetler'le ikili
görüşmeler yaparak Detant'ın nasıl zedelenmeyeceği hususunda anlaşmaya
varmışlar... Bunlar beni niçin ilgilendirsin?
Aslında bu görüş Müslümanları dünya
meselelerinin dışında farzeden, daha doğrusu Müslümanları dünya meselelerinin
dışında tutmak isteyenlerin öne sürdüğü, fakat İslâm'la ilgili bulunmayan
mülahazanın sonucudur. İslâm'ı din olarak, Hıristiyanlığın bugünkü konumuyla
bir sayanların benimsediği görüştür. Fakat İslâm, vahyedildiğinden bu yana,
tarihin hiç bir döneminde Hıristiyanlarla aynı kaderi paylaşmamıştır. İslâmda
hiçbir zaman Hıristiyânî anlamda din/devlet ikiliği olmamıştır.
Burası doğru, ama Çin gibi uzak bir ülkeye
Batı patentli bir meşrubatın girmesi niçin Müslümanı ilgilendirsin, denebilir.
Şunun için ilgilendiriyor: Bu meşrubat bugün Türkiye'ye girmiştir. Suudi
Arabistan'a da girmiştir. Girmediği yer kalmamıştır. Bu meşrubat, girdiği her
ülkede Batı sermayesinin bir simgesi sayılmalıdır. Bir ülkeye Batı sermayesinin
girmesi ise Batı tarzı tüketim alışkanlıklarının girmesi demektir. Bu
alışkanlıklarsa, bütünüyle Batı kültürünün o ülkelerdeki hükümranlığı anlamına
gelir.
Müslüman, neyin nerden gelip nereye gittiğini
öğrenmek için dünyada olup bitenlerle ilgilenmek zorundadır. Müslüman olarak
uyanık olmak zorundaysak, Müslümanların dünyaya karşı bir tavır alması
gerektiğine inanıyorsak, dünyamızda olup bitenleri ilgi alanımızın dışında
sayamayız!
Meselenin bir başka yönü daha var: İslâm,
özellikle müsteşriklerin faaliyetleriyle ruhundan boşandırılmış bir
entellektüel ilgi alanına dönüştürülmeye çalışılmıştır durmadan. İslâm, bir
bilgi kategorisi haline dönüştürüldükçe bazıları onu yaşanmaktan çok, hakkında
bilgi edinilmesi gereken bir düşünce dizgesi diye algılamaya başlamıştır. Bu da,
İslâm'ın hayattan, uygulamadan kaldırılması için uygun zemini oluşturmakta
kullanılmıştır. İslâm'ı bir bilgi şubesi olarak bilmek, onu böylece öğrenmiş
olmakla, yaşamak ve uygulamaya geçirmek arasında fark bulunduğunu söylemeye
gerek yok.
İslâm dünyasına getirilen bu yanlış
entellektüalizmin önümüze çıkardığı bariz yanlışlıklardan birisi, şeriat ile
tasavvufun ayrı ayrı şeyler sanılmasına yol açması olmuştur.
Asr-ı Saadette şeriatla tasavvuf aynı anda ve
bir arada yaşanırken, bunlar her Müslümanın hayatında bütünleşmiş bir İslâm
ahlâkını meydana getirirken, sonra bu ikisi adeta farklı şeylermiş gibi
algılanmaya başlanmıştır. Bu sonucu, Müslümanca yaşamanın gide gide hayattan
uzaklaşması, bilinmesi gereken şeylerle yaşanması gereken şeyler arasında bir
fark gözetilmeye başlanması ile (kısacası yanlış bir entellektüalizmle) izah
edebiliriz. Bu olay besbelli ki, zararsız bir zihinsel faaliyet olmaktan ibaret
kalmamıştır. Müslümanlar gide gide birbirlerini zahir ehli, batın ehli gibi
suçlayıcı ayırmalara girişmişlerdir. Bu tür suçlamalar günümüzde bazı
kesimlerde halâ geçerliğini koruyabilmektedir.
İslâm bir tür bilgi kategorisi haline
dönüştürülmeye çalışıldıkça, onun mücerret bir zihin faaliyeti olduğu yolundaki
yanlış izlenim de yaygınlaşmaktadır. Bu ise İslâm'ın hayata intikalini önleyici
bir faktör olarak önümüze çıkmaktadır.
"Kalp temizliği" diye adlandırılan
olgu her Müslümanın niteliğidir. Fakat bu olgu hayattan kovulmuş soyut bir
nitelik diye algılanamaz. Kalb temizliği gereklidir ama yeterli değildir. Ne
var ki, Müslümanca yaşama ve Müslümanca düşünme tarzının yanlış bir düzleme
oturtulması yüzünden günümüzde kalb temizliğini yeterli sayanlara
rastlanabilmektedir.
İslâm ahlâkı dediğimiz husus, alışverişinde
doğru davranmak, yalan söylememek vb. gibi noktalara münhasır kılınamaz. Bunlar
gereklidir. Fakat ahlâkımızın sadece belli bir kesitini oluştururlar. İslâm
ahlâkı, aynı zamanda ibadetlerimizin de eksiksiz yerine getirilmesiyle
bütünlenir.
Batı uygarlığında geçerli olan bu tür
ayrımların İslâm'da yeri yoktur. Batıda dindışı bir ahlâkın sözünü etmek
mümkündür, fakat İslâm'da dindışı bir ahlâk nasıl yaşanır?
KUL OLARAK KENDİNİ KAVRAMAK
Müslümanı farklı kılan, fakat genel olarak ilk
bakışta ayırd edilemeyen özelliği, onun, kendinden (insandan) başlayarak evreni,
yaradılışı, varlığı kavrayış tarzıdır. İnsandan başlayan bu farklı kavrayış
tarzı, Müslüman dediğimiz kendine mahsus farklı bir insan tipini de
oluşturmaktadır.
İnsan ya evreni kavrayışında hasıl olan
farklılıktan dolayı Müslüman oluyor veya Müslüman olduktan sonra evreni farklı
bir tarzda kavramaya başlıyor. Burada, vurgulanması gereken husus, bu meselenin
prosedürünü tesbit etmek değil. Önemli olan husus, Müslümanın, insan ve tüm
varlık karşısında beliren anlayış farkıdır.
Bu farklılık neleri içerebilir? İlkin,
Müslüman, kendini "kul" olarak kavrar. Onun, kendini kul olarak
kavraması, aynı zamanda, diğer insanları da "kul" olarak
değerlendirmesi demek olur.
Bunun anlamı şu: Kendi yerini, yeryüzündeki
konumunu kul olarak kavrayan insan, kendisinin Allah tarafından yaratılmış
olduğu kabulünü benimser. Sonra bu kavrayışını, evrene, tüm varlığa sirayet
ettirir. Yani tüm evrenin, tüm varlığın "mahluk" olduğunu kabul ve
tasdik eder.
Varlığı "mahluk" olarak kavramak,
sanılabileceği gibi basit bir olay değildir. Olay, insan aklının dolaysız
biçimde, yani kendisine öğretilmeden kavrayabileceği bir nitelik taşımıyor.
Yunan felsefesinden başlayarak varlığı akıl yoluyla kavramaya teşebbüs edenler
varlığı "mahlûk"olarak değil, hayır, olsa olsa "mu'ta"
(veri) olarak kabul etmiştir. Varlığın "mahlûk" olarak kavranılması
insana vahiyle öğretilmiştir.
Burada, bu son nokta ile ilgili, onunla içi
içe bir diğer farika ortaya çıkmaktadır. O da, vahiy hakikatinin kabul ve
teslim edilmesidir. Müslüman, Peygamberler vasıtasıyla insana vahyedilen
hükümler doğrultusunda hareket ettiği gibi (ki bu, onu, müslüman olmayan
insanlardan ayıran bir özelliktir), vahiyle bildirilen hususların mutlak
hakikatler olduğunu da kabul eder.
İnsanın, kendini "kul" olarak idrak
etmesi, onun bütün sonuçlarını yerine getirmesi yükümlülüğünü de beraberinde
getirir. Kul olma, Allah karşısında ve yalnız O'nun karşısında aczini kabul
etme, O'nun emirleri dışında veya O'nun emirlerine karşı vuku bulacak başka her
türlü emir ve yasağı batıl sayma ve reddetme sonucunu doğurur. Müslümanın,
Müslüman olmayan insandan farkı somut biçimde bu son noktada belirir. Müslüman
yalnız kendisinin değil, tüm varlığın, Allah'ın ilham ettiği tarz üzere hareket
ettiğine inanır, kâfirlerin bile.
Böyle olunca, Müslüman ilkin yeryüzündeki
misyonunu kavramayı dener. Yeryüzünde niçin Müslüman olarak var olduğunu sorar.
Bu sorusuna, cevap arar. Bu, bir bakıma, İslâm'ı her gün yenide öğrenmesi demek
olur onun için. Böylece her gün kendini yenilemenin fırsatını elde eder.
Bugün, yeryüzüne hâkim olan hayat tarzı
Müslümana yabancı bir dokuyu geliştirmektedir. Bu hayat tarzının tehlikeli yanı
Müslümanı, farkında olmadan, İslâm-dışı "emri vakilere" itaat etmeye
razı kılmasıdır.
Bugün, sokaktaki Müslüman, itiraf etmeli ki,
böylesi bir hayat tarzının mağduru olduğunu, hatta mahkumu olduğunu bilmiyor.
O, İslâm-dışı bir hayat tarzını çeşitli kombinezonlar içinde benimsemiş halde
bulunuyor. İslâm-dışı "şartlara" uymayı kendince meşrulaştırmıştır
da.
Mevcut hayat tarzını reddedemeyen Müslüman, farkında
olmadan kendisini reddediyor ve kendi değerlerine yabancılaşıyor. Mevcut hayat
tarzı içinde, insan, kendini eşyaya hükümran sanmaktadır. Fakat aslında eşyanın
kendisine hükümran olduğunu bilmemektedir. Her fert, kendi ekonomik
bağımsızlığını istemektedir, fakat bu yolla ekonomiye bağlandığını
hissetmemektedir. Eşya hevesi gitgide artmaktadır, fakat bu hevesine bir sınır
çekmeye gücü yetmemektedir, daha doğrusu bu hevesi için bir sınır olabileciğini
tahayyül edememektedir. Çok sayıda küçük küçük ilahları var da, bu ilahlara
tapındığının farkında değildir. Çünkü "kul"luğunun farkında değildir,
unutmuştur.
Gene unutmuştur ki, Allah'tan başka ilâh
tanıyana Allah her şeyi ilâh kılar. Allah'tan başkasına kulluk edeni de Allah
her şeye kul eder.
İÇ ŞARTLARINI MÜSLÜMANCA GERÇEKLEŞTİRMEK
İslâm'ı hayatımız için her şey yapmamışsak,
onunla hiçbir şey yapmadığımızı ve onunla hiçbir şey yapmak niyetinde
olmadığımızı açıklamış oluruz.
Hayatın her şeyi olmak bizatihî İslâm'ın
bünyesinden doğan bir keyfiyettir. Şöyle söyleyelim: İnsan bazan kendisi için
öyle amaçlar edinir ki, bu şey onun için vazgeçilmez olanı oluşturur veya insan
o şeyle hayatına bir anlam kazandırır. Eğer meraklısı değilseniz, diyelim pul
biriktirmenin sizin için ne gibi bir anlamı olabilir? Ama meraklısıysanız,
kolleksiyonunuzda eksik olan bir tek pulu elde etmek için katlanacağınız
fedekârlığın nerelere ulaşabileceğini söylemek bile fazla.
İslâm, hayatımızın belli bir anını
anlamlandırmak için veya hayatımızda bir çeşni bulunsun diye var değildir. Hatta
boşlukta kalma hissinden kendimizi korumak için de Müslüman kılınmış değiliz.
Şüphesiz, bütün bunlar temin edilmektedir. Fakat bizim İslâm'a yaklaşmamız bu
nitelikle malul olursa bu eksik veya tek yönlü bir yaklaşım olur.
Burada, İslâm'ın öteki dünya görüşlerinden,
ideolojilerden farkını kavramak gerekiyor. Hıristiyan için, bir tatmin sebebi
bulmak bakımından haftada bir kez kiliseye gitmek yetebilir. Bir komünist için
kafasında belli bir ideolojiyi geliştirmiş olarak bir burjuva hayatı sürdürmek
mümkün görülebilir. Daha başka bir ifadeyle, bir komünist elinden başka bir şey
gelmediği veya şartlar müsait olmadığı için pratik olarak pekâla bir burjuva
hayatı sürdürebilir —kendi ideolojisi için çalışırken bile—. Fakat bir Müslüman
için, en olumsuz şartlarda bile Müslümanca yaşamanın yolu açık bulunur.
Burada meseleyi tamamen bireysel yaşama
düzleminde tutuyoruz. İşte bu bireysel düzlemde bile Müslüman, İslâm'ı
hayatının her yönü için geçerli kılmaya çalışır. İslâm böyle bir yaşamayı
mahiyeti gereği sağlıyorsa, fakat böyle yaşamaya insanlar kendini hazır
görmüyorsa, o zaman, İslâm'a bağlı olmanın farklı bir anlamı içerdiğini kabul
etmek gerekecek, fakat bu, herhalde İslâm'ın istediği şey olmayacaktır.
Meseleyi toplumsal düzlemde düşündüğümüzde ise
bütün olaylara (gerek kendi içimizde oluşan kişisel sorunlarımıza, gerek dış
dünyada yani ekonomik ve siyasal şartlarda gelişmekte olanlara) Müslümanın
bakış açısıyla bakabilmek, her şeyi onun ölçüleriyle değerlendirebilmek
gerekiyor.
Bu oluşum tek yanlı, tek yönlü bir süreç
değil. Kendi uygarlık değerlerimizi ortaya koymamız, kendi uygarlığımızı ve
halen dünyaya egemen olan başka bir uygarlığı Müslümanca ölçülerle irdelemek,
kısacası dünyaya yeni bir gözle bakmak gerekiyor. Bu, aslında ilkin ve
öncelikle kendi iç şartımızı İslâm'a göre yeniden ayarlamak anlamına gelir.
Kendi iç şartımızı İslâma göre düzenleyebildiğimiz takdirde dış dünya şartının
aslında göründüğü kadar mudil (karmaşık) olmadığını da kavrayabiliriz. Böylece
bir bakıma dış dünya şartlarını gereğinden fazla abartıyor olduğumuz ortaya
çıkabilir ve yeni bakışımız, bize dış dünyayı olduğundan fazla kaale almamayı
öğretir.
Bugün Müslümanın kafasında bir soru olarak
duran bazı problemler bu yeni insanın kafasında (böylece) problem olmaktan
çıkmış olur. Bugün Müslümanlar, daha çok çağın kurumlarıyla İslâmî kurumlar
arasında bir uzlaşma ortamı aramaya teşebbüs etmekte ve İslâmî kurumları mevcut
kurumların yerine nasıl koyabileceklerini hesaplamaktadırlar veya mevcut
kurumları hangi teville İslâmlaştırabileceklerini düşünmektedirler. İç şartını
İslâm'a ayarlamış olan birisi için bütün bu hesapların bir değeri
kalmayacaktır. Onun meselesi artık paranın değerinin düşmesinden meydana gelen
farkın faiz olup olmadığını düşünmek değildir; dikkati doğrudan doğruya faizsiz
işleyen bir ekonomik yapının nasıl gerçekleşebileceği noktasında toplanır. Bu
bakışsa durağan değildir. Tersine devingen bir nitelik taşır.
AN İÇİNDE YAŞAMAK
Müslümanın, şimdiki zaman içinde yaşadığı
söylenir. Şimdiki zaman, sürekli olarak oluşmakta bulunan bir şimdiki andır.
Gerçi Batı felsefesinde de "şimdiki
zaman"a önem veren düşünürlerin varlığından söz edilebilir. Ama orada, bu
şimdiki zaman, genellikle insanların hayattan, yaşamaktan hazzetmeleri için
öngörülmüş bir zaman kategorisi olarak ele alınmaktadır. Başka bir deyişle,
şimdi yaşıyorum, birazdan öleceğim, öyleyse yaşadığım bu anı bir
"haz" aracı olarak kullanabilmeliyim, avazım çıktığı kadar
bağırabilmeli ve dans edebilmeliyim, bana yasak edilen (haram denilen) hiçbir
şey yoktur ve her şey mubahtır, öyleyse dilediğim her şeyi yapabilmem için
sınırsız özgürüm. Kısacası, birazda gelecek ölümü unutabilmek için, şu anda
elimde bulunan bütün imkânlarımı kullanmalıyım. Çünkü birazdan ölüm gelecek ve
şimdi elimde bulundurduğum imkânları ebediyyen kaybedeceğim.
Bu düşünce tarzıyla Müslümanın an içinde
yaşaması arasında, güdülen niyet bakımından uzlaşmaz farklılıklar var. Batı
kafa yapısı yaşanan anı adeta sonsuzlaştırma gayreti içinde gibidir. Yaşanan
her an, onun için, hayattan biraz daha lezzet, biraz daha haz alabilmesi için
elinde bulunan bir fırsattır. Ölümü unutabilmesi, ölümden sonra düşeceği
"korkunç karanlığı ve hiçliği" görmezlikten gelebilmesi, hatta o
"büyük boşluk"tan öc alabilmesi için, şimdi elinde bulundurduğu bir silahtır.
Müslamanın an içinde yaşamasıysa böyle bir
niyetten uzaktır. Müslüman ölümü unutmak için değil, tersine ölümün varlığını
Allah'ın emri olarak telakki ettiği için ve onu sürekli olarak bilinç düzeyinde
tutabilmek için an içinde yaşar. An içinde yaşamak ona kul olma bilincini
duyurduğu ve birazdan öleceği gerçeği bu fırsatı elinden alacağı için anlam
taşır. Bu yüzden "ân" bir haz ve lezzet aracı olarak kullanılmaz, kul
olma bilincinin yüklenildiği bir fırsat olarak değerlendirilir.
Her iki düşünce tarzında da ölüm temel motif
olarak rol oynuyorsa da ölüm hadisesine bakıştaki niyetler farklıdır ve bu
farklılık her iki insan tipini farklı bir hayat telakkisine götürür. Birinci
telakkide ölüm, bir yok oluş, hiç varolmamış gibi bir hale dönüş, ademe
mahkumiyet; ötekindeyse amellerin bitip hesap vermenin başlangıcı olan ân...
Böylece ölüm, birinde hayatı bir haz aracı olarak kullanmaya iten motif
olurken, ötekinde kul olmanın gereklerine riayet etmenin uyarıcısı oluyor.
"Ölmeden önce ölünüz" tavsiyesi,
Batının haz felsefesinden ayrı bir alana çağırıyor insanı. Haz felsefesinde,
ölüm hakikatı bu dünyaya değer vermeye götürürken, İslâm'da tersine bu dünyanın
değersizliğini kavramaya yol açıyor. Ne gariptir ki, bu dünya da, kendine değer
verenlere hiçbir şey vaad etmiyor, fakat kendine değer vermeyenlerin arkasından
koşuyor. Nitekim "ihtiyaçlar sonsuzdur" varsayımından yola çıkanların
gözünü bu dünyanın hiçbir şeyi doyurmaya yetmiyor ama yetinmesini bilenler
sahip oldukları nimetlerin şükrünü nasıl eda edeceklerini bilemiyorlar. Durum
doğrudan dünyaya yaklaşış farkıyla açıklanabilecek bir keyfiyettir. Olaya
metaryalistik şartlanmayla bakanların bu keyfiyeti kavramakta güçlük çekeceğini
biliyoruz. Ne var ki, materyalistik şartlanmayla bile bakılsa ve bu dünyadaki
nihai hedefin insanın huzuru olduğu kabul edilse bile, bunları nesnel ölçümlere
vurmak ve huzurun hangi yanda olduğunu belirlemek zor olmasa gerek.
"An içinde yaşamak" olayında
görüldüğü gibi diğer birçok motifler de İslâm'da ve Batı düşüncesinde kaba bir
gözle sanki ortak kavramlarmış gibi algılanabilir. Ama ihtiva ettikleri
anlamlar ve taşınan niyetler onları farklı sonuçlara ve farklı hayat ve
davranış kalıplarına götürmektedir.
An içinde yaşamanın ters yüz edilmiş biçimi
"yarına kalma" kaygısıdır. Yarına kalmak, insanın nefsanî
kaygılarından ve son yüzyılın Batı patentli kavramlarından biridir. Özellikle
aydın takıma musallat bir hastalık. Aydın takım arasında da özellikle
sanatçıların sözünü ettiği, devlet adamlarıyla siyasetçilerin ilgilendiği
hastalıklı bir duygu. Bu halin, insanın, Allah'ın rızasını kazanma endişesiyle
gösterdiği çabalarla ilgisi bulunmuyor. Bu hal doğrudan doğruya insanın kendi
nefsini aziz kılma endişesi üzerine kuruludur. Kendi nefsini putlaştırma
hevesini gizler.
A. Camus'nün Sisyphe Efsanesi kitabında bir intihar olayından söz edilir.
Adamın biri, eserini önemli kılmak adına kendini öldürmüş. Fakat bu ölüm,
tahmin edileceği gibi, eseri önemli ve ölümsüz kılmamış. Adam öldüğüyle kalmış.
O adama ölmeyi göze aldıran sebep yarına kalma hususunda duyduğu şiddetli
arzudur. Tıpkı adı dillere destan olsun diye zemzem kuyusunu kirleten adam
gibi.. Aynı cinsten olaylar. Genellikle yapıcı yetenekten mahrum olan, bununla
birlikte nefislerini ölümsüz kılmak için önüne geçilmez bir tutkuyla yanıp
tutuşan hasta tipler...
Yarına kalma endişesinin, öldükten sonra
rahmetle anılma arzusuyla, rahmetle anılma dileğiyle ilgisi yoktur. Bu
ikincisinde kişi mütevazidir, alçak gönüllüdür. Yaptığı işleri kendisi yaşarken
işe yarasın diye yapmıştır. Onu yönlendiren saik Allah'ın rızasını kazanma
dileğidir. Nefsine ait bir yarına kalma endişesi yoktur bu insanın. Oysa
ötekinde, yarına kalmak için kıvranan insanda, Allah'ın rızasını kazanma saiki
önem taşımaz. Kişi bunu düşünmez bile. Onun tek kaygısı, kendisi için
putlaştırdığı nefsinin başkaları için de put haline getirilmesi isteğidir.
Yarına kalma endişesiyle çırpınan insan,
kendisine faydası olmayan işleri terketme hususunda cehd göstermez. Yaptığı
işler kendisine veya başkalarına faydalı olsun, olmasın, onun kafasında tek bir
ölçü vardır: Yaptığı iş acaba onun yarına kalmasını sağlayacak mı? Bunu
sağlayacağı kanısında olduğu için niteliği ne olursa olsun, isterse kendini
öldürmeyle sonuçlansın, o iş yapmakta duraksamaz. Yarına kalma hususundaki bu
güçlü arzu, kişinin farkında olmadığı yeteneksizliğine, aşağılık duygusuna
karşı, mihverinden sapmış bir savunma çabası olarak görülebilir.
Yarına kalma kaygısı, insandaki fedakârlık,
feragat, vazgeçiş, ölümü kaale almayış duygularının eksikliğiyle de
açıklanabilir. Değindiğimiz gibi, genel olarak bir entellektüel hastalığıdır
bu. İşin tuhafı şu ki, bu yeteneklerden mahrum bulunan insanın yarına kalma
hususunda gösterdiği aykırı çabalar hiç de onun umduğu sonuçları vermez.
Müslümanın, yarına kalmak gibisinden
hastalıklı kaygıları yoktur. O her işini Allah'ın rızasını kazanmak için yapar.
O, sadece iyi bir kul olmayı düşünür. İyi kul olmanın gerekleri ne ise
davranışlarını, amellerini ona göre ayarlar. Rahmetle anılmayı diler, fakat bu
dileğin yarına kalma gibisinden hasta kaygılarla yakınlığı yoktur.
EMİR KULU OLMANIN ANLAMI
"Emir kulu olmak" deyimi, bugün
küçümseyici bir anlamda kullanılmaktadır. Bu deyiş, hemen hemen kula kul
olmanın müteradifi yerine geçmiştir. "Ne yapalım, ben de emir
kuluyum" diyen birisi, böyle söylemekle çaresizliğini ifade etmek
istemektedir. Bu sözün altında genellikle şöyle bir anlam yatmaktadır: "Bu
yaptığım işi aslında yapmak istemem, istemiyorum da; ama neylersiniz ki
yapmazsam beni işimden kovarlar, ekmeğimle oynarlar, bu işin yerine
getirilmemesi konusunda sizinle aynı fikirdeyim, fakat fikrimin gereğini yerine
getirmek hususunda acz içindeyim, beni mazur görünüz."
Tuhaftır ki, böyle bir mazeret genel bir
kabule mazhar kılınabilmektedir.
"Emir kulu olmak" deyiminin şimdi
kullanılan anlamını bir an için ihmal ederek onun Müslüman için ne anlama
gelebileceği hususunda düşünürsek karşımıza oldukça farklı ve yüceltici bir
tablo çıkacaktır.
Müslüman, bir kere, daha baştan kula kul
olmayı reddettiği için bir Müslümanın emir kulu olduğunu söylemesi, onun sadece
Allah'ın emirlerine karşı kul bulunduğu ve sadece bu emirler karşısında boyun
eğmeye amade olduğu anlamına gelir. Yani bu söz, kulun Allah karşısındaki
aczinin bir ifadesi olmaktadır.
Bir Müslüman için Allah'ın emirlerini
tartışmak akıldan bile geçirilmez. Bir emrin eğri mi, doğru mu diye
tartışılması, bu tartışmayı yapan kimsenin kafasındaki şüphelerle ilgili
olabilir, yani bir iman zaafının varlığını gösterir. Oysa Müslüman, tanımı
gereği, imanından şüphe etmez. O kadar ki, İmam-ı Rabbanî Müslümanın imanının geleceği
hakkında bile şüphe etmemesini bildiriyor. "Bir Müslüman imanından
kesinlikle emin olacak, inşallah mü'minim demeyecek, elhamdülillah mü'minim
diyecek" diyor.
Allah'ın emirlerinin tartışılıp
tartışılmayacağı konusu belki bazılarımızın kafasını karıştırabilir. Bundan
maksat, nass olan hükümlerin zatının tartışılmasıdır. Bir hükmün varlığı Kur'an
veya Sünnet'le sabitse, o hüküm her ne olursa olsun mutlak doğru diye kabul
edilir. Acaba bu hükümde bir yanlışlık var mıydı, yahut şöyle de olabilir miydi
diye bir tartışmanın konusu haline getirilmez. Ancak o hükümde gizlenmiş olan
hikmetler tartışılabilir. Faraza faizin yasaklığı konusunda, faiz yasak mıydı,
değil miydi; yahut yasak edilmesi gerekli miydi, yahut faiz şu oranda olunca
yasak olmaktan çıkar mı, gibisinden bir tartışma olmaz. Faizin yasak olduğu
kabul edildikten sonra bu yasağın taşıdığı hikmetler araştırılır ve bu
araştırma esnasında meselâ birisi diyebilir ki, faiz yasağı Müslümanların
refahını sağlamak için konulmuştur; bir başkası da, hayır bunun için değil,
insanların birbirini sömürmesini engellemek için konulmuştur. Faizin veya
herhangi bir nassın bu yolda tatışılması yararlı da olur.
Emir kulu olduğunu söyleyen birisi, bununla
Allah'ın emirlerine kul olduğunu söylemek istiyorsa, ortaya Müslümanca bir
tavır koymuş olur.
Emir kulu olmak deyimi üzerine yukarıda
söylediğimiz anlamda Müslümanların tavrı bakımından önemli bir fark vardır ve
başkalarını küçülten bu söz, bu fark yüzünden Müslümanı yüceltir. Emir kulu
olma sözü kula kul olma anlamında kullanılırken, o kimsenin inanmadığı bir şeyi
yapmak hususunda kendini mecbur hissetmesi gibi gizli veya açık bir tabasbus
hali gözlenirken, aynı söz Müslüman yönünden, inancının gereğini yerine
getirebilmek için her zorluğu göze alabileceği, fedakârlıklara katlanabileceği
anlamına gelmektedir. Deyim, bu bakımdan, Müslüman için yüceltici olmaktadır.
Deyimin Müslümanlar arasında galat kullanılışı da gene bu bakımdan
reddedilmelidir.
Zaten İslâmı tebliğ etmenin sağlıklı yolu onun
buyruklarına göre yaşamak, yani yukarda sözünü ettiğimiz anlamda "emir
kulu olmak"tan geçer. Nitekim herhangi bir ideolojide, ona inandığını
söyleyen kimsenin o ideolojiyi uygulayıp uygulamadığına kimsenin o kadar önem
verdiği yok, ama İslâm söz konusu olunca, kendisine Müslümanım diyen herkesten
Müslümanca yaşaması, Müslümanca tavır ve davranışlarda bulunması
beklenmektedir.
Diğer fikriyat sahiplerinin veya mensuplarının
inandıklarını söyledikleri fikriyatın gereklerini yapıp yapmadığına, o
gereklere özel hayatlarında uyup uymadıklarına kimse aldırış etmiyor. Hatta o
gereklere uyulmadığı görülürse bir takım mazeretler araştırılıyor, tevillere
baş vuruluyor. Fakat Müslüman olduğunu söyleyenlerin sürekli olarak ayıpları,
kusurları, eksiklikleri araştırılıyor. Kimi zaman bu ayıp araştırıcıları o
kadar ileri gidiyor ki, herhangi bir insanın nefsaniyetinden ya da heva ve
hevesinden doğan ayıpları bile İslâm'a yüklemek gibisinden haksızlık
sınırlarının zorlandığı oluyor.
Diğer fikriyat mensupları için üzerinde o
kadar önemle durulmayan bu "yaşamak" hususu nasıl oluyor da İslâm ve
Müslümanlar söz konusu olunca böylesine bir dikkatin ve titizliğin konusu
olabiliyor? Bizce bunun başlıca sebeplerinden birisi, Müslümanım diyen insandan
başkalarının bekledikleriyle ilgili olmalı. Kendisine Müslümanım diyen
herkesten bilerek bilmeyerek "mükemmel insan nümunesini" göstermesi
beklenmektedir. Herhangi bir insanın zaaflarından doğan kusurları
bağışlanmaktadır da, kimse, Müslümanın da zaaf gösterebileceğini kabul etmek
istememektedir. Bu kabullenmeyiş sadece Müslüman olmayanların Müslümanlar
üzerindeki beklentileriyle ilgili değildir. Müslümanlar da kendi aralarında
böyle ayrımlar yapmaktadır. Söz gelimi namazına titizlik gösteren bir tacirden
öteki tacirlere göre daha fazla şeyler beklenmektedir. Başka Müslüman tacirler
için mazur telâkki edilebilen davranış ve tutumlar, ibadetlerini ifa eden bir
tacirde görüldüğünde tepkiyle karşılanmaktadır.
Müslümanın yaşantısında böylesine bir
tutarlılığın beklenmesinin diğer bir sebebi de, başkalarından beklenmediği halde,
müslümanda inançlarıyla bütünleşen davranışlar görme arzusudur.
Böylece Müslüman, başta Allah'ın rızasını
kazanma niyetiyle, ikinci olarak da başkalarının kendisinden bekledikledikleri
ve kendi hakkında duyulan zanları yalan çıkartmamak gibi bir fazilet duygusuyla
İslâm'ın buyruklarını amellerine yansıtmak "zorundadır". Burada
"fazilet" diye andığımız husus bazılarını yadırgatabilir. Bu hususu
İmam-ı Azam'ın hayatı boyunca uyguladığı bir davranışı bize hatırlatıyor.
Gençliğinde bir gün çarşıdan geçerken onu göstermişler ve "İşte sabahlara
kadar ilim çalışan genç bu" demişler. Aslında, hiç de her gece sabaha
kadar çalışmayan büyük İmam, sırf insanların kendisi hakkındaki zanları yalan
çıkmasın diye, o günden başlayarak ömrünün sonuna kadar öylece çalışmayı
kendisine şiar edinmiş.
Böylece tebliğin en güzel biçimde, İslâm'ın
buyruklarını bizzat kendi hayatımızda uygulayarak yapılabileceği sonucuna
varılabilir. Esasen, cihadın büyüğü de budur, denilmiştir. İslâm'ı yaymak
hususundaki diğer her türülü çalışma bundan sonra gelir. Bu da tabiîdir. Çünkü
İslâm'ı kendisi yaşamayan birinin sözüne başkalarının inanmasını beklemek
yersizdir. Sözümüzün etkili olmadığını görerek başkalarına kızıyorsak, bu da
iki katlı yersizdir. Bu durumda eksiğimizin ne olduğunu herkesten önce
kendimizin araştırıp görmemiz gerekir.
AÇIKTAKİ GİZLİ PUTLAR
Müslüman, Allah'ın emirlerini hayata geçirmek
için çalışırken, onun birey olarak nihai hedefi gerçekte nedir? Muzaffer
olduğunu görmek mi? O, bu mücadelesinde zafer kazanmak için mi gayret
gösteriyor?
Mücadelenin getireceği sonuç, benim tartışma
alanımın dışında bırakılmalıdır. Ben ancak "iyi bir mücadele verdim mi,
vermedim mi" sorusunu kendime yöneltebilmeliyim. Bu sorunun cevabı da,
ulaştığımız sonuca bakarak alınmaz. Yani zafere ulaşmışsam, muhakkak iyi bir
mücadele verdiğim, yenilgiye uğramışsam muhakkak kötü ve eksik bir mücadele
verdiğim için bu akıbetle karşılaştığım sonucuna varılmaz. Kuşkusuz, sonucun
zafer olmasını dileriz, fakat amaç zafer değildir. Amaç, Allah'ın rızasını kazanmaktır.
Onun rızasını kazanabilmişsem, görünürde yenilmiş de olsam gerçekte galip
sayılırım.
İslâm'ın getirdiği bu mülahaza tarzı, insanı
sürekli çalışmaya, çaba sarfetmeye iletmektedir. İnsanın çabası sadece dünyanın
kısır hedefleri ile çevrelenmemektedir. Zafer ya da hezimet bu bakımdan insanın
gözünde değersizleşmektedir. Fakat bu arada başka şeyler değer kazanmaktadır:
İyi bir "kul" olabilmenin hakkını vermek: Bunun hakkını verebilmek
için yapılması gereken şeyleri yapmak. Müslüman, öncelikle kendi içini
(kafasını ve kalbini) her türlü puttan arındırmanın mücadelesini verme
yükümlülüğü ile karşı karşıya bulunuyor. Özellikle çağımızın getirdiği
"gizli putlar" söz konusu olunca, bu putlardan arınabilmek ciddi bir
zihin ve kalb cehdini gerektirmektedir.
Günümüzde insanın bağlanmak zorunda
bırakıldığı putların sayısı putperest devirlerdeki putlardan daha az değildir.
Bir putpereste, taptığı taşın ona zarar ya da fayda getirmeyeceğine onu
inandırabilmek belki daha kolaydı. Fakat günümüzün putperestliğinde, insanı
nefsinin derinliklerinden yakalayan öyle putlar oluşturulmuştur ki, insanları o
putlara inamaktan alıkoymak nefse güç gelebilir. İnsanların önüne
"bilim" diye bir put konulmuşsa, bu "büyük put"un tezkiye
ettiği diğer putlar birbiri arkasından zincirleme sökün eder.
İktisadi refah putlaştırılmıştır. Konfor
putlaştırılmıştır. Bütün bunlar ve benzerleri günlük hayatımızın en küçük
ayrıntılarına kadar nüfuz sahibi kılınmıştır. Bütün bu putlar, neticede,
Allah'ın yasak ettiği fiil ve amelleri meşru kılma yolunda kullanılır olmuştur.
İktisadî refahı put haline getirdikten sonra, bu putun tezkiyesi ile insanları
meselâ aile planlaması adı altında çocuk öldürmeye inandırmak kolaydır. Seks
put haline getirilince fuhşu meşrulaştırmak ve yaygınlaştırmak kolaydır. Bir
takım "bilimsel akım"ları (izm'leri) put haline getirdikten sonra,
insanları bu put için cinayete itelemek kolaydır.
Bütün bu putları hayatımızın dışına çıkartmak,
şimdiki zihnî şartlandırmalardan kafamızı boşandırmakla mümkün kılınabilir. Bu
işin ilk adımı da, Müslüman olarak çağdaş putlarla uzlaşmayı reddetmekle
atılır.
BEN KİMİM? DÜNYA KİMİN?
1. "Ey insanoğlu, mal benim malımdır, sen
de benim kulumsun. Benim malımdan senin malın ancak yeyip harcadığın, giyip
eskittiğin, dünya için geri bırakmayarak sadaka verip ahiret için
ebedîleştirdiğin şeylerdir. Dünya için biriktirdiğinden senin hissen, ilahî
gazaptır." (Hadis-i Kudsî).
2. "Ey insanoğlu, sana ayırdığım rızkın
tümünü sen tüketinceye kadar, o rızık seni arar bulur." (Hadis-i Kudsî).
Yukarıya aldığımız iki kudsî hadis, insanın
mal, mülk karşısındaki tavrını belirleyen iki önemli kıstas getiriyor.
Materyalistik şartlanmanın yönlendirdiği
insan, mülkün Allah'a ait olduğunu artık unutmuştur. Dünyayı kendisinin malı
saymak yolundaki vehmi mal karşısında, eşya karşısında onu açgözlü, doymak
bilmez bir yaratık haline getirmiştir. Dahası, onu tabiatı tahrip etmekten
çekinmeyen bir hale koymuştur. İnsan, kendini dünya üzerinde hak sahibi sandığı
için, gözünü başkasının eline, cebine dikmekten vazgeçememektedir. Oysa bütün
maldan mülkten kedisinin sahip olduğu sadece yeyip harcadığı, giyip eskittiği
kadardır. Bir de verdiği sadakadır.
Rızka gelince, o da, Allah'ın vaadi gereği,
sen onun tümünü tükenticeye kadar o seni arayıp duracaktır.
Anılan hadisler, iki ayrı kültüre mensup olan
insanların dünyaya bakışları arasındaki farklılığı da ortaya koymaktadır.
Materyalistik bakış açısıyla hareket eden insan, dünyayı kendisine ait
sanırken, bir yandan da kendisini ona muhtaç ve mecbur olarak görmektedir.
Böylece kaçınılmaz biçimde dünyanın arkasına düştükçe doyumsuzluğu çoğalmakta,
dünyaya karşı ihtirası artmaktadır. Bu bir açgözlülük kısır döngüsüdür ve aynı
düzlem içinde kaldıkça çaresini bulmak imkânsızdır.
Müslümansa dünyaya müstağnidir. Dünyanın
ardından koşmaz. Kendisini dünyaya mecbur, mahkûm, muhtaç hissetmez. Dünyaya
yüz vermediği için dünya onun arkasından gider.
Burada şu dengeyi akıldan çıkarmamalıyız:
Dünyanın arkasından gitmemek demek meskenet anlamına çekilmesin; cehdsizlik,
çabasızlık, miskinlik tümüyle başka bir şeydir. Dünyanın arkasından gitmemek
demek, yapıp ettiklerimizin "dünyevî rıza" için yani dünyayı kazanmak
için olmaması demektir. Amellerimizi Allah'ın rızasını kazanmak için ifa
ediyorsak, bu amellerimizle tüm dünyayı da elde etsek, bizim için önemli olan
Allah'ın rızası olduğundan, dünya gözümüzde gene de kendisi için bir değer ve
anlam ifade etmez.
Müslümanların dünya metaına karşı "bir
lokma, bir hırka" diye adlandırılan tavrı dünya metaına önem vermemek,
dünyanın, dünya metaınının ardından koşmamak, dolayısıyla ona köle olmamak
anlamını taşıyor.
Ancak, İslâm'ın öngördüğü husus gene onun
terimiyle, anlaşılmalı ve o öngörü İslâm'ın telkin ettiği belli bir anlam
manzumesi içinde bir yere oturtulmalıdır. Böyle yapılmadığında, belli bir
hüküm, belli bir buyruk, aslında amaçlanan hedefin dışında kalan bir anlam
kazanabilir, hatta anlatılmak istenen amacın tam tersine dönüşebilir.
İslâm'da zenginliği de, yoksulluğu da öven,
her ikisini de teşvik eden hükümlere rastlanabileceği gibi, gene bunlardan kaçınmayı
salık veren hükümlere de rastlanabilir.
Burada önemli olan bizatihî zenginlik ya da
yoksulluk değildir, zenginliğin ya da yoksulluğun kişiden kişiye değişebilen
değerler kazanabilmesidir. Zenginlik vardır, kişinin şükrüne vesile olur;
yoksulluk vardır, kişinin sabrını çoğaltır. Böyle olduğu sürece zenginlikten
de, yoksulluktan da kişiye zarar gelmez. Zenginlik ya da yoksulluk, bir başına
değerli ve değersiz sayılabilecek olgular değildir. Onu değerli ya da değersiz
kılan, kişilerdir. Kimilerinde yoksulluk değer kazanırken, kimilerinde
zenginlik değerlenir.
Müslümanın gündelik hayat içindeki tavrını
belirleyen hükümler bu bakımdan sadece bir yanıyla ele alınmamalıdır. Bu
hükümler, İslâm'ın bütünlüğü içinde değerlendirilmelidir. Bu hükümlerin
İslâm'ın bütünlüğü içinde taşıdığı anlama bakılmalıdır.
Bizim, burada değinmek istediğimiz husus
İslâm'a ait hükümlerin, İslâm-dışı kıstaslarla ölçülüp biçilmeye
kalkışıldığında nasıl çarpık sonuçlara ulaşılabileceğini ortaya koymaktır.
Nitekim "bir lokma, bir hırka" telakkisi de, İslâm-dışı bir kıstasla
ve meselâ kapitalistik değer yargılarıyla değerlendirildiğinde haksız, ilgisiz,
yanlış eleştirilerin konusu olmaya istidatlıdır.
Kapitalist tüketim ekonomisinin değer
ölçüleriyle bakıldığında, kapitalist Batı dünyası, İslâm dünyasında böyle bir
hayat anlayışının, dünya metaına karşı böylesine küçümseyici, vurdumduymaz
tavrın hakim bulunmasını kapitalistik sızma için engel diye görmüş ve "bir
lokma, bir hırka" anlayışı hücum odaklarından biri haline getirilmiştir.
Aslında, emperyalizmin belini kırabilecek silah bu basit formülün içinde
gizliyken, günümüzün İslâm dünyası kendi hayat standardına küskün, küçümseyici,
dahası düşmanca bir tavra yöneltildiğinden, nerdeyse bütünüyle silahsız bir
hale getirilmiştir. Kendi silahını bırakmış, fakat düşmanın silahını da
edinememiştir.
"Bir lokma, bir hırka" tavrını
karalayan kapitalistik anlayış sahipleri, Müslümanlar arasında tüketim
eğilimlerini kamçılamak istemişler, Müslümanlarda mal düşkünlüğü meydana
getirmeye çalışmışlar, böylece kendi mallarına karşı bir piyasa oluşturmaya
girişmişlerdir. Şimdi günümüz Müslümanları ihtiyaç duymadıkları malları satın
almak zorunda kalıyorsa, bu, kapitalistik dayatmanın baskısına yenik
düşmelerinden ileri geliyor. Bu durumun kimin işine yaradığını söylemeye gerek
bile yok. İşin ilginç yanı, bu basit formüle karşı sağcıların ve solcuların
ortak bir cephe oluşturmuş bulunmasıdır. Bu ilginç durum kafalara bir soru
çengeli atmasın mı?
"Bir lokma, bir hırka" telakkisi
aslında, insanların zengin olmak için çalışmalarına engel değil. Onun engel
olduğu şey, dünya metaına, mala, eşyaya insanların köle kılınmasıdır. Dünyaya,
mala, eşyaya köle olmayan; dünyayı, eşyayı, malı kendisine köle kılmanın
hazırlığına girişmiş olur: bu durumunu Allah'a kul olma bilinciyle
pekiştirebiliyorsa elbet.
4
İslamın Özgürlüğü
ALT YAPININ TEMELİ:
İKTİSAT DEĞİL HUKUK
İslâm'da, hukuk, sosyal yapının temelini
oluşturur. O kadar ki, ilkin hukuk vardır, var olan o hukuka göre, diğer sosyal
kurumlar oluşur.
Bu bakımdan İslâm toplumunun oluş ve
biçimlenme tarzı, İslâm-dışı toplumların oluşum tarzından farklıdır. Genel bir
ilke olarak denebilir ki, İslâm'da hukuk kuralları "a priori" olarak
vardır. Bu durum, vahiy hakikatinin mahiyetinden çıkan bir keyfiyettir.
İslâm-dışı toplumlarda ise, hukuk kurallarının, hukuk kurumlarının ortaya
çıkışı belli bir "evrim" sürecini izlemiştir.
Marx, hukuku bir "üst yapı" kurumu
olarak ele alırken, insanların maddî ilişkileri sonunda meydana gelen çıkar
çatışmalarını çözümlemek üzere konulan hukuk kurallarının, bu kuralları koyan
egemen sınıfı kayırıcı nitelikte olduğunu tesbitlemekteydi. İslâm-dışı
toplumlar bakımından bu görüşte bütünüyle haksız sayılacak ve hemen
reddedilebilecek yan yok. Gerçekten bu tesbiti doğrulayacak örnekleri göstermek
veya en azından Avrupa tarihini böyle yorumlamak mümkündür.
Fakat İslâm toplumuna ve İslâm hukukuna nisbet
ederek bu görüşü değerlendirmeye gidersek, onun yanlışlığını, kabul
edilemezliğini anlarız. Yukarda değindiğimiz gibi, İslâm hukuku herhangi bir
egemen sınıf tarafından kendi çıkarlarını sağlamak üzere kurulup
geliştirilmemiştir. İslâm hukuku, onu yaşayan insanların tecrübelerinden önce
mevcuttur. İnsanlar, mevcut olan bu kurallara göre kendi hayat tarzlarını
ayarlar, oluşturur, kurumlarını kurarlar. İslâm hukuku yönünden, hukuk
kurumlarının oluşumu için herhangi bir "evrim" söz konusu değildir.
Vahiyle gelen kural, bütün evrimini kendi içinde ve bir kerede tamamlamış
olarak var olur. Ve bir kere var olunca da, insanlar ona itaat etmek yükümlülüğü
altına girer.
Konu ayrıca, egemen sınıf kavramı açısından
değerlendirilse bile İslâm-dışı toplumlarda geçerli sayılabilecek bu durumun
İslâm sitesi bakımından geçerliliği, gerçekliği olmadığı görülür. Çünkü bu
hukuk kuralları yürürlüğe konulduğu dönemde, bu kuralları uygulamaya hazır olan
insanlar o toplumun "egemen sınıfı" olmak bir yana, tam anlamıyla
mağduru, mazlumu durumundaydılar.
Daha da önemlisi, bu insanların bağlandıkları
hukuk kuralları, o kurallar çerçevesinde oluşmuş bir toplumu (İslâm toplumunu)
ortaya çıkardıktan sonra da, Marx'ın anladığı anlamda egemen bir sınıfın ortaya
çıkması gene aynı kuralların mahiyeti gereği imkânsız hale gelir. Yani bir kere
İslâm sitesi kurulduktan sonra, bir kısım insanların, söz konusu kuralları
kendi keyiflerince değiştirme yetkisi mevcut değildir. Böyle bir keyfiyetin
ortaya çıktığı varsayılsa, o zaman, İslâm hukukunun uygulanmadığı veya
uygulamadan çekildiği gerçeği ile karşılaşılır.
Kısaca, başka toplumlar bakımından Marx'ın
ileri sürdüğü hukukun bir üst yapı olduğu görüşünü doğru saysak bile, İslâm
toplumu ve İslâm hukuku açısından bu görüş gerçeklere ters düşmektedir. İslâm
toplumu bakımından hukuk bir üst yapı kurumu olarak değil, tersine, diğer bütün
kurumları (iktisadî yapının işleyişi de dahil) oluşturan bir alt yapı kurumu
niteliğinde dışlaşmaktadır. Yani diğer sosyal ilişkiler ve kurumlar hukuku
değil; hukuk, diğer bütün kurumları belirlemekte, oluşturmakta ve var
kılmaktadır.
İSLAM'IN DİYALEKTİK YAPISI
İslâm, onu bütün ruhuyla kavrayamayanlara
oldukça "paradoksal" görünebilir. Bir yerde zenginliğin övüldüğünü
görürken, başka bir yerde fakirliğin nimetlerinden bahsedildiğine
rastlayabilirsiniz. Bir yerde ilim teşvik edilirken, bir başka yerde ilimden
korunmanız gerektiği hususunda bir uyarı ile karşılaşmanız mümkündür. Bir yerde
insanların birbirine dayanıp güvenmeleri gerektiği söylenirken, başka bir yerde
tam tersini bildiren bir ifadeyle karşılaşabilirsiniz.
Bütün bu tür ifadelerin altındaki gizil anlamı
(hikmeti) kavramadan, sadece lafızlara göre hükmetmeye kalkışırsak, içinden
çıkılması imkânsız çelişkilerle karşı karşıya bulunduğumuzu sanabiliriz.
Fakat çelişkili gibi görünen bu ve buna benzer
ifadelerin altındaki değişmez "temel bildiriyi" hesaba kattığımızda,
bunların insanı farklı bir mantık düzlemine çağırdığını farketmekte gecikmeyiz.
İslâm tarihi boyunca bazı Allah dostlarının
bazı beyanları, ifade etmek istedikleri "hakikat"ın ne olduğu
kavranılmadan, mücerret lafızlara göre yorumlanmak istenildiğinde, beyan
sahibinin niyet etmediği anlamlarla karşılaşılmış, bu yüzden de zaman zaman
onların sapıklığına, hatta kâfirliklerine bile hükmedildiği olmuştur.
Müslüman'ın kafa yapısını bilmeyen birisi,
onun ayakları yerden kesik bir hayat özlemi içinde bulunduğunu sanabilir.
Onlara göre Müslüman, dünya alâkalarını kesmiş, havalarda gezen biri olarak
görünebilir. Oysa onun, dünyaya atfettiği değer farklıdır. Kendini dünyadan
müstağni tuttuğu için dünya belki ona râm olur. Burada, önemli olan kalkış
noktasının ve gayenin (niyetin) ne olduğu hususunu kavrayabilmektedir.
Niyetimiz, dünyayı kendimize râm etmek değildir, niyetimiz dünyaya istiğnadır.
Biz dünyaya müstağni olursak, dünya bize hizmetçi olur. Fakat istiğnamız,
dünyayı kendimize hizmetçi kılma niyetini de taşımaz. Aksi halde istiğna adı
altında riya yapılmış olur.
İnsanlara bilim öğrenmeleri öğütlenmiştir. Ama
hangi insanlara? Bildikleriyle amel etmeyen birinin bilmediklerini öğrenme
çabasına düşmesi anlamsız olmaz mı? Keza âlimlere yüksek payeler verildiğini
biliyoruz. Ama insanlar, aynı zamanda nice âlimlerin ilimleri yüzünden
sapkınlığa düştükleri hususunda da uyarılmıştır.
Şüphesiz zenginlik nimet, yoksulluk belâdır.
Fakat zenginliği belâ, yoksulluğu nimet haline getirmek de insanın elindedir.
Şükürsüz ve zekâtsız zenginlik belâ olacağı gibi, sabırla ve tevekkülle
katlanılmış yoksulluk nimet haline gelebilir.
Toparlarsak: Bize, paradoksal gibi görünen,
çelişkili gibi gelen ifadelerin altında, kendine mahsus bir düşünsel örgü
bulunmaktadır. Bu hikmetlerin neler olduğunu kavradıkça, İslâm'ın nasıl bir
hayat örgüsü öngördüğü daha vazıh anlaşılır.
Ancak onun anlaşılmasına engel teşkil eden
"mantık oyunlarına" da burada dikkat çekmemiz gerekiyor.
Antik Çağ Grek felsefesinin önemli düşünce
akımlarından biri olan "Sofizm" (sophism) asli meselelerin
tartışılmasından kayıp gitgide fer'i meselelerin tartışma alanına girince
safsatacılığa dönüşmüştür. Günümüzde sofizm denilince akla gelen anlam bu
sonuncusudur. Başlangıçta bilginin teorik bir merakı gidermek için değil, fakat
pratiğin, günlük hayatın emrinde olduğunu benimseyen sofistlerin sonraki
takipçileri tartışma sanatını (diyalektik) biçimsel mantık cambazlıklarına
dökmüşler, fer'i meseleler bile denemeyecek muhal ve farazî konuları tartışmaya
başlamışlardır. Amaç, bir konunun aydınlatılmasından çıkıp muhatabını her ne
pahasına olursa olsun mat etme haline dönüştürülmüştür.
Sofizm, bu aşağılatıcı anlamıyla günümüze
kadar izlerini sürdürmüştür. Belli bir konu asıl mihrakından saptırılarak o
konunun içinde olmakla beraber gerçekle ilişkisini kesmiş bir meselenin
tartışması haline getirildiği anda, sofizm (safsatacılık, mugalatacılık)
başlamış olur.
Fıkıh tartışmalarının yoğunluk kazandığı Hicri
2. yüzyılda bu tür meseleler de tartışma gündemine getirilmekten hali
kalmamıştır. Buna şöyle bir örnek veriliyor: Hunsâ kendi kendine cimada bulunsa
ve hamile kalarak çocuk doğursa, doğan çocuk ana gibi mi mirasçı olur, yoksa
baba gibi mi? Bunun gibi imkânsız meselelerin tartışılması hoş görülmemiş,
hatta fukahadan bazıları bu tür tartışmaları haram saymışlardır.
Safsatacılık belli bir bilim dalının içinde
yürütülebildiği gibi, müsteşrikler ve misyonerler bu safsata ve mugalata
diyalektiğini İslâm'a karşı da kullanagelmişlerdir.
Sözgelimi, birisi şunu ileri sürüyor: Bir
Müslüman bir kâfire kelime-i şehadeti teklif etse, kâfir teklifi reddetse,
bunun üzerine Müslüman okunu fırlatsa fakat ok hedefine ulaşmadan önce kâfir
kelime-i şehadet getirse ve bu anda atılan okla vurulup ölse, oku atan Müslüman
katil sayılır mı, sayılmız mı? Bu farazî olayı nakleden kimse, bu konunun bugün
bile çözümlenmediğini belirtiyor.
Burada önemli olan ileri sürülen meselenin
çözümlenip çözümlenmediği değildir. Mugalata, hedef şaşırtmak suretiyle
yapılmaktadır. Fıkhın aczini göstermek suretiye kafalara fıkıh hakkında bir
şüphe ve tereddüt tohumu ekilmek istenmektedir.
Kaldı ki, zikredilen olay farazîdir. Müslüman,
kâfire bir teklifte bulunabildiğine göre konuşmanın normal ses mesafesinde
yapıldığını kabul etmek zorundayız. Atılan ok, bu mesafede, ancak saliselerle
ölçülebilecek bir sürede hedefine ulaşmış olacaktır. Bu kadar kısa sürede kâfir
fikrini değiştirmeye fırsat bulabilir mi? Ama diyelim ki, bu süre içinde kâfir
fikrini değiştirdi ve Müslüman oldu. Oku atan kişinin niyeti, kastı cinayet
işlemek değil ki, katil sayılsın.
Fakat bu farazî olayı zikredenin niyeti, zaten
böyle bir meseleyi tartışmak değil, lâf arasında bir şüphe tohumu atıp
geçmektir. Öte yandan konu kendi mantığı içinde ciddiye alınıp tartışılmaya
değer görülse, iddia edildiği gibi, cevabı verilmeyen bir meseleyle karşı
karşıya olmadığımız da görülmektedir.
Bir Müslüman, sakalını tıraş eden bir başka
Müslümana şöyle bir iddia ile kâfirlik isnad etse; Allah sana sakal vermiş,
şimdi sen her sabah kalkıp sakalını tıraş etmekle demiş oluyorsun ki: "Ya
Rabbi, sen bana sakal verdin, ben senin bu iradene karşı gelerek işte onu tıraş
ediyorum." Böylece sakalını tıraş eden adam kâfir oluyor. Fakat insafla
bakıldığında sakalını tıraş eden Müslümanın böyle bir niyetinin olmadığı ve
ileri sürülen iddianın safsatadan ve mugalatadan ibaret kaldığı görülür.
Sonuç: İslâm'a sağlıklı bir yaklaşımla varmak
için günümüzde hemen her yerde, her alanda rastalayabileceğimiz bu tür sofistçe
diyalektiğin, safsatanın, mugalatanın tuzaklarına düşmekten sakınmak gerekiyor.
Ama öte yandan, İslâm, çelişkilerin yeni bir düzlemde telif edilebildiği bir
mantık örgüsünü de öneriyor ve öngörüyor. Ancak bu durumu, İslâm'ın İslâm-dışı
görüşlerle uzlaştırılmaya çalışılması durumuyla karıştırmamak gerekiyor.
ORTAYOL
İslâm vasat olanı öngörür. İki veya daha çok
şeyin vasatisi (ortalaması) ile vasat olanı birbirine karıştırmamak lâzım.
Vasat (orta) kendi başına varlığı olan müstakil bir doğrunun adı iken; vasatî,
birden çok şeyin birbiriyle telif edilmesinden ortaya çıkan bir sentezdir. Ama
böyle bir sentezle vasat olan şey hiç de birbiriyle tetabuk etmeyebilir. Vasat,
hemen hemen her zaman bu sentezin dışında kalan bir yer işgal edebilir.
İslâm faizi kesin olarak yasaklamaktadır. Ama
günümüzün iktisadi şartlarında (kapitalistik veya yarı kapitalistik her çeşit
iktisadî ortamda) faizsiz olarak ticarî muamelelerin yürütülemeyeceğini düşünen
biri, kalkıp da faiz yasağı sadece özel borç akidlerini kapsar, dolayısıyla
ticarî işlemlerde faiz yürürlüktedir, dese; veya yasak olan faiz mürekkep
faizdir dese, veya sadece çok yüksek faiz hadleri yasaklanmıştır, düşük oranlı
faizler yasak sınırı içinde değildir dese ve bu iddiasına dayanarak "günün
şartlarına" göre faiz hakkında hükümler getirmeye yeltense; bu muhakeme
tarzı, günün şartlarıyla İslâm'ın hükümleri arasında kaçınılmaz olarak bir
telif zemini kurmuş olacaktır. Nitekim 19. yüzyılda bazı İslâm düşünürleri
arasında bu tarz muhakemenin revaç bulduğu çevreler olmuştur. Kesin yasağa
rağmen, telifçi zihniyetin bulmaya çalıştığı "vasatî", "vasat
olan" ın dışında, hatta ona aykırı bir konumda yer almaktadır.
İslâm'daki faiz yasağı, kendi dışındaki
ölçüler hesaba katılarak veya o ölçülere nisbet edilerek konulmamıştır. Faizin
yasak oluşu, İslâm'ın öngördüğü diğer bütün hükümlerle birlikte mevcuttur ve bu
hükümlerin tümü bir arada mütalâa edildiğinde öngörülmüş olan
"vasat"ın mahiyeti anlaşılır. Şöyle söyleyelim; faizin haram,
ticaretin helâl kılınması, hiç bir zaman, kapitalizm ile komünizmin belli
hükümlerinin sentezi olarak düşünülmemelidir. Komünizmde faiz yasağı varsa, bu
basit olarak, komünist sistemde özel mülkiyete, dolayısıyla özel ticarete yer
olmaması mantığından çıkmaktadır. Keza kapitalizmde ticaretin serbestçe icra
edilmesi, bu sistemdeki özel mülkiyet hakkının mantıkî bir sonucudur. Öte
yandan, komünizmde ticaret yapabilen kimse, sistemin tabiatı icabı elinde
bulundurduğu ticaret metaını meşru olmayan bir yoldan edinmiş demektir.
Dolayısıyla, faizle ticaret yapan kimse, sistemin kurallarına iki kere karşı
gelmiş olmaktadır (hem ticaret yapması, hem faizli işlem yapması bakımından).
Özel mülkiyete ve onun bütün sonuçlarına katlanmayı gerektiren bir sistemin
(kapitalizm) ifratıyla; yağmurdan kaçanın doluya tutulması anlamında, bu
aşırılıklara set çekme adına ortaya çıkmış başka bir sistemin (komünizmin)
tefriti, bizi kaçınılmaz olarak bu iki aşırının telifine götürmez. Götürse,
bulunacak yol "vasat" olmaz, belki vasatîde kalır. Günümüzde,
kapitalist ve sosyalist dünyalar, bu vasatîyi bulmanın çabasındadır, yoksa
vasat olanı değil.
Kısaca değindiğimiz bu hususları İslâm'ın
öngördüğü doğruların münazaralar yoluyla elde edilemeyeceği gerçeğini belirtmek
için andık. Hele münazara İslâm dışı kıstaslar esas alınarak yapılıyorsa, o
münazaradan elde edilecek sonuç da İslâm-dışı kalır. İslâmî kurallara uygun
gibi düşen bir neticeye varılmış olması halinde bile bu netice tamamen
tesadüfîdir, yoksa mutlak hakikatin bir ifadesi değildir. Yanlış önermelerden
doğru sonuçlar elde etmek mümkün değildir. Doğru gibi duran bir sonuca varılmış
olması halinde bile, bu sonuç rastlantısaldır.
İslâm, vasat olanı öngörür demiştik. İslâm'ın
öngördüğü "vasat"ı bulmak ve o "vasat"ta yaşamaksa günümüz
meselelerinden biri olsa gerektir.
Öncelikle, İslâm'ın öngördüğü
"vasat"ın mahiyeti hakkında sağlıklı bir anlayış düzlemine ulaşılmalı
ki, söz konusu "vasat"ı bulmak adına ifratla tefritten kaçınmamız
mümkün olsun. Şimdi meselâ hastaların duasının kabul edileceğine dair bir vaat
var diye, kimseden hasta olması için gayret sarfetmesini isteyemeyiz. Abes
olur. Nice sıhhatli kimselerin yoldan çıkmasına da sağlıklarının yol açtığı
bildirilmektedir. Demek ki mesele hasta veya sağlıklı olmada değil, içinde bulunduğumuz
hal ne olursa olsun, o hal içinde Allah'ın rızasını gözetebilmektedir.
Müslümanlara ilim emredilmektedir. Ama öte yandan bir hadis-i kudsîde:
"Nice alim vardır ki onları ilim bozmuştur" denilmektedir.
Burada dikkat edilecek husus, öngörülen bir hükmün,
aynı zamanda mefhum-u muhalifiyle de harekete mezun olup olmadığımızdır. Meselâ
Müslümanlara fakirlikten kaçınmaları emredilmektedir fakat bu emrin mefhum-u
muhalifine bakarak demek ki zengin olmak için çalışmalıymışız gibi bir sonuca
varırsak, pek muhtemeldir ki, başka bir yanlışa düşeriz. Çünkü fakirlik
korkusuyla cimriliğe düşmek, takvadan uzaklaşmak da mümkündür.
Elimizdeki araçlar bizim onu kullanış
amacımıza göre bir değer kazanır. Musa Peygamberin âsası da âsaydı,
sihirbazınki de... Ama biri bir emri yerine getirmek için kullanıyordu onu,
diğerleri sihir için.
Keramet, mucize deynekte değil, onu kullanan
adamda ve o adamın niyetlerindedir. Ama o deynek sihirbaza benzemek, onu taklid
etmek için kullanılıyorsa, ölçü, vasat kaçırılmış olur. Yani sihirbaz deynek
kullanıyor diye senin deynek kullanmaman gerekmez. Sen de deynek kullan, ama
sihir yapmak için değil. Çünkü niyetin sihir yapmak ise, eline illâ deynek
almak gerekmez, bir şapkayla da yapabilirsin onu.
Mesele şudur: İslâm'ın bir inanış ve yaşayış
tarzı olarak öngördüğü hükümlerle amellerimizi icra ederken, bu hükümlerdeki
hikmeti İslâm'ın bütününü gözeterek anlamaya çalışmamız gerekiyor.
İslâm'ın hükümlerini, gene İslâm'ın öngördüğü
vasat'ı gözeterek uygulamalıyız. Bize bir hükmün uygulanmasında ne kadar katı
olmamız salık veriliyorsa o kadar katı olmalıyız; daha fazla değil, daha eksik
de değil. Yoksa ifrata veya tefrite düşme tehlikesiyle karşı karşıya
kalabiliriz.
İslâm'ın doğruları başkalarının yanlışlarına
olan bir tepkiden doğmamıştır. Bu bakımdan, meselâ, kâfirlere benzemek
korkusuyla kafamızı birtakım evhamlarla doldurmak da gerekmez. Kâfirlere
benzememe konusundaki hükmün muradını bütün ruhuyla kavrayabilirsek kendimizi
lüzumsuz vehimlerden kurutaracığımız gibi, papaza kızıp oruç bozan adamın
durumuna da düşmeyiz.
Müslümanlar İslâm'ı anlamaya, onu yaşamaya
gayret sarfederken, halen içinde yaşadıkları İslâm dışı dizgelerin görünen veya
görünmeyen engelleriyle karşılaşabilirler. Yürürlükteki düzenin bazı
müesseseleriyle, İslâm'ın aynı konudaki müesseseleri arasında görülebilecek
bazı benzerliklerin bulunması, halen Müslümanları en çok şaşırtan konulardan
biridir. Günümüzde bazı Müslümanlar, bu benzerliklere bakarak İslâm'la
İslâm-dışı müesseselerin bağdaştırılabileceği vehmine kapılmaktadırlar.
Diyelim ki, kapitalist ülkelerde "sosyal
yardım kurumu" adıyla bir müessese varsa, bazı Müslümanlar derhal zekât'ı
hatırlayarak böyle bir kurumun İslâm'da da olduğunu söylemekte, böylece
İslâm'ın muarızlarına karşı rahat bir nefes alabileceklerini ummaktadırlar.
Belki bu yoldan başkalarını da İslâm dairesine çekebileceklerinin
zannetmektedirler. Böylece, aslında Müslümanlar, İslâm'ın materyalistlere
mahsus bir kafa yapısıyla anlaşılabileceği ve ona teslim olunabileceği gibi bir
mülahazaya düşmüş olmaktadırlar. Bu tür mülahazalar ne kadar iyi niyetlerle
yapılmış olursa olsun, insanları bizzat İslâm'ın terimleriyle kavramaktan
uzaklaştırabilecektir. Çünkü zekât, bir sosyal yardım müessesesi olmaktan önce,
Allah'ın emrettiği bir ibadettir Sosyal yardım müessesesi olması veya başka
sonuçları bulunması, söz konusu ibadetin bir fonksiyonundan ibarettir.
Müslümanlar, zekâtın sayılan fonksiyonlarını yerine getirmek için değil, fakat
sırf Allah'ın emri olduğu için ve Allah'ın rızasını kazanmak yolunda bir ibadeti
icra etmek için zekât verirler. Zekât dışında bir niyetle verilen şeyler,
miktarı daha çok da olsa zekât sayılmaz ve böylece Allah'ın emri de yerine
getirilmiş olmaz.
Şimdi değindiğimiz nitelikteki mülahaza tarzı,
günümüzün "şartları" içinde karşımıza çıkan birtakım müesseselerin
vazgeçilmez olduğu yolundaki bir varsayımdan, bir vehimden ileri gelmektedir.
Tam İslâmî bir ortamda, bugün mevcut olan birtakım müesseselerin ihtiyaç
olmaktan çıkacağı düşünülmüyor da, adeta o müesseseler "İslâmîleştirilmeye"
gayret ediliyor. İşte sık sık sözü edilen kurumlardan biri faizsiz banka. Bir
bakışta, insanların aklına oldukça yatkın gelen böyle bir müessese fikri,
aslında, halen yürürlükte bulunan iktisadî kurumların, İslâmî hükümlerin
yürürlükte olduğu bir toplumda da şu veya bu ölçüde varlıklarını sürdüreceği
varsayımından doğmaktadır. Yani bugünküne benzer yatırım alanlarının İslâm
düzeni içinde de cari olacağı farzedilerek, şimdiden onun finansman kaynakları,
"faizsiz bankalar" marifetiyle sağlanmak istenmektedir. Ama aslında
gerek nitelik yönünden, gerek nicelik yönünden bu tür yatırım alanlarının İslâm
toplumunda bulunup bulunmayacağı, bulunsa bile bu tür yatırımların liberalist
bir anlayışla "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" kabilinden
mi olacağı veya olmayacağı üzerinde düşünülmüş olduğunu sanmıyorum. Çünkü
düşünülmüş olsa, bu "faizsiz banka" fikri, belki de gülünç bir icat
olma durumuna düşerdi.
Sözü şuna getirelim: İslâm, İslâm-dışı
dizgelerin ortaya çıkardığı sorulara cevap vermek zorunda değildir. Nasıl ki,
Öklit geometrisinin sorularına Öklitçi olmayan bir mantık kurgusuyla cevap
aramak da abestir. Günümüzde yürüklükte olan pek çok müessesenin, İslâm-dışı
alışkanlıkların ürünü olmasına rağmen, benzer kurumların İslâmî toplum
düzeninde de mevcut bulunacağını farzeden bazı Müslümanlar, bu mantığa
dayanarak müessese icat etmeye kalkışarak aynı yanlış uslamlamaya düşüyorlar.
İslâmî kurumlar kendi iç mantığı içinde eksiksiz, fazlasız, yeterli bir dizge
meydana getirir.
Bu konuda öyle sanıyorum ki çeşitli ülkelerde
yaşayan Müslümanlar hemen hemen aynı cinsten "handikap"larla karşı
karşıya bulunuyor. Bu ülkelerde, açıkça ve doğrudan doğruya küfür milletinden
olduğunu söyleyerek ortaya çıkanların durumu açık seçik bellidir. Onlar
bakımından Müslümanları şaşırtacak bir durum yok. Fakat taşıdıkları fikirlerin
küfre gideceğinden belki kendileri bile haberdar olmayanların durumları bazı
bakımlardan, zihinleri bulandırabilmektedir. Çünkü böyle düşünen insanlar,
İslâm'a zıd bir tavır belirterek ortaya çıkmıyorlar. Tersine, fikirlerinin
İslâmî olduğunu iddia ediyorlar, bununla da kalmayarak İslâmî bir mücadele
verdiklerini de söylüyorlar. Aralarında, yaptıkları işe (yani İslâmî bir
mücadele verdiklerine) samimiyetle inananlar da mevcuttur.
Meselâ, Libya Sosyalist Cemahiriyesi, rejimin
temellerinin sosyalist olduğu kadar İslâmî olduğunu da öngörmekte...
Pakistan Halk Partisi (PPP), İslâmî bir rejim
içinde sosyalist ilkeleri uygulayacak bir program teklifi ile çıkıyor.
Bazı "kavmiyetçiler" taşıdıkları
fikrin İslâm'a aykırı olabileceği hususunda en küçük bir tereddüt bile
göstermiyorlar, kavmiyetçi fikirlerini "samimiyetle" İslâm'la
"uzlaştırmışlar". O kadar ki, bu fikirlerin İslâm'a aykırı olduğu
söylendiğinde kızıp köpürebiliyorlar.
İslâm'dan "cevaz" alarak yola çıkan
bu çeşitli görüş sahipleri, eğer gerçekten aynı zamanda İslâmî bir amaç
güttükleri inancında iseler, bunların durumları, "Haricîlere"
benzemektedir. Haricîler de, İslâm adına ortaya çıkmışlardı. Hz. Ali'ye karşı
bile "şeriatı savunacak kadar" şeriata bağlılık asabiyeti
içindeydiler. İşin tuhafı bu adamlar güttükleri davada ihlassız da değildiler.
Bazı kaynaklarda, namaz kılmaktan, secdeye varmaktan alınlarının deve tabanı
gibi nasırlar bağladığı kaydediliyor.
Haricîler "hüküm Allah'ındır"
mealindeki Kur'ân âyetini ileri sürerek Hz. Ali'nin hakem konusu dolayısıyla
küfrünü iddia etmeye kalkışıyorlardı. Hz. Ali böylece, Allah'ın olan hükmü güya
hakeme tevdi etmiş oluyormuş. Bu yoldan Kur'ân'a karşı gelmiş olunca da küfre
girmiş oluyormuş!
Hz. Ali'nin Haricî'lere verdiği cevap
hikmetlerle dolu. Demiş ki: "Haricîlerin zikrettiği ayet doğrudur, fakat
onlar, bunu batıl bir yolda kullanıyorlar." İşte, Hz. Ali'nin bu cevabı,
günümüzde, güya İslâm'dan cevaz alarak sosyalistik yahut kavmiyetçilik yapmaya
kalkışanların tümüne birden uygulanabilir.
Sosyalistler, Hz. Ebu Zer Gıffari'nin tutumunu
ve davranışlarını, kendilerine rehber ittihaz etmeye kalkışırken, aslında doğru
bir "ip"e sarılıyorlar, fakat bu doğruyu batıl bir yolda
kullanıyorlar.
Keza kavmiyetçiler, "Kişi kavmini
sevmekle kınanmaz" mealindeki hadis-i şerifi kendilerine rehber
edinirlerken doğru bir söze sarılıyorlar, fakat bu doğruyu batıl bir yola ve
batıl bir amaca yöneltiyorlar.
Bazı Batıcıların, İslâm'ın bilim hakkında
koyduğu hükümlere bakarak Batılılaşmayı tecviz etmeye kalkışmaları da buna
benziyor. Onlar da doğru bir hükmü batıl bir yolda kullanıyorlar.
İmdi, mücerret bir hükmün, herhangi bir
uygulamanın İslâm'la çelişmemesi yahut İslâm'a aykırı olmaması durumu ile o
hükmün veya uygulamanın İslâmî olup olmaması farklı şeylerdir. Bir hüküm yahut
bir uygulama İslâm'a aykırı olmayabilir veya İslâm'ın koyduğu hükümlerle
çatışmayabilir; fakat, buna rağmen o hükme yahut uygulamaya gene de
"İslâmî"dir demek imkânı bulunmayabilir.
Diyelim ki, herhangi bir ülkede herhangi bir
iktisadî sistem uygulanmakta ve o sistem de faizli işlemleri yasaklamaktadır.
İslâm'daki faiz yasağına bakarak o ülkede İslâm'ın herhangi bir hükmünün
yürürlükte bulunduğunu söylememiz mümkün müdür? Daha doğrusu, o ülkede
uygulanan faiz yasağı İslâmî midir? O hükme İslâmî'dir diyebilmemiz için, onun
Allah'ın hükmüne uyma niyetiyle uygulanıp uygulanmadığına bakmamız gerekir. Bu
gerçek yerine getirilmeden yapılan bir uygulama varsa, uygulanan şey, İslâm'ın
hükümleriyle çelişme ve çatışma halinde bulunmasa bile ona İslâmî'dir dememiz
mümkün olmayacaktır.
1960'lı yılların sonlarına kadar İsrail'de
Mecelle'nin yürürlükte olduğu söyleniyordu. İslâm hukukunun bir bölümünü
kapsayan Mecelle'nin yürürlükte bulunması, o ülkede İslâm hukukunun câri olduğu
neticesine varmamızı gerektirir mi? Gerektirmesi için, uygulanan hükümlerin
Allah'ın emri olduğu için ve bu bilinçle uygulanması şartı aranır.
Bazıları diyor ki, İslâm'da Halife seçim
yoluyla görevlendirildiğine göre, aynı sistemi uygulayan demokrasinin de İslâmî
olduğunu kabul etmemiz gerekir. Yahut İslâmî uygulama kendiliğinden demokratik
bir sistemdir. Aslında konuyu bu tarzda ortaya koymak yanlıştır. Çünkü nasıl
komünizmin faiz yasağına bakarak orada İslâmî bir uygulamanın bulunduğunu
söyleyemiyorsak, sırf seçim konusundaki bir benzerliğe bakarak demokrasinin de
İslâmî bir uygulama olduğunu söyleyemeyiz.
Keza, bir kimsenin kavmini sevip sevmemesi
durumu ile "kavmiyetçilik" birbiriyle ilgisiz şeylerdir. Yani kişiye
kavmini sevmesinin müsaade ve mübah kılınması, aynı zamanda kavmiyetçiliğin
mübah kılındığı anlamına gelmez.
Bir hükmün, bir uygulamanın İslâmî olup
olmadığını söyleyebilmek için, kıstasımız, o hükmün Allah'ın rızası uğrunda
derpiş edilip edilmediğine bakmaktır. Yalnız siyasî, içtimai konularda değil,
ibadetlerimiz hususunda da aynı hüküm geçerlidir. Allah'ın rızasını kazanma
niyeti olmaksızın, faraza sırf sıhhî sebepler dolayısıyla tutulan bir oruç,
oruç sayılır mı? Nitekim günümüzde bazı toplulukların, zaman zaman protesto
amacıyla aç durduklarını biliyoruz. Bunların yaptıklarına, yerinde bir
adlandırmayla "açlık grevi" diyorlar.
Böylece, bir hükmün İslâma aykırı olup
olmaması yahut İslâm'la çelişip çelişmemesi ile İslâmî olup olmaması farklı
şeylerdir, diyoruz. Ne var ki, günümüzde bu dikkate değer nüans çoğu kez göz
ardı edilmeye çalışılarak İslâm-dışı birtakım bâtıllar, sanki İslâmî
gerçeklermişcesine öne sürülebilmektedir.
Tekraren belirtelim ki, burada önemli olan,
herhangi bir hükmün, herhangi bir uygulamanın, İslâm'ın o konudaki hükmüyle uygunluk
taşıması değildir. O hükmün hangi niyetle uygulandığıdır belirleyici olan. O
kadar ki Müslüman olarak halis bir zihniyetle ve bilmeden bir hata yapsak, bu
hatamız için bir şey lâzım gelmeyebilir. Yani böyle bir hata bizi İslâm
dairesinin dışına çıkarmaz, hatta böyle bir hata günah bile sayılmayabilir.
Fakat temelde İslâm-dışı bir niyetle yaptığımız ve fakat görünüşte İslâmî
sayılabilecek bir davranışımız, o davranışa İslâmî dememize yetmez.
Bir misal: Hakikatte abdestsiz olan biri,
kendisini ihlas ile abdestli sanıyorsa, o kimsenin abdestli olarak icra etmesi
farz olan bazı amellerini (meselâ namaz gibi) o hal üzere eda etmesi
muteberdir. Yani o hal üzere kıldığı namaz sahih sayılır. Öte yandan, abdest
niyeti olmaksızın, usulüne uygun olarak da olsa, uynı uzuvlar bin kere de
yıkansa o adamı abdestli kılamayacağı muhakkaktır.
Şimdi burada, dikkat edilecek husus şudur:
Mücerret halde yıkanmak, temizlenmek İslâm'a aykırı değil, uygundur. Fakat sözü
geçen yıkanma, o yıkanmanın maksadına matuf bir niyetle yapılmamışsa zahiren
vuku bulacak temizlik, o temizliğin İslâmî sayılmasını gerektirmez.
Hadise, bireysel sahanın dışına çıkarıldığında
büsbütün önem kazanmaktadır. Görünüşte İslâm'ın tecviz, hatta emrettiği, bir
takım gerekleri yerine getiren bir kimse o gerekleri aslında İslâm'ın emridir
diye yerine getirmiyorsa, bu hareketler İslâmî sayılmaz.
Günümüzde, çoğu kavram ve kurum, İslãm
dünyasına bu yoldan aktarılmıştır. İslâmî olmayan pek çok şey, bâtıl, hep bu
nokta gözden uzak tutularak Müslümanlara şirin gösterilmeye çalışılmıştır.
Meselâ İslâm'da, bilimi yücelten hükümler mi var? Batıcılar, Batının bilim
yaftalı küfürlerini, İslâm'ın bu husustaki hükümlerini istismar ederek İslâm
âlemine benimsetmeye çalışmışlardır.
Bugün, geçer akça sayılan ne kadar kavram varsa,
bütün bunlar, İslâmî muhtevasından boşandırılarak fakat yeri geldikçe aynı
kavramların İslâmî olduğu da ileri sürülerek Müslümanlara kabul ettirilmeye
çalışılmıştır. Bunların içinde en tehlikelilerinden biri olan
"bilim"i şimdi söyledik; kardeşlik, adalet, eşitlik, hürriyet gibi
daha bir takım kavramlar aynı yoldan İslâm alemine ithal edilmeye
çalışılmıştır. Gerçekten aynı kavramların İslâm'da da bulunduğunu söylemeye
gerek yok. Fakat bu kavramlar, İslâmî bağlamda, tamamen İslâmî bir içerik
taşırlar. Diyelim ki kardeşlik... İslâmî ıstılahta bu kelime İslâm kardeşliği
anlamına gelir. Fakat siyonistlerin İslâm âlemine ithal etmeğe çalıştığı
kardeşlik kavramı, onların Müslümanları sevmesini önlese bile, Müslümanların
tek taraflı olarak kâfirleri sevmesini ve onlara benzemeye çalışmasını
öngörüyor, böylece de İslâmî telakkinin dışına düşüyor.
Aynı kelimeler, taşıdığımız niyetlere göre
farklı anlamları ifade edebildiğine göre, asıl ve önemli olan, o kelimenin
İslâmî bir niyetle kullanılıp kullanılmadığına bakmamız olmalıdır.
İSLAM VE KÜLTÜR
İslâm, kendinden ibaret ve kendine yeterli bir
din olarak indirildiği için, onun, bir bakıma insanın yaşama çevresini, tavır
ve davranışlarını belirleyen bir hayat anlayışı olarak tanımlayabileceğimiz
kültürü de kendine özgü bir vâkıa olarak belirecektir. Yani İslâmî kültür,
Müslümanca yaşayış tarzının bir fonksiyonu niteliğindedir. İslâm'ın öngördüğü
hayat tarzını eksiksiz olarak yaşayan insanlar, sonuç olarak çevrelerinde bir
İslâm kültürünü de oluşturacaklardır.
Başta kendi kültürel şartlarını (çevresini)
yoğuran insanın, sonradan meydana getirdiği o kültürün isterlerine göre
yaşamaya başladığı görülüyor.
Başka bir deyişle, olayı belli bir zaman
kesiti içinde gözlemlemeye çalışırsak, insan da kültürün etkisi altında kalıyor.
Kendi yaşayış tarzını, içinde bulunduğu ve yaşadığı kültür hayatına göre
ayarlamaktadır. Söz konusu kültürel çevre İslâmî olandan ne kadar uzak, ona ne
kadar yabancı ise, insanların tavır ve davranışlarından yansıyacak olan
zihniyetleri o oranda İslâm'a uzak ve yabancı kalacaktır veya gitgide o hale
gelecektir.
Akültürasyon denilen, kültürlerin birbirine
karışması ve bir kültürün diğerine hakim olması keyfiyeti, her zaman tabii ve
olağan bir süreç izlemez. Hatta çoğu kez baskı ve zorbalık yoluyla gerçekleştirilebilir.
Bizim tarihimizde, bu konu ile ilgili dönüm
noktalarını herkes bilir (Tanzimat, Cumhuriyet). Kitleler, aslında kendi
dışlarında oluşan ve gelişen İslâm-dışı düzene boyun eğmekten veya
eğdirilmekten başka bir şey yapmadılar. Bir zaman sonra da bu meselenin tarihi
kökenini unutup, içinde bulundukları ortamı tabiî görmeye başladılar.
Böylece hadis-i şerifte ifadesini bulan hikmet
gereği, her kavim lâyık olduğu idareyi (kültürel ortam da bunun bir yüzüdür)
yaşıyor.
İSLAM VE FELSEFE
Hayvanların filozofu eşek, Orwell'in Hayvan Çiftliği adlı satirik romanında,
"Allah bana sinekleri kovmam için bir kuyruk vermiş" der ve hemen
arkasından ekler: "Fakat ne sinekler olaydı ne de kuyruğum." Burada
hem felsefe ile istihza edilmekte, hem miskin bir ruh hali sergilenmektedir.
Ayrıca miskin ruhların bir takım bahanelerle nasıl oyalandıkları da inceden
inceye vurgulanmakta: Eşek, kendisine verilen kuyruğu harekete geçireceğine,
birtakım yersiz varsayımlarla avunmaktadır.
Felsefî düşünce bir hayat ve yaşama tarzı
öngörmüş olsa bile, asıl, şartlara müdahale etmekten sakınan insanlara zihin
idmanı yaptırıyor. Fakat bu zihin idmanı çoğu kez hayata yansımıyor. İnsanı
sadece hayallerle (illüzyonlarla) uğraştırıyor. Onu nihayet vehimlere
götürüyor. Vehim, aklın kendi icadı olan fantezilerle, illüzyonlarla
uğraşmasından başka bir şey değil... Buysa yerinde sayarak yürümek gibi bir
şey. Ya da pandomim: hayat yerine hayatın taklidi. Bu taklit ne kadar başarılı
da olsa, hayatın kendisi değildir.
Batı'nın kafa yapısı, dini de felsefe haline
getirmiştir. Dinin hayata müdahale edecek, hayatı sevk ve idare edecek özünü
iptal etmiştir. Marx, din afyondur, derken asıl bunu anlatmak istiyordu. Yani
Hıristiyanlığın artık insanı harekete geçirici, sevk ve idare edici özünü
yitirdiğini vurgulamak istiyordu. Oysa dinin hakikati, zihnî bir spekülasyon
(düşünce birikimi) olmak değil, doğrudan doğruya insana bir hayat tarzı
getirmektir. Yani yaşanacak bir şeydir din. Vehimlerle, hayallerle,
illüzyonlarla ilgisi yoktur. (Ne var ki Batılıların din derken kendi dinlerini,
yani Hıristiyanlığı kasdettiğini farketmeyen diğer kültürlerin insanları,
kullanılan "din" kelimesini kendi dinleri için de geçerli
sanmışlardır.)
İslâm, bir zihin fantezisi olarak
indirilmemiştir. Yaşansın diye indirilmiştir. Bu bakımdan herhangi bir
filozofik düşünce ile karşılaştırılması yersiz olur. İslâm'ın temel amacı, bize
evren hakkında, insan hakkında açıklamalarda bulunmak da değildir. Biz İslâmı
başlangıç noktası yaparak belki evren hakkında, insan hakkında açıklamalarda
bulunabiliyoruz. Ne var ki, dinin varmak istediği amaç bu değil. Amaç
insanların, Allah'ın buyrukları doğrultusunda yaşamasıdır. İnsanların kul olma
bilinci içinde yaşamasıdır. Bu yaşamayı hayatımıza sindirmek, bizde yaşayan bir
ahlâk haline getirmektir amaç. Yoksa, felsefenin yaptığı gibi, bir takım soyut,
kuramsal çıkarımlarla uğraşmak değil.
Din, yaşanan bir olay olunca, onun dünyanın
gidişatına müdahale etmesi kendiliğinden meydana gelen bir sonuç oluyor. Dinin
buyruklarını yerine getiren, yasakladığı şeylerden sakınan insanların meydana
getirdiği toplulukta, hayata, dünyanın gidişatına kendiliğinden müdahale
edilmiş oluyor. Dünyanın gidişatına müdahale edebilmek için bu kadarı yetiyorsa
mesele yoktur; yetmiyorsa, o takdirde bu buyrukları daha da etken bir
pozisyonda vazetmek gerekiyor. Yani felsefe ile bir tavır farklılaşması söz
konusu: Kuyruk altına üşüşmüş sinekler üzerine "sinekler olmasaydı"
diye düşünce geliştirmek felsefenin işiyken, harekete geçip sinekleri kovmak
dinin işlevi oluyor.
İSLAM VE BİLİM
İslâm, kuramsal ve zihinsel bir olay değildir,
bilâkis fiilî ve amelî bir dindir. İlk Müslümanlar herhangi bir nazarî, fikrî
tecesüslerini tatmin etmek veya bir takım maddî ihtiyaçlarını gidermek için, bu
dine girmemişlerdir.
Bu bakımdan günümüz Müslümanları ile Asr-ı
Saadet Müslümanları arasında farklar vardır. Bu farklılığı, sırf sahabilerin
Müslümanlar arasındaki bilinen müstesna mevkilerini ifade etmek için söylemek
istemiyoruz. Fakat bunun dışında, zihinlerimizin çeşitli fikirlerin tesiriyle
bulandırılmış bulunması, günümüz Müslümanlarının İslâm'a bazı entellektüel heveslerinin
tatmini için de yaklaşma temayüllerini kamçılamaktadır: bu bakımdan günümüzde,
İslâm'a yaklaşırken bir takım fikrî temayüllerinin ve heveslerinin tatminini
arayanların sayısı az değildir. Bilim yaftası altında sunulan birtakım modern
"dogmalar"a İslâm'ın verdiği yahut verebileceği cevapları araştırmak
ve bu cevapları başkalarına anlatabilmek bazı Müslümanların kaygıları arasında
sayılabilir.
Bizzat kendisi bir "dogma" haline
getirilmiş olan bilim karşısında İslâm'ın ne dediği bu Müslümanları yakından
ilgilendirmektedir. İslâm'ın bilimi reddetmediğini, bilâkis teşvik ettiğini
söylemek çoğumuzun hoşuna gidiyor. Oysa İslâm'ın reddetmediği bilimin ne
olduğu, mahiyeti hususunda sanırım az kimse kafa yormaktadır. İslâm'ın
reddetmediği bilim bugün Batı âleminde geliştirilmiş olan bilim ve bu bilime
temel hazırlayan belli bir zihniyet midir, yoksa bundan tamamen farklı olan bir
"bilim" ve telakki tarzı mıdır? Batı âleminde bugün bilim diye anılan
hadisenin kökenindeki telâkki tarzının dine muhalif bir zihniyeti yansıttığını,
bugün çoğumuz hemen hemen unutmuş görünüyoruz. Gerçi denilebilir ki, Avrupa'da
"bilimsel zihniyetin" öncülüğünü yapanlar, Hıristiyanlık gibi
bâtılların bulaştığı bir din ile karşı karşıya idiler. İslâm'sa, o zaman olduğu
gibi şimdi de, bu tür bâtılların karışmadığı, saffetini muhafaza eden bir din
olarak kalmıştır. Binaenaleyh mevcut "bilimsel zihniyet"
Hıristiyanlığa muhalefet ruhundan neşet etmiş olsa bile bu durum İslâm'ı ilzam
etmez, denebilir. Böyle bir görüş doğru sayılsa bile, Batı âleminde bilim
denilen olay, nihayet kendine mahsus saydığı bir sahayı dinden ayırmak gibi bir
noktaya gelip dayanmıştır. Bilimsel zihniyetin içinde sayılan böyle bir telâkki
tarzı bile İslâm'a aykırı ve karşı değil mi?
Şuraya varmak istiyoruz: günümüz
Müslümanlarının Batı âleminde üretilmiş bilim de dahil hiç bir dogmayı hesaba
katmadan İslâmî esaslara uygun bir hayatı yaşamayı göze almaları gerekiyor.
İslâm'ın bilim telakkisinin de böyle bir yaşama ortamında gelişmesi
beklenebilir. Eğer Batı ile hesaplaşılmak isteniyorsa, bu hesaplaşma ancak
fiilî bir ortam teessüs ettirildiğinde mümkün kılınabilir. Aslında bugünkü Batı
da, fikrî değil, fiilî gücüyle kendisini dinletebilmektedir.
İSLÂM VE MİSTİK YAŞANTI
Hemen belirtelim ki, İslâmî yaşayış
Batılılıların deyimine göre söylersek "mistik bir tecrübe" değildir.
İslâmî yaşayış, kuralları, Kur'an ve Sünnet'le öngörülmüş
"fizik","maddî", elle tutulur, gözle görülür bir olaydır.
Hıristiyan batı dünyasında dinî yaşayış ile
mistisizm birbirine çokça karıştırılmış ve bunlar üzerinde ardı arkası
kesilmeyen tartışmalar yapılmıştır. Konu böylece bir yanı ile de din ile bilim
arasındaki tartışmalara yol vermiştir. Bilim adamları muharref İncil'de veya
Tevrat'ta söylenenlerin yahut "din adamlarının" iddia ettiği şeylerin
aksini belgeleyecek bir buluşla ortaya çıktığı her seferinde, bu, bilimin dine
karşı üstünlüğü ve dinin yetersizliği gibi algılanmış ve her yeni buluş bilimin
zaferine bir tescil diye telakki edilmiştir. İslâm dünyasında ise bilim ile din
arasında, Batı'da görüldüğü biçimiyle bir çatışma vuku bulmamıştır. Bulması da
zaten muhal olurdu. Ne var ki İslâm dünyası, Batı ile "son
karşılaşmasında" bu nitelikte tartışmaların da şahidi olmuştur. Batı'yı
İslâm'a aktarmak isteyenler, İslâm dünyasına bu tartışmaları da getirmişlerdir.
Hıristiyan Batı dünyasında farklı bir düzlemde geliştirilen bu tür
tartışmaların mahiyeti yeterince kavranılmadığından, din ile bilim, daha
açıkçası Hıristiyanlık ile bilim arasındaki tartışmalar İslâm ile bilim
arasında da vaki imiş gibi algılanmıştır. İslâm dünyasında, halen bu
yanlışlığın doğru olduğunu sananların sayısı az değildir.
Batılı deyimlendirmenin "mistik
yaşantı" dediği şeyle İslâmî yaşantı arasında uzaktan yakından bir ilgi
yoktur. Müslüman için öngörülen hayat tarzı Kur'ân'da ve Sünnette belirlenmiş
ve Müslümanların yaşantıları ile örneklendirilmiştir.
Bir kimsenin eşya ve tabiat üzerinde veya
diğer canlılar üzerinde yahut kendi şahsında birtakım olağanüstü tasarruflara
sahip olması ve meselâ akan suları durdurması veya bir çuvaldızın üzerinde
oturabilmesi gibi maharetler göstermesi kabilinden olan şeylere Batılılar
"mistik yaşantı" diye bakıyorlar. Oysa İslâm'da Müslümanca yaşayış,
bir çuvaldızın üzerinde oturmayı sınamak için gerçekleştirilmez. Üstelik
bunları yapabilmek için insanın Müslüman olması da gerekmez, yoga yapanlar bu
alanda az marifet göstermiyorlar!
Bir İslâm büyüğünün dediği gibi, "Bir
insanın amelleri şeriata uygun değilse, onu uçarken bile görseniz itibar
etmeyiniz."
İslâm'da marifetlerin en üstünü, ihlas ve takva
ile hayatını sünnet'e uyarlayabilmektedir. Böyle yapmaya gayret eden Müslümansa
hayatında bunun dışında bir beklentiye yer vermez olur.
İSLÂM VE RİYAZET
İslâm'da Hıristiyanlıktaki anlamıyla
"formel" bir riyazet usulü de yoktur. Bildiğimiz kadarıyla, Hıristiyanlıkta
riyazet yapanlar yalnızca ruhban denilen din adamı "sınıfı"dır.
Bunların katlandıkları riyazet de, çoğu kez, helallerin haram kılınması
biçiminde tezahür etmektedir. Meselâ, belli bir mezhep salikleri kendilerini
ölünceye kadar evlenmekten menediyorlar. Bazı dünyevî ilişkilerden bütünüyle
koparak nefse hakim olmak adına, nefslerine zulm edebiliyorlar.
Oysa genel anlamıyla riyazet İslâmî yaşayışta,
ne bir sınıf insanın tekelindedir, ne de helâli haram kılma biçimindedir.
Denebilirse, İslâm'daki riyazet, sünnet üzere
yaşayan bir Müslümanın doğal yaşantısıdır.
Nefsin heveslerine değil, fakat sünnetin
icabına göre yaşayan bir Müslüman belki sürekli bir riyazet üzere bulunur.
Böylece, asıl maksadı nefs hakimiyetinin, nefs
kontrolünün eğitimini gerçekleştirmek olan riyazet Hıristiyanî usülde nefs
emniyetine yol açarken, İslâm'da asal hedefine ulaşmaktadır. Çünkü Hıristiyanî
riyazette, riyazete teşebbüs eden kimse, yaptığı riyazeti kendi nefsinden
yapmakta, sonuçta da, nefs kırılmamakta, belki kibre düşmektedir. Üstelik
riyazet yapan, bu işin sonunda mutlaka somut bir şeyler beklemektedir. Bütün
bunlar, nefsin büsbütün azmasına, gururlanmasına sebep olmaktadır.
Oysa sünnete riayetle yaşayan bir Müslüman,
böyle yaparken herhangi bir beklenti içinde bulunmuyor. Sırf sünnet olduğu için
böyle yapıyor. Hatta çoğu kez sürdürdüğü hayatın riyazet hali olduğunun bile
farkına varmadan riyazete riayet ediyor.
Kendini büsbütün yemeden içmeden keserek
yaşayan bir Hıristiyan keşişin sürdürdüğü riyazetin, İslâmî riyazete göre daha
meşakkatli olduğunu ileri sürenlere, açlığa katlanmak mı zordur, yoksa açken
büsbütün doymadan sofradan kalkabilmek mi, sorusunu yöneltmeli. Sünnet üzere
yaşayan Müslümanların hayatları boyunca tıka basa doyarak sofradan
kalkmadıkları düşünülürse, buradaki riyazetin sıkılığı daha iyi anlaşılabilir.
Yeter ki, tıka basa doymayı reddeden kimse tababet böyle emrediyor diye değil
de, rabıta kastıyla, yani sünnet böyle olduğu için böyle yaptığının bilincinde
olsun.
İSLAM VE RUHÇULUK/MADDECİLİK
Materyalizmi reddetmek, spiritüalizmden yana
çıkmak insanı zorunlu olarak din vâkıasına götürür mü?
Batı zihniyetinin kabul ettiği anlayışa göre
böyle bir soruya evet diye cevap vermek mümkündür. Nitekim geniş anlamıyla
spiritüalizmden yana çıkan düşünürler, özellikle Hıristiyanlık'tan sonra,
Tanrının varlığını ispat etme kaygısıyla, spiritüalistik bir mülahaza tarzını
benimsemeyi âdet edinmişlerdir.
Materyalizm ve spiritüalizm (maddecilik ve
ruhçuluk), belirli birer algılama tarzı olarak Hıristiyanlıktan önce de
mevcuttu.Ne var ki, Hıristiyanlıktan sonra sipiritüalizm dinî verilerin
doğruluğunu, gerçek olduğunu kanıtlamak için yöntem olarak kullanılmıştır.
Aslına bakılırsa, ilk spiritüalist düşünürler
(filozoflar), ilk sebep (yani başka bir sebebin neticesi olmaksızın
kendiliğinden mevcut olan sebep) araştırmalarında ulaştıkları spirit (ruh)
düşüncesini maddî bir vâkıa olarak ele almışlardır. Ruhu, maddi olanın dışında,
bağımsız ve tek güç (kudret) olarak onaylayan ilk ruhçu (spiritüalist,
idealist) düşünür Eflatun olmuştur. Aslında meselenin kökenine inildiğinde
materyalistlerle spiritüalistlerin ruha yaklaşmaları arasında sanıldığı gibi
bir farklılaşma yoktur. O kadar ki, maddecilik olsun, ruhçuluk olsun, hâlâ
aralarında sergiledikleri sayısız fraksiyonlarına bakılmaksızın, birer temel
eğilim olarak gözlendiğinde, ruhçulukta veya maddecilikte birleştirilebilirler.
Materyalizmin ilk sebep araştırmaları
esnasında "ruh" olgusundan yola çıktığını göz ardı etmeden hadiseye
bakmayı başarabilirsek, onun da ruhçu olduğunu söylememiz kolaylaşacaktır. Keza
ruhu maddi bir fenomen olarak algılayan ilk düşünürlerin, "ilk sebep"
araştırmaları esnasında ona atfettikleri maddi niteliği unutmazsak, bu kez
bugün ruhçu veya idealist diye bilinen düşünürlerin de temelde materyalist olduklarını
söylememiz imkân dahiline girer.
Burada hatırlamamız gereken husus, az önce de
değindiğimiz gibi, Hıristiyanlıktan sonraki düşünürlerin, dinî düşüncelerini
temellendirmek üzere ruhçu veya idealist adı verilen filozofların (Platon,
Aristoteles) ilk sebep araştırmaları sırasında yaptıkları spekülasyonlardan bir
yöntem olarak yararlanmış olmalarıdır.
Düşünce tarihinde, başlangıçta, idealizm veya
materyalizm aynı kaynaktan (din, vahiy) kökenlenmiş olmasına rağmen, Grek
düşüncesinde bu telakki tarzı profan bir nitelik kazanmış ve fakat Hıristiyan
düşüncesinde söz konusu telakki tarzından bu kez dinî amaçlarla yeniden
istifade edilmeye çalışılmıştır. Bu sürece İslâm filozofu diye bilinen
düşünürlerin katkısı da unutulmamalıdır.
Halihazırda materyalizmin ve spiritüalizmin,
aynı gövdeden uzanan, aynı köke bağlı iki dal olduğu hemen hemen unutulmuştur.
Böylece spiritüalizimin ya da idealizmin dindarlara mahsus bir düşünce tarzı
olduğu kanısı yerleşmiştir.
Oysa şimdiki profan kesitiyle ruhçuluktan
hareket ederek dinî düşünceye ulaşılmaz. Genel olarak ruhçu diye bilinen
düşünürlerin hiçbiri de söz konusu spekülasyonlardan kalkarak din düşüncesine
ulaşmış değildir. Onlar, zaten taşıdıkları dinî kanaatlerini bu yoldan
temellendirmeye ya da pekiştirmeye teşebbüs etmişlerdir (ediyorlar).
Müslümanların her ne için olursa olsun,
İslâm-dışı yöntemlere başvurmaları esasen abes karşılanmalıdır. Çünkü mesele
şimdiki kesitiyle ruhçuluk-maddecilik konusundaki tercihte odaklanmıyor. Mesele
nübüvvet hakikatinin kavranabilmesi noktasında ortaya çıkıyor.
İSLAM VE GELENEKÇİLİK
Müslüman, Batılı anlamda gelenekçi değildir.
Onun gelenekçiliğini, Batı ölçülerine vurarak değerlendiremeyiz. Batı anlamında
gelenekçilik sosyolojik olarak, var olan değerlerin korunması, savunulması anlamına
gelir. Başka deyişle, Batıda gelenekçilik, varolan statüyü korumak biçiminde
anlaşılmaktadır. Bunda da, rahatını bozmama içgüdüsü gizlidir. Kişi varolan
statüsü bozulunca, yeni alışkanlıklar edinmek zorunda kalacaktır. Batıdaki
gelenekçiler işte bunu göze alamadıkları için gelenekçi olmaktadır. Batı
anlayışında, biraz da bu yüzden gelenekçilik küçük görülür, horlanır. Çünkü bu
anlamda gelenekçilik daima yeni atılımların karşısına çıkmıştır; bir bakıma
"ilerlemeyi" önleyen bir zihniyetin simgesi olarak belirmiştir.
İslâmdaysa bu anlamda bir gelenekçiliğin yeri
yok. Müslüman, bid'at haline gelmiş geleneklerin bekçiliğini yapmaz. Bu anlamda
gelenekçi değildir. Onun amacı, varolan statüyü korumak değildir, tam tersine
bu statüyü değiştirmeye çalışır Müslüman. Batının "statüko"culuğuna
karşı, İslâm'da "status quo ante" (statükoant) vardır. Yani Batı
gelenekçiliğinde en son durumu tutmaya, saklamaya yönelik bir çaba söz konusu
iken, İslâm'da Müslümanların tek hedefi olarak yalnız ve ancak Asrı-ı Saadet,
yaşanmaya değer bir zaman kesiti olarak belirir. Bunun dışında var olan statüyü
koruma çabasına düşülmez. Fakat böyledir diye onu, gene de Batı'nın
gelenekçiliğiyle karıştırmamak gerekir. Asr-ı Saadeti isteme, ona özenme, o
zamanın Müslümanları gibi yaşama dileği gerçekte bir ruh atılımını gerektirir.
Dinamik bir olgudur bu. Bu nedenledir ki, Batılı anlamda gelenekçilik basit bir
hassasiyetin ifadesiyken, İslâm'da Asr-ı Saadeti yeniden yaşama dileği, çabası
dinamik bir süreçtir. Bu hassasiyeti, Batı'nın burjuva asabiyeti ile
karıştırmamak gerekiyor.
Batı'da gelenekçilik basit bir psikolojiden
doğar. Varolan düzenin değişmesinden rahatının kaçacağını düşünen, yeni
alışkanlıklar edinmeye hayır diyen kişinin psikolojisidir bu. Onun için de
sulugözlüdür. Sulugözlü olmaksa bu tür gelenekçilerin zaman boyunca yenilmesini
önlememiştir. Bu gelenekçiler, bir bakıma, mevcut hatıralarının ellerinden
alınacağından ürkmektedir. Oysa Müslüman için, mevcut hayat tarzı her zaman
Müslümanca bir yaşamayı gerçekleştiremiyeceği, belki çoğu kez tersine
İslâm-dışı bir yaşamayı öngördüğü için Müslümanlarca reddedilir. Müslüman, bu
reddedişinde, Batılı gelenekçi gibi miskin bir "hatıra zevki"nin
elinden alınacağından ürkmez. Kendisinde alışkanlık halini almış bu miskin
bidatları kovar, onlara karşı savaşır. Çünkü, hatıra, kendisine miskin bir zevk
veriyorsa, o zevki üstünden atmak bir savaşı gerektirir.
Bu anlamda bakınca, Müslüman için, kültür de,
gelenek olarak değil, Müslümanın hayatının asgari ihtiyaçlarını karşılayan bir
yaşama tarzı olarak belirir. Müslüman, kendi kültürüne soyut olarak ondan
hoşlandığı, ondan zevk aldığı için değil, kendi hayatı ancak kendi kültürüyle
gerçekleşebileceği için bağlıdır. Bu yüzden, bir Batılı burjuvanın değer
anlayışı, kültüre bakış tarzı, Müslümanın kültürden anladığı kavramdan
farklıdır. Batılı, her ne pahasına olursa olsun, kendi kültürünün korunmasını
ister. Müslümansa, her ne pahasına olursa değil, gerektiği ölçüde kendi geçmiş
kültürünü sahiplenir, gerektiği yerde de bu kültürü reddetmekte tereddüt etmez.
Çünkü onun asıl amacı, geçmiş başarılarına yaslanmakta değil, Müslümanca bir
hayatın sürdürülmesinde odaklaşır. Böyle bir hayatı sürdürmeye yararayan kültür
makbuldür onun için, yoksa atalarının bu kültürü yaşamış olmaları değil.
Ataları yaşamış da olsa, Müslüman o yaşayışın yanlışlığını duyumsuyorsa, o
kültürü reddetmekten çekinmez. Çünkü o, sadece kendisine yüklenen emanetin
bilinci üzerinde bulunmak ister.
İSLAM VE AKILCILIK
İslâm hakkında İslâm-dışı dünyanın kullanmaya
başladığı akılcı, insancı, hoşgörülü, bilimci, çağdaş gibi sıfatlamalardan hiç
birinin İslâm'la uzaktan yakından bir ilgisi bulunmadığını altını çizerek
tekrarlamak istiyoruz.
İlkin yukarda gelişi güzel sıraladığımız
sıfatlardan hiç birinin Batılıların kullandığı anlamla İslâmî anlamlarının
ortak olmadığını belirtelim. Kelimeler aynı olsa bile, Batı'nın ve İslâm'ın bu
kelimelere yüklediği anlamlar arasında mahiyet farkları vardır. Bu farklar
öğrenilirse, o zaman belki Batılılar da (tabii aynı zamanda modernleşmiş yani
Batılılaşmış Müslümanlar) İslâm'a kolay kolay bu sıfatları yakıştıramayacaklar,
ona bu sıfatlarla yaklaşmaktan kaçınacaklardır.
Bu bağlamda "akılcılık"
(rasyonalizm) kavramını alalım. Bu kavram'ın İslâm'a aykırılığını görebilmek
için, kelimenin felsefedeki anlamına bakmalı. Bilgi teorisinde akılcılık
bilgimizin kaynağının insan aklı olduğu tezini ileri sürer. Akılcılığa verilen
anlamlar kendi içinde farklılık göstermiş olsa ve akılcılığı izah tarzları
farklı bulunsa bile, bunların ortak yanı bilginin kaynağının beşerî bir vasıf
taşıması noktasında birleşir. Duyumcular, sezgiciler, doğuştancılar ve
akılcıların tümü ortak akılcılık paydası altında mütalaa edilir.
İslâm'ın bu anlamda akılcı olmadığını söylemek
onun gayri aklî (irrasyonel) görüşü öngördüğü anlamına gelmez. Gayri aklîlik
insanın bilme gücünü reddeder; insanı bilinçli bir varlık olarak ele almaz, onu
bilinçdışı etkenlerle hareket eden bir varlık gibi göstermeye çalışır.
İslâm, aklı, insanın bilme gücünü reddetmez,
fakat değindiğimiz felsefî anlamıyla da ne akılcıdır, ne de akıldışı
yanlısıdır. İslâm, bilginin kaynağını "Vahy"e dayandırır.
İnsan aklı vahiyle bildirilmiş bilgiyi idrak
edecek bir güçte, yetenekte ve niteliktedir. Ne var ki, bilginin kaynağı insan
aklı değildir, yani bilgi insan aklının bir icadı veya keşfi olmadığı gibi,
onda doğuştan var olan bir şey de değildir. Akıl, vahiyle bildirilenleri kabul
ve idrak eder; fakat kabul ve idrak ettiği şeyler kendisi tarafından
yaratılmamıştır.
Bu bakımdan aklın yerini ve fonksiyonunu dile
getirmek sadedinde şu hadis-i şerif dikkate değer. Meâlen: "İslâm'da aklı
aşan şeyler vardır, fakat akla aykırı bir şey yoktur."
İSLAM VE İNSAN
Batının düşünce yapısı içinde yer alan çeşitli
kavramların Müslümanca düşünce yapısına "benzerlik" gösterebildiğini
belirtmiştik. Bunun tersi de doğrudur; Müslümanca düşünce tarzının içinde yer
alan bazı kavramlar da Batı düşünce yapısı içindeki kimi kavramlara
"benzemektedir".
Ancak dış görünüşteki benzerliklere bakarak
her iki düşünce yapısı içinde yer alan kimi kavramların aynı kaynaktan
fışkırdığını kabul etsek bile, bunların aynı düşünceyi ve aynı anlayışı ifade
ettiğini sanmak yanlış olur. Bunun bir örneğini Seyyid Hüseyin Nasr veriyordu:
19. yy.'da evrimciliğin bir aşaması olan "üstün insan" anlayışı
öylesine yaygınlık kazanmıştı ki, buna bilimsel bir olgu diye bakılıyordu.
Pakistanlı şair İkbal, buna bakarak İslâm'da da "üstün insan"
anlayışının yeri olduğunu, İslâm'daki "İnsan-ı kâmil" tanımının
Batının üstün insan anlayışının karşılığı olduğunu söyleyebilmiştir.
Bu anlayış, Müslümanların kafasında halen bile
öylesine kökleşmiştir ki, Batı'nın kavramlarına İslâm'dan bir karşılık arama,
görünüşteki benzerliklere bakarak bu kavramları birbirinin eşiti ya da dengi
tutma eğilimi, entellektüel Müslümanların (bu deyimi olumlu bir anlamda kullanmıyoruz)
neredeyse başlıca çabası sayılabilir.
Kimi zaman, kimi Müslümanlar arasında şuna
benzer konuşmaların geçtiğine tanık oluyoruz. Deniyor ki, sözgelimi, eğer
Müslüman olarak biz tembelleşmese idik, bugün televizyonu biz icat eder, aya
biz gidebilirdik. Acaba?
Televizyonun icadı ya da aya gitme, bizim
tembelliğimizden kaynaklanan bir ihmalimizin sonucu olarak mı
gerçekleştirilemedi, yoksa iki ayrı dünyanın kafa yapısından kaynaklanan çok
daha farklı bir sebebin eseri olarak mı ortaya çıkmadı? Aya gidememenin ya da
televizyonu ve benzeri âletleri icad edememenin; onları aşağılık duygusuna
sürüklediği ve onları bir eksikliğin altında ezilmeye sevkettiği muhakkak.
Aslında, Batı uygarlığına özgü kavramların, Müslümanca düşünüş tarzı içinde yer
aldığı iddiasını da bu kesimde yer alan Müslümanlar ileri sürüyor.
Batıda, antropocentrism (insanmerkezcilik,
libeşeriye) diye anılan bir anlayış var. Bu anlayışa göre, insan evrenin
merkezi sayılıyor ve öteki bütün yaratıkların insanın faydalanması için
yaratıldığı ileri sürülüyor. Bu anlayış, İslâm'daki her şeyin insan için, onun
yararlanması için yaratıldığı yolundaki ifadeye benzemektedir. Ne var ki,
İslâm'daki anlayış, insanın tabiatı boyunduruk altına almasına, onu istediği
gibi sömürmesine, onu tahrib etmesine müsaade etmemektedir. Her şeyin insan
için yaratılmış olduğu anlayışı, İslâm'da tabiatın himayesine, insanın tabiatla
ahenkli bir ortamda yaşamasına yol açarken; Batıda, hemen hemen aynı
kelimelerle dile getirilen bu anlayış, ilkin faydacılığa (J.S. Mill), sonra
pragmacılığa (W. James) ve giderek tabiatın tahribini sonuçlandıran günümüzün
teknolojisi ile ilgili genel bir dünya görüşünün gündelik hayatta yaşanmasına
yol açmıştır.
"Ben-merkezli" insan anlayışı ile
insanı "eşref-i mahlûkat" olarak görme aynı şey değildir. Her iki
anlayışta da, insan belki yaratıkların en şereflisi olarak kabul edilmektedir.
Fakat İslâm'da eşref-i mahlûkat olan insan, şerefli olanlara mahsus kayıtlarla
sınırlanmışken, antropocentrism'de de eşref-i mahlûkat diye anılan insan bütün
kayıtlardan boşaltılmıştır. Bu insan için, son tahlilde, yararlanabilmesi için
tabiat üzerinde her türlü tasarrufta bulunmak mübah sayılmaktadır.
Kavram karıştırmaları yüzünden Müslümanların
kafasında meydana gelen teşevvüş (karışıklık), bazı Müslümanların Batı
teknolojisinin üretimlerinin gözlerde büyütülmesine yol açmıştır. Bunların
önemsenecek şeyler olmadığının anlaşıldığı gün, Müslümanların hayatında yeni
bir safha başlayacak...
[
] Ada Yayınları, Çev. O. Duru-F. Edgü. Bütün Batılıların, özelde de
Amerikalıların hepsinin tımarhanelik olduğunu söylemek, kuşkusuz akla aykırı
olur. Fakat yirmibeşbin tımarhanenin sayıldığı bir ülkede, tımarhanelerin
dışında kalanların tımarhaneleri ulusal kaynakları arasında anmaları da anlamlı
olsa gerek.
[
] "Ey Kitap ehli (hıristiyan ve yahudiler) yapmadığınız şeyleri niçin
söylüyorsunuz? Sakınmadığınız şeyden niçin sakındırıyorsunuz? Yemediğiniz şeyi
niçin topluyorsunuz? Acaba sizde ölüme karşı bir teminat mı var?" (Kırk
Kudsî Hadis: A. Fikri Yavuz, s. 53).
[
] Bu kitapta yer alan yazılar 70'li yılların sonunda, 80'li yılların başında
kaleme alınmıştır (Editör).
[
] Yeni Devir, 3.4. 1983, s:1.
[
] Bu kitabın ilk baskısı 1985 yılında yapılmış olmakla birlikte, yazının
kendisi 70'li yıllarda yayınlanmıştır (Editör).
[
] Çağımızın Gerçekleri, s. 56, İst. 1973.
[
] Muhammed Ebû Zehra, Ebu Hanife, Çev: O. Keskioğlu, s. 365'deki dipnotu, 5.
baskı.
[
] Burada bir yanlış anlamayı önlemek için felsefe ile ilgili bir düşüncenin
açıklanması ihtiyacını hissediyorum. Bu kitapta yer yer "felsefe"ye
atıfta bulunulmuştur. Ele aldığımız bağlam içinde "felsefe" derken bu
kelime ile geleneksel olarak Thales'le başlatılan ve belli başlı simalar olarak
Herakleitos, Zenon, Sokrates, Platon, Aristoteles'le devam eden profan
nitelikli Grek düşünce zincirini ve onun uzantısı saydığım Batı Avrupa
felsefesini aklımda tuttum. Her ne kadar bu felsefe kendi içinde yer yer ve
zaman zaman metafizik (hatta mistik) yönsemeleri içeriyor olsa bile, asal
kökeninden bağıntısını kopartmış olan bu düşünce tarzına profan nitelemesini
yüklemekte sakınca görmüyorum. Çünkü bu düşünme tarzı, ilâhî kökenden
kaynaklandığının farkında bile olmaksızın, referansını bizzat kendine (kendi
logos'una) yöneltmiştir. Felsefenin asal kökeni olarak gördüğüm nokta tevhîd
akîdesidir. Şimdi değindiğim Grek felsefesinden başlayarak günümüze kadar süren
Batı Felsefesi geleneği ise, tevhîd akîdesine düşülmüş isabetli veya isabetsiz
dipnotlarından ibarettir; bunun böyle olduğunun farkına varılmamış bile olsa..
"Allah'tan başka ilah yoktur" veya "Ben, Ben olanım" veya
"Ben O'yum" veya "Her şey O'dur" veya "Her şey O'nun
tecellisidir" veya "Her şey O'ndan bir tecellidir" biçiminde
ifade edilebilecek vahiy kaynaklı (veya vahiy esinli) cümleler, insan
düşüncesine ve dolayısıyla felsefeye ve bilimsel düşünceye temel oluşturmuştur.
Felsefe tarihi boyunca ortaya çıkmış olan "en" materyalistik düşünce
biçimleri bile, bizce, şimdi ifade edilen cümlelerin bir yorumu ve tevhîd
akîdesine muhalefet gösteren bir dipnotudur. Böylece bütün bir felsefece
düşünme zincirini tevhîd akîdesine mutabık veya muarız kalarak ona düşülmüş
dipnotlarından ibaret görmek mümkündür sanıyorum. Her şeyin O olduğu yolundaki
telakkiyi kimileri eşyanın neliğini okumak için, kimileri "kendi
ben"ini okumak için, kimileri de bizzat O'nu okumak için esas kabul
etmiştir. Genellemenin sakıncasını göze alarak ifade edersek, birinci
yönsemeden materyalist (veya obje'ye ilişkin), ikincisinden, idealist (veya
süje'ye ilişkin), üçüncü yönsemeden de teolojik (veya O'na ilişkin) düşünce
biçimi neşet etmiştir, diyebiliriz. Fakat bu düşünce biçimlerinin geleneksel
olarak ve halen günümüzde kendi asal kökeniyle (vahiyle) bağlantısı
kalmamıştır, dahası kendi kökeniyle bağlantısını kopartmış olduğunun farkında
da değildir ve sonuçta felsefece düşünme biçimi profan hale dönüşmüş
bulunmaktadır. Bu bağlamda mistik yönsemeleri bile profan (kutsal içeriğinden
boşaltılmış) olarak kabul etmek gerekmektedir. Greklere mahsus profan düşünce
tarzından, bilahere Hıristiyan düşünürlerin, bu kez, dinî bir niyetle
istifadeye girişmesi de ilgi çekici bir olaydır: böylece, söz konusu düşünme
biçimi (diyalektik düşünme tarzı) asal kökeniyle irtibatlandırılmaya girişilmiş
sayılabilir. Bu sürece, İslâm filozofu diye anılan düşünürlerin katkısı da
unutulmamalıdır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar