İSLAM'DA FAİZ: SİYASETEN YASAK, TİCÂRETEN SERBEST
Hzl: Faik Bulut
İslam'da faiz nedir?
Önce kelimenin kökenine inelim. Arapça'da RBV kök harflerinden oluşan Ribâ ve
ondan türeyen isim ile fiiller, müslümanların kutsal anayasası olarak kabul
edilen Kur'an'da şu anlamlarda kullanılmıştır: Üremek, bitmek, büyümek,
gelişmek, neşyii nema bulmak, boy atmak, kabarmak (Hacc: 5;
Fussilet: 39); ziyadeleş(tir)mek, çocuk terbiye etmek (Şuara: 18; İcra:
24); yüksek yer, tepe, yayla (Bakara: 265; Müminun: 50); zorlu, çok
şiddetli, güçlü, üstün (Nahl: 92: Hakka: 10); su üzerinde kalan şeyler {R'ad:
17); murabaha ve tefecilik (Al-i îmran: 130).1
Sözlük anlamı da aşağı
yukarı aynıdır: "Çocuğu besleyip büyütmek ve eğitimli kılmak (çocuk
bakıcısı, mürebbiye deyimi buradan gelir) ve faizli muamele yapmak"
gibi...
İslam siyaset ve
ahlakında kullanılmasına bakarak Ribâ'nın, "anamal ya da sermaye
üzerindeki artış" anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Nitekim "Eğer tövbe ederseniz, anaparanız
sizindir" (Bakara: 278-279). "insanlara malları artsın diye
verdiğiniz riba, Allah indinde artmaz" (Rum: 39) türündeki ibareler
Kur'an'da yer almıştır. Ribâ ve ondan türeyen sözcüklerin Kur'an'daki on
iki sure'de on dokuz defa tekrarlanması,2 Ribâ (faizcilik-tefecilik)
denen şeyin Arap toplumunda iyi bilinen bir kavram olduğunu ortaya koyar. O
kadar ki; Ribâ, sermayenin
özel bir yatırım ve kullanım (işletme) biçimi olarak algılandığından,
Kur'an'da (tefecilik-faizcilik) anlamına gelen bu kelimenin yerine başka bir
sözcük kullanılmamış, kavramın açılımı (özünun açıklanması)
yapılmamıştır. Sözgelimi dönemin putperestleri tefecilik ı yasaklayan
müslümanların önderi Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi vesellem’e "Allah alışverişi helal,
Ribâ’yı ise haram kılmıştır" 3 şeklinde gerekçeli bir kararı
açıklıyordu.
İzleyen çağlarda "faiz yasağı"nın (teorik ve ahlaki açıdan da
olsa) birçok tartışmaya yol açması da, işte o İslam öncesi aşamada veya ilk
İslam toplumunda, anlamı sınırlı, fakat yaygın uygulama alanı bulan Rıba
kavramının muslüman önderlerince yeniden açıklanmamasından kaynaklanmaktadır.
Mahiyeti iyi açıklanmayan Ribâ, o tarihlerde çok yaygın olan tefecilikin en
geniş tanımını içeriyordu.
Sonraki yıllardan başlayarak günümüz İslam toplumlarında (geniş tanımlı
tefecilik anlamındaki) "Ribâ" sözcüğünün yerini, "faiz"
ibaresi aldı. Oysa Arapça'da faiz kelimesinin kökü FEDE'den gelir. Anlamı:
Birine mal vermek, birinden mal elde etmek, kazanmak, yararlanmak ninnin
ilminden ya da malından istifade etmek, malı sabit olmak kazanç, kar, yarar,
fayda, faiz, çıkar,... vs."dir.
Görüldüğü üzere, İslam'da yanlış yere (faiz) olarak kullanılan, gerçekte
tefecilik demek olan Ribâ, tarihsel süreçte borç ve kredi vermenin daha ilkel
bir biçimini, dolayısıyla akçeli ya da aynî sömürünün ilk aşamasını simgeler. Çünkü ilkel bankerlik ve tefecilik,
Mezopotamya'da Babil (veya öncesi) tohumlarındaki rahipler tarafindan
başlatılmıştır.4 Üretim, örgütleyip belli bir artı değeri (üretim birikimini)
ellerinde tutan rahipler, evcilleştirdikleri hayvanların (özellikle koyunların
üreyip çoğalmalarına bakarak, adım adım tefecilik denen kavramı buldular. O
zaman için değer ifade eden tüm şeylerin artışında, (para, gümüş, maden, ürün)
hayvanların çoğalması örnek alınıyordu.
Demek ki Ribâ (tefecilik), kredilendirmede faiz'iıı ilkel bir aşamasıdır.
Ancak faiz değildir. Faiz ise (Arapça'daki FAİDE sözcüğünden türeyen) daha
gelişmiş ticari işlemler ile bankacılık çağında modern kredilendirme sistemiyle
ilgili bir kavramdır. Bu yüzden, İslamcıların Kur’an da geçen Riba kavramını,
elçabukluğu marifet "faiz" ibaresiyle değiştirmeleri zorlamadır.
İslâm’ın bir "tefsir tarzı "dır, ama İslam Anayasasındakı
"ilahi kanun" ve değişmez metin (nass) değildir.
Kökü Arapça olan bu
"faiz" sözcüğünün Türkçede kullanılması, tümüyle ilginç ve karmaşık
bir hal almıştır. Çünkü Türkiye de faiz biçiminde telaffuz edilen şey, Arapça
aslında "FADA" diye bilinir. Anlamı "Biriyle karşılıklı
görüşerek anlaşmak, kâr ortağı olmak, bütün mallarda ortak olmak, birine ihale
veya sipariş vermek, birikmiş malı olmak, fazlalık elde etmek, dolup taşmak...
vb."dır.
Arapça "faiz"
ve "kazanç" anlamına gelen FEDE kelime kökeninin, "fazla mal,
artı ürün, fazlalık" anlamındaki FADA sözcük kökenindeki harflerden farkı
şudur: Birincisindeki (D) harfi Arapça da (Del) diye bilinirken, İkincisindeki
(D) harfinin telaffuzu (Dad)'dır.Birincisi (yanı Del harfi), Türkçe'de
çoğunlukla ya (D) ya da T) Şeklinde telaffuz edilir. Oysa, (Dad)’ın Türkçe
telaffuzu, çoğunlukla (Z) biçiminde gerçekleşir.
Bu durumda Türkçe'ye
geçenin hangi kavram olduğu, merak konusudur.
İslamcılar, kendi
ideolojilerini yüceltmede ve istisna kılmada pek usta gözükürler. Faiz’in
yasaklanmasının, "İlahı İslam Nizamı nı, dıger dünyevi sistemlerden ayıran
en temel ayraç olduğunu ilen sürerler. Öyle ki; İslam ekonomisi diye
adlandırdıkları şeyi de, bu faiz yasağı üzerinde kurmaya gayret ederler.
Gerçekten böyle mi?
Tarihsel sürece
baktığımızda; oldum olası ticaretin geliştiği Mezopotamya, Nil Vadisi ve
Akdeniz kıyılarındaki ilk sıte-devletlerınde tefecilik ve faizcilik yapıldığını
görürüz. Çünkü toplumda yöneten-yönetilen, çalışan-çalıştıran, ezen-ezilen
olgusu (yanı sınıflar) ortaya çıkmıştır. Sınıflı toplumlarda yönetenlerin ve
çalıştıranların elinde, çeşitli yollarla elde edilmiş (ihtiyaç fazlası ürün)
bir birikim oluşmuştur. Birikimin değerlendirilmesinin yollarından bin de ilkel
faizcilik, yanı tefeciliktir. İlkel komünal toplum anılarının, yem
sınıflaşmış yerleşim birimlerindeki (site-devletler) tazeliği dikkati çeker
Sınıflı toplumlardaki rahipler, ilk devletlerin kurucusu ve dinsel
kurumların ilk örgütleyicisidirler.7 Bir yandan yönetilenleri ve
çalışanları somururken, diğer yandan onlara ahlaki öğütler vermeleri olağandır.
Ayrıca yem sınıflaşmanın ilk aşamasındaki bu toplumlarda, kutuplaşmanın önüne
geçmenin yolu da "faizcilik,
tefecilik, aşırı sömürü ve yoksulluk" gibi toplumsal kötülükleri
siyaseten yasaklamaktır, en azından lanetlemektir.
Eski Babil toplumunda Adalet
Tanrısı Şamaş, ülke çapında adalet tesis etmekle görevlidir. 43 yıl saltanat
süren Babil Kralı Hammurabi ise (MÖ 1728 ila 1686 yılında yaşadığı sanılıyor),
"adalet dağıtmakla" yükümlü olup, adını alan ünlü kanunlarında
"faiz"i sınırlandırmış, yer yer yasaklamıştır.8
MÖ 8. yüzyılda yaşamış
Mısır Firavun'u Bochoris'in "Mukavele üzerinden borç veren kimselerin,
faizlerin birikmesi yoluyla (bileşik faiz -F.B.) sermayeyi iki katına
çıkarmaları yasaktır" şeklinde bir yaklaşım göstermiştir.
MÖ yaklaşık 1000
yıllarında siyasi birlik kurup ilkel devlet oluşturan İbrani (Yahudi)
kabilelerin benimsedikleri Tevrat'ın MÖ 5. ve 4. yüzyılda yazıya
geçirildiği sanılıyor. Aynı zamanda Kur'an'a kaynaklık eden Tevrat'ta,
tefeci-tüccar sermayesi şu sözlerle yeriliyor: "Zenginler, fakirlerin iliğini sömürüyor. Debdebe içinde
yaşayanlar, fakir çocuklarının ekmeğini yiyorlardı; varlıklı kimseler,
yabancılarla dost oluyor, onların debdebelerini ve günahlarını taklid
ediyorlardı. İbrahim'in tanrısı Yehova, bu hallerden nefret ediyordu ve bu
memleketi cezaya çarptırması mukadderdi."10 Buradaki
"varlıklı kimselerin yabancılarla dost olması", Yahudi toplumundaki
sınıfsal bölünmeyi ve İbrani zenginlerinin artık kabilesel (komünal)
dayanışmayı biryana bırakıp, başka kavimden varlıklı kimselerle sömürü ilişkisi
içine girmesini ifade ediyor. O dönem ise, Yahudi Kralı Davut Peygamber'in
saltanatıyla Yahudilerin Babil Sürgünü (Asurlular tarafından işgal edilip
Yahudi egemenlerinin Babil'e götürülmeleri) arasındaki peygamberler dönemidir.11
Tefeci-tüccar
sermayesinin sömürüsüne rağmen, İbrani kandaş toplumunun direnişi, çeşitli
alanlarda sürmektedir. Sözgelimi Yahudi dinindeki kavimlerden köle alınması
Tevrat'ta yasaktır: "Ve eğer kardeşin
senin yanında fakir düşer ve kendisini sana satarsa, onu köle gibi
çalıştırmayacaksın." (Levililer, Bab 25; 39).
Faiz de şu ibarelerle
engellenip lanetlenmiştir: "Eğer
kavmine, yanında ödünç para verirsen, ona murahabacı (faizci/tefeci) olmayacaksın,
onun üzerine faiz koymayacaksın." (Çıkış, 22:25) "Ve eğer kardeşin fakir düşer ve senin yanında zayıf olursa, ona
yardım edeceksin; senin yanında garip ve misafir olarak yaşayacak. Ondan faiz
ve kâr alma... Ona gümüşünü faizle vermeyeceksin ve zahireni kârla vermeyeceksin."
(Levililer, 25: 35-37). "Para faizi
olsun, zahire faizi olsun yahut ödünç verilen her şeyin faizi olsun, faizle
kardeşine ödünç vermeyeceksin. Yabancıya faiz ile ödünç verebilirsin."
(Tesniye, 23: 1920).
Anlaşılan, şudur: Tevrat
yazıya geçirilmeden önceki İbrani toplumunda özel mülkiyet, tefeci-tüccar
sermayesi ve kölelik gelişmektedir.12 Bir yandan devleti kuran din
adamları (Davut ve Süleyman peygamberler) sömürü çarkını işletirken, öte
yandan bu sınıflaşmaya ve sömürüye direnen kandaş kabile toplumunun
temennilerini "ilahi sözlerle" dile getirmekteler. Böylece toplumsal/
sınıfsal uzlaşma sağlanıp, esas olarak sömürü düzeninin devamlılığı güvence
altına alınmaktadır.
Ancak genel sömürü çarkı
durdurulamadığı için, ahlaki yöne ağırlık verilerek "içeride, yani kabile
içinde faiz ve kölelik yasaklanırken", diğer inançtan kavimleri sömürmek
serbest bırakılıyor. Kendine yeni bir kanal bulan tefeci-tüccar sermayesi,
"ilahi buyrukları" da arkasına alarak (kardeşine değil, başkasına
faiz işlet), öncelikle dışarıda güçleniyor. Bu dış güçlenmenin, Babil sürgünü
sırasında, ilkel tefecilik ve bankerliğin güçlü merkezlerinden birinde, yani
sürgün dönemi Babil'de olması da ilginç değil mi?
Dış faizcilik ve
köleliğin serbest bırakılması, Yahudi kabilelerin tefeci-tüccar sermayesinin,
diğer inançtan kavimleri ekonomik yol ile tahakküm altına alarak, bunu felsefi
yönden meşru saymasının da önünü açmıştır. Belki de bu nedenle, Yahudilik,
diğer dinler gibi (Hıristiyanlık ve İslamiyet) evrensel bir boyut
kazanamamıştır.13
Ünlü Yunan düşünürü
Sokrat'ın öğrencilerinden Eflatun (MÖ 427-347), faizi ahlaka aykırı bulup reddetmiş ve faizin
yasaklanmasını istemiştir. O'na göre "para bizzat servet değil, servet
elde etmenin bir aracı" olmalı. Bu yüzden "ideal devlette
eşitsizliklere, kıskançlığa, bencilliğe, ahlaksızlığa ve kişisel çekişmelere
yol açan faiz yasaklanmalıdır."14
Eflatun'un öğrencisi Aristo
da (MÖ 384-322), faiz aracılığıyla zengin olmayı, "tabiata aykırı
bulmuş ve paranın bizzat hasıla yaratamayacağını, bir kazanç ve servet aracı
olarak kullanılamayacağını" söylemiştir. Faizi reddeden Aristo'nun şu sözü
ünlüdür: "Para, bir canlı hayvan ve bitkiden farklıdır, o
yavrulamaz."15
Hıristiyanlık, ilk
devirlerinde, faizi günah saymış ve yasaklanması gereğini vurgulamıştı. Görece
kapalı bir aile ekonomisinin egemen olduğu Ortaçağ Avrupası'nın ilk
aşamalarında Hıristiyanlık, hem felsefe hem de iktisadi düşünce alanına tam
anlamıyla hükmediyordu. Bu yüzden başta faiz olmak üzere kâr, ücret, mülkiyet,
fiyat ve para gibi birçok iktisadi kurum ve kuruluşlar, kilise hukukuna göre düzenleniyordu.
Din adamları, iktisadi meselelerin aydınlatılmasında yegane söz sahibi
kimselerdi. Hıristiyanlığın Eflatun ve Aristo'dan esinlenerek yasakladığı
faizcilik/tefecilik, 11. ve 12. yüzyıla kadar sıkı denetim altındaydı.
12. yüzyıldan sonra
Avrupa'daki şehirleşmede yeni bir canlanma başladı. Birer iktisadi ünite
(birim) olarak uç veren şehir pazarlarında (ticari hayatında) korporasyonlar
(esnaf loncaları ve cemaat dayanışma kuruluşları) ile fuarlar, ticari ve sanayi
(imalat) faaliyetlerini hızlandırdı. İşbölümü ve paralı mübadele yaygınlaştı.
Bu gelişmeye ayak uydurmaya çalışan Hıristiyan din adamları, Eflatun ve
Aristo'nun faiz yasağına ilişkin İlkçağ felsefesi ile Ortaçağ iktisadi hayatı
arasında bir uyum arama yoluna gittiler. Aristo'nun fikirleriyle Hıristiyanlık
ilkelerini kaynaştırma çabası gösteren ilk din adamı Italyan Katolik bilgini
papaz Saint Thomas d'Aquin (1225-1274)'dir.16
Günümüzde bile kilise
çevrelerince büyük bir otorite olarak kabul edilen Saint Thomas d'Aquin, hem
doğal hukuk, hem de Hıristiyanlık ahlakı yönünden incelediği
"faiz"in, hangi durumlarda meşru, hangi durumlarda gayrı meşru
olacağını açıklamıştı. Bu, fiiliyatta, o tarihe kadar kesinlikle yasak olan
"faiz"in iplerinin biraz gevşetilmesi anlamına geliyordu. Saint
Thomas'a göre, ödünç verilen bir şey için faiz almak, bulunmayan bir şeyi
satmak demektir ki; bu günahtır. Ancak tüketim amacıyla değil de, kullanım
maksadıyla alınan bir şeye karşı ödenen bir bedel (yani gizli faiz) meşrudur.
Örneğin şarap ve buğday, tüketim maddeleridir. Bunların ödünç alınmasından
sonra bir bedel ödemek günah olur. Buna karşılık bir evin ödünç alınması
tüketim değil, kullanım amacıyladır. Eh, bir bedel ödenmelidir. Benzer şey para
için de geçerli. Biri, diğerine ödünç para verirken; borçlu, alacaklısına, minnet/şükran
babından bir fazlalık (armağan, fazla para) sunabilir. Bu da faiz niteliği
taşımaz.17
16. yüzyıla kadar süren ve
genelde faizi hâlâ hoş karşılamayan bu dini görüş, Protestanlığın yayılmasıyla değişime
uğramıştır. Alman din adamı Martin Luther, Vatikan'ın
faiz hakkındaki görüşlerine dokunmamış ve faizci-tefeci takımını hoş
görmemiştir. Ticaret ve faiz hakkında bir de kitap yazan Luther, "İslam
hukukunda iyi bilinen Selem ve benzeri
alışveriş türlerini (gizli tefecilik ve faizcilik -F.B.) de haram saydı.18
ilahi kanunun tek kaynağını Incil'de gören Calvin (1509-1564) ise, Luther'in tersine, faizin
günah olmadığını açıklamış ve servet hırsı içinde olmak ile servet peşinde
koşmanın meşruluğunu ileri sürmüştür.
İngiltere'de VII. Henry,
ilk kez 1545 yılında faiz yasağını kaldıran kanun maddesini ilan etmiştir.
Benzer bir yasanın Fransa'da çıkması ise, 1789'da Turgot'un dönemine rastlar.
İslâm öncesi Arap
toplumuna, "karanlık, bilgisizlik ve yozluk" dönemi anlamına gelmek
üzere Cahiliyye adı verilir. Başta Muhammed sallallâhu aleyhi vesellem
peygamber olmak üzere bütün İslamcılar, kendi düzenlerinin kaçınılmazlığını
gerekçelendirip yüceltmek amacıyla Cahiliyye toplumunu olduğundan daha kötü
göstermişlerdir. Sözgelimi "karanlık ve bilgisizlik" biçimindeki
adlandırma yerinde değildir; çünkü, Cahiliyye toplumunda çok gelişmiş bir
kültürel ve ticari hayat vardı. İslamiyet bile, bu kültürel ve ticari mirasın
üzerinde yükseldi.
Öte yandan,
Cahiliyye'nin "yozlaşma, bozulma, dağılma ve karanlıklaşma"
şeklindeki tanımı da yerindedir. Çünkü kandaş toplum çözülmeye uğramış,
sınıflaşma alabildiğine yayılmış; çok gelişkin prekapitalist ticari ilişkiler
kandaş toplum dayanışmasını paramparça etmiş, kardeşin kardeşi, oğul'un babayı
sömürmesi aşamasına varmıştı.
Arabistan yarımadasının
ticari merkezi (görece metropol site) haline dönüşen Mekke'deki Kureyş
kabilesi, ticari aristokratlar olarak ön-plana çıkmıştı. Kureyş'in belirlediği
kurallar çerçevesinde "i'tifad" fiili işlemek zorundaydı. Buna
göre, malını mülkünü kaybedenler, başlarına gelen bu küçük düşürücü durum
öğrenilmeden önce çöle çıkıp çadır kurarak ölümü beklerlerdi.19
Ticari birikim sayesinde
büyük bir mali güç haline dönüşen Mekke aristokratları, daha ileri adımlar
atarak Taif, Hire ve Yemen'de yabancı sermayedarlarla ticari ortaklıklar
gerçekleştirdiler. Görece dev sermayeli "çokuluslu" şirketler
kurdular.20
Bu canlı ticari ortamda,
tefeci-tüccar sermayesinin kendi hükmünü yürütmesi çok olağandı. Dolayısıyla Ribâ
denen kurum, Cahiliyye dönemi Arapların elinde önemli bir sömürü aracı
idi. Bu kurum şöyle işlerdi: "Zaruret içindeki kişi, altı ay veya bir yıl
süreyle borç alırdı. Borçlu, vadesi dolduğunda alacaklısına, önceden
kararlaştırıp anlaştıkları belli bir fazlalıkla birlikte anaparayı geri
verirdi. Ancak genellikle ödemeler vaktinde yapılamazdı. Dolayısıyla vade
sonunda alacaklı, borçlunun kapısına dayanarak sorardı: "Borcunu ödeyecek
misin?" Borç ödenemeyecek ise, önceden kararlaştırılan "fazla
para" (tefe/faiz) miktarı, iki katına çıkartılıp vade yeniden uzatılırdı.
Yine ödeyemezse, bu kez borç, dört, sekiz, on altı... vs. katına yükseliyordu.
Borç kabarıp artık hiç ödenemez duruma geldiğinde, borçlu sadece malını mülkünü
kaybetmekle kalmıyor; aynı zamanda hukuki kişiliğini, yani özgürlüğünü de
yitirmiş oluyordu. Ya hapis cezası alıyor ya da alacaklısının kölesi oluyordu.21
Ribâ (tefe/faiz) işlemleri,
çoğunlukla şunlar arasında gerçekleşiyordu: Bir; yoksul tüketiciler ile
zengin tefeci-tüccar-köylüler. iki; tohuma ihtiyaç duyan yoksul
çiftçiler ile zengin çiftçiler. Üç; küçük tüccar ve yoksul kesimi ile
zengin ve varlıklı kesim.
Müslümanların kutsal
anayasası konumundaki Kur'an, olgulardan hareket eden ve ayağı yere basan bir
toplumsal inanç liderinin (Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi vesellem), Cahiliyye
toplumunun "bozuk düzeni" ni ıslah ederken aşamalı bir yol izlemiş;
hedefine adım adım yaklaşmayı tercih etmiştir.
Bu yüzden içki yasağında
olduğu gibi, faiz yasağında da kademeli tutum alma söz konusudur. Ribâ'ya ilişkin
dört ayetten ikisi Mekke, ikisi de Medine dönemine aittir.22 İlki Rum
Suresi'nin 39. ayetidir: "İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz Riba (faiz),
Allah katında artmaz." Burada bir yasaklama değil, naçizane bir uyarı söz konusudur.
Çünkü İslam inancı, henüz yaygınlık kazanıp iktidara geçememiştir. Mevcut
Cahiliyye ekonomi ilişkileri egemendir.
Riba'yı yasaklamaya
elverecek siyasi dengeler de kurulamamıştır. Nisa Suresi 67. ayete göz
atalım: "Yasaklandıkları
halde, faiz almaları ve haksızlıkla insanların mallarını yemeleri (kendilerine
daha önce helal kılınmış olan temiz ve iyi şeyleri yemelerini onlara haram
kıldık) ve içlerinden inkara sapanlara acıklı bir azap hazırladık..."
Burada Riba, yine
yasaklanmamıştır; ama, öyle olacağına ilişkin önemli işaretler verilmektedir.
Verilen örnek, faizin kendilerine yasak edildiği (Tevrat tarafından) Yahudi
toplumunun ibretlik işleridir. Bir yandan, putataparlara göre daha ileri ve
dolayısıyla müslümanlara daha yakın olması gereken tek tanrılı Yahudilerin
gizli ittifakı/desteği aranıyor. İslamlık inancı yayılıp kendi değerlerini
ikame etmeye çalışırken "ilahi meşruiyet "inin kaynağını Tevrat'tan
almış görünüyor. Öte yandan, Medine ticari hayatında önemli bir kesim olan
Yahudi tefeci-tüccar sermayesine karşı, müslümanlar ile yoksul kitleler
bilinçlendirilip gizlice seferber ediliyor.
Ribâ'ya ilişkin ilk
yasaklama üçüncü merhalede olmuştur. AI-i îmran Suresi 130. ayet
şöyledir: "Müminler! Kat
kat artırılmış durumdaki Ribâ'yı (faiz) yemeyin. Allah'tan sakının ki,
kurtuluşa eresiniz!..."
Burada topyekün değil, kısmi
bir yasaklama söz konusu. Çünkü her türlü Riba yasaklanmıyor; sadece
"kat kat artan Riba" için yasaklama getiriliyor.
Dördüncü ve kesin
yasaklama, Bakara Suresi'nin 275-278-279-280-281. ayetlerinde
somutlaşıyor: "Müminler!
Allah'tan sakının, eğer inanan kişilerseniz, Ribâ'dan (faiz) geriye kalanı
bırakın. Eğer bunu yapmayacak olursanız, Allah ve O'nun Resulü tarafından ilan
edilmiş harple karşı karşıya olduğunuzu bilin..."
Ribâ yasağına uymayanlara
karşı "kesin ve kararlı bir mücadele verileceği" ilan edilmiştir
artık! Hem de "kul"un başa çıkamayacağı "Allah ve O'nun Resulü
tarafından açılacak bir savaş" var orta yerde. Çünkü İslam, Medine
site-devletinde iktidardadır. İslamiyet egemen bir ideoloji olma yolundadır ve
kendi "siyasi-toplumsal-ekonomik sistemi "ni kurmaya başlamıştır.
Uymayanlar olursa, İslamiyet'in keskin kılıcı hazırdır, üstelik bir zamanlar
güçsüz olan müslümanların, bundan böyle "müttefiklere pek ihtiyacı"
kalmamıştır.
Mezopotamya-Akdeniz
tarihine baktığımızda görülen şudur: "Sadece ticaret değil, aynı zamanda ticari
sermaye de kapitalist üretim tarzından çok çok eskidir. Gerçekte, tarihi
açıdan sermayenin en eski bağımsız varoluş tarzıdır. Önceki bütün üretim
tarzlarında (prekapitalist sosyo-ekonomik formasyonlarda) ticari sermaye,
sermayenin temel işlevi olarak görünmektedir."23
Marks'a göre faiz
getiren sermaye, yahut eski deyimiyle tefeci sermayesi, ikiz kardeşi
ticari sermaye ile birlikte, kapitalist üretim tarzından (kapitalist
sosyo-ekonomik formasyondan) önceki en eski sermaye şekilleridir ve en farklı
sosyo-ekonomikjormasyonlar içinde yer alırlar. En azından bunlar,
pre-kapitalist ticari sermaye ve tefeci sermayesi şekilleridirler.24
Bu gerçekten hareketle,
sorulması gereken şudur: İslam dininin önderi, "ticari sermayenin ikiz
kardeşi" olan faiz getiren sermayeyi (tefeci sermayesi/Ribâ) neden
yasakladı? Bize göre;
a.
a-Peygamber'in esin kaynağı, inanç ve efsane
düzleminde olduğu gibi, bu alanda da Tevrat ve Incil'dir. Eski Babil ve
Yunan toplumunun ahlakçı fikriyatının da, İslam'da Ribâ'nın (tefecilik)
yasaklanması üzerinde etkisi vardır. En belirgini, Tevrat'ta açıkça ifade
edilen faiz yasağıdır. Demek ki Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi vesellem,
tefeciliği yasaklarken, aradığı "ilahi meşruiyeti" ya da diğer adıyla
"uluhiyyet örtüsü"nü Ön Asya (Ortadoğu) kaynaklı inançlarda (Babil,
Asur, Yahudi ve Hıristiyan) bulmuştur.
b.
b-Kuşkusuz, diğer kavimlerdeki tefeci-tüccar
sermayesinin lanetlenip yasaklanmaya çalışılması da, toplumda yaşanan
gelişmelerle yakından ilintiliydi. Dayanışmacı kandaş toplum, giderek sınıf
temelinde bölünüp parçalanmaya uğrayan yeni sömürü düzenine direniyordu. Bir
sınıf ürünü ve üstyapısı olan devlet sömürü çarkını işletirken, bu toplumun
ideolojisi olan dinin, yaraları hafifletme ve yoksuldan yanaymış gibi görünme
(yani sömürü gerçeğinin üzerini kutsal örtüyle örtme) diye bir işlevi vardı.
Amaç, sınıfsal çelişkileri asgariye indirmek, sömürü çarkının devamını
sağlamaktı.25
Cahiliyye dönemi,
bozulmuş kandaş toplumu temsil eder. Bu sınıfsal bölünmede, muhtemel
çelişkileri azaltma, yoksulların yüklerini görece hafifletme ve toplumsal
yaralarına palliatif (etkisi geçici) merhemler sürme işi, İslam önderi
Muhammed'e kalıverdi. O da bunu, Kur'an'a yansıttı. Nitekim Ribâ'yı meşru
görmeyip haram kılan Kur'an ayeti, Zekat, Sadaka ve Infak (yoksullara sus payı)
gibi şeyleri önerdi.
c.
c-Özellikle toplumsal çalkantı ve ihtilal
dönemlerinde, iktidara talip olan ve yeni bir düzen kurmak isteyen bütün
tarihsel önderler, esas olarak yoksul kitlelere dayanırlar. Kitlelere dayanma
ve onları iktidar için seferber etme işlemi, emekçilerin ideolojisinden hareket
edildiğini (bu ideolojinin temel alındığını) göstermez. Tersine bu bir taktik,
eylem ve daha geniş anlamıyla siyasettir. Muhammed sallallâhu aleyhi vesellem
de, çok zeki bir önder olarak bu taktiğe başvurmaktan kaçınmadı. Toplumu
parçalayan tefeci sermayesini hedefledi. Böylelikle küçük tüccar ve
çiftçileri (yoksulların yanı sıra) yanına çekerek, acımasız sömürü
düzeninin biraz olsun ılımlılığını sağladı. Kimi zaman, ahlaki nedenlerle aşırı
sömürüyü kınayan tefeci-tüccar kesiminden bazılarını bile İslam'dan yana tavır
almaya ya da tarafsızlaştırmaya yöneldi.
d.
d-Arabistan özgülünde, üretim sermayesi çok
sınırlıydı ve ticari mali sermaye (tefeci-tüccar sermayesi) büyük rol
oynuyordu. Oysa toplumsal sürecin gidişatı, kaçınılmaz biçimde toprağa dayalı
sömürü zeminine oturacak feodal (çeşitli biçimlerde tezahür edecek olan) düzene
geçiş yönündeydi. Bu düzlemde, tefeci sermayesinin gemi azıya alarak tek başına
öne fırlaması, ikiz kardeşi olan ticari sermayenin yanı sıra, toprağa bağlı
üretimi köstekliyor ve ticari aristokrat kesim dışındaki tüccar tabakasının
çıkarlarını zedeliyor; onların yoksullaşmasına yol açıyordu. Tefeci
sermayesinin kaldırılması ya da en azından makul bir seviyede tutulması
gerçekleşmeden, toplumsal ilerleme mümkün olamazdı. Hz. Muhammed sallallâhu
aleyhi vesellem, bunu farkederek Ribâ yasağını koydu.
e.
e-Üretime dayalı olması gereken, ancak iktisadi
yapısı zayıf olan yerlerde, tefeci sermayenin yasaklanması, Proudhon'un deyimiyle
"gerçekte
mülkiyeti sağlamlaştırma ve onu tabana yayma eylemidir." Nitekim, feodal
toplumun habercisi olan İslam peygamberi, özel mülkiyeti sağlamlaştırmak için
elinden geleni yapmış; "mülkünü
savunurken ölen şehittir" diyebilmiştir.
f.
f-Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi vesellemin
vurması gereken tek hedefi vardı: Mekke'deki mali oligarşi. Yani Kureyş tefeci/tüccar
aristokrat kesimi.26 İktidarı almak, bu hedefi mümkün olduğunca
küçültmek, buna karşılık kendi müttefiklerini ise elden geldiğince çoğaltmaktan
geçiyordu. Peygamber, bu doğru taktiği uyguladı. Ribâ yasağı sloganı
çerçevesinde toplumun en geniş cephesini oluşturup, tefeci sermayesine vurdu.
Bu slogan etrafında sadece yoksullar değil, kent zenginleri, her kesimden
tüccarlar, yoksul köylüler, kandaş toplumun en alttakileri toplanıp bir
siyasal-toplumsal devrim gerçekleştirdiler. Çünkü Arabistan gibi bir toplumda,
sömürü toprak temelinde değil, gelişkin ticari hayattaki tefeci sermayesinin
işleyiş tarzında somutlaşıyordu. Bu nedenle Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi
vesellem, "Allah alışverişi (yani
ticareti) helal, Ribâ'yı (faizci sermayeyi/tefeciliği) haram kılmıştır"
diyerek Kureyş tefeci aristokratlarını canevinden vurmayı başardı.
g.
g-Eh, bu arada Medine'de kurulan ilk İslam
site-devletinde Yahudi tefeci-tüccar takımıyla rekabet halinde bulunan
müslüman tüccarlar da vardı. Yahudi sermayesinin tasfiye edilmesi amacıyla da
Ribâ yasağı konulmuş oldu. Ancak bu, Ribâ'nın yasaklanmasında belirleyici bir
etken değildir, ikincil nedenlerden sadece bir tanesidir.27
h.
h-Tefeci sermayesi, ikiz kardeşi ticari
sermayenin önüne geçtiği taktirde, geride tümüyle yoksullaşmış ve iş yapamaz
(ticari anlamda) kitleler bırakacağından, Arabistan'da yaygın olan dışa dönük
pazar sönmeye mahkûm edilmiş olacaktı. Oysa zaten "dürüst bir tüccar
olan" Peygamber'in hedefi, tüccarlar hareketini yaygınlaştırmak ve sağlam
temeller üzerinde kurmak idi.
Bunun için gerekli şart
ise, paranın piyasada, yani ticari sermaye yoluyla sürekli dolaşımda olmasıydı.
Oysa tefeci/faizci sermaye, böyle bir dolaşımı engelliyor ve belli ellerde
toplanarak likidite (para akışkanlığında)'de tıkanıklıklara neden oluyordu. Bu
yüzden Muhammed sallallâhu aleyhi vesellem, bir yandan Ribâ yasağı koyarken,
öte yandan zekat, sadaka, ve infak yoluyla bu servet fazlalığını
kişilerin elinden çıkararak devlete aktarıyor, orada da ticari birikimleri
ataletten kurtarmış oluyordu. Zaman zaman para-rant ve ürün-rant getirecek
yatırımlara yöneliyordu. Sermaye, merkezi ve rasyonel bir nitelik kazanıyordu.
Nitekim, bu para
akışkanlığının sağlanması amacıyla, iddihar (ölü tasarruf, atıl
birikim)'ın önü alınmış oluyordu. O kadar ki, Tevbe Suresi 34. ve 35. ayette,
atıl birikim (iddihar) şu ibarelerle yasaklanmıştır: "Ey müminler,
Yahudi bilginlerinden ve Hıristiyan rahiplerinden birçoğu, insanların mallarını
batıl (sebeplerle) yerler. Ve halkı, Allah yolundan menederler. Altın ve gümüşü
(kasalara) yığıp ve biriktirip de, onları Allah yolunda harcamayanları, pek
acıklı bir azapla müjdele... Kıyamet gününde (biriktirilmiş) o altın ve gümüş,
Cehennem ateşinde kızdırılıp alınları, böğürleri ve arkalan dağlanır..." ... Yine İslam önderi,
sermayenin biriktirilmeyip çalıştırılmasına ilişkin bir buyruğu "yetim/
öksüz mallarını ticaretle değerlendirin ki, zekat onları yemesin" şeklinde
vermiştir.
Çoğu İslamcı yazarlara
göre faiz, meşru ticarete girmeyen sun'i (yapay/düzmece) bir kazançtır.28
Dolayısıyla alışveriş (ticaret) helal, Ribâ haram kılınmıştır.
Oysa bu, bilimsel bir
tanım olmaktan ziyade, siyasi bir tefsir tarzıdır. Çünkü Marks'ın da çok iyi
belirttiği gibi "faiz getiren sermaye, yahut eski deyimiyle tefeci
sermayesi (yani İslam'daki Ribâ), ticari sermayenin ikiz kardeşidir.29
Onun gölgesidir, ticari sermayenin içinde şu ya da bu biçimde kendini gösterir.
Aynı zamanda, bizzat
ticaret, 14. yüzyılda yaşamış büyük Arap sosyolog, tarihçi ve ekonomisti İbni Haldun'un
aşağıdaki tanımına çok uygundur: "Bilmek gerekir ki; ticaret, ucuza
mal alıp pahalı satmak ve böylece başlangıç sermayesini artırarak kazanç
sağlamaktır. Bu artışa kâr denir. Bu kâr, ya malları depo edip pazar
fiyatlarında bir yükselmeyi bekleyerek veya talebin yüksek olduğu başka
bölgelere malın götürülüp satılmasıyla elde edilir. Ticaretin esası nedir diye
soran birine, ihtiyar tüccar, 'Ticaret, ucuza alıp pahalıya satmaktır.’
şeklinde cevap veriyordu."30 Ibni Haldun'a göre "ticaretle
uğraşanların münasebette bulunduğu insanlar içinde namuslu olanlar pek azdır.
Bu meslekte ister istemez kurnaz, kötü, kavgacı, boşboğaz olmak gerekir."31
Demek ki,
"kaçınılmaz biçimde boşboğaz ve kötü" olan tüccarın, gerek stokçuluk,
gerekse spekülasyon (vurgunculuk) yoluyla elde edeceği kazancın, Kur'an'da
kötülenen Ribâ'dan aşağı kalır yanı yoktur. Dolayısıyla orta yerde
"ticaretin helal ve meşruluğu" diye bir şey olamaz.
İslâmi bir düşünür ve
iktisatçı, üstü kapalı biçimde faiz ile ticari kazanç arasındaki belirsizliği
şu sözlerle dile getiriyor: "İslâm’ın Ribâ'yı ilga emri, hiçbir suretle,
genel bir kural olarak, sermayenin İslam ekonomisindeki sıfır 'gölge'
fiyata sahip olduğunu tazammum etmez."32
Buradaki "gölge
fiyat" kavramının, gizli faiz olduğu su götürmez. Ribâ'nın
yasaklanışı, sermayenin özündeki "gölge fiyat" denen şeyi
sıfırlamadığına yani "faiz"i tümüyle yok edemediğine göre,
meseleyi "fi bereket-illah" (Allah Bereketi) olarak görmekten başkaca
yol yoktur.
İster İslam dininde,
ister arkaik, isterse modern ekonomilerde faizin ne olup ne olmadığı
tartışıla-gelmiştir. Ayrıca faizin genel tanımı yapılmış olmasına rağmen,
ayrıntılarda görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır.
Dünyaca ünlü İslam âlimi
Ebul Ala Mevdudi (Pakistanlı)'ye göre, faizin izahı birtakım şaibelere
yolaçmaktadır. Enver İkbal Kureşi'ye bakılırsa, faiz konusunda, üzerinde
birçoğunun birleştiği belli bir kuram bulunmamıştır. Mahmud Ahmed ise,
faiz ile kâr kavramları arasındaki belirsizliğe dikkati çeker. Mahmud Ebu
Saud, faizi İslâmi kitaba uydurmak isteyenleri, "para
sermayesini, hakiki değerler ya da sermaye malları yerine koymak" ile eleştirir.33
Peki, İslam'daki bu
teori (veya tefsir) karışıklığı nereden kaynaklanmaktadır?
Genelde Arabistan,
özelde Mekke toplumu, kapitalistimsi (prekapitalist) ticaret merkezi olduğundan
ve Kureyş tefeci-tüccar aristokratları, ticaret yapıp faiz karşılığı borç
vererek sermayelerini akılcı biçimde değerlendiriyorlardı.34
Dönemine göre bir hayli ileri ticari ilişkilerin yaşandığı bir toplumda, İslam
adına ortaya çıkan Kur'an’ın, Charles C. Torreylin deyimiyle,
"çok hesabi bir teoloji kitabı" olması doğaldır.3S Bununla
birlikte, "Allah kelamı" Kur'an, "bir ekonomi politik kitabı
değildir. Onda kapitalizme övgü veya yergi aramak boşunadır."36
Öte yandan, Ribâ'yı
çok kesin ve çok sert biçimde yasaklayan Kur'an ayetlerinde ayrıntılı biçimde
bir tanıma rastlanmaz.37
Kuşku ve tartışmalar da
bu noktadan başlıyor zaten: Acaba yasaklanan ve haram kılınan Riba, Kur'an'ın
ortaya çıkışından önceki İslâmöncesi-Arap toplumunda pek yaygın olan ve iyi
bilinen tefecilik şekli midir? Kur'an ayetlerindeki Ribâ (tefeci
sermaye), Arapça "el" tanım ekiyle belirtilmiş (bu
İngilizce'de herkesçe iyi bilinen, malum bir şeyi adlandırmak için konulan The
ön-tanım ekine tekabül eder) olduğundan ilk akla gelen şey şudur:
Kur'an'da yasaklanan Ribâ, Cahiliyye toplumunda yaygın olan
(tefecilik)'dır.
Zaten, Kur'an'da
Ribâ'nın tarifinin olmaması ve "el" ön-tanım ekini alması da,
başkaca yorumlanamıyor. En azından açıklama şıklarından birisi budur.
Ayrıca Kur'an ayetleri
hep gerekçelidirler ve belli olaylardan sonra ortaya çıkmaktadırlar
(müslümanlara göre nazil olmaktadırlar). Ribâ yasağı da, Cahiliyye toplumunda
yaygın olan tefeci sermayenin ilga edilmesini amaçlamaktaydı. Dolayısıyla
borcunu ödemeyenin kat kat borçlanmasını ve giderek köleleşmesini" önlemek
niyetindeydi. Yani yasak kapsamı
sınırlıydı. Hedef, "madrabaz tüccar" idi.
Yukarıdaki açıklamaları
doğrulayan ya da yanlışlayan İslam alimi henüz ortaya çıkabilmiş değildir.38
Ancak "içtihad,
kıyas, icmaa ve tefsir" yolu tutularak, dönemine göre faiz yasağının
kapsamı daraltılmış ya da genişletilmiştir. Bunlar yapılırken, Ribâ yasağı
koyan ayetler'in yanında Hadislere (peygamberin açıklayıcı sözleri) de yer
verilmiştir. Yine de, Ribâ'yı tarif etmemiş; ne olup olmadığını, niçin
yasaklandığını ve hangi tür fazlalıkların Ribâ kavramı içine girdiğini veya
girmediğini açıklamamıştır. Bütün yaptığı, çevresinde görüp tanıdığı ticari muamelelerden
örnek göstermesinden ibarettir.39
Bu nedenle, yukarıda
faizin tanımı (tefecilik anlamına gelen Ribâ sözcüğünden mi, kâr ve kazanç
anlamındaki FEDE/yufidu ibaresinden mi, yoksa fazlalık/artı kavramını içeren
FADA/yafidu kökeninden mi türediği) gerekli bir açıklığa kavuşturulmalıydı.
Biz de öyle yaptık.
Çünkü, "kesin
biçimde yasaklanmış olan Ribâ" konusunda tüm İslam alimleri
hemfikir iken, "Ribâ ile faiz üzerinde anlaşmazlık olduğu"40
yadsınamayan bir gerçek. İslam fikıhı'nda (hukuku) bir düşünce ekolü; dinin, faizi
değil, Ribâ'yı yasakladığına inanmaktadır. Bir başkası, "faiz
ile Ribâ arasında öz farkı bulunmadığını ileri sürer."41
Ünlü hukukçulardan
bazıları (İslam fikıhçıları), Cahiliyye döneminde kullanılan Ribâ'nın tanımım
yapmaya çalıştılar. Mücahid, olayı şöyle anlatır: "Cahiliyye döneminde
Allah'ın yasakladığı Ribâ şudur: Birisi borçlu ise, alacaklıya giderek
şunu der: "Ödeme süresini uzatırsanız, size şu kadar fazla para vereceğim.
Uzatma süresine karşılık borç miktarının artırılmasını isterdi, işte bu, Ribâ'dır."42
Maliki mezhebinin
kurucularından İmam Malik'in tanımı: "Cahiliyye döneminde, birisi
belirli bir süre için borç verir. Vade dolunca, alacaklı, borçludan, parayı
ödemesini veya yeni vade uzatımı karşılığında borç miktarının artırılmasını
isterdi, işte Ribâ budur."43
İbni Cerir Taberi'ye bakalım: "Borçluya,
murd denir. Çünkü borcu ikiye katlanmaktadır."44Taberi'nin
bu yorumu, Kur'an'daki Bakara ve Al-i İmrân surelerindeki riba ile ilgili
tanıma dayanmaktadır.
İmam Razi'nin tanımı:
"Cahiliyye döneminde borç para verilir, anapara dışında, aylık Ribâ alınırdı.
Ödeme zamanı gelince alacaklı anaparayı ister; borçlu ödeyemezse, süre uzatılır
ve borç miktarı arttırılırdı."45
Beyzavi'ye göz atalım:
"birisinin belirli bir sürede ödenmesi gereken bir alacağı varsa, az bir
anaparaya karşı, borçlunun tüm malını elde edinceye kadar borç miktarı
arttırılmaktadır."46
İslam ileri
gelenlerinden İbn Abbas'a göre yasaklanan sadece Ribe'l Nesie (yani
Cahiliyye tefeciliği) idi. Ribe'l Fadl (ya da nakdi tefecilik) caiz
görülüyordu. Ibn Abbas'ın sonradan bu görüşünden döndüğü rivayet edilir.47
Özetle, hemen tüm İslam
alimlerinin birleştiği nokta şudur: Cahiliyye döneminde alacaklının, borçluya
tanıdığı vadenin uzatılmasına karşı belli bir artı para (para-rant) alınırdı.
Bunun adı Ribâ'dır. Bize göre tefeci sermayeciliği olan bu alışveriş şeklinde
iki ana unsur bulunmaktadır; süre uzatımına karşılık artı para alma.
Cahiliyye toplumundaki Ribâ
(tefecilik) tanımında çok farklı düşünmeyen İslam fikıhçıları, faizin
kapsamı ve döneme uyarlanması konusunda büyük ihtilafa düşmüşlerdir. Bunlar;
a.
a-Faizin kapsamını dar tutan mezhepler,
b.
b- Faiz kapsamını geniş tutan mezhepler olmak
üzere ikiye ayrıldılar. Birincilerin en tanınmış ismi Osman El Betti (760)'dir.
İslam hukukunda geçerli olan kıyas (başka bir örnekle eşleştirip
karşılaştırma) yöntemine başvuran El Betti, faiz'i, Ribâ'dan ayırmıştır.
Ona göre faiz denen şeyin, Kur'an'da açıkça yasaklanmış olan Ribâ'yla
eşleştirilebilmesi için, buna ilişkin bir ayet veya hadisin bulunması gerekir
ki, karşılaştırma yapılabilsin. Yani "İllete (sebep) dayalı bir
delil" olmalıdır. Bu İslam alimi, kutsal metinlerde ve başka yerlerde,
böyle bir delil'e rastlayamadığı için kıyas yapamamış; faiz'i, Ribâ ile
bir tutamamıştır. Tabiin fikıhçılarından Katabe (öl. 705) ve Tavus (öl.
724) ile Hanbeli Mezhebi'nden olan İbn Akil'in de görüşü aynıdır.48
Zahiri Mezhebi mensupları da, kıyas
yöntemini bir delil olarak kabul etmeyip sadece Kur'an'da açıkça yazılan
şeylere itibar ettiklerinden, Ribâ için ayet ve hadislerde söylenen
şeylerin kapsamını, kıyas (karşılaştırma) yoluyla genişletme cihetine
gitmediler. Bu mezhebin büyük alimi İbn Hazm şöyle der: "Faiz, peşin ve
veresiye alım satımda ve borçta olur. Peşin ve veresiye alım satımdaki faiz,
yalnız altı maddede tahakkuk eder. Bunlar hurma, buğday, arpa, tuz, altın ve
gümüştür."49
Faiz kapsamını
genişleten mezheplerin başında Hanefilik, Şafiilik, Malikilik ve Hanbelîlik
gelir. Bunlar kıyas yoluyla faiz ile Ribâ'yı özdeşleştirip, faiz
kapsamını genişletmişlerdir, ikinci Halife Ömer'in görüşü doğrultusunda
"karşılaştırma" yaparak, "Peygamber'in, Ribâ'nın geçerli olduğu
altı mal türünü zikretmesi, o tarihte muamelelerin genellikle bu altı madde
üzerinden yapılmakta oluşundan ileri geliyordu. Yoksa Ribâ yasağı sadece
bu mallar ile sınırlı değildi."50
Faiz kapsamını
genişletmeyi din hukukuna göre gerekçelendiren önemli bir İslam âlimi, El
Mebsut kitabını yazarı Şemsiddün El Serahsi'dir.
Buradan hareketle İslam
uzmanı Fransız araştırmacı Maxime Rodinson'un şu saptamalarına yer verelim:
"Gerçekte, Ribâ'nın ne olduğu bilinmiyordu. Hatta bir hadise göre,
Kur'an'da bununla ilgili ayet, vahy edileceklerin en sonuncusuydu. Öyle ki;
Peygamber, bunu açıklayamadan vefat edecekti.51 Ribâ ve bunu
yasaklayan buyrukla ilgili yorumlar çok çeşitlidir. Görünen o ki, başlangıçta
Ribâ denince, borç verilen paradan veya ödünç verilen yiyecek maddelerinden
sağlanan her türlü kâr anlaşılıyordu. Ribâ'nın tanımı, daha sonraları, gelişimi
ve saikleri iyice bilinmeyen karmaşık bir mantıki tümdengelimler (istidlaller)
ve dış etkilerle kesinlik kazandı, açıklığa kavuştu. Her durumda, varılan
sonuçlar, açıkça söylemek gerekirse, Kur'an metninde hiçbir şekilde
doğrulanmamaktadır. Bu sonuçlar, sadece Peygamber'in doğruluğunu hiçbir şeyin
garanti etmediği sözde hikmetleri'yle meşru sayılabildi... (İslâmi) hukukçular,
Peygamber Sahabeleri'nin (yakın çevresi -F.B.) rivayetlerinin sözde otoritesine
dayanarak çoğu zaman tamamen hayali gerekçeler ileri sürerek (mal
değişimindeki) bu eşitliğin tanımı üzerinde inceden inceye durdular. Buna
karşılık diğerleri, peşin para ile yapılmayan ticari işlemleri yasaklayarak,
meselenin zamana ilişkin yönü üzerinde durdular. Sonuç olarak, hadislerde dile
getirilen görüşler arasında, gerçekte büyük farklılıklar vardır. Hele yiyecek
maddeleri, altın ve gümüş işlemleri söz konusu olmadıkça, bu tür görüş
ayrılıkları kuşku ile değil, hoşgörüyle karşılanmaktadır."52
Bu noktada bir şey çok
önemli; başlangıçta Ribâ'nın kapsamı bir hayli dar iken, sonradan kimi İslam
âlimlerince neden genişletildi? Kuşkusuz, orta yerde Mekke toplumundan ve hatta
Arabistan yarımadasındaki İslam toplumundan daha geniş bir İslam İmparatorluğu'nun
karşılaştığı ekonomik sorunlar ve günlük faaliyetler, kıyaslanamayacak kadar
büyüktü. Mekke-Medine İslâm-site-devletinin sorunlarının çözümünü öngören
Kur'an ve tamamlayıcı unsur olan Peygamber hadisleri, zaman ve mekân ile
sınırlıydı. Daha ileri olması mümkün değildi; eşyanın tabiatına aykırıydı.
Ama işin bir de siyasi
yönü vardı: Allah'ın zamanda ve mekânda sınırlı şartlar için kural koymasını
(ilahilik, ebedilik, ezelilik ve cihanşümulluk iddialarına) ters bulan
hukukçular, "Tanrı iradesinin
cüz'i, yani sınırlı olamayacağını, tersine kapsayıcı ve külli olacağını"
ileri sürdüler.53 Bu yüzden de, Ribâ kavramını genişlettikçe
genişlettiler.
İslâm’ca yasaklanan
Ribâ'nın iki asıl türevi ve bir benzeri bulunmaktadır.
a.
a-Ribe'l Fadl: Tartılan ve ölçülebilen
bir cins malın, kendi cinsi karşılığında, peşin olarak, ancak fazlasıyla
mübadelesi (değiştirilmesi) haline denir. Özetle, eşitsizliğe dayalı mal
takası/değişiminin adıdır. Burada, sözgelimi 2 ölçek buğday ile 2 ölçek
buğdayın değişimi esastır. Ama 2 ölçek buğday ile 3 ölçek buğdayın değişimi de
helal olur. Eşit değerdeki para değişimi de öyle. Burada Peygamber'in amacı,
tefeci sermayeyi geri plana iterek, tarıma dayalı üretimi de teşvik amacıyla ticari
sermayenin gelişiminin önünü açmaktır. Para ve malın piyasada dolaşımı;
ticareti canlandırdığı gibi pazar ekonomisindeki belirsizlikleri ortadan
kaldırıyor ve fahiş adaletsizliği de bir nebze olsun düzeltmiş oluyordu. Atıl
sermaye devreye giriyor, ticari girişimcilik ruhu gelişiyordu. Diğer adı Ribe'l
Nakd olarak bilinir.
b.
b-Ribe'l Nesie: Ödünç para veya mal
verme işlemlerinde net faizi (açık tefecilik) içeren türdür. Bir malın aynı
cinsi ile veresiye değişiminden doğan faizdir. Bakara, Al-i İmran ve Rum
surelerinde yasaklanan bu türdür. Diğer adı, Ribe'l Cahiliyye (Cahiliyye
toplum unda yaygın olan tefecilik)'dir. Peygamber bu Ribâ'yı yasaklarken,
ticari sermaye yoluyla elde edilen bir kısım kârın, tedavülden alıkonulup kasalarda
kilitlendiğini (ölü tasarruf, atıl birikim) farketmişti. Böylece, bu atıl
birikimi devreye sokmak istedi. Ayrıca, önceden belirlenen bir fazla miktar
(tefecilik) karşılığında toprağın kiraya verilmesi de Ribâ yasağı
kapsamına alınmıştı. İslam önderi, geleceğin ürün-rantını gerçekleştirecek
olan üretici güçleri geliştirmek, bu yolla emek-sermaye çelişkisini biraz olsun
hafifletmek gibi bir gaye peşindeydi. Çünkü, ürün-rant yoluyla sömürü, daha az
acımasız ama daha örtülü ve daha sonuç alıcı olurdu. Hem de toprağı işleyenin
elinde bir şeyler kalırdı. Burada, "tasarruf ve yatırım olgusu birleşip,
girişim ve kâr etkenini" ön-plana çıkarıyor.
c.
c-Bey'ül Garar: Ribâ'nın bir türevi
değil, ancak bir benzeri olan bu yöntemin yasaklanması, mevcut olmayan
kıymetlerin mübadelesini önlemektedir. Amaç aldatmayı, dolandırıcılığı,
vurgunculuğu vs. önlemek; piyasada müşteri ile satıcı arasında güven tesis
etmektir.
Şimdi sorumuza geçelim:
Hangi mallar, hangi ölçütler içinde faiz'li (haram) veya faiz'siz sayılacaktır?
Peygamber'in konuya
ilişkin görüşlerini temel alan İslam bilginleri, mal değişiminde tartı veya
ölçü esasını koymuşlardır.54 Ya da miktar (ağırlık
veya ölçek) ile cins (arpa, tuz, buğday, hurma vs.) söz konusudur.
Tartı konusunda Mekkelilerin tartı birimi (mizan), hacim ölçüsünde ise
Medinelilerin ölçeği (mikyal) esas alınır.55
Hangi mallar için Ribâ
ölçütü konmuştur? Peygamber hadisine başvuralım: "Altın'a mukabil altın,
gümüş'e mukabil gümüş, buğday'a mukabil buğday, arpa'ya mukabil
arpa, tuza mukabil tuz (sadece) mislen bil'l misi (yani evsaf ve
kalitede eşit değişim) edilecektir... Altın'ı altın ile misli misline (eşit
miktarda) olmadıkça değişmeyiniz. Böyle alışveriş olmaz; bir dirhem altın veya
gümüş karşılığında iki dirhem de verilemez, yani verilirse, Ribâ olur. (O
halde), sakın, alışverişlerde fazlalık veya eksiklik yapmayınız. (Yine)
altın'ı altın, gümüş'ü gümüş ile (dengi dengine) değiştirmek istediğinizde,
bunu kat'iyen veresiye yapmayınız, peşin yapınız! Buğday da öyle, ölçeği
ölçeğine ve peşin olmak şartıyla alışveriş caizdir. Yoksa hepsi Ribâ'dır."56
Demek ki, mal
değişiminde esas ölçüt, miktar ve cins eşitliğidir ve aranan şart ise peşin
alışveriş yapılmasıdır.
İslam'da faizcilik
kavramının tanımı, burada da farklılık gösteriyor. Örneğin Hanefi mezhebine
göre ağırlık ölçüsü (vezinî) ve hacim ölçüsü (keylî) kapsamındaki
malların değişimi, ayet ve hadislerde belirlenen koşullarda mübahtır. Şartlara
uymadığı taktirde Ribâ sayılır. Ancak ağırlık ve hacim ölçüsü dışında
kalan ölçü birimlerinin faiz konusunda bir etkisi yoktur. Sözgelimi, ağırlık ve
hacim kapsamına girmeyip adet (sayı) hesabıyla mal takasına giren 10 çiftlik
yumurtasıyla 20 adedi değiştirilirse, burada eşitsizlik de olsa, Ribâ yoktur.
Çünkü İslam'daki faiz illeti (nedeni) tartı ve hacim olup, adet (sayı) kapsam
dışıdır.57
Şafıiler'e göre Ribâ illeti
(faiz nedeni), altın ve gümüş'te semeniyet vasfı’ndan (para olma
özelliğinden) kaynaklanıyor; buğday, tuz, arpa ve hurmada ise, Tu'um (gıda
maddesi, tat verme) niteliğindendir. Dolayısıyla, Peygamber Hadisi'nde anılan
altı maddenin (altın, gümüş, arpa, buğday, tuz ve hurma) değişiminde, cins ve
miktar'da eşit olmaları gözönüne alınır. Şafıiler, Ribâ kapsamını
şöyle genişletmişler: Altın ve gümüş, ister basılı olsun (para yerine geçen
altın ve gümüş sikkeler gibi), isterse olmasın, kendinden kaynaklanan bir
değeri (cevher-ül semeniyyet) vardır. Hangi durumda olursa olsun, altın
ve gümüş özelliğini yitirmediğine göre, değişimlerdeki eşitsizlik Ribâ sayılır.
Yine, insan yiyeceğini oluşturan hemen her gıda (sadece hadislerde adı geçen
arpa, buğday, hurma ve tuz değil), eşit cins ve miktarlarda değişime girmezse,
haram olur. Sözgelimi mercimek, her türlü yenilen meyve, baharat vs.
bunlardandır.58
Maliki mezhebinde ise Ribâ'nın
iki illeti bulunur: Başat biçimde para olma özelliği taşıması (Galibiyettül
Semeniyet) ki; bu altın ve gümüş'ten başka bir şey değildir. Yani,
bu iki madendeki Ribâ illeti (nedeni), parasal (mal değişim aracı
olarak) özelliklerindendir. Bu yüzden, günümüzde kullanılan, ama madeni değeri
bulunmayan kâğıt para bile faizci (ribevi) mallardandır.59
Bu mezhep, yiyecek
maddesi konusunda Şafii görüşten şu noktada ayrılır: Ribe'l Fadl, yani
tartılan ve ölçülen malların eşdeğerli değişimine aykırı kuraldan doğan
faizcilik, sadece temel gıda maddelerinden saklanabilen veya bu maddeleri
lezzetlendiren şeylerde gerçekleşir. Çünkü, Peygamber Hadisi'ndeki arpa,
buğday, tuz gibi maddelerin uzun süre muhafaza edilebilirliği ve
lezzetlendiriciliği gibi bir özelliği vardır. Net faiz (tefecilik) denilen ve
veresiye yolla mal değişimini de içeren Ribe'l Nesie ise,
biriktirebilsin veya biriktirilemesin, tüm gıda maddelerini kapsar. Ayrıca her
çeşit eşya, kendi eşdeğeriyle değiştirilmedikçe, Ribe'l Nesie'den sayılır.60
Hanbelî mezhebi'nde
durum biraz karışıktır. Onun Hanefilik, Şafiilik ve Malikilik'e benzeyen
yönleri olduğu rivayet edilir.61
Faiz'in
gerçekleşebilmesi için, İslam bilginlerince bazı unsurlar saptanmıştır. Sünni
dört büyük mezhebin hemen tümüyle görüş birliği içinde olduğu üç unsur bulunur:
Akit (sözleşme/anlaşma) unsuru, akit konusu ve mübadelede eşitsizlik. Buna
göre;
a.
a-Mal veya para verecek olan ile alacak kişi
(alacaklı ile borçlu) arasında sözleşme yoluyla "şu kadar verdim, şu kadar
aldım" diye önceden bir ön kararın bulunması ve sözleşme gereğince
borçlunun alacaklıya vade sonunda fazladan para veya mal vermeyi taahhüt etmiş
olması durumunda faiz gerçekleşir.62 Önceden bir sözleşme yoksa ve
taahhüt diye bir şey bulunmuyorsa, mal alımı ve verimindeki fazlalıklar Ribâ
(faiz) sayılmaz. Hile-i Şeriye denilen gizli tefecilik de bu noktadan
başlar.
b.
b-Ribâ'nın gerçekleşebilmesi için sözleşme
kapsamındaki maddelerin de faiz yasağı içinde olmaları gerekir. Sözgelimi,
Peygamber Hadisi'nde adı anılarak açıklanan altın, gümüş, arpa, buğday, tuz ve
hurma faiz konusu teşkil edilebilir. Çünkü, ayet ve hadiste adları anılarak
yasaklanmışlardır.63
c.
Aynı cins, miktar ve evsaftaki malların değiştirilmesi
işleminde mutlak eşitlik olmalıdır. Bir kilo kırmızı buğdaya karşılık bir kilo
kırmızı buğday helal değişimdir. 1.5 kg. kırmızı buğdayın aynı cinsten 2 kg.lık
ile değişimi faiz sayılır.
Ortak noktalara
karşılık, mezheplerin anlaşmazlık halinde oldukları "faiz" unsurları
da vardır. Bunlar;
1.
1-Ribâ'da taraf unsuru: Ribâ'nın gerçekleşebilmesi için,
buna imza atan tarafların kimler olacağı hakkında İslam hukukçuları arasında
görüş birliği yoktur. Sözgelimi, Zahiri görüşün öncüsü İbn Hazm'a göre,
alışveriş sözleşmesine efendi ile kölesi, müslüman ile muhatabı zımmi (müslüman
olmayan) ve müslüman ile harbi (hıristiyan) imza atarlarsa ve bu sözleşmede
faiz yasağına aykırı mal değişimi söz konusu olursa, Ribâ denen şey
gerçekleşir ve o sözleşme batıl (geçersiz/ haram)'dır.64 Zahiri'ler,
sadece Kur'an'da açıkça yazılı nass'lara (kutsal metinler) ve hadislere itibar
ettiklerinden, çıkarsama yoluyla tefsirleri geçersiz sayıyorlar. Dolayısıyla,
Mekke ve Medine'deki müslümanların ilk alışveriş muamelelerini (köleler,
müslüman olmayan Yahudi ve putataparlar ile) örnek alıyorlar.
Hür insan ile köleyi
eşit görmeyen Hanefi mezhebi, efendi-köle arasındaki ticari sözleşmenin, özü ve
konusu ne olursa olsun, Ribâ'ya konu teşkil etmeyeceği görüşünü taşır. Çünkü, kölenin elindeki
bütün mallar efendisine aittir. Dolayısıyla akit (sözleşme) unsuru
gerçekleşemez. Ne zaman ki köle, özgürlüğüne kavuşur, o zaman efendisi ile
yapılan sözleşmenin içeriği Ribâ kapsamına girebilir.65
2.
2-Ribâ'da mekân unsuru: Hanefiler, Ribâ'da mekân
unsurunun etkisini kabul ederler. Sözgelimi, ticari sözleşme Dar-ül İslam (İslam
Diyarı)'da gerçekleşmişse ve İslam'ın koyduğu yasakları ihlal ediyorsa Ribâ gerçekleşir.
Aynı sözleşme, bir
müslüman ile bir Hıristiyan arasında, ama Dar-ül Harp (Gavur Diyarı)
denilen bir mekânda gerçekleşiyorsa, o zaman İslâm’ın Ribâ yasağına
ilişkin hükümleri geçerli olmaz. "Dar-ül Harp'te müslüman ile harbi arasında faiz
cereyan etmez," mealindeki Peygamber Hadisi'ne gönderme yapan bu görüş,
yine Hanefi fıkhı önderlerinden ve İmam Hanefi'nin öğrencilerinden Ebu Yusuf
tarafından pek benimsenmemiştir.66
3.
3-Iskonto: Alacaklı, borçluya verdiği malı (veya
parayı) vadesinden önce isterse ve buna karşılık alacağı miktardan indirim
yaparsa, kimilerine göre bu yasaktır.67 Çünkü Ribâ kapsamındadır.
İbn Abbas gibi İslam şahsiyetleri, "vadenin öne alınması
karşılığında verilen borçtan yapılan indirim (iskonto) haram değildir,"
yolunda bir görüş benimserler. Bu görüş sahipleri, "Peygamber'in,
Yahudileri bir an önce Medine'den sürgün etmek için, alacaklardan indirim
yapmasını," örnek göstermişlerdir. Fıkıhçı çoğunluğu ise, sözü geçen
olayın, henüz Ribâ yasağının olmadığı bir dönemde geçtiği görüşünü
paylaşır.68
Ribâ yasağı ile sermayenin
tümünü değil, sadece bir kanadını (tefeci sermaye) hedef alan İslam,
toplumdaki üretim ilişkilerinin sömürücü niteliğini sorgulamıyor. Dolayısıyla,
(üretici güçlerin yarattığı) sermayenin atıl kalan bölümüne (faiz
getiren sermaye) saldıran İslamiyet, sınıfsal sömürüyü sadece "faiz
hedefi "ne indirgemektedir.69 Böylece, sömürünün dar bir
alanına ahlaki (haram, günah) kısıtlama getirerek, gerçekte hedef şaşırtıp
insanları kandırmaktadır.
Hile-i Şeriye (Şeriat Hilesi)
bunlardan bir tanesidir. Nedir Hile-i Şeriye? Yazılı ve sözlü dini kuralların
yasakladığı şeyleri, yine din yoluyla kitabına uydurmaktır. Yani dini yasağı, dini
yöntemlerle ihlal etmektir. Ya da ütopik dini söylemlerin teorik
diliyle, günün gereksinimlerine uymayı elzem hale getiren pratikleri arasındaki
çatışmalardır. Genelde pratiklerin üstün geldiği veya kazançlı çıktığı bu
çatışmalarda, ikisi arasında arabuluculuk yapma girişimidir Hile-i Şeriye.
a.
a-İlk dönem Medine/Mekke site-devleti (İslam
toplumu), çok küçüktü. Taş çatlasa, 150-200 bin kişiye hitabeden bir din söz konusuydu.
Dolayısıyla hayatın getirip dayattığı meseleler sınırlıydı. O dönem için tefeci
sermayesinin tipi, biçimi, yöntemi ve niteliği herkesçe biliniyordu. Bu yüzden,
Ribâ'nın doğru dürüst bir tanımı yapılmadan, günün gereksinimlerine göre, ona
yasaklama getirildi. Eh, bilinen gıda maddelerinin sayısı, bir elin parmağı
kadardı. Bu yüzden sadece onlar alınıp örneklendirildi.
Fetihler yoluyla
genişleyip dışarıya açılan, başka uygarlıklarla tanışıp oradaki üretim tarz ve
ilişkilerini tanıyan koskoca İslam imparatorluğu, farklı kavimlerin ve
halkların çeşitli sorunlarıyla karşı karşıya geldi. Binbir derde deva
bulunması gerekiyordu. Hayatın dayattığı şeyler, sadece Medine Anayasası gibi
belgelerle veya Peygamber'in (nihayetinde Arap toplumunun pratiklerini konu
edinen) Hadisleriyle çözülebilecek türden değildi.
Hayatın dayattığı
sorunlara, İslam ideolojisi temelinde yepyeni teorik çözümler bulunması
gerekiyordu. Sadece Ribâ konusunda değil, hayatın her alanındaki meseleler de
acilen çözümlenmeliydi.
Nitekim, Asr-ı Saadet
denilen ilk İslam devletinin üçüncü lideri (ikinci halifesi) Ömer, o zamana
kadar Kur'an ve Hadis temelinde yürütülen İslam yönetiminde köklü
değişiklikler yaptı. Yer yer, İslâm’ın "ideal" konularını değiştirdi.
Günümüz İslam
alimlerinden M. Hamidullah gibileri bile, Ribâ yasağının ilk
İslam toplumunda geniş ölçüde uygulanamadığını, kesin yasakların Halife Ömer
(634/644) zamanında gerçekleştirilebileceğini belirtiyorlar. Sünni fikıhçılar,
Ömer'in halifeliğini idealize ettiklerinden, bu geçerliliğin tam tamına
yürüdüğü de şüphesizdir.70
b.
b-İslam dini, başta anayasa olarak algıladığı Kur'an'ı
Kerim olmak üzere, Peygamber'in söz ve davranışlarının toplamı olan Sünnet
temeli üzerinde yükselir.
Kur'an; dönemin bir anayasası
olarak, bağrından çıkmış olduğu toplumu oluşturan çeşitli çıkar gruplarının
veya tek tek bireylerin görüşlerini yansıtır.71 Hayatın
pratiklerini, tarihi deneyimleri formüle edip bir "ideal" haline
getirir. Buradan hareketle Kur'an'a bakarsak, nass'larda (ayet ve sureler
toplamı) geçen bütün söz, deyim, ibare, kavram, yasak ve özgürlüklerin Medine
ve Mekke toplumundaki bazı sınıf, tabaka ve grupların idealini (ya da
ütopyasını) temsil ettiğini söyleyebiliriz. Kuşkusuz bir siyasal ve toplumsal
devrim önderi olan Muhammed ile onun yakın çevresinin bu "ütopya"yı
formüle etmedeki rolleri başat ve kesindir. Bu düzlemde Kur'an, daha çok teorik
formülasyonları içeren teoloji kitabıdır. Aynı zamanda siyasal bir programdır.
Sünnet (peygamberin söz,
davranışları ve onayladığı tutumlar bütünü) ise, siyasal programın hayata
uygulanmasıdır. Yani dönemin siyasi/dini hareketinin pratiğidir.71
Toplumsal ahlak (İslam
dininin kuralları), ulaşılması gereken ütopyasını (veya idealini) da içeren teorik/teolojik
siyasal program (Kur'an), İslam tarihi içinde, Sünnet't göre hep
arka planda kalmıştır. İleride, önü açan ve pragmatik olan ise Sünnet
olmuştur.73 Yani Sünnet in pragmatikliği, Kur'an' ın
idealizmini yenmiştir. En azından birincisi, İkincisine baskın çıkmıştır.
Çünkü "toplumsal ahlak tarihinin bilimi, bilimin tarihi, durmadan
yenilenen ihtiyaçlardan ibarettir."74 Bu kural, sürekli
genişleyen ve toplumsal meseleleri habire değişen İslam imparatorluğu (izleyen
süreçte İslam devletleri) için daha da geçerlidir. O halde, dince yasaklanan Ribâ
yasağını delmenin yollarından biri de Şeriat Hilesi yapmaktı. Yani,
günün meselelerine pratik çözümler bulup sonradan kitabına uydurmaktı.
c.
c-İslam İmparatorluğu gerçekleşince, çözüm bekleyen binbir meseleye
el atan farklı yörenin din alimleri, Medine fikıhçılarının (İslam
hukukçularının) fetva ve içtihadlarını beğenmez oldular. Dini, kendilerine göre
yorumlamaya başladılar. Bunu yaparken de, yaşadıkları toplumun eski kültürel,
toplumsal, siyasal ve ekonomik deneyimlerini/koşullarını da gözönüne aldılar.
Bir bakıma, siyasal
program farklılıkları demek olan mezheplerin doğuşu böyle oldu, işte,
mezheplerin (İslamın her meselesinde olduğu gibi) Ribâ yasağını
yorumlayışı da Şeriat Hilesi'nin kapısını araladı.
Yukarıdaki açıklamalar
ışığında, faiz yasağının delinmesinin nasıl kitabına uydurulduğuna örnekler
sunalım.
Birinci örnek: Bizzat İslam
Peygamberi, yasağa esneklik kazandırmıştır. "Altın'ı altın, gümüşü gümüş,
buğdayı buğday, vs. ile, (aynı cins ve miktarda ve peşin olmak şartıyla)
değiştirmeyi helal kılan; buna karşılık bir kg. buğday ile 1.5 kg. buğdayın
değişimini (ya da 1 kg. altına karşılık 2 kg. altının mübadelesi) veya eşit
miktarlardaki malların veresiye takasını haram (yasak)" ilan eden ayet ve
hadisler, kesin Şeriat kuralıdırlar. Mutlak ve tartışmasız biçimde kabul
edilmelidirler. Ancak Muhammed sallallâhu aleyhi vesellem, "gümüş ve
altının piyasa kuralları içinde eşitsiz değişiminden, ya da 1 kg.'lık kırmızı
buğday ile 2 kg'lık mercimeğin değişiminden"75 (tarafları
istedikleri ve anlaştıkları biçimde) yanadır.
Yine iyi hurma ile kötü
hurmanın değişimi de yasaktır. Ancak bunlardan birisini (istediğiniz fiyata)
satıp, onun parasıyla İkincisini alırsanız; ortada haram diye bir şey yoktur76
kinci örnek: Bizzat
yukarıdaki yorum ve ölçütler (Ribâ olabilmesi için ölçülebilirlik ve tartılabilirlik vasfi),
Hanefiler'in şöyle bir Şeriat Hilesi'ne başvurmalarına yol açtı: Yumurta,
miktar (gramaj) ve ölçü (eni, boyu, hacmi) ile değil, sayı (adet) ile
hesaplanır. Dolayısıyla İslam'da miktar ve ölçü konusunda getirilen Ribâ yasağına
girmiyor. O halde 10 yumurta, 20'siyle değiştirilebilir.77
Üçüncü örnek: İslam'da Bey'ül îyne diye
adlandırılan (ve tefeciliğin başka bir türü olan -F.B.) işleme bakalım:
"A, B'den 1000 TL borç ister. B, ödünç verme yerine 1000 TL'lık bir
elbiseyi, A'ya, 1200 TL'ye (yani 200 TL fazlasına) satar.
A, 1200 TL'ye aldığı bu
elbiseyi, C adlı birine pazarda 1000 TL'ye (yani 200 TL eksiğine) satar.
Böylece eline nakit 1000 TL geçer. Bu miktar, başlangıçta borç isteyip de nakit
alamadığı paradır. Üçlü işlem sonucunda alacaklı B'nin, 200 TL'lık bir kârı
olmuştur. Borçlu A'nın eline ise, 1000 TL geçmiştir. Ancak B, hâlâ A'dan 1000
TL (gerçekte ise 1200 TL) alacaklı durumdadır. Gerçekte borçlu A'nın eline
geçen para 1000 TL değil, 800 TL'dir. Çünkü 1200 TL'lık elbiseyi pazarda 1000
TL'den C'ye satmış; bunun 200 TL'sını götürüp alacaklı A'ya hemen vermiştir.78
Dolayısıyla, borçlu
A'nın fiili borcu 1000 TL değil, tamı tamına 1400 TL'dir. Özetle alacaklı B,
anında 1000 TL koyup 200 TL kâr ederken, sadece 1000 TL borç isteyen A, anında
400 (hatta 600) TL'lık bir zararı yüklenmek durumunda kalmıştır. Bu, günümüzde
faizciliğin de çok çok ötesindeki bir sömürü biçimidir.
Yine de Şeriat Hilesi
yoluyla kitabına uydurulan ticari muameleler, buna göre yapılabilmiştir.
Sözgelimi, Hanefi fikıhçılarından Ebu Yusuf (üstadı İmam Ebu Hanife'nin
tersine) bu Bey-ül İyne faizciliğine taraftar idi.79 Ebu Yusuf un
Abbasi devrinde Bağdat'ın en ünlü kadısı (Şeriat hakimi) olduğu da düşünülürse,
o sıradaki ticari sermayeyle tefeci sermayenin nasıl iç içe geçtiği
(günlük hayatta) ve tefeci-tüccar sömürüsünün hangi boyutlara vardığı
kolayca anlaşılabilir.
O kadar ki, "kimine
göre Sahabe devrinden beri birçok Müçtehid'in (din yorumcusu, âlim) kabul
ettiği bu usûl"80 (yol/yöntem), îmam Muhammed Şeybani gibi
İslam alimlerinin "şikayetlerine" rağmen yürürlükte kalmıştır.
Şeybani'ye göre "Bey-ül lyne, faizcilerin uydurduğu bir satış
şeklidir."81 Ancak, olay kendisini aşmıştır ve yapabildiği
bütün şey, "Bey-ül lyne'ye kalben (içinden/yüreğinden) razı
olmamaktan" ibarettir. Şemsüddin El Serahsi de, bu yöntemin
"kerih" olduğunu (yani yasak değil, ancak kerhen kabul edilen) söylemekle
yetinir82 Din âlimlerinin vicdanını rahatlatan şey, buradaki adil
olmayan alışverişin iki taraf arasında kalmayıp, üçüncü tarafı kapsamasıdır.
Dördüncü Örnek: Selem
Senedi, özellikle kırsal kesimde yapılagelen ilkel ve geleneksel tefecilik
türü olmasına rağmen, İslam'da caizdir. Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi
vesellem, Medine'ye gittiğinde (hicret ettiğinde), "Selem Senedi
sözleşmesini yasaklamayıp, ona ölçü ve müddet sınırlamasını getirmekle
yetinmiştir."83 Selem Senedi şuna dayanır: Diyelim ki mandıra
sahibi, kış mevsiminde köylülere para dağıtarak ilkbahar ve yaz aylarında
sağılacak sütün kendisine şu kadar fiyatla (para verilen tarihteki piyasa
üzerinden) verilmesini ister. İslam'a göre, malı satan, elindeki peşin parayla,
başka ihtiyaçlarını görmüştür. Satın alan ise, o ucuzluk döneminde malı önceden
kapatıp gelecekteki kazancını güvence altına almıştır.
İslam tarihindeki bu
muamele biçimi öylesine sömürüye yol açmıştır ki, Şeriat Hilesi yoluyla bunu
caiz gören dönemin din âlimleri, zaman zaman devlete başvurarak bu fiyat
farkının (sömürünün) önüne geçilmesini istemişlerdir.84
Beşinci örnek: Bey-ül lyne'nin bir
başka biçiminde somutlaşır. A'nın, B adlı kişiye, bir malı veresiye 100 TL.'ye
satıp, anında onu peşin olarak 90 TL'ye geri almasıdır. Alışveriş sonucunda ilk
satıcı A, ilk müşteri B'ye 90 TL. nakit para vermiş olacak. Borcun vadesi dolduğunda,
gerçekte A, B'den 100 TL almış olacaktır. Görüldüğü gibi hile şuradan
kaynaklanıyor: 90 TL nakit karşılığında, vadesi geldiğinde 100 TL nakit
istenemiyor. Çünkü bu Ribâ (faizcilik/tefecilik) olur. Ancak, araya
nakit para değil de, vadeli satış yoluyla mal konulunca, Ribâ belası
bertaraf edilmiş olunuyor.
Altıncı örnek: Alacaklının, iki ay
sonra ödenecek 100 bin TL'sına karşılık bir dikiş makinası (aynı para ile
değil, mal ya da başka para birimiyle) veya 100 dolar alması işleminde de faiz
tahakkuk etmez.85 Burada, vadeli borç karşılığı alman mal (dikiş
makinası, buzdolabı, TV) ile aynı birimden olmayan paranın (dolar, mark vs.)
borç verilen asıl meblağa göre az ya da çok olması önemli değildir. Oysa
anapara karşılığı alınan fazla (faiz) ya da eksik (iskonto) miktar, İslâmca yasaklanmıştır.
Yedinci örnek: İslam yöneticilerinin
yönettiği bir ülke Dar-ül İslam (İslam diyarı) dışındaki Dar-ül
Harp'te (gayrimüslimlerin yönettiği ülke) yaşayan veya bir şekilde bulunan
bir müslüman, gayri müslimlerden faiz alarak yaşayabilir.86 Nitekim, Türkiye'de
Süleymancılar adıyla bilinen cemaat, bu yöntemi Almanya ve Türkiye gibi ülkelerde
uygulaya gelmektedir. Çünkü bu cemaatin nazarında her iki ülke de Dar-ül Harp (Gavur
Diyarı) sayılır.
Benzer biçimde bir
müslüman, Dar-ül Harp'teki gayri müslimlere "domuz veya ölmüş
hayvan eti (her ikisi de İslam'da yasak olan) satıp geçimini temin edebilir,
kumar oynayarak gelir sağlayabilir."87
Sekizinci örnek: Vade farkı ile para
verilip fazla meblağ almak, Ribâ kabul edilir. Oysa peşin fiyatı 100 TL
olan bir malı, iki ay vadeli 115 TL'ye satmak İslam'da caizdir.88
İslamcı düşünürler arasında "her ikisini de aynı şey" sayan olmuştur.
Çünkü bir malı 10'a alıp 11'e satmanın helal olduğu bir yerde, nakit paranın 10
lirasının da 11 liraya satılması helâl olmalıdır diye mantık yürütenler hep
çıkmıştır. Nakit vermedeki faizi reddedip, vadeli mal verimindeki fiyat
artırımını onaylayanlar ise, "sermaye tefeciliği, muhtacın daha fazla
sömürülmesi ve tefecinin çok kâr etmesi demektir. Oysa vadeli mal alışverişinde
fiyat arttırımı, ihtiyacı karşılamayı öngörüyor."89 diyor. Yani
fazlalık gibi gözüken şeyin meşru bir karşılığı varsa, o zaman faizden söz
edilemeyeceği fikrini ileri sürüyorlar. Onlara göre, bedeller arasındaki
dengeyi sağlayan üçüncü mekanizma piyasa'dır. Vadeli mal satımındaki
fiyat arttırımı faiz sayılmayınca da, meblağın hesaplanmasında esas alınan
ölçüt (kriter) önemli değildir. Oysa, 100 gr. altın verip vade sonunda 101 gr.
altın almak nakdi fazlalık olup, faiz kapsamına girer.90
Dokuzuncu örnek: Bir tüccar veya banka,
piyasadan peşin fiyatına (görece ucuza) aldığı malları, vadeli ve daha pahalı
olarak kişi ve kurumlara satabilir. Bunda Ribâ olmaz. Aynı şekilde peşin
para vererek önceden istenilen malı ucuza kapatır, ancak malı daha sonra teslim
alır. Her ikisi de ilkel tefecilik türleri olup, günümüz İslamcı kişi, kurum ve
kuruluşlarının (bankalar, şirketler) sıkça başvurdukları; allayıp pullayarak
"faizsiz bankacılık" diye sundukları işlemlerin özüdür.
Onuncu örnek: Şafii Mezhebi'nin, Taam
(tat ve lezzet verme özelliği) niteliği olmayan malları, Taam'a kıyas
ederek (karşılaştırılarak), faiz kapsamı içine sokması.91 Yani,
yiyecek maddesi dışındaki malların, diyelim ki lalenin satışında faiz
aranmayabilir.
On birinci örnek: Günümüz İslâmi bankaları ve şirketleri de dahil, tarihteki
hemen bütün İslâmi mali ve ticari kuruluşları, yasaklanan Ribâ'yı gerçekleştirebilmek
için, genellikle bu işin günah/ haram sayılmadığı diğer dinlerden (Hıristiyan,
musevi, Zerdüşt, putatapar) insanlar aracılığıyla yaptırmışlardır.92 Ya ortak şirketler kurulmuş ya da
İslâmi bankaların "gavur şubeleri" olmuş veya Dar-ül Harp'te açılan
bürolar aracılığıyla faizcilik yapılarak tefeci/tüccar sermayesi
işletilmiştir.
Anlatılan nedenlerle
İranlı İslam düşünürlerinden Dr. Ali Şeriati, Şeriat Hilesi'ne "Allah'ı Aldatmak" tanısını koyarak
şunları yazar: "Safevi din
adamları, öyle helali haram, haramı helal yaparlar ki, dudağın uçuklar. Üstelik
Şer'î, yasal ve Kur'anî bir şekilde. Kur'an'da Allah'a düşmanlık olarak ilan
edilen faiz yiyiciliğini güzel, basit ve zahmetsiz bir hale getirirler.
Sözgelimi öncelikle kağıt para'nın para (madeni nakit F.B.) olmadığını
buyurmuşlardı. Öyleyse, kağıt para ile faiz helaldir. Ancak bu kağıt para,
madeni paraya dönüşürse, o zaman faiz yasak olur. Çünkü Kur'an'daki ölçü
kağıt para değil, madeni paradır. O halde kağıt para, çek ve senet ile faiz
serbesttir. Faiz haram
olduğuna göre, şeytanın aklına gelmeyecek bir yol bul! Faiz vermek
istediğin parayı bu defa faiz niyetiyle verme, satış şartı koş. Nasıl? 100 bin
tümeni borç olarak ver. Onun
20 bin tümen tutan kârını para olarak değil de tuz (mal F.B.) olarak al. (İşte
sana faiz-F.B.)... Şartlı satış (İslam'da) haram mı? Hayır! O halde (faiz
vermeyip de bunun yerine) bir tutam bitkiyi 200 bin tümene sat. Oldu bu iş!
Çünkü İslam Şeriatı, fiyatları denetleyen bir belediye değildir. Şeriat'a
sahtekârlık yapmak için başka onlarca yol icat edilmiştir: Şart satışı,
sulh, rehin, selef satısı, hibe-i muavvizi... (kısaca) Safevi din adamı,
Şer'i kılıf (hazırlama) uzmanıdır. Kafirliğin başına Şeriat başlığı (sarığı/külahı) takandır..."93
Ali Şeriati'nin
anlattıklarıyla Şeriat Hilesi'nin faiz alanında nasıl çalıştığını tamamlamış
bulunuyoruz. Borç verenin istememesine rağmen, borçlunun parayı geri öderken
alacaklıya gönlünden kopan bir armağan vermesi gibi, "istemiyorum ama yan
cebime koy", türünden basit hileleri de saymıyoruz. Bir benzeri de Beyi'bi'l
Vefa'dır: Mesela bir evi, parasını iade edince geri almak şartı ile
birisine satmaktır. Evi satın alan, iade edinceye kadar ondan istifade ederdi.
Faizden kaçmak için caiz görülen bu yöntem de hile mahiyetinde olup, ihtiyaç
nedeniyle uygun görülmüştür.
Şimdiye kadar verilen
örne*kler, Ribâ yasağının Peygamber ile dört halife zamanında ve sonraki
devirlerde doğru düzgün yürümediğini gösteriyor. Ribâ, pratikte etkili
olmamıştır. Çünkü din bilginleri, teorik yasaklamaları kitabına uydurmakta
büyük ustalık göstermişlerdir. Yasak delen bu Şeriat Hileleri (Hile-i
Şeriye)'ni gerekçelendiren kitaplar yazılmıştır. Özellikle bu alanda ünlü
olanlar Ebu Bekir Ahmed El Keşşaf (öl. 874), Ebu Kerim Mahmud El
Kazvini (öl. 1050) ve Muhammed İbn-ül Hasan Şeybani (öl. 804) vs.
idiler. Dört mezhep içinde "faiz yasağının delinmesine en hoşgörüyle bakan
ise Hanefilik'tir. El Keşşaf ile Şeybani, Hanefi idiler. Maliki
ve Şafii mezhebi, genelde uzlaşmaz bir tutum takınmakla birlikte, Şeriat Hilesi
yapmaktan geri durmadılar."94
19. yüzyılın
ortalarından itibaren gelişen İslamcı akımın öncülerinden Selefiler
(Cemaleddin Afgani, mürid'i Mısırlı Muhammed Abduh ile onun tilmizi
Lübnanlı Reşit Rıza) basit faizi açıkça mübah gördüler. 1899'dan 1905'e
kadar Mısır'da başmüftülük yapan Muhammed Abduh, 1903'te tasarruf
sandıklarına yatırılan paranın (faiz getirdiği bir gerçekti) meşru olduğunu
bildiren fetva çıkardı. Ancak Abduh, aşırı faizcilik (murabaha) yapan banka
kârlarına karşı çıktı. Dönemin Mısır yönetimi ile Posta İdaresi, Abduh'nun bu fetva'sına
dayanarak Tasarruf Sandıkları'nın yüzde 2.5 oranında faiz verebileceğini
açıkladılar. Ancak açıkça faiz denilmiyor, olay bir " temettü"
olarak adlandırılarak Kur'an'daki yasaklama savılmış olunuyordu.95
Lahor'da çıkan müslüman
gazetesi Patsa ihbar (Urdu dilinde yayınlanan) Ahmed Ali Muaddis başkanlığındaki
18 Ulema'dan (din alimi) oluşan bir kurula 1908'de şu soruyu sormuştu:
"Bir mümin, belli bir süre içinde faiz almaksızın bir bankaya para
yatırabilir mi?" Alınan cevap şöyleydi: "Bankaya yatırılan para,
murabahaya (faiz) yol açabilir. Ama müminin amacı faiz almak değil, dolayısıyla
para yatırılması caizdir. Keza komisyon almak faiz değil, bir emek karşılığı
verilmiş ücrettir. Alınmasında sakınca yok."96
Abduh'un öğrencisi Reşid Rıza ise,
faizi, İslam alimlerinden İbni Kayyim gibi ikiye ayırır: Celi (açık) ve Hafi
(gizli) faiz. Birincisi üzerinde önemle durup onu "haram" ilan
eden Reşid Rıza, İkincisinin "haram olmadığı"na ilişkin irdelemelerde
ve yorumlarda bulunur. Kendi görüşünün desteklenmesi doğrultusunda İslam
alimlerinin icmaa (fikirbirliği) yapmasını ister. Her durumda, Reşit
Rıza'nın faiz hakkındaki Risale'si, vefatından sonra
yayınlanabildi.97
Seyyid Ahmed Han (1817-1898), Hindistan
müslümanlarının önemli teorisyenlerinden olup, bir döneme damgasını vuran bir
din alimidir. İngilizlerle yakın ilişkisi yüzünden "Sir" ünvanını da
alan bu Seyyid, aşağıdaki görüştedir: "Ribâ, Kur'an'da kategorik
olarak yasaklandı. Bileşik faiz kesinlikle yasak olmalı. Ancak basit faiz,
özellikle banka ya da hükümet bonolarıyla oluşanı, serbest (helal) kılınmalı." 98
Kuveyt'te 1960'larda
kurulması tasarlanan faizsiz banka projesi hakkındaki düşüncesi sorulan Prof.
Mahmud Ebu El Suud şöyle demiştir: "Tüketim maksadıyla ödünç alanlara
faizsiz kredi (karz-ı hasen); üretim ve yatırım maksadıyla alanlara ise muayyen
kâr karşılığı (ki kredi vermede önceden belirlenen kâr miktarı İslâm’ca faiz
olarak nitelendirilip haram kılınmıştır-F.B.) kredi açmak gerek. Bununla
birlikte alınacak muayyen kârı, mahiyet ve mana yönünden faiz saymamak lazım...
(Tabii bu usul kafa ve gönüllere yatarsa)..."99
Aynı konuda görüşüne
başvurulan Irak Şii İslam hareketinin fikir babası ve ünlü İslam iktisatçısı M.
Bakr El Sadr'ın sözlerine bakalım: "Kurulması tasarlanan banka,
rekabete ve haliyle (diğer ticari ve mali kuruluşlarla) bir etkileşime girmek
zorundadır. Bu tür kuruluşlarla yapılacak işlemler, faiz esasına dayanmak
zorundadır. Olay, muhtemelen eskisi gibi devam edecektir." 100
Tevflk Şavi, şunu belirtir:
"Gerçek şudur ki, faizsiz çalışan bir banka, tamamıyla ticari faaliyet
gösteren bir bankanın yerini tutamaz." 101
Sabri F. Ülgener, faiz
için şunları söylemiştir: "Değişik yatırımların değerlendirilmesinde ve
karşılaştırılmasında en güvenilir bir etken. "102
İslam Ekonomisi
denilince kitapları çok rağbet görüp, okullarda okutulan Pakistanlı iktisatçı
Prof. A. Mannan ise, İslâmi bankaların yabancı bankalarla olan işlemlerinde
"faiz'e başvurmasını salık vermiştir.
103
İslam iktisatçılarından
Muhammed Ekrem Han'ın bakış açısı daha farklıdır: "Ribâ tartışmaları,
ekseriya Ribâ'nın olumsuz rolü üzerinden yapılmaktadır. Mesela Ribâ'nın
işsizlik, enflasyon, iktisadi dalgalanmalar, servetin belirli ellerde
toplanması gibi olumsuzluklara sebep olduğu belirtilir. Bu tip tartışmalar,
çoğunlukla sezgi ve tümdengelim yoluyla anlaşılmaktadır. Bu iddiaları
desteklemede, gerçek hayattan delil olabilecek herhangi bir materyal yoktur. "104
Deyim yerindeyse
gizli/örtük faizi "gölge fiyat" olarak adlandıran ünlü İslam
ahlaki iktisatçısı N. Haydar Nakvi, İslam'da bu "gölge
fiyat"ın sıfirlanamayacağını (yani gizli faizin hep olacağını) söyler. Ona
göre, sadece hukuksal değil, aynı zamanda yapısal değişiklikler getirilmeksizin
kurulacak bir İslâmi ekonomi sisteminde, faiz, hep gizli/ örtük biçimde sürüp
gidecektir. İslâmi Merkez Bankası 'nın, para arzında kesin kontrolü
sağlanamaz. Çünkü politik araçları yetersizdir. Özetle, Nakvi, ideal yapısal
bir İslam modeli gerçekleştirilmeden "İslâmi" adı altında
kurulacak her şeyde, geçici faizi "mübah" değilse bile "zorunlu"
görmektedir. 105
Şimdiye kadar faiz
meselesinin teorik yönlerini irdeledik. Anlaşılan odur ki, İslam'daki dogmatik
nass'lar (Kur'an'ın değişmez metinleri) ile günün pragmatizmini önplana çıkaran
siyasi yorum ve tutumlar arasında çatışma olduğunda, her zaman genellikle
pratiğe yaramıştır. Nass yasaklamaları, kısa dönemler için ve ancak
sınırlı bölgelerde sıkı biçimde uygulanıyordu. Geniş imparatorluk alanlarında
ve uzun dönemde geçerli olan, hileler veya gevşek/hoşgörülü politikaların yansıması
olan Amel'ler idi."106
Böylece dini nazariyeler
(Nass'lar), Amel'i (pratikler) sınırlı bir şe; kilde etkiledi. Kaldı ki
Nass'lar (ya da teori ve siyasetler), söz konusu dönemlerin ekonomik faaliyetinin
temel dayanaklarını eleştirmiyordu. Çünkü bu tür eleştiri getirmeye kalkan
doktrin'ler, bir çeşit (toplumsal/siyasal F.B.) ayıklanmayla, bir kenara
atıldılar.107
Bu durumda, Asr-ı Saadet
dahil olmak üzere İslam toplumlarında faiz yasağına uyulmadığı, müminlerin
gerçekte faiz yedikleri ortaya çıkıyor. Örneklere bakalım:
Günümüz İslam
alimlerinden M. Hamidullah, ilk İslam toplumunun üçüncü lideri (ikinci halife)
Hz. Ömer zamanında, faiz yasağı uygulamasının kesinlikle uygulanabildiğini
kabul ediyor.108 Bizce bu bile kuşkuludur.
İslam fetihleri yoluyla
başka halkların toprak ve maddi birikimlerini talan edip, ayrıca vergilendirme
aracılığıyla muazzam servetler biriktiren Arap egemenleri (özellikle Kureyş
tefeci-tüccar aristokratları), geniş çapta ticaret yapmanın yanı sıra faiz
karşılığı borç para verebiliyorlardı.109
Yaygın olan faiz (Şeriat
hilesi yoluyla) türü de şöyleydi: Bir kitabı bir yıl vadeyle 120 bin liraya
satmak. Ama aynı kitabı hemen ve peşin olarak 100 bin liraya geri almak.
Böylece alacaklı, borçluya, fiilen 100 bin lira nakit para vermiş oluyor. Bir
yıl sonra bunu, 120 bin lira olarak geri alacak. Fakat, işlemin sadece paraya
karşılık fâzla para (yani, faizli sermaye ticareti/tefecilik) olmaması için,
araya kitap denen üçüncü bir mal sokulmuş (değişim aracı olarak) oluyor. Bu
arada kitap, ilk sahibine yani alacaklıya kalıyor. Bu tür faizcilik,
İslam toplumlarında Muhtara olarak bilindi ve Ortaçağ Avrupası'nda da
benzer biçimde uygulan-dı.110
İslam fetihleri sonunda Zımmi kabul edilen müslüman
olmayan (Zerdüşti, Musevi, İsevi, vs.) cemaat tefecileri, faiz yasağına
görünüşte uyan müslümanlara faiz ile para verebiliyorlardı. Yani gavur
bankerler ile müslüman tüccarlar arasındaki ticari işlemlerde faiz geçerliydi.111
9. yüzyılda Basra kentinde
yaşamış olan Cahiz, bulunduğu kent tüccarların yaygın biçimde
"faizcilik/tefecilik" yaptıklarını kitaplarında yazar.112
Tunus'ta 8. ve 12.
yüzyıllarda, "faiz karşılığı borç veren sarraf-bankerlerin çokluğu" dikkati çeker. Aynı ülkede
"rehin karşılığı ödünç vermeler sonucu,
esnafın elinde sayılmayacak kadar mevduat toplandığı"
da kaydediliyordu. 113
11. yüzyıl İran'ında,
radikal tsmailiye mezhebi propagandacısı Naşir Hüsrev, Farsça yazılı
şiirinde, "tefecilerin kötü niyetlerinden" söz ederek,
"yoksulların kanını emen aşağılık insanlardır bunlar", demektedir.114
16. yüzyıl Iranı'nda
ise, tüccarlara şu hile yolu gösterilmektedir: "Tefecilik yasağından
sakınmanın bir yolu var: Mesela Seyit, herhangi bir mal karşılığı Emru'ya bir
ölçek buğday, Emru'da Seyit'e başka bir mal karşılığı iki ölçek buğday satmış
olsun. Verilen malların (meta'ların) değeri az olduğu ve buğday karşılığında
satılmış oldukları için, burada Ribâ (tefecilik) söz konusu olamaz. Çünkü
mübadele edilen mallar nakit olarak veya ağırlık yönünden eşdeğer değiller.
Aynı türden ama farklı iki ağırlıktaki iki değer (li meta), hibe veya borç
yoluyla mübadele edilirse, yahut alındığından daha fazlasını veren taraf
fazlalığı bağışlarsa, durum gene aynıdır... 115
Farsça bilen ve 17.
yüzyılda İran'da kalmış Şövalye Chardin "müslümanların da katıldıkları
bankerlik işlemlerindeki faiz oranının yüzde 12 olduğunu," yazıyordu. 116
16.
16. yüzyılın ortalarındaki İstanbul'da
(Osmanlının payitahtı), "mescitlerin mülklerini yönetenler, bağış yoluyla
gelen paralan yüzde 18 faizle borç veriyorlardı." 117
1893 tarihli bir rapor:
"Tefecilik İslam'da yasaktır. Buna rağmen Fas'ta geniş biçimde uygulanır.
Şöyle ki; borç isteyen, borç verenden uzun vadede, ama değerinin yüzde 30,
yüzde 50'si ve hatta daha fazlasıyla ödenmek üzere mal (şeker, pamuk vs.)
satın alır. Havaların kötü gittiği zamanlarda bu alacaklar ödenmeyebiliyordu. "118
Yine, Fas'ın Fez
kentinde yaygın olan eski bir gelenek uyarınca, faiz karşılığı borç verilirken
bir poliçe imzalanır. Vadeli poliçenin faizi, şartlara göre yüzde 6 ile 42
arasında değişir. Fas'ta yüzde 100 ile 400 faiz oranıyla vadeli (veresiye) mal
veren tüccarların işlemleri de başka bir münasebetle anlatılır. "119
İslâm’ın kutsal mekânı
Mekke kentinde, 1884-1885 arasında inceleme yapmış bir bilgin, Hintli
müslümanların bu kentte sadece ticaretten değil, aynı zamanda kredili
satışlardan da büyük vurgun vurup yüzde 50'ye varan faiz yediklerini
anlatmaktadır.120
Abbasi döneminde Bağdat
bankacılık kuruluşlarına "Kapı Sarrafı” (Sarraf-ül Hazreh) adı
verilirdi. Bu sarraflar, Vezirlere bile yüzde 20-30 ve ihtiyaç halinde yüzde
100'lük faizlerle borç para verirlerdi. Her kentte Kuy-i Serrafan adı
verilen bir banker pazarının bulunduğu Abbasi devrinde, ödünç verilen anapara
karşılığında alınacak faiz'in aynı cinsten olmaması, Şeriat yasağı (Ribâ yasağı)'ından
sıyırmanın en geçerli yoluydu. Sözgelimi, altın borç verip, karşılığındaki
faizi gümüş ile almak yeterliydi. Şeriat kitabına uydurulan bu işlem, yüzde
100'lük bir faiz getirebiliyordu.121
Cezayirli bir hukuk
yazarına bakılırsa, Kuzey Afrika'daki müslüman toplumlarda faiz karşılığı borç
verme işlemi o kadar genişledi ki; tefecilik, aklın almayacağı bir gelişme
gösterdi.122
11.
11. yüzyılda İslam toplumunun "Wall
Street'i durumuna gelen Hindistan'da ise, bankercilik ve borsacılık büyük
boyutlar kazandı. Para'nın akışı Mısır (Kahire)'dan Yeni Delhi'ye doğru yön
değiştirdi. 123
Pencap'ta, içlerinde
peygamber soyundan gelen Seyyid'ierin de bulunduğu tefeci-tüccarlar, önlerine
diz çöküp yalvaran yoksullara yüzde 12-50 arasında değişen faiz oranlarla borç
veriyorlardı.124
Mısır'da İslâmca
yasaklanan murahaba'nın her türlüsü geçerliydi. Mesela bir yetimin veya öğrenim
çağındaki öğrencinin parasını bile bankaya yatırmak caizdi.125
Osmanlı'daki Ziraat
Bankası, 1888'den beri faiz ile sermaye almak (her mevduata yüzde 4 faiz) ve
yüzde 6 ile kredi vermek gibi yazılı bir kurala göre çalışıyordu.126
Hindistan'ın Habib Bank
(Bombay), Haydarabad Bank (Madras) ve diğerleri Avrupa bankacılık örneğine göre
kurulmuş olup, hepsi de faiz alıp veriyordu.127
Günümüz İran'ındaki
pratik faizler, yüzde 14'e kadar yükselebiliyor. İran'da sayısı 13Ö0'ü
bulan kredi sandıkları "tefeci büroları haline gelmiş", yıllık %
25-50 arasında değişen oranlarla kredi vermişlerdir. Türkiye'deki İslâmi
holdinglerden İHLÂS, "faizli sistemle çalıştığını" Kasım 1994 tarihli
bir basın toplantısında açıklamıştır. Refah Partisi'nin para
mutemetlerinden Süleyman Mercümek, 65 milyar TL'yi faizli bankalarda
batırmıştı (1994'te) Almanya'daki Cemalettin Kaplan, bizzat müslümanlar
taralından, "109 bin mark faiz almak "la suçlanmıştı. Türk Diyanet
işleri Başkanlığı da, Hac paralarını, Vakıfbank'a yatırarak faiz almıştı. Türkiye'de
İslamcıların ağırlıkta oldukları vakıf gibi kuruluşların "faiz belasına
bulaştıklarını" açıklayanlar, bizzat İslamcı yazarlardır. (Bkz.; Muhammed Taha,
"Vakıflarımızı Faiz Belasından kim Kurtaracak?" başlıklı makale, 29
Temmuz 4 Ağustos tarihli Selam gazetesi).
Aynı yazar, Müslüman iş
çevrelerinin faizden nasıl nemalandıklarını da bir başka makalesinde ele
alıyor. Kâğıt paranın temel dinamiği faiz, çağdaş toplumların meşru kazanç
yoludur. Faiz, kâğıt paranın hakim olduğu bu sistemde, hiçbir emek, bedel ve
risk karşılığı değildir. Emeği sömüren faiz; ticaret, hizmet, tarım, sanayi vd.
tüm sektörlerdeki üretimin aslında gayrimeşru ve ceberrut ortağıdır.
Rantiyelerin ideal insan tipi olduğu bu toplumda, herkes faizin esiri olmuştur.
Karz-ı Hasen'i (güzel ödünç) aptal eylemi haline getiren enflasyon ve faiz
İkilisi, maalesef biz müslümanları da (alıp-almama, almanın makul
gerekçelerine sarılma, kazancına faizciyi ortak etme gibi yollarla) mağlup
etti. Aramızdaki güveni yok etti. Asıl mali gücün faize dayalı olduğunu
farkeden bir grup müslüman, fetva ile banka kurmaya ya da almaya çalışırken,
İslâmi esaslara göre çalışmak üzere kurulmuş finans kurumlarını faize paralel
uygulama riskleri olan Murabaha'ya mahkum etti...
Kur serbestisi ve günlük
kur uygulaması, borsa-döviz tahterevallisinde dans eden spekülatörlerin ana
rant kapısıdır. Borsa spekülatörlerinin oyuncağı olan IMKB hakkında bir şey
söylemeye gerek var mı?
Bağy sahiplerinin
kurduğu bu enflasyonist ortamda parayı korumak ve çoğaltmak derdi;
güvendiğimiz, inandığımız Sayın Necmeddin Erbakan (RP lideri) ve Tayyip Erdoğan
(İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı) kardeşlerimizi bile, repo, hisse senedi
ve tahvilden hangisinin daha kârlı olduğunu söylemeye ve seçmeye itiyor.
Netice-i kelam; ben, suistimal ve haksız servet transferine yol açan
rantiyeciliğin bağilik ve bagy (zulüm, istismar, nefret edilen şey) olduğu
kanaatindeyim. Bir de kendimizi yoklayalım! Bakalım, (biz müslümanlar)
ömrümüzün ne kadarı rant kollamakla geçiyor?" (Bkz; Selam gazetesi,
21-27 Kasım 1995) Zaten müslüman sermayedarların iş
örgütü MÜSlAD Başkanı Erol Yarar da, "Enflasyon kadar faiz helaldir"
yolunda görüş belirtmişti. (Radikal gazetesi, 20 Ekim 1996)
İslamcıların yönettiği
Afgan resmi bankaları da faizle çalışıyor. Sanırız, faiz sorunu, artık iyice
açıklığa kavuşmuştur. Özetle bazı saptamalar yaparsak.
Bir; faiz yasağının sadece İslam'da
olduğu yolundaki efsane, tarihi gerçeklerle bağdaşmıyor. Faiz yasağı, dini ve
ahlâki nedenlerle M.Ö. yaşayan toplumlarda (Babil, Yunan) olduğu gibi, İslam
öncesi dinlerde (Hıristiyanlık gibi) de vardı. Modern çağda kapitalist Keynes
bile faiz sınırlamasından söz edebiliyordu.
İki; İslam'ın faizin her türüne yasak
getirdiği yolundaki iddia da ahlaki bir efsane olmaktan öteye geçmemektedir.
Tersine, yasaklanan sadece "faiz getiren sermaye/tefecilik"
(Ribâ)dir. Fakat İslamcı alim ve hukukçular, "Allah'ın iradesinin cüz'i
değil, külli olması" gerektiği yolundaki mantıktan hareketle, sonradan
tefsir tarzıyla faiz (Ribâ) kapsamını genişletmişlerdir. Olaya siyasal bir
boyut katmışlardır. Sadece faiz yasağına
indirgenen
sömürücülük, başka alanlarda tüm hızıyla sürmektedir. Sözgelimi, faizi
yasaklayan İslam, bedava köle emeğini sömürerek haram yiyebilmektedir
|
yapmaktadır.
|
|
-
|
Üç; tüm iddialara rağmen,
Ribâ/faiz meselesi, İslam alimleri arasında henüz açıklığa kavuşmuş /
kavuşturulabilmiş değildir.
Dört; zaten sınırlı ve yerel düzlemlerde
getirilen faiz yasağı, pratikte hep delinegelmiştir. Peygamber döneminden
başlayarak günümüze kadar uzanan çizgideki İslam tarihi, faiz yasağının
pratikte yürümediğinin çeşitli örnekleriyle doludur.
Beş; teorik açıdan da faiz yasağı geçerli
olmamış; İslam din bilginleri, Hile-i Şeriye (Şeriat Hilesi) yoluyla, işi
kitabına uydurmuşlardır Görünüş kurtarılınca, hile meşru bir hal alıyor. 128
Altı; faizsiz bankacılık/faizsiz
ortakçılık iddiaları da geçmişte olduğu gibi, günümüz pratiklerine uymuyor.
Tersine geçerli kural, gizli faizcilik "murabaha' dır.
Yedi; esasında iktisadı zayıf olan
toplumlarda özel mülkiyeti tabana yayma eylemi olan faizsiz işlemler, sömürüyü
ortadan kaldırmıyor. Tersine daha fazla sömürüyü hedefliyor.
Sekiz; tefeciliğin ikiz
kardeşi olan ticari sermayeye ağırlık veren İslam, ister istemez pazarda
vurgunculuk ve spekülasyon
Dokuz; meseleye bir de ekonomi bilimi
teorisi noktasından yaklaşalım; ABD'deki Güney California Üniversitesi Öğretim
görevlisi Profesör Timur Kuran, "Journal of
Economic Perspectives" adlı yayın organının Şubat 1996 tarihli
nüshasında, "Faiz Haram, Kâr
"Helal" başlıklı bir makale yazdı. Kuran'a göre, Islami bir sosyal dayanışma ağı ve
alt-ekonomi oluşmuştur. Bu alt-ekonomi, metropollerde zaten mevcut
din-dışı kapitalistik ilişki ağlarına dahil olmayan göçmen ve düşük
gelir gruplarındaki insanlara alternatif bir dayanışma ve ticaret ağı
sunmaktadır. Üstelik, kapitalist ilişkilerin yozluğundan "suçluluk
duyanlara"da bir rahatlama imkanı sağlıyormuş! Profesör Kuran, İslâmi
ekonomideki tasarrufların, "rant arayıcı ekonomik faaliyetler" yerine,
"risk alıcı ve girişimci faaliyetleri" teşvik amacını
güttüğünü öne sürmektedir.
Oysa, Türkiyeli
ekonomistlerden Dr. Gündüz Taner Cangil, bu tezleri çürüten aşağıdaki
görüşü ileri sürüyor: "Görünüşe
bakılırsa, İslâmi ekonomide, rekabetçi ve verimlilik kaygısı güden, yeni ürün
geliştiren ve risk alan dinamik iktisadi aktörlerin oluşturduğu bir piyasa
ekonomisi amaçlanıyor olsa gerektir. Riskin paylaşımında, sözleşme tarafları
eşitmiş. Tabii, 'faiz değil kâr payı
(veya nema) dağıtıyoruz' diyen İslâmi finans kurumlarının aslında faiz
dağıttıklarını, çünkü kendilerinin de risk almayarak diğer din-dışı finans
kurumlarıyla aynı yatırım araçlarına yatırım yaptıklarını görüyoruz...
"Faiz haram, kâr
helal"den maksat rekabetçi ve iktisadi açıdan etkin bir piyasa ekonomisi
yaratmak ise, bu slogan teorik bir tutarsızlıktan ibarettir. Burada reel
faizin bugün tüketmeyerek tasarruf etmenin, yani tüketimi erteleyerek
beklemenin getirisi olabileceği veya reel faizde de bir risk öğesi
bulunabileceği noktalarına temas etmek istemiyorum. Tam rekabetçi bir piyasa
ekonomisinde, uzun dönem dengesinde (sermayenin ve emek gücünün kira payları
dışında) kâr sıfirdır.
Emek gücünü
kiralayanlar, karşılığında bir ücret; üretim araçlarını (makinalar)
kiralayanlar ise, bir getiri elde ederler. Makinalar, parasal sermaye olarak
kiralanırsa, söz konusu getirinin adı (reel) faizdir. Tam rekabetçi ve etkin
bir ekonomide serbest giriş vardır. Çok sayıda firmanın rekabeti sonucunda
iktisadi kâr, teorik bir modelde, sermayenin kirasına ya da reel faiz haddine
kadar düşecektir... Mevcut yegâne kâr, reel faize eşittir.
Sermayeyi kiralayanlar
ile yatırımı yapanlar aynı insanlar ise, bu modelde kâr denebilecek yegane
marj, reel faizle aynıdır. Aynı insanlar değilse de, iktisadi kâr marjı,
dengede çok düşüktür. Dolayısıyla, 'faiz haram, kâr helal' piyasa ekonomisi
kurallarında hiçbir anlam ifade etmez.
'Faiz haram, kâr helal'
ifadesiyle bir tür tekelci kâr da helal kabul ediliyorsa, söylenecek başka bir
şey yok. Çünkü, başka bir tür ranta cevaz verilmektedir... Rekabetçi bir genel
denge modelinde, emekdeğer teorisi çerçevesinde, kâr kaynağı sömürüdür. Ayrıca,
'kâr helal' demek de her zaman adil olmak iddiasıyla bağdaşmayabilir.
Çünkü, emek-değer manasında, sömürüsüz kâr olmayabilir.
Sonuç olarak; rekabetçi
modellerde kâr ve faiz hem ayrılamaz, hem de kâr zaten reel faize eşittir.
Dolayısıyla 'faiz haram, kâr helal' sloganı bir anlam ifade
etmez..." (Bkz; "Kâr ve Faiz Üzerine İslâmi Bir İktisat Var
mı?", Yeni Yüzyıl gazetesi, 17 Şubat 1996)
On; 25-29 Eylül 1996 tarihinde
Konya'da bir araya gelen "I.İslam Ticaret Hukukunun Günümüzdeki
Meseleleri" adlı konferansa, çeşitli İslam ülkelerinden katılan 50
dolayındaki din adamı ve uzmanın başta faiz olmak üzere, birçok konuda
yayınladığı bildiriler dikkat çekicidir. Örneğin, varılan sonuçlar arasında
şunlar vardı: "Repo, yasak olan
faiz kapsamı içindedir. Enflasyon oranı altında olsa bile, faiz caiz değildir.
Herhangi bir şekilde gerçekleşen faiz, alınıp hayır yoluna harcanmalı.
Gecikmiş borçların ödenmesinde, bazı âlimler, kararlaştırılan rakamsal değerin
esas alınmasını; bazıları ise, enflasyon miktarının gözönünde bulundurulmasını
istediler. Ticari sözleşmelerde komisyonculuk ücreti alınabilir. Factoring'de,
kredi verme dışındaki hizmetler için komisyon alınır. Devletin verdiği teşvik
kredileri konusunda iki görüş ortaya çıkmıştır. Biri, dini duyarlılığı
(müminler) olanların ülke ekonomisinde etkin rol oynamaları amacıyla; kredi
faizinin pozitif olmaması ve meşru alanlarda şartlarına uygun biçimde
kullanılması kaydıyla teşvik kredilerinin alınmasını savunmuştur. Diğeri ise,
içinde faiz olduğundan buna itiraz etmiştir. Bu arada, devletin verdiği faizli
teşvik kredisinin alınmaması noktasında görüş-birliği sağlanmış; faizsiz teşvik
kredisi konusunda ise, görüş ayrılığı çıkmıştır. İslam bankalarından alınması
ve bedelinin İslâmi kurallara göre ödenmesi kaydıyla Teminat Mektubu'nun alınmasının
caiz olduğu belirtilmiş; ancak, buna şerh koyanlar da çıkmıştır. Üyelerin
tamamı, akreditif komisyon bedelinin ödenmesinin caiz olduğunu beyan etmiştir.
Faizsiz ve yalnız mal-hizmet alımlarında kullanılmak üzere kredi kartlarının
helal olduğu belirtilmiş; bunların İslâmi bankalarda işlem görmeleri tavsiye
edilmiştir. İslam bankalarınca ve İslâmi kurallara göre yapılması koşuluyla,
leasing de oybirliğiyle caiz görülmüştür. Benzer şey, Selem Akdi için
söylenmiştir. Özel finans kurumlarının meşru ve caiz olduğu belirtilmiş; İslâmi
kurallara harfiyen uyulması şartıyla 'Murabaha' ya (faize en yakın işlem-F.B.)
cevaz verilmiştir. Devletin çıkardığı tahvil-hazine bonoları alım-satımı haram
sayılırken, İslâm’a uygun alanlarda ve İslâmi kurallara göre çalışan
şirketlerin çıkardığı hisse senetlerinin alım-satımı helal kılınmıştır..."
(Bkz; Zaman gazetesi,
2-4 Ekim 1996)
Kolayca anlaşılacağı üzere, anılan kongre, küreselleşmiş
dünyanın finans-kapitaliyle bütünleşmenin gerekçelerini "kitabına
uydurmak" için düzenlenmiştir. Amaç, aracı mübah kılmıştır. Verilen
fetvalarla, esasında faiz serbest bırakılmış; sadece "İslâmi kurallara
uyma, İslâmi alanlarda çalışan şirket faaliyetleri... vs." gibi ekonomi
biliminde anlamsız ifadelerle, peçeli-çarşaflı faizciliğin teorisi
yapılmıştır.
1 Ayrıca bkz. Süleyman
Uludağ, İslâmda Faiz Meselesine Yeni Bir Bakış, İstanbul, 1988, s.21'den
alıntılayan Cengiz Kallek, Hz. Peygamber Döneminde Devlet ve Piyasa, s.40,
Bilim ve Sanat Vakti Yay., İstanbul, 1992.
2 S. Uludağ'ın age'den
aktaran C. Kallek, age, s.41.
3 Aktaran, C. Kallek, age,
s.41.
4 Doç. Dr. Sabri Orman,
Modern iktisat Literatüründe Para, Kredi ve Faiz, s.54 (Tartışmalı ilmi
Toplantı), İslâmi İlimler Araştırma Vakfi Yay., (ISAV), İstanbul, 1992.
5 Halil Berktay, Kabileden
Feodalizme, s. 157-180, Kaynak Yay., İstanbul, 1983.
6 Sözgelimi bkz. Prof. M.
A. Mannan, İslam Ekonomisi/Teori ve Pratik Seyyid Kutup' İslâm-Kapitalizm
Çatışması; Mahmut Talegani, İslam ve Mülkiyet; Dr. Ali Şeriati, İslam
Ekonomisi; M. Bakr El Sadr, İslam ve İktisadi Ekoller; İsmet Bozdağ, Üçüncü
Çözüm/İslamiyetin Sosyo-Ekonomi Düşüncesi; Dr. Faruk Beşer, İslam'da Sosyal
Güvenlik; Hayreddin Karaman, İslâma Göre Banka ve Sigorta; A. Haydar Nakvi,
Ekonomi ve Ahlak...
7 Alâaddin Şenel,
"Dine ve Laikliğe Aykırı Düşünceler", s.19, Pir Sultan Abdal Dergisi,
Haziran 1994, Ankara.
8 Prof. Dr. Mebrure
Tosun-Doç. Dr. Kadriye Yalvaç, Sümer, Babil, Asur Kanunları ve Anım-i Şadııpa
Fermanı, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1989, 2. Baskı, s.3-81193. Ancak buradaki
belgelerde kesin yasaklama sözkonusu değildir, sınırlama vardır. Oysa Erdoğan
Aydın, İslamiyet Gerçeği, 4 cilt, s.44'te kesin yasaklamalardan sözediyor.
9 Aktaran Erdoğan Aydın,
age, s.44, 2. Baskı, Doruk Yay. 1996, Ankara.
10 G. Thomson'dan (1973, s.23-27)
aktaran Halil Berktay, age, s. 144.
11 H. Berktay, age.
12 H. Berktay, age., s. 145.
13 age, s.145.
14 Aktaran Prof. Dr. Erol
Zeytinoğlu, "İslam'da ve Diğer Sistemlerde Faiz", ISAV Yay., s.91-92
15 age.
16 age, s.93
17 age, s. 94.
18 Hayreddin Kahraman, İslâma
Göre Banka ve Sigorta, Nesil Yay., ilaveli Üçüncü Baskı, s. 140
19 C. Kallek, age, s. 14
(M.J.Kister, "Mecca and Tamim/Aspects of Theis Rdations" JESTO, c.
VIII. Leiden 1965, s.l 13-163’ten aktarma)
20 Ali Cevad, El Mufassal fi
Tarih'il Arab Kable'l İslam, C.VII, (1968-72, Beyrut) s.421'dcn aktaran C.
Kallek, age, s. 16.
21 Prof. Dr. Erol Zevtinoğlu,
"îslanıda ve Diğer Sistemlerde Faiz" (Para, Faiz ve İslam, ISAV
Yay.), s. 102-103.
22 Dr. Abdiilaziz Bayındır,
"İslam'da Faiz Mefhumu ve Unsurları" (Para, Faiz ve İslam, ÎSAV Yay.)
s. 118-120. Ayrıca, benzeri; fakat sol perspektifli yorum için bkz., Erdoğan
Aydın, İslamiyet Gerçeği-4, ikinci Basım, s.36-48, Kaynak Yay., 1993, İstanbul.
23 Karl Marx, Le Capital
(Kapital), 3. cilt, s. 3'den aktaran Maxime Rodinson, İslam ve Kapitalizm,
Orhan Suda çevirisi, s. 104, Hürriyet Yay., 1978, İstanbul.
24 K Marx, Le Capital, 3.
cilt, s.358-64l'den aktaran M. Robinson, age, s. 104. Ayrıca bkz. Berktay,
Kabile'deıı Feodalizme, s.73-206. Öte yandan Mars'ın bu tanımı bölgesel değil,
evrensel gelişmeler için de geçerlidir.
25 Doyurucu açıklamaları için
bkz., H. Berktay, age; Alaaddin Şenel, agy.
26 Ya da M. Rodinson1 un
yerinde saptamasıyla "Madrabaz tüccar" (age, s.34) kesimi. Aslında
Kıır'an'ın karşısına aldığı kesim, karmaşık ve çelişkili nass (kutsal
metinler)'larla belirlenmeye çalışılmış; zamana ve zemine göre değişiklik
arzetmiştir.
27 Faiz yasaklanması, Yahudi
sermayesini hedefliyordu," diyen Erdoğan Aydın (age, s.42) ile farklı
düşünüyoruz. Rodinson ile aynı görüşteyiz. (F.B.)
28 Hayreddin Karaman, age., s.
139.
29 K. Marx, Kapital, 3. c.,
s.358.
30 Aktaran, M. Rodinson, age.,
s.47.
31 Rodinson, age, s.48. Farsça
tüccar anlamına gelen bazarî/bazargerdi sözcükleri, hafif meşrep kişi manasında
da kullanılabiliyor.
32 N. Haydar Nakvi, Ekonomi ve
Ahlak, s. 146, İnsan Yay., 1985.
33 Bu tartışma ve görüşlerin
özeti için bkz. Sıddiki, İslam Ekonomi Düşüncesi, s. 143160, Bir Yay., 1984,
İstanbul.
34 M. Rodinson, age., s.45.
35 C.C. Torrey, The
Commercial-tlıeological terms in the Koran, Leiden.
36 Rodinson, age, s.30.
37 Prof. Dr. Erol Zeytinoğlu,
agy, s.105. Robinson, "Riba tam olarak nedir, kesinlikle bilmiyoruz.
Kur'an buyruklarının birçoğu gibi, Riba da, belki arızî durumlara değinmek için
kabul edilmiş bir kuraldır. Bazen Mekkeli müşrikleri, bazen de Yahudi ve
Hıristiyanları hedef almaktadır," diyor (age, s.33-34).
38 Bkz., Erol Zeytinoğlu
makalesi, agy, s. 106.
39 Zeytinoğlu, agy, s.
106-109.
40 Prof. M.A. Mannan, İslam
Ekonomisi/Teori ve Pratik, 4. baskı, s.224, Fikir Yay., 1980, İst.
41 age, s.225.
42 Aktaran A. Mannan, age,
s.225.
43 Aktaran Mannan, age. b,8.
44 Aktaran Mannan, age, s.226
45 Aktaran Mannan, age, s.226.
46 Mannan, age.
47 Fahrül Razi, VII.
s.91-92'den aktaran Dr. Abdülaziz Bayındır, "İslam'da Faiz Mefhumu ve
Unsurları", ÎSAV Yay., s. 127.
48 Fethül Kadir, V. 275'ten
aktaran A. Bayındır, agy, s. 129.
49 İbn Hazin El Zahiri,
Mucemii Fıklı, I s.389-390'dan aktaran Bayındır agy, s. 129.
50 Bayındır, agy, s. 130.
51 Abdullah bin Abbas, faizi
yasaklayan ayetin en son ayet olduğunu söylemiştir. (Bkz. Buhari, Büyu, 25)
aktaran A. Bayındır, s.l 18.
52 M. Rodinson, age, s.35.
53 age, s.32.
54 Erol Zeytinoğlu, agy, s.l
10.
55 Ebu Davud, Sünen, Hadis no:
3449; İbn Mace. Sünen, Hadis no: 2263
56 Aktaran E. Zeytinoğlu, agy,
s. 108.
57 Aktaran A. Bayındır, agy,
s. 131-132.
58 Aktaran A. Bayındır, agy,
s. 133-134
59 agy, s. 135.
60 Ali el Adevi, Haşiye Alel
Haraşi, V. s.56 ve Ibn Rüşd, Mukaddimat, III, s.49-51 'den aktaran A. Bayındır,
agy, s. 135.
61 Ibn Kudame, El Muğni,
Mısır, IV. s.4-7'den aktaran Bayındır, agy, s.136.
62 A. Bayındır, agy, s. 140
(El Hidaye, V.s.277; İbn Hacer, IV. s.272; Ibn Rüşd, Mukaddimat, III.
s.49-51'den aktarma.
63 Bayındır, agy, s. 140.
64 Mu'cemü Fıkhi İbn Hazm,
c.I. s.389'dan aktaran A. Bayındır, s. 141.
65 El Hidaye ve Fetlıü'l
Kadir, V. s.299-300'den aktaran Bayındır, s.142.
66 El Hidaye..., s.300'den
aktaran Bayındır, agy, s. 142.
67 İbn Rüşd, Bidayet-ül
Müctehid, c.II, s.l55'den aktaran agy, s. 138.
68 İbn Rüşd Mukaddimat,
C.III., s.28-29'dan aktaran Bayındır, agy, s. 139.
69 Erdoğan Aydın, İslamiyet
Gerçeği-4, ikinci baskı, s.40-41.
70 Rodinson, age, s.52
(W.C.Smith, İslam in Modern History, s.236, New York, The Nevv American
Library'den aktarma).
71 Rodinson, age, s.36-40
72 Ayrıca bkz. Rodinson'un
Kur'an-Sünnet yorumu, age, s. 29-38.
73 Rodinson'un yaklaşık yorumu
için bkz. age, s. 37-40.
74 Rodinson, age, s. 38
75 Hz. Muhammed
Hadisleri'ııden aktaran E. Zeytinoğlu, agy., s. 108-110.
76 Ebu Said El Hııdri
rivayetinden aktaran E. Zeytinoğlu, agy. A. Bayındır, agy., s. 132.
77 A. Bayındır, agy., s. 132.
78 Doç. Dr. Ali Şafak,
"Alışverişte Vade Farkına Dair Tenkidi Görüş", İslam Hukukuna Göre
Alışverişte Vade Farkı ve Kâr Haddi, s. 43, Dördüncü baskı, İlmi Neşriyat,
1990, İstanbul.
79 Ali Şafak, agy., s. 43.
80 Ibn Abidin, Redd-ul Muhtar,
C.IV. s. 269'dan aktaran Hayreddin Karaman, "Alışverişte Vade Farkı",
s. 36. İlmi Neşriyat. Her durumda, bu konu, İslamcılarla tartışılmalıdır.
81 Haşiyet-ul Redd-ul Muhtar,
C.IV. s. 269-270.
82 Ali Şafak, agy, s. 44.
83 Hayreddin Karaman, agy, s.
37. (El Şevkani, Neylü'i Evtar, C.V., s. 176'dan aktarma)
84 Ibn Abidin, age., s. 194.
Refah Partisi'nin programında Selem Senedi, övülerek öneriliyor. (F.B.)
85 Ibn Rüşd, Bidayet-ül
Müctehid, C.II. s. 155.
86 El Hidaye ve Fetlıü'l
Kadir, V. s. 300'deıı aktaran Bayındır, agy., s. 142.
87 age.
88 Para, Faiz ve İslam, ISAV
Yay., s. 158.
89 age., 158-159; ayrıca
Fahrul llazi, C.VIII. s. 98.
90 age., s. 157-159.'
91 Ş. El Serahsi, XII s.
113-114'ten aktaran A. Bayındır, agy., s. 134.
92 Rodinson, age., s. 54 (L.
Massignon, Essai sur les Origines du Lexique Technique Musıılmane, Paris, Vriıı
1954, s. 145-158'den aktarma)
93 Dr. Ali Şeriati, İslam
Ekonomisi, s. 192-195.
94 Rodinson, age., s. 52.
95 Rodinson, age, s. 149-151
(R. Brunschwing, L'Evolutioıı economiqııe sociale et cultıırelle, C.I. s. 9'dan
aktarma)
96 Rodinson, age, s. 150 (R
Brunschwing, L'Evolution ecoııomique sociale et culturelle, C.I. s. 35'den
aktarma)
97 Dr. Hasib El Saıııarri,
Mezlıepsizler (Efgani-Abduh-Reşid Rıza) Türkçeleştirenler Ali Nar-Sami Özkay,
s. 174-175, Bilge Yay., 1981, İstanbul
98 Ahiri Mezamin, s.
143-145'ten aktaran Aziz Ahmed, Hindistan ve Pakistan'da Modernizm ve İslam, s.
65, Yöneliş Yay., 1990, İstanbul.
99 İslama Göre Banka ve Sigorta,
Hayreddin Karaman çevirisi, Nesil Yay., s. 10-11.
100 Sıddıki, İslam Ekonomi
Düşüncesi, Bir Yay., s. 107.
101 age, s. 100-101.
102 Aktaran Sıddıki, age., s.
195-196.
103 M.A. Mannaıı, İslam
Ekonomisi/Teori ve Pratik, s. 431-432-455.
104 M. Ekrem Han, İslam
Ekonomisinin Temel Meseleleri, s. 63. Kayıhan Yay., 1988.
105 age, s. 63
106 Ayrıca bkz., Rodinson, age,
s. 85-86.
107 Rodinson, age., s. 87.
108 age, s. 52.
109 age, s. 46.
110 age, s. 52-53.
111 age, s. 54.
112 age, s. 54-55.
113 age, s. 55.
114 age, s. 56
115 age, s. 53.
116 age, s. 56.
117 age, s. 56.
118 Fas'taki İngiliz Konsolosu
raporundan aktaran Rodinson age, s. 57.
119 Rodinson, age, s. 57.
120 age, s. 58.
121 Ali Mazaheri, Ortaçağda
Müslümanların Yaşayışları, s.369-370. Varlık Yay.,1972.
122 Rodinson, age, s.59
123 Ali Mazaheri, age, s.371.
124 Rodinson, age, s. 151.
125 age, s.151.
126 age, s. 146.
127 age, s. 152
128 Olivier Roy, Siyasal İslâmın
iflası, s. 193, Metis Yay., 1994, İstanbul
Kaynak: Faik Bulut, Tarikat Sermayesinin
Yükselişiİslam Ekonomisinin Eleştirisi 2. Basım : Şubat 1997, Doruk Yayınevi,
Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar