Print Friendly and PDF

ENVÂRU'L ÂŞIKÎN Âşıkların Nurları

Bunlarada Bakarsınız






 

Tercüman

1001 TEMEL ESER

48

AHMED BİCAN


1. cilt

Tercüman gazetesinde hazırlanan bu eser Kervan Kitapçılık A. Ş. ofset tesislerinde basılmıştır

I.  G İ R İ Ş

KİTABI SUNARKEN

Tarihin en mes’ûd hadisesi, Milâdın sekizinci as­rında meydana geldi. Bu asırda, yüce fikirlere zihnen hazır, asil ve büyük bir millet, Türk milleti İslâm’ı ka- bûl etmişti.

Bundan sonra kan - îman birleşimi hâline gelen Türkler, onbirinci asırda, (1071) Malazgirt zaferi ile Ana­dolu kapılarını açmışlar ve büyük bir fetih hareketine girişmişlerdir. Ordunun bu fetih hareketini toplu göç­ler takip etmiş, Anadolu artık Türkün ebedî yurdu ol­muştur.

XIII. Asırda Anadoluda, çeşitli tarihî ve sosyal se­beplerin tesiri ile meydana gelen buhranlı hayat, zen­gin ve hareketli bir imân hayatının, Tasavvuf akımının doğmasını ve gelişmesini sağlamıştır. Tarikatlar kurul­muş, halk okulları olan tekke hayatı başlamıştır. Böy- lece Anadoluda, imân ve irfan hayatının mana mimar­ları olan büyük mutasavvıflar yetişmiştir. Bu imân in­sanları, büyük halk kitlelerine, sâde ve vecidli bir Türk­çe ile hitap etmişler, halk tasavvuf edebiyatını kurmuş­lar ve çok değerli halk ve imân eserleri ortaya koymuş­lardır.

10

Envâru’l—Âşıkîn, bu eserlerden biridir. Eser XV. asırda yazılmıştır. Müellifi Yazıcı - oğlu Ahmed Bican, bir ilim adamından çok, bir imân ve mana insanıdır. Vecidli bir derviş ve halk terbiyecisidir. Bu kitap, beş asırdan beri, Türk halkı arasında en çok okunan, hal­ka dini - ahlâkî terbiye ve kültür veren kitaplardan bi­ridir.

Envâru’l - Âşıkîn'in halkın ruh yapısına uygun bir karekteri vardır. Müellif, tekrarlar yaparak ve en ağır meseleleri basitleştirerek, modern bir öğretim metodu kullanmıştır. Kitabı okuyanlar, manen törpülenmekte ve din ve ahlâk disiplini altına girmekte, aynı zamanda büyük bir zevk duymaktadır.

Kitabın (1261, 1291) de İst. da, (1300) de Bulak’da, (1816) de Kazan da baskıları yapılmıştır.

Baskıya hazırladığımız nüsha ise, İst. Devlet Mat­baası (1267) baskısıdır.

İlk Türk harfleri ile baskısı, İst. Ülkü Kitap Yurdu tarafından, (1972) de tek cilt hâlinde yapılmıştır.

Bu baskıda, ayetlerdeki eksiklikler aynen alınmış, bu itibarla manalar da noksan kalmıştır. Ayetler ve ba­zı hadis metinleri, yeni harflerle ve yanlış yazılmıştır. Ayrıca bazı kısımlar, bilhassa Arapça metinler yâ aynen alınmış, ya da atlanmıştır. Bir kısım yerlerde yanlış okunmuştur. Ayet numaralarında da yanlışlar vardır. Bolca raslanan dizgi yanlışlıkları da kitaptaki hataları çoğaltmıştır. Bu yanlışlıklara, nüsha farkları da sebep olmuş olabilir. Bütün bunlarla beraber bir hizmettir.

11

Biz bu çalışmamızda, ayetlerin meâllerini, tefsir ve tercemelerden tam olarak naklettik. Ayetleri ve izaha muhtaç bazı hususları, dip notları ile tespit ettik. Kısa notlarla açıklanamayan noktaları, girişte ayrıca belirt­tik. Kitabın dili ve devrindeki dil hususiyetlerini koru­duk. Eserin çatısını bozmadan, bugünki halk kitlele­rinin anlayabileceği biçimde aktarmaya çalıştık. Anla­şılması imkânsız hâle gelen ifâdelerin, ilk şekliyle kal­masında isrâr etmedik.

Hatalarımız olmuştur sanırım. Hedefimiz, bu değer­li eseri, eski değeri ve alâkası ile, halka ve büyük mil­letimize maletmek ve yeni neslin manevî hayatına hiz­mettir. İnancımız budur ve mutluluğumuz da burada­dır.

Allahın rahmeti ve Rasûlünün şefaati Yazıcı - oğul­larının üzerine olsun.

Bu hizmete emeği geçen bizler de, Allahın rahmeti­ni ve Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem'ın şefaatini umarız.

Herşeyin en doğrusunu bilen yalnız Allahtır.

AHMET KAHRAMAN

İST. 1973

AHMED BÎCAN

1) HAYATI:

Müellifin hayatı hakkında kaynaklarda verilen bil­gi çok kısadır.

Sâlih yahut Salâhu’d-Dîn El-Kâtip adında bir za­tın oğludur. Büyük kardeşi Mehmed efendi gibi o da Yazıcı-zâde, Yazıcı-oğlu diye tanınmıştır.

Bunlara Yazıcıoğlu denmesinin sebebi, babalarının kâtip olmasından dolayıdır. Gelibolu’da doğmuş ve ge­ne Gelibolu’da (1454) veya (1455) tarihinde vefat etmiş­tir.

XV. Asır Türk müellif ve mutasavvıflarındandır. Muhammediye adlı meşhûr eserin sâhibi büyük kardeşi Mehmed efendi gibi Ahmed Bîcan da Bayrâmiye tari­katının kurucusu Hacı Bayram Velînin müridi idi.

Bayrâmiye, 15. Asır Türk mutasavvıf ve Şâiri Hacı Bayram Velî tarafından kurulmuş olan tarikatın adıdır. Bu tarikat, Halveti ve Nakşibendî tarikatlarının başka bir açıdan yorumlanması neticesinde doğmuştur.

Temel görüşü zikirdir. Zikir: Her yaratılmış eşya­da ilâhî varlığı görmek ve gönülde Allah nûrunun ışıl­daması için tutulan manevî bir yoldur.

Zikir, Açık ve Gizli olmak üzere ikiye ayrılır.

Hacı Bayram Velînin vefatından sonra, açık zikir

14

tarafını tutanlar, Akşemseddin tarafından kurulan «Şemsiye» tarikatına bağlanmışlar; gizli zikir taraflısı olanlar da Bursalı Ömer dede’nin kurduğu «Melâmiye» tarikatına bağlanmışlardır.

Daha sonraları bu iki koldan, başka kollar da doğ­muştur. Ancak, bu kolların Bayrâmiye ile aralarında pek büyük fark yoktur.

Bayrâmiye tarikatının gayesi, insanı dünyadaki sûflî alâkalardan alıkoymak, gönülde Allah nûrunun kandilini yakarak mü’mini yüce âleme yöneltmek sûreti ile kemâle erdirmek, tam olgunluk seviyesine çıkar­maktır.

Bu da Allahı çok anmak ve çile çekmekle elde edi­lir.

Bu itibarla kendini ibâdet ve riyâzat’a veren Ah- med Bîcan, çok zayıflamış ve adetâ cansız hale gelmiş­tir. Onu görenler cansız sanırlardı. Onun için Ahmed ef.’ye Bîcan (Cansız) takma adı verilmiştir.

Bu yaşayışından dolayı müellif, edebî faaliyetini tasavvufa hasretmiştir.

En büyük eseri tasavvufa ait olan «Envâru’l-Âşı- kîn» (Aşıkların Nurları) adlı tek cilt hâlindeki bu meş­hur kitabıdır.

2)         ESERLERİ:

a)         Envâru’l-Âşıkîn (Âşıkların Nurları),

b)         Acâibü'l-Mahlûkât (Acâib yaratıklar).

İlmi değeri olmamakla beraber güzeldir. Zaman ölçüle­ri içinde değerlendirmek gerekir.

Kazvini tarafından yazılmış arapça eserin özeti şek-, lindedir. Kozmoğrafya, gök bilgilerini ve garib yaratık-

15

ları tasvir etmektedir. İçinde zayıf ve şüpheli rivâyet- ler vardır.

c)          Dürr-i Meknûn (Dizilmiş İnci — Gizli İnci).

Eser, canlılarla cansızlar âleminin husûsiyetlerin- den, yaratıkların acâibliklerinden bahseder. Onsekiz bab (bölüm) üzerine tertib edilmiştir. Türkçedir. Bu eser­de de zayıf rivâyetler vardır.

d)          Müntehâ: Tasavvuf ve kelâm konuları işlen­miştir.

e)          Ravhul-Ervâh (Ruhların Rahatı).

Bu eser Kısas-ı Enbiyâ mâhiyetindedir.

f)           Ahmediye: Anadolu da, halk arasında en çok okunan kitaplardan biri olan bu eserin, Yazıcı-oğlu Ah- med Bîcan’a ait olduğu sanılmış, hattâ sonuna da öyle yazılmış olmasına rağmen, Kitabın Diyarbakırlı Şâir Ahmedî’nin olduğu kaynaklarca ileri sürülmüş bulun­maktadır.

Müellifimiz Ahmed Bîcan Efendinin (1453) tarihin­de İstanbul'un fethi sırasında sağ olduğu sanılmakta­dır. Ölüm tarihi de bunu ispat ediyor.

Kabri Gelibolu'da kardeşinin yanındadır.

Evliyâ Çelebinin Sofyada olduğuna dâir verdiği bil­gi yerinde görülmemiştir.

ENVÂRUL—ÂŞIKÎN KİTABININ TANITILMASI:

Envâru’l-Âşıkîn (Aşıkların Nurları) demektir. Bu, Allah âşıklarıdır. Büyük kardeşi Mehmed Efendinin arapça olarak yazdığı Megâribü'z-Zamân (Zaman Grub- ları) adlı eserin tercemesidir.

16

Ahmed Bîcan kitabın yazılma sebebinden bahseder­ken şöyle diyor:

Evvelâ, bu ulu kitabı ve güzel hitabı toplayıp terce- me edenin Yazıcı-oğlu Ahmed Bican olduğu bilinmelidir.

Benim bir kardeşim vardı. Alim, ârif, fâzıl, Tanrı taâla hazretlerinin has kulu, erenlerin ileri geleni ve ci- hânın kutbu Şeyh Hacı Bayram Velînin sırdaşı idi. Ben derviş Ahmed Bîcan her zaman ona derdim ki.

       «Ey gözlerimin nûru kardeşim! Dünyanın bekâsı ve rüzgârın vefâsı yoktur. Bir yâdigâr düz (bir kitap yaz) ki, bütün âlemlerde okunsun.»

Benim sözümle o da «Megâribû'z-Zaman» adlı bir kitap yazdı. Alemlerde zâhir-Bâtın (gizli-âşikâr) ne tür­lü tefsir ve tahkik (inceleme ve araştırma) varsa, Elhâ­sıl on iki ilmin sonuçlarını onda bir yere topladı. Ondan sonra bana şöyle dedi:

       «Ey Ahmed Bîcan! İşte ben senin sözünle bütün âlimlerin şeriat ve hakikatla ilgili bilgilerini bir yere top ladım. Şimdi sen de gel, Megâribûz-Zaman adlı bu kitabı Türk diline terceme et. Tâ ki bu bizim ilin insanları mana bilgilerinden ve ilmin nurlarından fayda görsün­ler."

Ben miskin de adı Envâru’l-Âşıkîn olan bu kitabı, onun mübarek sözü ile, Geliboluda tamamladım.

Ey İlâhî sırlara ermek isteyen kimse! Bu kitap, kudsî hadis, mukaddes vahiy ve esrâr ilminden ilâhî sırdır ve Nurlar âleminin nurundan Allahın nurudur.

Bütün kudsî hadisleri ve sözleri naklettim. Tev- rât’da, Zebur’da. İncil'de, Kur’an’da ne kadar ilâhî söz varsa; diğer peygamberlerin sâhifelerinde ne kadar Al­lah kelâmı mevcutsa, ilâhî âlemlere, Mahşer günü olan

17

Arasat’a, döneceğimiz yer olan Ahiret’e ve ebedî olan cennetlere varıncaya kadar, ne türlü beyan varsa hep­sini bu kitapta topladım.

Arab ve Acem, bunun benzeri kitabı düzmediler.

1         KİTABIN MUHTEVİYATI VE İLMİ YÖNÜ:

Envâru’l-Âşıkîn bir önsöz, kitabın yazılma sebebi, beş bâb ve bir hâtime (kitabın sonun) dan ibarettir.

Birinci Babda: Mevcûdâtın tertib ve nizâmından, yerlerin ve göklerin yaratılmasından, yerde ve gökte olan yaratılmış varlıklardan, bunların yaratılış şekille­rinden ve bu yaratılıştaki ilâhî sırlardan bahsedilmek­tedir.

İkinci Babda: Ademin yaratılışından, Ruh üfürme- den, insanlardan ilâhî söz almadan, peygamberlerin hayat hikâyelerinden, ilâhî kitaplardan ve bu kitapla­rın içindekilerden, Allahın Peygamberlere vahiylerin­den, vahyin sırlarından, peygamberlerin karşılaştıkları güçlüklerden, ibret verici hadiselerden, Rasûlûllahın örnek ahlâkından, Allahın kullarına öğütlerinden bahse­dilmektedir.

Üçüncü Babda: Allahın nûranî varlıkları olan me­leklerden, büyük meleklerin vazifelerinden, Ruhlardan, görünmeyen varlıklardan ve ruhların makamlarından bahsedilmektedir.

Dördüncü Babda: İnanış şekillerinden, farklı ina­nışlardan, ibâdetlerden, iyi ve kötü amelden, ilim ve cehâletten, mübarek gün ve gecelerden, duâ ve niyaz­dan, zikir ve tesbih’den, tövbe ve istiğfardan ölümden,

F: 2

18

kıyametden, Ahiret ve Mahşerden, Cennet ve Cehen­nemden, Dünyanın boşluğundan, hesaptan, şefaat'dan, Sırât ve mizandan, öbür âlemdeki Allahın hitapların­dan ve diğer garib hadiselerden bahsedilmektedir.

Beşinci Babda: Cennet nimetlerinden, Cehennem azaplarından, oradaki acâib ve garib hadiselerden, ilâhî makamlara erenlerin durumlarından ve Allahı görmek­ten bahsedilmektedir.

Kitabın sonunda ise, eserin nasıl yazıldığı, niçin yazıldığı ve nelerden meydana geldiği tekrar anlatıl­mıştır.

Kitab, müellifin Allaha münâcâtı, yakarışı ile son bulur.

Kitapta Kur’an ayetlerinden, Kudsî Hadislerden, Nebevî Hadislerden, Peygamberlere ait sözlerden, hikâ­yelerden, rivayetlerden, tefsirlerden, Kısas-ı Enbiyâdan, siyer kitaplarından, tarih kitaplarından bolca nakilde bulunulmuştur. Bu nakillerin sağlamlık derecelerini de­ğerlendirebilmek için, bunlar üzeride biraz durmak ge­rekmektedir.

a)          Tefsirler:

Kur’an tefsirleri üç bölüme ayrılır:

Rivayet tefsirleri. Dirayet tefsirleri. İşaret tefsirleri.

Rivayet tefsirleri eski rivayet ve nakillere dayanan açıklamalardır. Bunlarda sağlam nakiller bulunduğu gibi, zayıf nakiller ve bazı hurafeler de bulunmaktadır. Bu hurafelerin kaynağı, sonradan İslâm’a giren Yahudi ve Hıristiyanlardır. Bu meyanda Ka'bü’l-Ahbâr ile Vehb bin Münebbihi zikredebiliriz. Kitapda müellif, bu zatlardan bolca nakillerde bulunmuştur. Bu şahıs­lar, eski peygamberlerden duyduklarını nakletmişlerdir.

19

Kâinatın yaratılması, yer ve gökler, madenlerle ilgili na­killer, İsrâiliyyat zamanında hatırlarında kalan hikâye ve haberlerdir. Bagavî, İbni Kesîr, Vâhıdî.. gibi tefsir­ler bunlardandır.

Dirayet tefsirleri ilmî yönü tam olan ve her türlü nakil ve rivâyetleri süzgeçten geçiren, ilmî esaslara bağ­lı kalınarak yapılan açıklamalardır.

İşaret tefsirleri, mutasavvıfların manevî yöne ve keşfe dayanarak ileri sürdükleri açıklamalardır. Bu iti­barla bâtınî adı verilen gizli mana ve açıklamalar, gö­nül ehlince hoş görülmekte, ilim yönünden ise pek iyi karşılanmamaktadır. Ancak tasavvuf kitaplarında bu tip nakil ve açıklamalara çokça yer verilmiş bulunul­maktadır.

b)          Hadis ve Kudsî Hadis:

Kudsî Hadis, meşhur ve bilinen yönü ile, manası Allahtan, sözü peygamber efendimize ait olan hadisler­dir. Bu hadisler nakledilirken: «Allah buyurdu» ifâdesi kullanılır.

Nebevi Hadis; Peygamberimizin, söz, iş ve takrir olarak meydana gelen sünnetinin tespit şeklidir.

Hadis Usûlü adı verilen bir ilim, kendine has me­todu ile, peygamber efendimize isnâd edilen sözlerin doğru ve yanlış olanlarını ortaya koymuştur.

Eğer hadis diye söylenen bir söz:

Akla, ilme, Kur’an-a ve bilinenin aksine ise, dil ve mana hatası varsa şüphelidir.

Zira çeşitli gayelerle çok sayıda hadis uydurulmuş­tur. Hadis bilginleri, bütün hadisleri tarayarak, bunla­rı tek tek bulmuşlar ve müstakil eserlerle tespit etmiş­lerdir.

20

Hadis, ihtisas isteyen bir mesele olduğu için, bazı bilginler şüpheli ve zayıf rivayetleri eserlerine almışlar­dır. Hattâ uydurma sözler dahi, bir kısım din kitapla­rımıza girmiş bulunmaktadır. Bu hususta da gerekli tedbirler alınmış ve bunlar sonradan ortaya konmuş­tur.

İhyâ'u Ulûmiddin, Futûhu'ş-Şâm, Kısas-ı Enbiya (Sa’lebî), İbni Abbâs Tefsiri ... gibi kitaplarda menzû hadisler vardır.

Hz. Ali, Hz. Aişe için (Hümeyrâ) kelimesi kullanıla­rak nakledilen hadislerle, şehirler, günler, aylar ve Meh­di hakkındaki hadisler de zayıftır.

Bu hadisleri, bazı dindar ve derviş meşrep kimse­lerin, halkı ibâdete ısındırmak için uydurdukları da bi­linmektedir.

Nitekim Envâru'l-Aşıkîn'de bu hava vardır. Ayrı­ca Kısas-ı Enbiyadan, Begavî tefsirinden, İbni Abbâs tefsirinden, Mukâtil, Sûddi ve Kelbî gibi zatlardan hay­li nakilde bulunulmuştur.

Tevrat, Zebûr ve İncil’in artık Hak yönleri kalma­mıştır.

Kur’ana ve Peygamberimizin sünnetine uyan bu tip nakiller kabul edilebilir.

İşte kitabı bu ölçülere göre okumak, dinin, aklın ve ilmin yoludur. Hepsini doğru kabûl edip ona göre hü­küm vermek İslâm’a haksızlık olur. Ayrıca, kitabın gö­zettiği gaye de ortadan kalkacağından, kitaba ve müel­life de haksızlık edilmiş olur.

c)          Envâru’l-Aşıkînde yanlış anlaşılan noktalar:

Burada zikre değer en önemli nokta, dünya’nın öküz üzerinde durması ile ilgili açıklamadır. Müellif ese-

21

rinin birinci babında yeryüzü ile ilgili bölümde dünyanın başlangıçta rastgele hareket halinde iken, daha sonra bir öküz (Boğa) ile bir balığın üstünde, dengeli hâle geldi­ğini beyan etmektedir.

Bunu duyan ve bilen bazı kimseler, son gök bilimi karşısında, İslâm’a haksız ithamlarda bulunmuşlar ve bunu bildiğimiz hayvan olan öküz sanmışlardır. Dini küçümsemeleri de bu anlayıştan ileri gelmiştir. Müel­lifin açıklaması yanlış değil, doğrudur ve ilme de tıpa­tıp uymaktadır. Ancak, ifâdede bir kapalılık vardır. Ah- med Bîcan, bu bilgiyi eski tefsir ve rivâyetlerden nakl- etmiştir. Eski müfessirler bu hususu kapalı bırakmış­lardır. Böylece eserde yer almış bulunmaktadır.

Bu öküz, eskilerin Sevir diye isimlendirdikleri Boğa burcudur. Balık da bir burc’dur.

Burc’lar hakkında Kur’anda şu ayet ve açıklamala­rı okuyoruz:

—«Gökte burc’lar yaratan, onların içinde bir çerağ (güneş) ve nurlu bir ay barındıran (Allah)’ın şanı ne yü­cedir!» (Furkân sûresi, ayet: 61)

«And olsun burc’lara mâlik olan göğe» (Burûc sû­resi, ayet: 1.)

«Güneş de (ilâhi bir alâmettir ki) kendi karargâhın­da (yörüngesinde devamlı olarak seyr ve) cereyân et­mektedir...» (yâ-sin sûresi, ayet: 38.)

Göğün mâlik olduğu burçlar, sâbit duran on iki ta­kım yıldızıdır.

Güneşin karargâhı, burçlar bölgesindeki yörünge­sinden, hiç sapmamak üzere hareketini ifâde etmekte­dir.

Bilindiği gibi dünyamız güneş sistemine bağlı bir gezegendir. Kendi etrafında döndüğü gibi, güneşin et-

22

rafında da döner. Güneş bu devrini (365) günde tamam­lar. Bundan mevsimler meydana gelir. Güneş her ay on iki burcun birinde bulunur. Güneşin mevsime göre geç­tiği burc’lar şöyledir:

İlkbaharda: Koç, Boğa ve İkizler.

Yaz mevsiminde: Yengeç, Aslan ve Başak.

Sonbaharda: Terazi, Akrep ve Yay.

Kış mevsiminde: Oğlak, Kova ve Balık.

Meydan Larus C. , 2 S. 646)

Bunlardan Boğa, Başak ve Oğlak Arz ile (Dünya ile) ilgilidir. (Ö. N. Bilmen Tefsiri, C. 5. S. 2429).

Burç, lugatte: Yüksek yer, kuvvetli dayanak, kaleyi tutan istinad duvarı ve korunma yeri demektir.

Gök ilminde, boşluktaki on iki yüksek ve sabit nok­ta, on iki yıldız demektir.

İşte kitaptaki ifâde, güneşin Boğa ve Balık burcun­dan geçerken, dünyanın, karşılıklı çekim sistemi için­de, yörüngesinde bu sabit burc’lar sayesinde denge kur­duğunu anlatmak istemektedir ki, bu da bilinenlere ay­kırı değil uygundur.

d)          Diğer ifâde şekilleri:

Müellif eserinde, bazı şeylerin büyüklüğünü, uzun­luğunu veya şiddet ve dehşetini anlatmak için:

Bin yıllık yoldur, Dünyanın on mislidir, falan dağın beş mislidir, altmışbin şehir vardır, şu kadar bin kana­dı vardır...» gibi ifâdeleri kullanmıştır. Eser halk için düşünüldüğü için, saniye bulmak gayesile, halk muhay­yilesine göre; çok normal ve psikolojiktir. İlkel ve dağı­nık bir anlatış değildir.

23

Ayrıca: Nakledildiğine göre, bazıları derler ki, riva­yet edilmiştir ki...» gibi ifâdeler de bunlara bağlı olarak anlatılanların zayıf olduğunu gösterir.

2) Kitabın Dili ve Değeri:

Kitap 13. asırda yazılmıştır. İçindeki ayetler, bazı hadisler ve münâcât şeklindeki bazı cümleler hariç, saf ve temiz bir türkçe ile yazılmıştır. Devrin özelliği ola­rak yer alan bir kısım ifâde şekillerinin yanında, her za­man, Türkçe bilen herkes tarafından okunup anlaşıla­cak sadeliktedir. Beş asırdanberi Anadolunun en ücrâ köşelerine kadar girmesi ve elden düşmemesi, onun dil husûsiyeti, Türkçe oluşu ile de ilgilidir. Müellifin, aile ismi olan Kâtipzâde yerine, Yazıcı-oğlu Türkçe ifâdesi­ni seçmesi, eserin dili hakkında fikir vermeye kâfidir.

Envâru’l-Aşıkîn, 15. yüzyıldan beri, Türk halkı ara­sında, en çok okunan, halka dînî - ahlâkî terbiye ve kül­tür veren kitaplardan biridir.

Bugün de bu böyledir. Her zaman aranmakta ve elden ele gezmektedir. Halk üzerindeki beş asırlık te­siri devam etmektedir. (*)

( *) Giriş kısmında müracaat edilen kaynaklar şunlardır:

(1)  Türk Ansiklopedisi C. 1 (A) harfi.

(2)  İslâm Ansiklopedisi C. 1, S. 181 — 182.

(3)  Osmanlı Müellifleri. Bursa’lı M. Tahir Ef. C. 1, S. 32.

(4)  Meydan Larus C. 1, S. 170; C. 5, S. 494; C. 2, S. 646.

(5)  Keşfiz - zunûn, Kâtip Çelebi, C. 2, S. 1746.

(6)  Çantay Terc. C. 3, S. 752, Not. 46.

(7)  Ö. N. Bilmen Tefsiri, C, 5, S. 2429.

(8)  Tefsir Dersleri. Mehmed Sofuoğlu, C. 2, S. 6 — 7.

(9)  Hadis Usûlü. H. Karaman, S. 113 — 125.

(10)  Resimli Türk Edebiyatı Tarihi. N. Sami Banarlı. İst.

Fasikül: 4. S. 285 — 286.

BU, ENVÂRU'L — ÂŞIKÎN KİTABIDIR

Bismillâhirrahmânirrahîm

(Esirgeyen, Bağışlayan Allahın adıyle)

En üstün ilâhî delillerle, zâtında ve işlerinde «BİR» olduğunu «TEVHİD» le tespit eden kâinatın hükümda­rı Allaha hamd olsun.

O, çeşitli ilâhı deliller ve kemâlâtın en yücesi ile kendini emsâlsiz kıldı ve her şeye sinmiş varlığının bi­linmesini diledi. (1)

Bundan sonra mahlûkatı yarattı ve onlara, sonsuz varlık delilleri ile, kendini bulma ve bilme imkânı verdi.

Bedenler, ruhlar, akıllar ve nefislerle şeriatlar ve hakikatlar içindeki yücelikler, bunların hepsinin en gü­zel şekilleri ile meydana gelişleri, Allahın sarsılmaz de­lilidir.

Tâ ki, Onun bütün lûtfunun rahmeti, sonsuz kere­mi ile âlemlere yetişsin ve herkes onun noksansız- lıklarını yekinen görmüş olsun.

Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hazretlerine, âlemlere «Beşîr» ve «Nezîr" olsun diye en açık işâretlerle kitabı (Kur’anı) indiren; hidâyet etmek için en anlaşılır ilâhî metinlerle kullarına beyân, Bedi’ ve meânîyi (her türlü

(1) Kemâl: Allah için, bütün noksanlıklardan uzak ve hâ­riç olmayı, insanlar için de, beşer ölçüsünde olgun­luğu ve mükemmelliği ifade eder.

26

manâyı) bildiren Allah Teâlâ’ya gene minnet borçlu­yuz.. (2)

İnsanları, en yüce müşâhedelerle, mukaddes zatı­nın ilâhî katına hidâyet etti ve onları nefis mücâdelele­ri ile de kendi nûr âlemine irşâd eyledi. (3)

Peygamber efendimize mu'cizeler göstererek, gayb- dan bilgiler vahyetti ve rahmet etmek için onu insan­lara davetçi kıldı. (4)

O da bütün mahlûkatı Allah Teâlâ'ya davet etti. Bütün insanlar dalâlet (sapıklık) içinde kalmış iken, en büyük hidâyetle, İslâm kandilini yakıp onlara doğru yo­lu gösterdi.

Allah da, Arasât’da en büyük tecellî ile Cemâlini

(2)  Beşîr: Müjdeliyici, Nezir de, korkutucu demektir.

Kur’anı Kerim’de, peygamberler için bu tabirler kullanılmıştır. Allah’a bağlı kimselere iyilikleri müj­deleyen; Allah’dan yüz çevirenlere de O’nun azabını haber veren yüce şahsiyetler, Allah'ın sevgili kulları peygamberler demektir. Beyân, Bedi ve Meâni belâ- gât san’atıdır. Burada ilâhî san'atı ifâde etmektedir ki, Kur’an bunun örnekleri ile doludur. Bu âlem, en güzel ilâhî san’atın eseridir.

(3)  Hidâyet: İnsanlara doğru yolu göstermek; îrşâd da,

ilâhî gayeyi işaret etmek ve onlara bu yolda rehber olmaktır.

(4)  Mu'cize: Dâvalarını ispat için peygamberlere, Allah

tarafından verilen ve insanların gücünü aşan üstün hadisedir. Hz. Mûsâ’nın Asâ,sı, Hz. îsâ’nın tıbbî mü­dâhaleleri ve Peygamberimizin Kur’an mu'cizesi gibi. Vahiy: Allah Teâlânın emir ve yasaklarını, ilâhî ka­nunu, peygamberlerine bildirme yollarıdır. Çeşitli şe killeri Kur'an ve Hadîs’te bildirilmiştir.

27

keşf için, peygamberinin diğerlerine üstünlüğünü dile­di. (5)

Kullarına da Naîym Cennetler ve Cennet bahçeleri ile Adn Cennetini verdi. (6) Müminleri Cennette sonsuz güzelliklerle ebedî kıldı. Hem bizim ölümümüz hayat­tır (Ebedî âlemde yaşamaktır). Namazımız duâ ve ni­yazdır, peygamberimize en şerefli selâmdır. Selâmın en güzeli onun değerli ailesi ve Ashabı üzerine olsun.

Bunlardan sonra bilinmesi gerekli husus şudur:

Şanı yüce olan Allah Teâlâ önce en büyük rûh ve birlik sırrı olan Muhammed (aleyhisselâm)  hazretlerini yarattı. Böylece yüce ve ilâhî âlemde bir cevher meydana geldi. Ondan sonra sırası ile diğer ruhları yarattı ve onları, bilinmeyen hakikatleri öğrenmek için, ilâhî vahyin sır­rına davet etti. Sonra da, kâinatın ilâhî çizgileri belli olsun diye, temâşa sûretile varlık âleminin hakikatle­rini bildirdi. Bundan sonra, ilâhî cemâlini müşâhedeye davet etti. Ona kavuştular ki, ilim ve hikmet mertebe­sine erdiler ve şöyle dediler:

—«Yalnız Allah vardır, başka Tanrı yoktur» On­dan sonra Allah Teâlâ onların bedenlerini Tûr, ruhlarını Kitab-ı Mestûr, nefislerini Rakk-ı Menşur, gönüllerini

(5) Arasât: İnsanların kabirlerinden kalkıp huzura çıka­

cakları yer, Meydan, Mahşer yeri. Ehl-i Sünnetin gö rüşüne göre müminler burada Allah’ı niteliksiz ola­rak göreceklerdir .

(6) Naiym ve Adn, Allah’ın, müminere vaadettiği cen­

netlerin adlarıdır. Kur'anda bu cennetler, vasıfları ile birlikte anlatılmıştır.

28

Beyt-i Ma’mûr, akıllarını Sakfı Merfû ve ilimlerini Bahr-i Mescûr misâli kıldı. (7)

Bundan sonra onlara ilâhi hakikatlerini gösterdi, açtı. Kendilerini fâni kılıp beşerî perdelerini kaldırarak, hakikat âleminde ebedîleştirdi.

«Ne mutlu onlara! (Nihayet) dönüp gidilecek güzel yurd da (onların). Ancak selîm» akılların sâhibidir ki, iyice düşünüp (idrâk eder)» (8)

(7) Burada «Et - Tûr» Sûresinin (1 - 6) âyetlerine işaret

edilmektedir. Bu âyetlerin mânâları şöyledir: «And olsun (Tûr)’a, Neşredilmiş kâğıt (lar) içinde yazılı kitaba, Ma’mûr eve, yükseltilmiş tavana, Dolan de­nize...» Tûr, Hz. Mûsâ (aleyhisselâm) ’a ilâhî vahyin geldiği dağ, yazılı kitap Kur’andır. Beyt-i Ma’mûr, Kâbedir. Yahut Kabe'nin üstüne gelen ve meleklerin ibâdet et­tikleri ve tavâfta bulundukları ilâhî bir makamdır. Veya Kabe'nin tepesine düşen 4. kat göktür. Yüksel­tilmiş tavan: Semâ, Gökyüzüdür. Dolan deniz okya­nustur. (Çantay Terc. C. 3, S. 941.) Bu açıklamadan sonra yukarıdaki cümlenin mânâsı şöyledir: «Allah, onların bedenlerini ilâhî tecellilerin belirdiği Tûr da­ğı, ruhlarını yazılı kitapla, Kur'anla dolu hazine, ne­fislerini yazı yazılmış ince deri, gönüllerini ilâhi bir­liğin muhteşem yurdu, akıllarını yüksek bir kubbe ve ilimlerini dolup - taşan engin bir deniz misali kıldı. Beden, ruh, nefis, akıl ve ilmin vasıflarının nasıl ol­masının ve ne olduğunun bilinmesi yanında şunu da anlamak mümkündür: İnsan Tûr dağı gibi vahiyle yüklüdür ve ilâhî tecellî yeridir. Kur’an insanlığın rehberidir. Akıl kâinat kubbesi içinde hareket eder. Gönül birlik sırrının yurdudur. İnsan rûhu çok ince ve narindir. İlim okyanus gibi engin ve sonsuzdur. Hepsi ilâhî varlığın kudret eseridir.

(8) Ra’d Sûresi, âyet: 19, 29.

29

Böylece onlar dünyâ ve ahirette kemâl ve olgunluk mertebesine erdiler. Bu kemâl ve olgunlukla birlikte, her iki âlemde, dünya ve Ahirette zâhir ve bâtın (görü­nen ve görünmeyen) ne varsa, Hz. Peygamber efendimiz Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in sebebi ile var oldu. (9)

Allahın rahmet ve selâmeti onun üzerine olsun.

(9)   (salla’llâhü aleyhi ve sellem): (Sallellâhü aleyhi ve Sellem) demektir ki, (Allah’ın rahmet ve selâmeti onun, Muhammed (aleyhisselâm) 'ın üzerine olsun) mânâsına gelir. (aleyhisselâm)  da: (Aleyhisselâm) demektir. Peygamberler ve melekler için kullanılır. (Allah'ın selâmı - selâmeti onun üze­rine olsun) mânâsına gelir. Bunların her ikisi de dua yerinde kullanılır. Bizim peygamberimiz, bu duâların kendisi için, anıldığı zaman mutlaka söylenmesini is­temiştir ki, bu Allah'ın isteğidir.

1. KİTAB'IN YAZILMA SEBEBİ

Evvelâ bu ulu kitabı ve güzel hitabı toplayıp terce- me edenin Yazıcı-oğlu Ahmed Bicân olduğu bilinme­lidir. İşte bu kitabı topladığı için Hak taâlâ ona rahmet etsin. Şunun üzerine ki o, ariflerin gayesi ve erenlerin nihâyetidir. Allaha hamd olsun bu kitap, Rasûlûllahın yüce devlet ve saâdetinde Gelibolu da tamam oldu. Alla­hım! Onu âlemlere rahmet kıldın, onun kemâli hakkı için beni onun şefâatinden mahrûm etme! Beni onun ayağının nûruna bağışla! Bütün müminlerle birlikte be­nim ebeveynim ve evlâdlarımı onun yanında yakın ve muhterem eyle!

İkinci sebep şudur:

Benim bir kardeşim vardı. Âlim, arif, fâzıl, kâmil (ol­gun), Tanrı taâlâ hazretlerinin has kulu, erenlerin ile­ri geleni ve cihânın kutbu Şeyh Hacı Bayram Velînin sırdaşı idi. Ben miskîn ve Derviş Ahmed Bîcân her za­man ona derdim ki:

—Ey gözlerimin nûru kardeşim! Dünyanın bekâsı ve Rüzgârın vefası yoktur. Bir yadigâr düz (bir kitap yaz) ki, bütün âlemde okunsun!

Benim sözümle o da «Magârib'üz-Zamân» (Zamânın Grûbları) adlı bir kitap yazdı. Alemlerde zâhir-bâtın ne türlü tefsir ve tahkik (inceleme ve araştırma) varsa, Elhasıl on iki ilmin sonuçlarını onda bir yere topladı.

32

Ondan sonra bana şöyle dedi:

—Ey Ahmed Bîcân! İşte ben senin sözünle, bütün aını şeriat ve hakîkatla ilgili bilgilerini bir yere topladım. Şimdi sen de gel, «Magârib’üz-Zamân" adlı bu kitabı Türk diline terceme et. Tâ ki bu bizim ilin in­sanları mânâ bilgilerinden ve ilmin nurlarından fayda görsünler.

Ben miskin de adı «Envâr’ul-Âşıkîn (Âşıkların nur­ları) olan bu kitabı, onun mübârek sözü ile, Gelibolu da tamamladım.

Şimdi benim «Envâr’ul-Âşıkîn» im ve kardeşimin nazım olarak (şiir şeklinde) yazdığı «Muhammediyye» adlı kitabı; ikisi de Megâribü’z-zaman’dan, batıdan çıkmıştır. Sanki Okyanus taşıp iki yandan aktı! Ne ka­dar cevheri varsa ortaya çıktı.

Eğer gizli inci istersen Envâr’ul-Aşıkîn’i oku. Eğer Ahiret sevabı istersen Muhammediyye’yi oku.

Allaha hamd olsun biz iki kardeş bu iki kitabı yaz­dık. Bu yolda çok zahmetler çektik. Tâ ki aşıkların ruh­ları bu kitaplarla neş'e bulup şerefe ersin ve: «Yazıcı- oğullarına rahmet olsun» diye hayırla yâdetsinler!

Tenbîh (uyarma):

Ey ilâhî sırlara ermek isteyen kimse! Bu kitap, Kudsi Hadis, Mukaddes vahıy ve esrâr ilminden ilâhî sırdır, ve Nurlar âleminin nûrundan Allahın nûrudur. (10).

Kudsî Hadisleri ve sözleri bir araya toplamada Allah Teâlâ bana yardım edince; Hak taâlânın peygamber-

(10)  Kudsî Hadîs: Mânâsı Allah’tan, sözü Peygamber Efendimizden olan sözdür. Onun için bu tip Hadîs’e başlarken: «Allah Teâlâ buyurdu» denir.

33

lerine hitaplarını zikrettim, saf ve temiz kullarına be­yan ettiği sözlerini burada topladım.

Bununla beraber büyük âlimler ilmin derecelerini, ariflere ait mânâ bilgilerini beyan ettiler. Amma bu meydanda hiç kimse görünmedi ve bu burçlarda kimse göz gezdirmedi. Bilakis maksada uygun delil getirmek ve murakabeye dalmak için kemâl ve olgunluk istemek­le yetindiler.

Ben miskin Ahmed Bicân öyle şeyden bahsettim ki, ve Acem bunun benzeri kitabı düzmediler. Zira onlar bazı hükümler, yalan - yanlış sözler ve hikâyeler nakl­ettiler.

Ben miskin bütün kudsî hadisleri ve sözleri naklet­tim. Tevratda, Zebûrda, İncilde, Kur’an'da ne kadar ilâ­hî hitap (söz) varsa diğer peygamberlerin sahifelerinde ne kadar Allah kelâmı mevcutsa; ilâhi âlemlere, Mahşer günü olan Arasât’a döneceğimiz yer olan Ahirete ve ebedî olan cennetlere varıncaya kadar; ne türlü beyan varsa hepsini bu kitapta topladım:

        «Allah dilekleri yerine getirir, her hükmü verir ve herşeyin sebebini de takdir edip yaratır» ve:

«Allah kimi dilerse ona sayısız rızık verir» (11)

Kitabın yazılmasının üçüncü sebebi de şudur:

Allahın kullarından dindar bir cemaat bana gele­rek:

— Bu zamanda bilgisizlik ve taklitçilik son derece çoğaldı. İnsanların bir kısmı boş şeylerle meşgul olup:

        «Ben şeriata ve dine uygun hareket ediyorum» demekte;

F: 3

(11) Bakara Sûresi, âyet: 212.

34

Bazıları da başka şeylerle meşgul olarak;

        «Ben muakkıkım, araştırıcıyım» demek sûretile ayrı hareket etmektedirler.

Bunlar, şeriat ve hakikatin hüküm ve delillerini terk edip din'le mezhep (kendi görüşleri) arasındaki far­ka dikkat etmeden:

        «İnsanların her kısmı su içecekleri yeri iyice bel­ledi...» (12) dediler.

Böylece kendileri azdılar ve halkı da hak yoldan azıttılar. Hayaller peşinde koşmakla hakikatlardan mahrum kaldılar.

Bu itibarla bir kitabın yazılması ve onda yolunu şaşıranlara peygamberlerin durumları ile şeriatın zâhir hükümlerinin beyan olunması, araştırıcı ariflere keşf- olunan hakikat ve beyanların gizli taraflarının mutlaka açıklanması gerekli oldu dediler.

Bunun üzerine ben özür beyan ettim ve:

        «Bu çok büyük ve zor bir iştir, Allah kolaylık versin» dedim.

Ben zayıf Ahmed Bicân gördüm ki, zâhir ve bâtın ilimlerinde, zâhir ve bâtın âlimleri bir çok kitaplar yaz­mışlar. Amma o kitapların kimi Arab dilinde, kimi de Acem dilinde idi. Herkes onları okuyup istediği gibi gü­zelce mânasını çıkaramazdı. O ibâre ve metinleri, ancak ehli yani dili bilenler anlayabilirdi.

Bu miskin, zâhir ve bâtın ilimlerinde, Türk dilin­de bir kitap yazmak istedi ki, bizim ülkenin insanları da o ilimlerden faydalanıp âlimlerden ve âriflerden ol­sunlar. Gönüllerine ve itikatlarına şeriat ve hakikat em­rini tutmak müslümanlık kaydını bilmek ve marifet

(12) A'râf Sûresi. âyet: 160.

hâsıl etmek düşsün. Farz-ı ayın olan ilimlerde din âlim­leri ihtilâf ettiler

Kelâmcılar:

— Asıl ilim, Hakk Teâlâ'nın zâtını ve sıfatlarını delil ile bilmektir derler.

Fukahâ (Fıkıh ve hukuk âlimleri):

— Asıl ilim Fıkıhtır. Zira Helali, haramı, Farzı, Va­cibi, Sünneti, emir ve nehyi (yasağı) bilmek fıkıhla olur derler.

Müfessirlerle Hadisciler de:

— Asıl ilim, Kur'anın tefsirini ve Hadis’in mânâsı­nı bilmektir. Zira bütün ilimler Kur’an ile Hadis’den çıkmıştır. Öyle ise asıl ilim Kur’an ile Hadistir, derler.

Sofiler:

— Asıl ilim, kişinin kendi hâlini ve makamını bil­mesidir. Hakka ne ile yakın olunur ve ne ile Hak’dan ırak düşülür? Onu bilmektir, derler.

İmam-ı A’zam Ebû Hanife de.

— Sofilerin ilim diye ileri sürdükleri asıl ilim ise ben biçâre bu ilimlerin herbirinden nakilde bulundum. Tâ ki ilim peşinde koşan kimse çeşitli ilimlerden fay­dalansın; der.

Bilmek gerektir ki ilmin ve amelin zahiri ve bâtını vardır. Bazı ayet ve hadisler, zâhiri itibârile söylenmiş, bazıları da bâtını itibârile söylenmiştir.

Zâhir olan fetvâ yeridir. Bâtın olanı ise takvâ, ileri kulluk dayanağıdır.

Akıl ve anlayışları bazı şeyleri anlamaktan âciz bir kısım kimseler, inanışlarına zararlı olacak şekilde, Peygamberlerin ve Velîlerin ilim ve keşiflerini inkâr ederler.

36

Amma akıl ve anlayış sahibi olanlar. Her ayet ve ha- disden maksat ne ise onu bilirler; zâhir ve bâtın ilimle­rinden fayda görürler ve kemâl bulup cemâle ererler.

Bu itibarla ilim öğrenmek vaciptir, herkes için ge­reklidir. Zira ilimsiz ibâdet değme halde fesâd’dan kur­tulamaz.

Şimdi, sırrıma şöyle zâhir oldu:

Şeyhlerin sultanı, dünya ve ahiretin mürşidi, haki­kati arayanların kutbu, Allaha yakın olanların en olgu­nu, insanların irşâdcısı Hacı Bayram Velî hazretleri be­ni sır sâhibi kıldı. Şunun için ki, Peygamberlerin halle­rinin zâhirine uygun beyan olunsun ve velîlerin gizli makamlarına uygun açıklamalar yapılsın. Hem de, tef­sir ile tahkik arasında tatbiki mümkün olsun. Evvelki­lerin de sonrakilerin de ilmi burada araştırılıp incelen­sin.

Hal böyle olunca, bu kitapta hakikat ve şeriat inci­lerini saçtım ve dizdim. Böylece o, nûr üstüne nûr, sü- rûr üstüne sürûr oldu. Bu kitabı, gönlümün nûru, gö­zümün gözü ve rûhumun ruhu kıldım.

Hak taâlâ hazretlerinden dilerim ki bu kitabı, dün­yâda yüce kılsın, Ahirette bana, yazana ve okuyana şe­faatçi eylesin. Cennette de yoldaş etsin.

Bu kitaba «Envâr’ul-Âşıkîn» diye ad koydum. Çün­kü bunda bütün zâhir ve bâtın nurları toplandı.

Bu kitabı, beş vakit namaza işaret olsun diye, beş bâb (beş büyük bölüm) üzerine kurdum:

BİRİNCİ BÖLÜM: Mevcudatın (varlıkların) Tertib ve nizamı.

31

İKİNCİ BÖLÜM: Allah Teâlâ’nın yüce peygamberle­re ilâhi hitapları.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM. Melâike-i Kirâm.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: Allah Teâlâ’nın kıyâmet gü­nündeki ilâhî hitapları.

BEŞİNCİ BÖLÜM: Yüce makamda Allah Teâlâ’nın kelimeleri.

Doğruya ve iyiye götüren Allahtır. Geliş ondandır, dönüş de gene onadır.

III. BİRİNCİ BÖLÜM
1. MEVCÛDÂTIN (VARLIKLARIN) TERTİB VE
NİZAMI

Nebiy (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

—(Allah Teâlâ’nın onsekizbin âlemi vardır. Sizin dünyanız onlardan bir âlemdir).

Şimdi ey Allahın ilâhî nurundan dolayı hayret için­de kalacak ve ilâhî güzelliğini görüp seyre dalacak kim­se!

Bilmek gerektir ki, Hakk Teâlâ herşeyden evvel var­dır, başlangıcı yoktur. Herşeyden sonra gene var ola­caktır, sonu yoktur.

Herşeyin sonu vardır. O bakîdir, varlığının sonu yoktur. Her şeyde görünür yani herşeyin üstündedir. Varlığın ondan başlaması yönünden evvel, onda sona er­mesi yönünden gene sondur. Kâinâtın görünen her ye­rinde sıfatları ile zâhir, görünmeyen esas cevherinde ise zâtı ile gizlidir.

Bilinmelidir ki varlığın iki yönü vardır. Biri esas varlıktır. O Hakkın kendisidir. Varlıklara nisbet et­mekten ve eşya arasında belirlemekten uzaktır. Vardır demek yalnız, varlığını anlatmak içindir.

40

İkinci yön ise Allahın Âlim olmasıdır. O herşeyi bi­lir ve bütün varlıkları kuşatmıştır. Kendi zatını ve zâ­tının gerekli kıldığı her şeyi bilir.

Böyle olunca Hak ile yaratılan varlıklar arasında ilâhî yardımdan başka nisbet, ilgi yoktur.

Varlıklar için bilmediğini bilmekten ulu hicâp yok­tur. Varlığın birinci yönüne göre:

        «Onun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gi­bisi (dahi) yoktur» (13)

İkinci yönüne göre ise:

         «O, hakkıyle işiten, kemâliyle görendir» (14)

Muhtaç olmayışı kendindendir. Yani bütün varlık­lardan beri bulunması varlıklıkla ve ebedî oluşunda hiç kimseye muhtaç değildir. Bilâkis, hiç birşey Allahın dı­şında var olmaz demektir.

Varlıkların da iki yönü vardır.

1)         Yaratılanlar, kendilerine göre yoktur, birşey değillerdir.

2)         Allaha göre, Allahın yaratması ile vardır.

Şeyh İmam Gazâlî (Allah sırrını yüce kılsın) «Mu­habbet» adlı eserinde şöyle der:

— Eğer Allahın lûtuf ve ihsanı insanlara ulaşmasa idi. Onun yaratmasından sonra yok olurlardı.

Bu itibarla Hakk Teâlâ kendi kendine vardır. Ondan başkaları onun yaratması ile var olmuştur.

Muhakkak ilâhî delil ile sâbit olmuştur ki, Allahdan başka bâkî ve ezelî varlık yoktur. Başkaları onun yarat­ması ile vardır.

(13)  Şûra Sûresi, âyet: 11.

(14)  Şûra Sûresi, âyet: 11,

41

Peygamberimiz (aleyhisselâm)  şöyle buyurdu:

— Hakk Teâlâ hazretleri bir kulunu sevdiği zaman onu kendisine âşık kılar. Şeriat ve hakikat yolundan ayırmaz. O kul da güzel sıfatlar ve temiz ahlâkla beze­nir. Öyle olunca o kimseye ilâhi âlemin sırrı açılır ve ilâhi kutsallık ona tecelli eder, görünür. Böylece melek­lerin cevherleri, peygamberlerin ve velîlerin ruhları güzel şekillerle ona zâhir olur. Onların vasıtası ile bazı hakikatlar görünür. Misâl âlemini, insanın hakikatini ve ruhlar âlemini müşahede eder. Böyle olunca da Hakk Teâlâ zatı ile bilinir.

Tanrı taâla hazretleri bu halkı iki kısım üzerine yarattı:

1)        Allaha varmak isteyenlerdir. Fakat onlar bilgi­lerinde kemâlden mahrumdurlar. Onların akılları sa­pıklık içinde şaşkın ve ruhları cehâlet çölünde müte- reddiddir.

2)        Gönül insanlarıdır. Muhakkak onlar, nur saha­sına dalmışlar, kıyamet meydanında nida etmişler ve akılları ebedî hayranlık içinde ilâhi yücelik kapısında durmuşlardır. Böylece Allah Teâlâ kendi nûrû ile tecelli etti. Onlar da Allahtan başka herşeyden yüz çevirdiler, Allahın dışında hiçbir şeye iltifat etmediler.

Allah Teâlâ, Peygamberinin ağzından şöyle buyur­du:

— Ben, yere ve göğe sığmadım. Fakat mümin ku­lumun kalbine sığdım. Yani, tecelli ile onun gönlüne sığdım demektir.

Şems-i Tebrizi (Allahın rahmeti üzerine olsun) şöy­le demiştir.

— Hakk Teâlânın tecellî etmekle sızdığı gönül, Ra- sülûllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in gönlüdür. Hakk Teâlâ insanın gönlü­

nü, bütün varlıklardan geniş yapınca, ona Hak’dan baş­ka kimse sığmaz.

Şüphe yok ki insanın gönlüne hâsıl olan bu ilâhi te­celli, Allahın sıfatlarını ve isimlerini zikretmekten ileri gelmiştir. En üstün ibâdet zikir olmuştur. Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

— «Şüphesiz Allah Teâlâ'yı zikretmek, en büyük ibadettir».

Hz. Ali (radiyallâhu anh) münâcâtında (Allaha yakarışında) şöyle der:

— Ey Rabbim! Sana kul olmak, senin iyiliğin ve şe­ref olarak bana yeter. Rabbim olman da bana övünmek için yeter.

İmam Gazâlî (Allahın rahmeti üzerine olsun) şöyle demiştir:

— Allaha kavuşmaktan başka yerde kurtuluş yok­tur. Muhabbet ve marifet ancak sevgiliyi zikretmekle hâsıl olur. Muhabbet, mânevi lezzet içinde yok olmak­tır. Marifet ise hayret içinde müşâhede etmektir.

Şeriat âlimleri yanında Hakk Teâlâ’nın kulunu sev­mesi mecâzdır, rahmetinden ibarettir. Kulun Allahı sevmesi de, ona ibâdet etmekten ibarettir.

Amma hakikat ehli yanında, Hakk Teâlâ’nın kulunu sevmesi, kendine yakın etmesidir. Dünya sevgisinden gönlünü temizlemesi ve gönlünden perdelerini giderme­sidir. Kulun, Allah Teâlâ hazretlerini sevmesi işte bu yü­celiklere meyl etmesidir.

Ebû Tâlib-i Mekkî (Allah ona rahmet etsin) şöyle der:

— Bütün makamlar ancak muhabbetle hâsıl olur. Bu makamlarla ilgili şeylerin yok olması, muhabbet

43

olunca, zarar etmez. Bir kimsenin muhabbeti yok olsa ona makam fayda vermez.

Ebû Bekir (radiyallâhu anh) hazretleri şöyle demiştir:

— Kim Allahın İlâhi sevgisinden bir nebze tadarsa, artık dünyaya ait işlerden ve ailesinden yüz çevirir ve onun sevgisi ile meşgul olur. Öyle ise, Hakkı isteyen kimseye, Mâsivâdan (Allahın dışındaki alâkalardan) ken­dini alıkoyması gerekir. Zira gönül, güzellikte ayna gi­bidir. Müminin gönlü Arş ve Kürsî ile perdelenmez. (15) Bilâkis bu perdelerden Allahın İlâhî güzelliğini sey­reder. Onlar bu seyre mani olmaz. Gönül, Hakkın ma'- rifetine bir taht ve Allahın yüce Arşı olursa, onun sev­gisine lâyık en şerefli bir yer olmuştur. Öyle ise nasıl Hakk Teâlânın tecellî ettiği, yüceliklerinin göründüğü yer olmaz?

Bâyezid-i Bistami (Allahın rahmeti üzerine olsun) şöyle demiştir:

— Hakk Teâlâ gönül genişliği ile ilgili şu haberi ver­di ve: «Eğer arş ve yüzbin âlem ârif ve velî kimsenin gönlüne konsa haberi olmaz» buyurdu.

Cüneyd-i Bağdadî (Allahın rahmeti üzerine olsun) bu manada şöyle der:

— Yaratılmış olan (insan) eğer ezelî olan Allaha yaklaşsa ondan eser kalmaz. Şüphesiz Hakk Teâlâ bir kimsede, o kulun istidadına göre tecellî eder O zaman kulun kalbinde dehşet hâsıl olur ve ruhuna hayret dü­şer. O da, Allahın dışındaki bütün şeylerden yüz çevirir. Dilinde ve aklında Allahdan başka bir şey kalmaz.

(15)  Arş: 9. kat göktür, Kürsî de, Arş’ın altında Levh-i Mahfûz'un bulunduğu yerdir. Bunların ikisi de Al­lah’ın yüce makamlarıdır.

44

İmam Fahr-i Râzî şöyle der:

— (Lâilâhe illellâh) halkın tevhidi, (Lâ Hüve illâ Hû) ise okumuş kimselerin tevhididir. Öyle ise (Lâ Hüve illâ Hû) zikrin en üstünüdür.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlânn dört bin ismi var­dır. Binbiri Kur'anda, bini Tevratta, bini de İncildedir. Amma bunların doksan dokuzu meşhur olanlarıdır. O isimlerin kimi zatının, kimi fiillerinin, kimi de sıfatla­rının ismidir. Bilmek gerektir ki, bütün ilimlerden maksat, Allah Teâlâ’yı bilmek ve tanımaktır.

Anlaşılan şudur ki, bütün âlemi yaratan birdir ve herşeyi, birliğine delil olsun diye, Allah Teâlâ hazretleri çifte olarak yaratmıştır.

Meselâ: Arş ile Kürsîyi, İnsan ile Cinni, Cennet ile Cehennemi, gece ile gündüzü, kara ile denizi, levh ile kalemi, kavuşmakla ayrılığı, hayır ile şerri, fayda ile zararı, ölüm ile hayatı ve aydınlık ile karanlığı ve daha ne varsa hepsini çift yaratmıştır.

Beyit:

— Her şeyde «BİR» olan Allaha delâlet eden bir de­lil vardır.

2.   MEVCÛDÂTIN TERTİBİ İLE İLGİLİ BÖLÜM

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Allahın yarattığı ilk şey akıldır.

Ey ilâhî sırları öğrenmek isteyen kimse! Hakk Teâlâ aklı yarattı ve:

— Gel dedi, geldi. Git dedi, gitti. Söyle dedi, söyledi. Sus dedi, sustu.

45

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Şanım hakkı için, kendime senden sevgili kul ya­ratmadım ve sana sabırdan üstün bir şey vermedim.

Nakledildiğine göre Hz. Ali (radiyallâhu anh) şöyle demiştir:

— Allah Teâlâ aklı gizli nurdan yarattı. Evvelâ o mahzun idi. Sâbık ilminde açığa çıkarılmasını diledi. Al­lah ilmi aklın kendinde koydu. Anlayışı ruhunda koydu. Zühd ve takvâyı başında koydu. Hayayı (arı) gözlerinde koydu. Hikmeti dilinde koydu. Hayrı kulağında koydu. Şefkati kalbinde koydu. Rahmeti himmetinde koydu. Sabrı içinde, gönlünde koydu.

Allah bu şekil yücelikle aklı süsledi. Aklın nûru rû- hânidir. Makamı gönüldedir. Sırrın yanında bulunur. Meyli devamlı yüceyedir. Fakat aklın kendiliğinden yü­ceye meyli yoktur. Zaman olur dünyâya döner, zaman olur Ahirete yönelir.

Nakledildiğine göre Allah Teâlâ akla hitap edip şöy­le buyurmuştur:

— O göğe bak.

Akıl da baktı ve çok hoş bir şey gördü.

Akıl:

— Sen kimsin? dedi.

O güzel şey:

— Ben o şeyim ki, sen bensiz olamazsın, dedi.

Akıl:

— Senin adın nedir? dedi.

O:

— Ben Tevfikim, Allahın yardımıyım diye cevap ver­di.

Nakledildiğine göre İbâde bin Sâmid şöyle demiştir:

— Hak taâlâ kalemi yarattı ve şöyle buyurdu:

— Ey kalem yaz? dedi.

Kalem:

— Ey Rabbim! ne yazayım? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ne olmuş ve ne olacaksa onları yaz! buyurdu.

Kalem de yazdı.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

— Hakk Teâlâ evvela kalemi bir cevherden yarattı, uzunluğu beşyüz senelik yoldur ve yüz boğumu vardır. Ucu ikiye ayrılmıştır, yarıktır. İçinden nur çıkar. Nite­kim dünyâ kaleminden mürekkep çıkar. Başı Arşda bağ­lıdır. Bir meleğin elindedir. Söylediklerine göre yazdığı her harfin büyüklüğü Kaf dağı kadardır. (15)

Nakledildiğine göre İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle demiş­tir:

— Hakk Teâlâ Levh-i mahfuzu yarattı Kıyâmete ka­dar olmuş olacak ne varsa hepsini onda tesbit ve hıfz etti. Levhi Mahfuz ak incidendir. Etrafı kızıl yakut- dandır. Her gün üçyüzaltmış renge girer. (16)

Bazıları Levh iki türlüdür, dediler:

1)         Üst ve yüce Levh,

2)         Alt ve aşağı Levh.

İbni Abbâs (r.A.) der ki:

(15)  Kalem: Kur'an-ı Kerim'de (Nun) ve (Alak) sûrele­rinde kalemden bahsedilmiştir. Kalem, maddî ve ma­nevi her türlü bilginin tespit vasıtasıdır. Buradaki kalem. Levh-i Mahfûza Allah'ın kelimelerini yazan ilâhı kalemdir ki, mahiyetini Hakk Teâlâ bilir.

(16)  Levh-ı Mahfuz: Arş'ın altında, kûrsî denilen ilâhî ma­

kamda bulunan ve üzerine ilâhî sırların ve ilâhî il­min yazılmış olduğu kudsî ve manevî Levhanın (tah­tanın) adıdır.

47

— Kalem, Levh- Mahfuz’a şunu yazdı: Benden baş­ka Tanrı yoktur. Muhammet benim Rasûlümdür. Kim benim verdiğim hükme râzi olur, belâlarıma sabreder ve nimetlerime şükrederse ben onu bana yakın kullar­dan yazarım ve kıyamet gününde yakın dostlarımla haşrederim. Kim de benim verdiğim hükme razı olmaz, belâlarıma sabretmez ve nimetlerime şükretmezse o, kendine başka Tanrı arasın.

Hz. Peygamberimiz (aleyhisselâm)  buyurdu ki:

- Hakk Teâlâ kalemi yaratığında: «Yaz!» diye bu­yurdu.

Kalem:

— Ey Rabbim! Ne yazayım? dedi.

Hakk Teâlâ da:

— Şefaati Peygamberlere, kerâmeti velilere, ilâhi sevgiyi takvâ sahiplerine (Allahdan sakınanlara) ve Cen­neti cömert kimselere yaz, buyurdu.

Kalem:

— Ey Rabbim! Dervişler için ne yazayım? dedi.

Allah Teâlâ:

— Onlar benimdir, ben onlarla beraberim. Aramız­da hiç bir perde ve vasıta yoktur, buyurdu.

Hazinet'ül-Ulemâ da Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın şöyle bu­yurduğu nakledilmiştir:

— Hakk Teâlâ kaleme: (Bismillâhirrahmanirrahim)'i yaz! buyurdu. Kalem de (Bismillâh)’ın (Bâ)'sını yazdı. (Bâ) dan bir nur çıktı. Arşdan ferş’e kadar bütün ilâhi âlemi aydınlattı.

Kalem:

— Ey Rabbim! Bu ne biçim bir (Bâ) dır ki, bu şe­kilde nur çıktı? diye sordu.

48

— Bu, Muhammed ümmeti için benim keremimin nurudur, buyurdu.

Sonra kalem (Sîn) harfini yazdı. (Sîn) den üç nur çıktı. Yani her dişinden bir nur çıkmış oldu. Birisi uç­tu, Arş'a gitti. Birisi Kürsî’ye gitti. Birisi de Cennete gitti.

Kalem.

— Ey Rabbim! Bunlar nasıl nurlardır? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Muhammed ümmetini üç bölüme ayırdım:

1)         Hayra koşanlardır. Yani içi dışından üstün olan­lardır.

2)         İçi ile dışı beraber olanlardır.

3)         Nefsine zulmedenlerdir ki, zâhiri bâtınından, dışı içinden üstün olandır.

Arşa uçup giden nur ilk bölüğün nûrudur. Uçup Kûrsî'ye giden nûr, ikinci bölüğe dâhil olanların nûru- dur. Cennete giden nûr ise kendi nefsine zulmedenlerin nûrudur.

Hakk Teâlâ kaleme bir (Nûn) yazmasını emretti. Ka­lem bir (nûn) yazdı. Bu nûndan bir nûr çıktı ve Arş’dan Ferş’e kadar her tarafı aydınlattı. Kalem o nûru gördü, iki bin yıl hayrette kaldı ve:

— Ey Rabbim! Bu nasıl nurdur? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Bu nûr, Muhammed (aleyhisselâm) ’ın nûrudur. Muham- -med benim Habibimdir. O bütün yaratılmışların en ha­yırlısıdır. Bütün âlemi onun için yarattım buyurdu.

Kalem bu sözü işitince, o nura selâm vermek için Hakk Teâlâ’dan izin istedi. Allah da izin verdi.

49

Kalem:

— Ey Allahın Rasûlü! Allahın selâmı üzerine olsun! dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ey Kalem! O selâmı kime verdin? buyurdu.

Kalem:

— Senin Habibin ve mahlûkatının en hayırlısına selâm verdim, dedi.

Hakk Teâlâ da:

— O henüz hazır değildir, yaratılmamıştır. Eğer ol­sa idi senin selâmını alırdı. Şimdi onun yerine senin se­lâmını ben alıyorum, buyurdu.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Bu itibarla selâm vermek sünnet ve almak farz oldu, buyurdu.

Ondan sonra kalem, (Allah, Er-Rahmân ve Rahîym) kelimelerini yazdı ve.

— Ey Rabbim! Bunlar nasıl isimlerdir? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ben sadıkların şanı yüce Allahıyım. Muhtesitlere Rahmanım. Nefsine zulmedenlere de Rahiymim bu­yurdu.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Ey meleklerim! Şâhit olun! Kim (Bismillâhirrah- mânirrahim) derse ben onu yarlığadım. Amellerini mü­barek kıldım. İyiliklerini kabul ettim ve günahlarını bağışladım.

Kalem: (Bismillâhirrahmanirrahim. El-Hamdü Lil- lâhi Rabbilâlemin - Esirgeyen bağışlayan Allahın adiy-

50

le. Alemlerin Rabbi Allaha hamd olsun) diye yazdı (17). Bir nûr meydana geldi ve o nûr ikiye bölündü. Hak taâ- la birinden (Rahmet) denizini, diğerinden de (Mağfiret) denizini yarattı. Sonra Hakk Teâlâ, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ruhuna o denizlere girmesini emretti. O da o denizlere girdi ve alemlere rahmet oldu.

İlgili olarak Hakk Teâlâ şöyle buyurdu:

— «(Habibim! biz seni (başka bir hikmetle değil) ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik» (18).

Ondan sonra Kalem (Mâliki yevmiddîn = Din gü­nünün tek sâhibi ve mutasarrıfı) ayetini vazdı. (19)

Zulmetle karışık bir nûr meydana geldi, Nûr bir yana, zûlmet bir yana gitti. Hakk Teâlâ nurdan saadet de­nizini, zulmetten de bahtsızlık denizini yarattı ve:

— Kim (Mâliki yevmiddîn) derse kötülük denizin­den kurtulur, buyurdu.

Sonra Kalem (İyyâke Na’büdü ve İyyâke Nestâiyn = Yalnız sana ibâdet (kulluk) ederiz, yalnız senden yar­dım dileriz) ayetini yazdı. (20)

Bir nur meydana geldi. Bu nûr ikiye ayrıldı. Hak taala birinden (ilâhi yardım) denizini, diğerinden de (masûmiyet) denizini yarattı.

Hakk Teâlâ:

— Kim bu ayeti okursa, ben ona yardımla masumi­yet denizini veririm, buyurdu.

Ondan sonra kalem: (İhdina's - Sırât’al — Müsta­kim. Sırât’al — Lezine en amte aleyhim, Gayr’il — Mağ-

(17)  Fatihâ Sûresi, âyet:1.

(18)  Enbiyâ Sûresi, âyet: 108

(19)  Fatihâ Sûresi, âyet: 3.

(20)  Fatihâ Sûresi, âyet: 4.

51

dübi aleyhim ve Leddallin. Bizi doğru yola, kendileri­ne nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanların- kine, sapıklarınkine değil) ayetini yazdı. (21)

Bir zulmet meydana geldi. O zulmet ikiye ayrıldı. Hakk Teâlâ birinden gazâb, diğerinden nefret denizini yarattı.

Hakk Teâlâ:

— Kim bu ayetleri okursa onları gazâb ve nefret denizinden emin kılarım, buyurdu.

Zehretür-Riyâd’da, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın şöyle bu­yurduğu nakledilmiştir:

— Kalem (Bismillahirrahmânirrahim)’i yediyüz yıl­da yazdı. Hakk Teâlâ; kim (Bismillahirrahmânirrahîm) derse, yediyüz yıl nafile ibâdet etmiş gibi sevab veririm, buyurdu.

Abdullah bin Ömer (radiyallâhu anh) Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem dan şu Hadisi nakletmiştir:

— Allah Teâlâ önce mahlûkatı zulmet içinde bıraktı. Sonra üstlerine nûr saçtı. O nur kime ulaştı ise hidâye­te erdi, kime ulaşmadı ise o da sapıklık içinde kaldı.

Kısas-ı Enbiya’da şöyle nakledilmiştir:

— Ondan sonra Hakk Teâlâ bir beyaz inci yarattı. O, yedi kat yer ile gökten büyüktü. O incinin yetmişbin di­li vardı ve onlarla Hakk Teâlâyı zikrederdi.

Kendisine sorulduğunda Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyur­muştur:

— Hakk Teâlâ önce benim aklımı, canımı, nurumu; kalemi ve Levh-ı Mahfûz’u yarattı.

Böyle olunca bunun izah yönü nedir?

(21)  Fatihâ Sûresi, âyet: 5-7.

Alimler arasında bunun cevabı şudur:

— Söylenilenleri, bu husustaki sözü, bağdaştırma­nın iki yönü vardır:

1)        Hakk Teâlâ bir cevher yarattı. O cevher hayata sebep olduğu için ilk can oldu. Aleme nur olduğu için ilk nur oldu. Alemi tedvir etmesi itibarile ilk akıl oldu. Kâ tip olması itibarile ilk kalem oldu. Levh olması itibarile de ilk Levh oldu. Amma çeşitli şekillerde isimlendirilen şey tekdir. Görüşlerin farklı oluşu, anlayışların değişik olmasındandır.

2)        Herbirinin ayrı ayrı ilk olması doğrudur. Zira alemdekilerin, ayrı ayrı veya tek değer oluşu yönünden incelenmesi gerekir. Yaratılanların ayrı ayrı oluşlarına göre ilk can, ilk akıl ve ilk nûr ilâhi âlemde ayrı olarak yaratılmıştır. Tek değer oluşuna göre de ilk kalem ve Levh, gene ilâhî âlemde yaratılmışlardır. İşlerini Allah daha iyi bilir.

Ondan sonra Hakk Teâlâ, yeşil cevherden yüce Arşı yarattı yetmişbin dili vardır. Allah Teâlâ’yı çeşitli diller­de zikreder.

İmam Fahr-i Râzi (Allahın rahmeti üzerine olsun) şöyle demiştir:

— Arşın nurdan atıyüzbin perdesi vardır. Her per­denin büyüklüğü yedi kat yer ve gökten büyüktür.

Ka’bûl-Ahbâr (radiyallâhu anh) da:

— Allah Teâlâ Arşı yeşil bir cevherden yarattı. O cevhere heybetle bir defa nazar etli, baktı. Su oldu. Hakk Teâlâ yeli yarattı. Suyu yelin üzerine bıraktı. Arşa kendi hükmetti ve:

53

— O çok esirgeyici (Allahın emir ve hükmü) Arşı is­tilâ etti» buyurdu. (22)

Arş bu sözü işitti ve kendi durumunu görüp hayret içinde kaldı.

Ondan sonra Hakk Teâlâ hazretleri bir yılan yarattı. O yılanın başı inciden, bedeni altından ve gözleri yakut­tandı. O yılanın yetmiş bin yüzü vardır, her yüzünde de yetmiş bin ağzı ve dili vardır. Hakk Teâlâ’yı zikreder. O yılan, Allahın emri ve yarısı ile Arşı kuşattı. Yarısı da aşağı sallanıp durdu. Arşın bir ayağından diğer ayağına hemen gitse otuz bin yıllık yoldur. Bütün mevcûdât Arşın yanında bir halka gibidir.

Nakledildiğine göre ondan sonra Hakk Teâlâ, Arşı ta­şıyan melekleri yaratmıştır. Bunlar dört melektir. Kıyâ- met günü olunca bu dört melek, Arşın şân ve şerefi için, sekiz olacaklardır.

Nitekim Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

— «... O gün Rabbinin arşını (bucaklardakilerin) üstlerinde bulunan sekiz melek yüklenir» (23)

İbni Abbâs (radiyallâhu anh)'ın naklettiğine göre Allah Teâlâ yü­ce Arşı yaratmış ve o dört meleğe şöyle buyurmuştur:

— Arşı getirin!..

Onlar getirmek istediler, fakat güçleri yetmedi. Hakk Teâlâ bunlara, yedi kat yer ve gökteki meleklerin kuvve­tinde kuvvet verdi Arşı getirmek istediler, gene getire­mediler.

Hak taala:

— Yüce ve ulu Allahdan başka hiçbir güç ve kuv­vet yoktur buyurdu.

(22) Tâ Hâ Sûresi, âyet: 5.

(23) El-Hakka Sûresi, âyet: 17.

Onlar da aynı sözü tekrar ettiler ve Arşı alıp getir­diler.

Hakk Teâlâ meleklere:

— Arşı geri götürün! buyurdu.

Onların başları Arşda, ayakları yedi kat yerden aşağı­dadır.

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:

— Arşın ayağında şöyle yazılmıştır: «Kim bana mu­tu olursa ben de ona mutu olurum. Kim beni zikreder­se ben de onu anarım. Kim benden bir şey isterse veri­rim. Kim benden yarlığ dilerse yarlığarım. Kim şükre­derse daha çok veririm.»

Hz. Ali (radiyallâhu anh) şöyle der.

— Bir gün Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’a Arşın büyüklüğünü sor­dum. Şöyle buyurdu: Ey Ali! Arşın üçyüzaltmışbin ayağı vardır. Her ayağında da üçyüzaltmışbin âlem vardır. Her âlemde üçyüzaltmışbin meydan vardır. Her meydanda üç yüz altmış bin şehir vardır. Her şehirde binlerce mahlûk vardır. Onları Allahdan başka kimse bilmez. Allah Teâlâ onlara istiğfar etmelerini ve sevâbını da Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osmân ve Hz. Aliye (radiyallâhu anh)ba- ğışlamalarını emretti. Her ayağın arasında üçyüzaltmış bin âlem vardır. Her âlemde üçyüzaltmışbin meydan vardır. Her meydanda üçyüzaltmışbin şehir vardır. Her şehirde binlerce mahlûk vardır. Onları Allahtan başka kimse bilmez. Hakk Teâlâ onlara, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osmân ve Hz. Aliyi sevmeyenlere lâ'net ede­ceğini bildirmiştir.

Ondan sonra Hakk Teâlâ Rûhu yarattı. Ruh hakkında sekiz ayrı görüş vardır:

1)        Ruhdan maksat Cebrail (AS.) dır.

2)        Keşşâfdaki beyandır. Buna güre ruh, Allah taâ- la'nın katında muazzam ve muazzez bir melektir ki, vas­fını Allah bilir.

3)        Hz. Ali (radiyallâhu anh)’ın görüşüdür. Ruh bir melektir ki, yetmişbin yüzü vardır. Her yüzünde yetmişbin ağzı var­dır. Her ağzında yetmiş bin dili vardır. Her dilinde yet­miş bin lügat (dil çeşidi) vardır. Bu diller, Hakk Teâlâ’yı o lügatlerle zikrederler. Her tesbihinden Allah bir me­lek yaratır. O melekler kıyamete kadar diğer melekler­le uçarlar.

4)        Abdullah bin Ömer (radiyallâhu anh)'ın şu sözüdür: Ruh bir melektir. Yüzbin kanadı vardır. Eğer bir kanadını açsa idi doğudan batıya kadar kaplardı.

5)        Ruh Allahın yarattıklarından biridir. Şekli Adem oğluna benzer. Yeryüzüne inen her melekle bir­de ruh iner.

6)        Ebu Salibin görüşüdür: Ruhun yapısı, insanın yapısına benzer. Fakat insandan değildir.

7)        Mücâhit (radiyallâhu anh)'ın şu görüşüdür: Ruh insanın şeklindedir. Eli ve ayağı varılır. Yer ve içer. Elbise gi­yer. Fakat ne melektir, ne de insandır. Fakat başka bir kavimdir.

8)         Sa'd bin Cübeyr (radiyallâhu anh)’ın görüşüdür: Hakk Teâlâ Arş’dan sonra, ruhdan ulu bir mahlûk yaratmadı. Eğer o yerleri ve gökleri yemek istese idi bir lokma ederdi. Yaratılışı meleklere, şekli ve Sureti insana benzer. Kıya­met günü Arşın sağında durur. Bütün melekler bir sâf olur, o yalnız başına durur. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem'ın ümmetine şe- fâat eder.

Bütün bu söylediğim görüşler Hadis-i şeriflere da­yanır. İnsandaki ruh, bu dediğimin dışındadır.

56

Kâ-zî Tefsirinde şöyle beyan olunmuştur:

— Ruh bir cevherdir. Bulunduğu bedenin yok ol­ması ile rûh yok olmaz. Onun için ruh, İlâhî zatın bir delilidir. O ruha (Hayâtul-Kul ve Rûh’ul-Ervâh = Kulun hayatı ve ruhların rûhu) derler. Öyle ise rûh ebe­dîdir. Nitekim Hakk Teâlâ kitabında şöyle buyurur:

— «Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bil’akis onlar Rableri katında diridirler.» (24)

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur:

— Siz ebediyet için yaratıldınız. Ancak bir yerden başka bir yere nakledilirsiniz.

Ey ilâhı sırları arayan kimse! İlâhi bilgi hususunda mahlûkatın aczi, din âlimlerince, ittifak halinde kabul edilmiştir. İnsanlar ruhun hakikati ve bilinmesi husû- sunda gene acizdirler. Ruhun mâhiyetinin bilinemiyece- ği bildirilmiştir. Zira hayal ve hayreti doğurur.

İmam Gazâli (Allahın rahmeti üzerine olsun) şöyle demiştir:

— İnsanın rûhu cismi şeklindedir. Son derece gü­zeldir.

Ehl-i sünnet şöyle der:

— İnsan ruh ile cisimden meydana gelmiştir. Kıyâ- mette dirilme, sevâb ve azâb her ikisi ile olacaktır. Fa­kat insanın en üstün kısmı rûhudur. Kalb ona tâbidir.

Ehl-i Keşf (Sofiyye) söyle demiştir:

— Ruh çok hoş ve ince bir cevherdir, bölünmez Belki dine ait bir alemdir.

Ruh iki kısmıdır:

1)         Ulvi (yüce) ruh,

2)         Süflî (aşağı) ruh.

(24)  Al - i îmrân Sûresi, âyet: 169.

İnsanların ve meleklerin ruhları yücedir. Cinlerin ve şeytanların ruhları süflidir. Fakat hayvanlar, nebat­lar ve mâdenler tabiattan meydana gelirler, tekrar ta­biata karışırlar.

Hakk Teâlâ ruh'dan sonra (İLLİYYÛN)'u zeberced- den yarattı. Bir levhadır ki Arşın altında bulunur. Ha­yır ve şer, bütün mahlûkatın amelleri onda yazılmıştır.

Ondan sonra Hakk Teâlâ çok hoş bir cevherden Kür- si’yi yarattı.

Rasülûllâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

— Yedi kat yer ve gök, Kûrsî'nin yanında bir sah­rada bir halka kadardır. Kürsî de Arşın yanında bir hal­ka gibidir. Öyle olunca Kürsî kendini gördü. Hakk Teâlâ Kürsî’yi bir kandil gibi Arşa astı. Şimdi o Arşda asılıdır.

Mesâbîh şerhinde nakledildiğine göre Mûsâ (aleyhisselâm)  şöyle demiştir.

Ey Rabbim Arş ile Kürsî arasında ne kadar yol var­dır?

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Ey Mûsâ! On bin kere doğu ile batı arası kadar­dır.

Nitekim Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

— «Demek, her şeyin mülk ve tasarrufu (kudreti) kendi elinde bulunan (Allah)’ın şânı ne kadar yücedir, münezzehdir! Siz ancak O’na döndürül (üb götürül) ecek siniz.» (25)

(25) Yâ Sin Sûresi, âyet: 83.

3. YERYÜZÜ, İSİMLERİ VE YARATILANLAR
HAKKINDA SÖYLENENLER

Ondan sonra Hakk Teâlâ hazretleri yele:

— Es! diye buyurdu.

O yelin kanatları vardır. Adedini Allah Teâlâ’dan başkası bilmez. Sonra yel suya dokundu. Su hemen dal­galanıp köpüklendi ve dumanı çıktı. Allah Teâlâ o köpü­ğe emretti, hemen dondu. Allah Teâlâ donmuş köpük­ten yeri, dalgalardan dağları yarattı. Alemde yetmiş altı bin altı yüz yetmiş üç dağ vardır. Hakk Teâlâ hazretleri bütün bu dağları damarlarla Kâf dağına rapdetti. O Kaf dağına bir de melek vazifelendirdi. (26) Allah Teâlâ haz­retleri bir kavmi helâk etmek istese bu meleğe bildirir. O melek hemen yerin damarını tutar, çeker. O yer sal­lanır, veya aşağı geçer.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh):

— Kaf dağı yeşil zebercedden yaratılmıştır. Bütün yeryüzünü kaplamıştır. Gökyüzünün yeşilliği Kaf dağı­nın yeşilliğindendir.

Kısas-ı Enbiyâda peygamber efendimizin şöyle bu­yurduğu nakledilmiştir;

— Kaf dağının arkasında kâfûr’dan yetmiş dağ var­dır. Onun arkasında Anber'den yetmiş dağ vardır. Onun ardında altından yetmiş dağ vardır. Onun ardında gü­müşten yetmiş dağ vardır. Onun ardında demirden yet­miş dağ vardır.

(26) İslâm mitolojisinde anka veya siburg denen büyük kuşun yaşadığı yer olmak üzere, masallarda geçen bir dağın ismidir. Kaf Dağı'nın Kafkas Sıradağların­da olduğuna da inanılmıştır.

Onun ardında yetmiş bin âlem vardır. Her âlemde binlerce melek vardır. Adedini Hakk Teâlâ hazretleri bi­lir. O melekler, Adem ve İblîs nedir? bilemezler. Tesbih- leri yedi kelimedir. Yani (Lâ ilâhe illellâh Muhamme- dün Rasûlûllah) kelimeleridir.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) efendimizin şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

— Hakk Teâlâ, Kaf dağının ardında ak bir yer yarat­tı. Bu dünyâ’nın otuz büyüklüğündedir. İçi yaratılmış­larla doludur. Allah Teâlâ’ya ibâdet ederler.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle dedi:

— Allah Teâlâ yedi kat yeri yarattı:

İlk yerin adı (Demkâ) dır. Onun altında kuru rüz­gâr vardır. Allah Teâlâ (Ad) kavmini o rüzgârla helâk etmiştir. Orada bir kavim vardır, adı (Buşim) dir. Onla­rın üzerine Sevâb ve Ikâb vardır.

İkinci yerin adı (Hulde)'dir. Orada kâfirlere azâb için çeşitli aletler vardır. Orada bulunan kavmin adı (Tames)’dir. Birbirlerini yerler.

Üçüncü yerin adı (Guraf)’dır. Orada katırlar gibi akrepler vardır. Kuyrukları süngü gibidir. Eğer onlar­dan biri yer halkından birini soksa, bütün halk helâk olurdu.

Dördüncü yerin adı. (Cerbâ)'dır. Orada yılanlar var­dır. Bir de kavim vardır ki adı (Celhâm)'dır. Kanatları vardır, uçarlar. Fakat gözleri yoktur.

Beşinci yerin adı (Mülsâ)’dır. O yerde kâfirler için kibrit dağları vardır. Orada bulunan kavme (Mathât) de­nir. Onlar da birbirlerini yerler.

Altıncı yerin adı (Siccîn)’dir. Cehennem ehlinin amellerinin defterleri oradadır. Orada da bir kavim var­

dır. O kavme (Katât) derler. Kuşlar suretinde ibâdet ederler.

Yedinci yerin adı (Ucbâ)’dır. Orada bir kavim var­dır. Adına (Cüsûm) derler. Ahir zamanda Ye'cûc ve Me'- cûc çıktıktan sonra yer altından bunlar çıkacaktır. Bunlar, Ye'cûc ve Me'cûc’u yok edecektir. Hâlen Şeytan orada hapsedilmiştir.

Ebu’l-Leys şöyle demiştir:

— Hakk Teâlâ önce yeri yarattı. Kâbenin yerinde bir kızıl eltaşı kadardı. Ondan sonra gökleri yarattı ve su üzerine döşedi.

Müfessirler şöyle derler:

— İlk zamanlarda su üzerinde idi. Bir gemi gibi sal- lanırdı. Sâbit değildi. Ondan sonra Hakk Teâlâ, Arş’dan bir melek indirdi ve ona yeri getirmesini emretti. Me­lek de, bir eli ile doğudan bir eli ile de batıdan tuttu ve yeri omuzu üzerinde getirdi. Fakat ayakları tutmadı. Hakk Teâlâ Firdevs’den dört köşeli yakutdan bir taş çı­kardı. Kalınlığı beşyüz yıllık yoldu. O taşın üstünde ye­di bin çukur vardı. Her çukur içinde de bir deniz vardı. Vasfını Allahtan başka kimse bilmez. Hakk Teâlâ o taşa meleğin ayakları altına girmesini emretti. O melek de bu sâyede karar tuttu. Bu defa, melek sabit oldu, taş ka­rarsız kaldı, sallandı. Hakk Teâlâ Firdevs’den bir Öküz çıkardı. Kırkbin boynuzu vardı. O kadar uzundu ki, ye­rin kenarından Arşın altına erişmiş idi. Başı ile kuyru­ğu arası beşyüz yıllık yoldur. Hakk Teâlâ o öküze taşın altına girmesini emretti. Girdi ve getirdi. O öküzün adı (Lebusan)'dır. Bu sefer de o öküz karar tutmadı. Hakk Teâlâ bir taş yarattı. Kalınlığı yedi kat yer ve gök kadar­dı. Öküzün altına girdi. Öküz durdu, fakat bu taş dur­

madı. Bunun üzerine Allah Teâlâ büyük bir balık yarat­tı. O balığın kırk bin kanadı ve kırk bin ayağı vardı. Adı da (Yehmûd) idi. Eğer bütün denizler o balığın burnun­dan konsa gene dolduramaz.dı.

Ka'bûl-Ahbâr der ki:

— Bu sefer o balık karar tutmadı. Hakk Teâlâ balı­ğın altında bir deniz yarattı. Öylece balık sâbit kaldı. Suyun altında yeli yarattı.

Bu yaratılıştaki sıra şöyledir:

— Bütün yer bir meleğin üzerindedir. Melek taş üzerindedir. Taş öküzün üstündedir. Öküz de bir başka taş üzerindedir. O taş bir balığın üzerindedir. Balık Su­yun üzerindedir. Su hava üzerindedir. Hava da zulmet, karanlık üzerindedir. Bütün mahlûkatın ilmi bunda ta­mam oldu. İnsanın ondan öte bilgisi yoktur.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Bütün yer bir balığın üzerindedir. Balık su üze­rindedir. Balığın başı ile kuyruğu Arş’da birleşmiştir. O balığın esas vasfını Allahdan başka kimse bilmez. Al­lahın herşeye gücü yeter. (27)

4. GÖKLER VE İÇİNDEKİLER HAKKINDA SÖYLENENLER

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle demiştir:

— Hakk Teâlâ buhara sudan çıkmasını ve havaya git-

(27) Buradaki Öküz Boğa burcudur. Burçlar, gökyüzünde sâbit oniki takım yıldızdır. Güneş her ay bunlardan geçer. Dünyamız, güneş sistemine dahil bir gezegen­dir. Bu ifade, güneş Boğa burcundan geçerken, dün yamızın cazibe ile dengelendiğini anlatır. Eski mü- fessirler bunu kapalı bırakmışlardır.

mesini buyurdu. Buhar sudan çıktı. Allah Teâlâ o buhar­dan gökleri yarattı. O önce bir kat idi. Sonra yedi kat yaptı. İlk gök yeşil zebercedden idi. Adı Berkiâ'dır. Re- fîâ’da derler. Onun melekleri öküz sûretindedir. Hakk Teâlâ bir melek yarattı. O melek bu göğün vekilidir. Adı İsmail’dir.

İkinci kat gök sarı yakutdandır ve adı (Kayzûm)'- dur. Onun melekleri (Ankâ) sûretindedir. (28) Bir melek o gökle vazifelidir. Adı Mikâil'dir.

Üçüncü kat gök Kızıl yakuttandır. Adı (Mâûn)'dur. Onun melekleri akbaba sûretindedir. Bir vazifeli meleği vardır. Adı (Sa'dâi)'dir.

Dördüncü kat gök gümüştendir. Adı (Erkalûn)’dur. Onun melekleri insan sûretindedir. Vazifeli meleği (Sal- sâil)’dir.

Beşinci kat gök kızıl altundandır. Adı (Retkâ)’dır. Melekleri Cennet Hurisi şeklindedir. Vazifeli meleği (Kelkâil)’dir.

Altıncı kat gök beyaz incidendir. Adı (Refâ)’dır. Onun melekleri de insanlar sûretindedir. Vazifeli mele­ği (Şemhâil)'dir.

Yedinci kat gök açık nurdandır. Adı (Garibâ)’dır. Melekleri insanlara benzer. Vazifeli meleği (Efrâil)'dir.

Her göğün kalınlığı beşyüz yıllık yoldur. Beşyüz yıllık aralıkları vardır, içi ve dışı meleklerle doludur.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) gene şöyle der:

— Arşın sağında nurdan ırmaklar vardır. Yedi kat gök ve yer kadar büyüktür. Cebrail (aleyhisselâm)  her sabah ona girer, çıkar. Nuru üzerinde nur, güzelliği üzerinde gü-

(28) Ankâ. İslâm mitolojisinde Kaf dağında bulunduğu ka­bul edilen bir masal kuşudur.

63

zellik meydana gelir. O ırmaktan çıkar, silkinir. Dökü­len her damlasından bu melek yaratılır. O meleklerden yetmişbini hergün Kâbeye gelirler ve Kâbeyi tavâf eder­ler. Kıyâmete kadar, tavaf etmek için, onlara sıra gel­mez.

Ka'bûl-Ahbâr şövle der.

— Ondan sonra Hakk Teâlâ İsrâfil’i yarattı. Allahın buyruğunu Levh-ı Mahfuz'a İsrafil indirir. Ondan sonra sıra ile Cebrâil’e, Cebrail Mikâil’e, Mikâil de Azrail'e in­dirir.

İsrâfil'in dört kanadı vardır. Bir kanadını doğuya, bir kanadını batıya, bir kanadını yerle gök arasına ser­miş; bir kanadını da, Allahdan korktuğu için yüzüne kapamıştır. Arşın bir köşesini omuzuna almış olup başı Arş'da ve ayakları yedi kat yerin aşağısındadır. Gayet güzel sesi vardır. Melekler içinde, ondan daha güzel ses­lisi yoktur. Nitekim, insanlar arasında Davûd (aleyhisselâm) ’dan güzel sesli kimse yoktur.

Beş yüz yıldan sonra Hakk Teâlâ Cebrail (aleyhisselâm) 'ı ya­rattı. Fakat Cebrail, meleklerin en üstünüdür. Allahın da sevgilisidir. Ona (Rûh-ul-Emin) derler. Peygamber­lere (vahiy) getiren melek Cebrail'dir. Onun, çeşitli cev­herden altı yüz kanadı vardır. Şayet Allah Teâlâ bir şeh­ri veya bir kavmi helak etmek isterse, Cebrail (aleyhisselâm)  gi­dip helak eder.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) 'ın nakline göre Rasul (aleyhisselâm)  şöyle buyurmuştur:

— Bir gün gök yüzünde Cebrâil’in şeklini görmek istedim, görmeyi diledim. Cebrail şöyle buyurdu:

-Ey Allahın Rasulü! Beni görmeye gücün yetmez.

Ben görmekle isrâr ettim. Bir gün Arafat'a çıktım Cebrail geldi. Gördüm ki doğuyu ve batıyı kaplamış

Başı gökte ve ayakları yerde idi. Bu manzarayı görünce heybetinden düştüm. Cebrail insan suretine girdi. Beni göğsüne bastı ve:

— Korkma ey Muhammed! dedi.

Beşyüz yıldan sonra Hakk Teâlâ, zebercedden ve iki çeşit cevâhirden Mîkâili yarattı. İki kanadı vardır, bin de yüzü vardır. Her yüzünde bin ağzı vardır. Mümin­ler için Allahı zikrederler. Bin gözü vardır. Günahkâr­lar için ağlarlar, Allahtan rahmet ve mağfiret isterler. Gözlerinin her damlasından Hakk Teâlâ bir melek yara­tır. O da müminler için Allahı zikreder.

Beş yüz yıldan sonra Hakk Teâlâ hazretleri Azrâil (aleyhisselâm) ’ı yarattı. Birinci kat göktedir.

Bazı kimseler:

—Yer ile gök arasında bir makam vardır. Azrâil oradadır. Yüzü Levh-ı Mahfûz'a dönüktür. Sağ eli ile müminlerin ruhlarını alır, Illiyyûn’a gönderir; sol eli ile de kâfirlerin ruhlarını alır, Siccîn'e gönderir, de­mişlerdir.

Kirâmen - Kâtibin melekleri, Allaha yakın ve sevilen meleklerdir. Allah Teâlâ onları, insanları hayır ve şer (iyi ve kötü) işlerini yazsınlar diye, yaratmıştır. Sağ ta­raftaki melek hayır ve iyilikleri, sol taraftaki ise şer ve kötülükleri yazar. Eğer bir insan yürüse, biri önünden, biri de ardından yürür. Ne işler ve ne söylerse, sevâb ve günahını yazarlar. İkisi sabah namazında gelir, ikisi de akşam namazında gelirler. Her insan için her gün dört melek vazifelidir. Yüz altmış tanıkları vardır. On­lar kıyâmet gününde tanıklık için gelirler.

Beyt-i Ma’mura gelince, bu hususta dört görüş var­dır:

65

1)        Yedinci kat göktedir. Arşın karşısında ve Kâbe- nin üstüne düşen göktedir. Hürmeti, yerdeki Kâbenin hürmeti gibidir. Hergün yetmişbin melek gelir, onda namaz kılarlar ve tavaf edip giderler. Onlara tavaf için bir daha sıra gelmez.

2)        Beyt-i Ma'mur yakutdan bir evdir. Allah onu, Adem (aleyhisselâm)  zamanında Cennetden Kâbenin yerine in­dirmiştir. Nuh tufanına kadar yeryüzünde kalmış, tu­fanda ortadan kalkmıştır. O zaman melekler onu göğe çıkarmışlardır. Uzunluğu beşyüz yıllık yoldur. Allah onun üzerinde insan suretinde bir melek yaratmıştır. O melek yeri ve gökleri yemek istese idi bir lokma olur­du. Onun adı (Ruh)’dur

3)        Beyt-i Ma’mûru Adem (aleyhisselâm)  Kâbenin yerine yapmıştır.

4)        Allah Teâlâ meleklere emretmiş ve onu Hz. Adem'den önce onlar yapmışlardır.

Bahr-i Mescûr (dolup taşan deniz)’e gelince:

O, yedinci kat göktedir Bazılarına göre bir denizin adıdır. Allah Teâlâ kıyamet gününde bütün mahlûkata o denizden hayat verir. O denizde Allah Teâlâ melekler ya­ratmıştır. Ellerinde harbeler (mızraklar) vardır. Her harbenin uzunluğu beş yüz senelik yoldur. Allah Teâlâ o deniz için bir melek vazifelendirmiştir. Vasfını Allahdan başka kimse bilmez.

Hz. Enes (radiyallâhu anh) şöyle demiştir:

— Hakk Teâlâ, alemi yaratmazdan önce Arş su üze­rinde idi.

Nitekim Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

—«(Bundan evvel ise) Arş'ı su üstünde idi.» (29)

(29) Hûd Sûresi, âyet; 7.

O suyu iki kısma ayırdı. Birinden Arşın altındaki Bahr-i Mescûru yarattı. Diğerinden de balığın yüzdüğü bildiğimiz denizi yarattı.

Sonra da Allah, Arşın nurundan güneşi, hicabından da ayı yarattı.

Mücâhid (radiyallâhu anh) şöyle der:

— İlk zamanlarda bir güneş gündüzü, bir güneş de geceyi aydınlatırdı. Gece ve gündüz ayırt edilemezdi. İkisinin aydınlığı aynı idi. Halk rahatsız oldular. Hakk Teâlâ Cebrail’e emretti. Cebrâil de ayın yüzünden nuru alıp güneşe verdi. Ayın yüzündeki karanlık, Cebrâil’in kanadının eseridir. Matematik ilminde ve Tefsirlerde de bu böyledir. (30)

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) der ki:

— Güneşin altmış fersah uzunluğu ve altmış fersah enliliği vardır. Ayın da kırk fersah eni, kırk fersah da uzunluğu vardır.

Hz. Mukâtil (radiyallâhu anh) da:

— Güneşle ay beraberdir. Seksen fersah eni ve uzunluğu vardır. Tefsir ilmindeki sahih ve doğru görüş budur der. (31)

Ondan sonra da Hakk Teâlâ Cenneti yarattı. İbni Ab­bâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Cennet, Arşın altında yüce bir makamdır. Nite­kim Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur:

(30) Bugün ayın yüzeyindeki bu bölgeye (karanlık bölge) adı verilmektedir. Son ay seyahatları sırasında bu bölge astronotlarca görülmüş ve ay aracı buradan geçerken, yeryüzü ile irtibatın kesildiği uzay merke­zine bildirilmiştir.

(31) Bu rakamlar, o zamana göre bilinen itibari ölçülerdir.

— Cennetin tavanı (damı) Allahın Arşıdır.

İnşallah Cenneti beşinci babda beyan edeceğiz.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) gene şöyle demiştir:

— Hakk Teâlâ (Adn) Cennetini yarattı ve ona: (Ken­dini süsle!) buyurdu. Adn Cenneti de kendini süsledi. Irmaklarını da meydana çıkardı. Yani kâfûr, selsebîl, tesnim, şarab, bal, süt ve su ırmaklarını gösterdi. Taht­larını, kürsîlerini, Cennet elbiselerini ve Cennet Hurile­rini de ortaya koydu. Ondan sonra Allah Teâlâ.

— Konuş! dedi.

Adn Cenneti de konuştu ve:

— Ne mutlu bana girene! dedi.

Hakk Teâlâ:

— Şanım hakkı için sekiz bölük kimseyi sana koy­mam, sende oturtmam, buyurdu:

1)          Ölmeden önce tövbe etmeyen içki içenleri.

2)          Zinâ edenleri,

3)          Gammâzları (lâf taşıyanları),

4)          Zâlimleri,

5)          Eğlenceye ve sefahata düşkün olanları,

6)          Hısım - akrabasını terk edenleri,

7)          Gayretsizleri,

8)          Sözünde durmayan vefasızları.

Hz. Vehb (radiyallâhu anh) şu Hadisi rivayet etmiştir:

— Ey Allahın Rasûlü! Hakk Teâlâ Cenneti neden ya­rattı? diye sorduk. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: Sudan yarattı. Bir kerpici altından, bir kerpici gümüştendir. Harcı miskten ve toprağı zağferândandır. Taşları inci ile yakuttandır. Kim ona girerse çeşitli lezzetlerle ni- metlenir. Ona giren ölmez. Yiğitliği asla bozulmaz. Ebe­dî olarak kalır.

Zehret'ür-Rıyâd'daki müfessirlerin beyanlarına gö­re, Cennetten sonra, Hakk Teâlâ Cehennemi yaratmıştır.

Cehenemin yedi kapısı vardır. Bir kapıdan bir kapı­ya beşyüz yıllık yoldur. Her kapıda yetmişbin dağ var­dır. Her dağda yetmiş bin dere vardır. Her derede yetmiş bin ev vardır. Her evde yetmiş bin azâb âleti vardır. Azâb âletleri:

1)         Ekyâd (Bukağılar),

2)          Enkâl (ayağa giyilen ateş pabuçları)

3)          Selâsil (ayak zincirleri)

4)          Ağlâl (boyun halkaları)

5)          Semim (Ağular)

6)          Hamîm (kaynar su)

7)         Zakkum gibi şeylerdir. Hepsi de ateştendir. Ce­hennemin ilk kapısı, bu ümmetin tövbesiz dünyâ’dan giden büyük günah işleyenleri içindir.

İkinci kapı (Cahîm)’dir. O, puta tapanlar içindir. Hıristiyanlar ondan girerler.

Üçüncü kapısı (Hutame)’dir. Ye'cûc ve Me’cûc ile Yahudiler oradan girerler.

Dördüncü kapısı (Saiyr)dir. Şeytanlar ve yıldız­lara tapanlar oradan girer.

Beşinci kapısı (Sakır )’dır. Ateşe tapanlar ondan gi­rerler.

Altıncı kapısı (Lezâ)’dır. Müşrikler ondan girerıer.

Yedinci kapısı (Hâviye)’dir. Münafıklar ondan gi­rerler.

Nitekim Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

— «Onun yedi kapısı, her kapının da onlara ayrıl­mış birer nasibi vardır.» (32)

(32)  Hicr Sûresi, âyet: 44.

Tefsirlerde nakledildiğine göre, Hakk Teâlâ Cehen­nemi yarattığı zaman, melekler feryâd edip ağladılar. Allah Adem(aleyhisselâm) 'ı yaratınca:

— Bizim için değilmiş! diye sevindiler.

Ebû Hüreyre (radiyallâhu anh) şu rivayeti nakleder:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu: Yeryüzündeki ateş, Cehen­nem ateşinin yetmiş bölüğünden bir bölüğüdür.

Ashâb:

— Ey Allahın Rasûlü! Bu kadarı yetmez mi idi? di­ye sordular.

Rasûlûllah buyurdu:

— Kâfirlere şiddetli azâb etmek içindir. Zebaniler Cehennemi bin sene yaktılar, ak oldu. Bin yıl daha yak­tılar. Kızıl oldu. Bin yıl daha yaktılar, kara oldu. Halen karadır. O, suçlular ve günahkârlar için hazırlanmıştır.

Hz. Vehb (radiyallâhu anh) şu rivayette bulunmuştur.

— Ondan sonra Hakk Teâlâ Nâr-ı Semûm’u (zehirli ateşi) yarattı. O Nâr-ı Semûm’dan (Cânn) kavmini ya­rattı. Nitekim şöyle buyurur:

— «Cânnı da daha önce çok zehirli ateşten yarat­tık.» (33)

Hakk Teâlâ ateşin yalabından evvelâ bir erkek yarat­tı. Adı (Mâric) idi. Mâric'den sonra bir kadın yarattı. Adı (Mârice) idi. Bunlardan bir oğlan doğdu. (Cin) diye ad koydular. Bütün Cinnîler ondan meydana geldi. İblîs

(33)Hicr Sûresi, âyet: 27.

(Ç. Terc. C. 2, S. 446)

Âyet’te geçen Cânn, Cinnin babası, iblisdir. Allah Teâlâ Cânn'ı. iliklere kadar işleyen çok şiddetli bir ateşten yaratmıştır. Anlaşıldığına göre, insan yara- tılmazdan önce, Cânn’ın yaratıldığı zaman arz deh­şetli ateşler saçmakta imiş.

70

(lânet olsun) onlardandır. İblîs’in Cânn kavminden bir karısı vardı. Adı (Lehyâ)’dır. Hakk Teâlâ Cânn kavmini, dünyâ göğünde ve yerde yerleştirdi. Uzun zaman ibâ­detle meşgul oldular. Bir zamandan sonra Hakk Teâlâ hazretlerine âsî oldular. Yeryüzü bunların şerrinden feryâd edip:

— Ey Rabbim! Beni yarattın ve üzerimde sana âsî olanları barındırdın, diye şikâyette bulundu.

Hakk Teâlâ:

— Ey yer! Ben onlara kendi cinslerinden Peygam­berler göndereceğim buyurdu.

Allah, sekiz yüz Peygamber gönderdi. Hepsini de şe- hid ettiler. Ondan sonra Hakk Teâlâ gökten yere ateş gönderip onları yaktı. İblîs ve Cin'in çocukları yerde oturdular. Burada uzun zaman ibâdetle meşgûl oldu­lar. Hakk Teâlâ İblisi birinci kat göğe çıkardı. Bin sene­de orada ibâdet etti. Hakk Teâlâ Hz. Adem (aleyhisselâm) ’ı yarat­tığı zaman, bütün meleklere Ademe secde etmelerini emretti. Onlar da Hz. Adem'e secde ettiler. Fakat İblîs secde etmedi. O vakit kovuldu ve ilâhî huzurdan sürül­dü.

Hasan-ı Basri (Allahın rahmeti üzerine olsun) şöy­le der:

— İblîs, yedinci kat gökte yedi bin yetmiş sene ibâ­det etti. Bin sene de Cennetin Hazinedârı oldu. Cenne­tin kapısında şu yazıyı gördü:

— Hakk Teâlâ’ya yakın bir kul var ki, Hakk Teâlâ ona emreder. O yakın kul da Hakkın emrini tutmayıp asî olur. Hakk Teâlâ da o kulu kapısından kovar ve ona lâ- net eder.

İblis bu yazıyı gördü ve:

— Ey Rabbim! Bana izin ver, ona lânet edeyim, de­di. Hakk Teâlâ izin verdi. İblis o kula bin yıl lânet etti. Bilmedi ki o kovulmuş olan kul kendisi idi. Kendine lânet etti.

Müfessirler, İblis hususunda ihtilâf ettiler. Bazıla­rı:

— O meleklerdendir, dediler. Fakat sahih olan şu­dur ki o Cinnîdir. Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

       «O ise, cinden olduğu için, Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı.» (34)

Fakat ibâdet ettiği ve göğe çıktığı için melek sıfatı­nı kazanmıştır. Onun için ona da secde için emrolun- muştur.

5.   YÜCE ALLAHIN BİLDİRDİĞİ KELİMELERİN
BEYANI

Bilmek gerektir ki, Allah Teâlâ'nın, bütün mevcûdata söylediği kelime ve sözleri zikretmek için tekrar geriye döndük.

Hakk Teâlâ şu sıraya göre evvelâ Aklı yarattı. Rûh’u yarattı. Nûru yarattı. Kalemi yarattı. Levh-ı Mahfûzu ya­rattı. Cânn kavmini ve Cin'i yarattı. Yerleri, gökleri ve yıldızları yarattı.

Ondan sonra, son mahluk olarak, Adem (aleyhisselâm) ’ı ya­ratmayı diledi.

Nitekim Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

        «Hani Rabbin meleklere: Muhakkak ben yeryü­zünde (benim emirlerimi tebliğ ve yerine getirmekle va-

(34) Kehf Sûresi, âyet: 50.

zifeli) bir halife (bir insan - Adem) yaratacağım demiş­ti...» (35)

Melekler de:

            «Ey Rabbim! Yeryüzünde fesâd çıkaran ve kan döken birini yaratır mısın? Biz seni tesbîh ve takdis ederiz» dediler. (36)

Hakk Teâlâ da:

            «Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim» buyurdu. (37)

Melekler bu sözü işitince, ilâhî azâmetten korkup yedi kerre Arşı tavâf ettiler. Bu sebeptendir ki, Kâbeyi yedi kerre tavaf etmek sünnet oldu.

Ondan sonra Hakk Teâlâ, Hz. Adem (aleyhisselâm) ’ı yaratma­yı diledi ve yere:

— Ey yer! Ben senden bir halk, bir insan yaratmayı isterim ki, onların bir kısmı bana bağlı olsun, Cennete koyayım Bir kısmı da âsî olsun, Cehenneme koyayım, buyurdu.

Hakk Teâlâ bundan sonra da Cebrail’e:

— Ey Cebrail! Yere in ve yerden toprak al! Ondan en üstün varlığı yaratayım buyurdu.

İblîs bunu öğrendi ve yere inip bunu haber verdi.

Ondan sonra Cebrâil (aleyhisselâm)  toprak almak için yere indi. Yer Cebrâil (aleyhisselâm) ’a:

— Ey Cebrâil! Benden toprak alma! diye and ver­di.

Cebrâil (aleyhisselâm)  da almadı ve tekrâr göğe çıktı.

Ondan sonra Hakk Teâlâ Mikâîl (aleyhisselâm) ’a emretti. Yer ona da and verdi. O da bir şey almadı, yine döndü.

(35)        Bakara Sûresi, âyet:30.

(36)        Bakara Sûresi, âyet:30.

(37)        Bakara Sûresi, âyet:30.

Ondan sonra Hakk Teâlâ Azrail (aleyhisselâm) ’a emretti. Yer ona da and verdi. Fakat Azrâil (aleyhisselâm)  kulak asmadı. Bir avuç toprak alıp yerine gitti.

Hakk Teâlâ:

— Ey ölüm meleği! Ne yaptın? diye sordu.

Azrâil (aleyhisselâm)  yerin and verdiğini söyleyince Hakk Teâlâ:

— Senin getirdiğin topraktan bir insan yarattım. Sende esirgemek az olduğu için, onların canını almayı sana verdim buyurdu.

Bunun üzerine Hakk Teâlâ o bir avuç toprağı, kud­ret elile kırk sabah yoğurdu. Ondan sonra ikiye böldü. Birini Cennete attı, birini Cehenneme attı. Ondan son­ra şöyle buyurdu:

— Ben kadir-ı mutlak Allahım. Herşeye ben hükm­ederim. Benden başka hiç kimse bir başkasına hükmedemez. Eğer Allah:

— «Her diri şeyi sudan yarattığımızı o küfr (ve in­

kâr) edenler görmedi (ler) mi?» (38) buyurdu. Halbuki, melekler ve cinler gibi, bazı yaratıklar sudan değildir.

Adem de topraktandır. Bunlar nasıl izah edilir? di­

ye sorulacak olursa cevabı şudur:

— Hakk Teâlâ melekleri yelden yarattı. Öyle yelden

ki, o yeli Allah sudan yaratmıştı.

Cinleri ateşten yarattı. Öyle ateşten ki, Allah o ateşi sudan yaratmıştı.

Adem (aleyhisselâm) ’ı topraktan yarattı. Öyle topraktan ki,

Allah o toprağı sudan yaratmıştı.

(38)    Enbiyâ Sûresi, âyet: 30.

74

Böylece Hakk Teâlâ her şeyi sudan yaratmıştır.

Anla ki o harika bir şeydir.

Nakledildiğine göre, Hakk Teâlâ insanın rûhunu ya­rattığı zaman:

— Ben kimim? diye suâlde bulundu.

Ruh da:

— Ya ben kimim? diye karşılık verdi.

Ondan sonra Hakk Teâlâ meleklere emretti. Onlar bin sene ruhu aç bıraktılar.

Allah Teâlâ:

— Ben kimim? diye buyurdu.

Rûh:

— Sen, kendisinden başka Hak ma'bûd olmayan yü­ce Allahsın! dedi.

Nefis, Hakk Teâlânın birliğini, yüceliğini ve her şeyin hâkimi olduğunu ancak açlık ile kabûl etti.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Allah ruhları, bedenlerden dört bin yıl evvel ya­rattı, buyurdu.

IV. İKİNCİ BÖLÜM

1 . ALLAH TAÂLA’NIN PEYGAMBERLERE SÖZLERİ Allah Teâlâ buyurdu:

  «Hani Rabbin meleklere: Muhakkak ben yeryü­zünde (benim emirlerimi tebliğ ve yerine getirmekle vazi­feli) bir halife (bir insan - Adem) yaratacağım demişti.»

(39)                . a

Zira Ademin İlâhî sıfat'dan nasibi vardı. Eğer öyle olmasa idi Allah bu kemâlatla onu âleme getirmezdi. Ve Hakk Teâlânın niyâbet ve hilâfetine lâyık olmazdı. Me­

lekler bu sırrı bilemediler ve:

—«Yeryüzünde fesâd çıkaran ve kan döken kimse­leri yaratır mısın? Biz seni tesbih ve takdis ederiz»

dediler. (40)

Hakk Teâlâ da:

  «Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim» bu­

yurdu. (41)

Kâdîoğlu (Allahın rahmeti üzerine olsun) Misbâh'ül-

Üns’de şöyle demiştir:

  Halife olmak, Allahın vekili olmak meleklerin elinden gelmez. Zira onların yukarıdaki ayetde geçen sözlerinde on yönden kusurları vardır:

(39)    BakaraSûresi, âyet:30.

(40)    BakaraSûresi, âyet:30.

(41)    BakaraSûresi, âyet:30.

76

1)         Adem'i kınadılar.

2)         Adem’i görmeden iftirada bulundular.

3)         Adem'i görmeden tanıklık ettiler.

4)         Sâlih (iyi) bir kişiye fâsık dediler.

5)         Arkalayı hüküm verdiler.

6)         Adem'i şehvete ve gazaba hamlettiler.

7)         Adem'in faziletine hased ettiler.

8)         Adem’in hilâfetine haris oldular.

9)         Nefislerine kibir ettiler ve amellerini gördüler.

10)        Rablerine itiraz ettiler.

Müfessirler şöyle dediler:

-Hakk Teâlâ hazretleri; yeri, göğü, melekleri ve cîn’i yarattığı zaman,melekleri göklerde sâkin kıldı. Cinle­ri de yerde koydu. Uzun zaman yerde ibâdet ettiler. On­dan sonra aralarında fesâd belirdi. Hattâ birbirlerini öl­dürdüler. Hakk Teâlâ onlara melâike askerlerini gönder­di. Onlar Cennetin hazinedarları idiler. İblîs de reisleri idi. O İblîs’in adı (Azâzil) idi. Süryânice ve Arapça adı (Hâris) idi. Ne zaman ki âsî oldu, Hakk Teâlâ ismini ve sûretini değiştirdi. Onun için İblîs dediler. Allahın rah­metinden ümidini kesti. O asker yeryüzüne indi. Cinle­ri dağlara ve adalara sürdü.

Ondan sonra Hakk Teâlâ İblîs’e, yerde, gökte ve Cen­nette ibâdet etmek için izin verdi. Sonra kendine kibir geldi ve:

— Hakk Teâlâ beni yarattığı zaman meleklerden üs­tün yarattı. Bana bunca mülk verdi, ibâdet ettim, dedi.

Hakk Teâlâ da.

— «Sizin bilmeyeceğinizi herhalde ben bilirim» (42)

(42)  Bakara Sûresi, âyet: 30.

77

Hakk Teâlâ böyle buyurunca melekler Allahın gaza­bından korktular. Her gün üç saat Kâbeyi tavâf ettiler ve sızlandılar. Haktan rahmet istediler.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Benim Arşımın altında bir nehrim vardır. Ona Bahr-i Hayvân (Hayal Denizi) derler. Ondan üç kerre elinizi, yüzünüzü ve ayaklarınızı yuyun. Onlar da üç kerre yudular. Hakk Teâlâ:

— Bütün günahlarınızı yarlığadım, buyurdu.

Müfessirler şöyle demişlerdir:

— Hakk Teâlâ Azrâil (aleyhisselâm) 'a buyurdu. Yerin dört ta­rafından toprak aldı. Onun için Adem oğullarının renk­leri ve suretleri değişik oldu. Hak taala o toprağı balçık yapmalarını emretti. Acı, tatlı ve tuzlu su ile onlar da onu balçık hâline koydular.

Ondan sonra Hakk Teâlâ Cebrâil (aleyhisselâm) ’a, Muham- med Mustafayı yaratmak için, yerin kalbinden toprak almasını emretti. Cebrâil (aleyhisselâm) , Allaha yakın melekler ve kerûbiyyîn, Hz. Rasûlün kabriden birer avuç toprak aldılar. Ve onu Tesnîm, Rahîk ve Selsebîl suyu ile ka­rıştırdılar. Bir ak inciye döndü. Ondan sonra Cebrâil (aleyhisselâm)  o balçığı bütün Cennet ırmaklarına daldırıp yine çıkardı. Melekler anladılar ki, Muhammed Mustafâ (S. A.V.) budur. Ondan sonra Adem öylece kırk yıl balçık­ta yattı.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurdu:

— İnsan üzerine uzun devirden öyle bir zaman gel- (ib geç) di ki o vakit o, anılmaya değer bir şey bile de­ğildi.» (43)

(43) Dehr Sûresi, âyet: 1.

İblis, Ademin bu şekilde kemâlâtını görünce son derece hased etti. Adem (aleyhisselâm)  balçıkta yatarken eli ile göğsüne vurdu. Gördü ki içi boştur. Ağzından girdi, ge­ne çıktı. Dostlarına:

— Bunun içi boştur, bu âlemde bir şeye mâlik ola­maz. Eğer Allah Teâlâ bunu sizden ulu kılarsa ne dersi­niz? dedi.

Onlar:

— Allah Teâlâ hazretlerine itaat ederiz dediler.

İblîs:

— Eğer benden ulu olursa ben ona âsî olurum, eğer ben bundan ulu olursam helâk ederim, diye and içti.

2. ÂDEM (aleyhisselâm) ’A RUH ÜFÜRME DURUMU

Alimler şöyle dediler:

— Hakk Teâlâ hazretleri Adem’e ruh vermeyi diledi ve rûha bütün nurların içine girmesini; sonra da Adem'­in cesedine girmesini emretti. Ruh Adem’in cesedine gir­mek istediği zaman, onun dar ve karanlık bir yer oldu­ğunu gördü ve:

— Bu bir karanlık yerdir, nasıl gireyim? dedi.

Hakk Teâlâ da:

— Güçlükle gir ve güçlükle çık, buyurdu.

Ruh cesede girdi. Önce dimağına vardı ve iki yüz yıl dolaştı. Ondan sonra gözlerine geldi. Bundaki hikmet, Ademin bedeninin aslını görmesidir ve topraktan oldu­ğunu bilmesidir ki, Kerâmet ve Peygamberlik verildi­ğinde, kendine gurur ve kibir gelmesin.

Ne zaman ki ruh genzine geldi; aksırdı ve (El-Ham- dü lillah = Allaha hamd olsun) dedi. Ademden ilk çıkan söz bu oldu. Hakk Teâlâ hazretleri cevâp verdi. Allahın Adem’e ilk sözü şu oldu:

79

— (Ey Adem! Rabbin sana rahmet eder. Ben seni rahmet için yarattım.)

Ondan sonra Hakk Teâlâ. Ademin Hamdinden, Livâ'- ül-Hamdi (Hamd Sancağını) yarattı.

Ondan sonra ruh, Adem'in bütün cesedine yayıldı. Sonra da Allah Ademe nurdan libâs (elbise) giydirdi. Her gün güzelliği ve hoşluğu artmakta idi.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ Cebrail (aleyhisselâm) ’ı, Akıl, imân ve hayâ ile Adem'e gönderdi.

Cebrail (aleyhisselâm) :

— Hangisini dilersen onu al dedi.

Adem aklı seçli.

İman hayâ’ya:

— Hakk Teâlâ hazretleri bana akıl nerede olursa be­nim de orada olmamı emretti dedi.

Ademin yaratılışı tamam olunca Hakk Teâlâ Cennet­ten çeşitli güzelliklerle süslenmiş elbiseler gönderdi. Ademin ağzından güneş nûru gibi nur çıkardı. Muham- med Mustafâ'nın nuru, iki kaşı arasında ay gibi parlardı.

Ondan sonra Hakk Teâlâ, meleklere Ademin huzurun­da toplanmalarını ve Adem’in onlara hutbe okuyacağı­nı, bildirdi. Bütün göklerin melekleri toplanıp yirmi bin sâf oldular. Hakk Teâlâ Adem’e güzel bir ses verdi. Adem (aleyhisselâm)  minbere çıktı. O minberin yedi ayağı vardı. Adem (aleyhisselâm)  yeşil Sündüsten elbise giydi. İki bölük saçı vardı. Cevherlerle süslü idi. Başında altından bir taç vardı. O taç'ın dört köşesi vardı. Her köşesinde büyük bir inci vardı. Güneşin nurundan parlaktı. Belinde nurdan bir kuşak vardı. Adem (aleyhisselâm)  minbere çıktı ve hutbe okudu. Hakk Teâlâ Adem’e bütün isimleri öğretti. Nitekim şöyle buyurur.

80

«— (Adem)'e bütün isimleri öğretmişti. Sonra on­ları (onların gösterdikleri âlemleri, eşyayı) meleklere gös­terip: Doğrucular iseniz (herşeyin içyüzünü biliyorsa­nız) bunları adlarıyla bana haber verin demişti.» (44)

Adem (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Benden başka bir mahlûk yarattın mı? dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Adem! Senden başka bir mahlûk yaratmadım, buyurdu.

Ondan sonra Adem (aleyhisselâm)  meleklere selâm verdi. Melekler de Hz. Ademin selâmını aldılar ve onu tâ’zîm ettiler.

Ondan sonra da Hakk Teâlâ, bütün meleklere Adem'e secde etmelerini emretti. Bütün melekler Adem’e sec­de ettiler. Yalnız İblîs etmedi. Kibirlendi ve kâfir oldu.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle demiştir:

— Meleklerden bir cemaat, Adem (aleyhisselâm) ’a secde et­mediler. Hakk Teâlâ onların üzerlerine ateş göndererek yaktı ve helak etti.

Bagavî, tefsirinde şöyle der:

— Adem (aleyhisselâm) ’a ilk secde eden İsrâfîl (aleyhisselâm)  idi. Zi­ra o, Ademin yüzünde Kur'an nûrunu gördü ve derhal o nura secde etti.

Ondan sonra Adem (aleyhisselâm)  minberden indi. Cennet­ten bir salkım ak üzüm geldi. Adem’in Cennet yiyecekle­rinden yediği ilk şey üzüm idi. (El-Hamdü Lillâh) dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Adem! Ben seni, nimetlerimi yiyesin de şükre­desin diye yarattım. Şimdi nimetimi yiyip kıyâmete ka-

(44)  Bakara Sûresi, âyet: 31.

81

dar şükretmek senin evlâtlarının sünneti, yolu oldu.

Kısâs-ı Enbiyâ’da denir ki:

—Hakk Teâlâ Ademi yarattığı zaman ona ruh üfle­di, Cennet elbisesi giydirdi. Adem bir taht üzerine otur­du. Melekler omuzları üzerinde alıp götürdüler.

O zaman Hakk Teâlâ:

— Adem benim göklerimi görsün. Ta ki yakınlığı artsın, buyurdu.

Sonra meleklere buyurdu. Onlar da Ademi göğe getirdiler. Yüz yıl gökleri tavâf ettiler.

Ondan sonra Hakk Teâlâ misk’den bir at yarattı. İn­ciden ve mercandan iki kanadı vardı. Adem (aleyhisselâm)  o ata bindi. Cebrâil (aleyhisselâm)  yularını tuttu. Mikâil (aleyhisselâm)  sağ ya­nında, İsrâfil (aleyhisselâm)  sol yanında bütün gökleri dolaştı­lar.

Müfessirler şöyle naklederler:

— Hz. Adem Cennette olduğu zaman yalnız dola­şırdı. Gönlü sâkin değildi. Hakk Teâlâ Adem'e uyku ver­di. Adem (aleyhisselâm)  da uyudu. Hakk Teâlâ Ademin sol iyeği kemiğinden Hz. Havvâ’yı yarattı. Ona Cennet elbiseleri­ni giydirdi. Hz. Havvâ, Ademin başı ucuna oturdu. Adem (aleyhisselâm)  uykudan uyandığı zaman başında bir kadının oturduğunu gördü

Melekler imtihan için:

Bu kimdir ? diye sordular.

Adem (aleyhisselâm) :

— Kadındır, dedi.

Melekler:

— İsmi nedir? dediler.

Adem (aleyhisselâm) :

— Havvâ’dır, dedi.

Melekler:

— Niçin Havva'dır? dediler.

Adem:

— Diri yaratıldığı için, dedi.

Melekler:

— Niçin yaratıldı? diye sordular.

Adem:

— Ben onda ve o bende sakin olmak (huzur bul­mak) için yaratıldı, dedi.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurdu:

— «Sizi bir candan (Ademden) yaratan, bundan da, gönlü kendisine yatıp ısınsın diye, eşini yapan O’dur (Al­lahtır). (45)

Bedâyi-i Ahbâr'dan yapılan nakle göre, Adem (aleyhisselâm)  Cennete girince, Allah Teâlâ Hz. Havvâyı yarattı ve:

— Benim Cennetimde oturun, yemişlerinden yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın. Benim selâmetim ve rah­metim sizin üzerinize olsun! dedi. Ve kendisini Hamd ve Senâ ile anıp:

— Hamd benim övüncümdür, Azamet benim ör­tüm, Ululuk elbisem ve bütün mahlûkât benim kulum- dur, buyurdu.

Melekler, Adem (aleyhisselâm) ’a verilen bu şerefi görünce. Cennet halkı ile birlikte, onların üstlerine inciden saçu saçlılar. Adem (aleyhisselâm) ’a ve Hz. Havva'ya selâm verdiler.

Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyurdu:

— Ey Adem! Benim nimetlerime şükret. Seni son nerece güzel yarattım. Seni ayağın üzerinde yürüttüm. Sana ruhumu üfledim. Melekleri sana secde ettirdim. İb­lis sana secde etmediği için ona lânet ettim. Sana olan

(45)  A'râf Sûresi, âyet: 189.

iyilikleri tamamladım. Cenneti iki bin yıl evvel, Havvâ ile senin için, yarattım. Eğer bana itaat ederseniz benim Cennetimde kalırsınız. Eğer bana verdiğiniz sözü terk ederseniz Cennetten çıkarır, ateşle azâb ederim.

Adem (aleyhisselâm)  bunun üzerine:

— Ey Rabbim! Ahdini ve emânetini kabul ettim, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Eğer bu ağaca yaklaşırsanız, zâlim olursunuz, buyurdu.

Eb’ul-Leys İbni Abbâs (radiyallâhu anh)’dan şu rivâyeti nakle­der:

— O zaman İblîs, Adem (aleyhisselâm) ’ın, Allahtan bu şekil­de yücelik bulduğunu görünce hased elti. Cennetten çı­karmak istedi. Yılan suretine girip Cennetin kapısına geldi ve ağladı. Adem (aleyhisselâm)  ve Havvâ Şeytanı tanımadı­lar ve:

— Neden ağlıyorsun? dediler.

Şeytan:

— Sizin için ağlıyorum, birbirinize hasret kalacak­sınız. Fakat, size tavsiye ederim ki, bu ağaçtan yerse­niz Cennette ebedî kalırsınız, dedi:

Havvâ bu söze mağrur oldu. Oradan gitti, Adem (aleyhisselâm) ’ın yanına geldi ve:

— Bu ağaçtan yiyelim ve Cennette ebedî kalalım, dedi.

Adem (aleyhisselâm) :

— Hakk Teâlâ bizi bu ağaçtan men etti, dedi.

Havvâ bin türlü nâz ve lütuf ile:

— Beni seversen bu ağaçtan yiyelim ve Cennete ebe­dî kalalım, dedi.

84

Adem (aleyhisselâm) :

— Ey Havvâ! Böyle yapma! Ben Allahın hışmından korkarım, dedi.

Hz. Havva:

— Allahın rahmeti çoktur deyip o ağaçtan bir ye­miş aldı, yedi ve:

— Ey Adem! Ben yedim, bir şey olmadı, dedi. Zira, o meyveyi yemekle Havva’ya bir hâl olmadı. Çünki Hav­vâ başkasına uyan, Ademin himâyesinde bulunan kimse, Adem ise kendine uyulan, Havvâ’nın kendisine uyduğu kimse idi. Madem ki uyulan Adem’de bir hal yoktur, uyan Havvâ da da bir hal olmaz. Bunun aksi de böyledir.

Ondan sonra Havvâ bir yemiş alıp Adem’e verdi. Ne zaman ki Adem (aleyhisselâm)  o meyveden yedi, giydiği gü­zel elbiseler arkasından düştü, çıplak kaldı. Adem (aleyhisselâm)  utancından kaçıp gizlendi.

Allah Teâlâ:

— Ey Adem! Benden mi kaçıyorsun? buyurdu.

Bir incir ağacından yaprak alıp kendini örttü.

Saîyd bin Müseyyeb dedi ki:

— Adem (aleyhisselâm)  o ağaçtan yemeyeceğim diye Hakk Teâlâ’­la ahd etmişti. Halbuki aklı vardı. Peki, niçin yedi? Ce­vâbı şudur:

— Havvâ çeşitli yollarla sarhoş etmişti. Bundan do­layı ahdi unutup o meyveden yedi.

Bagavî tefsirinde, nakledildiğine göre Muhammed bin Kays şöyle demiştir:

— Hakk Teâlâ Adem (aleyhisselâm) ’a: Benim yasak ettiğimi niçin yedin? diye buyurdu.

Adem (aleyhisselâm) :

— Havvâ yedirdi, dedi.

Hakk Teâlâ Havvâ’ya:

— Niçin yedirdin? buyurdu.

Havvâ:

— Bana yılan. «Ye!» dedi, yedim diye cevap verdi.

Hakk Teâlâ yılana:

— Niçin yedirdin? buyurdu.

Yılan:

— Bana İblis öğretti, dedi.

Hakk Teâlâ Havva’ya:

— Ayda bir kerre kan gör! buyurdu.

Yılanın ayakları vardı ve kendi de deve gibi idi.

Hakk Teâlâ yılana.

— Ayaklarını kestim, bundan sonra sen yüzün üze­rine yürü! buyurdu.

Ondan sonra da İblîs’e:

— Bunları sen azıttığın için melun ol, sana lânet ol­sun! buyurdu.

Hakk Teâlâ bundan sonra yine Adem’e:

— Ey Adem! Ben seni şükredesin diye yarattım. Sen ise nimetlerimi inkâr eden bir kul olmak istersin, buyurdu.

Adem (aleyhisselâm) :

— Ey Allahım! Beni toprak et, tek azâb etme! diye yalvardı.

Hakk Teâlâ da:

— Ben seni niçin toprak edeyim? Cennet ve Cehen­nemi senin çocuklarınla, senden türeyecek insanlarla dolduracağım, buyurdu.

Adem bu sözü işitince, sevinip sustu.

Ondan sonra Hakk Teâlâ, Adem (aleyhisselâm) ’ı Serendip da­ğına indirdi ve şunları ona verdi:

1)             Allah onu yeryüzüne indirdi.

2)              Onu sıkıntıya düşürdü.

3)              Rengini değiştirdi.

4)              Komşuluktan uzaklaştırdı.

5)              Hz. Havva’yı ondan ayırdı.

6)              Adem (aleyhisselâm)  ile İblîs arasında tekrar düşman­

lık meydana geldi.

7)              Allahın nehyini çiğnedi.

8)              İblîs’i Adem (aleyhisselâm) 'ın oğullarına havale etti,

gönderdi.

9)              Dünyayı Adem oğullarına zindân kıldı.

10)            Adem (aleyhisselâm) ı Cennet havasından mahrûm bı­raktı.

Ondan sonra Hakk Teâlâ Havva’ya:

— Ey Havvâ! Nasılsın? diye buyurdu.

Havva da:

— Ey Rabbim! Benim zînetlerim ve elbiselerim gitti, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Bu elbiseleri senden kim giderdi? buyurdu.

Hz. Havvâ:

— Ettiğim hata giderdi. Beni düşmanım İblis kan­dırıp aldattı. Sana and içti, ben de aldandım, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Havvâ, seni şu on beş şeye müptelâ ettim, bu­yurdu:

1)             Hayız görmek.

2)              Karnında çocuk taşımak.

3)              Çocuk doğurmak,

4)              Din noksanlığı,

5)              Akıl noksanlığı,

87

6)           İddet (belirli bekleme zamanı) bitmeyince ev­

lenmemek.

7)           Mirâs noksanlığı.

8)           Erkeğin emrinde ve hükmü altında olmak.

9)           Talak (boşanma) senin elinde olmamak.

10)         Harbe gitmemek.

11)         Kadından Peygamber olmamak.

12)         Halîfe ve Sultan (Devlet Reisi) olmamak.

13)         Erkeklerinden izinsiz üç günlük yere gitme­

mek.

14)         Bütün Cemaat kadın olsa Cuma namazı kıl­

mamak.

15)         Genç kadınlara erkekler selâm vermemek.

Şimdi ey Havvâ! Cennetten çık! Sana: aklı, dinî, mirası ve tanıklığı eksik kıldım.

Havvâ:

— Ey Rabbim! Cennetten nasıl çıkayım? Bütün yücelikleri benden giderdin! dedi.

Hakk Teâlâ.

— Cennetten çık! Senin neslinden nice Peygamber­ler, Velîler ve Şehitler gelecek ki, Cenneti onlarla dol­duracağım, buyurdu.

Ne zaman ki Adem (A S.) Cennetten çıktı, Cebrâil (aleyhisselâm) Adem'i Serendib'e; Havvâ’yı da Cidde’ye indirdi.

Melekler Adem (aleyhisselâm) ’ı gördüler. Çıplak dolaşırdı. Onu esirgediler ve:

— Ey Rabbim! Ademi utandırma! dediler. Adem (aleyhisselâm)  Cennetten çıktıktan sonra ellerini başının üzeri­ne koyup gözlerinden akan yaş yanaklarından akardı.

Bazı melekler Adem (aleyhisselâm) ’ı kınadılar. Hakk Teâlânın (aleyhisselâm) ’a verdiği nimetlerden ve ahdinden bahsettiler.

88

Adem (aleyhisselâm) :

— Allahın takdiri böyle idi ki beni yere indirdi, de­di,

Hakk Teâlâ Adem (aleyhisselâm) a:

— Ben şöyle takdir ettim ki, tövbe olmayınca asî­leri kabul etmem. Seni topraktan yarattım. Hiç bir me­lek, şekil ve mükemmellikte sana benzemez. Ruhumdan sana ruh üfledim. Melekleri sana secde ettirdim. Hav- vâyı sana verdim. Sana bütün isimleri öğrettim. Melek­lerime seni hatip kıldım, Nihâyet sen benim ahdimi unuttun ve Şeytana uydun, buyurdu.

Adem (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Bu nimetlerin hepsini sen verdin. Ben senin şükründen ve verdiklerini dile getirmekten acizim. Ey Rabbim! Beni Muhammed muhabbeti için esirge. Zira bütün mevcudatı onun için yarattın, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ey Adem! Muhammed kimdir? Sen ne bilirsin? buyurdu.

Adem (A.S ):

— Cennetin her yerinde: (Lâilâhe illellâh Muham- medün Rasûlûllâh) kelimesinin yazılmış olduğunu gör­düm. Onun ismini Arşda ve Levh-i Mahfuzda yazılı gör­düm. Bunlardan anladım ki, sana ondan daha sevgili kul yoktur, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ey Adem! Eğer (Besmele) ile başlarsan, mescid- leri sana mesken kıldım. Yiyeceklerimi sana helâl kıl­dım. Yeryüzünde senin için sular akıttım. Ye, iç! Be­nim zikrimle meşgul ol! buyurdu.

Adem (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Fazlalaştır, dedi.

Hakk Teâlâ:

-         Bir hayırına on veririm. Bir şerrine de bir yaza­rım buyurdu.

Adem (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Fazlalaştır, dedi.

Hakk Teâlâ.

— Tövbeni kabul ettim, buyurdu.

Adem (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Fazlalaştır, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Seni ve çocuklarını yarlığarım, buyurdu.

Adem (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! İşim tamam oldu dedi.

Ondan sonra İblis (Lanet olsun):

— Ey Rabbim! Böyle olmak senin ilminde vardı. Şimdi bana da kıyamete kadar fırsat ver, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Emân (fırsat) verdim. Ne gerekse işle! buyurdu.

İblis:

— Ey Rabbim! Beni yeryüzüne indiriyorsun. Hani bana mesken? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Mezbelelikleri sana mesken kıldım, buyurdu.

İblis:

-         Ey Rabbim! Onlara Peygamberler ve kitaplar verdin. Bana da kitap gerek, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Boş ve lüzumsuz şiir ve hicivleri sana Kur'an olarak verdim, buyurdu.

İblis:

— Hani benim Peygamberlerim? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Cadılar ve kâhinler senin peygamberlerindir, bu­yurdu.

İblis:

— Hani benim evim dedi.

Hakk Teâlâ:

— Hamam senin evindir, buyurdu.

İblîs:

— Hani benim müezzinlerim? dedi.

Hakk Teâlâ.

— Saksağanlar sana müezzin olsunlar, buyurdu.

İblîs:

— Hani benim yiyeceğim? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Benim adımla başlanmayan taam senin yiyece­ğin olsun, buyurdu.

İblis:

— Hani benim şarabım? dedi.

Allah taala:

— Sarhoş eden herşey senin şarabın olsun, buyur­du.

İblis:

— Hani benim meclisim? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Sokaklar, çarşılar ve pazarlar senin meclisin ol­sun, buyurdu.

İblis:

91

— Ey Rabbim! Hani benim işaretim? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Benim lanetim ve gazabım senin üzerine olsun, buyurdu. Ve onu on şeye müptelâ kıldı:

1)           Huzurundan kovdu.

2)           Cennetten çıkardı.

3)           Sûretini değiştirdi.

4)           İsmini değiştirdi.

5)           Câhillere imam kıldı.

6)           Ona lânet etti.

7)           Ma’rifetinden mahrum etti.

8)           Tövbesini aslâ kabul etmedi.

9)           Rahmetinden mahrum kıldı.

10)         Cehennem halkının hâtibi yaptı.

Adem (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! İblîs’e kıyamete kadar fırsat verdin. Sana evlâtlarımı azdırmak için and verdi. Ben onun hi­lesinden emin olamam, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ey Adem! Ben sana üç şey verdim ki, bütün âlem seni azdıramaz, buyurdu.

1)         Benim için banâ ibâdet et ve bana şirk koşma.

2)         İşlediğin her hayır için yerine on veririm. Eğer günah işlersen bir yerine bir yazarım. Eğer istiğfar eder­sen kabûl edip yarlığarım. Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

— «İşte ben muhakkak yakınımdır. Bana duâ edin­ce ben o duâ edenin dâvetine icâbet ederim...» (46)

İblis Adem (aleyhisselâm) ’ı gene kıskandı ve:

— Ey Rabbim! Öyle olunca ben onun çocuklarını nasıl aldatayım? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Damarlarında ve göğüslerinde yer bul ve diledi­ğin şekilde onları aldat, buyurdu.

İblîs:

— Ey Rabbim! Beni yere mi indiriyorsun? dedi.

Hakk Teâlâ.

— Benden ümidini kesenleri Cehenneme indiririm, dedi ve:

— «Yemin ederim ki, onlardan kim sana uyarsa Cehennemi bütün sizden dolduracağım» buyurdu. (47)

Hz. Adem (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Yılan benim düşmanıma yardım et­ti, ben onunla dünyâda ne ederim? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ey Adem! Onun yerini yerin altı ve yiyeceğini toprak kıldım. Dışarda gördüğün zaman başını parçala! buyurdu.

Hakk Teâlâ Tavûs'a da:

— Seni sularda eğleştirdim ve rızkını da yerden ver­dim, buyurdu.

Hz. Havvâ:

— Ey Rabbim! Beni eğri kemikten yarattın. Aklı­mı, dinimi, tanıklığımı ve mirasımı eksik kıldın. Sen­den dilerim ki, erenlere verdiğin sevâptan bana da ver, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ey Havvâ! Hayayı, merhameti ve anlaşmayı sana verdim. Kızların çocuk doğururken ölseler, onlara şe­hitlik mertebesi verdim, buyurdu.

Ondan sonra Hakk Teâlâ Ademi tövbe kapısından

(47)  A'râf Sûresi, âyet: 18.

93

Hindistandaki Serendibe indirdi. Hz. Havva’yı Rahmet kapısından Ciddeye indirdi. İblîs’i de lânet kapısından çöllere bıraktı. Yılanı Azab kapısından çıkarıp çöllere bıraktı. Yılanı Azab kapısından çıkarıp İsfehân memleketine sürdü. Bunların Cennetten çıkması ikindi vaktinde oldu.

Hz. Adem ayağa kalktığı zaman başı göklere varır­dı ve meleklerin zikrini işitirdi. Sonra sakalı çıktı. Önce genç oğlandı. Bundan sonra Adem (aleyhisselâm)  meleklerin se­sini işitmez oldu, son derece yalnızlık çekti ve:

— Ey Rabbim! Ne oldu ki, meleklerin sesini işitmez oldum? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Hatâ işledin, araya perde çekildi ve onların sesi­ni duymaz oldun, buyurdu.

Müfessirler şöyle derler:

— Adem (aleyhisselâm)  yeryüzüne indiği zaman Hakk Teâlâ, göklere yere ve dağlara emânet arz etti: «Bu emâneti içindeki ile taşır mısınız? diye buyurdu.

Onlar..

— Ey Rabbîm! İçindeki nedir? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Eğer bana itaatli olursanız sevap bulursunuz ve eğer âsî olursanız azâb’a uğrarsınız, buyurdu.

Onlar:

—Ey Rabbim! Biz sana itaatliyiz. Fakat bize ne se- vâb ve ne de azab gerek dediler.

Allahın bunlara emaneti teklif etmesinden gaye im­tihan etmektir. Ondan sonra Allah Teâlâ emâneti Adem (aleyhisselâm) ’a teklit etti.

Bagavî, tefsirinde şöyle der:

94

— O emânet dört köşeli bir taş idi. Hakk Teâlâ onu göklere, yere ve dağlara arz etti. Kimsenin gücü yetme­di. Fakat Adem (aleyhisselâm)  kimse buyurmadan o taşı aldı ve getirdi. Yere koymak istedi. Allah Teâlâ hazretleri:

— Ey Adem! Yerinde dursun. Senin ve evlâdlarının Kıyamete kadar boynunda kalsın, buyurdu.

İmam Muhammed Şehristanî Tefsîr-i Kebîrinde, Tevrât'dan şu nakilde bulundu:

İblîs (Allahın laneti üzerine olsun).

— Hakk Teâlâ benim ve mahlûkatın ilâhıdır. Ve her şeye kadirdir.

Nitekim Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

         «(Fakat) Allah ne dilerse yaratır» (48)

        «O, yapacağından mes’ûl olmaz, fakat onlar mes’ûl olurlar» (49)

Fakat hikmet iktizasınca benden Hakk Teâlâ tarafı­na yedi suâl yönelmiştir:

1)         Hakk Teâlâ her şeyi bilir. Benden ne geleceğini bilirdi. Öyle ise beni niçin yarattı ve yaratmaktan hik­meti nedir?

2)         Ezelî ilminde nasıl ise beni öyle yarattı ve ba­na kendini tanımayı ve itaat etmeyi teklif etti. İbâdet edersen faydan yok, isyan edersem zararı yok olduğuna göre, bana teklifindeki hikmet nedir?

3)         Bana ibâdeti teklif etti, Adem (aleyhisselâm) ’a secde et­memi emretti. Niçin benim ibâdetimi çoğaltmadı ki, Adem (aleyhisselâm) ’a secde edeyim?

4)         Beni, sözümle lânet etti. Ben: «Senden başkası-

(48)  Âli îmran Sûresi, ayet: 47.

(49)  Enbiyâ Sûresi, âyet: 23.

na secde etmem» dedim. Beni bu sözümden dolayı red etmesindeki hikmet nedir?

5)        Bana lanet ettiği halde beni niçin Adem ile Cen­nette buluşturdu? Ben onu mağrur ettim, o da o yasak ağacın meyvesinden yedi. Eğer beni Cennetten men et­se idi Adem Cennette ebedi kalırdı. Bundan hikmet ne­dir?

6)        Beni Adem ile düşman etti. Niçin oğullarına da musallat etti. Eğer onları ibâdet ve mağfiret üzerine ya­ratsa idi iyi olmaz mı idi. Bundaki hikmet nedir?

7)        Hakk Teâlâ bunların hepsini kendi takdiri ile iş­ledi ve:

— Bana kıyamete kadar fırsat ver, halkı kötülüğe ve fitneye götüreyim dedim, bana imkân verdi. Eğer be­ni ortadan kaldırsa idi bütün âlem hayır üzerine olur­du. Bundan hikmet nedir?

Hak taala meleklere şöyle buyurdu:

— Gidin İblis’e: «Senin söylediğin şey Hakka tes­lim olmadığın için oldu, diye söyleyin» Ben onun ve bü­tün mahlûkatın hâlikiyim. Bana karşı böyle mi davra­nır? Bana hükmetmek ve emrime itiraz etmek küfür­dür.

Hz. Vehb bin Münebbih (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Hakk Teâlâ Adem'i yaratınca onu yeryüzüne in­dirdi. Adem (aleyhisselâm)  mahzun olup ağlardı. Hakk Teâlâ:

— Ey Adem! Niçin ağlarsın? buyurdu.

Adem (aleyhisselâm) :

— Hatam beni kapladı. İsyanım büyüktür. Saadet evinden meşakkat evine, Rahmet evinden mihnet evine, karar evinden zevâl evine ve Beka evinden fenâ evine geldim. Hatam için neden ağlamayayım? dedi.

96

Hakk Teâlâ:

— Ey Adem! Ben seni kendim için seçtim. Cenneti sana helâl kıldım. Ruhumu sana üfledim. Meleklerimi sana secde ettirdim. Benim emrime âsî oldun. Ahdimi unuttun. Şanım hakkı için, eğer bütün yer yüzü insanla dolu olsa ve bana ibâdet etseler, sonra da bana âsî olsa­lar, hepsini asî olanların seviyesine indiririm, buyurdu.

Adem (aleyhisselâm)  bunu işitince üç yüz yıl ağladı.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle demiştir:

— Adem (aleyhisselâm)  ve Hz. Havvâ, Cennetten çıktıktan sonra kırk yıl bir şey yemediler. Hayalarından göklere dahi bakmadılar. Eğer bütün âlemlerdeki göz yaşlarını toplasalar, Davûd Peygamberin göz yaşı ondan çok olur­du. O hatasından dolayı ağlamıştı. Davûd Peygamberin göz yaşı ile bütün halkın göz yaşlarını toplasalar, Adem (aleyhisselâm) ’ın göz yaşı fazla olurdu.

Nakledildiğine göre Adem (aleyhisselâm)  Cennetten çıktık­tan sonra karnı acıktı. Cebrâil (aleyhisselâm)  Cennetten buğday getirdi ve Ademe ekip biçmesini öğretti. Adem (aleyhisselâm)  onu öküz, ile ekti. Buğday bitti ve olgunlaştı. Adem onu öğütüp eledi. Kepeğinden arpa bitti. Bir fırın yaptı. On­da pişirdi ve yediler. Ondan sonra su istedi. Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Adem! Yeri kaz! dedi. Kazdı. Su çıktı, içtiler. Adem (aleyhisselâm)  yorulduğunu anladı. Hakk Teâlâ bir melek gönderdi. O melek Adem ile Havvâ’nın su yolunu deldi. Daha önce yiyecek çıkarılacak bir yer yoktu. Evvelâ ökü­zün gözünden darı bitti. Öküz kaşındı nohut bitti Ku­rusundan mercimek bitti.

Nakledildiğine göre bir gün Adem ile İblîs yeryü­zünde buluştular. İblis Adem (aleyhisselâm) 'a sitem etti.

Adem (aleyhisselâm) :

— Ey mel'un! Beni mağrur ettin, o ağaçtan yedim. Beni cennetten çıkardın. Ben ne yaptımsa senin sözün­le yaptım, dedi.

İblîs ağladı ve:

— Ey Adem! Sana bu işi ben yaptım ve bu yere se­ni ben getirdim. Peki bana kim yaptı? dedi.

3.   ÂDEM (aleyhisselâm) ’IN TÖVBESİ

Ne zaman ki Hakk Teâlâ hazretleri Adem (aleyhisselâm) ’a rah­met etmek istedi, Cebrail (aleyhisselâm) ’a şöyle buyurdu.

— Adem benim yaratış san’atımdır. Hem gökler ve yerler halkınca ağladı. Benden başkasını anmadı. Ben­den başkasından korkmadı ve günâh onun yüreğini yak­tı. Halbûki ilk önce benim isimlerimi o zikretti ve bana ilk hamd eden de odur. Ben de onu yeryüzüne halife kıl­dım. Emsâlsiz Cennet verdim. Bütün isimleri (eşyayı) ona öğrettim. Melekleri ona secde ettirdim. İblise onun için lânet ettim. Bana ilk şükreden ve ilk tövbe eden odur. Ben de onu yarlığadım. Kim günâh işlese ve dö­nüp istiğfar etse ben onu yarlığarım.

Ondan sonra Cebrâil (aleyhisselâm) ’ı Adem'e gönderdi ve şu kelimeleri öğretti:

— «Derken Adem Rabbinden kelimeler belleyip al­dı (ona yalvardı) O da tövbesini kabûl etti. Çünki töv­beyi ençok kabûl eden, asıl esirgeyen O'dur.» (50)

(50) Bakara Sûresi, âyet: 37.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Adem (A.Ş ): Ey Rabbim! Beni kudret elinle ya­rattın. Bana kendi rûhundan üfledin ve beni Cennete koydun. Şimdi tövbe ederim. Beni yine Cennete koyar mısın? dedi.

Hakk Teâlâ da:

— Ey Adem! Sen velî kulumsun. Dile benden ne di­lersen? buyurdu.

Adem (aleyhisselâm) .

— Ey Rabbim! Benim evlâtlarımdan bir kul günah işlese ve sana şükretmese onu yarlığa! dedi.

Adem (aleyhisselâm)  duasını bitirdiği zaman Cebrâil (aleyhisselâm)  geldi ve:

— Ey Adem! Allah Teâlâ tövbeni kabûl etti, dedi.

Sonra Cebrâil (aleyhisselâm)  kanadını yere vurdu, su çıktı. Miskden güzel kokusu vardı. Adem (aleyhisselâm)  o suya girdi, boy abdesti aldı. Vücûdu beyaz oldu. Ve:

— Ey Rabbim! Beni temizle ve günahımdan arıt! dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm)  Cennetten, atlas ve süslü işlemeli kalın ipekten bir elbise getirdi. Adem (aleyhisselâm) 'a giydirdi. Ondan sonra Hakk Teâlâ hazretleri Mîkâil (aleyhisselâm) ’ı Hz. Havvâ’ya gönderdi. Mîkâil (aleyhisselâm) :

— Allah, Adem (aleyhisselâm) ’ın tövbesini kabûl etti, dedi. Havvâ’ya Cennetten libâslar getirdi ve giydirdi. Hz. Hav- vâ bu sözü işitince, Adem'i son derece özlediği için, ağ­ladı. Gözlerinden damla damla yaş aktı. O yaşlar inci

99

ve mercan olurdu. Adem (aleyhisselâm)  da Cennetten ayrıldığı için ağlamakta idi. Zencebîl ve sıcak otlar biterdi.

Hakk Teâlâ Cennetten kızıl bir yakut gönderdi. Kâbenin yerine koydular. Kâbenin zümrüdden iki kapısı vardı. Biri doğuya, biri de batıya açılırdı. O evde nurdan kan­diller vardı. Ondan sonra Hakk Teâlâ:

— O evi (Kâbeyi) tavâf et. Nitekim melekler de Arşı tavâf etmektedir, buyurdu.

Tufan olunca Hakk Teâlâ o kızıl yakuttan olan beyti dördüncü kat göğe çıkardı. Bu keşşâfdaki beyandır. Sa­hih olanı yedinci kat gökte olmasıdır. Peygamber (S.A. V.) onu Mirâc gecesinde orada görmüştür. Ondan sonra Hakk Teâlâ Adem (aleyhisselâm) :

— Havvâ ile buluş! Ona karşı iyi davran. Ben onu senin oğlanlarının ve kızlarının anası kıldım, buyurdu.

Adem (aleyhisselâm)  bu sözü işitince sevindi ve secde etti.

Bundan sonra Hakk Teâlâ:

— Havvâ Merve, Adem de Safâ tepesinde dursun. Adem Havvâ'ya baksın ve Haccın şartlarını yerine ge­tirmeden ona yapışmasın, buyurdu.

Sonra Adem (aleyhisselâm) Arafât’a vardı. Havvâ da Ciddeden, Adem'e kavuşmak istediğinden, Arafât'a gel­di. Arafat’da buluştular. O güne (Arafât) diye isim koydular. Ondan sonra Mînâ’ya geldiler. Adem (aleyhisselâm)  Hakk Teâlâ’dan rahmet mağfiret diledi. Bundan son­ra oraya (Minâ) diye isim verdiler. Bundan sonra Adem (aleyhisselâm)  Hindistan’dan kırk kerre yayan Kâbeye gel-

100

di, Hac etti. Onun her adımı üç günlük yol idi. Ayağının bastığı her yer mamûrelik oldu. (51)

4. ALLAH’IN İNSANLARDAN SÖZ ALMASININ
BEYANI

Allah Teâlâ buyurdu,

—«Hani Rabbin Adem oğullarından, onların sırtın­dan zürriyetlerini çıkarıp kendilerini kendilerine şâhit tutmuş Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (demişti). On­lar da: Evet (Rabbimizsin), şâhid olduk demişlerdi. (İş­te bu şâhidlendirme) kıyâmet günü: Bizim bundan ha­berimiz yoktu, dememeniz içindi.» (52)

Hakk Teâlâ Ademi yaratıp Cennetten çıkardıktan sonra, henüz yeryüzüne inmeden, kudret eli ile arkasını sığadı. Sağ yanından karıncalar gibi zürriyetler (insan dölleri) göründü. Onlar da inciler gibi idi. Sol yanından çıkanlar ise kara karıncalar gibi idi.

Hakk Teâlâ sağ taraftan çıkanlara:

(51)  Safâ ve Merve: Mekke’de, Kabe’nin karşısına düşen iki küçük tepenin adıdır. Hz. Hacer de bu iki tepe arasında, oğlu İsmail’e su bulmak için koşmuştur. İslâmî Hac’da burada gidip - gelinir, Sa'y edilir. Arafât, Mekke’ye otuz kilometre mesafede bir yerdir. Arefe günü bütün hacılar orada topluca dururlar. Bu duruşa (Vakfe) adı verilir. Bu, Hac’ın şartlarından- dır. Peygamber Efendimiz meşhur (Vedâ Hutbesini) burada irâd buyurmuştur. Minâ da, Arafat yolu üze­rinde bulunur. Hac’da buradaki erkânı yerine getir­mek de bir vazifedir.

(52)  A'râf Sûresi, âyet: 172.

— Benim rahmetimle Cennete girin buyurdu.

Soldakilere de:

— Benim adâletimle siz de Cehenneme girin, bu­yurdu.

Nakledildiğine göre Adem (aleyhisselâm)  bunların içinde, nurlu birini gördü ve.

— Ey Rabbim Bu kimdir? diye sordu.!

Hakk Teâlâ:

— Senin oğlun Davûd'dur, buyurdu.

Adem (aleyhisselâm) :

— Onun ömrü ne kadardır ya Rabbi! diye sordu.

Hakk Teâlâ:

— Altmış yıldır, buyurdu.

Adem (aleyhisselâm) :

— Ömrünü uzat, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ömrü yazılıdır, sen kendi ömründen ilâve et, buyurdu.

Adem ömründen kırk yıl bağışladı. Hakk Teâlâ me­leklere:

— Adem ömründen kırk yıl bağışladı, tanık olun, buyurdu.

Ondan sonra Adem (aleyhisselâm)  sağına baktı güldü, solu­na baktı ağladı.

Ebû Saydî El-Hudri şöyle demiştir:

— Hz. Ömer ile bir kaç kerre Haccettim. Bir gün Hacer’ul-Esved'in karşısına geldi ve:

— Bilirim ki sen faydası - zararı olmayan bir taş­sın. Fakat gördüm ki, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sana hürmet etti. Ben de onun için sana hürmet ediyorum, dedi.

Hz. Ali ileri gelerek:

102

— Yâ Ömer! Niçin öyle dersin? Hakk Teâlâ, Adem oğullarının ikrarını (verdikleri imân sözünü) bir deri­ye yazdı. Ondan sonra da Hacer’ul - Esved’e:

— Sen eminsin, işte bu yazı (söz) sende emânet kalsın. Kıyâmete kadar Hacca gelip seni ziyaret eden herkese tanıklık edersin buyurdu, dedi.

Kitâb-ı Müzekkirîn’de şöyle denir:

— Hacer’ul-Esved, Allahın Hz. Ademle o ağaçtan yememesi için ahd yaptığı vakitte bir melekti. O melek o zaman Adem (aleyhisselâm) ’dan uzaklaştı. Adem (aleyhisselâm)  yasak ağaçtan yedi. Libasları ve süslü Cennet elbiseleri gitti. Allah Ademi Cennetten çıkardı, yere indirdi. Ondan sonra o melek geldi, Adem (aleyhisselâm) ’ı Cennette bulamadı.

Adem (aleyhisselâm) 'in, Allahın ahdinden sapmış ve Cennet­ten çıkarılmış olduğunu anladı. Ondan sonra Hakk Teâlâ o meleği yakuttan bir taş yaptı. (53)

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) efendimiz şöyle buyurur:

— Hakk Teâlâ Adem’in belinden zürriyetini çıkardığı zaman melekler sayısız insanın meydana geldiğini gör­düler ve:

— Bunlar dünya’ya nasıl sığarlar ve nasıl istifade ederler? dediler.

(53) Hacer’ul-Esved, Karataş demektir. Kâbenin sol kö­şesinde bulunur. Hz. Ömer’in buyurduğu gibi bir ha­tıradan ibarettir. Fakat saygı gösterilmiştir. Tavafa buradan başlanır. Güzel bir kokusu vardır. Tarihî ka­yıtlara bakılırsa İbrahim (aleyhisselâm)  bunu koymuştur. Pey­gamberimiz, henüz Nebî değilken, bir tamir sırasında, ihtilâf üzerine hakemlik yapmış ve bugünkü yerine koydurmuştur.

103

Hakk Teâlâ buyurdu ki:

— Ben bunları dört bölük ederim.

1)         Bir bölüğü ata belinde olur.

2)          Bir bölüğü ana rahminde olur.

3)          Bir bölüğü yeryüzünde yaşar.

4)          Bir bölüğü de yer altında (kabir de) bulunur.

Hakk Teâlâ Adem (aleyhisselâm) ’a:

— Ey Adem! Eğer sen Kâbeyi yapmazsan çocukla­rından kimse onu yapmaz, buyurdu.

Sonra Adem (aleyhisselâm)  Kâbeyi yaptı. Havva ile onda oturdular. Ondan sonra Cebrâil (aleyhisselâm)  Cennetten iki öküz getirdi. Cehennemden ateş getirdi. O ateşi, Cennet ırmaklarında yetmiş kere yıkadı. O henüz ele almağa yaramaz idi. Ondan sonra da yedi kere denize düştü, ge­ne çıkardı. Adem (aleyhisselâm) ’a getirdi. Adem (aleyhisselâm)  onu aldı, yeryüzüne koydu. O ateş yeri ve dağı yaktı, uçtu tek­rar Cehenneme gitti. O ateşin yeryüzünde izi kaldı.

Bu Tevratta nakledilmiştir.

İbni Addâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Adem (aleyhisselâm) : Ey Rabbim! Günlerden hangi gün, sözlerden hangi söz ve aylardan hangi ay sana daha sevgilidir? dedi.

Hak Taâlâ:

— Bana günlerden Cuma günü sevgilidir. Zira o gün kullarımın günahını affederim. Sözlerden (Lâilâhe illallâh) kelimesi sevgilidir. Bir kimse (Lâilâhe illallâh) dese Cehennem’den azâd ederim. Aylardan bana sevgili Ramazan ayıdır. Zira o ayda kullarıma mağfiret ve Rahmetle nazar ederim, buyurdu.

Zehret’ür-Riyâd’da nakledildiğine göre Hz. Câfer Sâdık şöyle demiştir:

104

— Adem (aleyhisselâm)  ile Havvâ Cennette oturmakta idi­ler. Hak Taâla Cebrail (aleyhisselâm) ’ı gönderdi ve:

— Adem'in elini tut ve Cenneti tavaf et, buyurdu. Cebrail (aleyhisselâm)  Adem'le birlikte Cenneti tavaf ettiler. Güzel bir saraya geldiler. Bir kerpici altın, bir kerpici gümüştendi. Şerefesi yeşil Zebercedden idi. O sarayda yakuttan bir taht vardı. O tahtın üzerinde nurdan bir kubbe bulunuyordu. O kubbede çok hoş bir sûret var­dı. Başında nurdan bir taç, kulağında inciden iki küpe ve belinde nurdan bir kemer vardı. Adem (aleyhisselâm)  onu gördü. Hayret içinde kaldı. Havva’nın güzelliğini unut­tu ve:

— Ey Rabbim! Bu ne suretidir! dedi.

Hak Taâla:

— Bu Fâtıma'nın suretidir. Başındaki taç Muham- med Mustafa (S.A.V) dir. Belindeki kemer Ali’dir. İki küpe de Hasan ile Hüseyin’dir, buyurdu.

Adem (aleyhisselâm)  bu kubbede beş kapı gördü. Her kapı­da nurdan bir söz yazılı idi:

Birinci kapıda, Bu Muhammed'dir.

İkinci kapıda Bu Ali'dir.

Üçüncü kapıda, Bu Fâtımatüz-Zehrâ’dır.

Dördüncü kapıda, Bu Hasan'dır.

Beşinci kapıda, Bu Hüseyin’dir.

Cebrail (aleyhisselâm) :

— Ey Adem! Bu isimleri sakla. Birgün bunlara muhtaç olursun, dedi.

Adem (aleyhisselâm)  dünyaya indiği zaman üçyüz yıl ağladı.

Nidâ geldi ki:

— Ey Adem! Kâbe’ye bak!

105

Adem (aleyhisselâm)  baktı ve bu beş ismin orada yazılı ol­duğunu gördü.

Adem (aleyhisselâm)  secde etti ve:

— Ey Rabbim! Muhammed, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin'in hakkı için beni yarlığa ve benim tövbemi kabûl et, diye niyazda bulundu.

Hak Taâla:

— Ey Adem! Eğer bütün zürriyetini benden dile- sen, bu isimlerin hürmeti hakkı için, hepsini yarlığar idim, buyurdu.

Nakledildiğine göre Adem (aleyhisselâm)  Cennetten çıktığı zaman dünyâya indi ve:

— Ey Rabbim! Beni kudret elinle yarattın. Beni Cennette oturttun. Meleklere bana secde ettirdin. So­nunda nefsime uyup emrine âsî oldum. Şimdi tövbe edi­yorum, kabûl eder misin? dedi.

Hak Taâla:

— Ey Adem! yerleri ve gökleri yaratmazdan önce şöyle yazdım:

— «(Bununla beraber) Şüphesiz ki ben tövbe ve iman edenleri, iyi amel (ve hareket)de bulunanları, sonra da doğru yolda (ölünceye kadar) sebat gösteren­leri elbette çok yarlığayıcıyımdır.» (54)

Bundan sonra senin günahın için (Gâffâr) ismimi mahvedeyim mi? Bil ki, seni yarlığadım. Fazlım ve rahmetimle seni Cennete koyacağım, buyurdu.

Nakledildiğine göre Hak Taâla Adem’i Cennetten çıkarınca bütün gövdesini kapkara etti. İbret için yal-

(54)  Tâ-hâ Sûresi, âyet: 82.

106

nız tırnağı beyaz kaldı. Melekler Adem (aleyhisselâm)  için ağ­laştılar ve:

—Ey Rabbimiz! Adem’i kudret elinle yarattın. Havva’yı ona verdin. Cennete koydun. Melekleri ona secde ettirdin. Bu günah için yine onu Cennetten çı­kardın. Ak iken kara ettin, dediler.

Hak Taâla Adem’e:

— Ayın önüçüncü, ondördüncü ve onbeşinci günü oruç tut! buyurdu.

Adem (aleyhisselâm)  o günlerde oruç tuttu. Bütün gövdesi ağardı. Ondan dolayı o günlere (Eyyâm-ı Bîyz—Beyaz günler) adı verildi

Nakledildiğine, göre Adem (aleyhisselâm)  Arş’a baktı ve ora­da (Muhammed Mustafâ) ismini yazılı gördü. Adem onu tam görmek istedi. Hak Taâla:

— Ey Adem! O gördüğün Ahirzaman'da gelir. Fa­kat onun nurunu gör! buyurdu.

Adem (aleyhisselâm) 'ın alnında Muhammed Mustafâ’nın nu­ru parlayıp dururdu. O nur Adem (aleyhisselâm) ’ın alnından şa­hadet parmağına geldi. Adem (aleyhisselâm)  o nuru gördü.

Parmağını kaldırdı, şahâdet getirdi. Ondan dolayı Şahâdet parmağını kaldırmak sünnet oldu. Ondan son­ra Cebrâil (aleyhisselâm)  bir yüzük getirdi. Adem (aleyhisselâm) ’a verdi. Adem (aleyhisselâm)  Şahâdet parmağına takmak istedi.

Cebrâil (aleyhisselâm)

— Onu serçe parmağına tak! dedi.

Adem (aleyhisselâm) :

— O zayıftır, dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— O Şahâdet parmağıdır, Şahâdet içindir. O dev­let ona yeter, dedi.

Hak Taâla:

107

— Ben zayıfları esirgerim. Yüzük ona gerek, bu­yurdu.

Ondan sonra Adem (aleyhisselâm)  yüzüğü serçe parmağına geçirdi.

Nakledildiğine göre Hz, Ali (radiyallâhu anh) şöyle demiştir:

— Adem (aleyhisselâm)  buğdaydan yediği ve yere indiği zaman kustu ve kusmuktan ağu ağacı bitti. O ağaçtan yılan geldi yedi. O sebepten yılanın ağzında ağû oldu, kıyamete kadar gitmedi.

Nakledildiğine göre bir gün Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) efendimiz Hz. Ali ile Fâtıma’nın yanına geldi. Ali’nin, Fâtıma’nın başı üzerinde durduğunu gördü ve:

— Ey Allahım! Aralarını düzelt! buyurdu. Hz. Ali (radiyallâhu anh):

— Ey Allahın Rasûlü (Allâhümme)’deki (M) ne (M) sidir? diye sordu.

Rasülüllah da:

— Hak Taâla Adem (aleyhisselâm) ’ı yarattığı zaman ona yerini gösterdi. Adem (aleyhisselâm) :

— Allahım! Beni yarlığa! dedi.

Hak Taâla hazretleri:

— Ey Adem! Dünya kadar ömrün olsa beni bu şe­kilde zikretsen melekler gibi zikredemezsin. Sana bir harf öğreteyim. Bütün evvellerin ve ahirlerin (gelmiş gelecek herşeyin) ismi onda bir araya gelmiştir.

Adem (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Öğret, dedi.

Allah Taâla:

— Ey Adem! (Allahümme) diye duâ et ki îsm-i A’zam (Allahın en büyük ismi) budur. Zira bütün ya-

108

rattığım ve yaratacağım şeylerin ismi (Mim) dir, bu­yurdu.

Hakk Teâlâ buyurdu ki:

— Kim bir kerre (Allahümme Lek’el-Hamd = Al­lahım sana hamd olsun) dese, her harfine on sevâb ve­ririm, günahlarını yarlığarım ve derecesini ulu ederim, buyurdu.

Adem (aleyhisselâm)  onu işitdi, şükredip secde etti Hakk Teâlâ Adem (aleyhisselâm) 'ı yarlığadı. Bir harf ile ki, Allâhüm- medeki (mim) dir.

Nakledildiğine göre Atâ şöyle der:

— Hakk Teâlâ Ademi Cennetten çıkardığı zaman başı gökte, ayağı yerde idi. Meleklerin tesbihini, Allahı zikirlerini işitirdi. Ona alışmıştı. Fakat devamlı olarak ağlardı. Melekler, Adem (aleyhisselâm) ’ın ağlamasından dolayı Allaha şikâyette bulundu. Ondan sonra Hakk Teâlâ Adem (aleyhisselâm) ’ın boyunu altmış arşına indirdi.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ hazretleri Adem (aleyhisselâm) ’ı Cennetten çıkarırken dört şeyle berâber çıkardı:

1         — Asâ,

2          — İncir yaprağı,

3         — Yüzük,

4          — Ağlamak (gözyaşı).

Sonra Asâ Mûsâ (aleyhisselâm) ’a ulaşıp ona mu’cize oldu. Yüzük Süleyman (aleyhisselâm) ’a varıp onun mülkü kuvvet bul­du. Göz yaşı âsîlere miras olup onunla rahmet buldu­lar.

Adem (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Muhammed ümmetine dört iyilik verdin, bana vermedin:

109

1        Benim tövbemi Kâbe’den başka yerde kabûl etmedin. Onların tövbesini her yerde kabûl ettin.

2        Benim libâsım vardı. Ne zaman ki benden ha­tâ sâdır oldu, libâsım gitti. Çıplak kaldım. Muhammed ümmeti, çıplak günah işlese onlara tövbe libâsını ve­rirsin

3        Ne zaman ki, benden hatâ sâdır oldu, eşimi benden ayırdın. Dünyaya getirdin. Muhammed ümmeti günâh işlerler, yine Cennete koyarsın.

4        Hatâ sâdır olduğu için, eşimi benden ayırdın. Onların kadınlarını ayırmadın. Suçlarını affettin.

Nakledildiğine göre Havvâ yüzyirmi oğlan doğurdu. Bazıları seksen oğlan doğurdu dediler. Her biri, bir kız bir oğlan olarak ikiz doğardı.

Eb’ul-Leys tefsirinde Mukâtilden şöyle nakledil­miştir:

— Hakk Teâlâ Adem ile Havvâ'dan bin zürriyet ya­rattı. İlki (Kâbil) idi. Kızkardeşi (İklime) ile doğmuştu. Ondan sonra Hâbili bir kızkardeşle yarattı. Kâbile, kız kardeşini Hâbile vermesini emretti. Kâbil razı olmayıp Allaha âsî oldu. Kâbili öldürdü. İlk puta tapan Kâbil idi. Ne zaman ki Kâbil Hâbili öldürdü. Yer yedi gün kanını içmedi. Yedi günden sonra içti.

Adem (aleyhisselâm)  Kâbile:

— Hani kardeşin Hâbil? diye sordu.

Kâbil:

— Bilmiyorum, dedi

Adem:

— Yer bana haber verdi ki, kardeşini öldürdün; de­di.

110

Kabil:

— Eğer ben öldürdüm ise kanı hani? dedi.

Bunun üzerine Hakk Teâlâ, o gündenberi kanı yer­yüzüne haram kıldı. Kâbil Hâbili öldürünce Ademe son derece ayrılık düştü.

Hakk Teâlâ Adem (aleyhisselâm) 'a:

— Yeri sana itaatkâr kıldım, buyurdu.

Adem (aleyhisselâm) :

— Ey yer! Kabili yakala! dedi. Yer Kâbili tuttu.

Kâbil:

— Ey yer! Hakk Teâlâ hakkı için bana mühlet ver! dedi. Yer mühlet verdi.

Kâbil:

— Ey Rabbim! Benim babam sana âsî oldu. Niçin yer onu yutmadı? dedi.

Hakk Teâlâ.

— O benim bir emrimi tutmadı. Sen iki emrimi tutmadın buyurdu. Onlar:

1        Benim emrim,

2        Baban Ademin emri.

Adem (aleyhisselâm)  bu sefer yine:

— Ey yer tut! dedi. Yer tekrar tuttu.

Ey Rabbim! Senin doksan dokuz ismin vardır. Eğer beni helâk edersen. Rahmân ve, Rahîm ismini or­tadan kaldır, dedi.

Dehhâk (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Adem (aleyhisselâm) ’ın zamanında bütün ağaçların yemi­şi var idi. Denizlerin suyu tatlı idi. Aslan öküze, kurt da koyuna düşman gözü ile bakmazlardı. Ne zaman ki Kâbil Habili öldürdü, yeryüzünde zelzele oldu. Bazı

111

ağaçlar yemiş vermez oldu. Denizlerin suyu acı oldu. Hayvanlar birbirlerine düşmân oldular. (55)

Adem (aleyhisselâm) 'ın evlâtları çoğalınca, Hakk Teâlâ onu kendi çocuklarına peygamber olarak gönderdi. Adem (aleyhisselâm)  onları Hakka davet etti. Hakk Teâlâ Adem (aleyhisselâm) 'a on (Suhuf = İlâhî risâle) indirdi. Ondan sonra Rama­zan ayında oruç tuttu. Ne zaman ki bayram oldu, Adem (aleyhisselâm) :

—Ey Rabbim! Beni yarlığa. Evlâdlarımdan kim oruç tuttu ise onları da yarlığa, dedi.

Hakk Teâlâ Adem (aleyhisselâm) ’ın dileğini kabûl etti.

Nakledildiğine göre Adem (aleyhisselâm) , oğlu (Şît)’e beş nasihatte bulunmuş ve: «Sen de oğullarına vasiyet eder­sin» demiştir.

Bu nasihatler şunlardır:

1       Fâni olan dünyaya inanma. Ben ebedî olan Cennete inandım, mağrûr olup hatâ işledim.

2       Kadın sözüne uyma. Ben kadın sözüne uy­dum, pişman oldum.

3       Ne yaparsan sonunu düşün, ondan sonra yap. Eğer ben işin sonunu düşünse idim böyle olmazdı.

4 — Gönül her neye meylederse mâni ol. Eğer ben

(55) Kurân-ı Kerimin beyanına göre. Kabilin, Hâbili öldür­mesi, bir kadın kıskançlığı yüzünden değildir. Allah Taâlâ’ya takdim edilen bir takdime (kurban) yüzün- dendir. Hak Taâlâ, Hâbilin kurbanını kabul etmiş, bu­nu kıskanan Kâbil, kardeşi Hâbili öldürmüştür. Kâbil böylece yeryüzünde ilk cinayeti, kardeşini öldürmekle işleyen insan olmuştur, Bu cinayetin teferruatı ve Hz. Adem (aleyhisselâm) ’ın, bir baba olarak, hüznü uzun uzadıya Kur’ânda anlatılmıştır.

112

gönlümü buğday yemekten men etseydim pişman ol­mazdım.

5        Ne yaparsan danışıp yap. Eğer ben meleklere danışsa idim başıma böyle şeyler gelmezdi.

Hz. Vehb (radiyallâhu anh) şöyle der:

—Adem (aleyhisselâm) ’ın ömrü tamam olmaya yakın olun­ca Allah Teâlâ Adem (aleyhisselâm) ’a:

—Senin rûhunu Cuma günü alacağım, buyurdu. Sonra Adem (aleyhisselâm)  ağlayarak Havvâ'nın yanına geldi.

Hz. Havvâ:

—Ey Adem! Sana ne oldu ki böyle feryad edersin? dedi. Adem (aleyhisselâm)  Havvâ’ya ölüm haberini verdi.

Havvâ:

—Vah, yazık! Hakk Teâlâ dünyâ'dan hayatımızı kes­ti. Cennetten çıkardı. Ölünce biz nereye gideriz? diye sızlandı.

Adem (aleyhisselâm)

—Toprağa gideriz, dedi. Havvâ ağlayıp feryâd ey­ledi.

Adem (aleyhisselâm) :

—Ey Havvâ! Ağlama! Ölüm şaraptır. Ben, sen ve oğulların o şaraptan içerler. Ey Havvâ! Ölümü sen mi- râs koydun. Beni Cennetten çıkardın, dedi ve derhâl ölüm meleği gelip şu âyeti okudu:

—«Her ümmetin (mukadder) bir eceli vardır. Bi­nâenaleyh o müddetleri gelince bir saat ne geri bıraka­bilirler, ne öne alabilirler.» (56)

(56)  A’râf Sûresi, âyet: 34.

113

Bunun üzerine Adem (aleyhisselâm)  öyle feryâd etti ki, eğer sesini bütün mahlûklar işitselerdi ölürlerdi.

Ondan sonra Adem (aleyhisselâm) :

— Ey ölüm meleği! Oğullarınım rûhunu da böyle alır mısın? Yoksa bu, hata işlediğim için, bana mı mah­sustur? dedi.

Ölüm meleği:

— Ey Adem! Hakk Teâlâ ölümü sana kolay kıldı, de­di.

Adem (aleyhisselâm)  başını göğe kaldırdı ve:

— Ey Rabbim! Son nefeste can vermeyi benim mü­min çocuklarıma kolay eyle! dedi.

Nakledildiğine göre Adem (aleyhisselâm) 'ın ömrü dokuz yüz altmış yıl olduğu zaman, ölüm meleği rûhunu almaya geldi ve.

— Ey ölüm meleği! Acele ettin, dedi.

Cebrâil:

— Ecelin geldi, rûhunu almak gerek, dedi.

Adem (aleyhisselâm) :

— Kırk yıl daha vardır, dedi.

Ölüm meleği:

— Sen onu oğlun Davud’a bağışladın, dedi.

Adem (A.S ):

— Bağışlamadım, dedi.

Hakk Teâlâ şâhid gönderdi. Melekler, bağışladın, di­ye tanıklık ettiler.

Hakk Teâlâ. Ademi esirgeyip ve şefkat edip ömrünü bin yıl yaptı. Davud (aleyhisselâm) ’ınkini de yüz yıl etti.

F: 8

114

5 ÂDEM İLE HAVVÂ’NIN VEFATLARI

İbni Abbâs (R A.) şöyle der:

— Âdem'in ömrü tamam olunca Hakk Teâlâ Adem (aleyhisselâm) ’a:

"Ecelin yaklaştı, oğlun Şît’e vasiyyet et" buyurdu

O zaman Şît dört yüz yaşında idi.

Adem (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Ölüm nedir? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ey Adem! Ölüm, acısı ağudan acıdır. Kişinin yü­zünden nuru gider, toprak onun etini ve kemiğini yer. Yine toprak olur. Ondan sonra seni ve oğullarını yine yaratırım. Sana ve onlara, amellerine göre hesap sora­rım, buyurdu.

Adem (aleyhisselâm)  o sözü işitti. Feryâd edip ağladı, On­dan sonra yer:

— Ey Adem! Hakk Teâlâ, benden senin toprağını alıp sonra tekrar bana göndermek için, benimle sözleş­ti, dedi.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) der ki:

— Bütün peygamberler ölüm şarabını içmeğe razı olmadılar. Yalnız Muhammed Mustafâ râzı oldu. Ve:

— Hakk Teâlâka varmak ne güzeldir, dedi.

Allah Teâlâ, ölümü Adem (aleyhisselâm) 'a göstermek iste­di. Bir koç şekline koyup Adem (aleyhisselâm) ’a indirdi. Adem (aleyhisselâm)  ölümün sûretini görünce aklı başından gidip düş­tü. Melekler tuttular, yüzüne âb-ı hayat (hayat suyu) serptiler. Aklı yerine geldi.

115

Adem (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Bu ölüm yalnız benim için mi? de­di.

Hakk Teâlâ:

— Bütün mevcudât'a ölümü tattırmam gerektir. Müminlerin canı Illiyyûn’da, kâfirlerin canı ise Siccîn'- dedir, buyurdu.

Ka’bûl-Ahbâr şöyle nakleder:

— Hakk Teâlâ Azıâil’e, Adem A.S.)’a inmesini emretti. Azrâil, çok güzel ve hoş bir sûret ile geldi ki, hiç kim­seye öyle güzel şekilde inmedi. Aynını Muhammed Mus­tafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e de yaptı.

Hakk Teâlâ Azrail'e:

— Ölüm şarabını al, Adem (aleyhisselâm) 'a ver, içsin. On­dan sonra rûhunu kabzet, canını al diye emretti.

Ölüm meleği Adem (aleyhisselâm) ’a geldi ve:

— Allahın selâmı üzerine olsun ey beşeriyetin ba­bası! Sen beni bilir misin? dedi.

Adem (aleyhisselâm) :

— Bilirim, niçin geldin? dedi.

Ölüm meleği:

— Bu şarabın hepsini iç, ondan sonra ölümü tat­tırayım, dedi.

Adem (aleyhisselâm) :

— Ben Rabbime itaatkârım, dedi.

Ölüm meleği ölüm şarabını içirdi, Adem (aleyhisselâm)  dün- yâ’dan gitti. Bütün melekler toplandılar. Hakk Teâlâ Cen­netten kefen verdi. Melekler onu üç defa su ile yıkadı lar, üç kefen sardılar. Şît (aleyhisselâm)  Hz. Adem’in namazını kıldırdı. Yerle gök arası meleklerle doldu - taştı, Şît

116

otuz kerre tekbir getirdi. Beşi, beş vakit namaz oldu. Yirmi beşi ululamak içindi.

Bazıları:

— Adem (A S.)’ın kabri Serendiptedir, dediler.

Adem (aleyhisselâm)  Cuma günü zevalden sonra vefat etti.

Bundan sonra Havvâ kırk gün yemedi, içmedi. O da ve­fat etti. Bazıları: «Ademden sonra bir yıl daha yaşadı ondan sonra vefat etti, Adem (aleyhisselâm)  ile aynı yere defnet­tiler» dediler.

        «Onun zatından başka herşey helâk olucudur» (57)

Bu zikrolunan hadiselerin hepsi tefsirlerden alın­mıştır. Kitabımız, Hakk Teâlânın kelimelerini zikretmek içindir. Hikâyeleri beyan etmek için değildir. Ancak, yeri ve zamanı geldikçe sözü söze makamı, nizâma rabtedmek içindir.

         «Allah kimi dilerse onu doğru yola iletir.» (58)

6.   ŞÎT (aleyhisselâm) IN PEYGAMBERLİĞİ

Kâbil, Hâbili öldürdüğü zaman Adem ile Havvâ kırk gün ağlaştılar. Yemediler, içmediler. Son derece mah- zûn olup kederlendiler.

Hakk Teâlâ Adem (aleyhisselâm) 'a:

— Ey Adem! Yeter ağladığın. Ben sana Hâbil’in benzeri bir oğlan bağışladım. O velîlerin ve peygamber­lerin atası olacak.

(57)  Kasas Sûresi, âyet: 88.

(58)  Bakara Sûresi, âyet:142.

117

Sonra o Habile benzeyen oğlan doğdu. Adem (aleyhisselâm)  ismini Şît koydu. Şît demek bahşiş demektir. Yani Hâ- bil'e karşılıktır. Şît'in yüzünde Muhammed Mustafâ’­nın nûru parlamakta idi.

Ondan sonra Hakk Teâlâ Şît’i Peygamber yaptı ve Ona elli (Suhuf) indirdi.

Şît (aleyhisselâm)  da kavmini Allaha dâvet etti. Nice halk ona tabi oldu. Şît (aleyhisselâm)  bundan sonra bin şehir yaptı. Her şehir'e bir minâre inşâ etti. O minâreye çıkıp: (Lâ- ilâhe illellah Muhammedün Rasûlûllah) diye seslenirdi. Şît (aleyhisselâm)  yediyüz yirmi yıl yaşadı. Ondan sonra vefat etti ve yerine İdrîs (aleyhisselâm)  halife oldu.

7             İDRÎS (aleyhisselâm) ’IN PEYGAMBERLİĞİ

Ka'bûl-Ahbâr şöyle der:

— İdrîs (aleyhisselâm) ’ın sûreti babası Şît (aleyhisselâm) 'a benzer idi. Alem’de ilk önce yazıyı İdrîs (aleyhisselâm)  yazdı. Zira o, yıldızlarla, hesap ve rakamlarla ve Allaha ibâdetle son derece meşgûl idi. Asıl adı (Ahnûh) idi. İlimle ve ders­le çok uğraştığı için (İdrîs) denilmiştir.

Daha sonra Hakk Teâlâ İdrîs (aleyhisselâm) ’a Peygamberlik verdi. Ona otuz (Suhuf) indirdi. Adem (aleyhisselâm) 'ın ve Şît 'in suhufunu ona verdi.

Terzilik san'atını icâd edip kaftan - elbise dikti. Onu giydiler. Ondan önce halk dikişsiz hayvan derisi giy­mekte idi.

Hakk Teâlâ İdrîs (aleyhisselâm) ’a:

— Dünya bir denizdir. Eğer sen bir gemi yapıp ona

118

binersen, bedenin zayıf düştüğü zaman kurtuluş bulur­sun. Eğer öyle yapmazsan o denizde boğulup helâk olur­sun, buyurdu.

İdrîs o sözü işitince dünyadan ve dünyâ halkından yüz çevirdi.

Sonra da Îdrîs (aleyhisselâm)  Cenneti görmeyi ve ona gir­meyi diledi. Bunun üzerine ibâdetini her gün artırdı. O kadar ki, yeryüzündeki halkın ibâdetince ibâdet etti. Melekler onun ibâdetine hayret ettiler. Hakk Teâlâ'dan, İdrîs’i ziyaret etmek için izin istediler. Allah izin ver­di. Onu ziyârete geldiler. Ölüm meleği de insan şekline girip geldi. İdrîs (aleyhisselâm)  onu görünce:

— Kimsin sen? diye sordu.

Azrâil:

— Ölüm meleği benim, dedi.

İdrîs (aleyhisselâm) :

— Benim rûhumu almaya mı geldin? dedi.

Azrâil.

— Yok, bilâkis seninle sohbet etmeye geldim dedi.

İdrîs (aleyhisselâm) :

— Ey ölüm meleği! Benim rûhumu almanı dilerim, dedi.

Ölüm meleği:

— Ölmekten muradın nedir? Ben Allah izin ver­meden senin ruhunu almam dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ey ölüm meleği! İdrîs’in ruhunu kabzet, canını al. Ben onun gönlündekini bilirim, buyurdu.

Ölüm meleği İdrîs’in rûhunu kabzetti. Hakk Teâlâ İdrîs (aleyhisselâm) ’ı o anda tekrar diriltti. Ondan sonra Cehen­nemi görmeyi diledi.

119

Hakk Teâlâ:

— Götür İdrîs'i Cehennemi görsün! buyurdu.

İdrîs (aleyhisselâm)  Cehennemi gördü. Bundan sonra Cen­neti görmek istedi. Rıdvân:

— Allah’dan izin almadan olmaz, dedi.

Hakk Teâlâ Rıdvân’a:

— Ey Rıdvân! Benim kulum ne istiyor? ben biliyo­rum. O Cennete girsin buyurdu.

İdrîs (aleyhisselâm)  Cennete girip biraz yürüdü. Oradaki bir ağaca yapıştı ve sarılıp durdu. Ölüm meleği:

— Ey İdrîs! Gel, çık dedi.

İdrîs (aleyhisselâm) :

— Buradan çıkmam, dedi.

Hakk Teâlâ bir meleğe:

— Aralarında hakem ol! buyurdu.

O melek gelip:

— Ey İdrîs! Niçin çıkmıyorsun? dedi.

İdrîs (aleyhisselâm)  o meleğe:

— Hakk Teâlâ; «Her can ölümü tadıcıdır» (59) bu­yurmuştur. Öyle ise ben ölümü taddım:

Hakk Teâlâ yine: "Sizden hiç biriniz müstesna ol­mamak üzere ille oraya (Cehenneme) uğrayacaktır» (60) buyurdu. Öyle ise ben Cehennemi geçtim;

Allah Teâlâ tekrar: «Oradan bunlar çıkarılacak da değillerdir» (61) buyurdu. Öyle ise ben Cennete girdim, çıkmam diye cevap verdi.

Hakk Teâlâ meleğe.

(59)  Enbiyâ Sûresi, âyet: 35.

(60)  Meryem Sûresi, âyet: 71.

(61)  Hicr Sûresi, âyet: 48.

120

— İdrîs benim sözümle Cennete girdi ve yine be­nim sözümle Cennetten çıkmayacaktır. Ona bir şey de­me, Cennette ebediyyen kalsın, buyurdu. İdrîs Cennet­te ebedî olarak kaldı.

Nitekim Hakk Teâlâ hazretleri Kur’anında şöyle bu­yurdu:

— «Kitapda İdrîs'i de an. Çünki o çok sâdık bir peygamberdi. Biz onu pek yüce bir yere yükselttik» (62)

İşte İdrîs (aleyhisselâm) 'a bu kemâlât verildi. Hepsi Allah Teâlâ'nın yüce inayetidir. Ondan sonra kendisi de ilim, riyazât ve takvâ ile meşgul oldu. Hattâ, altı sene yeme­di, içmedi, uyumadı, Hakka ibâdette bulundu.

Hasen (radiyallâhu anh) şöyle nakleder:

— Hakk Teâlâ İdrîs (aleyhisselâm) 'ı Cennete yüceltti. Nite­kim: «Yüce bir mekân» diye buyurmuştur. Evet, Cen­netten yüce makam yoktur.

Eğer:

— Rasulûllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) İdrîs (aleyhisselâm) ’ı Mi’râc Gecesin­de dördüncü kat gökte gördü. Böyle olunca buna uygun görüş nedir? diye sorulacak olursa:

Çeşitli rivâyetler arasındaki sahih cevap şudur:

— İdrîs (aleyhisselâm)  Cennettedir. İdrîs (aleyhisselâm) ’a Cennetin dördüncü kat gökte veya altıncı kat gökte arz edilmesi câizdir.

Peygamber Efendimizin Mi'râc’da İdrîs (aleyhisselâm) 'ı dör­düncü kat gökte görmesinin sebebi de şudur:

Ruhlar mertebelerine göre Peygamberimize Mîrac gecesinde arzolundu. İdrîs (aleyhisselâm)  Miraç gecesinde Pey-

(62)  Meryem Sûresi, âyet: 56—57.

121

gamberimize dördüncü kat gökte göründü ve mertebe­si orada arz olundu.

Hz. İdrîs (aleyhisselâm)  dünyâ’dan Ahirete gittiği vakit üç yüz altmış yaşında idi.

8.   NÛH (aleyhisselâm) ’IN PEYGAMBERLİĞİ

Allah Teâlâ buyurdu ki:

— «And olsun ki biz Nûh’u vaktiyle kavmine (pey­gamber olarak) göndermişizdir. (O, öyle demişti:) Şüp­hesiz ki ben sizi Allahın azabından apaçık korkutanım. Allahtan başkasına ibâdet etmeyin. Hakikat ben sizin başınıza acıklı bir günün azâbı (gelip çatması)’ndan en­dişe ediyorum.» (63)

Ka’bûl - Ahbâr (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Hakk Teâlâ İdrîs (aleyhisselâm) 'dan sonra Nûh (aleyhisselâm) ’a Peygamberlik verdi. Nûh (aleyhisselâm) ’da kavmini Hakka da­vet etti. Kavmi inkâr edip kâfir oldular. Bundan sonra Hakk Teâlâ Nûh (aleyhisselâm) ’a bir gemi yapmasını Bildirdi. Nuh (aleyhisselâm)  Hakk Teâlâ'ınn, kavmini suya gark edip helâk ede­ceğini anladı. Kavminin imana gelip helâk olmamalarını diledi.

Hakk Teâlâ şöyle buyurdu:

— Ey Nuh! Benim ezel ilmimde, yeri ve gökleri ya­ratmazdan iki bin yıl evvel, yerde yaşayan halkın suda boğulup yok olmasına dair ilâhî takdir vardır.

(63) Hûd Sûresi. Ayet: 25—26.

122

Nûh (aleyhisselâm)  bunu işitince kavmi için feryâd etti. Onun için adı Nûh oldu. Evvelce ismi Şakirdi.

Ondan sonra Cebrail (aleyhisselâm)  kuş göğsü getirdi ve onun biçiminde bir gemi yapmasını Nûh (aleyhisselâm) 'a öğret­ti. Nuh (aleyhisselâm)  gemiyi Recep ayının ilk gününde tamam­ladı. Yedinci gün ocağından su çıktı. Yerden ve gökten sular fışkırmaya başladı. Bundan sonra kadın - erkek seksen kişi Nuh (aleyhisselâm)  ile birlikte gemiye bindiler.

Hz. Adem (aleyhisselâm)  yeryüzüne indikten iki bin iki yüz yıl sonra Tûfan oldu. Oğlu Ken’ân suda boğuldu. Üç oğlunu gemiye aldı. Bunlar:

1        Hâm,

2        Sâm,

3        Yafes idi.

Hâm gemide eşi, ile birleşti. Nuh (aleyhisselâm)  ona bedduâ etti. Hakk Teâlâ onun soyunu kara (siyah) ırk yaptı. Bu çeşit siyah renkliler Hâm neslindendir.

Su içinde altı ay seyrettiler. Recep ayında girdiler, Zilhiccede karaya çıktılar. Nihayet gemi (Cûdî) dağın­da durdu. Gemiden bir kapı açıldı. Nuh (aleyhisselâm)  oradan yeryüzüne baktı. Yerin ak olduğunu gördü.

Nuh (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Bu ak şeyler nedir? diye sordu.

Hakk Teâlâ:

— Senin kavminin kemikleridir, buyurdu.

Nuh (aleyhisselâm) .

— Ey Rabbim! Onlara üzüldüm, dedi.

Hz. Katâde (radiyallâhu anh) Tevratta şöyle okudum, der:

— Hakk Teâlâ Nuh (aleyhisselâm) ’a bir gemi yapmasını vahy- etti. O geminin başı Bednos, göğsü kuş göğsü, kuyruğu da gene Bednos kuyruğu gibi idi. Nuh (aleyhisselâm) , eşi ve oğul-

123

ları gemiye girdiler. Canlılar da, erkek - dişi ikişer iki­şer gemiye bindiler. İblis eşeğin kuyruğuna yapışıp ge­miye girdi. Nuh (aleyhisselâm) ’ın gemisi altı ay suda yüzdü.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Geminin içi sıçanla doldu. Gemiyi deler diye korktular.

Hakk Teâlâ Nuh (aleyhisselâm) 'a:

— Aslanın arkasını sığa, diye buyurdu.

Sığadı. Arslan aksırdı. Burnundan kedi düştü. Sı­çanları yedi. Bu sefer de canlıların pisliğinden gemi ber­bat oldu. Oradakiler Nûh (aleyhisselâm) ’a şikâyette bulundular.

— Duâ edip filin arkasını sığa, diye emrolundu. Sı­ğadı. Domuz düştü. Bütün pislikleri yedi. Halk da kur­tuldu.

Nakledildiğine göre Nûh (aleyhisselâm)  gemide giderken bir koca adam, yaşlı bir pîr gördü. Ve:

— Kimsin sen? Seni gemiye kim koydu? diye sor­du.

İblîs:

— Ben kendim girdim ki, senin ashâbının bedenle­ri seninle ve gönülleri benimle olsun, dedi.

Nuh (aleyhisselâm)  onu tanıdı ve:

— Seni İblîs seni! dedi.

İblîs:

— Ey Nûh! Bu halkı (senin kavmini) helâk eden beş şeydir. Üçünü haber vereyim, ikisini söylemem, de­di.

Hakk Teâlâ Nûh (aleyhisselâm) ’a:

— Üçüne ihtiyaç yok. Önce ikisini söylesin, buyur­du.

124

İblis:

— Bütün insanları o iki şeyle helâk ederim. Biri hased, diğeri de hırsdır. Ben Adem (aleyhisselâm) ’a hased etti­ğim için hasedle lânet’e uğradım. Hırs ile de Adem Cen­netten çıktı, dedi.

Nakledildiğine göre Begavî, tefsirinde şöyle demiş­tir:

— Nûh (A.S ) karaya çıkmak istediği zaman, gidip gelsin ve yerin durumundan haber versin diye, kargayı gönderdi.

Karga yolda giderken leş gördü. Aç idi. Onu yeme­ye daldı; gelmedi. Ondan sonra güvercini gönderdi. Gü­vercin gitti ve gördü ki, su çekilmiş. Hemen, ağzı ile zeytin yaprağını aldı, ayağı ile de balçık alıp gemiye gel­di. Nûh (aleyhisselâm)  kargaya bedduâ etti. Yüzü kara oldu.

Güvercine iyi duâ etti. Adem oğullarından herkese mûnîs oldu. (64)

Hz. Vehb bin Münebbih (radiyallâhu anh) şöyle der:

— O geminin üç kapısı vardı. Gemi de üç katlı idi. Üst katta insanlar, orta katta kuşlar ve diğer canlılar, en alt katta ise Arslanlarla diğer yırtıcı hayvanlar var idi.

Keşşâf’da:

— Yeryüzü su ile doldu ve gemi bu suda bir balık gibi yüzerdi, denilmiştir.

(64) Bu anlatış, Kur'ân âyetlerinin ifadeleri ile dile getiri­len Nûh Tufanından farklıdır. Bir efsane havası gös­termektedir. Din Tarihinde, eski Ön Asya dinlerindeki mitoloji’ye, oradan Filistine geçen ve eski Ahid’e (Tevrat’a) sinen Talmûd zihniyetine uygun bir anlatış şeklidir.

125

Kâzî Beyzâvi'de şöyle anlatır:

— Su kırk arşın kadardı.Kâfirler suda boğuldular. Avc bin Unuk kaldı. Su ancak onun topuğuna çıkabildi.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Avc'ın uzunluğu üçbin üçyüz otuzüç arşındı. Her parmağının uzunluğu üç arşındı. Her parmağında iki tırnağı vardı.

Avc bin Unuk’un boğulmayışının sebebi: O, Nûh (aleyhisselâm)  gemi yapmak istediği vakit, Şamdan ağaç getir­miş, Nûh (aleyhisselâm)  da gemiyi o ağaçlarla yapmıştı.

Hakk Teâlâ, Nûh (aleyhisselâm) ’ın kavmini suda boğmak is­tediği vakit Nûh (aleyhisselâm) 'a:

— (Bismillah) ile gemiye gir. (Er-Rahmânirrahîm) deme. Zira gark, boğma ve helâk vaktidir. (Errâhmânir- rahîm) deme zamanı değildir, buyurdu.

Sonra Nûh (aleyhisselâm)  ve kavmi gemiden çıktılar. İlk gün (Aşûre) günü idi. Hakk Teâlâ Nûh (aleyhisselâm) ’a:

— İlk çıktığın yere köy yap, buyurdu.

Bundan sonra gemiden çıkan seksen kişi orada ev­ler yaptılar ve o köye (Semânîn - Seksenler) köyü diye ad verdiler.

Nakledildiğine göre, Nûh (aleyhisselâm)  gemiden çıktığı za­man onun bir kızı, bir eşeği ve bir de köpeği vardı. Bir kimse Nûh (aleyhisselâm) ’ın kızını nikâhla almak istedi. Nûh (aleyhisselâm)  vereceğini vaadetti. Bir kişi daha istedi. Ona da veririm, dedi. Ondan sonra bir başka kimse de kızını almak istediğini beyan etti. Ona da verme vaadinde bu­lundu Sonra da hangisine vereceğini şaşırdı ve:

— Ey Rabbim! Üçüne de vereceğimi vaadettim, de­di.

Derhal Cebrâil geldi ve:

126

— Allah taala sana selâm eder. Kızını köpeğini ve eşeğini bir yere kapatmanı ister ve: «Benim kudretimi görsün» buyuruyor, dedi.

Nûh (aleyhisselâm)  Allahın emrine uyarak öyle yaptı. Son­ra da bulundukları yerin kapısını açtı ve birbirine ben­zer üç kızın oturduğunu gördü. Kendi kızının hangisi olduğunu bilemedi. Üç kızı da çeyizleyip üç erkeğe ver­di. Bundan sonra bazı kadınların bu hayvanlardan bi­rine benzemeleri o vakitten kalmadır.

Tefsirciler Nuh (aleyhisselâm) ’ın ömrü hakkında ihtilâf ederler.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Nûh (aleyhisselâm)  gemi yaptığı vakit dörtyüz seksen ya­şında idi. Gemiye girdiği vakit altıyüz yaşında idi. Kav- mi suda boğulduktan, yeri su bastıktan sonra üçyüz elli yıl yaşadı. Böylece Nûh (aleyhisselâm) 'ın yaşı dokuz yüz elli yıl oldu. Bazıları:

— Nûh (aleyhisselâm) ’in gemisi Kâf dağındadır, derler.

Kûtül-Kulûb'da Ebu Talib-i Mekkî şu hadiseyi nakletmiştir:

— Bir gün Sehl bin Abdullah En-Nesterî huzurda bulunduğu bir sırada vecde geldi. Gayb âlemine daldı. Ayağını uzattı, Kaf dağına bastı. Nûh (aleyhisselâm) ’ın gemisi­ni orada gördü. Oradakiler:

— Bir nişan gerek, dediler. Derhal bir parça tahta ortaya geldi. Görüp inandılar. Bu haber meşhûrdur.

Nakledildiğine göre, Nûh (aleyhisselâm) , ölümü yaklaştığı vakit büyük oğlu Sâm’ı çağırdı. Onu yerine halife tayin etti. Biraz sonra Azrâil geldi. Nûh (aleyhisselâm)  ölüm meleğini görünce feryâd etti. Ölüm meleği:

127

— Ey Nûh! Bu kadar uzun ömürle dünyâ’ya doy­madın mı? buyurdu.

Nûh (aleyhisselâm) :

— Bu dünyâ iki kapısı olan bir eve benzer. Birin­den girip birinden çıktım, deyip vefat etti.

Ondan sonra büyük oğlu Sâm ve çocukları: Yemen de, Hicaz'da ve Hindistan'da yerleştiler. Yâfes ve ço­cukları: İrân, Türkistan ve Anadoluda yerleştiler. Hâm ve çocukları Mısırda ve Afrikada yerleştiler yeryüzü bunların çocukları ile doldu.

Bazıları:

— Nûh (aleyhisselâm) 'ı Kûfe'de defnettiler, demişlerdir.

Bazı kimseler de:

— Kerkük'te defnettiler, derler.

Bir kısımları ise.

— İbrâhim (aleyhisselâm) 'ın mağarasında defnettiler, de­mişlerdir.

Şeyh Muhammed Mağribî şöyle der:

— Bütün peygamberlerin kabirleri bilinmemekte­dir. Ancak İbrâhim peygamberin kabri bellidir ki, o da mağaradadır.

Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Medînede medfûndur.

«Bütün âlemler içinde (bizden) Nûh’a selâm» (65)

(65)  Sâffât Sûresi, âyet: 79.

128

9.   HÛD (aleyhisselâm) ’IN PEYGAMBERLİĞİ

Ka’bûl-Ahbâr şöyle der:

— Hûd (aleyhisselâm)  Yemende, kavmi içinde kırk sene on­ları dine davet etti. Onlara puta tapmanın bâtıl oldu­ğunu söyledi.

Hakk Teâlâ Hûd (aleyhisselâm) ’ı (Ad) kavmine peygamber gönderdi.

Nitekim Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

— «Ad (kavmine) de kardeşleri Hûd’ü (gönderdik). (66)

Onlara:

— Allah'ın verdiği rızkı yersiniz, kuvvet verdi, onun­la iş görürsünüz. Size zenginlik verip uzun ömürlü kıl­dı. Niçin Allahın verdiği nimetlere küfredersiniz? Şim­di gelin, Allahtan başka Tanrı olmadığına ve benim onun peygamberi olduğuma tanıklık edin, dedi.

Ondan sonra Hûd. (aleyhisselâm)  gidip onları imana davet etti. Onlardan bir cemaat imana geldiler, kalanları ise kâfir oldular. Hakk Teâlâ onları kuru yelle helâk etti.

Nakledildiğine göre kâfir olanlara:

Hakk Teâlâ size yeli verir ve sizi helâk eder. dedi. Onlar inanmadılar. Hakk Teâlâ o kuru yelin bekçilerine halka kadar yel çıkarmalarını ve bu halkı helâk etme­lerini emretti.

Süddî (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Hakk Teâlâ onlara yel gönderdi. Ne zaman ki o yel yaklaştı, develerle insanları gökle yer arasında sa-

(66)  A’râf Sûresi, âyet: 65.

129

vurduğunu gördüler ve kaçtılar, mağaralara girdiler. Kapılarını bekittiler. Yel geldi. Onları evlerinden çı­karıp helâk etti. Ondan sonra Hakk Teâlâ kara kuşlar gönderdi. Onların leşlerini kaptılar ve denize attılar.

Onlar Tabiat'ın ilâhî yönlerini bilemedikleri için Hûd (aleyhisselâm) ’ı inkâr ettiler ve bu yüzden helâk oldular.

Hûd (aleyhisselâm)  yüz elli yıl yaşadı, ondan sonra bekâ yurduna göçtü. Mekke’de, İbrâhim (aleyhisselâm) 'ın makamı­nın yanına defnettiler.

Allah doğruyu söyler ve dilediğini doğru yola ile­tir.

10.   SÂLİH (aleyhisselâm) ’IN PEYGAMBERLİĞİ

Allah taâlâ buyurdu:

— «Semûd’a da birâderleri sâlihi (gönderdik). (67)

Ka’bûl-Ahbâr şöyle nakleder:

— Hakk Teâlâ Ad kavmini yel ile helâk edince, Se- mûd kavmi yeryüzünü yeniden mamûr hâle getirdi. O kadar çoğaldılar ki, on kabile oldular. Her kabile yet­miş bin kişi idi. Şam ile Hicaz arasında mağaralar yapıp içine girdiler. Sâlih peygamber kırk yaşma girdi.

Hakk Teâlâ Cebrâil (aleyhisselâm) 'ı Sâlih (aleyhisselâm) ’a gönderdi ve:

— Hakk Teâlâ seni peygamber yaptı. Git Semûd kav- mini imana davet et. (Allahtan başka Tanrı yoktur ve Sâlih onun peygamberi ve kuludur) desinler de, buyur­du.

Sonra Cebrâil (aleyhisselâm)  Salih (aleyhisselâm) ’ın yanına geldi. Hakk Teâlânın kendisini peygamber yaptığını ve kavmi- ne davetçi gönderdiğini bildirdi. Cennetten:

(67)) Hûd Sûresi, âyet: 61.

F : 9

130

1         — Yeşil bir elbise,

2         — Peygamberlik yüzüğünü,

3         — Adem (aleyhisselâm) 'ın Asâ'sını getirdi ve:

— Bil ki ey Sâlih! Hakk Teâlânın kudretini ve şaşı­lacak işlerini göreceksin. Öyle ki. Nûh (aleyhisselâm)  zamanın­da bile böyle acâiplikler olmadı, dedi.

Hûd (aleyhisselâm)  kavmine gelip imana dâvet etti. İnkâr ettiler ve:

— Eğer sen hak peygamber isen şu taştan bir deve çıkar. Gövdesi altından, ayakları gümüşten, başı zeber­cetten, gözleri yakuttan ve kuyruğu mercandan olsun Hörgücünde inciden bir kubbe bulunsun ve dört köşe­li çeşitli yakutlarla süslenmiş olsun. Bu taştan bu şe­kilde bir deve çıkarırsan sana iman ederiz, dediler.

Sâlih (aleyhisselâm)  bu sözü işitince hayretler içinde kaldı.

Cebrâil (aleyhisselâm)  Sâlih (aleyhisselâm) ’ın yanına gelip:

— Hakk Teâlâ şöyle buyurdu dedi: Niçin şaşırırsın? Benim gayb ilmimde şöyledir: «Bu kavim senden bu vasıfta bir deve isteyecekler.» Şanım hakkı için kırk se­ne önce o deveyi bu taşın içinde yarattım, durur. Hiç hayrete düşme ey Sâlih! Kavmin senden ne isterse, göz oynatacak zaman içinde, hepsini verdim.

Şüphesiz Allah herşey’e kemâliyle kadirdir.

Ondan sonra bayram günü sahrâ’ya çıktılar. Sâlih (aleyhisselâm)  iki rekât namaz kıldı. Ve duâ etti.

Hakk Teâlâ duâsını kabûl etti. O taş harekete geldi. Gebe kadın inler gibi inleyip hemen bir deve çıkardı ki, istediklerinden daha güzel ve daha hoştu. Nur’dan gözleri vardı. Boynu ile kuyruğu arası yediyüz arşın idi. İki ayakları arası beşyüz arşın idi. Ayaklarının uzunlu­ğu yüzelli arşın idi. O deve.

131

— Allahtan başka Tanrı yoktur ve Sâlih (AS.) Al­lahın peygamberidir, diye tanıklık etti.

Ondan sonra Cebrâil (aleyhisselâm)  o devenin karnına vur­du. Karnından bir yavru çıktı. Anasına benziyordu. Al­tından, gümüşten ve inciden rengi vardı. Ondan sonra o deve:

— Ne güzel, mukaddes ve münezzeh Allah ki, beni yarattı ve beni ulu ve yüce bir nişan kıldı, dedi.

O kavmin hükümdarı o deveyi görünce tahtından kalkıp Sâlih (A S.)’ın yanına geldi ve şöyle dedi:

— Ey Semûd kavmi! Hakk Teâlâ doğru yolu göster­dikten sonra artık kör olmayın. Tanıklık ederim ki, Al­lahtan başka Tanrı yoktur ve Sâlih onun peygamberi­dir, diye iman getirdi. Onunla bir çok insan iman ge­tirdiler. Geri kalanlar kâfir olup o deveyi öldürdüler. O yavru da kaçtı, tekrar taşın içine girdi.

Sâlih (aleyhisselâm) :

— Bana önceden imana geldiğinize dâir söz verdi­niz. Madem ki gelmediniz. Şimdi üç gün katlanınız. Nasıl azâb gelir görürsünüz! dedi.

Kâfirler:

— O azabın nişanı nedir? dediler.

Sâlih (aleyhisselâm) :

— İlk gün yüzünüz sararacaktır.

İkinci gün kızıl olacaktır.

Üçüncü gün kara olacaktır, dedi.

Ondan sonra Hakk Teâlâ Cebrâil (aleyhisselâm) 'a şöyle bu­yurdu:

— Semud kavmi benim nimetime karşı geldiler ve benim Tanrılığımı inkâr ettiler. Benim peygamberimi

132

yalanladılar. Var Cehennemin bekçisine söyle! Cehen­nemden ateş çıkarsın, onların üzerine saçsın ve evleri­ni başaşağı edip helak etsin.

O melek de onları ateş ile helâk etti.

Bazıları:

— Onlar, Cebrâil (aleyhisselâm) ’ın çığlığı ile helâk oldular, demişlerdir.

Sâlih (aleyhisselâm)  oradan Mekke’ye gitti. Dünyâ’da iki yüz yıl yaşadı. Ondan sonra vefat etti. Kâbede, Rûkün ile Makâm arasına da defnettiler.

11.            İBRAHİM (aleyhisselâm) ’IN PEYGAMBERLİĞİ

Tûfandan İbrahim (aleyhisselâm) ’ın doğduğu güne kadar bin yüz altmış yıl geçmiş idi. Adem (aleyhisselâm) ’dan İbrahim (aleyhisselâm) ’a kadar üç bin üç yüz otuz yıl oldu.

Vehb bin Münebbih (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Allah Teâlâ, Nûh kavmini su ile, Âd kavmini yel ile, Semûd kavmini ateşle, yahut Cebrâil’in sesi ile he- lâk ettikten sonra, Sâm’ın oğullarından dünyâ’ya bir kavim daha getirdi. Bu kavmin hükümdarı (Nemrûd) idi. Nemrûd Adem (aleyhisselâm) ’dan sonra üç bin üç yüz otuz yedi yıl sonra âleme hükümdâr oldu. Altından bir taç yaptırdı. Dünya’da ilk taç giyen Nemrûd’dur. Halkı kendine tapmaya davet etti. Onun kâhinleri vardı. On­lar bir gün:

— Bu yıl senin şehrinde bir oğlan doğacak, senin sonun onun elinde olacak ve o bütün dini değiştirecek dediler.

Bazıları şöyle der:

— Nemrûd düşünde bir yıldızın doğduğunu gördü. O yıldız güneş ve ayın, nurunu belirsiz hale getirmek­te idi. Bu düşünü müneccimlere anlattı. Onlar.

— Bir oğlan doğacak ve senin helakine sebep ola­cak, dediler. Bunun üzerine Nemrûd, doğacak bütün çocukların boğazlanmasını emretti. Nitekim öyle yap­tılar.

Yer ve gök, ay ve güneş Hakk Teâlâ hazretlerine şikâ­yet ettiler ve:

— Ey Allahım! Bunları sen yarattın, senin verdi­ğin rızkı yerler, fakat başkasına taparlar. Ey Rabbim! Bunları helak et, dediler.

Hakk Teâlâ bunlara:

— Siz sabredin. Benim hükmüm bunlara erişecek, buyurdu.

Ondan sonra İbrâhim (aleyhisselâm) ’ın babası eşi ile birleş­ti. Eşi gebe kaldı. Bir mağara vardı. Ona vardı. O ma­ğara öyle bir mağaradır ki, İdris ve Nûh da o mağara­da doğmuşlardı. İçinde döşek ve kandil vardı. Çocuk oyuncakları da vardı. İbrâhim’in annesi onları görüp korktu. Derhâl bir melek geldi ve:

— Korkma! Sana yoldaş olmak için geldim. Senin karnında bir çocuk var, ona hürmet etmek ve ikrâm etmek için geldim, dedi.

İbrâhim (aleyhisselâm)  Cuma gecesi dünyâ’ya geldi. Ayağa kalkıp:

—Allah’dan başka Tanrı yoktur. Tekdir O. Eşi ve dengi yoktur. Mülk ve hamd ona mahsûsdur. Beni ya­ratan ve yardımı bana ulaşan Allah’a hamd olsun, de­di.

Hakk Teâlâ onun bu sesini, şarka—garba ve bütün hayvanlara işittirdi. Ondan sonra Cebrâil (aleyhisselâm)  geldi ve İbrâhim (aleyhisselâm) ’ın göbeğini kesti. Kulağına ezan okudu. İbrâhim (aleyhisselâm) 'ın parmaklarından çeşitli yiyecek şey-

134

ler aktı. Onları emerdi. Birinden su, birinden süt, bi­rinden bal ve birinden yağ emerdi. Bir günde bir ay kadar, bir ayda da bir yıl kadar büyürdü. Onbeş ay ma­ğarada kaldı. Bazıları onyedi yıl kaldı derler.

Bir gün anasına:

— Beni mağaradan çıkar, dedi.

Bir gece anası İbrâhim (aleyhisselâm) ’ı mağaradan çıkardı, İbrahim (aleyhisselâm)  mağaradan çıktı. Hakk Teâlâ yerleri ve gökleri, acâiblerini ve kendi mülk âlemini İbrâhim (aleyhisselâm) 'a gösterdi.

Nitekim Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyurur:

— «Biz İbrâhim’e (hakikati nasıl öğretdiysek, is- tidlâlde bulunması ve) kesin ilme erenlerden olması için göklerin ve yerin büyük mülkünü de öylece gösteriyor­duk.» (68)

Melekût âlemi, ruhlar âlemidir. Hem de gayb âle­midir. Hattâ Cennette yerini de gördü. Melekût, mül­kün mübâlağasıdır, diyenler olmuştur.

Dünyâ’da iken Cennette yerini görmek İbrâhim (aleyhisselâm) ’a ve Hz. Muhammed Mustafâ’ya nasip olmuştur.

Bazıları şöyle derler:

— İbrâhim (aleyhisselâm)  göğe baktı, bir yıldız gördü: «Bu benim Tanrımdır» dedi. Bir zaman sonra o yıldız do­landı.

Güneş doğdu.

— Bu onlardan yeğdir, Tanrım budur, dedi. Bir zaman sonra güneş de dolandı, baktı. O zaman:

— Benim Rabbim Allah’dır, dedi.

(68) Enâm Sûresi, âyet: 75.

135

Bu sözlerinden dolayı İbrahim (aleyhisselâm) ’a hata yok idi. Zira Allah'ı bulmak için delil aramakta idi. Sonra Hakkı kabûl etti.

Nakledildiğine göre, İbrahim (aleyhisselâm)  göklerin mele- kûtunu gördüğü zaman, bütün Muhammed ümmetinin nurunu orada topluca gördü. Güneş ışığı gibi onların nurları vardı.

Hz. İbrâhim:

— Ey Rabbim! Bunlar kimlerdir? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Muhammed ümmetidir, buyurdu.

İbrahim (aleyhisselâm) :

— Bunların iyilikleri nedir? diye sordu.

Hakk Teâlâ:

— Benim rahmetim ve mağrifetimdir, buyurdu.

İbrâhim (aleyhisselâm)  âsîlerden de bir kavim gördü ve onlara iyi duada bulunmayı diledi.

Hakk Teâlâ:

— Ey İbrâhim! Onların benim yanımda dört du­rumları vardır:

Ya hata edenleri, iyilik edenlere bağışlarım. Ya ba­zısını bazısına şefaatçi ederim.

Ya Muhammed Mustafâ onlara şefâat eder, ya da acıyanların acıyanı Hâkim-i mutlak olan ben onlara rahmet ederim, buyurdu.

Hz. İbrâhim:

— Ey Rabbim! Beni Muhammed ümmetinden kıl, diye duâ etti. Hakk Teâlâ onun duasını kabûl edip Mu- hammed ümmetinden eyledi.

Nakledildiğine göre, bir gün İbrâhim (aleyhisselâm)  kabir-

136

lerin arasından geçer idi. Bir Habeşînin deve güttüğü­nü gördü. Son derece susamıştı. İbrahim (A S.):

— Senin yanında içmek için su var mıdır? diye sordu.

O Habeşî:

— Sütü mü, yoksa suyu mu seversin? dedi.

İbrahim (A.S):

— Suyu severim, dedi.

O Habeşî ayağını yere vurdu. Yerden çok hoş su çıktı. İbrahim (aleyhisselâm)  içti ve hayretler içinde kaldı.

Hakk Teâlâ:

— Ey İbrâhim! Habeşînin bu işini neden hayretle karşılarsın? Zira onun dünyâ ve Ahirette benden baş­ka bir muradı yoktur, buyurdu.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

— İbrahim (aleyhisselâm)  kırk yaşına vardığı zaman Ceb­rail (aleyhisselâm)  onun yanına gelip şöyle dedi: Hakk Teâlâ sa­na selâm söyler ve şunu emreder:

— Bu sefer seni Nemrûd’a gönderiyorum. Var onunla mücâdele et. Ondan korkma. Ben seni saklarım ve onun üzerine gâlip getiririm.

İbrâhim (aleyhisselâm)  Nemrûd’un kavmine geldi, onları Hakka davet etti ve:

— Neden Hakdan başkasına taparsınız? Bilirsiniz ki, Haktan başka Tanrı yoktur. Bu itibarla niçin baş­kasına taparsınız? dedi. Putları kırdı. Kâfirler:

— İbrahim’i ateşe atmak gerektir, dediler.

Bunun üzerine Nemrûd İbrâhim (aleyhisselâm) ’ı zindana attı. Ayaklarına demirden zincir vurdular. İbrâhim (aleyhisselâm)  zindanda namaz kılmak istedi. Demir zincirden dolayı kılamadı. Son derece üzüldü.

137

Derhâl Cebrâil (aleyhisselâm)  geldi:

— Hakk Teâlâ sana selâm eder ve: Sabretsin, onu zindandan çıkaracağım ve yardım edeceğim. Onların üzerine gâlip getireceğim buyurdu, dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm)  Cennetten döşek getirdi ve:

— Ey Allah’ın Peygamberi! Sabret. Nitekim sen­den önceki peygamberler de sabrettiler. Fakat sana olan ilâhî kerem hiçbir peygambere olmadı, dedi. Sonra da gitti.

Bir gün Nemrûd (lânet olsun) İbrahim (aleyhisselâm) ’ı ate­şe atmaları için emir verdi. Bir ay odun getirdiler ve bir yere yığdılar. Hiçbir hayvan odun getirmeye razı olmadı, kaçtı. Sadece katır râzı oldu ve odun taşıdı. O sebepten dolayı katır doğurmaz olup kısır kaldı. On­dan sonra o odunu yedi gün yaktılar. Fakat İbrâhim (aleyhisselâm) ’ı bu ateşe nasıl atacaklarını bilmiyorlardı. Derhâl İblîs gelip onlara mancınığı öğretti, İbrâhim (aleyhisselâm) ’ı o mancınığa koyup, eli ve ayağı bağlı, ateşe attılar. Bü­tün yerler, gökler ve melekler feryâd edip:

— Ey Allahım! İbrahim senin kulun ve Resûlün- dür. Onu ateşe attılar. Yeryüzünde sana ibâdet eden kimse kalmadı, dediler.

Hakk Teâlâ:

— İbrahim benim kulum ve Halîlimdir, dostumdur. Benim ondan başka Halîlim yok ve ben onun Tanrı- sıyım. Onun benden başka Tanrısı yoktur. Eğer siz­den yardım isterse yardım edin. Eğer benden yardım isterse ben feryâd edenlere yardım ederim, buyurdu.

Ondan sonra İbrâhim (aleyhisselâm)  Hakk Teâlâ’ya yüz tut­tu ve.

138

— Ey Rabbim! Bana yardım et, düşmanım üzeri­ne gâlib olayım, dedi:

İbrahim (aleyhisselâm) ’ı ateşe attıkları zaman su hazine- dârı gelip:

— Ey İbrahim! Eğer istersen bütün ateşi söndü­reyim, dedi.

Ondan sonra da yel hazinedarı gelip:

-         Ey "İbrâhim! Eğer istersen ateşi havaya dağıta­yım, dedi.

İbrâhim (A.S):

— Benim size ihtiyacım yok. Allah bana yeter. O ne güzel koruyucudur! dedi.

Ateş İbrâhim (aleyhisselâm) ’a yakın olunca Hakk Teâlâ ateş’e:

        «Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selâmet ol» buyurdu. (69)

Hz. Abdullah bin Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Eğer Hakk Teâlâ (Benden—serin ol) demeseydi İbrâhim (aleyhisselâm)  sıcaktan ölürdü. Eğer (selâmen—selâ- met ol) demeseydi soğuktan ölürdü.

Sûddî şöyle der:

— İbrâhim (aleyhisselâm) ’ı ateşe attıkları zaman, o ateşin içinden su çıktı. Kırmızı gül ve Nergis bitti. İbrahim (aleyhisselâm)  üç ay yedi gün orada kaldı. Hakk Teâlâ İbrahim (aleyhisselâm) ’a bir ipek gömlek gönderdi ve:

— Ey İbrâhim! Ateşin, Hakk Teâlâ’nın dostlarını yakmayacağını anladın mı? buyurdu.

Hakk Teâlâ Cebrâil (aleyhisselâm) ’ı gönderdi. Cebrâil:

— Ey İbrâhim! Sen hiç dostuna ateş ile azâb ede­cek bir dost gördün mü? dedi.

(89) Enbiyâ Sûresi, âyet: 69.

139

Zehret’ür-Rıyâd’da şöyle nakledilir:

— Nemrûd (lânet olsun) İbrâhim (aleyhisselâm) ’ı ateşe at­tığı zaman Cebrâil gelip:

— Bana ihtiyacın var mı? diye sordu.

İbrahim (aleyhisselâm) :

— Sana ihtiyacım yoktur, dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Allah Teâlâ’dan nefsini dilesen olur, dedi.

İbrâhim (aleyhisselâm) :

— Nefis kusurludur. Münezzeh olan Allah’dan onu istemem, dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Rûhunu iste, dedi.

İbrâhim (aleyhisselâm) :

— Rûh emanettir. Emanet olan sey geri verilir dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Kalbini iste, dedi.

İbrâhim (aleyhisselâm) :

— Ateşi kim yaktı? dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Nemrûd yaktı, dedi.

İbrâhim (aleyhisselâm) :

— Ona kim yaktırdı, dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) .

— Ulu ve herşeye hükmeden Allah, diye cevap ver­di.

İbrâhim (aleyhisselâm)

— Halil râzıdır Celîl’den dedi.

Hakk Teâlâ ateşe.

— Benim Halîlime serin ol! Zira Habîbim Mu-

140

hammed Mustafâ İbrahim'in temiz sulbündendir, bu­yurdu.

Hakk Teâlâ ateşe nidâ ettiği zaman İbrahim (aleyhisselâm)  ağladı ve:

— Ey Rabbim! Ben ne yaptım? Bana söylemezsin. Eğer söyleyip de ateş ile azâb etsen o bana sevgili idi, dedi.

İbrâhim (aleyhisselâm)  ateşe atıldığı zaman ateş:

— Ey Allah’ın Halîli! Selâm sana, dedi.

İbrâhim (aleyhisselâm)  o zaman onaltı yaşında idi. Kuşlar İbrâhim (aleyhisselâm) ’ın üstünde saf tuttular. O kuşların için­de zayıf bir kuş vardı. Kendini ateşe attı. İbrahim (aleyhisselâm) ’a katıldı.

Hakk Teâlâ:

— Ey Cebrâil! O zayıf kuş kendini helâk etti. O Halîlime uydu. Benim katımda bir haceti varsa vere­yim, buyurdu.

Cebrâil (A.S ) Sidret’ül-Müntehâdan bir anda in­di. (70)

O kuşu aldı, yere koydu ve Hakk Teâlâ’nın sözlerini ona söyledi. O kuş:

— İşittim ki Hakk Teâlâ’nın bin bir ismi vardır. Yü­zünü öğrendim. Dilerim ki dokuz yüzünü de öğrene­yim. Böylece bin olur, dedi.

Hakk Teâlâ o kuş’a dokuz yüzünü de öğretti, bin ol­du. İşte o kuş (Bülbül) idi. Bir melek geldi. İbrâhim (aleyhisselâm)  ile oturdu. O gölge meleği idi.

(70) Sidret’ül-Müntehâ, yedinci kat gökte ilâhî bir makam­dır. Allahın zat kapısı ve sınırıdır. Peygamber Efendi­mizin dışında bu sınırı geçen başka bir sevgili yaratık yoktur.

141

Hakk Teâlâ o meleği İbrahim (aleyhisselâm) ’ın sûretinde gönderdi.

Nemrûd sarayından, İbrahim (aleyhisselâm) 'ın yanında bir kişinin oturduğunu gördü ve:

— Ey İbrâhim! Senin Tanrın Ulu Tanrıdır. Ben senin kadrini gördüm. Ateşten çıkabilir misin? dedi.

İbrâhim (aleyhisselâm)  derhâl ateşten çıktı. Nemrûd:

— Ey İbrâhim! Senin yanında bir kişi gördüm. Sana benziyordu. O kimdir? dedi.

İbrâhim (aleyhisselâm) :

— Melekdir, geldi, bana ateşte yoldaş oldu, dedi

Nemrûd:

— Ey İbrâhim! Ben senin Tanrın katındaki hür­metini gördüm. Tanrın çok büyüktür. Senin Tanrına kurban etmeyi dilerim, dedi ve dört bin öküz, kırk bin koyun boğazladı.

İbrâhim (aleyhisselâm) :

— Hakk Teâlâ onu senden kabûl etmez. Bil ki ken­dini terk edip benim dinime girmen gerektir, dedi.

Müfessirler şöyle derler:

— Ondan sonra Nemrûd, göğe uzanan büyük bir saray yaptı. O sarayın beş mil büyüklüğü ve altı mil yüksekliği vardı.

Hakk Teâlâ bir yel verdi. Onu üç bölük etti. Bir bö­lüğünü denize attı. İki bölüğü orada harâb kaldı. Her bir bölüğü ayrı dilde söz söylediler.

Ondan sonra Hakk Teâlâ sinek sürülerini üzerlerine gönderdi. Etlerini yediler ve kanlarını içtiler. Hattâ

142

bir zayıf sinek Nemrûd’un burnuna girdi. Onu öldür­dü. (71)

İbrâhim (aleyhisselâm) 'ın anası imana geldi. Fakat babası gelmedi. Ondan sonra İbrâhim (aleyhisselâm)  Şam diyarına geldi. Orada dört oğlu dünyâ'ya geldi.

Birisi Medyen, birisi Medâyin, birisi İsmâil ve bi­risi de İshâk idi.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

—İbrâhim (aleyhisselâm)  doksandokuz yaşında iken İsmail doğdu. Yüz oniki yaşında iken de İshâk doğdu.

12.  KABE’NİN’ YAPILMASI İLE
İLGİLİ BÖLÜM

Nakledildiğine göre Kabe’nin temeli var idi. İbrâ­him (aleyhisselâm)  Kâbe’yi o temel üzerine yaptı.

Gene rivayet edildiğine göre Hakk Teâlâ, Kâbe’nin yerine, Cennet yakutlarından bir yakut indirdi. Onun zümrüdden iki kapısı vardı. Biri doğu’ya, biri batıya açılırdı.

Hakk Teâlâ Adem (aleyhisselâm) ’a:

(71) Nemrûd, Mezopotamya'da kurulmuş olan Bâbil şehri­nin hükümdarıdır. Zulmü ve gaddarlığı ile meşhurdur. M.Ö. 2600 yıllarında yaşadığı kaydedilmektedir. İbra­him (aleyhisselâm) ’ın Peygamberliği, Onun hükümdarlığına rastlar. Tarih kayıtlarına göre İbrahim (aleyhisselâm)  Batıya göç etmiş, bir ara Mısır’a da geçerek, sonra tekrar dönmüştür. İbrani sözü de İbrahim (aleyhisselâm) ’ın bu göçü ile ilgili görülmektedir. Hz. İbrahim daha sonra Mek- keye gitmiştir. Kâbenin binası, bir yapı olarak ona is- nâd edilmektedir.

143

— Melekler Arşını tavaf ederler. İnsanlar da, on­lar gibi bunu tavâf etsinler, buyurdu.

Ondan dolayı, Adem (aleyhisselâm)  Hindistan’dan yayan Kâbe’ye geldi. Melekler Adem (aleyhisselâm)  ile buluştular ve:

— Ey Adem! Haccın makbûl olsun. Senden bir yıl önce biz bu Beyti tavâf ettik, dediler.

Ondan sonra Nûh Tûfanı’nda Hakk Teâlâ o yakut’u yedinci kat göğe çıkardı. Adı (Beyt-i ma’mûr) idi.

Daha sonra Hakk Teâlâ İbrâhim, (aleyhisselâm) ’a Kâbe’yi yapmasını emretti. Cebrâil (aleyhisselâm)  ona nasıl yapması ge­rektiğini öğretecekti. Bunun üzerine dört dağdan taş alıp Kâbe’yi yaptılar: Biri Tür-i Sinâ, biri Tûr-i Zeytâ biri Cûdi Dağı ve diğeri de Hırâ Dağı idi. Cebrâil Ha- cer’ul-Esvedi getirdi.

Bazıları.

— Ebû Kubeys Dağı yarıldı. Hacer'ul-Esved için­den çıktı. Ak yakut idi. Hayız görmüş kadınlar ve müş­rikler yapıştı da kapkara oldu, derler.

Bazıları da şöyle demişlerdir:

— İbrâhim (aleyhisselâm)  yapar, İsmâil (aleyhisselâm)  ise taş ta­şırdı.

Kâbe tamam olunca Hakk Teâlâ:

— Ey İbrâhim! Halkı Kâbe’yi ziyarete çağır, bu­yurdu.

İbrâhim (aleyhisselâm) :

— Ey Allahım! Benim sesimi onlara kim işittirir? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Senden çağırmak, benden işittirmek, buyurdu.

Fezâil-i A’mâlde belirtildiğine göre Ebû Zer (radiyallâhu anh) şu rivâyeti nakletmiştir:

144

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’dan Hakk Teâlâ’nın İbrahim (aleyhisselâm) ’a şöyle buyurduğunu işittim: «Halkı Hacc’a ça­ğır!

Bunun üzerine İbrahim (aleyhisselâm)  Ebû Kubeys Dağı'- na çıktı ve:

— Ey Adem oğulları! Hakk Teâlâ Beytini ziyareti, Hacc etmeyi size farz kıldı. Gelin Hacc edin, dedi.

Hakk Teâlâ İbrahim (aleyhisselâm) ’a:

— Yerleri ve gökleri yaratmazdan önce şöyle yazdım: Kim evinden Kâbe’yi ziyaret niyeti ile çıksa her adımına on iyilik veririm. On günahını bağlarım. Eğer bu yolculukta ölse. "Cennetliktir» diye hükmede­rim. Eğer ben onların günahlarını affedip rahmet et­meyecek olursam, onlara kim rahmet eder, buyurdu.

Hz. Ali (radiyallâhu anh) şöyle der:

— İbrahim (aleyhisselâm) 'dan sonra Kâbe üç defâ yıkıldı. Ondan sonra Kureyş ile Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tekrar yaptılar. Kureyş kabilesi Hacer’ul-Esvedi kaldı­rıp yerine koymak istedi. Aralarında ihtilâf çıktı.

Taraflar:

— Ey Muhammed! Gel bizim aramızda hakem ol! dediler.

Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Bir örtü getirin! dedi. Getirdiler.

Rasûlüllâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— O taşı örtünün içine koyun! dedi. Koydular

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)

— Kaldırın, dedi. Kaldırdılar. Peygamber efendi­miz örtü içinden Hacer’ul-Esvedi alıp yerine koydu. Hepsi sevindiler ve gönülleri hoş oldu.

145

Nakledildiğine göre İbrâhim (aleyhisselâm) ’a on (suhuf) in­di. İbrahim (aleyhisselâm) ’ın suhufunda şöyle yazılı idi:

— Asılsız söz etmemek oruçtur. İnsanlardan ümi­dini kesmek namazdır. Gözünü ve kulağını sakınmak ibâdettir. Arzularını terk etmek kurtuluştur. Elini serden alıkoymak sadakadır.

Nakledildiğine göre İbrahim (aleyhisselâm)  ümmeti Mu­hammedi ve bütün insanları konuklamak istedi.

Hakk Teâlâ.

— Onları konuklamağa gücün yetmez, buyurdu.

İbrâhim (aleyhisselâm) :

— Ey Allahım! Sen bütün yaratılmışları konuk­lamağa kâdirsin, dedi. Hakk Teâlâ İbrâhim (aleyhisselâm) ’ın duâ- sını kabûl etti ve Cebrâil (aleyhisselâm) ’a:

— Cennetten bir avuç (Kâfûr) getir, diye buyurdu. O da getirip İbrâhim (aleyhisselâm) ’ın eline verdi. İbrâhim (aleyhisselâm)  onu Ebû Kubeys Dağına saçtı. Bütün yeryüzüne erişti. Allah’ın izni ile tuz oldu. Bu sebepten dolayı tuz İb­râhim (aleyhisselâm) ’ın ziyâfeti oldu.

Ne zaman ki İbrâhim (aleyhisselâm)  yeryüzünde oturup vatan tuttu, Hakk Teâlâ onu zengin kıldı. İbrâhim (aleyhisselâm)  bir ev yaptı. Ateş yaktı ve fakirlere taâm (yemek) ye­dirdi. Bir gün bir mecûsî (ateşe tapan bir İranlı) İb­râhim (aleyhisselâm) ’a konuk oldu. İbrâhim (aleyhisselâm) :

— Eğer müslüman olursan seni konukluğa alırım, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey İbrâhim! Bu ne cimriliktir ki, bir kerre yemek yedirmek için, «dinini değiştir» dersin. Ben yet­miş yıldır o kâfire rızık veririm, «müslüman ol, yoksa sana yiyecek, vermem» demedim, buyurdu.

F: 10

146

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ İbrâhim (aleyhisselâm) ’a şöy­le buyurmuştur:

— Ben seni yarattım. Kendime Halîl, yakın dost kıldım. Nemrûd’un ateşi ile mübtelâ eyledim. Eğer se­ni derviş etseydim ne olurdu?

İbrâhim (aleyhisselâm) :

— (Fakirlik, yoksulluk Nemrûd’un ateşinden da­ha şiddetli daha kötüdür,) dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ey İbrâhim! Şanım hakkı için yerle gök ara­sında fakirlikten daha kötü bir şey yaratmadım, bu­yurdu.

Nakledildiğine göre bir gün İbrâhim (aleyhisselâm) ’ın sa­kalı ağardı. Sebebi şu idi: İshâk (aleyhisselâm)  İbrâhim (aleyhisselâm) ’a benzerdi. Bir gün uyuyordu. Uyandığında saçının ve sakalının ağardığını gördü:

— Ey Rabbim! Bu nedir? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Nûr ve Vekârdır, buyurdu.

İbrâhim (aleyhisselâm)  :

— Ey Rabbim! Nûrum’u ve Vekârımı artır, dedi.

Böylece bütün sakalı bembeyaz oldu. İshâk (aleyhisselâm)  ile kendi arasında fark meydana geldi.

Nakledildiğine göre İbrâhim (aleyhisselâm)  hatasını andığı zaman utanır ve kalbi çarpardı.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Ey İbrâhim! Sen Hakkın Halîli (yakîni)sin Ni­çin üzülürsün? dedi.

İbrâhim (aleyhisselâm)  :

— Ne zaman hatamı ansam Allah’a yakînliğimi unutuyorum, dedi.

147

Hakk Teâlâ:

— Ey İbrâhim! Bu ne üzüntüdür? buyurdu.

İbrâhim (aleyhisselâm) .

— Ey Rabbim! Adem (aleyhisselâm) ’ı kudret elinle yarattın. Ona kendi rûhundan üfledin. Meleklere emrettin, ona secde ettiler. Nihayet onu bir hata ve günah yüzün­den Cennetten çıkardın, dedi.

Hakk Teâlâ :

— Ey İbrahim! Sen bilmez misin? (Şüphesiz sev­gilinin işlediği suç ve günah, sevgiliye ağır gelir) bu­yurdu.

Saîyd bin Cûbeyr (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Hakk Teâlâ İbrahim (aleyhisselâm) ’ı kendisine Halîl edin­diği zaman Azrâil, İbrâhim (aleyhisselâm) ’a müjde vermek için Allah Teâlâ'dan izin istedi. Hakk Teâlâ izin verdi. Azrâil İbrâhim (aleyhisselâm) ’a geldi. Fakat onu evde bulamadı. Ölüm meleği eve girdi. İbrâhim (aleyhisselâm)  eve geldiği zaman bir kişinin içeride oturduğunu gördü ve:

— Sana kim izin verdi de bu eve girdin? dedi.

— Evin Rabbi izin verdi, dedi.

İbrâhim (aleyhisselâm)  onun ölüm meleği olduğunu anla­dı ve:

— Neye geldin? dedi.

Ölüm meleği:

— Sana müjde vermek için geldim. Hakk Teâlâ seni kendine (Halîl) edindi, dedi.

İbrâhim (aleyhisselâm)  Allah’a hamd etti ve:

— Onun alâmeti nedir? dedi.

Ölüm meleği:

— Allah’dan ne dilersen olur, dedi.

148

İbrâhim (aleyhisselâm)  :

— Ey Rabbim! Ölüyü diri görmek nasıl olur? Ba­na göster de göreyim, dedi.

Hakk Teâlâ :

— Ey İbrâhim! İnanmaz mısın? buyurdu.

Hz. İbrâhim:

— İnanırım, fakat gönlümü tatmin için görmek is­tiyorum, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Bir yeşil ördek, bir ak güvercin, bir kızıl Bed- nos ve bir de kuzgun al. Bunları boğazla. Tüylerini yol. Birbirine karıştır. Etlerini de parça parça et, buyurdu. Hz. İbrâhim aynı şeyi yaptı ve kuşların başlarını yanında sakladı. Ondan sonra o kuşları çağırdı. Hakk Teâlâ yellere emretti. Dört türlü yel esti. O kuşların tüylerini ve parçalarını dağıttı, tekrar topladı. Kuşlar geldiler. Herbirine başını geri verdi. Uçup gittiler. Bu olanları İbrâhim (aleyhisselâm)  gözü ile gördü, şaşırdı ve:

— Bildim ki, Hakk Teâlâ Aziz ve Hakimdir, dedi.

Hz. Câbir (radiyallâhu anh) :

— Allah Teâlâ İbrâhim (aleyhisselâm) ’ı üç şeyden dolayı Halil eyledi, der.

1.         Fakirlere ve konuklara yemek yedirdiği,

2.          Selâm verdiği,

3.         Gece namazı kıldığı için.

Rasûlûllâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

— Hakk Teâlâ İbrahim (aleyhisselâm) ’a: Sen benim Ha- lîlimsin. Halkına güzel davran. Kâfir olsa da böyle yap. Benim ilmimde şöyle tespit edilmiştir: «Kim hal­ka iyi davranırsa Arşımızın gölgesinde olur ve onu meleklerime yakin ederim.

149

Nakledildiğine göre Allah Teâlâ İbrâhim (aleyhisselâm) ’ı Halil eylediği zaman melekler şöyle dediler:

— Ey Allahım! İbrâhim’in nefsi, ha’tunu, çocukla­rı ve malı vardır. Nasıl Halil olur?

Hakk Teâlâ:

— İbrâhim’in kalbinde benim muhabbetimden başka birşey yoktur, buyurdu.

Abdullah bin Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

— İbrâhim (aleyhisselâm) 'ın şeriatında on haslet farz idi.

Muhammet Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in şeriatında sünnet oldu. Beşi baştadır, beşi de bedendedir.

Başta olan beş farz şunlardır:

1.          Mazmaza (Ağzı su ile yıkamak).

2.          İstinşâk (Burnu su ile temizlemek).

3.          Başı tıraş etmek.

4.          Bıyık kesmek.

5.          Mîsvâk (fırça) ile dişlerini temizlemek.

Bedende olan beş tarz da şunlardır:

1.          Sünnet olmak.

2.          Eteğini yülümek, traş etmek.

3.          Koltuğunu yülümek.

4.          Tırnağını kesmek

5.          İstincâ (tahâret almak).

Ebû Hûreyre (radiyallâhu anh)’den şu rivâyet nakledilmiştir:

— İbrâhim (aleyhisselâm)  evvelâ kendisi sünnet oldu. Yüz- yirmi yaşında idi. İlk sakalı ağaran odur. İlk defâ el­bise giyen, bıyığını ve tırnağını kesen, koltuğunu ve eteğini yülüyen gene odur. Tanrı dostu, müminlerin imamı, türlü belâya uğrayan, ahdine vefa eden, ilk ayak­kabı giyen, ilk kılıç vuran, ilk ateşe atılan, ilk mîsvâk kullanan, saçını ikiye ayırıp tarayan ve su ile ilk tahâ­ret alan O’dur.

150

Hakk Teâlâ şöyle buyurdu:

        «Hatırlayın o zamanı ki Rabbi, İbrahim'i bir­takım kelimeleriyle (emirleriyle) imtihan etmişti.» (72)

Hakk Teâlâ hazretleri İbrâhim (aleyhisselâm) 'ı dokuz şey ile mübtelâ etti, denedi:

1.          Güneş

2.         Ay.

3.         Yıldız.

4.         Hıtân (sünnet).

5.         Nemrûd'un ateşi.

6.         İsmail’i kurban etmesi.

7.         Hicret (göç).

8.         Bereket.

9.         Cömertlik

İbrâhim (aleyhisselâm)  bunların hepsini işledi.

Nitekim Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

        «Yoksa Mûsâ’nın ve (Allah'dan aldığı emri ve) vazifesini tastamam ifâ eden İbrâhim’in sahîfelerinde olan (şun) lardan haberdâr mı edilmedi? (73)

Nakledildiğine göre İbrâhim (aleyhisselâm)  ondan sonra Kudüs'e geldi. Orada uzun zaman kaldı. Yüz doksan- dört yıl ömür sürdü. Orada Ahiret'e intikal etti.

13.   İBRAHİM (aleyhisselâm) ’ın VEFATI

Bir gün İbrâhim (aleyhisselâm)  evinin önünde oturmakta idi. Azrâil güzel bir kılık ve kıyâfetle geldi. İbrâhim (aleyhisselâm) ’a selâm verdi. İbrâhim (aleyhisselâm)  selâmını aldı ve:

(72)  Bakara Sûresi, âyet: 124.

(73)  Necm Sûresi, âyet: 36—37.

151

— Sen nasıl bir kimsesin? Hiç ben senin gibi gök­çek bir kimse gördüğüm yok, dedi.

O şahıs:

— Ben ölüm meleğiyim, dedi.

İbrâhim (aleyhisselâm)  :

— Ölümden kaçan kimselere şaşarım. Senin böyle güzel sûretin varmış, dedi.

Ölüm meleği:

— Ey Allah’ın Halîli! Peygamberlere ve Rasûllere bu şekilde gökçek sûret ile gelirim, dedi.

İbrâhim (aleyhisselâm) :

— Ey ölüm meleği! Kâfirlere göründüğün şeklinle gözüksen de görsem? dedi. Ölüm meleği o sûretten çı­kıp başka sûrete girdi. İbrâhim (aleyhisselâm)  onu görünce aklı başından gitti. Az kaldı düşecekti.

İbrâhim (aleyhisselâm) :

— Ey ölüm meleği! Evvelki gibi ol, dedi. Ölüm me­leği evvelki gibi oldu.

Hakk Teâlâ ölüm meleğine:

— İbrâhim’in canını al, diye emretti. Bunun üze­rine Ölüm meleği İbrâhim (aleyhisselâm) ’a geldi. İbrahim (aleyhisselâm) :

— Ey Ölüm meleği! Ben sana âşık oldum. Bugün bir ihtiyar geldi. Onun, ihtiyarlığından dolayı, aczimi gördüm. Benim rûhumu al, dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Dostunu öldüren hiçbir dost gör­dün mü? dedi.

Hakk Teâlâ Cebrâil (aleyhisselâm) ’a:

(Bir dost gördün mü ki dostunu görmek iste­mesin?) buyurdu.

152

İbrahim (aleyhisselâm)  secde etti ve ölüm meleği rûhunu kabzetti, canını aldı. Ne zaman ki İbrâhim (aleyhisselâm)  ya­kınlık şişesinden beraberlik şarabını içti, rûhu uçup Illiyyûn’uıı en yüce yerine gitti:

Tanrı taâla :

— Ey benim Halîlim! Ölüm şarabını nasıl içtin? Halin nasıldı, buyurdu.

İbrâhim (aleyhisselâm) :

— Nemrûd beni habsetti ve ateşe attı. Ölüm şara­bını ondan acı gördüm, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ey benim Halîlim, yakın dostum! Ölüm meleği, senin canını aldığı gibi, daha önce hiç kimsenin canı­nı yumuşaklıkla almış değildir, buyurdu.

Bazıları:

— İbrâhim (Â.S.) ikiyüz yıl yaşadı, demişlerdir.

Eb’ul-Leys şöyle der:

— Hz. Nuh ile İbrâhim (aleyhisselâm) 'ın arası bin yıldır, Bazıları da:

—İki biri altı yüz kırk yıl yaşadı, derler.

Doğrusunu Allah bilir.

14.              İSMÂİL (aleyhisselâm) ’IN PEYGAMBERLİĞİ

Hakk Teâlâ buyurdu ki.

— «Kitapda İsmâil’i de yad et. Çünkü o, sözünde sâdıkdı, rasûl bir peygamberdi.» (74)

Acaba: «İsmâil (aleyhisselâm)  doğru sözlüdür» demek ne

(74)  Meryem Sûresi, âyet: 54.

153

demektir? Hakikat şudur ki, kalan peygamberler de doğru sözlüdür, diye sorulduğunda cevabı şudur:

— «İsmâil (aleyhisselâm) 'a bu, ikrâm ve izâz içindir. Zira onun neslinden söz söyleyenlerin en sâdıkı Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gelmiştir.

Hakk Teâlâkın: "O peygamberdir» buyurması şundan­dır:

Hakk Teâlâ hazretleri onu (cürhüm) kabilesine pey­gamber göndermiştir. «Haberci» denmesi de, Hak ta- âla’dan haber vermesinden dolayıdır. Yakınlarını na­maza ve zekâta çağırdı.

Bilmek gerektir ki, İsmâil (aleyhisselâm)  kitaplarda zikre­dilmiştir. Biz kitabımızı onlarla uzatmayalım. Fakat Kurban olan kimse hakkında ihtilâf vardır.

Bazıları:

— İsmâil'dir, derler.

Kimileri de:

— İshâk’dır, demişlerdir.

Sahih olanı İsmâil (aleyhisselâm) 'ın olduğudur.

Nakledildiğine göre, İbrâhim (aleyhisselâm)  bir gece düş gördü.

Düşünde:

— Oğlunu boğazla! dediler.

Sabah olunca İbrâhim (aleyhisselâm) :

— Bu şeytandan mıdır, yoksa Rahmândan mıdır? diye düşündü. Ertesi gece gene aynı şeyi söyledi­ler. Bunun üzerine Rahmândan olduğunu anladı.

Bazıları o vakit İbrâhim (aleyhisselâm) 'a:

— Halîm bir oğlun doğacak, diye müjde verdiler.

Nihayet İsmail (aleyhisselâm)  dünyâ’ya geldi. İbrahim

(aleyhisselâm)  İsmâîl (aleyhisselâm) ’a:

154

— Ey yavrum! Düşümde seni boğazladığımı gör­düm, dedi.

İsmâîl (aleyhisselâm) :

— Ey Babacığım! Sana buyurulanı yap, dedi.

İbrâhim (aleyhisselâm) :

— Ey oğlum! Haydi ip ve bıçak al da şu dağa odun kesmeye gidelim dedi.

Vaktâ ki gittiler, o dağa vardılar. İbrahim (aleyhisselâm)  Hz. İsmâîl’i koyun gibi boğazlamak için yatırdı. Bu hâdise sonbaharın ortalarında oldu.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh)'ın naklettiğine göre İsmâîl (aleyhisselâm) :

— Ey babacığım! Ayaklarımı bağla sana dokun­masın ve kanım sıçramasın. Böylece sevabım eksik ol­masın. Hem anam görüp üzülmesin. Bıçağı iyi bile ki ölüm bana kolay olsun. Anama benden selâm söyle gömleğimi ona ver. O da görsün. Gönlü çok mahzun olmasın, dedi.

İbrahim (aleyhisselâm) :

— Sen bana Allah’ın emrini yerine getirmem için gökçek yardım ediyorsun, dedi.

Ondan sonra İbrâhim (aleyhisselâm) , Hz. İsmâil’in yüzünü kıbleye çevirdi. İbrâhim (aleyhisselâm)  ağladı ve oğlu İsmâil’in ayaklarını iple bağladı. Sonra da bıçağı Hz. İsmâil'in boğazına koyup çaldı. Fakat kesmedi.

Sûddî:

— Hakk Teâlâ ilâhî kereminden, bir parça bakır tahtasını boğazına koydu, bıçak onun için kesmedi, der.

Bazıları:

155

— Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in, İsmail (aleyhisselâm) ’ın sulbünden geleceği için bıçak kesmedi, derler.

İsmâil (aleyhisselâm)  bu durumu görünce babasına:

— Benim yüzüme bakıp merhamet ettiğin için bı­çak kesmiyor. Beni yüzün üzerine çevir, merhamet et­me, dedi.

İbrâhim (aleyhisselâm)  Hz. İsmail’i yüzü üzerine çevirdi. Bı­çağı ensesine çaldı. Fakat gene kesmedi. Bir defa bı­çağın yüzü döndü.

Nakledildiğine göre İbrâhim (aleyhisselâm)  bıçağı Hz. İs- mâil’in boğazına koyduğu zaman, İsmâil (aleyhisselâm) :

— Ey baba! Ben mi cömerdim, yoksa sen mi cö- merdsin? dedi.

İbrahim (aleyhisselâm) .

— Ben cömerdim, oğluma kıyarım, dedi.

İsmâil (aleyhisselâm) :

— Ben cömerdim. Zira senin bir oğlun daha var­dır, onunla avunursun. Benim bir canım daha yok ki onunla hayat bulayım, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ben ikinizden de cömerdim. Ey İbrâhim! bu koçu oğlunun yerine boğazla! buyurdu.

Nakledildiğine göre İbrâhim (aleyhisselâm) , oğlu İsmâil’i boğazlamak için bıçağı boğazına koyduğu zaman, Hakk Teâlâ:

— Ey meleklerim! Siz: «Adem (aleyhisselâm) ’ı yaratma, yeryüzünde fesâd çıkarırlar, biz sana mutî oluruz, de­miştiniz. Şimdi babasına ve oğluna bakın! Bana nasıl itaât ediyorlar, buyurdu.

Sonra gene Hakk Teâlâ:

— Ey Cebrail! Melekler o koçu omuzları üzerinde

156

getirsinler, İbrahim (aleyhisselâm) ’a iletsinler, İsmail'in yerine kurban etsin, buyurdu.

İşte bu koç, Hâbîl’in kurban ettiği koç idi. Cennet­te beslenmekte idi. Hakk Teâlâ onu İbrâhim (aleyhisselâm) ’a gönderdi.

Cebrâil (aleyhisselâm)

— Ey Rabbim! Bu büyük iyiliktir, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Şanım hakkı için, eğer bütün melekler onu omuzları üzerinde getirseler, gene ona karşılık olamaz­dılar, buyurdu.

Zira İsmâil (aleyhisselâm) :

— «(Oğlu—İsmâil) dedi. Babacığım, sana verilen emir ne ise yap. İnşallah beni sabredenlerden bula­caksın.» (75)

Ka'bûl-Ahbâr şöyle der:

— O vakit şeytan bir insan sûretine girdi. İsmâil (aleyhisselâm) ’ın annesi Hâcer’in yanına geldi ve:

—Hâcer! İbrâhim (aleyhisselâm) ’ın nereye gittiğini bili­yor musun? dedi.

Hâcer:

— Odun kesmeye gittiler, dedi.

Şeytân:

— Vallahi İsmail’i boğazlamaya gitti, dedi.

Hâcer:

— İbrâhim (aleyhisselâm)  merhametli bir kimsedir, onu esirger. Sen yalan söylüyorsun, dedi.

Şeytân:

(75)  Sâffât Suresi, âyet: 102.

157

— Hakk Teâlâ düşünde ona İsmail’i boğazlamasını emretmiş, dedi.

Hâcer:

— Eğer Hakk Teâlâ buyurdu ise İbrâhim (aleyhisselâm)  doğ­ruya ulaşmış ve Hakka boyun eğmiştir, dedi.

Bunun üzerine Şeytan yüz bulamayıp Hâcer’in ya­nından gitti. İsmâil (aleyhisselâm) 'a geldi ve:

— Ey çocuk! Baban nereye gidiyor, biliyor musun? dedi.

İsmâil (aleyhisselâm) :

— Odun kesmeye gidiyor, dedi.

Şeytân:

— Yok! Vallâhi bil ki seni boğazlamaya gidiyor, dedi.

İsmâil (aleyhisselâm) :

— Niçin böyle yapar? dedi.

Şeytân:

— İbrâhim (aleyhisselâm)  düşünde, Allahın, seni kurban etmesini, boğazlamasını emrettiğini zannediyor, dedi.

İsmâil (aleyhisselâm) :

— Yapsın! Zira emrolundu, Ben Allah Teâlâ’ya mu­ti ve mahkûmum, dedi.

Şeytân gördü ki çâre yok. Onun yanından da git­ti. İbrâhim (aleyhisselâm) ’a geldi ve:

— Ey İbrâhim! Nereye gidiyorsun? dedi.

İbrâhim (aleyhisselâm) :

— Odun kesmeye gidiyorum, dedi.

Şeytân:

— Vallâhi ben Şeytânı gördüm. Geldi, senin düşü­ne girdi: «Oğlun İsmail’i boğazla» dedi, şeklinde ko­nuştu.

İbrâhim (A.S):

— Ey Allahın düşmanı! Elbette Allahın buyurdu­ğunu işlerim, dedi.

İbnî Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der.

— Ne zaman ki İbrâhim (aleyhisselâm)  Şeytânı kovdu, (Cemret’ül-Akabe)ye geldi. Şeytân orada da gözüktü. İbrâhim (aleyhisselâm)  ona yedi taş attı. Şeytân kayboldu. (76)

Sonra Cebrâil (aleyhisselâm)  ile melekler bir koç getirdiler.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Allahü Ekber, Allahü Ekber, dedi.

İsmâil (aleyhisselâm) :

— Lâilâhe illellâhüvellâhü Ekber, dedi.

İbrâhim (aleyhisselâm) :

— Allâhü Ekber ve lillâhil hamd, dedi.

Bunun üzerine, o vakittenberi kurban keserken böyle tekbir almak sünnet oldu.

Ondan sonra Hakk Teâlâ:

— Ey İsmâil! Beni sınık gönüllerde iste, buyurdu.

İsmâil (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim: Sınık gönüllü kimdir? dedi.

Hakk Teâlâ:

—Gerçek dervişlerdir, buyurdu.

İsmail (aleyhisselâm)  yüz otuz yıl yaşadı. Ondan sonra ve­fat etti.

(76)  Cemret'ül—Akabe, Mekke yakınında, Minâ denilen yerde bir mahaldir. Hac eden Müslümanlar, burada şeytan taşlarlar. Bu, yukarıda anlatılan hadisenin ha­tırası olarak yapılan sembolik bir davranıştır.

15.             İSHÂK (aleyhisselâm) ’IN PEYGAMBERLİĞİ

Allah Teâlâ buyurdu:

«— ... Biz de ona İshâk'ı, İshâk'ın ardından da (torunu) Yakûb’u müjdeledik.» (77)

Nakledildiğine göre, Hakk Teâlâ Cebrâil (aleyhisselâm) 'ı on- bir melek ile Lût kavmini helâk etmeye gönderdi. Hep­si güzel delikanlılar sûretinde idi. İbrâhim (aleyhisselâm) 'a gel­diler. Selâm verdiler. İbrâhim (aleyhisselâm)  bunların selâmını aldı ve önlerine yiyecek getirdi. Yemediler. İbrâhim (aleyhisselâm)  korktu, Hırsızlardan sandı.

Melekler:

— Korkma! Biz meleğiz. Lût kavmini helak etme­ye gidiyoruz, dediler.

Sûddî şöyle der:

— Melekler yemeği yemedikleri zaman İbrâhim (aleyhisselâm) : Niçin yemiyorsunuz? diye sordu.

Melekler:

— Biz bir kavimiz ki, bedelini vermeyince yemeyiz dediler.

İbrâhim (aleyhisselâm) :

— Benim yemeğimin bedeli vardır, dedi.

Melekler:

— Bedeli nedir? dediler.

İbrâhim (aleyhisselâm) :

— Evvelinde: «Bismillah» deyin, sonunda. «El-Ham dülillâh» deyin, yemeğin bedeli budur, dedi.

(77)  Hûd Sûresi, âyet : 71.

160

Cebrail (aleyhisselâm)  Mîkâil (aleyhisselâm) ’a:

— Hakk Teâlâ’nın buna Halîlim (yakın dostum) de­diği kadar vardır, dedi.

Tanrı taâla İbrahim (aleyhisselâm) ’ın eşi Sâre'ye:

— Sana İshâk'ı verdim, ondan sonra da Yakûb’u verdim, diye müjdelemişti.

Sâre hâtun hayretle gülmüş ve:

— Ben ihtiyar bir kadınım, demişti.

İbrahim (aleyhisselâm)  o zaman doksan yaşında idi. Başka bir görüşe göre de yüzyirmi yaşında bulunuyordu.

Müfessirler:

— Bütün peygamberler, İshâk (aleyhisselâm)  neslindendir, derler. Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem) İsmâil (aleyhisselâm)  nes- lindendir.

İshâk peygamber yüzaltmış yaşında dünyâ’dan göç etti.

16.   YAKÛB VE YÛSUF (aleyhisselâm) ’IN PEYGAMBERLİĞİ

Vehb bin Münebbih (R. A.) şöyle der:

— Hakk Teâlâ İbrahim (aleyhisselâm) ’ın ruhunu aldıktan sonra İsmail (aleyhisselâm)  Harem-i Şerîfde (Mekkede) ika­met etti. Ondan sonra İshâk (aleyhisselâm) ’dan iki oğlan çocuk doğdu. Birinin adı (İys), birinin adı Yakûb idi. Bunlar anasının karnında çekiştiler. İys, Yakûb (aleyhisselâm) ’a:

— Sen benden önce doğarsan ayaklarımı aykırı tu­tarım, sen, ben ve anamız helâk oluruz, ölürüz, dedi.

Yakûb (aleyhisselâm) :

— Sen evvel doğ, dedi. Böylece İys önce doğdu.

161 Ardından Yakûb (aleyhisselâm)  doğdu. Onun için (Yakûb) de­nildi. İys’in akabinden, ardından doğduğu için böyle dendi.

İys’in bir oğlu dünyâ'ya geldi. Adı (Rûmâ) idi, (Rûm) ondan sonra yayıldı.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ Yakûb (aleyhisselâm) ’ı Ken'- anlılara peygamber gönderdi. Daha sonra Yakûb (aleyhisselâm) '- ın on iki oğlan çocuğu doğdu.

Biri Yûsuf (aleyhisselâm)  idi. Yûsuf (aleyhisselâm)  on iki yaşında düş gördü. Bir Cuma gecesi gördüğü düşünde onbir yıldız, ay ve güneş kendisine secde etmekte idiler. Ni­tekim Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

— «Bir vakit Yûsuf babasına: Babacığım, demişti, gerçek ben rü’yada onbir yıldızla güneşi ve ayı gör­düm. Gördüm ki onlar bana secde edicilerdi.» (78)

Ömer Nesefi (Allahın rahmeti üzerine olsun) şöyle der:

—Bir gün Şeytan ihtiyar bir adam şeklinde Yûsuf (aleyhisselâm) ’ın kardeşlerine gelip: «Yûsuf (aleyhisselâm)  sizin kendi­sine tapmanızı istiyor» dedi.

Onlar:

— Öyle yaparsak Tanrı taâla’ya ve babamıza âsi olmuş oluruz, dediler.

Şeytan:

— Sonra tövbe edersiniz, dedi.

Bir gün kardeşleri Yûsuf (aleyhisselâm) 'ı kıra gidiyormuş gibi alıp götürmek için anlaştılar. Sonra Yûsuf (aleyhisselâm) 'ı babalarından istediler. Babaları izin vermedi ve:

(78) Yûsuf Sûresi, âyet : 4.

162

— Korkarım ki, farkında olmazsınız, kurt gelip Yûsuf'u yer, dedi.

Onlar:

— Kurt Yûsuf'u nasıl yer? Biz kalabalığız. Yûsuf’u saklarız, dediler.

Yakûb (aleyhisselâm)  önceden rüya gördüğü için kurt yer, demişti.

Yakûb (aleyhisselâm)  rüyasında şöyle gördü:

— Yûsuf (aleyhisselâm)  bir dağın üstünde dururken on kurt ona saldırıyor bir kurt Yûsuf (aleyhisselâm) 'ı ötekiler­den koruyordu. Orada yer yarılıyor, Yûsuf (aleyhisselâm)  içi­ne girip çıkıyordu. Onun için: «Kurt yer» demiştir.

Yakûb (aleyhisselâm) :

— Ben Yûsuf’u size vermem, dedi.

Ondan sonra kardeşleri Yûsuf (aleyhisselâm) 'a gelip:

— Bizimle kıra gitmek için babandan izin iste, de­diler.

Bunun üzerine Yûsuf (aleyhisselâm)  babasına kardeşleri ile kıra gitmek istediğini söyledi. Yakûb (aleyhisselâm)  izin ver­di. Şehirden üç fersah dışarıda bir kuyu vardı. Yûsuf (aleyhisselâm) ’ı öldürmek için oraya gittiler. Yûsuf (aleyhisselâm) ’ın kar­deşlerinden biri:

— Babamız sizinle öldürmememiz için sözleşti dedi.

Ondan sonra Yûsuf (aleyhisselâm) ’ı bağlayıp o kuyuya at­tılar. Sonra da gelip:

— Yûsuf (aleyhisselâm) ’ı kurt yedi, dediler ve kanlı göm­leğini Yakûb (aleyhisselâm) ’a getirdiler.

Yakûb (aleyhisselâm)  o gömleği görünce o kadar ağladı ki dağ—taş onunla beraber ağladı.

Nakledildiğine göre gömleğini alarak terk edip

163

gittikleri zaman Yûsuf (aleyhisselâm)  son derece mahzûn oldu ve çok ağladı. Derhâl Cebrâil (aleyhisselâm)  geldi. Cennetten, bir gömlek gelirdi ve Yûsuf (aleyhisselâm) ’a giydirdi. O gömlek, Nemrûd, İbrâhim (aleyhisselâm) 'ı ateşe attığı zaman, Cebrâil (aleyhisselâm) ’ın getirdiği Cennet ipeklerinden yapılmış olan gömlek idi.

Nakledildiğine göre bir gün Yûsuf (aleyhisselâm) ’ın atıldı­ğı kuyunun bulunduğu yere bir kafile geldi. O kâfileden biri su çıkarmak için o kuyuya bir kova bıraktı. Yûsuf (aleyhisselâm)  kovaya yapışıp dışarı çıktı. Hemen o şahıs Yû­suf (aleyhisselâm) 'ı alıp kafileye getirdi. Hikâyeyi onlara anlat­tı. Ondan sonra kardeşleri gelip:

— Bu bizim uşağımızdır. Bizden kaçtı, dediler. Ve Yûsuf (aleyhisselâm) ’ı çok az bir para ile kafile başına sattılar. O kafile başı, Mısır sultanının hazinedârı, mâliye veki­li idi. O günkü Mısır Sultanı (Reyyân) idi. Onun bir veziri vardı. Adı (Itlir) idi. O vezîr Yûsuf (aleyhisselâm) ’ı ağır­lığınca misk’e, ağırlığınca altuna ve ağırlığınca ipeğe satın aldı. Yûsuf (aleyhisselâm) 'ı eve götürünce türlü türlü ipek­ten elbiseler giydirdi, vezirin eşi (Zelîhâ) idi. Yûsuf (aleyhisselâm) ’ın güzelliğini gördü. Hemen ona aşık oldu.

Nakledildiğine göre İbnî Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle de­miştir:

— Yûsuf (aleyhisselâm)  kırk yaşına girince Hakk Teâlâ ona peygamberlik verdi. Güzelliği ile kemâli birleşti. Bir gün (Zelîhâ) gelip Yûsuf (aleyhisselâm) ’a:

— Ey Yûsuf! Ne güzel gözlerin vardır, dedi.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Öldüğümde, ilk defa gözüm yere akacaktır, dedi.

Zelîhâ:

164

— Ne güzel yüzün vardır, dedi.

Yusuf (aleyhisselâm) :

- Kabirde kurt yiyecektir, dedi.

Zelihâ:

— Ne güzel zülfün vardır, dedi.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Bir gün olacak, kabirde toprağa dökülecek, de­di.

Zelîhâ:

— İşte ipek döşek! Gel beri oturalım. Benim tek­lifimi kabûl et, dedi.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Benim Cennetteki değerim eksilir, dedi.

Zelîhâ:

— Mutlakâ gelmen gerektir, dedi.

Nakledildiğine göre Zelîhâ, gönlü kendisine meylet­sin diye, Yûsuf (aleyhisselâm) ın karşısında altun leğen içinde suya girmiştir.

Vehb bin Münebbih (radiyallâhu anh) şöyle der:

—Zelîhâ Yûsuf (aleyhisselâm) ’a son derece bağlandı. Hat­tâ Yûsuf (aleyhisselâm) ’la birlikte döşeğe girdiler.

Bazıları şöyle demiştir;

— O saatte duvar yarıldı. Yakûb (aleyhisselâm)  gelip: Ey Yûsuf! Câhillerin yaptığını yapma! Peygamberler defte­rinde yazılmış bulunuyorsun, dedi. O da hemen döşeğin dışına çıktı.

Bazıları da şöyle der:

— Cebrâil (aleyhisselâm)  Yûsuf (aleyhisselâm) ’ın belinden yapıştı. Belinden şehvet koptu. Fakat dışarı çıkmadı, derler.

Kessâfda şöyle beyân edilmiştir:

165

— Yakûb (aleyhisselâm) ın bütün oğullarından on ikişer oğlan doğdu. Yûsuf (aleyhisselâm) ’dan on bir oğlan doğdu. Ze lîhâ’ya niyetlendiği zaman belinden şehvet eksildi. On dan dolayı bir oğlan eksik oldu. (79)

Bunları görünce Yusuf (aleyhisselâm)  kapıya doğru kaçtı Zelihâ ardından koşup arkasından yakaladı, gömleği­ni yırttı.

Ka’bûl-Ahbâr şöyle der:

— Yûsuf (aleyhisselâm)  Zelîhâ’dan kaçıp onun teklifine ra­zı olmayınca hemen Zelîhâ eşine: «Yûsuf bana şöyle kötülük etti» der. Yûsuf (aleyhisselâm)  bu sözü işitince çok üzüldü. Beşikte yatan bir çocuk vardı. Hakk Teâlâ ona dil verip şöylece konuştu:

— Eğer Yûsuf 'un ön eteği yırtılmış ise Yûsuf hak­lıdır, dedi.

Gördüler ki Yûsuf'un arka eteği yırtılmış.

Zelîhâ'nın erkeği:

— Bu iş Zelihâ’dandır. Ey Yûsuf affet! dedi.

Ondan sonra bu haber Mısır’a yayıldı. Hattâ onse-

kiz kadın Zelîhâ’nın yanına gelip:

— Senin bir kölen varmış, sen onu severmişsin, dediler. Zelihâ bu sözü işitince onların ellerine birer turunç verdi. Kesmek için birer de bıçak verdi. Sonra­da Yûsuf (aleyhisselâm) ’a:

(79) Kur’anın beyanına göre Yûsuf (aleyhisselâm)  Zeliha'nın bü­tün tekliflerini reddetmiş ve efendisine hürmet ede­rek aslâ böyle bir vaziyete düşmemiştir. Adı geçen hadisede Yûsuf (aleyhisselâm) ’ın hareket noktası Allah kor­kusu ve Ona sonsuz bağlılığı olmuştur. Müellif, Yûsuf (aleyhisselâm) 'ın iffetini ve sebatını halka bu şekilde anlat maya çalışmıştır.

166

— Güzel elbiselerini giy, dedi.

Yûsuf (aleyhisselâm)  da süslenip o kadınların yanına geldi, Onlar Yûsuf (aleyhisselâm) ’ı görünce gözlerini ayıramadılar ve şaşkınlıklarından ellerini kestiler ve:

— Hâşâ! Bu insan değildir, belki melektir, dediler.

Nitekim Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

— «Allah'ı tenzih ederiz. Bu, bir beşer değildir. Bu, çok şerefli bir melekden başka (bir şey) değil­dir.» (80)

Ka’bûl-Ahbâr şöyle der.

— Yûsuf (aleyhisselâm) ’ın misk gibi kokusu vardı. İri göz­lü, çatık kaşlı ve küçük ağızlı idi. Güldüğü zaman diş­lerinden nur saçılırdı. Yûsuf (aleyhisselâm) 'ın öteki güzellikleri de şöyle idi: Sokakta yürürken yüzünün nuru duvar­lara vurur, güneş gibi ışık verirdi.

Derler ki:

— Güzellik ona ilâhî bir bağıştır. Âlemin yaratanı, ilâhı güzelliğinin yarısını Yûsuf (aleyhisselâm) 'a, yarısını da di­ğer yaratılmışlara vermiştir. yüzünü gören onu melek sanırdı.

Bir gün Zelîhâ erkeğine:

— Bu çocuk benden ayrılmıyor, bunu zindana at, dedi. Efendisi Yûsuf (aleyhisselâm) ’ı zindana attı. Yûsuf (aleyhisselâm) ’la birlikte aynı gün iki kişiyi daha zindana attılar. O iki kişinin suçları, Mısır sultanını öldürmek istemeleri idi.

Hükümdârın bir sâkîsı, bir de ahçısı vardı. Onlara:

— Size çok para ve mal vereceğiz. Yemeğe ve şara­ba ağu (zehir) katın, hükümdâra yedirin, ölsün dedi­ler. Sâkî kendi kendine:

(80)  Yûsuf Sûresi, âyet: 31.

167

— Ben ekmeğini yediğim kimseye bu kötülüğü yapamam, dedi.

Ahçı parayı aldı ve yemeğe zehir katıp hükümdâ- rın önüne getirdi.

Sâkî:

— Ey Sultânım! O yemekten yeme. Zehir katıl­mıştır, dedi.

Ahçı:

— Sultanım! O şarab'dan içme! Zehir katılmıştır dedi.

Hükümdar Sâkîye şarabdan içmesini, ahçıya da yemekten yemesini emretti.

Sâkî şarabdan içti, fakat bir şey olmadı. Ahçı ye­mekten yemedi. Yemeği hayvanlara verdiler, hayvan­lar öldü. Hükümdâr ikisini de zindana atılmasını em­retti. Yûsuf (aleyhisselâm)  ile zindanda buluştular. Gece onlar rüyâ gördüler. Sâkî şarap sıktığını, ahçı da başı üstün­de ekmek taşıdığını gördü Kuşlar gelip o ekmeği, yi­yorlardı.

Bunlar Yusuf (aleyhisselâm) ’a:

— Bizim rüyâmızı tâbir et! dediler.

Yûsuf (aleyhisselâm)  Sâkîye:

— Hükümdâr seni zindandan çıkaracak, ona şarab içireceksin, dedi.

Ahçıya da:

— Hükümdâr seni de çıkaracak, asacak. Kuşlar gelip beynini yiyecekler, dedi.

Sâkî çıkarken Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Hükümdârın yanında benden bahset. Olur ki acır, dedi. Ancak Şeytan, Yûsuf (aleyhisselâm) ’ı Sâkîye unut-

168

turdu ve zindanda yedi sene kaldı. Cebrail (aleyhisselâm)  Yû­suf (aleyhisselâm) ’a gelip:

— Ey Yûsuf! Seni güzel yaratan kimdir? dedi.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Hakk Teâlâ hazretleri dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Yakûb (aleyhisselâm) ’a seni kim sevdirdi? dedi.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Hakk Teâlâ diye cevap verdi:

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Zindana kim attı? dedi.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Hakk Teâlâ dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm)

— Hakk Teâlâ, benim nimetlerimi ve babanın vasi­yetlerini unuttun. Sana bir musibet gelirse halka şi­kâyet etme buyuruyor dedi.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Suçum nedir? dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Niçin sâkiye beni hükümdârın yanında an de­din? Halbuki onlar kâfirdir. Allahın nimetlerini yer ler, puta taparlar. Bu itibarla senin dileğini nasıl ye­rine getirirler? dedi.

Yûsuf (aleyhisselâm)  feryad edip.

— Ey Esirgeyen! İmdat, bana yetiş! Hz. İbrahim Hz. İsmâil ve babam Hz. Yakûb hakkı için beni esirge, bana rahmet et, diyerek çok istiğfar etti.

Hakk Teâlâ:

— Ey Yûsuf! Suçunu bağışladım, buyurdu.

169

Nakledildiğine göre bir gün hükümdâr (Reyyân) bir rüyâ gördü. Nil nehri kurumuştu. Yedi semiz öküzü yedi arık öküz, yedi yaş başağı yedi kuru başak yaka­lamıştı, Hükümdâr uykudan uyanınca tabircilerini top­ladı ve:

— Benim rüyâmı tâbir edin, dedi.

Tabirciler:

Bu karışık bir rüyadır, bunu tâbir edemeyiz, dediler.

Sâkî:

— Zindanda bir kişi var. o bilir, dedi ve Yûsuf (aleyhisselâm) ’ın durumunu anlattı. Hükümdâr Reyyân Sâkî'yi zindana gönderdi. Sâkî zindana gelince Yûsuf (aleyhisselâm) ' dan özür diledi ve önceden verdiği sözü unuttuğunu söyledi. Hükümdarın rüyasını Yûsuf (aleyhisselâm) 'a anlattı.

Hz. Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Yedi sene ekin ekin, sapını koparmayın, dursun Az yeyin. Ondan sonra kıtlık olacak elinizdekini yer­siniz. Sonra da ucuzluk olacak zahmetten kurtulacak­sınız, dedi.

Sâkî hükümdarın huzuruna geldi. Yûsuf (aleyhisselâm) ’ın tâbirini anlattı. Hükümdâr durumu anlayınca Yûsuf (aleyhisselâm) ’ı zindandan çıkardı.

Hz. Yûsuf zindandan çıkınca oradakilere şöyle duâ etti:

— Allahım! Bunlara sâlihler gönlünü ver. Hem hiç bir haber bunlara gizli kalmasın.

Bundan dolayı her haberi ilk önce zindanda bulu­nanlar işitir ve bilir:

Ey ilâhî sırların öğrenmek isteyen kimse! Gör, ne hayret verici hikmettir bu! Yusuf (aleyhisselâm) 'ın belâya ve

170

mihnete uğramasına sebep rüyadır. Sonra zindandan çıkmasına sebep gene rüyâ oldu.

Zindandan çıkınca Yûsuf (aleyhisselâm)  hükümdârın yanı­na geldi. Hükümdâr ona yetmiş çeşit dille hitap etti. Yûsuf (aleyhisselâm)  hepsine cevap verdi. Yûsuf (aleyhisselâm)  hüküm­dâr Reyyân’a İmrânca (İbrânice) söz söyledi. Hüküm- dâr bilemedi.

Hükümdâr:

— Bu nasıl dildir? dedi.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Atam İbrâhim’in, İshâk’ın ve Yakûb'un dilidir, dedi.

Yûsuf (aleyhisselâm)  bundan sonra da Arapça konuştu. Hü- kümdâr:

— Ey Yûsuf! Bu nasıl dildir? dedi.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Amcam İsmâil’in dilidir, dedi.

O zaman Yûsuf (aleyhisselâm)  otuz yaşında idi. Hükümdâr:

— Rüyâmın tâbirini söylemeni istiyorum, dedi.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Bütün Mısır halkı gelsin, mallarını sana versin­ler, hâzinen zengin olur. dedi.

Hükümdâr:

— Bu mala kim nezâret edecek? dedi.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Beni hazinedâr yap, dedi. Hükümdâr Yûsuf (aleyhisselâm) ’ı hazine veziri tayin etti.

Nakedildiğine göre hükümdâr ölünce Yûsuf (aleyhisselâm)  yerine tahta geçti. Mısır azîzi oldu. Bir gün at ile yol­dan geçerken Zelîhâ, Yûsuf (aleyhisselâm) ’ı gördü ve:

171

— Kendine bağlı kaldığı için Yûsuf’u azîz yapan ve nefsine uyduğu için de azîzi kul eden Allaha hamd olsun, dedi.

Ondan sonra Yûsuf (aleyhisselâm)  Zelîhâ ile evlendi ve iki çocuğu dünyâ'ya geldi. Birinin adı (Efrâim), birinin adı da (Mîşâ) idi.

Yûsuf (aleyhisselâm)  Zelîhâ'yı aldığı zaman Zelîhâ ihtiyar idi. Yûsuf (aleyhisselâm) ’ın derdinden ağlamakta idi.

Bir gün putlarını toplayıp:

— Ey putlar! Bana Yûsuf'u verin, dedi. Çok yal­vardı. Gördü ki çâre yok. Sonra yüzünü göğe kaldırıp

— Ey Allahım! Yûsuf'u bana ver, dedi.

Hakk Teâlâ derhâl Cebrâil’e emir verdi. Cebrâil gel­di ve Zelîha’yı sığadı. Tekrar kızoğlan kız oldu. Bunun üzerine Yûsuf (aleyhisselâm)  onu almak istedi ve aldı. Evlenin­ce döşeğe girdiler. Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Helâllik hoş değil midir? dedi.

Zelîhâ:

— Sakın ayıplama. Sen çok güzeldin. Ben de kız- oğlan kız idim. Kocam ise zayıf bünyeli idi. Onun için sana meylettim, dedi.

Nakledildiğine göre Yakûb (aleyhisselâm)  durmadan:

— Yûsuf! Yûsuf! diye sızlanırdı.

Cebrâil (aleyhisselâm)  geldi ve:

— Ey Yakûb! Sana ne oldu? dedi. Durmadan Yû­suf için ağlıyorsun. Hakk Teâlâ sana selâm söyler ve şöyle buyurur:

— Seni gözlerinden eden bir kimseyi anarsın. Fa­kat sana, gören göz vereni anmazsın. Eğer üçyüz defa Yûsuf desen, bir kerre cevâb vermez. Şayet bir defa

172

«Ey Allahım!» deseydin ben on sefer cevab verirdim ve Yusuf'u da sana getirirdim. Bu ne haldir ki Yûsuf’­un derdinden gözlerin görmez oldu.

Yakûb (aleyhisselâm) :

—Hata ettim, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Affettim, buyurdu.

Rivayete göre, bir gün Azrâil, Yakûb (aleyhisselâm) 'ı ziya­rete geldi. Yakûb (aleyhisselâm) :

— Ey kokusu hoş ve sesi güzel melek! Neye gel­din? diye sordu.

Azrail:

— Seni ziyaret etmeye geldim, dedi.

Yakûb (aleyhisselâm) :

— Oğlum Yûsuf'un ruhunu kabzettin mi, aldın mı? dedi.

Azrâil:

— Yok almadım, dedi.

Yakûb (aleyhisselâm) ’ın gönlü sükûn buldu. Bu sefer Mı­sır’da kıtlık oldu. Yûsuf (aleyhisselâm) ’ın kardeşleri Mısır’a buğday satın almaya geldiler. Yûsuf (aleyhisselâm) 'ı tanıyama­dılar.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Sizden ve Yûsuf (aleyhisselâm) 'dan bahsediniz, dedi. Onlar da bilgi verdiler.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Yakûb (aleyhisselâm)  Yûsufdan sonra kimle avunuyor? diye sordu.

Kardeşleri:

— Bir küçük oğlu daha var, onunla avunuyor, de­diler.

173

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— O küçük çocuğun adı nedir? dedi. Onlar:

— Bünyâmin’dir, dediler.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Varın o küçük çocuğu getirin, size çok ikrâmda bulunacağım, dedi.

Bunun üzerine onlar Yakub (aleyhisselâm) 'ın yanına geldi­ler ve:

— Melik bize Bünyâmin'i getirin, daha çok size ih­sanda bulunacağım dedi, dediler.

Yakûb (aleyhisselâm) .

— Ben size inanmam. Bundan önce Yûsuf nasıl oldu ise, bu da onun gibi olur, dedi. And içtiler ve.

— Biz onu koruyacağız, dediler.

Yakûb (aleyhisselâm)  Bünyâmin’i bunlara kattı ve:

— «Allah en hayırlı koruyucudur. O, esirgeyicilerin de esirgeyicisidir» dedi. (81)

Ka’bûl-Ahbâr şöyle der:

— Yakûb (aleyhisselâm) : "Allah korur» deyince Allah Teâlâ hazretleri:

Şanım hakkı için, Yûsuf’u bana emânet ettiğinden dolayı sana kavuşturacağım ve sen onu göreceksin, buyurdu.

Yakûb (aleyhisselâm)  bunları gönderirken:

— Ey çocuklarım! Hepiniz birden kapıdan girme­yin, ikişer ikişer girin diye tenbihte bulundu.

Yûsuf (aleyhisselâm) 'ın kardeşleri Mısır’a varınca ikişer iki­şer onun huzuruna girdiler. Bünyâmin yalnız kalıp ağ­ladı ve:

(81) Yusuf Sûresi, âyet: 64.

174

— Eğer benim kardeşim sağ olsa idi ben de onun­la girerdim, dedi. Sonra onları yemek yemek için içeri çağırdılar. İkişer ikişer oturdular. Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Kardeşiniz yalnız kaldı, ben de onunla beraber yiyeyim, dedi.

Yemeği yeyince onlara izin verdi, Bünyâmin'i ya­nında alıkoydu.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Adın nedir? diye sordu.

O:

— Bünyâmin, dedi.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— O kaybolmuş kardeşinin yerine sana ben arka­daş olayım, dedi.

Yûsuf (aleyhisselâm)  kalktı, Bünyâmin elinden tuttu, sara­ya girdi ve:

— Ben senin kardeşin Yûsuf'um, dedi.

Yûsuf (aleyhisselâm)  onlara buğday, çok mal ve eşya verdi. Onun kızıl bir altun tası vardı. Onu gizlice eşyanın içi­ne koydurdu ve.

— Ey kafile! Benim altun tasım kayboldu, siz al­mış olabilirsiniz! dedi ve onları bırakmadı. Tas, Bün- yâmin'in çuvalına konmuş idi. Evvelâ ötekilerin çuval­larını aradı, bulamadı. Sonra Bünyâmin'in çuvalını aradı, onun içinde buldu. Bunun üzerine hırsız diye Bünyâmin’i alıkoydu, diğerlerini salıverdi.

Onlar babalarına vardılar ve:

— Bünyâmin Mısır azizinin tasını çaldı, onu alı­koydular, dediler ve hikâyeyi olduğu gibi anlattılar.

Yakub (aleyhisselâm)  ağladı ve çok üzüldü. Yûsuf (aleyhisselâm) ’a

175

bir mektup yazdı ve mektubunda şöyle diyordu:

       «Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adiyle. Yakûb’- dan Mısır azizine. Allah'ın selâmı üzerine olsun: Bili­niz ki belâlar bana haddinden fazla gelmiştir. Ceddim İbrahim (aleyhisselâm) ’ı Nemrûd ateşe attı. Hakk Teâlâ ona ateşi serin ve selâmet eyledi. Ayrıca O, amcam İsmâil’i bo­ğazlamak istedi. Allah bir koç gönderdi. Onu kurban ettiler. Fakat benim bir oğlum vardı. Onunla avunur­dum. İşittim ki, hırsız diye tutmuş, alıkoymuşsun. Al­lah'a yemin ederim ki, O hırsız değildir ve benim hır­sız oğlum yoktur. Bunu böyle bilesin.»

Yûsuf (aleyhisselâm) ’ın kardeşleri, Yakûb (aleyhisselâm) 'ın mektu­buna kendisine getirdiler. Yûsuf (aleyhisselâm)  mektubu görün­ce ağladı. Şöyle cevab yazdı:

       «Allahın selâmı üzerine olsun. Mısır azizinden. Malûm olsun ki, mektub göndermişsiniz, geldi. Halinizi bildirmişsiniz, anladım. Sabredin! Nitekim peygamber­ler belâlara sabrettiler. Son üçü zafer buldu. Siz de zafer bulacaksınız.»

Bu mektubu Yakûb (aleyhisselâm) ’a getirdiler. Mektubu görünce gönlü hoş oldu ve rızâ içinde gönlü sükûn buldu.

Hakk Teâlâ nihâyet bunları bir yere topladı, ilâhî şerbetle tedâvî etti.

Nakledildiğine göre Yakûb (aleyhisselâm) :

— Ey Allahım! Yûsuf’u ve gönlümün gülünü al­dın. Onun kokusunu bana eriştir, ondan sonra bana ne gerekse yap, dedi.

Gene nakledilmiştir ki, Yakûb (aleyhisselâm)  Hz. Yûsuf’dan ayrı kalınca âh edip ağladı. Cebrail (aleyhisselâm)  geldi ve:

176

— Hakk Teâlâ bundan sonra artık Yûsuf'u anmasın! Yoksa peygamberler defterinden adını silerim buyuru­yor, dedi.

Bunun üzerine Yakûb (aleyhisselâm)  korktu ve sabretti.

Bir gece Yûsuf (aleyhisselâm) ’ı rüyâsıııda gördü ve âh edip, ağladı. Uyandığında Cebrâil (aleyhisselâm)  geldi ve:

— Hakk Teâlâ hazretleri. Ey Yakûb! Rüyânda Yû­suf’un ayrılığından dolayı âh ettin, buyuruyor dedi.

Yakûb (aleyhisselâm)  Yûsuf’u hiç anmamak ve ayrılık ve hasretinden dolayı âh etmemek için tövbe etti.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ Yakûb (aleyhisselâm) ’a:

— Ey Yakûb! Yûsuf'u senden niçin ayırdığımı biliyor musun? buyurdu.

Yakûb (aleyhisselâm) :

— Yok, bilmiyorum ya Rabbi! dedi.

Hakk Teâlâ şöyle buyurdu:

— Senin sözünle ayırdım. Kardeşleri: «Kıra gide­lim, Yûsuf’u bize ver» dedikleri zaman sen: «Kurt yer diye korkuyorum» dedin. Kurt’dan korktun, bana ümid bağlamadın. Eğer bana ümid bağlasan Yûsuf’u ve Bün- yâmin’i ölseler dahi, bir araya getirirdim ve gözlerini gene sana verirdim.

Yakûb (aleyhisselâm)  Hakk Teâlâkın bu sözlerini işitince gönlü sâkin oldu.

Bazıları da şöyle demiştir:

— Bir gün bir aç geldi. Yakûb (aleyhisselâm)  ona bakma­dı. Onu ikramdan mahrum bıraktı. Allah da onu Yû­suf (aleyhisselâm) 'ın güzel yüzünden mahrûm etti.

Nakledildiğine göre kardeşleri Yûsuf (aleyhisselâm) ’a gel­dikleri zaman, kendini sattıkları vakit, kardeşi Yehûdâ

177 tarafından yazılan kağıdı Yehûda'nın eline verdi. Ye hûda görünce yazısını tanıdı ve:

— Bu çocuğu biz sattık, dedi.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Zulmettiniz dedi ve hepsinin boynunu vurmak için cellâd getirmelerini emretti, getirdiler.

Kardeşleri feryâd edip ağlaştılar ve:

— Babamızı esirge. Bir oğlan için bunca zamandır ağlar. Eğer bizi öldürürsen atamız helak olur, dediler.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Siz Yûsuf’a ne ettiğinizi bilir misiniz? Yoksa bilmez misiniz? dedi.

Kardeşleri:

— Yoksa sen Yûsufmusun? dediler.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Evet ben Yûsuf'um, Bünyâmin'de kardeşimdir. Hakk Teâlâ bize kerem kıldı. Nihayet gene buluştuk. Al­lah iyilik edenlerin iyiliğini boşa çıkarmaz, dedi.

Kardeşleri Yûsuf (aleyhisselâm) 'dan özür dileyip:

— Allah Teâlâ bize hükmetmen için seni seçti, mu­hakkak biz hata ettik, dediler.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Hakk Teâlâ kerem sahibidir, sizi yarlığar, dedi.

Ondan sonra Hz. Yûsuf: «Babamın hâli nasıldır?» diye sordu.

Onlar:

— Senin hasretinden dolayı gözsüz oldu, dediler.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Benim gömleğimi babama götürün, dedi.

Bu gömlek, Cebrail’in Yûsuf (aleyhisselâm)  zindanda iken

F: 12

178

getirdiği gömlektir. Daha önce de o gömleği, ateşe atıl­dığı zaman, İbrâhim (aleyhisselâm) 'a getirmişti.

Nakledildiğine göre sabah yeli, Yûsuf (aleyhisselâm) 'ın ko­kusunu Hz. Yakûb’a götürmek için, Hakk Teâlâ’dan izin istedi. Allah Teâlâ da izin verdi. Onun kokusunu sekiz günlük yoldan getirdi.

Yakûb (aleyhisselâm) :

— Henüz kendinden haber gelmeden Yûsuf’un ko­kusu geldi, dedi.

Sonra Yûsuf A.S.)'ın kardeşleri Yâkûb (aleyhisselâm) 'a gel­diler. Yehûdâ geldi, Yakûb (aleyhisselâm) ’a durumu bildirdi. Zira evvelce yalan kan ile Yûsuf'un gömleğini o getir­miş idi. Yine o evvel geldi.

Yûsuf (aleyhisselâm) ’ın gömleğini Yakûb (aleyhisselâm)  gözlerine sürünce gözler açıldı. Ondan sonra Yakûb (aleyhisselâm)  yakınlarından yetmişüç kişi ile Mısır’a vardı. Yûsuf (aleyhisselâm)  onları karşıladı. Babasını alıp tahta çıkardı. Ya- kûb (aleyhisselâm)  tahta çıkınca, oğulları ile Yûsuf (aleyhisselâm) ’a se­lâm secdesi ettiler.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

— Ey babacığım! Rüyâmın yorumu budur, dedi.

Yûsuf (aleyhisselâm) ’ı secde etmek tapma secdesi değildir. Teşekkür hareketidir.

Nakledildiğine göre Yûsuf (aleyhisselâm)  babasına:

— Ey babacığım! Benîm için ne çok ağladın. Bu­nu sen bilirdin ki Ahirette benimle buluşurdun, dedi.

Yakûb (aleyhisselâm) :

— Ey Yûsuf! Dünyâ’dan imansız gidersin de Ahi- retde bulaşamayız diye ağlardım, dedi.

Hz. Yûsuf babasının elinden tutup bütün hazine-

174

lerini gezdirdi. Yakûb (aleyhisselâm)  kırk yıl Mısır'da kaldı. Ba zıları: Yirmi dört yıl kaldı, dediler.

Hasen (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Yûsuf (aleyhisselâm)  kuyuya atıldığı zaman on yedi ya­şında idi. Seksen yıl babasından ayrı kaldı. Bazıları: «Kırk yıl, bazıları da; «Yirmi iki yıl ayrı kaldı» derler

Sözün kısası, babasının vefâtından sonra yirmi üç yıl yaşadı. Yûsuf (aleyhisselâm) ’ın bütün ömrü yüzyirmi yıl oldu. Tevratta yüzon yıl yasadı denir.

17.         YAKÛB VE YÛSUF (aleyhisselâm) 'IN VEFATLARI

Hakk Teâlâ buyurdu ki:

— Ey Yakûb! Mısır'dan geri git! Babanın kabrine var. Senin vefatın orada olacak.

Ondan sonra Yakûb (aleyhisselâm)  Mısır'dan gitti. Kudüs’­te bulunan İbrâhim ve İshâk (aleyhisselâm) ’ın kabrine geldi. O vakit Yakûb (aleyhisselâm)  yüzaltmış yaşında idi. Bazıları:

— Yüzkırkbeş yaşında idi, derler.

Yakûb (aleyhisselâm)  Hz. İbrahim'in kabrine geldiği za­man gördü ki, melekler bir kabir üzerinde dururlar. Yakûb (aleyhisselâm)  o kabrin içini gördü. Çeşitli döşekler var­dı. Hz. Yakûb:

— Ey melekler! Bu kimin kabridir? diye sordu.

Onlar:

— İyi bir kulun kabridir, dediler.

Yakûb (aleyhisselâm)  o kabrin içinde bazı makamlar gör­dü. Üzerlerinde bazı azizler yatmakta idi.

Yakûb (aleyhisselâm) :

— Ey melekler! Bunlar kimlerdir? dedi.

Melekler:

— Halîl peygamberin çocuklarıdır, dediler.

180

Yakûb (aleyhisselâm)  kabre girmek ve onlara selâm ver­mek istedi.

Melekler:

— Girme! dediler.

Yakûb (aleyhisselâm) :

— Niçin? diye sordu.

Melekler:

— Ayrılık şarabını iç, ondan sonra gir! dediler. Yakûb (aleyhisselâm)  o ayrılık ve ölüm şarabını içti, derhâl ve­fat etti. Melekler yudular ve Cennetten kefen getirdiler, kefenlediler. Ondan sonra namazını kıldılar. Babası İshâk Peygamberin yanına defnettiler.

Ondan sonra Yûsuf (aleyhisselâm) ’ın kardeşleri kendisine geldiler, Yakûb (aleyhisselâm) ’ın vefatını haber verdiler. Hz. Yûsuf çok üzüldü, çok ağladı ve;

— Ey Allahım! Bana Mısır’ın hükümdarlığını ver­din. Rüyâ tabirini nasip ettin. Benim artık senden başka kimsem yok. Allahım! Benim de canımı al ve beni sâlihlerle beraber kıl, dedi.

Nakledildiğine göre, Yûsuf (aleyhisselâm) ’ın yaşı yüz kırk- dört yıl olunca Mısır’da vefat etti. Bazıları.

— Yüz yirmi yaşında vefat etti, derler.

Mısır halkı, mermer bir tabût içine koyup, bereke­ti Nil nehrine erişsin diye, Nil’in ortasına bıraktılar.

Mûsâ (aleyhisselâm)  zamanı olunca Hakk Teâlâ Mûsâ (aleyhisselâm) ’a:

— Yûsuf (aleyhisselâm) ’ın tabûtunu Nil’den çıkar, Yakûb (aleyhisselâm) 'ın yanına getir ve oraya defnet, diye bildirdi.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Yûsuf (aleyhisselâm) ’ın tabûtunu kim biliyor? diye dellâl çağırttı.

181

Bir kadın:

— Ben biliyorum. Fakat ben Cennete girince se­ninle beraber olmama razı olursan söylerim, dedi.

Mûsa (aleyhisselâm)  buna râzı oldu. O kadın:

— Yûsuf (aleyhisselâm) ’ın tabût'u Nil'de, işte şuradadır, dedi. Mûsâ (aleyhisselâm)  emir verdi. Tabût’u bulup oradan çı­kardılar. Aldılar. Kudüs'e getirdiler. Oraya gömdüler.

Ey ilâhı sırları öğrenmek isteyen kimse! Yûsuf (aleyhisselâm) ’ın hikâyesi çoktur. Tefsirlerde anlatılmıştır. Zi­ra o kıssaların en güzelidir. Onun için Hakk Teâlâ: Pey­gamberlerin, sâlihlerin, rüyâ tabir edenlerin, siyâset edenlerin ve bunlara benzer ne varsa hepsini bu kıssa içinde yâd etmiştir.

Mûfessirler şöyle derler:

— Hakk Teâlâ Yûsuf Süresi için (Kıssaların en gü­zeli) buyurmuştur. Onun için Yûsuf (A.S)'a. bazan vus­lat, bazan mihnet, bazan rahat, bazan vefâ, bazan da cefâ erişti. Önce kul, sonunda ise pâdişâh oldu. Bu itibarla o, kıssaların en güzeli oldu. Güzelliğinden dolayı habse girdi. Güzel ahlâkından dolayı da tahta oturdu.

Bizim gayemiz Allahın ilâhî kelimelerini ve ibretle­rini beyan etmektir.

İşin aslını Allah bilir.

18.  EYYÛB (aleyhisselâm) 'IN PEYGAMBERLİĞİ

Ka'bûl-Ahbâr şöyle der:

— Yusuf (aleyhisselâm) 'dan sonra Eyyûb (aleyhisselâm)  peygamber oldu. Eyyûb (aleyhisselâm)  İys’in oğlunun çocuklarındandır. İys, İshâk (aleyhisselâm) ’ın oğludur.

Vehb bin Münebbih (radiyallâhu anh) der ki:

—Eyyûb (aleyhisselâm)  Benî Rûm’dan (Anadoludan) idi. Uzun boylu, kıvırcık saçlı, güzel yüzlü, güzel ahlâklı; akıllı, güzel sözlü, yumuşak huylu ve zengin bir kimse idi. Şam'da bulunurdu.

Bir gün:

—Ey Allahım! Dünyâ böyle azâmetlidir. Acaba iyi­ler için hazırlanmış olan Cennet nasıldır? dedi.

Hz. Vehb devamla:

—Eyyûb (aleyhisselâm) ’ın develeri, koyunları ve malı çok idi. Fakat kendi çok derviş kişi idi. Geceleri ibâdet için yatmaz ve gündüzleri oruç tutardı. Onun bir sarayı var­dı. O sarayın dört kapısı vardı.

Birinden öksüzlere yemek verirdi.

Birinden gariblere yemek yedirirdi.

Birinden fakirleri doyururdu.

Birinden de dul kadınlara yemek ikrâm ederdi.

İblîs ona hased etti, fakat çâresini bulamadı. İb­lis bir gün göğe çıktı. Ona:

—Ey melûn! Nereye gidiyorsun? Gönlünde ne var­dır? diye nidâ olundu.

İblîs:

—Yeryüzünde ne kadar halk varsa onları kendime bağladım. Fakat sana son derece bağlı kullarını azdı- ramadım, dedi.

Tekrâr:

—Ey melûn! Benim Eyyûb kulumu nasıl buldun? İbâdetinde hiç onun hatasını gafletini gördün mü ki onu azdırasın! diye nidâ olundu.

İblîs:

183

—Ey Allahım! Sen Eyyûb (aleyhisselâm) 'ı hayır ile anıyor­sun ve ona meleklerini gönderiyorsun. Eğer sen onu uyarırsan kabûl eder. Eğer bir rızık verirsen şükreder. Şimdi onu belâ ile sınamak gerektir. Eğer beni onun malına, çocuklarına ve koyunlarına musallat edersen seni unutur, dedi.

Yeniden şöyle nidâ olundu:

—Ey melun! Seni onu malına ve çocuklarına mu­sallat kıldım.

İblîs, Eyyûb (aleyhisselâm)  'ın evini yıktı. Hakk Teâlâ yere:

— Eyyûb (aleyhisselâm) ’ın çocuklarını sakla, buyurdu.

Yer de sakladı, helâk olmadılar. Îblîs, Eyyûb (aleyhisselâm) ’a gelip haber verdi. Eyyûb (aleyhisselâm)  bunu duyunca secde ederek istiğfar etti. İblîs gene yerine vardı. Ona tekrar:

—Ey lânete uğramış bahtsız! Benim Eyyûb kulu­mu nasıl buldun? Tövbesi, istiğfarı ve ağlaması nasıl­dır? diye nîdâ olundu.

İblîs:

—Onun çocuklarından ve malından ne derdi var? Zira bedeni sağlamdır. Eğer beni onun bedenine musal- lât etseydin belki çâre bulurdum; dedi.

Hak taala:

—Gözlerinden, kulağından, dilinden ve gönlünden başka yerine seni musallat ettim, buyurdu.

Ondan sonra İblîs, Eyyûb (aleyhisselâm) ’a tekrâr geldi. Onu mescidde duâ, şükür ve belâlara sabır üzerinde buldu.

Eyyûb (aleyhisselâm) :

—Ey Rabbim! Şanın hakkı için, eğer bana bütün âlemlerin belâlarını musallat etsen, sabrımı ve şükrü­mü artırırım, diye yakarışta bulunurdu.

184

İblis, Eyyûb (aleyhisselâm) ın sabrını ve şükrünü işitince, ona bir şey yapmayı düşündü. Eyyûb (aleyhisselâm) ’ın burnu altından üfürdü. Hemen bütün bedeni şişti. İkinci gün verem oldu. Üçüncü gün zayıfladı. Dördüncü gün kap­kara oldu. Beşinci gün bedeninden sarı su aktı. Altıncı gün irin hâline geldi. Yedinci gün vucûduna kurtlar üşüştü.

Eyyûb (aleyhisselâm) :

—Ey Allahım! Sağlığı bana haram kılsan ve beni kurtlara yedirsen senden şükrümü kesmem, bilâkis ar­tırırım. Allahım! Düşmanım İblisi bana güldürme!dedi.

Nakledildiğine göre Eyyûb (aleyhisselâm)  hasta olduğu za­man kavmi onu şehrin dışına çıkardı. O da köyden kö­ye gezerdi.

Onun bir hanımı vardı. Rahîme derlerdi. Yûsuf (aleyhisselâm) 'ın oğlu Efrâyim'in kızı idi. Eyyûb (aleyhisselâm) ’a hizmet ederdi. Eyyûb (aleyhisselâm)  kalkmak isteyince Rahîme’nin saç­larına tutunup kalkardı.

Bazan o, Eyyûb (aleyhisselâm)  için birşeyler ister, dilenirdi.

Birgün İblis bir erkek kılığna girip Eyyûb (AS.)’ın kavmine geldi ve.

—Bu kadın, bir cüzzamlının eşidir. Kapınızdan onu kovun, artık gelmesin. Hem bir şey de vermeyin. Hattâ saçını kesin, ondan sonra birşeyler verin, dedi.

Bir gün Rahîme Eyyûb (aleyhisselâm)  için bir şeyler iste­meye geldi. Bir kadın:

—Saçını kesip bize verirsen sana bir şey veririz, dedi. Rahîme çâresiz buna razı oldu. Saçını kestiler. Ondan sonra da birşeyler verdiler.

Hemen İblis, gene bir erkek kıyafetine girdi. Ey­yûb (aleyhisselâm) 'a geldi ve:

—Ey Eyyûb! Eşin zina etti. Tuttular, saçlarını kes­tiler, dedi.

Eyyûb (aleyhisselâm) :

— İyi olursam Rahîme'ye yüz değnek vurayım, dedi.

Neden sonra Rahîme geldi. Eyyûb (aleyhisselâm)  saçına tu­tunup kalkmak istedi. Gördü ki saçını kesmişler. Bu­nun üzerine:

—Ey Rahîme! Bu yiyeceği sana kim verdi? diye sordu Rahîme hadiseyi anlattı. Eyyûb (aleyhisselâm) :

— Ey Rahîme: İşittim ki zinâ etmişsin, onun için saçını kesmişler. And içtim ki, eğer iyi olursam sana yüz değnek vuracağım, dedi.

Rahîme:

—Ey Eyyûb! Sen iyi ol da bana yüz değnek vurur­san vur, fakat ben zinâ etmedim. Allah Teâlâ hazretleri bilir, dedi.

Eyyûb:

—Ey Allahım! Ne günah işledim ki, senden uzak düştüm. İlâhî! Beni öldür. Bana ölmek yaşamaktan yeğ­dir. Bana bunca belâlar ulaştı. Sen en merhametli pa­dişahsın, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyurdu:

—Ey Eyyûb! Senin sözlerini işittim. Eğer seni bu hale müptelâ etmesem ve sen de o belâya sabretmesey- din ecir ve sevaptan sana bir şey vermezdim. Şunu da bil ki, Hani o vakit:

—Benim hâlimi Allah bilir dediği için ben Rahî- me'den razıyım, o Cennetliktir.

Eyyûb (aleyhisselâm)  bunu işitince rahatladı.

Ondan sonra bir gün dostları, hasta olduğu için Ey- yub (aleyhisselâm) ’ı kınadılar. Eyyûb (aleyhisselâm)  başını göğe kaldırıp:

186

—Ey Allahım! Bir saat dahi olsa beni iyi et. Zira benim düşmanlarım beni kınıyorlar. Ey Rabbim! Ben­den yüzünü döndürme! Ben belâlardan dolayı senden yüzümü döndürmüyorum. Bütün kemiklerimin eti dö­küldü. Rengim değişti. Yüzüm kara oldu. Karnımdan sarı su irin akar oldu. Bana ikrâm eden kimseler bu sefer benimle alay eder oldular. Ailem benden yüz çe­virdi. Eğer benim dertlerimi dağlara yükleselerdi daya­namazlardı, deyip katıla katıla ağladı.

Eyyûb (aleyhisselâm) 'ın sözü bitince kara bir bulut geldi. O buluttan yıldırım ve şimşek sesi gibi on binden fazla sesle bir nidâ geldi ki, Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyu­ruyordu:

—Ey Eyyûb! Bir Ulu ben, bir ulu da sen. Gel cenk edelim. Ey Eyyûb! Hastalığını daha da artırmamı ister misin? Beni böyle kendin için bir kuvvet delili sayar- mısın? Ey Eyyûb Yarattığım yerlerin ve göklerin eni ve uzunluğu ne kadardır, bilir misin? Göklerden ne ka­dar yağmur damlası düşer bilir misin?

Ey Eyyûb! Gökleri direksiz yarattım. Güneşi, ayı ve yıldızlan yarattım. Halkı yarattım, yine öldürdüm. Tekrar dirilteceğim. Hiç bunların nasıl olduğunu bilir misin? Aklı, Levhi ve Kûrsî’yi yarattım. Bunların nasıl olduklarını bilir misin? Gece ve gündüzün hazînelerini, Rahmet ve azâb hâzinelerini, Cennetin ululuğunu. Ce­hennemin derelerini, ömrünün ve rızkının ne kadar ol­duğunu hiç bilir misin?

Eyyûb (aleyhisselâm) :

—Ey Allahım! Söylediğin her şeye kadirsin. Hiç kimse seni acze düşüremez. Hiç birşey sana gizli kal-

187

maz. Allahım! Belâlar beni çok âciz bıraktı. Onun için bu kadar söyledim. Şimdi İlâhî! İstiğfâr ediyorum. Be­ni esirge ve yarlığa, dedi.

Hakk Teâlâ şöyle buyurdu:

— Ey Eyyüb! Benim rahmetim gazabımdan çoktur. Şüphesiz senden gazabımı giderdim. Bildim ki gönlü­ne, benim kudret ve azâmetim hakkında, aslâ şüphe gelmemiştir. Şunu şöyle bil ki, hiç kimse benim em­rimden ve bana itaat hudutlarından dışarı çıkamaz. Var kavmine söyle! Günahlarından tövbe etsinler. Yoksa üzerlerine azâb indiririm.

Zehret’ür-Riyâdda şöyle nakledilmiştir:

—Eyyûb (aleyhisselâm) 'dan yiyecek et istediler. Fakat et bulamadılar. Ancak dili, gözü, kulağı ve yüreği kalmış­tı. Geri kalanını kurtlar yemişlerdi. O kurdlardan biri yemek için Eyyûb (aleyhisselâm) ’ın kalbine, biri de diline geldi.

Eyyûb (aleyhisselâm) .

—Ey Rabbim! Bana belâlar ulaştı. Sadece dilim kaldı, onunla sana zikrediyorum. Kalbim kaldı, onunla da seni seviyorum, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

—Ey Eyyûb! Dilin benimdir. Gönlün benimdir Kurd ve belâ da benimdir. Öyle olunca bunca şikâyet nedir? buyurdu.

Eyyûb (aleyhisselâm) ’da şöyle yalvardı:

—Eyyûbu (hatırla). Hani o, Rabbine: Hakikat, ba­na (bu) derd (gelib) çatdı. Sen esirgeyicilerin esirgeyici­sin, diye niyâz etmişti.» (82)

(82) Enbiyâ Sûresi, âyet: 83.

188

Eyyûb (aleyhisselâm)  böyle niyâz edince Hakk Teâlâ hazretle­ri bedenindeki kurtları giderdi. Dilini yiyen kurdu suya bıraktı. O kurdcağız sülük oldu. Kalbini yiyen kurdu da karaya bıraktı. O da arı oldu. Öyleyse insanlar iki­sinden de faydalandılar.

Bazıları şöyle demişlerdir:

Eyyûb (aleyhisselâm) : Ey Allahım! Garibin evi yok. Düş­künün kararı yok. Öksüzün kimsesi yok. Dul kadınların eri yok. Allahım! Ben bunlardan daha perişan oldum, Eğer ihsân edip verirsen şükrederim. Eğer azâb eder­sen artık fermân senindir. Allahım! Beni esirge! dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

—Ey Eyyûb seni esirgedim ve yarlığadım. Aileni ve malını yine sana verdim. Bu sana verdiğim belâlar, senden sonra gelenlere ibret olsun. Bir kimseyi belâla­ra müptelâ kılarsam ve o kimse sabrederse onu tekrar iyi ederim ve günahlarını yarlığarım, buyurdu.

Ne zaman ki Eyyûb (aleyhisselâm) 'ın belâları bitti, Hak taâ- la keremi ile bir sahrâda hâlini sordu ve:

—Ey sevgilim Eyyûb! Başına gelen belâlardan do­layı nasılsın? buyurdu.

Eyyûb (aleyhisselâm)  bu sözü işitince öyle bir zevk ve tad buldu ki:

— Ondan büyük lezzet yok! diye karşılık verdi.

Nakledildiğine göre, bir Cuma günü öğleden sonra Cebrâil (aleyhisselâm)  Hz. Eyyûb’a gelip:

— Ayağa kalk! dedi.

Eyyûb (aleyhisselâm)  Allahın izni ile kalktı. Cebrâil (aleyhisselâm) :

—Bu yere ayağını vur! dedi. Eyyûb (aleyhisselâm)  hemen yere vurdu ve yerden iki çeşme çıktı. Biri sıcak, biri

soğuk idi. Kardan ak, baldan tatlı ve kokusu misk'den hoş ve güzeldi.

Cebrail (aleyhisselâm) .

—Ey Eyyûb! Bu sudan iç ve guslet, yıkan, dedi. İçti ve gusletti. Sudan çıktığı zaman yüzü ay gibi ol­muştu. Aydan da parlaktı.

Ondan sonra Cebrail (aleyhisselâm)  Cennetten iki Hulle (Cennet elbisesi) ve altundan nâlin getirdi. Bir de ayva getirip Eyyûb (aleyhisselâm) 'a verdi. Ayvayı yedi. Gayet güzel ve hoş idi.

Eyyûb (aleyhisselâm) 'ın hastalığının ne kadar devam ettiği hususunda müfessirler ihtilâf ederler.

Hz. Enes bin Mâlik (radiyallâhu anh):

— Onsekiz yıl belâ çekti, der.

Hz. Vehb bin Münebbih (radiyallâhu anh) ise:

— Üç sene belâ çekti demiştir.

Bazıları da:

—Yedi sene, yedi ay, yedi gün, yedi saat belâ çek­ti. Bir yanından bir yanına dönemedi. Benî İsrâil çöp­lüğünde bu şekilde yattı, derler.

Ondan sonra Hakk Teâlâ:

— Ey Eyyûb! Ayağa kalk, buyurdu.

— Eyyûb (aleyhisselâm)  hemen ayağa kalktı. Namaz kılıp oturdu. Biraz sonra eşi Rahîme, kapılardan kovulmuş olarak geldi. Eyyûb (aleyhisselâm) ’ı yerinde bulamadı. Şaşırdı ve çok üzüldü. Orada başka güzel bir kimsenin otur­duğunu gördü.

Rahime.

— Ey Allahın kulu! Hastalıklı Eyyûb ne oldu, bili- yormusun? diye sordu.

190

Eyyûb (aleyhisselâm) :

— Onu görsen tanır mısın? dedi.

Rahîme:

— Evet tanırım. Hasta olmadan sana benzerdi, de­di.

Eyyûb (aleyhisselâm)  gülerek:

— Eyyûb benim, dedi.

Rahîme hemen tanıdı ve ferahladı. Eyyûb (aleyhisselâm) ’ın boynuna sarılıp ağladı. Yüzünü Hz. Eyyûb’un yüzüne koydu. O kadar ağladılar ki, ayaklarının altı yaşla dol­du.

Ondan sonra Cebrâil (A.S) geldi. Bir ayva getirdi ve Rahîme'ye verdi.

Rahîme de o ayvayı yedi. Eyyûb (aleyhisselâm)  iyileşti. Fakat Rahîme’nin cezası hususunda kararsız kaldı. Zi­ra, iyileşince Rahîme'ye yüz değnek vuracağım diye and içmişti.

Hakk Teâlâ hazretleri:

—Ey Eyyûb! Yüz buğday sapını bir araya topla, Rahîme'ye bir defa vur, ahdin yerine gelsin, buyurdu.

Eyyûb (aleyhisselâm)  öyle yaptı, sözü yerine geldi.

Bazılarına göre, Eyyûb (aleyhisselâm) ’ın malı ve oğulları tekrar yerine gelince, Hakk Teâlâ üzerine gökten altun çekirge yağdırdı. Eyyûb (aleyhisselâm)  o çekirgeleri eteğine top­lardı.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Eyyûb! Doymadın mı? buyurdu.

Eyyûb (aleyhisselâm) :

—Ey Allahım! Senin rahmetine ve bereketine kim doyar? dedi.

Böylece Eyyûb (aleyhisselâm)  ikiyüz doksan sene yaşadı.

191

Bazıları:

—Doksan üç yıl yaşadı ondan sonra Ahirete göç etti, derler.

19.   ŞUAYB (aleyhisselâm) 'IN PEYGAMBERLİĞİ

Hakk Teâlâ hazretleri Kelâm-ı Kadîminde şöyle bu­yurmuştur:

—«Medyen (evlâdlarına) da kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). (83)

Ka’bûl-Ahbâr şöyle der:

—Ne zaman ki Medyen kavmi kâfir oldular. Hakk Teâlâ Cebrâil (aleyhisselâm) 'ı Hz. Şuayb’a gönderdi.

Şuayb (aleyhisselâm) ’a, aşk yolunda şube olduğu için, Şuayb dediler.

Hz. Şuayb (Milkâ)'nın oğludur. Milkâ Yüscer’in oğ­ludur. Yüscer de İbrâhim (aleyhisselâm) ’ın oğludur.

Hakk Teâlâ hazretleri Cebrâil (aleyhisselâm) ’ı Hz. Şuayb'a gönderdi. Hz. Şuayb Cebrâili görünce:

— Bu Cemâl ve Kemâl ile sen kimsin? dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

—Hakk Teâlâ’nın elçisiyim, sana geldim. Hakk Teâlâ sana şöyle buyuruyor, dedi: Ey Şuayb! Gönlüne nazar ettim. Seni Medyen kavmine ve başka kavme peygam­ber gönderdim. Onlar puta tapıyorlar. Sen onları kü­fürden imana davet et. Bana itaata döndür. Onları aza­bımla korkut. Onları puta tapmaktan men et. O kav- min beylerinin adı: (Ebîced, Hevvez, Hottî, Kelemen ve Karişat) idi. Müneccimler, bu,isimlerin tabiatına baka­rak sonra husûsî sayıları ortaya koydular.

(83) A'râf Sûresi, âyet: 85.

192

Bazılarına göre:

—Şuayb (aleyhisselâm)  Medyen kavmine elçi geldi ve onla­rı Hakka davet etmiştir.

Bazılarına göre Şuayb (aleyhisselâm) 'a «Peygamberlerin Hati­bi» derlerdi. Kavmini güzel ve hoş sözlerle dine davet ettiği için bu isim verilmiştir. Sonra Şuayb (aleyhisselâm)  kav­mini imana davet etti. İmana gelmediler. İnkârları son haddine vardı.

Hakk Teâlâ hazretleri:

—Bu kavmi helâk ederim. Bunların yerlerini sana ve ashabına veririm. Sen kavminle kâfirlerin arasından çık. Benim azabıma bak. Onlara nasıl azâb ederim? bu­yurdu.

Sonra Şuayb (aleyhisselâm) ’ın kavmi kâfirlerin arasından çıktılar.

Hakk Teâlâ hazretleri Cebrâil (aleyhisselâm) 'a.

—Medyen kavminin üzerine bir gölge getir, buyur­du. Cebrâil (aleyhisselâm)  getirdi. Şuayb (aleyhisselâm)  onu görüp kav- mine haber verdi ve:

—Üzerinize azâb iniyor; imana gelin, dedi. Şuayb (aleyhisselâm) 'a inanmadılar. Şuayb (aleyhisselâm)  ve ashâbı bunların arasından çıkıp gittiler.

Ondan sonra çok sıcak bir yel geldi. Bunlar kaçıp bir meşeliğe vardılar.

İbni Abbâs ve diğer müfessirler şöyle naklederler:

—Hakk Teâlâ Cehennemden bir kapı açtı. Onların üstüne ateş gönderdi. Onlar kaçıp mağaralara girdiler. Gördüler ki mağaralar dışarıdan daha sıcak, bu sefer Sahrâ’ya kaçtılar.

Allah Teâlâ bunlara bir bulut indirdi. Onlar bu bu-

193 luttan azıcık ferahladılar. Hepsi oraya toplandılar. Hakk Teâlâ hazretleri bunlara bu sefer bir ateş yalığı verdi. Hepsini yaktı, helâk etti.

Bazılarına göre dört yakadan şu sesi işittiler:

—Ey Ashâb-ı Eyke! Bugün Tanrınızdan elîm aza­bı tadın. Zira Tanrınızın peygamberini yalanladınız. Putlarınıza da söyleyiniz! Eğer sizin tanrınız iseler ge­lip sizi azabtan kurtarsınlar! diyerek hepsini helâk et­ti. Bunu gören müminler Hakk Teâlâ’ya şükrettiler Şuayb (aleyhisselâm)  kâfirlerin mallarını müminlere taksim etti.

Nakledildiğine göre Şuayb (aleyhisselâm)  Hakk Teâlâkın aşkın­dan ve şevkinden üç yüz yıl ağlamıştır. Her yüz yılda bir kerre gözsüz kalmıştır. Hakk Teâlâ ona gene göz ver­di.

Şuayb (aleyhisselâm) :

—Ya Rabbi! Ululuğun hakkı için, seninle benim aramda bir deniz olsa idi, benim aşkımdan ve harare­timden dolayı kurur idi, dedi.

Hakk Teâlâ Şuayb (aleyhisselâm) 'a:

—Niçin ağlıyorsun? Eğer Cennet istersen vereyim, Eğer Cehennem’den korkarsan seni emin kılayım, bu­yurdu.

Şuayb (aleyhisselâm) :

—Ey Rabbim! Ne Cennet isterim, ne de Cehennem korkusundan dolayı ağlarım? Allahım! Ben sâdece sa­na âşıkım, dedi.

Bunun üzerine Hakk Teâlâ:

F: 13

—Sen beni böyle sevdiğin için ben de seni aynı şe­kilde severim ki, Musâ kelîmime senin on yıl koyunla- rını güttürdüm, buyurdu.

Bagavî, tefsirinde şöyle der:

—Hakk Teâlâ Şuayb (aleyhisselâm) ’a: Şanım hakkı için sana Cennette ak inciden bir saray yaptım. Dışından içi gö­rünür. İçinden de dışı görünür. O saray Arş’a karşıdır. Onun kapısı benim Likâma, benim İlâhî cemâlimi temâ- şaya açılır ve ebedî olarak kapanmaz, buyurdu.

Şuayb (aleyhisselâm) ’ın üçyüz yıl ömrü oldu. Ondan sonra Kâbe’ye vardı. Orada vefat etti. Rûkûn ile Makâm ara­sına defnettiler.

20. MİŞA OĞLU MUSA (aleyhisselâm) ’İN PEYGAMBERLİĞİ

Hz. Vehb (radiyallâhu anh) der ki:

—Yûsuf peygamberin iki oğlu vardı. Birinin adı Efrâyimdir. O Yûşâ peygamberin Ceddi idi. Birinin adı da Mîşâ’dır. Bu, Mûsâ (aleyhisselâm) 'ın babasıdır. Yani Hz. Mû- sâ Mîşâ’nın oğludur.

Hakk Teâlâ Mûsâ Peygambere şöyle buyurdu:

—Kavmine söyle! Biz sihir ve hile yapanları sevme­yiz. Eğer bana inandılarsa bana sığınsınlar. Benden yüz çeviren ve benden başkasına yüz tutanlar belâya ve fit­neye hâzır olsunlar. Kim benden başkasına kulluk eder­se ve benden ırak olmak isterse, ben ondan ırak olmak isterim. Ey Mûsâ! Benden ırak olanlara söyle! Benim kudretimi ansınlar. Benim emrime boyun eğmeyip kar­şı gelenler ecellerini beklesinler. Ölüncek ben onlara ne ettiğimi görürler.

Acaba benden nasıl emin oluyorlar da bunca gü­nahlar işleyip hatalar ediyorlar? Ben bolca onlara veri-

195

rim. Onlar eğlenirler, ben yumuşak davranırım. Onlar zayıf düşerler, kuvvet veririm. Onlar yoksul olurlar, ben zengin ederim.

Benden ümidini kesmeyenleri mahrum koymam ve ümitlerine erken ulaştırırım.

Ey Mûsâ! Kötülüklerden sakınanlara söyle! Amelle­rine mağrûr olmasınlar. Dilersem azâb ederim, dilersem, rahmet ederim. Sakın benim rahmetimden ümid kes­mesinler. Benim rahmetim onların amelinden yeğdir. Ey Mûsâ! Müminlere söyle! Çok günah işleyip kendile­rini tehlikeye bırakmasınlar. Bilâkis bana tövbe edip ibâdetle meşgul olsunlar. Nefislerini eritsinler.

Ey Mûsâ! Benî İsrâil’in zenginlerine de söyle! Emir- lerindekilere iyi muamele etsinler. Ben zâlimleri sev­mem. Adalet etsinler. Onların adâletini ve zulmünü sora­rım. Ona göre karşılık ve ceza veririm. Eğer benim de diğimi yaparlarsa, dünya ve ahirette hoş tutarım. Şa­yet benim dediklerimi tutmazlarsa helâk ederim.

Ey Mûsâ! Halka da söyle! Bana kendilerini idâre edenlere itaat etsinler. Yoksa dünya ve ahirette türlü türlü belâlara uğratırım. Eğer kendilerini ulu tutarlar­sa hor ederim. Eğer kendilerini zayıf görürlerse çok ulu ederim. Öyle ise gece ve gündüz benim zikrimle meşgûl olsunlar. Eğer:

—Gece ve gündüz Allahı nasıl zikredelim? diye so­rarlarsa şöyle söyle: Nefsinizden razı olmayın, Hak’dan razı olun. Nefsinizi, dünyayı istemekle. Allahın yanında hor etmeyin. Bilâkis Cennet isteyip Hakk Teâlâ’nın rıza­sı ile meşgûl olun. Eğer:

—Nefsimiz ve gönlümüz arzularla meşgûldür, nasıl hareket edelim? diye sorarlarsa şöyle söyle: Hakkı çok

196

zikredin ve ölümü çok anın. Muhakkak ölümü hatırla­mak arzuları öldürür.

Mûsâ bin Mişâ bu sözleri Benî İsrail kavmine söy­leyince kabul ettiler. Ondan sonra Hakk Teâlâ Hz. Mû- sâ’nın rûhunu kabzetti.

21. MÛSÂ VE HÂRÛN (aleyhisselâm) IN PEYGAMBERLİKLERİ

Allah Teâlâ buyurdu.

—«Kitapta Mûsâyı da an. Çünkü o, ihlâsa erdiril­miş (bir zât) idi, Rasûl bir peygamberdi.» (84)

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

—Mısır hükümdarı Melik Reyyân ölünce yerine (Mus’ab) hükümdar oldu. Onun bir oğlu vardı. Adını (Velîd) koydular. Babası onu dülgerliğe (marangozlu­ğa) verdi. Fakat o, bir gün ustasından habersiz kaçtı. Ondan sonra o çocuğa: (Ferre an nefsihî = kendiliğin­den kaçtı) dediler. Bu münâsebetle (Firavn) diye ad koydular. Yani firavn, kaçtı demektir. Ondan sonra Fi- ravn diye lâkabı kaldı.

Firavn, bir gün bir şahsa seyis oldu. Mısırın kapısın­da oturuyordu. Ölülerden dolayı yapılan merasimlerde bir şeyler ister ve alırdı.

Bir gün Mısır hükümdârının eşi öldü. Kabre defn­etmeğe getirdiler. Firavn bir şeyler istedi. Verdiler, fa­kat durumu hükümdara bildirdiler. Hükümdar onu öl­dürmek istedi. Firavn, ölülerden dolayı aldığı şeyleri

(84) Meryem Sûresi, âyet: 51.

197

hükümdara verdi. Hükümdar da onu serbest bıraktı, onu şehre gece bekçisi yaptı ve:

— Gece kimi tutarsan öldür, diye emir verdi.

Bir gece hükümdar:

— Firavn şehri nasıl bekler? diye görmek için ve­zirleri ile birlikte şehirde gezmekte idi. Askerler hü­kümdarı yakaladılar ve Firavn’a getirdiler. Firavn he­men emir verdi, hükümdarı öldürdüler.

Firavn tahta geçip Mısır hükümdarı oldu ve emir verdi, üç yüz kürsü (taht) yaptılar. Beyler onların üzer­lerine oturdular. Yüzbin kul edindi. Herbirinin atının boynunda altundan bir zincir vardı. Firavn, kulları ve bütün halk kâfir idiler. Firavn'ın yedi karış boyu ve se­kiz karış sakalı vardı. Bu, İmrân oğlu Mûsâ zamanında idi.

Mûsâ iki kelimedir. Biri (Mû) dur. Su demektir. Di­ğeri ise (Sâ) dır. Ağaç demektir. Böylece Mûsâ, «su ile ağaç arasından geldi» demektir.

Nakledildiğine göre Firavn bir gece şöyle bir rüya gördü: Kudüsten çıkan bir ateş gelip Mısırı kaplıyor Bütün kâfirleri yakıyor, fakat Benî İsrâil'e bir şey yap­mıyor.

Firavn uyandı. Rüyasını müneccimlere sordu. Mü­neccimler:

—Benî İsrail'den bir çocuk doğacak ve senin helâ- kin onun elinde olacak, dediler.

Bunun üzerine Firavn, Benî İsrail’den yeni doğacak bütün çocukların öldürülmelerini emretti.

Vehb bin Münebbihin bildirdiğine göre, öldürülen çocuklar doksan bindir.

198

Firavnın uluları toplanıp huzuruna geldiler ve:

—Benî İsrail çocuklarını bir yıl öldürelim, bir yıl bırakalım. Yoksa hiç erkek kalmaz, dediler.

Firavn böyle emir verdi. O yıl çocukları öldürmedi­ler. O sene Hârûn (aleyhisselâm)  doğdu. Çocukları öldürdükle­ri senenin birinde de Mûsâ (aleyhisselâm)  doğdu.

Mûsâ (aleyhisselâm)  doğunca anası casuslardan korktuğu için onu hemen ateşe attı. Allahın izni ile ateş Mûsâ (aleyhisselâm) ’ı yakmadı. Mûsâ (aleyhisselâm) ’ın anası bu durumu gör­dü. Bu sefer bir sandık yaptı. Hz. Mûsâ’yı onun içine koydu, Nil nehrine bıraktı. Nil o sandığı aldı, gitti. Fi­ravnın evi içinden, Nil’den bir kol geçerdi. Su sandığı onun evine getirdi. Firavnın ailesi Mûsâ (aleyhisselâm) ’ı buldu. Sandıktan çıkardı. Onu çok sevdi.

Mûsâ (aleyhisselâm)  otuz yaşına erişince bir kâfiri vurup öldürdü. Fakat pişman oldu ve:

— Allahım! Nefsime zulmettim, beni yarlığa dedi.

Hakk Teâlâ özrünü kabûl edip yarlığadı. Ama Mûsâ (aleyhisselâm)  gene de korktu. Ondan sonra peygamberlik geldi.

Hakk Teâlâ:

—Ey İmrân oğlu Mûsâ! Şu kimseler benim dostla- rımdır: Bunlar dünyâ’da takvâ'yı azık edindiler. İlmi cemâl, benden sakınmayı ziynet edindiler. Gece ve gün­düz benim ilmimle meşgûl oldular. Eğer onlar şimdi dünyada mahzûn iseler, Ahiıet’de ferah içindedirler, buyurdu.

Şuayb (aleyhisselâm) ’ın bir kızı vardı. Adı Safûre idi. Şu- ayb (aleyhisselâm)  ona çeyiz verdi ve Mûsâ peygambere nikâh- ladı. Şuayb (aleyhisselâm)  Hz. Mûsâ’ya da bir (Asa) verdi. Ondan sonra Mûsâ (aleyhisselâm)  on yıl onun koyunlarını güttü.

199

Hz. Şuayb Mûsâ (aleyhisselâm) ’a:

— Bu asâ Cennet ağacındandır, Hakk Teâlâ onu Adem Peygambere verdi. Ondan Şît (aleyhisselâm) ’a değdi. On­dan İdrîs (aleyhisselâm) ’a, ondan Nûh (aleyhisselâm) ’a, ondan Hûd (aleyhisselâm) ’a, ondan Sâlih (aleyhisselâm) ’a, ondan İbrahim (aleyhisselâm) ’a on­dan İsmail (aleyhisselâm) ’a, ondan İshâk (aleyhisselâm) ’a, ondan Yakûb (aleyhisselâm) ’a, ondan Şuayb (aleyhisselâm) ’a, ondan sonra da Mûsâ (aleyhisselâm) ’a değdi.

Bir gün Şuayb (aleyhisselâm)  duâ etti. Mûsâ (aleyhisselâm)  da âmîn dedi. Hakk Teâlâ Şuayb (aleyhisselâm) ’a tekrar gözlerini verdi.

Müfessirlerin bildirdiklerine göre, Mûsâ (aleyhisselâm)  an­nesini ve kardeşi Hârûn’u görmek için, Mısıra gitmek üzere Hz. Şuayb’dan izin istedi. Hz. Mûsâ’ya Şuayb (aleyhisselâm)  izin verdi. Ailesi ile birlikte Mısıra gitti. Çok sert kış günleri idi. Şam melikinden korktular, başka bir yoldan gittiler. Ailesi hasta idi. Oğlan doğuracaktı. Çöl­de yollarına öylece koyulmuş giderlerdi. Mûsâ (aleyhisselâm)  dü­şünceli, dalgın bir vaziyette yürümekte idi.

Nihayet karanlık bir gecede ve eşi doğum yaptığı bir sırada Tûr’a geldiler. Mûsâ (aleyhisselâm)  ateş yakmak iste­di, yanmadı. Tûr'da ilâhî nûru gördü. Ateş sandı. Ora­ya geldiğinde onun yeşil bir ağaç olduğunu gördü. O ağacı aşağıdan yukarıya kadar bir ak nûr kaplamıştı. Hayret içinde durakaldı. Hemen meleklerin tesbihini işitti. Gönlü hoş oldu. Mûsâ (aleyhisselâm)  şu sesi duydu:

— Ey Mûsâ! Ben senin Tanrınım.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Ben seni işitiyorum. Fakat seni gö­remiyorum, neredesin? dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

200

— Ben seninleyim, sana senden yakınım, buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm)  hemen anladı ki, söz söyleyen Hak'dır, Mûsâ (aleyhisselâm) 'ın yakîni, kesin bilgisi ziyâde oldu.

Hakk Teâlâ hazretleri.

— Ey Mûsâ! Seni seçtim ve peygamber yaptım. Be­nim vahyimi işit. Benden başka Allah yoktur. Bana ibâdet et, dedi ve:

        «Şüphe yok ki benim, ben Allahım. Benden baş­ka hiç bir Tanrı yoktur. Öyleyse bana ibâdet et, beni ha­tırlamak ve anmak için namaz kıl.» buyurdu. (85)

Sonra gene Mûsâ (aleyhisselâm) 'a:

         «Mûsâ, o sağ elindeki ne?» buyurdu. (86)

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Asâ’dır, ona dayanırım ve koyunlarımı onunla güderim, ona çok ihtiyacım vardır, dedi.

O asâ’nın başı çatal idi. Ucunda demiri vardı. Pey­gamberlerden birbirine miras kalmış idi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Mûsâ! O asâ'yı yere bırak, buyurdu. O da ye­re bıraktı. Bir sarı yılan olup karnı üzerinde yürüdü, O iki çatalı iki yanak oldu. Gözleri ateş gibi yanıyordu Dişlerinden ses çıkardı. Mûsâ (aleyhisselâm)  onu görünce kor­kup kaçtı.

Hakk Teâlâ şöyle nidâ buyurdu:

— Ey Mûsâ! Dön geri korkma. Elinle onu tut, bu­yurdu. Bunun üzerine tuttu. Evvelki gibi asâ oldu. Tek- râr:

— Elini koltuğuna sok. Bembeyaz çıksın, buyurdu.

(85)  Tâ-hâ Sûresi, âyet: 14.

(86)  Tâ-hâ Sûresi, âyet: 17.

201

Sonra elini koynuna sokup çıkardı. Güneş gibi bir nûr parçası çıktı.

Ondan sonra Hakk Teâlâ Mûsâ Peygamberi Firavn’a ve kavmine risâlet vazifesiyle gönderdi. Mûsâ (aleyhisselâm)  o za­man seksen yaşında idi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Mûsâ! Seni kullarımdan bir kuluma gönderi­yorum. Benim nimetimi unuttu, adımı kendine ad koy­du ve benim kullarımı kendine taptırdı. Eğer benim merhametim olmasa idi, bir anda helâk ederdim. Eğer göklere izin versem üstüne yıkılırlardı. Eğer yerlere izin verseydim onu yutarlardı. Eğer denizlere izin ver­sem boğardı. Fakat onun küfründen bana zarar gelmez. Şimdi ben ona mühlet verdim. Ey Mûsâ! Var, benim davetimi ona bildir. Bana ibâdet etsin, buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm)  Allahın kelâmını işitince Tûr’dan dön­dü.

Ondan sonra Allah Cebrâil (aleyhisselâm) ’a:

— Git, benim Hârûn kuluma: Allah Teâlâ kardeşin Mûsâ’yı peygamber kıldı, seni de peygamber yaptı. Fi- ravna gönderdi de, buyurdu.

O zaman Hârûn (aleyhisselâm)  Firavn’ın beylerinden idi.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Mûsâ (aleyhisselâm)  yiyecek istediği zaman asâ’sını yere vurur, yerden bir günlük azık çıkardı. Bir daha vurur, yerden su çıkardı. Ne zaman yemiş istese, asâ’yı yere diker, o asâ hemen yemiş verirdi. Gece olunca kandil gibi yanar, ışık verirdi. Düşmanla karşılaştığında onun­la cenk ederdi.

202

Ondan sonra Firavn’a çok mucizeler gösterdi. Fa­kat Firavn imâna gelmedi.

Nakledildiğine göre Firavn bir gün bütün sihirbaz ve falcılarını, Mûsâ (aleyhisselâm)  ile karşılaştırmak için, bir araya topladı. Onlar bir vadiye, bir mil uzunluğunda, urganlar bıraktılar. O urganlar yılan oldu. O vâdi yılan­larla doldu.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Mûsâ! Sen de asâ’nı yere bırak! buyurdu.

Ne zaman ki Mûsâ (aleyhisselâm)  asâsını yere bıraktı. Kos­koca bir ejderhâ oldu. Bütün yılanları yuttu. Sihirbaz­ların yaptıkları bir işe yaramadı. Falcılar bu hali gö­rünce aczlerini kabûl edip secde ettiler ve:

— Alemlerin Rabbi olan Mûsâ ve Hârûn’un Rab- bine iman getirdik, dediler.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

— O falcılar üç binden fazla idi. Bu hâdise İsken­deriye'de oldu. Mûsâ (aleyhisselâm)  asâsını yere bırakınca sek­sen arşın genişliğinde ağzını açtı ve Firavn’a hücûm et­ti. Firavn onu görüp sarayına kaçtı.

Saiyd bin Cûbeyr (radiyallâhu anh) da şöyle der:

— Firavn dört yüz yıl hükümdarlık yaptı. Bütün ömrü altı yüz yirmi yıldır. Hayatında hiç hasta olmadı. Eğer bir gün aç kalsa, yahut bir saat zahmet çekse idi tanrılık iddiasında bulunmazdı.

İmam Fahr-i Râzî, Tefsir-i Kebîrinde şöyle der:

— İblîs bir gün gelip Firavnın kapısını çaldı.

Firavn:

— Sen kimsin? dedi.

İblîs:

203

— Eğer sen tanrı olmuş olsan beni bilirdin. Fakat câhil imişsin, dedi.

Firavn:

— Acaba benden ve senden kötü kimse var mıdır? dedi.

İblîs:

— Evet, hasedci vardır. O kötülükte benden ve senden üstündür. Zira işte ben bu hased ile mihnete düştüm, dedi.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Falcılar Mûsâ (aleyhisselâm) ’a iman ettikleri zaman, Fi­ravn bunu görüp, mahzûn ve eli boş olduğu halde, kav- mi ile birlik küfür üzerinde döndü, gitti. Mûsâ (aleyhisselâm)  o zaman dört mu’cize gösterdi:

1          — Şiddetli kıtlık.

2          — Bolluk,

3          — Bütün ağaçların yemiş vermesi,

4          — Yed-i Beyzâ. Mûsâ (aleyhisselâm) ’ın güneş gibi parla­yan eli mucizesi.

Firavn ve kavmi iman etmedikleri vakit Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Allahım! Firavn yeryüzünde fesâdla meşgûl olup halkı azıttı. Şimdi onlara belâlar gönder ki, benim kavmime nasihat ve benden sonra da ibret olsun, dedi.

Hakk Teâlâ onlara Tûfan gönderdi. Çekirge, bit ve kur­bağa yağdırdı. Nil’i kan haline getirdi. Bu beş mucize­den sonra da Tâûn hastalığı verdi. Hattâ onlardan yet­miş bin kişi öldü. Mûsâ (aleyhisselâm) 'a gelip ağladılar, yalva­rarak aman dilediler.

Nakledildiğine göre Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Firavna mühlet verdin Bundaki

204

hikmet nedir? dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Firavn’da güzel sıfatlar vardır, ben o sıfatları severim. Onun için Firavnı hemen helâk etmiyorum, buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! O sıfatlar nelerdir? dedi.

Allah Teâlâ hazretleri:

— Benim şehirlerimi adaletle imâr etti ve kulla­rım arasında adaletle hükmeyledi. Onun yalan iddiasın­dan bana ne ziyan vardır? buyurdu.

Bir gün Cebrail (aleyhisselâm)  insan kıyâfetinde Firavna geldi.

Firavn:

— Sen kimsin? dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Benim bir kulum vardır. Bana zûlmetti. Ben ona çok iyilik ettim. Sonunda bana karşı geldi. Benim adımı kendine ad koydu ve kullarımı kendine taptırdı, dedi.

Firavn:

— O ne yaramaz kuldur? dedi.

Cebrâil:

— Onun cezâsı nedir? dedi.

Firavn:

— Suda boğmak gerektir, dedi.

Cebrâil.

— Dilerim ki bir nâme yazıp veresin de elimde de­lil olsun, dedi.

205

Firavn bir hüccet (delil belgesi) verdi, Cebrâil (aleyhisselâm)  alıp gitti.

Nakledildiğine göre, Hakk Teâlâ Mûsâ ve Hârûn (aleyhisselâm) ’a şöyle buyurdu:

— Ey Firavn! Dört yüz yıl ömür sürdün. Hüküm­dar oldun. Şimdi de ben sizin en büyük rabbinizim diyorsun. Evvelki kâfirler böyle dememişlerdi. Fakat şunu bil ki, eceline tam kırk yıl kaldı. Eğer bir defa Hakk Teâlâ’ya (Sen benim en büyük Rabbimsin) desen o dört yüz yıl içinde ne türlü günâh işledinse hepsini affeder. Ömrünü de bin sene yapar. Yeryüzünde ne ka­dar maden varsa hepsini sana bildirir. Seni şarka ve garba hükümdâr yapar.

Firavn onlardan bu sözleri işitince, lütuf ve ikrâm- da bulundu. Tatlı söz söyledi ve:

—Vezirim Hâmân ile istişâre edeyim, ona danı­şayım, dedi. Firavn Mûsâ (aleyhisselâm)  ne söyledi ise Hâmân’a anlattı.

Hâmân:

—Ey Firavn! Şimdiki halde âlemin rabbı sensin, sana tapıyorlar, ister misin ki kul olasın, dedi.

Firavn’ı imândan men etdi. O da küfür ve dalâlet üzerinde öylece kaldı.

Nakledildiğine göre Firavn, ömrü tamam olmaya az kalınca halka zülmetmeye başladı.

Hakk Teâlâ hazretleri Firavn’ı ve kavmini helâk et­mek isteyince, Mûsâ (aleyhisselâm) ’a:

— Bir gece Benî İsrâil ile şehirden çık, git buyur­du. Mûsâ (aleyhisselâm)  da bir gece çıkıp gitdi.

Keşşâfda beyan edildiğine göre Yakûb (aleyhisselâm)  er- kek—dişi yetmiş iki evlâdı ve ailesi ile Mısır’a gitmiş

206

ti. Sonra altıyüz binden fazla kişi ile Mısır’dan çıktı­lar. Firavn on kerre yüzbin ve beşyüz kişi ile bun­ların ardına düştü. Cebrâil (aleyhisselâm)  Firavn'ın önünden alnı sakar bir kısrak ile yürüdü. O kısrağa (Feres’ûl Hayat = Hayat atı) derlerdi. Mikâil (aleyhisselâm)  askerin ar­dından Firavn’ı sürerdi.

İsrail oğulları onları görünce:

— Firavn ve askerleri bizim ardımıza düşmüş işte geliyorlar. Biz nereye gidelim? dediler.

Allah Teâlâ Mûsâ (aleyhisselâm) 'a:

— Asâ’nı suya vur! buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm)  asâ'sını suya vurunca su on iki yol oldu. İsrâil oğulları suya girib karşıya geçtiler. Bir­birlerini göremediler. Suda boğulacaklarından kork­tular, öyle sandılar.

Hakk Teâlâ suya:

— Senden kapılar ve pencereler açılsın, oradan bir­birlerini görsünler, buyurdu.

Hemen su delik delik oldu. Hattâ birbirlerini gö­rüp söyleştiler. Sağ ve selâmet suyu geçtiler.

Nitekim Hakk Teâlâ şöyle buyurdu:

— «Hem hatırlayın o demleri ki sizin sebebinize denizi yarıp da hepinizi kurtarmış, Fravn’ın haneda­nını ise, kendiniz de gözlerinizle bakıp dururken, (su­da) boğmuşduk.) (87)

Tefsîr-i kebîr’de şöyle anlatılır:

— Firavn ve kavmi denizin kenarına geldikleri vakit, suyun yol yol olduğunu gördüler. Firavn kavmine:

(87)  Bakara Sûresi, âyet: 50.

207

— Su benim için on iki yol oldu, dedi. Kavmi de Firavn’ı doğrulayıp geçmek istediler.

İblis men edip:

— Girmeyin! dedi.

Hemen Cebrail (aleyhisselâm)  geldi ve İblîs’in atının yu­larından tutup suya getirdi. Mikâil (aleyhisselâm)  da ardından sürdü.

Suya girdiklerinde o su yer yer yıkılıp bunları boğdu.

İbnî Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Ne zaman ki Firavn’ın askeri boğuldu, Firavn onları gördü ve: «Beni İsrâil kavminin imân ettiği Tanrıya ben de imân ettim» dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Sen daha önce müfsidlerdendin, senin imânını kabul etmem, buyurdu.

Bazıları.

— Firavn Cebıâil (aleyhisselâm) 'dan yetmiş defa yardım istedi, fakat Cebrail yardım etmedi, derler.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ Cebrâil (A’.S.)’a:

— Firavn yetmiş kere sana feryâd edip yardım istedi, sen kulak asmadın. Şanım hakkı için, eğer ba­na bir kerre feryâd isteseydi ben yardım ederdim, buyurmuştur.

Ne zaman ki Firavn, Cebrail’den yardım diledi, Ccbrâil Firavn'ın kendi elile verdiği delil belgesini gösterdi.

Hakk Teâlâ Firavn'ı ve kavmini helâk edince, Mû- sâ (aleyhisselâm)  kendi kavmine haber verdi. Benî İsrâil:

— Firavn helâk olmadı, ölmedi dediler.

208

Hakk Teâlâ suya emir verdi, su Firavn’ı şişmiş kı­zıl öküz gibi kenara attı. İsrail oğulları onu görünce sevindiler ve memnun oldular. O vakitdenberi su ölü­yü kabul etmeyip dışarı atar.

22.   TEVRAT’IN İNİŞİ VE ALLAH’I GÖRME
DİLEĞİ İLE İLGİLİ BAHİS

Allah Teâlâ buyurdu:

— «And olsun ki biz Mûsâ ile Hârûna bir ziyâ, takvâ sahipleri için de bir şeref olan o fürkânı (Hak ile bâtılı ayıran Tevrâtı) vermişizdir.

«(Öyle takva sahipleri) ki onlar tenhada da Rable- rine candan saygı gösterirler. Onlar kıyametten kor­kanlardır.» (88)

Müfessirlerin beyanına göre Mûsâ (aleyhisselâm)  kavmi ile şu şekilde vaadleşti:

— Eğer Firavn helâk olursa ben size bir kitap getireceğim. Onda Allah’ın emir ve nehyi vardır.

Ne zaman ki Allah Teâlâ düşmanları, yok etti ve aralarında birtakım hâdiseler oldu, Mûsâ (aleyhisselâm) ’dan o kitabı istediler. Mûsâ (aleyhisselâm) ’da Allah’dan onu diledi, Allah Teâlâ Mûsâ (aleyhisselâm) ’a:

— Otuz gün oruç tut, diye buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm)  otuz gün oruç tuttu. Fakat açlıktan ağzı koktu. Mîsvâk tutundu, kullandı. O koku gitti.

Hakk Teâlâ:

— Ey Mûsâ! Benim yanımda, oruç tutan kimse-

(88)  Enbiyâ Sûresi, ayet: 48, 49.

209 nin ağzının kokusu, misk kokusundan yeğdir, buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm)  on gün daha oruç tuttu.

Kâzî Beyzâvi tefsirinde beyan edildiğine göre, Hakk Teâlâ Mûsâ (aleyhisselâm) 'a ilâhî hitabda bulundu. Hz. Mûsâ:

— Kimdir konuşan? dedi.

Hakk Teâlâ:

— «Şüphesi yok ki benim, ben Allahım. Benden başka hiç bir Tanrı yokdur        » buyurdu. (89)

Derhâl Îblîs gelip:

— Ey Mûsâ! Kimdir sana söz söyleyen? dedi.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Hakk Teâlâ hazretleridir, dedi.

Şeytân:

— Hayır, İblîs’dir, dedi.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Bilirim ki, söyleyen Allah’dır. Zira her tarafdan bütün âzâm ile işitdim, dedi.

Bu, Mûsâ (aleyhisselâm) ’ın, Tanrı taâla’ya rûhânî bir kav­rayış ile kavuşduğuna işâretdir. Ondan sonra ilâhî söz kendisine intikâl etmiştir.

Nakledildiğine göre Mûsâ (aleyhisselâm)  münâcât için Tûr dağına çıktığı zaman, yerine kardeşi Hz. Hârûn’u vekil bıraktı. Hakk Teâlâ bir gölge indirdi. Yedi fersah uzun­luğu vardı. Oradan şeytânı kovdu ve göklerin perdesi­ni giderdi. Mûsâ (aleyhisselâm)  melekleri ve Arşı gördü. Ona Cebrâil (aleyhisselâm)  söz söyledi. Mûsâ (aleyhisselâm) .

— Efendim, sen kimsin? dedi.

(89)  Tâ-hâ Sûresi, ayet: 14.

F: 14

210

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Hakk Teâlâ beni sana ikrâm için gönderdi. Benim inci ve mercanla süslü kanadıma bin, senden önce hiç kimse benim kanadıma binmedi, dedi.

Mûsâ (aleyhisselâm)  Hz. Cebrail’in kanadına bindi. Cebrâil (aleyhisselâm)  onu öyle bir yere götürdü ki, orada Hakk Teâlâ Mûsâ (aleyhisselâm) ’a ilâhî hitabda bulundu. Hz. Mûsâ onu işitti. Fakat Cebrâil (aleyhisselâm)  işitmedi.

Ondan sonra Hakk Teâlâ Cebrâil (aleyhisselâm) ’dan, Hz. Musa'ya, Adn Cennetinden Levh-i Mahfûz'u getirmesi­ni emretti. O, yeşil zebercedden, yahut kızıl yakutdan bir tahta üzerinde yazılmış idi. Hakk Teâlâ kudret elile ona on kelime yazdı. Mûsâ (aleyhisselâm) ’ın kalemin sesini işitti. Levh’ın uzunluğu Mûsâ (aleyhisselâm) 'ın on misli idi. Hakk Teâlâ şöyle buyurdu.

— Ey Mûsâ! Benden başka Allah yoktur. Bana kulluk et ve bana eş tutma! Kim bana denk tanrı ta­nırsa onu Cehenneme atarım.

Ey Mûsâ! Bana, ana ve babana şükret.

Ey Mûsâ! Şunu Hakk Teâlâ haram kıldı: «Boş yere kan dökme ve kimsenin malına hased etme.

Ey Mûsâ! Zînâ etmek benim katımda büyük gü- nahdır.

Ey Mûsâ! Kendini razı ettiğin gibi halkı da râzı et.

Ey Mûsâ! Benim ismimi anmaksızın hiç bir hay­vanı boğazlama. Eğer boğazlarsan o bana ulaşmaz.

Ey Mûsâ! Kendini ve aileni Cumartesi av avlamak- dan men et. O gün, meleklerim arasında, gayet şerefli bir gündür.

Mûsâ (aleyhisselâm)  Allah’ın kelâmını işitince, can gönlü ile onu görmeyi arzû etti.

211

Eğer, Hakk Teâlâkı dünyâda görmek imkânsızdır, Öyle ise Mûsâ (aleyhisselâm)  niçin görmek istedi? diye sorar­larsa cevabı şudur:

Mûsâ (aleyhisselâm)  dünyâ’da gözükmediğinden bir an gâfil olarak, aşırı sevgi ve muhabbetinden dolayı görmek is­temiştir.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Mûsâ! Öyle bir şey istedin ki, senden önce meleklerden, cinlerden ve insanlardan hiç kimse böy­le bir dilekte bulunmadı. Hem niçin beni görmek is­lersin? Buna nasıl dayanırsın? Kim beni dünyâ’da görse aklı başından gider ve kendisi helâk olur, bu­yurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Seni görmeye kim dayanabilir? Sensiz yaşa- makdan seni görüp ölmek yeğdir, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Şu dağa bak! Eğer onu görüp helâk olmazsan beni de görebilirsin, buyurdu.

Ondan sonra Mûsâ (aleyhisselâm) 'ın bulunduğu dağı, yer­den dört fersâh bulut, şimşek ve yıldırım kapladı. Mûsâ (aleyhisselâm)  bunları görünce şaşırdı. Korktu, canından ümidini kesti ve.

— Ey Rabbim! Eğer durursan yanarım, gidersen ölürüm. Allahım! Bana yardım nazarını uzat, dedi.

Sonra Hakk Teâlâ Arşın nûrundan bir nûr gösterdi, Ve o nûr yetmiş bin perdeyi aradan kaldırdı. O dağ­da nûr belirince dağ yedi parçaya ayrıldı. Üçü Mekke’­de, üçü Medine'dedir, biri de yer ile gök arasında ge­zer derler. Bazıları da yere geçti demişlerdir.

212

O gün Perşembe ve Arâfe günü idi. Hakk Teâlâ Tev- râtı Cuma günü verdi.

Mûsâ (aleyhisselâm)  o dağların parça parça olduğunu gö­rünce aklı başından gidip baygın düştü. Cebrâil (aleyhisselâm)  Hz. Mûsâ’yı korudu. Yoksa Mûsâ (aleyhisselâm)  yanardı.

Mûsâ (aleyhisselâm)  kendine gelince tekrar (Tûr) dağına geldi ve:

— Tövbe ederim yâ Rabbi! Senin ortağın yok. So­nu olmayan bir sultan ve tahtından inmeyen bir padi­şahsın. Fakat şuna inandım ki, Sen dünyâ’da kimseye görünmezsin, dedi.

Ondan sonra Hakk Teâlâ Mûsâ (aleyhisselâm) ’a Tevrâtı in­dirdi. Yetmiş deve yükü idi.

Bazıları Tevrat'ın (İbranî) dilinden alındığını söy­lemişlerdir. Manâsı: (Şeriat) demektir.

Bazıları da:

— Bâtından zâhire gelmeye, içten dışa çıkmaya denir, demişlerdir.

Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

— Hakk Teâlâ dört şeyi kudret eli ile ortaya koydu:

1.         Tevrâtı kudret eli ile yazdı.

2.         Adem’i kudret eli ile yarattı.

3.         Tübâ ağacını kudret eli ile dikti.

4.         Adn Cennetini kudret eli ile yarattı.

Mûsâ (aleyhisselâm)  Tevrât’a baktı. Levha üzerine kalem ile yazılan emirlerin, Tevrat’ın baş kısmında yazılmış olduğunu gördü.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! İnsanların hayırlısını bildim. Hal-

213

ka iyiliği emrederler ve kötülüklerden sakındırırlar, Evvel ve âhir kitaplara inanırlar ve Deccâlı onlar öl­dürürler.

Allahım! Onları benim ümmetim kıl, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ey Mûsâ! Onlar Muhammed ümmetidir, bu­yurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

—Ey Rabbim! Bir kavim gördüm. Şayet bir ha­yır amel işlerlerse, bir yerine on ecir verirsin. Yahud yediyüz, yahud birine hesapsız ecir verirsin. Eğer bir yaramaz amel işlerlerse birine bir yazarsın. O kavmin mushafları gönüllerindedir. Namazda melekler gibi saf tutarlar. Mescidde sesleri arı sesine benzer. Onlar cehenneme girmezler. Onları bana ümmet eyle, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Onlar Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ümmetidir, buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm)  Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’yı ve ümmetine ve­rilen İlâhî atıyyelerden dolayı âciz kaldı ve.

— Allahım! Beni Muhammed ümmetinden kıl, dedi.

— Ey Mûsâ! Seni rîsâletim ve kelâmım ile azîz kıldım. Sana ne verdimse onunla amel et ve şükre- denlerden ol. Tevrât’ı elimle yazdım. Bütün nasihat ve öğütleri onda açıkladım. Onu sana verdim. Kavmine söyle, sâlihlerden olsunlar. Senin kavmin benim ilâhî yardımımla doğru yolu bulmuştur, buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm)  bunu işitince gönü hoş oldu. Sonra da:

—Ey Rabbim! Muhammed (aleyhisselâm) 'ı görmek iste­rim, dedi.

214

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Sen o zamana kalmazsın. Eğer dilersen ümme­tine nidâ edeyim. Onların seslerini sana işittireyim, buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Evet, işittir, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey ümmeti Muhammed! buyurdu.

Onlar atalarının belinden şöyle cevab verdiler:

— Buyur ey Rabbim buyur! Hamd, nimet ve mülk senindir ve senin ortağın yoktur, dediler.

Hakk Teâlâ:

— Ey Muhammed ümmeti! Benim rahmetim ga- zâbımı geride bırakmıştır. Siz benden birşey isteme­den ben size verdim. Siz günâh işlemeden ben sizi yarlığadım, buyurdu.

213

23.   BÖLÜM

Bilmek gerektir ki, Hakk Teâlâ hazretleri Mûsâ (aleyhisselâm) ’a kırk bin sekizyüz kelime vahyetmiştir.

Bazıları:

— Yüz ondört bin kelime söyledi, derler.

Hepsi vasiyet idi. Onlardan birisi şudur:

— Mûsâ (aleyhisselâm)  münâcâtında: Ey Rabbim! Seni nerede arayım? dedi. Hakk Teâlâ:

— Beni zayıf ve dünyâ'yı terk etmiş kulumun gönlünde ara, buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Hangi kulun senin yanında şeref­lidir? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Bir şey yapmaya gücü yettiği halde af eden kulumdur, buyurdu.

Hakk Teâlâ.

— Ey Mûsâ! Bir kimseyi helâk etmek için bütün yer ve gök ehli bir araya gelseler, şayet ben o kulumun helâkini istemesem, kimse o kulu helâk edemez, bu­yurdu.

Hakk Teâlâ tekrar:

— Ey Mûsâ! Eğer bir sultandan korkar isen ab- dest al. Onun şerri sana dokunmaz. Zîra abdestli olan benim emânetimdedir. Kimseden ona ziyan gelmez, buyurdu.

216

Vehb bin Münebbih şöyle der:

— Tevrât’ta, birbirini takiben, dört satır bul­dum.

Biri şudur.

— Bir kimse Hakk Teâlâ’nın kitabını okusa ve kendisine rahmet olmadı zannetse, muhakkak o kişi Tanrının adını alaya almıştır.

İkincisi:

— Bir kimseye bir musibet erişse, o musibetten halka şikâyet etse Tanrı taâla’dan şikâyet etmiştir.

Üçüncüsü:

— Bir kimsenin bir şeyi kaybolmuş olsa, o kim­se üzülüp kızsa, Tanrı'nın taktirine karşı gelmiş olur.

Dördüncüsü:

— Bir kimse, zengin bir kimseye mal için eğilse, dinin üç nimetinden ikisi gider. Yani makamından iki nimet eksilir.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Allahım! Bir kimse bir hastayı ziyarete varsa sevâbı nedir? dedi.

Allah Teâlâ:

— Onun bütün günahını bağışlarım, buyurdu.

Nakledildiğine göre, Şeyh Sadrettîn Konevî şu be­yanda bulunmuştur:

— Mûsâ (aleyhisselâm) , Ey Rabbim! Cennet ehlinin en aşağı derecesinde olanlarının yeri ne şekildedir? dedi.

Allah Teâlâ:

— Bütün Cennet ehli Cennete girince bir kişi ge­lip: Allahım! Bütün halk yerlerine girmişler ve mu- radlarına ermişler, der.

217

Allah Teâlâ:

— Bütün dünyânın hükümdarlığı kadar sana hü­kümdarlık versem razı mısın? buyurur.

O kul:

— Razıyım Allahım, der.

Hakk Teâlâ:

— On bu kadar mülk senin olsun, buyurur.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! En üstününün yeri ne şekildedir dedi:

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ben onlara gözler görmedik, kulaklar işitmedik ve gönüllerden geçmedik şeyler veririm, buyurdu.

Nakedildığine göre Allah Teâlâ Mûsâ (aleyhisselâm) ’a şöyle bu­yurmuştur.

— Ey Mûsâ! Eğer beni zikredersen ben de seni anarım. Beni zikrettiğin zaman gönlünden zikreyle. Be­nim huzurumda hakir ve düşkün bir kul gibi dur. Ba­na aşık gönül ve sâdık dil ile yakarışta bulun. Tâ ki dileğini kabûl edeyim.

Nakledildiğine göre Allah Teâlâ Mûsâ (aleyhisselâm) ’a ge­ne şöyle buyurmuştur:

— Ey Mûsâ! Muhakkak ben Adem oğullarının içinde nûrdan bir ev yaptım ve o evi emânet koydum. Ona gönül diye ad verdim. O evin yeri marifettir. Göğü îmandır. Güneşi şevktir. Ayı muhabbet’tir. Yıl­dızları doğruluktur. Dağları yakîn’dir. Bağları him­mettir. Gök gürültüsü korkudur. Şimşeği ümittir. Bu­lutları fazilettir. Yağmuru rahmettir. Ağaçları vefâ- dır. Yemişleri hikmettir. Irmakları ilimdir. Gündüzü ferasettir. Gecesi musibettir. O evin dört temeli vardır.

218

1.         Ünsiyet (Hoş geçinme)'dir.

2.         Yakîn (İlâhî kesin bilgi)’dir.

3.         Tevekkül (Allah'a sığınma)’dır.

4.         Rahmet (Allah'ın sonsuz keremi)'dir.

O evin dört de kapısı vardır:

1.         İlim kapısı.

2.         Hilim (güzel ahlâk) kapısı.

3.         Sabır kapısı.

4.         Şükür kapısı.

Tenbîh'ül-Gâfilînde Ebu’l-Leys şöyle der:

— Mûsâ (aleyhisselâm) : Ey Allahım! Senin sevdiğin veya sevmediğin kulunu nasıl bileyim? dedi.

Hakk Teâlâa hazretleri:

— Ey Mûsâ! Ben bir kulumu seversem, onun himmeti beni zikretmesidir. Ben de yerlerde ve gök­lerde onu anarım. Onu müsîbetten saklarım ve azabı­mı ona haram ederim. Ey Mûsâ! Ne zaman bir kuluma gazâb edersem beni zikretmesini ona unuttururum Musibet işletirim. Ona hışmederim ve azâbımı ona he­lâl ederim, buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Gazâb ettiğin kimsenin nişanı ne­dir? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Gönlü kibirli ve dili ağır sözlü olur. Gözü şer­re, kötülüğe bakar ve eli cimri olur, buyurdu.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ Firavn'ı suda helâk ettiği zaman Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Bana bir amel göster ki o bana verdiğin nimetlerin şükrü olsun, dedi.

219

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Allah'dan başka Tanrı yoktur de, buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm)  daha fazlasını istedi. O zaman Hakk Teâlâ:

— Ey Mûsâ! Yerleri ve gökleri terâzinin bir ke­fesine koysalar, bir kefesine de bu (Lâilâhe illellâh) ke­limesini koysalar bu daha ağır gelirdi, buyurdu.

Kût'ul-Kulûb’da nakledildiğine göre Hakk Teâlâ şöyle buyurmuştur:

— Ey Mûsâ! Benim kullarıma söyle. Kimin içi dı­şından hayırlı ve iyi olursa o benim velîlerimdendir. Kimin içi dışından kötü olursa o benim düşmanlarım- dandır.

Katâde (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Mûsâ (aleyhisselâm)  Hakk Teâlâkın hitabına muhâtab olduğu zaman Mûsâ (aleyhisselâm) : Ey Rabbim! Bana kerâmetler ver­din. Üzerime gölge gönderdin. Bana bıldırcın eti ve kudret helvası indirdin. Benim için taştan su çıkar­dın. Firavn’ı ve kavmini benim için helâk edip suda boğdun. Benden kerâmetli hiç başka kulun var mıdır? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ey Mûsâ: Benim bir peygamberim vardır. O bana bütün yaratılmışlardan kerâmetlidir, buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm)  bunu işitti, hayret etti ve:

— Ey Rabbim! Senin için benim ümmetimden daha kerâmetli bir ümmet var mıdır? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ey Mûsâ! Muhammed ümmetinin fazlı, benim yanımda, bütün ümmetlerin fazlından üstündür, bu­yurdu.

220

Nakledildiğine göre Musâ (aleyhisselâm) :

— Benim Rabbim uyur mu? diye sordu.

Hakk Teâlâ, Mûsâ (aleyhisselâm) ’a:

— Eline iki şişe al ve sakla, buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm)  o iki şişeyi eline alınca Hakk Teâlâ haz­retleri ona uyku verdi. Mûsâ (aleyhisselâm)  uyuyunca elindeki şişeler düşüp parça parça oldu.

Hakk Teâlâ:

— Ey Mûsâ! Eğer ben uyusa idim, yerler ve gök­ler bu şişeler gibi parça parça olurdu, buyurdu.

Nakledildiğine göre Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Hangi yer sana göre şerefli ve de­ğerlidir? dedi.

Allah Teâlâ:

— Cennette Hazîretül-Kudûs denilen bir yer var­dır. Orası bana her yerden değerlidir, buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Orada kimler olur? diye sordu.

Hakk Teâlâ:

— Üç taife, üç bölük kimse oraya girer.

Biri şudur: Ben ona hastalık veririm, o sabreder. İkincisi:

— Kendisine nimet veririm, o şükreder.

Üçüncüsü;

— Ben ölüm veririm, o razı olur, buyurdu.

Hakk Teâlâ Mûsâ (aleyhisselâm) ’a:

— Beş şey senden, beş şey benden buyurdu.

1.        Tanrılık benden, kulluk senden.

2.         Vermek benden, şükretmek senden.

3.         Kabûl etmek benden, duâ etmek senden.

221

4.         Hüküm vermek benden, sabretmek senden.

5.         Cennet benden, boyun eğmek senden.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ şöyle buyurmuştur:

— Ey Mûsâ! Beş şeyi, beş şeyin içine koydum. Halk bunları başka yerde arar. Peki nasıl bulurlar?

Bu beş şey şunlardır:

1.         Ben ilmi açlıkta bıraktım, halk onu toklukta arar.

2.         Rızamı arzuları terk etmekte koydum. Halk onu arzularda arar.

3.         Şerefi bana itaatta koydum. Halk onu büyük­lerin kapısında arar.

4.         Zenginliği kanaatta koydum. Halk onu mal toplamakta arar.

5.         Rahatı Ahiret’e bıraktım. Halk onu dünyâ'da ister Peki nasıl bulurlar?

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Mûsâ! Kim gıybet ederse ve tövbekâr olur­sa Cennete herkesten sonra girer. Eğer gıybet edip tövbesiz ölecek olursa, cehenneme ilk giren o olur, buyurmuştur.

Gene nakledildiğine göre Hakk Teâlâ hazretleri, şöyle buyurmuştur:

— Ey Mûsâ! Kim babasına ve anasına itaatkâr olup iyilik ederse, fakat bana karşı âsî olsa, ben onu tövbekârlardan yazarım. Kim bana itaat etse ve iyilik yapsa. Fakat babasına ve anasına karşı gelse ben onu asîlerden yazarım.

Nakledilmiştir ki İblîs, Mûsâ (aleyhisselâm)  ile buluşmuş­tur.

222

İblis:

— Ey Mûsâ! Hakk Teâlâ peygamberlik için ve ko­kuşmak için seni seçti. Beni de o yarattı. Fakat gü­nah işleyip âsî oldum. Rabbimden tövbe etmeyi di­lerim. Beni yarlığasın ve tövbemi kabul etsin, dedi.

Hz. Mûsâ.

— Ey Rabbim! İblis'in tövbesini kabûl et, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Varsın Adem'in kabrine secde etsin. O zaman tövbesini kabûl edeyim, buyurdu.

İblîs bu sözü işitince:

— Ben Adem’e hayatta iken secde etmedim. Şim­di ise öldü. Onun kabirine mi secde edeceğim? dedi ve secde etmedi.

Nakledildiğini göre Hakk Teâlâ şöyle buyurmuştur:

— Ey Mûsâ! Benim keremimin ve rızamın sana yakın olmasını ister misin? O kadar ki, sözünden di­line yakın olayım, gözünün karasından akına yakın olayım.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Onu isterim, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Muhammed Mustafâ'ya çok salavât getir, bu­yurdu.

Nakledildiğine göre Musa (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Bana yakın isen yakarayım, ırak isen çağırayım, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri.

— Kim beni zikrederse ben onunla beraber olu­rum. Kim bana itaat ederse ben de ona bağlı kalırım.

213

Kim beni severse ben de onu severim. Kulum beni ne zaman ararsa ben onu bulurum, buyurdu.

Risale-i Kuşeyrî’de şöyle söylendiği nakledilir:

— Mûsâ (aleyhisselâm) : Ey Rabbim! Sen Adem (aleyhisselâm) 'ı kud­ret elinle yarattın ve ona türlü türlü kerametler ver­din. Onun sana şükrü nasıl idi? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Her şeyi benden bildi, buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Allahım! Bana bir amel göster ki onu iş­leyeyim ve benden razı olasın, dedi.

Hakk Teâlâ.

— Ey Mûsâ! Benim rızan senin rızandır, yani be­nim hükmüme razı olursan, ben de senden râzı olu­rum, buyurdu.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ hazretleri.

— Ey Mûsâ! Ne zaman dervişleri görürsen onlara ilim öğret. Nitekim zenginlere öğretirsin. Eğer öyle et­mezsen, o sana öğrettiğim ilmi toprağa gömekoy, bu­yurdu.

Gene Allah Teâlâ:

— Ey Mûsâ! Diler misin ki, kıyâmet gününde se­nin hasenâtnı bütün halkın hasenâtı gibi yapayım mı? buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! İsterim, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Öyle ise hastaların hatırını sor ve dervişlerin kaftanım bitle.

Ondan sonra Mûsâ (aleyhisselâm)  ayda bir kere hastaların hatırını sorar ve dervişlerin kaftanını bitler idi.

224

Mâlik Dinâr (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Hakk Teâlâ Mûsâ (aleyhisselâm) 'a. Ey Mûsâ! Demirden bir na’lın (ayakkabı) edin. Bir de asâ edin. Ondan son­ra, ayakkabın ve asân parça parça oluncaya kadar cihanı gez, benim ibretlerimi gör ve öğren, buyurdu.

Mesâbîh Şerhinde şöyle nakledilmiştir:

— Mûsâ (aleyhisselâm) : Ey Rabbim: Arş ile Kûrsî arası ne kadardır? dedi.

Hakk Teâlâ:

— On bin kerre şark ile garb arası kadardır, bu­yurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Bana Tevrat verdin. Söz söyledin Bunlardan sonra dört şeyden korkarım, bir şeye de ümid tutarım, dedi.

Hakk Teâlâ:

— O korktuğun dört şeyle ümid etliğin bir şey nedir? buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim!

1.         Fakirlikten,

2.         Ölümün şiddetinden,

3.         Kıyâmetin dehşetinden,

4.         Kabir azabından korkarım.

Ümid ettiğimse senin bana verdiğin hâlis ve ka­rışıksız muhabbettir, dedi.

Hakk Teâlâ bunun üzerine şöyle buyurdu:

— Ey Mûsâ! Fakirlikten korkarsan kuşluk nama­zı kıl, fakirlikten kurtulursun. Ölüm sarhoşluğundan korkarsan akşamla yatsı arasında namaz kıl. Kabir

2 25 azabından korkarsan gece iki veya dört rekât namaz kıl. Kıyâmetten korkarsan Recep ayında oruç tut.

Ey Mûsâ! Üç şeyi sakla ki sana üç şey vereyim:

1.         Dilini yalandan ve gıybetden sakla, sana cen­neti vereyim.

2.         Yaramaz yoldaşdan kesil, sana iyi kimseleri yoldaş edeyim.

3.         Karnını haramdan ve şüpheli şeylerden sakla ki, sana hikmet vereyim.

Ey Mûsâ! Benden dört şeyi isteme. Senden evvel­kilere vermediğim gibi sana da vermem:

1.         Benden zenginlik isteme. Görüyorsun ki bütün halk bana, muhtaçtır. Ben çok zengin Rab’im. Siz ise fakirlersiniz.

2.         Benden gayb ilmini isteme. Onu benden başka kimse bilmez. Meğer ki, ben bildireyim.

3.         Halkın dilini senden kesmemi isteme. Ben onları yarattım, rızıklarını da verdim, öldürürüm, yi­ne diriltirim. Ya cennete, yahut cehenneme koyarım. Böyle olduğu halde onlar beni yaramaz şeyle anarlar. Dillerini benden kesmedim, senden de kesmem.

4.         Benden dünyâ'da bekâ isteme, bulamazsın. Zira dâim ve bâkî olan benim. Bütün mahlûkât ise fânidir.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ şöyle buyurmuştur:

— Ey Mûsâ! Eğer yedi denizler mürekkep olsa ve bütün ağaçlar kalem olsa; insanlar, cinler ve me­lekler de yazıcı olsalar ve yetmişbin bu kadar gelseler, cehennemin derinliğinin vasıflarını yazamazlar.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

226

— Ey Allahım! Cehennemin derinliği ne şekilde­dir? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Dört bin yıllık yoldur. Bir yılı dörtbin aydır. Bir ayı dört bin gündür. Bir günü yetmiş bir saattir ve her saat bin yıllık zaman kadardır.

Ey Mûsâ! Kavmine söyle! Birbirini memnun etsin­ler. Onları Cennete koyayım, buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Eğer memnun edemezlerse? dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Şu dört şeyle beni memnun etsinler, buyurdu:

1.         İşledikleri kötülüklere gönülleri ile pişmân ol­sunlar.

2.          Dilleri ile istiğfar etsinler, yarlığ dilesinler.

3.          Göz yaşı döksünler.

4.          Bütün uzuvları ile bana hizmet etsinler.

Gene Allah şöyle buyurdu:

— Ey Mûsâ! Kurtuluş dilediğin zaman kendi bo­yuna bak, benim ululuğuma bak. Kendi yerine bak. Kabrini hatırla. Kabir benim zindanımdır. Sağına bakıp Cenneti hatırla ki o benim sevâbımdır. Soluna bakıp cehennemi gör ki o benim azâbımdır. Önüne bakıp ölüm meleğini hatırla ki, o benim rasûlümdür.

Nakledildiğine göre Mûsâ (aleyhisselâm)  zamanında çok bö­bürlenen bir kimse vardı. Hattâ:

— Dokuz soya kadar ulular oğluyum, derdi.

Hakk Teâlâ:

— Ey Mûsâ! Söyle o kimseye. O dokuz kişi ce­hennemliktir, onunla on olur, buyurdu.

227

Nakledildiğie göre Hakk Teâlâ şöyle buyurmuş­tur:

— Ey Mûsâ iki şeyi bil, iki şeyi de bilme:

Bil ki ben tekim. Keyfiyetimi bilmek isteme. Zira keyfiyetim yok. Rızkı benim verdiğimi bil, nereden verdiğimi bilme.

— Ey Mûsâ! Zâlimlerin evlerine varma. Dünyâ'ya bağlı olanları aslâ sevme ve onlardan ayrıl. Hasta ol­salar hatırlarını sorma. Cenâzelerinde bulunma. Zira onlar benim düşmanımdır.

Sehl bin Abdullah Et-Tüsdûri şöyle der:

— Mûsâ (aleyhisselâm) : Ey Rabbim! Muhammed ümmeti­nin bazı derecelerini bana göster, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ey Mûsâ! Sen onların hepsini görmeye doya- mazsın. Fakat onların yerlerinden bazılarını göstere­yim, buyurdu.

Bunun üzerine gökleri açıp ilâhî mülkünden bir yer gösterdi. Mûsâ (aleyhisselâm)  o yere baktı. Onun nûrun- den şaşkına döndü ve:

— Ey Rabbim! Bunlar bu yere hangi sebeple eriştiler, dedi. Hakk Teâlâ:

— Dünyâ'yı ve onu sevenleri terk etmekle erişti­ler, buyurdu.

24.   TEVRÂT’DA YAZILI SÖZLERLE
İLGİLİ BÖLÜM

Nakledildiğine göre, Hakk Teâlâ hazretleri, efendi­miz Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'i, Tevrât’ın ilk satı­rında şöylece vasfetmiştir:

228

— Muhammed Allah’ın Rasûlüdür ve sevgili ku- lumdur. Doğumu Mekkede’dir. Oradan Medine'ye hic­ret edecek ve orada kalacaktır.

Tevrât bin sûredir. Her sûresi bin ayettir. Eğer sefere gitselerdi yetmiş deve taşır idi.

Hz. Câbir İbni Abdullah şu rivâyeti nakletmiştir:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: Hakk Teâlâ Mûsâ (aleyhisselâm) ’a Levha verdi. O Levhada şöyle yazılı idi:

— Ey Mûsâ! Bana kimseyi ortak tutma. Ben, ba­na ortak tanıyanları Cehennem ateşinde yakarım. Bana her halde şükret. Anne ve babana da şükret. Benim adıma yalan yere and içme. Kimseye hâsed et­me. Hâsedci benim nimetlerime düşmandır. Kısmet ettiğim nimete râzı ol. Kim benim kısmetime razı ol­mazsa benim kulum değildir. Gönlünü benden başka­sına verme. Kendini süsleme ve hırsızlık etme. Halkı, kendi nefsini sevdiğin gibi sev. Cumartesi günü benim için işini bırak. Bundan dolayı peygamber efendimiz: «Cumartesi günü Mûsâ (aleyhisselâm) 'ın bayramıdır. Cuma gü­nü de benim için seçildi» buyurdu.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Ben Tevrat’ta şunu gördüm: Fakir sâlih, zen­gin sâlihden; sabırlı fakir, şükreden zenginden üstün­dür.

Hz. Abdullah bin Selâm (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Hakk Teâlâ Tevrat’ta buyurdu ki, İsmail oğulla­rından bir peygamber yaratacağım. Onun adı Ah- med’dir. Kim ona inanırsa doğru yolu bulur. Kim de ona inanmazsa Allah’ın lanetine uğramışdır.

Nakledildiğine göre Eb’üd-Derdâ Ka'bûl-Ahbâr’a:

229

— Bana Tevrat içindeki has ayetden haber ver, dedi.

Ka'bûl-Ahbâr:

— Allah Teâlâ şöyle buyurdu dedi: Bilin ki Allah aşıklarının bana kavuşmaları uzayınca, ben de onlara kavuşmak için can atarım. Kim beni ararsa bulur. Kim benden başkasını isterse beni bulamaz.

Allah Teâlâ kudsî hadîsde:

— Beni arayan bulur. Başkasını arayan beni bu­lamaz, buyurdu.

Eb'üd-Derdi dedi ki:

— Bu sözü peygamberden de işittim. Tevrât’ta da:

— Muhammed Mustafâ Safvetûllâh (ilâhî kud­retin özü)’dür, yazılmıştır.

Mûsâ (aleyhisselâm)  Muhammed ümmetinin vasıflarını Tevrât’ta görünce:

— Ey Allahım! Onların hâlini bana beyân et, de­di.

Hakk Teâlâ:

— Ey Mûsâ! Benim rahmetim onlarındır. Kabir­lerinde ölü olsalar nûrum onlarındır. Kabirlerinden kalktıkları zaman beşâretim onlarındır. Makamıma gelseler Cemâlim onlarındır, buyurdu.

Nakledildiğine göre Firavn suda boğulunca Mû­sâ (aleyhisselâm)  halka çok tesirli vaaz etti. Ağlaştılar. Bir ki­şi Mûsâ (aleyhisselâm) ’a:

— Halkın ulu âlimi kimdir? dedi.

Hz. Mûsâ:

— Halk içinde benden âlim yoktur, dedi.

230

Bunun üzerine Allah Teâlâ, Allah bilir demediği için, onu uyardı ve:

— İki denizin birleştiği yerde bir kulum vardır. O, senden daha âlimdir, buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Ben onunla nasıl buluşurum? dedi.

Allah Teâlâ:

— Bir balık al, zenbiline koy. Balık nerede kaybo­lursa o âlim kulum oradadır, buyurdu.

Bunun üzerine Hz. Mûsâ (aleyhisselâm)  balığı aldı. Yûşâ bin Nûn ile berâber gitti. Bir kayanın dibine geldiler. O kayanın yanında Ab-ı hayat (hayat suyu) vardı. O su kime dokunsa diri olurdu. Mûsâ (aleyhisselâm)  ile Yûşâ o kaya­nın dibinde uyudular. O su balığa ulaştı, balık dirildi ve denize atlayıp gitti. Denizde onun gittiği yerde su kemer gibi yol oldu. Uyandıktan sonra oradan kalktı­lar, bir gün bir gece gittiler. Yoldaşı Mûsâ (aleyhisselâm) ’a ha­ber vermeyi unuttu. Ertesi gün olunca Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Zahmet çekmedik. Bu, Allah Teâlâ’nın buyurdu­ğu yerden geçtiğimiz için olacak! dedi. Bunun üzerine arkadaşı:

— Yattığımız taşın dibinde balık denize girmişti. Şeytan bana unutturdu, sana söylemedim, dedi.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Aradığımız şahıs oradadır. Gel geri dönelim, de­di.

Geri döndüler. O taşın yanına geldiler. Bir kişinin elbisesine bürünmüş durduğunu gördüler. Mûsâ (aleyhisselâm)  ona selâm verdi. Hızır (aleyhisselâm) :

— Sen kimsin? diye sordu.

231

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ben Mûsâ'yım, dedi

Hızır:

— Benî İsrâil Mûsâ'sı sen misin? dedi.

Hz. Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Evet, sana verilen ilimden öğretmen için gel­dim, dedi.

Hızır (aleyhisselâm) :

— Senin benimle berâber olmaya ve işime sabret­meye gücün yetmez. Ey Mûsâ! Ben Allahın öğrettiği bir ilim üzerindeyim. Sen onu bilmezsin. Sen de Alla­hın verdiği bir ilim üzerinesin. Ben de onu bilmem, de­di.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— İnşallah beni sabırlı bulursun ve hiçbir işinde sana karışmam, dedi.

Hızır (aleyhisselâm) :

— Eğer bana uyarsan, ben haber vermeyince bana bir şey sorma, dedi.

Bundan sonra deniz kenarı boyunca yürüdüler. Bir gemiye rastladılar ve gemi halkına:

— Bizi de götürün, dediler.

Onlar Hızın iyi kişi bildiler. Gemi kirası almadılar. Hızır ile Mûsâ (aleyhisselâm) ’ı gemiye aldılar. Gemiye binip gi­derken Hızır (aleyhisselâm)  geminin tahtalarından bir tahta ko­pardı.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Bizi, bir şey almadan gemilerine bindiren bu in­sanların boğulmalarına sebep olacak şekilde gemilerini deliyorsun. Çok büyük iş yaparsın, dedi.

232

Hızır (aleyhisselâm) :

— Sana demedim mi ki sabredemezsin söylersin, dedi.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Unuttum da söyledim, mazûr gör dedi.

Bir serçe geldi. Geminin kenarına kondu ve burnu­nu denize batırdı.

Hızır (aleyhisselâm) :

— Ey Mûsâ! Benim ve senin ilmin Allahın ilmin­den, bu serçenin denizden aldığı su kadardır, dedi.

Ondan sonra gemiden indiler. Ve deniz kenarı bo­yunca yürüdüler. Hızır (aleyhisselâm)  çocuklarla oynayan bir erkek çocuk gördü. Tutup başını kesti.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Bir mâsûmu günahsız olarak öldürdün. Kötülük işledin, dedi.

Hızır (aleyhisselâm) :

— Sana sabretmeye gücün yetmez demiştim. Eğer bir daha karışırsan bana arkadaş olamazsın, dedi.

Yollarına devam ettiler. Antakya’ya geldiler. Ora­daki kavim bunları konukluğa almadılar. Yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler. Hızır (aleyhisselâm)  ona elini sürdü, duvar doğruldu ve düzeldi.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Bize yemek vermeyen ve bizi konukluğa alma­yan bir kavmin duvarını düzelttin. Eğer istesen sana bunu yapmak için ücret verirlerdi, dedi.

Hızır (aleyhisselâm) :

— Üçüncü defa sorarsan senden ayrılırım diye se­ninle sözleşmiştik. Şimdi sabredemeyip sorduğun şeyle­ri anlatayım, dedi.

233

Gemiyi şunun için deldim:

— Bizden ücret almayan gemiciler fakir kimseler­di. Onunla para kazanırlardı. İlerde bir bey vardır ki ayıbı olmayan gemileri gasbeder. Onlara iyilik yapmak için ben o gemiyi deldim. Tahtasını koparıp kusurlu hâle getirdim. Böylece o bey gemiyi almasın ve iyilik­leri yerine gelsin istedim, dedi.

Öldürdüğüm çocuğa gelince:

— Onun annesi ve babası inanmış kişilerdi. O ço­cuğun onları kötülüğe ve küfre sürüklemesinden kork­tum. Hakk Teâlânın onlara daha hayırlı bir kız çocuk ver­mesini istediğim için öldürdüm.

Nakledildiğine göre çocuğu öldürülen şahsın bir kız çocuğu doğmuş ve onun neslinden yetmiş peygamber gelmiştir.

Düzelttiğim duvar ise öksüzlerindi. Duvarın altın­da bir hazîne vardı. O öksüzlerin babaları iyi bir insan­dı. Hakk Teâlâ o çocukların büyümelerini, o hazîneyi çı­karmalarını, böylece onlara rahmet edip nimet vermeyi diledi ve bunu böyle buyurdu. Ben kendiliğimden yap­madım. Fakat sen sabretmedin. Bunların açıklaması budur, dedi. Birbirinden ayrıldılar. Mûsâ (aleyhisselâm)  geri dö­nüp kendi memleketine geldi. Bu hadiseleri kavmine anlattı. Onlar da bundan haberdar oldular. (90)

(90) Bu hâdise, Kur'an-ı Kerîmde, Kehf Sûresinin (60 — 80). ayetlerinde anlatılan hikâyenin meâlen tekrarıdır.

Hızır (aleyhisselâm) , Allah tarafından kendisine Gayb ve Le- dün ilmi denilen ilâhi gizli bilgilerin, sırlarının verildiği bir zattır. Kur'anın beyanından bu zata peygamberlik ve­rildiği de anlaşılmaktadır.

Yûşâ bin Nûn ise, Mûsâ (aleyhisselâm) ’a yakın bir âlimdir. Peygamberliği de kabûl edilmektedir ki kitabımızda ayrı­ca anlatılmıştır.

234

Müfessirlere göre bu duvarın altında altından bir levha vardı ki, üzerinde şu ibâre yazılıydı:

        (Bismillâhirrahmânirrahîm — Esirgeyip bağış­layan Allahın adiyle.)

Şaşarım o kimseye ki!

— Ölümü bildiği halde onu nasıl hatırlamaz?

Kadere inandığı halde nasıl kederlenir?

Rızkını bildiği halde nasıl zahmet çeker?

Hesaba inandığı halde nasıl gafil olur?

Dünyanın sonunu ve içindekilerin buradan gide­ceklerini bildiği halde ona nasıl bağlanır?

O levhanın bir yanında da:

        (Lâilâhe illellâh Muhammedün Resûlûllah — Al­lahtan başka Tanrı yoktur. Muhammed (aleyhisselâm)  onun Ra sûlüdür.)

Ben o Allahım ki yalnızım, ortağım yoktur. Hayırı ve şerri ben yarattım. Saadet, hayır için yarattığım ve elinden hayır işlettiğim kimsenin başınadır. Şer için yarattığım ve şer işlettiğim kimseye yazıklar olsun!

Tekrar Mûsâ (aleyhisselâm) ’un haberlerine dönelim, dinleyi­niz!

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ:

— Ey Mûsâ! Hiç benim için bir amel işledin mi? buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Namaz kıldım, oruç tutum. Seni zikrettim ve sa­daka verdim, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Namaz senin delilindir. Oruç sana Cennettir. Sa­daka gölgedir. Zikir sana nurdur, buyurdu ve:

235

— Hangi ameli benim için işledin? buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Beni bir amele kılavuzla ki, senin için olsun, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Kimi seversen benim için sev. Kimi sevmezsen benim için sevme, buyurdu.

Mekhûl-ü Şâmi peygamberimizden şu rivayeti nakleder:

— Hakk Teâlâ Mûsâ (aleyhisselâm) ’a şöyle buyurdu: Kim na­mazdan sonra Ayet'el - Kûrsî’yi (Allahûlayı) okusa ben ona rahmet ederim. Şükredenlerin sevâbını veririm ve rahmetimin gölgesini üzerinden eksik etmem.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Allahım! Kim ona devam eder? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Peygamberler, Allah dostları ve şehitler devâm eder, buyurdu.

— Ey Mûsâ! Kullarıma beni sevdir ve benim ni­metlerimi kullarıma bildir. Öyle olunca onlar da beni severler.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Allahım! Bir kimse halk uyurken o namaz kılsa onun sevabı nedir? dedi.

Hakk Teâlâ.

— Rahmetimi onun üzerine saçarım. Kalbini aydın­latırım. Duasını kabûl ederim. Gece kıldığı namazın bir rekâtını gündüz kıldığı namazın yüz rekâtı yerine ya­zarım. Onun için Cennette bir saray yaparım, buyurdu.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ Mûsâ (aleyhisselâm) ’a:

236

— Ey Mûsâ! Muhammed ümmetini üç isimle mü- kerrem kıldım. Hiç kimseyi onlar gibi mükerrem kıl­madım. Eğer o isimlerle benden dilekte bulunsalar ka- bûl ederim, buyurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! O isimler hangileridir? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Bismillâhirrahmânirrahim’dir ki, üç isimdir, bu­yurdu.

Mûsâ (aleyhisselâm) 'ın yanında gözü görmeyen bir kimse vardı. Bu sözü işitince:

— Ey Rabbim! Bu isimler hakkı için benim gözü­mü bağışla dedi. Hakk Teâlâ gözünü bağışladı.

Müfessirler:

— Hakk Teâlâ Mûsâ (aleyhisselâm) ’a Tîh yazusunda kırk yıl Bıldırcın eti ve kudret helvası verdi. Sabah olunca Hakk Teâlâ kuşlar verirdi. Gelirler, o kuşlar ağaçların başın­da güzel seslerle öterlerdi. Güneşin doğması yaklaştığı zaman bir yel çıkar, bunların tüylerini alıp giderdi. Gü­neş doğunca Hakk Teâlâ'nın kudreti ile o kuşlar pişerler­di. Önlerine pişmiş olarak düşerler, onlar da yerlerdi şeklinde açıklamada bulunmuşlardır.

Nakledildiğine göre Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Beni kelîm kıldın. Muhammed (aleyhisselâm) ‘ı Habib yaptın. Öyle ise kelîm ile Habîb arasında fark nedir? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ey Mûsâ! Kelîm, bütün işi Allah rızası için olan­dır. Habîb ise, Allahın bütün işi onun rızası için olan­dır.

237

Ey Mûsâ! Buna göre Kelîm Allahı seven, Habîb de Allahın sevdiği kimselerdir, buyurdu.

Nakledildiğine göre Mûsâ (aleyhisselâm)  bir gün sahrâ'ya çıktı. Bir kimsenin koyun güttüğünü gördü. Mûsâ (aleyhisselâm)  ona:

— Yiyecek bir şeyin var mı? dedi.

O kimse de:

— Allah kerim ve ganîdir, herşeyi boldur, dedi.

Bunun üzerine asâ’sını yere vurdu. Yer ikiye yarıl­dı. Birinden su, diğerinden süt çıktı. Mûsâ (aleyhisselâm)  onlar­dan içti ve yüzünü göğe çevirerek:

— Ey Rabbim! Bu kerâmeti bu şahıs benden bul­du, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ey Mûsâ! Onun gönlünde beş haslet vardır. O sebepten bu kerâmeti buldu, buyurdu:

1         — Gönlü benim zikrimden boş kalmaz,

2          — Gönlünde kimseye hasedî yoktur.

3          — Günah üzerinde değildir.

4          — Rızık için kederlenmez.

5          — Her durumda benden korkar. İşte bunlar için bu kerâmeti ona verdim.

Nakledildiğine göre Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Allahım! Hiç başkasına benim gibi ikrâm edip kendisine söz söyledin mi? dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri de şöyle buyurdu:

— Ey Mûsâ Ahir zamanda benim öyle kullarım var ki, onlara ben, Ramazan ile ikrâmda bulunurum. Ben onlara senden yakınım. Zira sana yetmişbin perde arkasından söz söyledim. Muhammed Mustafâ’nın üm­meti oruç tutsa ve benizleri açlıktan sararsa o perde-

238

leri aradan kaldırırım. Ne mutlu o kimseye ki yüreği­ni açlık ve susuzluktan yakmıştır. Bundan dolayı Ce­mâlimi ben onlara arz ederim.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Bana Ramazan ile ikrâm eyle, dedi.

Hakk Teâlâ.

— Ey Mûsa! Ramazan, Muhammed ümmetinindir; buyurdu.

Nakledildiğine göre Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Kardeşim Hârûn vefat etti, onu yarlığa, dedi.

Tanrı taâla:

— Ey Mûsâ! Gelmiş - gelecek herkesi benden dile- sen veririm, bağışlarım. Ancak Ali oğlu Hüseyni öldü­reni, intikam almadıkça, bağışlamam. Ey Mûsâ! Benim kapımda dur. Ben lütfeden uluyum. Benden iste, ben zenginim. Bana yalvar, ben yakînim. Benimle sabahla, ben kerîmim buyurdu.

Hz. Muâz bin Cebel (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Hakk Teâlâ Mûsâ (aleyhisselâm) 'a üç bin beşyüz kelime söyledi:

Mûsâ (aleyhisselâm)  son sözünde: Ey Rabbîm! Bana tavsi­yede bulun, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Anana ve babana muti ol, buyurdu.

Hattâ Mûsâ (aleyhisselâm)  dokuz kerre: «Bana tavsiyede bulun» dedi.

Tanrı taâla buyurdu ki:

— Ey Mûsâ! Benim söylediğim Hakkın kendisidir. Eğer bir kimse babasına ve anasına iyilik ederse, onun adını dünyâ’da veliler arasına yazarım. Kabirde ona ya-

239

kin olurum. Mahşerde ona rahmet ederim. Sırat üzerin­de ona kılavuz olurum ve Cennette onunla vasıtasız ko­nuşurum. Ey Mûsâ! Onların rızası benim rızamdır. On­ların gazabı benim azabımdır. Eğer bir kimse, peygam­berin ameli gibi iyi harekette bulunsa, sonra dönüp ana ve babasına âsî olsa onun ibâdetini kabûl etmem. Bilâkis onu Cehenneme atarım.

Nakledildiğine göre Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Allahım! Ben garibim, fakirim ve hastayım, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ey Mûsâ! Garib, benim gibi dostu olmayandır. Hasta benim gibi tabîbî olmayandır. Fakir, benim nimetimden nasibi olmayandır, buyurdu.

Nakledildiğine göre Vehb bin Münebbih (radiyallâhu anh) der ki:

— Tevrât-ı Şerifde on dört kelime buldum. Bütün Benî İsrâilin iyi kişileri bir yere toplanıp bu kelimeleri okudular ve halka onları bildirdiler.

O kelimeler şunlardır:

1         — İlimden yeğ hazine yoktur.

2          — Cahillikten kötü yoldaş yoktur.

3          — Takvâ’dan aziz ve şerefli bir şey yoktur.

4          — Arzuları terk etmekten ulu kerem yoktur.

5          — Fikirden, doğru düşünmeden üstün amel yok­

tur.

6          — Kibirden büyük küçüklük yoktur.

7          — Sabırdan üstün iyilik yoktur.

8          — Hakikatten üstün mürşid (rehber) yoktur.

9          — Aç gözlülükten kötü yoksulluk yoktıır.

10        — Sağlıktan üstün nimet yoktur.

240

11        — Tanrıdan korkmaktan üstün ibâdet yoktur.

12        - Kanaattan yeğ zühd yoktur.

13        — Dili tutmaktan yeğ seni saklayan şey yoktur,

14        — Dünyâ ile ıraklıktan yeğ yakîn yoktur.

Nakledildiğine göre Hasen-i Basri (radiyallâhu anh), Tevrât-ı Şerifte şu beş kelime yazılmıştır, der!

1        — Zenginlik kanaatkar olmaktır.

2         — Selâmet şereftedir.

3         — Azâdelik arzulardan geçmektir.

4         — Hoş kazanç elde etmek çok günlerdedir.

5         — Sabretmek az günlerdedir.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Mûsâ! Bütün hataların büyüğü şu dokuz şeydir:

1        — Kibirdir.

2         — Hırsdır.

3         — Haseddir.

4         — Çok sevilmektir.

5         — Çok yemektir.

6         — Çok uyumaktır.

7         — Mal sevmektir.

8         — Kendini medhedeni sevmektir.

9         — Şükretmemektir.

Nakledildiğine göre İbni Mesûd (radiyallâhu anh):

— Tebâreke (Mülk) sûresi Tevratda gelmiştir, de­miştir.

Hakk Teâlâ:

— Ey Mûsâ! Kim Tebâreke sûresini geceleyin okur­sa, kabir azabından emîn olur, buyurdu.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ:

241

Ey Mûsâ! Şayet sana mal verilirse hesâbını dü­şün. Dünya verilse ölümü hatırla. Sana belâ gelse duâ et. Yemeğe oturursan açları düşün. Bir günaha niyet edersen Cehennemi hatırla. Hasta olursan sadaka ver, ilâç yap. Zengin olursan halkı da zengin et, buyurdu.

Tevrâtın sonu şöyledir ki Hakk Teâlâ orada şu şekil­de buyurur:

— Ey Mûsâ! Mâdem kî hazînelerimi bildin, halktan aşırı ilgini kes. Mâdem ki benim mülkümü gördün, kapımdan kesilme. Düşmanlarını ölmüş görmedikçe emin olma. Kendi ayıbından kurtulmadıkça halkın ayı­bı ile meşgûl olma. Cennete girmeden benden emîn ol­ma.

Azrâil (aleyhisselâm) , Mûsâ (aleyhisselâm) 'ın rûhunu kabzetmeğe geldi. Mûsâ Azrâilin vurup bir gözünü çıkardı. Hakk Teâlâ hazretleri derhal yine göz verdi. Mûsâ (aleyhisselâm)  yüz yir­mi sene ömür sürüp, nihâyet Ahirete teşrif etti.

Malûm olsun ki Mûsâ (aleyhisselâm) ’ın haberleri çoktur. Fa­kat biz kısalttık. Hakk Teâlâ’nın kendisi ile söyleştiği ha­berleri yazdık. Onun da bazılarını yazdık. Tâ ki kitap kısa olsun. Allah herşeyi bilir.

25.             YÛŞÂ BİN NÛN (aleyhisselâm) ’IN PEYGAMBERLİĞİ

Hz. Vehb bin Münebbih (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Yûşâ (aleyhisselâm)  Mûsâ (aleyhisselâm) ’dan sonra yerine halife olup kâfirlerle çok cenk etti. Hattâ kâfirlerden otuz adet şehir aldı. Şamı da fethetti. Nice adaları aldı. Mal­larını topladı. Kâfirleri esir etti. Ondan sonra Cebbârin

F: 16

242

şehrine geldi. O gün Cuma idi. Gün sonu ermiş, güneş batmaya az kalmıştı. Benî İsrail kavmi Cebbârin şehrini gördüler. Ferah oldular.

Fakat:

— Cumartesi günü cenk yoktur, dediler.

Yûşâ (aleyhisselâm)  elini kaldırıp duâ etti ve:

— Ey Rabbim! İsrail oğulları peygamber çocukları­dır. Bunlara rahmet et, dedi.

Zira müminlerin askerleri, kâfirlerin askerleri ya­nında bir sahrada bir halka gibi idi. Yûşâ (aleyhisselâm) :

— Allahım! Güneş dolanmağa az kaldı. Güneşi tut dolanmasın. Tâ ki biz Eriha kavmi ile cenk edelim, dedi.

Bir rivâyete göre Yûşâ (aleyhisselâm)  güneşe:

— Ey güneş! Dur yerinde! Sen de emir kulusun, ben de emir kuluyum, dedi.

Bunun üzerine güneş yerinde durdu. Ondan sonra

Hakk Teâlâ hazretleri bir melek gönderdi. Melek:

— Ey Yûşâ! Güneşi tuttum, dolanmasın diye. Sa­na onların üzerine yardım ettim, dedi.

Sonra Yûşâ (aleyhisselâm)  kâfirlerle, cenk etti ve kâfirleri yendi. Ondan sonra güneş dolandı.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ Yûşâ (aleyhisselâm) ’a:

— Ey Yûşâ! Senin kavminin kırk bin ulusunu ve altmış bin kötülerini helâk edeceğim, buyurdu.

Yûşâ (aleyhisselâm) :

— Ey Allahım! Ulular ne ettiler ki, helâk ediyorsun? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Benim için kâfirlere düşman olmadılar. Onlarla yerler ve içerler.

343

— Ben de onlarla berâber helak edeceğim, buyur­du ve helak etti.

Yûşâ (aleyhisselâm)  Mûsâ (aleyhisselâm) ’dan sonra yedi yıl hayatta kaldı. Nihâyet dünyâdan Ahirete teşrif etti.

26.  NURİ OĞLU HIZKIYAL (aleyhisselâm) 'IN
PEYGAMBERLİĞİ

Vehb (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Hakk Teâlâ Hızkıyal (aleyhisselâm) 'a: Kim benim velîleri­mi hor görürse benimle cenk etmiş gibidir. Ben velîle­rimi aziz kılıp yarlığayacağım. Düşmanlarımı hor edip mağlûp edeceğim. Eğer dünyâ'yi isteseler veririm. Fa­kat Ahirette nasiplerini keserim. Eğer bir kul beni se­verse ben de onu severim. O kimse benim nûrumla gö­rür, benim nûrumla işitir ve benim nûrumla konuşur. Gönlü benim nûrumla idrâk eder. Bana duâ etse kabûl ederim. Benden bir şey istese veririm, buyurdu.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

— Kim beni sevdiği iddiasında bulunsa, sonra da dönse uyusa yalan söyler.

Bir kul belâlara sabretmese ve kendini öldürse Cennet ona haram olur.

Bir kul beni cenk günlerinde ansa, ben onu cenk günlerinde saklarım.

Ne zaman bir kulum benden korksa, bütün halk o kimseden korkar.

Ey Adem oğulları! Eğer benim verdiğim rızka razı olursanız dünyâ’yı sizin emrinize amade kılarım. Eğer

244

benim verdiğime razı olmazsanız, önceden size takdir ettiğimden fazlasını vermem. Fakat ondan dolayı sizi hor ve hakir ederim.

Ben sizi isterim, fakat siz benden kaçarsınız. Be­nim size olan hakkım sizi sevmektir.

Sizin bana karşı olan hakkınız beni sevmektir.

Eğer bana muti olursanız rızkınızı fazlalaştırırım.

Eğer âsî olursanız rızkınızı kesmem, fakat mutîle- ri severim.

Eğer verdiğim nimetlerden fakirlere ihsân ederse­niz hayırdır. Eğer ihsân etmezseniz sîze ziyandır. Zira sadaka, isteyenlerden çok verenlerindir. Onun için dün- yâ’yı kabûl edenlerden onu terk edenler yeğdir. Mâdem ki benim hâzinelerim doludur, öyle ise rızık yok olur diye korkmayın. Mâdem ki benim sultanlığım bâkîdir, öyle ise sultandan korkmayın.

Cehennemi çok pahalı alırsınız, fakat Cenneti az pa­haya almazsınız.

Benden ırak olmayınız ki, gönlünüzü fakirlik ile ve elinizi nimetlerle doldurayım.

Cennette (Hazîret’ül - Küds) denilen yerde, peygam­berlerle ve şehidlerle olmayı dilerseniz; çanaksız öksüz­leri ataları gibi esirgeyici olun, dul kadınlara şefkatli erkekler gibi olun. Bana da benden korkan kul gibi olun.

Beni zikredin, ben de sizi anayım. Nefsinize insaf edin, ben ondan gafil değilim.

245

27.             ALLAH'IN KULLARINA ÖĞÜTLERİ

Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyurdu:

— Şu kişiye şaşarım ki, ölümün var olduğunu bildi­ği halde kendinde huzur bulur, içi rahat eder. (İlâhî huzurda) hesâp vereceğini bildiği halde mal - mülk pe­şinde koşar. Kabrin var olduğunu bildiği halde güler, neşelenir. Ahiret'in varlığını bilip inandığı halde rahat eder. Dünya’nın sonsuzluğunu bildiği halde gönlü emin olur, kendini emniyette hisseder.

Hakk Teâlâ hazretleri yine şöyle buyurdu:

— Şaşarım şu kimseye ki, dili âlimdir, gönlü câhil­dir. Su ile tenini, bedenini yıkar, fakat gönlü temiz de­ğildir. Halkın (insanların) ayıbını, kusurunu görür, ken­di ayıbını ve eksiğini görmez. Yalnız öleceğini, kabirde yalnız kalacağını ve Ahiret’de yalnız hesâp vereceğini bildiği halde halkla nasıl kaynaşır?

Hak taâlâ buyurdu:

«Ben kendime tanıklık veririm ki şerikim, ortağım yoktur ve Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) benim kulum ve Rasû- lümdür.»

— Her kim sabahleyin kalksa, dünyâ için gussa çekse (tasalansa) bana isyân etmiş (karşı gelmiş) gibi­dir.

— Her kim dîninde hergün ileri adım atmasa eksik­lik içindedir, ziyandadır. Ona ölüm, dirilikten (yaşa­maktan) yeğdir.

— Her kim bildiği ilimle amel etse (ilmi ile âmil ol­sa) ona bilmediği ilmi öğretirim.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Ey Adem oğulları! Ben sizi namazda sınadım

(denedim). Tenbel ve gayretsizsiniz. Zekâtta sınadım, cimrisiniz. Oruç'da sınadım, usanmış ve üzüntülüsünüz. Hastalık ile sınadım, şikâyetçisiniz. Hayırda sınadım, onu yasak edici, önüne geçicisiniz. Mescid'de sınadım, esir gibisiniz. Pazarda sınadım, emîr gibisiniz. Nefîs’de sınadım, kavi (kuvvetli) siniz. Akıl’da sınadım, zayıfsı­nız. Meğer ki ben size keremimden rahmet edeyim Yoksa hiç biriniz bu dirlikle rahmete lâyık değilsiniz.

Hak’ taâla buyurdu:

— Kanaat edin, zengin olun. Hasedi (kıskançlığı) bı­rakın, rahat edin, huzura kavuşun. Kim haramdan sa­kınırsa dini tertemiz olur. Gıybeti, başkalarını çekiştir­meyi terkeden Allah sevgisini elde eder. Kim halktan uzak bulunursa, halkın şerrinden, kötülüklerinden emîn olur. Kim halkla az konuşursa aklı çok olur.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Ey Adem oğlu! Dünya işlerini ölmeyecek gibi yaparsın ve ebedî kalacakmış gibi dünyâ malını toplar durursun.

— Ey Adem oğlu! Her gün ömrün eksilir, sen bil­mezsin. Her gün rızkın gelir, verilir sen hamd etmez­sin. Az şeye kanaat etmez, çok şeyle doymazsın. Hergün benden sana rızık gelir, senden bana kötü ve çirkin amel gelir. Şaşılacak şey şudur ki, benim rızkımı yer­sin, bana âsi olursun, karşı gelirsin. Ben ne gökçek Al­lahım, sen ne yaramaz kulsun. Ben senden utanırım, fa­kat sen benden utanmazsın. Beni unutursun, halkı anar, unutmazsın. Halk’dan korkarsın, benden emîn olursun, korkmazsın.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Ey Adem oğulları! Şunlardan olmayın: Onlar

tövbe etmekle kıısur ederler, büyük endişe duyarlar ve Ahiret'i unuturlar. Allaha kulluk edenler gibi konu­şurlar, bozguncular gibi hareket ederler. Eğer verir­sem kanaat etmezler, vermezsem sabretmezler. Hayrı emrederler, hayırı gösterirler, kendileri hayır yapmaz­lar. Şerden (kötülükten) halkı sakındırırlar, kendileri sakınmazlar, İyi insanların sözünü naklederler, fakat onlardan değillerdir. Halktan vefâ isterler, takat kendi­leri hiç vefâ etmezler.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Bana itaata sabretmek size günah işlemekten da­ha kolaydır. Günahı terketmek Cehennem ateşinden ko­laydır. Dünyâ’nın sıkıntısı, Ahîret azâbından kolaydır. Hepiniz azgınsınız Meğerki ben hidâyet edeyim, doğru yolu göstereyim. Hepiniz helâk olup durursunuz. Me­ğer ki ben kurtarayım. Allahın yarattıklarına lanet eder­seniz siz lânete uğrarsınız. Gökler havada (boşlukta) bir isimle direksiz durur dersiniz, fakat sizin gönlünüz bin nasihatle durmaz. Kuluz diye tanıklık verirsiniz. Niçin âsi olursunuz? Ölüm hakdır dersiniz. Niçin ölümü kötü ve çirkin görürsünüz? Size iyilik etmedikçe kimseye iyi­lik etmezsiniz. Yardım etmedikçe kimseye yardım et­mezsiniz. Size söylemeyince kimseye söylemez, ağzınızı açmazsınız. Size ikrâm etmedikçe kimseye ikramda bu­lunmazsınız. Size yiyecek vermedikçe kimseye yiyecek vermezsiniz. Bu durumda, Allaha ve Allahın rasûlüne iman eden tam mümin, gerçek imân sahibi: Kötülük edene iyilik eden, kendinden uzaklaşana yaklaşan, ken­disine bir şey vermeyene birşeyler veren, kendisine «Hâindir» diyene, «o emin ve güvenilir kişidir» diyen ve kendisine hor bakana ikram eden kimsedir.

248

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Evi olmayan kimsenin dünyâ, evidir. Malı ol­mayan kimsenin dünyâ, malıdır. Dünyâ malını toplayıp yığan kimsenin aklı yoktur. Dünyâ ile rahat ve huzur bulan kimsenin anlayışı kıttır. Dünya malına düşkün kimse bilgisizdir.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Bana verdiğiniz sözde durun, ben de size olan sözümü yerine getireyim. Sâlih ve makbûl amelden başka cennete yol yoktur. Cennete ancak sabretmekle girilebilir. Nafile (fazla) namaz kılmakla bana yakın olun, bana yaklaşın. Muhtaçları razı ederek benim rı­zâmı ve hoşnutluğumu kazanın. Âlimlerle bir arada bu­lunmak ve onlardan faydalanmakla benim rahmetime rağbet edin, aşırı alâka gösterin. Göz açıp yumunca- ya kadar olan zaman içinde benim rahmetim âlimler­den ayrılmaz. Kim bir fakire kibirli davransa onu kı- yâmette karınca biçiminde diriltirim. Bir fakire ik­ram etse onu dünyâ ve ahiret’de ulu ederim, yükselti­rim. Kim bir fakirin ayıbını açığa vursa ben onun yet­miş ayıbını açıklarım. Kim bir fakiri horlarsa benim­le cenk etmiş gibidir.

Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyurdu:

— Nasıl kandildir ki, yel onu söndürür. Nice ibâ­det edenler vardır ki, şaşkınlık onu fesada götürür. Ni­ce zengin vardır ki, zenginlik onu şaşırtır. Nice fakirlik vardır ki, yoksulluk onu kötülüğe sevkeder. Nice âlim vardır ki ilmi onu saptırır. Nice câhil vardır ki, bil­gisizliği onu felâkete götürür. Şimdi eğer beli bükül­müş ihtiyarlar, benden korkan yiğitler, süt emen ma- sûm yavrular olmasaydı, gökleri demir, yeri tunç ya-

249

par; gökden bir damla yağmur yağdırmaz ve yerden bir çekirdek bitirmezdim. Hem de onlara devamlı azâb ederdim.

Hak Sübhânehü hazretleri buyurdu:

— Hacetiniz olduğu müddetçe bana itaat edin. Ce­hennem ateşine sabredeceğiniz kadar bana âsî olun. Rızkınızı hazır görüb (rızkınıza bakıb) ölümünüzü uzak görmeyin. Dininizi, malınızı ve etinizi (bedeninizi) ıs­lâh edin. Eğer dininizi ıslâh ederseniz etiniz ve kanınız, ıslâh olur.

Çırağ, kandil, mum gibi olmayın. Zîra kendi yanar, halk onun nûru ile aydınlanır. Dünya muhabbetini gönlünüzden çıkarın, muhakkak dünya sevgisi ile be­nim muhabbetimi ebediyen bir araya getirmem. Rızık toplamakta nefsinizi yumuşak tutun, çünkü rızık kıs­met olunmuştur. Haris (arzularına düşkün) kimse mah­rum, cimri (elisıkı) kimse ise kınanmıştır. Ecel vâcib- dir ve Hak bilinmektedir. Bütün hikmetin, yücelmenin başı Tanrıdan korkmaktır. Zenginliğin hayırlısı kana­attir. Rızkın hayırlısı takvadır, Allaha yakın olmak­tır. Gönüllerin hayırlısı yakîni (kesin imanı ve bilgisi) çok olandır. Nimetlerin hayırlısı sağlıktır. Amellerin kötüsü yalan söylemektir. [(yoksa) Rabbin kullarına (zerrece) zulmedici değildir] (91)

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Ey iman ettiğini söyleyip, imanın gereğini iş­lemeyenler! Yoksa sizde ölümden emin olma, kork­mama gibi bir durum mu vardır? Cehennem ateşinden kurtuluş mu vardır? Eceliniz belirlidir. Nefisleriniz,

(91) Fussilet Sûresi, âyet: 46.

250

canlarınız yok olacaktır. Gizli şeyleriniz açığa çıkacak­tır. Her gün ömrünüz eksilir, kabre yaklaşırsınız. (Onun için, ey selîm akıl sahipleri! Allahtan korkun. Olur ki kurtuluşa erersiniz.) (92)

Şânı olan Allah Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Ey Ademoğlu! Sabırlı ve alçak gönüllü ol, seni yücelteyim. İstiğfar et (yarlığ dile) seni yarlığayayım. Benden iste vereyim. Bana tövbe et, kabûl edeyim. Sadaka ver, bereket vereyim. Kavmine ulaş, yakınları­nı ziyaret et, ömrünü uzatayım. Benden âfiyet iste, sa­na sağlık vereyim. Bilki selâmet, kurtuluş tenhâda tek başına ibâdetle meşgûl olmaktadır. İhlâs (samimi­yet ve saflık) haramdan sakınmaktadır. Rağbet (iyiye ulaşmayı istemek) tövbededir. Zenginlik kanaattadır.

Toklukta nasıl ibâdet, kulluk istersin? Dünyayı sev­mekle nasıl Allah Teâlâ'nın muhabbetini, sevgisini is­tersin? Devamlı uyumakla nasıl gönül cilâsı, parlaklı­ğı istersin? Miskinleri (biçâreleri) sevmemekle nasıl Allah rızasını istersin? Cimrilikle nasıl Allahın rahme­tini istersin? Nasıl Cennet istersin? Dünyâyı sevmekle, Az ilim ve bilgi ile nasıl saadet mutluluk istersin? Dervişleri sevmediğin halde ne biçim korkarsın?

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Tedbir (temkinli olmak) gibi maişet (geçim) yok. Halkı incitmemek gibi yücelik, büyüklük yok. Tövbe gi­bi şefaatçi yok. İlim gibi ibâdet yok. Korkmak gibi saadet yok. Allah, ölüm sırlarını açıklar. Kıyâmet ha­berini ortaya çıkarır, gösterir. Eğer küçük bir günâh iş-

(92) Mâide Sûresi, âyet : 100.

251

lesen ona bakma. Onunla kime isyân ettiğine dikkat et. Sana azık verilmezse ona bakma, bilâkis sana o rızkı veren (Allaha) bak. Benim cezamdan emin olma, zira benim cezam çok gizlidir. Ben sizin şeklinize ve malınıza itibar etmem, bakmam. Fakat ilminize ve gönlünüze (kalbinize) bakarım.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Ey Ademoğulları! Nefsinize, tövbe etmekle iyi­lik edin, güzel ve makbul amelle onu yüceltin. Kıya­met günü olmadan Allah’dan korkun. Onun sayısı el­li bin yıldır. O uzun günlerden sakının. İşitiriz de­dikleri halde işitmeyen, kulakları tıkalı hissiz kavim ve kimselerden olmayın.

Şanı yüce olan Allah Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Fâiz (verdiğinin fazlasını) yiyen kimselere, Râh- ıııân olan Allah’ın gazab edeceğini bildirmek iyi bir haber mi olur?

Ne zaman gönlünde kasavet, darlık bulsan, bede­ninde durgunluk ve gevşeklik hissetsen, rızkında ve malında mahrumiyet ve ziyan görsen bilki bunlar hep boş ve lüzumsuz sözlerden ileri gelmektedir. Dilin doğ­ru olmayınca dinin tamam olmaz. Rabbinden utanma­yınca dilinle birlikte dinin tamam olmaz. Eğer halkın ayıbına baksan ve kendi ayıbını görmesen şeytânı ra­zı edersin, Allah’ı incitirsin.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Şeytan sizin düşmanmızdır, ondan sakının ve bölük bölük toplanıp sevk edileceğiniz gün için güzel ve makbul amel işleyin. Hakk Teâlâ’nın huzurunda durursunuz saf sâf, kitabınızı (amel defterinizi) okur­sunuz harf harf. Gizli ve açık işlediklerinizden soru-

252

lursunuz. Ben öyle bir hükümdarım ki, bana benzer başka bir hükümdar yoktur. Kim gündüz oruç tutar­sa ona çeşitli nimetler veririm. Kim günahlarına töv­be ederse benim azâbımdan emin olur. Bana şükredin, vereyim. Benden yarlığ dileyin rahmet edeyim, yarlı- ğayayım. Ben ibâdete lâyık tek Allahım, bana ibâdet edin. Ben istenilenim, benden isteyin. Ben bağış dağı­tanım, benden bağış dileyin. Her şeyi hakkı ile bilen benim, benden ilim isteyin.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Ben kendime ve melekler bana tanıklık ederler ki, benden başka Hak ma’bûd (Allah) yoktur. Benim katımda din, İslâm dinidir. Kim iyilik etse ve ihsanda bulunsa ona Cenneti veririm. Kim bana âsî olsa, karşı gelse ona Cehennem ateşi ile azâb ederim. Kim benim rahmetimden ümidini keserse onu helâk ederim. Kim Allahı bilir ve O'na itaat ederse İlâhî azâbdan kurtul­muştur. Kim şeytanı bilir ve ona uymazsa emin olmuş ve saadeti bulmuştur. Kim Ahireti bilir ve onun için amel işlerse hidâyeti, doğru yolu bulmuştur. Rızkı be­nim verdiğimi bilene zahmet ne? Şeytanı bilene, on­dan gâfil olmak ne? Cehennem ateşinden korkana rahat ne? Cenneti bilen kimseye günâh işlemek ne? Bütün işlerin benden olduğunu bilene feryâd etmek ne? Be­nim yüceliğimi ve büyüklüğü bildiği halde halka karşı böbürlenip kibirlenmek ne?

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Azığınızı çok yapın, yol uzaktır. Geminizi iyi onarın, deniz derindir Bana niçin âsî olursunuz? Böyle güneş ısısından çok zahmet çekersiniz. Şaşıla-

253

cak şey şudur ki. Cehennem yedi tabakadır. Her taba­kada yetmiş bin çukur vardır. Her çukurda yetmiş bin avlu vardır. Her avluda yetmiş bin tabut vardır. Her tabutta yetmiş bin akreb vardır. Her akrebin bin kuy­ruğu vardır. Her tabutun üstünde Zakkûmdan yetmiş bin ağaç vardır. Her ağacın altında yetmiş bin bukağı (köstek) vardır. Her bukağı’nın başında yetmiş bin melek vardır. Her meleğin elinde yetmiş bin yılan var­dır. Her yılanın uzunluğu yetmiş arşındır ve her yıla­nın ağzı zehir ile doludur.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— İzzetim, ululuğum hakkı için ben o Cehennemi kâfirler, onu hak edenler, günâh işleyenler, babasına ve anasına âsî olanlar, içki içenler, riyâkârlar zekât vermeyenler, zinâ edenler, fâiz yiyenler ve öksüzlere zulüm ve hazsızlık edenler için yarattım, iman edip güzel ve makbûl amel işleyenlerin kötü davranışları­nı iyiliğe çeviririm. Şimdi, ey benim kullarım! Beden­ler zayıftır ve sefer (yolculuk) uzundur. Yük ağırdır, sırât köprüsü ise incedir. Hüküm veren (Hâkim) âlem­lerin rabbı olan Allah'dır.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Ey Adem oğulları! Dünyâ’ya niçin fazlaca bağla­nırsınız? Halbuki o fânidir, nimetleri yok olur ve hayatı kesiktir, belirli yerde biter. Doğrusu bana itaat eden­ler, ibâdet edenler Cennete girerler. İtaat etmeyenler ve ibâdet etmeyenler ise Cehenneme girerler. Cenne­tin de sekiz kapısı vardır. Her Cennette yetmiş bin bahçe vardır. Her bahçede yetmiş bin yakuttan köşk vardır. Her köşkte yetmiş bin zümrütten avlu vardır. Her avluda yetmiş bin kızıl altundan ev vardır. Her

254

evde ak gümüşten yetmiş bin maksûre (parmaklıklı ve süslü köşe) vardır. Her köşede Anberden yetmiş bin sofra vardır. Her sofrada Cevherden yetmiş bin çanak vardır. Her çanakta yetmiş bin türlü yiyecek vardır. Her maksurenin etrafında kızıl altundan nice tahtlar vardır. Her tahtın çevresinde, âb-ı hayat (ha­yat suyu), süt, bal ve tatlı şarab’dan nice ırmaklar var­dır ki akar. Her ırmağın ortasında nice çeşit yemiş vardır. Her evde kızıl ipekten nice çadırlar vardır. Her çadırda nice türlü döşekler vardır. Her döşeğin üzerin, de de bir huri vardır. Her hûrî’nin ak inciler gibi câ- riyeleri vardır. Her köşkün üzerinde yetmiş bin kubbe vardır. Her kubbede Allah tarafından yetmiş bin he­diye vardır. Gözler onu görmüş değil, kulaklar işit­miş değil ve gönüllerden geçmiş değildir. Nasıl isterse­niz hertürlü yemiş vardır. Arzu ettiğiniz her çe­şit kuş mevcuttur. Ölmek ve hasta olmak yoktur. Gam—kasâvet, namaz, oruç ve hacc yoktur. Muharebe yoktur. Bey yok. Beye boyun eğenler yoktur. Hâkim, nâib ve davacılar yoktur. Oradan çıkmak yoktur. (Ar­tık onlar için, işlemekte oldukları bir mükâfat olarak gözlerin aydın olacağı (nimetlerden) neler gizlenmiş bulunduğunu kimse bilmez. (93)

Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyurdu:

— Ey Ademoğlu? Seninle benim aramda üç şey vardır.

Biri benim için, biri senin içindir. Diğeri ise se­ninle benim aramdadır.

Seninle benim aramda olan, senin istemen, benim

(93) Secde Sûresi, âyet ; 17

vermemdir. Fakat benim olan senin canındır, Sana ait olanı ise o senin amelindir. Şimdi aç ol beni gör. Bana ibâdet et ve bana ulaş. Beni iste ve bul. Şunu da şöyle bil: Nice beyler zulüm işlediklerinden ve bozgunculuk yaptıklarından cehenneme girerler. Nice âlimler hased etmekle Cehenneme girerler. Nice alış—veriş yapan tacirler hâinlikleri yüzünden Cehenneme girerler. Nice ibâdet edenler, riyakârlıklarından dolayı Cehenneme girerler. Nice baylar, kibirli olmalarından Cehenneme girerler. Nice dervişler yalan söylemekle Cehennemi girerler. Bilgisiz âlîm yağmursuz buluta benzer. İlim siz amel, yemişsiz ağaca benzer. Zekâtı verilmeyen mal tozlu yere tahıl (tohum) etmeye benzer. Câhilin yanın­da ilim hayvanın boynuna asılmış mücevher gibidir Ölmüş, sönmüş gönüller, suya düşmüş taş gibidir Gönülsüz vâizler (öğütçüler), kabirlerde ağıt okuyan sağucular gibidir. Haramdan sadaka vermek, bevl (sidik) ile abdest almak gibidir. Zekâtsız mal cansız ve ruhsuz tene, bedene benzer. Tövbesiz âlim, binasız ka­pı gibidir. Sözün en doğrusunu yüce ve büyük Allah söylemiştir.

28.               İLYÂS (aleyhisselâm) ’IN PEYGAMBERLİĞİ

Nakledildiğine göre, Hakk Teâlâ hazretleri, Hezekiel peygamber (aleyhisselâm) ın canını alınca, İsrail oğulları ara­sında şirk (Allaha eş koşma, ortak tanıma) ve fesâd (bozgunculuk) çoğaldı. Hak Celle ve alâ hazretleri İl- yâs (aleyhisselâm) ’ı onlara peygamber olarak gönderdi.

Muhammed bin İshâk (Allah ona rahmet etsin) şöyle der:

256

«İlyâs (aleyhisselâm)  Hârûn peygamberin oğullarındandır. Hakk Teâlâ hazretleri Mûsâ (aleyhisselâm) 'dan sonra Tevrât unu­tulmasın diye bir biri ardınca peygamberler gönderdi. O peygamberler Tevrâtı saklarlar, muhâfaza ederler­di. İlyâs (aleyhisselâm)  kırk yaşına geldiğinde Mûsâ (aleyhisselâm) ’a benzerdi.

Cebrâil (aleyhisselâm)  İlyâs (aleyhisselâm) 'a geldi, İlyâs (aleyhisselâm)  Ceb­rail'e:

— Sen kimsin? dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm)  da:

— Cebrail’im! diye karşılık verdi.

İlyâs (aleyhisselâm) :

— Rahmet etmeye mi, yoksa azâb etmeye mi gel­din? dedi.

Cebâri! (aleyhisselâm) :

— Sana peygamberlik müjdesi vermeye geldim. Şüphesiz Allah Teâlâ hazretleri seni İsrâil oğullarının beylerine davete gönderdi. Onlar puta taparlar. Git onları Allah’a ibâdete, O’na kulluk etmeye davet et. O beylere seninle bu davete katılmalarını söyle, dedi.

İlyâs (aleyhisselâm) :

— Ben onlara nasıl gideyim? Onların ordusu var, bense yalnızım, dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Kuvvet ve üstün gelmek ordu ve asker ile de­ğildir. Allah Teâlâ kime dilerse ona verir. Eğer dağlara ve ateşlere emredersen, sana itaat ederler, boyun eğer­ler. Zira Allah sana yetmiş peygamber kuvveti verdi. Var git, kavmine yumuşak söyle ve onları Allah dinine davet et, dedi.

.                                                257

Bunun üzerine İlyâs (aleyhisselâm)  kavmine gitti ve onla­rı dine, çağırdı. İtaat etmediler ve daveti kabul etme­diler, İlyâs (aleyhisselâm)  iki rekât namaz kıldı ve secde ede­rek şöyle niyaz etti:

— Ey Allahım! Bu kavmi dine çağırdım. Kâr et­medi. İmana gelmediler. Bilâkis küfürleri arttı. Ey Rabbim! Benim hakkımı onlardan almadan beni dünyâ’dan çıkarma.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Ey İlyâs! Senin hacetini, dileğini kabul ettim. Benden iste! Ne dilersen vereyim.

İlyâs (aleyhisselâm)  dedi:

— Onlara kıtlık ver ve yağmur yağdırma. Otlar bitmesin. Kıtlıktan helâk olsunlar.

Ondan sonra Hakk Teâlâ hazretleri onlara kıtlık verdi. Hattâ leşlerini yediler. O zaman kuşlar:

— Ey Allahın peygamberleri! Hakk Teâlâ hazretleri onların rızkını senin eline verdi. İşte onlar açlıktan helâk oldular. Onları esirgemez misin?

İlyâs (aleyhisselâm) :

— Hakk Teâlâ hazretleri onlara gazâb etti. Eğer imana gelmezlerse yok olurlar, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Ey İlyâs! Gökler ve yerler onlar için ağlar. Sen onları esirgemedin. Benim kullarımdan binlerce kişi açlıktan yok oldular, öldüler. Melekler ve kuşlar sen­den bağışlanmalarını dilediler, sen kabul etmedin: Benim kullarıma insafsızlık değil midir bu? Şâyet onla­rın isyânı bana ise ben onların rızıklarını kesmem.

İlyâs (aleyhisselâm)  şöyle dedi:

— Ey Rabbim! Ben onlara senin için gazâb ede-

F: 17

rim, kızarım. Sen kullarının durumlarını bilirsin. Eğer benim onlara ettiğim yaramaz, yersiz ise tövbe ede­rim. Ey Rabbim! Beni bu işte esirge!

Nakledildiğine göre İlyâs (aleyhisselâm)  kavmine geldi Yûnus (aleyhisselâm)  küçük çocuktu. Öldü. Annesi yas tuttu İlyâs (aleyhisselâm) 'a geldi ve:

— Hakk Teâlâ hazretlerine yalvar ve iste. Oğlum Yûnus yine diri olsun, dedi.

Bunun iizerine İlyâs (aleyhisselâm)  Allah'a niyazda bulun­du. On beş günden sonra Yûnus (aleyhisselâm)  yine sağ oldu hayata kavuştu. Hakk Teâlâ hazretlerinin kudreti ile İlyâs (aleyhisselâm) ’ın kavmi onu gördüler. Yine boyun eğme­diler. İnkârları daha da arttı.

İlyâs (aleyhisselâm) .

— Ey Allahım! Senin risâletini, peygamberlik vazi­fesini bunlara eriştirdim. İtaat etmediler, boyun eğme­diler. Beni bunların arasından çıkar ve bunlara azâb et, dedi.

Müfessirler şu bilgiyi naklederler: O vakit Yûşâ (aleyhisselâm)  Şam'ı aldı ve Ba'lebek'e geldi. Onun (Ecib) adlı bir beyi vardı. Onun bir hatunu vardı. Yetmiş bey öl­dürmüştü. Yedi oğlu vardı. Yahyâ peygamberi de o kadın şehid etmiştir. Öyle ise Hakk Teâlâ İlyâs peygam­beri o beye ve kavmine pevgamber göndermişti. O ka­vim imana gelmedi ve İlyâs peygamberin peygamber­liğini kabul etmedi. Hattâ o bey İlyâs peygamberi öl­dürmek istedi. İlyâs (aleyhisselâm)  kötülüğe başladıklarını görünce ulu bir dağa çıktı. Onun adı Cebel-i Lübnân (Lübnân dağı)’dır. Yedi yıl bu dağda kaldı. Ağaç ve yaprak yedi. Bir gün o beyin oğlu hasta oldu. O bey puta çok yalvardı ve şifâ istedi.

259

Hakk Teâlâ hazretleri İlyâs (aleyhisselâm) 'a:

— Dağdan in! Git o beyi imana davet et, çağır! Onlardan korkma! Ben onların kötülüğünü senden men ettim, buyurdu.

Hakk Teâlâ hazretleri o beyin gönlüne korku bı­raktı. Ondan sonra İlyâs (aleyhisselâm)  dağdan indi ve onlara:

— Hakk Teâlâ hazretleri beni size peygamber gön­derdi. Şimdi imana gelin! Allahın önünde eğilin! dedi. Sonra:

— Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyuruyor: Ey Me­lik! Benden başka tanrı yoktur. Bütün âlemi, herşeyi ben yarattım. Onlara rızık verdim. Onu dirilttim, yine öldürdüm ve yine dirilttim. Sen Allaha şirk koşarsın, eş ve ortak tanırsın. Oğluna puttan şifâ istersin. Hal­buki o putlar bir şeye sâhip değildirler. Başkalarına nasıl şifâ verirler dedi.

Bu sözü işittiler. O beyin kavminden elli kişi hile ve tuzak hazırladılar. Dağa çıktılar ve:

— Senin rabbine iman ettik, dediler.

İlyâs (aleyhisselâm) :

— Ey Allahım! Eğer bunlar doğru söylüyorlarsa izin ver, onlara gideyim. Eğer bunlar yalan söylüyor­larsa ateş ver, onları yaksın, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri bunlara ateş verdi, yaktı. Bu haber O (Ecib) adlı hükümdara ulaştı. O kavim başka hile ve tuzak kurdular. Hakk Teâlâ da onlara tekrar ateş verip yaktı.

Ondan sonra o hükümdar İlyâs (aleyhisselâm) ’ın ailesine «İlyâs (aleyhisselâm) ’a îmân ettim» diye yazıcısını gönderdi. Ya­zıcı bir cemaat (topluluk) ile o dağa çıktı. Ondan son­ra İlyâs (aleyhisselâm)  halkı dine davet etti. Onu sesinden ta-

260

nıdılar. Son derece görmeyi arzu ettiler. Daha sonra Ecib’in oğlu öldü. İlyâs (aleyhisselâm)  dağdan geri döndü Tekrar yerine geldi. Yedi yıl üzüntü içinde kaldı.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Ey İlyâs! Bu ne üzüntüdür? Ululuğun hakkı için dile benden ne dilersen veririm. Zira benim rah­metim geniştir ve fazlım büyüktür.

İlyâs (aleyhisselâm) :

— Beni öldürmeni, anneme ve babama kavuştur­manı dilerim. İsrâil oğullarının elinden son derece usandım ve üzüldüm, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Ne dilersen dile?

İlyâs (aleyhisselâm) :

— Yedi yıl, benim şefaatim olmadan, gökden yağmur yağmasın dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Ey İlyâs! Zâlim olsalar bile ben kullarımı esir­gerim. Fakat üç yıl yağmur hâzinesini senin eline ve­riyorum.

İlyâs (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Ben o kıtlıkta nasıl dirlik edeyim, geçineyim? dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Kuşları senin emrine verdim. Başka yerden sana azık getirsinler. İlyâs (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Razı oldum, dedi.

Sonra Hakk Teâlâ hazretleri yağmuru tuttu. Hattâ kıtlıktan dolayı nice hayvanlar açlıktan öldü.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu.

— Ey İlyâs! Muhakkak çok kişileri helâk ettin,

ölümlerine sebep oldun. Halbuki onlar bana âsî olma­dılar.

İlyâs (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Gidip onları ben îmana çağırayım. Olur ki senden başkasına tapmaktan vaz geçerler, de­di.

Hakk Teâlâ hazretleri huyurdu:

— Onları davet et! îmana çağır!

İlyâs (aleyhisselâm)  tekrar o kavme gitti ve:

— Ben sizi açlık ile helâk ettim, yok olmanıza sebep oldum. Sizin yüzünüzden bunca canlılar ve kuş­lar bile yok oldular. Zîra siz bâtıl (asılsız bir ina­nış) üzerindesiniz. Eğer dininizin bâtıl ve asılsız oldu­ğunu bilmek ve görmek isterseniz, putlarınızla çıkın yağmur isteyin. Şâyet yağmur yağmazsa bilin ki putla­rınız bâtıldır, asılsızdır. O kavim putları ile sahrâya çıktılar, yalvardılar, çare bulamadılar. Yağmur yağ­madı. Sözlerinin geçmediğini gördüler. Tekrar îlyâs (aleyhisselâm) 'ın yanına geldiler ve:

— Sen Allah'a yalvar! Olur ki çare bulunur? de­diler.

İlyâs (aleyhisselâm)  duâ etti, Allah’a yalvardı. Allah Teâlâ kendi keremi ile bunların duâsını kabul buyurdu. Bir kalkan gibi deniz üzerinden bulutun çıktığını gördü­ler. Ondan sonra o bulut her tarafı kapladı ve yağ­mur yağdırdı. Bunların şehri ve kendileri hayat bul­dular. O belâ bunların üzerinden gidince, yine ver­dikleri sözü unuttular, âsî oldular, İlyâs (aleyhisselâm)  bunla­rın bu hâlini görünce, Allah’tan, aralarından çıkıp git­meyi diledi.

Allah Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Ey İlyâs! Risâleti, peygamberlik görevini yeri­ne getirdin. Para etmedi. Şimdi Elyesa’ı yerine halife, vekil koy. Ben onu İsrâil oğullarına halife kıldım. Gör- ki ben onlara nasıl azab ederim. Ondan sonra İlyâs (aleyhisselâm)  onların arasından çıktı gitti.

Tanrı taâla hazretleri buyurdu:

— Sana (başına) ne gelirse korkma!

Râviler şöyle rivayet ettiler. İlyâs (aleyhisselâm)  oradan gi­dince bir yere vardı. Orada dururken bir at geldi. Yü­zünde nur vardı. Kanatları vardı. O at İlyâs (aleyhisselâm) :

— Ey Allahın Peygamberi! Benim üzerime bin. Muhakkak Hakk Teâlâ hazretleri beni senin için yarat­tı dedi.

İlyâs (aleyhisselâm)  bu sözü işitince o atın üstüne bindi.

Elyesa şöyle dedi:

— Ey İlyâs! Bana ne buyurursun?

İlyâs (aleyhisselâm)  arkasından bir kaftan çıkardı. Elyesa (aleyhisselâm) 'a giydirdi. İlyâs (aleyhisselâm) ’ın halîfesi olduğuna o kaftan, İsrâil oğulları için, nişan oldu.

Ondan sonra Cebrail (aleyhisselâm)  İlyâs Peygambere ge­lip:

— Ey İlyâs! Şimdiden sonra ister yeryüzünde, is­ter göklerde, nerede istersen melekler gibi uç dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri ona melekler gibi elbise giy­dirdi. Ondan yemek, içmek isteğini ve lezzetini kaldır­dı. İlyâs (aleyhisselâm)  şimdi nerde dilerse orada uçar.

Vehb bin Münebbih (radiyallâhu anh) şöyle der: İlyâs (aleyhisselâm)  karadadır. Hızır (aleyhisselâm)  ise denizdedir.

Kûtü'l-Kulubda Ebu Talib-i Mekki taralından şöy­

le nakledilmiştir:

263

— İlyâs (aleyhisselâm)  bir gün oturuyordu. Ruhunu kab- zetmek, canını almak için Azrail (aleyhisselâm)  geldi. İlyâs (aleyhisselâm)  çok ağlayıp sızlandı.

Hakk Teâlâ hazretleri Azrail (aleyhisselâm) ’a:

— Benim kuluma sor! Niçin böyle ağlayıp sızlar? Dünyâ için mi ağlıyor? Yoksa benden korktuğu için mi ağlamaktadır? buyurdu:

İlyâs (aleyhisselâm) :

— Öldükten sonra Hakkı (Allah'ı) zikredemeye- ceğim, O’na kulluk edemeyeceğim için ağlarım. Be­nim bazı kavmim Allah’ı zikrederler. Ben ise bundan mahrum kalıyorum diye ağlıyorum dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri ölüm meleği Azrail'e:

— İlyâs'ın cannı alma, bana zikretmek için yaşa­mak ister, kendisi için istemez. Bırak onu kıyamete ka­dar yürüsün, gezip dolaşsın, buyurdu.

Hızır ve İlyâs (aleyhisselâm)  Doğuda ve batıda, karada ve denizde seyr ederler, gezip dolaşırlar. Nerede Allah’ı zikir varsa orada buluşurlar. Allah'ın salât ve selâmı (Rahmet ve selâmeti) onların üzerine olsun,

29 DAVÛD (aleyhisselâm) ’IN PEYGAMBERLİĞİ

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle demiştir:

İlyâs (aleyhisselâm) 'dan sonra İsrail oğulları kavmi bölük bölük oldular. Hakk Teâlâ hazretleri Dâvud (aleyhisselâm) ’ı on­lara davetci, peygamber gönderdi. Dâvud (aleyhisselâm)  İsâ'- nın oğludur. İsâ Yahûdâ'nin oğludur, Yahûdâ da Yakûb (aleyhisselâm) 'ın oğludur. Yani Dâvud (aleyhisselâm)  Yakûb (aleyhisselâm) 'ın as- lındandır.

İsrail oğulları kavmi fesâdla (bozgunculukla) meş-

264

gul olup şeytanın kandırıcı sözlerine (vesvesesine) uyunca, Hakk Teâlâ hazretleri Dâvud (aleyhisselâm) ’a Zebûr'u verdi. Zebûr yüzelli sûre idi. Tamamı dua ve Allah'a sena (övgü) şeklinde idi. Helâl ve haram, farzlar ve hu- dûd (cezâlar) gibi hükümler onda yoktu. Zebûr’un ev­velinde: «Hikmetin (ilim ve irfânın) başı Allah'dan korkmaktır» ibaresi yazılmış idi. Sonunda ise şu iba­re yazılıydı:«Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu: İlmi ile amel etmeyen her âlim şeytan ile beraberdir. Dünya için zenginlerin önünde eğilen her derviş köpek ile beraberdir. Malından zekât ve sadaka vermeyen her zengin domuzla beraberdir« Allah'a sığınırız.

Nakledildiğine göre Dâvud (aleyhisselâm) 'ın çok hatunu var idi. Hakk Teâlâ hazretleri ona öyle bir kuvvet verdi ki, bir gecede hepsine erişirdi. Bir gün İsrâil oğulları:

— Ey Allahın peygamberi! Faziletinden, Allah ka­tındaki üstün derecenden bize bilgi vermeni dileriz- dediler.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Beniın faziletim şudur dedi: Hakk Teâlâ hazret­leri, kardeşlerim arasından beni peygamber seçti. Benim elimle Calût'u öldürdü. Ve bana Zebûr'u gönderdi. (94)

Bir gün Dâvut (aleyhisselâm)  mihraba (mâbeddeki özel ye­re) girdi. Secde ve rükû edip çok ağladı. Ondan sonra başını göğe kaldırıp İbrahim, İshâk ve Yakûb (aleyhisselâm) ’ın keramet ve mucizelerini bir bir sayıp şöyle dedi:

— Ey Rabbim! Bütün hayırların benden önce ba­bam ve dedemle gitmiş olduğunu gördüm. Allahım!

(94) Câlut, İsrail oğullarını mağlûp eden Filistin kralıdır. Kur’an'da beyan edildiği gibi Dâvud (aleyhisselâm)  tarafından öldürülmüştür.

265

İbrahim'i Halil etmekle, ateşi ona soğuk ve selâmet yapmakla, ayrıca Nemrûd’u kahretmekle ulu ve yüce ettin. Ondan sonra İsmâil’i gerçeklikle kemâle erdir­din. İshâk (aleyhisselâm) ’ı yalnızlıkla kemâle ulaştırdın. Ya- kûb (aleyhisselâm) ’ı oğulları ile aynı mertebeye çıkardın. Mû- sâ (aleyhisselâm) ’ı Nebî ve Kelim eyledin. Onunla yüzyüze ko­nuştun. Hârûn (aleyhisselâm) ’ı ilimle yücelttin. İlyâs (aleyhisselâm) 'a kavmine karşı yardım etmekle, yerde ve göklerde kuş gibi uçmakla yardım ettin. Ondan sonra devamla:

— Ey Allahım! Onlara yaptığın gibi, beni de ke­ramet sahibi kılmanı dilerim dedi.

Bunun üzerine Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Ey Dâvud! Senin ululuğun, büyüklüğün şudur: Hem peygamber, hem halife sana benzer hiç bir pey­gamber yaratmadım. Aynı zamanda babanı yarattığım­da dağlara: «Sen okuduğun zaman sana ahenk (tempo) tutsunlar» diye emir verdim. Demiri senin elinde ha­mur gibi yaptım ve sana demir gömlek (zırh) yapma­yı öğrettim. Kuşlar senin üstünde saf tutup uçarlar, se­ni gölgelerler. Sen tesbih ettiğin, Allahı andığın zaman onlar da anarlar. Ey Dâvud! İbrâhim’i ateşe mübtelâ kıldım, kimseye şikâyette bulunmadı. Her halini bana bildirdi. Oğlunu kurban etmesini emrettim, sabredip boğazlamak için yatırdı. Ben yerine koç gönderdim. Yakûb’u, Yûsuf’un hüznü ve gözsüzlük ile mübtelâ et­tim, sabretti. Musa’yı küçükken annesi ateşe attı ve sandığa koyup nehire bıraktı. O sabretti. Ben de yak­madım, merhamet ettim. Ey Dâvud. Seni bütün belâ­lardan sakladım.

Dâvud (aleyhisselâm)  bu sözü işitince secde etti ve çok şükreyledi. Ondan sonra başını kaldırdı:

266

— Ey Rabbim! Anladım. Diğer peygamberler gibi şimdi bana da belâlar ver, ben de sabredeyim dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Ey Dâvud! Belâya ve fitneye hazır ol ve sabret! Falan ay ve falan günde belâya uğrayacaksın.

O gün olunca Dâvud (aleyhisselâm)  Mihrâba girdi, kapıyı kapadı. Namaz kıldı ve Zebûr’u okudu. O gün şeytan altundan bir güvercin suretine girip geldi. İnciden ve Zebercedden kanatları vardı. Hemen Dâvud (aleyhisselâm) 'ın önüne kondu. Dâvud (aleyhisselâm)  onun güzelliğini gördü ve çok hoşuna gitti. İsrail oğullarına göstermek için onu tutmak istedi. Hakk Teâlâ hazretlerinin kudretini gör­sünler diye. Tutmak isteyince güvercin kaçtı. Dâvud (aleyhisselâm)  onu tutmak için ardına düştü. O güvercin bir ye­re kondu. Tekrar tutmak istedi. Gitti bir bostana kon­du. O bostanın içinde bir kadın vardı. Onu görüp he­men, farkında olmadan o kadına âşık oldu. O kadını almak istedi. O kadın Ûriyâ adlı birinin hanımı idi.

Dâvud (aleyhisselâm) ’ın zellesi (hatası) hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bazılarına göre: «Dâvud (aleyhisselâm)  Ey- yüb (aleyhisselâm) ’ın kardeşi oğluna Ûriyâ’yı bir yere gönder­mesi ve kutsal Tabut'un önünde yürümesi için mektup yazmıştır. Öyle yaptılar. Ûriyâ şehid oldu. Hanımını Dâvud (aleyhisselâm)  aldı. Süleyman (aleyhisselâm)  o hanımdan dünyâ’- ya teşrif elti.

Dâvud (aleyhisselâm)  o hanımı alıp ona zifaf etti (onunla gerdeğe girdi) Henüz yapışmadan, Hakk Teâlâ hazretle­ri Cebrail ve Mikâil (aleyhisselâm) ’ı Dâvud (aleyhisselâm) ’a gönderdi. İki erkek suretinde, Dâvud (aleyhisselâm)  mihrabda, namaz kılmakta iken geldiler. Mihrabın bir yanına Cebrail

267

(aleyhisselâm) , bir yanına da Mikâil (aleyhisselâm)  durdu. (Dâvud (aleyhisselâm)  onları gördü, korktu. Bunlar.

— Korkma! Bizim davamız var. Bir dava için gel­dik dediler.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Nasıl bir davanız vardır? dedi.

Onlardan biri şöyle söyledi:

— Bu benim kardeşimdir. Onun doksandokuz (di şi) koyunu var. Benim de bir (dişi) koyunum var. Bu o (dişi) koyunu da: «Bana ver» diyor.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Senin koyunu istemekle sana zulmeder, hak­sızlık eder dedi.

Âlimlere göre Dâvud (aleyhisselâm) ’ın hatası, şâhid isteme­den «zulüm etti» diye hemen aralarında hüküm ver­miş olmasıdır.

Süddî (Allahın rahmeti üzerine olsun) şöyle nak- letmiştir:

— O iki kişi biri diğerine: Bu benim kardeşimdir. Fakat benim doksandokuz hanımım vardır. Bunun ise bir hanımı vardır. Onların sayısını yüze çıkarmak isti­yorum dedi. Dâvud (aleyhisselâm) :

— Öyle yapma, yoksa seni döverim, dedi.

O kişi:

— Öyle ise sen nasıl lâyık gördün? Ûriyâ’nın bir hanımı, senin doksandokuz hanımın vardı dedi ve kay­boldular.

Dâvud (aleyhisselâm)  ortada kimseyi göremedi. Onların me­lek olduklarını anladı. Kendi halini kendisine bildir­mişlerdi. Hemen Secde’ye kapandı. Kırk gece başını kaldırmadı. Göz yaşlarından otlar bitti. Yer, yüzün-

268

de iz yaptı. O halinde o yine Allah'ı zikreder, takdis eder ve feryâd ederdi. Bütün hayvanlar ve kuşlar onunla birlikte ağlaştılar. Melekler esirgeyip:

— Ey Allahım! Dâvud senin peygamberin ve hali- fendir. Ağlamaktan gözleri çeşmeler gibi oldu, diye niyazda bulundular.

Hakk Teâlâ hazretleri onlara:

— Sesinizi kesin! Ben merhamet edenlerin en merhametlisi Allahım. Onu biliyorum. Benim kapım tövbe edenlere açıktır buyurdu. Dâvud (aleyhisselâm)  secdesin­de:

— Ey Allahım! Günahımı bana bağışla. Eğer ba­ğışlamazsan hatam duyulur ve halk arasında yayılır dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm)  kırk geceden sonra Dâvud (aleyhisselâm) 'a gelip:

— Ey Dâvud! Hakk Teâlâ hazretleri seni yarlığadı Nitekim Allah kitabında şöyle buyurur: «Biz de onu sâlih (bir zat olarak seçtik) yanımızda onun muhakkak bir yakınlığı ve bir akibet güzelliği vardır.» (95)

Dâvud (aleyhisselâm) .

— Ey Rabbim! Sen affetmeye ve azâb etmeye ka­dirsin. Kıyâmet günü gelince o şahıs (Ûriyâ): «Benim bunda kanım var» derse ben ne ederim? Ey Allahım! dedi. Ve tekrar secdeye kapandı. Cebrâil (aleyhisselâm)  gidip tekrar geldi ve:

— Hakk Teâlâ hazretleri sana selâm eder. Kıyamet gününde ben onu bir yerde alıkoyar ve o kişiye: «Da­vud’un kanını bağışla» derim. O kişi de: «Ey Rabbim!

(95) Sâd Sûresi, âyet: 25.

269

Bağışladım» der buyurdu, dedi. Yine Hakk Teâlâ hazret­leri: «Seni Cennete koydum. İstediğin yerde dolaş ve istediğini ye, iç» buyurdu, diye müjde verdi.

Nakledildiğine göre, İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle de­miştir:

— O iki melek gidince. Dâvud (aleyhisselâm)  secde'ye ka­pandı. Hiç başını kaldırmadı. Namaz vakti gelince na­maz kılardı. Tekrar secdeye varırdı. Kırk gün kırk gece yemedi, içmedi ve uyumadı. Durmadan ağlardı ve Hak- dan tövbesinin kabulünü niyaz ederdi. Secdede:

— Allahım beni düşmanım İblisden (şeytandan) kurtar! Allahım beni yarattın ve böyle etmemi takdir buyurdun. Ey Allahım! Kıyamet gününde sana hangi gözle bakayım? Ey Rabbim! Ben güneşin hararetine da­yanamıyorum. Cehennem ateşine nasıl dayanayım? Allahım! Senin gök gürültüsü ve şimşek çakmanın gü­rültüsüne tahammül edemiyorum. Cehennemin gürül­tüsüne nasıl tahammül ederim? Ey Allahım! Benim gizli, âşikâr herşeyimi Sen bilirsin. Benim özürümü ka­bul et. Ey Rabbim! Rahmetinle beni yarlığa. Beni rah­metinden ırak etme. Allahım! Günahımı dilimle sana arzettim. Beni hor ve hâkir etme, dedi.

Vehb (radiyallâhu anh) şöyle demiştir: Dâvud (aleyhisselâm)  dedi ki:

— Ey Allahım! Sen şânı yüce Allah kimseye zulmet- mezsin. Benim halim nasıl olur?

Hak Taâlâ Hazretleri buyurdu:

— Ey Dâvud! Var git Ûriyâ’nın kabrine. Ondan he­lallik dile. Ben ona işittiririm.

Dâvud (aleyhisselâm)  Ûriyâ nın kabrine varıp:

— Ey Ûriyâ! dedi. Ûriyâ:

270

— Buyur efendim! Sen kimsin? Beni uyardın, hu­zurumu ve manevî zevkimi bozdun, diye cevap verdi.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Ben Dâvudum, dedi.

Ûriyâ:

— Ey Allahın Peygamberi! Niçin geldin? dedi.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Sana ettiğimden dolayı helallik diliyorum, dedi.

Ûriyâ:

— Bana ne yaptın? dedi.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Seni Tabut önünde yürüttüm. Şehit oldun, dedi.

Ûriyâ:

— Sana hakkım helâl olsun. Beni cennete koydular, dedi.

Hak Taâla Hazretleri buyurdu:

— Ey Dâvud! Bilmez misinki, ben âdil bir hüküm­darım. Sen Ûriyâ'ya "Senin hanımını aldım" de.

Dâvud (aleyhisselâm)  tekrar gidip Ûriyâ’ya söyledi. Ûriyâ:

— Sen kimsin? dedi. Dâvud (aleyhisselâm) :

— Ben Dâvudum, dedi Ûriyâ:

— Niçin geldin? Ben seni affettim, dedi.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Senin hanımını aldım, dedi. Ûriyâ bu sözü işi­tince:

— Ey Allahın Peygamberi! Peygamberler böyle iş­ler yaparlar mı? Ben seninle kıyamet gününde Allahın huzurunda hesaplaşırım, dedi, Dâvud (aleyhisselâm)  bu sözü işi­tince oradan döndü ve başına toprak saçtı:

— Yazıklar olsun Davud'a diyerek çok ağladı. Nidâ geldi ki.

— Ey Dâvud! Seni yarlığadım. Senin gözlerini esir­gedim. Duanı kabul ettim.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Ûriyâ beni bağışlamadı, dedi.

Hak Taâlâ Hazretleri:

— Ey Dâvud! ben şanı yüce kıyamet gününde Ûri- yâ’ya öyle şeyler veririm ki, onları gözler görmedi ve kulaklar işitmedi. Üriyâ ona razı olur ve: «Ey Rabbim! Ben bunu hak edecek ameli işlemedim» der buyurdu.

Hakk Teâlâ yine buyurdu:

— Sen eğer Davud'un hatasını bağışlarsan karşılık olarak sana veririm.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Ey Allahım! Bildim ki beni yarlığadın, dedi.

Vehb (radiyallâhu anh) nakletmiştir ki:

— Dâvud (aleyhisselâm)  tövbe ettikten sonra, otuz sene ge­ce ve gündüz ağladı. Hatayı işlediği vakit yetmiş yaşın­da idi. Hatasından sonra günlerini (zamanını) dörde ayırırdı. Bir gün İsrâil Oğulları arasında hükmederdi. Bir gün hanımları ile bir arada bulunurdu. Bir gün dağ­larda ve su kenarlarında ağlardı. Bir gün de evinde yal­nız başına kalırdı. Memleketinde dörtbin mihrâp (ibâ­det yeri) vardı. Dörtbin âbid ve zâhid (ibâdet ve der­vişlikle meşgul olan kişi) bir araya gelip Dâvud (aleyhisselâm)  için onunla beraber ağlarlardı.

Dâvud (aleyhisselâm)  gezme günlerinde sahraya çıkardı. Güzel ve tatlı sesle okur ve ağlardı. Dağlar, taşlar, kuş­lar ve canavarlar da onunla birlikle ağlarlardı. Eğer bütün âlemin göz yaşlarını toplasalar, Dâvud (aleyhisselâm) 'ın gözyaşına ancak denk olurdu. Şayet yemek yese ve su

272

içse gözlerinin yaşını o yemeğe ve suya karıştırıp on­dan yer ve içerdi.

Nakledildiğine göre Dâvud (aleyhisselâm)  bir gün va'z edi­yordu. Halka nasihat veriyordu. Hakk Teâlâ'nın kere­minden ve korkularından bahsetti. Kırkbin kişi onu dinliyordu. Çok kişi o gün onun va’zından öldü.

Hakk Teâlâ Hazretleri, Dâvud (aleyhisselâm) ’ı yarlığadı ve:

— «Ey Dâvud, biz seni yeryüzünde bir halife yap­tık. O halde insanlar arasında hak (ve adalet)le hük­met. (Hükmünde) hevâ (ve heves)e (hissiyatına) tâbi olma ki bu, seni Allah yolundan saptırır.» (96)

Nakledildiğine göre bir gün Dâvud (aleyhisselâm) 'a bir zin­cir indi.

Hakk Teâlâ Hazretleri buyurdu:

— Ey Dâvud! Halk arasında bununla hükmet. Bir kişi dâva etse, o zincire yapışsın. Eğer dâvası doğru ise o zincire erişsin. Yalansa erişemesin.

Bir kişi başka bir kişiye çok inci emanet etmiş­ti. Ondan sonra o kişi emanetini istedi. Hemen o kişi o incileri bir asânın içine koyup gizledi. Dâvud (aleyhisselâm) 'a geldiler. Birisi:

— Ey Allahın Rasûlü! Ben bu şahsa inci emanet et­tim. Şimdi inkâr ediyor. Ben sözümde sadıkım dedi ve gelip o zincire yapıştı. Ondan sonra öbürü gelip elinde­ki asâsını inci sahibine «tut» diye verdi. Ondan sonra:

— Ben buna incisini verdim. Sözüm doğrudur dedi ve zincire yapıştı. Dâvud (aleyhisselâm)  hayret içinde kaldı. Ve zincir geri göklere gitti. Ondan sonra Hak Taâla Haz­retleri, Dâvud (aleyhisselâm) ’a:

(96) Secde Sûresi, âyet: 26.

.                                                                               273

— İki kişi dâva getirseler şahitlerle hükmet. Ey Dâvud! Senden sonra yerine halife olacak sana bir oğ­lan verdim. Ey Dâvud! Şüphesiz hikmet doksan bölük­tür. Yetmişini oğlun Süleyman’a verdim. Yirmisini ge­ri kalan halka verdim buyurdu. Ondan sonra Dâvud (aleyhisselâm) :

— Ey oğlum Süleyman! Sana üç öğüt vereyim. Eli­ne geçmeyen şeye tevekkül et. Elde ettiğine razı ol. Elinden kaçana sabret.

Vehb bin Münebbih (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Süleyman (aleyhisselâm)  yirmi yaşına girince Cebrâil (aleyhisselâm)  Dâvud (aleyhisselâm) ’a geldi. Altından bir sayfa getirdi ve:

— Ey Dâvud! Hak Taâla sana selâm söyler ve şunu buyurur: Oğullarını bir yere topla. Bu sayfada ne var­sa onlara oku. Onlardan hangisi okuduklarına cevap verirse onu kendi yerine halife (vekil) koy, dedi.

Dâvud (aleyhisselâm)  öyle yaptı. İçlerinden Süleyman (aleyhisselâm)  hepsine cevap verdi. Dâvud (aleyhisselâm) , Süleyman (aleyhisselâm) 'ı ye­rine halife koydu.

Nakledildiğine göre Dâvud (aleyhisselâm) , Beytü’l-Mâlden (Hâzineden) yerdi. Hak Taâla Hazretleri, demiri onun elinde hamur gibi etti ve demirden gömlek (zırh) yap­mayı ona öğretti. Günde bir gömlek yabıp altıbin akçe­ye satardı. İkibin akçesini kendinin ve ailesinin geçimi için ayırır, dörtbinini İsrâil Oğullarının fakirlerine sa­daka verirdi.

F: 18

30. DAVUD (aleyhisselâm) IN MÜNÂCÂTI

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Ey Allahını! Bir kimse bir hastanın ha­tırını sormaya, onu ziyarete gitse sevabı nedir? dedi.

Hak Taâla Hazretleri:

— Ey Dâvud! Melekler onun için gökde istiğfar ederler, benden yarlığ dilerler ve benim rahmetimi onun üzerine saçarlar, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Bir kimse bir ölüyü yusa sevabı ne­dir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Onu günahından arıdırırım. Anasından doğmuş gibi olur, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Allahım! Bir kimse cenazeye kefen sarsa onun sevabı nedir? dedi.

Hak Taâla Hazretleri:

— Ben ona cennette sündüs ve istibraktan (ipek ve atlastan) süslü elbiseler indiririm, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Bir kimse cenaze namazı kılsa onun sevabı nedir? dedi

Hak Taâla' Hazretleri:

— Melekler onun ruhuna, canına salavatta bulu­nurlar ve namazını kılarlar buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Ey Allahım! Bir kimse kederli kişinin hatırını sormaya varsa onun sevabı nedir? dedi.

Hak Taâla Hazretleri:

— Ona iman ve takva, dervişlik elbisesini giydiri­rim, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Allahım! Bir kişi senin korkundan ağlasa onun ecri, karşılığı nedir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Onu en büyük korkudan ve cehennemden emin kılarım, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Tanrım! Bir kimsenin başına bir bela gelse ona sabretse onun ecri, karşılığı nedir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— O kimseye cennette üçyüz derece veririm, bu­yurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Rabbim! Bir kimse karanlık bir gecede camiye gitse onun ecri nedir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Kıyamet gününde ona öyle bir nur, ışık ve ay­dınlık veririm ki, onunla dilediği yerde yürür, dolaşır buyurdu.

Davud (aleyhisselâm) :

— Ey Allahım! Bir kimse başka birine karşı gelse, kızsa öç almaya gücü yettiği halde, dönüp onu affetse bağışlasa o kimsenin ecri nedir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Gönlünü, kalbini iman, yakınlığım ve rahme­timle doldururum buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Tanrım! Bir zalim, bir kimseye zulüm ve hak-

276

sızlık etse, o zulmedilen kimse hakkını o zalime bağış- lasa bunun ecri nedir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Kıyamet gününde ben o kimseye büyüklük gös­teririm ve suçunu bağışlarım, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Allahım: Bir kimse, kolaylık olsun diye, müslü­manların yolunu düzeltse onun ecri nedir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— O yoldan ne kadar taş atmışsa o taşlar sayısınca onun yakınlarından bir kulu cehennemden çıkarırım, kurtarırım buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Bir kimse müslümanların ayıbını söylese onun cezası nedir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Eğer tövbe ederse cennete herkesden sonra gi­rer. Tövbe etmezse ilk önce cehenneme girer, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Ey Allahım! Bir kimse, kendini ve kazancını arıt­mak için malının zekâtını verse onun ecri nedir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri.

— Kıyamet gününde dilediğine şefaat etmesine mü­saade ettim, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Bir kimse yoksulu giydirse onun ecri nedir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Benim komşuluğumda olur, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Allahım! Bir kişi itikâfa girse, zikir için bir yere kapansa onun ecri nedir? dedi.

277

Hak Taâla Hazretleri:

— Bütün suçlarını yarlığarım, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Bir kimse kâfiri imana çağırsa onun ecri nedir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Ona şefkat ve merhamet ederim buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Bir kimse anne ve babasına iyilik etse onun ecri nedir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Ben o kimseyi cennette saklarım ve memnun olacağı kadar ona sevâp veririm, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Tanrım! Anne ve babasına itaat etmeyen kimse­nin cezası nedir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Onun yeri cehennemdir, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Allahım! Bir kimse hısım ve akrabasından ayrı düşse, sonra tekrar onlara gitse onun ecri nedir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Ömrünü uzatırım ve malını çoğaltırım, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

Ey Allahım! Bir kimse dili ve kalbi ile seni zik- retse, samimiyetle seni ansa onun ecri nedir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Kıyamet gününde benimle beraber olur, buyur­du.

Dâvud (aleyhisselâm) :

278

— Tanrım! Bir kimse kendi eli altında olanlara gü­zel davransa onun ecri nedir? dedi.

Hak Taâlâ Hazretleri:

— Onun hasenatını, iyiliklerini kabul ederim. Gü­nahını geçerim ve hesabını kolay ederim, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) .

— Allahım! Bir kimse günah işlese, dönse tövbe et­se onun ecri nedir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— O günahı işlememiş gibi olur, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Rabbim! Bir kimse nafile namaz kılmak, fazla­dan ibadetle sana yakın olsa onun ecri nedir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— O benim sevgilimdir. Onu halka güzel gösteri­rim ve onu halka sevdiririm, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Tanrım! Bir kimse günah işlese ve tövbe etmese onun cezası nedir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Duâ edince kabul etmem. Kullarıma rahmet edince ona etmem. Benden birşey istese veririm, bu­yurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Ey Allahım! Bir kimse faiz yese ve tövbe etmese onun cezası nedir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Kıyamet gününde ona zakkum yediririm, bu yurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

279

— Allahım! Bir kimse harama baksa, gözünü on­dan ayırmasa onun cezası nedir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Veli bile olsa onu ağlatırım, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Bir kimse, bir başkasına emanet bıraksa, sefere gitse ve döndüğünde emanetini verse onun ecri nedir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Benim azabımdan emin olmaktır, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Ey Allahım! Bir kimse Allaha kulluk edenlere alâka gösterse ve kendi de kötülükten sakınsa onun ecri nedir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Benim azabımdan emin olur ve yarın kıyamet gününde Peygamberlerle beraber ederim, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Bir kişi namaz vaktinde güzelce ab- dest alsa ecri ne olur? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

- Beni görür ve benimle beraber olur, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Allahım, bir kimse oruç tutsa ve çok susasa onun ecri nedir? dedi,

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Yarın kıyamet gününde susuzluktan emin olur, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Allahım! Bir kimse (Lâilâhe illellah — Allahtan başka ibâdete lâyık Tanrı yoktur) dese onun ecri nedir? dedi.

280

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Ona o kadar sevap veririm ki, gözler görmüş de­ğildir, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Rabbim! Hangi kulun cimridir? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Halka (insanlara) selâm vermeyen kimse cimri­dir, buyurdu.

Dâvud (A.Ş.):

— Hangi kulun sevgilidir? dedi.

Allah Taalâ Hazretleri:

— Benim için halka karşı alçak gönüllü olan mü­min kulumdur, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Allahım! Sana şirk koşmayan, sana denk başka bir Tanrı tanımayan kulun ecri nedir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Cehennemi ona haram ederim, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— İlâhî! Hangi kulların acizdir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Benim fazlımdan birşey istemeyenlerdir, buyur­du.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Allahım! Hangi kula çok azap edersin? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Benim takdirime, hükmüme razı olmayana bu­yurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Hangi kulun akıllıdır? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

281

— Hüküm verdiği zaman Hakka dayanan, hevâya (hissiyatına) uymayandır, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) .

— Ey Allahım! Hangi kulun âlimdir? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Bir kimse, ilmi olduğu halde halktan ilim öğ­renmek istese âlim o kimsedir, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Rabbim! Hangi kulun kanaat sahibidir? dedi.

Hak Taâlâ Hazretleri:

— Az rızık verdiğim halde ona kanaat eden kim­sedir, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Hangi kulun hayırlıdır? dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

— Yaptığı amel (iş)le insanları kendinden memnun bırakan fakat kendi hoşnutluğunu düşünmeyen kimse­dir, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Allahım! İbrahim, İsmail ve İshâk (aleyhisselâm) 'ın hür­meti için benim hatalarımı bağışla!

Rabbim! Kabul olunmayan duadan, makbul olma­yan namazdan ve yarlığanmayan günahdan sana sığını­rım! dedi.

Hakk Teâlâ Hazretleri buyurdu:

— Ey Dâvud! Ademi kudret elimle yarattım. Ru­humdan üfledim, ruh verdim. Melekleri ona secde et­tirdim. Keramet elbisesini giydirdim. Onu cennete koy­dum. Vakar tacını onun başına giydirdim. Bana yalnız­lıktan şikâyet etti. Havva'yı ona hanım, eş olarak ver-

282

dim. Ondan sonra bana âsi oldu. Ben de cennetten çı­kardım.

Ey Dâvud! İyi dinle bu söylediklerim Hakkın ken­disidir. Bana mutî olursan ben de sana mutî olurum. Birşey istersen veririm. Eğer asî olursan sana fırsat vermem. Tövbe edersen tövbeni kabul ederim.

31. ALLAHIN DÂVUD (aleyhisselâm) ’A VAHİYLERİ

Allah Taalâ şöyle buyurdu: «Dâvud'a Zebûru ver­dik» (97) Ey ilâhî sırları arayan kimse! Şöyle bilki, Ze­bur, Allah'ın kitabıdır. Allah onu Dâvud (aleyhisselâm) ’a indir­di. Vakit oldukça İsrail Oğulları ile sahra'ya (kıra) çı­kıp okurdu. İsrail Oğullarının âlimleri Dâvud (aleyhisselâm) 'ın arkasında dururlardı. Diğer halk âlimlerin ardında cinler de onların ardında dururlardı. Kuşlar gelip başı üzerinde uçarlar, yel esmez ve su akmaz hepsi Dâvud (aleyhisselâm) 'ı dinlerlerdi.

Nakledildiğine göre, Vehb bin El-Yemâni şöyle de­miştir.

— Allah, Dâvud (aleyhisselâm) 'a vahy edip: «İsrail Oğulla­rına deki: Şüphesiz ben onların namazlarına ve oruç­larına bakmam. Fakat birşeyden şüphe etseler ve onu benim için terketseler, onlara yardım edip rahmet ede­rim» buyurdu.

Hakk Teâlâ Hazretleri buyurdu:

— Ey Dâvud! Beni isteyen, beni dileyen bir kimse görürsen ona hizmetkâr gibi ol.

— Ey Dâvud! Dünya ile sarhoş olmuş âlimleri ben-

(97 ) Nisâ Sûresi, âyet : 163.

283

den isteme. Onlar benim muhabbetimden çıkmışlar ve benim halis (samimi ve has) kullarımın yollarını ben­den kesmişlerdir. Onlar yol kesicilerdir.

Hakk Teâlâ Hazretleri yine buyurdu:

— Ey Dâvud! Beni sev ve beni seveni sev! Beni halka sevdir!

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Seni severim ve seni seveni de se­verim. Seni halka nasıl sevdireyim? dedi.

Allah Taalâ Hazretleri buyurdu:

— Ey Dâvud! Onların yanında beni ilâhi vasıfla­rımla anlat. Benim nimetlerimi ve ihsanlarımı onlara bildir ki, beni cömert, çok merhametli ve lâtif zat olarak bilsinler. Ey Dâvud! Fakirler benim ıyâlim (yakınlarım) dır. Şanım hakkı için, eğer zenginler benim fakirlerime yardımda bulunurlarsa onların malını çoğaltırım ve on­ları cennetime koyarım. Eğer zenginler fakir kullarıma cimrilik ederlerse mallarını çoğaltmam ve kendilerini de cennetimde barındırmam. Ey Dâvud! Bu insanlar, fasıkların amelini işlerler, fakat iyilerin ve sâlihlerin makamını isterler «Tehdit oluna geldiğiniz o şey (he­sap görmeniz) ne kadar uzak, ne kadar uzak!» (98)

— Ey Dâvud! Benim velilerim dünya için asla gam çekmediler. Zira kim dünya için gam yese ben onun gönlünden münâcâtımın, bana yalvarışın zevkini ve tadını gideririm. Ey Dâvud! Benim velilerim mânâ insanlarıdır, dünya için bir dertleri olmaz.

Hak Taâla yine buyurdu:

— Ey Dâvud! Kapıma kim geldi de ona kapı açma-

(98) Mü'minûn Sûresi, ayet : 36.

284

dım? Kim benden birşey istedi de vermedim? Kim dua etti de kabul etmedim? Kim beni andı da ben onu an­madım?

Nakledildiğine göre Dâvud (aleyhisselâm)  şöyle demiştir:

— Ey Tanrım! Dünyayı yaratmazdan önce ne ya­rattın?

Hak Taâla Hazretleri buyurdu ki:

— Kırkbin şehir yarattım. Her şehirde kırkbin köşk yarattım. Her köşkde kırkbin avlu (bahçe) yarattım. Her avluda kırkbin ev yarattım. Her evde de onsekizbin hardal hâzinesi yarattım. Ondan sonra bir kuş yarattım. Ona onikibin yılda bir hardal tanesi rızık verdim. Hattâ o kuş hepsini yedi. (Hepsini yiyinceye kadar yaşadı). Sonra da o kuşa ölümü takdir ettim, yazdım. O kuş: «Allahım! Dünya bana iki kapılı bir ev gibi geldi, bir ka­pısından çıktım» dedi.

Ka’bü’l-Ahbâr (radiyallâhu anh) derki:

— Hak Taâla Hazretleri buyurdu: «Ey Dâvud! Gü­nahkârlara müjdele ve iyilere korku ver.» Dâvud (aleyhisselâm) :

— Ey Allahım! Nasıl müjdeleyim ve nasıl korkuta­yım? dedi.

Hak Taâla Hazretleri buyurdu:

— Ey Dâvud! Günahkârlara söyle! Tövbe etsinler ve benden ümitlerini kesmesinler. İyi kullarıma da söy­le! Onlar da ibadetlerine mağrur olmasınlar. Yine bu­yurdu ki:

— Ey Dâvud! Zâlimleri beni anmaktan menet! Mes­cidime gelmesinler. Şüphesiz kim beni anarsa ben de onu anarım. Ancak, zâlimler beni anarsa ben onlara lâ- net ederim ve rahmetle anmam. Ey Dâvud! Kim bana muti olursa ben onun itaatini kabul ederim. Kim beni

severse beni bilir, tanır. Kim beni tanırsa bana gel­mek ister. Kim bana gelmek istese beni ister. Beni is­teyense beni bilir ve tanır.

— Ey Dâvud! Ne mutlu o kimseye ki, benim için şehvet arzusunu terketmiştir. Kim cennetim ve cehen­nemim için bana tapar, ibadet ederse kendine zulmet­miştir. Zira onun ibadeti benim için değildir.

— Ey Dâvud! Kim beni severse ben de onu severim. Kim benimle beraber olursa, ben de onunla beraber olurum. Kim beni zikrederse ben de ona yakın olurum Kim beni seçerse ben de onu seçerim. Kim bana itaat ederse ben de ona muti olurum. Kim beni talep ederse, ararsa ben de onu ararım. Kim başkasını ararsa asla beni bulamaz.

— Ey Dâvud! Dostlarımın toprağını, İbrahim, Mu­sa ve Muhammed Mustafa’nın toprağından yarattım. Aşıklarımın gönlünü nûrumdan yarattım.

— Ey Dâvud! Sen benden başkasından ayrıldığını ve benim aşkımı istediğini sanırsın. Eğer bunda samimi isen benim sevgimden ayrılma. Zira benim kullarıma sevgim manevidir.

— Ey Dâvud! Eğer benim sevgimi istersen dünyayı gönlünden çıkar at. Benim sevgimle dünya sevgisi bir gönülde beraber bulunmaz.

— Ey Dâvud! Benim zikrim zikredenler içindir. Cennetim bana bağlı olanlar içindir. Beni çok zikret­mek aşıklara mahsustur. Ben de beni sevenler içinim. Kim beni sevenle arkadaş olur ve ona son derece bağla­nırsa onun ardından gitsin, yolunda yürüsün.

286

32. DÂVUD (aleyhisselâm) 'I ALLAHIN TEŞVİKİ

Kûtu'l-Kulûb'da Ebu Tâlib-i Mekkinin şöyle dediği nakledilmiştir:

— Hak Taâla Hazretleri, Dâvud (aleyhisselâm) 'a buyurdu. Ey Dâvud! Bana aşkla ve sıdk ile sarılmadan nasıl cen­netten söz edersin?

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim. Sana âşık olanlar kimdir? dedi

Hak Taâla Hazretleri buyurdu:

— Bana aşık olanlar, gönülleri saf (duru) olanlarla benim muhabbetimle yananlardır. Ben de onların gö­nüllerini kudret elimle dilediğim tarafa döndürürüm.

— Ey Dâvud! Aşıklarımın gönlünü rızam’dan ya­rattım. Onların yolunu benden başkasından kestim.

Dâvud (aleyhisselâm) ,

— Ey Allahım! Muhabbet ehlini, seni çok seven­leri bana göster, dedi.

Hak Taâla Hazretleri:

— Ey Dâvud! Lübnan dağına git. Orada bana âşık ondört kimse var. Onlara selâm söyle ve: «Rabbiniz si­ze selâm söyler ve siz benim dostumsunuz ve velilerim- siniz diyor» de buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm)  onlara gelip gözlerinin yaşının çeşme­ler gibi aktığını gördü. Onlar Dâvud (aleyhisselâm) ’ı gördüler ve kaçtılar. Dâvud (aleyhisselâm)  onlara «Ben Rabbimizin Pey­gamberiyim. Size selâmı var. Herhangi bir dileğiniz var mıdır?» dedi. Dâvud (aleyhisselâm) 'dan bu sözü işittikleri za­man gözlerinin yaşı yüzleri ve yanaklarına doğru akma­ya başladı.

287

Birisi şöyle yalvardı: Allahım! Seni tesbih ederim. Biz senin has kulunuzuz. Gönlümüz seni zikirden, seni anmaktan kesilmiş, uzak kalmıştı. İşte o kaybolan za­mandan dolayı bizi yarlığa!

İkincisi: Allahım! Bize minnet eyle. Seninle bizim aramızda, bize güzel ve hoş nazarla bak! dedi.

Üçüncüsü: Ey Rabbim! Sen bilirsin ki, bizim sen­den başka hiç dileğimiz yok. Bizi yolunda daim eyle dedi.

Dördüncüsü: Ey Allahım! Biz senin rızanı istemek­le kusur ettik. Bize kerem eyle, yardım et, dedi.

Beşincisi: Allahım! Bizi nutfeden (bel suyundan) yarattın, sana yakın olalım, diye dedi.

Altıncısı. Ey Allahım! Sen ulu hakandan istemekten dilimiz tutuldu, dedi.

Yedincisi: Rabbim! Seni zikretmekle gönlümüze hidâyet verdin. Şükründeki kusurlarımızdan dolayı bizi yarlığa, dedi.

Sekizincisi: Ey Allahım. Kereminden bize nur ba­ğışla. O nurla karanlıkta yürümeye yol bulalım, dedi.

Dokuzuncusu, Allahım! Bizim duamızı kabul etme­ni ve keremini çoğaltmanı dileriz, dedi.

Onuncusu: Rabbim! Bize verdiğin nimetleri ta­mamlamanı dileriz, dedi.

Onbirincisi: İlâhi! Benim gözlerim al ki, dünyayı ve dünyadakileri görmeyeyim. Gönlüme nur ver ki, ahi- retle meşgul olayım, dedi.

Onikincisi: Ey Rabbim! Evliya hakkı için benim gönlümü senden başkasından kes ve yalnız seninle meş­gul olayım, dedi.

288

Onüçüncüsü: Tanrım! Evliyanın sırlarından bana keşfet, onların sırlarını bana açıkla, dedi.

Ondördüncüsü: Allahım! Peygamberlerine olan ke­şiflerden bizi mahrum etme, dedi.

Hak Taâla Hazretleri, Dâvud (aleyhisselâm) ’a buyurdu.

— Söyle onlara, sözünüzü işittim, her dileğinizi ka­bul ettim. Bir yere toplandınız. Artık ayrılın, tek başı­nıza kalın. Aramızdaki perdeyi kaldıracağım. Benim ce­mâlimi temâşa edin, seyredin. Bana iyi zan besleyin. Dünya’dan ve insanlardan kesilin. Tek başınıza bana münâcât (yakarış)la meşgul olun. Benden başkasına gö­nül vermeyin. Benden başka kimseden korkmayın ve muhtaç olmayın. Ben size Firdevs Cennetinde yer vere­yim, devamlı benim cemâlimle müşerref olun.

33.    BÖLÜM

Bir gün Dâvud (aleyhisselâm)  mescide girdi. Fakat yolda bi­raz salınarak yürümüştü.

Hak Taâla Hazretleri; Ey Dâvud! Bu şekilde salı­narak kulunun evine mi gidersin? buyurdu.

Dâvud (A.S ) ondan sonra Allahın azametinden, ulu­luğundan korkup asâsına yapıştı.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) der ki:

— Dâvud (A.S ): «Ey Allahım! Senin evinde kimler oturur?» dedi.

Hak Taâla Hazretleri:

— Ey Dâvud! Onlar benim azametim için halka kar­şı alçak gönüllüdürler. Şehvetlerini benim için terk- ederler. Açları benim için doyururlar. Çıplaklara elbise giydirirler. Garipleri hoş tutarlar. Belâya uğramış kim­seleri korurlar.

289

— Ey Dâvud! Dünya kendisini sarhoş etmiş olan âlimi benden isteme.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Her hükümdarın bir hâzinesi var­dır. Senin hâzinen nedir? Nasıldır? dedi.

Hak Taâla Hazretleri:

— Benim hâzinem Arş’dan yüksek, Kursî’den bü­yük ve geniştir. Göklerden daha süslüdür. Cennetten zengindir, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Ey Allahım! O nerededir? dedi.

Hak Taâla Hazretleri buyurdu:

— Ey Dâvud! Benim hâzinem ezik ve yaralı gönül­lerdedir.

Ey Dâvud! Nefsine düşman ol! Benimle dostluk kur.

Ey Dâvud! İyi bilki, benim iyi kullarımın bana olan arzuları son derece arttı. Ben de onlara çok düşkünüm, Ey Dâvud! Benimle ferah bul. Benim zikrimle nimet- len. Ey Dâvud! Amelsiz kimse, yağmursuz buluta ben­zer. Ey Dâvud! Bir kimsenin dört saat ömrü olsa bir saat münâcatta bulunması gerekir. Geri kalan bir saat da nefsini islâh etmekle meşgul olması, bir saat dost­larını görmek için gitmesi, bir saatta da helâlinden ka­zanıp nafaka edinmesi icap eder.

Dâvud (aleyhisselâm) : Allahım! Mizanı (Mahşerdeki ilâhî teraziyi) bana göster dedi Hak Taâla gösterdi. Dâvud (aleyhisselâm)  gördü ve o anda aklı başından gitti ve:

— Allahım! Bunu doldurmaya kimin gücü yeter? dedi.

Hak Taâla Hazretleri:

290

— Ey Dâvud! Eğer ben bir kulumdan razı olursam o mizânı bir hurma ile doldururum, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Sıratı görmek isterim, dedi. Hak Taâla Sıratı gösterdi. Dâvud (aleyhisselâm) :

— Rabbim! Sırat’tan geçmeye kimin gücü yeter? dedi.

Hak Taâla Hazretleri:

— Ey Dâvud! Eğer bir kimse ömründe bir defa (Lailâhe illellah Muhammedün Rasûlûllah = Allahtan başka Tanrı yoktur ve Muhammed (aleyhisselâm)  Allahın elçisi­dir) dese Sıratı çakan, kayan şimşek gibi geçer. Ey Dâ­vud! Bir kimse, kaçmış bir kulumu benim huzuruma getirse ben onu âlimlerden sayar ve yazarım. Kimi âlimlerden yazarsam ona azap etmem, buyurdu.

Nakledildiğine göre İsrâil Oğulları arasında bir âlim vardı ki, seksen sandık tutarında ilmî eser ortaya koymuştu, yazmıştı. Hak Taâla, Dâvud (aleyhisselâm) ’a:

— O âlime söyle! Bir o kadar daha kitap yazsa şu üç şeyi yapmadıkça ona fayda vermez.

Biri. Dünyayı ve dünyada olanları sevmesin ki dün­ya müminlerin evi değildir.

İkincisi: Şeytanla arkadaş olmasın. Şeytan mü'- minlerin yoldaşı değildir.

Üçüncüsu: Müminleri incitmesin. Bu müminlerin işi değildir.

34.  DAVÛD (aleyhisselâm) ’IN VEFATI

Ebû Hüreyre (radiyallâhu anh) hazretleri şöyle demiştir:

Dâvûd (aleyhisselâm)  gayretli bir kimse idi. Bir gün dışarı çıktı ve tekrar evine girdi. Girdiğinde bir kişinin otur­

makta olduğunu gördü. Sen Kimsin? dedi.

Oturan kimse:

— Ben o kişiyim kî benim elimden hiç kimse kurtu­lamaz, dedi. Dâvûd (Â.S.)'ın yüksek bir yeri vardı. Oraya çıkıp namaz kılar, ibâdet ederdi. Ölüm meleği onun ca­nını almaya gelmişti.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Bana mühlet ver, aşağı yere ineyim dedi. Azrail müsâde etmedi ve minberde, o yüksek yerde Dâvûd (aleyhisselâm) 'ın canını aldı.

Nakledildiğine göre Dâvûd (aleyhisselâm)  bir gün çocukla­rını toplayıp:

— Eğer bir kimse suçlu ise ne yaparsınız? dedi Süleyman (aleyhisselâm) ’dan başka hepsi: Suçuna göre cezâ ve­ririz» dediler. Süleyman (aleyhisselâm) :

— Ben onun suçunu affederim dedi. Dâvûd (aleyhisselâm) :

— Tekrar suç işlerse ne yaparsın? dedi. Süleyman (aleyhisselâm) :

— Gene affederim dedi. Dâvûd (aleyhisselâm) :

— Üçüncü defa suç işlerse nasıl yaparsın? dedi. Süleyman (aleyhisselâm) :

— Ona o kadar kerem gösteririm ki ondan sonra utanır, bir daha suç işlemez, dedi. Dâvûd (aleyhisselâm) :

— Tahtıma sultan olmaya lâyık olan sensin dedi.

Hz. Vehb bin Münebbih (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Dâvûd (aleyhisselâm)  Ölüm meleğine: «Benden sonra İs- râil oğullarına yerime kim halîfe olacak» diye sordu.

Ölüm meleği:

— Senin halifen oğlun Süleymandır, dedi. Dâvûd (aleyhisselâm) :

292

-Şimdi gönlüm razı oldu, ruhumu kabzet, canımı al dedi.

Ölüm meleği Dâvûd (aleyhisselâm) 'ın canını aldı. Minber­den vefat etmiş olduğu halde indirdiler.

Bu olay yaz (Haziran) ayının yirmi altıncı gününde olmuştu.

Dâvûd (aleyhisselâm)  dünyâ'dan Ahirete teşrif etti. Kuşlar Süleyman (aleyhisselâm) 'a haber verdiler. Süleyman (aleyhisselâm)  gel­di, babasını yıkadı ve Cennet bezlerinden kefene sardı. Beni İsrâilden kırk bin kişi Dâvûd (aleyhisselâm) 'ın namazını kıldılar. İbrahim (aleyhisselâm) 'ın. mağarasına defnettiler, göm­düler.

Peygamberimiz Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem) haz­retleri buyurdu: «Dâvûd (aleyhisselâm)  yüz yıl ömür sürüp, on­dan sonra bir Cuma ertesi günü Ahîret'e teşrif etti» Allahın salat ve selâmı üzerine olsun.

35.       SÜLEYMAN (aleyhisselâm) ’IN PEYGAMBERLİĞİ

Hz. Vehb bin Münebbih (radiyallâhu anh), der ki:

— Hakk Teâlâ hazretleri Dâvûd (aleyhisselâm) ’ın ruhunu kab- zedince Cebrâil (aleyhisselâm)  Süleyman Peygambere tazîye (başsağlığı) için geldi ve: Hakk Teâlâ seni İsrâil oğulları­na halîfe seçti dedi. Süleyman (aleyhisselâm)  bu sözü işitince Dâvûd (aleyhisselâm) ’ın kabrinden kalkıp geldi. Babasının mih­rabına, ibâdet yerine girdi. Halifelik sarığını, tacını ba­şına koydu. Mûsâ (aleyhisselâm) ’ın asâsını eline aldı. Yûsuf (aleyhisselâm)  ın sancağını getirip kutsal tabutu önüne koydu. Ondan sonra Cebrâil (aleyhisselâm)  gelip:

— Hakk Teâlâ hazretleri sana selâm eder ve der ki: Padişahlık mı ister, yoksa âlimlik mi?

293

Süleyman (aleyhisselâm)  yüzünü yere koyup secde etti ve: Bana padişah olmaktan ilim üstündür, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Süleyman! Alçak gönüllülük ettin. Padişah­lık istemedin. Ben alçak gönüllü olanı çok severim. Sen padişahlık üzerine ilmi seçtin. Ben de ilmi, padişahlığı (hükümdarlığı), aklı ve güzel ahlâkı sana verdim. Sen­den kibri ve kendini beğenmeyi giderdim. Bütün dün­yayı sana verdim. Dolaş ve benim insanlara şaşkınlık veren eserlerimi gör, buyurdu.

Süleyman (aleyhisselâm)  yine secde etti. O gün akşama ka­dar başını secdeden kaldırmadı. Hakk Teâlâ hazretleri Cebrâil (aleyhisselâm) ’a:

— Cennete git! Hilâfet yüzüğünü getir ve Süleyma- na ver, buyurdu.

Derhal Cebrâil (aleyhisselâm)  Cennete gitti. Yüzüğü alıp Sü­leyman (aleyhisselâm) ’a getirdi. Misk gibi kokusu vardı. Yıldız gibi parlaktı. Ayrıca dört köşeli kaşı vardı. Birinde şu yazılmıştı: (Lâilâhe illellah Muhammedün Rasûlûllah — Allah'dan başka Tanrı yoktur ve Muhammed (aleyhisselâm)  onun Rasûlüdür).

Bir köşesinde. (Allahtan başka Tanrı yoktur. On­dan başka her şey yok olmaya mahkûmdur. Hüküm onundur ve dönüş onadır).

Diğer köşesinde: (Mülk, büyüklük, yücelik ve sal­tanat ona aittir).

Dördüncü köşede ise: (Yaratanların en güzeli olan Allahın şanı ne yücedir!) ibâreleri yazılmış bulunmakta idi.

Vehb bin Münebbih der:

— O yüzük, Cennette İken, Adem (aleyhisselâm) ’ın parma-

294

ğında idi. Cennetten çıktıktan sonra o yüzük parma­ğından uçtu ve gitti Arşın bir tarafında durdu.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Ey şeref ve yücelik yüzüğü! Adem (aleyhisselâm)  bizim ahdimizi unuttu ise, bu sefer seni bizim ahdimizi unut­mayan bir kimseye veriyorum.

Hakk Teâlâ hazretleri Süleyman (aleyhisselâm) ’a Peygamber­lik verince Cebrâil (aleyhisselâm)  o yüzüğü Aşûre günü, Cuma günü Süleyman (aleyhisselâm) ’a getirip:

— Hakk Teâlâ hazretleri bu mübârek yüzüğü sana armağan verdi, dedi.

Süleyman (aleyhisselâm)  o yüzüğü aldı ve parmağına taktı. Ondan sonra Cebrâil (aleyhisselâm)  (Bismillahirrahmânirrahim)i indirdi ve bütün insanları, cinleri, kuşları, canavarları (yırtıcı hayvanları) ve yeli Süleyman (aleyhisselâm) ’ın emrine verdi.

Allah Teâlâ buyurdu:

— «Bunun üzerine biz de ona rüzgârı amâde kıldık ki bu, onun emriyle, onun dilediği yere yumuşacık akar giderdi.» (99)

Müfessirlerin naklettiklerine göre Allah Teâlâ Süley­man (aleyhisselâm) 'a kuşların dilini öğretmiştir. Bir gün Bed- nos öttü. Süleyman (aleyhisselâm) :

— Biliyor musunuz ne der? Derki. Ey «gafiller Al­lahı zikreyleyin» der dedi. Ondan sonra Bülbül öttü. Sü­leyman (aleyhisselâm) :

— Bülbül: «Ben de bu dünyada yarım hurma ye­dim» der, dedi.

Daha sonra Tâvus öttü. Süleyman (aleyhisselâm) :

(99) Sâd Sûresi, âyet : 36.

295

— Tâvûs diyor ki: Nasıl diriltilirseniz öyle ölürsü­nüz»!

Sonra Hüd—hüd kuşu öttü.

Süleyman (aleyhisselâm) :

— Hüd—hüd: Yaratılanı esirgemeyeni kimse esir­gemez diyor dedi.

Ondan sonra Tûtî kuşu öttü:

         «Hayır işleyin, hayır bulun» dedi.

Ondan sonra Üveyik (kumru): «Keşki bu halk, ya­ratılanlar yaratılmayaydı»! diye öttü.

Ondan sonra güvercin:

        «Sübhâne Rabbiye'l—A'lâ = En yüce Rabbimi bütün varlığımla anarım» diye öttü.

Ondan sonra kuzgun öttü ve:

         «Kim susarsa kurtulur» dedi.

Nihâyet Akbaba öttü ve:

         «Ne kadar yaşarsan yaşa, sonun ölümdür» dedi.

Bütün kuşlar bu şekilde öttüler. Süleyman (aleyhisselâm)  onların dilini, söylediklerini halka bildirdi.

Nakledildiğine göre Süleyman (aleyhisselâm)  savaş için hâ­zır olan atları seyrederken, ikindi vakti, namaz kaçtı. Süleyman (aleyhisselâm) :

— Bu atların boyunlarını vurun! Benim namazımı kaza’ya kodular, dedi. Hemen boyunlarını vurdular.

Hz. Ali (radiyallâhu anh) nakletti ki:

— Hakk Teâlâ hazretleri güneşle vazifeli meleğe emir verdi. Güneş yeniden çıktı. Süleyman (aleyhisselâm)  ikindi na­mazını kıldı. Güneş tekrar dolandı, battı.

Nakledildiğine göre Süleyman (aleyhisselâm)  bir gün Mek- keye geldi ve.

— Burası Ahirzaman Peygamberi Muhammed (S.A.

296

V.)'in dünyaya teşrif edeceği, doğacağı yerdir. Ona ina­nan kimse'ye ne mutlu, ona inanan ne mutlu ve mesud kimsedir, dedi.

Kâbe’yi gördü. İçinde putlar vardı. Ona girmedi, Kâbe ağladı. Hakk Teâlâ hazretleri:

— Niçin ağlarsın? buyurdu.

Kâbe:

— Nasıl ağlamam? Süleyman (aleyhisselâm)  senin peygam­berin, kavmi de sana yakın kullarındır. Üzerimden geç­tiler ve namaz kılmadılar, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri­

— Ağlama! Nice yüzler sende secde ederler. Ahir zaman peygamberi Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'i sen­de meydana çıkaracağım. Seni tavaf etmeyi ve ziyareti farz kılacağım. Herkes sana âşık olacak, sana varmak için can atacak. Seni putlardan ve Şeytana tapmaktan temizleyeceğim, buyurdu.

Ebû Hüreyre (radiyallâhu anh) Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den naklen bildirmiştir ki Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

— And olsun biz, Süleymanı imtihan da ettik: Tah­tının üstünde bir cesed bırakıverdik. (Nice günlerden) sonra o, yine (eski hâline döndü.) (100)

Süleyman (aleyhisselâm) ’ın imtihanı şu idi: Hz. Süleymanın zayıf ve eksik bir oğlu oldu. Şeytanlar (cinler):

— Eğer Süleyman (aleyhisselâm) 'ın oğlu diri olur, yaşarsa biz emir altında olmaktan ve işten kurtulamayız. Onu ya öldürelim, ya da deliye çevirelim, dediler.

Yel Süleyman Peygambere bu haberi bildirdi. Sü­leyman (aleyhisselâm)  yele onu bulutların üstüne çıkarmasını

(100) Sâd Sûresi, âyet: 34.

297

emretti. Yel o çocuğu getirip bulut üstüne koydu. Bir gün o çocuk bulut üzerinde ölüp Taht üzerine düştü, kondu. Süleyman (aleyhisselâm)  hatasını anladı. Çünki o Allaha dayanmayıp çocuğu bulutlar içinde saklamayı tercih et­mişti. Pişman oldu. Tövbe ve istiğfar edip secdeye ka­pandı. Üç gün halkın huzuruna çıkmadı.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Üç gündür halkın karşısına çıkmadın. Kulları­mın işine bakmadın, diye Hz. Süleyman (aleyhisselâm) 'ı hafifçe ikaz etti.

Nakledildiğine göre Süleyman (aleyhisselâm)  oğluna çok üzüldü. Zira başka oğlu yoktu.

İki melek insan sûretinde Süleyman Peygambere geldiler.

Birisi: Bu şahıs benim ekinimin içine girdi ve eki­nimi bozdu, çiğnedi dedi.

Süleyman (aleyhisselâm) :

— Niçin bunun ekini içine girdin? dedi.

Öteki şahıs:

— Bu şahıs halkın yolu üzerine ekin ekmiş, geçe­cek yol bulamadım ve üstünden geçtim, dedi.

Süleyman (aleyhisselâm)  davacı olan şahsa:

Niçin halkın yolu üzerine ekin ektin? Halkın yolu üstü olduğunu bilmez mî idin? dedi.

İlk konuşan şahıs:

— Ey Süleyman! Niçin ölüm yolu üzerinde oğlan doğurttun, İnsanların ölüm yolu üzerinden geçtiğini bilmez mi idin? dedi ve kayboldular.

Süleyman (A S.) durumu anladı. İstiğfâr etti ve.

— «Dedi ki: "Ey Rabbim, beni yarlığa. Bana öyle bir mülk (—ü saltanat) ver ki o, benden başka hiç bir

298

kimseye lâyık olmasın. Şüphesiz bütün muradları ihsan eden sensin, sen» dedi. (101)

Saîd bin Cübeyb (radiyallâhu anh) derki:

— Süleyman (aleyhisselâm) : Ey Allahım! Bana bir mülk ver ki benden sonra kimseye verilmesin! dedi ki bu. Bana bir mülk ver, benden sonra alınmasın demektir. Bazı­ları derki:

— Süleyman Peygamberin: Allahım bana bir mülk ver ki benden sonra kimseye verilmesin! demesi Pey­gamberliğine nişandır. Yahut, başka bir kimsenin ilâhi hükmü başaramayacağından korktuğu için böyle de­miştir.

Nakledildiğine göre Süleyman (aleyhisselâm)  Saydun ilinde Firengistan beyini öldürdü. Kızını aldı, hâtûn edindi. O kadın, Süleyman (aleyhisselâm) ’dan izin alıp babasının resmîni yaptı. Gizlice ona tapardı. Bir gün, Süleyman Peygam­berin veziri (Berhîyâ oğlu) Asaf iyitti ve Süleyman Pey­gambere:

— Ey Allahın Peygamberi! Emir buyur bir kürsü hazırlasınlar. Üzerine çıkıp halka va’z edeyim dedi.

Hazırladılar Asaf çıktı ve Adem (aleyhisselâm) ’dan Süley­man (aleyhisselâm) ’a kadar her peygamberin sağlığında ve pey­gamberliğindeki hallerini dile getirdi. Süleyman Pey­gambere gelince:

— Süleyman (aleyhisselâm) ’ın küçükken durumu iyi idi dedi ve büyüklükteki durumundan bahsetmedi.

Meclisten ayrılınca Süleyman (aleyhisselâm) :

— Niçin bizi böyle andın? dedi.

Asâf:

(101) Sâd Sûresi, âyet: 35.

299

— Evvelki halin şimdikinden üstün idi, onun için dedi.

Süleyman (A S.):

— Nasıl? dedi.

Asâf:

— Kırk gündür evinde puta tapılıyor. Bu doğru mudur, uygun mudur? dedi. Süleyman (aleyhisselâm) :

— Haberim yoktu, bilmiyordum, dedi.

Süleyman (aleyhisselâm)  durumu öğrenince Hakk Teâlâ haz­retleri:

— Ey Süleyman! Sana kim izin verdi? Puta tapan kadını alıp evinde alıkoymaya, belâya hazır ol! buyurdu.

Birgün Sahir adlı bir cinni, Süleyman (aleyhisselâm)  helâya girerken istedi ve parmağındaki mübarek yüzüğü aldı,

Süleyman Peygamberin yerine geçti. Hükümdarlık etti. Kırk gün Hz. Süleyman tahtından ayrı kaldı. Hiç yemedi ve içmedi. Bir gün deniz kenarında dolaşırken, balıkçıların balık avladıklarını gördü. Onların yanına geldi. Sen kimsin? diye sordular. O da: Ben Süleyma- nım dedi. Birisi, yalan söylüyorsun diye Süleyman (aleyhisselâm) ’a sopa ile vurdu. Süleyman (aleyhisselâm)  ağladı. Hattâ melekler bile ağlaştılar.

Hakk Teâlâ:

— Bu ona rahmetdir, azâb değildir. Ben onun mül­künü (saltanatını) gene ona vereceğim.

Süleyman (aleyhisselâm)  bu durumda iken, yanlış hüküm verdiğinden dolayı. Sahir’i tanıdılar ve yakalamak iste­diler. Kaçıp gitti ve kale duvarına çıktı. Yüzüğüde de­nize attı. Hakk Teâlâ hazretleri emretti ve onu bir balık yuttu. O balıkçıların ağına gidip takıldı. Balıkçılar çok balık tutmuşlardı. Bu balığı Süleyman (aleyhisselâm) 'a verdiler.

300

Süleyman (aleyhisselâm)  balığın karnını yardı ve yüzüğü içinden çıkardı. Son derece rahatladı ve sevindi. Kendine geldi. Tekrar tahtına geçip oturdu. Bu rivayetin mesûliyeti raviye aittir. (102)

36.   BEYT—İ MUKADDESİN YAPILMASI

Dâvud (aleyhisselâm)  Beyt—ı Mukaddesi Mûsâ (aleyhisselâm) ’ın ça­dırı büyüklüğünde aynı yerde yapmak istedi. Mûsâ (A. S.) namaz kıldığı, ibâdet ettiği zaman o taşa dönerdi. Zira melekler o taşta ilahi nûr'a şahit olmuşlardı. Da- vud (aleyhisselâm)  onu yapmak istedi ise de yaptıktan sonra yı­kıldı.

Dâvud (aleyhisselâm)  Hakk Teâlâ hazretlerine durumu arzet- ti, şikâyette bulundu.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Dâvud! Elinden kan çıkmış, kan dökmüş kim­se benim evimi yapamaz, buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Ben gazâ yolunda kâfirleri öldür­düm, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Evet gâzâda idi. Fakat onlar benim kulum değil midir? buyurdu.

-       Dâvud (aleyhisselâm) :

-       Allahım! Öyle ise onu kim yapacaktır? dedi.

(102)  Müellifin de işaret ettiği gibi bu rivayetin mesûli­yeti rivayet edene ait olmak icabeder. Zira bu ve

benzeri rivâyetler, Kur’an zihniyetin ve peygam­

berlik müessesesine aykırı düşmekte ve Ehli Kitap düzmesi olarak tavsif edilmektedir. Sağlam tefsir­lerde bu rivâyet alâka görmemiştir.

301

— Allah Teâlâ

— Oğlun Süleyman! buyurdu.

Dâvud (aleyhisselâm)  dünya'dan göçtü. Yerine oğlu Süley­man halife oldu. Hakk Teâlâ Mescidi mukaddes kayanın üzerine, Mûsâ (aleyhisselâm) 'ın çadırının bulunduğu yere yap­masını emretti.

Süleyman (aleyhisselâm)  emretti: Cinler, insanlar ve devler toplandılar. İnşaat işini aralarında taksim etti. Cinleri ve Şeytanları mermer ve ak mermer getirmeye gönder­di. Gittiler ve Beyt-i Mukaddesin harem dairesini mer­mer ve ak mermerle yaptılar. Bu sefer mescid bölümü­nü yapmalarını emretti.

Cinleri ve Şeytanları üç bölüme ayırdı:

Bir bölüğü denizlerdeki altun, gümüş madeni ile in­ci ve yakut getirdiler.

Bir bölüğü cevher ve kıymetli taşları getirdiler.

Diğer bölüğü ise, misk ve anber getirdiler. Ondan sonra ustaları bir araya topladı. Ak, sarı ve yeşil mer­merle mescidi yaptılar. Tavanını (kubbesini) inci ye cevherlerle, duvarlarını da yakut ve incilerle süslediler. Zemine, tabanına firûze denilen kıymetli bir taş döşedi­ler. Geceleri aydınlık, verirdi. Yeryüzünde ona benzeyen güzel ve şerefli-bir mescîd yok idi.

İbni Abbâs şöyle der:

— Hakk Teâlâ cinlerin başına bir melek vazifelendir­di. Elinde ateşten bir kamçı vardı. Onlar Süleyman (aleyhisselâm) ' ın emrini tutmadıkları zaman onlara vurur ve yakardı.

Süleyman (aleyhisselâm)  Allah'dan üç şey istedi:

Biri: Kendinden sonra Allah'ın kimseye vermeyece­ği bir mülk ülke idi.

302

İkincisi: Hikmet istedi. Verdi.

Üçüncüsü: Kim bu mescidde iki rekât namaz kılsa onun affını diledi.

Hakk Teâlâ hazretleri hepsini verdi. Beyt—i Mukad­des bir bayram günü tamam oldu.

37.   BELKIS KISSASI

Müfessirler şöyle nakilde bulunurlar:

— Süleyman (aleyhisselâm)  Beyt-i Mukaddesi tamamladık­tan sonra Hacc için Mekkeye gitme hazırlığına başladı. Hacca gitti. Orada beşbin deve, beşbin sığır ve yirmi bin koyun kurban etti. Oradan Yemene, Sanâ'ya gitti. Mekke ile Sânâ arası bir aylık yol idi. Fakat o öğleyin Sânâ’ya vardı. Güzel bir yer olduğunu gördü. Orada yemek yemek ve namaz kılmak istedi. Garib bir Hüd Hüd kuşu gördü. Adı Ayferdi. (103) O Hüd - Hüd Belkı- sın mülkünü, yurdunu Süleyman (aleyhisselâm) ’ın Hüd-Hüd'üne anlattı.

Belkısın on iki beyi, veziri ve komutanı vardı. Her beyin de binlerce askeri vardı.

Hüd-Hüd bu haberi işitince, O Hüd-Hüd'le gidip yerinde gördüler ve geri döndüler. Fakat eğlendiler. Sü­leyman (aleyhisselâm)  bu arada Hüd-Hüdü araştırdı. Bulamadı. Fena halde öfkelendi. Hüd-Hüd gelince kuyruğunu ve kanatlarını yere vurdu. Başından tutup çekti.

Hüd-Hüd.

(103) Hûd-Hûd: Serçe cinsinden, tepelikli ve kara tavuk iriliğinde bir kuştur. Çavuş kuşu diye tanınır ve bi­linir. Kur’an-ı Kerim’de ismen anılmıştır.

303

— Ey Süleyman Allahın huzurunda duracağın günü hatırla dedi.

O sözü işitti affetti.

Nakledildiğine göre, Süleyman (aleyhisselâm)  mektup yaz­dı. Belkıs'a iletmesi için Hüd-Hüd’e verdi. Belkıs, Sebe şehrinin kraliçesi (Melikesi) idi. O mektup şöyle başlı­yordu: «Şüphesiz o Süleymandandır» Sonra: (Bismilla- hirrahmanirrahim — Esirgeyip, bağışlayan Allahın adıy- le) ibaresi (Besmele) yazılı idi. Zira Peygamberler evvelâ Allah sözü ile başlarlardı. Süleyman (aleyhisselâm) ’da öyle yaptı: Mektubu mühürledi ve Hüd-Hüd’e verdi. Hüd-Hüd mek­tubu Belkıs’a getirdi. Belkıs Hüd-Hüd’ü görünce kapı­larını kilitledi ve saraylarının anahtarlarını başının altı­na koyup yattı. Hüd-Hüd pencereden girdi. Mektubu uyumakta olan Belkıs’ın göğsü üzerine koydu. Belkıs uyanınca o mektubu ve mektuptaki mühürü gördü Korktu. Kavmine, yakınlarına:

— Bana Süleyman (aleyhisselâm) 'dan mektup geldi, dedi. Ga­yet büyük (şerefli) ve güzel bir mektuptur. Bu mektup­ta şöyle buyurmuş:

— «Bu mektup Süleyman (aleyhisselâm) ’dandır. Bana itaat edin ve karşı gelmeyin.»

Etrafındakiler:

— Askerimiz çokdur. Eğer ferman buyurursanız onunla cenk edelim, savaşalım dediler.

Belkıs:

— Ey cemaatım! Bana hazır olun. Benden ayrılma­yın. Bir hükümdar bir yere gelirse o yerleri harâb eder.

İleri gelenleri perişan eder. Fakat ben Süleymana bir mektup ve değerli armağan gönderip durumu öğ­renmek istiyorum, dedi.

304

Belkis, Süleyman (aleyhisselâm) 'a elleri kınalı beşyüz oğ­lan, delikanlı gönderdi. Hepsine kız kıyafeti giydiril­miş ve süslenmişti. Ayrıca beşyüz de, erkek kıyafetinde, taze cariye göndedi. İki tane kerpiç büyüklüğünde al­tın, inci ve yakuttan yapılmış bir taç, bir hokka içinde iri bir inci gönderdi ki deliği eğri delinmişti.

Şöyle dedi:

— Bu inciye iplik geçirsinler. Fakat insanlar ve cin­ler değil, başkaları geçirsin.

Bir de taş gönderdi ve:

— Onu da insan ve cin delmesin, fakat delinsin dedi.

Belkıs:

— Eğer Peygamberse bu kızlarla bu oğlanları fark eder, birbirinden ayırır. Eğer size öfke ile bakarsa Pey­gamber değil bir padişahdır, dedi.

Hüd Hüd bu sözü işitince derhal döndü ve Süley­man (aleyhisselâm) ’a geldi Süleyman (aleyhisselâm)  bu haberi alınca cinlere emretti. Altından ve gümüşten kerpiçler yaptı­lar. Meydan içinde yirmi mil kadar yeri döşediler. Yer­yüzünde ne kadar çeşit canavar varsa o meydanın çev­resine durdular. Cinler de Süleyman (A S.)’ın sağ ve so­luna el bağlayıp divan durdular. Ondan sonra Süley­man (aleyhisselâm)  tahtına çıktı. Çevresindeki kürsülere de pey­gamberler oturdular. Canavarlar o kerpiçlerin üzerine terslediler, pislediler. Acaip bir şekilde yatarlardı. Bel- kıs'ın cemaatı, Süleyman (aleyhisselâm) 'ın yanına yaklaşınca hayvanların kerpiçler üzerine terslediklerini gördüler ve getirdikleri armağan kerpiçleri bir yere bırakıp gel­diler.

diler.

Süleyman (aleyhisselâm)  ile görüştüler ve mektubu ver-

305

Süleyman (aleyhisselâm) :

— İçinde iri inci bulunan hokka hani? dedi.

Belkısın elçisi onu getirip:

— Bu inciye iplik geçirsinler, fakat insan ve cin ol­masın, dedi.

Süleyman (aleyhisselâm)  O inciye iplik geçirmesi için ağaç kurduna emir verdi. Küçük kurt ağzına bir kıl aldı, in­ciye girdi ve bir tarafından çıktı. Yine Süleyman (aleyhisselâm) - ın emri ile ağaç delen o kurt taşı da deldi.

Ondan sonra Süleyman (aleyhisselâm)  kızların ve oğlanla­rın ellerini ve yüzlerini yıkamaları için su getirilmesini emretti. Getirdiler. Cariyeler sağ elleri ile su alıp elle­rine koydular ve yüzlerini yudular. Oğlanlar ise sol el­leriyle sağ ellerine koydular ve yüzlerini yıkadılar. Sü­leyman (aleyhisselâm)  kızlarla, oğlanların hangileri olduğunu anladı.

Süleyman (aleyhisselâm)  o armağanları almadı ve Belkısın elçisine:

— Dön! Melikenin yanına git, dedi.

Geldi. Melikeye durumu bildirdi. Belkıs:

— Peygamberdir, Melik, hükümdar değildir, dedi.

Nakledildiğine göre Süleyman (aleyhisselâm) :

— Ey askerlerim! Hanginiz. Belkısın tahtını hemen buraya getirir? dedi. Cinlerden ifrit:

— Sen yerinden kalkmadan ben getiririm, dedi.

Süleyman (aleyhisselâm) :

— Daha çabuk istiyorum, dedi.

Asaf bin Berhıyâ:

— Gözünü açıp kapayıncaya kadar ben getiririm dedi ve anında getirdi.

F : 20

306

Süleyman (aleyhisselâm)  o tahtı görünce: «Hazâ min fadlı Rabbî = Bu Rabbimin fazlındandır» diyerek şükretti.

Ondan sonra Belkıs geldi. Bazıları. Cebrâil (aleyhisselâm)  getirdi derler. Bazılarına göre de, mucize göstermek için Süleyman (aleyhisselâm)  getirmiştir.

Nakledildiğine göre, Süleyman (aleyhisselâm) , Belkıs'ı eş olarak almak istediği zaman cinler çok üzüldüler. On­lara göre; Belkıs’ın babası insan, annesi ise cinnî idi. Süleyman (aleyhisselâm) ’ın bir oğlu olacağından ve insan ve cin­lerin gücü ve kuvveti ona geçeceğinden, dolayısiyle on­ları başka bir ülkeye süreceğinden korktular ve:

— Ey Süleyman! Belkıs’ın aklında eksiklik vardır, baldırı kıllıdır ve ayağı eşek ayağına benzer, dediler.

Süleyman (aleyhisselâm)  bir suyun üzerine sırça döşemele­rini emretti. Belkıs onun üzerinden geçtiğinde ayağı kıllı mıdır ve nasıldır? Görsün diye.

Belkıs gelince:

— Gördüğün bu taht senin tahtın mıdır? dediler.

Belkıs:

— Hemen hemen odur, ona benzer, dedi.

Süleyman (aleyhisselâm)  aklının tam olduğunu anladı ve:

— Sudan beri gel dedi. Sırçayı su sanıp ayağını açtı girdi. Ayna olduğunu anladı ve utanıp elbisesi ile örtün­dü ve sırçanın (aynanın) üzerinden geçti. Süleyman oldu. Süleyman (aleyhisselâm)  nikahlayıp aldı. Süleyman (aleyhisselâm) ' Belkısı imana davet etti. Belkıs imana gelip Müslüman oldu. Süleyman (aleyhisselâm)  nikahlayıp aldı. Süleyman (aleyhisselâm) ’ ın Belkıs’dan bir oğlu oldu. Adını Dâvud koydu.

Nakledildiğine göre, Allah Taâla, Süleyman (aleyhisselâm) ’a öyle bir saltanat vermiştir ki ne ondan önce ve ne de sonra öylesi gelmemiş ve gelmeyecektir.

307

Adem oğlu (insanlar), cinler, şeytanlar, hayvanlar, kuşlar ve yeller, maşrıktan mağribe (Doğudan Batıya), Onun emrinde ve fermanında mahkûm ve amade idi. Nitekim, C.Hak buyurur:

— «Süleymanın cinlerden, insanlardan, kuşlardan orduları toplandı. İşte bütün bunlar (onun tarafından) zapt ve idare ediliyorlardı.» (104)

Süleyman (aleyhisselâm)  insanların işlerini Asâf bin Berhı- yâ'ya vermişti. (105)

Nice cihan pehlivanı yiğitler onun defterinde idi ki onlar da, binlerce kişiye hüküm etmekte idiler.

Devleri Demiryata havale etmişti. Kimi insan sû- retinde, kaplan gövdeli, öküz başlı, yılan şekilli îdi. Ki­mi ejderhâ başlı, doğan gövdeli idi. Kimi maymun yüz­lü, eşek ayaklı; kimi arslan sûretli fil gövdeli, kimi de dört ayaklı, başı böğründe ve ağzından ateş fışkırırdı. Gıdaları sıcak esen rüzgâr, içecekleri ise kaynar su idi Hepsi Demiryatın önünde toplanırlar idi.

Kuşlara, masalkuşu Sömürg'ü, baş tayin etmişti. Akbaba beylerbeylik yapıyordu.

Yırtıcı hayvanlara hükümdar olarak Arslanı seçti. Zira o cihan pehlivanı idi.

Geri kalan hayvanlara fili seçti.

Yılanların başı ise Ejderha idi.

İnsanlar, cinler, hayvanlar ve kuşlar, saf saf her an hizmete gelirlerdi.

Süleyman (aleyhisselâm)  cinlere:

(104) Nemil Sûresi, âyet: 17.

(105) Asâf bin Berhiyâ: Hz. Süleyman’ın Başveziridir. İlâ­hî mertebesi çok yüksek bir zattır. Nemil Sûresinde buna işaret edilmiştir.

308

— Bana bir döşek dokuyun. Üzerinde bir ovada bir geyik koşar halde görünsün. Bir ipliği altından, bir ip­liği de ibrişimden olsun, dedi.

Cinler de çeşitli resim, şekil suretler ve çizgiler yaptılar ki renklerini hiç kimse birbirinden ayıramaz ve içinden çıkamazdı. Uzunluğu ve eni üç mil, sekiz ki­lometre idi. Üzerine bir kûrsi (taht) yaptılar ki sayısız cevherler onda pırıl pırıl parlıyordu.

Sağ tarafına altın ve gümüşten onikibin taht kur­dular. Onlarda Peygamberler ve Veliler otururlardı. Sol tarafına da onikibin taht yaptılar. Onların her biri sandal ağacından yapılmıştı. Onlarda da İsrail Oğulla­rının âlimleri otururlardı.

Süleyman (aleyhisselâm) 'ın kursisi (tahtı) hepsinden dört arşın yüksek idi. O tahtın üzerinde altın ve gümüşten yetmiş mihrâp (ibadet yeri) vardı. Her birinde bir velî otururdu. Onikibin müderrisi vardı. Tevrat ve Zebûr ile meşgul olurlar idi. Hepsinin sesini yel Süleyman (aleyhisselâm) 'a ulaştırırdı. Hem o tahtı yel götürürdü. Günde bir aylık yol giderdi.

Süleyman (aleyhisselâm) ’ın üçyüz nikâhlı hanımı, yediyüz câriyesi vardı. Hepsine yakınlık gösterirdi.

Tahtın yanında gözleri gevherden başlarında zeber- cedden taç bulunan, iki arslan heykeli yapılmıştı. Kursi- ler (tahtlar) bunların üzerine oturtulmuş bulunuyordu. Tahtın yetmiş ayağı vardı. Her ayağında kızıl altından bir aslan otururdu. Bunlar ellerile birbirlerine gev­her (cevher) sunarlardı. Her arslan bir ejderhanın üze­rinde bulunmakta idi. Onların yukarısında altından tâ- vuslar ve akbabalar yer almakta idi. Süleyman (aleyhisselâm)  ne zaman o tahta çıksa gevher gözlü ve güneş yüzlü gü-

309

zeller, Süleyman (aleyhisselâm) 'ın karşısında dururlar ve ona inci saçarlar idi. Her ne türlü insan orada otursa, her birinin ardında bir dev, ayağı üzerinde durur idi. Her devin ardında da bir yırtıcı hayvan pençesini açmış beklerdi.

Havada kuşlar kanatlarını vurup üzerine gölge ya­parlardı. Sağ tarafta bir melek yalın kılıç beklerdi. Asi devlere o kılıcı vururdu.

Ka’bü’l-Ahbâr (radiyallâhu anh) derki:

— O tahtın adı (Kevkebü'l-Cennet = Cennet yıldı­zı) idi. Süleyman (aleyhisselâm)  bu heybet ve kuvvetle ecelden kurtulamayıp atmış yaşında dünya'dan ahirete teşrif etti. Fakat kabrinin nerede olduğunu doğru olarak kim­se bilmez.

Bazıları şöyle der:

— Kızıl Denizin yanındadır. Elli yaşında ilkbahar ortalarında vefat etmiştir. On yaşından kırk yaşına ka­dar hükümdarlık etmiştir.

Bazılarına göre de:

— Öldüğü zaman ellibeş yaşında idi. Fakat bilmek gerektir ki, Süleyman (aleyhisselâm) 'a peygamberlik, risalet ve halifelik sıfatları verildiği halde O alt âleme, dünyaya sultanlık etmiştir. Ancak ulvî, yüce âleme de sultanlık etmiş olması gereklidir. Zira süfli âleme hükmetmek yüce âlemin kuvvet ve kudreti ile mümkün olur.

Süleyman (aleyhisselâm)  sultan olup cinlere, insanlara ve her çeşit âleme hükmetti.

Halk Taalâ hazretleri isimleri ve sıfatları itibârile her zaman tecelli etmekte kendini ve kudretini belli etmektedir. O isimlerin bazıları, mucit (icat eden, yok­tan var eden) ve muhyi (hayat veren, dirilten)

310

gibi varlık âleminin varlığını bildirirler. Bazısı da, mu- îd (gözeten) ve mümit (öldüren) gibi âlemin yokluğu­nu, sona ereceğini bildiren sıfatlardır.

Hakk Teâlâ hazretleri, vakit olur, bir şeyi icad et­mekle eşyada tecelli eder. Vakit olur, bir şeyi yok et­mekle gene onda tecelli eder. Kendi gücünü belli eder

Nitekim Kur'an-ı Kerim’inde şöyle buyurmuştur:

— «O her gün (her an) bir iştedir» (106). Yani o her an, en kısa zamanda bile bir işle meşguldür ve akıllıla­rın akıllarını şaşırtacak her türlü icada kadirdir her şe­yi yapmaya gücü yeter. Celâli yüce, bağışı boldur.

Süleyman (aleyhisselâm) ’ın âleme hükmetmesinin sebebi, mülkün (sultanatın) ona «Hibetullah = İlâhi armağan» olmasıdır. Hakk Teâlâ hazretleri onu babası Dâvud (A.S)’a vermişti. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulur: "Biz Davud'a (oğlu) Süleyman’ı ihsan ettik." (107)

İhsan ve Hibe, nimet yolu ile ihsan ve hibe edenin armağanıdır. Süleyman (aleyhisselâm) ’ın kalbinin cemiyetinden ve feleklerdeki ruhların yardımları ile değildir. Hattâ çalışmanın sonucu da değildir. Bilâkis o, Allah vergisi­dir. İlâhî armağandır.

Fakat Süleyman (aleyhisselâm)  dünya makamında ve yüce göklerde hüküm sahibi olunca âlemdeki her şey ona bo­yun eğdi:

Belkıs'ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar, hattâ daha kısa bir zamanda Hz. Süleyman'ın huzuruna ge­tiren vezir Berhıyâoğlu Asaf hakkında müfessirler şu görüşü, beyan etmişlerdir:

(106) Rahmân Sûresi, âyet: 29.

(107) Sâd Sûresi, âyet: 29.

311

— «Vezir Belkıs'ın tahtını, iki aylık yoldan ve yer­altından getirmiştir.»

Şeyh Muhyiddin (Allahın rahmeti üzerine olsun) şöyle dedi:

—«Şu iyi bilinmelidir ki, bir zaman hareketi, za­mana bağlı, onunla sınırlı bir hareket vardır. Ancak Bel- kıs'ın tahtı göz açıp kapayıncaya kadar geçen zamandan daha çabuk olunca, bunda bir zamana bağlı hareket yoktur. Hareket olmayınca hareket eden şey de olmaz. Bu taht Belkıs’ın tahtı olmasa gerek. Belki de Yemen­deki Belkıs’ın tahtı, Allahın izni ile yok olmuş ve aynı anda Süleymanın huzurunda icad edilmiştir.

Onun için Belkıs’a:

— Bu senin tahtın mıdır? diye sorduklarında O:

— Sanki odur. Ona benzer, şeklinde cevap vermiş­tir.

Bundan bize malûm olan şudur:

— Bütün eşya, herşey göz açıp kapayıncaya kadar, Allahın yüce ve ulu kudreti ile yok olur veya meydana gelebilir.

Allah Taalâ buyurdu:

—«... Hayır, onlar bu yeni yaratıştan bir şüphe için­dedirler.» (108)

Bize malûm oldu ki, bütün eşya, yaratılanların hep­si icadın, yaratmanın eseridir. Gerçek mevcud değildir. Zira vücud yok olmaz. Yok olan da vücud olmaz. Haki­ki vücud, gerçek varlık Allah Taalâ hazretleridir. Her an bakidir. Sonu olmayan hükümdar odur. Allahtan başka bütün varlıklar yok olmaya mahkûmdur. Çünkü

(108) Kâf Sûresi, âyet: 15.

312

bunlar Allahın eseridir. Eser vücud hükmünde değildir. Bu güzel esasa iyi riayet gerekmektedir. Ta ki, Hak Ta- lâ hazretlerinin noksansız kudreti ve yüce ululuğu ha­tırdan çıkmasın ve iman ve marifet son derece kuvvet bulsun. (109)

38.   LUKMÂN (aleyhisselâm)  BAHSİ

Vehb bin Münebbih (radiyallâhu anh) der ki;

— Lukman (aleyhisselâm)  Eyyûb (aleyhisselâm) ’ın kızkardeşi oğlu, yeğenidir.

Hz. İkrime:

— Lukmân (aleyhisselâm)  Peygamberdir, der.

Süddi (radiyallâhu anh) ise:

— Hz. Lukmân (aleyhisselâm)  peygamber değildir, demiştir.

Bazıları şöyle dediler:

— Hakk Teâlâ hazretleri Lukmân (aleyhisselâm) 'a: «Peygam­berlik mi, yoksa hikmet mi istersin?» diye sordu.

O hemen hikmeti kabul etti. Kendisine:

— Niçin hikmeti seçtin? dediler.

Şöyle cevap verdi:

— Hakk Teâlâ peygamberlik vermek istediği hiçbir peygamberi serbest bırakmamıştır. Onun için hikmeti seçtim.

Nitekim Allah şöyle buyurur:

—«And olsun ki biz Lukmâna, Allaha şükret diye (rek), hikmet verdik. Kim şükrederse ancak kendi fai- desi için şükreder ..» (110)

(109)  Belkıs kıssası Kur’an-ı Kerimde Nemil Sûresinde teferruatıyla anlatılmıştır. Bugün sahne ve sinemada ele alınan Süleyman — Belkıs hikâyesi kitab-ı mukaddes zih­niyetinin Peygamberlere iftira yönü ile ilgilidir.

(110)  Lukmân Sûresi, âyet: 12.

313

Nakledildiğine göre Lukmân (aleyhisselâm)  bir gün rüya gör­dü. Dediler ki:

— Ey Lukman! Sana yeryüzünde peygamber ve ha­life olup hükmetmen gerekli midir?

Lukmân (aleyhisselâm) :

— Bana belâlardan afiyet üstündür. Bilirim ki ba­na peygamberlik gelince belâlarla gelir, dedi.

Melekler:

— Peygamberliği görmedin, belâların geldiğini ne­reden bildin? dediler.

Lukmân (aleyhisselâm) :

— Ben bilirim ki, hükmeden son derece müşkülât içindedir. Eğer doğru hüküm verirse iyidir. Şayet zul­mederse gideceği yer Cehennemdir. Dünyada şerefli ol­maktan hor olmak üstündür. Ahirette hor olmaktan aziz (şerefli) olmak üstündür. Kim dünyayı tercih edip Ahireti terk ederse dünyada fitneye uğrar ve Ahirette ilahi lûtuflardan mahrum kalır, dedi.

Melekler onun sözlerini-işittiler, hayret ettiler.

Lukmân uykudan uyanınca Hakk Teâlâ hazretleri derhâl ona hikmet verdi.

Bazılarına göre:

— Lukmân peygamber değildir. Fakat hâkim ve melik (hükümdar) olmuş ve halka adaletle hükmetmiş­tir.

Vehb (radiyallâhu anh) der ki:

— Lukmân (aleyhisselâm)  Habeşli bir köle idi. Marangozluk yapardı. Fakat temiz ve iyi insandı. Sonra Hakk Teâlâ hazretleri onu azatlığa, hürriyete kavuşturdu.

Bir kişi Lukmân (aleyhisselâm) 'a şöyle dedi:

314

— Sen falan şahsın kölesi idin. Bu mertebeyi ne ile buldun?

Lukmân (aleyhisselâm) :

— Doğru sözle ve emaneti sahibine vermekle bul­dum, dedi.

Mücâhid (radiyallâhu anh) der ki;

— Hakk Teâlâ hazretleri Lukmân (aleyhisselâm) 'a hikmet ver­di demek. Tam, olgun ve kâmil akıl; Allah bilgisi, Alla­hı tanımak ve sıdk. doğruluk verdi demektir. Şimdi hik­met, ilim ile amel etmek mânâsına gelir.

Bazılarına göre:

— Hikmet, bütün eşyanın hakikatini, evsâfını (du­rumlarını) ve özelliklerini bilmektir. (111)

Bir gün Lukmân (aleyhisselâm)  sefere giderken yolda bir ço­cukla karşılaştı. Lukmân (aleyhisselâm)  o çocuğa:

— Benim babam ve annem nasıl oldular? diye sor­du.

Çocuk:

— Öldüler! dedi.

Lukmân (aleyhisselâm) :

— Benim işim bitti ve kederim gitti dedi ve tekrar:

— Kardeşim nasıl oldu? dedi.

O çocuk:

— Öldü kardeşin, dedi.

Lukmân (A.S):

— Kanatlarım kırıldı, dedi.

(111)  Başka bir ifade ile Hikmet: îlim, dindarlık ve fikir isabeti demektir.

315

Lukmân (aleyhisselâm)  tekrar:

— Oğlum nasıl oldu? diye sordu.

O çocuk:

— Oğlun öldü, dedi.

Lukmân (aleyhisselâm) :

— Gönlümün rahatı gitti, dedi.

Nakledildiğine göre Lukmân (aleyhisselâm)  şöyle demiştir:

— Kim yalan söylerse yüzünün suyu, nûru gider. Edeb nesebden, soydan üstündür. Amel maldan üstün­dür. İlim dünyadan ve dünyadakilerden üstündür. Saa­detin nişanı dörttür:

1.         Gerçekliktir, doğruluktur.

2.         Edeb, terbiyedir.

3.         Hilimdir, ahlâk güzelliğidir.

4.         Emâneti ıssına, sahibine vermektir.

Lukmân (aleyhisselâm)  Dâvud (aleyhisselâm) 'ın veziri idi. Tam bin yıl ömür sürdü, yaşadı.

Şimdi Lukmân; peygamberdir, değildir şeklinde münakaşaya lüzum yoktur. Onun en doğrusunu Allah bilir.

Bazıları der ki:

— Kime hikmet ve Kur’an verildi ise, ona evvelki kitapların hepsinden fazilet verilmiştir.

Bu durumda, kendine hikmet ve Kur’an verilen kim­se kendini iyi bilmelidir. Dünyası için dünyadakilerin önünde eğilmemelidir.

Onun için âlimlere verilenler, dünyâ ehline verilen-

316

lerden üstündür. Nitekim Hak Taala hazretleri. «Dün­yanın faidesi pek azdır...» buyurur. (112)

Yani Hak Taâl: «Dünyaya az mal ve ilme çok ha­yır» der. (113)

39.   ZÜLKARNEYN KISSASI

Vehb (R.A ) nakleder:

Zülkarneyn Rûmdan idi. Bazı görüşte de Yemen krallıklarından Tebâbı'ndan olup ismi Sa’b’dır.

Hak Taala hazretleri buna inayet edip salih bir ki­şi olunca ona buyurdu:

— Seni dilleri ayrı bir kavme davete gönderiyo­rum. Onlar dört kavimdir:

1.          Meşrıktadır adı Nasik'dir.

2.          Mağribtedir, adı Mensek'dir.

3.          Cenubdadır, adı Hâvil'dir.

4.          Şimaldedir, ona Te’vâl derler.

Onların ortasında iki kavim vardır. İnsanlar ve cinlerdir.

Zülkarneyn:

— Ey Rabbim! Hangi kuvvetle onlarla mücadele edeyim, savaşayım. Hangi dil ile onlara söz söyleye­yim, dedi.

Hak Taala hazretleri:

(112)  Nisâ Sûresi, âyet: 77.

(113)  Lukmân hakkında değişik görüşler ileri sürülmüş­tür Peygamberdir diyenler olduğu gibi bir hakim (filozof) olduğunu söyleyenler de vardır. Kur'an’da. Lukmân Sûre­sinde oğluna hitabeti hikmetli öğütleri sitayişle anlatılmış­tır.

317

— Nuru ve zulmeti (aydınlığı ve karanlığı) senin emrine verdim. Önünden nur, ardından zulmet yürüsün ve sana itaat etsinler, buyurdu.

Alimler peygamberliğinde ihtilâf ettiler:

Bazıları şöyle derler:

Hükümdardır. Adil ve salih kişidir. Ona Zülkarneyn dediler. Zira biri sağında ve biri solunda iki boynuzu var idi.

Peygamber (A S.)'a:

— İskender bir peygamber midir? Yoksa değil mi­dir? diye sordular

— Hükümdar idi, yeryüzünü dolaştı, buyurdu.

Zülkarneyn (aleyhisselâm)  peygamber midir? Değil midir?

diye Lukmân (aleyhisselâm)  gibi tartışmaya girilmemelidir. Hakk Teâlâ hazretleri bilir denmelidir.

Mücâhid şöyle demiştir:

— Yeryüzüne tam dört kişi hükümdar oldu. İkisi mümindir, ikisi kâfirdir. İlk ikisi mümindirler. Birisi Süleyman; Peygamberdir, diğeri ise İskenderdir. Kâfir olanlardan biri Nemrûd, biride Buhtunnasır'dır.

Nakledildiğine göre Nuh (aleyhisselâm) 'ın üç oğlu var idi:

Birinin adı Sâm idi ki, Arabın ve Acemin atasıdır. Birinin adı Hâm’dır. Habeşin ve zencilerin atasıdır. Üçüncünün adı Yâfes'tir. Türklerin, Slavların, Rumla­rın, Ye’cûc ve Me'cûc'un atasıdır. Uc (cûc) sözü lügatte ateş yalığı mânâsına gelir. Bunlar ziyanda, zarar ver­mekte ateşe benzerler.

Huzeyfe (radiyallâhu anh) şöyle nakletmiştir:

— Ye'cûc ve Me'cûc birer kavimdir. Bunların her bir bölüğü dörtyüzbin bölüktür. Bunlardan bir erkek, bin oğlu olmayınca ölmez. Bunlar ahir zamanda çıkar-

318

lar, dünyayı harab etmek isterler. Üç yılda bütün âlemi işgal ederler. Yalnız dört yere giremezler: Mekke, Me­dine, Kudüs ve Tûr-i Sinâ. Nihayet Allah onları helâk eder, leşlerini denize döker. Böylece, müminler de kur­tulurlar.

Nakledildiğine göre, Zülkarneyn Meşrika, Batıya varınca bir kavimle karşılaştı. Onlar.

— Ye’cûc ve Me’cûc elinden halimiz perişandır, bi­ze yardım et, dediler.

Sonra Zülkarneyn emretti. Demir, tunç ve maden­ler getirdiler. Üçyüz millik iki dağın arasını su çıkınca­ya kadar kazdırdı. Ağaçlan döktüler. Ondan sonra ora­ya demir parçaları ve kömür döktüler. Emretti, körük kurdular. Hattâ o demir eridi. Ateş gibi oldu. Ondan sonra demir ve bakır getirdiler. Bir dağ gibi oldu. Elli arşın eni vardı. Yüksekliği üçyüz arşın idi. Uzunluğu üçyüz mil idi.

Zülkarneyn bu şekilde demirden ve bakırdan bir sed yaptı, meydana getirdi.

Ye'cûc ve Me’cûc, kıyamete yakın, Deccâldan son­ra çıkarlar, cihanı, âlemi harabeye çevirirler. İsâ (aleyhisselâm) ’ı muhasara altına alırlar. İsa (aleyhisselâm)  dua edecek ve Hakk Teâlâ hazretleri onları helâk edecektir. O seti yaptı ve karanlıklar içine daldı. Karanlıktan çıktığı zaman Zor şehrine geldi.

Zülkarneyn’in vefatı yaklaşınca, bir kişi ona sordu:

— Atanı mı çok seversin? Yoksa üstâdını, hocanı mı çok seversin?

Zülkarneyn:

— Üstâdımı çok severim. Zira atam fani hayatıma sebep, üstadım ise, baki (devamlı) hayatıma sebeptir.

319

Zülkarneyn şöyle vasiyet etti:

— Ölünce benim sağ elimi tabuttan dışarı çıkarın, elime altından yuvarlak bir top verin. O, benim dünya­yı bir top gibi elime aldığımın nişanıdır.

Sol elimi de dışarı çıkarın, boş bırakın. Bu da dün­yayı elime aldığım halde ahirete boş gittiğimin nişanıdır.

Anasına da ağlamaması için vasiyette bulundu:

— Benim için ağlamayasın. Eğer ağlarsan, dünyada hiç kimsesi olmayan bir kişiye ağla dedi.

Yani, benim için ağlama demek istemiştir.

Zülkarneyn otuzbir yaşında öldü derler. Bazıları da binyediyüz yaşında öldüğünü ileri sürerler. Bir kısım müellif ise otuzaltı yaşında öldüğü kanaatındadırlar. Onyedi yıl hükümdarlık etmiş ve Zor şehrinde ölmüş­tür. Hz. Zülkarneyni o şehirde defnetmişlerdir. (114)

(114)      Zülkarneyn, çift boynuzlu mânâsına alındığı gibi, şarka ve garba hâkim, ayrıca zahir ve bâtın ilmine sahip mânâlarında da kullanılmıştır.

Bu ismin, İran hükümdarı Afrîduna verilmiş olduğu bilinmektedir. Tarihçiler arasında İskender’e ait olduğu hususu meşhûr olmuştur. Zülkarneyn’in adı yemendeki Te- babiâ denilen Himyer meliklerinden Sa’b olduğu kanaati hâkimdir. İttifak edilen husus: Zülkarneyn'in Allahın sev­gili kulu ve iyi bir insan olduğudur. En uygun yol onu, Kur'anda anıldığı şekilde kabûl etmektir. Peygamber mi yoksa iyi bir hükümdar mı? olduğu münakaşa konusudur. Ehl-i Sünnet’in görüşü de bu yoldadır.

Bölümünde anlatılan şekliyle veya ona yakın bir tarz­dan Zülkarneyn ile Ye'cüc ve Me'cüc adı verilen kavimler- den: Kur’an-ı kerimde kehf sûresinin 83. ayetinden 100. a­yetine kadar (17) ayetde bahsedilmiştir. (Bak. Elmalı Tef­siri Cilt 4. sh. 3275-3279 ve Çantay Terc. cilt. 2 sh. 515-517)

ENVÂRU’L ÂŞltâN

■"                                             ■ AHMED BİCAN

kütüphaneci a eskikitaplarim-com,

> ' * * ' >■

KjW TEMEL ESER -v

Tereiiman

1001 TEMEL ESER

AHMED BİCAN

ENVÂRU’L ASIKIN
aşıkların nurları
Z.cilt

Tercüman gazetesinde hazırlanan bu eser Kervan Kitapçılık A. Ş. ofset tesislerinde basılmıştır

1001 Temel Eser i iftiharla sunuyoruz

Tarihimize mânâ, millî benliğimize güç ka­tan kütüphaneler dolusu birbirinden seçme eser­lere sahip bulunuyoruz. Edebiyat, tarih, sosyo­loji, felsefe, folklor gibi millî ruhu geliştiren,ona yön veren konularda "Gerçek eserler" elimizin altındadır. Ne var ki, elimizin altındaki bu eserlerden çoğunlukla istifade edemeyiz. Çünkü devirler değişmelere yol açmış, dil değişmiş, yazı değişmiştir.

Gözden ve gönülden uzak kalmış unutul­maya yüz tutmuş -Ama değerinden hiçbir şey kaybetmemiş, çoğunluğu daha da önem kazan­mış- binlerce cilt eser, bir süre daha el atılmazsa, tarihin derinliklerinde kaybolup gideceklerdir. Çünkü onları derleyip - toparlayacak ve günümüzün türkçesi ile baskıya hazırlayacak değerdeki kalemler, gün geçtikçe azalmaktadır.

Bin yıllık tarihimizin içinden süzülüp gelen ve bizi biz yapan, kültürümüzde "Köşetaşı" vazifesi gören bu eserleri, tozlu raflardan kurta­rıp, nesillere ulaştırmayı plânladık.

Sevinçle karşılayıp, ümitle alkışladığımız "1000 Temel Eser" serisi, Millî Eğitim Bakanlı­ğınca durdurulunca, bugüne kadar yayınlanan 66 esere yüzlerce ek yapmayı düşündük ve "Tercüman 1001 Temel Eser" dizisini yayınla­maya karar verdik. "1000 Temel Eser" serisini hazırlayan çok değerli bilginler heyetini, yeni üyelerle genişlettik. Ayrıca 200 ilim adamımız­dan yardım vaadi aldık. Tercüman'ın yayın hayatındaki geniş imkânlarını 1001 Temel Eser için daha da güçlendirdik. Artık karşınıza gu­rurla, cesaretle çıkmamız, eserlerimizi gözlere ve gönüllere sergilememiz zamanı gelmiş bulu­nuyor. Millî değer ve mânâda her kitap ve her yazar bu serimizde yerini bulacak, hiç bir art düşünce ile değerli değersiz, değersiz de değerli gibi ortaya konmayacaktır. Çünkü esas gaye bin yıllık tarihimizin temelini, mayasını gözler

önüne sermek, onları lâyık oldukları yere oturt­maktır.

Bu bakımdan 1001 Temel Eser'den maddî hiç bir kâr beklemiyoruz. Kârımız sadece gu­rur, iftihar, hizmet zevki olacaktır.

KEMAL ILICAK

Tercüman Gazetesi Sahibi

40. EŞIYÂ VE ERMİYÂ (aleyhisselâm) 'IN
PEYGAMBERLİKLERİ (115)

Bagavî tefsirinde şu bilgiyi vermiştir:

— İsrail oğulları arasında fesad çoğalınca Hak Ta- alâ hazretleri onlara bir kral verdi. Adı Sadûkıyâ idi. Onlara bir de peygamber gönderdi. Onun adı da Şaıyâ (Eşıyâ) idi. Allaha inanmaları için, Tevrat’a uyarak on, lan, âlemlerin Rabbine irşâd edecek, yöneltecekti. Bun-, dan sonra bunlar.n içinde çok hadiseler oldu. Hak Ta- alâ hazretleri onların üzerlerine Bâbil hükümdarlan Scncâribı (Senahribi) allıyüzbin askerle gönderdi. Sa- dûkıyâ hasta oldu. Eşıyâ:

— Sencârîb allıyüzbin askerle üzerine geldi, dedi.

Sadûkıyâ:

— Ey Allahın peygamberi! Hakdan hiç vahiy gel­medi mi? dedi.

Eşıyâ (aleyhisselâm) .

— Gelmedi dedi.

Ondan sonra Hakk Teâlâ Eşıyâ’ya şöyle vahyetti:

— İsrail oğullan kralına söyle! Kimi isterse yerine halife koysun.

Hz. Eşıyâ Sadûkıyâ’ya durumu haber verdi.

Sadûkıyâ:

— Ey Eşıyâ! Sen yerime halife ol! dedi.

(15) Tevratta bunların adı: İşaya ve Yeremya'dır. Din Tarihi kitaplarında Eşiyâ ve Yeremiya şekillerinde de kay­dedilmiştir. Kur’anda adı geçen peygamberler arasında bun­lar yoktur. Ancak biz Hakk Teâlâkın gönderdiği peygamberlerin hepsini ismen bilemiyoruz. Fakat hepsine inanıyoruz.

F : 21

330

Sadûkıyâ, Eşıyâ’dan o sözü işitince kıbleye döndü namaz kıldı, çok ağladı ve:

— Ey Allahım! Benim gizli aşikâr her şeyimi sen bilirsin. Allahım! Benim halka güzel hükmettiğimi sen İsrail oğullarına bildir, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Eşiyâ! Sadûkıyâ'ya haber ver; duasını kabul ettim ve adaletinden dolayı ömrünü uzattım, buyurdu.

Eşiyâ (aleyhisselâm)  Sadûkıyâ’ya geldi. Haber verdi. Sadûkı- yâ onu işitince çok sevindi, secde etti ve:

— Ey Rabbim! Sen öyle bir hükümdarsın ki, mül­kü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen alırsın. Kimi dilersen şerefli edersin, kimi dilersen hor kılarsın. Gaybı ve şahadeti (görünen — görünmeyen herşeyi) bi­lirsin. Suçlan bağışlayıp, duaları kabul eden sultansın sen. Benden bu hastalığı defet, gider diye yalvardı.

Hakk Teâlâ hazretleri Eşiyâ (aleyhisselâm) ’a buyurdu.

— Ey Eşiyâ! Ona söyle! încir suyu getirsin, o has­talığın bulunduğu yere döksün, iyi olur.

Sadûkıyâ öyle yaptı ve iyileşti. Sonra:

— Ey Eşiyâ! Rabbinden iste! Bize ilim ve zafer versin, dedi.

Bundan sonra Allah Taalâ, Eşiyâ (A.Ş.)'a şöyle bu­yurdu:   •'

— Sadûkıyâ’ya söyle! Bu sabah Sencârible beş ya­zıcısı hariç diğerlerini belâk edeceğim.

Sabah olunca Sencârîb’in bütün askeri helâk oldu. Sadûkıyâ Sencârib’i yakalayıp zindana attırdı.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Ey Eşiyâ! İsrail oğulları kralına söyle: Sencârîb ve onun beraberinde kim varsa onları serbest bıraksın

331

ve onlara ikramda bulunsun. Hattâ onları memleketle­rine göndersin, gidip kendi kavmini korkutsun.

Eşıyâ Sadûkıyâ’ya bu haberi ulaştırdı. Sadûkıyâ Sencârîbi koyuverdi. Yedi yıl sonra Sencârîb öldü. Buh- tunnasır onun yerine hükümdar oldu.

Ondan sonra Sadûkıyâ da öldü ve İsrail oğullan arasında çok cenk oldu. Hakk Teâlâ hazretleri Eşıyâ (aleyhisselâm) ’ı kavmini imana davete gönderdi ve:

— Onlara şunu söyle!: Hakkın nimetini yersiniz ve nefsinize itaat edersiniz. Eğer hasta olursanız, ben iyi ederim. Şayet asî olursanız bana tövbe edersiniz, affe­derim. Niçin benim Tanrılığımı inkâr edersiniz? Ve yi­ne onlara söyle!:

— Dünyayı nasıl görürsünüz?

Onlar:

— Harâb bir yerdir. Hâkim olan Allah onu imar et­miştin Eğer harâb ederse kimse mani olamaz, önüne geçemez. Yeryüzünde denizleri o yarattı ve ırmakları o akıttı. Çeşitli yemişler bitirdi.

— Bu dünya ne yaramaz, ne boş bir yerdir. Dirile­rimiz ölür, evlerimiz yıkılır, dediler.

Hakk Teâlâ hazretleri Eşıyâ (aleyhisselâm) ’a:

— Söyle onlara! Muhakkak onların duvarları be­nim dinimdir. Sarayları şeriatımdır. Irmakları kitabim­dir. Uygulayıcıları peygamberlerde velilerimdir. Bana yakın olmak takvâ (ibadeti iledir, buyurdu.

Onlar şöyle dediler:

— Allaha zikir ve tesbihde bulunuruz, fakat gönlü, müz aydınlığa kavuşmaz. Oruç tutarız, namaz kılarız ama nefsimiz temizlenmez, duamız kabul olmaz.

Allah Taalâ hazretleri şöyle buyurdu:

332

— Ey Eşıyâ! Onlara şöyle söyle: Ben onların oruç­larını nasıl kabul edeyim? Haram yerler ve yalan söy­lerler.

Namazlarını nasıl kabul edeyim? Benden başkasına sevgi duyarlar.

Sadakalarını nasıl kabul edeyim? Başkalarının ma­lından sadaka verirler. Dualarını nasıl kabul edeyim? Sözleri bir türlü, işleri bir başka türlü. Söyledikleri ile yaptıkları birbirine uymuyor.

Benim sözlerimi işitirler. «Nakledilmiş sözlerdir» derler.

Eğer sözlerinde samimi iseler, gayıb âlemini bil­sinler.

Şimdi benim rızam yoksullaradır. İzzet ve şerefim gözden düşmüşleredir. Kuvvetim zayıflaradır. Zengin­liğim dervişleredir. İlmim cahilleredir.

Bu dünyaya bir peygamber göndereceğim ki O, üm- midir, anadan doğma okumamıştır.

Yalan söylemez. Sokaklarda gezmez ve halka cefâ etmez. Kendisi güzel, sıfatı merhametli oluşudur. Tab’- an sakindir. Affetmek ve iyiliği tavsiye etmek ahlâkıdır. Adalet onun işidir. Hak onun şeriatıdır. Hidayet onun rehberidir. İslâm onun milliyetidir. Ahmçd adıdır. İn­sanları sapıklıktan doğru yola onun vasıtası ile iletirim. Cehaletten sonra hakikatları onunla bildiririm. Az şeyi onunla çok ederim. Yoksulluğu onunla zenginliğe çevi­ririm. Dağılmış halkı onunla bir araya toplarım. Değişik gönülleri onunla zabt altına alırım. Onun ümmetini bü­tün ümmetlerden üstün kılarım. Zira onlar Emir bil- ma’rûf, Nehiy ani’l-Münkeri (İyiliği tavsiye, kötülükten alıkoymayı) vazife bilirler. Bana iman edip Tevhid'e sa-

333

nlırlar. Bana samimiyet ve ihlâs ile namaz kılarlar. Benim için savaş ederler. Gece ve gündüz ibadet eder­ler. Ben de onlardan rahmetimi esirgemem. Zira ben fazlı büyük hükümdarım.

Bu sözleri Eşıyâ (aleyhisselâm)  kavmine söyleyince onu öl­dürmek istediler. Eşıvâ (aleyhisselâm)  kaçtı. Dağda bir ağaç vardı. O ağaç Allahın izni ile yarıldı .Eşıyâ (aleyhisselâm)  ona girdi.

Şeytan (lanet olsun) Eşıyâ (aleyhisselâm) ’ın cübbesine ya­pıştı ve onlara saklandığı yeri gösterdi. Bıçkı ile ağa­cı biçtiler ve Eşıyâ (aleyhisselâm)  şehid oldu.

Ondan sonra Hakk Teâlâ hazretleri, Ermiyâ (aleyhisselâm) 'a'.

— Git kavmine haber ver! Benim nimetlerimi on­lara bildir, dedi.

Ermiyâ:

— Ey Allahım! Ben zayıfım, nasıl kavi olayım? dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Gönüller benim elimdedir. İstediğini şekle dön­dürürüm. Hem ben seninle beraberim. Sana zarar do künmaz, buyurdu.

Ermiyâ bu sözü işitince yerinden kalktı. Fakat on­lara haber vermek için hiçbir şey bilmiyordu.

Hakk Teâlâ hazretleri, Ermiyâ’ya:

— Git hutbe oku! buyurdu.

Ermiyâ (aleyhisselâm)  hutbe okurken Allah Teâlâ ona itaa­tin sevabını ve isyânm cezasını bildirdi. Hutbenin so­nunda şöyle dedi:

— Hakk Teâlâ hazretleri şöyle yemin eder: İzzetim hakkı için onlara bir fitne vereceğim ki, âlemde misli yoktur. Evvel onlara kalbi katı ve heybetli bir zâlim ve-

334

reccğim. Ardında kara bulut gibi yürüyen asker verece­ğim. Helâk olacaklar.

Ermiyâ bu sözleri gelip onlara söyledi. Onu dövdü­ler ve hapse atular.

Ondan sonra Hakk Teâlâ hazretleri aitıyüzbin askeri ile Buhtunnasırı onlara musallat etti.

Geldi. Kudüsü yıktı, harap etti. Halkın çoğunu ku­yulara attı; üstlerini toprakla örttü. Buhtunnasır tek­rar memleketine döndü. Hükümdar oldu. Bir gün düş gördü. Fakat unutıu. Dört peygamberi de esir edip alıp gitmişti. Biri Daniyel Peygamber idi. Bunları çağırdı o düşü sordu. Eğer bilemezseniz sizi öldürürüm, dedi. Bunlar Daniyel ile çıkıp gittiler, gizli bir yere vardılar. Zarlanıp dua ettiler ve ağladılar.

Hakk Teâlâ hazretleri o düşü bunlara bildirdi. Dönüp geldiler ve:

— Sen acaip bırşey gördün, ayakları ve incikleri ba­kırdandır. Karnı gümüştendir, Arkası altından, başı demirdendir. Gökten bir taş indi. Onu parça parça etti dediler.

Buhtunnasır:

' — Doğru söylüyorsunuz, dedi ve bunları koyuverdi

Nakledildiğin,: göre, İsrail Oğulları fesâd‘çıkarınca Hakk Teâlâ, Buhtunnasırı aitıyüzbin askeri ile üzerleri­ne musallat kıldı. Onları helâk etti. Yine âsî oldular. Hakk Teâlâ bu kere Rûm (Anadolu) hükümdarlarından bir hükümdar üzerlerine gönderdi. Geldi. O da yüz seksenbin kişi öldürdü ve Beyt-i Mukaddesi yıktı. Beyt-i Mukaddes Hz. Ömer zamanına kadar harap kaldı. Hz. Ömer (radiyallâhu anh) Kudüsü fethettikten sonra Ashâbı ile bera-

335

ber Beyt-i Mukaddesi yeniden yaptı.

Keşşaf sahibi allâme Zemahşeri şöyle der:

— Kudüs kavmi iki defa fesâd çıkardılar. İlk fe- sâdları, Ernıiyâ (aleyhisselâm) ’ı şehid etmeleridir. Diğeri de Ze- kcriyâ ve Yahyâ (aleyhisselâm) ’ı şehid etmeleridir. Meryem oğ, lu İsa'yı ise şehid etmek istemeleridir. Hakk Teâlâ haz. retleri onları bu azgınlıkları dolayısiyle helâk etmiştir

41.  UZEYİR (aleyhisselâm) TN PEYGAMBERLİĞİ

Müfessirler şöyle derler:

— Hakk Teâlâ hazretleri, Buhtunnasırı helâk etti, fa­kat Uzeyir (aleyhisselâm)  Tevrât için gece gündüz ağladı ve hal­kın içinden çıkıp gitti.

Bir gün bir kimse Uzeyir (aleyhisselâm) ’a:

— Niçin ağlıyorsun? dedi.

Uzeyir (aleyhisselâm) :

— Tevrâtı ateşte yaktılar, dedi.

O kimse:

— Tevrâtm eline geçmesini ister misin? dedi.

Uzeyir (aleyhisselâm) :

— Evet, isterim, dedi.

O şahıs:

— Git! Oruç tut ve cübbeni yu, temizle. Ondan son- ra da yarın seninle yine burada buluşalım, dedi.

Uzeyir (aleyhisselâm)  oruç tutup cübbesini yudu; yine o yere, geldi. Biraz sonra o şahıs da geldi Elinde bir ça­nak su vardı. O şahıs bir melekti. Hakk Teâlâ onu Uze­yir (aleyhisselâm) ’a gönderdi. Sonra Uzeyir (aleyhisselâm)  o sudan içti. Tevrât’ın bütün sûreleri hatırına geldi. Uzeyir (aleyhisselâm)  kalkıp İsrail Oğullarına geldi Tevrâtı okudu ve kaleme

alıp yazdı. Ondan sonra Tevrâtı bir yerde gömülü bul­dular. Gördüler ki. tamam Tevrâttır. Uzeyir (aleyhisselâm)  ı aşı­rı şekilde sevdiler. Hattâ Uzeyiı; (aleyhisselâm)  Tanrının oğludur dediler. Fakat: -O, bunların eş tutageldikleri herşey- den münezzehtir.» (116)

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) derki:

— Buhtunnasır ölünce Uzeyir (aleyhisselâm)  bir ağacın al­tına oturdu. Eşeğini de o ağaca bağladı. Oradan mem­leketin yerle bir olduğunu gördü ve:

— Bu harap olmuş şehir nasıl yeniden yapılıp mâ- mûr hale gelir? dedi.

Hakk Teâlâ, Uzeyir (aleyhisselâm) 'ın ruhunu alıp yüzyıl orada yattı. Sonra Hakk Teâlâ hazretleri onu tekrar diriltti ve Uzeyir (aleyhisselâm) ’a:

—- Ne kadar yattın, Ey Uzeyir? diye nidâ buyurdu.

Uzeyir (aleyhisselâm) :

— Bir veya birkaç gün yattım, diye cevap verdi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Bil ki, yüz sene yattın, buyurdu.

Ondan sonra Uzeyir (aleyhisselâm)  eşeğine baktı. Ölmüş olduğunu ve kemiklerinin dağılmış olduğunu gördü.

O nidâ eden, seslenen.

— Ey kemikler! Bir yere toplanın diye seslendi.

Hemen bir araya geldiler. Ondan sonra da derisi tamamlanıp cam geldi: Tekrar hayata kavuştu. Eşek ayağa kalktı.

Ondan sonra Hakk Teâlâ hazretleri, Uzeyir (aleyhisselâm) ’a Tevrâtın tamamını öğretti ve ona peygamberlik verdi.

Uzeyir (aleyhisselâm) :

(116) Tevbe Sûresi, ayet: 31

337

— Allahım! Hayın. ve şerri sen takdir ettin. Şer iş­leyene ceza verirsin, azâp edersin. Halbuki onu sen yazmıştın, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Eğer bu sözünden dönmezsen adım Peygamber­ler defterinden çıkarırım, buyurdu.

Nakledildiğine göre, Hakk Teâlâ hazretleri, Uzeyir (aleyhisselâm) 'a şöyle buyurdu:

— Ey Uzeyir! Sen küçük günaha bakma! Onun iş­lediğinden dolayı kime karşı âsî olduğuna dikkat et. Azıcık rızka bakma! Onu verene bak. Şâyet bir belâ gelirse kimseye şikâyet etme. Eğer sen şikâyet edersen ben de senin günahından meleklere şikâyet ederim. On­dan sonra Uzeyir (aleyhisselâm)  dünyâ'dan âhirete teşrif etti.

42. METTÂ OĞLU YÛNUS (aleyhisselâm) 'IN PEYGAMBERLİĞİ

Vehb bin Münebbih (radiyallâhu anh) şöyle der:

Hakk Teâlâ hazretleri, Yûnus (aleyhisselâm) 'ı Isrâil Oğulla­rına peygamber olarak gönderdi ve:

— Git onları imana davet et! buyurdu.

Yûnus (aleyhisselâm)  geldi ve onları imana davet etti, Allah dinine çağırdı. Oniar inkâr ettiler, imana gelmeyi ka- bul etmediler.

Yûnus (aleyhisselâm)  onlara:

— Üç günden sonra size azâp gelecek, dedi. Haber­siz bunların içinden çıkıp gitti.

Sabah olunca gökten kara bir bulut indi. Onu gö­rünce helâk olacaklarını anladılar. Allah bunların gö­nüllerine tövbe verdi. Bir yüksek yere çıktılar, tövbe edip imana geldiler ve: «Yûnusun getirdiği şeylere

F : 22

338

inandık» dediler. Allah bunları esirgedi ve üstlerinden azabı kaldırdı. O gün Aşûre günü idi. Yûnus (aleyhisselâm)  o kavmin helâk olmadıklarını gördü. Yalancı çıktığını zannederek son derece üzüldü. Oradan gitti. Bir deniz kenarına geldi. Bir gemiye binip uzaklaştı.

Nakledildiğine göre Yûnus (aleyhisselâm)  şehirden gidince eşi de iki oğlu ile gitti. Yolda giderken küçük oğlu deniz­de boğuldu. Büyük oğlunu kurt yedi. Eşi de Yûnus (aleyhisselâm) ’la buluşamadı. Böyle olunca Yûnus (aleyhisselâm)  çok üzülüp ağladı.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Yûnus! Sen eşinden ve çocuklarından şikâ­yet ettin, ben de onları ortadan kaldırdım. Eğer istersen tekrar kavmine dön. Çocuklarını, eşini ve malını iade edeyim. Zira ben herşcye gücü yeten kâinatın hüküm­darıyım, buyurdu.

Yûnus (aleyhisselâm)  bunların arasından çıkıp gittiğinde bir gemiye binmişti. Gemiciler:

— Köle misin, yoksa azatlı mısın? dediler.

Gemicilerin âdetlerine göre köle olanlar gemiye alınmazlardı.

Denizde giderken gemi durdu ve:

— İçimizde kaşkın köle var, kur’a çekelim, kime çıkarsa onu denize atsın, biz de emin olalım dediler.

Kur’a çektiler. Üç defasındp da Yûnus (aleyhisselâm) ’a çık­tı. Hakk Teâlâ hazretleri büyük bir balığa, gemiye gitme­sini bildirdi. Yûnus (aleyhisselâm)  o balığı görünce kendini de­nize bıraktı. O balık Yûnus (aleyhisselâm) ’ı yuttu.

Hakk Teâlâ o balığa:

— Yûnus’un etine ve kılına zarar verme. Yûnus’u

338

ben sana rızık verdim. Zindana koyduğumu kabul et. O sende emanet olarak dursun, buyurdu.

îbni Abbâs (radiyallâhu anh).

Hakk Teâlâ o balığa. Karnını Yûnus'a mescid ettim. Orada ibadet etsin, buyurdu, der.

Yûnus (aleyhisselâm)  balığın karnında kırk gün yattı ve balığın karnında:

— «Senden başka hak ma'bud yoktur. Sen herşey den münezzehsin. Bense zulmedenlerdenim» diye ni­yazda bulundu.

Yûnus (aleyhisselâm) 'ın balığın karnında: «Yedi gün, üç gün yirmi gün» kaldığı şeklinde değişik görüşler ileri sü- rülmüştür.

Sabahleyin bank onu yuttu, gece tekrar dışarı bı­raktı» diyenler de vardır. En doğrusunu Allah bilir.

Nakledildiğine göre Yûnus (aleyhisselâm) 'ı yutan balık de­nize dalıp gitmemiştir. Bilâkis başı suyun üstünde ol­duğu halde gemi ile beraber yürümüştür ki, bu sayede Yûnus (aleyhisselâm)  hem nefes alsın, hem de Allahı zikretsin, diye.

Hattâ kenara gelince o bahk denize batmadı. Yû­nus (aleyhisselâm) 'ı getirip kenara çıkardı. Bunu gören gemici­lerin hepsi imana geldiler.

Yûnus (aleyhisselâm)  karaya çıkınca, kenarda bitmiş bulu­nan, bir kabağın yapraklarının gölgesinde oturdu. Onun vücudu yumuşacık et haline gelmişti. Kabak yaprağına sinek konmadığı için onun altında oturdu. Bir geyik gelip onu emzirirdi. Ondan sonra hemen iki melek gel­di. İki giyecek getirdiler. Yûnus( A.S.) birini alt tarafına tutundu, birini d? üstüne giydi.

Ondan sonra gitti. Ağaçhk bir köye geldi. Köylü-

340

lerin bu ağaçların yemişlerini ziyan ettiklerini gördü ve onlara:

— Niçin bu yemişleri helak edersiniz? diye sordu.

Hakk Teâlâ hazretleri:

■— Ey Yûnus1 O yemişlere acırsın, kendi kavmine niçin acımazsın? diye buyurdu.

Hz. Yûnus (aleyhisselâm)  oradan da gitti. Kavmine geldi.

Yûnus (aleyhisselâm) ’m geldiğini kavmi duyunca hepsi onu şehrin kapısında karşıladılar ve şehre getirdiler. On- dan sonra Hakk Teâlâ oğlunu, eşini ve malım tekrar verdi.

Nakledildiğine göre bir gün Yûnus (aleyhisselâm) ’m evine bazı şahıslar geldiler ve eşinin onu incittiğini gördüler. Kadın ona karşı söyleniyordu. Yûnus (aleyhisselâm)  ise ona bir şey demiyordu. Onlar bu durumu görüp şaşırdılar ve Yûnus (aleyhisselâm) ’dan sebebini sordular:

— Bu gördüğümüz ne hikmettir? dediler.

Yûnus (aleyhisselâm)  onlara:

— Şaşırmayın! Ben Tanrıdan istedim ve: Eğer ba­na azap edeceksen dünyada et dedim. «Falanın kızı çok yaramaz ve huysuzdur. Onu hatunluğa al» diye emrolun- dum. Ben de o k’zı aldım. Şimdi azabımdır çekerim, elimden ne gelir? dedi.

Hz. Ali (radiyallâhu anh):

— «Dünya azabı huysuz kötü kadındır, Ahiret azabı ise Cehennemdir» demiştir.

Ondan sonra Yûnus (aleyhisselâm)  «Ninova, şehrinde yer­leşti. Ölünceye kadar orada kaldı ve orada öldü.

341

43. ZEKERİYYÂ VE YAHYA (aleyhisselâm) 'IN
PEYGAMBERLİĞİ

Ka’bû’l-Ahbâr (R A.) şöyle der:

Süleyman (aleyhisselâm) ın iki oğlu var idi. Birinin adı «Ra- hibaam» ve birinin adı da «îmrân» idi.

Zekeriyyâ (aleyhisselâm)  Rahibaam neslindendir. Yani Sü­leyman (aleyhisselâm) ’ın oğlunun çocuklarındandır. Zekeriyyâ (aleyhisselâm) 'm eşinin adı «Elyesâ», İmrân’m eşinin adı ise «Hanne»dir.

Zekeriya (aleyhisselâm) , Peygamberlik gelmezden önce dül­gerlik (marangozluk) ederdi ve Beyt-i Mukaddeste ibâ­detle meşgul olurdu.

Bir gün Cebrâil (aleyhisselâm)  gelip Zekeriyyâ (aleyhisselâm) 'a selâm verdi. Zekeriyyâ (aleyhisselâm)  selâmını aldı ve:

— Sen kimsin? dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Ben Cebrâilim. Tanrı taâla selâm söyledi. Seni İsrâil Oğullan kavmine Peygamber olarak davete gön­derdi ve buyurdu ki: Onları bana ibâdete ve beni zik­retmeye davet et, çağır. Beni sen de her zaman zikret, unutma. Kim beni unutursa ben de onu rahmetimden uzak tutarım. Kim beni anarsa ben de onu rahmetimle anarım.

Zekeriya (aleyhisselâm)  bu sözleri işitince secde etti, sonra çıktı, tsrâil Oğullarına vardı. Onları dine davet etti. Bir kısmı iman ettiler. Zekeriyyâ (aleyhisselâm)  onların arasında bir süre durdu.

Şimdi bilmek gerektir ki-, İmrân’ın eşi Hanne'den

342

Meryem nasıl doğdu? Ve Zekeriyyâ (aleyhisselâm) , Hz. Meryeml kendi yanım» nasıî a’dı?

Müfessirler şöyle naklederler:

— Zekeriya (aleyhisselâm)  bir mihrâp (namazgah) yaptırdı. Kapısını yüksekten koydu. Hz. Meryem hücresine gi­rer, çıkmazdı. Hayız görünceye kadar orada kalırdı. Ha­yız görünce Zekeriyyâ (aleyhisselâm)  Hz. Meryemi hücresinden alır, hanımı olan teyzesinin yanına getirirdi.

Mukâtil (radiyallâhu anh) derki.

— Hz. Meryem lıaytzdan temizlenince gusletti, boy abdesti aldı. Tekrar hücresine girip oturdu.

Zekeriyyâ (aleyhisselâm)  ne zaman Hz. Meryem’in hücresine varsa, yazın kış yemişleri, kışın da yaz yemişleri bulur idi. Bir gün Zekeriyyâ (aleyhisselâm) , Hz. Merheme sordu:

— Bu yemişler neredendir? dedi.

Hz. Meryem (radiyallâhu anh):

— Şânı yüce olan Allah Teâlâ hazretlcrindendir. Kime dilerse hesapsız yiyecekler verir, diye cevap verdi.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:

        «...Allah kimi dilerse ona sayısız rızık verir.>ı (117)

Hz. Hasen (radiyallâhu anh) nakleder:

— Zekeriyyâ (aleyhisselâm) : Allahım! Bdna kocalığımda bir oğlan ver, nasip et dedi ve vardı ınihrâbına girdi. Biraz sonra bir melek gelip:

— Ey Zekeriyyâ' Hakk Teâlâ hazretleri sana bir oğ­lan müjdeler ki, adı, Yahyâ’dır, dedi.

Nitekim Allah Teâlâ buyurur:

        «O mikrapıa durup namaz kılarken hemen me-

<117) Âl-i İmrân Süresi, ayet: 37

343

lekler ona (şöyle) nida elti: «Gerçek, Allah sana kendi­sinden (gelen) bir kelimeyi (Hz. îsâ'yı) tasdik edici, bir efendi, nefsine hâkim ve sâlihlerden bir peygamber ol­mak üzere Yahya'yı müjdeler.» (118)

Bazıları şöyle der:

— Yahya (aleyhisselâm) ’a şunun için Yahya denildi ki, o öl­medi. Allah onu şehîd etti. Ebedî ölmemiş oldu. Veya Allah onu, sonsuz itaati sayesinde, yaşattı; kulluğu ve itaati ile o yaşamaktadır. Çünkü aslâ günah işlememiş, işlemeyi de hiç düşünmemiştir.

Peygamberimiz Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efen­dimiz de şöyle buyurmuştur:

— Yahyâ (aleyhisselâm)  hiç günah işlemedi ve işlemeyi de akimdan geçirmedi. Bu itibarla o, hasür (nefsine hâkim iffetli) oldu. Elinden geldiği kadar kadınlardan sakınır- dı.

Zekeriyyâ (aleyhisselâm) ’a gelince o:

— Ben bir pîıim, ihtiyarım. Eşim de kocadır. Biz­den nasıl oğlan doğar? diye hayretini ifade etti.

O vakit Zekeriyyâ (aleyhisselâm)  doksandokuz yaşında idi. Hanımı da doksansekiz yaşında bulunuyordu.

Nakledildiğine göre Yahyâ (aleyhisselâm)  ilk yaz ayının yir- mibeşinci günü dünyaya geldi. Otuz yaşına girdi. Hakk Teâlâ Ona vahyedip buyurdu:

       «Ey Yahyâ! Kitabı kuvvetle tut» yani: Tevratı kuvvetinle tut ve devamlı onunla meşgul ol.

        «Henüz sabî iken ona hikmet verdik» yani: Yah-

f !2S) Al-i İmrân Sûresi, ayet: 39

(119) Meryem Sûresi, ayet: 12

T120) Meryem Sûresi, ayet: 12

344

yâ (aleyhisselâm)  küçükken onun diline hikmeti zâhir ettik, Tev- râtı öğrettik, demektir.

Hz. Hasen (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Bir gün Yahya (aleyhisselâm) , îsâ (aleyhisselâm) ’a: Sen benden üs­tünsün, dedi.

îsâ (aleyhisselâm) :

— Bilâkis sen benden üstünsün. Nitekirn Hakk Teâlâ hazretleri sana selâm verir. Ben kendime selâm veririm. Böyle olunca sen benden üstünsün, dedi.

Nakledildiğine göre Yahya (aleyhisselâm)  o kadar ağlardı ki, gözlerinin yaşı yüzlerinde iz bırakmıştı. Hakk Teâlâ’dan öyle korkardı.

Nakledildiğine göre Zekeriyyâ (aleyhisselâm)  va’z ettiği za­man, eğer o vakit Yahyâ (aleyhisselâm) 'ı orada görmezse Ce­hennemden bahsederdi. Eğer orada görürse Cennetten söz ederdi.

Bir gün Zekeriyyâ (aleyhisselâm)  nasihatte bulunurken hal­ka baktı, gördü ki, Yahyâ (aleyhisselâm)  orada değildir. Halbuki Yahyâ (aleyhisselâm)  başını yakasının içine çekip dinlemekte idi. Bunun üzerine Zekeriyyâ (aleyhisselâm) , Yahyâ (aleyhisselâm) ’ı ora­da görmeyip Cehennemden haber verdi, ağladı ve şöyle dedi:

— Cebrâıl (aleyhisselâm)  bana haber verdi. Cehennemde bir dağ vardır. Ona «Sekrân» derler. O dağın içinde bir de­re vardır. Adı «Gadbân»dır. O derede ateşten bin kuyu vardır. Her kuyunun derinliği ikiyüz yıllık yoldur. O ku­yuların içinde ateşten tabûtlar vardır. O tabûtun içinde ateşten kaftanlar (uzun elbiseler) ve zincirler vardır.

Yahyâ (A.SJ.4?u sözü işitince doğruldu:

— Vâh! Sekrân’dan, vâh Gadbân’dan diyerek dağ­lara kaçtı.

345

Zekeriyyâ (aleyhisselâm)  ve eşi ardına düştüler. Koyun gü- den bir şahsı gördüler ve:

— Hiç ağlayan bir yiğit gördün mü? dediler.

Çoban:

— Falan geçitle öyle birisini gördüm:

— Yerim Cennet midir, yoksa Cehennem mi? Oldu­ğunu öğreninceye kadar yemem ve içmem diye, ağlıyor­du, dedi.

Babası ve anası varıp buldular. Anası:

— Seni karnımda taşıdığım ve verdiğim sütün hak­kı için şu arpa ekmeğini ye ve benimle beraber eve dön, dedi.

Yahya (aleyhisselâm)  anasının sözünü işitince durdu ve ana. sı ile beraber gitti.

Zekeriyyâ (A S.):

— Benim de dileğim şu cübbeyi giymendir, dedi.

Yahyâ (aleyhisselâm)  r.’dı, giydi. Anası mercimekten yemek pişirdi. Yahyâ (aleyhisselâm)  yedi ve uyudu.

Düşünde şöyle dediler:

— Ey Yahyâ! Benim evimden yeğ (iyi) ev mi bul­dun? Benim komşuluğumdan daha iyi komşu mu bul­dun? Ey Yahyâ! İzzetim hakkı için, eğer Firdevs Cen­netini götsen arzudan etin ve yağın erirdi. Eğer Cehen­nemi görsen etin ve yağın erirdi. Gözünden yaş yerine kan ve sarı su akardı.

Yahyâ (aleyhisselâm)  uyanınca ağladı. Anasına ve babasına:

— Benim hırkamı verin, cübbenizi alın, dedi.

Yahyâ (aleyhisselâm) 'ın gözyaşı ve sızlanması son haddine varınca Hakk Teâlâ hazretleri Onu esirgeyip-

— Cehennemi size haram ettim, buyurdu.

346

Gönülleri emin olup ibadeti çoğalttılar. Hakk Teâlâ- nın cemâlini görmek için çok şükrettiler.

Hâris-i Eşarî Peygamberimizden şöyle nakletmiştir:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurur: «Bir gün Yahya (aleyhisselâm)  şeytan ile buluştu.

Yahyâ (aleyhisselâm) :

— Ey İblis! Bana haber ver, söyle: Senin en çok sevdiğin kimdir? En büyük düşmanın kimdir? dedi.

Şeytan:

— Benim en çok sevdiğim kimse, mümin olduğu halde cimri olandır. En büyük düşmanım da fâsık oldu­ğu halde cömert olan kimsedir, dedi.

Yahyâ (aleyhisselâm) :

— Yani nasıl? dedi.

(^»tan:

— Mümin ki, cimridir, onun cimriliği bana yeter, dedi. Fâsık ki cömerttir, korkarım bir gün tövbe eder de Hakk Teâlâ hazretleri onu kabul eder ve veliliğe yük­seltebilir. Eğer sen bunu sormamış olsaydın bu haberi kimseye söylemezdim dedi.

44. ZEKERİYYÂ VE YAHYA (aleyhisselâm) ’IN VEFATLARI :
ZEKERİYYÂ (aleyhisselâm) TN VEFATI :

Bir gün Zekeriyvâ (aleyhisselâm)  Yahudiler’den kağtı. Yahu- diler ardına düştüler. Yaklaştıkları zaman Zekeriyvâ (aleyhisselâm)  yolda bir ağaç gördü ve o ağaca:

— Beni sakla, dedi.

O ağaç yarıldı. Zekeriyyâ (aleyhisselâm)  içine girip gizlendi. Fakat eteğinin ucu dışarıda kaldı. O Yahudiler geldiler. Bulamadılar. Şeytan onlara:

347

— İşte bu ağaca girdi, dedi. Bıçkı getirdiler. O ağacı parçaladılar. Hattâ bıçkı Zekeriyyâ (aleyhisselâm) 'ın başına gel­di. Zekeriyyâ (A.S.i Ah! dedi. Yerler ve gökler Zekeriyyâ (aleyhisselâm)  için harekele geldiler. O saat Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Ey Zekeriyyâ! Hak taalâ hazretleri sana: Bir ke­re daha ah ederse adını peygamberlik defterinden çı­karırım, buyurdu.

Ondan sonra Zekeriyyâ (aleyhisselâm)  acıya katlandı, ah et medi. Şehîd ettiler. Güz ayının beşinci gününde Zeke­riyyâ (aleyhisselâm)  şehid oldu.

YAHYA (aleyhisselâm) TN VEFATI :

Nakledildiğine göre, İsrâil Oğulları arasında bir kral var idi. Onun bir hanımı vardı. O kadının başka erkekten bir kız: vardı. O kızı krala vermeyi istedi. Baş' ka yerden kız almasından korkardı. Düğün yaptı. Yah- yâ (aleyhisselâm) ’ı düğüne çağırdı. Yahyâ (aleyhisselâm)  geldi. Kadın, kızını kral olan kocasına vermek için izin istedi. Yahyâ (aleyhisselâm) :

— îslâm dininde (Allşh Kanununda) bu haramdır. Bunun üzerine Yahyâ (aleyhisselâm)  o düğünden çıktı, gitti.

Kralın karısı, Yahyâ (aleyhisselâm) ’a son derece kızdı. Onu öldürmek için hile düşündü. Krala şarap içirdi. Sarhoş etti. Kral sarhoş olunca o kadın kızını süsledi. Erkeği­nin huzuruna çıkardı ve:

— Yahyâ <A.S.) buraya geldi: < Bu kızımı sana vere­yim» dedim. «Haramdır» dedi. Senden onu çağırıp öl­dürmeni istiyorum, dedi.

Kral, Yahyâ (aleyhisselâm) ’ı çağırdı ve:

— Sen böyle mi dedin? dedi.

348

Yahyâ (aleyhisselâm) :

— Evet, o sana haramdır, dedi.

O kral emretti. Yahyâ (aleyhisselâm) ’ı koç boğazlar gibi bo­ğazladılar.

Yaz ayının yirmidokuzuncu günü Yahyâ (aleyhisselâm)  şe- hıd oldu. O gün göklerin ve yerlerin melekleri Yahyâ (aleyhisselâm)  için ağlaştılar ve:

— Ey Allahını! Hangi günah için Yahyâ (aleyhisselâm) ’ı öl­dürdüler? dediler.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Yahyâ kulumun aslâ günahı yoktur. Günahı hiç düşünmemiştir. Fakat beni severdi. Ben de onu seve­rim. Onun için öldürdüm. Çünkü sevenlere sevgi için­de ölmek gerektir, buyurdu.

Müfessirler:

— Yahyâ Peygamberi, Zekeriyyâ (aleyhisselâm) ’dan önce şe- hid ^ttiler, derler.

Nakledildiğine göre Yahyâ (aleyhisselâm) ’ı şehid ettiler. İsâ (aleyhisselâm)  onların arasından çıktı, gitti.

Hakk Teâlâ hazretleri o kavmin üzerine bir kral gön­derdi. Ona «Hirodos» derlerdi. O kral:

— Eğer Kudüs'ü alırsam bütün halkını öldüreceğim, hattâ onların kanı benim askerimin içinden su gibi aka­cak, dedi.

Kudüsü aldı, ama Yahyâ Peygamberi öldüren kralı bulamadı. O, ölüler arasına gizlenmişti.

O gün Yahyâ (aleyhisselâm) ’ın kanı üzerine yetmişbin Ya^ hudi boğazlandı.

Hükümdar »ununla da yatışmadı. Yediyüz oğlan getirdiler ve Yahyâ (aleyhisselâm) ’ın kanı üzerine boğazladılar Fakat o gene sükûn bulmadı.

34y

Kalanlarını da ateşte yakmak istedi.

— Yahyâ Peygamberin kanı için bizi affet diye yalvardılar. Affedip Müslüman oldu.

45.  İSÂ (aleyhisselâm) ’IN PEYGAMBERLİĞİ

Allah Teâlâ buyurdu:

— «Hani (İmrân)’ın karısı: Rabbim, kamundakini azatlı bir kul olarak adadım. Benden olan bu (adağ)’ı hemen kabul et. Şüphesiz (niyazımı) hakkiyle işiten, (niyetimi) kemaliyle bilen sensin, sen» demişti. (121)

Mukâtil (radiyallâhu anh) derki:

— Hz. Meryemin annesi «Hanne», «îmran»ın eşi ve «Fakuza»nm kızı idi. Hz. Meryem «İmrân»ın kızıdır. İmrân «Mâsân»m oğludur. Mâsân, Hz. Süleyman’ın ev- lallarındandır.

Hanne, tmrân'dan gebe kalınca şöyle dedi:

— Hakk Teâlâ hazretleri, beni karnımdakinden kur­tarırsa onu azadl. kılacağım, diye nezretti. Yani asla dünya işlerini yaptırmayacağım. Beyt-i Mukaddese hiz­met etsin ve mihraba kapanıp ibâdet etsin, dedi.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurur:

— Annesinden doğan her çocuğa şeytan yapışır. Ancak Hz. Meryem ile Hz. îsâ (aleyhisselâm) ’a yapışamadı

Nakledildiğine göre bir gün İmrân eşine şöyle dedi:

— Eğer o karnındaki kız olursa nasıl yaparsın?

Hanne bu söze üzüldü. Hz. Meryem doğunca ona «Meryem» adını koydu.

(121) Al-i İmrân Sûresi, ayet: 35

350

Meryem: Tanrfya kulluk eden demektir. Kundağa sarıp Beyt-i Mukaddes'in mihrâbına koydu ve gitti.

Kudüs'ün ileri gelenleri toplandılar ve onlardan heı biri:

          «Ben üzerime alıp terbiye ederim, büyütürüm» , dedi.

Zekeriyyâ (aleyhisselâm) :

        «Bana yakışır, hak benimdir. Zira teyzesi benim eşimdir» dedi.

Bunlar:

          «Kur'a çekelim, bakalım kime çıkar?» dediler.

Zekeriyyâ (aleyhisselâm) 'ın şeriatına göre suya birer kalem bırakırlardı. Hangisinin kalemi suya batmazsa o doğ­rudur derlerdi ve hak onun olurdu. Bunlar ve Zekeriyyâ (aleyhisselâm)  (Ayn-ı Silvân’a = Silvân suyuna) vardılar. Ürdün ırmağına kalemlerini attılar. Onların kalemi battı. Ze­keriyyâ (aleyhisselâm) 'ın kalemi su üzerinde kaldı, batmadı. Hakkın Zekeriyyâ (aleyhisselâm) ’a ait olduğunu anladılar ve ona verdiler.

Nitekim Kur’an-ı Kerimde Hakk Teâlâ buyurur:

        «Bunun üzerine Rabbi onu, iyi bir rızâ ile kabul etti. Onu güzel bir nebât gibi büyüttü. (Zekeriyyâ)'yı da ona (bakmaya) memur etti ..» (122)

Bunun üzerine Zekeriyyâ (aleyhisselâm)  Hz. Meryemi yanı­na aldı. Büyüdüğünde onu, ibâdet için ma’bede kapattı. Hakk Teâlâ Ona Cennetten yemişler verdi. Bir gün Ceb­rail (aleyhisselâm)  geldi ve şöyle dedi:

— Ey Meryem! Allaha muti ol. Gece ibâdet eder­ken ayak üzerinde çok dur. Namazı uzun et, uzat.

122) Al-i İmran Sûresi, ayet: 100

351

Hz. Meryem o sözü işitince, geceleyin ibâdeti o ka­dar uzatırdı ki, ayağı üzerinde duramaz oldu. Verem olacaktı.

Müfessirler detler ki:

— Bir gün Cebrâil (aleyhisselâm)  Hz. Meryem'in yanına gel­di. Ve:

— Tanrı taâla hazretleri seni temiz kıldı. Senin kar­nında bir oğlan vardır kı, babasız meydana gelecektir. "Ey Meryem! Hakk Teâlâ hazretleri sana bir kelime müj­deler. Adı İsâ'dır. Dünyada ve Ahirette makbuldür. Be­şikte iken konuşur. Büyüyünce de konuşacaktır, dedi ve ayrılıp gitti.

Ondan sonra Hz. Meryem bir gün hayız gördü. Ha yızdan arındı. Doğuya dönüp gusletti, boy abdesti aldı Ondan doiayı hıristıyanlar, Hz. Meryem Şark’a döndü diye şarkı (doğuyu, kıble olarak kabul ettiler.

Hz. Meryem guslederken, Cebrâil (aleyhisselâm)  güzel bi» delikanlı kıyafetine girip, yüzü parlak ve uzun boylu yakışıklı bir biçimde geldi. Hz. Meryeme gözüktü. Hz Meryem onu görüp korktu. Cebrâil (aleyhisselâm) ’ı uzaktan gö ren Hz. Meryem hemen:

— Senden Allaha sığınırım, dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Ben elçiyim, Allahtan geliyorum. Hakk Teâlâ haz­retleri sana bir oğian bağışladı, dedi.

Hz. Meryem:

— Ben Allahtan korkan iffetli ve namuslu bir kim­seyim, kimseden para ahp zinâ etmedim ve bana kimse yapışmadı. Benden nasıl oğlan doğar? dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Haklısın! Fakat Hakk Teâlâ hazretleri: Ona bir

352

oğlan vermek benim için çok kolaydır. O oğlanı halka ibret, rahmet ve ayet (İlâhî kudret delili) edeceğim, bu­yuruyor, dedi.

Bazıları şöyle dediler:

—- Cebrâıl (A S.)’ın üflemesinden bir kimsenin ya­ratılması, yaratılanın bir kısmı melekten, bir kısmı in­sandan olacağı için, caiz değildir.

Ancak, Cebrâil (aleyhisselâm) , İsâ (aleyhisselâm) 'ın yaratılmasına se­bep olmuştur.

Hakk Teâlâ hazretleri, Âdem (aleyhisselâm) ’ı yarattığı zaman ziirriyetinden İlâhî ahd (kendi için söz) aldı. Bundan sonra bazı suyu babaların belinde, bazı suyu da anne­lerin rahminde bıraktı. Bir kısmı babasından, bir kısmı da annesinden olmak üzere Hz. Meryem'in rahminde iki su kaldı. Cebrâil (aleyhisselâm)  üfleyince, Onun üflemesi ile Hz. Meryem’in kadınlığı harekete geçti ve o iki su (zür- riyet) birleşerek Hz. Meryem gebe kaldı. (123)

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Hz. Meryem gebe kalınca kaçıp bir dereye girdi.

(123) İlâhi ahd'le ilgili olarak Kur’an-ı Kerimde A’râf Sûresinin 172 ve 173. ayetlerinde bilgi verilmektedir. r.Elest Bezmi» denilen İlâhi meclisde Allah insan zürriye- tinden kendini tanıyacaklarına dâir söz almış ve bu ahid nesilden nesile devam edegelmiştir. Ancak bu ayet: Kâi­nattaki İlâhi delillere bakarak akl-ı selim’le Allahı bulma mânâsında da izâh edilmiştir. Hz. Meryem'in erkeksiz ge­be kalışı bazı biyolojik açıkamalarla birlikte, İlâhi kudre­tin bir eseri olarak, Rûhû ve mânâyı inkâr eden Yahudi- lere ibret olsun diye ,Hakk Teâlâkin İlâhî müdâhelesi ve onun sonsuz gücünün delili ve isbâtıdır. Nitekim Kur’anda Allah Teâlâ- Hz. Ademi anasız ve babasız yarattığı gibi, İsa’­yı da babasız olarak yarattığını beyan buyurmuştur.

353

Gebelik müddeti tamam olunca îsâ (aleyhisselâm)  doğdu. Do­ğum kış ortasının başında oldu. Hz. Meryem on yaşın­da idi. Gebe olması ile doğurması bir saat içinde oldu

Nakledildiğine göre, Allah; Hz. Meryem'e muallim- siz hikmet verdi. Hiçbir şey yapmadan kısmet verdi. Yanında kimse olmadan Ona yardım etti ve erkeksiz oğlan verdi.

Mücâhid (radiyallâhu anh) der ki:

— Hz. Meryem: Hz. îsâ (aleyhisselâm)  karnımda tespih (Allahı zikr) -ederken ben işitirdim. Doğurduğum za­man benimle konuştu, ben de onunla konuştum, demiş­tir.

Nitekim Hak laâla hazretleri buyurur:

        «Melekler: Ey Meryem, Allah, kendinden bir ke­limeyi sana müjdeliyor...» (124)

Bazıları da şöyle derler:

— Hakk Teâlâ kelâmında: Babasız bir peygamber yaratacağını beyan buyurmuştur. Bu itibarla îsâ (aleyhisselâm) ’a kelime demiştir. Zira O C.Hakkın İlâhî va’di (sözü) ile meydana gelmiştir.

Bazıları da:

— Kün = Ol kelimesi ile meydana geldiği için «ke­lime» denilmiştir, dediler.

Hz. Meryem doğurmak istediği zaman, kırda kuru bir ağaç vardı ve mevsim kıştı. Hz. Meryem o ağaca da­yandı, arkasını verdi ve şöyle dedi:

        «Keşke ben bu hale gelmezden evvel öleydim Unutulup giderdim. Bu hal başıma gelmeseydi.

(t?4) AL-i İmrân Sûresi, ayet: 45

>54

Hz. Meryem, İsâ (aleyhisselâm) 'ı doğurunca, Hz. Isâ, Mer­yem'in ayağı altında şöyle konuştu:

— Ben Allahın kuluyum, benim için üzülme. Ben Allahın Peygamberiyim. Bu kuru ağacı salla, ondan yaş hurmalar bilsin ve üstüne dökülsün.

' Hz. Meryem:

— Ben halkla konuşmamayı, ancak işâretle anlaş­mayı nezrettim, dedi. İik zamanlarda böyle söz için nezretmek âdetti.

Nakledildiğine gere, Yûsuf-u Neccâr (Marangoz Yûsûf) adlı bir şahıs vardı. O şahıs onları bulundukları yerden alıp, civardaki bir mağaraya bıraktı. Kırk gün ana-oğul c mağarada kaldılar.

Hz. Meryem lohusalığı sona erince temizlendi. Yû- sufu, Neccâr gelip Hz. Meryem’i kavmine getirdi. Kav- mi onu görüp ağlaştılar ve:

— Ey Meryem! Bu babasız çocuğu nerede buldun? dediler.

Hz. Meryem:

— Bana sormayın, bu çocuğa sorun, diye işâret etti.

Onlar:

— Henüz beşikte olan bir sabiye biz ne soralım, ona ne diyelim? dediler.

İsâ (aleyhisselâm)  bunlara şöyle dedi:

        «Şüphesiz ben Allahın kuluyum.»

İsâ (aleyhisselâm)  bu sözü söylemekle Allahın kulu ve pey­gamberi olduğunu dili ile ifâde etmiş oldu.

Hz. Hasen (radiyallâhu anh) şöyle der:

        «Bana kitap verdi» demesinden murâd: «Allah, anamın karnında iken bana Tevrat'ı öğretti» demektir.

355

«Beni peygamber kıldı*- demek «Hak taâk?. beni pey­gamber ettiğine dair ievhi mahfuzdan bana haber v~t- di» demektir.

        «Beni mübarek kıldı» (125) demek beni halka mu­allim kıldı demektir. Ve Hak taalâ hazretleri bana sağ oldukça namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti.»

        «Beni anneme hiirmetkâr kıldı. Beni bir zorba, bir bedbaht olarak yaratmadı» (126) yani âsî ve zorba olmadım. Doğduğum gün şeytandan, öleceğim gün şek ve şüpheden Allah beni selâmette kıldı ve kabirden kal­dırılacağım gün de, kıyâmet sâhiplerinden, beni sakla­dı, demektir. îsâ (aleyhisselâm)  bu sözleri söyleyince tekrar sustu, konuşmadı.

Nakledildiğine göre, Îsâ (aleyhisselâm)  üç yaşında iken Hz. Yahya onu doğru'adı. İsrail oğulları hayret ettiler. Yah- yâ (aleyhisselâm)  İsâ (aleyhisselâm) 'dan üç yaş büyüktü.

Bazıları:

— Altı yaş büjüktü, derler.

Müfessirler de:

— Yahya (aleyhisselâm)  İsâ (aleyhisselâm) ’ı, ona küçük yaşta (Sa- biy) iken İncil geldiğinden dolay doğrulamıştır.

Hakk Teâlâ hazretleri İsâ (aleyhisselâm) ’ı İsrâil oğullarına da- vetçi, peygamber olarak gönderdiği zaman, İsâ (aleyhisselâm)  onlara çeşit çeşit alâmetler ve İlâhî deliller gösterdi.

Hattâ şöyle dedi:

— Ben size balçıktan bir şey yapayım da Allahın iz­niyle diri olsun, ona can gelsin.

Onlar inatla:

(125)  Meryem Sûresi, ayet: 31.

(126)  Meryem Sûresi, ayet: 32

356

— Bize yarasa kuşu yap, görelim dediler. Ve İsrar­la İsâ (aleyhisselâm) ’dan yarasa kuşu istediler.

Yarasa kuşu canlılar içinde en acayip bir canlıdır Zira o,; deridir, kandır ve kemikleri yoktur. Uçar, ka natları tüysüzdür. Diğer kuşlar gibi yumurtlamaz, yav rusunu doğurur. Memesi vardır, yavrusuna süt emdirir İnsanın gülüşüne benzer gülüşü vardır. Kadınlar gibi hayız görür.

İsâ (aleyhisselâm) 'dan bir yarasa kuşu yapmasını istediler, İsâ (aleyhisselâm)  balçıktan bir yarasa yaptı ve ağzından üfledi O yarasa diri olup uçtu. Üflemek İsâ (aleyhisselâm) 'dan ve ya­ratmak, hayat vermek Allahtan’dır.

Nitekim Hz. Meryeme üflemek Cebrâil (aleyhisselâm) ’dan, yaratmak Allahtan olduğu gibi.

Vehb (radiyallâhu anh) şöyle nakleder:

— Ondan sonra İsâ (aleyhisselâm) : «Anasından gözsüz olan­lar, anadan doğma körler gelsin, tedâvî edeyim, iyi ol­sunlar» dedi.

Onlar bir gözsüz, bir de alaca hastalığına tutulmuş bir kişi getirdiler.

İsâ (aleyhisselâm)  eli ile dokundu, sıvazladı. Kör gördü ve öbürü de iyi oldu.

Ondan sonra İsâ (aleyhisselâm) :

— Allahın izni ile ölüyü diriltirim, dedi.

Câlinos’a gidip:

— İsâ (aleyhisselâm)  ölüyü diriltirim diyor, ne dersin? de­diler.

Câlinos:

— Ölüyü ilâçla kimse diriltemez, eğer diriltirse Hak peygamberdir, doktor değildir, dedi.

Bu sefer onlar:

357

— Ölüyü dirilt, görelim, dediler.

Keşşâf’da beyan edilir ki:

— İsâ (aleyhisselâm)  beş kişiyi diriltti:

Biri şudur: Gökten îsâ (aleyhisselâm) ’a sofra gelirdi. Bir gün pişmiş balık geldi. İsâ (aleyhisselâm)  duâ etti ve o balık di­rildi.

İkincisi Azâr adlı bir şahıstır ki, o İsâ (aleyhisselâm) 'a he­men imân etti.

Üçüncüsü: Bir kadının ölmüş bir küçük oğlu var­dı. Tabût içinde yatmakta iken İsâ (aleyhisselâm)  ona duâ etti. O çocuk dirildi, tabûtu alıp anasına geldi.

Dördüncüsü; Bir şahsın kızları vardı. Biri öidü. îsâ (aleyhisselâm)  ona duâ etti. O kız dirildi.

Bunlar x>u seter:

— Eğer peygambersen Nûh’un oğlu Şam’ı dirilt gö­relim dediler.

İsâ (aleyhisselâm)  Şam’ın kabrine geldi. Duâ etti. Nûh’un oğlu Sam dirildi. Dört yüz yıldan fazla toprakta yat­makta idi.

Bazıları:

— Nûh’un oğlu Ken’anı diriltti. Ona Nûh’un gemi­sini sordu o da:

— Tûfan’dan sonra yel aldı ve Kaf dağına bıraktı dedi, derler.

İsâ (aleyhisselâm)  kavminin küfürde devam ettiklerini gö­rünce.

— Hak için bana kim yardım eder? dedi.

Havârîler:

— Biz yardım ederiz, Allahın yardımcıları biziz de­diler. Onlar on iki kişi idiler.

Mukâtil (radiyallâhu anh) şöyle der:

558

— O on iki Havâri Kassâr idiler. Bez ağartırlardı.

Isâ (aleyhisselâm)  bir gün onlarla yolda giderken:

         «Allaha doğru (giden yolda) bana yardım edecek­ler kim?» dedi.

Havâriler:

         «Biziz Allahın yardımcıları» dediler. (127)

Isâ (aleyhisselâm)  bumara:

— Ne iş yaparsınız? dedi.

Onlaı:

— Bez ağartırız, dediler.

Isâ (aleyhisselâm) :

— Gelin! Günahtan nefsimizi ağartalım, dedi.

Onlar îsâ (aleyhisselâm) ’dan bu sözü işitince, Ona tâbi ol­dular, inanıp bağlandılar.

Allah Teâlâ şöyie buyurur:

         «Gerçek, Allah Ademi, Nûh’u, İbrahim haneda­nını, İmrân ailesini —hepsi de birbirinden (gelme) tek bir zürriyet olarak— âlemlerin üzerine mümtaz kıldı. Allah hakkıyle işitici, kemâliyle bilicidir.» (128)

Hakk Teâlâ hazretleri Adem (aleyhisselâm) ’ı beş şey ile di­ğerlerinden ayırdı-

1.         Adem (A S.) en güzel biçimde idi.

2.         Allah melekleri Adem (aleyhisselâm) ’a secde ettirdi

3.         Allah Adem (aleyhisselâm) ’ı seçti.

4.         Hakk Teâlâ Adem (aleyhisselâm) ’ı Cennette oturttu.

5.         Hakk Teâlâ Adem (aleyhisselâm) ’ı Ebûl—Beşer —Bütün insanların babası yaptı.

Hakk Teâlâ hazretleri Nûh (aleyhisselâm) ’ı da beş şeyle ayırdı-

(127)  Al-i İmrân Sûresi, ayet: 33, 34

(128)  Al-i İmrân Sûresi, ayet, 34

359

1.         Hakk Teâlâ Nûh (aleyhisselâm) ’ı, Ademden sonra ikinci olarak, insanların atası yaptı. Zira Hakk Teâlâ, bü­tün insanları suda boğdu, Nûh (aleyhisselâm) 'ın zürri-

. yetini korudu.

2.         Nûh (aleyhisselâm) ’ın ömrünü uzun kıldı. Ömrü ve ame­li uzun olana ne mutlu.

J. Hakk Teâlâ Nûh (aleyhisselâm) ’m duâ’smı müminler ve kâfirler üzerine kabul etti.

4.         Hakk Teâlâ bütün halkı suda boğdu, Nûh (aleyhisselâm)  gemiye binip kurtuldu.

5.         Şeriatı Nûh (aleyhisselâm)  kurdu. Zira o peygamberdir.

Fakat Hakk Teâlâ İbrahim (aleyhisselâm) ’ı Ebu’l—Enbiyâ = Peygamberlerin babası kıldı. Ibrâhim (aleyhisselâm) ’dan bizim peygamberimiz’e kadar ne kadar peygamber geldi ise hepsi tbrâhîm (aleyhisselâm) ’ın sulbünden gelmiştir.

İkincisi: Allah, İbrahim (aleyhisselâm) ’ı Nemrûd'un ateşin­den kurtardı ve ateş ona selâmet oldu.

Üçüncüsü: Hakk Teâlâ hazretleri, İbrahim peygam­beri Halil etti.

Dördüncüsü: Allah Ibrâhim (aleyhisselâm) ’ı kelimelerle müptelâ kıldı.

Beşincisi: Allah Teâlâ Ibrâhim Peygamberi halka imam etti.

Allah Teâlâ (Al-i Ibrâhim ve Al-i İmrân) buyurmuş­tur. Bu iki hânedân aynı zürriyeitendir..Birbirinden ön­ce gelmesi şu tertibe göredir;

Mûsâ ve Hârûn (aleyhisselâm)  Imrân’ın oğludur, imrân Yasher’in oğludur. Yasher Kâhîs’in oğludur. Kâhis Lâ- vî’nin oğludur. Lâvi Ya’kûb'un oğludur. Ya’kûb tshâk’ıri oğludur.

Bunun gibi Isâ (aleyhisselâm)  Meryemin oğludur. Meryem

360

îmrân’ın kızıdır, İmrân Mûsân'ın oğludur. Mûsân Sü leymân (aleyhisselâm) 'ın oğulları oğludur. Süleyman Dâvûd (aleyhisselâm) ’m oğludur. Dâvûd İşâ oğludur. Işâ Yehudâ'nın oğ- ludur. Yehûdâ Ya’kûb (aleyhisselâm) 'ın oğludur.

Bu itibarla İsâ (aleyhisselâm)  İbrâhim peygamberin âlidir Onun neslidir.

İsâ (aleyhisselâm)  kızıl yüzlü, ak bedenli ve uzun saçlı idi, ve bekârdı.

Nakledildiğine göre, bir gün sefere giderken yolda ulu bir dağ gördü. Üzerinde bir ak taş vardı. îsâ (aleyhisselâm)  o taşın güzelliğine hayrân oldu. Hakk Teâlâ hazretleri:

— O hayran olduğun şeyi sana bildirmemi ister mi­sin? buyurdu:

îsâ (aleyhisselâm) ;

— Evet ya Rabbi! İsterim, dedi.

Derhal o taş ikiye bölündü. İçinden güzel görünüş­lü eski elbiseli bir pîr çıktı. Yanında taze bitmiş bir üzüm ağacı (asma) vardı.

îsâ (aleyhisselâm)  o pîr'in namaz kıldığım gördü. Hayreti bir kat daha arttı. Ona:

— Ey ihtiyar! Bu ağaç nedir? dedi.

İhtiyar:

— Her gün onda benim için üzüm biter, nafaka edi­nirim, dedi.

İsâ (aleyhisselâm) :

— Ne zamandan beri burada ibâdet edersin? dedi.

O yaşlı zat:

— Dört yüz senedir burada ibâdet ederim, dedi.

İsâ (aleyhisselâm)

— Ey Allahım! Bu ihtiyardan üstün kul yaratma­dığını zannederim' dedi.

361

Hakk Teâlâ:

— Bu şahıs Muhaınmed ümmetinin birisi kadar, dır. Onlardan biri, Şa’bân ayının onbeşinci gecesinde Berât namazım kılsa, benim katımda, dört yüz sene ibâ­det eden bu şahıs’dan üstündür, buyurdu.

Ka’bül—Ahbâr (radiyallâhu anh) der ki:

— Hakk Teâlâ şöyle buyurdu: Ey îsâ! «Bismillâh» ibâresini çok söyle. Kim çok Bismillâh derse bana ve- fâ etmiş olur. Kim de bana vefâ ederse ben onun hesa­bına yüz «Bismillâhirrahmânirrahim» sevabını yazarım. Cehennemden kurtarır, Cennete koyarım.

Nakledildiğine göre îsâ (aleyhisselâm)  göklere ref olunca, yükselince yedi gün gökte durdu. Ondan sonra Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey îsâ tekrar yeryüzüne in! Annen Hz. Meryem ve Ashâbınla buluş. Meryemin sana üzüntüsü ve aynlık hasreti bütün âlemlerden büyüktür, buyurdu.

Hemen îsâ (aleyhisselâm)  gökten yeryüzüne indi. Hakk Teâlâ hazretleri ona melekler gibi kanatlar verdi. Nurdan el­biseler giydirdi. îsâ (aleyhisselâm)  yeryüzüne inince Hz. Mer- yemle ve ashâbı ile buluştu. Yedi gün yerde kahp tek- râr semâya çıktı. (129)

, Nakledildiğine göre îsâ (aleyhisselâm)  ikinci kat göğe çıktı­ğı zaman melekler yanında toplandılar. Onu ziyaret et- tiler. Hırkasının üçyüz yerinde yama vardı. Melekle* gördüler, ağlaştılar ve:

— Ey Allahım! îsâ kuluna dünyada bir gömlek bi­le vermedin, dediler.

(129) İslâm’ın sağlam görüşüne göre İsâ (A.S.j henüz yeryüzüne inmemiştir. Kıyâmetten önce ineceği haber ve­rilmiştir.

362

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Eğer bütün dünyâ’yı şatsalar İsa'ya bir gömlek pahası olmaz, buyurdu.

Fakat melekler onun üzerinde bir iğne buldular.

Hakk Teâlâ:

— Eğer o iğne olmasa idi ben onu sekizinci göğe çı­karırdım. İkinci gökte bırakın, dursun buyurdu.

Nakledildiğine göre bir gün İsâ (aleyhisselâm)  kabirleri do­laşırdı. Melekler bir şahsa azâb ediyorlardı. Bir gün yi­ne o kabre uğradı. Rahmet melekleri ellerinde nurdan tabaklar tutuyorlar. İsâ (aleyhisselâm)  onu gördü, hayret etti.

Hakk Teâlâ hazretlerine münâcât etti. Hakk Teâlâ:

— O şahıs âsî bir kimse idi. Kabirde azâba uğradı. Fakat o şahıs öldüğünde gebe bir hanımı vardı. Ondan bir oğlan doğdu O çocuk büyüdü ve hoca’ya verdiler Hoca ona: «Bismillâhirrâhmânirrahim» dedi. O çocuk da «Bismillâhirrâhmânirrahim» dedi. O kulumu azâp etmeye utanırım. Zira oğlu yeryüzünde «Bismillâ- hirrahmânirrahinv.. der. Ben onun yer altındaki baba­sına nasıl azâb ederim? O şahsı oğluna bağışladım, bu­yurdu.

Ka'bül—Ahbâr (radiyallâhu anh) der ki:

— Hakk Teâlâ hazretleri İsâ (aleyhisselâm) ’a şöyle buyurdu: Vekavâk şehrine git. Kavmini İslâm’a (Allah dinine) da­vet et. Benim verdiğim rızkı yerler, benden başkasına taparlar. Onlara azâb ederim amma onlardaki beş has­letten dolayı azâb etmem.

İsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! O beş haslet nedir? dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

1 İhtiyarlara ve kadınlara hürmet ederler.

363

2.          Kadınlar erkeklerine sevgi gösterirler ve çocuk, larını güzel terbiye ederler.

3.          Bir kimse onlara emânet bıraksa hiyânet et­mezler.

4.          Sözleri gerçektir, yalan söylemezler.

5.          Bir günlük rızka kanaat ederler, yarın için bir şey biriktirmezler.

İşte bu beş hasleti bir kimse işlerse dünyâ'dan imansız gitmesi opa lâyık değildir. Git onları İslâm'a davet et. Bunu da kabul ederler.»

Kûtü’l—kulûb da nakledildiğine göre bir gün îsâ (aleyhisselâm)  ile Yahya (aleyhisselâm)  bir yerde buluştular. Îsâ (aleyhisselâm)  ferah, Yahya (aleyhisselâm)  ise kederli idi.

Yahyâ (aleyhisselâm) :

— Ey tsâ! Sen Hakk Teâlâkın azabından emin oldun mu? dedi.

îsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Yahyâ! Sen Tanrı taâla’nın rahmetinden ümi­dini kestin mi? dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— İkiniz de iyi söylersiniz. Amma en iyiniz: «Alla­hın lûtfu ve keremi çoktur diyeninizdir» buyurdu

Yine Kûtü’l—Kulûb’da nakledilir:

— Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu ki: «Ey îsâ! Mu- hammed ümmetinin âlimleri benim yanımda peygam­berler gibidir. Zira onlar az şeye râzı olurlar, ben de onların az bilgisine razı olurum. Ve onları Cennete ko yarım. (Lâ ilahe illellâh Muhammedün Rasûlûllâh) de­dikleri için Cennete daha çok onlar gider.

Ey tsâ! Bir kulumun gönlünde bir şey bulmazsam ben onun gönlünü kendi sevgimle doldururum.»

364

46.  İNCİLİN VASIFLARI BÖLÜMÜ

Keşşaf sâhib: şöyle der:

— Tevrat ahkâm idi. Fakat çoğu nasihat ve öğüt­lerden ibaretti.

Tefsîr-i Kebîr’de beyân edilir:

— Incil'in evvelinde şu metin yazılmıştı: «Bismâlâ Rahrnânâ Rahîmâ.»

Hakk Teâlâ hazretleri Incil’de buyurur:

— Bir kimseye zülüm etseler, o zülme Uğrayan kimse istiğfâr etse (Allaha sığınsa) muhakkak o, Şey­tanın askerini, şer kuvveti yenmiş, mağlûp etmiştir.

Katâde (radiyallâhu anh) hazretleri derki.

— Incil’de Muhammed ümmetinin kıssası (hikâye­si) şu şekilde yazılmıştır:

Ahir zamanda bir kavim gelecek. Onlar iyiliği tavsi­ye ederler, kötülükten insanları ahkoyarlar. Evvelâ sa­yıca az olurlar. Sonra çoğalırlar.

Hakk Teâlâ bu kitapta beş şeyi buyurur:

0 Eğer duâ edersen kabûl ederim.

0 Eğer verdiğim nimetlere şükredersen daha çok veririm.

0 Eğer sadaka vermekle bana yakın olursan, ben de rahmetimle sana’yakın olurum.

0 Eğer tövbe ile bana yakın olursan, ben de mağ­firet (af) ile sana yakın olurum.

0 Eğer itikatla (îmanla) bana yakın olursan, ben de her durumda sana yardım ederim.

Nakledildiğine göre Incil’de Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyurmuştur:

361

— tüm islemeyen kimseye yazıklar olsun! O kim­se Cehennemde Câhillerle berâberdir. îlmi isteyin ve öğrenin. Zira ilim sizi mesûd etmezse bedbaht da et­mez. Eğer sizi yüceltmezse, ayaklar altına da bırakmaz. Eğer sizi zengin etmezse, yoksûl da etmez. Eğer size fay­da vermezse, zarar da vermez.

Sakın, ilim öğrenmekten korkarız, zira amel ede­meyiz demeyin. Bilâkis; İlmî bilelim ve onunla amel edelim, deyin.

Mukâtii oğlu Süleyman şöyle der:

— İncilde şunu buldum. Hakk Teâlâ buyurdu: Ey İsâ! âlimlere hürmet ve saygı göster. Onların değerleri­ni bil. Zira Peygamberlerden ve Rasûllerden sonra âlimlerden üstün kimse yaratmadım. Alimlerin halka üstünlükleri, güneşin yıldızlara üstünlüğü gibidir. Ahî- retin dünyâ’ya ve benim mahlûkâta üstünlüğüm gibi­dir.

Hakk Teâlâ hazretleri yine buyurur:

— Büyüklere, adalet isteyene zûlmetmek gerekmez. Alimlere, kendilerinden ahlâk isteyene sefillik ve ahlâk­sızlık yolunu gösterip câhillik etmek gerekmez. Kim bir hasta için oruç tutsa, o hastayı sağlığa kavuştururum ve ecrini büyük ederim. Halkı esirgeyeni ben de esirge­rim.

Kuşeyrî (Allahın rahmeti üzerine olsun) şöyle de­miştir:

.— Incil'in sonunda şöyle yazılmıştır: «Lâilâhe illel- lâh El melikü’l — Hakkü’l Mübîn = Melik, Hak ve Mü- bîn olan Allahtan başka Hak ma’bûd yoktur.)

366

47.  BÖLÜM

Ebû Saîd El Hudrî (R A.) nakleder:

— tsâ (aleyhisselâm)  Aba giyerdi ve çok defa ağaç yaprağı yerdi.

Bir defasında altmış gün bir şey yemedi. Bir kerre hatırına yemek geldi, o vakit de ibâdetin lezzetini bu' 3 inadı. Anası Hz. Isâ (aleyhisselâm) 'ı mektebe verdi. Hocası:

— Bismillah = Allahın adiyle de» dedi.

İsâ (aleyhisselâm) :

— Mânâsı nedir? diye sordu.

Hocası:

■— (Bâ) harftir. Allah Teâlâ’nın birliğine işarettir (Sîn) harftir. Yüceliğine işârettir. (Mim) de harftir, o da Onun mülküne işârettir diye açıklamada bulundu.

Nakledildiğine göre îsâ (aleyhisselâm)  şöyle buyurdu:

— Ey din yolunda gafil âlimler! Buyurulmayanı yap­mayın ve bilmediğinizi halka söylemeyin.

Hakk Teâlâ da şöyle buyurmuştur-

— Benim yanımda sâlihlerin (iyi ve has kullarımın) gönlü gibi sevimli hiç bir şey yoktur. Kim size zûlmetse ondan af dileyin. Size gelmeyen kimseye siz gidin. Size ihsân etmeyen, iyilik yapmayan kimseye siz iyilik edin. Size ödünç vermeyene siz ödünç verin, yardım edin.

îsâ (aleyhisselâm)  dedi ki:

— İşe yaramayan alimin durumu bir taş gibidir. O taş su yolunu tıkar, ne kendi içer, ne de o suyu bırakır ki, ondan halk içsin. Ve yine bir kabre benzer ki dışı çok güzel, içi ise çürümüş kemiktir.

Bir gün Havariler İsâ (A S.)’a:

367

— Sen su üzerinde yürürsün, Biz niçin yürüyemi- yoruz? dediler.

îsâ (aleyhisselâm) :

— Sizin altun, gümüş ve mücevheriniz vardır. Dün- ya’ya değer verirsiniz. Onun için su üzerinde yürüye­mezsiniz. Benim yanımda taşla altın aynıdır. Onun için ben yürürüm dedi.

îsâ (aleyhisselâm)  devamla:

— Siz günahtan korkmazsınız. Hayret edilen husus şudur ki. Peygamberler küfürden korkar gibi günah’dan korkarlar.

îsâ (aleyhisselâm) ;

— timi ile amel etmeyen âlim, kaçamak yolla zinâ yapıp gebe kalan ve suçu gebeliği ile meydana çıkan kötü kadın gibidir. Tıpkı bunun gibi, ilmi ile amel etme­yen alim de kıyamet gününde Allahın yanında fışkı (kö­tülüğü) meydana çıkar ve rezîl olur, dedi.

îsâ (aleyhisselâm)  yine:

— Ey Havârîler! Dünva’ya düşkün kimselerin ma­lına bakmayın. Onların mallarının ihtişamı, sizin ima­nınızın nûrunu giderir, dedi.

Bir gün Havariler:

— Ey îsâ! Yeryüzünde sana benzer kimse var mı­dır? dediler.

Îsâ (aleyhisselâm) :

— Evet vardır, dedi. Sözü Allahı zikir, sükûtu (sus­ması) fikir, düşünmek ve bakması ibret almak olan kim­se bana benzer.

îsâ (aleyhisselâm)  şöylece beyanda bulundu:

— Câhillerin yanında hikmet’ten bahsetmeyin,

56S

zulmedersiniz. Eğer hikmeti ehline söylemezseniz, ehli­ne zûlmedersiniz.

— İbâdet ondur. Dokuzu Allah için halvettir, zikre devamdır. Biri bâtıldan yana susmaktır. Kimin gönlün­de şehvet varsa o şehvet onun için fitnedir.

Havârîler:

— Velîler kimlerdir. Ey Isâ! dediler.

Isâ (aleyhisselâm) :

— Şunlardır: Halk bu dünyâ’nm zâhirine (dış gö. rünüşüne) bakar, onlar hakikatma bakarlar. Her an Al­lahı zikrederler ve ölümü unutmazlar. Dünyayı ve dün- yâ’dakileri hattâ geçimlerini unuturlar.

— Dünyaya tapmayın, sizi kendine köle ve esir eder. Ona ibretle, ders almak gayesiyle bakın, onu ma'muı etmek, ölümsüz görmek için bakmayın, dedi.

Nakledildiğine göre îsâ (aleyhisselâm)  dünyâyı ve insanları terkedip ibâdet etmek için bir dağa çıktı. O dağda Alla­ha ibâdet eden bir şahıs gördü. îsâ (aleyhisselâm)  O şahsa:

— Ne zamandan beri burada ibâdet edersin? diye sordu.

O şahıs:

— Seksen senedir ben burada Allah için ibâdet ederim. Amma Ey İsâ! Allah Teâlâ hazretlerinin bana mu­habbetini vermesini diliyorum, dedi.

îsâ (aleyhisselâm)  dua edip gitti. Bir zaman sonra tekrar o dağa geldi. O şahsın gitmiş olduğunu gördü. îsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim O şahıs ne oldu? dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Biz o şahsa, yağ ve su gibi yiyecek değil, muhab­betimizi verdik. Eğer onu görmek istersen, falân dere­dedir. Git ara.

369

îsâ (aleyhisselâm)  o dereye vardı. Üç kerre adı ile çağırdı, O zat ses ve cevap vermedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey îsâ! Eğer o şahsı kılıçla parça parça etsen beni koyup sana cevap vermez, sana söz söylemez, bu­yurdu.

İsâ (aleyhisselâm)  bu iıurumu görünce ağladı ve:

— Ey Rabbiın’ Dilerim ki, bana da İlâhî muhabbe­tinden bir zerre veresin, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Sen neredesin benim muhabbetim nerededir? O kâmil ve tam İlâhî muhabbet benim sevgili kulum vç Rasûlüm Muhammed Mustafâ'nın gönlündedir, buyur­du.

Ondan sonra İsâ (aleyhisselâm)  bizim peygamberimiz (S.A. V.)’in kemâlini ve yüksek derecesini Havârilerine müj­deledi ve şöyle dedi:

—«Benden evvelki Tevratı taşdîk edici, benden sonra gelecek bir peygamberi de —ki' adı Ahmet'tir— müjdeleyici olaral (geldim) . » (130)

İsâ (aleyhisselâm) :

— Kuranı öğrenen ve onunla amel eden kimseye ne mutlu? dedi.

Yine o Havarilerine:

— Birçok bey ve insanlar ilim yolunu bıraktılar, siz ilim yolundan ayrılmayın. Yine siz dünyâ’yı terk edin, onların olsun, ded:

Ey dünyâ’ya mağrur olanlar aldananlar! İsâ (aleyhisselâm) '

(/30) Sâf Sûresi, ayet: 6

F : 24

370

ın durumuna bir bakın! O Allah korkusundan nasıl ha­yat sürer? Nasıl yaşar?

Nakledildiğine göre İsâ (aleyhisselâm)  şöyle demiştir:

— Dünyâ’nm debdebesi Ahiretin ateşidir.

Bir gün İsâ (aleyhisselâm)  yolda giderken toprak üzerinde yatan bir şahsı gördü ve:

— Kalk! Hakk Teâlâ hazretlerine ibâdet et, dedi.

O yerde yatan şahıs:

— Allaha ibâdet ettim, ondan sonra yattım! dedi.

İsâ (aleyhisselâm) :

— Nasıl ibâdet ettin? dedi.

O şahıs:

— Dünyâ'yı ehline (ona gönül verenlere) terk et­tim! dedi.

İsâ (aleyhisselâm) :

— Öyle ise yat! Çünki bütün ibâdeti yemişsin de di.

Nakledildiğine göre İsâ (aleyhisselâm)  şöyle demiştir:

— Ey Dünyâ mahm toplayıp yığanlar! O malınızla iyilik edin. Ondan daha iyi ivilik ise dünyâ’yı terk eb menizdir.

Havârîler:

— Ey Allahın Rasûlü! Bize izin ver. Bir ev yapalım ve o,evde ibâdet edelim, dediler.

İsâ (aleyhisselâm) :

— Su üzerine yapın! dedi.

Havârîler:

— Ey îsâ! Su üzerinde bınâ durmaz, dediler.

İsâ (aleyhisselâm) :

— İşte onun gibi ibâdet de yeryüzünde durmaz, dedi.

371

Gökten Sofra İnmesi Olayı:

Nakledildiğine göre bir gün İsâ (A.S) kıra çıktı. Onunla beraber beşbinden fazla halk da çıktı. Bir yer­de beraberce otur?,ular. Yiyecekleri yoktu. Acıktılar Havariler:

— İsâ (aleyhisselâm) ’a de! Duâ etsin ve bize gökten sofra in­sin, dediler.

Arkadaşlarından Şemûn'u İsâ (A.SJ’ın yanına gön­derdiler. Şemûn geldi ve arkadaşlarının sofra istedikle­rini bildirdi.

İsâ (A.S.;.

— Ey Rabbim! Bize gökten sofra indir. O gün (bu­gün) bizim evvelimiz ve sonramız için bayram olsun, dedi. O gün Pazar günü idi. O gün onlara bayram oldu.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Kim bu vüce mu’cizeleri gördükten sonra gene kâfir olursa, küfründe devam ederse, ben ona şimdiye kadar hiç kimseye yapmadığım bir azapla azâp ederim.

Havariler İsâ (aleyhisselâm) 'dan sofra isteyince iki rekât na­maz kıldı. Ve:

— Rabbim! Bizıın üzerimize gökten sofra indir ve bizi şükredenlerden et. Ona Rahmet kıl, Cezâ sebebi kılma, diye niyazda bulundu.

Sonra İsâ (aleyhisselâm)  durdu. Abdest aldı. Namaz kıldı. Ağladı ve:

— «Bismillâhi Hayrü’r—Râzıkîn = Rızık verenle­rin en hayırlısı olan Allahın adiyle» dedi.

Gökten bir şeyin indiğini gördü. İçinde pişmiş balık vardı. Balığın başında tuz, kuyruğunda sirke bulunmak­ta idi. Beş de çanak vardı. Birinde zeytin, birinde bal, birinde yağ, birinde peynir ve birinde kuru üzüm vardı

372

Şem’ûn ouu görünce:

— Ey Allahın Rûhu! Bu dünyâ nimeti mi, yoksa Âhiret nimeti midir? dedi.

Hz. îsâ:

— İkisinden de değil, bilâkis Allah kalındandır Şimdi yaratıldı. Yemek ve Allaha şükretmek gerektir ki, daha fazla versin dedi.

Havârîler:

— Ey Allahın Rûhu! Balığın canlanmasını istiyo­ruz, dediler.

Hz. tsâ:

— Ey Balık! Allahın izni ile diril! dedi. Bahk diril­di.

Ondan sonra Hz. İsâ (aleyhisselâm)  tekrar duâ etti ve balık evvelki pişmiş hâline geldi. O sofra hergün inerdi. Hat­tâ zenginler bile ondan yemeye başladılar.

Ondan sonra sofra tekrar göğe giderdi.

I

Bunlar âsî oldular. Hakk Teâlâ hazretleri bunların yüzlerini maymun ve domuz yüzü şekline soktu. Üç gün böyle dolaştılar. Üçyüzotuz kişi idiler. Sonra da he- lâk oldular. Öldüler.

Ka'bül-Ahbâr şöyle der:

— Havârîler şöyle dediler: «Ey Allahın Rûhu! Biz­den sonra bir ümmet daha gelecek mi?» dediler.

Hz. îsâ:

— Evet Ahmed (Mumammed) ümmeti gelecek. On lar: Âlim, hâkîm ve Allah’tan korkan kimselerdir. İlim içinde her biri bir İhın peygamberi gibidir. O peygam­berin adı, çok haınd ettiği için, Ahmet’tir. Diğer pey­gamberler dc hatmi ederler, amma Muhammed Mustafa

373

(salla’llâhü aleyhi ve sellem) onlardan lazladır. Ondan dolayı Allah, O'na Ahmed adını verdi. (131)

48.  İSÂ (aleyhisselâm) ’IN GÜCE KALDIRILMASI BAHSİ

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

«— (Yahudiler gizli) hileye saptılar, (İsâ’yı ansızın öldürmeye adam tayin ettiler), Allah da onların o hi. lekârlıklanna (öldürmek isteyeni îsâ’ya benzetmek, kendilerine onu öldürtmek, tsâ'yı yukarıya kaldırmak suretiyle) mukâbele etti. Allah, bütün hilekârlıkları hakkıyla bilendir». (152)

Yahudiler hile hazırladılar ve:

— Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi ve yaptığı diğer şeylerin hepsi sihirdir, kendi de sihirbazdır, dediler.

Hz. İsâ bunların bu sözlerini işitti, çok üzüldü ve:

— Allahım sen bilirsin! dedi ve onlara lânet okudu. «Bunları maymun ve domuz yap» diye niyazda bulundu.

Yahudiler, Hz. İsa'nın bu sözünü krallarına şikâ­yet ettiler. Kral korktu ve onu öldürmek istedi.

Sonra Yahudiler bir yere toplandılar. Hz. Isâ'nın üzerine yürüdüler. Hz. İsâ, Kudüs’de idi. Bunları gö­rünce kaçıp bir eve girdi.

Derhal Cebrail (aleyhisselâm)  Allahın izni ile Hz. İsâ’nın yanına geldi.

Nitekim Allah kitabında şöyle buyurur:

(131) Mâide, sofra demektir. Bu hâdise ile ilgili olarak Kur'an-t Kerim’de, Mâide Sûresinin 111 — 115. ayetlerin­de Hakk Teâlâ ilâhi beyanda bulunmuştur.

(132) Al-i İmrân Sûresi, ayet: 54.

374

        «...Ve O’nu (İsâ)yı Rûhu’l-Kudüs (Cebrâil) ik destekledik...» (133).

Cebrâil (aleyhisselâm) , Hz. İsâ’yı aldı ve ikinci kat göğe çı­kardı. Yahudilerden bin Hz. îsâ'nın ardından o eve gir­di. Adı Eşyû idi. Bazılarına göre ise bu şahıs Taytûs’- dur. Hakk Teâlâ hazretleri o şahsı İsa'ya benzetti. Hz İsâ’yı evde bulamadı, dışarı çıktı. Dışarıda olan arka: daşları gördüler. Hz. İsâ sanıp onu öldürdüler ve ağaca astılar. Sonra da Eşyû'u arayıp bulamadılar ve:

— Bu şahsın yüzü Hz. İsâ’nın yüzüne benzer, fakat gövdesi bizim arkadaşımıza benziyor. Eğer bu Hz. İsâ ise bizim arkadaşımız nerede? Şayet arkadaşımızsa Hz. İsâ nerede? dediler ve birbiriierine girdiler. Bu müca­delede hayli insan öldü.

Müfessirler şöyle naklederler:

— Yahudiler, Eşyû’u ağaca astıkları zaman Hz. Mer­yem ile hanımı ağlıyorlardı. Hz. İsâ geldi, anasına gö­züktü ve:

— Neden ağlarsın? Hakk Teâlâ hazretleri Eşyû'u be­nim sûretime koydu. Oniara gösteıdi. Ben ölmedim, di­riyim, dedi.

Nitekim Kuranda C.Hak şöyle buyurur:

        «...Halbuki onlar onu (Hz. İsâ’yı) öldürmediler, onu asmadılar da Fakat (öldürülen ve asılan adam) kendilerine (İsâ) gibi gösterildi.» (134)

Nakledildiğine göre Hz. İsâ göğe Allah tarafından kaldırıldığı zaman o kavim (Yahudiler) üçe ayrıldılar:

1133) Bakara Sûresi, ayet: 254

(134)  Nisâ Sûresi, ayet- 157.

375

1.        Nastûriyye.

2.        Ya’kûbiyye.

3.        Mılkâiyye.

Nastûriyye:

— Hz. îsâ, Tanrının oğludur, dediler.

Yâkûbiyye:

— Hz. îsâ Allahtır. Gökten indi, Hz. Meryemin rah- mine girdi, sonra yeryüzüne çıktı, dediler.

Mılkâiyye:

— Tanrı üçün üçüncüsüdür: Biri Hz. İsâ’dır. Biri Hz. Meryemdir. Biri de Allahın kendidir, dediler.

Hak laâla şu beyanları ile hepsinin görüşlerini red­detti:

         «Ben hakikat Allahın kuluyum.» (135)

        «İşte hakkında şek (ve ihtilâf) etmekte olduk­ları Meryem oğlu Îsâ Hak kavlince budur.» (136)

        «Allah hakîkaten üçün (üç Tanrının) biridir, diyenler and olsun, kâfir olmuştur Halbuki bir tek Tanrı’dan başka hiçbir Tanrı yoktur.» (137)

Nakledildiğine göre Hz. îsâ, Ahir zamanda, kıvâ- metten önce Deccâlı öldürmek için Dımeşkta (Şam’da) ak minareye, ellerini iki meleğin omuzlarına koymuş olarak, inecektir. Ondan sonra dünyayı dolaşacak, Dec- câh Kudüs tarafında «Led» kapısında bulacak. Mücade­le sonunda öldürecek ve Deccâlın kanı Batıya doğru akacaktır. Fakat Deccâlın çıkması Mehdî'den sonradır

Hakk Teâlâ Muhanımed ümmetine ikrâm etmek için Hz. îsâ’yı âleme hükümdar edecektir. Mehdi halka

(135) Meryem Sûresi, ayet: 30

(136)  Meryem Sûresi, ayet: 34

(137)  Mâide Sûresi, ayet: 73

376

imam olacak. Ondan sonra Hz. İsâ Mekke'ye gidip ora­dan Medineye geçecek. Araplardan bir kız alacak, on­dan kız çocukları doğacak. Kırk yıldan sonra Hz. İsâ eceli ile ölecektir. Hz. İsâ, Muhammed ümmetinden ol­mayı dilemişti. Hakk Teâlâ duasını kabul edip ona ömür vermişti. Böylece arzusu yerine gelmiş ve Hz. İsâ dün- ya’dan Ahirete teşrif etmiştir.

Abdullah bin Selâm şöyle beyanda bulunmuştur:

— «Tevrâtta Hz. İsa’nın, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile aynı yere defnedilecekleri yazılmış bulunmaktadır.»

(138)

'138) Buhâri ve Müslim Ebû Hüreyre (radiyallâhu anh)'den şu me­alde bir hadis rivayet etmişlerdir: «Hayatım yedi (kudre­tin) de olan Allaha yemin ederim ki, Muhakkak Meryem, oğlu İsâ yakında aranıza bir hâkim-i âdil olarak (gökten yere) inecek, salibi (putu) kıracak, domuzu öldürecek- cizyeyi kaldıracak, mal çoğalacak, hattâ kimse mal kabul etmez olacak» [S. Buhâri Tere. C. 6, S. 658 — 659 (1018). Müslim: C. 1. S. 203 — 204, 242 (155)1

Ebu Hüreyre (radiyallâhu anh) bundan sonra isterseniz şu ayet', okuyunuz der:

«Ehl-i Kitaptan hiç biri hâriç olmamak üzere, ölü­münden evvel, And olsun ona (İsâ'ya* mutlaka imân ede­cek. O da kıyâmet günü kendileri aleyhine bir şâhid ola­caktır.» Nisa: 159.

2)        Ehl-i Sünnet inanışına göre Kıyametten önce ola­cak anormal durumlardan bazıları şunlardır:

a)        Deccâl adında bir şahıs çıkacak, tanrılık iddiasın­da bulunacak, sonra da öldürülecektir.

b)        Ye’cûc ve Me’cûc adlı iki kavim yeryüzünü birbi­rine katacak.

c)        Hz. İsa gökten inip bir müddet peygamberimizin şeriatiyle amel edecektir.

3)        Ehl-i Sünnet alimleri «Mehdi) meselesini kıyâ-

377

Tarihçiler şöyle derler:

— Hz. Meryem, îsâ’ya gebe kaldığı zaman onüç ya­şında idi. Bu, tsfendiyâr oğlu Dârânm, Filkos (Filip) oğlu îskeııdere Bâbil’de galip geldiği zamandır.

Hakk Teâlâ hazretleri, Isâ (aleyhisselâm) 'ı otuzüç yaşında Ku­düs’ten göğe kaldırdı. Ramazan ayının Kadir gecesi idi

Dehhâk (radiyallâhu anh) derki:

— Hakk Teâlâ, Hz. İsa’yı Aşure günü iki namaz ara­sında göğe kaldırdı.

Ebu'l-Leys (Allahın rahmeti üzerine olsun) şöyle der:

— Hz. Mûsâ’dan, Hz. İsa’ya kadar bin yıl geçmiştir Hz. Meryem de oğlu İsâ göğe çekildikten sonra altı yıl yaşadı.

Bilinmelidir ki incelemelere göre Hz. İsâ hikâyesi şöyledir:

— Hakk Teâlâ hazretleri, Cebrail (aleyhisselâm) ’ı insan şek­linde Hz. Meryem’e gönderdi ve ona rûh üfledi. Böylece onun ömrü uzun oldu. Yeri gök oldu. Ölüleri diriltici oldu. Nereye basarsa orası diri oldu, hayata kavuştu. Bu kadar hayat sürüp dolaştığı yere Lâhut (İlâhî ve ulvi âlem-gökler) derler. Alem-i Şahadet, görünen âleme, dünyaya Nâsût derler. Rûh’fl-Emih (Emin rûh) olan Cebrâil (aleyhisselâm)  insan şekline girdi de Hz. Meryem onu in­san sandı. Ondan Allaha sığındı. O huzura kavuşunca,

met alâmetleri arasında saymamışlardır. Bu hususta sa­hih rivâyetler de yoktur. Sofiler keşfe dayanarak bu meşe leyi, kendilerine göre doğru olarak, kitaplarında beyan et mışlerdir.

Abdullah bin Selâm, Müslüman olmuş, Tevrât’ı iyi bi­len Yahûdi alimlerinin ileri gelenlerindendir.

378

durumu anlayınca Cebrail (aleyhisselâm)  kelimetullah = İlâhî kelime (Hz. îsâ) ona intikâl etti. Nitekim Rasûlullâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem) efendimiz Allah kelâmını ümmetine nakletmiş­im Hz. Meryemdeki kadınlık harekete geldi ve İsa’nın cismi Allah tarafından yaratıldı. Biri Hz. Meryem’de bu­lunan gerçek su,, diğeri ise Cebrâilden üfleme ile geçtiği sanılan mânevi su.

Bu sefer Hz. îsâ doğar-doğmaz konuştu. Ölüleri di­riltti. Zira o rûh-u İlâhî idi. Diriltmek Allahtan, üflemek İsâ'dandı.

Nitekim üfürmek Cebrâil (aleyhisselâm) 'dan, Kelime (İsâ) Allah laâla’dan olmuştur,

Hz. İsâ’nm öiüleri diriltmesi geçicidir ve bir mu cize olarak İlâhî kudretin eseridir. Hakiki diriltme Allaha aittir.

Hz. İsâ, Cebrâil (aleyhisselâm) ’ın nefesinin eseri olduğu için, ölüleri diriltmekte, göklere yükselmekte, uzun ömür­de, gözsüzleri göze kavuşturmada, hastalara şifâ verme­de ve birçok mucizelerde de Cebrâil (aleyhisselâm) ’a benzemek­tedir.

Şimdi ey İlâhi sırları öğrenmek isteyen kimse! Pey­gamberlerin hikâyelerini, Tefsır’de, Hadis'de, Tevrât’da, Zebûr’da, İncil de ve Kur'ândaki en güzel ve en açık be­yan şekilleri ile dile getirdim.

Peygamberlerin sonuncusu ve Rasûllerin efendisi Muhammed Mustafâ dır Bu, Kur’ânın yüce âyetleri, parlak delilleri ve açık mucizelerle belli olmuştur.

Bundan sonra Peygamberlerin şeriatlerine ait hü­kümleri ve buna bağlı açıklamalarını beyan edelim. On­dan sdnra da kâinatın efendisi ve mevcûdâtın özü olan

379

Muhammed Mustafânın şeriatından bahsedelim, inşâk lah.

Evvelâ şunu bilmek gerektir ki Adem (aleyhisselâm) ’ın şe­riatı (din hükümleri) şöyle idi:

— Kurban edip ateşe atarlardı. Kimin kurbanı ya narsa o Hak’tı. Kiminki yanmazsa o batıldır, makbûl değildir, diye hüküm verirlerdi.

Nûh (aleyhisselâm) ’ın şeriatında:

— îki davacı geldikleri zaman ateşe atarlardı. Ateş­te kim yanmazsa o haklı idi. Yanan ise haksızdır diye hükmederlerdi.

Dâvûd (aleyhisselâm) 'm şeriatı da şu idi:

Bir zincir asılmış dururdu. Dâvacılardan kim ona erişirse o haklıdır, kim erişemezse o da haksızdır, diye hüküm verirlerdi.

Süleyman (aleyhisselâm) 'in şeriatı şöyle idi:

Tapınağında bir çukur vardı. îki dâvacı geldiği za­man kimin ayağı o çukura batarsa bilirlerdi ki haklıdır. O çukura batmazsa haksız olduğuna hükmederlerdi.

Zekeriyyâ (aleyhisselâm) ’ın şeriatı.

Demirden iki kalem yapmıştı. Eğer.iki oâvacı gel­se, adlarını o kalemlerin üzerlerine yazıp suya atarlardı. Eğer o su kimin kalemini ahp giderse bilirlerdi ki, o haklıdır. Eğer ahp götürmezse haksızdır, diye hüküm verirlerdi.

Mûsâ (aleyhisselâm) 'm şeriatı:

Nasıl muvafıksa, Tevrat’a göre hükmederdi. Tev> rât’a göre hüküm verirdi.

îsâ (aleyhisselâm)  İncile göre hükmederdi.

Bunlardan sonra sıra mevcudatın efdali ve mahlû- kâtın ekmeline geldi.

380

Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular:

«Davacıya deli) (vesika), inkâr edene de yemin ge­rekir.»

Öyle olunca bizim Peygamberimiz Rasûlû Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hazretlerinin şeıiatı daha üstün ye daha doğru­dur.

Bizi, dinlerin en hayırlısı olan dinin (İslâm'ın) Pey­gamberi Hz. Muhammed’in ümmetinden kılan Allaha hamd olsun ki O, Rahmân, Rahim ve Berr (en iyi) isim­leri ile anılmaya layık yücedir.

* * *

49. PEYGAMBERLERİN SIRASI İLE İLGİLİ BÖLÜM

(Ey İlâhî bilgiye erenler! Ey Allahı arayanlar! Ey Allaha kavuşanlar) ve ey İlâhî sırlan öğrenmek iste­yenler! Şunu iyi biliniz ki bu kitapta bütün hakikat ilimlerini ve ilâhı bilgilerin aslını ve esasını beyan et­tim. Zira Hakk Teâlâ hazretleri kemâle ermiş kimselere, umûmi ve husûsi ieyizle, bu bilgiyi keşfetmiştir, açmış­tır. Ancak, Peygamberlerin birbirinden hangi yönden önce geldiği hususu açık değildir. Bu, ya mânâ itibarile- dir, ya da başka bir sebeptendir. Durumun hakikatini ve sözün inceliğini en iyi bilen ancak Allahtır.

Fakat ben derviş Ahmed Bîcatı, bu hususta karar­sız kaldım. Allahın yardımına ve Hz. Muhammed Mus­tafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in temiz rûhuna sığındım. Hakk Teâlâ haz­retleri o sebeple bana tefsirlerde yazılı bulunanlardan bazısını keşfetti.

381

Şimdi şöyle bilmek gerektir ki, her peygamber Allahın sıfatından bir sıfata mazhar olmuştur ve Onun güzel isimlerinden bir isim onda tecelli etmiştir. Bu da katışıksız bir mânâ zevki ve tam bir keşif ve açılışla bilinir haie geldi.

Böylece Adem (aleyhisselâm)  C.Hakkın, sûret ve manâ iti­bariyle ve kendindeki İlâhî tecellilerle, modeli oldu. Kendinde İlâhî sıfatları topladı. Beşeriyetin atası oldu­ğu için bu böyle oidu.

Bu itibarla Adem’in hakîkatı ve rûhu, Allahın zât isminin nûrundandır, O Allahın ismidir. Aklı ve kalbi iki sıfatının nûrundândır. Biri Rahm ve biri de Rah- mândır. Nitekim Allah:

— «Ey Adem! Ben seni Rahmet için yarattım» bu­yurmuştur.

Böylece Hz. Adem umûmî ve husûsî rahmete maz­har olmuştur.

Adem (aleyhisselâm) ’m nefsi, Allahın fiil isminin nûrun- dandır ki, Bedî, ismidir. Yani: Hakk Teâlânın, Hz. Ademi hiçbir yaratılana benzetmemiş olması itibariyle O, İlâhî yaratıştaki san’atın eseri, san'at örneği olmuştur.

Şît (aleyhisselâm) :

Şît (aleyhisselâm) ’ın Hibetullâh (İlâhî hibe, Allah armağanı) olması itibariyle Adem (A.S.Va benzemesi yönündendir.

Şît (aleyhisselâm) 'ın hakikati ve rûhu, zat isminin nûrun- dandır, Allahın isminin nûrundandır. O isim «Melik»dir. Zira Şît (aleyhisselâm)  Atası Adem’den sonra âleme mâiik ol­muştur. Akiı ve kalbi sıfat isminin nûrundandır. O isim «El-Berr»dir. Şit (aleyhisselâm)  ana ve babasına son derece şef­katli idi. Zira Allah onu Hz. Adem’e, Hâbile karşılık ver­mişti. Nefsi fiil isminin ikisindendir. Bir cami, biri

Muğnidir. Çünkü Şit (aleyhisselâm)  babasından sonra bütün be­şerî kemâiatı kendinde topladı. Allah Teâlâ’dan başka ne varsa onlardan da ganî idi.

İdris (aleyhisselâm) :

Îdrîs (aleyhisselâm)  göklere çıktığı, meleklere ve mücerred ruhlara karıştığı zaman onaltı yıl yemedi, içmedi ve uyumadı. Hattâ mücerred akıl olup herşevinden kesil­di, Hakka yöneldi. Allahın mukaddes makamında. Nûh (aleyhisselâm)  a tekaddüm etti. Ondan önce Peygamber oldu. Böyle olunca hakikati ve rûhu zat isminin nûrundan- dır. Bu isim «Kuddûs»dur. Aklı ve kalbi sıfat isminin nûrundandır. O da «Müteâl»dir. Bu İtibarla Hakk Teâlâ ona yüce bir makam verdi. Nitekim Hakk Teâlâ hazret­leri Kur'ân-ı Keriminde şöyle buyurur:

«Biz onu pek yüce bir yere yükselttik.» (139)

Nefsi fiil isminin ikisindendir. Biri Râfi, diğeri ise Bâsît'dır. Bu itibarla vüce âleme çıkıp, âlemi seyret­mekle, münbesit oldu, ferahladı ve huzur buldu.

Nûh (aleyhisselâm) :

Nûh (aleyhisselâm) ’ın kavmi ehl-i Teşbih olup (Allahı başka birşeye benzetme yolunu tutup) putlara tapınca Hakk Teâlâ hazretleri Nûh (A,S.)'1 onlara dâvetçi, peygamber gönderdi. Böylece onları, Allahın, her türlü noksanlık­lardan uzak olduğunu kabul etmeye çağırdı. Hakk Teâlâ hazreteri zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde şekilden ve başka birşeye benzemekten uzaktır. Onlar Allahı başka varlıklara benzetirlerdi. Nûh (aleyhisselâm)  onları tenzih ile (Allahın noksan sıfatlardan uzak olduğunu bildirmekle)

(139 ı Meryem Sûresi, ayet: 57

382

tedâvi etti, bu çarpık inanışlarını düzeltti. Böyle olun­ca onun hakikati ve rûhu zat isminin nûrundandır. O isim «Selâm»dır. Zira onları teşbihden ve boğulmaktan selâmete erdirdi. Nitekim Hakk Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Keriminde şöyle buyurur: «Denildi ki: Nûh, sana ve (ge­mide) beraberinde bulunanlardan (gelecek mü'min) üm­metlere bizden selâm (-ü selâmet) ve bereketle in...

(140)

Kalbi ve rûhu sıfat isminin nûrundandır ki, o «Şe- kûr»dur. Nitekim Kur anda C.Hak şöyle buyurmuştur: «...(şu) bir hakikattir ki (Nûh) pek şükreden bir kuldu»

(141)

Nefsi fiil isminin ikisindendir. Biri «Müntekîm» di­ğeri «Hâfız»dır. Zira Nûh (aleyhisselâm)  Allah düşmanlarından intikam almıştır ve onları alçaklıkların en aşağısına, Cehenneme indirmiştir.

Hûd (aleyhisselâm) :

İsrîs (aleyhisselâm) 'ın takdisinden ve Nûh (aleyhisselâm) ’tn tenzihin­den rubûbiyet mertebesi, Allahtık bilgisinin gerçek yeri tamamlanınca, C.Hakkın birliği belli oldu. Bu şekilde Hûd (aleyhisselâm)  kavmini Tevhide, Allahın birliğine imana davet etti. Nitekim onun hakikati ve rûhu zât isminin nûrundandır. O isim de «Mü’min»dir. Doğru yol ancak İmân ve İslâm’dır. Aklı ve kalbi sıfat isminin nûrun- dandır. O isim «Kahhâr»dır. Bu itibarla Hûd (aleyhisselâm)  kâ­firleri kısırlık rüzgârı ile kahretmiştir.

Nefsi fiil isminin ikisinin nûrundandır. Bri «Hâdî»-

(14.0) Hûd Sûresi, ayet- 48

(141) İsrâ Sûresi, ayet: 3

384

dir, diğeri ise Dârr (Zârr)dır. Çünkü Hûd (aleyhisselâm)  halkı Allah yoluna hidâyet etti ve inât edenlere Hakk Teâlâ za­rar verdi, ebedî küfürde kaldılar.

Sâlih (A.S):

Takdis, Tenzih ve Tevhîd ile Rubûbiyet mertebesi tecelli edince, gayb anahtarlarından icat etmeye bir se­bebin zâhir olması münâsip oldu. Hakikati ve rûhu zât isminin nûrundandır. Bu isim «Müheymin»dir. Mânâs» «Şâhit»tir. Zira Hakk Teâlâ hazretleri bedi’, yaratma kud- retini Sâlih (aleyhisselâm) ’a gösterdi.

Aklı ve kalbi sıfat isminin nûrundandır. O isim «Muhsîodir. Zira Sâlih (aleyhisselâm)  kavminin üç günde helâk olacaklarını saymıştı.

Nefsi fiil isminin ikisindendir. Biri «Fettâh», diğe­ri de «Kâbıd» (Kâbız) idi. Fethetmesi, taştan bir deve çıkarmasıdır. Kâbız olması ise, kavmi dünya lezzetine son derece düşkün ve onunla çok meşgul idiler, onlan bu lezzet ve meşguliyetten alıkoydu. Helâk olup hepsin" den mahrum kaldılar.

İbrahim (A.S.h

Evvelki peygamberlerin Takdis, Tenzih, Tevhîd ve Tefrîdi ile Allahlık makamı tamam olunca, ilâhı mu­habbetten İbrâhim Halîlüllah ortaya çıktı.

Nemrûd kendi nefsine uyarak, peygamber olup ol­madığını tecrübe etmek için îbrâhim (aleyhisselâm) ’la mücadele etti ve O’nu ateşe attırdı. Nemrûd’un ateşi ibrâhim (aleyhisselâm) ’a nûr ve ravza (bahçe) oldu. Böylece Onun haki kati ve rûhu zat isminin nûrundandır. O isim «Azîz»dir Zira Hakk Teâlâ, kâfirlerin hakaretinden aziz kıldı. Allah

385 katında dahi izzete, şerefli mertebeye erişti. Bu, âlemi melekûtu (İlâhî ve kudsî âlemi) ona göstermekle oldu.

Aklı ve kalbi sıfat isminin nûrundandır. O isim «Halîm»dir. Nitekim Hakk Teâlâ Kur’ân-ı Kerimde şöyle buyurur:

«İbrâhîm cidden pek çok tazarrû, ve niyaz eden, (kalbi yufka ve ezâya karşı) gerçekten sabırlı (bir zât) idi» (142)

Bu sebepten İbrahim (aleyhisselâm)  herkese hilmedip lütf­ederdi.

Nefsi fiil isminin ikisindendir. Biri «Rezzâk» di­ğeri «Reşîd» tir. Hakk Teâlâ hazretleri Ona rızık sebeple­rini vermişti. Bu itibarla tbrâhim (aleyhisselâm)  rızka mazhar olmuştu. Reşîd olmasına gelince, Hakk Teâlâ bu hususta şöyle buyurmuştur:

«And olsun ki biz daha evvel İbrahim’e de rüşdünü vermişizdir ve biz onu (n buna ehil olduğunu) bilenler­dik.» (143)

İsmâîl (aleyhisselâm) :

Allah sevgisi tbrâhim (aleyhisselâm)  da tezâhür edince, Hz, tbrâhim de rûhuııu saçtı ve kendini İlâhî sevgi yolunda ateşe attı. Böylece Hz. İbrâhim’den iki peygamberin meydana gelmesi Allahın emri gereği oldu. Biri rûhunu (canını) cömertçe ortaya koyan tsmâil (aleyhisselâm) ’dır. Diğeri, nefsini kınp-döken tshâk (aleyhisselâm) 'dır.

Böylece Onun hakikati ve ruhu zât isminin nûrun- dandır. O isim «Cebbaradır. Zira o, Allah sevgisi için

(142) Tevbe Sûresi, ayet: 114

F : 25

1143) Enbiyâ Sûresi, ayet: 51

386

nefsini kırmış, terbiye etmiş ve Allah iradesine teslim olmak içinde rûhunu cebretmiş, mecbûr kılmıştır. Bu itibarla Allah taâîa da onun yerine ulu bir koç gönderdi.

Onun aklı ve kalbi sıfat isminin nûrundandır. O isimle «Halîm»diı. Zira İbrahim (aleyhisselâm) ’m İlâhî hüküm karşısında geniş hiimi vardı. Nitekim Hakk Teâlâ Kur’ân-ı Keriminde şöyle buyurmuştur'.

«Biz de ona çok uysal bir oğul müjdesini verdik»

(144)

Nefsi, Allahın fiil isminin üçünden, üç ismindendiı Biri «Mücîb», biri «Hasîb» biri de «Rakîb»’dir.

Hakk Teâlânın emrine icâbel etti, uydu. Babasının arzusuna boyun eğdi ve nefsinin hesabını yaptı, nefis muhasebesinde bulundu.

İshâk (aleyhisselâm) :

İbrâhim (A.S ) sevgi ateşine atılınca, Onun nefsi bü, tün mukaddes nefislere cevher maddesi oldu. Bundan dolayı:

— Mülk âlemine, dünya'ya İshâk (aleyhisselâm) ’ın neslin, den başka hiç peygamber gelmedi, dediler.

Ancak, Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem), İsmail (aleyhisselâm)  neslinden gelmiştir. Bunun da sırrını yalnız Allah Teâlâ bilir.

Amma şu kadar var ki, Hz. İbrahim’in rûhu vahdet (birlik) sırrındandır. Nefsi de İlâhî ahkâm'ın sırrının çokluğundandır.

Öyle olunca, Hz. İsmâil, Vahdete mazhar oldu. Hz. İshâk ise çokluğun menbaı, kaynağı oldu.

>144 / Es - Saffât Sûresi, ayet: 101

387

Hakikati ve rûhu zât isminin nörondandır. O isim ise «Mütekebbir» dir.

Aklı ve kalbi sıfat isminin nûrundandır. O da «Raûf» ismidir. Onun için müminlere karşı şefkatli idi

Nefsi fiil isminin ikisindendir. Biri «Vekil» ve biri de «Bâîs» ismidir. Onun için mukaddes ruhların hâzinelerine vekil oldu.

Yalcûb (aleyhisselâm) :

Görünen âlemde, (dünyada) peygamberlerin ruhlan görünmeye başlayınca, Allah yeniden peygamberler göndermeyi dileyince, ilk önce Hz. Yakup (aleyhisselâm)  geldi. Çünkü O, peygamber ordusunun hükümlerine (işlerine) hazine oldu ve ondan oniki çocuk dünyaya geldi.

Hakk Teâlâ hazretleri bunlardan birini İlâhî cemâli­nin, güzellik nûrunun aynası olarak yarattı. Hz. Yakûp o nûru görünce âşık oldu. İlâhî güzellik karşısında şaş­kınlık içinde kaldı. Ondan sonra İlâhî güzellik (oğlu Yû­suf) gözünden kayboldu. Ayrı düştü. Devamlı üzüntü duydu.

Çünkü aşk sevginin meyvesidir. Üzüntü de onun ge­reklerindendir.

Onun için olgunluğa ermiş kimseler:

— Aşk, güzelliği gerektirir. Güzellik belâyı gerekti­rir. Belâ üzüntüyü gerektirir, demişlerdir.

Hz. Yakûbun hakikati ve rûhu zat isminin nûrun- dandır. O isim «Kebîr»dir. Çünkü O, peygamberlerin kaynağı ve fsrâil Oğullarının bu yönden büyük hazînesi idi.

Akh ve kalbi sıfat isminin nûrundandır. İsmi «Ve-

388

dûd»dur. Onun için O, oğlu Yûsuf’da görünen İlâhî gü­zelliği sevdi, İlâhî güzelliğe aşkla bağlandı.

Nefsi fiil isminin ikisinin nûrundandır. Biri «Hâ- lîk», biri de «Bârî»dir. Onun için çocukları çok oldu.

Yûsuf (aleyhisselâm) :

Ya’kûb (aleyhisselâm)  sevgisi İlâhî nûrun tecellisini gerekti, rınce, Hz. Yûsuf en güzel bir görünüşte dünyaya geldi

Hakikati ve rûhu zat isminin nûrundandır. Onun için Hz. Yûsuf İlâhî nûrun sûreti oldu. Hattâ kim ona bakarsa âşık olurdu. Nitekim babası, anası ve kardeş leri onu görünce âşık oldular vt dayanamayıp ona secde ettiler.

Aklı ve kalbi sıfat isminin nûrundandır. O isim «Kâdir»dir. Onun için Mısıra kâdir oldu.

Nefsi fiil isminin üçünün nûrundandır. Biri «Mu- savvir» ismidir. Onun için en güzel şekilde zâhir oldu Biri «Hafîz» ismidir. Onun için Mısır'ın hâzinelerini kıf- zetmiş, korumuştur. Üçüncüsü de «Afv» ismidir. Onun için kardeşlerini affetti.

Eyyûb (aleyhisselâm) :

Hz. Yakûp’tan sevgi, Hz. Yûsuf'tan güzellik zuhûr edince, Allahın hükmü irâdesi, başka bir peygamberin, üzüntü yolunda belâlara uğrayacak bir peygamberin gel­mesini gerektirdi. Zira muhabbete, sevgiye belâ ve üzün­tü lâzımdır.

Böylece Hz. Eyyûb dünyâ’ya teşrif etti ve başına çeşitli belâlar geldi. Çünkü belâlar veliler içindir. Ni­tekim, peygamberimizden şöyle bir rivâyet nakledilmiş­tir:

38?

«Belâ Allahın kamçılarından bir kamçıdır. Onunla kullarını kendine yöneltir.»

Hakikati ve ruhu zat isminin nûrundandır. O isim «Ganiyy»dir. Bütün malı ve çocukları elden çıkmıştı. Hakk Teâlâ hazretleri tekrar verdi ve Eyyûb (aleyhisselâm) ’ı iki defa gânîy-zengin etti.

Akh ve kalbi sıfat isminin nûrundandır ki, o «Sa- bûr»dur.

Nitekim, Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyurur:

— «Biz onu hakikaten sabırlı bulduk. O ne güzel kuldu! Hakikat O, dâimâ (Allaha) dönen (bir zât) idi».

(145)

Nefsi fiil isminin ikisinin nûrundandır. Biri «Vâsi» ve biri «Tevvâb»dır. Çünkü o, bunca belâları karşıla­maya gücü yetti. Hakka döndüğü için de Tevvâb ismine mazhar oldu.

Şuayb (aleyhisselâm) :

Sevgi yolunda, her türlü belâlara müptelâ olarak, Eyyûb (aleyhisselâm)  zâhir olunca, Hakk Teâlâ Likâ ve Visâle âşık (Allahı görmeye ve ona kavuşmaya can atan) başka bir peygamberin gelmesini diledi.

Böylece Şuayb (aleyhisselâm)  dünyâ'ya geldi ve aşırı sevgi­sinden dolayı üçyüz yıl ağladı. Üç kere gözsüz oldu. Her yüzyılda bir kere gözü açıldı.

Hakikati ve rûhu zat isminin nûrundandır. O isim «Mâcid»dir. Onun için kavmine şerif oldu ve Peygambe­rin Hatibi unvanını aldı.

Akh ve kalbi sıfat isminin nûrundandır ki, o «Ke- rîm»dir. Zira ümmeti için de onun keremi çok idi.

(145) Sâd Sûresi, ayet: 44

390

Nefsi fiil isminin ikisinin nûrundandır. Biri «Hü­küm», biri de «Müskıt»dır. Çünkü O her vakit halka hükmederdi ve: «Teraziyi ve ölçüyü (kileyi) iyi tartın» derdi.

Mûsâ (AJ5.):

Allah sevgisi, Halil'in dostluğu, Ya’kûb (aleyhisselâm) ’m aş­kı, Yûsuf (aleyhisselâm) ’ın güzelliği. Eyyûb (aleyhisselâm) ’m sabrı ve Şuayb (aleyhisselâm) ’m şevki ile tamam olunca; bunlardan son­ra, Allahın irâdesi, kâmil, İlâhî sıfata sâhip ve kâfirleri kahredecek bir peygamberin gelmesini gerekli kıldı.

Böylece Mûsâ (aleyhisselâm)  dünyâ’ya geldi.

Hakikati ve rûhu zat isminin nûrundandır. O isim «Celîl» ve «Aliyy»dir. Onun için düşmanlarını kahr ve helâk etti. Yüce olduğu şudur ki, Firavnı ve kavmini helâk edip onların üzerine yüce oldu. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

«Şüphesiz sen (başkalarından) yücesin.»

Aklı ve kalbi sıfat isminin nûrundandır. O «Alîrn»- diı‘. Çünkü O, Tevratı çok iyi bilirdi ve îsâ (aleyhisselâm) ’a ge­linceye kadar bütün peygamberler Tevrât ile hükmeder­lerdi.

Nefsi fiil isminin ikisinin nûrundandır. Biri «Muızz» ve biri «Müzill»dir. Zira müminleri yüceltir, kâfirleri zelil kılardı.

Hârûn (aleyhisselâm) :

Celâli bir peygamber zuhûr edince, lutf-ı İlâhî, on­dan sonra Cemâli olan başka bir peygamberin gelmesini gerekli kıldı. Böylece Hârun (aleyhisselâm)  meydana gelip, Mûsâ (aleyhisselâm) ’a vezir oldu. Nitekim Hakk Teâlâ hazretleri şöyle

391

buyurur: «Bana kendi ailenden bir de vezir ver. Bira­derim Hârûn’u.» (146)

Hakikati ve rûhu zat isminin ikisinin nûrundandır. Biri «Zahir» ve biri de «Bâtm»dır. Lûtfu ile zahir, sırrı ile Bâtın oldu.

Aklı ve kalbi sıfat isminin nûrundandır. O isim «Gaffâr»dır. Onun için Hakk Teâlâ hazretleri ümmetleri­nin günahlarını yarlığadı.

Nefsi, fiil isminin ikisinin nûrundandır. Biri Gafûr, biri de Latıyf’dir. Onun için ümmetlerinin hatasını giz­leyip güzel lûtfeylerdi.

İlyâs (aleyhisselâm) :

Hakk Teâlâ hazretleri, Celâl ve Cenıâl'in tezâhürlerini Mûsâ \e Hârûn (aleyhisselâm)  da belli edince, bunların eserlerini açıklamak için başka bir peygamberin dünyâ'ya gelme, sini istedi.

Hakikati ve rûhu zat isminin nûrundandır. Onun için kavmi, çeşitli bitkilerden kendilerine versin diye, muhtaç idiler.

Aklı ve kalbi sıfat isminin nûrundandır. O isim «Ce­mil »dir.

Nefsi, fiil isminin ikisinin nûrundandır. Biri «Veh- hâb» ve biri «Muktedir»dir. Vehhâbâ mazhar olmasının sebebi, C.Hakkın, Lübnan dağına çıkmasına izin verme- sindendir. (Ayrıca, Allah, îlyâs Peygambere melekler gi­bi verde ve gökte seyretmesini bağışlamıştır.)

Dâvûd (aleyhisselâm) :

Celâl ve Cemâl sıfatları kendilerine görünen pey-

(146) Tâ—hâ Sûresi, ayet: 29 - 30

392

gamberlerin işi tamam olunca, bunlardan sonra, Allah sevgisi ile yanan ve çeşitli belâlara uğrayan başka bir peygamberin ‘gelmesi İlâhî emre uygun düştü. Böylece Dâvud (aleyhisselâm)  dünyâ’ya geldi. Hakikati ve aklı zat ismi­nin nûrundandır ik, Hakîm’d’r. Nitekim Hakk Teâlâ haz- retleri şöyle buyurur: «Ona hikmet ve fazl-ı hîtâp ver­dik.» (147)

Aklı ve kalbi sıfat isminin nûrundandır. O isim «Kavîy»dir. Onun için mülk üzerinde kuvvetli idi. Nite­kim Kur’ânda, Hakk Teâlâ buyurur ki: «Onun mülkünü de kuvvetlendirdik.» (148)

Nefsi fiil isminin ikisinin nûrundandır. Biri «Mu- kaddim», diğeri de «Müahhir»dir. Onun için Hz. Üriyâ- yı kutsal tabût önünde tuttu, kendini geride bıraktı. İs­tiğfar edince de yeryüzüne halîfe oldu.

Süleyman (aleyhisselâm) :

Dâvûd (aleyhisselâm) , Allahın kudretinden garipliklere şâhit olunca ve belâlar çekip kırk yıl ağlayınca, ondan sonra mülkü daha büyük ve daha kuvvetli başka bir peygam­berin gelmesi emr-i İlâhide gerekti. Böylece mülk mer­tebesi tamam olacaktı. Bu sebepten dolayı Süleyman (aleyhisselâm)  mülk âlemine, dünyâ’ya geldi.

Hakikati ve rûhu zat isminin nûrundandır. O isim «Azîm»dir. Onun için dünyâ ehli üzerine muazzam oldu.

Aklı ve kalbi sıfat isminin nûrundandır. O «Metîn» dir. Onun için saltanatı, hükmü ve ilmi muhkem, sağ­lam oldu.

(147) Sâd Sûresi, ayet: 20

(148) Sâd Sûresi, ayet: 20

Nefsi, fiil isminin dört tanesindendir. Biri Adi (Ada­let), biri Mâlikül-Mülk (Mülkün Mâliki), biri Hâfız, biri de «Râfî»dir. Herkese tam adalette bulunduğu için âdil oldu. İnsanlardan ve cinlerden baş kaldıranların hepsini aşağı oturttuğu, sindirdiği ve zararsız hale getirdiği için Hâfız oldu. Tahta çıkıp yükseldiği için de Râfi’ oldu Allahın emri ile bütün halka hükmettiği için ^fâlikül- Mülk oldu.

Uzeyir (aleyhisselâm) :

Süleyman (aleyhisselâm) ’ın hükmü ile Mülkün kemâlâtı ta­mam olunca, ölmek ve dirilmek gibi Ahiret işlerinden çok şeyler gören, hem de çok yakinen bunları gören bir peygamberin gelmesi gerekti. Nitekim Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyurur: «(Böyle yapmamız) seni insan­lara ibret nişanesi kılmamız içindir.» (149)

Böylece Üzeyr (aleyhisselâm)  dünyâ’ya geldi.

Hakikati ve ruhu zat isminin ikisinin nûrundandır. O isimlerden biri Evvel, biri Ahir’dir. Onun için hayat ile, evvel kendi hâlini gördü. Ondan sonra ölümünden sonra ikinci hayatını gördü ve Ahir oldu.

Aklı ve kalbi sıfat isminden ikisinin nûrundandır. Biri Semî'dir. Biri Basîr'dir. Allahın kelâmını işittiği, duyduğu için Semî’dir. Ölümünden sonra ikinci hayatı­nı gördüğü için de Basîr oldu.

Nitekim, Hakk Teâlâ hazretleri Semi ile ilgili olarak şöyle buyurur: «Hayır, yüzyıl (ölü) kaldın.» (150)

(149) Bakara Sûresi, ayet: 259

(150) Bakara Sûresi, ayet: 259

394

Nefsi, fiil isminin nûrundandır. O isim «Vâlî»dir. Çünkü Onun İlâhî kudret kemâlini görmeye velâyetj vardır.

Yûnus (aleyhisselâm) :

Hak laâla hazretleri çeşitli kudretlerini, kudretin­den örnekleri Üzeyir (aleyhisselâm) 'a gösterince, bundan sonra korunan, deniz karanlıklarında oturup balığın karnın­da vatan tutan başka bir peygamberin gelmesi Allah makamında gerekli oldu.

Böylece Yûnus (aleyhisselâm)  dünyâ'ya geldi.

Hakikati ve rûhu zat jsminin nûrundandır ki, o isim «Vâcid»dir. Karanlıkların yok olmasında nûrâni vücud bulduğu içindir.

Aklı ve kalbi sıfat isminin nûrundandır. O isim «Ga» fûr»dur. Tanrı taâla hazretlerinden ona gufran hâsıl ol­du. Boğulmaktan kurtuldu ve ayrılık zindanından kur» tuldu. Nitekim Hakk Teâlâ buyurur: «Bunun üzerine biz de onun bu duâsını kabul ettik, kendisini gamdan se­lâmete erdirdik. İşte biz iman edenleri böyle kurtarırız.»

(151) '

Nefsi fiil isminin ikisinin nûrundandır. Biri «Mu- kît», biri de «Nâfi»dir. Balığın kamında ikâmet edip mânâ zevki ile beslendiği için mukit oldu. Kavini ile buluşup, kavminm kendinden faydalanması ile de Nâfi' oldu.

Zekeriyyâ (aleyhisselâm) :

Emr-i İlâhî, Özcyir (aleyhisselâm) ’a Allahın fazlı ile diril­mek, cömertliği ile de Hıfz tamam olunca; canlarım

(151/ Enbiya Sûresi, ayet- 88

395

Allaha kavuşma yolunda fedâ eden iki peygamberin gel­mesini gerektirdi. Böylece dünyâ’ya Zekeriyyâ ve Yah­ya (aleyhisselâm) 'lar geldiler.

Zekeriyyâ (aleyhisselâm) 'ın hakikati ve rûhu, zat isminin nûrundandır. O isim Kayyûm’dur. Allah sevgisinde kâim, ve sâbit olup müstakim olduğu için böyledir. Öyle ki, iki kısma ayırdıkları halde sabretti.

Aklı ve kalbi sıfat isminin nûrundandır. O «Hamîd»- dir. işlerinde Mahmûd olduğu için rûhunu ve nefsini Hak yolunda harcadı.

Nefsi, Allahın zat isminden ikisinin nûrundandır. Biri «Muhyî» (dirilten), diğeri se «Mecîd»dir. Şânı ve şerefi yücedir.

Hakk Teâlâ hazretleri Ona nidâ etti:

— Sana bir oğlan bağışladım, adını Velî koydum Hem babasının ilmine vâris olsun, hem de onun ismini ihyâ etsin, yaşatsın, buyurdu.

Böylece O, Muhyî ve Mecîd ismine mazhar oldu.

Yahyâ (aleyhisselâm) :

Zekeriyyâ (aleyhisselâm)  rûhunu (canını) ortaya atıp nefsini fedâ edince, kemâl üzere olan bir peygamberin gelme­sini emri İlâhî gerekli kıldı. Böylece bu âleme, dünyâ’ya Yahyâ (aleyhisselâm)  geldi.

Hakikati ve rûhu zat isminin nûrundandır. O isim «Hakk»dır. Dâvada ve mânada sâbit olduğu için bu isim verildi.

Akh ve kalbi sıfat isminin üçünün nûrundandır ki, biri «Vâris», biri «Şehîd», biri de «Bâkî»dir. Babasının ilmine sahip olduğu için Vâris oldu. Alem-i Gayb’da, hem de Allah yolunda şehîd olduğu için Şehîd oldu. Hak

taâla hazretleri tanıklık verdi ki: «Yahyâ (aleyhisselâm)  hç gü­nah işlemedi, fakat beni severdi. Ben de onu severoim.»

Böylece sevene, sevgilisi yolunda öldürülüp, sevgi­liye kavuşmakla bakî olması mutlaka lâzımdır.

Nefsi, sıfat isminin nûrundandır ki, o Velî ismidir. Hattâ Yahyâ (aleyhisselâm) ’da nefsânî fiillerden hiçbir şey sâdır olmadı.

İsâ (aleyhisselâm) :

Îlâhî ve Kevnî (dünyevî) mertebe tam olgunluğa erince, İlâhî irâde, bunlardan sonra ölüleri dirilten, bir­çok İlâhî delilleri mucize olarak gösteren (Hattâ: akıl ve bilgi sahipleri, insanın ölüleri dirilttiğini görsünler ve Allahın ölüleri dirilteceğini inkâr etmesinler diye), başka bir peygamberin dünyâ’ya gelmesini gerekli kıldı.

Nitekim Allah Kur’ânda şöyle buyurur:

— «îşte Allah böylece ölüleri diriltir, size âyetlerini gösterir» (152)

Böylece îsâ (aleyhisselâm)  bu âleme, dünyâ’ya geldi.

Hakikati ve rûhu zât isminin nûrundandır ki, o isim «Ahad» dır. Babasız yaratıldığı ve Allahın kudre­tine ve birliğine delîl olduğu için bu isim ona verildi.

Aklı ve kalbi sıfat isminin nûrundandır. Biri «Vâ- hid» ve biri «Habîyr» dir. Vâhid oluşu, Cismânî ve Rû- hânî alemde Vâhaâniyetıen dolayıdır. Habîr oluşu ise zâhir ve bâtın ilimlerini bildiği içindir.

Nitekim Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyurur:

«Hani sana kitabı (yazı yazmayı), hikmeti, Tevrâtı, încîli öğretmiştim.» (153)

(152) Bakara Sûresi, ayet: 73

(153) Mâide Sûresi, ayet: 110

397

Tevrât'dan murâd ilm-i zâhir, basit bilgidir. İncil­den murad da Bâtın ilmi, mânâ ilmidir.

Nefsi, fiil isminin üçünün nûrundandır. Biri «Muh- yî», biri «Mümiyt*, biri de «Hâlık» dır.

ölüleri dirilttiği için Muhyî (dirilten), kâfirleri öl­dürdüğü için Mûmiyt (öldüren) ve yarasa yapıp üfleye­rek Allahın izni ile dirilttiği için de Hâhk’dır.

İlâhî kemâl, insânî hakîkatlarda, gayb âleminin ma­nasında ve yeryüzünde tamam olunca, ilâhı irâde, bun­lardan sonra bir peygamberin gelmesini gerektirdi. O peygamber öyle bir peygamberdir ki, bütün kemâlatı, olgunlukları toplamış ve Rasûl olup bütün ayetler ken­dinde bir arada bulunmuştur. O, Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’dir. Allahın sevgilisidir. Dünyâda ve mânâ âle­minde bütün mertebeleri topluca veya ayrı ayn kendin­de toplamıştır.

Hakikati ile bütün hakikatleri üzerinde toplamıştır. Alem-i mülkde, dünyâ’da peygamber olduğu gibi İlâhî alemde ve ruhlar âleminde de peygamberdir.

îsâ (aleyhisselâm) 'm işi bittiği tarihten altı yüz yıl, yahut beşyüz elli yıl, yahut beşyüz altmış yıl, yahut da altıyüz yirmi yıl geçince. Hâtemiin—Nebiyyîn ve Seyyidül— Mürselîn (peygamberlerin sonuncusu ve Rasûllerin efen­disi) peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dünyâya teşrif etti. (154)

Nitekim Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyurur:

«Ey ehl-i kitap, size — kitaptan gizlemekte olduğu­muz şeylerin bir çoğunu meydana vuran, bir çoğundan da geçiveren — peygamberimiz gelmiştir. Size Allahtan hakîkî bir nûr ve apaçık bir kitâp gelmiştir.

<154) Peygamberimizin doğumunun kati tarihi Milâdî Ni< san «571» dir.

398

Ki Allah, rızasına uyanları onun sebebiyle selâmet yollarına doğrultur, onları, irâdesiye karanlıklardan ay­dınlığa çıkanp kendilerini dosdoğru bir yola iletir.» (155) Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hazretleri nûr olunca, Hakk Teâlâ katında mertebesi âlî (yüce) oldu. Hakikati, hakikatların hakikatidir, ismi, ism-i A'zam'dır. İlâhi es- mâyı ve sıfatları kendi isminde toplamıştır. Rûhu Al­lahın zatının nûrundandır. Akh İlâhî zat isimlerinin Ko­rundandır. Kalbi bütün sıfat isimlerinin nûrlanndandır. Nefsi, fiil isimlerinin hepsinin nûrundandır.

Hakk Teâlâ hazretleri onu peygamberliğe gönderdi. Rasûllerin efendisi yaptı. Alemlere rahmet olarak gön­derdi. Nitekim Hakk Teâlâ şöyle buyurdu: «Biz, seni (Habibim) âlemlere (başka bir şey için değil) ancak rah­met için gönderdik» (156)

Hakk Teâlâ bütün peygamberlerin kıssasını, hikâyele­rini ona haber verdi.

Ondan sonra Hakk Teâlâ hazretleri O’na:

— Uluların sabrı gibi sabreyle! buyurdu. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de ilgili olarak: «O halde (Habibim) azim sâhipleri olan Peygamberlerin sabrettikleri gibi sen de sabret..» (157)

Ülûl—Azimden murad bazı ulu peygamberlerdir. Yani Nûh (aleyhisselâm)  kavminin ezâlanna sabretti. Hz. îbrâ- him Nemrûd’un ateşine ve tsmâil (aleyhisselâm) 'ı kurban etme­ye sabretti, tsmâil (aleyhisselâm)  kurban olmaya sabretti. Ya” kûb (aleyhisselâm)  Yûsuf (aleyhisselâm) ’m ayrılığına ve onun yüzünden

(155) Mâide Sûresi, ayet: 15, 16

(156) Enbiyâ Sûresi, ayet: 107

(157) Ahkâf Sûresi, ayet: 55

399

gözsüz kalmaya sabretti. Yûsuf (aleyhisselâm)  kuyu’ya ve zinda­na sabretti. Eyvûb (aleyhisselâm)  çeşitli belâlara sabretti. Mû- sâ (aleyhisselâm)  kavminin eziyetlerine sabretti. Dâvûd (aleyhisselâm)  hatâsı yüzünden kırk yıl ağlamaya sabretti. Yûnus (aleyhisselâm)  Balığın yutmasına sabretti. Zekeriyya (aleyhisselâm)  bıçkı ile kesilmeye sabretti. Yahyâ (X.S.) Allah yolunda şehit ol maya sabretti, tsâ (aleyhisselâm)  bir kerpici bir kerpiç üzerine koymaya sabretti ve;

— «Dünyâ bir köprüdür. Ondan geçiniz, onu onar­mayınız» dedi.

Eğer:

— Bütün peygamberler Hakkı her mertebede gör­dükleri halde halkı O’na nasıl davet edebilirler? diye sorulursa cevabı şöyledir:

— Hakk Teâlâ hazretleri kendi ile peygamberleri ara­sında bir nûrânî perde koydu. O perdeler sebebi ile hal­kı davet ederler.

Bazıları derler ki:

— Hakk Teâlâ peygamberlere Ruhlar âleminde şöyle vasiyette bulundu' Ben sizi dünyâ'da kullarıma pey­gamber olarak gönderdim. Onlara, bazı fiiller isnâd ederek gazab etmeyin Benden bir perde arkasında bu­lununuz. Aynı şekilde onların, bana isnâd ettikleri fiil­lerden dolayı da rızâ göstermeyin. Onlarla da aranızda mânevi bir perde bulundurun. Siz, halkın içinde Hak­kı ve Hak’da halkı görmeniz gerekir. Ben size bunu tav­siye ederim.»

Şöyle bilin ki. Allahtan başka hiç kimse peygam herlerin sırrına eremez, Onu bilemez.

Ey ilâhı esrarı arayan kilYıse! Baştan sona kadar in­kâr ve bâtıla sapmadan, insaf ve ibret yolu ile sana be-

400

yan ettiklerime dikkat et. Sonunda belki ulvî ve yüce hikmeti anlamak ve en sonunda da Ma’rifet Şarabını içmek gerekecektir. Çünki peygamberlerin şeriatlerini (dinî hükûmierini). hakikatlerini ve temsillerini (örnek davranışlarını) beyan ettim. Güzel itibâr edip ibret al- mak gerektir:

«And olsun, onların kıssalarını açıklamakda sâlim akıl sahipleri için birer ibret vardır» (158)

Şimdiden sonra bilgileri tamamlamaya, şeriatları ve hakîkatları tekmil etmeye ve Hz. Muhammed Mus­tafâ’nın faziletlerini beyan etmekle meşgûl olacağız in­şallah.

50.  MUHAMMED MUSTAFÂ (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’İN
PEYGAMBERLİĞİ

Şânı yüce ve herşeyi en iyi bilen Allaha hamd olsun O insanları kendisi için yarattı ve âlem onundur.

Ey İlâhî sırları öğrenmek isteyen kimse! Şunu iyi bil ki, Hakk Teâlâ hazretleri, peygamberlerin (selâm on­lara olsun) binasına onunla (Peygamber Efendimizle) başlamış ve onunia da bitirmiştir. Kitâb-ı Mecîd’i ona indirmiştir .

Bütün hükümleri onda (Kur’anda) beyân etti. Onun sıfatlarını Tevrât'da, Zebûr'da, Incil’de ve Fûrkân’da gösterdi. Onu Livâül—Hamd ve Makâm—ı Mahmûd ile kemâle erdirdi. Böylece O, iki cihanın nûru, insanların ve cinlerin rasûlü ve Kâabe kavseyn sırrına (İlâhî ma­kama iki yay boyu yaklaşma sırrına) erişip âlemlerin

(158) Yûsuf Sûresi, ayet: 111

401 sultânı oldu. Selâm ve duâ onun, günahtan sakınan ve faziletli âilesine ve en doğruyu araştıran değerli arka­daşları (sahâbesi) üzerine olsun.

Şimdi Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

«Elif, Lâm, Mim. Allah o Allahtır ki, kendinden baş­ka hiç bir Tanrı yoktur, (o zâti, ezelî ve ebedî hayat ile) diridir. Zâtiyle, kemâliyle kâimdir. (Yarattıklarının her an tedbîr-ü hıfzında yegâne hâkimdir, herşey onunla kâimdir.)

(Habîbim) O, sana Kitâbı hak (ve) kendinden ev, velkileri (de) tasdik edici olarak (tedricen^ indireli. Bundan evvel de Tevrât ve Incil’i indirmişti (ki onlar) insanlar için birer hidâyetti. Hak ile bâtılı ayırt eden (hüküm)leri de indirdi. Allahın (hak olan, mahz-ı hi­dâyet olan) ayetlerine küfredenler (yok mu?) onlar için pek çetin bir azâb vardır. Allah cezâda amansız bir gâ lib-i mutlaktır.» (159)

Allah Kudsî sözünde ise:

«Eğer sen olmasaydın ben âlemleri yaratmazdım.» buyurur,

Hz. Abdullah bin Abbâs (radiyallâhu anh) şu rivâyeti nakleder:

— Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: «Hakk Teâlâ evvel benim ruhumu yarattı.»

Bir yerde de şöyle buyurmuştur:

        «Hakk Teâlâ eve! benim aklımı yarattı.»

Bir başka yerde ise şöyle buyururlar:

        «Ben Allahdanım, ve mü’minler bendendir.»

(159)  Âl-i İmrân Sûresi, ayet: 1 • 4

F : 2«

402

Daha bunlar gibi nice deliller beyân etti ki, bütün mevcûdât ondandır ve o bütün yaratılmışlardan efdal- dır, üstündür.

Kutb'ul—MuhakkiKîn Hz. Ali (radiyallâhu anh) der ki:

— Hakk Teâlâ hazretleri, Arşı ve Kürsî’yi, Cenneti ve Cehenemi, yerleri ve gökleri yaratmazdan önce, Pey­gamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hazretlerinin nûrunu yarattı. O haz retin rûhûnu, Adem (aleyhisselâm) ’dan üçyüz yirmi dört sene ev­vel yarattı. Ondan sonra Hak taâlâ on iki hicap (perde) yarattı.

1          — Kudret Perdesi,

2           — Azâmet Perdesi,

3           — Minnet Perdesi,

4           — Rahmet Perdesi,

5           — Saâdet Perdesi,

6           — Keramet Perdesi,

7           — Menzilci Perdesi,

8           — Hidâyet Perdesi,

9         — Nübüvvet Perdesi,

10        — Rif’at Perdesi,

11        — Heybet Perdesi.

12        — Şefaat Perdesi.

Ondan sonra Rasûlüllah (S.A.VJ'in rûhu on iki bin sene Kudret hicabında durdu.

On bir bin sene Azârnet hicabında (Perdesinde) dur­du.

Onbin sene Minnet hicabında durdu.

Dokuz bin sene Rahmet hicabında durdu.

Sekiz bin sene Saâdet hicabında durdu.

Yedi bin sene Kcâmet hicabında durdu.

Altı bin sene Menzile', hicabında durdu.

403

Beş bin sene Hidâyet hicabında durdu.

Dört bin sene Nübüvvet hicâbında durdu, üç bin sene Rif’at hicabında durdu. İki bin sene Heybet hicâbında durdu.

Bin sene Şefâat hicâbında durdu.

Ondan sonra altı bin sene de Arş’da durdu. Sonra da Hak taâlâ hazretleri onu Adem (aleyhisselâm) ’m sulbüne ge­tirdi. Hz. Ademin sulbünden Şît (aleyhisselâm) ’a geçirdi. Ondan sonra îdris (aleyhisselâm) ’a, ondan da Nûh (aleyhisselâm) ’a geçti. Ta Ab- dûl Muttalip oğlu Abdullah'a gelinceye kadar böyle nakl­etti. Nihâyet Mekke'de bu âleme, dünyâ’ya geldi.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ hazretleri fahr-i âlem (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in nûrundan bir ağaç yarattı. Dört budağı (dalı) vardı. Ona Şeceretü’l-Yekin derlerdi. Ondan sonra Mu- haınmed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in nûrunu ak inciden bir perde için de açığa vurdu. Tâvûs kuşu biçiminde o ağacın üstüne kondu. Bin sene orada Allahı zikretti. Ondan .sonra Hakk Teâlâ hayâ gözgüsünü (aynasını) yarattı. Tâvûs’un karşısına koydu. O Tâvûs o gözgüye bakınca orada çok güzel bir yüz ve çok süslü bir şekil gördü. Utandı. Beş kerre secde etti. Böylece o secde bize günde beş vakit namaz oldu. Hakk Teâlâ hazretleri tekrâr o nûr’a nazar etti. O nûr, Hak’dan utanıp terledi. Böylece Hakk Teâlâ başının terinden melekleri yarattı. Yüzünün terinden Arşı, Kûrsî’yi, Levhı, Kalemi, Güneşi, Ayı ve yıldızlan yarattı. Göğsünün terinden Nebileri, Rasûlleri, âlimleri, Şehitleri ve Sâlih (iyi) kimseleri yarattı.

O Tâvûs’un kuyruğunun terinden Yahûdileri, Hıris- tiyanları ve münafıkları yarattı. Ayağının terinden yer­leri ve içindekileri yaratt. Ta Esfel-i Şâfilîne vanneaya

404

kadar Cehennemi ve içindekini yarattı. Ondan sonra Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyurdu:

— Ey Muhammedi Önüne bak.

Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de önüne baktı ve her tarafının nurla dolmuş olduğunu gördü.

Önündeki nûr Hz. Ebû Bekrin nûru idi. Ardındaki nûr Hz. Ömerin nûru idi. Sağındaki nûr Hz .Osmân’ın nûru idi. Sol yanındaki nûr Ali’nin nûru idi. Allah cüm­lesinden râzı olsun.

Ondan soma Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in nûru yetmiş bin yıl Hakka teşbih etti. Sonra o riûrdan pey­gamberlerin canlarını yarattı.

Hakk Teâlâ peygamberlerin canlarını yaratınca.:

— «Lâ ilâhe illellâh Muhammedün Rasûlûllâh (Al­lahtan başka Tanrı yoktur ve Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onun ■peygamberidir) dediler.

Ondan sonra Hakk Teâlâ bir kandil yarattı. Muham­med (aleyhisselâm) ’in rûhunu dünyâdaki biçiminde şekillendire? rek o kandile koydu. Namaz kılar gibi idi.

Daha sonra peygamberlerin canlan (ruhları) Mu­hammed (aleyhisselâm) ’ın rûhunun çevresinde ikiyüz bin yıl ta- vâf ettiler, etrâfmda dolaştılar.

Ondan sonra Hakk Teâlâ ruhlara:

— Muhammed (aleyhisselâm) ’a bakınız, buyurdu.

Ruhlar O'na baktılar:

Kim başını gördü ise dünyâ’ya sultan oldu. Alnını gören Âdil oldu. Göğsünü gören âlim oldu. Sözün kısa sı, kim o rûhu mükerrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’în mübârek bir uzvu­nu gördü ise, dünyâ’da ona münâsip bir san’at buldu.

Ondan sonra Hakk Teâlâ hazretleri halkı «Ahmed» şekline göre namaza çağırdı.

405

Yani namazın kıyamı, namazda ayakta durmak, Ahmedin (Elifine) benzer, Rukûu (Hâ) harfine benzer Secdesi (Mîm)’e benzer. Tehiyyat da oturması (Dâl)'a benzer.

Sonra da Allah Teâlâ peygamberlerin biçimlerini Muhammed lafzına benzer yarattı. Başı yuvarlaktır, (Mîm)’e benzer, tki ellen (Hâ)’ya benzer. Karnı (Mîm)'e benzer ve ayakları (dâl)'a benzer.

Şimdi ey İlâhî sırları öğrenmek isteyen kimse! Bun­dan sonra Hz. Rasûlün velâyetini, Risâletini, Kur’an na­zil olduğunu ve mukaddes kelimeleri inşallah beyan edeceğim.

Hz. Rasûlden nakledilen sahih rivayette beyan olun­duğuna göre:

— Hakk Teâlâ hazretleri Muhammed (aleyhisselâm) ’m nûrun- dan bir cevher yarattı. O cevhere nazar etti. Eridi su oldu. O su hareket edip tam bin yıl çırpındı, dalgalan­dı. Durmadı.

Ondan sonra Hakk Teâlâ hazretleri Muhammed (aleyhisselâm) ' ın nûrunu on bölük yaptı. Birinden Arş'ı yarattı. Birin­den kalemi yarattı. Birinden Levhi yarattı. Birinden Güneşi yarattı .Birinden Ayı yarattı. Birinden sabit yıl­dızları yarattı. Birinden gezegen yıldızları yarattı. Bi­rinden Kürsîyi yarattı. Birinden de Müminlerin nûru­nu yarattı. Omıncusundan Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem) in cismini yarattı.

Muhammed (aleyhisselâm) ’ın annesi O'na hâmile kalınca, Maşrik, Mağrib ve denizler birbirlerine: «Hz. Rasûlün doğumu yaklaştı» diye müjdelediler.

Müfessirler:

4Û6

— Hz. Rasûl doğunca secde etti ve secdesinde: Üm­metim! Ümmetim! dedi, derler.

Kabe’nin dört duvarından sedâ geldi. Onlar: «Mu- hanımed peygamberdir» diye tanıklık verdiler derhal Kabe peygamber (aleyhisselâm) ’a secde etti.

Nakledildiğine göre Abdülmuttalip şöyle demiştir:

— O gün ben Kâbe'de idim. Kâbede putlar vardı. Yerlerinden düştüler, secde ettiler.

Ondan sonra Cinler göğe çıkmaktan men olundu­lar. Bunun üzerine cinler toplanıp İblise geldiler:

— Bu gün göğe çıkmaktan bizi men ettiler, dediler.

İblis bunu işitince çağırdı, feryâd etti ve:

— Bugün âlemlere rahmet geldi. Siz onun için gök­ten men olundunuz. Zira gök Muhammedin ve ümmeti­nin nazargâhıdır, dedi.

Nakledildiğine göre, annesi Hz. Rasûlü doğurunca ondan bir nûr çıktı. Annesi Amine hâtûn o nûr ile Kâ- be’den Basrâ şehrinin saraylarını gördü.

Enes (radiyallâhu anh) şunu nakleder:

— Rasûlü Ekrem çocuklarla oynadığı bir gün ge­zinti yapardı. Cebrâil (aleyhisselâm)  geldi, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ı aldı. Tenhâ bir yere götürdü. Göğsünü yardı. İçinden biraz kara kan çıkarıp attı ve: «Bu Şeytan hazzıdır (nefsânî arzudur)» dedi ve Cennetten bir altın tas getir­di ve Zemzem suyu ile göğsünü ve karnını yudu. Tek­rar dikti.

Enes (radiyallâhu anh) tekrâr nakleder.

— Ben iğnenin izini Rasûlün göğsünde gördüm.

401

51 BÖLÜM

Allahın sevgilisi cihâna, dünyâya gelince yedi kat gök ehlinin cümlesi, hepsi onu görmeye geldiler. Cen­net içinden âhû gözlü Hûrîler, ellerinde altın tabaklar­la geldiler. Muhammed (aleyhisselâm) 'ın üzerine saçu saçtılar, Bütün putlar, yüzleri üzerine düştüler. O gün bin Kili­senin kubbesi yere geçti. Kisrâ’nın Tâk’ı çatlayıp yarıldı Sâvc gölü kurudu. Ateşe tapan Mecûsilerin ateşleri ilk defâ söndü.

O hazretin gölgesi yok idi. Zira baştan ayağa nûr idi. Nûrun ise gölges: olmaz. Başı üzerinde bir parça bulut vardı. Nerede yürürse onunla berâber yürürdü. Gözü ile önünde nasıl görüyor ise arkasından da aynı şekildu görürdü. Bir kere baktımı Şark, vc Garbı görürdü. Ku­lağı uyanıkken nasıl işitirse uyurken de aynı şekilde îsi- ıirdi. Burnundaki mu’cize su idi: Cebrâil (aleyhisselâm)  vahiy için ne zaman gökten ayrılsa onun kokusunu alırdı. Diş­lerinin nûrundan gece yollar görünürdü. Bir şey kaybet- seler onun nûru ile bulunurdu. Arkasında güvercin yu­murtası kadar Nübüvvet (peygamberlik) mührü vardı Terlese, teri gül vc misk gibi kokardı. Bir avuç toprak :1e oniki bin askeri perişan etti. Bir parmağı ile aya işâ- ret etti. Gökten yere inip ikiye ayrıldı ve peygamberli­ğine şahâdet eyledi. Bir gün ay gökten yere inip beşiğini ırgaladı. Parmağından çeşme aktı. Ağulu pişmiş kuzu ona:

— Ey Allahın Rasûlü! Benden yeme, dedi.

Hurma fidanını yere dikti. Hemen meyve verdi, ye­diler.

Uğradığı her yerde taşlar ve ağaçlar ona selâm ve-

408

rirlerdi. Herkesi güzel ahlâkı ile hayran bıraktı. Hiç ri- yâ işlemedi ve hiç bir an nefsine uymadı. Hüküm verir ken taraf tutmadı. Fakirlikle övünürdü. Yoksulluktan aba giyerdi. Alçak gönüllülüğünden arpa ekmeği yerdi. Yemek yemezdi. Dünyâya melûn derdi. Dünyâ’ya düş­kün olanlara sevgi göstermezdi.' İhtilâm olmadı ve ona sinek konmadı.

Bit ve pire ısırmazdı. Hakk Teâlâ onu bütün peygam­berlerden üstün kıldı. Onun için zatı halim idi. Ahlâkı, huyu güzeldi.

Belâgatı, fesahati (dili duru ve sözleri üstün mânâ- h) idi. Sabrı ve rızası olgun bir seviyedeydi. Halka kar­şı şefkatli, Hakka da ınuhabbetli idi. Bir kimse onu evi­ne davet etse giderdi. Hasta olanların hallerini sorardı Bir kimse seferde ölse arkasından namazını kılar dı. Eğer şehirde öise namazında bulunurdu. Alimleri, câhillerden üstün hürmet ederdi. Kâfirlere ve münâfık: lara hiç ikrâm etmezdi. Kimseye kötü söz söylemedi, kimseye küsmedi, ve tükürmedi. Kötülük edene iyilik ederdi. Bir meclise varınca nere boşsa oraya otururdu. Zenginleri zenginliğinden dolayı ağırlamadı. Dervişleri derviş olduğu için horlamadı. Kaftanını, elbisesini ken­di yamar idi. Hangi bineği bulsa ona biner, ar etmez, utanmazdı. Düşkün bir kimse görse sırtına ahr taşırdı Pazartesi Perşembe günleri ile Eyyâm-ı Bıyz da (Arabi ayların 13, 14 ve 15. günlerinde), Aşûre gününde (Mu­harremin 9 ve 10. günlerinde) oruç tutardı. Geceleri ibâdet ederdi. On rekât nâfile namaz kılardı. Sözün kı­sası her türlü kemâl ile muttasıftı.

Böylece o Hazet’ten büyük kerâmetler zâhir olma­ya başladı. Kırk yaşına gelince çeşitli mu’cizeler göster-

409

di. Daha önce kendi halinde taat içinde kendi nefsi ile çok mücadele etti. Ondan sonra Hırâ» dağına vardı. (160)

Geceleri orada ibâdet ederdi. Halveti severdi. Allah aşkı ve İlâhî şevk onu bütün yakınlarından ayırdı. Haki­ki sevgiliye kendini verdi. Herkes onun aşkına muttali oldu, Onun durumunu gördü ve bildi. Hattâ amcası Hz Hamza ve Kureyş kavmi toplanıp Hz. Atike’nin yanına vardılar ve:

— Muhammed-i Eminin mübârek yüzünün sarardı­ğını görüyoruz. Halka karışmaz, devamlı düşüncelidir Halvette, tenhâda ibâdetle meşgûldür, dediler.

Hz. Atike (radiyallâhu anh):

— Bilmiyorum, dedi.

Bir defasında dostları toplanıp:

— Ey Muhammedi Eğer bir yerinde bir rahatsız­lık varsa bize söyle, seni tedâvi edelim, dediler. Hz. Ra- sûl bunlara cevap vermedi.

Bunlar:

— Onun dostu Ebû Bekir'dir. Belki ona söyler, de­diler.

Ebû Bekir’e geldiler ve Peygamberin halini sordu­lar.

Ebû Bekir (radiyallâhu anh):

— Bilmiyorum, fakat gidip sorayım, dedi.

(160) Hırâ dağı Mekke yakınında bir dağdır. Peygambe­rimize ilk vahiy buradaki mağarada ibâdet esnasında gel­miştir. Nûr dağı, Rahmet dağı da denir. Bu dağdaki ma­ğarada Mekke Hanîflerinee, İbrâhim (aleyhisselâm)  dinine göre inzivâya çekilip ibâdet etmek âdetti. Bunlar puta tapma­yan insanlardı. Ebû Bekir gibi.

4)(J

Hz. Ebû Bekir Hz. Rasûle gidip:

— Ey Muhammedi Hâlin nedir dedi.

Hz.. Rasûl:

— Su getirin: dedi. Su getirdiler, suyu içti. Abdest aldı. Ve ridâsını, cübbesini alıp Hıra dağına gitti. Hıra dağına varınca yere kapanıp ağladı. Hakk Teâlâ’ya ya­karışta bulundu. Gökteki melekler ve Cennetteki Hûri- ler de onun için ağlaştılar. Ve:

— Yâ RabbH Biz bir âşıkm sesini duyuyoruz, O kimdir? dediler.

Hakk Teâlâ Cebrail (aleyhisselâm) ’a:

— Vahyin, Emrin ve Nehyin vakti geldi. İn! Benim sevgilime ve halkın hayırlısına benden selâm söyle ve benim hediyemi, İlâhî armağanımı ona ulaştır, buyurdu.

Cebrâil (aleyhisselâm)  gökten yere inerken seslendi. Pey. gamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yer ile gök arasında yeşil elbiseli bir kimsenin durduğunu gördü. Cebrâil (aleyhisselâm)  geldi:

— Oku! dedi.

Peygamberimizi S.A.V.):

— Okumak bilmeni dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm)  şöylece okudu:

— «Yaratan Rabbinın adiyle oku.

— O, insanı bir kan pıhtısından yarattı.

— Oku. Rabbin nihâyetsiz kerem sâhibidir.

— Ki kalemle (yazı yazmayı) öğreten O’dur.

— İnsana bilmediğini O öğretti. (161)

Hz. Abdullah bin Abbâs (R A.) şöyle der:

— İlk nâzil olan sûre İkrâ (Alak) sûresidir.

Ekseri Müfessirler:

'161) Alak Sûresi, ayet: 1 - S

411

— İlk önce râtiha Sûresi nazji oldu, sonra «Mâlem ya’leme» kadar İkra’ (Alak) Suıesi nâzil oldu, derler.

Bazıları da:

— Fatıhâ sûresi namaz farz olduğu zaman önce Mekke’de, sonra Kıble Kudüs’ten Kâbeye çevrilince ikinci defa Medine’de nâzil oldu, derler.

Sahih görüşe göre Fâtiha Sûresi Mekka'de nâzil oh muştur. Cebrail (aleyhisselâm)  geldi ve tekrar gayb olup gitti.

Ulemâ şöyle beyanda bulunurlar:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hazretlerine ilk vahiy geldiği vakit:

— Ey (elbisesine) bürünen (Habibim)! Ey bürünüp sarınan (Habibim) İ (162) buyurulmuştu. Ondan sonra:

— Ey Allahın şeriatını tebliğle görevli elçi! buyu­ruldu.

Nakledildiğine göre bir gün Peygamber (S.A..) Efendimiz evinde yatar idi. Cebrâil (aleyhisselâm)  gelip:

— Ey bürünüp sarınan! dedi. Hz. Rasûl (salla’llâhü aleyhi ve sellem) korktu Cin zannetti. Hz. Hatice (radiyallâhu anh):

— Ey Muhammed! Sen hısım ve akrabayı ziyaret edersin, öksüzlere şefkat gösterirsin. Güzel işleri sever­sin. Tatlı huylusun Hakk Teâlâ ile senin aranda kötü bir şey olmaz. Allah sana kötülük etmez. Ola ki, bu gelip sana seslenen Cebrâil (aleyhisselâm) ’dtr. Nitekim diğer peygam-

(162) Müzzemmil: 1, Müddessir- 1-2. ayetleri.

Peygamber Efendimize ilk vahiy geldiği vakit, vahyin heybetinden korkmuş, elbisesine bürünmüş ve sannmtştt. Yahut da evine dönünce eşi vâlidemiz Hz. Hatice’ye ken dini örttürüp yatmıştı. Sonraki ayetde üre Hakk Teâlâ onu Peygamberlik görevine davet etmiştir.

412

herlere de gelmiştir, diye onu teselli etti. Peygamber Efendimiz biraz yattı. Cebrail (aleyhisselâm)  tekrar gelip:

— Ey bürünüp sarman! Kalk, artık (kâfirleri azâb ile) korkut, diye İlâhî vahyi tekrarladı.

Peygamber (SA.V.);

— Ey Hatice! O çağıran budur, işte geldi dedi.

Hz. Hatice (radiyallâhu anh):

— Ey Muhammedi Saçımı açayım. Eğer Şeytan ise kaçmaz. Şayet melek işe kaybolur, dedi. Saçım açtı ve Cebrâıl (aleyhisselâm)  kayboldu.

Rasûlü Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hazretleri.

— Ey Hatice! Kayboldu, dedi

Hz. Hatice (radiyallâhu anh):

— Ey Muhammedi Beni İslâm’a davet et. Sen Al­lahın Râsûlüsün. O gelen Cebrâil’dir, dedi.

Hz. Peygâmber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hz. Haticeyi İslâm'a çağır­dı. Böylece hanımlardan ilk Müslüman o oldu. Erkek lerden Hz. Ebû Bekir (radiyallâhu anh), Çocuklardan da Hz. Ali (radiyallâhu anh)’dır. Kırkıncı Müslüman Hz. Ömer (radiyallâhu anh)’dır. Hz Ömerle müslümanlar ortaya çıktılar.

Bazıları derki:

— Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) altı ay müslümanları rü- yâda gördükleri ile İslâm'a davet etti.

Nitekim peygamberimiz şöyle buyurur:

— Sâdık rüya, Nübüvvet sûresinin kırk altısından biridir. Çünki peygamberimiz yirmi üç sene davet etti. Altı ay rüyâ ile davet etti. Geri kalan sürede Kur'an ile davet etti. (Böylece altı ay, yirmiüç yılın kırk altıda biri olur.)

413

52.  KUR ANIN NÜZÛLÜ BÖLÜMÜ

Hakk Teâlâ buyurdu:

— «(O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, Kur’an an­da (ki Kadir gecesinde Levh-ı mahfûzdan dünyâ semâ’ı- na) indirilmiştir. (O Kur’an ki) insanlara (mahz-ı) hidâ­yettir, doğru yolun ve Hak ile bâtılı ayırt eden hüküm­lerin nice açık delilleridir...» (141)

Bagavî tefsirinde şöyle der:

— Şüphesiz Ramazan bir ayın adıdır. O vakit oruç çok sıcak bir zamana, mevsime gelmişti. Halk böyle bir mevsimde oruç tutardı. Taşlar harâretten kızmıştı. Hal­ka zahmet vermekte idi. Öyle olunca o ayın adı Rama­zan oldu. Kur'ana; sûreleri, ayetleri, kıssaları, Emir ve Nehyi, Va'd ve Vaidi topladığı için Kur’an dendi. Zira asıl manası toplamaktır

tbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der-

— Kur'an-ı Kerîm Ramazan ayında Kadir gecesin­de, Levh-ı mahfûzdan dünyâ göğündeki Beyt-i İzzete birden ve toptan indi. Ondan sonra Cebrâil (aleyhisselâm)  ihti­yaç oldukça ayet ayet indirdi. Böylece Peygamber Efen­dimiz yirmi üç yılda Kur’an ile davet etti.

Nakledildiğine göre tbrâhim (aleyhisselâm) ’ın Suhufu Ra­mazan evvelinde indi. Mûsâ (aleyhisselâm) 'm Tevrâtı Ramazan ayının altıncı gününde nâzil oldu. İsâ (aleyhisselâm) ’a Incil Rama­zanın onüçünde geldi. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e Kur’an- ı Ke­rîm Ramazanın yirmi dördünde geldi. (164)

(163) Bakara Süresi, ayet: 185

(164) Kur’anm Ramazanın hangi gününde indiği husu­su Kadir gecesi ile ilgilidir. Kadir Gecesi hangi gece itibar edilirse o tarih doğrudur. Doğruya en yakını 27. gecesidir

414

Bilmek gerekir ki, Kur’anm Allahın sıfatı ve Alla­hın kelâmı olduğunda ıcmâi ümmet ve tevatür vardır. Hakk Teâlâ müteke’ıimdir ve Kelâmiillah bir sıfatıdır ki, onda fazlalık yoktur. Emir, Nehiy, hayır, bunlarla ilgili hususlarda ve izafetlerde çoğaltılabilir. Zira Allahın bir­liğindeki kemâle bu yakışır ki, Bir ve tek olsun. Bunun içindir ki, son zamanlarda gelen bilginlerin yakînleri olmadığı halde lafız (söz) ve harfleri itibarile çokluk vardır, derler.

Fakat ispat ederiz ki, kelâm’dan maksat nazm ile manadır. îkisi de kadimdir. (165)

Mu’tezile, Eş’arîler ve Hanbelilere göre Kelâm, Ka­dîm değildir. O cüzlerden, parçalardan meydana gel­miştir. Cüzlerden meydana gelen bir şey hadistir, son­radan olmuştur.

Doğrusu şudur:

— Kelâm iki manaya gelir: Biri nefsidir, diğeri ise lafzîdir. Dil ile söylenendir. Bizim kasdımız nefsî ke­lâm, kelâmın kendisidir ki onun hem sözü, hem manası Allahın zatı ile kaimdir. Ondan ayrılmaz.

Allahın kelâmı mushaflarda yazılıdır. Dillerde okunmaktadır. Gönülle» de saklıdır, ezberlenmiştir. Bunların hiçbirisi nefsî kelâmı bozmaz. Yazı, okumak ve ezber bunlar hâdistir. Zirâ ilgili bulunduğu Allahın gayridir. Okunan kadimdir. Okuma ise hâdistir.

Allahın Havd ın Hz. Mevlânâ şöyle der:

(Itû) İcmâ: İslâm din bilginlerinin ittifakıdır. Tevâtür; Yalan söylemeyen toplulukların müşterek kanaatleridir Hazm tabiri: Veciz ve kısa, mana yönünden zengin de mektir.

415

— Peygamberimiz M’.ıhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: «Kur'ân Allahın kelâmıdır ve mah lûk, sonradan yaratılmış değildir. Kim onun mahlûk olduğunu söylerse Allaha yemin ederim ki, kâfir olmuş­tur.»

Fahr-i İslâm (radiyallâhu anh) şöyle dedi:

— İmam A’zamla, İmam Ebû Yûsuf, Kur'ân hâdis midir, yoksa kadim midir? dive altı ay araştırdılar. So­nunda İmam Ebû Yûsuf şöyle dedi: İmam A'zam, Ebû Hanîfe ile benim bilgim şu neticeye bizi götürdü: «Kim Kur’ân mahlûktur» derse kâfirdir, diye hadîse uygun cevap verdiler.

Bazı muhakkikler şöyle dediler:

— Kelâmullah (Allahın Kelâmı) kadîm olan mana­dır. Lâfız karşılığı değildir. Belki Allahın diğer sıfat­larının aym karşılığındadır. Bu söz Hadise, İmamların görüşlerine ve müfessirlere göre doğrudur.

— Kur’ân nazımdır, nazım ise hâdistir, diyen ina­nışa dikkat et ve itibar etme.

Bazıları:

— Kur’ân ancak manadır, derler.

Şüphesiz bu söz bâtıldır, yanlıştır. Zira Hakk Teâlâ hazretleri ezeli bir kelâmla mütekellimdir (konuşandır • söz söyleyendir.) Kelâm, nâzım ve manasız olfnaz.

İmam Teftezânî ve ona tâbi olanlar hayret içinde kaldılar ve Kur’ânın hakikatini idrâk edemediler. Bu mesele müşkildir, diye aczlerini ortaya koydular.

Bilgisi az olanlar:

— Kur'ân «Okunmuş» manasına, nefsi kc'âm ile

416

lafzi kelâm arasında müşterektir, diye bozuk bir iddia ileri sürdüler.

Sözün kısası: Kur'ân nazm ile mananın ismidir. Ke­limeleri mürekkeptir. Terkip Allaha aittir. İster Cebrâil (aleyhisselâm)  okusun, ister peygamber efendimiz okusun, is­terse başka bir kimse okusun birdir: Yani kim okur­sa okusun netice değişmez. Kur’ân lafız ve mânâ itiba­riyle kadîmdir).

Bazıları:

— Kur’ân nâzil oldu demek ne demektir? dediler. Kur’an levh-ı mahfûzda zâhir oldu, belirdi, demektir. Onun için aslında nüzûl: Yukarıdan aşağıya hareket et­mek, inmek, demektir. Bu hareket manevîdir. Burada herkesçe bilineni ve en münasip olanı İlâhî kitapların nâzil olmasıdır. Melek onu rûhânî bir yolla almış, ya­hut onu Levh-ı Mahfûzdan, hıfz etmiştir, derler.

Bazıları şöyle dediler:

— Hakk Teâlâ hazretleri, Kur'ânın nüzûlünün şeklini Kur'ânda şu şekilde anlatmıştır: «Onu Rûhu'l-Emîn (Cebrâil), inzâr edicilerden olasın diye, senin kalbine manası açık Arapça bir dille indirmiştir.» (166)

Yani Kur’ânı sana şöyle bir yolla indirdik: Cebrâili indirdik, onunla birlikte Kur’ân-ı da indirdik, demektir.

Muhakkikler şu beyanda bulundular:

•— Salih olan şudur: Hakk Teâlâ hazretleri Kur’ânı Levh-ı Mahfuz da zâhir etti, belirledi. Ondan sonra ev­velki gökte, Beyt-i İzzet de ortaya çıkardı. Ondan sonra da Cebrâiie, nıahlûkâtın en hayırlısı, peygamberlerin sonuncusu ve Rasûllerin efendisi olan peygamberi Hz, Muhammcd Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e indirmesini emretti.

(166) Şuarâ Sûresi, ayet: 193

417

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz, Kur’ânı, Ceb­rail (aleyhisselâm) ’dan iki yolla alırdı:

Birisi: Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz insan şeklin­den melek şekline girerdi ve Kur’ân-ı Kerimi alırdı.

İkincisi: Cebrail. (aleyhisselâm)  melek şeklinden insan şekli­ne girerdi. Sahâbiden bir zat vardı. Adı Dıhye idi. Ekseri onun şekline giretdi. Zira peygamberimiz bu zatı çok severdi.

Kâzî, tefsirinde derki:

— Kur’ân, Cebrâil (aleyhisselâm) ’ın kalbinde, nazım ve ma­nası ve İlâhî yolla belirirdi. Bu ya Allahın ona söyle­mesi, ya da Levh-ı Mahfûzdan alıp gelmesi ile olurdu. Rasûlüllaha okurdu. Onun da kalbinde şekillenir, naz­mı ve manası ile bilinirdi. Böylece söz şuna varır ki Kur’ân nazm ile manadan ibarettir. Doğru olan budur Doğrusunu gene de Allah bilir, Sözün kısası Vahiy iki çeşittir:

Biri zâhirdir. Diğeri bâtındır.

Zâhir olan üç çeşittir:

1.        Cebrâil (aleyhisselâm) ’m dilinde sâbit olması, onu söyle­mesi ve başkasının kulağında meydana gelmesidir. îşte Kur’ân bu kabildendir.

2.        Meleğin işâreti ile hiç söz söylemeden maksat hâsıl olur. Bu şekil vahye Hâtır-ı Melek adı verilir.

3.        Bâtın ile olan vahiydir. Vahy-i bâtın kıyasdır ve îctihaddır.

Şayet sana anlattığım Risâlet sırlarını ve Kur’ânm indirilmesini öğrendinse, bundan sonra Allahın izni ve kudreti ile Mirâçla ilgili görüşleri anlatacağım.

îlk önce mümine farz olan Allaha ve peygamberine inanmaktır. îkinci larz namaz kılmaktır. Namaz Miraç-

F: 27

418

da farz kılınmıştır. Ondan sonra zekât farz oldu. Sonra oruç farz oldu. Arkasından gazâ (Allah için harp) farz oldu. Daha sonra da Hacc farz oldu.

53. Mİ’RÂÇ BAHSİ

Allah Teâlâ buyurdu;

«Kulunu (peygamber (aleyhisselâm) ı) bir gece Mescid-ı .... ramdan (alıp) Mtscid-i Aksâ^a kadar götüren (Allah bütün noksanlıklardan) münezzehdir. (O Mescid-i Aksâ ki) biz onun etrafına (feyz ve) bereket verdik (ve bu gece yolculuğunu) Ona âyetlerimizden bazısını göstere­lim, diye (yapardık). Şüphesiz ki O, (asıl) O (herşeyi hakkiyle işiten, herşeyi) kemâliyle görendir.» (167)

Nakledildiğine göre Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

— «Bir gece Kâbeyi şerifin hareminde, yahut Hâ­tûn denilen yerinde uyuyordum. Amma gönlüm uyumu­yordu. Ccbrâil (aleyhisselâm) ’m geldiğini gördüm. O dedi ki: Ey Muhammedi Hakk Teâlâ seni okur, huzuruna çağırır. Bunu işitince hemen kalktım. Abdest aldım. Dışarı çık­tım. Burak’a bindim. O Burâk gözleri nereyi görürse oraya basıyordu. Beyt-i Mukaddese geldim. İslâm Dini güzel bir yiğit şeklinde geldi. Benimle görüşüp bana büyük ikrâmda bulundu. Bana namaz kılmak emredil­di. Ben:

(167) İsrâ Sûresi, ayet: 1

Mescid-i Hardın: Kâbe ve civarına verilen isimdir. Ge­niş mânâsı ile Melekedir. Mescidi Aksâ Kudüsteki Beyt-l mukaddestir.

419

— Hz. İbrahim İmam olsun, namaz kılalım, dedi n.

Cebrail (aleyhisselâm) :

— İmam olmaya sen evlâsın, dedi.

Peygamberlerin ruhları bana uydular, iki rekat na maz kıldım.

İmam Râzî ve İmam Şâfiî:

— Mi’râç Hz. Haticenin evinden başladı, dediler.

Ebu’l-Leys, Ebû Said El Hudrî (R-A.)'dan şu riva­yeti nakleder:

— Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hazretlerine Mi’râç da gördükerini sordum.

Rasûlüllah (S.A.V). şöyle buyurdu:

— «Giderken sağ yanımda bir ses işittim. Ey Mu- hammed diye! Sol yanımda bir ses işittim, Ya Muham- med diye! önümde bir kadın çeşitli zinetlerle beni kar şıladı ve kendini bana arz etti. Bunların hiçbirine itibar etmedim. Geçtim gittim. Ondan sonra Kudüse geldim Burâk'dan indim. Orada bir halka vardı. Peygamberler ona yapışıp kalkaılardı. Ben de ona yapıştım. Ondan sonra Mescide girdim. Cebrâil (aleyhisselâm)  ile namaz kıldım. Ondan sonra şöyle dedim:

— Ey Cebrâil! Sağımdan bir ses işittim, O nedir?

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Yahudiler idi. Sana seslendiler. Eğer onlara alâ­ka gösterseydin ümmetin Yahudi olurdu, dedi.

Sonra ben:

— Solumdan da bir ses işittim. O nedir? dedim.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Hıristiyanlardı. Eğer onlarla ilgilenseydin, üm­metin hıristiyan olurdu, dedi.

Ondan sonra ben tekrar:

420

— Peki o kadın kimdir? diye sordum.

Cebrail (aleyhisselâm) :

— O dünyadır. Eğer ona alâka duysaydın ümmetin dünya’yı kabul edip Ahireti terk ederlerdi, dedi.

Ondan sonra bana iki kâse geldi. Birinde süt, birin-s de şarap vardı.

Cebrâil (aleyhisselâm) .

— Hangisini «ilersen ondan iç, dedi.

Ben sütü içtim.

Cebrâil:

— Hakk Teâlâ ümmetine Islâm’ı armağan etti. Eğer şaraptan içse idin ümmetin azardı, dedi.

Ondan sonra Mi’râç geldi. Yani Nerdübân-Merdi- ven geldi. Ona bindim, gittim.»

Hz. Enes (radiyallâhu anh) Peygamberimizden şöyle bir nakil­de bulunmuştur:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: O Mi’râç (merdjven-asansör) Sidretü’l-Müntehâ denilen İlâhî hududa kadar benimle beraber çıktı. Sidretül-Müntehâ- nm altından dört ırmak akardı, ikisi dünyada akarlar. Bunlar: Nil ile Fırat’tır, ikisi bâtındır. Cennette akar­lar.

Sidretül-Müntehâ bir ağaçtır. Yapraklan fil kulağı­na benzer. Yemişleri kule gibidir.

Bana orada elli vakit namaz farz oldu. Bir gün bir gecede. Oradan Mûsâ (aleyhisselâm) ’m yanına indim.

Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Git azalttır. Ümmetinin buna gücü yetmez, dedi.

Ben çok gidip geldim. Bir gün bir gecede beş vakit namaz farz oldu. Sonra Hakk Teâlâ’dan şu hitâp erişti:

C!1

        «Kullanma farzımı geçirdim ve bunlardan hafif­lettim».

Zira önce elli vakit buyurdu. Sonra lûtfundan beş vakte indirdi.

Bundaki sır şudur:

— Bir kimse bir hayıra niyet etse ve onu işlese onun defterine on sevap yazılır. Nitekim., bununla ilgili ola­rak Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

        «Kim (Allaha) bir iyilikle, güzellikle gelirse işte ona on katı var...» (168)

Bir kimse bir şerre niyet etse, eğer işlerse bir gü­nâh vardır. Eğer işlemezse, birşey yoktur. Amma gönlü perdelenir.

Mûsâ (aleyhisselâm) ’ın bu azaltmaya vasıta olması, diğer peygamberlerin bunda dahli olmamasındaki hikmetin ne olduğu sorulmaktadır. Cevabı şudur:

Kâinatın efendisi peygamberimiz, C.Hakla konuş­tu. Bu itibarla İlâhi kelâma mazhar olmuş bir kimsenin araya girmesi gereklidir. Bu da Mûsâ (aleyhisselâm) 'dır. Onun için O vasıta oldu.

Bazıları şöyle derler:

— Önce Allah, Mûsâ (aleyhisselâm) ’ın ümmetine elli vakit namaz farz kıldı. Onlar başaramadılar. Allah onlan esirgedi, beş vakit farz etti. Bu beş vakit o ellinin yerini tuttu.

Nakledildiğine göre peygamber efendimiz Mi’râç gecesi yolda giderken birinci kat gökte Adem (aleyhisselâm) 'ı gör­dü. İkinci kat gökte Isâ (aleyhisselâm)  ve Hz. Yahyâ (aleyhisselâm) ’ı gör­dü. Üçüncü kat gökte Yûsuf (aleyhisselâm) ’ı gördü. Dördüncü-kat

(lı>8) Enârn Sûresi, ayet: 160

422

gökte İdris (aleyhisselâm) 'ı gördü. Beşinci kat gökte Hârûn (aleyhisselâm) ’ı gördü. Altıncı kat gökte Mûsâ (aleyhisselâm) ’ı gördü. Ye­dinci kat gökte îbrâhim (aleyhisselâm) ’ı gördü.

Abdullah bin Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle beyan eder:

— Sidretül-Müntehâ yedinci kat gökten yukarıda­dır. Onun için ona müntehâ (son) derler. Yerden urûç eden, yükselen herşey varır orada kalır. Yukarıdan inen şey de gene orada kalır. Onun için ona bu isim veril­miştir.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) efendimiz şöyle buyurdu:

— Oraya (Sidretül-Müntehâya) vardığımda bana üç şey verildi:

1.        Beş vakit namazdır.

2.         Bakara Sûresinin sonu ki «Amener-Rasûlü»dür.

3.         Ümmetimin büyük günahlarının affı.

Ondan sonra Cennete vardım. Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Ey Allahın Rasûlü! C.Hak zâtını takdis eder, dedi.

Ben:

— Ne buyurur dedim.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Hakk Teâlâ şöyle buyurur, dedi:

— Allah teşbihe, takdise layıktır. Meleklerin ve Rû- hun Rabbidir. Onun Rahmeti gazabını geride bırakmış­tır, geçmiştir.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gökleri, Sidretül-Müntehâyı ge­çip Cenneti dolaşınca Cebrâil (aleyhisselâm)  şöyle dedi:

— Ey Allahın Rasûlü! Ben buradan yukan geçmem Geçersem Arşın nûrundan yanarım. Zira senden başka­sına buradan ileri vol yoktur.

423

Bazıları:

— O makam Cennettir, dediler.

Bazıları da:

— Orası Arş’dır, demişlerdir.

Doğru olan şudur ki, Ondan yukarı âlem yoktur. Cebrâil (aleyhisselâm)  işaret etti ki, Allaha selâm versin.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

        «Ettehıyyâtü Lillâhi ve’s-Salavâtü ve't-Tayyibât» (Selâmın tümü, bütün Rahmet ve İyilikler Allaha mah­sustur) diye selâm verdi.

Bunun üzerine Hakk Teâlâ:

— Esselâmü aleyke Eyjâihennebiyyü ve Rahmetül- lâhı ve berekâtühü (Ey Nebi, peygamber! Selâm sana. Allahın sonsuz rahmeti ve bereketi üzerine olsun) bu­yurdu.

Peygamber Efendimiz, ümmetinin de bu selâmdan nasibi olmasını arzu etti ve:

— Esselâmü aleynâ ve âlâ ibâdillâhis-sâlihin (Alla­hın selâmı bizim ve sâlih kulların üzerine osun) dedi.

Ondan sonra Cebrâil ve bütün melekler şöylece şa- hâdet getirdiler:

— Eşhedü enlâ ilâhe illellah ve Eşhedü erine Mu- hammeden abdühü ve Rasûlühü (Tanıklık ederim ki, Allahtan başka Tanrı yoktur. Yine tanıklık ederim ki Muhammed (aleyhisselâm)  onun kulu ve Rasûlüdür).

Nakledildiğine göre tbni Mesûd (radiyallâhu anh) şöyle demiş­tir:

— Ondan sonra Refref geldi. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Refrefe bindi. Hakk Teâlâ hazretlerine yakın oldu. Nite­kim Hakk Teâlâ buyurur:

         «Sonra (Cebrâil, ona) yaklaştı. Derken sarktı.

424 (Bu suretle O, Peygambere) iki yay kadar, yahut daha yakın oldu da...» (169)

Yani Kâbekavsey-iki yay miktarı. Hakka yakın ol­du, demektir. Kâbe «kadar» kavseyn de «zira»dan iba­rettir.

Müfessirler şöyle demişlerdir:

— Burada dört görüş vardır:

1.        Katâde ve Hasen’in görüşüdür ki, Kavseyn - iki yay kadar yakın oldu, demektir.

2.        Mücahidin görüşüdür. Kirişin yaya yaklaştığı kadar yakın oldu, demektir.

3.        Abdû'l-Vârisin görüşüdür. Yayın kabzasından ucuna kadar yakın oldu, demektir.

4.         Sûddî’nin görüşüdür. İki zira' kadar Hakka yakın oldu, demektir.

Ulemâ «Yakın oldu demek ne demektir?» sorusun­da ihtilâf etmişlerdir. Bu soru üç şekilde açıklanmıştır:

1.        Cebrâil (aleyhisselâm)  Hakka yakın oldu» demektir.

2.        «Cebrâil (aleyhisselâm)  Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e yakın oldu» demektir.

3.        «Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hakk Teâlâ hazretlerine ya­kın oldu» demektir.

Ka’bûl-Ahbâr:

— Sahih görüş budur ki, «Muhammed (aleyhisselâm)  Hakk Teâlâ hazretlerine yakın oldu» demektir, der.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Arşa varınca ayaklarındaki nâ- linleri, ayakkabıları çıkarmak istedi. Bir ses işitti. Bu ses:

— Nâlinlerini çıkarma! Arş ile Kûrsî Senin nâlinle- rinin altında şeref bulsunlar, dedi.

(lt-9) Necm Sûresi, ayet: 8, 9

425

Ben:

— Ey Rabbim! Hz. Mûsâ (aleyhisselâm) ’a: «Nâlinlenni çı­kar» buyurdun, dedim.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Ebû Kâsım! Ey Ahmed! Sen benim yanımda Mûsâ gibi değilsin. O benim Kelîmim idi. Sense benim Habibimsin, buyurdu.

Nakledildiğine göre Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) göklere çıkınca:

Kalem:

— Muhammed (aleyhisselâm)  benimdir, dedi.

Levh:

— Muhammed (aleyhisselâm)  benimdir, dedi.

Arş:

— Muhammed (aleyhisselâm)  benimdir, dedi.

Kûrsî:

— Muhammed (aleyhisselâm)  benimdir, dedi.

Cennet:

— Muhammed (aleyhisselâm)  benimdir, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Muhammed! Kalemi, Levhı, Arşı, Kûrsîyi ve Cenneti sana bağışladım, buyurdu. (170)

Rasûlü Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Rabbim! Bunları istemem, ümmetimi iste­rim, dedi.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ:

— Ey Muhammed! Sen yeryüzünde kimi yerine ha­life, vekil koydun? buyurdu.

1170) Kalem, Levh, Arş ve Kûrsî, İlâhî makamlardır, Herbirinin hıtpûsiyeti vardır. Allahın kudret ve azâmeti- nîn tecellî ettiği yüce ve mânevi yerlerdir.

426

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ebû Bekir’i Sıddîkı koydum, dedi.

Zehretü’r-Riyad’da şöyle dendi:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Mi’râç gecesinde beş çeşit şeye bindi. Ondan sonra Allahın huzuruna vardı.

İlk önce Burâk'a bindi.

İkinci olarak Mîrâca, merdivene bindi. Merdiven hakkında ulemâ ihtilâf ettiler, ayn görüşler ileri sür­düler.

Kimi o merdiven, nârdan, kimi altından, kimi in­ciden, kimi de gümüştendi, demişlerdir.

Üçüncüsü: Birinci kat gökten yedinci kat göğe va­rıncaya kadar meleklerin kanatlarına, bindi.

Dördüncüsü: Yedinci kat gökten Sidretül-Münt» hâ ya kadar Cebrâil (aleyhisselâm) ’ın kanadına bindi.

Beşincisi: Altından bir döşek geldi. Adı Refref idi.

Nitekim Hakk Teâlâ hazretleri buyurun

«O (gördüğü) zaman Sidreyi bürüyordu, onu bürÛ- mekte olan» (17b Sidreden Kâbe Kavseyne varıncaya kadar ona bindi.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur.

«Sonra (Cebrâil, ona) yaklaştı. Derken sarktı.» (172)

Yani Hakka yakm oldu ve halktan ırak oldu, de­mektir.

Basinn:

— Ferş’dea (dünyâdan) ırak olup Arşa yakın oldu, demektir, dediler.

Kimileri de şöyle dediler:

(171) fteem Sûreai, afet» İS

(172) Kecf» Stresi, aggt: t

42?

— Kâbeden ırak olup Kudiise yakın oldu, demektir.

Bir kısmı da:

— Maddî varlıklardan ırak olup Ruhların Rabbine yakın oldu, demektir, dediler.

Kimisi ise:

— Nefsinden ırak olup kalbine yakın oldu, demek- tir, derler.

Muhakkikler şöyle dediler:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) o gece rûhu ile Kabe Kavseyne sırr-i ile de Ev’ednâ'ya erişti. Yani nefsini, bedenini gökte rûhûnu Sidretül Miintehâda, kalbini de Kâbe kavseyde bıraktı. Böylece Rabbi ile ancak sim karşı karşıya kaldı.

Hakk Teâlâ nefse:

— Hani gönül? buyurdu.

Gönüle:

— Hani Rûh?

Rûha:

— Hani sır?

Sırra:

— Hani Habîbim, diye sordu. Sonra da:

— Ey Nefis! Nimet ile mağfireti sana.

— Ey Rûh! Rahmet ile Kerameti sana.

— Ey Gönül! Muhabbeti sana verdim.

— Ey Sırr! Ben de sanayım. Şeninim, buyuldu.

Ev’ednâ buyurması da bundandır.

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Kâbe Kav- seyn’e erişince Hakk Teâlâ buyurdu: •

— Ey Muhammed! Ayaklarım bas!

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ayaklarını basınca birşeye dokun­du, Yine gitti.

42a

Peygamber (A S.).

— Ey Rabbim! Ayaklanma birşey dokundu, dedi. Yine gitti.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— O ayaklarının bastığı şey Arş’dır.

Peygamber -(aleyhisselâm) :

— Niçin Arş benden ırak gitti, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Senden ırak gitmedi, fakat sen ırak gittin. Çüıı. kü senin kerâmetin benim yanımda çoktur. Eğer yüz- bin Arş olsa, senin ayağının bastığı toprak bana onlar, dan sevgilidir.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ:

— Ey Muhammedi Bana ne hediye getirdin? bu­yurdu.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— îki şey getirdim. Biri tâat, Kulluk eksikliği, biri de cefâ ve ma’siyet çokluğu, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Tâat eksikliğini rahmetimle, Cefâ ve ma'siyet eksikliğim de senin şefaatinle yarhğadım, buyurdu.

Nakledildiğine göre Ebû Bekri Sıddîk (radiyallâhu anh) Allah' m şu kavlinden neyi kasdettiğini Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a sordum: «(Allahın) kuluna vayh ettiğini etti.» (Necm: 10)

Hz. Rasûl buyurdu:

— Hakk Teâlâ ümmetimden bana beş türlü şikâyet­te bulundu:

1.         Hakk Teâlâ buyurdu: Ben onlardan yarınki ameli istemiyorum. Onlar benden yarınki rızkı istiyorlar.

2.         Ben onların nzıklannı başkasına vermiyorum. Onlar amellerini niçin başkasına verirler?

42»

3.         Benim rızkımı yerler, başkasına şükrederler. Ba­na hâin olur ve benden başkasına iyilik ederler.

4.         Ben onlara şeref ve büyüklük veririm. Onlar bu­nu başkasından isterler.

5.         Ben Cehennemi kâfirler için yarattım. Onlar Ce­henneme girmek için gayret ediyorlar.

Nakledildiğine göre Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) efen­dimiz Mi'râç gecesinde şöyle aedi:

— Ey Rabbım: Ademe Cenneti verdin, bana ne ver­din?

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Adem’i Cennetten çıkardım. Ama sana ve ümme­tine Cennet verdim, fakat, oradan çıkarmam.

Ben:

— Nûh’a gemi verdin. Orada o ibâdet ederdi, dedim.

Hakk Teâlâ:

— Sana dünyayı mescid kıldım. Dilediğin yerde ibâdet et. Hem kıyamet günü mescidlerine bin, sırat köprüsünü geç ümmetinle, buyurdu.

Ben:

         tbrâhim (aleyhisselâm) ’a ateşi soğuk ve selâmet kıldın, dedim.

Hakk Teâlâ:

— Ümmetine Cehennem ateşini soğuk ve selâmet kıldım, buyurdu.

Ben:

         îsmâil (aleyhisselâm) 'a Zemzemi verdin, dedim.

Hakk Teâlâ:

— Sana Kevser ırmağını verdim, buyurdu.

Ben yine:

— İsmâil (aleyhisselâm) 'a koç fedâ ettin, dedim.

430

Hakk Teâlâ:

— Ümmetin için yahudileri ve hıristiyanlan feda ettim. Ümmetin onları Cehenneme bıraksınlar, kendile­ri Cennete gitsinler, buyurdu.

Ben:

— Mûsâ (A.S )’a Tûr’da söz söyledin, dedim.

Hakk Teâlâ:

— Sana Arş’dan yukarıda, nûr yaygısında söylcdûu, buyurdu.

Ben:

— îsâ (aleyhisselâm) ’a. gökten sofra verdin, dedim.

Hakk Teâlâ:

— Sana kıyâmet gününde kerâmetten sofra verece­ğim, buyurdu.

Ben:

— Dâvûd (aleyhisselâm) 'a Zebûr verdin, dedim.

Hakk Teâlâ:

— Sana «Enam» sûresini verdim, buyurdu.

Ben:

— Yûnus (aleyhisselâm)  ı üç türlü karanlıktan kurtardın, de­dim.

Hakk Teâlâ:

— Onun gibi ümmetini üç türlü karanlıktan kurtar­dım:

1.         Kabir karanlığından,

2.         Kıyâmet zulmetinden,

3.         Sıtâr zülmetinden, buyurdu.

Ben:

— Hızıra Ab-ı Hayat (ölümsüzlük suyu) verdin, de­dim.

431

Hakk Teâlâ:

— Sana «Selsebîl» ırmağını verdim, buyurdu. (173) Ben:

— îsâ (aleyhisselâm) 'a İncil verdin, dedim.

Hakk Teâlâ:

— Sana «thlâs» (Kulhüve’l-Lâhû ahad) sûresini ver­dim, buyurdu.

Ben:

— Mûsâ (aleyhisselâm) ’a Tevrât verdin, dedim.

Hakk Teâlâ:

— Sana Ayete 1-Kürşî'yi verdim, buyurdu.

Ondan sonra Hakk Teâlâ buyurdu:

— Ey Muhammedi Sana bir sûre ikrâm ettim ki, Tevrât, Zebur, İncil ve diğer kitaplarda onun gibisi yok­tur.

— Ben:

— Ey Rabbim! O nasıldıı ? Hangi sûredir? dedim.

Hakk Teâlâ:

— Fatiha (Elham) sûresidir, buyurdu.

Kına Fatiha sûresini okursa Cehennem onun tenine haramdır.

Anası ve babası kâfir olan bir kimse fâtiha sûresini okusa onların azaplarım Fatiha hürmetine şiddetli yap­mam.

Ey Muhammedi Kendine senden üstün bir varlık yaratmadım.

Nakledildiğine göre Hx. Peygamber (AJSd şöyle de, miştir:

(173) SelsebU: Cetmtüe tatk ve lezzetli bir sn, pator ve- ye rrmağm a(Mhr.

432

— Cennette oir memleket, bir ülke gördüm. O ül­kede yüzbin şehir gördüm. Her şehirde yediyüzbin sa­ray gördüm. Her sarayda yediyüzbin hücre, oda gör­düm. Her hücrede yetmiş derece gördüm. Her derece­de bir döşek gördüm. Her döşeğin üzerinde bir Hûri gör­düm. Her Hûri nûrdan yetmiş Hülle, Cennet elbisesi giyer ve başlarında nûrdan taçlar var idi. Eğer birisi bu dünya’ya bir kere nazar etse, baksa, güneşin ve ayın nû- ru mahvolurdu.Eğer biri denize tükürse acı su tath olur­du.

Acaba bu hangi peygamberindir? Ey herşeyin en güzelini yaratan şanı yüce Allah! dedim.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Bunlar gibi yüzbinlercesi müminler için hazır­lanmıştır. Kim: Eşhedü en lâ ilâhe illellâh ve eşhedü erine Muhammeden abdühu ve Rasûlünu (Tanıklık ede­rim ki Allahtan başka Tanrı voktur..Yine tanıklık ede­rim ki Muhammed (aleyhisselâm)  Onun kulu ve Rasûlûdür) de­se bu gördüğün nimetlere nâil olur, onları elde eder.

Nakledildiğine göre Rasûlüllah Efendimiz hazretleri Arş’a varınca sağ elini sol elinin üzerine koyarak ayak­ta hâcet diledi.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Ey sevgilim! Benden ne istersin? Benim katım­da hâcetin nedir? buyurdu.

Peygamber (A S.):

— Ey Rabbind Senden ümmetime yakınlık isterim, dedi.

Hakk Teâlâ şöyle buyurdu:

— Şânım hakkı için ben de ümmetine yakın olma­yı isterim. Kâfirleri Cennete koymam. Rahmetimi ve

433 nimetimi müminler için hazırladım. Kim benim rızamı isterse, dili ile zikretsin, beni dilinden bırakmasın. Be­denini bana itaat yolunda harcasın. Beni sevmenin ni­şanı; Benim sözümden başka söz işitmemesidir. Benim sevgimden başka gönlünde sevgi olmasın. Elinde (dilin­de) Tekbir, ayağında kıyâm ve gözünde yaş olsun.

Eğer böyle olurlarsa bütün âlemlerden onlara ya­kın olurum. Şeytanı onlardan uzak ederim. Onları, her zaman razı olacağım hizmet içinde tutarım.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Rabbim! Ümmetim zayıf ve hakirdir. Buna güç­leri yetmez. Kerem şendendir, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ey Habîbim! Ben merhametlilerin en merha­metlisi olan bir hükümdarım. Kimsenin itaatmdan ba­na fayda yoktur. Asîlerin isyanının da bana zararı yok­tur. Ey Habîbim! Müjdelç.şu kimseye ki «Eşhedü enlâ ilahe illellah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Rasûlûhu» dese rahmetimi Ona bahşederim ve rızam ona Hılat, elbisedir. Onun nazan ve yönü dâimâ benim nimetime ve cemâlimedir, buyurdu.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Canım şimdi rahat oldu ve gönlüm yatışıp razı oldum. Ey Rabbim! dedi.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— «Muhakkak Rabbin sana verecek de hoşnut ola­caksın» (174)

Nakledildiğine göre Mi’râç gecesi Hakk Teâlâ şöyle buyurdu:

(174) Duhâ Sûresi, ayet: 5

434

— Ey Habîbim! Sen bütün peygamberlerden bana sevgilisin ve ümmetin de benim katımda üstün bir üm­mettir. Bundan dolayı bütün ibâdeti bir araya topladım, adını namaz koydum. Onu ümmetine ibâdet kıldım.

Kim benim için o namazı kılarsa bütün ibâdetlerle bana muti olmuştur.

Rasûlüllâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Mi’râç gecesi Cehenneme baktım. Orada ekseri­ya yoksullan ve kadınlan gördüm, buyurdu.

Sahâbe:

— Ya Rasûlellâh! Malından yoksullar mı? diye sor­dular.

Hz. Peygamber:

— Yok! İlim ve amelden yoksullardı, buyurdu.

Nakledildiğine göre peygamberimiz şöyle dedi:

— Mi’râç gecesi yedi kat gökten yukanda gök gü­rültüsü gibi bir ses işittim. Orada bir kavim gördüm. Kannları ve ayaklar» üzerinde yürürler. Hurma ağacı gi­bi yılanlar var. Onları eşip yerler idi.

Ben:

— Ey Çebrâil Bunlar kimlerdir? diye sordum.

Cebrail (aleyhisselâm) :

— Akçe ribâsı, fâiz yiyenlerdir, dedi.

İbni Fevrek derki:

— Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu: Mi’râç gecesi bir kavim gördüm. Bir gün ekerler, bir gün yerler. Na­sıl yerlerse yesinler, yedikleri eskisi gibi olur hiç eksil­mezdi.

Ben:

— Ey Cebrâil’ Bunlar kimlerdir? diye sordum.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

435

— Bunlar gâzîlerdir. Allah yolunda savaştılar. Hakk Teâlâ bir ecirlerini yediyüz, yahut daha fazla etti, dedi.

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Mirâc gecesi nûrdan bir kubbe gördü. O kubbeden dört ırmak ak­makta idi:

1.         Bismillâh'ın miminin deliğinden su akıtırdı.

2.         Bismillâh’ın Hâ'sının deliğinden akan süt ır mağı idi.

3.         Er—Rabmân'm mîm’inin deliğinden akan Bal ırmağı idi.

4.         Er—Rahnıân’ın mîm’inin deliğinden akan Ha mir — İlâhî şarap ırmağı idi.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Ey Muhammedi ümmetinden kim beni hâlis ve samimî bir kalple bu isimlerle anarsa, (Bismillâhirrah mânirrahîm) dese, kıyâmet günün de bu dört ırmaktan ona içiririm.

Hakk Teâlâ yine buyurdu:

— Bir kimse abdest aldıktan sonra (Lâ ilahe illel- lâh) dese şanım hakkı için ona ben bu dünyâ kadar Cennette yer veririm.

Nakledildiğine göre Rasûlü Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Kâbe Kavseyn'e erişince o makamda bir ulu sandık gördü. Nûrdan kilidi vardı.

Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Rabbim! Bu sandıkta ne vardır ve anahtarı nerededir? diye sordu.

Hakk Teâlâ:

Onun anahtarı şendedir. (Lâ ilahe illellâh Muham- medün Râsûlûllah) de, buyurdu.

436

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onu söyledi. O sandık açıldı. O sandığın içinde heybetli bir deniz gördü. Ucu bucağı yok. O denizin içinde bir ağaç gördü. Budaklarının, dal­larının üzerinde bir kuş gördü. Tırnağında bir zerre, azıcık toprak gördü.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem Efendimiz:

— Ey Rabbim! Bu deniz, bu ağaç, bu kuş ve bu zer­re kadar toprak nedir? diye sordu.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Ey Muhammedi O deniz benim Rahmet deııizim- dir. Sonu yoktur. Gördüğün ağaç bu dünyâdır. O ağa­cın budağında gördüğün kuş senin ümmetindir. O ku­şun ayağındaki toprak da onların günahlarıdır. Onu işlediler. Onların günahları benim Rahmet denizim ya­nında bir zerre toprak kadardır. Denize düşer, belirsiz olur. Ben (Erhamü’r - Râhimîn — acıyanları acıyanı) gerçek hükümdarım.

PEYGAMBERİMİZİN ALLAHI GÖRMESİ İLE İLGİIİ BÖLÜM

Bilmek gerektir ki, Rasftlûllâhm Ashâbı (Allah cümlesinden râzı olsun) ve imamlar. Peygamber (S.A. V.) Efendimizin Mirâc'da Allahı görüp görmediği husu­sunda ihtilâf etmişlerdir, ayrı görüşler beyan etmişler­dir.

İbni Abbâs ve Kalıûl—Ahbâr (RA.):

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz o gece Hakk Teâlâ hazretlerini cisim gözü ile, maddî gözle gördü, derler

Hz. Aişe (radiyallâhu anh):

— Râsûlûllâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem) o gece Hakk Teâlâ hazretleri­

ni ten gözü ile görmedi, der. Nitekim peygamberimiz buyurur:

— Gözümle değil kalbimle gördüğüm Allahı bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim.

öyle olunca gönül gözü ile görmüş olur.

Arapların Şeyhi, Şarkın ve Garbın müftüsü îmsm Nevevî (Allahın Rahmeti üzerine olsun) Sahîh-i Buhârî ve Müslîmden şöyle nakilde bulunmuştur:

— Benim yanımda şöyle sâbit oldu ki, Rasûlûllâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hakk Teâlâ hazretlerini baş gözü ile gördü.

Ashâb-ı Güzin (radiyallâhu anh) bu hususta ihtilâf edince tbni Abbâs (radiyallâhu anh) hazretleri:

— Ten gözü ile gördü, dedi.

Hz. Aişe (radiyallâhu anh):

— Ten gözü ile görmedi, dedi.

Böylece bunların arasında ihtilâf oldu.

Hz. îbni Abbâsın kendisi insanların en âlimidir. O. Peygamber Efendimiz Allahı ten gözü ile gördü, dedi.

Amma Nevevî. Buhârî ve Müslim Şerhinde der ki*

— Bu iki rivayeti biz bir araya toplayıp şöyle de­riz:

Hakk Teâlâ hazretleri, bütün dııvumları Hz. Rasûlü ' Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den kaldırdı. Nûrun keyfiyyetini gözün den giderdi. Görmedeki maddî unsurları kaldırdı. Onun nefsini nûrâni kıldı, onu nûr hâline koydu. Ondan son­ra gönlüne — kalbine tecellî eyledi, kalbinde belirdi. Hakk Teâlâ hazretlerini kendi nûru ile ve bütün azâsı ile gördü. Her tarafına baktı. Nurdan başka bir şey gör­medi. Böylece Hakkın nûru ile Hakkı, Allahı gördü.

Kâzî Beyzâvî, Tefsirinde şöyle dedi:

438

— Mûsâ (aleyhisselâm)  bütün azalan ile Hakk Teâlâ hazretle­rinin kelâmını her taraftan işitti .

Düşündü ve gördü. Şüphesiz bu, hakikata itibarla çok incedir.

55. VAHYİN SIRLARI İLE İLGİLİ BÖLÜM

Hz. Ali (radiyallâhu anh) peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den şu nakilde bulunmuştur:

— Rasûlüllâh Mirâc Gecesinde Allah Teâlâ’ya: Ey Rabbim! Hangi amel sana efdaldir, daha üstündür? de­di.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Ey Ahmed! Benim katımda Tevekkülden (Alla­ha dayanıp güvenmeden) üstün amel yoktur. Benim kısmet ettiğime râzı olmaktan yeğ amel yoktur. Ey Ah­med! Benim muhabbetim, benim için sevişenlere ve halkı bana ulaştıranlara vâciptir; gereklidir. Benim gerçek tâliplerim, beni gerçekten arayanlar, mahlûka bakmayan ve dünyâ yiyeceklerinden karnı boş olanlar­dır. Zira onların yiyecekleri benim zikrimdir. Muhab­betim ve rızâmdır. Ey Ahmed! Eğer bütün halktan da­ha zâhid, ibâdet ve kulluk yönünden üstün olmak ister­sen dünyâ’dan ilgini kes. Ahirete aşın şekilde bağlan.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Ey Rabbim! Dünyâ'da zâhid olmak nedir? Ahire­te rağbet nasıldır? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Dünyâ nimetlerinden az al. Zahire (geçim - azık) toplama. Dâima beni zikret, buyurdu.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

439

— Ey Rabbim! Zikrine devam etmek nasıl olur? dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Halktan kesil, yalnız ve kapalı yelerde bana ibâdet et buyurdu.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Rabbim! Beni bir amele kılavuzla ki, onun sebebi ile sana yakın olayım, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Geceni ibâdetle, gündüzünü açlıkla geçir. Ey Ah- med! Kimde üç haslet bulunursa ben onu Cennete ko­yarım buyurdu.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Rabbim! O üç haslet nedir? dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

î. Dilini benden başka şeye depretmeye,

2.         Gönlünü Şeytân vesvesesinden saklaya,

3.         Açlığı gözünün nûnı bile.

Ey Ahmed! Eğer açlık, halvet ve susmanın halâve-. tini, tadını tadsaydın ve bunlardan sana kalanları bil- seydin bütün kemâlâtı bulurdun, buyurdu.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Rabbim! Kalacak, miras nedir? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Dilinde hikmet sözleri, gönlünde benim muhab­betim ohır.

Ey Ahmed! Allahı sevmen dervişleri sevinendir ve onlara yakın olmaktır, buyurdu.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem);

— Ey Rabbim! Dervişler kimlerdir? dedi.

440

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Dervişler şunlardır:

1.         Az şeye râzı olurlar.

2.         Açlığa sabrederler.

3.         Nimetlere şükrederler.

4.         Yalan söylemezler.

5.         Tanrıya asi olmazlar.

6.         Elinden çıkan şeye üzülmezler.

7.         Elde ettiklerinden dolayı sevinmezler.

8.         Her zaman bana mütevekkil olurlar, bana güve­nirler.

Ey Ahmed! Dervişlere yakın ol. Zenginlerden ırak ol. Güzel yemekler yeme, güzel elbiseler giyme. Nefis her kötülüğün yeridir. Sen onu tâata çekersin, o seni kötülüğe çeker. Nefis tok olursa âsî olur. Aç olunca da şikâyet eder. Derviş olsa feryâd eder. Eğer zengin olsa azıp beni unutur. Eğer emin olsa gâfil olur.

Ey Ahmed! Dünyâ’ya ve ona bağlananlara gazab et, Ahirete ve ehline sevgi göster.

Rasûlûllâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Rabbim! Ehl-i dünyâ kimdir? Ehl-i Ahiret kimdir? dedi.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Ehl-i dünyâ: Malı, ailesi, çocukları, uykusu ve gazabı çok olandır. Az şeye râzı olmaz. Bir kimseye kötülüğü dokunsa ondan dolayı özür dilemez. Bir kim­se ondan özür dilese kabûl etmez. İbâdet vakti gayret­sizdir, kötülük vakti ise bahadır kesilir. Fikri uzun, ece li yakındır. Nefis muhasebesi yapmaz. Nimetler geldiği vakit şükretmez. Belâlar geldiği zaman da sabretmez Halkı dâima kötülüğe scvkeder. Kendinden büyüklere

441

saygı göstermez, kendinden aşağıda olanlara alâka gös­termez, itibâr etmez. Nefsine düşkün kimselerin yanın­da akıllıdır. Akıllıların yanında ise câhil ve bilgisizdir

Ey Ahmed! Ehl-i Ahiret şu kişilerdir:

1          — Yüzü güzel ve hayalıdır.

2           — Şerri az, faydası çoktur.

3           — Sözleri ölçülüdür.

4           — Nefsinin hesâbını yapar, nefis muhâsebesin-

de bulunurlar.

5           — Her zaman uyanıktırlar.

6           — Gözleri dâima benim sevgimden ağlar, dilleri

zikrimle meşgûldür.

7           — Nimet yeseler, evvelinde hamd, sonunda şük­

rederler

8           — Duâlan katımda yücedir ve münâcâtları mak-

bûldür.

9           — Aslâ benden başkası ile meşgûl olmazlar.

10         — Çok yiyecek istemezler ve süslü elbise giy­

mezler.

11         — Kendilerini ölmüş sayarlar, ölümü unutmaz­

lar.

12         — Evleri şehîdlet yurdudur.

13         — Giydikleri sanki kefendir.

14         — Kendileri bîcân, cansız gibidir. Nefislerine

hizmet etmezler.

15         — Onların yanında Dünyâ ile Ahiret aynıdır.

16         — Halk bir kere ölürse, bunlar, nefislerini öl­

dürmekle ve Şeytana uymamakla günde bin kerre ölürler.

442

17        — Namaza durduklarında sağlam yapılar gibi'

dirler ve benden başkası ile meşgûl olmazlar.

Şanım hakkı için onlara ebedî hayat ve­ririm. Ruhları cesetlerinden ayrıldığında ölüm meleğini onlara musâllat etmem.

18        — Onların rûhunu benden başka kimse almaz.

19        — Canlarına gönül kapısını açanm ve Cennete

buyur ederim.

20         — Huriler, Gılmânlar, Vildân ve yemişler onla-

rın karşısına ve ayağına varırlar.

21         — Arş’dan onlara güzel kokulu yeller veririm ve onlarla benim aramda aslâ hicâb, perde olmaz.

<Rableri onlara kendinden bir rahmet, bir rızâ ile, onlara içlerinde tükenmez ve ebedî bir naîm (nimet) bulunan Cennetleri müjdeler. Onlar orada ebedî ve Şer- medî kalıcıdırlar. Çünkü büyük ecir (ve mükâfat hep) Allahın katmdandır.» (175)

Ey Ahmed! Zâhidlere benim katımda ne olduğunu hiç bilir misin?

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Bilmem ey Rabbim! dedi.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Kıyâmet gününde tekrar yaratılıp hesâp görüle­ceği zaman onlar benim hesabımdan emindirler, korku­ları yoktur. Cennetin anahtarını onlara veririm. Hangi kapıdan isterlerse girerler. Benim cemâlim bir an on­lardan kaybolmaz. Cennetten onlara dört kapı açanm:

Birinden gece ve gündüz benim hediyelerim gelir.

(175)  Tevbe Sûresi, ayet: 21, 22.

443

İkincisinden nasıJ isterlerse zahmetsiz ve hicâbsız bana bakarlar.

Üçiincüsünden Cehenneme bakarlar ve zâlimlere nasıl azâb edildiğini görürler.

Dördüncü kapıdan kızlar ve gılmanlar gelecekler' dir.

Rasûlûllâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Rabbim! Bunlar hangi zâhidlerdir ki. onları bu şekilde vas'federsin, anlatırsın? dedi.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Onlar:

1.         Harap olduğu vakit üzülecek evleri olmayanlar,

2.         Ölünce mahzûn olacak çocukları bulunmayan­lar,

3.         Elden gittiği vakit kederlenecek mallan olma­yanlar,

4.         Hesabı olacak yiyecekleri ve böbürlenecek yu­muşak elbiseleri olmayanlardır.

5.         Yüzleri gece ibâdet etmekten, gündüz oruç tut­maktan sararmıştır. Dilleri benden başkasını zikir ile meşgûl olmaktan susmuş, söylememiş­tir. Ne Cehennem’den korkarlar, ne Cennet umarlar. Yalnız benim için ibâdet ederler.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Rabbim! Benim ümmetim içinde bu şekilde zâ- hidler var mıdır’ dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Bu şekildeki zâhidler Peygamberlerdir. Şehitler­dir.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

444

— Ey Allahım! Benim ümmetimin zâhidleri mi çok­tur? Yoksa îsrâil oğullarının zâhidleri mi çoktur? dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Senin ümmetinin katında İsrail oğullarının zâ­hidleri, bir ak öküzün arkasındaki bir karakıl gibidir.

Rasûlûllâh:

— Ey Rabbim! Niçin benim ümmetim onlardan çok­tur? dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— îsrâil oğullan kavmine yakîn verdikten, hakî- katları gösterdikten sonra şüpheye düştüler. Kalpleri karar bulduktan, iyice inandıktan sonra inkâr ettiler.

Senin ümmetin şek ve şüpheyi bırakıp yakîn üze­rinde kaldılar, sapmadılar.

Rasûlûllah:

— Benim ümmetimin zâhidlerini onlardan üstün tutan Allaha şöyle hamd ve şükrettim, dedi.

Allahım! Ümmetimi esirge, rahmet et. Onlara artık şüphe olmayan kâmil ve tam imân ver. Onlara korku verdikten sonra gaflet verme. îlim verdikten sonra ce­hil, bilgisizlik verme. Akıl verdikten sonra Nefse uyma, boş şey verme. Yakınlık verdikten sonra uzaklık verme. Zikir verdikten sonra unutturma. Sabır verdikten son­ra şikâyet verme. Gönüllerine haya ver. Onları nefîs âfetinden. Dünyâ ve Ahiret fitnelerinden emin eyle.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Ey Ahmed! Şüphelerden sakınmak dinin başıdır ve hem sonudur. Sâmit olmak, susmak senin üzerine olsun. Zira susanların gönlünü susmakla ma'mûr ede­rim. Konuşanların gönlünü çok söylemek ve çok konuş­makla harâp ederim, yıkarım.

443

Ey Ahmed! ibâdet on bölüktür. Dokuzu helâl ye­mektir. Biri de susmaktır. Bir kişi oruç tutsa ve konuş­masa onun karşılığı nedir bilir misin?

Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Bilmem, dedi.

Hak taâlâ hazretleri buyurdu:

— Orucun ve susmanın mirâsı hikmettir. Hikmetin mirâsı ma'rifettir. Ma’rifetin mirâsı Tanrı taâla hazret' terine yakîn olmaktır.

Kim benim rızâma uygun hareket ederse ona üç şey veririm:

1.         Bir ilim öğretirim ki, aslâ aklından çıkmaz.

2.         öyle bir zikir öğretirim ki, aslâ unutmaz.

3.         Öyle bir muhabbet öğretirim ki, asla başkasını sevmez. Beni sevdiğinde ben de onu severim, halka da­hi sevdiririm. Onun gönlünden bir kapı açarım. Daima benim cemâlimi seyreder. Ona kendimin ve melekleri­min sözlerini işittiririm. Ona sırlarımdan bir şey öğre­tirim ki, onu halk bilmez. Ona haya elbisesini giydiri­rim. Bütün insanlar ondan hayâ ederler. Gönlünü ma'- rifet hâzinesi yaparım. Cennet ve Cehennem sırlarını ona bildiririm. Kıyâmet gününde onunla hesâp görmem. Kabrinde Münker ve Nekir adlı melekler ona suâl sor­mazlar. Onunla kendi arama tercümân koymam. Bütün haberleri benim ile söyleşirler. Sırât köprüsünü geçer­ler. Cehennemi görmezler. Ondan sonra Cenneti süsle­rim, Peygamberler ve Şehîdlerle Cennete girerler.

Kim bu şekilde ibâdet etmek isterse aslâ dünyâ’yı sevinesin ve dünyâ ehli ile oturmasın, ölüm meleğini görmeye can atsın. Cenneti görmeye can attığı gibi. Rû- hu cesedinden, bir kılın yağdan çıktığı gibi çıkar. Me-

446

lekler başı üzerinde dururlar. İki kâse getirirler. Birin­de Kevser suyu olur, birinde Cennet Şarabı ölür. Ru­huna içirirler, ölüm acısı ondan gider. Arşın sağ yanına oturur. Melekler: Dünyâyı nasıl koyup gittin? diye so­rarlar.

O şahıs:

— Bilmem! Yarattığından beri Hak'tan korkarım. Dünyâya bakmadım, onunla ilgilenmedim, sevgi ile ona bağlanmadım. Dünyâ ehli ile asla oturmadım.

Hakk Teâlâ buyurur:

— Kulum doğru söylüyor .Kulumun cismi dünyâ’- da, rûhu ve canı benimle berâberdi. Ey benim kulum! Dile benden ne dilersen? Vereyim.

O şahıs:

— Eğer beni senin rızan için günde yetmiş kere parça parça etseler râzı olurdum. Ey Allahım! Eğer sen ikrâm etmezsen ben horum. Eğer sen yardım etmezsen ben çâresizim. Eğer sen kuvvet vermezsen ben zayıfım. Eğer zikrin ile diri görmezsen ben ölüyüm.,

Rasûlü Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Rabbim! Senin rızânj nasıl isteyeyim? dedi. Hakk Teâlâ hazretleri:

— Seninle benim aramda hicâb yoktur. Hangi zaT man istersen gel. Benim dostlarım onlardır ki, halktan kaçarlar, fâni dünyâdan bâkî âleme, Ahirete göçerler. Şeytanın yurdundan Rahmânın yurduna gelirler.

Ey Ahmed! Diğer peygamberlerden seni neden üs­tün yarattığımı hiç bilir misin?

Rasûlûllâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Bilmem ya Rabbi! dedi.

Hakk Teâlâ buyurdu:

44"

— Bana yakınlığın gökçektir ve güzel huyun vardır. Nefsinin sehâveti, cömertliği vardır. Halkı esirgemen vardır. Eğer dilersen sana imanın lezzetini bildireyim. Nefsini aç bırak, dilini de tut. Gönlün ile dilin bir olsun. Benden kork. Eğer böyle edersen ola ki emin olursun. Eğer böyle etmezsen helâk olanlardan olursun.

Ey Ahmed! Şanım hakkı için âbidlerin, ibâdet eden­lerin ibâdeti ve tövbesi açlıktır ve susmaktır. Halktan kesilmektir. İbâdet edenlerin ilk günahı karnı tok olmak ve dilleri ile olur olmaz şeyi söylemektir. Halka karış­maktır. Bir kul aç olsa ve dilini saklasa ben ona hik­met kelimelerini bildiririm. Eğer kâfir olursa o hikme­ti ona hüccet (delil) kılarım. O kul mü’min olursa ona hikmet sözlerini bildiririm, o hikmeti ona nûr, rahmet ve şifâ kılarım. Bilmediğini bildiririm; görmediğini gör­dürürüm. Dâin>a kendi nefsinin ayıbını görür. Başka kişinin ayıbı ile mcşgûl olmaz. Şeytan ona yol bulamaz, yaklaşamaz. Nefsi ona hile etmez.

Ey Ahmed! Bana susmak ve açlıktan yeğ, iyi ibâ­det yoktur.

Bir kimse aç olsa ve dilini saklasa ona âbidler se­vabını veririm. Gerçek âbid şu yedi şeyi kendinde top­layandır:

1.         Şüpheli kimselerden sakınır.

2.         Mâlâya'nîden, lüzumsuz sözlerden kaçınır.

3.         Her zaman benden korkar.

4.         Halvette, yalnız yerde benden utanır.

5.         Az yer.

6.         Dünyâ'ya ve ona düşkün olanlara düşman olur

7.         Halk ile benim için düşman olur.

Ey Ahmed! Bir kişi beni sevse ben de şu şartlara göre onu severim.

448

1.           İbâdeti sağlam olur.

2.           Az pahalı, ucuz şey giyer. (Ağır başh giyinir)

3.           Secdesi devamlı olur.

4.           Namazda çok durur, (Çok namaz kılar)

5.           Umûmiyetie susar.

6.           Bana sığınır.

7.           Az güler, çok ağlar.

8.           Nefsine uymaz.

9.           İlim öğrenir, âlim olur.

10.         Zûhd ve tâat sâhibi olur (İbâdet eder.)

11.         Alimlerle dostluk eder.

12.         Dervişlere yoldaş olur.

13.         Benim rızâmı ister.

14.         Hışmımdan kaçar.

15.         Halktan kaçar.

16.         Günahtan kaçar.

17.         Her zaman beni anar.

18.         Her vakit teşbih eder, beni yüceltir.

19.         Sözünde sâdıktır.

20.         Gönlü temizdir.

21.         Namazda benden korkar.

Ey Ahmed! Bir kimse yer ve gök ehli kadar ibâdet etse, yoksullara elbise giydirse ve açları doyursa ondan sonra ben onun gönlünde zerre kadar dünyâ muhabbe* tini görsem; Onu kendime komşu etmem ve sevgimi onun gönlünden çıkarırım. Onun gönlünü karanlıklar­da bırakırım.

Şimdi, vahyin sırları otuz kelimedir. Bir bir beyan ettik. Allahın yardımı ile bu bahis bitti. Bundan sonra Peygamberimizin Allahtan bildirdiği kudsî kelimeleri ve Nebevi hadisleri anlatacağız.

56. KUDSÎ KELİMELER

449

Enes (radiyallâhu anh) Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den nakleder:

— Rasûlü Ekrem hazretleri Allahtan naklen buyur­du: Bir kulum benim muhabbetime kapılsa ve belâ'ya sabretse karşılık olarak ona Cenneti veririm.

Ebû Hürcyre (radiyallâhu anh) şu rivâyeti nakleder:

— Peygamberimiz, Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyu­rur dediler: Bir kul bana kavuşmayı sevse, ben de ona kavuşmayı severim. Bir kul da beni kötü görse ben de onu kötü görürüm.

Rasûlûllâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

— Hakk Teâlâ buyurur: Yarın kıyâmet gününde üç kişi ile benim dâvam vardır.

Biri şu kimsedir. Bir şeyi benim için verir. Sonra da zûlmeder.

Biri de şudur. Bir azadlı hür kimseyi satıp parası­nı yer.

Diğeri ise bir kimseyi çalıştırır, parasını vermez.

Peygamber Efendimiz buyurdu ki:

— Hakk Teâlâ buyurur: Ey Ademoğulları! Ben hasta oldum, beni sormaya gelmediniz.

Peygamberimiz:

— İlâhî! Seni nasıl sobalım? Sen âlemlerin Rabbi- sin! dedi.

Hakk Teâlâ buyurdu.

— Falân kulum hasta oldu. Eğer siz onun hâlini sormaya varsa idiniz beni orada bulurdunuz. Yani be­nim rızamı orada bulurdunuz.

Peygamber Efendimiz nakleder:

— Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu ki: Ey kullarım!

F : 29

45U

Hepiniz azgınsınız. Meğeı ben size hidâyet edeyim Öy­le ise benden hidâyet isteyiniz ki, vereyim.

Hepiniz açsınız! Meğer ki, ben doyurayım, öyle ise benden yiyecek isteyin vereyim.

Hepiniz yalıncaksınız, çıplaksınız. Meğer kı, ben bir şey vereyim giyesiniz. Bunun içi benden giyecek is­teyin, vereyim.

Siz gece ve gündüz hatâ işlersiniz ve ben bütün gü­nahlarınızı yarhğarım. Bana istiğfar edin, yarlığayayım.

Eğer siz evveliniz ve sonunuz, cinleriniz ve insanla­rınız takvâ üzerinde bulunsanız benim mülkümde bir şey artmaz, idi. Eğer âsî olsanız benim mülkümden as- lâ bir şey eksilmez.

Rasûlûllâh (S A.V.) nakleder:

— Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu: Sâlih kullarım için Cennette gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve gönüllerden geçmeyen bir şey hazırladım.

Buraya kadar naklettiğimiz bilgiler «Meşâriku’l Envâr»’a aittir. Bundan sonra inşallah diğer meşhur ki­taplardan nakillerde bulunacağız.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nakleder:

— Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu: Ey Muhammedi Dünyâ’da üç şey bana sevimlidir:

1.         Kaygılı gönül.

2.         Sabırlı beden, sabreden kimse.

3.         Dünyâ’dan eli boş olandır.

Ey Muhammedi Dünyâ’da üç şeyi sevmem:

1.         Şâd olan, kaygısız gönlü,

2.         Sağ (rahat) bedeni.

3.         Eli dünvâdan dolu olanı.

«1

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Benim velî kullarım şunlardır: Beni benim zik­rim ile zikrederler. Ben de onları kendi zikirleri ile zik­rederim.

— Ey Adem oğulları! Eğer bütün halktan kesilip benim ibâdetimle meşgûl olursanız, gönüllerinizi zen­ginlikle doldururum. Yoksulluk size yol bulamaz. Eğer benim ibâdetimden kesilip halkla meşgul olursanız eli­nizi dünyâ ile doldururum Amma üzerinize yoksulluk kapısını açarını. Dâima ihtiyaçtan kurtulamazsınız.

— Kim benimle ve zikrimle meşgûl olsa birşey de istemese ona isteyenden daha çok şey veririm.

— Ihlâs benim sırlarım’dan birisidir. Kullarımdan kimi seversem onun gönlüne o sırrımı koyarım.

— Eğer kullarım ihlâs ile (an ve duru bir kalple) benim Vahdaniyetime, birliğime (Lâilâhe illellâh — Al­lahtan başka Tanrı yoktur) diye tanıkfık etmeseydi Ce­hennemi dünyâ ehlinin üzerine musallat edip helâk ederdim.

— Hakk Teâlâ buyurdu: Kim beni bilse beni ister. Kim beni istese beni bilir. Kim beni bulsa beni sever. Kim beni sevse ben onu öldürürüm. Ben kimi öldürsem diyeti ben olurum, benim üzerimedir. Kimin diyeti be­nim üzerime olursa onun diyeti benim.

— Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu: Namazı benimk kulum arasında iki kısma ayırdım. Kulum benden ne dilerse dilesin. Bir kul (Alemlerin Rabbi Allaha hamd olsun — Elhamdü iıllâhi Rabbil âlemin) dese beni hamd etmiştir.

— Bir kul eğer (Er’Rahmâni'r-Rahim. Mâliki yev- nıiddin — Rahman, Rahim ve Din gününün (tek) sahi-

452

bi ve mutasarrıfı — Allaha.) dese beni sena eylemiştir

— Bir kul (İyyâke na'büdü ve iyyâke nestaîn - Yal­nız sana ibâdet — kulluk ederiz. Yalnız senden yardım isteriz) dese, bu söz benimle kulum arasındadır. Kulum benden ne dilerse onundur.

—■ Kulum (İhdina's - Sırâte’l - Müstakim. Sırate’l lezîne enâmte aleyhim Gayri'l Mağdûbi aleyhim Vele'd Dâllin = Bizi doğru yola, kendilerine nime verdikle­rinin yoluna ilet, gazaba uğrayanlarınkine, sapıkların- kine değil) dese bu duâ kulum içindir. Kulum benden ne dilerse dilesin. (176)

— Cömert kimse bendendir. Ben de ondanım. Kı­yamet azabından ve kabir azabından emin ederim. On­lar benden râzıdır. Ben de onlardan râzıyım.

— Ey dünyâ! Kim bana hizmet ederse sen de ona hizmet et. Kim sana hizmet ederse sen onu kullan.

— Hakk Teâlâ hazretlerine tövbe edenin sesinden üs­tün ses yoktur. Bir kimse tövbe etse ve:

«Ey Rabbim! Beni esirge» dese Allah Teâlâ hazret- leı i:

— Buyur ey kulum! Dile benden ne dilersen. Benim yanımda bazı meleklerim gibisin. Ben senin gönlünden sana yakınım. Tanık olun ey meleklerim! O kimseyi yarlığadım, buyurur, dedi.

Peygamberimiz (aleyhisselâm) :

— Hakk Teâlâ şöyle buyurdu dedi: Benim kubbeler içinde velilerim vardır. Onları benden başka kimse bil­mez.

(176/ Fatiha sûresi, ayet: 1—7,

45?

— Hakk Teâlâ buyurdu: Ben bir kulumun üzerinde korku ve güvenlik gibi iki şeyi bir araya getirmem. Kim dünyâ’da benden korkarsa Ahirette korkudan emin olur. Kim dünyâ’da emin olursa Ahiret’de korkudan emin olmaz.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Kim benden başkasından bir şey ıımsa beni tanı­mamıştır. Kim beni bilirse bana tapar. Bana tapmayana benim azabım gerekir. Kim benden başkasından kor­karsa benim azabım ona helâl olur.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Miraç gecesi yere inmek istediğim zaman: Ey Rabbim! Seferden gelen her kimse dostlarına armağan getirir. Benim armağanım hani? dedim.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Ey Muhammedi Ümmetin yaşadıkça ben onları korurum. Ölürlerse müjdem onlaradır. Kabire girerler­se kabri genişletmek bana aittir. Mahşerde hâzır olur- ’arsa rahmetim onlarındır. Eğer nazar ederlerse, bakar­larsa Cemâlim onlarındır.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ âlemlerin rahmetini geri göndermek istedi. Nitekim şöyle buyurur:

«Biz, seni (Hatibim) âlemlere (başka bir şey için değil) ancak rahmet için gönderdik» (177)

Böylece Refref döndü, tekrar geldi. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'la berâber geldi. Cebrâil ve Mikâil (aleyhisselâm)  karşıla- dılari «Miracın kutlu olsun ey Muhammedi» dediler. Amma ümmetine ve Ashâbma armağanın var mıdır? de­diler.

(177) Enbiyâ Sûresi, ayet. 107.

454

Peygamber (A S.):

— Altı şeyi armağan getirdim, dedi:

Biri Hakk Teâlâ’nın şu emridir: Onlara söyle! Eğer bir kimseyi sevip iyilik ve menfaat umarlarsa ben efda- lim beni sevsinler, başkasını sevmesinler.

İkincisi de şu emridir: Eğer yer ve gök ehlinden korkarlarsa, söyle onlara! Benim herşcye gücüm yeter. Benden korksunlar.

Üçüncüsü şu İlâhi emirdir: Söyle onlara! Bir kim­seden birşey umarlarsa, ben o kimseden kullarıma karşı daha cömerdim. Benden dilesinler.

Dördüncüsü: Eğer bir ikmse, kendisine cefâ etme­sin diye ondan utanırsa ben o kimseden daha üstünüm Onun için cefâ sizden, vefa benden.

Beşincisi; Söyle onlara! Eğer bir kimse başka bir kimseye malı için kulluk ederse ben ondan üstünüm. Ben sizin ınabûdunuzum ve rızık vereninizim.

Altıncısı; Söyle onlara! Eğer vadinde durursa bir kişiye güvenirsiniz. Ben o kişiden üstünüm. Size vaad- ettiğim rızık, cennet, sevap ve cemâlimi göstermek gibi ne varsa hepsini veririm, buyurdu.

İbni Abbâs (R A.) şöyle demiştir:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Mirâçtan dönerken Çin ülke­sine uğradı. Orada bir kavim gördü. Mûsâ (aleyhisselâm) 'ın üm­metinden idiler, ilk zamanlarda y'er yarılmış o kavim de bu verden gitmişler, oraya varıp yerleşmişlerdi. Pey­gamber Efendimiz onlarla konuştu. Onlar da peygam­berimizle konuştular. Cebrâil (aleyhisselâm)  onlara:

— Bu konuştuğunuzun kim olduğunu bilir misiniz? dedi.

455

Onlar:

— Bilmeyiz, dediler.

Cebrail (aleyhisselâm) :

—. Ahir zaman peygamberi Muhammed Mustafâ budur, dedi.

Onlar:

— Ey Cebrail' Hakk Teâlâ ona peygamberlik verdi mi? dediler.

Cebrail (A.S ):

— Evet, dedi.

Böylece onlar imân getirdiler ve:

— Ey Allahın Rasûlü! İmrân oğlu Mûsâ (aleyhisselâm)  bize vasiyet etti. Siz hanginiz ona yetişirseniz benden selâm söyleyin dedi, dediler. Peygamber Efendimiz, Mûsâ (aleyhisselâm) 'ın ve onların selâmını aldı ve:

— Sizin evlerinizin aynı olduğunu görüyorum. Bir- birinden fazla ve eksik değil, dedi.

Onlar:

— Ey Allahın Rasûlü! Biz öyle bir kavimiz ki, ara­mızda ululuk iddiası ile azgınlık yoktur, dediler.

Peygamberimiz:

— Evlerinizin niçin kapıları yok? diye sordu.

Onlar:

— Kimse kimseye zarar vermez, dediler.

Peygamber Efendimiz:

“ Hiç sizi güler görmedim? dedi.

Onlar:

— Ey Allahın Rasûlü! Hakk Teâlâ kitabında haber verdi. Cehennemi cinler ve insanlarla dolduracağım bu­yuruyor. Öyle olunca bize gülmek ne? dediler.

456

Rasûlü Ekrem.

— Hiç ölüleriniz için ağlar mısınız? dedi.

Onlar:

— Allah can verdi, yine o cam ahr. Biz niçin ağla­yalım? dediler.

Rasûlüllah:

— Hiç hasta olur musunuz? dedi.

Onlar:

— Ey Allahın Rasûlü! Bir kimse günah işlerse hasta olur. Biz aslâ günah işlemeyiz. Böylece hasta olmayız, dediler.

Rasûlüllah:

— Hasta olmazsınız da ya nasıl ölürsünüz? dedi.

Onlar:

— Birimizin rızkı dükünse, kesilse, ölüm meleği canını alır, dediler.

Rasûlüllah:

— Sizden biriniz bir kız doğursa hiç kederli olur musunuz? dedi.

Onlar:

— Bir ay şükür orucu tutarız, dediler.

Peygamberimiz:

— Eğer birinizin oğlu doğsa ne edersiniz? dedi.

Onlar:

— İki ay şükür orucu tutarız, dediler.

Peygamberimiz:

— Almak ve satmak isteseniz hiç terazi ve ölçek tu, tar mısınız? dedi.

Onlar:

— Biz hiç satış pazarı kurmayız, dediler.

Peygamberimiz:

— Hiç altın ve gümüş saklar mısınız? dedi.

457

Onlar:

— Onu Allahın vâdine, verdiği söze inanmayan kim­se saklar. Biz Allaha inanırız. Rızkımızı O verir. Niçin hazine yığalım? dediler.

Peygamber Efendimiz bu sözleri işitince onlara on sûre öğretti. Namaz ve zekât farz olmuştu. Namaz ve zekâtı onlara öğrelti, geçip gitti.

Ebu’l-Leys tefsirinde böyledir.

Amma keşşâf sahibi şöyle der:

— İsrail Oğulları, peygamberlerini öldürdükleri ve kötü oldukları zaman oniki bölük oldular. Bir bölüğü müslümanlardı. Kaçtılar. Bunlardan uzak olmayı Allah­tan dilediler. Hakk Teâlâ hazretleri yeri yardı. Bunlar girdiler ve birbuçuk yıl gittiler. Çin ülkesine vardılar. O kavim oniardan ve müslümandırlar.

Biz tekrar sözümüze gelelim. Şüphesiz C.Hak, Pey­gamberimizle o gece şeriattan, hakikattan çok söz etti. Bazısını peygamberimizden başka kimse bilmez.

Bazıları:

— Peygamberimizin Mirâca varıp gelmesi ıkı saat içinde oldu, dediler.

Şunu iyi bilmek gerektir: Mirâçla ilgili olarak söy­lenen sözler Tefsir veya Hâdislerden nakledilmiştir Hiçbirinde şüphe yoktur.

Şu kadar var ki bazısı Miraç cismânî (bedenî), ba­zısı da rûhânîdir, dediler.

İki defa Mirâç oldu. Biri Mekke’de, biri Medine’de onun için Mirâç hakkında çok söz ettiler, denilir.

Bunların kimi tefsirlerde, kimi de garip hadisleı ûe^yer alır.

Mirâç’a ait hadisler Mesâbîh ve Meşârîk’dadır. Hâ; dişçiler kolay olsun diye kısa olarak nakletmişierdir

458

Geri kalan uzun uzun anlatılanlardır. Bunların hepsini kabul etmek bize vaciptir.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e o kadar kemâlât çok değildir. Allahın kemâl kudretinden o uzak değildir. Allah her- şeye kadirdir. Doğruyu en iyi bilen de Allah taâia’dtr

Şeyh Bedrettin-i Ko.nevî şöyle der:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) otuzüç defa Miraç etti. Biri Cismânî, geri kalanları ise rûhânîdir.

Amma ehl-i zâhir katında Tevatür haberlerle ve birbirine bağlı sözlerle meşhur olmamıştır. Fakat ule­mâ naklederler. Ben de teberrüken kitabımda yazdım. Allah bilir ki hiç onlara iftira etmedim.

Eğer Peygamberimiz Kâbeden değil de neden Ku- düşten Miraç etti? diye sorarlarsa cevabı şudur:

Peygamberler Kudüs ve Şam'da bulunurlardı. Kâ­firler âr ettiler ve «Peygamber olsa idi Kudüste olurdu» dediler. Bunun üzerine Kâbede doğdu, geldi Kudüs'ten Miraca çıktı.

Bir başka cevap şudur:

— Kudüs mahşer yeridir. Ayağının bereketi oraya dokunsun da ümmetine hesap kolay olsun, diye Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) oradan Mi’râç etti.

Diğer cevap şöyledir:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yerde ve göklerde zaman ve mekân aşmak istedi.

Onun için Kudüs'ten Miraç etti.

Eğer, Mûsâ (aleyhisselâm)  Tür’a çıktı Dönünce yüzüne örtü örttü. Zira kimse yüzüne bakamadı. Peygamberimiz öyle yapmadı. Halbuki O Mûsâ (aleyhisselâm) ’dan daha üstün­dür, diye sorulursa cevabı şudur:

459

— Nûı iki kısımdır. Biri zahir, biri bâtın nurudur. Zâhir nûru avam (halk) içindir. Bâtın nûru Havâss (ulu kimseler) içindir. Peygamberimiz yüzünü örtmedi. O her iki dünyanın güneşidir. Bu itibarla güneşin dâima görünmesi gerekir.

Eğer, Hakk Teâlâ, Muhammed (aleyhisselâm) 'ı yeryüzüne gön­derdi, Isâ (aleyhisselâm) ’ı göndermedi diye sorarlarsa cevabı şöyledir:

— İsâ (aleyhisselâm) ’m kavmi îsâ (aleyhisselâm) 'ın göğe çıktığını görmediler. Kabrini de görmediler. Sonra îsâ, Tanrı­nın oğludur, diye kâfir oldular.

Hakk Teâlâ, Hz. Muhammed (aleyhisselâm) ’ı yeryüzüne şeria­tını kurması için gönderdi. Kabrini de yeryüzünde kıldı ki, ümmeti ziyaret ederek çok sevap alsın, diye. Nitekim Peygamberimiz buyurur:

— «Kim beni vefat etmişken ziyaret ederse, hayatta iken ziyaret etmiş gibi olur.»

Amma Mirâcm ne zaman olduğunda ulemâ ihtilâf . etmiştir.

Keşşâf sahibi:

— Mekke'den, Medine'ye hicretten beş yıl önce ol­du, der.

Vecîhü’d-Din:

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Peygamberliğe gönderilmeden dü­şünde gördü. Ondaq -££>nra Peygamberlik verildikten birbuçuk yıl sonra Recebin yirmiyedinci gecesinde Cis­mi ile Mirâç etti, der.

Bagavî, tefsirinde şöyle der:

— Nübüvvetten bir yıl sonra Mirâç etti.

Sözün kısası Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Mirâç'tan indikten sonra Mescid-i Haıâm’a geldi, oturdu. Evvel Ebû Cehil

460.

geldi. Ondan sonra Kureyşin Heri gelenleri geldiler. Hz Rasûl, Mirâç’tan haber verdi. Ebû Cehil ve diğerleri Miracı inkâr ettiler ve:

— Biz biliriz ki, sen Kudüsü bilmezsin. Eğer Mes- cid-i Aksâ’ya vardı isen nişanlarını söyle ki, gördüğüne inanalım, dediler.

Hz. Rasûl biraz durdu. Derhal Hakk Teâlâ, Kudüsle arasındaki perdeleri kaldırdı. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Kudüsü tekrar gördü. Bunlara söyledi. Müslümanlar doğruladı, lar. Kâfirlerden birçoğu o gün Müslüman oldular.

Nakledildiğine göre bazı kimseler inanmadılar, Hz.

Ebû Bekr-i Sıddika geldiler ve:

— Muhammed bu gece Kudüse gittim, oradan gök­lere çıktım diyor, dediler.

Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk:

— Boyic dedi mi? diye sordu.

Onlar:

— Evet, dediler.

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (radiyallâhu anh):

— O, Hz. Rasûl, bir gecede bundan da uzak yere vardım derse doğrudur, dedi.

Onun için ona Ebû Bekr-i Sıddîk dediler. Zira O Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ı doğruladı.

Ondan sonra Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Bu sabah Şam'dan bir kafile güneş doğarken ge­lecek. öndeki deve aktır ve üzerinde alaca bir örtü, peştemal vardır, dedi.

Bunun üzerine bir dağa çıktılar. Sabah olunca o kafilenin geldiğini gördüler. Bir Arap:

461

— İşte vallahi o ak deve geldi, dedi.

Bir Arap da:

— Vallahi işte güneş doğdu, dedi.

Bagavî, tefsirinde böyle rivâyet etti. Hz. Rasûlü de faz­lası ile doğruladılar.

Sİ. İLAHI HADİSLERLE İLGİLİ BÖLÜM

I

Bazıları Muhammed (aleyhisselâm) , Vahiy gelmezden evvel tsâ (aleyhisselâm) ’ın şeriatında idi, dediler.

Bazılarınca Mûsâ (aleyhisselâm) ’ın şeriatında idi.

Kimileri de tbrâhim (aleyhisselâm) ’ın şeriatında idi, demiş­lerdir.

En doğru görüşe göre İbrahim (aleyhisselâm) 'm şeriatında idi.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dedi ki:

— Cebrâil (aleyhisselâm)  bana geldi ve Hakk Teâlâ şöyle bu­yurdu dedi: Bir kimsenin İslâm içinde saçı ağarmış ol­sa ben ona azâp etmeye utanırım.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) beyan buyurdu:

— Hakk Teâlâ buyurdu: Eğer bir kulum belâyavuğ- rasa, sabretse, benden halka şikâyet etmese etinden iyi et, kanından iyi kan veririm. Günahını affederim, ölür­se benim rahmetime ulaşır.

Sehl bin Sa'd (radiyallâhu anh) Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’dan şöyle nak leder:

— Peygamberimize. Cebrâil (aleyhisselâm)  geldi, şöyle dedi:

Ey Muhammed! Ne kadar yaşasan sonunda ölür­sün. Nasıl dilersen amel et, sevâp alırsın. Kimi dilersen sev, sonunda ayrılırsın. Müminin şerefi geceleri yaptığı ibadetidir. Yüceliği ise halktan müstağni olması, hal­ka muhtaç olmamasıdır.

462

Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Rabbiıiı! Benim hâcet’erimi kabul et, dedi.

Hak taâia hazretleri:

— Ey Muhammedi Helâl yemek ye, duanı kabul ede­yim, buyurdu.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nakletti;

— Hak taâia buyurdu ki: Kim benim velilerim» ■ ■ görürse benimle cenk etmiş gibidir. Kullarım bana namazları ile yakın olduğu gibi hiçbir şeyle yakı;: m mazlar.

Kulum bana nâfile ibâdet ve tâatla yakın olur ve ben onu severim. Eğer ben bir kulumu sevsem onun gö­zü ve kulağı olurum. Benden birşey istese veririm. Dua ederse kabul ederim. Müminin canını almakta tereddüt ettiğim gibi hiçbir şeyde tereddüt etmedim.

Mümin kullarımdan öyleleri vardır ki, fakir etmez­sem tam ve kâmil imâna erişmezler. Zira eğer zengin olacak olurlarsa fesâd işlerler, âsî olurlar.

Mümin kullarımdan insan vardır ki, zenginlik ver­mezsem imâm tam olmaz. Zira fakir olunca sabretmez, fesâd işler, âsî olur

Mümin kullarımdan öyle insan vardır ki, ben ona sağlık yermezsem imâm tam olmaz. Zira hasta olunca fesâd işler âsî olur

Mümin kullarımdan öyle insan vardır ki, sağlıklı olunca imâm tam olmaz. Fesâd işler âsî olur.

Doğrusu şudur ki, ben kullarımın gönlündekini iyi bilirim.

Tefsîr-i Kebîrde şöyle nakledildi:

— Muhammed (aleyhisselâm)  bir gün: Ey Rabbiın! Ümme­tim, Ümmetim! dedi ve ümmeti için ağladı.

463

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ev Cebrâıi' Git! Muhammedc sor! Niçin ağlar? buyurdu.

Cebrâil (aleyhisselâm)  geldi ve:

— Ey Muhammed niçin ağlarsın? dedi,

Rasûlü Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ümmetim için ağlıyorum ki, Ahirette halleri na­sıl olur? dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm)  İlâhi huzura gelip;

— Ey Rabbim! Sen âlemin rabbisin; Rasûliin, üm­meti için ağlıyor, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Cebrâil! Tekras git Muhammede söyle. Seni razı edinceye kadar ümmetim bağışladım! bildir, bu­yurdu.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nakleder:

— Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu: Hidâyet benim evinidir. (Lâ ılâhe illellâh) kelimesi benim Kale’mdir. Kim benim kale’me girerse azabımdan emin olur.

Nakledildiğine göre Hak taâîa şöyle buyurmuştur:

— Ey Adem oğullan! Sizin rızkınız benim katım (iadır. Benim farzlarım sizin katmızdadır. Eğer sız be­nim farzlarıma uymazsanız ben sizin azıklarınızı kes­mem. Eğer bana muti olursanız rızkınızı çoğaltırım ve Cennete kovarım. Eğer bana muti olmazsanız ben sizden gani, size muhtaç olmayan hükümdarım. Size azâp ede­rim.

Nakledildiğine 'göre yine Hakk Teâlâ şöyle buyur­muştur:

— Kim Kadir gecesini ihyâ ederse bütün günahla­rını affederim. Bin hacetini kabûl ederim Eğer bed. bahtlık içinde ise mesûd ve mutlu kılarım.

464

Nakledildiğine göre îbni Abbâs (radiyallâhu anh), Peygambe­rimizden şu rivâyette bulunmuştur:

— Bir gün Cebrâil (aleyhisselâm)  yüzü toz olmuş olduğu hal­de geldi. Yüzünün tozunu sildi. Ben-

— Ey Cebrâil! Bu ne tozdur? dedim. Cebrâil:

— Kerûbiyyûn melekleri Allahtan Kâbeyi ziyâret için izin istediler. Bu toz onlarındır. Ey Muhammedi Ümmetin için dua et. Kerûbiyyûn da dua ederler.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ümmeti için dua etti. Kerûbiv- )ûn da dua edip gittiler. Derhal Cebrâil (aleyhisselâm)  geldi ve:

— Ey Muhammedi Hakk Teâlâ hazretleri sana selâm söyler ve: Senin ümmetinden kim Kâbeyi ziyaret etse yedi kat yerler ve vedi kat göklerdeki meleklerin seva­bını ona veririm. Kâbeden gidince yarlığanmış olarak gider, buyurur, dedi.

Rasûlüllâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nakleder:

— Bir gün Cebrâil (AS.) bana: Allah Teâlâ şöyle bu­yuruyor dedi: Ey Muhammedi Kim sana selâm verirse ben de ona veririm. Kim sana salavât getirirse ben de ona salavât getiririm. Kim seni ansa fakat salavât ge­tirmese doğrusu onu ateşte yakarım.

Câbir bin Abdullah (radiyallâhu anh) rivayet eder:

— Bir gün bir kimse peygamber (aleyhisselâm) ’a gelip dedi ki: Ey Muhammedi Bir kimse çocuklarına Kur’ân oku­mayı öğretse onun sevabı nedir?

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Kur’ân Allah kelâmıdır. Onun sevâbına nihayet yoktur, dedi.

Derhal Cebrâil (aleyhisselâm)  geldi. Peygamber Efendimiz ona Kur’âmn sevabını sordu. O da peygamberimiz gibi

465 cevap verdi. Onda ı sonra Cebrail (aleyhisselâm)  göklere çıktı bu suâli İsrâfile sordu. Îsrâfîl (aleyhisselâm) : «Allah bilir» dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri, Cebrâil (aleyhisselâm) ’a V^hyetti. Der­hal Cebrail (aleyhisselâm)  Peygamber Efendimize geldi ve-

— Hakk Teâlâ hazretleri sana selam eder ve şöyle bu­yurur, dedi:

— Şanım hakkı için kim çocuklarına Kur’ân öğre­tirse benim katımda, bin kere Hacca varmış, bin kere gazâya varmış, bin aç doyurmuş, bin çıplak donatmış ve İsmail (aleyhisselâm) ’ın evlatlarından bin köle azat etmişçesi­ne müjde vardır. Her harfine on hasenât veririm ve on günahını yarhğarım.

Şeyh Ebû Tâlib-i Mekkî Kûtü'l-Kulûb’da şöyle nak­letti:

— Hakk Teâlâ hazretleri, Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e bu- jurdu ki: Ümmetinin hesabını senin eline vermemi di­ler misin?

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Rabbim: Sen onlara benden hayırlısın, dedi.

Hak -taâla hazretleri:

— Şelâat makamını sana verdim. Kimi dilersen ona şefaat et, buyurdu.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz:

— Ey Allahım! Senden ümmetimin hesabının be­nim elimde olmasını ve kimsenin onu bilmemesini di­lerim, dedi. Hakk Teâlâ hazretleri.

— Ey Muhammed! Ben senden merhametli hüküm­darım. Onların hesabını ben göreyim. Hiç kimse bilme­sin. Sen dahi bakmayasın. Zira bunların günahını bile­cek olursan ümmetinden çoğunu kabûl etmezsin, bu yurdu.

466

Nakledildiğin, göre Hak laâla hazretleri, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a şöyle buyurmuştur:

— Recep benim ayımdır. Kim bu ayda günah işlese, tekrar tövbe else günahını affederim. Şaban senin ayın­dır. Kim Şabân’da günah işlese senin şcfâatm de ona rahmet edip affederim. Ramazan senin ümmetinindir Eğer Ramazanda tövbe ederlerse affedip yarlığanm.

Ey Muhammedi Sıddiklara haber ver ki, ben gav- retli hükümdarım. Günahkârlara haber ver ki, ben ga­fur, çok yarlığayıcı hükümdarım.

Ey Muhammedi Dört şey benimdir. Kim onlar hak­kında benimle münakaşa ederse Cehennemliktir diye yazarım.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Rabbim! O dört şey nedir? dedi.

Hak taala hazretleri buyurdu:

— Kibriyâ, Azamet, Fahr ve Kudret. Bunlar benim simindir. Kimse bunlar hakkında münakaşa etmesin Yoksa Cehenneme atar, yakarım.

Hz. Örrçer (RA.), Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’dan şu nakilde bulunur:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Cebrâil bana haber verip şöyle dedi, der: Eğer kullarımdan bir kulum eline bir kılıç alsa, dünyadaki bütün insanları öldürse, ondan sonra da bana tövbe etse yarlığanmak dilese; tövbesini kabul edip suçunu affederim.

Peygamber (SA.V.) Efendimiz:

— Ya Rabbi! Ümmetime dünyada azap vermemem dilerim, dedi.

Hakk Teâlâ hazıetleri bu sözü kabul etti ve dünya­da müminlerden hiç kimseve azâp etmedi.

46;

Nakledildiğine göre sâlih, ameli temiz tam mümin bir şahıs vardı. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’la oturmakta idi. Der­hal ölüm meleği (Azrail) geldi ve o şahsa dik-dik baktı. O şahıs korktu. Hz. Peygamber Efendimiz ölüm mele­ğinden o şahsın ömrünü sordu. Ölüm meleği:

— Bir saat kaidı dedi. İkindi vakti idi.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) o kişiye haber verdi. O kimse-

— Ey Allahn Rasûlü! O bir saat içinde ne yapayım ki, Hak töâla hazretlerine hoş gelsin ve beni kabul et­sin, dedi.

Rasûlünah (SA.V.):

— «Git ıh. de meşgul ol» dedi Râvî ilave etti:

— Eğer ilimden, üstün oirşey olsa idi Peygamber ıA.S.) onu gösterirdi, dedi.

Nakledildiğine göre Ebû Hüreyre (R V Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'dan şu hadîsi nakletmiştir:

— Peygamberimiz şöyle buyurdu: Cennet ile Cehen-- nem birbiriieri ile münakaşa ettiler.

Cehennem:

— Bana zâlimlerle, kibirliler girer, dedi.

Cennet:

— Bana zayıflarla, yoksullar ve çaresizler girer, dedi. Böylece birbirine öğündüler.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Cehennem benim azabımdır. Kime dilersem onunla azap ederim. Cennet benim j-ahmetimdir. Kim< dilersem onunla rahmet ederim.

Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ramazanın ilk gecesinden şeytanları ve cinleri bağlarlar. Cehennemin kapısını kapatırlar. Cennetin ka­pısını açarlar, buyurdu.

468

Hakk Teâlâ hazretleri buyurur:

— Benden bırşey isteyen var mt? Vereyim. Tövbe edenlerin tövbesini kabul edeyim ve istiğfâr edenleri, yarhğ dileyenleri yarhğayayım.

Ebû Saîd El-Hudrî (radiyallâhu anh) şu hadisi nakleder:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu: Cebrâil ile Mîkâil (aleyhisselâm)  yetmişbin melekle bana haber verdiler ki, Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyurur.

— Kim namazı kasten terk etse, yahut inkâr eylese veya cemaattan ayrılsa onlar ümmetin Yahudileridir. Tevrât'da, Zebûr’da, Incil’de ve Kur'ân’da lanet edil­miştir. Cennet kokusunu asla bulamazlar. Hakk Teâlâ ona düşman olur. Bütün melekler ve yaratıklar da onun düşmanıdır.

Ey Muhammedi Ümmetinin en yaramazlan unlar­dır. Eğer hasta olurlarsa ziyaret etme. Evlerine davet ederlerse konuk olma. Kimse onlardan kız alıp verme­sin. Eğer ölseler cenazelerine gitme.

Rasûlüllah:

— Ey Cebrâil! Yeryüzünde onlardan kötü var mı­dır? dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Ey Allahın Rasûlü! Kim namazı kasten terketse melûndur. îçki içenlerden, kan dökenlerden, faiz akçe­sini yiyenlerden, yalan yere tanıklık edenlerden ve zina edenlerden günahı çoktur, dedi.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Hakk Teâlâ buyurur; Ey Muhammedi Senin üm­metine birşey verdim ki, hiçbir peygamberin ümmetine onu vermedim.

Ben:

— Ey Rabbinı’ O nedir? dedim.

46ü

Hakk Teâlâ hazretleri:

         «Öyle ise siz beni anın, ben de sizi anayım.» (178) müjdesidir, buyurdu.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

Hakk Teâlâ buyurur: Kim benim herşeye erişmeye ve günahları bağışlamaya kadir olduğumu bilir ve ina­nırsa o kimseyi yarlığarım.

Ömer bin Hattâb (radiyallâhu anh) derki:

Bir gün Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile seferde beraberdik, Ebû Bekr-i Sıddik ve Osman (radiyallâhu anh) ile bazı Ashâb da bizimle beraberdi. Bir gece sabah yakındı. Bir dereden bir ses işittik:

— Ey Muhammedi Benden yana gel diye. Peygam­ber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) o dereye, gitti. Biraz sonra güle güle geldi Biz:

— Ey Allahın Rasûlü! Ne haber’ dedik.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Cebrâil ve Mîkâil (aleyhisselâm)  ile rûhânîlcr benim ya, nuna geldiler. Her birinin üçerbin melek yoldaşı vardı. Dediler ki:

— Ey Muhammedi Hakk Teâlânın sana selamı var Sana bir hediye verdi ki, onu başka kimseye vermedi.

Ben:

— O hediye nedir? dedim.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

         tnnâ Enzeinâhü (El-Kadr) sûresidir, dedi.

Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hazretleri:

— Ey Cebrâil! Onun sevabı ne biçimdir? dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

(i/g) Bakara Sûresi, ayet: 152.

470

— Ey Allahın Rasûlü! Kıın «İnnâ Enzelnâhû» sû­resini okusa. Ramazan ayı oruç futmuşçasına sevap ve­rir. Bin günahını affedip yarhğar. Kim Pazartesi gecesi bu sûseyi yedi defa okusa Hakk Teâlâ onun bütün günah­larını yarhğar. Kim onu Cuma gecesi üç defa okusa Hakk Teâlâ ona, yıldızlar sayısınca, ağaç yaprakları sayısınca ve bütün canlılar sayısınca ecir verir. Kim Perşembe gecesi okusa Hakk Teâlâ ona Cehennemden azatlık berâ­tını verir. Bir kimse hapisde olsa ve Cuma günü na­mazdan sonra yüz kere «İnnâ Enzelnâhû» sûresini oku­sa kurtulur. (179)

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz bildirir:

— Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu: Şânım hakkı için ben saçını ve sakalını İslâm içinde ağartmış olan kulum­dan utanırım, ona azap etmem. Zira kocalık benim nû rumdandır. Ben nûrumu ateşte yakmam.

Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu sözü işitince ağladı.

Ashâb:

— Ey Allahın Rasûlü! Niçin ağlarsın? dediler.

Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Şunun için ağlarım: Hakk Teâlâ azap etmek için utanır da kul günah işlemekten utanmaz, dedi.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ hazretleri, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a şöyle buyurmuştur:

(179) İnnâ Enzelnâhû diye adı geçen Kadir Sûresi me­tilen şöyledir:

Gerçek biz onu (Kur’an’t) Kadir gecesinde in­dirdik. Kadir gecesinin (şerefini) sana bildiren ne­dir? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Onda me­lekler ve Rûh (Cebrail), Rablerinin izni ile, herbir ij için iner de iner. O (gece) tan yeri ağarıncaya kadar bir selâm ( selâmetedir. (Kadr: 7—5)

471

— Ey Muhammedi Sana yedi şey ihsân ettim ki, hiç kimseye bu şekilde ihsanda bulunmadım.

1.        Yerde ve gökte senden güzel, üstün varlık yarat­madım.

2.        Bütün peygamberler seni ve ümmetini görmeye can atarlar.

3.        Ümmetine, kıyamette hesaplan çok olmasın diye az dünyalık verdim.

4.        Günahları çok olmasın diye ömürlerini çok et­medim, uzatmadım.

5.        Tanrılık dâvasında bulunmasınlar diye onlara çok kuvvet vermedim.

6.        Önceki mi'letler gibi, her günahtan dolayı üzer lerine azap göndermedim.

7.        Yeraltında çok yatmasınlar diye onları Ahir za­mandan getirdim.

Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz bildirdi:

— Hakk Teâlâ buyurur: Ben yüce hükümdanm. Hü­kümdarların gönlü benim elimdedir. Bir kavim bana muti olursa o hükümdarların gönlünü onlara rahmet ile nazar ettiririm, baktırırım. Eğer bana itaat etmez­lerse o hükümdarların gönüllerini, onlara hışım ve sert­likle baktırırım.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Hakk Teâlâ hazretleri bana şöyle buyurdu, dedi: Ey Muhammedi Ben sizi ateşten korudum. Amma ateş­ten korkup ağlamayı terketmeyin, bırakmayın.

Peygamberimiz:

— Ey Cebrail! Bana Cehennemi anlat, dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

412

— Ey Allahın Rasûiü! Hakk Teâlâ, Cehennemi ya­rattı. Bin yıl yaktı Hattâ kızıl oldu. Bin yıl daha yaktı. Akkor haline geldi. Bin yıl daha yaktı, kapkara oldu. Eğer Cehennem ehlinin bir kaftanını, elbisesini yeryü­züne bıraksalar bütün yaratıkları helak ederdi, dedi.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bunu işitince ağladı. Cebrail (aleyhisselâm)  da ağladı.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Cebrail! Sen niçin ağlarsın? Sen Rûhu'l-Emîn- sin, dedi.

Cebrail (aleyhisselâm) .

— Hârût ve Mârût gibi ben de mübtelâ olurum, di­ye korkarım da ağlarım, dedi. (180)

Nakledildiğine göre bir gün Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Fa- tıma, Ali, Haşan ve Hüseyin (radiyallâhu anh) bir yere vardılar. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Bu gece bana yardım edin, dedi.

Onlar: -

— Ey Allahın Rasûiü! Biz ne yapalım da size yardım edelim, dediler.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Abdest alın, narnaz kılın. Başınızı yere koyun ve:

— Ey Allahım! Atamız Muhammede rahmet et, de­yin, dedi.

<lfO) Hârût ile Mârût kıssası ile ilgili Peygamberimiz hiçbir rivâyette bulunmamıştır. Bakara Sûresinin 102. ayetinde bunların Bâbile gönderilmiş iki me­lek olduğu bildirilmiştir. Halkı sihirden sakındır­mak için onlara bilgiler vermişlerdir. Ancak halk bu bilgileri kötüye kullanmışlar ve kâfir olmuşlar dır.

473

Onlar da abdest aldılar, namaz kıldılar, başlarını yere koyup öyle dediler.

Derhal Cebrail (aleyhisselâm)  geldi ve:

— Ey Muhammedi Sen başını yere koyup secde edince yedi kat göklerdeki melekler de secdeye kapa- nıp ağladılar, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Ey Muhammedi Dile benden ne dilersen?

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ümmetime Cehennem ateşi içinde ne yapacağını dilerim, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— İbrahim (aleyhisselâm) 'a ateşi gül bahçesi yaptım. Üm­metine de Gül bahçesi yaparım, buyurdu.

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir ay Allahtan «Dıhye»nın müslüman olması için dilekte bu­lundu.

Cebrail (aleyhisselâm)  bir gün sabah namazından soma Rasûlü Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e geldi ve:

— Ey Muhammedi Hakk Teâlâ hazretleri sana selam etti ve şöyle buyurdu, dedi:

— Dıhye müslüman olmak için şimdi sana gelir.

Ondan sonra Dıhye geldi, selam verdi ve:

— Ben Arap beylerinden bir bey idim. Kızlarım vardı. Erkeğe vermeye âr ettim. Hepsini öldürdüm. Bana rahmet var mıdır? Ey Allahın Rasûlü! dedi.

Peygamber Efendimiz bir an durgunluk geçirdi. Derhal Cebrail (aleyhisselâm)  geldi ve:

— Ey Muhammed! Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu ki, git o kişiye söyle! Şânım hakkı için o (Lâ ilâhe illellâh Muhammeden Rasûlüllah) dediği vakit, onun yetmiş

474

yıllık küfrünü affettim. O kızlar kendinin idi. Onun için affetmeyeyim mi? dedi.

Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ağladı ve:

— Allahım! Dıhye bir kere (Lâ ilâhe illellah Muham- medün Rasûlüllah) dedi, iman getirdi. Yetmiş yıllık küfrünü bağışladın. Ümmetimden dâimâ (Lâ ilâhe illel- lâh Muhammedün Rasûlüllah) diyenler var. Onları ba­ğışlamaz mısın? dedi.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ hazretleri şöyle bu­yurdu:

— Ey Muhammedi Bir kimsenin evine konuk gelse onunla bir rahmet ve bin bereket beraber gelir. O ev sahibinin bütün günahlarını yarlığarım.

Eğer günahı dtnizler dalgası ve ağaçlar yaprağı ka­dar çok olsa bile. Ona bin şehîd ecrini veririm.

Konuğun yediği her lokmaya bir Hac ecri veririm, Cennette onun için altından bir şehir yaparım. Kim mi­safire ikram etse atmış peygambere ikrâm etmişçesine ecir veririm.

Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)-

— Cebrâi! (aleyhisselâm)  ölüm vaktinde geldi, ve bana:

— Ey Muhammedi Hakk Teâlâ hazretleri sana selam etti ve şöyle buyurdu, dedi.

— Kim ölümünden bir yıl önce tövbe etse onun töv. besini kabul ederim.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Cebrail! Bir yıl benim ümmetim için çoktur, dedi.

Cebrail (aleyhisselâm)  gitti, tekrar geldi ve:

— Hak taâ.a sana selam etti ve şöyle buyurdu, de­di:

475

—- Kim ölümünden bir ay önce tövbe etse tövbesini kabul ederim.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Cebrail: Bir ay benim ümmetim için yoktur, dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm)  gitti, geidi ve:

— Hakk Teâlâ hazretleri- Kim ölümünden bir hafta önce tövbe etse tövbesini kabul ederim, buyuru?, dedi.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Bir hafta benim ümmetim için çoktur, dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm)  gitti tekrar geldi ve:

— Hakk Teâlâ hazretleri: Kim ölümünden bir gün önce tövbe etse tövbesini kabûl ederim, buyurdu dedi.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Cebrâil! Benim ümmetim için bir gün çoktur, dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm)  gitti tekrar geldi ve:

—Hakk Teâlâ hazretleri: Kim ölümünden bir saat ön­ce tövbe etse tövbesini kabûl ederim buyurdu, dedi.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Cebrâil! Bir saat benim ümmetin için çok­tur, dedi.

— Hakk Teâlâ hazretler: Bir yıl, bir ay, bir gün, ve sir saat ümmetine çok ise canlan boğazlarına geldiği zaman tövbe etseler tövbeleri kabûl ederim. Dilleri ile söylemeyip gönülleri ile dahi pişman olsalar kabûl ederim ve yarhğarım buyuruyor dedi.

Rasulûllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) efendimiz bir gün Ashâbdan yana gitti. Onların neşe içinde güldüklerini gördü On­lara:

476

— Ağızların tadını bozan ve cemaatları dağıtan ölümü çok hatırlayın dedi. Ondan sonra Ashâb korktu* lar ve çok ağladılar. Derhâl Cebrail (aleyhisselâm)  geldi ve:

Hakk Teâlâ sana selâm söyler ve şöyle buyurur, dedi:

— Kullarımın benden ümitlerini kesme. Ben on­ların günahlarını dünya'da senden ve başkasından giz­ledim, yarın kıyâmet gününde düşmanlar arasında gü­nahlarını açıklayacağımı dikkate alarak mı karşılaştır­ma yapıyorsun? Ondan sonra şu ayet nâzîl oldu:

— «(Habîbim) kullarıma haber ver ki: «Hakkıyla yarlığayıcı, kemâliyle esirgeyici şüphesiz benim, ben» «(Bununla beraber) benim azâbımda elbette en acıklı azâbm ta kendisidir.» (181)

Bir gün Ashâb Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a sordular. Hakk Teâlâ Hz. Yûsuf kıssasına niçin (Ahsenü’l-Kasas = Kıs: sanın en güzeli) buyurdu? dediler.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) efendimiz:

— Haber verenin söyleyenlerin en güzeli, söylenen ise Cemâl yönünden insanların en güzeli olduğu içindir Şüphesiz Yûsuf (aleyhisselâm)  gibi güzel cihana gelmedi, dedi

Hz. Aişe (radiyallâhu anh):

— Ey Allahın Rasûlü! Yûsuf (aleyhisselâm)  mı güzeldir yoksa sen mi güzelsin’ dedi.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Yûsuf (A.S ı yaratılışta benden güzeldir. Ahlâk­la ise ben ondan güzelim, dedi.

Hz. Aişe (radiyallâhu anh):

— Ey Allahın Rasûlü' Bu haberi halka vermez mi­sin? dedi.

(1811 Hîcr Sûresi, ayet: 49, 50.

477

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ben haber vermezsem Hakk Teâlâ hakkımda bu­yurur:

— «Hiç şüphesiz sen büyük bir ahlâk üzerinde­sin.» (182)

Derhâl Cebrail (aleyhisselâm)  geldi ve:

— Ey Allahın Rasûlü! Halka haber ver, dedi. Senin nûrunla Yûsuf (aleyhisselâm) 'm nûru Adem (aleyhisselâm) ’ın sulbünde kur’a çektiler. Güzelliği Yûsuf (aleyhisselâm) 'a verdiler. Şerefi, nûru, afvı, himmeti, rifatı, ilmi, hilmi, rahmeti, vefâ’yı adli, beşâreti, şefaati, daveti, sabrı, kanâati, şükrü, şe­riatı, ahkâmı, Namazı, Haccı, Beyt-i Muaazzamı, Ma- kâmı, Meş’aril-Harâmı, Kur’an-ı Hakimi, Hulk-ı azîmi, Burâkı, Miracı, Makâm-ı Mahmûdu. Havz-ı Mevrûdu, Ufk-u A’lâyı, Makamı Ev-ednâyı ve yüce Allahın selâ­mını sana verdiler. îşte bunların hepsi şenindir.

Ey Allahın Rasûlû! Cebrâil (aleyhisselâm)  bu sözleri kendi­si söylemedi. Ancak Allahın izni ile söyledi, haber verdi.

Nakledildiğine göre bir gün Hz. Haşan ile Hüseyin (radiyallâhu anh) Ebû Cehil’in oğlu deveye binmiş, çeşitli süslerle dolaştığını gördüler. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a geldiler ve:

— Ey Allahın Rasûlû1 Bizim binecek bir şeyimiz yok, dediler.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Gelin benim arkama binin, dedi.

Geldiler, dedelerinin arkasına bindiler ve:

— Onun devesi sağına soluna sallanıp «afv» diyor dediler.

(182i Kalem Sûresi, ayet: 4.

478

Peygamber (A S.) sağına sallandı «afv» dedi, soluna sallandı «alv» dedi. Bir defa daha «afv» demek üzerey­ken derhâl Cebrâil (aleyhisselâm)  geldi ve şöyle dedi:

— Ey Allahın Rasûlü! Hakk Teâlâ hazretleri sana se­lâm eder ve buyurur ki: Kendini alçak görüp deveye benzetince bir kere «afv» dedin âsî ümmetinin yarısını affettim. Bir kere daha «afv» dedin. Hepsini affettim. Eğer bir defa daha «afv» deseydin bütün kâfirleri af; (ederdim, dedi,.

Peygamber efendimiz bunu işitince sustu ve Allaha hamd etti.

Nakledildiğine göre bir gün Hz. Osman (radiyallâhu anh) Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ı ve Ashabı evine davet etti. Peygamberi­miz yolda kaç adım atsa Hz. Osman sayardı.

Rasûlûllâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Osman! Bu saymak nedendir-* dedi.

Hz. Osman (radiyallâhu anh):

— Ey Allahın Rasûlü! Her adımına bir köle âzâd ettim, dedi.

Halk davetten dağılınca Hz. Ali (radiyallâhu anh) üzüntülü bir vaziyette eve geldi. Hz. Fatıma (radiyallâhu anh) Hz. Ali’yi üzüntülü gördü ve:

— Sende gördüğüm üzüntünün sebebi nedir, niçin üzüntülüsün? diy-' sordu.

Hz. Ali (kerremallahü vecheh radiyallâhu anh)

— Eğer bizim de dünyalığımız olsu idi biz de Hz. Peygamberi Osman gibi evimize çağırırdık, dedi.

Hz. Fatıma (R A.):

— Biz de Hz. Rasûlü el imize çağıralım, dedi.

Hz. Ali kerremallahü vecheh radiyallâhu anh

479

— Ne ikrâın edersin1 Ve hangi yemeği yedirirsin? dedi. Hz. Fâtıma (aleyhisselâm)

— O Allahın Habîbidir Allah ikram eder ve yiye­cek verir, dedi.

Bunun üzerine Hz. Ali (radiyallâhu anh) Rasûlûllâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e geldi ve:

— Ey Allahın Rasûlû! Fâtıma sizi evine davet eder dedi.

Peygamber (AİS.):

— Yalnız beni mi? Yoksa Ashâb ile mi? dedi.

Hz. Ali (radiyallâhu anh):

— Ashâb da buyursunlar, dedi.

Hz. Paygamber (aleyhisselâm)  ve Ashâbı Hz. Fâtıma'nın evine geldiler. Hz. Fâtinıa (radiyallâhu anh).

— Ey RabNm! Muhakkak senin Habîbin bugün yoksul câriyeniu evine geldi. Sen onlara ikram et ve nimetler ver. Ben fakirim. Onlara ikram etmeye gücüm yetmez, dedi. Bir çömleği vardı. Onu ateşin üstüne koydu. Hakk Teâlâ o çömleğin içinde yiyecek yarattı. Hz. Fâtıma o çömleği Hz. Rasûlûn önüne getirdi. Hz. Rasûl ve Ashabı o vemekten yediler.

Hz. Rasûl:

—Bu yemek cennet yiyeceklerindendir, buyurdu.

Ondan sonra Hz. Fâtıma evine girdi, secde etti ve:

— Ey Rabbim! Benim azâd edecek kölem yoktur. Fakat günahkâr ümmetlerinden bazılarını kereminle azâd eyle, kurtar.

Derhâl Cebrâil (Â.S.) geldi ve:

— Ey Allahın Rasûlû! Senin kızın Fâtıma günahkâr ümmetin için münâcât etti. Hakk Teâlâ h.zretleri: Fâtı- ma’nın evine varıncava kadar bastığın ’ t avu", attı-

480

ğın her adım için yüzbin erkek ve yüzbin kadını ce­hennem azâbından azâd eyledim buyurdu, dedi.

Nakledildiğine göre Allah Teâlâ buyurdu:

— Ey Muhammedi Mü'min kulum, dünyâ’yı terk etmekten başka bir şeyle bana yakın olmaz. Farzları yerine getirmekten üstün bir şeyle bana kulluk ede­mez.

Kim (Lâ ilâhc illellâh) dese kabrinde, kabirden çık­tıktan sonra ona yoldaş olur ve yüzleri ak olur. Baş lanndaki toprağı giderip: (Lâ ilâhe illellâh Muhamme- dün Rasûlûllah Ve'l-Hamdü lillâhi Rabbilâlemin = Al­lahtan başka Tanrı yoktur, Muhammed (aleyhisselâm)  onun Ra- sülûdür. Alemlerin Rabbi Allaha Hamd olsun) desinler.

Nakledildiğine göre Ebû’l-Leys tefsirinde şöyle be­yan edilmiştir:

— Bir gün peygamber efendimiz ümmeti için son derece üzüldü. Derhâl Cebrâil (aleyhisselâm)  geldi ve:

Ey Muhammed! Hakk Teâlâ’nın selâmı var, onu hep üzüntülü görüyorum, buvurur dedi.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Cebrâil; Ümmetimin hâli nasıl olur? diye düşünüyorum. Onun için üzülüyorum, dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Kabirlere gidelim, dedi.

Rasûiûllâh ve Ashabı Cebrâil (aleyhisselâm)  ile kabirlere geldiler. Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Ya Rasûlûllah! Bir müslümanın kabrini göster, dedi. Rasûlûllah gösterdi. Cebrâil sol kanadını o kabre vurdu ve: «Allahın izniyle kalk» dedi. O kabirden ak- yüzlü, ak sakallı bir kişi çıktı. (Lâ ilahe illellâh Muham- medün Rasûiûllâh Ve’l-Hamdü lillâhi Rabbilâlemin) de­di.

481

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Yine kabre gir, dedi.

O şahıs geri kabrine girdi. Ondan sonra sol kana­dı ile başka bir kabre daha vurdu Bir kara yüzlü kişi çıktı ve: Vah Hasretâ! Vah pişmanlık! dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) .

— Geri kabre gir dedi. O şahıs tekrar kabre girdi.

Ondan sonra Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Ey Muhammedi Kıyâmet gününde halk kabrin- den kalkınca hangi inanç üzerinde öldü ise öyle kalkar

Ebû Saîd El-Hudrî peygamberimizden şu rivâyet- te bulunmuştur:

— «Hak taâia hazretleri buyurdu: Şanım hakkı için bir kuluma rahmet etmek istesem, o kulumu dün- yâ’dan çıkarmam. Hattâ ne kadar hata etti ise o kulu­mu bağışlarım.

Üç şeyle onu affederim:

1.         Bedenini hasta eylemekle,

2.         Rızkını azaltmakla,

3.         Ölümünü şiddetli etmekle. Hattâ benim huzu ruma anasından değmuş gibi gelir.

Eğer bir kuluma azâb etmek istesem ne türlü iyilik yaptı ise onları gideririm. Ona üç şeyle bunu yaparım:

1.         Bedenine sağlık vermekle,

2.         Ölümünü kolay etmekle,

3.         Rızkını bol etmekle. O kadar ki, huzuruma ha- senatsız, iyiliksiz gelir.

Peygamber (A S.) Hak taâia bana şöyle buyurdu dedi:

— Bir kimse haram mal ile Kâbe’ye gitse ve thrâm- da Lcbbeyk ve Sa'deyk dese, Hak taâia ona (Lâ Lebbeyk

F : 31

482

ve Lâ Sa’deyk = Mesûd olmayınız, huzuruma gelmeyi­niz) der.

Ailah laâla buyurdu’

— Ey peygamberlerin ve Rasû’derin kardeşlen! Bir mü'minin yanına girseniz sağlam gönül, samimi dil eöınerd elle ve temiz uzuvlarla giriniz. Eğer öyle eder­seniz velilerimden olursunuz Yarın peygamberler, std- dîklar (sâdık ve çok bağlı kişilerce komşu olursunuz.

Peygamber efendimiz Hakk Teâlâ bana şöyle vahiyde bulundu der:

— Bir kişiye hades (abdestsizlik—manevî kir) eriş­se, abdest almasa şüphesiz bana cefâ eder. Abdest aiıp namaz kılmasa gene bana cefâ eder. Namaz kılsa duâ etmese bana cefâ eder. Namaz kılsa ve duâ etse ben kabûl etmesem ona cefâ etmiş olurum. Ben kullarına cefâ eden Rab değilim.

Rasûiü Ekrem efendimiz Cebrail bana şöyle vasi yctte bulundu dedi:

— Kadınlarla iyi yaşa, iyi geçin! dedi. Ben talâk (boşama) haramdır zannettim. «Köleni ve câriyeni hoş tut» dedi. Ben muhakkak azâd etmek gereklidir zan­nettim. Komşularınla iyi geçin dedi Benden miras yer­ler sandım.

— Misvâk kullan ve namaz kıl, dcd'

Farz sandım.

— Namazı c/maaile kıl, decıi.

Ben yalnız kılınca kabûl'olmaz sandım.

— Geceleri namaz kıl, dedi.

Ben gece uyumak yok sandım,

Zikrimi çok yap dedi. Ben ayet ayet Kur’an’ın fıv- dası vokıur, sandan.

483

Bu son hadîs kudsîdir. Allahın izni iie nakledil mistir.

Bagavî tefsirinde nakledildiğine göre İbni Abbâs ıR.A.) şöyle demiştir:

— Bir gün peygamber (aleyhisselâm)  oturur idi Cebrail (aleyhisselâm)  da ot ada bulunuyordu. Gökten bir kapı açıldı, Cebrail (aleyhisselâm)  göğe baktı ve:

— Ya Rasûlûllah! Bu kapı şimdiye kadar açılmış değildir. Derhâl bir melek geldi:

— Sana müjdeler olsun. Senden evvelki peygam­berlere gelmeyen iki nûru sana getirdim Biri «Fatiha», biri de Bakara sûresinin sonu, <Âmene’r-Rasûlü»'dür, dedi.

58. PEYGAMBER (aleyhisselâm) ’IN MEKKE’DEN
MEDİNE’YE HİCRETİ

Allah Teâlâ buyurdu:

«Hani bir zaman o küfr edenler seni tutup bağla­maları, ya öldürmeleri, yahut (yurdundan zorla) çı­karmaları için sana tuzak kuruyor (1ar) di. Onlaı bu tuzağı kurarlarken Allah da onun karşılığını yapıyor­du. Allah tuzak kuranlara mukabele edenlerin en ha­yırlısıdır.» (183)

Nakledildiğine göre müfessirlerin çoğu şöyle de­mişlerdir:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir gün Mekke’de oturur idi Mekke'de bir ev vardı. Ona «Dâru’n-Nedvc» derlerdi. Müşriklerden dört kişi peygamber (aleyhisselâm) ’a tuzak kur­mak istediler. O eve girdiler ki, Muhammed (aleyhisselâm) ’ı öl- dürsüler. İblis onların üzerine girdi. Ebû Ceflil:

(183) Enfâl Sûresi, ayet- 30.

484

— Bizim aramızdan çık git, dedi.

İblis:

— Ben Necidiiyim. Necid elinden geliyorum. Ben çok zaman gördüm, çok yaşadım. Her türlü tedbiri bi lirim. Sizinle beraber olmak ve size yol göstermek is­terim dedi.

Ebû Cehil ve arkadaşları:

— Mademki Necidlisin, öyle ise otur, seni bırak, mayız, dediler.

Utbe söz aldı:

— ölüm haktır. Biraz sabredin. Muhammed ölür Şerrinden emin olursunuz, kötülüğünden kurtulursu­nuz, dedi.

İblis söze karıştı:

— Bu görüş doğru bir görüş değildir, dedi.

Şeybe söz aldı:

— Ben deriır. ki, Muhammed’i tutup hapsedelim, açlıktan ölsün, dedi.

İblis:

— Bu da doğru değildir, dedi.

Ondan sonra Âs bin Vail söze başladı:

— Muhammed’i bir devenin üstüne bağlayalım. Çöle bırakıp gidelim. Orada ölsün, dedi.

iblis:

— Bu da olmaz dedi.

Sonra Ebû Cehil konuştu:

— Her kabileden iyi yiğitleri toplayalım. Bir gece Muhammed’e hücum edelim. £ıhç çekip öldürelim Hattâ kimin öldürdüğü bilinmesin. Yakınları diyet is­terlerse para toplayıp verelim. Şerrinden emin olalım dedi.

İblis:

— İyi söyledin, dedi.

Peygamber (A S.)’ı öldürmeye ittifak ettiler anla şıp karar verdiler. Böyiece o evden, Dârün—Nedve denilen müşrik meclisinden çıkıp gittiler.

Derhâl Cebrâil (aleyhisselâm)  geldi ve:

— Ey Muhammedi Hakk Teâlâ hazretleri Mekke’ den çıkıp Medine ye gitmeni, göç etmeni buyurdu. Be­nim burada gizli işim vardır dedi. Gene bu gece dö­şeğinde yatacaksın fakat uyumayacaksın, Allah böyle buyuruyor, dedi.

Gece olunca Peygamber <A.S.) Ashabı ile istişarede bulundu ve:

— Hanginiz benimle beraber Medine’ye gider? dedi.

Ebû Bekr-i Sıddîk:

— Ey Allahın Rasûlû! Sen nereye gidersen ben be­raberinde giderim, dedi.

Ondan sonra peygamber (aleyhisselâm)  Ashâbma baktı ve-

— Hanginiz bu gece benim döşeğimde yatarsa ben ona kefil olurum. Cennete girer dedi.

Hz. Ali (radiyallâhu anh):

— Canım yoluna fedâ olsun! Bu gece döşeğinde ben yatacağım, dedi.

Böyiece Hz. Ali geldi, döşeğinde yattı. Ondan sonra bütün kâfirler peygamber (aleyhisselâm) 'ın evini çevirip oturdular. İblis de bunlarla idi. Hakk Teâlâ bunlara o gece uyku verdi, uyudular. Hattâ İblis de uyudu. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Ebû Bekr-i Sıddîk ile çıkıp gitti. Yen den bir avuç toprak aldı, üzerlerine saçtı ve «Yâsîn» sûresini okudu geçti, gitti.

486

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’la Ebû Bekir, şehre yakın bir dağdaki «Sevir» mağarasına vardılar. Oraya girdiler. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gidince

İblis uyandı, onları da uyandırdı ve:

— Muhammed gitti, dedi.

Onlar:

— Nereden biidin? dediler.

İblis:

         ömrümde uyuduğum yoktu. Üzerimize toprak saçmış, uyumuşuz siz de uyudunuz. O vakit çıkıp git­miş, dedi. Başlarında toprak olduğunu gördüler ve gittiğini anladılar. Eve girdiler, gördüler ki, yatağında Hz. Ali yatıyor.

— Hani arkadaşın? dediler.

Hz. Ali:

— Bilmiyorum, dedi.

Oradan izini izleyerek mağaraya vardılar gördü­ler ki, örümcek kapı üzerine ağını örmüş, bir güvercin de yuva yapıp yumurtlamış.

— Eğer Muhammed buraya girse idi bunlar olmaz- dı! dediler.

Mağaranın etrafında ve üstünde dolaştılar. Hz Bekir korktu. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Korkma! Allah bizimle beraberdir, dedi.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

         «Peygamber, arkadaşına (Ebû Bekr-i Sıddîka)- Tasalanma. Allah, hiç şüphe yok, bizimle beraberdir.»

(184)

(184) Tevbe Sûresi, ayet: 40.

487

Ben Şehnâme'de şunu gördüm:

— Ebû Bekr i Sıddîk kâfirlerden korktuğu zaman Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Ebû Bekir! Bu tarafa bak dedi.

Hz. Ebû Bekir baktığında bir deniz ve kenarında hazır bir gemi göldü. Eğer kapıdan gelirlerse bu gemi­ye bineriz, bu taraftan gideriz dedi. Böylece kâfirler onu göremediler, gözleri kör oldu. Oradan kovuldular ve gittiler. Ondan sonra Medine’ye geldiler.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ Cebrail (aleyhisselâm)  ile Mikâil (aleyhisselâm) ’a:

— Ben sizi kardeş ettim. Birinizin ömrünü öteki­nizden uzun ediyorum. Biriniz ömrünü ötekine versin diye vahyetti. tkisı de uzun yaşamak, hayat istediler.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Siz Ali gibi olmadınız. Ali, Muhammed’le kar­deş oldu. O’nun yatağına yattı. Canını O’na feda etti. Şimdi gidin Ali’yi düşmanlarından koruyun, dedi.

Cebrâil ve Mikâil (aleyhisselâm)  yere indiler. Cebrâil Hz. Ali’nin başında, Mikâil de ayak ucunda oturdular.

Nakledildiğine göre, kâfirler Muhammed (aleyhisselâm) ’ı bulamayınca üç gün aralarında konuştular. Sonra da­ğıldılar.

«Surâka bin Mâlik» adlı bir bahadırı Medine ta­rafına gönderdiler. O adam ardlanndan gelip yetişti

Bir Arap bahadırı- idi. Ebû Bekr-i Sıddîk onu gö­rünce:

— Ya Rasûlûilâh! Surâka geldi, yetişti dedi.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Tasalanma; dedi.

488

Sürâka iyice yaklaşınca:

— Ey Muhammedi Seni bugün elimden kim kur­tarır? dedi.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Cebbar ve Kahhâr olan Allah diye, cevap verdi.

Derhâl Cebrail (aleyhisselâm)  geldi ve:

— Ey Muhammedi Hak taâ|a «Yeri senin emrine âmâde kıldım, ne isterse yapsın» buyurdu, dedi.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey yer! Sürâka'yı tut! dedi.

Derhâl yer yerildi, Sürâkâ’nın ayağı dizine kadar yere batlı. Siirâka yardım istedi, aman diledi. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dua. etti. Yer Sürâka’yı bıraktı. Yedi ke­re aman diledi, kurtuldu. Gene öldürmek istedi. Seki­zinci olunca tam iyi niyetle tövbe etti ve:

— Ey Muhammedi Ben anladım ki, senin emrin âlemlere erişecektir dedi.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ona tslâm’ı arz etti. Siirâka:

— Bunu benden isteme! dedi.

Peygamber (A S.):

— Ey Süraka! Kureyş askerini geri çevirmeni di liyoruın, dedi. Sürâka bunu kabûl etti.

Sürâka geri döndü. Ebû Cehil geldi ve:

— Ey Sürâka! Hz. Muhammed’i bu yolda bulama­dın mı? dedi.

Sürâka:

— Bulamadım, dedi.

Bu sözü işitince onlar dönüp Mekke’ye geldiler.

Keşşâfda Enes bin Mâlik (radiyallâhu anh)’ın şöyle rivâyette bulunduğu nakledilir;

— Hakk Teâlâ n gece bir ağaca emretti. Mağaranın

489

önünde bitti. Bir örümcek verdi, derhâl ağ ördüler. O ağaca iki güvercin geldi, örümcek ağının arasına yu­va yaptılar.

Ondan sonra Kureyş’den iki yiğit mağaraya yak­laştılar ve kılavuzlara:

— Bu mağaraya bakın, onda olabilir! dediler.

Kılavuzlar:

— Burada değildir deyip, geri döndüler.

Sabah oldu. Onlar mağaranın önüne geldiler ve gördüler ki iki güvercin yuva yapmış. Güvercinler on­ları görünce uçtular. Burada yoktur dediler.

Bilmek gerekir ki, kırk yaşından sonra Rasûlûl.la- hr peygamberlik gelince o kadar mucizeler gösterdi ki, bunlar hesaba sığmaz. Gayet açık ve seçik mucize­ler halinde bunları gösterdi.

Böylece o Rasûlûn kemâli deliller ve kesin hüccet­lerle sabit oldu. Afhâb ona inanıp âlimler ve haberle­rin kaynağı oldular.

59.  NEBİ (aleyhisselâm) ’IN MEDİNE’YE GELMESİ
İLE İLGİLİ BÖLÜM

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Pazartesi günü Medine’ye vardı. Cuma günü olunca mescid yaptı ve kendi hutbe oku­du. Cuma .mazını kıldı. İlk Cuma Medine’de kılın­dı. (185)

Siyercner şu biîgivi verirler:

— Me<WİetTler RasûlûIIahın Medine’ye geldiğini

(185) Siyer kitaplarında verilen bilgiye göre ilk Cuma namazı, Büyük Hicret sırasında, Kubâ ile Medine arasındaki «Rânûnâ» vâdisinde kılınmıştır.

490

duyunca çok sevindiler ve hepsi, misafir etmek için evlerine davet ettiler.

Cebrâil (aleyhisselâm) ;

— Ya Rasûlûilah! Devenin yularını ben yedeyim, Medineliler seni evlerine davet edince onlara:

— Devem nereye çökerse orada misafir olurum de, dedi.

Medineliler çok sevindiler. Kimi evlerinin önüne hurma, kimi arpa döktüler. Rasûlûllahm devesi gör­sün de gelip çöksün diye. Deve geldi, hiç birine bak­madı. Şehirde ne çeşit kavim ve kabile varsa karşıla­dılar. Allahın Rasûlünün güzei yüzünü görmek istiyor­lardı. Devesi gelip nihayet bir yere çöktü. Tekrar kalk­tı. Bir yere, Ensârdan, Medine halkından Hâlid bin Zeyd’in evi önüne geldi ve çöktü. İlk çöktüğü yer Hz Rasûlün mübârek Ravzası, kabri oldu. Rasül (aleyhisselâm)  Hz. Hâlid’ın evine indi. Hz. Câbir’in bir gözsüz anası vardı. O hâtûn gelip:

— Gözlerim olaydı da Hz. Rasûlün yüce cemâlini göreydim, dedi.

Hz. Rasûl mübarek parmağı ile o hatunun gözleri­ni sildi. Gözleri hemen açıldı Hz. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem'm mü- bârek cemâlini gördü. Bütün halk peygamber (aleyhisselâm) ’m ilminden istifade ettiler. Zira O. neseb ve soyca en üs­tün, İlâhî sırların narin yeri ve İlâhî tecellilerin konağı idi.

Abdullah bin Selâm gelip Hz. Rasûle iyice baktı vc anladı ki o peygamberdir. Yüzünde hiç yalan nişanı yok idi. Halk peygamber olduğuna katî olarak inandı ve:

491

— Sana birkaç şey sorayım, dedi:

Biri: Kıyametin nişanı nedir? Cennet ehli Cenne­te girincek ilk önce ne yerler? dedi.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Kıyâınetin nişanı bir ateştir. Şarkdan çıkar ve bütün halkı garba toplar, iteler. Uçmak ehlinin ilk yi­yeceği bahk ciğeridir, dedi.

Abdullah bin Selâm imana gelip:

(Eşhedü en la ilahe illellah ve eşhedü enneke Ra- sûlüllâhî Hakkan = Şahâdet ederim ki, Allahtan baş­ka Tanrı yoktur. Yine Şahâdet ederim ki sen Allahın Hak Rasûlüsün) dedi ve ondan sonra:

— Ya Rasûlüllâh! İslâm’a girdiğimi duyarlarsa Yahudi kavmi ile ne yaparım? dedi. Onu gizlediler. Bi­raz sonra Yahudiler geldiler. Hz. Rasûl onlara:

— Abdullah bin Selâm nasıl kimsedir? dedi.

Onlar:

— Ulu kimsedir dediler.

— Onu Müslüman görseniz ne edersiniz? dedi.

— Bundan Allaha sığınırız dediler.

Abdullah bin Selâm çıktı ve:

— (Eşhedü en lâ ilâhe illellâh ve eşhedü enne Mu- hammeden Rasûlûllah) dedi.

Bilmek gerektir ki Medine’nin adı önce Yesrib idi. Havası ağırdı ve fesâdı çoktu. Hz. Rasûl o şehre grince güzel ve temiz oldu. Onun için adını Tayyibe ve Medi­ne koydu. Orada sakin oldu, oturdu. Bir zamandan sonra Ashâb Mekke’den gelmeye başladı. Hz. Ömer yirmi ath kişi ile geldi. Geri kalan Ashâb da geldiler. Islâm dini kuvvet tutup Medine’de kaldılar.

Ondan sonra Hz. Rasûl, Hz. Ali’den, Hz. Aişe ile

492

Hz. Fâtınıa’yı Mekke'den gel irmesini istedi. Hz. Ali on­ları ahp getirdi.

Hz. Rasûl Hz. Ali'yi kendine kardeş yaptı. Ebû Bekr-i Sıddîkı Ömer'le kardeş etti. Geri kalan ashâb birbiriyle kardeş oldular. (186)

Peygamber (A S.) ve Ashâb mü’minlerin namaz va­kitlerini bilmelerini istediler.

Bazısı:

— Boynuz çalalım, halk işitip gelsinler, dediler. Bazı mü’minler Yahudilere benzemiş oluruz dediler.

Bir kısmı:

— Çan çalabm dediler.

Hıristiyaıılara benzemiş oluruz dediler.

Bunun üzerine Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve Ashâb Hak’tan bir işaret olmasını beklemeye başladılar.

Abdullah El-Ensârî geldi ve.

— Uyku ile uyanıklık arasında bir kişi gördüm. Gökten indi. Bir duvar üstüne çıktı. Kıbleye karşı dun du ve: «Allahû Ekber, Allahû Ekber... diye ezanı sonu­na kadar tekrar ederek, okudu, dedi. Biraz durdu Sonra Kâmet getirdi. Daha sonra da sonunda iki defa «Kad kâmeti’s-Salâh» dedi, diye haber verdi.

Ondan sonra Hz. Ömer:

— Ya Rasûlüllâh! Sana Peygamberlik veren Tanrı hakkı için ben ele böyle gördüm, dedi.

Ebu’l-Leys tefsirinde Dahhâk'dan şu rivâyet nak­ledilir:

(186) Mü’minler zati kardeştir. Siyer bilgilerine göre bv. kardeşlik Medinelilerle Mekkeliler arasında olmuş­tur. Bu mirâs kardeşliği değil, din kardeşliğidir.

493

— Hz. Rasûl Cebrâil (aleyhisselâm) ’a: «Müezzin kimi ya­payım» diye sordu.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Ey Allahın Rasûlü! Bir karaca kul vardır. Adı Bilâl’dir. Melekler ve müezzinlerin içinde sesi en güzel olanıdır. Allahın da çok sevgili kuludur dedi.

Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hz. Bilâl’i çağırdı. Ezanı öğ­retti ve buyurdu. Bilâl mescidin üzerine çıktı. Ezan okudu, öğle vakti idi. Ondan sonra ezan sünnet oldu.

Ezan okunduğunu gören müşrikler ve nifakçılar ezana, rukûa ve secdeye bakıp gülüştüler.

Hakk Teâlâ bunları reddedip şu ayeti kerîmeyi gön­derdi: «(Ezanla) birbirinizi namaza çağırdığınız za­man (onu) bir eğlence ve bir oyun yerine tuttular. On­ların böyle kendilerinin hakîkaten akıllarını kullan­maz bir gurûh olmalarındandır.» (187)

Nakledildiğine göre peygamber efendimiz Medi­ne’ye geldikten sonra onaltı ay Beyt-i Mukaddese doğ­ru namaz kıldı.

Ondan sonra Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Cebrâil (aleyhisselâm) ’a:

— Hakk Teâlâkın, beni Yahudilerin kıblesinden Kâbe’- ye döndürmesini dilerim. Zira Kâbe İbrahim (aleyhisselâm) ’m kıblesi idi, dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Ey Allahın Rasûlü' Ben de senin gibi bir ku­lum, elimden bir şey gelmez. Rabbinden iste, dedi

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir defa gözlerini göğe tuttu Derhâl Hakk Teâlâ şu .ayeti gönderdi:

«Biz yüzünü (vahye intizâr ve iştiyâkmdan) çok

(187) M aide Sûresi, ayet: 58.

494

kerre göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz. Onun için seni her halde hoşnud olacağın bir kıbleye dön­dürüyoruz. (Namazda) yüzünü artık Mescid-i Hatâm tarafına (Kabe semtine) çevir. (Ey mü’minlerj siz da nerede bulunursanız (namazda) yüzlerinizi o yana dön­dürün. Şüphe yok ki kendilerine kitap gönderilen.e? bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu pek iyi bilirler.

Allah onların yapacaklarından gafil değildir.» (188)

Bazıları şöyle derler:

— Bedir harbinden iki ay önce, Recep ayında gün zevâle geldikten sonra Kıble Kâbeye döndü. Benî Se­leme Mescidinde Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Ashâbı ile birlikte öğle namazını kılarlarken iki rekat kalınca bu ayet gel­di. Hz. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem namazda iken döndü. Erkekler ka­dınların olduğu yere döndüler. Kadınlar da erkeklerin yerine döndüler.

Böylece o mescide (Mescid-i Kıbleteyn = iki kıb İçli Mescid) dediler.

Ondan sonra Ashâb (R.A ):

— Ey Allahın Rasûlü! Bizim kardeşlerirpiz na­mazlarını Beyt-i Mukaddes tarafına kılarlar îdi. Onla> rın namazları nasıl oldu? dediler.

Derhâl Tanrı taâla şu ayeti gönderdi:

— «Namazınız, Kudüs’ten tarafa olmakla bâtıl ol­madı. Zira ikisi de benim buyruğum iledir» buyuruldu.

(188) Bakara Sûresi, ayet: 144.

495

60. NEBİ (aleyhisselâm) ’IN CİHÂDI İLE İLGİLİ BÖLÜM

Hakk Teâlâ hazretleri İslâm dinini aziz ve muzaffer kılınca, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a gazâ, cihâd için izin verdi. Mekke'den Medine’ye hicret’in ikinci yılında idi.

Cihâda sebep şudur:

— Bir gün, Hz. Hanıza Medinede kendi işine gi­derken yolda üç kâfir onun dinine sövdüler. Hz. Hara­za da kılıcını çekip onları öldürdü. Kâfirler bunu işit­tiler. Müslümanlara düşman oldular, kin beslediler.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mü’minleri gazâ ile emretti (Lâ ilâhe illellâh) kelimesini yüceltmek ve yaymak içindi bu emir.

İlk farz olan gazâ Bedir gazâsıdır. Hikâyesi teisir lerde anlatılmıştır. Fakat biz kitabımızda peygamber efendimizin, dörl gazasını teberrüken beyân ettik.

BEDİR GAZASI

İlk gazâ Bedir gazâsıdır. Bu şöyledir:

— Bir defasında Kureyş uluları Mekke’den tica, ret etmek için Şam’a gittiler. Geri döndükleri zaman Ccbrâil (aleyhisselâm)  peygambcı imize haber verdi. Müslüman’ Jar hazırlanıp karşı çıktılar. Mekke’ye haber ulaştı. Ordu düzüp, asker toplavıp bunlara karşı geldiler.

Ebû Cehil Kâbe'nin üzerine çıktı seslendi ve.

. — Ey Ehli Kâbc! Ey Mekkeliler! Durmayın! Dur. mayın! Muhammedin Ashâbı mallarınızı aldılar. On­dan sonra sizin için cihanda dirlik kalmadı dedi.

Peygamber (A S.) Ccbrâil (aleyhisselâm) 'dan bu sözleri işi­tince, Ensâr ve Muhacirinden üçyüz onüç kişi ile (pey­gamberler sayısınca) gazâ'yo, muharebeye çıktılar.

496

Bunların arasında ancak iki atlı vardı. Cebrâil (aleyhisselâm)  geldi. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a haber verdi. Müşrikler Mekke’den ticaret develerine karşı gittiler diye ve şöy­le dedi:

— Ey Muhammedi Hakk Teâlâ hazretleri sana vaad etti ve: tki taife’nin hangisini dilersen kabûl et. Tüc- car’a mı gidersiniz? Yoksa askere mi? buyurdu.

Rasûlü Ekrem durumu Ashâbma haber verdi. As- hâb ikiye ayrıldı. Ebû Bekr-i Sıddık, Hz. Ömer ve Hz Ali Askere karşı gitmeye razı oldular.

Ensâr’dan Sa’d bin Muâz şöyle dedi:

— Ya Rasûlüllâh! Sen hangisini dilersen biz gide­riz. Vallâhi denize gidin deseniz gideriz. Ey Allahın Rasûlü! Biz Benî İsrâil’in Mûsâ (aleyhisselâm) ’a yaptığı gibi yapmayız dedi. Onlar Mûsâ (aleyhisselâm) ’a şöyle demişlerdi:

«Artık sen Rabbinle beraber git! Bu suretle ikiniz harb edin! Biz mutlaka burada oturucularız» U89)

Böylece Ebû Cehil Mekke’den dokuzyüz ehi kişi ile geldi. Rasûlüllâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onlan görünce namaz kıldı. Ellerini kaldırıp:

— Ey Rabbinı! Eğer sen bu kavmi helâk edersen yer yüzünde sana ibâdet edecek kimse kalmaz, dedi.

O kadar gökten yana döndü ki, ricası eğninden yere düştü. Ebû Bekr-i Sıddık yerden aldı gene eğni ne koydu ve:

— Ey Allahın Rasûlü! Niçin kederlenirsin? Hakk Teâlâ ikisinden birini sana vermeyi vaadetti dedi.

Ondan sonra Hakk Teâlâ bunlara bin melek gön’ derdi. Cebrâil ve Mikâil (aleyhisselâm)  ile geldiler.

(189) Mâide Sûresi, ayet: 24.

497

Eğer, bir melek bile yeterdi, bu kadar meleğe ne hacet var diye sorulursa cevabı şudur:

Bu dini ta’zim etmek için ve Islâm askerini çok göstermek için bin melek gelmiştir.

Ebû /Cehil bunları görünce:

— Ey Rab! Hangi din sana sevgili ise ona yardım et, dedi.

İki asker bir yere toplanınca saflar bağlandı. Her tâife cins cins olup cenge girmeye başladılar. Hz. Hamza ve Hz. Ali (radiyallâhu anh) ilen gelip meydan okudular, Hz. Ali:

— Ben Tanrının ve Rasûlünün Arslanıyım diye kâ­firlerin üzerine at tepti.

Onlardan Ebû Cehil meydana girdi. Müminlerden iki yiğit karşı vardılar. Ebû Cehili ikisi berâber kılıçla çal­dılar. Hemen Ebû Cehili yüzü üstüne düşürdüler. Ondan sonra Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a geldiler. Kılıçlarını, ben vur­dum diye, gösterdiler. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kılıçlarına bak tı. Gördü ki ikisinin kılıcında da kan vardı: ikiniz be- lâber öldürdünüz dedi. Rasûl (A.S ):

— Kim bize Ebû Cehilin ölüm haberini bildirir? dedi. Abdullah bin Mesûd (radiyallâhu anh) meydana geldi. Ebû Cehili kan içinde yatar gördü.

Ebû Cehil:

— Bizi siz mi bozdunuz? dedi.

Abdullah:

— Ya kim bozdu? dedi.

Ebû Cehil:

— Melekler bozdu, dedi.

F : 32

498

Abdullah:

— Sen Firav.n'dan kuvvetlimisin ki, imân etmezsin. Meleklerin Muhammed (aleyhisselâm) ’a yardıma geldiklerini görüyorsun da gene de inanmıyorsun, sana aman ver­mesem ne olur dedi. Hemen ayağını Ebû Cehilin boy­nuna koydu. Başını kesip Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem'a getirdi. Pey, gambcr (aleyhisselâm)  görüp secde etti.

Bedir gazasında ondört Ashâb şehit oldu. Kâfirler' den yetmiş kişi ölçü. Yetmiş kişi de esir oldu.

Nakledildiğine göre Mukâtil bin Süleyman şöyle demiştir;

— Dünya kurulahdanberi Bedir harbinde topla­nan kalabalık hiç görülmemiştir. Zira onda Rasûlû Ek­rem üçyüz onüç Ashabr ve bin melekle beraber bulu­nuyordu. Şeytân-ı lâin ve dokuzyüz elli kâfir orada idi. Böyle olunca bu şekilde bir kalabalık ne olmuştur, ne olacaktır.

Ondan sonra Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) esirlerle ve gani­metle Mcdîneye teşrif etti. Nimet ve ihsân ile şâd ve hurrem oldu. Kâfirler de Allahın gaz.abma uğradılar ve hüsrân il« hclâk oldular.

UHUT GA7ÂSI

Bu husustaki rivayet şöyledir:

Müminler kâfirleri bozup helâk edince, Mckkenin beyi olan Ebû Süfyân ticâret malını alıp deniz tarafın­dan kaçtı, Mekkeye vardı.

Mekke’nin ileri gelenlerine:

— Muhammed ulularınızı öldürdü. Mallarınızı al dı. Gayesi mal ile kuvvet tutmaktır, dedi.

Bunu duyan Kureyşliler, Hâlid bin Velîd, Amr bin

499

As, İkrime bin Ebû Cehil kumandasında bin kadar si­lâhlı asker topladılar ve Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’ın üzerine yürü­düler.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem bunu işitti. Müminlere haber verdi. Müminler Uhut cağına vardılar.

Abdullah bin Selûl münafıkların ulusu idi. Cemaa­tı ile geri kaçtı. Rasûlûllah bin kişi ile Cuma namazı kıldı. Zira Cuma günü idi. Namazdan sonra Medine’^ den çıkıp Uhud dağının dibine, eteğine vardı. Cumar­tesi cenk başladı. Müminler üç bölük oldu. Bir bölüğü yaralandılar. Bir bölüğü şehit oldu. Bir bölüğü kaçtı­lar.

Nakledildiğine göre Müslümalar sinip dağılınca Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın yanında Ensârdan yedi kişi kaldı, İki kişi de Muhacirinden kaldı.

Kâfirlerin, Peygamberimiz üzerine yaptığı her hamlede Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Kim bunlara manî olursa Cennet onundur der­di. Yedi kerre böyle yedi. Yedi kişi şehît oldu. Hz. Tal- ha (radiyallâhu anh) o günde yirmi verinden yaralandı. Bir kâfir: «Muhammedi öldürdüm» diye bağırdı.

Bazılarına, göre o bağıran İblîs idi. Müminier işi­tip kaçtılar. İblîs Medineye geldi ve Muhammed öldü diye bağırdı. Muhammed bin Mâlik askerin içine girdi, Peygamberimizi aradı.

Yaralı vaziyette, kanlar içinde yerde yattığını gör­dü.

Müminlere yüksek sesle bağırdı ve:

— Müjdeler olsun Rasûlûllah sağdır, yaşıyor diye seslendi.

500

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) işaretle susmasını söyledi.

Hz. Enes bin Malık (radiyallâhu anh) anlatır:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yaralanınca yüzünden kanlar akardı. Eli ile siler ve şöyle derdi:

— Bu kavim dalâletten, sapıklıktan nasıl kurtu­lur? Ben onları dine davet ederim, onlar benimle cenk ederler. Allahım! Benim kavmime hidâyet ver, onlar beni bilmiyorlar, anlayamıyorlar, diyordu.

Ashab-ı güzin bir yere toplandılar ve:

— Ey Allahın Rasûlü! Sen bunlara duâ edersin, bak onlar sana ne yaparlar? dediler.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ben halka lânet edici değilim. Bilâkis, «Îlâhî! Onlara rahmet et» derim. Zira onlar beni bilmezler, dedi.

Garâib-i Ahbâr’da şöyle der:

— O gün Hz. Hamza kâfirleri yıkıp geçerdi. Nice kâfir öldürdü. Vahşî adh bir köle bir taşın ardına giz­lendi. Hz. Hamza oradan geçerken ansızın «Harbe» ile vurdu ve onu şehît etti. Yetmiş parçaya ayırdılar. Ra- sûl (aleyhisselâm) 'a haber ulaştı. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) geldi. Her parçasına namaz kıldı ve defnettiler. Ondan sonra pey­gamber (aleyhisselâm)  hamle etti. Elini zırhtan çıkardı. Mümin­lerle birlikte yeniden harbe girdiler. Kâfirleri hep yen­diler ve bozdular.

Nakledildiğine göre Sa’d bin Ebî Vakkâs (radiyallâhu anh) şöyle demiştir:

— O gün Rasûlûllâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in yanında iki kişi var idi. Çok iyi dövüşürlerdi. Ak elbiseler giymekte idi. ler. Biri Cebrâil (A.S), biri Mikâil (AS.) idi. Müslüman-

501

lardan o gün yetmiş kişi şehit oldu. Dördü Muhacir­lerden, altmış altısı Ensârdan idi. Kâfirlerden onyedi kişi öldü. Yahut daha çok.

Bazıları şöyle nakletmişlerdir:

— Artık ondan sonra kâfirler müminleri saymadı­lar. Şehit olanlar için Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem): Yumayın, kan­ları ile gömün dedi.

Onlar yaralanınca, Hak taâlâııın yanında makamı­mız yüce olsun diye yemediler ve içmediler. Konuşma­dılar da. Öyle susuz oldukları halde şehit oldular. Al­lah onların hepsinden razı olsun. (190)

MEKKE’NİN FETHİ KISSASI

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), düşünde Al­lahın Mekke’yi kendisi için fethettiğini gördü.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hudeybiye’den dönünce Ashâb’- tan onbin kişi ile Mekkeye gitti.

Mekke halkı asker toplayıp Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’a karşı çıktılar. Cenk ettiler, savaştılar. Hakk Teâlâ hazretleri onları bozdu. Mekke beyi Ebû Süfyan Müslüman oldu.

(ISO) 1) Ensâr: Mekkeli müslümanlara kucak açan ve onlara her türlü yardımı esirgemeyen Medineli müslümanlardir.

Mûhdcirler ise Medine'ye göç etmek mecburi­yetinde kalan, Peygamberimizin sadık hemşehrileri Mekke’li Müslümanlardır.

2) Uhûd Harbinde, Komuta zincirindeki kopma ve ganimet toplama gibi sebeplerle müslümanlar güç durumlara düşmüşler, fakat sonradan «Ham- râûlesedu’e kadar müşrikleri takip etmişlerdir, Uhûd bir bozgun değildir.

502

Sabah namazı oldu. Ashab, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ın ab- dest suyunu alıp içerler ve yüzlerine sürerlerdi.

Ebû Süfyân Hz. Ömer (radiyallâhu anh)’a:

— Muhamhıed bey olmuş, dedi.

Hz. Ömer ona:

— Muhammcd beylik etmez. Bilâkis o Hak Pey­gamberdir. Onun için tazim ederler, saygı gösterirler, dedi.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem Mekkede iken Ebû Süfyan çok alâka gösterir, muharebede onu korur ve evinde son derece ona saygı gösterirdi.

Bu itibarla Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu.

— Kim Ebû Süfyân’m evine sığınırsa, evinin ka­pısını kapatır ve silâhını bırakırsa ona dokunulmaya­caktır dedi.

Nakledildiğine göre, Hz. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem Mekke’yi feth edince Ashâb onu omuzlarında Kâbe’nin kapısına çı­kardılar. Kapının iki tarafına ellerini koyarak Kureyş'e şöyle dedi:

— Beni nasıl bilirsiniz?

Kureyşliler:

— İyi ve güzel kardeşimizsin dediler.

Bu söz üzerine Peygamberimiz:

— Hz. Yûsuf kardeşlerine ne dedi ise ben de size onu derim dedi.

«(Yûsuf): Size bugün serzeniş (sitem) ve ayıplama yok dedi.» (191)

Bu ayeti kerîmeyi okuduktan sonra Kâbe kapısın­dan indi.

(191) Yûsuf Sûresi, ayet: 92.

503

Anlatıldığına göre İbni Abbâs Ebû Süfyân'a şöyle demiştir.

— Hz. Rasûl Ebû Süfyân a geldiğinde ona bu ayeti hatırlat!

Hemen Ebû Süfyân öyle yaptı. Hz Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Hakk Teâlâ seni ve sana öğreteni yarlığasın, dedi. Bu gazâ Hicretten sekiz yıl sonra idi.

HUNEYN KISSASI

Nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem hazretleri bir zaman Mekke’de kaldı. Ondan sonra Ramazanda Huneyn gazâsına on iki bin kişi ile gitti On bini Medi­ne’den idi. îki bini Mekkelilerdendi.

Bir şahıs:

— Bu kerre bize kimse gâhp gelemez. Bize he ke­der? Çünki Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem bizim aramızda, bizim­le berâberdir. diyordu:

Rasûlûllah (SA.V.) hazsetleri:

— İyi söylemediniz, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri Müslünıanlara yol vermedi. Ramazandan Şevvale kadar Mekkede kaldılar, gideme- diler.

Kâfirlerin ulusu Mâlik bin Avf dostlarına:

— Bugün dört bin kişisiniz, dört bölük olun. Müs­lümanlarla karşılaşırsanız bir yoklan hamle yapmız dedi.

tki ordu karşüaştı. Kâfirler müsliimanlar üzerine hamle yaptılar, saldırdılar. O gün çok şiddetli cenk oldu. Nice insan ve asker düşüp kırıldı. Amma nıüslü- manlardan Abbâs, Ebû Süfyân ve Ensâr’dan bir kaç ki-

504

şi Rasûjü Ekremin yanında kaldılar. Geri kalanı kaç­tılar.

Nakledildiğine göre, bir şahıs vardı, Ona Şeybe derlerdi. Rasûlûllâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in yalnız kaldığını gördü. Ve kendi kendine:

— Şimdi Muhammedi öldüreyim, dedi.

Rasûlûllâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onun içinden geçeni bildi ve eli ile göğsüne vurarak:

— Ey Şeybe! Senden Hakk Teâlâ’ya sığınırım, dedi.

Şeybe bu sözü işitince Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a karşı sevgisi arttı ve kendisinde artık inkâr kalmadı.

Ondan sonra Rasûlü Ekrem Ak katırdan aşağı in­di. Bir avuç toprak aldı. Kâfirlerin üstüne saçtı. Der­hal kâfirler sinip kaçtılar. Mâlik bin Avf o kavmin ulu­su idi. Geldi ve Müslüman oldu. Ondan sonra Hakk Teâlâ şu âyet-i kerîmeyi gönderdi:

«And olsun ki Allah bir çok (savaş) yerler (in) de ve Huneyn gününde size yardım etmiştir. (O Hııneyn gününde ki) çokluğunuz o zaman size ucûb vermişti de bu, size (gelecek kazadan) bir şeyi gidermeye yarama­mıştı. Yeryüzü o genişliğine rağmen başınıza dar gel­mişti. Nihâyet (bozularak) gerisin geri dönüp gitmişti­niz.

Sonra Allah, Rasûlü ile müminlerin üzerine sekî. netini (kuvve-i manevîyyesini) indirdi, görmediğiniz (melek) orduları (nı) indirdi ve kâfirleri azaplandırdı. Bu, o kâfirlerin cezâsı idi.

Sonra Allah bunun ardından kimi" dilerse onun tövbesini kabul eder. Allah çok yarhğayıcıdır, çok esir­geyicidir.» (192)

(192-) Tevbe Sûresi, ayet: 25—27.

505

Ondan sonra Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) geri Medîneys fûtûhat bölükleri ganimet çeşitleri ile sâlimen ve kıy­metli kazançlarla geldi.

Nakledildiğine göre Kurtubî tefsirinde Ebî Bekir Ahmet bin Ali El Hatîyb ve Ebî Havs Ömer bin Şahin (radiyallâhu anh) şöyle demişlerdir:

— Hz. Âişe (radiyallâhu anh) nakletti: Son Hacc'mda Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem Hacun’a gelince deveden aşağı indi, ağladı. Ben de berâber ağladım. Bir zaman gitti, ondan sonra ben­den yana geldi. Ferahlayıp güldü. Ben:

— Ey Allahın Rasûlü! Anam — babam sana feda olsunlar. Benim yanımdan ayrıldığında ağlıyordun. Döndün, ferahlayıp gülüyorsun, bunun hikmeti nedir? dedim.

Hz. Rasûl (A S.):

— Anam ve babam İçin ağladım ve duâ ettim. Ana­mı Hakk Teâlâ hazretleri tekrar diriltti. Bana imân etti ve yine Ahirete gitti. Ondan dolayı ferahladım dedi.

Kurtubî der;

— Ondan sonra Mekke ile Medine arasına gelince babasının kabrine uğradı. Onu da İslâm’a dâvet etti. Hak taâia hazretleri onu da diriltti, O da imân edip tekrar kayboldu. İşittim ki amcası dahi diri olup iman getirdi.

Bazı siyerciler bu sözler sahih değildir, derler. Amma şöyle bilmek gerektir ki, İmam Kurtubî yalan söylemez. Rasûlûllaha da, Alemlerin Rahmeti oluncak; anne ve babasının mümin olması lâyıktır.

Enes (radiyallâhu anh) der ki:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’a bir kişi geldi ve: Benim ve senin baban nerede? dedi.

506

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Cehennemdedir, dedi.

Böyle olunca nasıl iman getirmiş olur?

Cevap şudur.

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem'ın kemalinde şaşılacak bir taraf yoktur. Belki sonra, anasını ve babasını Hak'tan dile­yerek diriltip iman getirdikten sonra ölmüş olabilirler. Zira bir çok peygamberler ölüleri diriltmişlerdir. Yû nus (aleyhisselâm) , ölmüşken îlyâs (aleyhisselâm)  diriltti. Hz. tsâ beş kişiyi diriltti. Hz. Muhammed Mustafa kendisi onlar­dan üstündür. Onun gibi bir sultanın ana ve babasını Hakk Teâlâ hazretlerinin kâfirlerle Cehenneme atması reva mıdır?

Bilmek gerektir ki, Hz. Rasûl Risâlet büyüklüğü ve Nübüvvet azameti ile cihana gelince, husûsen Hic­retten sonra çok mu’cizeler zâhir oldu ve Kur’ân nâzil oldu. Önceki peygamberler bir kaç mucize gösterdiler. Amma bizim peygamberimiz (aleyhisselâm)  üç bin mucize gös­terdi. Cebrâil (aleyhisselâm)  otuz bin defa yer yüzüne indi. Yir­mi yedi bin defa Hz. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’a indi. Üç bin kerre geri kalan peygamberlere indi. Eğer Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’ın bü­tün kemâlâtını teferruat ile bilmek isterseniz Tefsir ki­taplarını inceleyin.

Bu kitaba bunların hepsi sığmaz. Nitekim her yer­de özür beyan ettim.

Onu ancak yanan kalpler ve ruhlarla yazdık, bir­birinden ayrılan bedenler ve canlarla ancak ona şekil verdik. Ey Allahım! Mübârek Cemâlinden bizi mahrum etme ve ulu fazlından bizi onunla mükâfatlandır.

507

61.  RASÛL (aleyhisselâm) TN VEFATI

Müfessirler şöyle beyan ederler:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Mekkede olduğu vakit sâdece namaz farz olmuştu. Medine’ye gelince Hakk Teâlâ Ha­ram ve Helâl ayetini indirdi. Bütün şer’î hükümleri bildirdi. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’a açık ayet ve alâmetlerle nicı mu’cizeler zâhir etti.

Hz. Rasûl, Risâleti kemâle erişip vahiy tamam alunca, son haccında Medine’den Mekke’ye vardığının ertesi günü Arafat’a çıktı. Orada Cuma günü hutbe okudu. (193)

En mühim bilgileri ve en güzel ibâdet şekillerini, İslâm’ın özünü, o hutbesinde, halka tekrar bildirdi. Ve:

— Size dininizi ve ibâdet hükümlerini bildirdim mi? diye kalabalığa sordu.

Onlar:

— Evet bildirdin, dediler.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Allahım! Sen buna tanık ol! dedi ve halka duâ etti.

Cuma'dan sonra ikindi vaktinde «Vakfe»’ye durdu.

Deve üzerinde o gün Hakka ve halka yöneldi.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) der ki:

— O gün beş bayram bir araya geldi:

1.        Cuma,

2.        Arefe,

(193)  Kasıt, Peygamberimizin yüzbinden fazla müslüma- na karşı okuduğu Veda Hutbesidir.                                                  Ar efe günü

Arafât’da okunmuştur.

508

3.         Yahûdilerin bayramı,

4.         Hıristiyanların bayramı,

5.         Ateşe tapanların bayramı idi. Onun gibi bir da­ha olmadı ve olmaz da.

Ondan sonra Medine’ye geldi. Şehre gelince şu ayet nâzil oldu:

«Öyle bir günden sakının ki hepiniz o gün Allaha döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı tastamam verilecek, onlara haksızlık edilmeyecektir.» (194)

Peygamber ()A.S.)’a son inen ayet budur. Bu âyet’- den sonra Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yirmi bir gün yaşadı. Sa­hih olan şudur ki, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın ömrü altmışüç yıldır.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ecelinin yakın olduğunu bilince halkı çağırmalarım istedi. Hz. Bilâl dam üstüne çıktı. Ve:

— Ey Müslümanları Hepiniz Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’m yanına geliniz! dedi.

Her taraftan halk mescide geldiler. Hz. Rasûl kalktı, minbere çıktı. Allaha hamd-ü senâ etti. Kendin­den bahsetti. Ondan sonra çok güzel ve manâlı bir hut­be okudu.

Dinleyenler, gözlerinden yaş yerine kan akıttılar. Cennet nimetlerini bunlara müjdeledi. Cehennemden korkuttu. Harp için onları teşvik etti. Orada bulunan­ların hepsi çok ağlaştılar ve:

— Ey Allahın Rasûlü! Bu ne hutbesidir? Kalpleri- mizi yaktı dediler. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

— «Bu hutbe vedâ hutbesidir. Ey dostlarım! Ben

(194)   Bakara Sûresi, ayet: 281.

509

dost edinse idim Ebû Bekr-i Sıddîk’ı tutardım. Fakat benim dostum Hakk Teâlâ hazretleridir.

Biliniz ki benim ölümüm yakındır. Şüphesiz Hakk Teâlâ hazretleri ölümü her mahlûka hükmetti. Ne AL laha yakın melek, ne de Nebiy ve Mürsel kahr. Ancak bâkî olan Hakk Teâlâ hazretleridir.

Benden sonra Peygamber gelmez. Peygamberlerin sonuncusu ve Rasûllerin efendisi benim. Siz bütün ümmetlerin hayırhsısınız. Allahtan korkup ibâdetle meşgûl olunuz. Allahtan korkan kimseye O, bekleme^ oiği yerden rızık verir. Şahâdet kelimesini dâima geti­riniz, tekrâr ediniz. Namazı kılınız, Zekâtı veriniz Gü­cünüz yeterse Hacca gidiniz. Ramazan ayında oruç tu­tunuz. Allahın helâl ettiği şeyleri helâl, haram ettiğini de haram kabûl ediniz. Kardeşlerimi görürseniz onlara selâmımı söyleyiniz.

Selmân-ı Fârisî:

— Ey Allahın Rasûlii! Biz senin kardeşlerin değil miyiz? dedi.

Hz. Rasûl:

— Siz benim Ashabım ve yardımcılarımızsınız, Kardeşlerini, benden sonra gelen ve beni görmedikleri halde bana iman edenlerdir dedi. Ve şu ayeti kerîme­yi okudu:

«Hakikat, Allahın Peygamberi yanında seslerini yavaşlatanlar (yok mu?) işte onlar Allahın takvâ için kalplerini imtihan ettiği kimselerdir. Onlar için bir mağfiret ve büyÜK bir mükâfat vardır.» (195)

Bu son hutbeyi, vefâtmdan beş gün evvel okudu.

(195) Hucurât Sûresi, ayet: 3.

510

Minberden, rengi değişmiş ve gözü yaşlı olduğu halde indi. Hz. Aişe’nin odasına geldi. Döşeğe yattı. Hz. Aişe:

— Ey Allahın Rasûlü! Anam ve babam sana fedâ olsun! Ne oldu böyle yatıyorsun? dedi.

Hz. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem Hz. Aişe’ye cevap vermedi. Amma dizine yaslandı.

Hakk Teâlâ hazretleri Ölüm meleğine:

— Ey Ölüm meleği: Habîbim Muhammed Musta­fâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e in! Benden selâm söyle. Kendisine haber ver ki o benim Habîbim, ve mahlûkatın hayırlısıdır. Ben onu son derece özledim. Üzerine izinsiz girme ve canını izinsiz alma. Zira yedi kat gök ehli ve arşı geti­renler onun vefatım işittiler ve hepsi ağlaştılar diye vahyetti.

Ondan sonra Ölüm meleği veryüzüne indi. Çok sa vida melekler de indiler. Hz. Aişe’nin odasına geldiler

Ölüm meleği:

— Ey Cebrail! Hakk Teâlâ Muhammedin üzerine girme ve izinsiz canını alma diye bana vahyetti dedi

Cebrâil (aleyhisselâm)  bu sözü işitince ağladı ve:

«Her can ölümü tadacaktır» (196) ayetini okudu.

Ondan sonra ağlayarak Hz. Rasûlün üzerine girdi.

Hz. Rasûl:

— Ey Cebrâil! Seni ağlar görüyorum! dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) .

— Ey Allahın Habîbi! Ey Muhammed! Nasıl ağla­manı? Ölüm meleği kapıda bekler ve içeri girmek için izin ister, dedi.

Peygamber (A S.) ağladı ve Ölüm meleğine izin verdi. Ondan soma Ölüm meleği' içeri girdi. Ve:

Âl i İmrân Sûresi, ayet: 185.

511

— Allahın selâmı üzerine olsun ey Ahmet! Ey Mu- hammed ve ey Allahın yarattıklarının en hayırlısı! dedi.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Allahın selâmı ve bereketi senin üzerine olsun! Ey kardeşim Azrâil! Ziyarete mi geldin? Yoksa canımı almaya mı? dedi.

Azrâil (aleyhisselâm) :

— Ey Muhammed! Dilersen ziyaret ederim. Dilen sen canını alırım, dedi.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem ağladı ve:

— Yüce Allahı tasdik ederim ki, «Her can ölümü tadacaktır» dedi.

Azrâil (aleyhisselâm) :

— Ey Habibim! Ey Muhammed! Hakk Teâlâ sana peygamberlik t. rdi. .Sana karşı ben, Ananın çocuğuna olduğu gibi şefkatliyim. Eğer Hakk Teâlâ bana bütün âlemin canını almaya izin verse idi senin şerefli ruhu­nu almaktan bana daha kolay idi, dedi.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Ey Ölüm meleği! Hoş geldin. Fakat bana müh­let ver. Ashâbımı, Ensârımı ve gözümün nûru Hz. Aliyi, kızım Fatmayı ve çocukları Haşan ve Hüseyini son defa göreyim» dedi.

Ölüm meleği:

— Vallahi sana itaat ediyorum ya Rasûlûllah! dedi.

Ondan sonra Hz. Ali, Hz. Fatıma ve Hz. Haşanla Hüseyin bir araya geldiler. Çok ağlaştılar. Onlara ba- kınca Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem da ağladı.

Hz. Fatıma:

— Ey Allahın R.ısûlü! Nıçm ağlıyorsun? dedi.

512

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Niçin ağlamayayım! Şu duran ölüm meleğidir. Senin atanın ruhunu almaya geldi. Zira cihanda Allah­tan başka kimse hâki değildir, dedi.

Hz. Fâtıma (radiyallâhu anh):

— Ey Allahın Rasûlü! Allahtan beni yakında sana ulaştırmasını dilerim dedi.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem;

— Ey Fatıma! Yakında bana gelirsin, dedi.

Böylece ehl-i beyti (ailesi — Hanedanı) ve ashabı ile vedalaşırken namaz vakti oldu. Hz. Bilâl kapıya gel­di ve:

— Esselâmû aleyke yâ Rasûlûllah (Allahın selâmı üzerine olsun ey Allahın Rasûlü)! dedi.

Rasûi (aleyhisselâm) :

— Ey Bilâl! Hakk Teâlâ hazretleri sana rahmet et­sin. Senin peygamberin, şüphesiz kendi ile me^gûldür. Ey Bilâl! Hz. Ebû Bekr-i Sıddîka söyle! İmam olsun! Halka namaz kıldırsın, dedi.

Hz. Bilâl gitti. Halkı mescide çağırdı. Ve:

— Ey Müslüman toplumu! Şüphesiz bugün Rasû­lü Ekrem kendi nefsi ile meşgûldür. Ebû Bekr-i ffıd- dîk'nryerine imanı olmasını ve halka namaz kıldırıver- mesini buyurdu, dedi.

Müslümanlar bu sözü işitince çok üzüldüler ve ağ­laştılar. Hz. Ebû Bekr-i Sıddık, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın sözüne uyup Mihraba girdi. Saflar bağlanıp Ebû Bekr-i Sıddıka uydular. Namaz kılarken Hz. Ebû Bekir, Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’m secde ettiği yere baktı, Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’ı orada gö­remeyince ağladı ve:

— Şimdiden sonra vahiy bizden kesildi, dedi.

513

Müslümanlar onu gördüler, berâber ağladılar.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem bunların seslerini işitti ve Hz. Aliye:

— Bu ne ağlaşmaktır? dedi.

Hz. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Ey Allahın Rasûlü! Ashâb sizi namazda bula­madılar, onun için ağladılar dedi.

Hz. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Ya Rabbi! Beni biraz hâfif et, müslümanlarla namaz kılayım dedi. «Zira sen herşeye kadirsin» ayeti­ni okudu.

Böylece Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem mübârek bedeninde biraz ra­hatlık buldu. Ona Ölüm iyiliği derler, Fazl bin Abbâs ve Hz. Ali’nin omuzlarına tutunup kalktı. Mescide var­dı. Ebû Bekr-i Sıddîk namazı tehir etti. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem ileri gelip mihraba geçti. Halka namaz kılıverdi. Otur­du, yüzünü müslümanlara çevirip:

— Ey Müslümanlar! Dervişlere, fakirlere, yetimle­re ve gazâ’ya gidenlere yardımda bulunun. Size nasi­hat ettim mi? Risâletimi, Peygamberlik vazifesini size bildirdim mi? Hak yolunda eksiksiz gazâ ettim mi? Kur’anı size okudum mu’ namazı, orucu ve gazây: size bildirdim mi? dedi.

Müslümanlar:

— Evet ya Rasûlûllah» Hepsini bildirdin. Allah senden hoşnut olsun, sen şefkatli bir peygambersin de­diler.

Ondan sonra Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Ey Müslüman toplumu! Hakk Teâlâ hazretlerin­den korkun. Şüphesiz ben yakında sizden ayrılacağım. Zira dünyâ'ya durmaya gelmedim. Belki Hak taâlâ’nın kullarını Hakka davet etmeğe geldim, dedi.

514

Ondan sonra Mescidden kalktı. Hz. Ali ve Fazl bin Abbasm omuzlarına dayanarak tekrar Hz. Aişe’nın evi­ne teşrif etti.

Hakk Teâlâ hazretleri ölüm meleğine:

— Ey Ölüm meleği! İn, habîbime benden selâm söyle ve onu hoş tut, o benim bütün yarattıklarımın en hayırlısıdır diye vahiyde bulundu.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle dedi:

— Ölüm meleği en güzel şekiPve hoş bir koku jle yeryüzüne indi. Güzel bir insan kıyafetinde Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem'm evine geldi ve:

— Ey peygamber ailesinin evi ve Risâlet cevheri­nin ehli, eşi! Allahın selâmı üzerine olsun. İzin ver içe­ri gireyim dedi.

Hz. Fâtıma (radiyallâhu anh):

— Ey Arab kardeşim! Hakk Teâlâ hazretleri sana rahmet etsin. Rasûlûllah kendi nefsi ile meşguldür, dedi.

Rasûlü Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz, Azrâil (aleyhisselâm) ’ı sesinden ve sözünden tanıdı ve:

— Ey Fâtıma’ Kiminle konuşursun? dedi.

Hz. Fatıma (radiyallâhu anh):

— Bir arab geldi. Eve girmekiçin izin istiyor, dedi.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— O Arab değildir. Bil ki O, lezzetleri bozan, in­sanları birbirinden ayıran, evleri yıkan ve kabirleri ya­pan kimsedir, ölüm meleğidir O. Beni dünyâ’dan alıp Ahirete götürmeye geldi. Ey Fâtıma! Kapıyı aç girsin! dedi.

Hz. Fâtıma kapıyı açtı, Azrâil (aleyhisselâm)  içeri girdi ve:

— Allahın selâmı üzerine olsun ey Allahın Rasûlü! dedi.

515

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Senin üzerine olsun ey Azrâil! Ziyarete mi? Yoksa canımı almaya mı geldin? dedi.

Azrâil (aleyhisselâm) :

— Ya Rasûlûllâh! Canını almaya geldim. Allah se, nin şerefli ruhunu kolaylıkla almamı bana buyurdu, dedi.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Ey Azrâil! Hani kardeşim Cebrâil? dedi.

Azrâil (aleyhisselâm) :

— Dünyâ göğünde kaldı, senin için melekler ona ta’ziyede bulunurlar, başsağlığı dilerler dedi.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem ağladı ve gönlü mahzûn oldu.

Azrâil (aleyhisselâm) :

— Ya Rasûlûllah! Allah Teâlâ buyurdu ki, eğer is­tersen ruhunu gabzetmeyeceğim, canını almayacağım. Eğer istersen dilediğin kadar yaşa, dedi.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Ondan sonra emir ve durum nedir? dedi.

Azrâil (aleyhisselâm) :

— Ölmektir decji-

Rasûlü Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Bana mühlet ver, Cebrâil gelsin. Gönlünıdekini ona sorayım dedi.

Azrail (aleyhisselâm) :

— Başüstüne! dedi.

Derhal Cebrâil (aleyhisselâm)  geldi, selâm verdi ve:

— Ey kasdeşim Cebrâil! Şu duran Azrâildir. Be­nim canımı almaya geldi. Sen benden niçin ayrı olur­sun? dedi.

516

Cebrail (aleyhisselâm) :

— Ya Rasûlüllah! Ben seni bu halde görmeye da­yanamam, diye özür beyan etti.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Bana haber ver. Benim Rabbim bana ne vaadet- ti? dedi.

Cebrail (aleyhisselâm) :

— Ey Allahın Rasûlü! Göklerin kapısını açtılar, Cenneti bezediler - süslediler, Hûru’l-Iyn’i süslediler, Sen evvel şefâat edersin ve evvel Cennete girersin Li- vâül-Hamd senin elinde olacaktır. Ceddin Adem Pey­gamber, senin sancağın altındadır, dedi.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Sorduğum o değildir, şudur: Fakir ümmetimin hâli nedir? Onu öğrenmek istiyorum, dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Onlar için hiç gam yeme, kaygılanma. Senin üm­metin girmedikçe, diğer ümmetlere Cennete girmek haramdır, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri bütün mevcudatı senin için yarattım buyurdu.

Cebrâil (A.S.i;

— Ya Rasûiüllâh! Seni Firdevs-i Alâ'da mı yoksa Sidre-i müntehâda mı defnedelim? diye sordu.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Benim ümmetimi nerede defnedersiniz? dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Yeryüzünde dedi.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem;

— Beni de yeryüzünde defnedin, dedi.

Ondan sonra Hz. Ebû Bekir (radiyallâhu anh):

51Î

— Ya Rasûlüllah! Sizi kim gasletsin, yıkasın? dedi.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Amcam oğlu Ali yıkasın, Abbâs oğlu Fazl da su döksün. Kefene sarınca kabrimin üstüne koyun, bir müddet dursun. Evvelâ benim namazımı Rabbim kılar, yani Hakk Teâlâ hazretleri bana rahmet eder. Ondan sonra melekler kılar. Sonra Ehl-i Beytim namaz kılsın. Sonra da Müslümanlar kılsınlar, dedi.

Hz. Fâtıma (radiyallâhu anh) bu sözü işitince feryât ederek:

— Vah babacığım! Bu ayrılığın kavuşması nasıl olur. Ben seni kıyâmette nerede bulurum? diye bağıra­rak ağladı.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Fâtıma! Yarın beni Mizân’ın yanında bulur­sun. Orada ümmetimin hesabını gözlerim dedi.

Hz. Fâtıma (radiyallâhu anh):

— Eğer Orada bulamazsam ne edeyim? dedi.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Beni Havzın yanında bulursun. Orada susuz ümmetime su içiririm, dedi.

Hz. Fâtıma (radiyallâhu anh):

— Eğer orada da bulamazsam ne edeyim? dedi.

Hz. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem'-

— Beni Sırat ın yanında bulursun. Ekseri orada olurum ve: Ey Rabbim! Ümmetimi Cehennem ateşin­den sakla, onlara yardımını esirgeme! derim, dedi.

Bu sözler tamam olunca Azrail (aleyhisselâm)  Cennet koku­sunu Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a kokuttu ve şu ayeti okudu:

«Ey itmî’nâna (eminliğe) ermiş ruh, dön Rabbine, sen ondan râzı, O senden razı olarak» (197)

1197) Fecr Sûresi, ayet- 27, 28.

518

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın rûhu ayaklarına gelince (Bis­millah = Allahın adıyla) dedi. İnciklerine gelince, bu Allahın vadesidir dedi Diğerine gelince: (La Havle ve Lâ kuvvete illâ billâhil Aliyyil Azîm = Ulu ve yüce olan Allahtan başka hiçbir güç ve kuvvet yoktuı) dedi. Sonra;

— Ey Azrâil! Bu Sekerât-ı Mevti, ölüm deprenişi- ni, can çekişmeyi bana tattırdın. Şaşılacak zahmet} var, dedi.

Azrâil (aleyhisselâm) :

— Ey Allahın Rasûlü! Ölümün şiddeti yetmişten fazladır. Her birisi bin kerre kılıç ile vurmaktan çok acıdır, dedi.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Allahını! Ölümü bana ve ümmetime kolay ej dedi. Önünde bir çanak su vardı. O su ile yüzünü mesh ederdi.

Hz. Ali (radiyallâhu anh):

— Hz. Râsûle baktım. Dudakları deprenirdı. Ku­lağımı koyup dinledim, gördüm ki Ümmetim! Ümme­tim! diyordu, der.

Ondan sonra Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’m nefesi kesildi. Temiz rûhu çıkıp gitti. Amma rengi değişmedi. Bilâkis bedr olmuş ay gibi parlardı.

Azrâil (aleyhisselâm)  Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in temiz rûhunu alıp göklere götürdü. Bin saf olmuş melekler karşıladı­lar. Alıp Hayyül - Kayyûm (Ezelî ve Ebedî) olan Alla­hın yüce katma götürdüler.

Hz. Rasûl onsekiz gün hasta oldu. Rabîül - Evvelin virıni üçüncü günü Alıirete teşrif etti. Hz. Ali (radiyallâhu anh) yı-

519

kadı. Hz. Fazl bin Abbâs perde arkasından su döktü. Hz. Aişe (radiyallâhu anh)’ın evinde yıkadılar. Hz. Ali (radiyallâhu anh):

— Yıkarken nûra gark oldum, nurla doldum ve: «Peygamberinizi örtün, Hakk Teâlâ hazretleri sizi ört­sün» diye bir ses işittim dedi.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) der ki:

— Cebrâil (aleyhisselâm)  Cennetten bir kefen getirdi. Ve Peygamberin cenazesi ile kabri saadetlerine vardı. Hz. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’in üç gün melekler namazını kıldılar. Bü­tün müslümanlar çok yas tuttular, çok ağlaştılar. Hz. Fatıma gece gündüz ağladı. Dört veya altı ay, vefat edinceye kadar ağladı.

Ebû Bekr-i Sıddîk Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’m evine girince na­maz kıldı ve duâ edip ağladı.

Bir kişi kapıdan:

— Allahın selâmı üzerinize olsun ey Ehl-i Beyt! Her can ölümü tadacaktır! dedi.

Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk-

— Bu Hızır (aleyhisselâm) ’dır. Peygamber için bizi ta’ziye etti, bize başsağlığı diledi, dedi.

Ey mağrûr kimse! Bu fânî dünyâ'da ölüm işi şaşı- lacak bir şey midir? Hani peygamberler? Hani Velî­ler? Hele Allahın sevgilisi Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hazretlerine bak ne oldu? Dünyâ’da ona da neler etti­ler? Kuzuya ağu kattılar. Dört sene doldu. O ağu mey­dana çıktı ve ondan şehît oldu.

Şimdi senin hâlin şaşılacak şey midir? Bir gün bu can kuşu, bu ten kafesinden uçar. O ya âlem-i envârda, nûr âleminde, ya da âlem-i zülûmatda, karanlık alem de kalır. Ondan Allaha sığınırız.

Ebu'l-Leys Tefsirinde şöyle dedi:

520

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem vefât edince münafıklar kü­fürlerini izhâr ettiler ve birçok kişi de dinden döndü­ler. Ashâb onları görüp hayret içinde kaldılar. Derhal Ömer bin Hattâb (radiyallâhu anh) Hz. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’ın minberine çıktı ve:

— Kim Muhammed öldü derse onu kılıcımla par­ça parça ederim, Bilâkis o diridir, yaşıyor dedi.

Ebû Bekr-i Sıddîk (radiyallâhu anh) ondan bu sözü işitince geldi ve:

— Ey Ömer! Minberden in dedi. Hz. Ömer minber­den indi ve Hz. Ebû Bekir (R.A) çıktı ve;

— Kim Muhammede taparsa, muhakkak Muham­med öldü. Kim Allaha taparsa Allah Teâlâ ölmez O, hayat sâhıbidir ve ebedîdir. Kim bizim dinimizden çı­karsa, onunla bizim aramızda kılıçtan başka şey yok­tur dedi. Ve şu ayeti okudu:

— «Muhakkak sen de öleceksin (Habîbim), onlar da elbet ölecekler.» (198)

Münâfıklar bu sözü işitince korktular.

Bazıları derler ki:

— Bir kişi Hz. Ömer'e geldi ve sordu: Muhammed diri midir? Yoksa öldü mü? deWi. Hz. Ömer; kabrinde diridir diye cevap verdi. Aynı şahıs Ebû Bekir (radiyallâhu anh)’a gitti ve: Muhammed diri midir? Yoksa öldü mü? diye sordu. Hz. Ebû Bekir; Öldü dedi. O kişi: Ömer'e sor­dum, kabrinde diridir dedi deyince Hz. Ebû Bekir (radiyallâhu anh): Ömer doğru söylüyor, Muhammed kabrinde di, ridir, görür ve işitir, amma dünyâ’dan gitti dedi.

Hz. Ebû Bekir, Hz. tsâ'ya benzetip Allah demesin-

(298) Zümer Sûresi, ayet: 30.

521

ler diye, ihtiyat edip, Muhammed öldü dedi.

Hz. Ömerin sözü doğrudur ve sahihdir. Zira Pey­gamberler kabirlerinde diridirler. Nitekim Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Hakk Teâlâ hazretleri peygamberlerin cesetlerini yemeyi yere haram kıldı. Onlar kabirlerinde diridirler. Ümmetinin amelleri onlara arz olunur, demiştir.

İlâhî! Selâmet ve rahmet yaratılmışların en uğur­lusu Muhammed (aleyhisselâm) , onun ailesi ve bütün Ashâbı üzerine olsun.

62.  ASHÂBIN FAZİLETLERİ VE HZ. FÂTIMA
(radiyallâhu anh)’IN VEFATI İLE İLGİLİ BÖLÜM

Hz. Aişe (radiyallâhu anh) hazretleri şöyle dedi:

— Vakit olurdu ki geceleyin Hz. Fâtıma (radiyallâhu anh)’m yüzünün nûrundan iplik eğrilir idi.

Hz. Fâtıma, Rasûlûllâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hazretlerinin vefa­tından sonra altı ay muammer oldu, yaşadı. Ömrü so­na erip Rasûlûllaha varması, sevgili babasına kavuş­ması yaklaşınca bir gün Hz. Haşan ile Hz. Hüseyin'in elbiselerini yudu ve Arpa somunları pişirdi. Hz. Ali onu gördü ve:

— Bu ne hazırlık? diye sordu.

Hz. Fâtıma (radiyallâhu anh):

—_ Babama gidiyorum, şu sandıkta bir hokka var­dır, onu getir dedi. Hz. Ali getirdi. O hokkanın içinden mühürlü bir mektup çıkarcjı.

Hz. Ali (radiyallâhu anh).

— Bu ne mektubudur’ dedi.

Hz. Fâtıma (radiyallâhu anh):

522

— Beni sana vermek istedikleri vakit bana mihir, ağırlık tayin etmeyi düşündüler. Ben razı olmadım Babam:

— Bundan âr ettiğine göre dilediğin nedir? dedi.

— Ben kıyamette bütün mü’min hanımlarının şefa­atçisi olmayı dilerim, dedim.

Hazreti Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Bakalım Tann neyler? dedi.

Derhâl Cebrail (aleyhisselâm)  geldi ve:

— Hakk Teâlâ hazretleri sana selâm söyler, Hz. Fâ- tıma ne diterse o olsun buyurdu, dedi.

Ben bu söze hüccet (delil belgesi) istedim. Cebrâ- il (aleyhisselâm)  gitti ve Hakk Teâlâ’dan bu hücceti getirdi. Kı- yâmet olunca bunu gösterip şefaat edersin dedi.

Şimdi ey Alii Ben öldüğüm zaman bu hücceti de benimle beraber defnet dedi.

Hz. Fâtıma dünyâ’dan göçünce, Hz. Ali onu Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem'ın kabrine getirdi. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem mübarek elini kabrinden çıkardı ve:

— Ey Ali! Kızımı bana ver dedi. Hz. Ali de verdi. İkisi aynı yerdedir.

Bazıları yanına yakın yerdedir, demişlerdir.

Allah onlardan razı olsun.

Nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş­tur:

— Benim Ashâbımı sevin. Benim Ashâbım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız kurtulursunuz. Kim be­nim Ashabımı severse ben de severim. Kim sevmezse ben de onları sevmem. Kim benim Ashabımı incitir­se beni incitmiş olur. Kim beni incitirse Allahı incit­miş olur. Kim de Hakk Teâlâ hazretlerini incitirse Allah ona elim, acı azâö eder.

523

EBÛ BEKİR (radiyallâhu anh)TN VEFATI

Onun kerametini, yüce makamlarını ve büyük va: sıflarını sana bildireyim, anlatayım.

Erkeklerden ilk müslüman olan Ebû Bekir’dir, Müslüman oiunca canını ve malım Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem'ın yo­luna feda etti. İslâm’a girmezden önce çok mah vardı.

Hepsini Hak yoluna harcadı.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— İnsanlar içinde Ebû Bekir, melekler içinde Mî- kâil (aleyhisselâm) ’a benzer.

— Ey Ebû Bekir! Seninle benim aramda fark yoktur. Fark şudur: Bana peygamberlik verildi. Ebû Bekir ise namazda imamlığa uygun görüldü buyûrclu. Namazda imam olunca, geri kalan şeylerde de uyul­maya lâyık demektir. Ashâb’dan bazıları şöyle demiş­lerdir:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Cennetin kilidi kimin elinde olur diye? düşünürdü. Derhâl Cebrâil (aleyhisselâm)  geldi ve:

— Hakk Teâlâ sana selâm söyler. Cennetin kilidi Hz. Ebû Bekr- Sıddîk’in elinde olacaktır. Ebû Bekr-i Sıd- dîk kimden râzı olursa onu Cennete koyanm. Kimden râzı olmazsa onu Cennete koymam buyurdu, dedi.

Haberde geldiğine göre Hakk Teâlâ umumî olarak herkeste ve herşeyde, sıfat itibariyle, tecellî etmiştir, kudretinin eserini göstermiştir. Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk da ise hasseten tecelliyatını, o İlâhî kudret ve sıfatını göstermişti.

Kimileri şöyle der:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki: Kim yer yüzünde yü­rüyen ölü görmek isterse Hz. Ebû Bekire baksın.

524

— Hakk Teâlâ hazretlerinin üçyüz hulku, ahlâk gü­zelliği, yaratılış duruluğu vardır. Kim bunlardan biri­si ile bezense Cennete girer.

Hz. Ebû Bekir (radiyallâhu anh):

— Ey Allahın Rasûlû' Bende o güzel huydan bir şey var mıdır? dedi.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Üçyüz’ü de sende vardır, buyurdu.

Ebû Bekir’in faziletine açık bir delil de şu ayet-i kerîme’dir:

— «Halbuki çok sakınan, malını (Allah nezdinde sırf) temizlenmek için veren ondan uzaklaştırılacak­tır.» (199)

Bütün müfessirler, ayetdek: şahsın Ebû Bekir ol­duğunu söylemişlerdir.

Rasûlûllah buyurdu:

— Nebilerden ve Rasûllerden sonra, Ebû Bekir’­den üstün bir kimse üzerine güneş doğmamıştır.

Ebû Bekir’in adı Abdullah idi. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem onu Ebû Bekir’le künyeledi.

Ebû Bekir, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a hakîkatda yâr dosttur ve Ashâbın en üstünüdür. Alim, zâhid, mutta-: kî, sıddîk ve kâmildir. Dinin sürürüdür. Kıyamet gü­nünde peygamberimiz ilk önce kabirden kalkar, arka­sından Ebû Bekir kalkar.

Peygamber efendimizden sonra iki yıl dört ay Halifelik yaptı. Altmışüç yıl muammer oldu, yaşadı.

Ondan sonra fenadan, fâni olan dünyâ’dan bekâ mülküne, bâkî olan Ahirete göç etti ve Adn Cennetin­de makam tuttu. Oradaki makamına kavuştu.

(199) Leyi Sûresi, âyet: 17, 18

525

HZ. ÖMER (radiyallâhu anh)TN VEFATI

Allah Teâlâ buyurdu:

— «Ey Peygamber, sana da, mü’minlerden senin izince gidenlere de Allah yeter.» (200)

Bazıları:

— Bu ayet hassaten Hz. Ömer için Mekkede nâzil oldu dediler.

Hz. Ömer İslâm’ı kabûl ettiği zaman Müslümanlar otuzdokuz kişi idi. Hz. Ömer'le kırk oldu. Hz. Ömer’in müslümanhğı ile Mekke’de müslümanltk âlemi oldu.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle duâ etmişti:

— Ey Allahım! İslâm’ı Ömer’le veya Ebû Cehil ile aziz eyle, yücelt.

Hakk Teâlâ Ömer için bu duâ’yı kabûl etti .

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’e Cenneti müjdeledi.

Abdullah bin Ömer der ki:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’den duydum: Bir gün uyu­makta idim. Rüyamda bir kadeh, bir bardak süt ver­diler. içtim. Soğukluğu tırnaklanma kadar yayıldı. Benden artanını Ömer’e verdim.

Sahâbiler:

— Ya Rasûlûllah! Bunu nasıl yorumlarsınız? de­diler.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem :

— Hakk Teâlâ Hz. Ömer’e ilim verecek, buyurdu.

— Ey Ömer! Eğer ben peygamberliğe gelmesey- dim, sen gelirdin.

(e 00) En]Al Sûresi, âyet: 64.

526

— Benim iki vezirim gökte vardır. İki vezirim de yerde vardır. Göktekiler Cebrâil ile Mîkâil'dir. Yerde- kılerden biri Ebû Bekr-i Sıddîk, biri de Ömer Faruk'- dur, buyurdu.

Hz. Ömer, Emirûl-Mü’minin (mü’minlerin emiri) diye isimlendirilmiştir. Dinin kandilidir. Zâhid, Alîm muttekî, âlemin kutbu, cihanın revnakı, yıldızı ve âd:> Emir’dir. Kendi oğluna dahi had vurup, (şerî cezâ tat bik edip) adaletini ortaya koydu. Dinimiz onunla ke­mâl buldu. Şeytanlar ve cinler onu görünce korkarlar dı.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Hüküm vereyim ki Cenneti Hz. Ömer açsın ve Sırat Köprüsünü ilk önce o geçsin buyurdu.

Ebû Bekr-i Sıddîk’tan sonra on yıl Halifelik etti Altmışüç yıl yaşadı.

Fîrûz adh bir köle vardı. Çok zâlim ve kötü bir kâfirdi. Bir gün Hz. Ömer namazda iken o kâfir iki yüzlü bıçakla onun üzerine yürüdü ve yedi yerinden vurup şehîd etti.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem'in Ravzası içinde Hz. Ebû Be­kir’in yanına defnettiler.

Allah ondan razı olsun.

OSMAN (R.A.VIN VEFATI

Hz. Ömer'den şonra Hz. Osman Halîfe oldu. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem ona duâ etti ve:

— Ey Osman! Allah senin gelmiş ve gelecek güna­hını yarlığasm! dedi.

527

Hakk Teâlâ hazretleri o duâ'yı kabûl edip Hz, Os­man’ı yarlığadı.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Cennette biı şimşek gördüler. Cennet ehli: Bu nasıl şimşektir? diye sordular. Hakk Teâlâ hazretleri bu. yurdu. Bu şimşek değildir. Hz. Osman bir odasından diğer odasına geçerken naibimden çıkan nurdur o gör­düğünüz. Yerde yürürken Cennete onun nalinlerinin nuru ışık verir, orayı aydınlatır.

Bir gecede iki rekat namazda Hz. Osman’ın Kur’anı hatmettiği meşhurdur.

Melekler ondan utanırdı. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’ın üçüncü dostu idi. Câmi’ul Kur’an’dır (201)

Tefsiri ve manâyı iyi bilenlerden idi.

Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in iki defa damadı olmuştur. Onun için Lâkab: (Zinnûreyn = iki nur, peygamberin ki kızına sahip) idi. Peygamberimiz onu iki defa da­mat, güvey etmişti. Onun için böyle demiştir.

O da malım Allah ve İslâm yolunda harcadı.

Bir gün Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’e üçyüz deve bağışladı.

Hz. Ömer’den sonra on iki vıl Halifelik yaptı.

Zilhicce ayında, Kur’an okurken evinde şehîd etti­ler. Doksan yahu; seksenaltı yaşında vefat etti.

Allah ondan razı olsun.

(201) Kitaplarda Hz. Osman Câmi'ul-Kur'an, Kur’anı iki kapak arasına getiren olarak geçer. Halbuki bu işi Hz. Ebû Bekir yapmıştı. Hz. Osman Kur’an nüsha sini çoğaltmıştır. Nâşirul-Kur’andır.

528

ALİ (kerremallahü vecheh radiyallâhu anh) IN VEFATI

Sa’d bin Ebî Vakkâs (radiyallâhu anh) rivayet eder:

— Rasûlûllah buyurdu: Hz. Ali benim yanımda Mûsâ (aleyhisselâm) ’a Hârûn gibidir. Şu kadar var ki, benden sonra Peygamber gelmez.

— Hz. Ali bendendir. Ben de Ali’denim. Hakk Teâlâ hazretleri, Peygamberliği benimle tamamladığı gibi, Halifeliği de Hz. Ali ile tamamladı.

Hz. Ali’nin, Islâmın Arslanı ve Sahâbilerin âlimi olduğu hususunda ulemâ ittifak etmiştir.

Hz. Ali, Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu naklet, miştir:

— Kim Adem (aleyhisselâm) ’a ve ilmine, Şife ve hilmine, Idris’e ve rifatına, Nuh’a ve davetine, tbrâhim’e ve sehâvetine, Mûsâ'ya ve salâbetine, Dâvûd’a ve hilâfeti­ne, Isa’ya ve zühdüne, Zekerriyâ (aleyhisselâm) ’a ve şahadetine Yahya (aleyhisselâm) ’a ve ismetine bakmak ve görmek isterse Hz. Ali’ye baksınlar.

Zira Hz. Ali bir ayna gibi düşmüş idi. Bunların ke­mâli Hz. Ali’de gözüktü.

Hilâfetle ilgili olarak Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

— Hilâfet otuz yıldır. Ondan sonra zorba beyler gelecek dedi.

Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk ile Ömer Faruk onüç yıl ha­lifelik ettiler. Hz. Osman oniki yıl hilâfet etti. Hz, Ali beş yıl halifelik yaptı. Hepsi otuz yıl oldu. Hilâfet Hz. Ali’de tamam oldu.

Allah hepsinden razı olsun.

529

Nakledildiğine göre bir gün Hz. Ali basta oldu Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk, Hz. Ömer, ve Hz. Osman (radiyallâhu anh) Hz. Ali'yi ziyarete geldi. Hz. Ali’nin evinde bir tas bal bulundu. Hz. Ali o tas ile balı bunların önüne getirdi Tas aktı. İçinde kızıl bal vardı. O balın içinde kara bir kıl vardı.

Hz. Ebû Bekr i Sıddîk, herbirimiz üçer temsil bul­mayınca bu balı yemeyiz, dedi.

Ebû Bekr-i Sıddîk;

— İslâm dini tastan nurludur. İman baldan tat­lıdır. Şeriatın, dinin hükmü kıldan incedir, dedi.

Ondan sonra Hz. Ömer:

— Cennet tastan nurludur. Cennetin nimeti bal­dan tatlıdır. Sırat köprüsü kıldan incedir, dedi.

Ondan sonra Hz. Osman:

— Kur’an’ın nûru tastan nurludur. Kur’an . oku­mak baldan tatlıdır. Kur’an’ı tefsir etmek kıldan ince­dir, dedi.

En sonrada Hz. Ali:

— Konuğun nûru tastan nurludur. Konuğun sözü baidan tatlıdır. Konuğun gönlü kıldan incedir, dedi.

Böylece herbiri haline göre, münâsip söz söyledi­ler.

Allah hepsinden razı olsun.

Hz. Ali, Rasû; (aleyhisselâm) ’m sevgili dostu idi. Zülfikâr- dır, kılıç sahibidiı. Akıllı, kâmil ve muhakkıkdır. Kev­ser şarabının sâkîsi, sunucusudur. Şehîdlerin ulusu­dur. Ashabın cevheridir. Hz. Fâtıma’nın yâridir. Pey­gamberin amcası oğludur. Altmışüç yıl ömür sürdü. Bir Cuma günü mescidde namaz kılmaya gitti. Ramazan-ı

F : 34

530

şerif idi. Küfe şehrinde «Mülcem» adlı bir kişi bıçak ile vurup şehid elti. Hz. Haşan namazını kıldı. Camiin yanına defnettiler Cemâziyel-evvel ayının sekizinci günü dünyâ’ya geldi. Ramazanın onbeşinci günü dün­yâ'dan gitti. Allah ondan razı olsun.

HZ. HAŞAN VE HÜSEYİN (radiyallâhu anh)TN VEFATLARI

Nakledildiğine göre Zehretür-Riyazda şöyle den­miştir:

— Hz. Haşan doğunca Cebrail (aleyhisselâm)  geldi ve: Ey Muhammedi Hakk Teâlâ hazretlerinin sana selâmı var. Şöyle buyurdu: Hz. Ali sana Mûsâ (aleyhisselâm) a Hârûn gi­bidir. Oğlunun adını, Hârû’nun oğlunun adını koy. Onun adı «Teberi » idi. İmrânca (İbrânice) Haşan de­mektir.

Bir yıl sonra da Hz. Hüseyin doğdu. Cebrâil (aleyhisselâm)  tekrar geldi ve: Bu oğlanın adını da Hârûn’un küçük oğlunun adını koy dedi.

Onun adı «Tüberr» idi. İbrânice Hüseyin demek­tir.

Hz. Enes (radiyallâhu anh) nakleder:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem'e sordular: Ehl-i Beytin han­gisi sana sevgilidir? diye.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Hz. Haşan ve Hüseyin, buyurdu.

Hz. Ali:

— Rasûlûllah göğsünden başına kadar Hasan’a Göğsünden ayağına varıncaya kadarda Hüseyin'e ben­zerdi demiştir.

531

Nakledildiğine göre Hz. Haşan ile Hz. Hüseyin ya­zı yazarlardı.

Hz. Haşan benimki güzeldi dedi. Hz. Hüseyin be­nimki güzel dedi. Aralarında konuştular. Sçnra Hz. Haşan:

— Babamıza soralım dedi. Sordular. Hz. Ali:

■— Ben biri iyidir demeye utanırım dedi.

Ondan sonra Hz. Haşan ile Hz. Hüseyin Rasûlûl- lah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e geldiler. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem ikisinden birini ter­cih etmedi. Cebrâil (aleyhisselâm)  geldi, ona sordular. Cebrail (aleyhisselâm)  da Allah’a arz etti.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Ey Cebrail; Cennetten bir elma al, git o iki ya­zının üzerine barak. Hangisine düşer ise a güzeldir.

Cebrâil (aleyhisselâm)  Cennetten bir elma aldı, iki yazının üzerine bıraktı. Hakk Teâlâ o elmayı iki parça yaptı. Yarısı Hz. Hasan’ın yazısına düştü, yarısı da Hz. Hü­seyin'in yazısına düştü. Allah onlardan razı olsun.

Nakledildiğine göre Cennet şöyle dile geldi:

— Ya Rabbi! Bende zayıflan ve fakirleri barındır, dedi.

Hakk Teâlâ buyurdu:

■— Şanım hakkı için seni Hz. Haşan, Hz. Hüsevin ve onların Ashâbı ile süsleyeceğim.

H . Haşan ağu içmekle şehîd oldu. Hz. Hüseyin Kerbelâ Çölü’nde şehîd oldu.

Nakledildiğine göre bir gün Hz. Haşan ile Hz. Hü­seyin (radiyallâhu anh) Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’in dizinde oturmuş­lardı. Hz. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şefkât edip Hz. Hasan’ı ağzın­dan öptü ve Hz. Hüseyin’i boynundan öptü.

Derhâl Cebrâil (aleyhisselâm)  üç şal getirdi. Biri kara, bi­ri sarı, biri de kızıl idi. Ve:

532

— Hak taâia hazretler sana selâm söyledi ve şöy­le buyurdu dedi: Beni nasıl seversin ki, karşımda ço­cuklarını öpersin. Bu revâ mıdır? Benim aşkım onu ister ki başkasına sığınasın. Bu kara donu sen giy. Zi­ra o, yas nişanıdır. Sarı donu Haşan giysin, ağu içe­cektir. Kızıl donu Hüseyin giysin, şehîd olur, kana bu­laşır dedi.

Hz. Haşan ve Hüseyin (radiyallâhu anh) Aşûre günü şehîd ol­muşlardır.

Hz. Haşan Medine’de; Hz. Hüseyin Kerbelâ’da şe­hîd oldular.

Kerbelâ’yı Yezîd etti. Önceleri Yezide lânet edil­mezdi. Sonra gelenler lânet ettiler.

Zira Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’ın Ehl-i Beytine, ailesine ihânet etti, dediler.

Nakledildiğine göre Hz. Rasûİ (aleyhisselâm) ’ın erkek ço­cuklarından biri Kâsım idi. Peygamberlikten önce doğ­du ve onsekiz ay yaşadı. Ondan sonra vefat etti.

Hz. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’in iki oğlu daha vardı. Birisi Hz. Abdullah idi, Mekke’de doğdu. Hz. İbrahim Medine de doğdu. Bütün çocukları Rasûlûllahtan önce vefat etti­ler. Amma Hz. Fatıma tR.A.) Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’dan altı ay sonra vefat etti.

Nakledildiğine göre- Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’ın hatunları do­kuz idi.

İlki Hz. «Halice» (radiyallâhu anh)’dır. Sonraki eşi «Şevde», ondan sonra Hz. «Aişe» (radiyallâhu anh), ondan sonra Hz. «Haf- sa», Ondan sonra Hz. «Ümnıü Habîbe», ondan sonra Hz. «Ümmü Seleme» ondan sonra Hz. «Zeynep», on­dan sonra Hz. «Meymûne» ve ondrr sonra da Hz. «Sa-

533

fıyye»’dir. Bunlar «Hz. Hatice (radiyallâhu anh)’dan sonra idi.

Hz. Kasım, Hz. Abdullah, Hz. Zeynep, Hz. Tâhir, Hz. Ümmü Gülsüm, Hz. Fâtıma ve Hz. Rukiyye. Bun­lar Hatice hazretlerinden doğmuş idi. Hz. İbrahim «Mâriya» hazretlerinden doğmuş idi. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’m eşlerinden Hz. Aişe (radiyallâhu anh)’dan maadası dul idi. Hz Aişe (radiyallâhu anh) Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’dan sonra otuzdokuz sene hayatta kaldı. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’ın dört kızı vardı. Biri Zey­nep idi. Onu Ebui - Âs’a verdi. Biri Hz. Fatıma'dır, Hz. Aliye verdi.

Hz. Rukiyye ve Hz. Ümmü Gülsüm’ü Hz. Osman (radiyallâhu anh)’a verdi.

Onun için Hz. Osman (radiyallâhu anh)'a Zinnûreyn dediler.

Allah hepisinden razı olsun.

63.  BÖLÜM

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in yirmi üç yazıcısı, Vahiy Kâ­tibi var idi.

Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali (radiyallâhu anh) hazretleri ile Zeyd bin Sâbit ve Hz. Muâviye, çoğunlukla yazıların» yazarlar idi, gelen vahiyleri yazı ile tespit ederlerdi.

Hz. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem, Aşere-i Mübeşşere ile ilgili olarak şu idimleri beyan -buyurmuştur;

1.           Ebû Bekir,

2.           Ömer,

3.           Osman,

4.           Ali,

5.           Talha,

6.           Zübeyr,

7.           Ahdürramman bin Avf,

534

8.           Sa’d bin Ebî Vakkâs,

9.           Saîd bin Zeyd,

10.         Ebû Ubeyde bin El - Cerrah Cennetliktirler. Allah hepisinden râzı olsun.

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kızı Hz. Fa- tıma (radiyallâhu anh)’ı Hz. Ali (radiyallâhu anh)’a verince, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Selmân (radiyallâhu anh)’ları çağırdı. Hz. Fâtı- ma’nin cihazını göslermek istedi. Hz. Fâtıma evinden çıktığı vakit başında bir çar örtüsü vardı. İki yerinden yamah bir kaftan, elbise giymekte idi. Hz. Ebû Bekir (radiyallâhu anh) onu görünce ağladı ve:

— Ey Allahın Rasûlü! Fâtıma’nın cihazı bu mu­dur? dedi.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Bu biie çoktur dünyâda misâfir olan kimseye, dedi.

Şimdi ey gâfil! Bu hale bak da mağrur olma. Sen dünya arzusu için neler yaparsın?

İmam Bagavî tefsirinde İshâk bin İbrahim'den şu nakilde bulundu:

ilk önce erkeklerden Hz. Ebû Bekir (radiyallâhu anh), kadın­lardan olan Hz. Hatice, çocuklardan Hz. Ali Müslüman oldu. Hz. Ali on yaşında bulunuyordu. Kölelerden ilk Müslüman olan da Hz. Zeyd bin Harise idi.

Hz. Ebû Bekir Müslüman olunca; Hz. Osman, Hz. Zübeyr, Hz. Abdurrahman bin Avf, Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs, Hz. Talha bin Abdullah, Hz. Ebû Bekirle bir­likte Hz. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’a gelip müslüman oldular.

Ondan sonra birbiri ardınca, Ashâb-ı güzîn (radiyallâhu anh) hazreteri gelip müslüman oldular.

535

Amma Ashab-ı Suffe muhacirlerden derviş olanlar­dır. Onlar, kendilerini ibâdete verdiler, diinyâ’dan vr dünyâya düşkün kimselerden el çektiler. Bunlar dört yüz kişi idiler. Çalışmayı, ticâreti ve halkı bir tarafa koydular. Şehirlerde durmadılar. Mescidlerde gece ve gündüz durmadan Kur'an okurlar ve ibâdetle meşgûi olurlardı.

Keşşâf’da nakledildiğine göre Abdullah bin Abbas (radiyallâhu anh) hazretleri şöyle demiştir:

— Bir gün Rasûlûllâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Ashâb-ı Suffe’ye, onların yanına vardı. Onların fakirliğini, ibâdetteki gayretlerini gönüllerinin duruluğunu gördü ve: Ey As- hâb-ı Suffe! Benim ümmetim olan ve sizin sıfatınız üzerinde bulunan kimseye şunu müjde edin: Ben siz, den ve onlardan râzı oldum. Siz ve onlar, Cennette be­nim yoldaşımsınız, dedi.

Allahım! Bizi de onlar gibi derviş et, biz de Cennette Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem ile beıâber olalım. (202)

(?02) Medine’deki Peygamber mescidinin hulusunda, Cami köşesine bitişik bir sofa (suffe) yapıldı. Burada, Müslümanlardan fakir, kimsesiz olanlar barınırlar- dı. Bunlar Peygamber efendimizin yanından hiç ay­rılmazlar, gebeleri ibâdet ederler, Kur’an okurlar ve ilmin incelikleri ile uğraşırlardı. Peygamber efendi­miz bunları korur, bir kısmını kendi sofrasına alır, bir kısmını da diğer Mürlümanlara gönderirdi. As- hâb-ı Suffe, sofa ashabı denilen bu insanların sayısı yetmiş kadardı. İslâmda ilk yatılı öğretmen okulu burasıdır. Medine dışında dini meseleleri veya Kur'ar öğretimi ile ilgili bir vazife gerektiğinde, Peygam­ber efendimiz bunlardan gönderirdi. Hocalık - öğret­menlik yaparlardı.

536

Bilmek gerektir ki, Peygamberimizin fazâletini, de­nizlerden bir katre, damla ve gönüllerden bir nokta be­yan ettim.

Rasûl (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hazretleri buyurdu:

— Benim ümmetim yağmur gibidir, yağmura ben, zer. Evveli mi iyi, yoksa sonu mu iyi olduğu bilinmez.

Bundan maksat, bu ümmetin şeriat üzerinde aya­ğını sâbit tuttuğunu bildirir.

Ümmeti Muhammed mağfurdurlar, yarlığanmış* tırlar, amelleri meşkûr, şükre lâyıktırlar.

Allaha hami olsun! Bizi kereminden Muhammed ümmetinden kıldı.

Islâm dinin’den dolayı Allaha hamdolsun.

V. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

1.  ALLAHIN MELEKLERE VAHYETTİĞİ
KELİMELER

Allah Teâlâ buyurdu:

«Gökleri, yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dör­der kanatlı (olmak üzere) eldiler yapan Allaha hamd olsun. O, yaratışta ve dilerse (onu) artırır. Şüphe vok ki Allah her şeye hakkiyle kâdirdir.» (203)

Yani o yaratışta ne dilerse (onu) artırır buyurul- masından maksat, şekil ve ses güzelliği, akıl ve ilim gi­bi yüksekliklerdir.

Keşşaf sâhibi allâme Zemahşeri ve diğer müfessir- ler şöyle dediler:

(303) Fatır Sûresi, âyet: 1.

537

— Hakk Teâlâ hazretleri, Cebrail, İsrâfil, Mikâil ve Kirâmen Kâtibin gibi meleklerden elçiler gönderdi.

îsrâfil (aleyhisselâm)  Arşın bir tarafını, ayaklan yedi kat yerden aşağıda ve başı yedi kat gökten yukarıda ol­duğu halde, omuzu üzerine alıp götürür.

Rasûlûllah (S A V.)) hazretleri buyurdu:

— Arşı götüren melekler bugün dörttür. Amma kıyâmet günü olunca Hakk Teâlâ onları kuvvetlendirir, sekiz eyler.

Nakledildiğine göre Arşı taşıyan meleklerle Kûr. sî'yi taşıyan melekler arasında yetmiş perde vardır ve her perdenin kalınlığı beşyüz senelik yoldur. Eğer o perdeler olmasaydı, arşın nûru Kûrsî’yi götüren me­lekleri yakardı.

Biz melekleri evvelki bölümde beyan ettik. Geri kalan haberlerini inşallah, Hakk Teâlâ hazretleri yardı­mını esirgemezse, kıyâmet babında anlatacağız.

Nakledildiğine göre Abdullah bin Abbâs (radiyallâhu anh) Ra- sûl (A.Sz**c'an şu rivayeti nakletmiştir:

— «Hakk Teâlâ hazretleri İsrâfil (aleyhisselâm) ’ı yarattığın­dan beri ayakta durur ve titancından Allah Teâlâ’ya göz­lerini kaldırıp bakmaz. Allahla arasında nûrdan yetmiş bin perde vardır. Bir defa bakacak olsa idi yanardı. Kıyâmette üfleyeceği Sûr onun elindedir.

Hakk Teâlâ İsrâfilden beş yüz sene sonra Cebrâil (aleyhisselâm) ’ı yarattı. Ondan beş yüz sene sonra Mikâil (aleyhisselâm) ’ı yarattı. Beşyüz sene sonra da Azrâil (aleyhisselâm) ’ı yarattı Bunlar Cebrâil (4.S.)’dan kudret itibârile büyüktür Fakat Cebrâil (aleyhisselâm)  Allah katında sevimlidir.

Din bilginleri şöyle dedileı:

638

— İnsanların hâs ve üstün olanları, meleklerin hâs ve yüce olanlarından; halk tabakası da meleklerin avâ- mından, aşağı meriebede olanlarından daha faziletlidir.

CEBRAİL (aleyhisselâm)  İT.E İLGİLİ BÖLÜM

Hakk Teâlâ hazretleri Cebrâil (aleyhisselâm) ’ı İsrâfil (aleyhisselâm) ’ dan beşyüz sene sonra en güzel şekilde yarattığı zaman, Cebrâil (aleyhisselâm)  kendi güzelliğine bakıp:

— Ey Allahım! Benden güzel kul yarattın mı? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Yaratmadım buyurdu.

Bunun üzerine Cebrâil (aleyhisselâm)  yüzyirmi bin senede iki rekât namaz kıldı. Namazdan çıkınca Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Cebrâil! Güzel ibâdet ettin, bana iyi kulluk­ta bulundun. Bana hiç kimse senin gibi bu şekilde ibâ­det etmedi. Fakat Ahir zamanda, benim Habîbim Mu- hammed Mustafâ'nın ümmeti, unutkanlık ve yanlışlık-, la iki rekât namaz kılsalar, senin namazından üstün ve sevimlidir. Zira onlar benim buyurduğum ile kılar­lar. Sen benim emrimle değil, kendi rızan ile-kıldın Hem onlar zayıftırlar ve merhamet’e muhtaçtırlar, bu yurdu.

Hz. Ebû Hüreyre (radiyallâhu anh) Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’dan şu rivâyeti nakletnTiştir:

— Rasûlûllah buyurdu: Hakk Teâlâ Cenneti ve Ce­hennemi yaratınca Cebrâil (aleyhisselâm) ’ı Cennete gönderdi ve: Git Cenru-te, bak Cennet ehli için ne hazırladım gör, buyurdu.

539

Cebrâil (aleyhisselâm)  gitti, gördü ve:

— Ey Rabbim! Senin şanın hakkı için bunu, gelip girmedikçe hiç kimse işitmeyecektir, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri bu sefer Cennetin yolunu belâ ve kötülüklerle bezedi ve:

— Ey Cebrâiî! Tekrar uçmağa, Cennete git bak! buyurdu.

Cebrâil (aleyhisselâm)  tekrar Cennete vardı ve Cennete gi­receklere dünyâ’da neler hazırlandığını gördü. Sonra da:

— Ey Rabbim! Ona k'mse giremez. Eğer sen hidâ­yet edersen girebilirler. Bu belâlara kim katlanabilir? dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Ey Cebrâiî! Cehenneme git, bak. Cehennem’e gireceklere ne hazırlandığını gör!

Cebrâil (aleyhisselâm)  Cehenneme gidip, neler hazırlanmış olduğunu gördü ve:

— Ey Rabbim! Kimse bunu işitmedi. Eğer işitse kimse oraya girmez, dedi.

Hakk Teâlâ bu sefer, arzular ve şehvetlerle Cehenne­min yolunu bezedi, süsledi. Ve:

— Ey Cebrâil! Tekrar git, buyurdu.

Cebrâil (aleyhisselâm)  tekrar gitti. Cehennemin yollarını arzû ve şehvetlerle bezenmiş olduğunu gördü ve:

— Ey Rabbim! Korkarım ki, hiç kimse ondan kur­tulamaz, dedi.

Nakledildiğine göre, bir kul Allah’a yalvarsa ve Hakk Teâlâ o kulu sevse:

— Ey Cebrâil! O kulumun hacetini verme, dileğini

540

kabul etme. Ben o kulumun bana yalvarmasını seve- um buyurur.

Hakk Teâlâ bir kulu sevse ve o kul Hak’dan bir şey dileyip yalvarsa: Allah:

— Ey Cebrâil! O kulumun dileğini kabûl et. Mu­hakkak ben o kulumun sözünü çirkin görürüm, bana yalvarmasını sevmem, buyurur.

Cebrâil (aleyhisselâm) ;

— Ey Rabbinı. Hangi kul sana üstün ve sevgilidir? dedi.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Ey Cebrâil Şanım hakkı için bana mü’minden üstün ve sevgili kul yoktur. Zira o beni bilir ve Tevhîd eder, bana şirk koşmaz, eş ve benzer tanımaz. Bundan dolayı ben Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’ı âlemlerin efendisi kıldım.

Çünkü o kul öyle bir kuldur ki, beni bilip bana ibâ­det eder. Ben onun toprağını hamur etmeden, yoğur­madan önce de o beni bilir, Birlerdi. Ben de onu âle­me getirince yerlerden ve göklerden altı yüz yıl uzak­lığında yukarı çıkardım. Hattâ onunla benim aramda­ki perdeleri açtım, kaldırdım.

Ey Cebrâil! Muhammedi öyle severim ki, eğer:

— Ey Rabbim! Sen Cehennemi söndür, müşrikleri ve kâfirleri Cehenneme koyma diye diiekte bulunsa idi, söndürüp kâfirler: Cehenneme koymazdım.

Cebrâil bu sözleri Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’a müjdeledi. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem çok sevindi. Ve:

— Ey Rabbim! Sen bilirsin ki, ben kâfirleri iste­mem. Anamı, babamı, oğlum İbrâhimi, gözlerimin nû- ru Haşan ve Hüsevini ve kendi nefsimi de istemem. Sadece günahkâr ve âsî ümmetimi isterim, onlar için dilekte bulunurum, dedi.

541

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Ey Muhammedi Mümin kullarıma sen kıyamet gününde şefâat et, ben onların günahlarını yarlığanm. Benim İlâhî yardımım ve senin şefâatmla onların suç­larını yok ederim. Benim rahmetimi sen onlara ulaştır.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ Cebrâil (aleyhisselâm) ’a şöy­le buyurdu:

— Bu gün yeryüzünde hangi çeşit şey gördün?

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’ı gördüm, ümmeti için ağlıyor, dedi.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Bunu sormuyorum! Fakat neye arzû duydun? onu soruyorum.

Cebrâil (aleyhisselâm) -

— Ey Rabbim! Hazreti Hüseyni gördüm. Beşiğin­de yatıyordu. Beşiğine Yemen işi akikler asılmış, Hz Hüseyin onlarla oynuyor. Onu çok sevdim dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Cebrâil! Muhakkak ben seni severim ve sen­den keremimi esirgemem. Habîbim ve Rasûlüm Mu­hammedi ve çocuklarını sevdiğin için buyurdu.

Hz. Enes (radiyallâhu anh) şu rivâyeti nakleder:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu: Hakk Teâlâ hazretleri Ceb­râil (aleyhisselâm) ’a buyurdu ki:

— Git, yere in! Falân köyün altını üstüne getir.

Cebrâil (aleyhisselâm)  gitti ve gördü ki, dört bin kişi ibâdet ediyor. Onları gö>-ciü, tekrar İlâhî huzura döndü ve:

— Ey Rabbim! Nasıl o köyü alt - üst edeyim? Ba­zısı namaz kılıyor, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri:

542

— Onların namazlarına bakma! Onlar, iyiliği tav­siye etmezler ve kötülüklerden birbirlerini sakındır­mazlar. Birbirilerine râzı olmuşlardır. Öyle olunca yüz­lerine vurup, yerleri ile aşağı geçir buyurdu.

Nakledildiğine göre Cebrail (A.S):

On kerre Adem (aleyhisselâm) ’a,

Dört kerre İdris (aleyhisselâm) ’a,

Yirmi üç kerre Nûh (aleyhisselâm) ’a,

Kırk altı kerre İbrahim (aleyhisselâm) ’a,

Dörtyüz seksen kerre Mûsâ (aleyhisselâm) ’a,

Yirmi dört bin kerre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem'e indi.

Sözün kısası, Cebrâil (aleyhisselâm) ’ın indiğinin sayısınca ihtilâf vardır.

Bazı kavilde Cebrâil (aleyhisselâm)  yirmi dört bin kerre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’a ve attı bin kerre de diğer Peygamberlere inmiş, gelmiştir.

Nakledildiğin? göre Cebrâil (aleyhisselâm) 'ın altı yüz kana­dı vardır. Dünyâya indiği zaman dört kanadını açar. Geri göklere döndüğünde diğerlerini kullanır.

Cebrâil (A.SJ’a, Emîn’ül . Vahiy — Vahiy emini, Rûhul - Emin, Rûh'ul Kudüs, Namûs-u Ekber ve Ta- vûs-u Melâike adları verilir, bu isimlerle anılır.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) Hz. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’dan-şu rivâyeti nakletmiştir:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu: Bir kimsenin oğlu ölünce, Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

— Ey meleklerim! O kulumun oğlunun rûhunu al­dınız mı? Gönlünün yemişini aldınız mı?

Melekler:

— Ya Rabbi! Oğlunun rûhunu, gönlünün yemişini aldık derler.

543

Hakk Teâlâ buyurur:

— O kulum ne dedi?

Melekler:

— Allaha hamd olsun dedi, derler.

Hakk Teâlâ:

— O kulum için Cennette bir ev yapın ve adına Beytiil-Hamd (Hamd evi) deyin buyurur.

Ebu Hüreyre (radiyallâhu anh) Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den şu na­kilde bulunur:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu: Hakk Teâlâ'nm melek­leri vardır. Gökten inerler, zikredenleri ararlar. Eğer bulurlarsa:

— Hiç hâcetiniz, bir dileğiniz var mı? derler.

— Onlar da:

— Size yoktur derler. Ondan sonra tekrar göklere çıkarlar.

Hakk Teâlâ hazretleri bunlara:

— Nereden gelirsiniz? buyurur.

Onlar:

— Yeryüzünden, senin kullarının yanından geliyo­ruz, derler.

Hakk Teâlâ:

— Onlar ne yaparlar? diye sorar.

Melekler:

— Sana teşbih edcıler, seni zikrederler diye cevap verirler.

Hakk Teâlâ:

— Onlar beni gördüler mi? buyurur.

NPelekler:

— Görmediler derler.

544

Hakk Teâlâ:

         Eğer beni görselerdi nasıl yaparlardı? buyurur, Melekler:

         Daha çok zikrederlerdi, derler.

Hakk Teâlâ:

         Benden ne isterler? buyurur.

Melekler:

         Cennet isterler, derler.

Hakk Teâlâ:

         Cenneti gördüler mi? buyurur.

Melekler:

         Ey Rabbim! Görmediler, derler.

Hakk Teâlâ hazretleri-

         Eğer görseler ne yaparlardı? buyurur.

Melekler'

         Daha çok teşbihle meşgûl olurlardı, derler.

Hakk Teâlâ:

         Öyle ise neden korkarlar? buyurur.

Melekler:

         Cehennemden korkarlar, derler.

Hakk Teâlâ:

         Cehennemi gördüler mi? buyurur.

         Melekler:

         Ey Rabbinî"! Görmediler, derler.

Hakk Teâlâ:

         Eğer görselerdi ne yaparlardı? buyurur.

Melekler:

545

— Dalıa çok korkarlardı, derler.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurur:

— Siz tanık olun ki, ben onlan yarlığadım.

Melekler:

— Ey Rabbim! Onların içinde bir kişi vardır ki, o kötülerdendir, derler.

Hakk Teâlâ:

— Onlar bir kavimdir ki, kötülerle berâber otur­mazlar. Eğer oturuyorlarsa onlar da o kötülerdendir, buyurdu.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle dedi:

— Bir kimse günah işlese, günâhını itiraf edip Hakk Teâlâka yakarışta bulunsa ve:

— îlâhî! Beni yarlığa! dese Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyurur:

— Ey meleklerim! Ben size nefis vermediğim için ibâdet ettikten sonra günâh işleyerek bana karşı âsî olmadınız. Sizin bana itaat etmenizde şaşılacak bir şey yoktur.

Amma Adem oğularmı topraktan yarattım. Onlara nefis gibi bir düşman verdim. Sağ yanlarında dünyâ mihneti, sol yanlarında çocuklarının ve eşlerinin dü­şüncesi vardır.

Şeytan da onları azdırmak ve Cehenneme koymak için gayret sarfeder. Adem oğulları benden ihsân, iyi­lik ve rahmet isterler. Hal budur ki, onlar bunca gü- »ıah işlediler. Benim rahmetin onların günahından çoktur.

Ey benim meleklerim! Siz şahit olun! Ben o kim, şeyi yarlığadım. Çünkü onu ben yarattım ve onun

F : 35

546

benden başka Rabbi yoktur. Ben merhamet edenle­rin en merhametlisi, acıyanların en acıyanıyım.

îbni Abbâs (R A.)der ki:

— İdris (A.S? zamanında Adem oğullarının kötü amellerini göğe çıkarmazlarda

Melekler şöyle dediler:

— Ey Rabbim! Bunları yeryüzünde yarattın ve kendin için seçtin Halbuki onlar sana âsî oluyorlar karşı geliyorlar.

Hakk Teâlâ:

— Eğer sizi yeryüzüne indirsem, onlara verdiğim nefsi size versem ne ederdiniz? buyurdu.

Melekler:

— Asla sana âsî olmazdık, dediler.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Şimdi sizden, aranızdan melek secin buyurdu.

Üç melek geldi. Birinin adı Azâ, birinin adı Azâyâ, birininki de Azâîl idi.

Derlerki:

— Azâil utandı, geride durdu. O vakittenberi ha­yasından başını yukarı kaldırmadı.

Böylece Azâ’vı ve Azâyâ’yı yeryüzüne gönderdi Bunlara insan nefsini ilâve etti. Bâbil şehrinde biri bey, diğeri ise hâkim oldu. Hârût’un adı Azâ idi. Mâ- lût’un adı Azâyâ idi. Hakk Teâlâ bunları yeryüzüne ge­tirince adlarını böylece değiştirdi ve onlara: Halka Hak'la hükmetmelerini, Zulüm etmemelerini, insan öl­dürmemelerini, içki içmemelerini ve zinâ etmemele­rini emretti.

Bunlar yeryüzüne inince Zühre adlı bir kadınla içki içtiler ve onun eşini öldürdüler. Zührc’ye İsm i

547

Azami, (Allahın yüce ismini) öğrettiler. O, uçtu ve gö­ğe çıktı. Bunlar İsm-i A'zamı okudular, göğe çıkama­dılar. Derhâl bir melek geldi ve onlara:

— Hakk Teâlâ: Elbette onlara azâb edeceğim. İster dünyâ azâbmı, isterse Ahiret azabını seçsinler buyur­du, dedi.

Bunlar:

— Ahiret azâbı bakidir, devamlıdır. Dünyâ’da ol­sun, dediler.

Bâbilde bir kuyuda başları aşağı asıldılar ve böy- lece kıyâmcte kadaı azâb edilecektir, denildi.

Tefsirlerdeki nakil budur.

Amma İmam Râzî Tefsîr-i Kebîrinde:

— Bu görüş sahih, doğru değildir. Bu nakiller mevzûdur, uydurmadır. Melekler günah işlemezler, masumdurlar, demiştir. (204)

Hakk Teâlâ hazretlerinin iki meleği Bâbile indirme­si hususunda çok sebep beyan etmişlerdir:

Biri şudur: O zaman sihirbazlar çok idi. Bunlar­dan bazıları peygamberlik iddiasında bulunmakta idiler. Hakk Teâlâ bu iki meleği halka, sihir öğretsinler de, Peygamberlik iddiasında bulunanlar dâvalarının bâtıl olduğunu anlasınlar ve yalanları ortaya çıksın diye gönderdi.

İkinci; Bunların halka sihri öğretmeleri, böylece sihirle peygamberlik farkının belli olmasıdır.

Üçüncü sebep: İlim öğrenmenin, her ne sûretle

(M) Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu hususta doğru görüş İmâm Râzi'nin görüşüdür. Zühre ifâdesi de Bâbillilerin yıldızlarla ilgili inanışlarına uygun düş­mektedir.

548

olursa olsun doğru bir iş olduğudur. Sihir nehyedil- miştir, yasaktır. Bunun bilinmesi gereklidir. Ama bu, olması imkânsız bir Nehiy değildir.

Dördüncü Sebep: Cinler çok sihir biliyorlardı. Adem oğulları onlar gibi hareket edemiyorlardı. Hakk Teâlâ bu iki meleği, insanların da sihri öğrenmeleri ve cinlerle karşılaşmaları için göndermiştir.

Hz. Muâz bin Cebel (radiyallâhu anh) Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem,den şu nakilde bulunmuştur.

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bıfyurdu: Hakk Teâlâ’nın, Ar­şın altında bir meleği vardır. Hakk Teâlâ onun başını insan başı gibi yaratmıştır. Yetmişbin kanadı sağ ya­nında ve yetmişbin kanadı sol yapında vardır. Her kanadında da onikibin yükü vardır.

Arşın altında «Fâtiha» sûresi vardır. Sağında «th- ]âs» sûresi vardır. Solunda ise «Allah şu hakikati kendinden başka hiçbir Tanrı olmadığını (delilleriyle) açıkladı.» (205) ayeti yazılmıştır, önünde yetmişbin saf Allaha yakın melek vardır. Onun yüzüne bakarlar ve Fâtiha Sûresini okurlar.

        «Ancak sana ibâdet ederiz ve yalnız senden yar­dım dileriz» ayetine gelince secde ederler.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurur:

— Başınızı kaldırın! Ben sizden razı oldum.

Oradan sonuna kadar okurlar ve:

        «Veleddâllin — yolunu şaşıranlarınkine değil» bölümüne gelince tekrar secde ederler.

Hakk Teâlâ onlara buvürur:

— Başınızı kaldırın. Ben sizden râzı oldum.

(205) Âli İmrân Sûresi, âyet: 18,

54f-

Melekler:

— Ey Rabbim! Muhammed ümmetinden kim fâ- tiha sûresini okusa onlardan da râzı ol, dualarını ka- bûl eyle, derler.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Ey Meleklerim! Siz Fâtiha Sûresini okudunuz Ben o fâtiha ile Muhammed'e ve ümmetine ikrâmda bulundum. Siz tanık olun ki, ben onları yarlığadım ve duâlarını kabûl ettim. Kim fâtiha sûresini okusa mağ­firetim ona vacip oldu.

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle bu­yurmuştur:

— Hakk Teâlâ hazretleri kızıl yakuttan bir direk yarattı. O direğin ayağı ulu bir taş üzerindedir. Başı da Arşta’dır. Ne zaman bir mü’min (Lâ ilâhe illelah Mu- hammedün Rasûlûilah) dese o direk ve Arş harekete gelir.

Hakk Teâlâ buyurur:

— Ey benim Arşım! Sâkin ol, dur!

Arş:

— Ey Rabbim! Seher vakti (Lâ ilâhe illellah Mu- hammedün Rasûlûilah) diyen kişiyi yarlığamadıkça sâkin olmam, der,

Hakk Teâlâ buyurur:

— Ey benim meleklerim! Siz şahit olun. Kim öyle derse ben onu yarlığanm.

Ka’bü’l-Ahbâr (radiyallâhu anh) şöyle demiştir:

— Hakk Teâlâ Hûru’l-îyn’i yarattı. Bunlar, yüz ve endâm güzelliğinden eşsiz meleklerdi.

Melekler:

— Ey Allahım! Bunlardan daha güzel varlık ya­rattın mı? diye sordular.

550

Hakk Teâlâ buyurdu:

-— Dört hâtûn yarattım. Onların, Hûru’l-îyn üze­rine ululuğu ve güzelliği, güneşin yıldızlara olan üstün­lüğü gibidir. Bu hâtûnlar şunlardı’"

1.         Asiye hâtûndur. (Hz. Müsâ’yı Mısır sarayında büyüten Firavn’ıri eşidir)

2.         Meryem hâtûndur. (Hz. îsâ’nın annesidir.)

3.         Hatice hatundur. (Peygamberimizin ilk eşidir.)

4.         Fâtıma hâtûndur (Peygamberimizin büyük kı­zı, Hz. Ali’nin eşi ve Haşan ile Hüseyin’in annesidir) Allah hepsinden razı olsun.

Nakledildiğine göre Arşın altında bir melek var­dır. Dört yüzü vardır. Bir yüzünden diğer yüzüne olan mesâfe bin yıllık yoldur. Bir yüzü ile Cennete bakar ve:

— Ne mutlu c kimseye ki, sana girer der.

Bir yüzü ile Cehenneme bakar ve:

— Vay sana giren kimsenin haline der.

Bir yüzü ile Cehenneme bakar ve:

— Şânı ne kadar ulu olan Allahım! Seni hürmet­le anarım, der.

Bir yüzü ile secde eder ve secdesinde:

— Sübhâne Rabbiyelâlâ = Ulu Rabbim seni yü­celtirim, der.

Farz (namaz) vakti olunca o melek hareket eder.

Hakk Teâlâ hazretleıi:

— Sakin ol, hareket etme! Abdest alıp namaz kı. lan kimseyi yarlığadım, buyurur.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ Berât gecesinde şöyle buyurur:

551

— Ey meleklerim! Siz şâhit olun, bana şirk ge­tirmeyen, eş ve ortak tanımayan kimseyi yarhğadım.

Melekler;

— Ey Rabbim! Onlar günah işlediler, derler.

Hakk Teâlâ:

— Bu ne dil kavgasıdır? Muhakkak Muhammed ümmetini yarhğadım. Onlar benim rahmetimi bekler­ler. Siz şefaâtlc nıeşgûl olun, husûmeti tçrk edin, bu­yurur.

Nakledildiğine göre Ramazan ayı gözüktüğü vakit Arş, Kürsî ve Melekler:

— Ne mutlu Muhammed ümmetine! Hakk Teâlâ katında kerametleri, kıymetleri çoktur. Güneş, ay, yıldızlar, gece ve gündüz, denizlerdeki balıklar, kara­lardaki canlılar, şeytandan başka herşey, Adem oğul­lan için istiğfar ederler, derler. Hakk Teâlâ meleklere: Namazınızı ve teşbihlerinizi Muhammed ümmetine bağışlayın, buyurur. Onlar da bağışlarlar.

Nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle bu­yurmuştur:

— Her gün gökten yere beş melek iner. Biri Mek­ke'ye, biri Medine’ye, biri Kudüs’e, biri müslümanla rın şehit'iklerine. kabirlerine biri de sokaklara iner.

Mekke'ye inen;

— Kim farzı (Namazı) terk ederse Allahın rah­metinden çıkmıştır, der.

Medine’ye inen:

— Kim Sünneti terk ederse Rasûlûllahm Sünne­tinden çıkmıştır, der.

Kudüs’e inen-

552

— Kim haram kazanırsa Allah Teâlâ onun diğer amellerini de kabûl etmez der.

Müslümanların kabirlerine inen:

— Ey kabirdekiler! Neye gıpta edersiniz? der.

Onlar:

— Kur'an okunsa. Namaz kılınsa ve Salâvat veril­se, biz bunları yapamıyoruz diye gıpta ederiz derler

Sokaklaı^ı inenler:

— Ey Müslüman kalabalığı! Hakk Teâlâ'nm belâlan ve azâbttırı vardır. Siz yaranızı tedâvî etmez misiniz? Tövbe edin ve Hakka dönün! derler.

Nakledildiğine göre Hz. Hâlıd (radiyallâhu anh) şöyle demiş­tir:

— Hakk Teâlâ meleklere buyurdu: Üç kişi rahmeti­me yakındır.

Biri: Yer altında, mağarada olduğu halde kendi başına ezan okuyup namaz kılan kimsedir. Hakk Teâlâı

— Ey Meleklerim: Bakın benim kuluma! Namaz kılar. Benden başka Tanrısı yoktur. Yetmişbin melek insin ve onunla berâber namaz kılsınlar, buyurur.

İkincisi: Kendi başına namaz kılıp secde ederken secdesinde uyuyan kimsedir. Hakk Teâlâ:

— Ey Meleklerim! Benim kuluma bakın. Canı be­nim katımda ve bedeni secdededir, buyurur.

Üçüncüsü: Gazâya gidip düşmanla cenk eden ve kaçmayan kimsedir. Benim rahmetim bu üç kişiye ula- şıktır.

Nakledildiğine göre Ebû Hûreyre (radiyallâhu anh) peygam­ber (aleyhisselâm) ’dan şöyle nakletmiştir:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu: Hak tââla hazret­leri, her Cuma gecesi meleklere şöyle buyurur: Gökle-

553

rin kapılandı açın, Rahmet melekleri yeryüzüne in­sinler. Birisinin elinde bir tabak vardır. içi nur ile doludur. Hakk Teâlâ: Ey meleklerim! Benim rahmetimi kullarımın üzerine saçın!

Melekler:

— Ya Rabbi! Kimi uyur, kimi ibâdet eder. Kimin üstüne saçalım? derler.

Hakk Teâlâ:

— Benim rahmetimde cimrilik yoktur. Bütün mü’minlerin üzerine saçın! Ey meleklerim! O uyuyan- lan uyanıklara bağışladım, buyurur.

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyur­muştur:

— Bir mü’min gece kalkıp abdest alsa Hakk Teâlâ meleklerine şöyle buyurur:

— Bakın benim kuluma! Gece kalkıp abdest aldı ve namaz kıldı. Siz şâhit olun ki, ben o kulumu yarh- ğadım ve ona Cennette bir saray verdim. Uzunluğu doğudan batıya kadardır. Eğer bütün yeryüzünün hal­kı içine girseler o saray dolmaz.

Ebû Tâlib-i Mekkî (Allahın rahmeti üzerine olsun) der ki:

— Ölüm meleği ile hayat meleği aralarnda ko­nuşurlar. Ölüm meleği şöyle den

— Ben dirilen, yaşayanları öldüreceğim.

Hayat meleği:

— Ben ölüleri dirilteceğim, der.

Hakk Teâlâ bunlara:

— Siz işinizle meşgûl olun. O işi size ben bağış^ ladım. Amma öldürücü ve diriltici benim. Benden başka öldüren ve dirilten yoktur, buyurur.

Ka'bû’l-Ahbâr şöyle der:

554

— Hakk Teâlâ ölümü bir koç biçiminde yarattı ve ona meleklerle yürümesini emretti. Melekler onu gö­rünce akılları başlarından gidip hayretler içinde kal­dılar. Secde ederek dediler ki:

— Ya Rabbi! Bu nedir?

Hakk Teâlâ;

— Bu Ölümdür, buyurdu.

Melekler:

— Kimin için yarattın? dediler.

Hakk Teâlâ:

— Bütün mevcûdlar, yaratılmışlar için yarattım, buyurdu.

Melekler:

— Ya Rabbı! Dünyâ’yı kimin için yarattın? dedi­ler.

Hakk Teâlâ:

— İnsanların oturması için yarattım, buyurdu.

Melekler:

— Eğer insanlar ölümü bilselerdi, yemez, gülmez ve dünyâ ile faz’a meşgûl olmazlardı, dediler.

Hakk Teâlâ:

— Sonsuz emel ve arzular, onlara ölümü unuttu» rur, buyurdu.

Nakledildiğine göre, bir kimse hasta olsa Hak ta­nla hazretleri iki meleğe şöyle buyurur:

— Varın benim kuluma bakın! Hâlini sormaya gelene o ne der?

Bir kişi onun halini sormaya gelse ve nasılsın? diyene «Elhamdülillah» dese melekler Hakk Teâlâya:

— O kulunun ne dediğini sen bilirsin Ya Rabbi! derler.

Hakk Teâlâ buyurur:

555

— Eğer o kulum ölürse Cennete koyarım. Eğer diri kalırsa etinden üstün et, kanından üstün kan ve­ririm ve bütün günahlarını bağışlarım.

Ebû Hüıeyre (radiyallâhu anh) Rasûlûîlah’dan şu nakilde bu­lunur:

— Rasûlûllah buyurdu ki: Bir kimse mescidde dünyâ kelâmı söyiese, melekler o mescidden çıkarlar, giderler ve:

— Ya Rabbi senin kulun bizi mescidden kovdu, derler.

Hakk Teâlâ buyurur:

— Şânıın hakkı için onların üzerine bir kavim musallat ederim ki, onların sözlerini işitmezler.

Nakledildiğine göre Muhammed ümmetinden bir kimse Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) anıldığı zaman ağlasa, me lekler:

— Ey Rabbim ve ey Allahımız! Muhammed üm­meti ne güzel ümmettir ki, biz onların ağladığını gö­rüyoruz, derler.

Hakk Teâlâ onlara şöyle buyurur:

— Onlar âlimlerdir. Peygamberlerinin Hadîsini okurlar, onun muhabbetinden ona belâlar ve mihnet­ler ulaştığından dolayı ağlarlar.

— Ey Meleklerim! Siz tanık olun! Ben onları azâd eyledim, kötü sonuçlardan emin kıldım.

Nakledildiğine göre bir melek vardır. Rahimlere, döl yataklarına vekil kılınmıştır. Bir nutfe (damlacık) babadan oraya inse o melek onu elinin üstüne alır vç şöyle der:

— Ey Rabbim! Bu nutfe (damlacık) mahlûk oluı mu? Yoksa olmaz mı? Eğ_r Hakk Teâlâ olmaz derse o

556

melek o damlacığı kan haline koyar. Çocuk olmaz Eğer Hakk Teâlâ olur derse o melek:

— Ya Rabbi! Erkek mi olur, yoksa kız mı olur? Eceli ve rızkı nedir? diye sorar:

Hakk Teâlâ:

— Ünımûl Kitaba bak, buyurur.

L’mmûl Kitap, Hakk Teâlâ’nın kudret kalemi ile: «Cennetlik, yahut Cehennemliktir» diye İlâhî bilgisi ile kaderini yazdığı İlâhî levhadır. O melek levha’ya ba­kar, rızkım ve eceiini görür ve bilir. Ondan sonra, öl­düğünde defnedileceği yeıden bir avuç toprak alır, o damlacığa karıştırır. Ondan sonra da; rızkını, ecelini, saîd (iyi) veya şakîy (kötü) şeklinde kaderini alnına yazar. Alın yazısını tesbit eder. (206)

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ yer ile gök arasın­da bir şehir, bir belde yaratmıştır. Yumurta gibi ak ve güzel bir kabuğu vardır. Yetmişbin kapısı bulunur. Her kapısında binlerce melek vardır. İnsan sûretin- dedirler. Cuma günü olunca:

— Ey Allahım! Cuma namazı için abdest alan ve Cuma namazına giden kimseyi yarlığa diye Allaha yal­varırlar ve yakarışta bulunurlar. (207)

(206) Müellif; insanın yaratılışındaki İlâhî kudreti ve Al­lah’ın İlâhî ve sonsuz bilgisi ile insanoğlunun kade rini tespit yönünü, avam ve halk seviyesinde anlat­mak için böyle bir ifade kullanmıştır. İnsanı Allah yaratır ve o öldürür. Rızkını veren de odur. Keyfi­yetini bilme imkânı insan için mevcut değildir. Bu anlatış ilmin açıklanmasına uymaz.

(207) Müellif burada dünyanın şeklini ve biçimini, bu­günkü ilme uygun bir tarzda ifâde etmek istemiştir. Ancak kapalı bırakmış ve avama basit bir benzetiş­le anlatmaya çalışmıştır.

557

Ebû Hûreyre ve Ebû Saîd El-Hudrî (radiyallâhu anh) şöyle dediler:

— Cebrâil (aleyhisselâm)  dedi ki: Yedinci kat gökte bir melek gördüm. Bu dünyanın yetmiş büyüklüğünde ululuğu var.

Ben ona:

— Herşeyi bilir misin? dedim.

O melek:

— Evet bilirim, ancak iki şeyi bilmem, dedi.

Biri şudur: (Eşhedü en lâ ilâhe illellah ve eşhedü enne Muhammeden Abdûhû ve Rasûlûhû) kelimesinin sevabım bilmem.

İkincisi de şudur: Bir kimse gazâ eylese, cenk et­se, onun sevabı ne şekildir’ Bunları bilmem dedi.

Cebrâil (aleyhisselâm)  bunu işitti ve geldi. Rasûlûllaha ha­ber verdi, durumu anlattı.

Ebû Tâlib-i Mekki şöyle der:

— Her gün dört melek, dört taraftan, dört türlü sesle seslenirler:

— Ey hayır işleyen kimse! Çok hayır yap, az şer işle.

Biri der: İlâhî! Yiyecek veren kimseye sen gene ver. Vermeyen kimsenin malını telef et.

Biri de şöyle der: Dünyâ’da kalacağınızı sanıp yersiniz, içersiniz Sonu ölümdür. Yaptığınız bu bina­ların sonu harabtır.

Diğeri de: Yeyin ve için! Sonu hesaptır der.

559

2   BÖLÜM

Allah Teâlâ buyurdu:

— «(Allah indinde) çok şerefli yazıcılar vardır. Kİ onlar ne yaparsanız hepsini bilirler.» (208)

Müfessirler şöyle derler:

— İnsanların sağında ve solunda melekler vardır. Sağındaki iyilikleri yazar. Solundaki kötülükleri ya­zar. Sağdaki melek soldakine emreder.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem hazretleri buyurdu:

— Sağındaki melek soiundakine, bir kişi iyi iş işleyince » âmin» der. Bir kişi iyilik etse, iyi iş yapsa bir yerine on yazar. Kötülük yapsa sağdaki soldakine:

— Yedi saat sabret, belki istiğfâr eder diye emir verir.

Eğer tövbe etmezse yerine bir yazar. Meleklerin ikisi sabah gelir, ikisi ikindiden sonra gelirler. İnsan­ların amellerini alırlar göğe giderler. Her insanın yüz- altmış meleği vardır. «Kirâmen—Kâtibin» adlı melek­ler şâhittirler. Ama Rahmet meleği hiç yanından ay­rılmaz.

Jbni Abbâs (radiyallâhu anh) Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’dan naklen şöyle de­miştir:

'— Her insanın beş meleği vardır. Biri sağında iyi­liklerini yazar. Biri solunda kötülükleri yazar. Biri dâima önünde iyiliğe, hayra kılavuzlar. Biri ardmdadır,

12Û8) İnfitâr Sûresi, âyet: 11, 12.

560

dâima kötülerden men eder. Biri alnındadır. Her ne zaman salâvat getirse onu yazar ve Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’a onu bildirir.

Nakledildiğine göre bir şahıs Hz. Muâz bin Cebel’, den nasihat istedi. Muâz bin Cebel ağlayıp düştü: Tek­rar akh başına gelince:

— Ben de Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’den nasihat istedim. Buyurdu ki: Hakk Teâlâ gökleri yaratmazdan evvel yedi melek yarattı. Göklerde vazifeli kıldı. Adem oğulların­dan bir kimse bir başkasının gıybetini yapsa, onun amelini birinci kat göğe iletirler. Oradaki melek: Alın amelini geri götürün, yüzüne vurun der.

Hakk Teâlâ hazretleri, bana şöyle buyurup durur: «Gıybet edenin amelini kabûl etmem» der.

Getirirler tekrar yüzüne vururlar. Eğer dünyâ eh­li olsa onun amelini ikinci gökteki melek red eder Eğer kibirli olursa onun amelini üçüncü gökteki dön­dürür. Eğer kendini beğenirse dördüncü gökteki dön­dürür. Eğer hased ederse beşinci gökteki döndürür Eğer halkı esirgemezse altıncı gökteki döndürür. Eğer halkın yanında şeref ve hürmet isterse yedinci, gökte­ki döndürür.

Eğer bunlar olmazsa, belki namaz, oruç zekât, Hacc ve halka güzel muamele etmek, konuşmamak, Allaha zikirle meşgûl olmak ve bunlar gibi güzel amel ve davranışları kabûl ederler. Hakk Teâlâ hazretlerinin huzuruna getirirler. Onun ihlâsma ve güzel ameline tanıklık ederler.

Hakk Teâlâ hazretleri: Siz benim kulumun ameli­nin bekçilerisiniz. Fakat ben onun nefsini bilirim.

O ameli benim için işlemedi. Riyâ ederdi. İnsanla-

561 ra saygı gösterirdi, bana göstermezdi. Benim lânetim onun üzerine olsun, buyurur.

O melekler:

— Bîzîm de lanetimiz onun üzerine olsun, derler, Ondan sonra Muâz:

— Ey Allahın Rasûlû! Eğer benim amelimde eksiklik var ise beni hayra kılavuzla dedi.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

’— Ey Muâz! Dileğini dostlarının arasmda sakla Günahını kendin götür. Başkasına götürtme. Halkı zem edip kendi nefsini bezeme. Meclisde kibirli olma Halk senin kötü ahlâkından dolayı senden yüz çevirir­ler. Halkı fazla hoş tutma, hayırdan kesilirsin. Hakk Teâlâ hazretleri seni Cehennem zebânilerine gösterir, sana zebâniler azâb ederler, dedi.

Muâz:

— Ey Allahın Rasûlû! Buna kimin gücü yeter? Kim Cehennemden kurtulur? dedi.

Rasûlû ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Muâz! Hakk Teâlâ hazretleri kolay edincelç kolay olur, buyurdu.

3.         ÇEŞİTLİ MESELELERLE İLGİLİ BÖLÜM

Bagavî tefsirinde Hz. Ali (radiyallâhu anh)’m Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’den şöyle bir hadis rivayet ettiğini nakleder.

— «Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem dedi ki: (Fâtiha) Sûresi, Ayetel Kûrsî (Allâhüla. .) ve Â)-i îmrân Sûresinden, (Şehidellâhü) ile başlayan ayetle (Kulillâhümme) diye başlayan iki ayet’i Hakk Teâlâ hazretleri yeryüzüne in­dirmek istedi ve Arş’da bunları alıkoydu. Bunlar:

F : 36

562

— Ey Rabbim! Bizi yeryüzüne, âsî olanlara mı gönderiyorsun? dediler.

Hakk Teâlâ hazretleri bunlara.

— Kim sizi namazın sonunda okursa, ben ondan razı olurum. Onu Cennete oturturum. Ona her gün yet­miş kere İlâhî nazarla bakar, gözetirim. Hacetini, duâ- sını kabûl ederim. En küçüğü şudur ki, ona rahmet edip yarlığanm buyurdu. (209)

Meşânk’de Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den şöyle nakle­dilmiştir:

— Rasûlü Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki. Hakk Teâlâ hazretleri yeri ve dağlan Pazar günü, ağaçlan Pazarte­si günü, gökleri Sah günü, Nûr’u Çarşamba günü, can­lıları Perşembe günü, Adem'i ayın sonunda ikindiden sonra Cuma günü yarattı; Zira o son yaratılan mah­lûktur.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Kim benim dostlanmı horlarsa benimle cenk etmiştir. Dervişlik benim zindanımdır. Hastalık benim habsimdir. Sevdiğim kulumu o hastalıkla habsederim.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ hazretleri şöyle bu­yurmuştur:

— Şerri ve hayırı yarattım. Kendisini hayır için yarattığım kimseye ne mutlu. Şer için yarattığım kim­seye de yazıklar olsun. Benim işim için neye böyle iş­ledi diyene gene yazıklar olsun.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Hakk Teâlâ’nın yeryüzünde üçyüz kulu vardır.

(209) AyetelKûrsî; Bakara: 255

Şeh’dellah Âl-i İmrân: 18

Kûlillanûmme, Âl-i İmrân: 28

563

Gönülleri Adem (aleyhisselâm) 'ın gönlünün üzerindedir. Kırk kulu vardır. Gönülleri Mûsâ (aleyhisselâm) ’ın gönlünün üzerin­dedir. Yedi kulu vardır. Onların gönülleri İbrâhim (aleyhisselâm) ’ın gönlünün üzerindedir. Üç kulu daha vardır. Gönülleri Mikâil (aleyhisselâm) ’ın gönlünün üzerindedir. Bir kulu vardır. İsrâfîi (aleyhisselâm) 'ın gönlü üzerindedir. O ku­tuptur. Kutup ölünce üçlerden birisini onun yerine koyarlar. Yedilerin birini üçlere katarlar. Kırkların birisini yedilere katarlar. Üçyüzlerin birisini kırklara katarlar. Hakk Teâlâ hazretleri yeryüzünü bunlarla sak­la. Bunlara tabakât ehli derler. Abdallar derler. Sey­yahlar derler. Evtâd derler ve Kutup derler. (210)

Bunların tertibi şöyledir:

Üçyüzler Mısır'da bulunurlar. Kırklar Kudûs'de bulunurlar. Yediler Medine'dediı. Üçler ve Kutup Ka­be’dedir.

Allah hepsinden râzı olsun.

Ebû Hûreyrc (radiyallâhu anh) Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den şöyle bir rivayette bulunmuştur:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: Hakk Teâlâ haz- ıctleri Halkı (mahlûkâtı) yaratıp her türlü durumla­rını takdir ederek Arş'ın üzerine yazdı ve kendi katın­da alıkoydu. Bu yazı şu idi: (Şüphesiz benim rahme­tim gazabımı geride bırakmış, geçmiştir).

Cehennemi yarattığı zaman Cehennem hareket etti. Hakk Teâlâ ona şöyle buyurdu:

(/10) Evtâd- Tasavvuf dilinde mânâ âleminin sağlam di­rekleri, Evliyanın ileri gelenleri mânâlarına gelir. Kutup: Tasavvufta, Allah dostlarının etrafında top­landığı merkez, mânâ çarkını etrafında döndüren ek­sen demektir.

564

— Ey Ateş! Sakin ol, hareket etme. Şanım hakkı için (Lâ ilâhe illellâh Muhammeden Rasûlûllah) diyene seninle azâb etmeyeceğim.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu.

— Kim (lâ ilâhe illellâh Muhammeden Rasûlûllah) derse onun ağzından, inci ve yakût’dan iki kanadı bu- anan bir ak kuş çıkar. O kuş göğe yükselir. Arı sesi gibi ses çıkarır. O kuşa:

— Sâkin ol, sesini kes derler.

Kuş:

— (Lâ ilâhe illellâh Muhammeden Rasûlûllah) di­yeni yarlığaıııayınca sâkin olmam, susmam der.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— O kimseyi yarlığadım, buyurur.

Hakk Teâlâ o kuşa yetmiş dil verir. O kuş kıyame­te kadar o kimse için istiğfarda bulunur. Kıyâmette de elinden tutup Cennet götürür.

Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Cennet ile Cehennem çekiştiler. Cehennem:

— Ben kibirliler ve zâlimler içinim der.

Cennet ise:

— Ben zayıflar ve çâresizler içinim der.

Hakk Teâlâ hazretleri Cennete:

— Sen benim Rahmetimsin. Kime dilersem senin­le rahmet ederim.

Cehenneme de.

— Sen benim azâbımsın. Kime dilersem seninle azâb ederim, buyurdu.

îbni Abbâs (radiyallâhu anh) peygamberimizden şu Hadîsi nakletti:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu: îlim öğrenin ve ya­zın. Hakk Teâlâ’nın yedinci kat gökte melekleri vardır.

565

Fakirler ve ilim öğrenenler için istiğfâr ederler. Hakk Teâlâ hazretleri, ilim öğrenip okuyanlara, her harfi için on sevâb verir. Her gün bin Kâbe tavafının seva­bını verir. Bin şehîd amelinin sevabını bağışlar.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ şöyle buyurmuş­tur:

— Kim beni sevdiğini iddia eder, sonra da gece yatar uyursa iddiasında yalan söyler.

Nakledildiğine göre Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle de­miştir:

— Hakk Teâlâ, mahlûkatı yaratmazdan bin yıl önce «Tâ-hâ» ve «Yâ-sîn» okudu. Melekler bunu işitince:

— Ne mutlu bu sûrelerin kendilerine inecek olan, ümmete! Bu sûreler onların dilinde ve gönüllerinde olur.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ velîlerden birine şöyle buyurmuştur:

— Benim gizli lûtfumu bil. Zeyreklik, anlayışlılık ve uyanıklılık lûtfumu da bil. Zira ben onu severim.

O velî:

— Ya Rabbi! Senin Zeyreklik lütfün nedir? dedi.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Eğer sana bir sinek konsa benden bil ve ben­den iste, benden dile. Zira gene onu ben gideririm.

O velî:

— Ey Rabbim! Gizli lütfün nedir? dedi.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Ne zaman bir musibet işitsen benden bil, onu ben yarattım. Bana şükret ki, onu ben gideririm.

Nakledildiğine göre peygamberlerden biri Allaha açlıktan, soğuktan ve bitden şikâyet etti. Hakk Teâlâ hazretleri o peygambere:

566

— Sana İslâm’ı verdiğimden dolayı razı değil mi­sin? Seni kâfir olmaktan sakladım. Şimdi bitli müs- lüman olmak mı iyidir? Yoksa bitsiz kâfir olmak mı daha iyidir? buyurdu.

O peygamber başına toprak koyup:

— Ya Rabbi! Halime râzı oldum, beni küfürden sakla dedi.

Ebû Hûreyre (radiyallâhu anh) dedi ki:

— Hakk Teâlâ hazretleri denize söyledi ve: Ey de­niz! Sana çok su verdim. Kullarım senin üzerinde beni zikrederler. Sen onlara ne yaparsın? buyurdu.

Deniz:

— Boğarım, dedi.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

—Ben onları gemi üzerine alayım da boğamaya- sın.

Abdullah bin Ömer (radiyallâhu anh) Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den şu rivayeti nakleder:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu: Kim deniz kenarında bir defa (Allahü Ekber) dese Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

— O kimse benden hiçbir şey istemese, fakat mak­sadı ben olmasam, yarın Kıyamet gününde onun seva­bını mîzâna koyarlar, yedi kat yerden ve gökten ağır gelir.

Nakledildiğine göre bir peygamber, rızkı için Hakk Teâlâ’ya şikâyette bulundu.

Hakk Teâlâ:

— Denize gir ve bir taş çıkar, buyurdu.

O peygamber denize girdi, bir taş çıkardı. O taşı yardı, içinden küçük bir kurt çıktı. Ağzında yeşil bir yaprak vardı.

Hakk Teâlâ hazretleri:

567

— Şüphesiz bu kurdu ben açlık ile öldürmedim. Peygamberlerimi yok eder miyim? Rızk için kaygılan­ma! Yoksa adını peygamberlik defterinden çıkarırım ve sana, hiç kimseye vermediğim bir azâb ile azâb ederim, buyurdu.

Nakledildiğine göre mübarek «Recep» ayı tamam olunca, sona erince, göğe çıkar.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Kullarım sana gerekli saygı ve hürmeti göster­diler mi? buyurur. Recep ayı susar birşey söylemez. Ondan sonra:

— İlâhî! Beni yarattın ve bana: «Kullarımın gü­nahlarını gizle» diye emrettin. Peygamberlerin bana «Sağır» diye ad koydular.

Cebrail (aleyhisselâm)  .

— Hakk Teâlâ hazretleri Muhammed ümmetini yar- hğadı, der.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurur:

— Cebrail (aleyhisselâm)  doğru söyler. Sidretül-Müntehâ’- da bulunan melekler doğru derler. Firdevs Cenneti, Adn Cenneti, Cennetin nimetleri, Arş ve Kûrsî doğru davranırlar. Ben Muhammed ümmetini yarlığadım. Benim katımda Muhammed ümmeti için, gözlerin gör­mediği, kulakların işitmediği ve insanın gönlünden geçmeyen şevler vardır.

Nakledilir ki, Ma’rifet (İlâhî bilgi) şöyle demiştir:

— Ey Rabbim! Dünyâ’yı aydınlatayım m:?

Hakk Teâlâ:

— Yok! Aydınlatma, buyurdu.

Ma’rifet:

— I.evh’a, kaleme, Arş’a ve Kûrsî'ye vereyim mi? dedi.

568

Hakk Teâlâ:

— Yok aydınlık verme, buyurdu.

Ma’rifet tekrar:

— Ey Rabbiın! Ya kime aydınlık vereyim? dedi. Hakk Teâlâ:

— Mü’minlerin gönlüne aydınlık ver, buyurdu.

Ma’rifet:

— Mü’minlerin gönlü zayıftır, dedi.

Hakk Teâlâ:

— Mü’minlerin gönlü benim nazargâhım, gözetti­ğim yerdir. Onlara bak ve onları aydınlat, buyurdu.

Ma’rifet de mü’minlerin gönlüne nazar edip onla­rı nûr ile doldurdu.

Hakk Teâlâ hazretleri Îblîs'e buyurdu:

— Ey melûn! Onlar, yüzlerinin nûru Arş’dan, top- raği İbrâhim ile Muhammed’in toprağından, gönlü benim hâzinem olan kimselerdir. Onlar benimdir. Sen onlara musallat olamazsın, el uzatamazsm.

Îblîs:

— Ey Rabbim! Onların hali nedir? dedi.

Hakk Teâlâ:

— Ey melûn! Onlar, geçmiş günahlarına pişman olan, son zamanın halinden korkan, yüzleri benim Arşımın nûru ile parlayan halkı esirgeyen, onlara cö­mert davranan vc toprakları îbrâhim ile Muhammed toprağından olan kimselerdir, buyurdu.

— Kim benim verdiğime râzı olursa, kısmet etti­ğime kanaat ederse ve benim rızâmı istemeyi ilk vazi­fe bilirse onun gönlü benim hazinemdir.

Şeytan:

—• Bu durumda olmayan kimse benim olsun, de­di.

569

Hakk Teâlâ:

— Senin olsun ey melûn! buyurdu.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hazretleri:

— Ramazan ayının ilk gecesi olunca Hakk Teâlâ:

Kim beni severse ben de onu severim. Kim beni isterse ben de onu isterim. Kim istiğfâr ederse onu yarhğarım buyurur, dedi.

Nakledildiğine göre Ramazanın gecesi olup Hakk Teâlâ hazretleri Muhammed ümmetini yarlığadığı za­man Cennet nimetleri ve Cebrâil (aleyhisselâm)  harekete ge­lirler. Ondan sonra Fırdevs ve Adn Cenneti, Arş ve Kûrsî harekete gelerek:

— Ey Cebrail: Bu ne hareketdir? derler.

Ben sağırım. Onların itaatlarını, kulluklarını işit­tim, günahlarını işitmedim, dedi.

Bundan dolayı Recep ayına sağır derler.

Ka'bû’l-Ahbâr (radiyallâhu anh) dedi ki:

— Recep ayının her gecesinde Allah Teâlâ şöyle buyurur: Recep benim ayımdır. Kullarım benim ku- lumdur. Rahmet benimdir. Cennet benim fazlımdır. Fazl benim elimdedir. Hakk Teâlâ onun son gecesinde: Hiç tövbe eden var mıdır? Kabul edeyim. Hiç duâ eden var mıdır? Ona karşılık vereyim. Hiç istiğfâr eden var mıdır? Yarlığayayım buyurur.

Hz. Ali (radiyallâhu anh) dedi:

— Şâbânm yarısında, geceleyin kalkıp ibâdet edin. Gündüzün onıç tutun. Allah Teâlâ sabaha kadar, hiç istiğfar eden var mıdır? Yarhğayayım. Hiç rızık isteyen var mıdır? Vereyim buyurur.

Nakledildiğine göre Îblîs’in (ona lânet olsun) öle

570

mü yaklaşınca, bır günde Doğu’dan Batı’ya yedi kerre gidip:

— Acaba benden kutlu kimse var mıdır? der.

Bunun üzerine Hakk Teâlâ buyurur:

— Ey melûn: Kötü bir kadın senden kutlu ve şer işlemekte senden kötüdür.

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle de­miştir:

— Îblîs: Ey Rabbim! Sen (Benim kullarımın üze­rinde senin hiç bir tahakküm (ün) olamaz. Meğer ki azıp sapanlardan senin izince gidenler olsun) buyur­muştur. Şimdi onları bana bildir, ben onlara yakın olmayayım dedi. (211)

Nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir:

— Hakk Teâlâ İmanı yaratınca îman:

— Ey Rabbim! Beni kuvvetlendir dedi. Hakk Teâlâ da îmanı güzel ahlâk ve cömertlikle kuvvenlendirdi.

Hakk Teâlâ küirü yaratınca küfür:

— Ey Rabbim! Beni kuvvetlendir dedi. Hakk Teâlâ da küfrü cimrilik, kötü ahlâk ve fesâdla kuvvetlendir­di.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ hazretleri şöyle bu­yurmuştur:

— Ben padişahlar padişahıyım ve padişahların gönlü benim elimdedir. Şayet ben bir kavimden razı olursam padişahların gönlünü onlara yumuşak edip kerem ve lûtuflaıoa bulunurum. Bir kavimden razı olmadığım zaman, padişahların gönlünü onlara katı edip zahmetler veririm. Kendi nefisleri ile meşgûl ol­mazlar, padişahların kulluğu ile meşgûl olurlar, öyle

Hicr Sûresi, âyet: 42

571

ise ey kullarım! Bana gelin. Onların gönlünü sizin üze­rinize şefkâtli eylerim.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) nakleder:

— Peygamberlerden biri Tanrı taâla’ya dedi ki: Ey Rabbim! Bir mü’min kul sana itaat eder ve günah- dan sakınır. Dünyâ’yı niçin ondan ırak edip onun ba­şına belâlar getirirsin? Bir kâfir sana itat etmez. Gü­nah da işler, ona dünyâ’yı verirsin ve belânı ondan giderirsin.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Kul benim kulumdur. Belâ da benimdir. Mû’- min kul günah işler, günahlarına kefâret olsun diye, dünyâ’yı gideririm ve on?, belâlar veririm. Bana gel­diği vakit ona hasenât, iyilik ve sevap veririm.

Kâfir kul rızık için iyi işler yapar. Ona dünyâ’da nzık veririm. Belâyı ondan gideririm ve hasenâtı, iyi­liği ona dünya'da veririm. Bana ulaşınca da ona kötü­lükleri için azâp ederim.

Nakledildiğine göre İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle demiş­tir:

— Yahudiler, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimize Ra’d nedir? diye sordular. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Bir melektir, bulutlarla vazifelidir. Elinde ateş­ten bir kamçı vardır. O kamçı ile bulutları sürer. İşi­tilen ses o kamçının sesidir buyurdu. (212)

Ekseri müfessirlere göre Ra’d bir meleğin adıdır. Bulutları sürer. İşitilen ses onun sesidir.

(212) Melek kelimesi ayrıca kuvvet ve enerji mânâsına gelmektedir. Burada gök gürültüsü ve şimşek çak ması olayının, elektrik akımı ile ilgili ilmi açıkla­masına uygun bir düşünüş ifade edilmek istenmiş elması uzak bir ihtimal değildir.

572

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Eğer benim kullarım bana itaat etselerdi gece yağmur yağdırırdım, gündüz gün doğardı, kimse Ra’d’- m sesini duymazdı buyurdu.

tbııi Mâlik (radiyallâhu anh) dedi ki:

— Bir yiğit tövbe ettiği zaman Hakk Teâlâ şöyle bu­yurur:

— Ey benim meleklerim! O yiğit benim için arzu­sunu terk etti. O benim katımda bazı meleklerim gi­bidir.

Bir kimse pir olsa, ihtiyarlaşa Hakk Teâlâ sabah ve akşam yüzüne nazar eder ve’

— Ey ihtiyar. Yaşın çok ilerledi. Kemiklerin za­yıfladı. Bana gelmen jakın oldu. Benden utan! Ben sa­na azab etmeye senin ak sakalından utanırım. Sen de ak sakalınla günah işlemeye benden utan, buyurur.

îbni Abbâs (radiyallâhu anh) nakletmiştır:

— Bir gün Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem Ütnmü - Selemc’nin evinde oturuyordu. Ben Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’ı görmeye vardım idi. Hz. Ali ile oturduğunu gördüm. Hz. Bilâl geldi. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem ağladı. Biz de beraber ağladık. Hz Ali (radiyallâhu anh):

— Ey Allahın Rasûlü niçin ağlıyorsun? diye sordu

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Eğer benim ümmetim müezzinlerin rie dedikle­rini bilseler, işittikleri zaman asla yerlerinde duramaz­lar, mescid’e gelirlerdi, buyurdu.

Hz. Ali:

— Ey Allahın Rasûlü! Müezzinler ne derler? dedi, Rasûlûllah (S A.V.) buyurdu:

— Müezzin (AHahû Ekber) dese Hakk Teâlâ hazret­leri:

573

— Namaz farzdır ey dünya işi ile meşgûl olanlar: İşlerinizi bırakın, namaza gelin! buyurur.

Müezzin (Eşhedü en lâ ilâhe illellâh) dese Hakk Teâlâ:

— Gökler ve yerler tanıklık etti ki, ben bu kelime­yi seçtim buyurur.

Müezzin: (Eşb.edû enne Muhammeden Rasûlûllâh) dese Allah Teâlâ:

— Nebiler ve Rasûller tanıklık verirler ki, Muham- med (aleyhisselâm)  son peygamberdir, buyurur.

Müezzin: (Hayye ala's - Salâh) dese Hakk Teâlâ:

— Şeriatı (dini) Hakk Teâlâ kurdu, siz de onu ayakta tptun! buyurur.

Müezzin: (Hayye alâl - Felâh) dese Hakk Teâlâ:

— Benim Rahmetime girin ve verdiğim sevapları görün buyurur.

Müezzin: (Allahû Ekber) dese Tanrı taâla:

— İşiniz size haram oldu, buyurur.

Müezzin: (Lâ ilâhe illellâh) dese Hakk Teâlâ hazretle­ri:

— Bu emâneti yerler ve gökler yüklenmediler. Siz kabûl ettiniz. Öyle ise ey kullarım! Durun, namazı kı­lın! buyurur.

4.  ÖLÜM MELEĞİ İLE İLGİLİ BÖLÜM

Bagavî tefsirinde İbni Abbâs’ın şöyle dediğini nakletmiştir:

— Her ’nsanın iki nefsi vardır. Birine (Nefsü’l - Hayât) derler. O, ölüm vaktinde bedenden ayrılır. O gittiğinde hayat da onunla beraber gider. Diğerine (Nef sü’l - Femyiz) derler. O, insan uyuduğunda ondan ayrı­lır. Uykuda insan nefes alır - ieıir.

574

— Bazıları:

— İnsanın nefsi ve rûhu vardır. însan uyuşa nefis çıkar gider, ruh bedende kalır, dediler.

Hz. Ali (radiyallâhu anh) şöyle dedi:

— İnsan uyuduğu zaman rûh çıkar gider. Ruhun şuâı, ışık okları yerinde kalır. Düş görmesi bundan do­layıdır. İnsan uvanırıca ruh tekrar cesedine gelir.

Nakledildiğine göre Ebûl - Leys, tefsirinde şöyle demiştir:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem: İnsan uyuduğu zaman ru­hundan hareket çekilir. O anda yerde yatar. Öyle iken canından bir ışık çekilir göğe gider. Amma doğrusu şu­dur ki, ruhun hakikatini Allahtan başka kimse bilmez, buyurdu.

Değerli alimler:

— Hayvâni nefis ölür, insânî ruh çıkar gider, öl­mez demişlerdir.

Râzî ise şöyle demiştir:

— Hakk Teâlâ (Her nefis ölümü tadacaktır) buyur­du ki, hurdaki nefis’dcn maksat bedendir. Hakk Teâlâ |başka bir yerde: «Allah (ölenin) ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda ruhlarını ahr. Bu suretle hak­kında ölümü hükmettiği (rûhu) tutar, diğerini muay­yen bir vakte (eceli gelinceye) kadar salıverir...» bu­yurdu. Buradaki nefisden murâd da ruhtur, tşin haki­katini ve sözdeki inceliği Allah bilir. (213)

İmam Gazali (Allahın rahmeti üzerine olsun) şu görüşü beyan etmiştir:

— Ölümün hakikatında ihtilâf, görüş ayrılığı var­dır:

(213) P.ümer Sûresi, âyet: 42.

575

Bazıları:

— İnsan öldüğü zaman yok olur. Tekrar dirilme diye bir şey yoktur. Hayvanlar ve otlar gibidir demiş­lerdir. Böyle diyenler kâfirdir, imansızdır.

— Bir kısmı da:

— Bir kimse ölünce yok olur. Kıyâmete kadar, mahşer yerine varmayınca kabirde azâb görmez, dedi­ler. Bu görüş de zayıftır.

Kimileri ise:

— Can ölmez. Cezâ ve mükâfat canadır. Bedene bir şey yoktur. Beden tekrar yaratılmaz. Hemen yok olmuş, çürümüştür dediler. Bu da bâtıldır, asılsızdır ve küfürdür.

Sahih ve doğru olan şudur:

— Ölmek demek, bütün uzuv ve organların birbi­rinden ayrı düşmesidir. İnsanın hakikati ruh ve nefis­tir. Bunlar bakidir, ölmezler. Ya azâb görürler, ya da nimete ererler. Bu hususta kesin haberler ve çok par­lak ayetler vardır. Hayatı bilmeyen kimse ölümü de bilmez. Hayatı bilmek rûhu bilmek ve onun mahiyeti­ni aniamaktır. Hakk Teâlâ hazretleri Rasûlü Ekreme rûh hakkında söz söylemeye izin vermedi. Zira Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyurur: «De ki- Rûh, Rabbimin emri (cümiesi)’ndendir.. » (214) Öyle olunca din âlimleri vahyin sırlarını da keşfedemediler. Gerçi rûh’u anladı­lar amma hakikatini beyan edemediler. (215)

(/14) İsrâ Sûresi, âyet: 85.

(215) Modern psikoloji de rııhdan değil, ruhun tezâhürle- rinden bahseder.

577

5.    B Ö 1 Ü M

Azrail (aleyhisselâm) 'ın dört yüzü vardır. Bu yüzü ateşten­dir. Bu yüzü ile kâfirlerin ruhlarını kabzeder, alır. Bir yüzü zûlmettendir, karanlıktandır. O yüzü ile münâ- fıkların ruhlarını alır. Bir yüzü ettendir, O yüzü ite müminlerin, inanmış kimselerin ruhlarım alır. Bir yü- zü nârdandır. O yüzü ile de Peygamberlerin ve sızdık­ların, Allahın yakm dostlarının canlarını alır.

Azrâil (aleyhisselâm) ’m hizmetçileri vardır. Kimi rahmet melekleri, kimi de azâb melekleridir. Bîr müminin ca­nını aldığı zaman rahmet meleklerine verir. Bir kâfi­rin canını aldığı zaman da azâb meleklerine verir.

Bagavî, tefsirinde şöyle der:

— Azrâil (aleyhisselâm)  yer ile gök arasında yüce bîr yerde oturur.

Onun hizmetkârları vardır. Bir kimsenin canını süzerler, boğazına getirincek Azrâil (aleyhisselâm)  alır.

Muâz bin Cebel (radiyallâhu anh) der ki:

— Azrâil (aleyhisselâm) ’ın bir Harbe’si vardır. (21b) Uzun­luğu şark ile garb arası kadardır. Onunla vurur ve ece­li gelen kimsenin canını alır.

Ebû Hüreyre iR.A.) şöyle demiştir:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu: Azrâil (aleyhisselâm)  bir kimsenin ölümünde hazır olduğu zaman, eğer o kimse iyi bir insan ise:

(216) Harbe: Kısa mızrak şeklinde bir silâh nevidir.

F : 37

578

— Ey hakikata ermiş ve emin ruh! Gel çık! Allah Teâlâ'nın iûtfu ve Cennetin nimetleri şenindir der. Böy- lece o canı ahr ve Allahın emri nere ise ona iletir

Abdullah bin örncı (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Bir mümin öldüğü zaman Hakk Teâlâ hazretleri ona Cennet armağanları ile iki melek gönderir. O iki melek:

— Ey hakikata ermiş ve emin ruh! Gel çık! Hakk Teâlâ senden razı oldu derler. O ean da bedenden çıkar. Misk gibi kokular verir. Melekler göklerin kapısını açarlar. Ne kadar melek varsa o kimse için dua da bu­lunurlar. Hakk Teâlâ’nın huzuruna götürürler. O kimse Allah katında, ilâhı huzurda secde eder, yere kapanır. Ondan sonra Hakk Teâlâ Mîkâil (aleyhisselâm) ’a:

— Bu kimseyi, müminlerin rûhlarınm içine ilet, götür ve kabrini geniş ve rahat eyle. Hattâ yetmiş arşın olsun. Eğer sinesinde Kur’an varsa onun nûru ona ye­ter. Eğer sinesinde Kur’an yoksa onun sinesinde gü­neş gibi bir nur pariat. (Lâ ilahe iliellâh Muhammedi’m Rasûlûllah) dediğ: için kabrinde, Firdevs Cennetinde uyur gibi uyusun. Uyandırdığınız zaman, onu sevgili bir yar gibi uyandırın, buyurur.

Bir kâfir öldüğü zaman Hakk Teâlâ hazretleri ona da melekler gönderir. O melekler:

— Ey kötü rûa! Gel çık! Cehennem ve çok elemli azâb şenindir. Şüphesiz Rabbin sana gazab etmiş, kin beslemiştir. Sana azab edecek derler.

Ka’bü’l - Ahbâr (radiyallâhu anh) dedi ki:

— Hakk Teâlâ hazretleri Arşın altında bir ağaç ya­rattı. O ağacın bütün insanların sayısınca yaprakları vardır. Bir kulun eceli yaklaştığı ve ölümüne kırk gün

579

Kaldığı zaman o ağaçtan Azrail (A.S.Vm Örüm* bü vaj. râk düşer. Azrail (aleyhisselâm)  görür ve bir kimi nin eceli geldiğini anlar. Hizmetinde bulunan meleklere emir ve­rir. Onlar da o kimsenin canını alırlar.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Bir kimsenin rûhu çıktığı zaman, o kimsenin gözü canin ardınca baka kalır. Onun için gözlerindeki perde kalkar. Melekleri, Cenneti ve Cehennemi görür.

Rasül (aleyhisselâm)  yine buyurdu:

— Ölüyü götürdükleri zaman rûhu tabutu üzerine gelip:

— Ey ailem ve çocuklarım! Dünyâ benimle oyna­dığı gibi seninle oynamasın. Ben mah helâldan ve ha­ramdan devşirdim topladım. Size kodum gittim. He­sabını ben vereceğim, benim gibi olmayın der.

Nakledildiğine göre Hz. Aişe (radiyallâhu anh) şöyle bir riva­yette bulunmuştur.

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem hazretleri buyurdu ki: Kim Allah Teâlâ hazretlerine ulaşmayı severse, Hakk Teâlâ da onu sever.

Kim HaK taâla hazretlerine ulaşmayı iyi görmezse Allah da o kimseye ulaşmayı iyi görmez.

Hz. Aişe (radiyallâhu anh):

— Ey Allahın Rasûlü! Ölmeyi herkes kötü görür, dedi.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

' — Öyle deme! Müminlere ölüm geldiği zaman Alla­hın keremini ve rızasını müjdelerler. Bir kâfirin ölü­mü yaklaştığı zaman da melekler Hakk Teâlâ’nın azabmt ona bildirirler. Bu itibarla mümine ölümden sevimli bir şev olmaz. Zira o. Hakk Teâlâ’ya kavuşmayı isterse, Allah da ona kav.ışmay: ister. Kâfir için Aliaha kavuş-

580

mayı iyi görmekten daha çirkin, daha kötü bir şey yok­tur, buyurdu.

Râsûlûllah:

— ölüm acısı, bir kimseye üçyüz defa kılıçla vur­maktan daha fazladır, buyurmuştur.

îbni Mesûd (radiyallâhu anh) şu rivâyeti nakletmiştir:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’e, bir kimseye, kabre kon­duğu zaman ilk önce kim gelir? diye sordum.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

— Evvelâ Duman adlı bir melek gelir ve:

— Ey Tanrı kulu! Amelini yaz! Şimdi sorucular, soru melekleri gelecek, der. O, kabirde yatan kimse:

— Benim divitim ve kâğıdım yok. Nasıl yazayım? der.

Duman adlı melek:

— Kâğıt kefenin, mürekkep tükürüğün ve kalem parmağındır der.

O ölmüş olan kimse kefeni üzerine yazar ve Mün- ker ve Nekir, müminlere güneş gibi aydınlık, kâfirlere kara şekilli olarak gelirler.

Sesleri gök gürültüsü gibidir. Nefesleri kuvvetli ve şiddetli yel gibidir. Bunlar, o kimsenin kabrine gelir­ler. Can, tekrar o kimsenin ağzından ve burnundan gi­rer. Sual meleklerinin korkusundan o ölü beline kadar dirilir. Onun hali, titreme hali gibidir.

Bundan sonra Münker ve Nekir- (Men Rabbüke ve mâ dînüke vemer. Nebîyyüke? = Rabbin kimdir? Di­nin nedir? Peygamberin kimdir?) derler.

Hakk Teâlâ hazretleri cevaplarını kereminden rast getirirse üzerine ulu bir kubbe kurarlar ve Cennetten yana iki kapı açarlar. Bir ipek döşek döşerler. Cennet-

581

ten misk ve reyhân kokuları getirirler. Ameli güzel bil yiğit şeklinde gelir ve ona yoldaş olur. Kabrini nûr ila doldururlar. Ondan sonra o kimsenin canım alırlar ve Cennetteki makamına giderler.

Eğer münâlık veya kâfir ise cevap veremez. Der­hal yer o münâfığı ve kâfiri öyle saklar ki, kemikleri birbirine geçer. Cehenneme varıncaya kadar azab eder­ler.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Hakk Teâlâ hazretlerinin yüz rahmeti vardır. O yüz rahmetten biri, hayvanlar, cinler ve insanlar ara­sında taksim edilmiştir. Doksan dokuzu ile kıyamette müminleri esirger.

imam Gazâlî (Allahın rahmeti üzerine olsun) şöyle demiştir:

— Ulemâ — din âlimleri, kâfirlerle âsî olan mü­minler için kabir azabı vardır. Amma bunun keyfiye­tini (nasıl olduğunu) bilemeyiz. Küçük çocuklara ka­birde sual var mıdır, yok mudur? diye sorulacak olur, sa, cevabı şudur: Allah Teâlâ Münker ve Nekîre, fazlın­dan cevap verecek kadar ilhamda bulunur dediler.

Nakledildiğine göre İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe’ye kabir azabını sordular. Şöyle cevap verdi:

— Kabir azabı Haktır, vardır ve bu doğrudur.

Delili nedir? dediler.

— Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyurur dedi: «Şüp­hesiz zûlmedenler için bundan başka bir azab daha vardır.»

Nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş­tur:

— Kabir azabı üç çeşit şeyden olur. Biri ayıp söz söylemekten, biri başkasına iftirâ etmekten, biri de

582

bedenine değen ve yunmayan bevilden (küçük abdes- ten — sidikten) dolayı meydana gelir.

Din âlimleri bu hususta şöyle demişlerdir:

— Bir kimse Allaha isyan etse, Allah onu yarlığa- masa ona Cuma gününe kadar azab ederler. Ondan son­ra kıyamete kadar azabı eksilir, gittikçe azalır. Hakk Teâlâ hazretleri dilerse kıyâmette azab eder, dilemezse azab etmez ve yarhğar.

6.  RUHLARIN MAKAMI İLE İLGİLİ BÖLÜM

Ebû Bekir Râzî’den, ruhlar dünyâ’dan gidince ne olur? diye sordular. Sekiz yere varırlar diye cevap ver­di.

Biri şudur: Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Peygamberlerin ve Rasûllerin ruhları Adn Cen- netindedir.

İkincisi: Alimlerin ve Velîlerin ruhları Firdevs Cennetindcdir.

Üçüncüsü: Saîdlerin. ivi ve mutlu kimselerin ruh­ları İlliyyûndadırlar.

Dördüncüsü: Şehidleım ruhları Cennette kuşlar gibi uçarlar, sonra Arşın altında, ona asılı altun kandil­lere konarlar ve orada bulunurlar.

Beşincisi. Günaljkâı müminlerin ruhları, Kıyâme- te kadar boşlukta asılmış şekilde dururlar.

Allmetsı: Müminlerin çocuklarının ruhları. Cen­netteki miskten bir dağda bulunurlar.

Yedincisi: Münâlıkların ruhları, tenleri ile birlikte kıyâmete kadar kabir.® ızab görürler.

Sekizincisi: Kâfirlerin ruhları, tenleri ile birlikta Siccin Cehennemine iletilirler ve orada kıvâmete ka­dar azab edilirler.

583

Bundan anlaşılan, kâfirlerin teni kabirde, canları ise Cehenemdedir. Teni canına ulaşıktır, bağlıdır. Ni- tekim müminlerin teni kabirdedir ve canları nûr ile aydınlatılmıştır. Amma o nûr cisimlerine ulaşıktır, bağ­lıdır. Işık okları yere ulaşık olan güneş gibidir bu.

Nakledildiğine göre bir mümin ölse ve onu topra- ğın altına gömseler Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

— Ey kulum' Seni bırakıp gittiler, korkma! Ben seninle beraberim. Sen de benimlesin.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu.

— Bir mümin tövbe etse ve ölüm hâline erişse, Hakk Teâlâ hazretleri melekleıe şöyle buyurur:

— inin! Benim kulumun başı ucunda oturun! Rahmetimden onur: üzerine saçın. Mağfiret, yaılığ dö­şeğini döşeyin. Başı altında rahmet yastığı olsun. Al­nında mağfiret, yarlığ nişanı bulunsun. Başı üstünde kerâmet tacı olsun. Ölümünü günahına kefâret kılın. Ben ona rahmet ettim. Sız şâhit olun.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurur:

— Bir kimse hasta olduğunda Cennette ve Cehen­nemde yerini görmeyince ötmez.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem yine buyurdu.

— Bir kimse lâdık gönülle, samimiyetle Hakk Teâlâ' dan şehit olmayı istese Allah ona şehitler mertebesi verir. İster kâfir ilinde ölsün, isterse evinde ölsün şe­hit olur. Çünki onun gayesi şehit olmak idi.

— Bir kimse ölse ve onun kefeni olmasa Tanrı taâla şöyle buyurur:

— Varın, Cennetten bir hez alın, o kefensiz kim­seye kefen sarin ''e onu kâfur, zencebîl ve selsebi) su­yu ile yuyun.

Zehretür - Rivadda sövle nakledilir:

584

— Bir kimse garip olsa, gurbette kimsesiz kalsa ve ölüm hâline gelse Hakk Teâlâ hazretleri buyurur:

— Ey meleklerim! Bu kimse kimsesiz ve misafir­dir. Ailesini, çocuklarım, babasını ve anasını gurbette, başka ilde bıraktı. Şimdi hasla oldu. Gelip halini sora­cak kimsesi yoktur. Şayet ölürse ağlayacak kimsesi de yoktur. Ondan sonra Hakk Teâlâ hazretleri meleklerin­den. birini onun babasının şekline ve kıyafetine dön­dürür. Birini çocuklarının kıyafetine çevirir. Birini de anası şekline sokar. Onlar gelirler, O kimsenin yanına girerler. O garip gözlerini açar, anası ve babası ve bü­tün yakınlarının geldiğini görür. Gönlü hoş olur ve canı rahat ve sevinçle çıkar.

O garibin cenazesini götürdükleri zaman onun ar­dından gidin. Namazını da kılın. Kabrinin üzerine otu­run. Kıyâmete kadar o garibe dua edin! Kabre koy­dukları vakit ona bir melek gönderir. O melek:

— Hakk Teâlâ: Ey kulum, korkma! Sen dünyada anan ve babanın kucağında küçükken benim konuğum idin. Bâliğ olduğunda, erginlik çağına girdiğinde gene benim konuğum bulunuyordun. Cennette olsan Rıdvâ- nın konuğusun. Şimdi yine benim konuğumsun. Dost­larından ırak düştün. Keremim ile sana ikram ederim buyuruyor, dedi.

O garib o kimseyi görünce:

— Ey Rabbim! Ne olaydı da benim Rabbimın beni yarlığadığmı görelerdi, der.

Ebû Öınâmetül - Bâhilî (radiyallâhu anh) şöyle demiştir:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki: Bir kimse hasta olunca Hakk Teâlâ meleklere:

— Benim kulumun amelini sağlığından üstü.ı ya­zın buyurur. Melekler de öyle yazarlar.

585

Nakledildiğine göre, bir kimse hasta olduğu zaman Hakk Teâlâ hazretleri o kimseye dört melek gönderir.

Birine o kimsenin kuvvetini almasını emreder, o kimse zayıf olur.

Birine o kimsenin ağzından yemek tadını almasını emreder.

Birine ue yüzünün nûrunu almasını ve benzinin san olmasını buyurur.

Diğerine ise o kimsenin günahım almasını emre­der. O melekler de bunları yaparlar.

Hakk Teâlâ hazretleri o kulunu iyileştirmek isterse, kuvvetini alan melek tekrar kuvvetini verir Yüzünün nûrunu alan melek o nûru tekrar verir. Ağzından yemek tadını alan melek de aynı tadı ve lezzeti iade eder. Gü­nahını alan meleğe o kimsenin günahını geri verdirmez. O melek Hakk Teâlâ hazretlerine secde edip:

— Biz dört melek idik. Bunlar aldıklarını geri ver­diler. Ben aldığımı gcı i vermedim, der.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Günahını almışken tekrar geri vermem benim şânıma düşmez, yakışmaz buyurur.

Bunun üzerine o melek:

— Ey Rabbim! O aldığım günahı ne yapayım? der.

Allah Teâlâ hazretleri:

— Denizlere bırak buyurur. O melek o kimsenin günahını denizlere bırakır ve Hakk Teâlâ da ondan Tim- sâhı yaratır ve o denizde yürür. Eğer o kimse ölürse dünyâ’dan temiz çıkar, asla günahı kalmaz

Nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle bu­yurmuştur:

— Hakk Teâlâ hazretleri Azrâil (aleyhisselâm) ’a: Hiç benim kullarımdan kimseyi esirgedin mi’ diye buyurdu.

586

Azrâil (aleyhisselâm) :

— İki kişiyi esirgedim. Biri, anası ve babası çölde ölmüş küçük bir oğlan çocuktu. O çocuk yalnız ve ök süz kalmıştı.

Diğeri de adaletle hareket eden bir hükümdardı. Adaleti sebebile onun ruhunu aldığım zaman esirge­dim, dedi.

Hakk Teâlâ hazıetleri:

— Adil olduğuny söylediğin hükümdar, çölde ök­süz kalmış o çocuktur. Ben onu esirgedim, ondan son­ra da hükümdar kıldım, buyurdu.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle demiştir:

— Hakk Teâlâ hazretleri ölümü güzel bir sûret ve biçimde yarattı. Kime kokusu erişirse hemen ölür. Hakk Teâlâ hayatı da at sûretinde yarattı. Kime kokusu eri­şirse derhal hayata kavuşur. Cebrâil (aleyhisselâm)  o atı yeder. Peygamberler o ata binerler Ona Fe-esûl - Hayat (ha yat atı) derler.

Eğer; Münker ve Nekîr iki melektir. Bir anda bü­tün insanlara nasıl erişirler diye sorulacak olursa ce­vabı şudur:

— Hz. Cebrâ'l, Mikâil ve Azrâil (aleyhisselâm) , bir anda yüz bin vere, çeşitli kılık ve kıvâfette ulaşırlar. Münker ve Nekîr de onlar gibidir.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ bir melek yaratmış­tır. Alem yaratıldığındanberi Arşı, (Lâ ilahe = Hiç bir ilâh yoktur) diyerek tavaf eder, şayet (İHellâh ■= An­cak Allah vardır) dese kıyâmet kopar.

Böylece dünyâ’nın ömrü bir meleğin bir nefesinden ibaret olduğu bilinmelidir.

Bâkî ve sonsuz olan valnız Allah Teâlâ’dır.

VI. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

1.  KIYAMET GÜNÜNDE ALLAHIN HİTABLARI

Hak taâkı buyurdu:

        «(Hakikat, kâfirlerin inkâr ettiği gibi değildir). Kıyamet gününe hamd ederim. (Hayır, hakikat öyle de­ğildir). Kendini alabildiğine kınayan nefse yemin ede­rim (ki siz öldükten sonra mutlaka dirileceksiniz).» (217)

Ey İlâhî sırlan öğrenmek isteyen kimse! Şöyle bil­mek gerektir ki, Nefs-i Levvâme, kıyâmet gününde kendi kusurlarını bilen ve yaptığından pişman olan ne­fis, vicdân rahatsızlığıdır. Niçin iyiliğe koşmadım diye iyilik yapmaya koşsa’da pişmanlık kendinden gitmez, fırsat ele geçmez.

        «insan zanneder mi ki herhalde biz onun ke­miklerini toplayıp bir araya getirmeyeceğiz7» (218)

Buradaki manâ şudur:

— Hakk Teâlâ hazretleri bu mahlûkatı öldürüp aza­lanın birbirinden ayırdıktan, toprağa karıştırdıktan ve yeller o toprağı alıp sahrâlara savurduktan sonra tekrâr bir vere toplar, hepsi hiç eksiksiz tekrâr gelir­ler.

Şimdi bunu bilince şunu da bilmek gerekir:

Hakk Teâlâ hazretleri yaratmaya, yok etmeye, öldür-

(217) Kıyâme Sûresi, âyet: 1 -2 (21K/ Kıyâme Sûresi, âyet: 3.

588

meye ve yaşatmaya kâdirdir; her şeye gücü yeter. Hakk Teâlâ hazretleri, peygamberlerinin dilinden haber ver­di ki, bu mahlûkatı tekrar yaratır. Kıyamet gününde bir yere toplar. 0 güne: Toplanma günü, Cezâ günü, Hesap günü ve Arasât günü derler.

Hakk Teâlâ hazretleri ilk önce mahlûkatı yarattı. Öl­dürdükten sonra, önce yarattığı gibi, bir daha yaratır

Nitekim Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyurur:

— '!... îlk yaratışa nasıl başladıksa, üzerimizde (hak) bir va'd olarak, yine onu iâde edeceğiz. Hakî- katde fâiller biziz.» (219)

Bu itibarla sözün kısası kâmil ve tam olmak odur ki, bu değerli ömrü boş yere geçirmeyip olgunluk elde etmek, faydalı bilgi ve makbul amelle sıfatlandırmak gereklidir. Faydalı ilim temeldir. Makbûl amel bina­dır. İkisi var olmaları itibârile birbirinden ayrılmaz­lar. Yani Nerede faydalı bilyi varsa orada iyi ve mak­bûl amel de vardır. Kimin iyi ameli varsa faydalı bil­gisi de vardır.

Bundan sonra doğrusunu, büyük kıyamet ve ulu felâkette selâmetle sevâp ve melâmetle, pişmanlıkla ıkâb (cezâ) nasıl olur? Kimlere nimetten hesâp, kimle­re azabtan kurtu'uş vardır? sana söyleyeyim.

Bu durumları tasdik edip bu sözleri iyi anladın- sa Hakkı sevmeye gayret et ve Hakka yönel. Böylece kemâle eresin. Mutlu ve iyilerden olasın ve yok olacak kötülerden olmayasın.

Nitekim Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

— Bizim uğurumuzda mücâhede edenler (e gelin-

f’7.9) Enbiyâ Sûresi, âyet: 104.

589

ce:) Biz onlara elbette yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah herhalde ihsan erbâbiyle beraberdir.» (220)

Bu kıyamet babını iki kısım üzerine tertip ettim.

Biri ilmi hükümlerdir ki, hayat ondadır. Biri de amelî hükümlerdir ki, necat, kurtuluş ondadır. Amma İlmî hükümler kısmı o dur ki, Allahın hidâyeti olmaz­sa insana ilim hâsıl olmaz. Zira hidâyet amelin neti­cesidir. Hidâyet olmayınca amel olmaz. Böylece mücâ- hcdeler makamında çalışmak gerektir. Cismi ibâdet ye­rinde terkctmek gerektir. Nefsi dilekler meydanında öldürmek gerektir. Müşahedelerle kalbi ihya etmek, canlandırmak gerektir. Rûhıı; İlâhî vuslatla saçmak ge­rektir. Hakikati yok etmek gerektir. Sıfatta. Zatını, kendi varlığım İlâhî zatta mahvetmek, yok etmek ge­rektir. Böylece ebedî saadet dünyada oldukça tam ola­cak bize hâsıl olmaz, elimize geçmez.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

— «Artık onlar için, işlemekte olduklarına bir mü­kâfat olarak, gözlerin aydın olacağı (nimetlerden) neler gizlenmiş bulunduğunu kimse bilmez» (221)

Bu itibarla Ahiret lezzetini nefis bilmez, ancak akıl bilir. Ekseri halkın aklı Ahreti idrâk etmekten acizdir. Ancak iki şeyle bilinir.

Biri, canın bu kalıptan ayrılıp, ondan sonra dön­mesi, bu menzili, yeri görmesidir.

İkincisi, ntfsânî hastalıktan ve şehvânî arzulardan kurtulmuş olmasıdır.

Doğrusu insan bu âlemde nıisâfirdir.

Seferin evveli Cennetten başlar, sonu yine Cennete varır. Yahut Cehennemedir. Ömür seferin mesafesidir.

(220) Enkebût Süresi, âyet: 69.

(221) Secde Sûresi, âyet: 17.

590

Geçen aylar ve yıllar fersahlardır. Gelip giden günler millerdir. (222)

Verilip alman nefesler kademlerdir. Çocukluk, yi­ğitlik ve kocalık konaklardır. Seferden, yolculuktan fayda elde etmek Hakk Teâlâ hazretlerine erişmektir. Seferden zarar etmek, Hakk Teâlâ hazretlerinden uak düşmektir. Bunlardan Allaha sığınırız.

Şimdi o seferde dört menzil, dört yer vardır.

1.         Babasının belinde meydana gelmektir.

2.         Anasının karnında belirmektir.

3; Yeryüzünde meydana çıkmak, var olmaktır.

4. Alenı-i Berzah da, kabirde olmak, sonra da Ara- sât'da, (Mahşerde) hazır olmaktır.

Böylece insanın iki hâli vardır:

1.         Bu dünyada emânet oturmaktır,

2.         Ahiret'de ebedî kalmaktır.

Bu itibarla ölüm bir köprüdür. Dostu dosta (Al­laha) ulaştırır.

Hz. Enes (RA.) Rasû’ûllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den şu nakil de bulunur:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu: Üç şey günaha kefârettir. Üç şey de helâk edicidir.

Günaha kefaret olan şeylerden biri çok soğukta abdest almaktır.

İkincisi: Namazdan sonra namaza beklemektir.

Üçüncüsü: Soğuk ve sıcakta cemaata gitmektir.

Dereceler üçtür:

1.         Yemek yedirmektir.

(222)   Fersah ve mil uzunluk ölçüleridir. Fersah: 4500 — 5500 metrelik mesafe, mil ise 1600 —1700 metre me­safedir.

591

2.         Selâm vcmeklir.

3.         Halk uyurken namaz kılmaktır.

Necat veren, kurtuluşu sağlayan şeyler de üçtür:

1.         Gazaba gelince adalet etmektir.

2 Fakirlikte ve zenginlikte sabretmektir,

3.         Gizli ve aş'kâr her yerde Allahtan korkmaktır.

Hclâk eden şeyler üçtür:

1.         Haram söylemek ve haıam yemektir.

2.         Dünyayı sevmektir.

3.         Fâizle geçinmektir.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem hutbesinde buyurdu ki:

— Kendi ayıbı ile mcşgûl olmaktan başkasının ayı­bını görmeyen, Helâldan nafaka veren, alimlerle otu­ran, kendini hor gören, halka iyilik eden, kendi kötü­lüğünden halkı ırak tutan, ilmi ile amel eden ve dilini kötülüklerden saklayan’a ne mutlu!

İbni Abbâs (radiyallâhu anh), Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem'den şu riva­yeti nakletmiştir:

■— Rasûlü Ekrem buyurdu ki: Ahireti bırakıp dün­yâ ile mcşgûl olmayın. İbâdeti terk edip nefse uyma­yın. İmanınızı günah ile örtmeyin. Hesap olunmazdan önce nefis muhasebesi yapın. Azabtan önce hidâyete, doğru yola gelin. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem gene buyurur.

— Dünyâ, dinlenmek için bir ağacın altına oturan bir atlıya benzer. O atlı tekrar atma biner gider. Bir saat ta ne kadar rahat etmiştir?

Nakledildiğine göre âlimlerden biri, rüyasında Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’ı görmüş ve;

— Ey A ilahın Rasûlü! Siz: «Hûd Sûresi benim saç­larımı ağarttı» buyurdunuz demiş. Rasûlûllah da:

— Hakk Teâlâ hazretleri o sûrede sinle buvurdn de-

592

miştir: «O halde sen, maiyyetindeki tövbe edenlerle berâber, eınrolunduğun veçhile, dosdoğru hareket et. Aşırı gitmeyin. Çünki O, ne yaparsanız (hepsini) hak: kiyle görücüdür.» (223)

Şayet Cennetliklerin nişanlarım işittinse, dosdoğ­ru olmayınca bunların sende meydana gelmeyeceğini bilmen gerektir. İstikâmet, bütün uzuvlarının, şeriat ve din hükümlerine bağlı kalmasıd’r.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Gönlünüz dosdoğru olmayınca imanınız doğru oimaz. Diliniz doğru olmayınca gönlünüz doğru olmaz. Ameliniz doğru olmayınca da diliniz doğru olmaz.

Hz. Abdullah (radiyallâhu anh) dedi ki:

— Ya Rasûlûllâh! İstikâmetin, doğruluğun (dos­doğru olmanın) nişanı nedir? diye sordum.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Ebedi ve sonsuz olan Ahiret için boş olan dün- yâ'dan eîçekmek ve ölüm gelmezden evvel ölüm için hazırlık yapmaktır buyurdu ve şu ayeti okudu: <... Ar­tık kaipleri Allahın zikrinden (bomboş ve) kaskatı kal­mış olanlar (m) vay (hâline)! Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.» (224)

Nakledildiğine göre bu korkudan (Allah korkusun­dan) dolayı havada uçan bir bölük kuş gören Hz. Ebû Bekir (radiyallâhu anh):

— Ne olaydı ben kuşlardan olaydım! İnsandan ol- mayaydım! dedi.

Hz. Ömer (radiyallâhu anh) Kur’an okuduğu zaman korkudan ve dehşetten düşüp bayılırdı ve:

(223) Hûd Sûresi, âyet: 112.

(224) Zümer Sûresi, âyet: 22,

593

— Ne olaydı ben bir kerpiç, bir taş olaydım da yabanda yataydım': Kimse beni anmayaydı! derdi

Ömerin yüzünde, gözlerinin yaşından iki kara yol olmuş idi, o yoldan yaş akardı.

Hz. Osman (radiyallâhu anh):

— Ne olaydı ben öleydim ve tekrar yaratılrnayıp. öyle yataydım! derdi

Hz. Ali (radiyallâhu anh)-

— Ne olaydı anam beni doğurmayaydı! derdi.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’da:

— Ne olaydı Muhammedin Rabbi Muhammedi ya- ratmayaydı! buyurdu.

Şimdi, bu şekilde korkmak âlimlerin hâlidir. Nite­kim Hakk Teâlâ hazrçtleri şöyle buyurur:

— «Allahtan, kulları içinde, ancak âlimler korkar.»

(225)

Böylece bu korkudan dolayı, Peygamberlerin en üstünü ve âlimlerin en âlimi, dünyâ zevkinden el çekip dururlardı.

Bir kimsenin akıbetinin hayırlı olması, Allaha inanmak ve Rasülûllah'a uymakla mümkündür.

Bir kimsenin akıbetinin hayır olmaması ise iki şeydendir:

Biri: Dünyâ’y» sevmekle evvelden imanı zayıftır, Şeytan ona şüpheler verir ve bu itibarla imanı zayıf olur.

İkincisi: Bâtıla inanır ölüm hâline geldiğinde ona şüpheler gelir. O sebepten imanı zayıf olur.

Kurtuluş ne ile olur diye sorarlarsa cevabı Allah Teâlânm şu emridir:

Fâtır Süresi, âyet: 28.

594

— Eğer üzerinizde Allahın fazl (ü rahmetli olma­saydı içinizden hiç biri ebedî temize çıkmazdı...) (226)

Fakat zâhir (görünüp—bilinen) sebebi üçtür:

1.         Olgun akıldır

2.         Faydalı ilimdir.

3.         Tam marifettir.

Amma akıl asıl nurdur. însan eşyanın hakikatim onunla kavrar ve anlar.

Faydalı ilim Hakk Teâlâ hazretlerine gitmenin yolu onunla bilinir. Zira insan Allaha ilimle, ilmin gösterdi­ği aydın yolla yaklaşır. İlim olmazsa amel olmaz.

Tam marife', gönül sırrından İlâhî âleme (Ahirete) bir kapı açılmasıdır ki, o marifetden dolayı sağlam iman ve açık keşif meydana gelir. Gizli küfürden kur­tuluşa erilir. Gizli küfür, kıyâmet gününe inanmanın zayıf olmasıdır. Kemalince inanış, tam îman; dünyâ'- nın küçük ve âdi zevkinden vazgeçip baki olan âlemin, Ahiret âleminin zevki ve lezzeti ile meşgûl olmaktır. Zira Hakk Teâlâ kullarını abes, boşuna yaratmadı. Bilâ­kis ibâdet etmek, yaratanı tanımak ve Onun birliğini kabul ve ilân etmek için yaratmıştır.

Nitekim Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buvurur:

— «Ya sizi ancak boş yere yarattığımızı ve hakî­katen bize döndürülmeyeeeğinizi mi sandınız?» (227)

Yani siz dünyâ'da boş yere yaratılmadınız, bilâkis hikmet için yaratıldınız. Bu itibarla malûm oldu ki, Hakk Teâlâ’nın rızası kullarının kendisine ibâdet etme­si iledir.

Nûr Sûresi, âyet: 21.
<227) Mü'mimtn Sûresi, âyet 115.

595

Bilmek gerekıir ki, halkın günah işlemeye cür'et etmesi nefsin duyduğu zevk ve lezzettendir .

Ahift-zamanın. Kıyametin yaklaştığının alâmet ve belirtileri şunlardır:

— Halk dünyâ ile meşgûl olur, dünyâ'yı dine ter­cih eder, ona daha çok değer verir.

— Krallara mahsus saraylar gibi evler yaparlar.

— Ekseri halk bozguncu ve zâlim olur.

— İbâdet edenler, riyâ ve gösterişle ibâdet eden ler.

— Âlimlere v.- din büyüklerine hürmet etmezler.

— Dinde olmayan şeyleri dine karıştıranlar, din­ilenmiş gibi gösteıenler çoğalır.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Ahir zamanda câhil âbidler ve fâsık, bozguncu âlimler çoğalır. Böyle zamanda dervişlerin, fakir ve düşkünlerin ve iyi kimselerin hâli nasıl olur?

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem gene buyurdu:

— Resmî âlimlerin ve akıldânelerin sözleri sizi al­datmasın. Kötü ve zararlı âlimler, İran Şahı ve Bi­zans imparatoru gibi saraylarda oturan, güzel elbise­lerle lezzetli yemekler yiyenlerdir. Onlara benzeyen âlimlerle oturmayınız. İnsanı yedi şeyden yedi şeve çağıran şunun gibi âlimlerle oturunuz:

1.         Şek ve şüpheden yakına, gerçeğe çağırır.

2.         Riyâ’dan ve gösterişten ihlâs ve samimiyete çağırır.

2.         Dünyâ’yı sevmeyi, ona fazla düşmeyi bırakma­ya çağırır.

4.         Kibirden alçak gönüllülüğe çağırır.

5.         Düşmanlıktan sevgiye ve dostluğa çağırır.

6.         Cehâletden, bilgisizlikten ilme çağırır.

596

7.         Zenginlikten, dervişliğe çağırır.

Zîra âlimler, dünyâ’ya karışmazlarsa Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m emin ve güvenilir kimseleridirler. Şayet dün­yâ işleri ile meşgûl olurlarsa onlardan sakının. Bu gi­bi âlim kimseler, kendi yanıp biten ve yalnız etrafını aydınlatan fitile benzerler.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

        «Bir zaman gelir ki, halkın üzerinde, Islâm’ın şekli ve Kur’an'ın ismi kalır, evler mamur ve mescid- ler harab olur»

Bu itibarla, âlimleri fâsık ve bozguncu, hâkimleri zâlim, hatipleri sarhoş, hâfızları şarlatan, şeyh ve der­vişleri câhil ve uydurmacı olan bir kavim nasıl kurtu­luşa erer?

Böylece halkın hepsi onlar gibi dünyâ’ya aldanıp haramla meşgûl olurlar. Yazık, çok yazık! Din ilimler', dinin yol gösterici emirleri, âlimlerin dünyâ işlerine kendilerini vermeleri ile, yerine getirilmiş olur mu? Bunların hallerini bir bir sana beyan edeceğim, anlata, cağım.

Muâz İbni Cebel (radiyallâhu anh):

— Bir gece Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem Kâbe'yi ziyaret ediyordu.

Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e:

— Ey Allahın Rasûlü! Hangi kimse şerirdir, kö. tüdür? diye sordum.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Hayırdan sor, şcrden sorma dedi. Döndü ve tekrar:

        «insanların kötüleri, âlimlerin kötüleridir» bu­yurdu.

Kötü kadılara, hâkim ve yargıçlara dönelim. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem onlar hakkında şöyle buyurdu:

597

        «Hâkimler üç kısımdır: ikisi Cehennemde, bi­risi ise Cennettedir.»

Cennette olan hâkim, ilmi ile âmel eden, bildiğini yapan ve adaletle hüküm veren hâkimdir.

Cehenneme gidecek hâkimlerden biri, Hakk Teâlâ’- nın hükmünü bilmeyen; diğeri de bilen fakat Ailahın kullarına zulüm ve haksızlık eden hâkimdir.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Her hâkimin yanında iki melek vardır. Eğeı adalet ederlerse Cennete, eğer zulüm ederlerse onları Cehenneme davet ederler.

Rasûlüllah ilgili olarak tekrar buyurdu:

        «Kıyâmet gününde müslümanların cesurları hâkimlerdir.» Zâlim olurlarsa demektir.

Ebû Hanîfe (radiyallâhu anh) şöyle demiştir:

— Zâlim olan ve ehliyetsiz hâkimleri yılda bir ke- tra değiştirmek gerektir. Yoksa c^âhil kalırlar. Câhil olunca da^ zulüm ederler ve Cehenneme lâyık olurlar.

Kötü ve zararlı hatipler hakkında da Rasûl ÇA.S.) şöyle buyurmuştu';

— Mirâc gecesinde bazı erkekler gördüm. Onların dudaklarını ateşten makas ile kesiyorlar. «Bunlar kim­ler?» diye Cebrail’e sordum. Cebrail-

— Ümmetinin bazı hatipleridir ki, onlar, halka iyi­lik ederler, kendi nefislerini unuturlar.

Kur’an okuyan kötü ve zararlı hâfızlara gelince:

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki:

— Hızi kuyusundan Allaha sığının!

— Ey Allahın Rasûlü! Hızi kuyusu nedir? dediler.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Cehennemde bir dere vardır. Cehennem gün­de dört kere o kuyudan Allaha sığınır buyurdu.

598

— Ey Allahın Rasûlü! O kimlerindir? dediler.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Kur'an’ı ve ilmi rîyâ ve gösterişle okuyanların­dır, buyurdu.

Mübtedi’lere gelince; onlar azgınlar ve insanları azdıranlardır. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem onlar hakkında' şöyle bu­yurdu:

— Ümmetim sapıklık ve azgınlık üzerinde top­lanmasınlar. Azgınlık üzerinde birleşirlerse onlar be­nim ümmetim değildirler.

Emirlerle sultanlara gelince: Onlar da, şeyhlerin aşın arzularına vc âlimlerin dünyâ hırslarına bakarak, zulmetmekle ve ellerini sadaka ve zekât vermekten alı­koymakla dünyâlık yığdılar. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem onlar hak­kında şöyle buyutdu:

— «Benden sonra şüphesiz size, ateşin odunu ye­diği gibi sizin îmanınızı yiyip bitiren dünyâ (hırsı) ge­lecek.»

Câhillerse kendilerini mal ve zinetle bezerler. Dünyâ ve onun güzellikleri ile meşgûl olurlar. Değerli ömrü boşa geçirip ölümü unuturlar.

Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Onlara selâm vermeyin. Hasta olurlarsa halini sormaya, ziyarete varmayın. Ölürlerse cenazelerinde bulunmayın.

Şanı yüce olan Allaha sığınırız. Bu meselede âciz kaldık. Eğer dünyâ ehline uyarsak Hakk Teâlâ bize ateş ve Cehennemle azâb eder. Eğer bunlardan sakınırsak üzerimize şerir ve kötü kimseler yüklenirler. Hal böyle olunca; Ey Rabbim! Biz nasıl edelim?

Bundan dolayı âlimler şöyle demişlerdir:

— Kim Hak laâla hazretlerini yalnız ilim sözü ile

5<W

talep etse, arasa zındık olur. Yalnız Zühd (takvâ) ile arasa bid’atçı (dinde olmayanı koyucu) olur. Yalnız fıkıh ile arasa fâsık olur. Kim bütün ilimleri göriit ve onlarla Allahı ararsa bu fitnelerden emin olur.

Şimdi, bir çok mûrşid vardır ki, kendi azmış, halkı da azılmıştır. Nice âlim de vardır ki, bütün il­mini dünyâ’ya bağlamıştır. Ahirette bütün ilimlerin elden gideceğini, yalnız İlâhî bilginin kalacağını bil­mez.

Kim dünyâ’yı güzel düşünüp iyi akıl ederse, de­ğerli ömrünü faydalı ilim ve iyi amelle geçirmiş olur.

Rasûiüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Ben size güneş , ve ay bıraktım. Kim o güneş ve aya uyarak yürürse karanlıktan kurtulur. Kim de o güneş ve ay’la yürümezse helâk olur, yok olur. Sahâ- beden birisi:

— Ey Allahın Rasûlü! O güneş ve ay nedir? dedi.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Güneş Allahın kitabı Kur’an’dır. Kamer de be­nim Hadîslerim v? sürmelimdir, buyurdu.

Hz. Ali (radiyallâhu anh):

— Rasûiüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hazretlerine sünnetlerden sordum. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu-

— Şeriat benim sözlerimdır. Tarikat benim işle- rimdir. Hakikat benim hallerimdir. Ma'rifet benim esas malimdir. Akıl benim dinimin aslıdır. Hakkı sevmek benim mayamdır. Şevk benim bineğimdir Allahı zikir benim arkadaşımdır. Allaha güvenmek be­nim hazinemdir. Allahtan korkmak benim yoldaşım- dır. İlim benim silâhımdır. Sabır benim azığımdır. Râzı olmak benim ııanimetimdir. Dervişlik benim

600

övünme vesilemdır. Zühd ve takvâ benim san’atımdır. Yakin benim kuvvetimdir. Gerçeklik benim kalbimdir. İtaat ömrümün meyvesidir. Gaza benim huyumdur. Gözümün nûru namazdır.

2.   FARKLI İNANIŞLARLA İLGİLİ BÖLÜM

Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

— İsrail oğulları kavmi yetmiş iki bölük (fırka) oldular. Benim ümmetim yetmiş üç fırka’ya ayrılacak Yetmiş ikisi Cehenneme lâyıktır. Eğer Allahın yardımı olmazsa. Amma ebedî orada kalmazlar. Birisi Cennet­liktir.

—Ey Allahın Rasûlü! Onlar kimlerdir? diye sordu lar.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Ben ve Ashâbım o bir bölüktendir, buyurdu.

Ehl-i Hevâ ve Ehl-i Bid’at (Dinde olmayanı koyan ve sapık inanışta olanlar) türlü türlüdür. Fakat belli başlıları altıdır:

1.         Haricîlerdir.

2.         Râfızîlerdir.

3.         Kaderiyyedir.

4.         Cebriyyedir.

5.         Cehmiyyedir.

6.         Mürci’edir

Bunların herbiri oniki bölüktür. Bunların hepsi, Allahın birliği bereketi ile rahmet ederse müstesna. Cehennemliktir. Cehennemden kurtulanlar Ehl-i sün­net ve Cemaattır (Peygamber (A.Sl)’ın ve Ashabının yo­lundan gidenlerdir). Onlar da bir bölüktür.

Gelelim bunların inanışlarına:

601

Hariciler, Hz. Ali ile oğulları Hz. Hasarı ve Hüse- yin’e kâfir diyenlerdir. Ebû Bekir’e ve Ömer’e uyarız, Hz. Osman ve Hz. Ali'den değiliz derler.

Râfızîler, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’e kâfir di­yenlerdir. Biz onlardan değiliz derler.

Kaderiyye, Allahın takdirini, kaderi inkâr edenler­dir. Bütün fiiller kulundur. Allah yaratsa fiil kula ait­tir, kul fiilinin gerçek sahibidir derler ve kaderi in­kâr ederler.

Cebriyye, kulun hiç bir gücü yoktur, yaptığı işde mecburiyeti vardır. Belki kulun fiilini Allah yaratır, insanın şahsî işi yoktur, derler. Ve kul irâdesini inkâr ederler.

Cehmiyye, Kur’an mahlûktur (sonradan yaratıl­mıştır, kadîm değildir). Allahın sıfatları muattaldır, iş görmez haldedir. İsmi sonradan olduğu gibi sözü olan Kur’an da sonradan meydana gelmiştir, diyenlerdir.

Mürcie, Allaha îman etmekten başka kulun üzerine farz yoktur, yalnız kula iman etmek farzdır, diyenler­dir.

Bunlar, sapık inanışların aslıdır. Allahtan, bizi İs­lâm dini üzerinde sâbit kılmasını ve İslâm yurduna çağıranlardan etmesini dileriz.

Küfürden, sapıklıktan ve bid'attan (dine uydurma) katmaktan) kurtulmuş olan o bir bölük (fırka) hakkın­da Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— «O bölük benim ve Ashâbımdır» buyurdu. On­lara Eşâire (Ehl-i Sünnet) ve Muhaddîs derler. Onla­rın mezhebi ve yolu bid'attan emindir.

Onların görüsü şudur:

— Alem, Allahın dışındaki bütün mevcutlar, son­radan var olmuştur. Alemin yaratıcısı birdir. Ondan

602

başka yaratıcı yoktur. Zıddı yoktur. Yücelikte, ben­zeri yoktur birlikte bütün eşya, herşey yok olduktan sonra o gene vardır. Yüced’r, uludur ve dilediğini ya­par. Kemal sıfatlarla sıfatlanmıştır. Celâl ve Cemâl sı­fatlar: ile övülmüştür Zat: ezelî ve sıfatlan ebedîdir. Cevher ve araz (b-rşeyin esası ve parçası) değildir. Sı­nırlı ve sayılı değildir. Varlığı vacip ve zarurîdir. Her- şeyin esasını yaratan ve her türlü hemâlâtı ifade eden zattır. İşinde garazı, eziyeti, ziyanı ve zulmü yoktur Bütün eşya onun fazlındandır. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem vasıtası ile sevdiği kullarına doğru yolu gösterip esas gaye olan şeye eriştirir.

3.   AMELİ HÜKÜMLERLE İLGİLİ BÖLÜM

Allah Teâlâ buyurdu:

— «Elif, Lâm, Mim. Bu, o kitaptaki kendisinde (Allah katından gönderilmiş olduğunda) hiç şüphe yok­tur. (O) takvâ sahipleri için doğru yolun tâ kendisi­dir.» (228)

Elif, Lam, Mim bu Sûrenin fatihası, girişidir. Ge­ri kalan «Hurûf-ı rnukattaa» sûre başlarına yazılan benzerleri gibidir.

Diğer isimler gibi bu da bir isimdir ve sûrenin is­midir diyenlere göre, Arap dilbilgisinde yeri vardır.

Eğer irabdan mahallî, harekelenme özelliği, yok­tur diyecek olurlarsa, üç şekilde irabı, harekelenme- si vardır. Biri, başta olması kendisi ile söze başlanma­sı sıbcbivle, bulunduğu ver itibarivle merfû (ötreli)

; :".’S i f akara Sûresi. ayet : i—2

0Ü3 olmasıdır. Harekesinin üstün ve esre okluğu zaman ka­sem, yemin içindir.

Allahın (O kitab) sözü, sena ruhlar âleminde veya Mûsâ, Dâvud ve Isâ (aleyhisselâm) 'a indirilmiş olan kitaplarda indireceğimizi vaadettiğimiz bu kitaptır, demek olur. İçinde bütün ilim ve ahkâm-ı, dinî hükümleri beyan edeceğimizi bildirdiğimiz bu kitabın (Kur'an'ın), Allah­tan olduğ:/nda .şüphe yoktur.

Allah (takvâ sahipleri için doğru yakın tâ kendi­sidir) buyurdu. {Doğru voldan çıkanlar, yolunu sapı- tanlar) içi» buyurmadı. Çünkü (doğru yol) sabreden­ler içindir. Yani Kuran takvâ ehli, Allah’dan son de­rece çekinip sakınanlar için, beyan ve hidâyettir; doğ­ru yolun beyanıdır. Böyle olunca, Allahı çok istemek ve aramak manâsı ortaya çıkar.

Muttekî Lügatte ittikâdandır. Allah’dan çekinip sakınmaktan, son derece sakınan demektir.

Dinde ise, önce azâba ve cezâya çarpmışken, son­radan bu takvâ sebebi ile nefsini temyiz etmek, kötü­lüklerden arıtmak manâsınadır.

Abdullah bin Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle dedi:

— Müttekî, büyük ve küçük günahlardan sakınan kimsedir.

Ondan sonra Allah Teâlâ şu ayeti ile muttekîleri beyan buyurdu:

— «0 tak\â sahipleri ki onlar gayba (göremedik­lerine ve bilemediklerine) inanırlar.. " (229)

îman azalıp çoğalmaz. Zira îman, Rasûlüllahın ge­tirdiği şeylerin tümünü tasdiktir. Burada îman ve İs­lâm bir ve aynıdır.

(22Û) Bakara Sûresi, âyet: 3.

604

Hakk Teâlâ hazretleri. ««Allah onların (mühninlerin) îmanlarını arttırır, >■ buyurdu.

Bundan maksat itikadın, inanışın artmasıdır. Bir kimse îmanının artmasını istese, Allahın buyurduğu şekilde îmanın artması nasıl mümkün olur? diye sor. salar, cevabı şudur: imanın azalması ve çoğalması ka­bil değildir. Onun kuvvetli ve zayıf olması kabildir.

Bu itibarla, Rasûlüllahm îmanına nisbetle halkın îmanı zayıftır. Onun îmanı kuvvette kemâl derecesin­dedir. Asla yok olması düşünülemez. îmanın zevâlin- den, yok olmasından Allaha sığınırız.

Nakledildiğine göre îman, Emân sözünden alın­mıştır derler. Böylece hem îman edene, hem de Hakk Teâlâ’ya mü’min derler. Allaha bu isim, mü’min kulla­rım ebedî olan azabdan emin kıldığı için verilmiştir. Bu şekilde îman, küfrün karşılığı olmuştur.

Küfür de dört şekilde bilinir:

1.         İnkârî küfür.

2.         Cuhûdî küfür.

3.         înâdî küfür.

4.         Nifâki küfür.

İnkârı Küfür: Hakk Teâlâ hazretlerini bilmez ve inanmazda.

Cuhûdî Küfü:” Gönlü ile Allahı bilir, fakat dili ile onu söylemez. Firavn’ın küfrü gibi.

Inâdi Küfür: Ailahı günlü ile bilir, dili ile de söv- ler. Fakat inadından dine girmez. Ebû Tâlib’in küfrü gibi.

Nifâki Küfür: Dili ile inandığını söyler, fakat gön­lü ile kabûl etmez ve inanmaz.

Hz. Ömer (radiyallâhu anh) şöyle dedi:

605

— Bir gün Hz. Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile beraber otu­ruyordum. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki:

— Hangi kimsenin îmanı çok garip îmandır?

Ben:

— Meleklerin îmanı, dedim.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Değil! Zîra onlar Kur’an'm vahyedildiğini bilir­ler. Nasıl olur? dedi.

Ben:

— Peygamberlerin îmanı dedim.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Değil! Onlar, kendilerinin peygamber oldukla­rını bilirler, dedi.

Ben:

— Öyle ise ey Allahın Rasûlü! Kimdir? dedim

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

         îman yönünden garip olan, beni görmediği hal­de bana inanan halktır. Onlar îman yönünden çok ga­riptirler, buyurdu.

Hakk Teâlâ şöyle buyurdu:

         «(O takva sahipleri ki) onlar gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak ver­diğimizden de (Allah yolunda) harcarlar» (230)

İbâdetin aslı .kidir: Biri bedenî ibâdet, biri de mâ- ii bâdettir. Biri malla, biri de bedenle yapılır.

         «(O takvâ sahipleri ki Habîbim) onlar sana in­dirilene de, senden evvel indirilenlere de inanırlar. Ahirete ise onlar şüphesiz bir inan beslerler.» (231)

Yani onlar ktvâmet gününe îman edip kesin ola-

(230)  Bakara Sûresi, âyet: 3.

(231)  Bakara Sûresi, âyet: 4.

eoe

rak onu kabûl ederler. Bunlar Cenneti elde etmişler \c Cehennemden kurtulmuşlardır. Cennette oturma imkânı ile de bekaya ermişlerdir.

Müminin yaşıtları, eğer anladmsa, şunlardır:

1        — Allaha inanmaktır.

2         —- Namaz kılmaktır.

3         — Zekât yetmektir.

4         — Allahın kitaplarına inanmaktır.

5         — Ahireti tereddütsüz kabûl etmektir. (232)

Şimdi inşallah, çok faydalı olsun diye bu ibâdet­leri açıklayalım. RasûlüHah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buvurdır

        «Kim kasden ve bilerek namazı terk ederse kâfir olmuştur.»

İmam Şâfiî (RA.):

— Kim bir vakit namazı bilerek terk ederse, onu köpek öldürür gibi öldürmek gerektir. Onun cezası budur, der.

Mcşârık şerhinde Şeyh Ekmeiü'd-Din de aynı gü­lüşü ileri sürmüştür.

Bizim katımızda makbûl görüş İmam-ı Azam Ebû Hanifc’nin görüşüdür. O:

        «Kâfir olmaz, küfre yakın günah işler. Farzıy- vetiııi inkâr ederse kâfir olur» der.

Hz. Ali (radiyallâhu anh) dedi ki-

— Bir gün Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem söyle büyürdü: Beş vakit namazın farzım, sünnetin: ve adâbım iyi yerine getir­mek, onlara son derece uymak gerektir.

Ensârdan bir şahıs:

(.‘32/ Bu esaslar, ne imanın altı esası, ne de İslâm’ın beş şartıdır. Müellif burada kendine göre bir taksim yapmıştır.

607

— Ey Allahın Rasûlii! B;ze buyurduğun namaz. Onun kcrâmeti, hürmeti ve sevabı nedir? Buyurun, işitelim dedi.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem bunun üzerine şöyle buyurdu:

— Namaz Allah Teâlâ'nm hoşnutluğudur. Melekle, rin sevgilisidir. Peygamberlerin sünnetidir. Ma’rifetin nurudur. îmanın aslıdır. Duâ’nın kabûl olmasıdır. Amellerin en üstünüdür. Rızkın bereketidir. Tenin, bedenin kuvvetidir. Canın ve ruhun nûrudur. ölüm meleği arasında şefeat edicidir. Kabirde çırağ ve ışık­tır. Münker ve Nekire cevaptır. Kıyamet gününde üze­rinde bir çadır w gölgedir Cennette başı taçtır Ce­hennemde senin aranda perdedir. Sıratı geçmektir. Cennetin anahtarıdır. Kim kasden namazı terk etse ve farz olduğunu inkâr etse kal ir olur, dinden ç«kar.

Şimdi, Allaiıi zikretmek gıdası, ölüm onun saranı, Allaha yakınlık huzuru. Kur’an bilgi kaynağı ve fikir sermayesi, gece (kulluk' pazarı, dünyâ ekeneği, kıya­met harman yeri ve ecir, dini davranışlarının ine'vesi olan kıınseve ne mutlu!

Necmüddin Dâye, Tefsirinde söv iv nakleder:

— Namazın tümü, insinin ı rıhtımın suili âlemden, dünyâ hırsından her türlü ilgin kesmeyi, ulvi vc sıı- ce âleme çıkmayı ifâde eder. Bütün insani, havvani ve dünyevi mertebelerden kesilmektir.

Böylcce ibadet kesin bilgisi olanındır. Ubûdivet kulluk şüphesiz Allahı görebilenin vc tereddütsüz Hak­ka ulaşabilenindir

Araştırıcılar:

— «Bövicce Allahın zatınm nurunu muşa! ile et mek miraç oldu > dedik r.

G08

Hakk Teâlâ hazretleri insanoğlunu yaratınca namaz» onlara farz kıldı ki o namazda Hakk Teâlâ'ya münâcât yakarış meydana gelmiş olsun.

Peygamberlere, mertebelerine göre müşâhede, İlâ­hî hakikati görme imkânı verildi. Peygamberlerin efendisi Rasûlü Ekrem Efendimiz geldi ve üzerine yü­ce Allah’tan Kur’an-ı Kerim indi. Allah o kitabında Ra- sûl (aleyhisselâm) ’a (Namazı kılınız) buyurdu. Halk taâla na­mazın vasfını beyan etti. Böyle olunca namaz mü’- nıiıılerin mirâcı ve Allaha yakarma yeri oldu.

Bilmek gerektir ki, doğrusu, namazı cemaatle kik mak müekked (kuvvetli) sünnettir.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurur:

— «Cemaat hidâyet yollarındandır. Ona uymayan yalnız münâfıktır.

Hele imamı âiim ve mütteki bir cemaat olursa Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur.

— Kim bir mütteki âlimin ardından namaz kılsa, Peygamber ardında namaz kılmış gibidir. Eğer terk ederse bidatçıdır. Yerleri ve göklerdeki ameller kadar amel işlese bile onun ameli merdûddur, makbûl değil­dir. Ona son zamanda korku vardır. Allaha sığınmak gerekir.

Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Cebrâil (aleyhisselâm)  bana: Ey Muhammedi Hakk Teâlâ hazretleri sana selâm etti ve şöyle buyurdu dedi: Kim cemaatı terk ederse, Cennetin kokusunu dahi duymaz. Dünya ve Ahirette lânet edilmiştir. Kim, cemaatı terkeden kimsenin yüzüne gülerek baksa Beyt-i ma’- mûru, Kâbe’yı yıkmış gibi ona günah vardır. Kim ce­maatla namaz kılmayı severse, Hakk Teâlâ hazretleri ona ölüm meleğim gönderince. Peygamberlere gönder-

609 diği gibi güzel ve yumuşaklıkla gönderir kabrini Cen­net bahçelerinden bir bahçe yapar ve kabrine Cennet-» ten iki kapı, pencere açar.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Kim namazı cemaatla kılarsa Allah Teâlâ ona bin şehîd sevabı verir buyurdu.

Sahih Hadistir:

— «Namazı cemaatla kılmak, yalnız başına kıl­maktan yirmi yedi defa üstündür.»

Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

— Bir kinişe namazda (Allahü Ekber) dese bütün günahlarından kurtulur.

(Eûzübillahinımeşşeytanirracim. Bismillâhirrah- mânirrahîm) dese, gövdesindeki kıllar sayısınca, Allah ona sevab verir.

Fâtiha Sûresini (Elhamı) okusa Kâbeye varmışça­sına Allah ona sevab verir.

Rukûa varsa, binlerce altın sadaka vermiş gibi se­vab verir.

(Sübhâne Rabbiyelazîm) dese, gökten inen kitaplar kadar eline sevab geçer.

(Semiallâhü limenhamide) dese, Hakk Teâlâ ona rahmet nazarını çevirir.

Secdeye vardığında (Sübhâne Rabbtyelâ’lâ) dese, Hakk Teâlâ ona insanlar ve cinler sayısınca iyilik verir ve bütün günahlarını affeder.

Tehıyyata, setâm vermek için son oturuşta, belli zamanda otursa, Allah ona sabredenlerin sevabını ve­rir.

Selâm verse. Cennetten ona kapılar açarlar. Han­gisinden dilerse girer.

610

Rasûlüllah:

— Namazın başlangıcı Allahın hoşnutluğu, ortası Allahın rahmeti, sonu da Allahın atfıdır buyurur.

Bizce namazın sonu efdâldir. Zira Allahın affında hoşnutluğu da bulunur. Bu. acele etmeyen herkes için kolaydır.

Hz. Enes bin Mâlik (radiyallâhu anh) Rasûlüllahdan şu rivâ- yeti nakletmiştir*

— Rasûl (A.S.j buyurdu- Kim ikindi namazını ce­maatla kılar ve mescidde bir saat otursa, ilimden bir mesele öğrense, Hakk Teâlâ o kimsenin bütün günahını affeder ve Cennette ona bir şehir verir. O şehrin bü­yüklüğü bu dünyâdan yedi kat büyüktür.

Rasûlüllah buyurdu ki:

— Kim sabah namazını cemaatla kılarsa, Sırat köprüsünü yıldırım gibi geçer.

Kim öğle namazını cemaatla kılarsa, kabrinden yüzü tam ay gibi parlak kalkar.

Kim ikindi namazını cemaatla kılarsa, ölümünden önce Cennetteki yerini görür, Cennet taamını tadar, şarabım içer ve ondan sonra ölür.

Kim akşam namazını cemaatla kılarsa, kabr'-nden kalkınca, başı üstünde bir saf melek olur. O kimseyi alıp Hakk Teâlâkın huzuruna çıkarırlar.

Kim yatsı namazını cemaatla kılarsa, kıyâmet gü­nünde Arşın gölgesi altında, peygamberler, şehîdler ve sâlihlcrle beraber olur. Bir bir görüştürür.

Diğer bir görüşte ise durum şöyledir:

— Bir kimse sabah namazın! camaatla kılsa, on­dan sonra güneş doğuncaya kadar mescidde oturup zikrctse, Hakk Teâlâ ona Adn Cennetinde yetmiş derece

611 verir. Bir dereceden diğer dereceye mesafe, yürük at koşması ile elli yıllık yoldur.

Kim öğle namazını cemaatla kılarsa, Hakk Teâlâ ona Adn Cennetinde elli derece verir. Herbir derece­nin arası yetmiş yıllık yoldur.

Kim ikindi namazını cemaatla kılarsa, Hakk Teâlâ ona îsmâil (aleyhisselâm) ’ın çocuklarından sekiz kişi azâd et­miş gibi sevab verir.

Kim akşam namazını cemaatla kılarsa, Hakk Teâlâ ona makbûl olmuş Hacc sevabı verir.

Kim yatsı namazını cemaatla kılarsa, Hakk Teâlâ ona kadre uğramış gibi sevab verir.

Ebû Saîd El-Hudrî (radiyallâhu anh) Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den şu rivâyeti nakletmiştir:

— Rasûlüllah buyurdu ki: Müezzin Hakk Teâlâ haz­retlerine çağırır. îman Allahın uûrudur Namazdaki iü- kûnler Allahın sıfatlarıdır. Kur’an Allahın Kelâmıdır. Müezzin Hakk Teâlâ’ya çağırdığı zaman varın, Allahın nuruna girin. Allahın sıfatlan üzerine olun. Allahın ke­lâmını öğrenin. Kim mescide yürüyerek giderse her adımına on hasenat, on iyilik verir. On günahı yok olur. Cennette on derece verilir. Kim cemaatla namaz kıl­maya devam ederse, sıratı yıldırım gibi geçer. Yüzü tam olmuş ay gibi parlar. Her gün defterine şehîdler sevabı yazılır. Kim. hiç kimseyi incitmeden birinci safa varsa, Hakk Teâlâ o kimseye müezzinlerin sevabını ve­rir. Kimin itikadı bütün olarak hareket etse Hakka yakın olur.

Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Hak taâ'a ve melekler ilk saf’ta olanlara rah­met ve duâ’da bulunurlar. Zinhar cemaatla namaz kıl­mayı terk etmeyin. Doğrusu cemaatle namaz kılmak on bin kerre yalmz kılmaktan yeğdir.

4.   BÖLÜM

Ey İlâhî sırları öğrenmek isteyen kimse! Derece­lerden hangi derecenin üstün olduğunu, Cennet merte­belerinden hangisinin daha iyi olduğunu bilip öğren- dinse şimdi de salih amele geldik.'

Ebul-Leys (radiyallâhu anh) şöyle dedi:

— Sâlih amel, iyi amel dört şeyle olur:

1.         Niyet,

2.         Faydalı ilim.

3.         Takvâ (Al tahtan korkmak ve sakınmak),

4.         îhlâsdır (Sırf ve sâmimiyetle Allaha bağlan­mak).

Şirk de (Allaha eş ve ortak tanıma, da üçtür):

1.         Açık şirktir ki, o küfürdür.

2.         Gizli şirktir ki o, günah işlemektir.

3.         Daha gizli olan şirktir kı o, da rîyâ'dır.

Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— «Rîyâ, bütün amelleri bozar, altüst eder.»

Gene Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Rîyâ yetmiş bölümdür. En aşağısı şirktir. Küçük şirkten de korkun! buyurmuştur.

— Ey Allahın Rasûlü! Küçük şirk nedir? diye sordular.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Rîyâ'dır; Bir kimse halk için amelde bulunsa şirktir. Halk için de ameli terk etse rîyâ’dır, buyurdu.

614

Böylece rîyâ, her türlü hali bozan ve amelleri yok eden bir durumdur.

îmam Fahri Râzî, Tefsîr-i Kebîrinde şöyle beyan etmiştir:

— Bir kimse ibâdet ettiği zaman, ibâdetinde se- vab almayı düşünse veya Cehennemden korktuğu için ibâdet etse onun ibâdeti doğru değildir. Çünkü ibâde­ti Tanrı taâla’yı ta’zîm ve yüceltmek için değildir ve niyetinde de ihlâs yoktur.

Nakledildiğine göre Keşşâfda, Hadîsde ve Ihyâ Kitabında şöyle denmiştir:

— Bir kimse büyük ve küçük günahlarına tövbe etmeden dönüp ibâdet etse, şeriata uygun ve doğru namaz kılsa, farzı, borcunu ödemiştir. Fakat sevabı yoktur ve onun sevabı göklere çıkmaz. Allah katında makbûl olmaz.

Dünyâ’da tövbe nasip olursa, büyük ve küçük gü­nahlar yarlığanır. Amma dünyâ’da tövbe nasip olma­yıp Ahirete kalırsa ve ölürse Allahın isteğine kalmış­tır. Dilerse affeder ve dilerse azâb eder.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

— «Sonra kimi dilerse onun yarhğar, kimi diler­se onu da azâblandırır. Allah herşeye hakkıyle kadir­dir.» (233)

Bir kişi büyük günahdan tövbe etse, küçük günahı ibâdet etmekle yarlığanır.

Nitekim Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurur:

— Büyük günahlara tövbe etmekle, bir Cuma’-. dan bir Cuma’va ve Ramazan’dan Ramazan’a varınca-

(233) Bakara Sûresi, âyet: 284.

615

ya kadar, bu aralıkta beş vakit namaz kılmak, küçük günahlara kefâret ve karşılık olur.

Bilmek gerekir ki, doğrusu Nasûh tövbesi etmek büyük ve küçük günah işleyene farz ve lâzımdır.

Nasûh tövbesi, bir günahı işleyince, bir daha o gü­nahı işlememeye tövbe etmeye denir.

Böylece tövbe vaciptir, mutlaka gereklidir. Zîra, büyük ve küçük günaha ikâb ve cezâ caizdir.

Nitekim Hakk Teâlâ hazretleri buyurur:

— «Küçük, büyük her şey (her günah) yazılıdır.»

(234)

Kelâm bilginleri, Hz. Ali (R.A.1 hazretlerinin riva­yetinde kebâir, büyük günah on ikidir dediler:

1         — Hakk Teâlâ hazretlerine şirk koşmak, eş ve benzer tanımaktır.

2         — Haksız yere adam öldürmektir.

3         — Örtülü, namus ve iffeti: kadınlara dil uzat­maktır.

4         — Zina etmektir.

5         — Bir müsiümanın, bir veya iki kâfirden kaç masıdır.

6         — Sihir, büyü yapmaktır.

7         — Öksüz, yetim malı yemektir.

8         — Ana ve babasına âsî olmak, karşı gelmektir.

9         — Mülhid olmak, sapık bir dine dönmek!'

10        — Rıbâ, fâiz yemektir.

11        — Hırsızlık etmektir.

12        — İçki içmektir.

Garip bir rivâyetde geldiğine göre Rasûlüllai bü yük günahları beyan etmiştir.

(<134) Kamer Sûresi, âyet - 53.

616

Alâaddin Türkıstânî onları şöylece bir araya top- lamıştır:

1         — Allaha şirk koşmaktır.

2         — Kan dökmektir.

3         — Ana—babaya karşı gelmektir.

4         — Ribâ, faiz yemektir.

5         — Yetim malı yemektir.

6         — Halka zulmetmektir.

7         — Gıybet etmek, bir kimseyi arkasından çekiş­tirmektir. Öyle ki, çekiştirdiği kimsenin işitmesi ve: «Sen bana sövmüşsün, sana ceza vermek gereklidir» demesidir.

8         — İlim tahsil etmemek, câhil kalmaktır.

9         — Hakk Teâlâ nın azâbmdan emin olmaktır.

10       — Haktan ümidini kesmektir.

11       — Haktan korkmamaktır.

12       — Ahdine vefâ etmemek, sözünde durmamaktır.

13       — Mü’minlere hainlik etmektir.

14       — Kâfirlerle dostluk kurmaktır.

15       — Namazı terk etmektir.

16       — Orucu terk etmektir.

17       — Zekâtı terketmektir.

18       — Tanıklığı bildiği halde, gizlemek ve yalen yere tanıklık etmektir.

19       — Okuduğunu unutmaktır.

20       — Yalan yere and içmek, yemin etmektir.

21       — Gücü yettiği halde Kabe’ye, Hacca gitmemek­tir.

22       — Halka, insana secde etmek, tapmaktır.

23       — Cuma namazını terk etmektir.

24       — Hırsızlık etmektir.

617

25       — Zâlim beylerin yalanına, doğru söylüyorsun demektir.

26       — Zinâ etmektir.

27       — Erkekle temas etmek veya kadınla ters gö, rüşme yapmaktır.

28       —Hayvanla birleşmektir.

29       — Hanımı hayz hâlinde iken bir araya gelmek tir.

30       — Çalgı dinlemek ve çalmaktır.

31       — Sağu sağmak ve sağu yemeği yemektir.

32       — Satranç oynamak ve zar atmaktır.

33       — Dünyâyı, aşın şekilde sevmektir.

34       — Haram yemektir.

35       — İnsanları hor görmektir.

36       — Alimleri ve dervişleri sevmemektir.

İşte bunların hepsi büyük günahtır.

Allaha gönüllerini verenler:

— Büyük günah işleyene, sonu küfüre vardığı için, korku vardır dediler. Sonu küfre varan büyük günahdan Allaha sığınırız.

Ebû Tâlib-i Mekkî Kûtu’-Kulûb adlı eserinde şöv le demiştir:

— Büyük günah on yedidir. Dördü gönüldedir-

1         — Allaha sirk koşmaktır.

2         — Ma'siye’, İsyan üzerinde bulunmaktır.

3         — Allah’tan ümidini kesmektir.

4         — Allahın azabından emin olmaktır.

Dördü dilded-r:

1         — Yalan tanıklık ctmektiı.

2         — Namuslu kadınlara dil uzatmak, sövmektir.

3         — Yalan yere and içmek, yalan söylemektir.

4         — Sihir ve büyü yapmaktır.

618

Üçü karındadır:

1        — İçki içmektir.

2         — Yetim malı yemektir,

3         — Ribâ, fâiz yemektir.

İkisi ferede, tenâsül uzvundadır:

1        — Zina etmektir.

2         — Livâta, !.crs yakınlaşma yapmaktır.

İkisi de ellerdedir:

1        — Haksız vere insan öldürmekti!.

2         — Hırsızlık yapmaktır.

İkisi ise ayak ardadır:

1         — Bir kimsenin, bir veya iki kâfirden kaçmas' dır.

2         — Ana—babaya âsî olmaktır.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki:

— Cebrâil (A S.) bana geldi ve Hakk Teâlâ:

— Şanım hakkı için, benim yanımda dünya’yı sev' mekteır daha büyük günah yoktur buyuruyor dedi.

Nitekim Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurur:

—«Dünya sevgisi bütün hataların başıdır.»

Küçük günahlar ise şunlardır:

1        — Yere bakmak, sinsi olmaktır.

2         — İnsanların arkasından konuşmaktır. Bunun için dinde İlâhî ceza tatbik edilmez.

3         — Halkla alay etmektir.

4         — İnsanlar hakkında kötü düşünmektir.

f>’> — Boş ver;: gülmektir.

6         — Karnı acıkmadan yemek yemektir.

7         — Yalan söylemektir.

8          — Çalgı dinlemektir.

9         — Cünüb o’duğu halde mescide gidip oturmak­tır.

619

10        — İzinsiz, bir kimsenin evine bakmaktır.

11       — Müslümanlardan birine kin tutup üç günden fazla küsmektir.

12       — Bir kötülüğe vfc belâya, şikâyet ederek ağla­maktır.

13        — Fâsıklarla oturmaktır.

14        — Mekrûh vakitlerde namaz kılmaktır.

15        — Mescidde alış -veriş yapmaktır.

16        — Çocukları ve deliieri mescide koymaktır.

17        — Kaybolan malını mescidde aramaktır.

18        — Mescide ve yol üstüne küçük su dökmektir.

19        — Ayakta su dökmektir.

20        — Avret yerini açıp göstermektir.

21       — Yedi yaşmdan sonra oğlu ve kızı i!e aynı dö­şekte yatmaktır.

22       — Cüııüb iken Kur’an okumaktır. Daha bunlara benzer kötü sayılan şeyleri yapmaktır.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Bir daha yapmamaya azim ve niyetle küçük gü. nah; istiğfar etmekle, yarhğ dilemekle büyük günah ortadan kalkar, buyurdu.

BÖLÜM

Temiz ve nurlu din İslâm'daki büyük - küçük gü nah lan ve bunların hükümlerini öğrendinse; bundan sonra, amelinin bâtıl olmaması için, fetvâlarla sabit ol­muş küfrü gerektiren sözleri ve kelimeler’ öğrenme’: gerekir.

Şüphesiz, küfrü gerektiren söz ve davranışlar, in­sanın dinini ve yaptığı ibadetleri bâtıl eder, silip götü­rür.

Nitekim Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

— «Eğer (bilfarz Allaha) ortak tanırsan, Celâlim hakkı için, (bütür? amel (ve hareketlerdin boşa gider ve muhakkak hüsrana düşenlerden olursun.» (235)

Aynı zamanda, boşamadan karısı boş olur. Eğer, küfrü gerektiren sözü kadın söylerse o erkekten boş olur. Fakat kadını, bu durumda, tekrar erkeğe zorla nikahlamak gereklidir. Kendi isteğine bırakılırsa, her geçinmeyen kadın boş olayım diye, küfrü gerektiren sözü söyler ve boş olur. Böylece de dünya fesada uğrar, aile müessesesi yıkılır.

Şimdi bir kmısc:

— Falan kimsenin malı bana helaldir! dese, fakat o kimse de o mal' vermemiş olsa, sözü söyleyen kim­senin küfründen korkulur.

(?35) Zümer Sûresi, âyet: 65.

622

Bir kimse:

— Falanın kanı bana helâldir, dese kâfir olur.

Bir kimse haram yese, bir başkası ona:

— Allah'dan kork! dese, o kimse de:

— Korkmam! dese kâfir olur.

Bir kimse:

— Yahudiler Hıristiyanlardan hayırlıdır, yahu< Hı- ristiyanlardan Yahudiler hayırlıdır dese küfründen korkulur.

Bir kimse;

— Falan benden daha çok kâfirdir! dese kâfir olur.

Bir kimse, isteyerek veya lâf olsun diye kâfir kı­yafeti giyse, ona benzemeye özendiği için, kâfir olur.

Bir kimse:

— Büyük ve küçük günahları işlemek helâldir! de­se kâfir olur.

Bir kimse haram maldan sadaka verse, onunla iyi­lik etse ve bundan sevap umsa kâfir olur.

Bir kimse başka bir kimseye:

— Zekât ver! dese, o da: «Hayır vermem, zira doğ­ru değildir» dese, kâfir olur.

Bir kimse:

— Eğer şu ış: yaparsam kâfir olayım! deyip de onu yapsa kâfir olur.

Bir kimse, yapmadığı bir işden dolayı:

— Allah bilir ki, ben bu işi yaptım! diye yalan ye­re Allahı şâhit tutsa kâfir olur.

Bir kimse:

- Müslüman mıyım, yoksa kâfir miyim, bilmiyo­rum; dese kâfir olur.

Bir kimse:

623

— Hakk Teâlâ hazretleri beni unuttu! dese kâfir olur.

Bir kimse:

— Yahudi ve Hıristiyanların dinleri hâlen hakdır! dese kâfir olur.

Bir kimse mü mine:

— Benim yanımda kâfirle berabersin! dese kâfir olur.

Bir kimse küfrü gerektiren sözü söylese, bir ban­kası da onu duyup gülse, her ikisi de kâfir olur.

Hulâsa-i fetvada şöyle denmiştir:

— Bir vâiz va’zında küfrü gerektiren söz söylese onu dinleyenler de, o söze innansalar hepsi kâfir olur.

Bir kimse, kalben mümin olduğu halde, dili ile küf­rü gerektiren söz söylese kâfir olur. Dinde, gönlündeki iman ona fayda \ ermez.

Fetevây-ı Zahiriyyede şöyle denilıpiştir:

— Bir kimse Kur'anı horlaşa, küçümsese ve aya­ğını Mus’afm üstüne koysa kâfir olur.

Bir kimse, kumar oynasa, içki içse veya zina etmek istese ve (Bismillah — Allahın adiyle) dese kâfir olur.

Bir kimse:

— Hat taâla namazı beş vakitten fazla emretse idi ben kılmazdım! dese kâfir olur.

Bir kimse, kıbleyi bildiği halde, başka tarafa dö­nüp namaz kılsa kâfir olur.

Bir kimse, sebepsiz vere bir âlime içinden kızsa ve onu sevmese kâfir olacağından korkulur.

Fetevây-ı Zahîriyye’de denilmiştir ki:

— Bir kimse içki içerken yüksek bir yere çıkıp va’z ediyormuş gibi yapsa ve vaizi maskaralığa alarak gülse, onu dinleyenler de sütseler hepsi kâfir olurlar.

624

Bir kimse:

— Dünya bana ilimden üstündür! dese kâfir olur.

Muhıyt’de şöyle kaydedilmiştir:

— Bir kimse, bir âlime veya muhterem bir kimse­ye sataşsa, inancını ve halini küçümsediği için, kâfir olur.

Fetevây-ı Zahirriyyc’de:

— Bir kimse din âlimi olsa ve hanımı ona: «Lânet sana» dese kâfir olur, denilmiştir.

Bir kimse:

— Din âlimi, iman ve irfan ehli, kuzgundur, cahil ve karanlıktır! dese imanında korku vardır.

Sözün kısası, ilmi, Kur'anı ve Ehl-i Kur’anı küçük görüp alaya alan kimse kâfir olur.

Çevâhir-i Fıkıhda şöyle denilmiştir:

— Bir kimse bir başkasına: «İman nedir?» dese, o da: «Ben bilmem» dese kâfir olur.

— Bir kimse bir başkasına: «İman nedir?» dese, o dir? Bana öğret de Müslüman olayım» dese, o Müslü­man da: «Biraz bekle» yahut «Bir âlime git sor! O sa­na öğretsin» dese kâfir olur.

Fakat bir kimse, bir kâfirin küfrüne razı olsa kâ­fir olmaz.

Nitekim Mûsâ (aleyhisselâm)  Firavn’ın küfrüne razı olmuş ve Allahtan onun kâfir olarak ölmesini dilemiştir. Böv lece küfrüne razı olduğu kimsenin küfrü kendine ait olmuş oluyor.

Bir Müslüma ı, bir Müslümana kâfir dese, o Müs­lüman karşılık vermeyip sussa kâfir olur.

Fetevây-t Kâdîhanda şöyle denilmektedir:

— Bir kimse: Hakk Teâlâ hu halkı yarattı, ondan sonra katından sürdü dese kâfir olur.

'                                                           625

Bir kimse, benim yanımda Müslümanla kâfir bera­berdir dese kâfir olur.

Bir kimse başka birine:

        «(Lâ ilâhe illellah — Allahtan başka Tanrı yok­tur) de!» dese, O da: «Demem» dese kâfir olur.

Bir kimse, birine:

        «Haram yeme!» dese, o da: «Şimdi haram ye­meyen bir kimse getir» yahut: «Helâl yiyen birini ge­tir» dese kâfir olacağından korkulur.

Bir kimse biı başkasına:

—«Gel! Dine gidelim» dese, o da: «Ben gitmem. Kadıdan insan getirsen bile» dese, dini hafife aldığı için kâfir olur.

Eğer: «Gel! Kadıya gidelim» deyip de o kimse git­mese kâfir olmaz Çünkü şeriata değil kadıya çağır­mıştır.

Bir kimse:

         «Mescidle meyhane, küfürle imân aynı şeydir» dese kâfir olur.

Bir kimse:

—«Bu zaman küfür zamanıdır, din ortadan kaldı­rılmıştır» dese kâfir olur.

Bir kimse, bir başkasına:

—«Dünyayı bırak, ahirete eriş» dese, o da: «Ben parayı veresiye vermem» dese kâfir olur.

Bir kimse:

—«Ikkikat ilmi şeriat ilminden üstündür. Şeriat ilminde marifet yoktur» dese kâfir olur.

Sözün kısası bir kimse:

— Cünübken yıkanmayı, abdest almayı, namazı, orucu, zekâtı, haccı, cuma namazını, cemaati, ezanı, ka­meti, Allah yolunda savaşı, cenaze namazını, bayram namazını, iyiliği tavsiye ve kötülükten men etmeyi, vata-

F : 40

626

mm ziyareti, ana babaya itaat etmeyi, kıyametten öneç Deccâbn çıkmasını, Dâbbetülarz adlı varlığın çıkmasını, Ye’cûc ve Me’cûc’ıı, İsa (aleyhisselâm) ’m gökten yere inmesini ve kıyamete yakın güneşin batıdan doğmasını inkâr etse kâfir olur. Bütün bunlardan Allaha sığınırız.

Şeyhülislâm Bedrür Reşid şöyle demiştir:

— Gönlü perdeli olan bir kimse fesadla meşgul olur. Dili de gönlüne uyar. Diğer organları da fesâd ve kötülükle meşgul olur. Böyle olunca şeytan o kimsenin imanına kasdeder ve dilinden küfürü gerektiren sözün çıkmasına sebep olur. Böylcce, değerli ömrünün eme­li, yaptığı bütün dinî davranışları yok olur, gider.

Bütün bu anlattıklarım, muteber fetvâ kitapla-n- da mevcuttur. Fetvâ verenler onları delillerle beyan et­mişlerdir.

Ben derviş Alımed Bîcan, Müslümanlar öğrensin­ler de sakınsınlar diye onları bir araya topladım.

—«Ey iman edenler! Hepiniz Allaha tövbe ediniz, Allaha dönünüz. Umulur ki, böylcce kurtuluşa erenkr- den olursunuz» buyurulmuştur.

Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyurur:

— O, hangimizin daha güzel amel (ve hareket) de bu­lunacağını imtihan etmek için ölümü de, dirimi de tak­dir eden ve yaratandır.» (236)

Rasûlüllâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buuyrmuştur:

— Kimin aklı ve ameli güze! ve sağlam olursa, Al­lahın haranı ettiklerinden kaçınır ve O’na itaat etmeye gayret eder.

Hakk Teâlâ’nın* »Allah, ölümü ve dirimi yarattı» bu­yurması, ölümü ağzı, gözleri ve ayakları kara, kendi

'236) Mülk Sûresi, âyet: 2.

627

ak koç şeklinde yarattı. Kimin yanından geçse ve kime onun kokusu dokunsa ölür demektir. Hayatı da bir at suretinde yarattı, kime kokusu dokunursa hayat bulur demektir.

Kevâşi tefsirinde:

— Ölümden maksat cehalet, hayattan maksat da ilimdir şeklinde yorum yapılmıştır.

Bazıları:

— Ölümden maksat ayrılık, hayattan maksat bu­luşmak, bir arada olmaktır demişlerdir.

Kimileri de:

— ölümden maksat dünya, hayattan maksat Ahi- rettir demektedirler.

Kâşânî Tefsirinde şöyle tespit edilmiştir:

— Ölümden maksat, gönlün Allahdan başkasın' sevmesidir. Hayattan maksat da gönlün Allahı sevme­sidir.

Bazıları:

— Ölümden maksat küfür, hayattan maksat da imandır demişlerdir.

Ölüm neden önce zikredilmiştir? diye sorulacak olursa, cevabı şudur:

— Öiüm, hayattan öncedir.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur;

—«Halbuki siz ölüler iken (henüz babalarınızın sulbünde bir nutfe iken, annelerinizin rahminde, sonra da dünyada sizi) O diriltti.» (237)

Yani siz ölü idiniz, Hakk Teâlâ sizi diri kıldı.

(?'</) Bakara Sûresi, âyet: 28.

628

6. CUMA İLE İLGİLİ BÖLÜM

Allah Teâlâ buyurdu:

—«Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrıl­dığınız) zaman hemen Allahı zikr etmeye gidin. Alış verişi bırakın. Bu, bilirseniz, sizin için daha hayırlı­dır.» (238)

Hz. Câbir (radiyallâhu anh) Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem'den şu rivayeti nak- letmiştir:

— Rasülüllah buyurdu: Ey Adem oğulları! Ölme­den tövbe edin. Allah size kıyamete kadar cumayı farz kıldı. Kim, benim zamanımda ve benden sonra, cuma­yı terk ederse Allah onun hayatına ve malına tövbe et­meyince bereket vermez.

—«Şüphesiz kı, O tövbeleri çok kabul edendir»(239) Rasülüllah buyurdu:

— Cumada ve cemaatta hazır olmak sizin üzerini­ze olsun. Zira bunlar kötülükleri giderir, bereketi geti­rir, Cehennemden kurtarır ve derecelere eriştirir.

Boy abdesti almak, yıkanmak ve güzel koku sür­mek, cumanın sünnetlerindendir.

Selmân-ı Fârisî (radiyallâhu anh) Rasülullahdan şu rivayeti nakletti:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu: Kim cuma günü yıkana rak güzel kokular sürünse, sonra da yaya mescide var­sa, imama yakın otursa ve hutbe dinlese Allah onun her adımına bir yıl oruç tutup geceleri ibadet etmiş-

(2'oS) Cum’a Sûresi, âyet: 9.

(23S) Nasr Sûresi, âyet: 3.

629

cesine sevap verir. Bir rivayetle yirmi yıl oruç futmuş­çasına ecir vardır, denilmiştir.

Rasûlullah bujurdu:

— Cuma günü, günlerin efendisidir. Allah insan­larının haccıdır. Saadet günüdür. Vuslat, kavuşma gü nüdür. Allah Hz. Adem (aleyhisselâm) 'ı ve Hz. Havvayı cuma günü yarattı. Nikâh günüdür. Hz. Adem ile Havva o gün nikâh oidu. Süleyman (aleyhisselâm)  ile Belkıs cuma günü nikâh oldu. Mûsâ (aleyhisselâm)  ile Hz. Safirâ, Rasûlullah ile Hz. Hatice (radiyallâhu anh) cuma günü nikâhtandılar.

Adem (aleyhisselâm)  dünyaya cuma günü geldi. Cennete cuma günü girdi ve cuma günü cennetten çıktı. Kıya met günü cuma günüdür. Hakk Teâlâ’yı müminler cuma günü görürler. Cuma günü altıyüzbin kişi Cehennem­den çıkarılır. Cuma günü ölen, şehit sevabını alır ve kabirde emin olur

Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Bir kimse cuma günü ölse melekler gelip ca­minin kapısına otururlar. Ellerinde gümüşten sayfa­lar ve altından kalemler vardır. îlk ve son geleni ya­zarlar.

Ulemâ:

— Hatip hutbe okurken dünya kelâmı etmek, ko­nuşmak haramdır, demiştir.

Rasûlüllah buyurdu:

— Kim cuma namazım kıtal sa ona yüz şehid se­vabı vardır.

Hz. Muâz bin Cebel (radiyallâhu anh) Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’dan şu rivayeti nakletmiş!ir:

— Rasûlüllah bir gün Ashâb-ı Güzin’e (Allah hep sinden razı olsun) şöyle buyurdu: Hakk Teâlâ hazretleri

630

arşın altında, yeşil zebercedden ve kızıl bir yakut direk üzerinde, bir şehir yarattı. O şehrin yediyüz şerefesi vardır. Kıyâmet koptuğu zaman onlardan birine Ceb- râil (aleyhisselâm)  çıkar ve şöyle seslenir:

— Ey Muhammed ümmeti! Hakk Teâlâ hazretleri size selâm söyler; size cenneti ve Rıdvânı müjdeler.

Ashâb:

— Ey Allahın Rasûlü! Bunlar, bu mertebeler kini' lerindir? diye sordular.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Başkalarına selâm veren, açlan doyuran, güzel muamele eden, halk uyurken namaz kılan —ki o, dört- yüz şehidin namazını kılmıştır— ümmetimi konukla­yan ve cuma gecesi yahut cuma günü Tevrat’ı, Zebur u, Incil'i ve Kur’anı okuyanındır o mertebe.

Hz. Muâz bin Cebel (R A.) ayağa kalkıp:

— Ey Allahın Rasûlü! Bunlara kimin gücü yeter! dedi.

Rasûlüllah buyurdu:

— Kim cuma günü yedi kişiye selâm verse, bü­tün insanlara selâm vermiş gibi sevabı vardır. Kim cu­ma günü üç kişiyi konuklasa bütün halkı konuklamış gibi sevab ahr. Cuma günü bir kimseye nasılsın? diye hatırını sorsa, bütün insanlara güzel söz söylemiş gibi sevabı vardır. Bir kimse cuma gecesi cemaatla namaz kılsa, halk uyurken o namaz kılmış gibi sevab vardır. Kim cuma günü:

—«Ey Allahım! Beni ve mümin kadın ve erkekle­ri yarlığa» dese dörtyüz şehid namazını kılmış gib. se vab vardır.

Kim cuma günü çocuklarına bir şey verse benim bütün ümmetimi konuklamışcasına sevab vardır.

631

Kim, cuma günü Fâtiha, Kul Eûzü bi Rabbir.nâs, Kul Eûzü bi Rabbilfelâk ve Kulhûvellahü Ehâd sû­relerini okusa Tevrat’ı, Zebûr’u, Incil'i ve Kur’anı oku- muşcasına sevab vardır.

Müfessirlerden Sa’lebî tefsirinde dedi ki:

— Rasûlülah şöye buyurdu: Kim cuma günü na­mazdan çıkınca cana yüz kere salavât getirse, yüz se­ne ibâdet etmişçesine sevab vardır.

Rasûüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Miraç gecesi yüce arşın ayağında yedi şehir gördüm. Herbirinin büyüküğü bu dünya kadardır. Bi­rinin içi meleklerle dopdoludur. Teşbih ve takdis eder­ler ve «Ey Rabbim1 Cemaata gidenler ve cuma günü yıkananları yarlığa» diye niyazda bulunurlardı.

Rasûlüllah buyurdu:

— Bir kimse cuma gecesi iki rekât namaz kılsa, ilk rekâtta Fatiha ve Kulyâ Sûresini, ikinci rekâtta Fa­tiha ve İzâcâe (Nasr) Sûresini okursa Allah o kimseye beş şey verir:

1.        Allahın gönderdiği bütün kitapları okumuş gibi sevab verir.

2.         Seksen yıl ibâdet etmiş gibi sevab verir.

3.        Cennette, bedenindeki kıllar sayısınca şehirler verir.

4.         Ölse şehid olur.

5.        Allah bütün günahlarını, hesapsız yarlığar ve Cennete koyar.

Nakledildiğin .- göre Perşembe günü yere yeimişbin melek iner. Cuma günü yediyüzbin melek iner. Hepsi, imanı olanlara yaıhğama ve iyilikle müjdede bulunur­lar.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

632

— Kim cuma günü öğle ile ikindi arasında iki re­kât namaz kılsa, ilk rekâtta bir Fatiha bir Ayetel-kürsî (Allahulâ) ve yirmibeş kere Kuleûzü bi Rabbilfelâk Sû­resini okursa; ikinci rekâtta, bir Fatiha, bir Kulhüvel- lâhü ve yirmibeş kere Kuleûzü bi Rabbinnâs Sûresini okursa ve namazdan çıkınca elli kere (Lâ Havle ve lâ- kuvvete illâ billahilaliyyilazîm — Şanı yüce ve ulu olan Allah’dan başka kuvvet ve kudret yoktur) dese Allahı rüyasında görür.

Rasûlüllah buyurdu:

— Bir kimse cuma gecesi iki rekât namaz kılsa ve herbir rekâtında bir Fatiha, bir Ayetelkürsî ve on- beş kere Kulhûvellahü Ehâd Sûresini okusa, namazdan çıkınca bin kere salavât getirse, o gece beni rüyasmda görür.

Bir kimse cuma namazını kılmasa Hak taâia o kimseye onbeş çeşit belâ verir:

Altısı dünyada, üçü ölüm vaktinde, üçü kab:rde ve üçü de kıyamet gününde olur.

Dünyada olan altısı şunlaıdır:

1.        Allah, o kimsenin rızkının bereketini alıp götü­rür.

2.        Ömrünün bereketini götürür.

3.        Yüzünden sâlihlerin, iyi insan olmanın nişanım alır.

4.        İslâm’dan nasibini keser.

5.        Her tüllü amelinin sevabı olmaz.

6.        Duası kabul olmaz, yüzüne vurulur.

Ölüm anında olanlar şunlardır:

1.        Halkın içinde horluk ile ölür.

2.        Getirilen sonsuz yemekleri vese doymaz.

633

3.         Tokluk içinde açlık ile ölür.

Kabirde olanlar şunlardır:

1.         Kabri karanlıktır, avdınhğı olmaz.

2.         Kabri dar olur ve kemiklerini birbirine geçirir.

3.         Bir melek, kıyamete kadar ona azâb eder.

Kıyamette olanlar şunlardır:

1.         Bir melek onu yüzü üstüne sürükleyerek Cehen­neme getirir.

2.         Hesabı uzun olur.

3.         Allah ona rahmetini vermez.

Rasûlüllah buyurdu:

— Kim sabah namazını cemaatla kılsa, bin kere Adem (aleyhisselâm)  ile Hac etmiş kadar sevabı vardır.

Kim öğle namazını cemaatla kılsa, iki bin kere İb­rahim (aleyhisselâm)  ile Hac etmiş kadar sevab vardır.

Kim ikindi namazını cemaatla kılsa, üç bin kere Yûnus (aleyhisselâm)  ile Hac etmiş gibidir.

Kim akşam namazım cemaatle kılsa, dörtbin kere Mûsâ (aleyhisselâm)  ile Hac etmiş gibid:r.

Kim yatsı namazını cemaatla kılsa, beş bin kere îsâ (aleyhisselâm)  ile Hac etmiş gibidir.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem yine buyurdu:

— Cuma günü ikindi ile akşam arasında gün ka­vuşuncaya kadar bir saat vardır ki, o saatte hacetler, dilekler kabûl edilir.

Rasûlûllah buyurdu:

— Kim mazertsiz, özürsüz Cuma’yı terk ederse Münâfıktır, iki yüzlüdür.

7.   BÖLÜM

Gece ibâdet etmek, namaz kılmak, ibâdetlerin en üstünüdür.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Farz namazlardan sonra fazileti üstün olan na­maz gece kalkıp ibâdet etmektir. Kim gece namazı kı­larsa gündüz yüzünün nûru parlar.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Kim sabah namazını kasten terk etse iman on­dan bezer, öğle namazını terk etse Kur’an ondan be­zer. Öğle ve ikindi namazını terk etse Peygamberler ve Rasûller ondan bezer. Akşam namazını terk ederse melekler ondan bezer. Yatsı namazını terk etse Rah- mân ondan bezer ve:

— Sen benden bezersen ben de senden bezerim, buyurur.

Şimdi, abdest alınca organlarını su ile arıttığı gibi içini tövbe ile arıtması, gereklidir.

Mescide varınca Kâbeyi iki kaşı arasında kılar. Cenneti sağ yanında bilir. Cehennemi sol yanında bi- Jir. ölüm meleği Azrâili ensesinde bilir. Hakk Teâlâ’vı, şekilsiz, karşısında bilir. Azamet ile tekbir edip el bağ- laya. Korku ile doğrula ve Heybet ile Kur'an okuya. Ta­zarru ile rükû ede. Zarılık ile Tehiyyât-ı okuya. Şükr ile selâm vere. Ümitle münâcât eyleye. Allah kereminden kabûl eder ümidini besleye. Hesâb ve azâbsız Cennete koya.

636

Allahım! Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hazretleri­nin hürmeti için bizi de onlardan eyle.

8.  MESCİDLERLE İLGİLİ BÖLÜM

Allah Teâlâ buyurdu:

        «Allahın Mescidlerini ancak Allaha vd Aiıiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı ve­ren ve Allahtan başkasından korkmayan kimseler imâr eder.» (240)

Enes (radiyallâhu anh) Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’den şu hadisi nakl- etmiştir:

— Rasûlûllah buyurdu: Mescidi imâr edenler Al­lah insanıdır.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

        «Yeryüzünde, benim evlerim Mescidlerdir. Onu yapanlar ziyâret edenlerdir.»

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’dan şu rivâyeti nakl- etmiştir:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu: Kim helâl maldan mescid yaptırsa, Hakk Teâlâ o kimseye Cennette ahun­dan, gümüşten, inciden ve yakuttan bin şehir verir. Her şehir içinde bin köşk vardır. Her köşkün içinde bir ev vardır. Her evin içinde kırk bin ev vardır Her win içinde bir taht bulunur. O tahtın üzerinde bir iri gözlü hûrî oturur. Her evin içind. kırk bin çanak vardır. Her çanağın içinde bir çeşit yemek vardır. Hakk Teâlâ o kimseye o kadar kuvvet verir ki, o Hurilere, vemekiere ve şaraplara kuweti erişir.

('■tfii Tevbe Sûresi, âyet: IX

637

Kim yedi gün mescidde kandil yaksa, H?k taâla ona Cehennemin kapısını haram eder. Kabrini nûr ile aydınlatır. Kıyâmet günü o nûr ile yürür.

Rasûlûllah buyurur:

— Kim mescid ile bilişirse Hakk Teâlâ da ona bili- şiklik verir.

9.   ZEKÂT İLE İLGİLİ BÖLÜM

Hakk Teâlâ buyurdu:

— «Halbuki onlar Allaha, Onun dininde ihlâs (ve samimeyet) erbabı ve muvahhid olarak, ibâdet etmele­rinden, namazı dosdoğru kılmalarından, zekâtı vet me­lerinden başkasiyle emrolunmamışlardı. En doğru din de bu idi.» (241)

Rasûlûllah (S A V.) buyurdu:

— Kim altın ve gümüş toplasa ve onun zekâtını vermese, yarın kıyâmet gününde o altını ve gümüşü tahta gibi yaparlar, onların gövdesine yapıştırırlar ve onunla azâb ederler.

Nakledildiğine göre Rasûlûllah şöyle buyurmuş­tur:

— Hakk Teâlâ zekâtını vermedikçe zengin kimsenin imanını kabûl etmez. Zekât vermek günahları giderir.

Gene nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyur­muştur:

— Altı bölük kimse Cehenneme lâyıktır:

1.         Rüşvet yiyen devlet vazifelisi,

2.         Alimleri ve fâkirleri horlayanlar,

3.         Zâlim bey,

(241) Beyyine Sûresi, âyet: 5.

638

4.         Hasedci âlım,

5.         Halinden şikâyet eden derviş,

6.         Zekâtı vermeyen tüccâr.

Nakledildiğine göre Rasûlûllah:

— Size halkın kötüsünü haber vereyim mi? buyur­du.

Ashâb:

— Evet, ver! dediler.

Rasûlûllah:

— Halkın kötüsü, Allah için bir şey istendiğinde vermeyendir.

Allah Teâlâ buyurdu:

— «Kendinizi tehlikeye atmayın.» (242)

Hz. Mukâtil (radiyallâhu anh) şöyle dedi:

— Elleriniz ile mallarınızı tutmayın. Yani sadaka verin, yoksa helâk olursunuz, demektir.

Zekât şu kimselere farzdır:

1.         Bâliğ, ergin olanlara,

2.         Hür, azadh olanlara,

3.         Uslu, akıllı olanlara.

îkiyüz dirhemden beş dirhemini vermek gerektir. Bu gümüştür. Gerekli ihtilaçlarından fazla ise bu mik­tarın, kırk dirhemde bir dirhemi verilmelidir.

Altın yirmi miskal olmayınca zekât verilmez. Yir­mi miskaldc yarm miskâl altın zekât verilir. (243)

(1'42) Bakara Sûresi, âyet: 195.

(243) Zekâtta ölçü 20 miskal (96) gram altın, 200 dirhem (640) gr. gümüştür. Bunlar, gram değeri üzerinden, hesap edilerek verilir. Üzerinden bir yı. geçmesi şarttır. Nispet kırkta bir. yüzde ikibuçuktur.

639

Satış için olan ticâret malı kumaştan, üzerinden bir yıl geçtikten sonra, zekât vermek gerektir. Binek hayvanlara ve koşulara zekât yoktur. Deve, sığır ve ko­yunun zekâtları nıalûmdür. Zekât vermek gerektir.

Eğer bir kimse namaz kılsa, fakat zekât vermese kabûl edilmez. Zekât verse, namaz kılmasa zekâtı ka- bûl olmaz.

{kııtııpyıldızı kitaplığı}
988

ASIKLARIN NURLARI
j ENVÂRU’L ASIKIN

AHMED BİCAN

kütüphaneci - eskikitaplarim.com

«■Ma 1001 TEMEL ESER

Tercüman
1001 TEMEL ESER

Yazan:

AHMED BİCAN

Baskıya Hazırlıyan

AHMET KAHRAMAN

ENVÂRU ’L ÂŞIKİN
âşıkların nurları
3. cilt

Tercüman gazetesinde hazırlanan bu eser Kervan Kitapçılık A. Ş. ofset tesislerinde basılmıştır

J001 Temel Eser i iftiharla sunuyoruz

Tarihimize mânâ, millî benliğimize güç ka­tan kütüphaneler dolusu birbirinden seçme eser­lere sahip bulunuyoruz. Edebiyat, tarih, sosyo­loji, felsefe, folklor gibi millî ruhu geliştiren,ona yön veren konularda "Gerçek eserler" elimizin altındadır. Ne var ki, elimizin altındaki bu eserlerden çoğunlukla istifade edemeyiz. Çünkü devirler değişmelere yol açmış, dil değişmiş, yazı değişmiştir.

Gözden ve gönülden uzak kalmış unutul­maya yüz tutmuş -Ama değerinden hiçbir şey kaybetmemiş, çoğunluğu daha da önem kazan­mış- binlerce cilt eser, bir süre daha el atılmazsa, tarihin derinliklerinde kaybolup gideceklerdir. Çünkü onları derleyip - toparlayacak ve günümüzün türkçesi ile baskıya hazırlayacak değerdeki kalemler, gün geçtikçe azalmaktadır.

Bin yıllık tarihimizin içinden süzülüp gelen ve bizi biz yapan, kültürümüzde "Köşetaşı" vazifesi gören bu<serleri, tozlu raflardan kurta­rıp, nesillere ulaştırmayı plânladık.

Sevinçle karşılayıp, ümitle alkışladığımız "1000 Temel Eser" serisi, Millî Eğitim Bakanlı­ğınca durdurulunca, bugüne kadar yayınlanan 66 esere yüzlerce ek yapmayı düşündük ve "Tercüman 1001 Temel Eser" dizisini yayınla­maya karar verdik. ’ 1000 Temel Eser" serisini hazırlayan çok değerli bilginler heyetini, yeni üyelerle genişlettik. Ayrıca 200 ilim adamımız­dan yardım vaadi aldık. Tercüman'm yayın hayatındaki geniş imkânlarım 1001 Temel Eser için daha da güçlendirdik. Artık karşınıza gu­rurla, cesaretle çıkmamız, eserlerimizi gözlere ve gönüllere sergilememiz zamanı gelmiş bulu­nuyor. Millî değer ve mânâda her kitap ve her yazar bu serimizde yerini bulacak, hiç bir art düşünce ile değerli değersiz, değersiz de değerli gibi ortaya konmayacaktır. Çünkü esas gaye bin yıllık tarihimizin temelini, mayasmı gözler

önüne sermek, onları lâyık oldukları yere oturt­maktır.

Bu bakımdan 1001 Temel Eser'den maddî hiç bir kâr beklemiyoruz. Kârımız sadece gu­rur, iftihar, hizmet zevki olacaktır.

‘ KEMAL ILICAK

Tercüman Gazetesi Sahibi

10.  ORUÇLA İLGİI İ BÖLÜM

Allah Teâlâ buyurdu ki:

        «(O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, Kur’an onda (ki Kadir gecesinde evh-ı nıalıfûzdan Semâ-i dün- yâ’ya) indirilmiştir.» (244)

Keşşaf sahibi Zemahşerî şöyle demiştir:

        (Ramad) yanmış taşa derler. Böylece bu aya Ra­mazan denildi. Zira o zaman sıcak mevsime gelmiştir. Çok sıcakta oruç tutarlar idi. O günde sıcaktan taşlar yanardı.

Hz. Enes (radiyallâhu anh) Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’dan şöyle bir rivayet nakletmiştir:

— Rasûlûllah: Bu aya niçin Ramazan denildiğini bilir misiniz? diye sordu. Ashâb:

— Allah ve Rasûlü bilir, dediler.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— O ayda Hakk Teâlâ oruç tutan kimsenin günâhını yaktığı için Ramazan denilmiştir, buyurdu.

Müfessirler:

— Hakk Teâlâ hazretleri Ramazanı geçmiş bütün ümmetlere arz etti. Fakat onlardan hiç b:ri tutmadı. Ramazan bu hayırlı ümmete nasip oldu, derler.

Ebû Zer (radiyallâhu anh) Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’dan şu rivâyeti nakle­der:

(244J Bakara Sûresi, âyet: 185.

F: 41

65Ü

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu: İbrahim (aleyhisselâm) 'ın suhııfu, ona inen İlâhî sayfalaı, Ramazanın üçüncü gecesinde nazîl oldu.

Tevrât, Mûsâ (aleyhisselâm) ’a Ramazanın altıncı gecesinde indi.

İncil, İsâ (aleyhisselâm) ’a Ramazanın on üçüncü gecesinde nâzil oldu. Zebûr, Davûd (aleyhisselâm) ’a Ramazanın onsekizinci gecesinde indi. Kur’an-ı Kerim Hz. Muhammed Musta­fâ’ya Ramazanın yirmi yedinci gecesinde nazîl oldu. Bazılarına göre Kadir Gecesi de, yirmiyedinci gecede indi.

Ebû Hüreyre (radiyallâhu anh) Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem'dan şu Hadisi nak­leder:

— Rasülûllâh buyurdu Ramazanın ilk geresi olun­ca melekler Şeytanı ve Cinleri bağlarlar, Cehennemin kapısını kitlerler ve Cennetin kapısını açarlar. Bir me­lek:

— Hayır işleyenler gelsin, şer işleyenler gitsinler diye seslenir. Hakk Teâlâ hazretlerinin bu ayda Cehen­nem ateşinden ku-tuian kulları vardır. Ramazan ay- çı­kıncaya kadar böyle derler.

İbni Mcsûd (radiyallâhu anh) şu Hadisi nakleder:

— Rasûlûllah buyurdu: Eğer kullar Ramazandaki yücelikleri bileler idi Hakk Teâlâ’dan her gün Ramazan olmasını dilerlerdi

Ashâb:

— Ey Allahın Rasûlû! Onun kemâli ve yüceliği ne­dir, diye sordular.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Ramazan ’nsanı bir yıidan diğer yıla varıncaya kadar tezyin eder, arıtıp süsler.

Ramazanın ilk gecesi olunca Arşın altından b:ı yel

651

eser ve Cennettek. bütün yaprakları sallar. Hûrîler ona bakarlar ve:

— Ey Rabbim' Bizi bu ayda oruç tutan kullaıma eş yap derler. Ramazanda oruç tutanlardan Allahın kendilerine bir Hûri vermediği bir kimse yoktur .Ahi- rette o Hûri ile müşerref olur. Her Hûrînin üzerinde, değişik renkli, yetmiş adet süslü elbise bulunur. Her Hûrinin kızıl yakut'dan bir tahtı vardır. Her tahtm üze­rinde, içi istebrakdan, dışı nûrdan yetmiş döşek bulu­nur.

Nakledildiğine göre kıyamet günü olunca Ramazan ayı güzel bir suret ve şekilde Allahın huzuruna gelip secde edecektir.

Hakk Teâlâ ona:

— Kimde hal. kın varsa dileğini söyle, buyurur

Ramazan ayı:

— Ey Rabbim! Vekâr tacını dilerim der.

Hakk Teâlâ ona bir taç giydirir. Ondan sonra yetmiş bin büyük günah işleyene şefâat eder. Sonra da herkese bin Hûrî verirler.

Ondan sonra Hakk Teâlâ:

— Daha başka ne dilersin, buyurur.

Ramazan:

— Beni Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’a komşu eyle, der. Allah Teâlâ onu Firdevs Cennetine indirir ve:

Dile benden ne dilersen, buyurur.

Ramazan ayı:

— Ey Rabbim' Benim dileğimi yerine getirdin. Ha­ni oruç tutanların sevabı? der.

Hakk Teâlâ oruç tutanlara, sabrettiklerinden dolayı, kızıl yakuttan ve yeşil zebercetten bir şehir verir

Nitekim şöyle buyurmuştur:

652

— «Ancak sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecek­tir.» (245)

Ramazanın âdâbındandır ki, bu ayda:

Yalan söylenmez, günah işlenmez, halk horlanmaz, yalan yere yemin edilmez, haram yenmez ve harama ba­kılmaz.

Ebû Hüreyre (radiyallâhu anh) şöyle demiştir:

— Ramazanın ilk geces: olunca Allah kullarını gö­zetir ve onlara azâb etmez.

Ramazanın her günü için Hakk Teâlâ Cehennemden bin kulu azâd eder, çıkarır. Ramazanın yirmi dokuzun­cu gecesi olunca, Ramazan bovunca ne kadar kul azad etmişse o kadar kul azâd eder.

Bayram gecesi olunca, melekler Hakk Teâlâ’ya varır­lar. Hakk Teâlâ onlara:

— Yarın onların bayramıdır. Sevapları ne kadardır? buyurur.

Melekler:

— Ya Rabbi! Onların mükâfatı onlara verildi, der­ler.

Hakk Teâlâ da.

— Dört kişi hariç onları \arhğadığıma şâhid olun buyurur. Dört kişi şunlardır:

1.         İçki içip tövbe etmeyenler.

2.         Ana — babasına âsî olanlar.

3.         Hısımlarım terk edenler.

4.         Kin tutanlar.

Fitre gecesi oiunca Hakk Teâlâ her şehre ve beldeye melekler göderir. O melekler yere inerler ve:

(245) Zümer Sûresi, âyet: 10.

65S

— Ey Muhmmed ümmeti! Hakk Teâlâ hazretlerinin konukluğuna çıkm. Size armağan verecek ve günahla­rınızı affedecek.

Müminler namaza gittiklerinde Hakk Teâlâ melek­lere:

— Şahit olun! Ben onları yarhğadım, buyurul.

Hakk Teâlâ Kuı'anda buyurdu:

        «Ey iman edenler! Sizden evvelki (ümmet)’lere yazıldığı gibi sizin üzerinize de oruç yazıldı (farz edildi). Ta ki korunasınız.» (246)

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Hakk Teâlâ benim ümmetime otuz gün oruç tut­mayı emretti. Diğer ümmetlere daha çok veya daha az emretti. Zira Adem (aleyhisselâm)  Cennette buğday yedi ve o buğday kamında otuz gün kaldı. Hakk Teâlâ bana ve ümmetime gündüz oruç tutmayı ve gece yemeyi — İlâ­hî fazlından olmak üzere —böylece farz eyleydi.

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hakk Teâlâ’- nm şöyle buyurduğunu beyan etmiştir.

        «Oruç benim içindir ve onun ka şılığını ben ve­receğim.»

Ulemâ buradaki hususiyetin ne olduğunu sormuş­lardır: Cevabı şudur: Diğer ibâdet ve amellerin hilâfı­na oruç'a riyâ girmez, ötekilere riyâ, gösteriş g’rer.

Oruç tutmak İlâhî sırdan olduğu için onun karşı­lığının ne olduğunu ancak Allah bilir. Ona yakın melek­ler dahi bilmezler Araştırıcıların her biri onu, kendi zevkleri kadar anlamışlardır. Doğrusunu ve ne olduğu­nu Allah bilir.

(246) Bakara Sûresi, âyet: 183..

654

Nakledildiğine göre Rasûlûilah (S.A-V.) şöyle bu­yurmuştur:

— Oruç ve Kur'an yarın kıyamet gününde kulıara şefaat ederler.

Oruç:

— Ey Rabbinı O kulu ben gündüz yemekten ve her türlü arzulardan alıkoydum. O kimseye şefâat et­meme izin ver, der.

* Kur'an-ı Kerîm:

— Ey Rabbim Ben o kimseyi geceleyin uyumaktan alıkoydum. O Kur’an okur idi. İzin ver ona şefâat ede­yim, der.

Hakk Teâlâ hazretleri izin verir, şefâat ederler.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Nûh (aleyhisselâm)  hergün oruç tutar, yalnız Bayram günü yerdi.

Davûd (aleyhisselâm)  bir gün yer, bir gün tutardı. İsâ (aleyhisselâm)  gündüz oruç tutar, gece ibâdet edip uyumazdı. Hz. İb- râhim her ay üç gün oruç tutardı. Muhammed Mus;afâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Pazartesi günü oruç tutardı. Ayrıca Eyyâm-ı Bîyz (her ayın 13, 14 ve 15. günleri) oruç tutardı.

Kim ayda üç gün Eyyâm-ı Bîyz’de oruç; tutarsa, bir yıl oruç tutmuş gibi sevap vardır.

Hz. Enes (radiyallâhu anh) Rasûl (A.S.Vdan nakleder:

— Rasûlûilah buyurdu: Hakk Teâlâ Ramazan ayını muhterem yarattı. Kim o ayda bir akçe (Lira) sadaka verse, Hakk Teâlâ ona bütün halka sadaka vermiş gibi sevap verir. Kim Ramazan ayında bir rekât namaz kıl­sa diğer ayda yüz bin rekât namaz kılmış gibi sevap verir. Bir kimse bir yalıncağa, çıplağa bir elbise giy­dirse Hakk Teâlâ o kimsevc yediyüz süslü Cennet elb'sc-

655

si giydirir. O günde ki, herkes orda çıplaktır. Kim Ra­mazanda bir köle azâd etse, yediyüz köle azâd eylemiş gibidir.

Ramazan evveli Rahmet, ortası mağfiret ve sonu da Cehennemden kurtulmaktır.

Ebû Bekr-i Sıddik (R-A.) dedi ki:

— Kim Ramazanda bir gün bir gece ibâdet için bir yere kapansa (itikâfa girse) bütün günahları çıkar. Ramazanda itikâfa girmek, bir saat bile olsa, sünnettir.

11.        KADİR GECESİ İLE İLGİLİ BÖLÜM

Bilindiği gibi Kadir gecesi ekseri senelerde. Rama­zanın virmıyedinci gecesinde bulunur.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— «Gerçek, biz onu (Kuranı) Kadir Gecesinde in­dirdik. Kadir gecesinin (şerefini) sana bildiren neoir? Kadir Gececi bin aydan hayırlıdır. Onda melekler ve Rûh, Rablcrinin izni ile, her bir iş için iner de iner. O (gece) tan yeri ağarıncaya kadar bir selâmdır.» (247)

(747J Kadr Sûresi, âyet- 1—5.

Kadir Gecesi, şeref ve azamet gecesi demektir. Yu­karıdaki âyette de işâret edildiği gibi, içinde Kadir Gecesi bulunmayan bin aydan hayırlıdır. Kadir Ge­cesinin, Ramazanın hangi gecesi olduğu kesin ola: rak bilinmemekle beraber, bazı Hâdislerin ve As- hâbtan bazısının beyanlarından, Onun yirmiyedinci gecede olduğu kuvvetle tahmin edilmiştir. En doğru yol, onu Ramazanın tamamında aramaktır.

Kur'ânin bu gecede indiğinde şüphe yoktur. Ancak iniş biçimi ile ilgili farklı beyan ileri sürülmüştür. Levh t mahfuz denilen İlâhî makamdan dünya göğü-

656

Keşşâf sahibi Zemahşeri:

— Kadir gecesi demek, bütün işlerin takdir edildi­ği, yazıldığı gecedir, demiştir.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

        «(O, bir gecedir ki) her hikmetli iş, nezdimizden sâdır olan bir emirie, o zaman ayrılır.» (248)

Bazıları:

— Bu geceye, diğer gecelere nispetle şerefli bir ge­ce olduğu için, Kadir gecesi denilmiştir dediler.

«Kadir Gecesinin (şerefini) sana bildiren nedir?» Ey Muhammed Sen onun fâziletinin sonucuna, kudretinin yüceliğine ve nihayetine erişmedin. Fakat biz sana onun kıymetini beyan edelim dedi ve.- «Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Onda melekler ve Rûh iner de iner» buyurdu.

Böylece Rasû! (aleyhisselâm)  buyurdu:

        îsrâil oğullarında bin ay ibâdet etmeyince bir kimseye âbid demezlerdi.

Ashâb üzüldüler ve bunu kim yapabilir? dediler. Bunun üzerine Hakk Teâlâ (înnâ Enzelnâhii) Sûresini

ne toptan indiği kabûl edildiği gibi, Vahy’ın başlan­gıcı olduğu da söylenmiştir.

O gece Cebrail (aleyhisselâm) ’ın ve diğer meleklerin, Allahın izni ile yeryüzüne indiği ve bütün müminlere selâm verdikleri, sabaha kadar selâmet diledikleri beyan edilmiştir.

Rasûlûllah Efendimiz Hz. Aişe vâlidemize Kadir Ge­cesinde şu duayı okumasını tavsiye etmiştir:

— «Allahım, şüphesiz ki sen çok affedicisin, affı se­versin. O halde beni de affet.»

(248) Duhân Sûresi, âyet: 4.

657 gönderip onun kadrini bildirdi. Bu şekilde Hakk Teâlâ Muhammed ümmetine o bin aydan hayırlısını verdi. O gecede melekler ve Rûh iner. Burada Rûh’dan maksat Ccbrâıl (aleyhisselâm) ’dır. Bazıları da:

— Rûh bir yaratıktır, o gece iner, melekler onu gö­rürler dediler.

Ancak: «Rablerinin izni ile her bir iş için... O (gece) tan yeri ağarıncaya kadar bir selâmdır.»

Her bir emirden murâd, işler ve amellerdir ki, kul­lar üzerine bir şeyden bir şeye takdir olur. Selâm de­mek, melekler o gecede müminlere uğrarlar, selâm ve­rirler.

Peygamberlerin efendisi Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Kim Kadir Sûresini okusa. Ramazan ayında oruç tutmuş ve kadir gecesin* ihyâ etmiş gibi Allah se­vap verir.

Begavî Tefsirinde şöyle der:

— Hakk Teâlâ Kadir gecesini Muhammed ümmetine, bütün Ramazanda ibâdet için gayret göstersinler ve Kadir gecesini bulmak için alâka duysunlar diye, giz­lemiştir. Nitekim:

Duâlar Cuma günü bir saatte kabûl edilir. O s«atı, sabahtan akşama kadar ibâdetle meşgûl olsunlar diye Allah insanlara gizledi.

Salât-ı Vustâ denilen orta namazı, namazların için­de, bütün namazlarını kılsınlar diye, gizledi.

Kur’andaki tsm-i A’zamı bütün Kur’anı okusunlar diye gizledi.

Rızasını ibâdetler içinde, bütün ibâdetleri yapma­ları için, gizledi.

F: 42

658

Kıyamet gününü, bütün günleri ibâdetle geçirsin­ler diye, gizledi.

Bütün haika hürmet etsinler diye, Velîlerini halk içinde gizledi.

Ebû Hüreyre (radiyallâhu anh) şu rivayeti nakleder:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu: Kadir gecesi olunca, Sıd- retü’l-Müntehâ’da oturan meleklerle Cebrâil (aleyhisselâm)  ye­re inerler. Ellerinde dört sancak bulunur:

1. Benim kabrime,

2 Kudüse,

3.         Kâbeye,

4.         Tûr-i Sina’ya dikerler.

Ondan sonra evden eve dolaşarak bütün müminle­re selâm verirler. İçki içenlerle yakınlarını terk eden­lere uğramazlar ve selâm vermezler. Sabah olunca Ceb­rail ve diğer melekler tekrar yerlerine dönerler. Sid- retü’l-Müntehâ meleklere:

— Bu gece nerede idiniz diye sorar.

Melekler:

— Yeryüzüne, Muhammed ümmetine vardık, der­ler.

Sıdretü'l - Müntehâ:

— Hakk Teâlâ onlara ne ihsan etti? der.

ıMelekler:

— Hepsini yarhğadı, derler.

Sîdretü'l - Müntehâ bunu işitince harekete gelir ve şükreder, Adn ve Firdevs Cenneti ile Kürsî harekete ge­lirler.

Arş Kûrsî’ve:

— Niçin hareket edersin9 der.

Kûrsî:

659

— Hakk Teâlâ Muhammed ümmetine rahme etmiş ve hepsini yarlığaınış, der.

Arş bu sözü işitince o da harekete gelir. Hak laa hazretleri:

— Ey benim Arşım! Niçin hareket ediyorsun? bu­yurur.

Arş:

— Kürsî, Cennet ve Cebrail, senin Muhammed üm­metini yarlığadığinı bana haber verdiler, der.

Hakk Teâlâ:

— Doğru söylemişler ey Arş! Muhammed ümme­tini yarlığadım ve onlar için benim katımda gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insanların gönlün­den geçmeyen şeyler vardır, buyurur.

Rasûlûllah buyurdu:

— Hakk Teâlâ Cennetleri kızıl yakuttan yarattı. Altın ve cevâhir ile süslüdürler. O cennette bahçeler vardır. Her bahçenin uzunluğu yüz yıllık yoldur. Her bahçede bin saray vardır. Her sarayda direkleri yeşil yakuttan gümüşten bir kubbe vardır. O bahçenin ağaçları adın­dan, yaprakları yeşil yakuttan ve çiçekleri gümüşlen­dir. Her ağaçta bin türlü yemiş vardır. Her birinin şekli ve tadı bir türlüdür. O ağaçların üzerinde altından, gü­müşten ve cevherden kuşlar vardır. Çeşitli şekilde ses çıkarırlar. O ağaçların dibinden ırmaklar akar.

Bu ağaçları Ramazanda oruç tutanlara verirler.

Nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş­tur:

— Kim bayram gecesini ihyâ eder, şenlendirirse, bütün gönüller öldüğü zaman ouıı gönlü ölmez. Rama­zanın bunca yücelikleri, Kuranın o ayda inmiş olma­sındandır.

660

Eğer Şeytan Adem oğullarının göğsüne vervese ver­meseydi İlâhî semaların kadarını görürlerdi.

Böylece Kur anla orucun birbirlerine son derece münâsip düştükleri anlaşılmış oldu.

Oruçla ilgili bilginin tamamlanması:

Hz. Enes (radiyallâhu anh) şu rivâyeti nakletmiştir:

— Rasûlûllah buyurdu: Recep Allahın ayı, Şaban benim ayım ve Ramazan ümmetimin ayıdır.

Ashâb (radiyallâhu anh):

— Ramazan mağfiret ayıdır. Tar.n taâla Peygam­berlerin tövbelerini o ayda kabul etti, buyurdu.

Büyük insan Hz. Ebû Bekir (radiyallâhu anh) şu rivâyeti nakl­eder:

— Rasûlûllâh buyurdu: Recep yel gibi, Şaban bu­lut gibi ve Ramazan yağmur gibidir. Recep ayındaki ibâdet ve itâat, diğer aylarda yapılanlara göre bire on, Şaban ayında bire yetmiş ve Ramazan ayında ise bire bindir.

Recep, kişinin bedenini temizler. Şâban ayı gönlü­nü temizler. Ramazan ayı rûhunu temizler. Şabanın di­ğer aylara üstünlüğü benim diğer peygamberlere üs­tünlüğüm gibidir. Ramazan ayının diğer aylara üstün­lüğü. Allahın halka üstünlüğü gibidir.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Kim oruç tutsa; gıybet etse, yalan söylese, yalan yere yemin etse ve şehvetle halka baksa; oruç tutmuş olur fakat aslâ sev âbı yoktur. Bunlardan Allaha sığını­rız.

661

12.  HACLA İLGİLİ BÖLÜM

Allah Teâlâ buyurdu:

— Ona bir yol bulabilenlerin Beyti hac (ve ziyaret) etmesi Allahın insanlar üzerinde bir hakkıdır.» (249)

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Kim Zemzem suyundan içse Cehennem ona ha­ram olmuştur. Kim Kâbeyi tavâf etse her adımına yüz bin iyilik vardır. Kim Kâbeyi cmfhypancmfhypnöl i onun çocuklarından bereketi kesmez. Kim Hac için evinden ayrılsa ve gitse, giderken veya gelirken ölse, Hakk Teâlâ ona her yıl yetmiş Hac müjdesini verir.

İmam Fahrettm-i Râzî, Tefsîr-i Kebirinde şöyle de- dedi:

— Hakk Teâlâ. «İşte kim onlarda (o aylarda) haccı (kendine) farz eder (ihrâma girer.Vse artık hacda kadı­na yaklaşmak, günah yapmak, kavga etmek yoktur.» (250)

Hakk Teâlâ'nın bu üç lâfzı zikretmesindeki hikmet nedir?

Cevabı şudur.

— İbâdetten maksaı bu üç kuvveti zararsız hale getirmektir. Birisi şehvet, birisi gazab, birisi de veh- miye — şüpheciliktir.

«Rafes yoktur» demek, şehvet gücünü yok etmeye işarettir. «Günah yapmak yoktur» demek, kini öldür­meye işârettir. «Kavga yoktur» demek ise vehim kuv­vetini yok etmenin işâretidir.

(249) Al-i İmrân Sûresi, âyet: 97. I2r.O) Bakara Sûresi, âyet: 197.

662

Kim Allah bilgisine ve Alıah sevgisine ermeyi di­lerse, bu üç şeyden sakınması gereklidit.

Fetvalarda nakledildiğine göre: Bir kimse Hacca gidip • gelse, dilinden küfür dökülse Haccı bâtıl ol­maz. Tekrar gitmesi gerekir.

Nakledildiğine göre Rasûı (aleyhisselâm)  şöyle buyurmuş­tur;

— Kim Hacc yolunda üç gün oruç tutsa, Hak l.ıâla ona Cennetle ak inciden yüz saray verir. Her sarayın büyüklüğü bu dünyâ’nin yetmiş büyüklüğündedir.

Kâbeye, Allah onu hürmetli ve muhterem kı’dığı için, Beyt-i Haram denildi.

Allah Teâlâ buyurdu:

- «Allah Kâbeyi, o Beyl-i haramı, o haram olan ay (lar)’ı, (Mekkeye hediye edilecek) kurbanı ve (onla­rın) boyunlarındaki gerdanlıkları insanlar (ın din ve dünyâları) için bir nizam yapu. .» (251)

Böylece Kâbenin Kudüsten ve diğer yerlerden üs­tün olduğu anlaşıldı.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem yine buyurur:

— Dört şehir Cennettedir:

1.         Mekke,

2 Medine,

3.         Kudüs,

4.         Dınıeşk — Şam.

Mekke Medine'den, Medine Kudüs'ten, Kudüs Dı- meşk'ten Dımeşk diğer bütün şehirlerden üstündür.

Mekke İlâhî celâl ve azametin, Medine ilahi güzel­liğin. Kudüs ilâhı kemâlin tecellî ettiği yerdir.

Mâicle Sûresi, âyet ■ 97.

663

Hakk Teâlâ:

— Kimin gücii yeterse gelsin, gücü yetmese kendi­ni tehlikeye atmasın buyurmuştur.

Gücü yetmek, Hacca gidip — gelinceye kadar aile­sinin, çoluk ve ço.uğunun nafakası olana Hac vaciptir.

Rasui (aleyhisselâm)  buyurdu:

— Kim Dımeşk mescidinde bir vakit namaz kılsa, yüz vakit yerine geçer. Kim Kudüs’te bir vakit namaz kılsa bin vakit yetine geçer. Kim Medine de bir vakit namaz kılsa elli bin vakit yerine geçer. Kim Kâbe'de bir vakit namaz Mİsa yüz bin vakit yerine geçer.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Deccâl üç şehre girmez Kudüs, Mekke ve Medi­ne.

13.  BÖLÜM

Kabe’nin sevaplarını bilince, onun hükümlerini de bilmek gerektir. İhrâm’a girildiğinde dikilmiş elbise gi­yilmez. Dikilmiş elbiseyi, âdete uymayan tarzda giyit­se olur. Meselâ, gömleğini beline tutunsa, diz donun» da eğnine alsa —cezâ olarak— kurban lâzım geimez.

Ayakkabı giymek, mushaf taşımak ve kemerini va- nmda bulundurmak caizdir zarar vermez.

Eğer dikilmiş elbise giyse kurban kesilmesi gere kir.

Haccin farzı üçtür:

1.          Bayram günü yapılan tavâf.

664

2.         Arefe günü Arafât’da vakfeye durmak,

3.         İhrama g’.rmektir. (252)

Uaccm vacipleri şunlardır.

1.         Müzdelifede kalmak,

2.         Safâ ile Merve arasında sa’y etmek,

3.         Şeytan taşlamak,

4.         Tıraş olmak,

5.         Mikât’dan ihram ile geçmek.

6.         Arafât’da gün dolanıncaya kadar beklemek,

7.         Kudüm tavafını, ilk tavafı yapmak,

8.         Minâ’da gecelemek,

9.         Hac’da tertibe uymak, sırayı gözetmek,

Hacc’ın tertibi şöyledir:

Şeytan taşladıktan sonra kurban kesilir. Tıraş olu­nur. Gidip Kabe tavâf edilir.

Bir kimse Harem-i Şerife girse, ilk önce gidip Kâ- beyi tavâf eder, sonra da Hacerül - Esvedi öper. Kim Hacerül - Esvedi öperse, kıyâmet gününde beni öptü di­ye tanıklık eder ve şefâatte bulunur. Ondan sonra yedi kerre Kâbeyi tavaf eder. Kâbeyi yedi kere tavâf eden kimse, her tavafına, îsmâil (aleyhisselâm) ’ın çocuklarından on kişiyi azâd etmiş gibi sevap ahr. Ondan sonra Safâ ile Merve arasında Sa’y eder. Kim Safâ ile Merve arasında yedi defa Sa’y etse bütün günahları affedilir ve Allah Teâlâ onun ayağını Snât üzerinde sâbit kılar. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

(252) İhram; erkekler için eteğe belden tutulan bir peş- temal ile omuza çapraz atılan örtüden ibârettir. Hanımlar için normal uzun elbisedir. Harem’e, Mek­ke'ye girmeden Mikat denilen yerde girilir.

665

— Kim imanla Kâbcnin karşısına oturup seyretse Allah onun gelmiş . gelecek günahlarını affeder, buyur­muştur.

Haccda en büyük rükün Arafât’da vukûftur, dur­maktır. Kim Arâfeye erişse Haccı doğru olur, erişmese haccı doğru olmaz.

Yedi kerre vedâ tavâfı yapmak vaciptir. Bu tavâfı yapmayanın kurban kesmesi gerekir.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Kim benim kabrimi ziyâret etse beni ziyaret et­miş gibidir. Kim bana selâm verse ben onu işitirim.

Şimdi, ey İlâhî sırları arayan kimse! Buradaki tem­sil şudur: Kim Hac için gitse, deveye binince ölüp ce- nâze ağacına, tabûta binmiş gibidir. Sanki kabrine gi­der. Çöle girdiğinde kabre girmiş gibidir. Çöl arapları Kirâmen — Kâtibin meleklerine benzerler. îhram’a gir­diğinde, Allahın huzuruna kabrinden çıkmış gibidir. (Lebbeyk) dediği zaman Allahla konuşur gibidir. Ara- fat'da durması, hesap için Allahın karşısında durması gibidir. Müzdelifede durması Sırat üzerinde durmuş gi­bidir. Mina pazarında durmak, Cennet ile Cehennem ara­sında A râfda durmak gibidir. Kâbeyi tavâf etmek, Arşı ve Beyt-i Ma’muru tavâf etmeye benzer. Saiâ ile Merve arasında Sa'y etmek, koşmak, Mizân da iki kefe arasında koşmaya benzer.

Bu niyetle Kabe ziyaret olunsa ümit edilir ki, nok­san olan Haccı Allah kereminden ve kemâlinden kabul eder.

666

14.  CİHÂÜ İLE İLGİLİ BÖLÜM

(Allah Yolunda Savaş!

Nebiy (aleyhisselâm)  buyurdu:

— Allah yolunda savaş benim ahlakimdir.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Cennette, araları beş yüz yıllık yol olan yüz de­rece vardır. Hakk Teâlâ o dereceleri gazilere vaad et­miştir.

Allah Teâlâ buyurdu:

— «Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüleş san­ma. Bilâkis onlar Rableri katında diridirler.»

«(Öyle ki Allahın) lutf-u inâyetinden, kendilerine verdiği (şehitlik mertebesi) ile hepsi de şâd olarak (cen­net nimetleriyle) rızıklanırlar. Arkalarından henüz on­lara katılmayan (şehit dindaş) 1ar (ı) hakkında da: On­lara hiç bir korku yoktur. Onlar mahzûn da olacak de­ğillerdir diye müjde vermek isterler.» (253)

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Arşın altında, kuş biçiminde nûrdan yeşil kan­diller vardır. Arşa asılıdırlar. Bir kimse şehit olsa canı varıp o kandillere gider. Ondan sonra nerede uçmak isterlerse uçarlar ve tekrâr gelip onlara girerler, orada barınırlar.

Şehidin namazını kılmak husûsunda din âlimleri farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

imam Şâfiî şu görüşü beyan etmiştir:

— Şehidin namazı kılınmaz. Zira namaz kılmak, Allahtan onun suçunun bağışlanmasını dilemektir. Hal-

(353) Âl-i Imrân Sûresi, âyet: 169—170.

667

buki Allah Şehidin suçunu yarlığamıştır. Nitekim şehi­di yumak yoktur. Çünki o, tertemizdir.

Bazıları da:

— Şehitler diridirler. Öyle ise dirinin namazını kıl­mak yoktur.

İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’nin görüşü ise şudur:

— Şehidin namazını kılmak vardır. Bu suçundan dolayı değil, bilâkis kerâmetinden dolayıdır.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Cennet gâzilerin kılıçları altındadır. Kılıç Cen­netin anahtarıdır. Gâziye, Tanrı yolunda canını fedâ et­mek, yahut kâfirleri öldürmek vaciptir, vazifedir.

Hakk Teâlâ buyurur:

— «Kendilerine kitap verilenlerden, Allaha ve Ahi- ret gününe inanmayanlarla muhârebe edin...» (254)

Yani Allahın birliğini kabul etmeyenlerle Ahirete inanmayanların öldürülmeleri gerektir.

Kâfirler üç türlüdür:

Biri: Mürtedlerle Müşrikler, dinden dönenlerle Al­lahtan başka Tanrı kabûl edenlerdir ki, ya Müslüman olurlar, ya da öldürülürler.

İkincisi: Yahûdiler, Hıristiyanlar ve Mecûsiler'dir. Bunlar ya Müslüman olurlar, ya haraç verirler. Bunla­rın hiçbirini yapmazlarsa öldürülürler.

(2f>4) Tevbe Sûresi, âyet: 29.

668

Üçüncüsü: Ehl-i kitap olmayanlardır ki bunlar hakkında ihtilâf vardır. (255)

15.  BÖLÜM

Müminler, kâfirlerle karşılaştıklarında (Bismillah ve Alâ Milleti Rasûlillâh — Allahın adı ile ve Allahın Rasûlünün yüce dini uğruna harbe başlarım) diyerek savaşa girmelidir. Ondan sonra cenk’e başlamalılar. Cenk’de vekâr ve sabırla hareket etmeliler. Kuvvetli ve disiplinli durmalılar. Öyle ki, komutan’a itaatsizlik Allaha itaatsizliktir. Kim komutana itaat etmezse asla hayır görmez ve Allahın katında hiç bir değeri olmaz.

Eğer komutan askerini himaye etmezse, yahut câ­hil ve bilgisiz kimselerin sözü ile hareket ederse, halk çok zahmet çeker ve zulüm görür. Haram yer ve mak­satları hâsıl olmaz. Bu gibi komutana itaat etmek mec- bûriyetinde değillerdir. Bundan dolayı da günahkâr ol­mazlar.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

— Harbin Allaha en sevgili olanı deniz harbidir. Kim deniz üstünde muhârebe niyeti ile yatsa, Hakk Teâlâ ona yetmiş Hac sevabı verir.

(1'55) İmam Şafii: Büyük müctehid ve İslâm hukuk bil ginidir. Dört ameli mezhepten birinin, «Şafii» mez­hebinin imamıdır.

İmam ı Azam: Hanefi mezhebinin kurucusudur. İs­lâm fıkhında, hukuk ilminde dirâyeti ile meşhurdur. Ebû Hanife diye bilinir. Türklerin mezhep imamıdır. Aslen Türk’tür.

Mürted: Dinden dönen demektir.

Ehl-i Kitap: İslâmdan önce gönderilmiş kitaplardan birine bağlı kimse demektir.

669

Abdullah bin Mübarek (radiyallâhu anh) şu rivayeti nakletmiş- tir:

— Rasûlûllah buyurdu: Denizde ölen kimseye ne mutlu! Kabrinden kalktığı vakit onu Arş’a götürürler.

Hakk Teâlâ meleklere:

Bunlar o denizde ölenler midir? diye buyurur.

Melekler:

— Evet yâ Rabbi! Onlardır, derler.

Hakk Teâlâ:

— Bunlara hesap yoktur, Cennete götürün, buyurur.

Râsûl (aleyhisselâm)  buyurdu:

— Kim Ramazanda bir gün yahut bir gece deniz kenarında gözcülük etse, altıyüz köle azâd etmekten se­vabı çoktur ve altı bin yıl ibâdet etmekten üstündür.

Hz. Enes (radiyallâhu anh) şu rivâyeti nakleder:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu: Kim evinde bir vakit na­maz kılsa bir namaz yerine. Cemaatla kılsa yirmibeş namaz yerine geçer. Cuma mescidinde kılsa beşyüz na­maz yerine geçer. Benim (Medine’deki) mescidimde kıl­sa beş bin namaz yerine geçer. Kudüs’te bir vakit na­maz kılsa, ellibin vakit namaz yerine geçer. Kâbe’de bir vakit namaz kılsa yüzbin vakit namaz yerine ge­çer. Deniz kenarında bir vakit namaz kılsa dörtyüz namaz yerine geçer.

Alimler gemiye binmekte ihtilâf ederler. Bir kısmı:

— Bir kimse gemiye biner, namazını kılar ve di­ğer farzları yerine getirirse, onun gemiye binmesine izin vardır, dediler.

670

Bir kısmı da:

— Gemiye girip namaz, kılmayan ve öteki farzla* n terk eden kimselerin gemiye binmeleri yasaktır de­mişlerdir.

Kara muhârebesinin sevabı şudur:

— Bir kimse karada muharebe ederken şehid ol­sa, Hakk Teâlâ onun günahlarını bağışlar, yalnız kul hakkı kalır.

Fakat denizde şehid olan kimsenin bütün günah­larını affeder. Kul hakkını da bağışlar. Yani Cennette Allah o kimseye bir şeyler gösterir, o kimse de onu getirip hak sahibine verir.

Bazı kimseler:

— Karada şehid olan kimsenin canını ölüm me­leği alır, denizde şehid olanların canını ise Hakk Teâlâ kud­ret eli ile alır, dediler.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

— Hakk Teâlâ şehîdlere altı türlü mertebe verir ki, şehid olmayan mü'mmlere onları vermez.

Bu mertebe ve dereceler şunlardır:

1.         Allah şehide rahmet verir ve kanım; harpte akıttığı için suçlarım bağışlar.

2.         Cennetteki serini görür ve herkesten önce Cennete girer.

3.         Kabir azabından emin olur.

4.         Büvük korkudan, kıyamet korkusundan emin olur.

5.         Yetmişiki Hûri kızı verir. En aşağısı aydan ve güneşten güzel ve parlaktır.

6.         Hısımlarından yetmiş kişiye şefaat eder. Hakk Teâlâ'dan dileyip, onları Cehennem ateşinden kurtarır.

671

Mücâhid (radiyallâhu anh) Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’dan .şu nakilde bulun­muştur:

—Rasûlüllah buyurdu: Hakk Teâlâ. diğer mii’mine vermediği şu beş kerâmeti şehide vermiştir:

1.         Bütün Peygamberlerin canını ölüm meleği alır. Fakat şehidlerin canını Allah kudret eli ile kendi alır.

2.         Bütün insanları, ölünce, dünyâ suyu ile yurlar. Şehîdleri dünyâ suyu ile yumazlar.

3.         Bütün halkı kefenlerler. Şehîdleri kefenlemez­ler.

4.         Herkese ölü derler, amma şehîdlere ölü de­mezler.

5.         Bütün Peygamberlere şefaati kıyâmet günü verirler. Dilediklerine şefaat ederler.

Amma şehjdler hergün şefaat ederler. Dünyâ ve Ahirette şefaat edebilirler.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’ın şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

— Bir kimse kâfir ilinde ölse şehîddir. Kâfire gi­derken yolda ölse şehittir. Suda boğulsa şehittir. Ve- bâ hastalığından ölen şehittir. Bir kimsenin üstüne evin yarısı yıkılsa şehittir. Bir kimse ateşte yansa şe­hittir. Bir kimse sevse, sevgisini ve iffetini koruyarak ölse şehittir. Bir kadın oğlan (çocuk) doğururken ölse şehittir. Bir kimse zâlim ilinde ölse şehittir. Bir kimse gurbette ölse şehittir. Bunların en üstünü, denizde kâfir ilinde ölen şehittir.

Şehidlerin ruhları vardır ki, muhârebede gelirler ve askerle birlikte kâfirlere karşı harp ederler. Bazı­larının ruhları da Arş'tadır.

672

Nakledildiğine göre Bedir harbinde Allah Teâlâ iiçbin meiek göndermiş ve Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’a yardım et­mişlerdir.

Eğer cenk gününde müslümanlar sabrederlerse o melekler kıyâmete kadar gâzilere yardım ederler.

Eğer şehide niçin şehîd denilmiştir? diye soracak olurlarsa bunun cevabı şudur: Şimdiki hâlde, hâlen Cennette oldukları için bu isim verilmiştir.

Bazıları:

— Hakk Teâlâ’nın va’dine vefâ ettikleri için bu isim verilmiştir, demişlerdir.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem üç kere şöyle buyurmuştur:

— Mutlaka Ok—yayla cenk edin. Zira Hakk Teâlâ bir ok için üç kişiye rahmet eder:

1.         Oku yapana,

2.         Oku, düşmana at diye, gâziyc verene,

3.         Oku kâfire atana.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Bir kimse ok atmasını bildiği halde atmaktan vazgeçse o bizden değildir.

Sa'd bin Ebî Vakkâs (radiyallâhu anh) şöyle demiştir:

— Düşmanla çarpışma günü olunca Rasûlüllah beni yanına çağırıp okluğumdaki okları dökerdi. Ok­larımı bir bir eliıne verirdi. Ben de kâfirlere atardım. O da bana duâ ederdi.

Nakledildiğine göre bir kimse harbe gitmek için babasından ve anasından izin istese, onlar da verme­seler harbe gitmesi doğru değildir.

673

BÖLÜM

Ganimet malları taksim edildiğinde önce beşte biri çıkarılır, kalanı gazilere verilir.

Böylece harbin hükümlerini ve sevabını bildik. Bilmek gerektir ki, denizde cenk etmek, karada on ke­re cenk etmekten üstündür. Bir defa Hac etmek, Hac etmeyene on gazâ’dan üstündür. Hacca gitmiş kim­seye bir kere gazâ etmek, on Hac’da nüstündür. Bir kerre denizde gâza etmek, yüz kerre nafile Hac’dan üstündür.

Nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş­tur:

— Her kim benimle gazâ etmeye yetişemezse de­nizde gazâ etsin.

Allaha hamd olsun ki, Geliboluda kâfirlerle nice cenk ve gâza edip dururuz.. Bazan kâfir bize gelir, ha­zan da biz kâfirlere varırız. (256)

Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Gazâlarm en üstünü nefsi ile olanıdır. Ondan aşağısı malı ile olanıdır ki, zekâtını vermektir. Sonra da kâfirlerle gazâ gelir.

Şimdi Allah’tan, sizi ve bizi gazâ’dan ve gazâ seva­bından mahrûm bırakmamasını dileriz. Allah Teâlâ diler ve nasîb ederse.

(256) Müellifin sözünü ettiği Gelibolu muharebesi, İstan­bul’un fethinden evvel, BizanslIların Türklerle, ge- lip-geçerken yaptıkları harplerdir.

F: 43

674

16.  KUR ANL A İLGİLİ BÖLÜM

Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hakk Teâlâ’nm şöyle buyurdu­ğunu beyan etmiştir:

— Kim Kur’an okumakla meşgûl olsa ve benden bir şey dilemese, benden birşey isteyenden ona daha çok şeyler veririm.

Kur'an'ın diğer eser ve sözlere üstünlüğü, benim halk üzerine üstünlüğüm gibidir:

Kur'an’m Cennete benzediğini söylemişlerdir. Şöy- leki:

— Cennette köşkler ve dereler var. Kur'an’da sû­reler ve âyetler var. Cennette ağaçlar ve nehirler var. Ku'an’da haberler ve ibretler var.

. Nakledildiğine göre kıyâmet gününde kullar:

—Ey Allahımız! Dünyâ'da Kur’an okuduk, hatmet­tik derler.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurur:

— Ey Kullarım! Siz okudunuz, ben işittim. Şimdi siz oturun, benim İlâhî güzelliğimi seyredin ve ben Kur’an okuyayım, siz de dinleyin.

Sonra Hakk Teâlâ (Tâ-hâ ve Yâ-sîn) surelerini okur.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu: 

— Hakk Teâlâ hazretleri (Tâ-hâ ve Yâ-sîn) Sûrele­rini, yeri ve gökleri yaratmazdan bin yıl evvel okudu. Melekler işi:ince;

— Ne mutlu o kimseye ki, bunlar gönlünde var­dır. Ne mutlu Muhammed ümmetine ki Kur’an onlara r:âil oldu, indi dediler.

Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hz. Ali (radiyallâhu anh)’a şöyle buyurdu:

675

— Ey Ali! İnsanların efendisi (atası) Hz. Adem’dir. Arapların efendisi Muhammed (aleyhisselâm) ’dır İranlIların efendisi Selmâı. ı Fârisî’dir. Rûm’un, BizanslIların efendisi Süheyb (radiyallâhu anh)’dır. Habeşlilerin efendisi Bilâl’­dır. Dağların en şereflisi Tûr dağıdır. Günlerin efen­disi, en şerefli ve bereketli olanı Cuma günüdür. Söz­lerin efendisi ve yücesi Kur’an-ı Kerîm’dir. Kur an’ın yücesi Bakara Sûresi’dir. Bakara Sûresi'nin özü Ayet’- el-Kürsî (Allâhûla)’dır.

Nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş­tur:

— Kim Kuranı okur ve dinlerken, Ahirette Alla­hın rahmetinden mahrum kaldım, diye şüpheye dü­şerse, Kur an-ı alaya almış gibi bir duruma düşer.

Nakledildiğine göre Kur’an, (altıbin altıyüz altmış­altı) ayettir. (Yetmişycdi bin dörtyüzdokuz) Kelimedir. Harfleri( tlçyüz yirmiüç bin altıyüz yetmişbir)’dir.

Kur'an’m diğer sözlere üstünlüğü nasılsa, Kur’an ehlinin halk üzerine üstünlüğü de öyledir.

Kime Kur’an verildi ise Peygamberliğin üç bölü­ğünden bir bölüğü ona verilmiştir. Kim Kur’an a hür­met göstermezse Kur’an'dan mahrumdur. Kim Kur’an okursa Peygamberlik nişanı yüzünde belirir. Kur’an okumaktan maksat manâsını bilmektir.

Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Kim evinden dışarı çıktığında Ayet’el-Kürsî’yi okursa, Hakk Teâlâ yetmişbin melek verir, onun için yarlığ dilerler. Allah talâa'nın o kimseyi yarlığaması- nı isterler. Evine geldiğinde tekrar Ayet’el-Kürsî’yi okursa, Allah Teâlâ o kimseden yoksulluğu giderir.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

— Bir mü’min Ayet’el-Kürsî’yi okuyup sevabım

676

ölenlere bağışlasa, Hakk Teâlâ Doğu'dan—Batı’ya ne ka­dar kabir varsa hepsine nûr, aydınlık verir ve kabir­lerini genişletir. O Ayet'el-Kürsî’yi okuyana büyük ecir verir. Her harfine karşılık bir melek yaratır. Kıya­mete kadar o kimse için yarlığ diler.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Kim zağterânâle Ayet’el-Kürsî’yi sağ eli ile sol eli üzerine yazsa ve yedi kerre yalasa unutmaz, duy­duğu da aslâ hatırından çıkmaz.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Krm Ayet’el-Kürsî’yi okusa dünyâ'da Cennete girerdi. Fakat ölmeyince Cennete girilmez buyurdu.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem;

— Kur’an-ı sesinizle süsleyin, buyurdu. Bu, sesi­nizi Kur’an’la güzelleştirin, demektir.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Gönüller dünyâ'yı sevmekle paslanır. Nitekim demir paslanır. Gönül de günah işlemekle paslanır buyurdu.

— Ey Allahın Rasûlü! Onun cilâsı nedir? Gönül pası ne ile giderilir? diye sordular.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Onun cilâsı ölümü çok anmak ve çok Kur’an okumaktır. Kim Kur’an-ı mushafsız okursa bin ecir verilir. Mushafdan okusa ikibin ecir verilir, buyurdu.

Ashâb:

— Ya Rasûlellâh! Hangi Sûre uludur? diye sordu­lar.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— «Kulhüvellâhü Ehad»‘dır, buyurdu.

Ashâb:

677

— Hangi ayet uludur? dediler.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Ayet’el-Kürsî’dir, buyurdu.

Ashâb:

— Hangi ayete ulaşmayı seversin? dediler.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Bakara Sûresinin sonunu (Âmener-Rasûlü’yü) severim. Zira rahmet hâzinelerinden bir hazinedir, bu­yurdu.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Her şeyin bir yemişi vardır. Kur’an'm yemişi (tnnâ Enzelnâhü) Sûresi'dir buyurdu.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— tsm-i A’zam Allahın yüce ismi şu iki ayettedir buyurdu:

— Biri (Ve ilâhüküm ilâhün vahid, Lâ ilahe illâ hüver-Rahmânü’r-Rahîm = Hepimizin Tanrısı, eşi ve. benzeri bulunmayan, bir tek Tanrıdır. Ondan başka hiç bir Tanrı yoktur. Rahman ve Rahîym O’dur) aye­tidir. (257)

Diğeri ise Al-j İmrân Sûresi’nin ilk ayetidir ki şu­dur: (Elif, Lâm, Mim. Allahü Lâ ilâhe illâ Hüvel-Hay- yül-Kayyûm = Elif, Lâm, Mim. Allah o Allahtır ki kendinden başka hiç bir Tanrı yoktur. O diridir. Zâtı ile kemâli ile kâimdir.) (258)

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Hiç birinizin günde bin ayet okumaya gücü ye­ter jni? buyurdu. Ashâb:

(257) Bakara Sûresi, âyet: 163.

(258) Âl-i imrân Sûresi, âyet: 1—2.

678

— Ey Allahın Rasûlü! Kimin gücü yeter? dediler.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Kim bir günde (Elhâkümü’t-Tekâsür) Sûresi’ni okusa, bin ayet okumuş gibi ecri vardır. Buyurdu. (259)

Rasûlüİlah şöyle buyurmuştur:

— Herşeyin bir kalbi vardır. Kur’an’m kalbi de (Yâ-sîn) Saresi'dir. Kim Yâ-sîn Sûresini okursa, Allah katında yirmi hatim etmiş gibi ecri vardır. Bîr kimse, ölüm meleği geldiği vakit bir hastaya okusa Hakk Teâlâ, Yâ-sîn .‘»üresinin her harfi için üç melek gönderir, bir saf olurlar, onun için salavât getirirler, Allahdan yar- lığanmasını dilerler. Yıkanırken yanında bulunurlar. Nanamazını beraberce kılarlar. Kabrine de koyarlar. Kim bu sûreyi kendi ölümü esnasında okursa. Cen­net bekçileri Cennetten şarap getirip içirmedikçe, ölüm meleği o kimsenin canını almaz.

Fâtiha (Elham) Sûresi:

Bilmek gerektir .ki Fatiha Sûresinin üç meşhur ismi vardır:

1 — Fâtihatü’l-Kitap (Kitabın Fâtihası)                    

,2 — Ümmül-Kitap (Kitabın Anası)

3 — Seb’al-Mesânî.

Kur’an onunla başladığı için Kitabın Fâtihası den­miştir.

Kur’an’m aslı olduğu ve Kur an ondan sonra baş­ladığı için de Kitabın Anası denilmiştir.

Yedi ayet olduğu için Seb’al-Mesânî adı verilmiş­tir.

Bazıiarı Mekke’de, bazıları Medine’de nâzil oldu­ğunu söylemişlerdir.

(253) Tekâsür Sûresi, âyet: 1—8.

679

Bir kısım kimseler de hem Mekke’de, hem de Me­dine’de iki defa nâzil oldu demişlerdir. Doğrusu Mek­ke’de nâzil olduğudur.

Bismillâhi’nin başındaki (bâ) harfi, mfrı ve an gibi cer harfidir. Bağh bulunduğu fiil cümlede yoktur. O, «Başlarım» demektir. «Allahın adıyla başlarım» manâ­sına gelir. Bismillâhdaki ismin başından elif dil za- rûretinden dolayı düşmüştür. İsimden maksat, ismin ifade ettiği zat’dır. İmam Halil:

— Allahın ismi Câmid (başka kelime türetilemiyen) bir kelimedir. Allaha mahsustur. İlâhî zatın ismidir. Bütün İlâhî sıfatları toplayan bir kelimedir, der.

Bu kelime bazılarına göre müştak, bazılarına gö­re de müştak değildir.

Değerli âlim Seyyid Şerif Gürrânî Keşsâf şerhinde şöyle der:

— Nasıl halk Allahın zatı hakkında hayret içinde iseler, Allah ismi hakkında da öylece şaşkındırlar

Büyük müfessir Kâzî Beyzâvî de tefsirinde şöyle demiştir:

— Allahın ismi alem (özel isim) değildir. Öyle ol­ması düşünüldüğü takdirde fesâd lâzım gelir, Allah inanışı bozulur.

Nitekim Kur’an-ı Kerim'de şöyle gelmiştir:

— «O, gökte de Tanrı, yerde de Tanrı olar (bir Allah)’dır. O, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir (her- şeyi) hakkıyle bilendir.» (260)

Eğer Allah ismi, alem olacak olursa göklerin re ye­rin ona zarf olması, Allahın bunların içinde dt ünül- mesi lâzım gelir ki, bu düşünülemez bir durumdur.

(<!60) Zuhruf Sûresi, âyet'- 84.

680

Bilindiği gibi Allah ismi sıfatdır, Allahın yerde ve göklerde Allahhk vasfının ifâdesidir.

Bu hususta çok beyanlar vardır. Biz burada ondan anlaşılacağı kadar bahsettik. Bu yeter.

(Er-Rahmân'ir-Rahîm) îbni Abbâs (radiyallâhu anh), bunlar içiçe Allahın iki ismidir der.

İmam Müberrid (radiyallâhu anh) bunları şöyle açıklamıştır:

Er-Rahmân: Umûmidir, kâfirlere ve mü’minlere, herkese nzık veren Allah manâsınadır.

Er-Râhîm: Yarlığayan manâsınadır. Ahirette yalnız mü'minler yarlığanır. Böyle olunca, Rahmân manâ­ca umûmî, lâfız ve söz olarak Allaha mahsus bir isim­dir. Rahim ise Lâfız ve söz itibariyle umumî, manâ iti­bariyle mü’minlerle ilgili olarak onlara mahsus bir yarhğama ismidir.

Bismillâh (Besmele) hakkında ihtilâf edilmiştir:

Medineli Müslümanlar: Besmele fâtiha’dan olma­dığı gibi, başka bir sureden bir ayet de değildir. Te- berrüken onunla başlanılmıştır, dediler.

Mekkeli Müslümanlar: Besmele fâtiha’dan bir ayet­tir. Fasl için, sureleri birbirinden ayırmak için, sûre başlarına yazılmıştır. Bunlara göre fâtiha’nın ilk aye­ti (Bismillâhirrahmânirrâhim)’dir. Son ayeti ise (Sırâ- tallezine) ile başlayıp biten ayettir.

Besmele fâtiha’dan değildir diyenlere göre ilk ayet: (El-Hamdülillâhi Rabbilâlemin), son ayet de (Gayril- Mağdûbi) ile biten ayettir.

El-Hamdü demek, «Allah Hamde,- övmeye lâyık yü­cedir» demektir ki, burada halka öğretmek istenilen şey, «El-Hamdü Lillâh deyin» sözüdür.

681

Rabbilâlemin: Rab, mâlik ve sâhip manasınadır. Ya­hut terbiye manasınadır. Alemlerin sâhibidir, alemleri terbiye edici, nizâma koyucudur. Alemlerin meydana gelmesi İlâhî varlığın ve kudretin alâmetidir. Yani yüce san'atkârın görünen İlâhî eseridir.

Saîd bin Müseyyeb (radiyallâhu anh):

— Allahın bin âlemi vardır. Altı yüzü denizde, dört yüzü karadadır, demiştir.

Mukâtil (radiyallâhu anh)’a göre Allahın seksen bin âlemi var­dır. Kırk bini denizde, kırk bini de karadadır.

Hz. Vehb bin Münebbih ise: Allahın onsekiz bin âle­mi vardır. Dünya onlardan biridir, demiştir.

Hz. Ka’bû’l-Ahbâr (radiyallâhu anh):

— Allah Teâlâ’nın âlemlerinin sayısını ancak kendisi bilir demiştir. Nitekim şöyle buyurur:

— «Rabbinin ordularını kendisinden başkası bil­mez.» (261)

(Mâliki yevmi’d-Dîn — Din gününün mâliki): Âsim ve Kisâî (Mâliki Yevmi’d - Din) okurlar. Diğer kıraat imamları (Meliki yevmi’d - Dîn) şeklinde okumuşlardır. Mâlik, Kadir — Her şeyi yaratan, yoktan var eden ma­nasınadır. Zira Allah âlemi, yokluktan varlığa getirme­ye kadirdir. Melik hükümdar demektir. Mâlik okumak­ta bir harf fazladır. Bu itibarla sevâbı da fazla olur.

(tyyâke na’büdü) yani seni birleriz ve kulluk eh mekle yalnız sana boyun eğeriz.

(Ve lyyâke Nestaîn). İbâdet etmekle yalnız senden yardım dileriz.

(İhdina’s-Sırâtal - Müştekim). Yani bizi doğru yola ilet, demektir.

(1'61) Müddessir Sûresi, âyet: 31.

682

Hz. Ali (radiyallâhu anh):

— Bizi doğru yolda sabit kıl, doğru yolda tut, de­mektir demiştir.

Sırât, sirât ve zirât gibi şekilleri doğrudur. Üçü de lügattir, lügatte vardır.

tbni Abbâs (radiyallâhu anh):

— Doğru yoldan maksat îslânı Dini’dir, der.

îbni Mes’ûd (radiyallâhu anh):

— Doğru yoldan kasıt Kur’andır, dedi.

Saîd bin Cübeyr (radiyallâhu anh):

— Doğru yoldan murâd Cennet yoludur, demiştir.

Sehl bin Abdullah (radiyallâhu anh) ise:

— Doğru yoldan maksad Eh'l-i Sünnet ve Cemaa­tın yoludur, demiştir.

Ebu’l - Âliye, Sıratın lügat manası açık ve nurlu yol demektir, der.

(Sırâtallezîne en’amte aleyhim — Kendilerine iyi­likte bulunduklarının yoluna). Doğru yolu ve İlâhî yar­dımı kendilerinden esirgemediğin kimselerin yolunu bize ver, demek olur.

Hz. îkrime (radiyallâhu anh):

— Doğru yolda olmakla iman üzerinde tuttuğun kimselerin yolu demektir dedi.

(Gayril - Mağdûbi aleyhim). Kendilerine gazab olunmayanların yolu. Gazab olunanlar Yahudilerdir. Gazab, kâfirlere ihtikâm etmektir. Bu itibarla Allahın gazabı müminlere lâyık değildir.

(ve Le’d - Dâllîn). Onlar azmadılar. Doğru yol üze­rinde durdular. Azmayan ve doğru yolda duranların yoluna, demektir.

683

(Âmîn), Aminin manası:

— Allahım! Benhx münâcâtımı işit ve kabûl et, demektir.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem hazretleri:

— Nefsin kudret elinde olan Allah hakkı için fâti- ha gibi bir sûre, Tevrat, Zebûr, încil ve Kur’an da yok­tur, buyurdu.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Kitabin fatihası (Elham sûresi), Her derde şifâ­dır, buyurmuştur.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şu rivayeti nakleder:

— Kim Kur'ana kendi bilgisi, kendi görüşüne göre mana verirse Cehennemde yerini hazırlasın, buyurur.

Ortalıktan münezzeh ve benzerden mukaddes olan kâinâtm hükümdarı Allaha hamd olsun.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Sizin en hayırlınız Kur’an öğrenen ve başka­sına Kur’anı öğretendir, buyurdu.

Nakledildiğine göre Kur’an, yeryüzünde akan su­ya benzer.

Şaşılacak şeydir ki, su nefsin, bedenin hayatı, Kur’an da kalbin ve rûhun hayatıdır.

Eğer su gökten bir yoldan gelseydi, geldiği yerler helâk olurdu. Kur an da gökten ve yerden ve yönden inse idi, Arş, Kürsî ve gökler buna dayanamazdı.

Madem ki can tendedir. Ten suya doymaz. Ruh da ilme doymaz.

Nimet ikidir.

Biri açık ve görünen nimettir.

684

Diğeri gizli ve görünmeyen nimettir.

Görünen nimet: Mal, mülk, nzık ve sağlıktır.

Görünmeyen nimet ise: Marifet, hikmet, ilim, hi­dâyet ve muhabbettir.

Rasûlü Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Kim (Amme yetesâelûne — Nebe’) sûresini okur­sa imanının yok olmasından emin olur. Hakk Teâlâ rız­kını bollaştırır. Dünyadaki dağların hepsi kadar sevâb verir, ölmeden önce Cennette yerini görür.

Kim (İzâ vekaat - Vâkıa) sûresini okursa zinhâr yoksulluk görmez.

Kim (Tebâreke - Mülk) sûresini okursa, Kadir ge­cesini ihya etmiş gibi eline sevap girer.

Kim Kıyâmet Sûresini okursa, Cebrâil i'le ben kı­yamet gününde mümindir diye» tanıklık ederiz.

Ne mutlu o kimseye ki, Kıyâmette şâhidi Muham- med (aleyhisselâm)  ve Hz. Cebrâil’dir. (262)

Kulyâ Eyyühel - Kâfirûn Sûresi, Kur’anm dört bağışından biridir. Kulhû vellâhû Ehad - thlâs Sûresi üç bağışından biridir.

Fâtiha Sûresi yedi ayet, yirmidört kelime ve yüz- yirmi harftir. Bir kimse bir defa Fâtiha SûresflSi oku­sa Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

— Ey meleklerim! Siz şâhid olun. O kulumu yar- hğadım ve onu kabir azabından emin eyledim.

(262) Yukarıda bahsi geçen sûreleri müellif, halk arasında tanındığı şekli ile zikretmiştir. Karşılarına asıl sûre adlan yazıldı. Bu sûreler, büyük haberden, kıyamet­ten ve kıyâmet gününde meydana gelecek durumlar­dan bahsetmektedir. Müellif, halkın yaşayışını disip tin altına almak için bu bahsi işlemiştir.

685

Kim beş vakit namazda, her rekâtta bir fâtiha ile bir defa Kulhüvellâhü - Ehad = Ihlâs Sûresini okusa, o kimse hergün Kur’an-ı kırk defa hatmetmiş gibi se- vâb bulur.

Zira gece ve gündüz kırk vakit namaz, farzları, sünnetleri, Vitir ve vâcipleri ile kırk vakit namazdır. Bu itibarla bir kimse bu şekilde namazını kılsa, Kur’anı kırk defa hatmetmiş gibi sevâb bulur. Zira Ih- lâs Kur’anın üçte biri fâtiha da üçte ikisidir. Böylece her rekâtta bir hatim olur.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Ümmetimin ibâdetinin en üstünü Kur’an oku­maktır.

Amma Kur’anm zâhir — görünen edebleri üçtür:

1.         Abdestli olarak kıbleye karşı diz üstü oturup hoca önünde durur gibi durmak, harflerini, kelimelerini ve ayetlerini dâne dâne okumaktır.

2.         Kur’anm hükmüne dikkat etmektir.

3.         Ayda bir, yahut üç günde bir hatmekmektir.

Namazda ayakta iken Kur’an okuyana yüz, otu­rurken elli ve namazın dışında okuyana on hasenât, iyi­lik vardır.

Kur’anm bâtınî — görünmeyen edebleri de şunlar­dır:

1.         Kur’an okurken Allahın ve Kur’anın azâmeti- ni duymak.

2.         Gönlünü Kur’anın İlâhî hitabına açık tutmak.

3.         Aradan çehvet ve günah perdesini giderirsen Kur’anm nûru ile gönlün aydınlanır ve dışında ibâdet gülleri açılır.

4.         İçinde marifet yemişleri biter.

686

Öyle olunca dünya ve Ahirette Kur’anın saadeti ile mesûd olursun.

Ca’fer bin Muhammed (radiyallâhu anh) şöyle demiştir:

— Kur’an dört itibar üzerinedir:

1.          İbâdet,

2.          İşâret,

3.          Letâif — Güzellikler,

4.          Hakikatledir.

İbâdet halk içindir. İşâret, okumuşlar içindir. Le­tâif Allahın velîleri, ermişler içindir. Hakikatler ise Pey­gamberler içindir.

Bazıları da şöyle demişlerdir:

— İbâdet kulak, işitmek içindir. İşâret akıl için­dir. Letâif müşâhede, kalp gözü ile görmek içindir. Hakikat ise muâyene içindir.

Bizi Kur’an ehli yapan Allaha hamd olsun. Selâm ve salat, Peygamberlerin sonuncusu ve Allah’a sığınan­ların öncüsü olan Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem üzerine olsun.

17.  ZİKİRLE İLGİLİ BÖLÜM

Allah Teâlâ buyurdu:

         «Ey iman edenler! Allahı çok anın» (263)

Rasûlûllâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— İmanınızı bekleyiniz, buyurdu.

Ashâb:

— Ey Allahın Rasûlü* İmanımızı nasıl bekleyelim? dediler.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

         (Lâ ilâhe illellah) kelmesini çok söyleyin, bu­yurdu.

(263)   Ahzâb Sûresi, âyet: 41.

687

Hz. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Sizin en hayırlı amelinizden, Allah katında en üstün amelden, Altın ve gümüşten sadaka vermekten ve kâfirlerle cenk etmekten üstün olan şeyi size haber vereyim mi? diye ashaba sordu.

Ashâb:

— Evet, ver yâ Rasûlellah! dediler.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Allahı çok z.ikredin, çok anın, buyurdu.

Gene Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem :

— Kim Cennet bahçelerinden bir bahçeye girmek isterse zikir halkasına, Allahı anma dairesine girsin bu­yurdu.

Bilmek gerektir ki, İmanın temeli eğer Allah sev­gisi ise, nişanı da Allahı çok zikretmektir.

Nitekim Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Allah sevgisinin alâmet ve nişanı, Allahı çok zik­retmeyi sevmektir buyurur.

Büyük mutasavvıf ve âlim Şeyh'ul-İslâm İmam gazâlî (Allahın Rahmeti üzerine olsun) şöyle demiştir:

— Hakk Teâlâ'ya sulûk edenlerin üç menzili vardır:

1.         Fenâ, yokluk âlemi,

2.         Cezbe âlemi,

'      3. Kabz âlemi, Rûhun çekilme âlemi.

Fenâ âleminde olduğunda (Lâ ilâhe illellâh) keli­mesini çok söyle. Cezbede olduğunda (Allâh — Allâh) diye çok zikret. Kabz âleminde olduğun zaman (Hû - Hû) ile çok meşgûl ol.

Bu âleme ulaştığın zaman adâlet sıfatının keder­leri senden gider ve fazilet sıfatlarının nûru senin üze­rine gelir. Hakkın tasarrufu sana vasıtasız ulaşır. Ken-

688

dine nisbetle^pJV’ Olur, Allaha nisbetle var olursun. Kendine nisbetle fâni, Hakka yaklaşmakla bâkî olur­sun.

Cüneyd-i Bağdâdî (Allahın Rahmeti üzerine olsun) şöyle dedi:

— Allahın ismi yakıcıdır. Bir kimse üç gün kapalı bir yerde Allahı zikr ile meşgûl olsa Ona Evliyâ kera­metlerinden keramet hâsıl olur. Eğer, Zikir mi? Yok­sa Kur’an okumak mı üstündür? diye soracak olurlar­sa cevabı şudur:

(Lâ ilâhe illeilâh) kelimesi Kur'andandır. Amma Kur’anın manasını bilenlere Kur’an okumak daha iyi­dir. Manasını bilmeyenlere çok zikretmek üstündür.

Eğer, zikri sesli mi yoksa sessizce mi yapmak ef- daldir? diye soracak olurlarsa cevabı şudur:

Kur’anı sesli okumak başlı başına bir ibâdettir. Amma Zikri açık bir şekilde yapmanın tesiri fazladır. Şunun için ki Allah bazı kimselerin kalbini, günah iş­lemekle taşa benzetmiştir. Böylece bu gönül taşını kı­rıp içinden marifet çeşmelerini ve hikmet pınarlarını akıtmak için zikirle kuvvetlice vurmak gerektir.

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hazretleri açıktan zikretti. O zamandan bu zamana gelinceye ka­dar, îslâm şehirlerinde, ilimle amel eden Allah insan­ları mescidlerinde, Medreselerinde, Tekke ve zâviyele- rinde Zikri açıktan yapmışlardır.

Mecmaı Fetevâ’da:

— Zikri açıktan yapmak sünnettir, der.

Eğer, Kadıhan fetvâsmda ve Macmâ Şerhinde Cehr ile Zikir haramdır denilmiştir derlerse cevabı şudur:

Kadıhan'm bundan murâdT, çok yüksek sesle zikir-

689

dir. Mecma’ Şerhinin musannifi feriştehoğlu Mecme’ul- Fetevâyı görmeden dünyâ’dan gitmiştir.

Efdaliyet hususunda görüş beyan edilmiştir. Bazı­ları:

— Allahı gizli zikretmek efdaldir demişlerdir. Giz­li Zikir, Peygamberlere ve onların sünnetlerine uyan evliyânın ulularına mahsustur. Bilmek gerektir ki, bir kimsenin hakikati şeriatına göredir. Gönülleri keşf ey­leyen (Lâ ilâhe illellah) demektir. Canlan keşf eyleyen (Allah - Allah) demektir. Böylece sırlar âlemi ruhlar âle­minden daha büyüktür. Ruhlar âlemi kalb âleminden daha büyüktür. Öyle ise nefis, vücûd âleminden çıkıp kalb âlemine varmak için gayret et. Beşeriyet âleminden çık, ruhlar âlemine var. Tabiat âleminden çık sır âle­mine var. Vücûdun karanlıklarından çık, Hakk Teâlâ’nm varlık nûruna ulaş.

Kalb âlemi, Allaha çok tövbe edenlerin miracıdır. Ruhlar âlemi Allahı sevenlerin miracıdır. Sır âlemi Arif­lerin miracıdır.

Beşeriyetten çıkıp yükseldiğin zaman Hakk Teâlâ’- nm tasarrufu seni karşılar, öyle olunca gönlün bekâ- dan fenaya, ayıklıktan yok olmaya geçer. Bunun aksi de objr.. Şekil ve renk değiştirmen, Allahın üzerindeki tasarrufu ile, senin halindir. Allahın değişikliğe uğra­ması düşünülemez. Sır âlemine ulaşırsan, gaybın sır­ları sana açılır. Öyle olursan gaybdan işitirsin, gayb- dan görürsün. Böylece gayb sana göz olur. Haberi göz­le görür hâle gelirsin.

Ariflerin canı celâli ve kudsîdir. Onun için Hakk Teâlâ­kın cemâline aşık olurlar.

690

Abidlerin canı rûhânîdir. Onun için Cennete can atarlar.

Gâfillerin canı havâidir, boştur. Onun için dünyâ ile meşgûl olurlar.

Muhakkıklar şöyle demişlerdir:

— Kimin nazarı, nimet vaktinde nimete değil ni­meti verene, belâ vakti belâya değil belâyı verene oldu ise o kimse her durumda İlâhî marifete dalmış olur.

Bundan dolayı Hakk Teâlâ Mûsâ (aleyhisselâm) ’m ümmetine şöyle buyurmuştur:

Ey îsrâil «Yakup» oğulları, size (atalarınıza) ihsan ettiğim bunca nimetlerimi hatırlayın...» (264)

Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ümmetine de:

— «öyle ise siz beni (itaatla, ibâdetle) anın, ben de sizi (sevâb ile mağfiretle) anarım» buyurdu. (265)

Şimdi bu ayetde bir kaç mana vardır; Hakk Teâlâ buyuruyor ki:

1.        Eğer beni itaatla anarsanız ben de sizi rahme- metimle anarım,

2.        Eğer beni duâ ile anarsanız ben de sizi kabûl etmek ile anarım.

3.        Eğer siz beni nimetimden dolayı senâ ile anar­sanız ben de sizi inâyet ve yardımla anarım.

4.        Siz beni dünyâda anarsanız ben de sizi Ahiret- te anarım.

5.        Eğer siz beni halvette anarsanız ben de sizi ce­miyette anarım.

6.        Eğer siz bana kulluk ederken zayıflık ile anar­sanız ben de sizi kuvvet ve yardım ile anarım.

(264)   Bakara Sûresi, âyet: 40.

(265)   Bakara Sûresi, âyet: 152.

691

7.         Eğer siz beni fenâ olup anarsanız ben de bekâ ile anarım.

8.         Eğer siz beni mücâhede ile anarsanız ben de sizi mücâhede ile anarım.

9.         Eğer siz beni ihlâs ile anarsanız ben de sizi ha­las ile anarım.

10.      Eğer siz beni hikmet ve rubûbiyet ile anarsa­nız ben de sizi rahmet ve übûdiyet ile anarım.

«Allahı zikretmek elbette en büyük (ibâdet)'tir.

(266)

Allahı zikretmek yedi kısımdır:

1.        Biri göz zikridir ki, ağlamakla olur.

2.         Kulak zikridir, Allahın hükümlerini işitmekle olur.

3.         Dil zikridir, Allahı hamd ve sena etmekle olur.

4.         El zikridir, vermekle ve cömertlikle olur.

5.         Ayak zikridir, Allah yolunda yürümek ve koş­makla olur.

6.         Gönül zikridir, korku ve ümid ile olur.

7.         Can zikridir, teslim ve rızâ ile olur.

Bazılarına göre zikir dört türlüdür:

1         — Dil zikridir.

2         — Gönül zikridir.

3         — Ruh zikridir.

4         — Sır zikridir.

Ruh zikrinin âfeti, sırrın ondan haberdâr olmasıdır.

. Sır zikrinin âfeti gönlün onu bilmesidir.

Gönül zikrinin âfeti nefsin ondan haberdâr olma­sıdır.

Ankebût Süresi, âyet: 45.

692

Nefis zikrinin âfeti kendini görmektir.

Bazıları şöyle dediler:

— Zahir ve bâtın zikri mübtedîler, kulluğun ilk kademesinde olanlarındır. Gönül ve sır zikri orta de­recede olanlarındır. Ruh ve hatâ zikri gayeye ulaşanla­rındır. Kalp zikri efâlin zikridir. Sır zikri sıfatların zikridir. Ruh zikri zat’ın zikridir.

Bazı kimseler de:

— (Lâ ilâhe illellâh) kelimesi nefiy ile isbât’dan — kötülükleri ayıklamakla Allah’ı tasdikten meydana gel­miş bir macuna benzer. Nefiy yönü ile bozuk unsurlar, kötü taraflar yok olur. Fasid ve bozuk unsurlardan kalb'in hastalanması durumu ortaya çıkar. Ruhi bağ­lar, nefsanî huylar, şehvânî lezzetler, hayvani arzular ve iki dünya ilgisi, bütün bunlar fâsid unsurlardan meydana gelir. Tasdik yönünden gönül, Allahın nuru ile aydınlanır. O nur sebebi ile kalbin sağlığı, ruhun temizlenmesi, nefsin arıtılması, İlâhî esmâ ve sıfatların tecellisi meydana gelir.

Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyurur:

—«(Lâ ilâhe illellâh) benim kalemdir. Kim benim kaleme girerse azabımdan emin olur.»

Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabi şöyle demiştir:

— Zikrin hakikati, Hakk Teâlâ hazretlerinin müte- kellim, söz söyleyen adı ile tecelli etmesinden ibaret­tir. Sıfatların kemâlini, cemi makamında ve tafsîyl mertebeleri itibariyle, izhâr etmektir. Zikrin en yücesi Cem’ makamındadır. Hakk Teâlâ evvela kendi kendini zikreyledi. Ondan sonra Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’ı zikretti. Ondan sonra peygamberleri ve Rasûlleri zikretti. Ondan son­ra kendine yakın melekleri zikretti. Ondan sonra mü-

693

cerred ruhları zikretti. Ondan sonra şekli süsleyen canları zikretti. En sonunda da bedenleri zikretti.

öyle ise Ailah’ı zikretmek gazadan ve bütün iba­detlerden üstündür. Çünkü onların sevabı Cennettir. Allahı zikredenlerin sevabı da hakdır. Nitekim Hak ta- âla hazretleri şöyle buyurur:

—«Ben, beni zikredenle beraber bulunurum.»

Allah Teâlâ buyurdu:

—«Allahı zikretmek elbette en büyük (ibâdet)tir.»

(267)

Yani Allah’ı zikretmek her şeyden üstündür vesse- lâm.

SABIRLA İLGİLİ BÖLÜM

Allah Teâlâ buyurdu:

—«Şüphesiz ki, Allah(m yardımı) sabr edenlerle beraberdir» (268).

İmam Gazâli (radiyallâhu anh) şöyle demiştir:

— Belâlara sabretmek insanın hususiyetindendir.

Hayvanda ve melekte sabır olmaz. Hayvanda, şeh­veti üstün geldiği ve o şehvete sabretmek için aklı ol­madığından, sabır olmaz. Melekler, Hakk Teâlâ hazret­lerinin cemâline âşık olmuşlardır. Onun için, Allahın cemâlini seyretmekten şehvet onları alıkoyamamış, meşgul edememiştir.

İmam Fahri Râzi şöyle der:

— Sabretmek, Allahın hükmüne râzı olmaktır. Gönül bir şeye meylettiği zaman yüzünü yüce âlemden çevirir. Nitekim Adem (aleyhisselâm) ’ın gönlü cennette ilgi du­yunca, Allah cenneti Adem’e mihneti! kıldı.

(267) Ankebût Sûresi, âyet: 45.

(268) Bakara Sûresi, âyet: 153.

694

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurur;

—«Sabır benim azığımdır.»

Sabırdan maksat takvâdır, Allah’dan sakınmaktır. Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

—«Muhakkak ki azığın en hayırlısı (dilenmekten, insanlara yük olmaktan) kaçınmaktır. Ey kâmil akıl sahipleri, benden korkun.» (269)

Takvâdan murat sakınmaktır. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyu­rur:

— Kul, harama düşerim diye şüpheli şeylerden kaçınmadıkça takvâ derecesine erişemez.

Cafer Sâdık (radiyallâhu anh) şöyle demiştir:

— Takvâ, kalbinde Allahdan başka bir şey düşüm memektir.

Takvânın alâmeti üçtür:

1        — Her durumda Hakk Teâlâ’ya bakmaktır.

2         — Her işde Hakka dönmektir.

3         — Her durumda dosdoğru olmaktır.

Hakk Teâlâ buyurur:

—«Ey iman edenler! Sabr (-ü sebât) edin. (Düş­manlarınızla sabır yarışı edin (onlara galebe çalın. Sı­nırlarda) nöbet bekleyin (yurdunuzu çiğnetmeyin. Bu sayede) felah bulacağınızı umabilirsiniz.» (270)

Sabrediniz,! demesi, belâlara sabra işârettir. Bu, halk içindir. (Râbıtû — nöbet bekleşin) demesi, günâh- kârlığı terk etmeye işarettir. Bu, okumuşlar içindir. (Sâbirû — düşmanlarınızla sabır yarışı ediniz) demesi, ibâdet etmeye katlanmaya işarettir. Bu da okumuşla­rın ileri gelenleri içindir.

(269) Bakara Sûresi, âyet: 197.

(270) Âl-i Imrân Sûresi, âyet: 200.

695

Bu itibarla kişinin rahatlığı yakındadır. Şerefi al­çakgönüllülüktedir. Devleti Islâm’dadır, ismeti, günah-? sıdığı Allaha güvenmektedir. Akilliliği ve uyanıklığı dindedir. Yüceliği dünyayı terk etmektedir. Helaki gü­nah işlemeye cüret etmektedir. Pişmanlığı uyumakta­dır. Bedbahtlığı cehâlettedir. Saadeti ilimdedir. Ol­gunluğu ilâhı aşktadır. Güzel hayat sabırdadır. Sabır, halkın içinde nefsânî arzulara sabr etmektir. Aşıkla­rın yanında sabır şudur: Eğer bütün belâlar onun üze­rine gelse «ah!.» demeyen; vefâdan, cefâdan, acıdan, zenginlikten, günâh işlemekten ve her türlü nimetten dolayı değişmeyen ve mağrur olmayan, bunların hep­sini aynı gören kimse sabırlıdır. Bilâkis o, kendini be­lâ mancınığına bırakır ve kaza denizine atar. Hiç so­nundan endişe etmez. Canından üşenmeyen kimse her an sevgiliye yol bulur.

18.  SADAKALARLA İLGİLİ BÖLÜM

Allah Teâlâ buyurdu:

—«Mallarını gece gündüz, gizli, aşikâr (Hak yolun­da) harcayanlar (yok mu?), işte onların, Rableri katın­da mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur, onlar mahzûn da olacak değillerdir.» (271)

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Sadaka vermek kabir hasretini söyündürür, ka­bir azabım giderir ve kıyamet gününde, sadaka veren kjmse sadakasının gölgesinde korunur.

— Bana peygamberlik veren o ulu Tanrı hakkı için, kim bir yetime sadaka verse, Hakk Teâlâ ona azab

(271) Bakara Sûresi, âyet: 274.

696 etmez. Kim kendi hısımlarına ve başkalarına sadaka verse, kıyamet gününde Hakk Teâlâ o kimseye bakmaz.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’a:

— Sadaka hangi kimseye vermek daha uygundur? diye sordular.

— Anasına, sonra babasına ve ondan spnra da yakınlarına sadaka vermek gerektir, buyurdu.

Ebû Hüreyre (radiyallâhu anh) şu rivayeti nakletmiştir:

— Rasûlullah buyurdu: Cennette nurdan büyük odalar vardır.

Ashâb:

— Ey Allahın Rasûlü! Onlar kimindir? diye sor­dular.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— O yerler, halka sadaka veren, güzel söz söyle­yen, yemek yediren ve halk uyurken gece namazını kı­lan kimselerindir, buyurdu.

Rasûlüllah yine buyurdu:

— Allahın yanında amellerin en üstünü, açlıktan yüreği yanmış bir kimsenin karnını doyurmaktır.

Nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş­tur:

— Sizin üzerinize olan sadaka vermekte altı türlü haslet vardır. Üçü bu dünyada, üçü de Ahirettedir.

Dünyada olanlar şunlardır:

1         — Sadaka veren kimsenin Tanrı taâla rızkını bol kılar ve ömrüne bereket verir.

2         — Hakk Teâlâ malına bereket verir.

3         — Sadaka veren kimselerin evleri onarılır.

Ahirette olanlar da şunlardır:

1        — Yarın kıyamet gününde çıplak kalmaz.

697

2        — Başı üstünde bir gölge bulunur.

3        — Cehennemle arasında perde olur.

Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

Cennetin kapısında, sadaka veren kimseye bir ve­rine on verileceğinin yazılı olduğunu gördüm. Kim ödünç para verse, Allah bir yerine o kimseye onsekiz kat scvab verir.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Bir kimsenin, kendi eli ile bir lira vermesi, öl­dükten sonra bin lira verilmesini vasiyet etmesinden yeğdir.

19.    BÖLÜM

(Allah Yoluna Girenlerin Makam ve
Menzillerinin Beyanı)

Şeyhül - îslâm Abdullah Ensârî «Menâzilü’s - Şâi­rin» adlı bir kitap yazmıştır. Sâliklerin, Allah yoluna girenlerin nasıl sûlûk edeceklerini bilmeleri için onu on kısma ayırdı. Ben onu terceme ettim ve görüldüğü şekilde yazdım.

Allah yoluna giren gönül insanlarının mana yolun­da uğrayarak yükselecekleri menzilleri, uğrak yerleri­ni ve buradaki makamları gösterir cetvel:

I.            El-Bidâyât (Başlangıç Makamları):

1.           El - Yakaza: Uyanıklık,

2.           Et - Tövbe: Günahlara tövbe etmek,

3.           El - Muhâsebe: Nefis ve amellerin muhâsebe- sini yapmak,

4.           El . înâbe: Yalvararak ve ağlayarak tövbe et­mek,

698

5.     Et - Tefekkür: Düşünceye dalmak,

6.     Et - Tezekkür: Yapılan hareketlerin hatırlan­ması,

7.     El-l'tisâm: Allahın ipine, Kur’ana sarılmak.

8.     El - Karâr: Tuttuğu yolda karar kılmak, kal­mak,

9.     Er - Riyada: Yorucu ve disinlinli çalışma,

10.   Es - Se.mâ’: İlâhî sesi dinleme ve duyma.

11.   El - Ebvâb (Hak Kapılan):

1.     El - Hüzn: Erişilen makamın verdiği neş’eden doğan üzüntü, geçmişe acıma.

2.     El - Havf: Yalnız Allahtan korkma, Sakınma.

3.     El - îşfâk: Yumuşaklık gösterme,

4.     El - Huşû’: Yerlere kadar serilen alçak gönü lülük,

5.     El - Hayrât: İyilikler peşinde koşmak,

6.     Ez - Zühd: Allahın yasaklarından sakınmak,

7.     El - Verâ’: Aşırı sakınma, çekingenlik,

8.     Et - Tebettül: Kendini .yalnız Allaha vermek,

9.     Er - Recâ: Ümitle bağlanmak,

10.   Er - Rağbe: Hakk Teâlâka aşırı meyil duymak.

III.    El - Muâmelât (Allah yolunda yapılacak işler):

1.     Er - Riâyât: Hakkı gözetme,

2.     El - Murâkâbe: Nefsî kontrol altında tutma,

3.     El - Hurme: Saygı duyma,

4.     El - Ihlâs: Allah rızâsını gâye edinme,

5.     Et - Tehzîb: Ahlâkı, kötülüklerden ayıklama,

6.     El - İstikâme: Doğru yola girme,

7.     Et - Tevekkül- Sonunda yalnız Allaha dayan­ma ve güvenme,

699

8.          Et - Tevfîyz: İrâdesini Hakka teslim etme,

9.          Eş - Sükka: Allah yolunda sıkıntıya girme,

10.        Et - Teslim: Bütün varlığı ile kendini İlâhî irâ­deye bırakma.

IV.        El — Ahlâk (Ahlâkî davranışlar):

1.          Es - Sabr: Her sıkıntıya katlanma,

2.          Er - Rızâ: Haktan hoşnut olma.

3.          Eş - Şükr: Allahın nimetlerine teşekkür etme,

4.          El - Hayâ: İlâhî huzurda hioâb duyma,

5.          Es - Sıdk: Doğruluk,

6.          El - İysâr: Her şeyini Allah yolunda saçma,

7.          El - Hulk: İyi huyla bezenme,

8.          Et - Tevâzû: Alçak gönüllü olma,

9.          El - Fütüvve: Asâlet ve vekâr sahibi olma,

10.        El - înbisât: Aşırı cömertlik.

V.         El — Usûl (Kâlde ve Yollar):

1.          El - Kasd: Niyet

2.          El - Aznr Kesin karar ve tutum,

3.          El - İrâde: Arzû ve istekler,

4.          El - Edeb: Terbiye ve erkân,

5.          El - Yakîn: Sarsılmaz bir imân,

6.          El - Üns: Bulunduğu duruma alışmak,

7.          Ez - Zikr: Devamlı Allah; anmak,

8.          El - Fakd: Kendini kaybetme, kendinden geç­me,

9.          F.l - Gınâ: Gönlü doymuş olma, gönül zengin- 'iği,

10 Makâmü'l - Murâd: İlâhî makama kavuşma is­

teği.

VI.        El — Edviye (Çâreler):

1.          El - İhsan: İyilik etme,

700

2.        El - tim: Doğru ve sağlam bilgi edinme,

3.        El - Hikme: Mana ilmini elde etme,

4.        El - Basîre: Hakikati görme,

5.        El - Ferâse: Bir şeyi önceden anlama, sezme,

6.        Et • Ta’zîm: Hakkı yüceltmek,

7.        El -• îlhâm: Anîden fikretme, düşünme,

8.        Es - Sekine: Sükûnete, sessizliğe erme,

9.        Et - Tuma’nîne: Kalbin eksiksiz huzûra er­mesi,

10.      El - Himme: Kuvvetli arzu ve karar.

VII.     El — Ahvâl (Haller):

1.        El - Mu'nabbe: Aşırı İlâhî sevgi,

2.        El - Yakîn: Allahı görür gibi inanma,

3.        Eş - Şevk: Aşırı istek,

4.        El - Akl: Düşünme ve bilme,

5.        El - Atş. Murâda erme susuzluğu,

6.        El - Vecd: Murâde erme sevincinden kendini kaybetmek,

7.        Ed - Dehş: Îlâhî azâmetin dehşetinden ken­dinden geçme,

8.        El - Heymân: Yok olduğunu benliğinde duy­mak,

9.        El - Berk: İlâhî nûrun şimşeğinde kaybolmak,

10.      Et - Temkin: Murâda doğru yükselmek,

VIII.    El — Velâyât (Velilikler — Allaha yaklaşma­lar):

1.        El - Hazz: Zevk alma,

2.        El - Takt: İsteğe kavuşma,

3.        Es - Safâ: Murâda tam erme,

4.        Es - Sürür: Neş’e duyma,

5.        Es - Seyr: Makamları dolaşma,

6.        En - Nefs: Nefsi köstekleme, tam hâkimiyet,

701

7.         El - Gurbe: Uzakta olma,

8.         El - Fırâk: Ayrılık,

9.         El - Gaybe: Görünmeme durumu,

10.       Ez - Zevk: Lezzete kavuşma.

IX.       El — Hakâik (Hakikatler):

1.         El - Mükâşefât: Gizliliklerin açılması,

2.         El - Müşâhede: Hakikati görme,

3.         El - Muayene: Maddî görgü, gözle görme,

4.         El - Hayât: Mana yaşayışına erme,

5.         El - Kabz: Hakikata kavuşma,

6.         El - Best: Yayılma ve genişleme,

7.         Es - Sekr: Mest olma, Varlığım unutma,

8.         Es - Sahv: Uyanıklık,

9.         El - ittisal: Murada bağlı bulunmak,

10 El - İnfısâl: Dünyâ'dan alâkayı kesmek.

X.        En — Nihâyât (Son durumlar):

1.         El - Ma’rife- Esrârı tanıma,

2.         El - Fenâ: Yok olma, «Fcnâ fillah»’a erme,

3.         El - Bahâ: Ebediyet sırrında kalmak,

4.         Eı - Tahkik: Hakikati idrâk etmek,

5.         Et - Telbîs: Her türlü şüpheden kurtulmak,

6.         F.1 - Vecd: Hakikati bulmak,

7.         Et - Teerîd: Herşeyden kesilip Allaha bağlan­mak,

8.         Et - Tefıîd: Hak’kın Tekliğini anlamak

9.         El - Cem’: Hakikatleri bir arada görmek,

10.       Et - Tevhîd: İlâhî Birlikde karar tutmak. (272)

(d'/2) a. Bu cetveldeki büyük başlıklar menzilleri, bu baş­lıklar altında toplanan küçük rakamlı maddeler de bu makamları göstermektedir.

702

20.  İLMÎN FAZİLETLERİ İLE İLGİLİ BÖLÜM

Allah Teâlâ buyurdu:

— «Allah, İçinizden iman etmiş olanlarla (bilhassa) kendilerine ilim verilmiş bulunanların derecelerini ar­tırır.» (273)

Rasûlûlah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— İlim iki kısımdır: «Ebdân, bedenler ilmi ve din­ler ilmidir.» Ebdân ilminden maksat kendi nefsini bil­mek, ilmi edyân’dan gaye de Allah’ı bilmektir.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— İlim ikidir; Biri dil yolu ile elde edilendir ki, O senin için hüccet ve delildir. Diğeri kalble elde eclilen ilimdir. O da sana faydalıdır.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— İlim yağmur gibidir. Yerlere yağdığı zaman ot­lar biter. Denizlere yağsa sedeflerde inciler olur.

Nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş­tur:

— Biri Kur’anın muhkem ayetidir. İkincisi sün­nettir. Üçüncüsü ise âdil farzdır. Bunun dışında kalan fazlasıdır.

Hz. Ali (radiyallâhu anh) şöyle dedi:

b.            Menzil ve makamların karşılarına konan bilgiler, kitabın dışında, ilgili bazı eser ve ansiklopedilerden istifade edilerek açıklayıcı mahiyette ilâve edilmiştir.

c.            Ayrıca bir cetvele lüzum görülmemiştir,

d.            Müellifin cetvel altındaki açıklaması şudur- «Ey ilâhı sırları arayan kimse! Okuyanlara kolay olsun diye, şânı yüce olan Allahın izni ile menâzil ve ma- kâmâtı bu şekilde tespit ettim.»

(L'73) Mücâdile Sûresi, âyet- 11.

703

— Kim dünyâ ve Ahireti isterse ilim öğrensin.

Bilmek gerektir ki insana farz olan ilim üç kısım­dır:

1.         Tefsir ilmi,

2.         Hadis ilmi,

3.         Fıkıh ilmi,

Ebû Hanife (radiyallâhu anh) şöyle demiştir:

— «Fıkıh, şahsın leh ve aleyhinde olan fayda ve zararları bilmesidir.»

Buna göre fıkıh, şahsın kendisine gelen fayda ve zararları bilmesi demek olur.

Şahsın leh ve aleyhinde olan fayda ve zararlar sö­züne:

İman etmek gibi inanışlar, gizli huylarını bilmek gibi vicdânî yönler, Namaz, Oruç ve Hac gibi ameller ve nefsânî melekeler dâhildir.

Vicdanla ilgili bilinmesi gerekli hükümler de onun içindedir ki, o ahlâk ve tasavvuf ilmidir. Bunlar, sabır; rıza ve gönül huzurudur.

Vicdan ve amellere ait buna benzer daha ne var­sa hepsi fıkıh ilmidir.

Ebû Hanife bundan fazla bir şey söylememiştir.

Buna göre fıkıh ikiye ayrılır:

1.         Fıkh-ı Ekber (Büyük fıkıh)

2.         Fıkh-ı Asgar (küçük fıkıh)

Bunların hakikatini iyi bil ki, din ilimlerinden ha­berdâr olasın, sonra da faydalı ilim ve makbûl amelle olgunluğa erişesin.

Fıkh-ı Ekber ilm-i kelâmdır. İlm-i kelâm, deliller getirmek ve şüpheleri gidermekle dinî inanışların doğ-

704 ruluğunu isbât etmeye muktedir olmaktır.

Bu ilmin faydası çoktur;

1.         Taklidden kurtulup kesin bilgiye varmaktır.

2.         Doğru yoiu gösterenlerin rehberi olmasıdır.

3.         Dinî kâideleri muhâfaza etmektir.

4.         timini, dinî ilimler üzerine kurmaktır.

5.         Niyetini ve itikadını sağlam kılmaktır. Zira amelin kabûlü ilim ile olur.

Fıkhı asgar usûl ve furû’ ilmidir.

Usûl-i Fıkhın kâidelerini bilmekten hikmet, Şeriat ilmini bilmektir. Daha Hakka uygun her sözü bilmek gerektir.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

— Hikmet, her hakîm kimsenin kaybolmuş malı, yitiğidir.

Rasûlûllah yine:

— Hikmet gönüle gökten iner. Amma yarınki rızj kından dolayı gam ve gussa çeken kimsenin gönlüne inmez, buyurdu.

21.  ÂLİMLERİN FAZİLETLERİ İLE
İLGİLİ BÖLÜM

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Bir kimse ilim tahsil etse ve hocasına (okuluna) giderken melekler o kimsenin ayakları altına kanatla­rını döşerler.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Ümmetimin âlimleri iki türlüdür:

1.         Hakk Teâlâ kendisine ilim vermiştir. O da o il­mi halka söyler. Karşılığında halktan bir şey istemez

705 ve ilmini satmaz. Bu gibi âlimler için gökteki kuşlar, denizlerdeki balıklar, yeryüzündeki canlılar ve Kira- men — Kâtibin melekleri hayır duâ ederler. Yarın kı- yâmette o kimse Hakk Teâlâka varır ve peygamberlerle be- râber olur.

2.         Hakk Teâlâ kendisine ilim vermiştir. O kimse il­mini halka söylemez. Halktan mal talep eder; söyler, se ilminin karşılığını alır; ondan sonra söyler. Hakk Teâlâ bunun gibi âlime yarın kıyâmet gününde şiddetli azab edecektir.

Nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş­tur:

— Bir âlim iiimden bahsetse, bir kimse de gelip onu dinlese yüzbin rekât nâfile namaz kılmaktan yeğ­dir. Yüzbin at gazaya göndermekten efdaldir. Bir âlimin yüzüne bakmak, gazâ’ya bin at göndermekten hayırlı­dır. Bir âlime selâm vermek bir yıl nâfile ibâdetten hayırlıdır. Bir saat bir âlimin yanında oturmak bin yıl nâfile ibâdetten cfdâldir. Yetmiş kabûl olunmuş Hac'- dan üstündür, ilmin her harfine bir Hac sevâbı vardır. Hakk Teâlâ o kimsenin üzerine rahmet indirir. Melekler onun hakkında şâhitlik ederler. Melekler kime şahâdet etse o kimse Cennet’e gir< r.

Ebû Ümâme (radiyallâhu anh) şeyle der:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’a, Ey kllahın Rasûlü! İki kişi ölse, biri âbid - solu, diğeri âlim. Hangisi daha üstündür? diye sordum. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Alimin âbid üzerine üstünlüğü, benim sizin üze­rinize üstünlüğüm gibidir.

F : 45

706

Rasûlûllâh âlimi ve câhili beyan etmiştir. Alim Hak’tan korkar ve halktan utanır. Amma câhil, Hak\ tan korkmaz, halktan utanmaz. Yalan söyleyip her za­man boş söz söyler. O kimse okur ve yazarsa da gene câhildir, buyurdu.

Abid, Allah için ibâdet eder, ilmini kendi nefsine harcar.

Ancak, âlim Allah için ibâdet eder, ilmini hem ken­disi, hem de başkası için harcar. Câhil bu ikisinden mahrumdur ve olgunluğun dışındadır.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem söyle buyurdu-

— Bir gün Cebrâil (aleyhisselâm) ’a: Ümmetimin hangisi ef- daldir? diye sordum.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— İlim öğrenmek efdâldir, dedi.

Böylece dünyada ilimden üstün kemâl ve olgun­luğun olmadığı anlaşılmış oldu.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Her hangi bir kimse Allah için ilim öğrense, o ilimden maksadı kendini ve müslümanları islâh olsa ve dünyâ gayesi elmasa, ben o kimsenin Cennetlik ol­duğuna ketîi olurum.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’a ilim nedir9 diye sordulan'

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— İlim, amel etmenin delilidir.

Akıl nedir? diye sordular.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Hayra kılavuzlayıcıdır, buyurdu.

Hevâ nedir? diye sordular.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

707

— Günahların taşıyıcısıdır, buyurdu.

Mal nedir? diye sordular:

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Kibirli kimselerin ridası, elbisesidir, buyurdu.

Dünyâ nedir? diye sordular.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Ahiretin yoludur, buyurdu.

Ondan sonra Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Kim Allahın azath kulunun yüzüne bakmak is­lerse, âlimlerin yüzüne baksın. Bir kimse bir âlimin kapısına varsa, her adımına bir sene nafile ibâdet et­mişçesine sevab vardır.

Kim bir alime nafaka verse, geçim temin etse, o kimse Cennette benim yoldaşımdır.

Nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş­tur:

—t» Bir kimse ululanmak için ilim öğrense ve ölse câhil olarak ölür. Kim bahtı ve nefsi uğruna ilim öğ­rense ve ölse münâfık olarak ölür. Kim dünyâ için ilim öğrense ve ölse fâsık olarak ölür. Kim halka kibir göstermek için ilim öğrense ve ölse kâfir olarak ölür. Kim öğrendiği ile amel etmek için ilim öğrense ve ölse doğrusu o kimse mümin olarak ölür.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem hazretleri buyurdu:

— Kim bir âlime ikrâm etse bana ikrâm etmiştir. Bana ikram eden Hakk Teâlâ hazretlerine ikrâm etmiş olur. Hakk Teâlâ’va ikrâm eden kimseye doğrusu Cen­net vacip olmuştur.

Kim bir âlimi horlaşa beni horlamıştır. Beni hor­layan kimse Allahı horlamıştır. Allahı horlayan'a da Cehennem vaciptir.

708

Kim âlimlerle beraber bulunsa benimle beraber bulunmuştur. Kim âlimleri ziyaret etse muhakkak be­ni ziyaret etmiş olur. Kim âlimlerle selâmlaşsa benim­le selâmlaşmış olur. Kim benimle berâber bulundu ve beni ziyâret etti ise Hakk Teâlâ o kimseyi kıyâmet gü­nünde benimle beraber bırakır.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Alimler peygamberlerin varisleridir.

Peygamberler altın ve gümüş miras bırakmadılar. İlmi miras bıraktılar. Kim o mirastan nasip alırsa en büyük payı almıştır.

Peygamberlerin efendisi Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem efendimiz bu­yurdu:

— Kim ben âlimim derse o câhildir.

Bu itibarla âlimin halktan kendini üstün görmemesi gereklidir. Zira ondan daha üstün bir âlim bulunabilir. Ona nazaran kendisi câhil olur.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Hakk Teâlâ kime ilim verdi ise üç şeyi de onunla beraber vermiştir:

1.         Halâvet (zevk),

2.         Heybet (Korku),

3.         Muhabbet (Sevgi).

Alimler, dünyaya alâka duydukları zaman Hakk Teâlâ onlardan halâveti, dünya sevgisini giderir.

Gizli bir günah işleseler onlardan heybeti, korkuyu giderir.

Halkın malına göz koysalar onlardan sevgiyi gide­rir.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

709

— Bir âlim, üstad ile bir köye uğrasa, Hakk Teâlâ o köyün kabirlerinde yatanlardan kırk gün azabı kaldırır.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Bir kimse bir âlimin huzurunda otursa, (bulun­sa) Hakk Teâlâ o kimseye Cennette bin şehir verir. Her şehirden ona setmiş kapı açar. Hakk Teâlâ her harfine bir şehid sevâbı verir.

Onun için, Hakk Teâlâ ona Cennetle bin şehir yapar. Büyüklüğü bu dünyanın on misli kadardır.

İmam Fahr i Râzî, Tefsîr-i Kebîrinde şöyle der:

— Hakk Teâlâ hazretleri buyurur ki: «Allaha itaat edin, Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin.» (Bakara, ayet: 59) Ülûl-Emir'den maksad âlimlerdir. Doğru görüş budur. Onun için devlet ileri gelenlerine, âlimlere itaât etmek vaciptir.

Hz. Rasûlu'llâh salla'llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Ümmetimin helâk’i ikidir:

1.         Fâsık (amelsiz) âlimledir.

2.         Câhil âbid (sofu) iledir.

Eğer siz Hakkı tam olarak bilse idiniz, Hakk Teâlâ size, asla cehâlet olmayan bir ilim verirdi. Eğer Hak’- dan tam olarak korksamz denizlerde yürürdünüz ve dağlar sizin duanızla harekete gelirdi.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle bir rivâyet nakleder:

— Rasûlûllah buyurdu: Alimlerin, okumamış kim­selerin üzerine yüz derece üstünlükleri vardır. Her de­recenin arası beşşüz yıllık yoldur.

İmam ı A’zam Ebû Hanîfe (radiyallâhu anh) şöyle demiştir:

— İlmin en üstünü hâlini bilmedir. Hâlin en üs­tünü de hâlini muhafaza etmektir.

Kimileri dediler ki:

710

— Halk dört türlüdür:

1.         Bilir ve bildiğini de bilir. O kimse âlimdir, Ona uymak gerektir.

2.         Bilir, fakat bildiğini bilmez. O kimse uyur. Onu uyarmak gerektir.

3.         Bilmez ve bilmediğini bilir. O kimse câhildir. Onu öğretmek gerektir.

4.         Bilmez ve bilmediğini de bilmez. Fakat kendini bilir sanar. O şeytandır, ondan kaçmak gerektir.

îlim de dört çeşittir:

1.         Bilinir ve söylenir. Şeriat (din) ilmi gibi.

2.         Bilinmez ve söylenmez. Hakk Teâlâ hazretlerinin gizli ilimleri gibi ne bilinir ne söylenir.

3.         Bilinir fakat söylenmez. Ariflerin hâli ve dost­ların ayıbı gibi.

4.         Bilinmez fakat söylenir. Meşâyihin sırlan gibi. Bilinmez amma halk arasında söylenir.

İmam Râzî (radiyallâhu anh) şöyle demiştir:

— Alimler helâl yeseler, câhiller şüpheli yerler. Alimler şüpheli yeseler, câhiller haram yerler. Alimler haram yeseler, câhiller azarlar.

Nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş­tur:

— Cebrâil (aleyhisselâm) ’a: Hakk Teâlâ’nın yanında âlimler mi, yoksa şehidler mi daha üstündür? diye sordum.

Cebrâil (A.S):

— Bir âlim, Allah katında on bin şehidden üstün dür, dedi.

Bilmek gerektir ki, Hakk Teâlâ hazretleri insanları iki kısım üzerine yaratmıştır;

1.         Câhil,

2.         Âlim.

711

Mesud alim aklı önder ve rehber edinip:

— «Benim Rabbim hakîkaten doğru bir yol üzerin dedir.» (Hûd: 56)

Sayfalarını okuyup şerî hükümlerden, dinin emir­lerinden yüz çevirmez.

Gerçek âlim şudur ki, işittiğini unutmaz. Gizli — aşikâr her sırrı anlayıp, kapalı ve dolayısiyle anlaşılan gerekli mânâlardan haberdar olur. Ayrıca uzun, kısa ve benzer manaları edebî san'at yönünden anlamış olur. Sevdiklerine hoş olmayan sualler sormaz. Şir şeyi anlamadan önce ona burnunu sokmaz. Kimseyi utan­dırmaz ve kızdırmaz. Konuşmaktan maksadı, faziletini göstermek değil, iyiyi ve doğruyu ortaya atmak için olur.

Eskiden bazı istidatlı kimseler, kendi kafalarına güvenerek üstadlarına hizmet etmeyip, onlarla mücâ­dele ettiler ve onlardan yüz çevirdiler. Sonunda onlar gözden düşerek hayır duâ’dan mahrûm kaldılar.

Bu itibarla, ilim peşinde koşanlara, bir kaç bilgi cevheri, öğüt kaynağı, güzel yüzlü ve güzel huylu, gü­zel söz deryası, güzel konuşma sahrası, fen bilgilerin­den haberdar, dindâr ve sır saklayan âlimleri bularak, bir kısmım kalbinin samimiyeti ile dost edinip kalan ömrünü onlarla geçirmesi gerektir.

Öyle gerektir kİ, hayasız olan kimseyi adam sayma­malı ve aslı olmayan kimseyi adamdan sayıp onu dost edinmemelidir. İlmi ile amel eden alimlerle düşüp - kalkmaya gayret etmelidir.

Zira onların ilmi ve hikmeti az zamanda ona da te­sir eder.

712

Meselâ: Susam yağı bir müddet gül ile beraber bu­lunacak olsa, artık ona susam yağı demezler, belki gül yağı derler. Onur, gibi bir kimse de bir müddet bir alimle beraber bulunsa, artık ona câhil dçmezler, bel­ki ilim ehli derler.

Nakledildiğine göre bir başka yönden alim iki kıs­ma ayrılır:

1.         Dünyâ âlimi,

2.         Âhiret âlimi,

Dünyâ âlimi, dili âlim ve gönlü cahil olan kimsedir.

Diğer âlim de üçe ayrılır:                        »

1.         Rabbânî âlim. Onun gönlü Allahtan başkası ile

değildir.                                  ,

2.         Cinânî (Cennet) âlimi. Onun maksadı Cennettir.

3.         Dehânî (ağız ve dil) âlimi. Onun maksadı Ce­hennemden korkmaktır.

Ey Allahım! Bizi de âlim kullarının arasına kat. Se­nin yüceliğin hürmetine, Allahın rahmeti âlemlerin efen­disi Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem, onun âilesj ve ashabı üzerine olsun.

22.  İYİLİĞİ TAVSİYE VE KÖTÜLÜKTEN MF.N’LE İLGİLİ BÖLÜM

Allah taâkı buyurdu:

— «Bir de içinizden öyle cemaat bulunmalıdır ki (onlar herkesi) hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülükten vaz geçirmeye çalışsınlar. İşte onlar mura­da erenlerin tâ kendileridir.» (274)

Bazıları:

— Ayette geçen (Minkürn)’deki (Min) edatı, (Tebîz)

1274) Âl-i İmrân Sûresi, âyet: 104.

713

içindir demişlerdir. Yani, müslümanların hepsini değil, bir kısmını ifâde eder. Onun için insanları iyi yola sevk etmek farz-ı kifâyedir, insanların bir kısmının vazifesi­dir. Zira insanları iyi yola sevk etmek ilimle olur. Câ­hil kendini bilmez. Halkı nasıl doğru yola çağırabilir?

Bazıları da:

— insanları iyiliğe sevketmek ve kötü yoldan alı­koymak bütün müslümanların vazifesidir, demişlerdir.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Kim insanlara iyi yolu gösterir, kötü yoldan onları men ederse, o kimse yeryüzünde Allahın, Rasû- lûllahın ve Allahın kitabının halîfesi, vekilidir. Bir ce­maat, iyiliği tavsiye ve kötülükten men vazifesini terk etse, Kur’am anlamak onlara haram olur.

Ebû Bekr-i Sıddîk (radiyallâhu anh):

— Ey Allahın Rasûlü! Kâfirlerle gazâ etmekten da­ha üstün gazâ var mıdır? diye sordu.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Evet, Hakk Teâlâ’nın gâzîleri vardır yeryüzünde. Onlar şehidlerden üstündür buyurdu.

Ben:

— Ey Allahın Rasûlü! Onlar kimlerdir? dedim.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— İyiliği emredip kötülükten men edenlerdir. Nef­sin kudret elinde olan Allah hakkı için, Cennette, kızıl yakutan ve yeşil zebercedden öyle büyük oda vardır ki, şehidlerinkinden yücedir. Her odanın üçyüz kapısı var­dır. Her kimseye üçyüz Hûrî verilir. O Hûrî’ler-

— Dünyâ’da iyiliği emredip kötülüğü men ettiğiniz için bu armağanların verlidiğini bilir misiniz? derler. Geri kalan amellerinden söz etmezler.

714

Keşşâf sahibi Allâme Zemahşerî tefsirinde, Huzey- re (radiyallâhu anh)’dan şu rivayeti nakleder:

— Halkın üzerine öyle bir zaman gelecek ki, onla­ra, iyiliği emretme ve kötülükten men etme sözünden eşek uluması, eşek sesi daha güzel gelecek. O zamanın şerrinden Allaha sığınırız. (275)

FAKİRLERİN FAZİLETİ İLE İLGİLİ BÖLÜM

Allah fââla buyurdu:

— «Allah ganidir (sizin nafakanıza muhtaç değil­dir). Siz ise (onun) fakirler (i, muhtaçları) smız.» (276)

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Fakirlik benim öğüncümdür. Ben onunla övünü­rüm. Yani benim halk üzerine yüceliğim fakirlik iledir. Zira sabırlı dervişler, Allah katında şükreden zengin­lerden sevimlidir.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurur:

— Fakirlerin zenginler üzerine üstünlüğü, benim Allahın bütün mahlûkatı üzerine olan üstünlüğüm gi­bidir.

Herşeyin bir anahtarı vardır. Cennetin anahtarı da fakirleri sevmektir.

Nitekim Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurur:

(275) İslâm'da «Emir bil-ma’rûf, Nehiy anil-Münker = İn­sanları doğru yola sevketmek, doğru yola gitmeleri için tavsiyede bulunmak ve kötülükten alıkoymak» bir müesse­sedir. Alim-Câhil herkesin, gücü nispetinde, bunu yapma­sı dini bir vazifedir. Gücümüze göre; elimizle ve dilimizle bn vazifeyi yapamazsak gönlümüzle onu tasvip etmez ve sevgi göstermeyiz.

(276) Muhammed Sûresi, âyet: 38.

715

— Her şeyin bir anahtarı vardır, Cennetin anahtarı fakirleri ve yoksulları sevmektir.

Bu itibarla dervişleri sevmek. Peygamberlerin ah- lâkındandır. Dervişlerle oturmak iyi kimselerin ahlâ- kındandır. Dervişlerden kaçmak münâfıkların ahlâkm- dandır. Dervişleri çekiştirmek, peygamberleri çekiştir­mektir. Kim bir derviş görmeye varsa, Hakk Teâlâ her adımına kabûl olmuş Hac sevabını verir. Zira Hakk Teâlâ günde üç defâ dervişlere rahmetle bakar.

Bir kimse iyilik için dünyâ malı yığsa, dünyâ'yı terk etmek ona dünyâ malı ile iyilik etmekten hayırlı­dır.

Nitekim Hz. Isâ (aleyhisselâm)  şöyle buyurur:

— Ey iyilik etmek için dünyâ’nın peşinde koşan kimse! Onu terketmen iyilik yapmandan daha iyidir.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Ey Âise! Dervişler ve yoksullarla oturup - kalk. Dünyada onlarla berâber olmak Ahirette de onlarla be- râber olmaktır.

Doğrusu Dervişlerin dünyâ’da duâları makbûldür ve Ahirette zenginlerden beşyüz sene önce Cennete gi­rerler.

— Ey Aişe! Dervişler ve yoksullarla oturup - kalk, vişlerle berâber olurum.

Nakledildiğine göre Ebû Saîd (radiyallâhu anh) şu rivâyeti nakletmiştir:

— Bir kimse Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a gelip dedi ki:

Ey Allahın Rasûlû! Beni öyle bir amele kılavuzla ki, onu işlediğimde hem Hakk Teâlâ, hem de halk beni sev­sin.

716

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Dünyâ’yı terk et ki, Allah ve halk seni sevsin.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem gene buyurdu:

— Sabırlı bir dervişin iki rekât namazı, Hakk Teâlâ’- nın katında, şükreden zengin kimsenin yetmiş rekâtın­dan hayırlıdır.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Bir zenginle bir yoksul aynı ameli işleseler, zen­gin kimse amelinin yanına onbin dirhem gümüş koy. makla o yoksulun ameli ile berâber olabilir.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Hakk Teâlâ beş kişi ile meleklere karşı övünür:

1.         Hak için cenk eden gazilerdir.

2.         Allah için halka alçak gönüllülük gösteren yi­ğitlerdir.

3.         Allah Teâlâ’nm korkusundan gizli yerlerde ağ­layan kimsedir.

4.         Deıvişlere, yoksullara yardımda bulunan zen­ginlerdir.

5.         Belâlara sabreden ve kimseye şikâyette bulun­mayan derviştir.

Ras"ûl (aleyhisselâm)  hazretleri buyurdu:

— San’atların efdâli üçtür:

1.         Ziihd (Allahdan korkma ve sakınma).

2.         İlim,

3.         Dervişlik.

Bir kimse Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’a:

— Dervişlik nedir? diye sordu.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Hakk Teâlâ’nm hazînelerinden bir hazinedir. Al-

717

lah o hâzineyi peygamberlere ve iyi kullara verir, bu­yurdu.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Allah Teâlâ zenginleri dünyâ toprağından, der­vişleri de Cennet toprağından yarattı. Kim Allahın ah­dine sâdık kalmak isterse dervişlere iyilik etsin.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Kim bir dervişi dövse veya incitse on kerre Kâ- be'yi ve Bevt-: Ma’mûru yıkmışcasma ve bin meleği öldürmüşcesine günahı vardır.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Cennetin sekiz kapısı. Cehennemin yedi kapısı vardır. Cennetin yedi kapısından dervişler, bir kapısın­dan da sabırsız derv’şler, zenginler girerler

Şimdi bilinmesi gerekli olan şudur ki, dervişlik dedikleri ehl-i sünnet ve cemaat’dan olmak ve fakirli­ğine razı olup Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’a ve Ashfbma uymaktır. Hem sözle hem de işleri ile sünnî, peygar ber ve Ashâbın yolunda bulunmaktır.

Dünyâ’yı terk edip dinde olmayanı uydurmak ve sa­pıklardan olmak değildir.

On taife, on bölük kimse dinde olmayanı uydurdu­lar ve bunların yüzünden nice halk azgınlardan oldu­lar, dinlerini ve dünyâlarını fesada verdiler

Bu on taife şunlardır:

1.         Habîbiyye'dir. Onların inanışına göre Al-ah bir kulunu sevdiği zaman halkı sevmekten onu keser ve Allaha kulluk vazifesinden kurtarır. Bu söz küfürdür:

2.         Evliyâivye’dir. Onlara göre bir kimse vel:l?k mertebesine erişse Allahın emir ve yasakları ondan

718

kaldırılır. Halkın onlara secde etmesine izin vardır. Bu söz de küfürdür.

3.         Şemrâhıyye’dir. Bunlara göre kadın ve oğlan insanın kokusudur. Kullanmak serbesttir. Bu söz de küfürdür.

4.         tbâhıyye’dir. Biz kendimizi fasıklıktan men edemeyiz. Zira Allah bizi fâsık yarattı. Biz kendimize bu hususta yardımcı olamayız derler. Bu da küfür­dür.

5.         Helâliye’dir. Onlara göre asla günah yoktur. Bütün kötü ve çirkin şeyler halâldir. Bu görüş de kü­fürdür.

6.         Hulûliye'dir. Onlar, Raks ve Semâ esnasında bizden perdeler kaldırılır. O zaman ne yaparsak ser­besttir? dediler. Bu da küfrü gerektiren bir görüştür

7.         Hûriye'dir. Bunlar, murâkabe halinde bize Cen­netten Huriler gelirler, biz de onlarla birleşiriz derler. Murâkabeden sonra dururlar ve guslederler. Bu söz de bidat ve küfürdür. Küfürden aşağı günah bidattir.

8.         Vâkıfivye’dir. Onlara göre Allahı bilmek kimse­

ye mümkün değildir. O meçhuldür, kesin olarak bilin­mez. Bunlar da bidatçıdır. Amma bir kimse: Allahın mâhiyetini bilmek kimseye mümkün değildir. Zira Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:                           ,>

— Ey Rabbim! Seni hakkı ile bilemedik buyuruyor, dese cevabı şudur: Ehli Sünnete göre Hakk Teâlâkı Hak olarak bilmek ve onu birlemek farzdır.

9.         Mütecâhile’dir. Bunlar çalışıp kazanmayı terk ederler ve halka muhtaç olurlar. Bu da bidattir, dine uygun değildir.

719

10.       îlhâmiye’dir. Onlara göre Kur’an, ilim ve amel birtakım perdelerdir. Bunlar îş’âr, şifreli sözler ve fi­lozofların kitapları ile meşgûl olurlar. Bunların söz­leri de küfürdür.

Allaha boyun eğip Rasûlüllaha uyanlar Hak yolun­da olanlardır. Namaz kılarlar, Zekât verirler, gazâ’ya giderler, Hacc ederler, haram yemezler, yalan söyle­mezler ve Sâlih, iyi kimseler olurlar. Onlar öyle bir kavimdir ki, Hakk Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurur:

— «Hakikat, Allahın peygamberi yanında seslerini yavaşlatanlar (yokmû?) işte onlar Allahın takva için kalblenini imtihan etliği kimselerdir. Onlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.» (277) Fakirli ğin aslı peygamberlere uymaktır. Nitekim Allah Teâlâ buyuruyor: «(Habîbim) de ki: Eğer Allahı seviyorsanız hemen bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarını­zı örtsün. Çünkü Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyici­dir.» (278)

Böylece bu ayetlerden anlaşıldı ki. Allahı sevme­nin ve onun hükmüne razı olmanın nişanı, peygambe­re uymaktır. Dünyâ ve Ahirette Allahı sevmekten ve Allah katında sevgili olmaktan yeğ saâdet ve mut­luluk yoktur. Peygambere uymakta çaba harcayıp can­lar eritmek gerektir ki, tam uyma meydana gelsin ve saâdet kapılan açılsın, sevmekle sevilmek bir merte­bede meydana gelsin. Bilmek gerektir ki, muhabbet, sevgi gönül ve kalpte olur. Gönlünse fesâda açılan on- beş kapısı vardıı Şeytan o kapılardan girip cana yol

(217) Hucurât Sûresi, âyet: 3';

(2'8) Âl-i İmrân Sûresi, âyet: 31.

720

bulur ve canı azdırıp helak eder. O kapılar şu şekildedir:

KÂLB

Ucb, kibir kapısı

Hırs kapısı

Hased kapısı

Gazâb, öfke kapısı

Şehvet kapısı

Mal sevgisi kapısı

Mal yığma kapısı       Taassup kapısı

Cimrilik kapısı

Fısk, isyân kapısı

Cehl, bilgisizlik kapısı

Acele kapısı

İstek kapısı

Tokluk kapısı

Aşırı sevgi ve ilgi kapısı

Bu kapıları bilen herkesin, kalbinde şeytana bu kötü sıfatları için yol vermemesi ve Allah evi olan kalbini şeytan evi yapmamaya gayret göstermesi ge­rektir.

Bilmek, gerektir ki, aşk gönülde olur. Aşk ö'lle bir şeydir ki, her an aşıkın, sevgiliye varma arzusu önüne perde çeker. Her aşık kimse bu perdeyi yolun­dan kaldırır. Aşk sultanı varlık düzlüğüne otağ kur­duğu zaman bütün hâzinelerini, gizli güzelliklerini or­taya koyar. Aşıka onları görme lezzeti hâsıl olur. Ken­di varlığının lezzetinden el çeker. Aşk meyhânesinde rak^setmeye başlayıp sevgili her yönden ve her an aşıka görününce, Aşık her göz ile ve her yüzden sevgiliyi iyi­ce görür. Aşk perdelerinin çokluğu buna hiç mani ol­maz. Böylece devamlı görünmek sevgilinin sıfatı ve devamlı cefâ da aşıkın sıfatı olur. Bu itibarla nâz sevgilide, niyaz ve yalvarma aşık’da olur. Aşıka, sevgi­liden gelen her türlü cefâ ve vefâ’ya razı olmak gerek­li olur Onun acısına, iyiliğine, nimet ve zahmetine ay­nı derecede boyun eğer.

721

Vakit olur ki, aşıkdan korku ve ümit sıfatları gö­türülür. Zira korku ve ümit ya geçmişte, ya da gele­cekte olur. Aşık Ehâdiyet, Allahın birliği denizinde yüzmektedir. Onun için geçmiş ve gelecek kaygısı ar­tık kalmamıştır. O devamlı bu hâl içindedir. Böyle olunca (Ateşte olan nasıl yanar?) sözü onun hâli ol­muştur.

24.  DÜNYA İLE İLGİLİ BÖLÜM

Ey İlâhî sırları öğrenmek isteyen kimse! Hakk Teâlâ hazretleri buyurur ki:

— «O çok esirgeyici (Allahın emr-ü hükmü) arşı istilâ etmiştir.» (279)

Bu, küçük âlemdir, küçük dünyâ’dır. (Mü'minlerin kalbi Allahın arşıdır). Bu ise ulu âlemdir.

Bu sözlerin aslı şudur: Hakk Teâlâ hazretleri insa­nın makamım vedi tabaka yaratmıştır. Bunların dör­dünü nurdan, üçünü zulmetten yaratmıştır.

Nurdan yaratılan makamlar şunlardır:

1.         Muhammed Mustafâ’nın makamıdır.

2.         Geri kalan peygamberlerin makamıdır.

3.         Evliyâ’nın ve Allaha mutî olanların makamı­dır.

4.         Muhammed ümmetinin ve geri kalan peygam­berlerin ümmetlerinin makamıdır.

Zulmetten yaratılan makamlar şunlardır:

1.         Mecûsilerin, ateşe tapanların makamıdır.

F: 46

(279) Tâhâ Sûresi, âyet: 5

722

2.         Yahûdilerin ve Hıristiyanların makamıdır.

3.         Tanrılık iddiasında bulunanların makamıdır.

Nurdan yaratılan ilk makam peygamberlere ait olup yedi şekil altında toplanmıştır:

1.         Sadır—göğüs (yüce) makamdır. O İslâm'ın kaynağıdır.

2.         Kâlb’dir. Bu imanın kaynağıdır.

3.         Şığâf—Kâlb içidir. Bu, şefkatin kaynağıdır.

4.         Fuâd—Kâlb gözüdür. O, müşahede, görme ma­kamıdır, görür gibi bilmenin kaynağıdır.

5.         Habbetül—Kalb, Kalb özüdür. O makam Allah sevgisinin kaynağıdır.

6.         Süveydâ—Kalbin sevdasıdır. Orası, ilimlerin ve keşiflerin yeridir.

7.         Kalbin canıdır. Orası da Allahın nurlarının ye­ridir.

Rûhânî alemin kutbu ve merkezi olan Bâyezid El- Bistâmî (Allahın rahmeti üzerine olsun) şövle demiş tir:

— Gönülün kabzedilmesi nefsin açılıp yayılmasın- dandır. Hayâ ilimdir. Rahat mârifetdir. Rızık zikirdir. Şevk, âşıkların mülk yurdudur. Marifet nuru, gönlün içindedir. Aşık zikirle meşgûl olsa gönlü nurlânıp ay­dınlanır. Dünyâ sevildiği zaman gönlü kararır.

Nakledildiğnc göre şu beş sev gönlü öldürür:

1.         Çok yemek yemek.

2.         Halkın başına belâ getirmek.

3.         Namazı vakitsiz kılmak.

4.         Yemeği sol eli ile yemek.

5.         Yalan söylemek.

723

Bunlar gd®ü öldürür.

Beş şey d| gönlü diriltir:

1.         Alimlerle oturmak,

2.         Yetime şefkât etmek,

3.         Oruç tutmak,

4.         Az yemek.

5.         Dünyâ'yı sevmemek.

Zikreden kimse dünyâ’ya meyi etse Hak yoldan koğulmuş olur ve bütün ömrü kaygı ile geçer.

Halkın aziz kullan beştir:

1.         Zühdü olan âlimdir.

2.         Adaletli hükümdardır.

3.         Hayalı çocuktur.

4.         Alçak gönüllü zengindir.

5.         Sabırlı derviştir.

Bütün perdelerin ulusu gönül öldürmektir. Gönlün ölmesi dünyâ’yı sevmemekle olur.

Nitekim Hakk Teâlâ Kııdsî Hadîsinde şöyle bııvııru.. yor:

— Ey Ademoğlu! Kanaat et zengin ol. Hâsedi terk et rahat ol. Dünyâ'yı terk et, dinin hâlis ölsün. Kim gıybeti terk etse aşkı ziyâde olur. Kim halktan ayrılır­sa, halkın şerrinden emin olur. Kim az ve tatlı ko­nuşursa aklı tam olur. Kim az şeye kanaat ederse, muhakkak Hakk Teâlâ hazretlerinin ahdine inanmış olur. Kim dünyâ için kaygılansa Hakk Teâlâ’dan ırak olur.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Şaşarım o kimseye ki! Ahire! hesabına inandı­ğı halde nasıl mal yığabilir?

724

Ey Ademoğlu! Hergün ömrün eksilir, sen bilmezsin. Hergün rızkın ayağına gelir, sen şükretmezsim Halk­tan korkarsın benden korkmazsın. Ben senden utanı­rım, sen benden utanmazsın. Benim rızkımı yersin, şeytanın buyurduğunu tutarsın. Abidlerin sözlerini söylersin, ınünâfıklarm yaptığını yaparsın. Öliijtn hak­tır dersin, gene onu çirkin görürsün. Kim dünyâ malı toplarsa onun aklı yoktur. Kim dünyâ ile rahat bu­lursa onun anlayışı yoktur. Kim dünyâ’nın arzuları peşinde koşarsa onun marifeti yoktur.

Hakk Teâlâ Mûsâ (aleyhisselâm) ’a buyurdu:

— Kim bir dervişe kibir gösterirse, kıyamet gü­nünde o kimseyi karınca sûretinde yaratırım. Kim bir dervişe alçak gönüllülük gösterse, dünyâ ve Ahirette ben onu yüce ederim. Kim bir dervişin gönlünü yıksa benimle cenk etmiş gibidir.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu-

— Birçok zengin vardır ki, zenginlik onu fesâda vermiştir. Birçok derviş de vardır ki, dervişlik onu fesâda vermiştir. Nice sağlıklı kimse vardır ki, sağlık onu azdırmış, yoldan çıkarmıştır. Nice âlim vardır ki ilim onu yoldan çıkarmıştır. Nice câhil kimseler var­dır ki, bilgisizlik cnu fesâda itmiştir. Dünya sevgisin: gönlünüzden atın. Dünyâ sevgisi ile benim sevgim bit yerde bulunmaz. Nakledildiğine göre beş çeşit kimse çok esirgenicidir-

1.         Şeririn, kötü kimsenin hükmü altında olan usludur.

2.         Nekes, cömert, olmayan kimsenin hükmü al­tında olan cömert kimsedir.

3.         Zâlimin hükmü altında olan âdil kimse.

725

4.         Câhilin hükmü altında olan âlim kimse.

5.         Zenginin hükmü altında olan derviş kimsedir.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Dünyâ’nın tamamından Cennetin kamçı kadar yeri yeğdir.

Adem oğlunun terk edeceği dünyâ dedikleri şey yeryüzüdür. Dünyâ’nın türlü türlü iklimini sana beyan edeyim. Böylelikle terk etmen sana kolay olur. Onun sûreti şu resimdir. Yedi iklimi ve dört kıtası bu daire şeklinde gösterilmiştir. (279 a)

Bir diğer yönle bilmek gerektir ki dünyâ dört bö­lüktür. Her bölüğe dört meskûn bölge derler Onun bir bölüğün? kuzey bölgesi denir. Irak’tan—Şam’a, oradan Anadolu ve Türkistan’a kadar meskûndur, otu­rulan topraklardır. Bir bölüğüne Doğu bölgesi derler. Ehvâz’dan—Horosan’a. oradan Çin’e ve hayâli ağaçla­rın bulunduğu uzak doğuya kadar ma’mûrdur. Üçün­cü bölüğüne Güney bölgesi derler. Mısır toprakların­dan Habeşistan topraklarına, oradan Sûdan’m kuzey bölgesine ve Sûdan'a, Sûdan’dan Kuzev Afrika’ya va­rıncaya kadar ma'mûr ve meskûndur. Dördüncü bölü­ğüne Batı bölgesi derler. Sebte boğazından Fâs ülke­sine, oradan İngiltere adasına varıncaya kadar olan yerlerdir. Güneyimin çok yerini su basıp karada da çok yeri haraptır.

(27ü a) Müellifin devrinde dünya dört kıta olarak bilinmek­te idi. Bugün bu sayı, Amerika ve Antartika ile altıya yük­selmiştir. Diğer dert tanesi Asya, Avrupa, Afrika ve Okya­nusya (Avustralya)’dır İklimler ise meskûn (oturulan) böl galeri ifade eder.

Eskilerin bilgilerine göre meskun burç'un şeklidir.

Eski Filozof ve bilginlerin, dörtde bir meskûn bölgeyi, yedi iklime taksim ettikleri şekildir.

Çizdiğim bu daire top gibidir. Yarısı suyun içinde, yarısı da üzerindedir.

Not: Bu taksim. Endülüslü Coğrafya bilgini İdrîsî'nin görüşüne göre yapılmıştır.

727

Ey dünyâ’yı isteyen kimse' Evvelâ bu dünyâ’nın ululuğuna, göklerin hareketine ve şekillerine bak. Ki mi kızıl bakırdan, kimi gümüşten, kimi ahundan, kimi cevherden, kimi yakuttan ve kimi incidendiı bu renk­lerdedir. Güneş dördüncü göktedir ve üçyüzaltmış de­recedir, tam yuvarlak bir dairedir. Dörtte bir veya se­kizde bir yer büyüklüğünde olduğu Hendese (Geomet- ri)'de bildirilmiştir. Ay ilk göktedir. Yerin kırkta bir büyüklüğü kadardır.

Çeşitli yellere, değişik nebatlara, türlü türlü ye­mişlere, muhtelif şekil ve renklere, yiyecek ve koku lara bak.

Hakk Teâlâ bin çeşit varlık yaratmıştır. Bunların altı yüzü denizlerde, dört yüzü karalardadır.

Yeryüzündeki yaratıkları madenler, nebatlar, hay­vanlar ve insanlardır.

Hakk Teâlâ hazretleri dünyâ’yı bozmak istediği ma­nian önce insanları, sonra hayvanları, nebatları vc madenleri giderir.

Nitekim Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyurur:

— «(Yer) yüzünde bulunan her canlı fânidir» (2801 Dünyâ, uzun ömür sürmüş fitneli ve nazlı ihtiyar bir kadına benzer. O dışım gelincikler gibi elbise ile bezeyip halk arasında naz eder. Böylece dünvâ hal­kı, onun tuzağına düşerler.

-Gene o dünyâ zâlim bir hükümdara benzer. O, hal­ka bazı şeyler bağışlar. Fakat dostluğu yoktur ve hepsini öldürmek ister.

('f'ff) Rahman Sûresi, âyet'- 26.

728

Bu itibarla akıllı kimseler kışın tedârikini yazın görürler ve ölüm kaydını diri iken yaparlar.

Dünyâ, içi cevherle dopdolu bir denize benzer. Birçok kimse o denize girip cevher çıkarır, birçok kimse de o denize girip boğulur.

Sözün özü, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

— Dünya fitne ve belâdır. Her cemaatın bir fitne­si vardır. Benim ümmetimin fitnesi dünyâ’yı sevmek ve mal yığmaktır.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

—«Bilin ki mallarınız da, evlâdlarınız da ancak bir imtihandır, (asıl) büyük mükâfat ise şüphesiz Allah katindadır.» (281)

Bu itibarla Ahiret Sarayının yolu Tanrı’ya itaattir

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Ümmetimin evvelkileri, Allaha kati bağlılık ve sadakat sebebi ile kurtuldu. Sonrakiler ise dünyâ ve uzun ömür isteği ile helak oldu.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— Ey kullarım! Kendinizi esirgeyiniz. Muhakkak bedenleriniz zayıftır, seferiniz—yolculuğunuz uzaktır, günahınız ağırdır. Sırat Köprüsü incedir, can alan Az­rail’dir, Sûr’u üfleyen İsrâfil’dir ve hâkim âlemlerin Rabbi Allah’tır.

(Dünyâ'da fakir ve Ahirettc zengin olan kimseye ne mutlu.)

(281) Enfâl Sûresi, âyet: 28.

729

25.  KABİR VE ÖLÜLERLE İLGİLİ BÖLÜM

Nakledildiğine göre Müslim'in Sahihinde peygam­ber (aleyhisselâm)  şöyle buyurmuştur:

— Mü’min bir kimseyi kabre koydukları zaman (Münker ve Nekjr) adlı melekler gelir ve: Rabbin kim­dir? Dinin hangi dindir? Peygamberin kimdir? diye sorarlar. Cevabı şudur:

— Tanıklık ederim ki, Allahtan başka Tanrı yok­tur. Gene tanıklık ederim ki Muhammed (aleyhisselâm)  Allahın Peygamberidir ve Dinim îslâmdır.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Kabir dünyâ’nın sonu ve Ahiretin başlangıcıdır. Kim kabir azâbından kurtulur ise, geri kalarf azâblar- dan da kurtulmuştur.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Bir kimsenin ölümü şiddetli olursa onun için kaygılanmayın. Çünkü onun bütün hataları ölüm zah­meti ile gitmiştir. Onunla Cennet arasında ancak ölüm kalmıştır.

Nakledildiğine göre, İmam Gazâlî (Allahın Rahme­ti üzerine olsun) şöyle demiştir:

— Bir mü’min öldüğü zaman ölenlerin ruhları onunla buluşurlar ve:

— Falân kimsenin hâli nasıldır? derler.

Ölen mü’min:

— İyidir, der.

Onlar:

— Falân kimse nasıldır’ derler.

O kimse:

730

— Ya size gelmedi mi? der.

Onlar:

— Yok buraya gelmedi, anlaşıldı ki, o kimse mü’- min değilmiş, başka yola gitti derler.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Kim Cuma günü babasının ve anasının kabrini ziyaret etse Hakk Teâlâ onların günahını ve kendi gü­nahını yarlığar.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Mü’min kabrine konduğu vakit yeşil bir bahçe­de oturur. O bahçenin yetmiş arşın uzunluğu vardır. Eğer kâfir olarak ölürse, Cehennem çukurlarından bir çukura bırakırlar. Doksan dokuz ejderhâ kıyâmete ka­dar ona azâb ederler. Hakk Teâlâ'nın doksan dokuz ismi­ni inkâr ettiği için doksan dokuz ejderhâ azâb eder. Hakk Teâlâ ona isimleri sayısınca ejderhâ musallat eder.

Mü’minlerin kabrini ziyâret etmek sünnettir. Amma Cuma günü ikindiden sonra ertesi sabaha kadar ziyâret müstehabdır.

Pazartesi, Perşembe, Arefe, Bayram ve Aşûre gün­lerinde ziyâret etmek gerektir. Zira o günlerde ruhlar kabirlerini ziyâret edenleri beklerler. Kabirdefyileri, sağ iken nasıl saygı gösterilirse o şekilde, saygı ile ziyâret etmelidirler. Elini ve yüzünü kabre sürmemelidir. Hıristiyanlar öyle yaparlar. Onlara benzememelidir- ler.

Nakledildiğine göre ölüm acısı yüz kılıç vurmak­tan yahut üçyüz kılıç vurmaktan daha fazladır. Ölüm­den sonra Cennete varıncaya kadar yüz. belâ vardır.

731

Mü'min kabir azâbmdan ancak dört şeyle kurtu­lur:

1.                Yalan söylememek,

2.                Cimrilik etmemek,

3.                Kimseye karşı kötü zanda bulunmamak,

4.                Şüpheye düşmemek.

Kabir azâbı, ekseri bedenine değen ve yıkanmayan bevl (sidikten) dolayı olur.

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyur­muştur;

— Bir kimse ölü için Ayet’el-Kürsî’yi (Allâhülâyı) okusa ve sevabını kabirdeki o ölüye bağışlasa Hak ta- âla o kimseye Peygamberlerin sevabını verir ve her harfi için bir melek yaratır. O melekler okuyan kimse için kıyamete kadar duâ ederler.

26.  DUÂ BÖLÜMÜ

Hakk Teâlâ buyurdu:

— «Bana duâ edin. Size icâbet (ve duâ’nızı kabûl) edeyim.» (282)

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Bir kul ellerini kaldırsa duâ etse, Hakk Teâlâ o kulu öylece ellerini boş göndermeye utanır.

Eğer:

— Duâ ederiz. Bazan kabûl olur, bazan kabûl ol­maz; Sebebi nedir? diye sorulacak olursa cevabı şu­dur:

— Duâ’nın şartı vardır, şartına bağlıdır. Nitekim peygamber (aleyhisselâm)  şöyle buyurur:

(282) Mü’min Sûresi, âyet: 60.

732

— Duâ’nın iki kanadı, şartı vardır: Helâl yemek, doğru söz’dür.

Bir cevap da şudur:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: Bir mii’min duâ etse Allah o kulun duâsını kabûl eder, isteğini ya bu dünyâ’da ya da Ahirette verir.

Bazıları şöyle demiştir:

— Duâ’nın asla faydası yoktur. Zira, eğer istenen şey Allahın yanında varsa olması, Allahın onu verme­si vaciptir. Şayet Allahın yanında yoksa onun olması mümkün değildir.

Bazıları da şöyle demişlerdir:

— Akıl ve mantık şunu ispat eder ki, gerçekler makamının ulusu ve yücesi Allahın kazâ ve kaderine razı olmaktır. Duâ edip birşey dilemek, kendi isteğini Allahın dilediğinden üstün tutmaktır.

Kimileri de:

— Hakk Teâlâ: Herhangi bir kimse benden birşey dilerse, ben dilemeyene daha çok veririm buyurur. Bu itibarla duâ edip birşey dilemekten duâ etmemek yeğ­dir, derler.

Bunların cevabı şudur:

— Duâ, ibâdet makamlarının en büyüğüdür. Onım için duâ etmek gerektir. Kişi, duâ ederken gön­lü Allahtan başka yerde ise duâsı duâ olmaz. Şayet gönlünü bütün âlemlerden çevirip Allahın marifet de­nizinde yok olacak olursa Hakka yakınlığı meydana gelir.

Kul kendi nefsi ile mc.şgûl olursa Hakk Teâlâ’ya va- kın olmaz. Çünkü, kendi şahsî arzusu onu perdeler, Allaha yaklaşmasına mâni olur. Böylece sabit oldu ki,

733

dua kulu Allah Teâlâ’ya yaklaştırır. Öyle olunca duâ en büyük ibâdettir. Zira duâ’dan maksat, kulun Hakka dönmesidir. Küçüklük ve alçaklığını ilâhî huzurda açı­ğa vurmaktır.

imam Fahri Râzî şöyle demiştir:

— Duâ etmekten gaye, kul ile Allah arasında mü­nâsebetin, alâkanın sâbit olmasıdır. Ancak Allah Teâlâ ne dilerse o olur.

Şeyh Mühyiddîn-i Arabi şöyle demiştir:

— Duâ ile dilekte bulunmak, Hakkın emrini tu­tanlar içindir. Zira Hakk Teâlâ Kur'an-ı Kerim’inde: «Bana duâ ediniz. Size icâbet edeyim» buyurdu. Bu şerefli söze uyarak duâ etmek gerektir. Kabûl edilme­si veya edilmemesi O’na aittir.

Şanı yüce olan Allah duâ edenleri överek:

— «Kimi de: Ey Rabbimiz bize dünyâ’da da iyi hâl ver, Ahiret de de iyi hâl ver ve bizi o ateş (Cehen­nem) azâbından koni der» buyurdu. (283)

İmam Fahr-i Râzî der ki:

— Bu duâ bütün dünyâ ve Ahiretin gaye ve he­deflerini kendinde toplar. Zira Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ek­seri bu duâ’yı, hem de şu duâ’yı okur idi:

— Allahım! Benim tabiatımı ve ahlâkımı güzel eyle!..

Ebû Hüreyrc (radiyallâhu anh) Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’dan şu Hadi­si nakleder:

•— Rasûlüllah buyurdu: Duâ ibadetin aslıdır. Al­lahın katında duâ’dan üstün şey yoktur. Duâ, inmiş ve inecek her . türlü kaza’yı def eder. Ömrü uzatır. Kim Hakdan birşev dilemese Allah ona hışmeder.

(2831 Bakara Sûresi, âyet: 201.

734

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Şüphesiz Hakk Teâlâ üç kişinin duâ’sım kabûl eder:

1.            Baba ve ananın çocuklarına duasını,

2.            Misâfirin ev sahibine duâsını,

3.            Güçlük görmüş kimselerin zâlimler üzerine duâsını.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Kim günd<i yüz defa (Lâ Havle ve Lâ Kuvvete illâ billâhil Aliyyil Azîm — Ulu ve yüce olan Allahtan başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur) duâ’sım okusa as- lâ yoksulluk görmez. Zira bu duâ, Cennet hâzinelerin­den bir hazinedir.

Tergîb ve Terhîb de nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

— Kim gece ve gündüz oniki rekât namaz kılsa, iki rekâtta selâm verse, selâmdan örfceki pturuşunda Allahı senâ etse, bana salâvat ge’irse, secdeye varıp yedi defa Ayet’el-Kûrsî'yi okusa ve ardından on kere (Tek olan ve benzeri bulunmayan Allahtan başka Tanrı yoktur, mülk onundur ve Hamd onadır) dese; ondan sonra da (Allahım! Senden, yüce Arşındaki ahidlere sadık kalmayı, kitabının ve ulu isminin rahmçtinin son noktasında oturmayı, ulvî varlığında yok olmayı ve eksiksiz bilgini dilerim) dese, bunlardan sonra ne di­leği varsa ister ve başını kaldırır, selâm verir.

Amma bunu bilmeyenlere anlatmamahdır. Dııâ’sı elbette kabûl edilir.

Hz. Ali (radiyallâhu anh) şöyle der: f

— Duâ ettiğiniz zaman Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a salâ­vat getirin. Hakk Teâlâ o savalâtı kabûl eder. Salavâtı

735

kabul olunca geri kalan duâ’sının da kabûl edileceği umulur, Zira bir kimse bir şahsın bir sözünü kabûl ederse diğer sözlerini de kabûl eder.

Hadisciler şöyle dediler:

— Duâ'yı bitirdiğiniz zaman ellerinizi yüzünüze sürün.

Muhakkıklar da şöyle derler:

— Sağ elini yüzüne sürmek kulun içine, sol elini yüzüne sürmek de dışına işarettir. Dil bunların tercü­mandır. Elleri ile yüzünü silmek hakîkatına, yani içi ve dışı ile Allaha döndüğüne işarettir. Zira insanın yü­zü, Hak nûrunun aynasıdır.

27.  İSTİĞFAR (YARLIĞ DİLEME) BÖLÜMÜ

Allah Teâlâ buyurdu:

— «Hemen Rabbini, hamd ile, teşbih (ve tenzih) et. Onun yarhğamasını iste. Şüphesiz ki O, tövbeleri çek kabûl edendir.» (284)

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Nefsim kudret elinde olan Allah hakkı için, eğer siz günah işlemeseniz ve dolayısıyle tövbe etmese idiniz Hakk Teâlâ bir kavim yaratır, onlar günah işler ve tekrar tövbe ederlerdi. Hakk Teâlâ da onları yarlığa- yıp rahmet ederdi.

_Bu sözden maksat Hakk Teâlâ’nın kullarına karşı rahmetinin çok olduğunu bildirmektir.

Kim günahlarına tövbe eder, Allahtan yarlığ di-

Nasr Sûresi, âyet: 3.

736 lerse, Hakk Teâlâ onun rızkını artırır ve kaygılarını gi­derir.

Eğer:

— Peygamber günah işlemedi, nasıl yarlığanması- nı diler? diye sorulacak olursa, cevabı dört türlüdür:

1.          Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın gönlüne bir parça perde düşse ümmeti için o vakit isliğfâr ederdi.

2.          O dâima Allaha yaklaşmakta ve yükselmekte idi. Bir hâlden bir hâle geçtiğinde evvelki hâline istiğ­far ederdi.

3.          Hicâb mest olmaktan ibârettir. O mest, ken­dinden geçme, Peygambere, Allaha muhabbet yolunda gelirdi.

Peygamber kendini kaybeder idi. Tekrar kendine geldiğinde istiğfâr ederdi. Hakikat sahiplerinin izahı budur.

4.          Zahir âlimlerine göre ise Peygamberin gönlüne tehlike ve. meyillerden çok şey gelirdi. Bu itibarla, o tehlikeli meyilleri def etmek için Allaha istiğfâr ederdi.

Nakledildiğine göre Ali (radiyallâhu anh) bir gün mescidde oturmakta idi. Bir köylü Arap geldi, istiğfâr etti. Hz. Ali (radiyallâhu anh):

— Ey Arâbî! Bu yalancıların tövbesidir, .dedi.

Arabi:

— Ey Mü'minlerin Emîri! Ya doğruların tövbesi nedir? diye sordu.

Hz. Ali (radiyallâhu anh) şöyle dedi:

1.          Geçmiş günahına tövbe eder.

2.          Şimdi o günahı işlemez.

3.          Gelecekte günah işlememeye niyetli olur.

4.          Halkın üzerindeki hakkını verir.

737

5.             Dünyâ tad ve lezzetini tattırdığı nefsine ibâdet acısını ve meşakkatini de tadtırır.

6.             Haram mal ile semiren etini ve kanını Allah yolunda eritir, harcar.

«Ey Rabbimiz' Artık bizim günahlarımızı yarlığa, kusurlarımızı ört, canımızı da iyilerle beraber al.» (285)

28.  TÖVBE İLE İLGİLİ BÖLÜM

Allah Teâlâ buyurdu:

— «Ey iman edenler! Tam bir sıdk-u hulûsa mâlik bir tövbe ile Allaha dönün.» (286)

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— İşlediği günaha tövbe eden o günahı işlememiş gibi olur.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem gene buyurdu:

— Hakk Teâlâ kulun tövbesini can boğazına varın­caya kadar kabûl eder. Ben de günde yüz defa tövbe ederim.

Bilmek gerektir ki, insan bir yönden dört kötü sıfattan meydana gelmiştir:

1.             Behîmî, süfli vasıflardır. Şerler ve şehvetler ondan doğar.

2.             Seb’iyye’dir. Ondan kin, hased ve düşmanlık do­ğar.

3.             Şeytâniyatdır. Ondan hile ve düzencilik doğar.

4.             Rubûbiyet’dir. Bundan da kibir ve kendini be­ğenme duygusu doğar.

(.185) Âl-i İmrân Sûresi, âyet: 193.

\

(286) Et-Tahrîm Sûresi, âyet: 8.

F: 47

738

Tövbesi olmayan, kimsenin nefsi tam olmaz, zâ­lim olur. Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

— «Kim (Allahın yasak ettiği şeylerden) tövbe et­mezse işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.» (287)

Şeyh îmam Gazâlî şöyle der:

— Tövbe üç şeyle sâbit olur:

1.           İlimle,

2.           Hâl ile,

3.           Amelle.

Abdullah El-Ensârî der ki:

— Tövbe üç mertebedir:

1.           Halkın tövbesidir. O çok kulluk etmektir.

2.          Okumuşların tövbesidir. Bu, günahı az işle­mektir.

3.          En üstün seviyede olan kimselerin tövbesidir. Her türlü vaktini zayi etmektir.

Necmeddin-i Kübrâ der ki:

— Tövbe üç makam üzerinedir:

1.          Halkınkidir, Onun tövbesi günahdan dönmek­tir.

2.          Okumuşlarınkidir. Onların tövbesi, gönlünden dönmektir.

3.          En üstün seviyede olanlarınkidir. Onların töv­besi fenâ fillâh — İlâhî varlıkta yok olmak ve Allahın dışındaki şeylerden vazgeçmektir.

Bundan dolayı bazıları tövbe, istiğfârdan sonradır demişlerdir. Nitekim, Hakk Teâlâ buyurur:

(2Ü7) Hucurât Sûresi, âyet.- 11.

739

            «Ey kavınım! Rabbinizden mağfiret isteyin. Sonra yine ona tövbe edin...» (288)

Onun için, halktan tamamen kesilmek ve Allaha yönelmek mağfiretten sonradır.

Arifler şöyle dediler:

— Tövbe beş kısımdır:

1.            Halkın tövbesidir. Onların tövbesi görünen günahtan dönmektir.

2.            Sâlihlerin, iyi kimselerin tövbesidir. Onların tövbesi gizli ve kötü günahlardan dönmektir.

3.            Muttekîlerin tövbesidir. Onların tövbesi Şekden sakınmaktır.

4.            Muhiblerin, Allah dostlarının tövbesidir. On­ların tövbesi, Allahı anmaktan gâf'il olmamak için halktan sakınmaktır.

5.             Ariflerin tövbesidir. Duracağı bir makama ulaşmaktan dolayıdır. Zira makamların sonû yoktur. Öyle olunca Ariflerin tövbesinin sonu yoktur.

Ey Rabbimiz! Duâlarımızı kabul et. Şüphesiz Sen herşeyi işiten ve hakkı ile bilensin. Bizim tövbeleri­mizi de kabûl buyur. Zira sen, tövbeleri kabûl eden ve mü’min kullarından rahmetini esirgemeyen ulusun.

29 TAKVÂ BÖLÜMÜ

Allah »aâla buyurdu:

            «Ey iman edenler! Allahdan korkun. Herkes, yarın için önden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah-

(2X8) Hûd Sûresi, âyet: 52.

740

dan korkun. Çünkü Allah, ne yaparsanız hakkıyle ha­berdardır.» (289)

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Muttekî (Allahdan sakınan) gereksiz olandan korkan ve gerekli olanı terk edendir.

îbni Ömer dedi ki:

— Tanrıdan korkmak, kendini hiç kimseden yeğ görmemektir.

Bazıları:

— Takvâ, Allahdan sakınmak, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a güzel bir şekilde uymaktır, demişlerdir.

Arifler ise:

— Takvâ dört türlüdür, demişlerdir:

1.           Dinin men ettiği şeylerden sakınmak.

2.           Kedini Hak’tan başkasına nisbet etmekten sa­kınmak,

3.           Hakikat Sıfatını Hak’tan başkasına nisbet et­mekten sakınmak,

4.           Gerçek vucûdu Hak’tan başkasına nisbet et­mekten sakınmaktır.

Bu dördüncü kısmı, ancak İlâhî keşfi ve sırrı olan­lar bilirler. Onlar: A’lahm sâdık kulları. Peygamber­ler ve Allah dostlarıdır. Çünkü bunların takvâsı kemâl derecesindedir.

Hakk Teâlâ takvâ sahiplerini şu buvruğu ile beyan eder:

— «İşte Ahirct yurdu! Biz onu yer yüzünde ne

(289)     Haşr Sûresi, âyet: İH.

741

tegallûb, ne .fesâd arzusuna düşmeyeceklere veririz, (îyi) sonuç (Allahın ikabından) sakınanlarındır. (290)

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyur­muştur:

— Tam tasdik, Allahdan ve Peygamberden gelen herşeyi saklamak ve bunlar hususunda kesin inanç üzerine olmaktır.

Gene Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Yakın öğrenin buyurmuştur. Allah’a yakın olanlarla düşüp kalkın demektir.

Bilmek gerektir ki, yakîn’e erenler, işâret ehlidir. İşaret ehli ise kaib ve gönül ehli olanlardır, gönül ve manâ insanlarıdır.

Zaman olur ki, Hakkin nûru gönüllerine inmekle, ilham yolu ile İlâhî sırlar onlara keşf olur, açılır.

Zaman olur ki, sâdık ve doğru rüya ile ilâhı sirk r- dan haberdar olurlar.

Bazanda, rüyada gördükleri gibi İlâhî âlemi uya­nıkken de görürler.

Kim bu mertebeye erer ise şu İlâhî ifâdeye dikkat etmelidir

Ey benim gözümün nûru Ev gönlümün sürûnı' Ben seni sevdiğimden dolayı ne kadar sırların özü ve gördüklerinin hu’âsası varsa ben onları sana açıkladım

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

— «Arttk sakının o ateşten ki onun tutarağı (odu­nu, çırası ocak taşı) insanla o taştır. O (ateş) kâfirleı için hazırlanmıştır.» (291)

(290)      Kasas Sûresi, âyet: 83.

(291)      Bakara Sûresi, âyet. 24.

742

Ebû Hanîfe der ki:

— Bu ayet çok korkulu bir ayettir. Yani kâfirler için hazırlanmış ateşle mü’minieri korkutmanın ma­nâsı:

Yapmakla günah işleyeceğiniz amelden korkun. O sizi, giderek ateşe lâyık kılar. Günah işlemekle imanın yok olması vardır. Zira, küfüre götüreceğinden korku­lur.

Hakk Teâlâ buyurur:

— Allaha itaat edin, Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin...» (292)

Allah’dan farz kıldığı emirlerden, Peygamberlerden de sünnetlerinden dolayı korkun demektir.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir gün bir Sahâbî’ye şöyle bu­yurdu:

— Dünyâ için duracağın kadar mal biriktir, Ahiret için ebedî kalacağını düşünerek amel işle, Cehennem için ateşe sabredeceğin kadar kötülük yap ve Allah için, kendisine dileğin olduğu kadar amel işle, insanın Al­lah’a karşı dileği tükenir mi? Bu itibarla insana dâima sâlih ve makbûl amel gerekmiş olur, insanların ve cin­lerin cn yücesi ve kâinatın efendisi Muhammed (aleyhisselâm) '- ın yüzü hürmetine seni ve bizi Allah bahtiyar ve mutlu kılsın!                                                               

Bundan sonra inşallah, insanoğlunun dönüş yeri olan Ahiret meselelerini, kıyâmet gününün nişanını, Mahşer’i Allahın hesaplaşmak için nasıl kuracağını, İlâ­hî hüküm kürsüsünün nasıl konulacağını, kâfirlere na­sıl azâb edileceğini ve mü’minlere nasıl hitap edilece­ğini açıklayacağım.

(292)   Nisâ Sûresi, âyet: 59.

743

30.  KIYAMET ALÂMETLERİ İLE

İLGİLİ BÖLÜM (I)

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Kıyâmetin nişanları şunlardır:

1.              İlim ortadan kalkar,

2.              Câhiller çoğalır,

3.              Zina (fuhuş) ve Livâta (oğlancılık) artar,

4.              İçki içmek yaygın hâle gelir,

5.              Kadınlar erkeklerden fazla olur. O kadar ki, bir kimsenin eli altında elli kadın bulunur. '

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Kıyâmet kopmadan altı şey meydana gelir, on­dan sonra kıyâmet kopar:

1.              Vebâ (sâri hastalık) çoğalır.

2.              Beyt-i Mukaddes (Kudüs’teki kutsal bina) açı­lır.

3.              ölüm her tarafı kaplar, çoğalır.

4.              Mal hırsı artar, bir kimse birine yüz altun ver­se memnun olmaz.

5.              Araplar arasında fitne çoğalır.

6.              Mü’minler dünyâ’yı ellerine geçirirler. Benî esferle (Rumlarla—.Hıristiyanlarla) andlaşma yaparlar. Ondan sonra kâfirler anlaşmayı bozarlar ve üstün ge­lirler. Benim ümmetimin içine fitne ve kılıç (dü man- îık) girince kıyâmete kadar çıkmaz. Ondan sonrs kıyâ- met kopar.

Hadisçiler şöyle nakletmişlerdir:

— Önce Rumlar çıkar. Firenklerle bir araya gelir­ler Bütün kâfirler aralarında anlaşarak seksen sancak ile batıdan hücum ederler. Her sancakta onikibin kişi

744

bulunur. Böyiece bütün kâfirler, dokuzyüzaltmış bin as. korden meydana gelmiş olur. Yani bir milyondan kırk bin eksik olur.

Şunu bilmek gerektir ki, Muhammed ümmeti önce Şark'ı ve Garb ı ellerine geçirip kâfirlerden alacaklar, üç şehir kalacaktır. Bunlar: İstanbul, Roma ve Ammû- riye’dir (293) Ondan sonra hüküm kâfirlerin olur. Kâ­firlerin üstünlüğü Rumlarla diğer Hırıstiyanlardan ge­lir. Rumların çıkmasından İstanbul’un fethine kadar yedi yıl geçer.

Sevbân (radiyallâhu anh) şu rivâyeti nakleder;

— Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu: (Ben Allah’ın yarat­tığı arzın, en yüce noktasından, doğu ve batı noktala­rını gördüm. Benim ümmetim de O arzın yüceliklerin­den daha başka şeylere ulaşacaktır).

İbni Kesir der ki:

— İlk çağda Buhtunnasır İran hükümdarı iken geldi Kudüs’ü harab etti.

İstanbul o harablığı gördü ve:

— Eğer Tanrının Arşı su üzerinde ise ben de su üzerindeyim dedi.

Hakk Teâlâ kızdı ve:

— Ey kibirlenen! Mü’min kullarımla son zamanda seni harab ederim buyurdu.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Beni Asfar (Rumların—Sarı ırk) A'mâka varma­yınca kıyamet kopmaz.

(2f3) Eu şehirlerden, Ankara yakınlarında, Haymana ova­sında bulunan «Ammûriye» H. 223 yılında Abbasi Halifesi ElMu’tesim tarafından; İstanbul ise 1453 yılında Fatih Sul­tan Mehmed Han tarafından fethedilmiştir. Ammûriye ile ilg’ii Bizans müneccimlerinin, fethedilemeyeceğine dair hu­rafeleri, her nasılsa dinî rivayetler arasına da girmiştir.

745

A’mâk Şam yakınında bir köydür. Kâfirler oraya kadar varırlar. Medîneden İslâm ordusu çıkar ve üç bölük olur. Kâfirlerle şiddetli cenk ederler. Kâfirleri yenip mü'minlerin bir bölüğü kaçarak münâfık olurlar. Bir bölüğünü düşmanlar şehîd ederler. Onlar şehîdlerin en üstünü olurlar. Bir bölüğü galip gelip kâfirleri ko­valarlar ve kırarlar. Ondan sonra İshâk Peygamberin çocuklarından yetmişbin kişi gelir ve İstanbul’u (Lâ ilâ- he illellah Allahû Ekber) diyerek alırlar.

Evvelâ denizden tarafı yıkılır. Ondan sonra bir du­varı daha yıkılır. Hâsılı, üç tarafı da tekbir sesleri ile yıkılır. Gaziler ganimet toplarken Şeytan:

— Ey mü’minler! Dcccâl çıktı, evlerinizi harab ediyor diye seslenir. Bunun üzerine onlar İstanbul’u bırakıp Şam'a gelirler. Ondan sonra halk kötü işler yaparlar. Emanet koşalar hıyânetlik ederler. Ze­kât vermezler. Namaz kılan kimseler azalır. Halk bir­birlerini dinden çıkarmak için gayret ederler. Bütün halk dünyâ inalına düşerler. Erkekler kadınlara uyar­lar.

Çocuklar babalarına ve analarına karşı gelirler. Dostlar birbirini incitirler. Mescidlerde dünyâ sözünü söylerler. Ümmetin sonrakileri evvelkilerine lânet ederler. Ondan sonra Hakk Teâlâ onlara kızıl bir yol verir. Zelzele dünyâda çok olur. Ay ve güneş tez tez tutulur. Halk Dine, Kur’an’a ve Sünnete hürmet et­mez olur. Ondan sonra birbiri ardınca kıyâmet nişan­ları olmaya başlar.

Kıyâmctin alâmetlerinde din âlimleri ihtilâf et­mişlerdir.

Abdullah bin Ömer (radiyallâhu anh) dedi ki:

746

— Peygamberden işittim, şöyle buyurdu: Kıyâme- tin ilk nişanı sarı ırkın çıkmasıdır. Sonra güneşin batı­dan doğmasıdır. (Hadiscilere göre ilk nişanı Şark’dan bir dumanın çıkmasıdır.) Üçüncü nişanı ise Deccâl’ın çıkmasıdır.

Bunlar kıyametin yakın nişanlandır. Ondan sonra Mehdi çıkar.

Ümmü Seleme (radiyallâhu anh) der ki:

— Rasûlüllahdan işittim: Mehdi Fatıma’mn ço- cuklarındandır, Seyyid’dir buyurdu.

Ebû Saîd El-Hudrî (radiyallâhu anh) der ki:

—' Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu: Mehdi bendendir. Ahir zamanda çıkar, yeryüzünde adaletle hükmeder, önce zâlimler yeryüzünü zülm ile tutmuşlardı. Mehdi güzellik ve adaletle dünyâ’ya yedi yıl hükmeder.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Din bizimle başladı, sonunda gene bizimle son bulur. Sizden biriniz o zamana erişirseniz ve onun ni­şanlarını görürseniz ona tâbi olun, uyun. Zira Mehdi merhametlidir ve kendisi de rahmete mazhar olmuş­tur. (294)

Câbir İbni Abdullâh (radiyallâhu anh) Rasûlüllah’dan nakle­der:

— Rasûlüllah buyurdu: Benden sonra oniki Halî­fe gelecek, hepsi Kureyş kabilesinden olacak.

(294)'. Kıyâmet alâmetlerinden olmak üzere geleceğinden bahsedilen Mehdi hakkında daha önce bilgi verildi. Ehl-l sünnetin kıyamet alâmetleri arasında saymadığı Mehdi te ilgili hadislerin bulunuşu, hele bunların tanınmış sahâbîle- re isnadı, bilhassa hadis kritiği yönünden bir hayli düşün­dürücüdür. Bunların mevsûkıyetine karar verilmesine im­kân yoktur.

747

îbni Kesir der ki:

— Onlara Hulefâ-i Raşidin derler. Haşan, Hüse­yin ve Ömer bin Abdûlazîz onlardandır. Allah hepsin­den razı olsun.

31.  KIYAMET ÂLÂMETLERt İLE

İLGİLİ BÖLÜM (II)

Nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş­tur:

— Şu on âlâmet, nişan meydana gelmeyince kıyâ- met kopmaz:

1.             Duman’ın görünmesi,

2.             Deccâl’ın çıkması,

3.             Dâbbetül-Arz (Korkunç hayvan—yer hayvanı)

4.             Güneşin batıdan doğması,

5.             îsâ (aleyhisselâm) ’ın gökden inmesidir.

6.             Ye’cûc ve Me'cûc’un çıkmasıdır.

7.             Doğuda bir bölgenin yere geçmesidir.

8.             Arap adalarından birinin de yere geçmesidir.

9.             Batıda bir bölgenin batmasıdır.

10.           Yemen’deu bir ateşin çıkması ve halkı mahşer yerine sürmesidir.

Bazıları:

— Zâlim bir kavim çıkacak, halkı zülm ile yaka­cak. Fesâd ve zulmetmekte ateşe benzeyecektir, dedi­ler.

Nakledildiğine göre önce Mehdi çıkar, sonra Dec- câl çıkar, diyenler olmuştur. Râfizîler doğdu dedikleri haide henüz Mehdi gelmemiştir. Bazı kimseler batı­dan, bazıları da doğudan çıkacak dediler.

748

Bilmek gerektir ki doğudan çıkan duman batıya kadar .dünyâyı kaplar. Kırk gün kırk gece kalır. Mü'- miıılere dokunursa hasta ve zükkâm (nezle) olurlar. Kâ­firlere dokunursa sarhoş olurlar ve ne dediklerini bil­mezler.

Hz. Ali (radiyallâhu anh):

— Gökten yere duman iner, kırk gün kırk gece kalır demiştir.

Sahîh-i Müslimde nakledilen bir Hadis’e göre Ra- sûl (aleyhisselâm)  şöyle buyurmuştur:

— Ahır zamanda otuz kişi Peygamberlik dava­sında bulunacakiaı, halkı azıtmakta Deccâl gibi olur­lar. Allah Teâlâ onları rezîl eder. Zîra Ahir zaman Pey­gamberi hakikatte benim. Din ve her türlü dini esas­lar benimdir.

32.            DECCÂL’IN ÇIKIŞI İLE İLGİLİ BÖLÜM

Ondan sonra Deccâl çıkar. Halen Umman denizin­de bir adada mahpûstur, hapsedilmiştir.

İbnî Kesîr der ki:

— Hakk Teâlâ insanlara önce şeytanı fitne olarak vcıdi. Sonunda da Deccâl’ı fitne kıldı. Deccâl çıktığı zaman dünyâyı bulutlar kaplar. Kendi yelin önünde bulut gibi yürür. Şam ile Irak arasında gezer. İsfahan­dan yetmiş bin sarıklı Yahudi ona uyar. Bütün dünyâ­yı gezer. Medine şehrine gelmek istediğinde melekler mâni olurlar, şehre girmez.

Ashâb:

— Ey Allahın Rasûlü! Dünyâ da ne kadar eğlenir? diye sordular.

749

Rasül (aleyhisselâm) ;

— Kırk gün durur. İlk günü bir yıl kadar, ikinci günü bir ay kadar, üçüncü günü bir hafta kadar olur. Geri kalan günleri, bayağı günler gibidir. Bir kavim ge­lir, Deccâla iman ederler. Deccâl o kavmin dileklerini yerine getirir. Son bir kavim daha gelir, Deccâl onla­rı da kendine uymaya davet eder, fakat onlar Deccâl'a uymazlar. Bir virâneye erse emreder, bütün malını dı­şarı çıkarır. Kabristana uğrasa ölülere:

— Kalkın der. Şeytan onların şeklinde kalkar. Bir yanında su, bir yanında ateş vardır. Kim Deccâla uymazsa ateşe atar, ateş ona su olur.

Kim uyarsa onu suya atar, o su ateş olur.

Deccâl'in alnında «Kâfir» diye yazılıdır ve gözü kördür. (295)

33.  İSÂ (aleyhisselâm) TN GÖKTEN YERE İNİŞİ İLE
İLGİLt BÖLÜM

Ondan sonra Hakk Teâlâ îsâ (aleyhisselâm) ’ı gökten Şam’da­ki Ümeyye Camiinin doğusııda bulunan «Akminâre»ye indirecektir. Yüzünden inci gibi ter akar ve üç günlük yerden duyulan güzel bir kokusu olur. Hz. îsâ (aleyhisselâm)  Deccâl'ı Kudûs’de «Led» kapısında bulacak, «Harbe» ile vurup öldürecektir. Kanı, yerin tükendiği yere ka­dar akacaktır. Ondan sonra İsâ (aleyhisselâm)  bir kavme Cen­net müjdesi verecek, onlar da ona uyacaklardır. Ondan sonra Hakk Teâlâ İsâ (aleyhisselâm) ’a:

(295)        Deccâl, kıyametten önce çıkacağı bi^nen ve Tanrı­lık iddiasında bulunacağı bildirilen bir şahıstır. Daha son­ra ortadan kaldırılacaktır. Bu, sağlam rivayettir ve Müslil mantarın inançları arasındadır.

750

— Kavminle Tûr dağına çık! diye vahiyde buluna­cak. Hz. îsâ kavmi ile dağa çıkacak.

Ondan sonra Allah Ye’cûc ve Me’cûc'u çıkaracak. Ye’cûc ve Me'cûc yeryüzünde çok karışıklık meydana getirecekler. Kudüs’e de gelecekler ve:

— Yeryüzündeki bütün insanları öldürdük. Şimdi de göktekileri öldürelim diyerek oklarını gökyüzüne doğru atacaklar.

Ondan sonra Hakk Teâlâ, develerin burnundaki kurt­lar gibi küçük kurtlar gönderecek, o kurtlar onları bir defada yok edecekler.

Ondan sonra Hz. İsa ve kavmi Tûr’dan inerler. Fa­kat onların leşlerinden rahatsız olurlar, İsâ (aleyhisselâm)  duâ edecek, Allah taâia da deve boynu büyüklüğünde kuş­lar gönderecek, o kuşlar onların leşlerini denize ata­caklar. Böylcce yeryüzü arınacak, otlar ve ağaçlar bite­cek, yemişler verecekler.

tbnî Kesir der ki:

— İsâ (aleyhisselâm)  Deccâl’ı öldürünce, yeryüzü emin olup, kurt koyunla yürüyecek. Harab olmuş şehirler yeniden kurulacaklar.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— İsâ (aleyhisselâm)  gökten yere indiği zaman adaletle, gü­zel bir idare ile hükmedecek, bütün putları ve haç’ları kıracak. Ondan sonra İsâ (aleyhisselâm)  Hz. Mehdi ile buluşa­cak. Namaz vakti olunca İsâ (aleyhisselâm) :

— Gel ey Mehdi! İmam ol namaz kılalım diyecek.

Mehdi:

— Ey İsâ! Sen Peygambersin, imam olmaya sen lâyıksın, diyecek

İsâ (aleyhisselâm)  da:

751

— Ey Mehdi Gel sen imam ol, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’m oğlusun, imam olmağa sen lâyıksın, diyecek. Ondan sonra Mehdi imam olup namaz kılarlar. Isâ (aleyhisselâm)  Sultan olup yedi yıl halka hükmeder. (296)

Muhamıııed bin Kâb (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Kitapta gördüm ki, Ashâb-ı Kehf gelip îsâ (aleyhisselâm) ’a yardım ederler, îsâ (aleyhisselâm)  yedi yıl sonra Kâbe’- ye gider.

34.  DÂBBET’ÜL—ARZIN ÇIKIŞI İLE
İLGİLİ BÖIÜM

Ke.şşâf Sâhibi Zemahşerî der ki:

— Dabbet’ül-Arz (yer hayvanı) çıktığı zaman yer, harekete gelir ve yarılır. Dâbbet’ül-Arz Mekke’de Safa tepesinin altından çıkar. Mekke’de iki dağ (tepe vardır: Safâ ve Merve. O Safâ’dan çıkar. Sağ elinde Hz. Mû- sâ’nm Asâsı, sol elinde Hz. Süleyman'ın yüzüğü bulu­nur. Asâ ile mü’minlere vurur. Yüzleri nurla parlar ve «Mü’mindir» diye alımlarına yazılır Yüzüğü kâfirlerin alnına basar. Yüzleri kara olur ve almlarma «kâfirdir» diye yazılır. Ondan sonra mü’minlere:

— Ey falân! Sen Cennetliksin derler. Kâfirlere ise:

— Ey falân! Sen Cehennemliksin, derler.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

— «ö söz (ün manâsı) kendilerinin aleyhinde (ta­hakkuk edip) vukû (ve zuhûr)’a geldiği zaman yerden bunlar için bir dabbe çıkarırız ki bu, onlara insanların

(296)       Daha önce de işaret edildiği gibi, sahih rivayetlerde Mehdi’den bçhis yoktur.

(297)       Nemil Sûresi, âyet: 82.

752

ayetlerimize kat'i bir kanaat beslemez olduklarını (baş­larına kakarak) söyler.» (297)

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Dâbbetü’l-Arz’ın deve ayağı gibi dört ayağı, kuş gibi kanatları vardır. Başı öküz başına, gözü domuz gözüne, kulağı fil kulağına, boynuzu gergedan boynu­zuna, boynu deve boynuna, göğsü Arslan göğsüne, rengi kaplan rengine, kuyruğu koç kuyruğuna benzer. Hasılı, bütün ranklerden gövdesinde renk vardır. Yerden an­cak üç günde çıkar, başı buluta değer. Halk iki bölük olur. Bir bölüğü kaçar, bir bölüğü de huzura kavuşur­lar. Arapça:

— Kendi nefsine (asıklıkla zulmeden kimseye Al­lah lânet etsin, der.

Mehdi de Çin ülkesine gider. Orada evlenir, bir oğlu doğar. O çocuk son doğan çocuk olur. Ondan son­ra dünyâ’ya kısırlık yayılır. Artık çocuk doğmaz. Halk kırılır ve imanlı kimseler tükenir.

35.  GÜNEŞİN BATIDAN DOĞMASI İLE
İLGİLİ BÖLÜM

İsâ (aleyhisselâm)  zamanında güneş batıdan doğar. Güneş batıdan doğduğu zaman halk onu görür, tövbe edip imana gelirler. Amma imanları fayda vermez. Meğer ki güneş batıdan doğmadan önce iman etmiş olsun.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Güneş battıktan sonra Arş’ın ayağına varır ve secde ederek doğudan doğmayı diler. Hakk Teâlâ tekrar doğmasına izin vermez. Güneşin batıdan doğacağının nişanı üç gün doğmamasıdır. Gece ibâdeti yapan âbid- ler, gece namazına dururlar. Görürler ki, sabah olmaz.

753 O zaman anlarlar ki, söylenen gün gelmiştir. Tövbe ve istiğfar ederler. Üç gün sonra güneş batıdan doğar. Öğle yerine geldiğinde ay doğar. O da öğle yerine gelir ve güneşle ikisi bir araya gelirler.

Hakk Teâlâ bunların aydınlığını giderir. Kapkara olurlar. Bir zaman gökte dururlar. Ondan sonra gene batıdan batarlar. Ondan sonra güneş tekrar doğudan doğar ve tövbe kapısı kapanır.

36.  TÖVBE KAPIŞINIM KAPANMASI

İbnî Abbâs şu rivâyeti nakletmiştir:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu: Tövbe kapısı batıdadır. İnci ve yakutla süslenmiş altından iki kanadı vardır. İki kanadının arası kırk yıllık yoldur. Hakk Teâlâ bütün halkı yarattığındanberi o kapı açıktır. Halen de açık bulunmaktadır. O vakit kapanır. Ondan sonra da kim­senin imanı kabûl edilmez. Zira tövbe kapısı kapan­mış, kıyametin nişanı görülmüştür. Artık görmeden iman olmaz.

Ondan sonra tsâ (aleyhisselâm)  Medine’ye varır, Araplardan bir kadınla evlenir. O hanımdan kızları doğar. Gökten indikten sonra kıık yıl yaşar. Sonra ölür ve Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın yanına onu defnederler.

37.  YERYÜZÜNDEKİ ÇÖKÜNTÜLERLE
İLGİLİ BÖLÜM

Ondan sonra üç yer aşağı geçer. Biri doğuda, biri batıda ve biri de Arap adalarında olur. Ondan sonra da Kur’an mushafdan götürülür. Kur’an götürülürken arı sesi gibi ses çıkarır. Hakk Teâlâ:

F: 48

754

— Niçin böyle inlersin? buyurur.

Kur’an:

— Ey .Rabbim! Kimse beni okumaz oldu. Okuyan- iar da benimle amel etmezler, der.

Secâvendi rivayetinde der ki:

— Kur’an: «Ey Rabbim! Senden geldim ve gene sana varırım, sende gizlenirim» der.

Keşşâf’da nakledildiğine göre Hakk Teâlâ hazretleri dünyâ'yı kılıçla, deprenmekle, ateşle yakmakla, su bas­makla ve hastalıkla helak edecektir. Mekke harab ola­cak. Habeşden bir kavim gelecek Mekke’yi ve Kabe’yi yıkacak. Medine kıtlık ve açlıkla harab olacak. Basra suya geçmekle. Küfe yıldırımla, dağlar yıkılmakla he­lak olacak. Horasan ve diğer bütün şehirler harab ol­makla yok olacaklar. Ondan sonra Hakk Teâlâ tatlı bir yel verecek. Gönlünde zerre kadar imanı olanlar öle­cekler, yeryüzünde hayırlı kimse kalmayacak. Geri ka­lan halkın hepsi kâfir olacak.

Ebû Saîyd El-Hudrî Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’dan şu rivâ- yeti nakleder:

— Hayvanlar insanlarla konuşmadan kıyâmet kop­maz. İnsanın başında ve ayağında ne varsa kendisi ile konuşur.

Şeyh Muhyiddîn-i Arabi der ki:

— Son zamanda, bir oğlanla beraber bir de kız doğar. O oğlanın başı kızın ayaklarına bitişik olur Ondan sonra çocuk doğmak Bu Çin ülkesinde olur ve o ikizler Mehdi neslindendir.

Ebû Âliye der ki:

—Ondan sonra yıldırımlar çoğalacak, güneşin par­laklığı gidecek. Yıldızlar dökülecek. İnsanlar cinlere,

755

cinler insanlara karışacak. İnsanların işleri hayvandan seçilmez. Cinler:

— Gidelim denizleri görelim, nasıldır? derler. Gi­derler ve görürler ki, denizler ateş olmuş. Kıyâmetin yaklaştığını anlarlar ve gelip insanlara haber verirler,

Bölüm:

Müminler doğru yolda olurlarsa ümmetin ömrü bin yıl olacaktır. Nitekim Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle bu­yurur:

              (Ümmetim doğru yolda olursa onların ömrü bin yıldır. Doğru yolda olmazsa onun yarısıdır).

Şeyh Muhyiddin, Rûhu’l-Kudüs adlı kitabında şöy­le buyurmuştur:

— Ben ve kıyâmet ikimiz beraber geldik diyerek iki parmağım gösterdi. Lâkin ben ondan biraz önce gel­dim.

Yeryüzünde müminlerden kimse kalmayıp, dünya kâfirlerle dopdolu olunca o vakit sûr’a üfürülür.

38.              SÛR’UN ÜFLENMESİ İLE İLGİLİ BÖLÜM

Allah Teâlâ buyurdu:

              «Sûr’a üfürüleceği gün(ü) de (hatırla)ki (o gün) —Allahın diledikleri müstesnâ olmak üzere— artık göklerde kim var, yerde kim varsa hepsi dehşetle kork­muştur. Her biri hor ve hakir ona gelmişlerdir.» (298)

Hakk Teâlâ fsrâfilc Sûr'u çal der. îsrâfil o sûru ça­lar. Bütün canlılar helâk olurlar. Hakk Teâlâ ondan son- ra ölüm meleğine emir verir. Sağ elile Arş'ın, sol eli ile Kürsî'nin ayağına yapışır. Bütün ruhları bir anda kab- zeder, öldürür.

(298)         Nemil Sûresi, âyet: 87.

756

Nakledildiğine göre Sûr’a üflenmesinden sonra kimse kalmaz. Yalnız dört melek kalır. Onlar: Cebrail, Mîkâil, İsrâfîl ve Azrâîl (aleyhisselâm) ’dır.

Ondan sonra Hakk Teâlâ, Azrâile:

— Îsrâfîlin canını al! diye buyurur. O da ahr.

Ondan sonra Hakk Teâlâ:

— Ey Azrail! Mikail’in canını al! buyurur. O da ahr.

Ondan sonra Hakk Teâlâ:

— Ey Azrail! Sen de kendi canını al! buyurur. Az­rail de alır.

Ondan sonra Hakk Teâlâ:

— Ey Cebrâil! Kim kaldı? buyurur.

Cebrâil:

— Sen Bâkî ve Dâim olan Sen ve fâni olan Cebrâil kaldı, der. Sahih olan, sona Azrâilin kalmasıdır. İkisi de nakildir.

Ondan sonra Hakk Teâlâ:

— Ey Azrâil! Senin de ölmen gerektir buyurur. Böy- lece Azrâil de secde ederek kanatlarını bırakır ve ölür.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

— «Onun zatından başka herşey helâk olucudur. Hüküm onundur ve siz ancak ona döndürül(üp götü- rü)eceksiniz.» (299)

Nakledildiğine göre Abdü’l-Allâm, Bahrü'l-Kelâm adh eserinde şöyle demiştir:

— Yedi şey helâk olmaz:

1.             Kalem,

2.             Levlı,

3.             Arş,

(i'99) Kasas Sûresi, âyet: 88.

757

4.                Kûrsî,

5.                Cennet,

6.                Cehennem,

7.                Ruhlar.

Kâdî Beydâvî der ki;

— Hakk Teâlâ'nın bunları, göz açıp-kapayıncaya ka­dar öldürmesi ve tekrar diriltmesi câizdir, Allah için kolaydır. Geri kalan halk ölür, bunlar ölmezler.

39.  BÖLÜM

İmam Gazâlî Dürretü’l-Fâhire adlı kitabında şöyle der:

— İsrâfil sûra ülürdüğünde dağlar parça parça olup havada uçarlar. Denizler birbirine koyulur. Güneş ve Ay kapkara olup dururlar. Yıldızlar dökülür. Gökler de­ğirmen gibi tez tez dönerler. Yerler hereket ederek dep­renir. Bazen uzahr, bazen de kısalır. Halk helâk olup gittikten sonra yeryüzü kırk yıl harap olup kalır.

Nakledildiğine göre dünya’nın ömrü yetmişbin yıl­dır. Atmışikibindokuzyüzatmış yıl olduğunda Adem ye­re indi, Yedibin yıl Adem oğullarının hükmü oldu. Kırk yılda, bütün insanlar gittikten sonra vardır. Böylece bu cümle yetmişbin yıl ile tamam olur.

Yetmişbin yıl tamam olunca dünya’nın sonu gelir.

Ondan sonra Hakk Teâlâ buyurur:

— «Bugün mülk kimindir?» (300)

Cevap verecek hiç kimse bulunmaz. Allah kendi

(300)          Mii'min Sûresi, âyet’ 16.

758

kendine cevap verip buyurur: «Bir olan (herşeye hâkim ve) kahhâr olan Allahındır.» (301)

Ondan sonra Hakk Teâlâ:

— Ben herşeye gücü yeten hükümdarım. Benden başkasına tapanlar ve bana ortak koşanlar hani nere- de? diye sorar.

Ondan sonra sakır cehenneminden bir kapı açar. O kapıdan ateş yalabı çıkar. Yerle gökler arası ateşle dopdolu olur. Ondan sonra Hakk Teâlâ. Arş hâzinelerin­den bir hazine açar. Oradan insanın bel damlacığı gibi hayat denizinden yeryüzüne yağmur yağar. O su yerden yukarı kırk Arşın kadar dolar.

Ondan sonra Hakk Teâlâ ölmüş bedenlere buyurur. Onların bedenleri tekrar yaratılır ve ruhları gelince de kabire girdikleri gibi olurlar. İnsandan küçük bir ke­mik vardır. O hiç çürümez. Sinirlerin olduğu yerde bu­lunur. Hakk Teâlâ bütün Adem oğullarını o kemikten ye­niden yaratır.

Ondan sonra Hakk Teâlâ yele buyurur. Arşın altın­dan eser. Yerde ne kadar gizli şey varsa meydana çı­kar. Ondan sonra Hakk Teâlâ, îsrâfîli yaratır. Sûr elinde olur. O sûrun, ruhlar sayısınca delikleri bulunur. İsra­fil o sûru bir defa daha çalar, bütün ruhlar bedenleri­ne girerler.

Mukâfil (radiyallâhu anh) der:

— İsrâfîl Sûru, Kudüs’de sahra taşının üstüne çı­kıp çalar. Ondan sonra da şöyle der:

— Ey çürümüş kemikler! Ey dağılmış etler! Ey ke­silmiş damarlar! Bedenlerinize girin.

(301)    Mü’min Sûresi, âyet: 16.

759

Onlar da bayağı eskisi gibi cisim olurlar. Ruh ge­lir, bedenini hazır olmuş bulur.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— O sûrun dört budağı vardır. Biri doğuda, biri batıda, biri yedi kat yerden aşağıda ve biri de yedi kat gökten yukarıda bulunur. Ve yine o Sûr altı mertebe­dir.

Peygamberlerin canı birisinde, meleklerin cam bi risinde, cinlerin canı birinde, insanların canı birinde, şeytanların canı birinde ve hayvanların canı birinde bu­lunur. İsrâfilin Sûr’a bir üflemesinden diğer üfleleme- si arasında kırk yıl geçer.

Bazıları:

— Şeytan ilk üflemeye kadar kahr. Ölüm meleği şeytanın canını yetmiş azap meleği ile alır. Ondan son­ra Hz. Adem ile Hz. Hayvâ’ya gelirler, şeytan öldü der­ler, Adem ile Havva, şeytanın ölmesinden dolayı çok sevinirler.

40. HAŞİRLE İLGİLİ BÖLÜM

Dünya halkı tamamen yok olunca, her zaman diri ve var olan Allah onları tekrar diriltir.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ halkı haşretmeyi di­leyince İsrâfîli, Ccbrâili, Mikâili ve Azrâîli yaratır. Bir başka rivayette Muhammed Mustafa’yı yaratır. Zira ilk defa onu yaratmıştır, bu ikinci yaratışta da gene onu ilk 'olarak yaratır.

Hakk Teâlâ, İsrâfîl ve Cebrâîli yaratınca onları Cen­nete gönderir; Varıp Cennetin kapıcısı Rıdvana Cenne­ti Hz. Muhammed (aleyhisselâm)  ve ümmeti için süslemesini söylerler.

760

Ondan sonra Cebrail (aleyhisselâm)  Cennetten bir Burak, Livâü’l-Hamd’i ve iki hülle alıp Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a ge­lir. O Burak’ın iki kanadı vardır. Yer ile gökler arasın­da uçar. Yüzü insan yüzü gibidir. Arapça konuşur.

Hakk Teâlâ:

— Ey Cebrail' Burâk’ı eğerle! Altından bir eğer vur ki, yanları yeşil zümrütten, üzengileri altından olsun, buyurur.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Ey Rıdvân! Bugün Burâk günüdür. Müminlere kavuşma, kâfirlere ayrılma günüdür. Ondan sonra yer­yüzüne gelirler. Yerden göğe kadar bir direk gibi du­ran bir nûr görürler. Muhammed Mustafa’nın kabrinin o olduğunu anlarlar. îsrâfil (aleyhisselâm)  gelip:

— Ey temiz can yukarı (dışarı) çık! Bugün hesap günüdür, der.

Ondan sonra yer yarılır ve Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kâb- rinden dışarı çıkar. Nitekim buyurur:

— (Kıyamet gününde yerden çıkanların ilki ben olacağım).

Hz. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem kabrinden kalkıp kabri üzerine oturur, başındaki ve sakalındaki toprağı giderir. Ondan sonra Cebrâil (aleyhisselâm)  Burâk ve Hülle getirir. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Ey Cebrâil! Bugün hangi gündür? diye sorar.

Cebrâil de:

— Bugün kıyâmet günüdür. Kâfirler için hasret ve nedâmet günü, müminler için kavuşma ve saadet günü­dür, der.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Ey Cebrâil! Bana müjde ver, der.

Cebrâil (aleyhisselâm) ;                                      ı

761

— Ey Muhammedi Livâü’l-Hamd ve Taç benim ya- nımdadır, der.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Senden onu sormuyorum, buyurur.

Cebrail:

— Cennet süslendi ve Cehennem hazırlandı, der.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Senden onu da sormuyorum, günahkâr ümmeti­min hâli nasıldır? Onu sormak istiyorum, buyurur.

İsrafil (aleyhisselâm) :

— Tanrı hakkı için daha sûru üfürmedim, der.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— İşte şimdi gönlüm hoş oldu ve gözüm açıldı, der.

Ondan sonra Tâc'ı ve Hülleyi alıp giyer, Burâk'a biner ve secde eder. Bir ses gelir ve şöyle der:

— Secde etme! Başını kaldır. Bugün rûkû ve su- cûd günü, namaz kılma günü değildir. Hesap ve Azâb günüdür. Başını kaldır, hacetini iste.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Allahım! Bana ümmetimi bağışlayacağını vaadettin, der.

Hakk Teâlâ:

— Sen râzı oluncaya kadar bağışladım, buyurur.

Ondan sonra Hakk Teâlâ:

— Ey İsrâiîl! Sûr’unu çal, buyurur. îsrâfîl (aleyhisselâm)  âûr’unu tekrar çalar. Melekler, insanlar, hayvanlar, cin­ler ve cân kavmi Hakk Teâlâ’nm emri ile tekrar dirilip kabirlerinden kalkarlar.

762

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

             0« anda görürsün ki (ölüler dirilip) ayakta bakı­nıp duruyorlar.» (302)

O vakit ki, kabirlerinden kalkarlar, anadan doğma kalkarlar. Müminlerin yüzü ak, kâfirlerin yüzü kara olur. Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

              «O günde ki nice yüzler bembeyaz olacak, nice yüzler de kapkara kesilecek.» (303)

Müminlerden bazılarının yüzleri kandil gibi parlak olur ve kabirleri üzerinde bin yıl dururlar. Ondan sonra batıdan bir ateş görülür. O ateş arı sesi gibi ses çıkarır. Ondan sonra bu halk mahşer yerine gelirler. Kiminin ameli nûr gibi olur, kiminin ameli hayvan suretinde olur. Halkın nûru, ameline göre olur. Ayakları ile yü­rümesi dahi ameline göre olur.

Müminlerin ameli güzel ve hoş bir koku ile gelir ve sahibine:

— Beni bilir misin? diye sorar.                                        >

O kimse:

— Yok bilmiyorum, der.

Kişinin ameli:

— Dünya’da ben senin sırtına binmiştim. Bugün sen benim üzerime bin der. Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

             «Müttekîleri O çok esirgeyici (Allahın) huzuru­na (suvârî elçiler gibi) toplayacağımız ... gün.» (304)

(302)       Zümer Sûresi, âyet: 68.

(303)       Âl-i İmrân Sûresi, âyet: 106.

(304)       Meryem Sûresi, âyet: 85.

763

Yani müttekîler, Allah yolunda yürümüş olanlar, altın ve yakuttan eğerli at ve deve ile gelirler. Nurdan iki de kanatları vardır.

Kâfirlerin aineli çirkin biçimde ve kötü bir koku ile gelip sahibine:

— Beni bilir misin? diye sorar.

O kişi:

— Yok bilmiyorum, der.

Onun ameli:

— Ben senin kötü amelinim. Dünya'da sen benim üzerime binerdin. Bugün ben senin üzerine bineceğim, der. Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

— «Nihayet kendilerine ansızın kıyamet gelip çat­tığı zaman, onlar (günah) yüklerini sırtlarının üstüne yükleyerek, diyecekler ki: (Hayatta) yaptığımız taksir­lerden dolayı eyvah bize! Dikkat edin, ne kötüdür o yüklenip taşıyacakları şeyler!» (305)

Haberde gelmiştir ki, kıyâmet günü olduğu za­man Hakk Teâlâ ruhları kâbirlerine gönderir. Melekler müminlerin kabirleri üzerine gelirler. Başlarındaki top­rakları giderirler. Yalnız alnı ile yüzündeki topraklar kalır. Melekler o toprakları da gidemek isterler, o top­raklar gitmezler.

Hakk Teâlâ buyurur:

— Ey meleklerim! O yüzlerindeki toprak yaban toprağı değildir, bilâkis mihrâp ve secde toprağıdır. O toprakla Sıratı geçerler ve Cennete girerler. Hattâ kim görürse bilir ki, o kimse Tanrının mümin kuludur.

Nakledildiğine göre Hz. Âişe (radiyallâhu anh), Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’a şöyle bir sual sormuştur;

{305) El-En’âm Sûresi, âyet: 31.

764

— Ey Allahın Rasûlü! Halk kıyamet gününde na- sil haşr olur?

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Başı kabak, çıplak ve yalınayak koparlar.

Âişe (radiyallâhu anh):                                     

— Ey Allahın Rasûlü! Ben o halde utanırım, dedi.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— İş senin söylediğinden daha da zordur. Zira halk korku ve dehşetten birbirine bakmazlar. Gözlerini göğe dikerler, yemeden ve içmeden kırk yıl öylece dururlar. Ondan sonra Hakk Teâlâ hazretleri bunları esirger. Ken­dine yakın meleklerine buyurur. Arş-ı Alayı mahşer yerine getirirler. Asla kan dökülmemiş ve günah işlen­memiş gümüş gibi ak ve temiz bir yere koyarlar. Ondan sonra Arşı getiren melekler seslenirler. İnsanlar ve cin­ler bunu işitirler:

— Hani lalan oğlu falan’ derler. O çağırılan da:

— Benim! der. Eğer onun iyilikleri varsa melekler onu durak ehline bildirirler.

Yine melekler:

— Zâlimler gelsinler! diye seslenirler. Zâlimler de gelirler ve ayakları üzerinde dururlar. O gün onların elleri, ayakları ve dilleri işlediklerine tanıklık ederler. Eğer yaptığı iyilikler varsa alıp o zulmettiği kimseye verirler. Eğer yoksa, zulmettiği kimsenin kötülüklerini alıp o zâlime verirler. O gün de hiç kimseye zulmedil­mez. Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

— «Bugün herkes ne kazandıysa onunla karşılana­cak. Bugün haksızlık yok. Şüphesiz ki Allah, hesabı çarçabuk görendir.» (306)

El-Mumin Sûresi, âyet: 17..

765

İbni Abbâs-fR.A.):

— Hz. Rasui (aleyhisselâm) ’dan önce Ibrâhim (aleyhisselâm)  hılat giyer, demiştir.

Muhakkıklar:

— Nemrûd, çıplak ateşe attı ve o Allah yolunda çıp­lak kaldığı için önce hılatı (elbiseyi) Ibrâhim (aleyhisselâm)  giyer, dediler.

Halk çıplak mahşere varırlar, sonra Cennetten gi­yecekler gelir ve giyerler.

Nakledildiğine göre İbni Kesir şöyle demiştir:

— Halk kabirlerinden kalktıkları zaman dağları atılmış yün gibi görürler. Suları çekilmiş, ağaçları ku­rumuş, denizleri sağulmuş, yer dümdüz olmuş, şehirler ve mamûreler viran olmuş, ay, güneş ve yıldızları kap­kara olmuş olarak görürler. Kabirden çıktıktan sonra bunları öylece görecekleri sahih ve doğru görüştür.

Müfessirler şöyle derler:

— Kıyamet gününde bütün halkın başı kayısı olur, kimse kimseye bakmaz.

ibni Abbâs derk i:

— Müminler bir saat kendilerini bilmezler, ondan sonra bilirler. Kâfirler aslâ kendilerini bilmezler. Nite­kim Hakk Teâlâ buyurur:

— «Sûra üfürüldüğü zaman da artık aralarında o gün (böbürlenecekleri) soyları soplar(ı) olmadığı gibi (birbirilerinin halini) de soruşamazlar onlar.» (307)

(307) El-Mü’minin Sûresi, âyet. 101.

766

41.  YERİN VE GÖKLERİN DEĞİŞMESİ
İLE İLGİLİ BÖLÜM

Allah Teâlâ buyurdu:

— «O gün ki yer başka bir yere, gökler de (başka göklere) tebdil olunacaktır.» (308)

Keşşâf sâhibi der ki:

— Göklerin nasıl değişikliğe uğrayacağında ihtilâf vardır. Bazılarına göre yerlerin ve göklerin sıfatları, kendilerine has durumları değişir. ^Dağlar yürür ve de­nizlerin suyu çekilir. Yeryüzü dümdüz olur.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Gökler değişir demek, yıldızlar, ay ve güneş tu­tulup kapkara olur; gökler bölük bölük olurlar, demek­tir.

Bazıları:

— Hakk Teâlâ —Allah bilir— kıyâmet için ayrı bir yer yaratır, dediler.

Hz. Ali (radiyallâhu anh) dedi ki;

— Bu yer değişecek demek, yer ak gümüşten, gök­ler ise altından olacak demektir.

Kudüs’lüler şöyle derler:

— Hakk Teâlâ kıyâmet gününde Kudüs’dçki Sahra taşını ak mercandan yapacak, îsrâfîle ve meleklere; Arşı, Cenneti, Cehennemi, müminleri, kâfirleri, Mizânı ve Sıratı getirmelerini buyuracak.

Hakk Teâlâ kullarına hükmedecek. Halk iki bölük olacak. Bir bölüğü Cehenneme, bir bölüğü Cennete gi­deceklerdir.

(:i08; İbrahim Sûresi, âyet: 48.

767

Ebû Saîyd El-Hudrî şu rivayeti nakletmiştir:

— Rasûlûlah buyurdu: Hakk Teâlâ yeryüzünü bir ekmek yapar. Halk Cennete girdikleri vakit önce bu ekmeği yerler. Sonra da balık ciğeri yerler.

Hz. Âişe (radiyallâhu anh):

— Ey Allahın Rasûlü! Kıyamet gününde hiç aileni anar mısın? diye sordu.

Rasûi (aleyhisselâm) ;

— Üç yerde anılmazsınız. Biri Sırât, biri Mîzân ve biri de amel defterleri okunurken, buyurdu.

Âişe (radiyallâhu anh):

— Yâ Rasûlüllah! Bu yer başka bir âleme dönünce bu kadar halk nerede bulunurlar? diye sordu.

Rasûi (aleyhisselâm) :

— Ey Âişe! Öyle birşey sordun ki, daha önce hiç kimse bunu bana sormadı. Ey Âişe! O gün bu yer deği­şince halk Sırât üzerinde bulunacak.

Abdullah bin Ömer (radiyallâhu anh) şu rivâyeti nakleder:

— Rasûi (aleyhisselâm)  buyurdu ki: Hakk Teâlâ kıyamet gü­nünde gökleri dürüp kudret elile sağ eline alır, yerleri dürüp kudret kabzasına alarak.

— Hani kibir ve azamet taslayan* zâlimler? buyurur.

Nitekim Kur'anı Kcriıfıinde şöyle buyurmuştur:

— «(Müşrikler) Allahı hak (ve lâyık) olduğu vech ile takdir etmediler. Halbuki kıyamet günü (küre-i) arz toptan (ancak) onun bir kabzasıdır. Gökler de onun sağ eliyle (toplanıp) dürülmüşlerdir (dürüleceklerdir). O, (müşriklerin kendisine) kata geldikleri ortaklardan mü- nezzehdir, çok yücedir.» (309)

İmam Fahri Razı Tefsir-i Kebîrinde şöyle der:

^09) Zümer Sûresi, âyet: 67.

768

— Hakk Teâlâ sağ elile tuttu demek, herşeye ihatası vardır, demektir.

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyur­muştur:

— Kur’an okuyanlar kabirlerinden kalkınca Kur'an gelir ve:

— Beni bilir misin? diye sorar.

O kimse:

— Yok bilmiyorum, der.

Kur’ân:

— Ben gece ve gündüz okuduğun Kur’anım der, onun başına Tac koyup elbiseler giydirir.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Kıyamet günü olunca halk sadakalarının gölge­sinde bulunur. Kim sadaka verirse kıyamet korkusun­dan emin olur. Mümin kabrinden kalktığı zaman şada* kası bir kubbe şeklinde gelir, onun üzerinde durur ve o günün ısısından onu korur.

Ebû Hûreyre (radiyallâhu anh) şu rivayeti nakleder:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu: Kıyamet gününde halk üç bölük olup mahşer yerine gelirler. Bir bölüğü zincirli olarak, bir bölüğü yayan ve bir bölüğü de yüzleri üze­rinde yürüyerek gelirler.

Ashâb:

— Ey Allahın Rasûlü! Yüzleri üzerine nasıl yürür­ler? diye sordular.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Ayakları üzerinde yürütmeye muktedir olan Allah yüzleri üzerine de yürütür, buyurdu.

Nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş­

tur:

169

— O gün inananlar yüzyirmi sal olur. Seksen salı Muhammed ümmeti, kırk safı ise geri kalan Peygam­berlerin ümmetleridir. Her safın uzunluğu doğudan ba­tıya kadardır. Müminlerin nişanı, elleri, yüzleri ve ayak­larının abdest suyundan ak olmasıdır.

Peygamber (A S.) buyurdu:

— Önce ben ümmetimi önden çekerim, tsâ da ar­dından sürer. Ümmetime Sıratı geçiririm, helâk olmaz­lar. Amma kâfirleri ztbâniler yüzleri üzerinde çeke çe­ke cehenneme bırakırlar. Her kâfir bir şeytanla bağ­lanmış olur.

İmam Gazali der ki:

— Kıyamet günü olunca önce, yüzleri yıldız gibi parlayan bir kavim gelir. Melekler:

— Sizin ameliniz nedir? diye sorarlar.

Onlar:

— Abdest aldığımızda ezan okunurken alırdık, der­ler.

Ondan sonra yüzleri tam ay gibi bir başka tâife ge­lir. Melekler:

— Sizin ameliniz nc idi? diye sorarlar.

Onlar:

— Biz abdesıi vaktinden önce alırdık, derler.

Ondan sonra başka bir tâife gelir Ki, yüzleri güneş gibi olur. Melekler onlara:

— Sizin ameliniz ne idi? diye sorarlar.

Onlar:

— Biz ezanı nıescidde işitirdik, derler.

Ondan sonra Hakk Teâlâ, meleklere buyurur kİ, gök­leri düreler ve yere inçler.

Hakk Teâlâ buvurdıı:

F: 49

770

— «O gün gök, beyaz bulutlar (çıkıp), parçalanacak, melekler (ellerinde amel defterleri bulunduğu halde hesap için) indirilecek, indirilecek.» (310)

Ayetteki Gamâm bir şeydir ki, ak buluta benzer, gökten yukarıda bulunur.

Nakledildiğine göre birinci kat gök yarıldığı zaman oradaki melekleri Allah yere indirir. Sayılan yeryüzün- deki melekler, insanlar ve cinlerin on kat sayısıncadır.

Halk onlara:

— Tanrımızın emri içinizde midir? diye sorarlar.

Onlar:

— Yok lâkin onun emri gelir, derler.

Hattâ yedi kat göğün melekleri bu şekilde yere iner­ler. Ondan sonra o zaman açılır.

Hakk Teâlâ, hesap görmek için bir ak bulutun gel­mesini emreder. Ondan sonra bu halkın amel defterleri gelir. Ondan sonra Hakk Teâlâ meleklere herkesi kıya­met yerine getirmelerini buyurur.

Melekler bütün alemlerin ardında bir halka gibi olup dururlar.

Ondan sonra Hakk Teâlâ ikinci kat göğün melekle­rine buyurur. Onlar da evvelki gibi halka olurlar. On­lardan sayıları çoktur.

Ondan sonra üçüncü kat göğün melekleri inerler. Onların sayısı evvelkilerden otuz misli çoktur.

Dördüncü katın melikleri evvelkilerin kırk katı olur.

Beşinci katın melekleri evvelkilerin elli katı olur.

Altıncı katın melekleri evvelkilerin atmış katı olur

(310) El-Furkân Süresi, âyet: 25.

771

Yedinci katın melekleri evvelkilerin yetmiş katı olur.

Ondan sonra ruh gelir. O da yaratılmış bir varlık­tır. Hakk Teâlâ’nın huzurunda bir saf olur. Amma bütün yaratıklardan büyük olur. Geri kalan melekler, ruhun ardında bir saf olurlar.

Nakledildiğine göre rûh bütün yaratılmışlardan bi­ridir. Amma meleklerin üzerinde koruyucudur. Melekler de insanların koruyucularıdır.

Ondan sonra Hakk Teâlâ bütün bu yaratıkları birbirine karıştırmalarını buyurur. Hattâ bir ayağın üzerinde bin ayak olur. O kalabalıktan terlerler. Kimi boğazına ka­dar terler. Kimi göğsüne kadar terler. Kimi ayağına ka­dar terler. Kimi de hamamda olduğu gibi durmadan terler. Güneş başiarınm üstüne gelir. Kâfirlere, dünyâ­da olduğundan yetmiş kat daha sıcaklığı olur.

Abdullah bir. Ömer der ki:

— Bu şekilde dirilmek kötüler içindir. Müminler kürsüler üzerinde otururlar ve başlarında onları göl­geleyen bulut bulunur. Kıyamet günü müminlere bir saat kadar az olur.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Kıyamet günü önce Peygamberler, sonra veliler, sonra sâlih kişiler, ondan sonra da belâya uğrayanlar Cennet elbisesini giyerler.

Ashâb:

— Ey Allahın Rasûlü! Kıyamet gününde sen neye binersin? diye sordular.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Ben Burâk'a binerim. Kızım Fâtıma ve diğer sâ­lih kimseler deveye binerler, buyurdu. Ondan sonra bu

772

halk deniz dalgası gibi dalgalanır. Zâlim zenginler, zer­reler gibi ayak altında çiğnenirler. Haksızlık eden hâ­kimler de zâlim zenginlerle beraber olurlar.

Adaletli zenginler, adaletle idâre eden hükümdar­larla beraber olurlar.

Küçük çocuklar Cennetten su taşırlar, buradaki halka dağıtırlar. Bin yıl orada dururlar. Hattâ Kur'anm bazı sırlarım orada işitirler. Gönülleri coşup gözleri nûrlanır. Ondan sonra melekler Arşı getirirler.

Allah Teâlâ buyurdu:

            «O gün Rabbinin arşını (bucaklardakilerin) üst­lerinde bulunan sekiz (melek) yüklenir.» (311)

O meleklerin bir adımından bir adımına yirmi yıl­lık yol olur. Çok yüksek sesle Allahı teşbih ederler.

Peygamberler ve bütün âlimler, kıyamet korkusun­dan akıllan gidip, bin yıl dalgalanırlar.

Ondan sonra Hakk Teâlâ tecelli eyler. Muhâkeme için amel defterleri açılır.

Bazıları:

— Amel defteri Levh-i Mahfuzdur, derler.

Hakk Teâlâ adaletle hüküm verir. Kimseye haksızlık edilmez. Her nefis, iyi-kötü ne işlemişse o gün onu bu­lur. Nûru ve zülmeti, ameline göre olur.

İmam Süddi şu rivâyeti nakleder:

— Rasûlûllah buyurdu ki, Hakk Teâlâ Peygamber­lere:

— Siz ne dersiniz? buyurur. Onlar da:

            «(Melekler) de: Seni tenzih ederiz. Senin bize öğ­rettiğinden başka bizim hiç bir bilgimiz yok. Çünkü

(311) Hâkka Sûresi, âyet'- 17.

(herşeyi) hakki\le bilen, hüküm \c hikmet sahibi şüp­hesiz ki sensin, sen demişlerdi.» (312)

42.           KIYAMET DURAKLARI ÎLE İLGİLİ BÖLÜM

Abdullah bin Mesûd (radiyallâhu anh) der ki:

— Bir gün Hz. Ali'nin yanında oturuyordum. Ali şöyle dedi:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu: Kıyamette elh durak vardır. Her durakta bin yıl durulur, ilk olarak, halk kabirlerinden kalkmcaJır. İnsanlar bin yıl, aç-susuz, başı kabak ve yalın-ayak kabirleri üzerinde otururlar.

Allaha, Peygamberlere, Kitaplara, Cennet ve Cehen­neme, Kıyamet gününe, Tanrının takdirine ve kazasına inanan kimse kabrinden kalkınca saadet bulur. Bunlar ra inanmayan ve şüphe eden kimse ise bin yıl aç-susuz kabri üzerinde kalır. Hakk Teâlâ ona nasıl isterse öyle hüküm verir.

Ondan sonra melekler bu halkı mahşer yerine gö­türürler. O zaman hiç gölge olmaz. Yalnız Arşın gölgesi ile verilen sadakanın gölgesi olur.

Ondan sonra melekler halkı nûr ve zulmete, karan­lık ıc aydınlığa sürerler. Allaha ortak tanımayan, gön­lünde nifaktan birşey bulunmayan, Allahın hükmüne razı olan ve Allahın verdiğine kanaat eden kimse, göz açıp kapayıncaya kadar karanlıktan aydınlığa çıkar ve kor kudan kurtulur.

' '12 ı Bakara Sûresi, âyet: 32.

774

Allaha karşı gelmiş olanlar ise, bin yıl kederli bir şekilde aç ve susuz öylece dururlar. Hakk Teâlâ onlara nasıl isterse öyle yapar.

Ondan sonra melekler halkı hesap yerine sürerler ve hesaplarım görürler. Hesap yerleri on tanedir:

1.             Haramdan sorulur. Haramdan birşey bulunmaz­sa oradan ikinci yere geçer.

2.            Haram olan arzulardan ve bid’atlardan sorulur. Eğer haram arzusu yok ise diğer yere geçer.

3.             Babasına ve Anasına âsî olmadı ise geçer, şayet karşı geldi ise bin yıl orada kalır.

4.             Farzlardan, Kur’an okumadan, din işlerinden ve edeplerden sorulur. Eğer bulunur ise geçer, bulunmaz­sa bin yıl burada kalır.

5.             Burada, insanın köle ve câriyelerine (emri altın­dakilere) yaptığı iyiliklerden sorulur. Şayet iyilikleri varsa geçer, yoksa bin yıl kalır.

6.             Hısımlarından sorulur. Eğer hısımların hakları­na uymuş ise geçer, şayet uymadı ise bin yıl orada ka lir.

7.             Sıla-i Rahimden, memleketini ve yakınlarını zi­yaretten sorulur. Şayet bunu yerine getirmişse geçer, getirmemişse bin yıl kalır.

8.             Hasetten sorulur. Eğer haset etmedi ise geçer, etti ise bin yıl kalır.

9.             Hile'den sorulur. Hile etmedi ise geçer, etti ise bin yıl orada kalır.

10.            Halkı aldatıp-aldatmadığından sorulur. Aldat­madı ise geçer, onu alıp Arşın gölgesine götürürler ve gönlü neş’e bulur. Aldattı ise bin yıl orada kalır.

775

au vasıflardan kendisinde hiçbir şey bulunmayan kimse her durakta bin yıl aç ve susuz kahr. Hiç kim­senin şefaati ona ulaşmaz.

Ondan sonra halkın amel ve hesap defterlerini okurlar. Kiminin hesap defterini sağ eline, kimininkini sol eline verirler. Onbeş yerde hesap görürler.

1.             Hakk Teâlâ’nın verdiği malın zekât ve sadakasın­dan sorarlar. Eğer verdi ise geçer.

2.             Hak söz söylemekten ve halkın suçunu affetmek­ten sorulur. Eğer insanları affetmişse geçer.

3.             Emir bil ma'rûftan, iyiliğe halkı yöneltmekten sorulur. Eğer yapmışsa geçer.

4.             Nehiy anii münkerden, kötülüğe mani olmaktan sorulur. Eğer yaptı ise geçer.

5.             Güzel ahlâktan sorulur. Eğer güzel ahlâklı idiy­se geçer.

6.             Allah için sevmek ve Allah için sevmemekten sorulur. Eğer böyle yaptı ise geçer.

7.             Haram maldan sorulur. Eğer haram mal alma­mışsa geçer.

8.             İçki içtiğinden sorulur. Eğer içmedi ise ve tövbe etti ise geçer.

9.             Zinâ'dan sorulur. Eğer etmedi ise geçer.

10.            Asılsız ve lüzumsuz sözlerden sorulur, t mlar- dan birşey söylemedi ise geçer.

11.            Yalan yere yemin etmekten sorulur. Eğeı yalan vere yemin etmemişse geçer.

12.            Para faizinden sorulur. Eğer yemedi ise geçer.

13.            Kapalı ve iffetli kadınlara kötü söz söyleyip söy­lemediğinden sorulur. Eğer söylemedi ise geçer.

11b

14.              Yalan vere tanıklık yaptığından sorulur. Eğeı yapmadı ise geçer.

15.              Halka iftirâ’dan sorulur. Eğer yapmadı ise Li- vâü'l-Hamd’in altına götürürler ve defterini sağ eline verirler. Kıyamet hesaplarından kolay kurtulur.

Eğer bu sıfatlardan bir kimsede olacak olursa ya­hut dünya'dan lövbesiz gidecek olursa o onbeş yerde aç susuz çıplak ve keder içinde bin yıl kadar durur. Hakk Teâlâ sonra o kimseye ne dilerse yapar.

Ondan sonra halkı Mizana sürerler. Halk Mizana varınca eğer sevabı fazla gelirse günahından göz kırpa­cak kadar bir zamanda mizandan kurtulur.

Eğer günahı sevabından ağır gelirse bin yıl mizan başında aç susuz ve çıplak durur. Hakk Teâlâ o kimseye ne dilerse onu yapar.

Ondan sonra halk Hakk Teâlâ’nın dergâhına çağırı­lır. O da oniki duraktır:

1.              Burada bir insanın köle azâd edip etmediği so­rulur. Eğer bir köle azâd etmiş ise Hakk Teâlâ o kimseyi Cehennemden azâd eder.

2.              Kuran okumaktan ve Ku’anın buyruğunu yerine getirmekteki sorulur. Eğer Kur'anın tam hakkını yerine getirdi ise ve okuyup anıei eti i ise o yerden, geçer.

3.              Gazadan soruiur. Eğer şartlarına uygun olarak gazâ etti ise o yerden geçer.

4.              İnsanın kötülüklerinden sorulur. Eğer kötülük işlemedi ise o yerden geçer.

5.              Gammazlıktan; koğucuiuktan sorulur. Eğer ko- ğııculuk yapmamış ise o yerden geçer.

6.              Yalancılıktan sorulur. Eğer yalan söylemedi ise oradan geçer.

777

7.             ilim yolunda bulunup bulunmadığından sorulun Eğer ilim tahsil etti ise geçer.

8.             Büyüklük taslamadan sorulur. Eğer büyüklük taslamadı ise geçer.

9.             Kibirden sorulur. Kibretmedi ise oradan geçer.

10.            Allah'tan ümidini kesmekten sorulur. Eğer kes­medi ise kurtulur.

11.            Allahın azabından emin olmaktan sorulur. Eğer emin oldu ise o yerden geçer.

12.            Komşu hakkından sorulur. Eğer komşu hakkı­nı yerine getirdi ise Ajıchın huzurunda ak yüzlü re gönlü ferah olup Hakka şükreder.

Eğer bu sıfatlar bir kimsede yoksa lövbesiz ölür ise her durakta bin yıl aç susuz ve kefferli olarak durur. Hakk Teâlâ ona ne dilerse yapar.

43.  BÜYÜK KORKU İLE İLGİLİ BÖLÜM

Ben bunu işittim, duydum. Sen de, Allahın izni ile, sana anlatılan geniş açıklamaları iyice dinle.

Ka’bû’l-Ahbâr şu rivâyeti nakleder:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu: Kıyamet günü olun­ca Hakk Teâlâ bütün önceden gidenleri ve sona kalan­ları, herkesi bir yere toplar. Göklerdeki melekler iner­ler, saf bağlayıp dururlar. Ondan sonra Hakk Teâlâ, Ceb- râîl (aleyhisselâm) ’a Cehennemi getirmesini buyurur. Cebrâîl (aleyhisselâm)  yetmişbin zincirle gider ve melekler Cehennemi mahşer yerine getirirler. Mahşer yerine bin yıllık yol kalınca Cehennem bir defa heybet ve dehşetle bağırır, ses çıkarır. Bütün büyük Peygamberler dizleri üzerine düşerler.

778

İbrahim Halîlûllah:

— Nefsimden başka şey gerekmez Ya Rabbi! der.

Mûsâ Kelîmullah:

— Nefsimden başkası gerekmez, der.

İsa Rûhullah:

— Nefsimden başkası gerekmez, der.

Hâsılı bütün Peygamberler ve veliler, Nefsi! Nefsi! derler.

İşte o güne Feza-ı Ekber (Büyük korku) derler. O gün herkesin başı kayısı olur, herkes kendi derdine düşer.

Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem): buyurur:

— Ey Allahım! Ben senden kendi nefsimi istemem. Fakat zayıf ümmetimi isterim, der.

Hakk Teâlâ:

— Ey Habîbîm! Senin ümmetin içinde velîler vardır ki, onlara korku ve kaygı yoktur.

İmam Gazali (radiyallâhu anh) der ki:

— Hakk Teâlâ, Cebrâile, Cehennemi getirmesi için emir verir. Cebrâil de Cehenneme gelip:

— Senin sâhibin ve seni yaratan seni ister, der.

Cehennem ise:

— Beni, azâb etmek için mi? İster diye sorar.

Cebrâil:

— Asî olan kullara azâb etmek İçin ister, der.

Demişlerdir ki, Cehennemin yüzü su aygırına ben­zer.

Melekler, Cehenneme yetmişbin zincir takarlar. Her zincirde yetmişbin halka bulunur. Eğer dünyadaki bütün demirleri toplasalar bir halka olmazdı. Eğer bir halkasını gökten bıraksalardı yedi kat verleri aşağı ge­çirirdi. Her halkasından yetmişbin zebani tutar, çeke

779

çeke Cehennemi kıyâmet yerine getirirler. Yakın gelin­ce bunların elinden kurtulup boşanır. Orada duranla­rın arasına girer.

Bütün halk onun korkusundan dizleri üzerine dü­şerler ve: Nefsi! Nefsi! diye bağırışırlar. Cehennem bir defa daha bağırır. Kızar ve kızgınlığından ikiye ayrılır, tekrar bütünleşir.

Nitekim Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

               «öfkesinden hemen hemen çatlayacak gibi olur o.» (313)

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) • ileri yürür. Cehennemin zinci­rinden tutar ve:

— Dön geri, yerine git! Senin ehlin sana gelir, der. Cehennem:

— Sen bana haramsın, yolumdan git ey Allahın Ra- sûlü! der.

Arş’dan bir ses işitilir:

— Ey Cehennem: Benim Hâbîbimin sözünü işit ve ona itaat et.

Cehennem bu sözü işitince gider, Arş’ın sol yanı­na durur. Orada duranlar da Muhamnıed Mustafa’nın sayesinde onun şerrinden emin olurlar. Çünkü O, âlem­lere rahmettir.

Nitekim Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

               «Biz, seni (Habîbim) âlemlere (başka birşey için değil) ancak rahmet için gönderdik.» (314)

(313) Mülk Süresi, âyet. 8.

'314) Enbiyâ Sûresi, âyet: 107.

781

44.  LİVÂ’ÜL-HAMD’LE İLGİLİ BÖLÜM

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Bütün insanların efendisiyim. Zira ilk önce ya­ratılan benim. İlk önce kabirden kalkan gene ben ola­cağım. Günahkârlara ilk şefâat edecek olan benim. Livâ'ül-Hamd benim elimdedir. Bütün Peygamberler ve velîler benim sancağımın dibinde olacaktır. Sancağımın uzunluğu bin yıllık, genişliği ise beşyüz yıllık yoldur. Başı, tepesi kızıl yakuttan; kabzası, direği ak gümüş­tendir. Üç kanadı vardır. Biri doğu, biri batı ve biri de dünya göğüne doğrudur. Fakat övüncüm bunlarla de­ğildir. O sancakta üç satır yazı bulunur:

Birinde: Bismillahirrahmânirrahîm,

Birinde: El-Hamdü lillahi Rabbilâlemîn,

Brinde de: Lâ ilâhe illellah Muhammedün Rasûlûl- lah yazılıdır. Her satırın uzunluğu bin yıllık yoldur. Li- vâü'l-Hamd sancağının altında yetmişbin sancak var­dır. Her sancağın altında yetmişbin saf melek bulunur. Hakk Teâlâ hazretlerine teşbih ve takdis’de bulunurlar.

Nakledildiğine göre, Ahmcd Cürcânî şöyle demiş­tir:

— Livâ üi-Hamd’i Cennetten çıkarırlar ve getirip Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’in önüne dikerler. Bütün müminler o sancağın altında toplanırlar.

Nakledildiğine göre. Mahşer yerine ilk önce bay­rakları ellerinde gaziler geleceklerdir. (315)

(315) Anlaşı dığı üzere (Livânü’l-Hamd), peygaber efendi­mizin kıyamet gününde elinde bulunan ve müminlerin al­tında toplanacağı sancağın adıdır. Müellif bunu, görüldü­ğü şekilde tasvir etmiştir.

782

45.  BÖLÜM

İbni Abbâs hazretleri der ki:

— Melekler dünya’yı bir kadın kıyafetinde getirir­ler, halka gösterirler ve:

— Bunun kim olduğunu hiç bilir misiniz? derler.

Halk:

— Bunu bilmekten Allaha sığınırız, derler.

Melekler:

— Bu dünvâ’dır. Bununla övünür ve buna aldanıp ne gerekse yapardınız.

Ondan sonra Hakk Teâlâ dünyâ’yı da Cehenneme da­vet eder.

Dünyâ:

— Ey Rabbim! Hani benim yoldaşlarım ve bana uyanlar! Onları bana ver, diye niyazda bulunur.

Hakk Teâlâ, dünyâ’ya uyanların, vani Ahireti bırakıp dünya ehli olanları dünya ile birlikte Cehenneme koy­malarını emreder.

Nakledildiğine göıe İblis’i getirirler. Ateşten bir kürsünün üzerine oturur. Lanet halkasını boynuna ge­çirirler. Hakk Teâlâ, Zebânîlere, İblis’i kürsüden atma­larını ve ateşe bırakmalarını emreder. Bütün zebaniler yapışırlar, kürsüden yıkamazlar. Ondan sonra Hak taâ- la’nın emri ile seksenbin melek gelir, kürsüden gene düşüremezler.

Hakk Teâlâ:

— Boynunda lanet halkası olduğu için hepinizin sayısınca melek olsa iblis’i gene kürsüden yıkamazsınız, buyurur.

Ondan sonra Hakk Teâlâ İblis’in boynundan lanet halkasını almalarını emreder. En aşağı bir zebânî ge-

783

lir. Iblîs’i kürsüden aşağı yıkıp yüzü üzerine sürüyerek Cehenneme atar. Sonra da lanet halkasını götürüp Cehennemde boynuna takarlar. Ebedî azâb içinde olur.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın şöyle buyurduğu nakledilmiş­tir:

— Kıyamet günü olunca Hakk Teâlâ buyurur:

        «Ey günahkârlar! Bugün siz (bir tarafa) ayrılın.» (316)

Yani ey kâfirler! Müminlerden, nifakçılardan ve sapıklardan, Allaha bağlı kalanlardan, dünvâ’ya düşkün olanlardan ayrılsın. Doğru söyleyenler, yalancılardan seçilsin.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bunları söylediği zaman:

— Acaba o gün ümmetim nasıl olur? diye katıla ka­tıla ağladı.

Günahkârlar gözsüz olarak haşrolunurlar. Hakk Teâlâ buyurdu:

        «Kim benim zikrimden yüz çevirirse onun hakkı da dar bir geçimdir ve biz onu kıyamet gününde kör olarak hasrederiz.» (317)

İbni Abbâs şöyle demiştir:

— Hakk Teâlâ’nın âmâ (kör) dediği şudur ki, o gün kâfiı lerin gözleri görmezler demek olur.

Mücâhid (radiyallâhu anh) dedi ki:

— Hakk Teâlâ, kâfirlerden hüccet ister, kâfirlerin hüccetleri bulunmaz demektir.

O gün kâfirler:

— Ey Rabbim! Bizi niçin gözsüz yaratırsın? derler.

(316) Yâ-sin Sûresi, âyet: 59.

(3171 Tâhâ Sûresi, âyet: 124.

784

Hak (aâla:

— Dünyâ’da benim âyetlerim size geldi. Siz o âyet­leri unuttunuz. Bugün ben de sizi gözsüz olarak Cehen­neme atarım, buyurur.

Hakk Teâlâ Kur’anda şöyle buyurmuştur:

        «(Evet) Sûr un üfleneceği gündeki biz günahkâr­ları o gün, gözleri gömgök bir halde, mahşerde toplaya­cağız.» (318)

Yani Hakk Teâlâ, kıyâmet gününde günahkârları biz gözleri gök ve yüzleri kara olarak hasrederiz, buyurdu.

Bazıları:

— Aç ve susuz hasrederiz, demektir dediler.

Hakk Teâlâ gene buyurdu:

        «O gün günahkârların (şeytanlariyle birlikte) bu­kağılara vurulmuş olduğunu görürsün.» (319)

Yani o gün kâfirleri birbirine bağlanmış olarak gö­rürsün. Her kâfire bir şeytan bağlarlar. îkisi bir buka­ğıda, kelepçede bağlı olurlar.

Ka’bü’l-Ahbâr der ki:

— Kâfirler ellibin yıl ayak üzerinde dururlar. Bu kadar zaman müminlere bir vakit namaz gibi olur.

Keşşâf sahibi allâme Zemahşerî şöyle der:

— Sahih Hâdisdir ki,.bir kimse (Vennâziât) sûresini okusa o ellibin yıl ona bir namaz vaktinden bir namaz vaktine kadar geçen zaman gibi olur.

İmam Hasen (radiyallâhu anh) şöyle der:

(318) Tâ-hâ Sûresi, Ayet- 102. f319) İbrahim Sûresi, âyet: 49.

745

— Mahşerde birkaç duracak yer vardır. Bir yerde asla söylemezler ve işitmezler. Bir yerde yalan söylerler ve:

— Biz müşriklerden değiliz ve kötü amel işlemedik, derler.

Bir yerde de suçlarını itiraf ederler. Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

        «Bu sûrctie günahlarını itiraf ettiler (ederler).» (320)

Bir yerde dünyâ'ya tekrar gelmek isterler ve:

— Bizi dünyâ’ya gönder, bu sefer güzel amel işleyelim, derler. Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

        «Günahkârların, Rableri huzurunda: Ey Rabbi- miz! Gördük, işittik. Şimdi bizi (dünyâ’ya) geri çevir de güzel amel (ve hareketler) de bulunalım.» (321)

Bir yerde de ağızlarına mühür vururlar, söyleye­mezler. Amma işâretlerle konuşurlar. Hakk Teâlâ onlara lânet eder. Ondan sonra melekler lânet ederler. Ondan sonra da müminler lânet ederler.

4«. MAHŞERDE CEHENNEMİ GETİRMEKLE
İLGİLİ BÖLÜM

Bundan sonra, müminlerin nasıl Cennete gireceğini ve kâfirlerin de nasıl Cehenneme gireceklerini dinle. İnşallah bunu beyan edeceğiz.

Allah Teâlâ buyurdu:

(320) Mülk Sûresi, âyet: 11.

F: 50

(3211 Es-Secde Sûrest. âyet: 12.

786

— «İyiler, hiç şüphesiz Naiym (Cennetin) de, kötü­lerse elbette alevli ateştedirler.» (322)

Nakledildiğine göre kıyamet günü olunca Hak taâ- la, Cebrail (aleyhisselâm) ’a şöyle buyurur:

— Cenneti müminlerin yanına getir. Cehennemi de kâfirlere göster.

Cebrail (aleyhisselâm) ’da Allahın enin ile Cenneti Arş’ın sağ tarafına, Cehennemi sol tarafına koyar. Mizânı kurarlar. Sıratı Cehennemin üzerine kurarlar.

Ondan sonra Hakk Teâlâ:

— Hani Adem Safîyyûllah? Hani Halîlim, İbrâhim? Hani Kelîmim Mûsâ? Hani Ruhûm Isâ ve hani Habîbim Muhammed Mustafa? diye buyurur.

Bunları böyle Hakk Teâlâ çağırınca gelirler ve Mîzâ- nın sağ vanıııda dururlar.

Ondan sonra Hakk Teâlâ:

— Ey Rıdvân! Cennetin kapısını aç! Ey Mâlik! Sen de Cehennemin kapısını aç! buyurur.

Rıdvân Cennetten süslü elbiseler. Cennet libasları getirir. Mâlik de Cehennemden zincirler ve katrandan kaftanlar getirir. (323)

Müminler, Aış’ın sağ yanına, kâfirler sol yanına va­rırlar. Halkın üzerine açlık ve susuzluk felâketi çöker. Kâfirler ter içinde kalırlar. Müminler terlemekler.

Ondan sonra Hakk Teâlâ emreder. Hüküm ve kazâ kürsüsünü Mahşer yerine getirirler. Allah nasıl dilerse

(322) İnfitâr Sûresi, âyet: 13. 14.

(323) Rıdvân, Cennetin kapıcısı, Mâlik ist Cehennemin ka­pıcısı te sorumlusudur.

787

öyle hükmeder. Evvelâ Cebrâil (aleyhisselâm) 'ı Muhammed (aleyhisselâm) ’a gönderir. Cebrâil gelir ve:

— Ümmetine söyle Allah Teâlâ’yı zikretsinler, der.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ümmetine:

— Allah'ı zikredin diye, buyurur.

Onlar da bir ağızdan dile gelip:

— Bismillâhirrahmânirrahîm diye, Allah'ı zikreder­ler.

Ondan sonra Hakk Teâlâ geri kalan Peygamberlerin ümmetlerine:

— Muhammed ümmeti olmasaydı nice bin yıl Mah­şer yerinde kalırdınız, buyurur.

47.  MAHŞERDEKİ HESAPLA İLGİLİ BÖLÜM

İmam Gazâli, Dürretü’l-Fâhire adlı eserinde der ki:

— Ondan sonra: «Hani Levh-i Mahfuz?» diye bir ses gelir. Bunun üzerine derhâl Levh-i Mahfûz gelir. Hakk Teâlâ:

— Ey Levh! Hani sende yazılı bulunan Tevrât, Ze­bur, İncil ve Kur'an’dan satırlar? buyurur.

Levh:

— Ey Rabbim! Ben onu Cebrâile ısmarladım, ona emânet ettim, der. Derhal Cebrâil (aleyhisselâm)  gelir, dizleri üzerine çöker. Hakk Teâlâ buyurur:

— Ey Cebrâil! Levh: «Ey Rabbim! Ben kelâmını Cebrail’e emanet ettim» der. Doğru mudur?

Cebrâil:

— Doğrudur Yâ Rabbi! Tevrâtı Mûsâ'va, Zebûru Dâ-

788 vûda, İncili İsa'ya ve Kur’anı Muhammcd Mustafa’ya in­dirdim ve bütün peygamberlere risâletini, Peygamberlik vazifesini bildirdim, der.

Hakk Teâlâ:

— Ey Nûh! O gönderilen peygamberlerdensin, Ceb. râil’in indirdiğini kavmine nasıl eyledin? buyurur.

Nûh (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Ben kavmimi dine davet ettim ve senin emirlerim onlara bildirdim. Kabûl etmediler. Hat­tâ son derece inkâr edip kaçtılar, diye cevap verir.

Nitekim Hakk Teâlâ ilgili olarak şöyle buyurur:

— «De ki: Ey Rabbim, ben kavmimi hakîkaten ge­ce gündüz davet ettim. Fakat benim davetim (imandan) kaçma(larm)dan başka (birşeyi) artırmadı.» (324)

Hakk Teâlâ:

— Ey Nûh kavmi! Peygamberim Nûh: «Risâletini anlara eriştirdim» der, ne dersiniz? buyurur.

Onlar:

— Yalan söylüyor diye, inkâr ederler.

Hakk Teâlâ:

— Ey Nûh! Bunlara risâletimi eriştirdiğine dair şâ- hidin var mıdır? buyurur.

Nûh (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Muhammed Mustafâ ve ümmeti, benim bunlara risâleti eriştirdiğime şâhidimdirler dive cevap verir.

Nûh kavmi:

— Bizonlardan önce geldik, bize nasıl şahit olurlar, diye itiraz ederler.

324) Nâh Sûresi, âyet: 5. fi.

789

Muhammed ümmeti;

— Biz Kur ana inandık, Hakk Teâlâ buyurdu ki: "Ha­kikat, biz »Nûh'u kavmine, kendilerine elem verici biı azâb gelmezden evvel kavmini (onunla) korkut diye gön derdik.» (325) ayetini sonuna kadar okurlar.

Kâfirler:

— Bunlar yalancılardır, (âşıklardır. Onlara inanma­yız, derler.

Bunun üzerine Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem ileri gelip ümme­tini tezkiye eder, onlaun doğru söylediklerini bildirir.

Ondan sonra Hakk Teâlâ:

— Sizin üzerinize azâb vacip oldu, buyurur ve hiç hesap sormadan Cehenneme atarlar.

Ondan sonra Münâdî:

— Hani Âd kavmi? diye seslenir.

Âd kavmi gelir. Onlar da:

— Bize İlâhî davet erişmedi, derler. Muhammed üm­meti eriştiğine dair tanıklık ederler. Muhammed (aleyhisselâm) - da davetin eriştiğine tanıklık eder ve şu ayeti okur:

— «Âd (kavmi de kendilerine) gönderilen (peygam­berleri tekzip elti.» (326)

Hakk Teâlâ onları da Nûh kavmi gibi hesapsız Cehen­neme buyurur. Ondan sonra vazifeli Münâdî:

— Ey Sâlih kavmi! Ey Semûd kavini! diye bağırır­lar. Onlar da gelirler. Ötekiler gibi aynı şekilde inkâr ederler. Bu ümmet gene şâhitlik ederler. Muhammed

(325) Nûh Sûresi, âyet: 1.

/326) Şuârâ Sûresi, âyet: 123.

790

Mustafâ da ümmetinin doğru söylediğini söyler ve bu âyeti okur:

        «Semûd (kavmi de) gönderilen (peygamber)leri tekzib etmiştir.» (327)

Onları da hesapsız ateşe atarlar. İbrâhim Peygam­berin kavmini getirirler. Onlar da inkâr ederler. Hâsıh bütün kâfirler, peygamberlerinin kendilerine bildirdik­lerini inkâr ederler. Küfürleri sâbit olur. Hakk Teâlâ hep­sinin ateşe atılmasını buyurur. Fermanı şöyledir:

        «Hayır (inanmazlar). Şüphesiz ki onlar o gün Rableri(ni görmek)ten katiyyen mahrûmdurlar.» (328)

Hakk Teâlâ hazretleri onlarla tercüman vasıtası ile konuşur. Çünkü Hakk Teâlâ kiminle söyleşse ve kime baksa ona aslâ azâb etmez.

Ondan sonra Münâdî, Mûsâ (aleyhisselâm) ’ı çağırır. Hz. Mû- sâ’nın da benzi sararır. İlâhî Divân’a gelir. Hakk Teâlâ buyurur:

— Ey Mûsâ! Cebrâii: «Tcvratı Mûsâ (aleyhisselâm) 'a ulaştır­dım» der, ne dersin?

Hz. Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Evet eriştirdi, der.

Hakk Teâlâ:

— Minberine çık! Sana kitabından bildirileni oku! buyurur.

Hz. Mûsâ minberine çıkar ve Tevrâtı okur.

Ondan sonra Davûd (aleyhisselâm) 'a:

— Minberine çık! diye seslenilir.

(327) Şuarâ Sûresi, âyet. 141.

(32ü) Tatfif Sûresi, âyet: 15.

791

Hz. Davûd (A.S.J’da minberine çıkar ve çok güzel sesi ile Zebûru okur. Ûriyâ tabût’un önünde şehîd ol­muştu. Hz. Davûd’un sesini işitip gelir ve Hz. Davûd’a yapışarak:

— Ey Rabbimi Davûd beni tabût’un önüne koydu ve beni öldürdüler, der.

Hakk Teâlâ:

— Ey Davûd! Bu kimse doğru mu söyler? buyurur.

Davûd (aleyhisselâm) :

— Evet, öyle oldu Yâ Rabbı! der ve hayasından ba­şını önüne eğer.

Hakk Teâlâ Ûriyâ’ya:

— Sana nice karşılıklar vereyim. Sen de onu ba­ğışla, buyurur.

Ûriyâ:

— Razı oldum Yâ Rabbi' der.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Davûd! Suçunu bağışladım; var gene yerine, Zebûrdan ne kaldı ise tamamla, buyurur.

Davûd tekrar minberine çıkar ve Zebûr'dan ne kal­dı ise tamamlar.

Ondan sonra:

— Ey Meryem oğlu İsâ! diye İsâ (aleyhisselâm)  çağırılır. İsâ (aleyhisselâm) ’da gelir. Hakk Teâlâ hazretleri:

— «Ey İsâ! İnsanlara (Allahı bırakıp da beni ve anamı iki Tanrı edinin) diyen sen misin?» (329) buyurur.

İsâ (aleyhisselâm)  bu sözü işitince Hakk Teâlâ hazretlerine Hamd ve sena eder, kendini kulluk ve acizle anar ve:

— Ben öyle demedim; Sen beni bilirsin. Bilinmeyen-

(329) Mâide Sûresi, âyet: 116.

792

İcri bilensin. Ben senin İlâhî ilmindekini bilmem, der.

Hakk Teâlâ:

— Doğru söylüyorsun ey İsa! Minberine çık ve İnci­lini oku! buyurur.

Ondan sonra:

— Hani Muhammed Mustafâ? diye seslenilir.

Bunun üzerine Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem gelir.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Muhammed! Cebrâil Kur'anı sana eriştirdim der, buyurur.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem;

— Evet eriştirdi, diye cevap verir.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Şimdi minberine çık ve Kur’anı oku, buyurur. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) minbere çıkar ve Kur’anm tamamını okur. Müminler Kur’am işitince yüzleri güler ve gönül- leri hoş olur.

48.  MAHŞERDEKİ ŞEFAATLA İLGİLİ BÖLÜM

Bilmek gerektir ki, Hakk Teâlâ hazretleri bütün in­sanları, başı açık, yalın ayak aç ve susuz bir yere top­ladığı zaman kâfirleri dört türlü ad ile, çağırırlar:

1.         Ey Gadir (Ey Gadreden — ey zulmeden)!

2.         Ey. Kâfir (Ey Allahı inkâr eden)!

3.         Ey Fâcir (Ey fitneci)!

4.         Ey Hâin (Ey hâinlik eden)!

Müminleri de dört türlü ad ile çağırırlar:

1.         Ey Âıif (Ey Allahı ve Hakikati bilen)!

2.         Ey Gâzî (Ey Allah yolunda savaşan)!

3.         Ey Sâdık (Ey Allahın dostlarına bağlı kalan)!

793

4.          Ey Mümin (Ey Allaha bütün varlığı ile inanan)!

Ondan sonra Hakk Teâlâ Arş'ı ve Kûrsî’yi hüküm vermek için orada hazır etmelerini emreder.

O gün bu halk, kıyamet korkusundan, dağılmış çe­kirgeler gibi dört yana ürkerler. Melekler bütün halkı kaplarlar. Hakk Teâlâ dünyâ'da ne türlü canlı yaratmış ise hepsini bir yerde bir araya toplarlar. Basacak yer bulunmaz. Bu halka son derece korku düşer.

Buradaki halk son derece korku içinde olurlar. Bil­hassa Cehennemin heybeti, Mâlikin hışmı ve Tann’nın korkusundan sarhoş gibi olurlar. Herkes, kendisi erkek midir, yoksa kadın mıdır? Bilemez. Başı boş, gözyaşları içinde, şaşkın ve perişan ağlaşıp feryâd ederler. Çâre ol­maz. Bir zaman böylece bekleşirler. Ondan sonra Ara­sat (Mahşer) kavini bir yere toplanırlar. Adem (aleyhisselâm) ’ın yanına varırlar ve:

— Ey Ceddimiz bize şefaat et. Hakk Teâlâ'dan bizim bağışlanmamızı dile. Senin sözün bugün İlâhî huzurda geçer. Zira Allah seni kudret elile yarattı ve sana kendi ruhundan üfledi. Meleklere sarıa secde etmelerini em­retti, onlar da sana secde ettiler. Şimdi gel bize bir çâre bul! Mihnet, aç, susuz \c ayakta durmaktan, canımıza geçti dcrkr\e* tekrar ağlaşırlar. Adem Peygamber de ağ< kır ve:

— Ben kendi kaygımdâyım. Bende kimsenin kay­gısı yok. Zira ben Hakkın buyruğuna karşı geldim. Yü­züm yoktur. Kendimi eiahi dileyemcm. Siz varın Hz. \ûh’a gidin. O Allahın göndeıdiği ilk peygamberdir.

Oradan ayrılıp Nûh’a giderler. Ona da aynı şeyleri söylerler. \7ûh tA.S.i:

794

— Bana benim günâhım yeter. Kimsenin kaygısı yok. Fakat İbrahim (aleyhisselâm) 'a varın. O Allahın Halîlidir. Hakk Teâlâ onun sözünü tutar, dedi.

Ondan sonra halk îbrâhim (aleyhisselâm) 'ın yanında topla­nırlar. Feryâd ederler. İbrahim (aleyhisselâm) :

— Bana kendi kaygım yeter. Fakat Mûsâ Peygam­bere gidin.

O, Allahın Kelîmı'dir. Hakk Teâlâ onunla söyleşip Tevratı ona göndermiştir. Ona varın size şefaat etsin, der.

Oradan giderler, Mûsâ Peygambere gelirler, feryâd edip ağlaşırlar. Mûsâ (aleyhisselâm) :

— Ben kimseyi düşünecek durumda değilim. Siz İsa (aleyhisselâm) ’a varın. Hakk Teâlâ hazretleri ona «Rûhıım» de­di ve İncili ona gönderdi, dedi.

Halk oradan gidip İsâ (aleyhisselâm) ’ın yanına gelirler. İsâ (aleyhisselâm) ’dan şefaat isterler, Hz. İsâ:

— Benim kaygım bana yeter. Siz Hz. Muhammed Mustafâ’ya gidin. Eğer bir kimseye şefaat olursa ondan gelir. Zira Hakk Teâlâ Onun bütün günahlarını yarlığadı. der. Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

— «Biz hakikat sana (Hudeybiye anlaşması ile) ap­açık bir fetih (ve zafer yolu) açtık. (Bu) geçmiş vc gele­cek günahını Allahın yarhğaması, senin üzerindeki ni­metini tamamlaması, seni (bu sayede) doğru yola ilet­mesi içindir.» (330)

(330) Fetih Sûresi, âyet: 1, 2.

795

Ondan sonra mahşer halkı .Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in yanına gelirler. Sızlanız ağlaşırlar ve feryâd ederek:

— Ey Allahın Rasûlü! Bizim yardımımıza koş. Bizim bağışlanmamızı Allah’tan iste. Acı içimize çöktü. Canı­mızdan bezdik, derler.

Bu sözleri duyan Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem derhal secdeye varır ve:

— Ey Rabbim! Kendimi, ailemi ve yakınlarımı fe­da ettim. Kullarının üzerinden bu belayı götür. Suçlarını affedip rahmet eyle, der.

Bu ne Kerem ve ne mürüvvettir ki, kendi ailesine ve kendine kıyıp insanlar için rahmet diler.

Hakk Teâlâ:

— Ey Habîbim! Başını secdeden kaldır! Bugün sec­de günü değildir. Bütün ümmetini sana bağışladım. Ne dilersen vereyim, buyurur.

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu sözleri işitince başını sec­deden kaldırır.

İşte o dileğin kabûl edildiği makama (Makâm-ı Mah- mûd) derler (*)

Nitekim Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyurur:

— «Ümit edebilirsin, Rabbm seni bir makâm-ı mah- mûd'a gönderecektir.» (331)

Nakledildiğine göre İmam Gazâlî şöyle demiştir:

(*) Bu bölümde ve âyetin kendinden geçen (Makâm-ı Mahmûd), kıyamet gününde Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’m haiz oîa- cağı şefaat makamıdır. Yahut Livâ’ül-Hamd denilen sanca­ğın verileceği makamdır. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem): Makâm-ı Mah­mûd nedir? diyene; Cenâb-ı Hakkın kürsüsünden ineceği gündür, buyurmuştur.

/331/ İsrâ Sûresi, âyet- 79.

796

— Peygamberler yüce minbcıler üzerinde olurlar. Alimler onlardan aşağı minberlerde bulunurlar. Her­kesin minberi kendi değerine göre olur. Amma ilmi ile amel eden âlimler nûrdan kürsüler üzerinde olurlar. Şehidler ve Sâlihler Kuran okur gibi otururlar.

49.  KÂBE İLE İLGİLİ BÖLÜM

Nakledildiğin; göre, Zelııetü'r-Rıyâd’da Vehb bin Münebbih (radiyallâhu anh) .‘öyle demiştir.

— Tevratda geldiğine göre Hakk Teâlâ hazretleri kı­yamet gününde Arş’dan yetmişbın melek gönderir. Her meleğin elinde altından bir zincir bulunur. Kabe'ye ge­lirler: «Sen de Mahşer yerine gel!» derler. Kabe:

— Hacetim kabûl edilmedikçe varmam, der.

Melekler:

— Ne istersin? derler.

Kâbe:

— Ey Rabbim! Beni ziyarete gelip etrafıma defnedi­len kimseleri bağışla, der.

Hakk Teâlâ:

— Bağışladım, gelip seni ziyaret eden kimseleri bü- vük korkudan emin kıldım, buyurur.

Ondan sonra Münâdt:

— Ey Kâbe! Mahşer yerine gel, diye seslenir.

Kâbe de mahşer yerine gelir ve:

— Ev Muhammedi Sen beni ziyaret etmeyenlere şe­faatçi ol. Beni ziyaret edenlere ben şefaatçi olacağım, der.

Kûtü’l-Kulûb'da nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle büyütmüştür:

797

— Hakk Teâlâ allıvüzbin kişinin her yıl Kâbeyi tavât edeceğini vaadetmiştir. Eğer eksik olursa Hakk Teâlâ haz­retleri melekler gönderir ve tam altıyüzbin olurlar.

Kıyamet gününde bütün hacılar, Kâbenin çevresin­de halkasına yapışırlar. Kabe Sırâtı geçer ve Cennete girer. Hacılar da Kâbe ıie Cennete girerler.

Mücâhid (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Kıyâmet gününde Hakk Teâlâ hazretleri Muham- ıned (aleyhisselâm) ’ı Arşa gönderir, O da Arş’ın üzerine çıkar, oturur. Geri kalan bütün mahlûkaı Arş’ın altında olur­lar.

Nitekim Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

— Ben kıyâmet gününde insanların efendısiyim ve benden başka hiç kimsenin oturamavacağı bir makam­da otururum.

Dünyâ ve Ahirctte hiç kimseye vermediği bir ma­kamı Rasül (aleyhisselâm) 'a veren, âlemlerin Rabbi Allaha hamd- olsun.

Bütün mahlûka! açık olarak bu makama onun çık­mış olduğunu ve herkesin onun altında kalacağını gö­receklerdir.

İlâhi! Bizi onun yüzü suyuna bağışla.

Nasru’d-Din Tûsî, Hz. Ali (R.A.l'dan şöyle bir rivâ- yet naklctmiştir;

— Kıyâmet günü okluğu zaman dört kişi evvelkiler­den dört kişi de sonrakilerden Arş’ın üzerinde bulunur­lar.

Evvelkiler şunlardır:

I.          Hz. Nuh (aleyhisselâm) :

Hz İbrahim (aleyhisselâm) :

3.         Hz. Musa (aleyhisselâm) :

'/98

4.         Hz. İsa (aleyhisselâm) ’dır.

Sonraki dört kişi de şunlardır:

1.         Muhamriıed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem),

2.         Hz. Aii (radiyallâhu anh),

3.         Hz. Haşan tR.A.),

4.         Hz. Hüsejin (radiyallâhu anh)’dır.

Amma Hz. Muhammed (aleyhisselâm)  he]',sinden yukarıda oturur. Ondan sonra halka şefaat etmek için Mahşer ye­rine iner. Zira büyük şefaat ona mahsustur. Ondan son­ra Cennetten, Hz. Muhammed (aleyhisselâm) ’a hizmet etmek için bin gılmân (delikanlı) gelir. Beyaz gümüşe, yahut dağıl­mış incilere benzerler.

Nakledildiğine göre Salih bm Keysân şeyle demiş­tir:

— Hakk Teâlâ. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a buyurul ki: Ey Muhammed! Benim de senden bir isteğim vardır.

Hz. Muhammed (aleyhisselâm)  derhal secdeye varıp:

— Ey Rabbim! Rabbin kuluna ne dileği olur? der.

Hakk Teâlâ buyurur:

— Ey Muhammed! Benim isteğim şudur ki. benden ne kadar dileyebilirsen dile vereyim. Zira ben çok cö­mert hükümdarım. Sana o kadar vereyim ki, sen ondan razı olasın. Şanım hakkı için eğer bütün muhlûkatm bağışlanmasını benden dilersen sana veririm.

Nakledildiğine göre Ebu’d-Derdâ (radiyallâhu anh) şöyle rivâ- vette bulunmuştu::

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem): Kıyamet günü ümmetimi gör­sem bilirim, buyurdu.

Ashâb:

— Ey Allahın Rasûlü! Neden bilirsin? dediler.

Alım Hoca Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Benim ümmetimin elleri ve avakları abdest su-

799

yundan ak olacaktır. Geıi kalan Peygamberlerin ümmet­leri öyle değiidir, buyurdu.

PEYGAMBERİMİZİN ŞEFAATİ İLE İLGİLİ BÖLÜM

Keşşaf da nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle bu­yurmuştur:

— Benim şefaatim, ümmetimden büyük günah sa­hipler'. içindir.

Bazıları şöyle der:

— Muhammed (aleyhisselâm)  büyük günah sahiplerine, me­lekler de küçük günah sahiplerine şefaat ederler.

Amma Muhamıned (aleyhisselâm)  bazısına hesapsız Cennete girmeleri, bazısına Cehenneme girmemeleri, bazısına Cehennemden çıkmaları, bazısına Cennette dereceleri daha fazla olması ve bazısına da Hakk Teâlâ'nin yanrn da değerli olmaları için şefaat eder.

Bilmek gerektir ki, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın şefaati yedi yerdedir:

1.        Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şefaati umûmidir. Rasüllere ve Peygamberlere de şefaat kapısını açacaktır.

2.        Bir kimsenin hayırı ile şeni beraber oluısa ona şefaat ecıip Cennete koyarlar.

3.        Hak laâla bir kimsenin Cehenneme kontrasını buyursa, Rasûl (AS.) şefaat edip o kimseyi Cehennem­den ahkoyar.

4.        İbnı Abbâs'm şu rivayetidir: Kıyamet gününde altından minberler vardır. Peygamberler o minberlerin üzerlerine otururlar. Ben oturmayıp beklerim. Zira ben Cennete girince ümmetim geri kalıp Cehenneme koya­caklarından korkarım. Hakk Teâlâ buyurur-

sı »o

— Ey Muhamıned! Ümmetine ne muamele edeyim?

Ben:

— Ya kabbi! Onların hesaplarını kolaylaştır, derim. Hakk Teâlâ kimim kendi rahmeti ile. kimine de benim şefaatimle Cennete koyar.

5.         Bir kimseyi Cennete koyarlar, fakat o kimsenin mertebesi az oluı. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ona şefaat eder ve mertebesi çoğalır

6.         Cennete giren bütün müminler, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hakk Teâlâ'dan izin alması ile girerler.

7.         Büyük günah sahiplerine şefaat eder.

Allahım! Bizi o şefaattan mahrum etme! Habîbine bağışla.

Keşşâfda nakledildiğine göre Muâz bin Cebel, Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’cian şu ayetin manasını sordu:

— «O gün sûr a üllenecek de hepiniz bölük bölük geleceksiniz.» (332)

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Ey Muâz! Bu soruyu senden önce kimse sormadı dedi ve ağlayıp: Bu halk, insanlar kıyamet günü on bö­lük, on şekilde kalkarlar:

1.        Maymun şeklinde, kalkarlar.

2.         Domuz sûretinde kalkarlar.

3.         Başı aşağı, ayakları yukarı olarak kalkarlar.

4.         Gözsüz, kalkarlar.

5.         Dıısız ve sığır, kalkarlar.

6.         Ağızlarından kan ve irin akarak, kalkarlar.

7.         Ellet i \e ayaklan kesilmiş olarak, kalkarlar.

(332/ Nebe' Süresi, âyet: İS.

801

8.        Cehennemde ateşten ağaçlara asılı olarak, kal­karlar.

9.        Gayet çirkin kokulu olarak, (Mahşerdekilerin ra­hatsız. olacağı şekilde) kalkarlar.

10.        Katrandan bedenlerine yapışmış elbise giymiş olarak kabirlerinden kalkarlar.

Domuz şeklinde olanlar haram yiyenlerdir.

Başları aşağı ve ayakları yukarı kabirlerinden kal­kanlar ribâ (fâız.) yiyenlerdir.

Gözsüz kalkanlar, hüküm verirken halka güçlük gös- tereıılerdiı.

Sağır ve dilsiz kalkanlar, yaptıkları ile maskaralık gösterenler, gülünç olan kimselerdir.

Dilleri göğüslerine sarkarak kalkanlar, yaptıkları sözlerine uymayan âlimlerdir.

Elleri ve ayakları kesilmiş olarak kalkanlar, komşu­larım incitenlerdir.

Ateşten ağaçlara asılanlar, insanları idareci ve zâ­limlere koğulayanlardır.

Çirkin koku ile kalkanlar şehvet ve lezzete düşkün olanlar, zinâ ve işretle meşgul olanlarla mallarından ze­kât ve sadaka vermeyenlerdir.

Katrandan elbise giyenler, halka karşı kibirli davra­nıp böbürlenenlerdir.

Bunların hepsinden Allaha sığınırız.

Nakledildiğine göre Peygamber A.S.) şöyle buyur­muştur:

— Kıyamet günü olunca ihlâs ile şirk (Allahı sami­miyetle kabul etme ile ona başkalarını denk tanıma) beraber Hakk Teâlâ hazretlerine gelirler.

Hakk Teâlâ îhlâs’a:

802

— Sen ehlin ile, seninle olanlarla Cennete gir,

Şirk’e de:

— Sen de ehlinle, seninle olanlarla varın Cehenne­me beraber girin, buyurur.

51.  HESAPLA İLGİLÎ BÖLÜM (I)

Bilmek gerektir ki, Hakk Teâlâ kıyâmet gününde mahlûkları bir yere toplar ve amel defterlerini okuyup hesap verirler. Ondan sonra Mîzânı ortaya getirirler. Amellerini Mîzâna koyarlar. Hakk Teâlâ buyurur:

— «...Bugün, haksızlık yok. Şüphesiz ki Allah, he­sabı çarçabuk görendir.» (333)

Bazıları:

— Hakk Teâlâ bütün insanları bir saatte hesaba çe­ker, dediler. Kimileri de:

— Tez, daha çabuk hesaba çeker. Hesaba çekilen herkes kendisi henüz hesap olundu sanar.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Dünyâ'da olanların sonuncularıyız ve kıyâmet gününde önce hesabı görülenlerdeniz.

Nakledildiğine göre Hakk Teâlâ hazretleri kıyâmet gününde Münâdi’ye, insanları İlâhî huzura çağırmakla mükellef vazifeliye:

— Muhammedi çağır, ümmetine yakın olsun, hesap göreceğim, buyurur.

Cebrail (aleyhisselâm) :

— Ey Muhammedi Ümmetine yakın ol! Hesap gö­rürler, der.

(333) Mü’min Sûresi, âyet: 17.

803

Hesap görülmeye başlanınca pirler onu görürler, dizleri üzerine çökerler. Yiğitler yüzleri üzerine düşer­ler ve:

— Ey Muhammed ve ey Ahmed! İmdat! Yetiş bize! diye bağırarak yardım isterler.

Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ya Rabbi! Benim ümmetim zayıftır, onları esir­ge. Azâb katıdır, dayanamazlar. Onlar benden sonra ök­süz kalıp seni görmeye can attılar. Toprak bunların et­lerini yedi, derileri çürüdü, kemikleri ayrıldı ve kılları dağıldı. Şimdi ey Rabbim! Sen onları hesaba davet eder­sin. Fatımatüz-Zehrâ, Haticetü’l-Kübra, Aişe-i Rıdâ, Ha­şan ve Hüseyin ümmetime feda olsunlar diye niyazda bulunur.

Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem) böyle deyince; Arş, Kürsî ve melekler ağlaşırlar. Rasûlü Ekrem:

— Ey Rabbim! Senden Cenneti, Burâkı, Havzı ve Makâm-ı Mahmûdu, eğer onlara azâb edersen, dilemem ve istemem. Ben taatımı onlara verdim, der.

Hakk Teâlâ hazretleri bunun üzerine:

— Ey Muhammed! Sen ne dilersen ümmetine ben onu işlerim, buyurur.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ondan sonra gelip mîzâna yapı­şır. Ondan sonra Hakk Teâlâ rahmet hâzinesinden bir varaka, bir kâğıt çıkarır. Onda nûr ile (Lâ ilâhe illellah Muhammedün Rasûlüllah) yazılmış buhınur. Hz. Mu­hammed (aleyhisselâm)  o kâğıdı ümmetinin hesap terazisine ko­yar. İyilikleri kötülüklerinden ağır gelir.

Ondan sonra nasıl dilerse ümmetine şefaat eder. Nitekim, Hakk Teâlâ hazretleri buyurur:

804

— «Muhakkak Rabbin sana verecek de hoşnûd ola­caksın.» (334)

Kûtü'î-Kulûb’da Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın şöyle buyurdu­ğu nakledilmiştir:

— Kıyamet günü olunca Hakk Teâlâ, Peygamberlere, ümmetleri ile hesap olunacaklarını emreder. Amma:

— Ey Muhammedi Sen ümmetinle hesap olunma, ben onları hesaptan kurtarırım, buyurur.

Peygamber (A.S.>:

— Ey Rabbim! Ümmetimin hesabını benim elimde kıl. Onların kötü fiillerini benden başka kimse bilme­sin, der.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Muhammedi Sen ümmetinin hesabını senden başka kimsenin bilmemesini dilersin. Ben de ümmeti­nin hesabım sen dahi bilmeyesin isterim. Onları hesaba çekerim ve affederim.

Nakledildiğine göre kıyamet gününde Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Kıyamet günü olunca Hakk Teâlâ: Bana her du­rumda şükrederılçr hani? buyurur. Bir kavim çıkıp gelil ve onlar hesap edilmeden Cennete girerler. Tekrar çağı­rılır:

— Hani beni zikredip almadan ve satmadan vaz­geçenler? denir. Bir kavim gelir, onlar da hesapsız Cen­nete girerler.

Tekrar çağırılır:

— Hani halk yatarken geceleri kalkıp ibâdet eden­ler? denir.

(334) Duhâ Sûresi, âyet: 5.

805

Bir kavim daha gelir. Onlar da hesapsız Cennete gi­rerler Ondan sonra geri kalan halka hesap olunur.

52.  HESAPLA İLGİLİ BÖLÜM (II)

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Kıyamet günü olunca Hakk Teâlâ kullarına hük­metmek için hüküm kürsüsüne iner, halka hükmeder. Halka tek tek söyler ve harf harf hesap görür.

Hz. Muâz bin Cebel (radiyallâhu anh) şu rivayeti nakleder:

— Rasûi (aleyhisselâm) : ister misiniz ki, Hakk Teâlâ önce mü­minlere nc buyurur ve müminler Hakk Teâlâ’ya ne söy­lerler, haber \ereyim? diye buyurdu.

Ashâb:

— Evet, söyle ya Ra^lûllahi dediler.

Rasûi (aleyhisselâm)  buyurdu:

— Hakk Teâlâ müminlere: «Hiç benim cemâlimi, İlâ­hî güzelliğimi görmek ister mi idiniz?» buyurur.

Müminler:

— Evet Rabbimiz isterdik, derler.

Hakk Teâlâ:

— Benim cemâlimi görmek isterdiniz de neden gü­nah işlediniz? buyurur.

Müminler:

— Senin affını ve yarhğamanı umardık, derler.

Hakk Teâlâ:

— Benim rahmetim size vacip oldu. Varın Cennete girin buyurur.

Ebû Hüreyre (radiyallâhu anh) şu rivâyeti nakleder:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: Rîyâ ile gazâ edip şchîd olanlardan Hakk Teâlâ sorar ve ne çeşit nimet ver-

806

di ise ona bildirir. O kimse de bilir.

Hakk Teâlâ buyurur:

— O gazada ne işledin?

O kimse:

— Ey Rabbim! Ben senin yolunda kâfir öldürdüm. Ondan sonra kâfirler de beni öldürdüler, der.

Hakk Teâlâ:

— Yalan söylüyorsun! Sen, falan kimse çok baha­dır, yiğit desinler diye cenk ettin buyurur. O kimseyi yüzü üstüne Cehenneme bırakırlar.

Rîyâ ile İlim ve Kur’an öğrenmiş ve halka öğretmiş bir kimse daha getirirler. Hakk Teâlâ o kimseye ne verdi ise bildirir, o da bunu bilir.

Hakk Teâlâ:

— Dünyâ’da ne işlerdin? buyurur.

O kimse:

— İlim öğrendim ve halka senin için ilim öğrettim, der.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Yalan söylüyorsun! İlmi, âlimdir desinler ve Kur’an okuyor desinler diye öğrendin. Bu dünyâ’da sa­na böyle denildi, buyurur. Onu da yüzü üstüne Cehenne­me bırakırlar.

Hakk Teâlâ’nın dünyâ’da kendisine mal verdiği bir kimse getirilir. Allah ne kadar mal verdi ise ona bildi­rir. O da onu bilir. Hakk Teâlâ:

— O mal ile dünyâ’da benim için ne işledin? diye sorar.

O kimse:

— Senin yoluna nafaka verdim der.

Hakk Teâlâ:

807

— Yalan söylüyorsun! Benim için değil, cömerd kişi desinler diye yaptın. Maksadın bu idi. Bu sana dünyâda denildi, buyurur. Onu da Cehenneme bırakır­lar.

Mücâhid (radiyallâhu anh) Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’dan şu rivâyeti nakleder:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu: Hakk Teâlâ kıyamet günün­de kullarından şu dört şeyi sorar:

1.         Ömrünü hangi yola harcadığını.

2.         Amelini, ne ış yaptığını sorar.

3.         Bedenini, hangi hastalıklara tutulduğunu so­rar.

4.         Malını nereden kazandığını ve nereye harcadı­ğını sorar.

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyur­muştur:

— Kıyamet gününde haramdan mal kazanmış ve harama harcamış bir kimse getirirler. Buyururlar ve Cehenneme bırakırlar.

Helâlden mal kazanmış ve yine helâl yere harca­mış bir kimse getirirler.

Hakk Teâlâ ona:

— O malı kazanırken ola ki, namazı terketmişsin- dir? buyurur.

O kimse:

— Ey Rabbim! Farzdan hiç birini terk etr edim. Helâlden kazandım ve yine helâl yere harcadım, 'akir- lere verdim. Zekât ve sadaka verdim.

Hakk Teâlâ buyurur. Cennete koyarlar.

îmam Hasen Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’dan nakleder ki:

808

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu: Kıyamet günü olunca bazı kimseleri getirirler. Hakk Teâlâ onların gönlünü alır ve:

— Şanım hakkı için, size dünyâ’da bir şey verme' dim. Fakat Ahirette size iyi şeyler hazırladım. Şimdi varın gidin dünyâ’da size yiyecek ve giyecek veren kula şefaat edin. Bugün onları size bağışladım buyurur.

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyur­muştur:

— Kıyamet günü olunca bir kimse getirilir ve Hakk Teâlâ ona: Utanmadın, bana âsî oldun der ve zebânile- re onu alıp ateşe atmalarını emreder.O kimse konuş­mak için ağzım açsa zebânîler konuşmaması için ağzı­nı tutarlar.

Hakk Teâlâ:

— Niçin ağzını açtın? Ey kulum! buyurur.

O kul:

— Ey Rabbim! Benim gönlümdekini sen bilirsin, beni rezil etme der.

Hakk Teâlâ:

— Söyle benim meleklerim işitsinler, buyurur.

O kul:

— Ey Rabbim! Dünyâ’da benim çocuklarım ve dostlarım bana çok eziyet ettiler. Ailem bana ölüm hâ­linde eziyet etti. Ölüm anında Azrâil eziyet etti. Kabir­de Münker ve Nekir bana eziyet ettiler. Şimdi de kıya­met gününde zebânîler bana eziyet ettiler. Ben, Ahiret­te Rabbim bana rahmet eyleyip af eder derdim. Ne zaman ki, beni ateşe atmalarını emrettin, bildim ki şimdi helâk olacağım. Onun için, konuşmak üzere ağ­zımı açtım, der.

809

Hakk Teâlâ:

— Ey kulum! (Ben, kulumun beni düşündüğü şe­kildeyim. Öyle ise herkes beni hayırla düşünüp ansın) diyerek: Seni yarhğadım var Cennete gir! buyurur.

Hz. Huzeyfe (radiyallâhu anh) şu rivâyeti nakletmiştir:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu: Kıyamet gününde bir ka­vim getirirler, onların iyilikleri dağlar kadardır. Hakk Teâlâ onların iyiliklerini kabûl etmeyip ateşe atılma­larını emreder.

Selmân-i Fârisî (radiyallâhu anh):

— Ya Rasûlûllah! Onların suçları ne idi? diye sordu.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Namaz kılarlar, oruç tutarlar, zekât verirler idi. Fakat bir haram görseler onu alırlar ve yerlerdi buyurdu.

îmam Gazâlî (radiyallâhu anh) (Tenbihü’l-gâfilîn) adlı kitabın­da der ki:

— Hakk Teâlâ hazretleri dört zümreyi dört pey­gamberle kıyaslar; Peygamberi delil olarak onlara gösterir:

1.         Evvelâ zenginlere sorar: Niçin bana ibâdet et­mediniz? Size çok mal verdim. O mal ile bana âsî ol­dunuz buyurur.

Zenginler:

— Ey Rabbim! Bize çok mal verdin, o mal bizim gönlümüzü aldı sana kulluk edemedik, derler.

Hakk Teâlâ:

— Görmez misiniz? Süleyman Peygambere ma| verdim, bana âsî olmadı ve daima bana ibâdet etti. Siz

810

mal için bana ibâdet ftmediniz diyerek Cehenneme ko­nulmalarım buyurur.

2.         Kölelerle karşılaştırır, onlara köleyi delil gös­terir.

Kullar (köleler):

— Ey Allahım! Biz kul idik, sana kulluk edeme­dik, bizi sana ibâdetten kulluk alıkoydu, derler.

Hakk Teâlâ:

— Yusûf’a ne dersiniz? Onu köle ettim, hiç ibade­tini bırakmadı. Siz niçin terk ettiniz? diyerek onları Cehenneme yollar.

3.         Fakirlere şöyle buyurur:

— Niçin bana ibâdet etmediniz?

Fakirler:

— Ey Rabbim! Bizi muhaç kıldın. İhtiyacımızdan dolayı sana ibadet edemedik, derler.

Hakk Teâlâ:

— Siz mi çok açlık çektiniz, yoksa Isâ mı daha çok açhk çekerdi? Hiç tsâ’nın fakirliği bana ibadet etmesi­ne mani oldu mu? Niçin ibâdeti terkettiniz? buyurur.

4.         Hastaları delil olarak gösterir.

Hastalar:

Ey Rabbim! Biz hasta idik, hastalık bizi ibâdetten alıkoydu, derler.

Hakk Teâlâ:

— Sizin hastalığınız mı, yoksa Eyyûb’un hastalığı mı şiddetli idi?

Eyyûb’un hastalığı Eyyûbu hiç ibâdetten men etme­di. Siz niçin ibâdeti terk ettiniz? buyurur ve bu dört zümrenin âsilerini Cehenneme yollar.

811

53.  HESAPSIZ CENNETE GİRECEKLERLE
İLGİLİ BÖLÜM

Bu bölüm hesapsız Cennete girenleri bildirir.

Nakledildiğine göre Sahîh-i Müslimde Peygamber Efendimizden şöyle bir hadis rivâyet edilmiştir:

— Benim ümmetimden yetmişbin kişi hesapsız Cennete girer. Her bir kişi ile yetmiş kişi daha Cennete girer.

Seyyid Şerif Gürcânî:

— Yetmişten murâd yetmişbin demektir, çokluk ifâ­de edilmiştir. Muhammed ümmetinin çoğu hesapsız ve azâbsız Cennete girerler. Nitekim Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Vedâ Haccında:

— Ey Adem oğulları! Beş vakit namazınızı kılınız, Ramazan ayında oruç tutun, Hacca gidin ve nefsinizi arıtmak için gönül hoşluğu ile malınızın zekâtını verin. Ondan sonra da varın hesapsız ve azabsız Rabbinizin Cennetine girin, buyurmuştur.

Nakledildiğine göre kıyamet günü olunca bir mü- nâdî:

— Hani Ramazan ayında oruç tutanlar? diye sesle­nir.

Bir kavim gelir ve Arş’ın avlusunda otururlar. Cen­netin hazinedârlan Cennetten nimetler getirirler. Oruç tutanlara verirler. Bütün insanlar hesapta iken onlar yerler ve içerler.

Nakledildiğine göre kıyamet günü Hakk Teâlâ şövle buyurur:

— Hani Recep ayında oruç tutanlar?

Perde arkasından bir nûr çıkar. Cebrâil, Mîkâîl ve Îsrâfîl o nûra uyarlar. Recep ve Şaban ayında oruç tu-

812 tanlara o nûr gelir ve Hakk Teâlâ hazretlerine secde eder. Oruç tutanlara da şefaat eder. Hakk Teâlâ hazretleri:

— Secde dünyâ’da tamam oldu. Artık varın şeref ve ululuk yerine girin, buyurur.

Onlar da Cennete girerler.

Nakledildiğine göre kıyamet günü olunca Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

— Ey Rıdvân! Oruç tutanları kabirlerinden aç ve susuz kaldırdım. Şimdi bunlar Cennetten ne isterlerse al getir.

Rıdvân bir defa:

— Ey Cennetin hizmet oğlanları! Çabuk Cennetten nûrdan tabaklar getirin, der.

Onlar gelirler. Her birinin elinde nûrdan bir tabak vardır. O tabak içinde çeşitli yemişler, türlü türiü ni­metler ve şaraplar getirirler. Oruç tutanlar o yiye­ceklerden yerler, içeceklerden içerler. Rıdvân onlara:

— «(Dünyâ'da) geçmiş günlerde takdim ettiğiniz (iyi ameller)in karşılığı olarak âfiyetle yiyin, için» der. (335)

Hak taâia hazı etlerinin şöyle buyurduğu nakledil­miştir:

— Nice kavimleri mahşer yerine getirirler. Yüzleri nûr gibi olur. İnciden minberler üzerine otururlar. Pey­gamberler ve şehîdler onlara gıpta ederler. •’

Ashâbdan biri:

— Ey Allahın Rasûlü! Onlar kimlerdir? dedi.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Bunlar, uzak şehirlerden gelip Hak yolunda bir-

(335) El-Hâkka Sûresi, ayet. 24.

813

□irileri ile dost olanlarla gece ve gündüz Allahı zikirle meşgûl olanlardır, buyurdu.

Abdullah bin Mübârek, Peygamberimizden şu Ha­disi nakletmiştir:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu: Yarın kıyamet günün­de bir kavim gelir, yel gibi halkın üstünden geçer. Cen­nete gider.

Ashâb:

— Ya Rasûlüllah! Onlar kimlerdir? diye sordular.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Bunlar her zaman ölümü ve Cenneti bekleyenler­dir ve: «Ecel geldiği zaman gideriz» diyenlerdir, bu­yurdu.

Ebû Hüreyre (radiyallâhu anh) şu Hadisi nakleder:

— Ne mutlu benim ümmetimden olanlarla deniz kenarında oturanlara! Kıyamet günü olunca kabirlerim den kalkarlar ve Arşın altına varırlar. Hakk Teâlâ hazret­leri onlara:

— Bunlar deniz kenarında oturanlar mıdır? buyu­rur.

Melekler:

— Evet Ya Rabbi! Onlardır, derler.

Hakk Teâlâ:

— Bunlara hesap yoktur, varın Cennete girin, baki­relerle kaynaşın ve çeşitli nimetlerden faydalanın, bu­yurur.

Allaha hamd olsun ki, Hakk Teâlâ derviş Ahmed Bî- cam deniz kcnaıında, gaziler şehri Gelibolu'da yarattı. Ümidim odur ki; Allahın fazlı ve nebiy (aleyhisselâm) ’m şefaati ile hesapsız Cennete girer.

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyur­muştur:

814

— Kıyamette çeşitli sıkıntılar ve korkular vardır.

Ashâb:

— Ya Rasûlüllah! Onlardan kurtulmanın çaresi ne­dir? dediler.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Alimlerin eteğine yapışın buyurdu. Hakk Teâlâ hazretleri âlimlerle zâhidleri, Allaha devamlı kulluk cdenleıi bir yere toplar. Miskden bir yer üzerine otu­rurlar. Ondan sonra miinâdî, zâhidlere:

— Varın, Cennete girin diye seslenir. Zâhidler de gidip Cennete girerler. Alimler kalırlar. Ondan sonra münâdî, âlimlere şöyle seslenir:

— Ey âlimler! Ben sizi hapsetmedim. Zâhidleri ne­fisleri ile meşgul ettim, sonra da nefislerinden kurtar­dım. Siz halkla meşgul oldunuz Onlara ilim öğrettiniz. Varın dostlarınızı Cennete koyun.

Alimler de dostlarını alırlar ve Allahın izni ile Cen­nete giretler.

İmam Fahri Râzî şöyle der:

— Kıyamet gününde Hakk Teâlâ şöyle buyurur: Ey âlim­ler topluluğu! Siz Rabbiniz hakkında ne düşünürdünüz?

Alimleı:

— Bize rahmet edip bizi yarhğarsın, diye inanırdık, derler.

Hakk Teâlâ:

— Günahınızı bağışladım. Ben ilmimi size hayır et­mek için emanet bıraktım. Şimdi varın rahmetimle Cen­nete girin, buyurur.

Kûtü’l-Kulûb’da nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

■— Kıyamet günü olunca bir kavmi kabirlerinden çı­karırlar. Onlara atlar gelir, binerler Cennete giderler.

815

Melekler bunları görünce bit binlerine:

— Bunlar kimlerdir? derler.

Meleklerin bir kısmı:

— Bilmeyiz, olaki Muhammed ümmeti olurlar.

Kimi melekler ise:

— Siz kimlersiniz? Kimin ümmetisiniz? Hiç hesap olundunuz mu? diye sorarlar.

Onlar:

— Hesap olunmadık, derler.

Melekler:

— Dönün! Hesap yerine varın, hesap verin, derler. Onlar:

— Dünyâ’da hiç bize birşey verdiniz mi ki, onu so­rarsınız? derler. Melekler birşey demezler, onlar Cenne­te girip nimetlerini yerler.

Ebûl-Leys, tefsirinde de şöyle denilmiştir:

— Kıyamet gününde melekler gökten yere inerler ve halka:

— Hiç bizi bilir misiniz? diye sorarlar.

Onlar:

— Bilmeyiz! derler.

Melekler:

— Biz dünyâ’da sizin amelinizi, yaptıklarınızı yazan melekleriz. Şimdi de size Cenneti müjdeliyoruz. Varın Cennete girin, derler.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

— «...Va’d oluna geldiğiniz Cennetle sevinin diye diye melekler inecektir.» (336)

(3361 Fussilet Sûresi, âyet: 30.

816

Nakledildiğine göre Zeyd bin Eşlem şöyle der1

— Müjde üç yerdedir:

1.         Ölüm halinde.

2.         Kabirde.

3.         Mahşer yerinde.

Bazılarına göre beşâret (müjde) beş yerdedir. Ta ki müminler azabdan emin olurlar ve korkudan feraha ererler:

1.         Müjde umûmidir. Müminlere melekler:

— Azabdan korkmayın! Peygamberler ve Sâlihler size şefaat ederler. Sevabımız elimizden gider diye tasa­lanmayın. Nihayet varacağınız yer Cennettir, derler.

2.         Müjde ihlâsla ve samimiyetle amel edenleredir. Melekler onlara:

— Amelleriniz red olur diye korkmayın. Sevabımız kaybolur diye de tasalanmayın. Doğrusu sizin ameliniz iki mislidir, derler.

3.         Müjde tövbe edenleredir. Günahınızdan kork­mayın. Sevaptan dolayı tasalanmayın. Siz amelinizi ön­ceden işlediniz. Doğrusu sizin sevabınız iki mislidir, diye melekler onları teselli ederler.

4.         Müjde Zâhidleredir. Melekler onlara:

— Mahşerden ve hesaptan korkmayın. Kaygılanma­yın da, sevabını/ yok olmaz ve eksilmez. Hesapsız ve azabsız varın Cennete girin, derler.

5.         Müjde halka hayır öğreten ve ilimleri ile amel eden âlimleredir. Melekler onlara:

— Kıyamet ahvâlinden korkmayın ve kaygılanma­yın. Amelleıinizin sevabı iki rmslidir, derler. Alimlere ve onlara uyanlara Cenneti müjdelerler. Ne mutlu bu müj­deye erene. Müjdeler olsun o kimseye ki, güzel ameli e ardır.

817

Hz. Muâz bin Cebel (radiyallâhu anh) şu Hadisi nakleder:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu: Hakk Teâlâ. Arşın altında yeşil zebercedden ve kızıl yakuttan bir direk yaratmış­tır. Üzerinde yediyüz şerefesi vardır. Kıyamet olunca Cebrâil o şerefelerden birinde durur ve:

— Ey Muhammed ümmeti! Hakk Teâlâ size selâm söyler diye Cenneti ve Rıdvânı müjdeler.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Kıyamet gününde benîm ümmetimin fakirlerinin yüzleri ay gibi parlak olup kıyamet yerine gelirler. Elle­rinde nûrdan kadehler olur ve nûrdan minberler üze­rine otururlar. Gönülleri ferah olur. Halk ise hesapla meşgul olurlar. Oradaki halk onlara bakıp:

— Bunlar melekler midir? Yoksa Peygamberler mi­dir? derler.

Fakirler:

— Biz Muhammed ümmetinin fakirleriyiz, derler.

Melekler de:

— Hangi amelle Hakk Teâlâ size bu dereceleri verip sizi buna lâyık kıldı? diye sorarlar.

Fakirler:

— Bizim amelimiz çok değildi. Beş vakit namazı gözetirdik, hiç terk etmezdik. Muhammed Mustafa- (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nm adım işitince onun sevgisinden dolayı ağ lardık. Allaha şükredip fakirliğimize sabrederdik. Hak laâla bize ne verdi ise iki şeyden dolayı verdi: Biri dün­yâyı terk ettiğimiz, diğeri de Muhammed (aleyhisselâm) ’ı sev­diğimiz içindir, derler.

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyur­muştur:

F : 52

818

— Müminler melekleri gördükleri zaman melekler onları tamı ve; dünyâ’ya döner misiniz? diye sorarlar.

Müminler:

— Belâ ve keder evine dönmeyiz, bilâkis Allah katı­na döneriz derler. Kâfirler: Bizi dünyâ’ya çevirin der­ler, fakat, çâre olmaz.

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyur­muştur:

— Kıyamet günü olunca müminlerin çocukları bir yerde toplanırlar. Hakk Teâlâ meleklere:

— Çocukları Cennete iletin buyurur. Çocuklar, Cen­nete girmezler ve kapıda bekleşirler.

Melekler:

— Merhaba ey müslümanlann çocukları! Cennete girin, size hesap yoktur, derler.

O çocuklar:

— Bizim babamız ve anamız hani? derler.

— Babanız ve ananız sizin gibi değillerdir. Onların günahları vardır, hesap olunurlar, derler.

Çocuklar ağlarlar, feryâd ederler ve:

— Bize babasız ve anasız Cennet gerekmez derler.

Hakk Teâlâ meleklere:

— Çocuklar niçin ağlarlar? buyurur.

Melekler:

— Ey Rabbimiz! Müslümanların çocukları babasız ve anasız Cennet bize gerekmez, diyorlar, derler.

Hakk Teâlâ:

— Varın babanızı ve ananızı bulun ve onlarla be­raber Cennete girin buyurur.

Onlar da giderler, kıyamet yerinde babalarını ve analarını bulurlar ve onlarla beraber Cennete girerler.

819

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyur­muştur:

— Kıyamet günü olunca Hakk Teâlâ dünyâ’da belâ­ya ve onulmaz hastalıklara uğrayanlara hesapsız kerem­ler verir. Dünyâ’da sağlıklı olanlar bu durumu görünce:

— Keşke dünyâ’da bizim derimizi parça parça ede­lerdi de biz de bunlar gibi olaydık ve onların mertebe­lerine ereydik, derler.

Nakledlidiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş­tur:

— Kıyamet günü olunca dört türlü kavim miskden bir tepe üzerinde bulunurlar. Bunlara azâb ve hesap yoktur. Bu dört çeşit kavim şunlardır:

1.         Hakkın rızası için Kur'an okuyanlar.

2.         Hâlis itikadı, samimi imanı olanlar.

3.         Halkı, Hak’kın rızası için Mescide davet eden müezzinler.

4.         Dünyâ’da hasta olup sabreden hastalar.

Nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

— Kıyamet günü olunca Hakk Teâlâ halkı hesap için bir yerde toplar. Bazı müminler, günahlarının ve kötü­lüklerinin çok olduğunu görürler ve:

— Ey Rabbimiz! Bizi Cehenneme koy. Biz bu amelle Cennete layık değiliz, derler.

Hakk Teâlâ ise:

— Ey kullarım! Benim rahmetimden ümidinizi ke­ser misiniz? Günah işlediniz ise benim takdirimle işle­diniz. Dünyâ’da iken benim takdirimden kaçamazdınız.

820

Şimdi nereye kaçarsınız? buyurur, onları esirger ve Cennete koyar. (337)

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın şöyle buyurduğu nakledilmiş­tir:

— Kıyamet günü olunca münâdî melek: Hani fa­zilet sahibi kimseler? diye seslenir.

Bir kavim çıkıp gelir ve:

— Biz fazilet sahibi kimseleriz, derler.

Melekler:

— Sizin fazlınız nedir? diye sorarlar.

Onlar:

— Bir kimse bize zulmetse sabreder, câhillik etse tahammül gösterirdik, derler.

Melekler:

— Cennete girin, iyi amel işleyenlerin mükâfatı ne güzeldir! derler.

Nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş­tur:

— Nefsin kudret elinde olan Tanrı hakkı için, şe- hîdler kıyamet gününde kılıçlarını omuzlarına koyup

(337) Allahın rahmeti geniş ve affı boldur. Dİ'ediğini yap makta serbesttir. Her şeye hâkim o an külli irâde, Allahın yüce irâdesidir. Ancak Allah, insanlara da kısmî bir irâde vermiş ve hür seçimi ile, hareketle­rinde serbest bırakmıştır. İnsan, hareketlerinden mesû\' olmak kaydı ile, dilediğini yapar. Aslında Takdir yani kader ve alın yazısı denen İlâhî tesbi)!, Al lahtn .insanların ne yapacaklarını önceden bilmesi ile tayininden ibârettir. Aksine, çizilen b.r yolda ça­resiz ve mecbûri hareket yoktur. Böyle olsa idi in­sanlar yaptıklarından mesul olmazlardı. Buradaki ifâde, kaderi kayıtsız şartsız kabul eden Cebriyye'- nin görüşüne uymaktadır.

821

mahşer yerine gelirler. Eğer Allahın Halîli İbrâhim. ve Kelimi Müsâ (aleyhisselâm) 'a uğrasalar onlara yol v rirler idi.

Mahşerdekiler:

— Acaba bunlar kimlerdir? derler.

Nidâ gelir ki:

— Bunlar, Allah yolunda gazâ meydanlarında baş­ları ile oynayıp kanlarını dökenlerdir.

Kûtü’l-Kulûb’da nakledilmiştir ki, bir zümre insan Cennete kabirlerinden uçup girerler.

Melekler görüp:

— Siz kimin ümmetisiniz? Herkesden önce Cen­nete giriyorsunuz. Hiç hesap göndünüz mü? diye sorar­lar.

— Görmedik derler.

Melekler:

— Ne sebepten Cennete girdiniz? derler.

Onlar:

— Hakk Teâlâ’nın fazlı ve keremi ile girdik. Amma iki sebepten biliriz:

Biri: Hakk Teâlâ’nın dünyada verdiği az şeye kanaat ederdik,

Diğeri ise, gizli günah işlemekten korkardık ve uta­nırdık, derler.

Melekler:

— Size Cennete girmeniz lâyıktır, derler.

Ey âlemlerin Rabbi olan Allahım! Bizleri de faz­lınla bunlardan eyle.

54.  KİTAP (AMEL DEFTERİ) İLE İLGİLİ BÖLÜM

Allah Teâlâ buyurdu:

— «Herkesin (dünyâ’daki) amel (ve hareket)ini kendi boynuna doladık. Kıyamet günü onun için bir

822

kitap çıkaracağız ki, neşredilmiş (açılmış) olarak ken­disine kavuş (ub şöyle çat) açacak:

Oku kitabını, bugün sana karşı, bir hesap görücü olmak bakımından, nefsin yeter.» (338)

Nakledildiğine göre Kıyamet günü olunca Hakk Teâlâ bütün bu halkı ak bir yere toplar, ondan sonra onla­rın üzerine kara bir bulut gelir. O buluttan yağmur gi­bi amel defterleri yağar. Eğer mü’minlerden olursa defteri ak olur. Kâfir olursa defteri kara olur. Defte­rin sahibi mü’min ise sağ eline gelir. Kâfir ise sol eline gelir.

Bir rivayette, eğer mü’min ise defterinde (Fi Cen­netin âliyetin = Yüksek bir Cennettedir). Eğer kâfir ise defterinde (Fi Setnûnıin ve Hamîm’in — Sıcak ve kay­nar bir sudadır) yazılmış olur. (339)

Nakledildiğine göre îbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Mü’min olursa defteri sağ eline gelir. Kötülükle­ri defterin içinde, iyilikler dışında yazılmış olur. Böyle­likle kimse o mü’minin hâlini bilemez. Hangi yılda, hangi ayda, hangi günde ve hangi yerde ölürse o zaman bilinir. Mü’min defterinin dışındaki kötülüklerini oku­duğu zaman son derece üzülür. Ona*

— Hakk Teâlâ seni yarhğadı, defterin öbür yanım da oku! derler. Defterin öbür yanını okuyan mü’mir. iyiliklerinin orada yazılmış olduğunu görür, gönlü fe­rah olup yüzünü;, rengi tatlılaşır ve:

— Artık kitabı sağ eline verilmiş olana gelince, he men der ki: Alın, okuyun kitabımı» der. (340)

(338) İsrâ Sûresi, ayet: 13, 14.

(339) Gâsiye Sûresi, ayet: 10; Vâkıa Sûresi, ayet: 42.

(340) El-Hâkka Sûresi, ayet: 19.

823

Kâfirin defteri sol elinde olur. Bütün iyilikleri def­terin içinde ve kötülükler dışında olur. Defterini oku­yunca:

— Bu senin yiliklerin ise defterinin öbür yanını da oku derler. Öbür yanını da okur, bütün kötülükleri­ni orada görür. Bunların yüzleri kara olup yüzleri göm­gök olur Yahut gözsüz olur ve o vakit:

— «Ah keşki benim kitabım verilmeseydi.» (341)

Nakledilir ki kıyamet gününde defteri sağ elinde olan bazı kimseler dafterinde Hac, gazâ, namaz ve zekât sevabı görürler ve:

— Bu benim defterim değiidır. Ben dünyâ'da iken bunların hiç birisini işlemedim, derler.

Hakk Teâlâ:

— Ey kulum! Bu senin defterindir. Dünyada iken: Benim malım olsa Hacca giderdim, zekât verirdim vç fakirleri doyururdum, derdin Şimdi ben bilirim ki, sen doğrusun, bu sevapları sana verdim. Var Cennete gir, buyurur.

Nakledildiğine göre birçok yarlığanmış kimse var­dır ki, Allahdan, meleklerden ve insanlardan utanma­sın diye, günahını kendisi, melekler ve bütün insanlar unutur.

Nakledildiğine göre kâfirlerin defterleri arkasın­dan verilir. Zira kâfirin sağ eli boynunda bağlı olur. Sol elini arkasından çıkarıp defterini verirler. Cehenneme böyle girer.

(341) El-Hâkka Sûresi, ayet: 25.

824

55.   MİZANLA İLGİLİ BÖLÜM

Allah taâîa buyurdu ki:

— «(Herkesin dünyâda yapıp ettiğini) tartmak da o gün haktır. Artık kim (1er) in terazileri ağır basarsa iş­te onlar murada erenlerin tâ kendileridir.

Kimin de tartıları hafif gelirse bunlar da ayetleri­mize zûimeder oldukları için kendilerine yazık etmiş kimselerdir.» (342)

Nakledildiğine göre Ahiretteki terazi, dünyâ terazi­sinin tersidir. Yani eğer ağır gelirse, demek olur ki ağır yanı yukarı kalkar. Arş-ı âlâ’ya yakın olur. Zira onlar, hürmet’de Arş a yakın olanlardır. Eğer halif gelirse aşa­ğı iner. En aşağıya yakındır. Onlar hürmette hafit olur.

İmam Gazâlî der ki:

— Mizanın ik: kefesi vardır. Bir kefesi nurdan, bir kefesi zulmettendir.

Kurtubî şöyle der:

— Eğer o terazinin kefesine yerleri ve gökler: koy- saiardı, o kefe onlardan büyük gelirdi. O kefelerden bi­ri nurdandır. O iyiliklerin konduğu kefedir. Biri zûlmet- tendir. O da kötülüklerin konduğu kefedar. Mizan Arş-ı âlâ’nın karşısında asılıdır. Cebrâil (aleyhisselâm) ’ın elindedir. Arş’ın sağında Cennet vardır. Nuı kefesi onun yanında­dır. Arş’ın solundu Cehennem vardır. Zûlmet kefesi onun yanındadır.

Ebû Hüreyre (radiyallâhu anh) şu Hadîs’i nakleder:

— Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu: Hak. taâla kıyamet gününde Hz. Adem’e üç kerre özür bildirir ve:

(342/ El-A'râf Sûresi, ayet: 8, .9.

825

1.         Ben yalancılara lanet etmeseydim bütün çocuk larına rahmet ederdim der ve şöyle buyurur:

— «Şeksiz şüphesiz onların topuna vaad olunan yer Cehenncın'dir.» (343)

2.         Hakk Teâlâ' Ey Adem! Senin çocuklarından hiç birine azâb etmesem, amma onları dünyâ’ya göndersem bilirim ki, gene şer işlerlerdi, asla beni anmazlardı.

3.         Ey Adem! Seni benimle çocukların arasında hâ­kim kıldım, Mizâ’nın yanına var otur. Kimin hayrı şer­rinden zerre kadar ağır gelecek olursa Cenneti onlara veririm. Hattâ bilesin ki, ben kimseyi zorla Cehenneme koymam. Fakat onlar zâlimlerdir ve asîlerdir. Onun için ateşle yakarım ki, onlar ona lâyıktır.

Hz. Bilâl-i Habeşî (radiyallâhu anh) Rasûlüllahdan nakleder:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki: Kıyamet gününde Mi- zân Cebrail (aleyhisselâm) ’m elinde olur. Hakk Teâlâ şöyle buyu­rur: Ey Cebrâil! Bunların amellerini tart! Mazlumlan zâlimlere gönder. Varsınlar, haklarını istesinler. Eğer zâlimlerin iyiliklerini bulurlarsa mazlumlar onları al- : ınlar. Eğer iyiliklerden birşey bulunmaz ise, mazlu­mun günahını o zalime ver. Böylece zâlimlerin üzerine günah dağlar gibi yığılır.

Nakledildiğine göre İmam Tirmizî şu rivâyeti zık. ret m iştir:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki: Benim ümmetimden bir kişi gelir. İçinde günahları yazılmış doksandokuz defteri olur. Her defterin, göz görmeyecek kadaj- uzun­luğu vardır. Ondan sonra Hakk Teâlâ hazretleri ona:

/343) Hıcr Sûresi, ayet: 43.

826

— Bilir misin şu dünyâda işlediklerini ve zûlmetti- ğini? buyurur.

O kimse:

— Biliyorum ya Rabbi! der.

, Hakk Teâlâ buyurur:

— Bugün kimseye zulüm yoktur. Sana bu Levh içinde iyilik ve sevab vardır. Zira onda (Lâ ilahe illellâh Muhammedün Rasûlüllah) kelimesi yazılmış bulun­maktadır.

Hakk Teâlâ tekrar o kimseye:

— Mizâna hazır ol! buyurur. O da hazır olur. O defterleri mizâna koyarlar. Bir yanına da o Levhı ko­yanlar. Levh o defterlerden ağır gelir. Zira Allah Teâlâ'- nın ismi o Levhda yazılmış bulunmaktadır.

Nakledildiğine göre kıyamet gününde, günahı se- vablarından ağır gelen bir kimse getirirler. Hakk Teâlâ onun ateşe atılmasını emreder. O kimsenin kirpiklerin­den bir kıl Hakk Teâlâ hazretlerine niyaz eder ve;

— Ey Rabbim! Senin peygamberin dedi kr. Kim Allah korkusundan ağlasa ateş o göze haramdır. Biz senin için çok ağladık, der.

Hakk Teâlâ o kimseyi o bir kıldan dolayı af eder. Cebrâil mahşer kavmine:

— Hakk Teâlâ falan oğlu falanı bir kıl için affetti diye ilân eder.

Nakledildiğine göre kıyamet gününde bir kimse­nin günahı sevabından ağır gelir. O kimse bir dostun­dan iyilik ister. İstediği kimsede bütün iyiliklerini o kimseye Hakk Teâlâ’nın rızası için verir.

Hakk Teâlâ:

— Ey kukun! İyilikleri olmayana ateşle azâb ede­ceklerini bilmez misin? buyurur.

827

O kimse:

— Ey Rabbim bilirim. Fakat o kimse beni senin rı­zan için severdi. Ben de bugün kendi nefsimi senin için ona fedâ ettim der.

Hakk Teâlâ:

— Ben rahmet edenlerin en yücesiyim. İkinizi be­raber yarlığadım ve Cenneti size verdim, buyurur.

Nakledildiğine göre kıyamet günü olunca Muham- med ümmetinin amellerini tartarlar. Onların bir rekât namazı, îsrâil oğulları kavminin bin rekâtından fazla gelir.

Îsrâil kavmi:

— Ey Rabbimiz! Muhammed ümmetinin bir rekât namazında ne vardır ki, bizim bin rekâtımızdan çok gelir dediler.

Hakk Teâlâ:

— Onlar namazlarında (Bismillâhirrahmânîrra- hîm) dedikleri için buyurur.

Nakledildiğine göre bir kimsenin hatası ile sevabı beraber geldiği zaman Hakk Teâlâ:

— Bu kimse Cennetlik değildir, buyurur. Derhâl bir melek bir sahife getirir, içinde: «Bu kimse babasına ve anasına katı söz söylemiş ve incitmiştir» ibâresi ya­zılı bulunur. O sahifeyi o mizâ’nın kefesine koyar. Gü­nahı sevabından ağır gelir. Hakk Teâlâ o kimseyi ateşe atmalarını buyurur. O kimse ise Hakk Teâlâ’nın huzuru­na gelmek ister. Allah Teâlâ:

— Ey Âsî kul! Niçin tekrar huzuruma gelmek ister­sin? buyurur.

O kimse:

— Ey Rabbim! Ben atamı ateş içinde gördüm, ya­nıyor. Şimdi, ben dünyâ'da babama âsî olmuştum.

828

Onun azâbını bana ver, onu serbest bırak der. Bu söz Hakk Teâlâ’ya hoş gelir. Babası ile beraber o kimseyi Cennete buyurur.

Hz. Ali (radiyallâhu anh) Peygamberimizden şu Hadîs’i nakle­der:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu: Beş vakit namazı cemaat­la kılmaya ahdeyle. Kıyamet günü olunca Hakk Teâlâ hazretleri yedi kat gökleri, yerleri, denizleri, geceyi gündüzü, güneşi, ayı, Arş’ı, Kürsî’yi, Cenneti, Cehenne­mi ve yıldızları mizâ’nm bir yanına koyar .Mü’minin cemaatla kıldığı bir vakit namazını da mizâ’nın bir yanına koyar. O bir vakit namaz hepsinden ağır gelir.

İlâhî Muhammed Mustafâ hakkı için bizi namaza muvaffak edip cemaatla kılanlardan eyle.

56.   DÜŞMANLIKLAR VE MAHKEMELERLE
İLGİLİ BÖLÜM

Allah Teâlâ buyurdu:

— «(evet) Kişinin kaçacağı gün: Birâdcrinden,

Anasından, babasından, karısından ve oğulların­dan.

O gün bunlardan herkesin kendine yeter bir işi (derdi, belâsı) vardır.» (344)

Yani kıyamet günü öyle bir gündür ki, kimse kim­seye itibar ve iltifat etmez. Herkes kendi ile meşgûl olup, birbirinden benden birşey istemesin diye kaçar­lar.

Kardeş kardeşe:

(344) Abese Sûresi, ayet: 34 35. 35, 37.

829

— Dünyâda bana niçin malından ve mülkünden vermedin? der.

Kadın kocasına:

— Bana haram yedirdin, der.

Çocuklar babalarına:

— Bana niçin ilim öğretmedin ve beni niçin doğru yola sevk etmedin? derler.

Önce kardeş kardeşten kaçar. Kabil Hâbil’den ka­çar. İbrahim (aleyhisselâm)  babasından kaçar, Lût (aleyhisselâm)  karısın­dan kaçar. Nûh (aleyhisselâm)  oğlundan kaçar. (345)

İmam Bagavî Tefsirinde şöyle der:

— Peygamberler dahi ümmetlerinden kaçarlar. Ondan sonra Hakk Teâlâ hazretleri, azametinden zatını gösterir. Bütün mü’minler ona tazim edip secdeye ka. panırlar. Amma kâfirlerin gözleri göğe dikilmiş, gönül' leri boş ve şaşkın ve bağlı bir şekilde dururlar.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

— «(Hatırla ki o gün) baldır (lar) m açılacağı, ken­dilerinin secdeye da’vet edilecekleri bir gündür. Fakat (buna) güç yetiremeyeceklerdir.» (346)

O gün Hakk Teâlâ nidâ eder. Uzak yakın herkes işi­tir. Şöyle buyurur:

— Ben zâlimin zulmünden geçmem. Elbette inti­kam alırım. Eğer ben zulümden vaz geçersem zâlim ben olmuş olurum. Ondan sonra bütün halk tek tek he

(345J Hatırlanacağı gibi Adem (aleyhisselâm) ’m iki oğlundan Kabil, kardeşi Hâbil’i öldürmüş, İbrahim (aleyhisselâm) ’ın babası Hak yoluna uymamış, Lût (aleyhisselâm) ’ın karısı ve Nûh (A.SJ’m oğlu da küfür yolunu seçmişlerdi.

(346) El-Kalem Sûresi, ayet: 42.

830

sap olunur. Herkes yalnız kendisine hesap olundu sanır.

Nakledilmiştir ki:

Bir kimse bir başka kimseyi öldürse, ikisi de Alla­hın huzuruna gelirler. Allaty taâla o öldürene:

— Ey Adem oğlu! Ben sana ne zulmettim ki, ba­na ortak olursun? Zira bu adamı ben diriltirim, sen öl­dürürsün. Benimle açıkça cenk mi edersin? Eğer o da­vacı hakkını bağırlarsa kendi bilir, buyurur.

O davacı:

— Ey Rabbim! Senin aşkına hakkımı bağışladım, der.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Benim keremim, senin kereminden çoktur. Şim­di varın ikiniz beraber Cennete girin, buyurur.

Enes (radiyallâhu anh) der k:

— Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) birgün bizimle beraber oturur idi. Ansızın güldü. Hattâ mübarek dişleri gözüktü.

Hz. Ömer (radiyallâhu anh):

— Ey Allahın Rasûlü! Niçin güldünüz? dedi.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Kıyamet gününde iki kişi gelir. Hakk Teâlâ’nın huzurunda davacı olurlar.

Birisi:

— Ey Rabbim! Benim bundan hakkımı alıver, der. Hakk Teâlâ:

— Kardeşine hakkını bağışla, buyurur.

O kimse:

— Ey Rabbim! Hiç iyilik ve sevabım kalmadı, der.

Hakk Teâlâ o davacıya:

— Nasıl yaparsın? O kimsenin verecek iyiliği kal­madı, buyurur.

«31

Davacı:

— Benim günahımı ona ver götürsün, der

Hakk Teâlâ:

— Başını yukarı kaldır ve Cennete bak buyurur.

Bunun üzerine o şahıs başını kaldırıp Cennete baktığında:

— Ey Rabbim! Gümüşten şehirler ve inci ile süs­lenmiş altundan saraylar görüyorum. O şehirler acaba hangi peygamberin ve hangi şehidindir? der.

Hakk Teâlâ:

— Kim ki, bir kimsede hakkı olsa, o hakkını ba- ğışlasa, işte bu gördüklerin onun karşılığıdır, buyurur.

Derhâl o şahıs:

— Ey Rabbim! Ona hakkımı bağışladım, der.

Hakk Teâlâ da:

— Şimdi git o şahısla birlikte Cennete gir, buyurur.

Nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Müflis (iflâs eden) kimdir, hiç bilir misiniz? buyurdu:

Ashâb:

— Bize göre müflis, malı ve mülkü olmayandır, dediler.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Kıyamet gününde hakkım vardır diye elinden bütün ameli alınandır. O kimse böylece müflis kahr. Ondan sonra da Cehenneme koyarlar.

A’lah taâla buyurdu ki:

— *0 gün herkes (ancak) öz canı (nm halâsı) için uğraşacak, herkes ne yaptı ise (onun karşılığı) kendi­sine eksiksiz verilecek, onlar aslâ haksızlığa uğratıl- mayacaklardır.» (347)

foilîj Nahl Sûresi, âyet: 211.

832

Peygamber iA.S.), Halk’m arasında hiçbir zaman çekişme eksik olmayacaktır. Hattâ ten ile can çekişir­ler.

Can:

— Ey Rabbim! Benim elim yok ki, onunla tutayım. Ayağım yok ki, onunla yürüyeyim. Gözüm yok ki, onun­la göreyim. Her ne işledi ise ten işledi, benim suçum yoktur, der.

Ten ise:

— Ey Rabbim! Beni bir ağaç gibi yarattın. Benim elim ve ayağım tutmazdı ki, onunla günah işleyeyim, tş. te bu can bana bir nur gibi geldi. Onunla konuştum, onunla gördüm. Benim aslâ günahım yoktur, der.

Hakk Teâlâ:

— Sizin durumunuz gözsüz ile ayaksıza benzer. Gözü olan bir kimse bir bağ içinde çok yemiş gördü. Ayaksızı gözsüz götürdü, bağa girdiler. Birşeyler çaldı­lar. Öyle olunca ikisine de azâb etmek gerektir. Bu itibarla ten ile cana beraber azâb etmek gereklidir. Ge­ri kalan uzuvlar da böyledir. Yani göz, kulak, el ve : .ak; onlara da suâl sorulur. Nitekim Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

— «Senin için hakkında bir bilgi hâsıl olmayan şe­yin ardına düşme. Çünkü kulak, göz, kalb: Bunların hcrbiri bundan mesûldür.» (348)

Ondan sonra bütün canlıları suâle çekerler. Birinin hakkım diğerinden ahverirler. Sahibi hayvanını yok yere döğmüş ise hakkını ahverirler. Ondan sonra Hakk Teâlâ buyurur. Hayvanlar toprak olurlar.

Eğer bir kimse dünyâ’da bir canlıyı, yahut küçük

(348) İsrâ Sûresi, ayet: 36.

833

bir kuşu sevse, Haktan diler ve Allahın buyruğu ile o kimse o kuşla Cennette beraber olur.

Hz. tkrime (radiyallâhu anh) şu rivâyeti nakleder:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu: O zaman hayvanlar ve kuşlar insanların halini görürler ve:

— Allaha hamd olsun ki, bizi insan yaratmadı. Bi- ze Cennet gerekmez; yalnız Hakkın rızası bize yeter, derler ve Allahın izni ile tekrar toprak olurlar.

57.  KIYAMET GÜNÜNDEKİ DİĞER GARİP
İŞLERLE İLGİLİ BÖLÜM

Ebû Hüreyre (radiyallâhu anh) şu Hadîsi rivâyet etmiştir:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki: Kıyamet gününde bü­tün ameller sûret bulup dile gelerek söylerler, önce na­maz gelir ve:

— Ey Rabbim! Ben namazım der.

Hakk Teâlâ:

— Sen hayır üzerinesin buyurur.

Ondan sonra Sadaka gelir:

— Ya Rabbi! Ben Sadakayım der.

Hakk Teâlâ:

— Sen hayır üzerines: ı buyurur.

Ondan sonra Oruç ge r:

— Ey Rabbim! Ben C ıcum der.

Hakk Teâlâ:

— Sen hayır üzerinesû. buyurur.

Ondan sonra İslâm gelir:

— Ey Rabbim! Sen Selâmetsin, ben de İslâm’ım

F : 53

834

Hakk Teâlâ:

— Sen hayır üzerinesin. Bugün seninle alırım ve seninle veririm buyurur. Böylece tslâm kimi dilerse Cennete girer.

Sonra Kur'an gelir. Güzel bir şekil ve sûrette gö­rünür. Mahşer halkı Kuran-ı görürler ve:

— Peygamberdir derler. Peygamberleri geçince:

— Melektir derler. Melekleri de geçince bilirler ki, O Kur’an-ı Azîm’dir. Kime şefaat ederse o Cennete onunla girer. Ondan sonra Cuma gelir. Güzeldir ve misk gibi kokusu vardır. O da kimi dilerse beraber ahr Cen­nete girer.

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyur­muştur:

— Kıyamet gününde bir kişiyi getirirler. Adı Mu- hammed’dir. Hakk Teâlâ: Sen utanmadan bana âsî ol­dun. Şimdi ben sana azâb etmeye utanırım. Çünkü se­nin adın benim Habîbimin adıdır. Bugün sana azâb etmem deyip af eder.

Nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş­tur:

— Kıyamet gününde dünyayı kara bir kandil gibi asarlar. Yarattığımdanberi Hakk Teâlâ dünyâ’ya rahmet­le bakmamıştır. Kıyamet gününde dünyâ:

— Ey Rabbim! Senin emrin geldi, Benim sularımı tüketti, ağaçlarımı kuruttu, saraylarımı yıktı ve sul­tanlığım gitti. Şimdi beni en aşağı derecedeki bir ve­line bağışla, der.

Hakk Teâlâ:

— Ey dünyâ! Benim velilerim dünyâ’da senin hiç­bir şeyine razı olmadılar. Bugün benim huzuruma gel­diler. Sana mı razı olurlar? Şânım hakkı için, eğer se-

835

nin benim yanımda bir sineğin kanadı kadar değerin ol­saydı, dünyâ’da kâfire içmek için bir yudum su vermez­dim, buyurur.

Bagavi, tefsirinde Ebû Hüreyre (radiyallâhu anh)'dan şu riva­yeti nakleder:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu: Kıyâmet gününde İbra­him (aleyhisselâm)  babası «Azer» ile buluşur. Azer’in yüzü top­rağa bulaşmış olur. İbrâhim (aleyhisselâm)  onu görür ve:

— Ben sana Allaha âsî olma demedim miydi? der. Azer:

— Bugün Allaha muti oldum, bana çâre bul, der.

İbrahim (aleyhisselâm)

— Ey Rabbim! Sen, kıyamet gününde beni rezil etmeyeceğine söz verdin. Atamı ateşe atmışlar. Bundan daha perişanlık olur mu? der.

Hakk Teâlâ:

— Ben Cenneti kâfirlere haram kıldım, buyurur.

Ondan sonra İbrahim (aleyhisselâm)  yere bakar, görür ki, babası bir koç olmuş, ayağından tutup ateşe atarlar.

Allah Teâlâ buyurdu:

        «Kim (Allaha) bir iyilikle, güzellikle gelirse işte ona on katı var. Kim de bir kötülükle gelirse bu, o mik­tardan başkasiyle cezalanmaz. (İyilik edenler de, fenâ- lık yapanlar da) haksızlığa uğratılmazlar.» (349)

Burada iyilikten murad: (Lâ ilâhe illellah) kelime­sidir. Bu hayırdan yeğ ona hayır vardır, tbni Abbâs der ki:

        (Lâ ilâhe illellah) hayrından yeğ hayır demek, bu kelime ile, türlü türlü hayırlara erişilir, zira bir iyi­liğe on iyilik var demektir. Şimdi birisi (Lâ ilâhe illel-

(349) En’âm Sûresi, âyet- 160.

836

lâh) demekten üstün iyilik, Hakkın cemâlini seyret­mektir demek olur.

58.  ALLAH TAÂLA’NIN MELEKLERLE
KONUŞMALARI İLE İLGİLİ BÖLÜM

Müminler kıyamet yerine geldikleri zaman bütün uzuvları dile gelip söyler:

Eli:

— Sadaka verdim, hani benim sevâbım? der.

Ayağı:

— ibadette durdum, hani benim mükâfatım? der.

İşte bu şekilde bütün uzuvları sevâp isterler. Hakk Teâlâ da onlara ecirlerini verir.

Ondan sonra gözü:

— Ey Rabbim! Hani benim sevabım? der.

Hakk Teâlâ, meleklere:

— Perdeleri kaldırın! Ta ki benim niteliksiz İlâhî güzelliğimi görsün.

Nakledildiğine göre Peygamberimiz (aleyhisselâm)  şöyle bu­yurmuştur:

— Kıyamet günü olunca bütün âlimleri bir yere toplarlar.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ben size ilmi ve hikmeti onun için verdim ki, sizden hayır dilerdim. Ey meleklerim! Siz tanık olun, ben âlim kulumun iyiliklerini kabul ettim ve günahını affettim, buyurur.

Nakledildiğine göre Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyur­muştur:

— Hakk Teâlâ hazretleri, kıyamet gününde: (Nerede yarattıklarımın seçkinleri?) buyurur.

837

Melekler:

— Ey Rabbimiz! Onlar kimlerdir? diye sorarlar.

Hakk Teâlâ.

— Benim takdirime kanaat eden ve verdiğime razı olan dervişlerdir. Şimdi onları Cennete koyun. Onlar da Cennete girerler. Yerler ve içerler. Halk, Mahşer yerinde hesap içinde dururlar.

Nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş, tur:

Cebrail (aleyhisselâm) :

— Ey Rabbim! Senin düşmanların çok. Hangi düş­manını istersin? der.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Hani içki içenler, çalgı dinleyenler, sarhoş iken ölenler ve zinâ edenler? buyurur.

Melekler onları bir yere toplarlar. Hakk Teâlâ haz. retleri onları, eğer tövbesiz ölmüş olurlarsa, şeytanla beraber Cehenneme atar.

Nakledildiğine göre kıyamet gününde bir kimse ge­tirirler. Boynunda zincir ve ayağında bukağı olur. Ce­henneme koymak isterler. Hakk Teâlâ:

— Benim kulumu bana getirin. Benim kulumdan ne istersiniz? Yoksa siz mi yarattınız? Rızkım siz mi verdiniz? Ey benim kulum! Diline bak, benim hayrım­dan birşey var mıdır? O kimse görür ki, ak yazı ile (Bismillahirrahmânirrahim) yazılmış. O kimse:

— Ey Rabbim! İlen her gece bir yanımdan bir ya­nıma dönerken bunu okurdum. Allahım! beni (Bismil­lah) hürmetine bağışla, der.

Hakk Teâlâ:

— Ey kulum! Seni yarhğadım. Var benim rahme­timle Cennete gir, buyurur.

838

Nakledildiğine göre kıyamet günü olunca Hakk Teâlâ bir kimseye hesap .sorar. Günahı sevabından ağır gelir. Hakk Teâlâ o kulun Cehenneme atılmasını ister ve Cebrâil (aleyhisselâm) a:

— O kula sor. Hiç dünyâda bir âlimle bir yerde oturduğu var mıdır? Eğer oturduğu var ise affedeyim? buyurur.

Cebrâil (aleyhisselâm)  o kula sorar. O kul:

— Oturduğum yoktur, der.

Hakk Teâlâ:

— Dünyâda hiçbir âlimi sever mi idi? buyurur. Cebrâil (aleyhisselâm)  sorar. O kul:

— Yok, der.

Hakk Teâlâ:

— Ey Cebrâil! Sor! Hiçbir âlimle yemek yediği var mıdır? buyurur. Cebrâil (aleyhisselâm)  sorar. O kul:

— Yok, der.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Cebrâil! Sor, o kulumun adı hiçbir âlimin adına uygun mudur? buyurur.

Cebrâil (aleyhisselâm)  sorar ki, muvâfık değildir. Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey Cebrâil! O kulu koy. Ben bilirim ki, o kulum, bir âlimi seven bir kimseyi severdi. Ben o âlim hürme­tine buna rahmet eyledim, buyurur.

Nakledildiğine göre kıyamet gününde Hakk Teâlâ meleklere:

— Bugün mümin kullarımı Cennete iletin. Onlara saraylarını ve hûrilerini gösterin, buyurur.

Melekler:

— Bu ulu kerâmet, cömertliktir, derler.

Hakk Teâlâ:

839

— Şânım hakkı için eğer bütün Cenneti bir mümin kuluma versem onun karşılığı değildir. Zira ben onlara:

— Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye sordum. Onlar da:

— Evet, Rabbimizsin. Seni tanıdık ve sana kul ol> duk, dediler. İşte o ikrardan dolayı Cenneti onlara verdim. Fazla olarak da benim Cemâlimi seyretsinler, buyurur.

Nakledildiğine göre kıyamet gününde bir kimse getirirler.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey meleklerim! Benim bu kulum hiç bana kim­seyi ortak koştu mu? diye sorar.

Melekler:

— Yok Ya Rabbi! derier.

Hakk Teâlâ:

— Ey meleklerim! O kimse bunca yıldır dünyâ’da kaldı. Türlü türlü belâlar çekti. Ondan sonra öldü. Bun­ca yıl da kabirde karanlıkta vattı. Ben de ona rahmet eyledim. Varsın Cennete girsin, buyurur.

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyur­muştur:

— Kıyamet günü olunca Hakk Teâlâ hazretleri bu­yurur ki: Hani benim komşularım?

Melekler:

— Ey Rabbim! Senin komşuların kimdir? diye so­rarlar.

Hakk Teâlâ:

— Benim komşularım benim mescidlerimi onaran ve yapanlardır. Onlar benim komşularım, dostlarım ve ziyâretçilerımdir, buyurur.

840

Hz. Aişe (R.A > şu Hadisi nakletmiştir:

— Rasûlüllah buyurdu ki: Kıyamet giinü olunca Hakk Teâlâ hazretleri: Ey meleklerim! Bütün ibâdetle­rinizi Muhammed ümmetine bağışlayın, buyurur.

Melekler:

— Ey Rabbim! Bundan hikmet nedir? Bugün se- vâba biz de muhtacız, derler.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Bugün Ademin çocukları sevaba sizden daha çok muhtaçtırlar, buyurur.

Şimdi ey mümin kardeşler! Hakk Teâlâ hazretleri­nin İlâhî ve noksansız cömertliğine bakın. Ademin ço­cuklarının mümin olanlarına O nasıl rahmet eder?

59.  CEHENNEM VE AŞAĞI DERECELERİ
İLE İLGİLİ BÖLÜM

Allah Teâlâ buyurdu;

— «Şeksiz şüphesiz onların topuna va’d olunan yer Cehennemdir.» (350)

Yani Cehennem şeytana ve ona tâbi olanlara va’d olunmuştur.

Bilmek gerektir ki, Cehennemin yedi kapısı vardır. Yedi tabakadır. Her tabakada ateşten yetmişbin şehir vardır. Her şehirde yetmişbin mahalle vardır. Her ma­hallede ateşten yetmişbin avlu vardır. Her avluda yet­mişbin kuyu vardır. Her kuyuda yetmşibin tâbût var­dır. Her tâbût’un içinde yetmişbin akrep vardır. Her akrebin ateşten hurma ağacı gibi kuyruğu vardır. Her

(350) Hicr Sûresi, âyet: 43.

841

tabüt’un üstünde zakkümdan bin ağaç vardır. Her ağa­cın dibinde yetmiş zencir ve bukağı (kıskaç) vardır. Her birinin uzunluğu yetmiş arşındır. Her birinin ya­nında yetmiş yılan vardır. Her yılanın ağzında ağudan bir deniz vardır.

Şimdi, bunların hepsi, kâfirler, eğer dünyâ’dan töv- beşiz gitmişlerse, zekât vermeyenler, zinâ ve livâta eden­ler, içki içenler ve yetim malı yiyenler, içindir.

Müfessirler derler ki:

— Cehennemden bir damla su çıkarıp dünyâ’daki dağların üzerine bıraksalar, bütün sular ve yiyecekler, onun şiddetinden yenmez ve içilmez hale gelirdi.

Cehennemde kâfirler için ateşten ağaçlar vardır. Yemişi şeytan başına benzer. Ondan yeseler, boğazla­rından geçmez. O yemişler ağudan acı, kokuları da leş kokusundan kötüdür.

Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Sizin bu ateşiniz, Cehennem ateşinin yetmiş- de biridir.

Allah Teâlâ Kur’anda buyurdu:

— «... Artık sakının o ateşten ki onun tutarağı (odunu, çırası, ocak taşı) insanla o taştır...» (351)

Yani Cehennemin kütüğü insanlar ve taşlardır. Sö­zünün manası şudur:

Kâfirin boynunda kibrit taşından bir taş asılmış olur. Her kâfire bir şeytan bağlıdır. O taşın, başka taş olmayıp da kibrit taşı olmasının sebebi, diğer taşlar­da bulunmayan beş şeyin onda bulunmasmdandır.

(351) Bakara Sûresi, âyet: 24.

842

1.         Tez yanar.

2.         Geç söyünür.,

3.         Pis kokusu vardır.

4.         Çok sıcaktır.

5.         İnsanın gövdesine yapışır.

Nakledildiğine göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş­tur:

— Ey Cebrâil! Bana ateşi tanıt.

Cebrâil (aleyhisselâm)  şöyle tanıttı:

— Ey Muhammedi Cehennem karanlıktır. İçi ateşle doludur. Eğer o ateşten zerre kadar dünyâ’da görünse yeryüzünü yakardı. Eğer Cehennemin kaftanlarından birini yerle gök arasına assalardı, onun pis kokusun­dan bütün mahlûkât helak olurdu. Eğer zebânilerden biri gözükse idi, onun heybetinden bütün mahlûkât he- lâk olurdu.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Cebrâilden bu sözleri işitince ağladı. Cebrâil (aleyhisselâm) da onunla beraber ağladı.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Cebrâil! Sen niçin ağlarsın? Sen günâh işle­mezsin, buyurdu.

Cebrâil (aleyhisselâm) :

— Ey Muhammedi Tanrının mekrinden emin ola­mam, azabından korkarım, dedi,.

İşte Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile Cebrâil (aleyhisselâm)  Cehennem korkusundan ağlarlar. Hayret edilecek şey şudur ki, âsî oldukları halde insanlar ağlamazlar, malına ve sağ- lığına mağrûr olurlar.

Nakledildiğine göre Ebû Ümâme El-Bâhili (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Cehennemin ağzından dibine kadar olan mesafe yetmiş yıllık yoldur. Gayya kuyusu onun altındadır.

843

İbni Abbâs der ki:

— Gayyâ Cehennemde bir deredir. Cehennemdeki bütün dereler, Gayyâ deresinden ve onun korkusundan Allaha sığınırlar. Hakk Teâlâ o dereyi zmâ edenlere, sa. rap içenlere, fâiz yiyenlere, babasına ve anasına âsi olanlara ve yalan yere şâhitlık edenlere va’d etmiştir.

Gayyâ Cehennemde bir deredir ki, o dereden âsîler jçin kan ve irin akar.

Ka’bû’i-Ahbâr der ki:

— Gayyâ Cehennemde bir deredir ki, gayet sıcak ve derindir. O derede bir kuyu vardır, ona (Behîırû der­ler. Cehennem biraz soğusa Hakk Teâlâ o kuyuyu açar, Cehennem o kuyuda ısınır.

Nakledildiğine göre Zekeriyyâ (aleyhisselâm)  şöyle buyur, muştur:

— Cebrâil (aleyhisselâm)  haber verdi ki, ateş içinde gene ateşten bir dağ vardır. Ona (Sckrân) derler.* O dağik dibinde bir kuyu vardır. Ona da (Gadbân) derler. Hakk Teâlâ kime gazâp ederse onu o Gadbâna atar. O dere- »1in içinde ateşten kuyular vardır. Her kuyunun derin- gi ikiyüz yıllık yoldur. O kuyuda ateşten tabutlar va.

dır. Her kuyunun içinde kâfirler için ate.«*en zencirier vardır.

Hakk Teâlâ buyurdu:

— «Onun yedi kapısı, her kapının da onlara a'-.ıi mis birer nasibi vardır.» (352)

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) der ki:

— Birinci tabaka: Cehennem'dir.

ikinci tabaka. Seîyr’dir.

Üçüncü tabaka: Sakar’dır.

Dördüncü tabaka: Cehiym'dir.

Hier Sûresi, âyet: 44.

844

Beşinci tabaka: Lezâ’dır.

Altıncı tabaka. Hutame’dir.

Yedinci tabaka: Hâviye’dır.

Nakildir ki Dahhâk şöyle der:

— Evvelki tabakada ehl-i Tcvhîd bulunurlar. Gü­nahlarına göre azâb olurlar. Amma ebedî kalmazlar. Tevhid bereketi ile lekrâr çıkarlar. Hakk Teâlâ o taba­kayı gene kâfirler ile doldurur.

İkinci tabakada Nesârâ kavini (Hıristiyanlar) bu­lunurlar.

Üçüncüde Yahudiler bulunurlar.

Dördüncüde Yıldızlara tapanlar bulunurlar.

Beşincide Ateşe tapanlar bulunurlar.

Altıncıda .Müşrikler (Allaha ortak tanıyanlar) bulu­nurlar.

Yedincide de Münâfıklar (dindar görünen dinsiz­ler) bulunurlar.

Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

         «Şüphesiz münâfıklar Cehennemin en aşağı ta- bakasındadırlar.» (353)

Ebûl-Leys der ki:

— Firavn münâfıklarla Hâviye’de bulunur.

60.  ATEŞ (CEHENNFM)E GİRECEKLERLE
İLGİLİ BÖLÜM

Allah Teâlâ buyurdu:

         «(Evet) Sûr’un üfleneceği gündeki biz günahkâr­ları o gün, gözleri gömgök bir halde, mahşerde topla­yacağız.» (354)

(353J Nisâ Sûresi, âyet: 145.

(354) Tâ-hâ Sûresi, âyet'- 102.

345

Bazıları:

— Zerkâ (gömgök) demek «gözsüz ve susuz» de­mektir, demişlerdir.

Allah Teâlâ buyurdu:

        «O gün günahkârların (şeytanları ile birlikte) bukağılara vurulmuş olduğunu görürsün.» (355)

Melekler, müminlere Cenneti müjdelerler. Amma kâfirlere:

— Bugün size müjdelik yoktur. Hak için olmadı­ğından sizin ameliniz boşa gitti, zâyi oldu, derler.

Nakledildiğine göre şeytan kıyamet gününde olan şeyleri gözü ile görür. Adem oğullarının müminlerinin sevap ve rahmetini, kâfirlerinin azab ve şiddetini ve bü? tün hayvanların toprak olduklarım görüp:

         «Ah, ne olurdu ben bir toprak olaydım» der. (356)

Toprak da:

— Eğer toprak da olsaydın sana yine kerem yok idi, der.

Allah Teâlâ buyurdu:

        «O gün ağızlarının üstüne mühür basarız. Ne irtikâp ediyor idiyseler bize elleri söyler, ayaklan (ve diğer uzuvları) da şâhitlik eder.» (357)

Ondan sonra Hakk Teâlâ, Cehennemin hazinedârla- rina:

— Bunların ellerini boyunlarına bağlayın, Cehen­neme atın, buyurur.

(355) İbrahim Sûresi, âyet: 49.

<356) Nebe' Sûresi, âyet: 40.

'357) Yâs'n Sûresi, âyet: 65.

846

Zebâniler, Cehennemden yetmiş halkalı zincir çı­karırlar. Kâfirlerin ağzından sokup arkasından çıkarır­lar. Ebedî öyle bağlı dururlar.

KaTni’l-Abbâr der ki:

— Eğer bütün âlemin demirlerini bir yere topla- salar o zincire bir halka olmazdı. Eğer o halkalardan birini gökten bıraksalardı, bütün yerleri aşağı geçirirdi.

Hakk Teâlâ:

— Kâfirleri Cehenneme atın! buyurur.

Zebâniler derhal kâfirleri bölük bölük Cehenneme bırakırlar. Cehennem kâfirlerle dopdolu olur.

Hakk Teâlâ buyurur:

— «And olsun ki ben Cehennemi bütün insan ve cinden (müstehak olanlarla) dolduracağım.» (358)

Cehennemin ondokuz baş zebânisi vardır. Hepsinin başı mâliktir. Onsekizi ona tâbidir. O zebânlerin her- birinin eli altında o kadar zebâni vardır ki, sayısını, Allah bilir. Bunların gözleri yıldırım gibidir. Ağızların­dan ateş çıkar. Bir omuzundan bir omuzuna bir yıllık yoldur.

İmam Fahri Râzî şöyle der:

— Bunlara, ateşten yaratıldıkları ve çok kuvvetli oldukları için, zebânî adı verilmiştir. Kuvvetleri o şekil­dedir ki, bir eline onbin kâfiri, diğer eline de onbin kâ­firi alırlar. Onbin kâfiri de ayakları ile taşıyabilirler. Böyle olunca bir zebâni bir defada kırkbin kâfiri Ce­henneme atarlar.

Nakledildiğine göre Cehennem üç zümre ile konu­şur ve âlimlere, zenginlere ve idarecilere der ki:

(358) Hûd Sûresi, âyet: 119.

847

— Ey kimse! Allah Teâlâ sana sultanlık verdi, niçin adalet etmedin? der. Ve o zâlimi, bir kuş, tane yutar gibi yutar.

Alimlere şöyle der:

— Ey kimseler! İlmi halk için okudunuz, Hakka âsî oldunuz deyip, onları da bir tane gibi yutar.

Zenginlere:

— Ey kimseler! Hakk Teâlâ hazretleri sîzlere çok ma] verdi. Zekât vermediniz. Sadaka vermediniz. İyilikte bulunmadınız, deyip, onları da bir tane gibi yutar.

Allah Teâlâ buyurdu:

— «O gün (her) zâlim (nedâmetle) iki elini ısınp: Ne olurdu, bana o peygamberin maiyetinde (Allaha) bir yol edineydim, diyecektir.» (359)

Keşşâf sahibi şöyle der:

— Zâlimdeki (El) Ahd (şahıs) için olur ve bundan maksat (Ukbe)dir. Cins (topluluk) için olur ve Ukbe ile beraber olan diğer kâfirleri ifade eder. Ellerini dirsek­lerine kadar yerler, tekrar tamamlanır, tekrar yerler. Ebedî azâbları böyle olur.» (360)

Nakledildiğine göre Muhammed bin Ka’b der ki:

— Cehennemdekiler feryât ederler ve emân dilerler. Cehennem hazinedârları onlara:

— Rabbinizden dileyin, azâbmızı hafifletsin, derler ve tekrar:

— Sizin dualarınız makbûl olmaz. Size Peygamber gelmedi mi? derler.

'359) Furkân Sûresi, âyet: 27.

'360) Ukbe: İslâm’ın başlangıcında Peygamber Efendimi­ze en çok hakaret eden müşriktir.

848

Onlar da:

— Evet geldi, derler.

Hazinedârlar:

— Şimdi Rabbinizden rahmet dileyin, derler.

Kâfirler de isterler, kabul olmaz. Bilâkis azâbları ar­tar.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

        «Kâfirlerin duası sapıklık içinde kalmaktan baş­ka (bir mahiyette) değildir.» (361)

İblis bunların arasına gelip durur. Bütün kâfirler onu lânetleyip çıkışırlar ve:

— Bizi sen azıttın, derler.

İblis:

— Ey câhiller! Ben size Cennet ve Cehennem yok­tur diye vesvese verdim. Halbuki size göstereceğim elim­de bir delilim yok idi. Ben sultan değildim ki, size kahr edeydim. Amma siz bana, ben sizi çağırdığım için uy­dunuz, ardımdan geldiniz. Nefsinize hoş gelen herşeyi yaptınız ve ona uydunuz. Şimdi bana çıkışmayın, ken­dinize sövüp sayın, der.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

        «İş olup bitince şeytan der ki: Şüphesiz Allah size sözün doğrusunu söyledi. Ben de size va'd ettim; amma, size yalancı çıktım. Zaten benim, sizin üzeriniz­de hiçbir hükmüm, nüfuzum da yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de bana hemen icâbet ettiniz. O halde ku­suru bana yüklemeyin. Kendinizi kınayın.» (362)

(361)  Ra’d Sûresi, âyet: 14.

(362)  İbrahim Sûresi, âyet: 22.

849

Kâfirler, İblis’den bu sözleri işitince bir ağızdan:

— Ey Allahım! Bizi dünyâya geri çevir. Bu defa iyi ve makbûl amel işleyelim, muttekîlerden olalım. Bu se* fer davetini kabul edelim. Peygamberlerine tabi olalım, derler.

Hakk Teâlâ'dan şu cevap gelir:

— Dünyâ’da siz: «Bize zevâl gelmez» derdiniz. Pey* gamberlere uymazdınız. Gene uymazsınız.

Kâfirler:

— Ey Rabbimiz! Bizi Cehennemden çıkar. Bu sefer evvelki amelin gayrini işleyelim, derler.

Hakk Teâlâ'dan tekrar cevap gelir.

— Size Peygamber gelmedi mi ve size Hakkı bildir* medi mi?

Kâfirler:

— Ey Rabbimiz! Kötülüğümüz bize üstün geldi. Bi­zi buradan çıkar, tekrar âsî olursak zâlimlerden olalım, derler.

Hakk Teâlâ buyurur:

— «(Şöyle) buyurdu (buyuracak): Yıkılıp gidin içe­risine! Bana (birşey) söylemeyin.» (363)

Kâfirler |?u sözü işitince ağızları mühürlenir, Allahın rahmetinden ümitlerini keserler.

Ebû Saîyd El-Hudrî şu Hadisi rivayet etmiştir:

— Rasûlûllah buyurdu: Cehennemin dört duvarı vardır. Her duvarın kalınlığı kırk yıllık yoldur. Kâfir­ler Hakk Teâlâ’dan su isteseler, Aliah onlara zeytinyağı tortusuna (katrana) benzer kara bir su verir. Yahut o su bakırla karışmış kurşuna benzer. Onu kâfirlere verir.

(363)   Mü’minün Sûresi, âyet: 108.

F : 54

850

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

        «Onlar (susuzluktan) feryât ve istimdat ettikçe (kaynamış ve) kalın bir mayi’a benzeyen, yüzleri kavu­ran bir su ile ımdât olunacaktır. O, ne fenâ içecektir! (Ö ateş) ne kötü bir dayanaktır.» (364)

Mücâhid der ki:

        (Mühl) kara kana karışmış eriyiğe benzer. O su­yu içtikleri zaman yüzleri pişer ve derileri yüzülür.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

        «Yüzleri kavuran bir su ile imdât olunacaktır. O, ne fenâ içecektir! (O ateş) ne kötü bir dayanaktır.» (365)

Ondan sonra kâfirlere (Mâ-i Sadîd) içirirler. Mâ-i Sadid, kâfirlerin bedenlerinden akan kan ve İrindir. Ondan içerler.

Muhammed bin Ka’b der ki:

— Mâ-i Sadid, zinâ edenlerin fercinden, tenâsül uz­vundan akan sudur. Kâfirler onu içtikleri zaman yüzle­ri pişer ve derileri soyulur.

Allah Teâlâ buyurdu:

        «Şüphesiz ki o, çılgın ateşin dibinden (bitip) çı­kacaktır.» (366)

Yani Cehennemin dibinden zakkûm ağacı çıkar.

Mukâtil şöyle der:

— Hakk Teâlâ Cehennemde kâfirler için erimiş ba­kırdan beş ırmak akıtır. Arşın ayağından çıkar. Üçü gündüz, ikisi gece akar.

(364)  Kehf Sûresi, âyet: 29.

(365)  Keh] Sûresi, âyet: 29.

(366)  Sâffât Sûresi, âyet- 64.

851

Nakledildiğine göre kâfirler Hakk Teâlâ’dan tam b ı yıl, hararetleri biraz azalsın diye, yağmur isterler. Ha't taâla bir bulut verir. Yağmur (yağacak) sanırlar Bulut oniarın üzerine gelir, yılan ve akrep yağar. O yılanlar kâfirleri sokar, bin yıl acısı gitmez.

Nakledildiğine göre kâfirler sıcaktan şikâyet eder­ler. Zebaniler onları soğuk Cehenneme sürerler. Tekrar feryât ederler. Yine sıcak Cehenneme sürerler. Onun için Cehennem iki türlüdür. Biri çok sıcaktır. Biri de çok soğuktur. Bu şekilde kâfirlere ebedî azab ederler.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur;

        «Kim Allaha ve Peygamberine isyân ederse şüp­hesiz onun için Cehennem ateşi vardır, kendileri orada ebedî, dâim kalıcı olmak üzere.» (367)

Hakk Teâlâ yine şöyle buyuruyor:

        «işte bugünde iman edenler o kâfirlere gülüyor­lar, süslü tahtlar üzerinde (onlara) bakarak.» (368)

Yani Cennetin kapılarını kâfirlere açarlar: «Varın Cennete girin» derler. Kâfirler bu sözü işitince:

— Bize rahmet oldu, derler.

Cenncltekiler onlara bakarlar. Kapıları kapatırlar. Birkaç defa böyie yaparlar. Müminler, kâfirlere yapılan hakâreti görünce sevinirler ve gülerler.

Ebû Saiyd (radiyallâhu anh) Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’dan şu Hadisi rivayet eder:

— Cehennemde bir kuyu vardır. Ona (Veyl) derler. Kâfirleri Cehennemin dibine atmadan o kuyuda kırk yıl azab ederler. Bir dağ vardır ateşten. Ondan sonra ona

(367)  Cin Sûresi, âyet: 23.

(368)  Et-Tatfif Sûresi, âyet: 34, 35.

852

çıkarırlar. Kırk y;i da o dağda azab ederler. Ondan son­ra alırlar, Cehennemin dibine iletirler. Ebedî olarak ora, da azab içinde kalırlar. Yüz yılda bir gezdirirler, yerle­rini değiştirirler.

Ailah taâla buyurdu:

— «Şüphesiz münâfıklar, Cehennemin en aşağı ta, bakasmdadır.» 1369)

tbni Abbas şöyle der:

— Cehennemde demirden tabutlar vardır. Münâtık- lan onların içine koyarlar. O tabutu başka bir tabutun içine koyup mıhlarlar. Kimse onları görmez ve kimse onların seslerini işitmez. Ebedî orada kalırlar.

Enes (radiyallâhu anh), Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’dan,şu Hadisi nakle­der;

— Rasûl (A.Sj buyurdu ki, Cehennem: «Daha ilâve edilecek, konulacak var mı?» der.

Ve yine Cehennem:

— Ey Rabbım! Sen beni dolduracağına and içmiş­tin, der.

Bunun üzerine Hakk Teâlâ kudret ayağını Cehenne­min üzerine koyar ve:

— Doldun mu? buyurur.

Cehennem:

— Ya Rabbi! Doldum, yeter, der.

Bazıları:

— Tanrının ayağından maksat şudur: Gayet şerir bir tâife vardır. Onları Cehenneme koyarlar. Ondan sonra Cehennem: «Yeter» der, demişlerdir.

Bazıları da:

(369) Nisâ Sûresi, âyet: 145.

853

— Kademden maksat, insanlardan evvel Cinler gel millerdir. Hakk Teâlâ hazretleri, o cinleri Cehenneme ko­yar. Dopdolu olur ve ondan sonra Cehennem «Ya Rabbi! Yeter» der, demişlerdir.

Eğer kıyamet babında Hakk Teâlânın buyurduğunu ve Rasûlûllahın beyanını bildinse, Onun duraklarının sırasını anladınsa, Hakk Teâlâ’nın fert fert insanları ça­ğırdığını ve harf harf hesap gördüğünü iyice bilip öğ- rendinse; şimdi ey müminler! Hakk Teâlâ’dan günahları­mızı yarlığamasını, ayıplarımızı gizlemesini, Dünyâ ve Ahirette iman nûru ile, C.Hakkın rahmeti ve mahlûkâ- tın en hayıriısı Hz.Muhammed (aleyhisselâm) ’m yüzü suyuna, gönlümüzü aydınlatmasını dileriz.

Allahın rahmet ve selâmeti Rasûlünün, muhterem ailesinin ve bütün Ashâbının üzerine olsun.

61.  CENNETTEKİLERİN DURUMLARI
İLE İLGİLİ BÖLÜM

Cennettekilerin durumlar nasıldır? Peygamberin Havz’ından nasıl içerler? Sırât köprüsünden nasıl ge­çerler?

Bagavî, tefsirinde Saîyd bin Cübcyrden şu rivâyeti nakleder;

— Hakk Teâlâ kıyamet gününde puta tapan kimsele­re şöyle buyurur «Varın putlarınızla Cehenneme girin!» Onlar girmezler. Zira Cehennemin azabının ebedî oldu­ğunu bilirler.

Ondan sonra Hakk Teâlâ hazretleri müminlere:

— Eğer benim dostlarımsanız varın Cehenneme gi­rin, buyurur.

Müminler de girmek isterler. Arşın altından şöyle

854

bir nida gelir:

— «îman edenierin Allaha ait sevgileri ise (herşey- dcıi) sağlamdır.» (370)

Yani müminlerin Allaha olan sevgileri, geri kalan­lardan fazladır. Onun için Hakk Teâlâ evvelâ onlan sevdi. Ondan sonra bunlar da onu sevdiler.

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyur­muştur:

— Kıyamet günü bir münâdi: Hani Allahı sevenler? diye seslenir. Bir kavim gelir. Melekler:

— Sübhânellah! Allahı sevenler sizler misiniz? der­ler.

Onlar da:

— Evet biziz, diye cevap verirler

Hakk Teâlâ:

— Doğru söylersiniz. Benim dostlarımsmız. Beni ziyaret edenlersiniz. Benden korkanlarsınız ve beni gör­meye can atanlarsınız. Şimdi ne dileğiniz varsa bentten isteyin, buyurur.

Onlar;

— Ey Rabbimiz, Yüce Efendimiz! Bizim dileğimiz senin ilâhı yüzündür, derler.

Hakk Teâlâ hazretleri de:

— Siz dostiann iyisisiniz. Dileklerin iyisi sizin di- leğinizdir. Sizin dileğiniz her saat benim yüce katımda vardır. Fazla olarak gelin Cennete girin; Ey dostlarım! Kullarımdan Smi dilerseniz, sizinle beraber Cennete girsin.

<370) Bakara Sûresi, âyet. 165.

855

Ondan sonra Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu âyeti okudu:

         «Onlar için de müjde vardır. O halde kullarımı müjdele.» (371)

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Kıyamet günü olunca münâdî: «Allahın sevgili kullan gelsinler!» diye seslenir.

Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer Farûk, Osman-ı Zîn- nûreyn ve Ali bin Ebî Tâlib (A.R.) gelip dururlar

Ebû Bekire.

— Cennetin kapısında dur, kimi dilersen Allahın rahmeti ile Cennete koy, kimi dilersen koyma, derler.

Hz. ömere.

— Mizanın yanında sen dur. Kimi dilersen, Allahın rahmeti ile sevabını günahından ağır eyle, kimi de di­lersen ağır eyleme, derler.

Hz. Osman'a;

— Kimi dilersen Allahın rahmeti ile Havz’dan su içir. Kimi dilersen içirme, derler.

Hz. Ali’ye:

— Kimi dilersen Allahın rahmeti ile Cennet elbise­lerinden giydir, kimi dilersen Allahın kudretile giydir­me, derler.

62.  HAVZ'LA İLGİLİ BÖLÜM

Allah Teâlâ buyurdu:

               «(Habibim) biz sana hakikaten Kevseri verdik.»

(372)

(371) Zümer Sûresi, âyet: 17.

(372) Kevser Sûresi, âyet: 1.

356

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Kevser nedir bilir misiniz?

Ashâb:

— Allah bilir dediler.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem;

— Kevser Cennette bir ırmaktır Hakk Teâlâ hazretle­ri onu bana vadelmiştir. Onda çok hayır vardır, ü ha­vuzun çevresinde yıldızlardan çok bardaklar vardır. Kı­yamet gününde ümmetim ondan içerler, buyurdu.

Nakledildiğine göre Peygamberimiz şöyle buyur­muştur:

— Mahşer yerinde her Peygamberin Havzı vardır. Ümmetleri ondan içerler. Benim Havzımın büyüklüğü bir aylık yoldur. Suyunun rengi sütten aktır. Kakusu Miskden güzel ve baldan tatlıdır. Ümmetime ondan su veririm, içerler.

Ashâb;

— Ey Allahın Raslü! O günde ümmetini bilir misin? diye sordular.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Evet bilirim. Nişanlarınız vardır. Diğer ümmet­lerden onunla beih olursunuz, buyurdu.

Ashâb.

— Ey Allahın Rasûlü! O nişan nedir? diye sordular.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Elleriniz ve ayaklarınız abdest suyundan ak olur Ondan belli olmuş olursunuz. Benim minberim de O Havzm üzerindçdm. Amma Havz Mahşer yerinde, Kev­ser Cennettedir. Oradan çıkıp akar ve Mahşer yerinde­ki Havza dökülür, buyurdu.

857

63.  SIRÂTLA İLGİLİ BÖLÜM

Sırat dedikleri, Cehennem üzerine çekilmiş bir köprüdür. Kıldan ince ve kılıçtan keskindir. Uzunlu­ğu üçbin yıllık yoldur. Bin yılı yokuş, bin yılı düzlük ve bin yılı da iniştir. Cennetlikler onun üzerinden ge­çerler. Cehennemlik olanlar onun üzerinden Cehenne­me düşerler.

İmam Gazâli (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Kıyamet gününde Mahşerdeki bekleme yerinde kimse kalmaz. Hepsi Cehenneme dökülürler. Yalnız müminler kalır.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Ey bekleme yerinde kalanlar! Rabbinizden ne istersiniz? buyurur.

Onlar:

— Allahınızı isteriz, derler.

Hakk Teâlâ:

— Allahı bilir misin? diye buyurur.

Onlar:

— Evet biliriz, derler.

Ondan sonra Hakk Teâlâ’nm izni ile bir melek Arşın sağ yanında gözükür. O melek:

— Ben sizin Rabbinizim, der.

Müminler:

— Senden Allah Teâlâ’ya sığınırız, derler.

Bu sefer Arşın solunda bir başka melek gözükür ve:

— Ben sizin Rabbinizim, der.

Müminler:

— Senden Allaha sığınırız, derler.

Ondan sonra Hakk Teâlâ tecelli edip Cemâlini mü­minlere arzeder. Hakk Teâlâ bazı fiilleri ile onlara görü­nünce, müminler onu görüp secde ederler.

858

Hakk Teâlâ hazreteri:

— Hoş geldiniz, beni nereden bildiniz? buyurur.

Müminler:

— Seni şekil ve maddeden münezzeh gördük, bildik ki sen Allah Teâlâsm derler.

İbni Fevrek, Ebû Saîyd El-Hudrî'den şu nakli ya­par:

— Ashâb: Ey Allahın Rasûlû! Biz Rabbimizi kıya­met gününde görür müyüz? dediler.

Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Efet görürsünüz buyurdu. Kıyamet gününde mü­nâdî:

— Her ümmet, kime taparsa ona tabi olsun diye seslenir.

Yahudiler:

— Allahın oğlu Uzeyire tapardık, derler.

Münâdî:

— Yalan söylersiniz: «O, ne bir zevce, ne de bir ev­lât edinmemiştir.» (373) der. Bunları Cennete atarlar.

Ondan sonra Hıristiyanlara:

— Kime tapardınız? der.

Onlar:

— Allahın oğlu Mesih tsâ’ya tapardık, derler.

Münâdî:

— Yalan söylüyorsunuz: «Allah’tır, samettir (sonu olmayan, herkesin muhtaç olduğu yegâne varlıktır, ulu­lar ulusudur). Doğurmamıştır, doğurulmamıştır O.» (374) der. Bunları da Cehenneme atarlar.

(373) Cin Sûresi, âyet: 3.

(374) İhlâs Sûresi, âyet: 2 3.

859

Ondan sonra Hakk Teâlâ müminlere:

— Her birinize karşılık olması için Hıristiyan ve Yahudilerden biner kişi verdim. Sizin yerinize Cehenne­me atın. Siz varın Cennete girin, buyurur.

Nakledildiğine göre Kûtü’l- Kulûb’da Ebû Tâlib-i Mekkî bunu Mûsâ Peygamberden nakleder.

Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:

— Benim ümmetim yarhğanmıştır. Ahirette onlara azab yoktur. Zira onların azabı dünyada olmuştur. Me­selâ: Yerler deprendi, kıtlık oldu, vebâ oldu, çeşitli has­talık ve belâ çektiler. Nihayet öldüler. Şimdi beıiim üm­metime Ahirette azab yoktur. Yani ebedî azab mümin­lere yoktur.

Bazıları:

— Müminlerin azabı dünyası içindir.

Bazıları da:

— Müminin azabı dünyâdadır, demişlerdir.

Nakledildiğine göre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyur­muştur:

— Hiç kimse Cennete ameli ile giremez.

Ashâb:

— Sen de mi ya Rasûlüllah! diye sordular.

Rasûlûllah:

— Ben de amelimle giremem. Ancak Allahın rah­meti ile Cennete girerim, buyurdu.

Nakledildiğine göre Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

— Sırâtı evvel ben, ümmetlerimle geçerim. Ondan sonra Rasûl olan Peygamberler geçerler. Ondan sonra diğer Peygamberler geçerler. Ondan sonra iyilik eden­ler geçer. Ondan sonra şehitler geçerler. Sonra da mü­minler geçer. İnsan vardır ki, sırâtı yıldırım gibi ge-

860

çer. İnsan vardır ki, yel gibi geçer. İnsan vardır ki, se- ğirden at gibi geçer, insan vardır ki, koşan insan gibi geçer. İnsan vardır ki, yürüyen at gibi geçer. Kimi de yüzyılda geçer, üçbin yılda geçer.

Allah Teâlâ buyurdu:

— «Çünkü Rabbin şüphesiz ki, rasâd yerindedir.»

(375)

Yani Sırâtm üzerinde melekler vardır, insanları gözlerler. Onları geçirirler.

Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Mümin vardır ki, Sırâtı geçerken Cehennem ona: Tez geç ey mümin! Senin nûrun benim ateşimi söyün- dürdü.

Peygamberler, Sırât’tan geçerken: Ya Rabbi! Sellim, Sellim! Allahım! Selâmet ver, selâmet ver! diyerek hal­kı geçirirler.

Bagavî tefsirinde der ki:

— Hakk Teâlâ münâfıklara o gün bir miktâr nur, ışık verir. Müminlerin nûru gibidir. Müminler Sırâtı kendi nurları ile geçerler. Münâfıklar da geçmek isterler, nur­ları söyünür, karanlıkta kalıp geçemezler. Cehenneme düşerler.

Garâib-i Ahbâr’da beyan edilmiştir ki: Müminler. Sırâtı geçmek isterler. Tevhidleri, yalnız Allaha inanma­larının sevabı gemi olur. Kur’an onun ipleri, namaz yelkeni ve Rasûlûllah o geminin kaptanı olur. Müminler gemiye oturup tekbir getirirler. Güzel bir rüzgâr çıkar, bunlar selâmetle Sırâtı geçip Cennete girerler. Zira, her şeyi bir şekle koyan Allah yüce şeyleri de bir şekle koy­maya kâdirdir ki böylece Sırâtı geçerler.

(375) Fecr Sûresi, âyet: 14.

861

İmam Gazâlî (radiyallâhu anh) şöyle der:

Hakk Teâlâ gözsüzlere:

— Arşın sağ yanına varın! diye nida eder, seslenir. Onlar da varil lar. Cennetten bir sancak getirirler, Şuayb Peygamberin önüne dikerler. Melekler de gelirler. Hakk Teâlâ gözsüzlere göz verip Şuayb Peygamberle birlikte Sırâtı geçerler.

Ondan sonra Hakk Teâlâ:

— Hani çeşitli belâlara uğrayanlar? Onlar gelsinler! diye nidâ buyurur. Onlar da gelirler. Hakk Teâlâ onlara:

— Arşın sağına varın! buyurur. Onlar da varırlar. Onların önüne yeşil bir sancak gelir. O sancak Eyyûb Peygamberin elinde olur. Bütün belâya uğrayanlar o sancağın dibine gelirler, Hz. Eyyûb ile Sırâtı geçerler.

Ondan sonra Hakk Teâlâ:

— Hani dünyâda köle olanlar? buyurur. Onlar da gelirler. Allah Teâlâ onlara:

— Arşın sağ yanına varın! der. Onlar da varırlar. Yine önlerine yeşil bir sancak gelir. Yusûf Peygamberin elinde olur. Dünyada köle olanların da hepsi gelirler ve Yusûf Peygamberle Sırâtı geçerler.

Tekrar nidâ olunur:

— Hani benim için sevişenler? Bir cemaat gelir. Hakk Teâlâ onlara da Arşın sağ yanına varmalarını em­reder. Sonra yine nidâ olunur:

— Hani benim için ağlayanlar? Onlar da gelirler. Onların gözyaşlarını, şehitlerin kanı ve âlimlerin mü­rekkebi ile tartarlar. Allah Teâlâ’nm derdinden ağlayan­ların gözyaşları şehitlerin kanlarından ve âlimlerin mü­rekkebinden ağır gelir. Tanrı için ağlayanlara Arşın sağ yanında durmaları emredilir. Ondan sonra onlara bir alaca sancak gelir. Zira bunlar çeşitli korku ve ümit

için ağlamışlardı. Kimi Cehennemden korktuğu, kimi Cennet istediği, kimi de günâhları için ağlamışlardı. O sancak Nûh Peygamberin elinde olur.

Ondan sonra şehitlerin kanı ile âlimlerin mürekke­bini tartarlar. Alimlerin mürekkebi şehitlerin kanından ağır gelir. Şehitlere Arşın sağ yanına varmaları buyuru­lur. Onlara kızıl bir sancak getirirler. Onu Yahyâ Pey­gamberin eline verirler.

Ondan sonra âlimleri getirirler. Alimler:

— Bunlar bizim ilmimizle şehit oldular. Bizim bun­lardan önden Cennete girmemiz gerektir, derler.

Hakk Teâlâ:

— Ey âlimler! Siz benim katımda Peygamberler gi­bisiniz. Şimdi kimi dilerseniz şefaat edin, buyurur. On­lar da dilediklerine şefaat ederler. Bunların her birine bir melek verirler.

O melekler:

— Dikkat edin! Falan âlime, kime dilerse şefaat etmesi için verildi. Şimdi kim şefaat isterse varsın o âlimden şefaat dilesin, derler.

Nakledildiğine göre Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

— Evvelâ ben şefaat ederim. Sonra Rasûller, sonra Peygamberler, sonra da âlimler şefaat ederler. Ondan sonra ak bir sancak getirirler. İbrahim Peygamberin önüne dikerler. Zira Rasûllerin içinde o, son derece de­ğerlidir.

Tekrar nidâ olunur:

— Hani dervişler? Dervişler çıkıp gelirler. Onlara:

— Merhaba kendilerine dünya zindan olan sîzlere derler.

863

Emrederler. Arşın sağına varıp dururlar. Bir san sancak getirirler. O sancak îsâ Peygamberin elinde olur.

Ondan sonra:

— Hani zenginler gelsin? diye nidâ edilir.

Onlar da gelirler. Beşyüz yıl sonra buyururlar, Arşın sağ yanına varırlar. Bir alaca sancak getirirler, Süley­man Peygamberin eline verirler. Zenginler, Süleyman (aleyhisselâm) ’m sancağı altında olurlar.

Ondan sonra:

— Hani, sabırlılar? gelsinler Cennete girsinler! diye nidâ edilir.

Bir kavim gelir, Cennete girer.

Melekler:

— Siz kimlersiniz? diye sorarlar.

Onlar:

— Biz kulluk etmek için, günah işlememek için ve belâlara karşı koymak için sabrederdik, derler.

Melekler:

— Varın, Cennete girin! derler.

— «îşte (iyi) amel (ve hareket) de bulunanların mü­kâfatı! Ne güzel!» (376)

Ondan sonra bütün halk Sırâtı geçerler, mertebele­rine göre Cennete girerler.

Nakledildiğine göre Sırâtın üzerinde suâl yerleri vardır. Onlardan her birinde bir türlü suâl vardır.

Bu yerler şunlardır:

1.         îmandan sorarlar. Eğer imânı tamam ise geçer, değilse ateşe atarlar.

2.         Namazdan sorarlar. Eğer namazı tamam ise ge» çer, değilse ateşe atarlar.

(376)  Zümer Sûresi, âyet: 74.

864

3.        Zekâttan sorarlar. Eğer tamam verdi ise geçer, vermedi ise ateşe atarlar.

4.        Oruçtan sorarlar. Eğer tamam tuttu ise geçer, tutmadı ise ateşe atarlar.

5.        Hacdan sorarlar. Eğer Hacca gitti ise geçer, git­medi ise ateşe atarlar.

6.        Ana-baba’ya itaattan ve sıla-i rahimden (yurdunu ve yakınlarını ziyaretten) sorarlar. Eğer itaat ettiyse ve gerekli ziyâreti yaptı ise geçer, etmedi ise ateşe atarlar.

7.        Cünüplükten sorarlar. Eğer yıkandı ise geçer, yı­kanmadı ise ateşe atarlar.

Cehennem ateşinden Allaha sığınırız.

Bazıları:

— Sırâtın inceliği ve genişliği geçen kimsçnin mer­tebesine göredir. Şekil itibârile kıldan incedir, demiş­lerdir.

Hz. Ali (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Sırâtı geçtikleri zaman müminler ulu bir sahrâ ve o sahrada ulu bir ağaç görürle!. O ağacın kökünden /ki çeşme akar. Birinden yıkanırlar, duşlarını arıtırlar; birinden içerler, içlerini arıtırlar. Melekler, Cennetin ka­pısında müminlerle buluşurlar ve:

— «Nihayet oraya varıp kapıları açılınca.(Cennetin) bekçileri (şöyle) dedi(ler): Selâm (ve selâmet> size! Ter- tehıiz geldiniz! Artık hepiniz ebedî kalmak üzere girin buraya» derler. (377)

Ondun sonra Cennetten hülleler getirirler. Her kim­seye ikişer hülle (elbise) giydirirler. Eğer bir hüllesini dünyaya getirselerdi, ayın ve güneşin ışığı belirsiz olur-

(377) Zümer Sûresi, âyet: 73.

865 du. Her kişinin yanında bir melek bulunur, Cennetteki yerini, bütün sarayları, bağları, bahçeleri, Hûrîleri ve diğer nimetlerini ona gösterirler.

Rasûlûllab (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurur:

— Herkes, Cennetteki evini ve sarayını, Cuma mes­cidinden çıkınca evine gider gibi kimse göstermeden va­rıp bulur. Bu, ölünce Mikâil ona Cennetteki yerim gös­termiş olduğundandır. İşte o zaman, o kimse, bunun için kimse göstermeden yerini bilir ve bulur.

B E Ş İ N C BÖLÜM

1. ALLAH’IN YÜCE MAKAMDAKİ SÖZLERİ

Allah taala buyurdu:

— «Allah, mümin erkeklere de, mümin kadınlara da -kendileri içinde ebedi kalıcı olmak üzere- altından ır­maklar akan Cennetler, Adn Cennetlerinde çok güze] meskenler va'd etti.. Allahın bir rıdvânı (rızası) ise hep­sinden büyüktür. İşte bu, asıl bu, en büyük saadettir.»

(378)

Ey ılâhî sırların peşinde koşan kimse! Dünya fenâ ve belâ âlemidir. Ahiret ise bekâ ve likâ âlemidir. Dünya­da ne varsa, Ahirette onun örneği vardır Alem-i rûhâni- yet, manevî âlem, nûr ve kemâl âlemidir.

İmam Ferrâ der ki:

— Lügatte Cennet hv ma olan yerdir. Firdevs de, üzüm ağacı (asma) olan y< dir. Cennet Arşın altındadır.

Nitekim Peygamberin ı (aleyhisselâm)  şöyle buyurur:

— Cennetin tavanı (c mı), Rahmân olan Allahın Arşıdır.

(37S) Tevbe Sûresi, âyet- 72.

F : 55

866

Buna göre Cennet halen vardır. Hz. Adem ile Hz. Havâ kıssası delili ile şimdi mevcuttur.

Ağaçlarının altında tatlı sular ve şaraplar, bal ve süt ırmakları, akar. Sular, ulu nimetler olmayaydı, Hakk Teâlâ akar suları Kur'anda öğnıezdi.

Din âlimleri, Cennetin sayısında ihtilâf ederler. Ebûl-Leys (radiyallâhu anh) dörttür der. Nitekim Hakk Teâlâ buyu­rur:

        «Rabbin huzurunda durmaktan korkan kimseler için iki Cennet vardır.» (379)

Ondan sonra da şöyle buyurur:

        «(O) iki (Cennet)ten başka iki Cennet daha var­dır.» (380)

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre Cennet dörttür.

Amma Kısas-ı Enbiya’da yer alan bilgiye göre se­kizdir:

Nitekim Cennet sekizdir şeklinde rivâyet edilmiştir:

1.         Dâru'l-Celâl'dir. Bu incidendir.

2.         Dâru's-Selâm’dır. Burası kızıl yakuttandır.

3.         Dâru’l-Me'vâ’dır. Yeşil Zebercettendir.

4.         Cennetü'l-Huld’dür. Bu, sarı mercandandır.

5.         Cennetü’n-Naîym’dir. Ak gümüştendir.

6.         Cennetü’l-Firdevs’dir. Kızıl altındandır.

7.         Cennetü’l-Karâr’dır. Miskdendir.

8.         Cennetü'l-Adn’dır. Çok güzel incidendir. Onun kızıl altından iki kanatlı bir kapısı vardır. Bir kanadın­dan bir kanadına beşyüz yıllık yoldur. Duvarının yapısı, bir kerpici gümüşten, bir kerpici altındandır. Sıvası

(379)   Rahman Sûresi, âyet. 46.

(380)   Râhman Sûresi, âyet: 62.

6bl

miskdendir. Bütün Cennetlerin en şereflisi Adn Cenne­tidir. Onun esas niteliğini Allahtan başka kimse bilmez. Bazıları Adn.

— Cennette bir şehirdir, demişlerdir.

Amma sahih olan budur ki, Adn ayrıca bir Cennet­tir.

Nakledildiğine göre Cennetin sekiz kapısı vardır. Her kapıda yetmişbin bahçe vardır. Her bahçede yakut­tan yetmişbin saray vardır. Her sarayda yetmşibin mer­candan avlu vardır. Her avluda kızıl altından yetmişbin ev vardır. Her evde ak gümüşten yetmişbin Maksure vardır. Her maksûrede anberden yetmiş sofra vardır. Her sofrada cevherden yetmiş çanak vardır. Her çana­ğın içinde bir türlü yiyecek vardır. Her maksûrenin üs­tünde altından yetmiş taht vardır. Her tahtın üzerinde ipekten, atlastan ve süslü kumaştan bir döşek vardır. Her tahtın çevresinde bir ırmak vardır. Her ırmağın ke­narında yeşil yakuttan yetmiş kubbe vardır. Her kub­benin içinde kızıl altından bir taht vardır. Her tahtın üzerinde nûr’dan bir güzel oturur. Daha çeşitli yemişler ve kuşlar vardır.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

— «Beğeneceklerinden (türlü) meyve(ler), isteyecek­lerinden kuş et(ler)i ile (etraflarında dolanırlar) (orada) şâhin gözlü hûriler de (vardır), saklı inci timsâlleri gibi. (Bunlar mukarreplerin) işlemekte devam ettikleri iyi amel (ve harekelilere bir mükâfat olarak (yapılır)» (381)

Nakledildiğine göre Cennetin altından ve cevherle süslü sekiz kapısı vardır. İlk kapısında (Lâ ilâhe illellah

(381) Vakt’a Sûresi, âyet: 20-24.

868

Muhammedün Rasûlûllah) kelimesi yazılırdı. Bu, tövbe edenlerin kapısıdır.

İkinci kapısında:

— Bu kapı, kalpten ve huzur ile namaz kılanların­dır, cümlesi yazılıdır.

Üçüncü kapısında:

— Bu kapı, zekât vermekle nefislerini temizleyen, zekât verenlerin kapısıdır, cümlesi yazılıdır.

Dördüncü kapısında:

— Bu kapı, iyiliği tavsiye eden ve kötülüğü men -edehlerin kapısıdır, cümlesi yazılmış bulunmaktadır.

Beşinci kapısında:

— Bu kapı Hacıların kapısıdır, ibaresi yazılıdır.

Altıncı kapısında:

— Bu kapı, nefsinden, şehvet arzularından vazge­çenlerin kapısıdır, sözü yazılıdır.

Yedinci kapısında:

— Bu kapıdan, müritler, harama bakmayanlar, ha­yır işleyenler, atalarına ve analarına iyilik edenler girer, yazılmıştır.

Nakledildiğine göre vesilenin dışında Cennet yedi­dir. Vesile Cenneti, bizim Peygamberimiz Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in makamı ve sarayıdır ki, bununla se­kiz olur.

Muhakkikler şöyle der:

— Cennetül-A’mâl yüz derecedir. Her derece yüz ayrı yere bölünmüştür. Zira Muhammed ümmeti o de­recelerde olurlar. Amma bu yüz derece, o sekiz Cennetin her birinde vardır. Cennetin en yücesi Adn Cennetidir. Adn Cenneti, Cennetler içinde bir yüzük taşı gibidir Cennette ondan daha yüksek ve daha güzel yer yoktur.

869

Müminler Hakk Teâlâ’yı, herşeyden münezzeh olarak, ora­da görürler. O, şehrin ortasındaki hükümdar sarayına benzer.

Bazıları derler ki:

— Cennet sekiz duvardır. Her duvarın arası bir Cennettir. Adn Cenneti İlâhî karargâhtır. Bu, onu Allaha ait ve hâs kılmak içindir. Bunun Allahla olan husûsiye- tini C.Hak’lan başka kimse bilmez.

Firdevs Cennetine Peygamberler, âlimler ve velîler girerler. Adn Cennetine yakındır. Adn Cenneti bir şehir gibidir. Firdevs, yöresinde bir kasaba gibidir. Bu sekiz Cennetin ortası yüksektir. Halk böylece birbirini görür. Yücesi Adn Cennetidir.

Keşşâf’da Hz. Haşan (radiyallâhu anh)’dan şu rivâyet nakledil­miştir:

— Adn Cenneti; inciden, altından, yakuttan ve ze­bercetten saraylardır. Adn onun âlemi, ismidir. Delili, Allah Teâlâ’nın şu buyruğudur:

— «Çok esirgeyici (Allahın) kullarına gıyaben va’d buyurduğu Adn Cennetlerine gireceklerdir. O’nun vadi şüphesiz yerini bulacaktır.» (382)

Nakledildiğine göre Ebu’d-Derdâ şu rivâyeti nak- ietmiştir:

— Adn Cenneti, Allahın yurdudur, Onu gözler gör­memiştir ve gönüllerden geçmemiştir. Ona üç tâife: Pey­gamberler, Sıddîyklar ve Şehitler girerler. Hakk Teâlâ: «Sana girene ne mutlu!» buyurmuştur. Hakk Teâlâ’nın «güzel meskenler» diye buyurduğu şeyler, Adn Cennetin- oeki menzillerdir.

(382) Meryem Sûresi, âyet. 61.

870

Firdevs Cennetine gelince; Ebû Hüreyre (radiyallâhu anh) der ki:

— Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu; Eğer Allahtan isterseniz Firdevs Cennetini isteyin ki, Cennet­lerin ortası ve en yücesidir. Onun üstü Allahın arşıdır, Cennetin ırmakları ondan çıkar, geri kalan Cennetlere gider.

Allah Teâlâ buyurdu:

— «Hakîkaten iman edip de iyi iyi amel (ve hare­ketlerde bulunanlar(a gelince): Onların konaklan da Firdevs Cennetleridir.» (383)

Cennetlikler Cennete girince Firdevs Cennetinin ye­mişlerinden ve nimetlerinden yerler demektir, Firdevs ilk inilecek yer olunca. Cennet ehlinin yüce halini var ölç.

Fbü Hüreyre 'R.A.):

— Ey Allahın Rasûlû! Hakk Teâlâ. Cenneti neden ya­rattı? diye sordu Rasûlûllah:

— Sudan yarattı. Amma altın, gümüş, yakut, inci ve kıymetli şeyleı şeklindedir. Kim o Cennetlere girerse orada kalır. Elbiseleri eskimez ve kocamaz. Uyku uyu­maz ve hasta olmaz, buyurdu.

Nakledildiğine göre Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

— Cennette yüz derece vardır. Eğer bütün âlemi ona koysalar sığırdı. Onda ay ve güneş yoktur. Arşın nuru ile aydınlanır Cennet birbiri içindedir. Cennette- kilerin hepsi oğlandır. Gözleri sürmeli, bıyıkları yeşilce­dir. Bu, kadınlarla erkeklerin belli olması içindir. Ye­mekte, içmekte ve cinsî münasebette yüz erkek kuvveti

/383) Kehj Sûresi, âyet: 107.

871

verilmiştir. Yemeye ve içmeye oturuncak kırk yıl otu­rurlar ve sohbet ederler. Boylan Adem (aleyhisselâm) ’ın boyu gi­bi atmış arşın olur. Süleyman (aleyhisselâm)  gibi devletlû olur­lar. Hz. îsâ (aleyhisselâm) 'ın yaşı gibi oluziiç yaşında olurlar. Yusûi (aleyhisselâm) ’ın güzelliği gibi güze) olurlar. Sesleri Da- vûd (aleyhisselâm) ’ın sesi gibi güzel olur. Peygamberimiz Mu- hammed Muştala nın ahlâkı gibi ahlâklı olurlar. Her­kesin on parmağında altın ve cevherden yüzük ve ko­lunda bilezik olur.

2.   CENNETE GİRMEKLE İLGİLİ BÖLÜM

Adn Cennetini ve onun güzel meskenlerini, Cennetin sayısını ve mertebelerini bildinse, Cennetin hazinedarı Rıdvândan ve büyük kurtuluştan, inşallah, İlâhi sırlar ve İlâhî perdeler bölümünde bahsedeceğiz.

Şimdiki halde Cennete nasıl girerler ve mertebele­rine göre mahlûkat Dârü’r-Rahmân’a nasıl varırlaı? Bunları bildirelim.

Hakk Teâlâ buyurur;

— «Rablerinden korkanlar ise (ikram ile) fevc fevc (bölük, bölük) Cennete sevkedildi. Nihavet oraya varıp kapıları açılınca (Cennetin) bekçileri (şöyle) decıi(ler): Selâm (ve selâmeti size! Tertemiz geldiniz! Artık hepiniz ebedî kalmak üzere girin buraya.» <384)

Müminler:

— Hamd oisun o Tanııya ki, bize va’diııi gerçek ey­ledi ve bize bir yer verdi ki, ne dilersek İşleriz, derler.

(384) Zümer Sûresi, âyet: 73.

872

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem’ın şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

— Cennetin kapısını ben açarım. Hazinedarlar:

— Sen kimsin? derler.

Ben:

— Muhammedim, derim.

Hazinedarlar (Cennetin bekçileri):

— Bize senden önce kimseye Cennetin kapısını aç­mamamız emredildi, derler.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem.

— Benden önce Cennete girmek Peygamberlere ha­ramdır. Benim ümmetimden önce onların ümmetlerinin girmesi de haramdır, buyurdu.

Bu itibarla Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Cennete önce girer. Diğer peygamberler sağ yanında girerler. Ve­liler sol yanında girerler. Bütün halk, birbiri ardınca ve bölük bölük, bunlara uyarak Cennete girerler.

Nakledildiğine göre Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

— Cennetin sekiz kapısı vardır. Yedisinden derviş­ler, birinden de zenginler girerler. Cennete girince Hakk Teâlâ onlara selâm verir ve:

— (Rarmân ve Rahiym olan, herşeye hayat veren ve herşeyi koruyan Allahtan selâm size! Hakkını? olan Cen­nete, içinde ebedi kalıcılar olarak, giriniz. Zira sizin ne­fisleriniz, devamlı nimetler ve güzel sevaplarla, tama­men arıtılmıştır) buyurur.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki:

— Süleyman (aleyhisselâm) , dünvâ'da padişah ve zengin ol­duğu için, herkesden beşyüz yıl sonra Cennete girer.

Nakledildiğine göre Ebu’l-Leys, tefsirinde şöyle de­miştir:

873

— Müminler Cennetin kapısına vardıkları zaman, Cennetin kapısı önünde bir ağaç görürler. O ağacın kö­künden iki çeşme akar. Birinden içerler. Gönüllerinde kibir ve hasetten he varsa hepsi gider. Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

        «Rablcri de onlara gayet temiz bir şarap içir- miştir.» (385)

Ondan sonra diğer çeşmeden yıkanırlar. Bütün be­denleri arınır. Yüzlerinin nûru artar ve:

        «Hamd olsun Allaha ki, derler, bizi hidâyetiyle buna kavuşturdu» derler. (386)

Melekler onlara:

— Hakk Teâlâ hazretleri size Cenneti, dünyâ'da güzel amel işlediğiniz için, verdi, derler.

3.   BÖLÜM

Alimler derler ki;

— Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Cennete Peygamberler, veliler ve diğer müminlerle beraber girer. Livâü’l-Hamd (Hamd Sancağı) Peygamberimizin elinde bulunur. Cen­netin bekçisi Rıdvân diğer meleklerle mukaddes avlu­nun kapısında durmaktadırlar.

Peygamberler onlara bakarlar ve:

— İşte bu sancak Muhammed Mustafâ (S.A.V./in­dir. Bunun üzerine Rıdvân ve diğer melekler O sancağa karşı varırlar. O sancağı alıp Peygamberimizin önüne dikerler. Peygamberleri ve müminleri boraklarından

(385)  Dehr Sûresi, âyet: 21.

(386)  A'râf Sûresi, âyet: 43.

874

saygı ite indirirler.

Rıdvan:

— Yerli yerinize oturun! der.

Rasûller minberler üzerine, Peygamberler tahtlar üzerine, sıddîklar ve şehitler kürsîler üzerine, âlimlerle velîler de döşekler üzerine otururlar.

Ondan sonra Hakk Teâlâ:

— Ey kullarım, velîlerim ve has dostlarım! Merha- bâ! der.

Ondan sonra Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

— Ey Muhammedi Sen dünyâ’da kullarıma selâm verdin, şimdi sus!

Ey Cebrâil Kâdir Gecesinde selâm verirdin. Şimdi sus!

Ey Azrâil! Kullarımın canını almaya gelince, ölüm halinde, selâm verdin. Şimdi sen sus!

Ey Rıdvân! Kullarım Cennete girdiği vakit selâm verdin. Şimdi sus!

Yine buyurur:

— Ey kullarım! Benim selâmımı, şimdiye kadar, benden, başkasından vasıta ile işittiniz. Şimdi ben size vasıtasız selâm veriyorum. Ey Muhammedi Sen selâm verdikten sonra iyiliği emreder, kötülükten men eder­din. Ey Cebrâil! Sen selâm verdikten sonra Allahın müj­desini veya azabını haber verirdin. Ey Azrâil! Sen selâm verdikten sonra eziyet verip canlarını alırdın. Ey Rıd­vân! Sen selâm verdikten sonra hûriler ve köşkler arz ettin. Ey melekler! Siz selâm verdikten sonra amelleri­nizi onlara bağışladınız. Ben selâm verdikten sonra be­ni görmek onlara vâcip oldu. Benden ne zamana kadar korkarsınız, Bana can atarsınız ve ümit bağlarsınız?

Şimdi ey Rıdvan! Benim kullanma yiyecek verin, yesinler. Şarap verin içsinler. Melekler inciden ve yakût- ten çiçekler getirirler.

Altın ve gümüş çanaklarla çeşitli yiyecekler getirir­ler. Kimse onları görmemiştir ve ateşte pişmiş değildir. O yiyeceklerden yerler ve şaraplardan içerler.

Ondan sonra Hakk Teâlâ buyurur:

— Ey Rıdvan! Benim kullarıma şaraplar içirin!

Rıdvân buyurur. Gılmanlar gelir. İnciden ve cev­herden kadehler getirirler. Bunlara çeşitli şaraplar içi­rirler.

Ondan sonra Hakk Teâlâ yine buyurur:

— Merhaba ey kullarım ve has dostlarım! Benden nasıl korkarsınız? Bana nasıl mutî olursunuz ve bana nasıl müştak olursunuz ?

Ey Rıdvân! Kullanma hilâtlar, süslü elbiseler giy­dir! Rıdvân nidâ eder. Yetmiş türlü nûrdan hil'at ge­tirip onlara giydirirler. Öyle ki, gözler onu görmemiş, kulaklar işitmemiş ve gönüllerden geçmemiş olur.

Ondan sonra Hakk Teâlâ yine:

— Ey kullarım ve has dostlarım! Merhabâ! Benden nasıl korkar. Bana nasıl muti olur ve nasıl muştâk olur­sunuz? Ey Rıdvân! Kullanma hürmet et! buyurur.

Ondan sonra Arşın altında bir bulut görünür. Ona (yağdıran, saçan) adı verilir. Onların üzerine hâlis misk yağdırır, saçar. Bir bulut daha görünür, o da su yağdırır.

Ondan sonra şâhin gözlü Hûrîler gelirler. Herkese yetmiş hûrî ve gılmân (Cennet delikanlısı, Cennet oğla­nı) verirler. Güneşten ve aydan güzeldirler.

Ondan sonra Hakk Teâlâ:

— Ey Rıdvân! Burası, sadâkat makamıdır. Dünyâ’- da vadettiğimden ne isterlerse veririm, buyurur.

876

Müminler:

— Hiçbir şey kalmadı, herşey verildi. Tek isteğimiz C.Hakkın cemâlini görmektir, derler.

Ondan sonra Hakk Teâlâ:

— Ey Davûd! Zebûrunu oku! buyurur.

Davûd (aleyhisselâm) 'ın sesini, güzellikte ve tesirde, yetmiş misli artırır. Davûd (aleyhisselâm)  kızıl yakuttan bir minbere çıkar. Onun yüksekliği yüz arşındır. Davûd (aleyhisselâm)  orada Zebûru okur.

Ondan sonra Hakk Teâlâ hazretleri yine buyurur:

— Ey Muhammedi Ey Habîbim! Minberine çık!

Hz. Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in nurdan min­beri vardır. Bütün minberlerden yücedir. Rasûlûllah o saatte minbere çıkıp güzel sesle (Rahmân) sûresini okur. Kuşlar onu işitirler. Türlü nağmelerle ses çıkararak öterler.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurur:

— Ey Cebrâil! İzzet hicâbını, yücelik perdesini ge­tir! Kullarım beni görsünler.

Cebrâil (aleyhisselâm)  da getirir. Bunlar da C.Hakkın cemâ­lini ve kemâlini seyrederler.

Ondan sonra Hakk Teâlâ buyurur:

— Siz müminlersiniz, emin olun! Ben de mümin ve müheymin isminden size bir isim verdim. Size korku ve kaygı yoktur. Siz benim dostlarım ve has kullarımsmız.

(Ey müslümanlar topluluğu! Selâm size! Siz müslü- manlarsınız. Ben selâmetin kendisiyim. Benim yurdum, selâmet yurdudur. Sözümü işittiğiniz gibi İlâhî cemâli­mi size göstereceğim).

877

Hz. Haşan (radiyallâhu anh) der ki:

— Seksen yıl kadar Hakk Teâlâ’nın cemâlini seyre­derler. Öylece hayran kalırlar. Ondan sonra secde eder­ler.

Hakk Teâlâ hazretleri:

— Başınızı secdeden kaldırın! Bugün rükû ve sü- cûd günü değildir. Bilâkis, atâ, sevap ve likâ günüdür, buyurur.

Nakledildiğine göre (Haziretü’l-Kudüs) denilen yer. Cennetin kapısı önünde büyük bir mesire yeridir ki, Cennette olanlar, önce orada ziyafet olunup yerler, içer­ler ve süslü elbiseler giyerler. Ondan sonra Allahın izni ile Cennetteki yerlerine giderler. Ondan sonra Adn Cen­netinde, C.Hakkm İlâhî cemâlini şekilsiz ve niteliksiz görmek için, toplanırlar. İnşallah, beyan ettiğimiz bu durum sahih ve sarih haberlerle sabittir.

Cennet ehli ilk önce, Cennetin ilk toplanma yerine varırlar. Oradan Cennetteki yerlerine ve Hz. Adem’in meyvesinden yediği şeceretü’l-Huld adı verilen ağacın bulunduğu yere varırlar.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) der ki:

— O buğday ağacı idi. Hakk Teâlâ onu Cennette çok güzel biçimde yaratmıştır. Ağacı altından ve yapraklan yeşil yakuttandır. Çiçekleri ak gümüştendir. Yemişleri baldan lezzetlidir. Müminler onu görünce son derece hayret ederler ve güzelliğine hayran kalırlar.

Melekler:

— Niçuı hayret edersiniz? Dünyâ’da iken Adem ata­nızı kınardmız, deıler.

Onlar da:

— Bu ağacı görünce, gayet güzel ve hoş olduğunu bildik, insafa gelip artık kınamıyoruz, derler.

878

4.  Â'RAFTAKİI.ERLE İLGİLİ BÖLÜM

Allah laâla buyurdu:

— «İki (taraf) arasında (sûrden) bir perde ve (Arâf) üzerinde de (Cennetlik ve Cehennemliklerin) her birini simalarıyla tanıyacak olan (muvahhid) bir takım rical vardır kı onlar henüz (Cennete) girmemiş, fakat onlar girmeyi şiddetle arzu eder olarak Cennet yararına: Se- iâmünaleyküm diye nidâ ederler.» (387)

Hicâb dediği Cennetle, Cehennem arasında bir du­vardır.

Fenâri oğlu der ki:

— A râfdakilerin hepsi müminlerdir. Cennetin dış duvarı üzerinde bulunurlar. Ondan sonra Cennete giren ’er.

Süddi şöyle der:

— O yere, oradakiler birbirini tanıdıkları içm, Arâf denilmiştir.

Şimdi, A râfuakiler kimlerdir? Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu.

(387) A'râf Sûresi, âyet: 46.

A’râf her şeyin tümseğidir. Buradaki mânâsı, Cen­netle Cehennem arasındaki sûrdan bir perdenin yüksek te­peleridir. Bazılarına göne, islilikleri ile kötülükleri denk ci tınlar, bir müddet orada kalırlar, en sonra da Cennete gi­rerler.

İki peygamber arasındaki aralıkta ölenlerle müşrikle­rin çocukları da buradadırlar.

Haşan Basri’ye göre ise: Cennetliklerle Cehennemlikle­ri tanımak ve ayırt etmek için Allahın tâyin ettiği kimse­lerdir. Bazılarına göre de onların yerleri, Cennettekilerin yerlerinden daha yüksektir. (Çantay Tere. c. 1, s: 223).

879

— Onlar, baba vc analarına âsi olanlardır. Onlardan izinsiz gazâ'ya gidip şehit oldular. Şehit oldukları için Cehennemden kurtuldular. Ana-babalarına âsî oldukları için de Cennete giremediler, orada kaldılar.

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Onlar bir kavimdir ki, sevap ve günahları birdir. Günahları çok olmadığı için Cehenneme atılmadılar. Se- vapları çok olmadığı için de Cennete giremediler. Ara­lıkta kaldılar.

Bazıları:

— Ashâb-ı A’râf,'A’râfta olanlar; zinadan doğan ço­cuklardır, demişlerdir.

Bazıları da:

— Ergin olmadan ölen kâfir çocuklardır, demişler­dir.

Bir kısım kimseler ise:

— A’râf ehli meleklerdir, derler.

Hz. Hasen (radiyallâhu anh) da:

— A’râfdakiler bir cemaattır ki, A’râf üzerinde bu­lunurlar, Cennet ve Cehennemdekileri seyrederler.

Sahih olan şudur ki, bu söylediklerimiz heps; A’râf- da vardır ve hepsi de mümindir.

Allah laâia buyurdu:

— «(Yine) a’râf yârâm (kâfirlerden) sîmalarıtla ta­nıdıkları (elebaşı) bir takım adamlara şöyle nida ede­rek derler: Ne çokluğunuz (topladığınız mallar), ne de (Hakka karşı) yeltenmekte devam ettiğiniz kibir (azâ- met) size hiçbir fâidc vermedi.» (388)

Yani A’râf ehli kâfirleri simalarından bilirler ve onlara söylerler. Ondan sonra Hakk Teâlâ A’râf ehline:

(388) A’râf Sûresi, âyet- 48.

880

— Bundan sonra siz de Cennete girin. Size korku ve kaygı yoktur, buyurur.

Onlar da Cennete girerler.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

— «Girin Cennete. Size hiçbir korku yoktur ve siz mahzûn da olacak değilsiniz.» (389)

İbni Abbâs der ki:

— A’râfdakileı Cennete giıince Ceheııncmdckilcr, sevinirler. Zira Cennette hısımlarını çeşitli nimetlere kavuşmuş olarak görürler ve;

— Ey Rabbımiz! Bize izin ver de Cennetteki hısım­larımızla konuşalım, derler.

Hakk Teâlâ izin verir. Onlar gidip konuşu;lar. Fakat Cennet ehli onları tanıyamazlar. Zira yüzleri kapkara olmuştur. Cennet ehli onları isimleri ile çağırırlar. On- ıar cevap verirler. Öylece tanırlar.

Cehennem ehli:

— Bize yiyecek verin, yiyelim, derler.

Müminler:

— Hakk Teâlâ Cennet nimetlerini kâfirlere haram etti, size Cennet yiyeceklerinden nasip yoktur, derler.

Nakledildiğine göre kıyamet günü Cuma günüdür. Cennetlikler Cennete Cuma günü gireıleı . Cumartesi gü­nü su ırmaklarından içerler. Pazar günü bal ırmakların­dan içerler. Pazartesi günü süt ırmaklarından içerler. Sah günü Cennet şaraplarından içerler. Ondan sonra türlü türlü buraklara binerler, bin yıl Cenneti dolaşıp mıskden büyük bir dağa gelirler. Selsebîl ırmağı oradan çıkar.

(389) A'râf Sûresi, âyet: 49.

881

Çarşamba günü ondan içerler. Ondan sonra yine bir yere gelirler. O sarayların içinde altından tahtlar bulu­nur. O tahtlar üzerinde otururlar. Perşembe günü Zen- cebîl adı verilen oradaki şarâbdan içerler. Hakk Teâlâ onlara bin türlü hediye ve nimetler verir. Ondan sonra bir yıl daha dolaşırlar, Cuma günü: «Hak meclisinde ve kudret sahibi, mülkü çok yüce olan (Allah)’ın yanındadır­lar» (390) makamına varırlar. Hakk Teâlâ hazretleri on­lara (Rahîyk) şarabını orada içirir. Rahîyk, Cennette kır­mızı bir içkidir. Kadehleri mühürlüdür. Onu ancak Pey­gamberlerle velîler içerler.

Ebû Muhammed El-Herevî şöyle der:

— Cumartesi günü çocukları babalarına ve anala­rına varırlar, ziyâret ederler. Pazar günü babaları ço­cuklarına varırlar, sohbet ederler. Pazartesi günü tale­beler hocalarına varırlar, ziyaret ederler. Sah günü ho­calar talebelerine varırlar, sohbet ederler. Çarşamba günü ümmetler Peygamberlerine varırlar, sohbet eder­ler. Perşembe günü Peygamberler ümmetlerine varırlar, sohbet ederler. Cuma günü Rasûller, Peygamberler ve bütün halk Hakk Teâlâ hazretlerinin huzuruna varırlar.

5.   ALLAH TAÂLA’YI GÖRMEKLE İLGİLİ BÖLÜM

Bilmek gerektir ki, Hakk Teâlâ hazretlerini görmek akıl yönünden mümkündür, imkânsız görülmez. Nak­len, Kur'an ve sünnet delili ile de vâciptir, gereklidir. Nitekim Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

(390) Kamer Sûresi, âyet: 55.

F : 56

882

— «Yüzler (vardır) o gün ter-ü tazedir, Rablerini görecektir.» (391)

Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

— Siz Rabbinizi apaçık göreceksiniz.

Câbir ibni Abdullah der ki:

— Bir gece Peygamberimiz (aleyhisselâm) 'ın yanında oturu­yorduk. Ay bedr, tam yuvarlak olmuştu. Peygamberimiz (aleyhisselâm)  buyurdu: Siz bu ayı şüphesiz gördüğünüz gibi, Tanrınızı da benzersiz ve niteliksiz olarak görürsünüz.

Haber verildiğine göre. Cennetlikler Cuma günü Cennete girerler. Ondan sonra yerlerine varıp kalırlar. Hakk Teâlâ’nm nimetlere, çeşitli güzelliklere, yüce ma­kamlara, Huru’l-îyne, Vildân ve Gılmân’a ve saraylara girerler. Allaha hamd ve şükrederler. Ondan sonra me­lekler Cumartesi günü bütün halkı Adem (aleyhisselâm) ’m ko­nukluğuna davet ederler ve:

— Adem Peygamberin Ccnnetü’l-Huld’de ziyafeti vardır. Herkes orada toplansın! derler.

Hakk Teâlâ, Adem (aleyhisselâm) 'ın konukluğunda bulunan bütün halka Cennet elbiseleri ve mertebelerine göre taçlar verir.

Pazar günü melekler:

— Bugün Cennetü’n-Naîym’de Nûh (aleyhisselâm) ’ın ziyafeti var, herkes orada toplansın! diye seslenirler.

Hakk Teâlâ, çeşitli nimetler, giyecekler ve taçlardan başka geri kalan ihsanlardan onlara verir.

Salı günü melekler:

— Bugün Mûsâ (aleyhisselâm) ’m ziyafeti vardır, hazırlanın diye seslenirler. Herkes orada toplanır. Hakk Teâlâ on­lara çeşitli nimetler verir.

Kıyâme Sûresi, âyet: 22 23.

883

Çarşamba günü melekler:

— Bugün Isâ (aleyhisselâm) ’ın ziyafeti vardır, onun saıa”*- na buyurun diye etrafa seslenirler. Herkes o konukluk­ta toplanırlar. Hakk Teâlâ gene çeşitli nimetleriyle haiKı taltif eder.

Perşembe günü melekler:

— Bugün Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in konuklu­ğudur. Tûbâ ağacının dibinde hazır olun, diye seslenir­ler. Bütün cinler ve insanlar topluca orada hazır bulu­nurlar.

Çeşitii hürmetler görürler ve gözlerin görmediği hediyeler, nimetler ve elbiseler verilir.

Cuma günü melekler:

— Bugün konukluk Hakk Teâlâ'nmdır. Bu itibarla bütün halk Adn Cennetinde, Allahı görmek için, toplan­sınlar diye seslenirler.

Ondan sonra Hakk Teâlâ onlara çeşitli nimetler ve güzellikler verir.

Sonra da:

— Size vereceğim hiçbir şey kaldı mı? diye sorar.

Halk:

— Evet kaldı. Sen bize Cemâlini göstereceğini vaad etmiştin, derler.

Hakk Teâlâ da tekrar buyurur ki, kızıl yakuttan bir minber getirsinler diye. Onun yüksekliği bin mildir.

îbrâhim (aleyhisselâm) ’a:

— Minberine çık hutbe oku! buyurur.

O da minberine çıkar, kendisine indirilmiş olan İlâhî sahifeleri başından sonuna kadar okur.

Ondan sonra Mûsâ (aleyhisselâm) ’a:

— Minberine çık! Ümmetine hutbe oku! diye ses­lenir.

884

O da minberine çıkıp Tevrâtı başından sonuna ka­dar okur.

Ondan sonra Davûd (aleyhisselâm) ’a:

— Minberine çık! Ümmetine hutbe oku! diye ses­lenir.

O da minberine çıkıp Zebûru başından sonuna ka­dar yetmiş türlü sesle okur.

Ondan sonra İsâ (aleyhisselâm) 'a:

— Minberine çık! Ümmetine hutbe oku! diye ses­lenir.

O da İncili başından sonuna kadar okur.

Ondan sonra Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e:

— Minberine çık! Bütün Rasûllere, peygamberlere, ümmetlere ve kendi ümmetine hitâb et! diye seslenir.

Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de kızıl yakut’dan bir min­bere çıkar. Orada evvel ve âhir ilmini bütün halka bil­dirir ve:

— Hakk Teâlâ şimdi İlâhî Cemâlini gösterecektir, hazır olun! diye müjde verirler. Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem Kur’an-ı başından sonuna kadar, hiç kimsenin mislini işitme­diği güzel bir sesle okur.

İsâ /A.S.), Mûsâ (aleyhisselâm) , Davûd (aleyhisselâm)  ve bütün ke­mâl ehli onun sesinin güzelliğinden kendilerinden ge­çip hayrân kalırlar. Ondan sonra Hakk Teâlâ onların gözleriden perdeleri kaldırır. Hakk Teâlâ’nm Cemâlini gördükleri zaman hepsi secdeye kapanırlar.

Allah Teâlâ buyurdu:

— «Yüzler (vardır) o gün ter-ü tazedir, Rablerini görecektir.» (392)

(392) Ktyâme Sûresi, âyet: 22, 23.

885

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem da şöyle buyurmuştur:

— Allaha yemin ederim ki, size Rabbinizi görmek­ten daha güzel hiç birşey verilmemiştir.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurur:

— Şüphesiz ben, cömert, zengin, ulu, vefah ve sâ­dık Allahım! işte bu Cennet benim evimdir. Burada sizi oturturum. Zâtımı size gösterdim. Ne dilerseniz ben­den dileyin, vereyim. Ben size dost ve arkadaş oldum. Şimdiden sonra artık ihtiyacınız yok, yoksulluk yok. Szi azarlamak yok. Nimetlerim size ebedîdir. Sizi Cen­nette emniyet içinde oturttum. Siz saâdetli kimselersi­niz. Benden dileğinizi isteyin, size nimetler ve iyilikler ihsân edeyim.

Cennet halkı:

— Bizim dileğimiz, bizden razı olmandır, derler.

Hakk Teâlâ buyurur:

— Sizden râzı oldum. Cemâlimi size gösterdim, ebe­dî seyredin. Ondan sonra çeşitli nimetlerimi yiyin, eş­lerinize varın, onlarla sarmaş dolaş olun. Çeşit'i ye­mişlerden yiyin, bahçelerde oturun. Şeref ve bahtiyar­lık bulun. Buraklarınıza binin, kevser ırmağına, Kâ- fûr, Tâhûı, Tesnim, Selsebîl, Zencefil sularına vann; orada yıkanın ve nimetlenin.

Hakk Teâlâ yine:

— Benden râzı oldunuz mu? buyurur.

Cennet halkı:

— Nasıl razı olmayalım ki, hiç kimseye vermedi­ğin bunca nimetleri bize verdin, derler.

Hakk Teâlâ:

— Bu verdiklerimden daha üstünleri vardır, bu­yurur.

886

Cennet halkı:

— Ey Rabbimiz! Bunlardan üstün olan şey han­gisidir? derler.

Hakk Teâlâ:

-- Bunlardan üstünü, artık size gazâb etmemem ve sizden râzı olmamdır, buyurur.

Nakledildiğine göre peygamberimiz (SA.V.) şöyle buyurmuştur:

— Cuma günü olunca, Adn Cennetinde miskden hoş bir yerde, altından, inciden, zümrütten ve yakut- dan kürsüler vardır, sıddîyklar ve şehîdler o kürsülerin üzerine otururlar. Ondan sonra Hakk Teâlâ onlara tecel­lî eder. Yüzlerinin nurları ve güzellikleri her an artar. Bu itibarla Cuma gününe, herşeyi artıran ve çoğaltan gün derler.

Nakledildiğine göre Cennet ehli Cennete girip karar kıldıkları zaman Hakk Teâlâ yetmişbin melek gönderir. Her melekle beraber yetmiş melek de gelir. Mü'minlerin gözlerinden perdeleri kaldırırlar. Hakk Teâlâ mü’minlere:

— Ben sizi görmeye düşkünüm, siz de beni gör­meye can atarsınız buyurur.

Melekler:

— Ey Rabbimiz! Bunlar senden utanmadılar, gü­nah işlediler, seni görmeye lâyık değiller, derler.

Hakk Teâlâ:

— Ey meleklerim! Siz mü’minleri bilmezsiniz. On­lar benim dostlarımı bilirler ve severlerdi. Düşmanla­rımı da bilirlerdi, benim için onlara düşman olurlardı. Şanım için onların bir defa (Lâ ilâhe illellâh Muham- meden Rasûlüllâh) demeleri bana bütün ibâdetlerden üstündür, buyurur.

887

Bunun üzerine aradan perde açılır, mü’minler de Hakkın Cemâlini seyrederler.

6.   DÖRT R.ÂŞİD HALÎFENİN CF.NNETEKİ
YERLERİ İLE İLGİLİ BÖLÜM

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) der ki:

— Kıyamet günü olunca bu halk Cennette kızıl yakut'tan bir taht üzerinde oturuılar. O tahtın yirmi mil uzunluğu olup boşluğa asılmıştır. Ebû Bekr-i Sıd- dıyk (radiyallâhu anh) onun üzerine oturur. Ondan sonra, gene yirmi mil büyüklüğünde, sarı yakuttan bir taht daha getirirler. Hz. Ömer bin Hattâb (radiyallâhu anh) onun üzerine oturur. Ondan sonra, yirmi mil büyüklüğünde yeşil zümrütten bir taht getirirler. Hz Osman bin Affân (radiyallâhu anh) onun üzerine oturur. Ondan sonra, yirmi mil büyüklüğünde ak yakuttan bir taht daha getirirler. Hz. Ali bin Ebî Tâlîb de onun üzerine oturur.

Ondan sonra Hakk Teâlâ buyurur. O tahtlar uçarak Arşın gölgesine gelirler. Ondan sonra da Hakk Teâlâ me­leklere buyurur, onların üzerine ak inciden çadırlar kurarlar. Eğer bütün mahlûkatı o çadırların altında toplasalardı, çadırlar daha büyük olurdu. Ondan sonra dört büyük kadeh gelir. Dörl halîfe, birer birer, sunu­lan şeyi onlardan içerler.

7.   BÜYÜK GÜNAH İŞLEYENLERİN DURUMLARI
İLE İLGİLİ BÖLÜM

Bu bölüm. Cehennem ateşi ile intikam almadan, Hakk Teâlâ’mn yarlığamayacağı büyük ve küçük günah

888

işleyenleri beyan eder. Cehennem azabından Allah’a sı­ğınırız.

îbni Abbâs der ki:

— Muhammed ümmetinden bir taife, Sırât üze­rinde mahbûs kalırlar. O tâife, kendilerine Cehennem ateşi gerekli olanlardır. Bunlar Cennete, bütün mü’- minlerden sonra girerler.

Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurur:

— Hakk Teâlâ hazretleri, kıyâmet derelerinde on­ları kaybetti. Peygamberimiz mahşer yerine bakar, orada kimseyi göremez. Bütün ümmetinin Cennete girdiğini zanneder. Peygamberimiz Cennete girdiği za­man Hakk Teâlâ Zebanilere onları Cehenneme atmaları­nı emreder. Cehenneme vardıklarında Mâlik’e selâm verirler. Mâlik bunları görüp:

— Ey bahtsızlar! Siz kimsiniz ve kimin'ümmeti­siniz? Zira kâfirler, ayakları bağlı, boynu zincirli, her kâfir bir şeytana bağlı ve yüzleri kara gelirler. Sizde bunlar yok! der.

Onlar:

— Ey Mâlik! Bize birşey sorma! Zira sana cevap vermeve utanırız. Fakat biz Kur’an okurduk, Rama­zanda oruç tutardık, Hacca giderdik, gazâ’ya varırdık, malımızın zekâtını verirdik, yetimleri esirgerdik, cünûb olunca yıkanırdık ve beş vakitte namazı kılardık, der­ler.

— Mâlik:

— Ey bahtsızlar! Kur’an sizi günahtan men et­medi mi? der.

Onlar:

— Ey Mâlik! Bizim başımıza kakma ve yüzümü­ze vurma! Hakk Teâlâ’nın ve meleklerin yüzümüze vur­masından şimdi kurtulduk, diye cevap verirler.

889

Arş tarafından bir nidâ gelir:

— Ey Mâlik! Onları Cehennemin ilk tabakasına koy! der.

Mâlik:

— Ey bahtsızlar! Sesi işittiniz mi? der.

Onlar:

— İşittik ey Mâlik! Bize bir saat müsaade et, ne­fislerimiz için ağlaşalım, derler.

Mâlik:

— Size müsaade vermem için bana izin yoktur, der.

Hakk Teâlâ tarafından:

— Ey Mâlik! Onlara bir saat izin ver! diye nidâ gelir.

Bunun üzerine Mâlik onlara bir saat izin verir. Kur’an ehli bir saf olur. Hacılar bir sâf olur ve kadın­lar bir sâf olur, ağlaşır feryâd ederler ve:

— Biz dünyâda dikilmiş kaftanı giymeye ar eder­dik, şimdi nasıl katrandan kaftan giyelim? Biz dünyâ­da nefis yemekler yerdik, şimdi Zakkûm’a nasıl ta­hammül edelim? diye feryâd ederler ve bu şekilde azâb içinde olurlar.

Ondan sonra Hakk Teâlâ rahmet etmek ister ve Cebrâil’e:

— Var Cehennemde iman edenlerden kimse kaldı mı? bak! buyurur.

Cebrâil (aleyhisselâm)  gelip Mâlik'den: Cehennemde imân ehlinden kimse kaldı mı? diye sorar.

Mâlik:

— Vardır der ve Cehennemin kapısını açar. Mü’- minler Cebrâil (aleyhisselâm) ’ı görünce tanırlar ve hep birden yalvarıp:

890

— Bizden Allahın Rasûlüne haber götür ki, biz şiddetli azâb içindeyiz, biz de onun ümmeti idik. Ne olur? îhsân edip bize de şefaât ederek azâbdan kurtar­sın, derler.

Bunun üzerine Hakk Teâlâ Cebrâil (aleyhisselâm) ’a:

— Var Habîbim Muhammed’c söyle! Onları gitsin Cehennemden çıkarsın. Onlar azâbı haketmişlerdi, gü­nahları mikdarı azâb ettim. Şimdi ona bağışladım. Ce­hennemden çıkarsın buyurur.

Cebrâil (aleyhisselâm)  gelip görür ki, Rasûlüllâh altından dört bin kapısı olan bir sarayda oturur.

Cebrâil:

— Ey Allahın Rasûlü! Sen burada safâ içinde yiyip içmektesin. Zayıf ümmetinse Cehennemde azâb için­dedir, der.

Rasûlüllah hemen kalkar, Hakka secde eder ve:

— Günahkâr ümmetimi bana bağışla! diye niyaz­da bulunur. Allah Teâlâ bağışlar. Cebrâil ile birlikte Cehenneme gelir, kapısını açar. Oradaki ümmeti onu görünce bilip ağlaşırlar. Rasûlüllah onları bir bir mü- bârek eliyle tutup çıkarır. Cennetin kapısındaki havuzda yıkanırlar. Ondan sonra alınlarında- (Bunlar Cehen­nemden çıktılar, Allah Teâlâ’nın azatlılarıdır) cümlesi yazılmış olarak Cennete girerler.

Cennettekiler onları görünce, o yazı sebebiyle son derece utanırlar. Hakk Teâlâ hazretlerine:

— Bizim alnımızdan bu yazıyı gider, diye sızlanır­lar.

Hakk Teâlâ Cebrâil (aleyhisselâm) ’a buyurur, o yazıyı on­lardan giderir ve belirsiz olur.

îmam Gazâlî (radiyallâhu anh) der ki:

891

— Onları Cehennemden çıkarınca, orada bir kişi kalır. Onun sesi bütün Cehennemdekilerin seslerini bastırır.

Hakk Teâlâ:

— Sana bu feryâd'dan dolayı bir çâre yoktur, bu­yurur.

O kimse:

— Ben rahmetinden ümidi kesmem, der.

Hakk Teâlâ:

— Seni affettim, var Cennete gir! buyurur.

Hz. Enes (radiyallâhu anh) peygamberimizden şu rivayeti nak­leder:

— Cehennemde bir kişi kalır, bin yıl: Ey Hannân! Ey Mennân diye feryâd eder, niyazda bulunur.

Hakk Teâlâ hazretleri Cebrail (aleyhisselâm) ’a:

— Git o kulumu getir! buyurur.

Cebrâil (aleyhisselâm)  varır, başını aşağı edip ağlarken gö­rür. Cebrâil (aleyhisselâm)  Hakk Teâlâ’nın buyruğunu o kişiye haber verir ve onu alıp gelir. Hakk Teâlâ:

— Ey kulum! Cehennemdeki yerini nasıl buldun? buyurur.

O kul:

— Yerlerin en kötüsü idi, der.

Hakk Teâlâ:

— Bunu yine Cehenneme atın! buyurur.

— Ey Rabbim! Cehennemden çıktıktan sonra be­ni yine Cehenneme mi koyuyorsun? Senin hakkında böyle düşünülmezdi. Sen kerim ve rahimsin, der.

Hakk Teâlâ meleklere:

— Koyun o kulumu Cennete! Benim rahmetimle girsin! buyurur. Böylece o kul, bin yıldan sonra Cenne­te girer.

892

Hasan-ı Basri (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Ne olaydı o kimse ben olaydım! Zira ebedî Ce­hennemde kalmaktan bin yıl sonra çıkmak yeğdir. O kimsenin adı Hennâd’dır. Hakk Teâlâ ona:

—Var benim rahmetimle Cennete gir! buyurdu.

8.  ATEŞİN HİKMETİ İLE İLGİLİ BÖLÜM

Bilmek gerektir ki, günahkârların ateşe girmelerin­deki İlâhî hikmeti Hakk Teâlâ hazretleri gizlemiştir. Fa­kat İlâhî sırlar kendilerine açılan dervişler:

— Günahkârların ateşte yanınası elbette gerekli­dir. Zirâ bu, insanın cevherini nefsin ve şeytanın kötü­lüklerinden arıtmaktır. Nefsânî lezzetlerden ve hissî ar­zulardan vaz geçenler temiz kimselerdir. Hakk Teâlâ sonsuz fazlı ve nihayetsiz lûtfu ile onları yakar, azâb eder ve böylece temizler, demişlerdir.

Nitekim Hakk Teâlâ hazretleri şöyle buyurur:

—«Rabbimiz Allah’dtr deyip de sonra (bütün hare­ketlerinde) doğruluğu iltizâm edenlere, (evet) onlara hiç bir korku yoktur. Onlar mahzûn da olmayacaklar­dır.» (393)

Zira onların cisimleri Hakk Teâlâ hazretlerine bağlı idi. Nefisleri mutî idi. Gönülleri İlâhî melekûtda, akıl­ları da Allahın azametinde idi. Bu itibarla Hakk Teâlâ onların derecelerini yüceltti ve dileklerini kabûl etti. Hakk Teâlâkın böyle yapması kadim lûtfu ve nihayetsiz fazlındandır.

Nitekim Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

— «De ki: Ey nefislerine karşı hadden aşın hare-

(393) Ahkâf Sûresi, âyet: 13.

ket edenler! Allahın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları yarlığar. Şüphesiz ki O, çok yarhğayıcıdır, çok esirgeyicidir.» (394)

9.  CİNLERLE İLGİLİ BÖLÜM

Ebû Hanîfe (radiyallâhu anh) der ki:

— Mü’min olan her cinnî Cennete girer. Fakat ibâdet etmekle onlara sevâb yoktur.

İmâmeyn (Ebû Yûsuf’la Ebû Muhammed):

— İbadet ve tâatla sevab vardır, derler.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

        «Ben cinleri de, insanları da (başka bir hik­mette değil) ancak bana kulluk etsinler diye yarat­tım.» (395)

Ertât bin Münzir şöyle der:

— Cinlerin sevabı vardır. Nitekim Hakk Teâlâ bu­yurur:

        «Oralarda gözünü yalnız zevçlerine hasr etmiş (öyle dilber) 1er vardır ki bunlardan evvel ne insan, ne bir cin aslâ kendilerine dokunmamıştır.» (396)

Buna göre, Cennette insan insanla, cin cinle bera­ber olur.

Ebü’d-Derdâ’ (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Hakk Teâlâ cinleri üç bölük yaratmıştır: Bir bö­lüğü yılan ve köpekler şeklindedir, yeryüzünde yürür­ler. Bir bölüğü havada uçarlar. Bir bölüğü ibâdet ederler. Eğer ibâdet ederlerse sevabları vardır. Eğer boyun eğmezlerse azâbları vardır.

(394)  Zümer Sûresi, âyet: 53.

(395)  Zâriyât Sûresi, âyet: 56.

(396)  Rahman Sûresi, âyet: 56.

894

Nitekim Hakk Teâlâ hazretleri Kur’an-ı Kerim’inde buyurur:

        «... And olsun ki ben Cehennemi bütün insan ve cinden (müstahîk olanlarla) dolduracağım.» (397)

Hakk Teâlâ insanı da üç bölük yaratmıştır:

Bir bölüğü hayvanlar gibidir. Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

        «And olsun ki biz cin ve ins’den bir çoğunu Ce­hennem için yaratmışızdır. Onların kalbleri vardır, bunlarla idrâk etmezler; gözleri vardır, bunlarla gör­mezler; kulakları vardır, bunlarla işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hattâ daha sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin tâ kendileridir.» (398)

Bir bölüğünün bedenleri insanlara, canlan şeytan­lara benzer. Zâlimler ve düşük halk tabakası gibi.

Bir bölüğünün hem şekilleri, hem de canları insa­na benzer. Cennete giren ve Allahın Cemâlini gören on- lardır.

İlâhî! Derviş Ahmcd Bicanı, Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkın için, onlardan eyle.

Mukâfil (radiyallâhu anh) der ki:

— Hayvanlardan on tanesi Cennete girer. Bunlar şunlardır:

1.        Sâlih (aleyhisselâm) ’ın Devesi,

2.        İbrâhim (aleyhisselâm) ’ın Buzağısı,

3.        tsmâil (aleyhisselâm) ’ın Koçu,

4.        Mûsa (aleyhisselâm) 'ın Öküzü ki, onun zamanında onu boğazladılar, öldürülmüş bir ölüye vurdular. O ölü di­rilip konuştu.

(397)  Hûd Sûresi, âyet- 119.

(398)  A'râf Sûresi, âyet: 179.

895

5.        Yûnus (aleyhisselâm) 'ın Balığı,

6.        Uzeyir (aleyhisselâm) ’ın Eşeği,

7.        Süleymân (aleyhisselâm) ’ın Karıncası,

8.        Belkıs’ın Hüd-Hüd’ü,

9.        Muhammed Mustafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in Devesi,

10.       Ashâb-ı Kehf’in köpeği.

Hakk Teâlâ o köpeği Cennete koymak isteyince koç şekline döndürür, ondan sonra Cennete koyar. Hakk Teâlâ geri kalan hayvanları toprak yapar. Kâfirler onları görünce:

— «Ah, ne olurdu ben bir toprak olaydım.» diye­ceklerdir. (399)

10.     ÖLÜMÜN BOĞAZLANMASI İLE İLGİLİ BÖLÜM

Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Cennet ehli Cennete, Cehennem ehli de Ce­henneme girdikten sonra ölümü getirip Cennetle Ce­hennem arasında boğazlarlar.

Ondan sonra nidâ edilir ki;

— Ey Cennet ehli! Cennette ebedî kaldınız, bun­dan sonra ölüm yok, sağlık vardır. Ey Cehennem ehli! Ebedî Cehennemde kaldınız, bundan böyle ölüm yok, çıkmak da yok. Bu sözleri Ccnnettekilerle Cehennem- dekiler işitince, Cennettekilerin sevinç ve neş’esi son haddine varır. Cehenncmdckilerin ise son derece hüzün ve kaygıları artar.

(399) Nebe' Sûresi, âyet: 40.

896

11. TÛBÂ AĞACI İLE İLGİLİ BÖLÜM

Bilmek gerektir ki Cennet sekizdir. Adn Cenneti en yüksek derecesidir. Allahın yurdudur. Zira Allahı gör­mek orada oiacaktır. Adn Cennetinin en yüce yeri bi­zim peygamberimizin makamıdır. O makama (Vesile) derler. Zira peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) meveûdâtın en üs­tünüdür. Ona lâyık makamın en üstün derece olması gerekdır. İşte o Cennet «Vesile» Cennetidir. Tûbâ ağa­cı Adn Cennetindedir. Amma kökü peygamberimizin Cennetindedir. Onun kökünden iki çeşme (su) çıkar: Biri kâfir ve biri Selsebil’dir.

Hz. Ali (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Tûbâ ağacının budaklarından hülleler çıkar. Onun yaprağı incidendir. Budakları (dalları) zeberced- dendir. Dallarımı, en yücesi Arşın ayağına erişir. Alçak dalları ise Cennetin içindedir. Herkesin köşkünde bir dalı bulunur. Her ne dileği olursa Allahın izni ile o dal­dan çıkar. Gövdesinden develer, atlar ve buraklar çı­kar. Eğerleri altından ve kenarları inci ve yakuttandır. Yelden hızlı yürürler. İnsan başlı, kuş kanatlıdırlar. Arapça konuşurlar.

HURİLERLE İLGİLİ BÖLÜM

Hûrîler Cennet kızlarıdır. Orada yaratılmışlardır. Son derece güzel ve hoş sevgililerdir.

Hûr, Havrâ’nın Cem’idir. Yüzü ak nurdan, saçları, zülüfleri ve gözleri kara nurdandır.

Mü’minler Cennete girdikleri zaman evlerine va­rırlar. Her evin içinde yetmiş taht vardır. Her tahtın üzerinde yetmiş döşek vardır. Her döşeğin üzerinde bir

«97

Hûrî bulunur. Heı Hûrî’nin üzerinde yetmiş hülle var­dır. O hüllelerin içinde onların ilikleri gözükür. O Hû- rilerin birisi mahraması (süslü mendili) bütün dünyadan yeğdir.

Eğer:

— Hûrîler nurdandır. Bir kimse nûru nasıl öper ve kucaklar? diye sorulacak olursa cevabı Tefsîr-i Ke­birdeki şu beyandır:

— Evet Hûrîler nurdandır, ama katı nurdandır. Onun için öpülür ve kucaklanır. (Allahın her şeye gü­cü yeter).

Herkesin yetmiş türlü hüllesi olur. Her hülle bir saat içinde yetmiş renkte gözükür. Erkekler yüzlerini kadınların yüzlerinde, kadınlar yüzlerini erkeklerin yüzlerinde görürler. Erkeklerde ve kadınlarda, saçla­rından, kaş ve kirpiklerinden başka asla kıl olmaz.

Allah Teâlâ: «Dul ve bâkire kadınlar» diye buyur­muştur.

Ebul-Leys (radiyallâhu anh) der ki:

— Hakk Teâlâ bizim peygamberimize Cennette bun­ları vaadetmiştir.

Seyyibe’den (dul kadından) murâd, firavn’m eşi Asiye hatundur. Bekârdan murâd da, Isâ (aleyhisselâm) ’ın ana­sı Meryem hatundur. Bu ikisini Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Cennete alacaktır.

Peygamberimiz (aleyhisselâm)  uyurdu:

— Cennettekilerin he >irine beşyüz Hûrî verirler. Bunların her birisi erkek' rine sarılsalar, erkeklerin dünyadaki ömrü kadar b< nunda dururlar. Cennette ağaçlar vardır, dallarında gümüşten çıngıraklar vardır. Hakk Teâlâ hazretleri Arşın altından bir yel verir. O

F : 57

898

ağaçlara dokunur. Ağaçlar harekete gelirler. O çıngı­raklar ses çıkarırlar. O sesten dünyâdakiler biraz işit- selerdi, onun zevkinden kendilerinden geçerlerdi.

İmaın Bağavî, Tefsirinde der ki:

— Cennette ağaçlar vardır. Eğer bir kimse güzel bir ses işitmek isterse o ağaçlara buyurur. Kimi saz çalar, kimi de harekete gelip oynar. O kimse onunla şereflenir.

Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Cennette ırmaklar vardır. Onlann kenarlarında câriyeler vardır. Hakk Teâlâ onları zâ’ferândan yarat­mıştır. Yetmiş türlü ses ve makamla Allahı teşbih eder­ler. Her bir Hûrînin sesi, Davûd (aleyhisselâm) ’ın dünyâdaki sesinden güzeldir. Birbirlerine:

— Sen kiminsin? diye sorarlar.

O soruian:

— Ben, sabah namazını Cemaatla kılan kimse­ninim, der.

Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Hakk Teâlâ Cennette kızıl yakuttan yetmişbin şe­hir yarattı. Her şehirin içinde ak inciden yetmiş bin ev yarattı. Her evin içinde yeşil zebercedden yetmiş tane taht vardır. Her tahtın üzerinde şâhin gözlü bir kız r

oturur.

Ashâb:

— Ey Allahın Rasûlü! O şehir kimindir? diye sor dular.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem:

— Beş vakit namazını Cemaatla kılanlarındır, bu­yurdu.

Nakledildiğine göre Cennetle Hûrîler vardır. Yarı­dan yukarısı oğlan suretinde, yansından aşağısı kız

849

sûretindedir. Cennette, cinsi hayatta onlardan üstünü yoktur.

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a:

— Hakk Teâlâ şâhin gözlü Hûrîleri niçin yarattı? diye sordular.

Rasül (aleyhisselâm) :

— Üç şeyden yarattı:

Ayaklarından dizine kadar ıniskden, dizinden kar­nına kadar Anberden, karnından başına kadar kâfûr. dan ve kirpiklerini kara nurdan yarattı buyurdu.

Allah Teâlâ buyurdu:

— «îşle onlar! Bütün hayırlar onlarındır.» (400) Peygamberimiz (aleyhisselâm)  buyurdu ki:

— Her müslümanın hayırları vardır. Her hayır için de Cennette bir çadır vardır. Her çadırın içinde bir Hûri bulunur. Yakut ve mercana benzer. Her çadırın dört kapısı vardır. Her kapısından her saatte Hak ta- âla’dan armağanlar, hediyyeler ve güzel şeyler gelir.

Nakledildiğine göre Peygamberimiz (aleyhisselâm)  şöyle buyurmuştur:

— Cennette kızlar vardır. Onlara şâhin gözlü Hûri denir. Yürüdükleri zaman sağında yetmişbin câriye, solunda yetmişbin câriye yürür. O Hûrîlerin her biri:

— Ben dünyâda iyiliği emreden ve kötülükten meneden kimseninim, der.

Nakledildiğine göre Cennet ehlinin üzerine bir bu­lut gelir ve yağmur gibi Hûrîler yağdırır.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

(400j Tevbe .Sûresi, âyet: 58.

90ü

— Orada onlar ne dilerse var. Nezdimizde daha da var.» (401)

12.   VİLDÂN İLE İLGİLİ BÖLÜM

Allah Teâlâ buyurdu:

— «Etraflarında her dem taze çacuklar dolaşır ki sen onları gördüğün zaman saçılmış birer inci sanın sın. (402)

Yani Hakk Teâlâ o oğlanları güzellik ve durulukta saçılmış incilere benzetir. Meclislerde yürürler, güya dağılmış incilere benzerler.

Abdullah bin Ömeı (radiyallâhu anh):

— Cennet ehlinin en aşağısının, inciler gibi bin gılmam vardır. Herbiri bir hizmette olur, demiştir.

Ebu’l-Leys (R A.) der ki:

— Mü’mınlcr Cennete girdikleri ve döşekler üze­rine oturdukları zaman bir melek kapıya gelir ve içeri girmek için izin ister. Kapıda bir oğlan görür. O oğla­na söyler. O da başka bir oğlana söyler. Hattâ o söz gelip mü’mine ulaşır. Mü’min de izin verir. Oğlan öbü­rüne söyler. O da bir diğerine söyler. Hattâ o meleğe gelir. Ondan sonra kapı açılır. Melek içeri girer, se­lâm verir ve ona türlü türlü Allahdan armağanlar ge­tirir ve:

— Size selâm olsun! Şundan dolayı ki, dünyâda sabrederdiniz. Bu geldiğiniz makam ve gökçek yerdir der.

Nitekim Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

(401) Kâf Sûresi, âyet: 35.

(402.) İnşân Sûresi, âyet: 19.

901

— Melekler de her bir kapıdan onların yanına so­kulacaklar (ve şöyle diyeceklerdir!):

— Sabrettiğinize mukabil sizlere selâm (ve selâ­met) olsun. (Dar-ı dünvânhn en güzel akıbetidir bu.» (403)

13.  GILMÂN İLE İLGİLİ BÖLÜM

Allah Teâlâ buyurdu:

        «O sedefleri içinden gizlenmiş inci gibi civanlar da kendilerine hâs olarak (hizmet için) etraflarında döner (1er).» (404)

Yani Cennette gılmânlar vardır. Gelip mü’minleri görür ve onların hizmetkârı olurlar. Onlar sedefle gizli incilere benzerler demelerinin sebebi, sedefle giz­li olan inci son derece güzel ve hoş olur da ondandır. Gılmânlar böyle güzel ve hoş olursa var kıyas et Cennetin güzelliğini!

Keşşâf’da Hz. Ali (radiyallâhu anh)’m şu sözü nakledilmiştir:

— Bulûğa ermeden ölen kız ve oğlan kâfir çocuk­ları, yarın kıyâmet gününde mü minlerin hizmetkârı olurlar.

14.      CENNET İRMAKLARI İLE İLGİLİ BÖLÜM

Allah Teâlâ buyurdu:

        «(Şirkden) sakınanlara vaad olunan Cennetin sı­fatı (şudur.) İçinde rengi, kokusu, hiç bir vasfı bozul­mayan sudan ırmaklar tadına aslâ halâl gelmeyen süt-

(40$) Ra’d Sûresi, âyet: 23. 24.

(404) Tür Sûresi, âyet: 24.

902 ten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar, süzme baldan ırmaklar vardır. Orada meyvelerin her çeşidi çınlarındır. (Üstelik) Rablerinden de bir mağfi­ret vardır. Hiç bu (nlar), o ateşle abedî kalan ve ba­ğırsaklarını parça parça eden kaynar bir sudan içiri­len kimseler gibi midiı ?» (405)

Keşşâf sahibi Zemahşerî der ki:

— Hakk Teâlâ Cenneti vasfeder, anlatır ve buyurur ki. Cennette ırmaklar vardır. Birincisi su ırmağıdır. Durmakla şekli ve rengi bozulmaz. Süt ırmağı vardır. Tadı ve kokusu değişmez. Şarap ırmağı vardır. Son derece lezzetlidir. Aklı gidermez, sarhoşluğu ve kötülü­ğü yoktur. Bal ırmağı vardır. Gayet temizdir. Ona başka birşty karışmamış, bozulmamıştır.

Allah Teâlâ buyurdu:

— «Şüphe yok ki iyiler kâfûr katılmış dolu bir kadehten içerler. (O kâfûr) bir pınardır ki, ondan (an­cak) Allahın (velî» kulları içerler. Onu (nereye ister­lerse kolayca) akıtırlar, fışkırtırlar. (406)

Ebrâr, birr’in cemidir, çoğuludur. Erbâb Rabbin Cemi olduğu gibi.

Yani Ebrâr (iyi kimseler) bir şaraptan içerler ki, o şarabın tabiatı kâfûra benzer. Kâfûr, Cennette akan bir çeşmedir. Beyaz ve soğuktur. Kokusu da hoştur ve ne­reye istersen seninle gider, yukarı ve aşağı asla çekin­mez. Cennette bir çeşme daha vardır, Zencebîle benzer. Diğer çeşme Selsebîldir. Güzel aktığından dolayı bu isim verilmiştir.

Mukâtil (radiyallâhu anh) der ki:

(405; Muhammed Sûresi, âyet: 15.

(406) İnşân Sûresi, âyet: 5, 6.

903

        «Temiz şarâb» Cennette bir çeşmedir. Kim on­dan içerse gönlünde hased ve kibirden birşey kalmaz.

Cennette bir şarâb daha vardır, adı Rahıyk’dır. Kı­zıl, hoş ve temiz bir şaraptır. Sonu misktendir.

Cennette bir çeşit şarap da Tesnimdir. Buna Tesnim denmesinin sebebi, kadehi içinde iken içseler, havadan gene dopdolu olur. Nasıl içseler yine dopdolu olur. Ba­zıları:

— Tesnim şarabından Allaha yakın kimseler içer­ler. Katışıksız, saf şaraptır. Geri kalan halk su ile ka­rıştırıp içerler, derler.

Kevser suyuna gelince, Hakk Teâlâ şöyle buyurdu:

              «(Habîbim) biz sana hakikaten Kevseri verdik.»

(407)

Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Kevser Cennette bir ırmaktır. Hakk Teâlâ hazret­leri onu bana vaadelti. Onda faydalar çoktur. Baldan tath ve kardan aktır. Yıldızlar saygınca gümüşten bar­dakları vardır. Fâkir muhâcirleı önce ondan içerler. Kim içerse ebedi susamaz.

Nakledilir ki. Cennette bir ırmak vardır. Adı «Efîh»- dir. Onda Câriyeler vardır. Hakk Teâlâ onları za’ferandan yaratmıştır. İnciler ve yakutlarla oynarlar. Hakk Teâlâ’- yı yetmiş çeşit ses ile teşbih ederler. Her birinin sesi Davûd (aleyhisselâm) 'm dünyâdaki sesinden daha güzeldir. O câriyeler birbirlerine-

— Sen kiminsin? diye sorarlar. O birisi:

— Ben yatsı namazını Cemaatla kılan kimseninim der.

(407) Kevser Sûresi, âyet: 1.

904

Hakk Teâlâ:

— O namazı Cemaatla kılanı ve seni evimde otun turum, buyurur.

15.         CENNET EHLİNİN MERTEBELERİ VE YÜCE DERECELERİ ÎLE İLGİLİ BÖLÜM

Peygamberimiz:

— Aşere-i mübeşşere (sağlığında Cennetlik olduk­ları kendilerine müjdelenmiş on kişi) Cennetliktir bu­yurmuştur.

Bunlar:

1.         Ebû Bekir.

2.         Ömer.

3.         Osman.

4.         Ali.

5.         Talha.

6.         Zübeyr.

7.         Abdunahman bin Avf.

8.         Sa’d, bin Ebî Vakkâs.

9.         Saîyd bin Zeyd.

10.       Ebû L'beyde bin Cerrâh (radiyallâhu anh)’lardır. Bunlat Cennetliktir. Hz. Fâtıma (radiyallâhu anh) Cennet hatunlarının seyyidesi, hanımefendisidir. Hz. Haşan ve Hz. Hüse­yin Cennet yiğitlerinin efendileridir. Bunlar Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın komşularıdır. Amma geri kalan mü’minlerin, değerlerine göre, mertebeleri vardır.

Rasûlüllah buyurdu:

— Cennet ehli yüzyirmi saftır. Seksen safı benim ümmetimdir. Kırk safı geri kalan ümmetlerindir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

905

—«Onlar altır.dan tepsilerle ve testilerle tavâf (ve ziyâret) edilecektir (408)

Müfessirler derler ki:

— Mü’minler Cennette sohbet ettikleri zaman al­tın tabaklar gelir. Her tabağın içinde yetmiş türlü yi­yecek bulunur. Mü minler o yiyeceklerden yedikeri za­man havadan kuşlar gelirler ve:

— Ey Tanrının velileri! Cenneti gezdim, Selsebîl ve Kâfûr'dan içtim. Cennet bahçelerinde beslendim, derler.

Mü’minler o sözü işitince o kuşları yemeye can atarlar.

Hakk Teâlâ o kuşlara:

— Sofra üzerine inin, ne türlü dilerlerse öyle pi­şin ve mü’minler yesinler diye buyurur.

Ondan sonra Hakk Teâlâ o kuşlara hayat verir ve uçup giderler. Zira Cennette ölüm yoktur.

Nakledildiğine göre peygamberimiz (aleyhisselâm)  şöyle buyurmuştur:

— Cennet ehlinin, en aşağı derfecede olanına seksen bin hizmetkâr, yetmiş bin Hûrî verirler. Ona inciden ve yakuttan binbir kubbe verirler. Bir de taç verirler. O taçtan yeryüzüne bir inci düşse idi, şarkla garp ara­sı nûr ile dopdolu olurdu. Onu Mûsâ Peygamberden nakleder. Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:

— Cennette mü’minler için birer tane inciden ça­dırlar vardır. Yerden göğe yüksekliği vardır. Eni altmış mil kadardır. Altından dörtbin kapısı vardır.

Yine Peygamberimiz buyurdu:

(408) Zuhruf Sûresi, âyet- 71.

906

— Cennette bir dağ vardır. Ona, Ccbel-i Rahmet (Rahmet dağı) derler. O dağın üzerinde bir saray vardır. Ona, Kasr-ı İslâm (İslâm Sarayı) derler. O sarayın için, de bir oda vardır. Ona, Beytül- Celâl (İlâhi azamet evi) derler. O sarayın onbin kapısı vardır. Bir kapıdan bir kapıya beşyüz yıllık yoldur. O kapı (Bismillâhirrâr. mânirrâhim) demeyince açılmaz.

Ebû Hüreyre (radiyallâhu anh) der ki:

— Cennet ehlinin en aşağıda olanına yedi derece verirler. Kendisi altıncı derecededir.

O kimseye üçyüz hizmetkâr verirler ve üçyüz tür­lü yiyecek getirirler. Her yemekte bir lezzet vardır. Üçyüz dolu kadeh getirirler. Her birinin lezzeti bir türlüdür. O kimse bu devletlere bakar ve:

— Ey Rabbim! Bana izin ver, bütün Cennet halkı­na ziyâfet verip çeşitli şaraplar içireyim diyerek ziyâfet verir, yemeklerinden hiç birşey eksilmez.

Ebû Hüreyre (radiyallâhu anh) der ki:

— Cennet ehli Cennete girmeden Cehennemdeki yerini görür, ondan, sonra Cennete girer. Tâ ki şükrü çok olsun.

Cehennem ehli de Cehenneme girmeden, Cennette­ki yerini görür. Ondan sonra Cehenneme girer. Tâ ki hâsreti çok olsun.   >

Ebû Saîd El-Hudrî (radiyallâhu anh) Peygamberimizden şu Hadisi nakietmiştir:

— Cennet ehli kendi üstlerinde sizin yıldızları gör­düğünüz gibi gurfe’ler, yani köşkler görürler.

Ashâb:

— Ey Allahın Rasûlü! O köşkler Peygamberlerin midir? diye sordular.

Peygamberimiz (aleyhisselâm) :

907

— Nefsin kudret elinde olan Tanrıya yemin ederim ki, o köşkler, her imân eden ve Peygamberleri ger- çekleyenler içindir, buyurdu.

Bazıları:

— Onlar Muhammed ümmeti olduğu anlaşılmak' tadır. Zira onlar Tanrıya iman ettiler ve peygamber­lerin hepsini doğruladılar. Bu itibarla o köşklere gi­renler Muhammed ümmeti olacaktır, demişlerdir.

Nakledildiğine göre, Mûsâ (aleyhisselâm)  şöyle demiştir:

— Hakk Teâlâ hazretlerine: Ey Rabbim! Cennet eh­linin en aşağı derecedekiniıi ne türlü mertebesi var­dır? diye sordum.

Hakk Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Cennet ehli Cennete girdikten sonra bir kişi gelip: Ey Rabbim! Herkes yerlerine girip oturmuşlar, ben nerede oturayım? dedi.

Ben ona:

— Seni dünya hükümdarlarından bir hükümdar etmeme razı olur musun? dedim.

O kul:

— Evet ya Rabbi! Razıyım, der.

Yine ben azimüşşân:

— Sana Cennette on dünya kadar yer vereyim, ra­zı olur musun? dedim.

’ O kul:

— Evet ya Rabbi: Razı olurum der.

Ben o kula bu dünyanın on misli yer veririm ve Cennete davet ederim.

Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

— Ey Rabbim! Cennet ehlinin en üstünü hangi mertebede olur? diye sordu.

Hak, taâla hazretleri:

908

— Ben onlara gözlerin görmediği, kulakların işit­mediği ve gönüllerden geçmeyen şeyler veririm, bu­yurdu.

Nakledildiğine göre Peygamberimiz (aleyhisselâm) :

        «Mesâkin-i Tayyibe (güzel ve hoş evler) nedir? diye sordular.

Peygamberimiz (aleyhisselâm) :

— Cennette köşkler vardır. Her köşkte kızıl yakut­tan avlular vardır. Her avlunun içinde yeşil zeberced- den bir ev vardır. Her evin içinde yetmiş taht vardır. Her tahtın üzerinde, her biri bir renkte, yetmiş döşek vardır. Her döşeğin üzerinde bir Hûri oturur ki, şâhin gözlü bir Hûrîdir. Her evde yetmiş sofra vardır. Her sofrada yetmiş türlü yiyecek vardır. Hakk Teâlâ her ki­şiye öyle kuvvet verir ki, bir günde onların hepisine erişir, buyurdu.

Ashâb:

— Ey Allahın Rasûlü! Onlar yerler, içerler, hiç dı­şarı çıkarlar mı? diye sordular.

Rasûlüllah:

— Cennette dışarı çıkma ihtiyacı duyulunca ter­lerler ve terleri de misk kokusu gibidir, buyurdu.

Bagavî, tefsirinde der ki:

— Cennet ehli yemek yedikleri zaman, Hakk Teâlâ'ya hamd ederler. Nitekim Hakk Teâlâ şöyle buyurur:

        «Dualarının sonu da (Elhamdü lillâhî rabbilâlc- min = Hamd olsun âlemlerin Rabbi olan Allaha) sö­züdür.» (409)

(409)  Yûnus Sûresi, âyet: 10.

9C9

Bazılarına göre, Cennet ehli altı yerde Allaha hamd ederler. îlki mü’nıinlerin kâfirlerden seçilip ayrıldığı zamanda olanıdır

        «Bizi o zâlimler gürûhundan selâmete erdiren Allaha hamd olsun.» (410)

İkinci sıratı geçtikleri zamandır:

        «(Şöyle) derler: Bizden tasayı gideren Allaha hamd olsun. Hakikat, Rabbimiz çok yarhğayıcıdır. çok inâm edicidir.» (411)

Üçüncü hamdi. Cennete girilecek vakit ma-i hayat (Hayat Suyun)’dan yıkandıkları zaman ederler:

        «Hamd olsun Allaha ki, derler, bizi hidâyetiyle buna kavuşturdu Eğer Allah bize hidâyet etmeseydi kendiliğimizden bunun yolunu bulmuş olamazdık... (412)

Dördüncü hamdi, Cennete girdiklerinde melekle­rin kendilerini karşıladıkları zaman yaparlar:

        «Dediler kı: Bize (Cennet) vaadinde sâdık olan, bizi, Cennetten neresini istersek konmak üzere bu ye­re mirasçı yapan Allaha hamd olsun.» (13)

Beşinci hamd;, makamlarına varıpv. turdukları za­man yaparlar:

        «Ki lazl (ve inâyet) inden bizi (ebedî) durula­cak bir yurda kandurdu O.» (414)

Altıncı hamdi, yemekten kalkınca yaparlar:

         «Alemlerin Rabbi Allaha hamd olsun.» (415)

(410)  Mü'minûn Sûresi, âyet: 28.

(411)  Fâtır Sûresi, âyet: 34.

(412)  A’râf Sûresi, âyet: 43.

(413)  Zûmer Sûresi, âyet: 74.

(414)  Fâtır Sûresi, âyet: 35.

(415)  Fâtiha Sûresi, âyet: 1,

910

Peygamberimiz buyurdu:

— Cennette bir saray vardır ki, ona Dârü’l-Ferah (Ferah yurdu) derler. O, bir müslüman kardeşinin gön­lüne, güzel sözlerle ferahlık veren kimseler içindir. Allah Teâlâ buyurdu:

         «Nezdimizde daha fazlası da var.» (416)

Kütû’l - Kulûbda Ebû Tâlib-i Mekkî şöyle der:

— Hakk Teâlâdan üç türlü hediyye gelir:

1.         Gözlerin görmediği güzel armağanlar Cennet ehline verilir.

2.         Allah Teâlâ’dan selâm gelir.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

«Ki bu da çok esirgeyici Rab (lerin) den bir selâm­dır» (417)

3.         Hakk Teâlâ- «Ben sizden razı oldum» der. Bu söz, hediyye ve selâm’dan üstündür.

Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

         «Allahın bir rıdvâm (rızası) ise hepsinden bü­yüktür...» (418)

Allah Teâlâ yine şöyle buyurur:

         «Haberiniz olsun ki Allahın velî (kul) lan için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzûn da olacak değil­lerdir.» (419)

Bazıları:

— Veliler, Allaha iman edip Allahı zikirle meşgût olanlardır, derler.

Bazıları da:

(416)  Kâf Sûresi, âyet: 35.

(417)  Yâ-Sin Sûresi, âyet: 58.

(418)  Tevbe Sûresi, âyet: 72.

(419)  Yûnus Sûres\ âyet- 62.

911

— Veliler, Allah için birbirini sevenlerdir, demiş­lerdir.

Mâlik Eş’ari (radiyallâhu anh) der ki:

— Bir gün peygamber (aleyhisselâm) .’ın yanında oturmak­ta idim. Rasulûllâh şöyle buyurdu: Hakk Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki, Peygamberler onlara imrenirler.

Ashab:

— Ey Aîıahın Rasûlü! Onlar kimlerdir? diye sor­dular.

Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Türlü türlü şehirlerden gelmiş; hiç dünya için bir menfaatları olmadığı halde, sırf Allah rızası için sevişenlerdir. Allah yarın kıyâmet gününde onların yüz­lerini nurlu kılar ve onlara inciden minberler verir. Di­ğer halk korku içinde iken onlar o minberler üzerinde otururlar. Hiç korku ve kaygılan olmaz. Dünyada, Al­lahın kitabı ile, velîler olduklarına dair müjde verilir. Defterlerinde de: «Bunlar Cennetliktir» diye yazılıdır.

Kûtû'l - Kulûb'da şöyle nakledilmiştir:

— Rasûlûllah buyurdu: Allah için sevışenler, yarın Cennette kızıl yakutdan bir direğin üzerindeki bir sa­rayda olurlar. O direğin üzerinde vetmişbin köşk var­dır. Cennet ehlinin üzerinde şereleler gibi dururlar. O saraylarda olanların nuru ile Cennet ehli aydınlanır. Yeşil atlastan ve ipekli kumaşlardan elbiseler giverler. Her birisinin alnında.

— Bunlar Allah için sevişenlerdir, diye yazılmıştır.

Enes (radiyallâhu anh) Peygamberimizden şu Hadisi nakleder:

— Cennette bir çarşı vardır. Cennet ehli o çarşıda toplanırlar. Arşdan güzel bir yel eser, onların yüzüne dokunur. Onların güzelliklerini artırır. Onlar evlerine gelirler. Aileleri bunları görüp:

912

— Vallahi güzelliğiniz eskisinden daha da artmış derier.

Bunlar da:

— Vallahi sizin de güzelliğiniz ve hoşluğunuz art­mış, derler.

Hadısciler o sokağa (çarşıya):

— Bilgi Sokağı, Allah bilgisi ile aydınlanma soka­ğı derler.

Cennette güneş, ay, gece ve gündüz voktur. Cennet­te Arşın nûru vardır. Aya ihtiyaç yoktur.

Müfessirler:

— Cennet ehli gündüzü, perdelerin kalkması ve Aışın nûrunun görünmesi ile bilirler. Hakk Teâlâ’nm te­cellisi ile artık nura ihtiyaç kalmaz Geceyi de perdele­rin inmesi ile bilirler, demişlerdir.

Hz. Ali (radiyallâhu anh) der ki:

— Cennette bir çarşı vardır, amma alış veriş yok­tur. Yalnız güzel yüzler ve biçimler vardır. Bir kimse çok güzel bir yüz ve şekil görüp ona büriinmeyi dilese hemen olur.

Mesâbîh şerhinde şöyle denilmiştir:

— O şekle girmekten maksat şudur: Bir kimse orada güzel bir yüz ve endâm görse ve övle olmayı di­lese, Hak taâîanm kudret elile o kimsevi o şekle so­karlar. Süsü ve güzelliği artar. Bu. bir kılıktan başka bir kılığa girmesi, aslının değişmesi demek değildir. Zira bu tenâsûhdür, varlığın değişikliğe uğramasıdır. Din ve akıl tenâsühe cevâz vermez. Cennet ehlinin her- gün güzelliği ve hoşluğu artar. Amma dünyâ kadınla­rının ikişer güzelliği vardır. Biri asıl kendi güzelliği, diğeri de Allahın Cennette verdiği güzelliktir. Hûrîler

yB dünyâ kadınlarının güzelliği yanında, ayın yanında yıl­dızlar gibi kalırlar.

Peygamberimiz (aleyhisselâm)  şöyle buyurdu:

— Cennette bir mümin, çocuk dilediği zaman, he. men eşi bir saat içinde gebe kalır ve erkek - dişi nasıl çocuk isterse anında eyle doğurur.

İshâk bin İbrâhim şöyle der:

— Müminler, bir saatte, çocuk dileseler hemen olur, amma istemezler.

Peygamberimiz (aleyhisselâm) :

Cennet içinocki bir kamçı kadar yer, dünyadan ve dünyada olanlardan yeğdir, buyurmuştur.

Terhîb ve Tergîbde, "Ebû Hüreyre (radiyallâhu anh)’ın, su ha­disi rivâyet ettiği nakledilmiştir:

— Bir kimse Cennete girer ve görür kı, dünyada kölesi olan kimseler, kendinden yukarı mertebededir O kimse:

— Ey Rabbim! Bu kimse dünyada benim kölem idi. Cennette benden yukarı mertebesi vardır, der.

Hakk Teâlâ:

— Ben sana ameline göre mertebe verdim. Onun ameli senin ameline benzemez. Zira o senden yeğ amel işledi ve senden yeğ oldu, buyurur.

16.  ŞEHİDLERLE İLGİLİ BÖLÜM

Peygamberimiz (aleyhisselâm)  buyurdu:

— Cennette yüz derece vardır. Hakk Teâlâ onları ga­zilere va’detmiştir. Bir dereceden bir dereceye yüz yıl­lık yoldur. Eğer Hakk Teâlâ’dan dilerseniz Firdevs Cen­netini dileyin. Zira o Cenetin ortasındadır ve en yüce­sidir. Üstü Allahın Arşıdır. Cennetin ırmakları ondan çıkar.

F : 58

914

Allah laâla buyurdu:

— «Şüphesiz ki Allah, hak yolunda (muharebe ede­rek düşmanlan) öldürmekte, öldürülmekte olan mü­minlerin canlarını ve mallarını —kendilerine Cennet (vermek) mukabilinde— satın almıştır.» (420)

Şimdi müşteıinin iyisi Allah Teâlâdır. Delâlet edi­cinin iyisi Allah Teâlâya götürendir. O da Muhammed Mustafâkhr.

Bahanın iyisi Cennet ve satılanın iyisi de nefisdir

Nakledildiğine göre kıyamet gününde bir kavim kılıçları ellerinde kabirlerinden kalkarlar. Arşın Sağı­na varırlar. Yaralarından kan akar. Misk gibi kokusu olur. Ondan sonra Cennete giderler.

Melekler:

— Hani hesap, hani mizân? derler.

Şchidler bu sözü işitince kılıçlarım yere vurup:

— Biz, halka zulüm eden zâlim hükümdar değil idik, malının hesabını verecek zengin de değildik. Bizim dünyada işte bu kılıçtan başka bir şeyimiz yoktu. Her zaman gaza yolunda Allah için cenk ederdik. Kâfirleri öldürürdük. Kâfirler de bizi şehid ettiler, derler.

Allah tarafından bir nida gelin

— Kullarım doğru söylüyorlar, ey Rıdvân! Bırak onları Cennete girsinler! buyurulur.

Onlaı da hesapsız Cennete girerler Ondan sonra nurdan kûı siler üzerine otururlar. Her birinin yetmiş köşkü oluı. Her köşkün içinde yetmiş çadır vardır Her çadırın içinde yetmiş taht bulunur Her tahtın üzerin­de bir Hûri oturur. İri gözlü Hûridir o. Her Hûrî'nin

(420) Tevbe Sûresi, âyet: 111.

915

yetmiş câriyesi vardır. O şehidler sonsuzluk I unca onlarla kaynaşır dururlar.

Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem buyurdu:

— Hakk Teâlânın huzurunda şehidler, vebâ hasta ­lından ölenlerle çekişirler ve.

— Biz gazâ yolunda öldük, bu kardeşlerimiz dö­şeklerinde öldüler derler.

Hakk Teâlâ.

— Bunların yaralarına bakın! Eğer kokusu şehid- lerinkine benzerse onlar da şehiddirler, buyurul.

Onların yaralarına bakarlar, şehidlcrm yarası gibi kokusu vardır. Onları da şehidlerden sayarlar.

17.  CENNET EHLİNİN NİMETLERİ İLE
İLGİLİ BÖLÜM

Artık Hadisler tamam oldu. Şimdiden sonra, Hakk Teâlâ, Cennet ve Cennet ehli hakkında ne zikretti ise, onları beyan etmek isteriz inşallah.

Allan taâla buvurdu ki:

—«(Habibim) iman eden, bir de güzel güzel amel (ve hareket) lerdç bulunan kimselere muştula ki, altın­dan ırmaklar akan Cennetler hep onların kendilerine ne zaman onlardan bir meyve, rızık olarak yedirilse, her defasında: ha, bu, evvelce de (dünyada) nz.kiandı- ğımız (yediğimizi şeydi diyecekle! ve o rızık (renkde, şekilde) birbirinin benzeri (fakat tadd.a, keyfiyetde) başka başka ve çok yüksek (ve müstesna kıymetlerde) olmak üzere kendilerine sunulacak. Orada çok temiz zevceler de onların. Hem orada onlar dâim de kalıcı­dırlar.» (421)

(421/ Bakara Sûresi, âyet: 25.

916

Yani, Hakk Teâlâ'nın Cennet dediği, bütün sevâb evinin ismidir. Çok Cennetleri içine alır. Zira derecele­rine göredir ve kazandıkları haklara göre verilir. Ye­mişleri Birbirine benzer sözünün mânâsı şudur: Bir yemek veya bir yemiş yedikleri zaman:

— Bu yiyecekler, bundan önce de bize verilmişti, derler. Zira onun rengi evvelkine benzer, fakat tadı ve lezzeti benzemez.

Bazıları bu hususta şöyle demişlerdir:

— Bize bundan önce verildi demek, dünyâda bu­nun benzeri verildi demektir. Zira Cennet nimetlerinin bazısı, tat bakımından değilde, şekil bakımından dün­ya nimetlerine benzer.

Keşşaf sâhibi şöyle der:

— Dünyâ taâmı ve şarabı Cennettekiler yanında isimle müsemmâ (anlatılmak istenen şey) gibidir. Yani şeker demekle onu yemek arasındaki fark ne kadarsa ona kıyas ederler demektir.

Bazılarının beyanlarına göre Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle bu­yurmuştur:

— Munaınmedin nefsi kudret elinde olan Allaha vemin ederim ki, bir kimse Cennet nimetlerinden yese ve ağaçlarından bir yemiş koparsa, derhal o yemişin yerine bir daha biter, aslâ yemişler ağaçlardan eksil­mez ve her zaman bulunur.

Allah Teâlâ buyurdu:

— «Orada çok temiz zevceler de onların» (422)

Yani Cennet'e ahlâkda ve yaratılışda temiz ha­tunlar vardır.

(422) Bakara S'iresi, âyet: 25.

917

Yaratılışta temiz olmaları şudur:

1.         Hayız, aybaşları yoktur.

2.         Küçük abdeslleri olmaz.

3.         Büyük abdestleri de olmaz.

4.         Tükürmezler.

5.         Sümkürmezler.

b. Oğlan doğurmazlar.

7. Meni (döl) suyu çıkmaz.

Ahlâkta temiz olmaları da, kimsenin erkeğine ha- sed ve tama’ etmezler. «Falan benim erkeğim olaydı» demezler.

Hz. Hasen (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Tertemiz olduklar, dünya kadınlarının dünyada iken bazı durumları vardı. Hakk Teâlâ onlardan o duru­mu giderdi. Kız oğlan kız kıldı. Böylece temizledi, de­mektir.

Tefsir-i Kebirde şöyle denir:

— Lezzetlerin toplamı üçtür:

1.         Meskendir.

2.         bünyâ yiyecekleridir.

3.         Nikâhdır.

Nitekim Hakk Teâlâ hazretleri, meskenleri şöyle vasfeder:

         «Altından ırmaklar akan Cennetler...»

Yiyecekleri şu ayeti ile beyan etmiştir:

         «Kendilerine ne zaman onlardan bir meyve, rı- zık olarak yedirilirse...»

Nikâhı da şu ayet ile açıklanmıştır:

         «Orada çok temiz zevceler de onların...»

Bu üç şey vcı ilince, bu nimetler yok olur, diye on­lara korku gelir ve bu korku ile muztarib olurlar. Hakk Teâlâ onların bu korkusunu gidermek için:

918

        «Hem orada, onlar dâim de kalıcıdırlar...» bu­yurur.

Böyle ayet, tam istifâde ve sevince delâl ;t eder ki, ~ n^tte ebedî kalacaklardır. Ölüm ve oradan çıkmak y-jJ-pır. Orada ebedîdirler.

Mu’tezile:

        (Hâlidûn) daki Huld, kalmanın gereğini ve so­nu olmayan dâimi bekâyı ifâde eder, der.

Bizim Ashâbımız (Ehl-i Sünnet) de:

— Huld, devamlı kalmayı ifâde eder demiştir. Ni­tekim Hakk Teâlâ buyurur:

        «Hem orada onlar dâim de kalıcıdırlar»

Eğer Huld’ün mânâsında ebedî olmak olsa idi, Al­lah ebedî olmayı tekrar etmezdi. Akıl devamını göste­rir. Zira devamlı olrhayacak olsalardı Cennetten ayrıl- maları gerekirdi. Böyle olunca da Cennettekiler her za­man korku ve üzüntü içinde olurlardı.

Halbuki Hakk Teâlâ şöyle buyuruyor:

        «Onlara korku yoktur; Onlar mahzûn da olacak değillerdir.» (423)

Nakledildiğine göre Saîyd bin Cübeyr şöyle der:

— Cennet ehli, altın, gümüş ve inci ile yakuttan üç bilezik takarlar. Atlasdan ve ipek işlemeli kumaştan yeşil elbiseler giyerler.

Cennet ehli yerler, içerler. Daima rahat içindedir­ler. Altın, cevher ve inciden kadehlerle şarâb içerler. Gümüş tenli ve ipek elbiseli oğlanlar etraflarında dö­nerler ve şarap dağıtırlar. Son derece şeref bulup soh­bet ederler.

(423/ Ahkâf Sûresi, âyet: 13.

919

Hakk Teâlâ buyurdu:

— «İman edib de züniyetleri de imân ile kendile­rine tabi' olanlar (yok mu?) biz onların nesillerini de kendilerine katdık...» (424)

Yani, iman edenlerle imanda kendilerine tabi olan çocukları da Cennettedirler. Gerek o çocuklar büyük ölsün, gerekse ufak ölsünler babaları ile Cennette be- râber olurlar.

Buradaki sır şudur: Bâliğ olmuş çocuklar, kendi imanları ile Cennete girerler. Fakat küçük çocuklar babalarına tâbidir. Babaları hürmetine Cennete girer­ler. Eğer sevabları yoksa, babalarının sevabından ke­sip onlara vermezler. Belki Hakk Teâlâ kendi keremin­den ve fazlından onlara verip Cennete koyar.

Hz. Ali (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Müminlerin çocukları babaları ile Cennettedir. Kâfirlerin çocukları da kâfirlerle Cehennemdedir.

Şimdi bu sözde biraz kapalılık vardır. Zira Pey­gamberimiz (aleyhisselâm) ;

— Kâfirlerin çocukları Cennet halkının hizmet­kârlarıdır, buyurmuştur.

öyle olunca doğru yön nedir?

Bu iki söz arasında verilecek cevab şudur:

— Kâfir çocukları bâliğ olmadan ölürlerse kâfir değillerdir. Eğer bâliğ (ergin) olduktan sonra ölürlerse kâfirdirler. Zira küfrü ve imanı bilirler. Babalan ile beraber Cehenneme girerler. Eğer bâliğ olmadan ölür­lerse, küfrü ve imanı bilmezler, öyle ise kâfir değiller­dir ve Cennette müminlerin hizmetkârlarıdır. îki sö­zün arasını bu şekilde bulmak uygundur.

(424) Tûr Sûresi, âyet: 21

920

Allah Teâlâ buyurdu:

         «Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kim­seler için iki Cennet vardır.» (425)

Mukâtil (radiyallâhu anh) der ki:

— İki Cennet demekten kasıt, biri Adn Cenneti, biri de Naiym Cennetidir.

Muhammed bin Ali Et-Tirmîzî:

— İki Cennet demek, biri Haktan korktuğu Cen­nettir, biri de şehvetini terk ettiği Cennettir, der.

Allah Teâlâ buyurdu:

         «(Bu Cennetler) çeşit çeşit ağaçlarla doludur»

(426)

Cennette ağaçlar vardır. Dalları uzun ve doğru­dur. Devamlı yemişleri bulunur. O ağaçların gölgesi Cennetin saraylarını kaplamıştır.

Allah Teâlâ buyurdu:

         «Bu iki (Cennet) de akar iki kaynak vardır»

(427)

İbni Abbâs (radiyallâhu anh):

— İki çeşme vardır buyurulması şudur: Biri kerâ- metdir, biri de Cennet halkını ziyarettir, der.

Hasen (radiyallâhu anh) da:

         tki kaynak su demektir ki, biri tesnîmi diğeri de selsebîldir, der,

İbni Atıyye (radiyallâhu anh):

— İki kaynaktan maksat: Biri tatlı ve saf su, d iğe.

(425)  Rahmân Sûresi, âyet: 46.

(426)  Rahman Sûresi, âyet: 48.

(427)  Rahmân Sûresi, âyet: 50,

921

ri de şarabdır demiştir. «Bembeyaz. İçenlere bir lez­zet» (428)

         «Bu iki (Cennet) de her meyveden çifte çifte (nevi)’ler vardır» (429)

Yani Cennetin yemişleri iki türlüdür: Biri yaş, bi­ri kuru demektir.

Allah Teâlâ buyurdu:

         «Bunlara onlardan evvel ne bir insan, ne bir cin dokunmamışdır.» (430)

Yani Hûrilerle ne insan, ne cin kimse birleşip yat­madı demektir.

Mukâtil:

— Onlar, Cennetin Hurileridir, der.

Bazıları da:

— Onlar dünyâ kadınlarıdır. Dünyâdan gideli on­larla kimse yatmadı demektir, demişlerdir.

Allah Teâlâ buyurdu:

         «Sanki onlar (birer) yakutdur, mercandır» (431) Katâde (radiyallâhu anh):

— Ak mercan içinde kızıl yakut nasıl safa verirse, onların da letâfet ve safası mercana benzer, demiştir.

Allah Teâlâ buyurdu:

         «(O) iki (Cennet) den başka iki Cennet daha var­dır.» (432)

Ebû Mûsâ El- Eşarî (radiyallâhu anh):

f42Sj Saffât Sûresi, âyet: 46.

(429/ Rahman Sûresi, âyet: 52.

(430/ Rahmân Sûresi, âyet- 74.

'431 > Rahmân Sûresi, âyet: 58.

'432) Rahmân Sûresi, âyet: 62.

— O iki Cennetin biri altındandır ve eskileı için­dir. Diğeri de gümüştendir, o da onlara uyanlar içindir, demiştir.

Allah Teâlâ buyurdu:

         «İçlerinde her nevi meyveler, hurma ve nar vardır.» (433)

İbni Abbâs (radiyallâhu anh) şöyle der:

— Cennet ağacının dallan yeşil zümrüdden, yap­rakları kızıl altından ve yemişleri sütten ak ve bal­dan tatlıdır.

Allah Teâlâ buyurdu:

         «Çadırlar içinde ehl-i perde hûrîler vardır.»

(434)

Yani çadırların içinde gizlidir, ipek ile. bezenmiş­tir. Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:

— Eğer Cennet kadınlarından birini yere indirse- lerdi, yerle gök arası nurla dopdolu olurdu.

Allah Teâlâ buyurdu:

         «Orada herhangi bir yere baktığın zaman (bü­yük) bir nimet, bol bir (ihtişam ve) saltanat görürsün.»

(435)

Yani Cennet halkının vasfı anlatılmaz. En aşağısı bin yıllık yola bakar, yükseğini ve alçağını görür, de­mektir.

Hakk Teâlâ buyurdu:

         «Orada dâima akan bir (nice) pınar, orada yük­sek tahtlar... vardır.» (436)

'433) Rahmân Sûresi, âyet: 68.

(434)  Rahmân Sûresi, âyet: 72.

(435)  İnşân Sûresi, âyet: 20.

(436)  Gâşiye Sûresi, âyet' 12, 13.

923

İbni Abbâs der ki:

— Cennette tahtlar vardır. Altın, zeberced, inci ve yakutla bezenmiştir. Gayet yücedir. Cennet halkı ona binmek istedikleri zaman alçalır, bindikleri zaman da yükselir. Develer gibidir. Binerken alçak olur, yürüt­tüklerinde yükselir.» yüksek tahtlar gibi.

         «(Önlerine) konmuş kablar... vardır.» (437;

Yani, Cennet halkının yanında ibrikler vardır. Şi­şe gibidir, kulpu yoktur.

         «Sıra sıra dizilmiş yastıklar... vardır» (438)

Yani, dizilmiş yastıklar vardır. Onların üzerine otururlar ve onlara yaslanırlar.

        «Yayılıp serilmiş saçaklı halılar vardır» (439) Yumuşak döşekler vardır, döşenmişlerdir.

Şimdi ey âlimler ve alimleri seven ve onlara yol­daş olan azizler! Bilmek gerektir ki, Bu mertebeleri Hakk Teâlâ vasfedip şöyle buyurur:

        «İşte misaller! Biz onları insanlar için irâd bu­yuruyoruz. Alim olanlardan başkası onları anlamaz.» (440)

Yani kaziyyeleri (misalleri) Allahın âlim kulların­dan başkası bilmez. Kur’andan anlaşılan şudur ki, Cen­net âlimler içindir. Nitekim Hakk Teâlâ buyurur:

        «Allahdan, kulları içinde, ancak âlimler korkar. O, çok yarlığayıcıdır, çok in’âm edicidir.» (441)

İmam Fahr-i Râzî, Tefsîr-i Kebîrinde der ki:

(437)  Gâşiye Sûresi, âyet: 14.

(438)  Gâşiye Sûresi, âyet: 15.

(439)  Gâşiye Sûresi, âyet: 16.

(440)  Ankebût Sûresi, âyet: 43.

(441)  Fâtır Sûresi, âyet- 28.

924

— Akıl ve nakille sâbit olan şudur ki, Allahdan an­cak âlimler korkar. Ayetin zâhir mânâsı şunu gösterir ki, Cennete âlimlerden başka kimse girmez. Zira ayet­teki (Innemâ =■ Ancak) hasr içindir. Alimlerden başka Allahdan kimsenin korkmadığını gösterir, Allah, «Cen­net Allahdan korkanlar içindir» diye buyurmuştur. Şöyle ki:

— «İşte bu (saadet), Rabbi (nin ıkâbın) dan kor­kan (1ar) a mahsusdur.» (442)

Yani Cennet ve Allah rızası Allahdan korkanlara mahsustur. Şimdi bu sözden çok korkmak gerektir. Fakat, nedelim ki, cahillerin aklı ve ilmi yoktur ki, gönüllerine korku düşsün. Bunun için, korkmamaktan çok korkmak gerektir. Allah doğru yolu gösterenlerin dostudur.

Arifler, korku beş kısımdır, demişlerdir:

1.         Rehbetdir. Rehbet, tasdikten doğar. Yani ne­fis, Allahın haber verdiği cezâsından ve kah­rından korkar.

2.         Haşyetdir.'Haşyet, ilimden ileri gelir. Ona ak­lın korkusu derler. Şek ve şüphelerden korkar.

3.         Veceldir. Vecel, bilgiden ileri gelir. Ona kalp ve yürek korkusu derler. Kötü amelden kork­maktır.

4.         Hazer’dir. Hazer, kati inanışdan doğar. Ruh korkusu derler. Başkalarını düşünmekten kor­kar.

(442) Bey yine Sûresi, âyet: 8.

925

5.          Heybettir. Heybet, görmekten ileri gelir. Ona sır korkusu derler. Allahın birliği ve Samadiyet azâmetinden korkar.

Ey Allahım. Bizi âlimler zümresi içinde haşreyle!

18.  CENNET HALKININ MERTEBELERİ
İLGİLİ BÖLÜM

Eğer Allah Teâlânın Cennet halkına buyurdukları­nı bildinse, şimdiden sonra dinle ki, Cennettekilerin mertebelerini beyan edeceğim inşallah.

Allah Teâlâ buyurdu:

— «Sağcılar (a gelince:) O sağcılar ne (mutlu) dur- lar!

Solcular (a gelince:) O solcular ne (bedbaht) dır- lar!

Hayır yarışlarında tâ öne geçip kazananlar (a ge­lince:) onlar (orada da) öncüdürler.

işte onlar (Allaha) en çok yaklaşdırılmış olanlar­dır. Naiym Cennetlerinde (dirler). Bir çoğu evvelki (ümmet) lerden, biraz (ı) da sonrakilerdendir. (Onlar) cevherlerle örülmüş tahtlar üzeridedirler, üstlerinde karşı karşıya yaslanarak. Ebedî (taze) liğe mazhar edil­miş evlâdlar (hizmet için) etraflarında dolanırlar. Maîn (kaynağın) dan (dolu) büyük kablarla, ibriklerle ve ka­dehlerle. Beğenecekleriden (türlü) meyve (1er), isteye­ceklerden kuş et (1er) i ile (etraflarında dolanırlar). (O- rada) şâhin gözlü Hûrîler de (vardır), saklı inci timsal­leri gibi.» (443)

<443) Vakıa Sûresi, âyet: 8, 23.

926

Sağcılar, Ademin zürriyetinden, sulbünden çıkan ve onun sağında biraz duranlardır.

Dahhâk der ki:

— Sağcılar, defterleri sağından verilenlerdir.

Hasen de:

— Sağcılar, ömürlerini Allaha itaat yolunda har­caman ve iyiliğe uyanlardır, der.

Solcular Kâfirlerdir.

Hasen:

— Solcular, ömürlerini kötü yolda harcayanlardır, demiştir.

Hak ta^la'nın Hayır yarışında öne geçip yarışan* lardan bahsetmiştir.

Onlar, hayırla) ı çok yapanlar ve fazla işleyenler­dir. Dünyada yakın kullardan oldukları gibi Cennette de Allaha yakındır.

«Bir çoğu evvelkilerden» Bu bir taifedir ki Adem tA.S.J’dan bizim peygamberimize kadar gelmiştir.

Birazı da -- demesi, Muhammed ümmetidir.

Ebedi tazeliğe mazhar evlâdlar, ölmezler ve mec­lislerde kadehlerle şarab dağıtırlar. O kadehler şişe gi- b.dir, İbrikler emzikii bardaklar gibidir.

İçilen şarablar insanın aklını gidermez ve başı ağ­rıtmaz.

Diledikleri zaman Cennet halkı kuş eti yiyebilir

Dilediğinde kuş gelir, eline konar. Tüyleri gider. İstenilen şekilde pişer ve yenir. Ondan sonra da tek­rar uçup giderler.

Cennette beyaz inciye benzeyen Hûrîler de vardır ki, onlar sedef içindeki incilere benzerler.

Allah laâla buyurdu;

927

— «Eğer sağcılardan ise, artık sağcılardan selâm sana.» (444)

Yani Sağcı olanlardan sana selâm olsun. Ey Mu­hammedi Hiç onlar için kaygılanma! Onlar azabdan emindirler.

Mukâtil der ki:

— Sağcılardan sana selâm olsun demek, Alah taâla onların günahlarını affedip iyiliklerini kabûl etti, de­mektir.

KİTABİN SONU

Ey İlâhî sırları arayan kimse!

İşte bu büyük kitabı ve güzel hitabı toplayan ya- zıcıoğiu Ahmed Bîcan’dır. Bu kitabı topladığı için Hakk Teâlâ ona rahmet etsin. O, bütün bilgileri bunda bir araya getirdi. Şunun üzerine ki, o âriflerin gayesi ve erenlerin nihâyetidir.

Allaha harwJ olsun ki, bu kitap, Muhammen Mus­tafâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in yüce devlet ve saadetinde tamam oldu, ve ben zayîf'ı mahrûm etmeyip bu kitabı duâ’ya vesi­le kıldı. Allah Teâlâ'ya şükürler olsun ki, bu zayıf kula tamamlamayı nasip etti.

Şimdi ey Allahım! O'nu âlemlere rahmet kıldın- Onun kemâli hakkı için beni şefâatından mahrûm et­me, beni onun ayağının tozuna bağışla. Benim ebevey­nimi ve çocuklarımı onun yanında yakın olanlardan et.

Kitabın telif (yazılma) sebebi şudur

Benim Muhammed adlı bir kardeşim var idi ki, âlim, ârif kâmil, fâzıl bir kimse, Tanrının has kuiu, eıcnlcrin ileri geleni, cihânın kutbu Hacı Bayram Ve-

'444J Vâkıa Sûresi, âyet: 90, 91.

930 zi, bütün Muhammed ümmeti ile Cennete koy. Ey Alemlerin Rabbi! Bize İlâhi cemâlini göster. Âmîn.

Gerçi dünya’da kemâle ermiş kişiler, ilmi ile amel eden vârisler, birtakım destanlar tertip edip Gülistan­lar yazdılar. Ancak;

Onların kimi hikâyeler, kimi de sevgililerin başın­dan geçen maceralar idi.

Amma ben zayıf ve derviş Ahmed Bicân; âlemdeki bütün bilgileri, Meşâyihin sırlarım ve âriflerin nurla­rını, âlemin evvelinden sonuna kadar, kelime — keli­me, üç türlü ibâre ile beyan ettim:

1.          Şeriat (Dinî deliller.)

2.          Hakikat. (İlâhî sırlara erme).

3.          Temsil (misaller ve benzetmeler).

Böylece âşıkların ruhları bu kitabla şeref bulur­lar.

Şimdi ey İlâhi sırları arayan kimse! Şöyle bilmek gerektir ki, Tevrâtta, Zebûrda, İncilde, Kur'anda ve ne kadar İlâhi hitâb (söz) varsa; diğer peygamberlerin sa- hifelerinde ne kadar Allah kelâmı mevcutsa, ilâhı âlem­lere, mahşer günü olan Arasâta, döneceğimiz yer olan Ahirete ve ebedî olan Cennetlere varıncaya kadar, hep­si bu kitapta toplandı.

Aman bu kitabın kıymetini bil ve sözünü tut ki inşallah, kemâl derecelerine erişesin.

Kitabın yazılmasını ve hayırla sona erynesini na sip eden Alemlerin Rabbi Allaha hamd olsun. Ey Rab- bim! Sonsuz rahmetin Muhammed (aleyhisselâm) ’m, onun muh­terem ailesinin ve bütün Ashâbının üzerine olsun.

Dilekleri yerine getiren Ulu Tanrıya yakarış:

— İlâhi! İlâhî! Sana âsî olmuşken nasıl ferah ola­yım?

931

Gerisini, (güzel sonu) bilmişken nasıl ferah olma­yayım?

Hata edici kul olduğum için senden nasıl bir şey isteyeyim?

Nasıl bir şey istemeyim ki sen kerim (cömert) pa­dişahsın?

Kur'an-ı Kerim, Sırât-ı Müştekim ve Habîb-i Ek­rem hakkı için yüzümü toprağa koyup senden son öm­rümü imân ile sona erdirmeni isterim. Senden, bu ki­tabımı dünyada yüce edip Ahirette şefâatçı kılmanı di­lerim. Onu Cennette gene bana ver. Tâ ki dünyam ve Ahîretim bu kitapla şerefe ersin. Hem de beni kudsî huzurunda utandırma. Bana gayb âlemini aç, göster. Âmin.

Ey âlemlerin Rabbi! Ey merhametlilerin en merha­metlisi! Senin ronsuz. rahmetine sığınırım.

• ■

İlim ve irfan kaynağı, zühd ve takva ocağı, sonsuz mağfirete rnazhar olmuş Yazıcızâde Ahmed Bîcan haz­retlerinin; İlâhi bilgilerin kaynağı ve nihayetsiz sırla­rın mahzeni «Envâru’l — Aşıkîn» adlı eserinin tab’ı:

Sayısız ve hesapsız hamd-ü-Senâ ve şükre lâyık olan Allahın yardım ve hidâyeti;

Nizamin ve dinin koruyucusu, kudret ve saltanat sahibi Sultan oğlu Sultan (Sultan Abdülmecid Hân)’ın uğurlu asrı ve bereketli zamanlarında, lütuf ve rahme­tini esirgemeyen Muhamnıed Recâi’nin bilgi ve kon­trolü altında;

(H. 12c»7) Senesinin Ramazan ayı ortalarında, Mat- baahâiT y-i Amiredc (Devlet matbaasında) sona erdi.

İÇİNDEKİLER

i           GİRİŞ TAKDİM      1 — 9

            Kitabı Sunarken Ahmed Bican'ın Hayatı ve Eseıleri Kitabın Tanıtılması

1. Kitabın muhteviyatı ve ilmi yönü Kitabın dili ve değeri        9—11

13 — 15

15— 17

17 — 22

23

11        Müellifin Girişi tHamd ve Seni)     25 — 29

            1 Kitabın yazılma sebebi ve bölümleri      3) — 37

111.     BİRİNCİ BÖLÜM   99

            t. Mencûdâtın (Varlıkların) tertip ve nizamı

2. Mevcudatın Tertibi ile ilgili bölüm

3. Yeryüzü, isimleri ve yaratılanlar hakkında söylenenler

4. Gökler ve içindekiler hakkında söylenenler

5.         Yüce Allahın bildirdiği kelimelerin beyanı          3» — 44 44—57 59 — 61 61 — 71 71—74

İV.      İKİNCİ BÖLÜM

1 Allah taAla nın Peygamberlere sözleri

2. Adem (A.S.l'r. Ruh üfürme durumu

3. Adem (AS.)'ir. Tövbesi

4. Allahın insanlardan söz almasının beyanı

5. Adem ile Havva'nın vefatları

6 Şit (A.S.l'ın peygamberliği

7. idris (A.S.l'ın Peygamberliği

8. Nûh (A.S.l'ın Peygamberliği

9  Hûd (aleyhisselâm)  ııı Peygamberliği

10        Salih (A.S.l'ın Peygamberliği

11.       İbrahim (A.S.l'ın Peygamberliği

12.       Kâbenin yapılması ile ilgili bölüm

13.       İbrahim (AS l'ın .Vefatı

14.       İsmail (AS.) in Peygamberliği        79 75 — 78 78 — 97 97—100 10«)—113 114—11«

116—  117

117—  121 121—127

128—  129

129—  132 132—142 142—153 150—152 152—158

933

159—  160

160—  179 179—191 181—191 191—194 194—196 196—208 208—214 215—227 227—241 241—243 243—244 245—255 255—263 2f3—273 274 —282 282—286 286—28« 288—290 290—292 292—300 300—302 302—112 312—316 316—319 329—335 335—337 337—340 341—346 346—349 349—363 364—365 366—373 373—380 380-400

400—406 407—412 413—418

15. ishâk (A S 1 m Peygamberliği

1«. Yakûb (ASJ'ın Peygamberliği

17.      Yakûb ve Yûsuf (A SJ’ın Vefatları

18      Eyyûb (A.SJ ın Peygamberliği

19       Şuayb (A.SJ’ın Peygamberliği

20.      Mişâ Oğlu MusA (A.S.l'ın Peygamberliği

21.      Musa ve Hârün (A.SJ ın Peygamberlikleri

22.      TevrAtın inişi ve Allahı görme dileği ile ilgili bahis

23.      Bolüm (MusA A.S. a Allahın Vayhi ile ilgili)

24.      Tevrât'da yazılı sözlerle ilgili bölüm

25.      Yüşâ Bin Nün (A.S.l'ın Peygamberliği

26.      Nûri Oğlu H zkıyal (A.SJ'ın Peygamberliği

27 Allahın kullarına öğütleri

28.      Ilyâs (AS)'ın Peygamberliği

29.      Dâvûd (A.SJ ın Peygamberliği

30.      Dâvûd (A.SJ'ın MünAcAtı

31.      Allahın Dâvûd (A.SJ’a Vahiyleri

32.      Dâvûd (A.SJ ı Allahın Teşviki

33.      Bölüm (Dâvûd A.SJ ile ilgili)

34.      Dâvûd (A.SJ ın Vefatı

35.      Süleyman (A.SJ'ın Peygamberliği

36.      Beyt i Mukaddesin yapılması

37.      Belkıs Kıssası

38.      Lukmân (A.SJ Bahsi

39.      Zülkarneyn Kıssası

40.      Eşıyâ ve Ermiyâ (A.SJ’ın Peygamberlikleri

41.      Uzeyir (A.SJ ın Peygamberliği

42.      Mettâ Oğlu Yûnus (A SJ’ın Peygamberliği

43.      Zekeriyyâ v»» Yahyâ (A SJın Peygamberliği

44.      Zekeriyyâ ve Yahyâ (A. )'ın Vefatları

45.      İsâ (A.SJ’ın Peygamberi ;i

46.      Incil'in vasıftan bölümü

47.      Bolum (İsâ A S. ile ilgili'

48 İsâ (A.SJ’ın göge kaldıı ması bahsi

49.      Peygamberlerin sırası ile ilgili bölüm

(Buraya kadar geçen Peygamberlerin ««saca tekrarı)

50.      Muhammcd Mustafâ (S.A.VJ'in Peygamberliği

51.      Bölüm (Peygamber Efendimizle ilgili)

52.      Kur anın Nüzûlü Bölümü

934

bö. Mi'râç Umıoı      416—436

54. Peygamberimizin Allahı görmesi ile ilgil; bölüm       436—438 ’

55. Vahyin sırlan ile ilgili bölüm    438—448

56. Kudsi kelimeler  449—481

57. İlâhi Hadislerle ilgili bölüm      461—483

58. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın Mekkeden Medineye Hicreti 483—489

59. Nebi (AS.) ın Medineye gelmesi ile ilgili bölüm         489—494

60. Nebi (aleyhisselâm)  ın Cihadı ile ilgili bölüm            495—506

61.     Hz. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellemın Vefatı

62.       Ashabın faziletleri ve Hz. Fâtıma’nın Vefatı        507—521

ile ilgili bölüm           521—533

63. Bölüm (Ashâbla ilgili)   533—534

V. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM         53«

1. Allahın Meleklere Vahyettigi kelimeler 53?—55?

(Cebrail, İsrâfîı, Mikâil. Azrail ve diğer büyük melekler)

2. Bölüm (Meleklerle ilgili) 559—561

3. Çeşitli meselelerle ilgili bölüm   581—573

4. Ölüm Meleği ile ilgili bölüm       573—575

5. Bölüm (Ölüm meleği ile ilgili)    577—582

6. Ruhların Makamı ile ilgili bölüm          582-58«

VI. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 587

1. Kıyamet gününde Allahın hitapları      587—aoo

2. Farklı inanışlarla ilgili bölüm    600—602

3. Ameli Hükümlerle ilgili bölüm  602-611

4. Bölüm (Salih amelle ilgili)          613—61$

5. Bölüm (Kötü amellerle ilgili)     62i -628

6. Cuma ile ilgili bolum       r28—833

7. Bölüm (İbâdetlerle ilgili) 635—636

8. Mescidlerle iigili bölüm   636-837

9 Zekât ile ilgili bölüm         637- Mv

10. Oruçla ilgili İHÜum      649—65’:

11. Kadir Gecesi ile ilgili bölüm     655—660

12. Hac la ilgili bölüm          r6J—663

13. Bölüm (Hac ia ilgili)      663—685

14. Cihâd ile iigili bölüm     666—668

15 Bölüm (Cihâcun adabı ile ilgili) *368-672

Bölüm (Denizde gaza ve cihadla ilgili)      673

16 Kur anla ilg*U bölüm     t74 - 68«

935

17' Zikirle ilgili bölüm                                     886—695

18.       Sadakalarla ilgili bölüm                      69;»—«97

19.       Bölüm (Allah yoluna girenlerin makam ve menzilleri) 697—701

20.       İlmin faziletleri ile ilgili bölüm           702—704

21.       Alimlerin faziletleri ile ilgili bölüm    704—712

22.       İyiliği tavsiye ve kötülüğü men edenlerle ilgili bölüm 712—714

23.       Fakirlerin fazileti ile ilgili bölüm       714—721

24.       Dünyâ ile ilgili bölüm                    721—728

5. Kabir ve ölülerle ilgili bölüm                729—731

26.       Duâ bölümü                                   731—735

27.       İltiğfâr bölümü                              735—737

28.       Tövte ile ilgili bölüm                     737—739

29.       Takva bölümü                               739—742

cO Kıyamet ah*n erleri ile ilgili bölüm               (1)          743—747

31.       Kıyamet alâmetleri ile ilgili bölüm         (İD          747—748

32.       Dectâlın Ç'kışı ile ilgili bölüm      748—749

33 Isâ (aleyhisselâm) 'ın gökten yere inmesi       ile          ilgili bölüm    743—751

34.      Dabbetü'l-Amn çıkışı ile ilgili bölüm  751—752

35.      Güneşin batıdan doğması le ilgili bölüm   752—753

36.      Tövbe kapısının kapanması                      753

37.      Yeryüzündeki çöküntülerle ilgili bölüm    753—755

38.      Sûr'un üflenmesi ile ilgili bölüm         755—757

39.      Bölüm (Sûr vv kıyametle ilgili)           757—759

40.      Haşir ile ilgili bölüm                             759—765

41.      Yerin ve göklerin değişmesi ile ilgili bölüm          766—773

42 Kıyamet duraklan ile ilgili bölüm             773—777

43.      Büyük korku ile ilgili bölüm                777—779

44.      Livâü’l Hamd »Hamd Sancağı) ile ilgili bölüm    781

45.      Bölüm (Kıyamet ahvâli ile ilgili)         782—785

46 Mahşerde Cehennem- getirmekle             ilgili           bölüm 785—787

47.      Mahşerde hesapla ilgili bölüm             787—792

48.      Mahşerde şefaatla ilgili bölüm             792 79f

4». Kabe ile ilgili bölüm                                   799 799

50 Peygamberlerin şefaati ile ilgili                 bölüm        799 -802

51.      Hesapla ilgili bölüm (1)                        802—805

52.      Hesapla ilgili bölüm (11)                      805—810

53.      Hesapsız Cennete gireceklerle; ilgili bölüm          811—821

54.      Kitap (Amel Defteri) ile ilgili bölüm   821 823

55.      Mizanla ilgili bolüm                              824 «*•

936

56.    Düşmanlıklar ve mahkemelerle ilgili bölüm

57.    Kıyamet gününde diğer garip işlerle ilgili bölüm

58.    Allah'ın Meleklerle konuşmaları ile ilgili bölüm

59.    Cehennem ve aşağı dereceleri ile ilgili bölüm

60.    Cehenneme gireceklerle ilgili bölüm

61.    Cennettekilerin durumlan ile ilgili bölüm

62.    Havz'la ilgili bölüm

63.       Sırâtla ilgili bölüm   Ş. 8.8-83 831-782 838—84 /. 840 —844 844—853 853—855 855-85« 857—865

VII. BEŞİNCİ BÖLÜM       865

1.       Allahın Yüce makamındaki sözleri

2.       Cennete girmekle ilgili bölüm

3.      Bölüm (Cennete ait hadislerle ilgili)

4.      ArÂfdakilerle ilgili bölüm

5.      Allahı görmekle ilgili bölüm

6.     DörÇ Halifenin Cennetteki yerleri ile ilgili bölüm

7.      Büyük günah işleyenlerin durumlan ile ilgili bölüm*

8.      Ateşin hikmeti ile ilgili bölüm

9.      Cinlerle ilgili bölüm

10.    ölümün boğazlanması ile ilgili bölüm

11.     Tübâ ağacı ile ilgili bölüm

12.     Vildân İle ilgili bölüm

13.     GılmÂn ile ilgili bölüm

14.     Cennet Irmakları ile ilgili bölüm

15.     Cennet ehlinin mertebe ve dereceleri

lf.. Şehitlerle ilgili bölüm

17. Cennet ehlinin nimetleri ilgili bölüm

J8. Cennet halkının mertebeleri ile İlgili bölüm  865—871 871—873 873—877 878—887 881—887

887 887—892

892—  893

893—  895

895 896—900

900—  901

901

901—  904 904—913 913—915 915—925 925—927

VIII. KİTABİN SONU        927—931

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar